Professional Documents
Culture Documents
Dogu Yucel Varolmayanlar
Dogu Yucel Varolmayanlar
Doğu Yücel
Ne zaman hayal kurarsak, kanatlanırız
İşte bir hayal
Sadece senin ve benim için
Başlangıç
Belge 1
İsimsiz bir günlük... Kalın, siyah ciltli bir Ece Ajandası bu. Kapağın sağ altında beyaz
bir etiket var, üstüne “17 Mart 2009 - ...” yazılmış. Kırmızı şerit, daha ilk sayfada
bırakılmış. Günlüğün sayfaları beyazmış, eskidiğinden sararmış. Silik satır çizgileri
ve açık kırmızı bir kenar çizgisi sayfaları soldan kesiyor. Yazarın el yazısı çok güzel
değil, yine de rahatça okunabiliyor.
Kâbus
18 Mart 2009
Bu sabah, dün ve dünden önceki binlerce gün olduğu gibi saat 7.05’te paspasın
üzerinde olabilirdim, eğer o lanet olasıca rüyayı görmeseydim!
En son ne zaman rüya gördüğümü hatırlamıyorum bile. Lisedeyken, rüyalarımı not
ettiğim bir defteri yatağımın yanında tutar, yatmadan önce özellikle rüya görmek ve
onları hatırlamak için kendimi koşullardım. Güzel hikâyeler çıkmıştı bu egzersizden.
Üniversiteye girmemle birlikte bundan yavaş yavaş vazgeçtim; iş dünyasına atıldıktan
sonra ise yatarken özellikle kendimi rüya görmemeye şartlar olmuştum. Rüyalar
yaratıcılığımı kırbaçlayan, bilinçaltımı aydınlatan şeylerken, şimdi uykuda zihnimi yoran,
ertesi gün işyerindeki verimimi düşüren şeyler oluvermişti. Fakat onlardan korunmak için
elimden geleni yapsam da dün gece zihnime sızan ve beni allak bullak eden bu rüyadan
kaçamamıştım.
Eski günlerde olduğu gibi bu rüyayı kaleme almam gerektiğini hissediyorum, bir hikâye
çıkarmaya hevesli değilim ama bilinçaltıma dair yeni şeyler keşfedebilirim gibi geliyor.
Rüyanın adı da olsun...
Kâbusla Doğan
Ellili yaşlarında bir adam ve kırklı yaşlarında bir kadın 1900’lü yılların başlarında geniş
bir caddenin kaldırımında el ele yürüyorlar. Onlar yürürken yoldan tek tük faytonlar
geçiyor. Varlıklı bir aileye mensup oldukları giyimlerinden, yürüyüşlerinden ve
yanlarından geçen, onlara nazaran yoksul görünen insanlardan anlaşılıyor.
Birdenbire adam kadına bakıyor ve kadının karnının şiştiğini fark ediyor. Az önce kadın
normal kiloda görünse de şimdi beş aylık hamile gibi. Bu hızlı değişime rağmen adamın
gözlerinden şaşkınlık değil, mutluluk, coşku ve “nihayet başardık” diyen bir zafer duygusu
okunuyor. Bu muvaffakiyetlerini kutlama amacıyla yol üzerindeki bir dükkâna giriyorlar.
Bir terzi dükkânı burası. İnce bıyıklı terzi hemen kadının ölçülerini alıyor, top halindeki
kumaşların arasından seçim yapıyor ve rüya bu ya, hemen elbiseyi hazır edip yaşlı çifte
sunuyor. Kadın elbiseyi hemen giyip aynadaki görüntüsüne bakarak yeni elbisesinin
keyfini çıkartırken, adam terzinin uzattığı senedi cebinden çıkardığı şık bir kalemle
imzalıyor. Kalem deyip geçmemeli. Sıradan bir aksesuardan çok daha fazlası olduğunu
belli eden, sahnede göründüğü anda tüm dikkatleri üzerine çeken bir dolmakalem bu.
Babamdan bana miras kalan kalemin aynısı. Üzerindeki sembolden işlemelerine kadar...
Adam son derece şık ve soylu görünen imzasını kâğıda attıktan sonra kılıcını kınına geri
koyan usta bir silahşor gibi kalemini yeniden cebine yerleştiriyor.
Yeni kıyafetiyle eskisinden de alımlı görünen kadın ve ona âşık olduğu her halinden belli
olan adam bakışıyorlar, sonra da kadının üzerindeki eski elbiseyi bir torbaya koydurup
dükkândan çıkıyorlar.
Biraz önce tıklım tıkış olan kaldırımda bu defa in cin top oynuyor. Adam ve kadın bu
alışılmadık durumu rüya gören birinin kayıtsızlığıyla dert etmeyip yürümeye devam
ediyorlar. Bir süre sonra kadının karnına bir ağrı saplanıyor. Çığlık atarak iki büklüm
oluyor, tam yere düşecekken adam onu tutuyor. Kadın acıdan öyle bir kıvranıyor ki, adam
da bir süre sonra kadını yere bırakmanın en iyisi olacağını düşünüyor ve yavaşça karısını
kaldırım taşlarına bırakıyor. Başını bir eliyle korurken, diğer eliyle kadının karnını kavrıyor.
Kadın yerde terler içinde çırpınırken rüyadaki adamla birlikte kadının karnına bakıyoruz;
karnın görülebilir bir hızla şiştiğine, daha fazla şiştiğine ve doğuracak aşamaya geldiğine
şahit oluyoruz. Adam etraftan birinin yardım etmesi için bağırıyor, rüyayı izleyen adam
olarak çevreye bakınıyorum, kimseyi göremiyorum. Adam kadına “Dayan! Lütfen dayan!”
diye bağırıyor, ta ki kadının bacaklarının arasındaki kan kırmızısı sıvıyı görene kadar.
Adam son çare olarak doğumu tek başına gerçekleştirmeye karar veriyor, eski elbiseyi
koydukları torbayı kadının başının altına yaslıyor. Alnındaki terleri gömleğinin kollarıyla
siliyor. Sonra gömleğinin kollarını sıyırıyor ve kadının eteğinin arasına girip bacaklarını
olabildiğince ayırıyor. Adam kadının rahmine bakıyor, ben de onunla birlikte gözlerimi
doğum tüneline dikiyorum. Adam “Göremiyorum” diye bağırıyor. Kadın acıyla bağırıyor,
ıkınıyor, çığlık atıyor. Adam “Göremiyorum” diye tekrarlıyor. Ellerini çıkartıp alnındaki
terleri bu defa çıplak koluyla siliyor ve tekrar kafasını eşinin bacakları arasına, eteğin
içine sokuyor. Elleriyle bebeğe uzanmaya çalışıyor ama ellerini çekip kafasını eteğin
içinden her çıkardığında, adamın yüzünde tek gördüğüm şey çaresizlik oluyor.
Derken elbisenin eteğinden iri bir bebek kafasını çıkarıyor. Adamın yüzündeki ifade
aniden değişiyor. Büyük bir sevinçle kollarını bebeğe uzatıyor. Bebek sanki kadının
kasıklarından elleriyle ittirerek kendini çıkartıyor. Çiçeği burnunda baba göbek bağıyla
hâlâ annesine bağlı olan bebeği karısının rahminden kurtarır kurtarmaz yavaşça yere
bırakıp eşiyle ilgileniyor. Adamın yüzünde ne kadar büyük bir korku ifadesi varsa, kadının
yüzünde o kadar büyük bir mutluluk var. Kadın “Başardın” diyor. Adam önce evet
anlamında başını sallıyor, sonra karısının hayata veda etmek üzere olduğunu fark edip,
“Bu değildi, istediğim bu değildi” diyor. Kadın gülümsüyor, gözlerini kapatıyor ve son
nefesini veriyor.
Kadın, bir kan gölünün ortasındaki ufak bir ada gibi, en ufak şüphe bırakmayacak
şekilde cansız yatıyor. Adam kahrolmuş bir ifadeyle karısının yüzünü ve saçlarını okşuyor,
sanki dokunarak ona hayat verebilecekmiş gibi. Ağlıyor, yüzünü sevgilisinin tenine
yaslayıp kana bulanmış elbisesini gözyaşlarıyla ıslatıyor. Issız sokağın orta yerinde yaş ve
cüsse olarak kocaman olan adam bir bebek gibi ağlıyor. Bebek ise zorlu geçen doğuma
rağmen ağlamıyor, tam tersine gıdıklanan bir çocuk gibi kıkırdıyor. Hayatının en büyük
acısını az önce yaşayan adam gözyaşlarını silerek yerinde doğruluyor ve dünyaya gelen
oğluna bakıyor. Bebek kan gölüne ellerini çarparak annesinin yaşam sıvısıyla oynuyor.
Kıkırdamaya devam ediyor. Baba oğluna bakmayı sürdürüyor. Bebek göbek bağıyla
oynuyor, onu ip atlayan bir kız çocuğu gibi kan birikintisine vuruyor, babasının yüzüne
birkaç damla kan sıçratıyor. Babanın yüzündeki ifade tamamen kayboluyor. Sonra
serinkanlı bir şekilde daha önce terzi dükkânında senet imzalarken kullandığı kalemi
gömlek cebinden çıkartıyor, zarif bir yazar gibi tuttuğu kaleme bir anlığına bakıyor.
Adamın elleri titriyor, o titremeyi engellemek için sağ elini bir yumruk gibi sıkıyor, kalemi
bıçakmışçasına elinde sıkıca kavrıyor. Adam elini havaya kaldırıyor ve kalemi bebeğe
doğru hızla indiriyor... Kalem rüyalara özgü bir yavaş çekimle hedefine doğru yaklaşırken
bebeğin yüz ifadesini daha iyi seçme şansı elde ediyorum ve kendimi görüyorum.
Kalem sol şakağımdan kafama girdiğinde onu saplayanın babama benzeyen biri değil,
babamın ta kendisi olduğunu görüyorum. Yerdeki kan gölünün ortasında yatanın annem
olması gibi katilim de öz babam. Hemen ölmüyorum, kafamda kalemle annemin kan
gölünün bittiği yere düşüyorum önce. Kalemin girdiği yerden boşalan sıcak kanın
yüzümün sol tarafından aktığını hissediyorum. Önce yüzümü boyayan kan, sonra yerde
vücudumu sarmalıyor, vücudumdan boşalan kanın doldurduğu havuzun içinde kafama
saplanmış bir kalemle yüzerken rüyalara özgü zıtlık hissiyle kendimi ölmek üzere olan biri
gibi değil, yaşam dolu ergen gibi hissediyorum. O esnada kafamdan çeşme gibi akan kanı
görüyorum ve dehşete kapılıyorum. Kan kırmızı değil, koyu mor, mürekkep renginde. Bu
ayrıma varınca mürekkep gölü fokurdamaya başlıyor. Ufak ufak baloncuklar köpürüyor, o
baloncuklar büyümeye ve şekil kazanmaya başlıyor. İnsan şekilleri bunlar. Zamanla vücut
hatları gibi yüz hatları da netleşen bir sürü insan, havuzdan göle, gölden denize dönüşen
mürekkep birikintisinde vücut buluyorlar birer birer.
Onlar büyüdükçe ben de büyüyorum. Artık bebek değilim. Sonra karşımda yükselen ve
hayat bulan insanlardan bir tanesini tanıdığımı, çok yakından tanıdığımı fark ediyorum.
Hiç unutamadığım, unuttuğumu sandığım, olmadık anlarda aklıma giren ilk aşkım Ezgi bu
kâbusuma da aynı kararlılıkla girmeyi başarıyor. Kâbus boyunca yaşadığım korkuya, akan
onca kana ve mürekkebe rağmen orada yıllar sonra tekrar Ezgi’yle karşılaştığım için her
şeyi unutuyorum, saf mutluluk tüm benliğimi sarıyor. Vücudu tamamen normal değil;
kollarının ve bacaklarının içinden mor mürekkep aktığını görebiliyorum. Bana gülümsüyor,
ben de ona. Elini uzatıyor, ben de ona. Mürekkepli elimle onun elini tutuyorum, elimdeki
mürekkep ona sıçrıyor ve vücudunu biraz daha tamamlıyor, silik olan hatları ete kemiğe
bürünüyor adeta.
Ezgi’yle yaşadığım bu gerçekdışı romantizm anında babamı unutuyorum, onu hatırlayıp
baktığımda ise babamın benim mürekkep gölümde can çekiştiğini görüyorum. Boğuluyor.
Fokurdayan mürekkep adamlar onu gölün dibine çekiyor gibi... Onu kurtaramıyorum,
babam gölün dibini boyluyor. O anda kulakları sağır edici bir gürültü, görselliğiyle
dehşetengiz olan kâbusu sesli bir cehenneme dönüştürüyor. O gürültü yükseldikçe
fokurdayan mürekkep insanların bir bir mürekkep kaynağına geri döndüklerini görüyorum.
Son olarak elini tuttuğum Ezgi de batıyor ve mor gölün içine karışıyor. Gürültü artık
katlanılmaz boyuta geldiğinde fark ediyorum ki; alarmım çalıyor.
Gözümü açmam ve sol elimle telefonumun alarmını susturmam bir oluyor. Tabii
gözlerimi açmış olmam uyandığım anlamına gelmiyor, böyle korkunç ve tuhaf bir rüyadan
sonra hemen kendime gelmem beklenemezdi. Bir süre yatağımda donuk gözlerle etrafa
baktım. Sonra düşündüm: Alt tarafı bir rüya. Neden günümü mahvetsin ki?
Rüyanın etkisiyle adeta yavaş çekim moduna geçtim, hareketlerim bir hayli yavaşladı,
tüm o uyanma ve işe yetişme sistemim hantallaştı. Alarmı sustur, çorapları giy, mutfakta
tost makinesinin ve su ısıtıcısının düğmesine bas, mesaneni boşalt, tıraşını ol, tostunu ye,
çayını iç, takım elbiseni giy, kravatını tak...
Paspasın üzerine dikildiğimde kol saatime baktım. Saat 7.09. Hatta 7.10’a gelmek
üzere. Bir rüya dört buçuk dakikama mal oldu. Ve şimdi yetişmem gereken bir iş var.
Gördüğüm rüya yolda, metroda, iş yerinde aklımın koridorlarında dolaşmaya devam
etti. Ne işime odaklanabildim ne de molalarda iş arkadaşlarımla yaptığım muhabbetlere.
Öğleden sonraki toplantıda Tolga dalgınlığımın farkına vardı, toplantı odasından çıkar
çıkmaz, “Aklın nerde? Hayrola?” diye sordu. Ben de bilinçaltımın annemi, babamı ve ilk
aşkımı gerçeküstü bir korku filmi mizanseninde bir araya getirdiği o tuhaf rüyayı anlattım.
Tolga rüyayı anlatmamı bitirmeden “saçma sapan bir rüya, unut gitsin” demekle yetindi
ve kafasını çevirdi. Bunu oldukça garipsedim, her ne kadar materyalist ve pragmatist bir
insan olduğunu bilsem de liseden beri gelişen arkadaşlığımız boyunca Tolga sıkıntılarıma
hep kulak vermiş ve dertlerime derman olmaya çalışmış biriydi. Bir rüyanın beni bu kadar
etkilemesi ona pek inandırıcı gelmemişti galiba.
İş çıkışı Aslı’yla buluştum, beraber yemek yedik. O da fark etti bende bir tuhaflık
olduğunu ve aynı kelimeyle sordu; “Hayrola?”. Ben de benzer kelimelerle rüyamı
anlattım. Ezgi’den bahsetmedim tabii. Asla ama asla, dostluk bağınız ne kadar kuvvetli
olsa da, o ne kadar rahatmış gibi davransa da, sevgilinize eski sevgililerinizden birinin
rüyanıza girdiğini söylememelisiniz. Ayrılık sebebidir.
Ezgi’den bahsetmemiş olsam da Aslı’nın tepkisi farklı olmadı, önce bakışlarıyla ortamda
buz gibi bir rüzgâr estirdi, sonra da “Bir rüyayla böyle darmadağın oldun ha. Ben de
sevgilimle yemek yiyip normal bir muhabbet edeceğim diye düşünüyordum. Ama karşıma
geçmiş, bana rüyasını anlatıyor...” dedi. Kadınların birkaç cümleyle erkekleri yerin dibine
sokabilme gibi doğaüstü bir güçleri var ve bunu kullanabilecekleri fırsatları asla
kaçırmıyorlar. Ona sadece “Tam bir rüya değil aslında, daha çok kâbus” diyebildim,
sesimdeki kırıklığı mümkün mertebe çaktırmadan. Biraz gergin ama “küsmemiş” bir
şekilde ayrılarak evlerimize dağıldık.
Bu kâbus gerçekten neden zihnimi bu kadar meşgul etmişti? Neden hâlâ her anını
hatırlıyordum? Uzun zaman sonra bir rüya görmüş olmamdan mı kaynaklanıyordu bitmek
bilmeyen etkisi? Yoksa...
Şimdi uyumalıyım. Rüya görmemek için kendimi her zamankinden daha fazla
şartlayarak...
Aile
19 Mart 2009
Bu sabah yine aynı rüyayla uyandım. Bu defa dün gördüğüm rüyadan daha da
gerçekçiydi. Sabah çalan müzik bile beni bir süre uyandıramadı, Allah’tan sistemim çok
fazla sekteye uğramadı, saat 07.06’da apartman kapımın dışında hazır bir şekilde
durmayı başardım. O bir dakikalık gecikmeyi de karşıdan karşıya geçerken daha atak
davranarak kapattım.
Dün bu rüyayı kâğıda dökerek bilinçdışı dünyamın bilinmeyenlerine doğru bir adım
atmıştım, şimdi bu yolculuğu sonuna kadar götürmem gerektiğinin farkındayım. Yoksa
lanetinden asla kurtulamayabilirim. Artık bu rüyanın benim geçmişimle ciddi paralellikler
taşıdığını itiraf etmeliyim.
Tam olarak bu rüyadaki gibi olmasa da benim doğumum da böyle gerçekleşmişti. Zor
bir doğumdu benimkisi, hatta neredeyse imkânsız... En baştan anlatayım...
İlk aşk
20 Mart 2009
Bu sabah o habis kâbusla uyanmadım. Babamı ve annemi kan gölünde yüzerlerken bir
kere daha görmeye dayanamazdım. Kâbusu yenmemde onu kaleme almamın büyük
etkisi var; yazmak şeytanlarımızı yenmekte bize yardımcı oluyor. Fakat eksik yazmıştım,
bu yüzden kâbusun son kısmında beliren Ezgi yine rüyama girmişti. Rüyamda
evleniyordum. Damat kıyafetimle nikâh masasında oturuyordum. Yanımda gelin vardı,
Aslı’dan bile daha güzel bir kız. Tam büyük bir sevinçle “Evet” dediğimde misafirlerin en
önünde Ezgi’yi görüyorum. Donakalıyorum. Bu sırada gelin malum soruyu yanıtlıyor ve
“Evet” diyor, ben ise Ezgi’den gözlerimi alamadığım için herhangi bir tepki veremiyorum.
Ezgi sadece benim duyabileceğim bir sesle “Neden beni devam ettirmedin?” diyor. Bu
cümleyle ne demek istediğini anlayamıyorum. O sırada nikâh memuru evlenme defterini
sürüklüyor önüme. Sonra da bir dolmakalem uzatıyor bana. Bu bir önceki rüyada
babamın kafama sapladığı kalemin aynısı, üzerinde aynı sembol var. Korkuyorum, ellerim
titriyor. Nikâh memuru despot bir ifadeyle bana mürekkep hokkasını işaret ediyor.
Hokkanın üzerinde de aynı sembol var. Kalemi hokkaya batırıyorum, mürekkep
çekiyorum. Sonra kalemi kâğıdın üzerine koyuyorum, koymamla birlikte Ezgi
saydamlaşıyor, kalemle attığım her mürekkep lekesiyle daha çok siliniyor ve imzayı
bitirdiğimde tamamen kayboluyor. Defteri geline uzattığımda biraz önce gördüğüm
inanılmaz güzel kız yerine yaşlı bir cadıyla karşılaşıyorum. Yaşlı kadın elimi çekiştiriyor,
kendi elim görüş alanıma girince benim de en az onun kadar yaşlı ve çürümüş olduğumu
fark ediyorum. Cadı korkunç bir kahkaha patlatıyor, kahkaha atarken dişleri dökülüyor...
Telefonumun alarmı çalmasa kahkahası sonsuza kadar sürecek sanki...
Anlıyorum ki, üçüncü travmamın da tarihini kâğıda dökmeden bu kâbuslar serisinden
kurtulamayacağım. Üçüncü travmam yarım kalan bir ilk aşk hikâyesi.
Ezgi’yi ilk defa, lise sondayken bir rock konserinde gördüm. Tam karşımda duruyordu.
18 yaşından küçük olduğum için o bara girmem yasal değildi, durumumdan rahatsız olup
barın karanlık bir köşesine sinmiş, mekânın arka tarafındaki sütunun altından sahnedeki
grubu izliyordum. Ezgi mekânın sol tarafındaki sütunun altında aynı “rahatsız” ifadeyle
içkisini yudumluyordu. Yanındaki arkadaşlarının ondan büyük olduğu anlaşılıyordu. Barda
aynı suçu birbirinden habersiz işleyen iki suç ortağıydık. En sevdiğim renkler olan kırmızı
ile siyahtan oluşan bir kıyafet giymişti. Etraftaki metalci gotik kızlar gibi “dantelli”, diğer
punk kızlar gibi de salaş değildi. Çok güzel bir yüzü vardı, o hafta izlediğim Edward
Scissorhands filmindeki Winona Ryder’a benziyordu yüzü. Biraz da Sleepy Hollow’daki
Christina Ricci’yi anımsatıyordu. Bunu çok net hatırlıyorum çünkü o iki filmi babamla
izlemiştik. Baba-oğul birlikte yaptığımız nadir şeylerden biriydi o filmleri izlemek...
O konserde sadece bir iki kere bakıştık... Ya da ben baktım sadece. Gözlerimi ondan
ayırmakta zorluk çekiyordum ama o bana baktı mı emin değilim. Yanına gidip konuşma
cesareti bulamamıştım kendimde. Utangaçlığıma lanet ederek coşkumu kalbimde
söndürmüştüm.
Birkaç gün sonra bir halı saha maçından geç vakit eve dönerken bir beyaz eşya
dükkânının vitrinindeki televizyonlardan birine takıldı gözüm. Televizyonda bir kamera
şakası programı dönüyordu. Spor çantamı yere bırakıp oracıkta şakayı izlemeye başladım,
sanki evimde izlermiş gibi rahatlıkla kahkahalar atarak izliyordum şakayı. Birdenbire
benimle birlikte başka birinin kahkaha seslerini duydum. Biri bana gülüyor sandım ama
Ezgi hemen yanımda televizyona odaklanmış, şakaya gülüyordu.
“Gördün mü adamı?” dedi kahkahalarının arasında.
O ezgili sesini duyar duymaz büyülendim. Sorusuna karşılık olarak kafamı sallayabildim
sadece. Dilim tutulmuştu resmen. Maç boyunca o üç direk arasında hep Ezgi’yi
düşünmüştüm ve hayatımın maçını çıkarmıştım. Kafamda “Bu şutu kurtarırsam onu
göreceğim”, “Bu penaltıyı çıkartırsam onunla karşılaşacağım”, “Bu yan topu
yumruklarsam o kız bizim okula transfer olacak” gibi “totem”ler üreterek takımımı
galibiyete taşımıştım. Maç bittiğinde tüm bunların fayda etmeyeceğini bilerek, maçın
adamı olmama rağmen bir hüzün duygusuyla eve yürüyordum ki... İşte o karşımdaydı.
Orada vitrinin karşısında iki şaka daha izledik, gülerek birbirimize âşık olduk. Ya da ben
âşık oldum.
Yakındaki bir kafeye gidip çay içtik. Ortak yanlarımızın çokluğu mucizeviydi. Çok erken
bir yaşta ruh ikizimi bulmuştum, üstelik çok da güzel bir ruh ikiziydi bu. O gece evine
bırakmayı teklif ettiysem de kabul etmedi. Biraz “feminist” bir tipti, asla onu “saat geç
oldu” bahanesiyle eve bırakmanıza izin vermez, tuvalete giderken sizin ona eşlik etmenizi
istemez, çantasını taşıtmaz, tuttuğunuz şemsiyenin altına girmezdi. Hiç göremediğim –
babamın arkadaşlarından duyduğum kadarıyla– anneme benzettim bu açıdan. Her yeni
keşfettiğim özelliği beni ona daha çok bağlıyordu. Bunlar arasında beni en çok büyüleyen
şey sesiydi. Sohbet ederken, gülerken, öfkelenirken, kahkaha atarken, hatta ve hatta
hıçkırırken bile çıkan ses bana dünyanın en güzel melodisi gibi geliyordu, saatlerce
dinleyebilirdim. Sanki kelimelerden cümle kurmuyor, notaları yan yana dizip adı gibi bir
ezgi yaratıyordu. O ezgiyle adımı her söylediğinde içim tuhaf bir neşeyle doluyordu.
Birbirimizin cümlelerini tamamladığımız gibi hayatta da birbirimizi tamamlıyorduk sanki.
Tamam, on yedi yaşındaydım, hayat nedir, aşk nedir, çok fazla fikrim yoktu, hayatımın en
spontane yıllarıydı ama şundan emindim; o, oydu; seçilmiş kişi, hayallerimdeki kız.
İki ay boyunca daha çok okul çıkışlarında buluştuk. Ortaköy’e kaçıyorduk arada bir.
Üzerindeki tabelaya bakmadan rastgele bir otobüse atlayıp daha önce hiç gitmediğimiz
bir yere gidip geziyorduk, bu sayede çok genç yaşta İstanbul’un çoğu semtini görmüş
olduk. İlk defa, adını bilmediğimiz bir semtte, tahtası popomuzu acıtan bir bankın
üzerinde öpüştük. İkimizin de ilk öpüşmesiydi bu. Biraz langır lungur bir denemeydi,
bittiğinde birbirimize bakıp beceriksizliğimize gülümsedik. Ama zamanla bu konuda
kendimizi geliştirdik, hatta izlediğimiz filmlerdeki öpüşmelere düşük not verir olduk.
Aramızdaki cinsel çekimi son raddeye taşımak ise aklımızdan bile geçmedi.
Küçükken çok fazla film izlediğimden ve babamdan dolayı çok fazla masal
dinlediğimden “İlk cinsellik deneyimimi hayallerimdeki kızla yaşayacağım” diye kendi
kendime söz vermiştim. Bu amacıma ulaşabileceğimden emin olamadığım, “Ya
bulamazsam, Newton gibi bakir ölmek de var işin ucunda” diye paranoyalar ürettiğim
dönemlerim de olmuştur. Fakat şanslıydım, on yedi yaşımda onu, rüya kızı bulmuştum.
Böylece küçükken verdiğim bu sözün arkasında durabilecek, kendimden ödün vermeden
bekaretime güle güle diyebilecektim. Öyle de oldu. Dün gibi hatırlıyorum. Babam
arkadaşlarımdan duymuş bir ilişkim olduğunu. Tanışmak istedi. “Yarın okul çıkışında bize
getir, gelin adayımızı göreyim” diye takıldı bana. Bu ondan duyduğum birkaç espriden
biriydi. O ketum, ters, mesafeli adam gitmiş, yerini meraklı tonton bir babaya bırakmıştı
sanki. Ama okul çıkışında Ezgi’yle eve geldiğimde babam evde yoktu! Ona çok
öfkelenmiştim çünkü babamla ilk kız arkadaşımı tanıştırmak benim için çok önemliydi.
Nihayet babamla bir bağ kurduğumu sanmış, bu buluşma sayesinde sadece filmlerde
gördüğüm bir baba-oğul sevgisi oluşabileceğine inanmıştım.
Babama o anda duyduğum öfke hiçbir zaman dinmeyebilirdi, eğer onun oradaki yokluğu
hayatımın en mutlu anlarından birine, hatta en mutlu anına yol açmamış olsaydı. O gün
babamı evde beklerken bir müzik kanalını izlemeye başladık. Klip üstüne klip, klip üstüne
klip. En son Faith No More’un “Easy”si çalıyordu, o müthiş solo girdi, öpüşmeye başladık.
Ondan sonra en az 10 şarkı daha çalmıştır ama sanki o solo havada asılı kalmıştı ve
sonsuza ıraksamıştı, biz de o notaların içinde dans edercesine sevişiyorduk. Bugün bile
her sevişme başlangıcında o ruh haline yükseleceğimi sanıyorum ama olmuyor hiç. Eskisi
kadar masum olmadığımdan mı? Yoksa karşımdaki Ezgi olmadığından mı? Bu aldatmaya
girer mi? Uğur Yücel’in Hayatımın Kadınısın’daki o nefis replikte dediği gibi Ezgi’nin
hayaliyle mi aldatıyorum karşıma çıkan her kadını? Bunlar kendi kendime
yanıtlayamadığım sorular.
O günden sonra Ezgi’yle ilişkimiz devam etti. İlk günler çok güzeldi. Sonra bana bir şey
oldu. On yedi yaşında hayalimdeki kızla tanışmamı en büyük şans olarak görüyordum
ama bunun aslında başıma gelen en büyük lanet olduğunu fark etmemiştim. On yedi
yaşındaydım, hormonlarımın azıttığı, gözlerimin döndüğü yıllar. Ezgi’den başkasını
görmediğimi sanıyordum ama kız arkadaşınız olduğunda diğer kızlar sizinle ilgilenmeye
başlar ya... Tüm zamanların en büyük komplo teorisidir bu! Kadınlar, erkekleri gıcık
etmek için aralarında anlaşmış gibiler! Resmen zorla, cebren ve hileyle gözünü
döndürüyorlar, bu bir gerçek. O dönemde aklım hâlâ Ezgi’de olsa da diğer kızlar
radarımda görünür oldular, toyluğumdan bu ilgiyi karşılıksız bırakamadım, periskopumla
onlara bakmadan edemedim. Tam o noktada denizaltımız su almaya, aşkımız batmaya
başladı.
Bir gün Ezgi her zaman buluştuğumuz yere gelmedi. Ertesi gün de, ondan sonraki
günlerde de... Hiçbir iz bırakmadan kayboldu. Bir arkadaşını bile tanımıyordum. Birkaç
hafta onu göremedim ama “herhalde hastadır” ya da “şehir dışına çıkmış olabilir” gibi akıl
yürütmelerle onu görememeyi çok fazla kafama takmamaya çalışıyordum.
Sonra babam ölünce Ezgi’nin kaybolmasını hayatımın sorunlarının ilk 11’inde yedek
kulübesine çektim. Sonra dank etti; babam yoktu, annem hiç olmamıştı, şimdi rüya kız da
yoktu... O zamanlar cep telefonu kullanmıyorduk, internetteki sosyal ağlar yoktu, sadece
sokaklar, caddeler, parklar vardı. O günlerde paso yürüdüm, ayaklarıma karasu ininceye
kadar yürüyor, yorulduğumda rastgele bir yere oturup etraftan geçenlere göz atıyordum.
Okulunun kapısında nöbet tutmaya başladım. Beraber gittiğimiz yerlere, parklara,
kafelere gittim sürekli. Onu ilk gördüğüm bara en az yirmi defa on sekiz yaşından küçük
olduğum için alınmadım. İlk sohbetimizi edip karşılıklı güldüğümüz beyaz eşya dükkânının
karşısında dakikalarca sessiz bir şekilde yerli pembe dizileri izledim. Ezgi sanki yer
yarılmış içine girmişti. Tıpkı Hitchcock’un Kaybolan Kadın’ı ya da Sabahattin Ali’nin Kürk
Mantolu Madonna’sı gibi.
Yıllar boyu hiçbir çabam Ezgi’yi bulmamı sağlayamadı. Facebook ilk yaygınlaştığından
beri Ezgi diye aratırım, soyadını bilmediğim için saatlerce Ezgi’lere bakar dururum, hiçbir
sonuca ulaşamadım. Hayatıma kim girerse girsin, internette onu aramayı ısrarla
sürdürdüm. Aslı bir kere Ezgi diye birini arattığımı fark etti (Zebellah gibi arkamda
belirivermişti) ve beni bu konuda sorguya çekti ama kıvrak hareketlerle o sorgudan sağ
salim kurtuldum.
Fakat bu lanetten, bu sonsuza ıraksayan ve hiçbir şekilde telafi edemediğim bu
ukdeden, bu boşluk hissinden asla kurtulamadım. O boşluğu başka kızlarla kapatmaya
çalışmak, dipsiz bir kuyuyu sevgili cesetleriyle doldurmaktan başka bir şeye
benzemiyordu. Doğuştan kalbi delik olanlar vardır ya, ben de on yedi yaşından beri bir
delikle yaşamak zorundaydım. Aile laneti devam ediyordu, benim aşk masalım da kötü
bitmişti.
Ve şimdi uzun zamandır aklıma getirmediğim Ezgi bir anda bir rüyayla tekrar
gündemime oturmuştu. Peki, hiç görmediğim annem, erken yaşta kaybettiğim babam,
akıbetinden habersiz olduğum ilk aşkım, üçü de aynı rüyada toplanmış, bana ne
anlatmaya çalışıyorlardı?
İş hayatı, iş arkadaşları
21 Mart 2009
Bugün işler o kadar yoğundu ve katıldığım toplantılar o kadar hayati önemdeydi ki iki
gündür aklımdan çıkmayan o rüyayı hatırlamadım bile. Son üç yılda birçok psikolojik
buhranı işim sayesinde atlattığımı biliyorum. Bugün yaptığım birkaç hamle ve fevri
hareketlerle aldığım bazı kararlar, temsilcisi olduğum üyelere ve şirketlere güzel paralar
kazandırdı, bu ayın en verimli günü oldu. Böyle günlerin sonunda işimi ne kadar sevdiğimi
fark ediyorum ve bu işi bana bulduğu için Tanrı’ya şükrediyorum. Ellerimi açıp dua
etmiyorum ama içten içe ona saygılarımı iletiyorum diyeyim. Sevgisini gösteremeyen
utangaç bir âşık gibi çekingen bir inananım ben. Tanrının her şeyi biliyor olması (Bu
konuda çok bir bilgim yok ama din derslerinde hep öyle öğrettiler) bizim gibi çekingenler
için büyük bir şans.
Tanrıdan sonra en yakın arkadaşım Tolga’ya da şükran duyuyorum. Tolga iş hayatına
girdiğimden beri ne zaman işsiz kalsam bir süre sonra arar ve “Tam sana göre bir iş var
kanka” diyerek beni kurtarır. Sadece boş pozisyon bulsa iyi, araya aracı sokup o
pozisyonu benim kapmamı da sağlar. Bu yüzden Tolga’ya bir bağımlılığım olduğunu itiraf
etmeliyim (Bugünün itirafı geliyor). Uzatmalı nişanlısı Esra, Tolga’nın onu boynuzlamasını
nasıl görmezden gelip ilişkisine devam edebiliyorsa ben de sırf beni birkaç kere işsizlikten
kurtardığı için Tolga’nın bazı yamuklarını göz ardı etmeyi tercih ediyorum. Her ne kadar
Esra’yla aynı durumda olmasak da (en azından ben onunla yatmak zorunda değilim!)
işimi kaybedersem Tolga’sız bir hayatta yeni bir iş bulmamın eskisi kadar kolay
olmayacağını biliyorum, bu nedenle ufak tefek tavizler veriyor olabilirim. Profesyonel
hayatın gerekleri diyelim...
Tolga’ya sadece iş konusunda borçlu olsam yine iyi... Diğer kız arkadaşlarımla olduğu
gibi, bir seneyi aşkın bir süredir beraber olduğum Aslı’yla da Tolga vasıtasıyla
tanışmıştım. Sanırım iş dünyasında olduğu gibi Tolga’sız bir hayatta kız arkadaş bulmam
da şu andakinden çok daha zor olacaktır. Aslında bulurum da Aslı gibisini bulamam.
Aslı iyi bir kız. İyi olmanın ötesinde, çok güzel bir kız. Güzel de olmanın ötesinde çok
çekici bir kız! Yanından geçen kadın olsun, erkek olsun herkesin baktığı, birkaç
saniyeliğine de olsa onları çeşitli fantezilere sürükleyen bir cazibeye sahip. Bir erkek onun
gibi bir kızla birlikteyse başka hangi sorunu olursa olsun mutlu olmayı başarabilir. Ben de
bunun istisnası değilim. Hayatımda ne olup bitiyorsa, çerçeveye o girdiği anda hepsi
birden kaybolabiliyor. Ölüyü canlandırabilecek vücut hatları, afrodizyak etkisi yapan ses
tonu, aklımı başımdan alan hareketleri ve aramızdaki –neredeyse doğaüstü
diyebileceğim– ten uyumu... İşte bunlar devreye girince ne travmatik anıların su yüzüne
çıktığı kâbuslar ne de rüyalarınıza girmeye devam eden eski aşklar kalıyor...
Amatör gurmeler
22 Mart 2009
Bugün Kadıköy’deki toplantıya gitmek üzere direksiyon başına geçtiğimde sileceklere
takılmış restoran ilanını fark ettim. Normalde bu ilanlara ve tanımadığım birilerinin bu
ilanları silecekle camın arasına koymak için arabamın üstüne dayanması fikrine uyuz
olurum. Arabadan inip ilanı çekip tekrar yerime oturmaya ve bu yüzden tahminen 19
saniye kaybedecek olmaya da... Bu yüzden de ilanı çıkarttığım gibi fırlatırım ama bu defa
Kantina isimli bir lokantaya ait olan bu ilanda beni çeken tarif edemediğim bir şey vardı.
Katlayarak cebime attım ve toplantıya yetişmek üzere gaz pedalına bastım.
Toplantıdan sonra Tolga, Esra ve Aslı’yla öğle yemeği yiyecektik. İki üç günde bir bu
dörtlü olarak bir araya gelip amatör gurme takımını oluşturuyoruz. Her şey NTV’de gurme
Vedat Milor’un hazırladığı programı izlememizle başladı, önce espri olsun diye onu taklit
ettik, sonra ipin ucu kaçtı. Birlikte mümkün olduğunca yeni mekânlara gidiyor, yeni tatlar
arıyor, kendi aramızda yemeklere ve ambiyansa puanlar veriyorduk (Fiyatlara puan
vermeyi kendimize yakıştıramamıştık). Genelde gideceğimiz mekânları Esra veya Aslı
seçerdi ama bugün bu rutini kestim ve “Artık kadın hegemonyasına bir son!” dedim.
Tolga “Yürü be aslanım benim” diye destek verir gibi yaptı. “Süper bir restoran buldum,
bana güvenin” dedim, sonra da bahsettiğim lokantanın ilanını araba sileceğinde
bulduğumu söyleme gafletinde bulundum.
Esra, Nişantaşı aksanıyla “Araba sileceğine broşür koyan leş bir yere gidip midemi
bozmak istemiyorum” diyerek reddetti önerimi. Aslı da mırın kırın etti ama sevgilim
olduğu için daha gevşek bir veto sundu. Sonunda “Gurme olarak her yeri denemeliyiz,
profesyonel olana kadar seçici davranamayız, Vedat Milor Fatih’teki pidecilere bile
gidiyor” gibi akla yatan bir argüman geliştirerek onları ikna ettim.
Lokanta daha önce gittiklerimize kıyasla farklıydı. Ne loş, ne çok aydınlık, ne rüküş, ne
de sadeydi, diğerleri biraz burun kıvırsa da ne hikmetse girer girmez sevmiştim burayı.
Çalan müzik bile değişikti. İlk bulduğumuz masaya oturduk. Mönüler masanın üzerinde
hazır duruyordu. Mönülerin tasarımı, kullanılan fontlar ve logo şık görünüyordu. Acemi
gurmeler olsak da mönünün önemini biliyorduk. Aslı, Esra ve Tolga daha önce buraya
gelmedikleri halde istedikleri yemekleri hemen buldular ve yüksek sesle paylaştılar
istediklerini. Aslı hemen uzaktaki garsona seslendi. Oysa genelde hep benim ya da
Tolga’nın garsonu çağırmamızı beklerdi. Benim ona yönelik yaptığım “Daha ben
seçmemiştim” sitemime karşılık, “Çok açım canım, sabahtan beri bir şey yiyemedim” diye
savunmaya geçti. Garson sırasıyla Esra, Aslı ve Tolga’nın istediklerini not alırken ben
Aslı’ya inat mönüyü incelemeyi sürdürdüm. Esra, “Bak canım, ıstakozlu lahanası
meşhurmuş buranın, sen de seversin, ondan iste istersen” dedi. E hani yeni bir mekândı,
ne zaman ıstakozlu lahanası meşhur olmuş olabilirdi ki? Tolga da, “Evet, tam senlik
görünüyor” diyerek üzerimdeki stresi iyice artırdı. Derken, mönüde bir yemeğin ismine
gözüm takıldı: X-Wings. İçerdiği malzemelere baktım, mantar, tavuk eti ve ilgimi
çekmeyen çeşitli sebzeler vardı ama bu yemeğin beni cezbeden kısmı ismi olmuştu.
Garsona döndüm, “Ben X-Wings istiyorum” dedim. Garson gider gitmez Aslı, “Ay canım
en kıro şeyi buldun valla, ne öyle Onion Rings gibi, doyurmaz ki seni” dedi. “İyi bir gurme
olmanın yolu kalbinin sesini dinlemek, her zaman yeniliklere açık olmaktır bebeğim”
dedim. Sağ kaşını “Göreceğiz” der gibi kaldırdı ve “Ee canım, nasıldı bugün iş?” diye
sordu. Genelde siparişlerimizi verir vermez bir süre iş hakkında konuşulurdu ama o gün
benim aklım yemeğin ismine takılmıştı. “X-Wings, bu bana nereden tanıdık geliyor...”
diye sayıkladım. Aslı “Aman nereden olacak Allah aşkına” dedi ama cümlesini bir yere
bağlamadı, hatta bağlama gereği bile duymadı, bir saniyeden uzun süren tuhaf bir
sessizliğin ardından Tolga, “Oğlum şu yeni yazılım programı var ya, sizin birimde
kullanılıyor. Elemanların performanslarını kendi içlerinde çaprazlama kıyaslama
yöntemiyle değerlendiren program hani...” dedi. Ben “Yok ya onun adı başka bir şeydi...”
derken lafımı bölerek, “Ne oldu, dünkü toplantıdan ne karar çıktı?” diye sordu. “Bildiğin
gibi işte, ne olacak...” diye geçiştirdim.
Sonra üçünün arasında magazin dünyası üzerine dedikodu eksenli bir sohbet başladı,
ben ise hafızamda “X-Wings” kelimesiyle ilişkimin başladığı günü kovalıyordum. Bir anda
anımsadım ve yüksek sesle “Hatırladım” dedim. Sohbetleri bir anda kesildi ve bakışları
bana döndü. “Star Wars’un dördüncü bölümünde, yani eski üçlemenin ilk bölümünde
Ölüm Yıldızı’na saldıran uzay gemileri vardı ya, saldırı konumunda kanatları X şeklini
alıyordu” dedim. Tolga benim kuşağımdan olsa da Star Wars’la alakalı değildi, kızlar
zaten anlamaz, bir anda bir sessizlik kapladı masayı. Gerçi ben de Star Wars hayranı
sayılmam, küçükken eski üçlemeyi izlemiştim ve birkaç oyuncağım olmuştu hepsi bu.
Babamın yavaş yavaş beni hikâyeler evreninden gerçekler dünyasına çekmeye başladığı,
evdeki kitapları ve filmleri sattığı, ne kadar istesem de kesinlikle bana Star Wars
oyuncakları almadığı dönemlerde, bir Star Wars oyuncağını ne kadar çok istediğimi bilen
bir arkadaşım bana doğum günümde bir X-Wing hediye etmişti. Sürekli onunla oynardım,
düğmesine bastığın zaman üçe ayrılıyordu, bir lazer topuyla patlamış gibi.
Bunları düşünürken Aslı masadaki sohbetten uzaklaşarak bana döndü. İyice yaklaşarak
kulağıma fısıldadı: “Akşam n’apıyorsun?”. Fısıldarken soluğunun rüzgârı kulak mememi
okşadı. Ufak çaplı bir ereksiyona sebep olacak kadar seksi bir tonla, “Buranın yemekleri
yağlı olabilir, bir an evvel eritmek istiyorum. Spora gidelim mi?” diye devam etti.
Topluluk içindeyken, “spor” bizim seks parolamızdı. Onun gibi güzel bir kızın bu teklifini
reddetmek olanaksızdı, “Olur” dedim. Zihnimde uçuşan “X-Wing”ler bir anda imparator
güçleri tarafından yok edilmiş, aklımdaki tek düşünce akşamki spor oluvermişti. Tolga
kısık sesli sohbetimize kulak misafiri olmuş olmalıydı, “Ne güzel, sık sık spor
yapıyorsunuz, endorfin manyağı olmuş olmalısınız” deyip hınzırca gülümsedi. Ben biraz
utandım, Aslı oralı olmadı.
Yemekler geldi ve eski muhabbetimize döndük. Herkes kendi yemeği hakkında yorum
yapmaya başladı. Yine amatör ligdeki çaylak gurmeye dönüşmüştüm. Tabağımdaki
karideslerin Star Wars’taki X-Wing’leri andıracak şekilde tabağıma dizildiklerini bile fark
etmemiştim. Tadı, ağzımdaki dağılışı, tazeliği ve yağ oranı gibi konularda fikirler
yürütmeye çalışıyordum çaresizce.
Öğleden sonra şirket binasındaki toplantıda rakip firmanın yöneticisinin yüksek sesli
konuşmasından mıdır nedir, başıma ağrı saplanacak gibi oldu, hemen bir Excedrin attım,
kendime geldim. Genelde günde sabah, akşam olmak üzere iki tane içmem gerekiyor
ama bazı günler öğlen baş ağrısı “geliyorum” diyor, der demez hapı attım mı hiçbir şeyim
kalmıyor. Biraz gecikirsem akşama kadar baş ağrısıyla cebelleşmek zorunda kalıyorum.
Bazen ne kadar Excedrin alırsam alayım migrenin tutsağı oluyorum, işte o günlerden
nefret ediyorum çünkü kendime özgü taktiklerle kazandığım vakit ve ona endeksli olarak
cebe indirdiğim paranın küçük bir bölümünü migren yüzünden kaybediyorum. Neyse ki,
uzun zamandır bir nöbetle karşılaşmadım. Bunda psikiyatrımın önerisiyle akşam
yemeklerinden sonra aldığım antidepresanın etkisi olmalı.
Öğleden sonra şirket binasında gerçekleşen toplantı, canlı olarak çıkmam için aklımı
sürekli başka şeylerle meşgul etmemi gerektirecek kadar sıkıcıydı. Aslı’nın spor teklifi
zihnimi oyalayan başlıca konu olsa da bir iş toplantısında ıslak rüyalar görmek pek
münasip olmazdı. Ben de çaktırmadan önümde duran klasörü ve yanına iliştirilmiş kalemi
alıp boş sayfayı karalayıp durdum. Rastgele kelimeler, birtakım uydurma semboller,
yamuk oklar, eğri çizgiler, sahte define haritaları, anlamsız sayılar, iç içe geçmiş yamru
yumru yuvarlaklar, sözde ölü lisanlara ait antik harfler, var olmayan müzik grubu logoları,
acemi karikatürler, biçimsiz geometrik şekiller, tamamlanmamış, hiç tamamlanmayacak
gibi duran figürler karalayıp durdum...
Toplantı bitince odama döndüm, tablolarımı, programlarımı, borsa göstergelerini açıp
yatırımcılarıma para kazandıracak yeni ve zekice hareketlerle uğraştım iki saat boyunca.
Saatin altı olduğunu fark edince hemen dosyalarımı toparlamaya başladım. Aslı
bekletilmeye gelmezdi. Çantamı toplarken öğleden sonraki toplantıda çizdiğim kâğıt
klasörden kendini kurtarıp havada acayip perendeler atarak yere düştü. Kâğıdı aldım ve
şöyle bir baktım. Postmodern eserlerim hiç fena görünmüyordu bu defa, çiziktirdiğim
şekiller arasında anlamlı şeyler bile görmüştüm; eldivenli ve tek dişi kalmış (Avanak Avni
gibi) bir çocuk karikatürü, bir Mouse kablosu ve bir X-Wing! X-Wing’i hiç fena
çizmemiştim, o filmi belki 10 yıldır izlemiyordum ama aklımda kalmış demek ki. Bu
abudik gubudik çizimlerle saçma bir gurur yaşarken gözlerim iki avuç içiyle kapandı.
Avuçların kime ait olduğunu bilmek zor değildi. “Aslı” dedim. “Hadi gidiyoruz” dedi.
“Nereye?” dedim. “Spora...” dedi elindeki spor çantasını göstererek.
Meğer restorandayken gerçekten de spora gitmeyi kastetmiş. Vaat edilmiş hediyesini
alamayan bir çocuk gibi keyfim kaçtı.
Çantamı toparlarken Aslı, “Bu odanın hali ne” deyip odamı toplamaya başladı. Çok da
dağınık gözükmüyordu ama yine de kız arkadaşımın gelip odamı toplamasından
hoşlandım, odamın yanından geçenler Aslı gibi güzel bir kızın odamı topladığını görüyor
ve bana kıskançlıkla karışık bir hayranlık duyuyorlardı. Aslı masamın üzerindeki bazı
eşyaların birbirleri arasındaki simetri sorunlarını çözdükten sonra, üstüne karalamalar
yaptığım kâğıdı buruşturup çöp kutusuna attı. Aslı’nın odamı toplamasından dolayı
hissettiğim gurur o kadar baskındı ki, o kâğıdı saklayıp eve götürmeyi planladığımı bile
unuttum. Odayı topladıktan sonra beni öptü, birkaç saat sonra daha fazla öpecekti, o an
tek umursadığım şey buydu.
Yarım saat sonra eşofmanlarımızı giymiş, Nişantaşı’nın en popüler spor merkezlerinden
birinde koşu bandında koşuyorduk. Kendimi çok yormaya niyetim yoktu. On dakika kadar
düşük tempoda squatch oynadık Aslı’yla. Terden ıslandığı için göğüslerini iyice belli eden
tişörtünden gözlerimi alamıyordum. Bunu çok geçmeden fark etti. Aldığı bir sayıdan sonra
durdu ve “Spora gidelim mi?” dedi. İnanılmaz bir refleksle daha soru biter bitmez “Evet!”
diye yanıt verdim. Sonra “Bak eğer...” dedim, el kol işaretleriyle “şaka yapıyorsan
elimdeki raketi kafana geçiririm” tehdidini savurdum. Gülümsedi ve “Hadi” dedi.
Porn Star
23 Mart 2009
Dün işten geldikten sonra günlüğün kapağını açabilecek kadar bile enerjim yoktu.
Bir gün önceki spor müsabakaları beni feci yordu. Her sabah olduğu gibi 6.48’de kalkıp
7.05’te kapının dışında olmayı başarsam da, iş yerinde de yapmam gerekenlerin altından
kalkmış olsam da, tam bir hayalet gibiydim. Yine de bir erkek olarak kendimle gurur
duyuyordum ve kendimi çok iyi, prezervatif reklamındaki süper kahraman gibi
hissediyordum. İçten içe dünkü yatak muharebesindeki mücadelemi ve zaferimi
mümkünse herkesle paylaşmak istiyordum ama bu yakışıksız kaçardı. Rekor kıran ama bu
haberi gazetelerde göremeyen bir atlet gibi eksik hissediyordum kendimi. Bu biz seks
rekortmenlerinin kaderiydi. Aslı’yı arayıp ona hava atayım bari dedim. “Dün gece çok
iyiydi ha?” dedim. O da beni teyit etti. “Süperdin” diyerek az önceki süper kahraman
fantezime onay vermiş oldu, telefonun diğer ucunda dudaklarını ısırdığını görebiliyordum.
“Şu an resmen ayakta duramıyorum” dedim, demez olaydım, biraz önce beni süper
kahraman belleyen kızdan şöyle küçümseyen bir laf geldi; “Aa, bende yorgunluktan eser
yok, şimdi gelsem kaldığımız yerden devam ederim” dedi. Tamam, beni gaza getirme
amaçlı klişe şehvetengiz bir laftı ama yine de onda yorgunluktan eser olmamasını, benim
ise tüm gün ruh gibi dolaştığım gerçeğini kabullenemedim. Az önceki gururlu süper
kahraman pozlarım yerini gazetelerin entelektüel ve endişeli çizgi karakterlerinin
mimiklerine bıraktı. Sonra dün geceki performansım film şeridi gibi gözlerimin önünden
geçti ve tekrar eski hüviyetime kavuştum. O filmde Rocco, Alex Sanders, Max
Hardcore’dan farkım yoktu!
Baş ağrısı ve... Olaylar sıradışı bir hal alıyor
Bu noktadan sonra günlükteki el yazısı değişiyor, daha okunaklı ve daha biçimli
oluyor. Mürekkep rengi de daha koyu lacivert. Belli ki kullanılan kalem farklı...
Olaylar da bugünden itibaren yavaş yavaş çığrından çıkmaya başlıyor.
Varol’un eldivenleri
Onun adı Varol’du. Varol, dört yaşındayken “Büyüyünce ne olacaksın” sorusuna
“doktor” diye yanıt verirdi. Dört buçuk yaşında futbol topuyla tanıştı. Beş yaşında
malum soruya yanıtını “futbolcu” olarak değiştirdi. Altı yaşında otoparkta top
oynarken sağ ayak bilek liflerinden biri koptu. Doktor, “Lifleri zayıf, futbol oynaması
sakıncalı” dedi. Ayağı bir ay alçıda kaldı. İki ay sonra iyileşti. Varol, yedi
yaşındayken tarlada top oynarken bu defa sol ayak tarak kemiğini kırdı. Doktor
“kemikleri de zayıf, futbol kesinlikle yasak” dedi. Varol, “Ne olacaksın?” sorusuna
yanıt veremez oldu.
İlk paragraftan sonra durdum, yazdıklarıma profesyonel bir yazar edasıyla baktım. Bu
bölümde Varol’u ve onun en büyük aşkı olan futbolu hızlı bir şekilde tanımıştık. Hikâyenin
fitilini de o ve aşkı arasına koyduğum engelle ateşlemiştim. Devamında ne olacağını
bilmiyordum, tek bildiğim baş ağrımın şiddetinin hikâyeye başlamamla birlikte azaldığı ve
hikâyeye devam etmek için muazzam bir istekle yanıp tutuştuğumdu.
Varol hayata küsmüş bir halde arkadaşlarını izlemeye başladı. Oynamayı çok
istiyordu ama uzaktan onu izleyen annesi ve babası buna izin vermiyordu. Bir gün
otopark maçlarından birinde kalecilerden biri sakatlandı, çocuklar kenardan kaleye
geçmesi için adam çağırdılar, kimse geçmedi. Varol daha önce hiç kalecilik
yapmamıştı, o güne kadar kaleciliği futbol oynayamayanların mevkisi olarak
küçümserdi ama o an hızlıca düşündü: Futbol yasaktı ama kaleye geçmek
konusunda doktor bir yasak koymuş muydu ki? Doktorun koyduğu kuralın açığını
yakalayan Varol elini kaldırdı, arkadaşlarının şaşkın bakışları altında kaleye geçti.
Elleriyle oynamaya alışması çok zamanını almadı. Annesi sahanın oradan geçerken
“Oğlum n’apıyorsun” diye kızdı, Varol ona top topladığını söyledi, annesi de
“Dikkatli ol yine de” dedi. Basketbol meraklısı baba biraz şüphelendi ama ses
etmedi.
Varol, birkaç maç sonra kaleciliğini konuşturmaya başladı. Mahalle içi maçlarda
ortalama kalecilerden beklenmeyen bir çaba gösteriyor, sakatlanma pahasına
asfalta uçuyor, elini en tehlikeli toplara uzatmaktan çekinmiyordu. Maç bittiğinde
dizlerinde ve dirseklerinde bereler oluşuyordu ama asıl yara futbolun ona
yasaklanmış olmasıydı, bu yeni yara bereleri ona vız geliyor, tırıs gidiyordu.
Varol’un kaleciliği kısa zamanda bir efsane gibi yayıldı, sokaktan sokağa,
mahalleden mahalleye, okuldan diğer okula... “Bir kaleci var, daha dokuz yaşında
ama Dasaev gibi uçuyor, Schumacher gibi açı kapatıyor, Scmiechel gibi yan top
çıkartıyor” diyorlardı. Komşu mahallelerden onu izlemeye gelenler oldu. Varol kısa
sürede mahallede şöhret oldu. Babası oğluyla gurur duyduğu için artık onun futbol
oynamasına mani olmuyordu. Annesi ise birkaç maçlığına oğlunu top toplayıcı
sandığı için kendi salaklığına yanıyor ve onun için endişeleniyordu. Her gün bir
yerini kırmaması için dua ediyor, çocuğuna bu hayalden vazgeçmesi için telkinde
bulunuyordu. Varol’unsa bu hayalden vazgeçmeye pek niyeti yoktu.
En başta çıplak elle, sonra annesinin eski bulaşık eldivenleriyle topları tutan Varol,
harçlıklarından biriktirdiği parayla piyasadaki en pahalı eldivenlerden birini aldı.
Markası Reusch’tu. Kenarına profesyonel kalecilerin eldivenlerinde olduğu gibi kendi
adını yazdı, keçeli kalemle. Eldivenlerine gözü gibi baktı, yatarken yanında tutuyor,
maçlara özel çantası içinde götürüyor ve asla kimseye ödünç vermiyordu. Zamanla
eldivenin bazı yerleri delinse bile onlardan vazgeçmedi Varol. Bazen geceleri
yatmadan önce eldivenindeki deliklere bakar ve içinden, “Bu Birollarla oynadığımız
maçtan, Mert’in attığı penaltıda oldu”, “Bu Şahinlerle oynadığımız maçta Özgür’ün
pis burun şutunu çıkardığımda oldu” diyerek savaş yaralarını sayan bir gazi gibi
kendisiyle gurur duyardı.
Babasının boyu 1.90, annesinin boyu ise 1.77 olduğu için Varol’un ileride boylu
poslu biri olacağı kesin gibiydi. Kendi boyuyla gurur duyan babası çocuğunun
küçüklükten beri hızla ona yaklaşmasına çok seviniyordu. Normalde annelerin aylık
periyotlarla yaptığı, duvara yaslayıp cetvelle duvara çentik atma ritüelini sürekli
olarak baba üstleniyordu. Baba, bu konuda öyle bir saplantı geliştirmişti ki, artık
neredeyse her gün çocuğunun boyunu ölçmeye başlamıştı. Galatasaraylı olduğu için
oğluna “Geleceğin Simoviç’i” diyordu, ama Varol’un idolü çok farklı biriydi. En
sevdiği çizgi film Kaptan Tsubasa’nın bir bölümünde asla gol yemeyen bir kaleci
görmüştü, adı Müller idi. Varol onun gibi olmak istiyordu; kalesini gollere tamamen
kapayan, hiç gol yemeyen dünyanın tek kalecisi...
Varol on üç yaşında profesyonel bir kulübün genç takımına girmeyi başarmıştı.
Kulübün teknik direktörü Varol’un ileride takıma ne kadar büyük bir fayda
sağlayacağını düşünürken, kulübün yöneticileri bu genç yeteneğin ileride kulübe ne
kadar büyük para kazandıracağının hesaplarını yapmaya başlamışlardı bile.
Başarısına rağmen Varol herkesten çok çalışmaya devam ediyor, antrenman
bittiğinde tek başına egzersizler yapmayı ihmal etmiyordu. Kulüpten hemen çıkıp
eve gideceğine A-takımının antrenmanlarını seyrediyor, bir gün oradaki futbol
yıldızlarıyla birlikte sahaya çıkacağı günü iple çekiyordu. Sahanın kenarında
eldivenlerini çıkarmadan ellerini çenesinin altında kavuşturmuş, Tanju’nun
plaselerini köşeden çıkarmanın, Uğur’un çalımlarına meydan okumanın, Büyük
Savaş’ın şutlarını sağ eliyle doksandan kurtarmanın hayalini kuruyordu.
Onun bu hayallerinden rahatsız olan tek kişi annesiydi. Çocuğunun kaleci
olmasından da, boyunun babası tarafından sıklıkla ölçülmesinden de hoşnut değildi.
Baba ve oğul arasındaki bu kalecilik hayallerinden de ürküyordu. Her fırsatta onları,
bu hayallerinden dolayı küçük gören ifadelerle aşağılıyordu. Baba, annenin bu sert
tutumunu, çocuğunun sakatlanmasından duyduğu korkudan kaynaklandığı için hoş
görüyordu. Varol gerçekten de sakatlanmaya devam ediyordu.
En zor pozisyonlarda bile topu yakalamak için atlayıp zıplayan, elini her karambole
sokan Varol birkaç kere serçeparmağını kırdı. En büyük badireyi ise dişleri
atlatıyordu, daha on iki-on üç yaşındayken, uzak yakın demeden “ölümüne” abanan
liseli serserilere karşı oynayan Varol, iki ayrı şutta üç dişini kırdı. Varol tam bir hırs
küpüydü, dişleri kırılsa bile maça hep devam etti. Arkadaşları ona “tek dişi kalmış
kaleci” diyordu.
Tek dişi kalmış kaleci diye yazdıktan sonra bir anda aklıma son toplantı esnasında
yaptığım karalamalardaki bir figür geldi. Tek dişi kalmış, elinde eldivenler olan bir tip
çizmiştim. Belli ki, Varol bir anda ortaya çıkmış bir karakter değildi, onu daha önce de
aklımdan geçirmiş, bilinçaltıma saklamış ve o genç mahalle kalecisini görmemle birlikte
gün ışığına çıkarmıştım.
Peki, bu genç kalecinin hikâyesi nereye varacaktı?.. Varol engelleri aşmış, hayallerine
yaklaşmıştı, son ve aşılması çok güç bir engel çıkmalıydı karşısına. Ama bu ne olabilirdi?
Sanki bir sırrı varmış gibi aşırı evhamlı davranan annesi mi? Ayağını kaydırmaya çalışan
başka kaleciler mi... Düşünmeden yazmaya başladım.
Varol on altı yaşına geldiğinde bir şey oldu. Daha doğrusu; olmadı! Varol uzamadı.
Her gün oğlunun boyunu ölçen baba önce “geçici bir süreçtir” dedi, oğlunu haftada
bir ölçmeye başladı, baktı hep aynı yüksekliğe çentik atıp duruyor, çentik de
kalınlaştıkça kapıda çirkin bir lekeye dönüşüyor, ayda bir ölçmeye başladı. Baktı
yine bir değişiklik yok, sonunda pes etti. Varol 1.66 boyunda sabitlenmişti.
Annesi her zamankinden endişeli görünüyor ama bir yandan da, “bu kadar
takarsanız boya posa, böyle ters teper işte, Allah’ın işi” diye iğneleyici laflarla
evdeki gerginliği artırıyordu. Varol ise var gücüyle antrenmanlarına devam ediyor,
kulüpteki rutin antrenmanlar bittiğinde tek başına, özellikle boyunun uzamasını
tetikleyebilecek zıplama hareketleri yapıyordu. Her gün bir litre süt bitiriyor, balık
yağı içiyordu. Ama nafile. Varol ondan sonra hiç uzamadı.
Varol, boyu uzamadığı için profesyonellerin oynadığı nizami kalede iyi performans
sergileyemiyordu. Genç kalecinin üst kale direğine değmesi için bile olduğu yerde
minik minik zıplayıp, sonra olanca gücüyle sıçraması, köşelere giden şutları
çıkarması için ise en az iki adım koşması ve sonra kendini direğe doğru fırlatması
gerekiyordu. Plonjon yapmadan önce koşması gerektiği için daha şut atılmadan,
forvetin ayaklarına bakarak tahmini uçuşlar yapıyordu ve her geçen gün
tahminlerinde daha çok yanılıyordu. Bir süre sonra kulüpteki arkadaşları ona “uçan
çuval” diye takılmaya başladılar.
Küçük sahalardaki refleks becerisini, çabukluğunu, karşı karşıya pozisyonlardaki açı
kapatma başarısını büyük sahada gösteremeyen Varol’un morali de tükenmek
üzereydi. Kulüpteki teknik direktörü onu önce yedek, sonra üçüncü kaleci yapınca
kovulmayı beklemeden başı eğik boynu bükük ayrıldı kulüpten. Küçük sahalara,
taştan kalelere geri döndü. Fakat büyük hayallerini santim farkıyla kaçıran Varol
isteksiz oynuyor, eskisi gibi performans gösteremiyordu. Odasındaki Schmeichel
posterini indirip dünyanın en kısa boylu ve şöhretli kalecilerinden Campos’un
posterini duvarına asarak bir süre ona öykünen Varol o posteri de indirdi, kaleci
eldivenlerini dolaba saklayarak kendi içinde jübilesini yaptı.
Bu durumdan dolayı Varol kadar üzgün olan bir başkası daha vardı; o da babasıydı.
1.90’lık babası en başlarda oğlunun kısa kalmasına akıl sır erdiremiyordu. Onun,
yani arkadaşlarının deyişiyle Sırık Necmi’nin oğlu, kendisinden 24 santim, hadi onu
geçtik, 1.77’lik annesinden 11 santim daha kısa nasıl olabilirdi ki...
Baba keşke bu duruma akıl sır erdiremeseydi; ne zaman akıl sır erdirdi, Varol’un
ailesi parçalandı. Varol’un Sırık Necmi’nin oğlu olmadığı ortaya çıktı. Varol’un babası
annesinin tek gece birlikte olduğu bir cüceydi. Anne, çoğu uzun boylu kadın gibi
uzun boylu bir erkeğe gönlünü kaptırsa da, aklının bir köşesinde bir gün çok kısa bir
erkekle sevişme fantezisini taşıyordu. Onun bu fantezisi, Necmi’nin uzun boylu
oğula sahip olma ve Varol’un ise profesyonel kalecilik hayaline mal olmuştu.
Varol’un babasıyla annesi ayrıldı. Varol annesiyle yaşamaya başladı, annesi içten
içe foyasının meydana çıkmasını Varol’un kaleci olma saplantısına bağlıyordu, bu
yüzden istese de oğluyla iyi bir anne-oğul ilişkisi kuramadı. Varol da çocuk aklıyla
boyunun kısa olmasını annesinin sapkın güdülerine yenik düşmesine bağlıyordu, o
da problemli bir genç oldu çıktı.
Fakat futbola o kadar bel bağlamıştı ki, okulunu boşlamıştı. Babasının hayal ettiği
gibi kaleci olamayan Varol, annesinin hayali olan üniversiteyi de bitiremedi.
Belediyede iş buldu, otobüslerde biletçilik yaptıktan sonra, otobüs şoförü olunca bir
nebze yırttı. Kırkına geldiğinde kıdemli bir şoför, çoluk çocuğa karışmış bir aile
reisiydi. Gençken yaşadığı travma Varol’un sırtında ağırlık yapmış olsa gerek,
kısalığına kamburluğu da eklenmişti. Yine de işinde başarılıydı, kırk üç yaşına
geldiğinde yeni bir eve taşınacak birikime sahip oldu. Bakırköy’de güzel bir ev tuttu.
Ailecek oraya taşındılar.
Taşınma faslı epey eziyetli geçti çünkü çocukluğundan beri yaşadığı o ufak evi tıka
basa doldurmuştu. Kolileme işlemini taşıyıcı şirketin görevlileri yapmıştı. Hamallar
yeni eve kolileri yığdıktan sonra sıra onları açmaya ve yerleştirmeye gelmişti.
Tabaklar, çanaklar, bardaklar, duvar saati, biblolar, çerçeveler, fotoğraf albümleri,
kıyafetler, kıyafetler, kıyafetler... Varol’la karısı bunları kolilerden çıkartıp
yerleştirirken altı yaşındaki oğlu Yaşar eşyaları dağıtmakla meşguldü. Varol
yaramaz oğluna hiç söz geçiremezdi. Yaşar’ın kısa ve kambur babasına hiç saygısı
yoktu. Derken bir şey oldu...
Yaşar kapalı bir koliyi dağıtmak için açtığında içinde Varol’un kaleci eldivenlerini
buldu. Annesinin bulaşık eldivenleri herhalde diye düşünerek annesinin yanına gitti,
“Anne bunlar ne?” diye sordu. Annesi gülümsedi ve “Babanın onlar” dedi. Varol bu
esnada oğlunun elindekilere baktı. Eski bir dostunu görmüşçesine gözleri sevinçle
parladı. Eldivenleri özenle oğlunun elinden aldı. Keçeli kalemle adını yazdığı sağ
teke baktı, çocuksu el yazısına gülümsedi. Sol tekin iç tarafına baktı, o eski delikleri
gördü. “Bu Mert’in attığı penaltıda olmuştu, bu Özgür’ün pis burun şutunda, bu da
Birollarla maçtan kalma” diye düşündü, bu kadar geçmişe ait bir izi şeklinden kimin
eseri olduğuna kadar hatırlamasına şaşırdı.
Oğlu Yaşar babasının transını bozarak “Baba bunlar ne?” diye sordu. Varol anlattı,
“Bunlar benim kaleci eldivenlerim” dedi, sonra “eldivenlerimdi” diyerek düzeltti.
Yaşar “Ne işe yarıyorlar?” diye sordu. Varol eldivenlerini taktı, “Bunları giydiğinde
top ne kadar sert gelirse gelsin ellerin acımaz” dedi. Sonra bilek bandajlarını
kapatıp kaleci pozisyonunda durdu ve ekledi: “Topu kavrayıp tutmana da yardımcı
olurlar.” Birden kendini bir hayale fazlasıyla kaptırdığının farkına varan Varol hızla
eldivenlerini çıkarttı. Tam eldivenleri kenara atacakken uzun süredir ses çıkarmayan
oğluna baktı ve gözlerinde daha önce görmediği bir şey gördü. Yaşar babasına
hayranlıkla bakarken gözleri pırıl pırıl parlıyordu. Bu âna Yaşar’ın annesi de şahit
olmuş, elindeki süpürgeyi bırakarak, yüzünde bir gülümsemeyle baba ve oğulu
izlemeye başlamıştı. Varol oğlunun gözündeki o hayranlık ifadesini biraz daha orada
tutmak isteyerek eldivenleri bıraktığı yerden aldı ve “Gel sana göstereyim” dedi.
Kolideki plastik topu çıkardı, oğlunun elini tutarak kapıya doğru yöneldi. Yaşar’ın
annesi “Aman diyeyim, top yola falan kaçar” demeye başlarken Varol “Merak etme,
onu güvenli bir yere götüreceğim” dedi.
Varol’un aklına, yeni tuttuğu evin eski kulübünün antrenman sahasına çok yakın
olduğu gelmişti. Oradaki minik sahalardan birinde eskiden kalma birkaç hareket
göstererek oğlunu büyülemeye devam etmeyi planladı. Aynı gün büyük antrenman
sahasında veteranlar maçı vardı, Varol’un eskiden, kısa kalacağını bilmediği
dönemlerde birlikte oynama hayalini kurduğu eski şöhretler, kendi aralarında şov
niyetli bir maç yapıyorlardı. Derme çatma tribünlerde 30 kişi var yoktu. Varol eski
idollerini görünce önce onları izlemeyi düşündü ama oğlunun bu ak saçlı
ihtiyarlardan haberi bile yoktu, o babasını izlemek istiyordu. Varol bu yüzden o ufak
sahada oğluna birkaç hareket gösterdi. İlk hareketlerinde orasına burasına ağrı
girse de sonra açıldı. Topu kale direğine sektirerek kendisinin uzağına attırıyor, eski
zarifliğinde ve çevikliğinde topu tekrar havada kapıyordu. Yaşar zevkten dört köşe
olmuştu. Babası sadece evden işe, işten eve gelen bir insan değildi. O tıpkı
televizyonda gördüğü kaleciler gibi, daha da ötesi resimlerine baktığı çizgi
romanlardaki süper kahramanlar gibi havada uçabiliyordu. Varol, bir süre sonra
Yaşar’ı da oyuna dâhil etti. Baba oğul karşılıklı penaltı çekiştiler, Yaşar en mutlu
gününü yaşıyordu, Varol da. Derken daha da sihirli bir şey oldu...
Büyük sahadaki veteran kaleci sakatlandı. Yedeği de yoktu. Takım kaptanı Cüneyt
oradaki görevlilere sordu ama ses çıkmadı. Sonra tribünlere döndü ve “Kaleye
geçebilecek biri var mı?” dedi yüksek sesle. Varol “Haydi canım gidelim, annen
merak eder” derken bu soruyu duymamıştı ama o sırada yüzü büyük sahaya dönük
olan Yaşar duymuştu. Çocuk sesiyle bağırdı, “Var!” diye.
Bir dakika sonra Varol veteranların maçında kaleyi korurken buldu kendini.
Hayatının maçını çıkardı Varol. Oyunda kaldığı 60 dakika boyunca tek gol bile
yemedi. Tanju’nun plaselerini soldan, Büyük Savaş’ın şutlarını sağ doksandan
çıkarıyor, Uğur’un çalımlarına kanmadan kalede ayakta kalmayı başarıyordu.
Maç bittiğinde takım kaptanı Cüneyt, Varol’u tebrik etti. Maçı organize eden adam
ise gelip telefon numarasını aldı.
Ertesi günkü gazetelerde kısaca bahsedilen veteranlar maçında sahanın en iyisi
olarak maça sonradan giren Varol’un ismi geçiyordu. Bir gazete bu tanınmamış
kalecinin ismini araştırmış ve “eski paf takımı kalecisi” diye söz etmişti ondan.
O günden itibaren Varol başka maçlara da çıktı. Çok önemli bir şeyin farkına vardı.
Şu anda hayallerine o en formda olduğu dönemden bile daha yakındaydı, çünkü
hayatının ikinci yarısında hayalinin aslında ne olduğunu tam olarak idrak etmişti.
Hayali uzun boylu, profesyonel, tanınan bir kaleci olmak değildi ki! Hayali Kaptan
Tsubasa’da izlediği Müller gibi gol yememekti.
Varol’un boyu kısaydı, üstelik yaşlı ve biraz da kamburdu, kimse onu tanımıyordu
ama bazı maçlar oluyordu ki, hakikaten hiç gol yemiyordu.
Hikâye sona ermişti. Kâğıtlara şöyle bir göz gezdirdim, el yazımın güzelliği dikkat
çekiyordu öncelikle. Bir çocuğun, anaokulunda yaptığı suluboya resmine bakarkenki gurur
vardı gözlerimde. O an çok daha önemli bir şey fark ettim, baş ağrım tamamen sona
ermişti.
Mucize
25 Mart 2009
Her zamanki saatte telefonumdan yükselen alarm sesiyle uyandım. Sabah ritüellerimi
harfiyen uyguladım. Metro durağına varana dek sorun yoktu. Her gün kullandığım
yürüyen merdiven bozuktu, birkaç saniye, yürüyen merdivenin sensörü beni görsün diye
bekledikten sonra manuel formatta yürüdüm aşağı. Aksilik bu ya, gişeden raylara inen
merdiven de bozuktu, oflaya poflaya manuel formatta indim ondan da. Tam ben
indiğimde merdivenin çalışması ise kötü bir şaka gibiydi. İkinci kötü şaka ise bu iki minik
aksaklıktan dolayı sandığımdan daha çok vakit kaybettiğim için her zaman bindiğim
trenin ben merdivenden inerken durağa gelmiş olmasıydı. Kapıları kapanırken gördüm
onu. Bir sonraki treni beklemek zorunda kaldım, bu kayıp vakitten dolayı trenden indikten
sonra daha hızlı davranmam gerekecekti.
Allah’tan indiğim durakta yürüyen merdiven çalışıyordu, her iki katta ve zemindeki
yürüyen merdivende hızla yürüyerek kaybettiğim vakti biraz olsun telafi ettim ya da
ettiğimi sandım. Hızla yürüyerek köşedeki gazete bayisinden gazetemi alıp (bozuklukları
cebimde ayarlamış, en az 10 saniye de oradan kazanmıştım) şirkete girdim. Metroyu
kaçırmamı seri hareketlerle kapatmaya çalışmış olsam da on beş dakika geç kalmıştım.
Odama girerken ofis telefonum çalıyordu, kim bilir kaç defa daha çalmış, kimse
açmamıştı. Şanssızlık bu ya, bu on beş dakika boyunca İsmet bey bir konuda benim
görüşümü almak istemiş (çürütmek içindir ya neyse), bana ulaşamayınca kararı sonraya
ertelemiş, o sırada da kararı hemen alamadıkları için bilmem kaç bin liralık para
kaybedildiğinin hesabı yapılmış.
Bugüne kadar işe geç kalma konusunda sicilim temiz olduğu için patron kızgın bir ifade
takınmadı ama yine de sorumluluğumun bilincinde olduğum için vicdani rahatsızlık
yaşadım. Hatamı kapatmak amacıyla paravanlar arasında koşturup normalde
üstlenmediğim birtakım ufak işleri hallettim, çaylaklara ekstradan yardım ettim, kısacası
işgüzar birtakım hareketlerle o sırada beni izlediğini hissettiğim İsmet bey’in gözünü
boyadım.
Bir saat kadar ekstradan ayakta durduktan sonra kahve makinesinden kahvemi aldım
ve odama geçip rutinime geri döndüm. Sabah manşetlerine şöyle bir göz attığım gazeteyi
okumaya başladım. Spor sayfasına geldiğimde telefon çaldı, bir müşteri yeteri kadar
kazandıramadığı için yatırım uzmanı çaylaklardan birine sorun çıkarmıştı, araya girip onu
sakinleştirmem ve sorununu çözmem ya da çözmüş gibi görünmem gerekiyordu.
Genellikle sorunlu müşterileri ortalama bir buçuk dakikada yatıştırabiliyordum ama bu
defa hattaki müşteri çetin cevizdi. Onu ikna etmem yaklaşık beş dakika sürdü.
Raporumu kısaca yazdıktan sonra gazetenin spor sayfasına geri döndüm. Tam okumaya
başlarken telefon yine çaldı, telaşla telefona uzanırken kahve bardağıma çarptım. Kahve,
Allah’tan az kalmıştı ama yine de gazete berbat oldu tabii. Kahve yavaş yavaş gazeteye
nüfuz edip gazete kâğıdının üzerinde kahverengi kıtalardan oluşan şekersiz az sütlü bir
harita oluştururken telefondaki duruma el koydum. Bir başka sorunlu müşteri hattaydı
ama bu defaki kolay lokmaydı, bir dakika tamamlanmadan görüşme sona erdi. Tüm
bunlar, sabahki on beş dakikalık gecikmenin sonuçlarıydı, ne zaman geç kalsam o gün
işlerim kötü giderdi, bunu tekrarlamamam gerekiyor...
Üstüne kahve dökülen gazete mahvolmuştu ve şekersiz az sütlü kahve nehri gazetedeki
yoluna yavaş yavaş devam ediyor, sütlü kahve atlası oluşturuyordu. Masamdaki kâğıt
mendil kutusundan birkaç peçete aldım, gazeteyi bohça şeklinde katlayıp çöpe atmayı
planlıyordum. Derken gözüm sütlü kahvenin ilerleyişine takıldı. Yavaş yavaş ilerlemeye
devam ediyordu. Sonra durdu.
Durduğu yerde ana haberlerin yanındaki sütunda yer alan küçük bir haber vardı.
Haberi okuduğumda gözlerime inanamadım.
Bu satırları ağzım bir karış açık kaç defa okudum bilmiyorum. Hemen ıslanmış gazete
kâğıdındaki o bölümü yırtıp sütlü kahve nehrinden uzağa götürdüm. Elimdeki kupüre
bakarken beynimde sorular bir fırtınaya sebep olmuş, kafatasımda hortumlar
koparıyordu. Bu nasıl bir tesadüftü? Sadece inanılmaz bir rastlantıdan ibaret olabilir
miydi? Varol’un olayından ben nasıl haberdar olabilirdim? Buna benzer onlarca soru
döndü durdu zihnimde. Sonra kendimi sağduyuya davet ettim.
Mantıklı düşünmeliydim. Hikâye yazma antrenmanlarının bilinçdışına atılan bilgileri
açığa çıkardığını biliyordum. Varol isminde eski bir kalecinin varlığından çocukken satır
satır okuduğum spor gazetelerinden haberdar olabilirdim. Ya o zamanlar kalecilere
ekstradan bir ilgi duyduğumdan ya da adamın ismi hoşuma gittiğinden bu bilgiyi zihnimin
bir kenarında yıllarca muhafaza etmiş olabilirdim. Varol’un hikâyesini dünkü ilham
yağmuru esnasında gerçeğe uygun bir şekilde tamamlamam da bu durumda çok garip
sayılmayabilirdi. Hem kupürdeki haberde pek ayrıntı yoktu. Varol’un boyuyla ilgili bir
bilgi, çocuğunun isteğiyle kaleye geçmesi gibi benim hikâyemde yer alan kilit anlar, var
ettiğim hikâye ile gerçeğin aktarıldığı bu haberin birebir örtüştüğü sonucuna ulaştıracak
önemli ayrıntılar yoktu. Kafamın içindeki sorgulama sonucunda yaşadığım tuhaflığı
rasyonel kurallar çerçevesinde değerlendirip onu birtakım tesadüfler silsilesine ve
bilinçdışının şaşılası numaralarına bağladığım için çok büyük bir mutluluk yaşadım. Birkaç
dakika önce komuta merkezimi kaos isteyen teröristlere kaptırmak üzereydim, şimdi ise
aklımın iplerini yeniden elime almayı başarmıştım. Kontrolü ele geçirir geçirmez yaptığım
sağlamayı kendi içimde sağlamlaştırmak için internete girip bu haberin benzerlerini
arattım. Haberi diğer gazetelere de aynı ajans geçtiği için her gazetede aşağı yukarı aynı
metin yayımlanmıştı. Bu biraz daha rahatlamama yol açtı, çünkü herhangi bir gazetede
“1.66’lık kaleci gol yemeden maçı sona erdirdi ve çocuğuyla kucaklaşarak bunu kutladı”
gibi bir cümle okusaydım kendimi Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne ihbar
edebilirdim.
Buna gerek kalmadı.
Mutlu hayatıma geri döndüm.
Öğlen Aslı, Tolga, Esra ve ben daha önce gittiğimiz restoranlardan birinde yemek yedik.
Sabah yaşadığım olay aklımdan çıkmasa da bunu onlara anlatmadım. Aslı “Ne o, neden
dalgınsın?” diye sordu. Nasıl yanıt verebilirdim? “Babamın kalemiyle Varol isimli bir
kalecinin hikâyesini yazdım, sabah da bu hikâyenin gerçek olduğunu gazetenin spor
sayfasında okudum” diyemezdim ki. Dünya tersine dönse, bir saniye sonra bu cümlenin
unutulacağını, hafızalarımızdan silineceğini bilsem bile böylesine saçma bir cümle
ağzımdan çıkamazdı.
Aslı her zamankinden de seksi görünüyordu bugün. Tahminime göre regl olmuştu, bu
da halihazırda dolgun olan göğüslerini daha dikkat çekici kılmaya yetiyordu. Kıyafetleri,
sesi, kalkışı, oturuşu bile ihtiraslı sinyaller veriyordu. Yine de arada bir Varol’un
hikâyesinin ve kupürdeki gazete haberinin aklıma düşmesini önleyemiyordu. Aklımdan
konuyu biraz daha araştırmak, ajansı arayarak haberi yapan gazeteciye ulaşmak, ondan
izlediği maçın detaylarını, kalecinin yanında bir çocuk olup olmadığı gibi bilgileri almak
geçiyordu.
Öğleden sonra iş hiç olmadığı kadar yoğundu. Cumaları genelde hep böyleydi ama bu
defa akşama kadar tüm işlerimi bitirebilmek için her zamankinden tempolu çalışmak
zorunda kaldım. Tuvalete normal şartlarda öğleden sonra en az iki defa uğramam
gerekirdi, bu defa paydosa kadar hiç uğrayamadım. Bir ara işlerimi üstümden attığımı
sanarak hafiyelik yapmak üzere haber ajansını aradım ama daha telefon bağlanmadan
cep telefonumdan Aslı aradı, bir arkadaşıyla yaşadığı bir sorundan bahsetti, neredeyse 20
dakika aralıksız konuştu, sonra da aklımdan çıktı haber ajansını aramak. İyi ki de çıktı, bu
meseleyi daha fazla kurcalamak akıl sağlığım için iyi değildi.
Bilinçaltımın derinliklerine gömdüğüm travmaları ortaya çıkartan o tuhaf rüya,
zincirleme kötü olaylar tamlamasına start vermişti adeta. Dünkü kalecilik olayı, Aslı’yla
yaşadığım soğuk savaş, migren nöbeti ve babamdan kalma kalemle o migreni yenişim ve
yazdığım hikâyenin hık demiş burnundan düşmüş benzerini gazetede okuyuşum... Beni
ancak dipsiz bir uyku paklayabilirdi...
Not: Şimdi hatırladım. Kulüpte dans ederken bir an Ezgi’yi gördüğümü sandım.
Ellerini göğsünde kavuşturmuş, somurtmuş bir ifadeyle kalabalığı süzüyordu. Sonra
aramızdan başkaları geçti, tekrar aynı noktaya baktığımda yerinde başka biri vardı.
Alkol kötü bir şey.
Sistemin çöküşü
29 Mart 2009
Bu sabah hayatımın önemli bir kısmı alt üst oldu. Alarmı susturmaya çalışırken
şifonyerin üzerinde duran bardağı düşürdüm, dökülen su önce telefonumu ıslattı, sonra
da şelale misali, açtığım çekmeceye akıp çoraplarımı suladı. Islanmamış bir çorap
ararken kafamı şifonyerin köşesine çarptım. Bu karmaşa hareketlerimi hızlandırdı, acele
işe karışan şeytan tost makinesine koyduğum ekmeği yaktı. Ekmeği kıtır kıtır yemeyi
denerken, sıcak suyu bardağa boşalttım ama poşet çay kalmamış, çay içemedim. Hap
alırken ılık sudan içecekken çay için doldurduğum sıcak suyu diktim, boğazım yandı.
Takım elbisemi kazasız belasız giydim ama hazır kravat kalmamış, bir kravatı kendim
bağlamaya çalıştım, beceremedim, yamuk yumuk olmuş kravatı geçirdim boynuma.
Kapıdan dışarı çıktığımda saat 7.17 idi, tam 12 dakika geç kalmıştım. Apartman
merdivenlerinden inerken, sensörler çalışmadı, zıpladım ettim, tırabzanlara çıktım, yine
de beni görmediler, tam merdivenlerden indim, ışıklar yandı, şaka mıydı bu? Metroya
geldim, yürüyen merdivendeki sensör beni görmedi, turnikeye attığım jeton iki defa iade
kısmına düştü. En son yürüyen merdivendeki sensör de beni görmedi, şaşırdım mı,
şaşırmadım. Zaten geç kalmıştım, bu aksilikler yüzünden iyice geç kaldım, ekstradan iki
tren kaçırmış oldum. İşe en az yarım saat geç kalacağım kesinleşmiş oldu, bu süreyi
olabildiğince azaltmak adına her şeyi yaptım, tüm merdivenleri uzun adımlarla ikişer
ikişer çıktım ama önüme hep merdiveni sağdan sola kaplamayı başaran yavaş yürüyen
insanlar çıktığı için yeterince vakit kazanamadım. Acelesi olan insanların yavaş hareket
edenlere duyduğu o anlık katıksız nefret...
Caddeye çıkınca köşedeki gazete bayiinden gazete almadım, doğrudan ofis binasına
yöneldim. Kapıdaki sensör beni fark etmedi, binanın önünde 10 saniye kadar zıplama
egzersizleri yaptıktan sonra beni fark etti, içeri girdim. Tüm bu koşturmama karşın tam
33 dakika geç kalmıştım. İsmet bey “Vay, beyefendi teşrif ettiler” cümlesiyle karşıladı
beni, şakayla karışık ama içinde “Bir daha olsun da gör bakalım” tehdidi taşıyordu.
Bu 33 dakikalık gecikmeyi ne yaparsam yapayım kapatamazdım ama yine de dünküne
benzer göz boyayan ekstra çalışmalara girişerek sabahki kabahatimi bir nebze
unutturmaya çalıştım. Buna en çok sevinenler çaylaklar oluyordu çünkü en ufak bir
sorunda devreye girip onların işini büyük ölçüde hafifletiyordum. Yine de kendimi eskisi
gibi işe veremiyordum, zihnimde dün yarım bıraktığım hikâyeyi nasıl tamamlayacağıma
dair düşünceler dolaşıp duruyordu. Gece yatmadan evvel etrafımdaki objelerden ilham
almaya çalışmıştım, şimdi de iş yerindeki nesnelerden ilham dileniyordum. İşyerindeki
telefonlara, telefon kablolarına, faks makinelerine, yazıcılara, kablolara, floresanlara,
masalara, kahve makinelerine, paravanlara, paravanlardaki tek tük pencerelere,
bilgisayarlara, üstünde rakamların ve kişisel bilgilerin dönüp durduğu bilgisayar
ekranlarına baktıkça, hayatımın çoğunu geçirdiğim bu mekânın hayalgücüne herhangi bir
katkıda bulunamayacak kadar sıkıcı olduğunu daha iyi anlıyordum.
İnsanlar üzerinde göz gezdirdim, belki onlar tıkanan hikâyemi kurtaracak bir ipucu
hediye edebilirler diye düşündüm, nafile! Ne kıyafetlerinden ne yüzlerinden hikâyemi
rayına sokacak en ufak bir dürtü almak imkânsızdı. Aralarındaki diyaloglara biraz kulak
kesildim, “Varol’un Eldivenleri”nde ve yarım kalan robot hikâyemde olduğu gibi etraftan
kapacağım bir kelime bile hikâyenin kilitli kalan kapısını açmamda yardımcı olabilir diye
safça düşünüyordum. Birkaç sıkıcı diyalog duyduktan sonra hikâyenin kapısı daha beter
sıkıştı. İşlerin hafiflediği bir an alt kata inip bankanın finans bölümündeki konuşmalara
kulak misafiri oldum, hikâyenin kilitli kapısının üzeri çelik bir levhayla kapatıldı sanki!
Renksiz, hiçbir yere varmayan laflar, para, taksit, telefon, mesaj, hisse, elbise, yemek,
mekân... Aradığım bunlar değildi, bir “Moving Head” arıyordum, zihnimi açacak bir fikir...
Burası doğru yer değildi, dışarı da çıkamazdım, zaten çok çişim gelmişti, tuvalete gittim.
Pisuarın önünde durmuş, idrar yollarımın açılmasını bekliyordum. Henüz işemeye
başlamamıştım ki, sensör benim işediğimi ve pisuarın önünden ayrıldığımı sanarak sifonu
çalıştırdı. İnce uzun elips şeklindeki kırmızı sensörle göz göze geldim. Böylesine şaşkınlık
uyandıran, bilimkurgu filminden çıkma bir teknolojinin en köhne umumi tuvaletten en
lüks otelin tuvaletine kadar her yerde, herkesin aletinin önünde durması, kimsenin artık
buna şaşırmaması, zaman zaman milletin sıçrayan sidikleriyle muhatap olması çok acayip
geldi. Bir an, çok kısa bir an, o camın üzerinde kızıl bir ışığın sağdan sola doğru gidip
kaybolduğunu fark ettim. Daha önce pisuardaki sensörün böyle bir hareket yaptığını
görmemiştim. Son günlerde yaşadıklarımdan sonra algılarım mı açılmıştı, yoksa
saçmalıyor muydum? İhtiyacımı giderdiğim halde bir süre daha pisuarın önünde durdum.
Biraz daha yakından baktım sensöre. İçinde ne var diye görmeye çalışıyordum. O sırada
içeriye bizim çaylaklardan Kaan girdi, ben de hemen pisuarın önünde normal
pozisyonuma geri döndüm, işemeye devam eder gibi yaptım. “Sensörler ya, acayip değil
mi? Böyle işediğini anlayıp sifonu çalıştırıyorlar ya, ilahi” dedim en komik halimle. Kaan
ayıp olmasın diye hafifçe gülümsedi, “Ya ya” diyerek çekip gitti. Ondan önce tuvalete
gelmiş olduğum halde, o gittikten sonra bile hâlâ çiş yapıyor olmam mı daha tuhaftı,
yoksa o ana kadar samimi olmadığım birine sensörlerle ilgili saçma bir espri yapmam mı?
Sokağın ortasında plonjon yapmam mı, yoksa seksi kız arkadaşımın yanında dans
ederken robotlar hakkında hikâye kurmam mı? Eskisi gibi olmak istiyordum, karizmatik,
güzel kız arkadaşlı, başarılı işadamı. Sikerim robotları deyip fermuarımı çektim, pisuarın
önünden uzaklaşarak lavabolara doğru yöneldim. Sifon çalıştı, hem de acayip bir
gümbürtüyle. Sular köpürmüş, pisuarın içinde acayip bir şelaleye yol açmıştı. O sırada
sensörün üzerinde o kızıl ışığı yine gördüm, sağdan sola doğru gitmiş ve kaybolmuştu.
O ışığı takip ederken gözüm sensörün üzerindeki markaya takıldı. Markanın adı:
“Geberit” idi. Tuvalete şöyle bir baktım, pisuarların, sifonların, klozetlerin, çeşmelerin
üstünde hep bu marka yazıyordu: Geberit. Hikâyemin devamı için istediğim anahtar
kelimeyi bulmuştum.
Ellerimi yıkamadan paravanıma koştum ve babamın kalemini çıkardım. Nerede
kalmıştım, nerede...
Bilim adamı Mehmet Selçuklu ertesi gün laboratuvara girdiğinde içeride çalmaya
devam eden bangır bangır techno müziğe anlam veremedi. Sonra oğlu Mark
Levent’in ve yedi arkadaşının cesetleriyle karşılaşınca dünyası yıkıldı. Uzay gibi
barışçıl bir yerden getirilen şeylerden böyle korkunç bir silah yarattığına inanamıyor,
yaşanan katliamdan dolayı kendini suçluyordu. Bunun acısını da robotlardan
çıkarmaya niyetlendi. Önce bir düğmeye basarak robot ışıkları kapattı. Sonra da
yangın köşesinden bir balta aldı.
Gözlerini intikam bürümüş bir psikopat gibi baltayı, kendi yarattığı bu ölüm
makinelerine savurmaya başladı. İstemsizce techno müziğin ritmine ayak uydurarak
hepsini tek tek parçaladı. Makinelerden sıçrayan camlar yüzünü ve vücudunun her
yerini kesti, Mehmet Selçuklu acıyı hissetmeden onlara vurmaya devam etti.
Özellikle oğlunu öldürdüğünden şüphelendiği robot ışıkla daha çok ilgilendi gözü
dönmüş bilim adamı. Baltaladı, tekmeledi, yumrukladı o aleti. Bir yandan da “Geber
it! Geber it!” diye bağırıyordu.
Mehmet Selçuklu tüm robotları paramparça ettikten ve son olarak baltayı kendi
bacağına (aslında göğsünü hedeflemişti ama başaramadı bunu) sapladıktan 10 saat
sonra Amerikan Hükümeti’nden seyrek saçlı bakan ve Pentagon’dan ceketindeki
apoletleri sayılamayacak kadar çok olan komutan, Mehmet Selçuklu’nun
araştırmalarını teftiş etmek için laboratuvara geldiler. Böyle bir manzara
beklemiyorlardı elbette. Hemen görevlilerden video kayıtlarını istediler ve izlemeye
başladılar. İçerideki katliamla ve cesetlerle ilgili en ufak bir duygusal tepki
göstermeyen iki adam videoda izledikleri dans partisinden hayli etkilenmiş
görünüyorlardı. İzledikleri insanların birkaç metre önlerinde cansız yattığını
akıllarına getirmeden DJ Tiesto’nun beat’lerine kendilerini kaptırmış, hafif hafif ritim
tutuyorlardı. Bakan, “Güzellll, hiç fena değil. Bu işe yarayabilir işte” dedi. Komutan
da onu bir kafa hareketiyle onayladı ve “Kesinlikle. Robot ışıkları karargâhlarda
kullanamadık ama bu amaçla kullanabiliriz. Gece kulüpleri hastası olur bunların. İyi
para kazanırız. O parayla silah alırız, yine aynı kapıya çıkar” diyerek bir kahkaha
patlattı.
O kahkaha patlarken, video görüntüsünde robotların gençleri taradığı sahne vardı.
Bakan hiç oralı olmadı, yardımcılarını bir el hareketiyle çağırdı. “Hemen bir ışık
firması kurun, bu aletleri pazarlayacağız. Aletlerin adı... (O sırada monitörde robot
ışıkların kafalarını döndürerek gençleri öldürdüğünü gördü) Moving Heads olsun”
dedi. Yardımcı “Emredersiniz, peki şirketin adı ne olsun?” diye sordu.
Bir süre komutan ve bakan firmanın adını tartıştılar. İkisinin de ikna olduğu bir isim
bulamadılar. Tam o esnada Mehmet Selçuklu videoda görüntüye girmiş, oğlunun
intikamı için Moving Heads’lere baltayla saldırmaya başlamıştı. Bir yandan da
bağırmaktaydı; “Geber it! Geber it!” diye...
Bakan “Geberit güzel bence, ne anlama geliyor bilmiyorum ama kulağa hoş geliyor”
dedi. Komutan “Benim de kulağıma hoş geldi, Geberit olsun” diye onayladı.
Yardımcı not aldı, “Geberit”...
Gerçeğin peşinde
30 Mart 2009
Akşam Aslı geldi, sıradan bir geceydi. Bir romantik komedi izledik. Sonra da uyku
moduna geçmek üzere televizyonda kanallar arasında gezindik. Kumanda ondaydı, son
zamanlarda belgesellere taktığı için Discovery Channel ve benzerleri arasında dolaşıp
duruyordu. Tuvalete gitmeden önce Business Channel’da bıraktı, kumandayı da aksi gibi
benim uzağıma koydu. Bir sonraki hikâyem için bana esin verebilecek şeyler ararken
yaptığına bakın hele! Uzandığım yerden kalkacak halim yoktu, romantik-komedi filminin
arasında çektiğimiz pornonun yorgunluğu vardı üzerimde. Business Channel’da falanca
şirketin filanca CEO’sunun konuşmasını izliyordum, uykumu getirme konusunda hiç de
başarısız sayılmazdı. Derken program başka bir şirketi anlatmaya geçti. Tesisat
sektörünün lider markası Geberit.
Bir anda doğruldum, kumandaya erişip televizyonun sesini açtım. Firmanın tarihi
anlatılıyordu, kuruluş yılı olarak 1999 dediler, bu hikâyeme bilimkurgusal bir tat
verebilmek için seçtiğim yıldı! Firma Amerika’da kurulmuştu. Haberde bir “Mehmet
Selçuklu” ismi zikredilirse oracıkta bayılabilirdim ama bu isim anılmadı. Bu da çok
normaldi, hikâyemde geçmiş olsa bile tanıtım amaçlı bir belgeselde firmanın kirli
çamaşırlarının ortaya dökülmesi mantıklı olmazdı. Mark Levent Selçuklu ile arkadaşlarının
ölümleri mutlaka hükümet tarafından örtbas edilmişti. O zaman benim yazdıklarımla
zamanında gerçekleşenlerin örtüştüğüne dair nasıl bir kanıt çıkabilirdi karşıma?
“İlk olarak sensör üretim firması olarak kurulan Geberit ilk yıllarında tesisat sektörü
dışında eğlence sektörü için robot ışıklar imal ederek büyük kazançlar elde etti” cümlesi
beni ikna etmeye yeterli oldu.
Önce Varol’un hikâyesi, sonra robotların hikâyesi... Anlaşılan o ki, farklı coğrafyalarda,
birbirinden farklı zamanlarda başlayıp, farklı zamanlarda gelişen ve biten bu iki hikâye,
yazdığıma benzer bir şekilde gerçekleşmişti. Aynı deneyimi “Varol’un Eldivenleri”nden
sonra yaşamış, “tesadüftür” diye savuşturmayı başarmıştım, fakat şimdi Mars’ta bulunan
hurdalardan yapılma ışık robotlarıyla alakalı deli saçması bir olay örgüsünün gerçekle
bağlantılı olduğunu o kadar kolay es geçemezdim. Dünyadaki tüm tesadüfler aynı anda
beni bulsa bile bu olaylarla kilit bilgileri zihnimde saklamış olmam ve şimdi bir bilinçdışı
akışıyla bunları kusursuz bir zamanlamayla kâğıda dökmüş olmamın mantıklı bir izahı
yoktu.
Belki de buraya kadardı; zihnimin kontrolünü kaybetmiştim ve yavaş yavaş
deliriyordum.
Aslı salona geri dönüp, bilgisayarının başına oturdu, internette gezinmeye başladı.
Arkadaşlarının bloglarına girip kabaca ne yazdıklarını okuyor, aralarından ilginç olan bazı
şeyleri bana aktarıyordu. Aktardığını sanıyordu çünkü o sırada benim aklım fikrim
yaşadığım tesadüflerin bir tesadüften ibaret olup olmadığındaydı. Sonra bunu daha fazla
düşünerek hiçbir yere varamayacağıma karar verdim, tesadüflerin rastgele olup
olmadığını ortaya çıkarmak için üçüncü bir hikâye yazmam gerekiyordu. Tuhaflıklar
çekirgesi bir sıçramış, iki sıçramıştı ama üçüncüde tökezleyecek, beni bu gariplikler
boyutundan çıkaracaktı. Öyle bir hikâye yazmalıydım ki, o hikâyeyle örtüşecek herhangi
bir gerçek olay en ufak şüpheye yer bırakmadan bugüne kadar inandığımız rasyonel
sistemi yıktığımı kanıtlamalıydı. Hatta o olaya dair kanıtları medya vasıtasıyla değil bizzat
kendi gözlerimle görmeliydim. Bu yüzden yazacağım hikâye İstanbul’da geçmeli,
medyaya haber olacak kadar ilginç olmalı ve tesadüflerle açıklanamayacak kadar “net”
olmalıydı.
Aslı internette gezinirken ben de bu amaç doğrultusunda hayal dünyasında gezinmeye,
orada bir hikâye avlamaya başlamıştım. Fakat etraf çok tenhaydı, en ufak bir fikir
göremiyordum... Av köpeklerimi salmıştım ama hiç koku almıyorlar olsa gerek, en ufak
bir havlama bile gelmiyordu uzaklardan. Gerçek dünyaya dönüp orada fikir kovalamaya
başladım. Salona göz gezdirdim. Televizyonda hiçbir şey yoktu. Film izlerken ışıkların
çoğunu kapatmıştık, salonda televizyonun parıltısı ve Aslı’nın laptop’undan sızan
huzmeler dışında ışık yoktu. Aslı facebook’una bakıyor, ona gelen arkadaşlık tekliflerini
değerlendiriyordu. Bana döndü ve yüzünde muzip bir gülümsemeyle “Tam 256 arkadaşım
oldu” dedi.
O anda yazmam gereken hikâye aklıma geldi. Çalışma odama gidip yazmaya başladım.
Prensipli pornocu
Hayatımın aşkı geriye kalan hayatımın gizemi olunca eksik bir erkek olarak kalakaldım.
Seksi öğrendikten sonra sevgilinizi kaybetmek (ilk kelime anlamıyla) çok pis (bu da ilk
kelime anlamıyla) şeylere yol açıyor. Hayvansal içgüdülerim uyanmış, saldırıya hazır bir
hayvan gibiydim. Fakat Ezgi dışında hiçbir kız bana çekici gelmiyordu. Yalnızdım,
kimsesizdim, okulum bitmişti, işim gücüm yoktu... Ama sınırsız internetim vardı.
Devasa porno arşivinin temelleri böyle bir ortamda atıldı.
Hardcore’undan bandage’ına, Amerikan’ından Avrupa’sına. Brianna Banks’ten Jenna
Jameson’a, Nikki Tyler’dan Asia Carrera’ya kadar herkes ve her tür bilgisayar
devrelerimin arasında yer alıyorlardı. İndirdiğim filmleri pul koleksiyonu yapan bir ergenin
titizliğinde ayırıyor, doğallık, konu ve çekim kalitesi gibi kriterlerime uymayanları çöpe
atıyordum. Prensipli bir pornocuydum.
Cinsel hayatım bu filmlerden ibaretti, şikâyetçi değildim. Hani derler ya, aşk asla
filmlerdeki gibi olmaz diye, seks de bence öyleydi, asla filmlerdeki gibi olamazdı. Yani o
“ilk”i ayırırsak... Her şeyden önce filmlerdeki gibi kusursuz vücutlara sahip kadınlarla
sevişme olasılığı çok düşük. İşin daha kötüsü o kadar da uzun ve ustalıklı sürmüyor
gerçek hayattaki seks. Komik, leş, beceriksiz ve yorucu bir şey oluyor çoğunlukla.
O yıllarda Memo Tembelçizer’in MastDer isimli hayali kulübüne üye olmuştum, evet,
üyelik kartım bile vardı. Kartımı gururla cüzdanımda taşıyordum, tam da o hiç
kullanılmadığından eskiyip pörsüyen prezervatifin yanında! Derneğin Masturbatör
Manifestosu’na canı gönülden bağlıydım. Manifestoya göre: 1- Kadın – erkek uzaktan
sevilmeli. Aşka seks karıştırılmamalıdır. 2- Seks hayalgücünü öldürür, mastürbasyon
körükler. 3- Mastürbasyonun sivilce yaptığı doğru değildir. 4- Mastürbasyon yalnızlığa
inancı artırır. Yalnız birey güçlü bireydir. 5- Mastürbasyon insanlığı daha aydınlık günlere
götürecektir.
Şakayla karışık inanıyordum bu manifestoya. Mükemmel fizikli kadınlarla kusursuz ve
fantezili seks vaat ediyordu pornolar. “Hayali mayali...” Teknikleri bilince, doğru filmi
indirince, ambiyansı yaratınca aldığın zevk neredeyse eşti. Üstelik pisliğini, maddi manevi
cefasını çekmek zorunda kalmıyordun.
İşte Aslı’yla tanışana kadar böyle düşünüyordum. Aslı’nın fiziksel olarak o porno
yıldızlarından hiçbir farkı yoktu, hatta onlardan daha doğaldı ve seksi onlar kadar iyi
biliyordu. Fantezilere gerek bile duymuyordunuz, kendisi yürüyen fanteziydi zaten, bir şey
yapmasına, kostüm giymesine, rol yapmasına gerek kalmıyordu. Bazen beni o altı aylık
abazalıktan sadece Aslı kurtarabilirdi diye düşünüyorum. Sanki Tolga benim halimi gördü
ve beni bu bataklıktan çıkarabilecek tek kişiyle (Ezgi dışında tabii) tanıştırarak beni
hayata döndürdü.
İtiraf etmeliyim ki, Aslı’yla yaşadığımız bazı sorunları görmezden gelme sebeplerimden
biri de onu kaybetme durumunda başka bir kızın beni tatmin etmesi konusunda umutsuz
olmamdı. O yüzden porno koleksiyonum konusunda yalan söylemek gibi birçok konuda
da onun suyuna gitmek için diplomasiye özgü taktiklere başvuruyordum.
Ve ilk kanıt
Hem Aslı iyi bir kızdı, mesela bugün erkenden kalkıp bana kahvaltı hazırlamış ve
böylece işe geç kalmamıştım. Kravatlarımı da tek tek bağlamıştı. Beni kahvaltısıyla, ilgi
alakasıyla ve güzelliğiyle öyle büyülemişti ki dün gece yazdığım hikâyeyi neden kaleme
aldığımı unutmuştum. Ofiste çayımı yudumlarken aklıma geldi; “Dişi Korsanın Esrarengiz
Hikâyesi”ni, yazdıklarımın gerçekleştiğine dair somut bir kanıt elde edebilmek için
yazmış, hikâyenin içindeki mekân, karakter ismi gibi detayları buna göre
şekillendirmiştim.
Hemen ofisteki gazetelerin sayfalarını hızla çevirmeye başladım, beş farklı gazetenin
her köşesine baktım ama Gece kod isimli hacker’ın eylemine dair en ufak bir iz yoktu.
Sonra dün gece yazdığım olayın bugünün gazetelerine yansımayacağı sonucuna vardım,
bu konudaki salaklığımı hemen unutmaya çalışarak televizyonu açtım ve haber
programları arasında gezinerek yazdığım hikâyeye ait bir şeyler aradım. Bulamadım.
Bu beni daha önce olduğu gibi rahatlatmıştı. Yeniden kafamı excel tablolarının, güncel
tahminlerin, raporların, sayıların içine gömdüm. Verimli bir çalışma oluyordu ama
zihnimde bir yılan gibi gezinen o soru işaretini kovamıyordum bir türlü. Kafam
karmakarışıktı. Kendimle çelişiyordum ama canımın sıkılmasına mani olamadım işte.
Kafamı boşaltmak için facebook’a girdim, yeni mesajlarıma baktım, reklam mesajlarını
temizledim. Arkadaşlarımın iletilerine, komik videolarına baktım. Derken bir video çıktı
karşıma. İzler izlemez birkaç dakika önceki “kafası karışık” halime dönmek için canımı
vermeye hazırdım!
Çünkü bu kadarı fazlaydı!
Bu el yapımı videonun başlığı “Tüm zamanların en acayip internet korsanlığı” idi, bir
arkadaşım youtube’dan link vererek facebook’una iliştirmişti. Gece’nin kendini bir eve
hapsedişinin sebepleri ile başlayan videonun ikinci yarısında “feminist anarşist”in son
eylemi hakkında bilgiler akıyordu. “Gece’nin hackerlık tarihine geçen bu sıradışı eylemi
sperm bankasına dünyanın çeşitli yerlerinden farklı genetik özelliklere sahip spermler
kazandırmak için yaptığını iddia edenler var ama aralarındaki bağ kanıtlanamadığı için bu
konuda yasal bir süreç başlatılmadı” diye yazıyordu.
Hiç düşünmeden işi gücü bırakıp arabamla yola çıktım. İyi ki adresi hikâyede ayrıntısıyla
yazmışım, hayalini kurduğum sperm bankasını yazdığım gibi 117 numarada buldum.
Burasını daha önce görmüş olamazdım. Dahası; hayatımda ilk defa bir sperm bankası
görüyordum. Bankanın adı DNA idi, pek yaratıcılıktan nasip almadıklarını içeri girince de
gözlemlemeye devam ettim. İçerisi bembeyaz bir banka gibiydi. Girişte bankalarda
olduğu gibi sıra numarası veren bir cihaz vardı. Bir numara aldım. Bankanın müşterileri
çoğunlukla paraya ihtiyaç duyduklarını belli eden orta ve alt sınıftandı. Görünüşleri
düzgün olanların A veznesine kabul edildiğini fark ettim. Görüş sahamda olan biten her
şeyi dikkatle izledim. Yazdığım şeyin gerçekleştiğinden, gerçekleşen şeyin ise tamamen
gerçek olduğundan emin olmaya çalışıyor, gizli kamera şakası kurbanlarının kameraları
araması gibi etrafı tarıyordum.
Derken A veznesinin dijital tabelasında sıra numaram göründü. Veznede güzel bir
hemşire vardı. Bana yaşımı, boyumu, kilomu, daha önce ameliyat geçirip geçirmediğimi
ve benzeri soruları sordu. Sorular bittikten sonra bana bir kap uzattı, tam yapmam
gereken işlemi anlatırken bir anda arka tarafta dönen diyaloglardaki hararet arttı. Sonra
da biri hemşireyi çağırdı. Hemşire “Bir dakika bekler misiniz” diyerek arkadaki ofise gitti.
Diğer veznelerdeki hemşireler de oraya yöneldi. Neler döndüğünü çok merak ettim.
Kimsenin benim tarafıma bakmadığı esnada veznenin sağ altındaki boşluktan içeri girdim
ve ofisin kapısına kulağımı dayadım.
“Gece’yle anlaştığımız internet’teki bir haber sitesine sızmış. Polis soruşturmaya
gelebilir. Bu konuda hiçbir bilginiz yok, anlaşıldı mı?”, “Beş bin yedi yüz seksen iki örneği
derhal yedek depomuza gönderin. Dijital arşivlerden de silin” gibi cümleleri son derece
net bir şekilde duyduktan sonra bankadan fıydım.
Artık emindim, yazdığım şey gerçekleşmişti. Şimdi yeni sorularım vardı. Ben yazdığım
için mi bunlar tam da yazdığım gibi gerçekleşiyordu, yoksa zaten gerçekleşen şeyleri bir
kâhin gibi hissederek ben mi yazıyordum? Olanlar mı yazıyı, yoksa yazılanlar mı olanları
etkiliyordu? Mekânlar ve cisimlerin gerçekleşmesi yeterince inanılmazdı ama peki ya
canlılar? Gece gerçek miydi, peki ya onun kurbanı Ozan?
Peki yazdıklarım neden şimdi gerçekleşiyordu? Daha önce de hikâyeler yazmıştım,
şiirler kaleme almıştım, onlar hep kâğıtta kalmışken bunlar neden sayfalardan hayata
taşmıştı? Birdenbire doğaüstü bir güç mü edinmiştim? Zihnimi soru bombardımanına
tutmuşken günlüğümün ortasında duran kalemi gördüm...
“Varol’un Eldivenleri”ni yazdığım kalem. “Geber İt!”i yazdığım kalem. En son “Dişi
Korsanın Esrarengiz Hikâyesi”ni yazdığım kalem! İlk elime aldığımda hissettiklerimi
hatırladım. Ağırdı ama yazmaya başladığımda adeta hafiflemişti, kâğıdın üzerinde kayar
gibi yazabiliyordum. El yazım bile güzelleşmişti.
Fark buydu; babamın kaleminde bir şey vardı. Bir gizem, bir sihir, bir efsun... Onunla
yazdıklarım gerçeklik kazanıyordu. Artık emindim; bu kalemle yazdıklarım bir kâğıdın
üzerine çiziktirdiğim mürekkep lekeleri olmaktan çıkıp gerçeği belirliyordu.
Arabama binip uzaktan sperm bankasını izlemeye başladım. Hemşireler veznelerin
başına geçmiş, müşterilere kap vermeye devam ediyorlardı. Bir anormallik yoktu. Polis de
gelmedi. Saat ikide toplantım olmasa bu işin peşini bırakmazdım ama şu an için bu
dedektiflik hikâyesini en azından ertelemem gerekiyordu. Arabanın el frenini çekip
hareketlendiğimde son bir kez daha hayalimde yaratıp gerçekte karşılaştığım sperm
bankasına bakmak istedim, bir çocuğun yeni tamamladığı lego setine okula gitmeden
önce son bir defa bakması gibi. Tam o sırada avaz avaz bağıran bir kornayla aniden yola
devam etmek zorunda kaldım. Avaz avaz bağıran korna sesi bir arabaya değil, bir
bisiklete aitti. Alien’ı anımsatan kaskıyla tuhaf bir bisikletliydi beni oyuncağımdan ayıran.
Bir de arkamdan el kol hareketi yapmaz mı gencecik çocuk!
Yoldayken trafik her sıkıştığında telefonumdan internete girip sperm bankası
korsanlığıyla ilgili haberlere bakıyordum. Ulusal gazetelerin haber sayfalarına
yansımamıştı haber ama facebook’ta paylaşılıyordu. Keşke hikâyemde Gece veya Ozan’ın
adresleriyle ilgili ayrıntılar da verseydim, böylece onları bulup onlarla konuşabilirdim. Bu
aklımdaki birçok soruyu çözmemde bana yardımcı olurdu.
Bir dahaki sefer bu konuda daha dikkatli olmalı ve karakterlerin yerlerini belli ettiği
hikâyeler kurgulamalıydım.
Neler düşünüyordum ben?
Allah’ım, hayır, bu meretle daha fazla uğraşmamalıyım. Gerçeğe bu kadar müdahale
etmemeliyim. Aklıma mukayyet olmam için kâğıdı kalemi bırakmam şart.
Amansız takip
2 Nisan 2009
Sevgiliye dönüş
3 Nisan 2009
Neredeyse bir ay boyunca hayatımı rüyalarla karışık tuhaf bir bilmeceye dönüştüren
şeyden kurtulmuştum ve bu travmayı atlatmak için sadece bir uyku yetmiş gibiydi. Sabah
uyandığımda kendimi “yenilenmiş” hissediyordum. Hayatı bana zehir eden bir sevgiliden
ayrılmış gibiydim.
Şimdi o ilişki boyunca kaybettiklerimi kazanmak, aramın açıldığı arkadaşlarımla ve asıl
önemlisi sevgilimle barışma zamanıydı. Peki Aslı’yla nasıl barışacaktım?
Pahalı bir hediye aldım.
Birkaç ay önce Nişantaşı’nda gezerken vitrinde görüp beğendiği gömlek...
İşe yaradı. Hediyeye çok sevindi. Her zaman olduğu gibi çok güzel görünüyordu. Onu
gömlekle görmek için sabırsızlanıyordum.
Ama sadece gömlekle...
O da zihnimi okumuştu. (Ama kesinlikle doğaüstü bir güç olmadan, beni tanıdığından ve
gözlerimden niyetimi belli ettiğimden!)
“Bu gömlek bana kesin çok yakışacak, sana gidelim mi, orada denerim?” dedi.
“Spora gidelim mi?” sorusu kadar etkili bir soru olmuştu bu ve bu etki pantolonumdaki
kabarıklıktan fark edilebiliyordu.
“Biraz dur” dedim. Birkaç saniye durdum. Sonra kalktım.
Normale dönüş
4 Nisan 2009
Pazartesi sendromu vız geliyor, ayaklarım geri geri falan gitmiyor. Sabahleyin öyle hızlı
hazırlanıyorum ki 07.03’te kapının önündeyim, yani olması gerekenden iki dakika önce.
Beni izleyen halkımı, yani kalorifer borusunu, basamakları, tırabzanı, paspası ve otomat
düğmesini uzun uzun selamlıyorum. Bir gıdım daha yavaş yürüme lüksüne sahip bir hızla
yürüyorum metroya doğru.
Bulutlu bir hava hâkim bugün İstanbul’a ama bana güneşli gibi geliyor. Bugün, kalan
sıradan hayatımın ikinci günü.
Normal
5 Nisan 2009
• Sabah aritmetiği.
• Verimli bir iş günü. Artan rakamlar.
• Güzel bir öğle yemeği.
• Hafif bir akşam yemeği.
• Aslı’yla dizi faslı.
Normal II
6 Nisan 2009
• Sabah aritmetiği.
• Verimli bir iş günü. Eksilen ama eksilmesi bana yarayan rakamlar.
• Güzel bir öğle yemeği.
• Hafif bir akşam yemeği.
• Aslı.
Biraz müzik
7 Nisan 2009
Bugün, son yarım saati dışında öncekilerin fotokopisi bir gün oldu. Hatta fotokopide bile
bu kadar yakın sonuç elde edemezsin. Tekrar etmek iyidir. Senfonilerde de tekrarlar çok
sık kullanılır. Hem nakaratsız şarkı mı olur? Kalıcı şarkıların çoğunun ikinci vokal kıtaları
bile ilk kıtanın tekrarından ibarettir. “Hayatın tekdüzeliğini yenelim” tarzından sloganları
insanlar abartıyorlar, o kadar iyi bir şey olsaydı bu, herkes rahatlıkla yenebilirdi. Zor bir
şey değil, her zaman yaptığını yapmıyorsun hepsi bu. Esas mesele her zaman yaptığını
doğru bir ritimle tekrarlayabilmekte, işte o zaman hayat güzel nakaratların arada bir girip
coşturduğu bir şarkıya benziyor.
Bugünkü şarkımın introsu her sabah tekrarladığım hazırlanma rutinimken, ilk vokal
kıtası hayli verimli geçen iş günümü dizelere döküyordu. Aslı’yla güzel bir öğle yemeği
nakarattan önceki köprü bölümünü oluştururken, akşam yemeği ve o yemekte tüten
romantizmin sonraki ateşli sevişmeye yansıtılışı nakaratta büyük bir coşkuyla dile
getiriliyordu. İşte daha önce olduğu gibi hayatım yeniden 3 dakikalık, formüllere uygun
bir MTV şarkısına dönüşmüştü.
Bugünü diğerlerinden ayıran tek şey yatmadan önce bilgisayarıma çekidüzen vermem
oldu. Dizüstü bilgisayarıma iyi bakmam gerekiyordu, işle ilgili hayati önem taşıyan
bilgilerin büyük bir çoğunluğu onun içindeydi. O yüzden Aslı yattıktan sonra çalışma
odama geri dönüp bilgisayarımdaki dokümanları düzenlemeye başladım. Çok gerekli
bilgileri harici harddisklere kopyaladım, bazı önemli dosyaları hem harddisklere
yedekledim, hem de kendi gmail’ime yollayarak depoladım. Daha sonra artık
kullanmadığım programları kaldırdım, gereksiz dosyaları sildim, geri kalan dosyaları
birleştirerek disklerde yer açtım. Tam bilgisayarımı baştan aşağıya topladığıma kanaat
getirmişken harddiskte bazı albümlerin kaldığını fark ettim. Liseden beri biriktirdiğim
devasa mp3 koleksiyonumun tamamını bir Trojan virüsünün gazabıyla kaybettiğimi
düşünüyordum ama bunlar bir şekilde sağ kalmış meğer. “Kayıp Hazineler” isimli
klasörümde sekiz yabancı, beş yerli gruba ait albümler vardı. Yabancı klasöründe Green
Carnation, Galactic Cowboys, Control Denied, Crimson Glory, Depressive Age, The Tea
Party, Faith No More ve Sanctuary, yerli klasöründe ise Yuhu, Rampage, Cultus, Hazy Hill
ve Dr.Skull vardı. Bu on üç grubun ortak özelliği 90’ların sonlarında dağılmış olmalarıydı.
İlginçtir tam o dönemde bu tarz gürültülü müzikleri dinlemeyi bırakmıştım. Sevdiğim
grupları kimse sevmiyordu, onlar da dağılıp gidiyor ve ortalıktan kayboluyorlardı. Bu
esnada büyük rock metal gruplarının da kadroları yerle yeksan olmuş, kötü albümler
çıkarır olmuşlardı. Müzik dinlemek için bir sebebim kalmamıştı. Babam da zaten edebiyat
konusunda olduğu kadar olmasa da müziğe karşı mesafe koymam için elinden gelen her
şeyi yapıyordu.
Bu düşüncelerle karıştırdım o eski mp3 klasörlerimi. Yıllar olmuştu bu grupları
dinlemeyeli. Şimdi de dinlemeyi düşünmüyordum. Uykumu kaçırmaya ve eskiden olduğu
gibi ergenlere yönelik iki boyutlu müzik dinlemeye niyetim yoktu. Ama bunlardan pekâlâ
güzel bir uyandırma müziği çıkar diye düşündüm. Alarmımdan sıkılmıştım, telefonumun
alarm zilini bir şarkıyla eşleştirmeyi akıl ettim. Şöyle gürültülü bir şeylerle zımba gibi
başlayabilirdim yeni iş gününe. Bu grupların mp3’lerini telefonuma attım ve alarm için bir
Green Carnation şarkısı ayarladım.
Anormale dönüş
8 Nisan 2009
Green Carnation’ın “Crashed to Dust”ı, uyandırma konusunda tahmin ettiğimden daha
da etkili oldu. O ilk gitar rifi başlar başlamaz, gözlerimi açmış, gitar bir ölçü çaldıktan
sonra yatağımda doğrulup yorganımı diğer kenara atmış, çoraplarımı giymiş, saatimi
koluma geçirmiştim bile. Ritüelin sadece bir hareketi sekteye uğramıştı; alarmı
kapatmamıştım! Şarkı çalmaya devam ediyordu. Yataktan kalkıp mutfağa doğru giderken
kapatmayı düşündüm ama bunu yapamadım. Eski bir dostla karşılaşmış gibiydim, birkaç
dakikada başımdan savmak ayıp olacaktı. İlk kıtadaki vokal melodisini özlediğimi fark
ettim, “nakarat nasıldı acaba” diyerek mutfağa doğru yürüdüm. Sabah ritüelimin
devamını telefonumun minik hoparlöründen çalan müzik eşliğinde getirdim. Müzik,
hareketlerimin sıralamasını değiştirdi. Çayı tosttan önce hazırlamak gibi düzeni bozan
hamlelere gayriihtiyari imza attım. Yapmam gerekenlerin hepsini, 17 dakika içinde
bitirdiğim müddetçe sorun yoktu. Bitirdim de zaten. Sadece kapıyı açıp, tam 07.05’te
kapının eşiğine adım atmak kalmıştı. Fakat kapıyı açamıyordum çünkü kapıyı açmadan
önce yapmam gereken son şeyi yapamıyordum: Telefonumun müzikçalarını
kapatamıyordum! Ya dışarı çıkıp sabahın sessizliğinde apartman boşluğunda Green
Carnation ile indiğim her kattaki komşuları uyandıracaktım ya da orada durup solonun
bitmesini bekleyecektim. Dördüncü şarkı olan “Maybe?”nin solosunu çok net
hatırlıyordum, theremin denen manyetik aletle çalınan bir soloydu bu, lisedeyken
melodisiyle beni zamanında çok etkilemiş, hayallerime ve duygu dünyama yön vermişti.
Kapı eşiğinde elimde Bond çantayla öylece durdum ve iki dakikalık solonun bitmesini
bekledim. Solodan sonra şarkının finalini beklemeye başladım.
7.09’da kapının önündeydim, bu dört dakikalık gecikme doğal olarak iş yerine ulaşma
maceramın önüne yeni engeller koyacak birtakım aksiliklere yol açtı. Bir kere o soloyu
aklımdan çıkaramadığım için, ne kadar hızlı yürümeye çalışsamda, bir müzik
klibindeymişim gibi hülyalı bir kovboy edasıyla yürümenin önüne geçemedim. İnsanlara
bir anlığına bakıp onların hayatları hakkında düşler kurmam da hızlanmama yardımcı
olmuyordu. Kapıcı Satılmış Efendi’yi gördüm, biraz dertli gibiydi. Oysa birkaç gün
öncesinde mutlu görünüyordu. Hacca gidebilmek için gereken parayı nihayet toparlamış,
uçak biletini almış, hacı olacağı için etrafa neşe saçıyordu. Kim bilir, belki de dayıoğlu
gelmişti. Satılmış’ı küçükken dini konularda eğiten, onun hayat yörüngesinin merkezine
iman dünyasını koyan kişiydi o. Satılmış Efendi ne zaman dini konularda sıkışsa onun
görüşlerine başvurur, ondan duyduklarıyla Allah’a inancı sağlamlaşırdı. Dayıoğlu üç yıl
önce bir mümin olarak gittiği Japonya’dan bir ateist olarak gelince işler tersine dönmüştü.
On yıldır hac için para biriktiren Satılmış Efendi’nin din konusundaki en güçlü dayanağı
olan dayıoğlu Japonya’da inancını yitirmişti. Üstelik ne uyuşturucu kullanıyordu ne de
alkol. Her zamankinden mutlu görünmesi ve etrafındakilere her zamankinden daha fazla
yardımcı olması ise Satılmış Efendi’yi iyiden iyiye deli ediyordu. Ona büyük hayranlık
duyduğu gençlik yıllarında bile bazı alışkanlıklarını (Mesela eskiden konuştuğu kişiye çok
yaklaşır, adeta burnunun içine girerdi, şimdi nizami bir mesafe koyuyordu. Şimdi de
sigara içiyordu ama eskiden olduğu gibi sigara dumanı üstüne yapışmıyor ve bir sigara
bulutu şeklinde dolaşmıyordu. Eskiden futboldan anlamadığı halde maç izlerken anlamsız
yorumlar yapardı, şimdi bilip bilmeden her konuya atlamıyordu...) eleştiren Satılmış
Efendi mümin dayıoğlundan çok daha iyi bir rol modeli olan ateist dayıoğluyla tam da
hacı olmak üzereyken tanışmış ve tüm hayatı alt üst olmuştu...
Nereden girmişti kafama bu uydurma dayıoğlu! Bundan elle tutulur bir hikâye çıkar
mıydı? Hayır! Çıkmamalıydı. Yürümeli, aritmetiğe daha fazla ihanet etmemeli, metroya
yetişmeli ve işe varmalıydım. Derken sokağın biraz ilerisindeki manavın belindeki
kocaman para kesesi her zamankinden daha fazla ilgimi çekti. Bozuk paraları, deste
deste kâğıt paraları ve küçük kâğıt paraları ne kadar hızlı bir şekilde doğru keselere
dağıtıyordu öyle... Çok büyük bir manav dükkânıydı bizim sokaktaki, daha büyüğünü
görmemiştim ve ilginçtir ki, orada ondan başka çalışan kimse yok gibiydi. Arada bir
evlere servis götürmeleri için sokaktan çocukları çağırması dışında koca manava sadece o
bakıyordu. Bunun altından kalkıyordu da. En büyük becerisi müşterilerden gelen tam
paraları çok çabuk bozabilmesiydi. Göbeğinden sarkan para keselerini virtüöz bir jonglör
gibi kullandığı için vakitten kazanıyordu ve müşterilerin isteğini fazladan bir elemana
ihtiyaç duymadan karşılayabiliyordu. İşin aslı şuydu ki; Muhammet abi en büyük meslek
sırrını para keselerinin arkasında sakladığı üçüncü eline borçluydu. Üçüncü elini
karısından bile saklamayı başarmıştı bugüne kadar. Para keselerini evdeyken bile
saplantılı bir adam gibi takması ve sevişirken elektrikleri kapatması sırrını saklamak için
yeterli olmuştu. Üç elli manavın hikâyesi böyleydi.
Peki, ya kasaba ne demeliydi, etlerinin meşhur olmasını vakti zamanında Kütahya’daki
köylerinde yakaladığı dünyadışı sürüngenin dışkısından elde ettiği sosa borçlu olan, uzaylı
dışkısının kekik ile domates arası çok güzel bir tatta olduğunu fark ettiğinden beri
mahlûkatı kafese kapatan, onu favori yemeği parlak kuşe kâğıtla besleyerek hayatta
tutan ama her türlü acıklı ifadeyi sergilese de, “Yapma Hamdi, işlerinin bozulmasını mı
istiyorsun” diyen karısı yüzünden onu özgür bırakamayan kasap Hamdi’ye ne demeliydi...
Bir şey dememeliydi! Kimseye bakmamalıydım, bakarsam onlar hakkında hikâyeler
uydurmaya başlıyordu zihnim. Caddeye kadar kimseye ve hiçbir dükkâna bakmadan,
sadece önüme bakarak yürümeyi başardım. Ama karşıdan karşıya geçmem gerekiyordu.
Lanet olsun, o sırada caddenin karşı çaprazındaki şemsiyeciyi gördüm. Bir insanın
özellikle yağmurlu havalarda şemsiye satmasını anlarım ama o adam yaz kış hep o
noktada şemsiye satıyordu. Bu anlamsız değil miydi? Şemsiyeci Turgut’tu o; tüm
dinlerdeki yağmur dualarını pratik etmiş, her gece Kızılderili kabilelerinden Şaman’lara
kadar tarih boyunca uygulanmış ritüelleri tek göz evinde şaşılası bir sadakatle ve
beceriyle uygulamış amatör bir yağmur duacısıydı. Belki de son zamanlarda artan
yağışların, özellikle de kısa süren, şemsiye sattıran ama sonra devamı gelmeyen
yağışların sorumlusu oydu. O, yağmur yağdıran şemsiyeci Turgut’tu.
Hayır, tabii ki değildi! Yine hayalgücüm saçmalamaya başlamıştı. Caddeyi geçtikten
sonra metroya kadar önüme bakarak, adeta görüş açısı iki taraftan kapatılmış bir fayton
atı gibi yürüdüm. Dolmuş durakları, solcu gazete binası ve yeni açılan alışveriş merkezini
görmeden geçtim, görseydim onlar da mutlaka zihnime yeni bir hikâye eklerlerdi. Fakat
metronun gişesine yöneldiğimde yine çalışmaya başladı hayalgücünün çarkları. Bu saatte
metroda pek kimse olmazdı, o yüzden gişe memuru bir camın arkasında, önündeki bozuk
para kuleleriyle baş başa otururdu. Vakit geçirmek için kendi kendine bir eliyle kale
kurmuş, diğer eliyle üç bozuk parayı lisede yaptığı gibi oynatan, bu konuda
ustalaştığından önümüzdeki hafta Berlin’deki bozuk para olimpiyatlarına milli sporcu
olarak gidecek olan gişe memuru Salih Usta’ya bakıp hayatın renksiz olduğunu
söyleyebilir miydik? Hayatın böyle bir tarafı olabileceği ihtimalini düşünüp yine de
şikâyetçi olabilir miydik?
O theremin solosu beni yine absürt hayaller denizine atmış, bir can simidi fırlatmayı da
ihmal etmişti. Bir MTV şarkısına dönüşmüş hayatımın içine deneysel sololar girip çıkar
olmuştu...
Diş macunu
13 Nisan 2009
Bu gece günlüğüme yazmadan önce dişlerimi tam fırçalayacaktım ki, banyodaki tüm diş
macunlarının alındığını fark ettim. Diş macunlarını koyduğum kabın altında ise Sıfırlar’ın
imzasını taşıyan ufak bir CD buldum.
CD’yi bilgisayarımın CD-Rom’una koyduktan birkaç saniye sonra monitörümde bir diş
macunu reklamı başladı. Küçük sevimli bir kız fırçasına diş macununu sıktı, dişlerini
fırçaladı ve dişleri parladı. Klasik bir televizyon reklamı. “Daha beyaz, daha sağlıklı dişler”
diye bir slogan yazdı. Ardından “Fluorid’li formülüyle Cogde, dişlerinize de bakar, diş
etlerinize de...” diye bir dış ses.
Sonra belgeselin anlatıcısı konuşmaya başladı: “Gerçekçiler asıl gerçekleri nasıl
saklayacaklarını çok iyi biliyorlar. Bazen gözümüzün önündeki gerçekleri saklamak için o
gerçeği gözümüze sokarak... Ya da ağzımıza sokarak bunu yapıyorlar. ‘Fluorid’li
formülüyle...’ Fluorid... Matah bir şey sanıyoruz Fluorid’i. Peki gerçekte ne?
Bir anda endüstriyel tesisler çıktı karşımıza ve sonra onların atıkları. Yok edilemeyen o
atıklar.
“Fluorid aslında zehir. 19. yüzyılda yaygın bir deyimle ‘Şeytan Zehiri’ olarak bilinen
sodyum fluorid, fare ve haşarat zehri olarak kullanılıyordu. Alüminyum fabrikalarının atık
malzemesinden üretiliyor bu zehir. Bu atıkları yok etmek imkânsızdı, toprağa nüfuz
ederse toprağın bereketinin ve çevre nehirlerdeki yaşamın sona ermesine neden
oluyordu. Okyanusların derinliklerine atıldığında ise milyonlarca deniz canlısının ölümüne
yol açıyordu. Peki, alüminyum üretimi sadece bu fluorid tehlikesi yüzünden duracak
mıydı? Elbette hayır. Fluorid’i başka yerlerde kullanmayı denediler. Kimler mi?”
Ekranda devasa bir Svastika bayrağının dalgalandığı bir kimya fabrikasına geçtik.
“Nazi bilim adamları. Alman kimya fabrikası I.G.Farben’da fluorid’den sarin ve soman
isimli sinir gazlarının yapılabileceği sonucunu çıkardılar. Dahası var. Fluorid’i suya
karıştırdıklarında beynin bir bölümünü uyuşturabildiklerini keşfettiler. Peki, bunu nerede
test ediyorlar?”
Bir toplama kampı görüntüsü.
“Toplama kamplarında tabii ki. Fluorid’i kamplardaki suya karıştırdılar. Sonuç
mükemmeldi. Esirler her zamankinden uysal davranmaya başladılar. İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra Farben firmasının danışmanlığına Allen Dulles isimli CIA ajanı getirildi.
Dulles, günümüzde şehir efsanesi olarak adlandırılan ama tabii ki gerçeğin kendisi olan
zihin kontrol operasyonu MK-Ultra’nın operatörü ve aynı zamanda HAARP’ın dolaylı fikir
babası. Nazilerden öğrendiği fluorid formülünü kendi ülkesine, Amerika’ya sattı.”
Fluorid’in insanları uyuşturduğu ve IQ düşmesine yol açtığı defalarca kanıtlandı. Ayrıca
kansere ve alzheimer’a yol açtığı da birçok bilimadamınca düşünülüyor. Buna rağmen
reklamlar bu bilgilerin algı dünyamıza girmesini engelliyorlar.
Günümüzde Avrupa’da yasak olmasına rağmen Amerika ve İngiltere’de fluorid ciddi
oranlarda içme suyuna karıştırılıyor. Diğer ülkelerde ise yasak.” Bu mini belgeseli
dinlerken, dişlerimin ve etlerimin ne kadar hassas olduğunu, bir süre fırçalamadığımda
kanayıp sarardıklarını hatırladım. Bu yeni Varolmayan teorisi bünyeme uymuyordu demek
ki. Belgesel düşüncelerimi okurcasına “Diş macununu atarsan diş sağlığını nasıl
koruyacağını soruyorsundur... Suyla fırçalayabilirsin, hiçbir farkı yok” bilgisini verdi, sonra
da ekledi: “Bir de bu var:”
Kadrajı kaplayan bir adam cak cak çiklet çiğniyordu. Yüzünde aptal bir gülümsemeyle.
Sonra çiklet kutusunu çıkardı, kameraya tuttu. Bu 0 sembollü Varolmayan çikletiydi.
“Özel formüllü çikletimiz dişlerini ve diş etlerini korur. Etkisi klinik deneyleriyle değil,
bizzat kanıtlandı.”
Bir anda o gün boyunca gördüğüm tüm Sıfırlar, şişe dibi gözlüklüsünden kapüşonlusuna,
Albino’sundan Ajan’ına kadar tam kadro bir halk müziği korosu gibi dizildiler ekranda.
Hepsi aynı anda otuz iki dişini göstererek gülümsüyordu. Avantgarde bir korku filmi
fragmanından bir kare gibiydi ama ikna etmeyi başardı.
Dişlerimi suyla fırçaladım ve kendimi çok iyi hissettim.
Yatarken senaryoyu yanımdaki şifonyerin üzerine koydum, yeni aldığı hediyeyi yanından
ayırmak istemeyen bir liseli gibi.
Sınavlar ve deliler
15 Nisan 2009
Henüz öğretilmedi ama bir varolmayanın en çok acı çektiği aktivite kız arkadaşının
alışveriş faslına eşlik etmek olmalı. Bugün bunu bizzat tecrübe ettiğim gündür. Aslı’yla
Nişantaşı’nda alışveriş yaptık. Daha doğrusu o yaptı, ben izledim. İki etek arasındaki
kararsızlığı esnasında harakiri yapmayı planlarken, dükkânın hemen önüne park ettiğim
arabamın çekilmekte olduğunu fark ettim. Aslı’ya doğru “Araba çekiliyor” diye feryat
ettiğimde o hâlâ elindeki iki etek aralarında pinpon maçı yapıyormuş da, o da hakemmiş
gibi kafasını sağa sola çeviriyordu... Çıktım dışarı, çekiciye dursun diye bağırdım ama
fayda etmedi. Hemen bir taksi çağırdım “Şu çekiciyi takip et!” dedim.
Taksi şoförünün gıcıklık olsun diye yavaş gitmesi yüzünden çekici gözden kaybolmak
üzereydi. “Biraz acele eder misiniz?” desem de tınmadı. Sonra şoförün boğazlı kazağını
fark ettim, bu Balıkçı’ydı. “Ne yaptın okudun mu kitabı?” diye sordu. Tutunamayanlar’dan
bahsediyordu. “Okudum, okudum da, şu çekiciyi yakalasak önce” dedim. Sanki ben hiç
öyle bir şey dememişim gibi, “Peki, anladın mı bizim özelliklerimizi, onların
özelliklerini?..”
“Tabii. Zaten çok fazla madde yok, ezberi kolay” deyip gülümsedim.
“O zaman bir sınava hazırsın?”
“Önce şu çekiciyi yakalasaydık?!”
Çekiciyi bizimkilerin kullandığını anlamıştım, şoför mahallinde Ajan’ın olmasına hiç
şaşırmadım bu yüzden. Yan koltukta da Albino oturuyordu. Kim olurlarsa olsunlar,
arabamı çekmişler, durup dururken depar atmama sebep olmuşlardı. “N’apıyorsunuz
Allah aşkına? Siz ne hakla arabamı çekersiniz?” diye bağırdım. İkisi de yanıt vermeyince
“Arkadaşım, insan arkadaşının arabasını çeker mi ya!” diye bağırmaya devam ettim.
Albino hınzırca “İstersen alışverişe geri dönebilirsin” dedi. Bu defa ben yanıt veremedim.
Ajan “Haydi atla arkaya, sınavı kaçırma...” dedi.
Bir çekicinin uzun römorkunun üzerinde duran arabamın içindeydim. Yanımda İrfan Bey,
Bisikletçi ve Balıkçı vardı. Ehliyet sınavındaymış gibi hissettim bir an. Bir bakıma
fazlasıyla doğru bir benzetmeydi çünkü bahsettikleri sınavı geçtiğimde bir nevi “sıfırlık”,
“hayalperest”, “Varolmayan” ehliyeti alacaktım.
Çekicinin römorkunun üzerinde İstanbul’un yollarında ilerlerken Balıkçı turist rehberi
edasıyla sınavın içeriğini anlatmaya başladı. “Senin için hazırlanmış testlerimiz var.
Bugüne kadar bu testlerin hepsinden tam puan alan olmadı.” Hiçbir şey demedim, ufak
bir kafa hareketiyle “Haydi hemen başlat” komutunu verdim. İrfan Bey cebinden bir
paket çıkardı, “Çiklet?” diye sordu. Hiç reddetmek olur muydu...
Nişantaşı’ndan Osmanbey’e doğru giderken çekici bir otobüsün yanından aynı hızla
gitmeye başladı. Trafik kırmızı ışıkta durunca İrfan Hoca yanımızdaki otobüse bakmamı
işaret etti. Römorkun yüksekliğinden baktığımız için otobüsün içerisini rahatlıkla
görebiliyordum. Şoför mahallini ve arkasındaki sırayı profilden görüyorduk. Arka ve yan
sıralar çok fazla seçilmiyordu. “Bunların hangileri hayalci, hangileri gerçekçi, bakalım
bilebilecek misin?” dedi Balıkçı. Önce güldüm, hâlâ içinde bulunduğum ortama inanmakta
zorluk çekiyordum. Fakat arabadaki herkes ciddi görünüyordu. Otobüsteki yolcular, bir
çekicinin römorkundaki arabada oturmuş, piyasa yapan kırolar gibi etrafı röntgenleyen
bizi görseler ne düşünürlerdi acaba diye endişelendim.
“Merak etme, arabanın camlarını değiştirdik, dışarıdan kimse göremiyor” dedi İrfan Bey
zihnimi okurcasına. “İstersen daha fazla vakit kaybetme, Sarıyer’e kadar tüm bilmeceleri
çözmen gerekiyor”.
Otobüsteki yolculardan önce üniversite çağındaki genci süzdüm; kulağında kulaklıklar
var, elinde mp3 player’ı, onu kurcalıyor. Giyim kuşam tarzı iyi sayılmaz. Çoraplarını yanlış
giymişti, biri lacivert, biri siyahtı, ton farkı bariz değildi ama iyi bir gerçekçi fark ederdi bu
uyumsuzluğu. Kötü giyim artı kulağında müzik = ... Bu kolay bir soruydu, o bir hayalciydi.
Hemen yanındaki adama baktım; otuzlu yaşlarında bir adam. Gazeteyi yanındaki çocuğun
görüş alanını azıcık da olsa kapatacak ölçüde açmış, okuyor. Giyimi matah sayılmaz ama
eleştirilecek bir tarafı da yok. Saçları düzgün. Belli ki, o bir gerçekçi, bir rüyagörmez.
Sonra onların arkasında oturan gence baktım. Elinde bir kitap vardı, kapağında bir
ejderhanın olduğu. Belli ki, fantastik kurgu türüne ait bir kitaptı. Yırtık bir kot giymişti
eleman, yıldız şekilli bir bilekliği vardı, yan koltuğa ise çantasını koymuştu. Tipik bir
hayalci gibi görünüyordu. Yine de kıllandırıcı bir hali vardı, tam tarif edemiyordum ama
hemen bizimkilere dönüp onun hayalci olduğunu söylemek de içimden geçmiyordu. İyi ki
geçmemiş. Sonra İrfan Akay’ın sözleri aklıma geldi; hayalcilerin gerçekçiler dahil olmak
üzere kimseye en ufak bir rahatsızlık vermek istemeyen bir tabiata sahip olduklarından
dem vurmuştu. “Takıntı boyutunda kendinden daha çok başkasını düşünme hastalığı” gibi
bir şeyden bahsetmişti. İşte, bu çocukta o yok gibiydi. Sağ dizini karşı koltuğun sırtına
dayamıştı mesela. Benim anladığım kadarıyla gerçek bir hayalci bir başkasını rahatsız
etmeyi göze alarak dizini o şekilde önündeki koltuğun arkasına yaslamazdı. Dikkatimi
çeken diğer ayrıntı ise elemanın çantasını yan koltuğa koymasıydı. Sanki “kimse yanıma
oturmasın” tavrındaydı, oh ne güzel bacağını önündekinin sırtına dayamış, otobüse yeni
giren yolculara “yanıma oturma” dercesine çantasını yan koltuğa oturtmuş... Döndüm
bizimkilere, “Bundan bir hayalci değil, anca anca taklitçi bir hayalci olur” diyerek notumu
verdim. En son otobüs şoförüne baktım. Dikiz aynasının altında bir muska sallanıyordu,
belli ki dini bütün bir vatandaştı. Bir an onu hayalci bellemek aklımdan geçti, sonuçta bir
tanrı hayal ederek, ona iman ederek, kötülükleri uzak tutması için muska taşıyarak bir
hayalci olmuyor muydu o da? Sonra belgeselde tek tanrılı dinlerin, gerçekçilerin
yerleştirdiği bubi tuzakları gibi resmedildiği aklıma geldi ve vazgeçtim.
İrfan Akay bir öğretmen edasıyla “Aferin. Hiç fena değil” dedi. Arabanın içindeki ses ön
taraftaki Ajan ve Bisikletçi’nin de kulağına gidiyor olmalıydı çünkü her doğru yanıtımla
birlikte Ajan’ın yüzüne bir hayal kırıklığı ifadesi konuyordu. Oh olsun, ne diyeyim. Sen
misin bana inanmayan.
Sonraki soru için bir okul bahçesine geldik, çekici tam bir sınıf penceresinin önünde
durdu. Sınıfta ona yakın öğrenci ve bir öğretmen vardı. Öğrencileri soruyor olmalıydılar.
Onları gözlemlemeye başladım. Sekiz tanesini giyim kuşamlarından hızla tespit ettikten
sonra kendini ele vermeyen iki öğrencide takıldım. Biri en önde ders kitabına pür dikkat
bakarak dersi dinliyordu. Diğeri ise en arkada, sırasına yayılmış, serseri bir hava
takınarak öğretmene bakıyordu. En öndeki öğrenci belli ki inekti, ineklerin hayalci olma
ihtimali düşüktür diye kendimce bir mantık yürüttüm. En arkadaki elemanın ise ders
umrunda değil gibiydi, onun hayalci olma ihtimali yüksekti. Sonra birdenbire karatahtada
tebeşirle yazılan konu ile en öndeki gözlüklü öğrencinin kitabında açılı duran konunun
uyuşmadığını fark ettim. Daha sonra öğrencinin cebinde bir şişkinlik fark ettim, bu bir cep
telefonu olabilirdi ama oradan bir kablo uzanıyordu, kablo pantolonundan fırlayan
gömleğinin içinden geçiyordu ama nereye gidiyordu... Sonra fark ettim ki, kablo gencin
gömleğinin kolunun içinden geçip kulağına doğru gidiyordu. Bu bir kulaklıktı! En öndeki
öğrencinin düşünen adam pozunda kolunu kaldırıp sağ şakağına dayamasının sebebi
buydu, öğretmenine çaktırmadan o esnada –tek kulağından da olsa– müzik dinliyordu. En
önde, dersi çok ilgili takip ediyor gibi oturuyor olabilirdi, yakışıklı da bir gençti ama asıl
hayalci oydu.
Doğru bilmiştim. Herkesin yüzü gülüyordu, bir tek Ajan bozum olmuşa benziyordu. Yine
de gözlerinden “üçüncü sınavda takılacaksın” tehdidi okunuyordu. Mecidiyeköy’e gittik,
çarşıya giren yolun başına park ettiler çekiciyi. Caddeden çarşıya veya o taraftaki
alışveriş merkezine gidenlerin hepsi buradan geçiyordu, epey kalabalıktı. “Bu sahnede
hayalci olduğundan emin olabileceğin tek bir kişi göreceksin, onu bulmanı istiyoruz” dedi
İrfan Akay. Bulunduğumuz yere daha dikkatli baktım. İnsanlar vızır vızır geçiyorlardı, nasıl
bir hızla bu kalabalıktaki tek bir kişinin Varolmayan olduğunu anlayabilirdim ki? Bu soru
hakikaten zordu, ben ecel terleri dökerken önde şoför mahallinde, Ajan’ın zevkle pis pis
sırıttığını görebiliyordum. Sonra o kuru kalabalığın içindeki bazı kişilerin organizasyonun
kiraladığı oyuncular olduğunu fark ettim. Bu figüranlar görüş açıma girdikten sonra aynı
hareketi yapıp sahneden ayrılıyorlar ve bir süre sonra sahneye aynı hareketi yapmak
üzere geri dönüyorlardı. Aradığım kişi onlardan biri olmalıydı. Mesela iki dakikada bir
atkılı bir adamla şık bir hanımefendi pastaneye girip çıkıyorlardı, yürürlerken el ele
tutuşuyor ve aşklarıyla etrafa caka satıyorlardı. Onlar belli ki, başkalarının mutluluklarına
imrenmesi için gayret gösteren gerçekçilerdendi. Bir simitçi kafasında mükemmel bir
dengeyle tuttuğu tezgâhıyla birlikte sahnenin solundan gelip sağından çıkıyor, bu sürede
kırmızı tişörtlü gence simit satıyor, iki dakika sonra yine aynı yerden sahneye giriyor, aynı
kişiye simit satıp yine kayboluyordu. Bir hayalci olabilirdi ama buna veya tersine dair çok
net bir kanıt sunmuyordu.
Caddede, yirmili yaşlarında bir erkek, lise öğrencilerine bir dershanenin reklam
broşürünü dağıtıyordu. Ama belli ki broşürleri bir an evvel elinden çıkartmalıydı, o yüzden
arada bir öğrenci olmadıkları belli olanlara da uzatıyordu elindeki kâğıt yığınını. Bu
çakallığı yapmasından dolayı onu eledim bir kere, kurnazlık yakışmıyordu hayalci
profiline. Yine de pek bir zavallı bakıyordu çünkü yirmi kişiye broşür uzatıyorsa bir tanesi
alıyordu. Bu gidişle elindekileri bitirmesi zordu. İnsanları da anlayabiliyordum, caddede
yürürken bir broşür tutuşturulur size ve sonradan onun bedava olmadığı anlaşılır, meğer
bilmem nereye bağış kampanyası vardır ve üç beş liranı vermek zorunda kalırsın, bu
duruma düşmemek için uzatılan broşürleri terslersin ya... O tehlikeyi sezmesen bile cebini
o broşürle doldurmak istemezsin... Ama bir dakika... Tamam, gençlerden bazıları
broşürcünün uzattığı broşürleri alıyordu çünkü onları ilgilendiren bir broşürdü bu,
dershane çağındaydılar ve ucuza eğitim almak için bir fırsat çıkabilirdi karşılarına. Ama
peki ya, o kel, fodul, ellili yaşlarındaki adam, ona ısrarla uzatılmadığı halde o
broşürlerden birini neden alıyordu? O adama odaklandım. Takım elbiseliydi ama elbisesi
diğer takım elbiseliler gibi vücuduna cuk oturmuyordu, biraz emanet gibi duruyordu,
ayakkabısı parlamıyordu, saçları, tamamen kel değildi ama azalan saçları kafasında
muntazam dağılmamıştı. Kelliğin karizmasından da faydalanamamıştı zavallı. Onu
izlediğim ikinci tekrarda aslında caddenin broşürcüye göre uzak noktasından yürüdüğünü
fark ettim. Broşürcüyü uzaktan gördü, herkesin onun broşürlerini pas geçtiğini fark etti,
işte o anda anlık bir üzüntü yakaladım yüzünde. Sonra yavaş yavaş broşürcüye doğru
meylettiğini fark ettim. Yaklaştı ve broşürcü o sırada ona broşür uzatmadığı halde, bizzat
kendi bir hamle yaparak uzanıp bir tane aldı. Bir an acaba broşürü sadece merakından ya
da atıyorum rakip firmadandır, broşürü görmek için isteyerek mi aldı diye düşündüm.
Ama broşürü alır almaz hiç bakmadan cebine sıkıştırmasından niyetinin bu olmadığını
anladım. Cebine dikkat ettim, biraz şişmişti, içeride yol boyunca topladığı diğer
broşürlerin olduğunu hayal ettim. Doğru da bilmiştim, adamı biraz takip edince, en yakın
çöp kutusuna cebindeki broşürleri boşalttığına şahit oldum. Adam resmen yol boyunca
broşürleri sadece o broşür dağıtıcılarına yardımcı olmak için almıştı. O broşürcüler pis
birer gerçekçi de olabilirlerdi ama o kel fodul memur onların hayatını bir gıdım
kolaylaştırmak için o broşürleri toplamıştı. Ha belki de kolaylaştırmamıştı, belki de hiç o
broşürleri bitirmek gibi bir amaçları yoktu, belki de broşürleri elden çıkarmak için değil,
orada bir saat ayakta durma karşılığında para alıyorlardı ama sonuçta o adam kendi
hayaline uyarak yardımcı olmuştu, bu ona yeterdi. O bir hayalciydi. Bundan emindim ve
bu soruyu da doğru yanıtlamıştım.
Sıra gelmişti, dördüncü sınava, Balıkçı’nın dediğine göre en zoruna... Çekici Şişhane’de
bir umumi tuvalete yaklaştı. Herhalde şakadır diye düşünürken umumi tuvaletin tepe
penceresinin yanına park ettik. Bisikletçi kafasından kayan kaskı eliyle eski yerine monte
ederken “Buraya girecek iki kişiden biri hayalci, diğeri değil” dedi. Arabanın içindekilere
“Ciddi olamazsınız” dedim. Ciddilerdi.
Umumi tuvalete iki adam girdi. İkisi de birbirine benziyordu, takım elbiseli, düzgün
tıraşlı, tam beyaz Türk. Ayakkabıları, kol saatleri, kıyafetleri neredeyse birebir aynıydı.
Sadece birinin elinde çizgi roman, diğerinin elinde gazete vardı, başka da onları ayıran bir
şey yoktu. Sonra kabinlere girdiler ve uzunca bir süre orada kaldılar, büyük ihtimalle
hacetlerini gideriyorlardı. Allahtan içeride ne yaptıklarını apaçık göremiyordum ama
sağdaki kabinde gazete okuyan gencin, soldaki kabinde ise çizgi roman okuyan gencin
olduğunu biliyordum. En zor sınav dedikleri bu muydu? Yanıt çok barizdi. Bizimkilere
yanıtımı vermek için ağzımı açtığım anda ön tarafta oturan Ajan’ın yüzünde sinsi bir
gülümseme yakaladım, hemen ağzımı kapadım ve tekrar o ufak tuvalet penceresinden
baktım. Kabinler açılmamıştı, o esnada kabinin tepesinde ayna işlevi gören bir
alüminyum parçası fark ettim. Böylece onları –ne kadar tiksinti verici bir manzara olsa
da– yamru yumru ve flu bir şekilde görmeyi başardım. Soldaki genç alafranga tuvaletin
üzerinde X-Men okuyordu, sağdaki ise gazetenin ekonomi sayfasına bakıyordu. Hiçbir
ayrıntı onları ayırt edebilmem için bana yardımcı olmuyordu. Görebildiğim tek ayırt edici
özellikleri ellerinde okumak üzere getirdikleri gazete ve çizgi romandı. Şaşırtmacalı bir
soru muydu bu, yoksa şaşırtmacası, şaşırtmacası varmış gibi davranmasında mı
yatıyordu?
İçgüdülerim şaşırtmacalı bir soru olduğunu söylüyordu. Eskiden, lisedeyken bu
şaşırtmacalı soruları hemen fark eder, sadece öyle olduğunu fark ettiğim için sorudaki
mantık örgüsünü çözerek değil, ilk bakışta dikkati çekmeyen seçeneği işaretleyerek doğru
yanıtı bulurdum. Şimdi mezuniyetimden ve seçenekli sınavlardan kurtulmamdan on küsur
yıl sonra yine aynı meziyetimi göstererek sağdaki adamı işaretledim. Sıçarken gazetenin
ekonomi sayfasını okuyan adamı! Söyler söylemez doğru yanıtı verdiğimi Ajan’ın dikiz
aynasına yansıyan hayal kırıklığı ifadesinden anladım. Diğerleri sevinmişe, azcık da
şaşırmışa benziyorlardı.
Albino “Nasıl bildin?” diye sordu.
İşte esas zor olan buydu. Şimdi sırtımı dönerek onlara Müfettiş Kruzo gibi katili nasıl
ortaya çıkardığımı anlatmam gerekiyordu. Bu açıklamada saçmalarsam verdiğim doğru
yanıtın da bir anlamı kalmamış olacaktı. Hemen tuvalete yan gözle tekrar baktım, yeni
ayrıntılar aradım. Adamların parmaklarına baktım, hani bir yüzük falan olsa evlilik
kurumuna bağlılığından dolayı onun gerçekçi olduğunu çıkarabilirim diye düşünüyordum
ama yoktu. İki konu mankenini birbirinden ayırabilecek tek detay tuvalette okumak için
yanlarında getirdikleri “şey”di. Gazete, biraz sol tandanslı gazete olsa o da bana yardımcı
olurdu ama yok, değildi işte, sol mu sağ mı belli olmayan çok satan gazetelerden biriydi.
Aksi gibi de gazetenin ekonomi sayfası açıktı, hani spor sayfası veya kültür sanat sayfası
açık olsa oradan yol alarak, biraz da edebiyat yaparak gözlerini bir güzel boyayabilirdim.
Benim bunları düşündüğüm esnada da vakit geçiyordu ve iyice kıllanıyorlardı. Hemen
biraz daha oyalamak için, “E çok bariz” dedim. Biraz vakit kazanmış olsam da bu kadar
iddialı bir cümleyle açılış yapmam, sağlam bir argümanı dile getirmemi farz kılıyordu.
Hızla akıl yürüttüm. Sonuçta bu organizasyon paganların ve putperestlerin inançlarını
yücelten, o dönemlerde hayallerin hayata hükmettiğini iddia eden bir kuruluştu. Bu
durumda, nasıl dindar bir kişi Kuran-ı Kerim elindeyken hacetini gidermiyor, kıçındaki
boku temizlediği eliyle İncil’in sayfalarını çevirmiyorsa, bir hayalcinin de X-Men’i patır
patır sıçarken okumaması gerektiği sonucuna vardım. Hemen açıklamama başladım.
“X-Men’le, özellikle de orijinal X-Men cildiyle, özellikle de X-Men’in en iyi
maceralarından biri olan ‘Landlord’ ile (iyi atıyordum) tuvalete giren adam bir hayalci
olamaz. Olsa olsa bizi beceriksizce taklit etmeye çalışan pis bir gerçekçidir. Sidikli ve
boklu elleriyle o sayfalara dokunmasına daha fazla katlanamayacağım!”
Dinleyicilerimden hayranlık ifadesi olan birkaç ses efekti aldıktan sonra açıklamama
devam ettim.
“Diğer yanda hayalcimiz var. Tuvalete, tam da helâya yakışan bir gazeteyle girmiş.
Ekonomi sayfasına bakıyor fakat gözlerine bakın, o sayılara, rakamlara sanki bir
pislikmişler gibi nasıl bakışlar fırlatıyor görüyor musunuz? O sayfaya normal hayatında
asla bakmayacağı için tuvalette onunla zamanını öldürüyor. Şu an tuvalette o. Onun
küçük kaçışlarından birinde. Ama saatine bak, saat henüz daha 13.30. Mesaisinin
bitimine nereden baksanız 5 saat var. Bu süreçte az sonra döneceği gerçekçiler
takımından nefret etmesi gerekiyor, nefreti onun en büyük motivasyonu. O nefreti
büyütebileceği en büyük malzeme şu an karşısında, çok satan bu gazetenin çok okunan
ekonomi sayfası...”
Etkilenmişlerdi. Balıkçı, bugüne dek bu soruyu doğru yanıtlayan tek kişi olduğumu
söyledi, tabii ki testi hazırlayan ihtiyarı saymazsak...
En güçlü hayalciler
16 Nisan 2009
Varolmayanlara uyum programım dahilinde yine beni bir yere götürüyorlardı.
“En güçlü hayalciler sence kimler?” diye sordu İrfan Akay. Düşündüm, taşındım, biraz
kendimden yola çıktım ve “Çocuklar” diye yanıt verdim.
İrfan Akay “Güzel” diyerek onayladı. “Evet çocukların hayalperest müdahale
konusundaki yetenekleri su götürmez. Ufo görme vakalarının çoğuna olay mahallinde
resim defterine uçan daire çizen bir çocuğun sebep olduğunu biliyoruz. Çocuklar işin püf
noktalarına doğuştan hâkimler. Yaratılan bir düşün sadece silerek değil, yerine başka bir
şey hayal ederek yok edilebileceği gibi ileri seviye metotları bile biliyorlar. Çocukların
düşler kapısı açıldığında neler yapabileceklerini çok merak ediyorum.”
“Peki neden sonra bu yeteneklerini kaybediyorlar?”
“Çünkü okula gidiyorlar.”
“Peki kim en güçlü hayalciler?”
“Göreceksin.”
“Nereye gidiyoruz?”
İrfan Akay vakur tavrıyla, “Çok acele ediyorsun. Yöntemlerimize ve dünyamıza yavaş
yavaş hazırlanman gerek. Bu yeni hayatla baş edemeyenlerin gittiği yeri biliyorsundur...”
dedi.
“Yo, bilmiyorum...”
Tam o esnada yol kenarındaki bir levhayı gösterdi, levhada Bakırköy yazıyordu.
“Bakırköy mü?” dedim. “Aynen,” dedi. Birkaç dakika sonra ağaçlık alanla çevrelenmiş
tarihi bir binanın önünde durduğumuzda “Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi”
diyerek cümlesini tamamladı.
“Bu çok...” diyordum ki...
“Saçma değil. Normal bir hayatı olan, zeki, sıhhatli insanlar bir anda nasıl akıllarını
kaçırıyorlar sanıyorsun?”
“Bilmem. Yani... Filmde biraz bahsediyordu ama...” diye kekemeye bağladım.
“Edgar Allan Poe’nun ne dediğini bilirsin; ‘Delilik sandığınız şeyin aslında duyularınızın
fazla keskinleşmesinden başka bir şey olmadığını biliyorsunuz değil mi?’ Bazıları
içgüdüyle, bazıları şans eseri hayalgücünün ve yazının kuvvetinin farkına varıyorlar ama
tek başlarına bu gerçekle başa çıkamıyorlar. Bir kere o hastanedeki tedaviler başladı mı
iş işten geçmiş oluyor. Tedavi dediğime bakma, gerçekçiler onların güçlerinin farkındalar.
O yüzden de bu yetilerini yok etmek için ilacı, elektroşoku dayıyorlar. Ne büyük bir kayıp.
Aslında buradaki birçok hayalciden çok daha kuvvetli bir hayalgücüne sahip onlar.”
Deliler adına üzülmüştüm, hiçbir yorum yapamadan sessizliğe sığındım.
“Şu bahçedekilere iyi bak. Şuradaki adamın adı Alpay. Organizasyonumuzun eski
üyelerinden. Hayalgücü inanılmazdı. Ama gücünü kontrol etmek için çalışmadı. Çok
aceleciydi, zamanla kafayı yedi, aramızda tutmaya çalıştık ama başaramadık. Dış
dünyada kendini hemen belli etti. Onu da diğerleri gibi buraya tıktılar. Burası sadece
Avrupa’nın en büyük ruh ve sinir hastalıkları hastanesi değil, aynı zamanda Avrupa’nın en
büyük hayalperest toplama kampı.”
İlk duyuşta kulağa biraz abartılı gelse de bahçede deli gömleğiyle dolaşanların bir
zamanlar sıradan insanlar olduğunu sezmek zor değildi. Bizden hiçbir farkları yoktu.
Bahçede onlarla birlikte gezen hastabakıcılarının ve doktorların ise “gerçekçi” oldukları
çok açıktı. Okudukları gazeteden, kılık kıyafetlerinden, hareketlerinden o kadar belli
ediyorlardı ki.
“Açıkçası onları kontrol edemediğimiz için buralarda tutulmalarına karşı gelmiyoruz.
Yoksa istesek şimdi bu bahçeye girip en azından on tane sıfırı kurtarabiliriz. Peki ya
sonra? Sana Alpay’dan bahsettim, bir gün bile onu kontrol altında tutamadık.
Yazdıklarıyla gerçekliği değiştirmedi, onu bir süreliğine bozdu, çarpıttı, kaosa neden oldu.
Biz gerçekliği yeniden yazmak istiyoruz, deli saçması bir gelecek kurgulamak değil
amacımız...”
Balıkçı araya girdi: “Dikkat et. Değil hastalarda, doktorların cebinde bile kalem
göremezsin. Doktor dediğin, hastabakıcı dediğin not alır değil mi? Tımarhanelerde ise
kalem sadece korunaklı cam odaların içinde kullanılabilir. Deli gömleklerinin iki kolu
neden birbirine bağladığını sanıyorsun?”
“Birbirlerine zarar vermesinler diye...”
“Hayır” dedi ve hesap istermiş gibi avucuna yazma hareketi yaptı. Ne demek istediğini
anlamıştım. Bahçedeki delilere tekrar baktım. Uyuşturulmuş, işkenceye uğramış, ömür
boyu hapse çarptırılmış bir mahpustan daha kötü görünüyorlardı. Sadece özgürlükleri
değil hayal güçleri de dört duvar arasına sıkıştırılmıştı. Bu manzarayı zihnimden atmak
benim için çok zor olacak...
Varolmayan kütüphane
21 Nisan 2009
Varolmayan üssündeki 11. günüm. Oryantasyon süreci devam ediyor. Dersler bitti ama
henüz yazmaya ve kaderi değiştirmeye başlamadım. Sistemi daha iyi anlıyorum, buradaki
insanları daha yakından tanıyorum, bu binanın daha önce keşfetmediğim yerlerini
keşfediyorum. Bugünkü keşfim Ajan’la başladı. En baştan beri nedendir bilinmez bana
gıcık gittiğini düşündüğüm Ajan’ı gördüm koridorda. Hâlâ onun müzik dinlediğine
inanamıyordum, o bir ajan olmalıydı, komut alıyor, komut veriyor, ciddiyetinden hiç ödün
vermiyordu. Biraz yaklaştım ve ne dinlediğini duymak istedim. Çaktırmadan, duvara
sürtüne sürtüne, bir ajana nasıl yaklaşılıyorsa öyle yaklaştım. İlk duyduğum cayır cayır
gitar sesi oldu, nedense Ajan’ın daha cool müziklerle ilgilendiğini düşünüyordum, indie
mindie. Sonra vokali duydum, güçlü bir rock vokaliydi bu. Dayanamadım, sordum:
“Ne dinliyorsun?”
Kulaklığını çıkarırken “Ne?” dedi.
“Ne dinliyorsun?” diye tekrarladım.
“Sen bilmezsin” dedi ve tekrar kulaklığı taktı.
Çok sinir bir hareketti ama pes etmeye gönüllü değildim.
“Sen söyle, belki bilirim” dedim.
Kulaklığını çıkarmaya gerek duymadan mıymıntı bir ses tonuyla “Dr.Skull” dedi.
İnanamadım ve “Oha, Wory Zover mı?” diye sordum.
Kulaklığını çıkarıp boynuna asmıştı, demek ki Dr.Skull’ı biliyor olmamla aramızdaki
buzdağını eritmeyi başarmıştım.
“Evet. Yeni albümlerini daha çok seviyorum ama bunda yok” deyip mp3 player’ını
gösterdi.
“Yeni mi?” diye şaşkınlıkla sordum.
“Evet, yeni.”
“Nasıl ya? Dr.Skull dağılalı on beş yıldan fazla olmuştur.”
Ajan durdu, kafasında düşünceleri evirdi çevirdi sonra etrafına bakıp lakabını hak eden
daha kısık bir ses tonuyla “Öyle söylendi. Ama bizde var. Henüz yeni olduğun için
organizasyonumuzun boyutlarını anlamış değilsin, bu çok normal. Varolmayanlar 20.
yüzyılın ortalarından itibaren dünyanın en önemli sanatçılarını, yazarlarını,
yönetmenlerini, müzisyenlerini bünyesinde toplamış bir örgüt. Üyelerimiz bu sanatçıların
dünyayla paylaşılmamış eserlerine ulaşabiliyorlar. Bu üyelerimize sunduğumuz en büyük
ayrıcalıklardan biridir.”
Bugüne kadar bana söylediklerinin toplamından bile uzundu bu cümle. Ve
Varolmayanlar’la ilgili belki de en cazip bilgileri barındırıyordu. Varlığından haberdar
olmadığım, dinlemediğim albümler, okumadığım kitaplar, izlemediğim filmler olduğu
düşüncesi beni zevkten dört köşe etmeye yetti. Hemen “Ben de dinleyebilir miyim?”
dedim.
“Sadece kütüphanede dinleyebilirsin. Sonra da binadan çıkaramazsın zaten...”
“Kütüphane mi?” diye sordum.
“Evet. Bak göstereyim” dedi. Cebinden çıkardığı kâğıda hemen bir kroki çizdi ve o
krokide bir yeri işaretledi. 15 dakika boyunca binanın labirentlerinde çılgın bir rotayla
ilerledikten sonra diğerlerinin iki misli olan elips kapıya ulaştım. Kapı açıldığında
karşımda devasa bir kütüphane belirdi.
Girdiğim salon ortaçağa özgü kütüphaneleri anımsatacak kadar büyüktü. Tavanı o kadar
yüksekti ki üst raflardaki kitaplara nasıl ulaşılabileceğini anlayamadım başta, sonra raylı
bir sistemle raflar arasında gezinen merdivenleri gördüm. Yaklaştıkça buranın
büyüklüğüne, kitapların çokluğuna daha fazla şaşırıyordum. Daha sonra fark ettim ki bu
kütüphane raflarında sadece kitap yoktu, aynı zamanda rulo bantlar şeklinde filmler ve
plak formatında albümler vardı. Yüzlerce, binlerce, on binlerce... Birçoğu duyduğum,
bazısı varlığından bile haberdar olmadığım sanat eserleri.
Kütüphane görevlisi bir masanın arkasında oturuyordu. Saçları dağınık, pis sakallı, cin
bakışlarını yamuk yumuk duran gözlüklerinin arkasına saklayan bir adamdı bu. Biraz
peltek konuşuyordu, dili hep dişlerine değiyor, bu yüzden kurduğu her cümlenin sonunda
bir tıslama duyuluyordu. Değişik bir tipti, onu tanıdığım birine benzetmiş ama
çıkaramamıştım. Ben Dr.Skull’ın yeni albümünü istedikten beş saniye sonra arkasındaki
raftan bir plak aldı, bana uzattı: Dr.Skull-Vehbi’nin Dönüşü. Kapağı da süperdi. Plağı
zarfından çıkardım, üstündeki çizgilere baktım, bir sevgiliyi okşar gibi okşadım. Görevli
cebinden bir şey çıkardı, hayalgücüm burada diyalogları söylenmeden, objeleri önceden
tahmin eder gibi çalıştığı için çıkardığı şeyin bir kütüphane kartı olduğunu sandım önce.
Ama değildi, bu kırmızı bir çikletti.
“Çiklet?”
“Neden olmasın.”
“3 numaralı oda” dedi ve bir odayı işaret etti.
Ufak bir odaydı bu, ortada bir pikap vardı, kenarlarda ise eski tarz hoparlörler. Daha
şatafatlı bir ses sistemi beklerdim. Müzik başladığında kulaklarıma inanamadım. İlk üç
albümdeki tarzlarından izler taşısa da onlardan bile daha iyi bir albümdü bu. Farklı vokal
denemeleri, nefis gitar melodileri ve marş kıvamında nakaratlar... Tek kelimeyle şu an
burada, bu albümü dinlediğime inanamıyordum. Müziğin mistik gücünün üstümde hüküm
sürdüğü o kırk dakika ve bu şerefe nail olan ayrıcalıklı azınlıktan biri olduğum hissi tüm
vücudumu inanılmaz bir mutlulukla sarmalamıştı. Albüm bitince, kütüphane görevlisine
plağı bıraktım.
Görevli “Bu tarz eski grupları seviyorsan Cultus’ı da seversin belki. Onların da yeni
albümü geldi: Bliss” dedi.
“Yok artık! O albümün kayıtlarını yaktılar diye duymuştum.”
“Öyle söylediler dışarıya. Kayıtları buraya sakladılar. İlla ki yerli mi takılıyorsun, bak
daha yeni Crimson Glory’in albümü geldi.”
“Nasıl ya, solistleri Midnight daha yeni öldü.”
Alaycı bir tavırla gülümsedi. “Sen öyle sanıyorsun” dedi.
“İyi de gazetelerde çıktı, kalp krizinden...”
“Sana söylenenlere bu kadar çabuk inanma. Manic Street Preachers’ın Richey Edwards
ile kaydettiği üç yeni albüm var.”
“Oha, 90’larda kaybolmuştu o eleman, ölü ilan edildi hatta...” diye kekelemeye
başladım.
“Galler büromuzdan getirteyim istersen...”
Bu kadarı fazlaydı. Ya benimle dalga geçiyordu ya da kafayı üşütmüştü bu eleman.
Üşütük bir tipe benziyordu zaten. Hareketlerine biraz daha dikkat ettim. Hâlâ onu
benzettiğim kişiyi çıkaramamıştım. O esnada tozunu aldığı kitaplar konsantrasyonumu
dağıttı. Müfit Özdeş imzalı İlk Tiryaki, Giovanni Scognamillo imzalı Kontun Sırrı ve Dost
Körpe imzalı Günah Yiyenler...
“Nasıl ya? Bu yazarların hayranıydım eskiden, bu kitaplarını hiç duymadım.”
Kütüphanenin müdürü gözlüğünün tepesinden bahsettiğim kitaplara baktı. “Ha, Dost’u
mu diyorsun, dört kitabı daha var. Organizasyonumuzun önde gelenlerinden biri. Dışarıda
çevirmenlikle zehirliyor dimağları, burada ise kitaplarıyla hayal kurmaya devam ediyor.
Müfit’in beşinci hikâye kitabı, romanı pek tutmayınca hikâyeye geri döndü. Giovanni de
kurmaca kitaplarını sadece buraya gönderiyor.”
Duyduklarıma inanamıyordum.
“Bak, Barış Müstecaplıoğlu’nun Perg Efsaneleri’nin son serisi de geldi.”
“Nasıl ya, o fantastik edebiyatı bırakmıştı...”
“Aslında bırakmadı, gerçekçi romanlarını dış dünya için yazarken fantastik olanları
buraya sakladı. Yiğit Değer Bengi gibi ilk kitabını çıkarıp kayıplara karışan yazarların
birçoğu da burada dünyayı değiştirmek için kalem oynatıyorlar. Hem böylece doğrudan
onları anlayacak bir kitleye ulaşıyorlar. Bak mesela Evil Dead’in dördüncü filmi geldi, yine
Bruce Campbell oynuyor. Nasılsa bu filmi dışarıdakiler anlamayacak, ne anlamı var o
zaman, burada kalsın, buradakiler izlesin, okusun...”
En baştan beri birine benzetiyordum ya, bu uzadıkça uzayan ve keyfinden bir gram
kaybetmeyen muhabbetin sonlarına doğru gelen bu Evil Dead göndermesiyle onu kime
benzettiğimi buldum. Lisedeyken sık sık fantastik çizgi roman-film ıvır zıvır dükkânına
gittiğim, iki yıl önce beyin kanamasından vefat ettiğini gazeteden okuduğum Metin
Demirhan’a benzetmiştim.
“Metin abi?” diyerek bu şüphemi test ettim. Kafasını çevirmedi. Sorumu tekrarlayınca
“Biriyle karıştırdınız sanırım” dedi. Biraz daha muhabbet ettim, hep bir açığını
yakalamaya çalıştım, yakalayamadım. Adının Burak Çambol olduğunu söyledi. Sonunda
beni ikna etti, o değildi, sadece benzetmiştim.
Kütüphaneden muhteşem bir albüm ve hiçbir yerde duyamayacağım şeyleri işitmiş biri
olarak çıkıyordum ki, dev kapı kapanmadan çaktırmadan içeriye, görevlinin masasına
baktım. Burak Çambol ayağa kalktı, tozunu aldığı kitapları en yakındaki rafa götürmeye
başladı. Topallıyordu. Evet, topallıyordu, aynı Metin abi gibi topallayarak, ayağını yere
sürerek yürüyordu. Biliyordum ki, bu kütüphaneye sık sık gelip gidecektim, tıpkı lisede
onun dükkânına uğradığım gibi.
Kulüp aidatı
22 Nisan 2009
Sadece ben değil, hayallerim de özgürlük kazanmıştı. Artık bir şey düşünürken ket
vurmuyordum kendime, sınırlamıyordum... Yeniden kalemi elime alacağım ve
hikâyelerimle misyonumuz, devrimimiz, geleceğimiz için gerçekliği baştan
kurgulayacağım o anı iple çekiyordum. Sabrımın artık tükenmekte olduğu günlerden
birinde İrfan Bey odasına çağırdı.
“Yazmayı özledin. Yaratmayı... Hayatı değiştirmek istiyorsun. Ama teşkilatımıza resmen
girmek için son bir şey yapman gerekiyor.”
“Ne o?”
“Ne olduğunu çok iyi biliyorsun” dedi her zamanki gibi. Sonra hemen; “Şaka şaka, bunu
bilmen veya tahmin etmen çok zor. O kadar da değil!” dedi. Buna çok güldü diğerleri. Bu
adamların enteresan bir mizah anlayışları vardı, zamanla sevmeye başlamıştım. Bizim
şirkettekilerden daha komik oldukları kesindi. Bir süre daha gülmeye devam edince
dayanamadım böldüm bu gülüşleri. “Evet ne yapmam gerekiyor?”
“Kasko.”
“Kasko mu?”
“Tabii ki. Önce kasko yaptırman gerekiyor.”
“Neye kasko?”
“Arabana. Neye olacak?”
“Arabamın kaskosu zaten var.”
“Güzel, o zaman kasko yaptırmana gerek yok.”
“Ee?”
“O zaman kaza yapman gerekiyor.”
“Tabii ki. Nasıl istersiniz? Takla mı atayım, yoksa duvara mı bindireyim?”
“Sen nasıl istersen.”
“Sanırım bir açıklama yapsanız iyi olur çünkü bu tuhaf şakalarınızı anlamakta
zorlanıyorum...”
İhtiyar baktı bana ve sonra sırtını dönerek odasının arkasındaki manzarayı seyre daldı.
“Bu pencereden baktığında ne görüyorsun?”
“Araba mezarlığı...”
“Peki, kimlerin arabaları bunlar?”
“İnsanların...”
“Sence neden bir araba mezarlığının ortasına kurduk bu binayı?”
“Saklanmak için.”
“Başka bir yere de kurabilirdik, neden özellikle araba mezarlığı?”
Aklıma bir şey gelmedi, “Pentagram’ın klibinde gösterildiği için mi?” diye soruyla yanıt
verdim.
Güldü ihtiyar. Daha elle tutulur bir yanıt vermem gerektiğini biliyordum. “Burası sadece
kendinizi kamufle etmek için bulduğunuz bir yer değil, her şeye daha masalsı, daha
dünyadışı bir atmosfer katmak için hayal ettiğiniz bir yer...” diyerek uydurdum bir şeyler.
Odadaki Sıfırlar alkışlayacak gibiydi beni, Allah için güzel yanıtlamıştım.
İhtiyar “Güzel ama dahası var” dedi ve ekledi; “Arabalar ve otomotiv sanayi, gerçekçi
diktatörlüğün kurduğu bu çürümüş sistemin atardamarını oluşturuyor. Petrol bu sistemi
besleyen kan, otomobiller ise kanın akmasını sağlayan araçlardır. Çift anlamı fark ettin,
değil mi?”
Kan akmasını kastediyordu, olumlu anlamda başımı salladım.
“İlaç endüstrisinden de pistir otomotiv sektörü. İşledikleri cinayet sayısı ilaçlarla yarışır.
Düşün; oturduğun evin, binanın depreme dayanıklı olması gerekiyor, her ne kadar tam
olarak uygulanmasa da bu konuda bir devlet yaptırımı var en azından. Ama ya arabalar?
Neredeyse kartondan bile araba yapıp satabilirsin. Güvenlik şartı yok! Yasal olarak
kullanımına hız sınırı koyuyorlar. Peki, arabaları imal ederken neden hız sınırı
koyamıyorlar? Nedeni belli, ne kadar hızlı, o kadar pahalı... Bisikletlilere, motorculara
kask şart, arabalara neden koruma getirilmiyor? Bilimsel bir çalışmanın sonuçları:
Arabaların tamponları güçlendirilse ve tüm modellerin tamponları aynı hizaya getirilse
ölümcül kazalardan sağ kurtulma olasılığı üç misli artıyor. Komünist rejimde olduğu gibi
tüm arabalar Trabant ve Lada olmak zorunda değil, sadece tamponların aynı hizada
olmasından bahsediyorum. Ama bu bile mümkün değil! Söylesen gülerler! Hep yaptıkları
gibi. Bu arada tüm arabalar Trabant olsa, o da şahane olur, komünist Rusya’da trafik
kazalarının yüzde 72 oranında azaldığını biliyor muydun? Hiç güvenli arabalar değil
Trabant’lar ama hızlı değillerdi, ayrıca tüm arabalar aynı olduğu için kimse arabasıyla
böbürlenme gereği duymuyordu, kazalar inanılmaz oranda azalmıştı.
Şimdi ise her yıl İkinci Dünya Savaşı’ndan daha çok kişinin katli söz konusu. Benzin için
açılan savaşlara girmiyorum bile. Elektrikli arabayı, zamanında Nikola Tesla icat etmişti,
engellediler, taş koydular, öldükten sonra projelerini yok ettiler. Yakın geçmişte EV1
Motors elektrikli arabanın üretimini yaptı. Güneş ışığıyla çalışan araba da yapıldı
esasında. Bil bakalım, kim bu projeleri durdurdu? Amerikan Başkanı... Genelde en leş
gerçekçilerden seçilir. Sosyal statüyü belirleyen en önemli iki şey; moda ve araba. İkisini
de parçalamak bizim temel görevlerimiz arasında yer alıyor.”
İhtiyar sırtını bana döndü ve manzaraya baktı.
“İşte o yüzden bu hurdalıkta yaşıyoruz. Burası bir sembol. Kulübümüze giren herkesin
öncelikle kendi arabalarına duydukları bağımlılığı kırması gerekmektedir. Parçaladığımız
her araba kapitalizmin tapınağında yıktığımız bir tuğladır. O tuğlalarla kendi sığınağımızı
kurduk. Arabaların mezarlığı, bizim düşlerimizin doğduğu yer oldu.”
Güzel anlatmıştı ihtiyar. Şimdi içinde bulunduğum bu yer, bir araba mezarlığının
ötesinde bir anlam kazanmaya başlamıştı. Hani yanından geçtiğiniz mezarlıklar sizin için
bir anlam ifade etmez de, bir yakınınızın yattığı mezarlık sizin için çok önemlidir ya, onun
benzeri bir durum. Bu defa bu hurdalık, geride bıraktığım hayatımın yattığı bir mezarlık
halini almıştı. Yalnız ne kadar anlam kazanırsa kazansın, eski hayatımın mezarı olacak bu
yerin, benim de mezarım olmasını istemezdim.
“Peki neden kaza yapmam gerekiyor?”
“Bu değirmenin suyu nasıl dönüyor diye düşünmüşsündür mutlaka. Gelir
kaynaklarımızdan biri de bu işte; üyelerimizin araba sigortalarından aldıkları para. En
başta bu fikre alışmak zor oluyor ama işin gidişatını anlayınca herkes bunu kabul ediyor.
Araba mezarlığında hayatımızın bir bölümünü geçirmemiz arabamızın ölümünü
kabullenmemizi kolaylaştırıyor. Mezarlık bekçilerinin ölümle çok barışık olması gibi bir şey
bu.”
“Yani kaza yapacağım ve arabamın tamir masrafı ne kadarsa o parayı size vereceğim
öyle mi?”
“Hayır. Kaza yapacaksın ve araban kurtarılamaz bir hale gelecek. Araban ne kadarsa,
sigorta onu sana ödeyecek, sen de sana ödeneni bize vereceksin.”
“Bu çok...”, saçma diyecekken durdum, “çılgınca” dedim.
“Evet öyle. Araştırdık, arabanı ortalama üç buçuk günde bir kullanıyorsun, kullandığın
dönemde de hep trafikte kalmaktan ya da park yeri bulamamaktan şikâyetçisin. Arabanı
gözden çıkartman bizimle başladığın yeni hayatının çok önemli bir parçasını oluşturuyor.
Arabanı bu mezarlığa getirerek bir zincirinden daha kurtulacaksın.”
Diğerleri de ihtiyarı onaylar şekilde kafalarını salladılar.
“Evet yani, araba hayatımın vazgeçilmezi sayılmaz.”
“Onlar öyle hissettirir. Ama değildir. Merak etme. Kurtul ondan” dedi Balıkçı.
“Hem böylece cebinden beş kuruş harcamadan kulübe aidatını ödemiş olacaksın.
Arabaların hurdalarını da buraya getiriyoruz. Hem üyelerimize yaptıkları fedakârlığı
hatırlatmak hem de eskiden çok önem verdikleri bir şeyin demir yığınından öte olmadığını
göstermek için... Eskiden haftada bir yıkadığın, vergisiydi, benziniydi, servisiydi derken
maaşının çoğunu yatırdığın, varoluşunun en kıymetlisi saydığın şey her sabah karşına
dünyanın sonuna kadar hiçbir işe yaramayacak bir hurda yığını, paslanmış, hor görülmüş
bir çöplük olarak çıktığında ne kadar sahte tutkularla yaşadığının daha iyi idrakine
varıyorsun...” dedi ihtiyar, hipnotik anlatımıyla.
Birkaç soru işaretim vardı yine de. “Peki, işim doğrudan arabayla alakalı olmasa da
statü gereği bile araba lazım gelir. Arabasız olmam birçoklarının tuhafına gidecektir...”
“Merak etme. İşin araba kullanmakla ilgili olsaydı, mesela sık sık yolculuk yapman
gerekseydi bile, diğer insanları neden bir daha araba kullanamayacağına dair rahatlıkla
ikna edecek travmatik bir kazada başrol oynayacaksın. Bu kazayı atlatan birinin yeniden
araba sahibi olmak istememesini kimse sorgulamayacaktır.”
“İyi de” dedim, “Nasıl bir kaza olacak bu? Araba paramparça olacaksa ben içinden nasıl
sağ çıkacağım?”
İhtiyar kendinden çok emindi: “Kazayı biz kurguluyoruz. Üyelerin kılına zarar gelmiyor,
hiç merak etme. Yıllar içinde bu konuda o kadar ustalaştık ki, sigorta şirketleri kazaların
kurmaca olduğuna dair tek bir kanıt bile bulamıyorlar. Ama tabii istersen dublör
kullanabiliriz.”
“Dublör mü?”
“Evet. Hiçbir şeye zorlamıyoruz üyelerimizi.”
Bir duraksamadan sonra aksiyon sahnelerinde bizzat oynamaya gönüllü olan yıldız
oyuncu kibriyle, “Hayır, ben yaparım” dedim.
Kulağa en başta deli saçması gelen her şey bu binada bir süre sonra mantıklı gelmeye
başlıyordu. Keramet binada mıydı, yoksa söylenenlerin gerçekten mantıklı olmasında
mıydı bunu tam olarak teşhis edemiyordum. Birdenbire kendimi bir şeyleri hayal ederken
buluyordum. Şimdi korkunç bir kazanın peşindeydi hayalgücüm... İster istemez aklım
izlediğim filmlerdeki, kliplerdeki sahnelere gidiyordu, köprüden denize uçan arabalar
falan... Oysa insanın geçmişi, hatırlamak istemediği hatıraları her zaman daha büyük bir
kaynaktı... O kaynağı deşince birdenbire kazanın senaryosunu oluşturdum:
“Buldum” dedim.
İhtiyar “Güzel” dedi ve bir el işareti yaptı, Balıkçı cebinden not defterini çıkardı ve not
almak üzere kalemine davrandı.
Anlatmaya başladım: “Otobanda hız yapmak, ani bir frenle defalarca takla atmak ve
bariyerlere bindirmek istiyorum.”
İhtiyar bana baktı, sakalını sıvazladı. Balıkçı ihtiyara dönerek “Efendim. Ani fren hususu
önemli. Sigorta şirketleri bu tip kazalarda sanılandan çok daha fazla didikliyorlar.
Kuşkulanabilirler” dedi.
Ben tam kafamdaki senaryonun detaylarını aktarmaya başlarken ihtiyar ikimize de
bakmadan “Çünkü karşına aniden bir köpek çıkacak” dedi. Doğru bilmişti. Doğru bilmeye
devam etti; “Emniyet kemeri takmadığın için cama çarpıp arabadan yola doğru
uçacaksın.”
Ne yapmaya çalıştığımı ihtiyar anlamıştı.
“Babanın öldüğü kazayı tekrarlamak istiyorsun. Onun son anlarında ne hissettiğini
duyumsamak istiyorsun...”
“Evet” dememe gerek yoktu.
Buz gibi bir sessizlik...
Travma, yeniden
23 Nisan 2009
İşyerinde günün sonunda darağacına gidecek bir mahkûm gibiydim. Oysa
ölmeyecektim, tam tersine yeni bir hayata başlayacaktım. Babamın ölümünü kopyalama
fikri olmasa akşam yüksek bütçeli filminin en şaşalı sahnesine çıkacak bir aksiyon
kahramanı gibi içim pır pır edebilirdi ama ne yapmış etmiş, bu adrenalini yaşarken bir
travmamı da kaşımayı becermiştim. Pişman değildim, bir taşla iki kuş vuracak, hem
arabamı parçalayacaktım, hem de bir travmayı yıkacaktım. Daha önce hiç olmadığı kadar
babama yaklaşacaktım, tam onun hayatını yitirdiği yerde, tam onun yaptığı hatayı
yapacak, karşıma çıkan bir köpeğe vurmamak için frene basıp taklalar atacak, taklalar
esnasında arabanın ön camını parçalayarak fırlayacak ve otobanın bariyerlerine
uçacaktım.
Tek bir farkla; üzerimde bu tip kazalar için ürettikleri dublör giysileri, kafamda da bir
kask olacak ve kazayı gerçekleştireceğim yerde ölmemi, yaralanmamı ve sakatlanmamı
engelleyecek minderler yerleştirilecekti. Ajan’ın dediğine göre burnum bile
kanamayacaktı.
Dediği oldu; burnum kanamadı.
Ama o acı freni yaptığımda ve sonrasında sanki her yerimden kan boşandı.
Taklalar atan arabanın içinden fırladım, ön camı parçalayarak yola atıldım, yere
çarptım, sürüklenerek bariyerlere çarptım. Arabanın camı film çekimlerinde kullanılan
şeker camlarla değiştirilmemiş olsa, üstümde koruyucu kıyafetler olmasa ve minderlere
değil de asfalt zemine çarpmış olsam, şu an babamın yanında olacaktım. Belki de başka
bir boyutta yanındaydım onun. Onu araba takla atmaya başladığında yanımda
hissetmiştim, camdan fırladığımda ise sanki benliklerimiz birleşti. Geçmiş ve gelecek
baba oğul hüviyetinde bir araya geldi, tek bir varlık oldu...
Şimdi bir yol kenarında birkaç sıyrıkla ve sonra organizasyondan gelen makyözlerin
yüzümde yaptığı birkaç sahte yarayla yatıyordum. Organizasyonun teknik birimi kaza
mahallinde yer alan ve kazanın kurgulandığını ele veren her şeyi bir Formula1 pit stop
ekibinin disipliniyle, hızla kaldırdı. Şeker camlar süpürüldü, gerçek cam kırıntıları etrafa
serpiştirildi. Son olarak da oralarda gezinen bir sokak köpeğini yol kenarına salıverdiler,
polislerin ve sigortacıların menzilinden çıkmaması için etrafa yiyecek şeyler attılar.
Gerisi benim rol yeteneğime bakıyordu. O da zor olmadı, şoka uğrayan bir adamın neler
yaptığını organizasyondaki oyuncu koçları anlatmışlardı. Tek bir yere odaklanmak, ağzını
çok oynatmadan konuşmaya çalışmak gibi tüyoları kapmıştım. Fakat bunları uygulama
gereği duymadım, babamla benliklerimizin açıklanamaz bir şekilde birleştiğini
duyumsamak yeterince şoke ediciydi.
Polise ifademi verdikten sonra hastanede tedavi gördüm. Hastanedeyken sigorta
şirketinden bilirkişi tekrar ifademi aldı. Aslı’yı aradım. Kaza geçirdiğimi söyledim. Aramız
soğuk olsa da hemen hastaneye geldi. Karşılaştığımızda sarıldı, sevgi ve şefkat
gösterisinde bulundu. Ona da anlattım kazayı. Tekrar sarıldı. Ağlıyordu.
“Çok korkuttun beni” dedi.
Neredeyse ona yeniden âşık oluyordum!
Ah şu gerçekçiler yok mu, rollerini çok iyi kıvırıyorlar.
Hastaneden sigorta için gerekli raporları aldıktan sonra Aslı’yla beraber eve döndük.
Eve döner dönmez mutfaktaki ilaç dolabında migren hapıma ve antidepresanıma baktı,
bulamayınca şaşırdı. “Kalmamış, boşver” diye geçiştirdim. “İstersen hemen çıkıp bir
nöbetçi eczaneden alayım” dedi. “Yok, yok, iyi hissediyorum kendimi” dedim. Çakal seni.
Yatakta da kollarıyla sarmaladı beni. Sanki beni görünmez bir güçten korumak istermiş
gibi. Sürekli aynı lafları tekrarlıyordu, “Allah korudu”, “İnanamıyorum olanlara”, “Bu bir
mucize”... Sonra uyudu. Tek isteğim bugün başımdan geçen hayat değiştirici tecrübeyi
günlüğüme yazmaktı. Bunu, o kaza sırasında babamla bir olma anımı, dünyanın tüm
dillerinin kelimeleri bir araya gelse hakkıyla kâğıda yansıtamayacağımı ise şu anda
anlıyorum. Bu kaza benim Varolmayanlar’a katılmak için uyguladığım bir formaliteden, bir
prosedürden çok daha öte bir anlam taşıyordu. Belki de bunun anlamını daha sonra tam
anlamıyla idrak edeceğim.
Şu an özgürlüğün keyfini çıkarıyorum. Önce haplarımdan, sonra arabamdan kurtuldum.
Zincirlerim bir bir çözülüyor. Bir de az sonra yatağımda kollarıyla beni sarmalayacak olan
zincirden kurtulmam gerekecek sanırım. Er geç o da olacak...
Hayalperest anarşi
24 Nisan 2009
Aldığım en güzel hediye olmalı bu.
Bugün iş çıkışı ihtiyarın odasına girdiğimde böyle bir hediye alacağımı hiç
beklemiyordum açıkçası. İrfan Akay, “Yeni hayatına hoş geldin” deyip çekmecesine
davrandığında yine çiklet ikram edeceğini sanıyordum. Onun yerine siyah şık bir kutu
uzattı.
Kutuyu açtığımda muhteşem bir kalem karşımda duruyordu. Yeni yıkanmış, cilalanmış,
simsiyah bir araba gibi parlıyordu. Aslında babamın kalemine çok benziyordu, onun
bakımdan geçmiş hali gibiydi. Tutacağı ve ucu altın sarısı rengindeydi. Aynı renkte “0”
sembolü işlenmişti. Yavaşça, en kibar hareketlerimle kalemi yerinden çıkardım. Sanki
herhangi bir ağırlığı yoktu ve elime tam oturmuştu. Elime alır almaz benim için
yaratıldığını hissetmiştim ve hislerim yalan söylemiyordu.
“Al bir şeyler yaz” diyerek bir kâğıt uzattı bana. Kâğıdın üzerinde kalemi gezdirdiğim
anda aramızda daha önceki kalemimle yaşadığımdan da güçlü bir bağ kurulduğunu
hissettim. O kadar hafif ve o kadar rahattı ki...
“Çok rahat. İnanamıyorum.”
Biraz daha yazdım. Sanki boş elimle havaya yazıyormuş gibiydim. Birkaç cümle yazdım,
elim bir orkestra şefinin hızlı bir senfoniyi yönetmesi gibi dans ediyordu kâğıdın üzerinde.
El yazım hiç bu kadar güzel olmamıştı. Sonsuza kadar yazabilirdim, aklıma ne gelirse, ne
gelmezse, saçma sapan harfleri yan yana bile koyarak birkaç saat oyalayabilirdim
kendimi.
“Yazmayı seviyorsun ama kendini kontrol etmen gerek. Sendeki hayalgücü çok güçlü.
Çok iyi şeylere de yol açabilirsin, çok kötü şeylere de. ‘Geber İt!’ hikâyeni okudum, o
hikâyenin sonunda ana karakterin, diğer karakterlerin ölümlerine yol açabilirdi.”
“Ama öyle yazmış olsam bile onların hepsi hayali karakterlerdi.”
“Hayali karakterler olsalar bile, gerçek insanlarla aynı gerçekliği paylaşıyorlar. En ufak
bir kaza bir insanın hayatına mal olabilir, o insan bir gerçekçi olsa bile bunu istemeyiz.”
İrfan Akay yavaş yavaş asabiyete bağladı.
“Yazarak yaratmanın esaslarını anlatmak günümüzde biraz zor olmaya başladı. Çünkü
bu rüyagörmezler başımıza Secret gibi new age felsefelerini çıkartıp durdular. Hepsi o pis
stratejilerinin bir parçası. Düşünce gücünü bile servete dönüştürme merakları yok mu?
Hepsi şov! ‘Fenomen’ gibi televizyon programlarında bizden olan insanları kullanıp rating
elde ediyorlar. Bunlar hep o gerçekçilerin korkunç uzun vadeli planlarının parçaları. Uzun
vadede bizden tamamen kurtulmak istiyorlar. Fakat buna izin vermeyeceğiz.”
“Şunu çok merak ediyorum. Daha önce de yazıyordum, bunlar gerçek...”
Lafımı böldü.
“Gerçekleşmiyorlardı çünkü sen o zaman bizden biri değildin. Bir Varolmayan olduğunun
farkında değildin. Farkındalık düzeyin arttıkça hayalgücün ve var etme gücün arttı.
Hayatının değiştiği o günlerin öncesini hatırla. Bir robot gibi yaşıyordun. Her gün aynı
üniformayla aynı saatte kalk, aynı saatte işe git, aynı saatte çık, aynı ilişkinin aynı
rutinlerini yaşa dur. Otomatik yaşayan birinin hayalgücü ne kadar güçlü olabilir ki?”
“Kafka? O da tipik bir memurdu” dedim.
İhtiyar gülümsedi. “Kafka da özünün farkına varmadan önce yazamıyordu, yazdıktan
sonra da yazdıkları gerçeğe sirayet etmedi. Bunda kapının kapalı oluşu da etkili. Ama
şunu bil ki, eğer birliğimizin bir parçası olsa şu an camdan baktığımızda uzakta bir yerde
Şato’yu görürdük. Bundan emin olabilirsin.”
“Peki ya gençken yazdıklarım, aklım bir karış havada olduğu o dönem. Kitaplardan
kafamı kaldırmadığım dönemlerde... Kapı kapalı olduğundan mı gerçekleşmediler?”
“Çok nedeni var. Babanın engellemelerinin etkisi de var bunda. Kapının kapalı olmasının
da. Senin neyi nasıl yapman gerektiğini bilmememin de... Bağlarından kurtulmamıştın. İki
günde bir din dersi gördüğün bir dönemde hayalgücün ne kadar özgür olabilir?”
“Dinin bununla ne alakası var?”
“Din, gerçekçilerin kendi kabuklarını kırmasını sağlayan ilk silahtı. Çok tanrılı inanışlar,
putperestlik ve paganizm insanlara belli oranlarda özgürlük hakkı tanıyordu. Tek tanrılı
dinler ise cezalarla ve katı kurallarla bu hakkı insanlardan aldı. Kölelik düzeni başladı.
Zincir orada koptu denir ya, zincir orada ayağımıza bağlandı.”
Arkadaki raftan üç tane kalın kitap çıkartıp masanın üzerine koydu. Tevrat, İncil ve
Kuran-ı Kerim’di bunlar.
“Ayrımcılık bu kitaplarla başladı. Dinimizden olmayanlar kötüdür, dediler. Üç mukaddes
dinin ortak söylemidir bu; diğer dinlere mensup olanlar cehenneme gidecektir. Hangisi
doğru, belli değil. Sadece dinle değil, sınıflarla da ayırdılar insanları. Kim işçi, kim patron,
kim köle, kim efendi, hepsi yazılmıştır ve herkes kaderine razı olmalıdır.”
Son derece sığ dini bilgimle İslam’ı savunmak istedim.
“İslam son dindir, diğer dinlerdeki yanlışları bir bir düzeltmiştir.”
Kuran’dan bir sayfa açtı. “Zuhruf Suresi. 32. ayet. Ey Muhammed! Rabbinin rahmetini
onlar mı taksim edip paylaştırıyor? Dünya hayatında onların geçimlerini aralarında biz
taksim ettik. İş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık...” diye okudu, “Bu
mu ilahi adalet?”
“Bir açıklaması mutlaka vardır.”
“Din öğretmenlerinin söylediklerini tekrar ediyorsun şu anda. Yedi yaşından on sekiz
yaşına on bir yıl boyunca din dersi görürsen farklı bir durumda olmazsın tabii. Dinlerin özü
budur; dinine göre, hatta mezhebine, sınıfına, ırkına ve cinsiyetine göre seni ayırmak ve
kaderini tayin etmektir. Kader! Mukaddes dinler her şeyden önce insanoğlundan iradesini
çalmıştır. İradesiz biri, kendi hayatına hükmedemeyecek kadar aciz biri ne kadar özgür
olabilir?”
Abandone olmuştum bir anda. Din, üstüne çok kafa yorduğum bir konu değildi. Bu
konuda ona karşı çok büyük bir direniş göstermeden geri çekilmeye karar verdim.
“Çok dindar biri olduğum söylenemez. Hani tamam ramazanda en az bir kere oruç
tutarım, yeri geldiğinde ‘elhamdülillah Müslümanım’ derim ama hepsi bu...”
Ama kolay kolay çekilemeyeceğimi anladım.
“Tehlike burada. Ne kadar yönlendirildiğinin farkında bile değilsin. Kazançlı bir işe sahip
olduğun için Tanrı’ya şükrettin mi? Evet, şükrettin.”
“Siz nereden...”
“Günlüklerinde yazıyor.”
“ ‘Allah dualarıma yanıt verdi ve video çalıştı’ diye yazmışsın. Bir makinenin çalışmasını
bile ilahi güce bağlıyorsan kendi hareketlerini ne kadar sahiplenebilirsin? Her işe
başlamadan ‘hayırlısı neyse o olsun’ mantığını yürütürsen, ‘Allah ne yazdıysa o’ dersen
iplerini teslim etmiş bir kukladan farkın kalmaz. Oysa kimsenin sana empoze etmediği,
sadece kalpten sevdiğin şarkılarda, filmlerde, romanlarda açıkça dinlerin yanlışlığı satır
altlarında hep söylenmiştir.”
“Ama bunlar hep yoruma açıktır. Dinler de şarkılar ve hikâyeler gibi herkese farklı bir
şey söyleyebilir” diye karşılık verdim.
“Dinler emir verir, hikâyeler ise yol çizer. Mukaddes kitaplar göründüğünden başka
niyetlerle yazılmıştır. Toplumları kontrol etmek, suç oranlarını düşürmek için ilahi cezalar
konmuştur. İslam’da nüfusu çoğaltmak için dört kadın kaidesi uydurulmuştur. Bereketi ve
üretimi artırmak için üç din de aynı şeyi yapar; çalışmayı, çoğalmayı ve ülken için ölmeyi
en büyük erdem, tembelliği ve korkaklığı en büyük günah olarak gösterir.”
Ellerini kitapların üzerine koydu.
“Din, hayal dünyalarının yüzüne kapatılan kapının kilididir.”
Etkili bir vaaz veriyordu. Giderek daha fazla hak veriyordum ona. Fakat karşı
argümanlar geliştirip kafamdaki tüm şüpheleri silmek istiyordum.
“Fakat din kitaplarındaki hikâyeler de yıllarca insanların hayalgücünü tetiklemedi mi?
Musa’nın denizi ikiye bölüşü, Nuh’un gemisi, İbrahim’in oğluyla olan hikâyesi... Bunlar da
insanların hayal dünyalarını renklendirmedi mi?”
İrfan Akay’ın gözlerine bir öfke perdesinin indiğini gördüm adeta. Hışımla yerinden
kalkarak arkasındaki raftan üç kitap indirdi. Yüzüklerin Efendisi, Don Kişot ve kalın bir
Yunan Mitolojisi Antolojisi. Sesini yükseltmeden ama ses tonunda öfkesini gizlemekte
zorlanarak konuşmaya başladı.
“Musa’nın kestirmeden götürmek amacıyla Kızıl Deniz’i ikiye ayırması ile Gandalf’ın
büyülerini nasıl bir tutabilirsin? İbrahim’in rüyasında duyduğu emirle çocuğunu
öldürecekken bir koçun çıkagelmesi ile Don Kişot’un yel değirmenleriyle dövüşmesi aynı
olabilir mi? Omzundaki kuzgunlarıyla yaşayan tek gözlü Odin’le, flüt çalan yarı keçi yarı
insan Pan’la, dört kollu fil hortumlu Ganeşa’yla, Truva Atı’yla, kendisine bakan herkesi
taşa çeviren yılan saçlı Medusa’yla cumartesi balık avlayanları maymuna dönüştüren
Tanrı bir, diyebilir misin?”
“Elbette çok daha güzel hikâyeler bunlar, Gandalf ve diğerleri... Ama sonuçta dini
hikâyeler gerçekleşti...” diye karşılık verdim. Gülümsedi ve “Rüyagörmezler hikâye, öykü
gibi kelimeleri sevmez. kutsal kitapların yazdıklarına hikâye değil kıssa derler. Hisse
alınacak, ders çıkarılacak öykülerdir onlar, gerçekle ilgileri yoktur.”
“O zaman gençken hayalgücümü tam anlamıyla kullanamamış olmamı dine mi
bağlıyorsunuz?”
“Hayır. Tüm bağlarını kastediyorum. Tüm zincirlerini. Ettiğin dualardan, her sabah
içtiğin anttan, soyadından, soy ağacından, okuldaki ödevinden, evindeki görevinden...”
“Sahip olduğum tüm değerlerden yani...”
“Sana dayattırılan değerler bunlar. Sana aşılanan anlamsız şeyler. Antidepresanlar gibi,
ders notları gibi, hesabındaki sanal rakamlar, bembeyaz dişler gibi. Gerçekçilerin
planlarını iyi gör; haplardan, diş macunlarından ibaret değil bu. Dört koldan ilerleyen
devasa bir operasyondan bahsediyoruz. Hayatını gözden geçir. Çocukken kurduğun
hayallerin, mahalledeki bıçkın çocuk tarafından nasıl yıkıldığını hatırla...”
“Neden bahsediyorsun?”
“Perili ev olduğu söylenen metruk bir köşk vardı mahallenizde. Sen orayla ilgili hikâyeler
kurardın kafanda ve inanırdın oranın perili olduğuna ama diğer çocuklar buna
inanmıyordu. Seni zorla köşkün bahçesine atıp kapıyı kapatmışlardı. Kapının dışından,
senin orayı perili sanmanla dalga geçmişlerdi. O makarayı başlatan çocuk, o salt bir
gerçekçiydi. Başarılı da olmuştu. Evine döndüğünde yastığına yapışmış ağlarken bir daha
bu tip hayaller kurmayacağına kendi kendine söz vermiştin.”
“Siz nereden biliyorsunuz bunu?”
“Çocukken hep öyle çocuklar çıkar karşına, yazlıkta bilye oynadığın günü hatırla.
Tanrıya kafa yorduğun zamanlardı... Arkadaşlarına ‘Tanrı da gezegenlerle bilye niyetine
oynuyor mudur?’ diye sormuştun. Alt tarafı çocukça bir laftı senin söylediğin. Sonra o
çocuklardan biri üzerine yürüyüp ‘Beş gün içinde çarpılacaksın, o zaman oynarsın
bilyelerini’ demişti. Beş gece uyku girmemişti gözüne. İşte o çocuk bir gerçekçiydi ve
başarmıştı, Tanrı korkusu ilk o anda kalbine girmişti. Sonra din dersi öğretmenlerinin işi
kolay oldu tabii ki.”
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Adeta tüm hayatımı önüme serecek gibi konuşuyordu.
“Sadece çocukken başına gelenlerden bahsettim. Bilmem, okuldaki öğretmenlerinin,
arkadaşlarının, evdeki babanın, apartmandaki komşularının, hiç üstlerine vazife olmadığı
halde seni kısıtlamak için yaptıklarını hatırlatmama gerek var mı?”
“Yok” anlamında bir mimik.
“Peki, senin içini boşalttıktan sonra ne yapıyorlar? Senin ‘değer’ dediğin şeylerle seni
dolduruyorlar. Din, milliyetçilik, prestij, fanatizm, sosyal statü, kariyer sevdası, şık bir
araba, güzel bir kız arkadaş, seks, para, ayakkabı, kravat, telefon, sigorta. Bunlar senin
değerlerin değil. Kanada’da doğmuş olsan, Müslüman mı olacaktın? Fildişi Kıyısı’nda
doğmuş olsan milliyetçi olacak mıydın? Ama sen sensen yine aynı şarkıları, aynı kitapları
sevecektin. Senin özün bu. Ne hissediyorsan o. Başkalarının söylediğini kafandan sil.
Dünyaya tepeden bak.”
Masasındaki dünya küresine yaklaştı. Onu eliyle tuttu.
“Masmavi güzel bir gezegen.”
Bir düğmeye bastı ve bir anda o gezegenin üzerinde kırmızı sınır çizgileri belirdi.
“Bu güzelliğe sınırlar çizmek kimin aklına geldi?! Ne işe yarıyorlar?”
“Ülkelerin ayrılmasına...” diye kekeledim.
“Ülkeler dünyanın en büyük şirketleridir, kâr amaçlı çalışırlar, bu amaçla işçilerini yani
vatandaşlarını çalıştırırlar. Dünyanın en zalim şirketleridirler aynı zamanda, kazanç
uğruna çalışanlarını ölüme yollamakta beis görmezler. Tarihteki efendisiz halklara bak,
lidersiz kabilelere, otoritesiz topluluklara... Eşitlik, yaratıcılık, mutluluk onlara özgüydü.
Sonra devlet kavramı keşfedildi, kimler tarafından olduğunu bilirsin...”
Evet anlamında kafamı salladım.
“İşte böyle kafanı sallamanı isterler hep ve bunu da başarırlar. Gerçekçilerin vicdanı
yoktur. Onların sadece iki amacı vardır; kendi refahları ve bizim ölümümüz.”
Kafamı sallamadan ona katıldığımı mimiklerimle belli etmeye çalıştım.
“Gerçekçilerin hepsi bu kadar kötü değil ama has gerçekçiler, köklü gerçekçiler, yani
dönüştürülmemiş, saf olan ve soyları boyunca ailelerinden birinin bile hayalciliğe
kapılmadığı o salt gerçekçiler çok kötü. Onların sayıları çok değil aslında. Yine de
yaptıkları çok etkili. Şu anki tüm sistemin dayandığı ekonomik düzen mesela. İki sümüklü
ekonomistin buluşu değil mi? Adam Smith ve Milton Friedman. İki üç eğri çizdiler,
kapitalizmi tüm dünyaya kabul ettirdiler. İki kişi. Bir savaşı başlatan kaç kişi? İki.
Hıristiyanlık, Yahuda ve İsa’nın çatışmasından yaratıldı... Yine iki. Bazen birlik oluyorlar,
bazen çatışıp öyle bir sonuç çıkarıyorlar ki insanlığın gidişatı değişiyor. Bazen gözünün
önündeki adam olabiliyor bu, bazen ise hiç tanımadığın biri. Bazen kral, bazen onun
dalkavuğu, bazen padişah, bazen yaveri. Onlar hep çoğuldur, ‘onlar’dır. Ama biz bunu
değiştireceğiz. Biz değiştiremezsek kimse değiştiremez.”
“Peki, ya dışarıdakiler...”
“Ne demek istiyorsun?”
“Dışarıdaki politik direniş? Sokaklardaki eylemciler, üniversitelerdeki öğrenci birlikleri,
aktivistler, düzeni değiştirmek için devrime baş koymuşlar... Onlar değişimde rol sahibi
değiller mi?”
“Üzgünüm ki, hayır.”
“Onlar gerçeğin ortasında gerçekliği değiştiremeyecekler ama biz buradan, bir araba
mezarlığının içinden değiştireceğiz öyle mi?”
“Bugüne kadar hiçbir şeyi değiştirebildiler mi? Değiştirebileceklerine dair en ufak bir ışık
var mı? Yok. Oysa bizim burada yaptıklarımızın, seninle yapabileceklerimizin sınırı yok.
Politik direniş kaybetti. Ve bu düzen var olduğu sürece hep kaybetmeye mahkûm. Tek
çare var; hayalperest anarşi.”
Kalktı, kafamın üstüne elini koydu. Rahatsız olmadım, tam tersine rahatlatıcı bir his
veriyordu.
“Dünyadaki sınırları kaldırdığımız gibi buradakileri de kaldıracağız. O zaman her şey çok
güzel olacak...”
Değişim
İlk eylem
1 Mayıs 2009
Varolmayanlar, daha rahat çalışabilmem için evimdeki çalışma odamın replikası
şeklinde bir oda tasarladılar bana. İlham perisini daha rahat çağırabilmem için tüm
ayrıntıları düşünmüşlerdi. Uğur getirecek yepyeni bir hokka vardı masanın üzerinde, ağzı
sonuna kadar dolu. Tan kırmızısı eski hokkama benziyor ama bunun rengi altın sarısı.
Kapağını açıp kalemimi batırdıktan sonra çektiğim mürekkeple dünyayı değiştirecek
hikâyenin tohumunu atmaya hazırım. İrfan Akay da yanımda. Fakat amaç dünyayı
değiştirmek olunca, alışveriş listesi yazarkenki rahatlığa sahip olamıyor insan,
yazacağınız her kelimenin kâğıttan taşıp gerçekliğin kodlarıyla oynayacağını biliyorsunuz,
kalp ameliyatı yapan acemi bir doktorun neşteri tuttuğu gibi tutuyorsunuz kalemi.
“Heyecanlanma. İstersen basit bir şeyden başlayalım. Kişisel bir hayalinden başla. Bir
gençlik düşünden belki de.”
Aklıma ilk gelen şey elbette ki o oldu. Gözlerimin önünde ilk aşkım Ezgi belirdi adeta.
Kaybettiğim sevgiliyi geri getirecek hikâye fikirleri uçuştu zihnimde. İrfan Akay sanki
aklımdan geçenleri okumuş gibi hemen uyarısını yapıştırdı ve zihnimdeki fikir fırtınasını
yok etti.
“Kuralları unutma. Kendine doğrudan faydası dokunacak bir hikâye asla yazma.
İsteklerinden, hayallerinden yola çık ama onlar sana dokunmasın. Farzı misal bir gömülü
hazine hikâyesi yazarak bir servet edinebileceğini sanma, hazine sandığını yaratsan bile
tek altın alamazsın. Ya da hayatının aşkını yaratabilirsin ama onunla beraber olamazsın!
İlham perisi kötü emelleri hemen fark eder” dedi ihtiyar.
“Ne kötü emeli be. Seviyorum ulan” diye geçirdim içimden ama bu düşüncemi yüksek
sesle paylaşamadım.
Ben boş kâğıtla bakışırken İrfan Akay bir boks antrenörü gibi ring dışından gaz vermeye
devam ediyordu: “Düşmanlarımızı zayıflatalım, dünyayı değiştirelim...”
“İyi de nasıl?”
“Bir hedef seç, o hedefe yönelik bir şey yaz...”
“Ama içtenlik kuralını ihlal etmeyecek miyiz böylece, yani planlı bir şekilde yazarsak işin
doğasına aykırı düşmez mi bu?”
“Evet ama sonuçta bunu gerçekten istemiyor musun, mesela ilaç endüstrisini
zayıflatacak bir hikâye yazmayı gönülden arzu etmiyor musun?”
“Yani ediyorum da...”
Bir süre durdum, sonra bir cesaret, aklımdakini söyledim: “Ne bileyim, mesela ilk aşkımı
canlandırmayı daha çok isterim.”
İrfan Akay’ın yüzünü bir anda ciddiyet bulutları kapladı. “Kişisel çıkarın için
kullanamazsın bu gücünü. Sistemi istediğimiz şekle dönüştürünce zaten hayal ettiğimiz
her şey gerçekleşecek. Şahsi oynayamazsın! Devrim her şeyin üzerinde olmalı. Yoksa çek
git!” dedi, her kelimeyle birlikte ses ve gerilim hattındaki elektriği artırır bir şekilde.
Öğretmeninin azarı karşısında giderek küçülen yaramaz bir çocuk gibi sustum. Akay da
demoralize olduğumu fark etti, cebinden bir paket çıkardı:
“Çiklet ister misin?”
Prospektüs
Birkaç dakika sonra ağzımda çiklet, elimde kalem, yeni hikâyemi yazmaya başlamıştım.
Hedefimi bellemiştim; ilaç endüstrisi. Onları zayıflatacak, biraz absürt, biraz komik bir
hikâyenin peşine düşmüştüm hayal evreninde. Fikir basitti; başı ağrıyan bir ana
karakterimiz var; öğretmen. Eczaneden bir kutu Aspirin alıyor, içtikten sonra içinden,
“Ben hiç bu Aspirin’in prospektüsünü okumadım” diye düşünerek prospektüsü okuyor. Yan
etkiler kısmında Aspirin’in mide bulantısı yapabileceği dikkatini çekiyor. Bunu okuduktan
bir süre sonra midesi bulanmaya başlıyor, hemen eczaneye gidiyor ve mide bulantısına
karşı Emedur alıyor. Emedur aldıktan hemen sonra prospektüse bakıyor ve Emedur’un
görme bozukluğuna yol açabileceğini okuyor. O gün okuması ve notlaması gereken yüz
tane sınav kâğıdı var, hemen eczaneden görme bozukluğunu kısa süreliğine geçiren
Federtang alıyor. Aldıktan sonra prospektüsünde Federtang’ın uykusuzluğa sebep
olduğunu okuyor, bütün gece uyuyamıyor. Hemen Nervium isimli bir uyku hapı alıyor,
mışıl mışıl uyuyor, fakat ertesi sabah prospektüste ilacın ishale yol açabileceğini okuyor
ve okur okumaz da bağırsağından gelen sesleri duyuyor. O akşam yatağa atmak istediği
kızla randevusu olduğu için hemen gidip ishali önleyen Loperamit alıyor. Loperamit’in
ishal gibi ereksiyonu da engellediğini ise kızı yatağa atınca fark ediyor. Hemen
çekmecesinden bir Viagra alıyor. Sonra kadınla seks yapıyor fakat seksin sonlarına doğru
vücudu titremeye başlıyor. Neler olduğunu anlayamıyor. Zorlukla, titreyen ellerinde
tuttuğu Viagra prospektüsünü okumaya çalışıyor. Tüm vücuduna yayılan bir titreme ve
derisinin renk değiştirmesiyle alakalı bir yan etki maddesi bulamıyor. Sonra prospektüsün
en altında küçük puntolarla yazılmış bir uyarı olduğunu fark ediyor: “Üç gün içinde
Aspirin, Emedur, Nervium, Federtang, Loperamit ve doğum kontrol hapıyla birlikte
alındığı takdirde vücutta aşırı uçlarda deformasyona ve mutasyona yol açabilir.” Karakter
rahatlıyor. “Oh iyi ki doğum kontrol hapı almadım” diye kendi kendine mırıldanıyor. O
sırada kadın adamın yanına gelmiş, “Bana mı diyorsun, evet canım kullanıyorum doğum
kontrol hapı” diyor. Adam şokta. Kadın ekliyor: “Canım, şu sırtından çıkan dikenler de ne
Allah aşkına?”
Bekleme odası
2 Mayıs 2009
“Prospektüs” isimli absürt hikâyemi İrfan Akay’a teslim ettim ve gerçekleşip
gerçekleşmeyeceğini beklemeye başladım. Varolmayanlar şimdiden tetikte, hikâyenin
gerçekleştiğine dair en ufak ipucunda operasyon başlayacak ve üst üste altı ilaç kullanıp
sonra da doğum kontrol hapı kullanan kadınla çiftleştiği için mutasyona uğrayan adama
ulaşacaklar, medyaya ifşa edecekler ve ilaç endüstrisine unutulmaz bir darbe indirmiş
olacaklar. İrfan Akay bu konuda endişeli. “Hikâyeni sevdim ama gerçekleşmeyecek kadar
absürt olabilir” dedi.
“Bu konuda bir kural yok ama. Sonuçta beş şarta uygun...” diye savunmamı yaptım.
Sakalını sıvazlayarak, “Evet haklısın, bakalım göreceğiz...” dedi.
Akşam olduğunda her türlü haber organını didik didik eden Varolmayanlar, yazdığım
hikâyeyle ilgili en ufak bir ize rastlamadılar. Babamın kalemiyle yazdığımdan beri ilk defa
bir hikâyem gerçekleşmedi. Varolmayanlar arasında hâlâ hikâyenin gerçekleşebileceğine
dair umutlu olanlar var ama İrfan Akay başta olmak üzere çoğunluk umudunu yitirdi.
İnternet, gazete, telefon taramaları hiçbir sonuç vermedi. Ya mutasyona uğrayan
öğretmen yatağa attığı kadını yedi ve kayıplara karıştı ya da hiç böyle bir şey yaşanmadı.
RİT
4 Mayıs 2009
Riskli bir hikâyeydi, koca bir binanın yanıp kül olma kısmı özellikle. Fakat İrfan Akay
mutlu görünüyordu. Daha önce beni başkalarının ölümüne yol açabilecek hikâyeler
yazmamam konusunda uyardıysa da bu hikâyenin gerçekleşmesi durumunda
kazanacakları zafer onu bu kaygılarından uzaklaştırmıştı.
Hikâyemi onlara teslim ederken içim rahattı, sabah kalktığımda tüm gazetelerin
manşetinde, tüm televizyon kanallarının sabah bültenlerinde yangın görüntülerini
göreceğimi sanıyordum. Öyle olmadı.
Dediği gibi yaptım; uzak durdum. Daha ayakları yere basan, reklam sektörünü hedef
alan, anlatım olarak kısa film tekniklerinden yararlanan bir hikâye yazdım. Hikâyenin adı
“RİT” idi. O güne kadar yazdığı reklamlarla adından söz ettiren başarılı bir metin yazarı
Murat Tekoğlu’nun yeni çıkan otomobil markası Obiz için slogan aramasıyla başlıyor
hikâye. Birkaç gece kafayı kırıp sloganı buluyor. Sloganı şu; büyük puntolarla:
“Hayalindeki araba vardı ya...” Küçük puntolarla: “Hem sağlam, hem rahat, hem
ekonomik, hem hızlı, hem klasik, hem genç...” En büyük puntolarla: “Obiz’de var...”
Reklam çok faydalı oluyor, arabanın satışları dörde katlanıyor. Özellikle gençler arabaya
rağbet gösteriyor. Fakat bir süre sonra arabanın fren aksamının bir aylık kullanımdan
sonra olur olmadık anlarda kilitlendiği fark ediliyor. Bir ay içinde gerçekleşen kazalarda
20’ye yakın insan ölüyor. Ölenlerden biri babasının yazdığı reklamın gazıyla Obiz kullanan
Çağ oluyor.
Reklam, yazarın hem hayatını hem de kariyerini karartıyor. Murat Tekoğlu istifa eder
etmez reklam dünyasına savaş açıyor. Reklamcılığın iç yüzünü ve tekniğini çok iyi bildiği
için reklamlarla piyasadaki yerlerini güçlendiren markaların itibarını sarsan eylemlere
kalkışıyor. Başlıca hedefi arabalar oluyor tabii, araba reklamlarının güvenilirliğini azaltan
yepyeni internet reklamları hazırlatıp sanal dünyadaki video sitelerinden yayınlıyor onları.
Savaşı sadece otomobil sektörüyle de kalmıyor. Ekibiyle birlikte erkeksiliği öne çıkaran
sigara markalarının billboardlarını bir gecede eşcinsellerin öne çıktığı görsellerle
değiştiriyor. Cep telefonunun zararlarını vurgulayan yeni billboard’lar hazırlatıp gece vakti
onları seçkin semtlerin en gözde panolarına asıyor. Reklam İmha Timi, yani kısaca RİT
her geçen gün büyüyor ve ana karakterimizin kontrolünden çıkıyor olay. Korsan “reklam
imha timleri” kuruluyor ülkenin dört bir yanında. RİT’in eylemleri kamuoyunun dikkatini
reklam sektörüne ve sektörün sanal hilelerine çekiyor. Dünyadaki reklam bütçelerinin
sadece yüzde 10’uyla yeryüzündeki açlığın sona erdirilebileceği gibi istatistiki bilgiler
kitleleri reklamlara karşı uyandırıyor. Reklam sektörünün itibarıyla birlikte piyasadaki
etkisi de inanılmaz bir ivmeyle düşüyor. Önce televizyon reklam kuşakları kısalıyor, sonra
gazete ve dergilerdeki reklam sayfaları azalıyor, kazançlar düşüyor ve sonuç olarak
reklamcılık saygı duyulan elit bir iş olmaktan çıkıyor.
Bir süre sonra reklamcılar, reklamverenler, firmalar bu gidişata dur demenin vaktinin
geldiğini düşünüyorlar. İstanbul’da uluslararası bir toplantı düzenliyorlar. Patronların bir
kısmı ana karakterimiz Murat Tekoğlu’nu temizlemekten yana. Kaza süsü vererek onu
öldürürlerse ve örgütün belli başlı öncülerini de rüşvetle kendi saflarına çekerlerse bu
toplu eylemi sona erdireceklerine inanıyorlar. Patronlar tam buna karar verirken
aralarından bir tanesi söz hakkı istiyor. “Beyler böyle olmamalı, bu bize yakışmaz. Mafya
mıyız biz?” diyor. Bir anda tüm patronlar vicdan muhasebesi yapıyorlar ya da yapmış gibi
davranıyorlar. Oysa bu sürpriz çıkışın vicdanla, insafla, adaletle, insaniyetle alakası yok.
Ahlak mesajı vermesi beklenen patron devam ediyor: “Bugüne kadar firmalarımızı
reklamla ve pazarlamayla büyütmedik mi? Ürünlerimizi özellikle kısa zamanda
eskiyebilen, bozulabilen, modası geçen bir şekilde üretmedik mi? Güneş enerjisinin
kullanımını yıllarca engellemedik mi? Dünyanın ömrünü kısaltma riskine karşın enerji
tasarrufu için çalışan bilimadamlarını sindirmedik mi? Bunları yaparken en büyük silahımız
reklam olmadı mı bizim?”. Diğer patronlar ona katılıyor ama bu konuşmanın bir yere
varmayacağını düşünenler de yok değil. Bir tanesi “Ne demek istiyorsun?” diyor.
Sonraki sahneye geçiyoruz. Patronların RİT’i imha planı uygulamaya geçiyor ve yaşayan
en kurnaz reklam yazarlarına sipariş edilen RİT reklamları insanların gözlerine sokuluyor.
Televizyonlarda, billboard’larda, duraklarda, dergilerde, gazetelerde RİT’in reklamları
dönüp duruyor. “Biz ne dersek odur! RİT”, “Katıl bize, dur de! RİT”, “Saksıyı çalıştır, RİT
onaylı ürünleri kullan”, “RİT: Kötü reklama hayır, iyi reklama evet” gibi sloganlarla RİT’in
kendi doğasına zıt şekilde reklam bombardımanı yaptığı sanılıyor. Murat Tekoğlu ve
kurmayları, yasadışı bir kuruluş oldukları için isimlerinin bu korsan reklamlarda
kullanılmasını engelleyemiyorlar. Zamanla RİT’e karşı şüpheler artıyor. Patronların
kiraladığı gazeteciler “RİT meğer bir reklam kampanyasıymış” gibi köşe yazıları yazıyor.
RİT’in agresif reklamları ve dominant tavrı RİT’e sempati duyan halkı kısa zamanda karşı
cepheye geçiriyor. Reklam şirketlerinin patronları gazetelerde “Bir zamanların anarşist
eyleminin maskesi düştü” diye haberler çıkarıyor. Magazin sayfalarının out listelerinin
zirvesine çıkıyor RİT. Zamanla gazetelere boy boy, televizyonlara dakika başı,
billboard’lara sokak başı reklamların yeniden girdiğini görüyoruz. Önce televizyonların
reklam kuşakları uzuyor, sonra gazete-dergilerin reklam sayfaları çoğalıyor, bütün
panolar, hatta grafitti yapılan duvarlar, tarihi binaların duvarları bile teker teker
reklamlarla donatılmaya başlanıyor. Gazetede bir haber: “Reklamsız hayat sınıfı
geçemedi. Reklamlar artık her yerde...”
Yıllar geçiyor... Oğlundan sonra hayattaki tek savaşını kaybedince Murat Tekoğlu intihar
ediyor. Hakkında çıkan gazete haberlerini görüyoruz. Tam sayfa ilanın köşesinde kalmış
ufacık bir haber: “Reklama meydan okuyan adamın son vedası...”. Bir diğer gazetede
kocaman araba reklamının kıyısında köşesinde kalmış minnacık bir haber: “Bay anti-
reklamın erken ölümü”. Televizyon ana haber bülteninde son haber oluyor, spiker
“Reklam dünyasına kafa tutmasıyla tanınan eski reklamcı, aktivist, eylemci, anarşist
sanatçı Murat Tekoğlu vefat etti. Şimdi reklamlar...”
Son sahnedeyiz. Cenazesi kaldırılıyor. Mezar taşını görüyoruz. Üzerinde 1970-2013
yazıyor. Tepede kocaman bir levha: “Hayalindeki mezar taşı vardı ya... Ondan bizde var”
yazıyor. Mezarlığın dışında her yerde reklamların döndüğünü görüyoruz ama sonra
reklamların hiç beklemediğimiz bir yerde daha döndüğünü fark ediyoruz; Murat
Tekoğlu’nun mezar taşından uzaklaştıkça, diğer mezar taşlarının üzerindeki ufak dijital
monitörlerde çeşitli reklam filmlerinin gösterildiğini görüyoruz. Bazı mezar taşları üç
boyutlu hologramlar yansıtıyorlar. Hatta bazıları müzikli! Araba reklamları, cep telefonu,
şebeke ağı, kıyafet, mayo, yiyecek, konut sitesi, dondurma, krem, şampuan, tuvalet
kâğıdı reklamları... Arada da o mezar taşında ismi olan kişinin hayatından kareler
gösteriliyor.
Cenazeye gelen RİT üyeleri Murat Tekoğlu’nun cesedi gömüldükten ve son dualar
edildikten sonra birbirlerine bakıyorlar. Senkronize bir hareketle pantolonlarının sol
tarafını yırtıyorlar. İşte o zaman, bacaklarına bağladıkları beyzbol sopaları görünüyor.
Sopaları ellerini alıyorlar ve mezar taşlarındaki reklamlara girişiyorlar. Reklam tabelaları,
hologram aletleri, hepsi paramparça oluyor. Reklam filmlerinin hipnotize edici cıngılları
bozularak kesiliyor, yerini kırılma seslerine, parçalama gürültüsüne, cam şıngırtılarına
bırakıyor.
Küllerinden doğan RİT üyeleri mezarlığın çıkışına doğru ellerinde beyzbol sopalarıyla,
dünyayı değiştirmek üzere olan süper kahramanlar ordusu nizamında yürüyorlar.
Ekranda “Son” yazıyor. Oyuncu isimleri ve filmde çalışanların isimleri geçiyor. Son
karede ise: “Sponsored by Wiltongate Baseball Bats” yazıyor.
Sinematografik bir “reklamdan kaçış yok” hikâyesiydi, bitirdiğimde şahsen memnun
kalmıştım. İrfan Kudret Akay da beğendi, “Sonunda onların galip gelmesi hikâye adına
iyi, bizim adımıza kötü olmuş, ama acelemiz yok, hemen anında bu sistemi çökertecek
halimiz yok. Alıştıra alıştıra olmalı... Tarihleri iyi koymuşsun, en azından bir süre reklam
dünyası kan ağlayacak” dedi. Yüzünde tehditkâr bir ifade asılı kaldı.
Tatil
5 Mayıs 2009
Uyanır uyanmaz bir koşu bakkala gidip kaç tane gazete varsa birer nüsha alıp eve
döndüm, hepsini masanın üzerine fırlatıp sayfalarını çevirmeye başladım. “Reklam Çağı
Sona Mı Eriyor?”, “Reklam Panolarındaki Değişiklikler Markaları Zora Sokuyor”, “RİT İsimli
Örgüt Dün Geceki Reklam Panosu Eylemlerinden Sorumlu Olduğunu Açıkladı”, “Bu RİT
Nedir, Reklamlar Gerçekten Yalan Mı Söylüyor?”, “Reklam Krizi Çığ Gibi Büyüyor” gibi
başlıklar, haberler, cümleler aradım durdum, gazetelerden sonra internete ve televizyona
da baktım... Nafile, dün yazdığım hikâyeden eser yoktu dışarıda.
Canım sıkıldı. Araba mezarlığına gitmedim, gidemedim. Evde oturup Metin Abi’nin
verdiği Katip Bartleby’i okudum. Kitapta patronun her istediğini “Yapmamayı tercih
ederim” diyerek yanıtlayan bir katip anlatılıyor. Hayalcilerin tembellik manifestosu gibi bir
şey... Ama bence bu hikâyedeki patron da en az Bartleby kadar büyük bir hayalci çünkü
en sonuna kadar çalışanına karşı en ufak bir yaptırımda bulunamıyor. O kadar komik ki
hali...
Bugün ben de “yapmamayı tercih ediyorum” ve hiçbir şey yazmıyorum. Hayalgücüm
biraz şarj olsun.
Yaratıcı ve mucit
6 Mayıs 2009
Hayalcilerin kalesine gittiğimde İrfan Kudret Akay’ın yüzünden düşen bin parçaydı.
Düşünceli düşünceli sakalını sıvazlıyordu. Sağ kolu Balıkçı kafasını eğmiş yanında
duruyordu. Can sıkıcı sessizliği bozmam gerekiyordu, “Hocam, keramet gerçekten
kalemde miydi?” diye sordum. Beni bir anlamda aklayan bir teoriydi bu. Fakat Akay’ın bu
teoriye pabuç bırakmayacağını baştan biliyordum.
Sesini bir tık yükselterek “Kalemle alakası yok” dedi. Sonundaki noktanın duyulur
olduğu bir cümleydi. Yine de tıpkı işyerimdeki müdürüm gibi beni susturmasına, teorimi
kestirip atmasına, sessizliği ve bakışlarıyla tüm suçu bana atmasına tahammül
edemiyordum.
“Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?” dedim ve cebimden kalemimi çıkardım. Sesimi bir
gıdım daha yükselttim ve kalemi avuçlarımın içinde sıkıca tutarak “Bu sonuçta o kalem
değil. Kırmasaydın her şey çok daha net olurdu” dedim.
Bir süre bana baktı, sonra sağa doğru eğilerek çekmecesini açtı. Yine çekiç mi çıkaracak
diye düşünürken bir avuç dolusu kalemi masaya boca etti. Hepsi de babamın kaleminin
aynısıydı. Aralarından bir tanesi seloteyplerle yapıştırılmış bir kalemdi.
“O gün kırdığım kalem buydu. Babanın kullandığı kalem ise şu anda kullandığın kalem
zaten. Ona bir şey yapmamıştım” dedi ve masanın üzerindeki kalemlerden birini aldı,
masasının yanındaki kuaförlerin sterilizasyon makinelerine benzeyen cihaza yaklaştı,
cihazın kapağını açtı, kalemi onun içine koyarmış gibi yapıp gömleğinden içeri soktu, bu
hareketini yavaş çekimde gösterdi, kutunun açısını değiştirip içinde kalemin bir
benzerinin olduğunu da görmemizi sağladı. İyi de neden durup dururken böyle bir el
çabukluğu şovu yapmaya gerek duymuştu ki?
“O kaleme bağlı kalmaman için bunu yapmalıydım. Hayalgücünü tek bir objeye
hapsetmemeliydin. Ama bunu başaramadın” dedi.
Peki, babamın kalemini görmeden önce onun aynısının tıpkısını nasıl imal etmişti?
İrfan Akay bir süre durdu, anlatacağı hikâyeyi kafasında kurguladı, kullanacağı
kelimeleri tarttı ve açtı ağzını, yumdu gözünü: “Bu kalemleri de, babanın kalemini de ben
yaptım. Hiçbirinin bir diğerinden farkı yok.”
“Anlayamıyorum.”
“Ben babanın en yakın dostundan öteydim, onun yardımcısıydım aynı zamanda. O
hayaller kurardı, ben ise onları nasıl gerçekleştirebileceğimiz üzerine hesaplar, planlar
yapardım. Kafam işin tekniğine, mekâniğine daha çok çalışırdı. Önce babanın yazdığı bazı
hikâyelerdeki karakterleri daha iyi canlandırması için çizdim. Baban çizimlerimi çok sevdi.
Sonra onlara üç boyut kazandırmaya başladım. Önce kartondan adamlara, sonra bez
oyuncaklara dönüştü bu çalışma. Metin’in hayal dünyasındaki karakterlerini voodoo
bebekleri gibi yaratıyor, babanın zihnini açıyordum.
Üniversitede endüstriyel tasarımda okudum, bir arkadaşımın atölyesi vardı, orada
babanın hikâyelerinde konu ettiği evleri, arabaları, objeleri yaratabiliyordum. Kimsenin
bilmediği, okumadığı hikâyelerin maketlerini yapıyordum. Bu benim için hem bir hobiydi
hem de bir antrenmandı. Hiçbir zaman karşılık beklemedim. Sonuçta sıfırdan hayaller
kurabilen bir adam değildim ve bu işbirliği sayesinde en azından hayranlık duyduğum bir
adamın hayalgücünü tetikleyen, hayal ettiklerini cisimleştiren şeyler yaratıyordum. Bu
benim için paha biçilmez bir deneyimdi.
Baban bir süre sonra yazdıklarını benimle paylaşmamaya başladı. Önce sebebini
söylemedi. Bir gece benim çok üzgün olduğumu görünce açıldı: “Yazma eylemini her
zaman büyüleyici bir serüven gibi görmüşümdür. Fakat birkaç ay önce yazarken
gerçekten de bir büyünün, bir gücün etkisi altında olduğumu fark ettim. Hani bir şey
yazarsın ve yazdıktan sonra baktığında ‘Bunu ben mi yazmıştım’ dersin ya, işte bu anı her
geçen gün daha fazla yaşamaya başladım. Daha da tuhafı; yazdıklarımın kâğıt üzerinde
kalmadığını fark etmeye başladım. Mars’ta geçen bir hikâye yazdım, bir ovanın adını
Sagan ovası koymuştum, bir gün sonra Mars’taki bir ovaya Sagan adı verildiğini okudum.
Bunun gibi ufak ufak, tesadüf de olabilecek birçok şeyle karşılaşmaya başladım. Bunun
üzerine düşünürken sahaflarda buna benzer olayları ele alan kitaplarla karşılaştım. Hepsi
de baskısı tükenmiş, kıytırık yayınevleri tarafından basılan kitaplardı. Ucuz new age
kitapları, bilim dünyasının kabul etmediği bilim kitapları, kuantum fiziği teorileri, tuhaf
tuhaf kuramlar... Bu kitaplardaki parçaları birleştirdim ve karşıma inanılmaz bir yapboz
çıktı” dedi.
Sana sinema salonunda anlattığımız Hayalgücü Kuramı’nı benimle paylaştı. Önce
inanmadım ona, tıpkı senin başta bana inanmadığın gibi, fakat sonra bir bir kanıtlar
sunmaya başladı. Dünyanın dört yanından tuhaf olaylar ve o olayların aslında bir yerlerde
yazılmış bir hikâyenin etkisiyle oluştuğu üzerine... Kendi de bu yönde çalışmalar
yapıyordu ama bunun için çok yoğun bir konsantrasyon ve sana daha önce bahsettiğim
kurallara uyulması gerektiğini içten içe biliyordu. En çok önemsediği ise bir düşün hep
beraber kurulması gerektiği üzerineydi. O yüzden buranın hayalini kurdu: Bir
Varolmayanlar üssü. “Bir otomobil mezarlığının ortasında olmalı” demişti. Planlar çizdim,
ona gösterdim, beğendi. Fakat elinde bu üssü dolduracak sayıda Varolmayan’ı
uyandıracak, onları ikna edecek ve buraya bağlayacak bir kanıtı yoktu.
Bir gün bir hikâyesinde kelebeklerin istilasını yazdı, o yaz daha önce görülmemiş
çoklukta bir kelebek ordusu tam da babanın dediği yere uçtu. Bu soluk “gerçekleşme”
vakası onu kamçılaması gerekirken o tam tersine bu gücü zorlamaktan vazgeçti.
“Kelebek Etkisi” isimli bu hikâyesinde kelebekler bir köprüye dadanıyorlar, kelebeklerin
uçuşmasından dolayı önünü göremeyen bir şoför aracıyla birlikte köprüden uçarak nehre
düşüyordu. Ertesi günkü gazetelerde şoförün kurtulduğu yazsa da baban bu olaydan
sonra hayalgücünü gerçekliği değiştirmek için bir daha kullanmamaya yemin etti. “Bu çok
tehlikeli. En masum hikâye, birilerinin ölümüne yol açabilir” dedi.
Bu güçten korktuğu için masalcı oldu. Masallar şimdiki zamanda değil, masal evreninde
ve masalsı bir zamanda geçtiği için gerçeklikte bir değişikliğe sebep olmaz. Hayalcilerin
öte dünyasıdır, cennetidir masal evreni. Metin, çok da iyi bir masalcıydı. Fakat bir
noktadan sonra başkalarının çocuklarına masal yazmak onun gücüne gitmeye başladı.
Çocuk sahibi olamıyorlardı. Bu ikisinin arasını açan bir konuydu.
Sonra babanın aklına bir hikâye geldi. O hikâye için çok uğraştı. Onun için o kadar
hayati bir öneme sahipti ki, hikâyede bahsi geçen kalemi imal etmemi istedi. Hikâyenin
ilk bölümlerini ve kalemle ilgili düşündüğü detayları benimle paylaştı. Çalıştığım fabrikada
fazla mesaiye kalarak bu kalemden bir düzine ürettim. O esnada babanın üzerinde
çalıştığı hikâyenin devamını bilmiyordum. Bana anlattığından çok daha önemli bir şeylerin
döndüğünü biliyordum çünkü baban her şeyi inanılmaz bir gizlilikle yürütüyordu. Bu
kalemi ona verdikten sonra benzerlerini kendime sakladım. Baban sonra annenle
güneyde bir kasabada inzivaya çekildi. Nereye gittiklerini bile söylemediler. Bir yıla yakın
bir süre ondan haber alamadım. Sonra bu süre zarfında nihayet annenin hamile kaldığını,
bir oğlunun olduğunu ama doğum sırasında annenin...” dedi ve durdu.
Yutkunduktan ve bana duyduğum şeyi tüm yönleriyle algılamam için vakit tanıdıktan
sonra devam etti.
“Annenin öldüğünü öğrendik. Baban yıkıldı. Kendine gelemedi. Ondan sonra yazdıkları
asla daha önce yazdıklarıyla yarışamadı. Varolmayan üssünden ve kurduğu hayalden
tamamen vazgeçti.”
Bu son iki cümleyi çok net duymamıştım çünkü her ne kadar anlattığı hikâyede babamla
ve annemle ilgili hayati bilgiler edinmiş olsam da, tüm merakım sadece bir bilgiye
odaklanmıştı. Evet, babam içinde bulunduğum organizasyonun fikir babası ve
kurucusuydu. Buranın şu anki lideri İrfan Akay ise babamın hayallerinin mucidiydi. Fakat
ben bu bilgilerden daha çok babamın Akay’a sipariş ettiği kalemle ne yazdığını merak
ediyordum. Hemen sordum:
“Peki sizin imal ettiğiniz kalemle, inzivaya çekildiği dönemde babam ne yazdı?”
İrfan Kudret Akay dimdik gözlerimin içine baktı. Yanıtı biliyor gibiydi ama tam tersini
söyledi:
“Baban o kalemle ne yazdı, hiçbir zaman ortaya çıkmadı.”
Şüpheye mahal veren bir ifade kullanmıştı. O yüzden vurgulayarak tekrar sordum:
“Size bile göstermedi mi?”
Akay kafasını aşağıya indirdi, gözlerini benden kaçırarak “Hayır,” dedi. İkna olmadığımı
fark edince, “O hikâyeyi herkesten sakladı” diye ekledi.
“Nerede sakladı?”
“Bilmiyorum oğlum. Hikâyelerini günlüklerine yazıyordu o dönem.”
Net bir yanıt vermese de dile gelen bir hazine haritası gibi ipuçları vermişti. Babamın
bütün günlükleri, yani tüm o eski Ece ajandaları evdeki sandığın alt bölümüne
yerleştirilmişti.
Onlara tüm hayatım boyunca hiç bakmamıştım. Babamın özel hayatına girmek
istemiyordum, oysa şimdi o günlüklerde hikâyelerinin yattığını öğreniyordum. Bunu
bilsem de, bakar mıydım, hiç sanmıyorum. El yazısıyla yazılmış hikâye taslaklarını
okumak bana göre değildi. Bitmemiş, tamamlanmamış, son cilası çekilmemiş, temize
çekilmemiş hikâyeleri okumak yazarı babam olsa bile o hikâyenin yazarına haksızlık
olurdu. Fakat şimdi işler değişmişti, o günlüklerde sadece babamın hikâyeleri değil, kendi
hayat hikâyemdeki bazı boşlukları dolduracak önemli bir bilgi yatıyordu. Bunu öylesine
yoğun bir duyguyla seziyordum ve merakıma o kadar ket vuramıyordum ki, bu bilgiye
ulaşmak için hayalcilerin üssünden rekor hızla çıktım. Mezarlığın kapısına doğru delicesine
koştum. Sonra taksi bulabilmek için ana yola kadar koştum, koştum... Yorgunluğumu
hissetmeden, ıssız yolda en ufak korku duymadan, nefes almadan... Koşarken geçmişimi
tarıyordum...
Taksinin arka koltuğuna yayılır yayılmaz yasladım kafamı cama. Arabalar, otobüsler,
kamyonlar, onların içindeki insan siluetleri vızır vızır geçiyorlardı, oysa benim gözümün
önünden geçen tek şey çocukluğumdu... Babam sürekli yazı yazdığı için kâğıt ve kalemin
birlikteliğinden doğan hışırtı fonunda yaşadığım o tuhaf yıllar... Halının üzerinde oyun
oynayan bir çocuk, masada yazan bir adam. Televizyon izleyen bir çocuk, koltukta yazan
bir adam. Salıncakta sallanan bir çocuk, bankta yazan bir adam. Yazan bir adam, hep
yazan bir adam...
Bir anda üzerime binen yorgunluğa rağmen apartmana girer girmez merdivenden koşar
adımlarla çıktım. Kapımın anahtar deliğine anahtarı titreyen ellerle sokmaya çalışırken o
kalemi düşündüm. Babamın, İrfan Kudret Akay’a sipariş ettiği o kalemi... Ne özelliği vardı
ve babam onu ne yazmak üzere sipariş etmişti?
Küçük odaya yürürken artık aklımda hiçbir şey yoktu. Sandığı açtım, günlüklerin üstünde
duran öteberiyi biraz hoyratça çıkarıp yere fırlattım. Sonra günlüklerin üzerindeki tarihlere
bakarak benim doğumumdan bir sene önceki günlüğü bulmaya çalıştım. Düzensiz bir
adamdı babam, o yüzden arayışım bir süre devam etti. Sonra o döneme ait yirmiye yakın
günlüğü ayırdım, yanıma alıp çalışma odama geçtim.
Pekala... Buraya kadar geldim, ya bundan sonrası? Nasıl anlatabilirim, nasıl?
Var ediliş
Soru...
7 Mayıs 2009
Bir gün geçti. Hâlâ günlüklerde neyle karşılaştığımı hangi kelimelerle nasıl ifade
edebileceğim hakkında en ufak bir fikrim yok. Ölü lisanlardan yeni kelimelere, antik
filozoflardan duyulmamış kavramlara, rüya âleminden uçuk hatıralara ihtiyacım var.
Bir insan, bir ölümlü, bir varolan, yoktan var edilişini nasıl yazabilir?
Varolmayan I
8 Mayıs 2009
Daha önce hayalgücümde dönüp dolaşan hikâyeleri zapt etmek için kâğıt kaleme
sarıldığım gibi, günlüklerden öğrendiğimle başa çıkmak için de aynısını yapmaktan başka
çarem olmadığını geçen iki gün boyunca anlamış bulunmaktayım. Her ne kadar elimde
tuttuğum bu kalem, arada bir ucunu batırdığım bu mürekkep hokkası ve önümde uzanan
boş sayfalar bana her zamankinden daha tehlikeli görünseler de dünyada onlardan başka
bana yardımcı olabilecek bir canlı veya bir cisim yok.
Babama ait günlükleri okumaya, doğumumdan tam bir sene önce yazdığıyla başladım.
Okuduğum ilk günlükte babam çocuk sahibi olamamanın evde yarattığı gerilim ve derin
üzüntü hakkında yazmıştı. Seçtiği kelimeler ve anlatımı o kadar samimiydi ki sanki
annemle babamın arasındaymışım gibi üzüntülerini tüm benliğimle hissedebiliyordum.
Her yöntemi denemişlerdi ama işe yaramamıştı. Çocuklar için yazan ve çizen, ülkedeki
tüm çocukları hayalleriyle mutlu eden, fakat kendilerini mutlu edemeyen bir çift...
İkinci günlüğe geçtim. Babam, İrfan Kudret Akay’a bahsettiği hayalgücü teorisinden
dem vurmaya başlıyor bu günlükte, “İrfan, zamanında ona bahsettiğim hayalgücü
kuramımdan vazgeçmemem gerektiğini söyledi yine. Bunu rafa kaldıralı çok olmuştu ama
İrfan bana her fırsatta hatırlatmayı sürdürüyor. Bu teoriyi oluşturduğum günlerde kafam
yerinde değildi ki. Çok ağır olmasa da uyuşturucu kullanıyordum ve hayatımda hiçbir şey
yolunda gitmiyordu. Boşluğu doldurmak için öylesine bir şey uydurmuştum, İrfan’ın bunu
hâlâ bu kadar ciddiye aldığına inanamıyorum. Bu hayali kurduğumda, beraber
geliştirdiğimizde sadece 23 yaşındaydık Allah aşkına! Şimdi 40’larımızı yaşıyoruz” diye
yazıyordu.
Her gün yeni bir şey öğreniyordum, bugün de babamın uyuşturucu kullandığı bilgisini
edinmiş oldum. Öyle görünüyordu ki, İrfan Akay’ın uğruna koskoca bina inşa ettiği,
kapsamlı bir organizasyon kurduğu teori, babamın üfürük takıldığı dumanlı günlerin ürünü
bir şakadan ibaretti. Bu bölümleri okudukça birkaç aydır parçası olduğum ve varoluşumu
temellendirdiğim organizasyona olan inancım da büyük oranda azaldı. Fakat günlüğün
ilerleyen kısımlarında işin seyri değişecekti.
Sonraki günlükte aradan bir ay geçiyor; babam yine İrfan Akay’la birlikte ve konu yine
“hayalgücü kuramı”. Babam “Bu kuram doğru olsaydı, bugüne kadar yazılan hikâyelerin
en azından biri gerçekleşirdi” diyor, İrfan “Yaşanan tuhaf olaylarla, o dönemde yazılan
hikâyelerin bazılarını ilişkilendirdiğimizi biliyorsun... Hem senin o günlerde düşündüğün
gibi, hayal edilen her şeyin gerçekleşmesi için önce güç kazanmamız, gerçekçilerin
kapattığı kapıyı açmamız gerekiyor” diye onu yanıtlıyor. Babam kendi kuramını çürütmek
için adeta kıvranıyor. “İrfan, bu benim düşündüğüm, bazı bulgulardan yola çıkarak
oluşturduğum bir kuram, teori falan filan değil. Bu kafam güzelken, aldığım maddelerle
bulutların üzerinde gezinirken uydurduğum bir, bir, bir şey işte, bir düş, bir fantezi.” İrfan
onu “Ama sonra bunun doğru olabileceğine dair kanıtlar buldun, benim gibi mekânik bir
adamı bile inandırmayı başardın” diyerek yanıtlıyor. Babam pes eder tonda “Ben sadece
uçuk bir kuramın boşluklarını doldurdum” diyor.
İrfan Akay, “Hayır. Sen bize sunulan gerçeklikteki bir açığı yakaladın, sonrası da çorap
söküğü gibi çözüldü. Kanıtları buldun, kuralları icat ettin. Yalvarırım yapma, bu bir
otçunun fantezisinden ibaret değil. Bunu sen de biliyorsun” diyerek ısrarlı bir savunma
avukatı gibi üzerine gidiyor. Böylece İrfan Akay’ın “Bunu sen de biliyorsun” cümlesini
kullanmayı ne zaman alışkanlık haline getirdiğini öğrenmiş oldum.
Babam, “Diyelim ki doğru; kolektif hayalgücüyle gerçekliği değiştirebiliyoruz. Ya da
gerçekçi diye kodladığımız adamları bastırdığımız zaman yazdıklarımızı varoluşun bir
parçası yapabileceğiz... İyi de bunu nasıl yapacağız? Nereden başlayacağız? Artık
yaşlandık...” Bu noktada İrfan Akay masadan kalkıyor; babamın gözlerinin içine bakarak,
“Bu hayali kendi hayalin gibi sahiplenirsen, şüpheciliği bırakırsan, eminim bir açık
yakalayacaksın. İnanman yeterli” diyor ve kalkıp gidiyor. İrfan Akay’ın söyledikleri babamı
etkiliyor, o gece bu düşüncelerle yatınca ufkunu açan bir rüya görüyor.
Ertesi günün günlüğünde anlattığı rüyasında, öğrenciyken üzerine tez yaptığı Pergamon
Krallığı’nı görüyor babam. Pergamon Krallığı dönemin en büyük kütüphanesine sahip,
filozofları ve yazarlarıyla meşhur Ege Bölgesi’nde, bugünkü Bergama civarında kurulmuş
antik bir uygarlık. Parşömen bir yazı aracı olarak burada keşfedilmiş. Mısır Kralı,
Pergamon Kütüphanesi onların İskenderiye Kütüphanesi’ni geçmesin diye papirüs ihracını
yasaklıyor. Fakat Pergamon Kralı pes etmiyor, kütüphanesini dönemin en büyüğü yapmak
için mucitlerini devreye sokarak hayvan derisinden parşömeni ürettiriyor. Kaz tüyüyle
parşömene yazılıyor yeni kitaplar.
Babam rüyasında bu dönemin sonrasındaki kral olarak görüyor kendini, tahtta oturuyor.
Kafasındaki tacı hissediyor. Sarayın her yerinde Varolmayan simgesi 0’ı görüyor.
Sütunlarda, heykellerde, çeşmelerin üzerinde... O sırada sarayın devasa kapısı açılıyor ve
içeriye beş kişilik bir grup giriyor. En önde duran adamın elinde üstü ipek örtüyle
örtülmüş bir tepsi var. Beş misafir uzun holde yavaş yavaş yürüyerek krala doğru
yaklaşıyorlar. En öndeki adamı tanıyor babam, parşömenin üretilmesini sağlayan
mucitlerden Antialos. Beşi birden kralın önünde eğiliyorlar, Antialos elindeki tepsiyi
uzatıyor, bir sihirbaz edasıyla tepsinin üzerindeki ipek örtüyü çekiyor.
Tepsinin üzerinde Varolmayan sembolünün işlendiği bir kalem ve bir mürekkep hokkası
görüyor babam. Gümüşi bir kalem, tan kırmızısı bir hokka. Babam kalemin ne olduğunu
bilse de bu obje rüyadaki kral için yabancı. “Bu nedir?” diyor. Mucit “Bana daha rahat
yazabileceğiniz, hiçbir medeniyette olmayan bir yazı aleti emrettiniz. İşte karşınızda
efendim. Bu, kralım, sadece yazmaya, belgelemeye değil, hayalleri yeryüzüne çıkarmaya
da yarayacak eşsiz bir kalem” diyor. Daha sonra ne kadar dayanıklı olduğundan,
mekânizmasında zamanın en komplike makara sisteminden minyatür çıkrıklar
kullandığından, aynı zamanda hafifliğinden ve şıklığından bahsediyor. Yüzünde tribal
dövmeler olan diğer adam, Pergamon’un madencisi Luteryus, kalkıyor ve kalemin dış
kabında kullanılan maddeyi hangi elementleri karıştırıp yaptığını, ortaya çıkan maddenin
dünyada eşinin benzerinin bulunmadığını süslü sözlerle anlatıyor. Ardından aralarındaki
kadın ayağa kalkıyor, kapüşonunu arkaya atarak yüzünü meydana çıkartıyor, yumuşak
ama hipnotize edici bir sesle kalemin kudretinden söz ediyor. “Ben Kâhin Perdu’yum”
diyor ve ekliyor: “Bu kalem, var olmayanı var edecek, yok edileni yokluktan geri
getirecek. Bu kalem ki, gölgelere cisim verecek. Ve bir gün düşler yeraltına saklandığında
bu kalemle var edilen, Var Eden olacak, bu kalem ve bu mürekkeple hayalleri yeniden
gökyüzünün hâkimi yapacak.”
Babam rüyanın bu noktasında eline kalemi alıyor, alır almaz da bütün vücuduna yayılan
bir güç akımıyla sarsılıyor. Kalemin parlak yüzeyi üzerinde gezinen perileri, melekleri,
ejderleri ve gökkuşağı krallıklarını görüyor. Sonra kalemin üzerindeki hayaller yerlerini
kâbuslara bırakıyor; melekler iblislere, periler canavarlara dönüşüyorlar. Vücudunda
gezinen güç de şekil değiştiriyor; kollarındaki damarların gözle görünecek kadar
kabardığını, elindeki damarlardan kapkara bir sıvının vücuduna doğru yayıldığını görüyor.
Dehşetle kalemi bırakıyor elinden.
Kalem yere düşer düşmez, paramparça oluyor, etrafındaki her şey, sütunlar, taht, tüm
saray, etraftaki insanlar da kalem gibi çatlayıp kırılıyor, küle dönüşüp rüzgârda dağılmaya
başlıyorlar. Rüya böyle bir kâbus manzarasıyla sona eriyor.
Babam rüyayı günlüğüne ana hatlarıyla yazdıktan sonra anneme anlatamıyor, hemen
İrfan Akay’la görüşmeye gidiyor. Akay rüyayı büyük bir sevinçle karşılıyor, “Bu bir rüya
değil, bir vahiy. Sana nasıl yaratacağını anlatıyor” diyor. Babam bu noktadan sonra bu
konuda hangi tarafta olduğunu şaşırıyor, yazdığı cümleler noktalanmadan yarım kalıyor,
kafasının karışık olduğu her halinden belli oluyor. O da konuyu bir çözüme
ulaştırmaktansa görmezden gelmeyi tercih ediyor.
Bir aylık süreyi kapsayan iki adet Ece Ajandası sıradan olaylarla dolu. Sonra hiç yok
olmayan “çocuk sahibi olamama” gerilimi yeniden tüm şiddetiyle kendini göstermeye
başlıyor. Bu gerginlikle karışık eksiklik duygusu babamla annemin hayatlarını olduğu
kadar, işlerini de sarsıyor. Yayınevine yetiştirilmesi gereken kitaplara bir türlü
başlanamıyor, çizimler ise istendiği gibi olmuyor. Babam günlüklerinde daha çok kendi
hakkında yazsa da satırlarının arasında aynı evde yaşayan annemin derin acısını
hissedebiliyor; evin bir köşesinde fırçasını kaldırmaya üşenen, çizme, resmetme
güdüsünü tamamen kaybetmiş annem gözlerimin önüne geliyor. Babamın çaresizliği
giderek büyüyor.
Bir gün babam yine o rüyayı görüyor. Sanki rüya ısrarla bir çıkış yolu fısıldıyor gibi...
Babam bu sese kulak veriyor bu defa. Uyanır uyanmaz rüyasını hikâyelendiriyor,
hikâyesinde kalemi en ince ayrıntısına kadar tarif ediyor, sonra yazdıklarını İrfan Akay’a
veriyor ve ondan kalemi üretmesini istiyor. İrfan Akay çok hızlı çalışarak bir hafta
sonrasına kalemi imal ediyor. Kara bir kutunun içinde babama uzatıyor. Babam kalemin
rüyasındakiyle neredeyse birebir aynı olduğunu görerek şaşırıyor, teşekkür edip gidiyor.
Mürekkep hokkasını bir antikacıdan buluyor, hokkayı rüyasındakine benzer biçimde
işliyor, mürekkebi ise kendi üretiyor. Bu konuda kitaplar okuyor ve mürekkebi üretirken
her bileşenini doğadan kendi eliyle topluyor. Bal, yumurta sarısı, mantar gibi
hammaddeleri bir büyücü edasıyla tenceresine, kendi tabiriyle “cadı kazanı”na atıyor.
Mürekkebin koyu mor rengini ısırgan otu, yabani safran kökü ve kendi eliyle avladığı bir
mürekkep balığından elde ediyor. Rüyasında gördüğü mürekkebin kıvamını yakalayınca
hokkasını dolduruyor. Bir yıla yakın sürecek olan inziva hayatlarının hazırlığı böylece sona
ermiş oluyor.
Babam güneyde bir ev tutuyor, yakınında başka bir ev veya yerleşim merkezi olmayan
ıssız bir villa bu. Annemi de ikna ediyor. Taşınmadan önce akrabalarına ve yakın
çevresine “Üzerinde çalıştığımız kitapları bitirmek için bir süre yalnız kalacağız, merak
etmeyin” diyerek açıklıyor bu kaçışı. Herkes bu inziva sürecine annemin hamile kalması
için doktorların tavsiye ettiği “stressiz, her şeyden uzak bir hayat” prensibinden yola
çıkarak başvurduklarını sanıyor.
Aslında bu bir yanılgı değil. Babam gerçekten de annemin hamile kalması için bu uzak
villayı tercih ediyor. Fakat annemi klasik yöntemlerle değil, sıradışı bir yöntemle hamile
bırakmayı deniyor!
Babam önce gerçekliğe doğrudan müdahale edebilecek bir kalemin hayalini kuruyor,
sonra bunu gerçekten yapabildikleri Pergamon Krallığı’nda geçen rüyasında o kalemi ve
mürekkep hokkasını görüyor. Bunu bir vahiy olarak kabul edip kalemin yapımını mucit
arkadaşına bırakıyor. Bir bakıma gerçekçilerin kapadığı kapıyı açmak yerine, hikâye içinde
hikâye yazıp, o hikâyenin içindeki bir objeyi yaratarak arka kapıdan içeri giriyor. Sonra da
hayal dünyalarından ısmarladığı o kalemle bir hikâye yazıyor. Annemi bir kalem ve
mürekkeple hamile bırakıyor! Beni bir hikâyeyle var ediyor...
Varolmayan II
9 Mayıs 2009
Yazılanların gerçekleşmesi için beş şart var demişti bana İrfan Akay. Babamın,
doğaüstü yollarla çocuk sahibi olması için o beş kurala da uyması gerekiyordu.
“İnandırıcı” olması gerekiyordu. Yıllardır çocuk sahibi olamayan bir çiftin şimdi çocuk
sahibi olması için gerçekten sıradışı bir şey yapmaları gerekiyordu, inzivalarının bir amacı
buydu. “İçtenlik” ikinci kuraldı, babam bu yeni eserinde fazlasıyla “içten”di, kalbinden,
beyninden, varoluşunun derinliklerinden çıkmıştı bu hikâyenin fikri. Daha önce yazı
yazmak için hiç bu kadar güçlü bir motivasyonu olmamıştı babamın, hatta belki de
herhangi bir insanın. “Karakterler” önemliydi, iki karakter vardı ve ikisi de hem gerçekti
hem de bir hikâye karakteri olabilecek ilginçlikteydiler. “Yalnızlık” esası atlanmamalıydı.
Yani yazılan hikâye bitmeden başkasına okutulmamalı, ana karakter gerçek hayattan
insanlar tarafından müdahaleye uğramamalıydı. “İnziva” en çok da bu kural yüzünden
tercih edilmişti. Babam, hem kendisini hem annemi bu villaya hapsetmişti. Savaştaymış
gibi, yiyecek ve bir yıl boyunca ihtiyaç duyulabilecek her şey villanın bodrumunda
depolanmıştı.
Bu ıssız ve adeta zamanın durduğu evde, beşinci kural “Zaman ve mekâna uy”mak da
zor olmayacaktı.
Babam birbirine âşık ama sorunları olan iki insanın son derece romantik hikâyesini
yazmaya başladı. Hikâyenin ilk satırlarından itibaren babamın bunu ne kadar büyük bir
tutkuyla yazdığı ortadaydı, James Joyce virtüözlüğünde yazıyordu adeta. Hiç bu kadar
edebi ve derinlikli yazdığını görmemiştim babamın.
Hikâyenin adı “9 Ay, 15 Gün, 3 İnsan” idi. Şehirdeki hayatlarını terk edip kendilerini
çocuk yapmaya adayan bir çiftin hamilelikle birlikte değişen, tuhaflaşan, sonra zamanla
iyileşen hayatlarını anlatıyordu. Çocuk daha ilk günden gerçek bir karakter gibi
hikâyedeki varlığını belli ediyordu. Tam olarak hikâyenin içinde olmasa da karakterlerin
düşüncelerinde, rüyalarında, gündüz düşlerinde, diyaloglarında diğer iki karakter gibi
hikâyeye yön veren bir unsurdu.
Hikâye boyunca çift hiçbir şekilde doktora gitmiyordu. Dışarıdan bir şey alınmıyordu.
Evde televizyon, telefon, radyo asla açılmıyordu.
Hikâyede çocuğun oluşma süreci zarfında en ufak dış etkiye maruz kalmaması,
varoluşunun en ufak şekilde onların etkisi dışına çıkmaması için dış dünyaya kapılarını
kapattıklarını yazmıştı. Fakat ben biliyordum ki, bunun asıl sebebi yazarak var etmenin
en hassas kuralı olan “Yalnızlık” kuralında yatıyordu. Örneğin eğer akrabalarından biri
annemi tesadüfen görmüş olsa, hamile oluşuna şaşıracak ve bu tepki yazılan hikâyede
bazı istenmeyen reaksiyonlara neden olacaktı. Ya yazar bu reaksiyonu ve o reaksiyonu
gösteren karakteri hikâyenin bir parçası haline getirmek zorunda kalacaktı ya da hikâye
inandırıcılığını kaybederek yerle bir olacaktı. Tabii, eğer hikâyedeki karakterler gerçek
insanlar değil, baştan yaratılmış karakterler olsaydı böyle bir kısıtlama şart olmazdı.
Fakat hikâyemizdeki iki insan da etiyle kemiğiyle kanıyla gerçek insanlardı. Sadece
üçüncü karakter yoktan var edilen olacaktı.
Yani ben.
Hikâyeye göre; dokuz ay on günün sonunda annemin doğum sancıları iyice şiddetlendi
ve bir gün babam kitap okurken annem “Geliyor” dedi. O ilk “Geliyor” sözünden sonra
babamın el yazısı kötüleşmeye başlıyordu. Sanki bir yandan başka bir işle uğraşırken,
diğer yandan hikâyeyi devam ettirmeye çalışıyormuş gibiydi. Her sayfayı çevirdiğimde
daha da karman çorman bir yazıyla karşılaştım. Hikâye iyi gidiyordu, her halinden mutlu
sona doğru gittiği anlaşılıyordu. Akıcılığını, duygusal ve felsefi boyutunu aksatmadan
sayfalar doluyordu. Ama babamın yazısı kargacık burgacık olmaya başlamıştı. Bazı
sayfaları dört beş kelimelik kısa bir cümle yazıp çevirmişti. Bazı sayfalarda kurumuş kan
izlerini görmek mümkündü.
Sahne gözlerimin önünde canlandı: Babam bir yandan anneme yardımcı olurken diğer
yandan hikâyesini kalemle, bazen sayfaya bakarak bazen bakmadan yazmaya devam
ediyordu. Bir eliyle çocuğu doğurtmaya çalışırken diğer eliyle yaşananları günlüğüne
yazmaya, yazarak yaşananları etkilemeye çalışıyordu.
Hikâyeye göre çok sıkıntılı bir doğum olmuyordu ve babam doğumun sağlıklı
gerçekleşmesi için tüm doğru hareketleri yapıyordu. Ne de olsa annemle bu villanın
içinde hapis kaldığı günler boyunca, hem hikâyede hem de gerçek hayatta kitaplar
sayesinde doğum yapmanın tüm inceliklerini öğrenmişti. Okuduğum hikâyede de bu
bilgilerini ustalıkla hayata geçiriyor ve başarılı bir doğum gerçekleştiriyordu. Tecrübeli bir
doktor gibi beni annemin rahminden sağ salim çıkarıyordu.
Hikâye mutlu sonla bitecek sanırken çevirdiğim sayfadaki kan oranının giderek artışı
beni endişelendiriyordu. Sayfaları çevirirken korkmaktan kendimi alamıyordum. Eğer
hikâye kötüye gitseydi çevirmeyi göze alamazdım ama adeta masalsı bir sona doğru
ilerlediğinden, bir ümitle sayfaları çevirmeye devam ediyordum. Yazılan cümle “Çocuğu
âşık olduğu eşinin rahminden çekerek kucağına alan Metin’in gözlerindeki ışıltı güneşi
kıskandırıyordu” idi ama bunu yazan el yazısı kan kırmızısı bir korku filmi logosunun titrek
fontlarını hatırlatıyordu. Yazılan cümleler mucizevi bir doğumun güzelliğini anlatırken,
sayfaya saçılmış kan izlerinin tek ifade ettiği şey dehşetti, saf dehşet. Sanki gerçek
hayatta her şey kötü giderken babam kendisini daha mutlu şeyler yazmaya zorluyor
gibiydi.
Hikâyeye göre divanın üzerinde annem beni kucağına alıyor, gülümseyerek babama
bakıyordu. Annenin çocuğuyla göz göze geldiği o an babamın ustalıklı diliyle şiirsel bir
ritüele dönüşüyordu. Fakat el yazısı daha da çirkinleşmeye, sayfalara bulanan kan ise
çoğalmaya devam ediyordu. Sonlara doğru defterin üzerine sıçrayan kan lekeleri
yüzünden zorlukla okunan bir cümle vardı; “Serap sadece oğlunu değil, bir mucizeyi
elinde...”
Cümle yarım kalmıştı.
Günlüğün geri kalan sayfaları bazı kan lekeleri dışında bomboştu.
Olup bitenler gözlerimin önüne geldi: Babam sağ eliyle sorunsuz bir doğum sahnesi
yazarken sol eliyle annemin kanamasını durdurmaya çalışıyordu, sol eli bunu yaparken
sağ eli o korkunç anlarda annemi hayata döndürmek için edebiyatın gücünü kullanmaya
çalışıyordu. Fakat annemin kanaması bir türlü durmuyordu.
Bir süre sonra babam kana bulanan günlüğü bir tarafa fırlatıyor ve annemi taşıyarak
arabaya götürüyor. Hayal dünyasından umudunu keserek gerçekliğe bel bağlıyor ve en
yakın hastaneye en hızlı şekilde gitmeye çalışıyor. Fakat yolda annem son nefesini
veriyor. Tabii, bu hastaneye varıldığında anlaşılıyor. Babama bebeğin nerede olduğunu
soruyorlar, babam evde bıraktığını söylüyor. Şüpheli bir durum olduğu için emniyet
memurları da mevzuya dahil oluyor. Annemin cansız vücuduyla ilgili işlemler
tamamlandıktan sonra bir doktor bir polisle birlikte babama refakat ediyor.
Babam araştırmalarından ve içgüdülerinden biliyor ki, hikâyeyle yaratılan bir karakterin
gerçek dünyadaki ömrü çok fazla değil. Hastaneye gidişi, annemin ölümünün tespiti, polis
soruşturması derken altı saate yakın bir süre zaten geçiyor. Bu demek oluyor ki; bebek,
yani ben kaybolmuş ve geldiğim yokluğa geri dönmüş olabilirim. Bu istenecek en son şey
olur, babam hayattaki en büyük aşkını kaybettikten hemen sonra oğlunu da kaybetmiş
olur, üstüne üstlük oğlunun ölümünden suçlu bulunarak hapsi boylaması da söz konusu.
Bu olasılığı engellemek için babam polis arabasındayken bir not defteri istiyor,
vermiyorlar. Babam kelepçeli eliyle cebindeki kaleme ulaşmaya çalışıyor, bunu
başaramıyor. Eve giriyorlar, ortada bir bebek görünmüyor. Annemin can çekiştiği divanın
üzerindeki kan lekeleri dikkatlerini çekiyor ama babam “İçeride olması gerek” diyerek
onları oradan uzaklaştırıyor. Polis ve doktor başka bir tarafa odaklandığında babam
kelepçeli eliyle cebindeki kaleme ulaşıyor, kalemi çıkarıp avucuna bir cümle yazıyor: “Ve
bir bebek ağlaması duyuldu.”
Bir anda bir bebek ağlaması yükseliyor salondan. Polis ve doktor yatak odasına doğru
yürürlerken, geri dönüyorlar ve biraz önce yanından geçtikleri divanın üzerinde bir kan
gölünün içinde ağlarken buluyorlar bebeği, yani beni. Babamı da yaşadığı şoktan dolayı
suçlayamıyorlar. Doktor beni kontrol ediyor. “Son derece sağlıklı ama bazı testler için
yarın hastanemize getirirseniz seviniriz” diyor. Polis de, doktor da babamın o sırada eliyle
çaktırmadan avucuna bir şeyler yazdığını fark etmiyorlar. Bir şeyler derken, onların
diyaloglarını kastediyorum...
Doktor ve polis gittikten sonra babam beni salondaki beşiğe yerleştiriyor. Çalışma
odasına gidiyor. Bir Ece Ajandası açıp başlıyor yazmaya. Benim nasıl bir bebek olduğumu
tanımlıyor sayfalarca. Arada bir “Bebek çılgınca ağlıyordu, sanki doğarken annesinin
öldüğünü biliyormuşçasına” gibi cümleler yazıyor, benim ağlama sesimi duyarak seviniyor
ve biraz soluklandıktan sonra beni yaratmaya devam ediyor. Bir süre sonra, benimle ilgili
bir şey yazdıktan sonra altı saate yakın bir süre benim var olabildiğimi fark ediyor. Bunu
tespit edince alarmını beş saat sonraya kurarak uyuyor, ilk alarmla uyanınca bir paragraf
bir şey yazıp beş saat sonra uyanmak üzere tekrar yatıyor. Gün boyunca da yazmaya
devam ediyor. Bu zorlu süreç çocukluğum boyunca devam ediyor.
Çocukluğum boyunca babam benimle hiç ilgilenmedi, hep masasında yazı yazdı
diyordum ya...
Günahını almışım!
Baba
10 Mayıs 2009
Babamın günlüklerini karıştırdıkça var edilme sürecimin teknik detaylarını daha da iyi
kavrıyorum. Babam başlangıçta altı saatte bir hakkımda bir şey yazmazsa yavaş yavaş
hiçliğe karıştığımı gözlemlerken, bu zaman diliminin hakkımda daha çok şey yazdıkça
genişlediğinin farkına varıyor. Yedi sekiz yaşıma geldiğimde iki gün bir şey yazmadığı
halde varlığımı sürdürebiliyorum. 16 yaşıma eldiğimde bu süre dört güne çıkıyor. Babam
bunu “Karakterin Oluşma Prensibi” diye açıklıyor. Hayali bir karakter adeta mürekkepten
besleniyor, hakkında yazılan her kelimeyle varlığını koyulaştırıyor ve zamanla hakkında
daha az şey yazılsa da varlığını sürdürme yetisi kazanıyor. Böylece dokuz ay süren bir
hikâyeyle var edilen “bebek ben” en başta hiç yazılmadan altı saat var olabiliyorken, 16
yaşıma gelen “genç ben” hiç yazılmadan dört gün sağ kalabiliyor, var olabiliyorum.
Babam bu prensibi çözmesine rağmen yine de tedbiri elden bırakmıyor ve sürekli benim
hayatıma şekil vermeye devam ediyor.
Hayatımı şöyle bir gözden geçiriyorum da... Okuldan çıkıyordum ve babamı orada bir
yerlerde elinden hiç düşürmediği not defterine bir şeyler yazarken yakalıyordum. Alakalı
alakasız her yerde saplantılı biri gibi yazı yazmasından ne kadar nefret ettiğimi
hatırlıyorum. Şimdi taşlar yerine oturuyor, geçmişimdeki belirsizlikler birer birer netlik
kazanıyor. Bunların en büyüğü elbette; Ezgi! Hayatımın en büyük muammalarından bir
tanesi. Aniden kaybolan ilk aşkım... Tabii ya! Babamla Edward Scissorhands ve Sleepy
Hollow’u izledikten sonra hem Winona Ryder’ı hem Christina Ricci’yi andıran bir kızla
tanışmam tesadüf olabilir miydi? Sleepy Hollow’daki kızı beğendim diye babam onu ilk
aşk maceram için biçilmiş kaftan olarak saptamıştı herhalde. Onu karşıma çıkarmış, ona
âşık olmamı sağlamıştı, bunu yazmıştı. O yüzden kızla ilgili çok az bilgiye sahiptim, o
yüzden kızın ne evini biliyordum, ne telefonunu... O yüzden Ezgi’yi babamla tanıştırmak
üzere eve getirdiğimde babam evde değildi. O yüzden babam öldüğünde Ezgi
kaybolmuştu!
Hayatımın ikinci muamması olan migren ağrıları da yeni bir açıklama kazanıyordu
böylece. Gençken baş ağrılarımın şiddetlendiği zamanları hatırlıyorum da, bunların hep
babamın uyuduğu anlara denk gelmesi tesadüf değildi. O uyanıp yatağının yanında duran
not defterine bir şeyler karaladığında ağrıların durulması da...
Çocukluğuma dair çok az fotoğrafımın olmasının sebebi de bu olsa gerekti. Babam var
ettiği varlığa karşı tuhaf bir korku duyuyordu, beni sevmekte zorlanıyordu. Babamın
gençliğim boyunca beni edebiyattan, sinemadan, hayalgücünün bulaştığı her şeyden uzak
tutmaya çalışması da esrarengiz varoluşumla ilgiliydi. Babam hikâye yazarak geleceği
düzeltebileceğini, annemle birlikte bir çocuk sahibi olabileceğini düşünmüş, karşılığında
yüzüne bakmakta zorlandığı bir oğul, hayatı boyunca unutamayacağı bir acı, tarifsiz bir
pişmanlık kazanmıştı. Oğlunun da aynı kaderi paylaşmasını istemiyordu.
Öldükten sonra mirasında bana yüzlerce günlük bırakmasını şimdi daha iyi anlıyorum.
Ondan sonra, kalemi ondan devralarak kendimi var etmemi istiyordu. İşte tam da bu
yüzden günlük yazmayı bıraktığım dönemlerde migren nöbetleri baş gösteriyor, yine bu
yüzden günlük yazmaya başladığımda migreni yenebiliyordum. Migren bir baş ağrısı
değildi, varoluştan silinme alarmıydı. Sensörlerin beni görmemesi, tuvaletteyken aniden
ışıkların kararması, elimi ne kadar sallasam da çeşmelerin elimi algılayıp su akıtmaması,
metrodaki yürüyen merdiven sensörlerinin beni bazen fark etmemesi... Varlığı yokluğu bir
denir ya, ben oydum.
Tam bunları düşünürken kapı çaldı. Kimin geldiğini biliyordum.
İrfan Kudret Akay gözlük camlarını sildi ve yavaşça onları taktı. Etrafa yayılmış
günlüklere göz attı. Hiçbir şeye şaşırmıyor, sanki ne olmuşsa aynen onun öngördüğü gibi
olmuş bir ifadeyle etrafı kolaçan ediyordu. Her şeyi en başından beri biliyordu ve bana
söylememişti.
Düşüncelerimi okurcasına “Senin hakkındaki gerçeği sana söyleyemezdik” dedi ve nefes
vererek güldü. “Nasıl söyleyebilirdik ki? ‘Sen aslında yoksun, babanın yarattığı bir şeysin’
mi diyecektik? Bu çok riskliydi.”
Bir şey diyemedim, ne diyebilirdim ki... Kendimi düşünüyordum; benzersiz bir yaratılışın
parçasıydım. Ama öte yandan da vardığım bu sonuç ne kadar doğruydu? Diğer
insanlardan bir farkım var mıydı? Beni de diğerleri gibi ailem yaratmış, onlar
şekillendirmişti. Tamam, birinin hayalgücüyle yaratılmış olmak gerçekten akıl terazimin
kaldıramayacağı kadar ağır bir yük ama sonuçta kendi hayal ettiği bir varlık olan Tanrı
tarafından yaratıldığını düşünen insanlar benim içine düştüğümden daha zor bir ikilemle
muhatap değil mi?
Benim varoluşum farklı da olsa, diğerlerinden daha karmaşık değil. O zaman şu an
neden ve kime karşı öfkeliyim? Gözlerimden fışkıran duygu yoğunluğu basit bir kafa
karışıklığından mı ibaret? Yoksa hayatımın büyük kısmının, özellikle de karakterimin inşa
edildiği yılların bir insan tarafından yazıldığı gerçeği mi beni bu büyük öfke haline soktu?
Hayatım başkası tarafından yazılmışsa bu konuda kendimi diğer insanlardan ayırabilir
miydim? Haksızlığa uğramış gibi hissetmem, uzaktan kumandası başkasının elinde olan
bir robot gibi varoluşa isyan etmem için yeterli miydi bu?
Benim dışımdaki herkes Tanrı tarafından yazılmış bir kaderin vitrin mankenliğini
yapmaya razıyken, bir gezegen dolusu insan atacağı her adımın yaratıcısı tarafından
önceden bilindiği eğlencesiz bir kurguda figüranken, babam tarafından yaratılmış ve
yazılmış olmam bir haksızlık mı, yoksa bir lütuf mu? Yaratıcım olan babam öldükten sonra
alınyazımın kalemini ele geçirmemden dolayı öfkeli mi, yoksa şanslı mı hissetmeliydim?
Aslında öfkemin ana kaynağı, her şeyin ötesinde, bu sırrın benden saklanmış olmasıydı.
Diğer varoluş teorilerinde tanrı yarattıysa, kaderi tanrı biçtiyse bunu biliyorlardı, ben ise
hayatımın yarısı boyunca uzaktan kumandamın kimin elinde olduğunu, varoluşumun
kökenini bilmeden kör topal ilerlemiştim bilinmezler dünyasında. İşte buna kızgındım asıl.
İrfan Kudret Akay da bunun farkındaydı. Gözlerimden fışkıran, ellerimi titreten öfkeyi
yatıştırmaya çalıştı sözleriyle:
“Hayalgücüyle yaratılmış bir karaktere bunu söyleyemezsin, bu çok büyük bir paradoksa
yol açar...”
İşte burada yanılıyordu “her şeyi bilen adam”.
“O küçümsediğiniz dinler binlerce yıldır insanlara bir tanrı tarafından yaratıldıklarını
söylüyor. Bir sorun çıkmıyor...”
“Bir sorun çıkmıyor mu? Bu yüzden insanlar potansiyellerini kullanamıyor. Kaderleri
önceden yazıldığı için her şeye kafalarını sallıyorlar. Eğer sana da söyleseydik kendi
hayatının iplerini bırakabilirdin. Ama dünyayı kurtarmak için, kaderine boyun eğen bir
köleye değil, kadere kafa tutan bir kahramana ihtiyacımız vardı.”
Bu sözleriyle öfkemi yatıştırmayı başarmıştı.
“Bu yüzden mi bendeki hayalgücünün diğerlerinden daha güçlü olduğunu
söylüyordunuz?”
“Evet. Sen birçok farklı durumun ve ihtimalin bir araya gelmesiyle oluşan eşsiz bir
varoluşsun. Babanın gördüğü bir rüyadan esinlenerek o özel kalemi yaratışı. Gerçekliğe
müdahale edebilecek bir kalemle yazılan ve tüm kurallara uygun o doğum hikâyesi...
Tüm bunların bir araya gelişi senin mucizevi varoluşuna sebep oldu. Baban bu yolda
anneni feda etti ama seni yarattı. Babanın dehası olağanüstüydü, ölümünden sonra senin
kendini yazmanı sağlayarak bunu gösterdi. Böylece diğer sıfırdan var edilen karakterler
gibi silinip gitmedin. Çocukken seninle çok yakın ilişki kuramasa da o seni çok seviyordu.
Senden korkuyordu da. Senin gücünü tehlikeli buluyordu, o yüzden seni hayal
dünyalarından uzakta tutmaya çalıştı. Fakat giderayak seni yine oraya çekecek hamleyi
yapmasını bildi.”
Hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyordu ve bunun için ölmeme de
gerek kalmamıştı. Tam bu noktada İrfan Akay bir sırrı daha ifşa etti.
“Babanın gördüğü rüyayı okudun değil mi?”
Babamın Pergamon Krallığı’nda beş ulak tarafından yaratılan kalemle karşılaştığı rüyayı
kastediyordu.
“Evet” dedim.
“Orada kâhinin söylediği kehaneti hatırlıyor musun?”
“Çok net değil.”
İrfan Akay benim daha yakın zamanda okuyup da net hatırlamadığım kehaneti
ezberinden okudu:
“Bu kalemle yazılan, var olmayanı var edecek, yok edileni yokluktan geri getirecek.
Yazılarak yaratılan gölgelere cisim verecek. Ve bir gün düşler yeraltına saklandığında Var
Edilen, kalemle ve mürekkeple onları yeniden gökyüzünün hâkimi yapacak.”
Sonra durdu ve bu gizemli mısraların açıklamasını yaptı:
“Gerçek ve tek bir varolmayanın tanımını yapıyordu rüyadaki kehanet. Hayal ürünü bir
peygamber. Bu kehanet yıllarca bize ümit verdi. Bir adam gelecek ve o adam yazdığı her
şeyi anında var ederek hayallerin yüzüne kapatılan kapıyı açacaktı.”
İhtiyar bir süre daha durdu, gözlerini üzerime dikti. “Onun kim olduğunu biliyorsun değil
mi?”
Bildiğimi o da biliyordu.
İşe dönüş
11 Mayıs 2009
Yapılacak çok şey var ama önce iş...
Sabah 6.30’da uyandım. Önce işyerine gitmem lazım, tostumu yaptım, çayımı içtim,
takım elbisemi giydim, kravatımı bilerek unuttum, kulaklıklarımı takıp işyerinin yolunu
tuttum. Girişteki dedektörden geçmeden önce çantamı x-ray cihazına koydum, diğer
tarafa geçip aldım. Kartımı turnikeye gösterdim, kartım yeşil ışığı yakıp turnikeyi
döndürmedi. Bunun sebebini danışmadaki adama sordum. “Bir haftadır işe gelmiyor,
telefonlarınızı açmıyormuşsunuz, kural ihlali sebebiyle kartınız kapatılmış, yöneticiniz
geldiğinde sizinle görüşecek” dedi.
Kısa açıklaması: “Kovulmuştum”.
Yıllardır milyonlarca dolar kazandırdığım şirketim bir hafta onları dışladığım için beni
işten çıkarmıştı. Bu şirketler ne kadar alıngan oluyordu yahu. Yoksa, yoksa benim bir
Varolmayan, hatta o tek gerçek Varolmayan olduğumu mu öğrenmişlerdi? Bilemiyorum.
Ama bu iyiye işaret değil. Bir Varolmayan, hayalperest neslinin yıllardır beklediği hayal
ürünü peygamber olsam da paraya ihtiyacım var.
Dışarı çıktım, arkadaşlarım tek tek içeri girerken ben bir gariban gibi binanın önünde
müdürün gelmesini bekliyordum. Tolga’yı gördüm. Bir tek o benim oradaki varlığımı
görmezden gelemedi.
“Neredesin oğlum sen? Bir haftadır kayıpsın, başına bir şey geldi diye korktum. Polisi
bile aradık. Müdür çok kızdı. İşlemlerini başlattı, seni işten çıkardı sanırım.”
“Evet öyle görünüyor” dedim.
“Ne oldu neredeydin?”
“Boş ver” dedim. Ben de yavaş yavaş bizim organizasyondaki tipler gibi gizemli yanıtlar
vermeye başlamıştım.
“Neyse bak, İsmet bey geldiğinde suyuna git biraz. Senden kolay kolay vazgeçmez.
Özür dile, affedebilir...”
“Bunu yapmamayı tercih ederim” dedim.
“Ne?” dedi şaşkın bir ifadeyle.
“Katip Bartleby’i bilir misin? Onun gibi işte... Özür dilememeyi tercih ederim” dedim.
“Neden bahsediyorsun bilmiyorum ama bir şekilde kendini affettirmelisin yoksa sana bir
daha iş bulamam. Müdürün kolu her yerde, böyle disiplinsizlikler kısa zamanda duyulur,
kimse kendi şirketini zarara sokacak bir adamı kadrosuna katmak istemez. O yüzden ne
yap et, kendini affettir.”
Kafamı salladım, Tolga’nın bu gerçekçi nutuklarından bıkmıştım artık.
“Bunu yapmamayı tercih ederim” dedim.
Tolga “Aman, ne yaparsan yap, bana ne” dedi ve gitti.
“Pis gerçekçi” dedim arkasından, duymadı.
Maske düştü
12 Mayıs 2009
Dünkü başarım elbette ki İrfan Kudret Akay’ın kulağına gitti, o yüzden binaya gelmem
için Bisikletçi’yle haber yolladı. İşten erken çıkıp (müdür artık parmağımın ucundaydı)
araba mezarlığına gittim.
İrfan Akay her zamanki gibi bir çiklet ikram ettikten sonra “Artık dünyayı
değiştirebilirsin...” dedi ve gözleriyle kalemi işaret etti.
Bu defa fantastik oyunlardan veya etkisi yıllar sonra fark edilecek olaylar serisinden
daha çok, hayalperestleri hemen “1-0” öne geçirecek bir gol atma peşine düştüm.
Kısacası bodoslama daldım sisteme. Amerikan politik komplo romanlarını anımsatan bir
hikâye yazdım. Adı “Maske Düştü” idi. Hikâyenin sonunda dini kullanarak yükselen bir
politikacının aslında çoktandır dini inançlarını yitirdiğine dair bir görüntü kaydı
televizyonlara sızıyordu. Politikacı dinsizliğiyle meşhur bir bilim insanıyla konuşuyor ve
kaç zamandır namaz kılmadığından, tanrıya olan inancını sorguladığından bahsediyordu.
Fakat bunu tıpkı diğer yüzlerce politikacı gibi kamuoyuyla paylaşamadığından dem
vuruyordu.
Bu da o politikacı üzerinden dindar kimlikleriyle öne çıkan tüm politikacıların halk
tarafından güvenilirliğini yitirmesiyle sonuçlanıyordu.
Hikâyeye son noktayı koyduğumda çok mutluydum çünkü bu defa bu hikâyenin
gerçekleşeceğinden ve devrimimizde önemli bir rol oynayacağından adım kadar emindim.
Şimdiden gazetelerdeki “İman Yolu’nun Susurluk Durağı” gibi başlıkları görebiliyordum.
14 Mayıs 2009
Organizasyona olan inancımı tamamen yitirmişken nasıl yazabilirim ki?
16 Mayıs 2009
Kodesimdeki üçüncü gün bu. İlham perisi de dışarıda kilitli kaldı herhalde. En ufak fikir
yok.
İki element
17 Mayıs 2009
Mecburiyet ve inziva. Haklıydı sanırım, yalnızlığımı her geçen dakika daha yoğun
yaşıyorum ve dünyayı onların istediği şekilde değiştirmek için her geçen saniye kendimi
daha mecbur hissediyorum. Bazı fikirler geliyor. Elim kaleme gidiyor. Dünyayı
değiştireceğim, onların istediği olacak. En azından şu anki halinden daha iyi olur diye
kendimi avutuyorum.
Karalama
18 Mayıs 2009
Düşün, düşle.
Düşle, düşün...
Düşme!
Esas element
19 Mayıs 2009
Hiçbir şeye mecbur değilim! İrfan Akay yanılıyor. Dünyayı değiştiren hikâyelerin özü
babamın veya İrfan Akay’ın uydurduğu şartlardan da, inzivadan ve mecburiyetten de
gelmiyordu. Başka bir şey olmalıydı...
Bir beyin fırtınasına başladım. Fakat bu defa bir öykü kovalamıyordum, daha önce
yazdığım öykülerin kaynağına yolculuk ediyordum. Neydi daha önce gerçeği
değiştirebildiğim hikâyeleri yazarkenki motivasyonum? Devrim miydi? Devrimden
haberim bile yoktu. Edebiyat mıydı? O da değildi. Elime kalem alıp cümleleri ardı ardına
bana dizdiren asıl şey neydi? Okul yıllarına döndüm. Ve buldum.
Aşktı.
Ezgi’yle tanıştığımda onun için yazmıştım ilk hikâyelerimi. Bugüne geldiğimde neydi
bana “Varol’un Eldivenleri”ni yazdıran şey? Futbol denen oyuna duyduğum aşk değil
miydi? O da Ezgi’yle bağlantılıydı, tam da Ezgi’ye âşık olduğum dönemde futboldaki
ustalığım artmamış mıydı? Aşk beni hayata, hayat beni hayallere bağlıyordu. İrfan
Hoca’nın beş kaidesinin canı cehennemeydi, gereken şeyi bulmuştum! Filmler doğru yeri
işaret ediyordu. Beşinci Element aşktı, Neo’yu seçilmiş kişi yapan şey aşktı. Dünyayı
döndüren, güneşe duyduğu aşktı. Şimdi o aşk bana yeni bir öykü yazdıracak ve hayatı
değiştirecektim.
Fakat bir sorun vardı. Âşık değildim. Aslı? O aşk değildi, şehvetti, bağımlılıktı.
Birine âşık olmalıydım, etrafıma baktım Şabanca. Geçmişime döndüm, zor değildi onu
görmek, ilk aşkım aynı zamanda hayatıma giren tek gerçek aşktı.
Onu baştan yaratacaktım.
Devrime sokayım! İlk aşkımı yaratacağım ve kendi devrimimi başlatacağım.
Aldım elime kalemimi, mürekkep hokkasına kalemin ucunu batırdım ve yazmaya
başladım.
Kaçış planı
Elmacık kemikleri ve yuvarlak yüz yapısından dolayı, 1.5 derece miyop olan birinin
50 metreden Christina Ricci’ye, gülümsemesi ve küçük zeytin gözleri yüzünden, 2
derece astigmat olan birinin 10 metreden Winona Ryder’a benzetebileceği, göz
sağlığı yerinde olan birinin uzaktan ya da yakından karizmasını ve ışıltısını
hissedebileceği genç kız ilk defa geldiği araba mezarlığında korkusuzca yürüyordu.
Dizinin hemen üstüne kadar gelen kırmızı eteği, kırmızı siyah tişörtü, Converse
ayakkabısı ve kesik eldivenleri ile bir Miyazaki çöplüğünün ortasındaki anime
karakteri gibi görünüyordu. Kalabalık bir sokakta bile yürürken tedirginlikle adım
atması gereken kız şimdi ıssız ve şehir merkezinden çok uzaktaki bu tekinsiz yerde
tek başına olsa da gözlerinde korkuya dair en ufak bir emare barındırmıyordu.
Nasıl oluyor da bu kadar korkusuzdu? Neyin peşindeydi?
Bir gün önce bu saatlerde ilk sevgilisi aklına gelmişti sebepsizce. Aslında sebepsiz
değildi, hiçbir erkekle dikiş tutturamayacağını anladığı son bir ilişki daha yaşamış,
onun da yarattığı buhranla aklına on sene önce yaşadığı ilk ama belki de en gerçek
ilişkisi gelivermişti. Zaman makinesi olsa zamanı geri sarar ve babasının tayini
yüzünden hiç haber vermeden ayrıldığı, bilerek isteyerek akıbetine dair en ufak bir
ipucu bırakmadığı ilk aşkına en azından bir telefon numarası verirdi.
Birdenbire esti, zaman makinesi yoktu ama otobüse binebilirdi.
Bu maceranın sonu nereye bağlanırsa bağlansın, bunu yapmak zorunda
hissediyordu. İnternetten o ilk sevgilisini google’ladı. Bir finans şirketinde çalıştığını
öğrendi, ilk otobüse atladı. Dört saat sonra şirketteydi. Girişteki danışmaya onun
ismini verdi, birkaç saniye sonra onun işe gelmediğini öğrendi. Cesaretle adresini
sordu, danışmadaki ketum kadın onu yanıtlama gereği duymadı. Bu sırada şirketin
çapkınlarından Tolga’nın radarına yakalandı güzel kız. Tolga kıza yaklaştı, tepeden
tırnağa süzdü kızı. Böyle bir kıza yardım edilirdi işte. “En yakın arkadaşımdır kendisi.
Bugün işe gelmedi. Hayırdır?” diye sordu yakışıklı finansçı. Ezgi, “Onu görmem
lazım, adresini verebilir misiniz?” dedi. Tolga her zamanki çapkın aksanıyla “Size
adresini veremem tabii ki” diye tersledi, bir es verdikten sonra çakal bir
gülümsemeyle “Ama evine bırakabilirim” diye ekledi.
Tolga, Ezgi’yi eve bıraktı ama peşinden de ayrılmadı. “Bizim kerataya bakalım, ne
yapıyor” diye esprilerle takıldı Ezgi’nin kuyruğuna. Zili çaldılar, kimse açmadı. Tolga
telefonla aradı, ulaşamadı. Meraklanmaya başladılar, yöneticiye inip dairenin
anahtarını aldılar, içeri girdiler, kimse yoktu. Ezgi biraz etrafı dolaştı, hem bir ipucu
arıyor, hem de zamanında güzel anlar yaşadığı eski sevgilisinin yeni hayatını
inceliyordu. Ayakkabılarına, giysilerine baktı, dekorasyon tarzını değerlendirdi,
fotoğraflarına göz gezdirdi. Biraz hayalkırıklığı yaşamıştı, bu lüks hayatı, bu
yapmacık evi on sene önce tanıdığı özgür ruhlu kişiye yakıştıramamıştı.
Sonra birden televizyon setinin önünde halının üzerinde duran VHS videoplayer’ı
fark etti. Koca evde onun tanıdığı biri gibi kaldığına dair tek belirti bu eski cihazdı.
Neden orada duruyordu? Video’nun üzerinde herhangi bir etiketi olmayan simsiyah
bir VHS kaset vardı. Tuhaf bir içgüdüyle, tıpkı bir gün önce buraya gelmesini
tetikleyen duygu fırtınasının yaptığı gibi eli o videokasete gitti. İçinden bir ses onu
izlemesi gerektiğini söylüyordu fakat yanındaki adama güvenemiyordu. Onun en
yakın arkadaşı olduğuna inanası gelmiyordu, pek bağdaştıramamıştı nedense. O
yüzden kaseti çaktırmadan çantasına attı ve daireden çıktı. Tolga’ya “Bir yere
yetişmem gerekiyor” yalanını atıp uzaklaştı.
En yakın elektronikçide kaseti izledi, Pentagram’ın Rotten Dogs klibini. Klip
otomobil mezarlığında geçiyordu. Kaseti aldı, “otomobil mezarlığı”nı google’ladı.
İçindeki ses her geçen saniye sesini yükseltiyordu. Bir taksi çağırdı ve “Sefaköy
Otomobil Mezarlığı” dedi.
Mezarlığı meraklı gözlerle dolaşmaya başladı. Onu burada bulabileceği fikri nasıl
aklına yerleşmişti, bilmiyordu, bundan rahatsız da değildi, uzun zaman sonra
içinden gelen sese kulak vermiş olmanın coşkusunu yaşıyordu. Gezerken yıllarca
bilinçaltında biriktirdiği düşünceleri de su yüzüne çıkmıştı. Labirenti andıran bu
mezarlığın dolambaçlarında sadece araba hurdalarını değil, zihninin gerilerine
itilmiş anıları da keşfediyordu. Ne kadardır burada yürüdüğünü de kestiremiyordu.
Epey yol kat etmiş olmalıydı. Birdenbire yalnız olmadığına dair güçlü bir sezgi
duydu. Takip ediliyordu. Birkaç araba aynasını çaktırmadan kullanarak takipçilerini
görmeyi başardı. Bisikletli bir kızla, takım elbiseli, kulaklıklı bir adam. Tehlikeli
tiplere benzemiyorlardı. Endişeden daha çok burada ne yaptıklarına, neden onu
takip ettiklerine dair bir merak duymuştu. Bunu öğrenmek için akıllıca bir hamle
yaptı, mezarlıktan çıkıyormuş gibi davrandı, bu esnada araba aynalarından istifade
ederek takipçilerini görüş menzilinden çıkarmadı, onların geri döndüğünü hissettiği
anda bu defa o, onları takip etmeye başladı. Onları arabaların kule misali üst üste
dizildiği, diziliş mantığı olarak piramitleri andıran bölgeye kadar takip etti. Sonra
gözden kaybetti. Bisiklet izi de, takım elbiseli adamın ayakkabı izleri de bir
noktadan sonra kayboluyordu. Hurdaya dönmüş arabalara göz attı, bir beyaz
Anadol fark etti, kapısı aralıktı, içinden gelen ses ona binmesini söylüyordu. Bindi.
Arabanın içindeyken hurdalığın dipsiz tarafında yanan ışığı fark etti ve ışığı takip
ederek mezarlıkta karşılaştığı gizemli tiplerin girip çıktığı tuhaf apartmanı keşfetti.
Bir şekilde bundan emindi, o, eski, en eski sevgilisi içeride bir yerlerdeydi. Burada
kendisine benzeyen erkekler ve kızlar vardı, onların arasında kılık değiştirmeden
rahatlıkla dolaşabilirdi. Yine de az çok dikkat çekiyordu. Apartmanda dolaşan
gençlerin daha önce burada onun kadar güzel bir kızla karşılaşmadığı çok belli
oluyordu, ona bir kere bakan, gözlerini bir süre ondan alamıyordu. Kendini mümkün
olduğunca fark ettirmeden ikili üçlü sohbetlerden ipucu edinmeye karar verdi. Kulak
misafiri olduğu bir sohbette “İrfan Bey onu hapsetmiş. Yalnız kalırsa
başarabileceğini düşünüyor”, “136 numaralı odada tutuyorlarmış, gerçeğe
müdahale edene kadar çıkarmayacaklarmış” gibi replikleri yakalayınca 136
numaralı odayı aramaya başladı.
Ezgi’nin 136. odayı bulması için birkaç kat çıkması ve mantığını tam anlayamadığı
rakam dizilişlerini çözüp odanın nerede olduğunu bulması gerekti. Bu fazla vaktini
almadı, 15 dakikada odayı buldu. Diğerleri gibi elips şeklindeki kapıyı açmak
istediyse de kilitli olduğundan bunu başaramadı. Koridorda gezinen insanların
kapıları nasıl açtıklarına dikkat etti. Kapılardaki cihazlara saatlerini gösterdiklerinde
kapılar açılıyordu. O kol saatlerinden birini elde etmesi gerekiyordu. Oraya gelene
kadar tüm gözler kendisini en az bir kere baştan ayağa süzmüştü. Ezgi bir süre
düşündükten sonra sahip olduğu bu avantajı sonuna kadar kullanmaya karar verdi.
Koridorun kuytu tarafında eteğini bir gıdım yukarı çekti, tişörtünün de yakasını
göğüslerini belli edecek şekilde çekiştirdi. Sonra sivilceli ve gözlüklü bir genci
gözüne kestirdi. Gencin gözlük numarası yüksek olmalıydı, gözlük camları şişe dibi
gözlükler misali gözlerini kocaman gösteriyordu. “Pardon saat kaç?” dedi Ezgi.
Gözlüklü genç Ezgi’yi duydu ama kızın ona seslendiğinden emin olamadığı için
“Bana mı dedin?” gibi bir işaret yaptı. Ezgi kendisini daha da şirin gösteren
mimikleriyle kafasını salladı. Genç bu şirinlik ve güzellik karşısında kekelemeye
başladı, “2’yi, şey, 3’e 22, hah şimdi 21, 3’e 21 var.”
Ezgi ona yaklaştı, elini tuttu, “Gözlüğün ne güzel, takabilir miyim?”. Genç “Tabii,
tabii” dedi. Ezgi seksi dokunuşlarla gözlüğü aldı, gözlük camlarını tişörtünün göğüs
kısmıyla sildi, bu sırada da göğüslerini gencin bakış açısına soktu. Genç ikiz tepeleri
net görebilmek için gözlerini kıstıkça kısıyordu. Ezgi gözlükleri taktı, “Nasıl oldu”
diye sordu. Genç “Çok güzel” diyebildi. Ezgi şımarıkça “Benim olsun mu?” deyince
genç “Ama şey...” dedi. Ezgi şuh bir kahkahayla gözlükleri çıkardı, “Aşk olsun, şaka
yapıyorum. Yalnız söylemeliyim ki; gözlüksüz çok daha yakışıklısın” dedi ve göz
kırptı. Genç gözlüklerini tam takacakken bu lafı duyunca ne yapacağını şaşırdı,
telaşlandı ve gözlüklerini düşürdü. Gözlüğü almak için ikisi aynı anda eğilince
kafaları çarpıştı. Sonra yerde dört ayak üstünde gözlüğü aramaya çıktılar. Bu sırada
Ezgi göğüslerini gencin gözüne sokacak kadar yaklaştırdı. Gözlüksüz genç aklını
kaybedecek gibi oldu, hemen toparladı.
“Burada senin gibi güzel kızlar olmaz. İrfan Bey özellikle güzel kızlara karşı bizi
uyardı, sizin genellikle gerçekçi olduğunuzu söyledi.”
Ezgi, gencin neden bahsettiğini bilmiyordu ama stratejisi için rol yapmaya devam
etti.
“İstisnalar kaideyi bozmaz, değil mi?”
“Doğru...”
Ezgi, karambolde gencin kol saatini usta bir yankesici gibi almayı başardı. Artık
gözlüğü gence geri verebilirdi. “Buldum, al bakalım, sonra görüşürüz” deyip
uzaklaştı. 136. odaya doğru ilerledi.
Ezgi’nin göğüsleri aslında o kadar da, yani biraz yaklaştırınca karşısındakinin başını
döndürecek kadar büyük değildi ama bu ayrıntı hikâyemin gidişatında bana yardımcı
olacaktı. Onun göğüslerini Aslı’nın göğüsleri gibi hayal ettim. Mesela Ezgi’nin bacakları
balık eti formatındaydı ama onları da eski sevgililerimden Yağmur’un bacakları gibi hayal
ettim. Birkaç masum güncellemeden kimseye zarar gelmez diye düşünüyorum.
Hikâyenin kendisi kadar hikâyenin benim hayatıma nüfuz edip etmeyeceği heyecanımı
artıran bir unsurdu. Neredeyse içimden hikâyenin gerçekleşmesi için dua edecektim. Bir
an panikledim, “Her şey çok mu basit olmuştu? Ezgi hedefine çok çabuk ve kolay mı
ulaşmıştı? Hikâyenin inandırıcılığı sarsılıyor muydu?” gibi endişeler sardı zihnimi. Bunlar
haklı endişelerdi. Ama ne iyi ki, çözümleri vardı. Peki ya, kapıyı açıp benimle
karşılaştığında devamı nasıl gelecekti? O an gelir diye hemen not kâğıdımı, defterimi ve
odadan almam gereken diğer öteberiyi yanıma aldım, hazırlandım. İlham perisini –hazır
avucumun içindeyken– kaçırmadan hemen hikâyeye geri döndüm.
Ezgi 136. odaya doğru ilerlerken “gözlüksüz daha yakışıklı olduğu”nu öğrenen genç
elinde gözlükleriyle, yüzünde aptal bir gülümsemeyle duruyordu. İrfan Hoca’nın
onları alımlı kızlar konusunda sürekli uyardığı aklından geçiyordu ama içinden,
“Gayet de iyi bir kız, hiç pislik gerçekçilere benzemiyor. Demek ki rüyalarımdaki
kadar güzel, bir o kadar da bizden bir kız bulabilirim” diye hayaller âlemine
dalmıştı. Derken gözlüklerini taktı. Görüntü netleşmişti, kızı uzaktan gördü, uzaktan
da güzel gözüküyordu. Fakat görüntü netleşince bileğinde kol saatinin olmadığını
fark etti. Kız almıştı!
O kız, gerçekçilerin yolladığı bir casustu! İrfan Hoca’sının güzel kızlarla ilgili
uyarılarına kulak vermediği için kendine lanet etti. Şimdi ya kızı yakalamak için 136.
odaya doğru koşacaktı, ya da İrfan Hoca veya kurmaylarına şikâyet edecekti. İkinci
seçeneği seçerek koridordaki ahizeli telefona doğru yöneldi.
Ezgi adımlarını sıklaştırmış, iyice hızlanmıştı. Bu kadar ilgiye mazhar olan bir kızın
bir süre sonra burada şüphe çekmemesi imkânsızdı. Bir an evvel sevgilisini, daha
doğrusu eski sevgilisini, en doğrusu ilk sevgilisini kurtarıp bu ne idüğü belirsiz
yerden kaçmaları gerekiyordu. 136. odaya nefes nefese geldi, etrafını kolaçan etti
ve koridorda kimsenin görüş sahasına girmediği bir anda saati kapının manyetik
alanına tuttu. Kapı açıldı.
Ezgi kapıyı açarken onu göreceğini biliyordu. Peki eskisi gibi miydi o? Yoksa
değişmiş ve evindeki objelerden yorumladığı gibi tam tersi kendini beğenmiş bir
işadamına mı dönüşmüştü, onu mutsuz eden diğer erkeklerden farksız mıydı? Tüm
bu maceraya değmeyen biri mi olmuştu? Bunu zaman gösterecekti, hem de birkaç
saniye içinde. Ezgi kapıyı açtığında ilk sevgilisi elinde kalem, boynunda asılı duran
kocaman kulaklıklarla masasının başında bir hikâye yazmaya çalışıyordu. Eskiden
olduğu gibi.
Adam kapının açılmasını pek umursamadı, “Onlardan biridir” diye kafasını
çevirmeye bile lüzum duymadı. Sonra bir kızın ona ismiyle seslendiğini işitti, bu ses,
bu melodik tını çok tanıdıktı, yine de kafasını çevirince onu göreceğini aklının
ucundan geçirmiyordu. Rüyasal anlardan biriydi. Aklından çıkaramadığı o ilk sevgili
şimdi yıllar sonra karşısındaydı, eskisi kadar güzeldi. Koştu, ona sarıldı. Öpmeyi
aklından geçirdi ama öpemedi. Ezgi onun tereddüdünü anladı, o tereddüdünden
onun hakkında kurduğu tüm endişelerinin yersiz olduğu kanaatine vardı. “Eskisi
gibisin” diyerek onun dudaklarına bir öpücük kondurdu.
Bu sırada sırt çantalı sivilceli genç çoktan İrfan Akay’ı ve kurmaylarını harekete
geçirmişti bile. Öykü ayaklarındaki patenle hızla koridorlar arasında ilerleyerek,
Ajan, Albino, Balıkçı Yaka ise koşarak 136. odaya doğru ilerliyorlardı. Onların
koşturmalarına diğerleri de katılmıştı. Varolmayanlar askeri bir bölük şeklinde bina
koridorlarını dörtnala arşınlıyorlardı. Genç mesih onların ayak seslerini duyunca
“Hadi çabuk!” diyerek Ezgi’yi elinden çekti ve koridorun diğer tarafına doğru
koşmaya başladılar.
Şimdi babamın beni doğururken bir yandan da kalemle doğumumu yazdığında nasıl bir
panik yaşadığını çok daha iyi anlıyordum. Gerçekle kurguyu aynı anda yaşamak, aynı
anda yazmak çok zordu. Bir yandan koşuyor, bir yandan da sol elimde tuttuğum not
defterinde kaçışımızı en inandırıcı şekilde öyküleştirmeye çalışıyordum.
Eski sevgilileri yakalamak üzere yola çıkanlar binanın diğer tarafından geliyorlardı.
Onlar 136. odaya yaklaştıklarında kaçaklar apartmandan çıkmak üzereydiler.
Apartmanın kapısından çıkmadan önce boynunda dev kulaklıklar, elinde dikkat
çekici bir kalem tutan takım elbiseli adam girişteki çöp kutusunu devirdi, içindeki
sakızlar yere saçıldı. Ezgi’ye “Bu onları bir saniye kadar yavaşlatır” dedi ve iki eski
sevgili birbirlerine aşk ile gülümsediler. Anadol’un içinden geçerek otomobil
mezarlığına geri döndüler. Erkeğin aklına karşı hurdalıktaki bir motosikletle
Anadol’un kapısını tıkamak geldi. Eski sevgililer hurdaya dönmüş bir motosikleti
taşıdılar ve Anadol’un kapısına dayadılar. Kız, erkeğe “Bu onları bir dakika kadar
yavaşlatır” dedi. Kız erkeğe, erkek kıza baktı. İki yeni sevgili o bir dakikanın on
saniyesini birbirlerini öperek harcadılar. O on saniye arada kaybettikleri on yılı
unuttururcasına aşk ile doluydu.
Taksici
Ne güzel, son bir aydır İkitelli Milliyet binasının önünde bekliyor ve hep de oradan
epey uzağa gidecekleri kapıyordu Hayrettin. O kadar bereketliydi ki burası,
yolcusunu bırakır bırakmaz başka kimseyi almadan gerisingeri oraya yeniden
kuruluyor, en fazla on beş dakika bekledikten sonra en az kırk lira kazanacağı bir
başka güzergâha yeni bir iş alıyordu. Fakat çakal meslektaşları Hayrettin’in uğurlu
gözünün farkındaydılar, onu takip edip bulduğu her madenin bereketini tüketip
duruyorlardı. Hayrettin onlara izini kaybettirmek için plakasını değiştirmek,
arabasının modelini Şahin görünümlü Doğan’dan Doğan görünümlü Şahin’e
dönüştürmek gibi birçok hareket yapsa da bu illet arkadaşlarından kurtulamamıştı.
Orayı da keşfetmişlerdi işte, Hayrettin’in tüm işi bozulmuştu. Fakat Hayrettin kafaya
koymuştu, öyle bir yer bulacaktı ki, oranın hasadını kimseyle paylaşmak zorunda
kalmayacaktı. Bu amaçla tüm şehri kolaçan etmeye başladı, hiçbir müşteri
almadan, günlerce zararına çalışarak şehrin dört bir yanını dolaştı, notlar aldı,
haritalar çıkardı, şablonlar çizdi, ihtimal hesapları yaptı. Bir gün hem araştırıp hem
araba kullanırken arabasının aynasını bir direğe tosladı.
“Allah kahretsin!” diye bağırdı, ellerini yumruk yapıp direksiyona vurdu. Sonra
“Tövbe” etti. Ve sayıkladı; “Hayırlısı” diye.
Günlerdir zarar ettiği için aynanın orijinalinden alacak parası kalmamıştı. Daha
ucuza hatta bedavaya nasıl halledebilirim bunu diye düşündü, taşındı. Aklına araba
mezarlığı geldi. Mezarlığa gitti, hurdalar arasında dolaşmaya başladı. Şüpheyle ona
yaklaşan bekçiye “Öylesine geziyorum arkadaş, gezemez miyiz?” diyerek çıkıştı.
Bekçi gözden kaybolur kaybolmaz gözüne kestirdiği bir aynayı kaptı, kabanının içine
soktu ve arabasına geri döndü. Tam bu ıssız, in cin top oynayan lanet yerden
dönecekti ki, bir kız ve bir erkeğin onlara doğru koştuğunu fark etti. Tuhaftır,
onların birkaç yüz metre arkasında başka gençler vardı. Burası sandığı kadar ıssız
değildi belki de. Ellerini ovuşturdu. Yaptığı o ufak kaza hakikaten hayırlı olmuştu.
Hayrettin yeni madenini keşfetmişti.
Hayrettin Abi’nin yıllardır beklediği an buydu işte! Manifaturacı iken taksici olmaya
karar vermesinin sebebi Fransız aksiyon filmi Taksi’ydi. Filmi o kadar sevmişti ki
taksici olmak için harekete geçmişti. Fakat taksiciliğin filmlerdeki gibi heyecanlı
olmadığını anlaması çok uzun sürmedi. Yine de o aksiyon sahnelerini yaşayacağı
günün hayaliyle devam etti mesleğe. Ve şimdi fırsat ayağına gelmişti, taksisine
binen yolcu onu takip edenlerden kurtulmak istemişti. Bunun üzerine Hayrettin abi
elindeki tespihi vites koluna bıraktı, torpido gözünden aldığı güneş gözlüğünü taktı.
Bir vites küçültüp gaza bastı. Dört araç solladı, üç aracı sağladı, iki aracı makasladı.
Yol kenarındakiler bile bu çılgın taksiciyi izlemeye koyuldu. “Herhalde hamile
yolcusu var” diye düşünüyordu kaldırımdaki seyirciler.
Hayrettin Abi’nin manevraları işe yaradı, Ajan’ın kullandığı çekici gözden kaybolmak
üzereydi. Ama Ajan da boş değildi. Akıllıca manevralarla arayı kapatmaya çalışıyordu.
Bizden daha gaddardı, mesela yol kenarındaki bir nohut pilavcının, bir de simitçinin
tezgahını devirmekte beis görmemişti. Ama biz de az değildik; bir motorcunun yola
kapaklanmasına neden olduk. Tam bu aksiyon sahneleri esnasında, yazdığım maceranın
parçası olan karakterlerin yüzlerine baktım. Hayrettin Abi’ye, Ezgi’ye, Ajan’a ve Albino’ya.
Hepimiz bu kovalamacadan büyük bir zevk alıyorduk. Yakalamak veya kaçmaktan çok
daha önemlisi bu maceradaki rollerimizi hakkıyla yaşamaktı. Ben de macerayı köpürtmek
için yazmaya devam ettim.
Yol bir tır tarafından kapanınca Hayrettin Abi durmak zorunda kaldı. Dikiz aynasına
baktı; çekici yaklaşıyordu. Tırın arkasında ancak iki motorun geçebileceği dar bir
boşluk vardı, oradan geçmeye karar verdi. Bunu yapıp yapamayacağından emin
değildi ama denemeye değerdi. Sağ kaldırıma tekerleğini sürttü, bu hareket arabayı
sağa doğru biraz havalandırdı, sonra oradaki bir çöp kutusunu rampa olarak
kullandı, arabayı biraz daha havalandırarak çapraz bir şekilde tırın arkasındaki
boşluktan geçirdi. Bir süre iki tekerlek üstünde gittikten sonra araba sağa doğru
düştü. Arabanın tekerlekleri yere değince Hayrettin Abi zevkten dört köşe olmuş biri
gibi kahkahalar patlattı.
Ajan aynı hareketi yapamadığı için mesafeyi yeniden açtık. Fakat tır yoldan çekildi ve
Ajan’ın kullandığı çekici yeniden arkamızda belirdi. Hayrettin Abi tam bir taksici edasıyla
direksiyona eğilmiş vaziyette, vites kolundan sağ elini çekmeden sürüyordu arabayı. Ajan
ve Albino manevralarımızı hırsla takip ediyorlardı. Tahminen iki araç da hız sınırını birçok
defa aşmıştı. Tam o esnada bu kovalamacanın fazlasıyla zevkli olduğunu düşündüm.
İstanbul’da bu kadar süre arabalı aksiyon filmi çevirmemize imkân yoktu. Hikâyem
inandırıcılık kuralını zorluyordu. Bunu düşünmemle, Hayrettin Abi’nin ani fren yapması bir
oldu. Neden durduğumuza baktım: Trafik sıkışmıştı! Pencereden kafamı uzattım ve
önümüzdeki sıkışmış trafiğin kilometrelerce devam ettiğini fark ettim. Orta şeritte
kalakalmıştık. Bir süre sonra Ajan’ın kullandığı çekici geldi, bizden dört beş araba geride
sol şeritte durdu. Hepimizin keyfi kaçmıştı. Aksiyon filmi hepi topu üç dakika sürmüştü.
Sonra kendimizi akmayan manasız bir araba selinin içinde bulmuştuk. Şimdi ne olacaktı?
Albino’nun dudaklarından Ajan’a “Haydi yakalayalım” dediğini okudum. Ajan
“Saçmalama” dedi. Yakalasalar ne olacaktı ki? Peki ya biz taksiden inip kaçsak ne fark
edecekti? Bir hayli absürt olsa da oturup trafiğin açılmasını beklemekten başka çaremiz
yoktu.
On dakika geçti, Hayrettin Abi’nin sağ ayağının gaz pedalına basmasına neden olacak
bir kımıldama olmadı trafikte. Ajan ve Albino’nun tehditkâr bakışları altında kös kös
oturduk. Tanrısal bir güce sahip olduğum halde trafiğe boyun eğmek ağrıma gidiyordu.
Ayrıca vakit geçtikçe Varolmayanlar’dan başka ekiplerin etrafımızı sarma ihtimali
artıyordu. Bir çözüm bulmak için kafamı pencereden uzatıp dışarı baktım. Arabalardaki
insanlar sıkıntıdan patlamak üzereydiler. Su, kağıt helva, arabalar için telefon şarjı
satanlar üç beş kuruş kazanmak için arabaların aralarında dört dönüyorlardı. Derken sağ
şeritte bizden dört araba geride bir ambulans olduğunu fark ettim. Bir hastası yoktu ki,
sireni çalmıyordu. Şoför mahallinde beyaz üniformalı bir genç vardı, anladığım kadarıyla
cep telefonundan biriyle mesajlaşıyordu. Kalemi elime aldım.
Ambulans şoförünün adı Ramazan’dı. Son iki saattir cep telefonunu elinden
bırakmıyordu çünkü platonik aşkı Semra’dan bir yanıt bekliyordu. Ona, otuz beşinci
defa buluşmak için davet mesajı atmıştı. Hep reddedilse de ümidini yitirmemişti.
Birdenbire bir mesaj sesiyle yerinde sıçradı genç şoför. Önce gözlerini kapattı ve bu
mesajın daha önceki yedi mesaj gibi telefon şebekesinden gelmemiş olması için
dua etti. Sonra açtı. Mesaj Semra’dandı. “Yirmi dakika sonra Taksim’de, İnci’de, ne
dersin?” diye yazıyordu. Gözlerine inanamadı. Fakat yirmi dakika içinde Taksim’e
varması imkânsızdı. Diğer yandan bu fırsatı kaçıramazdı. Prensiplerini bir kereliğine
çiğnemeye karar verdi ve sireni çalıştırdı.
Şoförün sireni çalıştırmasıyla birlikte sağ şeritteki araçlar burunlarını sağa sola çevirerek
ambulansa yol açmaya başladılar. Hayrettin Abi her taksici gibi ambulansın arkasından
açılan şeride girme konusunda uzmandı. Herkesten önce ambulansın kuyruğuna takıldı.
Sol şeritteki trafikte kalan Ajan ve Albino’nun şaşkın bakışları eşliğinde ambulansın
boşalttığı şeritten hızla Bakırköy’e doğru yol aldık.
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin karşısındaki Notos Otel’in önünde indik.
Otele girmeden önce Hayrettin’in taksisine baktım, usta taksici yeni madeni araba
mezarlığına direksiyonunu kırmıştı bile. Fakat bizden uzaklaştıktan birkaç saniye sonra
kaybolduğuna şahit oldum, gerçeklikten çıkıp hayal dünyasına karışmıştı ve bir gün onu
tekrar yazmazsam sonsuza dek orada kalacaktı...
Var eden
20 Mayıs 2009
Operasyonumuz öğleden sonra başlayacaktı, doktorların çoğunun öğle yemeğine çıktığı
zaman diliminde. Sabah sekizde kalkıp, hâlâ uyumakta olan sevgilimi alnından öpüp
dışarı çıktım. Operasyon Akılsuçu (Evet, bu ismi takmıştım) için yapmam gereken hayati
bir şey kalmıştı. Onun için önce nalbura gittim, sonra maketçiye, en son da kırtasiyeye.
Otel odasına geri döndüm, sevgilim uyurken aldığım öteberiyi masanın üzerine yığdım.
İnce plastik borular, ipler, lastikler, alüminyum aksamlar, çiviler, burgular, maket bıçağı,
uhu, tablet, irili ufaklı maket parçaları... Ve tabii ki avuç içi büyüklüğünde bir not defteri.
İstediğim şeyi yapmam iki saatimi aldı.
Ezgi o sırada uyandı. Beni gördüğünde şaşırdı. Sağ omzumdan başlayıp sağ kolumu
çepeçevre saran bir aparat ikinci bir iskelet gibi görünüyordu. İskeletin içinde bazı ipler,
lastikler ve yakından bakılmadıkça anlaşılmayan çarklı bir mekanizma vardı.
Sevgilim gülümsedi, ne olduğunu uyku sersemliğiyle anlayamamıştı. “Günaydın” dedi.
Gülümsedim.
“Bu ne?” dedi.
Hemen sağ el başparmağımla işaretparmağımı birbirlerinden uzaklaştırıp hızlı bir
hareketle birbirine çarptım.
Bu hareket ipleri, lastikleri ve konstrüksiyondaki çarkları harekete geçirdi, karşımdaki
insanın göremeyeceği şekilde iskeletin yan tarafına monte ettiğim babamın kaleminin
tam olarak işaretparmağım ile başparmağımın arasına gelmesi bir saniyeden az zaman
aldı. Kalemin elime gelmesiyle kolumun altında konuşlanan not defterinin açılıp
avucumun altında bir tablet üzerinde sabit bir şekilde durması da aynı anda vuku buldu.
Hemen yeni oyuncağımı kullandım ve not defterine bir şeyler yazıp Ezgi’ye gösterdim.
Yeni aparatım sağ olsun, deftere çok düzgün ve hızlıca yazmayı başarmıştım.
“Günaydın” yazıyordu kâğıdın üzerinde. Ezgi gülümsedi.
Kalemin ucunu tutan başparmağımı ve işaretparmağımı birbirinden uzaklaştırdım,
aparat tekrar mekanizmasını çalıştırdı ve anında not defteri bileğimin altına, kalem de
kolumun sağ tarafına saklandıkları yere geri döndüler. Bu aparat sayesinde hayata bir
hikâye kazandırmaya kalkıştığımda iki büklüm olmayacak, bir elimle kâğıdı tutmak,
kalem aranmak zorunda kalmayacaktım. Operasyon gereği hikâyemin bir kısmını bisiklet
üzerinde yazacağımdan dolayı (mekânları gerçeğine uygun resmetmeli, inandırıcılık
kanunlarını yıkmamalıydım) buna ihtiyacım vardı. Kendi icadım aparatımla birlikte
kendimi bir süper kahraman gibi hissediyordum. Ben Var Eden’dim!
Saat 11.00’de otogardan bir otobüs kiraladık. Otobüsle –yolumuza çok ters olsa da– eve
gidip bisikletimi aldım, operasyonda işimize yarayacaktı. Ayrıca kendim, Ezgi ve Gece için
telsizler aldım. Bir de kaçıracağımız delilere yeni kıyafetler... Alışverişten sonra saat
13.00’te hastaneye bakan güzel bir noktaya park ettik. Gece de o sırada uzaktan belirdi,
simsiyah kaskı, tulumu, çizmeleri ve eldivenleriyle gündüzün içinde yürüyen bir gece
silueti gibiydi.
Gece, vaat ettiği gibi güvenlik sistemine elindeki ufacık netbook vasıtasıyla girmeyi
başardı. Bilgisayar ekranından hastanenin krokisini gösterdi. Akıl hastaları hastalıklarına
göre farklı bölgelerde, farklı koğuşlarda tutuluyorlardı.
“Bakın” dedi, kroki üzerinden anlatarak; “Şu koğuşların kapısını tereyağından kıl çeker
gibi açabilirim. Ama sizin esas aradığınız hastalar, ağır şizofrenler şurada tutuluyor.
Kadınlar koğuşu da yanında. Maalesef oradaki kapıların kilitleri bilgisayara bağlı değiller.
Tamamen mekânik.”
“Ne yapacağız?”
“Bilmiyorum. Aslında içeride bir adamımız olsa, atıyorum, doktorlardan biri şuradaki
kapıyı açsa, gerisini hallederim.”
Biraz düşündükten sonra “Doktor olmasa da, hastalardan birini tanısak olur mu?” diye
sordum.
Gece şüpheyle sağ kaşını kaldırdı; “Yoksa tüm bu zahmet, tanıdığınız bir deliyi kaçırmak
için mi?”
“Değil ama tanıdığım bir deliyi oraya hızla transfer ettirebilirim. Bana oraya yakın boş
bir odanın numarasını ver, yeter” dedim.
“17” dedi.
Ezgi’ye döndüm, planımı anlattım. Sonra aldım kalemi elime, yazmaya başladım.
Selçuklu, kıza baktı, “Seni tanımıyorum, oğlumun arkadaşlarından biri misin?” diye
sordu. Ezgi “Hayır. Ben, sizi kurtarmaya geldim” dedi.
Selçuklu’nun gözleri parladı, bulunduğu yerden dışarıya özlemle baktı. Tam o
esnada hastane holündeki o habis şeylerden birini gördü. Bu sensörlü bir açılır
kapanır kapıydı. Selçuklu bir canavar görmüş gibi geriye kaykıldı.
“O robotlar artık her yerde! Hiçbir yere gidemem!”
Ezgi dersine iyi çalışmıştı. Mehmet Selçuklu’ya eğildi ve “Onları sadece siz
durdurabilirsiniz” diye fısıldadı.
Selçuklu o korkunç günü hatırladı. Oğlunun kanı yerde mi kalacaktı? Marslı robot
gözleri yok etmeye devam etmeliydi. O bunu yapmasa, kimse yapmayacaktı!
Genç kız bilimadamını ikna ettikten sonra kurtarma planı dâhilinde Selçuklu’nun
hangi kapıyı açması gerektiğini, yanındaki hastabakıcılara çaktırmadan şifreli bir
şekilde anlatmaya çalıştı. Selçuklu ne yapması gerektiğini anladı. Derken
hastanenin giriş kısmında bir gürültü koptu, bir hastabakıcı balkona çıkıp “Buraya
gelin!” diye bağırdı, bunun üzerine Selçuklu’nun başındaki hastabakıcılar görev
yerlerinden ayrıldılar. Ezgi hemen cebindeki bıçağı çıkardı, çevik bir hareketle
bilimadamının deli gömleğinin kollarını kesti. Eski dâhi, yeni deli artık özgürdü.
Hemen tabletteki bir sonraki sayfayı açmak için serçeparmağımı avucuma değdirdim,
not defterinde yeni beyaz bir sayfa açtım. Birini yaratmalıydım... Hayır, birini sıfırdan
yaratacak vaktim yoktu, daha önce var ettiğim birini çağırmalıydım. Taksici Hayrettin?
Ama hayır, o bu saatlerde araba mezarlığında kallavi bir müşteri bekliyor olmalıydı.
Bakırköy’de, tam da dün bizi bıraktığı yakın bir yerden geçmesi inandırıcılık yasasını delip
geçerdi. Derken uzakta Bakırköy Şenlikköy Stadyumu’nun levhasını gördüm, onu
görmemle hatırlamam, hatırlamamla yazmam bir oldu.
Eski otobüs şoförü, kaleci Varol oğlunu da götürdüğü bir antrenmandan çıkmış eve
dönüyordu. Oğlunun ricası üzerine kaleci eldiveninin bir tanesini elinden
çıkarmamıştı, oğlu da o elinden tutuyordu. Yürürlerken, tam da akıl hastanesinin
önünde birkaç deli gömlekli akıl hastasının bir otobüse doğru koşturduğunu fark etti
Varol.
Otobüsün şoför koltuğuna koltuk değnekli bir sakat geçmişti, adam kullanmaya
çalıştı ama koca araç olduğu yerde sıçradı, motoru öksürdü ve durdu. Tamam, belli
ki bir suç işliyorlardı ve Varol bir devlet memuruydu ama içinden bir ses bu sakat
adama ve otobüsün içindekilere yardım etmesi gerektiğini söylüyordu. En son
içindeki sesi dinlediğinde kaleciliğe geri dönmüş ve sonrasında yaşadıklarıyla en
büyük hayallerini gerçekleştirmişti. Şimdi neden olmasındı?
Kaleci Varol, kaşla göz arasında şoför koltuğuna geçti, oğlunu arka koltuğa oturttu
ve Mehmet Selçuklu’ya doğru “Nereye gidiyorsanız ben götüreyim” dedi. Selçuklu
tek elinde kaleci eldiveni olan amca kılıklı hayalpereste baktı ve gözü umutla
ışıldadı, “Halı saha var şu ileride, oradan birini alacağız” dedi. Varol “Halı saha”
lafını duyunca içindeki sese güveni tazelenmiş oldu, hemen gaza bastı.
Zincir
Bisikletli kız düelloya hazırdı, gözlerinde en ufak bir korku okunmuyordu. Pedala
bastı. Tık diye ses duymasıyla, ayağının boşlukta tur atması bir oldu. Hay aksi
şeytan! Zinciri kopmuştu!
Bisikletçi’nin yanından alaycı bir sırıtışla rüzgâr gibi geçtikten sonra gidonumu halı
sahaya doğru çevirdim. Fakat otobüsle buluşmamıza geç kalmıştım. Otobüstekiler bizden
ümidi kaybedince ve uzaktan gelen polis sirenlerini duyunca hareketlenmişti. Pedalı daha
hızlı çevirip Varol’un dikiz aynasında görünmeyi başardım. Otobüs durmadı ama
yavaşladı. Önce sevgilimi kapıya fırlattım, sonra da bisikleti geride bırakarak ben atladım.
Otobüs giderken yolda bir süre kullanıcısı olmadan ilerleyen, sonra da yalpalayarak düşen
bisikletime baktım; vurulduktan sonra bile koşmaya devam eden, sahibine son nefesine
kadar hizmet eden bir şövalye atı gibi yere yığıldı.
Ben bu hüznü yaşarken şoför mahallindeki Varol, “Abi şimdi nereye?” dedi.
“Tren istasyonu” dedim.
Delilerden altısının üzerinde deli gömleği vardı, onlara hemen yeni giysiler verdik.
Diğerlerine de dikkat çekmeyecek kıyafetler dağıttık. Emniyet alarma geçmişti, polis
otolarının sirenleri her geçen saniye daha da yükseliyordu. Fakat onlar da Varolmayanlar
da trenle kaçacağımızı tahmin etmiyorlardı. İstasyona geldiğimizde ortalık sakindi. Varol
ve oğluyla vedalaştık, onların hiçliğe gidişini seyrettikten sonra biletlerimizi alıp Sirkeci
trenine atladık.
Yeni üssümüzü karşı yakada kuracaktık. Kartal’daki terk edilmiş lunaparkı gözüme
kestirmiştim. Güzel hayallerim vardı orayla ilgili. Balerin’in 17. koltuğuna binildiğinde
aşağı doğru bir geçit açılacaktı. Ya da dönme dolap durduğunda en tepede olursan
aşağıya doğru uzayan bir tünel... Anadol’un kapısından ya da alaturka tuvaletin leğenini
kaldırarak girmekten daha renkli bilmeceler düşünmüştüm... Delilere biraz bu
hayallerimden söz ettim. Pek anlamışa benzemiyorlardı, hepsi son bir saatte olup
bitenlerden dolayı afallamış görünüyordu. Zaten büyük bir şevkle anlattığım o hayaller,
Sirkeci’ye doğru yaklaşırken garda bekleyen Varolmayanlar çetesini görmemle tuzla buz
oldu. Ezgi de paniklemişti. “Ne yapacağız?” dedi.
Hızlı düşündüm, koridora çıktım, sağ elimdeki aparatın gücüyle alarm zilinin camını
kırdım, sol elimle alarm askısını çektim. Tren korkunç bir fren sesi ve beni koridorun diğer
tarafına atacak sarsıcı bir momentumla durdu. Sırtımı vurmuştum, aparatım da zarar
görmüştü, sayfa değiştirmeye yarayan, serçeparmağımla bastığım düğme çalışmıyordu.
Neyse ki sayfalarını kendim de çevirebilirdim.
Hayalet tren
Kondüktör lokomotife geldi, makinistin kapısını tıklattı. Makinistin asistanı kapıyı
açtı. Şişman kondüktör dar kapıdan zorlukla geçip, elindeki bilet koçanlarıyla birlikte
kenardaki mini tabureye oturdu ve ayaklarını uzattı. Bir of efekti çekerek “Tam
tamına 39, evet 39 kişi biletini vermedi. Polise haber verdim, hele bir varalım
Sirkeci’ye, orada hepsini sikme...” dedi ki, makinistin on bir yaşındaki oğlu
Mertkan’ın da lokomotifte olduğunu fark etti. “Sıkıştıracağım onları” diyerek
cümlesini tamamladı, kahkahalar patlatarak Mertkan’ı alnından öptü. Makinist
döndü, “39 da fazlaymış be” dedi. “Çakallar işte! Bilet istiyorum, ölü ölü bakıyorlar,
deli ettiler beni...” diye hayıflanmaya devam etti kondüktör.
Mertkan babasına döndü, “Baba buralarda bir hayalet tren görünüyormuş, doğru
mu?” diye sordu. Makinist Ender gülümsedi, “Palavradır o oğlum. Her söylenene
kanma” dedi. Mertkan elindeki gazeteyi göstererek “Ama bak gazetede yazıyor...”
derken kondüktör meraklanarak gazeteyi çocuğun elinden kaptı. Heyecanla
gazetenin sayfalarını karıştırmaya başladı. Heyecanlanmıştı çünkü o da o treni
görmüş, birkaç gece boyunca aklını kaçırdığı korkusuyla uyuyamamıştı. Sayfaları
karıştırmaya devam ederken makiniste dönüp, “Doğru beyim, ben de gördüm bir
kere, kimselere söylememiştim, başkaları da görmüş ki haber olmuş” dedi.
Şişman kondüktör nihayet gazetenin orta sayfalarından birinde hayalet trenle ilgili
haberi buldu. Yola bakan makinistin haberi duyması için yüksek sesle okudu.
“Hayalet treni görenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Görgü şahitlerine göre trenin
üzerinde Yakup Kadri Karaosmanoğlu Ekspresi yazıyor. Bu, 2004’te kaza yapan hızlı
trenin adıydı. Söylenenlere göre hayalet tren tam da kazanın olduğu 6’ya beş kala
görünüyormuş.” Şaşkınlıktan olsa gerek, kondüktörün sesi okuduğu her cümleyle
birlikte kısılıyordu. Son cümleyi okuduktan sonra ise hepsi derin bir sessizliğe
gömülecekti:
“2004’teki kazada 39 kişi hayatını kaybetmişti.”
Son cümlemi daha bitirmemişken sesini duymuştum, yüklemi yazarken ise ufuk
çizgisinde heybetli bir trenin yavaş yavaş belirdiğini göz ucumla gördüm. Önce hayal
meyal bir siluetti. Arkasındaki binaları, direkleri, objeleri kapatacak kadar cisimleşmeyen
tren birkaç saniye içinde gerçekliğin bir parçası oluverdi. Hiçbir zamana ait değil gibiydi
bu tren. Üstünde sadece “Yakup Kadri Ekspresi” değil, birçok yazı vardı, sanki tüm
zamanların tren kazası mağdurlarını taşıyan zamansız bir araçtı. Hem hızlı trenler gibi bir
burnu vardı, hem de eski buharlı trenler gibi dev çarkları. Eşsiz bir tasarımı vardı. Bir
anlığına herkes durdu ve inekler gibi treni seyre daldı. Peşimizdeki Varolmayanlar da
durup, yoktan var ettiğim trene bakakaldılar, her ne kadar artık kötü adamlarsa da
hayallere hayatını adayan birinin bu güzellik karşısında büyülenmemesi imkânsızdı.
Fakat hayal ile gerçek arasındaki ince çizginin ürünü olması gerçek bir tren gibi
üstümüze doğru geldiği gerçeğini değiştirmiyordu.
“Koşun!” diye bağırdım.
Deliler, Ezgi ve ben vites attık, depara kalktık. Ajan, Albino ve Balıkçı da hızlandı ama
zamanlamam müthişti; son rayı atladıktan iki saniye sonra var ettiğim tren raydan geçti.
Peşimizdekiler diğer tarafta bu sihirli trenin uzadıkça uzayan vagonlarını izlemekten
başka bir şey yapamadılar.
İzimizi kaybettirmiştik. Boş bir inşaatta bir süre soluklandık. Biraz tıkındık. Eksiğimiz
yoktu. Delilerden bir tanesi bileğini burkmuştu, onun dışında bir sakatlık yoktu. Dizimi
yaraladığımı sonradan fark ettik. Otobüse atlarken olmuştu. Ezgi su döktü, yaradan akan
kanı bir güzel temizledi. O pansuman yaparken ben ona yeniden âşık oluyordum.
“Bak geçti...” dedi.
Bakınca şaşırdım. Çünkü kan silinince oradaki yaramın şimdiden kabuk bağladığını, mor
bir benin dizime konduğunu fark ettim. Sanki bir damla mürekkep dökülmüş de, orada
kurumuş gibiydi. Demek ki Varolmayan hızlı iyileşiyordu.
İyileşme sırası şimdi dünyadaydı...
III
Sonun başlangıcı
Var edenler
Üç gün sonra
23 Mayıs 2009
Biriktirdiğim parayla Kartal’daki terk edilmiş lunaparkı kiraladım. Aletler henüz
çalışmıyor. Ofis olarak kullandığımız bir çadır var, boş bir sirk çadırını andırıyor. Üçü kadın
dokuz deli, ben ve Ezgi burada yaşıyoruz. Dört deli kaçtı, bir işe yaramıyorlardı zaten.
Diğerleri de henüz yazmaya başlamadı. Eğitimleri devam ediyor, her ne kadar onların
hayalgücünün sıradan insanlardan güçlü olduğunu bilsem de, bu işe kontrollü başlamaları
şart. Gerçekliğin kodlarıyla fazla oynayıp bizi istemediğimiz bir düzene, ipe sapa gelmez
bir kaosa sürüklemeseler iyi olur. Hazır hayatımın aşkını bulmuşken bir kıyamete neden
olmak istemem.
Ezgi’yle ilişkimiz muhteşem gidiyor. Bana her konuda yardımcı oluyor, hayallerimi
küçümsemiyor. O resmen hayallerimdeki kız. Hatta onu diğer eski kız arkadaşlarımdan
aldığım bazı ufak tefek özelliklerle güncellediğim düşünülürse o Hayallerimdeki Kız V.02!
Cinsel hayatımız süper. Her şey tıkırında. Bazen tam sevişirken onun kaybolmak üzere
olduğunu hissediyorum, hızla aparatıma sarılıp birkaç cümle yazıyorum, şehvetli,
pornografik şeyler... Hemen toparlıyoruz.
Ona duyduğum aşkla o kadar güzel hikâyeler yazacağım ki bu dünya hiç olmadığı kadar
güzel bir yer olacak.
Talimatlar
25 Mayıs 2009
Delilere hayal güçlerini serbest bırakmaları gerektiğini anlatıyorum ama verdiğim bazı
talimatlara uymaları gerekiyor. Dünyayı değiştirmemiz için hedeflerimiz belli; devletler,
ekonomik düzen, dinler ve sıkıcı gerçek hayat. “Bunlara zarar verebileceğimiz her hikâye
mubahtır” dememle birlikte kâğıda kaleme sarıldılar. Onlardan ümitliyim. Akıllıların
binlerce yıldır yapamadığını akılsızlar yapacak.
Hayal Kırıklığı
26 Mayıs 2009
Deliler beni hayal kırıklığına uğrattı. Yazdıkları şeyler hep deli saçması. Bu konuda
onları suçlayabilir miyim bilemiyorum! Ne kadar anlattıysam da “şart”lar umurlarında
değil. Bir paragraflık yazıda beş şartın beşini de ihlal etmeyi başarabiliyorlar. Haliyle de
gerçekliğe tesir edemiyorlar. En güçlü Varolmayanlar onlarmış, pabucumun delileri! İş
yine başa düşecek anlaşılan. Fakat benim de yeni bir hayal kırıklığına tahammül edecek
gücüm kalmadı, o yüzden bir sonraki eserimin gerçekten hakikate takla attıracak güçte
olmasını istiyorum. O benim başyapıtım olacak ve dünya hiçbir zaman eskisi gibi
olmayacak...
Ekonomik kriz
29 Mayıs 2009
Mali açıdan durumumuz kötüye gidiyor. Doyuracak on boğaz var, üstelik deliler, tabiri
caizse deli gibi yiyorlar. Tımarhanede verilen hapları almayınca midelerine vurdu galiba.
Erkekler neyse de, kadın şizofrenlerin iştahlarına inanamıyorum! İyi ki yüklüce bir para
biriktirmiştim, yoksa dayanamazdık.
Henüz ümidimi kaybetmedim, delilerden bazıları elle tutulur kurmaca hikâyeler
yazmaya başladı. Anlattıklarım en sonunda onların hayalgücünü çalıştıran düğmeye bastı.
Deliler öğreniyor
31 Mayıs 2009
Delilerden üçü şaşırtıcı bir gelişme göstererek daha önce başladıkları hikâyeleri
bitirmeyi başardılar. Gerçi üçü için de hikâye demeye bin şahit ister. Yine ne idüğü belli
olmaz karalamalar bunlar. Birinin adı “Hitler’in Ufoları”. Hikâyeye göre Hitler zamanında
bilim insanlarına ufo siparişi vermiş. Birkaç ay sonra 15 adet üretilmiş. Bu ufolarla (Ufo
diye yazması bile belli başlı kaideleri paramparça ediyor) Amerika’yı işgal etmeyi
planlıyormuş, şimdi o ufoları bulan Neo-Naziler saldırıya hazırmış falan filan. Hikâyeyi
beğenmemiştim ama bu yazdıklarının amacı nedir diye sorduğumda aldığım yanıt
hoşuma gitti. “Ufolarla gerçekliğin sıkıcı kurallarını ezmenin ve bir zamanlar ortaya çıkan
kötülüğün izinin silinmesinin imkânsız olduğunu göstermek” demişti. Açıklamasına iyi,
hikâyesine kötü not verdim.
Delirmeden önce genetik okuyan Alara uzmanlık dalıyla ilgili bir hikâye yazmak istedi.
Onay verdim, vermez olaydım. İnandırıcılıkla bu kadar oynanmaz. Hikâyenin adı
“Arsenik”. NASA Arsenik’te yaşayan yeni bir bakteri türü buluyor hikâyede. Dedim,
“Genetik uzmanlık dalım diyorsun, arsenikte canlının yaşayamayacağını bilmiyor musun,
bir de arsenikten beslendiğini iddia ediyorsun”. “Olabilir ama...” diye geveledi. “Bir de
NASA ne alaka, bir genetik laboratuvarını olay mahalli yapsaydın bari” diye karşı çıktım.
Homurdanmakla yetindi. Amacını sordum, “Evrimi kanıtlayıp, Darwin’e güç kazandırmak”
dedi. “Amaç güzel de, o gol bu şutla gelmez” dedim. Üzüldü.
Üçüncü delinin yazdığı hikâyenin adı “Kül Bulutu” idi. Dev bir yanardağla ilgili. Yanardağ
patlayınca devasa kül bulutu hava trafiğini alt üst edecekmiş de, böylece havayolları
şirketlerine darbe indirecekmişiz. Dedim hangi yanardağ? Ağzını yaya yaya “Eyyaf yalla
yökül” dedi. Daha inandırıcı bir isim bul diye ödev verdim, bana kafa tuttu. “Olmaz,
hayalimdeki yanardağın adı bu” dedi. Ve diline hâkim olamayan o deli aksanıyla
tekrarladı; “Eyyaf yalla yökül”.
Bu kaçıklarla işim var!
Kurallar değişiyor
1 Haziran 2009
Ezgi’ye uyuz oluyorum. Fazla iyi! Fazla mükemmel! Umudumu hep ayakta tutmaya
çalışıyor, elinden gelen her şeyi yapıyor. Tek kusuru... Nasıl anlatsam... Bazen uzun süre
elim kaleme gitmiyor, onun hakkında bir şey yazmıyorum, o zamanlarda Ezgi silinecek
gibi oluyor. Tam öpüşürken dudaklarını hissetmemeye başlıyorum... Tam gözlerinin
derinliklerinde kaybolmuşken bir anda camdan bir bebekmiş gibi arkasındaki çöp
kutusunu (üstelik kapağı tam kapanmamış!) görmeye başlıyorum. O kadar kötü bir duygu
ki bu. Tekrar onu var etmek için aparatı çalıştırıyorum. Bu işlem biraz usandırıcı olabiliyor
bazen. Biraz daha gerçekliğe tutunabilse, bensiz de varlığını sürdürebilse olmaz mıydı?!
Onun hakkında ne kadar yazarsam yazayım, varoluş süresini uzatamıyorum. Sanırım
benim gibi doğuştan Varolmayanlar ile sonradan var edilenler arasında “Karakterin
Oluşma Prensibi” farklılık gösteriyor.
“Karakterin Oluşma Prensibi” gibi babam ve İrfan Akay’ın yazdığı diğer kuramları da
sorgulamamın zamanı geldi. Belki de yazılan her şey tam o anda değil, sonra, belli bir
kuluçka döneminin ardından, hatta geleceğe doğru olması da şart değil, zamanın
geneline tortu bırakarak gerçekleşiyordur. Tıpkı küçükken okuduğumuz, karakterlerini,
hatta konusunu bile hatırlamadığımız bir romanın tüm hayatımızı etkilemesi gibi dünyayı
değiştiriyordur, ince ince gerçekliğin dokusuna karışıyordur, belli etmeden, biraz da
sinsice... Tüm o eski kuramları, kuralları yeni tecrübelerimle birlikte yeniden gözden
geçirmem lazım. Benim devrimim çok daha sağlam temeller üzerine kurulmalı.
Doğruluğundan en çok şüphe duyduğum kuram delilerle ilgili olan. Onların algılarının
daha açık olduğu ve daha büyük bir hayalgücüyle donatıldıklarını düşünmüyorum artık.
Ne yaptıysam elle tutulur bir hikâye yazdıramadım. Bugün bir tanesi, devletlerin gizli
yazışmalarını ortaya seren bir web sitesi hakkında yazmak istedi. Avustralyalı bir
aktivistin açacağı site Amerika başta olmak üzere büyük devletlerin sırlarını, kriptolarını
ve savaş suçlarını ifşa edecekti. Dedim Avustralyalı biri açmasın o web sitesini,
Amerika’ya yakın, anında yakalarlar, hatta öldürürler, inandırıcılık yasasını hiç yoktan
delmeyelim falan dedim, “Yok bu Avustralyalı. Adını falan da saklamayacak” dedi. “Yok
artık” dedim, “Olmaz, inandırıcı değil, başka bir milletten yap, adını da gizle” dedim. Emir
kipinde konuşuyordum ama deli işte, emirlerime itaat etmedi. Bir diğer deli de bankaları
çökertmek için eski bir futbolcunun internetten çağrı yapacağına, herkes aynı gün aynı
saatte paralarını çekince banka sisteminin ciddi yara alacağına dair bir hikâye fikriyle
geldi. Veto ettiysem de o yine de yazdı.
Pasaj
2 Haziran 2009
“Böyle olmayacak, delileri daha iyi eğitmem lazım. Ofise birkaç kitap alayım”
düşüncesiyle Kadıköy’e gittim. Ezgi de gelmek istedi, “Tek başına gitme, korkuyorum”
dedi ama kafamı dinlemek istiyordum. “Bana bir şey olmaz” dedim ona, içimden de
ekledim: “Nihayetinde ben Varolmayan’ım”.
Akmar Pasajı’ndaki sahaflara uğradım. Delilerin rahatlıkla okuyabileceği, meselenin
temelini öğrenecekleri kitaplar aldım, Pal Sokağı Çocukları, Küçük Prens, Oz Büyücüsü
gibi romanlar, birkaç resimli çocuk kitabı, öykü teknikleri üzerine bir kitap...
Aşağı kata indim, müzik dükkânlarının olduğu kat. Eskiden çok uğrardım buraya. O
zamanlar sadece müzik dükkânları vardı, şimdi araya sahaflar ve tişörtçüler de karışmıştı.
Biraz plaklara baktım, iki tanesini Ezgi’ye hediye etmeye karar verdim. Bu plakları çok
sevecekti, şimdiden onları dinlerken yüzüne yayılan gülümsemenin, şarkılara eşlik
ederkenki sesinin hayalini kurabiliyordum. O anı çok güzel yazabilirdim.
Tam plakların parasını ödemek üzere kasaya yönelmiştim ki, pasajın girişinde İrfan
Kudret Akay’ı gördüm. Bana doğru yürüyordu. Plakları yaşlı adama doğru frizbi edasıyla
fırlattım ve koşmaya başladım. İrfan Akay ihtiyarlara özgü ihtiyatlı bir soğukkanlılıkla
yavaş yavaş yürüyordu. Pasajdaki insanlara çarpa çarpa koştuğumdan arayı bir türlü
açamadım. Onu yavaşlatmak için dükkânların önünde duran birkaç tişört rafını yere
fırlattım ama işe yaramadı, moruk yavaş yürüyor gibi görünse de serinkanlı bir seri katilin
ustalığıyla arayı kapatıyordu. Ben ise tam tersine panik yapmıştım, bunun sonucunda da
pasajın sonundaki merdivenlerden çıkarken kayıp sırtüstü yere düştüm. İrfan Akay
tepemde belirdi.
Ben ellerimle mermer merdivenlerde sürünerek ondan uzaklaşmaya çalışıyordum ki her
zamanki hipnotize edici konuşmasıyla beni durdurdu.
“Dur. Lütfen dur, dinle beni. Bak silahsızım ve yanımda kimse yok” dedi.
Etrafa baktım, yanında kimse yoktu, merdivenin diğer ucuna baktım, oradan da gelen
görünmüyordu. İhtiyar adam tek başına bana bir şey yapamazdı, yapacak olursa
aparatımı çalıştırır, görüp görebileceği en kötü kâbusu ona yaşatmakta en ufak tereddüt
yaşamazdım.
İrfan Akay benim sakinleştiğimi görünce yavaş yavaş geldi ve yanıma oturdu.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu. İçinde bulunduğumuz gerginliğe göre biraz lakayt kaçtı bu
soru.
“İyi valla, sizden n’aber?” dedim daha da lakayt.
“Her şey aynı. Sen gittikten sonra organizasyon biraz sallandı tabii.”
“Toparlarsınız zamanla” dedim samimiyetsizce.
“Toparladık bile” dedi restleşircesine, sonra ekledi; “Senin seçilmiş kişi olmadığını
söyledim onlara, tabii bu konuda onları ikna etmem zor oldu.”
“Zor olmuştur eminim. Yarattığım o kadar mucizeye rağmen... Ama sen bir yolunu
bulup yalanlarla onların gözlerini boyamışsındır.”
İhtiyar benim söylediğime gülümseyerek yanıt verdi, içinde hem küçümseme hem de
pişmanlık barındıran garip bir gülümsemeydi bu. Sonra derin bir “of” çekti.
“Evet çok yalan söyledim ama artık yalan yok. Sana olan biteni tüm çıplaklığıyla
anlatacağım” dedi.
Soran gözlerle ona baktım.
“Senin seçilmiş kişi olduğuna fazlasıyla inanmışlardı. Sen onların güvenini sarsarak
organizasyona güç kaybettirdin. O yüzden yeni bir hikâye yazdım. Seninkiler ya da
babanınkiler kadar güzel değil ama yazdım. Bir kehanet öyküsü. Babanın gördüğü o
rüyada kâhinin dediği sözü hatırlıyor musun?”
“Tabii ki, benden bahsettiği için unutmam imkânsız. ‘Bu kalem, var olmayanı var
edecek, yok edileni yokluktan geri getirecek. Bu kalem ki, gölgelere cisim verecek. Ve bir
gün düşler yeraltına saklandığında bu kalemle var edilen, Var Eden olacak, bu kalem ve
bu mürekkeple hayalleri yeniden gökyüzünün hâkimi yapacak’...”
“O rüyada babana kalemi getiren kişileri hatırlıyor musun?”
“Evet, mucit, madenci ve kâhin...”
“Ama o rüyayı iyi hatırlarsan orada beş kişi olduğunu hatırlayacaksın.”
“Evet, beş kişilerdi ama kâhin konuşup kehaneti söyledikten sonra rüya
tamamlanıyordu.”
“İşte oradaki dördüncü kişinin söylediğini hikâyeye ekledim.”
“Ne demek bu?”
“Gerçek ve tek Varolmayan’la ilgili kehanette ufak bir değişiklik yaptım yani. Bu da
müritlerimin tüm inanış biçimini değiştirdi.”
“Nasıl değiştirdin?”
“Kütüphanede babanın Varolmayanlar üzerine yazdığı tüm kuramların, tüm rüyaların –ki
biz onlara vahiy diyoruz–, tüm teorilerin ve aforizmaların bulunduğu klasörler var. Kutsal
klasörler. O kadar uzun ve anlaşılmaz ki, kimse hatırlayamıyor, ben de arada bir
değiştiriyorum.”
“Bravo” dedim sessizce alkışlayarak. Sessiz kalınca sordum: “Nasıl değiştirdin kehaneti
peki, ne yazdın yani?”
“Rüyadaki dördüncü kişi bir tellal, bir haberci. Rüyada kral olan baban ısmarladığı
kalemi incelerken lafa giriyor ve ‘Aman efendim temkinli olun. Kehanette söylenmeyen
bir şey var, o da, esas Varolmayan’dan önce sahte bir mesihin ortaya çıkacağı, yoktan
var ettiğine dair insanları kandıracağıdır. Gerçek mesihe inancınız ne kadar kuvvetli
olursa olsun, bu sahte mesihten kendinizi sakının’ diyor. Baban o noktada uyanıyor.”
“Yani sen kehaneti değiştirerek beni Varolmayanlar’ın gözünde sahte mesih yaptın.”
“Buna mecburdum. Organizasyonun iyiliği, devrimimizin geleceği için...”
“Yani resmen insanları kandırdın, şaka gibi” dedim gülerek.
“Başlangıçta yazılanlar da bir illüzyondan ibaret değil mi? Ne yapıyorsam
organizasyonun iyiliği adına yapıyorum.”
Gülmeye başladım, bu ihtiyarın göz göre göre yalan söylemesine, bunu normal bir
şeymiş gibi anlatmasına inanamıyordum. “İyi de yalan söylüyorsun” dedim.
“En baştaki de yalan değil mi? Sadece söyleyen gerçekliğine inandığı için yalan
olduğunu düşünmüyor. Her üç din de değişmiştir bugüne dek. Bizimkisini onlardan üstün
kılan nedir ki?”
“Tabii ki bir din olmaması, gerçeğin ta kendisi olması” dedim.
Güldü.
“Diğer dinler ne kadar gerçekse, Varolmayan da o kadar gerçek” dedi.
İrfan Akay’ın lideri olduğu Varolmayan fikrine inançsızlığı ve bunu dinler üzerinden
kanıtlamaya çalışması beni öfkelendirmişti.
“İnsanlar inandığı sürece belki de hepsi gerçektir” diye iddialaştım ve bu moruğa
sağlam bir ders vermeye karar verdim. Yeni bir hikâye yazmak için aradığım motivasyonu
bulmuştum nihayet. Ayağa kalktım. Kahramanlara özgü kararlı bir sesle, “İstediğin
değişikliği yap, bu benim gerçek ve tek Varolmayan olduğum gerçeğini değiştirmez”
dedim.
Işaretparmağımla başparmağımı bitiştirerek aparatımı çalıştırdım, not defterim açıldı,
kalemim elime geldi. Sesimi yükselttim, “İstersem tek bir cümleyle şu anda kendimi
başka bir yere ışınlayabilir veya seni hiç olmak istemeyeceğin bir şekle dönüştürebilirim.”
İhtiyar adam aparatıma baktı, şaşırdı ama en ufak bir korku okunmuyordu gözlerinden.
“Aslında bunu yapamazsın. Senin öyle bir gücün yok” dedi.
İhtiyarın kendine olan güvenine saygım sonsuzdu ama gücümü bu kadar küçümsemesi
onuruma dokunmuştu.
“Bir kehaneti kâğıt üstünde değiştirdin diye gücümü elimden aldığını mı sanıyorsun?”
“O güç hiçbir zaman senin olmadı ki...”
O kadar kendinden emin kurmuştu ki bu cümleyi, yutkundum. Yine o hipnozcu
taktiklerini kullanıyor olsa gerekti. Bu kadar çabuk kanmamalıydım ona. Ama madem Var
Eden olduğuma inanıyordum, neden elimdeki kalemi kullanıp gücümü bir an evvel
ispatlamıyordum?
İhtiyar konuşmaya devam etti. “Dinle oğlum. Sana bir itirafta bulunmak zorundayım.
Sen Varolmayan değilsin... Varolmayan diye bir şey aslında hiçbir zaman var olmadı.”
Artık konuşacak halde değildim.
“Hatırlıyor musun ilk geldiğinde araba mezarlığındaki binanın ne olduğunu, oradaki
insanların kimler olduğunu sormuştun, ben de bir hayalin peşinde bir avuç insan
olduğumuzu söylemiştim.”
“Ondan sonra da orduyuz dedin, savaştayız dedin.”
“Evet. Hepsi de doğru. Fakat en doğrusu şuydu; orası bir tapınaktı.”
“Ne?”
“Varolmayan aslında alternatif bir inanç sistemi. Babanın yarattığı ve yazdığı yapay bir
din. Sana anlattığımız tüm o hikâyeler, sana izlettiğimiz o belgesel bu dinin kutsal
kitabının parçaları, ayetleri, sureleri, hadisleri... Tüm o kurallar aslında bizim dinimizin
farzları. Tüm o yasaklar, bizim dinimizin günahları.”
“Nasıl?” diyebilmiştim sadece.
“Üzerinde çok çalışılmış bir din bu. Akıl sır erdiremeyeceğin ölçüde karışık. Diğer tüm
dinler gibi.”
“İyi de, babam beni çocuk sahibi olamadığından sıfırdan yarattı... Bu kalemle...” dedim,
sustum.
“Metin’in annenden çocuk sahibi olamaması, bu yüzden güneye gittikleri falan... Oralar
doğru. Fakat seni mürekkeple yarattığı yanlış. Sen de herkes gibi spermle doğdun.
Doğumda annenin ölmesi doğru. Ama sonra işler karışıyor. Anneni kaybedince babanın
psikolojisi bozuldu. Sanrılar görmeye başladı. Uyuşturucu ve alkole geri döndü. Bir gün
bana, ‘Vahiy geldi İrfan’ dedi. Bu süreci atlatacağına inanıyordum ama atlatamadı, her
geçen gün daha kötüye gitti. Çocukluğun boyunca babanın sürekli yazdığına şahit oldun
ya, aslında o gelen vahiyleri yazıyor, kendi kutsal kitabını oluşturuyordu. Yani o öyle
düşünüyordu, akli dengesi yerinde değildi. Tüm o belgesele kaynaklık edecek metinler,
babanın Varolmayan’la ilgili rüyası, hayalciler ile gerçekçileri ayırma prensipleri,
belirteçler, manifestolar, deliler, bizim organizasyonumuzun dayandığı her şeyi, her
detayı sen çocukken yazdı. Ben de onları şifreleyerek Sıfırlar’da bir araya getirdim...”
“İyi de, ben o dönem yazdıklarına baktım, hep beni anlatmış...”
“Sen yaşarken senin yaşadıklarını yazıyordu. Hepsi bu. Doğaüstü bir durum yoktu. Seni
uzaktan izliyor, yaptıklarını yazıyordu ama öyle bir psikolojideydi ki, yazarak senin
hayatını biçimlendirdiğini sanıyordu.”
Düşündüm. Geçmişimi yeniden yorumlamaya başladım. Yerde kendi çapında oynayan
bir çocuk, masada onun yaptıklarını yazan bir adam. Televizyon izleyen bir çocuk,
masada onun yaptıklarını yazan bir adam. Salıncakta sallanan bir çocuk, bankta onun
yaptıklarını yazan bir adam. Yazan bir adam, hep onun yaptıklarını yazan bir adam...
Yazarak yarattığını sanan bir adam... Hayır babam gibi zeki bir adam aklını bu kadar
kaçıramazdı!
“Aslında en başta aklı yerindeydi. Bilinçli olarak yeni bir din başlatmak istiyordu ve bu
uğurda diğer dinleri araştırdı. Özellikle mukaddes dinleri. Tutmuş formülleri yeniden
kullanmanın doğru olacağını düşünüyordu, riske girmeye gerek yoktu. Zaten o dinler de
daha önceki pagan inanışlardan, putperest inançlarından, Mısır mitolojisinden
yararlanmıştı. Daha önceki dinlerin şablonunu çıkardı ve kendi felsefesine uyguladı.
Yazarak yaratmanın beş şartı... Neden beş? ‘İslam’ın neden beş şartı varsa ondan’. Neden
belirteç diye bir şey var? Neden takke varsa, ondan. Neden Var0lmayan sembolü var,
neden haç varsa ondan. Neden antidepresan, ilaç ve diş macunu yasak? Çünkü sağlıksız.
Hayır! Tıpkı İslam’daki domuz eti yasağı, Musevilik’teki Cumartesi günleri çalışma yasağı
gibi... Yasaklar da bu işin farzı işte... Sıfırlar neden anlaşılmaz aforizmalardan oluşuyordu,
çünkü kutsal kitaplar da öyleydi, çoğu yoruma açık metinlerden oluşuyordu, insanları
cezbeden de buydu...”
İki parmağımı birbirinden uzaklaştırarak aparatı kapattım.
“Her üç dinde de ‘diğer dinlerden biriyle evlenemezsiniz’ yasası geçerlidir, tıpkı
Varolmayanlar’daki gerçekçi güzel kızlarla birlikte olamazsınız yasağı gibi. Baban tek tek
eski dinlerdeki yasaları günümüze ve kendi bakış açısına uyarladı...”
“Sana inanmıyorum” dedim ama sesim ona inandırıcı gelmemiş olmalıydı ki, beni
duymamış gibi tiradına devam etti İrfan Akay.
“Her dinin benzer vaatleri vardı. Mutluluk vaat ediyorlardı ama bu hayatta değil, öteki
hayatta. Bu hayatta mutluluk vaat etselerdi sonuca ulaşamayanlar inançlarını
kaybederlerdi, garantiye oynamıştı eski peygamberler. Baban da işini sağlama aldı, o da
bir öte dünya vaadi yarattı: Ölen hayalcilerin zamansız ve mekânsız olan masal
dünyasına gideceklerini, hayatta kalan hayalcilerin yazdıklarıyla orada can bulacaklarını
söyledi. Eski dinler günahkârları ebedi bir cehennem ıstırabıyla tehdit ederken
Varolmayan inancı insanları ölümden sonra hiçliğe karışmakla, kâbuslarda figüran
olmakla korkutuyordu.”
Gerçekten benzerlikler şaşırtıcıydı. Çok daha fazlasının geleceğini de biliyordum.
“Bitmedi. Dinlerin öte dünya ve mutluluk dışında satır altlarında sonsuz cinsellik vaat
ettiğini de fark etmişti. İslam bu konuda uyanık davranmıştı, dört kadın caizdi. Diğer
dinlerde de sevapların karşılığında cinsellikle ödüllendiriliyordun. Hepsinde cennete
gittiğinde huriler seni karşılıyordu. Baban bunu da kendi dinine uyarladı, mastürbasyon
cihazlarını icat etti.”
“Bu çok sapıkça” diye itiraz ettim.
“Sapıkça olabilir ama önündeki şablon böyleydi. Her şeyini taklit etti dinlerin. Mesela
her din, diğer dinleri kötüler, değil mi? Hatırla, belgeselde diğer dinlerin nasıl gerçekleri
çarpıttığını, fikirlerini birbirlerinden çaldıklarını anlatıp duruyorduk. Her din, aynı zamanda
diğer dinlerin mensuplarına kötü der. Onlar kötüdür, seni değiştirmeye kalkışan habis
misyonerlerdir. İronik olan ise tüm semavi dinlerde en büyük sevabın diğerlerini
değiştirmek olmasıdır! Her din, diğer inanıştakilerin cehennemlik olduğunu söyler.
Varolmayan dininde de öyle değil mi? Varolmayan’da da hayalciler cennetliktir, masal
dünyasına gitmeyi hak ederler, gerçekçiler cehennemliktir, kâbuslarda yaşamayı hak
ederler. Ayrım siyah beyaz gibi nettir.”
Kulaklarıma inanamıyordum ama pür dikkat dinlemeye devam ettim ihtiyarı. Bir süre
sessizliğe gömüldükten sonra en büyük sırrı anlatmaya başladı.
“E tabii bir de tüm bu kapsamlı inanç sistemi için görkemli bir peygamber hikâyesi
gerekiyordu. Senin doğum hikâyenin müthiş bir açılış hikâyesi olduğuna karar verdi.
Bakire Meryem’in mucize oğlu gibi yoktan var edilen bir oğul hikâyesi. Ve o oğul kendi
yarattığı dinin peygamberi olacaktı. Peygamberin mucizesi ise yoktan var etmek olacaktı,
yazarak yaratmak olacaktı.”
İşte orada uyandım, umutlandım. Bir açık yakalamıştım nihayet.
“Ben bunu başardım! Hikâyelerim gerçek oldu. Herkes şahit. Hem de kaç defa!” diye
bağırdım. Gülüyor, kahkaha atıyordum. Keyfim yerine gelmişti. İrfan Akay ise hiç
bozulmuşa benzemiyordu, hikâyesine devam etti:
“Metin yarattığı bu din ile kafayı iyice bozdu, her gün kutsal klasörlere yeni sayfalar
ekliyordu, her geçen sayfayla da aklını biraz daha yitirdiğini görüyordum. Babana o kadar
çok şey borçluydum ki onu yolundan geri döndürmeyi istemedim. Annenin ölümünden
sonra yarattığı bu inanç sistemi onu hayata bağlayan tek şeydi. Eğer onu bu yarattığı
dinin saçmalığına uyandırsam intihar edebilirdi. Bunu hissediyordum. Açıkçası bazen beni
ikna etmeyi de başarıyordu, sonuçta bu din, her ne kadar uydurma olsa da insanların
iyiliğine, eşitliğe ve adalete hizmet edecekti. Tıpkı diğerleri gibi ama daha güncel, belki
daha etkili bir şekilde. Bu yüzden o öldükten sonra onun dinine sahip çıkmaya karar
verdim. Sonuçta hayatımın büyük bir bölümü boyunca babanın hayallerini cisme
kavuşturmuş biriydim. Bu bir hobiden ibaret değildi, sıradan günlerimi anlamlı kılan, bana
yaşadığımı hissettiren bir uğraştı.
O öldükten sonra kendimi boşlukta hissettim. Birkaç ay sonra Varolmayanlar’ı kurdum.
Sıfırlar kitabı için hipnoz öğretilerine çalışmıştım, onları kullanarak o kitabın
hayranlarından bir ekip kurmaya başladım. Albino, Ajan ve Balıkçı ekibin ilk halkalarıydı.
Hipnozu da kullanarak zamanla yüzlerce insana ulaştım. Onlarla birlikte bir para kazanma
sistemi yarattık, bu binayı inşa ettik. Sonra babanın bıraktığı yazılardan, notlardan o uzun
belgeseli hazırladım. Müritlerim her geçen gün arttı. İnternet vasıtasıyla hayallerimizle
para kazanmanın yollarını keşfettik. Çikletler, mastürbasyon odaları, komik ritüeller...
Kısacası kendimize masum, zararsız bir oyun sahası kurduk. Fakat yıllar ilerledikçe
müritlerimiz bağlılıklarını yitirmeye başladı. Kutsal klasörlerde bahsedilen mesihin ortaya
çıkmaması onların inancını sarsıyordu. Seni mesih olarak onlara göstermeliydim. Yine de
direndim. Bu tuhaf uydurma dinin peygamberi olma gibi bir sorumluluğu sana taşıtmak
haksızlık olacaktı.
Aradan on yıl geçti, 30 yaşına geldin. Seni izliyordum, hayatın iyiye gitmiyordu, belki de
bu dinin başına geçmen senin için iyi olacaktı. O yüzden yakın adamlarımla birlikte senin
hayalgücünü tetikleyecek mizansenler yarattık. Albino gitti, arabana o restoranın ilan
broşürünü yapıştırdı, gittiğiniz restoranın mönüsüne X-Wings’i ekledik, sen eve giderken o
mahalle maçını tasarladık, Aslı’yı telefonla arayarak onu meşgul ettik ve o esnada senin
çocukluğundaki futbol aşkını hatırlamana sebep olduk. İçtiğin suya migrenini abartan ilaç
kattık, tüm kalemlerini yok ettik ve babanın kalemiyle yazmaya zorladık seni. Hikâyeni
hemen okuduk ve gazete bayisinde sana verilen gazetede onunla ilgili haber olmasını,
internette o habere benzer sayfalarla karşılaşmanı sağladık. ‘Dişi Korsanın Esrarengiz
Hikâyesi’ndeki sperm bankasını biz var ettik. Boyası badanasıyla uğraştık, tüm
prodüksiyonunu biz üstlendik. Biraz göz yanıltması yaptık o kadar. Sen gidince dekorları
söktük, mekânın sahibi emlakçıya eskisi gibi devrettik. O yüzden döndüğünde sperm
bankasını bulamadın. ‘Geber İt!’ isimli hikâyene gönderme yapan belgeseli de biz çektik,
televizyonunun yayın sinyallerini bozup araya soktuk.”
“Yeter!”
Öyle bir bağırdım ki, Akmar Pasajı’ndaki dükkân sahipleri yerlerinden çıkıp koridorun
sonuna doğru baktılar, ama birkaç kişi dışında kimse gelmedi. Onlar da ihtiyar bir
adamla, eli sargılı birini görünce tehlikeli bir durum olamayacağını anlayıp işlerine geri
döndüler. Yavaş yavaş bana açıklamaya çalıştığı gerçeği kabul etmeye başlıyordum.
“Sonra da hikâyelerim gerçekleşmemeye başladı” dedim.
“Ondan sonrakilerin prodüksiyonunu organizasyonun haberi olmadan yürütmem
imkânsızdı. Giderek daha fazla güç kazanıyor ve organizasyon için tehdit olmaya
başlıyordun. Senden yavaş yavaş kurtulmam gerektiğinin farkına vardım.”
Birdenbire aklıma tüm söylediklerini çürütecek bir delil geldi: “Ama sonra kaçtım! Ezgi
sayesinde! Bakalım ona nasıl bir kulp takacaksın?!”
“Ezgi mi?” diye sordu İrfan Akay.
“Ezgi. Onu yazdım ve gelip beni kurtardı.”
İrfan Akay deliliğinden şüphe duyduğu bir dostuna, belki de zamanında babama baktığı
gibi baktı.
“Yanılıyorsun. Kaçan sendin. Başıma bela olmaya başlamıştın. Hem senin, hem de
organizasyonun iyiliği açısından senden kurtulmam gerekiyordu. Kapını çaktırmadan ben
açtım.”
“Yanılıyorsun ihtiyar. Ben Ezgi’yi yarattım, o da gelip beni kurtardı!”
“Bak, sana verdiğimiz çikletler uyuşturucu maddeler içeren bir formüle sahipti ve sen
kısa süre içinde onlardan çok fazla tükettin. O yüzden hayalle gerçeği, yazdığınla
yaşadığını ayırt etmekte zorlanıyorsun. Sen kimseyi yaratmadın, kaldığın odada özellikle
bir güvenlik açığına sebep oldum, senin kaçmana göz yumdum. Bunu sen de biliyor...”
“Kes! Bir daha bunu deme! Hayalle gerçeği çok iyi ayırt edebiliyorum ben. Babamın
zamanında benim için yarattığı Ezgi’yi tekrar yarattım...”
“Baban onu yaratmamıştı, o babanın senin için tuttuğu gerçek bir kızdı. Senden birkaç
yaş büyüktü. ‘Milli Olma Prensibi’ne göre karakterin tamamen oluşması için ilk cinsellik
deneyimini yaşaması gerekiyordu. O yüzden baban o kızla aranı yaptı. Sonra işler değişti,
kız sana gerçekten âşık oldu ama baban öldükten sonra parasını da alamayınca gitti...
Ezgi diye biri yoktu, hiçbir zaman var olmadı...”
“Siktir git! Götünden atıp duruyorsun! Milli olma prensibiymiş! Yeter. Ezgi babamın
yarattığı hayali bir karakterdi. Babam benim için rüyalarımdaki kızı yarattı, ben onunla
aşk yaşadım, sonra yıllar sonra onu hayaller âleminden getirdim. Beni sizin elinizden
kurtardı. Öpüştük. Beraber kaçtık...” diye anlatarak savlarımı sıraladım. Sonra aklıma
daha güçlü bir kanıt geldi: “Hatta o sırada mezarlığın önündeki taksiyi de ben yarattım.
Hayrettin Abi!”
“Taksiyi senin için ben çağırtmıştım oraya. Yoksa bizimkilerden kaçamazdın.”
Ellerim istemsiz bir şekilde yumruk şeklini almıştı. Ayağa kalkıp bağırmaya başladım:
“Bir sus mını siktiğimin moruğu! Kafamı sikip duruyorsun! Ama sikemeyeceksin daha
fazla. Akıl hastanesinden delileri kaçırırken bana Mehmet Selçuklu yardım etti, koltuk
değnekleriyle geldi, lanet olası eylemimize katıldı. Gece kapıları açtı, Varol şoförümüz
oldu. Sen hâlâ konuşuyorsun yahu...”
İhtiyar yavaş yavaş doğruldu ve boktan açıklamalarına devam etti: “Otobüsü kullanan
delilerden biriydi. Sivil giyinmişti ve kafandaki Varol’u andırıyor olabilir. Mehmet Selçuklu
diye biri yok, onu sen yarattın, sana yardım falan etmedi. Gece diye biri de yok. Her şeyi
sen tek başına yaptın. Ki takdir de ediyorum, bir yandan yazıp bir yandan tüm bir planı
yürütmek...”
“Koskoca treni yarattım, herkes gördü, hayran hayran seyrettiler...”
“Güzel bir tesadüf oldu ama o tren de alelade bir trendi işte...”
“Bak, sinirlerimi bozuyorsun babalık! Hadi hepsini geç. Ezgi’den bahsediyoruz burada.
Onunla seviştim tamam mı? Defalarca hem de. Allah kahretsin. Memesini biliyorum,
kokusunu biliyorum, kukusunu biliyorum! Otuzbir çeke çeke unutmuş olabilirsiniz ama
bunlar gerçek işte! Hayal etmiş olamam herhalde değil mi? Ha?”
İhtiyar durdu.
“Beni korkutuyorsun. Babanın son günlerindeki haline benziyorsun. Lütfen yapma. O
çikletleri sana vermemeliydim.”
“Kes! Bunun çikletle mikletle alakası yok!”
“Oğlum bak...”
“Bana oğlum deme!”
“Seni oğlum kadar seviyorum ama. Sen babandan bana kalan son mirassın. Belki de tek
gerçek, tek uydurma olmayan mirassın... Bunu sen de bili...”
“Kes! Kafamı sikip attın! Bir sürü safsataya inanmamı sağladın, sonra tüm bunların
şakadan ibaret olduğunu söylüyorsun. Şakaysa tüm bunlar, ben gülmüyorum!”
Pasajdan sokağa çıkan merdivenleri çıkmaya başladım. İrfan Akay aşağıdan yalvarmaya
devam ediyordu.
“Hadi gel benimle. Sana hâlâ bir yer var organizasyonumuzda. Yeni bir kehanet
yazarım, seni yine bir parçamız haline getiririm.”
“Güldürme beni babalık” diyerek merdivenleri daha hızlı çıkmaya başladım.
“Lütfen gitme! Yardıma ihtiyacın var” diye elini uzattı pörsümüş hayalci.
“Merak etme. Bana yardım edecek bir sevgilim var. Senin o uydurma mastürbasyon
masalarında yarattığın sanal şişme bebeklere benzemez! Anladın mı? O gerçek... Yani
tamam bir hayal ama sonuçta ben onu var ediyorsam gerçekten farkı yok demektir. O
bana yardımcı olur. Git, otuzbirci Varolmayanlar’ınla siktiri boktan devrimine kaldığın
yerden devam et! Hayat nasıl değiştirilirmiş, göreceksin, çok yakında göreceksin!”
Yutkunduktan sonra büyük bir keyifle ekledim: “Bunu sen de biliyorsun.”
İhtiyar tekleyerek “Seni de baban gibi kaybedeceğim diye korkuyorum” dedi.
“Ah n’olur kes palavrayı moruk!”
İhtiyar kalbi sıkışmış gibi göğsünü tuttu. Pasajı terk ederken göz ucuyla baktım, biraz
sarsılmış görünüyordu ama iyiydi. Kendine gelecekti.
Peki ya ben? Duyduğum yalanlardan sonra kendime gelebilecek miydim?
Sahilde bir kayanın üzerinde dalgaları seyrederek kendime gelmeye çalıştım.
Düşünceler, belleğimi taramalar, geçmişi didiklemeler, olayları tartmalar... Zihnim
karman çorman bir sirki andırıyordu. Bunca olan bitenden sonra tekrar geçmişe dönüp
araştırma yapacak halim, yeniden dedektifliğe soyunacak takatim kalmamıştı. Kendime,
Var Eden’e ne kadar çok güvensem de elim aparatıma gitmiyordu, aklıma hiçbir fikir
gelmiyordu tableti açsam yazabilecek en ufak bir kırıntı kalmamıştı hayal dünyamda.
Onun yerine aynı hızla telefonumu açtım ve Aslı’yı aradım. Aslı canhıraş bir sesle açtı
telefonu, ilk kelimesi “Neredesin?” oldu.
“Nerede olduğumu söyleyeceğim, sonra en tepedeki gerçekçiye gidip beni
ispiyonlayacaksın değil mi?”
“Saçmalama, neler oluyor, kafayı mı yedin?”
“Sana sadece bir soru soracağım, eve geldiğinde odamı falan topluyordun ya...
Kalemlerimi sen mi saklıyordun?”
“Neden öyle bir şey yapayım?”
“Sorumu yanıtla: Saklıyor muydun, saklamıyor muydun?!”
“Neden saklayayım, delirdin mi?”
“Neden odamı topluyordun o zaman?”
“Daha düzenli, adam gibi yaşaman...”
Kapattım telefonu, basbayağı yalan söylüyordu işte. Tolga’yı aradım. Onun içine
düştüğü sahte paniği yatıştırdıktan sonra sordum: “Tolga, beni liseden beri bir gerçekçi
yapmak için uğraştığını itiraf edebilir misin?”
“Ne?”
“Ne dediğimi duydun! Şimdi bunu itiraf et ve gözümde büyü.”
“Anlamıyorum ki.”
“Dinle beni ipnenin evladı! Hayatım boyunca beni takip ettin, beni hayallerimden
uzaklaştırmak için gerçekçilerle işbirliği yaptın. Bunu biliyorum. Tek istediğim bunu şimdi,
şu an, bana itiraf etmen. Bu kadarını hak ediyorum.”
Sessizlik oldu. Tolga şöyle dedi; “Nerede olduğunu söyle, hemen seni gelip alayım.”
“Bak götveren, konuşmayı uzatıp duruyorsun, farkında değilim sanma, uzatıp nerede
olduğumu tespit edeceksiniz ve gerçekliğin muhafızlarına beni yakalatacaksın değil mi?
Sonuçta ben sizin karşınızdaki en büyük tehdidim. O yüzden sana son kez soruyorum, beş
saniye içinde yanıtlamazsan telefonu kapatıyorum. Bir gerçekçi misin, değil misin?”
Tolga kekemeye bağlamıştı, “Yani ne demek istediğini tam anlayamadım ama hep
biraz gerçekçi olduğumu bilirsin, gerçekçi olmak iyidir yani ne bileyim. Hadi oğlum ya,
yerini söyleme ama gel buraya. Endişelendiriyorsun beni...”
Kapattım. Yanıtımı almıştım işte. O lanet olası bir gerçekçiydi! Babamın yazdığı gibi
gerçekten de insanlar hayalciler ve gerçekçiler diye ikiye ayrılıyordu. İrfan Kudret Akay ne
derse desin, Varolmayan bir manifesto, bir din, bir görüş veya her neyse, vardı,
doğruydu, bu hayatın bir gerçeğiydi.
Kartal’a, Var Edenler’in üssüne geri döndüm. Çadırdan bozma ofisimize girdim. Ezgi’yi
arıyordu gözlerim, çok özlemiştim sevgilimi. Çadırda yoktu. Dışarıya çıktım, tuvalete,
henüz çalışmayan dönme dolaba, Balerin’e, hız trenine, atlıkarıncaya baktım, hiçbir yerde
yoktu. Geri döndüm, çadırda vakit öldürmekle uğraşan işe yaramaz delilere baktım.
“Ezgi nerede?”
Boş boş baktılar.
“Size bir şey sordum. Sevgilim nerede?!”
Alık alık bakmaya devam ettiler. Bir tanesinin boğazına sarıldım, benden iri olsa da onu
çadırın muşambasına yasladım.
“Bak arkadaşım, Ezgi nerede diye sordum sana!”
Deli bana bakmıyordu, ellerini birbirine vurdu spastik çocuklar gibi. Sonra da “Ezgi kim?”
dedi.
“Siktiğimin şizofreni” diye bağırdım ona tükürükler saçarak. O esnada onun kafasını
yasladığım yöndeki saati gördüm, saat akşam 10 olmuştu. Şizofrenin yakasını bıraktım
çünkü dövülmesi gereken biri vardıysa, o da bendim.
En son onun hakkında ne zaman yazmıştım? Bu sabah Akmar’a giderken benimle
gelmek istemişti, buna izin vermemiştim. Son olarak beni öpmesi için ona bir komut
yazmıştım, o kadar, ondan sonra Akmar’a gittim. İrfan Akay aklımı sikip attı, sonra da
sahilde onun söylediği yalanları düşünürken vakit hızla geçti. Neredeyse 10 saattir onun
hakkında tek bir kelime yazmamıştım. Ezgi de hayaller evrenine geri dönmüştü. Şimdi
onu oradan geri getirmek için çok sağlam bir hikâyeye ihtiyacım vardı.
Var edemeyen
3 Haziran 2009
Yazmadığım hikâye kalmadı. Bir defter dolusu hikâye, onlarca aforizma, birkaç tane
kısa film senaryosu... Fayda etmedi. Ezgi gelmedi. İrfan Akay’ın sözleri aklımdan çıkmak
bilmiyordu. “Ezgi diye biri yoktu, hiçbir zaman var olmadı...” cümlesi beynimde bitmek
bilmeyen yankılarla çınlıyor.
Ama hayır! İrfan Akay o hipnoz numaralarıyla beni kandırmayı bu defa
başaramayacaktı. Gerçekçilerden farkı yoktu onun, manipüle ediyor, neye inanmamı
istiyorsa ona inandırıyordu. Babam yazdığı metinlerde onun gibilere karşı uyarıyordu. Asıl
sahte mesih, İrfan Akay’ın ta kendisiydi! Akmar Pasajı’nda söylediği her şey bir yalandı.
Ben Varolmayanlar’ı terk ettikten sonra büyük ihtimalle organizasyon büyük bir güç
kaybına uğramıştı. Yıllardır beklenen tek ve gerçek Varolmayan’ın gidişi eminim ki
müritleri tarafından hoş karşılanmamıştı. Her ne kadar beni sahte mesih olarak lanse
etse de birçok Varolmayan’ın inancı sarsılmış olmalıydı. Şimdi onların inancını yeniden
kazanmak için beni oraya tekrar getirmek istiyordu, bunun için de yepyeni bir senaryo
yazmıştı. Ama artık kül yutmam. Onun yalanlarına kandığımda her şeyden habersiz,
otomatiğe bağlamış bir robottum, şimdi ise Var Eden’im!
Her ne kadar uzunca bir süredir var edemesem de...
Ayna karşısında
4 Haziran 2009
Bugün bütün gün sıfırdan bir şey yaratmaya uğraştım. Olmadı. Var Eden’miş!
Varolmayan’mış! Peh! Belki de çok geç olmadan, delilik diyarında daha fazla dolanıp geri
dönülemez karanlık bölgede kendimi kaybetmeden gerçeği kabullenmem gerekiyor.
Ayna karşısına geçtim, aksime bakarak düşünmeye başladım. İrfan Kudret Akay’ın
dediği gibi sıradan bir insan mıydım? Tüm bu Varolmayan’lık iyi kurgulanmış bir yalandan
mı ibaretti? Annem beni doğururken doğal sebeplerle can vermişti, babam da delirmişti,
hepsi bu muydu? Tüm o hayalperest kuramlar, aklını kaçıran babamla onun dalkavuğu
arkadaşının büyütmesiyle oluşan yapay bir mitolojiden mi ibaretti? Düşler kapısı,
gerçekçilerin misyonu, mağara adamlarının çizerek yaratması, insanların hayal ederek
tanrılarla oynaması, ejderhalar, cadı avı, kitlesel antidepresan kontrolü, en tehlikeli
gerçekçi türü, semptomlar, belirteçler, hayalperest anarşi... Hepsi uydurma mıydı?
Ya ben, ben var mıydım?
Sıfırdan yarattığım karakterler, gerçekleştirdiğim hikâyeler, cisimleştirdiğim hayalet
tren, severek var ettiğim Ezgi... Tüm bunlar fazla çiklet çiğnemekten gördüğüm
halüsinasyonlardan, travmalarımla başa çıkamadığım için zihnimin bana oynadığı
oyunlardan mı ibaretti? Ben de babamın yolundan emin adımlarla deliliğe doğru mu
ilerliyordum? Kafamı iki avucumun arasına aldım. İki elimle aklımı kafatasımda tutup
sağlıklı bir şekilde düşünmeye çalıştım. Kaleci Varol’un bir topu tutup tüm takımı
rahatlatması gibi akli melekelerime rahat bir nefes aldırdım. Bir süre durdum öyle, aklıma
mukayyet olmayı başardığıma kanaat getirince ellerimi bıraktım. Lavabonun soğuk
kenarlarına ağırlığımı vererek aynaya yaklaştım, kendime daha dikkatli baktım. Bir süre
kendimi yazmasam yokluğa yol alacak, buğuyla kaplanan aynadaki bir siluet, ışık alan bir
gölge gibi hiçliğe mi karışacaktım, yoksa İrfan Akay’ın iddia ettiği gibi sıradan bir insan,
klasik bir varoluş olduğum için hiçbir değişiklik olmayacak mıydı?
Babam deli miydi, dâhi miydi? Yazdığı onca kuramdan, teoriden bir tanesini bile, hiçbir
kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kanıtlayamıyor muydum? Canavarların, vampirlerin,
ejderhaların bu dünyada bir zamanlar varolduğunu kanıtlayabilmem düşünülemezdi ama
beni ikna eden o diğer detaylardan en az birini, ne bileyim antidepresanların gerçekçi
mamulü olması gibi, diş macunlarının içindeki fluorid’le halkları uyuşturdukları gibi
Varolmayan mitolojisinin dayandığı bir esası bile kanıtlayamaz mıydım? Ne bileyim,
google’da aratsam David Carradine’ın organizasyonla bağına dair bir emare bulamaz
mıydım? Hayalperest müdahale adını koydukları olaylardan birini bile en ufak şüpheye
mahal vermeden kabul edemez miydim?
Düşündüm, taradım, bana kanıt olarak sundukları her şey aslında çok zayıftı. Hep o
çikletler yüzünden tongaya düşmüştüm! Varolmayanlar’ı destekleyecek elle tutulur
sağlam bir kanıt yok muydu? Ya da tam tersine onların ideolojisini çürütecek herhangi bir
şey, bir görgü şahidi? Çok fazla bir şey istemiyordum, sadece aklımı kafatasımda tutacak
bir kanıt...
Bir kanıt, bir kanıt, bir kanıta lunaparkım!
Varolmayan mitinin en büyük mucizesi karşımdaydı. Aynada yüzüme baktım, gözlerime,
kaşlarıma, burnuma... Gerçek gibi görünüyordum. Diğer herkes gibiydim işte, ne diye
hâlâ bir Varolmayan, bir Var Eden olduğuma inanmak gibi bir gaflet denizinde
çırpınıyordum ki? Ben kim oluyordum ki kendimin herkesten farklı olduğunu
düşünüyordum?
Pes ettim. Her şey bitmişti. Ben vardım, herkes kadar. Sıradan bir varoluş, etten
kemikten bir canlı, biyolojik bir varlıktım. Bir süre aklımı oynatmıştım hepsi bu. Şimdi
tekrar aklımı yerine oturtmam gerekiyordu. İnsanlar en ağır akıl hastalıklarını
yenebiliyorlardı, ben de yapabilirdim bunu. Yarın tası tarağı toplayıp eski normal
hayatıma geri dönmeye karar verdim. Eskisi gibi; biraz strateji, biraz planlama...
Hallederdim bu işi.
Düşünmekten yorulmuştum, uykum gelmişti. Hazır lavabo karşısında felsefe
patlatmışken dişlerimi fırçalayayım da öyle yatayım dedim. Fırçamı kutudan aldım, suya
tuttum ve macunsuz bir şekilde dişlerimi fırçalamaya başladım. Son dört aydır macunsuz
fırçalıyordum. Aslında artık macun kullanabilirdim, ne de olsa babamın tüm teorileri gibi
macun komplosu da bir safsatadan ibaretti. Fırçalarken 32 dişime baktım. Bembeyazdılar.
Çok sağlıklı görünüyorlardı. Artık eski işime geri dönemezdim, devrim de çöktüğüne göre
işe ihtiyacım vardı. Dişlerime baktıkça diş mankenliği yapabileceğimi düşündüm. Diş
etlerim bile çok düzgün görünüyorlardı, eğer böyle bir meslek dalı varsa orada iş
bulurdum ben. Gülümsemem de hiç fena değildi hani.
Birden uyandım, aradığım kanıtı gökte ararken aynadaki yansımamda bulmuştum.
Dişlerim çok sağlıklıydı. Benim gibi sürekli diş ve diş eti sorunu yaşayan biri son dört
aydır macun kullanmamasına rağmen en ufak bir diş sorunu yaşamamış, üstelik her
zamankinden de beyaz görünen dişlere sahipti.
Çok büyük bir kanıt değildi belki. Ama beni ikna etmeye yetti. Zaten büyük bir kanıta
ihtiyaç duymuyordum ki. İnanmak istediğim şeye inanmak için ufacık bir şey de yeterli
olabilirdi. Ne yazdığımız, ne yaşadığımız değil, belki de neye inandığımız bizim
gerçekliğimizi var ediyor. Kim neye ne kadar inanıyorsa, o o kadar gerçek çünkü herkes
tek bir gerçeklikte değil, kendi gerçekliğinde yaşıyor. Ve orada, dileyen sihirli mızrağını
fersahlar ötesine fırlatabilen tek gözlü ihtiyarlara; dileyen keçi ayaklı flüt çalan satirlere;
dileyen dört kollu fil hortumlu tanrılara; dileyen şahin kafalı güneş ilahlarına; dileyen
uçan spagetti canavarlarına; dileyen de tek başına duran, yalnız, suretsiz bir yaratıcıya
inanabilir. Bu varoluşta, tüm varsayımların ötesinde herkesin en ufak şüphe duymadan
inanabileceği tek şey kendisi değil mi? Geriye kalan her şey bir yalan, bir illüzyon, bir
rüya olabileceğine göre, kendi gerçekliğini oluştururken bir insanın sadece kendi
düşüncelerine kulak vermesi gerekmez mi?
Ben Varolmayan fikrine inanıyorum. Ben ne kadar inanıyorsam, o o kadar gerçek.
Bu soruyu düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum. Ama yine de Varolmayan eksik parça
inancımı zedelemiyor. Er geç onu bulacağımı biliyorum...
İrade
6 Haziran 2009
İtiraf edebilirim; İrfan Akay’ın en büyük icadı mastürbasyon odalarıydı. Ezgi’nin
yokluğunda bunu daha iyi anladım sanırım. Kırmızı odalardaki zevki özlüyorum. Ama
David Carradine ve Michael Hutchence gibi o zevkin kölesi olmayacağım. Benim
devrimim pornografik değil, erotik olacak. Tutkulu, ateşli ve masum.
Aşk, imkânsız
7 Haziran 2009
Ezgi hâlâ ortada yok. Şunu kabul etmeliyim ki; o gitti. Hayır, hayaller evrenine değil,
sadece gitti işte.
İşin aslı şu ki; Ezgi’yle aramızdaki aşk sönmeye başlamıştı. Son günlerde aramızda
problemler çıkıyordu. Fazla iyiydi o, gerçek veya düş olamayacak kadar iyi. Daha önceki
kız arkadaşlarımın en güzel özelliklerini ona yüklemiştim ve böylece mükemmel kızı
yarattığımı sanıyordum. Fakat içten içe biliyordum ki; aradığım şey mükemmellik değildi.
İlk tanıştığım Ezgi mükemmel değildi. Göğüsleri bu kadar güzel değildi, teni bu kadar
pürüzsüz değildi, bu kadar yardımsever değildi, ne bileyim işte, bu kadar kusursuz
değildi. Kusurlarını özlemiştim onun.
Tüm bu sonradan eklediğim özellikler, Melis’in gamzesi, Yeliz’in ten rengi, Duygu’nun
kokusu, Funda’nın yardımseverliği, Nehir’in yemekleri, Aslı’nın göğüsleri, Lale’nin
sımsıcaklığı, Ceren’in karizması, Ceyla’nın kıyafet zevki, Güldem’in gözleri, Derya’nın
gelen hesapları paylaşması, Yağmur’un bacakları... Bunlar aynı zamanda o eski
sevgililerin belleğime attıkları imzalardı, bir kişiyle birlikteydim ama sürekli bana
başkalarını hatırlatan izlere rast geliyordum. Keşke o ilk aşk maceramdan sonra kimseyle
birlikte olmasaydım da yıllar sonra Ezgi’yle devam etseydim, işte o zaman, eğer
masumiyetimi koruyabilseydim, Ezgi şimdi bana kimseyi hatırlatmayan rüyalarımdaki kız
olacaktı. Tolga yüzünden, arkadaşlarım yüzünden, gerçekçilerin alçak baskısı yüzünden
şimdi rüyalarımdaki kızı yaratma şansından mahrumdum.
Aşk artık benim için ihtimaller dâhilinde değil.
İşte ne kadar yazarsam yazayım bu gerçeği içten içe bildiğim için Ezgi’yi karıştığı
hayaller evreninden tekrar buraya getiremiyordum.
Aşk, yaratırken en güçlü motivasyonum olduğunu sandığım aşk, aslında yoktu. En
azından bu düzende mümkün değildi.
Şimdi daha iyi anlıyorum; yeniden âşık olmam için, yeniden bu hayata anlam
katabilmem için düzeni kökten değiştirmem gerekiyor. Ve bu yolda yalnızım...
Arayış
9 Haziran 2009
Aslında yalnız değilim. Tek başına dünyayı değiştirme yolunda İrfan Kudret Akay’ın
babama ait metinlerden çalıp aktardığı bilgiler bana eşlik ediyor. Varoluşla ilgili,
değiştirilen sistem ve günümüzle ilgili çok iyi saklanmış sırlar bunlar. Bunları İrfan Akay
anlayamamış. O babamın bir zırdeli olduğunu, aklını kaçıran bir kaçık olduğunu
düşünüyor. Bana göre, o bir dâhiydi.
Babamın öldüğü kazayı tekrarlamam, onun yaşadıklarını birebir yaşamış olmam
bilinçdışında, ruhani bir boyutta onunla aramda bir köprü kurdu. O kazada babamla “bir”
olduğumu hissettim. Sanki arabadan fırlayıp asfalta çarptığımda onun tarih ve ilmin
derinliklerinden çıkardığı gizler benim zihnime yüklendi.
Günlerdir düşündüm ve şimdi her şeyi, en ufak bir soru işareti kalmamacasına
anlıyorum.
Ben Varolmayan’ım, Var Eden’im veya adım her neyse, ben babamın yarattığı ve
yazarak varlığını sürdüren bir hikâye kahramanıyım. Beni rüyasında gördüğü bir kalemle
yazdı. O kalemle babamın yarım bıraktığı yaratma işini devam ettirdim. Babamın bıraktığı
bilgileri kendi yararına kullanan İrfan Akay ve şaibeli Varolmayanlar benim bu gücümden
korktular, beni yok etmeye çalıştılar. Başaramadılar.
En büyük meseleye gelelim.
Babamın amacı dünyayı değiştirmek, hayatı baştan kurgulamaktı. Ama bunu yapmadı.
Bunu yapmak için beni yarattı. Ben de artık tek başıma dünyayı değiştirebileceğim
yanılgısından kurtulmalı ve kalemimle gerçek Varolmayanlar’ı yaratıp bu görevi onlara
teslim etmeliyim. Çünkü babam dünyayı tek başına değiştirmek gibi bir kahramanlık
hikâyesiyle başlayan bir devrimi düşlemiyordu. Terslik buradaydı. Ben de buna
inanmıyordum. Ben hayatı değiştirmek istemiyordum, ben hayatın değişmesini
istiyordum. Bunu da sadece ben değil, herkes yapmalıydı. Hayalciler veya gerçekçiler
diye ayırmadan, bölmeden, eşitsizlik yaratmadan.
Hiyerarşiyle değil, saf anarşiyle.
Ama nasıl?
Takım
10 Haziran 2009
Hayalperest koloninin nüfusu çok az. Benim sağlam birtakıma ihtiyacım var, kırk elli
gönüllü hayalperest anarşist. Onları sıfırdan yaratabilirim ama bu çok zor. Kaidelere
uygun bu kadar hikâye yazıp, onları devam ettirmem imkânsız. Ben tanrı değilim. Hatta
uzun bir süredir yazarak yaratamıyorum da.
Eksik yapboz parçası... Gözümün önündesin biliyorum! Eskiden yazarak yaratabiliyorken
şimdi neden bunu yapamıyorum? Cern’deki bilim insanları Tanrı parçacığını arıyorlar, ben
ise lanet olasıca eksik yapboz parçasını... Onlar atomu parçalarken ben kafamı
parçalayacağım yakında!
Mürekkep
13 Haziran 2009
Evime geri döndüm. Yo hayır, misyonumdan vazgeçtiğim için değil. İpucu aramaya.
Varolmayan eksik yapboz parçasını bulmaya...
Her zaman olduğu gibi çalışma masama oturdum. Hayatı orada değiştirmeye
başlamıştım, her neyi gözden kaçırıyorsam oradaydı. Kalemimi masanın üzerine koydum.
Etrafıma baktım. Kitaplar, halı, İkea’dan indirimle aldığım divan, çerçeve içinde
zamanında anlamlı gelen ama şimdi hiçbir anlam ifade etmeyen resim... Masanın
üzerindeki kalem kutusu. Gözlük kabı. Masa saati. Kül tablası. Lamba. Onun yanındaki
kalemlik. Kalemi alıp oradaki kalıba yerleştirdim. Kalemlikte mürekkep hokkası da
duruyordu. Üzeri işlemeli antika hokka. Tan kırmızısı mürekkep hokkası. İşlemelerine
baktım, o gizemli Varolmayan simgesi onda da var. Mürekkep akmasın diye altında
onunla bütünleşmiş tabağı var. Elimle kaldırıp şöyle bir baktım. Alaaddin’in sihirli lambası
gibi göründü gözüme, mürekkepten bir cin yükselerek dileğimi sorsa şaşırmayacaktım.
İşlemelerinde elimi gezdirdim, sihirli lambayı parlatan Alaaddin gibi...
Bu gündüz düşünün eşliğinde eksik parçayı buldum. Kahrolası parça hep gözümün
önündeydi. Kalemi Varolmayanlar’a katılana dek onunla doldurmuştum. Babamın kendi
elleriyle işlediği, kendi elleriyle mürekkebini yaptığı hokkaydı bu. Onu çalışma masamdan
başka bir yere hiç götürmemiştim. Hayalcilerin kalesinde bana, ona benzeyen altın sarısı
başka bir hokka vermişlerdi. İçindeki mürekkep de alelade bir mürekkep olsa gerekti...
Hemen eski mürekkep hokkasının kapağını açtım, baktım, koyu mor bir sıvı, tepesine
kadar doluydu. Oysa onunla üç tane uzun hikâye yazmıştım ve kalemimi sürekli onun
içindeki mürekkeple beslemiştim. Demek ki, kalemdeki mürekkep tükeniyordu ama
hokkadaki mürekkep asla tükenmiyordu.
Şimdi babamın hayata müdahale edip, beni yaratmasının ardındaki dâhice planı tüm
hatlarıyla görüyorum. Mucizenin sırrı, sihrin kaynağı hokkadaki mürekkepteydi. Kehanette
de “...bu kalem ve bu mürekkeple hayalleri yeniden gökyüzünün hâkimi yapacak ...”
dememiş miydi kâhin? Bu mürekkebe bandırarak kaleme aldığım her hikâye
gerçekleşmişti, daha sonra kalemi değiştirdiğimde, esas kaleme geri dönüp de farklı bir
mürekkep kullandığımda yazdıklarımın büyük kısmı gerçekleşmemişti. Çünkü artık saf
Varolmayan mürekkebi değildi o, içine sıradan insan yapımı mürekkep karışmıştı. Demek
ki, kalemin içindeki sihirli mürekkep sıradan mürekkeple karıştırıldığında gücünü kısmen
kaybediyordu. Yapboz tamamlanmıştı.
Mürekkep hokkası. Bunca zamandır gözümün önünde duran o mürekkep hokkasındaydı
asıl sır. Dünyayı değiştirecek olan efsun.
İrfan Kudret Akay, babama tamamen inanmış olsaydı bu farkı atlamazdı. Mürekkep
hokkasını gözden kaçırmazdı.
Babam tek bir hayalle değil, birbirinin üzerine kurduğu iki hayalle gerçekliği
değiştiriyordu. Hikâye içinde hikâye yaratarak gerçekliğin arka kapısından giriyor, onu
yeniden programlıyordu. Hemen buna “İki Kat Prensibi” adını taktım, ileride öğretilerimde
işe yarayabilirdi. Babam doğrudan bir hayal kurup onu gerçekleştirmenin peşine
düşmemişti; önce bir hayal kuruyor, o hayale insanları inandırıyor, sonra da o hayali bir
kat daha büyüterek gerçekliğin kabuğunu kırıyordu. Önce rüyayı görüyor, sonra onun
hikâyesini yazıyor, en sonunda da gerçekleştiriyordu. Birinci kat; Pergamon Krallığı’nda
kalemi gördüğü rüya, ardından oradaki kalemi yaratması. İkinci kat; o kalemle oğlunu
hayata getirmesi. Sonra ben ne yapmıştım; hazıra konmuştum! Bu yüzden de bir noktaya
kadar ve belli sınırlar dahilinde sihrin ortağı olmuştum. İrfan Akay’ı ve Varolmayanlar’ı tek
gerçek Varolmayan olduğuma ikna edebilecek büyük bir mucizeye imza atamamıştım.
Mürekkebin sırrını çözmüş olsam da şimdi hazıra konup birkaç küçük hikâyeyle vakit
kaybetmemeliyim. İlaç kurbanı mutantlar, reklam imha timleri, gazeteci vampirler
gerçekleşse bile sadece kendi hikâyelerimle hayalimdeki hayatı kuramam. Tüm gerçekliği
sıfırdan değiştirmek, baştan dizayn etmek istiyorsam babamın hayalinin üzerine bir kat
daha inşa etmeliyim. Bunun için önce o rüyayı görmem ve rüyadaki işaretleri takip
etmem gerektiğini biliyorum. Dünyayı tek bir hikâye yapacak olan o büyük fikri ancak bir
rüya gün ışığına çıkarabilir.
Son vahiy
15 Haziran 2009
Beklediğim oldu. Dünyanın en güzel rüyasıyla uyandım.
Rüyamda eski bir uygarlıkta yürüyorum, bir an kendimi aynada görüyorum, ben bir
kralım. Burası daha önce babamın rüyasında gezdiği Pergamon Krallığı. Her yerde
Varolmayan sembolü var, sütunlarda, heykellerde, çeşmelerin üzerinde... Sonra
babamdan aldığım tacı kafamda hissediyorum, kral tahtına oturuyorum.
Sarayın devasa kapısı açılıyor ve içeriye beş kişilik bir grup giriyor. Bunlar babama
kalemin gizli gücünü anlatan mucit, madenci, kâhin ve tellal. Biri daha var. Hepsi beraber
eğilip diz çöküyorlar. Derken bu beşinci adam ayağa kalkıyor, “Efendim. Ben simyacı
Theli” diyor. “Babanıza teslim ettiğimiz kalem elbette ki vaat ettiğimiz gibi var olmayanı
yoktan var edebilir. Gücünü de kadim topraklarda yetişen bitkilerden ve kutsal
nehirlerden aldığımız damlalarla yarattığımız bu mürekkep karışımından almaktadır.
Arzunuz dahilinde asla tükenmeyen ve tek damlasıyla kütüphaneler dolusu kitap
yazabileceğiniz bu mürekkep doğru kullanıldığında hayatı ve tüm evreni değiştirebilme
kudretine sahip olacaktır. Fakat bunun nasıl yapılacağını sadece tek ve gerçek
Varolmayan bilecektir.”
Emrimle hemen mürekkep hokkasını bana getiriyorlar. Hokkaya bakıyorum, ona
baktıkça büyüsünün daha fazla esiri oluyorum. İçindeki mor sıvı sağa sola dalgalandıkça
üzerindeki işlemeleri sihirle doluyor adeta. O süsler kıtalara, dışından görünen mürekkep
dalgaları okyanuslara dönüşüyor, hokka dünyanın kendisi oluyor. Hokkanın kapağını
açıyorum, mürekkep denizine daha yakından bakıyorum. Büyükçe bir fincanı
doldurabilecek mor sıvının, derinliklerinde sonsuz sayıda hayal ürünü varlığı sakladığına
dair bir hisle dolup taşıyorum. Bir kaşık mürekkepte hayalgücünün kaynağı saklı sanki.
Baktıkça, tepesinde durduğu uçurumun yüksekliğini daha iyi idrak eden bir intihar
meyillisi gibi bir adım geri çekilip kafamı uzaklaştırıyorum mor denizden. Elimi de çekip
hokkayı önümdeki sehpaya bırakmak istiyorum ama ne mümkün! Elim sanki yapışmış
hokkaya. Daha da kötüsü; hokka vücudumun bir parçası oluyor, korkunç bir birleşme
gerçekleşiyor. Hokkanın işlemeleri arasında akan mürekkep nehirleri ellerime doğru
ilerliyor, parmak uçlarımdan damarlarıma karışıyor. Hokkadaki denizden akan mor nehir
kanıma karıştıkça damarlarım şişiyor. Mor sıvı kanın kırmızısıyla karışıp zifti andıran bir
renge dönüştükçe, damarlarımdan akan kan da derinin dışından bile görülebilecek
koyulukta karalaşıyor. Tüm bunlar olurken damarlarım bu akışı, vücudum bu yükü
kaldıramayacak diye korkmam gerekirken tam tersine inanılmaz bir gücün parçası
olduğumu hissediyorum. Öyle bir güç ki her şeyi yapabilir...
Sonra da uyanıyorum. Ne yapacağımı çok iyi bilerek!
Tıpkı babamın rüyasını yazması gibi, ben de rüyamı kaleme alıyorum. Babamın kaleme
o müthiş gücü bahşetmesi gibi ben de mürekkep hokkasına tarifsiz bir güç veriyorum.
Gerçekliğin üzerine bir kat hayal kurarak onu bozmaya başlıyorum. Sıra geliyor, ikinci
hayalle onu kökten değiştirmeye...
Babam beni yazdığı bir hikâyeyle var etmişti. Ben de yazdığım bir hikâyeyle var
edeceğim devrimi. Binlerce, milyonlarca, belki milyarlarca insanın hayal ettiği gerçeğe
nüfuz edecek, yeni, yepyeni bir hayat mürekkepten kâğıda, kâğıttan varoluşun kendisine,
özüne, aslına yayılacak. Kâğıt mürekkebi emerken gerçeklik de yazılanları içine çekecek
ve hayalimizdeki dünya herkesin hayalleriyle var olacak...
Önce anlamayacaklar, ne yaptıklarını bilemeyecekler, sonra anlayacaklar, zamanla
ustalaşacaklar ve daha büyük bir şevkle yapacaklar, giderek çoğalacaklar... Yüzlerce,
binlerce, milyonlarca, milyarlarca Varolmayan... Hayal güçleriyle varoluşu alt üst
edecekler. Düzeni ve disiplini yıkacaklar. Evet, bu bir anarşi, başı sonu olmayan ebedi ve
edebi bir anarşi.
Şimdi o son hikâyeyi; tüm hikâyeleri ve hayalleri salıverecek, tüm ruhları özgür kılacak
o son hikâyeyi yazacağım. Önce bir yolculuğa çıkmam gerekiyor. Yorgunum ama sebep
olacağım kargaşayı hayal ederek gözlerimin önüne getirebiliyorum. O bana güç veriyor.
Şimdiden yeni düzenin karşısında saygıyla eğiliyorum. Bundan böyle Kozmos’un yeni adı:
Kaos. Sonsuza dek...
Ve devrim...
Bitmeyecek mürekkep
27 Temmuz 2009
Gezgin bir dakika sonra Balerin’in tepesine çıkmıştı. Diğerleri Balerin’in koltuk
bölmelerine 360 derece düzeninde kurulmuşlardı. Her birinin elinde bir mürekkep
hokkası vardı. Gezgin’inkine benzeyen ama birebir aynısı olmayan, uzaktan şık bir
yumurtalığa benzeyen, cam hokkalardı bunlar. Doldurulmayı bekliyorlardı.
Binlerce yıl evvel kapatılan hayaller kapısı hiç gıcırdamadan melodik bir ıslık sesiyle
açıldı.
İlk müdahale
29 Temmuz 2009
Not: Bu son sayfadaki elyazısından anlıyoruz ki, bu yazı başka birine ait.
Kaos çağının rapor edilen ilk hayalperest müdahalesine İstanbul’da bir çocuk sebep
oldu. Adı Eren’di. Dokuz yaşındaydı. Okuldan dönerken kırtasiyeciden satın aldığı
kurşunkalemle o gün resim dersinde öğrendiği şekilde bir tavşan çizdi. Çizmesiyle
tavşanın odasında belirmesi bir oldu. Çocuk buna çok sevindi. Annesi ise pek sevinmedi,
halıya pisleyen tavşanı görünce Eren’in kulağını çekti.
“Nereden buldun da getirdin bu tavşanı, e haylaz oğlum benim!”
Çocuk “Sadece hayal ettim” diye yanıt verince annenin öfkesi arttı. “Hayal etmişmiş,
sen şimdi görürsün” deyip çocuğu kulağından çekiştirerek odasına kilitledi. Çocuk bir
sinirle aynı kurşunkalemle annesini boğazından havaya kaldıran bir canavar çizdi.
Çizmesiyle birlikte annesinden bir çığlık yükseldi. Çocuk anahtar deliğinden baktığında
televizyonda izlediği bir filmde gördüğü canavara benzer bir canavarın annesine
saldırdığını gördü. Çocuklar hayal güçlerini nasıl kontrol edebileceklerini yetişkinlere göre
daha iyi biliyorlardı; Eren hemen silgiyle canavarı sildi, gözlerini de yarattığı şeyi
unutmak istercesine kapattı bir süre. Sezgileri sadece silerek onu yok edemeyeceğini
söylediğinden hemen yeni bir şeyle onu değiştirmek için kaleme sarıldı. Gözünün önüne
geçen yıl kaybettiği anneannesini getirdi ve onu çizdi. Çocuk yeniden anahtar deliğinden
baktığında annesini inanmaz gözlerle sallanan sandalyede oturan anneannesine
bakarken gördü. Bir süre sonra anneanne cismen kayboldu. Çocuğun annesi gözyaşlarını
sildi ve son bir dakikada yaşadıklarını bir mantığa oturtmak için dakikalarca sessizce
düşündü.
Bu o güne kadar bilinen mantığın ilk yıkılışıydı. İlerleyen günlerde hayalciler, potansiyel
hayalciler, hatta Varolmayan’ın kan ve mürekkebinin karıştığı kalemle yazan, çizen
herkes yepyeni canavarları, yaratıkları, perileri, büyücüleri, cadıları, hayaletleri, süper
kahramanları, garip varlıkları, esrarengiz olayları, korkunç sahneleri ve akıl almaz
maceraları gündelik hayata davet ettiler. Onlar da büyük bir zevkle bu daveti kabul
ettiler. Ne de olsa kapı açıktı...
Milenyum
Yeni çağın gazetesi
2.12.2010