You are on page 1of 265

VAROLMAYANLAR

Hayalperest Günlükleri III


Yazan: Doğu Yücel

Yayın hakları: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.


Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde
kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.
Dijital yayın tarihi: Temmuz 2012 / ISBN 978-605-09-0909-8

Kapak tasarımı: Mazhar Bilgiç

Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.


19 Mayıs Caddesi, Golden Plaza No. 1 Kat 10, 34360 Şişli - İstanbul
Telefon: (212) 373 77 00 / Faks: (212) 355 83 16

www.dogankitap.com.tr / editor@dogankitap.com.tr / satis@dogankitap.com.tr


Varolmayanlar

Doğu Yücel
Ne zaman hayal kurarsak, kanatlanırız
İşte bir hayal
Sadece senin ve benim için

Ne zaman hayal kurarsan


Elinde bir anahtar tutarsın
O kapıyı açar
Seni özgür bırakan.

Gecenin içinde kanayan


Kutsal Yüreğin peşinde
Işığa koş
Bulacaksın Kutsal Yüreği

Büyücünün çığlığı geliyor


Gökyüzü ikiye ayrılıyor
O gözlerinin içine bakıyor – Çabuk!
Yetiş gökkuşağına
Kararmadan – Hücum!

Ronnie James Dio


Milenyum
Yeni çağın gazetesi
30.11.2010

Kıyamet günlükleri bulundu


Kaos çağının sırrı çözüldü mü? Bir çöp kutusunda ele geçirilen
2009 yılına ait günlükte yazılanların yaşadığımız tuhaf
olaylara ve karşılaştığımız tanımlanamaz varlıklara açıklama
getirdiği iddia ediliyor. Gazeteniz Milenyum o günlüğü ele
geçirdi.
Hayatın her alanını alt üst eden, eskiden olduğu gibi barış ve
huzur içinde yaşamamızı engelleyen gerçekdışı olayların sebebi
halen açıklık kazanmadı. Din adamları kıyametin koptuğunu ilan
etseler de büyük çoğunluk, olup bitenin mukaddes kitaplardaki
kıyamet alametleriyle ve mahşer sahneleriyle örtüşmediği konusunda
hemfikir. En koyu dindarlar bile kıyamette dirileceği yazılan
peygamberlerini beklemeyi bıraktı.
Bilim insanları ise yakın geçmişe kadar destekledikleri tüm
teorilerin bir bir çökmesiyle fizik kanunlarının ve mantığın
tarihe karıştığını, kaosun hâkim olduğu bir dünyada
söyleyebilecekleri hiçbir şeyin olmadığını dile getirerek bir
anlamda emekliliklerini ilan ettiler.
Birleşmiş Milletler’in atadığı bir grup uzman, olayların
başladığı İstanbul’daki araştırmalarına devam ediyor. İki ay önce
çalışmaya başlayan ekip geçen hafta Kartal’da bir çöp kutusunda,
bu tuhaf olayları açıklayabilecek bir günlük ve çeşitli belgeler
buldu. Yetkililerin söylediğine göre günlükte yazılanlar
hayatımızı içinden çıkılmaz devasa bir karmaşaya dönüştüren ve her
geçen gün şiddetini artırarak yaşantımızı tepetaklak eden bu
açıklanamayan olayların kaynağına ışık tutuyor.
Halk arasında “Kıyamet Yazıtları” adıyla anılmaya başlanan bu
günlüğün henüz kimliği belirlenemeyen genç bir işadamına ait
olduğu, gelen bilgiler arasında.
Günlük üzerinde çeşitli incelemeler yapıldı. Farklı ülkelerden
gelen bilim insanları, emniyet görevlileri, astrologlar, komplo
teorisyenleri ve paranormal uzmanları günlük üzerinde çalıştılar
fakat bir sonuca ulaşamadılar. Bulunan günlüğün hedef şaşırtmak
için yaratılan bir düzmecenin parçası olduğu ihtimali üzerinde
duranlar da var, yaşananları kusursuz bir şekilde açıkladığını
iddia edenler de...
Herkesin peşinde olduğu günlük, bugüne kadar kamuoyundan sır gibi
saklanıyordu.
Gazeteniz bu duruma bir son vermek için yola çıktı. Dünyayı kaosa
sürükleyen açıklanamaz vakalara ışık tutabilecek her şeyin bir an
evvel halkla paylaşılması gerektiğini düşünüyorduk. Bu amaçla
yoğun güvenlik önlemleriyle saklanan bu günlüğe ve diğer gizli
belgelere ulaştık.
Elimizde cilt cilt ayrılmış, farklı tarihlere ait günlükler, bazı
çizimler, resimler, gazete kupürleri, senaryo taslakları,
fotoğraflar ve ses kayıt deşifreleri var.
Bunları dağınık bir şekilde kamuoyuna ulaştırmak yerine düzen ve
disipline bağlı kalarak sunmayı uygun gördük. Olayların
başlangıcını ve gidişatını en anlaşılabilir şekilde sizlere
aktarmak için günlükteki yazılar ile dokümanları kronolojik sıraya
dizmek gerekiyordu. Olayları daha iyi kavrayabilmeniz ve belki de
medeniyetimizi tehdit eden bu melânetten nasıl kurtulmamız
gerektiğini çözebilmeniz umuduyla edindiğimiz belgeleri editör
süzgecinden geçirerek daha anlaşılır bir hale getirdik. Başlıklar
ve aradaki editör notları, yazılan günlüklerin daha rahat okunması
ve içerdiği ipuçlarının daha iyi idrak edilmesi için orijinal
metine eklenmiştir.
Şaşıracaksınız, dehşete kapılacaksınız, günlüğün yazarına lanet
edeceksiniz, belki de okuduklarınıza hiçbir anlam veremeyeceksiniz
ama günümüzde yaşananların şu ana kadarki en iyi açıklaması, hatta
tek açıklaması bu sayfalarda gizli.
Uyarmak zorundayız; okurken dalıp gitmeyin, kapılarınızı kilitli,
pencerelerinizi kapalı tutun. Emniyet görevlileri özellikle zemin
katta oturan vatandaşların pencerelerini, panjurlarını ve
kepenklerini kapamaları konusunda uyarıda bulunuyor çünkü dev
sürüngenlere, korkunç iblislere ve tuhaf yaratıklara dair ihbarlar
her geçen gün artıyor.
I

Başlangıç
Belge 1
İsimsiz bir günlük... Kalın, siyah ciltli bir Ece Ajandası bu. Kapağın sağ altında beyaz
bir etiket var, üstüne “17 Mart 2009 - ...” yazılmış. Kırmızı şerit, daha ilk sayfada
bırakılmış. Günlüğün sayfaları beyazmış, eskidiğinden sararmış. Silik satır çizgileri
ve açık kırmızı bir kenar çizgisi sayfaları soldan kesiyor. Yazarın el yazısı çok güzel
değil, yine de rahatça okunabiliyor.

Genç bir işadamının günlüğü ve olağan olaylar serisi


17 Mart 2009
Bu sabah dairemden dışarı adımımı attığımda saat yediyi beş geçiyordu. Tam
zamanında paspasın üzerindeydim! Savaştan zaferle dönüp vaktinde kralının karşısında
eğilen bir şövalye gibi kendimle gurur duydum. Bir an, göğsümün kabardığını, kibirli bir
ifadeyle apartman boşluğunda beni izleyen halkıma, –halk derken kalorifer borusuna,
basamaklara, tırabzana, paspasa ve otomat düğmesine– selam verir gibi poz kestiğimi,
en azından bu sahneyi aklımdan geçirdiğimi hatırlıyorum. Bu, günümün geriye kalanının
başarı dolu ilk anıydı ve bunun son başarım olmayacağını müjdeliyordu bana.
Bir insanın her sabah 7.05’te kendisini apartman kapısının önündeki paspasın üzerinde
bulmasını başarı saymayacak zavallılar olacaktır. Son üç yıldır istisnasız her sabah aynı
saatte, aynı dakikada kapının dışında hazır ve nazır şekilde durmamı da
küçümseyebilirler. Bu yüzden kaybedip duruyorlar... Kazanmak istiyorlarsa, iyi izlesinler
beni, sabahları en hızlı hazırlanan işadamını...
Önce biraz hesap: Takım elbise giyen çalışan bir erkeğin işe yetişmesi için 7.05’te
kapısının dışında olması gerekiyorsa o kişinin saat en geç 6.25’te, taş çatlasa 6.30’da
uyanması gerek. Ben ise 6.48’de uyanarak aynı saatte hazır olabiliyorum. Uyandıktan
sonra ihtiyaçlarımı gidermek, bir şeyler atıştırıp, hazırlanıp evden dışarı çıkmak için
ihtiyaç duyduğum süre tam tamına 17 dakika. Şükürler olsun ki, bu yarışta kimsenin
bilmediği bazı kestirme yollar biliyorum.
Zekâ dolu bir sistem benimkisi: Uyanma anı önemli; alarmlı saatler, uyandırma
servisleri, hepsi yalan. Tanrı akıllı telefonları korusun. Tam teşekküllü, avuç içi
bilgisayardan hallice telefonumun alarm fonksiyonu, sizi ne olursa olsun uyandırmakla
görevlendirilmiş bir Terminator gibi, asla pes etmiyor. Şifonyerin rahatça
uzanamayacağınız köşesine konan telefon ve seçilen doğru zil tonu uyanmanızı garanti
altına alır. İlk kural: Ne olursa olsun hiçbir şey değişmemeli. Zaman kazandırıcı tüm ufak
manevralar sırasıyla, muntazam bir şekilde yapılmalı. Eğer her şey yolunda giderse saat
tam yediyi beş geçe kravatımı takmış, ütülü takım elbisemi giymiş, çantamı kapmış bir
şekilde kapımın önündeki paspasın üzerinde olurum. İkinci kural: Asla aynı anda ikiden az
şey yapma.
Telefonu susturduktan sonra sistemin aritmetik kısmı başlıyor: Geceden şifonyerin
üzerine koyduğum bir bardak suyu sağ elimin yardımıyla mideme indirirken sol elimle en
üst çekmeceyi açıyorum. Bir yandan sol elimle çoraplarımı çıkarıyorum, diğer yandan
bardaktaki su bitip de sağ elim serbest kalınca çoraplarımı ayağıma geçiriyorum.
Çorapların en üstteki çekmecede olması, önemli bir ayrıntı. Eğer çoraplarım bir alt
çekmecede olsaydı bu iki hareketi aynı anda yapamaz ve bugüne kadar her gün bu iki
hareketi aynı anda yapmaktan dolayı kazandığım 1 saniyeyi, yani tüm iş hayatım
boyunca toplamda kazandığım 1 saniye x 1530 günü = 1530 saniyeyi, yani 25,5 dakikayı
(nereden baksan yarım saat) hayatıma ekleyemezdim.
Odamdan çıkıp mutfağa geçer geçmez tost makinesine ekmek arası kaşar koyuyorum
(hazır kesilmiş kaşar peynirlerinden al, kesmekle uğraşma!), tost makinesinin düğmesine
basıyorum, sonra su ısıtıcısına dönüyorum (tüm bu cihazlar manevralarımı hızlı
kılabilmem için bitişik duruyorlar), hemen yanındaki sürahiden su boşaltıyorum, ısıtıcının
düğmesine basıp dümeni tuvalete kırıyorum.
Herkes gibi kalkar kalkmaz doğrudan tuvalete gitmektense, boşaltma ihtiyacımı birazcık
erteleyerek mutfaktaki işlere start vermek bana kayda değer bir zamanı hediye ediyor.
Böylece mutfakta kabak gibi –başka hiçbir şey yapmadan– suyun kaynamasını ve tostun
kızarmasını bekleyerek geçireceğim, kabaca tahminle 1 dakikayı zaman tanrısından çalıp,
kum saatime katıyorum. 1 dakika deyip geçmemeli, bu klasik sıralamayı değiştirmeyi akıl
ettiğimden beri geçen süreyle, yani 1330 iş günüyle çarparsak 1330 dakika eder ki, bu da
22,16 saate eşittir, ki nereden baksan bir gün eder bu! Yine de mutfak ve tuvalet sırasını
değiştirdiğim için kazandığım bu süreyle yetinemem; esas olay tuvalette bitiyor. Genelde
herkes mesanesini boşaltırken bir şey yapmaz, ki bu büyük bir hatadır. 1 dakikaya yakın
bir süre kamışından çıkan sarı suyu izlemek dışında yapabileceğin şeyler vardır. Örneğin
dişlerini fırçalayabilirsin. Böylece dişlerini fırçalamakla harcadığın 51 saniye senin olur,
bunu yaşadığın her günle çarparsan ciddi bir süre çıkacaktır karşına. Tamam, çorapları
çekmeceden çıkartırken bir bardak su içmenin veya işerken diş fırçalamanın benim
icatlarım oldukları konusunda çok iddialı değilim. Bu veya buna benzer taktikleri deneyen
başka insanlar olabilir ama bir konuda çok iddialıyım, patenti için adaylığımı ilan
ediyorum! O da şu; işiyorsunuz, mesaneniz boşaldı ama son birkaç damla için sallanır
veya aletinizi sallarsınız ya. İşte o sallamadan önce, o son gıdımlarda henüz (ç)işiniz
teorik olarak bitmemişken eğilip sifona basabilirsiniz. Zaten o son sallama bölümünde
tuvaletteki suyu sarartabilecek kadar idrar çıkmaz. Sifona eğilmek ve düğmeye basmak,
sonra tekrar doğrulmak için harcadığınız süre ise 1 saniyedir, bunu yaşadığınız her günle
ve her gün en azından sekiz dokuz defa işemeye gittiğiniz için sekiz ya da dokuzla
çarparsanız, kazandığınız vakit hiç yabana atılamaz. Görüyorsunuz ya, zaman tanrısına
çalım atmanın bin bir türlü yolu var.
İhtiyaç molası ve olabilecek en hızlı sakal tıraşından sonraki gidişat da belli: Mutfağa
dön, tost makinesinden fırlamış kızarmış tostuna ısırık atarken bardağına poşet çayı at,
üstüne ısıtıcıda fokurdamakta olan sıcak suyu boşalt (Isıtıcının tık sesini çıkarmasını
bekleme, fokurdama başladıysa kaynamış demektir, en az yarım saniye kazanırsın). Asla
aynı anda ikiden az şey yapma. Tostuna ikinci ısırığı atarken, çay bardağındaki şekeri
karıştır. Tostunu çiğnerken, çayını yudumla. Ağzını silerken, ilaç çekmecesinden
antimigren hapını (Excedrin) al, yut. (Bu herkesin gündeminde olan bir hareket değil ama
çoğunluğun antimigren hapı yerine One A Day gibi popüler hapları kullandığını
düşünürsek, ortak hareketler kapsamında değerlendirebiliriz...) Mutfaktan çıkarken, yarım
kalan çayı lavaboya dök. Çık, takım elbiseni giy. Haftada bir temizliğe gelen Hatice
teyzenin bağladığı kravatlardan (bir türlü öğrenemedim!) en düzgününü takarken,
antredeki Bond çantanı kap, ışıkları kapat. Hazırsın artık, at kendini dışarı. Saati kontrol
et. Tam yedi sıfır beş olması lazım.
Önemsiz gibi görünebilecek ufak zaman kazanma hilelerim sayesinde doğru zamanda
doğru yerdeyim, fakat yarış bitmiş değil; on dakikada metroda olmalıyım. Asansör benim
katımda değilse gelmesini asla beklemem. Yürüyerek zemine inişim taş çatlasa 17
saniye. Herhangi bir komşuyla karşılaşırsam “Günaydın” demem; bazen bir “Günaydın”,
“Nasılsınız”la devam eden “Aidatlar da çok yüksek”e varan, kafadan 35 saniyeye mal olan
bir sohbete yol açabilir. O yüzden “yabani komşu” damgasını yeme pahasına
“Günaydın”laşmam, böylece –caddede karşıdan karşıya geçme faslı uzamazsa–
aritmetiğime sadık kalarak tam zamanında varabilirim metroya. Ama mesela hep
korkmuşumdur; yolda uzun zamandır görmediğim biriyle karşılaşsam onunla
konuşabilmek için sadece iki dakikam var. En fazla üç dakika. Eğer ona dört dakika
verirsem ekstradan geçen süreyi uzun ve hızlı adımlar atarak, hatta koşarak kapatmam
gerekiyor. Neyse ki mahalle esnafıyla selamım yok denecek kadar az, bu muhitte bir
tanıdık görme ihtimalim de pek yok. Zaten bu saatte bir dostumu görsem muhtemelen
onun da acelesi olacak, bu yüzden o da bana dört dakikasını ayırmak istemeyecek. Sorun
yok, aritmetiğe devam...
Trafik ışıklarının olduğu direkteki düğmeye bas (senden önce biri basmıştır mutlaka
ama sen yine de işini garantiye al), sana yeşil yanmadan, arabalara kırmızı yandığını fark
edince karşıya geç (en az bir saniye kazanırsın), metro girişine yürü, aşağı inen
merdivenlerin sensörünün seni algılamasını bekle, merdivenler çalışınca sağdaki yerini al,
merdiven inerken kıyafetindeki kırışıklıkları düzelt, turnikeye gelince Akbil’i bastır,
metroya inen merdivenlerin sensörünün seni algılamasını bekle, merdivenler hareket
edince sağdaki yerini al, istasyona geldin. Doğru yerde treni bekle, “doğru yer” varış
durağında yukarıya çıkan yürüyen merdivenin en yakınında duracak olan vagonun
durduğu yerdir. Her gün orada, o aynı vagonun aynı kapısından bineceksin ama buna
değecek çünkü bu sayede fazladan 15 saniyen cebinde.
Üç durak sonra iniyorsun, seçtiğin vagon sayesinde 5 saniye sonra yürüyen merdivene
herkesten önce vardın, merdivenlerin sağ tarafına geç, yavaşça yürü, koşan gençler
yoksa istasyondan ilk çıkanlardan biri olacaksın...
Bundan sonrası fiks: İki trafik ışığını kullanarak karşı caddeye geçtikten sonra köşedeki
gazete bayisinden gazeteni al, şirket binasına yürü, binanın kapısında sensör seni algılar
algılamaz şirketin açılır kapanır kapısından geç, çantanı x-ray cihazına bırak, çantan diğer
tarafa geçerken cebinden kartını çıkar, çantanı aldıktan sonra kartını turnikeye göster,
içeri gir, asansörü bekle, diğer bekleyenlerle birlikte asansöre bin, üç dört kere farklı
katlarda durduktan sonra senin katında kapı açılsın, çık dışarı, çok tanıdıklara “günaydın”,
“n’aber” de, az tanıdıklara selam verirmiş gibi gülümse (eğer sana bakmadıysa aptal
konumuna düşmemek için dozunda bir gülümseme), kahve makinesinden kahveni al,
paravanları geç, birkaç paravan daha geç, kendi paravanlarına geldin, yani odana,
bilgisayarını aç, excel’leri, finans programlarını çalıştır, birkaç saat sonraki toplantıya
kadar en kazançlı sistemi oluştur...
Zaman, benim işimde kilit kelime. Gençken Hollywood filmlerinde işadamı
karakterlerinin ağzından şu tarz replikler duyar ve uyuz olurdum hep: “Zaman demek
para demek. Tik tak. (parmak şıklatır) 1 dolar, 2 dolar, şu an geçen zamanla birlikte
kaybediyorum, 3 dolar oldu, haydi adamım...”. “Vakit nakittir” de en sevmediğim
atasözüydü, atalar hangi ara kapitalist olmuşlardı? Fakat şimdi bu klişe söz hayatımı
özetliyor. Zaman demek para demek. Kaybettiğim her saniye, kaybettiğim para,
kazandığım her saniye, kazandığım para anlamına geliyor. İşe, bina dışında toplantım
olmadığı müddetçe metroyla gitmemin sebebi de bu, burası İstanbul...
Bugün, zaman = para denklemini iyi kullandım, beklediğimden kısa süren telefon
görüşmeleri, hızla biten toplantılar, borsada şanslı gidişat derken şirkete ve
müşterilerimize iyi para kazandırdım. Başarılı bir gün oldu. Ofisten çıkarken patronuma
“İyi günler” derken daha yüksek sesli ve içten bir “İyi günler” yanıtı almamdan da
anlaşılıyordu başarılı olduğum. Şimdi sıra bunu kutlamaya gelmişti. İşten sonra Aslı’yla
buluştum, güzel bir yemek yedik Nişantaşı’nda. Yemek sonrası ona gittik, kahve içtik,
hazır kahve içmişken aşkımızı tazeledik. Akşam eve dönerken Tolga’ya uğradım, son
çapkınlığını böbürlenerek anlattı. “Aman Esra’ya çaktırma” dedi. Ben de gülümsedim.
Başkası böyle bir şey anlatsa tepkim farklı olabilirdi.
Her neyse saat 23.45 olmuş, uzun zamandır günlük yazmıyordum, zamanın nasıl
geçtiğini fark etmemişim. Şimdi diş fırçalamaya 2 dakika gitse, diğer ihtiyaçlar, çöpü
dışarı bırakmak, pijama giymek, antidepresan almak vesaire derken saat 24.00’te kafamı
yastığa koyarım. Saat başlarına denk gelen hesaplara bayılıyorum!

Kâbus
18 Mart 2009
Bu sabah, dün ve dünden önceki binlerce gün olduğu gibi saat 7.05’te paspasın
üzerinde olabilirdim, eğer o lanet olasıca rüyayı görmeseydim!
En son ne zaman rüya gördüğümü hatırlamıyorum bile. Lisedeyken, rüyalarımı not
ettiğim bir defteri yatağımın yanında tutar, yatmadan önce özellikle rüya görmek ve
onları hatırlamak için kendimi koşullardım. Güzel hikâyeler çıkmıştı bu egzersizden.
Üniversiteye girmemle birlikte bundan yavaş yavaş vazgeçtim; iş dünyasına atıldıktan
sonra ise yatarken özellikle kendimi rüya görmemeye şartlar olmuştum. Rüyalar
yaratıcılığımı kırbaçlayan, bilinçaltımı aydınlatan şeylerken, şimdi uykuda zihnimi yoran,
ertesi gün işyerindeki verimimi düşüren şeyler oluvermişti. Fakat onlardan korunmak için
elimden geleni yapsam da dün gece zihnime sızan ve beni allak bullak eden bu rüyadan
kaçamamıştım.
Eski günlerde olduğu gibi bu rüyayı kaleme almam gerektiğini hissediyorum, bir hikâye
çıkarmaya hevesli değilim ama bilinçaltıma dair yeni şeyler keşfedebilirim gibi geliyor.
Rüyanın adı da olsun...
Kâbusla Doğan
Ellili yaşlarında bir adam ve kırklı yaşlarında bir kadın 1900’lü yılların başlarında geniş
bir caddenin kaldırımında el ele yürüyorlar. Onlar yürürken yoldan tek tük faytonlar
geçiyor. Varlıklı bir aileye mensup oldukları giyimlerinden, yürüyüşlerinden ve
yanlarından geçen, onlara nazaran yoksul görünen insanlardan anlaşılıyor.
Birdenbire adam kadına bakıyor ve kadının karnının şiştiğini fark ediyor. Az önce kadın
normal kiloda görünse de şimdi beş aylık hamile gibi. Bu hızlı değişime rağmen adamın
gözlerinden şaşkınlık değil, mutluluk, coşku ve “nihayet başardık” diyen bir zafer duygusu
okunuyor. Bu muvaffakiyetlerini kutlama amacıyla yol üzerindeki bir dükkâna giriyorlar.
Bir terzi dükkânı burası. İnce bıyıklı terzi hemen kadının ölçülerini alıyor, top halindeki
kumaşların arasından seçim yapıyor ve rüya bu ya, hemen elbiseyi hazır edip yaşlı çifte
sunuyor. Kadın elbiseyi hemen giyip aynadaki görüntüsüne bakarak yeni elbisesinin
keyfini çıkartırken, adam terzinin uzattığı senedi cebinden çıkardığı şık bir kalemle
imzalıyor. Kalem deyip geçmemeli. Sıradan bir aksesuardan çok daha fazlası olduğunu
belli eden, sahnede göründüğü anda tüm dikkatleri üzerine çeken bir dolmakalem bu.
Babamdan bana miras kalan kalemin aynısı. Üzerindeki sembolden işlemelerine kadar...
Adam son derece şık ve soylu görünen imzasını kâğıda attıktan sonra kılıcını kınına geri
koyan usta bir silahşor gibi kalemini yeniden cebine yerleştiriyor.
Yeni kıyafetiyle eskisinden de alımlı görünen kadın ve ona âşık olduğu her halinden belli
olan adam bakışıyorlar, sonra da kadının üzerindeki eski elbiseyi bir torbaya koydurup
dükkândan çıkıyorlar.
Biraz önce tıklım tıkış olan kaldırımda bu defa in cin top oynuyor. Adam ve kadın bu
alışılmadık durumu rüya gören birinin kayıtsızlığıyla dert etmeyip yürümeye devam
ediyorlar. Bir süre sonra kadının karnına bir ağrı saplanıyor. Çığlık atarak iki büklüm
oluyor, tam yere düşecekken adam onu tutuyor. Kadın acıdan öyle bir kıvranıyor ki, adam
da bir süre sonra kadını yere bırakmanın en iyisi olacağını düşünüyor ve yavaşça karısını
kaldırım taşlarına bırakıyor. Başını bir eliyle korurken, diğer eliyle kadının karnını kavrıyor.
Kadın yerde terler içinde çırpınırken rüyadaki adamla birlikte kadının karnına bakıyoruz;
karnın görülebilir bir hızla şiştiğine, daha fazla şiştiğine ve doğuracak aşamaya geldiğine
şahit oluyoruz. Adam etraftan birinin yardım etmesi için bağırıyor, rüyayı izleyen adam
olarak çevreye bakınıyorum, kimseyi göremiyorum. Adam kadına “Dayan! Lütfen dayan!”
diye bağırıyor, ta ki kadının bacaklarının arasındaki kan kırmızısı sıvıyı görene kadar.
Adam son çare olarak doğumu tek başına gerçekleştirmeye karar veriyor, eski elbiseyi
koydukları torbayı kadının başının altına yaslıyor. Alnındaki terleri gömleğinin kollarıyla
siliyor. Sonra gömleğinin kollarını sıyırıyor ve kadının eteğinin arasına girip bacaklarını
olabildiğince ayırıyor. Adam kadının rahmine bakıyor, ben de onunla birlikte gözlerimi
doğum tüneline dikiyorum. Adam “Göremiyorum” diye bağırıyor. Kadın acıyla bağırıyor,
ıkınıyor, çığlık atıyor. Adam “Göremiyorum” diye tekrarlıyor. Ellerini çıkartıp alnındaki
terleri bu defa çıplak koluyla siliyor ve tekrar kafasını eşinin bacakları arasına, eteğin
içine sokuyor. Elleriyle bebeğe uzanmaya çalışıyor ama ellerini çekip kafasını eteğin
içinden her çıkardığında, adamın yüzünde tek gördüğüm şey çaresizlik oluyor.
Derken elbisenin eteğinden iri bir bebek kafasını çıkarıyor. Adamın yüzündeki ifade
aniden değişiyor. Büyük bir sevinçle kollarını bebeğe uzatıyor. Bebek sanki kadının
kasıklarından elleriyle ittirerek kendini çıkartıyor. Çiçeği burnunda baba göbek bağıyla
hâlâ annesine bağlı olan bebeği karısının rahminden kurtarır kurtarmaz yavaşça yere
bırakıp eşiyle ilgileniyor. Adamın yüzünde ne kadar büyük bir korku ifadesi varsa, kadının
yüzünde o kadar büyük bir mutluluk var. Kadın “Başardın” diyor. Adam önce evet
anlamında başını sallıyor, sonra karısının hayata veda etmek üzere olduğunu fark edip,
“Bu değildi, istediğim bu değildi” diyor. Kadın gülümsüyor, gözlerini kapatıyor ve son
nefesini veriyor.
Kadın, bir kan gölünün ortasındaki ufak bir ada gibi, en ufak şüphe bırakmayacak
şekilde cansız yatıyor. Adam kahrolmuş bir ifadeyle karısının yüzünü ve saçlarını okşuyor,
sanki dokunarak ona hayat verebilecekmiş gibi. Ağlıyor, yüzünü sevgilisinin tenine
yaslayıp kana bulanmış elbisesini gözyaşlarıyla ıslatıyor. Issız sokağın orta yerinde yaş ve
cüsse olarak kocaman olan adam bir bebek gibi ağlıyor. Bebek ise zorlu geçen doğuma
rağmen ağlamıyor, tam tersine gıdıklanan bir çocuk gibi kıkırdıyor. Hayatının en büyük
acısını az önce yaşayan adam gözyaşlarını silerek yerinde doğruluyor ve dünyaya gelen
oğluna bakıyor. Bebek kan gölüne ellerini çarparak annesinin yaşam sıvısıyla oynuyor.
Kıkırdamaya devam ediyor. Baba oğluna bakmayı sürdürüyor. Bebek göbek bağıyla
oynuyor, onu ip atlayan bir kız çocuğu gibi kan birikintisine vuruyor, babasının yüzüne
birkaç damla kan sıçratıyor. Babanın yüzündeki ifade tamamen kayboluyor. Sonra
serinkanlı bir şekilde daha önce terzi dükkânında senet imzalarken kullandığı kalemi
gömlek cebinden çıkartıyor, zarif bir yazar gibi tuttuğu kaleme bir anlığına bakıyor.
Adamın elleri titriyor, o titremeyi engellemek için sağ elini bir yumruk gibi sıkıyor, kalemi
bıçakmışçasına elinde sıkıca kavrıyor. Adam elini havaya kaldırıyor ve kalemi bebeğe
doğru hızla indiriyor... Kalem rüyalara özgü bir yavaş çekimle hedefine doğru yaklaşırken
bebeğin yüz ifadesini daha iyi seçme şansı elde ediyorum ve kendimi görüyorum.
Kalem sol şakağımdan kafama girdiğinde onu saplayanın babama benzeyen biri değil,
babamın ta kendisi olduğunu görüyorum. Yerdeki kan gölünün ortasında yatanın annem
olması gibi katilim de öz babam. Hemen ölmüyorum, kafamda kalemle annemin kan
gölünün bittiği yere düşüyorum önce. Kalemin girdiği yerden boşalan sıcak kanın
yüzümün sol tarafından aktığını hissediyorum. Önce yüzümü boyayan kan, sonra yerde
vücudumu sarmalıyor, vücudumdan boşalan kanın doldurduğu havuzun içinde kafama
saplanmış bir kalemle yüzerken rüyalara özgü zıtlık hissiyle kendimi ölmek üzere olan biri
gibi değil, yaşam dolu ergen gibi hissediyorum. O esnada kafamdan çeşme gibi akan kanı
görüyorum ve dehşete kapılıyorum. Kan kırmızı değil, koyu mor, mürekkep renginde. Bu
ayrıma varınca mürekkep gölü fokurdamaya başlıyor. Ufak ufak baloncuklar köpürüyor, o
baloncuklar büyümeye ve şekil kazanmaya başlıyor. İnsan şekilleri bunlar. Zamanla vücut
hatları gibi yüz hatları da netleşen bir sürü insan, havuzdan göle, gölden denize dönüşen
mürekkep birikintisinde vücut buluyorlar birer birer.
Onlar büyüdükçe ben de büyüyorum. Artık bebek değilim. Sonra karşımda yükselen ve
hayat bulan insanlardan bir tanesini tanıdığımı, çok yakından tanıdığımı fark ediyorum.
Hiç unutamadığım, unuttuğumu sandığım, olmadık anlarda aklıma giren ilk aşkım Ezgi bu
kâbusuma da aynı kararlılıkla girmeyi başarıyor. Kâbus boyunca yaşadığım korkuya, akan
onca kana ve mürekkebe rağmen orada yıllar sonra tekrar Ezgi’yle karşılaştığım için her
şeyi unutuyorum, saf mutluluk tüm benliğimi sarıyor. Vücudu tamamen normal değil;
kollarının ve bacaklarının içinden mor mürekkep aktığını görebiliyorum. Bana gülümsüyor,
ben de ona. Elini uzatıyor, ben de ona. Mürekkepli elimle onun elini tutuyorum, elimdeki
mürekkep ona sıçrıyor ve vücudunu biraz daha tamamlıyor, silik olan hatları ete kemiğe
bürünüyor adeta.
Ezgi’yle yaşadığım bu gerçekdışı romantizm anında babamı unutuyorum, onu hatırlayıp
baktığımda ise babamın benim mürekkep gölümde can çekiştiğini görüyorum. Boğuluyor.
Fokurdayan mürekkep adamlar onu gölün dibine çekiyor gibi... Onu kurtaramıyorum,
babam gölün dibini boyluyor. O anda kulakları sağır edici bir gürültü, görselliğiyle
dehşetengiz olan kâbusu sesli bir cehenneme dönüştürüyor. O gürültü yükseldikçe
fokurdayan mürekkep insanların bir bir mürekkep kaynağına geri döndüklerini görüyorum.
Son olarak elini tuttuğum Ezgi de batıyor ve mor gölün içine karışıyor. Gürültü artık
katlanılmaz boyuta geldiğinde fark ediyorum ki; alarmım çalıyor.
Gözümü açmam ve sol elimle telefonumun alarmını susturmam bir oluyor. Tabii
gözlerimi açmış olmam uyandığım anlamına gelmiyor, böyle korkunç ve tuhaf bir rüyadan
sonra hemen kendime gelmem beklenemezdi. Bir süre yatağımda donuk gözlerle etrafa
baktım. Sonra düşündüm: Alt tarafı bir rüya. Neden günümü mahvetsin ki?
Rüyanın etkisiyle adeta yavaş çekim moduna geçtim, hareketlerim bir hayli yavaşladı,
tüm o uyanma ve işe yetişme sistemim hantallaştı. Alarmı sustur, çorapları giy, mutfakta
tost makinesinin ve su ısıtıcısının düğmesine bas, mesaneni boşalt, tıraşını ol, tostunu ye,
çayını iç, takım elbiseni giy, kravatını tak...
Paspasın üzerine dikildiğimde kol saatime baktım. Saat 7.09. Hatta 7.10’a gelmek
üzere. Bir rüya dört buçuk dakikama mal oldu. Ve şimdi yetişmem gereken bir iş var.
Gördüğüm rüya yolda, metroda, iş yerinde aklımın koridorlarında dolaşmaya devam
etti. Ne işime odaklanabildim ne de molalarda iş arkadaşlarımla yaptığım muhabbetlere.
Öğleden sonraki toplantıda Tolga dalgınlığımın farkına vardı, toplantı odasından çıkar
çıkmaz, “Aklın nerde? Hayrola?” diye sordu. Ben de bilinçaltımın annemi, babamı ve ilk
aşkımı gerçeküstü bir korku filmi mizanseninde bir araya getirdiği o tuhaf rüyayı anlattım.
Tolga rüyayı anlatmamı bitirmeden “saçma sapan bir rüya, unut gitsin” demekle yetindi
ve kafasını çevirdi. Bunu oldukça garipsedim, her ne kadar materyalist ve pragmatist bir
insan olduğunu bilsem de liseden beri gelişen arkadaşlığımız boyunca Tolga sıkıntılarıma
hep kulak vermiş ve dertlerime derman olmaya çalışmış biriydi. Bir rüyanın beni bu kadar
etkilemesi ona pek inandırıcı gelmemişti galiba.
İş çıkışı Aslı’yla buluştum, beraber yemek yedik. O da fark etti bende bir tuhaflık
olduğunu ve aynı kelimeyle sordu; “Hayrola?”. Ben de benzer kelimelerle rüyamı
anlattım. Ezgi’den bahsetmedim tabii. Asla ama asla, dostluk bağınız ne kadar kuvvetli
olsa da, o ne kadar rahatmış gibi davransa da, sevgilinize eski sevgililerinizden birinin
rüyanıza girdiğini söylememelisiniz. Ayrılık sebebidir.
Ezgi’den bahsetmemiş olsam da Aslı’nın tepkisi farklı olmadı, önce bakışlarıyla ortamda
buz gibi bir rüzgâr estirdi, sonra da “Bir rüyayla böyle darmadağın oldun ha. Ben de
sevgilimle yemek yiyip normal bir muhabbet edeceğim diye düşünüyordum. Ama karşıma
geçmiş, bana rüyasını anlatıyor...” dedi. Kadınların birkaç cümleyle erkekleri yerin dibine
sokabilme gibi doğaüstü bir güçleri var ve bunu kullanabilecekleri fırsatları asla
kaçırmıyorlar. Ona sadece “Tam bir rüya değil aslında, daha çok kâbus” diyebildim,
sesimdeki kırıklığı mümkün mertebe çaktırmadan. Biraz gergin ama “küsmemiş” bir
şekilde ayrılarak evlerimize dağıldık.
Bu kâbus gerçekten neden zihnimi bu kadar meşgul etmişti? Neden hâlâ her anını
hatırlıyordum? Uzun zaman sonra bir rüya görmüş olmamdan mı kaynaklanıyordu bitmek
bilmeyen etkisi? Yoksa...
Şimdi uyumalıyım. Rüya görmemek için kendimi her zamankinden daha fazla
şartlayarak...

Aile
19 Mart 2009
Bu sabah yine aynı rüyayla uyandım. Bu defa dün gördüğüm rüyadan daha da
gerçekçiydi. Sabah çalan müzik bile beni bir süre uyandıramadı, Allah’tan sistemim çok
fazla sekteye uğramadı, saat 07.06’da apartman kapımın dışında hazır bir şekilde
durmayı başardım. O bir dakikalık gecikmeyi de karşıdan karşıya geçerken daha atak
davranarak kapattım.
Dün bu rüyayı kâğıda dökerek bilinçdışı dünyamın bilinmeyenlerine doğru bir adım
atmıştım, şimdi bu yolculuğu sonuna kadar götürmem gerektiğinin farkındayım. Yoksa
lanetinden asla kurtulamayabilirim. Artık bu rüyanın benim geçmişimle ciddi paralellikler
taşıdığını itiraf etmeliyim.
Tam olarak bu rüyadaki gibi olmasa da benim doğumum da böyle gerçekleşmişti. Zor
bir doğumdu benimkisi, hatta neredeyse imkânsız... En baştan anlatayım...

Kalemşor ve Fırçacı’nın Mutsuz Biten Masalı


Babam ülkenin en önemli masal yazarıyken, annem babamın masallarını resmeden
ressamın ta kendisiymiş. Hiç tanışmadan üç kitap boyunca birlikte çalışan annem ve
babam bu süre zarfında sadece çocukların değil, yetişkinlerin de okumaktan zevk aldığı
masal kitaplarına birlikte imza atmışlar. Fakat annem Serap, ortalıkta görünmeyi
sevmediği için babam Metin’in yayıncısının düzenlediği toplantılara, sosyal ortamlara,
partilere vesairelere katılmazmış.
Babam Metin, her kitabıyla birlikte hikâyelerini neredeyse kafasındaki gibi resmeden
kadını merak eder, yayınevinin onları bir araya getirmesi için çekingen isteklerde
bulunurmuş. İlk üç kitabın tanıtım kokteyllerine masallarının ressamını görme arzusuyla
her zamankinden daha şık ve temiz pak giden babam, dördüncü kitabının kokteylinde de
Serap’ı göremeyince erken ayrılıp, bir gecede en sevilen masallarından birine imza atmış:
“Kalemşor ve Fırçacı”.
Babam bu masalında bir erkeğin hayallerini çizen bir kadın ve o kadının hayallerini
yazan bir yazarın döngüsel hikâyesini kaleme almış, yani kendi hikâyelerinin masallar
evrenindeki yansımasını yazmış. Bu masalı perilerle, meleklerle, canavarlarla ve çocuk
kahramanlarla süslemiş. Serap bunu okuyunca o kadar etkilenmiş ki yazarla tanışmaya
ikna olmuş.
Babam, yayınevinin toplantı odasındaki kapıyı açtığında yeni ilham perisi karşısında
belirivermiş. Ona hiç görünmeyen, sadece yazarken yardımcı olduğuna dair akıldışı bir
fikirle kafasında var ettiği ilham perisi o anda adeta annemin görüntüsünde vücut
bulmuş. Bu ilk bakışta aşktan da öte, ilk bakışta ilham perisini tanımakmış, her iki taraf
için de...
Annem ve babamın ilişkisi kısa sürede evliliğe dönüşmüş. Birlikte olduktan sonra her
zamankinden daha üretken olmuşlar ve en iyi kitaplarına bu dönemde imza atmışlar.
Ortaklıkları onları başka mecralara da taşımış, birlikte animasyon sektörüne girmişler,
çizgi film senaryoları yazarak ve story board’lar çizerek dönemin çocuklarını etkileyen
filmlerin yaratımına vesile olmuşlar. İsimleri yurtdışında da duyulmuş, meraklıları onların
kitaplarını ve senaryolarını yazdıkları filmleri bekler olmuş, kimsenin adını sanını bilmediği
yarışmalardan topladıkları ödülleri bir gün çocukları övünür diye kitaplıkta bir rafa
dizmişler.
Altın dönemleri çok uzun sürmemiş. Evlendikten iki sene sonra formdan düşmüşler. Bir
süre sonra herkesin tanıdığı en iyi çift olan babamla annemin arasında ciddi bir sorun
olduğu su yüzüne çıkmış. Toplayıp kitaplığın üst rafına dizdikleri ödüllerle çocuklarının
gurur duyamayacağı anlaşılmış, çünkü tıbben çocuk sahibi olmaları imkânsızmış.
Annem ve babam birbirlerini o kadar çok seviyorlarmış ki hiç pes etmemişler. Türlü
türlü ilaçları, akupunkturdan reiki’ye kadar tüm alternatif tedavileri denemişler.
Uzakdoğu’dan Güney Amerika’ya kadar tüm şifacılara görünmüşler. Tam beş yıl boyunca
uğraşıp durmuşlar. Aralarındaki tutku cinsel odaklı olmasa da, filmlerde gördükleri
yataktan çıkmayan çiftlere dönmüşler bir ara. Kamasutra gibi çiftleşme tekniklerini bile
denemişler. Babam ve annem masalcı doğalarının getirdiği iyimserlikle bu soruna karşı
gülümseyen tavırlarını bir süre korumuşlar. Ülkenin tüm çocukları onların masallarıyla
büyürken, çocuk sahibi olamamalarını, “kaderin bir cilvesi” olarak algılamayı tercih
etmişler.
Fakat kadere nanik yapan annemle babam bir süre sonra ona lanet etmeye
başlamışlar. Öyle ki, o dönemde babamın üslubu gereksiz yere ciddileşmiş, sonu kötü
biten masallar yazmış, annemin ise renkleri kararmış, çizgileri soyutlaşmış. Eleştirmenler
bu dönemde yazdıklarını çok beğenseler de, okurlar ve en önemlisi annemle babam bu
hikâyelerini hiç benimseyememişler. Zamanla aralarındaki bu sorun nedeniyle birbirlerine
duydukları aşk da gölgelenmiş. Tüm çocukları mutlu ederken kendi çocuklarının olmaması
esin kaynaklarını kurutmuş.
Bir gün her şeyden uzaklaşıp inzivaya çekilmeye karar vermişler. Güneyde, Fethiye
dolaylarında bir kasabaya yerleşmişler. Kasaba merkezinden uzakta bir villada bir
seneden fazla kalmışlar. Bu süre zarfında arkadaşlarıyla iletişimleri sadece mektuplar
aracılığıyla gerçekleşmiş ama bu mektuplarda annem ve babam orada ne yaptıklarına
dair ser verip sır vermemişler. Aslında buna pek de gerek yokmuş çünkü herkes onların
oraya taşınmasının nedenini tahmin ediyormuş.
En yakın arkadaşlarıyla veya evlerine yakın oturan kasaba ahalisiyle bile iletişim
kurmadıkları için bu gizemli dönemde neler yaşandığıyla ilgili pek bir şey bilmiyoruz.
Fakat tahminlere göre annem ve babam Fethiye’de entelektüel dünyalarını bir kenara itip
tavşanlar gibi çiftleşmeye çalıştıkları bir hayat sürmüşler. Sonunda başarılı da olmuşlar!
Annem buradaki dördüncü aylarında bana hamile olduğunu fark etmiş. Bu bilgiyi
babamdan başka kimseyle paylaşmamış. Çevre hastanelerdeki kayıtlardan da, villada
bulunan belgelerden de ikisinin doktor kontrolüne gittiğine dair herhangi bir bulgu
çıkmamış. Anlaşılan o ki, babam yıllardır çözemedikleri sorunu tam çözmüşken teknolojiyi
ve üçüncü kişileri bu soruna yeniden ortak ederek son dakikada bir uğursuzluğun
peydahlanmasını istememiş.
Fakat uğursuzluk bulmuş bizimkileri ve zamanın efendisi onları yanıltmış. Annemin
doğum sancıları beklenenden çok daha önce başlayınca babam hazırlıksız yakalanmış.
Alelacele annemi arabaya taşımış. Hastaneye giden yolda annemin sancıları artmış ve
yol üzerinde beni doğurmak zorunda kalmış. Babamın tüm müdahalelerine rağmen (ki
evde bulunan tıbbi kitaplardan inzivaya çekildikleri bu dönemde babamın bu konuda
uzmanlaştığı sonucunu çıkartabiliriz) annem kurtulamamış.
Zor şartlarda gerçekleşen doğuma rağmen gayet sağlıklı bir bebek olarak dünyaya
gelmişim. Ama oğlunu kazanan babam ruh sağlığını kaybetmiş. Hayatının geri kalanında
annemin ölümünden dolayı kendini suçlamış durmuş. “Bir evlatlık edinebilirdik, başka bir
yola başvurabilirdik. Erkeklik gururum yüzünden bu kadar direttim, böyle oldu” diye yakın
arkadaşlarına sayıkladığına birkaç kere tanık olmuştum. Bu tür anlarda babamın sesi hep
teatral çıkardı, çok büyük bir acı çektiğini gözlerinden fark edebilirdiniz ama sözleri hep
biraz “ağdalı” gelirdi kulağa. Duygularını ifade etmeyi sevmezdi, mecburen bir iki laf
etmeye kalkıştığında da o sesler yüzündeki trajedinin yanında “yapmacık” dururdu. Kimse
onu bu yüzden ayıplayamazdı.
Arkadaşları ona ne derlerse desinler, babam annemin ölümünden dolayı kendisini
suçlamaya devam etti. Çocuk sahibi olmaya çalıştıkları yıllar boyunca annemin doğum
yapabilmek için tehlikeli yaşlara geldiğini görmezden gelmesi, kendisini suçlamasını biraz
mantıklı kılsa da, babamın nevrotik durumu eşini kendi elleriyle öldürmüş bir kocanın
pişmanlığına denk gibiydi ve bu gerçekten ruh hastalığına işaret eden bir aşırılıktı.
Babamın bu acayip psikolojisi daha da mantıksız bir duyguya ev sahipliği yapıyordu.
Bunu ilk defa kâğıda döküyorum, daha önce kimseyle paylaşmadım. Onu tanıyanları bu
konuda inandıramayacağımı da biliyorum ama ok yaydan çıktı bir kere: Annemin
ölümünden dolayı bir kişiyi daha suçluyordu; beni! Çocukları her şeyden çok seven zeki
bir adamın kendi çocuğunu böyle bir şeyden dolayı suçlayacağına kimse inanmaz. Ama
bir de bana sorun! Annemin nasıl öldüğünün bana söylenmediği yıllarda bile, çocuk
aklımla babamın bana bakışlarından “senin yüzünden öldü” cümlesini okuyabiliyordum.
Sanırım o çocukları seven, hiç büyümemiş, saflığını yitirmemiş, duygulu ve bilge insan
yaşadığı trajik olaydan sonra değişmişti. Arkadaşları; yaşadığı şokla babamın arabasını
yıkatmadan İstanbul’a geldiğini, beyaz olan arka koltuğun akan kan yüzünden tamamen
kırmızıya boyandığını büyüdüğüm zaman bana anlattılar. O zaman taşlar yerine oturdu
işte, babam o gün değişmişti. Çocukları seven adamın yerine başta kendi çocuğu olmak
üzere onlara gizli nefret besleyen bir adam geldi. Zaten ben büyürken babam çocuk
kitapları yazmayı bıraktı. 3050 gibi tuhaf yıllarda geçen ikinci sınıf ucuz bilimkurgu
öyküleri yazmaya başladı.
Çocukluğumu fondaki o hışır hışır sesle hatırlıyorum, babamın dolmakaleminin saman
kâğıtlar üzerindeki sonsuz gezintisi boyunca çıkan o hışırtı.
Sanki benim de kendimi suçlamam gerektiğini fısıldıyordu kalemle kâğıdın
sürtünmesinden çıkan o huzursuz ses. Bir cenin olarak daha uslu, daha sabırlı olamaz
mıydın diye soruyordu bana... Anneni öldürmeden doğamaz mıydın? Var olurken, onu yok
etmek zorunda mıydın? Bu sorular asla peşimi bırakmadı.
İnsanı bir sperm ve döl yatağı, karakteri ise bir travma ve diğer travmalar yaratır demiş
biri. Haklı. Bu rüya da aslında benim travmalarımı açığa çıkaran ve gerçeği fantastik bir
düzlemde özetleyen bir kısa film gibi. Kâbusun ilk bölümünde; doğarken annemin
ölümüne neden oluşumu görüyorum. Sonra babamla o hayattayken yaşadığım sinir
bozucu mücadele resmediliyor. En son olarak da ilk sevgilimi kaybedişim...

İlk aşk
20 Mart 2009
Bu sabah o habis kâbusla uyanmadım. Babamı ve annemi kan gölünde yüzerlerken bir
kere daha görmeye dayanamazdım. Kâbusu yenmemde onu kaleme almamın büyük
etkisi var; yazmak şeytanlarımızı yenmekte bize yardımcı oluyor. Fakat eksik yazmıştım,
bu yüzden kâbusun son kısmında beliren Ezgi yine rüyama girmişti. Rüyamda
evleniyordum. Damat kıyafetimle nikâh masasında oturuyordum. Yanımda gelin vardı,
Aslı’dan bile daha güzel bir kız. Tam büyük bir sevinçle “Evet” dediğimde misafirlerin en
önünde Ezgi’yi görüyorum. Donakalıyorum. Bu sırada gelin malum soruyu yanıtlıyor ve
“Evet” diyor, ben ise Ezgi’den gözlerimi alamadığım için herhangi bir tepki veremiyorum.
Ezgi sadece benim duyabileceğim bir sesle “Neden beni devam ettirmedin?” diyor. Bu
cümleyle ne demek istediğini anlayamıyorum. O sırada nikâh memuru evlenme defterini
sürüklüyor önüme. Sonra da bir dolmakalem uzatıyor bana. Bu bir önceki rüyada
babamın kafama sapladığı kalemin aynısı, üzerinde aynı sembol var. Korkuyorum, ellerim
titriyor. Nikâh memuru despot bir ifadeyle bana mürekkep hokkasını işaret ediyor.
Hokkanın üzerinde de aynı sembol var. Kalemi hokkaya batırıyorum, mürekkep
çekiyorum. Sonra kalemi kâğıdın üzerine koyuyorum, koymamla birlikte Ezgi
saydamlaşıyor, kalemle attığım her mürekkep lekesiyle daha çok siliniyor ve imzayı
bitirdiğimde tamamen kayboluyor. Defteri geline uzattığımda biraz önce gördüğüm
inanılmaz güzel kız yerine yaşlı bir cadıyla karşılaşıyorum. Yaşlı kadın elimi çekiştiriyor,
kendi elim görüş alanıma girince benim de en az onun kadar yaşlı ve çürümüş olduğumu
fark ediyorum. Cadı korkunç bir kahkaha patlatıyor, kahkaha atarken dişleri dökülüyor...
Telefonumun alarmı çalmasa kahkahası sonsuza kadar sürecek sanki...
Anlıyorum ki, üçüncü travmamın da tarihini kâğıda dökmeden bu kâbuslar serisinden
kurtulamayacağım. Üçüncü travmam yarım kalan bir ilk aşk hikâyesi.
Ezgi’yi ilk defa, lise sondayken bir rock konserinde gördüm. Tam karşımda duruyordu.
18 yaşından küçük olduğum için o bara girmem yasal değildi, durumumdan rahatsız olup
barın karanlık bir köşesine sinmiş, mekânın arka tarafındaki sütunun altından sahnedeki
grubu izliyordum. Ezgi mekânın sol tarafındaki sütunun altında aynı “rahatsız” ifadeyle
içkisini yudumluyordu. Yanındaki arkadaşlarının ondan büyük olduğu anlaşılıyordu. Barda
aynı suçu birbirinden habersiz işleyen iki suç ortağıydık. En sevdiğim renkler olan kırmızı
ile siyahtan oluşan bir kıyafet giymişti. Etraftaki metalci gotik kızlar gibi “dantelli”, diğer
punk kızlar gibi de salaş değildi. Çok güzel bir yüzü vardı, o hafta izlediğim Edward
Scissorhands filmindeki Winona Ryder’a benziyordu yüzü. Biraz da Sleepy Hollow’daki
Christina Ricci’yi anımsatıyordu. Bunu çok net hatırlıyorum çünkü o iki filmi babamla
izlemiştik. Baba-oğul birlikte yaptığımız nadir şeylerden biriydi o filmleri izlemek...
O konserde sadece bir iki kere bakıştık... Ya da ben baktım sadece. Gözlerimi ondan
ayırmakta zorluk çekiyordum ama o bana baktı mı emin değilim. Yanına gidip konuşma
cesareti bulamamıştım kendimde. Utangaçlığıma lanet ederek coşkumu kalbimde
söndürmüştüm.
Birkaç gün sonra bir halı saha maçından geç vakit eve dönerken bir beyaz eşya
dükkânının vitrinindeki televizyonlardan birine takıldı gözüm. Televizyonda bir kamera
şakası programı dönüyordu. Spor çantamı yere bırakıp oracıkta şakayı izlemeye başladım,
sanki evimde izlermiş gibi rahatlıkla kahkahalar atarak izliyordum şakayı. Birdenbire
benimle birlikte başka birinin kahkaha seslerini duydum. Biri bana gülüyor sandım ama
Ezgi hemen yanımda televizyona odaklanmış, şakaya gülüyordu.
“Gördün mü adamı?” dedi kahkahalarının arasında.
O ezgili sesini duyar duymaz büyülendim. Sorusuna karşılık olarak kafamı sallayabildim
sadece. Dilim tutulmuştu resmen. Maç boyunca o üç direk arasında hep Ezgi’yi
düşünmüştüm ve hayatımın maçını çıkarmıştım. Kafamda “Bu şutu kurtarırsam onu
göreceğim”, “Bu penaltıyı çıkartırsam onunla karşılaşacağım”, “Bu yan topu
yumruklarsam o kız bizim okula transfer olacak” gibi “totem”ler üreterek takımımı
galibiyete taşımıştım. Maç bittiğinde tüm bunların fayda etmeyeceğini bilerek, maçın
adamı olmama rağmen bir hüzün duygusuyla eve yürüyordum ki... İşte o karşımdaydı.
Orada vitrinin karşısında iki şaka daha izledik, gülerek birbirimize âşık olduk. Ya da ben
âşık oldum.
Yakındaki bir kafeye gidip çay içtik. Ortak yanlarımızın çokluğu mucizeviydi. Çok erken
bir yaşta ruh ikizimi bulmuştum, üstelik çok da güzel bir ruh ikiziydi bu. O gece evine
bırakmayı teklif ettiysem de kabul etmedi. Biraz “feminist” bir tipti, asla onu “saat geç
oldu” bahanesiyle eve bırakmanıza izin vermez, tuvalete giderken sizin ona eşlik etmenizi
istemez, çantasını taşıtmaz, tuttuğunuz şemsiyenin altına girmezdi. Hiç göremediğim –
babamın arkadaşlarından duyduğum kadarıyla– anneme benzettim bu açıdan. Her yeni
keşfettiğim özelliği beni ona daha çok bağlıyordu. Bunlar arasında beni en çok büyüleyen
şey sesiydi. Sohbet ederken, gülerken, öfkelenirken, kahkaha atarken, hatta ve hatta
hıçkırırken bile çıkan ses bana dünyanın en güzel melodisi gibi geliyordu, saatlerce
dinleyebilirdim. Sanki kelimelerden cümle kurmuyor, notaları yan yana dizip adı gibi bir
ezgi yaratıyordu. O ezgiyle adımı her söylediğinde içim tuhaf bir neşeyle doluyordu.
Birbirimizin cümlelerini tamamladığımız gibi hayatta da birbirimizi tamamlıyorduk sanki.
Tamam, on yedi yaşındaydım, hayat nedir, aşk nedir, çok fazla fikrim yoktu, hayatımın en
spontane yıllarıydı ama şundan emindim; o, oydu; seçilmiş kişi, hayallerimdeki kız.
İki ay boyunca daha çok okul çıkışlarında buluştuk. Ortaköy’e kaçıyorduk arada bir.
Üzerindeki tabelaya bakmadan rastgele bir otobüse atlayıp daha önce hiç gitmediğimiz
bir yere gidip geziyorduk, bu sayede çok genç yaşta İstanbul’un çoğu semtini görmüş
olduk. İlk defa, adını bilmediğimiz bir semtte, tahtası popomuzu acıtan bir bankın
üzerinde öpüştük. İkimizin de ilk öpüşmesiydi bu. Biraz langır lungur bir denemeydi,
bittiğinde birbirimize bakıp beceriksizliğimize gülümsedik. Ama zamanla bu konuda
kendimizi geliştirdik, hatta izlediğimiz filmlerdeki öpüşmelere düşük not verir olduk.
Aramızdaki cinsel çekimi son raddeye taşımak ise aklımızdan bile geçmedi.
Küçükken çok fazla film izlediğimden ve babamdan dolayı çok fazla masal
dinlediğimden “İlk cinsellik deneyimimi hayallerimdeki kızla yaşayacağım” diye kendi
kendime söz vermiştim. Bu amacıma ulaşabileceğimden emin olamadığım, “Ya
bulamazsam, Newton gibi bakir ölmek de var işin ucunda” diye paranoyalar ürettiğim
dönemlerim de olmuştur. Fakat şanslıydım, on yedi yaşımda onu, rüya kızı bulmuştum.
Böylece küçükken verdiğim bu sözün arkasında durabilecek, kendimden ödün vermeden
bekaretime güle güle diyebilecektim. Öyle de oldu. Dün gibi hatırlıyorum. Babam
arkadaşlarımdan duymuş bir ilişkim olduğunu. Tanışmak istedi. “Yarın okul çıkışında bize
getir, gelin adayımızı göreyim” diye takıldı bana. Bu ondan duyduğum birkaç espriden
biriydi. O ketum, ters, mesafeli adam gitmiş, yerini meraklı tonton bir babaya bırakmıştı
sanki. Ama okul çıkışında Ezgi’yle eve geldiğimde babam evde yoktu! Ona çok
öfkelenmiştim çünkü babamla ilk kız arkadaşımı tanıştırmak benim için çok önemliydi.
Nihayet babamla bir bağ kurduğumu sanmış, bu buluşma sayesinde sadece filmlerde
gördüğüm bir baba-oğul sevgisi oluşabileceğine inanmıştım.
Babama o anda duyduğum öfke hiçbir zaman dinmeyebilirdi, eğer onun oradaki yokluğu
hayatımın en mutlu anlarından birine, hatta en mutlu anına yol açmamış olsaydı. O gün
babamı evde beklerken bir müzik kanalını izlemeye başladık. Klip üstüne klip, klip üstüne
klip. En son Faith No More’un “Easy”si çalıyordu, o müthiş solo girdi, öpüşmeye başladık.
Ondan sonra en az 10 şarkı daha çalmıştır ama sanki o solo havada asılı kalmıştı ve
sonsuza ıraksamıştı, biz de o notaların içinde dans edercesine sevişiyorduk. Bugün bile
her sevişme başlangıcında o ruh haline yükseleceğimi sanıyorum ama olmuyor hiç. Eskisi
kadar masum olmadığımdan mı? Yoksa karşımdaki Ezgi olmadığından mı? Bu aldatmaya
girer mi? Uğur Yücel’in Hayatımın Kadınısın’daki o nefis replikte dediği gibi Ezgi’nin
hayaliyle mi aldatıyorum karşıma çıkan her kadını? Bunlar kendi kendime
yanıtlayamadığım sorular.
O günden sonra Ezgi’yle ilişkimiz devam etti. İlk günler çok güzeldi. Sonra bana bir şey
oldu. On yedi yaşında hayalimdeki kızla tanışmamı en büyük şans olarak görüyordum
ama bunun aslında başıma gelen en büyük lanet olduğunu fark etmemiştim. On yedi
yaşındaydım, hormonlarımın azıttığı, gözlerimin döndüğü yıllar. Ezgi’den başkasını
görmediğimi sanıyordum ama kız arkadaşınız olduğunda diğer kızlar sizinle ilgilenmeye
başlar ya... Tüm zamanların en büyük komplo teorisidir bu! Kadınlar, erkekleri gıcık
etmek için aralarında anlaşmış gibiler! Resmen zorla, cebren ve hileyle gözünü
döndürüyorlar, bu bir gerçek. O dönemde aklım hâlâ Ezgi’de olsa da diğer kızlar
radarımda görünür oldular, toyluğumdan bu ilgiyi karşılıksız bırakamadım, periskopumla
onlara bakmadan edemedim. Tam o noktada denizaltımız su almaya, aşkımız batmaya
başladı.
Bir gün Ezgi her zaman buluştuğumuz yere gelmedi. Ertesi gün de, ondan sonraki
günlerde de... Hiçbir iz bırakmadan kayboldu. Bir arkadaşını bile tanımıyordum. Birkaç
hafta onu göremedim ama “herhalde hastadır” ya da “şehir dışına çıkmış olabilir” gibi akıl
yürütmelerle onu görememeyi çok fazla kafama takmamaya çalışıyordum.
Sonra babam ölünce Ezgi’nin kaybolmasını hayatımın sorunlarının ilk 11’inde yedek
kulübesine çektim. Sonra dank etti; babam yoktu, annem hiç olmamıştı, şimdi rüya kız da
yoktu... O zamanlar cep telefonu kullanmıyorduk, internetteki sosyal ağlar yoktu, sadece
sokaklar, caddeler, parklar vardı. O günlerde paso yürüdüm, ayaklarıma karasu ininceye
kadar yürüyor, yorulduğumda rastgele bir yere oturup etraftan geçenlere göz atıyordum.
Okulunun kapısında nöbet tutmaya başladım. Beraber gittiğimiz yerlere, parklara,
kafelere gittim sürekli. Onu ilk gördüğüm bara en az yirmi defa on sekiz yaşından küçük
olduğum için alınmadım. İlk sohbetimizi edip karşılıklı güldüğümüz beyaz eşya dükkânının
karşısında dakikalarca sessiz bir şekilde yerli pembe dizileri izledim. Ezgi sanki yer
yarılmış içine girmişti. Tıpkı Hitchcock’un Kaybolan Kadın’ı ya da Sabahattin Ali’nin Kürk
Mantolu Madonna’sı gibi.
Yıllar boyu hiçbir çabam Ezgi’yi bulmamı sağlayamadı. Facebook ilk yaygınlaştığından
beri Ezgi diye aratırım, soyadını bilmediğim için saatlerce Ezgi’lere bakar dururum, hiçbir
sonuca ulaşamadım. Hayatıma kim girerse girsin, internette onu aramayı ısrarla
sürdürdüm. Aslı bir kere Ezgi diye birini arattığımı fark etti (Zebellah gibi arkamda
belirivermişti) ve beni bu konuda sorguya çekti ama kıvrak hareketlerle o sorgudan sağ
salim kurtuldum.
Fakat bu lanetten, bu sonsuza ıraksayan ve hiçbir şekilde telafi edemediğim bu
ukdeden, bu boşluk hissinden asla kurtulamadım. O boşluğu başka kızlarla kapatmaya
çalışmak, dipsiz bir kuyuyu sevgili cesetleriyle doldurmaktan başka bir şeye
benzemiyordu. Doğuştan kalbi delik olanlar vardır ya, ben de on yedi yaşından beri bir
delikle yaşamak zorundaydım. Aile laneti devam ediyordu, benim aşk masalım da kötü
bitmişti.
Ve şimdi uzun zamandır aklıma getirmediğim Ezgi bir anda bir rüyayla tekrar
gündemime oturmuştu. Peki, hiç görmediğim annem, erken yaşta kaybettiğim babam,
akıbetinden habersiz olduğum ilk aşkım, üçü de aynı rüyada toplanmış, bana ne
anlatmaya çalışıyorlardı?

İş hayatı, iş arkadaşları
21 Mart 2009
Bugün işler o kadar yoğundu ve katıldığım toplantılar o kadar hayati önemdeydi ki iki
gündür aklımdan çıkmayan o rüyayı hatırlamadım bile. Son üç yılda birçok psikolojik
buhranı işim sayesinde atlattığımı biliyorum. Bugün yaptığım birkaç hamle ve fevri
hareketlerle aldığım bazı kararlar, temsilcisi olduğum üyelere ve şirketlere güzel paralar
kazandırdı, bu ayın en verimli günü oldu. Böyle günlerin sonunda işimi ne kadar sevdiğimi
fark ediyorum ve bu işi bana bulduğu için Tanrı’ya şükrediyorum. Ellerimi açıp dua
etmiyorum ama içten içe ona saygılarımı iletiyorum diyeyim. Sevgisini gösteremeyen
utangaç bir âşık gibi çekingen bir inananım ben. Tanrının her şeyi biliyor olması (Bu
konuda çok bir bilgim yok ama din derslerinde hep öyle öğrettiler) bizim gibi çekingenler
için büyük bir şans.
Tanrıdan sonra en yakın arkadaşım Tolga’ya da şükran duyuyorum. Tolga iş hayatına
girdiğimden beri ne zaman işsiz kalsam bir süre sonra arar ve “Tam sana göre bir iş var
kanka” diyerek beni kurtarır. Sadece boş pozisyon bulsa iyi, araya aracı sokup o
pozisyonu benim kapmamı da sağlar. Bu yüzden Tolga’ya bir bağımlılığım olduğunu itiraf
etmeliyim (Bugünün itirafı geliyor). Uzatmalı nişanlısı Esra, Tolga’nın onu boynuzlamasını
nasıl görmezden gelip ilişkisine devam edebiliyorsa ben de sırf beni birkaç kere işsizlikten
kurtardığı için Tolga’nın bazı yamuklarını göz ardı etmeyi tercih ediyorum. Her ne kadar
Esra’yla aynı durumda olmasak da (en azından ben onunla yatmak zorunda değilim!)
işimi kaybedersem Tolga’sız bir hayatta yeni bir iş bulmamın eskisi kadar kolay
olmayacağını biliyorum, bu nedenle ufak tefek tavizler veriyor olabilirim. Profesyonel
hayatın gerekleri diyelim...
Tolga’ya sadece iş konusunda borçlu olsam yine iyi... Diğer kız arkadaşlarımla olduğu
gibi, bir seneyi aşkın bir süredir beraber olduğum Aslı’yla da Tolga vasıtasıyla
tanışmıştım. Sanırım iş dünyasında olduğu gibi Tolga’sız bir hayatta kız arkadaş bulmam
da şu andakinden çok daha zor olacaktır. Aslında bulurum da Aslı gibisini bulamam.
Aslı iyi bir kız. İyi olmanın ötesinde, çok güzel bir kız. Güzel de olmanın ötesinde çok
çekici bir kız! Yanından geçen kadın olsun, erkek olsun herkesin baktığı, birkaç
saniyeliğine de olsa onları çeşitli fantezilere sürükleyen bir cazibeye sahip. Bir erkek onun
gibi bir kızla birlikteyse başka hangi sorunu olursa olsun mutlu olmayı başarabilir. Ben de
bunun istisnası değilim. Hayatımda ne olup bitiyorsa, çerçeveye o girdiği anda hepsi
birden kaybolabiliyor. Ölüyü canlandırabilecek vücut hatları, afrodizyak etkisi yapan ses
tonu, aklımı başımdan alan hareketleri ve aramızdaki –neredeyse doğaüstü
diyebileceğim– ten uyumu... İşte bunlar devreye girince ne travmatik anıların su yüzüne
çıktığı kâbuslar ne de rüyalarınıza girmeye devam eden eski aşklar kalıyor...

Amatör gurmeler
22 Mart 2009
Bugün Kadıköy’deki toplantıya gitmek üzere direksiyon başına geçtiğimde sileceklere
takılmış restoran ilanını fark ettim. Normalde bu ilanlara ve tanımadığım birilerinin bu
ilanları silecekle camın arasına koymak için arabamın üstüne dayanması fikrine uyuz
olurum. Arabadan inip ilanı çekip tekrar yerime oturmaya ve bu yüzden tahminen 19
saniye kaybedecek olmaya da... Bu yüzden de ilanı çıkarttığım gibi fırlatırım ama bu defa
Kantina isimli bir lokantaya ait olan bu ilanda beni çeken tarif edemediğim bir şey vardı.
Katlayarak cebime attım ve toplantıya yetişmek üzere gaz pedalına bastım.
Toplantıdan sonra Tolga, Esra ve Aslı’yla öğle yemeği yiyecektik. İki üç günde bir bu
dörtlü olarak bir araya gelip amatör gurme takımını oluşturuyoruz. Her şey NTV’de gurme
Vedat Milor’un hazırladığı programı izlememizle başladı, önce espri olsun diye onu taklit
ettik, sonra ipin ucu kaçtı. Birlikte mümkün olduğunca yeni mekânlara gidiyor, yeni tatlar
arıyor, kendi aramızda yemeklere ve ambiyansa puanlar veriyorduk (Fiyatlara puan
vermeyi kendimize yakıştıramamıştık). Genelde gideceğimiz mekânları Esra veya Aslı
seçerdi ama bugün bu rutini kestim ve “Artık kadın hegemonyasına bir son!” dedim.
Tolga “Yürü be aslanım benim” diye destek verir gibi yaptı. “Süper bir restoran buldum,
bana güvenin” dedim, sonra da bahsettiğim lokantanın ilanını araba sileceğinde
bulduğumu söyleme gafletinde bulundum.
Esra, Nişantaşı aksanıyla “Araba sileceğine broşür koyan leş bir yere gidip midemi
bozmak istemiyorum” diyerek reddetti önerimi. Aslı da mırın kırın etti ama sevgilim
olduğu için daha gevşek bir veto sundu. Sonunda “Gurme olarak her yeri denemeliyiz,
profesyonel olana kadar seçici davranamayız, Vedat Milor Fatih’teki pidecilere bile
gidiyor” gibi akla yatan bir argüman geliştirerek onları ikna ettim.
Lokanta daha önce gittiklerimize kıyasla farklıydı. Ne loş, ne çok aydınlık, ne rüküş, ne
de sadeydi, diğerleri biraz burun kıvırsa da ne hikmetse girer girmez sevmiştim burayı.
Çalan müzik bile değişikti. İlk bulduğumuz masaya oturduk. Mönüler masanın üzerinde
hazır duruyordu. Mönülerin tasarımı, kullanılan fontlar ve logo şık görünüyordu. Acemi
gurmeler olsak da mönünün önemini biliyorduk. Aslı, Esra ve Tolga daha önce buraya
gelmedikleri halde istedikleri yemekleri hemen buldular ve yüksek sesle paylaştılar
istediklerini. Aslı hemen uzaktaki garsona seslendi. Oysa genelde hep benim ya da
Tolga’nın garsonu çağırmamızı beklerdi. Benim ona yönelik yaptığım “Daha ben
seçmemiştim” sitemime karşılık, “Çok açım canım, sabahtan beri bir şey yiyemedim” diye
savunmaya geçti. Garson sırasıyla Esra, Aslı ve Tolga’nın istediklerini not alırken ben
Aslı’ya inat mönüyü incelemeyi sürdürdüm. Esra, “Bak canım, ıstakozlu lahanası
meşhurmuş buranın, sen de seversin, ondan iste istersen” dedi. E hani yeni bir mekândı,
ne zaman ıstakozlu lahanası meşhur olmuş olabilirdi ki? Tolga da, “Evet, tam senlik
görünüyor” diyerek üzerimdeki stresi iyice artırdı. Derken, mönüde bir yemeğin ismine
gözüm takıldı: X-Wings. İçerdiği malzemelere baktım, mantar, tavuk eti ve ilgimi
çekmeyen çeşitli sebzeler vardı ama bu yemeğin beni cezbeden kısmı ismi olmuştu.
Garsona döndüm, “Ben X-Wings istiyorum” dedim. Garson gider gitmez Aslı, “Ay canım
en kıro şeyi buldun valla, ne öyle Onion Rings gibi, doyurmaz ki seni” dedi. “İyi bir gurme
olmanın yolu kalbinin sesini dinlemek, her zaman yeniliklere açık olmaktır bebeğim”
dedim. Sağ kaşını “Göreceğiz” der gibi kaldırdı ve “Ee canım, nasıldı bugün iş?” diye
sordu. Genelde siparişlerimizi verir vermez bir süre iş hakkında konuşulurdu ama o gün
benim aklım yemeğin ismine takılmıştı. “X-Wings, bu bana nereden tanıdık geliyor...”
diye sayıkladım. Aslı “Aman nereden olacak Allah aşkına” dedi ama cümlesini bir yere
bağlamadı, hatta bağlama gereği bile duymadı, bir saniyeden uzun süren tuhaf bir
sessizliğin ardından Tolga, “Oğlum şu yeni yazılım programı var ya, sizin birimde
kullanılıyor. Elemanların performanslarını kendi içlerinde çaprazlama kıyaslama
yöntemiyle değerlendiren program hani...” dedi. Ben “Yok ya onun adı başka bir şeydi...”
derken lafımı bölerek, “Ne oldu, dünkü toplantıdan ne karar çıktı?” diye sordu. “Bildiğin
gibi işte, ne olacak...” diye geçiştirdim.
Sonra üçünün arasında magazin dünyası üzerine dedikodu eksenli bir sohbet başladı,
ben ise hafızamda “X-Wings” kelimesiyle ilişkimin başladığı günü kovalıyordum. Bir anda
anımsadım ve yüksek sesle “Hatırladım” dedim. Sohbetleri bir anda kesildi ve bakışları
bana döndü. “Star Wars’un dördüncü bölümünde, yani eski üçlemenin ilk bölümünde
Ölüm Yıldızı’na saldıran uzay gemileri vardı ya, saldırı konumunda kanatları X şeklini
alıyordu” dedim. Tolga benim kuşağımdan olsa da Star Wars’la alakalı değildi, kızlar
zaten anlamaz, bir anda bir sessizlik kapladı masayı. Gerçi ben de Star Wars hayranı
sayılmam, küçükken eski üçlemeyi izlemiştim ve birkaç oyuncağım olmuştu hepsi bu.
Babamın yavaş yavaş beni hikâyeler evreninden gerçekler dünyasına çekmeye başladığı,
evdeki kitapları ve filmleri sattığı, ne kadar istesem de kesinlikle bana Star Wars
oyuncakları almadığı dönemlerde, bir Star Wars oyuncağını ne kadar çok istediğimi bilen
bir arkadaşım bana doğum günümde bir X-Wing hediye etmişti. Sürekli onunla oynardım,
düğmesine bastığın zaman üçe ayrılıyordu, bir lazer topuyla patlamış gibi.
Bunları düşünürken Aslı masadaki sohbetten uzaklaşarak bana döndü. İyice yaklaşarak
kulağıma fısıldadı: “Akşam n’apıyorsun?”. Fısıldarken soluğunun rüzgârı kulak mememi
okşadı. Ufak çaplı bir ereksiyona sebep olacak kadar seksi bir tonla, “Buranın yemekleri
yağlı olabilir, bir an evvel eritmek istiyorum. Spora gidelim mi?” diye devam etti.
Topluluk içindeyken, “spor” bizim seks parolamızdı. Onun gibi güzel bir kızın bu teklifini
reddetmek olanaksızdı, “Olur” dedim. Zihnimde uçuşan “X-Wing”ler bir anda imparator
güçleri tarafından yok edilmiş, aklımdaki tek düşünce akşamki spor oluvermişti. Tolga
kısık sesli sohbetimize kulak misafiri olmuş olmalıydı, “Ne güzel, sık sık spor
yapıyorsunuz, endorfin manyağı olmuş olmalısınız” deyip hınzırca gülümsedi. Ben biraz
utandım, Aslı oralı olmadı.
Yemekler geldi ve eski muhabbetimize döndük. Herkes kendi yemeği hakkında yorum
yapmaya başladı. Yine amatör ligdeki çaylak gurmeye dönüşmüştüm. Tabağımdaki
karideslerin Star Wars’taki X-Wing’leri andıracak şekilde tabağıma dizildiklerini bile fark
etmemiştim. Tadı, ağzımdaki dağılışı, tazeliği ve yağ oranı gibi konularda fikirler
yürütmeye çalışıyordum çaresizce.
Öğleden sonra şirket binasındaki toplantıda rakip firmanın yöneticisinin yüksek sesli
konuşmasından mıdır nedir, başıma ağrı saplanacak gibi oldu, hemen bir Excedrin attım,
kendime geldim. Genelde günde sabah, akşam olmak üzere iki tane içmem gerekiyor
ama bazı günler öğlen baş ağrısı “geliyorum” diyor, der demez hapı attım mı hiçbir şeyim
kalmıyor. Biraz gecikirsem akşama kadar baş ağrısıyla cebelleşmek zorunda kalıyorum.
Bazen ne kadar Excedrin alırsam alayım migrenin tutsağı oluyorum, işte o günlerden
nefret ediyorum çünkü kendime özgü taktiklerle kazandığım vakit ve ona endeksli olarak
cebe indirdiğim paranın küçük bir bölümünü migren yüzünden kaybediyorum. Neyse ki,
uzun zamandır bir nöbetle karşılaşmadım. Bunda psikiyatrımın önerisiyle akşam
yemeklerinden sonra aldığım antidepresanın etkisi olmalı.
Öğleden sonra şirket binasında gerçekleşen toplantı, canlı olarak çıkmam için aklımı
sürekli başka şeylerle meşgul etmemi gerektirecek kadar sıkıcıydı. Aslı’nın spor teklifi
zihnimi oyalayan başlıca konu olsa da bir iş toplantısında ıslak rüyalar görmek pek
münasip olmazdı. Ben de çaktırmadan önümde duran klasörü ve yanına iliştirilmiş kalemi
alıp boş sayfayı karalayıp durdum. Rastgele kelimeler, birtakım uydurma semboller,
yamuk oklar, eğri çizgiler, sahte define haritaları, anlamsız sayılar, iç içe geçmiş yamru
yumru yuvarlaklar, sözde ölü lisanlara ait antik harfler, var olmayan müzik grubu logoları,
acemi karikatürler, biçimsiz geometrik şekiller, tamamlanmamış, hiç tamamlanmayacak
gibi duran figürler karalayıp durdum...
Toplantı bitince odama döndüm, tablolarımı, programlarımı, borsa göstergelerini açıp
yatırımcılarıma para kazandıracak yeni ve zekice hareketlerle uğraştım iki saat boyunca.
Saatin altı olduğunu fark edince hemen dosyalarımı toparlamaya başladım. Aslı
bekletilmeye gelmezdi. Çantamı toplarken öğleden sonraki toplantıda çizdiğim kâğıt
klasörden kendini kurtarıp havada acayip perendeler atarak yere düştü. Kâğıdı aldım ve
şöyle bir baktım. Postmodern eserlerim hiç fena görünmüyordu bu defa, çiziktirdiğim
şekiller arasında anlamlı şeyler bile görmüştüm; eldivenli ve tek dişi kalmış (Avanak Avni
gibi) bir çocuk karikatürü, bir Mouse kablosu ve bir X-Wing! X-Wing’i hiç fena
çizmemiştim, o filmi belki 10 yıldır izlemiyordum ama aklımda kalmış demek ki. Bu
abudik gubudik çizimlerle saçma bir gurur yaşarken gözlerim iki avuç içiyle kapandı.
Avuçların kime ait olduğunu bilmek zor değildi. “Aslı” dedim. “Hadi gidiyoruz” dedi.
“Nereye?” dedim. “Spora...” dedi elindeki spor çantasını göstererek.
Meğer restorandayken gerçekten de spora gitmeyi kastetmiş. Vaat edilmiş hediyesini
alamayan bir çocuk gibi keyfim kaçtı.
Çantamı toparlarken Aslı, “Bu odanın hali ne” deyip odamı toplamaya başladı. Çok da
dağınık gözükmüyordu ama yine de kız arkadaşımın gelip odamı toplamasından
hoşlandım, odamın yanından geçenler Aslı gibi güzel bir kızın odamı topladığını görüyor
ve bana kıskançlıkla karışık bir hayranlık duyuyorlardı. Aslı masamın üzerindeki bazı
eşyaların birbirleri arasındaki simetri sorunlarını çözdükten sonra, üstüne karalamalar
yaptığım kâğıdı buruşturup çöp kutusuna attı. Aslı’nın odamı toplamasından dolayı
hissettiğim gurur o kadar baskındı ki, o kâğıdı saklayıp eve götürmeyi planladığımı bile
unuttum. Odayı topladıktan sonra beni öptü, birkaç saat sonra daha fazla öpecekti, o an
tek umursadığım şey buydu.
Yarım saat sonra eşofmanlarımızı giymiş, Nişantaşı’nın en popüler spor merkezlerinden
birinde koşu bandında koşuyorduk. Kendimi çok yormaya niyetim yoktu. On dakika kadar
düşük tempoda squatch oynadık Aslı’yla. Terden ıslandığı için göğüslerini iyice belli eden
tişörtünden gözlerimi alamıyordum. Bunu çok geçmeden fark etti. Aldığı bir sayıdan sonra
durdu ve “Spora gidelim mi?” dedi. İnanılmaz bir refleksle daha soru biter bitmez “Evet!”
diye yanıt verdim. Sonra “Bak eğer...” dedim, el kol işaretleriyle “şaka yapıyorsan
elimdeki raketi kafana geçiririm” tehdidini savurdum. Gülümsedi ve “Hadi” dedi.

Porn Star
23 Mart 2009
Dün işten geldikten sonra günlüğün kapağını açabilecek kadar bile enerjim yoktu.
Bir gün önceki spor müsabakaları beni feci yordu. Her sabah olduğu gibi 6.48’de kalkıp
7.05’te kapının dışında olmayı başarsam da, iş yerinde de yapmam gerekenlerin altından
kalkmış olsam da, tam bir hayalet gibiydim. Yine de bir erkek olarak kendimle gurur
duyuyordum ve kendimi çok iyi, prezervatif reklamındaki süper kahraman gibi
hissediyordum. İçten içe dünkü yatak muharebesindeki mücadelemi ve zaferimi
mümkünse herkesle paylaşmak istiyordum ama bu yakışıksız kaçardı. Rekor kıran ama bu
haberi gazetelerde göremeyen bir atlet gibi eksik hissediyordum kendimi. Bu biz seks
rekortmenlerinin kaderiydi. Aslı’yı arayıp ona hava atayım bari dedim. “Dün gece çok
iyiydi ha?” dedim. O da beni teyit etti. “Süperdin” diyerek az önceki süper kahraman
fantezime onay vermiş oldu, telefonun diğer ucunda dudaklarını ısırdığını görebiliyordum.
“Şu an resmen ayakta duramıyorum” dedim, demez olaydım, biraz önce beni süper
kahraman belleyen kızdan şöyle küçümseyen bir laf geldi; “Aa, bende yorgunluktan eser
yok, şimdi gelsem kaldığımız yerden devam ederim” dedi. Tamam, beni gaza getirme
amaçlı klişe şehvetengiz bir laftı ama yine de onda yorgunluktan eser olmamasını, benim
ise tüm gün ruh gibi dolaştığım gerçeğini kabullenemedim. Az önceki gururlu süper
kahraman pozlarım yerini gazetelerin entelektüel ve endişeli çizgi karakterlerinin
mimiklerine bıraktı. Sonra dün geceki performansım film şeridi gibi gözlerimin önünden
geçti ve tekrar eski hüviyetime kavuştum. O filmde Rocco, Alex Sanders, Max
Hardcore’dan farkım yoktu!
Baş ağrısı ve... Olaylar sıradışı bir hal alıyor
Bu noktadan sonra günlükteki el yazısı değişiyor, daha okunaklı ve daha biçimli
oluyor. Mürekkep rengi de daha koyu lacivert. Belli ki kullanılan kalem farklı...
Olaylar da bugünden itibaren yavaş yavaş çığrından çıkmaya başlıyor.

Tanrının eli ve migren


Başım ağrıyor, hem de çok.
24 Mart 2009
Bugün işten sonra evime yakın bir yerde Aslı’yla güzel bir yemek yedik. Yemekten sonra
eve yürüdük. Yine bana gelecekti ve apartmanı inletecektik, o böyle diyordu yani. Eve
doğru yürürken o gün bankada olan bitenleri anlattı; zengin bir işadamının veznenin diğer
tarafından ona asılması dışında çok ilginç bir şey vardıysa da hatırlamıyorum. Eve
yaklaştıkça, Aslı’nın arada bir poposunun içine kaçan eteğini gördükçe ve onun hiç çaba
sarf etmeden bile kulağa seksi gelen sesini duydukça azgınlık derecem artıyordu. Bunun
tehlikeli boyutlara varmaması için özellikle onunla arama mesafe koymaya çalışıyor,
herhangi bir temastan itinayla kaçınıyordum. Beraber olalı bir yıla yakın bir süre geçmiş
olsa da Aslı’nın üzerimdeki bu “kan pompalayan” etkisi azalmamış, tam tersine artmıştı.
Aslında takım elbiseleri severim ama bu tip durumlarda üstümde bir kot pantolon
olmasını tercih ediyorum çünkü eve dönmekte olduğum için herhangi bir ereksiyon
durumunda komşulara ve çevre ahaliye rezil olma ihtimalim çok fazla. O yüzden ilgimi bir
an evvel Aslı’nın vücut parçalarından ayırıp, başka bir konuya konsantre olmalıydım.
Yolun kenarında futbol oynayan çocukları gözüme kestirdim. Çocuklar otopark niyetine
kullanılan bir boşluğa taştan kaleler kurmuş, orası arabalarla dolmadan evvel maçlarını
bitirmeye çalışıyorlardı. Ne taç çizgisi belli, ne aut, ne de kalenin direkleri; hayallerinde
yoktan bir saha yaratmışlar, sanki kupa finaliymiş gibi kıyasıya mücadele ediyorlardı. O
sırada Aslı’nın telefonu çaldı, önemli bir telefon olsa gerek, Aslı “Bir dakika canım” dedi,
sırtını dönüp benden bir metre kadar uzaklaştı.
Ben de sokak kenarında futbol oynayan çocukları daha yakından izlemeye başladım.
Kalecilerden biri dikkatimi çekti. Bana yakın duran takımın kalecisinin tipi benim
çocukluğuma benziyordu. Stili de farklı değildi benden. Şovu seviyordu, en basit topa bile
profesyonel kaleciler gibi plonjon yaparak uçuyordu. Yere düşüşlerinden dolayı
eşofmanının diz kısımları yırtılmıştı, tıpkı dokuz yaşında benim giydiğim eşofmanlar gibi.
Karşı takımda sürekli abanan bir çocuk vardı, benim izlediğim süre boyunca sadece bir
gol atabildi, o da tartışmalı bir goldü. Top taşın tam üzerinden geçmişti, kaleci de “direk”
diye itiraz etmişti ama itiraz ettiği çocuk kabadayılık taslayıp golü çoğunluğa kabul
ettirince kalecinin yapabilecek bir şeyi kalmadı. Zaten maç neredeyse bitiyordu ve bizim
kalecinin takımı kazanmak üzereydi. Kabadayı buna çok bozulmuş görünüyordu.
Saldırgan hareketlerle sürekli topu alıp kaleye abanıp duruyordu ama benim kaleci
günündeydi, gole geçit vermiyordu. Bu sırada Aslı’nın konuşması sürüyordu, bankadan
biriyle konuşuyordu, I-phone’undan bazı bilgilere bakıp onları karşı taraftaki operatöre
iletiyordu. O sırada kabadayı çocuğun “penaltı” diye bağırdığını duydum. Bizim kaleci
itiraz ettiyse de diğerleri bu karara boyun eğdi. Kabadayı çocuk topu hayalindeki penaltı
noktasına koydu. Kaleye oldukça yakın bir noktaydı bu, buna da sadece kaleci itiraz
ettiğinden karar değişmedi. Kaleci kendine güveniyordu, ellerini açarak kaleyi daraltmıştı.
Bir anda kupa finalini stattan izleyen bir seyirci gibi heyecanlanmıştım. Kabadayı topa
koşarak geldi, Hami gibi, belli ki ölümüne abanacaktı, abandı da! Top doksan tabir edilen
yere ama kalecinin asla uzanamayacağı, bu yüzden “hayali kale” formatında çerçeve
dışına uzanan bir noktaya gitti. Çok sert bir toptu, kaleyi geçtikten sonra otoparkı da
geçti. Bir cetvel gibi dümdüz bir rotayla havada süzülüyordu, sırtı dönük olan Aslı’nın tam
kafasına doğru! Tüm bu anlattıklarım bir saniyeden az bir sürede oldu ama olan biten her
şeyi, en ufak ayrıntıyı bile slow motion’da izlemiş biri kadar net hatırlıyorum.
Aslı kaldırımın kenarındaydı ve yüzü yola dönüktü. Tek şeritli bir ara yol olmasına
rağmen önünden arabalar hızla geçiyorlardı. Futbol topu Aslı’nın kafatasına arkadan
çarpacak ve büyük ihtimalle bunu hiç beklemediği için serseme dönecek olan Aslı’nın vızır
vızır geçen arabaların önüne düşmesine neden olacaktı.
Eğer o anda bir çocukluk yapmamış olsam tam olarak böyle bir sahne yaşanacaktı.
Fakat yapmam gerekeni, en iyi yaptığım şeyi yaptım. Eski kalecilik günlerime döndüm.
Aslı’nın kafasına çarpmadan önce sola yukarıya doğru uçarak topu sol elimle çıkardım.
Penaltıyı doksandan çıkaran bir kaleci gibiydim. Dünyanın en iyi defans ya da forvet
oyuncusu olsa o topu çıkaramazdı, hatta 1.90’lık bir basketbolcu bile o sertlikte ve uzağa
giden topa müdahale edemezdi, pozisyon tamamen kalecilik meziyetini gerektiriyordu, o
da bende kalmıştı işte. Yere düştüğümde çocukların beni hayranlıkla seyrettiğini
düşünüyor, içten içe gurur duyuyordum kendimle ve plonjonumla. Çocukların umrunda
değildi galiba, kabadayılık taslamasıyla meşhur çocuğun “Abi! Top!” diye bağırması
gecikmedi. Olan bitenin hepsi, arkasında gerçekleştiği için Aslı hiçbir şeyin farkında
değildi. Ben pantolonumdaki tozları silkelerken, şaşkın bir ses tonuyla “N’oluyor?” diye
sordu. Kalkıp çocuklara plaseyle topu yolladım, isabetli bir pas olmuştu, bu da beni mutlu
etti. Top onlara doğru giderken çocukların arasından benim plonjonumla ilgilenen tek
kişinin biraz önce izlediğim kaleci olduğunu fark ettim, bana bakıyordu, ben de ona.
Şimdi ikimizin de sol dizleri yırtıktı.
Aslı daha yüksek sesle, “Ne oldu az önce?” diye tekrarladı.
“Haberin yok, hayatını kurtardım” dedim, kahraman edalı çarpık bir gülümsemeyle.
Bu büyük bir yalandı.
Altı üstü sadece bir topu kurtarmıştım, ama tam doksandan!
Aslı üstümdeki tozları silkelerken pantolonumdaki deliği fark etti. “Hakikaten şaka
gibisin, Bu pantolon kim bilir kaç paraydı, yazık” dedi. Sesinde oğlunu azarlayan bir
annenin tonu vardı. Belli ki hayatını kurtardığıma inanmıyordu. “Top kafama çarpmasın
diye milletin içinde, sokağın ortasında çocuklar gibi zıpladın, bu mudur?” diye sordu.
“Uçtum” diyerek onu düzeltme gereği duydum, “plonjon” diye kısık sesle ekledim,
kelimenin ikinci hecesinde suçlu çocuklar gibi sesim titredi, üçüncü hecesinde ise atonal
bir vikleme duyuldu. Plonjon oldu size pilanjeiğnnn.
“Aferin” dedi. Bu defa babaanne tonu vardı sesinde.
O ana kadar hareketimin tamamen arkasındaydım. Gerekli olmasından daha çok
yapmak istediğim için ve başardığım için... Ama sonra o aşağılayıcı “Aferin”le birlikte
suçluluk duymaya başladım. Gerçekten neden böyle bir çocukluk yapmıştım ki? O sırada
sokaktan bizim sektörde çalışan biri geçiyor olsaydı, beni öyle görseydi, kim bilir ne
düşünürdü? Patronlardan biri veya altımda çalışan çaylaklardan biri görseydi, beni ciddiye
almamaya başlarlardı, bir süre sonra da tıpkı daha önceki işlerimde olduğu gibi
performansım düşmeye başlar ve kendimi kapı dışında bulurdum. Sadece işyerindeki
dengelerle ilgili değildi pişmanlığım, hâlâ böyle çocukça şeyler yaptığının farkına
varmanın getirdiği bir “kendine acıma”yı da barındırıyordu. Az önce işlediğim kabahati,
zaman makinesi icat edildiğinde geçmişimde düzeltmem gereken “Top 10 sahne”ye
aldım.
Neyse ki, zaman zaman hiç tahmin edilmeyecek kadar insanı hırpalayabilen bu
pişmanlık fırtınası esnasında, her şeyi bana unutturabilecek Aslı yanımdaydı.
“Şimdi yaramaz çocuğun yarasına bakalım” dedi şefkatli ve seksi bir tonda. Tentürdiyot
ve pamukla sol dizi yırtılmış pantolonumu biraz daha yırtarak yaraya pansuman yaptı.
Sonra yırtığı biraz daha açtı, sonra biraz daha... Sonra elini yarada gezdirmeye başladı,
“Üzgünüm bu gece hastanemizde bir gece daha kalmanız gerekiyor, vücudunuzun diğer
yerlerine de bakmamız gerekebilir” dedi bir porno aktrisinin berbat ama erekte etmeyi
bilen oyunculuğuyla. Sonra elini başka yerlerde gezdirmeye başladı.
Ve gongun sesini duyduk, spora başladık.
İlk raunt bittikten sonra hafif bir baş ağrısı belirdi, mutfağa gidip Excedrin alacak
takatim kalmamıştı. Biraz uyukladım. Rüyamda ünlü futbolcularla birlikte oynuyordum.
Onlarla aynı sahada bulunmaktan dolayı acayip bir mutluluk benliğimi sarmıştı. Kaleler
bir tuhaftı, kale direkleri X-Wings’ler gibi çaprazlama konmuştu ama rüya icabı bunu
normal karşılamıştım. Maç sonra saçmalamaya başladı, sahanın çimenleri dikenli otlara
dönüştü, ışıklar söndü, ünlü oyuncular sıradan insanlara dönüştü. Şutları çıkarmak için her
uçtuğumda top elimden kayıyor ve kaleye giriyordu. Yere düştüğümde her tarafıma
dikenler batıyordu ve çamura bulanıyordum. Sonra uyandım, Aslı’yı gördüm, yatakta
çırılçıplak uzanıyordu. Bir nü tabloya modellik yapar pozisyondaydı. Bana dokunmaya,
öpmeye başladı, ikinci raunda başlamak istiyordu. Bende ise hiç hareket yoktu. Ne
oluyordu anlamıyordum. Yavaş yavaş baş ağrımın şiddeti de artıyordu, şakaklarım
zonklamaya başlamıştı. Günün ikinci anti migren hapını ve antidepresanını almadığımı
fark ettim. Bir an evvel onları mideme indirmeliydim ama karşımda Aslı gibi bir kız vardı,
onun ihtiyaçları vardı, benim erkeklik egom vardı, ikinci raundun altından kalkmalıydım.
Normalde en az dört raunt giderdi rahat. Aslı’ya dokunmak bir sonraki raunt için hazır
olmama yeterdi, bu defa yetmedi.
Biraz uğraştım. Olmadı. Baş ağrımın şiddeti de arttı. Migren fena baş göstermişti.
Gözüm kapanmaya, kapanır kapanmaz neon ışıkları şeklinde X-Wings’ler görmeye
başlamıştım. Tüm bu görüntülere Aslı’nın muhteşem vücudunun kusursuz kıvrımlarını
sokmaya çalışıyordum ama o Bedri Koraman kadınlarınınkine benzeyen muazzam
göğüsleri bir süre sonra futbol toplarına dönüşüyor, tüm seks isteğim sönüp gidiyordu.
Aslında ikinci bir seks raundu baş ağrımı geçirebilirdi ama futbol için uygun koşullar
sağlanamıyordu. Başımı tutarak bir “Ah” çektim. Aslı “Ne oldu?” dedi. “Başım ağrıyor”
dedim kendimi seks yapmamak için bahane üreten bir kadın gibi hissederek.
Aslı mutfağa gitti. Bir bardak su ve hap getirdi. Işıkları kapattı. Panjurları mümkün
olduğunca az ses çıkartarak indirdi. Düzen takıntısı olduğundan odamdaki birkaç
dağınıklığı aceleyle düzeltti. Kısık bir sesle “Canım ben gidiyorum, evde yapmam gereken
şeyler vardı. Sen biraz uyumaya çalış, kendine gelirsin, sonra konuşuruz” dedi. Fısıltılı
konuştuğu için cümlesinde bir sitem ya da bir hayal kırıklığı var mıydı anlayamadım.
Kapıyı yavaşça kapayıp gittiğini duydum.
Karanlıkta kalakalmıştım. İki saat önce ateşli kız arkadaşıyla spor yapan başarılı bir
genç işadamıydım. Şimdi ise migrene boyun eğmiş, kâinatın unuttuğu, varlığıyla yokluğu
bir, yalnız ve çaresiz bir zavallı... Başımdaki sızı her geçen saniye beynimi daha fazla
iğneliyordu ve en kötüsü de; uyumama izin vermiyordu. Kafamı yastığa gömüyordum,
yorganı tamamen üstümü kapatacak şekilde çekiyordum ama fayda etmiyordu. Ellerimle
yatağımın köşelerini tutup yatağı parçalarcasına avuçlarımı sıkıyordum, bu da migreni
uzaklaştırmama yardımcı olmuyordu. Bir süre sonra en kuvvetli migren nöbetlerinde
olduğu gibi yatağımın arkasındaki duvara ters yumruklar atmaya başladım. Elimi
acıtmaktan başka bir işe yaramadı. Bir sonraki aşama, kalkıp salonda ne var ne yoksa
hepsini alaşağı etmekti ama artık bir kız arkadaşı olan, çalışan bir insandım, bir rock
yıldızının otel odasını dağıtması gibi evimi alt üst etme lüksüne sahip değildim. Bırakın
evimi dağıtmayı, iki koltuğun yerini değiştirirken bile Aslı’ya sormam gerekirdi.
Gözümü kapattığımda nereden geldiği belli olmayan ışık huzmeleri rahatsız etmeye
başlıyor, göz kapağımın içinde tuhaf ve saçma filmler oynamasına yol açıyorlardı. Normal
şartlarda eğlenceli olabilecek bu ışık tanecikleri beynimi kemirerek eşi benzeri
görülmemiş bir işkence yaşatıyorlardı bana. Acı verici bu ışık gösterisinde beliren bir disko
topu futbol topuna, o da bir ışık oyunuyla Aslı’nın muhteşem göğüslerine, göğüsler
birleşerek o kâbusta kalemin üzerinde gördüğüm elipsvari antik sembole, onlar da
sonsuza uzayan ve içinde daha çok 0, 6, 8, 9 gibi yuvarlak şekilli rakamlar barındıran
sayılara dönüşüyorlardı. Daha sonra bu yuvarlak sayılar bir araya gelerek bir kovboyun
kemendi, kement ise inanılmaz bir özel efekt işçiliğiyle bir rock şarkıcısının sahnede kendi
etrafında çevirdiği bir mikrofon kablosu oluveriyordu. En sonunda tüm bu yuvarlak figürler
bir “O” harfine tamamlanıyorlardı. “O” bir süre asılı kaldıktan sonra sil baştan devam;
disko topu, futbol topu, Aslı’nın göğüsleri, antik sembol, sayılar...
Migren yeterince beynimi yemiyormuş gibi bir de bu ışık çılgınlıkları çıkmıştı! O an
onların şekillerini çözmem, onlara anlamlar yüklemem migrenimi daha da azdırır
sanıyordum ama gözkapaklarımın içinde oynayan bu sürreal sinema festivali biraz olsun
amansız hastalığımın eziyetlerini yatıştırdı. Sanki içime giren ve benliğimi bastıran migren
canavarına bu figürlerle karşı koyuyordum. Ama bu uzun sürmeyecekti, panjurlardan
sızan ışık azaldıkça bu filmlerin de ışıltısı sönüyordu ve migren şeytanı güç kazanıyordu.
Karanlıkta ayağa kalktım ve ışığı açmadan el yordamıyla mutfağa gidip bir Excedrin daha
içtim.
Bir yarım saat sonra, ekstradan alınan Excedrin’in etkisiz olduğu gerçeğini daha iyi
anlamış bir şekilde yatağımın üzerinde, kafamı ellerimin arasına almış oturuyordum.
Migrenin tetiklediği mide bulantım iyice azmış, baş ağrısı artık somut bir yumruya
dönüşmüşçesine kafamı ağırlaştırmış, tüm vücudumu hantallaştırmıştı. Şakaklarım öyle
bir zonkluyordu ki, iki minyatür kalp kafamın iki ucunda türemiş de küt küt atıyorlardı
sanki.
Işık oyunları vizyondan kalktığı için zifiri karanlıkta ve sessizlikte arıyordum tedavimi.
Bunu bozacak en ufak bir ışık ve ses ıstırabımı ikiye katlayabilirdi, öyle de oldu!
Telefonum o korkunç melodiyle çaldı ve ekran ışığı karanlık odama selektör yapmaya
başladı. Doğrudan gözlerime gelmese de sanki duvardan karşı duvardaki çerçeveye
yansıyıp tam gözlerimin içine isabet ediyordu cep telefonumun ışığı. Yerimden hızla
kalkarak kapattım telefonu. Kapatmadan önce arayanın Aslı olduğunu görmüştüm. Sevgili
görevini yerine getirip, nasıl olduğumu soracaktı tahminen, onu suçlayamazdım ama
bunu yaparak beni migren canavarının kucağına fırlatmıştı resmen!
Ufacık cep telefonu ekranında bir iki saniye süren ışık ve ses gösterisi anında tesir
etmiş, baş ağrımı dayanılmaz ölçüde şiddetlendirmişti. Yatağımda cenin pozisyonuna
geçtim, kafamı kulaklarımdan tutarak avuç içlerimin arasına aldım. Şimdi sadece başım
değil, sanki tüm vücudum çatlayacak gibiydi. Önce kemiklerim yavaş yavaş parçalanacak,
parçalanan kemikler derimi yırtarak dışarıya doğru eğim alacaklar, her yerimden oluk
oluk kan akacak, sonra sıra kafama gelecek, beyin kıvrımlarım fay hatları gibi
birbirlerinden ayrılacaklar ve kafatasım ikiye bölünecekti. Aklımdan böyle bir senaryo
geçiyordu. İşin vahim kısmı ise, o bölünme gerçekleşirken çıkan sesin baş ağrımın
şiddetini artırmasından duyduğum korkunun, kafatasımın ikiye bölünmesinden duyduğum
korkudan daha baskın olmasıydı. O kadar çaresizdim ki, kendime zarar vermek aklımdan
geçti. Gözlerimi açtım ve etrafı kolaçan ettim. Sivri bir şey aradı gözlerim.
Karanlığın içinde günlüğümün arasından bana doğru bakan kalemimin ucu dikkatimi
çekti. Kalemi bıçak gibi kullanarak harakiri yapabilir miydim diye şakayla karışık bir
ciddiyetle sordum kendime. Sonra babamı kaybettiğim günlerdeki o katlanılmaz migren
nöbetlerinde günlük yazarak bu acıdan kurtulduğum aklıma geldi. Migreni yenmenin
dünyaca kabul gören yöntemlerinden biri de tamamen başka bir noktaya odaklanmak.
Kişi farklı bir noktaya odaklanmak için kendine en uygun yöntemi bulursa kısa vadeli
olarak nöbetleri savuşturabiliyor. Kişisel yöntemler farklılık gösterebiliyor; bazısı için
yemek yemek, bazısı için resim yapmak, bazısı için duvara karşı top oynamak, bazısı için
otuz bir çekmek nöbetlerin kesilmesine yol açabiliyor. Yıllar önce, tam da babamın
ölümünden sonra şiddetini artıran migrene karşı bulduğum en etkili yöntem günlük
yazmaktı. Bunu babamdan öğrenmiştim.
Herhangi bir hapın ya da kendini yaralama tecrübesinin işe yaramayacağını, belki bir
şeyler yazarak ağrıyı hafifleştireceğimi anladığım anda cenin pozisyonundan zorlukla
doğrularak yatağımın yanındaki şifonyerin üzerinde duran günlüğe uzandım. Kaldığım
sayfada kalemim duruyordu, değişmez kalemim Tombow 0.5. Ne yazacağımı bilmeden
kalemin ucunu kâğıdın üzerine koydum, ilk kelimemin “başım” olduğuna karar verdiğimde
kalemi oynatmaya başladım ama ucu kırıldı. 0.5 gibi ince bir ucun kırılırken çıkardığı ses
kalın bir tebeşirin kara tahta üzerinde çıkardığı o kulak tırmalayan ses kadar beni rahatsız
etmeyi başardı, elektroşoka uğramış bir deli gibi kafamı geriye attım. İçinde sağlam bir
uç vardır diye kalemi salladım, yoktu. Çekmecemi açıp uç kutusuna baktım, boştu.
Çekmecede gördüğüm tükenmezkalemle yazmaya başladım, tükenmezkalem yazmadı.
Başka bir kâğıdın üzerinde karalamalar yaparak tükenmezkalemi kendine getirmeye
çalıştım, ileri geri salladım, ağzımla hohladım, işe yaramadı. Ayağa kalktım, ev
telefonunun yanındaki tükenmezkalemi aldım, yatağıma oturup günlüğüme yazmaya
başladım. O tükenmez de “tükenmiş” çıktı. Zaten ne zaman bir tükenmezkalem
çalışmazsa, hızla yayılan bir salgına maruz kalmış gibi diğerleri de ölüleri oynardı. Fakat
başka kalemlerim vardı. Odamdaki, salondaki masaların üzerlerine baktım, hiçbiri
görünmüyordu. Gözlerim karanlığa alışmış, dışarıdan giren az buçuk ışıkla da etrafımı
görebiliyordum ama kalemler sırra kadem basmıştı. Kalemler hakkında çözülemeyen
diğer gizemlerden biri de buydu; kaybolurlardı, hep kaybolurlardı ve olur olmadık
yerlerden de çıkmazlardı, bir kere kayboldular mı, ölü sinekler gibi asla göze çarpmayıp
gizemli şekilde hiçliğe karışırlardı. Birden mutfaktaki buzdolabı süsü aklıma geldi; yeni
açılan pizzacının eşantiyonu, mıknatıslı not defteri ve ona iple bağlanmış tükenmezkalem.
O da fos çıktı. Ceketimin cebindeki kalem! Hemen askılığa yönelip ceketimin cebine elimi
soktum. Önce yapış yapış koyu bir ıslaklık hissettim. Elime baktığımda avucuma bulaşan
mürekkep lekesini bir an kan lekesi olarak gördüğümü ve bir saniyeden kısa süre içinde
kendimi cinayet işlemiş biri gibi hissettiğimi, inanılmaz bir pişmanlıkla yanıp
kavrulduğumu hatırlıyorum. Migrenin bir boyutu da buydu, tuhaf halüsinasyonlara yol
açabiliyordu. Elimdeki lekenin rengi laciverte dönüşüp, cebimdeki kalemin ceketime
kustuğunu fark ettiğimde içimden derin bir oh çektim.
Burnumun kanadığını fark ettim sonra. Hemen bir peçeteyle sildim. Peçeteye baktım.
Kanımın beyaz peçetede bıraktığı iz Rorschach testindeki şekillere benzemişti. Bir süre
ona baktım. “Bu resim bana neyi çağrıştırıyor” diye düşünürken, tuhaftır, kanın lekelerinin
arasında mor mürekkep izleri fark ettim. Az önce cebimdeki mürekkebi temizledikten
sonra bir şekilde peçeteye bulaştırmış olmalıydım.
Bunu düşünerek vakit kaybetmemeliydim; başımın ağrısı her geçen saniye artıyordu. Bir
an evvel bir kalem bulmalıydım...
Bir süre sonra sükûnetimi kaybettim, çekmeceleri sadece açmıyor, yerlerinden çıkararak
aşağı yukarı silkeliyordum ve içlerinden bir kalem düşüp düşmediğine bakıyordum.
Kurşun ya da tükenmez, düşen her kaleme atlıyor, delicesine gördüğüm ilk kâğıdı
karalıyordum, her seferinde mürekkebin kâğıtta iz bırakmadığını fark edip ya kalemleri
duvarlara fırlatıyor ya da idam kararı vermiş bir yargıç (kendi idamı bu defa) gibi ortadan
kırıyordum. Bir süre sonra pes ederek yere çömeldim.
O çaresizlik anında dağılan eşyalar arasında babamın eski bir fotoğrafı gözüme ilişti,
gömlek cebinin ucunda dolmakaleminin sapı görünüyordu. “Babamın dolmakalemi” yazdı
ampul gibi yanan düşünce balonumda. On saniye sonra erzak deposu olarak
kullandığımız küçük odadaydım. Babama ait eşyaları yerleştirdiğim tahta sandığın
üzerindeki öteberiyi kenara itip sandığı kendime doğru çektim ve kapağını zor da olsa
açtım. Babam ve annemin kitaplarının ilk baskılarından birer adet, eski fotoğraflar, antika
daktilo, burgulu kalemtıraş, kasetçalar, eski bir kulaklık, saatler, VHS video ve geçmişe
ait her şey bu sandığın içine tıkılmıştı. Babamın günlük niyetine kullandığı yüzlerce Ece
Ajandası sandığın en altına, cephanelik izlenimi yaratan bir düzenle yayılmıştı.
Sandıktaki eşyalar arasında en az sevdiğim şey, babamın kalemiydi. Hatta ondan nefret
ediyordum. Bu nefretimin haklı sebepleri vardı. Ben küçükken, babam kalemini
neredeyse hiç elinden bırakmaz, sürekli yazardı. Özellikle de o dolmakalemle. Kâğıt ile o
kalemin sonsuza dek sürecekmiş hissi veren dansından çıkan o hışırtılı melodi
çocukluğumun fon müziği olmuştu adeta. Açıkçası o kalemi, babasıyla daha çok vakit
geçirdiği için kardeşini kıskanan bir abi gibi kıskanıyordum. Çocukken babam evde yokken
o kalemi birkaç defa sakladığımı bile hatırlıyorum. Babam her defasında kalemini
kaybettiği için telaşlanmış ama çok geçmeden de bulmuştu. Böyle birkaç kaçırma olayımı
fark ettikten sonra onu çekmecesinde kilitli tutmaya başlamış, ben de bir süre sonra onu
hiçbir zaman başımdan atamayacağım kardeşim gibi kabullenmeye başlamıştım.
Kaleme beslediğim “nefretle karışık aşk”, onu yıllar sonra tekrar gördüğümde
hayranlığa dönüştü. Yıllardır bir sandığın içinde bir sürü öteberiyle tıkış tepiş bir mahpus
hayatı sürmüş olsa da, onu ilk gördüğümdeki kadar güzel görünüyordu. Belli ki dâhice bir
tasarım ve el işçiliğiyle imal edilmiş bir kalem bu. Pürüzsüz ve parlak gövdesi gümüş ile
altın rengi arasında bir tonda. Ayna gibi etrafını yansıtıyor ama yansıtmasında bile bir
sihir, bir yorum var. Ucu bir açıdan zarafeti ve kibarlığıyla dikkat çekiyor, diğer açıdan bir
Yeniçeri kılıcı gibi korku uyandırıyor. Yakından bakınca fark edilen ince ince işlenmiş
motifleri eski medeniyetlere ait sembolleri andırıyor. Sanki küçük ve birbirine
benzemeyen yamru yumru sıfırlar birleşmiş ve kusursuz bir elips oluşturmuş gibi. Aynı
sembol kalemin sapında bir arma gibi duruyor. Çocukken onu kırmaya veya uzak bir yere
fırlatmaya kıyamadıysam, bunu eşsiz güzelliğine borçluydu. Babamın bu kalemi nereden
bulduğuna dair fikrim yok ama eminim ki çok ilginç bir hikâyesi vardır.
Kalemi tutan şık kalemlikte kendine ait bir yeri olan mürekkep hokkası da kalem kadar
etkileyici olmasa da herhangi bir antika dükkânında en göz alıcı eşyalardan biri olabilecek
kadar eksantrik görünüyor. Onun üzerinde de aynı sembol var. Tan kırmızısı rengindeki
hokkanın ağzı küçük olsa da gövdesi tıknaz. Alaaddin’in sihirli lambasını andırıyor. Kalemi
elime aldığımda ilk dikkatimi çeken şey ağırlığı oldu. Bununla yazmanın yorucu olacağını
düşündüm. Çalışıp çalışmadığı ayrı bir muammaydı, dışı ne kadar güzel görünürse
görünsün, içi paslanmış, ucu bozulmuş, mürekkep hortumu tıkanmış ya da iç
mekânizması bozulmuş olabilirdi. Doğru düzgün yazmayabilirdi bile.
Hiçbir sorunu olmasa ve en mükemmel şekilde yazsa bile, bir yazı egzersizi baş ağrımı
pat diye kesmeyebilirdi, hatta hiç kesmeyebilirdi, tüm bu kâğıt kalemle dikkatimi dağıtıp
acımı azaltma reçetesi çaresizlikten doğan abes bir çözüm adayı olabilirdi. Hem hiç bu
kadar şiddetli bir ağrıdan sonra yazı yazarak onu hafiflettiğimi hatırlamıyordum, bu daha
çok ağrının baş gösterdiği sırada uygulanırsa işe yarayan bir yöntemdi. Fakat artık migren
canavarı tüm vücudumu ele geçirmeden bu olasılıkları gözden geçirmek yerine bir an
evvel kalemi sınamalıydım.
Gümüş kalemliği, kalemi ve mürekkep hokkasını alıp çalışma odamın köşesindeki
masama götürdüm. Çekmecemdeki A4 kâğıtlarından bir tutam alıp üst üste koydum.
Kalemin içi boş olabilirdi ve ben tükenmezkalemlerle yaşadığım hayal kırıklıklarından
birini bu kalemle de yaşamaya hazır değildim, o yüzden kendimi sağlama aldım ve
kalemin ucunu mürekkep hokkasına batırarak arkasındaki merdaneye benzeyen minik
kolu çevirip içini mürekkeple doldurdum. Kalem mürekkeple birlikte şimdi öncekinden bile
daha ağırdı, öyle ki, kalemi dike yakın bir açıyla değil, eğik bir şekilde kâğıdın üzerinde
tutabiliyordum. Yazmaya başlasam bile birkaç cümle sonra elimin yorulacağını görmek
zor değildi. Bu endişemi bir kenara atarak ilk kelimemi, ilk cümlemi düşünmeye
başladım.
“Başım ağrıyor” diye yazdım.
Şöyle bir el yazıma baktım, güzel görünüyordu, cümlenin sonuna “hem de çok” diye
ekledim. Fakat hepi topu beş kelimeden sonra bu migren konusundan sıkıldım, başım
çatlayacaksa, kemiklerim kırılacaksa kırılsın, bunu yazıp dallandırmaya budaklandırmaya
gerek yok diye düşündüm. Bu cümlenin üstünü çizdim, günü biraz daha başa sardım ve
başımdan geçenleri anlatmaya başladım.
Her kelimeyle birlikte daha da hızlanıyordum. El yazım da cümlelerimin sıradanlığını
kapatacak kadar güzeldi. Yazmaya başladığımda kalem hafifliyor, önce dike yakın bir
açıya geçiyor sonra kâğıdın üzerinde buz pistindeki patenci gibi kayıyordu. Her cümlemle
birlikte kendimi daha iyi ifade ediyordum. Baş ağrım tüm şiddetiyle devam etse de ilgimi
biraz olsun dağıtmayı başarmıştım. Sıra üç dört saat önce yaşadığım o kalecilik olayına
gelince iyice şevklenmiştim. Şu an o kısımlara göz attığımda o tuhaf olayı bu kadar
detaylı ve net bir şekilde hatırladığıma şaşıyorum. Aslında gerçek şu ki; o olay aklımdan
hiç çıkmamıştı. Seks sonrasındaki uyuklamam esnasındaki rüyadan, migren ataklarını
yaşarken gördüğüm gözkapağı içi filmlerine kadar, o an hep peşimdeydi ve şimdi bu
kalem vasıtasıyla zihnimin karanlık dehlizlerinden salıverilmeye hazırdı.
Çocukluğuma dönüp kaleci reflekslerimi dirilttiğim hareketimi kâğıda geçirirken o anki
zafer duygumu tekrar yaşamakla kalmadım, tuhaf bir rahatlama hissettim. Hikâyenin son
cümlesi de güzel olmuştu: “Top onlara doğru giderken çocukların arasından plonjonumla
ilgilenen tek kişinin biraz önce izlediğim kaleci olduğunu fark ettim, bana bakıyordu, ben
de ona. Şimdi ikimizin de sol dizleri yırtıktı.” Bir çocuk, bir adam, karşılıklı özdeşleştikleri
o tuhaf an. Ama devamı hiç içime sinmiyordu... Yani Aslı’nın gelip “Ne oldu az önce?”
deyip büyüyü bozması, sonra da “Aferin” diyerek beni bozması... Hiç güzel bir final değildi
bu. Hikâyem böyle yarım kalmamalıydı.
Aradığım şeyin bir final cümlesi olduğunu sanıyordum ama aksi gibi sayfanın
sonundaydım ve yeni bir cümle ekleyebilecek bir yer de yoktu sayfada. Sayfayı çevirdim
ve kalemimi yan yana duran iki bembeyaz sayfanın solundakinin üzerine koydum.
Aradığım şeyin bir final cümlesi değil, bir başlangıç cümlesi olduğunu o beyazlık içinde
fark ettim, bu sayfalar dolmalıydı diye düşündüm. Ve kalemimi hokkaya batırıp onu biraz
daha mürekkeple besledikten sonra istemsiz bir şekilde;
“Onun adı Varol’du” diye bir cümle yazdım.
Yazdıktan sonra cümleye baktım, bunu neden yazdığımı bilmiyordum. Çocuğun adını
bilmiyordum, ona neden isim takma gereği duymuştum, bunu da bilmiyordum. Hem ona
ismiyle seslenen birini duymamıştım, iyi de o zaman neden özellikle “Varol” ismini tercih
etmiştim? Daha da önemlisi neden kendi günlüğümde bir başkasından, üstelik hiç
tanımadığım bir çocuktan bahsetmeye başlamıştım? Bu soruların yanıtları yoktu. Sadece
içimden gelmişti, işyerinde toplantıların sıkıcı anlarında yaptığım doğaçlama karalamalar
gibiydi, tek farkı bütün olarak bir anlama sahip olmasıydı. O cümleden sonra günlüğüm
günlük olmaktan çıktı, Varol’un hikâyesine dönüştü.

Varol’un eldivenleri
Onun adı Varol’du. Varol, dört yaşındayken “Büyüyünce ne olacaksın” sorusuna
“doktor” diye yanıt verirdi. Dört buçuk yaşında futbol topuyla tanıştı. Beş yaşında
malum soruya yanıtını “futbolcu” olarak değiştirdi. Altı yaşında otoparkta top
oynarken sağ ayak bilek liflerinden biri koptu. Doktor, “Lifleri zayıf, futbol oynaması
sakıncalı” dedi. Ayağı bir ay alçıda kaldı. İki ay sonra iyileşti. Varol, yedi
yaşındayken tarlada top oynarken bu defa sol ayak tarak kemiğini kırdı. Doktor
“kemikleri de zayıf, futbol kesinlikle yasak” dedi. Varol, “Ne olacaksın?” sorusuna
yanıt veremez oldu.

İlk paragraftan sonra durdum, yazdıklarıma profesyonel bir yazar edasıyla baktım. Bu
bölümde Varol’u ve onun en büyük aşkı olan futbolu hızlı bir şekilde tanımıştık. Hikâyenin
fitilini de o ve aşkı arasına koyduğum engelle ateşlemiştim. Devamında ne olacağını
bilmiyordum, tek bildiğim baş ağrımın şiddetinin hikâyeye başlamamla birlikte azaldığı ve
hikâyeye devam etmek için muazzam bir istekle yanıp tutuştuğumdu.

Varol hayata küsmüş bir halde arkadaşlarını izlemeye başladı. Oynamayı çok
istiyordu ama uzaktan onu izleyen annesi ve babası buna izin vermiyordu. Bir gün
otopark maçlarından birinde kalecilerden biri sakatlandı, çocuklar kenardan kaleye
geçmesi için adam çağırdılar, kimse geçmedi. Varol daha önce hiç kalecilik
yapmamıştı, o güne kadar kaleciliği futbol oynayamayanların mevkisi olarak
küçümserdi ama o an hızlıca düşündü: Futbol yasaktı ama kaleye geçmek
konusunda doktor bir yasak koymuş muydu ki? Doktorun koyduğu kuralın açığını
yakalayan Varol elini kaldırdı, arkadaşlarının şaşkın bakışları altında kaleye geçti.
Elleriyle oynamaya alışması çok zamanını almadı. Annesi sahanın oradan geçerken
“Oğlum n’apıyorsun” diye kızdı, Varol ona top topladığını söyledi, annesi de
“Dikkatli ol yine de” dedi. Basketbol meraklısı baba biraz şüphelendi ama ses
etmedi.
Varol, birkaç maç sonra kaleciliğini konuşturmaya başladı. Mahalle içi maçlarda
ortalama kalecilerden beklenmeyen bir çaba gösteriyor, sakatlanma pahasına
asfalta uçuyor, elini en tehlikeli toplara uzatmaktan çekinmiyordu. Maç bittiğinde
dizlerinde ve dirseklerinde bereler oluşuyordu ama asıl yara futbolun ona
yasaklanmış olmasıydı, bu yeni yara bereleri ona vız geliyor, tırıs gidiyordu.
Varol’un kaleciliği kısa zamanda bir efsane gibi yayıldı, sokaktan sokağa,
mahalleden mahalleye, okuldan diğer okula... “Bir kaleci var, daha dokuz yaşında
ama Dasaev gibi uçuyor, Schumacher gibi açı kapatıyor, Scmiechel gibi yan top
çıkartıyor” diyorlardı. Komşu mahallelerden onu izlemeye gelenler oldu. Varol kısa
sürede mahallede şöhret oldu. Babası oğluyla gurur duyduğu için artık onun futbol
oynamasına mani olmuyordu. Annesi ise birkaç maçlığına oğlunu top toplayıcı
sandığı için kendi salaklığına yanıyor ve onun için endişeleniyordu. Her gün bir
yerini kırmaması için dua ediyor, çocuğuna bu hayalden vazgeçmesi için telkinde
bulunuyordu. Varol’unsa bu hayalden vazgeçmeye pek niyeti yoktu.
En başta çıplak elle, sonra annesinin eski bulaşık eldivenleriyle topları tutan Varol,
harçlıklarından biriktirdiği parayla piyasadaki en pahalı eldivenlerden birini aldı.
Markası Reusch’tu. Kenarına profesyonel kalecilerin eldivenlerinde olduğu gibi kendi
adını yazdı, keçeli kalemle. Eldivenlerine gözü gibi baktı, yatarken yanında tutuyor,
maçlara özel çantası içinde götürüyor ve asla kimseye ödünç vermiyordu. Zamanla
eldivenin bazı yerleri delinse bile onlardan vazgeçmedi Varol. Bazen geceleri
yatmadan önce eldivenindeki deliklere bakar ve içinden, “Bu Birollarla oynadığımız
maçtan, Mert’in attığı penaltıda oldu”, “Bu Şahinlerle oynadığımız maçta Özgür’ün
pis burun şutunu çıkardığımda oldu” diyerek savaş yaralarını sayan bir gazi gibi
kendisiyle gurur duyardı.
Babasının boyu 1.90, annesinin boyu ise 1.77 olduğu için Varol’un ileride boylu
poslu biri olacağı kesin gibiydi. Kendi boyuyla gurur duyan babası çocuğunun
küçüklükten beri hızla ona yaklaşmasına çok seviniyordu. Normalde annelerin aylık
periyotlarla yaptığı, duvara yaslayıp cetvelle duvara çentik atma ritüelini sürekli
olarak baba üstleniyordu. Baba, bu konuda öyle bir saplantı geliştirmişti ki, artık
neredeyse her gün çocuğunun boyunu ölçmeye başlamıştı. Galatasaraylı olduğu için
oğluna “Geleceğin Simoviç’i” diyordu, ama Varol’un idolü çok farklı biriydi. En
sevdiği çizgi film Kaptan Tsubasa’nın bir bölümünde asla gol yemeyen bir kaleci
görmüştü, adı Müller idi. Varol onun gibi olmak istiyordu; kalesini gollere tamamen
kapayan, hiç gol yemeyen dünyanın tek kalecisi...
Varol on üç yaşında profesyonel bir kulübün genç takımına girmeyi başarmıştı.
Kulübün teknik direktörü Varol’un ileride takıma ne kadar büyük bir fayda
sağlayacağını düşünürken, kulübün yöneticileri bu genç yeteneğin ileride kulübe ne
kadar büyük para kazandıracağının hesaplarını yapmaya başlamışlardı bile.
Başarısına rağmen Varol herkesten çok çalışmaya devam ediyor, antrenman
bittiğinde tek başına egzersizler yapmayı ihmal etmiyordu. Kulüpten hemen çıkıp
eve gideceğine A-takımının antrenmanlarını seyrediyor, bir gün oradaki futbol
yıldızlarıyla birlikte sahaya çıkacağı günü iple çekiyordu. Sahanın kenarında
eldivenlerini çıkarmadan ellerini çenesinin altında kavuşturmuş, Tanju’nun
plaselerini köşeden çıkarmanın, Uğur’un çalımlarına meydan okumanın, Büyük
Savaş’ın şutlarını sağ eliyle doksandan kurtarmanın hayalini kuruyordu.
Onun bu hayallerinden rahatsız olan tek kişi annesiydi. Çocuğunun kaleci
olmasından da, boyunun babası tarafından sıklıkla ölçülmesinden de hoşnut değildi.
Baba ve oğul arasındaki bu kalecilik hayallerinden de ürküyordu. Her fırsatta onları,
bu hayallerinden dolayı küçük gören ifadelerle aşağılıyordu. Baba, annenin bu sert
tutumunu, çocuğunun sakatlanmasından duyduğu korkudan kaynaklandığı için hoş
görüyordu. Varol gerçekten de sakatlanmaya devam ediyordu.
En zor pozisyonlarda bile topu yakalamak için atlayıp zıplayan, elini her karambole
sokan Varol birkaç kere serçeparmağını kırdı. En büyük badireyi ise dişleri
atlatıyordu, daha on iki-on üç yaşındayken, uzak yakın demeden “ölümüne” abanan
liseli serserilere karşı oynayan Varol, iki ayrı şutta üç dişini kırdı. Varol tam bir hırs
küpüydü, dişleri kırılsa bile maça hep devam etti. Arkadaşları ona “tek dişi kalmış
kaleci” diyordu.

Tek dişi kalmış kaleci diye yazdıktan sonra bir anda aklıma son toplantı esnasında
yaptığım karalamalardaki bir figür geldi. Tek dişi kalmış, elinde eldivenler olan bir tip
çizmiştim. Belli ki, Varol bir anda ortaya çıkmış bir karakter değildi, onu daha önce de
aklımdan geçirmiş, bilinçaltıma saklamış ve o genç mahalle kalecisini görmemle birlikte
gün ışığına çıkarmıştım.
Peki, bu genç kalecinin hikâyesi nereye varacaktı?.. Varol engelleri aşmış, hayallerine
yaklaşmıştı, son ve aşılması çok güç bir engel çıkmalıydı karşısına. Ama bu ne olabilirdi?
Sanki bir sırrı varmış gibi aşırı evhamlı davranan annesi mi? Ayağını kaydırmaya çalışan
başka kaleciler mi... Düşünmeden yazmaya başladım.

Varol on altı yaşına geldiğinde bir şey oldu. Daha doğrusu; olmadı! Varol uzamadı.
Her gün oğlunun boyunu ölçen baba önce “geçici bir süreçtir” dedi, oğlunu haftada
bir ölçmeye başladı, baktı hep aynı yüksekliğe çentik atıp duruyor, çentik de
kalınlaştıkça kapıda çirkin bir lekeye dönüşüyor, ayda bir ölçmeye başladı. Baktı
yine bir değişiklik yok, sonunda pes etti. Varol 1.66 boyunda sabitlenmişti.
Annesi her zamankinden endişeli görünüyor ama bir yandan da, “bu kadar
takarsanız boya posa, böyle ters teper işte, Allah’ın işi” diye iğneleyici laflarla
evdeki gerginliği artırıyordu. Varol ise var gücüyle antrenmanlarına devam ediyor,
kulüpteki rutin antrenmanlar bittiğinde tek başına, özellikle boyunun uzamasını
tetikleyebilecek zıplama hareketleri yapıyordu. Her gün bir litre süt bitiriyor, balık
yağı içiyordu. Ama nafile. Varol ondan sonra hiç uzamadı.
Varol, boyu uzamadığı için profesyonellerin oynadığı nizami kalede iyi performans
sergileyemiyordu. Genç kalecinin üst kale direğine değmesi için bile olduğu yerde
minik minik zıplayıp, sonra olanca gücüyle sıçraması, köşelere giden şutları
çıkarması için ise en az iki adım koşması ve sonra kendini direğe doğru fırlatması
gerekiyordu. Plonjon yapmadan önce koşması gerektiği için daha şut atılmadan,
forvetin ayaklarına bakarak tahmini uçuşlar yapıyordu ve her geçen gün
tahminlerinde daha çok yanılıyordu. Bir süre sonra kulüpteki arkadaşları ona “uçan
çuval” diye takılmaya başladılar.
Küçük sahalardaki refleks becerisini, çabukluğunu, karşı karşıya pozisyonlardaki açı
kapatma başarısını büyük sahada gösteremeyen Varol’un morali de tükenmek
üzereydi. Kulüpteki teknik direktörü onu önce yedek, sonra üçüncü kaleci yapınca
kovulmayı beklemeden başı eğik boynu bükük ayrıldı kulüpten. Küçük sahalara,
taştan kalelere geri döndü. Fakat büyük hayallerini santim farkıyla kaçıran Varol
isteksiz oynuyor, eskisi gibi performans gösteremiyordu. Odasındaki Schmeichel
posterini indirip dünyanın en kısa boylu ve şöhretli kalecilerinden Campos’un
posterini duvarına asarak bir süre ona öykünen Varol o posteri de indirdi, kaleci
eldivenlerini dolaba saklayarak kendi içinde jübilesini yaptı.
Bu durumdan dolayı Varol kadar üzgün olan bir başkası daha vardı; o da babasıydı.
1.90’lık babası en başlarda oğlunun kısa kalmasına akıl sır erdiremiyordu. Onun,
yani arkadaşlarının deyişiyle Sırık Necmi’nin oğlu, kendisinden 24 santim, hadi onu
geçtik, 1.77’lik annesinden 11 santim daha kısa nasıl olabilirdi ki...
Baba keşke bu duruma akıl sır erdiremeseydi; ne zaman akıl sır erdirdi, Varol’un
ailesi parçalandı. Varol’un Sırık Necmi’nin oğlu olmadığı ortaya çıktı. Varol’un babası
annesinin tek gece birlikte olduğu bir cüceydi. Anne, çoğu uzun boylu kadın gibi
uzun boylu bir erkeğe gönlünü kaptırsa da, aklının bir köşesinde bir gün çok kısa bir
erkekle sevişme fantezisini taşıyordu. Onun bu fantezisi, Necmi’nin uzun boylu
oğula sahip olma ve Varol’un ise profesyonel kalecilik hayaline mal olmuştu.
Varol’un babasıyla annesi ayrıldı. Varol annesiyle yaşamaya başladı, annesi içten
içe foyasının meydana çıkmasını Varol’un kaleci olma saplantısına bağlıyordu, bu
yüzden istese de oğluyla iyi bir anne-oğul ilişkisi kuramadı. Varol da çocuk aklıyla
boyunun kısa olmasını annesinin sapkın güdülerine yenik düşmesine bağlıyordu, o
da problemli bir genç oldu çıktı.
Fakat futbola o kadar bel bağlamıştı ki, okulunu boşlamıştı. Babasının hayal ettiği
gibi kaleci olamayan Varol, annesinin hayali olan üniversiteyi de bitiremedi.
Belediyede iş buldu, otobüslerde biletçilik yaptıktan sonra, otobüs şoförü olunca bir
nebze yırttı. Kırkına geldiğinde kıdemli bir şoför, çoluk çocuğa karışmış bir aile
reisiydi. Gençken yaşadığı travma Varol’un sırtında ağırlık yapmış olsa gerek,
kısalığına kamburluğu da eklenmişti. Yine de işinde başarılıydı, kırk üç yaşına
geldiğinde yeni bir eve taşınacak birikime sahip oldu. Bakırköy’de güzel bir ev tuttu.
Ailecek oraya taşındılar.
Taşınma faslı epey eziyetli geçti çünkü çocukluğundan beri yaşadığı o ufak evi tıka
basa doldurmuştu. Kolileme işlemini taşıyıcı şirketin görevlileri yapmıştı. Hamallar
yeni eve kolileri yığdıktan sonra sıra onları açmaya ve yerleştirmeye gelmişti.
Tabaklar, çanaklar, bardaklar, duvar saati, biblolar, çerçeveler, fotoğraf albümleri,
kıyafetler, kıyafetler, kıyafetler... Varol’la karısı bunları kolilerden çıkartıp
yerleştirirken altı yaşındaki oğlu Yaşar eşyaları dağıtmakla meşguldü. Varol
yaramaz oğluna hiç söz geçiremezdi. Yaşar’ın kısa ve kambur babasına hiç saygısı
yoktu. Derken bir şey oldu...
Yaşar kapalı bir koliyi dağıtmak için açtığında içinde Varol’un kaleci eldivenlerini
buldu. Annesinin bulaşık eldivenleri herhalde diye düşünerek annesinin yanına gitti,
“Anne bunlar ne?” diye sordu. Annesi gülümsedi ve “Babanın onlar” dedi. Varol bu
esnada oğlunun elindekilere baktı. Eski bir dostunu görmüşçesine gözleri sevinçle
parladı. Eldivenleri özenle oğlunun elinden aldı. Keçeli kalemle adını yazdığı sağ
teke baktı, çocuksu el yazısına gülümsedi. Sol tekin iç tarafına baktı, o eski delikleri
gördü. “Bu Mert’in attığı penaltıda olmuştu, bu Özgür’ün pis burun şutunda, bu da
Birollarla maçtan kalma” diye düşündü, bu kadar geçmişe ait bir izi şeklinden kimin
eseri olduğuna kadar hatırlamasına şaşırdı.
Oğlu Yaşar babasının transını bozarak “Baba bunlar ne?” diye sordu. Varol anlattı,
“Bunlar benim kaleci eldivenlerim” dedi, sonra “eldivenlerimdi” diyerek düzeltti.
Yaşar “Ne işe yarıyorlar?” diye sordu. Varol eldivenlerini taktı, “Bunları giydiğinde
top ne kadar sert gelirse gelsin ellerin acımaz” dedi. Sonra bilek bandajlarını
kapatıp kaleci pozisyonunda durdu ve ekledi: “Topu kavrayıp tutmana da yardımcı
olurlar.” Birden kendini bir hayale fazlasıyla kaptırdığının farkına varan Varol hızla
eldivenlerini çıkarttı. Tam eldivenleri kenara atacakken uzun süredir ses çıkarmayan
oğluna baktı ve gözlerinde daha önce görmediği bir şey gördü. Yaşar babasına
hayranlıkla bakarken gözleri pırıl pırıl parlıyordu. Bu âna Yaşar’ın annesi de şahit
olmuş, elindeki süpürgeyi bırakarak, yüzünde bir gülümsemeyle baba ve oğulu
izlemeye başlamıştı. Varol oğlunun gözündeki o hayranlık ifadesini biraz daha orada
tutmak isteyerek eldivenleri bıraktığı yerden aldı ve “Gel sana göstereyim” dedi.
Kolideki plastik topu çıkardı, oğlunun elini tutarak kapıya doğru yöneldi. Yaşar’ın
annesi “Aman diyeyim, top yola falan kaçar” demeye başlarken Varol “Merak etme,
onu güvenli bir yere götüreceğim” dedi.
Varol’un aklına, yeni tuttuğu evin eski kulübünün antrenman sahasına çok yakın
olduğu gelmişti. Oradaki minik sahalardan birinde eskiden kalma birkaç hareket
göstererek oğlunu büyülemeye devam etmeyi planladı. Aynı gün büyük antrenman
sahasında veteranlar maçı vardı, Varol’un eskiden, kısa kalacağını bilmediği
dönemlerde birlikte oynama hayalini kurduğu eski şöhretler, kendi aralarında şov
niyetli bir maç yapıyorlardı. Derme çatma tribünlerde 30 kişi var yoktu. Varol eski
idollerini görünce önce onları izlemeyi düşündü ama oğlunun bu ak saçlı
ihtiyarlardan haberi bile yoktu, o babasını izlemek istiyordu. Varol bu yüzden o ufak
sahada oğluna birkaç hareket gösterdi. İlk hareketlerinde orasına burasına ağrı
girse de sonra açıldı. Topu kale direğine sektirerek kendisinin uzağına attırıyor, eski
zarifliğinde ve çevikliğinde topu tekrar havada kapıyordu. Yaşar zevkten dört köşe
olmuştu. Babası sadece evden işe, işten eve gelen bir insan değildi. O tıpkı
televizyonda gördüğü kaleciler gibi, daha da ötesi resimlerine baktığı çizgi
romanlardaki süper kahramanlar gibi havada uçabiliyordu. Varol, bir süre sonra
Yaşar’ı da oyuna dâhil etti. Baba oğul karşılıklı penaltı çekiştiler, Yaşar en mutlu
gününü yaşıyordu, Varol da. Derken daha da sihirli bir şey oldu...
Büyük sahadaki veteran kaleci sakatlandı. Yedeği de yoktu. Takım kaptanı Cüneyt
oradaki görevlilere sordu ama ses çıkmadı. Sonra tribünlere döndü ve “Kaleye
geçebilecek biri var mı?” dedi yüksek sesle. Varol “Haydi canım gidelim, annen
merak eder” derken bu soruyu duymamıştı ama o sırada yüzü büyük sahaya dönük
olan Yaşar duymuştu. Çocuk sesiyle bağırdı, “Var!” diye.
Bir dakika sonra Varol veteranların maçında kaleyi korurken buldu kendini.
Hayatının maçını çıkardı Varol. Oyunda kaldığı 60 dakika boyunca tek gol bile
yemedi. Tanju’nun plaselerini soldan, Büyük Savaş’ın şutlarını sağ doksandan
çıkarıyor, Uğur’un çalımlarına kanmadan kalede ayakta kalmayı başarıyordu.
Maç bittiğinde takım kaptanı Cüneyt, Varol’u tebrik etti. Maçı organize eden adam
ise gelip telefon numarasını aldı.
Ertesi günkü gazetelerde kısaca bahsedilen veteranlar maçında sahanın en iyisi
olarak maça sonradan giren Varol’un ismi geçiyordu. Bir gazete bu tanınmamış
kalecinin ismini araştırmış ve “eski paf takımı kalecisi” diye söz etmişti ondan.
O günden itibaren Varol başka maçlara da çıktı. Çok önemli bir şeyin farkına vardı.
Şu anda hayallerine o en formda olduğu dönemden bile daha yakındaydı, çünkü
hayatının ikinci yarısında hayalinin aslında ne olduğunu tam olarak idrak etmişti.
Hayali uzun boylu, profesyonel, tanınan bir kaleci olmak değildi ki! Hayali Kaptan
Tsubasa’da izlediği Müller gibi gol yememekti.
Varol’un boyu kısaydı, üstelik yaşlı ve biraz da kamburdu, kimse onu tanımıyordu
ama bazı maçlar oluyordu ki, hakikaten hiç gol yemiyordu.

Hikâye sona ermişti. Kâğıtlara şöyle bir göz gezdirdim, el yazımın güzelliği dikkat
çekiyordu öncelikle. Bir çocuğun, anaokulunda yaptığı suluboya resmine bakarkenki gurur
vardı gözlerimde. O an çok daha önemli bir şey fark ettim, baş ağrım tamamen sona
ermişti.

Mucize
25 Mart 2009
Her zamanki saatte telefonumdan yükselen alarm sesiyle uyandım. Sabah ritüellerimi
harfiyen uyguladım. Metro durağına varana dek sorun yoktu. Her gün kullandığım
yürüyen merdiven bozuktu, birkaç saniye, yürüyen merdivenin sensörü beni görsün diye
bekledikten sonra manuel formatta yürüdüm aşağı. Aksilik bu ya, gişeden raylara inen
merdiven de bozuktu, oflaya poflaya manuel formatta indim ondan da. Tam ben
indiğimde merdivenin çalışması ise kötü bir şaka gibiydi. İkinci kötü şaka ise bu iki minik
aksaklıktan dolayı sandığımdan daha çok vakit kaybettiğim için her zaman bindiğim
trenin ben merdivenden inerken durağa gelmiş olmasıydı. Kapıları kapanırken gördüm
onu. Bir sonraki treni beklemek zorunda kaldım, bu kayıp vakitten dolayı trenden indikten
sonra daha hızlı davranmam gerekecekti.
Allah’tan indiğim durakta yürüyen merdiven çalışıyordu, her iki katta ve zemindeki
yürüyen merdivende hızla yürüyerek kaybettiğim vakti biraz olsun telafi ettim ya da
ettiğimi sandım. Hızla yürüyerek köşedeki gazete bayisinden gazetemi alıp (bozuklukları
cebimde ayarlamış, en az 10 saniye de oradan kazanmıştım) şirkete girdim. Metroyu
kaçırmamı seri hareketlerle kapatmaya çalışmış olsam da on beş dakika geç kalmıştım.
Odama girerken ofis telefonum çalıyordu, kim bilir kaç defa daha çalmış, kimse
açmamıştı. Şanssızlık bu ya, bu on beş dakika boyunca İsmet bey bir konuda benim
görüşümü almak istemiş (çürütmek içindir ya neyse), bana ulaşamayınca kararı sonraya
ertelemiş, o sırada da kararı hemen alamadıkları için bilmem kaç bin liralık para
kaybedildiğinin hesabı yapılmış.
Bugüne kadar işe geç kalma konusunda sicilim temiz olduğu için patron kızgın bir ifade
takınmadı ama yine de sorumluluğumun bilincinde olduğum için vicdani rahatsızlık
yaşadım. Hatamı kapatmak amacıyla paravanlar arasında koşturup normalde
üstlenmediğim birtakım ufak işleri hallettim, çaylaklara ekstradan yardım ettim, kısacası
işgüzar birtakım hareketlerle o sırada beni izlediğini hissettiğim İsmet bey’in gözünü
boyadım.
Bir saat kadar ekstradan ayakta durduktan sonra kahve makinesinden kahvemi aldım
ve odama geçip rutinime geri döndüm. Sabah manşetlerine şöyle bir göz attığım gazeteyi
okumaya başladım. Spor sayfasına geldiğimde telefon çaldı, bir müşteri yeteri kadar
kazandıramadığı için yatırım uzmanı çaylaklardan birine sorun çıkarmıştı, araya girip onu
sakinleştirmem ve sorununu çözmem ya da çözmüş gibi görünmem gerekiyordu.
Genellikle sorunlu müşterileri ortalama bir buçuk dakikada yatıştırabiliyordum ama bu
defa hattaki müşteri çetin cevizdi. Onu ikna etmem yaklaşık beş dakika sürdü.
Raporumu kısaca yazdıktan sonra gazetenin spor sayfasına geri döndüm. Tam okumaya
başlarken telefon yine çaldı, telaşla telefona uzanırken kahve bardağıma çarptım. Kahve,
Allah’tan az kalmıştı ama yine de gazete berbat oldu tabii. Kahve yavaş yavaş gazeteye
nüfuz edip gazete kâğıdının üzerinde kahverengi kıtalardan oluşan şekersiz az sütlü bir
harita oluştururken telefondaki duruma el koydum. Bir başka sorunlu müşteri hattaydı
ama bu defaki kolay lokmaydı, bir dakika tamamlanmadan görüşme sona erdi. Tüm
bunlar, sabahki on beş dakikalık gecikmenin sonuçlarıydı, ne zaman geç kalsam o gün
işlerim kötü giderdi, bunu tekrarlamamam gerekiyor...
Üstüne kahve dökülen gazete mahvolmuştu ve şekersiz az sütlü kahve nehri gazetedeki
yoluna yavaş yavaş devam ediyor, sütlü kahve atlası oluşturuyordu. Masamdaki kâğıt
mendil kutusundan birkaç peçete aldım, gazeteyi bohça şeklinde katlayıp çöpe atmayı
planlıyordum. Derken gözüm sütlü kahvenin ilerleyişine takıldı. Yavaş yavaş ilerlemeye
devam ediyordu. Sonra durdu.
Durduğu yerde ana haberlerin yanındaki sütunda yer alan küçük bir haber vardı.
Haberi okuduğumda gözlerime inanamadım.

VETERANLAR MAÇINDAN AZ GOL ÇIKTI


Galatasaray ve Beşiktaş’ın eski futbolcuları arasında düzenlenen özel maç daha
önceki veteranlar maçlarının tersine çok az gole sahne oldu. Maç 2-1 sona erdi.
Galatasaraylı Cüneyt ve Beşiktaşlı Metin’in göz doldurduğu maçta Galatasaraylı
kaleci Hayrettin’in sakatlanmasıyla saha kenarından maça giren Varol Batur
performansıyla Galatasaray’ı galibiyete götüren en önemli oyuncu oldu. Sürpriz
oyuncunun eski lisanslı kaleci olduğu, Galatasaray Genç Takımı’nda çok kısa süre
oynadığı belirtildi.

Bu satırları ağzım bir karış açık kaç defa okudum bilmiyorum. Hemen ıslanmış gazete
kâğıdındaki o bölümü yırtıp sütlü kahve nehrinden uzağa götürdüm. Elimdeki kupüre
bakarken beynimde sorular bir fırtınaya sebep olmuş, kafatasımda hortumlar
koparıyordu. Bu nasıl bir tesadüftü? Sadece inanılmaz bir rastlantıdan ibaret olabilir
miydi? Varol’un olayından ben nasıl haberdar olabilirdim? Buna benzer onlarca soru
döndü durdu zihnimde. Sonra kendimi sağduyuya davet ettim.
Mantıklı düşünmeliydim. Hikâye yazma antrenmanlarının bilinçdışına atılan bilgileri
açığa çıkardığını biliyordum. Varol isminde eski bir kalecinin varlığından çocukken satır
satır okuduğum spor gazetelerinden haberdar olabilirdim. Ya o zamanlar kalecilere
ekstradan bir ilgi duyduğumdan ya da adamın ismi hoşuma gittiğinden bu bilgiyi zihnimin
bir kenarında yıllarca muhafaza etmiş olabilirdim. Varol’un hikâyesini dünkü ilham
yağmuru esnasında gerçeğe uygun bir şekilde tamamlamam da bu durumda çok garip
sayılmayabilirdi. Hem kupürdeki haberde pek ayrıntı yoktu. Varol’un boyuyla ilgili bir
bilgi, çocuğunun isteğiyle kaleye geçmesi gibi benim hikâyemde yer alan kilit anlar, var
ettiğim hikâye ile gerçeğin aktarıldığı bu haberin birebir örtüştüğü sonucuna ulaştıracak
önemli ayrıntılar yoktu. Kafamın içindeki sorgulama sonucunda yaşadığım tuhaflığı
rasyonel kurallar çerçevesinde değerlendirip onu birtakım tesadüfler silsilesine ve
bilinçdışının şaşılası numaralarına bağladığım için çok büyük bir mutluluk yaşadım. Birkaç
dakika önce komuta merkezimi kaos isteyen teröristlere kaptırmak üzereydim, şimdi ise
aklımın iplerini yeniden elime almayı başarmıştım. Kontrolü ele geçirir geçirmez yaptığım
sağlamayı kendi içimde sağlamlaştırmak için internete girip bu haberin benzerlerini
arattım. Haberi diğer gazetelere de aynı ajans geçtiği için her gazetede aşağı yukarı aynı
metin yayımlanmıştı. Bu biraz daha rahatlamama yol açtı, çünkü herhangi bir gazetede
“1.66’lık kaleci gol yemeden maçı sona erdirdi ve çocuğuyla kucaklaşarak bunu kutladı”
gibi bir cümle okusaydım kendimi Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne ihbar
edebilirdim.
Buna gerek kalmadı.
Mutlu hayatıma geri döndüm.
Öğlen Aslı, Tolga, Esra ve ben daha önce gittiğimiz restoranlardan birinde yemek yedik.
Sabah yaşadığım olay aklımdan çıkmasa da bunu onlara anlatmadım. Aslı “Ne o, neden
dalgınsın?” diye sordu. Nasıl yanıt verebilirdim? “Babamın kalemiyle Varol isimli bir
kalecinin hikâyesini yazdım, sabah da bu hikâyenin gerçek olduğunu gazetenin spor
sayfasında okudum” diyemezdim ki. Dünya tersine dönse, bir saniye sonra bu cümlenin
unutulacağını, hafızalarımızdan silineceğini bilsem bile böylesine saçma bir cümle
ağzımdan çıkamazdı.
Aslı her zamankinden de seksi görünüyordu bugün. Tahminime göre regl olmuştu, bu
da halihazırda dolgun olan göğüslerini daha dikkat çekici kılmaya yetiyordu. Kıyafetleri,
sesi, kalkışı, oturuşu bile ihtiraslı sinyaller veriyordu. Yine de arada bir Varol’un
hikâyesinin ve kupürdeki gazete haberinin aklıma düşmesini önleyemiyordu. Aklımdan
konuyu biraz daha araştırmak, ajansı arayarak haberi yapan gazeteciye ulaşmak, ondan
izlediği maçın detaylarını, kalecinin yanında bir çocuk olup olmadığı gibi bilgileri almak
geçiyordu.
Öğleden sonra iş hiç olmadığı kadar yoğundu. Cumaları genelde hep böyleydi ama bu
defa akşama kadar tüm işlerimi bitirebilmek için her zamankinden tempolu çalışmak
zorunda kaldım. Tuvalete normal şartlarda öğleden sonra en az iki defa uğramam
gerekirdi, bu defa paydosa kadar hiç uğrayamadım. Bir ara işlerimi üstümden attığımı
sanarak hafiyelik yapmak üzere haber ajansını aradım ama daha telefon bağlanmadan
cep telefonumdan Aslı aradı, bir arkadaşıyla yaşadığı bir sorundan bahsetti, neredeyse 20
dakika aralıksız konuştu, sonra da aklımdan çıktı haber ajansını aramak. İyi ki de çıktı, bu
meseleyi daha fazla kurcalamak akıl sağlığım için iyi değildi.
Bilinçaltımın derinliklerine gömdüğüm travmaları ortaya çıkartan o tuhaf rüya,
zincirleme kötü olaylar tamlamasına start vermişti adeta. Dünkü kalecilik olayı, Aslı’yla
yaşadığım soğuk savaş, migren nöbeti ve babamdan kalma kalemle o migreni yenişim ve
yazdığım hikâyenin hık demiş burnundan düşmüş benzerini gazetede okuyuşum... Beni
ancak dipsiz bir uyku paklayabilirdi...

Günlük yazmanın faydaları


27 Mart 2009
Son iki gündür ruh halim çok iyi değil. Her zamankinden daha fazla migren hapı
kullanıyordum, bazen anlamsızca bir noktaya odaklanıyor ve kendimi geri çekemiyordum.
Garipti. Son zamanlarda yaşadığım tuhaflıklar bu garipliğin baş tetikleyicileri olabilirdi.
Ama tüm bu absürt olaylar zincirinin dışında içini dolduramadığım bir sebepsizlik, tarif
edilemez bir anlamsızlık duygusu da rol oynuyordu bu ruh halimde. Bu rahatsızlığı utanç
verici hastalığını saklayan birinin becerisiyle kimseye (kendim dahil) en ufak bir kuşku
bırakmayacak ölçüde çaktırmasam da yaptığım her şeyde, yataktan kalkarken, tost
yaparken, kapıyı kapatırken, telefonla konuşurken, iş yerinde birinin gözlerinin içine
bakarak konuşurken, su içerken, tuvaletteki aynada kendime bakarken, şakaklarımı
ovarken, mouse’u oynatırken, kısaca kılımı bile kıpırdatırken bir eksiklik duygusundan
kurtulamıyordum.
Şimdi ise iyiyim. Bu kulağa inanılmaz gelebilir ama yukarıdaki paragrafı yazarak
kendimi iyileştirdim, en azından öyle hissediyorum. Günlük yazmaya iki gün ara verince,
karşılaştığım tuhaflıkla başa çıkamadım sanırım. Tuhaflığın yan etkilerini, yani üzerimdeki
eksiklik duygusunu ve beni serseme çevirişini kaleme alınca bir anda tamamlanmış
hissettim. Düşünce balonlarıyla kusurlarını itiraf etmek yetmeyebiliyor demek ki, bunları
ancak yazıya dökünce insan kendini onarabiliyor.
Aslında arada bir bu gerçeği unutsam da çocukluğumdan beri bu böyle olmuştur. Günlük
yazmanın iyi geleceğini, babam ölmeden önce söylemişti. Babamdan miras kalan bir
alışkanlıktı bu. “Babamdan miras kaldı” derken söz oyunu yapmıyorum. Babamın
vasiyetinde özellikle buna ayrılmış özel bir madde vardı. Ölmeden önce bana yüzlerce
Ece Ajandası almış, hepsini muntazam bir şekilde sandığa yerleştirmişti. Her gün bunlara
hayatımı yazmamı istiyordu. Vasiyetteki bu maddeyi okuduğumda önce çok
garipsemiştim. Her ne kadar babamın delilikle akıllılık arasındaki ince çizgide cambazlık
yaptığını bilsem de, bu ona göre bile çok tuhaf bir istekti.
Babam benim yazarlıkla ilgili herhangi bir uğraş edinmeme hayatı boyunca karşı
çıkmıştı. Her anne baba çocuğunu kitap okurken görünce sevinir, babam kaşlarını çatardı.
Romanlardan, çizgi romanlardan, macera kitaplarından beni hep uzak tuttu. Muazzam bir
kütüphanesi vardı ama ben kitap okumaya başladıktan sonra o değerli kitaplarını
sahaflara satmaya başladı. Birkaç ay sonra sadece ansiklopediler, tarih kitapları,
biyografiler kaldı, kurmacaya dair ne var, ne yoksa her şeyi elden çıkardı. Türkçe dersleri
için ödev niyetine okuduğumuz bazı hikâyelerle ya da beyin fırtınası egzersizinde
yazdığım bazı yazılarla ya da okuduğum hikâyeyle ilgili bir şey sorduğumda o hikâyeyi, o
hikâyenin yazarını, hatta genel olarak tüm hikâyeleri aşağılayan öyle nutuklar atardı ki
bu cümlelerin bir dönemin en ünlü masalcısının ağzından çıktığına inanamazdınız.
Ben de ondan gizli gizli kitap okumaya, sonra da hikâye yazmaya başladım. Hem
böylesi daha heyecanlı oluyordu. Hikâyelerimi kimseye okutmuyordum, o dönem takip
ettiğim bir bilimkurgu dergisi vardı, Nostromo diye, oraya yollardım sadece. Bir de o
dergiyi çıkaran Metin Demirhan’ın dükkânı Deep Red’e gider, ona anlatırdım aklıma gelen
hikâyeleri. Hikâyelerimi, sevdiğim müzikleri ve filmleri paylaşacağım başka bir yer yoktu,
o dükkân dışında. Bir de babamın arkadaşı olan İrfan Kudret Akay’ın yazdığı Sıfırlar isimli
kitabın internetteki fan kulübündeydim, orada o kitabın diğer hayranlarıyla bazı
eserlerimizi paylaşabiliyorduk. Babamdan gizli tabii.
Babam kaçışlarıma izin vermiyordu. Gardiyan rolünü de iyi kıvırıyordu. Çocuklar
ebeveynlerine tepki duyarak onların istemedikleri yönde ilerler ya, öyle bir şeye de şans
bırakmıyordu. Beyin yıkaması konusunda çok başarılıydı. Belki de babamı varoluşumun
tek “canlı” kanıtı olarak gördüğümden, belki de hayali olan her şeye karşı babamın
uyguladığı manipülasyonun açık kapı bırakmayacak kadar sağlam olmasından dolayı her
geçen gün hikâyelerden ve yazma sevdasından uzaklaşmaya başladım. Lise sona doğru,
üniversite sınavının yaklaşmasıyla birlikte tüm bu yazma sevdasına, hikâyelere, kitaplara,
karikatür dergilerine, filmlere, şarkılara, sanata dair her şeye duyduğum çocuksu ilgi
sönmüş, zamanında duyduğum ilgiyi de küçümser olmuştum. Eski ilgi alanlarımın yerine,
babamın da iteklemesiyle başka şeyleri koymam çok zaman almadı. Okuduğum romanlar
çok satan biyografilere, onlar da ders kitaplarına dönüştü zamanla.
Daha sonra hedeflerim değişti, daha doğrusu hiçbir hedefim yokken babamın
geleceğimle ilgili verdiği söylevlerden esinlenerek bazı hedefler koydum kendime.
“Oğlum, ben gidiciyim, şu hayatta yalnız kalacağın bir gün gelecek. Sen hayatını
sürdürmelisin. İyi, kazançlı bir işin olsun, güzel bir kız arkadaşın olsun” derdi başka
babaları taklit eden yapmacık bir ses tonuyla. “Mutluluktur oğlum, önemli olan bu. Gerisi
hikâye” diye de ekler, “hikâye” kelimesini kullandığı için kendini ayıplarcasına yüzünü
buruştururdu.
Yeni hedeflerim netti: İyi bir üniversite, geçerli bir bölüm, başarılı bir ortalama, kaliteli
bir sosyal çevre, huzur aşılayacak ama karizmayı da çizdirmeyecek modern bir din
anlayışı, düzgün bir özel hayat, sigarasız, alkolsüz sağlıklı yaşam, düzenli cinsel hayat,
mükemmel bir erkek profili ve hepsini kapsayan mutluluk... Bana aşılanan tüm bu
amaçları benimsedim ve babamın formülü tuttu. Başarı mutluluğu getirdi.
O yüzden şimdi dönüp baktığımda babamın gençlik hayallerine karşı beni doldurmasını
bir mantığa oturtabiliyorum. Babam gündüz düşleriyle, gece rüyalarıyla dolu bir hayat
yaşamış, ilham perilerine diğer insanların peygamberlere inandığı gibi inanmış,
masallarını insanlarla paylaşmıştı. Karşılığında sıkıntılı ve yalnız bir hayat sürmüş,
annemle yaşadığı dönemde tattığı kısa süreli mutluluğun, geri kalan hayatını
gölgeleyecek bir acı bulutuna dönüşmesini engelleyememişti.
Anlaşılan o ki, babam annemin ölümünden dolayı sadece kendisini ve beni
suçlamıyordu, üçüncü bir suçlu daha vardı. Hikâyeler olmasa, hikâyelere duydukları bu
aşk olmasa, o hikâyeleri kendi çocuklarıyla buluşturma yönünde vazgeçemedikleri o
“haddini aşan” istekleri olmasa annemin hayatta olabileceğine inanıyordu. Bu yüzden
olsa gerek beni hikâyelerden hep uzak tutmuştu. Şu an geldiğim noktaya bakılacak
olursa onun seçimlerinin tersini işaretleyen ben, babamınkinden daha mutlu ve gelecek
vaat eden bir hayata sahipsem bunu biraz da onun bu katı tutumuna borçluyum.
Ama ne olduysa, o öldükten sonra oldu. Babam vasiyeti aracılığıyla adeta mezarından
doğrulup, çocukken benden aldığı kalemi elime tutuşturdu. Üstelik yaşarken hiç
takınmadığı babacan bir üslupla. Kendi el yazısıyla şöyle yazmıştı vasiyetinde:
“Oğlum, son olarak sana bir sandık dolusu ajanda ve yazı malzemesi bırakıyorum. Ben
de buna benzer defterlere ilk günlüklerimi yazmıştım. Senden günlük yazmanı istiyorum.
Her gün, evet, her gün, bir gün bile atlamadan, belki bazen sadece bir cümle, bazen
içinden gelirse sayfalarca... Yaşadıklarını ve gelecekte yaşamak istediklerini...
Hayattayken sana pek bir şey öğretemedim ama şimdi sana bunu öğretebilirim. Günlük
tutmak bana iyi gelmişti, sana da iyi gelecektir...”
Bunu ilk okuduğumda, yani babamı kaybettikten birkaç gün sonra, “Saçmalamış”
demiştim içimden. Vasiyeti eliyle yazmamış olsa bu kelimelerin onun kaleminden
çıktığına inanmazdım.
Günlükleri ve kalemleri babamdan kalan elbise, eşya ve öteberilerle birlikte sandığa
kilitleyip dairemdeki küçük odaya attım. Yas tutmam gereken bir dönemde babam
vasiyetine yazdığı bu maddeyle ona duyduğum öfkeyi tazelemeyi başarmıştı. Babamın
giderayak tazelediği bir şey daha oldu; çocukluğumdan beri yabancısı olmadığım migren.
Nöbetler sıklık kazandı, şiddetleri arttı. Bir gün korkunç bir baş ağrısıyla burnum da
kanayınca hastaneye gittim. Beyin tomografilerinde bir şey çıkmadı. Doktorlara göre
migrenin somut bir sebebi yoktu. Nöbetlerin sıklığını artırmasını ise babamı kaybetmenin
etkisine bağlıyorlardı (Aynı dönemde kız arkadaşımı da kaybetmiştim –sözlük anlamıyla–
ama bundan doktorlara bahsetmedim). İşte o eziyetli günlerde günlük yazmanın baş
ağrılarıma iyi geldiğini fark ettim.
Anlaşılan o ki, babamın benim için aldığı her karar kulağa ne kadar tuhaf gelirse gelsin,
ne kadar acımasız görünürse görünsün, benim iyiliğim içindi.

Gece kulübü, Moving Heads ve davetsiz hayaller


28 Mart 2009
Dün Aslı’nın bir haftadır planladığı üzere Discordion’daydık. Bir DJ, turntable’ların
başında ortamı ısıtmaya başlamıştı. Mekân tıklım tıklımdı. Plak şeklindeki dev
hoparlörleri, gitar şeklindeki barlarıyla “cool” bir mekândı burası. Beyoğlu’ndaki diğer
mekânlara göre daha elit bir kitleye sahip olan kulüpte sabit durmak yasaklanmış gibiydi,
herkes az ya da çok kıpırdıyor, vücudunu müziğin ritmine kaptırıyordu. Yirmi saniyede bir
görüş alanımdan muhteşem bir kız geçiyordu ama tam karşımda duran Aslı tartışmasız
mekândaki en güzel varlıktı. Öğlen restoranda iş kıyafetleri içinde bile çok seksi
görünmeyi başaran Aslı şimdi dekolte elbisesi ve mini eteğiyle her erkeğin kan dolaşımını
iki saniyede değiştirebilecek şuhluktaydı.
Aslı’yla dans etmeye başladık, dansa başlar başlamaz da damarlarımdaki kanın çoğu
belime hücum etmeye başladı, kendi kendime “Dünkü çocuk değilsin, mani ol şuna”
desem de mümkün değildi, aklımdan birçok şey geçirmeye çalıştım. Süpermen,
Amerika’nın Irak işgali, köy baskınları, sokağımızdaki dilenci kadın, eski Türkçe
öğretmenimin gıdısı, sabah televizyon programındaki komik medyum, “Kaşağı”, futbolcu
Sabri, atom mühendisliği... Hiçbir düşünce beni onun bu ateşli etkisinden kurtaramıyordu,
ben de hem utancımı kamufle edebilmek, hem de yaptığı etkiden haberdar etmek için
Aslı’yı yakın markaja aldım. Onun yanında ergen çocuklar gibiydim.
Çılgınca dans ediyorduk, her hareketimiz eve döndükten sonra raunt rekoru kıracağımızı
müjdeler gibiydi. Bir süre dans ettikten sonra kulağıma yaklaştı, dudaklarını kulak
mememe değdirerek “Ben lavaboya gidip geliyorum canım” dedi. Bu sıradan cümlenin
söyleniş biçimi ve dudaklarını hissetmiş olmam cümleye “Pantolonunu şimdi burada
indirmek ve dondurmanı yalamak istiyorum” etkisi kattı, pantolonumdaki kabarıklık daha
da belirginleşti. Aslı’nın hızla tuvalete doğru yönelmesiyle de önüm açılmış, her şeyden
tahrik olan ve bir anda sözlüye kalkan bir liseli gibi dımdızlak kalmıştım. Saniyenin yüzde
biri oranında bir sürede baraj kuran futbolcular gibi elimle oramı kapattım, kapatır
kapatmaz da hemen bu dikkat çekici hareketten vazgeçip birtakım dans figürleriyle
vaziyeti kamufle etmeye çalıştım. Diğer yandan başka şeyler düşünerek
konsantrasyonumu dağıtmaya çalışıyordum. Kaldığım yerden; atom mühendisliğinden
devam ettim, uzay, Satürn’ün halkası, klozet tahtası, astronotlar nasıl işiyor, nasıl büyük
abdest gideriyorlar... Bu konu güzeldi, ama Aslı’nın bana çağrıştırdıklarını unutturmaya
yeterli değildi, kan dolaşımım normale dönmedi. Etrafta ilgimi dağıtacak başka bir şey
aradım.
O esnada gözlerim koni şeklindeki robot ışıklara takıldı. Oldukları yerde çeşitli açılarda
dönüp duran ve adeta dans ederek etrafa ışık saçan bu aletler o ana kadar algı dünyama
girmemişlerdi ama neredeyse her yerdeydiler. Girdiğimizde bu kadar çok sayıda
olamazlardı, öyle olsaydı mutlaka fark ederdim, çoğalmış olabilirler miydi acaba diye
düşündüm. Bunu düşündüğüm anda kafama indiresim geldi! Yine saçma sapan
düşünceler üşüşüyordu beynime. Tolga yanıma yaslandı, benim o robot ışıklara nasıl bir
dikkatle baktığımı fark etmişti.
“Oğlum, sana 100 puanlık uzmanlık sorusu, sence bir tanesi ne kadar?” diye sordu.
“Neyin?” diye sordum, aynı şey hakkında mı konuşuyorduk emin değildim.
“Neyin olacak şu robot spotların işte” dedi.
“Bilmiyorum ki.”
“Tahmin et.”
“Bilmem. 1000? Mi?”
Tolga güldü. “Oğlum bunların bir tanesi direkt 9’dan başlıyor.”
“9000?”
“Aynen öyle. Moving Head Light diyorlar buna. Acayip bir pazarı var. Bir arkadaşım
bunları satan bir firmada çalışıyor, oradan biliyorum.”
Tolga her şeyi parayla ölçerdi, ne kadar pahalıysa o kadar hayranlık uyandırırdı onda.
Ben ise cihazlara baktım, “Tamam güzel, oynuyor moynuyor da, bu kadar eder mi ya, ne
var ki?” dedim.
Bu küçümseyici bakış açım onu rahatsız etmişti, cihazları savunma gereği duydu.
“Dandikleri de var gerçi, onlar daha ucuz. Ama belli, bunlar en pahalıları. Bunların
sensörleri falan da var, hareket neredeyse oraya dönüyorlar... Bir de bunların programı
var, müziğin ritmine göre hareket ediyorlar.”
“Vay be” dedim.
Tolga bende yakalamak istediği hayranlık ifadesini görünce tatmin oldu. Sonra şöyle bir
mekâna baktı ve “Burada neredeyse 30 tane falan var. Çarp 9’la” dedi ve alt dudağını
aşağı sarkıttı, helal olsun anlamına gelen mimiği yaptı.
Tolga az önce neredeyse “robot istilası”na bağlayacağım fantezimi fiyatlarla, teknik
özelliklerle ve teknoloji pazarındaki dalgalanmalarla tuzla buz edip beni gerçeğe
döndürmüştü. Sadece bununla kalsaydı benim için her şey yolundaydı, ben de bunu
istiyordum ama söylediklerinin arasından bazı şeyler beni yeniden düş kurmaya itmişti.
Aletlere “Moving Head” adının konması, bunların basit düzeyde olsa da bir nevi yapay
zekâya sahip olması, sensörleriyle görüş sahalarındaki insanları algılayıp, çalan şarkıya
göre hareket etmeleri bir bilimkurgu kısa film senaryosu için yeterli hammadde
sayılabilirdi. Robotlar çocukluğumdan beri ilgimi çekerdi, R2-D2, Terminator, Saylonlar,
Robocop... En başlarda çocuksu bir eğlenceyle yaklaştığım robotlarla ilgili en olağanüstü
şey onların bir başka birisi tarafından yapılan, programlanan ve o yönde hareket eden
canlı yaratıklar olmalarıydı. Ben onların insanlar ve hayvanlar gibi canlı olduklarını
düşünüyordum, karar yetilerinin olmaması onların cansız olarak nitelendirilmesine
yetmezdi. Zaten dünyada yaşayan insanlar dışında robotlara robot muamelesi yapılmaz,
R2-D2 bir androidden de öte bir dost gibidir Luke Skywalker için. Saylonlar da kendi dini
inanışları olan, insanlarla eşitlik mücadelesi eden canlı makinelerdi. Robota robotmuş gibi
davranıldığında olay karışıyordu, Matrix’teki gibi robotlar insanları pile çeviriyordu. Demek
ki robota canlı gibi davranıldığında sorun çıkmıyordu, bundan ders çıkarmalıydı
insanoğlu...
Çılgın dans gösterilerinin koptuğu, gümbür gümbür müziğin çaldığı, binlerce insanın
ciddi paralar ödeyerek girdiği bu lüks mekânın ortasında resmen robotlarla ilgili
düşüncelere dalmıştım. Aslı’nın tuvaletten dönmesini beklerken Moving Head’lerden yola
çıkarak bir robot hikâyesi yakalamaya çalışıyordum, vücudum diskodaydı ama aklım
çoktan hikâyeler evrenine ışınlanmıştı. Düşünmeye, düşlemeye koyuldum...
Yıl 1999 olmalıydı, Mars’tayız, Sirinus A uzay gemisinin ekibi Mars’taki araştırmaları
esnasında bir sinyal alıyor. Sinyali takip eden astronotlar Mars’taki Sagan ovasının biraz
ilerisinde, Isaac yaylasının batısındaki Clarke dağının yamacında gömülmüş aletler
buluyor. Dev bir vakum aracıyla gömülü parçaları ortaya çıkarıyorlar ve bir ambarda
topluyorlar. Milyonlarca ne idüğü belirsiz parça, garip görünüşlere sahip elektronik
aksamlar, minik makine parçaları ve cam parçaları... Tonlarca uzaylı hurdası...
Bu keşif Amerikan Hükümeti tarafından bir sır gibi saklandı. Konuyla ilgili çok kapsamlı
bir araştırma yürütüldü. Bulunan tüm aletler Mars’tan dünyaya taşındı. İncelemeler
sonucunda bu aksamların çoğunun hiçbir işe yaramadığı ve hiçbir zaman da işe
yaramayacağı ortaya çıktı. Alaşımı da “dünyadışı” denebilecek bir durum arz etmiyordu,
çoğu bildiğimiz demirdi. Sanki uzay mekiklerimizden kopan parçalar yıllar içinde bir
şekilde Mars’ın yer çekimine kapılarak özellikle orada toplanmıştı. Belki bu cisimler birileri
tarafından Mars’a kafa karıştırmak için konmuştu. Amerikan Hükümeti, bunun Sovyetler
Birliği’nin bir hilesi olabileceğinden şüphelendi ama sonra Sovyetler Birliği’nin dağıldığını
akıl ettiler, gözler Çin’e, Kuzey Kore’ye, İran’a sonra da Irak’a döndü, ne alakaysa.
Hükümet bu galaksilerarası komployu üstüne atacak bir ülke araya dursun, yüzlerce
bilim insanı NASA’nın laboratuvarında cisimler üzerinde çalışıyordu. Daha doğrusu boşa
kürek çekiyorlardı. Derken NASA’da çalışan Türk bilim insanı Mehmet Selçuklu, arkadaşı
Mike’a klasik bir Türk şakası yaptı. Bu şaka dudağını büzerek bir “cücük” efekti yapma
suretiyle karşısındaki adamın apış arasına elini uzatmaktan ibaretti. Fakat tam da Marslı
camların karşısında vuku bulan bu sinir bozucu şakanın camları inceleyen bilgisayarın
ekranında bir hareketlenmeye neden olduğunu fark etti Mehmet Selçuklu. “Buldum” diye
bağırdı. Bu lafı Türkçe olarak ağzından kaçırdığı için kimse neden bahsettiğini
anlamamıştı. Daha sonra Selçuklu bu cam parçalarının en önemli işlevini anlattı, bu defa
İngilizce. Camlar önünden hızla geçen bir cismi bile algılayabiliyor ve onu elektronik bir
veri olarak aktarabiliyordu. Selçuklu “Cansız gözler” dedi onlar için. Görüş sahası çok
dardı bu camların, iki ucunun arasındaki bölgeyi görebiliyor, sadece o bölgedeki bilgiyi
aktarabiliyordu ama keskin ve çok hızlıydılar (Öyle ki o Türk usulü şakayı bile
yakalamışlardı). Bu, uzun yıllardır bilim adamlarının bir türlü mükemmelleştiremediği
sensör teknolojisinin ta kendisiydi.
Sensörleri ilk olarak Beyaz Saray’da kullandılar, sonra Pentagon, NASA masa derken,
yayıldı... Açılır kapanır kapılardan pisuarlara, bilgisayarlardan apartman otomatlarına
kadar her yere girdi sensörler. Fakat Pentagon başka bir şeyin peşindeydi, bu projenin
askeri bir silaha dönüştürülmesini istiyordu. Karargâhların kritik noktalarına konan bu
aletler herhangi bir saldırı anında karşısındaki canlıyı algılayıp ateş edebilse ne güzel
olurdu mesela. Böyle demişlerdi, Amerikan Hükümeti’nden gelen seyrek saçlı bakan ve
ceketindeki apoletleri sayılamayacak kadar çok olan komutan. Mehmet Selçuklu’yu bu
projenin başına getirmişlerdi.
Gençken kendini belli eden bir dâhiydi Mehmet. ODTÜ Fizik’in ilk yılında bir projesiyle
Harvard’a burslu transfer olduktan sonra oradaki sıradışı icatlarıyla NASA’ya adımını
atmıştı. Hızla gelen başarı Selçuklu’yu teknoloji ve para için yaşayan bir adama
dönüştürmüştü. Çalıştığı projelerin gençken kurduğu ideallerle çakışıp çakışmadığını
umursamıyordu. Amerikan rüyası gerçek olmuştu; güzel bir malikânesi, taş gibi bir karısı,
yakışıklı bir oğlu vardı. Artık ruhunun borsa değeri üzerine fazla endişelenecek hali
kalmamıştı. Tek endişelendiği Mars’tan gelen öteberiyle geliştirdiği ölüm silahlarının her
defasında daha ilk provada arıza çıkartmasının önüne geçemeyişiydi. Bugüne kadar
üstlendiği her projeyi başarıyla noktalayan Selçuklu bu yeni projenin altından
kalkamayışını kendine yediremiyordu.
Silah dışarıdan gelen tehditleri algılıyor, düşmana doğru dönüp namlusunu uzatıyordu,
bu kısımda sorun yoktu, hatta karşısındaki hedefler hareketli olsa bile 12’den vuruyor, hiç
ıskalamıyordu. Fakat dışarıdan gelen tehditleri yok ettikten sonra çılgınca kendi etrafında
dönüp karargâhtaki adamlara da ateş ediyordu. Kulağa çok basit gelen bu sorunu bir
türlü çözememişti Selçuklu.
Bir gün bilim adamının serseri oğlu Mark Levent, babasının kartıyla bu gizli araştırma
tesisine sızdı. İçeriye arkadaşlarını soktu. Hepsi birtakım maddelerin etkisi altındaydılar,
bazıları ecstasy’nin enerjisiyle dolup taşmış, bazıları ise marihuana’nın soyut boyutunda
takılıyorlardı. Kafası feci kıyak olan genç öğrenci, babasının birtakım yeni cihazlar
üzerinde çalıştığını ama bunların hiçbirinin patronlarını memnun etmediğini duymuştu.
Babasının çalıştığı projenin adı “Moving Heads” idi. Moving Head, duyduğu kadarıyla
sensörler sayesinde ortamdaki canlıları takip edebilen ve etrafındaki sesleri duyan bir
cihazdı.
Gençler bu projenin askeri bir silaha dönüştürülmeye çalışıldığından habersizdi. Tek
amaçları o fütüristik mekânda bir rave partisi tertip etmekti. İçlerinden bir tanesi
laboratuvardaki hoparlör sistemine mp3 çalarını bağladı. Terk edilmiş fabrikadan bozma
tesis bir anda yüksek sesli elektronik müzikle yankılanmaya başladı. Gençler çılgın gibi
dans ediyorlardı. O esnada Moving Head’ler müziğin sesiyle uykularından uyandılar,
etraflarındaki canlıları tespit ettiler. Gençlere lazer tuttular.
Mark Levent ve arkadaşları bundan çok hoşlanmışlardı, bir anda bu gizli fabrika
gerçekten bir rave partisinin görkemine kavuşmuştu. Gençler büyük coşkuyla danslarına
devam ettiler. Bazıları Moving Head’lerin onları takip ettiğinin farkına vararak oraya
buraya sıçramaya başladı. Maksat bu komik görünüşlü ışık saçan cihazlarla dalga
geçmek, coşkuyu bir sonraki adıma taşımaktı.
Cihazların onuruna dokunmuştu bu.
Çocuklar ne bunun farkındaydı, ne de cihazların 44 mm’lik kurşunlarla dolu olduğunun!
Bütün robot ışıklar aynı anda ateş açtılar, saniyede 10 mermi fırlatabilen bu aletlerin,
gençlerin hepsini öldürmesi sadece 2 saniyelerini aldı. Aletler garantiye almak için ölü
bedenlere 4 saniye daha mermi sıkmaya devam ettiler. Çoktan ölmüş olsalar da
mermilerin zıplatıcı etkisiyle, una bulanan canlı balıklar gibi oldukları yerde sıçramaya
devam etti gençlerin kanlanmış vücutları.
Sadece 10 saniye önce disko ışığı gibi eğlendiren makinelerin katliamı, geride onlarca
gencin delik deşik cesedini bırakmıştı.
Yüzümde gizleyemediğim bir gülümseme vardı. Kulüpteki eğlencenin bir parçası gibi
görünsem de oradaki insanlara karşı gizliden gizliye bir nefret beslediğimi fark ettim.
Eğlenemeyen adamın eğlenenlere karşı duyduğu o saf, katıksız nefret, hayal dünyamda
böyle bir hikâyenin peydahlanmasına sebep olmuştu. Fakat bu hikâye böyle bitemezdi,
hiçbir yere bağlanmamıştı. Bu finalin bir zekâ pırıltısı, sürprizi, esprisi yoktu. Hikâyeleri
bitirmenin en bayat yolu ana karakteri ya da karakterleri öldürmektir. Bu kolaycılığa
düşmeden bu hikâyeye güzel bir final bulabilirdim. Çocuklardan biri ölü numarası yapıp
makinelerden öcünü alabilirdi ya da...
“Sıra vardı canım kusura bakma” diye böldü düş akışını Aslı. Dans pistinin kenarında
gördüğüm robot ışıklarından yola çıkarak kurduğum, geliştirdiğim ve sonlandırmak üzere
olduğum hikâyenin içine o kadar dalmıştım ki, oradan yüzeye çıkmam zor oldu, çıkınca da
etrafımda cesetleri göremeyince şaşırdım. Bir anda, bana doğru gelen Aslı’nın hemen
arkasındaki Moving Head’den ürkerek yerimde sıçradım. “N’oldu?” dedi Aslı. “Hiç,
dalmışım” dedim. Aslı sorgusuna devam etti, “İçkinden de hiç içmemişsin” dedi. “Yoo,
içtim aslında” dedim ama gürültülü ortamda yanıtım duyulmadı. Sonra bardağın geri
kalanını fondipleyip gülümsedim Aslı’ya.
Gecenin geri kalanında eğlenmeye devam ettik. Kanımdaki promil seviyesi arttıkça
müziğe kendimi daha fazla kaptırıyor, az önce kurduğum düşten uzaklaşıyor, bu dans
hareketlerinin benzerlerini Aslı’yla yatakta çıplakken uygulamayı içeren fanteziye
yaklaşıyordum. Aslı’ya “Eve gidelim mi?” dedim, cümlenin alt metni “Spora var mısın?”
idi.
En ateşli gecelerimizden biriydi. Ne baş ağrısı ne de göz kapağımın içine yansıyan bir
cyborg filmi... Sadece bağrış çığrış, pozisyondan pozisyona, terli bir seks seansı... Adeta
ilk çıkmaya başladığımız dönemdeki gibi tutkuyla alev alev yanıyorduk, içimizdeki yangını
söndürmek için de raunttan raunda koşuyor, dansta kaybettiğimiz enerjiye rağmen hiç
durmamacasına sevişiyorduk.
Uyku faslından sonra sabah kaldığımız yerden devam ettik. Akşamüstü Bebek’te güzel
bir kahvaltıdan sonra Aslı’yı yoga dersine bıraktım ve hava karardığında eve geri döndüm.
Asansör bozuk olduğundan merdivenlerden yürüyerek çıktım. Şans bu ya, her katta
bulunan sensörler beni görmedi, ne kadar zıplasam el sallasam beni fark etmediler,
karanlıkta cep telefonumun ışığıyla yolumu buldum. Herhalde elektrikler kesik dedim,
asansörün çalışmama sebebi de buydu ama eve girdiğimde elektriğin kesik olmadığını
fark ettim. Hayır, bu detay beni o düşlediğim hikâyeye geri döndürmeyecekti. Bu kadar
kolay olamazdı. Ama oldu. Yemek yerken televizyon izlerken karşılaştığım her imge bana
robotları çağrıştırıyordu. O an salonda bıraktığım günlüğümü, üzerindeki kalemi ve
masanın kenarında duran mürekkep hokkasını gördüm, beni Bermuda Şeytan Üçgeni gibi
manyetik alanlarına çekiyorlardı. Bense direnmeyi tercih ettim. Televizyonda robotları
çağrıştırma olasılığı çok düşük olan bir tartışma programını izlemeye başladım.
Koltuğumda biraz oynayarak günlüğümün ve kalemin görüş sahasının dışında bir yerde
yemeğime devam ettim. Bu direncim sadece 10 dakika sürdü. Ayağa kalkıp tabağımı
mutfağa bırakmaya giderken günlük, kalem ve mürekkep hokkasını yeniden gördüm, bir
çırpıda aldım üçünü, mutfağa gittim. Tabaktaki artıkları çöpe attıktan sonra çöp
kutusunun kapağını açık tuttum, amacım elimdekileri çöpe atıp son zamanlarda beni
gerçeklikten kopartıp saçma sapan davranmaya iten objelerden kurtulmaktı.
Tek bildiğim; bir dakika sonra çalışma odamda, masama oturmuş, kalemimi mürekkep
hokkasına batırdıktan sonra boş bir A4 kâğıda “Robotlar” yazdığımdı. Parantez içine ise
“taslak başlık” yazdım, hikâyemin başlığı bu kadar sıradan olmamalıydı. İçime sinmeyen
diğer bir şey ise hikâyenin sonuydu. Etrafımdaki nesnelerin ilham vermesini bekledim,
koltuklara, halıya, telefona, kitaplara baktım. Daha sonra saate baktım, geç olmuştu,
yattım.

Not: Şimdi hatırladım. Kulüpte dans ederken bir an Ezgi’yi gördüğümü sandım.
Ellerini göğsünde kavuşturmuş, somurtmuş bir ifadeyle kalabalığı süzüyordu. Sonra
aramızdan başkaları geçti, tekrar aynı noktaya baktığımda yerinde başka biri vardı.
Alkol kötü bir şey.

Sistemin çöküşü
29 Mart 2009
Bu sabah hayatımın önemli bir kısmı alt üst oldu. Alarmı susturmaya çalışırken
şifonyerin üzerinde duran bardağı düşürdüm, dökülen su önce telefonumu ıslattı, sonra
da şelale misali, açtığım çekmeceye akıp çoraplarımı suladı. Islanmamış bir çorap
ararken kafamı şifonyerin köşesine çarptım. Bu karmaşa hareketlerimi hızlandırdı, acele
işe karışan şeytan tost makinesine koyduğum ekmeği yaktı. Ekmeği kıtır kıtır yemeyi
denerken, sıcak suyu bardağa boşalttım ama poşet çay kalmamış, çay içemedim. Hap
alırken ılık sudan içecekken çay için doldurduğum sıcak suyu diktim, boğazım yandı.
Takım elbisemi kazasız belasız giydim ama hazır kravat kalmamış, bir kravatı kendim
bağlamaya çalıştım, beceremedim, yamuk yumuk olmuş kravatı geçirdim boynuma.
Kapıdan dışarı çıktığımda saat 7.17 idi, tam 12 dakika geç kalmıştım. Apartman
merdivenlerinden inerken, sensörler çalışmadı, zıpladım ettim, tırabzanlara çıktım, yine
de beni görmediler, tam merdivenlerden indim, ışıklar yandı, şaka mıydı bu? Metroya
geldim, yürüyen merdivendeki sensör beni görmedi, turnikeye attığım jeton iki defa iade
kısmına düştü. En son yürüyen merdivendeki sensör de beni görmedi, şaşırdım mı,
şaşırmadım. Zaten geç kalmıştım, bu aksilikler yüzünden iyice geç kaldım, ekstradan iki
tren kaçırmış oldum. İşe en az yarım saat geç kalacağım kesinleşmiş oldu, bu süreyi
olabildiğince azaltmak adına her şeyi yaptım, tüm merdivenleri uzun adımlarla ikişer
ikişer çıktım ama önüme hep merdiveni sağdan sola kaplamayı başaran yavaş yürüyen
insanlar çıktığı için yeterince vakit kazanamadım. Acelesi olan insanların yavaş hareket
edenlere duyduğu o anlık katıksız nefret...
Caddeye çıkınca köşedeki gazete bayiinden gazete almadım, doğrudan ofis binasına
yöneldim. Kapıdaki sensör beni fark etmedi, binanın önünde 10 saniye kadar zıplama
egzersizleri yaptıktan sonra beni fark etti, içeri girdim. Tüm bu koşturmama karşın tam
33 dakika geç kalmıştım. İsmet bey “Vay, beyefendi teşrif ettiler” cümlesiyle karşıladı
beni, şakayla karışık ama içinde “Bir daha olsun da gör bakalım” tehdidi taşıyordu.
Bu 33 dakikalık gecikmeyi ne yaparsam yapayım kapatamazdım ama yine de dünküne
benzer göz boyayan ekstra çalışmalara girişerek sabahki kabahatimi bir nebze
unutturmaya çalıştım. Buna en çok sevinenler çaylaklar oluyordu çünkü en ufak bir
sorunda devreye girip onların işini büyük ölçüde hafifletiyordum. Yine de kendimi eskisi
gibi işe veremiyordum, zihnimde dün yarım bıraktığım hikâyeyi nasıl tamamlayacağıma
dair düşünceler dolaşıp duruyordu. Gece yatmadan evvel etrafımdaki objelerden ilham
almaya çalışmıştım, şimdi de iş yerindeki nesnelerden ilham dileniyordum. İşyerindeki
telefonlara, telefon kablolarına, faks makinelerine, yazıcılara, kablolara, floresanlara,
masalara, kahve makinelerine, paravanlara, paravanlardaki tek tük pencerelere,
bilgisayarlara, üstünde rakamların ve kişisel bilgilerin dönüp durduğu bilgisayar
ekranlarına baktıkça, hayatımın çoğunu geçirdiğim bu mekânın hayalgücüne herhangi bir
katkıda bulunamayacak kadar sıkıcı olduğunu daha iyi anlıyordum.
İnsanlar üzerinde göz gezdirdim, belki onlar tıkanan hikâyemi kurtaracak bir ipucu
hediye edebilirler diye düşündüm, nafile! Ne kıyafetlerinden ne yüzlerinden hikâyemi
rayına sokacak en ufak bir dürtü almak imkânsızdı. Aralarındaki diyaloglara biraz kulak
kesildim, “Varol’un Eldivenleri”nde ve yarım kalan robot hikâyemde olduğu gibi etraftan
kapacağım bir kelime bile hikâyenin kilitli kalan kapısını açmamda yardımcı olabilir diye
safça düşünüyordum. Birkaç sıkıcı diyalog duyduktan sonra hikâyenin kapısı daha beter
sıkıştı. İşlerin hafiflediği bir an alt kata inip bankanın finans bölümündeki konuşmalara
kulak misafiri oldum, hikâyenin kilitli kapısının üzeri çelik bir levhayla kapatıldı sanki!
Renksiz, hiçbir yere varmayan laflar, para, taksit, telefon, mesaj, hisse, elbise, yemek,
mekân... Aradığım bunlar değildi, bir “Moving Head” arıyordum, zihnimi açacak bir fikir...
Burası doğru yer değildi, dışarı da çıkamazdım, zaten çok çişim gelmişti, tuvalete gittim.
Pisuarın önünde durmuş, idrar yollarımın açılmasını bekliyordum. Henüz işemeye
başlamamıştım ki, sensör benim işediğimi ve pisuarın önünden ayrıldığımı sanarak sifonu
çalıştırdı. İnce uzun elips şeklindeki kırmızı sensörle göz göze geldim. Böylesine şaşkınlık
uyandıran, bilimkurgu filminden çıkma bir teknolojinin en köhne umumi tuvaletten en
lüks otelin tuvaletine kadar her yerde, herkesin aletinin önünde durması, kimsenin artık
buna şaşırmaması, zaman zaman milletin sıçrayan sidikleriyle muhatap olması çok acayip
geldi. Bir an, çok kısa bir an, o camın üzerinde kızıl bir ışığın sağdan sola doğru gidip
kaybolduğunu fark ettim. Daha önce pisuardaki sensörün böyle bir hareket yaptığını
görmemiştim. Son günlerde yaşadıklarımdan sonra algılarım mı açılmıştı, yoksa
saçmalıyor muydum? İhtiyacımı giderdiğim halde bir süre daha pisuarın önünde durdum.
Biraz daha yakından baktım sensöre. İçinde ne var diye görmeye çalışıyordum. O sırada
içeriye bizim çaylaklardan Kaan girdi, ben de hemen pisuarın önünde normal
pozisyonuma geri döndüm, işemeye devam eder gibi yaptım. “Sensörler ya, acayip değil
mi? Böyle işediğini anlayıp sifonu çalıştırıyorlar ya, ilahi” dedim en komik halimle. Kaan
ayıp olmasın diye hafifçe gülümsedi, “Ya ya” diyerek çekip gitti. Ondan önce tuvalete
gelmiş olduğum halde, o gittikten sonra bile hâlâ çiş yapıyor olmam mı daha tuhaftı,
yoksa o ana kadar samimi olmadığım birine sensörlerle ilgili saçma bir espri yapmam mı?
Sokağın ortasında plonjon yapmam mı, yoksa seksi kız arkadaşımın yanında dans
ederken robotlar hakkında hikâye kurmam mı? Eskisi gibi olmak istiyordum, karizmatik,
güzel kız arkadaşlı, başarılı işadamı. Sikerim robotları deyip fermuarımı çektim, pisuarın
önünden uzaklaşarak lavabolara doğru yöneldim. Sifon çalıştı, hem de acayip bir
gümbürtüyle. Sular köpürmüş, pisuarın içinde acayip bir şelaleye yol açmıştı. O sırada
sensörün üzerinde o kızıl ışığı yine gördüm, sağdan sola doğru gitmiş ve kaybolmuştu.
O ışığı takip ederken gözüm sensörün üzerindeki markaya takıldı. Markanın adı:
“Geberit” idi. Tuvalete şöyle bir baktım, pisuarların, sifonların, klozetlerin, çeşmelerin
üstünde hep bu marka yazıyordu: Geberit. Hikâyemin devamı için istediğim anahtar
kelimeyi bulmuştum.
Ellerimi yıkamadan paravanıma koştum ve babamın kalemini çıkardım. Nerede
kalmıştım, nerede...

Bilim adamı Mehmet Selçuklu ertesi gün laboratuvara girdiğinde içeride çalmaya
devam eden bangır bangır techno müziğe anlam veremedi. Sonra oğlu Mark
Levent’in ve yedi arkadaşının cesetleriyle karşılaşınca dünyası yıkıldı. Uzay gibi
barışçıl bir yerden getirilen şeylerden böyle korkunç bir silah yarattığına inanamıyor,
yaşanan katliamdan dolayı kendini suçluyordu. Bunun acısını da robotlardan
çıkarmaya niyetlendi. Önce bir düğmeye basarak robot ışıkları kapattı. Sonra da
yangın köşesinden bir balta aldı.
Gözlerini intikam bürümüş bir psikopat gibi baltayı, kendi yarattığı bu ölüm
makinelerine savurmaya başladı. İstemsizce techno müziğin ritmine ayak uydurarak
hepsini tek tek parçaladı. Makinelerden sıçrayan camlar yüzünü ve vücudunun her
yerini kesti, Mehmet Selçuklu acıyı hissetmeden onlara vurmaya devam etti.
Özellikle oğlunu öldürdüğünden şüphelendiği robot ışıkla daha çok ilgilendi gözü
dönmüş bilim adamı. Baltaladı, tekmeledi, yumrukladı o aleti. Bir yandan da “Geber
it! Geber it!” diye bağırıyordu.
Mehmet Selçuklu tüm robotları paramparça ettikten ve son olarak baltayı kendi
bacağına (aslında göğsünü hedeflemişti ama başaramadı bunu) sapladıktan 10 saat
sonra Amerikan Hükümeti’nden seyrek saçlı bakan ve Pentagon’dan ceketindeki
apoletleri sayılamayacak kadar çok olan komutan, Mehmet Selçuklu’nun
araştırmalarını teftiş etmek için laboratuvara geldiler. Böyle bir manzara
beklemiyorlardı elbette. Hemen görevlilerden video kayıtlarını istediler ve izlemeye
başladılar. İçerideki katliamla ve cesetlerle ilgili en ufak bir duygusal tepki
göstermeyen iki adam videoda izledikleri dans partisinden hayli etkilenmiş
görünüyorlardı. İzledikleri insanların birkaç metre önlerinde cansız yattığını
akıllarına getirmeden DJ Tiesto’nun beat’lerine kendilerini kaptırmış, hafif hafif ritim
tutuyorlardı. Bakan, “Güzellll, hiç fena değil. Bu işe yarayabilir işte” dedi. Komutan
da onu bir kafa hareketiyle onayladı ve “Kesinlikle. Robot ışıkları karargâhlarda
kullanamadık ama bu amaçla kullanabiliriz. Gece kulüpleri hastası olur bunların. İyi
para kazanırız. O parayla silah alırız, yine aynı kapıya çıkar” diyerek bir kahkaha
patlattı.
O kahkaha patlarken, video görüntüsünde robotların gençleri taradığı sahne vardı.
Bakan hiç oralı olmadı, yardımcılarını bir el hareketiyle çağırdı. “Hemen bir ışık
firması kurun, bu aletleri pazarlayacağız. Aletlerin adı... (O sırada monitörde robot
ışıkların kafalarını döndürerek gençleri öldürdüğünü gördü) Moving Heads olsun”
dedi. Yardımcı “Emredersiniz, peki şirketin adı ne olsun?” diye sordu.
Bir süre komutan ve bakan firmanın adını tartıştılar. İkisinin de ikna olduğu bir isim
bulamadılar. Tam o esnada Mehmet Selçuklu videoda görüntüye girmiş, oğlunun
intikamı için Moving Heads’lere baltayla saldırmaya başlamıştı. Bir yandan da
bağırmaktaydı; “Geber it! Geber it!” diye...
Bakan “Geberit güzel bence, ne anlama geliyor bilmiyorum ama kulağa hoş geliyor”
dedi. Komutan “Benim de kulağıma hoş geldi, Geberit olsun” diye onayladı.
Yardımcı not aldı, “Geberit”...

Hikâye sona ermişti. İş yerinde objelerde, insanlarda, diyaloglarda aradığım ilham


perimle tuvalette karşılaşmış, hem final sahnemi hem de başlığımı bulmuştum. Başa
geldim, taslak başlığım olan “ROBOTLAR”ı çizip üzerine “GEBER İT!” yazdım.
Sandalyeye sırtımı yaslayıp, geriye kaykılarak ellerimi ensemde kavuşturdum ve hikâye
taslağıma baktım. Büyük bir rahatlamanın eşlik ettiği bir zevk nehrinde sırt üstü
yüzüyordum sanki. Müdür için hazırladığım raporu bitirdiğim zaman hissettiğimden çok
farklı bir histi bu. Orgazma benziyordu ama hem zihnen, hem bedenen dinçtim, tamam,
yeni bir hikâyeye kulaç atabilecek durumda değildim ama bu nehrin akıntısında
sürüklenmekten sonsuz bir haz alıyordum. Şimdi babamı daha iyi anlayabiliyordum, bir
kere bu büyüyü yaşadınız mı kalemi asla bırakamazsınız.
Çocuk mocuk bile hikâye olur.
“Neredesin?” diye bir ses duydum sonra, sandalyemde 180 derece dönünce bu sesin
İsmet bey’e ait olduğunu gördüm. Patron odama kadar geldiyse kesin önemli bir şey
vardır diye düşünmeme kalmadı, fırça faslı başladı: “Madem buradasın neden telefonları
açmıyorsun, kaç kez aradık, n’apıyordun, tuvalete mi düştün, yarım saattir seni arıyoruz,
kaç müşteri kaçırdın haberin var mı, ne oluyor sana son günlerde, toparlan biraz, hiç iyi
görmüyorum seni...” Nokta koymadan konuşuyordu ama her virgülü de “ünlem işareti”
gibi geliyordu kulağa. Sonra bir soru işareti ekledi, “Söylesene oğlum, neredeydin?” diye.
Son yarım saattir telefonlara sağır kesilmemin gerçek sebebini söyleyemezdim. Bu her
şeyi çok daha kötü yapardı, bundan emindim, çaktırmadan aleyhimde delil olarak
kullanılabilecek olan kâğıt destesini çekmeceye kaldırdım. “Midemi bozmuşum, tuvaletten
çıkamadım” dedim, insanlık hali değil mi, anlar diye düşündüm, üstelik hiç de fena
oynamamıştım rolümü ama yemedi, ses tonu yüksek tonlarda seyretmeye devam etti.
Patron bana giydirmeye devam ederken cep telefonumun ekranına baktım, cevapsız
aramalar görünüyordu, 5 tane. Hepsinin de Aslı’ya ait olduğunu tahmin etmek zor değildi.
3 tane de mesaj atmıştı. Onun için çok önemli, benim için o kadar önemli olmayan ama
en az onun kadar önemsemem gereken bir mesele olduğu kesindi, pek merak
etmiyordum. Fakat anladım ki, kalem ve kâğıtla yaşadığım bu aşk yüzünden sadece
çocuk mocuk değil (ki zaten yoktu), iş güç de, aşk meşk de hikâye olabilirdi. Bir an evvel
kendime gelmeli, bu aşk-ı memnuyu kimsenin gözüne batmadan yaşamanın yolunu
bulmalıydım.

Gerçeğin peşinde
30 Mart 2009
Akşam Aslı geldi, sıradan bir geceydi. Bir romantik komedi izledik. Sonra da uyku
moduna geçmek üzere televizyonda kanallar arasında gezindik. Kumanda ondaydı, son
zamanlarda belgesellere taktığı için Discovery Channel ve benzerleri arasında dolaşıp
duruyordu. Tuvalete gitmeden önce Business Channel’da bıraktı, kumandayı da aksi gibi
benim uzağıma koydu. Bir sonraki hikâyem için bana esin verebilecek şeyler ararken
yaptığına bakın hele! Uzandığım yerden kalkacak halim yoktu, romantik-komedi filminin
arasında çektiğimiz pornonun yorgunluğu vardı üzerimde. Business Channel’da falanca
şirketin filanca CEO’sunun konuşmasını izliyordum, uykumu getirme konusunda hiç de
başarısız sayılmazdı. Derken program başka bir şirketi anlatmaya geçti. Tesisat
sektörünün lider markası Geberit.
Bir anda doğruldum, kumandaya erişip televizyonun sesini açtım. Firmanın tarihi
anlatılıyordu, kuruluş yılı olarak 1999 dediler, bu hikâyeme bilimkurgusal bir tat
verebilmek için seçtiğim yıldı! Firma Amerika’da kurulmuştu. Haberde bir “Mehmet
Selçuklu” ismi zikredilirse oracıkta bayılabilirdim ama bu isim anılmadı. Bu da çok
normaldi, hikâyemde geçmiş olsa bile tanıtım amaçlı bir belgeselde firmanın kirli
çamaşırlarının ortaya dökülmesi mantıklı olmazdı. Mark Levent Selçuklu ile arkadaşlarının
ölümleri mutlaka hükümet tarafından örtbas edilmişti. O zaman benim yazdıklarımla
zamanında gerçekleşenlerin örtüştüğüne dair nasıl bir kanıt çıkabilirdi karşıma?
“İlk olarak sensör üretim firması olarak kurulan Geberit ilk yıllarında tesisat sektörü
dışında eğlence sektörü için robot ışıklar imal ederek büyük kazançlar elde etti” cümlesi
beni ikna etmeye yeterli oldu.
Önce Varol’un hikâyesi, sonra robotların hikâyesi... Anlaşılan o ki, farklı coğrafyalarda,
birbirinden farklı zamanlarda başlayıp, farklı zamanlarda gelişen ve biten bu iki hikâye,
yazdığıma benzer bir şekilde gerçekleşmişti. Aynı deneyimi “Varol’un Eldivenleri”nden
sonra yaşamış, “tesadüftür” diye savuşturmayı başarmıştım, fakat şimdi Mars’ta bulunan
hurdalardan yapılma ışık robotlarıyla alakalı deli saçması bir olay örgüsünün gerçekle
bağlantılı olduğunu o kadar kolay es geçemezdim. Dünyadaki tüm tesadüfler aynı anda
beni bulsa bile bu olaylarla kilit bilgileri zihnimde saklamış olmam ve şimdi bir bilinçdışı
akışıyla bunları kusursuz bir zamanlamayla kâğıda dökmüş olmamın mantıklı bir izahı
yoktu.
Belki de buraya kadardı; zihnimin kontrolünü kaybetmiştim ve yavaş yavaş
deliriyordum.
Aslı salona geri dönüp, bilgisayarının başına oturdu, internette gezinmeye başladı.
Arkadaşlarının bloglarına girip kabaca ne yazdıklarını okuyor, aralarından ilginç olan bazı
şeyleri bana aktarıyordu. Aktardığını sanıyordu çünkü o sırada benim aklım fikrim
yaşadığım tesadüflerin bir tesadüften ibaret olup olmadığındaydı. Sonra bunu daha fazla
düşünerek hiçbir yere varamayacağıma karar verdim, tesadüflerin rastgele olup
olmadığını ortaya çıkarmak için üçüncü bir hikâye yazmam gerekiyordu. Tuhaflıklar
çekirgesi bir sıçramış, iki sıçramıştı ama üçüncüde tökezleyecek, beni bu gariplikler
boyutundan çıkaracaktı. Öyle bir hikâye yazmalıydım ki, o hikâyeyle örtüşecek herhangi
bir gerçek olay en ufak şüpheye yer bırakmadan bugüne kadar inandığımız rasyonel
sistemi yıktığımı kanıtlamalıydı. Hatta o olaya dair kanıtları medya vasıtasıyla değil bizzat
kendi gözlerimle görmeliydim. Bu yüzden yazacağım hikâye İstanbul’da geçmeli,
medyaya haber olacak kadar ilginç olmalı ve tesadüflerle açıklanamayacak kadar “net”
olmalıydı.
Aslı internette gezinirken ben de bu amaç doğrultusunda hayal dünyasında gezinmeye,
orada bir hikâye avlamaya başlamıştım. Fakat etraf çok tenhaydı, en ufak bir fikir
göremiyordum... Av köpeklerimi salmıştım ama hiç koku almıyorlar olsa gerek, en ufak
bir havlama bile gelmiyordu uzaklardan. Gerçek dünyaya dönüp orada fikir kovalamaya
başladım. Salona göz gezdirdim. Televizyonda hiçbir şey yoktu. Film izlerken ışıkların
çoğunu kapatmıştık, salonda televizyonun parıltısı ve Aslı’nın laptop’undan sızan
huzmeler dışında ışık yoktu. Aslı facebook’una bakıyor, ona gelen arkadaşlık tekliflerini
değerlendiriyordu. Bana döndü ve yüzünde muzip bir gülümsemeyle “Tam 256 arkadaşım
oldu” dedi.
O anda yazmam gereken hikâye aklıma geldi. Çalışma odama gidip yazmaya başladım.

Dişi korsanın esrarengiz hikâyesi


Ozan benzer bir günü daha önce de yaşamıştı. Tam olarak dokuz defa. Yoksa on
muydu? O sayılır mıydı? Bu denklem üzerine biraz daha kafa patlattıktan sonra
“Dokuz buçuk” diye bir toplam aldı. O gün Ozan dokuz buçukuncu ciddi ilişkisinde
yine terk edilen taraf olmuştu. Yine aynı cümleler (“Yürümüyor”, “Sorun sende değil
bende”, “Başkasıyla daha mutlu olursun”, “Olmuyor işte”), yine aynı kaçamak
bakışlar, yine aynı sessizlikler üzerine üzerine gelmişti. Bu defaki ayrılık
konuşmasının farkı internette vuku bulması oldu. Bunu o kadar kafaya takmadı. Bir
kafede, asansör müziğinden hallice bir müzik eşliğinde aynı cümleleri kanlı canlı
duymakla, bir mektupta adeta bir film hilesiyle sesini duyarak veya bir email’de
yanıp sönen msn pencereleri eşliğinde okumak arasında pek fark yoktu. Bıraktığı his
aynıydı. Yürümüyordu, sorun onda değildi, başkasıyla daha mutlu olurdu,
olmuyordu işte. Bu cümlelerden sıkılmıştı. Ozan otuz iki yaşındaydı, daha doğrusu
otuz iki buçuk. Hâlâ bir ilişkiyi nasıl yürütebileceğini bilmiyordu. Artık ümidi
kalmamıştı. Bu sondu.
Arkadaşları ayrılık haberini almış olmalılardı, cep telefonu susmak bilmiyordu. Ne
diyeceklerini adı gibi biliyordu; “kadınlara güven olmaz”, “sana kız mı yok”,
“bekârlık sultanlık”... Arkadaşları sıkıcıydı, hep aynı cümleleri, esprileri, anıları
tekrarlarlardı. İşi sıkıcıydı, masa başıydı. Ailesi sıkıcıydı, 657 sayılı devlet
memurlarıydı. Ozan’a yaşadığını, var olduğunu, nefes alıp verdiğini hissettiren tek
gerçek şey bir ilişkiydi. O da bugüne dek birkaç mutlu gün dışında derin bir üzüntü
kaynağı olmaktan başka işe yaramamıştı. Ozan’ı sürekli mutlu eden sadece bir şey
vardı: Bilgisayarında kurduğu sanal hayatı. Ozan’ın tek bağımlılığıydı bu; sürekli
email’lerini, mesajlarını kontrol etme gereği duyması, aklının bir tarafının hep
internetteki ikinci hayatında olması, bir tuhaf refresh hastalığı...
Ozan birinci hayatından şamarı yiyince ikinci hayatına sığındı yine, internette
dolaşmaya başladı. Facebook’una baktı, üç hemcinsinden arkadaşlık talebi vardı,
görmemiş gibi davrandı. Onu terk eden dokuz buçukuncu kızı silmek istedi, bunu
yapamadı, kız onu çoktan silmişti. Twitter sayfasına göz attı, takipçi sayısı bir kişi
eksilmişti, durumunu güncellemeye gerek duymadı. Kızdan gelen emailleri sildi bir
bir. Silmeden önce kabaca göz attı, birkaç email’inde kızın sinyal babında
“Yürümüyor” cümlesini kullandığını fark etti. Uyuz oldu. Hard disk’ini dolduran
maziye ait fotoğrafları daha büyük bir kararlılıkla shift delete enter yaptı.
Dokuz buçukuncu ilişkisinden kalma izlerin hepsini imha etmişti. Bilgisayarında
yeniden mutlu olabilirdi. Olamadı. Kafasını dağıtmak için arkadaşlarının paylaştığı
komik videolara baktı, hiçbirine odaklanamadı. Gazetelerin internet sayfalarına
girdi, çıktı, hiçbir haber ilgisini çekmedi. Kafasında gezinen kara bulutları dağıtmak
için yapabileceği tek bir şey vardı; her terk edilen erkek gibi youporn.com’a girip
otuz bir çekmek.
Youporn.com’un bir devlet kurumu tarafından kapatıldığını görünce onu terk eden
kızı son kez hayal edip bu ihtiyacını gidermeye karar verdi. Sonra da zıbarıp yatardı,
hep olduğu gibi. Bilgisayarını tam kapatmak üzereyken yeni bir email’in geldiğini
belirten sesi duydu. Gece Saklı yazıyordu isim hanesinde. Tanımadığına göre “gelen
kutusu”na düşen “spam” mail’lerden biri olmalıydı. Birden başlık dikkatini çekti,
“Kötü bir gün geçirdiğini biliyorum”. Nereden biliyordu? Bu bir spam tuzağı olabilir
miydi? Ozan çok düşünmeden davetsiz misafirin email’ini açtı.
Daha ilk cümlelerden bu email’in “çöp” olmadığını anladı.
“Kötü bir gün geçirdiğini biliyorum çünkü seni tanıyorum. Seni nereden tanıdığımı
anlatabilmem için önce kendimi tanıtmam gerek. Adım Gece. Annem karanlık bir
hayat yaşayacağımı öngörmüşçesine adımı Gece koymuş. Babamın kim olduğunu
bilmiyorum, üvey babamı ise hiç tanımasam iyi olurmuş! Etrafıyla iletişim kurmakta
zorlanan, farklı bir çocukmuşum. Sonra “otizm” teşhisi koymuş doktor. Otizmlilerin
zihni değişik çalışır. Rakamlarla, şekillerle, fotoğraflarla aramız iyidir, kelimelerle
aramız ise kötüdür. Sosyal iletişime kapalıyızdır.
Ekonomik durumu kötü bir ailede, otizmli biri olmak da otizmli bir kıza bakmak da
zordur. Annemi erken yaşta kaybetmemin sebebi belki de buydu. Annemden sonra
hayat daha da zorlaştı. İnsanlar, özellikle çocuklar ve ergenler kendilerinden farklı
insanları gerçek gibi görmüyor, sanki onlar başka boyuttan gelme cansız, ruhsuz
varlıklarmış gibi davranabiliyorlar. Bir ucubeye dokunmak bir “normal”e
dokunmaktan daha kolay geliyor. Okul hayatında bunu yakından gözlemlemek
kötüydü. Erkekler dişilere karşı duydukları korku dolu merakı bana dokunarak
gideriyorlardı. Zordu. Evde yaşadığım zulüm ise daha korkunçtu. Üvey babamın
dokunmaları her geçen gün daha da... Neyse...
Zamanla dokunulma hissi gerçek bir korkuya dönüştü bende. Artık kimseye
dokunamıyordum ve kimsenin bana dokunmaması için önlemler alıyordum. Eldiven
giymek ve mümkünse evden dışarı çıkmamak gibi. Bir süre sonra okulu bırakmak
zorunda kaldım. Bu fobinin adı hafefobi idi. Teşhisi kendim koydum, internette
araştırarak. İnternet benim tek dostum olmuştu, üvey babam işteyken onun
bilgisayarından internete giriyor, sanal dünyanın içinde kayboluyordum. İnsanların
hayat hikâyelerini okumak hoşuma gidiyordu. Ünlülerin biyografilerine yer veren bir
sitede tanıdığım ilk bilgisayar programcısı Ada Lovelace’ın hayranı oldum. Ada ilk
bilgisayar ENIAC’ın ardındaki beyinlerden biri. ENIAC’ın diğer altı programcısı da
kadındı. Enteresandır, en başta bilgisayar teknolojisinin gelişiminde kadınlar
başroldeydi. Ada başta olmak üzere ben de o kadınları örnek aldım. Gerçek
hayatımı zorlaştıran otizm, sanal hayatımı kolaylaştırıyordu. Görsel hafızamın gücü
ve geometrik düşünme yetim sayesinde internet ve bilgisayar dünyasının birçok
numarasını normal bir kişiden daha çabuk öğrenebiliyordum.
Babamın cinsel tacizlerine daha fazla katlanamadım. İnsanlar bana dokunamasın
diye internetten motorcu kıyafeti ve kask siparişi verdim. “Zırh”ım gelir gelmez
babamın bilgisayarını da alarak evden kaçtım. Tek başıma yaşayabileceğim,
kimsenin beni rahatsız edemeyeceği bir ev tuttum. İnternet olduğu sürece her şeyi
yapabilirdim. Programlama konusundaki yeteneğimi kullanıp, evden çalışarak
hayatımı idame ettirecek parayı kazanmaya başladım. İhtiyaçlarım için bir bakkal
çırağı tuttum. O her istediğimi getiriyor, kapının kedi-köpek girişinden uzatarak
bana veriyordu.
Bir insan evden çıkmayınca dünyanın zamanına sahip oluyor. İnsanların hayat
hikâyelerini okumaya devam ettim. Ne de olsa istediğim siteye girebiliyor, istediğim
kitabı indirebiliyordum. Gerçek bir hayata sahip olmadığım için onların hikâyelerini
okuyarak gerçeklik duygumu ayakta tutuyordum. Fakat bir süre sonra o kitaplarda
yazılan hayatların, gerçeği tam olarak yansıtmadığını, kurmaca sanatının cazibesine
kapılarak yapaylaştıklarını fark etmeye başladım.
Sanal bir karakter olarak gerçeklik duygumu tamamen gerçek hikâyelerle
doyurabilirdim. Bu amaçla insanların e-postalarına, facebook hesaplarına ve
bilgisayarlarına girmeye başladım. Bu benim için çocuk oyuncağıydı. Elbette ahlaki
açıdan kendimi sorguladım. Ama sonuçta gerçek hayatın parçası olmadığım için,
gerçek hayattaki insanların özel hayatlarına dalmam hoşgörüyle karşılanabilirdi.
Uçan dairesinden insanları gözlemleyen bir uzaylı gibiydim ben, ya da meraklı bir
hayalet...
İnsanları tanıdıkça ve yaşadığım ev bana dar geldikçe dışarı çıkıp sosyalleşme
ihtiyacı duydum. Ama çıkamadım. Dışarıya adımımı atar atmaz çocukken yaşadığım
anılar beynime hücum ediyordu. Daha sonra insanların mahremine biraz daha
girdim ve insanların dürüstlüğüne duyduğum inanç azaldı. Bir kişinin maskesini
düşürmem için onun sanal dünyasında dört beş kez mouse’a tıklamam yeterli
oluyordu. Dürüstlük abidesi gibi gözüken insanların çevirdikleri dolaplar, en büyük
âşıkların ihanetleri, gönül adamı sanılanların sapıklıkları, yalanlar, kin, kibir,
kötülük... Bunları okudukça evden çıkmaya duyduğum ihtiyaç azaldı. Bu çirkinliğin
bir parçası olacağıma 75 metrekarede hayatım boyunca yaşayabilirdim.
Yaşadım da. Son on senedir kapıdan dışarı adımımı atmadım. Programlarım
sayesinde haddinden fazla para kazandım, küçük bir servete sahip oldum.
Arkadaşlarım da oldu; sanal dünyada benim gibi çatlaklardan bolca var. İnternet
sayesinde her şeyi yaşadım. Dostluğu, kırgınlığı, romantizmi, mutluluğu, üzüntüyü,
eğlenceyi, hatta seksi... Kuzey kutbunu da gördüm, Ekvator’u da, dünyanın
yörüngesine de çıktım, derin mağaralara da indim. Biraz teknik maharet, biraz
kameralı chat ve biraz da hayalgücüyle oturduğunuz yerden yapamayacağınız şey
yok.
Ama artık dayanamıyorum. Ev her geçen gün küçülüyor sanki. Duvarlar üzerime
üzerime geliyor. Fobimi yenmem şart yoksa aklımı kaçıracağım! Tanrı google’u
korusun, birkaç ay önce hafefobiyi kesin kez yenmenin bir metoduyla karşılaştım.
Kulağa tuhaf gelebilir ama düşününce de bir o kadar mantıklı: Dokunma ve
dokunulma korkusunu, sizin canınızdan kanınızdan birine dokunarak
yenebiliyorsunuz. Yani bir çocuk doğurarak...
Evden dışarı çıkmadan nasıl bir çocuk sahibi olabilirim? Bu sorunun tek bir yanıtı
var: Posta yoluyla! Fakat çocuğumun babası o sahte insanlardan biri olmamalı. Bu
amaçla hemen bir program geliştirdim. Binlerce insanın email ve benzeri
mesajlarına girip, yazılanları okuyarak benim için ideal insanı işaretleyecek bir
yapay zekâ tasarladım. Programı yazmam bir hafta aldı. Program yaklaşık otuz bin
insanın sanal mahremini taradı ve yazdıkları cümleler ile onlara yazılan cümleleri
karşılaştırarak her birinin profilini çıkardı. Programın, on binlerce insanın olumlu ve
olumsuz yanlarını tartıp finale 100 aday bırakması bir ay aldı. 100 adayı
programdan bağımsız olarak ben gözlemledim. Tüm hatalarına rağmen
masumiyetini kaybetmemiş birini aradım içlerinden.
Sonunda da sen seçildin, sen benim ideal partnerimsin.
Ürkmüş olabilirsin, biliyorum. Ama bu an için çok bekledim. Daha önce sorsam
kabul etmeyeceğini biliyordum. Fakat son günlerde yaşadıklarının farkındayım.
Tahminime göre yakın zamanda sevgilinden ayrıldın. Sen de artık farkındasın
mutluluğun gerçeklikte değil sanalda olduğunun.
Ortak yanlarımız o kadar çok ki. Burçlarımız bile uyumlu! Ama senden spermlerin
dışında bir talebim yok.
Bu iyiliği yaparsan hesabına 10.000 dolar yatıracağım. On yıldır evde yaşadığım için
bu meblağ benim için küçük bir rakam. Şu an okudukların tuhaf geliyor olabilir ama
içten içe bana inandığını düşünüyorum.
Seni en azından diğer kızlar (dokuz mu, on mu? Ha?:) ) gibi hayal kırıklığına
uğratmayacağımı biliyorsun.
Adres bilgilerim şöyle: Barbaros Bulvarı, 117 Numara, Beşiktaş, İstanbul, Türkiye.
Ne yapman gerektiği ekteki dokümanda yazıyor. Çok basit bir işlem merak etme.
Zaten az sonra o işlemin en “meşakkatli” kısmını gerçekleştireceğini biliyorum (hadi
saklama:) ), o yüzden birkaç ayrıntıya uymak seni yormaz gibi geliyor.
Bu bir tür donörlük ve hiçbir sorumluluğun olmadığını bilmen gerek.
Dileğimi gerçekleştirmesen de senin diğerlerinden farklı bir insan olduğunu
biliyorum ve sadece bunun için bile teşekkür ediyorum.

Güne karışmak isteyen Gece”


Ozan okumayı bitirdiği halde email’e bakakalmıştı. Onun hayatını uzun bir süredir
takip eden bu bilgisayar korsanı, bu hayalet, bu uzaylı da nereden çıkmıştı böyle?
Bu yazdıkları gerçek miydi? Ekteki dosyayı açtı, ne yapması gerektiği ayrıntılarıyla
yazıyordu. İşi hiç zor değildi. Peki, yapmalı mıydı? Kaybedecek hiçbir şeyi yoktu,
kazanabileceği ise 10.000 dolardı. Belki de ona yaşadığını hissettirecek farklı bir aşk
deneyimi “bonus” olabilirdi...
Ozan yapmayı tercih etti. Ertesi gün erkenden kalkıp acele kargoyla paketini
gönderdi. Sonra beklemeye başladı.
Günlerce “Gelen kutusu”nu refresh manyağı yaptı ama hiç gelen giden yoktu.
“Yolladım geldi mi?” diye soran birkaç email attı, hep yanıtsız kaldı. Ozan altı gün
boyunca bir kuşku bulutunun içinde bazen kendine lanet ederek, bazen de aldığı
riskin karşılığını alacağının umuduyla yaşadı. Bir kere rüyasında Gece’yi gördü,
konuşması tuhaftı ama güzel kızdı. Onu terk edecek birine benzemiyordu.
Çocuklarının ellerinden tutarak bir parkta yürüyorlardı. Bir kere de kâbus gördü;
buzlarla çevrelediği yoğurt kabına koyduğu menisi postacının elinde patlıyordu.
Rüyalar, kâbuslar, umutlar ve şüphelerle geçen altı günün sonunda “Teşekkürler”
başlıklı bir email geldi. Ozan hemen açıp okumaya başladı.
“Senden istediğimi, verdiğim adrese yolladığın için teşekkür ederim.
Senin gibi beş bin yedi yüz seksen iki kişiden daha geldi.
Kendini küçük düşmüş gibi hissetmeden ve bir öfke denizinde çaresizce
boğulmadan önce yazdıklarımı oku: Sana attığım email’de yazdığım her şey
doğruydu. Hayat hikâyem, otizmim, uğradığım cinsel tacizler, hafefobi... Sadece
10.000 dolarlık vaadim ve verdiğim adres yanlıştı. Bir de artık anlamış olmalısın; o
email sana özel yazılmış değildi. Tıpkı bu email’in sana özel olmadığı gibi...
Ben bir programcıyım. İnsanların email ve mesajlarına girerek ne zaman terk
edileceklerini tahmin eden bir yapay zekâ yarattım. “Yürümüyor”, “Sorun sende
değil bende”, “Başkasıyla daha mutlu olursun”, “Olmuyor işte” gibi anahtar
cümleleri algılayan program karşılıklı yazışmalardaki diğer kalıplaşmış kelime
öbeklerini yakalayarak gerçeğe çok yakın bir ilişki takvimi çıkarıyordu. Böylece
10.000’e yakın erkeğin terk edildiği günü ufak bir sapma payıyla hesaplayabildim.
En zayıf anlarında isteğimi yerine getireceklerini biliyordum, en azından yarısının.
Yanılmadım. Email’ime çok özendim, sadece bazı sayıları (ilişki sayısı, yaş gibi)
yolladığım insanın hayatına özel kıldım, bu da yeterli oldu.
Verdiğim adres yeni açılan bir sperm bankasına aitti. Şimdi dünyanın çeşitli
yerlerinden gönderilmiş, farklı genetik özelliklere sahip spermler depolarında.
Onlardan aldığım yüklüce bir ücret de hesabımda:) (Sana program yazarak
geçindiğimi yazmıştım!) Bu konunun emniyet güçlerine intikal edeceğini
sanmadığımdan rahatım. Beş bin yedi yüz seksen iki kişiden bir tanesi bile kimliği
deşifre olur korkusuyla bu konunun peşinden gitmeyecek. Ah sizin şu gururunuz yok
mu...
Benim adım Gece. On yılı aşkın bir süredir evin dışına çıkmadan yaşayan bir
bilgisayar korsanıyım. Bu benim ilk büyük eylemimdi. Erkeklerle hesabım henüz
kapanmadı. Terk edilen erkeklerden sonra sırada terk eden erkekler var.
Eylemlerim devam edecek,

Dişi korsan Gece”


Ozan bir süre hipnotize olmuş gibi ekrana bakakaldı. Öfkelenmişti. Daha önce
dokuz buçuk kere terk edilmişti ama hiç böylesine keriz yerine konmamıştı.
Yumruğuyla masasına vurdu. Eli acıyınca sakinleşti. Gece’yi düşündü, insanlardan
uzak, bir kapının ardında yaşayan dişi korsanı. Ondan bir tekme yemişti ama yediği
diğer tekmelerden daha sahici bir amaç uğruna atılmış bir tekmeydi bu en azından.
Öfkeyle karışık bir hayranlık duydu ona. Fakat çok geçmeden kendini delikanlılığa
davet etti. Onu tuzağa düşüren bir kadın hakkında, zavallı bir erkek gibi olumlu
hisler beslemesine lanet etti. Sıkıcı arkadaşları haklıydı; “Kadınlara güven olmaz”dı
ve şu malum denklemi yeniden düşünerek, yeni bir toplam aldı, içinden “On” dedi.
İlk porno ve ilk kanıt
31 Mart 2009
Sabah 06.48’te alarm çalmaya başladığında hikâyemle ilgili bir rüya görüyordum; bir
sperm bankasının önünde yüzlerce maskeli adam “Tohumlarımızı geri ver” yazılı
pankartları taşıyarak eylem yapıyorlardı. Bu rüyadan çıkıp gerçek dünyaya geri
dönebilmem için Aslı’nın dudaklarının dudaklarıma değmesi yeterli oldu. Yatarken
yazdığım hikâyeye o kadar odaklanmışım ki, Aslı’nın o gece bende kaldığını unutmuştum.
“Günaydın canım” dedi sevgilim.
“Günaydın.”
“Haydi işe geç kalacaksın, tostunu çayını hazırladım, ye de hemen çıkalım...”
Tostum, çayım bir tepsi üzerinde gelmişlerdi. Zaten onlar hazır olmasa bu kadar vakit
kaybettikten sonra doğru zamanda, doğru yerde yani 07.05’te paspasın üzerinde olmam
mümkün değildi. Tost, çay faslı ve tuvalet bölümünü atlattıktan sonra giyinmek için az
vaktim kalmıştı ki, Aslı takım elbisemi ve tek tek bağladığı kravatları karşıma dikti.
Anlaşılan o ki, Aslı erken kalkıp hem evi toplamış hem de hazırlanmama yardımcı olmak
için elbiselerimi ütülemiş, her şeyimi hazır etmişti.
Ben takım elbisemi giyerken “Canım çalışma masanı çok dağınık bırakmışsın dün gece”
dedi.
“Ya bir hikâ... bir şey üzerinde çalıştım da gece geç saate kadar, sonra toplamadan
attım kendimi yatağa” diye yanıtladım.
“Ne üzerinde çalışıyordun?” dedi.
“Ya bir rapor” dedim kravatımı takarken, hemen konuyu değiştirmek için: “Ne güzel
bağlamışsın kravatı”.
Birden beklenmedik güleç bir ifadeyle “Odanı toplarken bulmamam gereken bir şey
buldum sanırım” dedi.
Böyle gizemli cümleler her zamankinden fazla telaşlandırıyordu beni, “Nasıl yani” dedim
gülerek (ama sessiz), çok da merak ettiğimi çaktırmadan.
“Gizli çekmeceni buldum yah.”
Babamın kalemini sakladığım çekmeceyi kastediyordu. Sessiz kaldım.
“Ne var orada canım, yoksa beni aldatıyor musun?”
“Ne aldatması canım” dedim sesli gülerek.
“Daha önce kilitli çekmecene hiç rastlamamıştım da...” dedi. Ne yani daha önce tüm
çekmecelerimi açıp kapatıyor muydu?! Ah bu kadın milleti, bir çekmece büyüklüğünde
özel hayat bırakmıyorlar vallahi. Neyse, Aslı bu sorguyu yürütürken ciddi değildi, yüzü
gülüyordu. Sonunda bombayı patlattı:
“Yoksa porno koleksiyonun orada mı?”
Ah şu kadınlar, hâlâ porno koleksiyonumuzun videokasetlerden oluştuğunu sanıyorlar,
mpeg’lerin, avi’lerin farkında değiller. (Allah’a şükür!)
Önce “Evet ya, tüh yakalandım” gibi bir espriyle yanıt vermeyi düşündüm çünkü orada
büyülü bir kalemi sakladığımı söyleyecek halim yoktu. Ama bu espri onu muallakta
bırakabilir, akıl bahçesine tuhaf soru işaretlerinin tohumlarını ekebilirdi. Porno
koleksiyonu olmayan güçlü bir erkek profili sergilemeye devam ettim.
“Hayır canım, orada banka kartları, tahviller falan var, hırsız mırsız girer maazallah diye
kilitledim” dedim.
Porno koleksiyonum 500 gigabyte’lık iki ayrı harddiskte diyemezdim ki?! “Ne
yapıyorsun?” diye sorduğunda ne diyecektim, “Arada bir izliyorum” mu diyecektim?
İlişkiler matematiğinde “İntihar”a eşit olurdu bu. Yoksa dürüstçe ilk aşkı arızalı geçen her
erkeğin porno sevdası olur diye izah mı etmeliydim? “Nasıl bir arızaymış o” diye sorarsa
nasıl anlatırdım? İlk aşkımı kaybedişimin ardından yaşadıklarımı nasıl kelimelere
dökebilirdim?
Geçmişe gitti düşüncelerim, ergenliğimin kirli çamaşırlarına...

Prensipli pornocu
Hayatımın aşkı geriye kalan hayatımın gizemi olunca eksik bir erkek olarak kalakaldım.
Seksi öğrendikten sonra sevgilinizi kaybetmek (ilk kelime anlamıyla) çok pis (bu da ilk
kelime anlamıyla) şeylere yol açıyor. Hayvansal içgüdülerim uyanmış, saldırıya hazır bir
hayvan gibiydim. Fakat Ezgi dışında hiçbir kız bana çekici gelmiyordu. Yalnızdım,
kimsesizdim, okulum bitmişti, işim gücüm yoktu... Ama sınırsız internetim vardı.
Devasa porno arşivinin temelleri böyle bir ortamda atıldı.
Hardcore’undan bandage’ına, Amerikan’ından Avrupa’sına. Brianna Banks’ten Jenna
Jameson’a, Nikki Tyler’dan Asia Carrera’ya kadar herkes ve her tür bilgisayar
devrelerimin arasında yer alıyorlardı. İndirdiğim filmleri pul koleksiyonu yapan bir ergenin
titizliğinde ayırıyor, doğallık, konu ve çekim kalitesi gibi kriterlerime uymayanları çöpe
atıyordum. Prensipli bir pornocuydum.
Cinsel hayatım bu filmlerden ibaretti, şikâyetçi değildim. Hani derler ya, aşk asla
filmlerdeki gibi olmaz diye, seks de bence öyleydi, asla filmlerdeki gibi olamazdı. Yani o
“ilk”i ayırırsak... Her şeyden önce filmlerdeki gibi kusursuz vücutlara sahip kadınlarla
sevişme olasılığı çok düşük. İşin daha kötüsü o kadar da uzun ve ustalıklı sürmüyor
gerçek hayattaki seks. Komik, leş, beceriksiz ve yorucu bir şey oluyor çoğunlukla.
O yıllarda Memo Tembelçizer’in MastDer isimli hayali kulübüne üye olmuştum, evet,
üyelik kartım bile vardı. Kartımı gururla cüzdanımda taşıyordum, tam da o hiç
kullanılmadığından eskiyip pörsüyen prezervatifin yanında! Derneğin Masturbatör
Manifestosu’na canı gönülden bağlıydım. Manifestoya göre: 1- Kadın – erkek uzaktan
sevilmeli. Aşka seks karıştırılmamalıdır. 2- Seks hayalgücünü öldürür, mastürbasyon
körükler. 3- Mastürbasyonun sivilce yaptığı doğru değildir. 4- Mastürbasyon yalnızlığa
inancı artırır. Yalnız birey güçlü bireydir. 5- Mastürbasyon insanlığı daha aydınlık günlere
götürecektir.
Şakayla karışık inanıyordum bu manifestoya. Mükemmel fizikli kadınlarla kusursuz ve
fantezili seks vaat ediyordu pornolar. “Hayali mayali...” Teknikleri bilince, doğru filmi
indirince, ambiyansı yaratınca aldığın zevk neredeyse eşti. Üstelik pisliğini, maddi manevi
cefasını çekmek zorunda kalmıyordun.
İşte Aslı’yla tanışana kadar böyle düşünüyordum. Aslı’nın fiziksel olarak o porno
yıldızlarından hiçbir farkı yoktu, hatta onlardan daha doğaldı ve seksi onlar kadar iyi
biliyordu. Fantezilere gerek bile duymuyordunuz, kendisi yürüyen fanteziydi zaten, bir şey
yapmasına, kostüm giymesine, rol yapmasına gerek kalmıyordu. Bazen beni o altı aylık
abazalıktan sadece Aslı kurtarabilirdi diye düşünüyorum. Sanki Tolga benim halimi gördü
ve beni bu bataklıktan çıkarabilecek tek kişiyle (Ezgi dışında tabii) tanıştırarak beni
hayata döndürdü.
İtiraf etmeliyim ki, Aslı’yla yaşadığımız bazı sorunları görmezden gelme sebeplerimden
biri de onu kaybetme durumunda başka bir kızın beni tatmin etmesi konusunda umutsuz
olmamdı. O yüzden porno koleksiyonum konusunda yalan söylemek gibi birçok konuda
da onun suyuna gitmek için diplomasiye özgü taktiklere başvuruyordum.

Ve ilk kanıt
Hem Aslı iyi bir kızdı, mesela bugün erkenden kalkıp bana kahvaltı hazırlamış ve
böylece işe geç kalmamıştım. Kravatlarımı da tek tek bağlamıştı. Beni kahvaltısıyla, ilgi
alakasıyla ve güzelliğiyle öyle büyülemişti ki dün gece yazdığım hikâyeyi neden kaleme
aldığımı unutmuştum. Ofiste çayımı yudumlarken aklıma geldi; “Dişi Korsanın Esrarengiz
Hikâyesi”ni, yazdıklarımın gerçekleştiğine dair somut bir kanıt elde edebilmek için
yazmış, hikâyenin içindeki mekân, karakter ismi gibi detayları buna göre
şekillendirmiştim.
Hemen ofisteki gazetelerin sayfalarını hızla çevirmeye başladım, beş farklı gazetenin
her köşesine baktım ama Gece kod isimli hacker’ın eylemine dair en ufak bir iz yoktu.
Sonra dün gece yazdığım olayın bugünün gazetelerine yansımayacağı sonucuna vardım,
bu konudaki salaklığımı hemen unutmaya çalışarak televizyonu açtım ve haber
programları arasında gezinerek yazdığım hikâyeye ait bir şeyler aradım. Bulamadım.
Bu beni daha önce olduğu gibi rahatlatmıştı. Yeniden kafamı excel tablolarının, güncel
tahminlerin, raporların, sayıların içine gömdüm. Verimli bir çalışma oluyordu ama
zihnimde bir yılan gibi gezinen o soru işaretini kovamıyordum bir türlü. Kafam
karmakarışıktı. Kendimle çelişiyordum ama canımın sıkılmasına mani olamadım işte.
Kafamı boşaltmak için facebook’a girdim, yeni mesajlarıma baktım, reklam mesajlarını
temizledim. Arkadaşlarımın iletilerine, komik videolarına baktım. Derken bir video çıktı
karşıma. İzler izlemez birkaç dakika önceki “kafası karışık” halime dönmek için canımı
vermeye hazırdım!
Çünkü bu kadarı fazlaydı!
Bu el yapımı videonun başlığı “Tüm zamanların en acayip internet korsanlığı” idi, bir
arkadaşım youtube’dan link vererek facebook’una iliştirmişti. Gece’nin kendini bir eve
hapsedişinin sebepleri ile başlayan videonun ikinci yarısında “feminist anarşist”in son
eylemi hakkında bilgiler akıyordu. “Gece’nin hackerlık tarihine geçen bu sıradışı eylemi
sperm bankasına dünyanın çeşitli yerlerinden farklı genetik özelliklere sahip spermler
kazandırmak için yaptığını iddia edenler var ama aralarındaki bağ kanıtlanamadığı için bu
konuda yasal bir süreç başlatılmadı” diye yazıyordu.
Hiç düşünmeden işi gücü bırakıp arabamla yola çıktım. İyi ki adresi hikâyede ayrıntısıyla
yazmışım, hayalini kurduğum sperm bankasını yazdığım gibi 117 numarada buldum.
Burasını daha önce görmüş olamazdım. Dahası; hayatımda ilk defa bir sperm bankası
görüyordum. Bankanın adı DNA idi, pek yaratıcılıktan nasip almadıklarını içeri girince de
gözlemlemeye devam ettim. İçerisi bembeyaz bir banka gibiydi. Girişte bankalarda
olduğu gibi sıra numarası veren bir cihaz vardı. Bir numara aldım. Bankanın müşterileri
çoğunlukla paraya ihtiyaç duyduklarını belli eden orta ve alt sınıftandı. Görünüşleri
düzgün olanların A veznesine kabul edildiğini fark ettim. Görüş sahamda olan biten her
şeyi dikkatle izledim. Yazdığım şeyin gerçekleştiğinden, gerçekleşen şeyin ise tamamen
gerçek olduğundan emin olmaya çalışıyor, gizli kamera şakası kurbanlarının kameraları
araması gibi etrafı tarıyordum.
Derken A veznesinin dijital tabelasında sıra numaram göründü. Veznede güzel bir
hemşire vardı. Bana yaşımı, boyumu, kilomu, daha önce ameliyat geçirip geçirmediğimi
ve benzeri soruları sordu. Sorular bittikten sonra bana bir kap uzattı, tam yapmam
gereken işlemi anlatırken bir anda arka tarafta dönen diyaloglardaki hararet arttı. Sonra
da biri hemşireyi çağırdı. Hemşire “Bir dakika bekler misiniz” diyerek arkadaki ofise gitti.
Diğer veznelerdeki hemşireler de oraya yöneldi. Neler döndüğünü çok merak ettim.
Kimsenin benim tarafıma bakmadığı esnada veznenin sağ altındaki boşluktan içeri girdim
ve ofisin kapısına kulağımı dayadım.
“Gece’yle anlaştığımız internet’teki bir haber sitesine sızmış. Polis soruşturmaya
gelebilir. Bu konuda hiçbir bilginiz yok, anlaşıldı mı?”, “Beş bin yedi yüz seksen iki örneği
derhal yedek depomuza gönderin. Dijital arşivlerden de silin” gibi cümleleri son derece
net bir şekilde duyduktan sonra bankadan fıydım.
Artık emindim, yazdığım şey gerçekleşmişti. Şimdi yeni sorularım vardı. Ben yazdığım
için mi bunlar tam da yazdığım gibi gerçekleşiyordu, yoksa zaten gerçekleşen şeyleri bir
kâhin gibi hissederek ben mi yazıyordum? Olanlar mı yazıyı, yoksa yazılanlar mı olanları
etkiliyordu? Mekânlar ve cisimlerin gerçekleşmesi yeterince inanılmazdı ama peki ya
canlılar? Gece gerçek miydi, peki ya onun kurbanı Ozan?
Peki yazdıklarım neden şimdi gerçekleşiyordu? Daha önce de hikâyeler yazmıştım,
şiirler kaleme almıştım, onlar hep kâğıtta kalmışken bunlar neden sayfalardan hayata
taşmıştı? Birdenbire doğaüstü bir güç mü edinmiştim? Zihnimi soru bombardımanına
tutmuşken günlüğümün ortasında duran kalemi gördüm...
“Varol’un Eldivenleri”ni yazdığım kalem. “Geber İt!”i yazdığım kalem. En son “Dişi
Korsanın Esrarengiz Hikâyesi”ni yazdığım kalem! İlk elime aldığımda hissettiklerimi
hatırladım. Ağırdı ama yazmaya başladığımda adeta hafiflemişti, kâğıdın üzerinde kayar
gibi yazabiliyordum. El yazım bile güzelleşmişti.
Fark buydu; babamın kaleminde bir şey vardı. Bir gizem, bir sihir, bir efsun... Onunla
yazdıklarım gerçeklik kazanıyordu. Artık emindim; bu kalemle yazdıklarım bir kâğıdın
üzerine çiziktirdiğim mürekkep lekeleri olmaktan çıkıp gerçeği belirliyordu.
Arabama binip uzaktan sperm bankasını izlemeye başladım. Hemşireler veznelerin
başına geçmiş, müşterilere kap vermeye devam ediyorlardı. Bir anormallik yoktu. Polis de
gelmedi. Saat ikide toplantım olmasa bu işin peşini bırakmazdım ama şu an için bu
dedektiflik hikâyesini en azından ertelemem gerekiyordu. Arabanın el frenini çekip
hareketlendiğimde son bir kez daha hayalimde yaratıp gerçekte karşılaştığım sperm
bankasına bakmak istedim, bir çocuğun yeni tamamladığı lego setine okula gitmeden
önce son bir defa bakması gibi. Tam o sırada avaz avaz bağıran bir kornayla aniden yola
devam etmek zorunda kaldım. Avaz avaz bağıran korna sesi bir arabaya değil, bir
bisiklete aitti. Alien’ı anımsatan kaskıyla tuhaf bir bisikletliydi beni oyuncağımdan ayıran.
Bir de arkamdan el kol hareketi yapmaz mı gencecik çocuk!
Yoldayken trafik her sıkıştığında telefonumdan internete girip sperm bankası
korsanlığıyla ilgili haberlere bakıyordum. Ulusal gazetelerin haber sayfalarına
yansımamıştı haber ama facebook’ta paylaşılıyordu. Keşke hikâyemde Gece veya Ozan’ın
adresleriyle ilgili ayrıntılar da verseydim, böylece onları bulup onlarla konuşabilirdim. Bu
aklımdaki birçok soruyu çözmemde bana yardımcı olurdu.
Bir dahaki sefer bu konuda daha dikkatli olmalı ve karakterlerin yerlerini belli ettiği
hikâyeler kurgulamalıydım.
Neler düşünüyordum ben?
Allah’ım, hayır, bu meretle daha fazla uğraşmamalıyım. Gerçeğe bu kadar müdahale
etmemeliyim. Aklıma mukayyet olmam için kâğıdı kalemi bırakmam şart.

Şakanın sırası değil


1 Nisan 2009
Bu böyle devam edemezdi, kabul etmeliydim ki tek başıma altından kalkabileceğim
kadar küçük bir gizemle karşı karşıya değildim.
Tolga’yla konuşmaya karar verdim. Sonuçta o en yakın arkadaşımdı. Odasına gittim,
“Konuşmalıyız” dedim.
Tolga laptop ekranından başını kaldırdı ve “Dinliyorum” dedi.
Pek arkadaşça söylemedi bunu ama ben kararlıydım, artık daha fazla bu sırrı
tutamazdım.
“Sanırım aklımı oynatıyorum” diye başladım ve devam ettim:
“Biliyorsun günlük tutuyorum. Geçenlerde aklıma gelen bir hikâyeyi yazmaya başladım.”
Tolga dimdik bana bakıyordu ama aklı laptop ekranındaydı. Dikkatini uzun süre
tutamayacağımı bildiğimden özetin özetinin özeti şeklinde anlatmaya karar verdim.
“Üç tane hikâye yazdım ve bunlar gerçekleşti.”
“Ne demek gerçekleşti?”
“Yazdığım şeylerin aynısı gerçek hayatta oldu. Yaşlı bir kaleci ünlüler maçında
panterleşti, gazeteye konu oldu. Minik bir haberdi ama olsun, onu bir gün önce ben
yazmıştım. Geberit fabrikasında patlama oldu ya, o aslında bundan 10 sene önce o
fabrikanın kuruluşundaki komplo teorisiyle ilgili. Robotlar, hani o diskolarda lazer ışık şey
eden robot ışıklar var ya, Moving Heads, sen de bana bahsetmiştin, onlar işte aslında
uzaylıymış. Yani ben öyle yazdım. En sonuncusu da şu feminist hacker. Sperm bankası
için milletin spermlerini çaldı... Yani çaldı derken, tam olarak öyle değil de... Facebook’ta
görmüşsündür belki.”
Özetin özetinin özetini geçeyim derken çuvallamıştım. Tolga kaygılı bir ifadeyle
bakıyordu. En yakın arkadaşının delirdiğini görmek pek hoş olmamalıydı. Birdenbire
kahkahalarla gülmeye başladı.
“1 Nisan’da bu kadar saçma bir şaka görmemiştim. Ama yine de yaratıcılığını tebrik
ediyorum kanka. Güzeldi” deyip kafasını laptop ekranına çevirdi.
“Tolga bu bir şaka değil!”
“Abi tamam güldük ettik, benim işim var, sonra konuşalım mı?” dedi Tolga, bu pek soru
cümlesine benzemiyordu.
En iyi arkadaşım bana inanmamıştı, belki kız arkadaşım anlardı. Fakat bu riskliydi. Kız
arkadaşınızın karşısında küçük düşmek vardı işin ucunda. Bu defa Tolga’ya anlattığım gibi
bir ciddiyetle değil de, başkasının başından geçiyormuş gibi anlatabilirdim. “Aslı öncelikle
sana anlatacaklarım ile bugünün 1 Nisan olması arasında bir bağlantı yok, bundan emin
olabilirsin” diye başladım. Aslı kibarca önündeki yemeğinden aldığı lokmaları çiğnerken
“hı hı” şeklinde bir ses çıkardı.
“Sen ‘Secret’ falan okuyordun bir ara. Ben okumadım ama ‘Secret’ temel olarak bir şeye
gerçekten inanırsak onun olabileceğini söyler, değil mi?”
“Tabii tam olarak öyle değil ama öyle de diyebiliriz” gibi tuhaf bir yanıt verdi ağzında bir
lokmayı gezdirirken, bu yanıtına alaycı bir gülümseme eşlik etti.
“Ya, bir arkadaşım var, böyle uçuk kaçık şeyler düşünüyor... Eski bir arkadaşım.
Ortaokuldan... Yani lise. Neyse diyor ki, son zamanlarda bu düşündüğü abuk sabuk
şeylerle gerçek hayatta da karşılaşıyormuş arkadaşım... Kafasından geçirdiği hayal ürünü
şeyler... bildiğin oluyormuş.”
“Gördüğü rüyalar mı gerçek oluyormuş?”
“Hayır, gördüğü rüyalar değil, hayal ettiği şeyler. Düşleyip not ettiği olaylar, öyküler...”
Aslı önce “hım” diye bir kafa sesi çıkardı, sonra da “İlginçmiş” dedi. Ciddiye almış
görünüyordu. Sonra çantasına uzandı. Bir an çantasından Secret çıkaracak sandım. Buna
şaşırmazdım çünkü bir ara hakikaten kafayı takmıştı o tip new age kitaplarına.
Çantasından cüzdanını aldı, sonra içinden çıkardığı bir kartı uzattı.
“Bu benim psikiyatristimin kartı. Bunu arkadaşına ver. Çok iyi bir adam bu. Zerrin Özer,
Beren Saat falan bu adama gidiyormuş.”
Önce güldüm tabii ki. Çünkü bu derdin bir arkadaşıma değil, bana ait olduğunu sezdiğini
biliyordum. Aslı zeki kızdı, “arkadaşım” derken kendimden bahsettiğimi tahmin edecek
kadar en azından. Bu durumda sosyete psikiyatristinin kartını arkadaşıma değil, gözüme
baka baka bana, yani sevgilisine uzatmıştı. Yüzü gülmüyordu, yani gayet ciddiydi. Bu
apaçık hakaretti.
“Bahsettiğim arkadaşın ben olduğumu biliyorsun değil mi?”
“Evet” dedi diklenerek.
“Küstahsın” dedim, istemeden de olsa eski Türk filmi şivesi takınarak.
“Psikiyatrist kartı uzattığım için mi, neden ki, psikiyatriste gitmek ayıp bir şey mi?”
Diyalog biraz absürt gelişiyordu ama bu tip durumlarda ne kadar absürt olursa olsun
diyalogu devam ettirmeniz gerekirdi.
“Seninle bir şey paylaşıyorum, bir derdimi ortaya atıyorum, sense buna ortak olmak
yerine bana bir selebriti psikiyatristinin telefonunu veriyorsun.”
“Buna dert mi diyorsun sen? Normal insanların dertlerini söyleyeyim sana. İşsizlik, ailevi
bir mesele, ekonomik kriz, sağlık, ne bileyim... Dert dediğin böyle bir şeydir. Çok fazla
film izleyip gece kıçın açık kaldığı için gördüğün rüyalar ile gerçek hayatı karıştırmak dert
değildir. Öyle bir durumda tek yardımım bu kartı sana vermek olur.”
Kartı tekrar masanın üzerine koydu.
Kartla bir süre bakıştıktan sonra kararımı verdim. Derdimi dinlemektense beni
küçümsemeyi tercih eden kız arkadaşımı, yaşadığım inanılmaz olayların küçük bir
kısmıyla yüz yüze getirecektim. Garsona hesabı istediğimi belirten avuca yazma
hareketini yaptım ve “Kalk, Beşiktaş’a gidiyoruz” dedim.
Beşiktaş’a geldiğimizde çantamdan günlüğümü çıkartıp son hikâyemin tarihini
gösterdim ona. “Dün gece bu hikâyeyi yazdım, kadın bir korsan var, sperm hırsızı, bir
sperm bankası kiralıyor bunu...” Yine anlatamamıştım. Hikâyemi uzattım. “Al bak, oku”
dedim.
Oralı olmadı. “Tamam tamam, nereye varacaksın?” diye sordu.
Yanıtımı sperm bankasını bulunca verecektim. Fakat bir türlü bulamadım. 117 numaralı
bir apartman ya da zemin katında DNA Sperm Bankası yazan bir apartman yoktu.
Kendimi meydana göre, iskeleyi görüş açıma yeniden konumlandırıp apartmanlara tekrar
baktım, nafile! Sanki sperm bankası yer yarılmış içine girmişti.
Aslı yolun kenarında ellerini göğüs hizasında kavuşturmuş, alaycı bir ifadeyle beni
izliyordu.
“Buradaydı, yemin ederim buradaydı” dedim.
“Ne buradaydı?”
“Sperm bankası.”
“Sperm bankası?”
“Evet. DNA Sperm Bankası.”
“Türkiye’de sperm bankası kurmanın yasak olduğunu biliyorsun değil mi?” diyerek
küçümseyen bir bakış fırlattı.
“Yo, nereden çıkardın?” dedim, bir yandan on metrelik bir hatta apartman kapılarının
etrafında dolanarak.
“Türk soyunu sopunu korumak için böyle bir yasa çıkardılar, haberin yok mu? Hiç
televizyon izlemiyor musun sen?” dedi.
“Saçma. Buradaydı. Hemşireyle konuştum. Neredeyse kabı alıp içine...” deyip sustum.
Arabamı park ettiğim yerden sperm bankasının tarifini çıkarmaya çalıştım. Tahmin
ettiğim yerde bir emlakçı vardı. İçeri girdim.
“Sabah burada bir sperm bankası vardı.”
İçeridekiler güldü. Bir emlakçı genç çırağına seslenip, “Sabah tuvalette o kadar
kalmanın sebebi bu muydu lan?” dedi. Çirkin bir kahkaha bastı. Çıktım dışarı. Aslı bu
esnada bakışlarıyla dalgasını geçiyordu. Fakat mücadelem sona ermemişti, telefonum
yanımdaydı! Aslı’nın yanına gelip, “Şimdi bana inanacaksın” dedim.
Önce facebook’ta, sonra youtube’da dişi korsanın videosunu aradım, bulamadım.
İnternette en ufak bir iz dahi yoktu. Koskoca sperm bankasını yok eden şeyin birkaç siteyi
ve görüntüyü internet’ten kaldırabileceğini tahmin etmeliydim. Aslı’ya kendimi rezil
etmekten başka hiçbir işe yaramamıştı şu son bir saatim. Arabadan inmeden önce beni
öpmeyişinin nedeni buydu.
Ne yapmam gerektiğini biliyorum. Ondan kurtulmam gerekiyor. Hem de bir an evvel!

Amansız takip
2 Nisan 2009

Not: Bu kısımlarda yazar kurşunkalem tercih etmiş, el yazısı da daha öncekilere


nazaran özensiz ve yer yer kargacık burgacık.
Bundan böyle kurşunkalemle yazacağım. Liseden kalma 2B uçlu kalemim Tombow
0.5’ime yeni uç aldım. Bu kalemle ne hikâyeler yazmıştım. Ne güzel, hiçbiri
gerçekleşmemişti!
Bugün kalkar kalkmaz ondan kurtulmak için kafamda bir plan yaptım.
Cumartesileri erken kalkmayı sevmem ama 08.00’de kalktım ve planımı hayata
geçirmeye başladım. Çalışma masama gittim, kilitli çekmeceyi açtım, babamın kalemini
eski bir saat kutusunun içine koydum.
Arabayla 1. Levent’teki bankama doğru giderken içimde tarif etmesi zor bir paranoya
hissi vardı. İlk defa araba kullanıyor gibi hissediyor, sürekli dikiz aynasını, yan aynaları
gözucuyla takip ediyordum. Her ara sokaktan tehlikeli bir araç fırlayacakmış gibi
geliyordu. Yan sokaktan biraz erken çıkan bir minibüsün filmlerdeki gibi bana çarpıp
duracağı, içinden komandoların çıkacağı, arabama girip zorla kalemi alacakları gibi
sahneler tasarladı zihnim. Minibüsün şoför mahallindeki adamın yaklaşık 60 yaşında
olması bile beni bu kötü düşün inandırıcılığı konusunda şüpheye düşürmedi. Evim ile
bankam arasındaki o kısacık mesafede kurguladığım tek kâbus bu olmadı. Takip
edildiğimi düşünüyordum. Kırmızı ışıkta durduğumda bir umumi tuvaletin kapısının
yanında beni izleyen kulaklıklı bir genç gördüm. Ajanlar gibi takım elbise giymiş, saçlarını
düzgün taramış, arada bir elini kulaklığına götürüp kol saatine bir şeyler mırıldanan bir
tipti. Saçmaladığımı biliyordum, kimse elimdeki kutunun içindeki dolmakalemin
yazdıklarını gerçekleştirme gibi bir güce sahip olduğunu tahmin edemezdi.
Bir an dikiz aynamda dün gördüğüm bisikletli genci görür gibi oldum, tekrar baktığımda
yoktu. Sanırım FBI peşime düşse, arabamı umumi tuvaletlerin yanında duran ajanlarla ve
bisikletçilerle takip etmezdi...
Arabamı park edip bankaya yöneldim. Takip edildiğimi hissediyordum, çaktırmadan
etrafıma bakındım. Arabada büyüttüğüm korkularımın etkisiyle midir bilinmez, birkaç
şüpheli şahıs gördüm. O Alien kasklı bisikletçi, kaldırımın kenarına bisikletini dayamış,
öylece duruyordu. Daha önce umumi tuvaletin orada gördüğüm takım elbiseli şüpheli de
sırtını metro girişindeki direğe yaslamış, sağ kulağındaki kulaklığı sağ işaretparmağıyla
kulağına bastırıyordu, ağzı da bir başka ajanla haberleşiyormuş gibi kımıldıyordu. Bir de
trafik ışıklarının başında yeşil yanmasını bekleyen kalabalığın içinde herkesin tersine yola
değil, kaldırıma bakan, paspal bir kotun üzerine kota hiç uymayan cırtlak sarı renkte
boğazlı kazak giymiş, ufak tefek, patlak gözlü bir genç vardı. Balıkçı yaka diye tabir
edebileceğimiz kazağın boğazı gencin boynunda ortaçağ kostümleri gibi katlandıkça
katlanıyor, zaten kısa boylu olan genci tepesinden bastırılmış da akordeon gibi büzülmüş
bir çizgi film karakterine dönüştürüyordu. Alien, Ajan ve Balıkçı Yaka... Biri daha vardı, bu
üçünden bile daha çok dikkat ve şüphe çeken. Trafik ışıklarının orada duruyordu. Bir
albinoydu bu. Bembeyaz saçları rüzgârda dalgalanıyordu ama ne vücudunda, ne
giysilerinde en ufak bir kıpırdama yoktu, adeta heykel gibi duruyor ve tüm göz kısmını
kapatan kocaman bir güneş gözlüğünün ardından bankanın yanındaki gazete bayisine
bakıyordu. Gözlüklerindeki zifiri karanlık ile saçlarındaki beyazlık gizemli bir kontrast
yaratıyordu.
Bisikletçi, Balıkçı Yaka ve Ajan benim onları gördüğümü fark eder etmez kafalarını
çevirdiler. Albino ise bir milim bile kıpırdamadı. Doğrudan adamın güneş gözlükleriyle
örttüğü gözlerine baktığım halde hâlâ inatla ve ısrarla gazete bayisine doğru bakıyor,
ışıkların orada kıpırdamadan durmaya devam ediyordu. Bu salak bakışma bir süre daha
devam ettikten sonra onun hem albino hem de kör olduğuna kanaat getirdim. Sonra da
bankanın döner kapısından geçerek içeriye girdim.
Kişisel yatırım uzmanım Murat Bey’e göründükten sonra onun talimatıyla bankanın
güvenliğiyle meşhur kasa dairesine indim. Kasanın o dev kapısının hayranıyım, ne zaman
oraya insem kendimi bir soygun filminin başrol oyuncusu gibi hissediyorum. Özellikle kışın
siyah deri eldivenlerimi giydiğimde... Görevli anahtarımı verip beni yalnız bıraktı
mallarımla. Annemden kalan bilezikler, mücevherler, babamdan kalan yüzükler ve hisse
senetleri, sokaktaki adam için servet sayılabilecek mallar bir kahve tepsisi
büyüklüğündeki tabletin üzerinde tabldot yemek gibi görünüyordu. Özel izinle,
hapishanedeki sevgilisiyle korumalı bir odada sevişmesine müsaade edilmiş bir eş gibi
hissettim o anda. Bu benzetmeden bir hikâye çıkar mı, o hikâyeyi babamın kalemiyle
yazsam nasıl bir sonuç elde ederim gibi düşünceleri hemen elimin tersiyle düşler
çöplüğüne attım. Ceketimin cebinden çıkardığım saat kutusunu tabletin üzerine koydum.
Son kez kalem içinde mi diye kontrol ettim; nihayetinde gerçekleri değiştirebilecek bir
kalem pekâlâ kutusundan kurtulup bir yerlere kaçabilirdi. Ama orada gerçek bir kalem
gibi yatıyordu, nihayetinde o bir kalemdi. Tableti yerine sürüp, kasamın minik kapısını
kapatınca, o kapının üzerine parmaklıklar, o parmaklıkların üzerine hastası olduğum o
devasa kapı da kapatıldığında onu hayatımdan tamamen çıkarmış oldum.
Üstümden büyük bir yük kalkmıştı. Kazara tanrıyı oynamanın sırtıma bindirdiği ağırlığın
ne kadar ezici olduğunu o anda fark ettim. Şimdi part time tanrılıktan istifa etmiş, normal
hayatına geri dönmüş bir işadamıydım.

Sevgiliye dönüş
3 Nisan 2009
Neredeyse bir ay boyunca hayatımı rüyalarla karışık tuhaf bir bilmeceye dönüştüren
şeyden kurtulmuştum ve bu travmayı atlatmak için sadece bir uyku yetmiş gibiydi. Sabah
uyandığımda kendimi “yenilenmiş” hissediyordum. Hayatı bana zehir eden bir sevgiliden
ayrılmış gibiydim.
Şimdi o ilişki boyunca kaybettiklerimi kazanmak, aramın açıldığı arkadaşlarımla ve asıl
önemlisi sevgilimle barışma zamanıydı. Peki Aslı’yla nasıl barışacaktım?
Pahalı bir hediye aldım.
Birkaç ay önce Nişantaşı’nda gezerken vitrinde görüp beğendiği gömlek...
İşe yaradı. Hediyeye çok sevindi. Her zaman olduğu gibi çok güzel görünüyordu. Onu
gömlekle görmek için sabırsızlanıyordum.
Ama sadece gömlekle...
O da zihnimi okumuştu. (Ama kesinlikle doğaüstü bir güç olmadan, beni tanıdığından ve
gözlerimden niyetimi belli ettiğimden!)
“Bu gömlek bana kesin çok yakışacak, sana gidelim mi, orada denerim?” dedi.
“Spora gidelim mi?” sorusu kadar etkili bir soru olmuştu bu ve bu etki pantolonumdaki
kabarıklıktan fark edilebiliyordu.
“Biraz dur” dedim. Birkaç saniye durdum. Sonra kalktım.

Normale dönüş
4 Nisan 2009
Pazartesi sendromu vız geliyor, ayaklarım geri geri falan gitmiyor. Sabahleyin öyle hızlı
hazırlanıyorum ki 07.03’te kapının önündeyim, yani olması gerekenden iki dakika önce.
Beni izleyen halkımı, yani kalorifer borusunu, basamakları, tırabzanı, paspası ve otomat
düğmesini uzun uzun selamlıyorum. Bir gıdım daha yavaş yürüme lüksüne sahip bir hızla
yürüyorum metroya doğru.
Bulutlu bir hava hâkim bugün İstanbul’a ama bana güneşli gibi geliyor. Bugün, kalan
sıradan hayatımın ikinci günü.

Normal
5 Nisan 2009
• Sabah aritmetiği.
• Verimli bir iş günü. Artan rakamlar.
• Güzel bir öğle yemeği.
• Hafif bir akşam yemeği.
• Aslı’yla dizi faslı.

Normal II
6 Nisan 2009
• Sabah aritmetiği.
• Verimli bir iş günü. Eksilen ama eksilmesi bana yarayan rakamlar.
• Güzel bir öğle yemeği.
• Hafif bir akşam yemeği.
• Aslı.

Biraz müzik
7 Nisan 2009
Bugün, son yarım saati dışında öncekilerin fotokopisi bir gün oldu. Hatta fotokopide bile
bu kadar yakın sonuç elde edemezsin. Tekrar etmek iyidir. Senfonilerde de tekrarlar çok
sık kullanılır. Hem nakaratsız şarkı mı olur? Kalıcı şarkıların çoğunun ikinci vokal kıtaları
bile ilk kıtanın tekrarından ibarettir. “Hayatın tekdüzeliğini yenelim” tarzından sloganları
insanlar abartıyorlar, o kadar iyi bir şey olsaydı bu, herkes rahatlıkla yenebilirdi. Zor bir
şey değil, her zaman yaptığını yapmıyorsun hepsi bu. Esas mesele her zaman yaptığını
doğru bir ritimle tekrarlayabilmekte, işte o zaman hayat güzel nakaratların arada bir girip
coşturduğu bir şarkıya benziyor.
Bugünkü şarkımın introsu her sabah tekrarladığım hazırlanma rutinimken, ilk vokal
kıtası hayli verimli geçen iş günümü dizelere döküyordu. Aslı’yla güzel bir öğle yemeği
nakarattan önceki köprü bölümünü oluştururken, akşam yemeği ve o yemekte tüten
romantizmin sonraki ateşli sevişmeye yansıtılışı nakaratta büyük bir coşkuyla dile
getiriliyordu. İşte daha önce olduğu gibi hayatım yeniden 3 dakikalık, formüllere uygun
bir MTV şarkısına dönüşmüştü.
Bugünü diğerlerinden ayıran tek şey yatmadan önce bilgisayarıma çekidüzen vermem
oldu. Dizüstü bilgisayarıma iyi bakmam gerekiyordu, işle ilgili hayati önem taşıyan
bilgilerin büyük bir çoğunluğu onun içindeydi. O yüzden Aslı yattıktan sonra çalışma
odama geri dönüp bilgisayarımdaki dokümanları düzenlemeye başladım. Çok gerekli
bilgileri harici harddisklere kopyaladım, bazı önemli dosyaları hem harddisklere
yedekledim, hem de kendi gmail’ime yollayarak depoladım. Daha sonra artık
kullanmadığım programları kaldırdım, gereksiz dosyaları sildim, geri kalan dosyaları
birleştirerek disklerde yer açtım. Tam bilgisayarımı baştan aşağıya topladığıma kanaat
getirmişken harddiskte bazı albümlerin kaldığını fark ettim. Liseden beri biriktirdiğim
devasa mp3 koleksiyonumun tamamını bir Trojan virüsünün gazabıyla kaybettiğimi
düşünüyordum ama bunlar bir şekilde sağ kalmış meğer. “Kayıp Hazineler” isimli
klasörümde sekiz yabancı, beş yerli gruba ait albümler vardı. Yabancı klasöründe Green
Carnation, Galactic Cowboys, Control Denied, Crimson Glory, Depressive Age, The Tea
Party, Faith No More ve Sanctuary, yerli klasöründe ise Yuhu, Rampage, Cultus, Hazy Hill
ve Dr.Skull vardı. Bu on üç grubun ortak özelliği 90’ların sonlarında dağılmış olmalarıydı.
İlginçtir tam o dönemde bu tarz gürültülü müzikleri dinlemeyi bırakmıştım. Sevdiğim
grupları kimse sevmiyordu, onlar da dağılıp gidiyor ve ortalıktan kayboluyorlardı. Bu
esnada büyük rock metal gruplarının da kadroları yerle yeksan olmuş, kötü albümler
çıkarır olmuşlardı. Müzik dinlemek için bir sebebim kalmamıştı. Babam da zaten edebiyat
konusunda olduğu kadar olmasa da müziğe karşı mesafe koymam için elinden gelen her
şeyi yapıyordu.
Bu düşüncelerle karıştırdım o eski mp3 klasörlerimi. Yıllar olmuştu bu grupları
dinlemeyeli. Şimdi de dinlemeyi düşünmüyordum. Uykumu kaçırmaya ve eskiden olduğu
gibi ergenlere yönelik iki boyutlu müzik dinlemeye niyetim yoktu. Ama bunlardan pekâlâ
güzel bir uyandırma müziği çıkar diye düşündüm. Alarmımdan sıkılmıştım, telefonumun
alarm zilini bir şarkıyla eşleştirmeyi akıl ettim. Şöyle gürültülü bir şeylerle zımba gibi
başlayabilirdim yeni iş gününe. Bu grupların mp3’lerini telefonuma attım ve alarm için bir
Green Carnation şarkısı ayarladım.

Anormale dönüş
8 Nisan 2009
Green Carnation’ın “Crashed to Dust”ı, uyandırma konusunda tahmin ettiğimden daha
da etkili oldu. O ilk gitar rifi başlar başlamaz, gözlerimi açmış, gitar bir ölçü çaldıktan
sonra yatağımda doğrulup yorganımı diğer kenara atmış, çoraplarımı giymiş, saatimi
koluma geçirmiştim bile. Ritüelin sadece bir hareketi sekteye uğramıştı; alarmı
kapatmamıştım! Şarkı çalmaya devam ediyordu. Yataktan kalkıp mutfağa doğru giderken
kapatmayı düşündüm ama bunu yapamadım. Eski bir dostla karşılaşmış gibiydim, birkaç
dakikada başımdan savmak ayıp olacaktı. İlk kıtadaki vokal melodisini özlediğimi fark
ettim, “nakarat nasıldı acaba” diyerek mutfağa doğru yürüdüm. Sabah ritüelimin
devamını telefonumun minik hoparlöründen çalan müzik eşliğinde getirdim. Müzik,
hareketlerimin sıralamasını değiştirdi. Çayı tosttan önce hazırlamak gibi düzeni bozan
hamlelere gayriihtiyari imza attım. Yapmam gerekenlerin hepsini, 17 dakika içinde
bitirdiğim müddetçe sorun yoktu. Bitirdim de zaten. Sadece kapıyı açıp, tam 07.05’te
kapının eşiğine adım atmak kalmıştı. Fakat kapıyı açamıyordum çünkü kapıyı açmadan
önce yapmam gereken son şeyi yapamıyordum: Telefonumun müzikçalarını
kapatamıyordum! Ya dışarı çıkıp sabahın sessizliğinde apartman boşluğunda Green
Carnation ile indiğim her kattaki komşuları uyandıracaktım ya da orada durup solonun
bitmesini bekleyecektim. Dördüncü şarkı olan “Maybe?”nin solosunu çok net
hatırlıyordum, theremin denen manyetik aletle çalınan bir soloydu bu, lisedeyken
melodisiyle beni zamanında çok etkilemiş, hayallerime ve duygu dünyama yön vermişti.
Kapı eşiğinde elimde Bond çantayla öylece durdum ve iki dakikalık solonun bitmesini
bekledim. Solodan sonra şarkının finalini beklemeye başladım.
7.09’da kapının önündeydim, bu dört dakikalık gecikme doğal olarak iş yerine ulaşma
maceramın önüne yeni engeller koyacak birtakım aksiliklere yol açtı. Bir kere o soloyu
aklımdan çıkaramadığım için, ne kadar hızlı yürümeye çalışsamda, bir müzik
klibindeymişim gibi hülyalı bir kovboy edasıyla yürümenin önüne geçemedim. İnsanlara
bir anlığına bakıp onların hayatları hakkında düşler kurmam da hızlanmama yardımcı
olmuyordu. Kapıcı Satılmış Efendi’yi gördüm, biraz dertli gibiydi. Oysa birkaç gün
öncesinde mutlu görünüyordu. Hacca gidebilmek için gereken parayı nihayet toparlamış,
uçak biletini almış, hacı olacağı için etrafa neşe saçıyordu. Kim bilir, belki de dayıoğlu
gelmişti. Satılmış’ı küçükken dini konularda eğiten, onun hayat yörüngesinin merkezine
iman dünyasını koyan kişiydi o. Satılmış Efendi ne zaman dini konularda sıkışsa onun
görüşlerine başvurur, ondan duyduklarıyla Allah’a inancı sağlamlaşırdı. Dayıoğlu üç yıl
önce bir mümin olarak gittiği Japonya’dan bir ateist olarak gelince işler tersine dönmüştü.
On yıldır hac için para biriktiren Satılmış Efendi’nin din konusundaki en güçlü dayanağı
olan dayıoğlu Japonya’da inancını yitirmişti. Üstelik ne uyuşturucu kullanıyordu ne de
alkol. Her zamankinden mutlu görünmesi ve etrafındakilere her zamankinden daha fazla
yardımcı olması ise Satılmış Efendi’yi iyiden iyiye deli ediyordu. Ona büyük hayranlık
duyduğu gençlik yıllarında bile bazı alışkanlıklarını (Mesela eskiden konuştuğu kişiye çok
yaklaşır, adeta burnunun içine girerdi, şimdi nizami bir mesafe koyuyordu. Şimdi de
sigara içiyordu ama eskiden olduğu gibi sigara dumanı üstüne yapışmıyor ve bir sigara
bulutu şeklinde dolaşmıyordu. Eskiden futboldan anlamadığı halde maç izlerken anlamsız
yorumlar yapardı, şimdi bilip bilmeden her konuya atlamıyordu...) eleştiren Satılmış
Efendi mümin dayıoğlundan çok daha iyi bir rol modeli olan ateist dayıoğluyla tam da
hacı olmak üzereyken tanışmış ve tüm hayatı alt üst olmuştu...
Nereden girmişti kafama bu uydurma dayıoğlu! Bundan elle tutulur bir hikâye çıkar
mıydı? Hayır! Çıkmamalıydı. Yürümeli, aritmetiğe daha fazla ihanet etmemeli, metroya
yetişmeli ve işe varmalıydım. Derken sokağın biraz ilerisindeki manavın belindeki
kocaman para kesesi her zamankinden daha fazla ilgimi çekti. Bozuk paraları, deste
deste kâğıt paraları ve küçük kâğıt paraları ne kadar hızlı bir şekilde doğru keselere
dağıtıyordu öyle... Çok büyük bir manav dükkânıydı bizim sokaktaki, daha büyüğünü
görmemiştim ve ilginçtir ki, orada ondan başka çalışan kimse yok gibiydi. Arada bir
evlere servis götürmeleri için sokaktan çocukları çağırması dışında koca manava sadece o
bakıyordu. Bunun altından kalkıyordu da. En büyük becerisi müşterilerden gelen tam
paraları çok çabuk bozabilmesiydi. Göbeğinden sarkan para keselerini virtüöz bir jonglör
gibi kullandığı için vakitten kazanıyordu ve müşterilerin isteğini fazladan bir elemana
ihtiyaç duymadan karşılayabiliyordu. İşin aslı şuydu ki; Muhammet abi en büyük meslek
sırrını para keselerinin arkasında sakladığı üçüncü eline borçluydu. Üçüncü elini
karısından bile saklamayı başarmıştı bugüne kadar. Para keselerini evdeyken bile
saplantılı bir adam gibi takması ve sevişirken elektrikleri kapatması sırrını saklamak için
yeterli olmuştu. Üç elli manavın hikâyesi böyleydi.
Peki, ya kasaba ne demeliydi, etlerinin meşhur olmasını vakti zamanında Kütahya’daki
köylerinde yakaladığı dünyadışı sürüngenin dışkısından elde ettiği sosa borçlu olan, uzaylı
dışkısının kekik ile domates arası çok güzel bir tatta olduğunu fark ettiğinden beri
mahlûkatı kafese kapatan, onu favori yemeği parlak kuşe kâğıtla besleyerek hayatta
tutan ama her türlü acıklı ifadeyi sergilese de, “Yapma Hamdi, işlerinin bozulmasını mı
istiyorsun” diyen karısı yüzünden onu özgür bırakamayan kasap Hamdi’ye ne demeliydi...
Bir şey dememeliydi! Kimseye bakmamalıydım, bakarsam onlar hakkında hikâyeler
uydurmaya başlıyordu zihnim. Caddeye kadar kimseye ve hiçbir dükkâna bakmadan,
sadece önüme bakarak yürümeyi başardım. Ama karşıdan karşıya geçmem gerekiyordu.
Lanet olsun, o sırada caddenin karşı çaprazındaki şemsiyeciyi gördüm. Bir insanın
özellikle yağmurlu havalarda şemsiye satmasını anlarım ama o adam yaz kış hep o
noktada şemsiye satıyordu. Bu anlamsız değil miydi? Şemsiyeci Turgut’tu o; tüm
dinlerdeki yağmur dualarını pratik etmiş, her gece Kızılderili kabilelerinden Şaman’lara
kadar tarih boyunca uygulanmış ritüelleri tek göz evinde şaşılası bir sadakatle ve
beceriyle uygulamış amatör bir yağmur duacısıydı. Belki de son zamanlarda artan
yağışların, özellikle de kısa süren, şemsiye sattıran ama sonra devamı gelmeyen
yağışların sorumlusu oydu. O, yağmur yağdıran şemsiyeci Turgut’tu.
Hayır, tabii ki değildi! Yine hayalgücüm saçmalamaya başlamıştı. Caddeyi geçtikten
sonra metroya kadar önüme bakarak, adeta görüş açısı iki taraftan kapatılmış bir fayton
atı gibi yürüdüm. Dolmuş durakları, solcu gazete binası ve yeni açılan alışveriş merkezini
görmeden geçtim, görseydim onlar da mutlaka zihnime yeni bir hikâye eklerlerdi. Fakat
metronun gişesine yöneldiğimde yine çalışmaya başladı hayalgücünün çarkları. Bu saatte
metroda pek kimse olmazdı, o yüzden gişe memuru bir camın arkasında, önündeki bozuk
para kuleleriyle baş başa otururdu. Vakit geçirmek için kendi kendine bir eliyle kale
kurmuş, diğer eliyle üç bozuk parayı lisede yaptığı gibi oynatan, bu konuda
ustalaştığından önümüzdeki hafta Berlin’deki bozuk para olimpiyatlarına milli sporcu
olarak gidecek olan gişe memuru Salih Usta’ya bakıp hayatın renksiz olduğunu
söyleyebilir miydik? Hayatın böyle bir tarafı olabileceği ihtimalini düşünüp yine de
şikâyetçi olabilir miydik?
O theremin solosu beni yine absürt hayaller denizine atmış, bir can simidi fırlatmayı da
ihmal etmişti. Bir MTV şarkısına dönüşmüş hayatımın içine deneysel sololar girip çıkar
olmuştu...

Aksiyonu seven adam


9 Nisan 2009
Dün saçmalamanın eşiğinden döndükten sonra Green Carnation ile uyanmayı kendime
yasakladım. Onun yerine daha salakça bir şey yaptım ve Galactic Cowboys ile gözlerimi
açtım. Sabah horozu misali “Space In Your Face” isimli şarkıları, adı gibi yüzümde uzayı
patlatmıştı resmen. Dün olduğu gibi hareketlerim hızlandı, hamlelerimin sıralaması
değişti; önce tuvalete gittim mesela, rahatça işedim, takım elbisemi giyip kravatımı
taktıktan sonra dişlerimi fırçaladım, ağzımı çalkaladıktan sonra kravatım lavaboya
sürtünüp sabun ve diş macunu lekelerine maruz kaldı. Umursamadım. Tıpkı dün olduğu
gibi tam dairemden ayrılırken albümün altıncı şarkısı “Blind” çalıyordu ve ben o bitmeden
kapıyı açıp apartman dairesini terk edemedim.
Hatta bu defa içgüdülerime daha fazla kapılıp albümün geri kalanını yolda dinlemek için
çalışma odamda kulaklık aramaya başladım. Masamın çekmecelerine, öteberiyi
sakladığım ayakkabı kutularına, eski çantalarımın ön gözlerine baktım, bulamadım.
Son çare olarak babamın sandığı ve sandıktaki o eski kocaman kulaklık aklıma geldi.
Sandığı açtım. Üstündeki tozları ıslak bezle silip taktım kafama. Bu bir mucizeydi; kulaklık
çalışıyordu! Aynaya baktım, çok komik görünüyordum. Takım elbiseli bir işadamı ama
kulağında babasından kalma, dış derileri yırtılmış, plastikleri aşınmış, demirleri paslanmış
kocaman bir kulaklık var. Takım elbiseli bir astronot gibiydim ve Galactic Cowboys
dinliyordum!
Hoşuma gitmişti.
“You Make Me Smile” şarkısı, apartman merdivenlerinden inerken kocaman bir
gülümseme yapıştırmıştı yüzüme, öyle ki merdivenlerde karşılaştığım komşuma –kutsal
aritmetiği bozma pahasına!– güler yüzle “Günaydın” demiştim. “Circles in the Fields”, yol
üzerindeki inşaatta gördüğüm ne idüğü belirsiz dev demir çemberlerin alternatif
evrenlere uzanan bir portal olduğunu düşlememe, “About Mrs. Leslie” çalarken sahibinin
gezdirdiği bir köpeğin Bayan Leslie diye bir kadının reenkarnasyonu olduğunu ve kıt akılla
hapsolduğu bu köpek vücudunun içinde bu gerçeği unutmamak için aklından sürekli
“Aynaya, cama, yerdeki su birikintisine baktığımda siyah beyaz bir köpek görebilirim ama
ben Bayan Leslie’ydim, ben bayan Leslie’ydim, ben kahrolası bayan Leslie’ydim” diye
tekrarladığını duymama yol açmıştı. O yüzden şapşal bir ifadeyle bakıyordu etrafına, ne
de olsa tüm varoluşunu o cümleyi unutmamaya bağlamıştı köpek Leslie. “Kaptain Krude”
başladığında ise oğlunu bebek arabasında gezdiren bir baba gördüm, yoldan geçen
insanlar arabanın içine kafalarını sokarak çocuğun ne kadar şirin olduğunu vurgulayan
kelimeler sarf ediyorlar, çocukla çocuk oluyorlardı. Büyüklerin yüzlerinden bir hayranlık,
saf bir mutluluk okunuyordu. Başkasınınkini ya da kendi çocuğunu severken salaklaşmak
en popüler yetişkin uğraşısı, tüm bayramları seyranları sıkıcı bir vakit kaybı olmaktan
çıkaran hayati bir oyun değil miydi? Kendi varoluşları bir işe yaramadığından yeni bir
varoluş yaratmışlar, kendi varlıklarını taptaze varlığı kendilerine benzetmeye adayarak
“anlam”landırıyorlardı. İşte bu yüzden nüfus kontrolünün katı bir biçimde uygulandığı
uzak bir gelecekte insanlar, her şeyden mahrum kalabilirlerdi ama çocuk sevmekten
vazgeçemezlerdi. “Büyümeyen çocuk” fikri o zaman ortaya atılmış, birkaç yıl sonra
uygulamaya sokulmuştu. Her beş yılda, bir yaş büyüyen çocuklar... Kendileri farkına
varmadan önce, tahminen beş altı yaşlarında büyümeleri tamamen durduruluyordu, tıpkı
büyümeyen süs tavşanları gibi... Hikâye bu uygulamanın yirminci yılında başlar.
Büyümeyen çocuklardan bir tanesi –adı Krude- bu gerçeğin farkına varır, ailesinden ve
tüm dünyadan intikam almak için sistemi yok etmeye karar verir. Diğer çocukları yavaş
yavaş safına katar Kaptan Krude.
Bundan Asimovvari bir bilimkurgu hikâyesi çıkabilirdi. Varoluşçu temalarla
zenginleştirebilirdim, her insanın kendinin farkına varma ânı iyi bir hikâye için başlı
başına büyük bir kaynak zaten. Yetişkinler o anı engellemeye çalışsalar da bu çocuk bir
şekilde aydınlanma yaşar. O farkındalık anından sonra çocuğun psikolojisi ve yetişkinlere
karşı intikam planı yapması, diğer çocukları organize etmesi, onları çaktırmadan
yetiştirmesi... Sonra da çocukların yetişkinlere savaş açmaları!..
Aslında dışarıdan bakıldığında hayatımda bir değişiklik yoktu. Aynı saatte kalkıp, aynı
yollarda aynı kıyafetlerle yürüyordum. Ama zihnimde bir hayaller geçidi dönüp duruyordu.
Ha bir de, kafamdaki dev siyah eski kulaklıklar vardı, insanların tuhaf bakışlarına hedef
olmama yol açan... Geri kalan her şey aynıydı.
Hayallerin geçit töreni bitmek bilmiyordu, ofise varana dek en ufak, en sıradan şeyden
bambaşka bir hikâye doğuyordu. Bundan bir hafta önce aklıma gelen fikirleri kaleme
alarak hayalgücümü bir nebze kontrol edebiliyordum, şimdi ise her şey çığrından çıkmıştı.
Ofiste de bu beyin fırtınası süratini kesmeyip karşıma çıkan her rakamı (ki bir hikâye için
hiç ilham verici olmasalar da) bir başka hikâye fikrine dönüştürünce kafayı üşütecek gibi
oldum. Bu böyle devam edemezdi. Babamın kalemini uzaklaştırmak işe yaramamıştı, her
şey daha da kötüye gitmişti. Kalem hayalgücümü kontrol etmemi sağlıyordu, bir katalizör
gibi hayallerle gerçekleri birbirinden ayırmama yardımcı oluyordu. O olmayınca
kafamdaki tüm hayaller serbest kalmış, zihnime dağılmış, orayı darmaduman etmişlerdi.
Kaleme geri dönmeye niyetim yoktu ama hayalleri disipline etmenin bir yolunu
bulmalıydım.
Laptop’taki excel dosyasını hemen kapattım. Bir word dosyası açtım. Aklıma gelen ilk
hikâyeyi word’de yazacaktım. Daha önce olduğu gibi bu egzersizin en azından bir yirmi
dört saat beni hayallerden uzaklaştıracağını umut ediyordum. Yaklaşık on dakika boş
word sayfasıyla bakıştık durduk. Ne ben ne de o ilk açılış konuşmasını yapamadı. Bir
hışımla ekranını kapattığım laptop’u kenara ittirdim. Çekmeceden bir kâğıt aldım ve
kalemliğimdeki kurşunkalemle yazmaya başladım.
Yetişkinlerin çocuk sevme adetini canlı tutmak için sonsuza dek çocuk kalmaya mecbur
bırakılan çocukları anlatmaya karar verdim. Önce başlık geldi; “Veletler”. İlk cümle
gelmek bilmedi. O geldikten sonra devamı su gibi aktı. Daha doğrusu öyle sanmıştım.
Meğer su iki saatte akmış! Hepi topu iki paragraf! Daha önce sayfalarca süren hikâyeleri
birkaç saatte yazan bana ne olmuştu böyle? Bu hızla devam edersem hikâyeyi
bitiremeyecektim. Bitiremeyince sonsuza ıraksayan hayaller akınına geçit vermiş
olacaktım. Sonra da kendimi Bakırköy Ruh Hastalıkları ve Tedavi Merkezi’nde bulurdum
herhalde...
O anda artık bunu kabul etmem gerektiğini fark ettim: Ne kadar onsuz yaşayabildiğimi,
hatta öyle çok daha mutlu olduğumu düşünsem de bu doğru değildi. Onsuz
yaşayabiliyordum, belki de daha mutlu yaşıyordum ama bir şeyler eksikti. Üçüncü gözünü
kaybetmiş bir yaratık gibiydim, onsuz yaşayabilirdim, mutlu da olabilirdim ama o üçüncü
gözün görüşüme kattığı boyut olmadan eksiktim.
Patronu arayıp bankada çok acil bir işim olduğunu söyledim. Yirmi dakika sonra 1.
Levent’teki bankadaydım. Kasa dairesine indim ve özel kasamı açıp babamın kalemine
şöyle bir baktım. Eski sevgilisinden kopamayan bir liseli gibiydim. Onu elime alıp hasret
giderdim. Banka görevlisi beni kalemle bakışırken yakalayınca maçoların eşcinsellere
bakması gibi bir bakış fırlattı. Ne var kardeşim, kalemimle aşk yaşayamaz mıyım?!
Hemen kutusuna koydum sevgilimi ve cebime attım.
Bankadan çıkarken eski sevgilisiyle barışan ve üçüncü gözünü başarılı bir ameliyatla
açtıran bir yaratık gibi hissediyordum. O anda zihnimden geçen bu üçüncü göz
metaforunun, metafor olmaktan çıkıp gerçeklik kazanması ise bankanın döner kapısından
geçtiğim ana denk geldi. Döner kapıda boş bir dilimin içine girmiş, dışarıya çıkmaya
hazırlanıyordum ki, önce sağ tarafta, metro girişinin orada Alien kasklı bisikletli çocuğu,
kapı turuna otuz derece daha devam ettikten sonra trafik ışıklarındaki boğazlı kazak
giyen elemanı, döner kapıdan ayrılıp sokağa karışmak üzereyken ise takım elbiseli Ajan’ı
fark ettim. Bir anda anladım ki kalemin bankaya girmesini özellikle engellememişlerdi
çünkü kalemi geri alacağımı biliyorlardı. O yüzden kapıda nöbet tutmuşlardı. Şimdi esas
hamlelerini yapacaklar ve kalemi benden çalacaklardı! Bunu anlar anlamaz döner
kapıdan çıkmam gerekirken döner kapının 360 derecelik turuna eşlik etmeye karar
verdim ve tekrar bankanın içine doğru yöneldim. Döner kapı 200 derecelik turunu
tamamlarken soldaki otobüs durağının orada güneş gözlüklü Albino’yu da görünce bu
dönüşümle doğru yaptığımı anladım. Tuhaf bir şekilde bankaya geri dönünce bozuntuya
vermeden sıra fişi aldım ve dışarıdaki düşmanlarımı gözlemeye başladım.
Bir hafta önce beni takip ettiklerine dair bir paranoya geliştirdiğim dört kişi hemen
hemen aynı yerlerde konuşlanmıştı. Bisikletçi’nin klasikleşmiş mola yeri metro girişi,
boğazlı kazak giyen elemanın görev yeri trafik ışıkları, takım elbiseli Ajan’ın istasyonu
simit tezgâhının yanı, güneş gözlüklü Albino’nun mıntıkası ise otobüs durağıydı. Özellikle
o noktalarda durmalarının herhangi bir anlamı yoktu, ne Bisikletçi değnekçi gibi
görünüyordu, ne de takım elbiseli Ajan simitçi gibi! Bu dört tuhaf tipin tam ben bankaya
girerken yine aynı yerlerde konuşlanmış olmalarının tek bir açıklaması olabilirdi; beni
bekliyorlardı!
Ben de bankadayken onları bekledim, fiş sıram gelse bile etrafıma bakınarak birkaç
kere sıramı kaçırdım ve zaman geçtikçe bu dörtlünün uzaklaşıp dağılıp dağılmadıklarını
kontrol ettim. Hayır dağılmadılar. Bir şeylerle uğraşıyor gibi yapsalar da hiçbir şey
yapmıyorlardı. Albino kıpırdamıyordu bile, hatta onu kör zanneden birkaç genç karşıdan
karşıya geçeceğini sanarak ona yardım etmek için koluna girdiler ama Albino dudaklarını
kımıldatarak bir şeyler söyleyince gençler uzaklaştı.
Bankadaki varlığım uzadıkça güvenlik görevlisinin bakışları beni izler oldu. Dışarı
çıkmaya karar verdim. Hemen bir taksi çağırıp izimi kaybettirebilirdim ama emin olmak
istiyordum, gerçekten beni mi takip ediyorlardı yoksa her şey aptalca bir tesadüften mi
ibaretti...
Eski HSBC binasının yanından kıvrılıp 1. Levent’in içine doğru hızla yürümeye başladım.
Oradan Etiler Sineması’na çıkan tarafa rotamı çevirdim. Sinemanın önüne gelip, “Acaba
hangi filmler varmış” edasıyla afişleri seyre dalar gibi yaptım. Oysa yandaki çiçekçi
dükkânının camından otobüs durağında duraklayan Bisikletçi’yi ve trafik ışıklarında
bekliyor gibi yapan takım elbiseli Ajan’ı kesiyordum. Balıkçı Yaka ile Albino buralarda bir
yerlerde olmalıydı. Hemen pasaja girdim, gişeden rastgele bir filme bilet aldım.
Peşimden pasaja girmemişlerdi ama bir yerlerden beni görüş sahasında tutmaları
gerekirdi. Sinema salonuna girdim, öğle matinesi olduğu için salonda benden başka
sadece beş kişi vardı ve hiçbiri takipçilerim değildi. Filmin onuncu dakikasında
çaktırmadan “Çıkış” tabelasının gösterdiği kapıdan çıktım. Sinema çıkış kapıları genelde
pasajın kuytu koridorlarından sokağın hiç tahmin edemeyeceğiniz bir tarafına çıkarırdı
insanı. Bu da o filmin kaçış hissiyatıyla birlikte insanı sersemletirdi. Sinema çıkış
kapılarının bu şaşırtıcı etkisini takipçilerimi atlatmak için kullandım. Hangi yola çıktığımı
anlamadan ilk gördüğüm taksiye atladım.
Arka camdan baktığımda hiçbirini göremiyordum. Planımla gurur duydum, arkama
yaslanıp taksiciye “Taksim, meydan” dedim.
Birkaç dakika sonra Mecidiyeköy’de kırmızı ışıkta durduk. Tam o esnada sağ dış aynaya
baktım ve birkaç metre gerimizde duran Alien kasklı takipçimi gördüm. Peşimde değilmiş
gibi, bana bakmıyordu. Yeşil ışık yanınca bisikletli olmasının avantajıyla arabaların
arasından vızır vızır ilerlemeye devam etti. Belli etmese de beni takip ediyordu. Biraz
sonra Mecidiyeköy meydanından geçerken metro girişinde takım elbiseli ajanı gördüm.
Metroya doğru yürüyordu, o anda fark ettim ki baştan aşağı ajan görünümlü bu gencin
ayağında spor ayakkabı vardı. Hem de o eski koca dilli cırt cırt ayakkabılardan! Bu onun
bir ajan olma olasılığını düşürse de, tuhaflık dozunu artıran bir gerçekti. Mecidiyeköy
Emniyet Müdürlüğü’nün önünde ise Albino güneş gözlüklerinin arkasına sakladığı gözleri
ile yine saçma bir yere (börekçiye) odaklanmış, heykel gibi duruyordu.
Beni nasıl takip edebildiklerini anlayamamıştım.
Sanki nereye gideceğimi biliyor gibiydiler. Ofisten çıktığımda kimse beni takip
etmiyordu, bankaya gideceğimi biliyorlardı. Sonra da ofise döneceğimi, dönmem
gerektiğini biliyorlardı. Düşündüm de; hayatı ev ile iş arasında geçen birini takip etmek
çocuk oyuncağıydı!
Kuvvetli delillere sahip teorime rağmen rotamı değiştiremedim, işlerimi tamamlamak
üzere ofise gitmem gerekiyordu. Bizim binaya girerken son bir kez arkama baktım.
Elbette oradaydılar. Bisikletçi karşı caddedeki otelin orada, Ajan trafik ışıklarının önünde,
Balıkçı Yaka gazete bayisinin yanında, Albino ise meydandaki heykelin önünde heykel
gibi duruyordu.
Ofise varır varmaz Tolga’nın yanına gittim. Önce bizi dinleyen birileri var mı diye etrafı
kolaçan ettim. Sonra kısık sesle; “Tolga, beni takip ediyorlar” dedim.
Tolga güldü önce, sonra ciddi olduğumu görünce “Kim?” diye sordu.
“Tanımıyorum. Bisikletli bir çocuk. Çocuk dediğime bakma, genç bir delikanlı, yüzü çilli,
kafasında Alien’a benzer kaskı var.”
Tolga gülümsedi.
“Dur dahası var. Takım elbiseli biri daha var. Sürekli kulaklık var kulağında, arada bir
dudakları oynuyor, biriyle haberleşiyormuş gibi... Kesin ajan bence.”
Tolga’nın alaycı bakışları kaybolmamıştı.
“En kötüsü de Albino. Güneş gözlüklü. Gözlüğü dev gibi, yüzünün yarısını kapatıyor
neredeyse. Çok garip bir tip, heykel gibi duruyor ve sürekli saçma sapan yerlere
odaklanmış bir şekilde kımıldamadan dikiliyor sokağın ortasında.”
“E belki kördür” dedi.
“Hayır, değil. Değneği yok. Bir de bu havada balıkçı yaka kazak giyen tıknaz bir herif
var. Patlak gözlü.”
Tolga’nın alaycı bakışları azalacağına çoğalmıştı.
“Kafan mı güzel senin?” diye soracağını tahmin ettim, sordu da!
“Tolga ben ciddiyim. Daha önce de gördüm bu tipleri, ne zaman bankaya gitsem
peşime düşüyorlar. Belki de sürekli izliyorlar beni...”
“Rakipler seni izletiyordur diyeceğim de neden izlesinler ki?”
Bu sorunun yanıtını düşündüm. Takipçilerimi bir arada sadece iki defa görmüştüm.
İlkinde kalemi bankaya bırakıyordum, ikincisinde ise onu oradan alıyordum. Kalemden
Tolga’ya bahsedemezdim.
“Bilmiyorum Tolga, çok garip” dedim.
“Hayranlarındır belki.”
Kahkahayı bastı. Bense yapay bir gülüşle diyalogu sonlandırdım.
Her şey apaçık ortadaydı: Kalemin peşindeydiler! Onun gücünün farkındaydılar ve onu
elde etmeye çalışıyorlardı. Kim bilir ne amaçla kullanacaklardı babamın kalemini...
Pencereden baktım, dördü de yerlerini almış, büyük bir sabırla bekliyorlardı. Aslı’yı arayıp
buluşmamızı iptal ettim, onu bu işe karıştırıp tehlikeye atmak erkekliğe yakışmazdı.
Ofisteki işlerimi yarım yamalak bitirip binadan çıktım. Eve gitmeyip onları şaşırtmak
istiyordum. İstiklal Caddesi’nden Tünel’e doğru yürümeye başladım. Şaşırmış
görünüyorlardı, peşimden geldiler. Hep başka bir şeyle ilgileniyormuş gibi yapıyorlardı.
Kendilerini kamufle etme konusunda oldukça becerikliydiler, iyi eğitim aldıkları belliydi.
Bisikletçi bir anda broşür dağıtıcısı oldu mesela, cadde boyunca beni takip ederken
insanlara broşür dağıttı. Takım elbiseli genç ne zaman dönsem vitrinlerle ilgileniyor ve
tıpkı ajanlar gibi arada bir elini kulaklığına götürüp –daha iyi duymak için olsa gerek–
aleti kulağına bastırıyordu. Kim bilir nasıl talimatlar alıyordu? Beni en uyuz eden tabii ki,
Albino’ydu, ne zaman onu yakalasam bir yere yaslanmış, saçma bir yere odaklanmış,
kazık gibi duruyordu.
Odakule’ye geldiğimde planımın en akıllıca hamlesini gerçekleştirdim, o ana kadarki
yürüme hızımı tamamen İstiklal Caddesi’ni baştan sona kat eden tramvaya göre
ayarlamıştım, ben tam Odakule’ye geldiğimde tramvay da oradan geçiyor olacak ve ben
de atlayacaktım ona. Zamanlama benden sorulur! Başardım, tam zamanında
Odakule’deydim, atladım tramvaya. Böylece Albino’yu, boğazlı kazağı ve takım elbiseliyi
ekarte etmeyi başardım. Bisikletçi’nin hâlâ şansı vardı, tramvay bir insan için hızlıydı ama
bir bisikletli için hızlı sayılmazdı. Onun da hakkından Tünel’de gelecektim.
Tünel’de indim tramvaydan. Gitar dükkânlarının vitrinlerine bakar gibi yaptım. Aslında
vitrin camlarından Tünel ile Karaköy arasında yolcu taşıyan treni dikizliyordum. Bir
yandan da saatimle saniye bazında hesap yapıyordum. Eskiden Karaköy tarafında
oturduğum için Karaköy’den kalkan trenin 2 dakika 50 saniye içinde Tünel’e vardığını, bir
dakika bekledikten sonra kalktığını biliyordum. Tünel’den kalkışından bu yana 5 dakika
geçmişti, 1 dakika sonra tren Tünel’e geri dönmüş olacak, 1 dakika içinde de kalkacaktı.
Bisikletçi beni izlemiyor gibi yaparak Kafe Pi’nin orada dolanıyordu. Hesabımı gözden
geçirdim ve tam zamanında gitar dükkânlarının arasındaki sokaktan kafeleriyle meşhur
ara sokağa girdim. Bu sokakta kafelerin önünde masalar olduğu için yürümek bir anda
zorlaşırdı. Bisikletli birinin oradan geçmesi oldukça güç olacaktı. O sokaktan daha elit
kafeleriyle tanınan, çiçekli ortamıyla da bilinen yüksek demir kapılı pasaja girip, oradan
Tünel’e koşup trene atlayacaktım.
Bunu da başardım ve trenin tam kapıları kapanırken içeri daldım. Bisikletçi önce
kafelerin dışarıya açtığı masaların arasından geçerken zorlandı, sonra da çiçekli pasajın
merdivenlerinden inip çıkarken... En son trenin camından bakarken gördüğümde
bisikletini eline almış, canhıraş bir şekilde Tünel’deki durağa doğru koşuyordu.
Gömleğimin iki yakasını Cantona gibi havaya diktim, üstüme çeki düzen verdim,
karanlıkta ilerleyen trenin camındaki yansımama baktım. Kötü adamları atlatmış, mutlu
ve gururlu bir aksiyon kahramanının ifadesi vardı yüzümde.
Bu ifade Karaköy’de inince yerini anlık bir hayal kırıklığına bıraktı. Balıkçı Yaka ve takım
elbise beni Karaköy’de bekliyorlardı. Sanki bir sonraki adımımı önceden biliyor gibiydiler,
bu sinir bozucu bir şeydi, bu kadar mı tahmin edilebilir biriydim... Kendime lanet ederek
hırslandım, onları atlatacaktım, bunu yapabilirdim.
Galata Köprüsü’nü koşarak kat ettim, koşarken köprüde balık tutanlardan birinin oltası
ceketime takılmasa arayı epey açabilirdim. Eminönü Camii’nin oradan Sirkeci’nin içine
girdim. Doğu Bank’ın kalabalığından faydalanarak izimi kaybettirebilirim diye düşünerek,
Doğu Bank’ın ana giriş kapısından girip, dördüncü katına çıkıp, sonra da birinci kattaki
arka kapıdan Sirkeci tramvay durağına koşar adım yürüdüm. Jeton alıp tramvayı
beklemeye başladım. Daltonlar etrafta gözükmüyordu. Tramvaya en öndeki kapıdan
girdim. Bir süre sonra Balıkçı Yaka ve takım elbiselinin üç vagon arkada olduklarını
gördüm. Belki de beni takip etmemişler, tahmin ederek Karaköy’den tramvaya
binmişlerdi, bu muamma son zamanlarda yaşadıklarım arasında en önemsizlerden biri
olduğu için çok fazla kafa yormadım. Tek gerçek vardı ki, izimi kaybettirememiştim ve şu
an aramızda sadece üç vagon mesafe vardı ve her geçen saniye bu mesafe daha da
daralıyordu.
Tramvay tıka basa doluydu, o yüzden çok yavaş ilerliyorlardı. Aramızdaki mesafe iki
vagon olduğunda, onlar tam iki vagonun arasındaki ölü bölgedeyken, yakınında
durduğum kapının önündeki insan yığınını pogo darbeleriyle yararak kapanmakta olan
kapıların arasından son anda çıktım. Beyazıt durağında inmiştim, takım elbise ve Balıkçı
Yaka’dan kurtulmuştum, Bisikletçi de ortalıkta görünmüyordu. İstanbul Üniversitesi’nin
yanındaki sokaktan aşağı indim, İletişim Fakültesi’nin oradan Unkapanı’na doğru
yürümeye başladım. Etrafta kimse yoktu, nihayet nefes alabilecek, olan biteni sağlıklı bir
şekilde düşünebilecek rahatlığa sahiptim.
Çok net bir sonuca vardım; tüm bu koşturmacaya, aksiyona rağmen peşimdekilerden
korkmuyordum. Balıkçı yaka, takım elbise, beyaz saç ve bir dağ bisikleti. Bunlardan mı
korkacaktım bu yaşımdan sonra? Tehditkâr bir davranışları olmamıştı, sadece takip
ediyorlardı. Silaha dair en ufak bir işarette, şiddete başvurabileceklerine dair en muğlak
bir imada bulunmamışlardı. Peki neden kaçıyordum onlardan? Kaçabileceğimi göstermek
için! Resmen beni “macerayı seven adam”a dönüştürmüşlerdi. İşin güzel tarafı bu
kimliğin üstesinden gelmiş, izimi kaybettirmiştim. Yorulmuştum ama adrenalinle karışık
endorfin salgılıyordu vücudum. Orgazma yakın bir duygu benliğimi sarmıştı.
Derken karşı yolda bana doğru yaklaşmakta olan Bisikletçi’yi gördüm. Macera
bitmemişti!
Unkapanı’na yaklaşmıştım ama ani bir geri dönüşle Saraçhane durağına doğru koşmaya
başladım. Saraçhane durağı köprünün altında, izimi yeniden kaybettirebileceğim lojistik
karmaşıklığa ve kalabalığa sahip bir mekândı.
Köprünün merdivenlerinden inerken bu adamlardan tamamen kurtulsam ne olur diye
düşündüm. Diyelim öyle bir hareket yaptım ki, dört kuyruğumdan da kurtuldum. Ev
adresimi biliyorlardır, eve gitmek olmaz; e hadi gidip bir otelde konakladım. Peki ya
sonra? Bu gece nasıl uyuyacaktım? Bu dört adamın kim olduğunu, neden babamın
kaleminin peşinde olduklarını ve kalemin gizemini merak etmiyor muydum? Bu
adamlardan kaçtığım gibi sonsuza kadar bu sorulardan kaçamazdım ya.
Kararımı verdim. Kaçmayacaktım! Kendimi onlara bırakacak ve kim olduklarını
öğrenecektim!
Saraçhane durağı bu zoraki buluşma için iyi bir noktaydı, kalabalıktı ve bisiklet,
motosiklet ve bebek arabası satan dükkânlarıyla meşhurdu bu köprü altı. Durakta
beklemeye başladım. Bisikletçi tahmin ettiğim üzere alt yoldan geldi, Taksim’e doğru
akan trafiğin tersinden bana doğru bakıyordu. O sırada bir belediye otobüsü duraktakileri
toplamaya başladı. Otobüs, Bisikletçi’yle arama girmişti. Otobüs kalktığında Bisikletçi’yi
selesinin üzerinde oturmuş, duvara yaslanmış bir şekilde gördüm. Bisiklet dükkânlarını
seyrediyor gibiydi. Ne yani? Beni yakalamayacak mıydı? Durakta bir süre otobüs bekler
gibi yapıp, Bisikletçi’ye bakındım, gelmedi. Orada öylece duruyordu.
Yaklaşık altı tane Taksim otobüsü, üç tane Beşiktaş otobüsü geçtikten sonra macerayı
bir sonraki boyuta taşımaya karar verdim.
En yakındaki bisiklet dükkânına girdim. Kredi kartımı çıkardım. “Bir dağ bisikleti
istiyorum. Hızlı, rahat ve sağlam olsun yeter.” Sonra da E.T. aklıma geldi ve “Önünde
ufak sepeti olsun” diye ekledim. Kasaya yakın duran lacivert bisikleti gösterdi, önünde
sepeti olan tek dağ bisikleti oydu. 12 vitesliydi.
“Paketleyeyim mi?” dedi dükkân sahibi.
“Hayır, yolda yiyeceğim, pardon eve bununla gideceğim” dedim. Benim gibi şık giyimli,
işadamı olduğu her halinden ve kravatından belli bir tipten duymaya alıştığı bir yanıt
olmasa gerekti. Şaşkınlık ifadesi yüzünü kapladı.
Fakat az sonra esas şaşkınlık ifadesini Bisikletçi’nin yüzünde görecektim. Benim bir
bisikletle dükkândan çıkışımı, bisikleti yola indirir indirmez bir ata atlayan kovboy misali
selesine atlamamı ve var gücümle ona doğru pedala asılmamı hayretler içerisinde izledi.
Birkaç metre katettiğimde ancak kıçını selesine oturtabilmiş ve pedalları çevirmeye
başlayabilmişti.
Belki de on yıldır ilk defa bisiklete biniyordum, bunun da verdiği çocuksu bir gazla deli
gibi sürüyordum. Yıllardır bisiklet sporuyla ilgilenen gencin şaşırdığı her halinden belliydi,
korkusundan yalpalıyor, yol kenarındaki çöp kutularına çarpıyor, yampiri gittiğinden dizini
yanlışlıkla park etmiş arabalara sürtüp, arabaların alarmlarının cıyak cıyak ötmesine
sebep oluyordu. Tam Unkapanı’nın orada Unkapanı Müzik Çarşısı’na kırdı gidonunu.
Unkapanı’nın sarmal yapısından yararlanarak benden kurtulabileceğini sanıyor ama
yanılıyordu. Çarşı içinde birkaç daire çevirdikten ve CD taşıyan birkaç adamın CD’lerini
düşürdükten sonra çarşıdan birlikte çıktık.
Eminönü’ne kıvrıldı daha sonra. Kalabalık sayesinde birkaç kere aramızdaki mesafeyi
açmayı başardı ama ben de hiç fena değildim. Bacaklarım ağrımaya başlamıştı ama pes
etmeye hiç niyetim yoktu. Vapur iskelelerinin olduğu bölgeye kaçtı. Kalabalık iyice
zorlamaya başlamıştı beni. Bir vatandaşın balık ekmeğini havaya uçurdum, balık
bisikletimin sepetine, yarım ekmek bir kadının çantasına, soğanlar ise bir bebek
arabasına düştü. Bir diğer vatandaşın turşu suyunu döktüm. Üstelik döküldüğü yer
pantolonumdu. Keskin bir turşu suyu ve soğan kokusuyla birlikte Bisikletçi’yi yakalamak
için pedallara son kuvvetle asıldım. Bisikleti kullandıkça deneyimim artıyor, reflekslerim
keskinleşiyordu, insanlar arasında slalom yapmakta ustalaşıyordum. Aramızdaki mesafeyi
iyice daralttım. Onu yakalamam an meselesiydi.
Derken pedala fazla asılmış olmalıydım ki bisikletin zinciri çıktı! Çocukken de hep böyle
olurdu, tam biriyle kritik bir yarıştayken zincirim ya kopar ya da çıkardı. Sonra tak
takabilirsen! Bisikletçi’nin yüzünde alaycı bir gülümseme gördüm. Beşiktaş İskelesi’nin
önündeydi. Koşsam yetişebilir miydim acaba, diye düşünürken Kadıköy İskelesi’nin orada
takım elbiseliyi gördüm. Adalar İskelesi’nde ise boğazlı kazağı. Albino da köprünün
üzerinde nereye baktığı belli olmayan bir pozisyonda sabit duruyordu. Yeni aldığım ve bir
milyara yakın para döktüğüm dağ bisikletimi orada bırakıp bisikletsiz olanlardan bir
tanesinin peşinden koşabilir, büyük olasılıkla da yakalardım. Fakat gıcır gıcır dağ
bisikletimi Eminönü’ndeki yankesicilere yar etme fikri de pek hoşuma gitmiyordu. Boğazlı
kazağın peşine düştüm ama elimde bisikletle bu çok zor oluyordu. O da turnikeden geçti
ve o sırada kalkmakta olan vapura atladı.
Aksiyon sona ermişti. Şimdilik!
Eve gelip duş aldım. Duş alırken kendimi Bruce Willis gibi hissettim. Normalde duş
ahizesini hiç tepedeki zamazingoya takmam, hep elimde tutarım. Bu defa oraya taktım
ve Bruce gibi suyu yüzüme hedefledim, ellerimle saçlarımı arkaya doğru tarama suretiyle
kendime geldim. Seks yapmamıştım ama kendimi çok seksi hissediyordum.
Duş kabininden çıktım, bornoz giymek yerine belime bir havlu bağladım, saatlerce
süren koşturma ve maceranın haleti ruhiyeme kattığı karizma banyo aynasına
yansıyordu. Şöyle bir baştan aşağı süzdüm kendimi. Buğulanmış aynada bir hayalet gibi
görünüyordum. Buğuyu elimle sildim, şimdi yüzüm net, vücudumun geri kalanı hayalet
gibiydi. Aynaya hohladım, parlak yüzey yeniden buğulandı. Tekrar baştan aşağı hayalet
olmuştum. Varlığımız da, görüntümüz de bir nefese bakıyordu...
Yatağa doğru giderken o yaşadığım heyecanlı dakikaları, hayatının maçını geride
bırakmış bir futbolcu gibi tekrar tekrar yaşamaya devam ediyordum. Maceradan elime
hiçbir şey geçmemiş, sorularım hâlâ yanıtsız, kafam hâlâ karışık olabilirdi. Ama antremde
yepyeni bir dağ bisikleti duruyordu. Zincirini yerine takınca eskisinden bile daha hızlı
olacaktı. İçten içe biliyordum ki; bu onunla yaşadığım son macera değildi.
Büyük keşif

Kaçan kovalanır, mezara kadar!


10 Nisan 2009
Bir gün öncesinden ayarladığım gibi Yuhu’nun “Şer” şarkısıyla uyandım. Antreden
geçerken, her zaman orada olmayan dağ bisikletinin tekerleğine çarparak kapıdan dışarı
beş dakika geç çıkmama neden olan aksilikler zincirini başlattım. En son kulaklığımın
kablosunu bisikletin selesinden kurtarıp kendimi dışarı atmayı başardım.
Dışarı çıktığımdan itibaren gözlerim malum dörtlüyü aradı. Ne sokakta, ne caddede, ne
metroda, ne de ofis binasının önünde onları görebildim. Yoktular. Korkmuş olmalılardı.
Ceketimin yakalarını bitiştirip o gurur hareketini yenileyerek işyerine adımımı attım.
Sadece genç ve başarılı bir işadamı değil, aynı zamanda peşindeki profesyonel takipçileri
korkutmayı başarabilmiş bir aksiyon kahramanıydım.
Öğle tatilinde Aslı ve Tolga’larla yeni bir restorana gittik. Yol boyunca yanımızdan geçen
her bisikletliyi, kaldırımda yürüyen her beyaz saçlıyı, vitrinlerdeki her boğazlı kazağı
onlardan biri sandım. Her kızı âşık olduğu kıza benzeten âşıklar gibiydim. Aslı bu dalgın
hallerimden hoşlanmadı tabii. Özellikle yemeğe düşük not verdiğimde, yüksek perdelerde
seyreden tiz bir sesle celallendi; “Doğru düzgün yemedin bile, konsantre olmadın, olmaz
olsun senin gibi gurme.” Haklıydı, yoğunlaşamamıştım, aklımı Daltonlar’ı görür görmez
yakalayıp onlardan sorularıma yanıt almak dışında bir şeyle ilgilenemiyordum.
Günün geri kalanında ne işime odaklanabildim ne de özel hayatıma. Sürekli pencereden
dışarıya baktım. Yedinci kattayken bu çok kolay olmuyordu. O yüzden paravan komşum
Cem’den dürbününü alıp araştırmamı daha mantıklı temeller üzerine oturttum. Sigara
molası veren arkadaşlarıma katılıp dürbünle göremediğim yakın mesafeyi teftiş ettim.
Yoktular.
Aslı aradı. “Akşam Babylon’da The Potatoe On Ice konseri varmış, iş çıkışı gidelim mi?”
sorusuna yanıt arıyordu. Hiç düşünmeden “Hayır”ı yapıştırdım. Klasik rotamı
değiştirmemem gerekiyordu. İşten çıkınca eve gidecek, peşime düştükleri anı
kollayacaktım. İş yerinden sevgilimle çıkıp, başka başka yerlere giderek kafalarını
karıştırmak istemiyordum. Fakat istediğim gibi olmadı; eve gitsem de peşime düşmediler.
Apartmanıma girene kadar “Kaldırım boyunca birer taş atlayarak yürümeyi başarırsam
Daltonlar’la karşılaşacağım”, “Biri arasa bile cep telefonumu açmadan 20 dakika
yürümeyi başarırsam tam karşıma çıkacaklar” gibi hipotezler ürettim, hiçbiri teoriye
dönüşmedi. Asansörden inip kapıma doğru yöneldiğimde zihnimde dönüp duran
“Neredesiniz?” sorusu zihnimden taştı ve sese dönüşüp ağzımdan “Neredesiniz?” sorusu
olarak çıktı. Apartman boşluğunda yankılanan sesimi duymak hoşuma gitmemişti, kendi
kendine konuşan bir adamın zavallılığını duyması gibiydi...
Bu soruma apartman boşluğunda oluşan cılız bir yankıdan başka yanıt gelmedi ama o
esnada kapının önünde paspasın üzerinde duran zarfı fark ettim. Zarfın üzerinde yazı
yoktu. Hemen orada açtım, içinden üstünde hiçbir şey yazmayan bir VHS videokaseti
çıktı. Günün yorgunluğu üzerimdeydi, dışarı çıkıp VHS gösteren bir videocu arayacak
takatim yoktu. Hem içimden bir ses bunu tek başıma izlemem gerektiğini söylüyordu.
Babamın videoplayer’ı aklıma geldi, babama ait her şey gibi o da sandığın içindeydi.
Kablolarını bulmam ve videoyu kurmam on dakikamı aldı. Kaseti yavaşça videoya
sokarken içimden “Umarım çalışır” diye dua ediyordum. Allah dualarıma yanıt verdi ve
video çalıştı.
Önce eskiden TRT’de yayın kesildiğinde gördüğümüz renkler belirdi. Sonra da
Pentagram’ın “Rotten Dogs” klibi başladı. Bu klibi görmeyeli yirmi yıldan fazla olmuştu.
Türkiye’de çekilmiş ilk metal klibiydi. Pentagram elemanları bir araba mezarlığında,
hurdaların üzerinde çalıyorlardı. Kliple ve şarkıyla ilgili iki muamma vardı. İlki klibin
görüntüleri kayıptı, ne TRT’nin ne Güven Erkin Erkal’ın arşivinde vardı. Hatta grup
elemanlarında bile olmadığı söyleniyordu. Bu yüzden artık hiçbir yerde gösterilemiyordu.
İkincisi ise şarkı sözleriydi. İlk speed metal denemelerinden biri olduğu için olsa gerek
Pentagram grubu şarkıyı bestelerken sözleri not etme gereği duymamıştı, şarkının
sözlerini grubun o dönemki solisti Hakan Utangaç bile hatırlamıyordu. Konserlerde
uydurarak söylüyor, nakaratta ise Rotten Dogs diye çığırıyordu.
Klip bittikten sonra videokasette başka hiçbir şey yoktu. Sonuna kadar görüntülü bir
şekilde ileri sardım, bu süre boyunca o karışık boşluk görüntülerinde “şaşı bak şaşır” tarzı
bir ipucu vardır diye bir şeyler aradım ama bulamadım. Neydi bu şimdi? Bütün gün
aklımdan geçirdiğim “Neredesiniz?” sorusunun yanıtı bu videokasette miydi? “Rotten
Dogs” klibinde mi? Hemen internete girip belki o zamandan bu zamana klip bulunmuştur
diye youtube’a girdim, youtube’da yoktu, sanırım klibin nerede olduğu gizemini
koruyordu. Şarkı sözlerine baktım, artık internette her şarkının sözlerini bulabiliyorduk
nihayetinde. Hayranların uydurduğu birkaç söz dışında bir şey bulamadım. Kendim
dinleyip sözlerden bir ipucu çıkarmaya çalıştım, o da bir sonuç vermedi.
Aslında şarkı sözlerini araştırarak zaman kaybediyordum. Aradığım şey gözümün
önündeydi. Klip araba mezarlığında çekilmişti. Oradaydılar!
Kasedi videodan çıkarıp soluğu arabamda aldım. GPS’imi Sefaköy Araba Mezarlığı’na
ayarladım ve yola çıktım.
Bir araba mezarlığına ait tek imgelemim o klipti ve nasıl bir yerle karşılaşacağımı
bilmiyordum. Tel örgülerle çevrelenmiş alanın girişindeki demir kapı paslanmış ve
eğrilmiş parmaklıklarıyla gotik filmlerden çıkmış gibiydi. Kapıyı kendimin geçeceği kadar
aralayıp içeri girdiğimde uçsuz bucaksız bir ovaya yayılmış demir cesetlerle karşılaştım.
Kapının hemen arkasındaki kulübesinde uyuklayan bekçiye göz atıp mezarlıkta
dolaşmaya başladım.
İçeride ölü bir tanıdığınız olsun ya da olmasın mezarlıklar hep kasvetlidir ya, burası da
içeride bir zamanlar canlı olan hiçbir şey olmamasına rağmen öyleydi. Henüz hava
kararmamıştı ama sanki bu topraklara güneş doğmuyor gibiydi. Burasını insan
mezarlığından farklı kılan tek şey mezarların açık olmasıydı, bütün o cansız arabalar yan
yana dizilmişlerdi. Tamamı kurtarılamayan araçların sadece bazı parçaları, mesela yan
kaportaları, ya da ön camları, ya da sadece lastikleri dağınık bir şekilde organ mafyasına
sunulan vücut parçaları gibi sergileniyordu hurdacılara. Kaotik bir durum vardı ama aynı
zamanda tuhaf bir düzen hâkimdi. Bir tepe üzerinde otuza yakın arabanın yan kaportası
göze hoş görünen bir dizilişle tepenin eğimine monte edilmişti. Uzaktan bakıldığında
sanatsal bir çalışma gibi gözüküyordu.
Mezarlığın kapıya yakın duran araçları yakın zamanda hurdaya çıkmış olmalıydılar çünkü
bir yüz metre kadar ilerleyince sergi konsepti yavaş yavaş kayboluyordu. Araba cesetleri
üst üste istiflenerek çöp yığınları şeklinde, çölden farksız bu alana konmuştu. Tepeleme
yöntemi ben yürüdükçe daha da abarıyor ve üç katlı bir bina yüksekliğinde araba hurdası
yığınları karşısında şaşkınlığım artıyordu. O ana kadar bir yılda ne kadar çok trafik kazası
olduğu üzerine rakamlar beni etkileyememişti. Araba cesetleriyle burun buruna gelince
bu kadar arabanın içinde can veren insanların çığlıklarını duyar gibi oldum. Sanırım orada
yürümek trafik kazasında ölen babamla ilgili travmamı gün ışığına çıkardı. Peşimdeki dört
zibidiyi bulmak ve sorularıma yanıt almak gibi amaçlarım olmasa orada bir saniye bile
durmazdım. Gezdikçe o ani fren seslerini, yolda kayan lastiklerin sürtünmesinden çıkan
acı feryatları, iki demir yığınının birbirine girerken çıkardığı korkunç gürültüyü ve atılan
son çığlıkları duyuyor gibiydim.
Duyduğum diğer bir şey ise giderek yükselmekte olan köpek havlamalarıydı. Bir trafik
kazası ile bir köpeğin ne alakası olabilir ki, diye düşünürken iki dev köpeği karşımda
gördüm. Onların tasmasından tutan bekçi olmasa ikisi beni üç dakikada parçalarlardı.
“Neye bakmıştın birader?” diye sordu bekçi.
Aklıma gelen ilk şeyi söyledim: “Kliplerde sanat yönetmeni olarak çalışıyorum da,
mekân bakıyordum.” Bir yandan da elimdeki VHS kaseti salladım, kanıt gösterir gibi.
“He anlaşıldı... Kimin klibiymiş bu?” diye sordu bıyığını kaşıyarak.
“Mesut...” dedim ve “Karafidan” diye ekledim. Ne sallamıştım be arkadaş!
“Türkücü müydü o?”
“Türkücü de böyle pop’la karışık biraz.”
“Vay be Mesut Karafidan’ı göreceğiz ha” dedi soruyla karışık.
“Umarım, bakalım henüz beğendiğim bir yer çıkmadı” dedim memnuniyetsiz bir
ifadeyle. “Esas şuralara doğru git, oralarını seviyor gençler. Fotoğraf falan çekiyorlar
galiba” diyerek tepenin ardındaki yeri gösterdi. Aradığım ipucunu bulmuştum, bahsettiği
gençler onlar olmalıydı. Ben tepeye doğru yürürken bekçi peşimden gelmeye kalktı.
“Lütfen benim biraz yalnız kalmam gerekiyor” dedim ama bu yanıttan pek memnun
kalmadı bekçi.
“Benim görevim bu ölü bebekleri korumak hocam” dedi. Ölü bebekler kelimesi çok
tuhafıma gitmişti ama üstünde durmadım. Bekçiden kurtulmam gerekiyordu. Bir anda
yönetmen edasıyla kadraj hareketi yaparak bekçiye baktım.
“Sende hiç fena tip yok ha” dedim.
Bekçi “Harbi mi diyorsun?” dedi heyecanla.
“Evet, evet, klipte sana rol verebilirim.”
“Abim süper olur valla” dedi saçlarına sol eliyle, bıyığına sağ işaretparmağıyla şekil
verirken.
“Yalnız tek bir ricam var senden, buraları tek başıma gezmem lazım, sen ve bu iki
köpekle olmuyor...”
Bekçi “Emredersin beyim. Haklısın” dedi ve köpeklerini çekiştirerek kulübesine doğru
yöneldi.
Hayli dik olan tepeyi geçtikten sonra tepenin diğer tarafının hakikaten dediği kadar
olduğunu gördüm. Sanki devasa bir çocuk, matchbox oyuncaklarını üst üste yığmıştı.
Aşağıya inip hurda yığınlarının arasında yürürken kendimi bir bilimkurgu setinde gibi
hissettim. Karanlık yavaş yavaş çökmeye başlamış, hurdalar karanlığın da etkisiyle göze
robot veya benzeri demir yaratıklar gibi görünecek kıvama gelmişlerdi. Kalemle hayal
ettiklerimi kâğıda geçirmeyip hepsini kafamda taşımaya çalıştığım bir dönem için çok
tehlikeli bir mekândı burası.
Gördüğüm her cisim hayalgücümü tetikliyor, bir hikâye başlamadan diğerine, o
bitmeden bir başkasına geçiş yapabilecek psikopat bir ruh haline doğru ilerliyordum ki,
yerde bir lastik izi gördüm. Bir bisiklet lastiği izi... O dolambaçlı izi takip ettim. Yürüdükçe
kimsesizlerin ve isimsizlerin mezarına yürüyor gibi bir hisle dolup taşıyordum. Yalnızlık
hissi arttıkça sessizlik duyulur hale geliyordu. Derken sağ tarafımdan hızla bir şeyin
geçtiğine göz ucuyla şahit oldum. Kitaplar yerine arabaların olduğu bu dev kütüphanede
yalnız olmadığım fikri giderek güç kazanıyordu. Daltonlar’dan korktuğum falan yoktu ama
yine de dört yabancıyla bu ıssız yerde buluşmayı istemezdim tabii ki. Silahları varsa
burada bana ne yaparlarsa yapsınlar kimsenin ruhu bile duymazdı, cesedimi şu hurdaların
arasına bir yerlere fırlatsalar bekçi ve köpekleri dahil kimse bulamazdı. Düello için doğru
yer değildi burası. Üstelik her geçen saniye, etrafımda dörtten daha fazla insan olduğunu
düşündürten sesler duyuyordum.
Ben de yavaş yavaş, çaktırmadan oradan uzaklaşmaya başladım. Bekçi kulübesinin
göründüğü düzlüğe giden tepeye yaklaşmaya çalışıyordum ama paniklediğim için şuursuz
hareketler yaptım ve hurda labirentinin içinde kayboldum. Güneş batıyordu, ben de
güneşe göre kendimi konumlandırarak mezarlığın girişine doğru gitmeye çalıştım, fakat
giderek hedefimden daha uzaklaşıyor gibiydim. Birden kendimi açık bir alanda buldum.
Karşılıklı iki araba yığınının ortasındaydım. Diğer tepeleme araba yığınlarından farklı
olarak bu arabalar piramit şeklinde dizilmişlerdi. Bu bana epey tanıdık geldi. Hemen
sonra hatırladım; burası birkaç saat önce izlediğim “Rotten Dogs” klibinin çekildiği yerdi.
Arabalar değişmişti ama mekân aynıydı. Tam o sırada fısıltılar duydum ve rastgele bir
tarafa doğru koştum. Patikanın sonundan hemen sola sapmayı planlıyordum ki, önce sol
taraftan yükselen toz bulutunu, sonra da o bulutun içinden çıkan bisikleti ve Alien kasklı
Bisikletçi’yi gördüm. Tam önümde patinaj çekerek durdu. Patinajın yol açtığı toz bulutu
biraz dağılınca onun arkasından yavaş ama gergin adımlarla yürüyen güneş gözlüklü
Albino’yu seçti gözlerim.
Diğer tarafa döndüm, o taraftan da spor ayakkabılı takım elbiseli genç ve balıkçı yaka
giyen eleman geliyorlardı.
Kendi aralarında konuşuyorlardı, çok net duymamakla birlikte şöyle bir diyalog geçtiğini
işittim:
“Bence o.”
“Hiçbir şeyden haberi yok gibi. Hiç böyle bir tip hayal etmemiştim.”
“Burayı buldu sonuçta, bu da bir şey.”
Karşılıklı iletişimi benim başlatmam gerekiyordu belli ki. Bir o tarafa bir bu tarafa
dönerek birikmiş öfkemi kustum.
“Kimsiniz siz, neden takip ediyorsunuz beni!”. Çantamdan kaseti çıkardım: “Bu da ne
demek oluyor!” diye bağırdım. Hiçbiri yanıt vermedi.
“Alo! Beni duyuyor musunuz, nedir bu, bir tür şaka mı?” diye saydırmaya devam ettim.
Balıkçı Yaka cebinden bir not defteri çıkardı. Dudaklarını takdir eder şekilde büzerek ve
kafasını sallayarak “Hiç fena betimleme değil. ‘Şaka’ ha. Güzel” dedi son kelimeyi
uzatarak ve defterine bir şeyler yazıp tekrar cebine attı. Bisikletçi “Sana demiştim”
diyerek onu olumlayan bir bakış açısı getirdi. Cırt cırt ayakkabılı takım elbise ise “Buna
biz karar vermeyeceğiz” diyerek neyin tartışıldığını bilmediğim tartışmaya son noktayı
koydu. Sonra da bana dönerek “Takip et bizi” dedi. Ses tonu olarak emir kipi
barındırmasa da üçlünün tavırlarına uyuz olmuştum, “Ya etmezsem?” diye sordum.
“Sorularının yanıtlarını alamazsın” dedi takım elbise. Balıkçı Yaka’nın yanımdan
geçerken eliyle omzuma dokunması da cümleye mafyatik bir gözdağı kattı.
Bir tane karizmatik yanıt verdiler diye ipleri onlara devretmekten yana değildim. Onların
dilinden konuşmaya karar verdim.
“Ama sizinle gelmezsem siz de sorularınızın yanıtlarını alamayacaksınız” dedim,
kendime son derece güvenen bir ifadeyle. Balıkçı Yaka ve Bisikletçi bu net tavrımdan
etkilenmişe benziyorlardı, yüzlerindeki ifade değişti, hareketsiz kaldılar. Albino’nun ifadesi
ise hiç değişmedi. Takım elbise ise taviz vermekten yana değildi, “Merak etme, bizi takip
etmezsen sorularımızın hepsi silinecek zaten”. Sonra dört gizemli genç adam klibin
çekildiği meydandan ayrılarak sola doğru kıvrıldılar.
Bir saniye kadar düşündükten sonra koşar adımlarla onlara yetişmeye karar verdim.
Ben sola döndüğümde onlar ilk köşeden sağa saptılar. En arkalarında takım elbise vardı,
bana dönüp gizemli bir tonda “Buraya kadar gelmeyi başardın, evi buldun, kapısını da
bulabilirsin herhalde değil mi?” diye sordu. Sonra da ben daha yanıtımı veremeden
Balıkçı Yaka’nın peşinden köşeyi döndü. Adımlarımı sıklaştırarak onlardan birkaç saniye
sonra ben de o sokağa girdim.
Hiçbiri yoktu. Hızlı birkaç depar atarak daha dikkatli baktım. Sanki yer yarılmış, içine
girmişlerdi. Üç katlı bina yüksekliğindeki iki araba yığınının birbirine daha yakın durduğu,
bu yüzden daha az ışık alan bu sokak arasında hangi deliğe girmiş olabileceklerini kara
kara düşünüyordum. Takım elbise belli ki köşeyi dönmeden önce beni bir bilmeceyle baş
başa bırakmıştı. Evi bulmuştum, aferin bana, peki ya kapısını bulabilecek miydim?
Bisikletin lastik izlerine baktım, bir noktadan itibaren eline alıp taşıdığından olsa gerek
izler bu sokak arasının ortalarına doğru kayboluyordu. Bulunduğum noktayı kaybetmeden
araba yığınları arasında dolaşmaya, arabalara daha dikkatli bakmaya başladım. Audi’ler,
Ford’lar, Hyundai’lar, Lamborghini’ler, Mercedes’ler, Opel’ler... Bir zamanlar ne kadar
alımlı, sağlam ve ölümsüz görünseler de kaderlerine boyun eğmişlerdi işte... Bakmaya
devam ettim. BMW’ler, Volkswagen’ler, Ferrari’ler, Alfa Romeo’lar, Porsche’ler... Hepsi de
pahalı arabalardı. Yoksa mezarlığın lüks arabalara ayrılan VIP bölümünde falan mıydım?
Hani devlet erkânına özel mezarlar ayrılır ya, öyle bir ayrım araba mezarlarında da mı
vardı? Ne fark ederdi ki, bir zamanlar ne kadar havalı görünürlerse görünsünler sonuçta
üst üste yığılmış demir yığınlarından başka neydiler ki? Gibi düşünceleri zihnimde
döndürürken bir anda aradığım ipucunun bu olduğunu fark ettim. Indiana Jones ve kutsal
kâse aklıma geldi. Indy pırıl pırıl parıldayan, elmas kaplamalı, altından yapılma
kadehlerin arasından kireç taşından oyulan kâseyi seçerek bulmuştu onu. Ben de hemen
karşımdaki araba yığınları arasından ucuz olanını aramaya başladım. Biraz göz attıktan
sonra bulmuştum, tam gözümün önünde duruyordu, sadece o gözle bakmak gerekiyordu.
Diğer arabalar zamanında bunun bin misli pahalı olabilirdi ama o hurdaya çıkmış haliyle
onların yanında çok daha güzel görünüyordu. Beyaz bir Anadol’du bu. Bir Mercedes’le bir
BMW’nin arasında tost olmuştu. Yan tarafı yamulmuş olsa da sürücü koltuğu kısmı
sapasağlam görünüyordu. Alt kattaki Mercedes’in kapısından destek alarak Anadol’a
tırmandım, kapısını açtım ve içine girdim.
Hava kararmak üzereyken ıssız bir araba çöplüğünde bir çöpün içindeydim! Salak gibi
hissediyordum. Çaresizlikten birkaç komik hareket daha yaptım; korna çalmak, vitesi bire
alıp gaz pedalına basmak gibi. Garç gurç sesler çıkarmaktan ve tepemdeki demir
kütlelerin üstüme gelir gibi hareket ettiklerini hissettiren sesler çıkarmalarından başka bir
işe yaramadı bu hamleler. Tırsmaya da başlamıştım hani. Oracıkta demirler arasında
sıkışıp can versem bu ölüm şekli hayat hikâyem için, birtakım canilerin vücudumu lime
lime doğramasından bile daha zavallı bir final olacaktı, çünkü tamamen kendi isteğimle
oradaydım ve birtakım canilerin bıraktığı izler olmayacağı için cesedimin bu araba
yığınının ikinci katındaki Anadol’un içinde olduğunu kimse akıl edemeyecekti. Sonsuza
kadar burada çürüyecektim.
Bu berbat ölüm senaryolarını savuşturduktan sonra aklıma torpido gözüne bakmak
geldi. Orayı yuva yapmış, işaretparmağım büyüklüğündeki böcekleri salıvereceğimi
bilsem hayatta açmazdım o gözü. Birbirinden tiz çığlıklar atarak şoför koltuğunda
debelenmeye başladım. Kapıyı açıp kendimi aşağı yuvarlamak istiyordum ama aksi gibi
kapı sıkışmıştı. Camı kırmam gerekiyordu ama kartondan yapıldığı iddia edilen, hatta
ineklerin yediğine dair bir şehir efsanesine de konu olan Anadol’un camı kaya gibi
sağlamdı, dirsek darbelerim bir sonuç vermedi. Diğer koltuktan hurda yığınının tam
göbeğine atlamaktan başka çarem kalmamıştı, yoksa bu böcekler ağzımdan girip
götümden (evet götümden) çıkarlardı, o yolculukları boyunca da iç organlarımı bir güzel
midelerine indirirlerdi. Hadi onlar barışçıl çıktı, Anadol’un tepesinde duran en az yirmi
araba hayra alamet sesler çıkarmıyorlardı, her an Anadol’un üst kaportasını ezip beni
yamyassı edecek gibiydiler.
Eğer hurdalığın diğer tarafına atlayabilirsem (ki göremediğim kadarıyla orada ufak bir
avlu büyüklüğünde boş bir alan vardı) aşağıdaki BMW’nin kapılarını açıp sokağa geri
dönebilirdim. Ben de öyle yaptım, şoför koltuğunun yanındaki böcek dolu koltuğa
atladım, göründüğünden sert olan kabuklarını gacır gucur seslerle kırarak birkaç böceği
ezdikten sonra sağ taraftaki kapıyı açtım ve kendimi hurdalığın diğer tarafındaki karanlık
boşluğa fırlattım. Yere düşünce kalkan bir toz ve toprak bulutunun içinde buldum
kendimi. Üstümdeki tozu pantolonuma yapışmış böceklerle birlikte silkeledim. Hemen
gerisin geri BMW’nin kapılarını açarak bu tozlu, paslı ve böcekli demir dünyasını arkamda
bırakmayı düşünüyordum. BMW’nin yansımalı camından araba kuleleriyle etrafı sarılmış
bu avlunun ortasında bir ışık olduğunu seçtim. Geriye dönüp baktığımda bunun sadece bir
göz yanılmasından ibaret olmadığını fark ettim.
Işığa doğru gitmek sadece uçan böceklere ait bir güdü değil, biz insanlar da severiz
bunu. Işığa doğru gittim.
O tekinsiz ışığa yaklaşınca arkasında cam bir kapı olduğunu fark ettim. Sıradan bir
kapıya benzemiyordu; dikdörtgen değildi ve bir kapı kolu yoktu. Elips şeklinde modern bir
kapıydı ama aynı zamanda “eski” olduğunu belli eden üstündeki siyah lekeler ona antika
bir ayna havası veriyordu. Kapıyı ittirerek içeri girdim.
Yaşadığım şok tanıdık bir duygu olmasa bocalayabilirdim ama daha önce buna benzer
bir tecrübe yaşamıştım. Temsil ettiğim firma bir televizyon dizisinin sponsoru olmayı
düşünüyordu, beni filmin yapımcılarıyla tanışmak üzere Tem Stüdyoları’na
göndermişlerdi. Ben yapımcıların ofisini ararken yanlış bir kapıyı açmış, o soğuk
koridorlardan sonra kendimi bir anda dizinin setinde, Diyarbakır’daki bir pazar yerinde
bulmuştum. Dekorundan insanlarına kadar burası 1970’lerin bir çarşısını resmediyordu ve
yaşadığım şokla birlikte dengemi kaybetmiş, sendeleyip sağ tarafımdaki kestane
tezgâhının üzerine düşüvermiştim. Allah’tan o anda prova yapılıyordu da çekimleri
aksatmamıştım.
Bu defa bir araba mezarlığının ortasındaki bir hurda yığınının ikinci katındaki Anadol’un
içinden zor bela çıkıp kendimi bir anda büyükçe bir apartmanın antresinde buldum. Uzun
bir koridor önümde uzanıyordu, koridorun diğer ucundaki holde bir merdiven vardı.
Antrede bir masa duruyordu ama kimse oturmuyordu. Kapıcı masasıdır herhalde diye
içimden geçirdim. Masanın arkasındaki duvarda boş bir ilan panosu vardı. Onun yanında
bir askılık duruyordu, askılığa asılmış hiç ceket falan yoktu, sadece dokuz-on tane kravat
vardı. Masanın yanındaki portmanto boştu. Antrenin kapıya yakın duran köşesinde
büyükçe bir çöp kutusu duruyordu, saçma bir merakla içine baktım, içinde sadece sakız
vardı, bir sürü çiğnenmiş sakız... Tuhaf bir tabloydu.
Şimdi ne yapmalıydım? Evi de bulmuştum, kapıyı da bulmuştum, yeni bir bilmeceye
ihtiyacım yoktu, artık pes etmeliler diye düşünürken Balıkçı Yaka geldi. Bir iddiayı
kazanmışçasına mutlu görünüyordu.
“Hoş geldiniz” dedi kısa boylu boğazlı kazaklı genç. Önce ceketimi aldı, köşede duran
portmantoya astı. İçeriye doğru bir adım attığımda beni durdurdu, iki eliyle boğazıma
sarıldı, irkilerek geri çekildim. Sırtımla duvara tosladım.
“Korkmayın lütfen” diyerek boynumdaki kravatı çıkardı kibarca. Derin bir oh çektim.
Kravatı, sümüklü bir mendili tutar gibi tutarak (oysa ceketimden çok daha temizdi)
masanın arkasındaki duvara montelenmiş askılığa astı. Elini uzattı Balıkçı Yaka, “Hoş
geldiniz” dedi yeniden.
Uzattığı ele karşılık vermedim, “Hoş bulduk” da demedim.
“Kimsiniz siz” dedim, aslında cümlemin sonunda ünlem işareti vardı ama o soru
işaretiyle cümlemi bitirdiğimi sandı.
“Pardon benim adım Cem. Ama bana nasıl isterseniz öyle seslenebilirsiniz.”
“Nasıl istersem mi?”
“Evet.”
Biraz düşündükten sonra “Balıkçı Yaka desem?” dedim.
“Balıkçı?”
“Yani boğazlı ya kazağın...”
Uzun bir “haaaa” çekti anlama efekti olarak. “Genelde patlak gözlerimle ilgili bir şeyler
bulurlar” dedi, gözlerini kocaman açıp gülerek. “Seninkisi orijinal. Çok sevdim.
Manifestomla da örtüşüyor. Manifestom Balıkçı Kral’dır” dedi. Şifreli konuşuyor gibiydi.
“Manifesto mu?” diye sordum haliyle.
Balıkçı Yaka, ağzından bir şey kaçırmış gibi panikledi, tekleyerek açıklamaya çalıştı.
“Balıkçı Kral sevdiğim bir filmdir diyordum. Onunla kazağımın balıkçı yaka olması...
Güzel uydu. Sağol. Kazağım milletin komiğine gidiyor, geçenlerde buradaki en tuhaf
belirteç seçildi...” dedi. Belirteç derken yine ağzından kaçırmış gibi kendine lanet okuyan
bir mimik yaptı. Ben “Belirteç mi?” diye sorunca, “Yok canım ne belirteci... En tuhaf
kıyafet demek istedim” dedi kekeleyerek.
Sonra ne yapacağını bilmez bir halde öylece karşımda durdu. Tırnaklarını yemeye
başladı. Sessizliği bozmak için, “Benim adım da...” demeye kalkıştım ama hemen lafa
girerek “Sizi çok iyi tanıyoruz” dedi. Kendimi bir anlığına rock yıldızıymış gibi hissettiren
bu sevgi dolu ve cana yakın karşılama egomu okşasa da sert tavrımı takınmazsam bu ne
idüğü belli olmayan adamların parmağında oyuncak olacağımı bildiğimden, “Nerede
buranın yetkilisi?” diye sordum.
Balıkçı Yaka’nın gülümsediğini gördüm, “Bakın bu yeni bir tepki işte” deyip cebinden
çıkardığı minik not defterine bir şeyler yazdı. Sonra da not defterinin sayfalarını geriye
doğru çevirerek “En sık kullanılan tepki ‘Neredeyim ben’, ondan sonraki en popüler tepki
ise ‘Siz kimsiniz’, üçüncü sırada ‘Burası neresi’ var. Popülerler dışında en komikler var,
mesela ‘Metro çıkışını kaçırdım galiba’ ya da ‘En yakın tuvalet nerede’ gibi... En absürtler
listesinin bir numarasında ‘Vallahi içmedim billahi içmedim, bir yudum aldıysam
şerefsizim’ var, yanlış hatırlamıyorsam Onur demişti... Şoktan dolayı bir an kendini polis
çevirmesinde sanmıştı galiba. Bir de ‘Ay-ay-ay-ayıp ama bu-bu-bu yaptığınız’ var, Ender
şaşkınlıktan kekemeye bağlamıştı” diye uzun uzun anlattı, aralara şen kahkahalar
serpiştirerek.
“Sorumun yanıtını alamadım.”
“Soru neydi?”
“Buranın yetkilisini sormuştum.”
“Buyurun isterseniz, şöyle gidelim” diyerek beni koridordan yürütmeye başladı.
Merdiveni çıktığımızda buranın göründüğünden daha büyük bir apartman olduğunu fark
ettim. İlk katı geçtikten sonraki kısmı eski bir devlet dairesini andırıyordu. Yüksek tavanlı,
gri, biraz rutubetli büyükçe bir binaydı burası. Her şey aleladeydi, yaratıcılıktan nasibini
almamış “üniversite 2 terk” bir mimar tarafından tasarlanmış gibiydi. Ne loştu ne aydınlık,
ne havasızdı ne havadar, ne kötü ne iyiydi, tek kelimeyle binaydı. Pencerelerinden
zemindeki taş bloklara, merdivenlerinden tırabzanlarına kadar her şey uzun süredir
tadilattan geçmemiş gibiydi. Bir araba mezarlığının orta yerinde bir bilmeceyi çözerek,
böcekleri ve hurdaları aşarak keşfettiğim bu yerin sıradan, fazlasıyla düz ve “insan eliyle
yapılmış” çıkması beni rahatlatması gerekirken tam tersine, hissettiğim tek duygu hayal
kırıklığı idi.
Alice tavşan deliğinden tapu kadastro müdürlüğüne düşse, benimle aynı şeyi hissederdi.
Hayal kırıklığımı umuda dönüştüren tek şeyi o esnada fark ettim, koridorlarda yer alan
ve çaprazlama bir yerleştirmeyle dizilen odaların kapıları tıpkı binaya girdiğim kapı gibi
elips şeklindeydi. Binanın, devlet dairesinden mütevellit sıradanlığı o kadar baskındı ki,
kapıların olağandışı şeklini fark etmem zaman almıştı. Bu binaya sıradışılık atfetme
çabamı da anlamak mümkün değildi, sonuçta bir araba çöplüğünün içinden
yükselmesinin, kendini arabalarla kamufle etmiş olmasının bile tek başına bu binaya
bildiğimiz dünyanın ötesinde bir kimlik kazandırmaya yetmesi gerekirdi. Ne diye orasını
burasını kurcalıyordum ki...
Binadaki yürüyüşümüz esnasında bir tekerlek sesi duydum, sesten biraz sonra bisikletli
genci gördüm, bina içinde patenle geziyordu demek ki. Etrafımda bir daire çizerek tam
önümde durdu, elini uzattı ve “Merhaba, ben Öykü” dedi. “Ama bana nasıl isterseniz öyle
seslenebilirsiniz” diye ekledi. Espriyle “Öykü kız ismi değil mi?” diye soracakken başındaki
kaskı çıkardı. Kaskın içine sıkıştırdığı saçlarını bir televizyon reklamındaki gibi savurdu,
ahenkle dans ettirdi ve gülümsedi. Güzel, kızıl saçlı, hafif çilli, sevimli bir kızdı Öykü,
tahminen yirmili yaşlarının başındaydı. Sesi gibi vücudu da biraz erkeksiydi, vücut hatları
koşucu kızlar gibi dümdüzdü, kıvrım ve göğüs namına bir şey yoktu.
Albino geldi sonra, önümde durdu, güneş gözlüğünü beyaz saçlarının üzerine çekti. Elini
uzatmadan “Selam ben Onur” dedi, “Memnun oldum” dememe fırsat vermeden
gözlüklerini tekrar gözüne geçirdi ve kayıtsızca yanımızda yürümeye başladı. Utangaçtı
belli ki. “Nereye gidiyoruz?” diye sordum ama sorum koridorda yankılanan bir spor
ayakkabı sesiyle kesildi. Gelen takım elbisenin altına cırt cırtlı spor ayakkabısı giyen
Ajan’dı.
Elini soğuk bir tavırla uzattı ve “Ben Mert” dedi sadece.
“Ama ben sana Ajan diyebilirim” diye atladım.
“Dememeni tercih ederim” diye tersledi.
“Ama diğerleri onlara benim tercih ettiğim bir isimle hitap edebileceğimi
söylemişlerdi...”
“Erken davranmışlar” diyerek diyaloga noktayı koydu.
Binanın tahminlerimden de öte büyük olduğunu attığım her adımla ve döndüğümüz her
köşe başında karşıma çıkan yeni koridorla anlıyordum. Yürüyüşümüz esnasında malum
dörtlünün beni tepeden tırnağa süzdüklerini hissediyordum. Koridorlarda onlar gibi başka
gençler de dolaşıyordu. Yanımdan geçerken mutlaka göz ucuyla bana bakıyor, sonra
kendi yollarına devam ediyorlardı. Burada bu insanların ne dolap çevirdiğini gerçekten
çok merak etmeye başlamıştım.
Beraber birkaç kat çıkıp, uzunca bir süre labirenti andıran koridorlarda yürüdükten sonra
çok uzun bir koridora girdik. Daha doğrusu girdiğimi sandım. Aslında diğer koridorlardan
tek bir farkı vardı, o da koridorun görüş açınızı bozacak şekilde yavaş yavaş daralan bir
biçime sahip oluşuydu. Bu yüzden ilk girdiğimde sonundaki elips şeklindeki kapıya varana
kadar epey yürüyeceğimi sandığım görsel bir illüzyona kapılmıştım. Bu garip koridoru
birkaç adımda kat edip, uçtaki kapıya vardığımızda eski deyişle Bisikletçi, yeni haliyle
Patenci Kız kapıyı çaldı.
Birkaç saniye sonra “Girin” diye bir ses geldi içeriden.
Kapısı küçük olsa da tıpkı binanın kendisi gibi dışarıdan göründüğünden daha büyük bir
odaydı burası. Yalnız binada koridorlarda gezinirken buram buram hissettiğim,
sıradanlığın getirdiği o sıkıcılığın, bürokratik soğukluğun, yapmacıklığın tersine burası
kokusundan dekoruna kadar sıcak bir yuvanın tüm sevecenliğini üzerinde toplamış,
babacan aile reisinin çalışma odası izlenimini bırakan bir yerdi. Odanın bir duvarından
diğerine uzayan çalışma masasının arkasında kocaman, yanlamasına duran elips şeklinde
bir pencere vardı. Bilimkurgu filmlerindeki pencerelerden tek farkı manzarasının meteor
taşlarından değil, araba hurdalarından ibaret olmasıydı. Mezarlığı en güzel gören oda bu
olmalıydı. Çöplük apartmanının kral dairesi! Pencereden seyre daldığım bu manzara
dışarıda arabaların arasında gezinirken yaşadığım hüzünlü siyah beyaz havadan eser
taşımıyordu, neşeli rengârenk bir tablo vardı sanki. Dev bir çocuk matchbox arabalarını
yığmış da, her an gelip oynayabilirmiş, biz de onu görebilirmişiz gibi bir düşe kapıldım.
Odanın ağırlık merkezi ise eni çok uzun, boyu ona göre çok dar olan çalışma masasıydı.
Masanın üzerine dosyalar yığılmıştı. Önce benim de üzerinde çalıştığım hesap klasörleri
gibi göründüler gözüme ama daha dikkatli bakınca ne idüğü belli olmayan proje dosyaları
olduğunu fark ettim. İlginç bir başlığı vardı en tepede duranın; “Kanal 0”. Masanın diğer
tarafında çok güzel bir dolmakalemlik vardı, ortasında bir gemici dümeninin yer aldığı
kalemliğin iki yanında göz alıcı parlaklıklarıyla bakışları üzerine çeken iki dolmakalem
duruyordu. Ayrıca masanın dört bir yanında bir sürü kalemlik vardı. Türlerine göre farklı
kutulara dağıldıklarını fark ettim; kurşunkalemler, uçlu kalemler, çizim kalemleri,
tükenmezkalemler, pilot kalemler, renkli kalemler, boardmarkerlar, keçeli kalemler, hepsi
kendi türdaşlarıyla birlikte ayrı kutularda duruyordu...
Duvarda ise bir kalem koleksiyonu korumalı camın arkasında sergileniyordu. Bu sergi
odanın dört bir yanını kuşatıyordu. Tüy kalemler, tahta kalemler, bambu kalemler, türlü
türlü, cins cins kalemler bu garip odayı bir duvar kâğıdı gibi sarmalamışlardı.
Masanın arkasındaki dev koltukta biri oturuyordu, sırtı dönüktü. Terlik geçirdiği
ayaklarını pencere pervazına uzatmış, elinde birtakım kâğıtlar tutuyordu.
Adının Cem olduğunu öğrendiğim ama ona “Balıkçı Yaka” diyebileceğim genç “Şey”
diyerek sırtı dönük oturan adamın ilgisini çekmeye çalıştı.
Döner koltukta oturan adam “Şu üç sayfayı bitireyim, geliyorum” dedi.
Herkes bir anda sus pus oldu. Kımıldamıyorlardı bile. Neredeyse nefes almıyorlardı. Ben
de sustum. “Şu üç sayfayı bitireyim, geliyorum” demişti. Ne kadar saçmaydı “geliyorum”
kelimesini kullanması... “Dönüyorum” falan deseydi bari.(Hem gerçekten de dönmüş
olacaktı!) Tek bir cümlesiyle bir dakikalık saygı duruşuna yol açan bu adam kimdi? Bu
binayı nasıl inşa etmişti? Burası neresiydi? Nasıl bir teşkilattı? Derin devlet miydi, yasadışı
bir örgüt müydü? Benimle ilişkileri neydi? Neden kalemimin peşindeydiler? Bu kalemle
yazılan şeyler nasıl oluyor da “oluyordu”... Ayinlere özgü sükûnet bu soruları zihnime
salmıştı ki sessizliği adamın kendisi “İlginç” diyerek bozdu. Elindeki kalemle okuduğu
satırın altını çizdi ve sessizliğe kaldığımız yerden devam ettik.
O anda tüm eski sorularım yerini şu soruya bıraktı:
“Bu adam ne okuyordu?!”
Resmen odadaki dört insan bu adamın üç sayfayı bitirmesini bekliyordu. Bu bekleyiş
biraz canımı sıktı, duvardaki kalemleri incelemeye başladım. Adam duvarını resmen bir
kalem müzesine çevirmişti. Kalemlerin gelişigüzel değil, kronolojik bir sırayla duvardaki
cam bloğa yerleştirildiğini o anda fark ettim. On binlerce yıllık olduğunu tahmin ettiğim
yontulmuş kayalarla başlıyordu bu tuhaf koleksiyon, sivri uçlu kamışlarla, keskilerle,
Kızılderililere özgü olduğu anlaşılan motifli fırçalarla, kaz tüyü kalemlerle devam ediyor,
günümüzde yakından tanıdığımız dolmakalemler, tükenmezkalemler, uçlu kalemler ve
tablet bilgisayarların özel kalemleriyle son buluyordu. Bu adam kalemleri gerçekten
seviyor olsa gerekti! (Arada bir tane de daktilo parçası dikkat çekiyordu.)
Koleksiyonun en başına dönüp, ilk kalemin ne olduğuna bakmaya karar verdiğimde
böylesine etkileneceğimi ve istemsiz bir evhamlı teyze efekti olan “hih”i çıkartacağımı
bilmiyordum. Tahta çubukların, keskilerin, yontulmuş kayaların solunda, çerçeveli cam
tabelanın hemen başladığı yerde bir parmak duruyordu! Uzunluğundan işaretparmağı
olduğu sonucuna vardığım parmak, kemikten ibaretti. Belki de milyonlarca yıllık bir
iskeletten alınmış üç tane kemik parçasından başka bir şey değildi ve orada bulunmayı
hak ediyordu, hakikaten de ilk kalem oydu.
Ben bunu düşünürken bir sayfanın çevrilişinin sesi duyuldu içinde bulunduğumuz
mükemmel sessizlikte, sonra da ayraç ipinin iki kâğıt arasına yerleştirilişini duydum.
Sonra çok minik bir gıcırtıyla koltuk kendi ekseni etrafında döndü. Öncelikle orada oturan
adamı merak ediyordum ama koltuk dönünce gördüğüm ilk şey adamın sol elinde tuttuğu
bana ait olan günlük oldu!
“Günlüğüm sizde ne arıyor?!” diye bağırdım.
Yetmiş yaşlarında bir adama bağırmıştım. İhtiyar istifini bozmadı. Mübarek yüzlü,
gürbüz bir tipti. Oduncu gömleği ve pantolon askılarıyla entelektüel bir sığırtmaç izlenimi
bırakıyordu. Nazik bir hareketle ipli kemik gözlüklerini çıkardı, göğsünün üzerinde bıraktı.
Elindeki kurşunkalemi bakkal gibi kulağına taktı.
Ayağa kalktı, babacan bir gülümseme ve kibar bir tonlamayla “Hoş geldin” diyerek bana
elini uzattı. Yaşlı olması ve sesinin kibar çıkması evimden günlüğümü çaldığı ve
umarsızca onu okuduğu gerçeğini değiştirmiyordu. O yüzden tepkimi daha yüksek bir
sesle dile getirdim.
“Günlüğüm sizde ne arıyor?!”
Belli belirsiz gülümsedi. Koltuğuna otururken “Lütfen otur” dedi.
Oturdum.
Vakur bir ses tonuyla devam etti. “Kızgınlığını anlıyorum ama her şeyin bir açıklaması
var... Bunu sen de biliyorsun.”
“Bir şey bildiğim yok” diye sert bir cümle çıktı ağzımdan. “Adamlarınız...”
Önce işaretparmağını sağa sola oynatarak cık cık cık efekti yaptı. Sonra da “Onlar beni
adamlarım değil” dedi. Bir es verdikten sonra ekledi: “Bunu sen de biliyorsun...” Sanırım
bu cümle onun her cümle sonuna koyduğu “default” lafıydı.
“Adamların ya da değil... Her kimseler işte, bunlar beni günlerdir takip ediyorlardı.
Sonra bir kaset bıraktılar, falan filan, derken buraya geldim. Nedir burası? Neden beni
takip ediyorlardı? Kesin gizemi de anlatın!”
“Seni takip ettiklerini söylüyorsun ama buraya gelen sensin, bu durumda aslında bizi
takip eden sen oluyorsun” dedi beybaba.
Düşüncelerim teklemeye başladı, bir süre sessizlikten sonra ağzımdan biraz da
kekeleyerek “Beni neden takip ettiğinizi öğrenmek için sizi takip ettim” cümlesi çıktı.
İhtiyar adamla odada bulunan dörtlü gülümsedi.
“Yanında mı?” diye sordu.
“Ne?!”
“Neyi kastettiğimi biliyorsun.”
“Bilmiyorum!”
“Neyi kastettiğimi biliyorsun, ben de onun şu an senin yanında olduğunu biliyorum.”
“Önce sorularımı yanıtlayın... Bir: Siz kimsiniz?”
“Benim kim olduğumu biliyorsun.”
“Hayır bilmiyorum!”
“Emin misin, iyi düşün.”
Yaşlı adama daha dikkatli baktım. Gerçekten bu adamı gözüm bir yerden ısırıyordu ama
yine de kim olduğunu çıkaramadım.
“Şu an bir adaptasyon sürecinden geçiyorsun. Algıların biraz daha açılınca kim
olduğumu hatırlayacaksın.”
Sorumu değiştirmeye karar verdim.
“Peki bunlar kim?”
“Onlar benim arkadaşlarım.”
“Burası neresi?”
“Burası bizim evimiz.”
“Araba mezarlığının içinde, dev bir bina... Sizin eviniz?”
“Evet. Başka ne öğrenmek istiyorsun?”
Sorularımı geçiştiriyor gibiydi. Her sorumla birlikte sorularımın tükendiğini hissettiğim
için ter basmıştı.
“Ne yapıyorsunuz burada?”
“Sen evinde yalnızken ne yapıyorsan onu.”
“Yani?”
“Yanıtını bildiğin hiçbir soruya yanıt vermeyeceğimi biliyorsun.”
Çıldırmak üzereydim.
“Hemen tatminkâr bir açıklama yapmazsanız gidiyorum!”
“Bana istediğim şeyi verdiğinde sana her şeyi...” diye başladığı cümlesini, altını çizerek
“... her ne kadar içten içe mevzunun temelini biliyor olsan da, her şeyi anlatacağımı
biliyorsun” diyerek sonlandırdı.
“Hayır! Şu anda öğrenmek istiyorum! Bir: Beni neden takip ediyorsunuz? İki: Günlüğüm
nasıl elinize geçti? Cevapları öğrenmek için buraya geldim ama yeni sorulardan başka
hiçbir şey yok elimde! Eğer yanıt alamazsam çekip gideceğim.”
İhtiyar adam babacan bir tavırla “Çok sabırsızsın. Küçükken de böyleydin” dedi.
Al işte, bir bu eksikti: Benim çocukluğumu nasıl oluyordu da biliyordu?
Masasının sağ alt gözündeki çekmeceyi yeniden açtı, bir fotoğraf çıkartıp bana uzattı.
Gösterdiği fotoğrafta benim bebekliğim vardı, yanımda babam, onun yanında da
karşımdaki adamın gençliği duruyordu. Bu fotoğrafı çok iyi biliyordum, bebekliğime dair
elimde kalan üç fotoğraftan biriydi. Babamın cins huylarından biri de fotoğraf çektirmeyi
ve fotoğraf çekmeyi hiç sevmemesiydi. O yüzden çocukluğumdan çok az görsel belge
kalmıştı. İşin daha da kötü yanı, var olan fotoğraflar diğer çocukluk fotoğrafları gibi
“sevecen” değildi. Annemin ölümüne yol açtığım için babamın bana şefkatli bakmadığı
çok net görülüyordu bu fotoğraflarda. Ama işte şu an elimde duran fotoğraftaki adam
bana sevgiyle bakıyordu, o kareyi hiç unutamamıştım bu yüzden.
O adamın adı İrfan Kudret Akay idi.
Babamın en yakın arkadaşı, kadim dostu, yoldaşı.
Küçükken İrfan amca diye seslendiğim bu şahıs babamın yakın arkadaşı olmanın yanı
sıra Türk Edebiyatı’nın gizemli kalemlerinden biriydi. Sadece bir kitap yayımlamış, o
kitapla büyük bir başarıya ulaşmıştı. Üstünden 10 yılı aşkın bir süre geçmiş olsa da halen
satılan, satıldığından daha fazla okunan, üstünde tartışılan bir kitaptı Sıfırlar. Kitap
yayımlandıktan bir sene sonra bir köşe yazarının gündeme getirmesiyle okuyucuya
ulaşmaya başlamış ve kısa süre sonra çok satanlar listesinin zirvesine kurulmuş, uzun
süre oradan inmemişti. Fakat İrfan Kudret Akay’a kimse ulaşamıyordu, adam sırra kadem
basmıştı.
Kitap tamamen aforizmalardan oluşuyordu. Tuhaf bir kurguyla dizilen bu aforizmalarda
adı geçen Sıfır isimli bir kahramanın hayat serüvenini izliyorduk. Aforizmaların yarısı
yoruma açık tanımlamalardan, diğer yarısı ise anlaşılmaz kelime öbeklerinden
oluşuyordu. Kitap her ne kadar anlaşılmaz olsa da açıklanamayan bir çekiciliğe sahipti,
başlayanlar bitirmeden edemiyordu. Kitabın bir fenomen olmasından edebiyat
eleştirmenleri memnun kalmadı tabii. Sıfırlar’ın herhangi bir edebi değerinin olmadığını,
sadece bir laf salatasından ibaret olduğunu yazdılar. Kitleleri bu kitaba çeken şeyi
açıklamakta zorlandılar, bazıları reklam kampanyasına bağladı, bazıları internette kurulan
fan kulüplerine. Bir köşe yazarı, kitabın başarısını İrfan Akay’ın hipnotizmanın gizli kalmış
metotlarını kelimelerle uygulamasına bağlayacak kadar ileri gitti. İrfan Akay’dan “yazar”
olarak değil, “hipnozcu” olarak söz etti.
Kitabı adı duyulmamış bir yayınevi basmıştı. Tartışmalar hararetlenince yayınevi
yetkilileri Sıfırlar’ın yazarını tanımadıklarını, bir gün posta kutularında buldukları dosyayı
beğendiklerini ve deneme amaçlı yayımladıklarını söylediler. İrfan Kudret Akay’a dair
bildikleri tek şey bir banka hesap numarasıydı. Her yeni baskıda oraya para göndermek
dışında hiçbir iletişimde bulunmamışlardı kendisiyle. Bir şehir efsanesine göre gizemli
yazar kitap yayımlandıktan hemen sonra intihar etmiş ve cesedi hiçbir zaman
bulunamamıştı. Bir başka efsane, kitabı bir grup delinin tımarhanede yazdığı ve bir
şekilde bunun hastane dışına çıktığı yönündeydi. Bunlar gibi yığınla komplo teorisine
maruz kalmıştı Sıfırlar.
Tüm bunları nereden biliyordum? Çünkü ben de o kitabın bir hayranıydım. Daha da
önemlisi babamın arkadaşı olduğu için İrfan Akay’ı son görenlerden de biriydim. Kitabı
yayımlandıktan sonra evimize gelmiş, bana ve babama kitabını imzalamıştı. Benimkine,
en az kitabındaki aforizmalar kadar saçma olan şu cümleyi yazmıştı: “Küçük bir sıfır ne
kadar büyürse büyüsün asla bire tamamlanmaz.” Babamın kitabına ise şöyle yazmıştı:
“Sıfır yörüngeye girdiği an hiçler yükselecek yoldaş.”
Bu cümleleri çok net anımsıyorum çünkü Sıfırlar’ın fan kulüplerinden birine üyeydim ve
bu kulüpte Akay’ın sözüm ona şifrelerini çözmeye çalışıyorduk. İkimizden başka kimsede
imzalı kitap olmadığı için bizdeki baskılar büyük değer taşıyordu, dahası Akay’ın imza
bölümüne yazdıkları kitaptaki bazı boşlukları doldurabilirdi. İrfan Akay’ın kitabı hakkındaki
hayranlık yolculuğum babamın hışmıyla sona erdi. Her türlü romandan uzaklaşmamı
isteyen babam en başta dostunun hatırına Sıfırlar’ı okumama izin vermişti, fakat fan
kulübüne üye olacak kadar işi ilerlettiğimi öğrenince küplere bindi. “Bir daha bu kitapla
ilgilendiğini görmeyeceğim, dersleri serdin iyice. Üniversite sınavı yaklaşıyor, geleceğin
buna bağlı” diye fırça attı. Ben yine de çaktırmadan onun hikâyelerini okumaya devam
ettim. Hayatla başa çıkma yöntemlerini anlatan bir kitap değildi ama yazdığı alakasız bir
cümleyi kendi hayatıma uyarlayıp ne yapmam gerektiğini çıkarabiliyordum. Sanırım
herkeste az çok bu etkiyi bırakmıştı onun kitabı, bu yüzden de hiçbir edebiyat
eleştirmeninin ya da kendi yayınevinin bile anlayamadığı bir şekilde “çok satan” olmayı
başarmıştı.
Onun kim olduğunu hatırladıktan sonra döndüm, “Sen İrfan Kudret Akay’sın” dedim.
“Hatırlamana sevindim.”
“Hatırlıyorum tabii ki. Bize kitabınızı hediye etmiştiniz. Sıfırlar. Gençken defalarca
okumuştum...”
“Evet biliyorum.”
“Nereden biliyorsunuz, sonra bir daha hiç görünmediniz. Resmen kayboldunuz, sanki
dünyadan elinizi eteğinizi çektiniz...”
“Her şeyi, her zaman takip ettim. Görünmemi gerektirecek bir durum yoktu. Üretmem
için yeraltına saklanmam gerekiyordu.”
“Ama daha sonra hiç yazmadınız...”
“Yazdım... Çok şey yazdım. Sadece sen okumadın” dedi her lafıyla birlikte gizemini
artıran bir edayla. Fakat gizem duygusu her ne kadar bakiyse de artık o bir yabancı
değildi. Karşımdaki adam, babamın dostu, eskiden kitabını defalarca okuduğum bir
yazardı, bir gençlik idolüydü.
Güvenimi kazandığını bilircesine “Şimdi istersen onu çıkar” dedi. Kalemi görmek
istediğini biliyordum. Onun kötü bir adam olmadığından emindim. Daha da önemlisi bu
kalemin üzerindeki sır perdesini kaldırmamda bana yardımcı olabilirdi.
Filmlerde kirli iş çeviren adamlar gibi etrafıma şüpheyle baktıktan sonra ceketimin iç
cebine uzandım. Kalemi içine koyduğum kutuyu çıkardım. Masanın üzerine koydum ve
kutunun kapağını açtım. Herkesin gözü fal taşı gibi açılmış, büyük bir hayranlıkla kaleme
bakıyordu. İhtiyar adam önce gözlüklerini gözüne taktı. İki avucunu açmış, kalemi ona
teslim etmemi bekler gibi durdu. Onun davetkâr bakışlarına karşı koyamadım ve kalemi
yetmiş yaşındaki biri için kırışıksız görünen avuçlarının içine bıraktım.
İhtiyar, servet değerinde bir mücevheri elinde tutan kuyumcunun hassasiyetiyle kalemi
tutarken yaşlı gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Odadakiler, frikik esnasında dokuz metre on beş
santim kuralını minik adımlarla ihlal eden bir futbol barajı gibi yavaş yavaş masaya
yaklaşıyor, ihtiyarla aralarındaki saygı sınırını çizen mesafeyi bozmadan kaleme yakından
bakmaya çalışıyorlardı.
Bu sırada kalemi incelemeye devam eden yaşlı adam tekerlekli koltuğuyla masasının
sol tarafındaki bir cihaza yaklaştı ve kalemi cihazın içine yerleştirdi. Kuaförlerin tarakları,
fırçaları içine koyup bakterilerden arındırdıkları sterilizasyon makinelerine benziyordu bu
cihaz. Kalem o aletin içinde mikrodalga fırının içindeki pizza gibi durdu öylece. Mavi bir
ışıkla doldu içerisi. Cihazın üzerindeki tarama çizelgesi soldan sağa doğru uzadı, kırmızı
çizgiye yaklaştı...
“Çok şaşırtıcı.”
Sonra İrfan Kudret Akay kalemi cihazdan çıkarıp, masanın üzerine koydu. Odadaki
herkes dünyadışı bir varlığa bakar gibi hayranlıkla babamdan yadigâr kalan kaleme
bakıyordu. O mavi ışıklı cihaz neyin nesiydi ve kalemle ilgili neyi ölçmüştü, bunları
bilmiyordum ama bir şekilde cihazın üzerindeki kırmızılığın kalemdeki olağanüstü gücü
onayladığını düşünüyordum. Dünyada bir eşi daha olmayan, yapabileceklerinin sınırı
hayalgücünün sınırlarıyla ölçülebilen olağanüstü bir şeydi o ve şu an ihtiyarın masasının
üzerinde duruyor olsa da o bana aitti.
İhtiyar “Gerçekten buna inanamıyorum” dedi, cümlede hayranlık ifadesine benzer vurgu
olsa da gözleri hiçbir duyguyu ele vermiyordu. Sonra masasının sağ alt çekmecesini açtı,
içinden bir şey çıkardı. Herhalde başka bir cihazla yeni ölçümler yapacak diye
düşünürken...
İhtiyar adamın, elindeki çekici kaldırması ve var gücüyle masanın üzerindeki kalemi
parçalaması bir oldu.
Çığlık attım. Odadaki herkesle birlikte...
Balıkçı Yaka ağlamaklı bir ses tonuyla “Hocam ne yaptınız?” diyebildi, diğerleri şoku
kendi içlerinde yaşıyor gibiydiler.
Hemen masadaki parçalanmış kalemin üzerine kapaklandım. Bu delirmiş bunağın ikinci
bir darbesine maruz kalmasını önlemek zorundaydım. Ama artık çok geçti, birkaç saniye
önce dünyanın sekizinci harikası olarak gördüğüm o kalem artık bir hurdadan ibaretti.
Gövdesi bir vazo gibi paramparça olmuş, parçalar dağılmıştı. Ufak yayları yamulmuş,
etrafa sıçramıştı. Minik hortumu vahşetten nasibini almış, ikiye bölünmüştü. Mürekkep
rezervi bir balon gibi patlamış, gümüş klipsi ise düelloda yenilmiş bir şövalyenin mızrağı
gibi eğrilmişti. Kalemin desenli altın kaplama ucu sanki yeni bir sahipten medet umarmış
gibi masadaki şık dolmakalemliğin üstüne kendini atmıştı. Üstündeki o tuhaf sembol ise
şarampole uçan otomobil arması gibi odadaki halının üzerinde unutulmuşluğa ya da
elektrikli süpürgenin vakumuna terk edilmişti.
Şoku atlattıktan sonra “Allah kahretsin. Ne yaptın sen!” diye bağırdım. Gözlerim
yaşarmış, kalbim hız rekoru kırar olmuş, ellerime ise titreme gelmişti. Odadaki herkes de
şoktaydı ama efendileri konumundaki bu adama karşı çıkamadıklarından olsa gerek
benim içinde bulunduğum cinneti paylaşmıyorlardı. “Onun ne olduğunu bilmiyordun bile!
O kalemle neler yapabildiğimi söylesem...” diye sayıkladım.
“Onunla neler yaptığını çok iyi biliyorum, ama onu o yapmıyordu, sen yapıyordun” dedi
sükûnetle.
Yanıt veremedim. Bu söylediğine o kadar inanmıyordum ki sinirden gözlerim yaşardı,
yumruklarımı sıkmaktan avuçlarım kasıldı.
“Onsuz da yapabilirsin...” diye devam etti.
Hıçkırarak karşılık verdim: “Ne yaptığımı bilmiyorsun ki!”
“Bildiğimi biliyorsun.”
“Allah kahretsin!”
“Allah mı?” diye sordu İrfan Akay. Yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi, o gülümseme
odadaki herkese sirayet etti...
“Evet, Allah kahretsin. Her şeyi mahvettin. Nasıl yaparsın bunu?! O kalemle
yapabildiklerimi hayal bile edemezsin!”
İhtiyar masasındaki kalemliklerden birinin içine elini soktu, tombala çekermiş gibi
oradan bir tane üstü yıpranmış, ucu yassılaşmış ufacık bir kurşunkalem çıkardı.
Başparmağım büyüklüğündeki kalemi masadaki kırmızı mekanik kollu kalemtıraşın içine
soktu, kolu çevirdi. Yüzünde kalemini açan bir adamdan ziyade yel değirmenini çalıştıran
bir çiftçinin ciddiyeti vardı. Birkaç kere çevirdikten ve kalemin tıraşlanmış ahşabını
minyatür kutusuna döktükten sonra kalemi kalemtıraştan çıkardı. Kalemin sivrilen ucunu,
bilediği bıçağını kontrol eden bir katil gibi başparmağıyla sınadı. Masanın ortasına koydu.
“O kalemle ne yapabildiysen, aynısını bununla da yapabilirsin” dedi kendinden emin bir
ses tonuyla.
Sonra da o malum cümleyi ekledi: “Bunu sen de biliyorsun.”
Nah biliyordum!
“Bildiğim hiçbir şey yok. Siktiğimin araba mezarlığında abuk subuk adamlarla bir
aradayım. Babamdan kalan en güzel hatıralardan birini gözümün önünde parçaladılar.
Başıma gelenlerin en ufak bir açıklamasını yapamıyorum. Bir bok bildiğim yok!”
Bir süre sessizlikten sonra ihtiyar ayağa kalktı. Yanıma geldi, koluma girdi, “Gel biraz
yürüyelim...” dedi.
Çaresiz ona itaat ettim. Odadan çıktık ve biraz önce yürüdüğümüz koridorlarda
ilerlemeye başladık. Diğerleri birkaç metre gerimizden bizi takip ediyor, çaktırmadan
sohbetimize kulak kabartıyorlardı. İhtiyarla bir süre sessiz sedasız yürüdük.
Derken cebinden bir şey çıkardı ve bana sigara uzatır gibi doğrulttu. Bu bir sakız
kutusuydu.
“Çiklet ister misin?”
Çiklet kelimesini uzun zamandır duymuyordum sanırım.
“Teşekkür ederim” diyerek nazikçe reddettim.
“Lütfen” diye ısrar etti.
“Şimdi ne bileyim...”
Etrafıma baktım, herkes bana bakıyordu ve dikkat ettim, bazıları şımarık cadde kızları
gibi cık cık çiklet çiğniyorlardı. Çiklet kutusuna baktım, beyaz bir kutu, üstünde o elips
sembolü vardı. Ayıp olmasın diye bir tane aldım. Yavaş yavaş çiğnemeye başladım.
Değişik bir tadı vardı, naneli gibi ama çok sert değil, şekerli ama çok tatlı değil, çiğnemek
zorunda değildiniz, ağzınızın kenarında tutsanız o kendine has aromasını sonsuza kadar
ağzınıza yayacakmış gibiydi. Bu adamlar deli meli olabilirlerdi, sapık falan da olabilirlerdi
ama tek bir gerçek vardı; çikletin iyisinden anlıyorlardı.
“Öncelikle babanın kalemini kırdığım için özür dilerim. Ama bunun yapılması
gerekiyordu, zamanla ne demek istediğimi anlayacaksın.”
Araya girmek istedim ama hızlı hızlı konuşarak beni susturdu.
“Şaşkınsın. Merak ediyorsun. Belki biraz da korkuyorsun. Ama içten içe korkmaman
gerektiğini de biliyorsun. Bir sinema salonuna girdiğini farz et, biraz geç kalmışsın,
seyirciler yerine oturmuş çoktan, sense el yordamıyla yerini bulmaya çalışıyorsun, birine
çarpacağından korkuyorsun. Sonra yerini buluyorsun, filmi seviyorsun, senden mutlu biri
yok o anda. İşte böyle olacak ama biraz sabır.”
Birkaç kere, koridorlardaki yuvarlak kapılı odalardan çıkanları gördüm, yüzlerinde şapşal
bir gülümsemeyle çıkıyorlardı odalardan. O odalarda bu binanın ve bu tuhaf
organizasyonun masraflarını karşılayacak birtakım aktiviteler yapılıyor olsa gerekti.
“Buralarda ne...” diye soracakken lafımı böldü İrfan Akay. “Biraz sabır” dedi.
Daltonlar bizi takip ediyorlardı, kulakları bizdeydi, ne zaman onlara baksam hemen
kafalarını çevirip kendi aralarında konuşuyormuş gibi yapıyorlardı. Ajan, Patenci Kız,
Albino ve Balıkçı Yaka. Onlara benzer başka tipler de vardı binanın içinde ve her geçen
dakika binadaki kalabalık artıyor gibiydi. Yalnız binadakilerin hepsi bir cinsti; yağmur
yağıyormuş gibi kapüşonunu kafasına geçirmiş bir elemanla güneşliymiş gibi kasketiyle
dolaşan biri beraber yürüyorlardı. Sırt çantalılar vardı, bir de freebag takanlar, eşofman
giyenler de vardı, takım elbise (ama kravatsız) giyenler de, kısa boylular, uzun boylular,
uzun saçlılar, kısa saçlılar, keller, albinolar, dövmeliler, dövmesizler, sakallılar,
sakalsızlar, bıyıklılar, bıyıksızlar, ergen tişörtlüler, yetişkin gömlekliler, metalciler,
rapçiler, hippi görünümlüler, metroseksüeller... Gençler çoğunluktaydı ama her yaştan
her tipten insan vardı. Buna rağmen hepsinin tarif edemediğim ortak bir yanları vardı.
Sanki bunlardan birini dışarıdaki kalabalık içerisinde de görsem tanıyabilirim gibi
hissettim.
Binadaki insanları pür dikkat izlediğimi fark etti İrfan Akay. “Herkes birbirinden çok
farklı ama aynı zamanda birbirlerine ne kadar benziyorlar, değil mi? Çünkü hepimiz tek
bir hayalin ortaklarıyız. O hayalin ne olduğunu öğreneceksin...” dedi.
“Zaten biliyorum da...” diye takıldım ihtiyara.
Esprim geçmemişti ihtiyara. “Evet tabii ki...” dedi ciddiyetle. Biraz duraksadıktan sonra
“Sana değil, buraya gelen hiç kimseye aslında içten içe bilmedikleri bir şeyi anlatmadım.
Sadece bilinçlerinin ücra bir köşesine sakladıkları bir bilgiyi ortaya çıkardım, hepsi bu...”
Yaklaşık on beş dakikalık yürüyüşümüz bir odanın kapısına varmamızla sona erdi. Diğer
odaların kapısından daha büyük yuvarlak bir kapıydı bu.
Kapı açıldığında kendimi bir açık hava sinemasında buldum. Araba hurdalarıyla dış
dünyadan sakladıkları bir açık hava sinemasıydı bu, adı da tabeladan okuduğuma göre
“Aylak Adam Sineması”ydı. Beceriksizce maviye boyanmış tahta sandalyeler onar onar
yan yana getirilip arkalarından çıtalarla birbirine bağlanmıştı. Bembeyaz duvarları, çakıl
taşlı zemini, perde niyetine inşa edilmiş beyaz duvarıyla, floresanlı lambalarıyla
gençliğimde gittiğim açık hava sinemasının kopyası gibiydi burası. İrfan Akay’la yan yana
oturduk.
“Eskiden filmleri çok severdin. Baban, sen, ben Edward Scissorhands’i izlemiştik...”
“Evet hatırlıyorum.”
“Sonra sen filmdeki aktrise benzeyen bir kıza âşık olmuştun.”
“Ama sen nereden biliyor...”
“Baban anlatmıştı...” dedi ve yutkunduktan sonra titrek bir sesle “Babanı özlüyorum”
diyebildi. Gözleri dolmuştu. Gözlüklerini çıkarıp yaşlarını sildi, gözlüklerini tekrar taktı.
“Neyse... Seninle şimdi yine bir film izleyeceğiz. O kadar heyecanlı, maceralı bir film
değil bu. Ama aklındaki soruların çoğunu yanıtlayacak.”
“Buna hayır demem.”
Bana yan sandalyeden mısır torbası uzatır gibi lacivert plastik bir kask uzattı. Kaskın
içinden birtakım kablolar, jack’ler sarkıyordu. İçine bakınca devreler, çipler görünüyordu
ama hepsi çok iğreti duruyordu, bazıları seloteyple, bazıları resmen koli bandıyla
yapıştırılmıştı. Bir kablonun yara bandıyla sarılmış olduğunu bile gördüm. Kaskı elimde
endişeyle tuttuğumu fark edince “Merak etme, filmin içine daha rahat girmeni sağlayan
bir aygıt bu. Dış sesleri ve konsantrasyonunu bozan düşünceleri uzaklaştırıyor” dedi İrfan
Akay. Yan koltukta patenli kızın bana doğru bakıp gülümsediğini gördüm. Elimde
tuttuğum kask onun kafasındaki kaska benziyordu. O sürekli bunu takıyorsa bir zararı
olmaz diye düşündüm ama hâlâ emin değildim. Sonra salondaki diğer izleyicilere baktım.
Toplamda yirmi otuz kişi vardı salonda. Salonun farklı yerlerine dağılmış bu tuhaf
adamlar bir anda bebeğine “bak nasıl da ham yapıyorum” diyen anneler gibi kafalarına
bu kasklardan birini geçirdiler. Arka çaprazımda Balıkçı Yaka vardı, bana dönüp “Ben
altıncı defa izleyeceğim” dedi, heyecanla gözlerini bomboş perdeye dikmişti bile.
Kaskı taktım kafama. Sarkan kabloları ne yapacağımı bilemedim, bazıları saçlarımın
arasında kaldı, bazıları kaskın altına sıkıştı, onları toparlayayım diye uğraşırken “Boş ver
önemli değil” dedi İrfan Akay. Sonra da “Saat kaç?” diye sordu. Telefonuma baktım,
“Dokuz olmuş”. “O zaman matine başlasın” dedi.
Sinema salonu yavaş yavaş karardı, gökyüzündeki yıldızlar seçilir olmuştu. Birkaç saniye
sonra projeksiyondan çıkan ışıkla birlikte perdede şu yazı göründü:
“Az sonra izleyeceğiniz film yaşanmış gerçek olaylardan ve insanlardan esinlenmiştir,
verilen bilgiler tarihi gerçeklere dayanmaktadır.”
Tahta sandalyenin üzerinde keyifle gerindim.
Görüntüler akmaya başladı. Güneşin doğuşuyla başladı bu tuhaf film. Bir saatin alarmı
çaldı ve o sesle birlikte tanımadığım insanların yatak odalarına girdi kamera. Bir adamın
uyanışı. İkinci bir karede bir kadının uyanışı... Ekrandaki kareler hızla çoğalmaya başladı.
Yaklaşık yüz karede farklı farklı insanların uyanış hikâyelerini seyretmeye başladık.
Birbirine benzer alarm sesleri birbirleriyle alakasız insanları uyandırıyordu. Sonra hepsinin
tek tek hazırlanmalarını izledim. Zamanla yarışırcasına tuvalete gidişleri, kahvaltı edişleri,
elbiselerini giyişleri... Hareketleri hızlandırılmıştı, sanki ileriye sarmış gibi hızla ilerliyordu
film. Ekrandaki kareler sık sık yer değiştiriyordu, böylece tek bir adamı seyretmeniz
mümkün olmuyordu ama işin garibi şuydu ki; belli bir yerdeki kareye odaklansanız bile o
kareye yeni gelen insan bir öncekinin hareketini devam ettirdiğinden devamlılık
sağlanıyordu.
Otobüsle, metroyla, metrobüsle, servisle, arabayla işe gidiş faslından sonra farklı iş
alanlarında ter döken insanları izledik bir süre. Bütün gün bilgisayar ekranına bakan
insanlar, alışveriş merkezlerine giren çıkan insanlar, banka sırasındaki insanlar, sıkışan
trafikteki insanlar, işten çıkmalarına rağmen laptop’larında, cep telefonlarında işle ilgili
bilgilere bakarak çalışmaya devam edenler, henüz bir sektöre girmemiş olsalar da eğitim
sektöründe çalışan öğrenciler, çalışan insanlar, kazandıklarını tüketen insanlar...
Tamam, normal bir film izlemeyi beklemiyordum ama bu kadar sıkıcı bir film
izleyeceğimi de tahmin etmiyordum. Gerçekten daralmıştım. Ne bir müzik var, ne bir
hikâye. Yarım saat boyunca öykülemeden yoksun olan, bu sıradan ve durağan hayatın
içinden görüntülere maruz kalmıştım. Birden görüntü karardı, ışıklar yavaş yavaş yandı.
İrfan Akay ayağa kalktı, “Nasıl bulduğunu sormayacağım, onun yanıtını çok iyi
biliyorum. Sadece şunu merak ediyorum: Sence film başladığından beri kaç dakika geçti?”
“En az yarım saat geçmiştir, belki de 40 dakika” diye yanıtladım.
“Tam bir süre verebilir misin?”
“34 dakika diyeyim o zaman.”
Balıkçı Yaka’nın elindeki çizelgeye not alırken bir laboratuvar görevlisi edasıyla “Bugüne
kadar filmimizin bu noktasında kulübümüze katılanlara sorduğumuz bu soruya aldığımız
yanıtların ortalaması: 32 dakika 43 saniye. Sen de ortalamaya yakın bir süre verdin”
dedi.
Doğru yanıt vermiş bir öğrenci gibi kendimle gurur duydum anlamsızca. İrfan Akay
“Fakat doğru yanıt 4 dakika 30 saniye olmalıydı” deyince hevesim kursağımda kaldı.
“Nasıl ya” diye ayağa kalktığımı hatırlıyorum.
Yaşlı adam pantolonundaki cep saatini çıkardı ve gösterdi, saat 09.05 idi. Tek bir saate
inanmayacağımı biliyorlardı, boğazlı kazak geldi yanıma ve kol saatini gösterdi. Son
olarak elim cebime gitti, telefonuma baktım. Gerçekten de 5 dakika geçmişti film
başladığından beri.
“Buna inanamıyorum. Bir saat geçti deseniz inanırdım” dedim.
Yaşlı adam gözlüklerini silerken “İşte bu insanoğlunun bugünkü hayatı... Dünya
kocaman bir hayvanat bahçesi olsa hiç ziyaretçisi olmazdı” dedi. “Ama daha kötüsü de
var...” diye ekledikten sonra makiniste doğru elini kaldırdı. Bu sırada salonda başka bir
yere doğru yürüyordu yaşlı adam. Bir süre sonra perdeye yakın, locaya benzer bir
yükseltide yerini aldı. Önünde bir mikrofon vardı, anlaşılan o ki filmin anlatıcılığına
soyunacaktı.
Salondaki ışıklar söndü ve film yeniden akmaya başladı ama bu defa başa doğru
sarıyordu. Ortalarda bir yere geri döndü, ekranın yüzlerce parçaya bölündüğü
sahnelerden birine. “Eyvah yeniden göstermezler umarım” diye içimden düşünürken
görüntü dondu ve ekrandaki yüzlerce kadrajdan bir tanesine odaklanarak yavaş yavaş
görüntü büyüdü. Şimdi beyazperdede kendimi görüyordum. Sabah herkes gibi uyanıp,
herkes gibi hazırlandıktan sonra işe gidenlerden biri bendim. İnsanların uyanış ve işe
hazırlanış hikâyelerini benimkiyle yan yana izleyince bana özgü sandığım tüm o kestirme
yolların aslında çoktan keşfedildiğini ve milyonlarca insan tarafından uygulandığını
görmüş oldum. Tostunu yerken çayını karıştıran, işerken dişini fırçalayan, kravatını
takarken ayakkabısını giyen adamlar, kadınlar...
Sonra günün ilerleyen safhalarında beni ön plana çıkararak filmi tekrar gösterdiler.
Banka kuyruğunda bekleyenlerden biri bendim, alışveriş merkezinde boş boş
dolananlardan biri de... Trafik sıkışıklığı sahnesinde, 2 saat boyunca arabasında
hapsolanlardan biri de bendim, işyerindeki toplantıda çıldırmak üzere olan da... Bundan
önce izlediğim o kısa –ama uzun– filmdeki hiçbir kare bana uzak değildi.
İrfan Akay anladığım şeyi kör göze parmak şeklinde sokmaya kararlıydı:
“Bu senin hayatın.”
Uzun bir es...
“Ama böyle olması gerekmiyor...”
Kısa bir es...
“Daha önce böyle değildi! Hiçbirimizin hayatı böyle değildi...”
Perdedeki görüntüler yeniden hareket kazandı. Günümüzün görüntüleri geriye sarma
efektiyle geçmişe doğru ilerledi. Tarihin başına doğru hızlı bir yolculuk yapıyorduk. Olup
bitenler, hareketler, ritüeller hep aynıydı, sadece araçlar ve teknoloji farklıydı. Şık
otomobiller yerine ilk motorlu arabalar, sonra atlar, otobüsler yerine tramvaylar,
troleybüsler, sonra da trenler, at arabaları... Borsa, dijital göstergeler yerine, at
yarışlarındaki gibi çevirmeli skorbordlardan takip ediliyor, bilgisayarlar geçmişe doğru
gittikçe eskiyor, veriler kâğıt dolusu dosyalarla, posta servisiyle oradan oraya gidiyor,
kısacası aynı sistemlerin daha yavaş halleri sadece... Okullar eski okullara,
üniversitelerdeki amfiler antik çağ akademilerine dönüşüyorlardı, pek bir fark yoktu,
sadece moda değişiyordu.
Zamanda geriye gittikçe sarma işleminin hızı da artıyor, görüntüler takip edilemez bir
karmaşada gözümün önünden geçip gidiyordu... Nadiren seçebildiğim birkaç kareden
tarih öncesi döneme geri sardığımızı anlıyordum ama bir yandan da başım dönmeye
başlamıştı. Bir anda film ani bir frene bastı ve karşımda çok güzel bir manzara beliriverdi.
Uçsuz bucaksız bir ova, inanılmaz güzellikte bir bitki örtüsü ve derin bir sessizlik... O
kadar güzel bir manzaraydı ki bu, bilgisayarla yaratılmış bir görüntü olamazdı. Sanki
zamanda yolculuk yapmışlar da kamerayla çekmişler gibiydi. Büyülenmiş gibi perdeye
bakıyordum. Üç boyutlu bir film değildi ama buna rağmen sanki elimi uzatsam perdedeki
çimenlere dokunabilecekmişim, biraz üfürsem oradaki yaprakları oynatabilecekmişim gibi
hissediyordum. Sonra kadraja bir ilk insan girdi; göğsü, sırtı, bacakları kıllıydı, kamburdu
ve hayvani bir duruşa sahip bir erkekti bu. Elinde sivri bir kaya parçası vardı. Ovanın diğer
ucuna doğru aksak adımlarla yürüyordu. Orada sırtı dönük bir başka ilkel insan vardı,
saçları uzun, daha kılsız, omuzları daha dardı, bu bir kadındı.
İlkel adam sinsi sinsi yaklaştı ona doğru. Elindeki sivri kayayı yukarı kaldırdı, sırtı dönük
kadının kafasına doğru nişan aldı, tam kayayı onun kafasına indirirken görüntü dondu. Dış
ses anlatmaya başladı. Üslubu bir belgesel dış sesi gibi değildi, masalsı bir ezgisi vardı.
İrfan Akay’ın sesiydi bu ama çok daha genç tınlıyordu.
“Bize tarih kitaplarında ilkel insanın zekâdan ve ahlaktan yoksun kaba saba bir hayvan
olduğu söylenir, ona ‘mağara adamı’ denir. Devletler ve yasalar olmadan medeni bir
hayatın var olamayacağı dikte edilir hep. Sistem olmadan barbarlaşacağımıza dair bir
korku yaratılır zihinlerde.”
Tam bu noktada araya anlık görüntüler girdi, günümüzden savaş, felaket ve acı
görüntüleri. Sonra hemen taş devrinin kusursuz dinginliğine geri döndü film, taşı kaldıran
ilk insan donmuş bir biçimde duruyordu perdede. Dış ses de devam etti.
“Arkeolojik bulgular ve antropologların tespitleri bu genel algının tersine ilkel insanın
günümüzdeki insandan daha ‘medeni’ olduğunu söylüyor. İlkel insan, boş vakitlerini
henüz yeterince gelişmemiş zekâsıyla değerlendiren, cinsiyetler arasında fark gütmeyen,
sınıfsal farklılıklar olmaksızın tabiatla bir bütün olurken diğer hayvanlardan farkını
kendine has hayalgücüyle ortaya koyan bir varlıktı. Cinayet, tecavüz, hırsızlık gibi suçlar
günümüz medeniyetlerine göre çok daha azdı.”
Bu söylenenlere en başta inanmadım, sonuçta bize öğretilen gerçek, ilkel insanın
barbar olduğu yönündeydi.
Görüntü donduğu yerden devam etti; ilk insan taşı indirdi ama yavaşça... O ilk insan
meğer eşine bulduğu parlak taşı gösteriyormuş. Taşın ucu bir pırlanta gibi parlıyordu.
Kadın taşı aldı ve yüzünde kaba saba bir gülümsemeyle onu incelemeye başladı. Daha
sonra bu ilkel çiftin hayatını izlemeye başladık hep beraber. Yüzüme bir gülümseme
yapışmıştı çünkü bu kaba saba insanları izlemek çok zevkliydi. İstedikleri zaman
uyanıyor, istedikleri zaman avlanıyor, istedikleri zaman çiftleşiyor, istedikleri zaman diğer
adamlarla şakalaşıyor, istedikleri zaman yemek yiyor, istedikleri zaman uyuyorlardı.
Sanırım en az on beş dakika onların hayatını izledik ama sanki bir dakika geçmiş
gibiydi.
Ardından taş devrindeki hayvanların, maymunların, böceklerin, gergedanların, balıkların
hayatlarına odaklandı film. Onların da hayatları insanınkinden farklı değildi.
“İnsanoğlunu diğer canlılardan ayıran neydi? Zekâ mı? Hiç sanmıyoruz. İnsanlar
mağaralarda yaşarken maymunlar ağaçları barınak olarak kullanabiliyorlardı.”
Perdede ağaçlarda yerleşim alanları kuran maymunları görüyorduk. İnsanlar bu
konularda henüz onlardan daha geriydi.
“Savaşçılıkları mı? O da değil. İnsanlar taş atmayı, mızrak yapmayı hayvanlardan
öğrenmişti.”
Bu teoriye ilişkin görüntüleri izledik. Bir maymun bir kartala karşı kendini taş atarak
savunuyordu, bir başka maymun ise elindeki sopayla ağaçtaki sincabı vurmaya
çalışıyordu. Bunu gören insan maymunu taklit ederek ilk silahları icat ediyordu. Anlaşılan
o ki, insanlar zekâ olarak da, savaşçılık olarak da hayvanlardan ayrışmıyordu.
“Gerçekten neydi insanoğlunu hayvanlar âleminden ayıran?”
Karanlık salonda gözlerin bana döndüğünü biliyordum. Sözlüye kalkmış,
arkadaşlarından bir sufle duymak için etrafına bakınan çaresiz bir öğrenci gibiydim. Yanıtı
biliyor olsam büyük bir gururla yanımdakilere fısıldayacağımdan emindim. Fakat yanıt
hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
Sonra perdedeki görüntüler bir mağaraya odaklandı. İlk sahnedeki çift mağaranın bir
köşesinde kavga ediyordu. Birbirlerine yumuşak bir şekilde vurup gerisingeri kaçıyorlardı.
Gözlerinden ne kadar öfkeli oldukları anlaşılıyordu ama hareketleri çok kontrollüydü.
Öfkelerine yenik düşmüyorlardı. Bir an adam yerde duran sivri bir taşı aldı. Korktuğumu
hatırlıyorum, o taşın herhangi birine zarar vereceğini ve tüm bu güllük gülistanlık taş
devrinin kararacağını, insanlığın o ilk suçla birlikte yön değiştireceğine dair bir senaryoyu
kafamda çoktan yazmıştım. Adam taşı kavradı, kolunu bir yay gibi gerdi, kadına doğru
fırlatacakmış gibi yapıp onun uzağına fırlattı.
Duvara çarpan sivri kaya taş yüzeye bir çizik atmış, o çizik, mağara duvarındaki diğer
girinti çıkıntılarla birlikte çarpı işaretine benzer bir şeklin ortaya çıkmasına neden
olmuştu. Bunu ilk gören kadın oldu. Adam taşı fırlatacak kadar öfkesine yenik düştüğü
için pişman olmuş ve kafasını vücuduna gömerek yere yığılmıştı. Kadın onun omzuna
dokundu ve birtakım sesler çıkartarak adamın duvara bakmasını istedi. Adam çekinerek
yumru pozisyonundan çıktı, kadının işaret ettiği yere baktı. Duvardaki şekli görünce
şaşırdı. Kadın yere düşen sivri taşı kaldırdı ve duvara doğru fırlattı, sivri kısım duvara bir
çentik daha atmıştı. Kadın sivri taşı adama uzattı, adam utanarak taşı aldı ve duvara
atmak yerine taşı sürterek duvarda şekil çizmeye başladı.
Zaman geçti. Artık o ilkel adam duvara resim yapabiliyor, çizgilerden bir bizonu ve
etrafındaki mızraklı avcı insanları resmedebiliyordu.
Dış ses anlatmaya devam etti. “Bir hayalin ölümsüzleştirilmesinin ilk hikâyesi buydu. Bir
insan ile bir hayvanı ayıran şey de buydu: Hayalgücü. Hayalgücüydü en baştan itibaren
insanoğlunu diğer varlıklardan ayıran tek şey.”
“Biliyordum, dilimin ucundaydı” demek isteyen öğrencinin mimiğini taklit ettim, belki
karanlıkta fark ederler de acırlar diye. Dış ses devam etti...
“İnsanoğlu o zamanlarda bu gücünü nasıl kullanabileceğini saf ve katışıksız bir
içgüdüyle çok iyi biliyordu. Geceleri çöken karanlık ve gölgeler onların hayalgücünü
körüklüyordu. Dünya on iki saat boyunca zifiri karanlığa teslim olunca insanlar akıllarına
üşüşen hayallerle kendilerini oyalamak zorunda kalıyorlardı.
“Mağara duvarlarına çizilen bu kaya resimleri tarihin ilk gizemlerinden biridir. İlk
insanlar gelişmemiş zekâlarıyla atları, boğaları nasıl üç boyut perspektifiyle bu kadar
gerçekçi ve ustalıklı çizebiliyordu? Henüz taşları yontup silah yapamadıkları bir çağda,
yani hayvanlara çıplak elleriyle saldırdıkları bir dönemde bizim bile baktığımızda kayaların
içinden çıkıp da hayata karışacakmış gibi bir his uyandıran o resimleri nasıl yapıyorlardı?
Neden resimlerine gerçeklik katabilmek için kayaları oyarak inanılmaz bir çaba
harcıyorlardı? Neden?
Taş devri resimlerinin birçoğu yaşama alanlarının uzağında yer alan, içinde yaşanması
mümkün olmayan mağaralarda keşfedildi. İnsanlar neden konakladıkları bölgelerin çok
uzağında bulunan bu mağaralara gidip, sırf duvarlarına resim çizebilmek için zorlu
yolculukları göze alıyorlardı? Daha da tuhafı var. Sahra çölündeki kayalarda inek, boğa,
bizon, antilop, zürafa, gergedan, fil resimleri bulundu. Bilim bize tarihin hiçbir döneminde
o hayvanların orada yaşayamayacağını söylüyor. Ne bir hayvan kemiği var, ne bir fosil,
ne de su... Bu resimler oraya nasıl ve neden geldi? Neden orada çizildiler?
Bazı bilim adamları ilkel insanın yaşam sahalarından uzaktaki bu mağaralara çizim
yapmasını insanların boş zamanlarının fazlalığına bağladı. Bazıları ise insanların avdan
sonra kendilerini taçlandırmak, cümle âleme güçlerini kanıtlamak ve saygınlık kazanmak
için çizdiklerini iddia etti. Bu iddia, insanların avdan sonra değil, avdan önce bu çizimleri
yaptıklarının ortaya çıkmasıyla çöktü. Bazı bölgelerdeki çizimler o hayvanların o bölgedeki
türeyişlerinden önceye denk geliyordu. Tıpkı Sahra Çölü’ndeki kayalıklara yapılan faili
meçhul çizimler gibi o çizimler de o bölgede türememiş ve yaşamamış hayvanları
resmediyordu. Bu nasıl oluyordu?
Kabul gören hipotezlerden biri şuydu: İnsanlar bu çizimleri bir iyilik tılsımı olarak,
hayvanlara karşı bir güç gösterisi olarak yapıyorlardı. Teoriye göre insanlar mağara
duvarlarına çizim yaparak başarılı bir av için sihirli güçlere sahip olacaklarını sanıyorlardı.
Çizdikleri figürlerle avdaki şanslarını ve hayvanların sayısını artırdıklarını düşünüyorlardı.
Bu teoriler asıl gerçeğe en yakın teorilerdi ama çok daha fazlası vardı.”
Daha önce ilkel insanların neden duvarlara çizim yaptığına hiç akıl yormamıştım. İlgimi
çekmemişti ya da sorgulamadan kabullenmiştim. Ama şimdi bunun ardındaki gizemi her
şeyden daha çok merak ediyordum. Son zamanlarda filmlerdeki hiçbir gidişatı bu kadar
merak etmemiştim. Bir yandan da önceden tahmin etmek için zihnimi zorluyordum. Bu
amaçla dikkatimi dağıtan ağzımdaki sakızı çıkarmaya karar verdim. İkram olduğu için
çaktırmamam gerekiyordu, öksürüyor gibi yaparak elimi ağzıma götürdüm ve sakızı elime
alıp pantolon cebimdeki bir faturanın içine yapıştırdım. Fatura kâğıdıyla bir güzel sardım
“çiklet”i.
Ve o anda malum sır anlatıcının sesinden açıklandı:
“İnsanlar mağara duvarlarına çizdikleriyle şanstan öte bir şeyi yaratıyorlardı.
O hayvanı ve onu avladıkları anı yaratıyorlardı!
Avlamayı diledikleri hayvanı uçsuz bucaksız yeryüzünde bulabilmelerinin, onu
yakalamalarının ve onu ellerindeki tahta çubuklarla öldürebilmelerinin tek yolu buydu.
Hayal ediyorlar, onu çiziyorlar ve gerçekleşmesini sağlıyorlardı.”
İrfan Kudret Akay anlatırken görüntüler onun anlattıklarını destekler gibi devam
ediyordu. Mağara adamı bir bizonu çiziyor ve mağaradan çıktığında bizonu tam çizdiği
yerde otlanırken buluyordu. Sonra da tıpkı çizdiği şekilde, tam olarak çizdiği yerde
bizonun göğsüne mızrağı saplıyor, tıpkı çizdiği gibi onu taşıyor ve yine çizdiği şekilde
bizonu komünü ile paylaşıyordu.
Film bağlana bağlana nereye bağlanmıştı! Bu benim için çok büyük hayal kırıklığı oldu.
Duyduğumda ağzımı bir karış açacak, bu gerçeğe sahip olan azınlıktan olduğum için gurur
duymama neden olacak bir bilgi bekliyordum. Bak sen! İlk adam çizerek avlayacağı
hayvanı yaratıyor ve av macerası da çizdiği gibi gerçekleşiyordu ha! Ufak at da civcivler
yesin!
Dayanamadım ve “Bu çok saçma” diye bağırdım. O anda film durdu. Işıklar yanmadı,
zifiri karanlıkta öylece oturuyorduk. Tepkilerinden korktum açıkçası. Bir süre iki ÇIKIŞ
lambası dışında tamamen karanlık olan sinemada çıt çıkmadı. Derken hoparlörlerden “Bu
çok saçma” sözleri yankılanarak verildi.
Projeksiyon makinesi tekrar çalışmaya başladı ve beyazperdeye günlüklerimden bazı
cümleler aksetti. Görünüşe bakılacak olursa sadece bir günlüğümü değil, tüm
günlüklerimi almışlardı. Fakat bu toplu hırsızlığa kızmama fırsat bırakmadılar. “Bu çok
saçma” cümlesini küçüklüğümden beri yazdığım günlüklerde ne kadar çok tekrarladığımı
fark edince afalladım. Üstelik sadece benim ağzımdan çıkan bir laf değildi bu. Lisedeyken
söylediğim fikirlere karşılık öğretmenlerimin ve yakın arkadaşlarımın sarf ettiği “Bu çok
saçma”lar, sonra kız arkadaşlarımın “Bu çok saçma”ları, patronlarımın ağzından çıkan “Bu
çok saçma”lar bir bir önüme dizilmişti. Hangi durumlarda, hangi fikirlerime karşı bu ortak
argümanla beni geçiştirdiklerini, beni hor gördüklerini görebiliyordum.
Şimdi aynısını ben mi yapıyordum?
Peki ya; bu sorunun yanıtını zaten bilmiyor muydum ki?
Biraz önceki çıkışımdan dolayı pişman olduğum yüzümden okunuyor olsa gerek, İrfan
Akay bana baktı ve elini kaldırdı. Film kaldığı yerden devam etti.
Beyazperdeye Mısır’daki piramitler yansıdı.
“Göçebe hayat süren ilkel insan çöle düştüğünde daha önce gördüğü veya görmediği
halde tasarladığı bir hayvanı çizerek onu orada var edebiliyordu. Böylece yarattığı şeyi
avlayarak hayatta kalabiliyordu. Yerleşim bölgelerinin uzağındaki mağara resimlerinin
açıklaması buydu. Bunlar gibi günümüzde çözülemeyen diğer gizemlerin de ardında
hayalgücünün mükemmel bir şekilde uygulanışı yatıyor.”
Eski Mısır, sonra da diğer antik uygarlıklara dair görüntüler belirdi perdede.
“Piramitler yapılmadan önce hiyerogliflere resim olarak çizilmişlerdi. Bunlar bir mimari
plan değildi, sadece hayalgücünün kâğıda yansımasıydı. O dev kayaların binlerce köle
olsa dahi taşınıp piramitleri oluşturması fizik kuralları açısından çok zordu, eğer
hayalgücü bunda rol oynamasaydı... Paskalya Adası’ndaki dev heykellerin figürleri ilk
olarak ağaçlara resim olarak çizildiler. 50 tonluk dev kayaların yontulup, o kırsal alana
taşınması imkânsızdı, eğer hayalgücü işin içinde olmasaydı...”
İrfan Amca’nın ağdasız, sanki bir arkadaşıyla konuşuyormuş gibi bir tonda yaptığı
anlatıma bazı görseller eşlik etmeye devam ediyordu. Aztek tapınakları, Nemrut
dağındaki tanrı heykelleri ve yeryüzündeki diğer gizemli yapılar bir bir perdeye
aksediyordu. Daha sonra mitolojiden tanrı figürleri yansımaya başladı. Olimpos’un
heybetli ihtiyarı Zeus yıldırımlarla arz-ı endam etti, sonra sekiz bacaklı atının üzerinde
sihirli mızrağıyla çıka geldi Odin. Derken keçi bacaklı Pan flütüyle belirdi. Şahin başlı
güneş ilahı Ra ve dört kollu fil hortumu Ganeşa takip etti onları... Eski çizimler
bilgisayarda tasarlanmış üç boyutlu modellere dönüşüyorlardı. Yeni konu başlığımız belli
ki mitoloji olacaktı...
“Peki ya mitoloji... İskandinav mitolojisi, Aztek mitolojisi, Kelt mitolojisi, Yunan
mitolojisi? Hint Mitolojisi, Çin, Japon, Hawai, Kızılderili efsaneleri, Afrika söylenceleri,
Ortadoğu hikâyeleri, Babil, Asur, Sümer, Mısır tanrıları? Zeus, Odin, Ra? Tüm o tanrılar,
tanrıların arasında kopan tüm o olaylar, emirler, entrikalar, komplolar, maceralar? Tek
tanrılı dinlerden çok daha ayrıntılı olan bu hikâyeler kolektif bir hayalgücünün uydurması
mıydı? Uydurmaysa insanlar görmedikleri tanrıların heykellerini nasıl ve neden yaptılar?
Devasa tapınakları neden inşa ettiler?
Yoksa mitolojik olaylar ve figürler hayal edilen bir şeyin gerçeğe dönüşmesinin örnekleri
miydi?
İşin gerçeği şuydu ki; insanoğlu hayalgücünü hayatı renklendirmek, günlerine macera
katmak ve dünyayı şekillendirmek için kullanıyordu. Tanrılar o dönemde onlara çok
yardımcı oldu. Tanrılar insan hüviyetinde, sadece süper güçlere sahip olmalarıyla
insanlardan ayrılan varlıklardı. Tarihin ilk süper kahramanlarıydı onlar.
İnsanlar tanrıları tapınmak, boyun eğmek veya onlardan korkmak için değil, tıpkı
günümüzün süper kahramanları gibi hayal ürünü güzel hikâyeleri gerçekliğe davet etmek
için var ettiler. Bir çocuğun oyuncaklarıyla oyun oynaması gibiydi; tanrılar
oyuncaklarımızdı, oyunu biz oynuyorduk.
Herkes oyuna katılınca, hayalgücü bir olunca hayal edilen şey gerçeğe dönüşüyordu.
Yunan mitolojisindeki tanrılar o zamanlarda gerçekti, daha doğrusu topluca kurulan
hayallerle gerçekleşmiş ve göze görünür olmuşlardı. Viking tanrıları, Maya tanrıları, Mısır
tanrıları... İnsanlar birbirlerinden habersiz bir şekilde benzer karakterlere ve benzer
şekillere sahip tanrıların hayalini kuruyordu.
Bu amaçla halk söylencelerini çivi yazısıyla yazan kâtipler vardı.
Yazmak, çizmek, hayal edileni duvara, taşa, tabletlere, tahtaya, ağaca, papirüse,
kumaşa ve son olarak kâğıda geçirmek hayal edilenin gerçekleşmesini kolaylaştırıyordu.
Yazı yazmak kutsal bir eylemdi.”
Perdede tüm ihtişamıyla Truva atı belirdi.
“Homeros’un yazdığı destanlar, İlyada gerçekten oldu mu, olmadı mı? Truva Atı gerçek
miydi, değil miydi? Sadece bir efsaneden mi ibaretti? Eğer öyleyse bulunan bazı
arkeolojik bulgular sahte miydi?
Peki ya ejderhalar? Tarih boyunca birbirinden çok uzak kültürlerde bile var olan
ejderhalar sadece bir rivayetten ibaret olabilir mi? Farklı kıtalarda aynı anda türeyen
hurafeler, mesela vampirler sadece batıl inançla açıklanabilir mi? Halk söylencelerinde
yer alan diğer figürler?
Artık kabul edebiliriz; bunların hepsi yazılmış ve sonradan gerçekleşmiş varlıklardı.
İnsanlar yaşadılar, gördüler, şahit oldular, sonra bu kulaktan kulağa yayıldı ama hayal
edilip de gerçekleşen her şey gibi zamanla kanıtları silindi.
Sadece yazıları kaldı. Tıpkı dünyanın diğer gizemlerinde olduğu gibi.
Uzaylılar, Bermuda Şeytan Üçgeni, Atlantis, büyük tufan...
İstisnasız hepsi önceden düşlenmiş ve somut olarak bir cisme yazı olarak işlenmişti.
Hepsi hayalgücünün eseriydi...
Yazının Sümerler tarafından bulunmasıyla birlikte hayaller gerçek dünyaya daha fazla
sirayet etmeye başladı. İlkyazı örnekleri zaten varlıkların yazıyla var olduğunu gösterir
biçimde harflerle değil, cisimlerin sembolleştirilmiş şekilleriyle tabletlere kazınmasından
ibaretti. Daha sonra harfler bulunarak yazı ile resim birbirinden ayrıldı ama aslında ikisi
de aynı mantıkla gerçeği var eder. İkisi de bir nevi yazıdır. Yazının bu gücü toplumlarca
kabul edilmiş ve sonraki nesillere aktarılmıştır. Verba volant, scripta manent... Latince
olan bu söz “Söz uçar yazı kalır” anlamına gelir. Tüm toplumlarda, çoğu dilde ve dinlerin
hepsinde bahsi geçen “alın yazısı” kelimesi de yazılanları yaşadığımızı gösterir. Kader
diye bildiğimiz aslında yazılandır. Biz ‘Allah iyi yazılar yazsın’ deriz, İncil ‘So it shall be
written, so it shall be done...’ der. Yazının var etme kudreti gözümüzün önündeki
eserlerde hep açık edilir.”
Anlatılan hikâyeye inanılması güçtü. Bir saniye inanır gibi oluyor, sonraki saniye içimden
“hadi canım oradan” diyordum ve bu gel-git hali bir saate yakın sürdü.
Bu arada filmin ikinci bölümü başlamıştı ve bu bölüm ilk bölüme nazaran daha karanlık
bir rotada ilerleyeceğini en baştan fark ettirmişti. Daha önceki sahnelerde, örneğin
piramitlerin çizildiği, Paskalya adasındaki heykellerin resmedildiği, mağara duvarlarına av
resimlerinin sivri kayalarla kazındığı sahnelerde arkada duran ve yardım etmek dışında
hiçbir şey yapmayan insanlara kamera odaklandı. Onlar pek mutlu görünmüyorlardı.
Gözlerinde bir eksiklik, bir kıskançlık, bir intikam hırsı okunuyordu.
İhtiyar, masalın kâbusa dönüştüğü bölümü anlatmaya başladı:
“Fakat yazının bulunmasıyla birlikte hayallerin iyiden iyiye güç kazanması bazı kişilerin
hoşuna gitmedi.
Onlar, hayal kuramayanlardı.
Tarihin başlangıcından itibaren bazı insanlar düş kurmak yeteneğinden mahrumdular.
Kurulan hayallerin gerçekleşmesinden de, onların hayatlarına getirdiği hareketten de
bunda bir rol sahibi olmadıklarından dolayı hoşnut değillerdi. Ne kadar güçlü olsalar da
esine sahip olmadıkları için kendilerini etkisiz eleman gibi hissediyorlardı. Hayallerin
gerçekleşmesini önleyemezlerse toplum içinde hiçbir güçleri kalmayacaktı. Bu yüzden bu
süreci bozmaya karar verdiler... Hayalleri dirilten yazıya karşı yine yazıyla karşılık
vereceklerdi...”
Filmin belki de en heyecanlı yeriydi ama birden bire salon on dakika ara verilmiş gibi
aydınlandı. İrfan Kudret Akay önümüzdeki sandalyelere kıçını dayayarak karşıma geçti ve
“Eee... Nasıl gidiyor şimdilik?” diye sordu. Herkes bana bakıyordu. Ağzımdan çıkacak her
kelime çok önemliydi. Bu tip durumlarda savunma mekanizmam devreye girer ve çok
büyük hayranlık duysam da bunu belirtmek istemem, o yüzden “Bitmeden bir şey
diyemem” dedim.
Fakat ihtiyar adam ısrar etti; “Merak ediyorum ne düşündüğünü, hâlâ çok saçma
olduğunu düşünüyor musun?”
“Hayır” dedim. Ahaliden bir rahatlama efekti yükseldi. Yıllarca inandıkları, belki de
içerdiği fikirler uğruna bir otomobil mezarının ıssız bir köşesinde yaşadıkları bu film
hakkındaki görüşlerimi neden bu kadar önemsiyorlardı? Benim onayım şart mıydı? Sonra
ekledim; “Ama hikâye tabii ki biraz tuhaf” dedim. Cümleme noktayı koyar koymaz “Biraz
tuhaf, biraz tuhaf, tuhaf...” diye sesler yankılanır mı diye ürktüm. Yankılanmadı. Yine de
kaşları çatılmıştı salondakilerin. Onları tatmin edecek bir yanıt verememiştim. Derken bir
hata yaptım ve bir espriyle yorumumu tamamladım: “Bu filmi çekerken ne kullandıysanız
bana da verin...”
Yüzüme yapışan koca bir sırıtışla seyircisinden kahkaha bekleyen, o kahkaha tufanı
gelmeyince de ne yapacağını şaşıran kötü bir talkshow sunucusu gibi donakaldım. Tek
tek insanlara bakarak yüzlerine gülümsüyor ve en azından birinin gülmesi için içimden
dua ediyordum. Nafile! Hepsinin yüzünde korkunç bir ciddiyet asılı kaldı. Ürkütücüydü.
Bir süre sonra herkesin yüzü İrfan Akay’a döndü, sanki hepsinin söylemek istediğini
onun söylemesi icap ediyormuş gibi. İhtiyar adam oturduğumuz sıranın diğer ucuna
yavaşça yürüdü, sinema salonunun kapısına yaklaşınca bana döndü. İki eliyle sıranın iki
tarafındaki koltuklara tutundu. Söylediğim şey sanki ihtiyarın dengesini bozmuş gibiydi.
“Beni...” dedi. Gözlüklerini çıkarttı.
“Bizi... Hepimizi çok büyük hayal kırıklığına uğrattın. Maalesef sen o değilsin. Bırak o
olmayı, buraya layık biri bile değilsin.”
Çok kötü hissetmeme yol açmıştı bu cümleler. Nedendir bilinmez ama kırılmıştım. Bir
yandan da son çırpınışlarımı yapıyordum: “Yani aslında fazla fantastik derken şeyi
kastettim, hani o Yunan Mitolojisi kısmındaki özel efektler, onlar biraz yapay duruyor
yani” diye geveledim, sempatik el hareketleri yaptım. Fakat yüzlerindeki ciddiyette en
ufak bir yumuşama dahi yoktu.
İrfan Kudret Akay bir süre pantolon askılarını çekiştirdi, sonra gözlüklerini taktı. Bana
doğru yürüdü. Tam karşımda dikildi.
“Biz hiç özel efekt kullanmadık filmlerimizde. Olay burada bitiyor” dedi bir rahip gibi
elini kafama koyarak.
“Sınavdan geçemedin” diyerek sırtını döndü. Kısık sesle “Arkadaşlar, lütfen kapıya kadar
geçirelim konuğumuzu” diye emrini verdi.
“Ama ama bir dakika, filmin devamı...” diye sayıkladım çaresizce.
Beni kapıya kadar geçirdiler. Tam binadan çıkacakken şişmanca bir adam kolumdan
tutup çöp kutusunu göstererek “Çikletini çıkar” dedi. Önce afalladım, neden bahsettiğini
anlayamadım, daha sonra filmden önce ikram ettikleri sakızı hatırladım. Fakat onu film
esnasında çıkarmıştım, çıkardığımı belli etmek istemedim. Ağzımda hızlıca balgamdan bir
top yaptım ve sert bir sitem göstergesi olsun diye çöp kutusuna tükürdüm. Balgamı sakız
sandı kaçıklar.
Kapıdan çıkarken son kez döndüm. Ajan’ın Balıkçı’ya bakışlarından kendimi lüzumsuz
biri gibi hissettiren “Ben sana demiştim” cümlesi okunuyordu. Balıkçı’nın yüzünden düşen
bin parçaydı. Ben de üzülmüştüm. Bir kahramanken bir saat sonra film hakkında yaptığım
yorum yüzünden zavallı muamelesi görmek ağrıma gitti. Anadol’un içinden süzülüp
gerçek dünyaya geri döndüğümde üzüntünün yerini merak aldı. Mezarlığın kenarına park
ettiğim arabam ne haldeydi?
Adımlarımı hızlandırdım, bekçiye hiç ilişmeden mezarlık kapısını aralayıp çıktım ve
hemen arabama bakındım. Onu sapasağlam görünce yaşadığım üzüntüyü unuttum,
mutlulukla dolup taştım. Radyoyu açtım ve yola çıktım. Dikiz aynamda otomobil mezarlığı
küçüldükçe, yanlışlıkla tıkıldığı bir tımarhaneden kaçmış biri gibi rahatlıyordum.
“Siktiğimin zırdelileri” diye bağırdım içimden. Yüzüm gülüyordu. Başımdan geçen bu
saçma olayı yazıp derin bir uykuya dalmaktan başka bir şey düşünmüyordum.

Tarihin en iyi saklanmış sırrı


11 Nisan 2009
Her zamanki gibi saat 06.48’te cep telefonumun alarmıyla uyandım. Sabah rutinine
harfiyen uydum ve evet, 07.05’te kapımın dışında hazırdım. Öğleden sonra bir toplantım
vardı, o yüzden arabamı aldım.
İşyerinin otoparkına park ettim ve tam zamanında ofise adım attım. Laptop’umu açtım,
kalemlerden uzak durdum. Verimli bir iş günü. Artan rakamlar. Eksilen rakamlar. Aynı
kalan rakamlar. Vesaire.
Öğlen, ben, Aslı, Tolga, Esra yemeğe çıktık. Hepimizden tam puan alan nefis bir yemek,
o yemeğe eşlik eden olağan bir sohbet, birkaç kahkaha, üç dört gülümseme, gündemden
beş haber, iki faydalı bilgi, sekiz dedikodu... Hesap isteyene kadar her şey normaldi. Ne
zaman ki kredi kartımın şifresi çalışmadı ve benden elime tutuşturdukları kalemle kredi
kartı fişini imzamı istediler, kalemi tutar tutmaz babamın kalemiyle yaşadıklarım aklıma
hücum etti. Her seferinde bir kenara savuşturduğum sorularıma tam yanıt almaya
başlamışken araştırma sürecimin yarım kaldığını hatırladım. Fakat böylesi daha iyiydi.
Öğleden sonra şirketimiz ve doğal olarak benim için çok önemli bir toplantı vardı. Uzun
bir masada yerlerimizi aldık, toplantıya katılan firma yetkilileriyle kartlarımızı takas
ettikten sonra oturumu açtık. Önümüze konan klasörlerin köşesine çok güzel (tabii ki
onun kadar güzel olmayan) dolmakalemler tutuşturulmuştu. Elim ister istemez kaleme
gitti. Söylenenlerden notlar çıkarmaya başladım. Powerpoint sunumu için oda yavaş
yavaş karardı. Aklım önceki gün sinema salonunun kararmasına ve sonradan gösterilen o
tuhaf filme gitti. Bir an o başlayacak sandım ama nerde... Birtakım grafikler, excel
tabloları, çıkan, inen, sabit duran rakamlar... Elime aldım kalemi, eskiden olduğu gibi
anlamsızca karalamaya başladım. Karalamalarım bir atın peşindeki mızraklı Cin Ali’leri
anımsatıyordu... Gerçekten de, ilkel insanlar mağara duvarlarına hangi motivasyonla
çizim yapıyorlardı? Bir atı benden daha iyi nasıl çizebiliyorlardı? Dün bana film aracılığıyla
anlatılanları düşündüm. Her ne kadar kulağa saçma gelse de, dünyadaki gizemleri
açıklayan bir teoriydi; hayal edilenlerin yazıldığı zaman gerçekleşiyor oluşu ve hadi,
piramitleri, Bermuda Şeytan Üçgeni’ni, Paskalya adasındaki heykelleri, Atlantis’i geçtim,
dünyanın gizemleri arasında bana en yakın olanın, yani bizzat benim babamın kalemiyle
yaşadığım gizemin tek açıklaması buydu. Fakat herkes bu güce sahip miydi, İrfan Akay’ın
gözümün önünde paramparça ettiği bu kalemin bunda hiç mi rolü yoktu, filmin tam
kesilen yerinde hayal kuramayanların hayalcileri önlemek için yaptıkları şey neydi, neye
yol açtı...
Dur dedim kendime. Gene saçmalamaya mı başlıyordum? Ya şu an karşımda duran bu
tablolar, grafikler, bu inip çıkan rakamlar az önce düşündüklerimden daha mı anlamlıydı
sanki?
Bir anda ışıklar yandı. Patron bana döndü, “Sen hiç konuşmadın, ne düşünüyorsun?
Nasıl bir strateji uygulamamız gerek sence?”
Herkes bana bakıyordu, tıpkı dün hayalcilerin baktığı gibi. Dün kendimi bir öğrenci gibi
kanıtlamak istiyordum, bugünse karşılaştığım şeyler tamamen anlamsız geliyordu. Onlara
baktım, takım elbiselerine, kravatlarına, cilalı ayakkabılarına, gözlüklerine... Ütülenmiş
gömlekleri, pahalı kol saatleri, tıraşlı yüzleri, afili kartvizitleri. Projeksiyon makinesinden
yansıyan rakamlar şimdi bazılarının üzerine aksediyordu. Toplantı odasındaki adamlar
perdede gördüğüm grafiğin bir parçası olmuşlardı.
“Siz bilirsiniz” dedim.
İsmet Bey bu ifademden memnun kalmadı. Bir şey söylemem gerekiyordu, ki böylece o
söylediğim şeyi düzeltsin, karizma yapsın. Katılsa bile illa ki düzeltecek bir tarafını
bulurdu. Ama hayır, söylemeyecektim.
“Bu ihaleye girelim mi, stratejimiz ne olsun, bir fikrin yok mu?”
Herkes bana bakıyordu. Gerilim had safhadaydı. O araba mezarlığına saklanmış
binadaki garip tipler bile beni bu kadar germemişti. Saçma şeylerden bahsetseler de,
rakamları hayat memat meselesi haline getiren adamlar kadar saçma değillerdi sanki. Şu
an karşımda duran adamlar kutsal cüppe gibi takım elbiselerini giymişler, tasma gibi
kravatlarını geçirmişler, rakamlara ibadet ediyorlardı ama sanki dünyanın en özgür, en
güçlü adamları gibi caka satmayı da çok iyi biliyorlardı. Bir de toplantılarına gerektiği
kadar odaklanmadım diye küçümseyen bakışlarla beni hırpalıyorlardı. “Yani, kem küm”
diye kekelerken bunları düşündüm. Derken bağırsaklarım çalışmaya başladı, hep bu tip
durumlarda harekete geçerlerdi, küçüklükten kalma bir alışkanlık diyelim. Bir adamı
gerersen, ezersen, sıkarsan bir bez bebek gibi içindekileri boşaltma ihtiyacı duyar.
Ağzımdan şöyle bir yanıt çıktı:
“Kakam geldi.”
Toplantı odasında buz gibi bir sessizlik. Odadaki klima ve projeksiyon cihazının varla
yok arası sesi bile kesildi sanki. Patron önce kaşlarını çattı, sonra zehirli dilini çıkardı:
“Sen ne biçim konuşuyorsun?”
Bu soruya ne yanıt verecektim? Rakamlar, grafikler, kravatlar, kartvizitler üstüme
üstüme gelirken... Sonunda “Lavabo nerde?” diyerek soruya soruyla yanıt verdim,
“Lavaboymuş! Tuvaleti kastediyorum tabii ki.” Sonra kravatımı çıkarıp masaya koydum.
“Ellerimi yıkarken lavaboya değiyor ucu, tilt oluyorum” dedim. Sessizlik her geçen saniye
daha da sessiz olabilir miydi, oluyordu... Diğer firmanın yetkilileri birbirlerine aval aval
bakıyor, patron ise dişlerini sıkmış bir ifadeyle tehditkâr bakışlar fırlatıyordu bana.
Umrumda değildi. Bir deliye dönüşmek bu kadar kolay ve bu kadar hızlı olabiliyordu
demek ki.
Toplantı odasından çıktım. Yaptığıma inanamıyordum. Olayın bu raddeye bu kadar
çabuk gelmesine de.
Sadece yarım saat sonra araba mezarlığına vardım. Bana ikinci bir şans vermelerini
bekliyordum, en azından bunu hak ettiğimi düşünüyordum. Kapıdaki bekçi uyukluyordu,
onu uyandırmadan geçtim kapıdan ve doğrudan gizli üslerini bulduğum yere gittim.
Pentagram klibinin çekildiği o açık alanı ve piramit şeklinde yığılan araç hurdalarını
bulmaya çalıştım. Bulamadım. Mezarlığın labirent gibi olmasının bunda payı vardı ama
yer yön duygum iyidir, sağımı solumu bilirim ve dün hangi noktada nereye döndüğümü
çok net hatırlıyordum. Burası sadece bir labirent değildi, anbean değişen bir labirentti.
Belli ki ben gittikten sonra bir daha orayı bulamayayım diye ya da emniyet görevlilerine
ispiyonlarım endişesiyle önlem almışlar, labirentteki bütün konfigürasyonu itinayla
değiştirmişlerdi.
Arkalarında hiç iz bırakmamışlardı. O tuhaf mekâna doğru pahalı araba hurdalarının
arttığını hatırlıyordum ama bunu da örtbas etmeyi başarmışlardı. Dün gördüğüm
Lamborghini hurdası çok farklı bir yerdeydi şimdi. Tek bir ipucum vardı, o da Anadol’du.
İçimden bir ses giriş kapısının Anadol’un yakınlarında olduğunu söylüyordu.
O hurda galerisinde yaklaşık kırk dakika boyunca dönüp durdum. Hem yorulmuştum,
hem de tuvaletim gelmişti. Toplantıdan çıkarken “kakam geldi” dememde gerçeklik payı
vardı ve o pay şimdi ertelenemeyecek bir boyuta ulaşmıştı. Orada, hiçliğin ortasında, bir
Anadol arayıp bulamadıkça bağırsaklarım iyice hareketlendi. Etrafta kimsecikler yoktu,
buraya bir yere hacıyatmazları bıraksa mıydım acaba diye düşündüm ama sonra bunu
kendime yakıştıramayıp etrafta umumi tuvalet aradım. Bekçi kulübesine doğru yürüdüm
ve o bölgede tuvalet aradım, buldum da.
Ne kadar leş bir tuvalet olduğu dış duvarlarından belliydi. Sanki bir devin özel pisuarıydı
bu, arada bir gelip tepeden işiyor, devin sidikleri kenarlardan akıp tuvaletin duvarlarını
baştan sona çiş yapıyordu. Bundan bir hikâye çıkar mıydı bilmiyorum ama benim bir an
evvel tuvalete girmem şarttı, yoksa takım elbisemin 400 liralık pantolon kısmı kullanılmaz
hale gelecekti. O yüzden girişteki adamın yüzüne bile bakmadan içeri attım kendimi. Bu
tip leş tuvaletlerde kabin seçmek önemlidir, en soldaki, yani kapıya en yakın duran
sanıldığı gibi her zaman en kirlisi değildir, çünkü herkes öyle sandığı için en az tercih
edilenlerden biridir o. O yüzden önce onun kapısını açtım, maalesef o kabin temizlik
malzemeleri için ayrılmıştı. O kadar acelem vardı ki, bir an o tuvalet malzemelerini,
fırçayı, süpürgeyi, hırdavatları ve kabinin arka duvarını neredeyse tamamen kaplayan
elips şeklindeki kocaman lacivert küveti kenara atıp oraya sıçsam mı diye aklımdan
geçirdim. Sonra kendimi tuttum ve sağdaki kabine baktım, rezil bir durumdaydı, hemen
bir sağdakine daha baktım, o daha rezildi. Ben de tekrar ortadakine dönüp orada
ihtiyacımı giderdim.
Tuvaletin girişindeki yaşlı amca gazete okuyordu. Cam vitrine baktım, oradaki karton
levhanın üzerinde eğri büğrü lacivert renkte “ücret 50 kuruş” yazmaktaydı. Adamcağız üst
satırda 5’i yazdıktan sonra kartonda çok az yer kaldığından “0”ı oraya sığdırmak için
incecik bir elips şeklinde yazmak zorunda kalmıştı.
Cebimde bozukluk ararken o “0”a kitlendim kaldım. İki 250 kuruştan 500 kuruş
denkleştirsem de nedense gözlerimi o Hardy gibi olması gerekirken Laurel gibi duran
“0”dan ayıramıyordum. Ta ki tuvaletteki amca kadrajıma kolonya şişesini sokana kadar.
Kolonyaya baktım, bildiğin çiş, bu umumi tuvaletlerdeki kolonyaları direkt pisuarlardan
dolduruyorlar herhalde diye bir beyin fırtınasına yelken açmama rağmen yine de elimi
uzatmaktan geri kalmadım. Zihnimi açan şey kolonyanın alışılmadık kokusu muydu,
yoksa başka bir şey miydi bilmiyorum ama o anda gözlerimi alamadığım karton levhadaki
0’ın karşılaştığım yeni bir bilmece olduğunu fark ettim. Binadaki kapıları, babamın
kalemindeki sembolü, İrfan Akay’ın Sıfırlar kitabının kapağını hatırladım.
O “0” bana tuvalete ilk girdiğimde baktığım ilk kabinin arkasında duran, normal
ölçütlerde olmayan devasa küveti aklıma getirdi. Elips şeklindeki lacivert küvet.
Yaşlı amcaya “Bir saniye, işim bitmemiş” dedim. Gerçekten de bitmediğini belirten
tuhaf bir sallanma numarasıyla birlikte tuvalete geri döndüm. Soldaki ilk kabinin kapısını
açtım.
Süpürgeyi, diğer hırdavatları kenara çektikten sonra o küveti kaldırmaya çalıştım.
Plastik bir küvetten daha ağırdı ama biraz uğraşınca yere devirmeyi başardım. Arkasında
gerçekten bir oluk vardı. Girdim içeri, ufak bir tüneli dört ayak üzerinde geçtikten sonra
önceki gün Anadol’un diğer tarafından indiğimde karşıma çıkan karanlık apartman
bahçesine vardım. Anadol’un kapısını solda hayal meyal seçebiliyordum. Demek ki bu
apartmanın birkaç giriş kapısı vardı, umumi tuvaletteki lacivert küvet de bunlardan
biriydi.
Bahçede kimseler yoktu, usulca binaya girdim, vestiyere asılmış kravatlardan ve çöp
tenekesindeki çikletlerden içerisinin kalabalık olduğunu anladım. Biraz yürüdükten sonra
yedi sekiz kişilik bir grubun iskemlelere oturmuş derin bir sohbete dalmış olduklarını fark
ettim. Aralarında Ajan ve Balıkçı Yaka da vardı. Konuşmalarına kulak kabarttım. Ajan
şöyle dedi:
“E iddiayı kazandım, ne alacaksın bana?”
Balıkçı kızgındı biraz.
“İddiaya falan girdiğimizi nereden çıkardın?!”
“Ohoo, hemen mızıkçılık yapıyorsun ha. Demiştin ya, kesin o, her türlü iddiaya varım
diye.”
“Belki de odur, belli mi olur...”
“Bak ya hâlâ kasıyor, yazık yazık...”
“Ne bilelim... Sanki hepimiz o filme en başta inanmıştık, açıkçası ben önceleri ikna
olmuş gibi davranmıştım. Ha, zamanla inandım o ayrı... İnandım derken, kavradım
diyeyim... Hem onun durumu özel. Belli olmaz yani...”
“Oğlum tamam ağlama ya.”
“Ne ağlaması be.”
“Bariz ağlıyorsun.”
“Hadi oradan.”
“Ben daha ilk bakışta anlamıştım, onun o olmadığını.”
“Aferin sana, n’apalım yani.”
“Bir dahaki sefer abinize sorarsınız, hiç bu kadar uğraşmamış olursunuz.”
Tartışmaları enteresandı ama orada ne kadar dikilirsem dikileyim “o”nun ne anlama
geldiğini bilmeden bir sonuca varamayacaktım.
“Ya habire ‘o’ falan diyorsunuz, açabilir misiniz bunu?” diye lafa girdim.
Birkaç dakika sonra İrfan Akay’ın karşısındaydım, şaşkın bakışlar bizi çepeçevre
sarmıştı. Her zaman olduğu gibi kemik gözlüğünü çıkardı, camlarını sildi, gözlüğünü takıp
bana baktı, sanki gözlüğü silmesiyle benim oradaki varlığımı olumlu ya da olumsuz
anlamda değiştirebilecekmiş gibi.
“Daha önce de filmin yarısında çıkanlar olmuştu, fakat filmin yarısında çıkanlar
arasından kimse bizi tekrar bulamamıştı. Bir kere taviz verdin mi, bir daha geri
dönemezsin. Ama sen bunu başardın.”
Bu başarımdan dolayı kendi içimde nasıl bir tatmin yaşadığımı anlatamam size. Lise
mezuniyetim, ÖYS’de yüksek puan elde etmem, Business Week’in kapağında görünmüş
olmam, maaşıma aldığım son zam, Aslı’yı tavlamam... Hepsi bunun yanında ıvır zıvırdı.
Hatta o gün sokak maçında kurtardığım toptan bile daha büyük bir haz duydum içimde.
Filmlerdeki gibi bir bilmeceyi çözmüştüm, kendimi Sherlock Holmes gibi hissediyordum.
İşin komiği, neyi başardığımı tam olarak bilmememdi. Bu apartman hâlâ benim için
esrarını koruyordu.
Boğazlı kazak elini kaldırarak çekingen bir öğrenci gibi söz aldı. “Hocam belki de o...
Bilirsiniz işte... O mu?” diye sordu.
“Kim?” diye sordum tekrar ama sorum kaynadı.
“Bunu zaman gösterecek” diye yanıtladı ihtiyar adam Balıkçı Yaka’yı.
“Kim?” diye tekrarladım.
Babalık cebine davrandı, beyaz bir kutu çıkardı.
“Çiklet?”
“Neden olmasın...”
“Filmin devamı için hazır mısın?”
“Bunun için İstanbul’un en pis tuvaletine girdim.”
Sorularımın yanıtlarını filmde bulmak adına sinema salonundaki koltukta yerimi aldım
ve Alien kaskımı tereddütsüz taktım kafama. Sinema salonu karardı. Film bu noktadan
itibaren olayları biraz daha geriye sarıyor, anlattığı geçmiş bölümlerini arka planda
duranlar üzerinden yeniden sunuyordu. İlk mağara resminin çizildiği, piramitlerin
parşömenler üzerinde hayal edildiği, Yunan tanrılarının amfitiyatrolarda konuşula
konuşula tasarlandığı ve kâtipler tarafından yazıldığı o ilk olaylara geri döndük. O
sahnelerde arkada hiçbir şey yapmayan, gıkını çıkarmadan izleyen ve yaratılan şeyden
hiç de memnun olmayan o geçmiş zaman figüranlarına odaklandı kamera. Tıpkı filmin ta
en başında kameranın benim sıradan, sıkıcı, monoton hayatıma odaklanması gibi...
Sonra dış ses anlatmaya başladı. İrfan Kudret Akay bir locaya geçmiş, eline mikrofonu
almış, canlı canlı filmin anlatıcılığını üstleniyordu. İkinci bölüm belgeselden çok nutuk
havasındaydı zaten. Sesini alçaltarak, yükselterek, dramatik etki katarak anlattığı bu
bölüme şöyle başladı ihtiyar:
“İyi bakın onlara. Onlar, hayal kuramayanlar. Hayal kuranları engellemek isteyenler...
Onlar, yıllarca sinsice, yavaş yavaş, bir fare gibi hayallerimizi kemirenler... Kendi
acizlikleri yüzünden doğanın bize bahşettiği yeteneği kafamızdan silmeye çalışanlar...
‘Onlar’... düşkaçıranlar, gücetapanlar, ölümsaçanlar, yokediciler, mantıkköleleri,
oyunbozanlar, rüyagörmezler, onlar hayatlarımızı sıradanlığa, tekdüzeliğe mahkûm
edenler... En bilinen, tüm dillerdeki en yakın anlamıyla gerçekçiler... Gerçeğin
muhafızları...
İyilikle kötülüğün edebi savaşı aslında bizim onlarla savaşımızdır.
Dünyayı geçmişin parıltısından mahrum edenler onlardır.”
Onun bu söylediklerine seyirci kalabalığından homurtular, birtakım hırlamalar eşlik
ediyordu. Tuhaftı ama bana artık hiçbir şey birkaç saat önceki toplantıdan daha tuhaf
gelmiyordu.
Nutkun ilk kısmında şuna benzer görüntüler geçti beyazperdeden; cadı avları
neticesinde yakalananları ateşe verenler, gardiyanlar, hâkimler, cellatlar, din adamları,
Papa... Yakın çağa geldik; çocuklarını zorla kendilerine benzeten anne babalar,
öğrencilerini ezen öğretmenler, insanları fişleyen komutanlar, hastalarına deli gömleği
giydiren psikiyatristler... Görüntülerin üstünde ise onları lanetleyen bir ses. İkinci yarı sert
başlamıştı. Daha sonra film yeniden belgesel hüviyetine kavuştu. Daha sakin bir
anlatımla ihtiyar devam etti:
“Hayallerin gerçek olduğu bir dünya en baştan beri onların işine gelmiyordu. Bunun bir
parçası olmadıklarını düşünüyorlar, bizden habersiz kendi aralarında örgütleniyorlardı.
Zamanla biz güç kazandık çünkü hayallerimizi işlemenin yeni yollarını bulduk. Mağara
duvarları devri kapanmış, tabletlere geçmiştik.
Sümerler yazıyı bulunca telaşlandılar.
Bir yetenekleri varsa, plancı olduklarından, hayatlarını hesaplar üzerine kurduklarından
dolayı geleceği iyi öngörebilmeleriydi. Yazının bulunması bizim güç kazanmamıza, onların
ise hepten ikinci sınıf vatandaş olmalarına yol açacaktı. Bir insan düşün ki, parçası olduğu
varoluşta en ufak bir söz hakkı olmasın... Buna katlanmaları mümkün değildi.
Hayalgücünün yükselişini durdurmalıydılar. Bu amaç uğruna birbirinden zalim üç şey
icat ettiler.”
Perdeye Sümer tanrıları yansıdı...
“Sümer Medeniyeti’nde biz hayalcilere sihirbaz deniyordu. Tabletlerde yazıldığı üzere
Bilgelik ve Su Tanrısı Enki insanların ve sihirbazların koruyucusuydu. Zaten Tanrılar o
güne dek insanların yardımcısı, koruyucusuydu. Sümerlerin tanrıları şefkatli ve bilgeydi.
Güneş Tanrısı Utu adaleti korur, insanlara yardım ederdi. Tanrıça İnana âşıkların ve
savaşçıların koruyucusuydu. Tanrılar hayalcilerle gerçekçileri ayırmıyordu. Fakat
gerçekçiler tanrıların belirlenişinden, onların yaptıklarına kadar hiçbir konuda söz sahibi
olamamayı haksızlık olarak görüyorlardı.
Tam bu dönemde birbirlerinin farkına vardılar, hayal kuramayanlar, rüya görmezler
olarak kendilerini ayırt etmeye ve yavaş yavaş kendi aralarında örgütlenmeye başladılar.
Hayalcileri, hayalcilerin silahıyla vurmaya karar verdiler. Sümerli gerçekçiler, hayalcilerin
yarattığı Tanrı kavramını değiştirerek yazının gücüyle dinleri, hayalgücünün yok edilmesi
için kullanabileceklerini fark ettiler. Öncelikle çok tanrılı sistemi değiştirip tek tanrıya
indirgeyeceklerdi. Tek tanrı onların işini kolaylaştıracaktı. Bu uzun vadeli bir plandı,
nesiller boyunca sürecek ve belki de yaşadıkları süre içinde zafere ulaştıklarını
göremeyeceklerdi. Yine de tek şansları, tanrıları tek bir tanrıya indirgemekti. Ondan
sonra o tek tanrıyı istedikleri gibi eğip bükebileceklerdi.
Gerçekçilerin en büyük yeteneklerinden biri beyin yıkamaktır. Yazıda biz ne kadar
ustaysak, onlar da hitabetle manipülasyonda o kadar beceriklidir. Birkaç kâtibi sözleriyle
kandırıp tanrıların özelliklerinde ufak tefek değişiklikler yaptırmaları çok zor olmadı bu
süreçte.
Daha önceki sistemlerde tanrılar ve insanlar iki farklı dünyaya aitmiş gibi görünüyordu,
Sümerli gerçeğin muhafızları öncelikle bunu değiştirmek için o zehirli dillerini kullandılar.
İki dünyayı tek dünyaya indirgemek için Sümer krallarını tanrıların vekili kıldılar. Böylece
daha sonra Hıristiyanlıkta Papa’ya, Müslümanlıkta halifeye geçen bu hakkın yolunu açmış
oldular. Kralları tanrının vekili kılmak, devlet ile dini aynı kanaldan yürütmenin ve tanrıları
halkın hayalgücünden alıp devletin kasasına atmanın ilk adımıydı.
Tanrıların insanlığı cezalandırmaya başlaması da Sümerli gerçekçilerin maharetiydi.
Halk bu cezalara boyun eğdi. Aslında o cezalar kralların buyruklarıyla geliyordu ve işte o
noktada işler karışmaya, hayalgücü boyunduruk altına girmeye başladı.
Rüyagörmezler ne kadar kurnazsa, biz hayalciler de o kadar saftık. Tanrıların ilahi
düzeneğindeki bu ufak değişiklikleri o günlerde gerçekçilerin hayal kurma çabası olarak
gördük, ilişmedik onlara. Belki de zamanla onlar da bu varoluşun bir parçası olabilirler ve
herkes dünya hakkında eşit oranda söz sahibi olabilirdi diye düşledik saf saf...
Ne büyük gaflet!
Sümer inanışları, önce Tevrat’a, sonra da diğer tek tanrılı dinlere esin verdi. Bu
süreçlerde gerçeğin muhafızları sinsice çalışmaya devam ettiler. İnsanları kontrol etmek
için cennet, huriler ve benzeri ilâhi ödülleri veya hastalık, fakirlik gibi cezaları koymuşlardı
ama yetinmediler, daha büyük bir korkuyu insanların kalbine yerleştirmek gerekiyordu.
Yeni Ahit’e “cehennem” ve “şeytan” tarifini eklediler. Ezeli bir ızgara, ölümsüz bir
körükçübaşı ve alevler içinde pişen ruhlar...
Süper kahramanlar öldü, birbirinden ilginç tanrı figürleri birleşti, tek bir tanrıya, tek bir
cezalandırıcıya dönüştürüldü. Sekiz bacaklı atına binip sihirli mızrağını fersahlar ötesine
fırlatan tanrılara, keçi bacaklı flüt çalan satirlere, güneşe ve doğaya tapanlar gökyüzünde
tek başına duran, gülümsemeyen, yalnız, yapayalnız bir yaratıcıya boyun eğdiler.
Gerçekçiler, varoluşun sınırlarını çizerken, hayalciler tek tanrının köleleri oldular.
Üç dinin de söylediği öz aynıydı: “Hayal kurma, gerçekçi ol. Ve efendine itaat et.” Dinler
yaygınlaştıkça hayalciler azaldı.
Ressamlar, müzisyenler, ozanlar asker oldular, dinlerini korumak ve yaymak üzere
seferlere katıldılar. Savaş ve istila çağı başladı.”
Bu sahneleri nasıl çektilerse çok iyi çekmişlerdi. Sanatçılar birer birer zırhlara
bürünüyorlar, güçsüz kollarıyla kılıç tutmaya çalışıyorlar ve savaşlarda ilk ölen onlar
oluyordu. Oradaki trajediden etkilenmemek, zorla ölüme gönderilmiş hayalperest
askerlere acımamak, onlarla özdeşleşmemek mümkün değildi.
“Gerçekçilerin tek silahı din değildi. Bir de görünür tanrıya ihtiyaçları vardı. Dokunarak
hissedilebilecek, bakıldıkça hayranlık duyulacak, tapılacak bir şey...”
Beyazperdede üzerinde aslan arması olan kocaman bir Lidya sikkesi belirdi.
“Sümerler MÖ 3700’de yazıyı bulduktan ve Sümerli gerçekçiler yazıyı kullanarak dini
inanışları değiştirdikten sonra Batı Anadolu’da, Lidyalı gerçekçiler o şeyi buldular: Para!
Para, zenginliğin, gücün, bereketin, refahın olabilecek en ufak şeye dönüştürülüşüydü.”
Açıkçası filmin bu noktasında yüzüm biraz buruşmuştu. Görünür tanrının paraya
indirgenmesi biraz “kör gözüm parmağa” olmuştu sanki. Ama bu eleştirimi getirirsem
“kör gözüm parmağa, kör gözüm parmağa” diye yankılanan bir sesin ardından kendimi
kapı dışında bulacağımı tahmin ettiğimden ses çıkarmadım. Sonuçta her filmde
sevmediğim sahneler mutlaka olurdu. Bir de ilginçtir; müzik kullanımının etkisiyle birlikte
parayla alakalı sonraki sahnelerden hayli etkilendiğimi hatırlıyorum.
“Gerçekçilerin kötücül hayal güçlerini küçümsemiştik. Önce madenlerden, sonra
kâğıttan yapılan para dinle birlikte doğanın dengesini bir daha düzelmemek üzere bozdu.
Hayalciler her geçen gün azalıyor, daha da kötüsü; var olan hayalcilerin de hayalleri
gerçek dünyayı eskisi kadar etkileyemiyordu. Böylece hayalcilerin karanlık çağı başladı.
Ekonomik sistem, derebeyler, krallar, papazlar, vergi, haraç kavramları, profesyonel
devletler, şirketler, uluslararası şirketler insanları çok daha fazla çalışmaya itti.
Hayalciler, kendilerinden daha çok üstlerindeki gerçekçiler için çalıştıkça hayal kurmayı
bıraktılar.
Yine de bir avuç insan hayal kurmaya devam ediyordu ve büyülü hikâyelere imza
atıyorlardı. Gerçekçiler, hayal güçlerini ellerinden alamadıkları bu insanları önce ‘cadı’
diye yaftaladılar, sonra da onların etrafında bir tabu duvarı örerek toplumdan dışladılar.
Hayalciler sefalet içinde yaşamalarına rağmen hayal kurmaktan vazgeçmediler. Fakat
gerçekçiler doymuyordu. Göz önünde olmasalar da, hayalcilerin varlığından ve onların
hikâyelerine ait varlıkların ender de olsa karşılarına çıkmasından rahatsızdılar.
Gerçeğin muhafızları rahatsızlıklarını dindirmek için son darbeyi indirmeye karar
verdiler. Dini yine bir balta gibi kullanarak gerçek hayatı değiştirebilecek hayallere sahip
olanların kafalarını uçuracaklardı! Öfkeleri, hasetleri, hınçları o kadar büyümüştü ki
soykırıma vardırdılar işi... Bu amaçla cadı avını başlattı Engizisyon. 1480-1700 yılları
arasında 100.000 hayalciyi cadı ithamıyla yargılayıp infaz etti. Canlı canlı yaktılar,
herkesin gözü önünde astılar, kellelerini meydanlarda gezdirdiler.
Önce din, sonra para, son olarak da korkuyla hayalcileri bastırdılar.
Bir süre sonra hayal dünyasıyla gerçek dünya arasındaki kapı kapandı. Kilitlendi.
Mühürlendi.”
Hayallerin gerçek dünyayı dev bir boyalı macera kitabı kıldığı o eski yıllar, zaman
geçtikçe yerini sefalet manzaralarına bırakıyordu. Gökyüzünde uçan ejderhalar bir anda
yere çakılıp can veriyor, Truva Atı gibi mitolojik figürler yanıp kül oluyor, dağların
tepesindeki tanrılar bir anda bir deri bir kemik berduşlara dönüyorlardı. Kılıçlı şövalyeler
sapanlı çiftçilere, kahraman silahşorlar altın keseli tüccarlara, büyüteçli dedektifler coplu
polis memurlarına, uçan süpürgeli cadılar çalı süpürgeli ev kadınlarına dönüşüyorlardı.
Cadı avı sekanslarıyla birlikte belgeselin tonu değişmiş, macera filmi eskide kalmış, ağır
bir aile dramasının haleti ruhiyesi baş göstermişti. Bu noktada ilginçtir; sinema salonunda
bir matem havası esti. Hayalciler karanlık çağlarını hatırlayınca ağlamaklı olmuşlar,
sessizliklerine hissedilir bir melankoli yüklemişlerdi. Derken perdedeki görüntüler yeniden
hareket kazandı.
“Tek tük hayalciler gerçekçilerin kapattığı kapının altından sızarak gerçeği değiştirmeyi
başarsalar da 18. yüzyıla kadar karanlık çağ yaşandı. Piri Reis’in 1513’te çizdiği haritada o
zamanlarda keşfedilmemiş Güney Kutbu’nu ve buz altında kaldığından bilinmeyen
Afrika’nın sahil şeridini çizmesi bunun örneğiydi. Herkes bu bölgeler keşfedilmeden önce
Piri Reis buraları nasıl çizdi diye sorar durur, oysa Piri Reis oraları çizdiği için o yerler var
olmuştur. Tabii bunlar bilinçsizce rastgele yapılan işlerdi hep, o yüzden de hayalcilerin
uyanmasına katkıda bulunamadı.
19. yüzyılda Edgar Allan Poe uyandı bu derin uykudan ve herkesi de uyandırmaya ant
içti adeta. “Hayallerin tek gerçeklik olduğuna inananlara” deyişi gerçekçilerin sindirdiği
hayalcilere bir çağrıydı. Poe’nun hikâyeleri o kadar güçlüydü ki, tam olarak gerçekliğe
müdahale edemediyse de yaşadığı dönemde havanın daha sisli, daha karanlık ve puslu
olmasını sağlamıştı. Organizasyonumuz için oldukça önemli bir yazar olan Melville’nin
Moby Dick’i gerçek dünyaya etki edebilen ve bizim fark ettiğimiz ilk roman oldu. Roman
yayımlandıktan sadece iki hafta sonra beyaz bir balina tıpkı Moby Dick gibi, bir gemiyi
batırdı. Bu bizim için hayal dünyası ile gerçek dünyanın arasındaki kapının yeniden
açılabileceği anlamına geliyordu.
20. yüzyıldaki en büyük hayalperest müdahale ise Jules Verne’den geldi, 1865’te
yazdığı, bilimsel gerçeklere uzak olarak nitelenen Aya Seyahat yaklaşık yüz yıl sonra
gerçekleşti ve insanoğlu aya ayak bastı. Hem de Verne’in kurgusuyla inanılmaz
benzerlikler taşıyan bir macerayla. Verne’in kurmaca roketi de, NASA’nın Apollo 11’i de
üçer kişilik bir mürettebatla fırlatıldı. Her iki araç da Florida’dan kalkış yapıyordu, rotaları
hemen hemen aynıydı, ikisi de alüminyum alaşımlarından imal edilmişti ve daha da
enteresanı; ilk yola çıkan fakat iniş yapamayan Apollo 8 ekibi ile Verne’nin kitabındaki
karakter isimleri bile benzerlikler taşıyordu.
Jules Verne’in de arasında olduğu bilimkurgu akımı elbette ki mücadelemizde bir dönüm
noktasıdır. 1900’lü yıllarda yazılan tüm bilimkurgu eserleri hayallerin gerçekler kapısından
sızmasına çok yardımcı oldu. Bermuda Şeytan Üçgeni, hayalet şehirler, hayalet gemiler,
uçan daireler, vimanalar, uzaylılar tarafından kaçırılanlar ve tarlalardaki dev uzaylı
sembollerinin bu döneme denk gelmesi bir tesadüf değil elbette...” Beyazperdede UFO
görüntüleri, eski ucuz bilimkurgu kitaplarının kapakları, siyah beyaz bilimkurgu filmleri ve
benzeri görüntüler akıyordu. Sonra tüm karizmasıyla Orson Welles belirdi perdede.
Anlatıcı devam etti:
“20. yüzyıl birçok hayalperest müdahaleye sahne oldu. Bunların en ünlülerinden biri
organizasyonumuzun kurucularından biri olan Orson Welles’in 1938’de gerçekleştirdiği
“Dünyalar Savaşı” radyo haberidir. Welles, Amerikan radyosunda H.G. Wells’in Dünyalar
Savaşı’nı gerçek habermiş gibi okudu ve infiale yol açtı. Halk sokaklara döküldü. Daha
önce görülmemiş bir kaos yaşandı. Daha da enteresanı o gün yaşanan kaosta birçok
insanın gökyüzünde ışıltılı araçlar gördüğünü rapor etmesiydi.
Bu deney otoriteden bağımsız bir şekilde kitlelerce kurulan hayallerin gerçek hayata
müdahale edebileceğinin en güzel kanıtlarından biri oldu. Bu ve tam listesi
organizasyonumuzda yer alan olaylar 1400’lü yıllarda tamamen kapanan o kapıyı
açmamız için bir umut kaynağı oldular. Gerçekçiler, bu deneyin olumlu sonuçlandığını fark
edip paniklediler. Tekrar bizi sindirmek için yola çıktılar. İkinci cadı avı sezonunu
başlatmaya karar verdiler. Fakat bir sorun vardı. Ortada tam anlamıyla bir cadı yoktu,
fakat sihir vardı. O sihir, kitaplardı. Kitaplar yok edilmeliydi.
1800’lü yıllarda kurgusal roman geleneği ilk oturmaya başladığı dönemde tehlikenin
farkındaydılar, o yüzden kurmacaya karşı halk nezdinde bir önyargı kampanyası
başlatmışlardı. Fakat edebiyat o önyargıyı alt etmeyi başardı. 1900’lü yıllarda roman
geleneği iyice güç kazanmaya ve onların mukaddes kitaplarını gölgede bırakmaya
başlayınca kitapları yok etmek için kusursuz bir plan yaptılar. Planın adı: İkinci Dünya
Savaşı idi. Nazi Almanya’sında 10 milyon kitap yakıldı. Yanan her sayfayla birlikte
dünyadan kovulan ama dünyaya geri dönmeyi bekleyen hayaller de yandı, kül oldu. Çok
büyük bir yıkımdı.
Sinemayı da baltalamaları gerekiyordu. Hollywood’u hedef aldılar tabii ki. Senatör
McCarthy’nin başlattığı ‘cadı avı’, komünizm propagandası yaptığı iddia edilen yüzlerce
yönetmeni ve senaristi hapse attı. Sosyalizm de bir hayaldi. Mitolojik tanrılar kadar büyük
bir hayaldi. O hayalin peşinden koşanların bizden olması kaçınılmazdı. İşte o süreçte
sinema perdesine akseden, ister hayalperest, ister politik olsun, hayallerle gerçekliğin
kapılarını zorlayan birçok yoldaşımıza prangaları taktılar.
Kölelik düzeni ve savaşlar, hayalgücümüzü yok etmek için bunlara başvurmaktan asla
çekinmezler. Asla...”
İhtiyar devam etmeden önce derin derin bir of çekti.
“Ne kadar beynini yıkarsan yıka, insanoğlu o eski görkemli hayatı içten içe hatırlamaya
devam edecektir. Bir yere daha önce geldiğimizi sanırız ya, bir diyalogu daha önce
yaşamış gibi... Deja vu deriz. Geçmişteki bir karakterle özdeşleşiriz, reenkarnasyonla
açıklamaya çalışırız bunu. Gerçeklerle kapatılan hayal dünyasının çağrılarıdır bunlar, asla
bu çağrıları engelleyemeyecekler.
Sadece yazarlar, hikâyeciler değil, bilim dünyası da bu sese kulak verdi. Einstein’ın
izafiyet teorisi, Heisenberg’in belirsizlik prensibi... Derken kuantum fiziği bizim
çözdüğümüz bu fenomeni bilimsel temele oturtmaya çalıştı... Sadece fizikçiler de değil
üstelik. Antropolog Carlos Castenada Bir Başka Gerçeklik ile bunu anlattı dünyaya. Bilim
dünyası da işin içine katılınca giderek yayılan bu içgüdüsel isyanı yeni bir yöntemle
durdurmaları gerekiyordu. Cadıların yerini deliler, büyünün yerini ruhsal bozukluklar aldı.
20. yüzyılda delilik inanılmaz bir artış gösteriyordu. Bu artışın sebebi elbette ki
gerçekçilerin bozduğu düzendir. Hayalleri kovup doğanın dengesini bozdukları için
hepimiz hastalıklarla boğuşuyoruz. Bazılarımız ise deliriyor. Yoksa giderek daha medeni,
daha uygar, daha sağlıklı olduğu söylenen toplumumuzda neden o eski sefil günlerden
daha fazla deli teşhisi konsun? Çünkü hayalcilerin bazılarının algısı daha açık oluyor,
doğuştan anlıyorlar bize sunulan gerçeklikteki tersliği, kapının dışına itilmiş, içeri girmeye
çalışan hayallerin varlığını hissetmeye başlıyorlar ve zamanla akıllarını kaçırıyorlar.
İşte bu yüzden 19. yüzyılda tımarhane kurmaya başladılar. Hapishane gibi binaları
dikip, attılar hayalcileri içine. Tedavi yöntemleri yoktu. Ne ilaç verebiliyorlardı ne de
tıbben müdahale edebiliyorlardı. Psikiyatri, tıp biliminin önemsenmeyen bir dalı olarak
can çekişiyordu. Psikiyatristler bu durumu değiştirmek için insülin koma terapisiyle
şizofreninin tedavisini yapabildiklerini iddia ettiler. Sonuçlar ve istatistikler şaibeliydi ama
psikiyatri bilimini kurtarmak için yeterliydi. Sonra elektroşok ve daha korkunç bir yöntem
olan labotomiyi icat ettiler... Beynin bir bölümünü yok ederek hastaları
iyileştirebileceklerini iddia ettiler. Heykeltıraş Camille Claudel’i akıl hastanesine
kapattılar. 30 yıl orada çürütüp yeteneğini yok ettiler. Yeni Zelanda’nın en büyük şairi
Janet Frame neredeyse labotaminin kurbanı olacaktı, birliğimizin ajanları tarafından
kaçırıldı.
Psikiyatristler dört duvar arasından çıkmak ve şehre karışmak istiyorlardı. Deliliği
yaymaya kararlıydılar. Deliliği nasıl yayacaklardı; tabii ki bunun tanımını genişleterek.
Delilik, tuhaflık, gariplik, farklı olmak... Bir dönem sanatçılarla, yazarlarla özdeşleştirilen
nitelikleri biyolojik aksaklıklar olarak göstermeyi başardılar! Ve bu aksaklıkları küçücük
haplarla geçirebileceklerine tüm dünyayı inandırdılar. Son yüzyılın en büyük
kandırmacasına hoş geldin.
Düzenden rahatsız olan, kaygılanan tüm duyarlı kişileri antidepresanlarla uyutup
başkaldırmalarını önlediler. Hayalgücümüzü öldürmek, duyumsadığımız ama
isimlendiremediğimiz eksikliği kapatmak, farkındalığımızı törpülemek ve bizi uyuşturmak
için yeni bir yol bulmuşlardı nihayet. En büyük düşmanlarımızdan biri olan ilaç sektörü ve
reklam sektörüyle bir araya gelerek zehirli haplarını mutfak çekmecelerimize kadar
sokmayı başardılar.
Bu süreçte boş durmadık. Henüz organize olmadığımız için eylemlerimizi birbirimizden
habersiz gerçekleştiriyorduk. Bu bireysel hamlelerin çoğu cılız olsa da, bir süre sonra
ortak bir saldırıya geçmeyi başardık. Önce romancılar, sonra filmciler tuhaf bir telepatiyle
bir araya gelip aynı şeyin hayalini kurdu.
Önce William Gibson’ın Neuromancer’ı, sonra John Brunner’in Şok Dalgası Süvarisi,
sonra da diğer tüm Cyber Punk akımı sanal bir ağdan söz etti. Bunlar hep hayalcilerin
altına imza attığı oluşumlardı. Johnny Nmenonic, Total Recall gibi filmlerle o sanal ağ
fikrini geliştirdik. Ve 1990’da interneti yarattık! Sadece 20. yüzyılın en önemli icadı
değildi, internet bizim kurtuluş planımızın ilk aşamasıydı! Sadece hayallerimizle hayatı
etkileyebileceğimiz ümidini ateşlemedi, aynı zamanda birbirimizi bulmamız,
örgütlenmemiz için büyük bir fırsat doğurdu.”
İrfan Akay locadan aşağı indi. Gömleğine takılı olan mikrofon sayesinde sesi sinemada
yankılanıyordu. Beyazperdede film boyunca gördüğümüz sahnelerden bir kolaj eşlik
ediyordu ona.
“Artık bir birliğimiz var. Bir ismimiz yok, birçok ismimiz var.
Hayalciler... Sıfırlar... Varolmayanlar... Yarım yamalaklar... Hayalperestler...
Yoksayılanlar... Olmayanlar... Hiçler...
Neden sıfırız? Neden hiçiz? Neden Varolmayanlar’ız?
Çünkü varoluşumuz gerçekçilerin en ince ayrıntısına kadar tasarladığı sisteme, yeniden
yarattıkları bu köhne düzene uymuyor. Herkes dışarıda güle oynaya yaşarken, bizim
çektiğimiz ıstırabın kökeni bu. Biz onlar gibi değiliz. Onların uydurduğu bu hayata adapte
olabilmemiz mümkün değil. Doğanın dengesini bozup, dinle, parayla, reklamla, zorbalıkla
tüm insanoğlunu köle haline getiren onlar. Bizi yok sayıyorlar, biz de var olmayı
reddediyoruz! Var olmadan, görünmeden, fark ettirmeden gerçekliğin ayarlarıyla
oynuyoruz. Biliyoruz ki; dünyayı gerçeklerle değil, hayallerle değiştirebiliriz. Devrim,
şimdi, tam şimdi!”
Görüntüler bir “son” yazısıyla birlikte durdu. Jenerik akmadı, sinema yavaşça
aydınlanırken “son” kelimesinin “o”su “0”a dönüştü, s ve n kayboldu. Hipnotize olmuş bir
adam gibi o elipsten gözlerimi alamıyordum. Bir yandan da aklımdan az önce biten filmi
alkışlamak geçiyordu ki, İrfan Akay yanıma geldi, elimi sıktı, bir süre bırakmadı.
“Aramıza hoş geldin” dedi.
Sembolden gözümü alamadığımı fark edince açıkladı.
“Sıfır bizim sembolümüz. Kapılarımızın şekli her zaman bir sıfırı andırır, bu sürekli bize
hayalle gerçek arasındaki kapıyı aralamamız gerektiğini ve bunun için savaştığımız
bilgisini hatırlatır. Dışarısı gerçek dünya ise burası düşler kalesidir. Bu apartmandaki her
oda ise ayrı bir düşler âlemidir. “0” hem sıfırı, hem de organizasyonumuzun yurtdışındaki
en yaygın ismi olan N0n-Existent’ı, yani Var0lmayan’ı hatırlatır bize. Tuvalette çözdüğün
bilmecede olduğu gibi bu şifreyle üyelerimizi tanıyabilir, onlara şifreli mesajlar
gönderebiliriz. Sıfır, gerçekçilerin bizi hiç yerine koyduğunu hatırlatır bize. Son iki bin
küsur yıldır gerçekçilerin egemenliğindeki varoluşu değiştirmek için neler yaptığımızı,
nasıl yaptığımızı, Sıfırlar’ın nasıl işlediğini, kimin hayalci, kimin gerçekçi olduğunu nasıl
ayırt ettiğimizi, buradaki kaotik düzeni nasıl sağladığımızı, her şeyi zamanla
anlayacaksın.”
“Burası nasıl kuruldu, tüm bunlar...”
“Kitabım Sıfırlar, buradaki direnişimizi başlatan ilk kurşun olarak kabul edilir. O kitaptaki
şifreli mesajlar sayesinde ulaştığım insanlarla birlikte kurdum Sıfırlar’ın İstanbul
bürosunu... Burada geçireceğin süre içerisinde büyük sırlarımızı ve mücadelemizin
metotlarını öğreneceksin fakat bunları kimseyle paylaşmayacaksın. Kimin gerçekçi,
düşkemiren olduğunu henüz bilebilecek donanıma sahip değilsin. Organizasyonumuzun
parçası olmaya çok yakınsın ama henüz resmi üyemiz olduğunu söyleyemeyiz. Önce bazı
sınavlara tâbi tutulacaksın. Bazı şartları yerine getireceksin, hayatında bazı değişiklikler
yapacaksın... Şimdiden tarihin en iyi saklanmış sırrını öğrendin. Dahası da var. Hayallerini
nasıl gerçeğe sirayet ettirebilirsin, dünyayı nasıl değiştirebilirsin... Tüm bunları
öğreneceksin...”
Kulağa çok güzel geliyordu. Organizasyonun adına ters düşse de, “Varım” dedim.
“Güzel. Şimdi yorgun olduğunu tahmin ediyorum. Aşırı dozda hayale maruz kaldın, biraz
dinlenmelisin ve tüm bu aldığın bilgileri kafanda oturtmalısın. Bugüne kadar bildiğin her
şey birkaç saat önce değişti. Bu yeni dünyaya alışman zaman alacaktır. Acele edersen
sudan çıkmış balığa dönersin. Arada bir suya dönmen hayati önem taşıyor. Biraz normal
hayatına devam et. Sonra derslere başlıyoruz.”
“Ders mi?”
“Merak etme, okuldaki gibi değil...”
İrfan Akay bir dosya uzattı bana.
“Ev ödevi mi?” diyerek gülümsedim.
Dosyanın üzerinde “SIFIRLARA GİRİŞ – YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN VAR0LMAYAN”
yazıyordu.
“İzlediğin filmin senaryo metni bu. Hatta filmden biraz daha uzun. Okursun. Aklına
yatmayan yerleri yarın sorabilirsin” diye açıkladı Akay.
“Tamamdır.”
“Sonunda kaynakça da var, içerdiği bilgilerin tamamen doğru olduğuna dair şüphe
duyarsan oraya bak. Kanıtlarımız var. Bilimi dönüştürdükleri haliyle sevmiyoruz ama
bilimseliz de. Yani hayalci olabiliriz ama uçacağım deyip yere çakılan otçu tayfadan
değiliz... Yarın derse getir bunu ama işyerindeki arkadaşların, hele yöneticilerin –aman
diyeyim- görmesinler.”
Bir anda aklıma toplantıda çıkardığım rezalet geldi. İşe dönemezdim ki...
“Yalnız yarın işe dönmem biraz zor.”
“Nedenmiş o?”
“Buraya gelmek için ufak bir olay çıkardım da.”
Memnuniyet ifadesi kapladı İrfan Akay’ın yüzünü. O ifade sinema salonundaki herkese
hızlıca bulaştı.
“Güzel. Er geç yapacağın şeyi içgüdüsel olarak yapmışsın. Fakat bunun için erken.
Gerçekçilerle birlikte yaşamayı hepimizin öğrenmesi gerekiyor çünkü onlar etrafımızda,
aramızda, her yerdeler. Bizim organize olduğumuzu fark etmemeleri misyonumuz için çok
önemli. Gerçeğin muhafızlarına yakalanmamalıyız. Merak etme, sana yardımcı olacağız.
Nasıl bir olay çıkardın bilmiyorum ama psikiyatrik dalavere departmanımızdan bir rapor
alman yeterli olacaktır. Migrenin var zaten, bunu biliyorlar. Migrenle bağlantılı olarak akli
dengesizlik yaşadın. Bizimkiler bunu mantıklı bir şekilde doldururlar, hatta öyle bir
doldururlar ki, sen değil onlar senden özür dilerler.”
“Gerçekten mi?”
“Tabii ki. Psikiyatrik tanımlara bayılır onlar.”
“O zaman süper!”
“Bu yapabileceklerimizin sadece milyonda biri. Neler yapabildiğimizi bir bilsen...”
“Öğrenmek için can atıyorum!”
Senaryodan gözlerimi alamıyordum, öyle ki binadan çıkarken bile gözüm ondaydı. Tam
kapıdan geçip otomobil mezarlığına geri dönerken geçen günkü şişman hayalci yine beni
kolumdan tuttu. “Çiklet?” diye sordu. Bu defa nazikçe çikleti ağzımdan çıkarıp çöp
kutusuna bıraktım.
On dakika sonra arabama geri döndüğümde torpido gözünde bıraktığım cep telefonuma
baktım, Aslı’nın cevapsız çağrılarıyla karşılaştım. Hemen geri aradım, sinemaya gittiğimi
ve telefonumu arabada unuttuğumu söyledim. Hangi filme gittiğimi sordu, bir
duraksamadan sonra Balıkçı Kral dedim nedense, zaten gösterimdeki filmleri pek
bilmezdi Aslı. Sonra o şirret sesiyle benim için çok endişelendiğini, bencil bir şekilde
ortadan kaybolmalarımdan hiç hoşlanmadığını söyledi. Bahanelerimle onu idare etmeye
çalıştım, fayda etmedi. İrfan Akay’ın dediği gibi aşırı dozda hayal aldıktan sonra biraz
boktan gerçeklere maruz kalmam gerekiyordu. Aslı’nın tafraları bu açıdan çok yardımcı
oldu, gerçeğin ne kadar boğucu bir şey olduğunu tekrar hatırladım.
Eve vardığımda antidepresanımın saatini kaçırdığımı hatırladım ve mutfağa gidip ilaç
çekmecesini açtım. Tam hapı ağzıma atacakken aklıma belgeselde söylenenler ve İrfan
Akay’ın “Birtakım sınavlara tâbi tutulacaksın. Hayatında bazı değişikler yapman
gerekecek” deyişi aklıma geldi. Yapmam gerekeni çok iyi biliyordum. Çekmecemdeki
antidepresanları, migren haplarını ve benzer ilaçların hepsini çöpe attım.
Şimdi uyuyabilir ve muhteşem rüyalar görebilirdim.

Muhteşem bir rüya ve güdümlenmiş füze, no more!


12 Nisan 2009
Ertesi gün hatırlayamadığım kadar uzun bir zaman sonra, alarm sesiyle veya alarm
niyetine kurduğum bir şarkının gürültüsüyle değil kendi kendime, güzel bir rüyanın
sonlanmasıyla uyandım. Uzun zamandır bu kadar iyi uyuduğumu ve bu kadar güzel bir
rüya gördüğümü hatırlamıyorum. Gerçekçilerin hapını bırakmam hemen işe yaramıştı!
Rüyamda beş altı yaşlarında bir çocuktum. Annem ve babamla birlikte lunaparktaydık.
Elimde babamın kalemi vardı. Kalemin tepesine bastığımda lunaparkın farklı kısımlarına
ışınlanıyorduk. Önce hız trenine bindik, tam 360 derece dönerken kaleme bastım ve
kendimizi korku tünelinde bulduk, sonra da atlıkarıncada. Oradan çarpışan otolara,
oradan Balerin’e geçtik. İlk defa bir rüyamda, kan gölünde oynaşan bir bebek olarak
belirdiğim o kâbusu saymazsak tabii, annem ve babamla birlikteydim. Rüya daha sonra
aynı güzellikte başka bir rüyaya bağlandı. İşten çıkmış eve doğru yürüyordum, bir anda
kendimi sahafların stand kurduğu açık hava kitap fuarının içinde buldum. Çok kalabalıktı.
Orada, sıradan bir tezgâhın üzerinde Sıfırlar’ı gördüm, hem de ilk baskısı. Tam elimi
uzatıp alırken bir başkası davrandı kitaba, ellerimiz kazara kitabın üzerinde birleşti. O
dokunmadan aldığım elektrikle onun kim olduğunu anlamıştım. Ezgi’ydi. Kafamı kaldırıp
baktım ona, evet oydu. Ben şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım, o ise gülümsüyordu.
İsmimi söyledi melodik sesiyle. Karşılık veremedim, sadece sonsuz bir mutlulukla
gülümsüyordum.
Uyandığımda gülümsemem hâlâ yüzümdeydi. Kaybettiğim annemi, babamı ve ilk aşkımı
aynı rüyada görmüştüm. Travmalarım acı değil, mutluluk ve umut vermişti bu defa. Yirmi
dört saat önce sıradan bir gerçekçi olan ben artık bir varolmayandım ve artık her şey
tersine dönecekti.
Gözlerimi açtıktan birkaç saniye sonra PDA’imden dün gece ayarladığım şarkı çalmaya
başladı. Control Denied’ın The Fragile Art of Existence albümünün ilk şarkısı “Consume”
idi bu şarkı. Onun eşliğinde hazırlanmaya başladım ama bu defa hiçbir sıralamaya itaat
etmeden, hiçbir kural gözetmeden... Kimsenin kölesi değildim, kimse de benim efendim
değildi. Bu dünyayı değiştirmeye ant içen bir organizasyonun önemli bir parçasıydım.
Hatta belki de, en önemli parçasıydım. Apartmana girdiğimde duyduğum konuşmalar
aklımdan çıkmıyordu. Bu konuşmalar organizasyona katılan herkes için yapılıyor muydu,
yoksa benim özel bir konumum var mıydı? Gerçekten o, ben miydim? O kimdi? Neydi?
Şu an öncelikle odaklanmam gereken konu finans müdürüne dünkü toplantıyı terk
edişimle ilgili yapacağım açıklamaydı. Organizasyonun psikiyatri dalavere
departmanından bir rapor çıkaracaklarını söylemişti İrfan Akay fakat binadan çıkarken
bana bir şey vermemişlerdi. Gayet düzensiz bir şekilde hazırlanıp, mutfağı ve odamı
normalden daha fazla dağıttıktan sonra tam istediğim zamanda kapımın dışında dikilip
dikilmediğimi kontrol etmek için kol saatime doğru kafamı eğdiğimde paspasın üzerinde
bir zarf gördüm. Pentagram’ın klibinin olduğu videokasetini koydukları zarfa benziyordu.
Açtığımda benim için yazılmış bir psikiyatri raporu buldum. Bu organizasyonu sevmiştim.
Tüm o back-up şirketlerinin yapamayacağı bir şeyi yapmışlardı. Ama bakalım gerçekten
işe yarayacak mıydı?
İsmet Bey’in, ofisine girdiğimde fark ettiğim öfkeli bakışları, uzattığım raporu okurken
değişti. Tam da İrfan Akay’ın tarif ettiği şekilde “Kusura bakma, biz de artık bizimle
çalışmak istemediğini sanmıştık” dedi. Oscar’ı hak eden bir ses tonuyla “Böyle bir şeyi
aklımın ucundan bile geçiremem” dedim. Onlarla birlikte yaşamayı öğrenmemiz
gerekiyordu.
Onlar kimdi? Etrafımdaki herkes onlardan biri olabilir miydi, yoksa aralarında benim gibi
kişiliğini henüz bulamamış hayalcilerden var mıydı? Ya Tolga, en yakın arkadaşım,
koruyucu meleğim, hayatım boyunca beraber en çok vakit geçirdiğim insanoğlu? O da
onlardan mıydı? Onlar, “onlar” olduklarının farkındalar mıydı? Tüm bu sistemin mantığını
anlamıştım da, tam olarak nasıl işliyordu?
Senaryoya, kurgu aşamasında atılan bazı sahnelere ve cümlelere göz attım, yeni bilgiler
edindim ama yanıtlarını merak ettiğim bu sorularla ilgili bir yanıt yoktu. “Gerçekçilerle iyi
geçinin” yazıyordu bir yerde. “İşleri yavaşlatmak ve güdümlü füzeler” başlıklı bir
paragrafta “İşlerinizi aksatmayın ama onların verdiği işlere çok fazla vakit harcamayın.
Onların tahmin ettiğinden çok daha kısa bir sürede işlerinizi bitirebilir, kendinizi bir
hayalci olarak yaşatabileceğiniz meşgalelerle ilgilenebilirsiniz. Ama ne olursa olsun,
arkanızda delil bırakmayın, asla bir gerçekçiye bir hayalci olduğunuzu çaktırmayın.
Çaktırırsanız mimlenirsiniz ve sizi değiştirmek için inanılmaz bir uğraş verirler. Bazen en
dayanıklı hayalci bile gerçekçilerin manipülasyonu karşısında sağlam duramayabilir,
güdümlü bir füzeye dönüşebilir. İnsanların çoğu artık hedefi başkalarınca belirlenmiş birer
güdümlü füzedir. Sonunda patladıkları yer uçsuz bucaksız, kimsenin umrunda olmayan bir
çöl tepesidir. Arkalarında birkaç parça kemikten başka bir şey kalmaz” yazıyordu.
Güdümlenmiş bir füze olmayacaktım. Dedikleri gibi bana verilen işi çok daha az vakit
harcayarak, kendimden daha az vererek yapabilir, onları idare edebilirdim.
Bu yazılanlardan yola çıkarak bir buçuk saat kadar çok hızlı ve yoğun bir şekilde çalıştım
ve kitapta dendiği gibi normalden çok daha kısa sürede tüm işlerimi tamamladım. Tabii,
tamamlamış olsam da eskisi kadar iyi kazanç sağlayacak hareketlere imza atmamış
olabilirdim ama yine de hiçbir gerçekçi benim çalışmadığımı iddia edemezdi. Mesele
buradaydı, arkanda delil bırakmadan gerçekçilerin çarklarına çomak sokmaktı. Görünürde
eskisi gibi, hatta eskisinden bile daha çalışkan, gerçekte ise hayal peşinde koşan gizli bir
eylemci...
Günlük hesaplarımı, planlarımı ve analizlerimi yaptıktan sonra ekranımın önüne
dışarıdan görünmeyecek bir açıda hayalperestlerin senaryosunun sayfalarını açtım,
çalışıyor gibi yaparak onu okudum. Akıllı telefonuma minik kulaklıklar takıp dün geceden
yüklediğim Dr.Skull’ı dinliyordum bir yandan da. “Çok fazla kural var, salaklar için”,
“Kaybedecek neyin var, zincirlerinden başka” diyordu şarkı sözleri. Bu ufak kulaklıklar
benim baba yadigârı koca Sony kulaklıklar kadar iyi ses vermiyorlardı ama onlar
sayesinde gizli gizli müzik dinleyebiliyordum.
Bu senaryo gerçekten tuhaftı. Bazı yerlerde cidden uçuyor ve saçmalıyordu ama uçuşa
geçtiği bu kısımlarda onunla birlikte ben de uçuyordum. İrfan Kudret Akay’ın yazdığı
Sıfırlar’da da benzer bir etki vardı. İşte Akay’ın sırrı buydu, kelimeleri öyle bir şekilde yan
yana getiriyordu ki, bunlar hayalgücünü tetikliyor ve sizi başka bir âleme uçuruyordu. Bir
kulağımdan zihnime doğru akan Dr.Skull melodilerinin de katkısıyla bu uçuş epey yüksek
irtifalarda gerçekleşiyordu. Şu an paravanlı odasında, takım elbisesini kuşanmış,
bilgisayarına bakan, hesap kitap yapan tipik bir gerçekçi gibi görünsem de aslında
hayaller denizinde paletleriyle yüzen bir dalgıçtım.
Saat 18.00. Resmen Var0lmayan örgütünün bir parçası olduğumdan itibaren ilk mesaimi
tamamladım. Aslı dünkü münakaşamızdan dolayı aramamıştı, o yüzden özgürdüm.
Akşam evde senaryoyu okuyarak ve kütüphanemde eski kitaplarıma göz atarak vakit
geçirdim.

Diş macunu
13 Nisan 2009
Bu gece günlüğüme yazmadan önce dişlerimi tam fırçalayacaktım ki, banyodaki tüm diş
macunlarının alındığını fark ettim. Diş macunlarını koyduğum kabın altında ise Sıfırlar’ın
imzasını taşıyan ufak bir CD buldum.
CD’yi bilgisayarımın CD-Rom’una koyduktan birkaç saniye sonra monitörümde bir diş
macunu reklamı başladı. Küçük sevimli bir kız fırçasına diş macununu sıktı, dişlerini
fırçaladı ve dişleri parladı. Klasik bir televizyon reklamı. “Daha beyaz, daha sağlıklı dişler”
diye bir slogan yazdı. Ardından “Fluorid’li formülüyle Cogde, dişlerinize de bakar, diş
etlerinize de...” diye bir dış ses.
Sonra belgeselin anlatıcısı konuşmaya başladı: “Gerçekçiler asıl gerçekleri nasıl
saklayacaklarını çok iyi biliyorlar. Bazen gözümüzün önündeki gerçekleri saklamak için o
gerçeği gözümüze sokarak... Ya da ağzımıza sokarak bunu yapıyorlar. ‘Fluorid’li
formülüyle...’ Fluorid... Matah bir şey sanıyoruz Fluorid’i. Peki gerçekte ne?
Bir anda endüstriyel tesisler çıktı karşımıza ve sonra onların atıkları. Yok edilemeyen o
atıklar.
“Fluorid aslında zehir. 19. yüzyılda yaygın bir deyimle ‘Şeytan Zehiri’ olarak bilinen
sodyum fluorid, fare ve haşarat zehri olarak kullanılıyordu. Alüminyum fabrikalarının atık
malzemesinden üretiliyor bu zehir. Bu atıkları yok etmek imkânsızdı, toprağa nüfuz
ederse toprağın bereketinin ve çevre nehirlerdeki yaşamın sona ermesine neden
oluyordu. Okyanusların derinliklerine atıldığında ise milyonlarca deniz canlısının ölümüne
yol açıyordu. Peki, alüminyum üretimi sadece bu fluorid tehlikesi yüzünden duracak
mıydı? Elbette hayır. Fluorid’i başka yerlerde kullanmayı denediler. Kimler mi?”
Ekranda devasa bir Svastika bayrağının dalgalandığı bir kimya fabrikasına geçtik.
“Nazi bilim adamları. Alman kimya fabrikası I.G.Farben’da fluorid’den sarin ve soman
isimli sinir gazlarının yapılabileceği sonucunu çıkardılar. Dahası var. Fluorid’i suya
karıştırdıklarında beynin bir bölümünü uyuşturabildiklerini keşfettiler. Peki, bunu nerede
test ediyorlar?”
Bir toplama kampı görüntüsü.
“Toplama kamplarında tabii ki. Fluorid’i kamplardaki suya karıştırdılar. Sonuç
mükemmeldi. Esirler her zamankinden uysal davranmaya başladılar. İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra Farben firmasının danışmanlığına Allen Dulles isimli CIA ajanı getirildi.
Dulles, günümüzde şehir efsanesi olarak adlandırılan ama tabii ki gerçeğin kendisi olan
zihin kontrol operasyonu MK-Ultra’nın operatörü ve aynı zamanda HAARP’ın dolaylı fikir
babası. Nazilerden öğrendiği fluorid formülünü kendi ülkesine, Amerika’ya sattı.”
Fluorid’in insanları uyuşturduğu ve IQ düşmesine yol açtığı defalarca kanıtlandı. Ayrıca
kansere ve alzheimer’a yol açtığı da birçok bilimadamınca düşünülüyor. Buna rağmen
reklamlar bu bilgilerin algı dünyamıza girmesini engelliyorlar.
Günümüzde Avrupa’da yasak olmasına rağmen Amerika ve İngiltere’de fluorid ciddi
oranlarda içme suyuna karıştırılıyor. Diğer ülkelerde ise yasak.” Bu mini belgeseli
dinlerken, dişlerimin ve etlerimin ne kadar hassas olduğunu, bir süre fırçalamadığımda
kanayıp sarardıklarını hatırladım. Bu yeni Varolmayan teorisi bünyeme uymuyordu demek
ki. Belgesel düşüncelerimi okurcasına “Diş macununu atarsan diş sağlığını nasıl
koruyacağını soruyorsundur... Suyla fırçalayabilirsin, hiçbir farkı yok” bilgisini verdi, sonra
da ekledi: “Bir de bu var:”
Kadrajı kaplayan bir adam cak cak çiklet çiğniyordu. Yüzünde aptal bir gülümsemeyle.
Sonra çiklet kutusunu çıkardı, kameraya tuttu. Bu 0 sembollü Varolmayan çikletiydi.
“Özel formüllü çikletimiz dişlerini ve diş etlerini korur. Etkisi klinik deneyleriyle değil,
bizzat kanıtlandı.”
Bir anda o gün boyunca gördüğüm tüm Sıfırlar, şişe dibi gözlüklüsünden kapüşonlusuna,
Albino’sundan Ajan’ına kadar tam kadro bir halk müziği korosu gibi dizildiler ekranda.
Hepsi aynı anda otuz iki dişini göstererek gülümsüyordu. Avantgarde bir korku filmi
fragmanından bir kare gibiydi ama ikna etmeyi başardı.
Dişlerimi suyla fırçaladım ve kendimi çok iyi hissettim.
Yatarken senaryoyu yanımdaki şifonyerin üzerine koydum, yeni aldığı hediyeyi yanından
ayırmak istemeyen bir liseli gibi.

Varoluş bilgisi: Semptomlar, yaşam destek üniteleri, belirteçler


14 Nisan 2009
İş çıkışı trafiğine denk geldiğim için araba mezarlığına varışım biraz uzun sürdü. Yol
boyunca Dr.Skull albümleri bana eşlik etmese hafakanlar basabilirdi. Arabamı park
ettikten sonra mezarlık içindeki yolu kat ederken de dinlemek için kulaklığımı taktım.
Mezarlığa ilk gittiğim gündeki haline dönmüştü hurdaların yığılışı. Anadol’un içinden
geçip apartmana giriş yaptım. Kravatımı askılığa bıraktım. Döner dönmez karşımda
Balıkçı Yaka’yı gördüm. Gülümseyerek bir şey dedi ama duymadım. Tabii ya;
kulaklıklarımı çıkarmamıştım. Çıkardım, boynuma astım koca kulaklıkları.
Balıkçı, “Budur” dedi.
“Nedir?” dedim.
Dev kulaklıklarımı ima ederek, eliyle yönetmenlere özgü kadraj işareti yaptı, “Senin
belirteçlerin bunlar işte, süper” dedi.
“O ne?”
“Öğreneceksin” dedi.
Rahatlamak için gömleğimin düğmesini açtım, iki yakamı Cantona gibi havaya diktim. O
sırada camdaki yansımamla karşılaştım. Takım elbiseli bir işadamı ama kafasında
hoparlör büyüklüğünde kulaklık taşıyor ve gömlek yakaları havada. İki günde süper bir
hayalperest tiplemesi olmuştum, helaldi bana.
Birkaç dakika sonra İrfan Akay’ın odasındaydık. Odada bazı değişiklikler vardı, arka
duvardaki pencere yanlamasına duran sıfır şeklinde bir karatahtaya dönüşmüştü. Masanın
karşısında on iki hayalci sandalyelere oturmuş, dersin başlamasını bekliyorlardı.
Hayalcilerden dördü Daltonlar’dı, diğerlerinin de çoğunu dünkü gezim esnasında
görmüştüm. Kapüşonlu uzun boylu bir gençle bir kız vardı. Kız güzeldi ama yüzünün
çoğunu bir doğum izi lekesi kaplıyordu. Ona Gorbaçov diye seslenmelerine bozulmuyordu,
doğum lekesiyle barışık görünüyordu.
İhtiyar ayakta duruyor, elinde bir tebeşir tutuyordu. Benim girdiğimi görünce tahtaya
şunu yazdı: “Var0lmayanlar ve onların karakteristik özellikleri”. Bu esnada Onur her
zaman olduğu gibi güneş gözlükleriyle gözlerini örtmüş, kör gibi olmadık bir yere
bakıyordu. İhtiyar onun ilgisini çekmek için öksürdü. Onur tınmadı. Onur’un yanındaki
Balıkçı onu dürtünce uykudan kalkmış biri gibi titreyerek kendine geldi, gözlüklerini
kafasına geçirdi, “Özür dilerim” diyerek dinlemeye koyuldu.
Ben de bu arada sessizce oturdum yerime. İhtiyar bana döndü, “Çocukların bir kısmıyla
tanıştın. Burada tanımadıkların da var. Binada şu an yaklaşık 150-200 kişi var. Dışarıda
ise binlerce varolmayan sokaklarda dolaşıyor, evlerinde takılıyor... Ve henüz kendinin
farkına varmamış belki de milyonlarcası...” diye arkadaş canlısı bir öğretmen edasıyla
anlatmaya başladı. “Bazen biz onları buluyoruz, bazen onlar bizi. İnternet büyük bir güç,
zaten biliyorsun, internet bizim var ettiğimiz, adı üstünde ‘sanal’ bir ağ. İnternet, şu an
organizasyonumuzun en büyük gelir kaynaklarından biri olmasının dışında, kimin
Varolmayan, kimin yok edici olduğunu saptamamıza yardımcı olan elimizdeki en büyük
süzgeç. Forumlar, sosyal ağlar, blog’lar, kişisel siteler, youtube yorumları, tweet’ler bir
hayalperesti bir gerçekçiden ayırmamız için inanılmaz bir kaynak. Herkesi takip ediyoruz,
kimin ne olduğu kısa bir sürede, birkaç blog yazısında, birkaç forum tartışmasında veya
birkaç sözlük entry’sinde anlaşılabiliyor. Yanılma payı her zaman var çünkü
rüyagörmezlerin en iyi yaptıkları şeylerden biri de taklit etmek! O yüzden dikkatli
olmamız gerekiyor. İşin özünde ne yatıyor sence?”
Öğretmenin soru sormadığı, sadece konuyu anlattığı bir ders olduğunu sanmıştım. Pür
dikkat dinlememe karşın afalladım, yanıt vermeye hazır değildim. Salladım.
“Karakter.”
“Karakter önemli elbette. Ama buradaki herkesin karakteri birbirinden çok farklı. Yine
de hepsi bir hayalci. Asıl dikkat etmemiz gereken nokta; vicdan.”
Anlayamadığımı fark edince hemen açıklamaya başladı.
“Bu hayallerden arındırılmış dünyanın, hayalleri yok edilmiş insanlığın acısını
paylaşıyorlar mı? Varoluştaki tersliği ruhen hissediyorlar mı? Ne kadar iyi bir hayata sahip
olurlarsa olsunlar bir şeylerin eksik olduğunu seziyorlar mı? Eğer tüm bu soruların yanıtı
‘evet’ ise hayalciler bazı semptomlar göstermeye başlıyorlar. Sinema salonlarına
kaçıyorlar, müziğe sarılıyorlar, kitap sayfalarının arasına gömülüyorlar, çizgi romanların
içine saklanıyorlar, sabahlara kadar World of Warcraft oynuyorlar... Kilit kelime; kaçış. Bu
dünyada mahpus gibi hissediyorlar ve kaçıyorlar. Oyunla, müzikle, filmle, kitapla, bazen
de uyuşturucuyla. Sonuncusunu seçerlerse eninde sonunda dibi boyluyorlar. Çünkü
uyuşturucular gerçekçilerin icadı. Zamanında hayalperestlerin destek ünitesiydi ama artık
gerçekçiler pazarlıyor, dozunu abarttılar, bağımlılık yaratacak ölçütlere getirdiler ve eski
yazarlara ilham perisi olan esrarı mahvettiler. Sihirli mantarı kuruttular, amfetamini
otomat müziğin oyuncağı yaptılar. Onlar hep bunu yapar, bizim silahımızla bizi vururlar.
Burçlar mesela, astroloji ilk hayalperest meraklarından biridir. Fakat onu da ele
geçirdiler, burç safsatasıyla herkesin karakterini on iki kılıfa geçirdiler, bu nasıl olabilir?!
Neyse ki, tüm müdahalelerine rağmen sanat ve oyun dünyası hâlâ, çoğunlukla, bize ait.”
Öğretmenin anlattıkları çok ilginçti, kendimi masalcı dedeyi merakla dinleyen bir çocuk
gibi buluvermiştim.
“Eğer şu anki sistemde bir yamuk olduğunu hissedersen bedenin bazı semptomlar
gösteriyor. Organizasyonumuza davet veya kabul ettiğimiz üyelerimizde dikkat ettiğimiz
en önemli şey saptadığımız bu semptomların hepsini birden gösteriyor oluşlarıdır.
Semptomlarımız üçe ayrılıyor.”
İrfan Bey’in gözleri Balıkçı’yla kesişti. Balıkçı ondan komut almış gibi anlatmaya başladı.
“Tıbbi semptomlar” dedi. Öğretmen onaylarcasına kafasını salladı.
Balıkçı ufak bir öksürükle boğazını temizledikten sonra anlatmaya başladı: “Tıbbi
semptomlar elimizdeki en somut veriler. Gerçekçiler tarafından düzenlenen bu çarpık
dünyaya psikolojik ve fiziksel olarak uyum sağlayamamaktan ileri gelen bazı hastalıklar
baş gösteriyor. Tıp dünyasının tanımladığı şekilde ‘psikosomatik’ hastalıklar bir hayalcinin
olmazsa olmazıdır. En sık görüleni migren.”
Bu benim için bir aydınlanma anıydı. Migren. En büyük düşmanım. Küçüklüğümden beri
sebebini bir araştırmacı gazeteci, tıp dünyasında devrim peşinde koşan bir doktor gibi
araştırdığım o illet. Meğer sebebi buymuş. Ama nasıl?
“Bir taş parçası olduğunu düşün. Çok güzel, tuhaf bir biçime sahip, sanat eseri
güzelliğinde ama doğanın yarattığı bir taş parçasısın. Seni alıyorlar. Seni senden daha
küçük olan bir kalıba koymak istiyorlar ve bu amaçla yontmaya başlıyorlar. Yıllarca
yontmaya devam ediyorlar, ta ki onların ürettiği kalıba girebilecek hale dönüştürene dek.
Sen, artık o tuhaf biçimli, sanat eseri gibi görünen taş parçası değilsin, bir küpsün. Seni
küp biçimindeki kalıplarına koyuyorlar. Bir taş parçası bile buna isyan eder, kalıptan
çıkarken artık eskisi kadar sağlam değildir, yavaş yavaş parçaları dökülür...
Aynı uygulamanın bir canlıya yapıldığını düşün. Çocukluğunu hatırla. Kurduğun düşleri
ve karşılığında işittiğin aşağılamaları hatırla. Okul yıllarına git, öğretmenlerinin senin
hayallerini, isteklerini, gelecek planlarını nasıl kendi istedikleri gibi yönlendirdiklerini
hatırla. ‘Gerçekçi ol!’ Aileni düşün; hayallerini değil, gerçekleri seçmen için bütün
hayatlarına yaydıkları uğraşı düşün. Arkadaşlarını düşün, senin onlar gibi olmanı
sağlamak için ince ince çalışan arkadaşlarını... Kız arkadaşlarını hatırla, hayallerinden
uzaklaşman için rüşvet gibi kendi bedenlerini sunan, aşk diye bir hurafeyle seni oyalayan
sevgililerini düşün.
Sen, çok güzel, tuhaf bir ruha sahip, sanat eseri güzelliğinde hayalleri olan bir insanken,
senden bir küp yapıyorlar. O küp bir süre kendi kalıbının içinde mutlu mesut
yaşayabiliyor. Ama o kalıptan biraz çıkacak olduğunda parçaları dökülmeye başlıyor.
Sorunlar ortaya çıkıyor. Hayat zaten birçoğumuz için travmalar hazırlamış. Mesela senin
annenin ölümü, babanın ölümü... Bunlar büyük travmalar. Ama bir de gerçekçilerin
yoktan var ettiği tüm hayatımıza yaydığı travmatik süreç var. Hiç acımaları, merhametleri
yok. Çocukken başlatıyorlar bu süreci. Asıl amaçları, kendine duyduğun güveni yok
etmek. Çocukken ne büyük bir özgüvene sahip olduğunu anımsa. Hiç kimse seni
yenemez, hiçbir hayal ulaşılamayacak kadar uzak değildir. Sonra özgüvenini yavaş yavaş,
sana sezdirmeden yontarlar, yok ederler. Senin özgüvenini yıktıktan sonra seni bir kalıba
oturtmaları çok daha kolay olur. Bir kere özgüven olmadı mı, hayallere olan inancın
kalmadı mı, zaten seçebileceğin tek yol onların yoludur. Onlar gibi çalışkan bir öğrenci
olur, onların tercih ettiği bölümleri seçer, onların seçtiği meslek alanlarına girer, onlar
gibi evlenip, onlar gibi çoğalırsın. Eğer içinde bir yerlerde hayalcilik kaldıysa da bir ömür
boyu üzerinde uyguladıkları manipülasyon sana psikomatik hastalık olarak geri döner.
Çünkü ruhun ve vücudun onların kalıbına isyan eder.”
Cümle sona erince sordum; “Migren de bu yüzden mi ortaya çıkıyor?”
Bu sorumu, şişe dibi gibi gözlükleri olan sivilceli genç yanıtladı: “Migren ve diğerleri.
Migren en yaygın semptom ama başkaları da var. Mesela Ali panik atak. Onur astım
hastası. Balıkçı’da anksiyete var. Gürkan’da egzama var, bu yüzden ona Kırmızı deriz,
kızarır durur arada. Ferit şizofren, İrem astım hastası, Tufan kekeme. Mert ise huzursuz
bağırsak sendromuyla boğuşuyor, sık sık tuvalete gitmesinin sebebi bu. Sendromdan
geçilmiyor kısacası burası. Bir yandan da iyi oluyor çünkü bir insanı hayalci diye
ayırmamızda bize en çok yardım eden, somut olarak ileri sürebileceğimiz tek fiziksel
belirti bu.”
“Sonuçta hastalıkları taklit edemiyorlar...” dedim.
Bu önemli bir konu olsa gerekti, Balıkçı, İrfan Bey’den izin alarak açıklamaya başladı.
“Eskiden edemiyorlardı, etmeyi tercih etmiyorlardı çünkü. Sağlıksız görünmek onların
üretken, mutlu, sağlıklı, mükemmel insan şablonlarına uymuyordu. Ama sonra baktılar ki,
bu sayede hayalciler ve gerçekçiler ayrımını yapmamız kolaylaşıyor, bu konuda da bizi
taklit etmeye başladılar. O yüzden dikkat! Tıpkı bizim gibi migren ağrısıyla baş ediyor gibi
davranabilirler, bir astım hastası gibi yerde kıvranabilirler, huzursuz bağırsak sendromlu
biri gibi tuvalete koşabilirler. Tıp dünyası da onların yanında, sahte bir doktor raporuyla
gözümüzü boyayabilir. O yüzden üyelerimizde diğer semptomları da aramamız
gerekiyor.”
Balıkçı’nın bıraktığı yerden lafa, ceketinde Unreal Tournament yaması olan genç devam
etti: “Davranış semptomlarına uyması da önemli.” Ayağa kalkarken masaya dizini çarptı.
“Bu semptomlarda en sık rastlanılan şaşkınlık ve sakarlıktır. Bakınız ben” deyip güldü.
Gorbaçov diye seslendikleri doğum lekeli kız devam etti: “Sakarsındır çünkü olan bitene
anlam veremezsin, vermek istemezsin. Bedenin hakikate uymak istemez. Dalgınsındır
çünkü içinde bulunduğun yerden uzaklaşmak istersin, bir gündüz düşüne dalarsın hemen.
Okulda öğretmenler seni bir kalıba sokmaya çalışırken farkına varırsın yapılmaya çalışılan
şeyi. İstemezsin, içten içe reddedersin, derslere odaklanamazsın. Onun yerine kitapların
köşelerine süsler çizersin, çizimler yaparsın. İşe girince de değişmez bu. Çok önemli bir
toplantıda not almak yerine garip karalamalar yapasın gelir.”
Anlattıkları belirtiler o kadar tanıdıktı ki, onlar anlattıkça, hayatımın eksik yapboz
parçaları bir araya geliyor gibiydi. Albino Onur lafa girdi, “Konuşmayı bize göre...” dedi,
durdu. “Konuşmak bizi...” diye cümleyi baştan aldı, onu da devam ettiremedi.
“Konuşmayı sevmez hayalciler, paylaşmak, hitap etmeyi sevmezdik” dedi, kekeme
değildi ama cümlesini toparlayamadı. İrfan Bey araya girdi: “Hitabet yeteneksizliği bir
diğer ortak noktamızdır. Yazarak, hikâyeyle, mektupla, günlükle, bir enstrüman çalarak,
şarkıyla, şakayla duygularımızı, düşüncelerimizi, düşlerimizi dışa vurabiliriz. Lovecraft sırf
bu yüzden yıllarca evinden çıkmadan mektupla irtibat kurdu. Kelimeler kâğıt üstünde en
önemli müttefikimiz, gerçek dünyada ise en büyük düşmanımızdır.”
Bu da bana çok tanıdık gelmişti. İlkokulda... Ben geçmişimdeki gerçekçi
manipülasyonları ayıklamak üzere zaman makinesine binmişken üstat bana yaklaştı.
“Yüzyıllar boyunca yazarlar, filmciler hep bizi, bizim karakterimizi anlattılar. Kafka
bizden farklı mıydı, hep bizi anlattı durdu. Kendini anlattı. Melville, Borges, Chesterton,
Howard, Verne, Cervantes, Dostoyevski, Salinger, Fante, Douglas Adams, Pessoa, Vian,
King... Ustalar hep bu farkındalığı geliştirmeye çalıştılar. Peki, Türkiye’de, Türk
edebiyatında hatırlıyor musun böyle bir karakter...”
Düşündüm biraz. Hatırlayamadım. “Yok” dedim.
“Müfredata almazlar çünkü” deyip acı acı gülümsedi, sonra çekmecesinden bir kitap
çıkardı. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ıydı bu. Kitaptaki bir paragrafı işaret etti. Okumaya
başladım.
“İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi.
Düşünüyordu: ‘Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor.
Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi
değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umuluyor. Ama beş-on dakikada
ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi
yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.’ Saatine baktı: Dört buçuğa beş vardı.
‘Eve gidip okusam.’ Durağa yürüdü. ‘Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman
sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film
görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar...’ Kafasından geçene güldü. Duraktakiler dönüp
baktılar. Kadının biri kaşlarını çattı. Sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini
bilmeyen yoktu. ‘Ne adamlar be. Güldüysem güldüm size ne?’ Duramadı orada yürüdü.
Eve gitmeyecek. İçindeki ‘sinemadan çıkmış kişi’yi öldürdüler.”
“Gördün mü?” dedi İrfan. “Hem bizi, hem onları ne güzel anlatmış değil mi...”
Kafamı sallayarak onayladım.
“İşte bu paragraftan feyz alarak açık hava sinemamızı kurduk.”
Derken bir anda binanın içinde bir şarkı çalmaya başladı. Herkes ayaklandı.
“Bu ne?” dedim.
“Teneffüs zili” dedi Balıkçı.
On beş dakika ara verdik. Arada herkes başka bir şeyle meşguldü, biri kitap, bir diğeri
çizgi roman okuyordu, Albino her zamanki gibi duvardaki bir noktaya odaklanmış aval
aval bakıyordu, Öykü bisikletinin zincirlerini yağlıyordu, biri gözlük camlarını temizliyordu,
bir diğeri sırt çantasını düzenliyordu, Ajan ise tuhaf bir şekilde kulaklığını kulağına
geçirmiş, birileriyle irtibat halindeydi. Dudakları şüpheli bir şekilde kımıldıyordu. Kim bilir,
kime hangi gizli bilgiyi ulaştırıyordu namussuz! Sonra yeniden benzer bir gitar rifi
çalmaya başladı ve vokal girmeden zil sustu. Ders başladı.
“Hayalcilerin bir özelliği de diğerlerini düşünmeleridir, fazlasıyla, hastalık boyutunda
düşünmeleridir. Diğerlerini düşünmek, muhtaçlar için bağış kampanyaları düzenlemek
anlamında değildir. Çok daha küçük detaylarda diğerlerini düşünmekten bahsediyoruz.
Mesela takside, taksi şoförü sana bozulur diye kulaklıkla müzik dinleyememektir. Ya da
bozuk paran olmadığı için bakkalı daha fazla uğraştırdığından dolayı kısa süreli acı
çekmektir. Yürüyen merdivenlerde sağda dursan bile aşağıdan yürüyen birine azcık mani
olurum da geçmesini zorlaştırırım diye korku duymaktır. Sonuçta biz varolmayanlarız, bu
varoluşa uymadığı için hiçliği tercih eden, dünyayı hayallerle boyamayı hayal eden bir
avuç sersem hayalciyiz. Neden bir gerçekçinin birkaç saniyesine mal olmaktan çekinelim
ki diye soruyor olabilirsin. Ama mevzu o kadar basit değil. Biz varolmayanlar, sıfırlar ya
da hayalciler... Şu an hapsedildiğimiz bu gerçekliği güzelleştirmek istiyorsak
karşılaştığımız insanların, onlar gerçekçi olsa bile, hayatlarını zorlaştıracak hareketlerde
bulunmayı istemeyiz. Onlar bizim hayatlarımızı kâbusa çevirmekte beis görmemiş
olabilirler ama biz, hem onlar hem kendimiz için dünyayı düzeltmekle, varoluşu tamir
etmekle yükümlüyüz. Onun için, gerçekçilerin kapattıkları kapıyı açana kadar her an en
ufak harekette bile etrafımızı düşünmemiz gerekir. Hayalperest kırılganlığıdır bu; kendi
hazzından çok başkasını düşünmek...”
Bir es verdi öğretmen, sonra devam etti. “Neyse... Gelelim şekilsel semptomlarımıza...
Mücadelemizin en kilit noktalarından biri, birbirimizi tanımaktır. İnternetten toplanan bazı
verilerle ya da psikosomatik hastalıklar gibi şeyleri gözlemleyerek hayalcileri
saptayabiliyoruz demiştik. Ama ya görür görmez tanımak... Bu da mücadelemiz için
önemli. Çok da zor. Sonuçta biz bir ırk değiliz, bir millet de değiliz. Üniformamız,
pasaportumuz, ehliyetimiz, herhangi bir belgemiz, kafa kâğıdımız yok. Bazı kültürler gibi
ortak bir saç şeklimiz, egzotik aksesuarlarımız, dövmelerimiz, damgalarımız yok. Peki, bir
hayalci ile bir gerçekçiyi nasıl birbirinden ayıracağız?”
Bu soruyu bana yönelttiğini bilmiyordum o ana dek. Alık alık baktım. Tüm bakışların
bana döndüğünü fark edince “Bilmiyorum” dedim.
Emektar öğretmen “Peki buradaki insanlara baktığında ne görüyorsun? Ortak bir yanları
var mı sence?” diye sorusunu düzeltti.
Daha dikkatli süzdüm odadaki insanları ve bunu nasıl ifade edeceğimi bilmesem de
ortak yanlarının kötü giyinmek olduğunu fark ettim. Allah aşkına kim takım elbisenin
altına cırt cırtlı, koca dilli spor ayakkabı giyerdi ki? Hangi zevksiz bu fosforluymuşçasına
parlayan sarı renkteki balıkçı yaka kazağı üzerinden çıkarmamakta ısrarcı olurdu?
Albino’nun gözlüklerine ne demeliydi, bu kadar büyük gözlük camları olur muydu, bir de
güneş gözlüğünü kışın takmaktan daha abes ne olabilirdi? Öykü’nün bisiklet üzerindeyken
kask takmasını anlardım da, şimdi bu odada sıradan düşüp kafasını kırma ihtimali mi
vardı ki o komik Alienvari kaskını kafasından çıkarmıyordu? Odada toplanan, henüz
tanışmadığım diğer kılıksızlara ne demeliydi? Bir tanesi cırtlak mavi rengiyle taklit
olduğunu ilk bakışta fark ettiren Lewis tişört giymişti, bir diğeri mavi kot, fosfor yeşili
kazak, kırmızı spor ayakkabıyla renk cümbüşü halindeydi. En iyi giyinenleri Gorbaçov
lakaplı doğum lekeli kızdı ama o da doğum lekesini fark ettirmeyecek, bir şapka, bir
kapüşon falan giyebilir ya da saçlarını arkada toplayacağına yüzünün sağında toplanan
lekeyi saçıyla biraz kapatabilirdi. Şu arkadaki uzun boylu çocuğun ceketindeki Unreal
Tournament yaması da neyin nesiydi? Yama denen şey 2000’lere girerken
yasaklanmamış mıydı? Bir diğeri kapüşonunu kafasına geçirmişti, yağmur mu yağıyordu,
kendini jedi mi sanıyordu? Şişe dibi gibi gözlük takan sivilceli elemana ne demeliydi? Ufak
tefek biri vardı, üstündeki ceketin içinde kaybolacak, içine giydiği dar gömleğin içinde
sıkışıp can verecek gibi görünüyordu. Tüm kıyafetleri emanet gibi duruyordu üzerlerinde.
Sonra döndüm İrfan Akay’a baktım, organizasyonun ulu liderine. İlk bakışta gür saçları,
sakalı ve kemik gözlüğüyle karizmatik görünüyordu ama resmin geneline baktığınızda
öyle değildi. Bir kere pantolon askıları 1960’dan kalma gibiydi. Ceketi ise kendine o kadar
küçük geliyordu ki ceketin kolu neredeyse dirseğinde bitiyordu. Pantolonu da kısaydı,
çoraplarını da çekmediği için kıllı bacaklarını görmek kaçınılmazdı. Çoraplı olmasına
rağmen sandalet giymesi de ayrı meseleydi. İmam osursa, cemaat sıçmaz mıydı...
İçimden geçenleri ihtiyar duymuş gibiydi, “Evet, ilk ortak noktamızı öğrendin,
giyinmesini bilmiyoruz. Nesiller boyunca bu böyle oldu. Eskiden karizmatik şövalyeler,
yakışıklı prensler, heybetli büyücülerdik, şimdi o eski sistem yürürlükte olmadığı için
böyle garabetlere dönüştük işte.”
Absürt bir hüzün rüzgârı esti sınıfta. Sonra Ajan bilimsel bir sonucu açıklıyormuşçasına
şöyle dedi: “İşte bu yüzden ortak bir özelliğimiz de barlara damsız giremeyişimizdir.”
Güldüm. Hem de sesli.
Diğerleri gülmedi. Bir sessizlik kapladı odayı. Güldüğüm için etrafıma bakamayacak
kadar mahcuptum ama herkesin o sırada üzülerek kafasını eğdiğini gözümde
canlandırabiliyordum.
Hayatı değiştirebileceğine inanacak kadar umut bağladığım koca organizasyonda bara
damsız girebilecek bir kişinin bile olmaması beni biraz üzdü. Dünyayı kurtaracaklardı ama
daha bir bara bile giremiyorlardı!
Bir müzik parçasıyla zil çaldı. Teneffüste yine koridora çıktık ve yine çoğunluk bireysel
olarak takılmaya başladı. Ajan’ı fark ettim. Koridorun bir ucunda kulağına kulaklığı
bastırmış biriyle haberleşiyordu. Sanki tartışıyor gibiydi bu defa. Bir operasyonu uzaktan
mı yönetiyordu? Dudakları oynuyordu ve arada bir elini ağzına götürüyordu. Hadi beni
takip ederken gizli gizli birileriyle haberleşmesini anlardım da, şu anda ne yapıyor
olabilirdi, gizli bir görevde miydi, neden böyle şüphe çekecek hareketler yapıyordu? Çok
merak ettim ve yavaş yavaş yaklaştım. Yaklaştıkça kulaklığından gelen sesleri daha iyi
duyuyordum. Bir adım kadar yaklaştığımda sesi tam olarak duymayı başardım ve
kulaklarıma inanamadım.
Kulaklıktan yükselen ses ne bir ajanlık bürosuna ne gizli bir devlet örgütüne aitti,
duyduğum şey bir müzik parçasına aitti. Parçanın nakaratı geldiğinde Ajan şarkıya eşlik
etmeye başladı. Dudakları bu yüzden hareket ediyordu. Sevdiği kısımlarda kulaklığını
bastırıyordu ki detayları daha iyi duyabilsin!
Kurduğum tonla ajan filmi tribi ve komplo teorileri suya düşünce kendimi aptal gibi
hissettim. Hafifçe güldüm. O sırada Balıkçı yanıma yanaştı, “Sürekli müzik dinler” dedi.
“Hadi ya...”
“Non stop. Uyurken bile. Kulaklıklarını çıkardığını görmedik. İnsan içindeyken bile tek
kulaklığını çıkararak idare eder. ‘Onlar benim yaşam destek ünitem’ der ve bu konuda
ciddi galiba” deyip deli deli güldü.
“Güzelmiş.”
“Güzel tabii. Özel kulaklıklardan, İrfan Bey organizasyonun Londra bürosundan getirtti.
Varolmayan özel yapımı. Logosuna bak.”
Logosu “0” idi hakikaten.
“Bir kere tek kulaklığını verip bir şarkı dinletti, zevkten orgazm oluyordum” deyip deli
deli kikirdedi Balıkçı.
“Vay be.”
Balıkçı’nın bakışları Albino’ya döndü.
“Onur’un gözlüklerini de kıskanıyorum.”
Somurttum. “Çok tiki işi o ya.”
“Saçmalama. O da özel. Varolmayan yapımı.”
“Kötü yapmışlar, güzel görünmüyor.”
“Güzel görünmesi kimin umrunda?”
“E, güzel görünmesi umrunda değilse neden kapalı havada, iç mekânda bile güneş
gözlüğü takıyor ki...”
“Güneş gözlüğünü hafife alma.”
“Almıyorum da, yani... Gören kör sanır... Camları kocaman, hiç estetik değil. Bir de, bir
yere odaklanıp heykel gibi duruyor ya, âlem adam valla ya” deyip reaksiyon bekleyerek
güldüm. O reaksiyon gelmedi.
“Bir yere değil, filme odaklanıyor” dedi.
“Ne filmi?”
“E işte film. Ne yüklediyse... O gözlükler film gösteren gözlüklerden.”
Burada şaşırmaya doymuyordum resmen.
“Ne yani film mi izliyor?”
“Bazen dizi. Ama genelde film... Bak, saplarını görüyor musun, orada kulaklıkları var.
Dış sesi kesen cinsten.”
Dikkatle bakınca fark etmiştim, kulak sapları kulağına giriyordu. Albino resmen ayakta
film izliyordu.
“Onun da yaşam destek ünitesi o gözlükler. Hiç çıkarmaz. Fırsatını bulduğunda bir
düğmeye basması yeterli. Hooooppp. Buradan gider, izlediği film neyse, o filmin dünyası
neresiyse oraya kaçar.”
“Ne kadar çok kaçarsan, geri dönüp saldırmak için o kadar fazla gücün olur.”
“Ne?”
“Sıfırlar’dan. Bir mısra.”
“Oo evet, hatırladım. Hafızan iyiymiş dostum.”
Muhabbetimiz çalan bir başka şarkıyla kesildi.
“Kılık kıyafetle ilgili olarak bilmen gereken bir belirteç mevzusu var” diyerek başlattı
dersi öğretmen. Bu kelimeyle binaya ilk girdiğimde de karşılaşmıştım. Balıkçı, kazağından
dem vururken “en tuhaf belirteç” seçildi demişti. Bir de kulaklıklarım için bu ifadeyi
kullanmıştı Balıkçı.
“Belirteç, bizi bizim gibilere belli eden göstergedir. Ne kadar ufak ve göze batmayan
cinsten ise o kadar iyidir. Gerçekçilerin fark etmeyeceği bir ‘şey’ olursa süper olur. Ama
fark edecekleri kadar büyük bir şey ise de sorun olmaz. Mesela Görkem...”
Sınıftan Görkem ayağa kalktı. Üzerinde savaşan Vikinglerin olduğu renkli bir tişört
giymişti. Amon Amarth yazıyordu tişörtün tepesinde.
“Mesela Görkem’in bugünkü belirteci bir heavy metal tişörtü. Belirteçler arasında
klasikleşmiş bir statüye sahiptir metal tişörtleri. Yolda yürüyorsundur, aynı tipler, aynı
kıyafetlerle kuşatılmışsındır, derken karşından biri gelir ve üzerinde kocaman bir
canavarın alev saçan bir resmi vardır. Siyah beyaz hayatın bir anda renklenir. O yüzden
iyidir metal tişörtleri, hem belirteçtir, hem de etrafındakilerin hayalgücünü tetikler. Ama
işte, ne kadar klasikleşmiş olursa olsun gereğinden büyük bir belirteçtir. Taklit edilmesi,
akla getirilmesi ve uygulanması yani giyilmesi en kolay şeydir, bu da gerçekçilerin de
bunu yanıltıcı maske olarak giymesine yol açar. Mesela yine ebat olarak büyük olsa da
Balıkçı’nın sarı balıkçı yaka kazağı kendini baştan belli eden bir belirteç değildir. Onur’un
güneş gözlükleri de bu konuda fena değildir. Sen başka hangi belirteçleri görüyorsun
burada?” Bu soruyu bekliyordum ve soru gelmeden elemanları süzmeye başlamıştım bile.
Hemen saymaya başladım.
“Öykü’nün kaskı.”
“Güzel”.
“Ajan’ın 80’lerden kalma cırt cırtlı ayakkabıları.”
“Doğru. Benim favorilerimdendir.”
Gazı aldım devam ettim: “Şu arkadaşın ceketindeki Doctor Who rozeti. Şu arkadaşın
yüzüğü Yüzüklerin Efendisi’ndeki yüzüğün replikası belli ki, üzerindeki elf harflerinden
tanıdım.”
Ben konuştukça sınıftaki öğrencilerin yüzüne hayranlık duyduklarını belli eden bir ifade
beliriyordu, adeta göz bebekleri büyümüştü. Balıkçı Yaka’nın dönüp Ajan’a “İşte o,
demiştim sana” diye fısıldadığını duydum o anda. Ve devam ettim. Bazı elemanların
belirteçleri daha gizliydi. Mesela isminin sonradan Ruhi olduğunu öğrendiğim eleman
baştan ayağa “sıradan”dı. Sonra iki parmağına sardığı seloteyp bantlarını fark ettim.
Bingo! En son birinde feci takıldım, adı Can idi. Tepeden tırnağa baktım, bulamadım.
“Yeni öğrenciler için en zoru hep Can olmuştur” dedi öğretmen, bu biraz yüreğime su
serpti ama yine de o ana kadar tüm sınıfı etkilediğim için Can’ın belirtecini bulamamayı
gururuma yediremiyordum. Öğretmen bir süre daha şans tanıdıktan sonra bana döndü.
“Saçlarına bak. Yandan ayırmış. Günümüzde kim saçlarını yandan ayırır ki? Hem de bu
kadar muntazam...”
“Doğru ya, biz çocukkendi o moda.”
“İşte sen de dedin, hayalci olmak biraz da çocukken yaptığımız şeylere bağlı kalmak
anlamına geliyor. Parmaklarına anlamsızca seloteyp sarmak, ceketine rozet takmak,
metal tişörtü giymek, evden aynaya bakmadan çıkmak... Daha kalıtımsal belirteçler de
var, mesela Merve’nin, yani Gorbaçov’un doğum lekesi gibi...”
“Anlıyorum” diyebildim Gorbaçov’un yüzünü atlasa çeviren doğum lekesine bakarken.
“Belirteç mevzusunda dikkat etmen gereken şey; iki aynı belirteçli hayalcinin yan yana
gelemeyeceği kuralı.”
“Nasıl yani?”
“Deneyimlerimizle sabittir ki, iki aynı belirteci kullanan hayalci yan yana gelemez,
atıyorum, iki Uzay Yolu rozetli adam yan yanaysa birinden biri kolpadır.”
“İlginçmiş.”
İhtiyar kara tahtaya doğru ilerledi ve tebeşirle “Rüyagörmezler” yazdı. “Daha çok
kendimizi nasıl tanıyacağımızı anlattım şu ana dek, biraz da kendimizin üzerinden
karşıtımızı alarak gerçekçileri nasıl tanıyabileceğimizi anlatayım” diyerek başladı.
Balıkçı’nın yüz ifadesinde anlık bir endişe yakaladım.
Daha çok bana bakarak anlatmaya başladı. “Onların bir adı da rüyagörmezlerdir.
Çünkü... rüya görmez onlar. Biz tam tersine çok rüya görürüz. Gerçekçiler çok az rüya
görürler ve laf aramızda rüyaları sıkıcı olur. Vardır ya, rüyalarını anlatan tipler. Daha ilk
cümlesinde sıkılmaya başlarsın, ha hu diye geçiştirmeye çalışırsın. İşte onlar rüya görmüş
gibi taklidimizi yapan gerçekçilerdir. Rüya senle hayal dünyan arasındaki bir şeydir,
neden gidip onu anlatma gereği duyasın ki! En sinir bozucu özellikleridir bu. Bak yine
kızdım...”
Gerçekten kızmıştı ihtiyar. Sesi ve elleri görülecek ölçüde titrer olmuştu. Araya Öykü
girdi, “Hocam ne zaman bu kısmı anlatsanız kızıyorsunuz, isterseniz atlayın, biz o kısmı
anlatırız.” Odadakiler kısık seste güldü.
İhtiyar kendine geldi.
“Haklısınız galiba...” diyerek yerine oturdu. Ceketini çıkardı. Kendisine küçük gelen
ceketi çıkarması sandığımdan uzun sürdü. İhtiyarın öfkesi bir süre daha yatışmadı. İşin
tuhafı onun öfkesini paylaşıyordum. Size ait olan bir şeyle, yani rüyalarla prim yapan
üçkâğıtçılardı gerçekçiler. Bir süre sonra Balıkçı kalkıp yanına gitti ihtiyarın. “Hocam iyi
misiniz?” dedi. İhtiyar masasının çekmecesinden kalınca bir kitap çıkardı. “Ben devam
edemeyeceğim. Yeni dostumuza lütfen bunu ver. Sayfa numarasını biliyorsun” dedi. Sınıf
dağıldı. Garipti...
Araba mezarlığının avlusuna Balıkçı’yla beraber çıktık.
“Hoca maalesef onları, yani gerçekçileri anlatırken zorlanıyor. Dersin o bölümünde hep
fenalaşıyor.”
“Onu çok iyi anlıyorum” dedim, biraz da kolpadan.
“Dersin o kısmında hep bu kitabı veriyor yeni öğrencilerine.”
Hocadan aldığı kitabı uzattı bana. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanını.
“Duymuştum da okumamıştım” dedim.
Balıkçı etrafına bakındı, kimse olmadığını fark edince fısıldayarak “Ben de
bitiremeyenlerdenim, çaktırma” dedi. “Ama bazı bölümleri efsanedir.”
Gülümsedim.
“141. sayfa. Onları ve biraz bizi de en iyi anlatan paragraf orada” dedi ve binaya geri
döndü.
Arabama varır varmaz bahsedilen yeri açtım ve okumaya başladım.
“Mahkemede, suçlu sandalyesinde, bilerek ya da işledikleri suçları bilmek zahmetine
katlanacak kadar dahi düşünmediklerinden bilmeyerek, eziyet eden, hor gören,
aşağılayan, ihmal eden, aldırmayan, unutan, kötüleyen, alay eden, ıstırabı paylaşmayan,
insanlar arasına duvarlar çeken, küçümseyen, çaresiz bırakan, yalnız bırakan, terk eden,
baskı yapan, istismar eden, ezen, cesaret kıran, iyilik etmeyen, değer vermeyen, kalbi
temiz olmayan, doğruyu yanlış gösteren, yanlışı doğru gösteren, samimiyetsiz, insafsız,
korkutan, yanına yaklaştırmayan, başkasının yaşama hakkına saygı duymayan ve
kendinden memnun olabilmek için her davranışı meşru sayan onlar, yani bizim küçük
kalabalığımızı hava sızdırmayan tabakalar halinde üst üste saran, nefes almamızı dahi
engelleyen, yani mahallemizin bütün bileği kuvvetli ve içi boş küçük kabadayıları ve
onların büyük ortakları, yani esasında sayıca üstün olanlar, yani her zavallıdan daima bir
rütbe bir kademe bir sınıf yukarıda olanlar, yani şekilsiz hüviyetleriyle daima vuran ve
kaçınabilenler, yani hem ezip hem de ezdiklerini kabul etmeyenler, yani bir mertebe
aşağıdayken ezilen ve bir derece terfi edince ezenler, yani çırağını, bir şeyler
öğretmesine karşılık her zaman döven ve ona insan muamelesi etmeyen ustalar,
muavininin başına vuran şoförler ve onlarla birlikte memurlarına dalkavukluk ettiren
amirler, duygusuz amirlerle birlikte garsonlara paralarıyla orantılı olarak bağıran
müşteriler ve kaba müşterilerle birlikte hakkını arayanlara yumruklarını gösteren
görevliler ve yetkilerini kötüye kullanan görevlilerle birlikte bilgisizin bilgisizliğini suratına
çarpan ve ondan bir kelime fazla bilen bilgiçler, yani öğrenmek isteyen herkese eziyet
eden öğreticiler ve onlarla birlikte bilgisizlerin bilgisizliğine gülen onlardan daha bilgisizler
ve cahillerle birlikte her değişik davranışa saldıran şekilsiz kalabalık ve kalabalıkla birlikte
onlara alkış tutanlar ve onlarla birlikte her tartışmada en bayağı usullerle haklıyı haksız
çıkaranlar ve onlarla birlikte her savaşta kazananı tutanlar ve onlarla birlikte kimseye
zararı olmayan zayıfları ezerek kuvvetli olma duygusunu tatmin edenler ve onlarla birlikte
her zaman ve her yerde her sınıftan ve her ideolojiden ve her düşünceden insanlar
arasında daima ön safa geçerek aslan payını kendilerine ayıranlar ve ayırır ayırmaz
insanlarla aralarına aşılmaz duvarlar örenler ve böylelerine her zaman haklı çıkarıcı
bahaneler sebepler yasalar kurallar sınıflamalar bulup çıkaranlar yani her zaman insanları
insanlardan ayıranlar ve onları birbirlerine düşman edenler ve onlara körü körüne uyan
kalabalıklar ve gerçeği boğanlar ve onlarla birlikte insanı bu koca dünyada yalnız
bırakarak arkadaşlık dostluk sevgiyle uzatacakları sıcak bir elleri olmayanlar yani elsiz
gözsüz akılsız kalpsiz ve kansız gerçek sakatlar yani onlar onlar onlar onlar onlar...
karşımıza oturacaklar.
Ve biz onlara diyeceğiz ki:
Hesaplaşma günü geldi. Şimdiye kadar yalnız din kitaplarında yargılandınız. Biz fakirler,
zavallılar, yarım yamalaklar, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz. Ve
çıkarınıza baktınız. Hatta gene sizlerden, sizin gibilerden, büyük düşünürler çıktı ve bu
kitapların bizleri uyuşturmak için yazıldıklarını ileri sürdüler. Biz zavallılar, ya bu
düşüncelerden habersiz kaldık, ya da bunları yazanları bizden sanarak alkışladık. Yani
uyuttular alkışladık, uyandırıldık alkışladık. Her ne kadar bugün siz suçlu, biz yargıç
sandalyesinde oturuyorsak da gene acınacak durumda olan bizleriz. Esasında, sizleri
yargılamaya hiç niyetimiz yoktu; sizin dünyanızda, o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken,
hepinize hayrandık. Sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Ayrıca, dünyada
gereğinden çok acıma olduğuna ve bizim gibilerin ortadan kaldırılmamasının sizlerin
insancıl duygularına bağlandığına inanmıştık. Bu çok masraflı dünyada bir de bizlere
bakmanız katlanılması zor bir fedakârlıktı. Arada bir bize benzeyen biri çıkıyor ve ‘artık
yeter’ diyordu. Onunla birlikte bağırıyorduk: ‘artık yeter!’ Bazen kazanıyorduk, bazen
kaybediyorduk ve sonunda her zaman kaybediyorduk. Onlar da sizler gibi onlardı. Düzeni
çok iyi kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzemeyen insanlar çıkarıyorduk
aramızdan. Kimse bizim tanımımızı yapmıyordu ki biz kimiz bilelim. Gerçi bazı adamlar
çıktı bizi anlamak üzere; ama bizi size anlattılar, bizi bize değil.
Tabii sizler de bu arada boş durmadınız. Birtakım hayır kurumları yoluyla hem kendinizi
tatmin ettiniz, hem de görünüşü kurtarmaya çalıştınız. Sizlere ne kadar minnettardık.
Buna karşılık biz de elimizden geleni yapmaya çalıştık: kıtlık yıllarında, sizler bu dünyanın
gelişmesi ve daha iyi yarınlara gitmesi için vazgeçilmez olduğunuzdan, durumu
kurtarmak için açlıktan öldük; yeni bir düzen kurulduğu zaman, bu düzenin yerleşmesi
için, eski düzene bağlı kütleler olarak biz tasfiye edildik (sizler yeni düzenin kurulması için
gerekliydiniz, bizse bir şey bilmiyorduk); savaşlarda bizim öldüğümüze dair o kadar çok
şey söylendi ki bu konuyu daha fazla istismar etmek istemiyoruz; bir işe, bir okula
müracaat edildiği zaman fazla yer yoksa, onlar kazansın, onlar adam olsun diye biz açıkta
kaldık; yani özetle, herkes bir şeyler yapabilsin diye biz, bir şey yapmamak suretiyle, hep
sizler için bir şeyler yapmaya çalıştık. Bütün bunlar olurken birtakım adamlar da
anlayamadığımız sebeplerle anlayamadığımız davalar uğruna yalnız başlarına ölüp
gittiler. Böylece bugüne kadar iyi (siz) kötü (biz) geldik. Bize, sizleri, yargılamak gibi zor
ve beklenmeyen bir görev ilk defa verildi; heyecanımızı mazur görün.
Aramızda hukukçu olmadığı için söz uzatılmadı, sanıkların kendilerini savunmalarına izin
verilmedi. Gereği düşünüldü. Sanıkların ellerinden başarılarının alınmasına oybirliğiyle
karar verildi.”
Yolda hızla ilerlerken aklımdan İrfan Hoca’nın dersleri ve Oğuz Atay’ın kelimeleri
çıkmıyordu. Bir de Yusuf Atılgan’ın. Bizi bize ne güzel anlatmışlardı. Biz farklıydık işte bir
türlü. Neden bugüne kadar farkına varmamıştık, neden başkaları gibi olmak için
zorlamıştık kendimizi, mutlu olmak için, kusursuz olmak için? Neden birbirimizin farkına
varıp kenetlenmemiştik, neden bu düzeni değiştirmek için hareket etmemiştik ki...

Sınavlar ve deliler
15 Nisan 2009
Henüz öğretilmedi ama bir varolmayanın en çok acı çektiği aktivite kız arkadaşının
alışveriş faslına eşlik etmek olmalı. Bugün bunu bizzat tecrübe ettiğim gündür. Aslı’yla
Nişantaşı’nda alışveriş yaptık. Daha doğrusu o yaptı, ben izledim. İki etek arasındaki
kararsızlığı esnasında harakiri yapmayı planlarken, dükkânın hemen önüne park ettiğim
arabamın çekilmekte olduğunu fark ettim. Aslı’ya doğru “Araba çekiliyor” diye feryat
ettiğimde o hâlâ elindeki iki etek aralarında pinpon maçı yapıyormuş da, o da hakemmiş
gibi kafasını sağa sola çeviriyordu... Çıktım dışarı, çekiciye dursun diye bağırdım ama
fayda etmedi. Hemen bir taksi çağırdım “Şu çekiciyi takip et!” dedim.
Taksi şoförünün gıcıklık olsun diye yavaş gitmesi yüzünden çekici gözden kaybolmak
üzereydi. “Biraz acele eder misiniz?” desem de tınmadı. Sonra şoförün boğazlı kazağını
fark ettim, bu Balıkçı’ydı. “Ne yaptın okudun mu kitabı?” diye sordu. Tutunamayanlar’dan
bahsediyordu. “Okudum, okudum da, şu çekiciyi yakalasak önce” dedim. Sanki ben hiç
öyle bir şey dememişim gibi, “Peki, anladın mı bizim özelliklerimizi, onların
özelliklerini?..”
“Tabii. Zaten çok fazla madde yok, ezberi kolay” deyip gülümsedim.
“O zaman bir sınava hazırsın?”
“Önce şu çekiciyi yakalasaydık?!”
Çekiciyi bizimkilerin kullandığını anlamıştım, şoför mahallinde Ajan’ın olmasına hiç
şaşırmadım bu yüzden. Yan koltukta da Albino oturuyordu. Kim olurlarsa olsunlar,
arabamı çekmişler, durup dururken depar atmama sebep olmuşlardı. “N’apıyorsunuz
Allah aşkına? Siz ne hakla arabamı çekersiniz?” diye bağırdım. İkisi de yanıt vermeyince
“Arkadaşım, insan arkadaşının arabasını çeker mi ya!” diye bağırmaya devam ettim.
Albino hınzırca “İstersen alışverişe geri dönebilirsin” dedi. Bu defa ben yanıt veremedim.
Ajan “Haydi atla arkaya, sınavı kaçırma...” dedi.
Bir çekicinin uzun römorkunun üzerinde duran arabamın içindeydim. Yanımda İrfan Bey,
Bisikletçi ve Balıkçı vardı. Ehliyet sınavındaymış gibi hissettim bir an. Bir bakıma
fazlasıyla doğru bir benzetmeydi çünkü bahsettikleri sınavı geçtiğimde bir nevi “sıfırlık”,
“hayalperest”, “Varolmayan” ehliyeti alacaktım.
Çekicinin römorkunun üzerinde İstanbul’un yollarında ilerlerken Balıkçı turist rehberi
edasıyla sınavın içeriğini anlatmaya başladı. “Senin için hazırlanmış testlerimiz var.
Bugüne kadar bu testlerin hepsinden tam puan alan olmadı.” Hiçbir şey demedim, ufak
bir kafa hareketiyle “Haydi hemen başlat” komutunu verdim. İrfan Bey cebinden bir
paket çıkardı, “Çiklet?” diye sordu. Hiç reddetmek olur muydu...
Nişantaşı’ndan Osmanbey’e doğru giderken çekici bir otobüsün yanından aynı hızla
gitmeye başladı. Trafik kırmızı ışıkta durunca İrfan Hoca yanımızdaki otobüse bakmamı
işaret etti. Römorkun yüksekliğinden baktığımız için otobüsün içerisini rahatlıkla
görebiliyordum. Şoför mahallini ve arkasındaki sırayı profilden görüyorduk. Arka ve yan
sıralar çok fazla seçilmiyordu. “Bunların hangileri hayalci, hangileri gerçekçi, bakalım
bilebilecek misin?” dedi Balıkçı. Önce güldüm, hâlâ içinde bulunduğum ortama inanmakta
zorluk çekiyordum. Fakat arabadaki herkes ciddi görünüyordu. Otobüsteki yolcular, bir
çekicinin römorkundaki arabada oturmuş, piyasa yapan kırolar gibi etrafı röntgenleyen
bizi görseler ne düşünürlerdi acaba diye endişelendim.
“Merak etme, arabanın camlarını değiştirdik, dışarıdan kimse göremiyor” dedi İrfan Bey
zihnimi okurcasına. “İstersen daha fazla vakit kaybetme, Sarıyer’e kadar tüm bilmeceleri
çözmen gerekiyor”.
Otobüsteki yolculardan önce üniversite çağındaki genci süzdüm; kulağında kulaklıklar
var, elinde mp3 player’ı, onu kurcalıyor. Giyim kuşam tarzı iyi sayılmaz. Çoraplarını yanlış
giymişti, biri lacivert, biri siyahtı, ton farkı bariz değildi ama iyi bir gerçekçi fark ederdi bu
uyumsuzluğu. Kötü giyim artı kulağında müzik = ... Bu kolay bir soruydu, o bir hayalciydi.
Hemen yanındaki adama baktım; otuzlu yaşlarında bir adam. Gazeteyi yanındaki çocuğun
görüş alanını azıcık da olsa kapatacak ölçüde açmış, okuyor. Giyimi matah sayılmaz ama
eleştirilecek bir tarafı da yok. Saçları düzgün. Belli ki, o bir gerçekçi, bir rüyagörmez.
Sonra onların arkasında oturan gence baktım. Elinde bir kitap vardı, kapağında bir
ejderhanın olduğu. Belli ki, fantastik kurgu türüne ait bir kitaptı. Yırtık bir kot giymişti
eleman, yıldız şekilli bir bilekliği vardı, yan koltuğa ise çantasını koymuştu. Tipik bir
hayalci gibi görünüyordu. Yine de kıllandırıcı bir hali vardı, tam tarif edemiyordum ama
hemen bizimkilere dönüp onun hayalci olduğunu söylemek de içimden geçmiyordu. İyi ki
geçmemiş. Sonra İrfan Akay’ın sözleri aklıma geldi; hayalcilerin gerçekçiler dahil olmak
üzere kimseye en ufak bir rahatsızlık vermek istemeyen bir tabiata sahip olduklarından
dem vurmuştu. “Takıntı boyutunda kendinden daha çok başkasını düşünme hastalığı” gibi
bir şeyden bahsetmişti. İşte, bu çocukta o yok gibiydi. Sağ dizini karşı koltuğun sırtına
dayamıştı mesela. Benim anladığım kadarıyla gerçek bir hayalci bir başkasını rahatsız
etmeyi göze alarak dizini o şekilde önündeki koltuğun arkasına yaslamazdı. Dikkatimi
çeken diğer ayrıntı ise elemanın çantasını yan koltuğa koymasıydı. Sanki “kimse yanıma
oturmasın” tavrındaydı, oh ne güzel bacağını önündekinin sırtına dayamış, otobüse yeni
giren yolculara “yanıma oturma” dercesine çantasını yan koltuğa oturtmuş... Döndüm
bizimkilere, “Bundan bir hayalci değil, anca anca taklitçi bir hayalci olur” diyerek notumu
verdim. En son otobüs şoförüne baktım. Dikiz aynasının altında bir muska sallanıyordu,
belli ki dini bütün bir vatandaştı. Bir an onu hayalci bellemek aklımdan geçti, sonuçta bir
tanrı hayal ederek, ona iman ederek, kötülükleri uzak tutması için muska taşıyarak bir
hayalci olmuyor muydu o da? Sonra belgeselde tek tanrılı dinlerin, gerçekçilerin
yerleştirdiği bubi tuzakları gibi resmedildiği aklıma geldi ve vazgeçtim.
İrfan Akay bir öğretmen edasıyla “Aferin. Hiç fena değil” dedi. Arabanın içindeki ses ön
taraftaki Ajan ve Bisikletçi’nin de kulağına gidiyor olmalıydı çünkü her doğru yanıtımla
birlikte Ajan’ın yüzüne bir hayal kırıklığı ifadesi konuyordu. Oh olsun, ne diyeyim. Sen
misin bana inanmayan.
Sonraki soru için bir okul bahçesine geldik, çekici tam bir sınıf penceresinin önünde
durdu. Sınıfta ona yakın öğrenci ve bir öğretmen vardı. Öğrencileri soruyor olmalıydılar.
Onları gözlemlemeye başladım. Sekiz tanesini giyim kuşamlarından hızla tespit ettikten
sonra kendini ele vermeyen iki öğrencide takıldım. Biri en önde ders kitabına pür dikkat
bakarak dersi dinliyordu. Diğeri ise en arkada, sırasına yayılmış, serseri bir hava
takınarak öğretmene bakıyordu. En öndeki öğrenci belli ki inekti, ineklerin hayalci olma
ihtimali düşüktür diye kendimce bir mantık yürüttüm. En arkadaki elemanın ise ders
umrunda değil gibiydi, onun hayalci olma ihtimali yüksekti. Sonra birdenbire karatahtada
tebeşirle yazılan konu ile en öndeki gözlüklü öğrencinin kitabında açılı duran konunun
uyuşmadığını fark ettim. Daha sonra öğrencinin cebinde bir şişkinlik fark ettim, bu bir cep
telefonu olabilirdi ama oradan bir kablo uzanıyordu, kablo pantolonundan fırlayan
gömleğinin içinden geçiyordu ama nereye gidiyordu... Sonra fark ettim ki, kablo gencin
gömleğinin kolunun içinden geçip kulağına doğru gidiyordu. Bu bir kulaklıktı! En öndeki
öğrencinin düşünen adam pozunda kolunu kaldırıp sağ şakağına dayamasının sebebi
buydu, öğretmenine çaktırmadan o esnada –tek kulağından da olsa– müzik dinliyordu. En
önde, dersi çok ilgili takip ediyor gibi oturuyor olabilirdi, yakışıklı da bir gençti ama asıl
hayalci oydu.
Doğru bilmiştim. Herkesin yüzü gülüyordu, bir tek Ajan bozum olmuşa benziyordu. Yine
de gözlerinden “üçüncü sınavda takılacaksın” tehdidi okunuyordu. Mecidiyeköy’e gittik,
çarşıya giren yolun başına park ettiler çekiciyi. Caddeden çarşıya veya o taraftaki
alışveriş merkezine gidenlerin hepsi buradan geçiyordu, epey kalabalıktı. “Bu sahnede
hayalci olduğundan emin olabileceğin tek bir kişi göreceksin, onu bulmanı istiyoruz” dedi
İrfan Akay. Bulunduğumuz yere daha dikkatli baktım. İnsanlar vızır vızır geçiyorlardı, nasıl
bir hızla bu kalabalıktaki tek bir kişinin Varolmayan olduğunu anlayabilirdim ki? Bu soru
hakikaten zordu, ben ecel terleri dökerken önde şoför mahallinde, Ajan’ın zevkle pis pis
sırıttığını görebiliyordum. Sonra o kuru kalabalığın içindeki bazı kişilerin organizasyonun
kiraladığı oyuncular olduğunu fark ettim. Bu figüranlar görüş açıma girdikten sonra aynı
hareketi yapıp sahneden ayrılıyorlar ve bir süre sonra sahneye aynı hareketi yapmak
üzere geri dönüyorlardı. Aradığım kişi onlardan biri olmalıydı. Mesela iki dakikada bir
atkılı bir adamla şık bir hanımefendi pastaneye girip çıkıyorlardı, yürürlerken el ele
tutuşuyor ve aşklarıyla etrafa caka satıyorlardı. Onlar belli ki, başkalarının mutluluklarına
imrenmesi için gayret gösteren gerçekçilerdendi. Bir simitçi kafasında mükemmel bir
dengeyle tuttuğu tezgâhıyla birlikte sahnenin solundan gelip sağından çıkıyor, bu sürede
kırmızı tişörtlü gence simit satıyor, iki dakika sonra yine aynı yerden sahneye giriyor, aynı
kişiye simit satıp yine kayboluyordu. Bir hayalci olabilirdi ama buna veya tersine dair çok
net bir kanıt sunmuyordu.
Caddede, yirmili yaşlarında bir erkek, lise öğrencilerine bir dershanenin reklam
broşürünü dağıtıyordu. Ama belli ki broşürleri bir an evvel elinden çıkartmalıydı, o yüzden
arada bir öğrenci olmadıkları belli olanlara da uzatıyordu elindeki kâğıt yığınını. Bu
çakallığı yapmasından dolayı onu eledim bir kere, kurnazlık yakışmıyordu hayalci
profiline. Yine de pek bir zavallı bakıyordu çünkü yirmi kişiye broşür uzatıyorsa bir tanesi
alıyordu. Bu gidişle elindekileri bitirmesi zordu. İnsanları da anlayabiliyordum, caddede
yürürken bir broşür tutuşturulur size ve sonradan onun bedava olmadığı anlaşılır, meğer
bilmem nereye bağış kampanyası vardır ve üç beş liranı vermek zorunda kalırsın, bu
duruma düşmemek için uzatılan broşürleri terslersin ya... O tehlikeyi sezmesen bile cebini
o broşürle doldurmak istemezsin... Ama bir dakika... Tamam, gençlerden bazıları
broşürcünün uzattığı broşürleri alıyordu çünkü onları ilgilendiren bir broşürdü bu,
dershane çağındaydılar ve ucuza eğitim almak için bir fırsat çıkabilirdi karşılarına. Ama
peki ya, o kel, fodul, ellili yaşlarındaki adam, ona ısrarla uzatılmadığı halde o
broşürlerden birini neden alıyordu? O adama odaklandım. Takım elbiseliydi ama elbisesi
diğer takım elbiseliler gibi vücuduna cuk oturmuyordu, biraz emanet gibi duruyordu,
ayakkabısı parlamıyordu, saçları, tamamen kel değildi ama azalan saçları kafasında
muntazam dağılmamıştı. Kelliğin karizmasından da faydalanamamıştı zavallı. Onu
izlediğim ikinci tekrarda aslında caddenin broşürcüye göre uzak noktasından yürüdüğünü
fark ettim. Broşürcüyü uzaktan gördü, herkesin onun broşürlerini pas geçtiğini fark etti,
işte o anda anlık bir üzüntü yakaladım yüzünde. Sonra yavaş yavaş broşürcüye doğru
meylettiğini fark ettim. Yaklaştı ve broşürcü o sırada ona broşür uzatmadığı halde, bizzat
kendi bir hamle yaparak uzanıp bir tane aldı. Bir an acaba broşürü sadece merakından ya
da atıyorum rakip firmadandır, broşürü görmek için isteyerek mi aldı diye düşündüm.
Ama broşürü alır almaz hiç bakmadan cebine sıkıştırmasından niyetinin bu olmadığını
anladım. Cebine dikkat ettim, biraz şişmişti, içeride yol boyunca topladığı diğer
broşürlerin olduğunu hayal ettim. Doğru da bilmiştim, adamı biraz takip edince, en yakın
çöp kutusuna cebindeki broşürleri boşalttığına şahit oldum. Adam resmen yol boyunca
broşürleri sadece o broşür dağıtıcılarına yardımcı olmak için almıştı. O broşürcüler pis
birer gerçekçi de olabilirlerdi ama o kel fodul memur onların hayatını bir gıdım
kolaylaştırmak için o broşürleri toplamıştı. Ha belki de kolaylaştırmamıştı, belki de hiç o
broşürleri bitirmek gibi bir amaçları yoktu, belki de broşürleri elden çıkarmak için değil,
orada bir saat ayakta durma karşılığında para alıyorlardı ama sonuçta o adam kendi
hayaline uyarak yardımcı olmuştu, bu ona yeterdi. O bir hayalciydi. Bundan emindim ve
bu soruyu da doğru yanıtlamıştım.
Sıra gelmişti, dördüncü sınava, Balıkçı’nın dediğine göre en zoruna... Çekici Şişhane’de
bir umumi tuvalete yaklaştı. Herhalde şakadır diye düşünürken umumi tuvaletin tepe
penceresinin yanına park ettik. Bisikletçi kafasından kayan kaskı eliyle eski yerine monte
ederken “Buraya girecek iki kişiden biri hayalci, diğeri değil” dedi. Arabanın içindekilere
“Ciddi olamazsınız” dedim. Ciddilerdi.
Umumi tuvalete iki adam girdi. İkisi de birbirine benziyordu, takım elbiseli, düzgün
tıraşlı, tam beyaz Türk. Ayakkabıları, kol saatleri, kıyafetleri neredeyse birebir aynıydı.
Sadece birinin elinde çizgi roman, diğerinin elinde gazete vardı, başka da onları ayıran bir
şey yoktu. Sonra kabinlere girdiler ve uzunca bir süre orada kaldılar, büyük ihtimalle
hacetlerini gideriyorlardı. Allahtan içeride ne yaptıklarını apaçık göremiyordum ama
sağdaki kabinde gazete okuyan gencin, soldaki kabinde ise çizgi roman okuyan gencin
olduğunu biliyordum. En zor sınav dedikleri bu muydu? Yanıt çok barizdi. Bizimkilere
yanıtımı vermek için ağzımı açtığım anda ön tarafta oturan Ajan’ın yüzünde sinsi bir
gülümseme yakaladım, hemen ağzımı kapadım ve tekrar o ufak tuvalet penceresinden
baktım. Kabinler açılmamıştı, o esnada kabinin tepesinde ayna işlevi gören bir
alüminyum parçası fark ettim. Böylece onları –ne kadar tiksinti verici bir manzara olsa
da– yamru yumru ve flu bir şekilde görmeyi başardım. Soldaki genç alafranga tuvaletin
üzerinde X-Men okuyordu, sağdaki ise gazetenin ekonomi sayfasına bakıyordu. Hiçbir
ayrıntı onları ayırt edebilmem için bana yardımcı olmuyordu. Görebildiğim tek ayırt edici
özellikleri ellerinde okumak üzere getirdikleri gazete ve çizgi romandı. Şaşırtmacalı bir
soru muydu bu, yoksa şaşırtmacası, şaşırtmacası varmış gibi davranmasında mı
yatıyordu?
İçgüdülerim şaşırtmacalı bir soru olduğunu söylüyordu. Eskiden, lisedeyken bu
şaşırtmacalı soruları hemen fark eder, sadece öyle olduğunu fark ettiğim için sorudaki
mantık örgüsünü çözerek değil, ilk bakışta dikkati çekmeyen seçeneği işaretleyerek doğru
yanıtı bulurdum. Şimdi mezuniyetimden ve seçenekli sınavlardan kurtulmamdan on küsur
yıl sonra yine aynı meziyetimi göstererek sağdaki adamı işaretledim. Sıçarken gazetenin
ekonomi sayfasını okuyan adamı! Söyler söylemez doğru yanıtı verdiğimi Ajan’ın dikiz
aynasına yansıyan hayal kırıklığı ifadesinden anladım. Diğerleri sevinmişe, azcık da
şaşırmışa benziyorlardı.
Albino “Nasıl bildin?” diye sordu.
İşte esas zor olan buydu. Şimdi sırtımı dönerek onlara Müfettiş Kruzo gibi katili nasıl
ortaya çıkardığımı anlatmam gerekiyordu. Bu açıklamada saçmalarsam verdiğim doğru
yanıtın da bir anlamı kalmamış olacaktı. Hemen tuvalete yan gözle tekrar baktım, yeni
ayrıntılar aradım. Adamların parmaklarına baktım, hani bir yüzük falan olsa evlilik
kurumuna bağlılığından dolayı onun gerçekçi olduğunu çıkarabilirim diye düşünüyordum
ama yoktu. İki konu mankenini birbirinden ayırabilecek tek detay tuvalette okumak için
yanlarında getirdikleri “şey”di. Gazete, biraz sol tandanslı gazete olsa o da bana yardımcı
olurdu ama yok, değildi işte, sol mu sağ mı belli olmayan çok satan gazetelerden biriydi.
Aksi gibi de gazetenin ekonomi sayfası açıktı, hani spor sayfası veya kültür sanat sayfası
açık olsa oradan yol alarak, biraz da edebiyat yaparak gözlerini bir güzel boyayabilirdim.
Benim bunları düşündüğüm esnada da vakit geçiyordu ve iyice kıllanıyorlardı. Hemen
biraz daha oyalamak için, “E çok bariz” dedim. Biraz vakit kazanmış olsam da bu kadar
iddialı bir cümleyle açılış yapmam, sağlam bir argümanı dile getirmemi farz kılıyordu.
Hızla akıl yürüttüm. Sonuçta bu organizasyon paganların ve putperestlerin inançlarını
yücelten, o dönemlerde hayallerin hayata hükmettiğini iddia eden bir kuruluştu. Bu
durumda, nasıl dindar bir kişi Kuran-ı Kerim elindeyken hacetini gidermiyor, kıçındaki
boku temizlediği eliyle İncil’in sayfalarını çevirmiyorsa, bir hayalcinin de X-Men’i patır
patır sıçarken okumaması gerektiği sonucuna vardım. Hemen açıklamama başladım.
“X-Men’le, özellikle de orijinal X-Men cildiyle, özellikle de X-Men’in en iyi
maceralarından biri olan ‘Landlord’ ile (iyi atıyordum) tuvalete giren adam bir hayalci
olamaz. Olsa olsa bizi beceriksizce taklit etmeye çalışan pis bir gerçekçidir. Sidikli ve
boklu elleriyle o sayfalara dokunmasına daha fazla katlanamayacağım!”
Dinleyicilerimden hayranlık ifadesi olan birkaç ses efekti aldıktan sonra açıklamama
devam ettim.
“Diğer yanda hayalcimiz var. Tuvalete, tam da helâya yakışan bir gazeteyle girmiş.
Ekonomi sayfasına bakıyor fakat gözlerine bakın, o sayılara, rakamlara sanki bir
pislikmişler gibi nasıl bakışlar fırlatıyor görüyor musunuz? O sayfaya normal hayatında
asla bakmayacağı için tuvalette onunla zamanını öldürüyor. Şu an tuvalette o. Onun
küçük kaçışlarından birinde. Ama saatine bak, saat henüz daha 13.30. Mesaisinin
bitimine nereden baksanız 5 saat var. Bu süreçte az sonra döneceği gerçekçiler
takımından nefret etmesi gerekiyor, nefreti onun en büyük motivasyonu. O nefreti
büyütebileceği en büyük malzeme şu an karşısında, çok satan bu gazetenin çok okunan
ekonomi sayfası...”
Etkilenmişlerdi. Balıkçı, bugüne dek bu soruyu doğru yanıtlayan tek kişi olduğumu
söyledi, tabii ki testi hazırlayan ihtiyarı saymazsak...

En güçlü hayalciler
16 Nisan 2009
Varolmayanlara uyum programım dahilinde yine beni bir yere götürüyorlardı.
“En güçlü hayalciler sence kimler?” diye sordu İrfan Akay. Düşündüm, taşındım, biraz
kendimden yola çıktım ve “Çocuklar” diye yanıt verdim.
İrfan Akay “Güzel” diyerek onayladı. “Evet çocukların hayalperest müdahale
konusundaki yetenekleri su götürmez. Ufo görme vakalarının çoğuna olay mahallinde
resim defterine uçan daire çizen bir çocuğun sebep olduğunu biliyoruz. Çocuklar işin püf
noktalarına doğuştan hâkimler. Yaratılan bir düşün sadece silerek değil, yerine başka bir
şey hayal ederek yok edilebileceği gibi ileri seviye metotları bile biliyorlar. Çocukların
düşler kapısı açıldığında neler yapabileceklerini çok merak ediyorum.”
“Peki neden sonra bu yeteneklerini kaybediyorlar?”
“Çünkü okula gidiyorlar.”
“Peki kim en güçlü hayalciler?”
“Göreceksin.”
“Nereye gidiyoruz?”
İrfan Akay vakur tavrıyla, “Çok acele ediyorsun. Yöntemlerimize ve dünyamıza yavaş
yavaş hazırlanman gerek. Bu yeni hayatla baş edemeyenlerin gittiği yeri biliyorsundur...”
dedi.
“Yo, bilmiyorum...”
Tam o esnada yol kenarındaki bir levhayı gösterdi, levhada Bakırköy yazıyordu.
“Bakırköy mü?” dedim. “Aynen,” dedi. Birkaç dakika sonra ağaçlık alanla çevrelenmiş
tarihi bir binanın önünde durduğumuzda “Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi”
diyerek cümlesini tamamladı.
“Bu çok...” diyordum ki...
“Saçma değil. Normal bir hayatı olan, zeki, sıhhatli insanlar bir anda nasıl akıllarını
kaçırıyorlar sanıyorsun?”
“Bilmem. Yani... Filmde biraz bahsediyordu ama...” diye kekemeye bağladım.
“Edgar Allan Poe’nun ne dediğini bilirsin; ‘Delilik sandığınız şeyin aslında duyularınızın
fazla keskinleşmesinden başka bir şey olmadığını biliyorsunuz değil mi?’ Bazıları
içgüdüyle, bazıları şans eseri hayalgücünün ve yazının kuvvetinin farkına varıyorlar ama
tek başlarına bu gerçekle başa çıkamıyorlar. Bir kere o hastanedeki tedaviler başladı mı
iş işten geçmiş oluyor. Tedavi dediğime bakma, gerçekçiler onların güçlerinin farkındalar.
O yüzden de bu yetilerini yok etmek için ilacı, elektroşoku dayıyorlar. Ne büyük bir kayıp.
Aslında buradaki birçok hayalciden çok daha kuvvetli bir hayalgücüne sahip onlar.”
Deliler adına üzülmüştüm, hiçbir yorum yapamadan sessizliğe sığındım.
“Şu bahçedekilere iyi bak. Şuradaki adamın adı Alpay. Organizasyonumuzun eski
üyelerinden. Hayalgücü inanılmazdı. Ama gücünü kontrol etmek için çalışmadı. Çok
aceleciydi, zamanla kafayı yedi, aramızda tutmaya çalıştık ama başaramadık. Dış
dünyada kendini hemen belli etti. Onu da diğerleri gibi buraya tıktılar. Burası sadece
Avrupa’nın en büyük ruh ve sinir hastalıkları hastanesi değil, aynı zamanda Avrupa’nın en
büyük hayalperest toplama kampı.”
İlk duyuşta kulağa biraz abartılı gelse de bahçede deli gömleğiyle dolaşanların bir
zamanlar sıradan insanlar olduğunu sezmek zor değildi. Bizden hiçbir farkları yoktu.
Bahçede onlarla birlikte gezen hastabakıcılarının ve doktorların ise “gerçekçi” oldukları
çok açıktı. Okudukları gazeteden, kılık kıyafetlerinden, hareketlerinden o kadar belli
ediyorlardı ki.
“Açıkçası onları kontrol edemediğimiz için buralarda tutulmalarına karşı gelmiyoruz.
Yoksa istesek şimdi bu bahçeye girip en azından on tane sıfırı kurtarabiliriz. Peki ya
sonra? Sana Alpay’dan bahsettim, bir gün bile onu kontrol altında tutamadık.
Yazdıklarıyla gerçekliği değiştirmedi, onu bir süreliğine bozdu, çarpıttı, kaosa neden oldu.
Biz gerçekliği yeniden yazmak istiyoruz, deli saçması bir gelecek kurgulamak değil
amacımız...”
Balıkçı araya girdi: “Dikkat et. Değil hastalarda, doktorların cebinde bile kalem
göremezsin. Doktor dediğin, hastabakıcı dediğin not alır değil mi? Tımarhanelerde ise
kalem sadece korunaklı cam odaların içinde kullanılabilir. Deli gömleklerinin iki kolu
neden birbirine bağladığını sanıyorsun?”
“Birbirlerine zarar vermesinler diye...”
“Hayır” dedi ve hesap istermiş gibi avucuna yazma hareketi yaptı. Ne demek istediğini
anlamıştım. Bahçedeki delilere tekrar baktım. Uyuşturulmuş, işkenceye uğramış, ömür
boyu hapse çarptırılmış bir mahpustan daha kötü görünüyorlardı. Sadece özgürlükleri
değil hayal güçleri de dört duvar arasına sıkıştırılmıştı. Bu manzarayı zihnimden atmak
benim için çok zor olacak...

En tehlikeli gerçekçi türü ve onlardan korunma yöntemi


17 Nisan 2009
Gerçekçiler ve hayalciler arasındaki farkları daha iyi idrak edince işyerindeki
meslektaşlarıma, yeni tanıştığım insanlara, sokaktan geçenlere hep o gözle bakmaya
başladım. Bu pek hoş değil. Bir tür ayrımcılık. Fakat biliyorum ki, böyle bir gerçek var ve
ben bir gerçekçi değilim. Peki ya dostlarım? Tolga? Sevgilim?
Bunları aklımdan geçirirken Balıkçı’yla birlikte Ortaköy’de bir çay bahçesinde
oturuyordum. “Dostlarım, mesela Tolga, o da onlardan biri, değil mi?” diye sordum.
Balıkçı kafasını salladı, “Biraz geçmişine bakarsan seni bir gerçekçiye dönüştürmek için ne
kadar çabaladığını daha iyi anlayacaksın.” Haklıydı. Liseden beri üniversite sınavında
seçtiğim bölümden, giyimimden kuşamıma kadar etkisi var onun. Lisede dinlediğim
müzikle dalga geçip benim müzik tarzımın değişmesine sebep olan da o değil miydi?
Sonrası da devam ediyor üstelik. Sevmediğim bir işten çıktığımda beni suçlayan ve
hemen akabinde bana yine sevmeyeceğim bir iş bulan da o. Kız konularında da pek farklı
değildi. Ezgi’ye duyduğum sevgiyi “saplantı” ve “hastalık” olarak yorumlayan, kendisini
ise “hastalığımı iyileştiren aşk doktoru” olarak tanımlayan oydu. Tüm semptomlar bu
kadar mı yerli yerine oturur?
Sonra “Aslı...” dedim. Bu bir soru değildi, sadece yüksek sesle düşünmüştüm ama
Balıkçı, kız arkadaşına saydırmak için fırsat kollayan kanka moduna geçmekte gecikmedi.
Hemen kafasını salladı. “Kız arkadaşın bizim en çok korktuğumuz gerçekçilerden biri”
dedi.
“Ne demek istiyorsun?”
“En tehlikeli gerçekçi türü.”
Çok saçma ama cümlesinin fonunda bir korku müziği duydum sanki...
“En tehlikeli mi?”
“Evet abi, en tehlikelisi...”
“Diğerlerinden ne farkı var?” diye sordum merakla.
Balıkçı patlak gözleriyle etrafına bakındı, yakındaki bir masaya sağ kaşını kaldırarak
baktı, sonra bana döndü, sandalyesini masaya yaklaştırdı, eğildi ve fısıldayarak “O bir
kız” dedi.
Durdum. Kalakaldım. Hele o ciddi ciddi bakışı yok mu?! Herhalde espri yaptı diye
baktım, yüzündeki ciddiyette en ufak bir azalma olmadı. CIA’ya ait çok gizli bir sırrı
KGB’ye sızdırmış gibi bir tavır. Tutamadım kendimi ve gülmeye başladım. Durduramadım
da gülmemi.
“N’apıyorsun sen?” diye çıkıştı.
“Gülüyorum söylediğine, ne yapacağım?”
“Cahil olduğun için gülüyorsun. Önsezilerin sana ne diyor?”
“Tamam Aslı onlardan biri olabilir ama...” dedim, cümlemi onun o teatral sesini taklit
ederek, “O bir kız” diye fısıldayarak devam ettirdim, “Yapma ya!” deyip kahkahayı
koydum. Alındı.
“Derslerin bitmediği için bilmiyor olabilirsin ama kızlarda gerçekçilik oranı
erkeklerdekinden üç katı fazladır. Ayrıca erkeklerden çok daha etkilidirler. Erkek bir
gerçekçinin, bir hayalciyi gerçekçiye dönüştürme hızından on bir kat daha hızlıdırlar. Hele
güzel ve alımlı bir kız... Yani Aslı gibi. En tehlikeli gerçekçi türüdür. Karşısında hiçbir
şansın yoktur.”
“Ne yapmış olabilir ki? Ne seçtiğim işe karıştı, ne bir şeye...”
“Bak bunu kimseye söyleme. Gizlice İrfan Bey’in odasına girip günlüklerini okudum.” Bir
sır veriyordu ama sır doğrudan beni ilgilendiriyordu, bu Balıkçı beni öldürecekti valla!
“Ee?”
“Seni nasıl yönlendirdiği o günlüklerde çok açık gözüküyor. Psikiyatristi kim önerdi? O.
Her daim, işinden soğuduğunda seni durduran, düzenli bir adam olmanı sağlayan o değil
mi? Hatırla. Şu lokantaya gitmiştiniz, X-Wings isimli mönüyü istediğinde nasıl
paniklemişti? O ismin sana çocukluk anılarını hatırlatacağını biliyordu. Buna benzer her
anınızda sohbet konusunu değiştirmeye nasıl çalıştığını hatırla. Senin gözünü bizim tarafa
çevirmemek için gerektiğinde seni hemen yatağa attığını hatırla. Zaten bu onların en
büyük kozudur” dedi ve düşüncelere daldı.
“Ne o?”
“Aloo? Sen beni dinlemiyor musun? Seksten bahsediyorum tabii ki. Onların en büyük
kozu, bizim en büyük zaafımız.”
“Nasıl yani?”
“Seni girdiğin yoldan çıkarmak için şehveti kullandı. Migren hastalığına karşı nasıl tavır
takındığını hatırla... Migren nöbetindeyken senden nasıl rahatsız olduğunu... Neden?
Düşün. Her gece, tam yazmak istediğinde kaybolan kalemlerini düşün. Kim alıyordu, kim
saklıyordu o kalemleri...”
“Kalemler kaybolur...” dedim tutuk bir şekilde.
“Kalemler kaybolmaz, gerçekçiler kalemleri toplarlar. Tükenmezkalemleri hemen
tükenecek şekilde tasarlarlar. Kurşunkalemlerin uçlarını kırılacak şekilde imal ederler...
Ah ah... O kadar çaylaksın ki...”
Geçmişi şöyle bir taradığımda Balıkçı haklıydı, hayatımın son iki yılında her evrede
Aslı’nın sözü geçmişti ve ne zaman hayalcilik yapsam ondan zılgıt işitmiştim. O mahalle
maçındaki topu kurtardığımda gözlerindeki kötü ifade onu ele vermeye yetiyordu ama
daha fazlası vardı. Ne zaman çocuksu davransam, beni güzelliğiyle baştan çıkarıp yatağa
atan da oydu, tam yazacakken kalemlerimi kaybeden de. Düş kurduğumda beni oradan
çekip bana işimi, kariyerimi, geleceğimi hatırlatan da oydu. Kaybolan kalemler, silinen
hayaller... Gerçeği nihayet idrak etmiştim.
Balıkçı düşüncelerimi okumuş ve “Seni ondan kurtardığımıza dua etmelisin” demişti.
“Varolmayanlar sağ olsun” dedim.
Güldüm. Balıkçı gülmedi. Sonra aklıma geldi, şöyle bir hatırlamaya çalıştım,
Varolmayanlar binasında çok az kıza rastlamıştım. Bisikletçi vardı, Gorbaçov vardı, birkaç
tane daha görmüştüm ama iki elin parmaklarını zor geçerdi.
“Bu yüzden mi az kız var binada?”
“Bu ve diğer sebepler yüzünden...”
“Ne gibi?”
Nasıl açıklayacağını bilemedi, az önce bir spiker gibi uzun uzun açıklayan, öğretmen
edasıyla örnekleyen, geyik lafları bilim insanı gibi söyleyen Balıkçı ancak şunu
söyleyebildi: “Abi şöyle diyeyim: Kızlar problem oluyor...”
“Problem mi?”
“Evet abi.”
“Oğlum kızlar her yerde problemdir” deyip güldüm. O gülümsemekle yetindi. Baktı, ben
bu konuda ilgiliyim ve bu mevzunun peşini bırakmayacağım, anlatmaya başladı:
“Her şeyden önce kızlarda kimin hayalci kimin gerçekçi olduğunu ayrımsamak çok daha
zor. O yüzden biz beş testten geçiyorsak onlar otuz testten geçiyor. Daha önce çok oldu.
Koca teşkilatı kandırarak içeri girdiler, bizim gibi davrandılar, türlü oyunlarla birbirimize
düşürdüler, sonra da gittiler. Birçok sırrımızı gerçekçilere yetiştirdiler tabii. Çok yara aldık.
Bir de abi... Nasıl desem...”
Nasıl diyecekse deseydi artık...
“Abi kız olunca ortamda, az da olunca...”
Mevzu anlaşılmıştı, erkekler kızlar için kavga ediyorlardı. E tamam, hayalcilerdi
mayalcilerdi de, erkekti bunlar da sonuçta.
“İşte abi o yüzden son yıllarda İrfan Bey’in de kararıyla organizasyona çok az kız katıldı.
Kızların hiçbiri de nasıl derler...”
Nasıl diyeceklerse artık...
“Albenili değillerdi diyeyim, sen anla...”
Saçma bir aydınlanma yaşadım o anda, gördüğüm dişi varolmayanları gözden geçirdim
ve hepsinin de... Nasıl yazılır... Biraz düz olduklarını fark ettim. Bisikletçi şirin bir kızdı
mesela, sınıftaki diğer çilli kız da, ama düşününce onları hiç “kadın” gibi görmemiştim.
Erkekleri birbirine düşüren vücut hatları onlarda yoktu. Bisikletçi maraton koşucuları gibi
dümdüzdü. Gorbaçov’un da yüzünün yarısında doğum lekesi vardı.
“E peki bu albenili kızların hayalci olamayacağı anlamına mı geliyor?”
“Tabii ki hayır. Ama alamıyoruz abi binaya. Hatta onlarla ilişki yaşayamıyoruz da, çünkü
bilemiyorsun ki...” diye hayıflandı sonra da ekledi: “Bu kız milletini anlayamıyorum abi.”
Dışarıdan biri duysa klasik kız muhabbeti diyecekti ama konu aslında tamamen
farklıydı.
“Peki, kız arkadaşlarınız yok mu oğlum, ne diyorsun sen?” dedim.
“Olanlar var tabii. İdareten işte. Ama yarımızdan fazlası abazayız bildiğin” dedi ve
hayrettir, güldü.
“Olur mu öyle şey ya, İrfan Bey mi koydu bu kuralı?”
“Abi kural mural yok, olmuyor işte, devrimin yapısına aykırı. Hangi devrimci, bir yandan
devrimi bir yandan kızları idare etmiş, yok bunun bir örneği tarihte. Hem zaten
bulamıyorduk ki, organizasyona katılınca bir farkı olmadı yani...” dedi ve başını eğdi.
Gülmüyordu, ben de gülmedim.
“Ee peki şey...” dedim, tamamlayamadım. “Yani işte...” dedim, devamı gelmedi.
Balıkçı’nın anlayacağı yoktu, soran gözlerle bakıyordu. Sonra patladım:
“O kadar erkek, bu kadar yıldır devrim ayağına abazasınız, valla millet bir süre sonra
birbirini siker...” dedim. Biraz samimiyet sınırını aşmıştım sanırım, Balıkçı’nın o takıntılı
ruh hastası modundaki sert çıkışlarından biri gelecek sandım.
“Ha, cinsel ihtiyaç diyorsun” dedi çok robotik bir ifadeyle.
“Yani...”
“Onun için odalar var” dedi. Sonra sormama fırsat vermeden “Haydi gidiyoruz” dedi.
Yarım saat sonra araba mezarlığındaydık. Binanın daha önce gitmediğim bir
koridorunda yürüyorduk. Balıkçı bana birtakım açıklamalar yapıyordu. “Abi mesela sen
şimdi Aslı’nın bir gerçekçi olduğunu öğrendin ya, ne yapacaksın?”
“Bilmem. Ayrılmam mı gerekiyor?”
“Yok da, ne bileyim...”
“Aslı’dan ayrılabileceğimi sanmıyorum.”
“Mesele de o işte abi. Ayrılamazsın. Neden? Alıştın bir kere. Kız da taş gibi.”
“Şşşht. Ayıp oluyor” dedim.
“Bu bir gerçek. Şimdi sen bu kızdan ayrılsan romantik boşluğu bırak, o cinsel boşluk seni
çıldırtır. Bu kızın yerine başkasını da koyamazsın, değil mi?”
Balıkçı’nın fazla açık sözlü olmaya başlaması sinirime dokunmaya başlamıştı. Haklı olsa
da iç dünyamın derinliklerine ve bel altlarına bu kadar girmese iyi olacaktı.
“Bak fazla ileri gidiyorsun...”
“Abi biliyorum ama varmak istediğim bir nokta var... Bu kızlar, özellikle de güzel, alımlı,
seksapel olan gerçekçiler... Seksi de iyi biliyorlar hani. Bu yüzden de acayip bağımlılık
yaratıyorlar. O bağımlılığı kırmamız gerekiyor. Haksızsam söyle.”
“Tamam haklısın.”
“Şehvet ve aşk farkı abi. Senin içinde bulunduğun şeyin adı şehvet. Sigara gibi,
uyuşturucu gibi, sana zarar verdiğini biliyorsun ama bırakamıyorsun. Peki, nasıl
bırakabilirsin?”
“Bilmem, nasıl?”
“Yerine başkasını koyman lazım.”
“Başka birini mi?”
“Hayır abi. Başka bir şeyi. İşte bu amaçla bu odaları yarattık. O başka şey için...”
Ne odası, odaya fahişe mi çağırıyorlar, striptiz mi var, nedir bu gizem diye içimden
Balıkçı’ya saydırırken bir odanın önünde durduk. Bana aşk ve şehvet arasındaki farkı
anlatan didaktik konuşmasını sürdürdü, daha ne kadar saçmalayabilir diye
düşünüyordum, o sırada duvarda üzerinde “Acil durumda kırınız” yazılı camekân bir kutu
gördüm. Kutunun içindeki şey prezervatife benziyordu. İçinde bulunduğumuz koridorun
organizasyonun bir nevi genelevi olduğuna dair izlenimim giderek güçleniyordu. Sonra
daha dikkatli baktım, bu bir prezervatif veya ona benzer cinsel bir edevat değildi, bu bir
sakızdı. Bunun şaşkınlığını doyasıya yaşayamadan Balıkçı “Buyur abi” diyerek kol saatini
kapının üzerindeki manyetik okuma aletine gösterdi ve kapıyı açtı. Bir bar girişi gibi loştu
odanın antresi. Odanın geri kalanı bir perdeyle ayrılmıştı. Girişte ise bir masa, üzerinde
de bir laptop vardı.
“Abi tarzın nedir, onu gireceksin bu bilgisayara... Esmer mi, sarışın mı, uzun boylu mu,
minyon mu, hoş sohbet mi, sessiz mi, büyük göğüslü mü, küçük göğüslü mü... Bunun gibi
bilgileri...”
“Ee sonra?”
“Sonrasını göreceksin...”
“Yok öyle, valla şişme bebek yapacak halim yok...”
“Bu öyle bir şey değil... Eski Mastder’cilerdensin, anlarsın.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Sen de benim gibi Mastder’in üyesi değil miydin?”
Memo Tembelçizer’in eski köşesinden bahsediyordu, birkaç ay önce günlüğümde
yazmıştım hatta. Mastürbasyonun seksten daha iyi olduğunu, yalnız bireyin güçlü birey
olduğunu iddia eden, mizah amacıyla yaratılan bir kulüptü, kartı bile vardı.
“Oğlum o uydurma bir kulüptü.”
“Uydurma muydurma, orada yazılan manifestoya inanıyor muydun, inanmıyor muydun?”
“İnanıyordum da, eskidendi lan, ortaokuldaydım!”
“Fark etmez. Senin özün o işte. Diğer erkekler gibi yaşıtın kızlara bakmıyordun ama.
Sınıfındaki kızlar gibi gerçek insanlar yerine dergilerde, filmlerde gördüklerini fantezilerine
alıyordun. İlk aşkın kim?”
Onu çürütmenin tarifsiz zevkiyle “Ezgi” dedim.
“Emin misin? İyi düşün” dedi.
İyi düşündüm ve keyfim kaçtı. Ezgi’den önce Edward Scissorhands’deki Winona Ryder’a
ve Sleepy Hollow’daki Christina Ricci’ye âşık olduğum aklıma geldi. Bir de platonik
aşklarım olmuştu...
Düşüncelerimi okudu Balıkçı, “Platonik aşklar, hayali karakterler... Çok tipik! Gördün
mü? Sen bizdensin, bir varolmayansın.”
“Ne demeye getiriyorsun? Şimdi içeride mastürbasyon yapacağımı falan mı sanıyorsun,
yüz yıl abazan kalsam burada yapmam, gider evimde yaparım, bu ne be!” diye çıkıştım.
“Bu mastürbasyondan da iyi. Seksten de. Bak şimdi, hepimiz hayalciyiz, yabancı yok. En
çok kimi düşünerek otuz bir çektin küçükken?”
“Ayıp oluyor ama...”
“Hadi abi.”
“Tamam şey, bir çizer vardı. Neydi adı, Bedri...”
Güldü. “Bedri Koraman’ın çizdiği kadınlar değil mi? Neydi abi be onlar?” dedi.
“Kesip kesip saklardım, az mı...” dedim, cümlemi bitirmeden utançla sustum.
“Peki... Temel İçgüdü’deki o sorgu sahnesinde ter döktün mü?”
Aha, bir açığını yakalamıştım. “Hayır. Anlamamıştım ne olduğunu. Vajina hiç çekici
gelmemiştir bana!”
“Aynen. Neden? Çizgi romanlarda, filmlerde yoktu da ondan. Bizim cinsel kodlarımız
diğerlerinden farklı abi. Ve inan bu perdenin arkasında karşılaşacağın şey seksten daha
iyi. Aslı’yla yaşadığın orgazmın bin katını yaşayacaksın” dedi.
Güldüm. İnandırıcı olmanın köşesinden geçmiyordu. Balıkçı bu saçma sapan
konuşmasına devam ederken bilgisayarda sorulan sorulara yanıt verdim. Kendimi ucuz
bir seks dergisinin anketini doldururken bulmuştum ama eğlenceliydi. “Brianna Banks mi,
Shawna Lenee mi?”, “Amatör mü, stüdyo yapımı mı?”, “Hentai mi, animasyon mu?” gibi
sorular bizim şirketteki performans testlerinde pek sorulmazdı. Hepsini yanıtladım.
Balıkçı “Hadi, bana eyvallah” deyip, terk etti odayı ve kapıyı kapattı. Formu
doldurduktan sonra perdeyi açtım. Bundan sonrasını nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Dişçi
koltuğunu andıran bir koltuk vardı. Etrafında ikinci sınıf bir bilimkurgu filminden fırlamış
cihazlar var gibiydi. Bir demir kol fırladı önüme, elinde bir kutu vardı. “Çiklet?” diye bir
soru geldi dijital bir sesle? Kutuyu aldım, içinden kırmızı bir çiklet aldım, çiğnemeye
başladım. Sonra bir başka kol geldi ve bana bir deniz gözlüğü uzattı! Evet, yeşil çerçeveli,
geniş camlı bir deniz gözlüğü. Gözlük camı 3 boyutlu gözlüklere benzese de şekil olarak
sayfiye yerlerindeki bakkallardan bulabileceğiniz cinste dandik bir deniz gözlüğü. Kayışını
kafama göre ayarlayıp taktım. Ne olacağını çok merak ediyordum ama artık kendimi bu
dünyaya öylesine bırakmıştım ki bir başka kol gelip bana şnorkel uzatsa
şaşırmayacaktım. Bir anda tavandan fotokopi çeker gibi bir ışık huzmesi geçti. Sonra
öğrendiğime göre zevk bölgelerimin haritasını çıkarmak için beni taramışlardı.
Bundan sonra olanlar çok tuhaf ve hayli edepsizdi. Odanın tümü üç boyutlu bir
sinemaya dönüştü. Film başladı, inanılmaz bir seks tertibatı vardı burada. Vücuduma
yapışan cihazlar bana sadece zevk vermekle yükümlü değildi, aynı zamanda kalp
ritmimden yaşadığım zevki çıkarıyorlar ve sanal seksin uzun ama en ufak sıkıcılığa sebep
vermeyecek kadar ideal sürede kalmasını sağlıyorlardı. Sinemada ne mi oynuyordu, tıpkı
bilgisayar formunda detaylandırdığım gibi ideal partnerimle ateşli bir fantezi. İdeal
partnerim gerçek bir insan değildi, animasyon gibiydi, biraz da bilgisayarda yaratılmış bir
CGI karakteri gibiydi. Ama gerçekten de Bedri Koraman’ın çizdiği kadınlar gibi
mükemmel, biraz da Galip Tekin’in çizdikleri gibi dünyadışı vücut hatlarına sahip bir
kadındı. Bu özellikleri, yaşadığım şeyi gerçekdışı bir deneyim gibi kılsa da bana verdiği
zevk gerçekte yaşadığımdan katbekat fazlaydı.
Burada ne kadar detaya girebilirim bilemiyorum ama gerçekten de dediği gibi olmuştu,
yaşadığım orgazm daha öncekilerle kıyaslayamayacağım kadar tatmin ediciydi. Resmen
yarım saat zihnimin ve zamanın durduğunu hissettim. Bir saat sonra dışarı çıktığımda
Leyla gibiydim. Balıkçı, koridorda milli olan arkadaşının genelevden çıkmasını bekleyen
kanka gibi beni bekliyordu. “Nasıldı?” diye sormadı bile, gözlerimden nasıl olduğu belli
oluyordu.
Tekrar dışarı çıktığımızda yaşadığım deneyimin hayat değiştirici bir yan etkisi olduğunu
fark ettim. Artık gördüğüm kadınlar bana hiç çekici gelmiyordu. Bedri Koraman’ın
kadınlarından biriyle sevişmiştim, ne Aslı ne Pamela Anderson beni paklardı artık.
Varolmayanları anlayabiliyordum, burada bu cihazla gerçekten sonsuza kadar abazan
kalabilirdim, hiç koymazdı.

Alışılmadık bir yasak aşk


20 Nisan 2009
Varolmayan oryantasyonuna iki gün ara verdik. Bu süre zarfında normal hayatıma
devam ettim. Tabii ki etrafımdaki “gerçekçi”lere karşı önlemlerimi alarak. Özellikle
Aslı’nın manipülasyonlarına karşı gardımı aldım. Belli ki Aslı varolmayanlarla ilişkide
olduğumun farkındaydı.
Her gün “Bana söylemediğin bir şey mi var?”, “Dün akşam neredeydin?”, “İki kravatın
kayıp, nerede kalmış olabilirler?”, “Neden iki gündür yorgunsun, bir kere bile
sevişmedik...” gibi aldatıldığından şüphe duyan kadın sorularına boğuyordu beni. Ben de
aldattığını saklayan koca misali yeni sorularla yanıtlıyordum bu soruları. “Yoo, nereden
çıkardın?”, “Arkadaşlarlaydım, kimle olacağım?”, “Ya ne alakası var?”, “Kafam çok dolu
n’apayım?” gibi... Aslında doğru yanıtlar; “Evet, sizin düşmanınız olan hayalcilerin bir
numaralı merkez üssüne gidip geliyorum”, “Araba mezarlığının göbeğinde gizli bir
binadaydım”, “Kravat yasağı var binada, girişte bırakılıyor, sonra da almayı unutuyorum”,
“Bizimkilerin icadı bir fantezi aleti var, adamın iliğini kurutuyor be canım” idi. İçten içe
bunları söyleyip yüzündeki şoke olmuş ifadeyi görmek istesem de bunu yapamıyordum.
Emir yukarıdan gelmişti; asla ve asla hayalci olduğumuzu, tüm sistemin farkında
olduğumuzu çaktırmamalıydık, özellikle de azılı bir gerçekçi zanlısına.

Varolmayan kütüphane
21 Nisan 2009
Varolmayan üssündeki 11. günüm. Oryantasyon süreci devam ediyor. Dersler bitti ama
henüz yazmaya ve kaderi değiştirmeye başlamadım. Sistemi daha iyi anlıyorum, buradaki
insanları daha yakından tanıyorum, bu binanın daha önce keşfetmediğim yerlerini
keşfediyorum. Bugünkü keşfim Ajan’la başladı. En baştan beri nedendir bilinmez bana
gıcık gittiğini düşündüğüm Ajan’ı gördüm koridorda. Hâlâ onun müzik dinlediğine
inanamıyordum, o bir ajan olmalıydı, komut alıyor, komut veriyor, ciddiyetinden hiç ödün
vermiyordu. Biraz yaklaştım ve ne dinlediğini duymak istedim. Çaktırmadan, duvara
sürtüne sürtüne, bir ajana nasıl yaklaşılıyorsa öyle yaklaştım. İlk duyduğum cayır cayır
gitar sesi oldu, nedense Ajan’ın daha cool müziklerle ilgilendiğini düşünüyordum, indie
mindie. Sonra vokali duydum, güçlü bir rock vokaliydi bu. Dayanamadım, sordum:
“Ne dinliyorsun?”
Kulaklığını çıkarırken “Ne?” dedi.
“Ne dinliyorsun?” diye tekrarladım.
“Sen bilmezsin” dedi ve tekrar kulaklığı taktı.
Çok sinir bir hareketti ama pes etmeye gönüllü değildim.
“Sen söyle, belki bilirim” dedim.
Kulaklığını çıkarmaya gerek duymadan mıymıntı bir ses tonuyla “Dr.Skull” dedi.
İnanamadım ve “Oha, Wory Zover mı?” diye sordum.
Kulaklığını çıkarıp boynuna asmıştı, demek ki Dr.Skull’ı biliyor olmamla aramızdaki
buzdağını eritmeyi başarmıştım.
“Evet. Yeni albümlerini daha çok seviyorum ama bunda yok” deyip mp3 player’ını
gösterdi.
“Yeni mi?” diye şaşkınlıkla sordum.
“Evet, yeni.”
“Nasıl ya? Dr.Skull dağılalı on beş yıldan fazla olmuştur.”
Ajan durdu, kafasında düşünceleri evirdi çevirdi sonra etrafına bakıp lakabını hak eden
daha kısık bir ses tonuyla “Öyle söylendi. Ama bizde var. Henüz yeni olduğun için
organizasyonumuzun boyutlarını anlamış değilsin, bu çok normal. Varolmayanlar 20.
yüzyılın ortalarından itibaren dünyanın en önemli sanatçılarını, yazarlarını,
yönetmenlerini, müzisyenlerini bünyesinde toplamış bir örgüt. Üyelerimiz bu sanatçıların
dünyayla paylaşılmamış eserlerine ulaşabiliyorlar. Bu üyelerimize sunduğumuz en büyük
ayrıcalıklardan biridir.”
Bugüne kadar bana söylediklerinin toplamından bile uzundu bu cümle. Ve
Varolmayanlar’la ilgili belki de en cazip bilgileri barındırıyordu. Varlığından haberdar
olmadığım, dinlemediğim albümler, okumadığım kitaplar, izlemediğim filmler olduğu
düşüncesi beni zevkten dört köşe etmeye yetti. Hemen “Ben de dinleyebilir miyim?”
dedim.
“Sadece kütüphanede dinleyebilirsin. Sonra da binadan çıkaramazsın zaten...”
“Kütüphane mi?” diye sordum.
“Evet. Bak göstereyim” dedi. Cebinden çıkardığı kâğıda hemen bir kroki çizdi ve o
krokide bir yeri işaretledi. 15 dakika boyunca binanın labirentlerinde çılgın bir rotayla
ilerledikten sonra diğerlerinin iki misli olan elips kapıya ulaştım. Kapı açıldığında
karşımda devasa bir kütüphane belirdi.
Girdiğim salon ortaçağa özgü kütüphaneleri anımsatacak kadar büyüktü. Tavanı o kadar
yüksekti ki üst raflardaki kitaplara nasıl ulaşılabileceğini anlayamadım başta, sonra raylı
bir sistemle raflar arasında gezinen merdivenleri gördüm. Yaklaştıkça buranın
büyüklüğüne, kitapların çokluğuna daha fazla şaşırıyordum. Daha sonra fark ettim ki bu
kütüphane raflarında sadece kitap yoktu, aynı zamanda rulo bantlar şeklinde filmler ve
plak formatında albümler vardı. Yüzlerce, binlerce, on binlerce... Birçoğu duyduğum,
bazısı varlığından bile haberdar olmadığım sanat eserleri.
Kütüphane görevlisi bir masanın arkasında oturuyordu. Saçları dağınık, pis sakallı, cin
bakışlarını yamuk yumuk duran gözlüklerinin arkasına saklayan bir adamdı bu. Biraz
peltek konuşuyordu, dili hep dişlerine değiyor, bu yüzden kurduğu her cümlenin sonunda
bir tıslama duyuluyordu. Değişik bir tipti, onu tanıdığım birine benzetmiş ama
çıkaramamıştım. Ben Dr.Skull’ın yeni albümünü istedikten beş saniye sonra arkasındaki
raftan bir plak aldı, bana uzattı: Dr.Skull-Vehbi’nin Dönüşü. Kapağı da süperdi. Plağı
zarfından çıkardım, üstündeki çizgilere baktım, bir sevgiliyi okşar gibi okşadım. Görevli
cebinden bir şey çıkardı, hayalgücüm burada diyalogları söylenmeden, objeleri önceden
tahmin eder gibi çalıştığı için çıkardığı şeyin bir kütüphane kartı olduğunu sandım önce.
Ama değildi, bu kırmızı bir çikletti.
“Çiklet?”
“Neden olmasın.”
“3 numaralı oda” dedi ve bir odayı işaret etti.
Ufak bir odaydı bu, ortada bir pikap vardı, kenarlarda ise eski tarz hoparlörler. Daha
şatafatlı bir ses sistemi beklerdim. Müzik başladığında kulaklarıma inanamadım. İlk üç
albümdeki tarzlarından izler taşısa da onlardan bile daha iyi bir albümdü bu. Farklı vokal
denemeleri, nefis gitar melodileri ve marş kıvamında nakaratlar... Tek kelimeyle şu an
burada, bu albümü dinlediğime inanamıyordum. Müziğin mistik gücünün üstümde hüküm
sürdüğü o kırk dakika ve bu şerefe nail olan ayrıcalıklı azınlıktan biri olduğum hissi tüm
vücudumu inanılmaz bir mutlulukla sarmalamıştı. Albüm bitince, kütüphane görevlisine
plağı bıraktım.
Görevli “Bu tarz eski grupları seviyorsan Cultus’ı da seversin belki. Onların da yeni
albümü geldi: Bliss” dedi.
“Yok artık! O albümün kayıtlarını yaktılar diye duymuştum.”
“Öyle söylediler dışarıya. Kayıtları buraya sakladılar. İlla ki yerli mi takılıyorsun, bak
daha yeni Crimson Glory’in albümü geldi.”
“Nasıl ya, solistleri Midnight daha yeni öldü.”
Alaycı bir tavırla gülümsedi. “Sen öyle sanıyorsun” dedi.
“İyi de gazetelerde çıktı, kalp krizinden...”
“Sana söylenenlere bu kadar çabuk inanma. Manic Street Preachers’ın Richey Edwards
ile kaydettiği üç yeni albüm var.”
“Oha, 90’larda kaybolmuştu o eleman, ölü ilan edildi hatta...” diye kekelemeye
başladım.
“Galler büromuzdan getirteyim istersen...”
Bu kadarı fazlaydı. Ya benimle dalga geçiyordu ya da kafayı üşütmüştü bu eleman.
Üşütük bir tipe benziyordu zaten. Hareketlerine biraz daha dikkat ettim. Hâlâ onu
benzettiğim kişiyi çıkaramamıştım. O esnada tozunu aldığı kitaplar konsantrasyonumu
dağıttı. Müfit Özdeş imzalı İlk Tiryaki, Giovanni Scognamillo imzalı Kontun Sırrı ve Dost
Körpe imzalı Günah Yiyenler...
“Nasıl ya? Bu yazarların hayranıydım eskiden, bu kitaplarını hiç duymadım.”
Kütüphanenin müdürü gözlüğünün tepesinden bahsettiğim kitaplara baktı. “Ha, Dost’u
mu diyorsun, dört kitabı daha var. Organizasyonumuzun önde gelenlerinden biri. Dışarıda
çevirmenlikle zehirliyor dimağları, burada ise kitaplarıyla hayal kurmaya devam ediyor.
Müfit’in beşinci hikâye kitabı, romanı pek tutmayınca hikâyeye geri döndü. Giovanni de
kurmaca kitaplarını sadece buraya gönderiyor.”
Duyduklarıma inanamıyordum.
“Bak, Barış Müstecaplıoğlu’nun Perg Efsaneleri’nin son serisi de geldi.”
“Nasıl ya, o fantastik edebiyatı bırakmıştı...”
“Aslında bırakmadı, gerçekçi romanlarını dış dünya için yazarken fantastik olanları
buraya sakladı. Yiğit Değer Bengi gibi ilk kitabını çıkarıp kayıplara karışan yazarların
birçoğu da burada dünyayı değiştirmek için kalem oynatıyorlar. Hem böylece doğrudan
onları anlayacak bir kitleye ulaşıyorlar. Bak mesela Evil Dead’in dördüncü filmi geldi, yine
Bruce Campbell oynuyor. Nasılsa bu filmi dışarıdakiler anlamayacak, ne anlamı var o
zaman, burada kalsın, buradakiler izlesin, okusun...”
En baştan beri birine benzetiyordum ya, bu uzadıkça uzayan ve keyfinden bir gram
kaybetmeyen muhabbetin sonlarına doğru gelen bu Evil Dead göndermesiyle onu kime
benzettiğimi buldum. Lisedeyken sık sık fantastik çizgi roman-film ıvır zıvır dükkânına
gittiğim, iki yıl önce beyin kanamasından vefat ettiğini gazeteden okuduğum Metin
Demirhan’a benzetmiştim.
“Metin abi?” diyerek bu şüphemi test ettim. Kafasını çevirmedi. Sorumu tekrarlayınca
“Biriyle karıştırdınız sanırım” dedi. Biraz daha muhabbet ettim, hep bir açığını
yakalamaya çalıştım, yakalayamadım. Adının Burak Çambol olduğunu söyledi. Sonunda
beni ikna etti, o değildi, sadece benzetmiştim.
Kütüphaneden muhteşem bir albüm ve hiçbir yerde duyamayacağım şeyleri işitmiş biri
olarak çıkıyordum ki, dev kapı kapanmadan çaktırmadan içeriye, görevlinin masasına
baktım. Burak Çambol ayağa kalktı, tozunu aldığı kitapları en yakındaki rafa götürmeye
başladı. Topallıyordu. Evet, topallıyordu, aynı Metin abi gibi topallayarak, ayağını yere
sürerek yürüyordu. Biliyordum ki, bu kütüphaneye sık sık gelip gidecektim, tıpkı lisede
onun dükkânına uğradığım gibi.

Kulüp aidatı
22 Nisan 2009
Sadece ben değil, hayallerim de özgürlük kazanmıştı. Artık bir şey düşünürken ket
vurmuyordum kendime, sınırlamıyordum... Yeniden kalemi elime alacağım ve
hikâyelerimle misyonumuz, devrimimiz, geleceğimiz için gerçekliği baştan
kurgulayacağım o anı iple çekiyordum. Sabrımın artık tükenmekte olduğu günlerden
birinde İrfan Bey odasına çağırdı.
“Yazmayı özledin. Yaratmayı... Hayatı değiştirmek istiyorsun. Ama teşkilatımıza resmen
girmek için son bir şey yapman gerekiyor.”
“Ne o?”
“Ne olduğunu çok iyi biliyorsun” dedi her zamanki gibi. Sonra hemen; “Şaka şaka, bunu
bilmen veya tahmin etmen çok zor. O kadar da değil!” dedi. Buna çok güldü diğerleri. Bu
adamların enteresan bir mizah anlayışları vardı, zamanla sevmeye başlamıştım. Bizim
şirkettekilerden daha komik oldukları kesindi. Bir süre daha gülmeye devam edince
dayanamadım böldüm bu gülüşleri. “Evet ne yapmam gerekiyor?”
“Kasko.”
“Kasko mu?”
“Tabii ki. Önce kasko yaptırman gerekiyor.”
“Neye kasko?”
“Arabana. Neye olacak?”
“Arabamın kaskosu zaten var.”
“Güzel, o zaman kasko yaptırmana gerek yok.”
“Ee?”
“O zaman kaza yapman gerekiyor.”
“Tabii ki. Nasıl istersiniz? Takla mı atayım, yoksa duvara mı bindireyim?”
“Sen nasıl istersen.”
“Sanırım bir açıklama yapsanız iyi olur çünkü bu tuhaf şakalarınızı anlamakta
zorlanıyorum...”
İhtiyar baktı bana ve sonra sırtını dönerek odasının arkasındaki manzarayı seyre daldı.
“Bu pencereden baktığında ne görüyorsun?”
“Araba mezarlığı...”
“Peki, kimlerin arabaları bunlar?”
“İnsanların...”
“Sence neden bir araba mezarlığının ortasına kurduk bu binayı?”
“Saklanmak için.”
“Başka bir yere de kurabilirdik, neden özellikle araba mezarlığı?”
Aklıma bir şey gelmedi, “Pentagram’ın klibinde gösterildiği için mi?” diye soruyla yanıt
verdim.
Güldü ihtiyar. Daha elle tutulur bir yanıt vermem gerektiğini biliyordum. “Burası sadece
kendinizi kamufle etmek için bulduğunuz bir yer değil, her şeye daha masalsı, daha
dünyadışı bir atmosfer katmak için hayal ettiğiniz bir yer...” diyerek uydurdum bir şeyler.
Odadaki Sıfırlar alkışlayacak gibiydi beni, Allah için güzel yanıtlamıştım.
İhtiyar “Güzel ama dahası var” dedi ve ekledi; “Arabalar ve otomotiv sanayi, gerçekçi
diktatörlüğün kurduğu bu çürümüş sistemin atardamarını oluşturuyor. Petrol bu sistemi
besleyen kan, otomobiller ise kanın akmasını sağlayan araçlardır. Çift anlamı fark ettin,
değil mi?”
Kan akmasını kastediyordu, olumlu anlamda başımı salladım.
“İlaç endüstrisinden de pistir otomotiv sektörü. İşledikleri cinayet sayısı ilaçlarla yarışır.
Düşün; oturduğun evin, binanın depreme dayanıklı olması gerekiyor, her ne kadar tam
olarak uygulanmasa da bu konuda bir devlet yaptırımı var en azından. Ama ya arabalar?
Neredeyse kartondan bile araba yapıp satabilirsin. Güvenlik şartı yok! Yasal olarak
kullanımına hız sınırı koyuyorlar. Peki, arabaları imal ederken neden hız sınırı
koyamıyorlar? Nedeni belli, ne kadar hızlı, o kadar pahalı... Bisikletlilere, motorculara
kask şart, arabalara neden koruma getirilmiyor? Bilimsel bir çalışmanın sonuçları:
Arabaların tamponları güçlendirilse ve tüm modellerin tamponları aynı hizaya getirilse
ölümcül kazalardan sağ kurtulma olasılığı üç misli artıyor. Komünist rejimde olduğu gibi
tüm arabalar Trabant ve Lada olmak zorunda değil, sadece tamponların aynı hizada
olmasından bahsediyorum. Ama bu bile mümkün değil! Söylesen gülerler! Hep yaptıkları
gibi. Bu arada tüm arabalar Trabant olsa, o da şahane olur, komünist Rusya’da trafik
kazalarının yüzde 72 oranında azaldığını biliyor muydun? Hiç güvenli arabalar değil
Trabant’lar ama hızlı değillerdi, ayrıca tüm arabalar aynı olduğu için kimse arabasıyla
böbürlenme gereği duymuyordu, kazalar inanılmaz oranda azalmıştı.
Şimdi ise her yıl İkinci Dünya Savaşı’ndan daha çok kişinin katli söz konusu. Benzin için
açılan savaşlara girmiyorum bile. Elektrikli arabayı, zamanında Nikola Tesla icat etmişti,
engellediler, taş koydular, öldükten sonra projelerini yok ettiler. Yakın geçmişte EV1
Motors elektrikli arabanın üretimini yaptı. Güneş ışığıyla çalışan araba da yapıldı
esasında. Bil bakalım, kim bu projeleri durdurdu? Amerikan Başkanı... Genelde en leş
gerçekçilerden seçilir. Sosyal statüyü belirleyen en önemli iki şey; moda ve araba. İkisini
de parçalamak bizim temel görevlerimiz arasında yer alıyor.”
İhtiyar sırtını bana döndü ve manzaraya baktı.
“İşte o yüzden bu hurdalıkta yaşıyoruz. Burası bir sembol. Kulübümüze giren herkesin
öncelikle kendi arabalarına duydukları bağımlılığı kırması gerekmektedir. Parçaladığımız
her araba kapitalizmin tapınağında yıktığımız bir tuğladır. O tuğlalarla kendi sığınağımızı
kurduk. Arabaların mezarlığı, bizim düşlerimizin doğduğu yer oldu.”
Güzel anlatmıştı ihtiyar. Şimdi içinde bulunduğum bu yer, bir araba mezarlığının
ötesinde bir anlam kazanmaya başlamıştı. Hani yanından geçtiğiniz mezarlıklar sizin için
bir anlam ifade etmez de, bir yakınınızın yattığı mezarlık sizin için çok önemlidir ya, onun
benzeri bir durum. Bu defa bu hurdalık, geride bıraktığım hayatımın yattığı bir mezarlık
halini almıştı. Yalnız ne kadar anlam kazanırsa kazansın, eski hayatımın mezarı olacak bu
yerin, benim de mezarım olmasını istemezdim.
“Peki neden kaza yapmam gerekiyor?”
“Bu değirmenin suyu nasıl dönüyor diye düşünmüşsündür mutlaka. Gelir
kaynaklarımızdan biri de bu işte; üyelerimizin araba sigortalarından aldıkları para. En
başta bu fikre alışmak zor oluyor ama işin gidişatını anlayınca herkes bunu kabul ediyor.
Araba mezarlığında hayatımızın bir bölümünü geçirmemiz arabamızın ölümünü
kabullenmemizi kolaylaştırıyor. Mezarlık bekçilerinin ölümle çok barışık olması gibi bir şey
bu.”
“Yani kaza yapacağım ve arabamın tamir masrafı ne kadarsa o parayı size vereceğim
öyle mi?”
“Hayır. Kaza yapacaksın ve araban kurtarılamaz bir hale gelecek. Araban ne kadarsa,
sigorta onu sana ödeyecek, sen de sana ödeneni bize vereceksin.”
“Bu çok...”, saçma diyecekken durdum, “çılgınca” dedim.
“Evet öyle. Araştırdık, arabanı ortalama üç buçuk günde bir kullanıyorsun, kullandığın
dönemde de hep trafikte kalmaktan ya da park yeri bulamamaktan şikâyetçisin. Arabanı
gözden çıkartman bizimle başladığın yeni hayatının çok önemli bir parçasını oluşturuyor.
Arabanı bu mezarlığa getirerek bir zincirinden daha kurtulacaksın.”
Diğerleri de ihtiyarı onaylar şekilde kafalarını salladılar.
“Evet yani, araba hayatımın vazgeçilmezi sayılmaz.”
“Onlar öyle hissettirir. Ama değildir. Merak etme. Kurtul ondan” dedi Balıkçı.
“Hem böylece cebinden beş kuruş harcamadan kulübe aidatını ödemiş olacaksın.
Arabaların hurdalarını da buraya getiriyoruz. Hem üyelerimize yaptıkları fedakârlığı
hatırlatmak hem de eskiden çok önem verdikleri bir şeyin demir yığınından öte olmadığını
göstermek için... Eskiden haftada bir yıkadığın, vergisiydi, benziniydi, servisiydi derken
maaşının çoğunu yatırdığın, varoluşunun en kıymetlisi saydığın şey her sabah karşına
dünyanın sonuna kadar hiçbir işe yaramayacak bir hurda yığını, paslanmış, hor görülmüş
bir çöplük olarak çıktığında ne kadar sahte tutkularla yaşadığının daha iyi idrakine
varıyorsun...” dedi ihtiyar, hipnotik anlatımıyla.
Birkaç soru işaretim vardı yine de. “Peki, işim doğrudan arabayla alakalı olmasa da
statü gereği bile araba lazım gelir. Arabasız olmam birçoklarının tuhafına gidecektir...”
“Merak etme. İşin araba kullanmakla ilgili olsaydı, mesela sık sık yolculuk yapman
gerekseydi bile, diğer insanları neden bir daha araba kullanamayacağına dair rahatlıkla
ikna edecek travmatik bir kazada başrol oynayacaksın. Bu kazayı atlatan birinin yeniden
araba sahibi olmak istememesini kimse sorgulamayacaktır.”
“İyi de” dedim, “Nasıl bir kaza olacak bu? Araba paramparça olacaksa ben içinden nasıl
sağ çıkacağım?”
İhtiyar kendinden çok emindi: “Kazayı biz kurguluyoruz. Üyelerin kılına zarar gelmiyor,
hiç merak etme. Yıllar içinde bu konuda o kadar ustalaştık ki, sigorta şirketleri kazaların
kurmaca olduğuna dair tek bir kanıt bile bulamıyorlar. Ama tabii istersen dublör
kullanabiliriz.”
“Dublör mü?”
“Evet. Hiçbir şeye zorlamıyoruz üyelerimizi.”
Bir duraksamadan sonra aksiyon sahnelerinde bizzat oynamaya gönüllü olan yıldız
oyuncu kibriyle, “Hayır, ben yaparım” dedim.
Kulağa en başta deli saçması gelen her şey bu binada bir süre sonra mantıklı gelmeye
başlıyordu. Keramet binada mıydı, yoksa söylenenlerin gerçekten mantıklı olmasında
mıydı bunu tam olarak teşhis edemiyordum. Birdenbire kendimi bir şeyleri hayal ederken
buluyordum. Şimdi korkunç bir kazanın peşindeydi hayalgücüm... İster istemez aklım
izlediğim filmlerdeki, kliplerdeki sahnelere gidiyordu, köprüden denize uçan arabalar
falan... Oysa insanın geçmişi, hatırlamak istemediği hatıraları her zaman daha büyük bir
kaynaktı... O kaynağı deşince birdenbire kazanın senaryosunu oluşturdum:
“Buldum” dedim.
İhtiyar “Güzel” dedi ve bir el işareti yaptı, Balıkçı cebinden not defterini çıkardı ve not
almak üzere kalemine davrandı.
Anlatmaya başladım: “Otobanda hız yapmak, ani bir frenle defalarca takla atmak ve
bariyerlere bindirmek istiyorum.”
İhtiyar bana baktı, sakalını sıvazladı. Balıkçı ihtiyara dönerek “Efendim. Ani fren hususu
önemli. Sigorta şirketleri bu tip kazalarda sanılandan çok daha fazla didikliyorlar.
Kuşkulanabilirler” dedi.
Ben tam kafamdaki senaryonun detaylarını aktarmaya başlarken ihtiyar ikimize de
bakmadan “Çünkü karşına aniden bir köpek çıkacak” dedi. Doğru bilmişti. Doğru bilmeye
devam etti; “Emniyet kemeri takmadığın için cama çarpıp arabadan yola doğru
uçacaksın.”
Ne yapmaya çalıştığımı ihtiyar anlamıştı.
“Babanın öldüğü kazayı tekrarlamak istiyorsun. Onun son anlarında ne hissettiğini
duyumsamak istiyorsun...”
“Evet” dememe gerek yoktu.
Buz gibi bir sessizlik...

Travma, yeniden
23 Nisan 2009
İşyerinde günün sonunda darağacına gidecek bir mahkûm gibiydim. Oysa
ölmeyecektim, tam tersine yeni bir hayata başlayacaktım. Babamın ölümünü kopyalama
fikri olmasa akşam yüksek bütçeli filminin en şaşalı sahnesine çıkacak bir aksiyon
kahramanı gibi içim pır pır edebilirdi ama ne yapmış etmiş, bu adrenalini yaşarken bir
travmamı da kaşımayı becermiştim. Pişman değildim, bir taşla iki kuş vuracak, hem
arabamı parçalayacaktım, hem de bir travmayı yıkacaktım. Daha önce hiç olmadığı kadar
babama yaklaşacaktım, tam onun hayatını yitirdiği yerde, tam onun yaptığı hatayı
yapacak, karşıma çıkan bir köpeğe vurmamak için frene basıp taklalar atacak, taklalar
esnasında arabanın ön camını parçalayarak fırlayacak ve otobanın bariyerlerine
uçacaktım.
Tek bir farkla; üzerimde bu tip kazalar için ürettikleri dublör giysileri, kafamda da bir
kask olacak ve kazayı gerçekleştireceğim yerde ölmemi, yaralanmamı ve sakatlanmamı
engelleyecek minderler yerleştirilecekti. Ajan’ın dediğine göre burnum bile
kanamayacaktı.
Dediği oldu; burnum kanamadı.
Ama o acı freni yaptığımda ve sonrasında sanki her yerimden kan boşandı.
Taklalar atan arabanın içinden fırladım, ön camı parçalayarak yola atıldım, yere
çarptım, sürüklenerek bariyerlere çarptım. Arabanın camı film çekimlerinde kullanılan
şeker camlarla değiştirilmemiş olsa, üstümde koruyucu kıyafetler olmasa ve minderlere
değil de asfalt zemine çarpmış olsam, şu an babamın yanında olacaktım. Belki de başka
bir boyutta yanındaydım onun. Onu araba takla atmaya başladığında yanımda
hissetmiştim, camdan fırladığımda ise sanki benliklerimiz birleşti. Geçmiş ve gelecek
baba oğul hüviyetinde bir araya geldi, tek bir varlık oldu...
Şimdi bir yol kenarında birkaç sıyrıkla ve sonra organizasyondan gelen makyözlerin
yüzümde yaptığı birkaç sahte yarayla yatıyordum. Organizasyonun teknik birimi kaza
mahallinde yer alan ve kazanın kurgulandığını ele veren her şeyi bir Formula1 pit stop
ekibinin disipliniyle, hızla kaldırdı. Şeker camlar süpürüldü, gerçek cam kırıntıları etrafa
serpiştirildi. Son olarak da oralarda gezinen bir sokak köpeğini yol kenarına salıverdiler,
polislerin ve sigortacıların menzilinden çıkmaması için etrafa yiyecek şeyler attılar.
Gerisi benim rol yeteneğime bakıyordu. O da zor olmadı, şoka uğrayan bir adamın neler
yaptığını organizasyondaki oyuncu koçları anlatmışlardı. Tek bir yere odaklanmak, ağzını
çok oynatmadan konuşmaya çalışmak gibi tüyoları kapmıştım. Fakat bunları uygulama
gereği duymadım, babamla benliklerimizin açıklanamaz bir şekilde birleştiğini
duyumsamak yeterince şoke ediciydi.
Polise ifademi verdikten sonra hastanede tedavi gördüm. Hastanedeyken sigorta
şirketinden bilirkişi tekrar ifademi aldı. Aslı’yı aradım. Kaza geçirdiğimi söyledim. Aramız
soğuk olsa da hemen hastaneye geldi. Karşılaştığımızda sarıldı, sevgi ve şefkat
gösterisinde bulundu. Ona da anlattım kazayı. Tekrar sarıldı. Ağlıyordu.
“Çok korkuttun beni” dedi.
Neredeyse ona yeniden âşık oluyordum!
Ah şu gerçekçiler yok mu, rollerini çok iyi kıvırıyorlar.
Hastaneden sigorta için gerekli raporları aldıktan sonra Aslı’yla beraber eve döndük.
Eve döner dönmez mutfaktaki ilaç dolabında migren hapıma ve antidepresanıma baktı,
bulamayınca şaşırdı. “Kalmamış, boşver” diye geçiştirdim. “İstersen hemen çıkıp bir
nöbetçi eczaneden alayım” dedi. “Yok, yok, iyi hissediyorum kendimi” dedim. Çakal seni.
Yatakta da kollarıyla sarmaladı beni. Sanki beni görünmez bir güçten korumak istermiş
gibi. Sürekli aynı lafları tekrarlıyordu, “Allah korudu”, “İnanamıyorum olanlara”, “Bu bir
mucize”... Sonra uyudu. Tek isteğim bugün başımdan geçen hayat değiştirici tecrübeyi
günlüğüme yazmaktı. Bunu, o kaza sırasında babamla bir olma anımı, dünyanın tüm
dillerinin kelimeleri bir araya gelse hakkıyla kâğıda yansıtamayacağımı ise şu anda
anlıyorum. Bu kaza benim Varolmayanlar’a katılmak için uyguladığım bir formaliteden, bir
prosedürden çok daha öte bir anlam taşıyordu. Belki de bunun anlamını daha sonra tam
anlamıyla idrak edeceğim.
Şu an özgürlüğün keyfini çıkarıyorum. Önce haplarımdan, sonra arabamdan kurtuldum.
Zincirlerim bir bir çözülüyor. Bir de az sonra yatağımda kollarıyla beni sarmalayacak olan
zincirden kurtulmam gerekecek sanırım. Er geç o da olacak...

Hayalperest anarşi
24 Nisan 2009
Aldığım en güzel hediye olmalı bu.
Bugün iş çıkışı ihtiyarın odasına girdiğimde böyle bir hediye alacağımı hiç
beklemiyordum açıkçası. İrfan Akay, “Yeni hayatına hoş geldin” deyip çekmecesine
davrandığında yine çiklet ikram edeceğini sanıyordum. Onun yerine siyah şık bir kutu
uzattı.
Kutuyu açtığımda muhteşem bir kalem karşımda duruyordu. Yeni yıkanmış, cilalanmış,
simsiyah bir araba gibi parlıyordu. Aslında babamın kalemine çok benziyordu, onun
bakımdan geçmiş hali gibiydi. Tutacağı ve ucu altın sarısı rengindeydi. Aynı renkte “0”
sembolü işlenmişti. Yavaşça, en kibar hareketlerimle kalemi yerinden çıkardım. Sanki
herhangi bir ağırlığı yoktu ve elime tam oturmuştu. Elime alır almaz benim için
yaratıldığını hissetmiştim ve hislerim yalan söylemiyordu.
“Al bir şeyler yaz” diyerek bir kâğıt uzattı bana. Kâğıdın üzerinde kalemi gezdirdiğim
anda aramızda daha önceki kalemimle yaşadığımdan da güçlü bir bağ kurulduğunu
hissettim. O kadar hafif ve o kadar rahattı ki...
“Çok rahat. İnanamıyorum.”
Biraz daha yazdım. Sanki boş elimle havaya yazıyormuş gibiydim. Birkaç cümle yazdım,
elim bir orkestra şefinin hızlı bir senfoniyi yönetmesi gibi dans ediyordu kâğıdın üzerinde.
El yazım hiç bu kadar güzel olmamıştı. Sonsuza kadar yazabilirdim, aklıma ne gelirse, ne
gelmezse, saçma sapan harfleri yan yana bile koyarak birkaç saat oyalayabilirdim
kendimi.
“Yazmayı seviyorsun ama kendini kontrol etmen gerek. Sendeki hayalgücü çok güçlü.
Çok iyi şeylere de yol açabilirsin, çok kötü şeylere de. ‘Geber İt!’ hikâyeni okudum, o
hikâyenin sonunda ana karakterin, diğer karakterlerin ölümlerine yol açabilirdi.”
“Ama öyle yazmış olsam bile onların hepsi hayali karakterlerdi.”
“Hayali karakterler olsalar bile, gerçek insanlarla aynı gerçekliği paylaşıyorlar. En ufak
bir kaza bir insanın hayatına mal olabilir, o insan bir gerçekçi olsa bile bunu istemeyiz.”
İrfan Akay yavaş yavaş asabiyete bağladı.
“Yazarak yaratmanın esaslarını anlatmak günümüzde biraz zor olmaya başladı. Çünkü
bu rüyagörmezler başımıza Secret gibi new age felsefelerini çıkartıp durdular. Hepsi o pis
stratejilerinin bir parçası. Düşünce gücünü bile servete dönüştürme merakları yok mu?
Hepsi şov! ‘Fenomen’ gibi televizyon programlarında bizden olan insanları kullanıp rating
elde ediyorlar. Bunlar hep o gerçekçilerin korkunç uzun vadeli planlarının parçaları. Uzun
vadede bizden tamamen kurtulmak istiyorlar. Fakat buna izin vermeyeceğiz.”
“Şunu çok merak ediyorum. Daha önce de yazıyordum, bunlar gerçek...”
Lafımı böldü.
“Gerçekleşmiyorlardı çünkü sen o zaman bizden biri değildin. Bir Varolmayan olduğunun
farkında değildin. Farkındalık düzeyin arttıkça hayalgücün ve var etme gücün arttı.
Hayatının değiştiği o günlerin öncesini hatırla. Bir robot gibi yaşıyordun. Her gün aynı
üniformayla aynı saatte kalk, aynı saatte işe git, aynı saatte çık, aynı ilişkinin aynı
rutinlerini yaşa dur. Otomatik yaşayan birinin hayalgücü ne kadar güçlü olabilir ki?”
“Kafka? O da tipik bir memurdu” dedim.
İhtiyar gülümsedi. “Kafka da özünün farkına varmadan önce yazamıyordu, yazdıktan
sonra da yazdıkları gerçeğe sirayet etmedi. Bunda kapının kapalı oluşu da etkili. Ama
şunu bil ki, eğer birliğimizin bir parçası olsa şu an camdan baktığımızda uzakta bir yerde
Şato’yu görürdük. Bundan emin olabilirsin.”
“Peki ya gençken yazdıklarım, aklım bir karış havada olduğu o dönem. Kitaplardan
kafamı kaldırmadığım dönemlerde... Kapı kapalı olduğundan mı gerçekleşmediler?”
“Çok nedeni var. Babanın engellemelerinin etkisi de var bunda. Kapının kapalı olmasının
da. Senin neyi nasıl yapman gerektiğini bilmememin de... Bağlarından kurtulmamıştın. İki
günde bir din dersi gördüğün bir dönemde hayalgücün ne kadar özgür olabilir?”
“Dinin bununla ne alakası var?”
“Din, gerçekçilerin kendi kabuklarını kırmasını sağlayan ilk silahtı. Çok tanrılı inanışlar,
putperestlik ve paganizm insanlara belli oranlarda özgürlük hakkı tanıyordu. Tek tanrılı
dinler ise cezalarla ve katı kurallarla bu hakkı insanlardan aldı. Kölelik düzeni başladı.
Zincir orada koptu denir ya, zincir orada ayağımıza bağlandı.”
Arkadaki raftan üç tane kalın kitap çıkartıp masanın üzerine koydu. Tevrat, İncil ve
Kuran-ı Kerim’di bunlar.
“Ayrımcılık bu kitaplarla başladı. Dinimizden olmayanlar kötüdür, dediler. Üç mukaddes
dinin ortak söylemidir bu; diğer dinlere mensup olanlar cehenneme gidecektir. Hangisi
doğru, belli değil. Sadece dinle değil, sınıflarla da ayırdılar insanları. Kim işçi, kim patron,
kim köle, kim efendi, hepsi yazılmıştır ve herkes kaderine razı olmalıdır.”
Son derece sığ dini bilgimle İslam’ı savunmak istedim.
“İslam son dindir, diğer dinlerdeki yanlışları bir bir düzeltmiştir.”
Kuran’dan bir sayfa açtı. “Zuhruf Suresi. 32. ayet. Ey Muhammed! Rabbinin rahmetini
onlar mı taksim edip paylaştırıyor? Dünya hayatında onların geçimlerini aralarında biz
taksim ettik. İş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık...” diye okudu, “Bu
mu ilahi adalet?”
“Bir açıklaması mutlaka vardır.”
“Din öğretmenlerinin söylediklerini tekrar ediyorsun şu anda. Yedi yaşından on sekiz
yaşına on bir yıl boyunca din dersi görürsen farklı bir durumda olmazsın tabii. Dinlerin özü
budur; dinine göre, hatta mezhebine, sınıfına, ırkına ve cinsiyetine göre seni ayırmak ve
kaderini tayin etmektir. Kader! Mukaddes dinler her şeyden önce insanoğlundan iradesini
çalmıştır. İradesiz biri, kendi hayatına hükmedemeyecek kadar aciz biri ne kadar özgür
olabilir?”
Abandone olmuştum bir anda. Din, üstüne çok kafa yorduğum bir konu değildi. Bu
konuda ona karşı çok büyük bir direniş göstermeden geri çekilmeye karar verdim.
“Çok dindar biri olduğum söylenemez. Hani tamam ramazanda en az bir kere oruç
tutarım, yeri geldiğinde ‘elhamdülillah Müslümanım’ derim ama hepsi bu...”
Ama kolay kolay çekilemeyeceğimi anladım.
“Tehlike burada. Ne kadar yönlendirildiğinin farkında bile değilsin. Kazançlı bir işe sahip
olduğun için Tanrı’ya şükrettin mi? Evet, şükrettin.”
“Siz nereden...”
“Günlüklerinde yazıyor.”
“ ‘Allah dualarıma yanıt verdi ve video çalıştı’ diye yazmışsın. Bir makinenin çalışmasını
bile ilahi güce bağlıyorsan kendi hareketlerini ne kadar sahiplenebilirsin? Her işe
başlamadan ‘hayırlısı neyse o olsun’ mantığını yürütürsen, ‘Allah ne yazdıysa o’ dersen
iplerini teslim etmiş bir kukladan farkın kalmaz. Oysa kimsenin sana empoze etmediği,
sadece kalpten sevdiğin şarkılarda, filmlerde, romanlarda açıkça dinlerin yanlışlığı satır
altlarında hep söylenmiştir.”
“Ama bunlar hep yoruma açıktır. Dinler de şarkılar ve hikâyeler gibi herkese farklı bir
şey söyleyebilir” diye karşılık verdim.
“Dinler emir verir, hikâyeler ise yol çizer. Mukaddes kitaplar göründüğünden başka
niyetlerle yazılmıştır. Toplumları kontrol etmek, suç oranlarını düşürmek için ilahi cezalar
konmuştur. İslam’da nüfusu çoğaltmak için dört kadın kaidesi uydurulmuştur. Bereketi ve
üretimi artırmak için üç din de aynı şeyi yapar; çalışmayı, çoğalmayı ve ülken için ölmeyi
en büyük erdem, tembelliği ve korkaklığı en büyük günah olarak gösterir.”
Ellerini kitapların üzerine koydu.
“Din, hayal dünyalarının yüzüne kapatılan kapının kilididir.”
Etkili bir vaaz veriyordu. Giderek daha fazla hak veriyordum ona. Fakat karşı
argümanlar geliştirip kafamdaki tüm şüpheleri silmek istiyordum.
“Fakat din kitaplarındaki hikâyeler de yıllarca insanların hayalgücünü tetiklemedi mi?
Musa’nın denizi ikiye bölüşü, Nuh’un gemisi, İbrahim’in oğluyla olan hikâyesi... Bunlar da
insanların hayal dünyalarını renklendirmedi mi?”
İrfan Akay’ın gözlerine bir öfke perdesinin indiğini gördüm adeta. Hışımla yerinden
kalkarak arkasındaki raftan üç kitap indirdi. Yüzüklerin Efendisi, Don Kişot ve kalın bir
Yunan Mitolojisi Antolojisi. Sesini yükseltmeden ama ses tonunda öfkesini gizlemekte
zorlanarak konuşmaya başladı.
“Musa’nın kestirmeden götürmek amacıyla Kızıl Deniz’i ikiye ayırması ile Gandalf’ın
büyülerini nasıl bir tutabilirsin? İbrahim’in rüyasında duyduğu emirle çocuğunu
öldürecekken bir koçun çıkagelmesi ile Don Kişot’un yel değirmenleriyle dövüşmesi aynı
olabilir mi? Omzundaki kuzgunlarıyla yaşayan tek gözlü Odin’le, flüt çalan yarı keçi yarı
insan Pan’la, dört kollu fil hortumlu Ganeşa’yla, Truva Atı’yla, kendisine bakan herkesi
taşa çeviren yılan saçlı Medusa’yla cumartesi balık avlayanları maymuna dönüştüren
Tanrı bir, diyebilir misin?”
“Elbette çok daha güzel hikâyeler bunlar, Gandalf ve diğerleri... Ama sonuçta dini
hikâyeler gerçekleşti...” diye karşılık verdim. Gülümsedi ve “Rüyagörmezler hikâye, öykü
gibi kelimeleri sevmez. kutsal kitapların yazdıklarına hikâye değil kıssa derler. Hisse
alınacak, ders çıkarılacak öykülerdir onlar, gerçekle ilgileri yoktur.”
“O zaman gençken hayalgücümü tam anlamıyla kullanamamış olmamı dine mi
bağlıyorsunuz?”
“Hayır. Tüm bağlarını kastediyorum. Tüm zincirlerini. Ettiğin dualardan, her sabah
içtiğin anttan, soyadından, soy ağacından, okuldaki ödevinden, evindeki görevinden...”
“Sahip olduğum tüm değerlerden yani...”
“Sana dayattırılan değerler bunlar. Sana aşılanan anlamsız şeyler. Antidepresanlar gibi,
ders notları gibi, hesabındaki sanal rakamlar, bembeyaz dişler gibi. Gerçekçilerin
planlarını iyi gör; haplardan, diş macunlarından ibaret değil bu. Dört koldan ilerleyen
devasa bir operasyondan bahsediyoruz. Hayatını gözden geçir. Çocukken kurduğun
hayallerin, mahalledeki bıçkın çocuk tarafından nasıl yıkıldığını hatırla...”
“Neden bahsediyorsun?”
“Perili ev olduğu söylenen metruk bir köşk vardı mahallenizde. Sen orayla ilgili hikâyeler
kurardın kafanda ve inanırdın oranın perili olduğuna ama diğer çocuklar buna
inanmıyordu. Seni zorla köşkün bahçesine atıp kapıyı kapatmışlardı. Kapının dışından,
senin orayı perili sanmanla dalga geçmişlerdi. O makarayı başlatan çocuk, o salt bir
gerçekçiydi. Başarılı da olmuştu. Evine döndüğünde yastığına yapışmış ağlarken bir daha
bu tip hayaller kurmayacağına kendi kendine söz vermiştin.”
“Siz nereden biliyorsunuz bunu?”
“Çocukken hep öyle çocuklar çıkar karşına, yazlıkta bilye oynadığın günü hatırla.
Tanrıya kafa yorduğun zamanlardı... Arkadaşlarına ‘Tanrı da gezegenlerle bilye niyetine
oynuyor mudur?’ diye sormuştun. Alt tarafı çocukça bir laftı senin söylediğin. Sonra o
çocuklardan biri üzerine yürüyüp ‘Beş gün içinde çarpılacaksın, o zaman oynarsın
bilyelerini’ demişti. Beş gece uyku girmemişti gözüne. İşte o çocuk bir gerçekçiydi ve
başarmıştı, Tanrı korkusu ilk o anda kalbine girmişti. Sonra din dersi öğretmenlerinin işi
kolay oldu tabii ki.”
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Adeta tüm hayatımı önüme serecek gibi konuşuyordu.
“Sadece çocukken başına gelenlerden bahsettim. Bilmem, okuldaki öğretmenlerinin,
arkadaşlarının, evdeki babanın, apartmandaki komşularının, hiç üstlerine vazife olmadığı
halde seni kısıtlamak için yaptıklarını hatırlatmama gerek var mı?”
“Yok” anlamında bir mimik.
“Peki, senin içini boşalttıktan sonra ne yapıyorlar? Senin ‘değer’ dediğin şeylerle seni
dolduruyorlar. Din, milliyetçilik, prestij, fanatizm, sosyal statü, kariyer sevdası, şık bir
araba, güzel bir kız arkadaş, seks, para, ayakkabı, kravat, telefon, sigorta. Bunlar senin
değerlerin değil. Kanada’da doğmuş olsan, Müslüman mı olacaktın? Fildişi Kıyısı’nda
doğmuş olsan milliyetçi olacak mıydın? Ama sen sensen yine aynı şarkıları, aynı kitapları
sevecektin. Senin özün bu. Ne hissediyorsan o. Başkalarının söylediğini kafandan sil.
Dünyaya tepeden bak.”
Masasındaki dünya küresine yaklaştı. Onu eliyle tuttu.
“Masmavi güzel bir gezegen.”
Bir düğmeye bastı ve bir anda o gezegenin üzerinde kırmızı sınır çizgileri belirdi.
“Bu güzelliğe sınırlar çizmek kimin aklına geldi?! Ne işe yarıyorlar?”
“Ülkelerin ayrılmasına...” diye kekeledim.
“Ülkeler dünyanın en büyük şirketleridir, kâr amaçlı çalışırlar, bu amaçla işçilerini yani
vatandaşlarını çalıştırırlar. Dünyanın en zalim şirketleridirler aynı zamanda, kazanç
uğruna çalışanlarını ölüme yollamakta beis görmezler. Tarihteki efendisiz halklara bak,
lidersiz kabilelere, otoritesiz topluluklara... Eşitlik, yaratıcılık, mutluluk onlara özgüydü.
Sonra devlet kavramı keşfedildi, kimler tarafından olduğunu bilirsin...”
Evet anlamında kafamı salladım.
“İşte böyle kafanı sallamanı isterler hep ve bunu da başarırlar. Gerçekçilerin vicdanı
yoktur. Onların sadece iki amacı vardır; kendi refahları ve bizim ölümümüz.”
Kafamı sallamadan ona katıldığımı mimiklerimle belli etmeye çalıştım.
“Gerçekçilerin hepsi bu kadar kötü değil ama has gerçekçiler, köklü gerçekçiler, yani
dönüştürülmemiş, saf olan ve soyları boyunca ailelerinden birinin bile hayalciliğe
kapılmadığı o salt gerçekçiler çok kötü. Onların sayıları çok değil aslında. Yine de
yaptıkları çok etkili. Şu anki tüm sistemin dayandığı ekonomik düzen mesela. İki sümüklü
ekonomistin buluşu değil mi? Adam Smith ve Milton Friedman. İki üç eğri çizdiler,
kapitalizmi tüm dünyaya kabul ettirdiler. İki kişi. Bir savaşı başlatan kaç kişi? İki.
Hıristiyanlık, Yahuda ve İsa’nın çatışmasından yaratıldı... Yine iki. Bazen birlik oluyorlar,
bazen çatışıp öyle bir sonuç çıkarıyorlar ki insanlığın gidişatı değişiyor. Bazen gözünün
önündeki adam olabiliyor bu, bazen ise hiç tanımadığın biri. Bazen kral, bazen onun
dalkavuğu, bazen padişah, bazen yaveri. Onlar hep çoğuldur, ‘onlar’dır. Ama biz bunu
değiştireceğiz. Biz değiştiremezsek kimse değiştiremez.”
“Peki, ya dışarıdakiler...”
“Ne demek istiyorsun?”
“Dışarıdaki politik direniş? Sokaklardaki eylemciler, üniversitelerdeki öğrenci birlikleri,
aktivistler, düzeni değiştirmek için devrime baş koymuşlar... Onlar değişimde rol sahibi
değiller mi?”
“Üzgünüm ki, hayır.”
“Onlar gerçeğin ortasında gerçekliği değiştiremeyecekler ama biz buradan, bir araba
mezarlığının içinden değiştireceğiz öyle mi?”
“Bugüne kadar hiçbir şeyi değiştirebildiler mi? Değiştirebileceklerine dair en ufak bir ışık
var mı? Yok. Oysa bizim burada yaptıklarımızın, seninle yapabileceklerimizin sınırı yok.
Politik direniş kaybetti. Ve bu düzen var olduğu sürece hep kaybetmeye mahkûm. Tek
çare var; hayalperest anarşi.”
Kalktı, kafamın üstüne elini koydu. Rahatsız olmadım, tam tersine rahatlatıcı bir his
veriyordu.
“Dünyadaki sınırları kaldırdığımız gibi buradakileri de kaldıracağız. O zaman her şey çok
güzel olacak...”

Hayal kurma dersleri


25 Nisan 2009
İhtiyar bana armağan ettiği kaleme baktı.
“Kalem kılıçtan üstündür, eğer nasıl kullanıldığını bilirsen, kalem her şeyden üstündür.
Bugüne kadar yazdığın üç hikâye gerçekleşti, bunları yazarken içgüdülerin seni doğru
yönlendirdi. Fakat bazen içgüdülerin seni yanlış yollara sokabilir. İşin tekniğini az buçuk
bilmen gerekiyor. Yazarak yaratmanın beş şartı vardır.”
İhtiyar ayağa kalktı, tebeşiri aldı, tahtaya “1- İnandırıcılık” yazdı. Soran gözlerle ona
bakıyordum.
“Hayalci olsak da uçup ipe sapa gelmez olayları hiçbir kurgu olmadan sıralayamayız.
Kendi içinde tutarlı ve mantıklı olması gerekir. Mesela ilk hikâyende Varol süper
performansıyla bir birinci lig takımıyla anlaşsaydı o hikâye tüm inandırıcılığını yitirirdi.
Eğer öyle yapsaydın ertesi gün bir gazete kupüründe onu göremezdin.”
Tahtaya ikinci bir “şart” yazdı. “İçtenlik.”
“Adı üzerinde; bir hikâye içten, içinden, beyninden, kalbinden, ciğerinden, ta
derinliklerinden gelmelidir. İçten, samimi, hakiki duygularla yazılmış olmalıdır. Dışa
dönük hedefler için, karı kız tavlamak, prestij veya başka dünyevi zevklere ulaşmak için
bir şey yazarsan daha ilk cümlende ilham perisini küstürürsün. Gerçekliğe sirayet etmeni
engeller.”
Üçüncü şart yazıldı kara tahtaya: “Karakterler.”
“Karakterlerin canlı değilse öykün de ölüdür. Olay örgüsünü yaratan karakterlerdir.
Öyküyü sen değil, onlar yazacak.”
Dördüncü kaide: “Yalnızlık.”
“Yazmak bir yalnızlık deneyimidir. Arkanda şahit bırakmaman gerekiyor. Hikâye
yazıyorsan, yazdığın süre esnasında hikâyenin bitmemiş halini kimsenin okumaması
gerekiyor. Eğer herhangi bir hikâyeni yazarken Aslı’ya göstermiş olsaydın hiçbiri
gerçekleşmeyecekti. Bittikten sonra gösterebilirsin ama bitmeden gösterirsen sihir yarım
kalır ve bu, gerçeklikte birtakım çarpıklıklara neden olur. Hikâyende bahsi geçen gerçek
bir insan varsa çok dikkatli olman gerekir. Yalnızlık onlar için de geçerli olmalı. Onların
hareketlerine, kararlarına ve fizyolojisine etkide bulunmak istersen o kişinin başka gerçek
bir kişinin görüş ve müdahale sahasında olmaması gerekir. Kalabalıkta ve geniş
mekânlarda gerçek kişileri en fazla figüran olarak kullanabilirsin. Sıfırdan var ettiğin
karakterlerde ise daha özgürsün. İnandırıcılığı bozmadan ona telkinlerde bulunabilir,
abartmadan hareketlerini etkileyebilirsin.”
Kara tahtada son şart yerini aldı: “Zaman ve mekâna uy.”
“Gerçek bir mekânda geçen bir hikâyeyi canlandırmak istiyorsan o mekânı görmelisin,
tanımalısın. Tarih bilgisi de önemli. Hikâyende geçmişe dair öğeler varsa tarihe sadık
olmalısın. Hikâyenle anında karşılaşmak seni ürkütüyorsa “Yıl 2112” diye başlayabilirsin,
bu ihtimali de yok etmek istersen, yazdıklarının gerçeğe nüfuz etmesinden rahatsız
oluyorsan masal zamanında yazarsın. Böylece yazdıkların masal dünyasında gerçekleşir,
o dünya da burada değildir.”
“Nerededir?”
“Ölümden sonrasıdır.”
Gülümsedim. Varolmayanlar’ın da cenneti, cehennemi vardı demek...
“Var0lmayan felsefesine göre ruhlarımız ölümden sonra zamansız ve mekânsız olan
masal diyarına gider. Aramızdan ayrılanları yazarak anarız biz, böylece öte diyarda da
serüvenlere ortak ederiz...”
Bu teorinin gerçekliğinden daha çok bu tip teorilerin nereden çıktığını merak etmiştim.
“Nerede yazıyor tüm bunlar?” diye sordum.
“Organizasyonun kurucularının taslaklarında. Kutsal klasörlerde...” gibi çok net olmayan
bir adres gösterdi İrfan Akay ve tahtaya dönerek ilgimi yeniden beş şarta odaklamam için
tahtaya vurdu.
“Bu beş şartı pratik ettikçe daha iyi anlayacaksın. Aslında işin özü şu; biz burada
voodoo büyüsü yapmıyoruz, hayal ediyoruz. Hayallerine fesat karıştırmadığın ve onları
doğal kıldığın sürece gücünü tüm potansiyeliyle kullanabilir, aklının hayalinin almayacağı
şeyler yapabilirsin. Başka sorun var mı?”
Beş kaide aklıma yatmıştı, merak ettiğim bir şey vardı. “Hayal edip etten kemikten
insanlara dönüştürdüğüm bu karakterlere ne oluyor hikâye bittikten sonra? Karakterler,
binalar...”
“Hayallerinin çok kısa bir ömrü var. Örneğin Gece isimli karakteri yarattın, onu bir
hikâyenin parçası yaptın, sonra o hikâye bitti, eğer kısa zaman sonra Gece karakterini bir
başka hikâyende tekrar yazmazsan o karakter yavaş yavaş kaybolur. Hikâyendeki
mekânlarla birlikte hayal dünyasına geri dönerler. O yüzden sperm bankasını önce
buldun, ama sonra Aslı’yla gittiğinde bulamadın. Çünkü yazdığın hikâye bir süre sonra
izlerini kaybettirir.”
“İzler kayboluyorsa dünyayı nasıl değiştireceğiz?”
“Hikâyenin fiziksel izleri kaybolsa da insanların zihnindeki ve doğadaki etkisi kaybolmaz.
Mutlaka bir tortu bırakır arkasında. Bilimkurgu öyküleriyle küresel ısınmanın farkına
varılmasını sağladık, ekonomik buhran hikâyeleriyle kapitalizmin sorgulanmasına yol
açtık. Bu konuda artık hiçbir öykü yazmasak, yazılanları silsek, çöpe atsak bile bu etki
silinmez. Sanal bir ağ hayal ettik, internet’i var ettik, ondan sonra onu işledikçe, gerçek
dünya ondan istifade ettikçe ortadan kaybolmayacak şekilde cisimleşti. Piramitlerin
kaybolmadığı gibi...”
Kalemi masanın üzerinden aldım. Elimin kaşıntısını hissedebiliyordum.
“Ne zaman başlıyoruz?”
Milenyum
Yeni çağın gazetesi
01.12.2010

Kıyamet günlükleri infial yarattı


Gazeteniz Milenyum’un kamuoyuna aktardığı Kıyamet
Günlükleri’nin ilk bölümü paniğe yol açtı. Halk korku içinde,
yetkililer ise şaşkın.
Günlükte bahsedilen organizasyonun gerçek olup olmadığını
araştırmak üzere Sefaköy araba mezarlığına araştırma ekipleri
gönderildi. Halk şu an günlükte yazıldığı üzere yazı yazarak
gerçekliğin değiştirilip değiştirilemeyeceğini merak ediyor. Bilim
insanlarının bir kısmı bu teoriye sonuna kadar karşı çıkıp bu
günlüğü safsata olarak nitelendirse de bazıları yazılanların
araştırmaya değer olduğunu düşünüyor. Halkta ise ciddi bir panik
hâkim. Günlükte yazılanlara inanan bir grup buna dur demek için
topladıkları kalem yığınlarını meydanlarda yakıyor. Gerçekliğin
değiştirilişine son vermek amacıyla yazı araçlarını yok eden
çetelerin sokaklarda kol gezip, dehşet saçtığına dair haberler
geliyor. Bu çeteler, günlükte bahsedilen kulaklık gibi bazı
popüler “belirteç”lere sahip vatandaşlara da şiddet uyguluyorlar.
Diğer yandan hayatımız her geçen gün daha büyük bir kaosa
dönüşüyor. Pencereden kafamızı uzattığımızda algılanması daha zor,
inanması daha güç bir dünya bizi karşılıyor. Etrafımızdaki hayali
varlıkların ve kâbusu anımsatan olaylar dizisinin zaman geçtikçe
daha da netlik kazanmasının, yaratıkların daha görülebilir ve daha
güçlü olmasının önüne geçilemiyor.
Emniyet görevlileri günlüğün isimsiz sahibini araştırmaya devam
ediyor. Eldeki en önemli ipucu otuzlu yaşların başındaki genç
işadamının babasının yazar, annesinin ressam olması. Babasının
ismi Metin, annesinin ismi Serap, finans şirketindeki
meslektaşının adı ise Tolga. Fakat henüz bilgi taramalarında bu
isimleri bir araya getiren bir şablon çıkmadı.
Şimdi dünya ikiye bölünmüş durumda; günlükte yazılan kuramın
doğruluğuna kayıtsız şartsız inanıp bu konuda sert önlemler
almanın gerekli olduğunu düşünenler ve bu günlüğü tamamen unutup
yaşanan kaosu bastırmanın daha akılcı bir yolunu bulmaktan yana
olanlar. Bu konuda insanlara ışık tutmak amacıyla Kıyamet
Günlükleri’nin ikinci ve son bölümünü sunuyoruz.
Yalnız sizi bu çılgın sayfalarla baş başa bırakmadan önce son kez
uyarıyoruz: Sadece kapınızı değil, panjurlarınızı ve
pencerelerinizi de kapalı tutun. Dün itibariyle dikkat çektiğimiz
dev sürüngenlerin kanatlandığına ve çok fazla yükselemeseler de
uçtuklarına dair bazı ihbarlar alıyoruz. Bu ihbarları ve bazı
görüntüleri değerlendiren Türk Silahlı Kuvvetleri, uçaklarını ve
tanklarını bu yaratıkların göründükleri bölgelere sevk etti. Fakat
ne olur ne olmaz, siz yine de balkona çıkmayın!
II

Değişim
İlk eylem
1 Mayıs 2009
Varolmayanlar, daha rahat çalışabilmem için evimdeki çalışma odamın replikası
şeklinde bir oda tasarladılar bana. İlham perisini daha rahat çağırabilmem için tüm
ayrıntıları düşünmüşlerdi. Uğur getirecek yepyeni bir hokka vardı masanın üzerinde, ağzı
sonuna kadar dolu. Tan kırmızısı eski hokkama benziyor ama bunun rengi altın sarısı.
Kapağını açıp kalemimi batırdıktan sonra çektiğim mürekkeple dünyayı değiştirecek
hikâyenin tohumunu atmaya hazırım. İrfan Akay da yanımda. Fakat amaç dünyayı
değiştirmek olunca, alışveriş listesi yazarkenki rahatlığa sahip olamıyor insan,
yazacağınız her kelimenin kâğıttan taşıp gerçekliğin kodlarıyla oynayacağını biliyorsunuz,
kalp ameliyatı yapan acemi bir doktorun neşteri tuttuğu gibi tutuyorsunuz kalemi.
“Heyecanlanma. İstersen basit bir şeyden başlayalım. Kişisel bir hayalinden başla. Bir
gençlik düşünden belki de.”
Aklıma ilk gelen şey elbette ki o oldu. Gözlerimin önünde ilk aşkım Ezgi belirdi adeta.
Kaybettiğim sevgiliyi geri getirecek hikâye fikirleri uçuştu zihnimde. İrfan Akay sanki
aklımdan geçenleri okumuş gibi hemen uyarısını yapıştırdı ve zihnimdeki fikir fırtınasını
yok etti.
“Kuralları unutma. Kendine doğrudan faydası dokunacak bir hikâye asla yazma.
İsteklerinden, hayallerinden yola çık ama onlar sana dokunmasın. Farzı misal bir gömülü
hazine hikâyesi yazarak bir servet edinebileceğini sanma, hazine sandığını yaratsan bile
tek altın alamazsın. Ya da hayatının aşkını yaratabilirsin ama onunla beraber olamazsın!
İlham perisi kötü emelleri hemen fark eder” dedi ihtiyar.
“Ne kötü emeli be. Seviyorum ulan” diye geçirdim içimden ama bu düşüncemi yüksek
sesle paylaşamadım.

Ben boş kâğıtla bakışırken İrfan Akay bir boks antrenörü gibi ring dışından gaz vermeye
devam ediyordu: “Düşmanlarımızı zayıflatalım, dünyayı değiştirelim...”
“İyi de nasıl?”
“Bir hedef seç, o hedefe yönelik bir şey yaz...”
“Ama içtenlik kuralını ihlal etmeyecek miyiz böylece, yani planlı bir şekilde yazarsak işin
doğasına aykırı düşmez mi bu?”
“Evet ama sonuçta bunu gerçekten istemiyor musun, mesela ilaç endüstrisini
zayıflatacak bir hikâye yazmayı gönülden arzu etmiyor musun?”
“Yani ediyorum da...”
Bir süre durdum, sonra bir cesaret, aklımdakini söyledim: “Ne bileyim, mesela ilk aşkımı
canlandırmayı daha çok isterim.”
İrfan Akay’ın yüzünü bir anda ciddiyet bulutları kapladı. “Kişisel çıkarın için
kullanamazsın bu gücünü. Sistemi istediğimiz şekle dönüştürünce zaten hayal ettiğimiz
her şey gerçekleşecek. Şahsi oynayamazsın! Devrim her şeyin üzerinde olmalı. Yoksa çek
git!” dedi, her kelimeyle birlikte ses ve gerilim hattındaki elektriği artırır bir şekilde.
Öğretmeninin azarı karşısında giderek küçülen yaramaz bir çocuk gibi sustum. Akay da
demoralize olduğumu fark etti, cebinden bir paket çıkardı:
“Çiklet ister misin?”

Prospektüs
Birkaç dakika sonra ağzımda çiklet, elimde kalem, yeni hikâyemi yazmaya başlamıştım.
Hedefimi bellemiştim; ilaç endüstrisi. Onları zayıflatacak, biraz absürt, biraz komik bir
hikâyenin peşine düşmüştüm hayal evreninde. Fikir basitti; başı ağrıyan bir ana
karakterimiz var; öğretmen. Eczaneden bir kutu Aspirin alıyor, içtikten sonra içinden,
“Ben hiç bu Aspirin’in prospektüsünü okumadım” diye düşünerek prospektüsü okuyor. Yan
etkiler kısmında Aspirin’in mide bulantısı yapabileceği dikkatini çekiyor. Bunu okuduktan
bir süre sonra midesi bulanmaya başlıyor, hemen eczaneye gidiyor ve mide bulantısına
karşı Emedur alıyor. Emedur aldıktan hemen sonra prospektüse bakıyor ve Emedur’un
görme bozukluğuna yol açabileceğini okuyor. O gün okuması ve notlaması gereken yüz
tane sınav kâğıdı var, hemen eczaneden görme bozukluğunu kısa süreliğine geçiren
Federtang alıyor. Aldıktan sonra prospektüsünde Federtang’ın uykusuzluğa sebep
olduğunu okuyor, bütün gece uyuyamıyor. Hemen Nervium isimli bir uyku hapı alıyor,
mışıl mışıl uyuyor, fakat ertesi sabah prospektüste ilacın ishale yol açabileceğini okuyor
ve okur okumaz da bağırsağından gelen sesleri duyuyor. O akşam yatağa atmak istediği
kızla randevusu olduğu için hemen gidip ishali önleyen Loperamit alıyor. Loperamit’in
ishal gibi ereksiyonu da engellediğini ise kızı yatağa atınca fark ediyor. Hemen
çekmecesinden bir Viagra alıyor. Sonra kadınla seks yapıyor fakat seksin sonlarına doğru
vücudu titremeye başlıyor. Neler olduğunu anlayamıyor. Zorlukla, titreyen ellerinde
tuttuğu Viagra prospektüsünü okumaya çalışıyor. Tüm vücuduna yayılan bir titreme ve
derisinin renk değiştirmesiyle alakalı bir yan etki maddesi bulamıyor. Sonra prospektüsün
en altında küçük puntolarla yazılmış bir uyarı olduğunu fark ediyor: “Üç gün içinde
Aspirin, Emedur, Nervium, Federtang, Loperamit ve doğum kontrol hapıyla birlikte
alındığı takdirde vücutta aşırı uçlarda deformasyona ve mutasyona yol açabilir.” Karakter
rahatlıyor. “Oh iyi ki doğum kontrol hapı almadım” diye kendi kendine mırıldanıyor. O
sırada kadın adamın yanına gelmiş, “Bana mı diyorsun, evet canım kullanıyorum doğum
kontrol hapı” diyor. Adam şokta. Kadın ekliyor: “Canım, şu sırtından çıkan dikenler de ne
Allah aşkına?”

Bekleme odası
2 Mayıs 2009
“Prospektüs” isimli absürt hikâyemi İrfan Akay’a teslim ettim ve gerçekleşip
gerçekleşmeyeceğini beklemeye başladım. Varolmayanlar şimdiden tetikte, hikâyenin
gerçekleştiğine dair en ufak ipucunda operasyon başlayacak ve üst üste altı ilaç kullanıp
sonra da doğum kontrol hapı kullanan kadınla çiftleştiği için mutasyona uğrayan adama
ulaşacaklar, medyaya ifşa edecekler ve ilaç endüstrisine unutulmaz bir darbe indirmiş
olacaklar. İrfan Akay bu konuda endişeli. “Hikâyeni sevdim ama gerçekleşmeyecek kadar
absürt olabilir” dedi.
“Bu konuda bir kural yok ama. Sonuçta beş şarta uygun...” diye savunmamı yaptım.
Sakalını sıvazlayarak, “Evet haklısın, bakalım göreceğiz...” dedi.

Akşam olduğunda her türlü haber organını didik didik eden Varolmayanlar, yazdığım
hikâyeyle ilgili en ufak bir ize rastlamadılar. Babamın kalemiyle yazdığımdan beri ilk defa
bir hikâyem gerçekleşmedi. Varolmayanlar arasında hâlâ hikâyenin gerçekleşebileceğine
dair umutlu olanlar var ama İrfan Akay başta olmak üzere çoğunluk umudunu yitirdi.
İnternet, gazete, telefon taramaları hiçbir sonuç vermedi. Ya mutasyona uğrayan
öğretmen yatağa attığı kadını yedi ve kayıplara karıştı ya da hiç böyle bir şey yaşanmadı.

0 Rh (-) kan aranıyor


3 Mayıs 2009
Bir hikâyem gerçekleşmedi ama eski günlerime geri dönebilirim. Buna inanıyorum.
Çalışmaya başlamadan önce mutlaka kütüphaneye uğruyorum. Her ne kadar gerçek
adıyla seslenmeme kızsa da, Metin Abi’den bir film önerisi alıyorum, o filmi oradaki özel
odalardan birinde izleyip ondan sonra yazmaya başlıyorum. Bu film araları zihnimi açıyor.
Bugün filmlerin yanında Melville’in Katip Bartleby isimli kitabını verdi. Modern zamanların
ilk hayalperest müdahalelerinden birisi Moby Dick sayesinde gerçekleştiği için
Varolmayanlar, Melville’i ruhani liderlerinden biri olarak görüyor. Katip Bartleby de onlar
için rehber kitaplardanmış. Bir ara okuyacağım.
Bugün İrfan Akay’a cep telefonu şirketlerini ciddi zarara uğratacak bir hikâye
bulduğumu söyledim. Adı “Radyo-aktif Cep”. Bir çift kendi aralarında o kadar sık cep
telefonuyla konuşuyorlar ki aldıkları radyasyonla bir süre sonra canlı cep telefonlarına
dönüşüyorlar. Örümcek Adam nasıl radyoaktif örümcek tarafından ısırılınca örümcek
güçlerine sahip olduysa, aynı hesap işte. İrfan Akay hikâyemi gülümseyerek karşılasa da
hikâye bittikten sonra profesyonel bir ciddiyetle “N’olur, mutasyondan uzak dur” dedi,
“Yeni hedefin medya olsa, ne dersin?”..
Söylediğine göre gerçekçilerin en büyük propaganda aracı medyaymış. E madem öyle,
biraz bu konuyu eşeleyelim...
Yeni hikâyemin adı “0 Rh (-) Kan Aranıyor”. Bir haber bülteninin sonunda anchorman’in
“Melda Öztürk için acil 0 Rh (-) kan aranıyor” anonsuyla başlıyor hikâye. Sonra yavaş
yavaş o kanalın çok gizli, hayli sosyetik bir vampir klanı için çalışan bir televizyon kanalı
olduğu ortaya çıkıyor. Nadir bulunan kanları bulmak için programlara buna benzer
duyurular ekledikleri anlaşılıyor. Her vampirin, insanken sahip olduğu kan grubundan
beslenebildiği, uyumsuz bir kandan beslenirse ölümsüzlük yetisini kaybettiği gibi vampir
mitolojisinde daha önce yer almamış bir bilgi üzerine kurulan yarı komik, yarı ciddi bir
vampir hikâyesi. Biraz aşk, bolca erotizm... Alt metin olarak da medyanın kan emici
vampirlerden ibaret olduğu aktarılıyor. Sonunda da ülkenin en büyük medya
tekellerinden birinin binası yanıp kül oluyor. Tipik bir vampir hikâyesi.

RİT
4 Mayıs 2009
Riskli bir hikâyeydi, koca bir binanın yanıp kül olma kısmı özellikle. Fakat İrfan Akay
mutlu görünüyordu. Daha önce beni başkalarının ölümüne yol açabilecek hikâyeler
yazmamam konusunda uyardıysa da bu hikâyenin gerçekleşmesi durumunda
kazanacakları zafer onu bu kaygılarından uzaklaştırmıştı.

Hikâyemi onlara teslim ederken içim rahattı, sabah kalktığımda tüm gazetelerin
manşetinde, tüm televizyon kanallarının sabah bültenlerinde yangın görüntülerini
göreceğimi sanıyordum. Öyle olmadı.

Artık araba mezarlığındaki gizli karargâhımıza geldiğimde özel muameleyle


karşılanmıyorum. Beni gören herkesin yüzünde bir hayal kırıklığı okuyorum. Bu beni daha
da kamçıladı. İşten erken çıkıp İrfan Akay’ın odasına gittim. “Yeni ödevimi ver üstat”
dedim. İrfan Akay, gözlüğünün camını sildi ve yavaş hareketlerle gözüne taktı. Bir klasör
uzattı, içinde son bir yıldır insanları barbar birer tüketiciye dönüştüren gazete, dergi ve
televizyon reklamlarının kapsamlı bir dökümü vardı. İrfan Akay, “Biraz araştırma ilham
verir diye düşündüm” dedi. Tam odasından çıkıyordum ki, ekledi: “Mutasyon ve
vampirlerden uzak dur lütfen...”

Dediği gibi yaptım; uzak durdum. Daha ayakları yere basan, reklam sektörünü hedef
alan, anlatım olarak kısa film tekniklerinden yararlanan bir hikâye yazdım. Hikâyenin adı
“RİT” idi. O güne kadar yazdığı reklamlarla adından söz ettiren başarılı bir metin yazarı
Murat Tekoğlu’nun yeni çıkan otomobil markası Obiz için slogan aramasıyla başlıyor
hikâye. Birkaç gece kafayı kırıp sloganı buluyor. Sloganı şu; büyük puntolarla:
“Hayalindeki araba vardı ya...” Küçük puntolarla: “Hem sağlam, hem rahat, hem
ekonomik, hem hızlı, hem klasik, hem genç...” En büyük puntolarla: “Obiz’de var...”
Reklam çok faydalı oluyor, arabanın satışları dörde katlanıyor. Özellikle gençler arabaya
rağbet gösteriyor. Fakat bir süre sonra arabanın fren aksamının bir aylık kullanımdan
sonra olur olmadık anlarda kilitlendiği fark ediliyor. Bir ay içinde gerçekleşen kazalarda
20’ye yakın insan ölüyor. Ölenlerden biri babasının yazdığı reklamın gazıyla Obiz kullanan
Çağ oluyor.
Reklam, yazarın hem hayatını hem de kariyerini karartıyor. Murat Tekoğlu istifa eder
etmez reklam dünyasına savaş açıyor. Reklamcılığın iç yüzünü ve tekniğini çok iyi bildiği
için reklamlarla piyasadaki yerlerini güçlendiren markaların itibarını sarsan eylemlere
kalkışıyor. Başlıca hedefi arabalar oluyor tabii, araba reklamlarının güvenilirliğini azaltan
yepyeni internet reklamları hazırlatıp sanal dünyadaki video sitelerinden yayınlıyor onları.
Savaşı sadece otomobil sektörüyle de kalmıyor. Ekibiyle birlikte erkeksiliği öne çıkaran
sigara markalarının billboardlarını bir gecede eşcinsellerin öne çıktığı görsellerle
değiştiriyor. Cep telefonunun zararlarını vurgulayan yeni billboard’lar hazırlatıp gece vakti
onları seçkin semtlerin en gözde panolarına asıyor. Reklam İmha Timi, yani kısaca RİT
her geçen gün büyüyor ve ana karakterimizin kontrolünden çıkıyor olay. Korsan “reklam
imha timleri” kuruluyor ülkenin dört bir yanında. RİT’in eylemleri kamuoyunun dikkatini
reklam sektörüne ve sektörün sanal hilelerine çekiyor. Dünyadaki reklam bütçelerinin
sadece yüzde 10’uyla yeryüzündeki açlığın sona erdirilebileceği gibi istatistiki bilgiler
kitleleri reklamlara karşı uyandırıyor. Reklam sektörünün itibarıyla birlikte piyasadaki
etkisi de inanılmaz bir ivmeyle düşüyor. Önce televizyon reklam kuşakları kısalıyor, sonra
gazete ve dergilerdeki reklam sayfaları azalıyor, kazançlar düşüyor ve sonuç olarak
reklamcılık saygı duyulan elit bir iş olmaktan çıkıyor.
Bir süre sonra reklamcılar, reklamverenler, firmalar bu gidişata dur demenin vaktinin
geldiğini düşünüyorlar. İstanbul’da uluslararası bir toplantı düzenliyorlar. Patronların bir
kısmı ana karakterimiz Murat Tekoğlu’nu temizlemekten yana. Kaza süsü vererek onu
öldürürlerse ve örgütün belli başlı öncülerini de rüşvetle kendi saflarına çekerlerse bu
toplu eylemi sona erdireceklerine inanıyorlar. Patronlar tam buna karar verirken
aralarından bir tanesi söz hakkı istiyor. “Beyler böyle olmamalı, bu bize yakışmaz. Mafya
mıyız biz?” diyor. Bir anda tüm patronlar vicdan muhasebesi yapıyorlar ya da yapmış gibi
davranıyorlar. Oysa bu sürpriz çıkışın vicdanla, insafla, adaletle, insaniyetle alakası yok.
Ahlak mesajı vermesi beklenen patron devam ediyor: “Bugüne kadar firmalarımızı
reklamla ve pazarlamayla büyütmedik mi? Ürünlerimizi özellikle kısa zamanda
eskiyebilen, bozulabilen, modası geçen bir şekilde üretmedik mi? Güneş enerjisinin
kullanımını yıllarca engellemedik mi? Dünyanın ömrünü kısaltma riskine karşın enerji
tasarrufu için çalışan bilimadamlarını sindirmedik mi? Bunları yaparken en büyük silahımız
reklam olmadı mı bizim?”. Diğer patronlar ona katılıyor ama bu konuşmanın bir yere
varmayacağını düşünenler de yok değil. Bir tanesi “Ne demek istiyorsun?” diyor.
Sonraki sahneye geçiyoruz. Patronların RİT’i imha planı uygulamaya geçiyor ve yaşayan
en kurnaz reklam yazarlarına sipariş edilen RİT reklamları insanların gözlerine sokuluyor.
Televizyonlarda, billboard’larda, duraklarda, dergilerde, gazetelerde RİT’in reklamları
dönüp duruyor. “Biz ne dersek odur! RİT”, “Katıl bize, dur de! RİT”, “Saksıyı çalıştır, RİT
onaylı ürünleri kullan”, “RİT: Kötü reklama hayır, iyi reklama evet” gibi sloganlarla RİT’in
kendi doğasına zıt şekilde reklam bombardımanı yaptığı sanılıyor. Murat Tekoğlu ve
kurmayları, yasadışı bir kuruluş oldukları için isimlerinin bu korsan reklamlarda
kullanılmasını engelleyemiyorlar. Zamanla RİT’e karşı şüpheler artıyor. Patronların
kiraladığı gazeteciler “RİT meğer bir reklam kampanyasıymış” gibi köşe yazıları yazıyor.
RİT’in agresif reklamları ve dominant tavrı RİT’e sempati duyan halkı kısa zamanda karşı
cepheye geçiriyor. Reklam şirketlerinin patronları gazetelerde “Bir zamanların anarşist
eyleminin maskesi düştü” diye haberler çıkarıyor. Magazin sayfalarının out listelerinin
zirvesine çıkıyor RİT. Zamanla gazetelere boy boy, televizyonlara dakika başı,
billboard’lara sokak başı reklamların yeniden girdiğini görüyoruz. Önce televizyonların
reklam kuşakları uzuyor, sonra gazete-dergilerin reklam sayfaları çoğalıyor, bütün
panolar, hatta grafitti yapılan duvarlar, tarihi binaların duvarları bile teker teker
reklamlarla donatılmaya başlanıyor. Gazetede bir haber: “Reklamsız hayat sınıfı
geçemedi. Reklamlar artık her yerde...”
Yıllar geçiyor... Oğlundan sonra hayattaki tek savaşını kaybedince Murat Tekoğlu intihar
ediyor. Hakkında çıkan gazete haberlerini görüyoruz. Tam sayfa ilanın köşesinde kalmış
ufacık bir haber: “Reklama meydan okuyan adamın son vedası...”. Bir diğer gazetede
kocaman araba reklamının kıyısında köşesinde kalmış minnacık bir haber: “Bay anti-
reklamın erken ölümü”. Televizyon ana haber bülteninde son haber oluyor, spiker
“Reklam dünyasına kafa tutmasıyla tanınan eski reklamcı, aktivist, eylemci, anarşist
sanatçı Murat Tekoğlu vefat etti. Şimdi reklamlar...”
Son sahnedeyiz. Cenazesi kaldırılıyor. Mezar taşını görüyoruz. Üzerinde 1970-2013
yazıyor. Tepede kocaman bir levha: “Hayalindeki mezar taşı vardı ya... Ondan bizde var”
yazıyor. Mezarlığın dışında her yerde reklamların döndüğünü görüyoruz ama sonra
reklamların hiç beklemediğimiz bir yerde daha döndüğünü fark ediyoruz; Murat
Tekoğlu’nun mezar taşından uzaklaştıkça, diğer mezar taşlarının üzerindeki ufak dijital
monitörlerde çeşitli reklam filmlerinin gösterildiğini görüyoruz. Bazı mezar taşları üç
boyutlu hologramlar yansıtıyorlar. Hatta bazıları müzikli! Araba reklamları, cep telefonu,
şebeke ağı, kıyafet, mayo, yiyecek, konut sitesi, dondurma, krem, şampuan, tuvalet
kâğıdı reklamları... Arada da o mezar taşında ismi olan kişinin hayatından kareler
gösteriliyor.
Cenazeye gelen RİT üyeleri Murat Tekoğlu’nun cesedi gömüldükten ve son dualar
edildikten sonra birbirlerine bakıyorlar. Senkronize bir hareketle pantolonlarının sol
tarafını yırtıyorlar. İşte o zaman, bacaklarına bağladıkları beyzbol sopaları görünüyor.
Sopaları ellerini alıyorlar ve mezar taşlarındaki reklamlara girişiyorlar. Reklam tabelaları,
hologram aletleri, hepsi paramparça oluyor. Reklam filmlerinin hipnotize edici cıngılları
bozularak kesiliyor, yerini kırılma seslerine, parçalama gürültüsüne, cam şıngırtılarına
bırakıyor.
Küllerinden doğan RİT üyeleri mezarlığın çıkışına doğru ellerinde beyzbol sopalarıyla,
dünyayı değiştirmek üzere olan süper kahramanlar ordusu nizamında yürüyorlar.
Ekranda “Son” yazıyor. Oyuncu isimleri ve filmde çalışanların isimleri geçiyor. Son
karede ise: “Sponsored by Wiltongate Baseball Bats” yazıyor.
Sinematografik bir “reklamdan kaçış yok” hikâyesiydi, bitirdiğimde şahsen memnun
kalmıştım. İrfan Kudret Akay da beğendi, “Sonunda onların galip gelmesi hikâye adına
iyi, bizim adımıza kötü olmuş, ama acelemiz yok, hemen anında bu sistemi çökertecek
halimiz yok. Alıştıra alıştıra olmalı... Tarihleri iyi koymuşsun, en azından bir süre reklam
dünyası kan ağlayacak” dedi. Yüzünde tehditkâr bir ifade asılı kaldı.
Tatil
5 Mayıs 2009
Uyanır uyanmaz bir koşu bakkala gidip kaç tane gazete varsa birer nüsha alıp eve
döndüm, hepsini masanın üzerine fırlatıp sayfalarını çevirmeye başladım. “Reklam Çağı
Sona Mı Eriyor?”, “Reklam Panolarındaki Değişiklikler Markaları Zora Sokuyor”, “RİT İsimli
Örgüt Dün Geceki Reklam Panosu Eylemlerinden Sorumlu Olduğunu Açıkladı”, “Bu RİT
Nedir, Reklamlar Gerçekten Yalan Mı Söylüyor?”, “Reklam Krizi Çığ Gibi Büyüyor” gibi
başlıklar, haberler, cümleler aradım durdum, gazetelerden sonra internete ve televizyona
da baktım... Nafile, dün yazdığım hikâyeden eser yoktu dışarıda.
Canım sıkıldı. Araba mezarlığına gitmedim, gidemedim. Evde oturup Metin Abi’nin
verdiği Katip Bartleby’i okudum. Kitapta patronun her istediğini “Yapmamayı tercih
ederim” diyerek yanıtlayan bir katip anlatılıyor. Hayalcilerin tembellik manifestosu gibi bir
şey... Ama bence bu hikâyedeki patron da en az Bartleby kadar büyük bir hayalci çünkü
en sonuna kadar çalışanına karşı en ufak bir yaptırımda bulunamıyor. O kadar komik ki
hali...
Bugün ben de “yapmamayı tercih ediyorum” ve hiçbir şey yazmıyorum. Hayalgücüm
biraz şarj olsun.

Yaratıcı ve mucit
6 Mayıs 2009
Hayalcilerin kalesine gittiğimde İrfan Kudret Akay’ın yüzünden düşen bin parçaydı.
Düşünceli düşünceli sakalını sıvazlıyordu. Sağ kolu Balıkçı kafasını eğmiş yanında
duruyordu. Can sıkıcı sessizliği bozmam gerekiyordu, “Hocam, keramet gerçekten
kalemde miydi?” diye sordum. Beni bir anlamda aklayan bir teoriydi bu. Fakat Akay’ın bu
teoriye pabuç bırakmayacağını baştan biliyordum.
Sesini bir tık yükselterek “Kalemle alakası yok” dedi. Sonundaki noktanın duyulur
olduğu bir cümleydi. Yine de tıpkı işyerimdeki müdürüm gibi beni susturmasına, teorimi
kestirip atmasına, sessizliği ve bakışlarıyla tüm suçu bana atmasına tahammül
edemiyordum.
“Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?” dedim ve cebimden kalemimi çıkardım. Sesimi bir
gıdım daha yükselttim ve kalemi avuçlarımın içinde sıkıca tutarak “Bu sonuçta o kalem
değil. Kırmasaydın her şey çok daha net olurdu” dedim.
Bir süre bana baktı, sonra sağa doğru eğilerek çekmecesini açtı. Yine çekiç mi çıkaracak
diye düşünürken bir avuç dolusu kalemi masaya boca etti. Hepsi de babamın kaleminin
aynısıydı. Aralarından bir tanesi seloteyplerle yapıştırılmış bir kalemdi.
“O gün kırdığım kalem buydu. Babanın kullandığı kalem ise şu anda kullandığın kalem
zaten. Ona bir şey yapmamıştım” dedi ve masanın üzerindeki kalemlerden birini aldı,
masasının yanındaki kuaförlerin sterilizasyon makinelerine benzeyen cihaza yaklaştı,
cihazın kapağını açtı, kalemi onun içine koyarmış gibi yapıp gömleğinden içeri soktu, bu
hareketini yavaş çekimde gösterdi, kutunun açısını değiştirip içinde kalemin bir
benzerinin olduğunu da görmemizi sağladı. İyi de neden durup dururken böyle bir el
çabukluğu şovu yapmaya gerek duymuştu ki?
“O kaleme bağlı kalmaman için bunu yapmalıydım. Hayalgücünü tek bir objeye
hapsetmemeliydin. Ama bunu başaramadın” dedi.
Peki, babamın kalemini görmeden önce onun aynısının tıpkısını nasıl imal etmişti?
İrfan Akay bir süre durdu, anlatacağı hikâyeyi kafasında kurguladı, kullanacağı
kelimeleri tarttı ve açtı ağzını, yumdu gözünü: “Bu kalemleri de, babanın kalemini de ben
yaptım. Hiçbirinin bir diğerinden farkı yok.”
“Anlayamıyorum.”
“Ben babanın en yakın dostundan öteydim, onun yardımcısıydım aynı zamanda. O
hayaller kurardı, ben ise onları nasıl gerçekleştirebileceğimiz üzerine hesaplar, planlar
yapardım. Kafam işin tekniğine, mekâniğine daha çok çalışırdı. Önce babanın yazdığı bazı
hikâyelerdeki karakterleri daha iyi canlandırması için çizdim. Baban çizimlerimi çok sevdi.
Sonra onlara üç boyut kazandırmaya başladım. Önce kartondan adamlara, sonra bez
oyuncaklara dönüştü bu çalışma. Metin’in hayal dünyasındaki karakterlerini voodoo
bebekleri gibi yaratıyor, babanın zihnini açıyordum.
Üniversitede endüstriyel tasarımda okudum, bir arkadaşımın atölyesi vardı, orada
babanın hikâyelerinde konu ettiği evleri, arabaları, objeleri yaratabiliyordum. Kimsenin
bilmediği, okumadığı hikâyelerin maketlerini yapıyordum. Bu benim için hem bir hobiydi
hem de bir antrenmandı. Hiçbir zaman karşılık beklemedim. Sonuçta sıfırdan hayaller
kurabilen bir adam değildim ve bu işbirliği sayesinde en azından hayranlık duyduğum bir
adamın hayalgücünü tetikleyen, hayal ettiklerini cisimleştiren şeyler yaratıyordum. Bu
benim için paha biçilmez bir deneyimdi.
Baban bir süre sonra yazdıklarını benimle paylaşmamaya başladı. Önce sebebini
söylemedi. Bir gece benim çok üzgün olduğumu görünce açıldı: “Yazma eylemini her
zaman büyüleyici bir serüven gibi görmüşümdür. Fakat birkaç ay önce yazarken
gerçekten de bir büyünün, bir gücün etkisi altında olduğumu fark ettim. Hani bir şey
yazarsın ve yazdıktan sonra baktığında ‘Bunu ben mi yazmıştım’ dersin ya, işte bu anı her
geçen gün daha fazla yaşamaya başladım. Daha da tuhafı; yazdıklarımın kâğıt üzerinde
kalmadığını fark etmeye başladım. Mars’ta geçen bir hikâye yazdım, bir ovanın adını
Sagan ovası koymuştum, bir gün sonra Mars’taki bir ovaya Sagan adı verildiğini okudum.
Bunun gibi ufak ufak, tesadüf de olabilecek birçok şeyle karşılaşmaya başladım. Bunun
üzerine düşünürken sahaflarda buna benzer olayları ele alan kitaplarla karşılaştım. Hepsi
de baskısı tükenmiş, kıytırık yayınevleri tarafından basılan kitaplardı. Ucuz new age
kitapları, bilim dünyasının kabul etmediği bilim kitapları, kuantum fiziği teorileri, tuhaf
tuhaf kuramlar... Bu kitaplardaki parçaları birleştirdim ve karşıma inanılmaz bir yapboz
çıktı” dedi.
Sana sinema salonunda anlattığımız Hayalgücü Kuramı’nı benimle paylaştı. Önce
inanmadım ona, tıpkı senin başta bana inanmadığın gibi, fakat sonra bir bir kanıtlar
sunmaya başladı. Dünyanın dört yanından tuhaf olaylar ve o olayların aslında bir yerlerde
yazılmış bir hikâyenin etkisiyle oluştuğu üzerine... Kendi de bu yönde çalışmalar
yapıyordu ama bunun için çok yoğun bir konsantrasyon ve sana daha önce bahsettiğim
kurallara uyulması gerektiğini içten içe biliyordu. En çok önemsediği ise bir düşün hep
beraber kurulması gerektiği üzerineydi. O yüzden buranın hayalini kurdu: Bir
Varolmayanlar üssü. “Bir otomobil mezarlığının ortasında olmalı” demişti. Planlar çizdim,
ona gösterdim, beğendi. Fakat elinde bu üssü dolduracak sayıda Varolmayan’ı
uyandıracak, onları ikna edecek ve buraya bağlayacak bir kanıtı yoktu.
Bir gün bir hikâyesinde kelebeklerin istilasını yazdı, o yaz daha önce görülmemiş
çoklukta bir kelebek ordusu tam da babanın dediği yere uçtu. Bu soluk “gerçekleşme”
vakası onu kamçılaması gerekirken o tam tersine bu gücü zorlamaktan vazgeçti.
“Kelebek Etkisi” isimli bu hikâyesinde kelebekler bir köprüye dadanıyorlar, kelebeklerin
uçuşmasından dolayı önünü göremeyen bir şoför aracıyla birlikte köprüden uçarak nehre
düşüyordu. Ertesi günkü gazetelerde şoförün kurtulduğu yazsa da baban bu olaydan
sonra hayalgücünü gerçekliği değiştirmek için bir daha kullanmamaya yemin etti. “Bu çok
tehlikeli. En masum hikâye, birilerinin ölümüne yol açabilir” dedi.
Bu güçten korktuğu için masalcı oldu. Masallar şimdiki zamanda değil, masal evreninde
ve masalsı bir zamanda geçtiği için gerçeklikte bir değişikliğe sebep olmaz. Hayalcilerin
öte dünyasıdır, cennetidir masal evreni. Metin, çok da iyi bir masalcıydı. Fakat bir
noktadan sonra başkalarının çocuklarına masal yazmak onun gücüne gitmeye başladı.
Çocuk sahibi olamıyorlardı. Bu ikisinin arasını açan bir konuydu.
Sonra babanın aklına bir hikâye geldi. O hikâye için çok uğraştı. Onun için o kadar
hayati bir öneme sahipti ki, hikâyede bahsi geçen kalemi imal etmemi istedi. Hikâyenin
ilk bölümlerini ve kalemle ilgili düşündüğü detayları benimle paylaştı. Çalıştığım fabrikada
fazla mesaiye kalarak bu kalemden bir düzine ürettim. O esnada babanın üzerinde
çalıştığı hikâyenin devamını bilmiyordum. Bana anlattığından çok daha önemli bir şeylerin
döndüğünü biliyordum çünkü baban her şeyi inanılmaz bir gizlilikle yürütüyordu. Bu
kalemi ona verdikten sonra benzerlerini kendime sakladım. Baban sonra annenle
güneyde bir kasabada inzivaya çekildi. Nereye gittiklerini bile söylemediler. Bir yıla yakın
bir süre ondan haber alamadım. Sonra bu süre zarfında nihayet annenin hamile kaldığını,
bir oğlunun olduğunu ama doğum sırasında annenin...” dedi ve durdu.
Yutkunduktan ve bana duyduğum şeyi tüm yönleriyle algılamam için vakit tanıdıktan
sonra devam etti.
“Annenin öldüğünü öğrendik. Baban yıkıldı. Kendine gelemedi. Ondan sonra yazdıkları
asla daha önce yazdıklarıyla yarışamadı. Varolmayan üssünden ve kurduğu hayalden
tamamen vazgeçti.”
Bu son iki cümleyi çok net duymamıştım çünkü her ne kadar anlattığı hikâyede babamla
ve annemle ilgili hayati bilgiler edinmiş olsam da, tüm merakım sadece bir bilgiye
odaklanmıştı. Evet, babam içinde bulunduğum organizasyonun fikir babası ve
kurucusuydu. Buranın şu anki lideri İrfan Akay ise babamın hayallerinin mucidiydi. Fakat
ben bu bilgilerden daha çok babamın Akay’a sipariş ettiği kalemle ne yazdığını merak
ediyordum. Hemen sordum:
“Peki sizin imal ettiğiniz kalemle, inzivaya çekildiği dönemde babam ne yazdı?”
İrfan Kudret Akay dimdik gözlerimin içine baktı. Yanıtı biliyor gibiydi ama tam tersini
söyledi:
“Baban o kalemle ne yazdı, hiçbir zaman ortaya çıkmadı.”
Şüpheye mahal veren bir ifade kullanmıştı. O yüzden vurgulayarak tekrar sordum:
“Size bile göstermedi mi?”
Akay kafasını aşağıya indirdi, gözlerini benden kaçırarak “Hayır,” dedi. İkna olmadığımı
fark edince, “O hikâyeyi herkesten sakladı” diye ekledi.
“Nerede sakladı?”
“Bilmiyorum oğlum. Hikâyelerini günlüklerine yazıyordu o dönem.”
Net bir yanıt vermese de dile gelen bir hazine haritası gibi ipuçları vermişti. Babamın
bütün günlükleri, yani tüm o eski Ece ajandaları evdeki sandığın alt bölümüne
yerleştirilmişti.

Onlara tüm hayatım boyunca hiç bakmamıştım. Babamın özel hayatına girmek
istemiyordum, oysa şimdi o günlüklerde hikâyelerinin yattığını öğreniyordum. Bunu
bilsem de, bakar mıydım, hiç sanmıyorum. El yazısıyla yazılmış hikâye taslaklarını
okumak bana göre değildi. Bitmemiş, tamamlanmamış, son cilası çekilmemiş, temize
çekilmemiş hikâyeleri okumak yazarı babam olsa bile o hikâyenin yazarına haksızlık
olurdu. Fakat şimdi işler değişmişti, o günlüklerde sadece babamın hikâyeleri değil, kendi
hayat hikâyemdeki bazı boşlukları dolduracak önemli bir bilgi yatıyordu. Bunu öylesine
yoğun bir duyguyla seziyordum ve merakıma o kadar ket vuramıyordum ki, bu bilgiye
ulaşmak için hayalcilerin üssünden rekor hızla çıktım. Mezarlığın kapısına doğru delicesine
koştum. Sonra taksi bulabilmek için ana yola kadar koştum, koştum... Yorgunluğumu
hissetmeden, ıssız yolda en ufak korku duymadan, nefes almadan... Koşarken geçmişimi
tarıyordum...
Taksinin arka koltuğuna yayılır yayılmaz yasladım kafamı cama. Arabalar, otobüsler,
kamyonlar, onların içindeki insan siluetleri vızır vızır geçiyorlardı, oysa benim gözümün
önünden geçen tek şey çocukluğumdu... Babam sürekli yazı yazdığı için kâğıt ve kalemin
birlikteliğinden doğan hışırtı fonunda yaşadığım o tuhaf yıllar... Halının üzerinde oyun
oynayan bir çocuk, masada yazan bir adam. Televizyon izleyen bir çocuk, koltukta yazan
bir adam. Salıncakta sallanan bir çocuk, bankta yazan bir adam. Yazan bir adam, hep
yazan bir adam...

Bir anda üzerime binen yorgunluğa rağmen apartmana girer girmez merdivenden koşar
adımlarla çıktım. Kapımın anahtar deliğine anahtarı titreyen ellerle sokmaya çalışırken o
kalemi düşündüm. Babamın, İrfan Kudret Akay’a sipariş ettiği o kalemi... Ne özelliği vardı
ve babam onu ne yazmak üzere sipariş etmişti?
Küçük odaya yürürken artık aklımda hiçbir şey yoktu. Sandığı açtım, günlüklerin üstünde
duran öteberiyi biraz hoyratça çıkarıp yere fırlattım. Sonra günlüklerin üzerindeki tarihlere
bakarak benim doğumumdan bir sene önceki günlüğü bulmaya çalıştım. Düzensiz bir
adamdı babam, o yüzden arayışım bir süre devam etti. Sonra o döneme ait yirmiye yakın
günlüğü ayırdım, yanıma alıp çalışma odama geçtim.
Pekala... Buraya kadar geldim, ya bundan sonrası? Nasıl anlatabilirim, nasıl?
Var ediliş

Soru...
7 Mayıs 2009
Bir gün geçti. Hâlâ günlüklerde neyle karşılaştığımı hangi kelimelerle nasıl ifade
edebileceğim hakkında en ufak bir fikrim yok. Ölü lisanlardan yeni kelimelere, antik
filozoflardan duyulmamış kavramlara, rüya âleminden uçuk hatıralara ihtiyacım var.
Bir insan, bir ölümlü, bir varolan, yoktan var edilişini nasıl yazabilir?

Varolmayan I
8 Mayıs 2009
Daha önce hayalgücümde dönüp dolaşan hikâyeleri zapt etmek için kâğıt kaleme
sarıldığım gibi, günlüklerden öğrendiğimle başa çıkmak için de aynısını yapmaktan başka
çarem olmadığını geçen iki gün boyunca anlamış bulunmaktayım. Her ne kadar elimde
tuttuğum bu kalem, arada bir ucunu batırdığım bu mürekkep hokkası ve önümde uzanan
boş sayfalar bana her zamankinden daha tehlikeli görünseler de dünyada onlardan başka
bana yardımcı olabilecek bir canlı veya bir cisim yok.

Babama ait günlükleri okumaya, doğumumdan tam bir sene önce yazdığıyla başladım.
Okuduğum ilk günlükte babam çocuk sahibi olamamanın evde yarattığı gerilim ve derin
üzüntü hakkında yazmıştı. Seçtiği kelimeler ve anlatımı o kadar samimiydi ki sanki
annemle babamın arasındaymışım gibi üzüntülerini tüm benliğimle hissedebiliyordum.
Her yöntemi denemişlerdi ama işe yaramamıştı. Çocuklar için yazan ve çizen, ülkedeki
tüm çocukları hayalleriyle mutlu eden, fakat kendilerini mutlu edemeyen bir çift...
İkinci günlüğe geçtim. Babam, İrfan Kudret Akay’a bahsettiği hayalgücü teorisinden
dem vurmaya başlıyor bu günlükte, “İrfan, zamanında ona bahsettiğim hayalgücü
kuramımdan vazgeçmemem gerektiğini söyledi yine. Bunu rafa kaldıralı çok olmuştu ama
İrfan bana her fırsatta hatırlatmayı sürdürüyor. Bu teoriyi oluşturduğum günlerde kafam
yerinde değildi ki. Çok ağır olmasa da uyuşturucu kullanıyordum ve hayatımda hiçbir şey
yolunda gitmiyordu. Boşluğu doldurmak için öylesine bir şey uydurmuştum, İrfan’ın bunu
hâlâ bu kadar ciddiye aldığına inanamıyorum. Bu hayali kurduğumda, beraber
geliştirdiğimizde sadece 23 yaşındaydık Allah aşkına! Şimdi 40’larımızı yaşıyoruz” diye
yazıyordu.
Her gün yeni bir şey öğreniyordum, bugün de babamın uyuşturucu kullandığı bilgisini
edinmiş oldum. Öyle görünüyordu ki, İrfan Akay’ın uğruna koskoca bina inşa ettiği,
kapsamlı bir organizasyon kurduğu teori, babamın üfürük takıldığı dumanlı günlerin ürünü
bir şakadan ibaretti. Bu bölümleri okudukça birkaç aydır parçası olduğum ve varoluşumu
temellendirdiğim organizasyona olan inancım da büyük oranda azaldı. Fakat günlüğün
ilerleyen kısımlarında işin seyri değişecekti.
Sonraki günlükte aradan bir ay geçiyor; babam yine İrfan Akay’la birlikte ve konu yine
“hayalgücü kuramı”. Babam “Bu kuram doğru olsaydı, bugüne kadar yazılan hikâyelerin
en azından biri gerçekleşirdi” diyor, İrfan “Yaşanan tuhaf olaylarla, o dönemde yazılan
hikâyelerin bazılarını ilişkilendirdiğimizi biliyorsun... Hem senin o günlerde düşündüğün
gibi, hayal edilen her şeyin gerçekleşmesi için önce güç kazanmamız, gerçekçilerin
kapattığı kapıyı açmamız gerekiyor” diye onu yanıtlıyor. Babam kendi kuramını çürütmek
için adeta kıvranıyor. “İrfan, bu benim düşündüğüm, bazı bulgulardan yola çıkarak
oluşturduğum bir kuram, teori falan filan değil. Bu kafam güzelken, aldığım maddelerle
bulutların üzerinde gezinirken uydurduğum bir, bir, bir şey işte, bir düş, bir fantezi.” İrfan
onu “Ama sonra bunun doğru olabileceğine dair kanıtlar buldun, benim gibi mekânik bir
adamı bile inandırmayı başardın” diyerek yanıtlıyor. Babam pes eder tonda “Ben sadece
uçuk bir kuramın boşluklarını doldurdum” diyor.
İrfan Akay, “Hayır. Sen bize sunulan gerçeklikteki bir açığı yakaladın, sonrası da çorap
söküğü gibi çözüldü. Kanıtları buldun, kuralları icat ettin. Yalvarırım yapma, bu bir
otçunun fantezisinden ibaret değil. Bunu sen de biliyorsun” diyerek ısrarlı bir savunma
avukatı gibi üzerine gidiyor. Böylece İrfan Akay’ın “Bunu sen de biliyorsun” cümlesini
kullanmayı ne zaman alışkanlık haline getirdiğini öğrenmiş oldum.
Babam, “Diyelim ki doğru; kolektif hayalgücüyle gerçekliği değiştirebiliyoruz. Ya da
gerçekçi diye kodladığımız adamları bastırdığımız zaman yazdıklarımızı varoluşun bir
parçası yapabileceğiz... İyi de bunu nasıl yapacağız? Nereden başlayacağız? Artık
yaşlandık...” Bu noktada İrfan Akay masadan kalkıyor; babamın gözlerinin içine bakarak,
“Bu hayali kendi hayalin gibi sahiplenirsen, şüpheciliği bırakırsan, eminim bir açık
yakalayacaksın. İnanman yeterli” diyor ve kalkıp gidiyor. İrfan Akay’ın söyledikleri babamı
etkiliyor, o gece bu düşüncelerle yatınca ufkunu açan bir rüya görüyor.
Ertesi günün günlüğünde anlattığı rüyasında, öğrenciyken üzerine tez yaptığı Pergamon
Krallığı’nı görüyor babam. Pergamon Krallığı dönemin en büyük kütüphanesine sahip,
filozofları ve yazarlarıyla meşhur Ege Bölgesi’nde, bugünkü Bergama civarında kurulmuş
antik bir uygarlık. Parşömen bir yazı aracı olarak burada keşfedilmiş. Mısır Kralı,
Pergamon Kütüphanesi onların İskenderiye Kütüphanesi’ni geçmesin diye papirüs ihracını
yasaklıyor. Fakat Pergamon Kralı pes etmiyor, kütüphanesini dönemin en büyüğü yapmak
için mucitlerini devreye sokarak hayvan derisinden parşömeni ürettiriyor. Kaz tüyüyle
parşömene yazılıyor yeni kitaplar.
Babam rüyasında bu dönemin sonrasındaki kral olarak görüyor kendini, tahtta oturuyor.
Kafasındaki tacı hissediyor. Sarayın her yerinde Varolmayan simgesi 0’ı görüyor.
Sütunlarda, heykellerde, çeşmelerin üzerinde... O sırada sarayın devasa kapısı açılıyor ve
içeriye beş kişilik bir grup giriyor. En önde duran adamın elinde üstü ipek örtüyle
örtülmüş bir tepsi var. Beş misafir uzun holde yavaş yavaş yürüyerek krala doğru
yaklaşıyorlar. En öndeki adamı tanıyor babam, parşömenin üretilmesini sağlayan
mucitlerden Antialos. Beşi birden kralın önünde eğiliyorlar, Antialos elindeki tepsiyi
uzatıyor, bir sihirbaz edasıyla tepsinin üzerindeki ipek örtüyü çekiyor.
Tepsinin üzerinde Varolmayan sembolünün işlendiği bir kalem ve bir mürekkep hokkası
görüyor babam. Gümüşi bir kalem, tan kırmızısı bir hokka. Babam kalemin ne olduğunu
bilse de bu obje rüyadaki kral için yabancı. “Bu nedir?” diyor. Mucit “Bana daha rahat
yazabileceğiniz, hiçbir medeniyette olmayan bir yazı aleti emrettiniz. İşte karşınızda
efendim. Bu, kralım, sadece yazmaya, belgelemeye değil, hayalleri yeryüzüne çıkarmaya
da yarayacak eşsiz bir kalem” diyor. Daha sonra ne kadar dayanıklı olduğundan,
mekânizmasında zamanın en komplike makara sisteminden minyatür çıkrıklar
kullandığından, aynı zamanda hafifliğinden ve şıklığından bahsediyor. Yüzünde tribal
dövmeler olan diğer adam, Pergamon’un madencisi Luteryus, kalkıyor ve kalemin dış
kabında kullanılan maddeyi hangi elementleri karıştırıp yaptığını, ortaya çıkan maddenin
dünyada eşinin benzerinin bulunmadığını süslü sözlerle anlatıyor. Ardından aralarındaki
kadın ayağa kalkıyor, kapüşonunu arkaya atarak yüzünü meydana çıkartıyor, yumuşak
ama hipnotize edici bir sesle kalemin kudretinden söz ediyor. “Ben Kâhin Perdu’yum”
diyor ve ekliyor: “Bu kalem, var olmayanı var edecek, yok edileni yokluktan geri
getirecek. Bu kalem ki, gölgelere cisim verecek. Ve bir gün düşler yeraltına saklandığında
bu kalemle var edilen, Var Eden olacak, bu kalem ve bu mürekkeple hayalleri yeniden
gökyüzünün hâkimi yapacak.”
Babam rüyanın bu noktasında eline kalemi alıyor, alır almaz da bütün vücuduna yayılan
bir güç akımıyla sarsılıyor. Kalemin parlak yüzeyi üzerinde gezinen perileri, melekleri,
ejderleri ve gökkuşağı krallıklarını görüyor. Sonra kalemin üzerindeki hayaller yerlerini
kâbuslara bırakıyor; melekler iblislere, periler canavarlara dönüşüyorlar. Vücudunda
gezinen güç de şekil değiştiriyor; kollarındaki damarların gözle görünecek kadar
kabardığını, elindeki damarlardan kapkara bir sıvının vücuduna doğru yayıldığını görüyor.
Dehşetle kalemi bırakıyor elinden.
Kalem yere düşer düşmez, paramparça oluyor, etrafındaki her şey, sütunlar, taht, tüm
saray, etraftaki insanlar da kalem gibi çatlayıp kırılıyor, küle dönüşüp rüzgârda dağılmaya
başlıyorlar. Rüya böyle bir kâbus manzarasıyla sona eriyor.

Babam rüyayı günlüğüne ana hatlarıyla yazdıktan sonra anneme anlatamıyor, hemen
İrfan Akay’la görüşmeye gidiyor. Akay rüyayı büyük bir sevinçle karşılıyor, “Bu bir rüya
değil, bir vahiy. Sana nasıl yaratacağını anlatıyor” diyor. Babam bu noktadan sonra bu
konuda hangi tarafta olduğunu şaşırıyor, yazdığı cümleler noktalanmadan yarım kalıyor,
kafasının karışık olduğu her halinden belli oluyor. O da konuyu bir çözüme
ulaştırmaktansa görmezden gelmeyi tercih ediyor.
Bir aylık süreyi kapsayan iki adet Ece Ajandası sıradan olaylarla dolu. Sonra hiç yok
olmayan “çocuk sahibi olamama” gerilimi yeniden tüm şiddetiyle kendini göstermeye
başlıyor. Bu gerginlikle karışık eksiklik duygusu babamla annemin hayatlarını olduğu
kadar, işlerini de sarsıyor. Yayınevine yetiştirilmesi gereken kitaplara bir türlü
başlanamıyor, çizimler ise istendiği gibi olmuyor. Babam günlüklerinde daha çok kendi
hakkında yazsa da satırlarının arasında aynı evde yaşayan annemin derin acısını
hissedebiliyor; evin bir köşesinde fırçasını kaldırmaya üşenen, çizme, resmetme
güdüsünü tamamen kaybetmiş annem gözlerimin önüne geliyor. Babamın çaresizliği
giderek büyüyor.
Bir gün babam yine o rüyayı görüyor. Sanki rüya ısrarla bir çıkış yolu fısıldıyor gibi...
Babam bu sese kulak veriyor bu defa. Uyanır uyanmaz rüyasını hikâyelendiriyor,
hikâyesinde kalemi en ince ayrıntısına kadar tarif ediyor, sonra yazdıklarını İrfan Akay’a
veriyor ve ondan kalemi üretmesini istiyor. İrfan Akay çok hızlı çalışarak bir hafta
sonrasına kalemi imal ediyor. Kara bir kutunun içinde babama uzatıyor. Babam kalemin
rüyasındakiyle neredeyse birebir aynı olduğunu görerek şaşırıyor, teşekkür edip gidiyor.
Mürekkep hokkasını bir antikacıdan buluyor, hokkayı rüyasındakine benzer biçimde
işliyor, mürekkebi ise kendi üretiyor. Bu konuda kitaplar okuyor ve mürekkebi üretirken
her bileşenini doğadan kendi eliyle topluyor. Bal, yumurta sarısı, mantar gibi
hammaddeleri bir büyücü edasıyla tenceresine, kendi tabiriyle “cadı kazanı”na atıyor.
Mürekkebin koyu mor rengini ısırgan otu, yabani safran kökü ve kendi eliyle avladığı bir
mürekkep balığından elde ediyor. Rüyasında gördüğü mürekkebin kıvamını yakalayınca
hokkasını dolduruyor. Bir yıla yakın sürecek olan inziva hayatlarının hazırlığı böylece sona
ermiş oluyor.

Babam güneyde bir ev tutuyor, yakınında başka bir ev veya yerleşim merkezi olmayan
ıssız bir villa bu. Annemi de ikna ediyor. Taşınmadan önce akrabalarına ve yakın
çevresine “Üzerinde çalıştığımız kitapları bitirmek için bir süre yalnız kalacağız, merak
etmeyin” diyerek açıklıyor bu kaçışı. Herkes bu inziva sürecine annemin hamile kalması
için doktorların tavsiye ettiği “stressiz, her şeyden uzak bir hayat” prensibinden yola
çıkarak başvurduklarını sanıyor.
Aslında bu bir yanılgı değil. Babam gerçekten de annemin hamile kalması için bu uzak
villayı tercih ediyor. Fakat annemi klasik yöntemlerle değil, sıradışı bir yöntemle hamile
bırakmayı deniyor!

Babam önce gerçekliğe doğrudan müdahale edebilecek bir kalemin hayalini kuruyor,
sonra bunu gerçekten yapabildikleri Pergamon Krallığı’nda geçen rüyasında o kalemi ve
mürekkep hokkasını görüyor. Bunu bir vahiy olarak kabul edip kalemin yapımını mucit
arkadaşına bırakıyor. Bir bakıma gerçekçilerin kapadığı kapıyı açmak yerine, hikâye içinde
hikâye yazıp, o hikâyenin içindeki bir objeyi yaratarak arka kapıdan içeri giriyor. Sonra da
hayal dünyalarından ısmarladığı o kalemle bir hikâye yazıyor. Annemi bir kalem ve
mürekkeple hamile bırakıyor! Beni bir hikâyeyle var ediyor...

Varolmayan II
9 Mayıs 2009
Yazılanların gerçekleşmesi için beş şart var demişti bana İrfan Akay. Babamın,
doğaüstü yollarla çocuk sahibi olması için o beş kurala da uyması gerekiyordu.
“İnandırıcı” olması gerekiyordu. Yıllardır çocuk sahibi olamayan bir çiftin şimdi çocuk
sahibi olması için gerçekten sıradışı bir şey yapmaları gerekiyordu, inzivalarının bir amacı
buydu. “İçtenlik” ikinci kuraldı, babam bu yeni eserinde fazlasıyla “içten”di, kalbinden,
beyninden, varoluşunun derinliklerinden çıkmıştı bu hikâyenin fikri. Daha önce yazı
yazmak için hiç bu kadar güçlü bir motivasyonu olmamıştı babamın, hatta belki de
herhangi bir insanın. “Karakterler” önemliydi, iki karakter vardı ve ikisi de hem gerçekti
hem de bir hikâye karakteri olabilecek ilginçlikteydiler. “Yalnızlık” esası atlanmamalıydı.
Yani yazılan hikâye bitmeden başkasına okutulmamalı, ana karakter gerçek hayattan
insanlar tarafından müdahaleye uğramamalıydı. “İnziva” en çok da bu kural yüzünden
tercih edilmişti. Babam, hem kendisini hem annemi bu villaya hapsetmişti. Savaştaymış
gibi, yiyecek ve bir yıl boyunca ihtiyaç duyulabilecek her şey villanın bodrumunda
depolanmıştı.
Bu ıssız ve adeta zamanın durduğu evde, beşinci kural “Zaman ve mekâna uy”mak da
zor olmayacaktı.

Babam birbirine âşık ama sorunları olan iki insanın son derece romantik hikâyesini
yazmaya başladı. Hikâyenin ilk satırlarından itibaren babamın bunu ne kadar büyük bir
tutkuyla yazdığı ortadaydı, James Joyce virtüözlüğünde yazıyordu adeta. Hiç bu kadar
edebi ve derinlikli yazdığını görmemiştim babamın.
Hikâyenin adı “9 Ay, 15 Gün, 3 İnsan” idi. Şehirdeki hayatlarını terk edip kendilerini
çocuk yapmaya adayan bir çiftin hamilelikle birlikte değişen, tuhaflaşan, sonra zamanla
iyileşen hayatlarını anlatıyordu. Çocuk daha ilk günden gerçek bir karakter gibi
hikâyedeki varlığını belli ediyordu. Tam olarak hikâyenin içinde olmasa da karakterlerin
düşüncelerinde, rüyalarında, gündüz düşlerinde, diyaloglarında diğer iki karakter gibi
hikâyeye yön veren bir unsurdu.
Hikâye boyunca çift hiçbir şekilde doktora gitmiyordu. Dışarıdan bir şey alınmıyordu.
Evde televizyon, telefon, radyo asla açılmıyordu.
Hikâyede çocuğun oluşma süreci zarfında en ufak dış etkiye maruz kalmaması,
varoluşunun en ufak şekilde onların etkisi dışına çıkmaması için dış dünyaya kapılarını
kapattıklarını yazmıştı. Fakat ben biliyordum ki, bunun asıl sebebi yazarak var etmenin
en hassas kuralı olan “Yalnızlık” kuralında yatıyordu. Örneğin eğer akrabalarından biri
annemi tesadüfen görmüş olsa, hamile oluşuna şaşıracak ve bu tepki yazılan hikâyede
bazı istenmeyen reaksiyonlara neden olacaktı. Ya yazar bu reaksiyonu ve o reaksiyonu
gösteren karakteri hikâyenin bir parçası haline getirmek zorunda kalacaktı ya da hikâye
inandırıcılığını kaybederek yerle bir olacaktı. Tabii, eğer hikâyedeki karakterler gerçek
insanlar değil, baştan yaratılmış karakterler olsaydı böyle bir kısıtlama şart olmazdı.
Fakat hikâyemizdeki iki insan da etiyle kemiğiyle kanıyla gerçek insanlardı. Sadece
üçüncü karakter yoktan var edilen olacaktı.
Yani ben.
Hikâyeye göre; dokuz ay on günün sonunda annemin doğum sancıları iyice şiddetlendi
ve bir gün babam kitap okurken annem “Geliyor” dedi. O ilk “Geliyor” sözünden sonra
babamın el yazısı kötüleşmeye başlıyordu. Sanki bir yandan başka bir işle uğraşırken,
diğer yandan hikâyeyi devam ettirmeye çalışıyormuş gibiydi. Her sayfayı çevirdiğimde
daha da karman çorman bir yazıyla karşılaştım. Hikâye iyi gidiyordu, her halinden mutlu
sona doğru gittiği anlaşılıyordu. Akıcılığını, duygusal ve felsefi boyutunu aksatmadan
sayfalar doluyordu. Ama babamın yazısı kargacık burgacık olmaya başlamıştı. Bazı
sayfaları dört beş kelimelik kısa bir cümle yazıp çevirmişti. Bazı sayfalarda kurumuş kan
izlerini görmek mümkündü.
Sahne gözlerimin önünde canlandı: Babam bir yandan anneme yardımcı olurken diğer
yandan hikâyesini kalemle, bazen sayfaya bakarak bazen bakmadan yazmaya devam
ediyordu. Bir eliyle çocuğu doğurtmaya çalışırken diğer eliyle yaşananları günlüğüne
yazmaya, yazarak yaşananları etkilemeye çalışıyordu.
Hikâyeye göre çok sıkıntılı bir doğum olmuyordu ve babam doğumun sağlıklı
gerçekleşmesi için tüm doğru hareketleri yapıyordu. Ne de olsa annemle bu villanın
içinde hapis kaldığı günler boyunca, hem hikâyede hem de gerçek hayatta kitaplar
sayesinde doğum yapmanın tüm inceliklerini öğrenmişti. Okuduğum hikâyede de bu
bilgilerini ustalıkla hayata geçiriyor ve başarılı bir doğum gerçekleştiriyordu. Tecrübeli bir
doktor gibi beni annemin rahminden sağ salim çıkarıyordu.
Hikâye mutlu sonla bitecek sanırken çevirdiğim sayfadaki kan oranının giderek artışı
beni endişelendiriyordu. Sayfaları çevirirken korkmaktan kendimi alamıyordum. Eğer
hikâye kötüye gitseydi çevirmeyi göze alamazdım ama adeta masalsı bir sona doğru
ilerlediğinden, bir ümitle sayfaları çevirmeye devam ediyordum. Yazılan cümle “Çocuğu
âşık olduğu eşinin rahminden çekerek kucağına alan Metin’in gözlerindeki ışıltı güneşi
kıskandırıyordu” idi ama bunu yazan el yazısı kan kırmızısı bir korku filmi logosunun titrek
fontlarını hatırlatıyordu. Yazılan cümleler mucizevi bir doğumun güzelliğini anlatırken,
sayfaya saçılmış kan izlerinin tek ifade ettiği şey dehşetti, saf dehşet. Sanki gerçek
hayatta her şey kötü giderken babam kendisini daha mutlu şeyler yazmaya zorluyor
gibiydi.
Hikâyeye göre divanın üzerinde annem beni kucağına alıyor, gülümseyerek babama
bakıyordu. Annenin çocuğuyla göz göze geldiği o an babamın ustalıklı diliyle şiirsel bir
ritüele dönüşüyordu. Fakat el yazısı daha da çirkinleşmeye, sayfalara bulanan kan ise
çoğalmaya devam ediyordu. Sonlara doğru defterin üzerine sıçrayan kan lekeleri
yüzünden zorlukla okunan bir cümle vardı; “Serap sadece oğlunu değil, bir mucizeyi
elinde...”
Cümle yarım kalmıştı.
Günlüğün geri kalan sayfaları bazı kan lekeleri dışında bomboştu.
Olup bitenler gözlerimin önüne geldi: Babam sağ eliyle sorunsuz bir doğum sahnesi
yazarken sol eliyle annemin kanamasını durdurmaya çalışıyordu, sol eli bunu yaparken
sağ eli o korkunç anlarda annemi hayata döndürmek için edebiyatın gücünü kullanmaya
çalışıyordu. Fakat annemin kanaması bir türlü durmuyordu.
Bir süre sonra babam kana bulanan günlüğü bir tarafa fırlatıyor ve annemi taşıyarak
arabaya götürüyor. Hayal dünyasından umudunu keserek gerçekliğe bel bağlıyor ve en
yakın hastaneye en hızlı şekilde gitmeye çalışıyor. Fakat yolda annem son nefesini
veriyor. Tabii, bu hastaneye varıldığında anlaşılıyor. Babama bebeğin nerede olduğunu
soruyorlar, babam evde bıraktığını söylüyor. Şüpheli bir durum olduğu için emniyet
memurları da mevzuya dahil oluyor. Annemin cansız vücuduyla ilgili işlemler
tamamlandıktan sonra bir doktor bir polisle birlikte babama refakat ediyor.
Babam araştırmalarından ve içgüdülerinden biliyor ki, hikâyeyle yaratılan bir karakterin
gerçek dünyadaki ömrü çok fazla değil. Hastaneye gidişi, annemin ölümünün tespiti, polis
soruşturması derken altı saate yakın bir süre zaten geçiyor. Bu demek oluyor ki; bebek,
yani ben kaybolmuş ve geldiğim yokluğa geri dönmüş olabilirim. Bu istenecek en son şey
olur, babam hayattaki en büyük aşkını kaybettikten hemen sonra oğlunu da kaybetmiş
olur, üstüne üstlük oğlunun ölümünden suçlu bulunarak hapsi boylaması da söz konusu.
Bu olasılığı engellemek için babam polis arabasındayken bir not defteri istiyor,
vermiyorlar. Babam kelepçeli eliyle cebindeki kaleme ulaşmaya çalışıyor, bunu
başaramıyor. Eve giriyorlar, ortada bir bebek görünmüyor. Annemin can çekiştiği divanın
üzerindeki kan lekeleri dikkatlerini çekiyor ama babam “İçeride olması gerek” diyerek
onları oradan uzaklaştırıyor. Polis ve doktor başka bir tarafa odaklandığında babam
kelepçeli eliyle cebindeki kaleme ulaşıyor, kalemi çıkarıp avucuna bir cümle yazıyor: “Ve
bir bebek ağlaması duyuldu.”
Bir anda bir bebek ağlaması yükseliyor salondan. Polis ve doktor yatak odasına doğru
yürürlerken, geri dönüyorlar ve biraz önce yanından geçtikleri divanın üzerinde bir kan
gölünün içinde ağlarken buluyorlar bebeği, yani beni. Babamı da yaşadığı şoktan dolayı
suçlayamıyorlar. Doktor beni kontrol ediyor. “Son derece sağlıklı ama bazı testler için
yarın hastanemize getirirseniz seviniriz” diyor. Polis de, doktor da babamın o sırada eliyle
çaktırmadan avucuna bir şeyler yazdığını fark etmiyorlar. Bir şeyler derken, onların
diyaloglarını kastediyorum...
Doktor ve polis gittikten sonra babam beni salondaki beşiğe yerleştiriyor. Çalışma
odasına gidiyor. Bir Ece Ajandası açıp başlıyor yazmaya. Benim nasıl bir bebek olduğumu
tanımlıyor sayfalarca. Arada bir “Bebek çılgınca ağlıyordu, sanki doğarken annesinin
öldüğünü biliyormuşçasına” gibi cümleler yazıyor, benim ağlama sesimi duyarak seviniyor
ve biraz soluklandıktan sonra beni yaratmaya devam ediyor. Bir süre sonra, benimle ilgili
bir şey yazdıktan sonra altı saate yakın bir süre benim var olabildiğimi fark ediyor. Bunu
tespit edince alarmını beş saat sonraya kurarak uyuyor, ilk alarmla uyanınca bir paragraf
bir şey yazıp beş saat sonra uyanmak üzere tekrar yatıyor. Gün boyunca da yazmaya
devam ediyor. Bu zorlu süreç çocukluğum boyunca devam ediyor.
Çocukluğum boyunca babam benimle hiç ilgilenmedi, hep masasında yazı yazdı
diyordum ya...
Günahını almışım!

Baba
10 Mayıs 2009
Babamın günlüklerini karıştırdıkça var edilme sürecimin teknik detaylarını daha da iyi
kavrıyorum. Babam başlangıçta altı saatte bir hakkımda bir şey yazmazsa yavaş yavaş
hiçliğe karıştığımı gözlemlerken, bu zaman diliminin hakkımda daha çok şey yazdıkça
genişlediğinin farkına varıyor. Yedi sekiz yaşıma geldiğimde iki gün bir şey yazmadığı
halde varlığımı sürdürebiliyorum. 16 yaşıma eldiğimde bu süre dört güne çıkıyor. Babam
bunu “Karakterin Oluşma Prensibi” diye açıklıyor. Hayali bir karakter adeta mürekkepten
besleniyor, hakkında yazılan her kelimeyle varlığını koyulaştırıyor ve zamanla hakkında
daha az şey yazılsa da varlığını sürdürme yetisi kazanıyor. Böylece dokuz ay süren bir
hikâyeyle var edilen “bebek ben” en başta hiç yazılmadan altı saat var olabiliyorken, 16
yaşıma gelen “genç ben” hiç yazılmadan dört gün sağ kalabiliyor, var olabiliyorum.
Babam bu prensibi çözmesine rağmen yine de tedbiri elden bırakmıyor ve sürekli benim
hayatıma şekil vermeye devam ediyor.

Hayatımı şöyle bir gözden geçiriyorum da... Okuldan çıkıyordum ve babamı orada bir
yerlerde elinden hiç düşürmediği not defterine bir şeyler yazarken yakalıyordum. Alakalı
alakasız her yerde saplantılı biri gibi yazı yazmasından ne kadar nefret ettiğimi
hatırlıyorum. Şimdi taşlar yerine oturuyor, geçmişimdeki belirsizlikler birer birer netlik
kazanıyor. Bunların en büyüğü elbette; Ezgi! Hayatımın en büyük muammalarından bir
tanesi. Aniden kaybolan ilk aşkım... Tabii ya! Babamla Edward Scissorhands ve Sleepy
Hollow’u izledikten sonra hem Winona Ryder’ı hem Christina Ricci’yi andıran bir kızla
tanışmam tesadüf olabilir miydi? Sleepy Hollow’daki kızı beğendim diye babam onu ilk
aşk maceram için biçilmiş kaftan olarak saptamıştı herhalde. Onu karşıma çıkarmış, ona
âşık olmamı sağlamıştı, bunu yazmıştı. O yüzden kızla ilgili çok az bilgiye sahiptim, o
yüzden kızın ne evini biliyordum, ne telefonunu... O yüzden Ezgi’yi babamla tanıştırmak
üzere eve getirdiğimde babam evde değildi. O yüzden babam öldüğünde Ezgi
kaybolmuştu!
Hayatımın ikinci muamması olan migren ağrıları da yeni bir açıklama kazanıyordu
böylece. Gençken baş ağrılarımın şiddetlendiği zamanları hatırlıyorum da, bunların hep
babamın uyuduğu anlara denk gelmesi tesadüf değildi. O uyanıp yatağının yanında duran
not defterine bir şeyler karaladığında ağrıların durulması da...
Çocukluğuma dair çok az fotoğrafımın olmasının sebebi de bu olsa gerekti. Babam var
ettiği varlığa karşı tuhaf bir korku duyuyordu, beni sevmekte zorlanıyordu. Babamın
gençliğim boyunca beni edebiyattan, sinemadan, hayalgücünün bulaştığı her şeyden uzak
tutmaya çalışması da esrarengiz varoluşumla ilgiliydi. Babam hikâye yazarak geleceği
düzeltebileceğini, annemle birlikte bir çocuk sahibi olabileceğini düşünmüş, karşılığında
yüzüne bakmakta zorlandığı bir oğul, hayatı boyunca unutamayacağı bir acı, tarifsiz bir
pişmanlık kazanmıştı. Oğlunun da aynı kaderi paylaşmasını istemiyordu.
Öldükten sonra mirasında bana yüzlerce günlük bırakmasını şimdi daha iyi anlıyorum.
Ondan sonra, kalemi ondan devralarak kendimi var etmemi istiyordu. İşte tam da bu
yüzden günlük yazmayı bıraktığım dönemlerde migren nöbetleri baş gösteriyor, yine bu
yüzden günlük yazmaya başladığımda migreni yenebiliyordum. Migren bir baş ağrısı
değildi, varoluştan silinme alarmıydı. Sensörlerin beni görmemesi, tuvaletteyken aniden
ışıkların kararması, elimi ne kadar sallasam da çeşmelerin elimi algılayıp su akıtmaması,
metrodaki yürüyen merdiven sensörlerinin beni bazen fark etmemesi... Varlığı yokluğu bir
denir ya, ben oydum.
Tam bunları düşünürken kapı çaldı. Kimin geldiğini biliyordum.
İrfan Kudret Akay gözlük camlarını sildi ve yavaşça onları taktı. Etrafa yayılmış
günlüklere göz attı. Hiçbir şeye şaşırmıyor, sanki ne olmuşsa aynen onun öngördüğü gibi
olmuş bir ifadeyle etrafı kolaçan ediyordu. Her şeyi en başından beri biliyordu ve bana
söylememişti.
Düşüncelerimi okurcasına “Senin hakkındaki gerçeği sana söyleyemezdik” dedi ve nefes
vererek güldü. “Nasıl söyleyebilirdik ki? ‘Sen aslında yoksun, babanın yarattığı bir şeysin’
mi diyecektik? Bu çok riskliydi.”
Bir şey diyemedim, ne diyebilirdim ki... Kendimi düşünüyordum; benzersiz bir yaratılışın
parçasıydım. Ama öte yandan da vardığım bu sonuç ne kadar doğruydu? Diğer
insanlardan bir farkım var mıydı? Beni de diğerleri gibi ailem yaratmış, onlar
şekillendirmişti. Tamam, birinin hayalgücüyle yaratılmış olmak gerçekten akıl terazimin
kaldıramayacağı kadar ağır bir yük ama sonuçta kendi hayal ettiği bir varlık olan Tanrı
tarafından yaratıldığını düşünen insanlar benim içine düştüğümden daha zor bir ikilemle
muhatap değil mi?
Benim varoluşum farklı da olsa, diğerlerinden daha karmaşık değil. O zaman şu an
neden ve kime karşı öfkeliyim? Gözlerimden fışkıran duygu yoğunluğu basit bir kafa
karışıklığından mı ibaret? Yoksa hayatımın büyük kısmının, özellikle de karakterimin inşa
edildiği yılların bir insan tarafından yazıldığı gerçeği mi beni bu büyük öfke haline soktu?
Hayatım başkası tarafından yazılmışsa bu konuda kendimi diğer insanlardan ayırabilir
miydim? Haksızlığa uğramış gibi hissetmem, uzaktan kumandası başkasının elinde olan
bir robot gibi varoluşa isyan etmem için yeterli miydi bu?
Benim dışımdaki herkes Tanrı tarafından yazılmış bir kaderin vitrin mankenliğini
yapmaya razıyken, bir gezegen dolusu insan atacağı her adımın yaratıcısı tarafından
önceden bilindiği eğlencesiz bir kurguda figüranken, babam tarafından yaratılmış ve
yazılmış olmam bir haksızlık mı, yoksa bir lütuf mu? Yaratıcım olan babam öldükten sonra
alınyazımın kalemini ele geçirmemden dolayı öfkeli mi, yoksa şanslı mı hissetmeliydim?
Aslında öfkemin ana kaynağı, her şeyin ötesinde, bu sırrın benden saklanmış olmasıydı.
Diğer varoluş teorilerinde tanrı yarattıysa, kaderi tanrı biçtiyse bunu biliyorlardı, ben ise
hayatımın yarısı boyunca uzaktan kumandamın kimin elinde olduğunu, varoluşumun
kökenini bilmeden kör topal ilerlemiştim bilinmezler dünyasında. İşte buna kızgındım asıl.
İrfan Kudret Akay da bunun farkındaydı. Gözlerimden fışkıran, ellerimi titreten öfkeyi
yatıştırmaya çalıştı sözleriyle:
“Hayalgücüyle yaratılmış bir karaktere bunu söyleyemezsin, bu çok büyük bir paradoksa
yol açar...”
İşte burada yanılıyordu “her şeyi bilen adam”.
“O küçümsediğiniz dinler binlerce yıldır insanlara bir tanrı tarafından yaratıldıklarını
söylüyor. Bir sorun çıkmıyor...”
“Bir sorun çıkmıyor mu? Bu yüzden insanlar potansiyellerini kullanamıyor. Kaderleri
önceden yazıldığı için her şeye kafalarını sallıyorlar. Eğer sana da söyleseydik kendi
hayatının iplerini bırakabilirdin. Ama dünyayı kurtarmak için, kaderine boyun eğen bir
köleye değil, kadere kafa tutan bir kahramana ihtiyacımız vardı.”
Bu sözleriyle öfkemi yatıştırmayı başarmıştı.
“Bu yüzden mi bendeki hayalgücünün diğerlerinden daha güçlü olduğunu
söylüyordunuz?”
“Evet. Sen birçok farklı durumun ve ihtimalin bir araya gelmesiyle oluşan eşsiz bir
varoluşsun. Babanın gördüğü bir rüyadan esinlenerek o özel kalemi yaratışı. Gerçekliğe
müdahale edebilecek bir kalemle yazılan ve tüm kurallara uygun o doğum hikâyesi...
Tüm bunların bir araya gelişi senin mucizevi varoluşuna sebep oldu. Baban bu yolda
anneni feda etti ama seni yarattı. Babanın dehası olağanüstüydü, ölümünden sonra senin
kendini yazmanı sağlayarak bunu gösterdi. Böylece diğer sıfırdan var edilen karakterler
gibi silinip gitmedin. Çocukken seninle çok yakın ilişki kuramasa da o seni çok seviyordu.
Senden korkuyordu da. Senin gücünü tehlikeli buluyordu, o yüzden seni hayal
dünyalarından uzakta tutmaya çalıştı. Fakat giderayak seni yine oraya çekecek hamleyi
yapmasını bildi.”
Hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyordu ve bunun için ölmeme de
gerek kalmamıştı. Tam bu noktada İrfan Akay bir sırrı daha ifşa etti.
“Babanın gördüğü rüyayı okudun değil mi?”
Babamın Pergamon Krallığı’nda beş ulak tarafından yaratılan kalemle karşılaştığı rüyayı
kastediyordu.
“Evet” dedim.
“Orada kâhinin söylediği kehaneti hatırlıyor musun?”
“Çok net değil.”
İrfan Akay benim daha yakın zamanda okuyup da net hatırlamadığım kehaneti
ezberinden okudu:
“Bu kalemle yazılan, var olmayanı var edecek, yok edileni yokluktan geri getirecek.
Yazılarak yaratılan gölgelere cisim verecek. Ve bir gün düşler yeraltına saklandığında Var
Edilen, kalemle ve mürekkeple onları yeniden gökyüzünün hâkimi yapacak.”
Sonra durdu ve bu gizemli mısraların açıklamasını yaptı:
“Gerçek ve tek bir varolmayanın tanımını yapıyordu rüyadaki kehanet. Hayal ürünü bir
peygamber. Bu kehanet yıllarca bize ümit verdi. Bir adam gelecek ve o adam yazdığı her
şeyi anında var ederek hayallerin yüzüne kapatılan kapıyı açacaktı.”
İhtiyar bir süre daha durdu, gözlerini üzerime dikti. “Onun kim olduğunu biliyorsun değil
mi?”
Bildiğimi o da biliyordu.

İşe dönüş
11 Mayıs 2009
Yapılacak çok şey var ama önce iş...

Sabah 6.30’da uyandım. Önce işyerine gitmem lazım, tostumu yaptım, çayımı içtim,
takım elbisemi giydim, kravatımı bilerek unuttum, kulaklıklarımı takıp işyerinin yolunu
tuttum. Girişteki dedektörden geçmeden önce çantamı x-ray cihazına koydum, diğer
tarafa geçip aldım. Kartımı turnikeye gösterdim, kartım yeşil ışığı yakıp turnikeyi
döndürmedi. Bunun sebebini danışmadaki adama sordum. “Bir haftadır işe gelmiyor,
telefonlarınızı açmıyormuşsunuz, kural ihlali sebebiyle kartınız kapatılmış, yöneticiniz
geldiğinde sizinle görüşecek” dedi.
Kısa açıklaması: “Kovulmuştum”.
Yıllardır milyonlarca dolar kazandırdığım şirketim bir hafta onları dışladığım için beni
işten çıkarmıştı. Bu şirketler ne kadar alıngan oluyordu yahu. Yoksa, yoksa benim bir
Varolmayan, hatta o tek gerçek Varolmayan olduğumu mu öğrenmişlerdi? Bilemiyorum.
Ama bu iyiye işaret değil. Bir Varolmayan, hayalperest neslinin yıllardır beklediği hayal
ürünü peygamber olsam da paraya ihtiyacım var.
Dışarı çıktım, arkadaşlarım tek tek içeri girerken ben bir gariban gibi binanın önünde
müdürün gelmesini bekliyordum. Tolga’yı gördüm. Bir tek o benim oradaki varlığımı
görmezden gelemedi.
“Neredesin oğlum sen? Bir haftadır kayıpsın, başına bir şey geldi diye korktum. Polisi
bile aradık. Müdür çok kızdı. İşlemlerini başlattı, seni işten çıkardı sanırım.”
“Evet öyle görünüyor” dedim.
“Ne oldu neredeydin?”
“Boş ver” dedim. Ben de yavaş yavaş bizim organizasyondaki tipler gibi gizemli yanıtlar
vermeye başlamıştım.
“Neyse bak, İsmet bey geldiğinde suyuna git biraz. Senden kolay kolay vazgeçmez.
Özür dile, affedebilir...”
“Bunu yapmamayı tercih ederim” dedim.
“Ne?” dedi şaşkın bir ifadeyle.
“Katip Bartleby’i bilir misin? Onun gibi işte... Özür dilememeyi tercih ederim” dedim.
“Neden bahsediyorsun bilmiyorum ama bir şekilde kendini affettirmelisin yoksa sana bir
daha iş bulamam. Müdürün kolu her yerde, böyle disiplinsizlikler kısa zamanda duyulur,
kimse kendi şirketini zarara sokacak bir adamı kadrosuna katmak istemez. O yüzden ne
yap et, kendini affettir.”
Kafamı salladım, Tolga’nın bu gerçekçi nutuklarından bıkmıştım artık.
“Bunu yapmamayı tercih ederim” dedim.
Tolga “Aman, ne yaparsan yap, bana ne” dedi ve gitti.
“Pis gerçekçi” dedim arkasından, duymadı.

Tabii ki özür dilemeyecektim. Ben Varolmayan’dım. Gidip de rezil bir gerçekçiden af mı


dilenecektim?
Ceketimin iç cebinden kalemimi çıkardım, çantamdan ise bir not defteri. Başladım
yazmaya.
Kısa bir hikâye. Kafkaesk bir bürokrasi hikâyesi. Adı “Patron Koltuğu”. Şu cümleyle
başlıyor: “İşyerleri, çalışmayan patronları için çalışan ‘patron olmayanlar’ın hayatlarının
yüzde seksenini geçirdiği yerlerdir. Bu da bir patron ile ‘patron olmayan’ın hikâyesidir”.
Hikâyenin devamında bizim müdürün hayatına birkaç “ufak ekleme” yaptım, diyelim.
Denetim firmalarına verdiği rüşvetlerle alakalı yazdım, bunun “inandırıcılık” şartına
uygunluğu tartışılmazdı, yazdığım hikâyeden önce zaten İsmet bey’in nasıl vergi
kaçırdığıyla alakalı dedikodular dönüyordu. Dedikodulardan yola çıkmışken özel hayatına
“ufak masum bir ekleme” yapmadan edemedim; patronun karısını aldattığına dair bir yan
hikâye ürettim. Dün gece metresiyle buluştuğu otelde benimle karşılaştığına dair minik
bir enstantaneyi de hikâyeye yedirdim.
Yazdığım son birkaç hikâye gerçeğe sirayet etmemişti ama bu hikâyeyi Varolmayan
olduğumu öğrendikten sonra, gücümün doruğundayken yazmıştım. Eğer hikâyem
gerçekliğe müdahale edebilirse az sonra beni dışarıda gören müdür gülümseyerek
yanıma gelecek ve karısına ötmemem için beni yeniden işe alacaktı.
Öyle de oldu. Tolga ve tüm şirket çalışanlarının şaşkın bakışları arasında masama doğru
yürüdüm. Bir gerçekçiden özür dilememiştim, tam tersine o benden özür dilemişti.

Maske düştü
12 Mayıs 2009
Dünkü başarım elbette ki İrfan Kudret Akay’ın kulağına gitti, o yüzden binaya gelmem
için Bisikletçi’yle haber yolladı. İşten erken çıkıp (müdür artık parmağımın ucundaydı)
araba mezarlığına gittim.
İrfan Akay her zamanki gibi bir çiklet ikram ettikten sonra “Artık dünyayı
değiştirebilirsin...” dedi ve gözleriyle kalemi işaret etti.

Bu defa fantastik oyunlardan veya etkisi yıllar sonra fark edilecek olaylar serisinden
daha çok, hayalperestleri hemen “1-0” öne geçirecek bir gol atma peşine düştüm.
Kısacası bodoslama daldım sisteme. Amerikan politik komplo romanlarını anımsatan bir
hikâye yazdım. Adı “Maske Düştü” idi. Hikâyenin sonunda dini kullanarak yükselen bir
politikacının aslında çoktandır dini inançlarını yitirdiğine dair bir görüntü kaydı
televizyonlara sızıyordu. Politikacı dinsizliğiyle meşhur bir bilim insanıyla konuşuyor ve
kaç zamandır namaz kılmadığından, tanrıya olan inancını sorguladığından bahsediyordu.
Fakat bunu tıpkı diğer yüzlerce politikacı gibi kamuoyuyla paylaşamadığından dem
vuruyordu.
Bu da o politikacı üzerinden dindar kimlikleriyle öne çıkan tüm politikacıların halk
tarafından güvenilirliğini yitirmesiyle sonuçlanıyordu.
Hikâyeye son noktayı koyduğumda çok mutluydum çünkü bu defa bu hikâyenin
gerçekleşeceğinden ve devrimimizde önemli bir rol oynayacağından adım kadar emindim.
Şimdiden gazetelerdeki “İman Yolu’nun Susurluk Durağı” gibi başlıkları görebiliyordum.

Varolmayan vakalar dedektifi


13 Mayıs 2009
Sıradan bir insan varoluşunu sorgularken Descartes’den alıntı yapar, “Düşünüyorum
öyleyse varım” der, ya da Shakespeare’den destek alır, “Olmak ya da olmamak işte tüm
mesele bu” der, ondan önce başkalarının da bu dipsiz kuyunun girintilerinde yolculuk
ettiğini bilerek kendi çaresizliğine teselli arar ya, peki normal yöntemlerin dışında var
olan, gerçek ve tek Varolmayan, hayal edilerek yapılan biri bununla nasıl başa çıkabilir?
Tek yol var; var ederek, kendisi gibi insanlar, kendi öngördüğü gibi olaylar yaratarak...
Ben de bunu yapıyordum, tanrıcılık oynayarak varoluşuma anlam ve mantık katmaya
çalışıyordum.
Fakat bir sorun vardı; beceremiyordum.
İşte yine çalışma odamda, gazeteleri masama yığmış, sayfalar arasında gezinerek dün
yazdığım hikâyeye dair bir emare arıyor ve bulamıyordum. Bir kısmını hışımla yere, bir
kısmını da yırtarak çöp kutusuna fırlatmıştım. Boş boş bu dağınıklığa bakıyor ve daha
önce olduğu gibi bir kahve sızıntısının veya bir mürekkep akıntısının bana göremediğim
şeyi göstermesini diliyordum.
Var etme kaidelerini düşünmeye başladım, uymadığım, çiğnediğim bir şart var mı
diye... Bir hikâyeme, bir “Beş Şartlar Listesi”ne bakıyordum ama bir eksik gedik
bulamıyordum. En çok “samimiyet” şartına takılmıştım çünkü hayalperest devrimle
doğrudan ilgili hikâyelerim gerçeğe işlemezken, kendimden yola çıkarak kendim için
yazdığım hikâyeler gerçeğe işliyordu. “Varol’un Eldivenleri”, “Dişi Korsanın Esrarengiz
Hikâyesi”, “Geber İt!”, organizasyona katılmadan önce hayata geçirdiğim hikâyelerdi.
“Patron Koltuğu” ise patronun bana müsamaha göstermesine yol açmıştı. Oysa İrfan
Akay’ın öğretilerine göre tam tersine, kendime kazanç sağlayan hikâyelerin gerçekleşme
oranı daha düşüktü. Ona göre hikâyeler hayalperest manifestoya hizmet etmeliydi. O
öyle söylese de, ne zaman organizasyonun amaçlarına ulaşması için bir hikâye
kurgulasam o, gerçekliğin katı kabuğunu kırıp içeri sızamıyordu. Burada kendimi
sorgulamalıydım belki de, organizasyona ve onların hedeflerine ne kadar inanıyordum?
Babamın kurduğu bir organizasyon olsa da sonradan el değiştirmiş ve İrfan Akay’ın
kontrolüne geçmişti. Babamın hedeflediği amaçtan uzaklaşmış mıydı acaba? Belki de
babam ben küçükken benim hayal dünyalarına kapılmamı bu yüzden istemiyordu, eğer o
yola girersem eninde sonunda bu organizasyonun bir parçası olacaktım. Organizasyonda
ters giden bir şey mi vardı? Hâlâ Varolmayanlar’la ilgili o kadar sır vardı ki... Binada
girmediğim odalarda neler yapılıyordu mesela? Eskiden orada da benim gibi insanlar var
ve bütün gün hayallerini yazıya dökerek onları gerçek kılmaya çalışıyorlar diye
düşünüyordum, fakat şimdi bu güce bir tek benim sahip olduğum düşünülürse, o odalarda
başka şeyler yapılıyor olmalıydı. Yoksa o odalarda da sanal mastürbasyon mu
yapılıyordu? Hem bu binanın ve organizasyonun zararları nasıl karşılanıyordu, bu
değirmenin suyu nasıl dönüyordu? Kasko yeterli olabilir miydi? Yoksa sperm bankasına mı
çalışıyordu oradaki mastürbasyon makineleri? Baştan beri şüpheci davrandığım bu
organizasyon nasıl bir anda güvenimi kazanmıştı da kendimi tamamen onların eline
teslim etmiştim?
Bu ve bunun gibi sorular üzerime geldikçe işi gücü bıraktım, araba mezarlığına doğru
yola çıktım. Hiç bu kadar erken saatte oraya gitmemiştim. Özellikle mezarlığın ana
kapısına yaklaşmadım, kapının üç kilometre gerisinde, dikenli tellerin ayrık durduğu bir
yerden eğilerek girdim. Hayalperest kalesine beklenmedik bir yönden yaklaşacaktım.
Mezarlığın arka bölümü çöplükten farksız, diğer tarafta olduğu gibi temiz patikalar yok.
O yüzden burnumun direğini zorlayan bir koku eşliğinde, çöplerin üzerinde bir süre
yürüdüm. Benim geldiğimi fark etmelerini istemiyordum, bir kere olsun ben yokken
hayalcilerin kalesinde neler döndüğünü görmek istiyordum. Tam bir tepeyi aşıp binanın
saklandığı hurda yığınını görmek üzereyken ağır bir aracın sesini duydum. Sesin geldiği
yöne baktığımda gri bir kamyonun üsse doğru ilerlediğini fark ettim. Araç, piramit
şeklindeki hurda yığınına yaklaştığında durdu. Kornaya bastı. Birkaç dakika sonra bir vinç
geldi ve Anadol ile üzerindeki BMW’yi geri çekti, üstteki arabaları ise çatalıyla havada
tuttu. Diğer vinç Anadol ve BMW’yi kenara çekti. Açılan boşluktan İrfan Akay, Balıkçı,
Albino, Ajan ve bir düzineye yakın Varolmayan çıktı.
Kamyonun arkası açıldı; görebildiğim kadarıyla tamamen kutularla doluydu. İrfan Akay
kutulara şöyle bir baktı ve sonra kamyonun şoförüne bir James Bond çantası uzattı. Şoför
dizlerinin üzerinde çantayı açtı, içinde yüklü miktarda para vardı.
Sonra taşıma işlemi başladı. Varolmayanlar kutuları tek tek kamyondan çıkardılar,
sırtlayıp üsse sokmaya başladılar. Amon Amarth tişörtlü iri Varolmayan bir kutuyu içeri
sokmak üzereyken İrfan Akay onu durdurdu. Kutuyu açmasını istedi. Eleman açtı kutuyu.
Ben organizasyonla ilgili büyük bir sırrı deşifre ettiğimi sanırken, kutuların içinde
uyuşturucu veya benzeri bir madde olduğunu hayal ederken tam bir hüsrana uğramıştım.
Kutu, üzerinde Varolmayan logosu olan bir sürü çiklet kutusuyla doluydu. İrfan Akay
minik çiklet kutularından birini açtı, bir tane çikleti ağzına attı. Çiğnemeye başladı. Birkaç
saniye sonra yüzüne bir gülümseme yayıldı. Dudaklarını okudum; “Tamamdır” dedi ve
durdurduğu hayalperestin sırtını sıvazlayarak kutu taşıma işlemini devam ettirdi.
O salak gülümsemeye takıldı aklım. Çiklet ne kadar güzel olursa olsun bir insanın
yüzüne sarhoş veya uçmuş bir adamın gülümsemesini yapıştırır mıydı? Peki ya, gerçekten
en başta düşündüğüm gibi taşınan şey, yani o çikletler uyuşturucu olabilir miydi? Hemen
geçmişimi taradım: Ne zaman binaya girsem birinden biri mutlaka bana çiklet ikram
ediyordu ve ben de hiç geri çevirmiyordum. Biraz daha düşündüm, geçmişin kareleri bir
bir aklıma hücum etmeye başladı. Ne zaman organizasyona olan inancımı kaybetmeye
başlasam bana uzatılan o çiklet kutularını anımsadım, tam da çikleti çiğnedikten sonra
tekrar burada yürütülen eylemlere kendimi kaptırdığımı, binadan çıkarken mutlaka
çikletimi çıkıştaki çöp kutusuna tükürmem gerektiğini söyleyen adamı hatırladım... Çiklet
gerçekten de Varolmayanlar’ı kontrol etmek için imal edilmiş gizli bir uyuşturucu olabilir
miydi? Mucit İrfan Akay’ın son icadı mıydı?
Birden aklıma geldi. Varolmayan kuramlarını anlatan belgeseli izlerken, filmde olup
bitenlere daha iyi odaklanabilmek için, ağzımda dolaşan çikleti çaktırmadan çıkarıp
cebimdeki fatura kâğıdına sarmıştım. Hatta çikleti çıkardıktan sonra belgeseldeki
hikâyeye olan inancımı yitirmiş, binadan kovulmama sebep olan eleştirilerimi yapmıştım.
Eğer çiklet hâlâ cebimdeyse onu birilerine inceletebilirdim. Baktım cebime, yoktu. Diğer
pantolonlarımdan birinde olsa gerekti.
Eve döner dönmez çamaşır sepetine koştum, sepetin kapağı artık içindeki kalabalıktan
dolayı kapanamıyordu. Kirli çamaşırları çizgi roman karakteri edasıyla bir bir etrafa fırlatıp
aradığım pantolonu ve cebindeki çiklet paketimi buldum. Fatura kâğıdıyla bütünleşmişti
ama yine de iş görürdü. İstanbul Üniversitesi’nin kimya bölümünde öğretim görevlisi olan
bir arkadaşım vardı, hemen onun Beyazıt’taki laboratuvarına gittim. Uzun zamandır
görmediğim bir arkadaşımdı Utku. Katılması gereken dersi iptal edip, benim numuneyi
incelemeye başladı.
Bir saat süren testlerden sonra tahminlerimin de ötesinde bir sonuç çıktı. Çiklet sadece
bir çiklet değildi. İçinde birçok uyuşturucudan izler vardı. Fakat çikletin asıl etkisi içerdiği
MDMA ve sihirli mantar dokusuydu. İrfan Akay resmen ecstasy ve magic mushroom’dan
yeni bir uyuşturucu yaratmıştı. Söylediğine göre çok güçlü bir uyuşturucu değildi. En fazla
“uykuyla uyanıklık” arasında hissettiğimize benzer bir etki bırakabilirdi. Bu etki İrfan
Kudret Akay’a yeterliydi. Sıfırlar kitabı için hipnoz iddiasını ortaya atanlar haklıydı belki
de, hipnoz da uyku-uyanıklık arası hâlin yapay bir şekilde oluşturulmasıydı sonuçta.
Utku, “Böyle bir şeyi yapabilmesi için dâhi olması lazım, kolay bir formül değil” dedi.
İrfan Akay bir dâhiydi, ona şüphe yoktu. Utku, “Bunu polise söylemelisin” dedi. Ben bu
fikre karşıydım. Varolmayanlar’ın hedefleri hâlâ benim de hedeflerimdi ve bu konuda
mantıklı bir açıklamaları olabilirdi. Laboratuvardan çıkmadan önce Utku bana son bir şey
söyledi: “Bak şunu da söylemeliyim, bir çiklette gerçekten çok az bir doz var. Yani
bağımlı yapmaz. Etkisi vardır ama çok düşüktür.” Sezgilerimde yanılmamıştım, ikram
ettiği çikletlerde uyuşturucu olsa da dozları düşüktü. İrfan Akay bunları öğrencilerine
kullandırırken iyi bir amaca sahip olabilirdi. Varolmayan binasında bir şey öğrendiysem de
o; hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığıydı.
Şimdi bunu test etmenin sırasıydı.
Akşam iş çıkışında normal güzergâhtan araba mezarlığındaki üssümüze gittim. İçeri
girdiğimde Albino bana çiklet ikram etti. Bir tane aldım, attım ağzıma, hiç çiğnemedim,
birkaç adım attıktan sonra çaktırmadan elime alıp avucumda sakladım çikleti. Bir yandan
da çiğner gibi yapmaya devam ettim, yine kimsenin bakmadığı bir sırada çikleti
gömleğimin iç tarafına yapıştırdım. Tam o esnada benim için ayırdıkları odaya gelmiştik
bile, İrfan Akay içerideydi. Dün yazdığım hikâyenin gerçekleşmemesinden dolayı sitemkâr
bir tavır içinde olacağını düşünürken, tam tersine, olumlu görünüyordu.
“Dün yazdıkların gerçekleşmemiş olabilir ama doğru yoldasın, bunu hissediyorum.”
Sonra pikabı gösterdi. “Senin için yeni plaklar ayırdık, hepsi aradığın albümler. Onları
dinleyerek harika şeyler yazacağından şüphem yok.”
Şaşılacak derecedeki pozitifliği beni rahatlatması gerekirken, gerdi. Hikâye yazmam için
beni odamda yalnız bıraktıktan sonra ilk işim plaklara bakmak oldu. Helloween’in Michael
Kiske’yle kaydettiği hiç duymadığım 2008 tarihli bir albüm, Iron Maiden’ın MS hastası olan
eski davulcuları Clive Burr ile kaydettiği 1987 tarihli bir single vardı mesela. Ama elim
uzun süredir aradığım Control Denied’ın bizim dünyada yayınlanmamış “When Man and
Machine Collide” isimli plağına gitti. Kapağı eski bir albümlerinin kapağını andırıyordu.
Plağı çaldığımda ise başka bir şey keşfettim, bu ilk albümlerinin bir başka versiyonu
gibiydi. Sanki o albümün kayıtlarını, birkaç miks numarasıyla karıştırmışlardı, mesela bir
şarkının nakaratını başka bir şarkının kıta vokalinden sonrasına yerleştirmek gibi hilelere
başvurmuşlardı. Hemen daha önce dinleyip odamdaki koleksiyonuma attığım Dr.Skull’ın
dünyada yayınlanmamış albümünü koydum pikaba, daha önce beni büyüleyen, adeta
müzikal orgazm yaratan albüm de aynı şekilde sahteydi. Sonra hatırladım, o
kütüphanede bana kırmızı çikletlerden verdiklerini. Kırmızı çiklet mavilerden daha etkili
olmalıydı, böylece bir nevi halüsinasyon görmemi sağlayarak, miks ettikleri albümü yeni
bir albüm gibi dinletiyorlardı bana!
Hiçbir şey göründüğü gibi olmadığı gibi, duyulduğu gibi de değildi demek.
Zamanla yapbozun parçaları bir araya gelerek tüm resmi daha net bir şekilde gösterir
olmuştu. O sanal mastürbasyon odaları... Oraya girmeden önce de sarı çiklet veriyorlardı,
orada yaşanan zevkin de uyuşturucu kökenli olduğunu anlamış oldum böylece. İrfan
Kudret Akay kendi uçuk teorilerine inanmalarını sağlamak için buradaki insanlara
çaktırmadan uyuşturucu veriyordu. Uyuşturucuyla onları kontrol ediyor ve maddeye
olmasa bile kendisine, burada kurduğu masal dünyasına bağımlı hale getiriyordu.
Gene de hâlâ oturmayan taşlar, bu koca resimde yerleşmeyen yapboz parçaları vardı.
Her şey bir yalan mıydı? Babamın bu organizasyonun kurucusu ve fikir babası olması?
Zamanında hayalperestlerin gerçekliğe hükmettikleri ama kapının kapanmasından sonra
ikinci sınıf insan olmaları? Tüm o hayalperest manifesto hayal ürünü müydü? Ya benim,
babamın hayalgücüyle var edilmiş olan gerçek ve tek Varolmayan olmam? Bunlar da
çikletle kafam iyiyken inandığım İrfan Akay safsatalarından mıydı? İrfan Akay’ın kurgu
dünyası ile gerçek dünyanın sınırı neredeydi?!
Bu sorular kafamda ağırlıklarını artırdıkça bir hikâye yazmam da o kadar zorlaşıyordu.
Dışarı çıkmaya ve araştırmaya karar verdim. Fakat sonuçta ben Varolmayan’dım, seçilmiş
kişiydim, buradaki herkes beni tanıyordu, öyle rahat rahat her yerde gezemezdim. Kılık
değiştirmem gerekiyordu. Odaya şöyle bir göz attım, kılık değiştirmek için
kullanabileceğim hiçbir şey yoktu. Sonra gözüm mürekkep hokkasına takıldı. Bana
aldıkları o yeni hokkaya. Hokkanın kapağını açıp o koyu lacivert sıvıya baktım. Sonra da
aklıma hayalcilerden biri geldi; yüzünde kocaman bir doğum lekesi olan kız: Gorbaçov.
Benim için yaptırdıkları yeni altın rengi mürekkep hokkasının kapağını açtım, içindeki
mürekkebi yüzümün sağ tarafından akıttım. Koyu bir mürekkepti, o yüzden akarken tıpkı
bir doğum lekesi gibi iz bırakıyordu. Sonra masadaki makasla pantolonumu kesip, şort
yaptım. Saçlarımı da dağıttım. Binaya girerken pantolonlu, işadamından bozma, sıradan
görünümlü biriydim, şimdi şortlu ve doğum lekeli bambaşka bir hayalci olmuştum.
Çıktım dışarı. Koridorda yürümeye başladım. Kimse beni fark etmemiş görünüyordu,
yüzümdeki sahte doğum lekesi yanımdan geçenlerin uzun süre bana bakmamasını
sağlıyordu. Planım mükemmel işliyordu fakat bir an evvel elips kapılı odalarda ne
yaptıklarını öğrenmem gerekiyordu. Daha ıssız olan bir koridora doğru yol aldım.
Yürürken bir şey fark ettim, çiklet çiğnemediğim için zihnim çok açıktı ve şimdi buradaki
insanlara bu gözle baktığımda hepsinin kafasının uçuşta olduğunu fark edebiliyordum.
Hepsi bir rüyanın içinde yürüyormuş gibiydiler, hareketleri yavaş, yüzleri olağandışı bir
şekilde güleç, kısacası hepsi az çok “kelle”ydi.
Birkaç kapıyı kimselere çaktırmadan zorladım fakat açamadım. Sonra kapıların açılma
sistemini uzaktan gözlemlemeye başladım, Varolmayanlar bileklerindeki kol saatlerini
göstererek giriş yapıyorlardı. Hayret, bana, yani düşsel mesihlerine o saatlerden
vermemişlerdi. Demek ki gerçekten benden bir şeyler saklıyorlardı. Sonra kapıların,
içeriden birisi çıktığında, tekrar kapanmadan önce birkaç saniye açık kaldığını fark ettim.
Gözümü kestirdiğim bir odadan bir hayalperest çıktığında kapıyı kapanmadan çevik bir
hareketle ayağımla tuttum, önce sağıma, sonra soluma bakıp kendimi odanın içine attım.
İçeride iki hayalperest ellerindeki gamepad’lerle oyun oynuyordu! Popüler role playing
game’lerden biri dev ekrana yansıyordu. Bana baktılar, sonra hemen ekrana bakmaya
devam ettiler. “Bu oyunda iyi değilim” diyerek dışarı çıktım. Benden sonra aynı odaya bir
başkası girdi, bu defa kol saatini göstererek, ama benim araya sıvıştığımı kimse fark
etmemişti. Aynı taktikle diğer bir odaya girdim, orada da başka bir oyun oynuyorlardı.
Sonraki odada kulak misafiri olduğum bir konuşma burada karşılaştığım absürt gizemi
çözmemi sağladı. İçlerinden bir tanesi oyunu oynarken “Bu performanstan normalin iki
katı para alması lazım” demişti. Burada kendileri için oynamıyorlardı, organizasyon
dışındaki insanların yarattığı karakterler adına oynayarak onların gelişmesini,
güçlenmesini sağlıyorlardı ve bunun karşılığında organizasyona para kazandırıyorlardı.
Role playing oyunlarıyla aram iyi olmasa da bunu ticarete dönüştüren bazı internet
kafelerin olduğunu duymuştum, burası ise bunu gerçek bir pazar haline getirmişti. Bir
yandan da mantıklıydı, buraya üye olanların hayal güçleri çok gelişmişti, bu iş için biçilmiş
kaftandılar.
Tamam, bu odalarda karşılaştıklarım organizasyon hakkındaki “hilebaz” imajını
bozmamıştı ama yine de son tahlilde oyun oynuyorlardı, daha fazlası değil. Peki ya diğer
odalar?
Araştırmaya devam ettim ve organizasyonun kirli çamaşırlarını bir bir serdim. Burası
aslında sandığım gibi dışarıdaki sisteme alternatif yaratma peşinde değildi, mesela bazı
odalarda dışarıdaki reklam ajanslarından gelen metin yazarlarına yeni fikirler veriliyor,
karşılığında para alınıyordu. Bilgisayar oyunları örgütün bir diğer önemli kazancıydı.
Konsol oyunları, pc oyunları, online oyunlar, tanınan tanınmayan birçok oyunun
tohumunun atıldığı yer burasıydı. Varolmayanlar bu oyunların kurgulanmasında olduğu
kadar programlanmasında da görev alıyorlardı. Daha da kötüsü, pazarlaması ve satışı da
büyük ölçüde örgütün Türkiye ayağı üzerinden yürütülüyordu. Burada rahatsız olduğum
konu, bu oyunların insanların hayalgücünü tetikleyecek oyunlar olduğu kadar, onların
hayalgücünü tembelleştirecek, hatta onları hayalgücünden uzaklaştırıp gerçeklere
yaklaştıracak şekilde vurdulu kırdılı oyunlardan ibaret olmasıydı.
İrfan Akay buraya topladığı hayalperestlerin hayal güçlerinden son damlasına kadar
faydalanıyordu ama bunu hayal dünyasını güçlendirmek amacıyla mı, yoksa güç
kazanmak amacıyla mı yaptığı tartışılırdı.
İnternet üzerinden oynanan oyunlar organizasyonun kazanç sisteminin belkemiğini
oluşturuyordu. Birçok bahis sitesi ellerindeydi, futbol, basketbol, Amerikan futbolu gibi
branşlardan muazzam paralar kazanıyorlardı.
Çok büyük bir odaya girdim, orada film indirme siteleri idare ediliyordu. Oranın başında
Axxo lakaplı hayalci vardı. Ben meraklı gözlerle oradaki tesisatı gözlemlerken bana
sistemi anlattı. “Buradan tüm dünyaya daha önce fark etmedikleri ve daha çok da bizim
manifestomuzu yayan filmleri sürüyoruz. Biz olmasak sinema Hollywood
bombardımanıyla yozlaşmış bir yolda ilerliyor olacaktı. Sayemizde iyi, bağımsız ve ucuz
yapımlar da seyirciye ulaşmayı başardı” dedi. Bir başka odada bunalti.com’un sahiplerini
gördüm, müzik download sisteminin başındaydılar. Anladığım kadarıyla torrent siteleri,
link uzantılı download sitelerinin kaynağı hep burasıydı. Onlar da kendileriyle
övünüyordu, “Dayama müzikler sayemizde tarihe karıştı” diyorlardı. Bir yandan sitenin
teknik meseleleriyle uğraşırken diğer yandan “Aşkı pazarlayıp duruyordu onların yapay
müziği. Düşleri orada da ekarte etmişlerdi” diyerek kendi mücadelelerini yüceltiyorlardı.
Ama böyle propagandalara artık karnım toktu.
Bazı odalarda televizyon kanallarına dizi senaryosu yazılıyordu. Bir şey dikkatimi çekti;
dizi ve reklam senaryolarını yazarken hipnoz teknikleri kullanıyorlardı. Gizli mesajlar veya
duyulmayacak frekanstaki seslerle henüz kendisinin hayalperest olduğunun farkına
varmayanlara birliğe katılmaları için çağrıda bulunuyorlardı. Tekrar kelimeler, tekrar
olaylar, hipnotik görsel imgeler ve seslerle hem insanları televizyona ve internete
bağlıyor, hem de kimseye sezdirmeden kendi reklamlarını yapıyorlardı.
Bu organizasyon hiç de sandığım gibi masum değildi. Sisteme saydırırken ondan
besleniyor, bir o kadar da sistemi besliyorlardı.
Dedektifliğimi bir süre daha devam ettirdim, organizasyonun çevirdiği dolapları bir bir
ortaya çıkarmıştım. En başta burasını hayallerle dünyayı değiştirmeye çalışan hayalperest
hareketin merkezi olarak görüyordum, şimdi ise üçkâğıtçılar ve haydutlardan ibaret kâr
ve zevk amaçlı bir imalathaneden farkı yoktu. En çok garipsediğim şey, buradaki herkesin
bu sisteme boyun eğmiş olmasıydı. Dünyayı değiştirmeye ant içen, iyiliğin tarafında
olduğunu iddia eden hayalcilerden biri bile buradaki sistemin tersliğine uyanmamış
mıydı? Yoksa hepsi de sakızın uyuşturucu etkisi altında mıydılar? Tek suçlu onları
uyuşturan ve abuk sabuk söylemleriyle hipnotize eden İrfan Akay mıydı?
Devrim apartmanının gizli koridorlarında araştırmamı sürdürdüm. Merak ettiğim
odaların neredeyse hepsine girmeyi başardım ve içeride neler döndüğüne şahit oldum.
Bari bir odada öykü yazarak dünyayı değiştirmeye çalışan bir genç görseydim! Yoktu.
Burada dönen işlerin hayalgücü dünyasının yüzüne kapatılan kapıyı (eğer öyle bir kapı
varsa!) açmakla bir ilgisi yoktu. Çoğalmakla, daha çok kazanmakla, büyümekle, gücü
artırmakla bir ilgisi vardı. İnterneti yaratan siberpunk romanlarının, küresel ısınmaya
dikkat çeken bilimkurgu öykülerinin ve ekonomik sistemin tersliğine uyandıran filmlerin
kaynağı burası değildi. Burası da bir şirketti, çarkları hayallerle dönen...
Dedektifliğim sona ermişti. Son bir odaya girme gafletinde bulundum. Burası bir altyazı
sitesinin idare komuta odasıydı. Orada bir gençle tanıştım, “Adım Rıza ama beni Mona
Rıza diye bilirler” dedi. Axxo’nun benzeri bir şey söyledi Mona Rıza; “Buradan tüm
dünyaya daha önce fark etmedikleri ve daha çok da bizim manifestomuzu yayan filmlerin
altyazılarını dağıtıyoruz.” Hep merak etmiştim, bu internet altyazıcıları neden karşılıksız
bir şekilde hayli zor olan çeviri işini yapıyorlar diye... Meğer o da hayalperest devrimin bir
parçasıymış. Devrim? Bunun hâlâ bir devrim olduğunu söyleyebilir miydim? Mona Rıza
düşüncelerimi okurcasına “Bazen bize hırsız diyorlar ama dünyayı nasıl değiştirdiğimizi
ben görebiliyorum. Eskiden filmler vizyona giren veya özel televizyonların boktan seçici
kurulları tarafından saptananlarla sınırlıydı. Artık sayemizde insanlar istedikleri filmlere
ulaşabiliyorlar. Peliküle işlenen hayaller dil, ırk, sınır tanımadan dolaşıyor, artık hepsi
özgür.” Mona Rıza konuşurken bir anda odanın diğer tarafında duran Ajan’ı fark ettim.
Panikledim, hemen odadan çıkmak istedim ama Mona Rıza izin vermiyordu, nefes
almaksızın konuşuyor, altyazıları çevirirken ne kadar yüce prensiplere sahip olduğundan
falan söz ederek kendini övüp duruyordu, ben de hem ona kafa sallıyordum hem de
Ajan’ın bakış açısına girmemek için pozisyonumu değiştirip duruyordum. Her ne kadar
doğum lekesiyle kendimi kamufle etsem de Ajan’ın gözünden bir şey kaçmayacağını
biliyordum. Mona Rıza’dan bir şekilde kurtuldum, odanın kapısından tam çıkacakken
karşıdan Gorbaçov’un geldiğini gördüm. O da beni gördü.
Şimdi belirteci doğum lekesi olan iki Varolmayan, karşılıklı duruyorduk ve hayalcilerle
gerçekçileri ayırma derslerinde anlatılan kaideye göre ikimizden biri kolpaydı. Ajan bizi
fark etti. Ve hangimizin kolpa olduğunu anlaması uzun sürmedi.
Çok pis yakalanmıştım. O son odaya girmeyip kendi odama dönseydim şimdi çok büyük
bir avantaja sahip olurdum ama henüz bir zaman makinesi hikâyesi yazmadığıma göre
geçmişe dönemezdim. Şu anda İrfan Akay’ın huzurundaydım, bana yönelttiği “Ne
yapıyordun o odada?” sorusunun yanıtı üzerinde düşünüyordum. Ben onu düşünürken
daha da zor bir soru geldi; “Ve tabii ki diğer odalarda?” Masasının arkasındaki elips
pencere yuvarlak kamera görüntülerine bölündü, her birinde doğum lekeli halimin farklı
odalarda dedektif gibi sinsi sinsi gezindiğine dair görüntüler oynuyordu. Odada Ajan,
Patenci, Balıkçı, Albino ve Gorbaçov vardı. Gorbaçov özellikle daha sert bakıyordu, sanki
kalıtımsal özelliğini taklit ederek onu küçük düşürmüşüm gibi bir kin okunuyordu
gözlerinden.
Savunma dilekçemi kafamda kurmaya başlamıştım ama bir türlü netleştiremiyordum,
derken neden kendimi savunuyorum ki diye iç dünyamda celallendim ve konuşmaya
başladım. “Unutulmamalı ki, burası babamın kurduğu bir organizasyon. Ve yine
unutulmamalı ki, buradaki tek gerçek Varolmayan benim. Buranın nasıl işlediğini görmek
en büyük hakkım.”
İrfan Akay şaşırmış görünüyordu.
“Bunu bize sorabilirdin. Yüzünü boyayıp etrafta dolaşman... Olmadı be... Sana nasıl
inanacak bu kadar adam şimdi...” dedi yaşlı adam.
“İnanıp inanmamaları umrumda değil.”
“Sorun da bu zaten. Umrunda değiliz. Bu devrim senin umrunda değil! O yüzden
yazdıkların gerçekleşmiyor. Sana her şeyi verdik, en büyük sırrı anlattık, boktan hayatını
düzelttik, umut verdik, gerçek arkadaşlar verdik ama sen davamıza inanmadığın için
yazdıkların bir halta yaramıyor!”
İrfan Akay, laf düellosunda öne geçmişti. Ama pes etmeye niyetim yoktu.
“Sen bana burasını daha farklı anlatmıştın. Burada hayal kurduğumuzu ve buranın dış
dünyayı değiştireceğini söylüyordun. Daha barışçıl, daha adil, daha iyi bir hayatı
düşlediğinizi iddia ettin. Bunun için çalıştığınızı söyledin. Ama nereye bakarsam bakayım,
daha fazla para, daha fazla güç için yapılan çalışmalar gördüm. Buradaki tek hayal işçisi
benmişim meğer.”
İhtiyar duraksadı bir süre, pantolon askılarıyla oynadı.
“Anlamıyorsun değil mi? İlk geldiğinde burası nedir, bu insanlar kimdir diye sormuştun
ya. Yanıtlayayım, biz bir orduyuz. Çünkü bu sadece bir devrim değil. Bu bir savaş!”
İhtiyarın sesi bir generali andırmaya başlamıştı, ürkmedim desem yalan olur ama boyun
eğecek halim yoktu.
“Savaş mı?”
“Evet. Onların başlattığı ve milyonlarımızı katlettikleri bir savaş. Para ve güç olmadan
onlarla savaşamayız.”
“Para ve güçle savaşırsak baştan kaybederiz.”
“Yanılıyorsun. Bu savaşı kazanacağız, az kaldı. Dünyaya hükmetme sırası artık bizde.”
“Ben sadece kapıyı açıp hayalleri içeri davet edeceğiz sanıyordum...”
İhtiyar zalimce gülümsedi.
“Kapıyı açmak, ama bir daha kapatmamak üzere, sonsuza kadar açmak bizim
hedefimiz. Hayalgücü kontrolü ele alacak, sonra da onları buradan silip süpüreceğiz.”
“Ne demek silip süpüreceğiz?”
“Bizi nasıl yok ettilerse, nasıl neslimizi tükettilerse biz de aynısını onlara yapacağız. Bu
defa risk almayacağız.”
“Yok etmek derken?”
“Bizi ezdiler, yaktılar, tımarhanelere soktular. Hayatımızı zindana çevirdiler. Beynimizi
uyuşturup köleleştirdiler. Bunu bir daha yapamayacaklarından emin olmamız gerekiyor.
Bir dünya düşün. Hayalcilerin yönettiği... Tüm sınırların kalktığı... Sadece iyilerin
olduğu...”
İyi bir hatipti, kelimeleri ve sesiyle karşısındakini nasıl avucunun içine alacağını
biliyordu. O konuşurken ideal bir dünyayı hayal etmedim değil. Ama ideal dünyanın yolu
bu olmamalıydı. Hayalciler, gerçekçiler ayrımı baştan beri aklıma yatmıyordu. En yakın
arkadaşım Tolga, kız arkadaşım Aslı, diğer arkadaşlarım, hepsi gerçekçiydi. Hayatımı ne
kadar manipüle etmeye çalışsalar da kötü insan değildiler. Onları hayatımdan çıkarmak
istemezdim. Şimdi ise onları ve onlar gibi milyonlarca insanı hayattan silmek gibi uç ve
faşist bir fikirden bahsediyorduk. Buna katlanamazdım.
“Saçmalık!” diyerek diklendim.
İhtiyar gülümsedi.
“Sen buna inansan da, inanmasan da, er geç olacak. Ve bunu sen başlatacaksın.”
“Yok ya. Buradakileri uyuşturduğun gibi beni uyuşturamazsın” diye bağırdım. Odadaki
Varolmayanlar’ın yüzlerinde “Ne demek istiyor?” gibi bir bakış yakalamaya çalıştım ama
başaramadım. Onlara dönüp, “Görmüyor musunuz, sizi bu çikletlerle uyuşturuyor, saçma
sapan mastürbasyon odalarıyla kendine bağlıyor...” dedim. Yüzlerinde beni anlamış gibi
bir ifade yoktu maalesef. Ya uyuşturucunun etkisi altında olduklarından anlamamışlardı
ya da bunu biliyorlardı ve umurlarında değildi.
Balıkçı, “Çikletleri seviyoruz. O odalarda yaşadığın zevki unutabilir misin?” dedi.
“Hay sizin odalarınızı!” diye bağırdım.
Ajan öfkeli halimden memnun görünüyordu. “Yazık oldu. Bilmez misin? Odalarda
yaşadıkları zevki küçümseyip de organizasyonumuzdan ayrılanlar bir daha asla tatmin
olamadılar” dedi.
Kimden veya neden bahsettiklerini anlamıyordum, umrumda değildi. Uyuşturuldukları
halde liderlerine itiraz edemeyen bu çakma düzen bozuculara öfkem artıyordu. Albino
hüzünlü bir sesle, “Michael Hutchence ve David Carradine... Çok büyük hayalcilerdi
oysa...” dedi, boynunu büktü. Güneş gözlüklerinin altından bir damla yaşın aktığını
gördüm. INXS’in solisti Hutchence ve kült aktörlerden Carradine nefessiz kalarak
mastürbasyonun zevkini artırırken kazara ölmüşlerdi. Ama bunun ne alakası vardı
konumuzla?! Öfke nöbetimin arasında bu saçma hikâyeyle ilgilenmek istemedim ama
merakımı da dizginleyemedim ve “Neden bahsediyorsunuz?” diye sordum.
Balıkçı, “Onlar da bizdendi, Amerika bürosundan. Sonra ayrıldılar. Ama odalardaki zevki
özlediler. Onun yerine kendi metotlarını denediler...” Balıkçı cümlesini bitiremeden Ajan
eliyle kafasını kesme hareketi yaparak “hık” diye bir ses çıkardı. Ne düşüneceğimi, nasıl
hissedeceğimi bilemiyordum.
İrfan Akay öksürerek ağırlığını hissettirdi. Herkes sustu. Yutkunduktan sonra sitemli bir
ses tonuyla, “Burada verdiğimiz hiçbir şey dışarıda bize verilenlerden daha tehlikeli ve
daha zararlı değil” dedi.
“Bence oradan bir farkı yok buranın.”
“Bu farkı zamanla anlayacaksın, dünyayı değiştirdiğimizde...”
“Ya değiştirmezsem?”
“Değiştirmek zorundasın” dedi İrfan Akay. Oturduğu yerden kalktı, yanına diğer
Varolmayanlar’ı alıp dışarı çıktı. Kapıda ufak bir pencere vardı, onu açtı.
“Hikâyelerin gerçekleşmesi için iki bileşeni atladığımızı fark ettim.”
Korkuyla sordum: “Neymiş onlar?”
“Baban seni yaratmaya mecburdu. Yoksa evliliği yürümeyecekti. Mecburiyet. İlk bileşen
bu. İkinci bileşen ise... inziva. Sonsuz bir yalnızlık. Baban bunu iyi biliyordu ve seni
yaratırken çok iyi uygulamıştı. Kendini hapsetmişti.”
İhtiyar adam kapımdaki ufak pencereyi kapattı.

Hayalperestler Kalesi’ndeki odamın kapısında duyduğum kilit sesi inziva sürecimi


başlattı. Her yazarın hayal ettiği izolasyonu mecburen yaşıyordum. Misery’de psikopat
hayranı tarafından yazmaya mahkûm edilen yazar veya yollar tıkandığı için devasa
Overlook otelinde yazmaktan başka hiçbir şey yapamayacağını bilen yazar gibiydim.
Özgür kalmak için dış dünyayı değiştirebilecek bir öykü yazmam gerekiyordu.

14 Mayıs 2009
Organizasyona olan inancımı tamamen yitirmişken nasıl yazabilirim ki?

16 Mayıs 2009
Kodesimdeki üçüncü gün bu. İlham perisi de dışarıda kilitli kaldı herhalde. En ufak fikir
yok.

İki element
17 Mayıs 2009
Mecburiyet ve inziva. Haklıydı sanırım, yalnızlığımı her geçen dakika daha yoğun
yaşıyorum ve dünyayı onların istediği şekilde değiştirmek için her geçen saniye kendimi
daha mecbur hissediyorum. Bazı fikirler geliyor. Elim kaleme gidiyor. Dünyayı
değiştireceğim, onların istediği olacak. En azından şu anki halinden daha iyi olur diye
kendimi avutuyorum.

Karalama
18 Mayıs 2009
Düşün, düşle.
Düşle, düşün...
Düşme!

Esas element
19 Mayıs 2009
Hiçbir şeye mecbur değilim! İrfan Akay yanılıyor. Dünyayı değiştiren hikâyelerin özü
babamın veya İrfan Akay’ın uydurduğu şartlardan da, inzivadan ve mecburiyetten de
gelmiyordu. Başka bir şey olmalıydı...
Bir beyin fırtınasına başladım. Fakat bu defa bir öykü kovalamıyordum, daha önce
yazdığım öykülerin kaynağına yolculuk ediyordum. Neydi daha önce gerçeği
değiştirebildiğim hikâyeleri yazarkenki motivasyonum? Devrim miydi? Devrimden
haberim bile yoktu. Edebiyat mıydı? O da değildi. Elime kalem alıp cümleleri ardı ardına
bana dizdiren asıl şey neydi? Okul yıllarına döndüm. Ve buldum.
Aşktı.
Ezgi’yle tanıştığımda onun için yazmıştım ilk hikâyelerimi. Bugüne geldiğimde neydi
bana “Varol’un Eldivenleri”ni yazdıran şey? Futbol denen oyuna duyduğum aşk değil
miydi? O da Ezgi’yle bağlantılıydı, tam da Ezgi’ye âşık olduğum dönemde futboldaki
ustalığım artmamış mıydı? Aşk beni hayata, hayat beni hayallere bağlıyordu. İrfan
Hoca’nın beş kaidesinin canı cehennemeydi, gereken şeyi bulmuştum! Filmler doğru yeri
işaret ediyordu. Beşinci Element aşktı, Neo’yu seçilmiş kişi yapan şey aşktı. Dünyayı
döndüren, güneşe duyduğu aşktı. Şimdi o aşk bana yeni bir öykü yazdıracak ve hayatı
değiştirecektim.
Fakat bir sorun vardı. Âşık değildim. Aslı? O aşk değildi, şehvetti, bağımlılıktı.
Birine âşık olmalıydım, etrafıma baktım Şabanca. Geçmişime döndüm, zor değildi onu
görmek, ilk aşkım aynı zamanda hayatıma giren tek gerçek aşktı.
Onu baştan yaratacaktım.
Devrime sokayım! İlk aşkımı yaratacağım ve kendi devrimimi başlatacağım.
Aldım elime kalemimi, mürekkep hokkasına kalemin ucunu batırdım ve yazmaya
başladım.

Kaçış planı
Elmacık kemikleri ve yuvarlak yüz yapısından dolayı, 1.5 derece miyop olan birinin
50 metreden Christina Ricci’ye, gülümsemesi ve küçük zeytin gözleri yüzünden, 2
derece astigmat olan birinin 10 metreden Winona Ryder’a benzetebileceği, göz
sağlığı yerinde olan birinin uzaktan ya da yakından karizmasını ve ışıltısını
hissedebileceği genç kız ilk defa geldiği araba mezarlığında korkusuzca yürüyordu.
Dizinin hemen üstüne kadar gelen kırmızı eteği, kırmızı siyah tişörtü, Converse
ayakkabısı ve kesik eldivenleri ile bir Miyazaki çöplüğünün ortasındaki anime
karakteri gibi görünüyordu. Kalabalık bir sokakta bile yürürken tedirginlikle adım
atması gereken kız şimdi ıssız ve şehir merkezinden çok uzaktaki bu tekinsiz yerde
tek başına olsa da gözlerinde korkuya dair en ufak bir emare barındırmıyordu.
Nasıl oluyor da bu kadar korkusuzdu? Neyin peşindeydi?
Bir gün önce bu saatlerde ilk sevgilisi aklına gelmişti sebepsizce. Aslında sebepsiz
değildi, hiçbir erkekle dikiş tutturamayacağını anladığı son bir ilişki daha yaşamış,
onun da yarattığı buhranla aklına on sene önce yaşadığı ilk ama belki de en gerçek
ilişkisi gelivermişti. Zaman makinesi olsa zamanı geri sarar ve babasının tayini
yüzünden hiç haber vermeden ayrıldığı, bilerek isteyerek akıbetine dair en ufak bir
ipucu bırakmadığı ilk aşkına en azından bir telefon numarası verirdi.
Birdenbire esti, zaman makinesi yoktu ama otobüse binebilirdi.
Bu maceranın sonu nereye bağlanırsa bağlansın, bunu yapmak zorunda
hissediyordu. İnternetten o ilk sevgilisini google’ladı. Bir finans şirketinde çalıştığını
öğrendi, ilk otobüse atladı. Dört saat sonra şirketteydi. Girişteki danışmaya onun
ismini verdi, birkaç saniye sonra onun işe gelmediğini öğrendi. Cesaretle adresini
sordu, danışmadaki ketum kadın onu yanıtlama gereği duymadı. Bu sırada şirketin
çapkınlarından Tolga’nın radarına yakalandı güzel kız. Tolga kıza yaklaştı, tepeden
tırnağa süzdü kızı. Böyle bir kıza yardım edilirdi işte. “En yakın arkadaşımdır kendisi.
Bugün işe gelmedi. Hayırdır?” diye sordu yakışıklı finansçı. Ezgi, “Onu görmem
lazım, adresini verebilir misiniz?” dedi. Tolga her zamanki çapkın aksanıyla “Size
adresini veremem tabii ki” diye tersledi, bir es verdikten sonra çakal bir
gülümsemeyle “Ama evine bırakabilirim” diye ekledi.
Tolga, Ezgi’yi eve bıraktı ama peşinden de ayrılmadı. “Bizim kerataya bakalım, ne
yapıyor” diye esprilerle takıldı Ezgi’nin kuyruğuna. Zili çaldılar, kimse açmadı. Tolga
telefonla aradı, ulaşamadı. Meraklanmaya başladılar, yöneticiye inip dairenin
anahtarını aldılar, içeri girdiler, kimse yoktu. Ezgi biraz etrafı dolaştı, hem bir ipucu
arıyor, hem de zamanında güzel anlar yaşadığı eski sevgilisinin yeni hayatını
inceliyordu. Ayakkabılarına, giysilerine baktı, dekorasyon tarzını değerlendirdi,
fotoğraflarına göz gezdirdi. Biraz hayalkırıklığı yaşamıştı, bu lüks hayatı, bu
yapmacık evi on sene önce tanıdığı özgür ruhlu kişiye yakıştıramamıştı.
Sonra birden televizyon setinin önünde halının üzerinde duran VHS videoplayer’ı
fark etti. Koca evde onun tanıdığı biri gibi kaldığına dair tek belirti bu eski cihazdı.
Neden orada duruyordu? Video’nun üzerinde herhangi bir etiketi olmayan simsiyah
bir VHS kaset vardı. Tuhaf bir içgüdüyle, tıpkı bir gün önce buraya gelmesini
tetikleyen duygu fırtınasının yaptığı gibi eli o videokasete gitti. İçinden bir ses onu
izlemesi gerektiğini söylüyordu fakat yanındaki adama güvenemiyordu. Onun en
yakın arkadaşı olduğuna inanası gelmiyordu, pek bağdaştıramamıştı nedense. O
yüzden kaseti çaktırmadan çantasına attı ve daireden çıktı. Tolga’ya “Bir yere
yetişmem gerekiyor” yalanını atıp uzaklaştı.
En yakın elektronikçide kaseti izledi, Pentagram’ın Rotten Dogs klibini. Klip
otomobil mezarlığında geçiyordu. Kaseti aldı, “otomobil mezarlığı”nı google’ladı.
İçindeki ses her geçen saniye sesini yükseltiyordu. Bir taksi çağırdı ve “Sefaköy
Otomobil Mezarlığı” dedi.
Mezarlığı meraklı gözlerle dolaşmaya başladı. Onu burada bulabileceği fikri nasıl
aklına yerleşmişti, bilmiyordu, bundan rahatsız da değildi, uzun zaman sonra
içinden gelen sese kulak vermiş olmanın coşkusunu yaşıyordu. Gezerken yıllarca
bilinçaltında biriktirdiği düşünceleri de su yüzüne çıkmıştı. Labirenti andıran bu
mezarlığın dolambaçlarında sadece araba hurdalarını değil, zihninin gerilerine
itilmiş anıları da keşfediyordu. Ne kadardır burada yürüdüğünü de kestiremiyordu.
Epey yol kat etmiş olmalıydı. Birdenbire yalnız olmadığına dair güçlü bir sezgi
duydu. Takip ediliyordu. Birkaç araba aynasını çaktırmadan kullanarak takipçilerini
görmeyi başardı. Bisikletli bir kızla, takım elbiseli, kulaklıklı bir adam. Tehlikeli
tiplere benzemiyorlardı. Endişeden daha çok burada ne yaptıklarına, neden onu
takip ettiklerine dair bir merak duymuştu. Bunu öğrenmek için akıllıca bir hamle
yaptı, mezarlıktan çıkıyormuş gibi davrandı, bu esnada araba aynalarından istifade
ederek takipçilerini görüş menzilinden çıkarmadı, onların geri döndüğünü hissettiği
anda bu defa o, onları takip etmeye başladı. Onları arabaların kule misali üst üste
dizildiği, diziliş mantığı olarak piramitleri andıran bölgeye kadar takip etti. Sonra
gözden kaybetti. Bisiklet izi de, takım elbiseli adamın ayakkabı izleri de bir
noktadan sonra kayboluyordu. Hurdaya dönmüş arabalara göz attı, bir beyaz
Anadol fark etti, kapısı aralıktı, içinden gelen ses ona binmesini söylüyordu. Bindi.
Arabanın içindeyken hurdalığın dipsiz tarafında yanan ışığı fark etti ve ışığı takip
ederek mezarlıkta karşılaştığı gizemli tiplerin girip çıktığı tuhaf apartmanı keşfetti.
Bir şekilde bundan emindi, o, eski, en eski sevgilisi içeride bir yerlerdeydi. Burada
kendisine benzeyen erkekler ve kızlar vardı, onların arasında kılık değiştirmeden
rahatlıkla dolaşabilirdi. Yine de az çok dikkat çekiyordu. Apartmanda dolaşan
gençlerin daha önce burada onun kadar güzel bir kızla karşılaşmadığı çok belli
oluyordu, ona bir kere bakan, gözlerini bir süre ondan alamıyordu. Kendini mümkün
olduğunca fark ettirmeden ikili üçlü sohbetlerden ipucu edinmeye karar verdi. Kulak
misafiri olduğu bir sohbette “İrfan Bey onu hapsetmiş. Yalnız kalırsa
başarabileceğini düşünüyor”, “136 numaralı odada tutuyorlarmış, gerçeğe
müdahale edene kadar çıkarmayacaklarmış” gibi replikleri yakalayınca 136
numaralı odayı aramaya başladı.

Hikâyenin bu noktasında durdum, gerçekten de Ezgi’yi yaratmayı başarmış mıydım,


gerçekten buraya doğru geliyor muydu? Şimdiden gözlerimin önünde canlanmıştı.
Yazdıkça onu ne kadar özlediğimi fark ediyordum, onun yüzünü, gülümsemesini görmeyi,
hâlâ kulağımda çınlayan melodik konuşmasını duymayı o kadar büyük bir tutkuyla
istiyordum ki, saatimin tiktaklarını duyar hale gelmiştim. Fakat acele edeyim derken
malum şartları çiğnememeli, hikâyeye sadık kalmalıydım. Yoksa, yoksa... Gerçekten de
geliyor muydu buraya doğru?! Bu sorumu, kavuşma ve kaçırılma anımı yazmadan
yanıtlayamayacaktım, hemen kaleme yeniden sarıldım.

Ezgi’nin 136. odayı bulması için birkaç kat çıkması ve mantığını tam anlayamadığı
rakam dizilişlerini çözüp odanın nerede olduğunu bulması gerekti. Bu fazla vaktini
almadı, 15 dakikada odayı buldu. Diğerleri gibi elips şeklindeki kapıyı açmak
istediyse de kilitli olduğundan bunu başaramadı. Koridorda gezinen insanların
kapıları nasıl açtıklarına dikkat etti. Kapılardaki cihazlara saatlerini gösterdiklerinde
kapılar açılıyordu. O kol saatlerinden birini elde etmesi gerekiyordu. Oraya gelene
kadar tüm gözler kendisini en az bir kere baştan ayağa süzmüştü. Ezgi bir süre
düşündükten sonra sahip olduğu bu avantajı sonuna kadar kullanmaya karar verdi.
Koridorun kuytu tarafında eteğini bir gıdım yukarı çekti, tişörtünün de yakasını
göğüslerini belli edecek şekilde çekiştirdi. Sonra sivilceli ve gözlüklü bir genci
gözüne kestirdi. Gencin gözlük numarası yüksek olmalıydı, gözlük camları şişe dibi
gözlükler misali gözlerini kocaman gösteriyordu. “Pardon saat kaç?” dedi Ezgi.
Gözlüklü genç Ezgi’yi duydu ama kızın ona seslendiğinden emin olamadığı için
“Bana mı dedin?” gibi bir işaret yaptı. Ezgi kendisini daha da şirin gösteren
mimikleriyle kafasını salladı. Genç bu şirinlik ve güzellik karşısında kekelemeye
başladı, “2’yi, şey, 3’e 22, hah şimdi 21, 3’e 21 var.”
Ezgi ona yaklaştı, elini tuttu, “Gözlüğün ne güzel, takabilir miyim?”. Genç “Tabii,
tabii” dedi. Ezgi seksi dokunuşlarla gözlüğü aldı, gözlük camlarını tişörtünün göğüs
kısmıyla sildi, bu sırada da göğüslerini gencin bakış açısına soktu. Genç ikiz tepeleri
net görebilmek için gözlerini kıstıkça kısıyordu. Ezgi gözlükleri taktı, “Nasıl oldu”
diye sordu. Genç “Çok güzel” diyebildi. Ezgi şımarıkça “Benim olsun mu?” deyince
genç “Ama şey...” dedi. Ezgi şuh bir kahkahayla gözlükleri çıkardı, “Aşk olsun, şaka
yapıyorum. Yalnız söylemeliyim ki; gözlüksüz çok daha yakışıklısın” dedi ve göz
kırptı. Genç gözlüklerini tam takacakken bu lafı duyunca ne yapacağını şaşırdı,
telaşlandı ve gözlüklerini düşürdü. Gözlüğü almak için ikisi aynı anda eğilince
kafaları çarpıştı. Sonra yerde dört ayak üstünde gözlüğü aramaya çıktılar. Bu sırada
Ezgi göğüslerini gencin gözüne sokacak kadar yaklaştırdı. Gözlüksüz genç aklını
kaybedecek gibi oldu, hemen toparladı.
“Burada senin gibi güzel kızlar olmaz. İrfan Bey özellikle güzel kızlara karşı bizi
uyardı, sizin genellikle gerçekçi olduğunuzu söyledi.”
Ezgi, gencin neden bahsettiğini bilmiyordu ama stratejisi için rol yapmaya devam
etti.
“İstisnalar kaideyi bozmaz, değil mi?”
“Doğru...”
Ezgi, karambolde gencin kol saatini usta bir yankesici gibi almayı başardı. Artık
gözlüğü gence geri verebilirdi. “Buldum, al bakalım, sonra görüşürüz” deyip
uzaklaştı. 136. odaya doğru ilerledi.

Ezgi’nin göğüsleri aslında o kadar da, yani biraz yaklaştırınca karşısındakinin başını
döndürecek kadar büyük değildi ama bu ayrıntı hikâyemin gidişatında bana yardımcı
olacaktı. Onun göğüslerini Aslı’nın göğüsleri gibi hayal ettim. Mesela Ezgi’nin bacakları
balık eti formatındaydı ama onları da eski sevgililerimden Yağmur’un bacakları gibi hayal
ettim. Birkaç masum güncellemeden kimseye zarar gelmez diye düşünüyorum.
Hikâyenin kendisi kadar hikâyenin benim hayatıma nüfuz edip etmeyeceği heyecanımı
artıran bir unsurdu. Neredeyse içimden hikâyenin gerçekleşmesi için dua edecektim. Bir
an panikledim, “Her şey çok mu basit olmuştu? Ezgi hedefine çok çabuk ve kolay mı
ulaşmıştı? Hikâyenin inandırıcılığı sarsılıyor muydu?” gibi endişeler sardı zihnimi. Bunlar
haklı endişelerdi. Ama ne iyi ki, çözümleri vardı. Peki ya, kapıyı açıp benimle
karşılaştığında devamı nasıl gelecekti? O an gelir diye hemen not kâğıdımı, defterimi ve
odadan almam gereken diğer öteberiyi yanıma aldım, hazırlandım. İlham perisini –hazır
avucumun içindeyken– kaçırmadan hemen hikâyeye geri döndüm.

Ezgi 136. odaya doğru ilerlerken “gözlüksüz daha yakışıklı olduğu”nu öğrenen genç
elinde gözlükleriyle, yüzünde aptal bir gülümsemeyle duruyordu. İrfan Hoca’nın
onları alımlı kızlar konusunda sürekli uyardığı aklından geçiyordu ama içinden,
“Gayet de iyi bir kız, hiç pislik gerçekçilere benzemiyor. Demek ki rüyalarımdaki
kadar güzel, bir o kadar da bizden bir kız bulabilirim” diye hayaller âlemine
dalmıştı. Derken gözlüklerini taktı. Görüntü netleşmişti, kızı uzaktan gördü, uzaktan
da güzel gözüküyordu. Fakat görüntü netleşince bileğinde kol saatinin olmadığını
fark etti. Kız almıştı!
O kız, gerçekçilerin yolladığı bir casustu! İrfan Hoca’sının güzel kızlarla ilgili
uyarılarına kulak vermediği için kendine lanet etti. Şimdi ya kızı yakalamak için 136.
odaya doğru koşacaktı, ya da İrfan Hoca veya kurmaylarına şikâyet edecekti. İkinci
seçeneği seçerek koridordaki ahizeli telefona doğru yöneldi.
Ezgi adımlarını sıklaştırmış, iyice hızlanmıştı. Bu kadar ilgiye mazhar olan bir kızın
bir süre sonra burada şüphe çekmemesi imkânsızdı. Bir an evvel sevgilisini, daha
doğrusu eski sevgilisini, en doğrusu ilk sevgilisini kurtarıp bu ne idüğü belirsiz
yerden kaçmaları gerekiyordu. 136. odaya nefes nefese geldi, etrafını kolaçan etti
ve koridorda kimsenin görüş sahasına girmediği bir anda saati kapının manyetik
alanına tuttu. Kapı açıldı.
Ezgi kapıyı açarken onu göreceğini biliyordu. Peki eskisi gibi miydi o? Yoksa
değişmiş ve evindeki objelerden yorumladığı gibi tam tersi kendini beğenmiş bir
işadamına mı dönüşmüştü, onu mutsuz eden diğer erkeklerden farksız mıydı? Tüm
bu maceraya değmeyen biri mi olmuştu? Bunu zaman gösterecekti, hem de birkaç
saniye içinde. Ezgi kapıyı açtığında ilk sevgilisi elinde kalem, boynunda asılı duran
kocaman kulaklıklarla masasının başında bir hikâye yazmaya çalışıyordu. Eskiden
olduğu gibi.
Adam kapının açılmasını pek umursamadı, “Onlardan biridir” diye kafasını
çevirmeye bile lüzum duymadı. Sonra bir kızın ona ismiyle seslendiğini işitti, bu ses,
bu melodik tını çok tanıdıktı, yine de kafasını çevirince onu göreceğini aklının
ucundan geçirmiyordu. Rüyasal anlardan biriydi. Aklından çıkaramadığı o ilk sevgili
şimdi yıllar sonra karşısındaydı, eskisi kadar güzeldi. Koştu, ona sarıldı. Öpmeyi
aklından geçirdi ama öpemedi. Ezgi onun tereddüdünü anladı, o tereddüdünden
onun hakkında kurduğu tüm endişelerinin yersiz olduğu kanaatine vardı. “Eskisi
gibisin” diyerek onun dudaklarına bir öpücük kondurdu.
Bu sırada sırt çantalı sivilceli genç çoktan İrfan Akay’ı ve kurmaylarını harekete
geçirmişti bile. Öykü ayaklarındaki patenle hızla koridorlar arasında ilerleyerek,
Ajan, Albino, Balıkçı Yaka ise koşarak 136. odaya doğru ilerliyorlardı. Onların
koşturmalarına diğerleri de katılmıştı. Varolmayanlar askeri bir bölük şeklinde bina
koridorlarını dörtnala arşınlıyorlardı. Genç mesih onların ayak seslerini duyunca
“Hadi çabuk!” diyerek Ezgi’yi elinden çekti ve koridorun diğer tarafına doğru
koşmaya başladılar.

Şimdi babamın beni doğururken bir yandan da kalemle doğumumu yazdığında nasıl bir
panik yaşadığını çok daha iyi anlıyordum. Gerçekle kurguyu aynı anda yaşamak, aynı
anda yazmak çok zordu. Bir yandan koşuyor, bir yandan da sol elimde tuttuğum not
defterinde kaçışımızı en inandırıcı şekilde öyküleştirmeye çalışıyordum.

Eski sevgilileri yakalamak üzere yola çıkanlar binanın diğer tarafından geliyorlardı.
Onlar 136. odaya yaklaştıklarında kaçaklar apartmandan çıkmak üzereydiler.
Apartmanın kapısından çıkmadan önce boynunda dev kulaklıklar, elinde dikkat
çekici bir kalem tutan takım elbiseli adam girişteki çöp kutusunu devirdi, içindeki
sakızlar yere saçıldı. Ezgi’ye “Bu onları bir saniye kadar yavaşlatır” dedi ve iki eski
sevgili birbirlerine aşk ile gülümsediler. Anadol’un içinden geçerek otomobil
mezarlığına geri döndüler. Erkeğin aklına karşı hurdalıktaki bir motosikletle
Anadol’un kapısını tıkamak geldi. Eski sevgililer hurdaya dönmüş bir motosikleti
taşıdılar ve Anadol’un kapısına dayadılar. Kız, erkeğe “Bu onları bir dakika kadar
yavaşlatır” dedi. Kız erkeğe, erkek kıza baktı. İki yeni sevgili o bir dakikanın on
saniyesini birbirlerini öperek harcadılar. O on saniye arada kaybettikleri on yılı
unuttururcasına aşk ile doluydu.

Hikâyeyi sonlandırmıştım. Bir süre yazmadan, gerçekten kaçmalıydık. Mezarlığın


kapısına kadar hayali sevgilimin elinden tutarak koştum. Peşimizdekiler henüz
görünmüyorlardı ama gürültüleri patırtıları kulağımıza geliyordu, görüş sahamıza
girmeleri ve bizi yakalamaları da işten değildi.
Bir an evvel bir araca atlayıp gitmeliydik. O sırada lanet ettim kendime, keşke Ezgi’nin
hikâyesini yazarken oraya geldiği taksiyi mezarlığın girişinde bekletseydim diye, ama
artık çok geçti. Yeni ve gerçek bir taksi bulmamız gerekiyordu. Yola çıktık ama kuş
uçmaz, kervan geçmez bu yerde taksi bulmak mucizeydi. Ama düşündüm de mucizeler
artık benden soruluyordu. Aldım elime kalemi, yazdım.

Taksici
Ne güzel, son bir aydır İkitelli Milliyet binasının önünde bekliyor ve hep de oradan
epey uzağa gidecekleri kapıyordu Hayrettin. O kadar bereketliydi ki burası,
yolcusunu bırakır bırakmaz başka kimseyi almadan gerisingeri oraya yeniden
kuruluyor, en fazla on beş dakika bekledikten sonra en az kırk lira kazanacağı bir
başka güzergâha yeni bir iş alıyordu. Fakat çakal meslektaşları Hayrettin’in uğurlu
gözünün farkındaydılar, onu takip edip bulduğu her madenin bereketini tüketip
duruyorlardı. Hayrettin onlara izini kaybettirmek için plakasını değiştirmek,
arabasının modelini Şahin görünümlü Doğan’dan Doğan görünümlü Şahin’e
dönüştürmek gibi birçok hareket yapsa da bu illet arkadaşlarından kurtulamamıştı.
Orayı da keşfetmişlerdi işte, Hayrettin’in tüm işi bozulmuştu. Fakat Hayrettin kafaya
koymuştu, öyle bir yer bulacaktı ki, oranın hasadını kimseyle paylaşmak zorunda
kalmayacaktı. Bu amaçla tüm şehri kolaçan etmeye başladı, hiçbir müşteri
almadan, günlerce zararına çalışarak şehrin dört bir yanını dolaştı, notlar aldı,
haritalar çıkardı, şablonlar çizdi, ihtimal hesapları yaptı. Bir gün hem araştırıp hem
araba kullanırken arabasının aynasını bir direğe tosladı.
“Allah kahretsin!” diye bağırdı, ellerini yumruk yapıp direksiyona vurdu. Sonra
“Tövbe” etti. Ve sayıkladı; “Hayırlısı” diye.
Günlerdir zarar ettiği için aynanın orijinalinden alacak parası kalmamıştı. Daha
ucuza hatta bedavaya nasıl halledebilirim bunu diye düşündü, taşındı. Aklına araba
mezarlığı geldi. Mezarlığa gitti, hurdalar arasında dolaşmaya başladı. Şüpheyle ona
yaklaşan bekçiye “Öylesine geziyorum arkadaş, gezemez miyiz?” diyerek çıkıştı.
Bekçi gözden kaybolur kaybolmaz gözüne kestirdiği bir aynayı kaptı, kabanının içine
soktu ve arabasına geri döndü. Tam bu ıssız, in cin top oynayan lanet yerden
dönecekti ki, bir kız ve bir erkeğin onlara doğru koştuğunu fark etti. Tuhaftır,
onların birkaç yüz metre arkasında başka gençler vardı. Burası sandığı kadar ıssız
değildi belki de. Ellerini ovuşturdu. Yaptığı o ufak kaza hakikaten hayırlı olmuştu.
Hayrettin yeni madenini keşfetmişti.

Bu hikâyeyi yamuk yumuk da olsa not defterime yazmamla mezarlık kapısının


karşısında bir taksiyle karşılaşmamız bir oldu. Atladık taksiye. “Hayrettin Abi bizi hemen
buradan uçur” dedim. Adam döndü, “Sen benim adımı nereden biliyorsun?” diye sordu.
Kısa bir süre panikledikten sonra, “E abi dikiz aynanda yazıyor ya” dedim. O esnada sağ
elimle not defterime şöyle yazıyordum; “Hayrettin’in taksisi stil sahibiydi, direksiyonun
yanında kafasını her engebede hafifçe oynatan oyuncak bir köpek, viteste bir nazar
boncuğu vardı. Dikiz aynasına da ehliyetini gururla sıkıştırmıştı taksici Hayrettin.”
Hayrettin “He” dedi ve el frenini indirip gaz pedalına bastı.
Araba hareketlenince not defterime yazdığım elim de kaydı, sayfayı baştan sona çizdim.
Not defterime baktım, kargacık burgacık yazımla dolup taşmıştı, hemen sayfayı çevirdim.
Böyle zor oluyordu, bir yandan yaşayıp bir yandan yazmanın daha kolay bir yöntemini
bulmalıydım. Derken peşimizdekilerin seslerini duydum. Bisikletçi epey yaklaşmıştı.
Şoföre döndüm ve “Abi hızlan lütfen” dedim, sonra da not defterine “Hayrettin gaz
pedalına yüklendi” yazdım.
Ezgi’yle birlikte arka pencereden gerimizde kalan Varolmayanlar çetesine baktık. Daha
doğrusu şaibeli Varolmayanlar...
Pencereyi açtım, popomla pencerenin kenarından destek alıp dışarı uzandım,
“Siktiğimin otuzbircileri” diye bağırdım. Ajan ve Albino özellikle çok sinirlenmişlerdi bu
lafıma.
Onları bir süreliğine atlatmıştık ama daha önceki tecrübelerimden biliyordum ki iz
sürmekte üstlerine yoktu. O yüzden hızla yeni stratejimi kurmam gerekiyordu. Bir süre
yol aldıktan sonra taksici Hayrettin “Abicim nereye gidiyoruz hâlâ söylemedin” dedi. Ezgi
de bana soran gözlerle baktı. Hakikaten şimdi nereye gidecektik? Varolmayanlar’dan
kaçıp gerçekçilerin dünyasına mı karışacaktık? Varolmayanlar’ın düzeni sahteydi de,
gerçekçilerin düzeni daha mı doğruydu? Ülkesi olmayan iki ajan gibiydik, kaçacak,
sığınacak bir yerimiz yoktu. Ben taksiciye ne yanıt vereceğimi düşünürken Ezgi de sordu;
“Canım nereye gidiyoruz?”. Ona baktım, babamın ben gençken var ettiği, yıllar sonra
yarım bıraktığı yerden benim devam ettirdiğim bir varlıktı o. Silinene kadar hepimiz gibi
kanlı canlıydı. Soru soruyordu, kibar ifadeler kullanıyordu, seviyordu, âşık oluyordu, elimi
şefkatle, aşkla tutuyordu, çoğu Varolan’dan daha da “var”dı belki de.
Onun minik ellerini avuçlarımın arasına aldım, gözlerine baktım, “Düşünüyorum” dedim,
düşünüyordum da.
“Ne düşünüyorsun?”
“Yeni bir devrim. Babamın mirasını devam ettirmek...”
Ezgi benim yarattığım biriyse ne düşündüğümü anlayacaktı.
“Neye karar verdiysen yanındayım. Ama iki kişi ne yapabiliriz ki?”
Haklıydı. İki kişiyle devrim yapılamazdı. Bana yeni yoldaşlar gerekiyordu. Yeni güçlü bir
ordu gerekiyordu.
“Yeni bir ordu kuracağız” dedim.
Ezgi yüzünü buruşturdu. Tereddütle “Ordu?” diye sordu. Ezgi sorusunda haklıydı. Bu
esnada taksici Hayrettin diyalogumuzu hayretle ve biraz da korkuyla izliyordu.
“Doğru haklısın. Bir ordu olmayacak bu. Bir ekip... Bir...” dedim. Hâlâ doğru kelimeyi
arıyordum. Sonra buldum: “Bir koloni kuracağız. Hayalperest koloni.”
“Peki kiminle sevgilim?”
Arkadaşlarımı düşündüm. Hepsi finans sektöründen tiplerdi, hayalciliğin kıyısından
köşesinden geçmiyorlardı. Lisede veya üniversitede olduğu gibi benim hayalime baş
koyacak adamlar yoktu etrafımda. Düşündüm, düşündüm, düşündüm...
Varolmayanlar’dan bazılarını kendi safıma katabilir miydim acaba? Albino ve Ajan
gibilerinden hiç ümidim yoktu ama mesela Balıkçı’yla aramızda bir bağ oluşmuştu. Ama
birkaç Varolmayan tavlasam bile onlarla hiçbir yere varamazdım. Benim kolonim daha
güçlü hayalcilerden oluşmalıydı... O anda yeni koloni için nereden başlayacağımı buldum.
O esnada taksici sorusunu daha da ısrarlı bir tonla yeniledi: “Abicim nereye gideceğimizi
ne zaman söyleyeceksin, bak yol ikiye ayrılıyor...”
Artık bir yanıtım vardı:
“Bakırköy.”
Tam o esnada dikiz aynasında bir çekici gördüm. Römorkunda Varolmayanlar’ın
sınavına girdiğim çekiciydi bu. Araç bize doğru hızla yaklaşıyordu. Şoför mahallinde Ajan,
yanında Albino oturuyordu. Sinsi sinsi güldüklerini görebiliyordum. Hayrettin Abi’ye
döndüm, “Şu herifleri atlatırsan taksimetrede yazdığının iki katını veririm” dedim.
Hayrettin Abi tınmadı. Duymamış gibi davrandı ve rölantide sürmeye devam etti. Ajan’ın
sürdüğü araç yaklaşıyordu! “Tamam, üç katı olsun” dedim. Hayrettin Abi yine tınmadı.
Tabii ya, karakteri tam oluşmadığı için bu teklif onun için bir şey ifade etmiyordu. Bu işi
nasıl çözeceğimi biliyordum, hem de bedavaya! Derhâl kaleme sarıldım.

Hayrettin Abi’nin yıllardır beklediği an buydu işte! Manifaturacı iken taksici olmaya
karar vermesinin sebebi Fransız aksiyon filmi Taksi’ydi. Filmi o kadar sevmişti ki
taksici olmak için harekete geçmişti. Fakat taksiciliğin filmlerdeki gibi heyecanlı
olmadığını anlaması çok uzun sürmedi. Yine de o aksiyon sahnelerini yaşayacağı
günün hayaliyle devam etti mesleğe. Ve şimdi fırsat ayağına gelmişti, taksisine
binen yolcu onu takip edenlerden kurtulmak istemişti. Bunun üzerine Hayrettin abi
elindeki tespihi vites koluna bıraktı, torpido gözünden aldığı güneş gözlüğünü taktı.
Bir vites küçültüp gaza bastı. Dört araç solladı, üç aracı sağladı, iki aracı makasladı.
Yol kenarındakiler bile bu çılgın taksiciyi izlemeye koyuldu. “Herhalde hamile
yolcusu var” diye düşünüyordu kaldırımdaki seyirciler.

Hayrettin Abi’nin manevraları işe yaradı, Ajan’ın kullandığı çekici gözden kaybolmak
üzereydi. Ama Ajan da boş değildi. Akıllıca manevralarla arayı kapatmaya çalışıyordu.
Bizden daha gaddardı, mesela yol kenarındaki bir nohut pilavcının, bir de simitçinin
tezgahını devirmekte beis görmemişti. Ama biz de az değildik; bir motorcunun yola
kapaklanmasına neden olduk. Tam bu aksiyon sahneleri esnasında, yazdığım maceranın
parçası olan karakterlerin yüzlerine baktım. Hayrettin Abi’ye, Ezgi’ye, Ajan’a ve Albino’ya.
Hepimiz bu kovalamacadan büyük bir zevk alıyorduk. Yakalamak veya kaçmaktan çok
daha önemlisi bu maceradaki rollerimizi hakkıyla yaşamaktı. Ben de macerayı köpürtmek
için yazmaya devam ettim.

Yol bir tır tarafından kapanınca Hayrettin Abi durmak zorunda kaldı. Dikiz aynasına
baktı; çekici yaklaşıyordu. Tırın arkasında ancak iki motorun geçebileceği dar bir
boşluk vardı, oradan geçmeye karar verdi. Bunu yapıp yapamayacağından emin
değildi ama denemeye değerdi. Sağ kaldırıma tekerleğini sürttü, bu hareket arabayı
sağa doğru biraz havalandırdı, sonra oradaki bir çöp kutusunu rampa olarak
kullandı, arabayı biraz daha havalandırarak çapraz bir şekilde tırın arkasındaki
boşluktan geçirdi. Bir süre iki tekerlek üstünde gittikten sonra araba sağa doğru
düştü. Arabanın tekerlekleri yere değince Hayrettin Abi zevkten dört köşe olmuş biri
gibi kahkahalar patlattı.

Ajan aynı hareketi yapamadığı için mesafeyi yeniden açtık. Fakat tır yoldan çekildi ve
Ajan’ın kullandığı çekici yeniden arkamızda belirdi. Hayrettin Abi tam bir taksici edasıyla
direksiyona eğilmiş vaziyette, vites kolundan sağ elini çekmeden sürüyordu arabayı. Ajan
ve Albino manevralarımızı hırsla takip ediyorlardı. Tahminen iki araç da hız sınırını birçok
defa aşmıştı. Tam o esnada bu kovalamacanın fazlasıyla zevkli olduğunu düşündüm.
İstanbul’da bu kadar süre arabalı aksiyon filmi çevirmemize imkân yoktu. Hikâyem
inandırıcılık kuralını zorluyordu. Bunu düşünmemle, Hayrettin Abi’nin ani fren yapması bir
oldu. Neden durduğumuza baktım: Trafik sıkışmıştı! Pencereden kafamı uzattım ve
önümüzdeki sıkışmış trafiğin kilometrelerce devam ettiğini fark ettim. Orta şeritte
kalakalmıştık. Bir süre sonra Ajan’ın kullandığı çekici geldi, bizden dört beş araba geride
sol şeritte durdu. Hepimizin keyfi kaçmıştı. Aksiyon filmi hepi topu üç dakika sürmüştü.
Sonra kendimizi akmayan manasız bir araba selinin içinde bulmuştuk. Şimdi ne olacaktı?
Albino’nun dudaklarından Ajan’a “Haydi yakalayalım” dediğini okudum. Ajan
“Saçmalama” dedi. Yakalasalar ne olacaktı ki? Peki ya biz taksiden inip kaçsak ne fark
edecekti? Bir hayli absürt olsa da oturup trafiğin açılmasını beklemekten başka çaremiz
yoktu.
On dakika geçti, Hayrettin Abi’nin sağ ayağının gaz pedalına basmasına neden olacak
bir kımıldama olmadı trafikte. Ajan ve Albino’nun tehditkâr bakışları altında kös kös
oturduk. Tanrısal bir güce sahip olduğum halde trafiğe boyun eğmek ağrıma gidiyordu.
Ayrıca vakit geçtikçe Varolmayanlar’dan başka ekiplerin etrafımızı sarma ihtimali
artıyordu. Bir çözüm bulmak için kafamı pencereden uzatıp dışarı baktım. Arabalardaki
insanlar sıkıntıdan patlamak üzereydiler. Su, kağıt helva, arabalar için telefon şarjı
satanlar üç beş kuruş kazanmak için arabaların aralarında dört dönüyorlardı. Derken sağ
şeritte bizden dört araba geride bir ambulans olduğunu fark ettim. Bir hastası yoktu ki,
sireni çalmıyordu. Şoför mahallinde beyaz üniformalı bir genç vardı, anladığım kadarıyla
cep telefonundan biriyle mesajlaşıyordu. Kalemi elime aldım.

Ambulans şoförünün adı Ramazan’dı. Son iki saattir cep telefonunu elinden
bırakmıyordu çünkü platonik aşkı Semra’dan bir yanıt bekliyordu. Ona, otuz beşinci
defa buluşmak için davet mesajı atmıştı. Hep reddedilse de ümidini yitirmemişti.
Birdenbire bir mesaj sesiyle yerinde sıçradı genç şoför. Önce gözlerini kapattı ve bu
mesajın daha önceki yedi mesaj gibi telefon şebekesinden gelmemiş olması için
dua etti. Sonra açtı. Mesaj Semra’dandı. “Yirmi dakika sonra Taksim’de, İnci’de, ne
dersin?” diye yazıyordu. Gözlerine inanamadı. Fakat yirmi dakika içinde Taksim’e
varması imkânsızdı. Diğer yandan bu fırsatı kaçıramazdı. Prensiplerini bir kereliğine
çiğnemeye karar verdi ve sireni çalıştırdı.

Şoförün sireni çalıştırmasıyla birlikte sağ şeritteki araçlar burunlarını sağa sola çevirerek
ambulansa yol açmaya başladılar. Hayrettin Abi her taksici gibi ambulansın arkasından
açılan şeride girme konusunda uzmandı. Herkesten önce ambulansın kuyruğuna takıldı.
Sol şeritteki trafikte kalan Ajan ve Albino’nun şaşkın bakışları eşliğinde ambulansın
boşalttığı şeritten hızla Bakırköy’e doğru yol aldık.

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin karşısındaki Notos Otel’in önünde indik.
Otele girmeden önce Hayrettin’in taksisine baktım, usta taksici yeni madeni araba
mezarlığına direksiyonunu kırmıştı bile. Fakat bizden uzaklaştıktan birkaç saniye sonra
kaybolduğuna şahit oldum, gerçeklikten çıkıp hayal dünyasına karışmıştı ve bir gün onu
tekrar yazmazsam sonsuza dek orada kalacaktı...

Bir oda kiraladık. Dürbünle hastaneyi gözlemliyordum.


Ezgi arkamdan yaklaştı ve sarıldı. “Aklından ne geçiyor?” diye sordu.
“Onları salacağız. Sayıları İrfan Akay’ınkilerle yarışamaz ama deliler o çakma
Varolmayan’lardan çok daha güçlüler” dedim.
Ezgi beni çok iyi anlamıştı, sık sık soru sorarak sıkboğaz eden kızlardan biri değildi,
zaten ben de onu öyle yazmış, silinme emaresi gösterdiğinde de öyle yazmaya devam
ediyordum. Zeki bir kızdı, beyin fırtınama, plan kurmama yardımcı olacak sorular sormayı
biliyordu. Ona eski sevgililerimin en sevdiğim özelliklerini de –hikâye içinde fırsat
buldukça– ekliyordum: Melis’in gamzesi, Yeliz’in ten rengi, Duygu’nun kokusu, Funda’nın
yardımseverliği, Nehir’in yemekleri, Aslı’nın göğüsleri, Lale’nin sımsıcaklığı, Ceren’in
karizması, Ceyla’nın kıyafet zevki, Güldem’in gözleri, Derya’nın gelen hesapları paylaşma
yönündeki arzusu, Yağmur’un bacakları...
Hayallerimdeki kızı onun çehresinde yaratıyordum.
Hayallerimdeki kız “Peki nasıl içeriye gireceğiz?” diye sordu tamamen kendine has
müzikli ses tonuyla.
“Burası bir banka değil, hastane. Güvenliği yumuşak. Hatta hastanelerden bile daha
kötü bir güvenliğe sahip. Sonuçta içeridekilerin hepsi akrabaları tarafından dışlanmış,
istenmeyen insanlar. Daha önce buraya girip herhangi bir hastayı kaçırmayı deneyen
kimse olmamıştır. Ama yine de zor.”
Dürbünü Ezgi’ye verdim. Işaretparmağımla ana giriş kapısını ve ardındaki diğer kapıyı
gösterdim. Açılır kapanır kapılar vardı, sensörlerle çalışan.
“Gördün mü? Bak esas kurtarmamız gereken delilerin koğuşu şu tarafta. Otobüsü
şuraya park edeceğiz...”
“Otobüs mü?”
“Evet. Kullanabilir misin?”
Ezgi bana tuhaf bir bakış attı, sonra omuzlarını silkti, “Bilmem. Ehliyetim var sonuçta”
deyip gülümsedi.
“Tamam o zaman. Sen delileri alıp...”
“Deliler hangi ara otobüse bindi?”
Haklıydı. Onları oradan nasıl çıkaracaktık? Önemli bir noktayı atlıyordum sanki.
İnternete girdim ve Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin database’ine
ulaşmaya çalıştım. Bunda başarılı olamadım. Çok basit bir site olsa da, hastanenin planını
ve hastaların kimliklerini gizli tutuyorlardı. İnternet müptelası olduğum dönemden elde
ettiğim bazı şifre kırma teknikleri işe yaramadı. Ümitsizliğe kapıldım. Güvenlik
sistemlerini iyi bilen bir hacker’a ihtiyacım vardı. Düşündüm, taşındım, telefon rehberine,
kartvizit destemdeki kartlara baktım, bana yardım edebilecek birini bulamadım. İnternet
dalaveresi yapacak bir arkadaşım bile yoktu.
Hayır, vardı. Kendi yarattıklarım vardı! Dişi korsan Gece vardı. Tek yapmam gereken,
tıpkı Ezgi’yi geri getirdiğim gibi onu da hayaller evreninden çağırmaktı. Hemen oturup bir
hikâye yazdım.

Hacker haklama sanatı 101


Gece uyandı, kalktı, panjuru açtı. Müstakil evinin bahçesinden yüz metre önündeki
yolda duran ilkokul servisine baktı. Öğlenciler okuldan döndüğünde Gece uyanırdı.
Adı gibi gece yaşamayı seviyordu.
Gece kahvaltısını etti. D-vitamini hapını aldı, on yılı aşkın süredir güneş yüzü
görmediği için o hapa ihtiyacı vardı. Kahvaltı biter bitmez Gece yeryüzünde en
sevdiği yere geçti, bilgisayar sandalyesine. Ellerini birbirine geçirdi, ters çevirdi ve
parmaklarını kütürdetti. Epeydir üzerinde uğraştığı programı devam ettirmek üzere
klavyede komutlar yazmaya başladı. Yazdıkça ve istediği sonuca yaklaştıkça
yüzündeki gülümseme büyüyordu. Hayatının büyük kısmını bir evin içinde yaşamış
olsa da Gece mutlu biriydi, özellikle de erkeklerden intikam alırken. Bir önceki
programıyla terk edilen erkeklerden intikam almıştı, bir darbe de o vurmuştu
onlara, şimdi sıra terk edenlere gelmişti. Onlar için çok daha korkunç bir tuzak
hazırlamıştı. Üstelik bu defa beş binle yetinmeyecekti, en az yüz bin erkeğe
unutulmayacak bir ders vermeye ant içmişti.
Programı bu gece bitirebilirdi, eğer davetsiz bir misafir kapısını çalmasaydı.
Sessizliğe o kadar alışmıştı ki önce kapı zilini bir kuş cıvıltısı sandı. İkinci çalışta
zilinin kuş cıvıltısıyla çaldığı aklına geldi. Sonra saatine ve takvimine baktı. Bugün
bakkal çırağının ona erzak getirme günü değildi. Bu çok tuhaftı. Hemen kapı
girişindeki kamerayı çalıştırdı, bilgisayar ekranına baktı.
Verandadaki sensörlü lamba, genç, sevimli bir kızı aydınlatıyordu. Gece “Anketçi
veya satıcıdır” diye düşündü ve hiç ses çıkarmadan durdu. Kapıdaki kız kararlıydı,
aradığı kişinin içeride olduğundan emindi. On küsur yıldır oradan hiç çıkmamıştı ki...
Gece bu gizemli misafirin ısrarına dayanamadı, kapıya yaklaştı ve “Ne var?!” diye
bağırdı. Bu son on küsur yıldır bir canlıya söylediği ilk cümleydi.
“Ben Ezgi. Size ihtiyacımız var.”
“Seni tanımıyorum. Git buradan.”
“Biz sizi tanıyoruz.”
“Neden bahsettiğinizi bilmiyorum. Hemen gitmezseniz polis çağıracağım.”
Ezgi bu cümleyi bekliyordu, elinde çok güçlü bir yanıt vardı.
“Olur tabii. Ben de beklerim. İçerideki kişinin Gece kod isimli ünlü bilgisayar korsanı
olduğunu duyduklarında yüzlerindeki ifadeyi görmek isterim.”
Gece şoka girdi, belki de ilk defa panikledi. Ezgi’ye tekrar baktı. Ezgi çantasından
siyah deri bir eldiven çıkardı, yavaşça eline taktı. Gece biraz ürktü. Daha sonra Ezgi
çantasından bir kar maskesi çıkardı, onu da taktı. Gece epey ürktü. Ezgi, bakkal
çırağının poşetleri uzattığı kedi-köpek girişini fark etti. O fırfırlı kapaktan kafasını
uzattı. Gece korkudan donuna edecekti. Ezgi maskesinin ağız kısmını kaldırdı ve
“Fobiniz olduğunu biliyorum, size dokunmamdan korkarsınız diye bunları giydim.
Lütfen kapıyı açın. Size bir teklifimiz var” dedi.
Kapı bir süre sonra usulca açıldı.
Gece kapıyı açmadan önce zırhını kuşanmış, tüm vücudunu koruyan simsiyah bir
tulumun içine girmişti. Kafasına kask, ellerine kar eldivenleri takmıştı. En son tüm
bunları babasının evinden kaçıp bu eve gelirken giymişti. Ne kadar boğucu
olduklarını unutmuştu ama dokunulmayı engellemek için giymeye değerdi. Ezgi,
maskesini ve eldivenlerini usulca çıkardı. Sonra da sebebi ziyaretini, delileri kaçırma
operasyonunu ve neden ona ihtiyaç duyduklarını anlattı.
Gece bir süre düşündükten sonra kaskındaki plastik bölmeyi açtı ve “Davanızı
anlıyorum, ama size yardım edemem” dedi.
Ezgi’nin pes etmeye niyeti yoktu. “Sensiz başaramayız.”
“Üzgünüm.”
Ezgi, son kozunu oynamaya karar verdi. “Hastanenin kadınlar koğuşu da var.
Hastabakıcıların deli kadınlara neler yaptığını bilirsin... Sevgililerini terk eden
erkekler için yeni bir intikam projesi hazırladığını biliyorum. Ama bu kadınların sana
daha çok ihtiyacı var.”
Kara korsanın bakışlarına karanlık çöktü. Karşısındaki genç kız haklıydı. Ayağa kalktı
ve “Hastanenin wireless’ına girebilecek bir mesafede elimin altında bir bilgisayar
olsun yeter” dedi.
Ezgi’nin yüzü güldü. “Öyleyse saatlerimizi ayarlayalım.”

Var eden
20 Mayıs 2009
Operasyonumuz öğleden sonra başlayacaktı, doktorların çoğunun öğle yemeğine çıktığı
zaman diliminde. Sabah sekizde kalkıp, hâlâ uyumakta olan sevgilimi alnından öpüp
dışarı çıktım. Operasyon Akılsuçu (Evet, bu ismi takmıştım) için yapmam gereken hayati
bir şey kalmıştı. Onun için önce nalbura gittim, sonra maketçiye, en son da kırtasiyeye.
Otel odasına geri döndüm, sevgilim uyurken aldığım öteberiyi masanın üzerine yığdım.
İnce plastik borular, ipler, lastikler, alüminyum aksamlar, çiviler, burgular, maket bıçağı,
uhu, tablet, irili ufaklı maket parçaları... Ve tabii ki avuç içi büyüklüğünde bir not defteri.
İstediğim şeyi yapmam iki saatimi aldı.
Ezgi o sırada uyandı. Beni gördüğünde şaşırdı. Sağ omzumdan başlayıp sağ kolumu
çepeçevre saran bir aparat ikinci bir iskelet gibi görünüyordu. İskeletin içinde bazı ipler,
lastikler ve yakından bakılmadıkça anlaşılmayan çarklı bir mekanizma vardı.
Sevgilim gülümsedi, ne olduğunu uyku sersemliğiyle anlayamamıştı. “Günaydın” dedi.
Gülümsedim.
“Bu ne?” dedi.
Hemen sağ el başparmağımla işaretparmağımı birbirlerinden uzaklaştırıp hızlı bir
hareketle birbirine çarptım.
Bu hareket ipleri, lastikleri ve konstrüksiyondaki çarkları harekete geçirdi, karşımdaki
insanın göremeyeceği şekilde iskeletin yan tarafına monte ettiğim babamın kaleminin
tam olarak işaretparmağım ile başparmağımın arasına gelmesi bir saniyeden az zaman
aldı. Kalemin elime gelmesiyle kolumun altında konuşlanan not defterinin açılıp
avucumun altında bir tablet üzerinde sabit bir şekilde durması da aynı anda vuku buldu.
Hemen yeni oyuncağımı kullandım ve not defterine bir şeyler yazıp Ezgi’ye gösterdim.
Yeni aparatım sağ olsun, deftere çok düzgün ve hızlıca yazmayı başarmıştım.
“Günaydın” yazıyordu kâğıdın üzerinde. Ezgi gülümsedi.
Kalemin ucunu tutan başparmağımı ve işaretparmağımı birbirinden uzaklaştırdım,
aparat tekrar mekanizmasını çalıştırdı ve anında not defteri bileğimin altına, kalem de
kolumun sağ tarafına saklandıkları yere geri döndüler. Bu aparat sayesinde hayata bir
hikâye kazandırmaya kalkıştığımda iki büklüm olmayacak, bir elimle kâğıdı tutmak,
kalem aranmak zorunda kalmayacaktım. Operasyon gereği hikâyemin bir kısmını bisiklet
üzerinde yazacağımdan dolayı (mekânları gerçeğine uygun resmetmeli, inandırıcılık
kanunlarını yıkmamalıydım) buna ihtiyacım vardı. Kendi icadım aparatımla birlikte
kendimi bir süper kahraman gibi hissediyordum. Ben Var Eden’dim!

Saat 11.00’de otogardan bir otobüs kiraladık. Otobüsle –yolumuza çok ters olsa da– eve
gidip bisikletimi aldım, operasyonda işimize yarayacaktı. Ayrıca kendim, Ezgi ve Gece için
telsizler aldım. Bir de kaçıracağımız delilere yeni kıyafetler... Alışverişten sonra saat
13.00’te hastaneye bakan güzel bir noktaya park ettik. Gece de o sırada uzaktan belirdi,
simsiyah kaskı, tulumu, çizmeleri ve eldivenleriyle gündüzün içinde yürüyen bir gece
silueti gibiydi.
Gece, vaat ettiği gibi güvenlik sistemine elindeki ufacık netbook vasıtasıyla girmeyi
başardı. Bilgisayar ekranından hastanenin krokisini gösterdi. Akıl hastaları hastalıklarına
göre farklı bölgelerde, farklı koğuşlarda tutuluyorlardı.
“Bakın” dedi, kroki üzerinden anlatarak; “Şu koğuşların kapısını tereyağından kıl çeker
gibi açabilirim. Ama sizin esas aradığınız hastalar, ağır şizofrenler şurada tutuluyor.
Kadınlar koğuşu da yanında. Maalesef oradaki kapıların kilitleri bilgisayara bağlı değiller.
Tamamen mekânik.”
“Ne yapacağız?”
“Bilmiyorum. Aslında içeride bir adamımız olsa, atıyorum, doktorlardan biri şuradaki
kapıyı açsa, gerisini hallederim.”
Biraz düşündükten sonra “Doktor olmasa da, hastalardan birini tanısak olur mu?” diye
sordum.
Gece şüpheyle sağ kaşını kaldırdı; “Yoksa tüm bu zahmet, tanıdığınız bir deliyi kaçırmak
için mi?”
“Değil ama tanıdığım bir deliyi oraya hızla transfer ettirebilirim. Bana oraya yakın boş
bir odanın numarasını ver, yeter” dedim.
“17” dedi.
Ezgi’ye döndüm, planımı anlattım. Sonra aldım kalemi elime, yazmaya başladım.

Tımarhaneden deli kaçırma


Mehmet Selçuklu, vatanına döndüğü için mutluydu ama tabii ki hem mutlu hem
özgür olmayı tercih ederdi. Oğlunu robot ışıklara kurban ettikten sonra keçileri
kaçıran Selçuklu Amerika’dan sınır dışı edilmiş, Türkiye’ye postalanmıştı. Uçaktan
iner inmez Atatürk Havaalanı’ndaki sensörlü kapılara koltuk değneğiyle saldırınca
tutuklanmıştı. Sonra karakolun tuvaletindeki sensörlere “Cansız göz!! Geber it!”
diye bağırınca kendisini Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde
buluvermişti. Selçuklu yine de burasını seviyordu. Sessizdi ve o habis Marslı robot
gözlerinden yoktu.
Orta yaşlı eski bilimadamı 17 numaralı odasının duvarındaki yumuşatıcılara baktı,
onları müzik stüdyolarındaki ses geçirmez kılıflara benzetiyordu. Hani şu yumurta
kutularına benzeyen. Laboratuvarında oğlunun cesedini bulduğunda çalan o korkunç
müzik aklından çıkmak bilmiyordu, en ufak ritmik gürültü ona o gün laboratuvarda
çalan techno müziği çağrıştırdığından, en ufak teknolojik cihaz ise ona robot gözleri
anımsattığından Selçuklu’yu bu sessiz ve özel odaya almışlardı.
Derken bir anda bir ses onun sesten yalıtılmış dünyasına sızmayı başardı,
“Ziyaretçin var Selçuklu.”
Birkaç dakika sonra, Mehmet Selçuklu hastabakıcı eşliğinde bahçedeki ziyaretçi
karşılama kısmındaydı. Karşısında adının Ezgi olduğunu söyleyen bir kız vardı.
Selçuklu, Ezgi’nin elini sıkmak isterdi fakat deli gömleği buna izin vermedi.

Bu sırada otobüsten inip bisikletimle hastaneye doğru ilerledim. Hastane girişindeki


insanlar kolumdaki aparata ve bisikletli olmama pek şaşırmamış görünüyorlardı. Kolumun
sakat olduğunu falan düşünüyorlardı herhalde.
Hastane binasının merdivenlerine bisikletimi dayadım ve merdivenlerden çıkıp içeri
girdim, suçunu itiraf eden bir katil gibi bağırdım: “Ben hastayım!” Holdeki bir doktor
yanıma geldi, bu tip vakalara alışkındılar herhalde, “Sakin olun, neyiniz var?” diye sordu.
Yanıt vermedim. “Neyiniz var?” diye tekrarladı. Suskunluğumu sürdürdüm. Doktor sesini
yükseltti; “Konuşsanıza” dedi. Konuşmadım. Yazıyordum.
“Ne yazıyorsunuz?” diye sordu.
“Sizi yazıyorum, sizi, onu, herkesi, dünyayı, hayatı yazıyorum” dedim, “Ben Var
Eden’im” diye gürledim.
Doktorun gözleri korkuyla fal taşı gibi açıldı. O salt gerçekçilerden, büyük sırra nail
olmuş gerçekçilerden biri olsa gerekti, o anda anladı benim kâğıt ve kalemle neler
yapabileceğimi. Yazmamam için kolumdan tuttu ama aparatımı küçümsüyordu.
Aparatımdan aldığım güçle doktoru rahatlıkla holün diğer tarafına doğru ittirmeyi
başardım. Sol elimdeki torbayı açtım, içinde yüzlerce kalem vardı, hastaların bulunduğu
bölüme fırlattım. Hastalar kalemleri görünce kendilerinden geçmeye başladılar,
hastabakıcıları onları tutmaya çalıştıysa da hastanede kaos çoktan start almıştı bile. Bu
karmaşa, hikâyeye devam etmem için bana yeterince zaman veriyordu.

Selçuklu, kıza baktı, “Seni tanımıyorum, oğlumun arkadaşlarından biri misin?” diye
sordu. Ezgi “Hayır. Ben, sizi kurtarmaya geldim” dedi.
Selçuklu’nun gözleri parladı, bulunduğu yerden dışarıya özlemle baktı. Tam o
esnada hastane holündeki o habis şeylerden birini gördü. Bu sensörlü bir açılır
kapanır kapıydı. Selçuklu bir canavar görmüş gibi geriye kaykıldı.
“O robotlar artık her yerde! Hiçbir yere gidemem!”
Ezgi dersine iyi çalışmıştı. Mehmet Selçuklu’ya eğildi ve “Onları sadece siz
durdurabilirsiniz” diye fısıldadı.
Selçuklu o korkunç günü hatırladı. Oğlunun kanı yerde mi kalacaktı? Marslı robot
gözleri yok etmeye devam etmeliydi. O bunu yapmasa, kimse yapmayacaktı!
Genç kız bilimadamını ikna ettikten sonra kurtarma planı dâhilinde Selçuklu’nun
hangi kapıyı açması gerektiğini, yanındaki hastabakıcılara çaktırmadan şifreli bir
şekilde anlatmaya çalıştı. Selçuklu ne yapması gerektiğini anladı. Derken
hastanenin giriş kısmında bir gürültü koptu, bir hastabakıcı balkona çıkıp “Buraya
gelin!” diye bağırdı, bunun üzerine Selçuklu’nun başındaki hastabakıcılar görev
yerlerinden ayrıldılar. Ezgi hemen cebindeki bıçağı çıkardı, çevik bir hareketle
bilimadamının deli gömleğinin kollarını kesti. Eski dâhi, yeni deli artık özgürdü.

Hikâyeye ara verip, karmaşadan faydalanarak hastane binasından tüydüm.


Operasyonun bundan sonrası daha çok Selçuklu’nun yapacaklarına bakıyordu, koğuşun
ana kapısını açıp, delileri otobüse yönlendirecekti. Ezgi de ona yardım edecek, sonra da
otobüsü kullanacaktı. Tüm bunlar olurken olan biteni en doğru ve kaidelere uygun bir
şekilde bisikletin üzerinde yazacak olan ise bendim. İlk fırsatta da bisikletimle hastane
bahçesinden geçip Bakırköy merkezdeki halı sahanın önüne gidecektim. Otobüs beni
oradan alacaktı.
Selçuklu istediğimiz gibi mekanik kapıları açtı. Şizofreni koğuşundan ve kadınlar
koğuşundan kaçanlar koridorlarda koşturmaya başladılar. Selçuklu siren seslerini
travmatik hatırasındaki techno müzik zannedip cinnet haliyle hastanedeki sensörlü
kapılara koltuk değneğiyle vurmaya başlayınca hastanedeki kaos içinden çıkılmaz bir hale
dönüştü. Tam da istediğimiz gibi!

Delilerin hepsi kurtulamayacaktı, farkındaydım ama ne kadarını kurtarabilirsek o kadar


iyiydi. Bisikletimin üzerinde aparatım sayesinde hızla yazabiliyor, tımarhanedeki kaosu
daha da köpürtüyor, delilerin kaçması için müsait ortamı yaratıyordum. Selçuklu ve Ezgi
ise delileri otobüse yöneltiyordu. Tabii delilerden bazıları bunu kabul etmeyip başka
yönlere kaçıyorlardı. Birkaç fire önemli değildi, zaten kontrol edemeyeceğimiz deliler
misyonum için fayda sağlamayabilirdi. Hastanedeki isyanı biraz daha olay mahallinde
yazdıktan sonra oradan uzaklaşmaya başladım. Bu esnada Ezgi otobüse doğru ilerliyordu.
Plan tıkırındaydı, en ufak bir aksama yoktu.
En azından böyle düşünüyordum, ta ki hastanenin kapısından dışarı baktığımda
Albino’yu görene kadar! Yanında Ajan vardı. Ezgi’ye doğru ilerliyorlardı. Ezgi olmazsa
otobüsün şoförü de olmaz, delileri otobüste oturttuğumuzla kalırdık. Diğer yandan bu
pislikler biricik sevgilime kötü bir şey yapabilirlerdi. Ezgi beni Varolmayan apartmanından
kaçıran suç ortağımdı, o yenilgiden beri Varolmayanlar’ın sevgilime karşı bilendiklerini
tahmin etmek güç değildi. Ezgi’yi kurtarmalıydım. Gidonu o tarafa doğru çevirip, pedalı
var gücümle çevirmeye başladım. Benim bisikletle geldiğimi gören Albino ve Ajan
adımlarını hızlandırdı. Ama iki teker beni onlardan çok daha hızlı kılmak için yeterliydi.
Ezgi’yi son anda belinden kavradım, haydutlardan sevgilisini kurtaran, onu kıvrak bir
hareketle atına atan bir kovboy misali önümdeki gövde demirine oturttum. Klişe gereği
onu öptüm ve çevik hareketlerle yönümü değiştirerek arkamdaki Ajan ve Albino’yla aramı
açana kadar pedal çevirdim.
Fakat şimdi de deliler sahipsiz kalmıştı, uzaktan baktım, otobüse binmişlerdi. Mehmet
Selçuklu elinde koltuk değneğiyle bize doğru, ne yapacağız der gibi bakıyordu. Gece ise
netbook’uyla yaramaz bir çocuk gibi hastanenin kapılarıyla ve ışıklarıyla oynamaya
devam ediyordu. Telsizle Mehmet Selçuklu’ya bağlandım, “Otobüsü kullanabilir misin?”
dedim. Mehmet Selçuklu “Bununla mı?” dedi ve koltuk değneğini havaya kaldırdı! Keşke
onu farklı kurgulasaydım diye hayıflandım. Peki ya Gece? Hayatının yarısında evden
çıkmayan bir feministin otobüs kullanabileceğini hayal etmek saçma olurdu herhalde. Bu
esnada otobüse doğru yönelen birkaç siluet fark ettim, biraz daha yaklaştıklarında
kapüşonlu genç, Gorbaçov ve Balıkçı’nın da aralarında bulunduğu bir kalabalığın
hastaneye doğru yaklaştığını fark ettim.
Hızlı düşünmeliydim, delilerden birine araba kullandırtmak aklımdan geçti ama hangisi?
Bir deliye otobüs kullandırtmak tüm planı suya düşürebilirdi, hem tanımadığın gerçek bir
insan için hikâye kurgulamak tehlikeliydi... Albino ve Ajan otobüse yaklaşıyorlardı...
Mehmet Selçuklu’ya telsizden ulaştım, “Sen kullanmak zorundasın yoksa...
Yakalanacağız” dedim. Fakat o şoför mahalline koltuk değneğiyle sekerek yürürken
bunun işe yaramayacağını anlamıştım. İş hayalgücüne kalmıştı!

Hemen tabletteki bir sonraki sayfayı açmak için serçeparmağımı avucuma değdirdim,
not defterinde yeni beyaz bir sayfa açtım. Birini yaratmalıydım... Hayır, birini sıfırdan
yaratacak vaktim yoktu, daha önce var ettiğim birini çağırmalıydım. Taksici Hayrettin?
Ama hayır, o bu saatlerde araba mezarlığında kallavi bir müşteri bekliyor olmalıydı.
Bakırköy’de, tam da dün bizi bıraktığı yakın bir yerden geçmesi inandırıcılık yasasını delip
geçerdi. Derken uzakta Bakırköy Şenlikköy Stadyumu’nun levhasını gördüm, onu
görmemle hatırlamam, hatırlamamla yazmam bir oldu.

Eski otobüs şoförü, kaleci Varol oğlunu da götürdüğü bir antrenmandan çıkmış eve
dönüyordu. Oğlunun ricası üzerine kaleci eldiveninin bir tanesini elinden
çıkarmamıştı, oğlu da o elinden tutuyordu. Yürürlerken, tam da akıl hastanesinin
önünde birkaç deli gömlekli akıl hastasının bir otobüse doğru koşturduğunu fark etti
Varol.
Otobüsün şoför koltuğuna koltuk değnekli bir sakat geçmişti, adam kullanmaya
çalıştı ama koca araç olduğu yerde sıçradı, motoru öksürdü ve durdu. Tamam, belli
ki bir suç işliyorlardı ve Varol bir devlet memuruydu ama içinden bir ses bu sakat
adama ve otobüsün içindekilere yardım etmesi gerektiğini söylüyordu. En son
içindeki sesi dinlediğinde kaleciliğe geri dönmüş ve sonrasında yaşadıklarıyla en
büyük hayallerini gerçekleştirmişti. Şimdi neden olmasındı?
Kaleci Varol, kaşla göz arasında şoför koltuğuna geçti, oğlunu arka koltuğa oturttu
ve Mehmet Selçuklu’ya doğru “Nereye gidiyorsanız ben götüreyim” dedi. Selçuklu
tek elinde kaleci eldiveni olan amca kılıklı hayalpereste baktı ve gözü umutla
ışıldadı, “Halı saha var şu ileride, oradan birini alacağız” dedi. Varol “Halı saha”
lafını duyunca içindeki sese güveni tazelenmiş oldu, hemen gaza bastı.

Sokaktaki manasız kalabalığın arasındaki boşluktan Varol ve oğlu Yaşar’ın


cisimleşmelerini izlemek çok hoşuma gitmişti. İki kişiyi yaratırken yaşadığım zevk
böylesine güçlüyse koca evreni yaratan tanrının yaşadığı zevk kim bilir nasıldır diye
düşledim ama hemen düşümü noktalandırdım, zira otobüse yetişemeyen Varolmayanlar
bana doğru koşuyorlardı. Hastanenin diğer tarafından dolandım, o esnada peşimdeki
Bisikletçi’yi fark ettim. Onu geçmem imkânsızdı, onun iki tekerleği vardı, benimse iki
tekerleğim ve yük olarak da Ezgi’m vardı. Yine de elimden geleni yaptım, kaldırım
kenarında hız yapmalar, tekerlekli sandalyeliler arasından zikzak çizmeler, volta atan
hastalar arasında slalom yapmalar, bir sedyeyi yere yıkmalar derken hastane bahçesinde
düşük bütçeli bir aksiyon filmi çevirdik ama yapacak bir şey yoktu, Bisikletçi benden hem
hızlı hem de atletikti. Hastane binasının merdivenini rampa olarak kullanıp bir güzel uçtu,
fiyakalı bir patinajla dört metre önümde set kurdu. Kaskı güneşte tehditkâr bir ifadeyle
parlıyordu. Düello şarttı. Bu defa çok uzatmadım, başparmağımla işaretparmağımı
birleştirdim, açılan sayfaya şöyle yazdım:

Zincir
Bisikletli kız düelloya hazırdı, gözlerinde en ufak bir korku okunmuyordu. Pedala
bastı. Tık diye ses duymasıyla, ayağının boşlukta tur atması bir oldu. Hay aksi
şeytan! Zinciri kopmuştu!

Bisikletçi’nin yanından alaycı bir sırıtışla rüzgâr gibi geçtikten sonra gidonumu halı
sahaya doğru çevirdim. Fakat otobüsle buluşmamıza geç kalmıştım. Otobüstekiler bizden
ümidi kaybedince ve uzaktan gelen polis sirenlerini duyunca hareketlenmişti. Pedalı daha
hızlı çevirip Varol’un dikiz aynasında görünmeyi başardım. Otobüs durmadı ama
yavaşladı. Önce sevgilimi kapıya fırlattım, sonra da bisikleti geride bırakarak ben atladım.
Otobüs giderken yolda bir süre kullanıcısı olmadan ilerleyen, sonra da yalpalayarak düşen
bisikletime baktım; vurulduktan sonra bile koşmaya devam eden, sahibine son nefesine
kadar hizmet eden bir şövalye atı gibi yere yığıldı.
Ben bu hüznü yaşarken şoför mahallindeki Varol, “Abi şimdi nereye?” dedi.
“Tren istasyonu” dedim.

Delilerden altısının üzerinde deli gömleği vardı, onlara hemen yeni giysiler verdik.
Diğerlerine de dikkat çekmeyecek kıyafetler dağıttık. Emniyet alarma geçmişti, polis
otolarının sirenleri her geçen saniye daha da yükseliyordu. Fakat onlar da Varolmayanlar
da trenle kaçacağımızı tahmin etmiyorlardı. İstasyona geldiğimizde ortalık sakindi. Varol
ve oğluyla vedalaştık, onların hiçliğe gidişini seyrettikten sonra biletlerimizi alıp Sirkeci
trenine atladık.

Yeni üssümüzü karşı yakada kuracaktık. Kartal’daki terk edilmiş lunaparkı gözüme
kestirmiştim. Güzel hayallerim vardı orayla ilgili. Balerin’in 17. koltuğuna binildiğinde
aşağı doğru bir geçit açılacaktı. Ya da dönme dolap durduğunda en tepede olursan
aşağıya doğru uzayan bir tünel... Anadol’un kapısından ya da alaturka tuvaletin leğenini
kaldırarak girmekten daha renkli bilmeceler düşünmüştüm... Delilere biraz bu
hayallerimden söz ettim. Pek anlamışa benzemiyorlardı, hepsi son bir saatte olup
bitenlerden dolayı afallamış görünüyordu. Zaten büyük bir şevkle anlattığım o hayaller,
Sirkeci’ye doğru yaklaşırken garda bekleyen Varolmayanlar çetesini görmemle tuzla buz
oldu. Ezgi de paniklemişti. “Ne yapacağız?” dedi.
Hızlı düşündüm, koridora çıktım, sağ elimdeki aparatın gücüyle alarm zilinin camını
kırdım, sol elimle alarm askısını çektim. Tren korkunç bir fren sesi ve beni koridorun diğer
tarafına atacak sarsıcı bir momentumla durdu. Sırtımı vurmuştum, aparatım da zarar
görmüştü, sayfa değiştirmeye yarayan, serçeparmağımla bastığım düğme çalışmıyordu.
Neyse ki sayfalarını kendim de çevirebilirdim.

Hemen delileri de alıp trenden atladık.


Ben bir yandan Varolmayanlar’a, diğer yandan nereye kaçabileceğimize bakarken Ezgi
bir çoban gibi delileri bir arada tutmaya ve onları yönlendirmeye çalışıyordu.
Ajan ve Albino en hızlılarıydı. Rayların üzerinde sekerek bize doğru yaklaşıyorlardı. Ajan
epey bir yaklaştıktan sonra durdu, ceketinin cebinden tabancasını çıkardı, “Dur yoksa
vururum” diye bağırdı. Tabancası olmasına çok şaşırmıştım, bu iş hayat memat
meselesiydi ve tüm dünyayı ilgilendiriyordu ama yine de silaha başvuracakları aklımın
ucundan geçmemişti. Hatta ateş edip de sıktığı iki kurşun raylardan, bir kurşun da
elektrik direğinden sekinceye dek silahın gerçekliğinden şüphe duymuştum. Bir toprak
parçası için savaş açan insanoğlunun hayatın yönetimi için silaha başvurmaması
düşünülemezdi. İyi ki, benim silahım da yanımdaydı.
Hemen yazdım, “Takım elbiseli ajan kılıklı genç bir kere daha silahına davrandı ve tetiği
çekti. Neyse ki şarjörü boşalmıştı.”
İşe yaramadı. Tabii ya, başkalarının görüş sahasındaydı ve gerçekliğe çok sonradan
müdahale etmiştim, ayrıca kişisel fayda yaratmaya yönelikti... Kısacası en az üç kaideyi
yerle bir ettiğim için Ajan’ın şarjörünü boşaltamamıştım.
Deliler çok iyi atlet sayılmazlardı, bizi çok yavaşlatıyorlardı, silah sesleri bir nebze onları
hızlandırsa bile yine de bu gidişle izimizi kaybettirmemiz pek mümkün olmayacaktı.
Yerlerin çakıl taşları ve raylarla dolu olması sürekli sendelememize sebep oluyordu.
Silahlı ipnetor da giderek yaklaşıyordu. Albino, Balıkçı Yaka, Gorbaçov da Ajan’ın
arkasından gelmekte olan bir düzine Varolmayan’ın arasındaydılar.
Park etmiş bir trenin boş vagonunun içinden diğer tarafına geçmek gibi kestirmeler ve
takipçilerimizin kafasını karıştıran hamleler yapsak da arayı açamamıştık. Ah bir tren
geçseydi aramızdan ne olurdu ki... Filmlerdeki gibi... İşte o zaman arayı açardık.
Tabii ya! Bir tren!
Hemen yazdım.

Hayalet tren
Kondüktör lokomotife geldi, makinistin kapısını tıklattı. Makinistin asistanı kapıyı
açtı. Şişman kondüktör dar kapıdan zorlukla geçip, elindeki bilet koçanlarıyla birlikte
kenardaki mini tabureye oturdu ve ayaklarını uzattı. Bir of efekti çekerek “Tam
tamına 39, evet 39 kişi biletini vermedi. Polise haber verdim, hele bir varalım
Sirkeci’ye, orada hepsini sikme...” dedi ki, makinistin on bir yaşındaki oğlu
Mertkan’ın da lokomotifte olduğunu fark etti. “Sıkıştıracağım onları” diyerek
cümlesini tamamladı, kahkahalar patlatarak Mertkan’ı alnından öptü. Makinist
döndü, “39 da fazlaymış be” dedi. “Çakallar işte! Bilet istiyorum, ölü ölü bakıyorlar,
deli ettiler beni...” diye hayıflanmaya devam etti kondüktör.
Mertkan babasına döndü, “Baba buralarda bir hayalet tren görünüyormuş, doğru
mu?” diye sordu. Makinist Ender gülümsedi, “Palavradır o oğlum. Her söylenene
kanma” dedi. Mertkan elindeki gazeteyi göstererek “Ama bak gazetede yazıyor...”
derken kondüktör meraklanarak gazeteyi çocuğun elinden kaptı. Heyecanla
gazetenin sayfalarını karıştırmaya başladı. Heyecanlanmıştı çünkü o da o treni
görmüş, birkaç gece boyunca aklını kaçırdığı korkusuyla uyuyamamıştı. Sayfaları
karıştırmaya devam ederken makiniste dönüp, “Doğru beyim, ben de gördüm bir
kere, kimselere söylememiştim, başkaları da görmüş ki haber olmuş” dedi.

Hikâye fena gitmiyordu, özellikle de sağımdan solumdan kurşunların geçtiği


düşünülürse! Bir an evvel finale bağlamalıydım. Saatime baktım, 17.55’e otuz saniye
vardı. Hemen devam ettim.

Şişman kondüktör nihayet gazetenin orta sayfalarından birinde hayalet trenle ilgili
haberi buldu. Yola bakan makinistin haberi duyması için yüksek sesle okudu.
“Hayalet treni görenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Görgü şahitlerine göre trenin
üzerinde Yakup Kadri Karaosmanoğlu Ekspresi yazıyor. Bu, 2004’te kaza yapan hızlı
trenin adıydı. Söylenenlere göre hayalet tren tam da kazanın olduğu 6’ya beş kala
görünüyormuş.” Şaşkınlıktan olsa gerek, kondüktörün sesi okuduğu her cümleyle
birlikte kısılıyordu. Son cümleyi okuduktan sonra ise hepsi derin bir sessizliğe
gömülecekti:
“2004’teki kazada 39 kişi hayatını kaybetmişti.”

Son cümlemi daha bitirmemişken sesini duymuştum, yüklemi yazarken ise ufuk
çizgisinde heybetli bir trenin yavaş yavaş belirdiğini göz ucumla gördüm. Önce hayal
meyal bir siluetti. Arkasındaki binaları, direkleri, objeleri kapatacak kadar cisimleşmeyen
tren birkaç saniye içinde gerçekliğin bir parçası oluverdi. Hiçbir zamana ait değil gibiydi
bu tren. Üstünde sadece “Yakup Kadri Ekspresi” değil, birçok yazı vardı, sanki tüm
zamanların tren kazası mağdurlarını taşıyan zamansız bir araçtı. Hem hızlı trenler gibi bir
burnu vardı, hem de eski buharlı trenler gibi dev çarkları. Eşsiz bir tasarımı vardı. Bir
anlığına herkes durdu ve inekler gibi treni seyre daldı. Peşimizdeki Varolmayanlar da
durup, yoktan var ettiğim trene bakakaldılar, her ne kadar artık kötü adamlarsa da
hayallere hayatını adayan birinin bu güzellik karşısında büyülenmemesi imkânsızdı.
Fakat hayal ile gerçek arasındaki ince çizginin ürünü olması gerçek bir tren gibi
üstümüze doğru geldiği gerçeğini değiştirmiyordu.
“Koşun!” diye bağırdım.
Deliler, Ezgi ve ben vites attık, depara kalktık. Ajan, Albino ve Balıkçı da hızlandı ama
zamanlamam müthişti; son rayı atladıktan iki saniye sonra var ettiğim tren raydan geçti.
Peşimizdekiler diğer tarafta bu sihirli trenin uzadıkça uzayan vagonlarını izlemekten
başka bir şey yapamadılar.

İzimizi kaybettirmiştik. Boş bir inşaatta bir süre soluklandık. Biraz tıkındık. Eksiğimiz
yoktu. Delilerden bir tanesi bileğini burkmuştu, onun dışında bir sakatlık yoktu. Dizimi
yaraladığımı sonradan fark ettik. Otobüse atlarken olmuştu. Ezgi su döktü, yaradan akan
kanı bir güzel temizledi. O pansuman yaparken ben ona yeniden âşık oluyordum.
“Bak geçti...” dedi.
Bakınca şaşırdım. Çünkü kan silinince oradaki yaramın şimdiden kabuk bağladığını, mor
bir benin dizime konduğunu fark ettim. Sanki bir damla mürekkep dökülmüş de, orada
kurumuş gibiydi. Demek ki Varolmayan hızlı iyileşiyordu.
İyileşme sırası şimdi dünyadaydı...
III

Sonun başlangıcı
Var edenler

Üç gün sonra
23 Mayıs 2009
Biriktirdiğim parayla Kartal’daki terk edilmiş lunaparkı kiraladım. Aletler henüz
çalışmıyor. Ofis olarak kullandığımız bir çadır var, boş bir sirk çadırını andırıyor. Üçü kadın
dokuz deli, ben ve Ezgi burada yaşıyoruz. Dört deli kaçtı, bir işe yaramıyorlardı zaten.
Diğerleri de henüz yazmaya başlamadı. Eğitimleri devam ediyor, her ne kadar onların
hayalgücünün sıradan insanlardan güçlü olduğunu bilsem de, bu işe kontrollü başlamaları
şart. Gerçekliğin kodlarıyla fazla oynayıp bizi istemediğimiz bir düzene, ipe sapa gelmez
bir kaosa sürüklemeseler iyi olur. Hazır hayatımın aşkını bulmuşken bir kıyamete neden
olmak istemem.
Ezgi’yle ilişkimiz muhteşem gidiyor. Bana her konuda yardımcı oluyor, hayallerimi
küçümsemiyor. O resmen hayallerimdeki kız. Hatta onu diğer eski kız arkadaşlarımdan
aldığım bazı ufak tefek özelliklerle güncellediğim düşünülürse o Hayallerimdeki Kız V.02!
Cinsel hayatımız süper. Her şey tıkırında. Bazen tam sevişirken onun kaybolmak üzere
olduğunu hissediyorum, hızla aparatıma sarılıp birkaç cümle yazıyorum, şehvetli,
pornografik şeyler... Hemen toparlıyoruz.
Ona duyduğum aşkla o kadar güzel hikâyeler yazacağım ki bu dünya hiç olmadığı kadar
güzel bir yer olacak.

Talimatlar
25 Mayıs 2009
Delilere hayal güçlerini serbest bırakmaları gerektiğini anlatıyorum ama verdiğim bazı
talimatlara uymaları gerekiyor. Dünyayı değiştirmemiz için hedeflerimiz belli; devletler,
ekonomik düzen, dinler ve sıkıcı gerçek hayat. “Bunlara zarar verebileceğimiz her hikâye
mubahtır” dememle birlikte kâğıda kaleme sarıldılar. Onlardan ümitliyim. Akıllıların
binlerce yıldır yapamadığını akılsızlar yapacak.

Hayal Kırıklığı
26 Mayıs 2009
Deliler beni hayal kırıklığına uğrattı. Yazdıkları şeyler hep deli saçması. Bu konuda
onları suçlayabilir miyim bilemiyorum! Ne kadar anlattıysam da “şart”lar umurlarında
değil. Bir paragraflık yazıda beş şartın beşini de ihlal etmeyi başarabiliyorlar. Haliyle de
gerçekliğe tesir edemiyorlar. En güçlü Varolmayanlar onlarmış, pabucumun delileri! İş
yine başa düşecek anlaşılan. Fakat benim de yeni bir hayal kırıklığına tahammül edecek
gücüm kalmadı, o yüzden bir sonraki eserimin gerçekten hakikate takla attıracak güçte
olmasını istiyorum. O benim başyapıtım olacak ve dünya hiçbir zaman eskisi gibi
olmayacak...

Ekonomik kriz
29 Mayıs 2009
Mali açıdan durumumuz kötüye gidiyor. Doyuracak on boğaz var, üstelik deliler, tabiri
caizse deli gibi yiyorlar. Tımarhanede verilen hapları almayınca midelerine vurdu galiba.
Erkekler neyse de, kadın şizofrenlerin iştahlarına inanamıyorum! İyi ki yüklüce bir para
biriktirmiştim, yoksa dayanamazdık.
Henüz ümidimi kaybetmedim, delilerden bazıları elle tutulur kurmaca hikâyeler
yazmaya başladı. Anlattıklarım en sonunda onların hayalgücünü çalıştıran düğmeye bastı.

Yeni bir umut


30 Mayıs 2009
Delilerden biri, “Kozmik Oda” diye bir hikâye yazdı, askeriyelerde meğer kozmik oda
varmış da, orada gizli işler çevriliyormuş, derin devlet mevzuları, darbe komploları... İpe
sapa gelmez bir hikâye. Ama en azından başı var sonu var, kaidelerin bir kısmına uygun.
Gerçeğe sirayet edeceğine dair en ufak umudum yok ama yine de bir gelişme sayılır.

Deliler öğreniyor
31 Mayıs 2009
Delilerden üçü şaşırtıcı bir gelişme göstererek daha önce başladıkları hikâyeleri
bitirmeyi başardılar. Gerçi üçü için de hikâye demeye bin şahit ister. Yine ne idüğü belli
olmaz karalamalar bunlar. Birinin adı “Hitler’in Ufoları”. Hikâyeye göre Hitler zamanında
bilim insanlarına ufo siparişi vermiş. Birkaç ay sonra 15 adet üretilmiş. Bu ufolarla (Ufo
diye yazması bile belli başlı kaideleri paramparça ediyor) Amerika’yı işgal etmeyi
planlıyormuş, şimdi o ufoları bulan Neo-Naziler saldırıya hazırmış falan filan. Hikâyeyi
beğenmemiştim ama bu yazdıklarının amacı nedir diye sorduğumda aldığım yanıt
hoşuma gitti. “Ufolarla gerçekliğin sıkıcı kurallarını ezmenin ve bir zamanlar ortaya çıkan
kötülüğün izinin silinmesinin imkânsız olduğunu göstermek” demişti. Açıklamasına iyi,
hikâyesine kötü not verdim.
Delirmeden önce genetik okuyan Alara uzmanlık dalıyla ilgili bir hikâye yazmak istedi.
Onay verdim, vermez olaydım. İnandırıcılıkla bu kadar oynanmaz. Hikâyenin adı
“Arsenik”. NASA Arsenik’te yaşayan yeni bir bakteri türü buluyor hikâyede. Dedim,
“Genetik uzmanlık dalım diyorsun, arsenikte canlının yaşayamayacağını bilmiyor musun,
bir de arsenikten beslendiğini iddia ediyorsun”. “Olabilir ama...” diye geveledi. “Bir de
NASA ne alaka, bir genetik laboratuvarını olay mahalli yapsaydın bari” diye karşı çıktım.
Homurdanmakla yetindi. Amacını sordum, “Evrimi kanıtlayıp, Darwin’e güç kazandırmak”
dedi. “Amaç güzel de, o gol bu şutla gelmez” dedim. Üzüldü.
Üçüncü delinin yazdığı hikâyenin adı “Kül Bulutu” idi. Dev bir yanardağla ilgili. Yanardağ
patlayınca devasa kül bulutu hava trafiğini alt üst edecekmiş de, böylece havayolları
şirketlerine darbe indirecekmişiz. Dedim hangi yanardağ? Ağzını yaya yaya “Eyyaf yalla
yökül” dedi. Daha inandırıcı bir isim bul diye ödev verdim, bana kafa tuttu. “Olmaz,
hayalimdeki yanardağın adı bu” dedi. Ve diline hâkim olamayan o deli aksanıyla
tekrarladı; “Eyyaf yalla yökül”.
Bu kaçıklarla işim var!

Kurallar değişiyor
1 Haziran 2009
Ezgi’ye uyuz oluyorum. Fazla iyi! Fazla mükemmel! Umudumu hep ayakta tutmaya
çalışıyor, elinden gelen her şeyi yapıyor. Tek kusuru... Nasıl anlatsam... Bazen uzun süre
elim kaleme gitmiyor, onun hakkında bir şey yazmıyorum, o zamanlarda Ezgi silinecek
gibi oluyor. Tam öpüşürken dudaklarını hissetmemeye başlıyorum... Tam gözlerinin
derinliklerinde kaybolmuşken bir anda camdan bir bebekmiş gibi arkasındaki çöp
kutusunu (üstelik kapağı tam kapanmamış!) görmeye başlıyorum. O kadar kötü bir duygu
ki bu. Tekrar onu var etmek için aparatı çalıştırıyorum. Bu işlem biraz usandırıcı olabiliyor
bazen. Biraz daha gerçekliğe tutunabilse, bensiz de varlığını sürdürebilse olmaz mıydı?!
Onun hakkında ne kadar yazarsam yazayım, varoluş süresini uzatamıyorum. Sanırım
benim gibi doğuştan Varolmayanlar ile sonradan var edilenler arasında “Karakterin
Oluşma Prensibi” farklılık gösteriyor.
“Karakterin Oluşma Prensibi” gibi babam ve İrfan Akay’ın yazdığı diğer kuramları da
sorgulamamın zamanı geldi. Belki de yazılan her şey tam o anda değil, sonra, belli bir
kuluçka döneminin ardından, hatta geleceğe doğru olması da şart değil, zamanın
geneline tortu bırakarak gerçekleşiyordur. Tıpkı küçükken okuduğumuz, karakterlerini,
hatta konusunu bile hatırlamadığımız bir romanın tüm hayatımızı etkilemesi gibi dünyayı
değiştiriyordur, ince ince gerçekliğin dokusuna karışıyordur, belli etmeden, biraz da
sinsice... Tüm o eski kuramları, kuralları yeni tecrübelerimle birlikte yeniden gözden
geçirmem lazım. Benim devrimim çok daha sağlam temeller üzerine kurulmalı.
Doğruluğundan en çok şüphe duyduğum kuram delilerle ilgili olan. Onların algılarının
daha açık olduğu ve daha büyük bir hayalgücüyle donatıldıklarını düşünmüyorum artık.
Ne yaptıysam elle tutulur bir hikâye yazdıramadım. Bugün bir tanesi, devletlerin gizli
yazışmalarını ortaya seren bir web sitesi hakkında yazmak istedi. Avustralyalı bir
aktivistin açacağı site Amerika başta olmak üzere büyük devletlerin sırlarını, kriptolarını
ve savaş suçlarını ifşa edecekti. Dedim Avustralyalı biri açmasın o web sitesini,
Amerika’ya yakın, anında yakalarlar, hatta öldürürler, inandırıcılık yasasını hiç yoktan
delmeyelim falan dedim, “Yok bu Avustralyalı. Adını falan da saklamayacak” dedi. “Yok
artık” dedim, “Olmaz, inandırıcı değil, başka bir milletten yap, adını da gizle” dedim. Emir
kipinde konuşuyordum ama deli işte, emirlerime itaat etmedi. Bir diğer deli de bankaları
çökertmek için eski bir futbolcunun internetten çağrı yapacağına, herkes aynı gün aynı
saatte paralarını çekince banka sisteminin ciddi yara alacağına dair bir hikâye fikriyle
geldi. Veto ettiysem de o yine de yazdı.

Pasaj
2 Haziran 2009
“Böyle olmayacak, delileri daha iyi eğitmem lazım. Ofise birkaç kitap alayım”
düşüncesiyle Kadıköy’e gittim. Ezgi de gelmek istedi, “Tek başına gitme, korkuyorum”
dedi ama kafamı dinlemek istiyordum. “Bana bir şey olmaz” dedim ona, içimden de
ekledim: “Nihayetinde ben Varolmayan’ım”.
Akmar Pasajı’ndaki sahaflara uğradım. Delilerin rahatlıkla okuyabileceği, meselenin
temelini öğrenecekleri kitaplar aldım, Pal Sokağı Çocukları, Küçük Prens, Oz Büyücüsü
gibi romanlar, birkaç resimli çocuk kitabı, öykü teknikleri üzerine bir kitap...
Aşağı kata indim, müzik dükkânlarının olduğu kat. Eskiden çok uğrardım buraya. O
zamanlar sadece müzik dükkânları vardı, şimdi araya sahaflar ve tişörtçüler de karışmıştı.
Biraz plaklara baktım, iki tanesini Ezgi’ye hediye etmeye karar verdim. Bu plakları çok
sevecekti, şimdiden onları dinlerken yüzüne yayılan gülümsemenin, şarkılara eşlik
ederkenki sesinin hayalini kurabiliyordum. O anı çok güzel yazabilirdim.

Tam plakların parasını ödemek üzere kasaya yönelmiştim ki, pasajın girişinde İrfan
Kudret Akay’ı gördüm. Bana doğru yürüyordu. Plakları yaşlı adama doğru frizbi edasıyla
fırlattım ve koşmaya başladım. İrfan Akay ihtiyarlara özgü ihtiyatlı bir soğukkanlılıkla
yavaş yavaş yürüyordu. Pasajdaki insanlara çarpa çarpa koştuğumdan arayı bir türlü
açamadım. Onu yavaşlatmak için dükkânların önünde duran birkaç tişört rafını yere
fırlattım ama işe yaramadı, moruk yavaş yürüyor gibi görünse de serinkanlı bir seri katilin
ustalığıyla arayı kapatıyordu. Ben ise tam tersine panik yapmıştım, bunun sonucunda da
pasajın sonundaki merdivenlerden çıkarken kayıp sırtüstü yere düştüm. İrfan Akay
tepemde belirdi.
Ben ellerimle mermer merdivenlerde sürünerek ondan uzaklaşmaya çalışıyordum ki her
zamanki hipnotize edici konuşmasıyla beni durdurdu.
“Dur. Lütfen dur, dinle beni. Bak silahsızım ve yanımda kimse yok” dedi.
Etrafa baktım, yanında kimse yoktu, merdivenin diğer ucuna baktım, oradan da gelen
görünmüyordu. İhtiyar adam tek başına bana bir şey yapamazdı, yapacak olursa
aparatımı çalıştırır, görüp görebileceği en kötü kâbusu ona yaşatmakta en ufak tereddüt
yaşamazdım.
İrfan Akay benim sakinleştiğimi görünce yavaş yavaş geldi ve yanıma oturdu.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu. İçinde bulunduğumuz gerginliğe göre biraz lakayt kaçtı bu
soru.
“İyi valla, sizden n’aber?” dedim daha da lakayt.
“Her şey aynı. Sen gittikten sonra organizasyon biraz sallandı tabii.”
“Toparlarsınız zamanla” dedim samimiyetsizce.
“Toparladık bile” dedi restleşircesine, sonra ekledi; “Senin seçilmiş kişi olmadığını
söyledim onlara, tabii bu konuda onları ikna etmem zor oldu.”
“Zor olmuştur eminim. Yarattığım o kadar mucizeye rağmen... Ama sen bir yolunu
bulup yalanlarla onların gözlerini boyamışsındır.”
İhtiyar benim söylediğime gülümseyerek yanıt verdi, içinde hem küçümseme hem de
pişmanlık barındıran garip bir gülümsemeydi bu. Sonra derin bir “of” çekti.
“Evet çok yalan söyledim ama artık yalan yok. Sana olan biteni tüm çıplaklığıyla
anlatacağım” dedi.
Soran gözlerle ona baktım.
“Senin seçilmiş kişi olduğuna fazlasıyla inanmışlardı. Sen onların güvenini sarsarak
organizasyona güç kaybettirdin. O yüzden yeni bir hikâye yazdım. Seninkiler ya da
babanınkiler kadar güzel değil ama yazdım. Bir kehanet öyküsü. Babanın gördüğü o
rüyada kâhinin dediği sözü hatırlıyor musun?”
“Tabii ki, benden bahsettiği için unutmam imkânsız. ‘Bu kalem, var olmayanı var
edecek, yok edileni yokluktan geri getirecek. Bu kalem ki, gölgelere cisim verecek. Ve bir
gün düşler yeraltına saklandığında bu kalemle var edilen, Var Eden olacak, bu kalem ve
bu mürekkeple hayalleri yeniden gökyüzünün hâkimi yapacak’...”
“O rüyada babana kalemi getiren kişileri hatırlıyor musun?”
“Evet, mucit, madenci ve kâhin...”
“Ama o rüyayı iyi hatırlarsan orada beş kişi olduğunu hatırlayacaksın.”
“Evet, beş kişilerdi ama kâhin konuşup kehaneti söyledikten sonra rüya
tamamlanıyordu.”
“İşte oradaki dördüncü kişinin söylediğini hikâyeye ekledim.”
“Ne demek bu?”
“Gerçek ve tek Varolmayan’la ilgili kehanette ufak bir değişiklik yaptım yani. Bu da
müritlerimin tüm inanış biçimini değiştirdi.”
“Nasıl değiştirdin?”
“Kütüphanede babanın Varolmayanlar üzerine yazdığı tüm kuramların, tüm rüyaların –ki
biz onlara vahiy diyoruz–, tüm teorilerin ve aforizmaların bulunduğu klasörler var. Kutsal
klasörler. O kadar uzun ve anlaşılmaz ki, kimse hatırlayamıyor, ben de arada bir
değiştiriyorum.”
“Bravo” dedim sessizce alkışlayarak. Sessiz kalınca sordum: “Nasıl değiştirdin kehaneti
peki, ne yazdın yani?”
“Rüyadaki dördüncü kişi bir tellal, bir haberci. Rüyada kral olan baban ısmarladığı
kalemi incelerken lafa giriyor ve ‘Aman efendim temkinli olun. Kehanette söylenmeyen
bir şey var, o da, esas Varolmayan’dan önce sahte bir mesihin ortaya çıkacağı, yoktan
var ettiğine dair insanları kandıracağıdır. Gerçek mesihe inancınız ne kadar kuvvetli
olursa olsun, bu sahte mesihten kendinizi sakının’ diyor. Baban o noktada uyanıyor.”
“Yani sen kehaneti değiştirerek beni Varolmayanlar’ın gözünde sahte mesih yaptın.”
“Buna mecburdum. Organizasyonun iyiliği, devrimimizin geleceği için...”
“Yani resmen insanları kandırdın, şaka gibi” dedim gülerek.
“Başlangıçta yazılanlar da bir illüzyondan ibaret değil mi? Ne yapıyorsam
organizasyonun iyiliği adına yapıyorum.”
Gülmeye başladım, bu ihtiyarın göz göre göre yalan söylemesine, bunu normal bir
şeymiş gibi anlatmasına inanamıyordum. “İyi de yalan söylüyorsun” dedim.
“En baştaki de yalan değil mi? Sadece söyleyen gerçekliğine inandığı için yalan
olduğunu düşünmüyor. Her üç din de değişmiştir bugüne dek. Bizimkisini onlardan üstün
kılan nedir ki?”
“Tabii ki bir din olmaması, gerçeğin ta kendisi olması” dedim.
Güldü.
“Diğer dinler ne kadar gerçekse, Varolmayan da o kadar gerçek” dedi.
İrfan Akay’ın lideri olduğu Varolmayan fikrine inançsızlığı ve bunu dinler üzerinden
kanıtlamaya çalışması beni öfkelendirmişti.
“İnsanlar inandığı sürece belki de hepsi gerçektir” diye iddialaştım ve bu moruğa
sağlam bir ders vermeye karar verdim. Yeni bir hikâye yazmak için aradığım motivasyonu
bulmuştum nihayet. Ayağa kalktım. Kahramanlara özgü kararlı bir sesle, “İstediğin
değişikliği yap, bu benim gerçek ve tek Varolmayan olduğum gerçeğini değiştirmez”
dedim.
Işaretparmağımla başparmağımı bitiştirerek aparatımı çalıştırdım, not defterim açıldı,
kalemim elime geldi. Sesimi yükselttim, “İstersem tek bir cümleyle şu anda kendimi
başka bir yere ışınlayabilir veya seni hiç olmak istemeyeceğin bir şekle dönüştürebilirim.”
İhtiyar adam aparatıma baktı, şaşırdı ama en ufak bir korku okunmuyordu gözlerinden.
“Aslında bunu yapamazsın. Senin öyle bir gücün yok” dedi.
İhtiyarın kendine olan güvenine saygım sonsuzdu ama gücümü bu kadar küçümsemesi
onuruma dokunmuştu.
“Bir kehaneti kâğıt üstünde değiştirdin diye gücümü elimden aldığını mı sanıyorsun?”
“O güç hiçbir zaman senin olmadı ki...”
O kadar kendinden emin kurmuştu ki bu cümleyi, yutkundum. Yine o hipnozcu
taktiklerini kullanıyor olsa gerekti. Bu kadar çabuk kanmamalıydım ona. Ama madem Var
Eden olduğuma inanıyordum, neden elimdeki kalemi kullanıp gücümü bir an evvel
ispatlamıyordum?
İhtiyar konuşmaya devam etti. “Dinle oğlum. Sana bir itirafta bulunmak zorundayım.
Sen Varolmayan değilsin... Varolmayan diye bir şey aslında hiçbir zaman var olmadı.”
Artık konuşacak halde değildim.
“Hatırlıyor musun ilk geldiğinde araba mezarlığındaki binanın ne olduğunu, oradaki
insanların kimler olduğunu sormuştun, ben de bir hayalin peşinde bir avuç insan
olduğumuzu söylemiştim.”
“Ondan sonra da orduyuz dedin, savaştayız dedin.”
“Evet. Hepsi de doğru. Fakat en doğrusu şuydu; orası bir tapınaktı.”
“Ne?”
“Varolmayan aslında alternatif bir inanç sistemi. Babanın yarattığı ve yazdığı yapay bir
din. Sana anlattığımız tüm o hikâyeler, sana izlettiğimiz o belgesel bu dinin kutsal
kitabının parçaları, ayetleri, sureleri, hadisleri... Tüm o kurallar aslında bizim dinimizin
farzları. Tüm o yasaklar, bizim dinimizin günahları.”
“Nasıl?” diyebilmiştim sadece.
“Üzerinde çok çalışılmış bir din bu. Akıl sır erdiremeyeceğin ölçüde karışık. Diğer tüm
dinler gibi.”
“İyi de, babam beni çocuk sahibi olamadığından sıfırdan yarattı... Bu kalemle...” dedim,
sustum.
“Metin’in annenden çocuk sahibi olamaması, bu yüzden güneye gittikleri falan... Oralar
doğru. Fakat seni mürekkeple yarattığı yanlış. Sen de herkes gibi spermle doğdun.
Doğumda annenin ölmesi doğru. Ama sonra işler karışıyor. Anneni kaybedince babanın
psikolojisi bozuldu. Sanrılar görmeye başladı. Uyuşturucu ve alkole geri döndü. Bir gün
bana, ‘Vahiy geldi İrfan’ dedi. Bu süreci atlatacağına inanıyordum ama atlatamadı, her
geçen gün daha kötüye gitti. Çocukluğun boyunca babanın sürekli yazdığına şahit oldun
ya, aslında o gelen vahiyleri yazıyor, kendi kutsal kitabını oluşturuyordu. Yani o öyle
düşünüyordu, akli dengesi yerinde değildi. Tüm o belgesele kaynaklık edecek metinler,
babanın Varolmayan’la ilgili rüyası, hayalciler ile gerçekçileri ayırma prensipleri,
belirteçler, manifestolar, deliler, bizim organizasyonumuzun dayandığı her şeyi, her
detayı sen çocukken yazdı. Ben de onları şifreleyerek Sıfırlar’da bir araya getirdim...”
“İyi de, ben o dönem yazdıklarına baktım, hep beni anlatmış...”
“Sen yaşarken senin yaşadıklarını yazıyordu. Hepsi bu. Doğaüstü bir durum yoktu. Seni
uzaktan izliyor, yaptıklarını yazıyordu ama öyle bir psikolojideydi ki, yazarak senin
hayatını biçimlendirdiğini sanıyordu.”
Düşündüm. Geçmişimi yeniden yorumlamaya başladım. Yerde kendi çapında oynayan
bir çocuk, masada onun yaptıklarını yazan bir adam. Televizyon izleyen bir çocuk,
masada onun yaptıklarını yazan bir adam. Salıncakta sallanan bir çocuk, bankta onun
yaptıklarını yazan bir adam. Yazan bir adam, hep onun yaptıklarını yazan bir adam...
Yazarak yarattığını sanan bir adam... Hayır babam gibi zeki bir adam aklını bu kadar
kaçıramazdı!
“Aslında en başta aklı yerindeydi. Bilinçli olarak yeni bir din başlatmak istiyordu ve bu
uğurda diğer dinleri araştırdı. Özellikle mukaddes dinleri. Tutmuş formülleri yeniden
kullanmanın doğru olacağını düşünüyordu, riske girmeye gerek yoktu. Zaten o dinler de
daha önceki pagan inanışlardan, putperest inançlarından, Mısır mitolojisinden
yararlanmıştı. Daha önceki dinlerin şablonunu çıkardı ve kendi felsefesine uyguladı.
Yazarak yaratmanın beş şartı... Neden beş? ‘İslam’ın neden beş şartı varsa ondan’. Neden
belirteç diye bir şey var? Neden takke varsa, ondan. Neden Var0lmayan sembolü var,
neden haç varsa ondan. Neden antidepresan, ilaç ve diş macunu yasak? Çünkü sağlıksız.
Hayır! Tıpkı İslam’daki domuz eti yasağı, Musevilik’teki Cumartesi günleri çalışma yasağı
gibi... Yasaklar da bu işin farzı işte... Sıfırlar neden anlaşılmaz aforizmalardan oluşuyordu,
çünkü kutsal kitaplar da öyleydi, çoğu yoruma açık metinlerden oluşuyordu, insanları
cezbeden de buydu...”
İki parmağımı birbirinden uzaklaştırarak aparatı kapattım.
“Her üç dinde de ‘diğer dinlerden biriyle evlenemezsiniz’ yasası geçerlidir, tıpkı
Varolmayanlar’daki gerçekçi güzel kızlarla birlikte olamazsınız yasağı gibi. Baban tek tek
eski dinlerdeki yasaları günümüze ve kendi bakış açısına uyarladı...”
“Sana inanmıyorum” dedim ama sesim ona inandırıcı gelmemiş olmalıydı ki, beni
duymamış gibi tiradına devam etti İrfan Akay.
“Her dinin benzer vaatleri vardı. Mutluluk vaat ediyorlardı ama bu hayatta değil, öteki
hayatta. Bu hayatta mutluluk vaat etselerdi sonuca ulaşamayanlar inançlarını
kaybederlerdi, garantiye oynamıştı eski peygamberler. Baban da işini sağlama aldı, o da
bir öte dünya vaadi yarattı: Ölen hayalcilerin zamansız ve mekânsız olan masal
dünyasına gideceklerini, hayatta kalan hayalcilerin yazdıklarıyla orada can bulacaklarını
söyledi. Eski dinler günahkârları ebedi bir cehennem ıstırabıyla tehdit ederken
Varolmayan inancı insanları ölümden sonra hiçliğe karışmakla, kâbuslarda figüran
olmakla korkutuyordu.”
Gerçekten benzerlikler şaşırtıcıydı. Çok daha fazlasının geleceğini de biliyordum.
“Bitmedi. Dinlerin öte dünya ve mutluluk dışında satır altlarında sonsuz cinsellik vaat
ettiğini de fark etmişti. İslam bu konuda uyanık davranmıştı, dört kadın caizdi. Diğer
dinlerde de sevapların karşılığında cinsellikle ödüllendiriliyordun. Hepsinde cennete
gittiğinde huriler seni karşılıyordu. Baban bunu da kendi dinine uyarladı, mastürbasyon
cihazlarını icat etti.”
“Bu çok sapıkça” diye itiraz ettim.
“Sapıkça olabilir ama önündeki şablon böyleydi. Her şeyini taklit etti dinlerin. Mesela
her din, diğer dinleri kötüler, değil mi? Hatırla, belgeselde diğer dinlerin nasıl gerçekleri
çarpıttığını, fikirlerini birbirlerinden çaldıklarını anlatıp duruyorduk. Her din, aynı zamanda
diğer dinlerin mensuplarına kötü der. Onlar kötüdür, seni değiştirmeye kalkışan habis
misyonerlerdir. İronik olan ise tüm semavi dinlerde en büyük sevabın diğerlerini
değiştirmek olmasıdır! Her din, diğer inanıştakilerin cehennemlik olduğunu söyler.
Varolmayan dininde de öyle değil mi? Varolmayan’da da hayalciler cennetliktir, masal
dünyasına gitmeyi hak ederler, gerçekçiler cehennemliktir, kâbuslarda yaşamayı hak
ederler. Ayrım siyah beyaz gibi nettir.”
Kulaklarıma inanamıyordum ama pür dikkat dinlemeye devam ettim ihtiyarı. Bir süre
sessizliğe gömüldükten sonra en büyük sırrı anlatmaya başladı.
“E tabii bir de tüm bu kapsamlı inanç sistemi için görkemli bir peygamber hikâyesi
gerekiyordu. Senin doğum hikâyenin müthiş bir açılış hikâyesi olduğuna karar verdi.
Bakire Meryem’in mucize oğlu gibi yoktan var edilen bir oğul hikâyesi. Ve o oğul kendi
yarattığı dinin peygamberi olacaktı. Peygamberin mucizesi ise yoktan var etmek olacaktı,
yazarak yaratmak olacaktı.”
İşte orada uyandım, umutlandım. Bir açık yakalamıştım nihayet.
“Ben bunu başardım! Hikâyelerim gerçek oldu. Herkes şahit. Hem de kaç defa!” diye
bağırdım. Gülüyor, kahkaha atıyordum. Keyfim yerine gelmişti. İrfan Akay ise hiç
bozulmuşa benzemiyordu, hikâyesine devam etti:
“Metin yarattığı bu din ile kafayı iyice bozdu, her gün kutsal klasörlere yeni sayfalar
ekliyordu, her geçen sayfayla da aklını biraz daha yitirdiğini görüyordum. Babana o kadar
çok şey borçluydum ki onu yolundan geri döndürmeyi istemedim. Annenin ölümünden
sonra yarattığı bu inanç sistemi onu hayata bağlayan tek şeydi. Eğer onu bu yarattığı
dinin saçmalığına uyandırsam intihar edebilirdi. Bunu hissediyordum. Açıkçası bazen beni
ikna etmeyi de başarıyordu, sonuçta bu din, her ne kadar uydurma olsa da insanların
iyiliğine, eşitliğe ve adalete hizmet edecekti. Tıpkı diğerleri gibi ama daha güncel, belki
daha etkili bir şekilde. Bu yüzden o öldükten sonra onun dinine sahip çıkmaya karar
verdim. Sonuçta hayatımın büyük bir bölümü boyunca babanın hayallerini cisme
kavuşturmuş biriydim. Bu bir hobiden ibaret değildi, sıradan günlerimi anlamlı kılan, bana
yaşadığımı hissettiren bir uğraştı.
O öldükten sonra kendimi boşlukta hissettim. Birkaç ay sonra Varolmayanlar’ı kurdum.
Sıfırlar kitabı için hipnoz öğretilerine çalışmıştım, onları kullanarak o kitabın
hayranlarından bir ekip kurmaya başladım. Albino, Ajan ve Balıkçı ekibin ilk halkalarıydı.
Hipnozu da kullanarak zamanla yüzlerce insana ulaştım. Onlarla birlikte bir para kazanma
sistemi yarattık, bu binayı inşa ettik. Sonra babanın bıraktığı yazılardan, notlardan o uzun
belgeseli hazırladım. Müritlerim her geçen gün arttı. İnternet vasıtasıyla hayallerimizle
para kazanmanın yollarını keşfettik. Çikletler, mastürbasyon odaları, komik ritüeller...
Kısacası kendimize masum, zararsız bir oyun sahası kurduk. Fakat yıllar ilerledikçe
müritlerimiz bağlılıklarını yitirmeye başladı. Kutsal klasörlerde bahsedilen mesihin ortaya
çıkmaması onların inancını sarsıyordu. Seni mesih olarak onlara göstermeliydim. Yine de
direndim. Bu tuhaf uydurma dinin peygamberi olma gibi bir sorumluluğu sana taşıtmak
haksızlık olacaktı.
Aradan on yıl geçti, 30 yaşına geldin. Seni izliyordum, hayatın iyiye gitmiyordu, belki de
bu dinin başına geçmen senin için iyi olacaktı. O yüzden yakın adamlarımla birlikte senin
hayalgücünü tetikleyecek mizansenler yarattık. Albino gitti, arabana o restoranın ilan
broşürünü yapıştırdı, gittiğiniz restoranın mönüsüne X-Wings’i ekledik, sen eve giderken o
mahalle maçını tasarladık, Aslı’yı telefonla arayarak onu meşgul ettik ve o esnada senin
çocukluğundaki futbol aşkını hatırlamana sebep olduk. İçtiğin suya migrenini abartan ilaç
kattık, tüm kalemlerini yok ettik ve babanın kalemiyle yazmaya zorladık seni. Hikâyeni
hemen okuduk ve gazete bayisinde sana verilen gazetede onunla ilgili haber olmasını,
internette o habere benzer sayfalarla karşılaşmanı sağladık. ‘Dişi Korsanın Esrarengiz
Hikâyesi’ndeki sperm bankasını biz var ettik. Boyası badanasıyla uğraştık, tüm
prodüksiyonunu biz üstlendik. Biraz göz yanıltması yaptık o kadar. Sen gidince dekorları
söktük, mekânın sahibi emlakçıya eskisi gibi devrettik. O yüzden döndüğünde sperm
bankasını bulamadın. ‘Geber İt!’ isimli hikâyene gönderme yapan belgeseli de biz çektik,
televizyonunun yayın sinyallerini bozup araya soktuk.”
“Yeter!”
Öyle bir bağırdım ki, Akmar Pasajı’ndaki dükkân sahipleri yerlerinden çıkıp koridorun
sonuna doğru baktılar, ama birkaç kişi dışında kimse gelmedi. Onlar da ihtiyar bir
adamla, eli sargılı birini görünce tehlikeli bir durum olamayacağını anlayıp işlerine geri
döndüler. Yavaş yavaş bana açıklamaya çalıştığı gerçeği kabul etmeye başlıyordum.
“Sonra da hikâyelerim gerçekleşmemeye başladı” dedim.
“Ondan sonrakilerin prodüksiyonunu organizasyonun haberi olmadan yürütmem
imkânsızdı. Giderek daha fazla güç kazanıyor ve organizasyon için tehdit olmaya
başlıyordun. Senden yavaş yavaş kurtulmam gerektiğinin farkına vardım.”
Birdenbire aklıma tüm söylediklerini çürütecek bir delil geldi: “Ama sonra kaçtım! Ezgi
sayesinde! Bakalım ona nasıl bir kulp takacaksın?!”
“Ezgi mi?” diye sordu İrfan Akay.
“Ezgi. Onu yazdım ve gelip beni kurtardı.”
İrfan Akay deliliğinden şüphe duyduğu bir dostuna, belki de zamanında babama baktığı
gibi baktı.
“Yanılıyorsun. Kaçan sendin. Başıma bela olmaya başlamıştın. Hem senin, hem de
organizasyonun iyiliği açısından senden kurtulmam gerekiyordu. Kapını çaktırmadan ben
açtım.”
“Yanılıyorsun ihtiyar. Ben Ezgi’yi yarattım, o da gelip beni kurtardı!”
“Bak, sana verdiğimiz çikletler uyuşturucu maddeler içeren bir formüle sahipti ve sen
kısa süre içinde onlardan çok fazla tükettin. O yüzden hayalle gerçeği, yazdığınla
yaşadığını ayırt etmekte zorlanıyorsun. Sen kimseyi yaratmadın, kaldığın odada özellikle
bir güvenlik açığına sebep oldum, senin kaçmana göz yumdum. Bunu sen de biliyor...”
“Kes! Bir daha bunu deme! Hayalle gerçeği çok iyi ayırt edebiliyorum ben. Babamın
zamanında benim için yarattığı Ezgi’yi tekrar yarattım...”
“Baban onu yaratmamıştı, o babanın senin için tuttuğu gerçek bir kızdı. Senden birkaç
yaş büyüktü. ‘Milli Olma Prensibi’ne göre karakterin tamamen oluşması için ilk cinsellik
deneyimini yaşaması gerekiyordu. O yüzden baban o kızla aranı yaptı. Sonra işler değişti,
kız sana gerçekten âşık oldu ama baban öldükten sonra parasını da alamayınca gitti...
Ezgi diye biri yoktu, hiçbir zaman var olmadı...”
“Siktir git! Götünden atıp duruyorsun! Milli olma prensibiymiş! Yeter. Ezgi babamın
yarattığı hayali bir karakterdi. Babam benim için rüyalarımdaki kızı yarattı, ben onunla
aşk yaşadım, sonra yıllar sonra onu hayaller âleminden getirdim. Beni sizin elinizden
kurtardı. Öpüştük. Beraber kaçtık...” diye anlatarak savlarımı sıraladım. Sonra aklıma
daha güçlü bir kanıt geldi: “Hatta o sırada mezarlığın önündeki taksiyi de ben yarattım.
Hayrettin Abi!”
“Taksiyi senin için ben çağırtmıştım oraya. Yoksa bizimkilerden kaçamazdın.”
Ellerim istemsiz bir şekilde yumruk şeklini almıştı. Ayağa kalkıp bağırmaya başladım:
“Bir sus mını siktiğimin moruğu! Kafamı sikip duruyorsun! Ama sikemeyeceksin daha
fazla. Akıl hastanesinden delileri kaçırırken bana Mehmet Selçuklu yardım etti, koltuk
değnekleriyle geldi, lanet olası eylemimize katıldı. Gece kapıları açtı, Varol şoförümüz
oldu. Sen hâlâ konuşuyorsun yahu...”
İhtiyar yavaş yavaş doğruldu ve boktan açıklamalarına devam etti: “Otobüsü kullanan
delilerden biriydi. Sivil giyinmişti ve kafandaki Varol’u andırıyor olabilir. Mehmet Selçuklu
diye biri yok, onu sen yarattın, sana yardım falan etmedi. Gece diye biri de yok. Her şeyi
sen tek başına yaptın. Ki takdir de ediyorum, bir yandan yazıp bir yandan tüm bir planı
yürütmek...”
“Koskoca treni yarattım, herkes gördü, hayran hayran seyrettiler...”
“Güzel bir tesadüf oldu ama o tren de alelade bir trendi işte...”
“Bak, sinirlerimi bozuyorsun babalık! Hadi hepsini geç. Ezgi’den bahsediyoruz burada.
Onunla seviştim tamam mı? Defalarca hem de. Allah kahretsin. Memesini biliyorum,
kokusunu biliyorum, kukusunu biliyorum! Otuzbir çeke çeke unutmuş olabilirsiniz ama
bunlar gerçek işte! Hayal etmiş olamam herhalde değil mi? Ha?”
İhtiyar durdu.
“Beni korkutuyorsun. Babanın son günlerindeki haline benziyorsun. Lütfen yapma. O
çikletleri sana vermemeliydim.”
“Kes! Bunun çikletle mikletle alakası yok!”
“Oğlum bak...”
“Bana oğlum deme!”
“Seni oğlum kadar seviyorum ama. Sen babandan bana kalan son mirassın. Belki de tek
gerçek, tek uydurma olmayan mirassın... Bunu sen de bili...”
“Kes! Kafamı sikip attın! Bir sürü safsataya inanmamı sağladın, sonra tüm bunların
şakadan ibaret olduğunu söylüyorsun. Şakaysa tüm bunlar, ben gülmüyorum!”
Pasajdan sokağa çıkan merdivenleri çıkmaya başladım. İrfan Akay aşağıdan yalvarmaya
devam ediyordu.
“Hadi gel benimle. Sana hâlâ bir yer var organizasyonumuzda. Yeni bir kehanet
yazarım, seni yine bir parçamız haline getiririm.”
“Güldürme beni babalık” diyerek merdivenleri daha hızlı çıkmaya başladım.
“Lütfen gitme! Yardıma ihtiyacın var” diye elini uzattı pörsümüş hayalci.
“Merak etme. Bana yardım edecek bir sevgilim var. Senin o uydurma mastürbasyon
masalarında yarattığın sanal şişme bebeklere benzemez! Anladın mı? O gerçek... Yani
tamam bir hayal ama sonuçta ben onu var ediyorsam gerçekten farkı yok demektir. O
bana yardımcı olur. Git, otuzbirci Varolmayanlar’ınla siktiri boktan devrimine kaldığın
yerden devam et! Hayat nasıl değiştirilirmiş, göreceksin, çok yakında göreceksin!”
Yutkunduktan sonra büyük bir keyifle ekledim: “Bunu sen de biliyorsun.”
İhtiyar tekleyerek “Seni de baban gibi kaybedeceğim diye korkuyorum” dedi.
“Ah n’olur kes palavrayı moruk!”
İhtiyar kalbi sıkışmış gibi göğsünü tuttu. Pasajı terk ederken göz ucuyla baktım, biraz
sarsılmış görünüyordu ama iyiydi. Kendine gelecekti.
Peki ya ben? Duyduğum yalanlardan sonra kendime gelebilecek miydim?
Sahilde bir kayanın üzerinde dalgaları seyrederek kendime gelmeye çalıştım.
Düşünceler, belleğimi taramalar, geçmişi didiklemeler, olayları tartmalar... Zihnim
karman çorman bir sirki andırıyordu. Bunca olan bitenden sonra tekrar geçmişe dönüp
araştırma yapacak halim, yeniden dedektifliğe soyunacak takatim kalmamıştı. Kendime,
Var Eden’e ne kadar çok güvensem de elim aparatıma gitmiyordu, aklıma hiçbir fikir
gelmiyordu tableti açsam yazabilecek en ufak bir kırıntı kalmamıştı hayal dünyamda.
Onun yerine aynı hızla telefonumu açtım ve Aslı’yı aradım. Aslı canhıraş bir sesle açtı
telefonu, ilk kelimesi “Neredesin?” oldu.
“Nerede olduğumu söyleyeceğim, sonra en tepedeki gerçekçiye gidip beni
ispiyonlayacaksın değil mi?”
“Saçmalama, neler oluyor, kafayı mı yedin?”
“Sana sadece bir soru soracağım, eve geldiğinde odamı falan topluyordun ya...
Kalemlerimi sen mi saklıyordun?”
“Neden öyle bir şey yapayım?”
“Sorumu yanıtla: Saklıyor muydun, saklamıyor muydun?!”
“Neden saklayayım, delirdin mi?”
“Neden odamı topluyordun o zaman?”
“Daha düzenli, adam gibi yaşaman...”
Kapattım telefonu, basbayağı yalan söylüyordu işte. Tolga’yı aradım. Onun içine
düştüğü sahte paniği yatıştırdıktan sonra sordum: “Tolga, beni liseden beri bir gerçekçi
yapmak için uğraştığını itiraf edebilir misin?”
“Ne?”
“Ne dediğimi duydun! Şimdi bunu itiraf et ve gözümde büyü.”
“Anlamıyorum ki.”
“Dinle beni ipnenin evladı! Hayatım boyunca beni takip ettin, beni hayallerimden
uzaklaştırmak için gerçekçilerle işbirliği yaptın. Bunu biliyorum. Tek istediğim bunu şimdi,
şu an, bana itiraf etmen. Bu kadarını hak ediyorum.”
Sessizlik oldu. Tolga şöyle dedi; “Nerede olduğunu söyle, hemen seni gelip alayım.”
“Bak götveren, konuşmayı uzatıp duruyorsun, farkında değilim sanma, uzatıp nerede
olduğumu tespit edeceksiniz ve gerçekliğin muhafızlarına beni yakalatacaksın değil mi?
Sonuçta ben sizin karşınızdaki en büyük tehdidim. O yüzden sana son kez soruyorum, beş
saniye içinde yanıtlamazsan telefonu kapatıyorum. Bir gerçekçi misin, değil misin?”
Tolga kekemeye bağlamıştı, “Yani ne demek istediğini tam anlayamadım ama hep
biraz gerçekçi olduğumu bilirsin, gerçekçi olmak iyidir yani ne bileyim. Hadi oğlum ya,
yerini söyleme ama gel buraya. Endişelendiriyorsun beni...”
Kapattım. Yanıtımı almıştım işte. O lanet olası bir gerçekçiydi! Babamın yazdığı gibi
gerçekten de insanlar hayalciler ve gerçekçiler diye ikiye ayrılıyordu. İrfan Kudret Akay ne
derse desin, Varolmayan bir manifesto, bir din, bir görüş veya her neyse, vardı,
doğruydu, bu hayatın bir gerçeğiydi.
Kartal’a, Var Edenler’in üssüne geri döndüm. Çadırdan bozma ofisimize girdim. Ezgi’yi
arıyordu gözlerim, çok özlemiştim sevgilimi. Çadırda yoktu. Dışarıya çıktım, tuvalete,
henüz çalışmayan dönme dolaba, Balerin’e, hız trenine, atlıkarıncaya baktım, hiçbir yerde
yoktu. Geri döndüm, çadırda vakit öldürmekle uğraşan işe yaramaz delilere baktım.
“Ezgi nerede?”
Boş boş baktılar.
“Size bir şey sordum. Sevgilim nerede?!”
Alık alık bakmaya devam ettiler. Bir tanesinin boğazına sarıldım, benden iri olsa da onu
çadırın muşambasına yasladım.
“Bak arkadaşım, Ezgi nerede diye sordum sana!”
Deli bana bakmıyordu, ellerini birbirine vurdu spastik çocuklar gibi. Sonra da “Ezgi kim?”
dedi.
“Siktiğimin şizofreni” diye bağırdım ona tükürükler saçarak. O esnada onun kafasını
yasladığım yöndeki saati gördüm, saat akşam 10 olmuştu. Şizofrenin yakasını bıraktım
çünkü dövülmesi gereken biri vardıysa, o da bendim.
En son onun hakkında ne zaman yazmıştım? Bu sabah Akmar’a giderken benimle
gelmek istemişti, buna izin vermemiştim. Son olarak beni öpmesi için ona bir komut
yazmıştım, o kadar, ondan sonra Akmar’a gittim. İrfan Akay aklımı sikip attı, sonra da
sahilde onun söylediği yalanları düşünürken vakit hızla geçti. Neredeyse 10 saattir onun
hakkında tek bir kelime yazmamıştım. Ezgi de hayaller evrenine geri dönmüştü. Şimdi
onu oradan geri getirmek için çok sağlam bir hikâyeye ihtiyacım vardı.

Var edemeyen
3 Haziran 2009
Yazmadığım hikâye kalmadı. Bir defter dolusu hikâye, onlarca aforizma, birkaç tane
kısa film senaryosu... Fayda etmedi. Ezgi gelmedi. İrfan Akay’ın sözleri aklımdan çıkmak
bilmiyordu. “Ezgi diye biri yoktu, hiçbir zaman var olmadı...” cümlesi beynimde bitmek
bilmeyen yankılarla çınlıyor.
Ama hayır! İrfan Akay o hipnoz numaralarıyla beni kandırmayı bu defa
başaramayacaktı. Gerçekçilerden farkı yoktu onun, manipüle ediyor, neye inanmamı
istiyorsa ona inandırıyordu. Babam yazdığı metinlerde onun gibilere karşı uyarıyordu. Asıl
sahte mesih, İrfan Akay’ın ta kendisiydi! Akmar Pasajı’nda söylediği her şey bir yalandı.
Ben Varolmayanlar’ı terk ettikten sonra büyük ihtimalle organizasyon büyük bir güç
kaybına uğramıştı. Yıllardır beklenen tek ve gerçek Varolmayan’ın gidişi eminim ki
müritleri tarafından hoş karşılanmamıştı. Her ne kadar beni sahte mesih olarak lanse
etse de birçok Varolmayan’ın inancı sarsılmış olmalıydı. Şimdi onların inancını yeniden
kazanmak için beni oraya tekrar getirmek istiyordu, bunun için de yepyeni bir senaryo
yazmıştı. Ama artık kül yutmam. Onun yalanlarına kandığımda her şeyden habersiz,
otomatiğe bağlamış bir robottum, şimdi ise Var Eden’im!
Her ne kadar uzunca bir süredir var edemesem de...

Ayna karşısında
4 Haziran 2009
Bugün bütün gün sıfırdan bir şey yaratmaya uğraştım. Olmadı. Var Eden’miş!
Varolmayan’mış! Peh! Belki de çok geç olmadan, delilik diyarında daha fazla dolanıp geri
dönülemez karanlık bölgede kendimi kaybetmeden gerçeği kabullenmem gerekiyor.
Ayna karşısına geçtim, aksime bakarak düşünmeye başladım. İrfan Kudret Akay’ın
dediği gibi sıradan bir insan mıydım? Tüm bu Varolmayan’lık iyi kurgulanmış bir yalandan
mı ibaretti? Annem beni doğururken doğal sebeplerle can vermişti, babam da delirmişti,
hepsi bu muydu? Tüm o hayalperest kuramlar, aklını kaçıran babamla onun dalkavuğu
arkadaşının büyütmesiyle oluşan yapay bir mitolojiden mi ibaretti? Düşler kapısı,
gerçekçilerin misyonu, mağara adamlarının çizerek yaratması, insanların hayal ederek
tanrılarla oynaması, ejderhalar, cadı avı, kitlesel antidepresan kontrolü, en tehlikeli
gerçekçi türü, semptomlar, belirteçler, hayalperest anarşi... Hepsi uydurma mıydı?
Ya ben, ben var mıydım?
Sıfırdan yarattığım karakterler, gerçekleştirdiğim hikâyeler, cisimleştirdiğim hayalet
tren, severek var ettiğim Ezgi... Tüm bunlar fazla çiklet çiğnemekten gördüğüm
halüsinasyonlardan, travmalarımla başa çıkamadığım için zihnimin bana oynadığı
oyunlardan mı ibaretti? Ben de babamın yolundan emin adımlarla deliliğe doğru mu
ilerliyordum? Kafamı iki avucumun arasına aldım. İki elimle aklımı kafatasımda tutup
sağlıklı bir şekilde düşünmeye çalıştım. Kaleci Varol’un bir topu tutup tüm takımı
rahatlatması gibi akli melekelerime rahat bir nefes aldırdım. Bir süre durdum öyle, aklıma
mukayyet olmayı başardığıma kanaat getirince ellerimi bıraktım. Lavabonun soğuk
kenarlarına ağırlığımı vererek aynaya yaklaştım, kendime daha dikkatli baktım. Bir süre
kendimi yazmasam yokluğa yol alacak, buğuyla kaplanan aynadaki bir siluet, ışık alan bir
gölge gibi hiçliğe mi karışacaktım, yoksa İrfan Akay’ın iddia ettiği gibi sıradan bir insan,
klasik bir varoluş olduğum için hiçbir değişiklik olmayacak mıydı?
Babam deli miydi, dâhi miydi? Yazdığı onca kuramdan, teoriden bir tanesini bile, hiçbir
kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kanıtlayamıyor muydum? Canavarların, vampirlerin,
ejderhaların bu dünyada bir zamanlar varolduğunu kanıtlayabilmem düşünülemezdi ama
beni ikna eden o diğer detaylardan en az birini, ne bileyim antidepresanların gerçekçi
mamulü olması gibi, diş macunlarının içindeki fluorid’le halkları uyuşturdukları gibi
Varolmayan mitolojisinin dayandığı bir esası bile kanıtlayamaz mıydım? Ne bileyim,
google’da aratsam David Carradine’ın organizasyonla bağına dair bir emare bulamaz
mıydım? Hayalperest müdahale adını koydukları olaylardan birini bile en ufak şüpheye
mahal vermeden kabul edemez miydim?
Düşündüm, taradım, bana kanıt olarak sundukları her şey aslında çok zayıftı. Hep o
çikletler yüzünden tongaya düşmüştüm! Varolmayanlar’ı destekleyecek elle tutulur
sağlam bir kanıt yok muydu? Ya da tam tersine onların ideolojisini çürütecek herhangi bir
şey, bir görgü şahidi? Çok fazla bir şey istemiyordum, sadece aklımı kafatasımda tutacak
bir kanıt...
Bir kanıt, bir kanıt, bir kanıta lunaparkım!
Varolmayan mitinin en büyük mucizesi karşımdaydı. Aynada yüzüme baktım, gözlerime,
kaşlarıma, burnuma... Gerçek gibi görünüyordum. Diğer herkes gibiydim işte, ne diye
hâlâ bir Varolmayan, bir Var Eden olduğuma inanmak gibi bir gaflet denizinde
çırpınıyordum ki? Ben kim oluyordum ki kendimin herkesten farklı olduğunu
düşünüyordum?
Pes ettim. Her şey bitmişti. Ben vardım, herkes kadar. Sıradan bir varoluş, etten
kemikten bir canlı, biyolojik bir varlıktım. Bir süre aklımı oynatmıştım hepsi bu. Şimdi
tekrar aklımı yerine oturtmam gerekiyordu. İnsanlar en ağır akıl hastalıklarını
yenebiliyorlardı, ben de yapabilirdim bunu. Yarın tası tarağı toplayıp eski normal
hayatıma geri dönmeye karar verdim. Eskisi gibi; biraz strateji, biraz planlama...
Hallederdim bu işi.
Düşünmekten yorulmuştum, uykum gelmişti. Hazır lavabo karşısında felsefe
patlatmışken dişlerimi fırçalayayım da öyle yatayım dedim. Fırçamı kutudan aldım, suya
tuttum ve macunsuz bir şekilde dişlerimi fırçalamaya başladım. Son dört aydır macunsuz
fırçalıyordum. Aslında artık macun kullanabilirdim, ne de olsa babamın tüm teorileri gibi
macun komplosu da bir safsatadan ibaretti. Fırçalarken 32 dişime baktım. Bembeyazdılar.
Çok sağlıklı görünüyorlardı. Artık eski işime geri dönemezdim, devrim de çöktüğüne göre
işe ihtiyacım vardı. Dişlerime baktıkça diş mankenliği yapabileceğimi düşündüm. Diş
etlerim bile çok düzgün görünüyorlardı, eğer böyle bir meslek dalı varsa orada iş
bulurdum ben. Gülümsemem de hiç fena değildi hani.
Birden uyandım, aradığım kanıtı gökte ararken aynadaki yansımamda bulmuştum.
Dişlerim çok sağlıklıydı. Benim gibi sürekli diş ve diş eti sorunu yaşayan biri son dört
aydır macun kullanmamasına rağmen en ufak bir diş sorunu yaşamamış, üstelik her
zamankinden de beyaz görünen dişlere sahipti.
Çok büyük bir kanıt değildi belki. Ama beni ikna etmeye yetti. Zaten büyük bir kanıta
ihtiyaç duymuyordum ki. İnanmak istediğim şeye inanmak için ufacık bir şey de yeterli
olabilirdi. Ne yazdığımız, ne yaşadığımız değil, belki de neye inandığımız bizim
gerçekliğimizi var ediyor. Kim neye ne kadar inanıyorsa, o o kadar gerçek çünkü herkes
tek bir gerçeklikte değil, kendi gerçekliğinde yaşıyor. Ve orada, dileyen sihirli mızrağını
fersahlar ötesine fırlatabilen tek gözlü ihtiyarlara; dileyen keçi ayaklı flüt çalan satirlere;
dileyen dört kollu fil hortumlu tanrılara; dileyen şahin kafalı güneş ilahlarına; dileyen
uçan spagetti canavarlarına; dileyen de tek başına duran, yalnız, suretsiz bir yaratıcıya
inanabilir. Bu varoluşta, tüm varsayımların ötesinde herkesin en ufak şüphe duymadan
inanabileceği tek şey kendisi değil mi? Geriye kalan her şey bir yalan, bir illüzyon, bir
rüya olabileceğine göre, kendi gerçekliğini oluştururken bir insanın sadece kendi
düşüncelerine kulak vermesi gerekmez mi?
Ben Varolmayan fikrine inanıyorum. Ben ne kadar inanıyorsam, o o kadar gerçek.

Varolmayan eksik parça


5 Haziran 2009
Varolmayan’a inanıyorum, ben oyum. Bu konuda en ufak bir şüphem yok. Tüm o
kuramlar, prensipler ve hikâyeler –bazıları geliştirilebilir, bazıları eksik de olsa– doğru.
Antidepresanlar, fluorid, cadı avı, kitapların yakılışı... Kılıçlı şövalyelerin sapanlı çiftçilere,
kahraman silahşorların altın keseli tüccarlara, büyüteçli dedektiflerin coplu polis
memurlarına, hayalcilerin askerlere, uçan süpürgeli cadıların çalı süpürgeli ev kadınlarına
dönüştürülüşü... Hepsi gerçekçilerin marifetiydi. Ve Varolmayan şimdi bunu değiştirmek,
düşler kapısının kilidini açmak için gelmişti.
Tüm bu yapbozda tek bir eksik parça vardı.
Yazdığı ilk üç hikâye gerçekleşmiş, örgüte katıldıktan sonra yazdıkları ise
gerçekleşmemişti. Neden? Ne değişmişti? O oydu, kalem o kalemdi. Eksik olan neydi?
Babama gelen vahiyi düşünüyordum. Rüyadaki kâhin ne demişti? “Ve bir gün düşler
yeraltına saklandığında Var Edilen, kalemle ve mürekkeple onları yeniden gökyüzünün
hâkimi yapacak...” Var Edilen benim. Kalem ve mürekkeple yazıyorum. O zaman neden
olmuyor?!

Bu soruyu düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum. Ama yine de Varolmayan eksik parça
inancımı zedelemiyor. Er geç onu bulacağımı biliyorum...

İrade
6 Haziran 2009
İtiraf edebilirim; İrfan Akay’ın en büyük icadı mastürbasyon odalarıydı. Ezgi’nin
yokluğunda bunu daha iyi anladım sanırım. Kırmızı odalardaki zevki özlüyorum. Ama
David Carradine ve Michael Hutchence gibi o zevkin kölesi olmayacağım. Benim
devrimim pornografik değil, erotik olacak. Tutkulu, ateşli ve masum.

Aşk, imkânsız
7 Haziran 2009
Ezgi hâlâ ortada yok. Şunu kabul etmeliyim ki; o gitti. Hayır, hayaller evrenine değil,
sadece gitti işte.
İşin aslı şu ki; Ezgi’yle aramızdaki aşk sönmeye başlamıştı. Son günlerde aramızda
problemler çıkıyordu. Fazla iyiydi o, gerçek veya düş olamayacak kadar iyi. Daha önceki
kız arkadaşlarımın en güzel özelliklerini ona yüklemiştim ve böylece mükemmel kızı
yarattığımı sanıyordum. Fakat içten içe biliyordum ki; aradığım şey mükemmellik değildi.
İlk tanıştığım Ezgi mükemmel değildi. Göğüsleri bu kadar güzel değildi, teni bu kadar
pürüzsüz değildi, bu kadar yardımsever değildi, ne bileyim işte, bu kadar kusursuz
değildi. Kusurlarını özlemiştim onun.
Tüm bu sonradan eklediğim özellikler, Melis’in gamzesi, Yeliz’in ten rengi, Duygu’nun
kokusu, Funda’nın yardımseverliği, Nehir’in yemekleri, Aslı’nın göğüsleri, Lale’nin
sımsıcaklığı, Ceren’in karizması, Ceyla’nın kıyafet zevki, Güldem’in gözleri, Derya’nın
gelen hesapları paylaşması, Yağmur’un bacakları... Bunlar aynı zamanda o eski
sevgililerin belleğime attıkları imzalardı, bir kişiyle birlikteydim ama sürekli bana
başkalarını hatırlatan izlere rast geliyordum. Keşke o ilk aşk maceramdan sonra kimseyle
birlikte olmasaydım da yıllar sonra Ezgi’yle devam etseydim, işte o zaman, eğer
masumiyetimi koruyabilseydim, Ezgi şimdi bana kimseyi hatırlatmayan rüyalarımdaki kız
olacaktı. Tolga yüzünden, arkadaşlarım yüzünden, gerçekçilerin alçak baskısı yüzünden
şimdi rüyalarımdaki kızı yaratma şansından mahrumdum.
Aşk artık benim için ihtimaller dâhilinde değil.
İşte ne kadar yazarsam yazayım bu gerçeği içten içe bildiğim için Ezgi’yi karıştığı
hayaller evreninden tekrar buraya getiremiyordum.
Aşk, yaratırken en güçlü motivasyonum olduğunu sandığım aşk, aslında yoktu. En
azından bu düzende mümkün değildi.

Şimdi daha iyi anlıyorum; yeniden âşık olmam için, yeniden bu hayata anlam
katabilmem için düzeni kökten değiştirmem gerekiyor. Ve bu yolda yalnızım...

Arayış
9 Haziran 2009
Aslında yalnız değilim. Tek başına dünyayı değiştirme yolunda İrfan Kudret Akay’ın
babama ait metinlerden çalıp aktardığı bilgiler bana eşlik ediyor. Varoluşla ilgili,
değiştirilen sistem ve günümüzle ilgili çok iyi saklanmış sırlar bunlar. Bunları İrfan Akay
anlayamamış. O babamın bir zırdeli olduğunu, aklını kaçıran bir kaçık olduğunu
düşünüyor. Bana göre, o bir dâhiydi.
Babamın öldüğü kazayı tekrarlamam, onun yaşadıklarını birebir yaşamış olmam
bilinçdışında, ruhani bir boyutta onunla aramda bir köprü kurdu. O kazada babamla “bir”
olduğumu hissettim. Sanki arabadan fırlayıp asfalta çarptığımda onun tarih ve ilmin
derinliklerinden çıkardığı gizler benim zihnime yüklendi.
Günlerdir düşündüm ve şimdi her şeyi, en ufak bir soru işareti kalmamacasına
anlıyorum.
Ben Varolmayan’ım, Var Eden’im veya adım her neyse, ben babamın yarattığı ve
yazarak varlığını sürdüren bir hikâye kahramanıyım. Beni rüyasında gördüğü bir kalemle
yazdı. O kalemle babamın yarım bıraktığı yaratma işini devam ettirdim. Babamın bıraktığı
bilgileri kendi yararına kullanan İrfan Akay ve şaibeli Varolmayanlar benim bu gücümden
korktular, beni yok etmeye çalıştılar. Başaramadılar.
En büyük meseleye gelelim.
Babamın amacı dünyayı değiştirmek, hayatı baştan kurgulamaktı. Ama bunu yapmadı.
Bunu yapmak için beni yarattı. Ben de artık tek başıma dünyayı değiştirebileceğim
yanılgısından kurtulmalı ve kalemimle gerçek Varolmayanlar’ı yaratıp bu görevi onlara
teslim etmeliyim. Çünkü babam dünyayı tek başına değiştirmek gibi bir kahramanlık
hikâyesiyle başlayan bir devrimi düşlemiyordu. Terslik buradaydı. Ben de buna
inanmıyordum. Ben hayatı değiştirmek istemiyordum, ben hayatın değişmesini
istiyordum. Bunu da sadece ben değil, herkes yapmalıydı. Hayalciler veya gerçekçiler
diye ayırmadan, bölmeden, eşitsizlik yaratmadan.
Hiyerarşiyle değil, saf anarşiyle.

Ama nasıl?

Takım
10 Haziran 2009
Hayalperest koloninin nüfusu çok az. Benim sağlam birtakıma ihtiyacım var, kırk elli
gönüllü hayalperest anarşist. Onları sıfırdan yaratabilirim ama bu çok zor. Kaidelere
uygun bu kadar hikâye yazıp, onları devam ettirmem imkânsız. Ben tanrı değilim. Hatta
uzun bir süredir yazarak yaratamıyorum da.
Eksik yapboz parçası... Gözümün önündesin biliyorum! Eskiden yazarak yaratabiliyorken
şimdi neden bunu yapamıyorum? Cern’deki bilim insanları Tanrı parçacığını arıyorlar, ben
ise lanet olasıca eksik yapboz parçasını... Onlar atomu parçalarken ben kafamı
parçalayacağım yakında!

Mürekkep
13 Haziran 2009
Evime geri döndüm. Yo hayır, misyonumdan vazgeçtiğim için değil. İpucu aramaya.
Varolmayan eksik yapboz parçasını bulmaya...
Her zaman olduğu gibi çalışma masama oturdum. Hayatı orada değiştirmeye
başlamıştım, her neyi gözden kaçırıyorsam oradaydı. Kalemimi masanın üzerine koydum.
Etrafıma baktım. Kitaplar, halı, İkea’dan indirimle aldığım divan, çerçeve içinde
zamanında anlamlı gelen ama şimdi hiçbir anlam ifade etmeyen resim... Masanın
üzerindeki kalem kutusu. Gözlük kabı. Masa saati. Kül tablası. Lamba. Onun yanındaki
kalemlik. Kalemi alıp oradaki kalıba yerleştirdim. Kalemlikte mürekkep hokkası da
duruyordu. Üzeri işlemeli antika hokka. Tan kırmızısı mürekkep hokkası. İşlemelerine
baktım, o gizemli Varolmayan simgesi onda da var. Mürekkep akmasın diye altında
onunla bütünleşmiş tabağı var. Elimle kaldırıp şöyle bir baktım. Alaaddin’in sihirli lambası
gibi göründü gözüme, mürekkepten bir cin yükselerek dileğimi sorsa şaşırmayacaktım.
İşlemelerinde elimi gezdirdim, sihirli lambayı parlatan Alaaddin gibi...
Bu gündüz düşünün eşliğinde eksik parçayı buldum. Kahrolası parça hep gözümün
önündeydi. Kalemi Varolmayanlar’a katılana dek onunla doldurmuştum. Babamın kendi
elleriyle işlediği, kendi elleriyle mürekkebini yaptığı hokkaydı bu. Onu çalışma masamdan
başka bir yere hiç götürmemiştim. Hayalcilerin kalesinde bana, ona benzeyen altın sarısı
başka bir hokka vermişlerdi. İçindeki mürekkep de alelade bir mürekkep olsa gerekti...
Hemen eski mürekkep hokkasının kapağını açtım, baktım, koyu mor bir sıvı, tepesine
kadar doluydu. Oysa onunla üç tane uzun hikâye yazmıştım ve kalemimi sürekli onun
içindeki mürekkeple beslemiştim. Demek ki, kalemdeki mürekkep tükeniyordu ama
hokkadaki mürekkep asla tükenmiyordu.

Şimdi babamın hayata müdahale edip, beni yaratmasının ardındaki dâhice planı tüm
hatlarıyla görüyorum. Mucizenin sırrı, sihrin kaynağı hokkadaki mürekkepteydi. Kehanette
de “...bu kalem ve bu mürekkeple hayalleri yeniden gökyüzünün hâkimi yapacak ...”
dememiş miydi kâhin? Bu mürekkebe bandırarak kaleme aldığım her hikâye
gerçekleşmişti, daha sonra kalemi değiştirdiğimde, esas kaleme geri dönüp de farklı bir
mürekkep kullandığımda yazdıklarımın büyük kısmı gerçekleşmemişti. Çünkü artık saf
Varolmayan mürekkebi değildi o, içine sıradan insan yapımı mürekkep karışmıştı. Demek
ki, kalemin içindeki sihirli mürekkep sıradan mürekkeple karıştırıldığında gücünü kısmen
kaybediyordu. Yapboz tamamlanmıştı.
Mürekkep hokkası. Bunca zamandır gözümün önünde duran o mürekkep hokkasındaydı
asıl sır. Dünyayı değiştirecek olan efsun.
İrfan Kudret Akay, babama tamamen inanmış olsaydı bu farkı atlamazdı. Mürekkep
hokkasını gözden kaçırmazdı.

İki kat prensibi


14 Haziran 2009
Kalemin içindeki mürekkebi tamamen boşalttım, hortumunu bir güzel temizledim ve
esas hokkadan mürekkeple doldurdum kalemimi. Şimdi eski gücümle yeniden gerçeği
değiştirebilirdim. Fakat aceleci davranmak istemedim. İçimden bir ses biraz daha
düşünmem gerektiğini söylüyordu. Dünyayı değiştirme yolunda İrfan Akay’ın gözden
kaçırdığı bir nokta daha olduğunu seziyordum. Yeniden o trafik kazasına döndüm,
babamla bilinçlerimizin ortak olduğu o ana. Babamın zihnine girdim ve onun gerçekliğin
kodlarıyla oynarken yaptığı bir hileyi fark ettim.

Babam tek bir hayalle değil, birbirinin üzerine kurduğu iki hayalle gerçekliği
değiştiriyordu. Hikâye içinde hikâye yaratarak gerçekliğin arka kapısından giriyor, onu
yeniden programlıyordu. Hemen buna “İki Kat Prensibi” adını taktım, ileride öğretilerimde
işe yarayabilirdi. Babam doğrudan bir hayal kurup onu gerçekleştirmenin peşine
düşmemişti; önce bir hayal kuruyor, o hayale insanları inandırıyor, sonra da o hayali bir
kat daha büyüterek gerçekliğin kabuğunu kırıyordu. Önce rüyayı görüyor, sonra onun
hikâyesini yazıyor, en sonunda da gerçekleştiriyordu. Birinci kat; Pergamon Krallığı’nda
kalemi gördüğü rüya, ardından oradaki kalemi yaratması. İkinci kat; o kalemle oğlunu
hayata getirmesi. Sonra ben ne yapmıştım; hazıra konmuştum! Bu yüzden de bir noktaya
kadar ve belli sınırlar dahilinde sihrin ortağı olmuştum. İrfan Akay’ı ve Varolmayanlar’ı tek
gerçek Varolmayan olduğuma ikna edebilecek büyük bir mucizeye imza atamamıştım.
Mürekkebin sırrını çözmüş olsam da şimdi hazıra konup birkaç küçük hikâyeyle vakit
kaybetmemeliyim. İlaç kurbanı mutantlar, reklam imha timleri, gazeteci vampirler
gerçekleşse bile sadece kendi hikâyelerimle hayalimdeki hayatı kuramam. Tüm gerçekliği
sıfırdan değiştirmek, baştan dizayn etmek istiyorsam babamın hayalinin üzerine bir kat
daha inşa etmeliyim. Bunun için önce o rüyayı görmem ve rüyadaki işaretleri takip
etmem gerektiğini biliyorum. Dünyayı tek bir hikâye yapacak olan o büyük fikri ancak bir
rüya gün ışığına çıkarabilir.
Son vahiy
15 Haziran 2009
Beklediğim oldu. Dünyanın en güzel rüyasıyla uyandım.
Rüyamda eski bir uygarlıkta yürüyorum, bir an kendimi aynada görüyorum, ben bir
kralım. Burası daha önce babamın rüyasında gezdiği Pergamon Krallığı. Her yerde
Varolmayan sembolü var, sütunlarda, heykellerde, çeşmelerin üzerinde... Sonra
babamdan aldığım tacı kafamda hissediyorum, kral tahtına oturuyorum.
Sarayın devasa kapısı açılıyor ve içeriye beş kişilik bir grup giriyor. Bunlar babama
kalemin gizli gücünü anlatan mucit, madenci, kâhin ve tellal. Biri daha var. Hepsi beraber
eğilip diz çöküyorlar. Derken bu beşinci adam ayağa kalkıyor, “Efendim. Ben simyacı
Theli” diyor. “Babanıza teslim ettiğimiz kalem elbette ki vaat ettiğimiz gibi var olmayanı
yoktan var edebilir. Gücünü de kadim topraklarda yetişen bitkilerden ve kutsal
nehirlerden aldığımız damlalarla yarattığımız bu mürekkep karışımından almaktadır.
Arzunuz dahilinde asla tükenmeyen ve tek damlasıyla kütüphaneler dolusu kitap
yazabileceğiniz bu mürekkep doğru kullanıldığında hayatı ve tüm evreni değiştirebilme
kudretine sahip olacaktır. Fakat bunun nasıl yapılacağını sadece tek ve gerçek
Varolmayan bilecektir.”
Emrimle hemen mürekkep hokkasını bana getiriyorlar. Hokkaya bakıyorum, ona
baktıkça büyüsünün daha fazla esiri oluyorum. İçindeki mor sıvı sağa sola dalgalandıkça
üzerindeki işlemeleri sihirle doluyor adeta. O süsler kıtalara, dışından görünen mürekkep
dalgaları okyanuslara dönüşüyor, hokka dünyanın kendisi oluyor. Hokkanın kapağını
açıyorum, mürekkep denizine daha yakından bakıyorum. Büyükçe bir fincanı
doldurabilecek mor sıvının, derinliklerinde sonsuz sayıda hayal ürünü varlığı sakladığına
dair bir hisle dolup taşıyorum. Bir kaşık mürekkepte hayalgücünün kaynağı saklı sanki.
Baktıkça, tepesinde durduğu uçurumun yüksekliğini daha iyi idrak eden bir intihar
meyillisi gibi bir adım geri çekilip kafamı uzaklaştırıyorum mor denizden. Elimi de çekip
hokkayı önümdeki sehpaya bırakmak istiyorum ama ne mümkün! Elim sanki yapışmış
hokkaya. Daha da kötüsü; hokka vücudumun bir parçası oluyor, korkunç bir birleşme
gerçekleşiyor. Hokkanın işlemeleri arasında akan mürekkep nehirleri ellerime doğru
ilerliyor, parmak uçlarımdan damarlarıma karışıyor. Hokkadaki denizden akan mor nehir
kanıma karıştıkça damarlarım şişiyor. Mor sıvı kanın kırmızısıyla karışıp zifti andıran bir
renge dönüştükçe, damarlarımdan akan kan da derinin dışından bile görülebilecek
koyulukta karalaşıyor. Tüm bunlar olurken damarlarım bu akışı, vücudum bu yükü
kaldıramayacak diye korkmam gerekirken tam tersine inanılmaz bir gücün parçası
olduğumu hissediyorum. Öyle bir güç ki her şeyi yapabilir...
Sonra da uyanıyorum. Ne yapacağımı çok iyi bilerek!

Tıpkı babamın rüyasını yazması gibi, ben de rüyamı kaleme alıyorum. Babamın kaleme
o müthiş gücü bahşetmesi gibi ben de mürekkep hokkasına tarifsiz bir güç veriyorum.
Gerçekliğin üzerine bir kat hayal kurarak onu bozmaya başlıyorum. Sıra geliyor, ikinci
hayalle onu kökten değiştirmeye...
Babam beni yazdığı bir hikâyeyle var etmişti. Ben de yazdığım bir hikâyeyle var
edeceğim devrimi. Binlerce, milyonlarca, belki milyarlarca insanın hayal ettiği gerçeğe
nüfuz edecek, yeni, yepyeni bir hayat mürekkepten kâğıda, kâğıttan varoluşun kendisine,
özüne, aslına yayılacak. Kâğıt mürekkebi emerken gerçeklik de yazılanları içine çekecek
ve hayalimizdeki dünya herkesin hayalleriyle var olacak...
Önce anlamayacaklar, ne yaptıklarını bilemeyecekler, sonra anlayacaklar, zamanla
ustalaşacaklar ve daha büyük bir şevkle yapacaklar, giderek çoğalacaklar... Yüzlerce,
binlerce, milyonlarca, milyarlarca Varolmayan... Hayal güçleriyle varoluşu alt üst
edecekler. Düzeni ve disiplini yıkacaklar. Evet, bu bir anarşi, başı sonu olmayan ebedi ve
edebi bir anarşi.
Şimdi o son hikâyeyi; tüm hikâyeleri ve hayalleri salıverecek, tüm ruhları özgür kılacak
o son hikâyeyi yazacağım. Önce bir yolculuğa çıkmam gerekiyor. Yorgunum ama sebep
olacağım kargaşayı hayal ederek gözlerimin önüne getirebiliyorum. O bana güç veriyor.
Şimdiden yeni düzenin karşısında saygıyla eğiliyorum. Bundan böyle Kozmos’un yeni adı:
Kaos. Sonsuza dek...
Ve devrim...

Bitmeyecek mürekkep
27 Temmuz 2009

Sandalyesinde oturmuş, pencereden lunaparkına, hiç çalıştırmadığı, üstündeki


muşambaları bile indirmediği oyuncaklarına bakıyordu Gezgin. Kulağındaki
kulaklıklardan kulak zarına akan notalar eşliğinde hız trenini, dönme dolabı,
çarpışan otoları, korku tünelini, elma kurdunu, kamikazeyi, atlıkarıncayı izliyordu...
En son Balerin’e baktı. Eteği ve eteğinin ucundaki koltuk bölmeleri örtünün altında
kalmıştı ama kafası nasıl olduysa muşambayı delmiş, gökyüzüne uzanmıştı.
Balerin’in yüzünün ne kadar güzel olduğunu o anda fark etti. Oysa ilk geldiğinde
“Burada ilk değiştirmem gereken şey bu Balerin’in yüzü, sanki Korku Tüneli’nden
çıkmış gibi, kimse buna binmez” demişti o günlerde sağ kolu olan, sonra kayıplara
karışan sevgilisi Ezgi’ye. Sadece Balerin değil, her şey ve herkes gözüne çok güzel
görünüyordu şimdi. Kulaklığında dinlediği şarkının bunda payı büyüktü ama asıl pay
az sonra başlatacağı eylemin ona verdiği heyecandaydı.
O sırada Gezgin yeni sağ kolu Eser’in odaya girdiğini pencerenin yansımasında
gördü. Onu biraz bekletmek için elini kaldırdı, dinlediği şarkıyı kesmek istemiyordu,
keserse uğursuzluk getirebilirdi. Hem bu, şu anki varoluşa ait, kütüphanesinde
duran sözlükteki karşılığıyla dinlediği son şarkı olabilirdi. Bundan sonra belki de
hayatın kendisi sonsuz bir şarkı olacaktı... Ne düşündüğünün net bir tarifini
veremiyor, kelimelerle açıklayamıyordu, gereği de yoktu zaten.
Şarkı devam ederken Gezgin’in aklı bundan 42 gün önce yeni takımını kurmak için
çıktığı yolculuğa gitti. Odada sabırla onu bekleyen Eser onun takımına katılan ilk
kişiydi. Onu yolun ortasında bulmuştu. Gerçekten de yolun ortasındaydı, her iki
yanından arabalar vızır vızır geçerken o, birbirine dolanan kulaklık kablosunu
çözmeyi bir süreliğine hayatının anlamı bellemişçesine kabloları birbirinden
ayırmaya çalışıyordu. Aklındaki şarkıyı dinlemek için misina gibi birbirine dolanan
kabloları bir an evvel çözüp kulaklıkları kulağına takmalıydı. Bu işe öylesine
odaklanmıştı ki az önce arkasından geçen belediye otobüsünün sağ pencere
aynasının kafasını sıyırdığını bile fark etmemişti. Sanki dünya infilak edecekti de,
Eser o bombanın başında doğru kabloyu kesmeye uğraşan bomba imhacısıydı. Alt
tarafı bir şarkı için değer miydi?
Gezgin bu dalgın genci görür görmez onun ekibin bir numarası için doğru adam
olduğunu anladı. Hisleri, Gezgin’i sonraki seçimlerinde de yanıltmadı. Gezgin, yeni
ekibini oluştururken içindeki sesi dinledi hep, ne belirteçler ne kılık kıyafet ne tıbbi
semptomlar, o eski kuralların hiçbirine kulak asmadı. Sanal âlemi de kullanmadı,
hep gerçeğin ortasında yakaladı yoldaşlarını. Uzun bir yolculuğa çıktı, otuz gününü
yollarda geçirdi. Uyku molaları dışında hiç durmadan gezdi, gözlemledi, gördü...
İzledi, ipuçlarını takip etti ama en çok da içgüdülerine kulak verdi.
Hayalcilerden kurulu birtakım kurdu. Otuz günde otuz yol arkadaşı seçti kendine.
Sinema salonunda tek başına film izleyen bir genç, herkes grup grup yürürken
okulundan eve tek başına yürüyen bir öğrenci, kırık elini saran alçıya grafiti yapan
bir obez, bir çocuk parkında tahterevalliye binen altmış yaşındaki ikizler, otomatik
kapıları Jedi hareketiyle açarmış gibi yapan bir kız, yolda yürürken dinlediği şarkıya
kaptırıp hava gitarı çalan bir uzun saçlı, elli yaşında ağaç oymacısı olup ahşaptan
masal karakterleri oyan tonton bir amca, dijital saatleri tamir etmeyi reddeden
saatçi, protez ellere alışamadığından eski usul kancalarıyla yaşayan öğrencilerinin
ona taktığı adla “Örtmen Kanca”, alkol kullanmayan barmen, koruyucu meleğiymiş
gibi Oğuz Aral’ın heykelinden hiç uzaklaşmayan Cihangir parkındaki evsiz, emekli
olmayı reddeden telsiz federasyonu genel kâtibi Göktay, karasevdalı uçurtmacı Ali,
piknikte uzun eşek oynanırken “yastık” olan bir tıfıl, markette poşetleri
açamadığından alışveriş yapmaya korkan ihtiyar, sıfır beden modasına savaş açan
dürümcü, havadayken vazgeçerse diye şemsiyesiyle köprüden atlamaya kalkışan
intihar girişimcisi, sağır dilsiz tiyatrocu, kör uyurgezer, trafik durduğunda yolun
ortasında cam silen ama sildiği her camın bir yerine adının baş harfini tozdan bir
imza şeklinde bırakan çocuk, deniz tutan miço, uçuş korkusu olan hostes, yıldız
haritasına bakarak iddaa oynayan Necip, boom operatörü olmayı takıntı haline
getiren cüce, travesti şair, türbanlı dövmeci, klostrofobik asansörcü, kariyerinin
ortasında köyüne dönüp çoban olan Meryem, çöplerden topladığı kitaplarla okuma
yazmayı söken kâğıt toplayıcısı Kadir, sadece demir para kabul eden prensipli
dilenci, hayatını pilot kalem satmaya adayan işportacı... Onları peşine taktı ve eve
geri döndü. Hep doğru seçimler yaptı. Hepsinin çok fazla sorgulamadan onu takip
etmesi bunun göstergesiydi. Hayatlarının anlamı bir anda Gezgin’in onlara
fısıldadığını gerçekleştirmek oldu.
Gezgin, lunaparkını kollayan delilerden bazılarını da takıma dâhil etti, her ne kadar
beğenmediyse de Hitler’in ufolarını, yanardağdan yükselen kül bulutunu ve gizli
devlet belgelerini internete süren Avustralyalı adamın hikâyesini yazanların iyi
niyetine güveniyordu. Lunaparkta kurulan Hayalperest Koloni son eylem için kolları
sıvadı. Çok yoğun geçen bir çalışmanın ardından hazırlıklar tamamlandı.
Gezgin lunaparkına bakarken son 42 günü gözden geçirmişti, zihnindeki zaman
yolculuğu bittiğinde kulağındaki şarkı da sona erdi. Gezgin’in kulaklığının
bombelerinden taşan gürültünün bittiğini fark eden Eser “Balerin hazır” dedi.

Gezgin bir dakika sonra Balerin’in tepesine çıkmıştı. Diğerleri Balerin’in koltuk
bölmelerine 360 derece düzeninde kurulmuşlardı. Her birinin elinde bir mürekkep
hokkası vardı. Gezgin’inkine benzeyen ama birebir aynısı olmayan, uzaktan şık bir
yumurtalığa benzeyen, cam hokkalardı bunlar. Doldurulmayı bekliyorlardı.

Gezgin son konuşmasına başladı.


“Bu mürekkeple hayatı değiştirdim. Birkaç defa. Fakat bunlar kalıcı değişiklikler
değildi, suya çizilmiş çizgilerden, havaya atılmış çentiklerden ibaretti hepsi. Bugün
yapacağınız şey öyle olmayacak. Şimdi size hayal dünyasının yüzüne kapatılan
kapıyı açacak anahtarı vereceğim...”
Gezgin, devrimi bekletmeye niyetli değildi, konuşmasını kısa tuttu ve ceketinin iç
cebinden babasının hokkasını çıkardı. Balerin’in eteğindeki koltuklarda oturan
hayalperestler ne yapacaklarını biliyorlardı, tek tek yerlerinden kalkıp düzenli bir
sırayla Gezgin’e doğru ilerlediler. Ellerinde tuttukları camdan hokkaların kapağını
yarı yolda açtılar. Gezgin’in etrafında çember yaptıklarında tüm hokkalar açıktı.
Gezgin eylemcilerine baktı. Düşündüğü formülün tutacağından en ufak şüphesi
yoktu. Bazı hikâyelerinin gerçekleşmeme sebebi daha önce kullandığı sihirli
mürekkebin sıradan mürekkeple karışmış olmasıydı. Sıradan mürekkep, sihirli
mürekkebin gücünü yitirmesine sebep oluyorsa, kehanette dendiği gibi
“kütüphanelerce kitabın yazılmasına” sebep olabilen sihirli mürekkep sıradan
mürekkebi etkileyebilirdi. Hokkadaki mürekkep tükenmediğine göre Gezgin o
mürekkebi çoğaltabilir, basit bir planla tüm kalemlere bu gücü aktarabilir, hepsinin
toplamından daha büyük bir gücü uyandırabilirdi.
İşte o zaman eli kalem tutan, hayalgücünü kâğıda döken herkes yaratabilir, yoktan
var edebilirdi...
Önce kör uyurgezer geldi, Gezgin onun hokkasını üç parmak kadar doldurdu. Sonra
travesti şair, prensipli dilenci ve cam silen çocuğun hokkalarına üçer parmak kadar
mürekkep koydu. Gezgin, ağaç oymacısının hokkasını doldururken beklenmeyen bir
şey oldu.
Oymacının hokkası bir parmak kadar bile dolmadan Gezgin’in hokkasındaki
mürekkep tükendi. Bitmeyecek mürekkep bitti.
Gezgin şimdi antika hokkanın dibindeki kurumuş mürekkep lekelerine kahve falına
dalmış bir falcı gibi bakıyordu. Rüyasını yanlış mı yorumlamıştı? Yoksa... Gezgin bir
an olsun bile inancını yitirmedi. Mürekkep onu var etmişti. Rüyasında mürekkebin
damarlarında aktığını görmüştü.
Bu zor anında iki hatıra, geçmişten iki görüntü Gezgin’in yardımına koştu; migren
yüzünden burnu kanadığında burnunu sildiği peçetede kanın kırmızısıyla birlikte mor
bir sıvı, daha sonra ise dizindeki yarada kuru bir mürekkep lekesi gördüğünü
hatırladı. Bitmeyecek mürekkep Gezgin’in kendisiydi. Ve o ne yapması gerektiğini
çok iyi biliyordu.
Gezgin gömleğinin cebine taktığı kalemi çıkardı, onu yazan ve yaratan kalemi
yavaşça eline aldı. Son kez işaretparmağı ve başparmağının arasında tutup ona
baktı. Kalemin sivri altın ucu tepenin arkasına saklanmak üzere olan güneşin son
ışınlarıyla parladı. Daha sonra Gezgin, kalemi ortasından kavradı, sağ avucunun
içinde sımsıkı tuttu. Çok kısa bir süredir onunla olsalar da amacına baş koyanlara,
tek başına sinemaya giden gence, uçurtmacı Ali’ye, öğretmen Kanca ve gerçek
hayattan diğer masal kahramanlarına baktı. Kalemi havaya kaldırdı ve hızlı bir
şekilde indirerek sol bileğine sapladı.
Ağaç oymacısı şoku atlattıktan sonra ne yapması gerektiğini bilerek Gezgin’in sol
bileğinden oluk oluk akan kan ile hokkasını doldurmaya başladı. Varolmayan’ı
yoktan var eden mürekkep ve ona hayat veren kan hokkada bir araya geliyor,
hayallerin kudretiyle fokurduyordu. Kırmızı kan ve mor mürekkep bir araya geldikçe
ortaya çıkan siyaha yakın renk Varolmayan’ın varlığının sonunu simgelerken, yeni
varoluşun da karanlıktan doğacağını müjdeliyordu sanki.
Gezgin kanı durdurmaya çalışmadı, herkes hokkasını doldurmalıydı. Kanının her
damlası devrim için hayati değere sahipti. Biraz daha dayanabilirdi. Balerinin
yanındaki yükseltiye çöktü, sıradakilere kanını vermeye devam etti. Güçten
düşüyordu ama dayanacaktı.
Kanının rengi zamanla mora dönüşüyor, bir mürekkep damlasıyla hayat bulan
Varolmayan özüne geri dönüyordu. Sağ elinden başlayan karıncalanma yavaş yavaş
tüm vücuduna yayılıyordu. Gerçeklikten uzaklaşıp hayal âlemine yaklaştıkça oradan
çağırdıklarını da görmeye başladı. Gezgin’in karakterleri son hikâyesine destek
vermek için ufukta göründüler. Kaleci formasıyla Varol, simsiyah kıyafetiyle Gece,
koltuk değneğiyle Mehmet Selçuklu yaklaşıyorlardı Balerin’e. Onları taksici Hayrettin
Abi, hayalet trenin kondüktörü, üç elli manav, parlak kuşe kâğıt ile uzaylı besleyen
kasap, yağmur çağıran şemsiyeci takip ediyordu. Son nefesinde onu yalnız
bırakmamışlardı. Geberit robotları bile pisuvarları sırtlanmışlar, Varolmayan’a veda
etmeye gelmişlerdi. Varolmayanlar’dan firar edenler; Balıkçı, Bisikletçi, Ajan, Albino
uzakta belirmişlerdi. Başkaları da vardı ama gelen son kişi diğer hepsini bir anda
figüran kılmış, kendi dışındaki tüm görüntüyü bulanıklaştırmıştı.
Ezgi’ydi o. Ama sonradan başka kızların özelliklerini yüklediği Ezgi V0.2 değil,
orijinal Ezgi, ilk sevdiği, ilk seviştiği kız... Karşısındaydı, gülümsüyordu şimdi.
Varolmayan tüm acısını unuttu ve gülümsedi. Sonra kızın elini tuttu, kendine doğru
çekti ve elindeki fincana son kan damlalarını akıttı. Artık Varolmayan’ın kanı
mürekkepten ayırt edilemeyecek kadar mordu.
Ezgi tam dönüp ekibe karışacakken Varolmayan’a baktı, Varolmayan da ona.
Varolmayan sonsuza kadar bakabilirdi ona, bu anı uzatmak için kanını son
damlasına kadar akıttığı eylemden geri dönebilirdi. Belki de aşk içindi tüm yaptığı
ve şimdi oradaydı işte aşk, ilk ve en saf haliyle. Kız, erkeğin aklından geçenleri
anladı sanki. Her zamanki güzel sesiyle, “Görüşeceğiz” dedi. O kelime bir melodiye
dönüştü, o melodi zamanı yavaşlattı, o an sonsuza uzadı. Varolmayan, o melodiyi
dinlerken kızın kurduğu cümlenin ardındaki anlamı çözdü. Hayalindeki kız ona
görüşeceklerini söylemişti ve bu doğruydu, Varolmayan hiçliğe karışırken, kız da
eylemden hemen sonra geldiği yer olan hiçliğe geri dönecekti. Görüşeceklerdi ya, o
zaman sorun yoktu, şimdi baş koydukları yolda ilerleyebilirler, hayatı
değiştirebilirlerdi. Tüm bunları düşünmesine neden olan melodinin son notasında
kız, adamın dudaklarına yumuşak bir öpücük kondurdu. Sonra yavaşça döndü, son
görevini yerine getirmek için lunaparktan uzaklaşmakta olan ekibe katıldı.
Gezgin çok kan kaybetmiş, yolun sonuna gelmişti. Yükseltide artık dik
oturamıyordu, sırtını Balerin’in gövdesine yaslamıştı. Dünyayı değiştirmek için
babası en büyük fedakârlığı yapmış, âşık olduğu kadını, oğlunun annesini feda
etmişti, şimdi o da yine aynı amaçla en büyük fedakârlığı yapıyor, hayatı
değiştirmek için kendi hayatını feda ediyordu. Yine de yüzü gülüyordu. Giderayak
dünyayı değiştiriyordu işte.

Takımına baktı gözlerini yummadan önce. Hayalperest eylemciler ellerindeki


hokkaları ceplerine koymuşlar, onlara verilen görev sahalarına doğru dağılıyorlardı.
On tanesi İstanbul’un çeşitli semtlerine, birer tanesi Ankara ve İzmir’e, bir düzinesi
Avrupa’nın ve Amerika’nın önemli kentlerine, diğerleri de dünyanın geri kalan
ülkelerine gidiyorlardı. Tüm uçak rezervasyonları yapılmıştı ve henüz hiçbir
havaalanı güvenliği bir mürekkebin dünyayı sarsabilecek kuvvette bir silah
olduğunun farkında değildi.
Hayalperestler önceden saptanan bu kentlerdeki en önemli kalem fabrikalarına
gittiler. En ince ayrıntısına kadar düşünülen stratejilerle, tükenmezkalemlere
mürekkep doldurulan ve kurşunkalemlerin grafit uçlarının imal edildiği bölümlere
sızdılar. Kimisi fabrika işçisi kılığında, kimisi araştırmacı gazeteci, kimisi öğrenci
kisvesi altında, kimisi bir hırsız gibi gizlice... Hiçbir mürekkep fabrikası güvenliği
birkaç damla Varolmayan mürekkebinin tüm mürekkebin kimyasını –hatta tüm
dünyanın kimyasını– değiştirebileceğini henüz bilmiyordu.
Hayalperest anarşistler yumurta şeklindeki hokkalarının kapağını açtılar ve
Varolmayan mürekkebini, gerçekçilerin sadece kâğıt üzerine çizikler atmayı
sağlayan lanet olası, işe yaramaz, değil hayatı hiçbir şeyi değiştirmez mürekkebine
döktüler. Tükenmezkalemlere, dolmakalemlere dolmak üzere fabrika borularında
akan mor mürekkep akarsularına sihirli mürekkep damlaları zerk edildi.
Kurşunkalem uçları imal edilirken karbonla kilden oluşan grafitin arasına
Varolmayan’ın mürekkebi karıştı.
Sihir ve gerçek birleşti.
Gezgin geldiği hiçliğe geri dönerken onun eylemcileri tek damlayla kütüphaneler
dolusu hikâyeyi salıverdiler.

Binlerce yıl evvel kapatılan hayaller kapısı hiç gıcırdamadan melodik bir ıslık sesiyle
açıldı.
İlk müdahale
29 Temmuz 2009
Not: Bu son sayfadaki elyazısından anlıyoruz ki, bu yazı başka birine ait.

Kaos çağının rapor edilen ilk hayalperest müdahalesine İstanbul’da bir çocuk sebep
oldu. Adı Eren’di. Dokuz yaşındaydı. Okuldan dönerken kırtasiyeciden satın aldığı
kurşunkalemle o gün resim dersinde öğrendiği şekilde bir tavşan çizdi. Çizmesiyle
tavşanın odasında belirmesi bir oldu. Çocuk buna çok sevindi. Annesi ise pek sevinmedi,
halıya pisleyen tavşanı görünce Eren’in kulağını çekti.
“Nereden buldun da getirdin bu tavşanı, e haylaz oğlum benim!”
Çocuk “Sadece hayal ettim” diye yanıt verince annenin öfkesi arttı. “Hayal etmişmiş,
sen şimdi görürsün” deyip çocuğu kulağından çekiştirerek odasına kilitledi. Çocuk bir
sinirle aynı kurşunkalemle annesini boğazından havaya kaldıran bir canavar çizdi.
Çizmesiyle birlikte annesinden bir çığlık yükseldi. Çocuk anahtar deliğinden baktığında
televizyonda izlediği bir filmde gördüğü canavara benzer bir canavarın annesine
saldırdığını gördü. Çocuklar hayal güçlerini nasıl kontrol edebileceklerini yetişkinlere göre
daha iyi biliyorlardı; Eren hemen silgiyle canavarı sildi, gözlerini de yarattığı şeyi
unutmak istercesine kapattı bir süre. Sezgileri sadece silerek onu yok edemeyeceğini
söylediğinden hemen yeni bir şeyle onu değiştirmek için kaleme sarıldı. Gözünün önüne
geçen yıl kaybettiği anneannesini getirdi ve onu çizdi. Çocuk yeniden anahtar deliğinden
baktığında annesini inanmaz gözlerle sallanan sandalyede oturan anneannesine
bakarken gördü. Bir süre sonra anneanne cismen kayboldu. Çocuğun annesi gözyaşlarını
sildi ve son bir dakikada yaşadıklarını bir mantığa oturtmak için dakikalarca sessizce
düşündü.

Bu o güne kadar bilinen mantığın ilk yıkılışıydı. İlerleyen günlerde hayalciler, potansiyel
hayalciler, hatta Varolmayan’ın kan ve mürekkebinin karıştığı kalemle yazan, çizen
herkes yepyeni canavarları, yaratıkları, perileri, büyücüleri, cadıları, hayaletleri, süper
kahramanları, garip varlıkları, esrarengiz olayları, korkunç sahneleri ve akıl almaz
maceraları gündelik hayata davet ettiler. Onlar da büyük bir zevkle bu daveti kabul
ettiler. Ne de olsa kapı açıktı...
Milenyum
Yeni çağın gazetesi
2.12.2010

Hayal kurmak yasak


Kıyamet Günlükleri’nde yazılanlar hem halkı hem devlet
yetkililerini sert önlemler alma konusunda ikna etti.
Günlükleri değerlendiren Birleşmiş Milletler hayal kurmayı
yasakladı. Bu karara itiraz eden birkaç ülke dışında yasak
bugünden itibaren tüm dünyada ağır cezalarla uygulanacak.
Kıyamet Günlükleri’nin son bölümünde yazılanlar şüphe götürmüyor
ki, medeniyetimizi tehdit eden olağanüstü olayların ve kaosun
sorumlusu bu günlüğe imza atan adamın ta kendisi. Peki ya şimdi?
Günlüğü okuyanların bir kısmı yazı yazmanın yasaklanmasından,
hatta yeryüzündeki tüm kalemlerin ve yazı araçlarının bir an evvel
yok edilmesinden yana. Günlüklerde bahsi geçen mürekkep
fabrikalarının tespit edilmesine yönelik faaliyetler de devam
ediyor.
Diğer yandan yaşanan tüm korkunç gelişmelere karşın yapılan
anketler gösteriyor ki; insanların yüzde 11’i hayallerin ve
kâbusların hayatımızın bir parçası olmasından memnun. Bu yeni
varoluş düzeninin dünya var olduğundan beri beklenen değişimin ve
insanoğlunun ezelden beri aradığı hayatın anlamının ta kendisi
olduğunu iddia ediyorlar. Bu yüzde 11’lik oranın her geçen gün
artması ise devlet yetkililerini endişelendiriyor.
Özel ekipler araba mezarlığında inşa edilen gizli binayı
keşfetti. Terk edilmiş binadan deliller toplandı. Bu esnada
Kartal’daki lunaparkta çalışmalar hızlandı. Aldığımız bir habere
göre Balerin isimli oyuncağın gövdesinde günlüklerde tarif edilene
benzer bir kalem bulundu. Kalem gizli bir laboratuvarda incelemeye
alındı.
Elde edilen ipuçları sayesinde, gerçekliğin kodlarıyla oynayan
genç işadamına –eğer yaşıyorsa- çok yakın zamanda ulaşılacağı
düşünülüyor. Kolunda bir aparat olan, boynunda ise dev kulaklıklar
taşıyan bu adamı gönüllü vatandaşlar da arıyor. Bugüne dek, kaosla
ilgili olarak din adamlarından ve bilim insanlarından yorum arz
eden emniyet birlikleri edebiyatçılarla görüşmeler yapmaya
başladı. Edebiyatçıların çoğu gelişmeleri şaşkınlıkla ama
memnuniyetle takip ettiklerini söylüyor. İsminin verilmesini
istemeyen bir yazar “Hayalperest müdahale bizim çevremizde bir
espriden, bir şehir efsanesinden ibaretti ama sıkça yaşamıyor da
değildik. Yazdığımız bazı şeylerin ufak çapta gerçekleştiğine
rastlamıştık. Bu işin bu raddeye varacağını tahmin etmiyorduk.
Şimdi benim düşünceme göre, hayalperest müdahaleler artacaktır,
insanoğlu hayal etmeyi hatırladıkça etrafımızda çok daha fazla
düşsel varlık ve olaylarla karşılaşacağız. Bununla yaşamayı
öğrenmemiz gerekiyor.”
Yazarın söylediği gibi istenmeyen varlıklar her geçen gün
belirginliklerini artırıyor. Yeniler kadar eskilerden gelenler de
var, açıldığı iddia edilen düşler kapısından. Çanakkale civarında,
temsili olarak dikilen Truva Atı’nın 10 misli büyüklüğünde bir
tahta atın yürüdüğü aldığımız haberler arasında. Antep’te üç kuş
gözlemcisi çok renkli ve devasa bir kuş gördüklerini kayıtlara
geçirdiler. Bu kuşun masallarda geçen Zümrüdü Anka kuşu olduğu
iddia ediliyor.
Benzer olaylara dünyanın çeşitli yerlerinde de rastlanıyor.
Atina’da Olimpos dağının zirvesinden birtakım ürkünç sesler
geldiği ve sisler arasından bazı dev siluetlerin göründüğü
söyleniyor. Finlandiya’da iki gündür süren fırtınada görülmemiş
büyüklükte şimşeklerin kulakları sağır eden gök gürültüleriyle
çakmasını Odin’in geri geldiği yönünde değerlendirenler var. Büyük
kentlerde beliren devasa uçan daireler bazı bölgelerde coşkulu
gösterilere sebep olsa da istila korkusu duyan vatandaşlar orduyu
göreve çağırıyor. Bireysel hayallerden doğan irili ufaklı diğer
varlıkların ve olayların artışı kaygı uyandırıyor.
Tüm bu gelişmelerin ışığında Birleşmiş Milletler yazı yazmayı,
resim yapmayı ve hayal kurmayı ikinci bir emre kadar yasakladı.
Altını çizerek tekrarlıyoruz: Hayal kurmak, bunu kalem ve kâğıtla
ifade etmek ikinci bir emre kadar yasaklanmıştır. Bu yasağa
uymayanlar yargılanacak, en ağır cezalara çarptırılacaklardır.
Gazeteniz Milenyum olarak eski gerçekçi düzene döneceğimize dair
inancımız sonsuz. Şimdi gazetemizdeki diğer sayfalara geçmeden
önce sizi son defa uyarıyoruz. İki gündür dikkat çektiğimiz dev
sürüngenler vardı ya, hayalciler hayal kurmayı zamanla daha iyi
hatırlıyor olsalar gerek, o sürüngenleri uçurmayı başardılar.
Etrafınızda duyduğunuz helikopter pervanesine benzeyen sesler
aslında bu canavarların kanat çırpışlarından geliyor. İnanması güç
ama ağızlarından alev püskürttüklerine dair duyumlar alıyoruz.
15 Nisan 1977’de İstanbul’da doğdu. 1997’de Gençlik Kitabevi Öykü Yarışması’nda,
1999’da Nostromo Kısa Bilimkurgu Öykü Yarışması’nda başarı ödülleri kazandı.
2001’de Düşler, Kâbuslar ve Gelecek Masalları isimli hikâye kitabı, 2003’te ise
Hayalet Kitap isimli romanı yayımlandı. Blue Jean dergisinde çalışan Doğu Yücel,
Okul ve Küçük Kıyamet filmlerinin senaryosuna imza attı.

You might also like