You are on page 1of 7

MERT İSMİNDE BİR DOKTOR

“Palyaçoların çocukları eğlendirmesine bir diyeceğim yok ama ötekiler… Ne


gerek var onlara? Bütün işleri biz yapmıyor muyuz zaten?”

Alın damarları şişmiş, yüzüne kan hücum etmişti. Göğsü hızlı hızlı kalkıp
iniyordu. Kelimeler, öfkenin daha da irileştirdiği kocaman ağzından peş peşe
dökülmüştü. Hep olduğu gibi dokuzda, Uzay ve Güvercin’le beraber malzeme
odasındaki ilaçları düzenledikleri sırada içeri dalan refakatçi robot Cıvıltı’nın,
Besleyici ve Kemik Onaran dolu masayı ince kollarıyla sürüp götürmesi, üçünün de
sinirlerini hoplatmaya yetmişti.

Günlerden beri canları sıkkındı zaten. Olacakları her zaman Dev Ekran’dan
önce duyuran Mavisu’nun günler öncesinden verdiği kara haber yine doğru çıkmış,
hiçbirinde keyiften eser bırakmamıştı:

“Ay’ın yüzde ikisinin sahibi, yazılımcı Edward Stone, on gün önce Onarım
Hastanesi’nde kavuştuğu sağ elinin teşekkürü olarak, Hastane’ye iki düzine robot
bağışladı.”

Haberin alınmasından tam bir hafta sonra robotlar Hastane’ye inmişti.

A-3 serisinden on tane temizlik robotu… Bir metre boyundaki A-3’ler, yuvarlak
gövdelerinin iki yanından ikişerli çıkan dört kısa ve bunların daha yukarısındaki iki
metreye uzanabilen iki uzun kollarıyla, tam altı kolluydular. Yuvarlak gövdelerine
boyunsuz bağlanan ufak ve saçsız başları, topa benziyordu. Görenlere kardan
adamları anımsattıklarından, Hastane’de çok geçmeden onlara ‘Kartopu’ denmeye
başlanmıştı ama bu durum uzun sürmedi. Robotlar birkaç saat içinde maharetlerini
ortaya koyar koymaz isimleri “Altı Kollu”ya çevrildi. Üç yüz altmış derece dönebilen
gövdeleri, her tarafa kolayca erişen kollarıyla hem hızlı hem hamarattılar.

Onlar öyleydi ama yalnız iki kol, temizlikçilerden daha iri gövdeleri olan
bahçıvan robotlar için yeterliydi. Hastanenin kocaman güzel bahçesi için bu
bahçıvanlardan iki tane gönderilmişti.

Hediyelerin içinde görünümleri ve sesleriyle insana en fazla benzeyen çeşit


olan refakatçi, taşıma robotlarının sayısı, A-3’lerle aynıydı. Saçlı, kaşlı bu serinin
kollarıyla bacakları ince ve uzun, yüz hatlarıysa oldukça ayrıntılıydı.

Öteki iki robot, özellikle hasta çocuklara iyi vakit geçirtmek üzere gönderilmiş
olan eğlence robotlarıydı. Metal gövdelerini örten uzun elbiseleri ve kocaman gülen
ağızları, bu türün görevini metrelerce öteden haber veriyordu.

1
Yaren, espri yapan, şarkı söyleyen, dans eden “Palyaçolar”ın kalmasına rıza
gösterebilirdi belki ama ötekilere asla! Yalnızca o mu? Büyük bir heves ve
memnuniyetle yaptıkları her işi artık bu yüreksiz metal yığınlarının tamamlayacağını
düşünen gönüllülerin tümü aynı olumsuz hislerle doluydular. Kim bilir belki yakında
onlara, kendilerine ihtiyaç kalmadığı bile söylenecekti.

Hastane’de çalışamamak… Orada olamamak… O’nun için bir şey


yapamamak… Bu durumu hayal etmek bile korkunç görünüyordu.

Yaren’in eşi bahçıvan Tan, Tan’ın arkadaşı Yamaç, tıbbi malzeme takipçileri
Yaren, Uzay ve Güvercin, bir de Hastane’ye gelene kadar burnu beladan kalkmamış
genç temizlikçi Galaksi, duruma öteki gönüllülerden de fazla tepkiliydiler. Hastane’nin
ilk günlerine tanıklık etmiş olan hastaların yürekleri daralıyordu. En sevdikleri, en
değer verdikleri ellerinden alınmak istenirken, nasıl böyle olmasındı ki?

Hoşnutsuzluk, Hastane’yle de sınırlı kalmadı. Doktor Mert’i Sevenler, sanal


ortamda gelişmeleri paylaştıkça robotlara duyulan öfke giderek büyüyordu. Konu
Doktor’la ilgili olmaktan çıkmış, robotların toplumdaki rolüne dönüşmüştü:

“Neredeyse robotları kıskandığını düşüneceğim, Gök. EZGİ”

“Sana açıkça söyleyeyim Ezgi -ya da adın gerçekte neyse- Gök haklı. Tüm
işlerimizi elimizden aldıklarından beri ben de kıskanmıyor değilim robotları.
LACİVERT”

“İşlerimizi elimizden aldıklarından beri mi? Bunun için hangi ücreti alıyorlar
acaba? Hem karşılık beklemeden yükümüzü paylaşıyor hem de gelirlerimizi
artırıyorlar. Sizin yaptığınıza nankörlük denir ancak! EZGİ”

“Tüm işlerimizi mi dediniz? Beyinle ilgili olanların çoğu hâlâ bizde. Onlar ayak
işlerine baktıklarından beri, düşünmeye daha fazla zaman bulur olduk. Karın
doyurmak için tüm gün dirsek oynatmak zorunda olduğumuz günleri ne çabuk
unuttunuz! ÖVÜNÇ”

“Haksızlık etmeyelim. Tehlikeli ve ağır işleri onlara verdik. Madene iniyor,


yangını söndürüyor, radyoaktif alanlara giriyorlar. Sıcağa, soğuğa bana mısın
demiyorlar. Daha sayayım mı? OKYANUS”

“Peki bu saydıklarının kaç insanı işinden ettiğinin farkında mısın acaba,


Okyanus? GÖK”

Tartışmalar bitmek bilmedi. Bitecek gibi de görünmüyordu.

Acılar içinde ölümün gelişini beklerken bir anda sağlığına kavuşan veya
kolsuz, bacaksızken eksiği noksansız tamamlanan birinin minnetini anlatmanın bir
yolu olabilir mi? Ya da bu kimselerin en yakınlarının gönül borcunu?

2
Anlatılamazdı! Tüm hücrelerine kadar yaşanabilirdi belki ama anlatılamazdı.
Bir zamanlar nice hayatlar bitiren, kaç göze yaş döktüren “çaresiz hastalığın” çaresini
bulan, “ortopedik” kelimesini zihinlerden silen Doktor Mert, tüm alçak gönüllüğüne
karşın ne muhteşem bir adamdı! O’nun adını duymamış biri, evrenin en cahili
olabilirdi ancak.

O, Büyük Deprem yaşandığı sırada, kansere kafa yoran genç bir onkoloji
doktoruydu sadece. Bu illeti bitirmeyi fakülteye adım atmadan hedef edinmiş,
mesleğe başlar başlamaz da bilimsel çalışmalara başlamıştı. Denetlenemez biçimde,
hızla büyüyen “saldırgan, kötü hücreleri” yola getirmek, uslandırmak istiyordu.

Depremde çok insan ölmüş, birçoğu da binaların altında kalarak yaralanmıştı.


Kurtarılanların içinde kolsuz, bacaksız, parmaksız çok insan, çocuk hatta bebek
vardı. Gördükleri onu öyle derinden sarstı ki kanser hastaları için duyduğu kaygının
bile önüne geçti. Yiten organların yenilenmesinin mümkün olup olmadığını
düşünmeye başladı.

Bu düşünce, eski çalışma konusuyla tamamen ilişkisiz değildi aslında. Deli gibi
sağa sola saldıran hasta hücrelere söz dinletmeyi başarabilirse, onların eksik bir
organı tamamlamalarını da sağlayabilirdi belki. Yaramaz ama çalışkan olan bu
hücreler yalnız iki kurala uymalıydılar: 1-İstenen yönde ve biçimde çalışacaklar. 2-
Vücudun sağlıklı hücrelerine benzeyen, başkalaşmamış hücreler yapacaklar.

Fikirleri işte böyle şekillenmişti. Yıllar içinde büyük hedefini gerçekleştirmeyi


başardı da. Asi hücreleri söz dinler kılınca, kanserin ilacını bulduğu gibi organları
onarmanın yolunu da keşfetti. Böylece o güne kadar bir hekimin ulaştığı en büyük
başarılardan birinin sahibi oldu.

Her hasta eşsiz olduğundan tedaviler de kişiye özeldi. Kanser ilacı, hastanın
kendi hücrelerinden üretiliyordu. En az değişmiş hücrelerden biri çıkartılıp söz
dinleme emri DNA’sına yüklendikten sonra vücuda geri veriliyor; terbiye görmüş olan,
öğrendiğini büyük bir hızla dağıtmaya başlıyor, bundan sonrası kulaktan kulağa
oynamaya benziyordu.

Bu oyun, istilacı hücrelerin tamamı etkisiz kılınıncaya kadar sürmekteydi.


Eğitimli hücreler, yeni bilgiye öylesine sadıktılar ki tekrar yanlış yola girme eğilimi
gösteren hücreleri derhal yok ediyorlardı. Tedavi en fazla bir ay sürmekteydi.

Doktor’un kanser ilacının onayını aldıktan sonraki ilk işi, depremde organlarını
kaybedenlere yardım etmek için küçük bir poliklinik açmak oldu. Mucizeye giden
yolun ilk adımları işte bunlar olmuştu.

Doktor’un usta ellerinde DNA’sı uyarılan hücre ölü dokunun hemen altına,
canlı hücrelerin başladığı yere yerleştirilir yerleştirilmez onarım süreci başlıyordu.
Bundan sonra yapılması gereken, devasa hizmetlerini görürken pek fazla enerjiye

3
ihtiyaç duyan işçi hücrelerin karınlarını doyurmaktan ibaretti. Menü sabitti: Saf
şekerle yağdan oluşan “Besleyici” -sabah, öğle, akşam olmak üzere günde üç kere-
kemiklerin hızla büyümesi için saf kalsiyumdan ibaret “Kemik Onaran” sabah ve
akşam olmak üzere günde iki kere. Başka ilaç yoktu. Hastaların hastanede
dinlenmesi, sağlıklı beslenip uyuması, gösterilen hareketleri yapması ve iyi vakit
geçirmesi beklenirdi sadece.

Onarım süreci, kaybın durumuna göre bir aydan üç aya kadar sürebiliyordu.
Kazadan, hastalıktan kaybedilen kol, bacak, parmak, göz, bu süre içinde tamamlanıp
eski hâlini alıyordu.

Doktor’un dünya çapında tanınırlığı ve kendisine verilen önem, inanılmaz bir


hızla artmış, önüne sınırsız imkânlar serilmişti. O büyük bir alçak gönüllülükle
hediyeleri ve teklifleri geri çeviriyor, “Hastalarımla yakınlarının gözlerindeki minnetten
daha büyük ödül tanımıyorum ben.” diyordu. Yalnızca daha fazla insana yardım
etmesini sağlayacak önerilere rızası vardı. Bunların gelmesi de uzun sürmedi. Dağ’ın
yeşil eteklerine, minnet ve hayranlıkların eseri olan büyük bir hastane kuruldu.
Hastane’de yetişkinler ve çocuklar için iki ayrı bölüm vardı. İki katlı küçük binalardan
oluşuyor, her kat ayrı bir hastayı ağırlıyordu.

Çalışanlar çok geçmeden göreve başladılarsa da çoğunun işine devam etmesi


mümkün olmadı. Sağlığına kavuşan hastaların duydukları minnet öylesine büyüktü ki
ne olursa olsun kendilerine verilen bu eşsiz hediyenin karşılığını ödemek istiyorlardı.
Gönüllülerin ısrarlı talepleri bitmek bilmeyince, sağlıkçılar dışındaki çalışanlar
gönderilip yerlerine gönüllüler alındı. Mutlu, mesut, huzurlu çalışıyorlardı. Ta ki
Mavisu’nun kötü haberi getirmesine kadar…

Yaren işin yoğunluğu azalınca bahçeye çıktı, güllerin dibini temizlemekte olan
kocasının yanına gitti. Çimlere oturdu, etrafa bakınmaya başladı. Bir A-3, gözü yaşlı
bir hastanın penceresini siliyor, bahçıvan robotlar uzakta çim kesiyordu. Bakışları
Dağ’ın eteklerindeki ağaçlara, sonra onun tepesine kaydı. Uzun yıllar önce orada bir
hasta olarak kalırken, pencereden bu muhteşem manzarayı seyrederek pek çok defa
huzur bulduğunu anımsadı. İki ay ve üç gün kalmıştı hastanede. İki ay tedavi için, üç
gün işlemler için. Bu zorlu altmış üç gün, depremde kaybettiği sağ kolunu ve sol
elinin parmaklarını getirmişti ona.

Gözleri kocasına kaydı. “Bir de onu.” diye düşündü.

Tan’ın kaybı, hastaların çoğu gibi afet ya da felaketten değil, tamamen kendi
hatasından kaynaklıydı. Yıllarca paket paket tükettiği sigaralar, birkaç sene içinde
vücudunun yarısını alıp götürmüştü. Yıllarca tek bir işaret vermeden sinsice ilerleyen
Burger, bir gün sağ elinin parmak uçlarında morluklarla kendini göstermişti. Sonra sol
elinin parmaklarında, arkasından ellerinde ve kollarında ortaya çıkmıştı morluklar.
Kangren oldukça hepsi birer birer kesilmiş, aynı dehşet verici süreç ayak
parmaklarında devam etmişti. Hastaneye her gidişinde onu azarlayıp sigarayı
bırakmasını söyleyen doktorları dinlemiyor, “zehirli zıkkım”dan ayrılmayı bir türlü

4
başaramıyordu. Nihayet bir ağaç gibi budana budana, baş ve yerde sürünen bir et
parçasından ibaret kaldığı, ölümü beklemeye başladığı günlerde gelmişti Doktor
Mert’in buluşları. Tan, Doktor’un “ilk hastalarından biri, bağlılarının da en birincisiydi.”
Tedavisi de en uzun sürmüş olanıydı ayrıca. Hastane’de üç ay ve üç gün kalmıştı.

O sırada gökyüzünde bir hareketlilik yaşandığını fark eden Yaren başını


kaldırınca, on beş metre yükseklikteki Rad-Toplayıcıları gördü. At kestanesine
benzeyen çok sayıda metal küre, birbirinden uzakta asılı duruyordu. Bu vakitlerde
gelirler, yarım saatte radyasyonu emip dönüştürerek zararsız hâle getirdikten sonra
giderlerdi. Onların çok daha yukarısında, kocaman bir siyah topa benzeyen Soğutucu
işini henüz bitirmiş, başka yerleri serinletmek için yola çıkmaya hazırlanıyordu. Yaren
gök termometresinden “55,6 derece”yi okudu.

“Soğutucu gidiyor.”

Kocası karşılık vermedi, bu yüzden onun kendisini işitip işitmediğini


anlayamadı.

“Soğutucu gidiyor, dedim.”

“Duydum.” dedi Tan.

Bunu son günlerdeki en nazik ses tonuyla söylemiş olmasına bakılırsa öfkesi
biraz yatışmış olmalıydı. Yaren onun çökük yanaklı, çıkık elmacık kemikli yüzüne
şefkatle baktı. O sabah Doktor Mert’ten robotları göndermesini isteyip reddedilen
kocasının derin üzüntüsünü eksiltmek istiyordu. Doktor sekiz buçuktan beri,
Hastane’ye iki gün önce gelmiş olan bir kız çocuğuyla meşguldü. Bacaklarından birini
kısa zaman önce trafik kazasında kaybeden çocuğun yanında gözü yaşlı annesiyle
babası, bir hemşire, bir de refakatçi, taşıyıcı robot vardı. Tan da yardım etmek istedi
ama yapabileceği bir iş bulamadı.

Çocuğun muayenesini, ailenin tesellisini bitirdikten sonra odasına çekilen


Doktor’u bacakları gibi ince ve uzun olan kollarını masanın üzerine yaslamış
otururken buldu. Yorgun görünüyordu. Alnında boncuk boncuk terler birikmişti. Tan’ı
kibarca buyur edip oturması için yer gösterdi, hatırını sordu.

Konu robotlara gelinceye kadar konuşma iyi gidiyordu ama Tan ondan
hediyeleri geri göndermesini isteyince Doktor’un yüzü asıldı, konuşmanın sonuna
kadar da düzelmedi. Düşündüğü hareketin kabalık olacağını, hastaların robotlardan
fayda gördüğünü, bu öneriyi yapmakla kendisini hayal kırıklığına uğrattığını söyledi.
Tan, konuşmanın özellikle en son bölümüne çok içerlemişti.

Bahçeye inene kadar dişlerini sıktı. Büzülmüş bir torbanın içinde tutar gibi
güçlükle ağzında sakladığı kelimeler, Yamaç’ın yanına döner dönmez bir anda
boşaldı:

“Bunlar hep o Ay’da hissesi olan adamın yüzünden geldi başımıza!”

5
Yamaç uzun zamandır hayatı Hastane’den ibaret olan arkadaşını ilk defa bu
kadar öfkeli görüyordu.

“Haklısın.” dedi hemen. “Bir göründü; düzenimizi bozup gitti. Eğlence için
uçurumdan atlarsan, elin de kopar kolun da! Sonra gideni sana geri versin diye
Doktor Mert’in peşine düşersin, işte böyle... Ne düşünüyorum biliyor musun, belki de
memnuniyetinden fazla ezikliğinden kurtulmak için vermiştir o tenekeleri. Büyük icadı
kendilerinden birinin değil de bir Türk’ün yapmasına üzüldüğünü söylememiş mi
Büyük Ekran’da? Bazen, buraya gelmek zoruna gittiği için bu işi bize yaptığını
düşünüyorum.”

O sırada bahçıvan robotlardan biri yakınlarına gelip güllere su vermeye


kalkınca Tan’dan fırçayı yedi:

“Güneş altında çiçek mi sulanır? Defol, git!”

Robot “Peki, efendim.” deyip uzaklaştı. O gün programında başka iş


bulunmadığından, Robot Evi’ne yönelip içeri girdi.

Dişlerinin arasından “Top kafa!” diye tısladı Yamaç.

İkisi de düşmanca gözlerle robotun ardından baktılar. Hâlleri ve bakışları,


başka gönüllülerin temizlikçi, taşıyıcı robotlar karşısındaki hâl ve bakışlarını
andırıyordu:

“Şuna bak şuna, nasıl da salınıyor! Şişko!”

A-3’lerin son adı “Şişko”ydu. Refakatçi, taşıyıcı robotlarınki “Teneke Torbası”.


Her iki ismin mucidi de Galaksi’ydi. Son günlerde Şişko’ları devirip Teneke
Torbaları’nı saçlarından yatırarak bir güzel pataklamak geçiyordu kafasından.

“Burada hasta olarak kaldığımız günleri düşünüyordum biraz önce.” dedi


Yaren. Kansere çare bulunmasıyla dünyanın ayağa fırladığı günleri. Nasıl bir sevinçti
o, değil mi?”

“Öyleydi.” dedi üzgün bir yüz.

“Hayat nasıl da değişti.”

“Değişti.”

Başlarını kaldırıp Rad-Toplayıcı toplara baktılar.

“Bunlar gelmese, onca radyoaktif maddeyle ne yapardık? Ya da Soğutucu


aralıksız tepemizde dolaşmasa?”

Tan sessizce karısını dinliyordu.

Yaren sesini iyice tatlılaştırarak “Birkaç gün sonra Doktor’la bir kere daha
konuşuruz.” diye devam etti.

6
Söylediğini işitir işitmez öteki, bir çocuk gibi rahatladı.

“Konuşuruz.” dedi, heyecanla.

“Değişiklik neden hep kötü olsun ki?” dedi Yaren.

Sorusu bir zaman cevapsız kaldı. Sessizlik öyle derin görünüyordu ki cevabın
hiç gelmeyeceği zannedilebilirdi. Ancak çok geçmedi, razı bir ağızdan birbiri ardına
kelimeler döküldü:

“Değişiklik de gelecek de bizim zihinlerimizde… Bir zamanlar bir adam iyi


düşündü; onun düşüncesi bizim hayatımız oldu.”

Vakit ikindi vaktiydi. Rad-Toplayıcılar gitmeye hazırlanıyordu.

You might also like