You are on page 1of 388

TAŞ DEVRİNDEN TELEFON ÇAĞINA

GÜNDELİK YAŞAMIN MERAK EDİLEN TARİHİ


I
î

I
x
d

îil
İi
"Atalarımızla aramızda ne
kadar benzerlik olduğunu
komik bir dille anlatan Greg
lenner’a bayılacaksınız...
Tüm insanlık tarihi burada,
eğlenceli ve ilgi çekici
sohbet tadında tarihi
anektotlarla dolu.”
-Daily Mail

“Her şeyi bildiğini sananlar >


bile bu kitaptan bir çok şey
öğrenecek.”
-Wail Street Journal

“Tarihi anektotlar, komik


bilgilerle tüm insanlık tarihi
bu kitapta.”
-Daily Mail

I
k
GÜNDELİK YAŞAMIN MERAK EDİLEN TARİHİ

BİR GÜNDE
BİR MİLYON

YİL
GREGlENNER

Çeviren: Kerem Ei'endioğlıı


Bir Günde Bir Milyon Yıl
Greg Jenner

Baskı; Eylül 201(ı


ISBN: 978-605-9144-67-4
Yayınevi Sertifika No: Î1594

Copyright © Greg Jenner


Bu kitabın Türkçe yayın haklan Anatolialit Telif Hakları Ajansı aracılığıyla
tndigo Kitap Yayın Dağ. Paz. Rek. Ltd. Şti.'ne aittir.
Yayınevinden izin alınmadan kısmen ya da tamamen alıntı yapılamaz,
hiçbir jekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

Orijinal Adı: Million Yeaı.'î in a Day


Çeviren: Kerem EfenJiöğlu
Editör: Semih Yılmaz
Redaksiyon: Özgür B.ılpınar
Kapak Görseli: Harry Haysom
Kapak Tasarımı: Orion Books

Baskı
My Matbaacılık San. ve'l ic. Ltd. Şti.
Maltepe Mh. Yılanlı Ayazma Sk. No: 8/E Zeytinburnu / İstanbul
Tel: 0212 674 85 28
Sertifika No: 34191

M99
İNDİGO KİTAP YAYIN. DAĞ. PAZ. REK. LTD. ŞTİ.
Oruçreis Mah. Tekstilkent Cad. No: 10 D:Z07 Esenler/İSTANBUL
Tel: O 212 438 17 83 • Fax: O 212 438 17 84
www.indigokitap.com • infb@ indigokitap.com
İK İNDİGO Bir İndigo Kitap Yayın Dağ. Pat. Rek. Ltd. Şti. matkaaidır.
GÜNDELİK YAŞAMIN MERAK EDİLEN TARİHİ

bir günde
BİR MİLYON

YIL
GREG JENNER

Çeviren; Kerem lüendioğlu


9^0

UYAN VE KENDİNE GEL

Alarmın derinden gelen, kulakları tırmalayan sesi derin horultu


larımızdan bizi alır çıkartır, sıcak yastığımızdan kafamızı kaldırır
ken yastıktaki izimizin ağzımızdan akan salyalarla nemlendiğini
görürüz. Zar zor kırpıştırarak açmaya çalıştığımız yapışkan göz
kapaklarının ardında, saatin yanlışlıkla çaldığı umudu ve hâlâ iki
saat daha uyuyabileceğimiz düşüncesi aklımızın derinliklerinden
açığa çıkar. Fakat maalesef cep telefonunuza attığınız o kısa bakış
artık uyanma vaktinizin geldiğini kanıdar.
Acaba saatin bu tavrı bizim için neden bu kadar büyütüle
cek bir şeydir, neden saati görmezden gelip iyice dinlenene kadar
uyumaya devam etmeyiz? Çünkü şöyle: Zaman varoluşumuzun
mimarisini oluşturan otoritedir ve onu görmezden gelmek, ha
yatlarımıza kaos getirebilir. Öte yandan, zaman belki de milyon
larca yıldır takip edilen, tek düzenli varlıktır, beraberinde zama
nın ölçümü hep farklı yorumlara da mahal vermiştir. Bizlerin
standart haline getirilmiş -saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay,
yıl- ölçüm birimlerini keskin bir şekilde ayarlamamız sonsuzluk-

5
Bir Gttnde Bir Milyon Yıl

tan gelmemiş olsa da, yüzyıllar boyunca insanların hayatlarmdaki


karmaşayı azaltmaları için defalarca yapılan tartışmalar sonrasın
da rayına oturmuştur. Zamanın geçmişini takip etmek aslında
biraz altyazısız bir Belçika dizisi izlemeye benzer; önce saçma gelir
fakat yavaş yavaş sizi içine çekmeyi başarır.

İYİ GÜNLER
Bugün günlerden cumartesi ve önceki günün cuma olduğunu
hepimiz biliyoruz, ama bir 'gün hakkında konuşurken aslında
tam olarak neden bahsediyoruz? Mesela İngilizce'de genellikle
çok kullanışlı kelimeler bulunur ve ne gariptir ki 'gün' kelimesi
bu dilde hem 24 saatlik zaman periyodunu anlatır hem de gece
nin karşılığı olan kelimedir. Genellikle İ ngilizce konuşanlarda bu
biraz karmaşaya yola açıyor olsa da bu dili konuşanların inatçılı
ğı ve dili sahiplenmeleri aslında çok da problem yaşamadıkları
nı gösteriyor gibi... Aksine birçok farklı dilde bu gibi saçma bir
durum oluşmuyor; mesela Danca'da Dn^ (gün ışt^ olduğu saatler)
ve Etmaal (24 saat) anlamına gelir. Bulgarlar, Danimarkalılar,
İtalyanlar, Finler, Ruslar ve Polonyalılar da buna benzer kelimeler
kullanırlar. Fakat Etmaal kelimesine en çok yaklaşabilen İngilizce
konuşanlar gözleri korkutan Nychthenn-ron ( Yunanca'da g' ece ve
gündüz) kelimesini kullanırlar ki bu kelime ancak Finlandiyalı
rock grubuna yakışır. Açıkçası bu kelimeyi daha önce kullanan
bir insan görmedim, hatta bilim adamları bile bu kelimeyi gör
mezden geldiklerini söylediler o nedenle sanki biraz etimologla
rın emrinde, sadece özel durumlarda oı caya çıkartılan bir kelime
olarak kalmış gözüküyor, tabii o karşı konulamaz anlamsızlığını
unutmamak gerekir.

6
Gıeg lenner

Anglo dillerini konuşanlar nedense her şeye rağmen tüm zaman


hesaplamalarını geceden yola çıkarak yapmaya devam ettiler, mese
la otel rezervasyonu yaparken zekice kullanılan 'fortnight' kelimesi
peşi sıra takip eden 14 geceye denk gelir, ama bu kıvrak zekâ çö
zümleri de her zaman işe yaramaz çünkü tatil satın almak istediği
niz görevli sizlere ısrarla, 'On üç gece, on dört gün mü?' diye so
racaktır, akabinde parmaklarımızla saymaya başlamak kaçınılmaz
olacaktır. Anglo dillerin bu kadar üzerine gitmekten şimdilik vaz
geçerek bu sorunun aslında kalıtsal olarak tüm medeniyetlere etki
ettiğini de kabul etmeliyiz; 'bir günü anlatan terminoloji hemen
hemen her kültürde garip problemlere yol açmıştır.
3. yüzyılda Romalı filozof Censorinus 24 saatlik sürece 'sivil
gün adının verilmesini öte yandan gün içerisindeki saatlerin de
'doğal saatler' olarak adlandırılmasını istemişti, ilk bakışta bu
teklifi mantıklı gelse de bundan 4 yüzyıl sonra insanlar 'doğal
saatleri' 24 saatlik akışın yerine koyacak ve gün içerisindeki sa
atleri anlatmak için de 'yapay saatler' adında yeni bir terminoloji
yaratacaklardı.
Fakat bu kelimeleri hafızanıza yerleştirmek için uğraşmayın,
çünkü astronomi 3. yüzyılda olduğu gibi 'sivil gün' terimine geri
dönerek dünyanın bir dönüşüne aynı adı verdi ve problemi son-
landırdı. Sonuç olarak 'doğal saatler' önceleri iki farklı anlama
geliyorken şimdi ise hiçbir anlama gelmemekte, bunun yerini
ise bir ilham anında ortaya çıkan 'yapay saatler' almış durum
da. Buraya kadar anladınız mı? Hayır, ben de anlamadım fakat
korkarım bu bölümde anlatmaya çalıştığım şeyler zaten karmaşık
konulardı, öyle ki günün ne zaman başlayıp bittiği anlatan bir
kelimemiz bile yok.
Bir Günde Bir Milyon Yıl

GECE YARISI SAATLERİNDE


Gözlerimizi iyice açarken, gün ışıklarının perdelerin arasın
dan odamıza aktığını gördüğümüzde sabah oluyor demektir, ta
bii gün ışıkları tek başına sabahın geldiğini işaret edemez değil
mi? Günümüz medeniyetlerinde, doğuda ve batıda yeni gün saat
00.00'da başlar, bu yüzden İngilizce konuşan parti severler sarhoş
kafayla 'Auld Lang Syne'* şiirinden ilk dizeleri okumaya çalışırlar.
Ama farz edin ki yeni günün başlangıcı, gün ağarmaya başladı-
kabul ediliyor olsaydı, ne olurdu? İngilizce konuşan dünyadaki
parti severler sabaha kadar beklemek zorunda kalır, içer, içer, içer
ve aynı şiiri denizde boğulan koyunların çıkartacağı seslere benze
yen bir koro eşliğinde söylemek zorunda kalırlardı.
Gece yarısı, kafa karışancı olabilen bir kelime ve sabahın baş
langıcını anlatıyor bu yüzden deTV yayınlarında gece yarısından
sonraki tüm yayınlara 'gece programları, talk showları' denildi
ğinde aslında hata yapılmış olunuyor veya 'bütün gece ayakta
parti yaptık' diye böbürlenenler sabah saat 04.00'da evlerine gel
diklerinde aslında yeni bir günü harcamış oluyorlar. Resmi olarak
herkesin kabul ettiği yatma saatlerini geçiyor olmamız aslında ha-
yadarımızla alakalı hepimizin bir ortak noktası olduğunu göste
riyor. Bunu da 3,500 yıl önce medeniyetin doruklarmdaki Antik
Mısırlılardan öğreniyoruz.
Mısırlıların yoğun din odaklı kültüründe gece yarısından ziya
de şahık vakti yeni bir günün başlangıcı olarak kabul edilirdi, so
nuç olarak güneşin yükselişi kutsal bir etkinliğe dönüştürülmüş,
günün başlangıcmda güneş tanrısı RA tarafından yapılan bir ritü-
el tekrarlanmıştı, Ra, at arabasıyla göğe yükselerek sürüngen kaos

* Auld Lang Synt 1788 Yılında İskoç Şair Robert Bunu tarafından yazdnuf bir şiir.

8
Greglenner

tanrısı Apophis'le destansı bir savaş yapardı. Fakat bu sonsuz ruti


ni tamamlamak ve güneşin doğduğunu kanıtlamak için başka bir
şafak ritüeli yapılıp Karnak ve Heliopolis tapınaklarında arınma
törenleri düzenlenirdi. Aslında pratikte yapılan, imparatorluğun
herhangi bir yerinde olabilecek kral için rahiplerin homurdana
rak söylediği ve hizmetçilerin yaşlı Tutankhamun'u yatağından
kaldırmaya uğraştığı bir meşgaleydi.
Ama günün şafek vaktinde başlıyor olması tüm dünya tara
fından kabul edilen antik bir gelenek değildi. Dört bin yıl önce,
Babiller —şimdiki Irak'ta o günlerde muazzam şehirleri olan im
paratorluk— Bronz Çağı'ndaki komşuları Mısır'la birçok ortak
noktada buluşuyorlardı fekat onların yeni günü alacakaranlık
vaktinde başlıyordu yani uykuya gitmeden saatler önceydi. Bu
alışkanlık daha sonra Yunanlar, Kelder, Alman kabileler ve hat
ta Onaçağ İtalyanları tarafından taklit edilmişti, İtalyanlar bu
alışkanlığın Floransalılara ait olduğunu düşünüyorlardı. Bu alış
kanlık ne kadar geçmişin karanlık sayfalarında kalsa da, örneğin
Ortodoks Yahudiler şabadarmı hâlâ Cuma gün harımından cu
martesi gün batımma şeklinde uygulamaya devam ederler. Peki,
modern dünyamız gece yarısını nasıl şimdiki haline getirdi? Ce
vap muhtemelen Romalıların günü iki blok halinde 12 saatlik
dilimlere bölmelerinde saklı.

Tabii aslında cevap aradığımız soru, zaman bekçiliğini, saat


tutmayı ilk olarak kimin keşfettiği sorusu. Acaba bir Sümerli bir
sabah kalkıp saatin 'sabah 7' olduğunu ve herkesin de sorgusuz
kabul ettiğini mi düşünmeliyiz? Pek sanmıyorum, sanırım cevabı
bulmak için çok daha geriye gitmeliyiz.

9
Bir Gttnde Bil Milyon Yıl

GÖKYÜZÜNDEKİ SAAT
Güney Afrika'nın Limpopo bölgesindeki Makapan Vadisi yer
yüzündeki muazzam yerlerden biridir, öyle ki, gür ormanları, ok
yanusun çekilmesi sonrası oluşan mağaraları ve yemyeşil doğası
buranın sanki bir Hollytvood efekt sanatçısı tarafından yapılmış
hissini verir. İşte bu el değmemiş yerlerin birinde arkeologlar ta
rih öncesi kalıntılar arasında en eski atalarımızdan Homo Austra-
lopithecus'un kalıntılarını bulmuşlardı.
Üç milyon yıl önce, burada bulunan türün muhtemelen göl
geleri keşfettiğini ve karanlık çöktüğünde güvenli mağaralarına
döndüğünü anlayabiliyoruz. Bu taş korunaklar yaşayanlara geçici
koruma sağlamış olsa da mudak sondan kaçamamış ve insansı son
nefesini bu mağarada vererek 20. yüzyılda paleontoioglar tarafin-
dan keşfedilmeyi beklemişti'. Australophitecus sahip olduğumuz en
telektüel hiçbir beceriye sahip olmasa da, bu ilkel canlı bile hayatın
içindeki döngüyü anlamaya çalışmıştı; ayın büyüdüğü ve küçüldü
ğü evreleri öğrenmişti, dalgaların büyüdüğünü ve çeyrek zamanlı
dönemleri keşfetmişti. Dünya kendi ek<;eni etrafında durmadan
dönerken, hayadarımızı ışık ve karanlıkla doldurmuş, kalp anşla-
rımız kadar doğal hale gelmiş güneşin hareketleri Australophitecus
tarafından da iârk edilmişti, güneş gökyüzündeki eğimli rotasını
bitirirken kaıanhğın geleceğini anık anlıyordu. Kısaca bu canlı za
man algısını basit de olsa geliştirmişti.
Tabii yukarıda açıkladıklarımız tamamen tahmin yürüterek
ürettiğimiz bir hikâye ama acaba taş devrinin gerçek zaman bek
çilerini nerede bulabiliriz? Eğer 30,000 yıl önceye hızlıca geri gi
dersek —bu dönemde modern türümüz ile ilk insanlar birlikte
yaşıyorlardı- Fransa'nın Dordoghe bölgesindeki Le Placard'da

10
Gıeg lenner

bulunan heyecan verici garip objeyle karşılaşırız. Bu obje bir kar


tal kemiğidir ve üzerinde bir dizi çentik vardır, dik olarak ferklı
zamanlarda atılmış bu çentikler bize ay döngüsünün 14 günlük
yolculuğunu anımsatır, yeni aydan dolunaya giden sürece benzer.
Bu bulgu, gerçekten ilgi çekicidir ve hatta bu kemiğe dünyanın
bilinen ilk takvimi de diyebiliriz.
Bunun bir ilk insan tarafindan yapılmış olduğunu söylemek
imkânsız olmasa da birçok arkeolog Homo ırkına rakip olan bu
kabilenin türümüzün özelliklerine zıt bir } aşantıya sahip oldu
ğunu savunurlar. Biz o dönemin Sherlock Holmes'ü iken, onlar
Cezalandırıcılardır: daha güçlü, gözü kara ve bir ayıyı o sevimsiz
suratından yumruklayacak kadar da cesur... Fakat onlara mikro-
dalganın saatini ayarlatmaya kalksanız çığlık atıp kaçacak yapıda-
lardır. Aksine, bunu yapan muhtemelen bizim ırkımızdan, insan
lardan da olabilirdi -doğayı keşfetmeye çalışan meraklı bir Homo
Sapiens- sürekli ayı izleyerek meraklanırken karar verip tüm dön
güleri bir önceki akşam yemeğinden kalma bir kemiğe not alacak
ve gelişen beyninde maddeleri anlamaya çalışarak kâinatın nasıl
işlediğini keşfetmeye uğraşacaktı. Fakat yine de aklımızın bir ke
narında bu kemiğin belki de tuvaletini yapan bir canlı tarafından,
can sıkıntısıyla yaratılmış olduğunu da söyleyebiliriz.
Her şeyden öte, şu anda zamanı ölçmek için ortak bir saat
kavramımızın olması atalarımızın da böyle yaşadığı anlamına
gelmiyor. Birkaç yüzyıl öncesine gidersek, yaşanan büyük zaman
kayması, körü körüne bağlandığımız 24 saatlik dilimi baştan aşa
ğı değiştirmişti...

11
Bir Günde Bir Milyon Yıl

YAŞASIN DEVRİM! - VIVE LA REVDLUTİON!


1793 yılıydı ve Fransa şiddedi bir devrim geçirmek üzereydi.
Kral XVI. Louis boynunu çoktan giyotine kurban etmişd ve Pa
ris kaldırımları köle ve soylu kanlarıyla ıslanmaya başlamıştı. Av
rupalı politikacılar olanlar karşısında korkuyla sıranın ne zaman
kendilerine geleceğini bekliyorlardı. Dünya büyük fikirlere sahne
oluyordu ve Fransız halkı aydınlanma felsefesinin ışığında, boş
bir sayfanın üzerinde radikal entelektüeller tarafından yeniden şe
killendiriliyordu, bu grubun gözünden hiçbir şey kaçmadığı gibi
zaman kavramı da iıaştan aşağıya yeniden dizayn edilecekti...
4,000 yıldan uz jnca bir süredir Babillerin çift haneli matema
tik sistemi ısrarla hayatını sürdürmüştü fakat bu sistemin neden
10 rakamı değil de 12 rakamını temel aldığı merak konusuydu.
Şöyle ki, 10 sayısı sadece 2 ve 5 rakamlarına bölünebiliyordu ama
12 rakamı 2, 3, 4 ve 6 rakamlarına bölünebiliyordu ve matema
tiksel olarak çok daha kullanışlıydı. Hatta güneş ve ayın evrelerini
takip ederek kullanılan takvim, yılda on iki ay döngüsünün oluşu
üzerinden çalışıyor (bir de 13. artık yıl olan, iki ya da üç yılda bir
oluşan döngüsü vardı) yani 12 rakamı evrenin mihenk taşların
dan sayılıyordu. Mantık olarak zaman /.aten çift haneli hesapla
malarla çalışmalıydı, 60 saniye bir dakika ve bir günde 24 saat.
Fakat bu antik bir bilgiydi ama artık yıl 1793'tü! Fransız dev
rimi sadece kibirli Aristolardan arınmak yerine, liderleri geç
mişin çürük bilgilerinden de arınmak istiyor, bilimsel mantıkla
hareket etmek istiyordu. İki yüz yıldan beri Avrupalı filozoflar
kendi aralarında olası bir metrik sistem hakkında tartışıyorlardı
ve artık bu sistemi test edebilecekleri bir fırsat tam da karşıları
na çıkmıştı. Yani 5 Ekimde, bir yıl önce Jean-Charles de Borda

12
Gıeg lenner

tarafından önerilenler yeni milli komite tarafından kanunlaşa


cak şekilde oylanmıştı. 24 saadik gün bir anda on farklı saate
bölünmüştü ve her saat 100 dakika ve her dakika 100 saniye
olarak belirlenmişti.
Tahmin edebileceğiniz gibi takvimin diğer kısımları da ciddi
anlamda yeniden düzenlenmişti, haftalar on günlük destelere -is-
temdışı olsa da Antik Mısır Haftalık Sistemi'ne- ve yıllarda yeni
üretilen on aya denk düşmüştü ve 'Rüzgârlı ay gibi bayağı isim
lerle adlandırılmışlardı. Ventose yani Rüzgârlı Ay kendimizi sıklık
la şişkin ve fezla müsamahakâr hissettiğimiz paskalya dönemi ye
rine Şubat ayına konulan isimdi. Bu ondalıklı saat sistemi Fransız
yenilikçiliğinin gururla anlatılan bir ibaresi haline gelmişti gelmiş
olmasına fakat aslında antik Çin kültürü yüz yıllardır aynı sistem
yüzünden bir hayli çile çekmişti, hatta ironik bir şekilde Avrupalı
tüccarlarla hep iletişim halindelerdi. Açıkçası Fransız otoriteleri
yıllar boyunca bu ilişkilerden çok haberdar olamamışlardı ve bu
nun pişmanlığını çok yakında fazlasıyla hissedeceklerdi.
Evet, metrik saat sistemi ziyadesiyle demodeydi ve karma saat
sistemi yani 24 ve 10 saatlik dilimleri ayrı ayrı gösterme çabaları
da sonuç vermemişti, o zamanki toplum bunu tamamen bir za
man kaybı olarak görüyordu. O günlerde zamanlar Fransızları
giyotinden geçirmekle geçiyordu, peki ya 10 saatlik düzen? Deli
likti! Fakat bu delilik sadece 18 ay dayanabildi (ya da çift haneli
sisteme göre 14 ay mı?) ve hızlıca eski ve kullanışlı çift rakamlı
sisteme geçildi.
"Fakat durun bir saniye," sanki arada sözü geçen şu Mısırlı
ların on günlük haftaları nasıl oluyordu?" dediğinizi anlıyorum,
"Bu çiftli, sistem değil!" Aynen öyle... Demem o ki Horolojik

13
Bir Günde Bir Milyon Yıl

tarihi anlatmanın, 'Nasıldı?' sorusuna cevap vermenin tam za


manı. Bu bölümde biraz daha iyi konsantre olmanız gerekebilir o
yüzden biraz daha rahat oturma çalışın. Bir hayli teknik konulara
gireceğiz.

GÜNEŞİN SEZONLARI
Eğer duvardaki takvimlerimize bakacak olursak sistem bize
her haftada 7 gün verir, aynı Babiller gibi fakat Mısırlılar bu gele
neği kendi yenilikleriyle değiştirerek ayrı bir zaman takip sistemi
yaratmışlardı. Mezopotamyalılardan farklı olarak yıllık takvimle
rini on günden oluşan 36 haftalık bir dilime bölmüşler ve sonuna
da beş ilave gün eklemişlerdi. Dahası, on günlük haftaları olması
yüzünden sadece 4 aylık 3 sezon yaşamalarına neden olmuştu.
Bunun genel sebebi Nil Nehri'nin kaprisli ruh halindendi, yılın
büyük bir bölümünde suları taşardı ve bu yüzden de takvimler
hep tarımsal işlere odaklı olarak işaretlenirdi, nehrin her döne
minde farklı tarım fâaliyederi yapılırdı. Mevsimleri sel, ekim ve
hasat olarak 3 farklı dönem olarak anılırdı.
Peki ya bir gün nasıl hesaplanıyordu? Mısırlıların 24 saati bi
zim gibi iki ayrı 12 saatlik dilime bölünmemişti, dört bölüm
den oluşuyordu: bir saatlik yarım ışık, on saatlik gün ışığını takip
ediyor, sonra bir saatlik yarım ışık tekrarlanıyor ve ardından da
12 saatlik karanlık geliyordu. Bu tabii büyük soru işaretlerini de
akıllara sokuyordu, acaba Mısırlılar saatleri gerçekten ölçüyorlar
mıydı? Eğer ölçüyorlarsa nasıl? Cevap kuvvetli bir 'EvetI'vc 'Bi
raz karmaşık ve gökyüzüyle /^'//"oluyordu. Gün ışığının olduğu
saatlerde güneşi takip ediyorlardı, tercih ettikleri teknoloji güneş
saadetiydi fakat karanlık saatler takip etmesi daha zor saaderdi ve

14
Gıeglenner

Mısırlıları böylesine zeki kılan şeylerden biri de karanlık saatleri


takip etmek için ürettikleri yeniliklerdi.
YILDIZLARDA SAKU
Daha önce hiç şafak vakti gelmeden yıldızlara baktınız mı?
Romantik 18 yaşında gençler olarak milenyumun ilk sabahında
bunu ppmayı denedik. 1999'un son günüymüş gibi parti yaptık
ve ardından da sarhoş sarhoş bir tepeye çıktık ve güneşin heybet
li yükselişini izledik. Şanssızdık, hava kapalıydı ve haşmetli gün
doğumu sokak lambalarının hâlâ etkili olan turuncu ışıklarına
karışmıştı o yüzden evimize dönüp karnımızı doyurmayı tercih
ettik. Bu kadar romantiklik yetmişti... Fakat eğer daha az kirle
tilmiş bir gökyüzüne bakma imkânımız olsaydı, havası daha te
miz bir ülkede yaşasaydık belki de astronomların heliacal yükseliş
adını verdiği olayı görebilecektik.
Şafek sökmeden hemen önce Decan adı verilen bir grup yıldız
ufuk çizgisinin üzerinde görünürler. Bu 36 adet grup yıldız her
gün batıya doğru bir derece kayarak her sabah biraz daha ileride
gözükür ve böyle böyle gözden kaybolarak bir yıl boyunca gö
zükmezler. Yeni bir yıldız, ortaya meraklı bir yavru kedi ufkun
doğusunda ortaya her on günde bir çıktığında {Dekanoi Yunanca-
da onlar anlamına gelir) Mısırlılar da muhtemelen etkilenmiş ve
on günlük hafta sistemini seçmişlerdir. Peki, bu sürecin zamanı
anlamayla ilgisi nedir? Antik mısır düşünürleri mezarlarda, lahit
duvarlarında yıldız haritalarını ve takvimlerini bırakarak aramız
dan göçmüşler ve bu sayede modern arkeolojik astronomlar. Mı
sırlıların zekice hazırladığı heliacal yükseliş sisteminin gece saat
lerini nasıl takip ettiğini deşifre edebilmişlerdi. Diyagonal yıldız

15
Bir Gttnde Bir Milyon Yıl

tablosu ilk bakışta —ve sonraki bakışlarınızda kafanızı hayli ka


rıştıracaktır- eğer otobüs saadetinin bir anda hiyeroglif saatlerle
değiştiğinde ne denli bir problem ortaya çıkartacağını gösteriyor.
Şemanın tepesinden dik bir şekilde inen şekilde yılın 36 haftası
bulunur, her biri on günden oluşur ve her birinin altındaki 36
sütun da her bir Dekan yıldızının hangi haftalarda gözükeceğini
gösterir. Mümkün olduğunca basit anlatmaya çalışırsak, eğer tam
olarak hangi tarihte olduğunuzu biliyorsanız. Diyagonal Yıldız
tablosu size spesifik bir Decan yıldızının yerini gösterecek ve do
layısıyla da tahmini olarak saati de bulmuş olacaksınız.
Milattan önce 1500 civarlarında bu sistem çok daha karma
şık olan başka bir sistemle, Ramses Yıldız Saatiyle değiştirilmişti,
bu isim kulağa 70'lerin rock albümleri gibi gelse de bu dönemin
en bilinen eşyası, yılın yirmi dört ay, on beş güne bölündüğünü
ve 47 hırklı yıldız saatinin olduğunu gösteriyordu. Bu tasarıma
bakarken -öncekiler gibi lahit ve mezar duvarlarında bulunmuş
tu- yine bir kutu oyununa bakıyor gibi hissedebilirdiniz. Görün
tünün dibinde mütevazı kumaş elbisesiyle diz çökmüş bir rahip
kabından grit şeklinde uzanan yatay, kesişen çizgilerle adeta ar
kaik bir satranç tablosunu gösterirken bu çizgiler arasında yıldız
harekederi takip edilebiliyordu.
Bilim adamlarının en fazla açıklayabildikleri, acemi bir ast
ronomun rahibin hareketlerini taklit ederek elinde tuttuğu bir
eşyayla ye diğer uzuvlarıyla yıldızların konumlarını göstermek
ve yatay çizgiler üzerinde yıldızların durdukları yerleri işaretle
mekti. Belki de rahibimiz o günlerde bir havuzun içinde otur
muş suya yansıyan yıldızları izlemek istemişti... Tartışma hâlâ
devam ediyor.

16
Gıeg leııneı

HALSİZ SAATLER
Yıldızlann geçişini takip ederek zamanı anlama yöntemi gece
saadetini kontrol alanda tutmanm zekice bir yöntemiydi fakat
Mısırların bir saati bizim standardaşmış 60 daldkamıza denk gel
miyordu, aksine saat kavramı mevsimlere göre uzuyor ya da kısa-
lıyordu; kışın gün içinde bir saat 45 dakikaya denk gelirken, yazın
güneşin kavurucu sıcağında 75 dakikaya kadar ulaşabiliyordu. An
tik kültürler bunu açıklarken güneşin, dünya yörüngesinde döndü
ğünü, ekvator çillisinde dönmedi^ni söylüyorlardı, döngü kışın
ekvatorun altından başbyor ve yazın ekvatorun üzerinden yüksel
dikten sonra tekrar aşağıya doğru iniyordu. Eğer bu kafanızda bir
fikir oluşturmadıysa, daire şeklinde bir fnzbi düşünün, bu fnzbi
diyagonal şekilde bir topun çevresinde duruyor ve sol tarafi aşağı
da, sağ tarafi da daha yukarıda duruyor. Bu en azından Mısırlıların
gözünde güneşin yazın neden daha dik olduğunu açıkhyordu.
Sonuç olarak her zaman güneşin tepede olduğu 10 tam saat
vardı (iki tane de yarım ışıklı günü ekleyelim,) fakat bu saadet
Temmuzda, aralıktan daha uzun sürüyordu işte bu alametiferi-
kaya mevsimsel saadet deniyordu. Ama bu saadet bile güneşin
tepede olduğu anlarda yıldızlara bakılarak ölçülemiyordu yani
antik zamanlardaki saatçiler yine de farkh bir yöntem bulmak
zorundalardı...

BANA GÜNEŞİ VERİN


Yıldızlar yok olup güneş yükseldiğinde yöntemler tekrar de
ğişti. Antik Yunan yazarı -tarihin atası olarak bilinen- Heredot
güneş saadetinin ilk olarak Babiller tarafından bulunduğunu söy
lüyordu fakat kaçınılmaz bir şekilde diğer kültürlere de bu yön-

17
Bir Gttnde Bir Milyon Yıi

tem sıçramayı başarmıştı, yöntem çok basitti: göğe doğru yükse


len ince bir çubuktan ibaretti.
Her neyse, şimdi size meşhur, tarihi bir güneş saatini anlatın
desem sanırım Babiller aklınıza gelmez; fakat Paris'te, Londra'da
ya da New York'ta yaşıyorsanız muhtemelen Mısırlılara ait olan ve
sürekli etrafından geçtiğiniz birkaç örnek aklınıza gelebilir; bun
lar müzelerde bulunan korunaklı objeler de değillerdir. Peki, size
anlatmaya çalıştığım şey nedir? İşte bunlar aslında tarihte Kleo-
patra'nın İğneleri olarak ünlenmiş fakat kraliçeyle alakası olma
yan objeler. Bunlar aşağı yukarı 3,500 yaşında ve kraliçe, Julius
Caesar'la sevişirken bu dikmeler neredeyse 1,400 yıl boyunca gü
neşe tapan Heliopolis şehrinde zaten vardı.
Dürüst olmak gerekirse arkeologlar aslında bu objelerin bi
lerek zamanı ölçmek için yapıldığını ya da şans eseri gölge oluş
turan masif dekorasyon objeleri olup olmadığını bilmiyorlar. Ve
eğer zamanı ölçmek için yapılmış bile olsalar, boyutları gündelik
kullanım için hiç de pratik olamaz, o yüzden daha küçük alter
natifler aramak durumdalar. Bu tip saatlerin en basitleri gölge
saaderi olarak da bilinen sade, basit bir tahtadan oluşan ve orta
sına T şeklini almasını sağlayan bir parça ekli eşyalardı, aynı ya
rış arabalarının arkasındaki rüzgârlıklar gibi düşünün, bu sayede
T şekli yerden yükselerek tahta parçasının üzerine diyagonal bir
gölge düşürüyor. Güneş alçaktayken gölgeler uzuyor ve alt parça
nın en ucıma kadar siyah bir kedi gibi uzanıyor, fakat sabahın geç
saadetinde ise güneş tam doruk noktasına ulaştığında neredeyse
T parçasına dik gelerek gölgeleri kısaltıyor.
Öğlen vakti gölge saaderi aniden kullanışsız hale geliyordu,
cep telefonu standardarına kıyasla çok ucuz bir güncellemeye ih-

18
Gıeg lenner

tiyaç duyuyordu -tek yapmanız gereken doğuya bakan saati ufek


bir hamleyle çevirerek batıya döndürmekti- böylece saat güneşin
alçalmasını takip etmeyi başaracaktı. Ya da en azından, şu anki
teoriler bu şekilde. Problem ise hiçbir kaynak -yazılı, arkeolojik
ya da resim- Mısırlılardan kalan bir örneğe işaret etmiyor. Kısaca,
gölge saatlerinin aslında nasıl çalıştığına dair bir fi krimiz yok.
Ama güneş saatleri hakkında biraz daha tarihi bilgiye sahip
olduğumuz söyleyebiliriz. Milattan önce 8. yüzyılda Mısırlılar
titizce inşa ettikleri eğimli taş bloklarla güneşin gökyüzünde
ki pozisyonunu daha kesin konumlarda yakalayarak taş bloğun
üzerinden yansıyan gölgeden detaylı ölçümler yapabilmeyi ba
şarmışlardı. Mısırdan çıkan bu güneş saatleri milattan önce 546
yıhnda Yunanistan'a fi lozof Miletus'lu Anaximander tarafından
götürülmüş ve çok kısa bir süre sonra da felsefelerini birleştirerek
zeytinyağıyla birlikte antik ege kültürüne karışmışlardı. Milattan
önce 3. yüzyılın başlangıcıyla birlikte Chaldealı Berosus güneş
saatini yeniden düzenleyerek garip bir şekle -antik bir bisikle
te benzeyen- blok taşın zeminine oyulan bir saat üretti; -biraz
da yapım aşamasındaki bir küvete benziyor- en önemli çalışma
prensibi gnomon parçasındaydı; merkezde duran gölge üretici sa
ati gösteriyordu.
Yunan usta saatçiler sakallarıyla meşhur değillerdi tabii, yaşa
dıkları yüzyılın dehaları sayılırlardı fakat antik teknoloji pazarı bir
grup İtalyan girişimcinin vahşi bir şekilde piyasaya giriş yapma
sıyla değişecekti. Milattan önce 264 yılında bu öfkeli Romalılar
Yunan kolonisi olan Sicilya adasını işgal ettiler ve kazara şehrin en
popüler sakinini -çok yönlü düşünen, Eurekacı Arşimet'i- kat
lettiler, üstüne bir de şehrin resmi saatine de ciddi hasar verdiler.

19
Bir Günde Bir Milyon Yıl

Karmık tesadüfün bu açık örneğinde, Romalı yağmacılar gördük


leri bu saatin oradaki yerel yüksekliğe (rakıma) göre ayarlandığını
anlamayı başaramadılar ve Roma'ya döndüklerinde kuracakları
güneş saatinin 4 derece şaşmış olduğunu gördüler, dolayısıyla za
man hep yanlış akıyordu. Yine de bu inatçı Romalılar koca saati
boşu boşıma taşımış olmamak için bu haliyle şehirlerine inşa edip
bir yüzyıl boyımca ziyaretçilerin şikâyetlerine kulaklarını kapattı
lar, en azından dürüsderdi. En sommda 164 yılında saatin dere
cesi güncellendi.
Roma'mn kudreti Avrupa ve Ortadoğu'ya ulaştıkça cumhuri-
yederi artık imparatorluğa dönüşmüş ve şehirler arasındaki ileti
şim bu dik ve yüksek güneş saadetinin her yere yayıldığını ortaya
çıkartmışa ve bu süreçte Romalı mimar Vitruvius karmaşık bir
su kemeri sisteminin nasıl yapılacağı hakkında çalışmalarını ya
yımlarken çoktan 13 farklı güneş saati dizaynı çizmişti bile. Hat
ta büyük İmparator Augustus Campus Martius'ta kocaman bir
mısır obeliski inşa ettirmiş, en yakında komutanlarından Marcus
Agrippa'da inşa ettirdiği tapınağın tam tepesinde güneşin belirli
bir saate denk geleceği koca bir delik bıraktırmıştı.
Yani anlattığımız tüm güneş saatlerine bakarsak Romalılar gü
neş üzerinden zaman ölçümünde bir hayli yol kat etmiş gözükü
yorlar ama asıl konumuz bu da değil. Plautus'un bir oyununda
geçen sahnede bir karakter öfkeli bir biçimde güneş saatine ağıt
yakarak gününün çok katı geçmesine neden olduğunu ve öğle
yemeğini istediği zaman yemesine izin vermediğini sahneler ama
aslında Romalıların zamanın akışına çok fâzla aldırış ettiklerini
de söyleyemeyiz..Çağımızın takıntısı, antik çağlarda yaşayan in
sanlara bu denli hızlı akan zamana ayak uydurmanın ne kadar

20
Greg lenner

çılgınca bir şey olduğunu hissettirdiğini düşünüyorum. Peki, öy


leyse bizim sürekli saati kontrol etme huyumuz nereden geliyor?
Belki bunun için Tanrıyı işaret edeceksiniz ya da tek sorumlusu
biz fâni takipçileri de olabiliriz...

TANRI SAATLERİ
Kafanızda şu sahneyi canlandırın: şafek söküyor ve çanlar tek
rar çalmaya başlıyor. Zaten bir süredir uyanıksınız o yüzden çanın
sesi sizi şaşırtmıyor. Hatta bu her gün tekrarlanan bir olay ve gece
gündüz demeden siz istemeseniz de sürekli devam ediyor. Duy
duğunuz aslında ibadete çağrının işareti, günün İlk çanı (Lauds)
ve ardından takip edecek. Prime ile başlayan. Terce, Sext, Nones,
Vespers ve alacakaranlıkta Compline ile devam eden çanlar gece
vaktiyle birlikte gece bekçilerinin (Maris) sizi akşam 9'da yatağı
nızdan kalkmaya davet eden çanlarıyla devam ediyor, sonuncu
su ise sabah 3 sularında. Ardından Lauds çağrısıyla tekrar aynı
rutine başlıyorsunuz. Kulağa zor geliyor değil mi? Zaten kimse
Ortaçağ'da bir keşiş olmanın kolaylığından bahsetmiyor...
Eğer Ortaçağ'da bir keşiş ya da rahibe olsaydınız hayatınızın
metronomik bir temposu olacaktı, bu tempo günlük ibadet sa
atleriyle -Kutsal Görev diğer bir adıyla standart saatler- hareket
ettiğiniz bir hayattan ibaretti. 7. yüzyılda Papa Sabininan'ın dü
zenlemesiyle bu çanlar çalmaya başlamış ve Tanrı'nın hizmetkâr
larını sürekli ibadete çağırmayı amaçlamıştı fakat zaten bu çanları
duymamak gibi bir imkân olabilir miydi? Ortaçağ medeniyetinin
tanrısallığı içinde Avrupalılar hiçbir zaman kiliseden ya da ben
zeri ibadethanelerden uzak kalamamışlardı o yüzden deTanrı'nın
kulakları sağır eden bu alarmı her zaman yanı başlarında çalı-

21
Bir Gttnde Bir Milyon Yıl

yordu. Kısaca, dolaylı olarak da olsa sıradan insanların standart


saadetini takip etmek gittikçe kolaylaşmıştı.
O dönemlerin tek dini Hıristiyanlık da değildi. İslamiyet
dünyasında da 5 vakit namaz kılınıyordu ve namazlar Ezanlar
eşliğinde insanları davet ederek başlıyordu -bu sadede inanan
lar ve iman edenler için geçerli bir durum da değildi- ezan her
kesi ibadete çağırırdı yani çoklu bir uyarı sistemi işleme konul
muştu ve beraberinde duvarlara, minarelere de güneş saatleri
monte edilmişti. Fakat İslam dünyası mevsimlik saatlere çok
adapte olmuş olsa da bu kültürdeki özel bir adamın Cennet ve
zamanla alakalı bir takıntısı vardı aralarındaki bağlantıyla ilgi
leniyordu. 14. yüzyılın en önemli astronomlarından olan îbn
eş-Şatir Şam'daki Emevîye Camii'nin muvakkitliğini yaparken
dünya tarihine öncülük ederek eş saat aralıklı güneş saatini icat
etmişti.
2x1 metreden oluşan dik güneş saatini 1371 yılında camii-
nin minaresine monte etmiş ve saatin üzerine üç farklı gösterge
yerleştirmişti, bunlar gün doğumundan başlayıp gün batımına
güneşi takip ediyor ve bir tanesi de anlık olarak saati gösteri
yordu. Fakat asıl yaptığı, çok ince bir hesaplamayla güneş saati
başyapıtını dünyanın kutupsal eksenine paralelmiş ve birkaç
çizelgenin de yardımıyla eski mevsim.sel saatleri tarihe gömüp
60 dakikalık eşit saat aralıklarını yaratmıştı ve sezona göre de
ğişmiyordu. Bu aslında zamansal modernitenin de başlangıcı
nın geldiğini haber veriyordu, dünya o günlerde yine büyük bir
değişimin eşiğindeydi ve zamanı yönetmek çok önemli bir rol
oynuyordu...

22
Greg lenneı

VAKİT NAKİTTİR
Zar zor yatağımızda dikleşmqre çalışırken üzerimizdeki sıcak
battaniyenin altından tekrar yatağımızın dibindeki saate bakarız,
gün rahadatıcı bir cumartesidir, sabah vaktidir. Birkaç saatliğine
yapmamız gereken hiçbir işimiz yoktur ve yine de zamanı kont
rol etme takıntımızdan kendimizi alamayız, hatta öyle ki günle
rimizin saade bitmek bilmeyen bir yarış içerisinde olduğunu bile
hissettiğimiz anlar olur, değil mi?
13. yüzyılda doğan tüccarlığın birçok Avrupa şehrini ekono
mik olarak süper güç haline getirmiş olması tesadüf değildi, aynı
yüzyıl, mekanik saatin icadını da yaşadı. Bu masif metaller hal
ka ait meydanlarda kulelerin üzerini süslüyordu ve sessiz güneş
saatlerinin aksine bir hayli gürültülülerdi ve her an size saatin
kaç olduğunu -her ne kadar Romalılar umursamasa da- göste
riyordu. Saat sürekli tükenen kullanışlı bir kaynaktı ve iş saatle
rinde sokaklarda koşturarak nakde kolayca ulaşabilir ve zamanın
Trump'ı bile olabilirdiniz -daha az komik bir saçla tabii ki-. Saat
kulesinin gözetimi altında feodalizm parayla birlikte kapitalizme
dönüşüyordu. Bir anda vakit, nakit olmuştu.

ŞAFAKTA PATLAYAN TOPLAR


1784 yılında bir sabah günü Amerikanın Fransa'ya gönder
diği diplomatik ateşesi garip bir aydınlanma yaşadı. Benjamin
Franklin odasındaki panjurları kapatmayı unutmuştu ve uyan
dığında parizyen evinin camından giren ışıklarla güneş banyosu
yapıyordu. Cep saatine bakar bakmaz ürken bilim adamı Frank
lin garip bir şeyi not etmişti; saat sabahın alusıydı. Dünyanın
neresinde güneş böylesine erken doğardı ki? Rüya mı görmüştü?

23
Bir Günde Bir Milyon Yıl

Yoksa akşamdan kalma mıydı? Hızlıca güneş yıllığına uzanıp say


falan karıştırdı ve hangi günde olduğunu tekrar kontrol etti, saati
de durmamıştı. Bu kontrolü bir hafta boyunca yaklaşık 30 kere
daha yaptı ve şüphesi neredeyse yok olmak üzereydi. Aslında çok
açık bir gerçekle yüzleşiyordu; güneş şafek vaktinde doğardı!
Bunu umarım anımsayacaksınız, Franklin gençliğinde me-
taforik alaycılığıyla ünlü şapkasını giyerdi, sürekli kullandığı ve
Avrupada bir moda akımı başlatan klasik tarzının dışındaydı.
Politik bir otorite olmasına karşın gençliğinden kalma o canlı
görüntüsünden bir şey kaybetmemişti hatta bazı saf gazete okur
larını kendisini yaşlı Silence Dogood (Sessizlik İyidir) adında bir
kadın yazar olarak tanıtıp kandırırdı. Şimdiyse yaşlı Franklin,
parizyen evinde oturmuş, dehasını küçük arkadaşı Antonie-A-
lexis-Francois Cadet de Vaux'un yarattığı problemleri çözmeye
harcıyordu. Başına gelen bu olay üzerine patronuna (sonraları
aslında patronunun Le Joumal de Paris'te bir editör olduğunu öğre
nir,) bir mektup yazdı:
Okurlarınız, benim gibi hiçbir zaman öğlenden önce
güneşin doğuşuna şahit olmamış ve zahmet edip astlro-
nomik yıllığa bakmayanlar onun doğuşuna şahit ol-
duklarmda benim yaşadığım şaşkınlık ve hayranlığı ya
şayacaklar çünkü o doğar doğmaz ışık Venüs'e başlıyor.
Mektubun komik tarafinm kimden geldiği belli oluyordu.
Franklin, o sıralarda romanlarda okuduğunuz yağ lambasının
halka tanıtılmasına şahit olmuştu -bu tanıtım şimdiki Apple
ürün tanıtımlarına benzerdi- ama lambanın yakıt tasarrufu ile
ilgili kafasında soru işaretleri vardı, bu biraz da bizim telefonla
rımızın piliyle alakalı düşüncelerimize benziyordu. Franklin aynı

24
Greg lenner

zamanda mumların da pahalı ürünler olduğunun farkındaydı, o


yüzden kendi tarzında bir gider analizine koyuldu. Şakayla karı
şık, bir Parislinin öğle vakti uyandığını hesapladığınızda, Frank-
1in in çıkarımı Mart ve Eylül ayları arasında akşam saaderinde
128,100,000 saat boyunca mum yandığını ve sonuç olarak da
fazladan 64 milyon ton mum eridiğini hesaplamıştı. Para birik
tirmek için, Franklin'in alaycı önerisi, Fransız hükümetinin pan
jurlara ekstra vergi koyması ve şafak vaktinde miskin Fransızları
uyandırmak için birkaç pare top atışı yapılmasıydı. Bu bilimsel
kandırmaca zaman boyunca arkadaşları arasında zararsız bir şaka
olarak zaman içinde dilden dile geçti gitti ama her zaman ışığın
ekonomisi hakkında biraz bilgi vermeyi beceriyordu.
Franklin insanları alaycı tavrıyla erken kaldırmayı önermişti
ama aslında zamanı manipüle etmek varken neden insanların
alışkanlıkları değiştirilmeliydi ki? 1895 yılında İngiltere doğumlu
Yeni Zelandalı George Vernon Hudson Wellington Felsefe Top-
luluğu'na tam da bu fikri anlatan bir tez gönderdi. Hudson, ülke
sindeki en ünlü böcek analistlerinden biriydi ama daha da önem
lisi bir postacıydı ve herkesten erken uyanıyordu. Tüm dünyanın
şaEık vaktinde horladığını anlayan Hudson, tezinde saatleri basit
bir şekilde, bir saat ileri almanın birçok insan uyanıkken daha
fâzla gün ışığından yararlanmasını sağlayacağını söylüyordu. Fi
kir güzeldi ama o günlerde Hudson un sesini pek de duyan olma
mıştı, bunun yerine, on yıl sonra ortaya çıkan başka bir dost yine
aynı sonuca varacaktı.
William Willet klasik bıyıği}^a tam bir İngiliz iş adamıydı, inşa
at yapan ve epey tamnan bir fi rmanın sahibiydi, müşterileri de ge
nellikle zengin kesimlerden oluşuyordu. Her sabah Willet aunı saat

25
Bir Günde Bir MUyon Yıl

7cİe çıkartır ve evinin etrafındaki ormanda gezerdi f^cat bir sabah


etraftaki evlerin pencerelerinin kapalı olduğunu fârk etti. Güneş
doğmuştu, gün başlamıştı ama kimse bunun tadını çıkartamıyor-
du. Willet, zamanın burnu havada iş adamlarından biri gibi gözük
se de gömleğinin altındaki ruhunda di^inleyemediği bir tutkusu
vardı... Tabii tutkulu Kral VII. Edvvard gibi değildi. Willet'in ta
kıntısı doğd ışığı yakalamak üzerineydi ve Willet-Evleri doğanın
İşıklandırmasını eşsiz bir şekilde kullanacak şekilde tasarlanıyordu.
Yaşadığı semtin sakinlerinin neleri kaçırdığını öğrenince üzü
leceklerinden heyecanlanan Willet dört nala evine döndü ve dü
şündü. Sabahın köründe Franklin'in toplarına ihtiyacı yoktu;
daha mimari bir kafayla düşündü. 1907 yılında Gün ılığının ziya
nı adında bir broşür yayınlayarak Yaz Saati (DST) kuramım öne
sürdü, bu yöntemi nisan ayının 4 Pazar gününde saatleri 20 şer
dakika ileri alarak uygulayabileceğimizi söylüyordu dolayısıyla
yaz mevsiminde akşamları da hatırı sayılır derecede gün ışığından
yararlanılabileceğini anlatıyordu.

TRENİ KAÇIRMA!
Yılda sekiz defa gece yarılarına kadar bekleyip saati tekrar tek
rar ayarlamak ne kadar gereksiz değil mi? Willet'in hatırına, in
sanlar zamanın akışına alışmış gözüküyorlardı. Yüzyıllar boyunca
güneşin hareketlerine göre saati ölçen insanlar, doğuya ya da batı
ya gittikçe saatlerini de tekrar ayarlamak zorunda olduklarını an
ladılar. Mesela Bristol, Londra'dan 116 mil uzakta ve güneş orada
9 dakika daha erken doğuyor. Yani Bristol'de yaşayanlar, birçok
Londralı çoktan işe başlamışken hâlâ yataklarının içinde rahat bir
uyku çekiyorlar.

26
Greg lenner

1840 yılında yolcu trenlerinin kullanılmaya başlamasıyla her


şehrin şafak ve alacakaranlık vaktiyle farklı bir ilişkisi olmaya baş
ladı. Artık ırak memleketler hızlı taşımacılık sayesinde birbiriyle
bağlanmıştı. Bu muhteşem bir haberdi, özellikle Pazar günleri
trenleri izleyenler için biçilmiş kaftandı fakat asıl mesele zamanla
ilgili getirdiği değişikliklerdi. Mesela Londra ile Bristol arasındaki
bir tren başkentten Londra saatiyle çıktığında, 4 saat sonra Bris-
tol'e ulaşacaktı ama saatler 4'ü değil, 3:51'i gösterecekti. Yolun
bir kısmında dokuz dakika buhar oluyordu. Anlaşılacağı gibi bin
lerce insan trenlerini zincirleme bir etkiyle kaçırmaya başlamıştı.
Durumu anlayan tren şirketleri meseleyi ele aldı ve Greenwich
Mean Time (GMT) sistemini tüm güzergâhlarına uyguladı. Bu
trenler için saat çizelgeleri oluşturmalarına ve ülke geneline yay
malarına yol açtı fakat bireysel yolcular için aslında çok da bir şey
değişmemişti.
Amma velakin, eğer bir yolcu istasyonda bekleyip oradaki
saate bakmıyorsa, hayatı hâlâ meydanlardaki ya da kiliselerdeki
saatle yönetildiği anlamına geliyordu, bu da istasyonda bekler
ken gelecek başka trenlerin ya da tam o anda kaçıracağı trenlerin
üzüntüsünü kaçınılmaz hale getiriyordu.
Aslında gereken saatleri sadece tren yolları için değil, tüm
uluslar için standardaştırılmasıydı, fakat herkes böyle bir yeniliğe
açık değildi. Exeter ve Oxford gibi bin yıllık geleneklerinden ve
kendi güneş sistemi ritimlerinden kopmak istemeyenler, Fransız
ların zamanında yaptığı hatayı yaparak hibrit saatler kullanmış ve
yerel saat ile tren saatini gösteren saatler kullanmayı seçmişlerdi.
Fakat bu yarım yamalak ölçümün ömrü fazla sürmeyecek, özel
likle telgrafla iletişimin 1860'larda bulunmasıyla, globalliğe gi-

27
Bir Gttnde Bir Miiyon Yıl

den dünyanın modernliğine boyun eğecekti. Ve sonunda 1880'de


gelenekçiler yenilgiyi kabul ederek GMT sisteminin tüm İngiliz
ulusunda geçerli hale gelmesine yol açtılar. Bu herkes için harika
bir haberdi fakat kronik uykucular bu habere sevinemeyen istis
nalar arasında kalarak treni kaçırmalarına farklı bahaneler arama
ya devam ettiler.

İLERİ MARŞ. GERİYE DÖN


William Willet belirli günlerde bireylerin saatlerini 20 daki
kalık bir ayarlamayla değiştirebileceğini söylüyordu ve bu bir deli
saçması da değildi; birçok insan, uzak bir memlekete gittiğinde
saatini ayarlayabilirdi. Genç Winston Churcill ve David Lloyd
George'u da arkasına alan Willet, parlamentonun seçtiği bir ko
misyonun önüne çıkarak fikrini öne sürebildi: Bu fikri açıkladı
ğımız anda doğacak çocuklar 28 yaşlarına geldiğinde hayatının
bir yılında fazladan gün ışığı görebileceklerdi. Böyle fevkalade bir
fikre kim karşı çıkabilirdi! Willet, tabii karşısındaki muhaliflerin
ne kadar dişli olacağını hesaba katmamıştı, ülkedeki 30 yıllık ge
çici zaman uyarlaması boyunca çok ^la insan yılın sekiz günün
de saatlerini ayarlamayı gerekli görmemişlerdi.
Davasına sivri bir çıkışla başlayan Willet, sonunda komik bir
şekilde yenilgiye uğrarken, hiç de pratik olmayan bir fi kre sa
hip adam olarak görülmüştü. Güvenilirliği yerin dibine batan
Willet'in parlementoya başvurulan ardı ardına 6 yıl boyunca
reddedildi ve sonunda -basitçe işlerini herkesten erken bitirme
yi alışkanlık etmiş bu adam- sadece 58 yaşında hayata gözlerini
yummuştu. Yıl 1915'ti ve dünya I. Dünya Savaşı'nın eşiğindey-
ken, İngiltere Kralı V. George, alman kökenli soyadından kurtul-

28
Gıeg leımer

manın peşindeydi, bu sıralarda da Britanya halkı da hiçbir şekilde


Yaz Saati Uygulaması'ndan yararlanmak istemiyor gözüküyordu.
Ve sonra yıl 19l6'ya geldiğinde İngilizler yerine almanlar bu sis
temi kabul edecekti.

Büyük Şefin danışmanlan akılhca davranarak bu uygulamanm


doğal ışık sürelerini arttıracağım ve dolayısıyla tüm yakıt tasamı-
fimun da savaşa destek olacağmı çözmüşlerdi. Bu destekli bir aıgü-
mandı; öyle kuvvediydi ki, kanalı g^rek karşı tarafa sirayet etme
yi başarmıştı. Bir anda, 'Wİllet'le dalga geçen tüm önyaıgıh kesim
başlarını öne eğerek DST uygulamasının o kadar da deli saçması
olmadığını düşünmeye başlamışlardı. Almanya'dan sadece bir ay
sonra Britanya da uygulamaya geçmişti. Kafa kanşuncı 20 daki
kalık atlamalar yerine 1 saadik blok bir saat ayarlaması yapılacaktı,
ama ne taraftan bakarsak bakalım DST artık gerçek hayata uygu
lanmıştı. Aynı MC Hammer gibi, Wİlliam ^lUet'te kendi tanıttığı
bu saat uygulamasıyla ünlenmişti fakat kimse saadet ayarlanırken
pantolonlarını tutup zıplayarak: "Now, stop... Wİllet time!" diye
bağırmıyordu. Birinci dünya savaşınm bitişiyle birlikte birçok ülke
-Avusturalya ve Avrupa'daki birçok ülke- bu yeni sisteme adapte
olmuştu, fakat tartışmalar henüz yeni başhyordu.
Birkaç kelimeyle anlatmak gerekirse, Amerika'nın adaptasyo
nu ciddi bir şekilde geri tepmişti ve bir yumakla haşır neşir olan
yavru kedi gibi, Amerika halkı, kendi hatalarından dolayı 50 yıl
boyunca bir kriz içerisinde yaşayacaku.

AMERİKA BİRLEŞİK OLMAYAN DEVLETLERİ


Amerika'da, standardaşmış bir saat sistemi kabul edilemeye
cekti; yoksa Dolly Parton'un 9'dan 5'e Karanlıkta Çaltftyor

29
Bir Günde Bir Miiyon Yıi

kısı anlamsızlaşacaktı. İlk olarak Kanadalı tren yolu mühendi


si Sandford Fleming tek bir saat standardını öne sürerek, tüm
dünyada 24 saatlik cihazların kullanılmasını önerdi. Bu nam-ı
diğer 'Kozmik Saat' Sandford'un büyük fikriydi ve tüm ulusların
kullanacağı saaderde hem 24 saadik hem de yerel saati gösteren
bir sistem olacağını umuyordu. Bu fi kir kabul görmeyince, Ele
min fi krini biraz daha basitleştirip 24 bölgesel zaman dilimi sis
temini önerdi; her zaman dilimi 15 derecelik açılarla birer saat
ileri gidecekti. Bu, tren yollan için pragmatik bir cevabı da ortaya
çıkartıyordu ve 1883 yılında Kuzey Amerika'da beş farklı zaman
dilimi yaratılmıştı: Doğu, Merkez, Dağ, Pasifik ve Intercoloniâl.
(Fleming'in mühendislik başarısı, tren yoluna Intercoloniâl Ra-
ilway of Canada adı verilerek ödüllendirildi.)
Daha çok istikrar yaratmak için, sonraki yıl toplanan ulusla
rarası komite GMT saatinin boylam ölçüsünde kullanılacak ana
meridyen olmasını istemişti, tabii muhalif Fransızlar, haritaların
da Paris'in merkezden kaldırılmasını istemedikleri için bu öner
geyi reddetmişlerdi. Gallilerin miskinliklerine nazaran yeni saat
dilimleri Amerika'da iyi işliyordu, tabii bazı eyaletler, Detroid ve
Cleveland daha çok akşam güneşi alabilmek için dilimlerini de
ğiştirmişlerdi fakat bu lokal bir karardı, lokal insanlar tarafından
yerel faydalar gözetilerek alınmıştı.
Buna karşın 1918'de tüm ulusun DST sistemine geçişi -savaşa
destek olma amaçlı geçiş- tam bir felaketti.
Şimdiki gibi Amerika'daki seçimlerde gördüğümüz 50 eyaletin
birbiriyle anlaşması imkânsızdı. Yaz Saati Uygulaması da 8 aylık
kısa süren hükmü ardından sessiz sedasız yasa olmaktan çıkartıl
mıştı. Aptalca bir karar olmasına rağmen hükümet hâlâ bireysel

30
Gıeg lenneı

olarak eyaletlerin yasaya dahil olup olmadığına karışmıyordu ve


savaştan önceki konunun da bu olmasıyla birlikte gelişen tek
noloji Amerika'nın duruşunu değiştirmişti. 1945 yılından son
ra muazzam teknolojiler ve pazarlar gelişmiş, uçak fi rmaları ve
televizyon şirketleri doğmuştu, şirketler işlerini Amerikan tarzı
hayata uydurmaya çalışıyordu fakat tüm bölgelerin zaman dilim
lerine uymak imkânsızdı. Otobüs fi rmaları bile 15 günlük çizelge
yapabildiklerine şükrediyorlardı. Yaz saati uygulaması, yılbaşında
çocuklara verilen hediyelere benzemişti, kısa bir süre sonra ço
cukların ilgisi kaçardı.
Amerika'nın sadece 5 farklı saat dilimi olmasına rağmen bir
otobüs hattı yolcuğunda yedi farklı saat diliminden geçiyordu ve
yolcular her 8 dakika da bir saatlerini ayarlamak zorunda kalıyor
lardı. Kendi araçlarında yolculuk yapan kişilerin hali de onlardan
farklı değildi. Birçok haberde, insanların yüksek trafik saatlerinde
sıkışıp kaldığını ve otobana çıktıktan sonra saptıkları yerel yollar
da bir diğerine rastladıkları okunuyordu. Çünkü seyahat enikleri
eyalet onlardan genellikle bir saat geri oluyordu.
1950'lerde ve 60'ların ilk bölümlerinde, bankaya yapacağı
nız ziyaret ya da resmi randevularınız sürekli utanç verici maze
retlerle sonuçlanıyor ya da kapalı kapılara atılan tekmelerle son
buluyordu. Idaho'da alış veriş yapanlar bir sokakta iş yapan ve
beş farklı saat çizelgesiyle çalışan dükkânları takip etmek zorunda
kalıyordu ve bu dükkânlar aynı binada olsa bile fark eden bir şey
yoktu. O günlerde karmaşa her yerdeydi, motorcular da sıklıkla
hemzemin geçitlerden geçerken yanlış saat hesaplamaları yüzün
den trenlerin panikle çalan kornalarından korkmak durumunda
kalıyorlardı.

31
Bir Günde Bir Milyon Yıl

Sıradan vatandaşlar için zamanı takip etmek öyle fantastik bir


şeydi ki, sanki Guliver'in Gezileri'nAcn alınmışa benziyordu. Dr.
William Markowitz -A.B.D. Deniz Araştırmalarından- Ameri
ka'yı 'dünyanın en zamansız ülkesi' olarak damgalaması tesadüf
değildi.

DEĞİŞİM ZAMANI
Amerika senkronize olamadan, uyumsuz bir şekilde yaşayıp
giderken bir grup kahraman öne atılarak bu kaosu bitirmek is
tediler. Zaman Birliği Komitesi -bir grup büyük endüstri sahi
bi lobi— hükümet eliyle olaya el koydular. 1966 yılında Birleşik
Zaman Kanunu altı aylık DST uygulamasını Amerika'da geçerli
kılıyor, Nisanın son pazarından. Ekim ayının son pazarına ka
dar uygulanmasını istiyordu (dört eyalet direk reddetti). Büyük
umutlara rağmen atılan bu adım son adım olamadı ve Başkan
Nixon göreve geldiğinde 1973'te tekrar savaş saati uygulamasına
dönmeyi emretti. Yom Kippur savaşı yüzünden petrol stokların
da sıkıntılar oluşmuştu.
Bu sıra dışı kafa karışıklığının ortasında Amerika sonunda bir
problem olduğunu anlayacak ve zamansal olarak bir rehabilitas
yona ihtiyaç duyacaktı, akabinde temiz bir fikirle DST uygula
ması yedi aya çıkarılacak fakat bu başarı gibi görünen adım da
ileride utanç verici bir geri adımla yeniden bozulacaktı.
Fakat bu da DST taıtışmalarına son noktayı koyamıyordu...

BRİTANYA'NIN SON CIĞUĞİ


îskoçya'da ya da Kuzey İrlanda'da yaşıyor olsaydınız 1968 yı
lında kışların gerçekten depresif geçtiğine tanık olabilirdiniz. Bri-

32
Greg lenner

tanya -Avrupa anakarasından kopuk bir ada olarak suda yÜ2er-


ken- aniden milli birlik ve beraberlik duygularıyla, 3 yıllık BST
(Britanya Standart Saati) deneyine geçme kararı aldı, akabinde
tüm Birleşik Krallık, Avrupa'ya bakarak saaderini ayarlamak zo
runda kaldı. Bu fikir, bir Belçikalıya araba satarken işe yarasa da
Britanya'nın kuzeyinde yaşayan biri için kış sabahları birden bire
kıyamet sonrası saat lO'dan önce doğmayan güneşin olduğu bir
yer haline gelmişti. Bu deney 1971 yılında. Kuzey Sınırında ya
şayan insanların öfkeli tepkileri sonunda bitirilmişti. Akşam ışı
ğının çok olması birçok kazayı önlemiş ve fayda sağlamış olsa da
BST sistemi o günden sonra hep politik bir tartışma olarak -şim
di bile-havada kalmıştı.
Bu anlatılanların ortaya çıkardığı, küçücük bir ülkede bile
herkese uyacak politikaların aslında işe yaramadığı fikridir, öyle
bir çağda yaşıyoruz ki artık 100 mil seyahaderde bile saatimizi
ayarlamak zorunda kalmıyor ve hayatın metronomunda hareket
ediyoruz. Ama işin derinine indiğimizde zamanın ölçümü her
kes için pratik çözümler yaratacak şekilde birliktelik içinde kabul
edilmiş gözüküyor. Atomik saadetin bile bir nano saniyeyi göste
recek kadar hassas olduğu günümüzde günü kendi ^ydacılığımız-
la bölüyor olmamız çok şaşırtıcı. Zamanı kontrol etmek bilimsel
bir hedef olmasının yanında aynıı zamanda kültürel mirasımız.
Zamanı şekillendirdiğimiz kadar o da bizleri şekillendiriyor.
Ama bu kadar yeter! Artık uyandık ve uzun gece uykusundan
sonra doğanın çağrısına cevap vermeliyiz. Evdeki biriken işleri
bir kenara bırakabiliyoruz ama karnımızda bekleyen tuvalet ih
tiyacımız için aynı umursamazlık geçerli olmuyor. Öyleyse güne
başlarken terliklerimizi giyerek hızlıca banyoya gidelim...

33
9.45

DOĞANIN ÇAĞRISINI CEVAPLIYORUZ

Bedenimizi yataktan kaldırmayı ba^sardıktan sonra midemizin


kazıntısı mutfağı pas geçerken azıyor. Kafein ve mısır gevreği şu
anda çok doğru ve ayıîtacak seçenekler olsa da bu kavşakta tuvalet
ihtiyacı her zaman midenin isteklerini bastırıyor ve şimdi bizi esir
almış fidye isteyen bir terörist gibi dc ısrarcı.
O zaman, hep birlikte... Pekâlâ, siz ne diyorsanız onu yazın.

BİLDİĞİNİZ MEKÂN'
İngilizce dilinde, mütevazı tuvaletler İçin birçok farklı deyiş
vardı: John, loo, can, bog, lav, comınode, potcy, shitter, urinal,
latrine, privy, porcelain, headvb. Bu cerimler günlük kullanımda
geçerlidir ve hatta biraz da ahlak dışı olduğu söylenilebilir. İngi
lizler genellikle kamu alanlarında toilet, gents, ladies ya da WC
(Su klozeti, Water Closet) kelimelerini kullanmayı tercih ederler.
Diğer tarafta Amerikalılar bathroom ve restroom'ları ziyaret eder
ler ama burada ne banyo yaparlar ne dc dinlenirler.
Görünüşe bakılırsa, arkadaşlar arasında biraz daha argo ko-
Greg lenner

nuşmayı severiz ama toplumsal etiketler göz alıcı derecede kibar


tabirlerdir. Büyük bir İngiliz evinde en az iki tuvalet bulunabilir
ve bunlardan biri mutlaka içerisinde kendi dolabı olan ve kloze
tin lavabo yanına yerleştirildiği odalardır. Bu küçük oda genellikle
'loo, toilet ya da layatory' adıyla anılır. Konuyla ilgili tanışmalar sü
rerken, tüm kelimelerin Fransızcadan geldiğini söyleyebiliriz. 'Loo'
kelimesi, kurnazlıkla kısaltılmış ve muhtemelen 'lieu yani mekân
anlamına gelen kelimeden türemiştir, Fransız aristokratlar 18. yüz
yılda tuvaletlerini le lieu anglais, İngiliz odası olarak adlandırmışlar
dı. Fakat loo 1920'lere kadar ingilizlerin lugatında yer alamamıştı,
o yüzden tartışmanın diğer tarafındaki Waterloo Sarnıçlarından
türediği iddiası da çok uzak değildi, çünkü bu sarnıçlar yirminci
yüzyılın başlarında açık tuvalet gibi kullanılıyordu.
Tuvalet kelimesi, toiletteıen gelmiştir ve ilk olarak Ortaçağ'da bir
kıyafete verilmiş bir addır daha sonraları bu kelime bez parçasına,
ardından yıkama işlerinin yapıldığı odaya ve sonunda —1 SOO'ler-
de- içinde gideri olan bir tuvalete dönüşmüştü. Bir başka örnekte
Lavabo kelimesi, Fransızca yıkamak anlamına gelen laver fiilinden
türemiştir. Yani garip bir biçimde tuvaletimizi barındıran odanın
ismi istikrarlı bir etikete sahip olamamıştır. Hatta tek tuvaleti olan
evlerde, tuvalet genellikle lavabo ve küvetin yanına iliştirildiği için
bu odalar sonraları banyo ismini almış ve bu isim tüm isimlerden,
sonraki yıllarda, baskın çıkmayı başarmıştır. Aslında 'lavabo' tam
anlamına uygun bir kelime çünkü hem yıkamayı hem de tuvaleti
içinde barındırıyor! Garip değil mi?
Bunların hepsini anlatmamın sebebi, dillerin geçmişimize aç
tığı geçitle alakalı, her zaman çok açıklayıcı olmasa da... İngilizce
konuşan batıda, insanlar genellikle gündelik hayatta kullandıkla-

35
Blı Günde Biı Milyon Yıl

rı jargonu aslında aynı kelimelerin bir zamanlar ferklı sınıflara ya


da geleneklere ait olduğunu bilmiyorlar. Günümüzde, bau dün
yasının temizlik mekânları standardaştırıldıysa da, kazancınız ne
olursa olsun, bir zamanlar evinizin için de tuvalet olması lükstü
ve içinizde yetiştirdiğiniz şeyler sizin yaşam kalitenizi gösteriyordu.
Açıkçası tuvaletlerimiz günden güne daha da hijyenik hale
geliyor ve etiketleri duruma göre değişkenlik gösterebiliyor, geç
mişimizde ise atalarımızın ne denli farklı durumlara, farklı tep
kiler verdiğini görebiliyoruz. Tuvalet yapmanın biyolojik bir ge
reksinim olduğu gerçeği ve geçmişten beri gelen tuvalet yapma
alışkanlıklarımız bugün tuvaletimizi ne kadar uzağa yaparsak gü
vende oluruz sorusunu akıllara getiriyor. Her çağın bu soruya ve
receği cevap koşullarına göre değişiyor ve tarihte yolculuk yapma
fikriniz varsa 300 yıl geriye gitmektense makinamızı 4000 yıla
ayarlayarak şimdilik 18. yüzyıl zenginlerinin muazzam işlemele
rini pas geçiyor ve tarihin sayfalarına açılıyoruz...
Banyoya girdikten sonra kıçımızı klozete koyuyoruz, soğuk
tuvalet zeminini hisseder hissetmez aklıma şu soru geliyor: Tuva
letler kaç yaşında?

TAŞ DEVRİ TUVALETLERİ


Çatalhöyük günümüz dünyasındaki en önemli arkeolojik kazı
alanıdır, beni deli etmesinin bir sebebi de ismini hiçbir zaman
doğru telaffuz edemememdendir. Modern Türkiye'de bir kasaba
olan Çatalhöyük yaklaşık 9,500 yaşındadır ve atalarımızın yer
leşik hayata geçtiğini gösteren eşsiz bir zaman makinası gibidir.
Tarih öncesi insan toplulukları genelde 150 kişilik nüfusları ge
çemezken, Çatalhöyük yaklaşık 10,000 kişilik bir yerleşim mer-

36
Gıeg lenner

kezidir. Ağzına kadar oldu bir statta maç izlemiş olanlara bu çok
büyük bir rakam olarak gözükmese de, düşününki o insanların
her biri, her gün bağırsaklarını boşaltıyorlardı... Bu uğraşılacak
bir sürü dışkı doğururdu değil mi? Pekâlâ şimdi bunu 363 günle
çarpın. Ve karşınızda, medeniyetin ilk büyük problemi: bütün bu
pisliği nereye koyacağız?
Gerçekte Neolitik yani yeni taş devrinde Çatalhöyük'teki
yaklaşım çok basit bir yaklaşımdı. Arkeologların çalışmaları,
bir çözümün pislikleri istiflemek olduğunu, evlerin arka bah
çelerinde oluşturulan çöplüklere konulduğunu kanıtlamıştı. Bu
birikintiler zaman zaman çok yükselerek dışkı tepelerine dönüş
meden icabına bakılması gereken yerler haline geliyordu. Tabii
ki evlerin etrafında dışkılardan oluşan tepecikler çok da sağlıklı
değildi.
Birçok nedenden ötürü -diyet değişiklikleri, parazitli büyük
başlar, yetersiz temizlik ve yakın insan ilişkileri- neolitik devrim,
insanoğlunun tarihindeki en büyük geçiş dönemi, insan sağlığın
da ciddi kötüleşmelere neden olmuştu. Sonraları 19. yüzyıl Vik-
toryanlarının da kanıtlayacağı gibi, şehir hayatı, ilkel ve göçebe
yaşantıdan çok daha büyük tehlikeler arz ediyordu. Evet, etrafta
tuvaletinizi yaparken gelip sizi parçalayacak bir ayı yoktu (âkat
bakteriler ve virüsler çok daha ölümcüldü.
Buna rağmen, neolitik deney devam etti ve büyük bir Avrupa
turnesinden sonra batıp doğru 2000 yıl kadar giderek tarım dev
rimiyle İskoçların milattan önce 3100 yıllarındaki halinde deği
şime uğradı. Orkney adasındaki, Tolkien filmlerinde Hobbitlerin
yaşadığı yerlere benzeyen Skara Brae filmlerde gözüktüğü kadar
sevimli bir yer değildi.

37
Bir Günde Bir Miiyon Yıl

Kayıtlarda aşağı yukarı 100 kişiden az bir topluluk olan ada


hayatında insanlar pisliklerini temizlemekte üşengeçtiler, dolayı
sıyla büyük dışkı tepecikleri oluşmuştu ama bunları götürebildik
leri kadar uzağa götürmek yerine organik kozalar haline getirerek
yeni yaptıkları evlerin yalıtımında kullandılar. Günümüzde onla
rı ziyaret edecek olursanız tarih öncesinden kalma toprağın altı
na gömülü bir Telly Tubby diyarına gitmiş gibi hissedebilirsiniz.
Aslında düz araziler üzerine yaptıkları evler şimdilerde iki yanına
yığdıkları çöplerin altında kalmış.
Neolitik temizliğin ilkelliğini bir çırpıda yerle bir etmek yeri
ne, Skara Brae'ye daha yakından bakalım. Bu insanlar, sonradan,
evlerinin içine yaptıkları küçük ama uzak odaları tuvalet olarak
kullanmışlardı, odaların bağlandığı ort.ık bir kanalizasyon sistemi
de kazılarda ortaya çıkmıştı. Küp şeklindeki hücreleri, ev içindeki
yaşam alanlarına en uzak köşeye inşa ederlerken altlarına drenaj
kanalları da yapmayı ihmal etmemişlerdi, bu bize tuvalet yap
mak için ayrılmış bölgeleri kullandıkhınnı gösteriyordu. Belki de
buradan ilkel çağlardaki ilk gizlilik fikirlerini çıkartabiliriz. Belki
onlarda bizler gibi tuvaletlerini seyircisiz ortamda yapmak istiyor
lardı ya da daha basit düşünürsek tuvaletten gelebilecek pis ko
kuları salondan uzak tutmaya çalışıyorlardı. Tuvaletlerin yakının
da çeşme ya da su kaynağı gibi bir ize rastlanmaması da burada
yaşamış olan insanların yıkamaktan çok silmekle temizliklerini
sağladığını gösteriyordu. Birçok arkeolojist, teorilerinde temizli
ğin yosun, deniz yosunu ya da etraftaki yapraklarla yapıldığını
gösteriyordu.
Kısaca Neolitik Çağ şehir hayatının pilot programıydı; yeni
jenerasyonların örnek alarak geliştirebileceği ilk modellerdendi ve

38
Gıeg lenner

gerçek olan, Bronz Çağı gerçekten de beklentileri yerine getirip


2.0 sürümünü yayınlamıştı.

ŞEHİRDE TUVALETİNİ YAPARSAN


Şu sahneyi hayal edin. işyerinde çok meşgul olan bir adamın
karnı aniden ağrımaya başlar ve bağırsakları gevşer. Muhteme
len kötü bir şeyler yemiştir. Çaresizce elindeki işleri bırakır ve
banyoya koşarak pantolonunu indirir ve kalçasını oturağa yer
leştirir. Bağırsaklarını tuvalete boşalttıktan sonra rahatlıkla derin
bir nefes alır ve pis bir kazadan kurtulma ihtimali de buhar olur
gider. İşi bitmiştir ve uzanıp silinmek için kullanacağı kâğıdı alır,
temizliği bittikten sonra kâğıdı deliğe atar ve sifonu çeker çekmez
küçük bir girdap her şeyi alır götürür. Ellerini yıkarken pisliğinin
kanalizasyonlar aracılığıyla evinden uzaklara gideceğini bilir.
Bu size ne kadar tanıdık geliyor? Oturaklı bir tuvalet, tuva
let kâğıdı, sifon ve kanalizasyon? Kuvvetle muhtemel kafanızda
20. yüzyılda geçen bir senaryo yarattınız ya da ufak ihtimalle 19.
yüzyıla da kaymış olabilirsiniz. Her iki durumda da aşağı yukarı
4,500 yıl kadar yanılıyorsunuz. Az önce anlattığım sahne Bronz
Çağı'ndaki Pakistan'ın temizlik sistemi.
Indus Nehri'nin vadisinde yer alan ve Hindistan karasının ku
zey batısına uzanan Harappan medeniyetinin şehirleri milattan
önce 2600 yılında kurulmuştu. îlk bulunan şehrin adı verilen
Harappan halkı temizlik konusuna takıntılıydı ve pisliklerini
hanelerin birbirine bağlı olduğu bir boru şebekesinden geçire
rek evlerinden uzaklaştırırlardı, pislikler derin kazılan çukurlarda
toplanırdı. Daha sükseli evlerde banyonun dışında sadece tuvalet
olarak kullanılan özel odalar bile vardı, basitlerdi &kat kullanışlı

39
Bir Günde Bir Milyon Yıl

olmaları için yapılmışlardı; oturaklardan birinin tam altına açılan


delik sayesinde tüm akıntı direk borulardan kanala akıyordu ve
kirli banyo suyu da manuel olarak icat edilen sifonlarla aynı ka
nala gönderilebiliyordu. Tabii herkes bu kadar teferruatlı tuvalet
ler yaptıramasa da yine de bir kavanoza tuvaletlerini yapıp arada
bir çukurlara boşaltabilecek fikirleri en azından ortaya çıkmıştı ve
bu evlerinin yanına pislikten oluşan bir tepecik yapmaktan daha
mantıklıydı.
Umarım sıklıkla bahsetmeye çalıştığım oturaklar dikkatinizi
çekmiştir. Evet, Harappanlar sayesinde insanlar ilk defa tuvalet
zeminlerinde çömelmekten kurtulmuşlardı, böyle düşünüldüğü
halde aşağı yukarı aynı dönemlerde Mısırlıların da kaba etleri U
şeklinde oyulmuş taşlara koydukları görülmüştü. Neolitik tuva
letlerin takipçileri bu duyduklarına sevinecek olsalar da bunca
icada rağmen Bronz Çağı pisliklerden kurtulmak için gerekeni
tam anlamıyla yapamamıştı, en azından Mısır'ın fakir alanlarında
insanlar evdeki pisliklerini kapılarının önüne yığarak Sahra sıca
ğında yanmasını beklerdi. Bu kulağa ne kadar hijyenik gelmese
de aslında bir bakıma da fayda sağlayan bir çözüm haline gelmiş
ti; tezek diye bildiğiniz bu yığıntılar tuğla yapımında ve farklı
maddelerle karıştırılarak ısıtma ve yakacak olarak kullanılmıştı.
Ocaklarda kullanıldığında yemeklere ayrı bir tat katmış olsa da
şimdilik buna fazla ka& yormayabiliriz...
Tabii, cumartesi sabahı kalkar kalkmaz modern banyomuza
girerek tuvaletimizi yapmak için oturup oturmayacağımıza karar
veririz, bu karar genellikle büyük mü yoksa küçük mü analizin
den sonra verilse de cinsiyetimize göre de değişkenlik gösterebilir;
en azından Britanya'da hatunlar da ayakta küçük tuvaletlerini ya-

40
Gıeg lenner

pabiİiyorken. Bu arada, Yunan tarihi Heredot, muhtemelen mi


lattan önce 5. yüzyılda Mısır'a yaptığı ziyarette Mısırlı kadınların
esrarengiz bir şekilde ayakta işediklerini yazmıştı; onların aksine
erkeklerse çömelerek tuvaleti kullanıyorlardı. Gerçekte, bu yazı
ları Mısırlılarla Yunanları karşılaştırdığı bir paragraftan alınmıştı
ve görsellik eklenerek abartılmış olunabilirdi fakat gizlilik duy
gusuyla alakalı nodarı enteresandı: "Tuvaletlerini yapmak için
evlerini kıllanıyorlar ve dışarıda, sokaklarda yemek yiyorlar; bu
prensip olarak utanılacak fakat kaçınılmaz şeyler kapalı kapılar
ardında, utanç vermeyecek şeylerin de halk arasında yapılabilece
ğinden ibaretti."
Eğer bu doğruysa bu denli mütevazılık bizler için de çok uzak
sayılmayabilirdi ve halk arasında pantolon indirmeme hassasiyeti
Yahudilerde de vardı, onlarsa ruhsal temizliğin üzerine bir hayli
vurgu yapıyorlardı. Fiziksel hijyen, ruhsal temizliğe ulaşmanın ilk
şartıydı. Örneğin, Ortodoks bir Yahudi için Torah'ın öğretilerini
ya da Sh'manın kutsal yazıtlarını tuvalette ya da tuvalete karşı
okumak yasaktır. Talmudica Ansikbpedisi bunun yerine maddi,
parasal işleri düşünmenin -şabat günleri dışında- daha yararlı
olacağıdır veyahut güzel bir sanat eserini de düşünebilirler.
Daha da kritik olanı, dışkı ve idrarın ne olacağı Deuteronomy
23:12-14. yazıtta anlatılmış; Yaladığınız yerin uzağnda bir yer
bulun ve orada rahatlayın, denmiştir. Devamında, Yyanınızda
kazacağnız bir aletinizle kuyu kazın ve kirinizi toprağa gömün.
diye buyurulmuştur. Peki bu hijyenik tepki bir hastalığa karşı mı
dır? Açıkçası bu daha çok dini bir görgü kuralı gibidir: "Tanrı
kampınıza gelecek ve sizi düşmanlarınızla yüzleştirecek, onlardan
koruyacaktır. Kampınız temiz ve ruhani olmalıdır, o geldiğinde

41
Bir Günde Bir Milyon Yıl

sizden başka size ait bir şey görmemelidir ki size yüz çevirmesin."
Tanrı her şeyi gören olabilir ama her şeyinizi de görmek zorunda
olmayabilir.
Bu ruhani temizlik modeli teoride çok etkileyici olsa da
pratikte çok fazla işe yaramamıştır. Ortaçağlarda eski Kudüs'te
bir giriş çıkış kapısı bulunuyordu, ismi şehrin aksine hiç de ro
mantik olmayan 'Bok tepesi ya da Sha'ar Sıcak Bölgesi' olarak
belirlenmişti. Şehrin tüm atığı bu kapıdan gelir ve yakılırdı. Ya
da çoğalana kadar bir tepede bekletilirdi. Tabii kendi standart
larının zirvesine çıkmak zorunda olanlar sadece Yahudiler de
değillerdi. Eski, antik Atina'yı düşündüğümüzde, aklımıza mer
merden sütünlar, pelerinli filozoflar gelir, kolaylıkla klasikliğin
büyüsüne kapılabilirsiniz, ama duyduklarınız tarihin lavanta
kokulu hikâyeleridir.

ÇANAKÇI. SENARİST VE FİLOZOFLAR


Blepyrus tuvalet ihtiyacı yüzünden gece uyandı ama odaya
göz gezdirdikten sonra karısının etrafta olmadığını gördü, yani
kıyafetleri de gitmişti; uyanık karısı kendini yaşlı bir adam kılı
ğına sokmak için kıyafetlerini çalmıştı. Yaşlı Blepyrus karısının
kıyafetlerini ve terliklerini giymek zorunda kalarak kendini so
kağa atıp tuvaletini yapacaktı. Etrafın sakin olduğunu kontrol
ettikten sonra evinin hemen önünde çömelerek tam bağırsak
larını boşaltacakken geveze komşusuna yakalandı ve komşusu
ısrarla ne yaptığını öğrenmek istiyordu. Belpyrus utanç dolu bir
halde hem kadın kılığına neden girdiğini hem de ortalık yere
neden hacet ettiğini anlatmak zorunda kaldı: "Aacilen tuvalet
yapmam gerekti de, ben de aceleden bunları giyivermişim. Yeni

42
Greg Jenner

nevresimleri kirletmek istemedim." Gariban adam güne hiç iyi


başlamamıştı.
Blepyrus'a fâzla acımanıza gerek kalmadan onun aslında Ka-
dtnlar îf Üstünde adlı bir oyunun karakterlerinden olduğu söyle
yebiliriz. Oyunun yazarı Aristophanes için tuvaletler şakası fazla
sıyla yapılabilecek yerlermiş fakat kurgu da olsa, Blepyrus'un bu
rolü Atina toplumunun gerçeklerini de yansıtmıyor değil. Antik
Yunanlar medeniyetin şampiyonları gibi gözükseler de, kişisel te
mizlikte Harappan'lıların eline su dökemezlerdi. Çünkü Yunan
ların temizlikte en öteye gidebildikleri yer fı'ozof Theoprastus'un
anlattığı hikâyedeki gibi tuvaletini yapmaya bahçeye çıkan adam
lar sıklıkla komşu köpekler tarafından kovalandıkları durumlardı.
Fakat son tahlilde vardığımız sonuç Yunanların kullandıkla
rı, erkeklerin amis'i ve kadınların bir zamanlar skaphion olarak
adlandırdığı kase şeklindeki eşyaydı. Garip bir tesadüfte skaphi
on kelimesi aynı zamanda Yunanların Beatles tarzı saç kesimine
verdikleri addı yani alet edevattan yoksun berberler, bu kaseleri
ters çevirip insanların kahısmda saç kesmek için kullanıyorlardı.
Tabii biz genellikle sadece bebekler için bu kâseleri kullansak da
Yunanlar da bizim gibi bebeklerine yüksek sandalyeler yapıp or
tasına bir delik açarak onlara böyle yardımcı olmuşlar. Delikten
skaphiona giden atıklar kopron adındaki kuyularda biriktirildik
ten sonra koprobgi adından profesyonel atık toplayıcılar tarafın
dan çiftçilere gübre olarak satılmak üzere toplanırdı.
Bu anlaşma gayet mantıklı gözükse de peki acil durumda olan
Yunanlar ne yapıyordu? Sen ya da ben umumi bir tuvalet bulabi
liriz belki ama Yunanlarda bu imkânlar yoktu. Milattan önce 7.
yüzyılda yaşayan şair Hesiod, dış mekânlarda tuvalet yapmanın

43
Bir Günde Bil Milyon Yıl

kötü bir durum olduğunu ve tanrıları aşağıladığını söylemişti.


Hesiod'a göre yollara, yol kenarlarına, güneşe bakarak ya da gece
tüm tanrıların uyanık olduğu anlarda tuvalet yapmak büyük bir
ayıptı. Yani birçok Yunan tuvalederini tutmak zorunda kalmıştı.
Hatta bu yaklaşım öyle yaygındı ki, tıbbi bir yaklaşıma bile ev-
rilebilmişti; medikal bir papirüsün üzerine yazılmış anonim bir
notta "Kim çok sıkıştıysa ve tuvaletini uzun süre tutarsa, ya bir
daha yapamayacak ya da uygun bir yer bulabilirlerse kuru ve kü
çük bir atık bırakacak," yazıyordu.
Fakat eğer birisi çok acil bir fresk çalışmasına ihtiyaç duydu
ğunda şafak vakti ya da alacakaranlık zamanı en uygun saatlerdi;
tanrılar genellikle geceleyin uyanıklardı. Hesiod'un bu tarz bir
yazıt bırakmasının sebebi muhtemelen toplumda çıplak kalçala
rın ve sallanan uzuvların fazla öne çıkmaması içindi. Çünkü bazı
manyaklar, aşırı ukala Alcibiades gibi, toplu işeme gibi olayları
trend yapmaya uğraşıyordu. Eupolis vc Epicrates şiirlerinde köle
gençlerin ellerinde tuttukları kâselere eğlence gecelerinde işedik
lerini anlatıyordu.
Peki ya 1 numarayla 2 numara ayrı mıydı? Kesin olan şey
lerden biri, Britanyalı erkekler yan yana işemekten memnun
gözükürken 2 numara için kapalı kapılar altında kalmayı tercih
ediyorlar. Yunanlar da acaba böyle miydi? Emin değiliz fakat Ro
malıların vücutlarıyla alakalı çok da utangaç olmadığına tanık
oluyoruz, hatta onlar için tuvalete gitmek sosyal bir etkinlik...

BEN ROMA'DAYKEN
Roma halk tuvaletleri (forica) muhtemelen her cinsiyetten ih
sanların toplanıp uzun banklarda oturup altlarındaki kanallara

44
Greg lenner

tuvaletlerini yaparken kullandıkları odalardı. Britanyalı olarak


otobüslerde bile göz göze gelmek garipsenen bir hareketken, Ro
malıların bu gibi bir durumda çok da rahatsız olmaması beni şu
halimle bile germeye yetiyor. Romalıların başkenti sadece kendi
başına 144 tane halk tuvaletine sahipti ve hepsi de sürekli çıplak
kalçalarla doluydu.
Suriye'nin Apamea kentindeki Roma tuvaleti 80 kişi alabili
yordu, normalde böyle odaların ortalama kapasitesi ise 10 kişi
kadardı. Lavabolar ve çeşmeler odaların köşelerine yapılıyordu ve
atık kanalları da zeminin en kenarından giderek hijyenik koşulla
rı oluşturuyordu. Bu odaların nasıl aydınlatıldığı konusu çok açık
değildi ve bdki de bazılarının pencereleri dahi yoktu, bu sayede
belki de karanlık işleri biraz daha anonim bir hale getirebiliyordu.
Fakat böyle bir ortamın aksine dekoratif sanatın da bu odala
rın duvarlarını süslüyordu diyebiliriz, kim bilir belki de amaçları
bu zor anda insanların dikkatini dağıtmaktı ya da daha basit bir
amaçlar bu soylu toplumsal hareketi süslemek içindi. Her şekilde
de eğer duvarlar çok kirlenmemişse boyamayacakları için odala
rın içerisindeki görüş mesafeleri de yeterli derecedeydi. Osita An-
tica'daki yedi bilgenin odasındaki Yunan filozoflarının tuvalette
otururken ettikleri sohbeti anlatan resim bunu kanıtlar nitelik
teydi. Bu sanat eserine çeşidi internet şakaları yapılmıştı, şim
dilerde 'caps' denilen görsellerin birinde: "Bilge Chilon sessizce
nasıl gaz çıkartılır felsefesi yapıyor,"' yazıyordu.
Kendimize acaba bu bir düzine kalçanın çıkarttığı ahenkli
sesleri bize anlatmak için ilham alınmış bir hadise mi yoksa son
radan bu resmi görenlerin değer yargılarında alçak gönüllülüğü
sorgulatmak için verilmiş şifreli bir mesaj mıydı diye sorabiliriz.

45
BlıGttnde Bir Milyon Yıl

öyle gözüküyor ki sorularımızdan birinin cevabı, tuvaleti kul


lanmanın -içinde tutmak yerine- sıradan, gündelik bir gelenek
olduğu ve işleri iyi gitmeyenlerin de biraz daha ıkınmayla başa
rabileceğini söylüyor olmasıydı. Ostia üzerine yapılan diğer bir
'caps', "Thales zor tuvalete çıkanların biraz daha ıbnmasını öner
di," diyordu. Bu öneriyi dikkate alan birçok kişi tuvalette sohbet
etmenin ve sıçrayan suların dikkat dağıtmasının gerekli olduğu ve
kronik hastalığımızın ancak böyle bastırılacağına inanmıştı fakat
yine de tüm bu pisliğin aktığı kanalizasyonlardan gelen kokuyu
durdurabilmek için kimsenin yapabileceği bir şey yoktu.
Belki de halkın içinde tuvalet yapmanın en rahatsız edici yan
larından biri de arka kısmın temizlenmesiydi; sadece tuvaleti pay
laşmıyorduk, kakalarımızda birlikteydi. Antik kanalizasyonların
arkeolojik keşifleri kanallarda birçok kirli bezle karşılaşmıştı ve
tarihi kaynaklara göre bu bez bir çubuğun (xyIospongion) üzerin
de duruyordu. Muhtemelen bu bez odanın kenarlarından akan
suda yıkanıyordu ve sirke dolu bir kâse içinde bekletilip kokusu
en aza indirilmeye çalışılıyordu ama sağlıklı olması imkânsızdı.
Dikkat çekici hikâyelerinin birinde filozof Seneca, arenalarda
zorla savaşmak yerine tuvalete kaçan ve bok çukurunda kendisini
boğan Alman gladyatörü anlatmıştı.
Romalıların temizlik sistemlerine kurban giden tek kişi de o
değildi, özellikle kanalizasyon yapımları sırasında bu atık kanal
larında çalışmaya zorlanan işçiler arasında yüksek bir intihar ora
nı oluşmuştu. Romalıların bu masif kanalizasyonu Cloaca Maxi-
ma ilk roma Krallarından, milattan önce 500 civarında hüküm
sürmüş Tarquinius Superbus tarafından yapılmaya başlanmıştı,
îş öyle korkunçtu ki çalışan işçiler kaçmaya çalışıyorlar ve hatu

46
Greg leıuıer

kendi canlarına kıymaya kalkıyorlardı ve bu yüzden Kral mec


buren çarmıha germe cezasıyla kaçakları cezalandıracağını söy
lüyor ve işçileri geri dönmeye zorluyordu çünkü çabuk ölmekten
daha kötü bir şey varsa o da yavaş yavaş ölmekti. Anlaşılacağı gibi
diktatör Tarquinius kısa bir süre sonra tahttan indirildi ve yerine
şimdiki meşhur Roma'yı inşa edecek ve sonra bir imparatorluğa
dönüştürecek Caesar Augustus gelecekti.
Augustus'un uzun ve barış dolu hükmünde sağ kolu Ahrip-
pa-Cloaca Maxima yı çokça genişleterek yedi ayrı kanala böle
rek bir merkezde toplamış ve öyle büyük bir sistem yaratmıştı
ki zaman zaman kanalları incelemek için bir gondolla kürek bile
çekmişti. Kanalizasyonlar Roma mühendisliği için muazzam
örnekler teşkil etse de bu teknoloji tüm halka açık olamamıştı.
Kullanım izni sadece ücretini ödeyenlere tanınıyordu ve bu da
yoksulların büyük kısmının kanalizasyonlara ancak umumi tuva
letlerden katkı yapabildiğini gösteriyordu.
Yunanlar gibi burada da ev içi tuvaletler genellikle statüyü
gösterebilecekleri mekânlardı. Paralı olan Romalılar evde ayrı
bir odada tuvalet yaparlarken statülerini ayaklar altına almazdı.
Bazılarınınki som altından bile olabilirdi, daha ucuzlarında da
çok değerli elmaslarla işlenmiş figürler oluyordu, kısacası vü
cudun en temel ihtiyaçlarından biri bile gösteriş yapmak için
yeterli bir bahane olarak görülüyordu. Gariban takımı için atık
lar kaselerde tutulup evin dışına hatta bazen pencereden dışarı
boşaltılırdı. Bazı şansız kaldırım sevdalılarını es geçersek Yunan
koprologilerin garibanların atıklarını toplayıp tarım işi yapan
lara satarak iyi para yaptığı ortadaydı. Öyle ki bu durumda
İmparator Vespasian -cimri ve paragöz lider— bu atık toplama

47
Bil Günde Bir Milyon Yıl

işinden cemiz para kazanacağını anlaj ıp insan atığı üzerinden


toplayacağı vergileri hesaplıyordu. Kelimenin tam anlamıyla
Boka sarmtftt...

Şimdi özel bir Ortaçağ şakası:

Soru: Ormandaki en temiz yaprak hangisidir?


Cevap: Kutsal yapraklar, çünkü kimse onlarla
kıçım temizleyemez!

Tuvaletin tarihi ile akalı konuşurken insanoğlu bu konuda çok


kısa sürede zirveye ulaşmıştı. Indus Harappan'lardan sonra zirve
ye yükselen temizlik ihtiyacı Akdeniz'in süper güçleri tarafından
da benimsenmişti. Zamanı geldiğinde dramatik bir şekilde çö
ken Roma imparatorluğu, kendisiyle beraber tuvalet ve temizlik
alışkanlıklarını da alıp götürmüştü. Bu Ortaçağ'ın ilk dönemleri,
vahşi, gerici, cinayetlerle dolu, tecavüzlerin olduğu bir dönem
olarak sıklıkla bahsedilirdi fakat bu çok da adil bir tasvir olmama
lıydı fakat hijyenik koşullar konusunda yerinde tabirlerdi. Artık
su akan tepecikler, umumi tuvaletler ya da çubuklara bağlı bezler
yoktu; mesela Vikingler kendi evlerinin bahçelerini kullanırlardı
ayrıca muhtemelen temizlenmek için pamuk, yaprak ya da yosun
kullanmışlardı.
Dikkatleri çeken, İslamiyet dini hijv eni çok ciddiye alıyordu;
tuvalete gittikten sonra mutlak temizlikle oradan çıkılmak zorun
daydı, Hz. Muhammed'in hadislerinden birinde eğer gerekirse

48
Greg lenner

çakıl taşlarıyla bile taharet yapılabilece^ni söylüyordu, yani ilk


Araplar küçük taşları tuvalet kâğıdı olarak kullanmışlardı. Bu
yöntemin ne kadar rahatsızlık verebilec^ni düşündüğümde çu
buklu bezi tercih ederdim diye düşünüyorum. Her neyse, tuva
lette otururken işlemin sonlarına doğru tuvalet kâğıdı kullanmak
ihtiyacı duyarız. Mısırlıların Papirüs, Romalıların parşömen kul
landığını düşünürsek Ortaçağ insanlarının tuvalette kullanmak
için ucuz kalitede kâğıda nasıl ulaştığını merak edebiliriz. Bu Av
rupa'da mümkün değil fakat Çin? Hayli mümkün.
Kâğıt en erken milattan önce 2. yüzyılda kullanılmaya baş
lanmış olabilir ama klasik efsaneler bu olayın aslında milattan
sonra 105'e dayandığını söyler-yani Roma Kolezyumu açıldık
tan 25 yıl sonra- Çin'de Ts'ai adında bir mahkeme hadımının
kendine görev edinerek kaliteli kâğıt üretme macerasına koyul
duğu anlatılır. Ts'ai Lun'un garip deneyleri vardır ve bunlardan
biri her nerede yürürse yürüsün etrafında gördüğü malzeme
lerin hepsini toplar. Açıkçası Ts'ai Lun'un bitmek bilmeyen
merakı şimdilerde bir blender alıp içine ne atarsak atalım un
ufak olmasını izleme dürtümüze benziyordu. Birkaç başarısız
denemeden sonra Ts'ai Lun sonunda garip ama işe yarayan bir
kombinasyon üretmişti; kağıt, dut ağacı, balık ağı ve elbise par
çalarından üretilebiliyordu.
Yani tuvalet kâğıdı 2000 yaşında mı? Pek değil. Ts'ai yazı yaz
mak için kâğıt üretmeye çalışıyordu, amacı tuvalet kağıdı üret
mek değildi ve bu kullanımı ancak 9. yüzyıldaki seyahatnameler
de bulunacaktı. Kâğıt, hemen komşu olan Japonya tarafından 7.
yüzyılda satın alınmıştı ama Japonların bu kâğıtları tuvaletlerde
kullanmak istedikleri yoktu; onlar deniz yosımu ya da chup adını

49
Bil Gttnde Bir Milyon Yıi

verdikleri tahta çubuğu kullanıyordu ve arkeologlar bu çubuk


lardan Ortaçağ dönemi kalelerinde bir sürü bulmuştu. Dahası,
Japonlar bir çukurun üzerine tünerlerken, 9. yüzyıl kalıntıları
bizlere Tohokudaki Akita Kalesinde U şeklindeki Bronz Çağı
koltuklarından ziyade karşılıklı duran, altında geçen kanalın kale
önündeki dereye aktığı iki tahta parçasını gösteriyordu. Bu yüzde
yüz kanıtlanamamış olsa da antik Japon dilinde kawa-ya diğer
bir değişle nehir evi, tuvaletlerin su kenarlarına inşa edildiklerini
gösteriyordu.

NE YAPARSAN YAP
KANALİZASYON ÇUKURUNA DÜŞME
Suya atık bırakan sadece Japonlar değildi. Ortaçağ'ın geç dö
nemlerindeki İngiltere'deki Londra Köprüsünün üzerine boylu
boyunca umumi tuvaletler yapılmıştı vc kim tuvaletini yaparsa
'kakalar' altındaki Thames Nehri'ne dökülüyordu; belki de ne
hirde dolanan herhangi bir kayıkçının tepesine iniyordu. Bu pek
hoş gözükmese de köprü her zaman ter temiz kokuyordu çünkü
kanalizasyona ya da çukura gerek yoktu ve Thames Nehri pisliği
şehirden alıp uzaklaştırıyordu.
Hızlı akan sulara atıkları bırakmak iyi bir fikirdi çünkü su
kaynağı kirlenmiyordu ya da koku yapmıyordu ama bu prati
ğinde kusurlu yanları vardı, özellikle manastırlar bu konudan
mustaripti, çünkü genellikle dere yataklarının kenarına yapılan
manastırlar, sıklıkla oluşan sellerde tüm pisliğin deliklerden geri
gelmesini seyretmek zorunda kalıyordu. Diğer yandan şehirde
yaşayanlar, bu gibi durumlarda kendi çözümleri üretmekte başa
rılı oluyorlar ve atık kanallarını yağmur suyu toplayan kanallara

50
Gıeg lenner

ya da yüzsüz bir şekilde yan komşunun bahçesine çeviriyorlardı.


Kamu kuruluşları bu gibi davranışları ışık hızıyla cezalandırıyor
du —ve bir efsaneye göre Ortaçağ'da şehirlerin temizliği tam bir
kaos içerisindeydi- ama cezadan kaçmayı başaran yüzsüzlerde er
ya da geç boruları tıkandığında evlerini basan atıklarla cezalandı
rılıyorlardı. Eğer dizlerinize kadar boka batmış olmak kulağınıza
iğrenç geliyorsa biraz dinleyin ve baştan aşağı boka batan birkaç
insanın hallerini anlayın. Gençlikle bu insanlar fethe çıkan as
kerlerden oluşuyordu örneğin Gillard Şatosunun 1203'teki ku
şatmasında tuvalet kanalları içinden sızan birlikler vardı ya da
Esaretin Bedeli filmindeki gibi bir kaçış hamlesi yapan 11. yüzyıl
aristokratı Gallerli Gerald, Cilgerran Kalesinden kaçmak zorun
da kaldığında tuvalet kanalından aşağı kayarak bok çukuruna in
miş ve yüzerek kaçarken hayatta kalmayı başarmıştır. En azından
bunları yaparak hayatta kalanlar olmuş.
Bu çukurları temizleyen insanlara da gongfermers, denirmiş
ve bu işte çalışan insanlar ancak herkes uyuduktan sonra işleri
ne başlayabilirlermiş. Katı nedenlerden ötürü iyi maaş alırlarmış
fakat iyi para almaları saygın kişiler olduğu anlamına da gelmez-
miş; gongermers Ortaçağ'm yatırım fonu yöneticileri olarak da
görülebilirmiş. Yüksek maaş almalarının diğer bir sebebi de işin
riskli olmasıymış, çünkü kanaldaki kokular aşırı derecede yoğun
olduğu için bazen çalışanların bayılmalarına ve boğulmalarına
neden olurmuş fakat bunların içinden Richard Raker çok daha
kötü bir kadere sahiptir: kendi tuvalet çukuruna kayarak düşmüş
ve kendi yaptığı zehirle boğularak ölmüştür. Bir gongfermerin
evinde boğularak, kendi bokunda ölmesi, o günlerde ironinin de
açık bir örneğiymiş.


BiıGandeBirHUyonYd

SOYLULAR. SOYTARILAR VE
HALKA AÇIK TUVALET
Söylenenler çok da nadir görülse de başka birinin pisliğini te
mizle işinin asbnda bazı dönemlerde çok şatafatlı olduğunu gös
teriyor. VIII. Henry zamanında bu iş için tuttuğu çalışanına Ka
kanın Dadısı ismini vermişti ve adamın tek görevi kralın pisliğini
temizlemekten ziyade soylu atıklarını ve kralın muazzam gazını
inceleyip herhangi bir hastalık olup olmadığını bulmaktı. Evet,
kelimenin tam anlamıyla bu iş bir götle uğraşmaktan geçiyordu
ama ciddi maaşı vardı ve prestiji de cabasıydı; her şeyi geçelim,
İngiltere'de kaç kişi milletin en güçlü adamına bu kadar yaklaşa
bilirdi ki?

Tabii şimdilerde sadece bebekler ve hasta olanlar bakıcı ya da


beze ihtiyaç duyuyorlar. Bizim kullandığımız tuvalet ise sifon
lu ve kısa süre önce keşfedilmiş bir teknoloji fakat prototipi ise
dört yüz yıl önce yapılmış ve hakkında da ilginç bir hikâye var.
Kral VIII. Henry'nin kızı I. Elizabeth aslında çok yetenekli ama
hakkında bir sürü söylentiler olan bir toruna sahipti, adı Sir John
Harrington'du ve haneden atılmasına çevirdiği müstehcen bir şiir
neden olmuştu. Berduşluk yapmamayı tercih eden Harrington,
tüm enerjisini zekice icat edeceği makinaya aktarmış ve bu uğraş
sonucunda sifonlu tuvaleti icat etmişti. Torununun bu zekasıyla
büyülenen Elizabeth, bu soylu icadını hemen Richmond Sara-
yı'na yaptırmışa.
Ama anlatılanlar, Elizabeth'in bu kararından sonraları piş
man olduğunu ve 1596'da torunu arsız' Harrington'un yayın
ladığı The Methamorphosis of Ajax (Ajax kelimesi a'jacks anla
mına gelerek dtşktyt alayltyor) adlı oyunda dalgacı bir şekilde

52
Greg lenner

Elizabeth'i ve onun atık danışmanlarını alaya aldığını gösteri


yordu. Fakat bu sadece bokun bilimselliğiyle dalga geçmek ve
Elizabeth'in hükmünü alaya almaktan ziyade aslında şehirdeki
hastalıklara neyin sebep olduğunu ve daha yüksek kalitede te
mizlik ekipmanları üretmesini istemesindendi. Harrington'un
bu bilindik alaycılığı onun tekrar sürgün edilmesine neden ol
muştur belki ama bilimsel öngörüsü yüzünden övgüyü de hak
etmişti... Hepsi bu da değil, sadece sifon çekmeyi icat etmekle
kalmayarak, oturduğumuz bok çukurunda zaman geçirirken
sıklıkla okuduğumuz dergilerin sebebi de aslında bu adamdı,
yayınladığı Methamorphosisın kopyalarını yaptığı tüm tuvalet
lerin kenarına dergilik yapıp yerleştiriyordu.
Tuvalet yaparken okumak bir hayli yaygınlaşsa da tuvaletle
rinizle alakalı şeyler yazmak da ne demek oluyor? Sürprizler bu
konuda ardı ardına gelirken, alman keşiş Martin Luther, fikirle
riyle Protestanlığın ilk basamaklarını atmıştı. Aynı zamanda ra
hatsızlığı yüzünden saatlerce ıkınmak durumunda kalan Luther
ofisinin içine kalıcı bir tuvalet inşa ettirmişti fakat dini inançları
bu yüzden biraz aşağılanmak durumunda kaldı. Fakat bu keşişin
yaptıkları bununla da bitmiyordu, zaman zaman arkadaşlarına
mektuplar yazarak, tuvalette verdiği savaşı herkül gibi kahraman
lıkları anlatıyordu ve bokoloji üzerinden şeytana suçlamalar ya
pıyordu, "Eğer bu da senin için yeterli değilse iblis, işte elimde
dışkım var ve işedim; git ağzını temizle ve bak tadına."
Ama Luther'in arkadaşları arasında tuvalet konusunda bu ka
dar açık ve samimi olması, Fransızların soylu hanesiyle kıyaslan
dığında devede kulak gibi gözüküyordu, burada sıradan tuvalet
bulmak, o günlerde her gün et yemekten daha zordu...

53
Bir Günde Bir MUyon Yıl

XIV. BOKLOUİS
Düşünün ki XIV. Louis'in Versay Sarayı'ndan gelen bir soy
lusunuz, at arabanızla yaklaştıkça muhteşem bir mimari, bota
nik harikası bahçeler ve havuzlar görüyorsunuz. Arabanızdan
inip heyecanla saraya doğru ilerlerken etrafın şatafatı sizi büyü
lüyor. Aynalar salonuna girdiğinizde gözlerinize inanamıyorsu
nuz. Yüzyıl gibi süren bu ufak yürüyüşünüzün sonunda kralın
şahsi dairesine gidiyorsunuz, 7 odadan oluşan büyük bir alan
dasınız. Köşeyi döndükten sonra son bir kapıyla karşılaşıyor
sunuz, çalmaktan ziyade oradaki geleneklere uyup sol elinizin
tırnaklarıyla kapıyı hafifçe tırmalıyorsunuz. Bir ses sizi içeriye
davet ediyor ve işte karşınızda... Avrupa'nın en kudretli adamı
tuvaletini yapıyordu.
1684 yılına kadar XIV. Kral Louis etrafmdakilerle içerisinde
çekmecesi olan tahta oturağı üzerinde oturarak konuşuyordu ve
o güne kadar mimarlarının önerilerine rağmen kral ayrı bir tuva
letin zaman kaybından ve boşa uğraştan başka bir şey olmadığı
nı düşünüyordu, kralın günlük barsak huyları takip edilerek her
an emrinde seyyar bir tuvaletçisi bulunuyordu. Tabii etrafındaki
hizmetlilerine karşı bu kadar açık davranmıyordu ve onunla bir
likte seyahat edenler duracakları yere kadar kendilerini sıkmak
zorundalardı.

Ve herkesin ortasında rahatça tuvaletini yapan sadece XIV.


Louis değildi, Bourgogne düşesi bir keresinde "Tuvaletimi ya
parken konuştuğum kadar kimseyle daha açık yüreklilikle ko
nuşamıyorum," diyerek hislerini açıklamıştı, bir keresinde de
Vendome dükü, Parma rahibini karşılarken oturduğu lazımlığın
üzerinde verdiği gülüşle korkutmuştu, üzerine bir de sıvayacak.

54
Gıeg Jenner

konuşmanın arasında bacak arasını temizleyecekti. Hâlâ, onu ta


nıyan insanlar bunu görecek olsalar şaşırmayacaklardı. Vendome
dükü, sofrada bile lazımlık üzerinde otururdu.
Muazzam Fransız saraylarında bizleri şaşırtan başka olaylar da
oluyordu, mesela bahsettiğimiz ihtişamlı Versay sarayında. Kral
XIV. Louis'in öldüğü günlerde bir yasayla saray koridorlarında
haftada bir atık temizliği yapılacaktı, bu karar iki soruyu aklımıza
getiriyordu: 1. Acaba koridorlara gerçekten tuvaletini yapanlar
var mıydı? 2. bu atıklar bir hafta boyunca öylece bırakılıyor muy
du? Şaşırtıcı olansa, bu pislikleri bırakanlar sadece saraya yabancı
olan kişiler değillerdi, bir defasında kralın annesinin de bir resmi
binanın bahçesine tuvaletini yaparken görülmüştü, o nedenle in
sanların merdiven altı gibi yerleri tuvalet olarak kullanması genel
bir olaydı, tabii önceki krallardan IV. Henry böyle bir durumda
yakalananları cezalandırıyordu. £n sıra dışı olansa Guiche kontu
bir balo esnasında partnerinin cüzdanına işerken yakalanmıştı.
Bu arada kralla birlikte Fontainebleau sarayına gidenler, tu
valetlerin sadece dış mekânlara yapılabildiğini göreceklerdi, yani
lordar ve leydiler sokaklara ve bahçelere tilki gibi tuvaletlerini
yapıyorlardı. Sadece Fransızlar da değildi. Büyük veba Londra'yı
l665'te vurduğunda II. Kral Charles hanesini Oxford'a taşımıştı.
Buradaki sakinlerden birisinin şikayeti, kralın çalışanlarının sem
tin her köşesine pisliklerini bıraktığını anlatıyordu. Görünüşe
bakılırsa buraları temizlemek, paskalya yumurtası aramak kadar
zor bir oyundu.
Soylu tuvaledere sahip olmayanlar Romalıların geleneklerin
den gelen lazımlık kullanmaya devam etmek durumımda kal
mışlardı, ünlü İngiliz günlükçü Samuel Pepys'in 1660 yıllarında

55
Bir Günde Bir Milyon Yıi

yazdığı notlarda 16. ve 17. yüzyıldaki orta sınıf evlerin durum


larına çokça yer verilmişti. Jerry denilen alet aslında kullanışlıydı
ama kusurları da yok değildi. Mesela yeni başlayanların en büyük
problemi önce lazımlığı bulmaktı. Kıyaslamak gerekirse, 1665 yı
lında Pepys kaldığı bir evde gece uyanmış ve tuvalete gitme ihti
yacı duymuştu, çaresizce koyu renkli lazımlığı aramış ve "Mecbu
ren iki kere sobaya sıçmak zorunda kaldım," diye not düşmüştü.
Bu onun en kötü anektodarından biri değildi tabii, çünkü bir
defasında karısı ve hizmetçisi Jerry'i ellerinden düşürerek tüm et
rafın batmasına neden olmuşlardı
Jerry'nin portatif olması, en modern 18. yüzyıl salonların
da bile çok işe yarıyordu, kusursuz bir şekilde işleyen düzende,
yemek yiyen soylular sıkıştıklarında, hizmetçileri lazımlıklarını
getiriyor ve odanın bir köşesinde soylular sıkıntılarını atıyordu,
o sırada masada da gündelik muhabbetler pek tabii ki devam
ediyordu. Tuvalete gitmiyordunuz, tuvalet size geliyordu... Ama
işler yavaş yavaş değişmek üzereydi.

BOKLU BİR ODA


William Michie'nin tavernasındaki misafirler yemeklerin ta
dına bakıp alkol alabilir ve Thomas Jeffcrson'un Monticello Vil
lası'ndan birkaç mil uzakta olmanın heyecanını yaşayabilirlerdi.
Fakat biraz fazla eğlendiklerinde isterlerse dış odaya uğrayabili-
yorlardı; dış oda bir kulübenin içinde bulunan tuvalete denirdi.
Problem ise, müşteriler kütük gibi içerlerdi ve kafaları güzelken
tuvalette sıkışırlar ya da orayı berbat ederlerdi. Birden fazla kur
tarma operasyonuna katılmak zorunda kalan Michie, kendin-yap
şeklinde bir çözüm üretti. Tuvaletin tepesine bir acil durum ha-

S6
Greg lenner

latı sarkıtmıştı ve kubura düşenler kendileri çekip bu utançtan


kurtarabilecekti.

XIV. Louis bu fi kri beğenmemiş olsa da 18. yüzyıldan itiba


ren ayrı tuvalet fi kri hızlıca yayılmıştı; özellikle de arka bahçeye
konulan, Michie'ninki gibi tuvaletler yaygındı. Evinizin hemen
yanıbaşına bir tuvalet yaparak atıklarınızı altına kazacağınız çu
kura gönderebiliyordunuz. 18. yüzyıl Londra'sında hep olduğu
gibi birçok isim verilmişti ve ekseriyetle evlerin bodrum katlarına
yapılıyorlardı. Bu tip odalar gerçekten kullanışlıydı lâkat birkaç
tane tasarım kusurları oluyordu. En basit örnek yetişkinler için
yapılan klosetler genellikle uygundu fakat çocuklar bunları kul
landıklarında çukura düşüyordu, problem bununla da bitmiyor
du, eğer çukur tuğlalarla örülmüşse sürekli temizlenmesi gere
kiyordu, bu da çok pahalı ve iğrenç koku üreten bir yöntemdi.
Fakat böyle bir senaryo atıkları artık mutfaklarda sıklıkla kulla
nılan su kaynakları salmaktan daha çok kullanılan bir yönteme
dönüşmüştü.
1850'lerde İngiliz temizlik reklamcısı Henry Mayhevv bir ke
resinde Londra'da gece toprakçılarının temizlediği bir çukuru iz
lemiş ve kokunun gerçekten hasta edici olduğunu söylemişti, ama
bu çukur içindeki hapsetmek konusunda başarılı olmuştu. 150 yıl
önce, çalıştığım şehirde, tuvaletler 15 ve daha fâzla aile tarafından
paylaşılıyordu ve bu tuvalet başına 100 kişiden fâzla ederdi.
Peki, özel mülklere ait banyolar nasıl çıktı?

İNGİLİZ ODASI
Sir John Harrington 1590'lı yıllarda meşhur tuvaletin öncü
lüğünü yapmıştı fâkat sadece iki tane çalışan örnek üretebilmişti

57
Bil Günde Bir Milyon Yd

ve bunlar her nasılsa global dünyaya yayılamamışn. Normalde


icatçılar ürünlerini büyük pazarlarda çuval dolusu paralara satar
lardı ama Harrington fi krini sadece büyükannesini şaşırtmak için
kullanacaktı. Yani bu fi kri tekrar icat etmek 17. yüzyılda, Fran
sızlara kalacaktı.

1691 kadar erken bir tarihte, mimar Augustin Chairse d'Avi-


1er, çizdiği lüks malikane planlarında banyoları ve tesisatları hep
ev içine yerleştirirdi. XJV. Louis her ne kadar kırmızı işlenmiş
lazımlığında diretiyor olsa da daha genç soylular bu yeni icada
bayılmışlar ve 1728 yılında Fransız mimar Charles Etienne Bri-
seux eskilerdeki gibi 'kapalı bir lazımlık' kullanmak yerine, evle
rin içine yerleştirilmiş tesisatlı tuvaletler kullanmayı diretiyordu.
On yıl kadar sonra, başka bir Fransız mima Jean François Blondel
vanalı sifonları geliştirmiş ve elegant insanların elegant evlerine
uygulamaya başlamıştı. Popüler benzerlerine bakarsak, Fransız
aristokratları Avrupa hijyen liginde üst sıralara 18. yüzyılda tır
manmayı başarmıştıç Ve hâlâ bazı tuvaletlere kibar bir isim olan
lietı a l'atıglaise (İngiliz odası) adı verilmekte.
Fransız aristokratların bu yeniliği kullanmasına karşın, sıradan
insanlara kimse bu icadın nasıl kullanılacağını söylememişti. İs
koç yazar Tobias Smollett Fransız kasabası Nimes'e 1763 yılında
yaptığı ziyarette, kaldığı evdeki hizmetçinin, eve yapılan yeni tu
valetten sonra daha içinden çıkılmaz bir hale geldiğini yazmıştı.
Görünüşe göre bu hijyenik araç o evde kalan Britanyalı ziyaret
çilerin işine yarıyordu ama orada kalan Fransız ziyaretçiler aleti
kullanmak yerine özel bir alan bulup tuvaletlerini yapıyorlardı.
Aklım burada biraz karışıyor, acaba bu kafaya nasıl ulaştılar diye
düşünüyorum; acaba bir kâse onlara yetmiyor muydu? Ya da

58
Greg lenner

Smollet sadece eski düşmanlannı yererek biraz puan kazanmaya


mı çalışıyordu?
Burunlarımızı iğrençlikler yüzünden kıvırmayı bir kenara bı
rakırsak, hikâyenin bize Britanyalı eğitimli kesimin 17. yüzyılın
ortalarında modern tuvaletlere aşina olduğunu söylediğini göre
biliriz. Bu dönemlerde yaşamış yazar Lord Chesterfîeld, oğluna
yazdığı öğüt niteliğinde mektuplarla ünlenmişti, aynı zamanda
aynı anda birçok iş yapmayı da seviyordu ve Latince şiirlerini
tuvalette yazmaya başlamıştı. Bu hevesli centilmen Horace'nin
dizelerinden bir sayfa alır ve tuvaletini yaparken okur sonra da
temizlemek için elindeki kağıdı kullanarak klozete atardı, bunu
da kanalizasyonların antik tanrısı Cloacina adına yapardı. Gö
rünüşe bakılırsa John Harrington bu fi kri çok beğenebilirdi ama
eminiz ki Methamorphosis ofAjax eserinin sayfalarını bu şekilde
kullanılmasına göz yummazdı.

MEMNUNİYETLE SİFONU ÇEKERİZ


Fransızların bütün uğraşlarına karşın sifonlu tuvaletler yine
Britanyalılar tarafından icat edilmişti. İlk büyük yenilik 1775 yı
lında Alexander Cumming adındaki meraklının mekanik tuşuyla
gelmişti, bu sistemde, su haznesinin dibindeki vana bir kaldıraca
bağlıydı ve hareket ettirildiğinde klozetteki atığı deliğe düşürü
yor ve ardından da bolca suyu tazyikle üstüne boşaltıyordu fakat
Cumming'in asıl icadı deliğe bağlı olan boruları S şekline getirip
bir koku tuzağı yapmasıyla ortaya çıkmıştı, künk suyla doluyordu
ve aşağıdan gelebilecek kokulara kesin bir çözüm sağlıyordu. Yani
öğle yemeğinize veda ederken gönül rahatlığıyla tuvalete gidebili-
yorsanız, işte bu adam sayesinde.

59
Bil Günde Bir Milyon Yıl

Aslında Cumming'in kaldıracı suyu yedikçe bozulmaya yüz


tutuyordu, öyle ki hızlıca deforme olarak kullanışsız hale gelmeye
başlıyordu. Bunu tamir etmekse 1778 yılında, başka bir meraklı,
Joseph Bramah'a düşecekti. Bramah başka bir fikri alıp, hafifçe
değiştirip patentini almıştı, önceki sistemde bozulan kaldıracı çı
kartıp yerine yayla çalışan bir vana getirmiş ve her bir sifonda yı
kanmasını sağlamıştı. Artık ev sahipleri günlük ihtiyaçlarını ten
cerelere kaselere yapmak zorunda kalmıyor ya da Pepys ailesi gibi
etrafı kirletmekten korkmuyordu. Bu yeni WC'ler sessizdi, temiz
ve kokusuzdu. Hatta klozetlerin içi ve kenarları çok geçmeden
artistik bir yaklaşımla boyanmaya, desen verilmeye başlanmıştı.
Herhalde o günlerde bir sanat eseri üzerine işeyebileceğiniz tek
fırsat burada karşınıza çıkıyordu.
Tesisatçılığın, İngiliz Viktoryan döneminde gelişmesi göz ardı
edilecek bir tesadüf değildi, 18. yüzyılın şaşırtıcı iğrençliği, kral
ların, kraliçelerin herkesin ortasında kaselere tuvaletini yaptığı
günlerden, tamamen gizli ve kimsenin başkalarının özeliyle ilgi
lenmeye ihtiyaç duymayacağı günlere gelmişti. İnsanların tuva
let ihtiyacı denildiğinde modern tuvaletler tüm düşünceleri hem
gözlerden hem de kafalardan silmeyi başarmıştı. Fakat tuvalet
devrimi henüz sona ermiş değildi, zenginler bu tuvaletleri pekala
kullanıyorlardı fekat on binler?

HALKLARIN TUVALETİ
1851 Londra'sı büyük bir fuara ev sahipliği yapıyordu, teknik
olarak bu gösteri uluslararası mühendislik başarılarının, icatların
ve dünyanın her köşesinden gelen alametifârikaların sergilendiği
bir fuardı ama aynı zaman katılanlar bu şölenin gerçek amacı-

60
Greg lenneı

nın Britanya'nın gövde gösterisi olduğunu da anlıyordu. Hyde


Park içerisinde inşa edilen Kristal Saray'da yapılan sergiye günde
50,000 kişi geliyordu ve toplamda da 6 milyon bilet satışı olmuş
tu. Birçok insanın uğraması, yemek yiyip içmesi beraberinde de
tuvalet ihtiyacını doğuruyordu ve bu problem gösteriyi düzenle
yenler tarafından öngörülmüştü.
Tesisatçı Josiah Geoıge Jennings, organizasyonun imdadına ye
tişen kişi olacaka, ihaleyi kazanmış ve gösteri alanına tüm tesisatı
döşemeye hak kazanmıştı. Bu tuvaleder Ortaçağ'dan beri yapılacak
ilk halk tuvalederi olacaklardı ve birçok seçeneği de beraberinde
getireceklerdi. Sıradan erkekler için yeni bir işeme sistemi geliştir
miş ve bir sütunun etrafina yerleştirdiği pisuarlan ücretsiz yapmışa.
Fakat asıl şov kendi yapağı sifonlu tuvalederle başlıyordu ve bu tu
valetleri 827,000 kişi her defasında bir peni ödeyerek kullanacaktı,
bu sayede bozuk para kullanımıyla tuvaleder bağdaşmaya başla
mıştı. Viktoryan dönemi Britanya'sında, sosyal statülerin takıntı
olduğu yerde, Jennings iki farklı tuvalet ti pi üretmişti, karar sizin
tuvalet için kaç peni harcamak istediğinize bağhydı.
Birinci sınıf müşteriler şimdilerde kullandığımız yaylı sifon
sistemini tercih ederlerken ikinci sınıf kabinlerde Jennings'in ta
sarladığı daha basit bir sistem vardı; bu sistemde sifon yoktu &kat
çukura giden delik, S şeklindeki künke bağlıydı ve altındaki va
nalar açıldığında tuvalet tertemiz oluyordu. Bu basit yenilik kısa
sürede büyük bir bit oldu ve 1870 yılında tüm pazara hükmet
mişti. Fakat tuvalete bundan sonra gelecek yenilikler maliyedere
göre değil, bilimsel gelişime göre sağlanacaktı.
İki bin yıl boyunca Yunan filozoflar Hipokrat ve Galenin tıb
bi felsefeleri hastalıkların kötü kokular yüzünden olduğunu söy-

61
Bil Günde Bir Milyon Yd

lüyordu. Ardından 1850'lerin ortasında tıbbın A-Takımı Ignatz


Semmelvveiss, John Snow, Joseph Lister, Louis Pasteur ve Robert
Koch tarafından ortaya atılan bakteri teorisiyle işler değişecekti.
Bu grup, sinsi kokulardan ziyade bakterilerin hastalıklar, korkunç
kolera salgınlarına yol açtığını söylüyordu ve yine bu grubun ha
rika fikirleri sayesinde, porselen tuvaletler icat edilmişti. Temiz
lenebilirdi ve kir tutan çürük tahtalara artık ihtiyaç kalmamıştı.
Büyük adım 1884 yılında Jennings'in firmasının yaptığı vazo
tuvaletle gelmişti, bu tuvaletler askıda durmalarına ek olarak S
şeklindeki tuzakları da porselenden yapılmıştı ve su hazneleri de
tam tepelerine monte ediliyordu. En giizeliyse, erkek okurlar he
yecanlanacaktır, pisuvar sisteminin de ilk adımını atmıştı. Evet
-siz hemen sormadan önce- o günlerdeki centilmenlerin eşleri de
kocalarının banyonun her yerine işediği konusunda şikayetçiydi.
Tarihin hangi sayfasında olursanız fark etmiyordu, erkeklerin pe
nisi, gözleri iltihaplanmış bir Robin Hood kadar kötü nişancıydı.
Jennings 1850'lerin tartışmasız starıyken, 1880 yılında krali
yet sarayının tüm tesisat işlerini Thomas Crapper almıştı. Ame
rikalıların bu adamlar ilgili efsaneleri ise modern tuvaleti onun
icat ettiği üzerineydi ya da bokoloji jargonundaki crap' kelimesi
o adamın soyadından türemiş diye düşünüyorlardı ama ikisi de
yanlıştı fakat bir ihtimal Amerikan askerlerinin dünya savaşların
da kullandıkları tuvaletlerde Crapper yazıyor olması kelimenin
oradan geldiğini kanıtlıyor olabilirdi. Amerikalıların bugün de
bu kelimeyi kullanıyor olmaları aslında biraz da bu ismin uhrevi
olarak tuvaletlere adandığını da gösteriyor gibiydi. 2^vallı adarn
isim kazasına kurban gitmişti ama çuvallarla para kazandığı için
çok fâzla üzülmenize de gerek olduğunu sanmıyorum.

62
Gıeg lenneı

. Crapper'in en teknolojik katkısı ise sifon vanasıyla ortaya çık


mıştı, bu vana sayesinde koku tuzağı metan gazlarının hiçbir şe
kilde yukarı çıkmasına izin vermiyordu, amaç sadece kötü koku
ları uzakta tutmak da değildi. Gaz çok çabuk alev alabiliyordu ve
küçük bir pipo kıvılcımı ciddi yangınlara yol açabilirdi. Patlayan
bir ishal düşünsenize? Fakat tuvaletler artık eskisi kadar fonksiyo
nel olamıyordu, Crapper porselen ürünleriyle zirveye oturduktan
sonra bazı ürünleri gerçekten ultra lüks olmuştu. Marchel Duc-
hamp, tuvalet yapmanın bir sanat olduğunu dünyaya kanıtlama
dan, İngilizler çoktan oraya varmışlardı.
Fakat herkes tesisatçılığın popülaritesinden faydalanmak iste
memişti. Hatta onlarca yıl hijyen peşinde koşulmasına rağmen
bakteri teorileri binlerce insanı tehdit ediyordu...

SİFON KARŞITI KOKULAR


1858 yılında Londra, güneşle ısıtılan Thames Nehri'nden
gelen, mide bulandırıcı kokular tarafından işgal edilmişti. Par-
lemento binası öyle etkilenmişti ki odalardaki perdeler kokudan
sapsarı olmuştu ve temizlik için limon ve klor kullanılmaya baş
lanmıştı fakat bu daha olayın başıydı. Asıl olaylar yüksek hızla
yayılan tifo ve kolera salgmlarıyla başladı. Daha dört yıl önce Dr.
John Snow, Soho'daki kolera salgınının bir su pompası tarafından
yayıldığını ve pompanın da içme suyu olarak kullanıldığını ista
tistiksel olarak kanıtlamıştı fakat otoriteler bu bilgi ve belgelere
kulaklarını tıkamışlardı. Şimdi ise tüm yaptıklarından pişmanlık
duyuyorlardı.
Peki Londra'yı dışkı cehennemine çeviren şey ne olmuştu?
Bakteriler nereden türüyordu? Sorunun cevabı, aksi istikamette

63
Bil Günde Bir Milyon Yıl

bulunacaktı. Bireysel hijyen isteği arrtnııştı; orta sınıf evlerin he


men hepsinde sifonlu tuvaletler vardı ve tüm dışkılar şehrin su
kaynaklarına karışmaya başlıyordu. Dr. Snow uyarılarını yapmış
tı yapmasına ama hükümet dinlememişti ve böyle bir ıslah proje
sinin çok pahalıya padayacağını söylemişti. Tabii bu Büyük Koku
tüm şehri sarınca ve politikacılar ancak mendillerle nefes almaya
başlayınca bir anda gaipten para kaynakları ortaya çıkıvermişti.
Komik değil mi? Bu paralar hemen mühendis Joseph Bazalget-
te'ye aktarılmış ve o da bir an önce meşhur kesişen kanalizasyon
sistemini yapmaya koyulmuştu, Bazalgette'nin sistemi, şimdiki
Lx)ndra nın yer altı kanallarının temelini atmıştı.
Fakat sifonlardan akan dışkıların tek olayı sağlık sorunları
da değildi, karşılarında insan dışkısının aslında değerli bir güb
re kaynağı olduğunu ve sifonun bu kaynağı ziyan ettiğini söyle
yen bir grup vardı. Doğa dostu geri dönüşümün öncülerinden
ilki Reverend Henry Moule'ydi, kamyonuyla gezen bu adamın
1858'deki büyük koku olayına karşı verdiği tepki eski usullere
benziyordu, krallann kullandığı lazımlığı bira geliştirip topraktan
yapacaktı. Moule'nin keşfi, toprağın, bir kasa dışkının üzerine
döküldüğünde kokuyu yok etme etkisiydi ve bu basit keşif, Bri
tanya'nın en ücra köşelerine kadar ulaşabilmişti hatta deniz aşırı
kolonilere bile sıçramıştı.
Bu eko-tuvaleder iki fiırklı formda geliyordu. Kül ile çalışan
tuvalet eski sistemi baz almıştı ve dışkı bir çukura düşüyordu ve
sonra üzeri kül ile kaplanıyordu ama bu yılda dört kez çukuru
boşaltmak demekti. Alternatif olarak, kovalı klozetler daha küçük
uyarlamalardı ve tahta bir oturağın altına monte edilen kovaya
kasanın kenarındaki filtreyle her tuvalet ihtiyacından sonra kül

64
Greg lenner

ya da toprak dökebiliyordunuz. Aylarca çukurda duracağına, bu


alternatif sayesinde, gece çöpçüleri tarafindan her gün atıklarınız
toparlanıyordu, çöpçüler için özel araçlar yaptırılmıştı ve bu araç
lar aynı anda bir sürü klozeti taşıma kapasitesine sahipti. Aynı
sütçüler gibi düşünün, size dolu şişeyi verir ve boş şişeyi alır, bu
sistemde de siz dolu kutunuzu çöpçüye verirsiniz o da boşaltıp
size geri verirdi.
Bu güzel bir fi kirdi fakat sifonlu tuvaletten daha çok kokuyor
du ve ancak doğaya kendini adamış savaşçılar ve tesisata para ayı-
ramayanlar bu ikinci alternatifi 20. yüzyıla taşımışlardı. 1920'le-
rin kimyasal tuvaleti bile burunların direğini kıran formaldehyde
kokusunu salıyordu ve sifon çekildiğinde suyun içinde çürüyen
bir ceset varmış gibi sesler çıkaruyordu. Yani kısaca birçok dene
meye rağmen sifonlu tuvaletler galip gelmişti, zaferi durdurula
mazdı ve küçük uyarlamalarla su tasarrufu ve hijyeni artırmıştı,
Josiah Gorge Jennings, basit ve vanasız sistemiyle 20. yüzyıl batı
sını fethetmişti.

HADİ UZATMA
Klozetin üzerinde oturup işimizi bitirdikten sonra marketten
aldığımız tuvalet kâğıdını kullanırız. Peki bu kâğıtlar nereden ge
lir? Tesco dışında? Çinlilerin 9. yüzyılda tuvalet kâğıdı kullandı
ğını biliyoruz ve Lord Chesterfield 1730'Iu yıllarda latince şiirleri
yazdığı kâğıtları kullanıyordu, fekat tuvalet kâğıdı ancak 1857
yılında New York'lu Joseph Gayetty'nin seri üretimi sonrasında
yaygın kullanılmaya başlanmıştı, Gayetty'nin kâğıdında Aloe bit
kisi özü kayganlığı sağlıyordu ve çok sevdiğimiz ferforje kesikler
1870 yılında gelmişti, çift kat kâğıdar 1940'ta üretilmeye baş-

65
Bil Günde Bir Milyon Yıl

lanmıştı. Kâğıtların yumuşaklıkları çok lüks olmasa da 1930'lar-


da yapılan bir reklamda, fi rma kâğıtlarının 'pürüzsüz olduğunu
iddia etmiş ve çıplak bir kalçaya yakışacak en iyi kağıt olduğunu
söylemişti.
• Fakat gelecek, tuvalet kâğıtları için aydınlık gözükmüyordu.
1000 yıl boyunca kıçlarını çubuklarla, köprülerin üzerinde yap
tıkları serbest atışlarla temizleyen imanlara 1980 yılında Japon
lar tarafından üretilen Yıkayıcı verilmişti, bu elektronik ve akıllı
tuvalet kağıdı önce spreyi ile temizlik yapıyor ve ardından üfle
diği havayla nemi yok ediyordu. Bu vüksek teknoloji aleti, tam
manasıyla kıçlardan elleri çekmiş ve kâğıt kullanımını azaltmıştı.
Tuvalet kâğıdı üretimi için yoğun ağaç kesimi yapılıyordu ve çev
resel olarak daha elverişli bir gelecek için herkes Japonları takip
etmeye başlamıştı.
Fakat artık bok muhabbetinden sıluldınız, günümüze devam
edelim. Kıçımızı temizledikten sonra sifonu çektik ve ellerimizi yı
kadık, artık açık krizlerimize bir çare bulmalıyız. Kahvaltı vakti...

%
10.00

KAHVALTI İpİN BiR YER

ite kaka mucuğa giderken yorgun uzuvlarımız ağır ve taş gibi,


öyle ki midemizle başa çıkmakta zorluk çekiyoruz. Asıl problem
bu akşam bir akşam yemeği partisi vereceğiz ve iştahımızı körelt
mek istemiyoruz. Eğer biraz gevrek yer ve saat iki gibi bir tane de
sandviç atarsak, yeterli olur mu? Ama bunlar can sıkıcı hesapla
malar, bugün cumartesi ve güzel bir gün olmak zorunda. Haydi
yeni bir plan! On numara bir kahvaltı yapalım, kalorileri alalım
ve öğlen yemeğini es geçelim. Her şeyi geç, zaten 3 öğün yeme
âdeti ancak 19. yüzyıla doğru Britanya'lıların saati daha efektif
kullanıp, sanal ışık kullanmalarıyla başlamıştı.
Romalılar mesela, her gün sadece bir ana öğün yerlerdi (cena)
ve acıkınca sıklıkla atıştırırlardı (prandlum). Ortaçağlarda bile
birçok İngiliz günde iki öğün yerdi, kahvaltı dahil (kahvaltı 15.
yüzyılda türemiş, açlığın sonu anlamına gelen kelimedir). Dua
dan sonra yenilen yemekten sonra öğlen vakti akşam yemeğine
geçilirdi. Tabii biz şimdi akşam yemeğimizi günün sonuna doğru
yiyoruz ve öğlen yemeği de gün ortasında yenilen öğün yerine

67
Bir Günde Bir Milyon Yd

geçiyor(akat öğlen yemeği çok yeni bir konsept, 1800'lü yılların


başında hayatımıza girmiş ve kelime kökenleri çok büyük tartış
malara sahne oluyor ki size nasıl anlatacağım bilmem. Muhteme
len bir etimolog gelip beni pataklayacaktır.
öyleyse haydi dolabı açalım ve ne yiyebileceğimize bir bakalım.

DOLAPTA NELEH VAR?


Elektrikli buzdolabı 1870 yılında icat edilmişti ve talihsiz ta
sarımı sayesinde sürekli mutfiıkta duran bir uşak tarafindan elle
kurulması gerekiyordu, o yüzden buzdolaplarının yaygınlaşarak
modern halini alması 1950 yıllarında mümkün olacaktı. Tabii
şimdi olmazsa olmaz bir ekipman sayılan buzdolabı, insan tari
hinin %99'unda da var olmayı başarmıştı. İnsanoğlu bir şekilde
yiyeceklerini korumayı başarmış &rklı yöntemler kullanarak bu
fikrin temellerini atmıştı. Taze yemek yemek için yiyeceklerini
tuzda bekletmiş, sirke ve tereyağı kullanmış, karanlık kilerlere
koymuş veya buz dolu haznelere doldurarak çürümesini engelle
meye çalışmıştı.
Fakat tüm bu seçeneklere rağmen uzun süreli koruma ciddi bir
problemdi. Zayıf hasat, kötü hava koşulları, belki bir böcek istilası
atalarımızın bir kıdıkta yok olmasına neden oluyordu. Orta in
sanları sıklıkla açlık dönemi adını verdikleri, erzaklarının bittiği ve
yeni hasadın alınmadığı bir süreç geçiriyorlardı. İnsanlar beslene-
meme yüzünde ölüyordu ya da güzel bir bahar gününde henüz tam
olmamış tarlaları yağmalayarak hayatta kalıyorlardı. Ortaçağ'daki
çiftçilerin yiyecek bulmak için çocuklarını sattıkları, kendilerini fe
odal efendilerinin merhametine teslim ettikleri ve köleliğe ya da or
manlarda domuzlar gibi ot aramaya mecbur kaldıklarmı biliyoruz.

68
Greg lenner

Bu olaylar arasında, korkunç bir hikâye meşhur Anglosakson keşiş


Venerable Bede tarahndan anlatılmışcı, hikâye Sussex'te yaşanan
kıtlığın çaresizliğini anlauyordu: "Kırk elli kadar adam, açlıktan
bitap düşmüştü ve hep birlikte ıssız bir yere gidip ya da bir deniz
kıyısına gidip topluca intihar etmişlerdi."
Açlıktan kırılan atalarımızın en büyük problemi zamanın
da yetişmeyen ya da ziyan olan hasatlarıydı. Ekimler başarılı
olmadığı için Meksika'da örümcek yiyenler, karınca yumurta
sı arayanalar, geyik dışkısı tercih edenler ya da toprak yiyenler
görülmüştü. O dönemlerde İrlanda'da 1844-49 yılları arasında
patates kıtlığı milyonlarca kişinin yok olmasına ve bir o kada
rının da tabut gibi gemilerle Amerika'ya göç etmesine neden
olmuştu, hatta bu olay nam-ı diğer Kelt diasporasının da başla
dığı anlamına geliyordu. Yani Amerika'da, İrlanda nüfusundan
daha fazla İrlandalı vardı.
Ortaçağ'da, Çin'de aşağı yukarı dört yüz bitki kıtlığı yaşan
mıştı fakat 1950 yılında ülke dünya tarihindeki en büyük kıtlığı
yaşayacaktı, başkan Mao'nun kıyameti getiren 'İleri atılımından'
ötürü çiftçilerin ürettiği tüm ürünler şehirlere dağıtılmıştı ve 35
milyon insanın ölümüne neden olmuştu. Trajik bir şekilde kıtlık
devri bir anda sona eriyordu. Hâlâ Afrika'nın bazı bölümleri ku
raklıkla boğuşuyor ve Kuzey Kore'nin karizmatik olmayan liderin
Kim Jong-un'un takıntıları da yavaş yavaş ülkede Çin'in yaşadığı
kıtlığı yaşamaya doğru itiyor.
Yani şu anda buzdolabımızda yiyecek bir şeyler olduğuna şük-
retmeliyiz ve içine baktığımızda gördüğümüz yarım yağlı sütü
alıp kapağını açmalıyız. Aniden uyku halindeki ilham perimizi
uyandırıp zihnimizde oluşan düşünceleri beslemeliyiz... Düşü-

69
Bir Gttnde Bir Milyon Yıl

nün, kahvaltıda ne yiyeceğimizi düşünene kadar midemizin gu


rultularını neden bir kase yulafla bastırmıyoruz? Fikirler kaflunız-
da dolaşırken sanki tüm gün ^nyebileceğimiz en mantıklı şey bu
olabilir tabii bence bu fi kir dünyayı obezliğe götürüyor.

GÜZEL BİR KÂSE GEVREK


Bir kâse gevrek yemek veya mastürbasyon yapmak iki özel ak-
tivite gibi gözükebilir -tabii eğer Coco Pops'a karşı özel bir fiınta-
ziniz yoksa- ama tarih ilginç bir şekilde ağlarını örüyor. Dr. John
Harvey Kellog Michigan lı bir fizikçiydi fakat çoğu zaman latex
eldivenler ya da kartondan yapılı şapkalarla vaktini harcamazdı, o
ciddi bir doktordu ve endişesi sadece hastalan için geçerli değildi
aynı zamanda ahlaklı dünya görüşü günah konsepti yüzünden
değişiyordu. Ve bu günahlardan biri onu deli ediyordu.
Kellogg'a göre mastürbasyon, sadece tek elinizle yaptığınız bir
çavuş tokatlama hadisesi değildi, mahrem bölgelerini eline alan
insanlar aynı zamanda hayatlarını da ellerine alıyorlardı çünkü
doktora göre kendi kendini tatmin etmek 39 farklı tıbbi kondis
yonla birbirine bağlıydı, kanser de bunlara dahildi. Battie Creek
Sanatoryumunun başhekimi olan Kellogg, hastalarının iyiliği ko
nusunda çok hassastı ve vejeteryan olan doktor, sıkı bir diyetin
hayvansal içgüdüleri bastırıp zararlı olan kendi kendini tatmin
etme isteğini yok edeceğini düşünüyordu. Genellikle kuru, tatsız
tuzsuz, yulaf ağırlık ve yarım kâse yoğurttan ibaret öğünler öne
riyordu, her zaman aklın bir köşesinde Tanrı'ya layık olmamız
gerektiğini hatırlatmayı amaçlıyordu.
Bu sıralarda Kellogg'un genç kardeşi, Will Keith Kellogg,
aynı hastanede kütüphaneci olarak işe başlamıştı ama kısa süre

70
Greg Jenneı

içerisinde ağabeyinin diyet teorilerine merak saldı ve mutfaklar


da çalışmaya başladı. 1894 yılında, ekmeğe en uygun alternatif
olduğu için buğday kaynatırken bir anda dikkati farklı bir şeye
yöneldi. Tencerelerine döndüğünde gözlerinin önündeki felaketi
anlamıştı, Will ziyan olan yemekleri nasıl geri dönüştüreceğini
ve bundan nasıl para kazanacağını bulmuştu, atık yemekleri bir
merdaneden geçirecekti ve suyunu sıkacaktı. Uzun bir süreçti fa
kat tekrar kullanılabilir buğday kırıntıları elde ediliyordu. Bunu
kullandıklarını anlamayacaklarını umarak ilk önce hastaları üze
rinde test ederek çok harika geri bildirimler kazanmışlardı. Tarif
lerini geliştirmek için motive olan kardeşler farklı yiyecekleri dü
şünmeye başlamış ve bu kazara olaydan deneme yanılma yoluyla
mısır gevreklerini üretmeyi başarmıştı.
Kısa süre içerisinde kardeşler kendi gevreklerini üretmeye baş
lamışlardı ve müşterileri sadece hastalar değil, orta sınıfın çalışan
kesimiydi. John a göre katettikleri aşama yeterliydi ama Will aynı
fi kirde olamadı, bu ürünün çok daha karlı bir pazara dönüşeceği
ni düşünüyordu. Artık kardeşler sadece sağlıklı yiyecek alanında
öncü değil aynı zaman da başka yerlerde de para kazanmaya baş
lamışlardı. Dr. James Caleb Jackson, halihazırda ürettiği granül
kahvaltı gevreklerini patentlemişti ve piyasaya sürmüştü hatta
Kellogs'ları yasal yollardan tehdit ederek ürünlerinin ismini gev
rek yerine granül yapmalarını istemişti ama bu uğraşlar Kellogs
kardeşleri yolundan çeviremedi.
1906 yılında Will, kendi mısır gevreği şirketini kurdu ve üç
yıl sonra tariflerinden birine şeker koymaya karar verdi, daha çok
müşteri kazanmak istiyordu. Bu John un yüksek ahlaklı ilkelerine
aykırı bir hareketti çünkü şeker günahı tetikleyen arzuları istekle-

71
Bir Günde Bir Milyon Yd

ri azdırıyordu ve kardeşlerin arasını açan ve ilişkilerini sonlandı-


ran bir karar olmuştu. John'a göre bu ürünlere Porno gçvreği adı
bile verilebilirdi fakat bu üzücü aile dramına rağmen Will yavaş
yavaş Amerika pazarına hükmetmeye başlamıştı ve yakında Avru
pa kahvaltılarını da koloni haline getirecekti.

GEVREĞİ ISLATALIM
Gevrek kutusunu açıyoruz ve kolumuzu balık tutar gibi ku
tunun içine daldırıp gezdiriyoruz. Zafer kazanmış edasıyla ku
tunun içinden çıkan hediyeyi masaya koyup gevrekleri kâsemize
boşaltıyoruz ve sonra süte ulaşıp kapağını yırtıyor ve soğuk, krem
rengi sıvıyı üstüne boca ediyoruz. Leziz! Tabii eğer laktoza karşı
toleransınız yoksa, çünkü bu genetik duruma dünya popülasyo-
nunun büyük bir kısmı ne yazık ki sahip.
Ben inek sütünün içilmesinin hep normal olduğunu düşüne
rek büyüdüm ve içemeyenlerin de onlar kötü bir tat verdiğini
sanıyordum fakat öyle ki süt içenler aslında yeni jenerasyonlar-
mış. Tarih öncesi atalarımız genellikle hayvanları avlarlar fakat
bazılarının sütlerini tüketmeleri ancak neolitik dönemde başlaya
bilmiş. Yani gerçekten çok daha önce kullanılmamış mı? Mağara
daki aslanlarla meşgul oldukları için mi? Belki de. Fakat gerçekte
biyoloji kalıtsal verilerden başarılı çıkarımlar yaparak 7,500 yıl
önce atalarımız sütteki şekerli laktozu hazmedemediklerini ka
nıtladılar yani şu anda dünyanın %70 kadar insan da hâlâ bunu
başaramıyor. Bu sadece MCM6 genimizdeki rastgele mutasyon-
1ar sayesinde üretilebilen lactase adlı enzim, sütün gaz yapmasını
engelliyor.
Tadıyla mutlu olup, proteinlerle kuvvetlenip, yağlar ve kal-

72
Greg lenner

siyumlarla birlikte ben de çocukluğumda süde beslenmişdm,


tarihte de mutasyona uğramış genler jenerasyonlar arasında ya
yılarak Avrupa, Hindistan ve Afrika nüfuslarında normale dön
müştü, inek, keçi ve at sütü diyetlere eklenmiş, günlük tüketili
yordu. Eğer elimize bir harita alıp Columbus'tan önceki dönemde
dünyadaki süt tüketimine bakacak olursak, haritada Amerika'yı
komple silmek gerekir, ta ki Avrupa'dan alacakları yoğun göç dal
gasına kadar arından da Afrikalı köleler gelecek ve Amerika'nın
genetik çeşitliliği bir anda değişecektir.
En meşhuru, Illinois, Minnesota ve Wisconsin eyaleder olmak
üzere, buralarda tereyağı ve peynir üreticileri türemişti, iki ürün
de tüm ülkeye güvenle dağıtılabiliyordu ama süt büyük bir prob
lemdi. New York'un aşırı nüfusu 1800'lerin ortasında süt tüketi
mini uzaya çıkartmıştı ama Minnesota kadar uzak bir yerden süt
gelmesi imkânsızdı, gelene kadar yoğurda dönüşüyordu o yüzden
de doğu kıyılarında özel mandıralar kurularak şehirlere trenle süt
iletiliyordu. Fakat ondan sonra bile, sütü, yolculuğunda korumak
için türlü yöntemler üretilmişti, mesele su eklemek başlıca yön
temlerdendi, şişelere badem atılır ya da hayvan beyni konulurdu
hatta mezarcıların kullandığı formaldehit kullananlar bile olmuş
tu. Dahası, mandıralardaki hijyenik koşullar da kötüleşiyordu ve
1900 yıllarda temizlik reformları yapılana kadar durum böyleydi.
Şehirlerdeki hastalıkların en büyük kaynağı mikroplu sütler ol
muştu. Şimdiki dış mekân reklamlarında seksi ünlülerin ağızla
rından göğüs aralarına süt akıtarak resmedildiği 'Süt Lazım mı?'
reklamları o günlerde 'Süt içtiyseniz muhtemelen tifo oldunuz!'
şeklinde değiştirilebilirdi.

73
Bir Günde Bil Milyon Yıl

OT YOLMAKTAN TARIMA
Acil durum gevrekleri bir yana, sabahleyin yiyeceğimiz ana ye
mek ne olacak? Birçok modern toplum kendi geleneksel kahvaltı
sofralarını kuruyor -Avusturalyalılar sebzeli tost yiyor, Fransız
lar kruvasana bayılıyor, İsrailliler zeytini tercih ediyor, Alaskalılar
Pankek yiyor- fakat bana göre şampiyonların yapacağı tek bir
kahvaltı tarzı var, bu yürekleri çarpturan tam bir İngiliz kahval
tısı! Doktorlar ömrümü yarı yarıya kısalttığını söylese de, nefis!
Yemeklerin verdiği heyecanla dolaba ulaşıp birkaç dilim do
muz pastırması çıkartıyoruz ve sosisleri de yanına ekleyip mut
fağımızı baharatlı bir kokuya teslim ediyoruz bir yandan da taş
devrine doğru gitmeye başladık bile. İnsanlar milyonlarca yıldır
et yiyor ve bir noktada 400,000 ve 1.9 milyon yıl önce (hâlâ tar
tışmalar sürüyor) atalarımız ateşi kontrol ederek akşam yemek
lerini pişirmişler ve yiyeceklerinden daha verimli kaloriler alarak
beyin hücrelerimizin büyümesine neden olmuşlardır.
Ve eğer beyni büyütmek istiyorsanız beyin yemeliydiniz, gibi
bir şey... Mağara adamları yakaladıkları avlarının her parçala
rını ruhunu kaybetmiş zombiler gibi yerlerdi; uzuvları, etleri,
grip kıkırdak parçaları ve hatta karın bölgesindeki parçaları da
ocaklarında pişirilir ve midelerini indirilirdi ama bunu yapmak
için önce bir şeyler yakalamaları gerekiyordu bu da anca göçebe
bir hayat tarzıyla hayvanların izini sürerek mümkün oluyordu.
11,000 yıl önce, her nasılsa, şimdiki Türkiye'de bu milyon yıllık
gelenek son bulmuş ve aşama aşama şimdi tarım dediğimiz Neo
litik kültür yerleşmişti.
Şimdilerde sıklıkla işittiğimiz 'tarımın doğal yollarla yapılma
ma' tartışmalarını duyduğumuzda acaba gotik bir Ortaçağ ge-

74
Gıeg leıuıer

leneğinin yeniden canlanıp canlanmadığını düşünüyoruz fakat


'doğal tarım' aslında tartışmaya açık, bir oksimoron; tarım insan
lar tarafından icat edilmiş bir iş ve hasat yaptığımız ürünler de
aslında insanların buluşlarıyla üremiş yiyecekler. Mesela her mısır
yediğinizde aslında 3,500 yıl önce Meksikalı bir çiftçinin ürettiği
bir tohumu yiyorsunuz.
Bu neolitik devrim dedikleri hayvancılığın da insan hayatı
na girmesine yol açmıştı, yani atalarımız artık akşam yemekleri
nin peşinden koşmak yerine bahçelerinin bir köşesinde dolanan
hayvanları kullanacaktı. İlk olarak, 6,000 y.l kadar önce Çin'de
domuzlar evcilleştirildi. Domuzlar kolaylıkla yetiştirilebiliyor-
du çünkü yem seçmiyorlar, büyük otlaklara gerek duymuyorlar,
fazla atık üretmiyor ve her gün inanılmaz derecede büyüyerek
yetişkinliğe hızlıca ererken 2'şer kilo alıyorlardı. Diğer hayvanlar
büyük emek gerektiriyor fakat verdikleri et, süt ve deri ile bu de
zavantajları kompanse ediyorlardı.
Bilim, tüm bu hayvancılık fâaliyetlerinin analizini yaptığında
birçok yeni hastalığın, insanlarla tanışmasının sebebi olarak bu
devrimi gösteriyor, kızamık, grip, suçiçeği ve lanet olası soğuk
algınlığı gibi hastalıkları örnek verebiliriz... Peki eğer çiftçilik bizi
daha hantal ve hastalıklara karşı risk taşır hale getirdiyse, ataları
mız neden tarım yapmaya devam ettiler? Mesela göçmen Kalaha-
ri kabilesi haftanın sadece ve sadece 19 saati avlanıp kalan tüm
diğer saatlerde dinlenirken, gidip onlara neden ekip biçmiyorsu
nuz diye sorsak 'ne uğraşacağız?' demezler miydi?
Peki, bu çokça problemi beraberinde getiren tarım arzusunu
güçlü tutan ne olabilirdi? Benim aklıma gelen ilk ve en net cevap
yiyecekleri güvende tutmak oluyor; yüzlerce mil avın peşinden

75
Bil Günde Bir Milyon Yıl

koşturup, ufak meyveler için ağaçlara tırmanmak ve hızlıca her


şeyi tüketmek kısa süre içinde ellerindeki erzakı bitirip mideleri
nin sancılanmasına neden olmuş olmalı. Ya da belki de insanlar
ne zaman isterlerse domuz eti yiyebileceklerinden hoşlanıyorlar
dı, düşünsenize —ben mutlaka oyumu buna verirdim— sınırsız
domuz pastırması, sınırsız dondurma... ya da sınırsız pastırmalı
dondurma...

DOMUZ VE HARAM
Yemek konusuna direk domuz etiyle girdik girmesine ama
domuz eti kültürel mirasımızda gerçekten farklı bir yere sahip.
Mısırlılar için domuz bulunmaz bir nimetti, öyle ki onca sıcağa
karşın stoklarındaki domuzlar aşağı yukarı bir yıl dayanabiliyor
du. Bu bir sürpriz değildi çünkü bildiğiniz gibi Mısırlılar koru
ma, saklama konusunda çok ileri bilgiye sahiplerdi, yüzyıllarca
mumyalama tekniğini kullanmışlardı. Hatta bir domuzu terbiye
etmekle bir cesedi gömmeye hazırlamak için aynı kelimeyi kul
landıkları da bilinir tabii bu durumda biri cesetle domuzu karış
tırmaz ve farklı etler tadılmazsa daha iyi olurdu.
Benzer bir şekilde, tavamıza birkaç sosis atarken, Romalıla
rın yemekten haz ettikleri domuz sosisinin (onlar Petaso derdi)
yanında sıfır kalacağını bilmelisiniz. Romalıların sosisleri incir,
şarap ve karabiberle servis edilirdi, Romalılar güney İtalya'da ya
pılan Lucanya sosislerini tercih ederlerdi çünkü bu sosisler bitki
lerle uzun süre terbiye edilip tütsülendikten sonra sofraları süsler
di. Bu sosislerin kalitesi ne kadar güzel olsa da şekilleri içine taşak
ve göz bebeği doldurulmuş dolu prezervatife benzerdi. Belki de
bu yüzden 14. yüzyılda sosisin barbarlara yakışan bir yemek ol-

76
Greg lenner

duğu ve Hıristiyanlara yakışmadığı fikri yerleşince birçok Roma


şehrinde yasaklanmıştı. Sosisteki etle ilgili diğer bir problemse
etin aslında hayvanın neresinden geldiğini bilmemenizden kay
naklanıyordu, gözü mü yoksa daha uzun bir uzvumu belli değil
di; Amerikalı Hot-Dog piyasaları kasıp kavurmadan önce büyük
Atina fi lozofu Sokrates, sosislerin aslında domuzlardan daha pis
olup olmadığı konusunda şüpheleri vardı.
Domuz eti birçok Ortaçağ Avrupalısı için temel et olarak kal
mayı başarmıştı, hatta kırsal kesimde yaşayan fakir nüfus da or
manlık alanda yetiştirilebildiği için domuz etinden nasibini ala
bilmişti. Fakat domuz etinin bu geniş kullanım potansiyeli dini
ve ahlaki yargıların bu eti tüketmeyi engellemesini karşı çıkmayı
başaramadı. Ortaçağ Hıristiyanlarında et yemek Cuma günleri
-Oruç boyunca ve Cuma günleri- yasaklanmıştı. Yani bir yılın
yarısında et yerine balık ya da sebze yemek gerekirdi (tabii bazı
kurnaz keşişler etrafındakilere kunduzların suda yüzdüğünü ve
balık olduklarını ikna etmeyi başarmışlardı). Sonuç olarak 40
günlük Lent arifesinde Ortaçağ ingiliz Hıristiyanları buldukları
tüm domuzları ve yumurtaları pişirip sıkı diyetlerine girmeden
önce çılgınlar gibi yerlerdi. Bu görünüşe bakılırsa İngilizlerin bu
günkü bacon ve yumurta aşklarının da temellerini atmıştı. Biz de
az sonra tadına bakacağız!
Fakat tabii oruçları bittiğinde domuz eti kemirmeye devam
ederlerdi ama Yahudiler ve Müslümanlar için bu durum farklıydı,
domuz eti yemek hiçbir şekilde kabul edilemezdi. İslamiyet'te do
muz haramdı (yasak, günah) ve daha önceki dönemlerde Yahu
dilerin geleneklerinden birine ayna tutuyordu. Yahudilerin ina
nışında da domuz yemek yeterince temiz olmayacağı için uygun

77
Bir Günde Bir Milyon Yıl

değildi. Birçok teori bunun sebeplerini araştırırken, birçoğu do


muz etinin belli başlı hastalıklara neden olmadı yüzünden bunda
karar kılmıştı, fakat bu teoriler Yahudilerin Kashrut kanunlarına
baktığımızda aslında et yememenin başka kuralların da olduğunu
gösteriyordu. Mesela Yahudiler için kriterlerden birisi eğer toy
naklı bir hayvansa ya da çamurdan besleniyorsa yenmemesiydi
-tabii ikisini de yapan bir hayvan gerçekten leziz oluyordu— o
yüzden İsrail inekleri için risk ortadan kalkmamıştı.
Kanunlar tıbbi olmaktan ziyade daha çok kültürel gözükü
yorlardı be kabuklu deniz hayvanlarını, sürüngenleri, develeri,
tavşanları ve birçok böceği —hâlihazırda dünyada birçok kişinin
yediği şeyleri— yasaklıyorlardı ve birçoğunun da büyük riskleri
yoktu. Belki de sağlıkla bağdaşan tek kural, Yahudilerin doğan
sebeplerden ötürü ölen hayvanları yememeleriydi, bu gerçekten
yerinde bir tedbirdi ve hastalıklı et yeme riskini yok ediyordu. Bir
arkadaşım aynı zamanda araba çarpan ve telef olan hayvanların
da yenemeyeceğini söylemişti.

EVET YAPABİLİRİZ!
Pastırma ve sosisler cızırdarken dolabımıza erişip bir konserve
içinden haşlanmış fasulyelerimizi alıyoruz, bu ilk bakışta İngiliz
öğrencilerinin en sevdikleri yemeklerden birine benziyor. Kon
serve hava geçirmeyen, iki tarafından kapalı bir kutudur ve biz de
az sonra içini boşaltıp çöpe yollayacağız fakat bu teknoloji mut
fak tarihimizde büyük bir devrimdir ve hikâyesi de çok gariptir;
iki düşmanın ortak çalışmasıyla icat edilmiştir.
Bin yıldır Napolyon Bonapart'ın dediği gibi ordular midele
riyle yürürler' lafı gerçekten orduların beslenmesinin ne denli zor

78
Greg lenneı

bir iş olduğunu gösterir gibi. Binlerce insan, binlerce mil öteden


gelirken nasıl beslenir, açlık hisleri nasıl bastırılır, kolaylıkla çü
rüyen yiyecekler her gün nasıl yenilenir? Eğer bir ordu yürüdü
ğü yerlerdeki yiyecekleri tüketmiyorsa, bunun çözümü nasıldır?
Cevabı bulma yolunda 1795 yılına gidiyoruz, Fransız hüküme
ti aynı sorunun cevabını bulmak için kalabalıkları toplamış ve
denklemi çözene ödül vaat etmişti 1810 yılında, 15 yıl boyunca
öylece bekleyen ödül Nicholas Appert adında bir aşçının olacaktı.
12,000 fransız frangı...
Bir otel işletmecisinin oğlu olan Appert önceleri bir şef olarak
eğitim alsa da daha sonra konfeksiyon işine girmiş ve meyveleri
korumak için şekerli jöle üretmeye başlamıştı. On yıl boyunca
yiyecekleri cam kavanozlarda korumayı deneyen ve farklı süreler
boyımca yiyecekleri kaynatan Appert, 1804 yılında ordunun il
gisini çekmeyi başarmıştı. 1809 yılna gelindiğinde ulusal bir ko
mite tüm bu korunmuş yiyeceklerin çürümediğini tastik etmişti
ve Appert ödülü almayı hak etmişti, fakat tek koşul Appert bu
fikrini yayınlayacak hıkat patenti kendine almayacaktı.
Ve 1810 yılında Her türlü hayvani ya da bitkisel ^yt birkaçyıl
koruma sanatt yayınlanmış ve Appert medyanın sevgilisi olmuş
tu. Lüks ürünleri, parizyen dükkânında sergiliyordu. Başarısına
rağmen bilimsel manada bu sistemin nasıl çalıştığını bilmiyor
du. Mikrop teorileri ve bakterilerin keşfine daha 50 yıl vardı ve
Louis Pasteur -bunu keşfeden öncülerden biri- daha doğmamıştı
bile. Appert, yiyecek saklama kahramanı, ite kaka zafere ulaşmış
tı. Konservenin de atası olarak bilinen Appert aslında konserveyi
icat etmemişti hatta kendi kullandığı kaplar çok frzla basınç yü
zünden sık sık patlıyordu ve düşer düşmez kırılmaya eğilimliydi.

79
Bir Günde Bir Milyon Yıl

Kapaklarını açmaksa tam bir karın ağı ısıydı, bu gibi durumlar


savaş alanları için çok uygun değildi.
Bildiğimiz konserveyi bulma şansı yine Fransız Philippe de Gi-
rard a kalacaktı fakat Girard bu icadını Fransa'da yaymak yerine İn
giltere pazarına odaklanacaktı, çünkü Britanya pazarı daha sağlık
lıydı. Tabii bu fikrinin doğuracağı komplikasyonlar olmadı demek
anlamına gelmiyor. İki ülke Napolyon savaşlarının eşiğindeydi ve
Britanyalılar Galli aksanı konuşan insanlara pek sıcak bakmıyorlar
dı o yüzden Girard bir İngiliz tüccarla anlaşarak patentini bu adam
üzerinden aldı. Tabii bu yabancıları sevmedikleri dönemde de olsa
icadı çok kullanışlı olduğu için Girard sık sık Fransa'yı terk ederek
İngiltere kraliyet mensuplarıyla görüşme) e gidiyordu.
İlginçtir, Girard'ın bu ziyaretleri patentinin İngiliz mühen
dis Bryan Donkin tarafından satın alınması sonucunda bitmişti,
Wellington Düküne bağlı olan Donkin, Britanya Donanmasıyla
da sıkı ilişkiler içerisindeydi ve uzun ömürlü konservelerini bu
gruplara satmaya başlamıştı. 1814 yılında bu küçük konserve
kutuları deniz aşırı yerlere gidiyor, Avrupa'daki savaş meydanla
rında gemicilerin ve askerlerin beğenisine sunuluyordu. Askerler,
yazdıkları mektuplarında artık yiyeceklerinin lezzetli ve topraksız
olduğundan bahsediyordu. Appert para ödülünü hükümetten al
dıktan 5 yıl sonra Napolyon Bonapart Britanya ile meşhur Wa-
terloo savaşına girişecekti, 1815 yılındaki savaşta şahit olduğu,
düşmanlarının hepsinde bu konservelerden olduğuydu ve onla
ra bu teknolojiyi verenin de bir Fransız olduğunu biliyordu. Bir
milliyetçi için bu çok fazlaydı.
Şükürler olsun ki günümüzde kullandığımız konservelerin ka
paklarında açmak için kullanacağımız kulaklar bulunuyor ve şu

80
Greg lenner

lanet olası konserve açacağına ihtiyaç duymuyoruz. Garip bir şe


kilde hâlâ etrafta dolanan bu konserve açacağı 1870 yılına kadar
icat edilmemişti, yani konservenin icadından 48 yıl geçecekti. İn
sanlar konserveleri açmak için çekiç ve kazıklar kullanmak zorun
da kalıyor ve verdikleri manzara Stanley Kubrick'in 2001: A Space
Odyssey filmindeki kemik sallayan maymunlara benziyordu.

SON ZAMANLARDA
GÜZEL BİR MEKÂNA GİTTİN Mİ?
1447 yılında yeniden keşfedilmiş, antik yıman filozofu Pto-
lemy tarafından yazılmış ve Avrupa'da çoğaltılmış bir metin dün
yanın eksiksiz haritasını gösteriyordu, önceki örneklerine göre
tamamlanmış bu harita dünya literatürüne îslami kütüphaneler
aracılığıyla yayılmıştı, bu sayede birçok Avrupalı kâşif ufkun arka
sında daha büyük bir dünya olduğu heyecanına kapılmıştı. Bun
lardan en çok aklımıza gelen Cenovalı Gristoforo Colombo'ydu.
Biz ona Columbus demeyi tercih ediyordu^ çünkü genellikle Co-
lombo cumartesi gecesi cinayetleri çözen dedektifle karıştırılırdı.
Roma dönemlerinden öncesine kadar Akdenizli kaptanlar İs
kenderiye limanından yelken açıp, kuzey mısıra ve daha sonra
da Hindistan'ın egzotik topraklarına inerlerdi. Burada yerliler ka
rabiber, kimyon, tarçın, karahindiba, safran gibi lüks baharatlar
satarlardı. Bu arada, bilimsel analizler Indus Vadisi'ndeki Harap-
pan'lıların körili pilavlarını 4,000 yıldır yediklerini ortaya koyu
yordu. Ama Romalıların bu baharadara özel ilgi gösteriyorlardı,
öyle ki yılda siyah altın ithal etmek için 120 gemiyi buraya gön-
deriyorlardı, aksine Roma'da bu baharadarı seven insan sayısı da
çok azdı. Bilge Pliny adındaki doğa filozofu, bu uzak diyarlardan

81
Bir Günde Bir Milyon Yd

yapılan ithalatın giderlerinin ve tehlikesinin ne kadar çok oldu


ğunu söylerken, "Karabiber içindeki hiçbir tatla ne bir meyveye
ne de başka bir şeye benziyor, sanki belli bir amaç için bunca uğ
raş veriliyor; o yüzden ta Hindistan'dan ithal ediyoruz!" demişti.
Yaşlı bir adamın popüler kültürleriyle alakalı söylenmesi ko
mik gelse de 2,000 yıl önce bile Pliny çok küçük bir azınlık ola
rak kalmıştı, şansız bir şekilde Volkan padamasında ölmesinin
ardından, baharatların tadından ziyade farklı özellikleri de ortaya
çıkmıştı, tıbbi içerikler ihtiva ediyorlardı, bu insanların gösteriş
yapabilmesi için bulunmaz bir fırsattı. Büyük para sahipleri için
baharatlarla dolu bir tepsi, altın kaplamalı bir helikopter değe
rindeydi: zaten pahalı olan bu ürünlere dünyanın parasını saç
mışlardı. Modern zamanlardaki ef^nelerden biri de baharatların
Ortaçağ mutfaklarında çürümüş etlerin kokusunu bastırmak için
kullanıldığı anlatır ama bu Rus havyarının, ucuz testilerde ya
pılmış eriştelerin kokusunu bastırdığını söylemekle eş değer bir
anlama geliyor bence. iÇünkü kimse dünyanın öbür ucundan it
hal ettiği bu değerli şeyleri çürük et ve sebzelere kullanacak kadar
zengin değildi.
Hindistan'ın bu meşhur ithalatını bir kenara bırakırsak, Pto-
lemy'nin Coğrafya adlı eseri yayınlandıktan sonra kâşifler ar
tık Hindistan karasını çok daha hızlı ve kolay buluyorlardı ve
1480'lerin sonunda Cenova'nın Columbus'u —baharat ticare
tinden zengin olan şehrin sakini- gizli bir plan yapmıştı. Marco
Polo, Ptolemy, Strabo, Tyre'li Marinus, al-Farghani ve o döne
min îtalyan astronomu Paolo Toscanelli'nin teorilerini iyi çalı
şan Columbus tek yapması gerekenin batıya doğru yelken açması
olduğuna inanmıştı, böylece direk Hintlilere ulaşabilecekti. Ve

82
Greg Jenneı

ayrıca Romalı yazar Seneca, böyle bir seyahatin sadece birkaç gün
süreceğini yazmıştı.
Columbus, antik coğrafyacıların hesaplamalarını beğenmi
yordu ve kendi ölçümlerini yapmakta kararlıydı. Bu çok parlak
bir fi kir olmadığı gibi Columbus her şeyi de yanlış hesaplamıştı;
Avrasya'nın büyüklüğünü, dünyanın küresel yapısını bilmiyordu.
Dünyanın tepesine doğru yelken açtığını ve şeklinin de armuda
benzediğine inanıyordu. Hispaniola ve Küba'ya vardığında Mar-
co Polo'nun seyahatlerinden bildiği kadarıyla Çin'e vardığını dü
şünmüştü -tabii bu hata afiedilebilir mükemmellikteydi- fakat
ne yazık ki Columbus her şeyi çok abartan biri olduğu için bu
hatasını da kolay kolay kabul etmeyecekti.
Haksız bir şekilde kara parçasını ilk kendisinin gördüğünü id
dia etmişti (aslında gören Rodrigo de Triana adında bir denizciy-
di)ve İspanya'ya döndükten sonra gördüklerini acayip bir şekilde
abartıp uçsuz bucaksız baharat tarlaları ve zenginlikler bulduğunu
anlatmıştı fakat gemilerinden indirilenler aslında sağdan soldan
toparladığı tütün, ananas, biraz altın, birkaç yerli köle, hindi ve
hepsinden de daha önemlisi bir hamaktı. Altın işe yaramıştı ama
İspanya kralı ve kraliçesinin sallanan hamaktan çok daha fâzla
etkilendiğini söyleyebiliriz. Düşünsenize, Mars'a bir grup insan
yolluyorsunuz ve döndüklerinde size havada süzülen bir koltuk
getiriyorlar, nasıl?
Bunların hepsi çok ilginç olaylardı ama Columbus'un yelken
açıp getirdiği baharadar daha öncekilere ne tat ne de koku olarak
benziyordu. Hatta bir tane bitkinin acı olduğu ve bu hata yüzün
den şimdilerde kullandığımız Chilli Pepper (acı biber) yaygınlaş
mıştı. Ispanya'daki birçok kişi Columbus'un iddialarına inanma-

83
Bir Günde Bir Milyon Yd

mıştı ama domuz inadı, Columbus'un 3 ayn sefer yapmak için


fon ayarlamasına engel olamamıştı ve İspanya'nın altın keşif çağı
sonunda iflasın getirmiş ve İspanyol ekonomisi dibe vurmuştu,
Columbus'un Güney Amerikalılara götürdüğü ve on milyonlarca
insanı öldüren salgın hastalıklar da cab;isıydı.
Columbus bir birey olarak Amerika'da kahraman olmayı hak
etmiyordu, çünkü kuzey Amerika'ya hiç ayak basmamıştı ayrıca
dolaylı olarak da transatlantik köle ticaretinin de ilk adımlarını
atarak korku dolu bir döneme öncülük etmişti işe bu yüzden
de Columbus Günü kutlamaları genellikle kötü bir şaka olarak
geçerdi. Fakat bu adamı görevinden ayırarak kazara keşfettiği
Yeni Dünya ile anacak olursak aslında Rönesans'ın uzaya yolcu
luğunu yapmış gibi düşünebiliriz. Çünkü hem dünyanın global
tarihi değişiyor hem de yiyeceklerin hikâyesi bambaşka bir yere
gidiyordu.
Konservemizi parmağımızla çekip açarken içerisinde domates
sosuna bulanmış, karabiberle terbiye edilmiş ve şekerle hafif tat
verilmiş fasulyelerimizin kokusunu alıyoruz, işte tüm bu malze
meler İspanyolların Amerika'yı keşfinden sonra hayatımıza giren
ve Yeni Dünya imparatorluklarının, Fransız, Hollandalı, İngiliz
ve Portekizlilerin uğruna savaşacağı yijeceklerdi. İlgi çekici bir
durum da, netice olarak dünyaya dağılan Güney Amerika bit
kileri tüm dünyadaki yerel ürün algısını oturtmuştu o yüzden
Azteklerin domatesini İtalyan yemeklerine bağdaştırıyoruz ve acı
biberleri de Hintlilerin körisine yakın görüyoruz, tabii tüm bu
yeni yiyeceklerin güney Asya'ya ancak 1500'lerde ulaştığını göz
önünde bulundurursak.

84
Greg lenner

PATATES Mİ DEDİN?
Muhafızlar tarlaların kenarlarında göz kırpmadan nöbet tutu
yorlardı, elleri silahlarındaydı ve yerel köleler tarlaların önünden
geçerken gözlerinin ucuyla tarlaları süzerek askerlerin arkasından
ne denli bir lüks yeşeriyor merak ediyorlardı. Merakları tavan ya
pınca alacakaranlık vaktinde askerlerin nöbet tuttukları yeri terk
etmelerini beklediler. Nöbette hiç kimse yoktu ve gariban köleler
tarlalara dalarak ay ışığında mahsûlleri topladılar ve kendi tarla
larına dönüp bu bitkileri ektiler. Bu her ne denli aristokratik bir
şeyse ilk önce bunu denemeleri gerekecekti. Bu dramatik hırsızlık
haberi tarlanın sahibine ulaştığında adam sevinmişti çünkü dâhi
yane fikri işliyordu.
Tavalarımıza birkaç patatesi doğrayıp attığımızda çoğu zaman
patatesin basit bir sebzeden ibaret olduğunu düşünürüz ama as
lında hikâyesi tartışmalara yol açmışur ve bu mütevazı bitki bir za
manlar lanet ve çaresizlik yaratan bir şey olup çıkıvermişti. Doma
tesler gibi Patates de bir güney Amerika bitkisiydi ve Inkalar uzun
yıllar bu bitkiyi yüksek tepelerde yetiştirmiş, yüksekliğin getirdiği
don etkisiyle de uzun süreler boyunca koruma imkânı bulmuşlardı.
Yani hasadın kötü olduğu dönemlerde patates cankurtaran görevi
görüyordu. Bu sistem neredeyse şimdilerde yediğimiz dondurul
muş patateslerle aynıydı. 1570'li yıllarda Avrupa'ya sıçrayan besin
değeri yüksek ve pratik patates reklam kurbanı olacaktı.
1596 yılında yaşamış isviçreli bitki uzmanı Caspar Bauhin pa
tatese Solanum tııberosum esculentum, adını yermiş fakat defterin
de resmederken çok kötü bir iş çıkartmıştı ve bir dizi dedikodu
sayesinde patatesin cüzzam yaptığı, gaz yaptığı hatta aşırı şehvete
yol açtığı kulaktan kulağa yayılmıştı. Neden böyle bir şey yaptığı

85
Bil Günde Biı Milyon Yıi

konusunda kesin bir bilgimiz yok fakat belki de bu sonuca var


masının nedeni gerçekten de patatesin lümpen ve kargacık bur
gacık şeklindendi. Gerçekten de cüzzamlı hastaların uzuvlarına
benziyordu. Bu kötü yazılmış not mütevazı patatese kötü bir ün
yüklemiş ve Deli Dana hastalığıyla aynı kefeye konulmasına se
bep olmuştu -Deli Dana ingiliz etinin sonunu getirmişti- kısa
süre sonra da insanlar patates yemekten vazgeçmiş, kıdık olsa
dahi evlerine sokmamışlardı.
Soyulan tarlaların sahibi, Antoine Augustin Parmentier Fran
sız bir gıda mühendisiydi, savaş döneminde suçlu olarak hapis
yatmıştı ve Prusyalı askerler onu tüm cezası boyunca patatesle
beslemişti. Esaret hayatının sonunda salınan Parmentier 3 yılın
so.nunda gayet sağlıklı bir şekilde özgürlüğüne kavuşurken pa
tatesin aslında lanedi gıdalar olmadığı da ortadaydı. Teorisinin
gerçek olduğunu kanıtlamak isteyen Parmentier bilim adamları
nı, çiftçileri, Fransız hükümetini ve batıl inançlıları ikna etmek
için büyük bir kampanyaya başlamıştı, insanları patatesin ekme
ğe alternatif bir yiyecek olduğunu konusunda ikna edecekti ve
tüketenlerin cüzzamdan korkmasına gerek kalmayacaktı. 1771
yılında bilim adamları ikna edebilmiş olsa da hâlâ karşısında sert
bir muhalefet bulunuyordu bu yüzden biraz daha ileri giderek
ünlü insanları kullanıp patatesi gözler önüne serecekti. Benjamin
Franklin bunlardan ilkiydi, Marie Antoinette'ye patates çiçeğin
den bir elbise giydirmeyi başarmıştı ve Neuilly köleleri bu gör
düklerine hemen kanmışlardı, Paris'in batısındaki tarlaları sıkı
güvenlik altındaydı -50 dönümlük çorak bir araziydi- o yüzden
bu basit yiyeceğin halkın alt kademelerine fâzla olduğu algısını
yaratarak yine ters psikolojiyle başarıya ulaşacaktı.

86
Greg lenneı

Parmentier şimdilerde adıyla anılan patates tarifleriyle onur


landırılıyor ve onun eforu sayesinde bu nişastalı besin, zincirde
üst sıralara tırmanmayı başardı, önceleri at yemiyken, kıtlıklarda
acil durum besini haline gelmişti ve sonra da temel yiyecekler
arasında yerini almıştı. Tabii trajik bir olay olan İrlanda kıtlığın
da, patates birincil yiyeceklerden biri olmuştu, kıtlık sonuncunda
oluşan büyük veba milyonlarca insanı yok etmişti.
YUMURTALANDIK
Kahvaltımız yavaş yavaş şekillenirken sanki birkaç şey eksik
kaldı değil mi? O yüzden tekrar dolabın kapağını açıyoruz ve bu
kez taze bir yumurta çıkartıyoruz. Avucumuzda duran ve tama
mıyla doğal olan bu besin, tarımdan da milyonlarca yıl eskidir.
Taş devri atalarımız zamanında yumurtaları hayvanların yuvala
rından çalarlarmış, ta ki neolitik devrime kadar... Eski tabiriyle
orman kuşu olarak adlandırılan tavuklar. Neolitik Çağda Tay
land, Çin ve Hindistan'da evcilleştirilmiş ve kümesler yapılarak
fonksiyonel hale getirilmiştir. Hatta, yumurta tarımının en eski
kanıtlarından biri milattan önce 1400 yılına dayanır, Mısır'da
bulunmuştur. O günden sonra da alışmış, kudurmuştan beter
olmuştur.
Romalılar genelde tavus kuşu yumurtası tercih ederlerken
Çinliler güvercin yumurtası kullanırlardı (kül ve tuzun içinde
bekleterek uzun süre koruyabiliyorlardı). Yunanlar ise nefis bıl
dırcın yumurtasını tercih ederlerdi. Finikeliler evlerine kocaman
deve kuşu yumurtaları gctirirler(aynı zamanda mezarlarına da
götürürlerdi) ama genel olarak herhangi bir hayvandan, timsah
ve kaplumbağa dahil, yüzyıllar boyunca keyifli bir şekilde kuUa-

87
Bir Günde Bir Milyon Yıi

nılmıştı. Atalarımız şekli yumurtamsı olan, içinde canlı olsa da


olmasa da bulduklarını hemen mideye indirirlerdi fekat bir ekle
me yapmak gerekirse, herkes yumurtayı çiğ tüketmiyordu. Tarih
boyunca çok çeşitli yumurta pişirme şekilleri ortaya çıkmıştı.
Mısırlılar katı yumurta severlerdi, cıvık ve kızarmışa da hayır
demezlerdi. Ayrıca az pişmiş olanları da krem veya sufle şeklinde
ekmekleriyle birlikte yerlerdi. Yumurtanın içindekilerle yapama
yacakları şey neredeyse yoktu, hatta ilaç yapımında bile kullan
mışlardı. Mısır ilaçları çok ileri seviyedeydi ama bir yerden sonra
artık fikirleri batıl inanca doğru da kayıyordu. Mesela deve kuşu
yumurtalan insan kaflıtasını andırdığı için kafatası kırığı olan in
sanlara iyi geleceğine inanıyorlardı. Aynı mantıklar, testis kanse
rini kavrulmuş kestanelerle iyileştirebiliriz, ya da belki de kırık bir
bacağı baget ekmekle değiştirebiliriz.
Romalı yemek yazarı Apicius antik İtalya'nın mutfağına ait
tüm bilgileri bize sağlamış insandır, birçok yumurta bazlı akşam
yemeğine yazılarında yer vermiştir ve bir tanesi hepimize tanıdık
gelebilir:
Dört yumurta, yarım litre süt, bir kaşık yağ iyice
karıştırılacak, iyi bir karışım yapmak için bir tavaya az
yağ ekleyip yumurtaları hazırlamak için kırabilirsiniz,
fakat kaynamasma izin yermeyin. Tavayı ocağın üstü
ne koyarak hafifçe kabarmasına izin verin ve piştikten
sonra bir tabağa devirin ve rulo yapın, sonra üzerine bal
dökün, biraz karabiber serpiştirin ve servis edin.
Bu tabağa yakın bir başka tabak da Ortaçağ Avrupa'sında var
dı, bal yerine kıyılmış sebzeler kullanılıyordu ve İngiltere'de bu
tabak herbolace diye biliniyordu ta ki Fransızlar adını değiştirip

88
Greg Jenner

16. yüzyılda omlet yapana kadar ve ek olarak tadını değiştirmek


için de biraz tarçın eklemişler ve bolca peynirle birlikte tereyağın
da pişirerek damarlarımıza yağı tattırmayı becermişlerdir.
Devam edersek, Ortaçağ İngiltere'sinde yumurtalardan zevk
almanın en temel yolunun kı^ın korların üzerinde pişirmek ol
duğunu söylenir ayrıca kaynar suda pişirmek ya da birkaç dilim
domuz salamıyla tavada yapmak da yaygın şekillerindendir. Fakat
I600'lü yıllardan itibaren az pişmiş yumurta -şimdilerde Britan
ya'da brekkie diye adlandırılır-sofralarda sıkça yerini almaya baş
lamıştır.

GÜNLÜK EKMEĞİMİZ
Hazırladığımız tüm malzemelere artık iki dilim ekmek ekle
menin zamanı geldi, sonra tabağı sıyırmak için bu ekmeklere ih
tiyacımız olacak.
Ekmek insanoğlunun en önemli icatlarından biriydi, özellikle
Avrupa ve Orta Doğuda çok önemli bir yeri bulunuyordu. Kit
lelerin en temel ihtiyacı haline gelen ekmek, yokluğunda insan
ları kolayca kıtlığa sokar hale gelmişti. Aç kurtları kapıdan uzak
tutmak isteyen 200,000 Roma vatandaşı her ay devletten tahıl
yardımı alırdı fekat bu -ayda 8 milyon kiloya denk geliyor- de
vasa yiyecek yardımı sadece İtalya'nın tarlaları tarafından sağla-
namıyordu o yüzden Roma her daim verimli arazileri fethetmeye
çalışıyordu.
Hollywood'un bizi inandırmaya çalıştığının aksine Julius Ca-
esar ve Marc Anthony'i Avrupa'dan öteye gönderen Kleopatra'nın
cazibesi değildi, Mısır ve Kuzey Afrika çok büyük tarım alan
larına sahipti ve bu araziler Roma'nın bir uyuşturucu bağımlısı

89
Bil Günde Bir Miiyon Yd

gibi ağzını sulandırıyordu. Fakat sadece devletin insanlara yiye


cek yardımı yapması durumu sağlama almıyor, kaynakları elinde
tutanların da insanlar üzerinde etkili olmasını sağlıyordu ve alaycı
Juvenal'in nodarına göre Romalılar sadece ekmek ve sirkler karşı
lığında en gereksiz politikacıları bile destekleyebiliyordu.
Sonraki yüzyıllarda ekmek daha da politik bir malzeme ola
caktı. 18. yüzyıl Fransa'sında ekmek üretimi bir halk hizmeti ha
line gelmiş ve fırınlar devlet tarafından denetlenir olmuştu. Tam
1787 yılında, bir işçi günlük yevmiyesinin yarısını ekmeğe harcı
yordu ve iki yıl üst üste gelen kötü hasat ekmek fiyatlarının %88
artmasına neden olmuştu, bu aynı zamanda 1789'da yaşanacak
devrimin de fi tilini ateşleyecekti. Ekmek kavgası aynı zaman
1710, 1837 ve 1863 yıllarında Amerika'yı da vurmuş ve bu sıra
da Lenin'in Çarlık Rusya'sı çağrısı 1917 yılında; 'barış, ekmek ve
arazi!' şeklinde ortaya çıkmıştı.
Peki, ekmeğe olan bu talep ve bu denli üretim nasıl türemişti?
Tarihte bunun ilk şehirlerde ortaya çıktığını görüyoruz. Bronz
Çağı'nda etkili tarım faaliyetlerinin icat edilmesiyle birlikte daha
iyi sulama teknikleri birçok çiftçinin işsiz kalmasına neden ol
muştu yani daha az insanla daha çok ve daha hızlı ekmek yapıla
biliyordu. Bu başka kariyerlerin ortaya çıkmasına neden olmuştu^
bir zamanlar Neolitik topluluklar eşitlikçi düzenlerde hayatların)
devam ettirirken toplumdaki herkes işin bir ucundan tutardr
mesela Uruk şehri ekmekle ayakta duruyordu ve bu şehir sınıf ay
rılıklarının ortaya çıktığı ve farklı işlerin ferklı insanlara verildiğ
ilk şehirlerden biriydi. Halkı besleyecek ekmek çoktu ve işçilerir
birçoğu tarımı bırakıp rahip, öğretmen, marangoz, çömlekçi, diş
çi, it rtıenajeri olabiliyorlardı...

90
Gıeg fenner

Hayatın bu kadar ortasında duran ekmek muduluğa meta


for gibiydi, Gıigamış destanında, belki de tarihin ilk hikâyesinde,
Enkidu 'tanrı sabah olunca sana büyük bir zenginlik bahşedecek,
gökten ekmek yağdıracak ve akşamında da buğday yağmurla
rında yıkanacaksın' alıntılarıyla tarih boyunca ekmeğin ne denli
önemli olduğunu gözler önüne seriyordu. Gerçek dünya da bu
biraz abartılı bir tabir olarak gözükse de bir metafor olarak bollu
ğu anlatmakta çok işe yaradığını aşikar. Gökten ekmek yağması
kadar mutluluk verici bir şey olabilir mi?
Peki ya ekmek göklerdeki uhrevi yaratıkların ocaklarından
aşağı yağmıyorsa, kim üretiyordu bunca ekmeği? Cevap Mezopo
tamya'da. Zamanında bu bölgede çok büyük fırınlar kurulmuş ve
askerlere, devlet memurlarına ve diğer profesyonel işçilere ekmek
üretimi yapılmıştı fakat ekmeğin icadının Bronz Çağ'da olduğu
na kafamızı çok takmayalım: çünkü olay Bronz Çağdan Neoli
tik Çağa uyandığımız sabahın gecesinde "Ulan aklımda bir fikir
var... bu şimdiye kadar ki dilimlerden daha iyi olcak..." şeklinde
gerçekleşmediği için aslında daha eski yerleşkelerin büyümesinde
rol oynamış olabilir fakat bildiğimiz bir şey var ki, fırınlara gel
meden önce ekmek binlerce yıldır farklı şekillerde ihsanlar tara
fından pişirilmişti.
Modern Paleo diyetinin saçma gereksinimlerini bir kenara bı
rakırsak, atalarımız yulaf ve tahıl ürünlerini aşağı yukarı 30,000
yıldır tüketiyorlardı, tabii önceleri bu tüketim kültür tarımından
gelen bitkiler yerine yabani otlardan sağlanıyordu. Fakat neolitik
dönem boyunca en basit ekmek pişirme tekniği önce buğdayın
öğütülmesi ve una çevrilmesini gerektiriyordu, bunun için de bir
eşeğe ihtiyaç vardı; bu işlem, büyük bir taşın ileri geri, buğdayın

91
Bil Günde Biı Milyon Yıl

üzerinde hareketiyle tamamlanıyordu. Un çekildikten sonra ek


mek üç farklı şekilde yapılabiliyordu: buharla içi pişirilerek; orga
nik ekşi mayayla kendi haline bırakarak ya da gaz üreten ve bira
fabrikalarından ödünç alınan arpayla üretilebiliyordu.
Genelleme yaparsak son anlattığımız yöntemler daha zen
gin kesimler için yapılanlardı -düz ekmekler, lavaşlar daha çok
fakirlere yönelikti- ve orta sınıfa bakacak olursak beyaz ekmek
tüketimi tamamen lüks tüketim sayılıyordu, bu sırada çoğunluk
olan garibanlar da kara ekmek yiyorlardı. Bunun sebebi beyaz ek
meğin daha koyu renkli olanına göre az üretilmesiydi, dolayısıyla
hızlı tükeniyordu ve hızlı olması ekmeğin kalitesini bozarken çok
randımansız kaynak kullanımına yol açıyordu. Tabii soyluların
kibirli savurganlığı çok sevdiklerini düşünürsek. Kral VIII. Hen-
ry'nin manşet ekmeğini ya da Romalıların tabiriyle Panis Sili-
ff neusu bir lokmada ziyan ettiğini görebiliriz. Tabii Hampton
Kraliyet sarayındaki diğer tüm masalarda daha koyu ve ucuz ek
mekler oluyordu.
Fransa'nın kraliyet saraylarında kullanılan beyaz ekmeğe le
pain a la mode (meşhur ekmek) deniyordu ve genellikle tereyağı,
bazen şeker kullanılarak kıvamı ve tadı arttırılırdı. Bu sonraları
Britanya'da da moda olacaktı, tüm orta sınıf —hayatlarını üst sı
nıfları taklit etmekle geçirenler- beyaz ekmeğin, paraları yetmese
de, sevdasına kapılacaktı. Tabii bu gibi durumlar karaborsaları
oluşturmuş ve sahte beyaz ekmeklerin piyasaya düşmesine neden
olmuştu, beyazlatma işlemlerinde tebeşir hatta arsenik kullanan
fırınlar bile oluyordu. Üzücü bir şekilde ekmeğin piyasadaki kali
tesi iyice düşmüş ve sahte ekmek tüketenler ölümcül hastalıklara
yakalanmıştı. Fakat bu durumu sadece beyaz ekmeğin yol açtığı

92
Greg lenneı

düşüncesine kapılmayın. Beyaz ekmek,süslülere; kara ya da koyu


ekmekler, fakirlere gidiyordu, unutmayın.
17. yüzyıldaki ressamlar ekmeğin rengini resimlerinde bir
zenginlik unsuru olarak kullandılarsa da 1700*lü yıllarda çavdar
ekmeğinin daha kolay sindirilebildiği anlaşılmıştı ve sağlıklı ya
şam takıntısı olanlar alt kesimin kullandığı ekmeği yağmalamaya
başlamış, ince bedenlerini ve sağlıklı yapılarını korumak istemiş
lerdi. Olaya daha hızla karmaşıklık katacak olursak ^kirlerin bu
ince ekmeği, krep ya da Rus ekmeği olarak da bilinir, 1800'lü
yılların başında aristokradar arasında atıştırmalık olarak da kul
lanılmaya başlanmıştı ve bu günlerde bizlere servis edilen fiime
somonlu, yanında pahalı şampanyalarla verilen ekmeğin de Rus
ekmeği olduğunu rahadıkla söyleyebiliriz.
Fakat bu sabahki ekmeğimiz tam buğday ekm^i ve birkaç
dakikadır kızartma makinasında duruyor. Hepimiz günümüzde
dilimli ekmekleri tercih ediyoruz ve derinine indiğimizde bunun
aslında çok yeni ve Amerikalı şirkederin pazarlama dehalarından
çıktığını görebiliyoruz. Fınnlarda kullanılan dilimleyiciler, Iowa lı
kuyumcu Otto Frederick Rohwedder tarafından düşünülmüştü,
Otto fikri üzerinde çalışmaya 1912 yılında başladığında tüm biri
kimlerini bu araştırmaya harcamış ve birkaç zorlukla karşılaşma
sına rağmen çalışan ilk prototipini fırınlara 1928 yılında satmayı
başarmıştı. Beş yıl içerisinde Amerika'daki fırınların %80'i artık
ekmeklerini dilimleyerek satıyordu, çünkü kızartma makinaları
çoğalmış ve talep de artmıştı. Komik olan, dilim ekmekten ön
cesinde dürüm ekmek kullanılıyordu ve bunu da Rohvvedder'in
ürününü tanıtırken 'Dürüm yapılan ekmekten sonra fırıncılık
pazarında atılan büyük adım!' görebiliyorduk. Dürümden önceki

93
Bir Günde Bir Milyon Yıi

büyük adımı sormayın, bilmiyorum...


Bunları bir kenara bırakırsak, kızarmış ekmeğimiz, doğum
günü pastasından heyecanla fırlayan bir striptizci gibi fırlıyor ve
hemen tabağımıza yatırıyoruz, diğer malzemelerimizi -önce so
sisleri, sonra pastırmayı, yumurtayı, haşlanmış fasulyeyi ve haş
lanmış patatesleri- üzerine seriyoruz. Masaya oturup televizyo
numuzu açtıktan sonra arka planda ses olsun diye bir kanal açıp
leziz ziyafetimize dalıyoruz. Tabii yerken birkaç fasulye çenemize
yapışıyor ve saçlarımız da hafiften yağ kokuyor, ama banyoları da
zaten bunun için icat etmedik mi?

I%1

94
10.4S

HIZLI BİR DUŞ

î
Erken kahvaltımızı midemize İndirdikten sonra banyoya yönelip
hızlıca duş almak istiyoruz. Whitney Houston şarkıları eşliğinde
yaptığımız son banyo üzerinden 24 saat geçmiş bulunuyor ama
biz insanlar doğuştan kirlenmeyi becerdiğimiz için, distopik bir
bilimkurgu romanındaki yaratıklar gibi sürekli dışarıya atık bı
rakıyoruz. Sürekli iyi bir temizlik ihtiyacı içerisindeyiz. Şimdiki
toplumumuzun aşırı derecede sağlıklı olma takıntısı bir yana, in
san hijyeninin hikâyesi çizgisel olarak ilerlemiyor. Bu bölümde de
İnsanlığın Yükselişi temalı şeyler anlatmayacağız, yani ilk başta
boka bulanmış bir insan gösterip daha sonra yavaş yavaş temiz
leyeceğimiz ve en sonunda kafasında boneli insan resimleriyle
donatmayacağız. Hayır, hijyen tanımları çağlar boyunca farklı
olduğu için biz de fe rklı şeyler anlatacağız.
Tarihi bir önsözle bölümü açmamın nedeni aslında hijyenin en
temelde insanoğlunun kirle savaşım anlatmaktı ve kiri düşündü
ğümüzde aklımıza hep çamur içinde oynayan ve tırnakları toprak
dolan çocuklar akhmtza geliyordu. Fakat antropologlara göre kir
Bil GOnde Bir Milyon Yıl

ortamda olmaması gereken' şey diye adiandınlmışti. Antik Yunan


filozofları katharsis kelimesini ruhtan ve bedenden kirleri arındır
mak için kullanırken aslında açıkladıkları kültürel bakışlar boyunca
iyi ve kötünün her zaman fârkh olduğunu gösteriyordu, o yüzden
bu bölümde göreceğiniz 'temiz' tanımları kitabı yere bırakıp tüm
vücudunuzu çamaşır suyuyla yıkamanıza neden olabilir.
Pekala, nereden başlasak? Ziyadesiyle kötü bir örnekle başla
maya ne dersiniz?

KÖTÜ BAŞLANGIÇLAR
Tarzan ya da Mowgli gibi ağaçlarda dolanıp yaşamanın nasıl
olduğu bir merak konusu oladursun, insanlar ormanın yalnız
lığına uygun yaşayamazlar. Aynı şempanze kuzenlerimizin taze
kaynak sularında, meyve özleriyle yıkandıkları gibi biz de sosyal
yaratıklar olarak etrafimızdakilerin iyiliği için temiz tutarız ve bi
liriz ki eğer biraz kirli ve dağınık olursak toplumdan dışlanırız.
Hepsinin dışında, tüm çevrenize hastalık yaymak biraz daha kirli
kalmanıza bakar. Çok bilindik maymunlar da biz gibi temizlenir
ken birbirlerine yardım eder, istenmeyen bitleri ve parazitlerini
ayıklarlardı; bu yoğun bir sosyalleşme olayıydı ve insanların ko
nuşma yeteneğinin gelişmesinde büyük rol oynamıştı ve insanlar
hâlâ aynı olayı tekrarlamaktadır. Kuaför salonlarında konuşulan
ifşalar, kalp kırıklıkları, dedikodular, tatil planları sizce bir tesa
düf mü? İçimizdeki muhabbet kuşunu canlandırmak için bir in
sanın dokunuşuna ihtiyacımız var.
Genellikle çocuklarımız okuldan direk evimizin içine getirme-
diyse bitlerden uzağızdır fakat atalarımız bu konuda çok daha
savunmasızlardı. Antik Mısırlılar bitlerden öyle çekmişti ki artık

98
Gıeg lenner

saçlarını kazıtıp boneler takmaya başlamışlardı lâkat daha henüz


bitmiş dünya savaşında da askerler üzerlerine yağan cesetlerden
bitlenmişler, yüzlerce, hatta binlerce biti ayıklamak zorunda kalıp
akşam ateşinde yakmışlardı. Kesin olarak söyleyebileceğimiz, taş
devri insanları da bitlerin istilasına uğruyordu.
insan bitleri maymunlarınkine çok benzer fekat insan derisi
ne adapte olmakta daha başarılıdır ve iki farklı insan biti vardı:
kafa biti ve kasık biti. Kasık biti 3.3 milyon yıl önce gorillerden
insanlara evrilmişti. Bu iki bit türü de milyonlarca yıldır insanları
rahatsız ederek Homo ırkının baş belası olmuştu fakat ilginçtir,
70,000 yıl önce kafâ biti 3. bir türe evrilerek yeni bir zemin bul
muştu: kumaş. Bu tip vücut bitleri arkeolojik kazılarda çok işe
yarıyordu fakat aynı zamanda çok tehlikeli hastalıkları da taşıyor
ve çağındaki insanlar için tehlike saçıyordu.
öyle görünüyor ki Taş Devri atalarımız kendileri temizlemek
le kalmamışlar, sıklıkla banyo yapmışlardı. Zaten birçok ispanyol
ve Fransız mağarasında bulunan tarih öncesi çizimlerde kaynak
sularının hep yakın yerlere yapıldığı resmedilmişti. Biz mağara
adamlarını genellikle karanlıkta oturup kemik yiyen tipler olarak
hayal etsek de onlar da bizim gibi hafta sonlarını sıcak jeotermal
sularda geçirmeyi ve dedikodu yapmayı seviyorlardı. En azından
ben olsam yapardım, siz?

SU. HER YERDE SU


insanlık tarihinde hayret veren noktalardan biri de hızdır, ta
rih sürecinde küçük göçebe kabilelerden, uçsuz bucaksız şehirlere
geçişimiz şaşkınlık vericidir. Homo Saphiens 190,000 yıl boyunca,
bir hız treninin yavaş yavaş zirveye çıkışı gibi kendini geliştirirken

97
Bir Günde Bir HUyonYd

sadece -balta, mızrak gibi aletler üretmiş- ve birden Buz Çağı


biterek kendimizi Neolitik Çağ'a ayak uydururken bulmuşuz, ev
lerin, tarımın ve şehirciliğin ürkütücü gelişmesi sadece 10,000 yıl
içinde ortaya çıkıvermiş.
Fakat bütün Neolitik Çağ icatlarına rağmen, halk sağlığı
bronz çağda başlamıştı. Şimdiki Modern Pakistan ve Hindis
tan'ın olduğu bölgedeki Harappanlar kitlesel hijyen konusunda
çok ilerdelerdi. Temiz olmak onların işiydi, sırada beklemek ise
Britanyalılara kalmıştı. Daha önceden de öğrendiğimiz gibi antik
Harappan şehirlerin tuğlalarla kanaliza.'vyon sistemleri yapılmıştı,
bu sistemler hem yeraltindan hem de sokaklardan geçen kanal
lardan oluşuyordu, sokaklardaki ve ev içindeki atıklar bu kanal
lardan akarak temizleniyordu. Hatta çok kadı binalar yaparken
bile duvar içlerine ve yerlere döşedikleri kanallarla her katta aynı
seviyede temizliğe ulaşıyorlardı. Tesisatçılığın top 10 listesinde
Harappanlar birinciliği Mario ve Luigi'yle paylaşıyorlardı.
Mükemmel sulama sistemleri, Indus Vadisinin sürekli yağmur
aldığını da kanıtlar nitelikteydi, bu su akıtma kanalları muhte
melen oluşabilecek sellere karşı koruma sağlıyordu fakat gerçek
ortadaydı. Yıllık yağım 13cm^ kadardı \ e küçük bir kaplumbağa
yı bile boğmaya yetmezdi. Peki bu kadar su nereden geliyordu?
Cevap yer altındaydı. lOOO'den fazla hanenin bulunduğu, Indus
Vadisindeki Mohenjo-daro şehrinde 700'den fazla tuğladan ya
pılmış kuyu vardı ve her 35 metrede bir konumlandırılmıştı. Bu
kuyular, halka limitsiz su kaynağı sağlıyordu.
Harappan medeniyetinde su, kanla eşdeğerdi, doğal bir kay
nak olan su kutsallaştınlmıştı. Mohenjo-daro'nun büyük hama
mı -12x7 metreden oluşan ve oranlarına uygun bir binanın içine

98
Gıeg Jenner

yerleştirilen havuz- şehrin en tepesinde, sembolik olarak suyun


potansiyelini gösteriyordu. Bu havuz, semt çocuklarının eğlendi
ği bir yerden ziyade, ruhsal olarak temizliğin yapıldığı bir yerdi ve
kesin olan, şehirdeki tek yıkanma merkezinin de bu olmadığıydı;
nüfusun kalanı şehrin her köşesine inşa edilmiş, dikdörtgen şek
lindeki duş kabinlerinde yıkanıyorlardı.
Bu ağızları açık bırakan yapılaşmanın aksine antik Mısırlılarda
temizlik konusu tam bir hayal kırıklığına neden oluyordu fakat
kaliteli bir medeniyet olmaları, konuyla alakalı bahislerinin geç
mesini engel olmamıştı. Temizlik dendiğinde. Mısırlı din adam
ları bit istilasına karşı çok dikkatli davranıyorlardı ve düzenli
olarak vücutlarının her yerini tıraş ediyorlardı ayrıca vücutlarını
soğuk suda günde 5 defa yıkıyorlardı. Kutsal tapınaklarda çalışan
erkekler, tanrılarına hizmet ettikleri için temizlik çok önemliydi;
tanrıları kurt adam gibi kıllı bir şekilde karşılamak kadar daha
aşağılayıcı bir şey olamazdı.
Bugün, ellerimizi sıklıkla yıkarız ve mümkün oldukça her gün
banyo yaparız, peki antik Mısırlıların geleneklerinde bu günlük
temizlik işleri nasıl yapılırdı? Görünüşe bakılırsa yemeklerden
önce ve sonra ellerini yıkadıkları ortada ama kayıdarda sürekli
akan bir su bulunmuyor, bunun yerine su, kadınlar tarafından
ağır vazolara doldurulup Nil Nehri'nden taşınıyordu ve belki de
zenginlere günde birkaç defa giderek değerli vücutlarını temiz
tutmalarında yardımcı oluyorlardı. Su bir düğmeye basınca ak
mıyor olsa da zengin kesim evlerindeki banyoları, su geçirmeyen
zeminleri ve sabah akşam duş aldıkları kabinleri göstererek şov
yapmayı seviyorlardı. Fakat kısıtlı sayıda tesisin olması, fakir hal
kın temizlikten yoksun olması anlamına gelmiyordu ve hatta en

99
Bir Gttnde Bir Milyon Yıl

alt kesimdeki tarla işçilerinin de halka açık kullanılan, hayvan ve


sebze yağlarından yapılmış sabunu kullanma hakkı vardı. Böyle
likle ister kovalarla isterlerse de Nil Nehri'nin içinde yıkanabili
yorlardı, tabii aç timsahlara dikkat etmek şartıyla.
Indus ve Nil vadileri genellikle muhteşem medeniyederle anı
lırlar ama günün kirini, tozunu atmaya geldiğimizde başka bir
Bronz Çağı medeniyeti de temizlik konusunda çığır açmayı ba-
şarıyordu...

GİRİTLİ GİBİ YIKAN


Akdeniz'in kuzeyinde keşfedilen Girit Adası'nda bulunan bü
yük Knossos harabeleri bir zamanlar 1,300 birbirine bağlı odadan
oluşan hanenin yaşadığı, en kudretli Rusların bile sahip olamadığı
yerleşim yerine sahip bir yerdi. Bu denli büyük bir kazı olması, ilk
arkeolog Sir Arthur Evans'm burayı King Minos'un tören köşkü
olduğunu düşünmesine yol açmıştı, bu ada aynı zamanda insan
yiyen, büyük labirentin içinde yaşayan Minotaur tarafından koru
nuyordu. Evans, belki fikirlerini abartmış olsa da görünen o ki bu
mekânlar, Minoa'lıların (Minos'tan türemiştir) tören yaptıkları bir
yere çok benziyordu ve binalardan kalanlar, buradaki halkın çok iyi
mühendisler olduğunu da ortaya çıkartıyordu.
Modern banyomuza girdiğimizde bir seçeneğimiz vardır: ya
hızlıca duş alırız ya da uzunca bir banyo yapar ve derimiz kırışana
kadar suda dururuz. İkinci seçeneğin daha yeni bir teknoloji ol
duğu konusunda kafanızda yargılar oluşabilir ve haklı da olabilir
siniz çünkü bu harabelerin -çok büyük olması, muhtemelen labi
rent mitine neden olmuştur— içerisinde milattan önce 1500'den
kalma koca bir küvet bulunmuştur. Bu küvet muhtemelen özel

100
Gceg lenner

bir banyo odasında insanların uğrak noktalarından birinde duru


yor ve içindeki suyu tabanındaki delikten boşaltıyordu fakat bu
konuda daha fezla bilgi sahibi olamıyoruz. Belki soylu bir kraliçe
nin elindeki şarap kadehiyle ve küvetin köşesinde yanan mumla
banyo yaptığını hayal edebiliriz, belki de Lionel Richie'nin Bronz
Çağı muadilini dinliyor olabilir fakat böyle bir fantezi konusunda
da pek bilgimiz yok.
Mısırlılara nazaran, burada suyun elle taşınmasına gerek kal
mamıştı. Bunun yerine su, insanlar tarafından yapılan ve yakın
daki tepelerden uzanan su kemerleri tarafından taşınıyordu ve
bir ihtimal suyun geldiği dereceler Erklilik gösteriyor olabilirdi.
Akrotiri -Minoa adasına yakın komşu bir şehir- arkeolojik kazı
ları büyük bir volkanik hareket sonucunda yok olmuş şehri orta
ya çıkarttığında, yerel insanların evlerine çift boru döşediklerini
keşfetmişti, bir borunun sıcak jeotermal su, diğerininse soğuk su
akıttığı düşünülüyordu. Volkanın şehri yok etmesine rağmen bir
bakıma Minoa'nın sosyalleşmesini sağlamıştı, önemli bir nokta,
Santorini patlamasından türeyen büyük bir tsunami dalgası Gi-
rit'e toslamış fakat ada efsanevi Atlantis gibi ortadan kaybolma
mıştı; aslında olan, milattan önce 2000'lerde, Mycenaen adıyla
bilinen bir grup öfkeli Yunan tarafından fethedilmişti ve Mycena
en 1er daha sonra da efsanevi şehir Truva'ya saldıracaklardı.

KOKAN BİR YUNAN MI VAR?


Felaket mıknatısı gibi denizler tanrısını da çıldırtmayı başaran
Odessa, ikinci kez gemisiyle birlikte alabora olur. Yorgun, çıp
lak ve yaralı olarak ormana kaçan ve bir ağaç altında uyuklayan
Odessa, ertesi gün plajda çamaşır yıkamaya gelen genç bir pren-

101
Bir Günde Bir Miiyon Yd

ses ve yardımcılarıyla karşılaşır. Soylu prenses tarafından sorguya


çekilen kahraman Odessa -şanssız bir kral- kimliğini açık etmek
istemez. Mike Tyson'la kavga etmiş gibi duran Odessa Kral Al-
cinous'un misafirperverliği üzerine saraya gider ve temizlenmesi
için ona sunulan içi sıcak su dolu bakır küvete oturur. Prense
sin yardımcılarından biri de küvete girer ve Odessa'yı yıkadıktan
sonra güzelce yağlar sürerek temizler, ortaya çıkan parlak, seksi
bir erkektir. Prenses ona bir bakış atar ve vurulur! Akşam yeme
ğinden sonra kimliğini açıklayan Odessa'ya bu haliyle kimseyi şa
şırtmamıştır. Saraya geldiğinde meczup gibi duran bu adam, kü
vette kısa bir temizlikten sonra sanki gözlüklerini çıkartan Clark
Kent gibi değişime uğramış ve bir süper kahramana dönüşerek
herkesi etkilemiştir.
Eğer henüz bilmiyorsanız, Odessa. Homer'in destan şiiri
nin baş kahramanıdır, Odessa destanın ardından Homer ikin
ci bombasını patlatır ve İlyada destanını yazar (bazı âlimler
hâlâ Homer'in gerçekten yaşayıp yaşamadığını tartışadursun).
Odessa, on yıl süren Truva savaşından kaçmayı başarır fakat eve
dönüş yolculuğu talihsiz olaylar yüzünden on yıl sürer. Bu se
rüvende türlü badireler atlatan Odessa büyülü adalardan kaç
maya çalışırken korkunç canavarlarla savaşır ve dudak uçukla
tan romantik birliktelikler yaşar. Destanı okuyan bir kişi, Lost
dizisinin bu destan yanında bir çizgi fi lm gibi sırıtacağından
emin olabilir. Homer'in katkıları. Yunanların banyo kültürle
riyle alakalı birçok bilgi vermiştir. Hikâyelerde anlattığı cinsel
abartıları bir kenara bırakırsak, Odessa nın bir kadın tarafından
yıkanmış olması aslında seksüel bir atıf değildir. Aksine, bu ba
sit durum, insanı başkalaştıran bir olaydır. Bir adam, yorgun ve

102
Greg lenner

yaralı şekilde banyoya girer ve çıktığında yarı tanrı olarak göz


leri kamaştırır. Bunda bir mantık vardır; temiz olmak, vücudun
kirli doğasına karşı kazanılmış bir zaferdir ve Yunanların temiz
olmayla tanrısal olmayı bağdaştırdıkları da kesinlikle doğruluk
payı olan bir terim olabilir.
Birkaç yüzyıl ileri gidersek, Yunan medeniyetinin zirveye ulaş
ması, klasik dönemin milattan önce 5 yılına tekabül etmekte
dir. Şehir devlet Atina, gücünün doruğundadır tabii önüne gelen
herkes bakire bir genç kız tarafından yıkanamasa da, başka birisi
tarafından temizlenmek gelenek haline gelmiştir. Peki, bu nasıl
gerçekleşir? Acaba Odessa'nın yaşadığı nadiren sunulan lüks bir
karşılama mıdır yoksa daha çirkin kalçalara da aynı muamele
yapılır mı? Eğer Yunanistan'ın kuzeyindeki Oiynthos'a yolunu
nuz düşerse burada arkeologların hnnlanmış tuğlalardan yapılı
banyoların sığacağı evleri ortaya çıkardığını görebilirsiniz. Bu
banyolar muhtemelen mutfektaki ateşle ısınıyordu fakat bu bir
insanın komple içine uzanabileceği bir küvet gibi de durmuyor
du, normal boyutlarda bir insanın ancak beline kadar girebileceği
büyüklükteydi.
Bu tip küvete sahip olan evlerde aynca duvara monte edilmiş
başka bir duş kabini de mudaka bulunurdu bu duşlara labrum ya
da vazo şeklindeki kabinlerse onlara da louter denirdi. Mısırlılar
gibi hızlı duş aldıklarını anladığımız Yunanlar muhtemelen sabah
aldıkları duştan sonra akşam yemeğinden önce alacakları duşta da
bu çok seçenekli banyolarını kullanırlardı. Fakat tepeden tırnağa
yıkanmak isteyen Yunanların asıl tercihi hep halk hamamlarıydı
ibalaneion) bu hamamlar Atina'da çok meşhurdu. Geni iç hac
mi olan dikdörtgen binaların içi aynı Oiynthos'taki banyolar gibi

103
BirGttndeBirMUyonYil

sığ su kapasiteli oluklardan oluşuyordu ve şekli insanların içeride


oturduğunda sosyalleşebilmesi için daire şeklinde tasarlanmıştı.
Ayrıca birbirlerini yıkamak isteyen, rljymrm sabunu kullanan
(toprak ve külden yapılan bir sabun) insanlar için de gayet uygun
bir ortamdı. Hamamlar genellikle insanların ilk tercihi olsa da
farklı alternatifler de yok değildi. Sarnıçlarda bulunan fıskiyeler
de her daim soğuk su akardı ve isteyenler buralarda hızlıca duş
alabilirlerdi ya da serin bir havuza dalmadan önce buhar banyosu
yaparak iyice kirlerinden arınabilirlerdi.
Atina'da kadınların ve erkeklerin birlikte banyo yapması yasak
tı fakat su kaynaklarını halkın tamamı eşit kullandığı için sosyal
kimlikler konusunda sembolik bir eşidik oluşmuştu. Demokrasi
nin mucitleri iş kadın haklarına gelince ziyadesiyle anti-demok-
ratik kesilirlerdi, ayrıca köleler ve fakir insanlar için de tutumları
^klı olmazdı fakat zenginler ya da soylular, kendilerinden kötü
durumda olan insanlarla aynı banyoda bulunmaktan şikâyetçi ol
muyorlardı, çünkü ^kirlik bulaşıcı değildi.
Tabii herkes Atinalıların bu rahat temizlik geleneklerinden
hoşnut değildi. Oyun yazarı Aristophanes'in Bulutlar adlı oyu
nunda genç erkeklerin hamamlara gelip narin kadınlar gibi her
yerlerini temizledikleriyle dalga geçiyordu ve bu gerçekti. Genç
lerin hamamlara gelip çıplak vücudarını yıkadıktan sonra birbir
lerini yağladıkları teatral bir görüntü yarattığı için etraftakilerin
ilgisini çekerdi. Bu manzara kadınların göz kenarıyla izlediği,
maço erkeklerin gösterisi gibi de algılanıyordu fekat cinsel baskı
nın tavan yaptığı Atina'da kadınların evlerini terk etmesi imkânsız
gibi bir şeydi, o yüzden bu manzarayı bırak görmeyi, yakınından
bile geçemezlerdi. Aristophanes'in eleştirisi, komşuları olan sinirli

104
Greg leimer

Sparta halkının isyanıyla karşılaştırılıyordu. Sparta'nın askeri hal


kında erkeklerden maksimum derecede katı olmaları beklenirdi.
Hatta kadın ve çocuklardan bile. Bu savaşçılar kafalarına estikçe
kurtlarla bile güreşirlerken banyoda birbirini sabunlayan erkek
lerden iğrenmeleri kadar normal bir görüntü olamazdı. Bir çifte
standardı da göz ardı etmemek gerekir. Savaşçı Spartalılar büyük
bir savaşa girmeden önce saçlarını titizlikle tararlardı; bu ritüel de
yeteri kadar sert erkekleri olan Spartalılar'a baktığınızda garip bir
genelekti.
Size Yunanlarla alakalı meşhur bir banyo hikâyesi soracak
olursam bana mutlaka Arşimet'in yerli adası Syracuse'da kirli
vücudunu temizlemek için gittiği hamamda aniden kafasında
ki altın tacın su üzerinde nasıl durduğunu fark etmesini anla
tacaksınız. 'Euraka!' çığlığı (Buldum!) keşfin ve icatların en po
püler ünlem işareti olarak tarihe kazındığını biliyorsunuz fakat
söylentilere göre Arşİmet mutluluktan Yunanistan sokaklarında
çıplak koşmuş fakat bu güzel kutlama modern bilim adamları
tarafından hep göz ardı edilmişti, öte yandan, Arşimet'in bilime
olan tutkusu sonunu da getirmişti. İşgalci Roma donanmasına
tek kişilik bir savunma yapan ve yaşadığı koya yaklaşmamaları
için farklı aletler üreten Arşimet, büyük donanmaya fezla daya
namamış ve onu esir alması için gönderilen bir asker tarafından
kılıçlanarak öldürülmüştü. Bunu anlatmamın sebebi, yazar Plu-
tarch Romalıların aslında Arşimet'i yakalayarak onun deha bey
ninden yararlanmak istediğini. Yunanların icatlarını kendilerine
aktarmayı planladıklarını kâğıda dökmüştü. Baleneion bunlardan
sadece bir tanesiydi.

105
Bil Günde Bir Milyon Yıl

ROMA HAMAMLARINA BİR DALAUM


Yunanlar gibi, Roma hamamları da (thermae) hypocaust sıstt-
mini kullanıyorlardı. Bu sistem yer altından ısıtma sistemiydi ve
sütımlarm arasına monte edilerek köleler tarafından kaynatılan
kazanlardan gelen suyu yukarı, odalara ve havuzlara taşırdı. Bu
hamamlardaki su ısılarını ayarlamak için çok detaylı tesisatçılık
işi yapılmıştı fakat thermae hamamlarındaki en kritik nokta her
kesin bu hamamlara girme serbestliğiydi, fakat abi aynı anda de
ğil. Gelenlere göre kadınlar ve erkekler ayrı yıkanırdı, tabii -Ati
nalıların aksine- aynı binayı paylaşabiliyorlardı. Kadınlar, köleler
ve hizmetkârlar genellikle sabahları hamamlara gelirdi, erkekler
ise öğleden sonra akşama kadar zamanlarını hamamlarda geçi
rirlerdi.

Hamamları kullanma konusunda katı kurallar hiçbir zaman


olmamıştı, ama ortak noktaları vardı; ziyaretçilerin geldikleri ilk
anda egzersiz salonuna girerlerdi {palaestra) burada iyice terledik
ten sonra sıcak alan, tepidarium bölümüne geçerlerdi. Bu salon
lar arasında sıcaklık sürekli değiştiği için sonraki adımları buhar
odası (sudatoria) olacaktı. Burada, duvarlardaki açıldıklardan
kuru bir sıcaklık iyice terlettikten sonra caldarium odasına geçilir,
burada sıcak su dolu bir havuz bulunurdu ve muhtemelen bir
köle buraya gelenleri sabunlu suyla iyice yıkar ve yağlardı hatta
demir bir kese olan strigil ile keselerdi. Sonraki adım ise tekrar
tepidariuma geçilerek dinlenen ziyaretçiler ardından fiiffdarium
odasına geçerek girdikleri serin suda ferahlardı, ardından ikinci
bir yıkanma yağlanma seansı gelirdi. Yani beş dakikalık banyo se
anslarımızın Romalılarınkinden kısa olduğunu söylemem lüzum
yok umarım.

106
Greg lenner

Şimdilerde yıkanma alışkanlıklarımızı olabildiğince gizli yap


maya çalışıyoruz, en yakınlanmız dahi kapalı ve kilidi kapılar
ardında temizlik görevlerini yapıyor. Fakat Romalılara baktığı
mızda tamamen topluluk olarak banyo yaptıklarını görebiliyo
ruz. Çok rahatlardı. Banyo yaparlarken yüzlerce insan hep bir
arada bulunuyor ve aslında temizlik için kullanılan thermae ha
mamlar aynı zamanda insanların buluştuğu, sohbet ettiği, yeni iş
arkadaşlarıyla tanıştığı dedikodu yaptığı ya da kenardan milleti
izlediği bir yer olarak kullanılıyordu. Roma'da banyolara gitmek,
şimdilerde yapılan spor seansları sonrası uğ adığımız hamam, sa
una ve havuz seanslarının birleşiminden oluşan sosyal bir aktivite
gibiydi tabii ekstra olarak sallanan cinsel organlar da olaya renk
katıyordu.
Bu sosyal merkezler, kitlelerin faydası için yapılıyordu ve bu
gibi binaları halka hediye etmek muhteşem bir prestij kaynağıydı,
müşterileri hem onurlandırıyor hem de şevklendiriyordu. Cara-
calla Hamamları 3. yüzyılın başlarında inşa edilmişti ve kolaylık
la 1,600 kişiye ev sahipliği yapabiliyordu ve sadece ana hamam
bölgesi, büyük kompleksin ortasında yer alıyor ve modern bir
futbol sahasının iki katı büyüklüğe tekabül ediyordu. Aynı za
manda hamamda iki farklı kütüphanede yem Yunanca hem de
Latin alfabesinden kitaplar bulunuyordu, bu hamamlarda okuma
alışkanlığının ilk adımlarındandı.
Bu büyüklükteki bina, Roma'da banyo adetlerinin nasıl oldu
ğunu göstermeye yetiyordu, birçok açıdan Roma kimliğini ortaya
koyuyordu, imparatorluk gittiği her yere bu banyoları yavrusu
gibi götürmüştü. Carcalla'nın hamamları büyük bir mühendis
lik katkısıyla yapılmış olsa da, diğer yerlerde yapılan hamamların

107
Bir Günde Bir Milyon Yıl

büyüklüğü çok fark etmiyordu, önemli olan niyetti: temizlik me


deniyetin gelişimiyle paralel ilerliyordu ve yapılan tanıtımlar bar
barların silahlarını bırakıp bir Romalı gibi yaşamaya davet edi
yordu. Fakat su her ne kadar vatandaşların doğal hakkı olsa da bu
eşit dağıtıldığı anlamına gelmiyordu. 1. yüzyılda su Roma'ya ke
merlerle ulaşıyordu ve hiyerarşik olarak bölünerek dağıtılıyordu;
%10 imparatora, %40 vergilerini ödeyecek kadar zengin olanlara
ve geri kalan %50 de halka ait tesislere gönderiliyordu. Bu fa
kirlerin evlerinde su kanalları olmadığını gösteriyor ve sokaklara
çıkıp su temin ettiklerini açıklıyordu fakat çok uzağa gitmeleri
gerekmeyecekti: Romalılar, zirvedeyken en az 900 tane hamam
ları bulunuyordu.

TANRISALUĞIN YANINDA...
Genç Bindeshvvar Pathak'ın merakı onun önüne geçmişti.
'Dokunulmaz' bir insanın yakınında durmak Hindistan'da do
ğuştan kirlenmiş kadar kötü sayılıyordu, Pathak büyüdü ve sos
yologlar arasında söz sahibi oldu, ayrıca temizlik konusunda da
kampanyalar yapıyordu, ama gizemli yabancılara dokunmadan
duramıyordu. Bu 'dokunulmazların' ciltleri dokunulduğunda In-
diana Jones filmlerindeki Nazi'ler gibi erimese de Pathak kirleni
yordu bir kere. Büyük annesi torununun yaptığı bu elim davranı
şı öğrenir öğrenmez onu kutsal banyo yapması için zorladı. Tabii
bu bizim banyolarımıza benzemiyordu... Kurtuluşu bir ineğin
dışkısı ve sidiğini gargara yapmasından geçiyordu.
Hinduizm'de inek kutsal bir hayvan sayılır, yani bilimsel ka
nıtlara rağmen, aksine dışkıları kutsaldır. Kirli bir insana dokun
manın panzehiri çok daha kirli bir şey yapmak temizlik fikrinin

108
Gıeg lenner

aslında ne kadar da garip bir şey olduğunu gösteriyor, kültürel bir


hadise. Eğer antik zamanların kutsal topraklarına gidersek, eski
İsrailliler ibadet yerlerini kurban edilen hayvanlardan aldıkları
hattat kanlarıyla yıkar ve kötülükleri temizlerlerdi, tabii bu her
'kanın temiz olduğu anlamına gelmiyordu. Kadınlar, regl döne
minden .sonra yedi gün boyunca seks yapamazlardı ve kendini
mutlaka Mikhev adı verilen banyoda yıkaması gerekirdi, Mikveh
aynı zamanda dine yeni katılanların vaftiz edildiği ya da Yahu
di olmayan birinden alınan malları temizlemek için kullanılırdı,
kutsal bir bulaşık makinası gibiydi.
Mikveh temizliğin sadece vücutta kalmayıp ruh için de önemli
olduğunu gösteren sadece bir örnek. Suyun tüm büyük dinlerde
kutsal bir temizleme gücü olduğu ortada fakat biri hariç... Pagan
Yunanlar evlilikten önce vücutlarını yıkıyorlardı, Hindular kutsal
banyolarında kirlerinden arınıyorlardı, Budist ve Shintoisder de
suyun temel bir temizlik gücü olduğunu inanıyorlardı, islam'da
öyleydi. Peki Hıristiyanlık? Pek değil...
Hıristiyanlığın küçük bir kabile dininden temel bir dine yük
seldiği dönemler Romalıların hamamlarının meşhur olduğu
dönemlere denk geliyor fakat Hıristiyanlığın erken dönemle
rinde inanlar hamamların modasının geçtiğini düşünüyorlardı.
Başlarda tepkileri yumuşaktı. İskenderiyeli Clement, 2. yüzyıl
da yaşamış ılımanlardandı ve banyoya gitmenin dört ana koşulu
olduğunu söylüyordu: zevk, ısınma, sağlık ve temizlik. Bunların
arasından son iki amacın ancak Hıristiyanlara uygun olduğunu
öne sürmüştü, yıkanmak ona göre normaldi fakat bundan zevk
almamanız makbuldü ve tabii çıplak insanlara da bakmamanız
gerekiyordu fakat tılsımlı Aziz Jerome bu fi kirlerin hiç birini ka-

109
Bir Günde Bil Milyon Yıl

bul etmemişti, ömrünü 4. yüzyılda geçiren Jerome, Roma im


paratorluğunun çöküşüne şahit olmuş ve meşhur hamamların
yok oluşunu zevkle takip etmişti. Ona göre sıcak su şehveti ve
azgınlığı arttırıyor, bakirelerin günaha girmesine neden oluyordu
ve yasaklanmalıydı; hatta dahası Hıristi)'anlann banyo yapmama
sı gerektiğini savunuyordu. Erkekler için: "İsa ile yıkanmış her
kimse tekrardan banyoya girmeye gerek duymaz," diyordu ve bu
söylemi Bethelelem'li arkadaşı Aziz Paula tarafından destekleni
yor, bakire kadınlara: "Temiz bir beden ve kıyafet pis bir ruha
işaret eder," diyordu. Bu bize ne kadar garip gelse de temiz olmak
insanları türlü günahlara itiyordu. Aziz Jerome'nin notlarında,
özellikle İncil çevirisinde çoklukla ilk Hıristiyanlığın izleri görü
nüyordu fakat aynı zaman da notları kendini hayattan soyutladı
ğını da açığa çıkartıyordu. Ascetics (dünyevi işlerden kendilerini
soyutlayanlar) İsa'nın çöldeki hayatını taklit etmeye çalışıyorlar,
varoluşlarını en temel dünyevi rahatlıklarla ruhsal bir savaşa adı
yorlardı. Bazıları kendilerini öyle soyutlamıştı ki, neredeyse insan
yüzü görmüyorlardı.
Bu denli bir soyutlamanın şampiyonu bilge aziz Simeon Sty-
lites'ti. Yeni Hıristiyanların merak ettiği bu adam, sürekli neden
böyle bir kader yaşadığı konusunda sorulara maruz kalıyordu.
Çünkü hayatını 15 metre yükseklikteki küçük bir platformda 37
yıl geçirmeyi başarmıştı, David Blaine'in arkaik bir kopyası gibiy
di. Fakat birçok ascetics genellikle manastırlara dönerler ve bu
rada insanların davranışlarını düzeltmeye uğraşırlardı, yıkanma
da bunlara dahildi. Benedict tarikatının kurucusu Aziz Benedict,
sadece duruma göre banyo yapmaya izin veriyordu, "Banyolar
hasta olanlara sıklıkla açılmalıdır," diyordu, fakat sağlıklı insan-

UO
Greg lenner

lara çok nadir durumlarda açılabiliyordu, özellikle de gençlere...


Buna rağmen Benedict'in birçok keşişi, kutsal bayramlarda, pas
kalya, noel ve hamsin yortusu günlerinde banyoya girebiliyorlar
dı. Geri kalan günlerde ise küçük bir su kabı işlerini görüyordu.
Kutsal pisliğe bulanık olma pratiğinin adı alomia idi ve bu
Hıristiyanlar için kutsalhğı gösteren yegâne işaretti, fekat Müs
lümanlar bu alışkanlıktan ikrah ediyorlardı. Hz. Muhammed te
mizliğin imanın yarısı olduğu açıklıyor ve yıkanmanın bir ibadet
olduğunu söyleyerek gündelik hayatın içine olmazsa olmaz bir
şart olarak koyuyordu. Müslümanlar güne abdest alarak başlı
yorlardı ve bu yıkanma günde 5 vakit kılınacak namazlar önce
si tekrar ediliyordu. Eller, ağız, burun, surat, sağ ve sol kollar,
kulaklar, sağ ve sol ayaklar temizleniyordu. Bu titiz işlem aynı
zamanda hâlâ tuvalederden sonra da yapılıyordu, abdest genel
olarak vücuttan atılan herhangi bir sıvı sonrası -mesela bir kesik
gibi- yapılıyordu. Fakat İslamiyet'in temizliğe olan büyük katkısı
Romalıların da geleneği olan halk banyoları hamamlara benzeyen
ve şimdilerde sıklıkla Türk Hamamı olarak bilinen hamamlardı.
Bu hamamlarda en yoğun temizlik olan ffisül abdesti yapılabi
liyordu, yani cinsel ilişki, adet kanaması ve diğer büyük kirlerden
arınmak için hamamlar kullanılıyordu. Hatta 9. yüzyılda Bağ
dat'ta 1,500 ayrı banyo vardı ve bu rakam Roma'nın zirvesinde
sahip olduğu rakamın neredeyse iki katıydı, yani İslam toplumla
rında günlük hayatta hijyenin önemi açıkça ortaya konulmuştu.
Yıman ve Romalılardaki gibi, dini gelenekler kadın ve erkeğin
ayrı banyo yapmasını dikte ediyordu, Müslüman ve Yahudiler-
de de öyleydi fakat îslami inanış halk içindeki çıplaklığı sertçe
reddediyordu, yani azgınlık —Aziz Jerome'nin de dediği gibi— or-

U1
Bir Günde Bir Miiyon Yıl

taya çıkmıyordu. Bu yasağı bir kenara koyarsak, herkesin banyo


yapma hakkı vardı, çocuklar ve hizmetliler ücret ödemiyorlardı,
amaç nüfusun büyük bir kısmının temiz kalıyor olmasıydı.

Bu sabah uzun bir banyo yapmak yerine hızlı bir duş yap
mayı seçtik ve sıcak suyun altına girer girmez sabun üzerimizde
köpürmeye başladı, sıcak uykumuzu hafifçe açmaya başlarken
bizi önümüzdeki güne uyandırmaya çalışıyordu. Fakat eğer daha
yoğun bir sıcak istiyorsak —şu saçınızı kafanıza yapıştıran ve sizi
bebek gibi gösteren— o halde bir spor merkezine giderek saunaya
oturabilir ve arkaik çağlardaki gibi gelenekleri devam ettirebiliriz.
Hamamların buharı çok iyi kullandığını zaten biliyorduk ve
halen tüm dünyada da kullanılıyor. Fakat aynı zamanda buzlu ku
zeyin Vikinglerinin de sauna bağımlısı olduğunu biliyor muydu
nuz? Biz onların sıklıkla kirli barbarlar olarak adlandırıldıklarını
anımsıyoruz -tecavüzcü, yağmacı ve kundakçı- fakat Viking'ler
aslında inanılmaz titiz ve takıntılı insanlardı. Erkekler her cumar
tesi toplanarak Latıdag dedikleri yıkanma günü yaparlardı. Bu
günü Sakson erkekleri çok garip bulsa da kadınları ortada olan
nedenlerden ötürü bayılırlardı. İsveç'lilerin tüccarları ve paralı as
kerleri İsveç Rus'ları -Rusya'yı dolaraşak İstanbul'a gidenler- çok
daha temizlik takıntılılardı, İslam âlimi Ibn Fadlan'ın notları, bu
tüccarların suratlarını her gün dehilarca hizmetlilerini yıkattıkları
yazmaktaydı.
Vikingler, Columbus tarih kitaplarına girmeden 5. yüzyıl
önce Kuzey Amerika'yı keşfetmişlerdi fakat bu ziyaretlerini daha
çok komşularıyla savaşarak geçirdikleri için gündelik hayatları-

112
Greglenner

m not almamışlardı. Eğer düşman yerine dost edinecek olsalardı


bu yerlilerin aslında terapi niyetine terleme seansları yaptıkları
nı görebileceklerdi. Hatta 7. yüzyılda yaşamış Hollandalı gezgin
David De Vries, Algonquiaiî kabilelerinin, Atlantik kıyısında ter
banyoları kullandıklarını nodarına eklemişti {pesapunck) bu saye
de vücudarmı hastalıktan, kirden temizliyorlardı. De Vries, aynı
zamanda bu ter kabininin küçük ahşaptan bir ocak olduğımu ve
içinin kille kaplandığını, özellikle nehir ve göl kenarlanna yapıla
rak içeriden çıkan insanlann sıcaktan kaçıp, serin suya girebilme
sini sağlamışlardı diye notlarına devam ederken anlatılanın aslın
da Roma imparatorluğunun geleneklerindeki fri^danum'lanna
ne kadar benzediği de ortaya çıkartıyordu.
Vikingler ve Amerika yerlilerinin tanışma hikâyelerinden daha
az vahşi ve uyumlu olanı, 1638 yılında bir grup Finlandiyalı ve
îsveçli'in Delavvare Nehri vadisine gelmesiyle ortaya çıkmıştı. Bu
iki grubun eşyaları montaja hazır halde paketler içinde olmama
sına rağmen -her zaman yaptığım IKEA şakasıdır- kendilerine
yetecek kadar İskandinav tipinde yerleşim kurmayı başarmışlardı.
Yerli komşuları bu insanların yaptıkları saunaları gördüklerinde
ciddi anlamda sevinmişlerdi ve hemen ardından bu insanları 'ter
banyosu insanları' olarak adlandırmışlardı. Bu arada, dünyanın
diğer tarafında bir grup Avrupalı, farklı tüccarlar-Hollandalılar-
sıklıkla Japonya'yı ziyaret ediyorlardı, oradaki kültür de temiz
liğin temel şart olduğuna inanıyordu ve bu gelsinler, gittikleri
yerlerdeki insanların çevrelerinde bulunan volkanik arazileri çok
iyi kullandıklarını görmüşlerdi. Sıklıkla sıcak su kaynakların duş
alıyorlardı ve bu kaynaklara onsen adı verilmişti, halk için olanla
rına da sento deniliyordu.

113
Blı Günde Bir Milyon Yd

Yani bir sonraki sauna ziyaretinizde hem kıtdar arası hem de


antik bir geleneği devam ettirdiğinizi hatırlayın.

TEMİZ HACULAR
Ortaçağ şövalyesi olmak için gerekli olan özellikler sizce neler
di? Adetik olmak, cesaret ve binicilik mi? Evet, evet ve evet, peki
başka? Pekala, şövalyeler çok derin dini tutkulara sahip olmalıydı,
tabii bu onlara önlerine gelen günahkarları tokatlamaları hakkı
nı vermiyordu ama idare edilebilirdi. Ayrıca bu savaşçıların krala
bağlı olarak savaşma istekleri de hat safhada olmalıydı, sebebi ne
olursa olsun, dürüstlük, halkçılık ve yardım severlik olgularını
her şeyin üzerinde tutmaları gerekirdi -her ne kadar şiddetten
daha zor gözükse de-böyleydi. Ah, son bir şey daha... muhteme
len temiz taşaklara ihtiyaçları vardı.
Yüzlerce yıl boyunca manastırlarda ve topluluk arasında kutsal
kirliliğe göz yuman Hıristiyanlık tarihinde 12. yüzyılda sürpriz
bir şey yaşandı. Hâlâ Hıristiyanlık tarihinde tartışılan bir dönem
olsa da. Haçlı Seferleri kutsal toprakları îslam devlederinden al
mak için yapılıyordu ve binlerce kirli askerin kontrol edilmesini
gerektiriyordu. Sonra aniden hamamlar her şeyi bir kenara bı
raktıklarında iyi bir fikir olarak gözükmüştü ve şövalyeler bunu
gözden kaçırmıyordu. Birbirlerine asalet sözüyle bağlılardı ve bu
kadınlara yapılması gereken romantik yaklaşıma ciddi bir vurgu
yapıyordu. Tabii kısa süre içerisinde soylu edebiyatı kokuşmuş
alousia geleneğini soylu temizliği karşısında eleştirmeye başlamış
tı, -kirli eller, dolu tırnaklar, terli koltuk altları, kıllı kasıklar- bir
anda romantik buluşmalar için uygunsuz hale gelmişti.
Tabii samimi temizlik tavsiyeleri alanlar sadece adamlar değil-

114
Gıeg lenner

di. The Trotula, Ortaçağ kadınları için, İtalyan kadın bir fizikçi
tarafından hazırlanmış kadın ilaçları listesiydi. Bu liste yetişkin
kadınların her türlü temizlik ihtiyaçlarını, kokan vajinalarını,
kasık bitlerini ve kirli yerlerinin yıkanmasını ve belirli ilaçlarla
temizlenmesini söylüyordu, bu doğru yola atılan ilk adımdı fakat
peki ya tarlalar ve şehirlerde çalışan binlerce insan ne olacaktı?
Bu insanların vahşi kokuları da yavaş yavaş büyük bir sorun hale
geliyordu, Aquinaslı 1homas,.13. yüzyılın parlak din adamların-
dandı ve orta doğudaki temizlik ve mis kokma geleneklerini ken
dilerine uygulamak istiyordu. Bu Tanrı'nın rahmetini simgeleyen
güzel bir kokudan ibaretti -iyi yaşayan insanları bekleyen cenne
tin habercisiydi- fakat aynı zamanda kiliselerde yapılan toplan
tılarda ortaya çıkan leş kokusunun da önlenmesini sağlayacaktı.
Peki bok kokan fakirlerin çözümü ne olacaktı? Tabii ki ban
yolar! Aziz Jerome'nin militarist yasaklarına karşılık Islami ha
mamların Ortaçağ versiyonları Hıristiyan Avrupa'sını yavaş yavaş
kaplamaya başlamıştı. Fakat bu hamamlar günlük kullanıma açık
değildi ve Bağdat'taki sayının neredeyse onda biri kadardı -1290
yılına kadar sadece Paris'te 26 tane vardı— bu rakam, alt sınıfların
aylar boyunca sabun yüzü göremeyeceğini ortaya koyuyordu. Fa
kat sayısı az olan hamamlar bu eksiği çıplaklıkla tamamlamıştı.
Antik tbermae hamamlarının özelliklerini alan yeni hamamların
İngiliz sürümlerine 'stews' adı verilmişti, bu isim direk olarak sek
süel ahlaksızlığı akla getiriyordu. Karma banyoların serbest olma
sı bu durumu kaçınılmaz kılmıştı. Gerçekte hamamlar bu denli
ahlaksızlığın yapıldığı yerler olmamıştı, hatta zengin çiftler sıcak
banyolarda romantik yemekler bile yiyebiliyorlardı fakat bu size
masum geliyor olsa da aslında tüm hikâyeyi anlatmıyordu...

UB
Bir Günde Bir MUyon Yıl

Bu evli kadınların alçak gönüllülüğünü üzerlerini örterek ko


rumaları gerekirken, bekâr erkeklerse bakir kızlar tarafından sa
bunlanırken sadece köpüklerin keyfini çıkartmıyorlardı, birçoğu
sadece kirli birkaç kasık yıkamaktan daha fazlasını yapmaya he
vesliydi. îtalyan, hümanist ve bilim adamı Gian Francesco Poggio
Bracciolini, seyahatlerinde Almanya'daki Baden hamamlarının
ahlaki konuda çok liberal olduğunu notlarının arasına yazmıştı:
"Eğer zevk bir adamı mutlu edecekse, bu mekân refah ve mut
luluk getirecek her şeyi vaat ediyor." Altlakçı kesim, Almanya ve
İsviçre'deki hamamlarda çıplaklığın serbest olduğunu öğrendik
lerinde deliye dönmüşlerdi, iki cins için de çıplaklık serbestti ve
çok nadiren ayrı banyo yapılırdı. Yani, 'stew' hamamlarında ne
derecede ahlaksızlıklar yapıldığım bilmek imkânsız olsa da HBO
dizilerindeki gibi çırılçıplak ve ortalıkta nedensiz dolaşan kadın
ları görmek mümkündü; HBO dizileri öyle değil mi?
Banyolar bir kere gözden düşmüştü ve sonra -geri dönüş ya
pan bunak bir rock grubu gibi— görkemli bir geri dönüş yap
mışlardı. Fakat bu döngü kısa sürmüştü. 1340 yılında Avrupa'yı
yok eden Kara ölüm kıtasal nüfusun %30'unu yok etmişti ve
korku banyo yapma konusunda katı kurallar ve karşı görüşler or
taya çıkartmıştı. Halk banyoları tehlikeliydi. Çok geçmeden, özel
mülklerde banyolardan gelen suyla yıkanmak da bitecekti, yeni
bir trend doğuyordu.

KETEN ÇAĞI
16. yüzyılda Kraliçe Elizabeth sarayına gösterişli bir banyo
yaptırmış ve halkına her ay banyo yaptığını ilan etmişti, muhte
melen adet dönemlerinde banyo yapıyordu, muhtemelen gerekli

116
Gıeg lenner

olsa da olmasa da modern standardarm gerekliliğiydi. Bunun al


tında kalmamak isteyen kuzeni iskoç Mary Queen'de Holyrood
sarayında bir banyo yaptırmıştı lâkat hijyenik alışkanlıklarını oğ
luna aşılayamamıştı. VI. Kral James, tahta bebekken oturduğun
da Mary Queen zina yaptığı -ve iğrenç bir zevk düşkünü- için
Iskoçya'dan kovulmuştu. Ve gerçekten iğrençti: ilk kocası kulak
enfeksiyonundan ölmüştü, ikincisi ise kendi sekreterini öldür
müş, 3.SÜ ise 2. kocasını katletmişti...
Elizabeth, Mary'nin kellesini almadan 20 yıl geçecek ve küçük
oğlu James annesinin yokluğunda farklı alışkanlıklar edinecekti.
1603 yılında CVsine ingiltere Krallığı'nı eklediğinde vücudunu
temizlemeyi tamamen bırakmış, sadece ellerini ara sıra yıkar ol
muştu. Bu kişisel bir özellik değildi fakat tıptan gelen yeni bir
öneri üzerine Avrupa'da popüler olan sihirli keten kumaşını kulla
nıyordu. 17. yüzyılın başlarında, Katolik komplocu Guy Fawkes
tarafından havaya uçurulmamak için elinden geleni yapan James,
bu dönemlerde Fransızların fikrini benimsenmişti; banyolar artık
gereksizdi çünkü keten kumaşı yıkanmaya alternatif bir temizlik
malzemesiydi ve daha etkiliydi. Pratikte de çok kolaydı; üstünûz-
dekileri sıklıkla değiştirdiğinizde içinizi temizlemek zorunda kal
mıyordunuz.
Fakat bu kıyafet alışkanlığının popülaritesi garip ve yeni çıkan
bir inanışla daha da körüklenecekti, artık yıkanmak ters yönde
akan trafikte paten yapmak kadar tehlikeli sayılacaktı. Bilimsel
düşünenler, cildin vücudu koruduğunu ve tehlikeli maddelerin
vücuda girmesini engellediğini söylüyordu. Açıkça, banyoya gi
rip ıslanmak bu koruyucu tabakayı akıtıyor ve baş dönmesi, hal
sizlikle birlikte kasları yumuşatıp kullanılmaz hale getiriyordu.

117
Bir Günde Bir Milyon Yıl

Hatta hamile kadınların suya girdiklerinde erken doğum yapa


caklarından korkanlar bile vardı, çünkü anna karnı aniden gevşe
yerek fetüsün kayıp dışarı çıkmasına neden olabilirdi, yani bebek
bungee jumping yapar gibi hamamda kadınların bacak arasında
sallanabilirdi.

Böyle kötü bir durumu ortadan kaldırmak için İngiliz bir bi


lim adamı, karmaşık bir güvenli banyo geliştirdi, ömrünün ileri
dönemlerinde talihsiz bir şekilde ölecek olan Francis Bacon, bir
tavuğu karla doldurup 26 saatlik banyo küründen sonra hipo-
termi olup ölmüştü, işte şimdi size bu sıra dışı banyo tekniğini
açıklıyoruz:

1.Yıllanacak kişiyi yağlayın.

lanmış ve mumlanmış kumaşa sarın.


3. İki saat banyo yaptırırken kıyafetin üzerinde durma
sına dikkat edin.

4. Banyodaki suyu boşaltın ve kişinin üzerindekini 24


saat daha bekletmesine dikkat edin.
5. Eğer cilt sertleşmiş ve gözenekler kapanmışsa, işlem
doğru gidiyor demektir.
6. Kıyafeti çıkartın, cildi yağlayın, safran ve tuz ile kap
layın.
7. Tebrikler, ilk defa bir insanı su geçirmez yaptınız.

118
Gıeg lenner

Bu kulağa koruma için yapılan ilaçlamadan ziyade marine


edilmiş fırında tavuk tarifi gibi gelse de sıcak banyolar tamamen
yasaklanmamıştı. Bazı aksi doktorlar tarafından reçetelere yazıh-
yordu fakat ancak diğer tedaviler yanıt vermediğinde kullanılırdı,
sıcak banyo riskli bir prosedürdü. Hastalar, bu tehlikeli tedaviyi
yapmadan önce vücutları insanı kusturan ilaçlarla yıkanırdı ve
ancak tibbi olarak İzlenmek şartıyla sıcak suya girmelerine izin
verilirdi, tki taraftan da pisliklerini akıtan insanları da göz önüne
aldığımızda, banyo yapmak her halikarda gerekli bir aktiviteydi.
1610 yılında Fransız IV. Henry mali işler bakanına, Sully Dü
küne bir mesaj yolladığında ulak Dükü sıcak banyo yaparken
bulmuştu. Endişeli haberleri alan Kral paniklemiş ve düke hiçbir
şekilde evini terk etmemesini söylemişti; Sully nin kırılgan ola
cağını düşünmüştü ve Kral iyileşmesini bekleyebilirdi. Şimdiki
kabine liderlerini bakanları banyo yaptıkları için toplantıları iptal
ettiklerini hayal edemesem de bu 17. yüzyılda suyun hain potan
siyelini gözler önüne seriyordu. Banyolar gündemden düşünce
Fransızlar keten devrimini geleneklerinin ortasına yerleştirmişler
ve gururla atalarının hijyenik geleneklerini görmezden gelmiş
lerdi. IV. Henry'nin oğlu, HV. Kral Louis babasının banyodan
sakınan ayak izlerini takip etmişti ve gururla "Babama çekmi
şim, kol aldarım kokuyor," demişti. Göz alıcı KTV. Louis Versay
Sarayı'na banyo yapılmasına müsaade etmiş fakat kendi girmeye
imtina etmişti fakat torunu Prenses Palatine, notlarında uzun ve
tozlu bir yolculuktan sonra banyoda yüzünü yıkamaya zorlandı
ğını yazmıştı.
Vücudarına kir tabakası biriktirmeye hevesli olanlar sade
ce Fransız aristokradar da d^ildi. İngiliz Leydi Mary Wordey

119
Bir Gttnde Bir Milyon Yıl

Montagu neredeyse kirlilikten kahraman ilan edilmişti, saçları taş


gibi ve yağlı gözükürdü. Birileri cesarcdenip onun kirli ellerine
laf ettiğinde: "Eğer ayaklarımı görsen ne derdin?" diye cevabını
hemen almıştı. Kadın ciddi anlamda keskin bir dile sahipti ve
kızamığın farklı bir türünü Britanya ile tanıştırmıştı bu yüzden
onun bu güvenini biz de gururla alkışlamalıyız. Fakat söylemeden
geçemeyeceğim, bu kadınla aynı faytonda, yazın seyahat etmek
istemezdiniz.

SICAK SU SOĞURSA
Pekala, eğer krallar ve kraliçeler vücut kokularıyla parfümü
karıştırıyor ve suratlarını yıkadıklarına korku ile doluyorlarsa,
bugün biz neden banyo yapıp her yerimizi temizlemek ihtiya
cı hissediyoruz? Açıkçası sürekli değişen bu fikirler 18. yüzyılda
bir çift yeni fikir takımı tarafından değiştirilerek kir tarikatının
sonunu getirmişti. İlk olarak gözenekleri tıkama teorisi yok edil
di, tibbi uzmanlar gözeneklerin insan vücudundaki zayıf halkalar
olmasından ziyade gözeneklerin aslında küçük vanalar olduğunu
ve kirli/temiz havayı ayırdığını açıklamaya başlamışlardı, yani gö
zenekler açık tutulmalıydı.
Bu bilimsel fikirlere müttefik olarak Jobn Locke gibi filozoflar,
Sir Jobn Floyer gibi fizikçiler soğuk suya karşı yeni bir bakış sergi
lemişlerdi. örneğin nehirlerde yüzmeyi tavsiye ediyorlardı, soğuk
kürün vücudu sağlamlaştıracağı ve daha uzun ömürlü yapacağı
fikrini yayıyorlardı. Bu aynı zamanda Jean Jacques Rousseau ta
rafından yayılan ve gelişmekte olan natüralist akımla da birleş
miş, radikal İngiliz metotçularının lideri Cbarles Wesley'in tabiri
'Temizlik, tanrısallıktır' ile de kuvvedenmişti. Su doğal dünyanın

120
Gıeg Jenner

büyük bir parçasıydı ve nasıl kötü bir şey olabilirdi ki?


İlk önceleri insanlar için faydalı olan yıkanma sonraları hayati
tehlike olarak adlandırılmıştı ve şimdi tekrardan terapi şeklinde
tedavi olarak insanlara uygulanıyordu. Zenginler arasında denize
gitmek, nehirlerde yüzmek ve kaynaklardan -aynı benim yaşadı
ğım yerdeki Royal Tunbridge Wells gibi- su içmek moda olmuş
tu. Tıbbi turizm ekonomiyi uçurmaya başlamış, su mucize bir
ürün haline gelmişti. Fakat en önemlisi, onay alan sadece soğuk
su da değildi. Napolyon Bonaparte Avrupa'nın fethini planlarken
sıklıkla sıcak su banyosu yapıyordu, muhtemelen Avrupa'nın Af
rika, Orta doğu, ve Asya'ya koloni olarak açılmasından etkileni
yordu, bir zamanların hamam sefaları akıllara gelmişti, hatta kirli
Leyd, Montagu bile yurt dışına yaptığı seyahatlerden sonra Türk
hamamlarından çok etkilenmişti bu sıralarda Hintli girişimci
Sake Dean Mahomet geleneksel hint champusamı İngiltere'ye
getirmiş ve dönemin kraliyet ortamına kafa masajlarını ve buhar
banyolarını getirmişti. Bu sayede Kral VI. George'un şampuan
uzmanı bile olmuştu.
Yani sıcak su tekrar soğumuş, iki bin yıllık aranın ardından
Yunan ve Minoa yerel banyoları evine dönerebilmişti. Artık bu
evlerdeki banyolara bir de uzman gerekecekti.

KRALİÇE VİKTORYA'NIN BANYOSU


1851 yılında yazar Charles Dickens, çoktan ününe kavuş
muştu fakat kira kontratı sanılanın aksine erken bittiği için apar
topar evini terk etmek zorunda kalmıştı, bu talihsizliğe üzülen
Dickens Londra'nın Tavistock mahallesindeki daha büyük bir eve
taşınabileceğini düşündü, burayı ideal yuvası yapabilirdi. Fakat

121
Bir Günde Bil MUyon Yıl
*

yeni evindeki tadilat oldukça uzun sürünce morali bozulmuş ve


kardeşine yazdığı çaresiz mektuplarda bu ruh hali gözler önüne
serilmişti, Henry Austin, evin tadilatına göz kulak olurken mek
tupların birinde: "Not: Hiçbir işçi sözünde durmuyor! Ha! Ha!
Ha! Manyak gibi gülüyorum." Yazılıydı. Yeni evinin her odası
tekrar tadilat geçirecekti ve Dickens, Austin'e yazdığı mektuplar
dan birinde yaptığı 'lüks çizimle' idealindeki banyoyu resmetmiş-
ti, altına da not düşmüştü: "Sıradan bir duş istemiyorum, istedi
ğim soğuk suyla duş yapabileceğim en iyi. banyo, her zaman en
yüksek randımanı alabileceğim ve ipi çektiğimde istediğim kadar
soğuk su alabileceğim bir banyo lazım," diyordu.
Temizlik, bu duygusal yazar için çok önemliydi fakat yazar
aynı zamanda soğuk suyun iyileştirici yönlerine de inanıyordu.
Dickens, gördüğünüz gibi. Doktor James Gully'nin kliniğine uğ
ramış ve su terapisi tekniklerileriyle ünlü kişileri ıslak battaniye
lere sararak soğuk havuzlarda bekletip sağlıkları düzelene kadar
tedavi ettiğini izlemişti. Yani, temiz kalma konusunda hevesli ve
vücudunu soğuk suyla günlük şoklara sokmayı göze alan Dickens
bu kliniği kendi evinde de yapabileceğine inanmıştı.
Meşhur yazar zengindi fakat tedavi amaçlı tesisatları inceleyen
tek kişi değildi. Napolyon ve Josephinc gibi soylu banyo sevenleri
taklit edenler 19. yüzyılın ortalarında orta sınıf vatandaşlardı ve
evlerine bakır ya da tahtadan portatif banyolar yaptırmaya baş
lamışlardı. İlk başlarda bu banyolar yatak odalarının köşelerinde
biçimsizce duruyordu fakat Dickens'in keşfi, tamamen hijyene
ayrılan odalar yapmaktan geçiyordu. Bu 'banyolar' içinde her tür
lü donanıma sahip duş/banyo teknelerine, sıcak-soğuk su çeşmeli
lavabolara ve tuvaletlere sahipti, su ise merkezi sarnıçlardan te-

122
Greg leııner

min ediliyordu. Tanıdık geliyor değil mi?


Gerçekte anlattığımı bu ihtişamlı yeniliklerin kullanılışı pra
tik değildi. Dickens'in duşu (takma adı Şeytandı) kalıcı tesisata
sahip ilk modern duştu ve 1767 yılında icat edilmişti. Tasarımcısı
William Feetham'dı ve bu tesisat bir pompa sayesinde suyu tesi
sata taşıyor "ve yıkanan kişinin kafasındaki duş ahizesine yolluyor
du. Şaşırtıcı şekilde, ilk yapılan modelleri portatifti ve tekerlekleri
sayesinde hareket edebiliyordu. Yani bu duşları kullananlar ken
dilerine bir yer bulmak için ıslak bir kaykay üzerinde gider gibi
koridorlarda dolaşmaya başlamıştı. Diğer icatlar da ev içine mon
te edilebilen ve vücudun kafa hariç dışarda kalabildiği buhar ban
yolarıydı, daha çok steampunk tarzında mezarlara benziyorlardı.
Fakat öne çıkan en büyük icat Viktorya dönemindeki velo-
douche idi. Pedalla çalışan bu duş ünitesi duş yapanın terlemesine
neden oluyor ve temizlenme ihtiyacını sonsuz bir döngü haline
getiriyordu, bir çeşit paradoks gibiydi, su ancak pedal çevirdiği
nizde geliyordu. Fakat Viktorya dönemi ev sahipleri için bu pek
de problem edilmemişti. The Habits of Good Society: A Handbook
fbr Ladies and Gentleman (îyi toplumun alt§kanlıklart: Baylar ve
Bayanlar için el kitabı.) adlı yayın sıradan bir insanın banyodan
hemen sonra 10 dakika egzersiz yapmasını öneriyordu, yani tam
anlamıyla terlemesi gerekiyordu. Garip bir şekilde, karımla bunu
denediğimde bana burun kıvırmıştı, çünkü tekrar duş almam ge
rekmişti!
Dickens soğuk suyu çok seviyordu ama orta sınıf banyo se
verler için en yerinde icat sularını otomatik olarak ısıttıkları sis
temdi, hizmetlilerin şömineden su getirmesine gerek kalmamıştı
fakat bu sistem de sorunlarıyla birlikte gelmişti tabii ki. Su, kü-

1Z3
Bir Günde Blı Milyon Yıi

vetin altına konulan gaz ocağı sayesinde ısınıyordu ve çok büyük


olduğu zaman fozla ısıtma, kaynatma gibi riskler doğuruyordu.
Bu yüzden birçok insan acı içinde kalmış hatta ölümlü vakalar
bile yaşanmıştı. Eğer bu yeterince riskli gelmediyse, gaz zaten
başlı başına ölümcül sayılırdı. Boyacı Benjamin Waddy Maughan
geyser'i 1868'de icat etmişti. Bu cihaz, çok soğuk suyu hızlı bir
şekilde küçük borulardan fazla ısıtılmış gazın içinden geçiriyor ve
sonucunda da hızlıca sıcak su elde ediyordu. Fikir güzeldi Eıkat
gaz kaçağı cihazı her an patlatabilirdi.
Sıcak suyu birçok odaya göndermenin genel çözümü bodrum
kata büyük bir kazan koymakla çözülüyordu, bu su da mutfakta
yanan ateşle ısınıyordu. Yine, bu sistem de çok tehlikeliydi -19.
yüzyılın evlerine monte edilen cihazlar kadar— çünkü tank siste
mi su tankını çatıya monte ediyordu, yani kazanın yanında değil
di. Bu, borularda yüksek derecede buhar basıncı olmasına neden
olarak kazanın patlamasına neden olabiliyordu, tabii bu sırada ev
de dümdüz oluyordu. Eğer bu başınıza gelirse bir tesisatçıdan çok
cenaze işlerinizi ayarlayacak birine ihtiyaç duyuyordunuz. Fakat
ölümler çok azdı ve insanların evlerine getirdiği bu çözümden
vazgeçmesine neden olmamıştı ve kısa sürede yeni bir sektör or
taya çıktı; bizlere sürekli, tükenmek bilmeyen banyo aksesuarları
satılacaktı...

YUMUŞAK SABUNUN SERT FİYATI


Saçımızı / WUl Survive eşliğinde yıkadıktan sonra meyve ko
kulu duş jeline uzanıyoruz ve vücudumuza boca ediyoruz, kirler
akıyor ve yerine meyve özü kokuları geliyor. Bu, aslında çok mo
dern bir yıkanma şekli. Bronz çağdan beri birçok insan kendini

124
Gıeg leımeı

suyla ya da bitkilerle yıkıyor ya da kül ve hayvan yağlarından


yapılan sabunlarla temizliyordu. Öyle ki, antik Akdeniz toplum
larında sabun keklerin saç boyası diye biliniyordu ve Roma ile
Yunanlar kendilerini yağlamayı tercih ediyorlardı ve üzerlerinde
ki kalıntıları kül ve yağ yerine suyla atıyorlardı. Zeytinyağından
yapılan sabun, Ortaçağ'da Müslümanlar tarafından icat edilmişti
ve Avrupaya girişi İspanyollar tarafindan olmutşu, Avrupada bu
sabuna Castile sabunu deniyordu.
Bu sabun 12. yüzyıldan kalma bİr lüks tüketim malzemesi
olarak kalmışken, 19. yü^ılın masif endüstriyel akımı sayesin
de ticari ürünlerin çokça üretilmesi kolaylaşmıştı. 1851 yılında
yapılan, Londra'nın en büyük fiıannda birçok sabun görücüye
çıkmıştı ve birçoğu parfüm kokuyordu, zamanın çok büyük ica
dıydı. Bazıları endişe verici de olsa arsenik ve kurşun içeriyordu,
bu vücudu beyazlatmak için yapılmışa fakat madalyayı kazanan
Pears sabunu, çok daha az kimyasal katkılıydı, sadece gliserin ve
doğal yağlar içeriyordu ve hâlâ bugün bile (eğer bunları yazarken
bitmediyse) tarihin en eski pazarlanan ürünüydü. 1789 yılımda
Andrew Pears adlı bir kuaför tarafindan bulunmuştu.
1831 yılında çoğalan tüccarların uzun katalogları aralarında
büyük bir rekabet olduğunu gözler önüne seriyordu fakat 1898
yılında yapılan yüksek kalite sabun -üretim hataları yüzünden
şu anda kullanılmayan bir ürün— palmiye ve zeytinyağı özünden
yapılıyordu ve pazara girer girmez rekabet ateşini harlamıştı. Şir
ketin markası Palmolive'di ve çikolata gibi hızlı satılıyordu. Bu
sabuncular arasında büyük bir savaşın da başlamasına neden ol
muş, şirket sahipleri Viktorya dönemindeki temizlik takıntısı bir
altın madeni gibi kazmaya başlamıştı.

125
Bir Günde Bir Milyon Yıi

Ürün yelpazelerini geliştirmek isteyen fi rmalar kısa süre sonra


sürekli kirli olan insanları hedef alıp onların kirli ciltlerine çare
aramaya başladılar ve bu sayede ilk deodorantlar 1880 yılında pi
yasaya sürüldü. Fakat bunlar çok basit bir amaçla çalışıyorlardı ve
gözenekleri mumlayarak tıkıyorlardı, 1-rancis Bacon'un tehlikeli
deneyine benzeyen bu ürünlerin ardından asıl kırılma 1907 yı
lında gerçekleşti. Bir cerrah kendi kim\'asal deodorantını alimin-
yum klorid ile üretmeyi başarmıştı. Adını Odorono (yani Allah
kokular!) koyan cerrah, kızı ve genç bir kadını kullanarak ürünün
sadece kadınlar için uygun olduğunu söylüyordu. Reklam ve pa
zarlamalarını da toplulukta kokusundan utanan insanları resme
derek yapmıştı.
Bu örnek, piyasalarda yapılmış ilk acımasız, paranoya baskı
sı kullanan reklamdı ve dergiler bir süre sonra kadın üyelerini
kaybetmeye başlamıştı, sebebi yapılan bu şantajvari reklamlardı.
Dahası, odorono satışları artıyordu ve peşisıra farklı fi rmalarda
kadınları hedef alarak reklamlarını aynı yöntemle yapmaya baş
lıyorlardı fakat hiç birisi odorono'nun sloganı kadar başarılı bir
çıkış yakalayamamıştı: "Kol altında yarım ay izi olan kadınlar
bizden değildir!" Ve 1934 yılında yapılan başka bir reklamda kol
altlarını ovan bir kadın resmi vardı ve sloganda "Kimsenin olmak
istemediği kadın!" yazıyordu. Bu denli reklamlar kadınların kafa
sına atılan koca tuğlalar gibiydi &kat işe yarıyorlardı.
Yirminci yüzyıl başladığında zorla satış etkisini arttırmıştı ve
müşteri sadakati savaşları markalar arasında iyice kızışmıştı. İn
gilizce dilinde dizilere 'Soap Opera' adı verilmesi de o dönemde
yapılan diziler veya gösterilerde sıklıkla sabun ve deodortan rek
lamı yapılmasıydı, daha da büyük sonuç ise insanların davranış-

126
Gıeg lenner

ları sadece temiz olmak yerine bir kimliğe sahip olmak yolunda
ilerliyordu. Bir zamanlar ter ve kir kokan insanlar -şehir hayatı
nın pisliğinden kaçamayanlar ya da Fransız krallarının mağdur
ları— şimdilerde elleri lavanta kokuları ve saçları jojoba ve Hin
distan cevizi esansı kokuyordu. Vücutlarımız temizlik ve güzellik
ürünlerinin reklam panoları olmuştu ve kremlerin, yağların, de
odorantların, şampuanların altındaki asıl kokumuzu unutmamız
kolay olmuştu.
Karım ne zaman banyodan çıksa, banyomuzun ortasındaki
tropik yağmur ormanına yanlışlıkla Willy Wonka'nun çikolata
fabrikası kurulmuş gibi kokuyor; kokusu kakao yağı esansıyla
birlikte limon ağacı özü tadını veriyor. Benim başımı hafifçe dön
dürüyor ve karnımı acıktırıyor. Asıl ironi ise vücutlarımızı suda
yıkadıktan sonra meyve kokan kremlerle kaplıyor olmamız may
munların vücut kokularını nasıl sakladıklarına benziyor. Milyon
larca yıl geçmiş olabilir ama içimizde hâlâ hayvan olduğumuza
dair ibareler var.

Ah, hayvan demişken...

127
aıs

KOPEĞİ GEZDİRELİM

iyice kurulanıp üzerimize bir şeyler giydikten sonra hole gittiği


mizde dört ayaklı tüy torbası deli gibi kuyruğun sallıyor, gözleri
parıldıyor. Onun yalvaran sıuatma bakıyoruz ve konuşamadığı
halde köpeğimizin bize "Etrafta oynayacak bir sürü tenis topu
var ve moronun biri kapıyı kilidemişr" dediğini anlıyoruz. Evet,
bir konuda haklı, bu sadece bizim için yeni bir gün değil: evcil
hayvanlarımızın da rutinleri var.

EVCİL HAYVANLAB: NİYE UĞIIA$ASIN Kİ?


Kaba tabirle evcil hayvan sahibi olmak pek mantıklı bir iş de
ğil, sürekli acıkıyorlar, tedavileri genelde bizimkinden pahalı olu
yor ve sıklıkla bakıma ihtiyaç duyuyorlar, mobilyaları eskitiyorlar,
sürekli buldukları eşyalara sürtünüyorlar ve onları yiyemiyorsu-
ma bile; basit bir deyişle ergen insanlar gibiler. Hatta ingilizcepet
kelimesi 16. yüzyılda şımarık çocuklara verilen isim ve Fransızca
petit kelimesinden türüyor (Küçük şey).
Hayvanlarla aramızdaki bağı kuvvetlendirmenin bilimsel ve

128
Greg lenner

psikolojik olarak faydalı olduğu yönünde bir sürü bilimsel kanıt


var. Bazı insanlar hayvanlarını çocukları kadar seviyorlar ve bu ilk
antropologlar tarafından örneklendirilerek Guayana ve Avustral-
ya'daki kadınların maymun, ceylan gibi küçük memeli hayvanları
emzirmiş olduklarıyla kanıtlanmış durumda. Yani bir nevi anne
lerinin yapamadıklarını insanlar yapıyormuş. Benzer bir şekilde
18. yüzyılda yaşamış Katolik mistik Aziz Veronica Giuliana Tan-
rı'nın koyununu emzirmesi ve gerçek manada inancının boyutu
nu anlatmaya çalışmış ve Avrupa'da ters bir prensip ise zayıf kal
mış insan bebeklerinin keçi veya eşekten emerek gereksinimleri
olan yağ ve kalsiyum ihtiyacını karşılayarak büyük 'Romulus ve
Remus' olduklarını anlatmıştır.
Hayvan yetiştiren insanlar aslında çok sıra dışı bir manzara
fakat bana göre, fakat aslında çok beklenmedik bir olay da değil.
Nobel ödüllü hayvan uzmanı Konrad Lorenz, tüm bebek canlı
ların aslında tatlı fiziksel özelliklere sahip olduğunu -yumuşak
oedenleri, koca gözleri ve kafaları, çok tatlı hareketleri- söyle
niş ve insanların da bu Disneyvari manzaraya aşık olduklarını
mlatmıştı. Biz insanlar içgüdüsel olarak kendi yavrularımızı na
ili besleme ihtiyacı duyuyorsak aynı boyutlardaki yaratıklara da
lynı güdüleri duyuyoruz ki bu internetin neden kedi yavrularının
nekânı olduğunu açıklıyor nitelikte.
Peki, hayvanlar ne zaman av olmayı bırakıp bizim dostumuz
ıldular? Cevap taş devrinde yatıyor...

ARKADAŞLARINI YEMEK KÖTÜ BİR ŞEYDİR


Düşünürlere göre Homo Sapiens taş devrindeki büyük kara
layvanlarınm (mega&una) %85 oranında tür kaybına sebep ol-

129
Bir Gttnde Bir Milyon Yıi

muştu, bu hayvanların arasında dev tembeller, dev kangurular,


vombatlar, kunduzlar ve... eee... mamut boyunda mamudar
vardı. Peki bir kalp atışı hızıyla bir şeyleri yok etmekle meşgul
biz insanların mağarada yaşayan ataları neden bazı hayvanları ev
cilleştirip saklama ihtiyacı duydular? Cevap, köpeklerin ilk evcil
hayvanlar olduğuna işaret ederken sebebinin de hem av hem de
uyarma içgüdülerine sahip olduklarından geçiyor. Belçika'nın
Goyet mağarasında bulunan bir kafatasının 31,700 yaşında ol
duğu saptanmıştı ve DNA analizi hayvanın planlı bir damızlık
programıyla üretildiğini gösteriyordu; bir kurt değildi o yüzden
Köpek v.1.0 olmalıydı.
Ayağımıza yürümek için rahat bir çift ayakkabı giyerken ar
kamızdaki dolaptan da tasmayı alıp ön kapıyı açıyoruz, sadık
köpeğimiz hemen vızır vızır işleyen sokağa fi rlıyor. Arabaların
altında ezileceğinden korktuğumuz için 'Dur!' diye bağırıyoruz
ve kaslı bacakları aniden duruveriyor. Köpeğimiz bu tip emirle
rimizden memnun olmasa bile onlara uyuyor ve bu bir hayli şa
şırtıcı; atalarımız bir şekilde keşfettiği bu hayvanı emirlerine uya
cak şekilde eğitmişler. Ama nasıl? Yani bu tamamen büyümüş bir
kurda "Otur!" ya da "Yuvarlan" diyerek başarılmış bir şey değil
herhalde; direk gırtlağınıza yapışabilir. Sanırım püf noktası, çok
küçük kurt yavrularını alarak insanların arasında sosyalleştiriyor
ve aynı cinsten yine ehlileştirilmiş diğer bir kurtla çifdeştirmekti.
özellikle en sakin hayvanları seçerek genetik olarak yavruların
doğduktan sonra içgüdüsel olarak önlerine gelen her şeyi parçala
malarını engelliyorlar ve birkaç jenerasyon sonrasında da uluyan
kurt havlayan köpeğe dönerek insanlarla iletişime geçmek, terlik
getirmek ya da postacıları korkutma işlerine yarıyordu.

130
Greg lenner

Sürpriz bir şekilde bu geçişi sağlamak çok uzun da sürme


mişti, evrim eğer üzerine gidilirse çok hızlı ilerleyebilen bir
süreçti. 1959 yılında Rus bilim adamı Dmitri Belyaev on yıl-
llik jenerasyon üzerinde yaptığı deneyden sonra yabani tilkile
rin daha sakin olmalarının yanı sıra üreme takvimlerinin de
değiştiğini hatta fiziksel özelliklerinin de farklılaştığını ortaya
koymuştu. Görünüşe bakılırsa, karakteristik olarak özellikleri
seçerken, kazara fiziksel özellikler de jenerasyondan diğerleri
ne geçiyordu.

HAYVAN MEZARLIĞI
Üzücü olduğu bir gerçek, fakat tatlı dostumuz bir gün hayata
gözlerini yumacak ve onu arka bahçemize gömeceğiz. Bu gerçek
ten modern bir gelenek olarak gözükebilir ama hiçbir şey mutlak
gerçeklikten uzak kalamaz. Ürdün'deki Uyun al-Hammam bölge
sinde bulunan ve 16,500 yıl öncesinden kalma mezarda bir erkek
iskelen bulunmuş ve iskelet özellikle bir tilkinin hemen yanına
gömülmüştü, tilki ve adamın cesedi özellikle yan yana gömülmek
için yer değiştirmişti. Bu insanla hayvan arasında özel bir bağ mı
vardı? Tilki evcil miydi? Resim bunu gösteriyor ya da neden iki
mezar da titizce bir araya getirilsin ki? öyleyse tilkileri ehlileştiren
ilk kişi Belyaev değil.
Dahası, köpekler de taş devrinde saygıdeğer cenaze törenleriy
le gömülüyordu ve bu sadece sahibinin yanma gömülürken d^il,
tek başlarına olduklarında da böyleydi, çünkü sahiplerinden daha
kısa yaşıyorlardı. Bu cenaze geleneği insanlarla hayvanlar arasın
daki organik bağı gösteriyordu. Eğer köpek, gündelik hayatta
fonksiyonel olarak kullanılıp, öldüğünde yası tutulmuyorsa siz

131
Bil Gttnde Bir Milyon Yıl

olsanız ne düşünürdünüz? Akşam yemeğine ya da aç akbabalara


atıldığını düşünmez miydiniz?

İNSANIN EN İYİ ARKADAŞI


• Panikleyen hayvan zincirleriyle kontrol edilirken bağlı olduğu
direği çekiştirmeye çalışıyor. Golsüzü siyah dumanlarla kaplı ve
havadan kül yağıyor. Ağlayan hayvanın s:ıhibi ortalarda yok, muh
temelen dağ kısmından gelen gazdan zehirlendi ve köpek sürekli
bağırarak birilerinin onu tasmasından kurtarmasını söylüyor ama
kimse gelmiyor. 500 santigrat derecedeki termal ısı dalgası kasabayı
yakıp küle çeviriyor ve yolundaki tüm canlıları yok ediyor, saatler
sonra önüne kattığı cesetler 22 metre külün altında kalıyor.
Milattan sonra 79 yılında yaşanan bu elim felaketin bir ibaresi
olarak direğin dibine kıvrılmış çaresiz köpeğin çamurdan kaplı
cesedi bulunmuştu fakat bu Pompeii vc Herculaneum da bulu
nan köpek cesetlerinden sadece bir tanesiydi. Kalıntılarda koca
bir mozaik zeminde tasmayla tutulan büyük bir siyah köpeğin
figürü de vardı, dişleri kocamandı ve. tüyleri uzundu. Romalılar
da da, diğer birçok medeniyet gibi, köpek alışıldık bir hayvandı.
Bildiğimiz örneklerden yola çıkarak köpeklerin Roma tarlaların
da kullanıldığını görebiliyoruz. Tarımla ilgili yazılar kaleme alan
yazar Junius Moderatus Columella, çoban köpeklerini, sinirli ol
duklarını ve genellikle beyaz renk olduklarını not almış, renkleri
konusunda da kurtlara karanlıkta yem olmamaları için açık renk
li olduklarını belirtmişti.
Parka giderek açık havada köpeğimizle yakala getir oynarken hır
sızın biri çalıların arkasından bankta oturan yaşlı kadının çantası
nı alıp kaçıyor. Eğer dostumuza sürekli frizbi atmış olsaydık, saldırı

132
Greg lenner

tepkisi sıkılmış bir ifâdeyle sıradan olacaktı fâkat şu anda köp^miz


hemen duruma tepki vererek hırsıza dişlerini göstererek koşuyor ve
kulaklan armalayan havlamasıyla etrafi uyanyor. Kendisine doğm
gelen koca dişleri gören hırsız çantayı yere atarak korkuyla kaçıyor.
Bilimsel olarak doğru ya da yanlış mı bilinmez fekat köpek
lerin kesinlikle sadık ve zayıfların dostu olduğunu biliyoruz. Bu
yeni bir bilgi de değil, Ortaçağ hikâyeleri köpeklerin sahiplerinin
cesetlerine dokunmadığını ve hatta bazı mahkemelerde tanık
lıkları sayesinde ölüm cezaları verildiğini kaynaklardan anlaya
biliyoruz. Daha yakın bir zamanda, Adolf Hitler'in ikinci dün
ya savaşında bir köpek eğitim çiftliği kurduğunu ve köpeklerin
konuşabileceği, sayı sayabileceği ve düşman saflarında casusluk
yapabileceklerini umarak eğittiğini biliyoruz. Bu -çok iyimser
umut- ancak bir köpeğin liderimiz kim diye sorulduğunda 'Mit
ler diye bağırmayı başarmasıyla sonlansa da aslında sıradan bir
köpek havlamasının umutla birleşimi de diyebiliriz.
Antik çağlarda tüm köpeklerin hırsızları yakalaması, çoban
lık yapması ya da düşmanı izlemesi için eğitildiğini söyleyeme
yiz. Beni Hasan'daki antik Mısır mezarlarındaki resimler farklı
türlerde av köpeklerinin de olduğunu gösteriyor: matifler, grey-
houndlar, dachshunds ve koca kuyruklu tilkiye benzeyen köpek
resimleri hepsinin fiziksel özelliklerine göre farklı görevleri oldu
ğunu kanıdıyordu. Fakat bu atalarımızın işe yaramaz köpekleri
evde yaramazlık yapsınlar diye evcilleştirmedikleri anlamına da
gelmiyordu, Romalı aristokrat kachnlar genellikle bu küçük tüy
yumaklarını çok severlerdi, kucaklarında uyuyan bebek dolaştı
rır gibi taşıdıkları köpekleri şimdilerde Hollywood fi lmlerindeki
çanta köpeklerine benziyordu.

133
Bir Günde Bir MUyon Yıl

Köpeklerimizle bu kadar iç içe olmamızın sebeplerinden biri


de büyük ihtimalle onlara harcadığımız vakide alakalı. Fakat
onları yıkadığımızda, veterinere götürdüğümüzde aslında ata
larımızın ayak izlerini takip ediyoruz. Avrupalı aristokradar av
köpeklerini hep en üst seviyede tutmaya çalışıyorlardı ve Fransız
Ortaçağ'ından kalma bir resimde -The Book ofHunt^ sahiplerin
köpeklerinin patilerini temizlediklerini, taradıklarını, yataklarını
düzelttiklerini ve diş sağlıklarını kontrol ettiğini görüyoruz. Tabii,
bu gördüklerimiz aristokratlar ya da lordlar değildi, düşünsenize,
çamur içinde bir dük köpeğini yıkarken resmini çizdirir miydi?
İngiliz köpeklerine verilen çeşitli görevleri John Caius 1570
yılında yazdığı köpek ansiklopedisi De Canibus Britannicusxsi an
latmıştı. Ansiklopedideki bazı köpekler; Vahşi mastiften tutun,
kapı bekçisi doneler, ulak köpekler, ay görünce havlayan moo-
nerlar, değirmen taşı çeviren sucu köpekler, kova taşıyan tynckers
curre'ler, havlayarak uyaran tuamer'lar mutfak tesisatına çevirdiği
pedalla su basan tumspete'ler ve en eğlencelisi de müzik yapan
daumer'lardt. Bu denli farklı cinsteki köpeklerin farklı isimlere
ihtiyacı vardı ve York Dükü £dward l400'lü yıllarda bu cins
lerin 1,100 tanesine isim verebilmişti, kitabı Jhe Master of the
Game tüm bulgularının yer aldığı kaynaku, çok fâzla isim olduğu
için ben sadece sevdiklerimi yazıyorum: Nosevvise, Swepestake ve
Smylefeste (zavallı Smylefeste daha sonra isimsiz olarak anılmaya
başlandı). Bundan bir yüzyıl sonra da VIII. Henry'nin kötü talih
li kraliçesi Anne Boleyn'in en sevdiği dostu Purkoy vardı, köpeğin
adı hiç değişmeyen ve yüzünde hep bir şeyin cevabını bekleyen
bir i&de olduğu için Purkoy koymuştu, manası neden?' demekti
ve Fransızcada Purkoy kelimesine denk geliyordu.

134
Greg leııner

Çocuğu olmayan büyük köpek sevdalılarından biri de George


Washingtondu. Köpeklerine verdiği isimler hep birbirine benziyor
du, Tadı Dudak, Gerçek Aşk, Sarhoş, Ayyaş bunlardan bazdarıy-
dı ve bu isimler köpek isimlerinden çok çöpçatanlık sitelerindeki
üyelerin rumuzlarını andırıyordu. Washington ti pik bir 18. yüzyıl
beyefendisiydi, avahk ve hayvancılığa gönül vermişti. Vemon Da
ğındaki arazisinde birçok tür yetiştiriyordu, bunlann içinde span-
yeller, çoban köpekleri, teriyerler, Nevvfoundland'lar ve Dalmaçya-
lılar vardı; dalmaçyalılardan birine Madam Moose diyordu, sebebi
kolay anlaşılırdı. Hatta kendi Amerikan tilki köpeğini yaratmıştı;
elindeki İngiliz tilki köpeğiyle Marquis La Fayette'nin gönderdiği
Fransız köpeklerini çiftleştirerek süper bir köpek yaratacak, hızlı,
hisli ve zeki bir cinse ulaşacaktı. Bendeniz de bir Anglo-Fransız üre
timinin sonucuyum ve gençliğimde de iyi bir koşucuydum fakat
hisler konusunda çok da iyi olduğumu söyleyemem, reflekslerim
de bir zamanlar havuza düşürdüğüm traktörden sonra iyi olmadık-
lan konusunda beni uyarmıştı. Gerçek bir hikâyedir.

KURNAZ DOSTLAR
Eğer köpekler insanların en iyi dostlarıysa, o zaman kedilerde
evde tembellik yapan, sürekli uyuyan ve canı istediğinde sizin
le ilgilenen ergen çocuklarıdır. Tartışmalar hâlâ kedilerin insan
lar tarafından mı yoksa kendi kendileri mi evcilleşti konusuna
yoğunlaşıyor. Kedilerin insan hayatına girdiklerinin ilk kanıtı
Kıbrıs'taki 9,500 yaşındaki Shillourokambos neolitik sitesinde
bulunmuştur. Buradaki kalıntıların tanesinde kedi, bir erkek ce
sedinin sadece birkaç santim yakınına gömülü olarak bulunmuş
ve bu da köpeklerin gömülmesinden yola çıkılarak cesetlerin dik-

13S
Bir Günde Bir Miiyon Yıi

katlice gömüldüğünü kanıtlamıştır. Kedi, genç olmasına -aşağı


yukarı 8 aylık— rağmen kemikleri modern kedilere göre çok daha
uzundur, bu da atalarının vahşi olduğunu açıklar çünkü evcilleş-
tirilmiş hayvanların daha çelimsiz oldukları bilinmektedir.
Tahminen bu kedi ya da ataları bir gün kampa uğramış, birkaç
fare yakalamış ve çiftçilerin sevgisini kazanmıştı ve bunun iyi bir
şey olduğunu görmüştü. İnsanların kaldıkları yerlerde dolaşarak
tahıl ambarlarında avlanan kediler kazara evcilleşmişti. Dünyada
beş farklı kedi türü olmasına rağmen tüm ev kedilerinin Afrika
Vahşi kedilerinden türediği biliniyor-yani Shillourokamobs'ta keş
fedilmiş olan tür- dolayısıyla ev kedileri de 9,500 yıl öncesine ait
bu kurnaz kedi türünden geliyor. Aslında kedilerin çaktırmadan
yemek yemek için evden kaçtıklarını açıklayan bir bilgi, değil mi?
İnternet bizi kedi yavrularına karşı bağımlı yaptı yapmasına
fakat aslında kedilere tapanlar Mısırlılardı, sevgili kedilerini öl
düklerinde mumyalayarak Bubastis kutsal kentine gömerlerdi
ve yas tutmak için her bir cenazede kaşlarını komple traşlarlardı.
Çünkü kediler Bastet tanrıçasının sembolüydü, bir kedi öldür
menin cezası idamdı: Yunan yazar Diodorus Sicilus Romalı bir
askerin atıyla bir kediyi ezdiğini ve ardından öfkeli bir kalabalık
tarafından nasıl linç edildiğini yazıyordu. Mısırlıların bu hassas
yönünü bilen düşmanlarından Pers hükümdarı II. Cambyses as
kerlerine Pelusium savaşına kedileri getirmelerini emretmişlerdi,
çünkü kedileri savaş alanında gören Mısırlıların morali bozula
caktı ve oklarını atarken kedileri vurmak istemeyecekleri için iş
leri zorlaşacaktı.
Hindu ve İslam dininde kediler köpeklere nazaran daha çok
tercih edilirdi çünkü daha temiz hayvanlardı ayrıca Ortaçağ Hı-

136
Greg lenneı

ristiyanları da uzman fare avcılan oldukları İçin kedilere göz yu


muyorlardı. Geoffrey Chaucer'in The Milkrs Tale hikâyesinde ka
rakterlerden biri eğilerek kapının deliğinden bakmaya çalışırken
söylediği dizelerde "Bir delik buldu adam kapının üzerinde, kedi
ler girsin çıksın diye," kedi kapılarının ilk ibarelerini gözler önüne
seriyordu. Ayrıca biraz daha modern bir örneği de Manchester'da
1421 yılında inşa edilen Chetham Kütüphanesinde vardı. 17. yüz
yıl kedi kapısı ise İngiltere'nin Exeter kilisesindeki çan kulesine
açılan kapıda bulunmuştu. Kediler o dönemlerde çanlann iplerini
yiyen küçük düşmanlarını avlamak üzere kullanılırdı ve hatta İn
gilizler bu enstantane üzerine "Hickory, dickory dock, thö Mouse
run up the clock!" adlı çocuk şarkısını bile yazmışlardı.
Fakat bazı Ortaçağ toplumları kedilerden ciddi anlamda haz
etmezlerdi. Alman başrahibe Bingenli Hildegard kedilerin tüylü
lejyonerler olduğunu iddia bile etmişti, çünkü sadece onları bes
leyenlerin yanında olduklarını söylüyordu, diğer bazı yazarlarsa
genellikle kedileri kadın cinselliğiyle, fehişelikle bağdaştırıyordu.
Kediler bir salgın olduğunda, cadı avı başladığında hep günah
keçisi oluyorlar, şeytanlık ve kafirlikle bağdaştırılıyorlardı. Güney
Avrupalı tarikatlardan biri olan Cathars çift tanrılı bir dine inanı
yordu -bir iyi bir de kötü tanrı vardı- ve kedilerin tüylü kıçları
nı öperek dini ibadederini yerine getirmekle itham ediliyorlardı.
Bu Utanç öpücüğü {psculum infame) türevi bir ibadetti ve cadılar
şeytanı buyur ederlerken çıplak kalçalarını öpüyorlardı ve şeytan
da siyah bir kedi siluetine bürünüyordu.
Sokak köpekleri ise genellikle kamçılanır ya da Aziz Luke gü
nünde boğularak öldürülürdü. Kediler daha şiddedilerine maruz
kalmışlardı. Yılın herhangi bir gününde kazığa geçirilerek yakıla-

137
Bir Günde Bir Milyon Yıl

biliyor,(l643 yılında Ely Kilisesi'nde olmuştur), bir direğe asıla-


biliyor, derisi yüzülebiiiyor, işkence görüyor ya da boğuluyordu.
1677 yılında yaşanan vahşi olayda, İngiliz Protestanları Papa kuk
lası yapıp içine kedilerle doldurmuştu ve yakarak Pontiffin acı
içinde çığlık atıp yanarak öldüğünü temsil etmişlerdi.
Batıl inançlar döneminde bilim ve mantık İncil retoriği ile kol
kola gidiyordu ve kediler cadılar ailesinden sayılıyordu -güvenil-
memesi gereken şeytani yaratıklardı- bu damgayı yemelerinin
sebebi avlarını yakaladıklarında onunla şeytan gibi oynamalarıy
dı. Belki de Fransız halkının kedileri deli gibi yakalayıp bahar
şenliklerindeki büyük ateşlerde yakmalarının sebebi de buydu.
Kral XIV. Louis 1648 yılında Paris'te yakılan ve canlı canlı kedile
rin yakıldığı ateşi büyük bir gururla ateşleyerek izleyen tüm halkı
dans ve ziyafetle ödüllendirmişti.
Ortaç<^'da sürekli ateşle imtihan edilmelerine rağmen kediler
git gide en popüler evcil hayvan olmaya devam ediyorlardı. Isaac
Newton un bu kurnaz dosdarla çok iyi bağlan olduğu biliniyor
du -ve Amerika'da kadınsı hayvanlar olarak görülseler de- ünlü
yazar Mark Twain evinde bir düzine kedi besliyor ve onlara olan
aşkını verdiği isimlerle taçlandırıyordu. George Washington'la
çok ortak noktalan olduğu gayet açıktı.

TOM KÜPEKLER cennete Mi GİDER?


Hayvanlar neden böyle bir gaddarlığa maruz kalmıştı? İnsanlar
her zaman kendi hayvanlarını sevseler de, Hıristiyan inanışı hay
vanların ruhani yaratıklar olmadığını iddia ediyordu. Aristo'nun
büyük varoluş zinciri önce .tanrıları sonrasında da insanları lis
teliyordu, natürel hiyerarşiyi böyle tanımlanmıştı. Hayvanları

138
Greg leıuıer

(ve kadınları; Aristo doğuştan kadınlara önyargılıydı) erkeklerin


hizmetçisi yapmıştı. Hippolu Aziz Augustine bunu kabul eder
ken "öldüremezsin!" diyordu fakat bu 'garip canlılar için geçerli
değildi, yani yaradan bu varlıkları bizim kontrolümüzde olsun
diye yaratmıştı.
Hızlıca devam etmek gerekirse, Bartholomeus Anglicus'un
De Proprietibus Rerum eserinde hayvanların her birinin bir amaç
uğruna yaratıldığı yazıyordu: geyik ve büyükbaşlar yemek için
di; atlar, eşekler, öküzler ve develer yardım içindi; tavus kuşları,
maymunlar ve muhabbet kuşları eğlence içindi; ayılar, aslanlar ve
yılanlar Tanrı'nın gücünü hatırlatmak için yaratılmıştı; böcekler
ve bider ise insanlara kırılgan ve ölümcül olduklarmı hatırlatmak
içindi. Yani eğer hayvanlar yararlı fakat düşünemeyen yaratıklarsa
ruhları olmuyor muydu? Bu problematik bir soruydu.
Kesin olan, birçok Ortaçağ azizi, Asisili Aziz Francis de da
hil olmak üzere, hayvanları korumakla nam salmışlardı, onlar
için hayvanlar Tanrı'nın yarattığı canlılardı. Fakat 13. yüzyıl din
adamlarından Thomas Aquinas, Aristo'nun öncülüğünde hay
vanların bitkisel ve hassas ruhları olduğunu, bu sayede biyolojik
olarak geliştiklerini, hafiza, duygu ve hislerinin olduğunu söyle
mişti htkat insanlar gibi mantıkları yoktu. Bu arada, entelektüel
ağır sıkletinde hayvanların birer et yığını olmadığı konusunda
hem fi kirlerken ve varoluş konseptlerinin insanların feydasına
olduğu fi krini savunurlarken Fransız yazar ve filozof Michel de
Montaigne 1570 yılında sahneye çıkmıştı.
Montaigne değişik bir adamdı, kralın safindaydı ve yüksek
derecede bilgili bir insandı, bölgesindeki kilit bürokratlardan bi
riydi. 37 yaşında her şeyi bir kenara bırakıp kendini bir kuleye

139
Bir Günde Bir Milyon Yıl

kapatacak, kütüphanelerin için 10 yılını geçirerek peri masalla-


rındaki büyücüler gibi e^ane olacaktı. Burada meşhur Denemeler
eserini yazmıştı, büyük temalar hakkında okunması gereken ya
zılar yazıyordu, yazıları anekdotlara dayalı olaylardı ve sıra hay
vanları anlatmaya geldiğinde Montaigne kendi evcil hayvanların
dan yola çıkmıştı. En bilindik merakı kedisiyle oynarken aslında
kedisinin onunla oynayıp oynamadığıydı —bu eşsiz ve çağ açan
bir fikirdi, temeli kedilerin çok çevik olmalarına dayanıyordu— ve
aynı zamanda hayvanlarının rüya görüp görmediğini, birbirleri
arasında iletişim kurup kurmadıklarına değiniyordu. Montaigne
bunu bilmiyor olsa da Disney'in Aristokratları için bir altyapı
oluşturmuştu, tabii trompet çalan, şarkı söyleyen bir jazz grubu
nun ortaya çıkacağından haberi yoktu.
Montaigne'nin ilhamları şimdiki hayatımızda hayvanlarımıza
kondurduğumuz karakter olgularına çok benzese de fikirleri çok
uzun soluklu olmamıştı. Aquinas gibi Aristo'nun fi kirleriyle ruh'
ve bedenin birbirinden ayrılamayacağını iddia edenlerin aksine,
17. yüzyıl fi lozofu Rene Descartes -Düşünüyorum öyleyse varım
diyen arkadaş- ikilik savunucusuydu ve zihnin bedenden ayrı ol
duğunu iddia ediyordu dolayısıyla hay\'anların bilinçleri olamaz
dı, konuşamamalarını farklı bir sembol alfabesiyle anlatamazlar
dı. Ona göre köpekler tekme atınca ha\'layabilirlerdi fakat sadece
tanrı tarafından yönlendirilen vücutlardı.

ŞIMARIK HAYVANLAR
Lady Gaga'nm büyük kanyonda bir atla güreşeceğini söyle
seler, herhalde Hindistan'daki bir ünlü düğününden daha fezla
adam toplanamaz. Trenle yaklaşan damat, görkemli kıyafeti ve

140
Greg lenner

altın kolyesiyle onur nöbetçileri tarafından karşılanarak 250'den


fâzla davetlinin huzuruna geldi. Hatta salonda zıplayan bir fi l
bile vardı. Şanslı damat nikah salonuna girip gelini beklerken
Hindistan'ın önemli politikacıları ve soyluları tarafından karşı
lanmıştı. Ardından Junahadh Maharaj'ı Navvab Mahabet Rasul
BChan üzeri ışıl ışıl parlayan mücevherlerle bezeli gelinle salona
girdi, nikâhı başlatmak için koridoru geçtiler. 1922 yılında ya
pılan bu görkemli düğünün bütçesi 22,000 ingiliz sterliniydi ve
şimdiki değeri aşağı yukarı 1 milyon sterline eş değerdi. Buna
değer miydi? Yani bu köpekler hakkında ne düşündüğünüze göre
değişiyordu...
Evet, Mahajarah bir hayvan severdi, 800 tane köpeği -her bi
rinin ayrı odası, hizmetçisi ve özel telefonu- vardı ve sadece keyfi
olarak onları istediği zaman tiû-lü türlü kıyafederle süslerdi ve bir
likte şehri turlarlardı. Fakat bu standartlarda bile köpeği Rasha-
nara'yı Bobby adında bir golden retreiver ile Hindistan'ın zengin
camiasının önünde ve diğer köpeklerinin huzurunda evlendiriyor
olması büyük bir olaydı. Bugünlerde biz de evcil hayvanlarımızı
türlü şekillerde şımartıyoruz ve eve tekrar girdiğimizde ayakkabı
larımızı çıkartıp frizbiyi bir kenara atar atmaz yorgun köpeğimiz
-kısa gezintisinden sonra- kendi sepetine oturarak parlak oyun
caklarından birini çiğnemeye başlıyor, bir Noel hediyesi. Fakat
eğer bunun bir modern trend olduğunu düşünüyorsanız, yani
sıkıcı Hollywood filmlerinden çıkma diyorsanız yanılıyorsunuz.
Köpeklerini şımartan sadece Mahajarah değildi.
Çin imparatorunun hanesindeki ayrıcalıklı hayvanların geç
mişi milattan önce 1000 yılına kadar gitmektedir, o günlerde
Çin'deki chancienler göreve çağırıldıklarında soylu köpeklere göz

141
Bir GOıuie Bir Milyon Yıi

kulak olmakla yükümlüydü. Bu köpeklerin kınlamayan aristok


rasisi değildi ama köpekler Ming Hanesinin hükmü sırasında ke
dilerle yer değiştirdiler fakat Manchus geri döndüğünde Pekin
cinsi köpekler tekrar prenses unvanını almışlardı hatta bazıları
hemşireler tarafından emziriliyordu. Bu tip soylu köpekler yıka
nıyor, parfümleniyor ve hatta kakaları kutsal bir seremoniye alet
bile oluyordu, bu seremoni şimdilerde yeni doğan bebeklere ya
pılanla eş değer niteliklerdeydi.
Hayvanların şımartdması zengin Avrupa'da da bir hayli yay
gındı. İskoç Mary Queen köpeklerini sıklıkla mor kıyafetlerle
süslerdi bu arada İngiliz siyasetçi John Mytton (evcil ayısını evin
de dolaşmak için kullanırdı)kedilerini küçük tadı üniformalarla
bezemişti. Bavaryalı Isabel —Fransa Kralı V. Charles'ın karısı- sü
rekli evcil sincabıyla gezerdi sincabın boynunda inci ve altın kap
lama taşlar olurdu. Isabel aynı zamanda kafesler dolusu egzotik
kuş besliyordu ve bu kuşlara da yeşil kumaştan kıyafeder yaptır
mıştı. ^'kumaşı kedilerinin yataklarında da kullanıyordu.
Bu sosyete hayvanlarına niye bu kadar ihtimam gösterildiği
anlaşılabilir çünkü soylu olmanın baskısı gerçekten zordu. Çok
genç yaşlardan itibaren soyun devam ettirilmesi politik açıdan
önemlidir yani varisler uzak yörelere yabancı insanların yanında
yetiştirilmeye gönderilir ya da sanal olarak dış dünyaya karşı ka
patılır ve derilerini eritecek, bacaklarını kopartacak ölümcül has
talıklardan korunurlar (belirtileri biraz abartmış olabiliriz). Ba
zen bu denli bir baskıyı ancak çocukken edinebileceğiniz bir evcil
hayvanla yenebilirsiniz. Genç bir prens ata binmeyi üç yaşında
-bir köpeğin sırtında gezerek- öğrenebilir. Daha da güzeli erkek
bir çocuk olduğu halde, Fransa kralı XIII. Louis iki evcil köpeğini

142
Greg lenner

küçük bir araca bağlatarak sarayda gezmeyi bile başarmıştır; bu


Husky kaydırağıyla go kart arası bir şey olsa gerek.
Politikanın karmaşasında bazen kraliçeler bile hayvanlar gibi
görmezden gelinebiliyor, özellikle de görücü usulü bir evlilikle iki
birey tutkusuz bir ilişkiye giriyorsa... İngiltere kralı I. James'in
(aynı zamanda VI. İskoç Kralı oluyor) hzı Bohemialı Elizabeth
16 ya da 17 köpekle etrafını doldurarak kocası ya da çocukların
dan ziyade köpekleriyle vakit geçirmeyi tercih ettiğini söylüyordu.
Tabii bazı soylular sadece hayvan severlerdi, İngiltere krallarından
II. Charles spaniel türüne takıntılıydı ve hatta kendi adıyla üret
tiği bir cins bile vardı tabii saraylıların hepsi bu hayvanlara alışık
olmadığı için bazı durumlarda 'Tanrı kralı korusun ama köpekle
rini kahretsin!' diyecek raddeye geliyorlardı. Bir olayda, kral ken
dini gazetenin birine bırakuğı notta kaçırılan köpeklerinden biri
nin geri getirilmesini emrediyordu. Acaba köpeği kaçıran aranan
suçlulardan biri miydi diye merak etmeden de edemiyor insan.
Kraliçe Victoria, aynı şekilde kendini köpeklere adanuştı ve ken
di Dachel'ine - Dachshund cinsi olan köpek, Coburg'daki Alman
ateşeden hediye gönderilmişti- zaman ayırıyordu, bu köpek harika
bir fare avcısıydı. Koca kahverengi gözlerine ve koca şirin kulakla
rına rağmen işini ciddiye alıyordu. Kemik kemirmek ya da sarayda
sevimli sevimli dolaşmaktan başka bir işe yaramıyor gibi gözüken
bu köpeklerin özel yetenekleri olabiliyordu. Burgundy nin Ortaçağ
liderleri yemek tatma, zehir arama chiens-gouteun, gibi soylu bir
köpeğe yakışacak işler yapıyorlardı, tabii kralın meşhur olması ge
rekirdi. Fransa kralı III. Henry korkunç bir liderdi ve tüylü bir Bi-
chon köpeği vardı, sürekli yanında taşıyordu ve boynuna astığı bir
sepetin içindeydi. Köpeğin görevi güvenmediği birini gördüğünde

143
Bir Gttnde Bir Milyon Yıl

havlamaktı fakat maalesef kral her şeye rağmen suikasta uğramıştı,


bir katil keşiş kıyafetiyle onu aldatmıştı.
İngiliz iç savaşları döneminde Rhein prensi Rupert'in de çok
sevdiği ve sıra dışı yeteneği olan bir köpeği vardı, tabii bu ye
teneğin hayat kurtarıcı olup olmadığını söylemek pek mümkün
değildi. Köpeği Boye ne zaman düşman liderli Pym adı söylense
bacağını kaldırıp işiyordu. Aynı zamanda Boye'nin özel, büyü
lü kuvvetleri olduğu da dedikodular arasındaydı fakat bana göre
şeytani bir köpek bir Rottweiler ya da Baskerville tazısı olabilirdi,
sürekli işemesi işe yaramazdı; açıkçası benim seçtiklerim de nere
deyse hiç işemiyordu sanki! Yine de arkadaşlarınızı ve düşmanla
rınızı etkilemek istiyorsanız sahip olacağınız korkunç görünümlü
bir köpek panteri, çitası ve sarayda dolaşan aslanlarla mukayese
edilemezdi. Yirminci yüzyıl Etiyopya liderlerinden Haile Sella-
sie tam da bunu yapacak cesareti bulmuş keyfini çıkartıyordu,
şüphesiz, gelen misafirler bu amansız avcıların sabah iyi kahvaltı
yaptıklarına dua ediyorlardı.
Fakat bu kadar evcil hayvan muhabbeti yeter diye düşünüyorum.
Sadık köpeğimiz sabah saaderimizin birçoğunu işgal etti o yüzden
artık e-postalarımızı kontrol etme vakti geldi de geçiyor bile.

144
12.00

ARAYI AÇMAYALIM

h
Sabah gereksinimlerimizi hallettikten sonra artık birazcık cumar
tesi miskinliği yapabiliriz. E zaten koca bir haftanın yorgunluğu
üzerine biraz boş oturup pillerimizi şarj edebiliriz. Arkadaşları
mız akşam yemeğine gelene kadar başka bir işimiz olmadığı için
oturup geniş dünyanın içine dalalım. Yani, alet edevatlarımızı
açıyoruz -telefonumuzu uyandırıp dizüstü bilgisayarımıza giriş
yapıyoruz ve tabletlerimizi de çalıştırıyoruz- ve bilgi tsunamisini
evimize davet ediyoruz.

HATTA KALIN
öğlen yemeğindeki insanların fotoğraflarına keyifle bakarken
telefonun sesi, sessizliği delip geçiyor. Ekranda yazan ismi oku
duktan sonra yüzümüze hafif bir gülümseme geliyor ve çağrıyı
kabul ediyoruz. Kulağımıza tanıdık bir ses geliyor, ardından da
minik bir eko takip ediyor -22,236 mil uzakta, ekvatorun te
pesindeki uydudan gelen sinyalle— fiücat ikimiz de uzay çağının
teknolojik pratikliğini düşünmek için duraklamıyoruz; hele ortak

145
Bir Günde Bir Milyon Yıl

arkadaşımızın, o pantolon değiştirir gibi kız arkadaş değiştiren


adamın hakkında dedikodu yapmak varken...
Çağımız mobil telefon çağı, dünya nüfusundan fâzla sayıda
sim kartın sahip olduğumuz bu çağda işin inceliklerine o kadar
iyi alıştık ki, bu portatif mucizeler sayesinde artık çocuklarıma
anlattığım kendi küçüklük hikâyelerimde arkadaşlarımla buluş
mak için ailelerini sabit telefondan arayıp dörtte randevulaştı-
ğımız anılar çocuklarım 1999 yılındaki gerçeklerden daha çok
Ortaçağdan kalma arkaik hikâyeler gibi geliyor. Ve plastik kab
loyla çalışan telefonlar gençlere garip gelse de, bizim gibiler için
ofislerimiz ve evlerimizde kullandığımız müthiş bir teknoloji ola
rak anılıyor. Fakat bir zamanlar, ta 19. yüzyılda, telefon iki rakip
beynin içinde bir fikirden ibaretti.
Alexander Graham Beli, Iskoçya doğumlu bir mucitti ve ile
tişime karşı olan takıntısı annesinin sağırlığından kaynaklanıyor
du, tek tutkusu annesi ve onun gibi olan insanlara yardım etmek
ti. Boston a taşınıp işitme engelli insanlarla inter-sosyal beceriler
üzerinde çalışırken. Beli kendini her gün yeni bir fikir üzerinde
çalışırken buldu; bu fikir elektrikli konuşma makinasıydı. Elekt
rik mühendisi Thomas Watson'la güçlerini birleştiren Beli, dev
rim niteliğinde bir cihaz üreterek ses frekanslarını kablolardan
geçirmeyi başarmışlardı ama eşsiz değildi; 1876 yılında, Graham
Beli İrkında olmadan kendini sıkı bir yarışın içerisine sokmuş ve
foto finish kararıyla sona ulaşmıştı. Bunu başarması İçin patent
başvurusunu rakibinden sadece iki saat önce yapması yetmişti.
Elisha Gray, hayata yenik başlayanlardandı, Ohio'da bir çift
likte yetişen Gray, babasının zamansız ölümüyle okulu erken
bırakmak zorunda kalmış ve tatmin olamayacağı çeşidi -ma-

146
Gıeglenner

rangozluk, sandal ustalığı- nalbant kariyerlerine başlamışu. Te


melde elleriyle iyi'iş çıkartıyordu fekat 22 yaşındaki Gray, beynini
Oberlin Kolejine başvurarak fizik bilimlerine yormayı tercih etti,
elektrik üzerine yoğunlaşacaktı. Çekiçle harika işler çıkartan Gray
kısa süre içerisinde elektrikte aradığını, kendini bulmuş ve türlü
aletlerin prototiplerini çıkartmaya başlamıştı. Kritik tarihlerden
biri 1876 yılının sevgililer günüydü, Gray yolladığı ihbarnameyle
gizli olan telefon prototipini korumak istiyordu. Eğer dosyasını
birkaç saat önce göndermiş olsaydı şu anda dünyanın tanıdığı
biri olacaktı fakat o günkü 39. patent başvurusunun sahibiydi ve
Beli başvurularda 4. sıradaydı. Bu iki heyecanlı dâhinin yarışın
da hakem heyeti -ya da yasal olarak iki başvuruyu değerlendiren
kişiler- İskoç mucidin yarışı kazandığını açıklamışlardı fekat son
zamanlarda yapılan araştırmalar Gray in tasarımının çok daha iyi
olduğunu ortaya çıkartıyordu.
Resmi galibiyete rağmen Beli parti yapacak vakit bulamamış
tı, fi krini çalan 600 hırsıza açılacak davalarla uğraşmak zorunda
kalmıştı. Galibiyetinden hemen sonra patentini Amerikanın en
büyük şirketi olan Western Union Telegram'a vermek istese de
şirket talep edilen 100,000$ ücreti çok bulup teklifi reddetmişti.
Okul takımlarındaki yakışıklı kaptanın sivilceli kızı reddetmesi
gibi, böyle bir şirket bu kadar küçük partnerlerle iş yapmayı ter
cih etmemişti. Fakat Bell'in sivilceleri yoktu, sadece biraz kendi
ne çeki düzen vermesi gerekti çünkü kısa süre sonra telefon bir
fenomen olacaktı.
Western Union verdikleri karara lanet okurken büyüyen pas
tadaki payı da kaybetmek istemiyordu, karşı bir hamle yaparak
Bell'in rakibi Gray i işe almış ve telif hakları yasasının etrafından

147
Bir Günde Bir Milyon Yıi

dolaşarak bir kuruş ceza ödemeden Hell'ln icadını işe yaramaz


hale getirmeye çalışmıştı. Beli ve arkadaşları bu ihlale karşı ha
reket edip davalarını hazırlasalar da yüksek kademelerden yiye
cekleri tokadı ve Western Union'un hazırda bekleyen, dolar ha
vuzunda yüzen avukat ordusundan da haberleri vardı ama 1888
yılında Amerika üst yargısının kararının da aslında Bell'in tara-
fi nda olduğu ortaya çıkmıştı
Bu sinir bozucu olay Davut ile Golyat hikâyesine dönmüştü,
Golyat her seferinde kendi silahıyla kendini yaralıyordu ve Da-
vut'un pek efor harcamasına gerek kalmıyordu. Fakat Davut'un
çelimsizliğini bilen ve telgraf pazarındaki tekellerini kaybetmek
istemeyen Western Union bu küçük adamla bir anlaşma yapmaya
karar verdi. Aldıkları 84 farklı patenti, Amerika'nın türlü şehirle
rine kurdukları 56,000 telefonu ve 1896 yılına kadar piyasadan
çekilmeyi teklif edeceklerdi. Bu Bell'in 17 yıl boyunca rakip
siz olarak hüküm sürmesi ya da -kutsal bir ineğe tapan sakallı
prens gibi 17 yıl boyunca serbest bir hükümdar olacaktı; Western
Union işi doğasına bırakmayı tercih etmişti, tüm telefonları ona
teslim etmesinin altında yatan fi kir telgraf tekeline hükmetmeye
devam etmek istemeleriydi.
Dünyayı değiştiren sadece Alexander Graham Bell'in dehası ya
da Western Union'un karşı hamlesi değildi. Mesela meşhur Edi-
son —neredeyse tamamen sağırdı— telefonun hızlı yükselişine bü
yük katkıda bulunmuştu. 1878 yılında granül karbondan ürettiği
hassas telefon mikrofonu sayesinde artık kullanıcılar bağırmak
tan şişen suratlarını normal tonda konuşarak rahatlatmışlardı,
hem de ülkeler arası çağrılarda bile! Tabii yüksek sesle konuşan iş
adamlarına söyleyecek pek lafımız yok. Edison da zaten bilimsel

148
Greg lenner

olarak bu duruma bir açıklık getirememişti. Görünüşe bakılırsa


Edison telefonun kullanılışını ilk gördüğünde, Amerika'nın öncü
mucidi 'Hullo' demişti; 19. yÜ2yıl lügatinde seni görmek çok gü
zel anlamına geliyordu. Fakat şu anda şüpheci kostümümüzle bu
hikâyenin çok da pamuk şeker olmadığını düşünüyoruz. Buna
rağmen yine telefonu açtığımıza "Alo" diyor olmamızı da Edi-
son'un küçük revizyonuna borçluyuz.
Edison "Alo" derken daha kuvvedi harfleri olan bir kelime kul
landığımızı düşünmüştü bu önemliydi çünkü telefonlar ilk olarak
şirkeder arasında kullanılıyordu ve telefonlar şimdiki gibi birkaç
kez çalmadan direk açılıyor ve hat sürekli açık kalıyordu. Kısaca
Alo özellikle seçilmişti çünkü ofis hayatında sıklıkla kullanılan bir
kelime değildi yani bu kelimeyi duymak anında birinin telefon
ç^rısı aldığını hatırlatması anlamına geliyordu. Edison un telefon
açışı şimdi en çok kullanılan kelime olması bir yana Bell'in alterna
tif çözümü bizi hayal kırıkhğma uğraoyordu. Deniz altı terminolo
jisinden aldığı kelime insanlar tarafından beğenilmemişti: "Ahoy"
sanki Lionel Richie'nin şarkıya başlarken kullandığı kelime gibi ses
çıkaıtıyordu; Ahoy, is it meyour lookingfor?
Tabii, Alo (hello) kelimesi, İngilizce diline bir anda giremedi.
İlk olarak varlıklılar telefon satın alabilmişti ve Edison'un oyunu
değiştiren yeniliği bu kesim tarafından uygun bulunmamıştı yani
saygın bir kişi telefonu açtığında direk mevzuya girerek "Orada
mısın?" ya da fantastik bir pasif-agresiflikle "Evet...?" diyordu.
Hello'nun yeni bir kelime olması aslında insanları rahatsız eden
yegâne şey değildi.. Birinin gizliliğini korumak telefondan sonra
iyice önem kazanmıştı ve istenmeyen çağrılar almak, farklı sınıf
tan insanların üst sınıftakileri araması ihtimalleri yeni müşterileri

149
Bil Günde Blı Milyon Yıl

korkutmuştu. Başka bir çekince ise karşı tarafta konuşanın kim


olduğunu tanıyamamak ve küçük duruma düşmekti, ayrıca yan
lış numara çevirme ihtimali de vardı. Çocuklar alıcıyı oyuncak
niyetine oynayabiliyorlardı ve teknik aksaklıklar veya sistemin
yetersizliği insanların sakladıkları sırları başkalarının bilmesine
olanak sağlıyordu. Veya âkında olmadan boşluğa konuşuyor da
olabilirdiniz.

Fiyat ve kullanış ideal olmadığı için farklı çözümler türemiş


ti. Kırsal alanlarda 1970'li yıllara kadar tek bir hanenin hattıyla
tüm köy idare ediyordu, kışra süre sonra kulak misafirliği vakaları
çoğalmış ve ev kadınlarının buluşmak yerine telefonlaşarak dedi
kodu yapma dönemleri başlamıştı. Yani komün hayatının önü
kesilerek gelenekler iki dakikalık sohbedere dönüşmüştü. Çok
zengin ve kendine ait ev hanımlarının uzun süreli konuşmaları
bile bu yüzden şirkeder tarafından uyarılmış ve akşam saaderi
daha az konuşmaları istenmişti, alternatif olarak da daha uygun
fiyadı tarifeler günün farklı saatlerine uygulanmaya başlanmıştı.
Gün içerisindeki iş akışı böylelikle daha rahat yapılabiliyordu.
Etiketler yüzyıllar boyunca insanların nasıl davranması gerek
tiğini öneren yargılardı, mesela mektup yazarken bile belli bir du
ruşunuz olmalıydı hücat telefonun devrim niteliğindeki yeniliği
gazete ve dergilerde boy gösteren farklı haberlerle değişimi ortaya
koyuyordu. Açıklanan durumlar telefon konuşurken saygı gös
termek için sadece ayakta mı durulmalıydı? Ya da kadın ve erke
ğin tamamen çıplak olarak telefonda konuşması büyük bir ahlak
sızlık mıydı? Acaba telefon hadarından hastalık bulaşabilir miydi?
diye uzayıp gidiyordu. Fransa'da yayılan dedikodular kadınların
gayrı meşru ilişkileri telefon üzerinden yapmaya başlamasıyla ço-

150
Gıeg lenner

ğalmışa, yani sanal seks o kadar da modern değildi; erkekler de


kulaktan kulağa ayrı odalardan yaptıkları cinsel ilişkinin finalini
aynı odada oral seksle bitirmeye başlamışlardı...
Fakat iletişim kurmamızın şekli sadece bu değişimlerle de sı-
mrlı değildi. Bu yeni telefon işinin çalışabilmesi için ana santral
lere ihtiyaç duyuluyordu ve telefon açanları doğru hadara yön
lendirmesi gereken bir merkez olmalıydı fakat kim böyle bir işi
yapardı ki? Düşünsenize, operatörler tüm konuşmanızı dinlemek
zorunda kalıyordu. Genç yetişkin erkekler güvenilir değildi o
yüzden bu görev genç, evli olmayan kadınlara verildi (kadınla
rın iş hayatına girişinde önemli bir rolü vardır)ve bu santral çalı
şanlarına zamanlar 'Alo Kızları' adı verilmiş ve Edisohun snoblar
tarafından itilen yeniliği popüler kültürde yerini alabilmişti. 'Alo'
burada kalacaktı ve telefon da ona eşlik edecekti.
Arkadaşımızla saatlerdir muhabbetteyiz ve muhtemelen beda
va konuşma süremizi bitirdik -kabarık bir faturayı engellemek
için- telefonu kapatıp mesajlaşmaya geçiyoruz. Bunu yaparak
önceden konuştuğumuz şeyleri tam anlamıyla yazıya döküyor
yani yazılı sembollere döküyoruz, tabii taş devrindeki atalarımı
zın 'ug, nug' kelimelerini artık bu teknolojide kullanmamaya ça-
hşıyoruz ya da bize öyle geliyor. Şimdi gelin emin olalım...

BAŞLANGIÇTA SADECE KELİME VARDİ


Genellikle öğrencilerin bilimsel araştırmaları ulusal bilim
dergilerinde ya da gazetelerinde yayınlanmaz çünkü bu gençler
makalelerini yazarlarken kanlarındaki tehlikeli votka seviyeleri
ve çadır direkleriyle meşgullerdir. Fakat bunların arasından çıkan
istisnai birini anlatalım. Kanadalı Genevieve Petzinger farklı bir

151
Bil Günde Bir Milyon Yıl

gençti. 2009 yılında yüksek lisans tezini antropoloji dalında tes


lim etmişti ve eder etmez manşedere taşınmıştı.
Petzinger'in odak noktası taş devrinin pek de bilinmeyen bir
sanatıydı -Fransız mağaralarının duvarlarına resimlenmiş sem
bollerdi- ve arkeologlar bu sembolleri 150 yıldır bilmelerine rağ
men, bu merak uyandıran çizimler genellikle daha etkileyici olan
bizon, aslan veya ayı çizimlerinin arkasında kalırdı. Petzinger,
daha önce kimsenin bu çizimlere ait bir katalog çıkartmadığını
lârk etmişti ve üstadı Dr. April Nowell ile birlikte 146 Fransız
mağarasını dolaşarak çizimlerin kataloglarını çıkarmış ve sonu
cu analiz etmişlerdi. Kısa süre içerisinde bu çizimleri öylesine
yapılmadığını anlamışlardı fekat çizimlerden 26 tanesi çok kez
karşılarına çıkmıştı: haç, eller, çizgiler, noktalar, spiral girdaplar,
dalgalar ve farklı birkaç çizim daha dikkatlerini çekmişti. Kanıt
bilgisayar ekranlarından sanal olarak hayat buluyordu: binlerce
yıl önce. Bronz Çağı'nda yazı henüz keşfedilmemişken, batı Av
rupa'da kullanılan sembolik bir proto-alfabe olabilirdi.
Görsel sembolizm modern dünyamızın her yerinde ve eğer
mutfak dolaplarımıza bakarsak içindeki küçük paketlerdeki sem
boller birçoğunun geri dönüşümlü olduğun söylüyor ya da kay
nar suyun surata dökülmesinin zararlı olabileceğini anlatıyor. Ve
telefonumuzu yerine koyum e-postalarımızı kontrol etmeye git
tiğimizde bastığımız tuş, muhtemelen küçük dijital bir zarf, eski
yazılı günlerin ihtişamını anlatan bir piktogram. Batıda, özellikle
elekttonik alederin menü ekranlarında, piktogramlarda —bir şe
yhi sanatsal gösterimi— evvelki ünlerine ulaşmıştı fakat Asya'nın
doğusunda bu piktogramlar hiç yok olmamıştı; Çin alfabesi bu
ideogram (soyut bir fikrin betimlemesi) ve piktogtamlar üzerin-

152
Greg lenner

den çalışıyordu. İnsanları meraklandıran: eğer piktogramlar taş


devrinde ve modern Asya'da işe yarıyorsa batıda neden alBıbe
çullanılıyordu? Pekala, kemerlerinizi bağlayın şimdiki kısım kalp
lastalığı olmayanlara geliyor...
Doğum günü kartlarının birinde bir karikatür var, ne zaman
Jörsem gülüyorum ve bilgiçlik taslamaya başlıyorum. Bu karika-
:ürde, Indiana Jones şapkası takmış bİr arkeolog elindeki paha
}içilemez hiyerogliflerle bezeli Mısır vazosunu kaldırıyor, fakat
câğıdın altında da bu sembollerin çevirisi yapılıyor: 'Bulaşık ma-
dnası güvenli'. Bu çok komik bir espri fakat semptomatik olarak
jirçok insanın yanlış anladığı bir durumdan bahsediyor. Evet, hi
yeroglifler Sümer alfabesiyle birlikte ilk ortaya çıkan yazı sistem-
eridir ve 5,200 yıl önce keşfedilmiştir. Ama, hiyeroglif kelimesi
laha sonraları ortaya çıkmış. Yunanca olan, 'kutsal oyma mana
mı taşır ve ezelden beri kutsal, dini bağlamlarda kullanılmıştır.
İunun yerine, günlük yazı işleri için kullanılan, imleç mantığıyla
şleyen kursif (daha sonra demotik ile değiştirilecek olan) yazı şiş
emi kullanılmıştır ve hiyeroglifler birçok Mısırlı için bir anlam
fede etmemektedir, yani bizim de önümüze gelse iki basamaklı
lilgisayar kodu gibi algılarız.
İki basamaklı kod demişken... E-postamızı yazarken kesin
»lan şey karşıdaki insanın siber alandan geçen elektronik 1 ve O
akamlarmdan oluşan dijital bir mesajdan başka bir şey almaya-
ağıdır. Ama düşüncelerimizi yazarken bazılarımız hâlâ fiziksel
letişimİ tercih edebilir çünkü kâğıt kullanmak bir yandan da bu-
uşturup çöpe atarak bize ayrı bir keyif verir. Karmaşık bir şekilde
âğıt ismini eski Mısır yazıtlarının kullanıldığı papirüs kamışın-
lan alır. Bu teknoloji yaklaşık 4.500 yaşındadır.

153
Bir Günde Bir Milyon Yd

Fakat kâğıt çok sonraları icat edilen bir Çin icadı olmuştur
-aşağı yukarı 2000 yaşındadır- ve selüloz liflerinin eritilmesiyle
elde edilir. Kâğıt ve papirüs aslında çok farklı iki üründür fakat
etimolojilerin birbirine geçmesi yüzünden birlikte anılmaları
anlaşılabilir. Her şey bir yana, biz modern yazarlar olarak antik
Mısırlılarla birçok ortak yöne sahibiz ve onlar sağdan sola doğru
yazarken mineralleri ezerek elde edilen siyah ya da kırmızı mü
rekkep kullansalar da, kamış ucundan yapılı çapraz olarak kesil
miş mızrapları bizim dolma kalemlerimizden çok farklı değildi.
Kıyaslamak gerekirse. Bronz Çağ Mezopotamya'sında Sümer
dili çivi yazısı denilen bir sistemle yazılıyordu. Yumuşak kil tab
letler, üzerleri yazıldıktan sonra fırınlanıp kalıcı olmaları sağlanı
yordu. Çivi yazısı neolitik dönemden kalma alışkanlıkların evrim
geçirmesiyle ortaya çıkmışa benziyordu, çünkü neolitik dönem
de küçük kil markalar üzerinde nümerik değerlere sahip şekiller
bulunmuştu ve bu markalarla ticaret yapılıyordu. Sümer impa
ratorluğu medeniyetinin kollarını genişlettikçe, karmaşıklaşan
ticari anlaşmaları daha kapsamlı bir hesaplama ve kayıt sistemine
ihtiyaç duymaya başladı. Markalar artık yeterli kalmayınca, mi
lattan önce 3200 yılında tüm bu bilgiler çivi yazısıyla kayıt altına
alınmaya başlanmıştı. Bu da bize tiyatro ve edebiyatın önde gelen
isimleri Shakespeare, Moliere, Sun Tzu ve Aristo'nun dehasını
kaydeden malzemeyi vergi memurlarının icat ettiğini gösteriyor;-
bu aynı Rock'n'Roll'u Margaret Thatcher icat etti demek gibi bir
şey olsa da...
Fakat tüm büyük imparatorluklar yazıyı benimsememişti. 16.
yüzyılda İspanyol kâşifler ortaya çıkana kadar Güney Amerika
înkaları khipus adında, renkli ilmeklerden oluşan bir dil sistemi

1S4
Greg leııner

kullanıyorlardı, bu ipler pamuk ya da lama kılından yapılara kul


lanılırdı ve kırklı ip çeşitleri paylaşılan bilginin de ayrışmasına
olanak sağlıyordu. Khipular tek bir harfle bir şeyler ifade etmek
için de kullanılıyor ama yeri geldiğinde 2,000 ilmekten oluşan
karmaşık bilgiler vermeye de yarıyordu. Şaşırtıcı olan, bu sistem,
İnkalann Quechua dilinden türememişti, nümerik bazda lO'lu
sayı sistemiyle çalışıyordu ve înkalarm sistemi araştırmacılar için
bir hayli zor olacaktı(tüm fizik sevenlere duyurulur...).
Çivi yazısına geri dönersek, ilk olarak Sümerli yazarlar yazı
yazarlarken çok sivri uçlu kamışlar kullanarak tabletleri kazımaya
başlamışlardı fakat nemli kil tableder çabuk deforme oluyordu
o yüzden üçgen uçlu bir kalem icat ettiler. Bu kalemle birlikte
çivi şeklinde harfler üreterek işitsel bir dil sistemi tabletlere ya
zarak kurdular ve muhtemelen bu dil, sembollerin daha önceki
markalara yazılan sistemdeki bir temsiliydi. Fakat mağaralarda taş
devrinde bulunan 26 farklı sembole nazaran, çivi yazılarındaki
semboller kısa sürede çoğaldı ve her bir fluklı şekil, binlerce ke
limeyi, ismi, mekânı ve fiili temsil etmeye başladı. Yani eğer bir
adam 3 tane inek aldıysa, kayıdarı tutan kişi sadece üç adet inek
sembolünü bir satıra çizmiyordu. Bunun yerine 3 rakamına kar
şılık bir sembol ve ineklere karşılık da başka bir sembol kullanı
yordu, kafa karışıklığı gidermek içinse geliştirdikleri karar noktası
sistemini kullanıyorlardı. Mesela, eğer İngilizce de cadı anlamı
na gelen witch' kelimesini ele alırsak sembolünde yeşil renkli,
süpürge üzerinde bir cadı görüyorduk ve bu sayede aynı sesteki
hangi anlamına gelen 'which' kelimesiyle karışıldık önleniyordu.
Basitçe anlatmak gerekirse, çivi yazısı sistemi her flukiı fikrin ya
zıya farklı şekillerde dökülebilmesi anlamına geliyordu.
Bir Günde Bir Milyon Yıi

A. B.C. KADAR KOLAY


Pekala, yazıyla alakalı ilk temelleri anlatarak aradan çıkarttık
fakat hâlâ batı alfabesinin doğuşuna tanıklık edemedik. İngiliz
ce konuşanlar, Fenikelilerin dillerine yaptığı önemli katkılardan
ötürü onlara teşekkür etmeliler. Şimdilerin Lübnan'ı olan yerde
yaşamış olan bu deniz insanları, Akdeniz dışında kuzey Afrika,
güney İspanya, Sicilya, Sardunya, Yunan adaları, Kıbrıs ve doğu
Akdeniz kıyıları boyunca koloniler kurmuştu. Evet, çok fazla do
laşıyorlardı ve nereye giderlerse gitsinler, doğal olarak geliştirilmiş
çivi yazısı sistemini de yayıyorlardı, bu yeni sürüm 22 sessiz harf
ten oluşuyordu.
İlk olarak Levantenlere tanmlan bu dil daha sonra Aramca di
line dönüşmüş ve ardından bölünerek İbranice ve Arapça yazılı
alfabelerini oluşturmuştu. Bu sırada Yunanlar da Fenike sistemi
ne geçmişlerdi ve yenilik olarak sesli harfleri icat etmişlerdi, bu
muhtemelen kendi dillerini daha iyi konuşmalarına yarayacaktı
ve bu iyileştirme İtalya'ya da sıçramıştı. Ayrıca Etrüskler Roma
lılar tarafından işgal edilip yok edildikten sonra 23 harfli Latin
alfabesini kullanıyorlardı ve çivi yazısının gelmesiyle tercihlerini
bu yeni dilden yana kullanmışlardı. Eski dillerinde sesli ve sessiz
harfler olmasına rağmen J, U ya da W kullanılmıyordu. Ardın
dan Romalılar kendilerini bu Libyalı komşuları, ICartacalıları yok
etmeye adalılar. Kartacalılar yerleşik hayatı olan, eski Fenikeliler
di buda onların işine yarayacaktı.
Benimle kalın, az kaldı bitiriyoruz... Roma İmparatorluğu
devasa sınırlara ulaştığında kontrol edilmesi zor bir kara parçası
na hâkim olmuştu ve mecburen Cermen paralı askerlerini kira
layarak sınırlarında devriye gezmesini sağlayacaktı. Ardından bu

158
Greg lenner

alman gruplar beraberlerinde latin alfabesini kuzeye götürmüşler,


İskandinav ve Sakson runik alfabelerinin ortaya çıkmasına neden
almuşlardı, hatta dilin büyülü olduğu, kılıç ve benzeri silahlara
3 yüzden kazındığı söylenegelmişti. Bunlar yetmezmiş gibi, 9.
idizyılda Yunan alfabesi Ohridli -Aziz Kiril'in Bulgar bir müri
di- aziz element tarafından güncellenmiş ve Kiril alfobesine dö-
lüştürülmüştü. Ve günümüz Rusya'sında hâlâ geçerli olan dil de
sudur ve tabii ki Bulgaristan'a yaptığım bir ziyarette de bu alfabe
dizünden kremle diş macununu karıştırmışlığım vardır.
Bütün bunlar olurken, Katolik kilisesi eskimiş Latin alfabesini
taatsiz Alman kabilelere kakalamıştı ve Roma alfobesi yavaş yavaş
Vvrupa'daki dilleri şekillendiriyor, standart Latin alfabesi zamanla
nodern Fransızca, İspanyolca, İtalyanca vb. dillere dönüşüyor-
lu. Bu tabii sonuçta İngilizce alfabesinin 26 harften oluşmasına
'e şimdi kullandığım dil hale gelmesine neden oluyordu, ben de
)öyle yazılarla canınızı sıkabiliyordum. Kusura bakmayın. Her
leyse, çok daha basitleştirmek gerekirse, Fenikeliler olmasaydı
tusam SokağındakiABC^arktst olmayacaktı ve hepimizin de ka-
tul edeceği gibi bu büyük bir trajediye yol açabilirdi.
Artık e-postalarımızı bitirerek evde daha işe yarar bir şeyler
apma zamanı geldi; belki bir DIY yani kendin yap projesi? Her
eyden öte şu eskimiş dolap kapağı kendiliğinden tamir olup ye-
ine oturmayacak değil mi? Fakat ayağa kalkıp çekicimize doğru
zanırken, camdan gazeteci çocuğa gözümüz ilişiyor. Omuzunda
meşhur çantası asılı, tam da bizim kaldırımımızda. Evet, nasıl
nutabiliriz ki? Hafta sonu gazetesi... Eh o yüzden dolap kapağı
imdilik idare eder gibi gözüküyor; yani şimdi bir fi ncan kahveyle
dondaki koltuğa uzanıp küresel haberleri okumak varken değil

157
Bir Gande Bir Milyon Yıi

mi? Ve evet, duydum! Çengel bulmaca da var! Doğru karar. Su


ısıtıcısını çalıştıralım ve paspasın üzerinden gazetemizi alıp man
şetlere bakalım.

TARİHİN YENİ SAYFASI


Basılı gazetecilik artık hayata zor tutunuyor fakat yanındaki
dijital medya sabırsızlıkla akrabasının yatağı başında bekleyerek
makinanın fişini çekeceği anı bekliyor, dolayısıyla işi de atasından
devralacak. Her şey bir yana, en son ne zaman parşömene yazılı
bir belge okudunuz?
îki bin yıl önce kitaplar (ya da teknik olarak kodeksler) yazılı
kültürde büyük bir atılım niteliğindeydi. Çokça taşınabilirdi ve
rakibi olan masif parşömenlere kıyasla okuyucularının kolayca
sayfaları istediği bölüme çevirdiği bir yenilikti; özellikle kilisenin
bir avuç pagana incili öğretirken belirli bölümleri okumaları ge
rektiğinde çok işe yaramıştı. Ve Hıristiyanlığın yayılması, kutsal
kitaba bağlı olan bu dinin, kitabı da bir anda meşhur etmesiyle
aynı ana denk gelmişti fakat bu bir tesadüf değildi. 1. yüzyılda
Hıristiyanlık garip bir doğu kültürüyken yaşamış olan havari Aziz
Paul garip bir adamdı ve elinde gezdirdiği defter de bulunan ya
zıların hiçbiri Herculaneum ya da Pompeii'den çıkan kodeksler
değildi. Bunun yerine, Romalılar papirüs, mum ya da kırık çöm
lek parçalarını kullanıyorlardı ya da Vindolanda'da olduğu gibi
-Iskoçya'daki Hadrian Duvarı'nda bir kale- ince tahtalara yazı
yazılıyordu. 4. yüzyılla birlikte imparatorluk İsa'yı benimsemiş
ti ve kodeks, önceki muadillerinden çok daha popülerleşmişti,
200 yıl içerisinde tüm rakiplerini yok etmiş ve tarihin say^arına
gömmüştü.

158
Greg lenner

Kodeksin yeni ve popüler bir teknoloji olmasına rağmen, me


tinler satır satır, ciddi bir işçilikle yazılmak zorundaydı. Kitap
özeldi çünkü tek bir kopyasını çıkartmak için ciddi bir çalışma
gerektiriyordu ve bunun kanıtı Ortaçağ yazarlarının notlarında
da açıkça belirtilmişti:kişisel favorilerim de ümitliler "Tanrıya
şükür, yakında hava kararacak!"; yorgunlar: "Yazı yazmak ziya
desiyle boş iş. Sırtınızı kamburlaştırıyor, gözlerinizi kör ediyor,
midenizi yakıyor ve her yerinizi ağrıtıyor" ve aşırı komik, şiirsel
olmayanlar da: "Ah ellerim!" diyerek kitabın ne kadar zor bir şe
kilde üretildiğini açıklıyordu. Fakat çok az sayıda olması bir yana,
bu metinler aynı zamanda estetiği de geliştirmişti. Fatih ^illi-
am'm 1086 yılında yazdırdığı nüfus tahrir kitabı çok yeteneğe
gerek kalmadan yazılmış olsa da kutsal ağıtlar (gospeller) genel
de hayvan derilerine yazılırdı- boyut değiştirerek resimli sanat
eserleri haline gelirdi ve giriş ya da önsöz yazıları saader süren ta
sarımlarla tamamlanıyordu, tabii bunları yaparken esnemek bile
büyük bir tehlike arz ediyordu.
Bazı kaçınılmaz nedenlerden ötürü, kitap üretimine getirilen
kısıdamalardan dolayı batı Hıristiyanlığında okur yazar oranlığı
bir hayli düşüktü. Buna karşılık sen ve ben tüm dış Aktörlerden
haber alabiliyoruz; -radyo, televizyon, e-posta, bloglar, gazeteler
vb.- Ortaçağ Avrupa'sında ise sıradan halk genellikle haberlerini
kiliselerden alıyordu ya da kasabalarda kurulan pazarlarda do
laşan dedikodular sayesinde olan bitenleri öğreniyordu. Kişisel
eğitime ya da politik radikalliğe giden birkaç yol vardı ve halen
gizemli olan okuyabilme sanauna çok para yatırmaya gerek kal
mıyordu. Kilise ve Krallık toplulukları en güçlü iletişim yollannı
kullanarak kontrol altında tutuyordu ve bu güç onların soğuk.

1S9
Bil Günde Bir Mİİyon Yd

ölüm kokan ellerinden çıkıyordu. Fakat yeri gelmişken söyleye


yim, bu olayları tutku haline getirmiş ve elinde uygun silahı olan
bir adam vardı...
Muhtemelen Johannes Gansefleisch adını hiç duymamışsınız-
dır. Bunu anlayabiliyorum, neden mi? Çünkü kim John Goose-
bumps adında bir adamı takip etsin ki? Evet, ismi gerçekten de
beceriksiz bir çocuk animatörü gibiydi. Açık olan, Johannes de
aynı şeyi düşünmüştü ve tutkularını daha iyi anlatacak bir soy
adına ihtiyacı olduğunu biliyordu, soyadını Gutenberg yapacak
tı: önceleri Almanya, Mainz'de bir kuyumculuk yapmış olan bu
adam şimdilerde ise global tarihin bir kahramanı olarak biliniyor.
Eğer Apple'ın 2005 yılında tanıttığı iPod Nano 'devrim' niteli
ğinde bir cihaz olarak nitelendiriliyorsa, Gutenberg'in matbaası
da über-mega-süper bir devrim niteliğinde şeklinde açıklanabilir.
Gutenberg'in tarihe kattığı bu yenilik gerçekten hayranlığı
ve tebriki hak ediyor. Gerçek olan aslında Gutenberg'in baskıyı
bir konsept olarak üretmemesidir, çünkü Çinliler 8. yüzyıldan
beri tahtaları kazıyarak blok taslaklar hazırlarken, Gutenberg'in
15. yüzyılda dahi bir kıvılcımla icat ettiği küçük metal harfler
sayesinde sınırsız sayıda kelime, cümle kurabiliyor ve bu metalle
ri tekrar tekrar kullanabiliyordunuz. Basitçe anlatmak gerekirse,
şimdilerde buzdolaplarının üzerine komik küfürler yazmak için
satın aldığınız o metal harfleri hayatımıza sokan adam diyebiliriz,
önceleri kitaplar -keşişlerin amansızca yazdığı ya da profesyonel
yazmanların üniversitelerde sürünerek bitirdiği kitaplar- günde
5 sayfası tamamlanacak şekilde üretiliyordu, her yazmanın kapa
sitesi bu kadardı fakat mekânik baskı sayesinde, ki muhtemelen
şarap üreticilerinin mantar baskısından esinlenmiş olan bu sis-

180
Greg lenner

temde, bir batımda 3,500 say& üretilebiiiyordu.


Bu yeniliğin sağladığı şey ise ister istemez pazara kontrol edi
lemeyecek derecede bilgi yaymasıydı. 1517 yılında, yani Guten-
berg öldükten 50 yıl sonra, Alman keşiş Martin Luther Katolik
Kilisesinin içindeki yozlaşmayı anlattığı 95 tezini yayınlamıştı.
O güne kadar tüm rantlar, elde edilen paralar, rüşvetler bilinmi
yordu ve insanlardan habersiz türlü işler yapılıyordu fakat Alman
eyaletlerinde kitap seven binlerce kişi gitgide okur yazar olmuştu
ve Luther'in fikirleri çabucak benimsenmişti, çünkü artık matbaa
vardı. Kilise devlet yapısının yıllar süren kontrolü artık sona eri
yordu, sonunda insanların da konuşacak şeyleri olabiliyor ve tek
yapmaları gereken ne kadar yüksek sesle konuşacaklarına karar
vermek oluyordu; aynı üniversite 1. sınıfta karaokeye giden inek
öğrenciler gibi yani...

BUGON HABERLERİ OKURUM. AMAN ALLAH'IM


Koltuğa uzanıp, kahvemizin hafifçe ılımasını beklerken bir
yandan hafta sonu gazetesinin sayfalarını çeviriyor ve özellikle
asparagas 'Moda ikonu mu? Kimin 2 bin liralık şapkası olur ki?'
gibi haberleri hızlıca geçiyoruz. Fakat yarım saat sonra büyük bir
haber patlayacak olursa, gazeteyi bir kenara bırakıp dijital ekran
larımıza dönüyor ve BBC sayfasını yenileyerek dramatik olayın
özüne inmeye çalışıyoruz. Bu denli hızlı haber alma şansını sö-
mürüyoruz ama atalarımızın da bu şekilde habere aç olmadıkları
nı da tahmin etmeden geçemiyoruz. Onlar sadece meraklansalar
da bunu giderecek altyapıya ne yazık ki sahip olamamışlardı.
îki bin yıl önce, Roma imparatorluğunun görkemli günle
rinde bile tek sahip olunan Açta Diuma adlı günlük gazeteydi.

161
Bil Günde Bir Milyon Yd

kısaca günlük manşetleri yazıyordu -politik olaylar, skandallar,


savaşlar, yasal olaylar...bu tip şeyler- ama bu tip haberleri almak
için büyük bir talep olsa da resmi olarak bu gazete birden ftızla
çoğaltılmıyordu. Kelimenin tam manasıyla, bu gazete şehir mer
kezlerine asılan tek sayfadan ibaret bir tabletti, aynı okul kantin
lerinde olduğu gibi panoda asılı dururdu ve eğer imparatorlukta
neler olduğunu öğrenmek isterseniz kölenizi buraya gönderip ne
ler olup bittiğini öğrenip size anlatması gerekirdi.
Doğru haberciliğin doğuşu 16. yüzyıla kadar beklenmişti. Lut-
her ve Gutenberg arasındaki ittifak broşürün keşfini hızlandır
mış ve bu tek sayfelık blog yazısı ucuz maliyederle çokça basılıp
okuma heveslilerine satılmıştı. Broşürler ilk olarak Luther in anti
Katolik düşüncelerini yaymaya yaramıştı fakat bu fi kirler yavaş
yavaş ölmeye başlayınca matbaalar günlük olaylara odaklanmıştı.
Habercilik henüz otoriteleri karşısına alacak kadar gelişmemişti
ve propagandalar Kuzey Kore'deki gibi yapılamıyordu; yani Papa
bir vuruşta 18 golf topunu henüz deliklere sokamıyordu. Fakat
ihmalden suçlu olmamak için haber yaymak hiç yaymamaktan
daha akıllıca bir davranıştı.
Peki, ilk gazete hasıldı? Doğrusunu söylemek gerekirse, Lut-
her'in etkisiyle il olarak Almanca dilinde, Strasburg şehrinde ba
sılmıştı ve yerel Senatör Johann Carolus tarafından 1605 yılında
basılmıştı. Carlous'un fi kri, tüm kutsal Roma İmparatorluğunun
köşelerinden günlük haberleri toplayarak haftada bir olacak şe
kilde 150-200 okuruna basıp dağıtmaktı. Bu insanlardan bazıları
ciddi anlamda zenginlerdi, şatolarda yaşıyorlardı fakat büyük bir
kısmı da pazarla ilgili haberleri kovalayan tüccarlardan oluşuyor
du. Yılın sonunda Carolus 52 sayfeyi bir kitap haline getiriyordu

162
Greg leimer

ve Relation aller Fümemmen und gedenckunirdigen Historien adı


altında yılın tarihi olaylarını anlatan şimdiki modern dergilerin
bir benzerini yapıyordu. Bu erken başarı sayesinde kısa sürede di
ğer Avrupa gazeteleri de piyasaya girdi ve çoğunluğu Almanya'yı
ikiye bölecek Otuz Yıl Savaşlarını anlatacaktı.
Britanya'da dış haberler sekiz sayfalık gazetelerde 1620'lerde
dağıtılmaya başlanmıştı fakat İngiliz kanahnda çıkan fırtınalar
gazetelerinde haftalar süren gecikmelerle dağılmasına neden olu
yordu yani yeni' haberler yerlerine ulaştığında çoktan eskimiş
oluyordu; matbaanın gelişinden sonra bile, lojistik ciddi prob
lemdi. Başka bir sıkıntı ise okurların gazetelerin baş sayfasında
okudukları yöneticiler listesiydi, çünkü broşürler her seferinde
hırklı bir manşede yeni fikirleri anlatıyorlardı. İtalya, Almanya,
Macaristan'daki Weekly News gazetesinin editörleri her seferinde
son baskılarının bir öncekiyle farklı olduğunu anlatmak zorunda
kalıyordu. Her hâlükârda gazeteler basılıyordu ve bu ilk kâğıdar
şimdilerde okuduklarımıza pek benzemiyorlardı; kalın manşeder
yoktu, ünlü dedikoduları, reklamlar ve görseller yoktu ya da çok
azdı. Dahası, haberler heyecansız, birbiriyle alakasız anonim in
sanlar tarafından yazılıyordu ve insanlar kendi yargılarını yapmak
zorunda kalıyorlardı. Suçlanacak bir editör departmanı yoktu.
Britanya'nın gazete endüstrisindeki en büyük padak 1640 yı
lındaki vahşi ayaklanma sırasında ortaya çıkmıştı, Parlemento ile
saray savaş halindeydi ve şidded arttıkça gazetecilik artık politize
oluyor ve iki taraf da kendi yandaşlarını yaranyoıdu. Birbirlerine
sürekli karalama niteli^nde haberler yazan iki taraf sayesinde basın
savaşları da başlamıştı. Krallık tarafında Kindsomes Weekly InteUi-
gencer dururken, parlemento tarafında the Mercurius AuUcus du-

163
Bir Günde Bir Milyon Yıl

ruyordu. Bu girdabın içine 23 yaşında düşen yayıncı Marchmont


Nedham, kraliyet karşıtı yayınlar yapmaya başlamıştı, Mercurius
Brittanicus ile 1643 yılında Kral I. Charles'ı kızdırmayı başarmıştı.
Ardındain da bir anda kraliyet safına geçerek Mercurius Pragmaticus
gazetesini yayınladı. Tabii, kral Charles savaşı kaybetmişti ve kelle
sine de elveda demek zorunda kalmıştı, haliyle parlementerler de
küçük Nedham'ı ihtilale teşebbüsten içeriye tıkmışlardı. Fakat, bü
yük faydacı, minüc hapishane kuşumuz rahat durmamıştı. İçerdey
ken, dışarı çıkmanın yolunu aramış ve çözümü Mercurius Publicus
gazetesini yayınlamakta bulmuştu, bu gazete Oliver Cromvveirin
otoriter yönedminin ağzı gibi davranmıştı.
Aşağı yukarı on yıl içerisinde, gazeteler Macarların hava du
rumunu takip ettiği bir eşya olmaktan çıkıp bitmek tükenmek
bilmeyen dalaşmalarla dolu, gözleri yoran reklam ve resimlerle
bezenmişti. Tam tamına 350 yıl önce sağ sol çatışmalarının vesi
kalık bir resmi gibi duruyordu, manşetler sürekli ideolojik duruş
lar sergiliyor ve politik düşmanlarını yerden yere vuruyordu. Biz
ler göre bu sağlıklı bir demokrasi demekti fakat iç savaştan yeni
çıkmış bir ülke için gerçekten sarsıcıydı. 1660 yılında monarşi
yeniden kontrolü aldığında yeni kral bu isyankâr insanların mil
letini kışkırtmasına seyirci kalamadı. II. Charles belki de tarihte
hedonist bir popülist olarak çoğunluğa yaranan biri gibi geçse de
basın özgürlüğüne gelindiğinde helikopterden düşen bir fil ağır
lığında oluyordu. Ama öyle çapkındı ki, her an başka bir kadını
becerdiği için ingilizler bir yandan da onu seviyordu.
Sansür, gazeteciliğin kılıcını köreltmiş olsa da haber alma ihti
yacına duyulan açlık yeni fikirlerin de ortaya çıkmasına neden ol
muştu. 1650 yılı Londra'sında yeni türeyen mekânlar, insanların

164
Greg lenner

haber alma ihtiyacını gidermeyi amaçlıyordu, kısa sürede insan


havuzuna dönen -şimdiki adıyla cafe diyoruz- mekânlar ente
lektüel açılığm giderildiği yerler haline gelmişti. Bir penilik giriş
ücretine erkekler -kadınlar buralarda pek sevilmezdi- burada ta
kılabilir, haberleri okuyabilir ve Türkiye'den ithal edilmiş yepye
ni bir sıcak kahveyi içebilirlerdi. 17. yüzyılda içilen bu kahve,
şimdilerde içtiğimiz aromalı kahvelere pek benzemiyordu, aksine
iğrenç bir tadı vardı -yanık, kömürümsü fındıklı bir tat- fakat
genelde insanların kafası sürekli güzel olduğu bir çağda bu yoğun
kafein bombası uyuşmuş beyinleri sarhoşluktan kurtarıyor ve he
yecanlı bir ruh haline sokuyordu.
îçeridekiler sadece gazete okumanın peşinde değildi, kafeler-
deki insanlar aynı zamanda herhangi bir kaynaktan edinecekleri
yeni bilgiler arıyorlardı. Ana kapıdan girerken insanlarla selam
laşmak bir gelenekti, hemen ardından 'Ne haber?' sorusu gelir
di, her zaman sizin bilmediğiniz bir şeyleri biliyor olduklarının
beklentisi vardı. Tabii burada sadece tek tip, sıkıcı insan profili
yoktu ya da sadece ka^yı çekmişlerin uğrak yeri değildi, aksine
bu kafeler Londra'nın en meşhur şairlerinin, filozoflarının, ya
zarlarının, bankerlerinin ve bilim adamlarının uğrak yerleriydi.
Greacian Kahve Evi'nin müdavimleri Isaac Newton ve Edmund
Halley'in ölü bir yunusu kesip biçmelerine şimdiki Starbucks ya
da John's Coffee'de şahit olamazdınız çünkü bu yerler öyle kala-
balıklaşmıştı ki, kaba insanlar, tacirler bu uğrak mekânları Pazar
takip etmek için kullanmaya başlamışlar ve zamanla bu kafeler
Londra Borsasını oluşturmuştu.
Tüm bu radikaller bir fi ncan kahve etrafında toplanmaya alış
mışlarken lOal il Charles kahve dükkânlarının anarşist yatağını

165
Bir Günde BbMUyon Yıl

olduğunu anlaması uzun sürmemişti. 1675 yılında tüm dükkân


ları kapatmaya çalıştı -aynı basına uyguladığı gibi- fakat bir ka
fein bağımlısı kahveden ayırmak hiç de akıllıca değildi ve aptala
dönen kral ani bir U dönüşü yapmaya çalıştı ^kat burada yenil
giyi kabul etse de olayın gazetelere çıkmasına izin vermemişti.
İngiliz gazetelerinin kraliyet sansüründen sıyrılması ancak kra
lın ve kardeşi II. James'in ölümünden sonra mümkün olmuştu,
1695 yılında sona eren kısıtlayıcı anlaşma aruk sansürün ortadan
kalktığını yasallaştırmıştı. İşte o gün, popüler gazeteciliğin ilk kı
vılcımının oluştuğu gündü.
1702 yılında ingiltere'nin ilk günlük gazetesi The Daily Cou-
rant basılmaya başlandı ve kısa sürede haberi tüm kolonilere ya
yılmıştı. Burada, genç Benjamin Franklin in New England'da bir
gazetede çıraklık yapağını söylemek gerekebilir. Ağabeyinin mat
baasında çalışan Benjamin in New England Courant gazetesini
kandırarak kendini Silence Dogood adında bir yaşlı kadın olarak
tanıtıp yazılarını yayınladığını hepimiz hatırlıyoruz. 15 günde bir
gönderdiği bu sahte mektuplarda popüler kültürle alay ediyor ve
kısa süre içerisinde hevesli okurlar için bir bit oluyordu hatta öyle
popüler olmuştu ki, insanlarla alay geçerek hayal kırıklığı yaratan
bu sahte kadına birkaç evlenme teklifi bile gelmişti.
1800 yılında, Franklin Amerika'nın bağımsızlığına kavuş
masına yardım ettiği sıralarda, ülkede 376 ulusal gazete yayın
lanıyordu. Fena değil. 1871 yılında ise bu rakam 5,781 adede
çıkarak günlük yirmi milyon kopya insanlara bilgi dağıtmak ve
zamanlarını iyi geçirmeleri için yardım ediyordu. Gazete devrimi
ilk başlarda matbaa teknolojisine ihtiyaç duymuştu ve şimdi, bu
büyüme telgraf makinası sayesinde bambaşka bir boyuta ulaşa-

166
Gıeg lenner

çaktı. Bir örümcek ağı gibi kablolarla birbirlerine bağlanan yerli,


bölgesel, ulusal ve uluslararası g^etecilik bir tekel halinde geniş
Amerika kıtasına yayılacaktı. Bu konuya dalmadan önce gelin,
şu telgraf(kelimelerin anlamı Yunancada 'uzaktan uzağa yazışma'
anlamına gelmektedir) denen şeyi keşfedelim ve ilk olarak nerede
kullanıldığına bakalım. Her zaman olduğu gibi tahmin ettiğiniz
den çok daha eskiye dayanıyor.

SİNYALİ GÖNDERİRKEN
Görkemli şehrin hükümdarı deliliğe teslim olmuştu. Kapısı
na dayanan binlerce düşmana rağmen müttefiklerinden yardım
dilenmiyordu aksine oğlunu geri dönüşü olmayan bir göreve,
daha önceden kaybedilmiş bir kaleyi geri almaya gönderiyordu.
Fakat bilge danışmanları liderlerinin bu mantık dışı çaresizliğine
şahit olunca, genç bir kahramanı görevlendirerek işaret kulesine
gönderip yardım sinyalini yollamasını istemişlerdi. Dev meşale,
bir anda alevlenmiş ve dakikalar içinde karanlık ufukta peş peşe
turuncu ışıkların yanmasına sebep olmuştu, bir bir yanan ışık
lar yüzlerce mil ötede zincirleme etkiyle müttefiklerin olanlardan
haberdar olmalarını sağlamıştı. Müttefik şehirlerden birinde, me
raklı gözcülerden biri yüzlerce mil ötedeki alevleri görüp hızlıca
kral dairesine koşarak "Alevleri görüyorum! Gondor yardım isti
yor!" diye bağırmıştı. Kral, cevabı bir saniye bile geciktirmeden
aynen şu cümleyle vermişti: "...ve Rohan yardım edecek!". Tam
da bu anda, binlerce sinemasever yumruklarını havaya kaldırıp
mutluluktan dört köşe olmuştu, hatta bazıları ellerindeki mısır ve
kolalarla etrafındakilere iyi bir banyo yaptırmıştı. Yaşasın Büyücü
Gandalf!

167
Bir Günde Bir Milyon Yıl

Yüzüklerin Efendisi üçlemesi gerçek tarihimizi anlatmıyor fa


kat Bronz Çağı'na kadar geri giderek antik telgraf sistemini çok
güzel örneklemeyi başarıyor. Antik çağlarda işaret ateşlerinden
oluşan ağlar, her zaman bir atlıyı gönderip haberleşmekten ol
muştu; önceleri böyle yapılıyordu, yani bu işaret ateşleri önceden
belirlenmiş bir mesajı taşıyorlardı, örneğin biz, yangın alarmın-
daki camı kırıp düğmeye ancak atıyorum, mutfaktaki tavamız
alevlendiğinde basarız fakat canımız süt istediğinde ve dolapta ol
madığını fark ettiğimiz anda yangın alarmına kullanmayı düşün
meyiz, yani yangın alarmı bize sadece belirli bir olay için uyarı ve
rir. Benzer şekilde bu işaret ateşleri de günlük sohbetler amacıyla
kullanılmaya müsait değildir, bu devasa kornaların tek görevi acil
durumlarda haberleşmeyi kolaylaştırmaktır. Antik Asur şehirle
rinde bir işaret ateşi durumun ciddiyetini, iki ateş yandığında
ise durumun çok kötü olduğunu ve yardım gerektiğini anlatırdı.
Fakat her sinyal ateşi de çaresiz yardım çağrılan anlamına gelmi
yordu. Yunan oyun yazarı Aeschylus'un Agamemnon oyununda
işaret ateşi başında bekleyen bir asker Truva'nın düşüşünü haber
vermek için görevlendirilmişti, ya da 15H8 yılında İngiltere kıyı
lan boyunca yanan işaret ateşleri de işgalci İspanyol ordularının
gemilerini takip ediyor ve haber veriyordu.
Teoride işaret ateşleri basit sistemlerdi fakat hataya çok mü
saittiler. Sümer şehri Mari -şimdiki modern Suriye- Babil kra
lı Hammurabi tarafından milattan önce 1759 ydında haritadan
silinmişti ve 1930 yılında yeniden keşfedildiğinde yıkıntılarda
yaklaşık 25,000 adet çivi yazısıyla yazılmış doküman bulunmuş
tu, bu notların arasında komşu şehirlerden gelen işaretlerin de
günlükleri tutuluyordu. Notlardan bir tanesi bu hatalara örnek

168
Greg lenner

olacak nitelikteydi: "Efendimiz iki işaretin yakıldığını söylüyor;


fakat biz iki işaret ateşini hiç göremedik... Efendimiz bu konu
yu araştırmalı..." Bu aslında şimdilerde "Sana mesaj atmıştım,
almadın mı? Çok garip!" sahnesinin Mezopotamya sürümüydü.
Gemicilerin işaret sistemi semafor keşfedilmeden çok önce,
antik Yunan tarihçisi Polybius mesajlaşma konusunda çok önem
li bir öneri yapmıştı, bu sistemde daha esnek bir mesajlaşma sa
yesinde çok uzak mesafelere daha karmaşık mesajlar gönderile
bilecekti. Buna göre, 5x5 ölçüsünde bir kâğıt pozisyonunda, grit
sistemi yaparak meşalelerle iletişim kurulabilirdi. Yani, A grit
tablosunda bir yukarı bir aşağı meşaleyle gösterilirken, P harfi
ise 4 yukarı 2 aşağı meşaleyle gösterilecekti. Hatta P harfini an
latmak için 4 meşale tablonun sol tarafına 2 meşale de sağ taraEı
yerleştirilecekti. Bu harika bir konseptti &kat pratikte uygulamak
bir hayli zor olacaka çünkü her bir meşale bir diğerinden hatırı
sayılır derecede uzak olmalıydı, bu sayede çok uzak mesafelerden
görülebilmesi daha kolay olacaktı. İronik olarak mesajları yazan
iki adamın da kendi aralarında ayrı bir mesajlaşma sistemi ol
malıydı çünkü iki harfi uzaktan okunabilmesi için birbirinden
bir hayli uzağa yazmak zorundalardı ve uyum içinde çalışmaları
gerekiyordu. Romalıların devasa imparatorluğunda bu zekice dü
şünülmüş sisteme geçmediklerini de göz önünde bulundurursak,
bu sistemin asimda birbiriyle uyum içinde jimnastik yapan ke
diler bulmak kadar zor olduğunu anlayabiliyoruz; kulağa harika
gelse de uygulaması tam bir kâbus gibi!
Anlaşılacağı gibi ateşle haberleşmek pratik telgraf sistemi için
bir çözüm olmamıştı. Sistem ancak 18. yüzyılda Fransız Claude
Chappe ve kardeşlerinin inşa ettiği kulelerden oluşan bir ağ saye-

169
Bir Günde Bir Milyon Yıl

sinde rayına oturmuştu. Fransız ihtilalinin başlangıcında ortaya


çıkan telgraf kulelerinin tepesinden bir kütük gökyüzüne doğru
uzanıyor ve ucunda da dengelenmiş yatay bir kiriş bulunuyordu,
bu yatay kütüğün pozisyonu değişebiliyor ve yedi farklı açıda ya-
nabiliyordu. Tamı tamına 196 farklı pozisyonda (7x7x4) durabi
len işaret kütüğünün mesajları 3 farklı kod kitabına yazılmıştı.
Akıllıca bir sistemdi ve kelimeleri harf harf yazmak yerine, Pol-
ybius'un önerdiği gibi, operatörler kitapları kullanarak 3 sinyal
gönderiyor ve üç farklı kitaptaki üç ayrı kodla semaforik mesajlar
gönderebiliyordu. Yani '2,22,67' mesajı kitap 2, sayfa 22, kelime
67 anlamına geliyordu.
1846 yılında teorik olarak bu sistem 45,050 ayrı kelimeyi -
Stephen Fry'ın kelime dağarcığından bile fazlaydı- Fransa'nın
ayrı şehirlerindeki 534 kuleye iletebiliyordu. Bu askeri haberleş
me için kesinlikle harika bir sistemdi ve Napolyon Bonaparte da
sisteme hayran kalmıştı fakat sıradan insanlar için kuleler ancak
düzenli dozda hayal kırıklığı veriyordu çünkü halka yönelik veri
len tek mesaj ulusal piyango sonuçlarıydı ve her seferinde kamyon
yüküyle parayı kazanamadığınızı öğrenmek canlarını sıkıyordu.
Diğer tarafta Britanyalılar benzer bir sisteme yatırım yapmışlardı.
İlk olarak Lord George Murray'ın deklanşörlü semafor sistemi
öne çıkmıştı, aynı Polybius'un mantığıyla harfleri iletiyordu; ve
sonrasında da Fransızların telgraf sistemine daha yakın bir uygu
lamaya geçmişlerdi. 1827 yılında tüccar gemi şirketleri Liverpo-
ol'dan telgraf yollamak için izin alabilmişler ve yüksek teknolo
jiyle donanmış ticari mesajlaşma sistemine ilk adımı atmışlardı.
Fakat, kötü hava koşulları, karanlık gece saaderi bu sinyalcileri
işlevsiz bırakıyordu, özellikle Britanya'daki fena hava koşullarını

170
Gıeg leııner

düşünürseniz yılın büyük bir bölümünde mesajlaşmak neredeyse


imkânsızdı.
Keşke İHA yağmur, çamur demeden çalışan bir sistem herke
sin kullanımına açılabilseydi...

KABLOLANDIK
Britanya halkının manşetlerini çalan büyük bir insan ^vı var
dı. 1845 yılının ilk gününde Salt Hill'den Bayan Ashley, duvarı
nın ötesinden gelen garip sesle duymuştu. Bir şeylerin gerçekten
yanlış gittiğini düşünürken karşı kapıdan bir adamın hızla çıkıp
uzaklaştığına şahit olmuştu, Ashley hemen komşusunun kapı
sına giderek neler olduğu öğrenmek istediğinde içerideki Sarah
Hart'ın yüksek dozda zehirden öldüğünü görmüştü. Panikleyen
Ashley, alarmı çaldı ve olay yerine ilk olarak baş psikopos vekili
Champnes gelmiş ve kadının ifâdesini almıştı. Ardından da hız
lıca şüphelinin ardından giderek en yakın tren istasyonuna kadar
onu kovalamıştı. Fakat boynunda köpek tasmasıyla dolaşan katil,
istasyondaki ilk trene yetişmiş ve 1. sınıf kompartmana saklana
rak oradan hızlıca ayrılmıştı. Kıl payı kaçmıştı... Ya da gerçekten
öyle miydi? Şans eseri Champnes ileri teknolojiye sahip bir papaz
vekiliydi, araştırmayı seviyordu ve istasyon şefine acil bir telgraf
göndermesini ve Paddington istasyonundaki polisleri uyarmasını
istemişti.
Londra'ya giren treni Çavuş Williams bekliyordu fakat ama
cı şüpheliyi yakalamak değildi. Onu evine kadar takip edecek
ve ertesi gün şehrin polis merkezine rapor ettikten sonra Wil-
liams'ı yakalayan polis ekibine katılacaktı. John Tawell Qua-
ker tarikatı üyesiydi ve Sarah Hart'ı öldürmekle suçlanmıştı.

171
Bir Günde Bir Milyon Yıl

davada kadının Taweirin eski metresi olduğu ortaya çıkmıştı.


Duruşma sansasyonel geçmişti ve karar, kaçınılmaz bir şekilde
idam yönünde verilmişti, gazetelerden The Times olayı manşet
lerine: "Slough ve Paddington istasyonlarında elektrikli telg
raf teknolojisi olmasaydı katilin yakalanması da bir hayli zor
ve geç olacaktı." şeklinde taşımıştı. Viktorya dönemi insanları
elektrikli telgrafın hızından bihaberdi ve herkes biraz gizemli
bu teknoloji ile tamamen mest olmuştu. Haliyle hemen bir tak
ma isim bulunan teknoloji basında 'John Taweiri asan kablolar'
olarak adlandırılmıştı. Ama suçlularla savaşan bir ekipmanın
çıkış noktası neresiydi?
Britanya'da elektrikli telgraf henüz sekiz yaşındaydı ve William
Fothergill Cooke, Charles Wheatstone'un fikrinden doğmuştu.
İkili, elektromanyetiklerin doğadaki itme ve çekme hareketinden
yararlanarak farklı yönleri gösterme özelliklerini kullanmış ve bu
yönlere doğru bir iletim yapabilme fikrinin üzerine yoğunlaşmış
lardı. Mesajlar paralel kenar bir tahtanın üzerine yerleştirilen me
tal harflerle ortaya çıkıyordu. Bu tahtaları kablolarla birleştirerek
yazılı mesajları saatte 186,000 mil hızla göndermeyi başarmış
lardı hem de gece gündüz demeden her türlü hava koşulların
da kullanabiliyorlardı. Bu telgraf sistemi doğal olarak atalarının
sistemini aynı hızla geçmiş ve alt etmişti. Aynı Kellogg kardeşler
gibi, bu ikili de buluşlarını ticarete döker dökmez ayrı düşmüş
fakat Cooke partnerinin hisselerini de satın alarak bu mükemmel
makineyi piyasaya sürüp hızlıca başarı yakalamıştı.
Bu icat kullanması zevkli bir makine olmasının yanı sıra, hır
sızları yakalamakta da çok etkiliydi. Elektrikli telgraf küresel ile
tişime de yön vermişti. 1856 yılında gazetece W.H. Russell, Ang-

172
Greg lenner

lo-Fransız'lann Ruslarla yaptığı savaş sırasında Kırım'a gitmişti ve


The Times gazetesi için savaştan aldığı haberleri ertesi gün yayın
lanabilecek şekilde Londra'ya iletebilmişti. Buna karşılık Hindis
tan'da -henüz kablo döşenmemişti-1857 yılında haber değeri ta
şıyan mesajlar İngiltere'ye ancak kırk günde ulaşabiliyordu. Böyle
ileri bir teknoloji sıradan insanların hayatına inanılması güç bir
yenilik katardı fakat aynı zamanda gazeteciliği de bir hayli hız
landıracaktı. Reuters haber ajansı 1851 yılında Almanya'da Paul
Julius Reuter tarafından kurulmuştu ve ilk büyük haber toplama
ajansı unvanını almıştı. Aldığı haberleri geniş bir organizasyonla
gazetelere satıyordu ve mesajlarını da elektrikli telgraf ve güvercin
göndererek dağıtıyordu. 19. yüzyılda, insanlar bir haberi almak
için günler, hatta haftalar beklerken bir anda haberleri ertesi gün
alıyor olabilmeleri mükemmel bir olaydı.
Amerika'da telgraf padaması hükümetin de verdiği destekle
bir gecede oluvermişti. 1846 yılında sadece Washington ve Bal
timore arasında deneme amaçlı 40 millik bir telgraf hattı vardı.
Takvimler 1850 yılını gösterdiğindeyse bu rakam 600 katma çık
mıştı ve 23,000 millik kablo ağı döşenmişti; bu akıl almaz bir
büyüme rakamıydı. Tabii bu kablolar Cooke ve Wheatstone'un
icat ettiği makine için döşenmemişti fakat benzer bir makine
Amerikalı portre ressamı Samuel Morse tarafından icat edilmişti.
Morse aynı zamanda yarı zamanlı bir mucini ve icat ettiği maki
ne noktalar ve tirelerden oluşan, tıklama hareketiyle gönderilen
mesajlardan oluşuyordu, operatörler bu mesajları sesli olarak algı
lıyor ve dakikada on kelimeyi deşifre edebiliyorlardı.
Cumartesi günü gazetemize göz atarken makalenin biri vahşi
bilgisayar oyunlarından ve öz çekim neslinin yozlaşmış olma-

173
Bir Günde Bir Milyon Yıl

smdan bahsettiğini gördüm. Modern fi kir otoriteleri sıklıkla


internetin sağlıklı toplum yapısını bozduğunu ve hepimizin
şişko ve sıkıcı insanlar olacağımızı söylüyorlar. Bu sinirli par
mak sallama mevzusu aslında çok da yeni bir olay değil. Buharlı
yolcu treni icat edildiğinde bazı doktorların hızları saatte 20
mile çıkan akıl almaz trenlerin beyin hasarı oluşturacağını id
dia ettiğini biliyoruz ve bisiklet popüler olduktan sonra 1800'lü
yıllarda kadınlara karşı, erkek doktorlar bisiklet kullanımının
uzun vadede kadınların asık suratlı olmalarına neden olacağını
söylediğini de tarihteki notlardan görebiliyoruz. Ve telgraf hızlı
biçimde sanayileşen Amerika'yı fethederken beyin bilimci Dr.
George Miller Beard yayınladığı kitabı Amerikan Sintri'nde her
insanın kısıtlı sinir enerjisiyle doğduğunu söylüyor ve hızla yük
selen modernitenin bu enerjiyi aynı hızla tükettiğini iddia edi
yordu ve sonucunda insanlarda hiç bitmeyen bir yorgunluk, baş
ağrıları ülkenin en eğitimli insanlarını bile etkisi altına alıyordu.
Dr. Beatd'a göre aslında her şey küçük beynimizdeki enerjiyi
emiyordu fakat:
Telgr^sinirli olmantztn sebeplerinden biridir, fakat
bu potansiyel çokça insan tarafından anlaçtlamamtç-
tır. Morse ve rakiplerinden önceki zamanlarda tüccar
lar şimdikinden daha az endişeli oluyorlardı... Şimdi
her limandakifiyatlar tüm dünya tarafından an be an
biliniyor. Bu sürekli değer depşiklikleri, dünyanın her
yanında çalışan iş adamlarının zehirlidir, ticaretin ti
ranıdır, fiyatlardaki en ufak oynamalar bile bir saatten
az bir sürede tüm sendikada bilinir; dolayısıyla rekabet
hem zorlaşmış hem de yaygınlaşmıştır.

174
Gıeg lenner

Nevrasteni, yani sinir hastalıkları meşhur psikolog William Ja-


mes (yazar Henry James'in kardeşidir) tarafından yeniden 'Ameri-
kantitis' olarak adlandırıldıktan sonra bir hayli popüler olmuştu.
Tabii bu hastalık konusunda tek panik yapan Amerikalılar değil
di. Landon gazetesinin editörleri 1901 yılmda gazetelerinde
şöyle bir habere yer vermişlerdi: "Duygularımızı küçümsedik ve
görmezden geldik... Dünün anılarını unutarak yarının endişe
lerine odaklandık." Teknoloji atalarımızın mirasını akıllara zarar
hızlarda ileriye götürüyordu fekat görünüşe bakılırsa birçok insan
teknoloji trenini durdurmak ve başlarını döndürdüğü için tren
den inmek istiyorlardı.
Ve şu anda, teknolojik gereçlerin dolu olduğu bu odada otu
rurken bizse tam tersini yapıyoruz, her şey hızlandıkça biz de
hayatımıza daha sıkı tutunmaya çalışıyoruz. Gutenberg insanları
liberalleştirerek, onlara söz hakkı vermişti ve şimdi de dijital dev
rim aynı anıyı tekrarlıyor. Fakat hükümederin elini hayatımızla
alakalı en ufak bilgiye bile ulaşabildiği için komplo teorisyenle-
rinin teknolojiden uzaklaşarak eski günlere dönme teorilerinin
başlaması an meselesi. Eski günlere dönerek mesajların elle ulaş
tığı, güvenli olduğu zamanlara gitmek istiyorlar, fakat onlara bir
uyarımız var: eskilerin de kötü yanları vardı...

GEÇ GELEN HAVADİSLER


En dramatik ölümlerin top 100 listesi yapılsaydı herhalde
Pheidippies ilk sıralarda olurdu. Milattan önce 490 yılında bü
yük bir fetih amaçlayan devasa Pers ordusu sivri uçlu mızraklarıy-
la Yunanistan'a ayak basmıştı. Tahmin edeceğiniz gibi endişeyle
ayaklanan Atinalılar Spartalı komşularından yardım istemişler fâ-

175
Bir Günde Bir Milyon Yd

kat o dönemlerde Sparta krallarının odalarına direk bağlı kırmızı


hatlı telefonlar ya da gecenin karanlığını aydınlatacak işaret ateş
leri olmadığı için bunun yerine hızlı ulakları Pheidippies'i görev
lendirip mesajı şahsen ona taşırmışlardı. İki gün sonra vücudunu
150 mil öteye taşıyan Atina'nın yalnız kurtarıcısı şehrin çaresiz
yardım çığlıklarını yerine ulaştırmıştı. Fakat Spartalılar kutsal bir
festival dönemindeyi ve tehlikenin ciddiyetine rağmen kibarca bu
ulağı geri çevirmişlerdi. Yani şimdi olsa 'Ah, katılmayı çok ister
dik &kat dini bayramımız var, anlıyor musunuz? Bir hafta sonra
uyar mı? Müsait misiniz?' gibi bir cevapla eşleştirebiliriz.
Ümitsizliğe kapılan Pheidippes eve geri koşarak askerlerinin
Maratondaki destansı savaşına şahit etmeyi ümit ediyordu. Spar-
talıları ikna edemeyen ulak, halkının bu dev ordu karşısında acı
masızca kadedileceğini düşünüyordu ve şehirleri talan edilecekti.
Fakat nasıl olduysa Atinalılar bu savaştan beklenmedik bir gali-
biyede çıkmışlardı. Herhalde insanlık tarihinin en kötü kaderini
yaşayan bu koşucu ulak Atina'ya geri dönmek zorunda kalmış
ve Maratondaki güzel haberleri halkına ulaştırmakla görevlen
dirilmişti fakat şehre girdikten dakikalar sonra haberi vermesine
ramak kala ölmüştü, tabii biz olsak yolun yarısında çoktan ölebi-
lirdik, Pheippides yine de iyi iş başarmıştı.
Elektrikli telgrafın 1800'lerin ortasındaki görkemli doğuşuna
kadar uzaklara mesaj göndermek ya yalnız bir ulağa ya da bir hay
vana verilen bir görevdi ve sınırları kıtalara ulaşan bir imparator
lukta bir uçtan bir uca haber taşımak, bir insana tek eliyle piyano
taşıtmak kadar zor bir görevdi. Pheidippldes'in varlığı tartışılıyor
olsa da siz hikâyeyi yine de gerçekmiş gibi algılamak zorunda de
ğilsiniz fakat bu ulağın ilham verdiği gerçek bir meslek var; he-

176
Gıeg lenner

merodrotnelar. Bu koşucular günde 80 mil kadar koşarak dağ ba


yır demeden çok gizli mesajları taşımakla görevlendirilirlerdi ve
mesajları Görevimiz Tehlike serisindeki gibi bir süre sonra kendi
kendilerini imha etmiyordu fakat yine de Pheidippes'in hikâyesi
gerçek koşucuların yaptığı işi yansıtmıyor olabilir.

SOSYAL AĞ
Hızlıca iletişimde olmak için her gün kısa mesajlar gönderi
yoruz, e-postalar, tweetler, anlık iletiler gönderiyoruz. Roma'da
bunun eşdeğeri tabellarius adı verilen ulaklarla yapılırdı, görevleri
şehrin belirli noktaları arasında gün boyunca gidip gelerek mesaj
taşımaktı. Arkadaşlar ya da iş ortakları arasındaki kısa mesajları
taşırlarken mumdan yapıhk tabletler kullanırlardı ve her seferin
de tabletler kolayca silinir ve yeni mesajlar taşınmaya başlanırdı.
Tabii, şehirler arası mesaj göndermek sanıldığı kadar kolay de
ğildi. Örneğin Pers İmparatorluğu bir posta ağı kurmuştu, öyle
etkileyiciydi ki Heredot "Ne kar ne yağmur ne ateş ne karanlık,
Perslerin hızlı mesajlaşmalarını engelleyemiyor," yazmıştı -bu bir
şirket sloganına benzese de- Cumhuriyetçi Roma böyle merkezi
bir sistem konusunda sınıfta kalmıştı.
Kısa süre içerisinde Augustus Caesar —Romalı uranlar listesin
deki ilk ve en büyüğü- yasalar, önemli ölümler ve tahttan indirme
dedikoduları gibi acil haberlerin haftalar boyunca imparatorluğa
yayılamadığını fark etmiş ve hükmünün zayıflayacağını düşünmüş
tü. Mesela bir istila haberinin imparatora ulaşması öyle uzun sürü
yordu ki, mesaj gelene kadar düşmanlar sarayın surlarında kamp
kurmaya başlıyorlardı. O yüzden Augustus Perslerin fikrini çalarak
büyük bir ulak ağı yaratmışa, adı Cursus Publicîistu. Belirli iletim

177
Bir Günde Bir Miiyon Yıi

istasyonlan kurulmuştu ve artık mesajalar tüm imparatorluk bo


yunca hızlıca teslim edilebiliyordu -Roma'nın karmaşık yol ağında
hayvanlar tarafından çekilen arabalarla iletiliyordu- ve adından da
anlayacağınız gibi halkın da kullanabildiği bir sistemdi.
Bu sistemi kullanan meşhur insanlardan biri de Tarsuslu aziz
Paul'dü, Paul, Yeni Ahit sayesinde en iyi yardımcı oyuncu ödülü
nü almıştı ve tarihte bilinen ilk çoklu postayı da Hıristiyanların
toplantılarına göndermekten hiç çekinmiyordu. Aziz Paul Yeni
Ahit'in söylemlerinin (Yeni Ahit kitabı bir dizi mektuptan oluş
maktadır) bu toplantılarda okutulup elden ele dolaşmasını ve di
ğer toplantılara da dağıtılmasını istiyordu; etkili olan bu sisteme
güveniyordu. Tüm mesajlarını çoğaltmıştı ve bu sayede impara
torluğun her köşesine yayabilecekti, gittiği her şehirde aynı yön
temi uygulayarak turneye çıkan bir pop sanatçısı gibi mektupları
dağıtacaktı.
Bu sistemin diğer bir kanıtı da Vindolanda tabletlerinde bu
lunmuştu, Hadrian Duvar'ındaki harabelerde keşfedilen tablet
ler o günlerde askerlerin gündelik hayatlarını yansıtan muazzam
kayıtlardı, imparatorluğun ücra köşelerine gönderilen askerlerin
ne kadar sıklıkla ve sıradan mesajlar alıp gönderdiklerini ortaya
çıkartıyordu. 291. tablet doğum günü partisine yapılan güzel bir
davetiyeydi, birlik komutanının karısı tarafından gönderilmişti;
Tablet 310 ise dostu Veldeius'a mesaj yollayan bir asker tarafın
dan yazılmıştı —ve geçici olarak Londra'da görevlendirildiği anla
şılıyordu— ve arkadaşına daha önceden parasını ödediği makasları
kuzeye gönderebilir mi diye bir ricada bulunuyordu. 311. tablet
ise başka bir asker tarafından yazılmıştı, bu mesajda mektubu
gönderen kişinin karşı taraftan cevap alamadığını ve o yüzden

178
Greg lenneı

'Sağlığım yerinde ve senin de öyle olduğunu umuyorum, seni


umursamaz adam, bir mektup bile yollamadın! yazıyordu.
Gerçekte tembellikle suçlanan alıcı aslında tembel olmayabi
lirdi. Resmi yazışmalar Britanya'da da Cursus Publicus tarafından
iletiliyor olsa da Vindolanda'dan Londra'ya bir mesajın gitmesi
haftalar sürebiliyordu ve yorgun askerler mektuplarının doğru
yöne gittiğine güvenmekten başka bir şey yapamıyorlardı. Mesela
343. tablette sinirli Octavius, Candidus'a yazıyor:
Sana, 5 bin avuç dolusu buğday aldt^mt drfalarca
mektupla ilettim ve dolaytstyla nakde ihtiyactm var.
Eğer bana para ^ndermezsen... Depozito olarak bt-
rakttğtm her şeyi kt^bedecepm ve bu da üç yüz dinar
ediyor ve tabii utançla yerin dibine prece^m...
Candidus'un umursamaz bir uyanık olması ihtimalini bir ke
nara koysak da daha önce yollanan mektupların ulaşmamış olma
sı ihtimali de bir hayli yüksek.
Destansı sınırlar arasında iletişim kurmaya çalışanlar sadece
Avrasya halkları değildi tabii. 1500 lü yıllarda Inkalar medeni
yetlerinin zirvesindelerken sınırları 750,000 mil kareye ulaşmıştı
ve Colombia-Şili arası Andean bölgesinde 2,500 mil kadar uza
nıyordu. Bu büyük bir posta ağı demekti, şehirlerarası iletişim
kesinlikle lojistik bir kâbustu fakat înkalar harika bir çözüm üre-
tebilmişlerdi. Bu, binlerce ulaktan oluşan bir ağdı ve sınırların
içindeki küçük kulübelerde yaşıyorlardı. Yani Yunanlar gibi bir
adama 150 mil koşturmak yerine, İnkalar chasquisleri öldürme
den çok daha kısa mesafeleri çok daha hızlı şekilde mesajlarını
ulaştırmak için kullanıyorlardı ve hedefe ulaştıklarında karşıla
rına çıkan tabelayı görür görmez özel yapıl borularını üflüyorlar

179
Bir Günde Bir Milyon Yıi

ve yola çıkacak diğer ulağı haberdar ediyorlardı. Düşünsenize,


olimpiyadardakı 4x100 yarışmasında da bu borazanlar çalınsa,
ne güzel olur değil mi?
Hayvanların insanlardan daha hızlı olması tabii insanların işi
ne gelmişti ve mesaj yollama konusunda işbirliği içinde çalışmış
lardı. Adar doğadaki en hızlı ulaklardı çünkü kimse bir çitaya
^er takacak kadar aptal değildi ve tarihler 1860 yılının Nisan
ayını gösterdiğinde Amerika'nın Midilli Ekspres'i kurulmuştu ve
bu yeni şirket İnkaların chasquilerinitı adı sürümü gibiydi, iste
yen herkes yeni kurulan Kaliforniya şehrinden 1,900 mil ötedeki
Missouri'ye on gün içerisinde mektup yollayabiliyordu, yollanan
mektupları, dörtnala koşan 400 attan oluşan ağda her 10 mil
de bir değişen ulaklar taşıyordu. Midilli Ekspresi devrim niteli
ğindeydi, harikaydı, çağ değiştiriyordu... Ve aynı zamanda kısa
ömürlü olmuştu. Açıldıktan sadece 18 ay sonra elektrikli telgraf
salon kapılarından girdi ve tarihi değiştirerek Amerika'nın cesur
atlılarını saf dışı bıraktı. Ulaklar sahneden ayrılırken, sanki te
levizyonda meşhur olmak için katıldıkları bir yarışmada birinci
olmuş edasıyla gözden kayboluyorlardı.
Fakat adar, develer ve insanlara sadece bacaklar bahşedilmiş-
ti, geçmişte gerçekten hızlı bir servis istiyor olsaydınız kendinize ■
güdümlü bir güvercin bulmanız gerekirdi. Bilim adanılan hâlâ
güvercinlerdeki biyolojik mekânizmayı çözememişti. Çünkü bu
hayvanlar her zaman evlerinin yolunu bulabiliyordu arkasındaki
doğal büyücülük ne olursa olsun, güvercinler etkileyiciydi. Tarih
te bildiğimiz birçok vaka arasında, haçlı seferlerindeki hikâyeler
gerçekten dikkate değerdi. Müslüman askerler, büyük orduların
ablukası altında olduğu dönemlerde güvercinleri kullanarak Hı-

180
Gıeg lenner

ristiyan düşmanlarının kadarını bir hayli karıştırmışlardı, çünkü


haçlılar güvercinleri durduramıyorlardı. Hatta daha da eskiye gi
dersek, 2000 yıl kadar önce antik yunan olimpiyatlarının sonuç
ları ege kıyılarına bu kanatlı habercileri kullanarak yoliuyorlardı.
Ayaklarına bağlı mesajları saatte 50 mil hıza ulaşarak 1,100 mil
uzaklığa kadar götürebiliyorlardı.
Güvercinle haberleşme birinci dünya savaşında da ciddi bir
rol üstlenmişti. Britanyalılar radyo ağının yeteri kadar iş görme
mesi yüzünden yaklaşık 100,000 güvercini sahil şeridindeki as
kerlerle haberleşmek için kullanmıştı. Bu savaşta, güvercinlerin
%95 oranında başarı sağlaması da takdire şayan bir olaydı hatta
bazı güvercinler, havalandıkları yuva değişse bile evlerinin yolu
nu bulabiliyordu. Birkaç güvercin, savaş madalyası alacak kadar
iyi iş çıkartmıştı, Almanların saldırılarında kurşunlardan ve özel
eğitimli şahinlerden kaçarak görevlerini tamamlamışlardı. Şahin
ler alman ordusu tarafından özel olarak yetiştirilmişti ve haberci
güvercinleri avlıyor, kanlı tüylerini de yerdeki siperlerde ölen as
kerlerin üzerlerine örtüyorlardı. Daha yakın bir tarihte, suçlula
rın hapishanelerde güvercinleri kullanarak gayrı meşru alışveriş
yaptıkları ortaya çıkmıştı. Güney Amerika'daki gardiyanlar çok
kez güvercinlere bağlanmış cep telefonları yakalamıştı. Yakında
yürek burkan ve başrollerinde bir güvercinin olduğu Hollyvvood
yapımı bir film görecek olursak şaşırmayalım. Büyük eroin baro
nuna istifasını veren bir güvercin...
Haberci güvercinler her zaman kendi imkânlarıyla havalana-
mıyorlardı. 1870 yılının Eylül ayında, Paris 200,000 kişiden olu
şan dev bir Prusya ordusu tarafından kuşatılmıştı ve tüm telgraf
ağları yok edilmişti. Parisliler blokajı kırabilmek için Fransa'nın

181
Bb Günde Bta Milyon Yıl

geri kalanına mesaj göndermek zorundaydı. Gaston Tissandier -


havacılık alanında bir meteoroloji uzmanıydı- mesajı göndermek
için gönüllü olmuştu ve şehirden eski püskü, yamalı bir balonla
uçarak, kaderleri belli olmayan gergin Parislilerin yazdığı 30,000
mektubu sahiplerine ulaştıracaktı. Balonda ayrıca bir kolide bek
leyen haberci güvercinler de vardı; eğer görev başarıyla tamamla
nırsa güvercinler haberi Paris'e geri götüreceklerdi. Sabah 9.50'de
Tissandier'in balonu büyük Prusya ordusunun taburları üzerinde
uçarak şehri terk ediyordu ve askerlerin balonu düşürmek için
gösterdiği çaba sonuç vermiyordu, hatta karşılığında Tissandier
Almanca dilinde hazırlatılan propaganda mektuplarını ordunun
üzerine atarak onları demoralize etmeye çalışıyordu.
tki saatten uzunca bir süre havada süzülen balon, sonunda
Dreux kasabasının yakınlarında yere çakılmıştı. Hayatta kalmayı
başaran Tissandier, heyecanlı yerel halkın da yardımıyla bir araca
binerek öğle yemeğinin tadını çıkartmıştı -o dönemlerde her işin
bir getirişi vardı, ne kadar tehlikeli ya da basit olursa olsun- ve ye
rel postaneye giderek şehrinin umutlarını beraberinde getirmişti.
İnanılmazdı, 30,000 mektupta sahibine ulaşmayı başarmıştı ve
geri dönecek güvercinler sayesinde Paris her şeyden haberdar ola
caktı.

MEKTUP ARKADAŞLARI
Gazetemizin üzerinden göz ucuyla bakarken aniden kapıdan
gelen sese odaklanıyoruz, ön kapının altından mektuplar, broşür
ler ve dergiler fışkırıyor ve hoş geldiniz y;ızılı paspasımızın üzerine
dökülüyor. Postacı seri bir şekilde arkasını dönerek uzaklaşırken
bizi rahatsız etmemeye dikkat ediyor. Pakat düşününki postacı

182
Greg lenner

bu kağıtları getirdiği her bir seferde sizden ücret talep etseydi, ne


olurdu? Ve ayrıca aynı gün boyunca 11 kez daha kapınızı çalaca
ğını da hayal etmeye çalışın ve her defasında da para isteyeceğini
düşünün. Kulağa ne kadar saçma gelirse gelsin bu Britanyalıların
kullandığı posta sisteminin ta kendisiydi; kapıdan kapıya teslim
edilen sistemde alıcılar günde 10-12 kere postacıyla sohbet etmek
zorunda kalıyordu. Tabii zenginlerin sadece bu işi yapan hizmet
çileri vardı; e herkesin yapacağı havadan sudan sohbet de bir yere
kadar.

Peki, bu garip sistem nasıl hayata geçmişti? Bildiğimiz gibi


Roma postacılığı 2,000 yıldır yapıyordu ve batıdaki imparator
luğu çökse de doğuda Bizans devletiyle İstanbul'da ününü devam
ettirebilmişti. Aynı dönemde Arap halife doğuda 930 posta is
tasyonuyla insanlara hizmet veriyordu. Yani doğuda Cursus Pub-
licus emin ellerdeydi fekat batı bu konuda biraz bocalıyordu ve
Ortaçağ Hıristiyan alemindeki tek iletişim ağı keşişler, rahipler
ve Katolik kilisesinin kardinalleri tarafından yönetiliyordu, yani
bizim gibi sıradan insanların kullanabildiği bir sistem değildi.
Gerçek şu ki, Ortaçağ'da -Vindolanda'daki Romalı lejyonlerler
gibi- mektup göndermek hiç tanımadığınız bir adam'a güvenme
nizi gerektirirdi. Herhangi bir tavernada karşılaştığınız adama en
samimi sırlarınızı, acil haberlerinizi, ihtiyaçlarınızı ya da işle ala
kalı haberleşmelerinizi teslim ederdiniz ve mesajınız bu kimsenin
tanımadığı gizemli adamın kaderiyle aynı yolda ilerlerdi. Acaba
şimdi olsa rahadıkla bu sistemi kullanabilir miydiniz? Mesela
benzin istasyonunda tanıştığınız bir adama vergi iadesi mektubu
nuzu verir miydiniz? Hayır ben de vermezdim.
Saygın Patson ailesi bile, l400'lü yıllarda Norfolk'ta yaşarken

183
Bir Günde Bir Milyon Yıi

bu problematik duruma karşı savunmasızdı. Birçok mektupları


yerlerine ulaşabilmiş olsa da -birçoğu Juddy adında, sadık hiz
metçileri tarafından iletilmişti— iletişim sıkıntıları yaşamaya de
vam ediyorlardı ve Güller savaşı sırasında bu hiç de iyi bir durum
değildi. Gergin Margaret Patson un kocasına yazdığı bu mektup
tan onu kim suçlu tutabilirdi ki:
Sana Bemie*nin Witchingam'daki adamıyla bir
mektup yolladım, mektubu Aziz Jhomas ^nünde, yd
ba$ındayazmı§tım} ve senden bir haftadır haber alamı
yorum, mektupların gelmiyor ve ben kahroluyorum...
Kalbimle dua ediyorum, evine sağ salim dön ya da bana
iyi olduğunu bir mektupla haber ver, umanm tez za
manda iyi haberlerini alırtm yoksa kalbim hiçbir za
man huzura ermeyecek...
Bu denli güvensiz bir posta sisteminde mektupların neden bu
kadar değerli olduğunu anlayabiliyoruz. O yüzden bu tip ailele
rin mektupları bir arada toplanır, hatta bir matbaada basılacak
hale getirilip çoğaltılır ve aile bireyleri öldükten sonra gelecek ne
sillere okumaları için saklanırdı.
Mektuplaşmanın en sıra dışı örneklerinden biri de 18. yüzyıl
da yaşanmıştı. Floransa'da yaşayan Britanyalı diplomat Horace
Mann ile yetenekli yazar Horace Walpole -başbakan Robert'in
oğlu- 46 yıl boyunca mektup arkadaşlıklarını sürdürmüşlerdi.
İtalya'da genç yaşta tanışmışlar ve sonraki 50 yıl boyunca mektup
arkadaşı olarak kalmayı başarırken birbirlerine 1,800 tane mek
tup yazmışlardı. Mektupları halen saklanarak dönemin tarihine
ışık tutuyor. Tabii birkaç tanesi yıllar içinde kaybolsa da iki arka
daş arasındaki en büyük engel millerce uzanan mesafeydi; her bir

184
Greg lenner

mektup 3 haftada iletiliyordu. 1745 yılında Mann, Walpole'ün


babasının sağlığı hakkında endişelerini belirtiyordu, fakat Sir Ro-
bert'in çoktan mezarda çürüdüğünden haberi yoktu. Duygusal
Horace Walpole cevap olarak: "Mektubunu babamın ölümü sıra
sında almayı çok isterdim, konuyla alakalı düşüncelerin ve duy
guların yeniden aklıma gelmesi beni çok üzüyor. Bu aramızdaki
uzak mesafenin kaçındmaz bir dezavantajı," diyordu. Bu durum
19. yüzyılda Avusturalyalı biriyle mektup arkadaşlığı yapmış bi
rinin "Baş ağrın geçti mi?" diye sormasından daha kötü olamazdı
çünkü karşı taraftan gelecek cevap 8 ay sürecekti; dört ayda gelen
mektuba 4 ay sonra cevap gidecekti haliyle.

DOŞONCELERİN tCİN BİR PENİ


Walpole ve Mann ellerini mürekkebe bulamadan uzun zaman
önce Britanya'nın posta servisi hükümet için çalışıyordu —VIII.
Henry o yüzden sisteme Royal Mail demişti- fekat bu merke
ziyetçilik aslında daha da karanlık bir amaca hizmet ediyordu:
yerel ve yabancı postalar saraya ulaştığında gizlice açılır okunur ve
tekrar kapatılıp casuslar tarafından hain komplolara karşı kontrol
edilirdi. Henry'nin kızı kraliçe I. Elizabeth bu tip komplolara çok
müsaitti ve onun emrindeki vatansever casus üstadı -Sir Francis
Walsingham- olası bir durumda celladarını ve işkencecilerini gö
reve çağırmaktan erinmezdi. İskoçların kraliçesi Mary çok bilin
dik hikâyesinde kellesini böyle bir komploya kurban etmişti fakat
şüphesiz ki çok daha fazla insan bu yüzden kellesinden olmuştu.
Tabii posta servisi sadece ulusal çıkarları gözeten bir servis
olarak kalamazdı, hele ki Britanya koca bir ticari imparatorluk
olmak istiyorsa, bu imkânsızdı. Avrupa'da şehirler arası iletişim

185
Bir Günde Bir Milyon Yıl

hızlanmışa ve gazetenin yükselişi sürüyordu, buna karşın zavallı


Britanyalı tüccarlar sadece uzaktan suratlarını cama yapıştırıp üz
gün bir ifâdeyle izlemek zorunda kalıyorlardı. Parmaklarıyla dev
let babalarına işaret edip "Baba bizim neden iletişimimiz yok?"
diye soruyorlardı. Ve ardından yaşanan büyük lobicilik fâaliyet
leri sayesinde Royal Mail kapılarını halka açmıştı, tarih 1600'ler-
di ftıkat her şeye rağmen devlet, mektupları filtrelemeye devam
ediyordu ve 1844 yılına kadar sansür sürecekti. Şimdi ise bizim
e-postalarımız okunuyor, sürpriz!
Kaçınılmaz bir şekilde devletin tekeli kıvrak zekâlı tüccarlar
Robert Murray ve William Dockwra tarafından sekteye uğratı
lıyordu. İkili 1680 yılında Londra'da Penny Post'u kurmuşlardı,
bu sistem müşterilerin paketlerini altı farklı ofise bırakabildiği
ve fıks fiyat yani 1 peni karşılığında aynı gün gönderebildikleri
bir sistemdi. Bu harika bir fikirdi ve o yüzden başarısız olma
ya mahkûmdu. Kral II. Charles'ın kardeşi, York Dükü kaymak
gibi bir anlaşma yaparak Royal Mail karlarını cebe indiriyordu
ve kendi kurduğu posta sistemi Dockvvra ve Murray in icadıyla
kesişmeye başlamıştı. Tabii bu pastayı kardeşçe paylaşmak yerine
Dük ikiliyi cezalandırmış ve hapse artırmıştı ardından da çaldığı
sistemin Londra sürümünü piyasaya sürmüştü. Bu arada Royal
Mail adil olmayan bir rekabet felsefesiyle rakipsiz kalmasına rağ
men sürekli yenilenmediği için hâlâ homurdanarak çalışıyordu.
Eğer birkaç zaman diliminin sınırları içinde olduğu bir ül
kede yaşıyorsanız Britanya'nın ince uzun kara parçasıyla dalga
geçmeniz doğaldır. Fakat burada bile en kuzeye, Iskoçya'ya bir
posta göndermek ya da Gallef in kuzeyinden Londra'ya bir me
saj göndermek öyle bir koşu gidip gelinecek bir mesafe değildi.

186
Gıeg lenner

15 gün alıyordu -bu kelimenin tam anlamıyla modern bir ast


ronot için aya uçması, bir hafta tatil yapması, golf oynaması ve
eve geri dönmesi için ihtiyacı olan süreydi- bir şeyler yapılması
gerekiyordu ama neydi? 1782 yılında, tiyatrolara hayaunı ada
mış John Palmer, elindeki tüm malları satarak parasının hepsini
posta sisteminde yapacağı reforma harcamıştı. Hükümetin ka
pısını aşındırarak, daha önce aktörlerini taşıdığı sistemle posta
servisinde çok yüksek hızlara ulaşabileceğini iddia ediyordu. Yani
posta otobüsleri çok daha hızlı gidebilirdi. 1784 yılında hükümet
bir deney yapmasına izin verdi; kendi düzenlediği posta otobüsü
Bristol'den 16.00'da çıkıp, tam 16 saat sonra Londra'ya varmış
tı. Bu bizim standartlarımızla karşılaştırıldığında en ftzla damar
tıkanıklığı olan 3 ayaklı bir kaplumbağa hızında olabilirdi fakat
önceki rekor 38 saat olduğu için fevkalade bir zafer olarak adlan
dırılmıştı.
Kısa süre içerisinde ülkenin her sokağında kırmızıya boyanmış
Royal Mail otobüsleri dolanmaya başlamıştı fakat kimse Dockwra
ve Murray in yaşadıklarından ders almamış gibi gözüküyordu. Fi-
yadar genellikle nerede yaşadığınıza göre değişiyordu ya da ne ka
dar uzağa posta gönderdiğiniz veya ekonomik durumımuza göre
ücreder ödüyordunuz. Ücredendirme sayfa başına yapılıyordu ve
tahmin edeceğiniz gibi yoksul insanlar bir kâğıda tüm yazdıkla
rını sığdırabilmek için türlü taktikler geliştirmişlerdi, bımlardan
birinin adı 'cross-writing' olarak günümüze taşınacak ve şimdiki
çapraz bulmacalara fi kir babalığı yapacaktı. Diğer yanda zengin
lerin gösterişleri kâğıdarda büyük boşluklar bıraktıklarında ftrk
ediliyordu, züppe bir ifâdeyle müsrifliklerini saklamıyorlardı. Fa
kat en önemlisi, gazeteler ve parlamenterlerin ortaklığı sayesinde

187
Bir Günde Bir Milyon Yıl

postalan için ücret alınmıyordu, bunun dışındaki tüm gönderiler


de alıcı ödemeliydi.
Duke of York bu kez değişen sistemden nemalanamamıştı ve
sistemi de değiştirerek kendi yoluyla reform yapamamıştı, artık
insanlar daha iyi sistemler yapmak için kahı yoruyordu. Tam da
bu dönemde Rowland HiU gölgelerden ortaya çıktı ve eğitimde
yaptığı reformları posta sistemine uygulamak için kolları sıvadı.
1837 yılında bastırdığı broşürlerle postaların ücretlerinin stan-
dardaşmasmı ve mesafe ya da kişiye göre değişmemesini insanlara
anlatıyordu, iki yıl boyunca karşılaştığı politik engellere rağmen
HiU bahsettiği bu sistemi yürürlüğe koymakla görevlendirildi bu
aynı zamanda yapışkan pulun da icadını gerektirecekti. Bu yeni
lik, Hill'in tabiriyle 'Mühür bojmtlarında, arkası zamkla yapıştı-
n'ilmış bir kağıt' sayesinde olacaktı. Postayı yollayan kişi Kraliçe
Viktoryanın ensesini yalayacak fakat bazılarına göre bu hainlik
olarak algılanacaktı.
1840 yılında yürürlüğe konan Peni pulları koleksiyoncular ta
rafından kapışılmaya başlanmıştı ve yüklü paralar karşılığında el
değiştirir olmuştu fakat o zamanlarda errafta çok fâzla pul yoktu,
sadece 68 milyon adet pul ilk senesinde satılmıştı! Birkaç ay sonra
başka bir yenilik getirümiş ve kullanılan pullar kırmızı damgayla
işaretlenir olmuştu çünkü insanlar kullanılmış pulları kolaylıkla
söküp tekrar kullanabiliyordu ve yıl 1841 olduğunda Siyah Pullar
yerini Kırmızılara verdi. E artık siz de koleksiyoncuların mutlu
luklarını hayal ediverin, artık toplayacakları iki farklı pul vardı.
Sistemdeki sonraki adım, gönderenin gizliliğini korumak
amacıyla icat edilen zarflar oldu ve 1853 yılından itibaren insan
lar artık kızd mondu adamların kapılarında sürekli gidip gelme-

188
Greg lenner

leriyle uğraştnayacaklardı. Bunun yerine artık mektuplarını Fran


sız yazar Anthony Trollope'nin fikrinden yola çıkılarak sokaklara
yerleştirilen mektup kutularına atacaklardı. Trollope'nin daha
önceleri postanede çalıştığı gerçeği de sonradan ortaya çıkmıştı.
Bu posta kutularını gerçekten benimseyenlerden biri de Oscar
Wilde'ydi. Wilde, Ortaçağ'daki optimistler gibi sırlarını yabancı
lara teslim etmeyi sevenlerdendi ve önceden yazdığı mektuplarını
zarfe koyarak camdan dışarı atardı ve bunları tesadüfen bulan in
sanlar onun yerine mektupları posta kutusuna atıyordu. Bunun
hâlâ dâhice bir fikir mi yoksa büyük bir aptallık mı olduğuna
karar verebilmiş değilim.
Rowland Hill'in reformları başarıyla sonuçlanmıştı ve Britan-
yalılar mektuplarla yazışmayı bir hayli sevmişti. 1839 yılında 75
milyon adet posta atılmışa, bu rakam çok büyük gibi gözüksede
sadece 11 yıl sonra rakam kendini 4'e katlayarak 350 milyona
ulaşmıştı. Britanya imparatorluğu dünyaya yayıldıkça, kolonici
likten gelen jenerasyonlar çoğalmış ve geride bıraktıklarıyla haber
leşme ihtiyacı hissetmişlerdi. Dahası, ulusların posta sistemlerini
sürekli geliştirmesi ve devletlerin bu konuda işbirliğine yanaşıyor
olması insanlar arası mesafeler uzasa da iletişimi kolaylaştırmıştı.
Ama bu hâlâ yeterli derece mutluluk yaratmıyordu. Kendimize
baktığımızda rezil modernliğimizde en çok uğraştığımız şeylerden
biri de zararlı mesajlar, bozuk dilbilgisiyle sahte kimlikler kullana
rak banka bilgilerimizi isteyen postalar, suçlulular, dolandırıcılar
ve dalgacılar olabilir ama aslında düşündüğümüzden çok daha es
kiden de bu tip insanlar vardı ve 19. yüzyıldaki posta reformların
dan ziyadesiyle faydalanmışlardı. Kadın kılığında mektuplar yaza
rak para dilenen erkekler dönemin en popüler kandırmacasıydı.

189
Blı Günde Bir MUyon Yıl

Başka zararlılar da tanımadıkian insanlara taciz içerikli posta kart


ları yolluyorlardı; lâkat en büyük düzenbaz The British-American
Claim Agency'di, NewYork*ta yaşayan iki Britanyalı tarafından ku
rulmuştu. 1887 yılında masum vatandaşlara mektup atarak onlara
olası miraslanm alabilecekleri vaat ediyorlardı ve bunun için sade
ce mütevazı arama ücretleri ödemeleri gerekti. Tabii, aslında bir
hazine ya da miras yoktu ve ödenen ücretler direk ikilinin cebine
gidiyordu. Polis onları yakalayana kadar gelirlerini günde 500$ a
kadar çıkartabilmişlerdi ve bunun günümüzdeki karşılığı 24 saatte
sıhr bir Mercedes almakla eş değerdi.
Tarih boyunca, yeni teknoloji nereye giderse gitsin, işten fayda
sağlamaya çalışan suçlular hemen o yola girmişti ve masumları
kartallar gibi avlamışlardı. Fakat sosyal yaratıklar olan bizler bin
lerce yıl boyunca karmaşık topluluklarda yaşadık ve hiçbir zaman
insanların birbirleriyle iletişimini kesmesi gibi bir imkân olmadı;
hayadarımızı paylaşıyor olmak bizler için önemliydi. Ve buna ek
olarak, aruk akşam için giyinip büyük sosyal etkinliğimize hazır
lanmamız gerektiğini hatırlatmalıyım. Saatler aktı gitti ve artık
zamanında hazır olamamak gibi bir tehlike içerisindeyiz!

190
18.00

KIYAFETİMİZİ SEÇERKEN

Bu akşam, birkaç arkadaşımızı davet ettiğimiz bir akşam yemeği


yapacağız ve üzerimizdeki rahat kıyafetleri çıkartmamız akıllıca
olacak, pijama ve tişörtümüzün yerine sen seksi kıyafederimizi
giyebiliriz. Ya da çok fâzla ka& karıştırmadan dolabımızda leke
siz kalmayı başarabilmiş herhangi bir kıyafeti de seçsek yeterli
olacak. Yatak odamıza girip dolabımızı açtığımız karşımızda düz
günce katlanmış az sayıda kumaş görüyoruz. Bazıları askılardan
sallanıyor ve büyük bir kısmı da düzensizce istiflenmiş durumda.
Kıyafetlerin rengi ve çeşideri aslında pratik flıydalardan çok daha
flızlasını sağlıyor gibi gözüküyor; gerçek şu ki, kıyafederimiz sos
yal statümüzü gösteriyor, hangi cinsiyeti benimsediğimizi, yok
sulluk veya zenginliğimizi, sosyal ve geleneksel bağlarımızı anla
tıyor. Giydiklerimiz dünyaya gönderdiğimiz ama aslında çok da
farkında olmadığımız mesajları barındırıyor.
Fakat işin en başında, kıyafeder bu gibi ciddi konulardan zip-
de meme uçlarımızın donmasını engellemeye yarayan eşyalardı.

191
Bir Günıle Bir Milyon Yıl

O KADİN ÇIPLAK GEZECEĞİNE KÜRK GİYSİN...


Büyük tarihimizle alakalı konuşurken sıklıkla devrimlerden
bahsederiz, ateşin, tekerleğin, metalin, tarımın ya da kidesel ile
tişimin bulundukları zamanları konuşuruz. Ders kitaplarında da
karşımıza hep bu konular çıkar. Fakat bu kitaplara aslında iplik
devriminin de eklenmesi gerekir. Bildiğiniz gibi maymun atala
rımız kıllı vücutları yüzünden pek fâzla giyinmeye ihtiyaç duy
mamıştı fâkat birçok insanın bedeninde bu sıcak ya da soğuktan
koruyan kürkler yoktu. Bu eksiklik bize terlemeyi mümkün kıla
rak aslında bir avantaj da sağlamıştı, uzun mesafeleri kat ederken
hararet yapmıyorduk fakat eksikliği kış aylarında bizi ürperterek
korkutmayı becermişti. Ve atalarımız bunun üzerine giyinmeye
başladılar.
Tarihteki en eski dikiş iğnesi 60,000 yıl önceye aitti, evet doğ
ru duydunuz o kadar eskiydi ve ince kemik alederden yapılmıştı.
Küçük deliklerden geçirilerek hayvan kürklerinin omuzlara atılan
şallara çevrilmesine yarıyordu, tki derinin birbirine bağlanarak
vücudun üst kısmını kapatmaya yarayan bu kürkleri yapmak
mümkündü. Büyük kaplan cinsindeki hayvanların dişleriyle be
zeli bu ilk kıyafetler heyecanlandırıcı olduğu kadar, buz çağında
insanları donarak ölmekten korumaya yarıyordu. Yani Raquel
Welsh'in One MtUion Years BC filmindeki performansında, ya
pımcılar kesinlikle yanlış bilgi vermemişlerdi (tabii etrafta dola
şan dinozorları saymazsak.)
Olabildiğince seksi aktris kürküyle filmde dolaşarak birçok
ergen erkeğin mastürbasyon fantezilerini süslemiş olsa da yapım
cıların atladıkları ince bir nokta vardı. Welch sahnelerin bazda-
rında mudaka oturup deriden yapılı kıyafetlerini çiğnemeliydi.

192
Greg lenner

aynı köpeklerin kemiği çiğnedikleri gibi. Neden mi? Çünkü


deriyi yumuşatmanın en eski tekniklerinden biri dişlerle deriyi
çiğneyerek yumuşatmaktı, tükürük deriyi baskıyla birlikte yumu
şatmaya yarıyordu. Bu basit teknoloji kuruyan hayvan derilerini
yumuşatmakta kullanılıyordu ve halen gelenekçi kabilelerin bu
gibi teknikleri kullandıklarını görmemiz sürpriz değil.
Fakat taş devrinden kalma ferklı bir yöntem daha vardı. Deriyi
işleyerek daha kullanılır hale getirmek için hayvan beyinleriyle
dolu suyun içine yatırılırdı, bu sayede yağlar deriyi yumuşatıyor
du ya da lârklı bir yöntem de de ağaç kabukları ve özleriyle dolu
su da etkili oluyordu. İki yöntem de derilerin yumuşak ve esnek
olmasına neden oluyordu, bu da kıyafetlerin kurumadan birkaç
gün giyilebilmesi demekti. Ve sıra dışı başka bir bilgi de, tarih
öncesi kıyafetlerin böylelikle korunarak hâlâ müzelerde sergilen
mesine imkân vermesiydi.

TARİH ÖNCESİ MODA (KURBAN)


5,250 yıl önce, şimdiki ayrılmış İtalya ve Avusturya sınırında
bulunan Otztal Alpleri'nde ölmeye yatan bir adam vardı ^ıkat
sebebi bir kayak kazası değildi. Kör bir ok adamın göğsüne sap
lanmıştı ve adam yüz üstü karlara gömülmüştü, ölümcül bilinç
kaybına girerken yarasından akan sıcak kan buzlara karışmıştı.
Kadedilen kurbanımız dünyaca ünlü biriydi ve kazara iki yürü
me meraklısı tarafından 1991 yılında keşfedilmişti. İkili mumya
lanmış cesedin belden üst kısmını dağın tepesinde bulduğunda
kurbanımız büyük ihtimalle kendini buzlardan kurtarmaya ça
lışırken öldüğü için çırpmır vaziyetteydi. Arkeologlara göre. Kar
adam ötzi, Pompeii'deki kader ortaklarına benziyordu —zamanda

193
Bir Günde Bir Miiyon Yıi

dondurulmuş bir kapsülde korunmuş gibiydi- ve kıyafederi de


onunla birlikte donmuştu.
Yani ötzi kıyafetlerini sergilemeyi seviyor muydu? Üzücü olan
aslında tam tersiydi; ve kim onu suçlayabilirdi ki? Dağın tepesin
de yarı beline kadar kara gömülmüştü. Hayır, aksine kıyafetleri
keçi derisindendi ve kürkün birbirine işlenmiş düzensiz yapısın
dan keçiyi kendisinin öldürdüğü anlaşılıyordu, bacaklarını da
keçi derisiyle kapatmıştı ve Bay Tumnus'un kıskanacağı cinsten
bir kürkle kaplamıştı kendisini. Kafasını sağlama almak isteyen
ötzi, ayı derisinden bir şapka takmıştı ve bel kısmında da inek
derisinden yapılma bir kemer vardı, ayakları da geyik derisiyle
sıkı sıkıya örtülmüştü. Açık bir şekilde, Ötzi kışı sağa salim geçir
meye çalışıyordu ve bunun için birkaç hayvanı telef etmişti. Fakat
taş devrinde her kıyafet için hayvanları katletmek gerekmiyordu.
40,000 yıl önceye dayanan sağlam kanıtlar Taş Devri ataları
mızın bitki liflerini dokuyarak iplik haline getirdiklerini gösteri
yordu fakat organik kanıtlar, bu iplerin çok nadir bulunduğunu
ortaya koyuyordu ve henüz kimse el değmemiş, paleolitik bir ör
nek bulamamıştı. O yüzden arkeologlar da sanatsal verilere odak
lanarak üzerindeki yükü azaltmak istemişlerdi. Avrupa ve Avrasya
boyunca birçok seramik ve taş figürler bularak kadınların kıvrım
lı yapılarını taş devri kalıntılarından çıkartmayı başarmışlardı. Bu
harika objeler, insanlık tarihindeki sanatın ilk örneklerini teşkil
ediyorlardı ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar, insan kültürüyle
alakalı devamlılık içeren bilgiler veriyorlardı. Ve bu bilgiler kıtalar
boyunca yayılmıştı.
Fakat bizim dikkatimizi çeken, tarihçilerin moda konusunda
bu figürlere odaklanarak kıyafetlerinin dokuma kumaşlardan

1S4
Greg Jenner

yapıldığını ortaya çıkartmalarıydı. Fransa Lespugue'dekl Venüs


heykelciği iplikten yapılmış düşük belli bir eteği örnekliyordu
ya da Willendorf'taki Venüs kafasındaki örgü şapkayı gösteri
yordu. Bu şapka Bob Marley in taktığı şapkalar gibiydi fakat
biraz dağa Avusturya'da bir mağarada giyilen cinstendi. Yani gö
rünüşe bakılırsa on binlerce yıl önce bile insanlar sadece hayvan
cesetlerinden kıyafetler giyerek tatmin olmuyorlardı, dokuma
işleri de seviyorlardı.

HEPİMİZ MADDESEL BİR DÜNYADA YAŞIYORUZ.


1881 yılında Mohammed al Rassul adında bir adam iki kar
deşine birden ihanet etmişti. Geçmişte kalan on yıl boyunca, üç
kardeş gayrı meşru yollardan Mısır andkalarmı gizli bir mezardan
çalıyorlardı ve kaçakçılık yapıyorlardı bu mezarı da inatçı bir ke
çiyi kovalarken bulmuşlardı (aynı sizin gibi...). Fakat yetkililerin
şüpheleri üzerine üç kardeş hakkında bir soruşturma açılmıştı ve
al-Rassul iki kardeşini yetkililere gammazlayarak tüm ganimetin
üzerine konmak istemişti. Böyle bir ihanet kötü bir karakterin
göstergesiydi fakat dünya uzun süre sonra bu adama müteşek
kir olacaktı. al-Rassul bu sayede arkeologları elliden fâzla mumya
olan bir harabeye yönlendirmişti, bu mumyalar arasında yüce fi
ravun II. Ramses'inki de bulunmuştu.
I^kat bunun giyinmekle bağlantısı neydi? Pekâlâ, Ramses
bulunduğunda kusursuzca sarmalanmıştı ve üzerindeki kumaş
ketendi, keten tohumundan üretilen bu kıyafet 30,000 yıl önce
giyilmişti ve Mısırlılar bu kumaşı, hafif ve serin tutan bir ku
maş olduğu için tercih etmişlerdi. Aynı zamanda kolayca yumu-
şuyordu ve yıkandığında ilk rengini kolaylıkla buluyordu. Daha

195
Bir Günde Bir Milyon Yd

da önemlisi, hijyeni el üstünde tutan bir medeniyet için biçilmiş


kaftandı. Ramses yarı tanrı bir hükümdar olabilirdi fakat göz alıcı
ipeklerle bezenmemişti, üzerinde kürklerle dolaşmıyordu, hayır,
cenazesi sıradan, tezek kokan bir köleninki gibi ketenle sarmalan
mıştı. Keten herkes için standarttı.
Ve şimdi bildiğimiz gibi, keten gömlekler ve iç çamaşırları 17.
yüzyıl Avrupa'sında da sıklıkla kullanılmıştı, çünkü istenildiği za
man değiştirilebiliyor, yıkanıp tekrar kullanılabiliyordu. Sabunla
iyice yıkayıp duruladıktan sonra kolaylıkla tekrar giyilebiliyordu.
Kritik olan, yıkama işleri tekrar gündeme oturduğunda, keten
gücünden pek fâzla bir şey kaybetmemişti ve birçok Victoria
dönemi ev hizmetçisi kıyafetleri ve kumaşları beyaz tutmak için
amansız bir savaşa girişmişlerdi. Bu günlerde bizler keteni kıyafet
olarak tercih etmesek de masa üzerlerinde ya da dekor olarak kul
lanabiliyoruz, omuzlarımızın üzerine şal olmasa da keten bizimle
birlikte her yere geliyor ve cüzdanlarımıza da ortak oluyor çünkü
keten -pamukla eş olarak- modern banknotların içinde yerini
alıyor. Tabii bu banknodarı yıkayabileceğiniz anlamına gelmiyor,
haliyle para aklamak aslında yıkamak olmuyor.
Pamuk da pek tabii ki antik bir kumaş malzemesi, Hero-
dot, "Ve dahası Hindistan'da bazı ağaçlar güzelliğin ve iyiliğin
de ötesinde pamuklar üretiyor, belki koyun yününden de güzel.
Ve yerliler kıyafetlerini bu pamuktan yapıyor," derken belki de
kendisinden 2,000 yıl daha eski bir geleneği anlatıyordu ve bu
gerçekten kayda değerdi çünkü Herodot antik bir Yunanydı ve
2,400 yıl önce ölmüştü. Peki, Bronz Çağı'ndaki pamuk çiftçileri
kimlerdi? Eğer birisi trend belirleyen Harappanları söylerse ödül
kazanamayacak çünkü Harappanlar pamuğun dünya tarihinde

198
Gıeg lenner

önemli bir yer almasındaki yolculuğu başlatan medeniyetti. Fakat


pamuk sadece Asya'ya özgü değildi, aynı zamanda orta ve güney
Amerika'daki kültürlerde de birincil kumaş olarak kullanılıyor
du. Inka ve Aztekler -hangisi sonra geliyorsa- çelik kullanmadan
yaptıkları savaş zırhlarında yoğun bir şekilde kat kat sıkıştırılmış
ve tuzlu suda bekletilmiş örgü pamuktan başka bir şey kullanmı
yorlardı. Şaşırtıcı biçimde, bu zırh delici silahlara karşı çok etki
liydi fakat size kendi zırhınızı yapıp geceleri kapkaççı avlamanızı
önermiyorum. Siz Batman d^ilsiniz ve benim yüzümden ölme
nizi istemem.

Meryl Streep gibi pamuk da sonsuz kullanılabilen bir üründü.


Lüks hoteller odalarında 400 ilmekli yatak örtüleri kullanıyor
lardı hıkat bu Müslüman soylularının kullandıkları beyaz altının
yanında solda sıfır kalıyordu. Elle dokunan bu ürün Hindistan'da
efsane olmuştu ve bazıları 1,800 ilmekle işlenecek kadar yüksek
kaliteye ulaşmıştı. Onaçağ şairi Amir Khusrovv'un yazdığı: "Öyle
şef^ ve hafif ki birinin üzerinde neredeyse gözükmüyor ancak
saf bir su vücutta bu kadar kusursuz gözükebilir" dizeleri kuma
şın ne kadar harika olduğunu anlatıyordu. Tabii İmparatorun
Yeni Kıyafetleri hikâyesi böyle bir güzellikten ilham almış mıdır
diye merak ediyoruz ya da belki de bu kumaş çıplaklık severler
için güzel bir bahaneydi ve sokakta kolluk kuvvetleri tarafından
avlanıyorlardı, "Hayır üzerimde kıyafet var, memur bey, sadece
kıyafederim Hintli dokumacılar tarafından örüldü, yalan söyle
miyorum!"
Hindistan ithal edilen kumaşın Avrupa modasına etkisi büyük
olmuştu. Chintz -karmaşık çiçekli dokulardan oluşan şablon— alt
sınıf ve orta sınıflar tarafından sıklıkla kullanılır olmuştu ve her

197
Bir Günde Bir Milyon Yıl

şeyi bir kenara bırakırsak, Britanya'nın pamuk endüstrisini can


landırmış ve Manchester şehrini dönemin Pamukistam haline
getirmişti. Amerika'da yetiştirilen pamuğu ithal ederek çok gü
rültülü Lancashire hıbrikalanndaki büyük makinalarda dokuyan
Britanyalılar Hint pazarım alt ederek bu ucuz kumaşı kitlelerin
kıyafeti haline getirmişti. Ayrıca endüstri, Britanya'yı küresel an
lamda bir ekonomi devi yapan ilk adımlardan biri olmuştu.
önceleri Britanya'da -ya da İngiltere diyelim- milletçe yüne
takılıp kalmışlardı. Koyunlar uçsuz bucaksız yaylalarda sürüyle
geziyorlardı ve yünleri İtalya ve Flemenk bölgesine büyük karlarla
satılıyordu. Bu 17. yüzyıl rahibi ve eleştirmeni (garip bir kombi
nasyon biliyorum) Joseph Hail tarafından tarihe not düşülmüş
tü: "İngiltere'ye lütfedilen üç şey vardır: ecclesia, foemina, lam
— kiliseler, kadınlar ve yün. Açıkça, İngiliz erkekleri Hall'un bakı§
açısına göre yetersizdi. Dahası, yün Ortaçağ İngiltere'si için öyle
büyük bir olaydı ki Kral III. Edward, veziri huzuruna çıkarken
kırmızı kumaştan yapılı yün bir yastıkta getirilmesini istiyordu.
Bu da tüm halka İngiltere'de paranın nereden geldiği ve kimin
paraya hükmettiğini gösteriyordu, ta ki 1938 yılında aslında yas
tıkların at kılıyla dolu olduğu ortaya çıkana kadar. Ne büyük sah
tekârlık! Bunu kim akıl edebilirdi ki?

Pamuk gibi yün de kölelerin üzerine giyebileceği daha kaba


kıyafetlerde kullanılabiliyordu ya da bir prensesin göz kamaş
tıran elbisesinde kullanılabiliyordu; yün sıcak tutuyordu, zoı
taşınan lifleri vardı fakat kalite olarak yüzlerce çeşidi bulunabili
yordu ve bu yüzden antik ve Ortaçağ Avrupa'sında yaygın bir şe
kilde kullanılmıştı, Asya'da ise daha çok öküz ve keçilerin kürk
leri kullanılıyordu ama onlar da örülebilir malzemelerdi. Fakaı

198
Greg lenner

kökenleri Çin'de olan bir kumaş maddesi vardı. İpek otlayarak


gezen hayvanlardan ziyade koza evresindeki çirkin bir güveden
elde ediliyordu.
Efsane 5,000 yıl öncesine dayanıyor, Çin'in sarı hükümdarı
nın karısı İmparatoriçe Lei Zu bir gün bahçesinde kahve yudum
larken tepesindeki dut ağacından üzerine topak şeklinde garip
bir madde düşüyordu. Tam fincanın içerisine olimpik atlayıcılar
gibi kusursuzca düşen davetsiz misafiri fincanından çıkartan Zu,
avcunun içindeki şeyin bir anda çiçek gibi açıldığına şahit olu
yordu. Evet, çünkü ipek böcekleri canlı halde kaynatıldıklarında
ipliklerini salıyorlardı. Keşfiyle dört köşe olan imparatoriçe koca
sına koşarak kendisine bir dut ağacı dikmesini istedi ve ipekleri
örmeye ve rulo yapmaya başladı. Bu adım, Çin endüstrisinde çok
büyük bir ticaretin ilk adımı olacaktı. Kayıtlarda, ipek endüstri
sinin teknik olarak kitaplara girişi imparatoriçeden de 7,000 yıl
önceye dayanıyordu.
îpek, sıradan insanlar için kati suretle yasaklanmış olsa da Çin
liler bu sırlarını cimri bir şekilde harcamamışlardı, aksine bauda
bu çok değerli bir ürün olarak kabul ediliyordu ve üretilen ipekler
4,000 mil kadar yol kat edip ipek yolunu takip ederek Çin'in
doğusundan Şam'a ve oradan da gemilerle Romalılara, Perslere,
Bizanslılara ve Araplara gönderiliyordu, Araplar için ipek, al
tından bile daha değerliydi. İthalatlarını kara çevirmen isteyen
Çinliler bu kültürü ellerinden kaçırmamak için de ciddi anlamda
uğraş veriyorlardı ve kaçakçılığı vatan hainliği ilan edecek kadar
ileri gitmişlerdi. Fakat milattan önce 4. yüzyılda Kore, Japonya,
Pers İmparatorluğu çoktan kendi endüstrilerini kurmuşlardı ve
bir yüzyıl sonra da Bizans İmparatorluğu'ndan gönderilen keşiş

199
Bil Gttnde Bir Milyon Yıl

kılığındaki iki kaçakçı, şeker kamışları içerisinde Çin'den ipek bö


ceği kaçırarak büyük bir iş beceriyorlardı. Bizanslılar çaldıkları bu
büyük sırrı fehiş fiyatlara, batıya doğru yani Avrupa'ya satmaya
başlamıştı. Ardından ipek, 1600'lü yıllarda Fransız Protestan Hu-
guenots sayesinde Britanya'ya da girmişti. Çok egzotik olan ipek,
uzunca bir yolculuktan sonra hiç de egzotik olmayan Maccles-
field'de üretilir olmuştu.
Tarihte ipek her zaman zenginler için kullanılan bir kumaştı
fakat tek istisna Cengiz Han'ın Moğol savaşçılarıydı. Çin'e yap
tıkları büyük baskınlarda ipek satan dükkânları yağmalamışlat
ve üzerlerine kaliteli kumaşlar giymişlerdi. Bu savaşta da işe ya
ramıştı çünkü ok deriyi kolayca delebiliyordu fakat ipek inanıl
maz sağlam bir kumaştı o yüzden çizik bile atılamıyordu, kısacası
oklardan kurtulmak küçük bir parmak hareketiyle mümkündü.
Bu günlerde eskiye kıyasla ipek daha ucuz olsa da hiçbir işçi sı
nıfının ipek giysiler içinde çalıştığına denk gelemezsiniz. Aksine
genellikle insanlar tarafından üretilen ve ipeksi doku hissi veren
kumaşlardan yapılan kıyafetleri giyiyoruz. Bu kumaşlar, modern
dünyanın kumaşları, termoplastik naylon, sentetik polyester, ilk
olarak karşımıza ikinci dünya savaşında çıkmıştı, bu bir tesadüi
değildi -küresel çapta süregelen bu savaşta destansı ordular mut
laka ucuz ve seri üretilebilen malzemelere ihtiyaç duyacaktı, örne
ğin paraşüt kumaşları, halatlar, üniformalar- fakat şimdi, doğal
olarak, paraşütlere olan talep azaldığı için sentetik lifler artık çek
mecelerimiz ve dolaplarımızda boy gösteriyor.
Ve unutmadan sırası gelmişken bu gece için kıyafet seçmemiz
gerekiyor. İç çamaşırımızla mı başlasak acaba?

200
Gfeg leıuıer

FİRAVUNUN DONU
Howarci Carter 1922 yılında Tutankamun'un mezarını keş-
feniğinde tüm gazete manşederi fi ravunun lahdini altından ya
pılmış aksesuarlarım göstermişti. Antik mezar sanki Scooby Doo
çi7gi filminden bir sahneyi andırıyordu. Fakat haberlerde duyma
dığınız bir detay vardı, o da Kral Tut'un iç çamaşırlarıydı. Evet,
bu detay atlanmıştı. Kral Tut annesinden izin alarak kampa giden
küçük gergin bir çocuk gibi eşyaları arasına çokça iç çamaşırı ek
lemişti, tamı tamına 145 adet yedek külotu vardı. Antik donlar
genellikle shenti, peştamal ya da belden bağlanan üçgen şeklinde
kumaşlardan oluşuyordu. Bazı Mısırlı köleler için kavurucu Sah
ra sıcağında bunlar sadece iç çamaşırı değil tüm kıyafetlerinden
ibaret oluyordu.
Bugüne kıyasla erkekler ve kadınlar da kısmen benzer iç ça
maşırları giyiyorlar -şort ve külotların farklı sürümleri gibi- ta
bii birçok kadın sutyen de giyiyor. Sutyenler daha çok göğüs
kısmını desteklemek için kullanılsa da batı toplumları açıkta
duran meme uçlarına karşı büyük bir açlık sergileyebiliyorlar,
dolayısıyla bir amaç da göğüsleri gizlemek oluyor. Sutyen ve
külot birleşimi 20. yüzyıl ortalarında ortaya çıktı diye bilinir fa
kat Romalılar aslında ilk keşfeden toplumdur. Subligaculum adı
verilen ve iki cins tarafından da kullanılabilen deri kıyafet, şort
ya da peştamal şeklinde kullanılıyordu, gladyatörler, aktörler ve
askerler sıklıkla Subligaculum giyerlerdi. Kadın performansçı-
1ar aslında bu kıyafete ek olarak göğüslerini de kapatan bir ek
yaparlardı -düz kumaştan oluşan bir örtü gibi- ve mütevazı gö
rünmeye çalışırlardı. Ayrıca henüz, sıradan Romalı kadınların
bunları giydiğine dair bir kanıt bulunamamıştır. Antik memeli-

201
Bir Günde Bil Milyon Yıl

lerin birçoğu uzuvlarını kıyafetlerinin altında serbest bırakmayı


tercih ediyorlardı ve iki cins de cinsel bölgeleri üzerine peştamal
giymeyi tercih ediyorlardı.
Romalıların nemli hava şartlarına karşı, atalarının aksine ço-
rap giyme ihtiyaçları olurdu, eskiler bu yeniliklerde mahrum
bir şekilde bacaklarına sardıkları kumaş parçalarıyla imparator-
luğun kuzeyine, buz tutan kara parçalarında nöbet tutmaya gi
derlerdi. Hadrian Duvarı'nm kıyısındaki Vindolanda Kalesi'n-
de yapılan kazılar, birçok ilginç tabletin bulunmasıyla farklı bir
boyuta ulaşmıştı, tabletler gündelik hayatın sıkıcılığı gösteriyor
du fekat bu tabletlerden en meşhur 346. tablet şefkatli bir anne
nin askerlik yapan oğluna gönderdiği kıyafetlerle ilgili mesajını
içeriyordu: "Sana Sattua'dan birkaç çift çorap yolladım, bir çift
terlik ve iki tane de külot gönderdim..." Yani, en azından 145
tane değilmiş.
Akdeniz'in antik insanlarına göre bacakları örtmek ancak bar
barlara yakışan bir adetti aynı zaman bu erkekliğin de yetersizli
ğini sembolize ediyordu fakat bu güneşin altındayken söylemesi
ve inanması kolay bir fikirdi. Kuzeye gittiğiniz de hava Rus edebi
yatının anlattıklarından daha da çetin olabiliyordu, yani Kelt'ler,
Saksonlar, Vikingler bacaklarını sıklıkla uzun çoraplarla örterler
di ve üst kısmını da cinsel organlarına kadar uzatırlardı. Hassas
uzuvlarını keten ya da farklı kumaşlarla kapatmayı seviyorlardı
fiıkat bu çözümler teknik olarak iç çamaşırı olarak nitelendiri
lemezdi çünkü malum bölgeleri örtmek için kullanılmıyorlardı.
Kadınlar, diğer yandan tek parça uzun bir elbiseyle işi çözdükleri
için, külot giyip giymemek pek umurlarında değildi.

202
Gıeg lenner

SAMİMİ OLURKEN
Artık farklı türlerde İç çamaşırı setleri görmeye alıştık: seksi,
sempatik, garip -bir de şu yılbaşı alışverişlerinden önce piyasaya
çıkan ve birilerinin bir yerlerden bulup aldıkları- ^ıkat aslında ta
rih boyunca iç çamaşırları hep sade, tek renk kumaşa yapılmıştı.
Ancak, Antik Ortaçağ Çin uygarlığında bu durum geçerli değildi
çünkü moda katı kurallarla sosyal topluluklar tarafından belirle
nirdi, mesela kadınların iç çamaşırları fazlaca desenli olabilirdi ve
bu sayede kadın kişiliğini, tutkusunu ve belki de yakınına gelme
ye müsaadesi olanlara kendini anlatıyordu.
Moxiong^\y^ bilinen iç çamaşırı çok detaylıydı, üçgen şeklin
deki kumaş, canlı renklerle bezeli desenlerle süslüydü ve kadın
ların göğüs kısmını sardıktan sonra sıkıca bağlanırdı. Bu dar bir
çamaşırdı, göğüsleri ve göbeği kapatmak için kullanılıyordu fakat
sırt bölümü çok fezla işlevsel değildi, fakat isteme göre arkasına da
ek bir parça yapılarak kullanılabiliyordu. Teşhir riskini seven ka
dınlar genellikle omuzlarım ve omuriliklerinin çizgilerini açıkta
bırakmayı severlerdi. Bu gibi modalar yüzyıllar boyu evrim geçi
rerek ilerliyordu ve Moxiong gibi bir sürü iç çamaşırı bu kültürü
zenginleştiren öğelerdi. Ve ardından Mao'un kültürel devrimi ge
lerek tüm keyfîmizin içine etti.
12. yüzyıl Ortaçağ Avrupa'sında kullanılan erkek pantolonla
rı -cepli ve bacakları uzun pantolonlar- yavaş yavaş kısalarak iç
çamdın haline gelmişlerdi ve daha sonra kasıklara doğru ilerleye
rek bileklere kadar uzayarak içlik şeklini almışlardı. Rivayete göre
çoğu erkeğin pantolon yerine bunları giyip, gömleklerini de bel
lerine sokarak gezdikleri yönündedir. Pantolonla hiç uğraşmak is
temeyen bu centilmenler "Komando mu giyiyorsun?" tabirinden

203
Bir Günde Bir Milyon Yd

"Şövalye mi olacaksın?" tabirine evrimleşmişlerdi. Fakat Ortaçağ


kadınlarına gelecek olursak, iç çamaşırının geleneksel hikâyesi
baştan sona değişecekti...

ORTAÇAĞDA
GÖĞÜS BÜYÜTEN SUTYENLER Mİ?
Doğu Tyrol'deld, açılı, bembeyaz eğik çatılı Lengberg Kalesi
12. yüzyılın schbss tarzı mimarisine verilebilecek güzel bir örnek
tir. Kale ağaçlarla dolu bir vadinin savunması kolay kuytusuna
inşa edilmiştir. Dışarıdan resim çekerken çok güzel gözüken bu
Avusturya kalesi aslında içerisinde de çok büyük sürprizler barın
dırmıştır. 15. yüzyılda yenilenmiş zeminin altına saklamış kasası,
2012 yılında yapılan restorasyon işlemleri sırasında bulunmuştur
ve içerisinde zamanın acımasızlığına ve güvelerin pervasız açlığı
na dayanabilmiş, herkesin unuttuğu türden kumaşlar bulunmuş
tur. Bu kumaşların arasında Ortaçağ'a ait olan askılı sutyenler
bulmuş ama ölü krallara ve kutsal vazolara merak salan bizleri çok
etkilemese de kostüm tarihçilerini bir hayli heyecanlandırmıştır.
Hatta içlerinden sevinçten zıplayanları bile olmuştur fakat o nok
taya gelene kadar sutyenler 20. yüzyıl icadı olarak kalmışlardır.
Sutyenleri, Romalıların göğüs örtülerinden ayıran sadece as
kıları değildi aynı zamanda sutyenler göğüsleri desteklemesi için
oyuk biçiminde dikilmişti. Bu belki de 14. yü^ol cerrahı Hen-
ry de Mondeville'nin nodarında, "Bazı kadınlar... kıyafederinin
içine iki çanta daha koyarlar, göğüslerini de bu çantalara yerleş
tirirler ve her sabah sabitlemek için bir lastikle ikisini birbirine
bağlarlar?" yazdığı gibi bir anlam ifede ediyor da olabilir. Görü
nüşe bakılırsa Mucize Sutyenin 600 yaşında olması muhtemel

204
Greg leımer

ve orijinal sloganı "Merhaba beyler!" değil de "İyi günler, nazik


efendiler!" şeklinde düzeltilebilir.
Fakat açığa çıkan tarihi gerçekler burada da bitmiyordu. Ta
rihçilerin şu sıralar merak ettiği konulardan biri de Ortaçağ'daki
külodardı (sapıkça değil tabii, eklemeden edemeyeceğim) çünkü
restorasyonda bir çift bele bağlanan lastik de bulmuşlardı. Bü
yük soru; bunları kadınlar mı yoksa erkekler mi giyiyordu? Bu
bele bağlanan lastiklerin erkekler için yapıldığı daha büyük bir
olasılıktı çünkü kadınların 'periyodu hakkında bulunan bilgiler
külotlara dair çok az tarihi bilgi içeriyordu. İncilin nadir bulunan
çevirilerinde kadınların adet döneminde kullandıkları bezlerden
bahseden bölümlere rastlanılmıştı, bunlardan biri Isaiah'a gönde
rilen kitaptı fakat burada yazılanlar acaba Ortaçağ geleneklerine
mi yoksa antik Yahudi geleneklerine mi atıfta bulunuyordu bi
lemiyoruz. Bilmemiz de bir hayli zor. Tek bildiğimiz îtalya'daki
varlıklı kadınların 16. yüzyılda 'drawers' giydiğiydi fakat onlar
da istisnaydı; Avrupa'nın büyük kısmında kadınların şort ya da
pantolon ayarında kıyafetler giymesi imkânsızın da ötesindeydi.
Aksine, birçok kadın uzun gömlekler giymeyi tercih ediyordu,
(ya da İngiliz sarayında Fransızca aksanıyla konuşmakta ısrarcı
soyluları tabiriyle chemise) bu gömleğin modası Viktorya döne
mine kadar devam etmişti. Hatta bu gömlekler, 17. ve 19. yüz
yıllar arasında bakire kadınların birbirleriyle yarıştığı eğlencelerde
kullanılıyordu ve yarış sırasında her yerleri ortaya çıkan genç kız
lara tribünlerden yüksek sesle tezahürat eden yüzlerce seyirci olu
yordu. Kazananın ödülü, çok saçma bir şekilde, başka bir uzım
gömlek oluyordu. Muhtemelen yarışırken kirlenen kendi gömle
ğinin yerine yenisini vermeyi akıl etmişlerdi. Bu fikir kusurlu gö-

205
Blı Gttnde Bir Milyon Yıl

zükse de birçok erkek, kadınların kıyafetleri içerisinde sırılsıklam


kaldığı yarışmaları izlemek için can atıyordu, sanki günümüzdeki
ıslak tişört eğlencelerine benziyor gibi...
Fakat konumuza geri dönersek, bugünün kıyafet tercihleri
hâlâ gri külotumuzla neyi giyeceğimiz sorunsalı ya da kıçımızı o
dar kota sokabilecek miyiz endişesi ile lekeleniyor. Biz seçenekleri
değerlendireduralım, tarih çorabı anlatmaya devam etsin.

BANA ÇORAP AL
16. yüzyılın ortalarında külotlu çoraplar Avrupa aristokrasi
sinin olmazsa olmazları arasına girmeyi başarmıştı ve dolayısıyla
ipek tüm kumaşların üzerine bir çırpıda tekrar çıkıvermişti. İpe
ğin kalitesi, yumuşaklığı ve fiyatı, onu en tercih edilen kumaş
yapmıştı.

İngiltere kraliçesi I. Elizabeth ilk külotlu çorabını 1560'lı yıl


larda hediye olarak almıştı —yün muadilleriyle karşılaştırdıktan
sonra tabii- ve akabinde hemen bir açıklama yaparak "Külotlu
çorapları çok seviyorum, çünkü narin, kaliteli ve zevkli iç çama
şırları," demişti. Kraliçe kendi çoraplarını almaya başladığında
her bir çifte aşağı yukarı 2 sterlin ödüyordu ve bu acemi hiz
metçilerin yıllık maaşına denk gelmekteydi. Fakat, kraliçe, son
suz servetini sergilemek için bu çorapları birer hafta kullanıyor
ve ardından hizmetçi kadınlarına hediye ediyordu. Kraliçenin bu
şahsi çamaşırına sahip olan hizmetçiler onurlanmış hissediyor ve
hatta kendilerini adeta konserde en sevdikleri sanatçıdan atılan
tişörtü kapan hayranlar gibi pervane ediyorlardı. Ben olsaydım ve
patronum bana külodu çorabını giymem için verseydi, ne yalan
söyleyeyim iğrenirdim (Caroline, sen üzerine alınma...).

206
Greg lenner

Garip olan, Elizabeth 1571 yılında geçirdiği yasayla, emrinde


Nişanların Pazar günleri yün şapka giymelerini zorunlu kılmıştı,
amaç İngiltere'nin yün ticaretine destek olmaktı fakat bu ipek
seven bir kadın tarafından yapılan ikiyüzlü bir davranıştı. Ger
çekte ipek çoraplar bütçelerin çok çok üzerinde kalıyordu ve sı
radan insanların ördüğü yün çoraplar kitlelerin tercihi oluyordu.
Kadınların çorapları diz hizasında bitiyordu ve erkeklerinkiler de
(bel altı çorap diye adlandırılıyordu) bel altı bölgelerinde bitiyor
du. Erkek aristokradar için örülen bu çoraplar üretim safhasında
sert maddelerden yapılan kâse şeklindeki kaplarla birleştiriliyor
du, codpiece adı verilen bu kâse biçimindeki parçalar erkeklerin
bacak aralarında kocaman bir şey gibi duruyor ve yumurtalıkla
rını korumaya yarıyordu. Buna rağmen hiçbir zaman hiç kimse
erkeklerin malum yerlerine bilerek sert cisimler atmayacağı için
kâseler tamamıyla moda için kullanılan parçalar olarak kalmış
tı, maçoların erkekliklerini kabarık bir şeldlde gösterebildikleri
bir modaydı bu. Aynı Tudor'un benzeri olan Spinal Tap' Derek
Smalis'ın külotunun içine yerleştirdiği sakız kabağıyla havaala
nından geçtiği sahneye benziyordu.

ŞANSLI KÜLOTLAR
Peki, modern iç çamaşırları ne zaman ortaya çıktı? Uzunca
süre jüponlarla idare eden kadınlar, dünyanın batısında ancak
1800'lü yıllarda küloda tanışabilmişlerdi ve bu külodar zamanla
kadınlar arasında risquepantalettes diye adlandırılan erkek külot
larına evrilmişlerdi, 1840 yılında, erkek külotları artık kasıklara
kadar inmeyi yeterli bulmuştu. Erkekler, iç çamaşırı giymişlerse,
1600'lere kadar bileklere kadar uzanan tarzda çamaşırlar giymiş-

207
Bir Gttnde Bir Milyon Yıl

lerdi fakat 1600'lerin sonuna doğru Kral 11. Charles tam 13 inç
ölçüsünde İpekten dokunmuş boxer külotu giymiş ve soylu belini
kurdelelerle bağlamıştı bu sıralarda da III. William -Charles'ın
Katolik kardeşi James'i tahttan aşağı iten arkadaş- gece yatağa
girerken yünden örülü yeşil çoraplarını, kırmızı yeleğini giyiyor
ve Noel babanın taklidini yapıyordu.
150 yıl boyunca, aşağı yukarı erkekler gömleklerini önce külot-
larma sokarak giyinmeye başlamışlardı, bu şüphe götürmeyen bir
gerçekti, tek istisna, nodara bakılırsa büyük filozof Jeremy Bent-
ham'dı. Bu zeki ve aynı zamanda garip adam 84 yaşında, 1832 yı
lında öldüğünde, bedeninin bir heykel ya da korkuluk olarak kul
lanılmasını, karara göre de College London Üniversitesi'ne teslim
edilmesini vasiyet etmişti; yani sonsuza dek bilimsel çalışmalarını
izleme fi rsatı bulabilecekti, hâlâ burada olacak fakat tek farkı üzeri
biraz mumlu ve saçlan da tek tük kalmış olacaktı. Fakat keşfedilen
noktalardan biri de, son zamanlarda yapılan incelemelerde Bent-
ham'ın cesedinin çürüme safhası, fi lozofun öldüğünde pantolonu
nun içinde boxer şortunun da birlikte giyinmiş olduğunu göster
mişti. Bu 1830'lar için çok nadir bir bulguydu.
Bentham, Kral IV. George hükümdarlığında vefat etmişti.
Kral, Britanya'nın en şişmen kraliyet ailesinden geliyordu (VIII.
Henry, Kraliçe Viktorya ile birlikte üçünün de bel ölçüleri 54
inç geliyordu) ve tombalak kral George göbeğini toparlamak için
korse giyenlerdendi. Bu aslında modayla haşır neşir olan insanlar
için çok da sıra dışı bir durum değildi, özellikle de Kral George
döneminde durum farklıydı. Birçok Macaroni (argo dilde sıra
dışı moda tutkunlarına verilen ad) kusursuz bir siluet yaratmak
için kendilerini balina kemiğinden yapılan korselere tıkıştırıyor-

208
Gıeglenneı

ardı ve hatta bu çılgın beyefendiler zamanla yerlerini daha er-


teksi tiplere bırakmışsa da korseler her zaman trend olarak kal-
nıştı. Ama göbek korseye sıkıştırıldığı halde, anatomideki diğer
ombul parçalar, basenler ve kalçalar da trendden nasibini alıyor,
îtraflarına ilave edilen destekler sayesinde düzgün durabiliyordu.
Dışardan bakan meraklı insanlar kolaylıkla moda düşkünlerinin
3U 'kalıp satıcıların eline düştüğünü fark ediyordu ve kıyafetle
rinin içinden çıktıklarında da tamamen başka bir tür olduklarını
mlayabiliyorlardı.

BEL YOKSA, ŞEVK DE YOK


Macaroniler dalga konusu olsalar da aslında onların zarar
gördüğü tek nokta banka hesapları ve kredibiliteleriydi. Diğer
tarafta kadınlar bu dar trend yüzünden fiziksel olarak hasar gö
rebiliyorlardı. Stil uğruna giyilen dar korseler uzun vadede vücut
hatlarını zedeleyebiliyordu. Korse modası, dibe vurduğunda artık
19. yüzyıldaki ideal kadın görüntüsü nedeşmişti. Büyük kalçalar
ve ince bel makbuldü. Birçok modasever kadın 21 inç sınırında
dolaşmak için kendini parçalıyordu fakat Fransız-Cezayirli aktris
Emilie Marie Bouchaud -Polaire sahne adını kullanırdı- 38 inç
lik kalçaları ve sadece 16 inçlik beliyle meşhur olmuştu.
Dar giyinme modası kaçınılmaz bir biçimde insan bedenine
zarar veriyordu ve en çok görülen etkisi morarmalar yapmasıydı.
Nefes almayı zorlaştırıyordu ve sadece merdiven çıkmak bile insa
nın başını döndürmeye yetiyordu -ama bazı kadınlar hamileyken
bile korse giyer olmuştu- fakat diğer vakalar özellikle karın ve
sırt bölgesinde kas atropisi, doğal doğurganlıkta düşüş ve en kötü
olanı da organ yetmezliği şeklinde baş gösteriyordu. Tabii bunlar

209
Bir Gande Bir Milyon Yıi

nadir vakalardı ama bu vakalardan ölen kadın —hatta erginliğe


ulaşmamış kız çocukları bile- görülmemiş değildi. Bazı çağdaş
doktorlar böyle bir geleneğin kesinlikle karşısında duruyordu ve
1837 yılında yazılmış olan Female Beauty adlı kitabın yazarı da şu
satırlarla duruma yorumda bulunuyordu:
Çok dar giyinen kadınlar hep bir serzeniş içerisinde, dik otu-
ramadıklarını söylüyorlar, hatta hiç biri gece yatağa girerken ge
celik giymek istemiyor... Korselerin tek etkisi sakatlanma riski
de değjU, çok ciddi bir sürü probleme neden oluyorlar.
Sonuç olarak 20. yüzyılın başlarında kemikten yapılı korse
modası iyice azalmıştı, yerini sadece destek amaçlı kullanılan ku
maş kemere bırakmış ve kemerle iç çamaşırlarını bağlayan ipler
kıyafetlerin düzgün görünmesini sağlar olmuştu. Yeni korseler
1950 li yıllarda meşhur olmaya başlamıştı ve kısa süre içerisinde,
1960 İl yıllarda hızlı modacılar tarafından bir köşeye atılmıştı,
yeni ve hızlı modayı takıp eden kadınlar, korseler yerine bellerini
ve göbek deliklerini açık bırakacak şekilde giyiniyor, dolayısıyla
sadece sutyen ve külotun mantığıyla rahat hareket ediyorlardı.
Fakat moda sürekli değişiyordu ve Retro giyim tarzı tekrar günde
me gelmeye başlamıştı. Jartiyerler, kemerler, korseler ve destekler
artık yatak odalarının gizli anlarında erkekleri baştan çıkarmak
için kullanılan kıyafeder olmuştu ya da seksi süper modellerin
sergiledikleri ürünlere dönüşmüştü. Göbekleri boğan korselerin
daha yumuşak kumaştan yapılan modellerle olmuştu ve bu da
tarihten gelen takıntılarımızın yok olmadığını gösteriyordu, düz
karın takıntımız çok eskiye dayanıyordu. Hiç olmazsa bu yeni
korseler elastikti, kemikten olanları gibi insanları boğmuyordu,
kısacası artık kimsenin ölmesine gerek kalmamıştı.

BlO
Gıeg lenner

Evet üzerimize rahat, bir şeyler giydikten sonra artık panto


lonlara bakabiliriz.

BİR KEZ DAHA PANTOLONLARA GİRİYORUZ...


Eskiden beri anlatılan bir hikâye vardır, moda tarihçileri de
bu hikâyeyi anlatmayı çok severler. Hikâye meşhur bir panto
lon olayından gelmektedir (dalga geçmiyorum!) ve Londra'da
niyabet döneminde vuku bulmuştur. Bir gece, muhtemelen
yıl 18l4'ü gösterdiğinde kusursuz Wellington Dükü Londra
yüksek sosyetesinin uğrak mekânı olan Almack's Assembly Ro-
oms'un kapısına gelmişti, dük Napolyon Bonapart'ı Waterloo
savaşında yenmiş ve erkekler için ulusal bir ikon haline gelmiş
olabiliri ama bu gece partiye bile alınmamıştı. Wellington, gör
düğünüz gibi salakça bir tercih yaparak partiye pantolonla gel
mişti ve partinin kesin bir kuralı vardı; sadece kısa pantolon
giyenler girebilirdi. Aslında bu hikâye tartışmalıydı ve belki de
kapıdan geç kaldığı için geri çevrilmişti fakat gerçek şu ki bol
pantolonlar o dönemde ciddi anlamda modern bir seçenekti.
Wellington'un askerleri henüz bu pantolonları yeni giymeye
başlamışlardı ve pantolonlar karanlık çöktüğü anlarda usulca
insanların hayatlarına girer olmuştu fakat dize kadar inen kısa
pantolonlar ve dar pantolonlar akşam vakitleri giyilebilen ve
moda sayılan geçerli pantolonlardı.
Şu anda gündelik hayatımızda sıklıkla pantolon giyenleri gör
düğümüz için bunlar bize garip geliyor olabilir: acaba pantolon
lar gerçekten 200 yaşında mıdır? Tabii ki hayır. Askeri bir kıyafet
olması dışında Romalılar ve Yunanlar pantolonları (Latincede
braccae) keşfetmişti ve gerçekten sıklıkla kullanırlardı. Düşman-

211
Bir Günde Bir Milyon Yıl

lan ve komşuları onlardan etkilenmemiş olsa da pantolonlar es


kiye dayanıyordu. Hindistan'da da cepli vajani ve dar churidat
ülke boyunca yaygındı ve barbar Persliler de -bu insanlar aslında
Christian Dior un tarzını yaratan kişiler olabilirler- boyalı pa
muk ya da yünden yapılan, özenle tasarlanmış bacağın hadarını
takip ederek dizlerden bileklere kadar inen rengârenk pantolonla
rı anaxyrideslerle pantolonun tarihini oluşturmuşlardı.
Benzer bir şekilde, Araplar da sonradan kendilerini çölden
kaçmak için Perslilerin üzerine bir dert gibi saldıklarında ve İsla
miyet'i dünyaya yaymak istedikleri dönemde pantolon giyerlerdi.
Bu sirtvaal bir çift geniş bacak bölümlerinden oluşan ve bollu
ğuyla sıcak Arap güneşinde hijyen sağlamaya yarayan bir panto
londu. Diğer yanda Vikingler ve Saksonlar uzun pantolonlar ya
da bandajlı Mısır mumyaları gibi bacaklarına bezler sarıyorlardı,
amaç sıcağı içerde daha fazla saklamaktı. Fakat bu tarz pantolon
lar Ortaçağ Avrupa'sında pek tutunamamıştı, ama doğuda moda
olmaya devam etti.
Peki neden böyleydi? Kaynaklar pantolonların ilk olarak atlar
la haşır neşir olan kültürler tarafından benimsendiğini söylüyor
du, özellikle de büyük bir halk ordusu olan kültürlerde yaygındı.
Sebebi de aslında bir hayli netti -pantolonlar atlı piyadeler için
eteklerden daha pratik kıyafetlerdi— ve adarı seven iskit, Türk,
Parthia, Pers ve Moğol topluluklarının pantolonları benimse
meleri sürpriz değildi. Romalılar, Yunanlar, Çinliler ve Japonlar,
aksine, yayan savaşmayı tercih ederlerdi ve eğer düşmanları eğer
adıysa onlar da eğerlerini alıp atlarına koşarlar ve eteklik yerine
deri pantolonlarını giyerlerdi.

212
Greg lenner

GÜZEL KOTLAR
Raflarımıza göz atarken akşam ne giyeceğimiz konusunda se
çeneklerimizi değerlendiriyoruz ve her seferinde olduğu gibi ebe
di orta sınıf sorunumuz baş gösteriyor: günlük mü giyineceğiz
yoksa usturuplu günlük mü giyineceğiz? (Casual mi yoksa Smart
Casual mi?) Eğer resmi bir akşam olacaksa klasik kumaşları tercih
edebiliriz çünkü bazı antropologlar klasik kumaşların öyle genel
kıyafetler olduğunu düşünüyorlar ki, dünyanın yarısından fazla
sının klasik giydiğine inanıyorlar. Fakat her zaman giyilmeye ha
zır olan kot pantolonlarının tarihi aslında biraz karmaşık. Kimse
kot kumaşının nereden çıktığını bilmiyor. Genel inanış, Fran
sa nm Nimes kentinde keşfedildiğini söylüyor fakat bu hikâye de
son zamanlarda İtalya'da bulunan 17. yüzyıl resimleri yüzünden
tartışmaya açık durumda, öyle ki bazıları Jeans kelimesinin Ce-
nova'dan türediğini bile iddia ediyor fakat kesin ve kuvvetli olan
bilgi, tercih edilen kot kumaşının 19. yüzyılda, koca bir coğrafya
da, gündüz güneşi ve akşam yıldızlarının altında adarıyla dolaşan
Amerikan kovboylarından çıktığını söylüyor.
Bu kumaşı üreten adam Bavaryalı göçmen Loeb Stratuss'tu ve
1850 yılında San Fransisco'da ilk dükkânını açar açmaz ismini
Levi Stratuss olarak değiştirmişti. Binlerce altın avcısı bir umut
Kaliforniya'ya akın ediyor ve toprakla mücadele ederek küçük bir
külçe peşinde koşuyorlardı, çoğu hayal kırıklığıyla dönüyor olsa
da bu işi yaparken kot tercih ediyorlardı ve Levi Stratuss kotları
işlerini çokça görüyordu ve hâlâ kot kumaşı ülkede meşhur ol
mamıştı. Kotun icadı, Levi'nin ortağına düşmüştü, 1873 yılında
tekniğini patendeyen Davis aynı zamanda kumaşı iplik dokuma
dan farklı bir boyuta getirerek daha sağlam olmasını sağlıyordu.

213
Bil Gttnde Bil Miiyon Yıi

İkili vahşi batının öncülerine ciddi rakamlarda kotlar satıyor


du ve Hollywood batı filmleri yapmaya başladığında, hayatında
hiç inek görmemiş, kaldı ki üzerine binmemiş tüm insanlar Vahşi
batı filmlerini izleyerek yeni bir moda trendi yaratıyor ve dolap
larını kot pantolonlarla dolduruyorlardı. Tabii, modalar gelip ge
çiciydi -hangimiz ergenlikte giydiğimiz kıyafetlerden utanmadı
ki?- ve kovboy tarzı 1950'lerde başlayan rock'nroll çılgınlığıyla
eskimiş ve raflardan kaldırılmıştı. Bu gençlerin popüler kültürü
yaygınlaştıktan sonra iş yine Levis'e düşmüş ve kotlar artık farklı
şekillere girerek yeni modanın görüntüsünü belirlemişti. Moto
sikletli asi gençler, dükkânlara koşarak rafları boşaltmış ve kotlara
vahşi, isyankâr bir görüntü kazandırmışlardı.
Bugün, haliyle oturduğunuzda yırtık dizleri açılan kodar
yorgun orta sınıfın üniforması haline geldi fekat garip olan kot
pantolonlar gençler tarafından da terk edilmedi. Nasıl olduysa
kotlar her iki durumda da giyilebilecek mertebeye ulaşmıştı ve
hem cool' gözüküyordu hem de ciddi durumlarda da giyiliyordu.

DEVRİMCİ PANTOLONLAR
Kısa pantolonların 1800'lü yıllara kadar piyasayı kontrol etti
ğini göz önünde bulundurursak, pantolonların tekrar moda ol
masının nedenini merak etmiyor değiliz. Modern batı da uzun
pantolonları tekrar moda haline getiren ilk topluluk muhtemelen
1789 yılındaki Fransız ihtilalcileriydi, giydikleri pantolonlar bi
leklerine kadar uzanıyordu, çizgili ve göz alıcıydı.
Şaşırtıcı olan bir konu da çizgili kumaşlarm tartışmalı tari
hiydi. Ortaçağ modasına göre çizgili pantolonlar lanediydi, ne
deni Leviticus'un kutsal kitabında yasaklanan iki kıyafetten biri

214
Greg lenner

olmasıydı. Bu yasaklara göre çizgililer anca cüzzam hastalan, gay-


rimeşru çocuklar, cellatlar ya da diğer sosyopadar tarafından gi
yilebilirdi; modern hükümlülerin bu tip kıyafeder giyiyor olması
da tesadüf olmamalıydı, hatta Almanca strafen kelimesi cezalan
dırmak anlamına geliyordu ve streifen yani çizgiyle benzer kelime
köklerine sahipti. Zamanla çinili kelimesinin getirdiği anlam yu
muşamıştı ve bu desendeki kıyafetler yavaş yavaş sosyal alanlarda
kullanılır olmuştu ve sonrasında da aydınlanma çağında pozitif
bir konuma gelerek Amerika bayrağının simgesi haline gelmişti.
Bu bol paçalı pantolonlar 1790 yılında kaba görünüyordu ve
aynı zamanda modern kıyafederden sayılıyordu, Fransız çizgili
leri tedavülden kalktıktan ve Wellington Dükü pantolonlarını
eskittikten sonra bu uzun ve bol paçalı pantolonlar dünyadaki
tüm erkekler tarafindan giyilmeye başlanmıştı. 1820'li yıllardan
itibaren günümüze kadar centilmen erkeklerin yegâne kıyafeti
olmayı sürdürmeye devam etmişlerdi. Peki ya kadın pantolonla
rı? Modern tarihimizde kadınların pantolon giymelerini öne çı
kartan ilk kampanya Amerika'da 1851 yılında yapılmıştı. Amelia
Bloomer bir Quaker tarikau üyesiydi, alkole karşıydı ve oy ile
karar almayı sevenlerdendi. Ardından kadınlarla alakalı kıyafet
lerin kısıtlanmasına kafayı takarak hem fiziksel hem de sembolik
anlamda bunun uygun olmadığını düşünmeye başlamıştı. Kam
panyasının ana fi kri büyük Türk pantolonlarını öne çıkartmak
ve kendi şerefine bu pantolonlara 'bloomer adı vermekti. Fakat
o dönemdeki sosyal çevreler bu kampanyaya büyük bir öfkeyle
tepki verdiği için kadınlara karşı insanların bakış açısını ancak
öğrenebilmişti. Punch dergisi konuyla ilgili fikirlerini yazarken
kadınların özel ilişkilerinde pantolon giymesine alaycı bir yak-

215
Bir Günde Bir Milyon Yıl

laşımla: "Kadın pantolon giyecek; ve karşısındaki adam hızlıca


pantolonu soyamazsa etekliği kendisi giymek zorunda kalacak,"
demişti.
Sonuç olarak karşıt görüşler o dönemde çok kuvvetliydi ve
bloomer pantolonlarının topluma karışması sonraki 30 yıl bo
yunca mümkün olmayacaktı ve 30 yıl sonra bile gündelik kulla
nımdan ziyade daha spor kıyafetler içerisinde yer alabilecekti. At
binen askerlerin pantolonları tercih etmesine benzer bir şekilde,
artık kadınlar arasında bisiklete binmek yaygınlaşmış ve bir spor
haline dönüşmüştü, dolayısıyla kadınlar pratik olmayan etekle
rini çıkartarak daha mantıklı' bir şey giymek ihtiyacı hissetmiş
lerdi. Bloomerlar ya da pantolonlar kazara kadınların kasıklarını
ve bacaklarının arasındaki hassas bölgelerinin görünmesini en
gelleyecekti, dolayısıyla bu manzarayı izlerken direk ya da ağaçla
ra toslayan açgözlü erkekler de olmayacaktı. Bu aslında biraz da
kadınların güvenli bir şekilde seyahat etmesini sağlamış ve doğal
olarak kadınların özgürlüğünde de ciddi bir rol oynamıştı.
Kadınlar için tasarlanmış ve davederde giyebilecekleri ilk pan
tolonu Fransızların zarafet kraliçesi Coco Chanel üretmişti. Geniş
denizci pantolonları 1920 yıllarında yoğun ilgi görmüş ve çokça
tercih edilmişti, kadınsı moda tarihinde sembolik bir dönem ya
ratan bu pantolonlar bir yandan da erkeklik gelenekleriyle de dal-
ga geçiyordu. Her şey bir yana, kadınlar birinci dünya savaşında
erkeklerin rollerini devralmışlardı ve akşamları fabrikalarda pay
dos zillerini bekler olmuşlardı yani artık kadınlar ve özellikle üst
mertebedeki kadınlar saçlarını kısa kestirmiş ve bilerek çift cin-
siyetli karakterlere bürünmüşlerdi. Fakat mesela Hamtpons'taki
sosyete partileri farklıydı ya da Bolton, Lancheshire bambaşkaydı.

216
Greg lenneı

Kaçınılma!^ olarak Coco Chanel'ln elleri işçi sınıfının dolapları


na da uzanmıştı bu arada Wigan'ın kömür madenlerinde çalışan
kadınları 1800'lerin ortasından beri eteklerinin altına pantolon
giyiyor olsalar da kadınların pantolonları günlük hayatlarında
giyerek sokaklardaki garip bakışlardan kurtulmaları ancak ikinci
dünya savaşı dönemine denk gelebilmişti. Aslında teknik olarak
bu dönemde bile Paris'te kadınların pantolon giymesi yasaktı, ta
ki 2011'e kadar. Kadınlar ancak ata binerken ya da bisiklet sürer
ken pantolon giyebiliyordu.

KADINA ETEK. ADAMA DA ETEK


Belki de pantolonlar bizim için değildir ne dersiniz? Belki de
bugün etek ya da elbise giymek için daha uygun bir gündür? Bun
ca bilgiden sonra, artık hepsinin iki cins tarafından da giyildiğini
biliyoruz. Geleneksel olarak Britanya ordusunun yayla taburları
cesur ve gözü kara olmalarıyla ünlenmişelerdi ve kısa etekler giye
rek I. Dünya Savaşı'nda savaşmış olmaları bu popülariteye engel
olamamıştı hatta bazı bölüklerin tayt giydikleri bile görülmüştü,
çünkü taytlar zehirli gaz saldırılarında cildi büyük anlamda koru
maya yarıyordu. Yani düşmanlara Barbara Streisand kılığında sal
dırmış da olabilirlerdi, üstüne bir de Broadway müzikali oynayıp
fâlsetto tonunda bağırmış olsalar da her şeye rağmen yine de gözü
pek oldukları değişmeyecekti.
Hindistan'daki erkek işçiler ve çiftçiler uzun süreler boyunca
lun^ adını verdikleri baldırlara kadar uzanan silindir şeklinde
ki pantolonları tercih etmişlerdi, antik Harappanhlar da uzun
peştamal benzeri dhoti aynı belimize bağladığımız havlular gibi
bellerine bağlayarak giyerlerdi. Etekler de soylu erkekler arasında

217
Bil Günde Bil Miiyon Yıi

sıklıkla tercih ediliyordu ve antik Babil ve Mısır kralları sıklıkla


ve meşhur hayvan kürkünden yapılan kaunake stilini taklit eden
ve bileklerine kadar uzanan saronglarla dolaşırlardı. Antik Mısır-
lılardaki zengin kadınlarsa etek giymek yerine, yere kadar uzanan
ve tüm kadınsı hatlarını ortaya çıkartan, bel kısmında, basen ve
kasıklarda darlaşan fakat göğüs kısmında geniş dekolteler bırakan
göz alıcı ve neredeyse iç gösteren kıyafeder giyerlerdi ve bu da
bize Kleopatra'nın onca Roma kralını nasıl parmağında oynattı
ğını gösteriyordu.
Bu gibi çıplaklığa izin veren yaklaşımlar Bronz Çağı'ndan
beri vardı. Akdeniz'deki Girit adasında yaşayan Minoalılar her
zaman farklı görünen bir topluluktu. .İslında çoğu sıradan in
san basit tunikler giyiyor olsa da, sanatsal kanıtlar bizlere yüksek
mertebelerdeki erkeklerin modaya bakış açısını bir çizgi filmden
-He-Man— almış gibi olduğunu gösteriyordu, çünkü bu sınıftaki
erkekler sıradan hayadarmda bile bir parça bez ve metal kemer
ler sarılı vücutlarıyla ortalıkta dolaşıyorlardı. Lüks seven kadın
lar diğer tarafta olabildiğince modern zil şeklinde etekleri tercih
ediyordu ve bu eteklerin üzerlerindeki desenler aşırıya kaçan
dokumalar ve desenlerle dikkat çekiyordu ve hatta bu eteklerin
bazılarında farklı renkteki iplerle birbirine dokunmuş çizgiler bi
raz olsun bu abartıyı azaltmak için denenmişti. Baktığınızda ters
dönmüş bir uzay mekiğine benzeyen bu kıyafetler A şekli sayesin
de belden aşağısı rahat, bele doğru darlaşan ve göğüs kısımlarında
iyice sıkılaşarak göğüsleri manav tezgâhında sergilenen kavunlara
benzetiyordu.
Girit'teki Minoalıların düzenlediği sosyete partilerinden bi
rine katılsaydınız muhtemelen erkeklerin pantolonları içinde ve

218
Greg Jeııner

kadınların da göğüslerini sergilemelerine şahit olacaktınız; bu


aynı şimdiki 18-30 yaşlanndakilerin yaptıkları tatillere benziyor
aslında, ve üzücü olan da şimdi olsa modern Giritliler hedonist
ergen ingilizlerin her yaz adalarını işgal etmelerine şahit olacaktı.

GİYİNİYORUZ SOYUNUYORUZ
Dünyanın birçok bölgesinde, buna Girit, Moğolistan, İskan
dinavya, Yunanistan ve Roma da dâhil, genel olarak erkekler ve
kadınlar tarafından kullanılan kıyafeder tunik ya da elbiselerdi.
Yunanlarda tercih edilen iki temel tarz vardı, chiton (unisex) ve
peplos (sadece kadtnlann ^ydi^) ilk bakışta genellikle birbirlerini
andırdıkları için pişti olunmuş hissi uyandırıp insanları utandı
rırdı. En basit seçenek chitondu, boru şeklindeki bu elbiseler ön
ve arka parçaları birbirine dikilerek üretiliyordu. Uzun bir tişörte
benzeyen elbise, belinde bulunan kemerle sıkılarak kadanıyordu
ve kadınlar genellikle bu elbiseyi uzun giymeyi tercih ederken,
genç erkekler elbiseyi kısaltarak diz hizasında tutmayı tercih edi
yordu. Belki de bu sürekli sendeledikleri için tepki olarak yaptık
ları bir tercihti, çünkü belki de anneleri onları kılıçlarla koşma
maları konusunda hiç uyarmamıştı, kim bilir?
Buna karşılık, uzun, kadınsı pepbs tek parça kumaştan yapı
lıyordu ve vücuda sarılarak giyiliyordu. Sıklıkla reklam kanalla
rında göreceğiniz modellerin tek omuzlarından sarkıtarak giydiği
elbiselere benziyorlardı. Peplos zaman zaman bir kenarı açılarak
vücudun büyük bir kısmını açıkta bırakıyor erkeklerin iştahını
azdırabiliyordu, bu bacak ve kalça şovunu engellemek için kumaş
omuz üzerinden atıldıktan sonra bir broşla tutturulmaya başla
nınca istenmeyen seksomanyaklara karşı da bir koruma oluştur-

219
Bir Günde Bir Milyon Yıl

muştu. Benzer mütevazılık nedenlerinden ötürü, birçok Müslü


man kadın da burka giyiyorlardı. Bu tek parça elbise, kafadan
aşağıya doğru sarkıyor ve tek açık kısmı göz delikleri oluyordu.
Elbise, kadm vücudunun her bir karışını kapatmak için yapılmış
tı. Bunun dışında giyilen abiye kıyafetler de bileklerden boğaza
kadar uzanıyor ve aksesuar olarak eşarp ya da tesettürle baş kısmı
kapatılıyordu.
Müslüman erkekler de geleneksel olarak mütevazı kıyafeder
giymeyi tercih ediyorlardı, en çok bilinen kıyafetleri kanduraydı.
Bu uzun, tunik benzeri kıyafetin kumaşı, İslamiyet inanışından
çok daha eskiye dayanıyordu ve aslında mütevazılığı sembolize
etmek için tasarlanmamıştı, asıl amacı Arap güneşinden cildi ko
rumak ve vücut ısısını içeride dolaştırtlığı serin havayla denge
de tutmaka. İslamiyet çöldeki köklerini genişletmeye başladık
ça kandura da dünyanın türlü yerlerinde görülmeye başlanmıştı
fakat bazı bölgelerde farklılıklar da gösteriyordu; mesela Fas'ta,
paçalar daha kısa oluyordu veya körfez ülkelerinde kıyafetin ismi
değişmişti. Bir diğer ismi de dişdaşaydı. önemli nokta, bu kıya
fet toplumun tüm kesimleri tarafından giyilirdi, sıradan bir keçi
çobanı da, gökdelen sahibi de, petrol zengini de aynı kıyafeti gi
yiyordu. Gerçek şu ]â, thawb yani kandura, kelimenin anlamıyla
giysi demek oluyordu.

BU DÜRÜME BENZİYOR!
Dolabımızda debelenirken çaresizce en sevdiğimiz kıyafetimi
zi arıyoruz ve kazara gözümüze yıllar önce giymekten zevk aldı
ğımız yatak örtüsü ilişiyor. Bu kumaş parçası alelacele yapmaya
karar verdiğimiz toga-partisi İçin hazırlanan bir elbise ve vücu-

220
Gıeg lenner

lumuzu sarmak için kullanırken sayesinde aptal Romalılara ve


mlarm salak moda zevklerine iyice bir sövüyoruz. Fakat hepsi-
le kızmamızın da bir anlamı yok, çünkü bu elbiseyi sadece izni
»lan vatandaşlar giyebiliyordu ve o günlerden sonra bile impa-
atorluğun ilk yıllarında ve cumhuriyet dönemlerinde de sadece
:lit sınıflar giyebiliyordu yani pratik olarak tüm Romalılar aynı
funanlar gibi dizlere kadar uzanan kumaşlar giymek zorunda
almıştı. Ama tunikler bu yüzden alt sınıflara yönelik kıyafetler
»larak algılanmamalıydı ve hatta senatörler, imparatorlar bile bu
unikleri togalarmın altına giyiyorlardı, buna şüphe yoktu çünkü
Tİrürlerken kıyafeti bir arada tutmak için sanki kollarının altında
layali bir çay tepsisi varmış gibi vücutlarına yapışık tutuyorlar-
lı. Bunu göz önüne aldığımızda kıyafeti giymek için iki kölenin
yardımına ihtiyaç duyuluyordu çünkü kıyafet öyle riskliydi ki
iüzgün giyilmediği takdirde en ufak sendelemede bile bir anda
jileklerinize inebilirdi.

Romalılar, toga fi krini büyük ihtimalle Etrüsklerden almışlar-


lı lâkat gerçekte vücudu tek bir kumaş parçasına sarma geleneği
:ürlü zaman ve mekânlarda tarihe geçmişti; Babil ve Asur aristok-
'asisinde iki cinsiyetin de togo giydiklerine rastlanmıştı ve günü
nüzde bu tip kıyafetlerin Hint geleneğinden geldiği sanılıyordu,
[-lindilerin kendine has kıyafeti sari de benzer şekilde uzun, zarif
cumaştan yapılan ve tek omuz üzerinden atılarak bacaklara ka-
1ar inen bir kıyafetti. Hatta bir benzeri choli hâlâ Hintli kadınlar
arafından giyilmekteydi. Ayrıca sari, en az 100 farklı bağlama
çeşidiyle giyilebiliyordu ve bu sayede pazarlaması da çok kolaydı,
çok yönlü, yağmurluk' adı altında bile satılan bu elbise, çok yön-
ülüğün kurbanı olmuştu.

221
Bir Günde Bir Milyon Yü

MODA KARŞITI SUÇLAR


1681 yılında Japonyadaki Edo döneminde, Tokyo başkent
İlan edilmişti ve acı verici sosyal hayal kırıklıkları moda endüst
risini büyük sekteye uğratmıştı. Japonya'nın yeni hükümdarı V
Shogun Tokugavva Tshunayoshi kendisini lüks elbiseler içinde
ki bir kadınla ilişki içerisinde bulduğunda kadının soylulardan
biri olduğunu düşünmüştü. Her şey yolunda giderken, aslında
hükümdar farkında olmadan kendisini boğazına kadar çukur;
gömmüştü. Çünkü bu 1970'lerde erkeklerin farkında olmadan
hemcinslerine kur yaptıkları dönemle aynı özellikleri taşıyan biı
dönemdi, erkekler uzun, dalgalı saçları moda hakine getirmişe
ve çok kişi bu durumdan mustarip olmuştu. Peki, hükümdarır
konuştuğu bu kadın bir fâhişemiydi? Yoksa bir suçlu mu? Ya d;
arka sokaklarda takılan bir erkek miydi? Hayır tabii, aslında dah;
da kötüsüydü, bir tüccar karısıydı.
19. yüzyılın sonlarında batı aristokrasisi orta sınıHa aynı tarz
da kıyafeder giyiniyordu tabii terzi işçilikleri biraz daha kaliteliy
di -ama modern bir dük ile bir bankerin arasındaki farkı anla
mak imkânsızdı- hıkat moda tarihte her zaman statüyü gösterer
bir sembol olmuştu. Dünya üzerinde, sözde özel hayatı kısıtlayar
yasalar çıkartılmış, alt sınıfların üst sınıflardaki gibi giyinmeler
yasaklanmıştı, örneğin Ortaçağ Britanya'sında İngiltere kralı IV
£dward, mor, altın ve gümüş renki kumaşların sadece kraliye
ailesi tarafından giyileceğini ve sadece mor kumaşı ancak şöval
ye unvanı almış kişilerin fazladan kullanabileceğini kanun olaral
halkına uygulamıştı. Başka bir örnekse, 1570'li yıllarda Papa V
Pius mavi renge kafayı takmıştı, mavi alt sınıflardaki usta kesimi
nin sıklıkla kullandığı bir kumaş rengiydi ve Katolik din adam-
Gıeg lenneı

arının bu kadar düşük prestijli bir kumaşı kullanmasını uygun


;örmemişti. Sonuçta kutsal gücün zedelenmemesi ve böyle ele
yağa düşmüş renklerin kutsal tapınakta görülmemesi gerekirdi.
Faka özel hayatı kısıtlayan yasalar Avrupa'yla sınırlı kalmamış-
1, 17. yüzyıl Japonya'sında devletin kasasına altın su gibi akıyor-
lu ve dolayısıyla çok zengin yeni bir burjuva sınıh oluşuyordu,
>u sınıf geleneksel kuralları çiğneyerek toprak sahibi Samurayları
aklit etmeye başlamıştı. Buna örnek olarak Shogun Tokugawa
fsunayoshi'nin yine kazara üst sınıflan taklit ederek giyinen sı-
adan bir insanla sohbet etmesini örnek gösterebiliriz. Bu örnek
osyal görüntünün bazı yönleri gösteriyor olsa da aslında son tab
iide ipekten yapılan kosodenin (şimdilerde kimono) hızlıca yük-
elen popülaritesini yok etmekle sonuçlanmıştı. Kimonolar kısa
:ollu önü açık elbiselerdi ve bel bölgesinden bir kemerle bağla
mlardı. Aslında problemi yaratan kumaşın kendisi değildi fakat
üccarlar ürünlerini satmak için öyle iddialı desenler ve dikimler
sapıyordu ki tasarımlar doğal dünyayla mitolojik dünyanın bir
iarışımı gibi görünüyordu. Bu biraz klasik takım elbiseyle gör-
neye alıştığımız emlak komisyoncularının bir anda haute couture
arzında giyinerek kendilerini gümüş folyolara sarmaları gibi gö-
ünmüştü.
Fakat Shogun'un kanunları zayıftı ve halk arasında kısa süre
çerisinde uç günlük kanunlar' olarak ti ye alınmaya başlandı,
lalk kanunu hiçe sayarak akşamları gizlice kırmızı ipeklerden
^pılı iç çamaşırlarını çok göze batmayacak tarzda yenilenen
ki-kosode tarzındaki elbiselerinin altına giyiyorlardı. Başkaları da
^aklı kıyafetleri sadece özel hayatlarında ya da fahişelerle yap
ıkları seks -kabaca grup sek^ partilerinde kullanıyorlardı. Fakat

223
Bir Günde Bir Milyon Yd

birçok yasaklanmış desen zaman içerisinde ipekten cildin üzerir


kopyalanmaya başlanarak yeni bir dövme trendi olan Irezumı
başlatmıştı. Ireztımi neredeyse tüm vücudun kalıcı olarak bu g(
alıcı desenlerle boyanmasına verilen addı.
Şaşırtıcı şekilde bu gelenek günümüzde halen Japonya'nı
bazı bölgelerinde devam etmektedir ve hatta Tokyo müzesi hale
hayatta olan dövmeli insanlarla sözleşme yapıp öldüklerinde der
lerini vücutlarından almak ve bir Boticelli tablosu gibi sergileme
için önden nakit para verip sözleşme yaptıklarını bile söyleyeni*
var. Yasak kanunları genellikle böyle beklenmedik sonuçlar ün
tebiliyor fakat Shogun'un danışmanlarından hiç birinin bir gü
gelip de insanların derilerinin müzelerde sergileneceğini rahmi
ettiğinden şüpheliyim.

BOYU BÜYÜKSE İYİDİR


Dolabımızın bir yerlerinde kocaman bir elbisemiz olabili
haddinden fazla kabarık, Disney prensesinin giydiği tarzda yı
muşak ve şemsiye etekli ya da belki de bir gelinlik; yani özel güı
1er için ayrılmış bir kıyafet mutlaka vardır. Bunlar, aslında tc
gecelik kıyafetler değildir; gündelik hayatta sıklıkla giyilmiş ı
özellikle alt kesimlerdeki kadınların bile giydiği kıyafetlerdir fak
bu kıyafetlerin pratik olduklarını kanıtlamaz. Avrupa Ortaçağ'ıı
daki elbiseler uzundu, kolları ve bacakları kapatıyordu. Çok faz
kumaş kullanılarak yapılsalar da lüks değillerdi. Arkadan baktığ
nızda gerçekten zarif bir görüntüsü vardı ve bazıları büyücüleri
kıyafederindeki gibi kol ve paçalara sahipti, bileklerden kol al
larına kadar uzanan kumaş kapalı birer kanat gibi duruyordu ^
ayak bileklerinde de paçalar dışarı doğru açılıyordu.

224
Greg lenner

Bu tarz elbiseler 15. yüzyıldaki zevklerin radikal bir biçimde


lüks savurganlığına dönmesiyle moda olmaktan çıkmışu. Artık
aristokrat kadınlar uzun houppelands elbisleri giyiyorlardı bu el
biselerin eteklerinin arkasından uzayan parçaları güneşin aydın
lattığı yağmur damlaları gibi bir efekt veriyordu. Fakat bu sıra
dışı tarz da ufiıkta görünenlere kıyasla hiçbir şeydi. İngiltere'de
I. Elizabeth hükme geçer geçmez 16. yüzyılın sonlarında sosyete
modası çılgınca ilerlemeye başlamıştı. Bel yine bir kemer vasıta
sıyla iyice sıkılmış ve göğüs bölgesi de dolaylı olarak bastırılmıştı,
yuvarlak jüpon eteği -giydiğinizde altınızda bir el arabası var
mış gibi gösterirdi- ve üzerine geçirilen kumaş soylu kadınların
bel altl bölgesini genişletiyordu, sanki bacakları ustaca üretilmiş
hovercraftlarla yer değiştirmiş gibi gözüküyordu. Kesin olan, in
sanların abanı niyetiydi ve bu şatafata rağmen bazı kadınlar kalça
bölgelerine ekledikleri desteklerle kalçalarını inanılmaz derecede
yuvarlak göstermeye çalışırlardı ya da en azından dönemde yaşa
yan eleştirmenler böyle düşünüyordu.
Kalça şişirme adeti sonra üç yüzyıl boyunca devam etti ve 17.
yüzyılın sonlanndan 18. yüzyılın ortalarına kadar aristokratik
kadınlar giydikleri perdeye benzeyen kumaşlar, şallar, baş örtü
leri ve eteklerle tabiri caizse at gibi dolaşıyorlardı. Fakat daha da
gösterişli olan bir kıyafet vardı. Devasa boyudardaki Mantua el
biseleri kraliyet saraylarında sıklıkla giyiliyordu. Bu elbiseler gizli
jüponların üzerine dikilirdi ve basen bölgelerinden iyi yana doğ
ru uzayan yüksek eteklikleri çok uzaklardan bile gözükecek bü
yüklükteydi, bu etekler aynı bisiklederin arkalarına bağladığınız
alışveriş çantalarına bezniyordu ve doğal olarak kadınlara komik
bir görüntü veriyordu. 1718 yılının The Weekly Joumal gazete-

225
Bir Günde Bir Milyon Yd

si yazısında "Alt sınıflardan birçok güzel kadınlar görüyoruz ve


etekleriyle dolaşırlarken go kart arabalarındaki çocuklar gibi gö
züküyorlar," diyerek dununu ti ye almıştı.
1740'1i yıllarda bu saray kıyafetleri öyle yaygındı ki kadınlar
aynı kapılardan geçerken yengeç gibi yürümek zorunda kalabili
yordu, kapılardan tek tek geçmeleri gerekti yoksa dar bir tünelde
sıkışmış kamyon dorseleri gibi oldukları yerde kalakalıyorlardı.
Onların ne kadar zorluk çektiklerini anlamak için hafifçe yüksek
bir at arabasına binerlerken yaşadıkları o büyük etekliklerin taşı
nırken yanlışlıkla biraz fazla kaldırılmaları sonucu kadınlıklarını
ulu orta sergilediklerinde anlayabiliyoruz. Bu gibi büyük elbiseler
ciddi anlamda yardım gerektiriyorlardı, giyen kişinin etrafinda
bir takım, inşam her anında bu kadının eteğinin etrafına toplana
rak sanki Fİ arabası pit stopa girmiş gibi yardıma koşuyorlardı.
Belki de kaçınılmaz olarak bu garip moda kanlı Fransız îhti-
lali'nden sonra bir anda yok olmuştu, endişeli aristokradar, mo
narşinin yıkılmasının ardından bu kumaş ziyanı kıyafetlerini yok
etmiş ve yerini Jane Austen fi lmlerinde sıklıkla rastlayacağımız
doğal saç kesimleri ve ince elbiselere bırakmışlardı. İronik olan,
aslında bu büyük kıyafeder işin duayeni kraliçe Marie Antoinette
tarafından ortaya çıkartılmıştı, kraliçenin ilginç bir hobisi vardı
sırf bunun için Versay Sarayı'nın yanına bir çiftlik inşa etmişti,
ara sıra çifdiğe giderek fakir bir çiftçi kızı rolüne bürünür ve fan
tezi olarak inek sağarak ikinci bir hayat yaşardı. Köleler ve çift
çiler onun etrafinda dolanırken kraliçe ve çocukları basit, ucuz
elbiseler giyerdi. Tabii kapılarındaki korkunç devrimin kısa süre
sonra üzerlerine çökeceklerinden haberleri yoktu.

226
Greg lenner

Öldürmek İÇİN GlyiM


Jane Austen sadeliğine rağmen 19. yüzyılın ortalarında Vik-
torya dönemi insanları büyük elbiselere geri dönerek, Elizbeth
tarzında jüponları yeni geliştirdikleri metalden kafes şeklinde ta
sarlamışlardı, bir bakıma Eyfel Kulesi'nin alt kısmını andırıyor
du. Görüntü olarak abartılı bu elbiseler kadının doğurganlığına
odaklanırken bunu dar bel ve büyük kalçalarla vurguluyordu. Dı
şardan bakıldığında, bu elbiseyi giyen kadınlar sanki üzerlerine
koca bir kumaş balyasını bağlamış gibi ya da sönmüş bir sıcak
hava balonunu tersten giymiş gibi gözüküyorlardı.
Bu jüponlar şüphesiz çok gösterişliydi fakat kötü yanları da
yok değildi. Paraşüt şeklindeki yapıları en hafif rüzgârda kolaylık
la kumaşı başlarına geçmesine sebep oluyordu. Bu nedenle içlik
giymek hızla moda olmuştu ve vücudun ufacık noktası görün
düğünde bile yaygara çıkartılan bu toplumda böyle bir kazaya
uğramak kadınlar için büyük bir utanç kaynağı oluyordu. Ama
kazara açılan elbiseler tek kabus değildi, metal jüponlar aynı za
manda ciddi tehlikeler oluşturuyordu, birçoğunda yüksek oranda
ateş alabilen selüloid -termoplastik maddesinin eski bir benzeri-
kullanıhyordu dolayısıyla ufiicık bir sigara kıvılcımı ya da şömine
sıcaklığı kıyafeti giyen kadınların bir alev topuna dönüşmesine
neden oluyordu, yani tarihteki moda kurbanlarına bir yenisi ek
leniyordu.
Bu geniş etekler yine de abartı tiyatro oyunlarının yaratuğı
tehlikeden daha hafif kalıyordu, öyle popüler olmuştu ki çalışan
kadınlar arasında bile sıklıkla kullanıldığı için ekonomik üreti
me neredeyse tehdit haline gelmişti. 1863 yılında İngiliz Çömlek
Fabrikasındaki kadın işçiler kazalar yüzünden 200 sterlin zarara

227
Bir GOnde Bir Milyon Yıl

neden olmuşlardı, etekleri ve sakarlıklanyla bir sürü çömleği zi


yan etmişlerdi bu da zücaciyelerde bir şeyler kırıp dökmek için
şişman olmanıza gerek olmadığını kanııiıyordu.

TARİHİN TEKERROrO
£dward döneminin sona erişi, kadınların moda anlayışında da
büyük bir değişikliğe yol açmıştı, abartı kumaş kullanımı, devasa
etekler, 18 ve 19. yüzyılların fâzla şişirilmiş ve destekli elbiselerle
kadınsı hadan ortaya çıkartan modasının ardından 1920 yılında
ki yenilikler yaşanılanların tam tersiydi: Hollywood'un kaçınıl
maz etkisi bir anda kadınları kalçasız, memesiz hale getirerek mo-
dellemiş ve tüm detaylar, abartı işlemeler bir kenara atılarak diz
boyunda, kolsuz kıyafeder zayıf omuzlardan akarak disko ışıkla
rının altında boy göstermeye başlamıştı.
1750 ve 1850'lerin modası gerçekten büyük bir olaydı, abar
tılı ve göz alıcıydı &kat 1820 ve 1920'de yapılan kontrataklar
bütün bu ihtişamı silip süpürmüştü. Tarihteki moda akımlarının
hızlıca değişen hikâyesinde trendlerin hem karşı çıkıldığı hem de
benimsendiği gerçeği de garip bir geçmiş olarak karşımızda du
ruyor.

GÖMLEKLERİ GİYELİM
Eğer kot ya da etek için hevesleniyorsak üst kısmımıza bir ak
sesuar takıp kıyafetimizi harekedendirmemiz gerekecek, aksi hal
de arkadaşlarımız akşam yemeğinde gerçekten kendilerini kötü
hissedebilirler. Şimdiye kadar tuniklerin tarih boyunca insanların
güvenerek giydiği kıyafetler olduklarım öğrendik, aynı zamanda
erkekler ve çocuklar tarafından da binlerce yıl boyunca giyildiler.

228
Gıeglenner

16. yüzyıl Avrupa'sındaki tuniklerin erkek için olanları boy olarak


kısalmaya başlamıştı, neredeyse yarı yarıya kısalmış ve bel hiza
sına kadar gelmişti. Üzerlerine yine bele kadar inen düğmeli bir
ceket giyiliyordu ve üst kısımla alt kısım kısa ya da uzun panto
lonlarla birleşiyordu. Bu gerçekten akıllıca bir fikirdi fakat midesi
bozuk olanlar, sık idrara çıkanlar için sıkıntı yarabiliyordu, çünkü
tuvalete çıkana kadar üzerinizi çözmek için uzunca vakit harca
mak zorunda kalıyorlardı.
Aristokratik tarzla birlikte 16. yüzyılda giyilen Tudor tipi
gömlekler göğüs bölgesindeki destekler sayesinde giyen erkekleri
heybedi gösteriyordu, bu görüntü obez bir güvercinin aşırı kilo
lu haline benzer bir görüntüydü. Sıradan diğer insanlar ise sade
bir gömlek ve içine de bir adet giyiyordu, köleler daha ziyade
kaba yünden yapılı gömlekler ve yeleklerle yetinmek zonmday-
dı. Ne gömlek ne de yelekler son düğmelerine kadar iliklenirdi
fakat gömleklerin boyun kısımlarındaki yaka soylular için kısa
süre içerisinde ayrılabilen bir parça olarak değiştirilmiş ve yaygın
bir şekilde kullanılmaya başlanmıştı. Yakalar kurutulmuş ya da
nişastada bekletilmiş, 360 derece boynu saran aksesuarlara dö
nüşmüştü. Tabii bu görüntü de kafaların uzaktan bakıldığında
vücuttan ayrı bir şekilde havada duruyor gibi gözükmesine neden
olmuştu, sanki bir psikopat kafanızı kesmiş ve size onu kukla gibi
hediye etmiş izlenimi veriyordu.
Bu yakalar 16. yüzyılda öylesine yaygınlaşmıştı ki, bazı insan
lar yemek yiyebilmek için yakaların üzerinden kullanabilecekleri
özel kaşıklar üretmişlerdi, çünkü standart kaşıklarla boyunların
dan ağızlarına ulaşmaları imkânsızlaşmıştı. Kraliçe I. Elizabeth
bilindiği üzere tam bir trend yaratıcısıydı ve yakalara da el at-

229
Bir Günde Bir MUyonYd

mışcı. Kaşık probleminden ötürü ön kısmın ortasını kesmiş ve


ensede kalan kısmı da havaya kaldırarak yakalara farklı bir boyut
getirmişti, bu tarz yakalarda, ka& kısmı triceratops dinozoruna
benzer bir şekil alıyor ve kraliçe yakanın ön taraftaki açık kısmın
dan da huzuruna gelen yapancı elçilerin iştahını kaçırmak için
geriatri göğüslerini sergiliyordu.
RufF yakalar 1620 yıllarında popülaritesini kaybetmişti ve ye
rine daha mütevazı yakalar moda olmuştu, fakat 1700'lü yıllarda
gömlekler yaka kısmmda yeniden kabarmaya başlamış ve süslü
göğüslükler yavaş yavaş tekrar kıyafetlere renk ve abartı katma
ya başlamıştı. Niyabet dönemi İngiltere'sinde modaya şekil ve
ren ünlü modacı George 'Beau' Brummel mükemmellik takıntısı
olan bir adamdı ve günde üç kez gömleğini değiştirirdi. Yakasını
yüksekte tutan ve aksesuar olarak da kravat takan Brummel için
bu basit tarz bile günlük yaşanada başa çıkılmaz bir hale gelmişti.
Meşhur Brummel ile alakalı sıkça anlatılan hikâyelerden birinde
Brummel'in odasının zemininde birçok kravat olduğu ve yaveri
nin onca kravat yerine efendisi için yeni bir kravat açıp getirdiği
anlatılır. Duruma şahit olan arkadaşlarından biri yerdeki kravat
ları göstererek odada neler döndüğünü anlamadığını söylediğin
de takıntılı modacı "Bayım, gördükleriniz bizim başarısızlıkları-
mızdır," der. Ve Britanya'nın bir numaralı obsesif modacısının
ayakkabılarını şampanyayla yıkadığını ve kabak yediği için terk
ettiği kadınları anlatacak olsak şaşırmayacağınızı biliyorum.
Brummel'in gömleklere geldiğinde gösterdiği inanılmaz de
taycı yaklaşıma karşın gömlek giyen herkes için durum tam da
böyle değildi. Yaka ya da süsler dışında gözüken diğer her kıyafet
uygunsuz olarak değer görüyordu çünkü unutmamalıyız ki göm-

230
Greg lenner

lekler 20. yüzyılın başlarına kadar iç giyim olarak kullanılıyordu,


ta ki düğmelerle yenilenene kadar. Fakat gömlek giyemeyenler
-asker ve denizciler gibi- bunun yerine vücudu sıkı saran, düğ-
mesiz tipte kıyafeder giyiyorlardı.

TUTKU AUIHDA BİR TİŞÖRT


Biseps kasları hizasından kesilen kolları, boyunda istiridye
şeklinde yakasıyla tişört 19. yüzyılda Amerika denizcileri tarafın
dan giyiliyordu -kökeni hâlâ tartışılıyor olsa da- ve 1913 yılında
Amerikan donanmasında giyilmesi zorunlu hale gelmişti. 1930
yılında ise koşucular için pratik bir kıyafet haline gelen tişörder
diğer insanlar içinse hâlâ bir iç giyim kıyafetiydi. Tabii bu yaz
sıcağında tişörtlerle dolaşan insanlar görmenizi engellemiyordu
çünkü işçi sınıfı mecburen güneş altında tişörtlerle dolaşmak zo
rundaydı ve hiçbiri o sıcakta pamuktan yapılı gömlek ya da ceket
giyemezdi. Tişörderin standart kıyafet haline gelmesi için -hak
kını vermek lazım- bir Hollywood filmi gerekiyordu ve 1951 yı
lında film, aktörüyle birlikte sembol haline gelmişti.
Tenesse Williams'ın oyunu Streetcar Named Desire'tn modern
adaptasyonunda Marlon Brando beyaz perdeye erkekliğin sim
gesi olarak çıkıyordu. Stanley Kowalski rolündeki ilkel, kaslı ve
koca adam görüntüsü bir şehri aydınlatacak kadar erotik enerjiye
sahipti. Bu çekim kuvvetindeki en temel nokta görüntüsüydû -
dikiş yerlerinden sıkılaştırılmış vücuduna yapışık tişörtü şehvet
dolu açlığını kamçılıyordu- öfkeli, terli ve psikolojik olarak ha
sarlı olmasına rağmen seyirciler gözlerini bu anti-kahramandan
alamıyordu. Neredeyse bir gecede Amerika gençliği modanın ge
leceğini görmüştü... Ve bu kesinlikle süslü yakalar değildi.

231
Bil Günde Biı Milyon Yıl

Pekala, sonunda kendimize uygun bir kıyafet seçtikten ve ay


nanın karşısında küçük bir çeki düzen verme operasyonu yaptık
tan sonra misafirlerimizin gelmesine hazırlanabiliriz. Dün akşam
dan yemeklerimizi hazırladık ve şu and.ı tek yapmamız gereken
bir şişe şampanya açarak yemek masasına koymak. İleri görüşlü
olmak harika bir şey.
19X10

BİR ŞAMPANYA APERATİFİ

Bu geceki daveclmlzde bir arkadaşımızın doğum günü partisini


de yapacağız ve misafirlerimiz salona geçerlerken ne kadar şık ve
neşeli olduklarını görebiliyoruz. Salona giren tüm arkadaşlarımı
za bir kadeh şampanya ikram ediyoruz. Çünkü şampanya kutla
maların tek içkisidir değil mi? Her zaman değildi.

ŞEYTANIN ŞARABI
İşte size harika bir hikâye daha. 4 Ağustos 1693 tarihinde yaşlı
Benedict keşişi Dom Pierre Perignon HautviUers manastırında
suratındaki sırıtık ifâdeyle tüm arkadaşlarına bağırıyordu ve et
rafında toplanmalarını istiyordu. "Çabuk toparlanın! Yıldızları
içiyorum," diye bağırıyordu, heyecan duyması için çok geçerli bir
sebebi vardı. Yıllar süren deneyler sonucunda köpüklü şampan
yayı icat etmeyi başarmıştı. Bu hikâye biraz uydurmaydı. Dom
Perignon un şampanyayı bulmak için büyük deneylere kalkışıyor
olması 19. yüzyılda dilden dile dolaşan bir pazarlama efsanesiydi
Bil Günde Bir Milyon Yıi

ve dünyanın en lüks içkisinin kökleri, kazalar zinciriyle ortaya


çıkan bir keşiften geliyordu.
Şampanya spesifik bir şarap türü değildi, aksine bu Fransa'da
şarap üretilen kasabalardan birinin adi}'dı —İspanyol Cava ve Ital-
yan Prosecco'da aynı kadere sahipti- ve Ortaçağ şampanyaları
doğal olarak gri renkli ve daha az köpüklülerdi. Dönemlerinde
çok el üstünde tutulsalar da Bordeaux'ün ürünleri kadar meşhur
değillerdi, çünkü bu şaraplar kral tacının bulunduğu Reims Ki
lisesine yakın bir bölgede üretiliyorlardı, Champagne'nin şarap
üreticileri en azından kraliyet yönetimiyle çalışmaktan ötürü
avantajlıydı. Pekala, şampanyanın kökleri yeterli fakat çok da şa
şırtıcı değildi fakat acaba ilk köpüklü şampanya burada yapılmış
diyebiliyor muyuz? Hayır, bu şeref 1531 yılında güneydeki kale
şehri Carcassonne'ye pek uzak olmayan Aziz Hilarie kilisesinde
Benedict keşişleri tarafından üretilen Blanquette de Limoux'a ait.
Ve hayır. Dom Perignon şampanya yapmayı burada öğrenmedi,
bu da Ytlztdlart İçiyorum pazarlama kampanyasına ait bir dedi
koduydu.
Gerçekte bardaklarımızda köpüren balonlar Dom Perig
non un hayatına mal olmuştu ve kendisinin bu baloncuklardan
nefret etmesi üretimde yaşamış olduğu aksiliklerde ötürüyordu.
Köpüklü şampanya Perignon'a göre beklenmedik bir anomaliydi
—kendince buna Şeytanın Şarabı adını vermişti— fakat bildiğimiz,
bunu şeytan işi olmadığıydı aksine, organik ve kimyasal bir tepki
menin sonucuydu. Kuzey bölgesindeki Champagne kasabası kış
ları soğuk oluyordu ve yıllık don olayları şekeri alkole dönüştüren
fermantasyon sürecini, kimyasal mayalanmayı durduruyordu,
sonbahara kadar bitmesi gereken bu safha biraz geç kalıyordu.

234
Gıeg Jenner

Yeni mahsuller mart ayında şişelendiğinde yaz güneşi yavaş yavaş


uykudaki mayaları canlandırıyor ve şişe içinde ani bir karbon di-
oksit salınımı yaparken dolaylı olarak da köpüklere yol açıyordu.
Fakat durum daha da kötüye gidiyordu. Fransız cam işçiliği
nin kalitesiz olması bu iç basınç yüzünden bazı şişelerin patla
masına ve haliyle Dom Perignon için utanç verici birer felaket
olmasına neden oluyordu, mahzenlere girenler, Dom Perignon
dahil, mecburen demir maskeler ve koruyucu elbiseler giyerek
patlayan şişelerden korunuyordu. Patlamayan şişelerse —muteme-
len kapaklarında sızıntı olanlar- hızlıca Fransa'daki müşterilere ve
hatta daha da önemlisi İngiltere'ye kadar gönderiliyordu. İngilte
re'ye ulaşan şaraplar yeniden şişelenerek raf ömürleri uzatılıyordu
lâkat şişeleri daha sıcak fırınlarda, odun yerine deniz kömürüy-
le pişiriliyordu ve dolayısıyla daha sert bir cama sahipti. Kritik
nokta, İngilizler tahta tıpalar yerine hava kaçırmayan mantarlar
kullanıyorlardı, bu da bir yeniliğin habercisi gibiydi;hafif köpük
lü şaraplar, ciddi anlamda gazlı hale gelmişti ve gaz hem kalın
camlara hem de mantara baskı yapmaya başlamıştı.
Köpüklerin kötü kalite kontrol sonucunda ortaya çıbyor ol
ması İngilizlerin kötü mallarım düşmanlarına sattıklarını aklını
za getirebilir fakat köpüklü şampanyalar parti bağunlısı Kral II.
Charles tarafından heyecan verici bir yenilik olarak karşılanmıştı.
Dom Perignon şarabının kalitesini yükseltmek için elinden geleni
yapıyordu ve kırmızı üzümlerden gazsız şarap üretmeyi başarmış
tı ve farklı üzüm karışımlarını da deniyor, farklı şaraplar üretmeye
çalışıyordu. Fakat hiçbir zaman Şeytan Şarabının uzak ülkelerden
sipariş alacağını tahmin etmiyordu. Buna rağmen, daha önceleri
kendisinden sürekli alışveriş yapan Fransız müşterileri de köpük-
Bil Günde Bir Miiyon Yd

İÜ şampanyalar sipariş etmeye başlamıştı, kafası karışan keşiş bu


duruma alışmak zorundaydı.

KRALİYET GAZI
Dom Perignon 1715 yılında öldüğünde şarap bağları hem nor
mal hem de köpüklü şarap üretmeye devam ediyordu fakat asıl
önemli an, D'Orleans dükünün bu şaraplardan tattığı ve aynı yıl
Fransa'nın naibi olduğu tarihti. Bu dönem, şampanyanın ünlüler
tarafından da kabul edildiği ve tüccarların ülkenin her köşesinde
bu yeni ürünü fırsata çevirdiği bir dönemdi. Dom Perignon un
yakın arkadaşı Nicolas Reinart'm yeğeni Dom Thierry Ruinart
ilk şampanya etiketini 1729 yılında tescillemiştİ ve 1743 yılında,
şirkedeşmeyi başarmış pamuk üreticisi Claude Monet bir şekilde
Kral XV. Louis'in metresi Madame de Pompadaur'u müdavimle
rinden yapmayı başarmıştı. Madam 'şampanya içtikten sonra bir
kadının güzel kalmasını sağlayan tek içecek' açıklamasını yapa
rak inanılması güç derecede başarılı bir reklam başarısı sağlamış
ve 18. yüzyılda elde parayla satın alamayacağınız bir pazarlama
yapmıştı. Diğer tüccarlar da hevesli şekilde bu köpük ticaredne
girişmişlerdi fakat bu açıkça aristokracik piyasanın küçük işlet
melerle çekişeceğini ortaya çıkartmıştı. Champagne kenti, her
açıdan müşteri portföyünü bir hayli genişletmişti.
Kalın camları ve mantarlan keşfettikten sonra, şampanya üre
ticileri en uzak ülkelere ithalat yapma fırsatı bulmuşlardı, artık
şişeleri hatalı üretilmiş bombalar gibi padamıyordu. Yüzyılın so
nunda şampanya artık Çar Muhteşem Peter ve Amerika'nın cum
huriyetçi süper kahramanmın kadehlerinde zarif bir içki olarak
yerini almıştı, kısa sürede gücün, lüksün ve zarafetin içeceği olan

236
Greg lenner

şampanya sadece monarşinin içeceği de değildi. Hatta 19. yüz


yıl reklam kampanyaları zekice algı yönetimi yaparak ürünlerini
yükselişteki orta sını^ pazarlamayı başarmıştı. Bununla birlikte
bazı markalara ulaşmak gerçekten imkânsız hale gelmişti. Mesela
Louis Roederer tarafından üretilen ve Rus çarı için özel şişeleme
yapılan Cristal markalı şampanya II. dünya savaşı sonuna kadar
normal halkın kullanımına açılmamıştı.
Bu gece Cristal tüketmiyoruz -çünkü hâlâ rap şarkıcıları ya
da futbolcuların alabileceği ucuzlukta- hıkat süpermarketimizin
alkol adasında gezerek şişe avlarken birçok seçeneğimiz bulunu
yor. Bir zamanlar Ortaçağ'ın tatlı ve gri Fransız şarabı şimdilerde
tadı, yarı kuru, kuru ve sek hatta çok kuru ve ekstra sek seçenek
leriyle karşımızda. Ve tabii ki beyaz üzümlerden, kırmızılardan ve
göz alıcı pembe üzümlerden olan şaraplar da aynı yılda üretilen
mahsullerinden yapılmış olanlar. Fakat şampanyayı gerçekten ka-
rakterize eden ve değişmeyecek olan özelliği gazlı olması. Şam
panyadaki balonlar, 1980'lerdeki rock konserlerindeki bandana-
1ar gibidir, olayın özünü karakterini anlatır ve onsuz hiçbir tadı
yoktur.
Yani, bardaklarımız dolduğuna göre doğum günü çocuğuna
içelim ve gecemiz başlasın.

237
19.4S

AKŞAM YEMEĞİ

Parti devam ediyor ve herkes özgürce sohbete dalmış durumda


fakat bir yandan fırının öten alarmı da akşam yemeğinin nere
deyse hazır olduğunu haber veriyor. Gerçeği söylemek gerekirse
yemeğimiz bir şaheser değil fakat mönüyü açıkladığımızda kim
seyi hayal kırıklığına uğratmadığımızı düşünüyorum. Zaten bu
raya insanları getirenin yemek olmadığı ela ortada; buradaki amaç
birlikte olmak, paylaşmak.

BİRLİKTE DAHA İYİ MİYİZ?


Buz Çağı insanlar İçin gerçekten soğuk bir dönemdi. Antar-
tika'daki olağanüstü soğuk havadan bahsetmiyor olsak da, kesin
olan orta Avrupalıların Buz Çağı'nda kendilerini avlayan yırtıcı
lar kadar soğuk hava şartlarıyla mücadele ettiği ortada. Morav-
ya'nın buzul vadilerinde -şimdiki Çek Cumhuriyeti sınırlarında-
30,000 yıl önce rüzgâr çok sert esiyor olmalıydı. Arkeologların
Dolni Vestoce kentinde yaptığı kazılarda rastladıkları kömürleş
miş ocaklar bulmaları sürpriz olmamıştı. Ateş sadece vücudu ısıt-
Greg leııner

makla kalmıyor, kimyasal olarak yemekleri pişirerek yiyeceklerin


içindeki ekstra kalorileri açığa çıkarup vücudun soğuğa olan da
yanıklılığını ve sindirimi güçlendiriyordu; Buz Çağı insanları için
sıcak bir akşam yemeği üzerinde çok fâzla düşünülmesi gereken
bir olay değildi, hayvan beyni yiyor olmalarına rağman...
Fakat bu avcı-toplayıcılar ateşin başında birbirlerini görmez
den gelerek yaşamıyorlardı, ocaklar aynı zamanda sosyal bağların
da kuvvetlendiği bir yerdi, öyle ki, ocak kelimesinin Latincedeki
karşılığı odaklanmaydı. Ateşin etrafi binlerce yıl boyunca toplu
lukların canlanmasına kan pompalama görevini başarıyla yerine
getirmişti. Dahası, yemek pişirmek sadece lezzeti ve besin değe
rini arttırmakla kalmıyordu, pişirilen etlerin yumuşamasını ve
liflerinin çocuklar ve dişsiz yaşlılar tarafından kolayca çiğnenme
sine yardımcı oluyordu. Tarih öncesi çağlardan kalma kemikler
de bizlere fiziksel engelli insanların açlığa terk edilmediğini göste
riyor aksine diğer insanlar tarafından ilgiyle hizmet edildiklerini
kanıdıyordu. Yani akşam yemeğinde barbekü yapmak, toplum
lardaki zayıf insanları hayata bağlıyor ve güç veriyordu, birlik ve
beraberliği sağlıyordu. Bizler İngilizcedeki companion kelimesini
hayat arkadaşı anlamıyla kullanıyoruz fakat aslında bu kelime
tam anlamıyla yiyeceklerle alakalı; Latincede bu kelime yemeğini
paylaştığın kimseler için kullanılıyor.

BEN DE ONUNKİNDEN İSTİYORUM


Birlikte ziyafet etme geleneğinin kanıtları bizi neredeyse tari
hin başlangıcına kadar götürebiliyor ve ziyafetlerin tek amacı da
karnı doyurmak değil. İngiltere'nin Dorset bölgesinde bulunan
Hambledon Hill topraktan yapılmış etkileyici bir alan, 200 metre

239
Bir GOııde Bir MUyon Yıi

yükseklikteki tepeye yapılan bu mekân düşmanlardan korunaklı


bir şekilde konumlandırılmış fakat konumuz şu anda Kelt savun
malarından ziyade Neolitik ve geç Bronz Çağı'ndan insanların
buraya gelerek tepeyi bir buluşma noktası olarak kullanmaları.
Burada sürekli yaşamamış fekat mekânı hem parti alanı, hem zi
yafet sofrası hem de antik bir mezarlık olarak kullanmışlar, ayrıca
uzaktaki dost kabileleri de burada birlikte olmak için davet et
mişler, yaz günleri sona ererken inek, geyik ve etraflarında lezzetli
görünen her şeyi yiyerek ziyafet çekmişler.
Görünüşe bakılırsa, karşımızdaki manzara aslında Glaston-
bury müzik festivali gibi insanlar toplanmış, harika vakit geçir
miş, arkalarında büyük bir çöplük bırakmış ve evlerine geri dön
müştü; şimdi düşününce tuvaletler daha medeni olsaymış diye
hayıflanıyor insan ama bu toplantıları neden yaptıklarına dair bir
kanıtımız yok. Belki bir dini festival, belki akrabalar için yıllık
bayramlaşma, ya da belki de kabileler arası bir çöpçatanlık servi
si gibi insanları buluşturduktan sonra burada yeni aşk böcekleri
için düğünler yapıyorlardı. Açıkçası pek bir şey bilemiyoruz fekat
bölgede yerleşik evlerin olmaması bize alanın genellikle temmuz
aylarının sonlarında ziyaret edildiğini gösteriyor ve gömülmüş
hayvan kemikleriyle birlikte insan kalıntıları da bu alanın aralık
sonlarına kadar kullanıldığını kanıdıyor.
Yemek yemek, eski zamanlarda sadece hayatta kalmak için
yapılan zorunluluklardan ziyade aynı zamanda eğlenceli de ola
biliyordu, ama asıl görevi sosyolojik olarak toplumun çarklarını
yağlayarak sağlam tutmaktı. Bronz Çağı'nda, Mezopotamya'da
birlikte yemek yiyor olmak Babillere göre bir iş ortaklığının altı
na imza atmakla eşdeğerdi, antik yazıtlarda "Ekmek yenildi, bira

240
Gıeg lenner

içildi ve vücutlar güzel kokulu yağlarla yağlandı," gibi bilgiler yer


alıyordu, tabii az önceki kanıt normalde olduğundan daha sek
si gelebilir kulağınıza. Aslında pannerler arasında tuz ve şarap
sembolik olarak paylaşılıyordu, yeni ortaklıklar kurulurken bu
sahnelenirdi ve teklifi geri çevirmek -yani tuzu ve şarabı isteme
mek- kabalıktan öte anlaşmayı bozacak bir hareket bile olabi
lirdi. Mezopotamya ziyafetleri aslında modern çağdaki futbolcu
imza törenleri gibiydi, kati surede şart değildi &kat yapılmıyor
olması hoş karşılanmazdı.
Bu birliktelik anları, evlilik ya da iş toplantıları olsun kulağa
vakit kaybı gibi gelebilir fakat antik insanlar akşam yemeklerin
de verilen sözleri gerçekten ciddiye alıyorlardı. Homer'in meş
hur şiiri tiyada'da, savaşçı Glaukos ve Diomedes bir meydanda
karşı karşıya gelmişler ve birbirlerini bıçaklamaya başlayacakken
içlerinden biri diğerinin ismini duyar duymaz duraklayıp sıkça
duyduğu bu meşhur savaşçıya zırhını hediye etmişti. Hediyeyi
alan, etkilenmiş ve kılıcını yere bırakarak karşı bir hediye ver
mişti, ikili kafe kafaya vererek başka birileriyle dövüşmeye karar
vermişti. Acaba yıllar önce bir akşam yemeği mi yemişlerdi? Ha
yır fakat büyükbabaları birbirlerini tanıyordu ve yıllar önce bir
akşam yemeğinde ortak olan onlardı. Bu xenia geleneği -misafir
ya da arkadaşlık- kalıtsal ve erkil bir Yunan geleneğiydi ve tarihte
insanlar hatırladığı sürece devam ediyordu.
Hatırlayabileceğiniz umarak. Yunan ve Romalıların birlik
te yemek yemeye inandıklarını söyleyebiliriz; ya da buna kısa
ca ziyafet diyebiliriz. Bu iki medeniyetin de derin sosyal bağları
oluşturan alışkanlıklarıydı, başkalarıyla iletişimde olmak ya da
tanışmak için yapılan geleneklerdi. Söylendiği gibi barbarların

241
Bir Günde Bir Milyon Yıi

ya da yırtıcı hayvanların bile belirli bir düzende yedikleri akşam


yemeklerinin aksine Romalılar yemek paylaşmayı medenileştiren
etikederden ve kurallardan bihaberdi. Yazar Plutarch'm da dediği
gibi: "biz masada sadece yemek için oturmayız, birlikte yemek
için otururuz," sözü de tam bunu anlatıyordu. Romalı zenginler
her gece toplanarak cem ismini verdikleri et yemeğini yerlerdi.
Genellikle 12 kişinin toplandığı ve tek kelimeyle destansı bir zi
yafet olan convivium'un yanında bir de dini toplantılarda yapılan
banket ziyafeti epulum Romalıların büyük ziyafetlerinden diğer
lerine verilen isimlerdi.
Tabii, bizler gibi, onların da ziyafetlerden önce mideleri ka
zınır ve sonrasında da çok yemek yedikleri için işkembeleri bir
hayli fazla çalıştığından yemekten sonra aprandium adını verdik
leri küçük yiyecekleri tüketirlerdi fakat bu soğuk atıştırmalıkların
tek amacı Romalıları hipoglisemik krizden korumaktı, halbuki
cem insanların sosyal tutkalı olan kutsal bir yemekti. Bu arada
alt sınıflardaki Romalıların zenginleri bu konuda taklit etmeleri
biraz meşakkadi bir işti, fakat toplumsal yemek gelenekleri on
lar için de bir çözüm bulmuştu, popime dükkânları paket servis
yapan büfeler gibi hizmet veriyordu ve daha büyük, kanşık olan
taberme alkolün, yemeğin, kumarın ve fahişeliğin yapıldığı özel
müşterilere hizmet veren mekânlardı.

NEREYE OTURACAKSINIZ?
Saygılı ev sahipleri olarak yemeğimizin hazır olmasının ardın
dan misafirlerimize nazik mimiklerle koltuklardan kalkıp yemek
masasına geçmelerini işaret ederiz fakat isim kartları koymadı
ğımız için bir anlığına arkadaşlarımızın yaşadığı tereddüdü fark

242
Greg leıuıer

etmemiz sürpriz olmaz. Mesela evli çiftin birbirleriyle konuşarak


yan yana mı yoksa karşı karşıya mı oturmak istedikleri konusun
da fi kir alışverişi yaptıklarını görürüz, çünkü yılların verdiği alış
kanlıkla kaş göz işarederiyle ya da birbirlerine dokunarak iletişim
kurmak isteyeceklerdir. Diğer misafirler ise acaba kızlı erkekli mi
yoksa karışık oturma düzeni mi yaptığımızı merak ediyorlar, bu
arada gözbebeği vejeteryan arkadaşımız da köşede oturmak için
gönüllü oluyor, çünkü o incecik beliyle çok rahat bir şekilde kö
şeye sıkışabilir.
Grubun karasız kaldığı anda yüzlerindeld utangaç gülümse
meyi fark ettiğinizde bu küçük sosyal gariplikler tiyatrosu bizlere
tarih boyunca kültürlerin oturma düzeni konusunda kim nereye
oturacak, kimin aslında masada olmaması gerektiği konusunda
nasıl bir gelenek ve gelişim sağladığını gösteriyor. Plutarch, çalış
ması Symposiacsta bu oturma düzeninin ev sahibi tarafından mı
yoksa konukların kendi kararları doğrultusunda mı yapılması ge
rektiğini tartışıyordu fakat diğer Romalı ev sahipleri genellikle bu
işi kendileri yapıp evlerindeki yemek fiisimda sosyal konumlarını
ortaya koyuyordu. Bazı senaryolarda ortada paylaşılan bir yemek
masası dahi olmuyor ve insanlar koltuklarda otururken ev sahibi
genellikle odanın baş köşesinde oturarak en yakın ve en sevdiği
misafirleri etrafına topluyordu, tabii çaresiz misafirlerden bazıları
utanç verici amcalar, sıkıcı akrabalar ya da sahibin emrinde çalışa-
nalar genellikle odanın ve koltukların en uzak kısımlarına otura
rak ünlü misafirlerden güvenli bir biçimde uzakta tutuluyorlardı.
Olayı daha da netleştirmek gerekirse, bu uzakta oturan kişi
ler aslında o ortamda çok da olması istenilen insanlar değillerdi,
önemsiz misafirler daha basit yemeklerle ağırlanırdı ve ucuz şarap-

243
Bil Günde Bir Milyon Yd

la yetinmek zorunda kalırlardı tabii karşılarında leziz yemekler ve


özel şaraplar tüketildiğini bilirler ama asla uzamazlardı. Böyle bir
ekonomi plus cenaeytvne^nt katılıyor olmak aslında kazara birinci
sınıf uçuk kabinine oturmak gibi bir şey olmalıydı, tıpkı transat-
lantik bir tarifede uçarken servis edilen özel şarapları ve enfes ye
mekleri gördükten sonra perdenin arkasına geçip, u&cık koltuklar
da önceden ısıtılmış lazanyaya talim etmek gibi bir sahneydi.
Üst sınıfı dahil Yunan erkekler andron -erkek odası— adındaki
yemek odasında yemeklerini yerlerdi ve bunu haddinden fızla
ciddi karıları olmadan yaparlardı fakat bu adamların yemeklerine
flüt çalanları, dansçıları ya da fahişeleri çıplak dans etmeleri, flört
hatta uygunsuz aktiviteleri yapmalarına engel olmazdı. Fakat Ro
malılar, Egeli dostları kadar kısıtlayıcı değillerdi ve erkekler rahat
koltuklarda otururken eşleri de genellikle daha resmi sandalyeler
de dik bir pozisyonda oturma lüksüne sahiplerdi. Romalı kadın
lar için bu davetler, kendilerini dik oturarak sergileyebildiği ender
olaylardandı.
Medeni dünyanın dışında yazar Athenaeus'un anlattığı gibi
Kelder -kaynaklarında Sezar'm sıkça uğraşağı, garip, mavi boyah
tenleri ve t şeklindeki bıyıklı barbarlar olarak geçmekteydi— maço
şiddetini her şeyin üzerinde tutan bir topluluktu. Akşam yemekle
rinde ev sahibi ve en güçlü savaşçılar odanın tam ortasında oturur
du, daha zayıf erkekler ve toplanan kadınlar bu grubun etrafında
bira içen uydu gezegenler gibi dönüyordu, haşlanmış eder ve seb
zeler seramik tabaklarda tüketiliyordu. buradan birkaç yüzyıl
ileri sararsak. Ortaçağ resimlerinde büyük ziyafederin, görkemli
saraylarda yapıldığı ve bazılarında kadınların olmadığı eserler gö
rüyoruz —kadınlar başka bir yerde kendi aralannda yemek yiyorlar-

244
Greg leimer

dı- Çin ile Japonya'da aristokrat eşleri de bu smife dâhildi- ya da


grup halinde uzak bir banka oturarak eğlencenin uzağında, sanki
istenmeyen davediler gibi kendi hallerinde duruyorlardı.
Romalı snopların istenmeyen davedileri tecrit ettikleri gibi İn
giltere Ortaçağ'ındaki ziyafederde genellikle ev sahipleri ve yakın
dosdarı yatay şekilde düzenlenmiş table dormant yani kalıcı masa
da otururlardı. Bu masa düzeni hâlâ Britanya düğünlerinde görü
lebilecek bir dizilimle yapılırdı. Masanın başından, ev sahibi tüm
gelen misafirleri dikine eklenmiş masada rahadıkla görebilirdi. Bu
insanlar ziyafetin keyfini çıkararlaıdı fakat nitelik olarak 'tuzun
uzağında' olarak bilinirlerdi, yani mertebe olarak Lord'ım yüksek
masasında tuza ulaşma ihtimalleri yoktu, yüksek masa tuz kilerleri
nin üzerine kurulurdu ve genellikle parlak mücevherlerle, süslenir
di. Bazı ziyafederdeki masalar nefidı verilen gemilere benzetilerek
yapılırdı ve 16. yü^ldan itibaren bu gemiler mekânik aksamları
sayesinde tuz ticaretini pakedeyerek yapabiliyorlardı.
Fakat Avrupa'nın diğer yerlerinde ev sahipleri için Kelt gele
nekleri geçerliydi, misafirler uzağa itilir ve yüksek rütbeliler ziya
fetin ortasında gururla otururdu, diğer davediler de önem sıra
sına göre merkezin etrafındaki dairelerde sıralanırdı. Aslında bu
gibi ziyafederde merak edilen, istenmeyen davedilerin, en uzak
köşede oturanların ne hissettiğiydi, acaba homurdanarak ucuz
yemeklerini mi yiyorlardı, yoksa büyük bir partiye davet edilmiş
stajyerler gibi davedi olma şerefiyle ziyafetin tadını mı çıkartı
yorlardı? Fakat bu keskin aynmcılık odadaki farklı görüşlere göre
dağılıyordu ve sonrasında, 17. yüzyılda aristokratlar bu kitlesel
savurganlığı tamamıyla ortadan kaldırmışlar ve yerine daha kü
çük gruplar halinde, özenle seçilmiş soylulann katüdığı yemekler

245
Bir Günde Bir MUyon Yıl

düzenlemişlerdi. Fakat o günden sonra bile herhangi bir dük ye


meğini her zaman bir konttan önce yemeye başlıyordu.
Tabii, bu gibi isteğe bağlı davranışlar her zaman elit insan
ların dünyasının dışında kabul görmeyebiliyordu. Eğer şu anda
evimiz haricinde güzel bir restoranda oturuyor olsak, hiç birimiz
içeriye giren yüksek maaşlı ve pozisyonlu birisi için yerlerimizi
değiştirmeyiz. İngiltere'de, en azından bu resmiyet dışında kalan
ortamlar kahvehaneler ile başlamıştı, 17. yüzyıl kahve evlerini
kitabımızın başlarında kısaca anlatmıştık. Burası erkek şairlerin,
yazarların, bilim adamlarının ve tüccarların uğrak mekânı olmuş
tu. Bu alt kültür, herkesin fikirlerini her şeyden üstte tutuyordu
ve eski eğilme, ya da üst sınıflara yer verme geleneklerini ortadan
kaldırıyordu ve 1674 yılında kahve dükkânları için yazılan adap
kuralları her şeyi açıklar nitelikteydi:

Soylu, genç, yazar, tüccar herkes içeriye davetlidir.


Ve destur almadan istedi^yere, birlikte oturabilir
Saray üstünlüğü olmadan, kimse kayplanmadan,
Buldu^ koltuğa oturabilir ve kimsenin kalkmasına
gerek yok, eğer ^rerse içeri daha üstün bir adam

Avrupa'ya giden gezginler için diğer bir sürpriz ise İngiliz er


keklerinin eşleriyle birlikte tavernalarda eğlenmeleriydi ve Samu-
el Pepy'sin günlük yazıları, eşini sıklıkla akşam yemeklerine davet
ettiğini ve Londra'nın lezzedi lokantalarına gittiklerini yazmak
taydı, tabii bu yemeklerde kimse kızlı erkekli oturma planına uy
mak zonmda kalınıyordu. Hatta bir yüzyd sonra, John Trusler'in

246
Greg leııneı

Honoun ofthe Table eseri, bu alışkanlığın 1788 yılında başlayan


bir yenilik olduğunu söylüyordu: yeni ve güzel bir oturma dü
zeni alışkanlığı ortaya çıktı, beyler ve leydiler eşli olarak masa
larda oturuyor ve bu erkeklerin yanında oturan kadınlara servis
etmesiyle devam ediyor' diyordu. Benzer biçimde, 18. yüzyılda
Paris restoranları akşam yemekleri için uğrak yerler oluyorlardı ve
bu yeni açılan restoranlar erkeklerin yanında kadınlara da hizmet
ediyor, onları evlerine geri yollamak gibi bir harekette bulunmu
yorlardı.
Yavaş yavaş eski kurallar yok olmaya başlamıştı.
Fakat hepsi değil...

ÜNDEN BUYURUR OLMAZ SİZ BUYURUN...


Misafirlerimiz yerlerini bulduğuna göre artık oturmalarına
izin verebiliriz. Fakat Trusler'in 1788 yılında yazdığı raporlara
göre, üst sınıfların mertebe düzeni devam ediyor: Yüksek ya da
alt kadınlar, sırayla servis alacak, yaş ve mertebelerine bakılacak
ve ardından beyler de aynı şekilde servis edilecek." Bu Britan-
ya'daki sosyal hiyerarşin karmaşasını gösteren en basit örnek
lerden biri, çünkü Britanya lortlar, leydiler, kontlar, dükler, ba
ronlar, şövalyeler, kontesler, prensler ve prenseslerle dolu; tüm
çeşitlerde bulunan varisler, büyüklerinin ayakkabılarını giymeyi
bekliyorlar. Ve ne zaman birileri evlense ya da dul kalsa, akşam
yemeğinde ziyafetlerde masanın altına ya da üst kısmına itile-
biliyorlardı, aynı zaman bu ev sahibinin de gizlice akıl oyunları
yapmasına neden oluyordu çünkü temiz bir hiyerarşi sağlanana
kadar konular birbirlerine yukarıdan bakarak üstünlük savaşları
yapıyorlardı.

247
Bil Günde Blı Milyon Yıl

Merak uyandıran diğer bir taraf İse Çin geleneklerinde bunun


tam tersinin uygulanmasıydı. Misafirler Çin'de birbirleriyle ya
rışarak kapıdan ilk önce girmeye çalışırlar, çaresizce ondan önce
yanına oturanları seyrederlerdi. Yabancılara göre bu çılgınca ya
pılan bir skece benziyordu çünkü nezaket rekabeti fiziksel şiddete
dönüşüyor fiıkat aslında kimse birbirine zarar vermek istemiyor
du. Bu aslında herkesin görevini bildiği bir sessiz sinema oyunu
gibiydi ve ritüel yeterince sahnelendikten sonra biri genellikle
yaşlı davedilerden biri- kulakların alışık olduğu 'Hürmetten zi
yade biat et' deyişini yapar ve konuklar da en sahibinin işaretiyle
yerlerine otururlardı.
Fakat batıdax ahlaki değerlerden oluşan başka bir mayın tar
lasında verilen yemeğin misafirleri, ev sahibini mertebe olarak
alaşağı etmişlerdi; bu sonraki geleneklerin suçlamalarına maruz
kalmalarına ve gösterişçi bir şekilde sosyal abartıya yol açıyordu
ya da yemeklerin, çatal bıçak takımının ve sohbetin üst sınıf mi
safirlerin standardarına yetişememesine neden oluyordu, belki
de hizmediler yeteri kadar tecrübeli olamıyor ve akşam yemeği
boyunca hatasız çalışmayı beceremiyorlardı, çorbalar kazara kon
teslerin kıyafederini kirletiyordu. Viktorya döneminde bu gibi
ziyafedere ev sahipliği yapmak birçok korku dolu ana da tanıklık
etmek demek oluyordu; ipte yürüyen cambazlar, testere jonkler-
leri en ufak bir hatada felakete yol açabilecek gösteriler yıllar sü
recek işkencelere neden olabiliyordu.
Son olarak da ziyafetlerde bir masaya kaç misafirin oturacağı
konusunda batıl inançlar vardı. Hıristiyanlar görünüşe bakılırsa
yüzyıllar boyunca buna çok dikkat etmişlerdi ve İsa'nın 12 ha-
varisiyle birlikte yediği son akşam yemeği geleneklerini bir hayli

248
Greg lenner

etkilemişti, örneğin Fransa'da bir yemeğe 13 kişi davet ettiğinizde


katılanlardan biri son anda gelemeyeceğini bildirirse her zaman
yedekte bekleyen quatorzieme yani 14. kişi hazır beklemeliydi,
ziyafete kötü şansın gelmesini kimse istemiyordu. Bu 14. arkadaş
kendi evinde olaylardan habersiz bir şekilde kıyafetini giyinmiş
bir şekilde beklerdi ve camdan göl^nizünü izleyerek sanki Or-
taçağ'da yaşamış, orta sınıf bir süper kahraman gibi acil yardım
çağrdarını takip ederdi.
Bu dini triskaidekafbbi yani 13 korkusu öyle kuvvediydi ki, 1880
yılında Kaptan Wilİiam Fowler —Amerika iç savaşında savaşmış bir
asker- New York'ta 13'ler kulübünü kurmuş ve soylu bir tonda 13
rakamının uğursuz olmadığını kanıdamap çalışmıştı. Kendisi ve
12 misafiri, daha sonra 5 Amerika başkanının da katıhmıyla tüm
etkinliklerinin 19:13'te, 13 Ocak'ta başlamasını planlamışlar, ziya-
federinde 13 servis açmış, 13 kez kadeh kaldırmışlardı. Bu sırada
üyeler rasyonalist düşüncede birleşmiş ve kasten kötü şans getire
cek eylemlerde bulunmuşlardı. Merdiven alandan yürümüş, yere
tuz dökmüş, ayna kırmış, iç mekânlarda şemsiye açmış, odalarını
iskelederle dekore etmiş ve üzerlerinde "ölmek üzere olan bizler,
sizleri selamlıyoruz," yazılı dövizlerle evlerini süslemişlerdi. Kısaca
anlatmak gerekirse, sadece kaderi kızdırmakla kalmamış, aynı za
manda pervasızca kadercilikle dalga geçerek ölümlerinin doğaüstü,
elinde orağı olan bir katil tarafından değil de daha ziyade kalp krizi
ya da obeziteden olacağını göstermişlerdi.

MASADA OTURURKEN
Biraz sohbet ve kaş göz hareketinden sonra hep birlikte masa
ya oturabildik, bedenlerimiz uzun dikdörtgen masada kusursuz

249
BlrGAndeBirMUyonYıl

bir biçimde hizada. Bu, birçok bau hanesinde uygulanan yemek


masası oturma düzeni; aynı yemek masasını paylaşırken masa
da servis peçeteleri, mumlar, çatal bıçak takımları bulunuyor ve
uzun sandalyemizde dik şekilde oturuyoruz. Fakat bu tarihte her
zaman bu şekilde olmuyor.
Mısır hanedanlığının çok erken günlerinde, aşağı yukarı 4,000
yıl önce, üst sınıflar masalarda kullanılan altıklara ya da yumu
şak sandalye yastıklarına yaslanıyorlardı, içkileri yerde duruyor ve
yemekleri de önlerindeki alçak masada bulunuyordu. Eğer kar
şılarına bir televizyon koyacak olsak ve üzerlerine de kapüşonlu
birer tişört giydirsek aynı karım evde yokken büründüğüm ha
lime benzeyebilirlerdi. Bu arada Kral Tut ve Muhteşem Ramses
döneminde, uzun sırtlığı olan sandalyeler yavaş yavaş yemeklerde
kullanılmaya başlanmış, yani zevkler olgunlaşmıştı, bense henüz
olgunlaşamadım.
Yunanlar ve Romalılar, bunun aksine, yukarıda anlattığımız
şeyleri kullanmaya yanaşmamışlardı; en azından varlıklı gösteren
şeyleri kullanmıyorlardı. Bunun yerine daha önce de bahsettiği
miz sallanan koltuk (Yunancada kline) tercih ediyorlardı. Klineda.
oturan kişi, yana doğru sol dirseğinin üzerine yaslanıyor, yerdeki
örtü üzerinde otururken dizleri kırık ve beli eğik bir şekilde sabit
bir duruş sergilemeye çalışıyordu. Bu garip görüntü yüzünden
oturanlar sabit bir şekilde durmak zorunda kalırken yemek ye
mek istediğinde öne doğru eğilip sağ elini kullanarak parmak
larıyla yemek yiyordu, düşük masalar ve etraftan geçen köleler
misaflrlerin rahatı için servisleri yakın yerlere diziyorlardı.
Şimdilerde biz geniş ve tek merkezli bir masada oturuyor ol
sak da Romalılar aynı düzeni kullanmamışlardı. Yemek odaları

250
Gıeglenner

tricilinium diye bilinirdi çünkü geleneksel olarak odada 3 adet


kline ya da Latincede lecti bulunuyordu, bu üç masa U şeklinde
dizilmiş ve Romalıların birlikte ziyafet çekmesine imkân sağla
mıştı, tabii bu sırada arkalarda dolaşan hizmediler masaya sürekli
takviye yapıyorlardı. Fakat eğer biri destansı bir ziyafet sunacak
olursa daha büyük odalar daha fazla koltuk ve sandalye alabilirdi.
Her bir koltukta üçer kişi oturabiliyor ve aralarında da yatay bir
masa bulunuyordu &kat Plutarch zamanında fâzla sıkışılmaması
konusunda uyarılar yapmıştı, büyük bir alana gereğinden fâzla
masa sandalye koymak mutlaka gürültü patırtı ve arbedeye yol
açabilirdi.
Tarihteki meşhur yemeklerden bahsederken Hıristiyan kül
türündeki bir akşam yemeği direk aklımıza geliyor. Son Akşam
Yeme^ resmini hayal ettiğimizde tsa ve havarilerinin uzun, yatay
bir masada oturmuş yemek yerlerken tsa geniş kollarıyla iki yana
açarak oturduğu resim; meşhur resimde şahit olduğumuz masa
düzeni Ortaçağ İtalya'sının yemek adabını sergiler. Gerçekte, Fi
listinli Yahudiler yer sofrasında yemek yerlerdi ve eğer bir banket
masasına davet edilmiş olsalardı mudaka Plutarch ve arkadaşları
gibi sol dirsekleri üzerine dayanarak otururlardı. Biliyoruz çünkü
Aziz John'un ağm bize aynen böyle söylüyor:
Şimdi sevdiği havarilerinden biri îsa'nın koynuna yaslanmış,
Simon Peter da bu havariyi çağırdı ve sordu, kim hakkmda
konuşmak istediğini danışmasını söyledi. O da sonra yaslan
dı isa'nın koynuna ve ona sordu ki, o kim?
Eğer 17. yüzyıldan kalma bu not pek açıklayıcı olmadıysa
açıklayalım; tsa başka bir adamla aynı koltuğu paylaşıyordu ve
adam sırt üstü uzanmış, kafâsını İsa'nın koynuna yaslamıştı, böy-
Bir Günde Bir Milyon Yıl

lece tsa kurtarıcısı olarak havarlsiyle konuşabilecekti &kat boynu


nu çevirmesi ve vücudunu döndürmesi gerekiyordu. Bu şaşırtıcı
biçimde samimi bir düzendi ve Mesih platonik olarak başka bir
adamla samimi oluyordu.
Yüzyıllar sonra büyük Ortaçağ salonlarında, soylu ev sahibi
ve göz alıcı konukları sırtlarını harlı yanan ateşe dönme şerefine
nail olmuşlardı, yani yemek yerken ateşin ısısıyla rahatlayacaklar
dı, bu sırada diğer herkes arkalığı olmayan banklara tünemiş ve
çaresizce sıcaktan yararlanmaya çalışmışlardı. Daha kırsal kesim
lerde ise salon ziyafederi sadece düşten ibaretti, masalar nadiren
bu evlere girerdi -tabii pahalı mumlar ve lambalar da öyle- bu
da akşam yemeklerinin hemen kapı eşiğinde ya da ocaklarının
kenarında bize gösteriyordu. Böylece insanlar karanlık akşamlar
da ne çiğnediklerini rahadıkla görebilecekti, ^er masalar yoksa
küçük bir bank ya da büfe üzerinde otururlar, yemeklerini de
önlerine sererlerdi. Bazı evlerde ev sahibinin tek bir sandalyesi
olurdu ve diğer fertler yere serdikleri örtülerin üzerine oturmak
zorunda kalırdı.

Bizim kaba ederimiz tabii ki çuval dolusu samanın üzerine


tünemiyor fakat sahip olduğumuz farklılıklar aslında çok yeni de
ğişimlerin sonucunda meydana çıkmış gözüküyor. Yemek masa
ları ve sandalyeleri kitleler tarafından kullanılmaya 1500'lü yıllar
da başlanmıştı, özellikle Rönesans dönemindeki zengin aileler,
masalarının etrafındaki fâzla alanı iyi değerlendirmek ve ortama
zenginlik katmak için fazladan sandalyeler kullanılan ilave masa
lar, genellikle kalın ve ince dokunmuş Türk halılarıyla korunu
yorlardı. İronik olan bazı halılar aslında Müslümanlar arasında
Seccade olarak kullanılan halılara benziyorlardı. Fakat bu akımın

252
Greg lenner

ilk dönemlerinde kimse bu detayı fark edememişti ve Avrupalı


Hıristiyanlardan bazıları bu konuyla alakalı meraklarını gider
mek istiyorlardı -Avrupalı Hıristiyanlar bir yüzyıl boyunca Os
manlı Türkleriyle amansız bir savaş yaşamışlardı- çünkü akşam
yemeklerini Müslümanlar için kutsal olan bu halıların üzerinde
yediklerini bilmiyorlardı.
Masa güzelleştirme akımı burada da bitmemişti, tabii. Bu ak
şam birkaç mum da bize eşlik ederken masamızda ayrıca bir buket
çiçeğimiz de hazır bulunuyor. Fakat 18. yüzyılda Avrupa toplu-
luklarındaki masa süsleme akımı inanılmaz boyudara ulaşmıştı ve
insanların dikkatini bu süslü masalara çekebilmek için birçok ak
sesuar kullanılıyordu. Bu aksesuarlar taze bukeder, hatu ipekten
yapılmış sahte çiçekler, göz alıcı eşyalar ve göz alıcılığıyla sohbet
başlatabilen kıymedi eşyalar, heykeller, değerli metallerden yapıl
mış büstler, kuma çizilmiş artistik resimler ve en egzotik olanı da
yalnız bir ananas olabiliyordu: Ananas çok gizemli bir meyveydi ve
nadiren bulunuyordu o yüzden insanlar bu meyveyi yemeye kıya-
mıyordu, cesaret edemiyordu, tek yaptıkları bu görkemli meyveyi
yemek masalarına koymak ve misafirlerine izlettirmekti.

MÖNÜYÜ İNCELEYELİM
Bir gün, muhtemelen 1810 yılında, Napolyon dönemi Pa
ris'inde yaşayan elitler şık giyinerek büyükelçi Prens Alexander
Borisovich Kurakin in yemeğine katılmışlardı, bu ziyafet katılım
cıların merakla beklediği, yabancı bir ziyafetti. Kurakin Rusya'da
pırlanta prens olarak biliniyordu, kıyafet tercihleri çok pahalı ve
göz alıcıydı o nedenle tüm davetliler her konuda bu sansasyonel
lüksü görmeyi bekliyorlardı. Fakat kimse yemek salonuna girdi-

253
Bir Günde Blı Milyon Yd

ğinde masadaki boş tabaklarla karşılaşacağını ummuyordu. De


korlar tamamdı, çatal bıçaklar da gelmişti fakat yemekler garip
bir şekilde masada değildi.
Şu anda oturduğumuz sofralar da işte aym gelenekle hazırlanı
yor; tabii maun ağaçlarından yapılı sofralar olmasa da ne dediği
mi anladığınızı umuyorum. Bu gece tüm yemeklerimizi sırasıyla,
tabaklarını önceden dizerek servis edeceğiz, çünkü birçok resto-
r^da gelenek böyle fekat Kurakin in misafirlerinin şoka girmesi
normal. Çünkü onlar tüm yemeklerin aynı anda masaya sabit
bir düzenle dağılmış olması ve bu sayede her şeyden birazcık ta
dabilecekleri düşüncesiyle beklentiye girmişlerdi. Bu gelenek a
la française akşam yemeklerine görkemli bir hava katıyordu, ma
salarda bulunan ordövr tabakları —bunlar atıştırmalıktan .ziyade
ilave tabaklardı- merkezdeki tabakların çevresinde sıralanıyor ve
ana yemekler merkezdeki tabağa servis ediliyordu. Dizilim fork-
lılaşabiliyordu fakat büyük ziyafetler öncekilerine nazaran çok
daha fezla insana hizmet edebiliyordu ve daha büyük masalar
yüzlerce tabak yığınının altmda inleyerek kayboluyor, ki bu ta
baklar hiçbir zaman aynı anda servis edilmiyordu.
İlk yemekler genellikle kâseler için çorbalardan oluşurdu; ikinci
yemekler et, balık, sebze ve tadılardan oluşurdu -özellikle t^ bir
ziyafet diyebileceğimiz tüm şeyleri kapsıyordu- ve sonra masa ör
tüsü kaldırılırken altından temiz bir örtü daha çıkıyor ve üçüncü
yemeklerden sonra fi nalde de peynirler, meyveler ve dahası tadılar
oluyordu (îngilizcedeki dessert=tatlt kelimesi yine In^üzcedeki de
served kelimesinden türer ve sofra toplandıktan sonra anlamına gel
mektedir). Bu engin olg^usa benzeyen masadan kalkmak saader
alabilir, göbeğinizi şişirebilir, birçok malzemeyi ziyan edebilir ve

254
Greglenner

yemeğin soğumasına neden olabilirdi fakat bu teatral servis şekli ev


sahibinin cömerdiğini göstermekte bire birdi.
Fakat Kurakinin sofrası foridıydı-tabaklar ve sofra takımları
önceden masaya diziliydi ve her bir yemek ayrı ayrı servis edili
yordu; sosyete hemen bu geleneği benimsemişti ve 1880'li yıllar
da gelenek haline getirmişti. Fakat nasıl? Tabii ki pratik olması
işe yaramıştı: yemekler artık ılıktan ziyade sıcak servis ediliyordu
ve sohralar artık 4 saadik dayanıklılık testinden ziyade 90 dakika
içinde sona eriyordu. Dahası, sürekli masaya servis etmek için
daha fezla çalışana ihtiyaç vardı, tabaklar sürekli mutfak ve masa
arasında gidip gelmeliydi, yani tabaklar azalmış fekat insanlar ço
ğalmıştı. Modem ünlüler için de ev sahibinin hizmetli sayısı artık
günümüzün yeni zenginlik göstergesi olmuştu.

BU YEMEĞİ KUTSAYIN
Başlangıç yemeklerini herkese servis ettiğimiz göre, oturup ye
meye başlayabiliriz. Fakat eğer bağnazlık derecesinde dindarsak
dua okumadan bu Tanrı'nın lütuflarından bir lokma bile ağzımı
za giremez. Birçok Hıristiyan (İngilizler hariç) yemeklerden önce
dua eder. Dua kısa, basit bir şükür duasıdır, Tanrı'ya şükretme
âlıdır. Hindiler benzer bir ayin yaparlar, Yahudiler ise yemek
lerden sonra Birkat Hamazon dualarını ederler ve ekmek yerler,
Müslümanlar ise yemeklerden önce Besmele ile başlayıp yemek
»onlarında Elhamdülillah ile kapanışı yaparlar. Not etmemiz ge
reken önemli bir nokta Müslümanların yemekten sonra söyleme
leri gereken Elhamdülillah kelimesidir, çünkü yemek ortasında
söylendiği zaman sanki daha önenüi işleri varmış ve yemeği bir
m önce bitsin istiyormuş gibi algılanabilir.
Bir Güııde Bir Milyon Yıi

Fakat yemek öncesi gelenekleri her zaman doğası gereği dini


olmamıştır. Bronz Çağ Mezopotamyası'nda bildiğimiz bankeder
ancak tüm misafirler mersin odu, kokulu yağlar, tarçınlı, sedir
özlü kokularla bezenmeden başlamadığıdır. Bu insanları servis
edilecek yemek kadar lezzetli bir hale sokmak içindir. Mısırlılar,
Romalılar ve Yunanlar ellerini suyla temizlemeyi tercih ediyorlar
dı -ve sonraki Ortaçağ gelenekleri de böyle devam etmişti- tabii
Nil Vadisi'nin elit sınıfı yemeklere gelirken çiçeklerle bezeli kıya
fetler ve kafalarındaki kokulu mum şapkalarıyla süslenirlerdi. Bu
garipti, mum yemek sırasında eriyordu ve etrafa çok harika bir
koku yayarken aklımıza oda spreylerini getiriyordu.
Yunanlar kendilerini oda parfümüne çevirmeyenlerdendi fe-
kat onlar da ayinlerde kullandıkları çelenkleri kullanarak kendi
leri Promethus'u hatırlatıyorlardı. Prometheus, mitolojik bir Ti
ran'dı ve insanları kilden yarattıktan sonra diğer tanrılardan ateşi
çalarak insanlara bahşetmişti. Bu faydacı hırsızlık sonucunda ce
zasını çok kötü bir biçimde çeken Prometheus bitmek bilmeyen
bir işkenceye tutulmuş, kendini yenileyebilen ciğeri pis bir kartal
tarafından gün be gün parçalanarak yenmişti. Her durumda da
Prometheus miti sayesinde tanrıların kurban edilen hayvanla
rın yağlarını yediğine dair bir inanış oluşmuştu, tanrılar adına
kurban edildiği takdirde onların beğenisini kazandığınız bu dini
gelenek. Klasik dönemde Akdeniz bölgesinde büyük bir festival
haline gelmişti. Festival dini bir törenle yakılan hayvan yağlarıy
la başlardı ve ayin söylenen şarkılar ve şarap kadehleriyle devam
ederdi. Görünüşe bakılırsa bu kıa^ın tanrıları yumuşatmaya ya
ramıştı, aynı zamanda çok da eğlenceliydi çünkü tüm et ve şarap
sonunda Yunanlara kalıyordu.

256
Greg Jenneı

El yıkamak ise bin yıldır standart haline gelmijti -daha az sof


ra takımı kullanmayı sağlayan tek alternatifti- fekat güce sahip
insanlar sadece yemeklerinden çıkacak pisliklerden korkmuyor
du. Ortaçağ Fransa'sında büyük ziyafederden önce evlerde bir
borazan öttürülürdü, yani insanlar bu sayede salonda bulunan
su dolu kâselerde ellerini yıkamaları gerektiğini anlar fakat elleri
ni yıkarlarken masaya gelen hizmedi simya ve sihirli tekniklerle,
balık dişi, kurbağa parçaları ve parlak taşlar kullanarak yemekleri
zehirlimi diye bir bir inceler ve içlerinde kanayan et ya da rengi
değişen bir yemek varsa zehir olduğunu anlar ve odadaki insan
lardan birinin suikastçı olduğunu ortaya çıkartırdı. Birçok pres
tijli konuk için İlaveten yemek tatma köpekleri chien gouter'ler
kullanılırdı fakat bu çözüm de paranoyakları tatmin etmemişti.
Kral XIV. Louis sıklıkla tek başına yemek yerdi ya da bazı akşam
lar sadece kraliçenin kendisine katılmasına müsaade ederdi. Ak
şam yemekleri kilitli kutularda servis edilirdi ve masasına kadar
silahşorlar tarafından eskort edilerek getirilirdi. Tek amaç güvenli
bir şekilde yemeklerin masaya gelmesiydi. Biz de bir restorana
gittiğimizde garsonların çorbamıza tükürüp tükürmediğini kont
rol edecek silahlı korumalar göremiyoruz.

NE ÇATALI?
Philoxenos meraklı bir şair ve filozofm fakat her gece yemek
bulmak için dolanırdı. Bir gurmeydi -açgözlüydü- ve bağımlı
lığını ileriye götürmek için garip bir teknikle kendi düzenlediği
partilerde yemeklerini ilk olarak kendisi mideye indiriyordu. Tek
niğini uygulamak için Yunan hamamlarına gider, ellerini ve ağzı
nı sıcak suya sokardı, dolayısıyla sıcağa karşı hissizleşen uzuvları

257
Bir Günde Bir Milyon Yd

hizmetlilerinin yüksek ısıda pişirip servis ettiği yemeklere karşı


hazırlıklı oluyordu. Ziyafetlerinde yemekler masaya birer gayzer
sıcaklığında servis edilirdi, misafirler ellerini uzattıklarında acıyla
kendilerini geri çeker; lâkat kurnaz Philoxenos, uyuşmuş elleri ve
ağzıyla açgözlülükle en lezzetli yemekleri midesine problem yaşa
madan indirirdi. Bu onun açgözlülüğüydü ve akşam yemeklerine
hâkim olmak için birkaç dakikalık sinir hasarını kabullenmişti.
Bu akşam Philonexones'u taklit etmeyeceğiz, birkaç sebebimiz
var -birincisi adam zaten manyağın tekiymiş- fakat en önem
li farkımız sofra takımı kullanıyor olmamız, çünkü birçok antik
toplum, mesela Romalılar, Babiller, Yunanlar, Yahudiler ve Mısır
lılar yemeklerini öncelikle elleriyle yerlerdi. Ve takım kullanacak
olsalar bile sıvılar için kaşık kullanırlar ve sert yemekleri de bıçak
larla keserlerdi, yani çatal kullanarak lokmalarını geniş ağızlarına
götürmüyorlardı. Yemekleri servis etmek için pekâlâ çanak çöm
lek kullanıyorlardı ve meşhur Tivoli ı esrileri üst sınıf Romalıla
rın ziyafet sofralarındaki lüks düşkünlüğünü gösteriyordu. Hatta
İmparatorlar dönemi süslü camlardan yapılmış kâseleri de sof
ralarında görebilmişti fakat Romalı fakirler ancak terracotta'dan
yapılma kâseleri kullanabiliyordu.
Milattan sonraki 1. yüzyılda Caligiıla, Nero ve diğer gözü kara
imparatorlar dengesizlik ve sapkınlık \ arışına girdikleri dönemde
ortaya çıkan Roma kaşığının iki farklı çeşidi vardı: geniş ligula
çorbalar ve yumuşak yiyecekler için kullanılıyordu ve cochlea kü
çük bir kâse eşliğinde kullanılan, pipoyu andıran bir kaşıktı, daha
ziyade kabuklu deniz mahsullerini, yumurtaları ve diğer zorlu yi
yecekleri yemek için kullanılıyordu. İlginç olan, cochlea Latincede
salyangoz anlamına geliyordu ve kaşıkların tarihinin taş devrine

258
Gıeg lenneı

kadar uzanama ihtimalinin olduğu açıktı, atalarımız plajdaki ço


cuklar gibi kabuklu böceklerini içini temizlemeye çalışıyorlardı.
Bu çok uzak bir fikir değildi ve Galler'in güneyindeki Paviland'da
bulunan kemikten yapılmış ıspatulalar sofra gereçlerinin 26,000
yıl öncesine kadar gittiğini gösteriyordu.
Roma sohra takımı tasarımcıları icatçı olmasalardı tarihte yer
alamazlardı. New York Metropolitan Sanat Müzesi'nde yer alan
koleksiyon, antik sofra takımlarının içerisinde iki taraflı çatal-ka-
şık karışımı hibrit bir eşyayı barındırıyordu. Bir ucunda üç tane
sivri çıkıntısı vardı ve diğer ucunda da kâse şeklini almıştı. Hatta
bu aletin bir çeşidinde de sapın içine saklanmış sustalı bir bıçak
düzeneği kurulmuştu. Acaba bu kurnaz bir katil tarafından kur
banın partisine elini kolunu sallayarak girip garip kaşığıyla sui
kast düzenlemesi için mi yapılmıştı? Açıkçası hayır ama kaşıklı
bir katil olabilme ihtimali ne kadar komik değil mi? 3. sayfa ha
berlerinde okuduğunuzu düşünün!
Ama şimdi çatallara geri dönelim. Roma döneminde çatallar
sadece servis amaçlı kullanılmışlardı ve orta çaylarda akşam yeme
ği sofralarından tamamen kaybolmuş, batı Avrupa'da kullanılmaz
olmuşlardı, bir istisna hariç. Milattan sonra 972 yılında Kutsal
Roma İmparatorluğu varisi Prens Otto, Bizanslı yeni gelinini Re-
nanya eyaletine davet etmişti. Prenses Theophano politik gelin
lerin tabiri caizse Rolls Royce'uydu -zarifti, kültürlüydü ve elde
etmesi çok pahalı bir kadındı- ve bu sırada Prens Otto henüz iki
dirhemlik bir prensti fakat bu hükümdarlıklar arası devasa düğün
Almanlar için büyük bir zaferle sonuçlanmıştı. Bizans İmparator
luğu ikinci baharını yaşadığı dönemde Thephano'nun büyüleyici
teşrifi aynı 2008 yılında yeniden şekillenen Manchester City'e

259
Bir Günde Bir MUyonYd

Robinho'nun imza atmasıyla eşdeğerdi, televizyonları başındaki


birçok futbolseverin kalbi duracak gibi olmuştu.
Theophoano'nun pahalı kadrosu ve elbise koleksiyonu sürpriz
olmamıştı fakat akşam yemeğindeki yemek masası katılan krali
yet eşrafını bir hayli şaşırtmıştı, prenses eliyle yemek yemeyi red
dediyordu ve bunun yerine lokmalarım ağzına götürmek için iki
uçlu altından yapılmış bir çatal kullanıyordu. Sahnelenen israfa
tepkiler pek hoş olmamıştı ve çatalın Avrupa'daki kariyeri prense-
sinkiyle birlikte yok olmuştu fakat usul usul makarna seven İtal
yanlar çatalın elle yerken etrafa saçılan makarnalar için tam bir
çözüm olduğunu anlamaya başlamışlardı ve l400'lü yıllarda İtal
yan masaları artık çatalla tanışmıştı. Bu tabii ki İtalya'ydı, 1608
yılında İngiliz gezgin Thomas Coryat çatalla ilk kez tanışmıştı ve
İngiltere'ye döndüğünde maceralarını yayınlamış fakat tepkiler
pozitif olmamıştı.
İngilizler seri bir şekilde, kıtalar arası kullanılan bu araç gereç
lere gereksiz ve kullanışsız etiketini yapıştırmışlardı: "Bir insan,
tanrı tarafından ellerle donatılmışsa neılen çatala ihtiyaç duyar?"
gibi yorumlar yapan şüpheciler bir yana Coryat'ın dostları John
Donne ve Ben Johnson'da keyifle arkadaşlarını alaya almışlardı.
Fakat türlü badireler atlatan gezgin İtalyanların çatalları hijye
nik bir çözüm olmasından ötürü kullandıklarını not almıştı: 'her
insanın eli temiz değildir' diyerek yemek odalarında portatif la
zımlıkların olduğu bir döneme başkaldırıyordu. Yine usul usul
Coryat'ın düşünceleri insanlar tarafından yayılmaya başlamıştı ve
çatallar zenginler tarafından kullanılarak, güzel birer koleksiyon
eşyası sıfatına da bürünmüşlerdi. İlk çatallar küçük ve ince saplıy
dı, genellikle çift dişli oluyorlardı. Kull.ınım amaçları sıklıkla tat-

280
Gıeg lenner

İl, yapışkan yemekler ya da parmaklarda leke bırakacak yiyecekler


içindi tabii kaynaklar bazı insanların çatalı kullanarak lokmala
rını tabaktan aldıklarını ve ardından yine parmaklarıyla ağzına
götürdüklerini söylese de bu bizi konumuzdan uzaklaştırıyor.
Eğer şu anda elimizdeki çatallara bakacak olursak, 4 dişli ol
duklarını görürüz ve bu mükemmel bir rakamdı fakat bu hale
bürünmesi uzunca bir süre içerisinde olmuştur. 1700'lü yıllarda
3. dişle birlikte üretilmeye başlayan çatallardan sonra kaşığın ta
bağın derinlerine inmesine ihtiyaç kalmamıştı. 1800'lü yıllarda 4.
diş çatallara eklenmişti, en azından Avrupa da böyleydi. Charles
Dickens 1840 yılında A.B.D'yi ziyaret ettiğinde burada çatalların
çok nadiren kullanıldığını görmüş ve şans eseri bir yemekte çatala
rastlamışsa da hâlâ iki dişli çatal kullandıklarına şahit olmuşm.
Daha da düşündürücü kısım, dümdüz olan çatalları gırtlaklarına
kadar sokan davetliler uzaktan bakıldığında kılıç yutan palyaçola
ra benziyorlardı. Amerikalıların 4 dişli çatalla tanışmaları uzunca
yıllar sonra gerçekleşecekti ve bir dönem insanları kandırmak için
üretilen 5 dişli çatallarla da uğraşmak zorunda kalmayacaklardı.
5 dişli çatal, insanlara Gilette'nin sürekli yeni yeni ürettiği sayısı
artan tıraş bıçaklarını hatırlatıyordu.
Çatalın uzun süren değişimi sırasında diğer sofra takımları ye
mek masalarındaki hâkimiyetini sürdürmüşlerdi. Çatal düz me
tal bir çubukluktan şimdiki halini alana kadar Hotno Heidelber-
gensis taşları bileyleyerek et kesmek için bıçaklar yapmışlardı ve
bu bıçaklar 1,6 milyon yıldır kullanımına devam edilen gereçler
olmuştu. Ortaçağ sırasında kral da dahil tüm ziyafetlerde misa
firler kendi bıçaklarını yanında taşırlardı. Ve Side Story fi l
mini izlediyseniz, insanlar aynı bu fi lmdeki gibi kendi bıçaklarını

261
Bir Günde Bİı Milyon Yıl

-köleler ve keşişler dahil- yanlarında taşıyorlardı. Ve Benedict


tarikatının kurucusu, saygı duyulan Aziz Benedict daha da ileriye
giderek kqişlerine bıçakla yatmamalarını ve dolayısıyla uyurken
üzerine düşüp karınlarını deşmemeleri için tüm manastırdakileri
uyarmıştı.

Et bıçaklarımızı servise eklemediğimiz için şu anda kullandığı


mız bıçaklar bir hayli kör; eğer duvara atacak olsak Zano filmin
de olduğu gibi duvarı kâğıt gibi delip içinde kalmayabilir. Fakat
Ortaçağ bıçakları bir hayli keskindi; hatta bu bıçaklar birçok işe
yaraması için tasarlanmıştı, ucu jilet gibiydi ve nefsi müdafâa hal
lerinde kullanılsın diye şekillendirilmişti, avlanmak ya da pratik
işler de de çok kullanışlıydı. îşte bu yüzden şimdilerde misafirle
rimize doğru bıçak tutmak ya da elden ele bıçak değiştirmek çok
yerinde davranışlar olarak kabul edilmiyor. Ortaçağ dünyasında
bıçaklamalar popüler bir suç haline gelmişti ve ziyafet odalarında
herkes keskin bir bıçağa ulaşabildiği için sınırsız alkol tüketimi
çok da akıllıca bir seçenek olarak gözükmüyordu.
Sofra gereçlerinin şeytani imkânlara sebebiyet vermesi -kaşıklı
katilimizi de unutmayalım!- part time kamçı ustalığı yapan ve
hayal gücü kıt Kral XIV. Louis'e tam zamanlı danışmanlık yapan
Kardinal Richelieu 1669 yılında tüm sivri uçlu bıçakların kullanı
mı yasaklamıştı. Bu karar sonucunda ortaya içe kıvrık, kabzasıyla
birlikte S şeklinde bıçaklar masalarda görülmeye başlandı, bu ta
sarım sadece güvenlik amaçlı değildi aynı zamanda bileğin daha
rahat kullanılmasına ve ağza götürürken çok daha rahat hareket
etmesine olanak sağlıyordu. Aynı zamanda tabaktaki yemekleri
almak kolaylaşmıştı. Artık kaşığın kıvrık yapısıyla uğraşmak ya
da çatalın zor kavrayan doğasıyla boğuşmaya gerek kalmamıştı.

262
Greg lenner

DOĞRA VE DEĞİŞTİR
Bu akşam Oıtaçağ'daki Venedikliler gibi makarna sarmaya ya
rayan çatallar kullanıyoruz fakat böyle bir akşam ziyafeti doğu
Asya'da olmuş olsaydı, çatallar yerine tahta çubuklar kullanılıyor
olurdu, bu araçlar belki de parmaklardan sonra en popüler ikinci
yemek yeme cihazlarıydı. Çin'de bu basit teknoloji zamanında
Zhtı diye adlandırılmıştı fakat şimdilerde ismi Kuaizi olarak de
ğiştirildi, Kuaizi hızlı çubuklar anlamına ya da hızlı dostlar an
lamına geliyordu. İkisi de hokey takımları için fantastik isimler
olabilirdi, tabii bir takım kuracaksanız. Her neyse, tahta çubuklar
görünüşe bakılırsa Çin'de icat edilmişti ve muhtemelen 5,000 yıl
lık bir tarihe sahiplerdi çünkü bulgular, eskiden insanların büyük
çanaklarda kaynattıkları yiyecekleri elleri yanmadan almak için
bu çubukları kullandıklarını gösteriyordu.
Tarihçiler için can sıkıcı olan tarafı ise bu arkaik dönem îtal-
ya'daki siyasi seçimlerden bile daha karmaşıktı yani kesin olarak
konuşabilmek imkânsızlaşıyordu. Erken dönemlerde yazılmış,
kılavuz niteliğindeki The Book ofRites (Lı'^ji) Shang Hanedanlık
döneminin son zamanlarında (M.ö. 1600-1046) fıldişinden ya
pılma çubukların kullanıldığını anlatıyordu fakat bu metinler ha
nedanın ölümünden yıllar sonra kaleme alınmıştı yani doğruluk
payı tartışmalıydı. Arkeoloji imdadımıza yetiştikten sonra Yin
harabelerindeki kazılar -Shang Hanedanlığının antik başkenti,
şimdiki Henan bölgesindeki Anyang şehrinin birkaç mil ötesinde
kalıyor- 3,000 yıl eskiye dayanan pirinçten yapılmış çubukları
ortaya çıkartmıştı.
Tarihin sonraki dönemlerinde farklı maddelerin kullanımı
da serbest bırakılmıştı. Fakirler genellikle tahta ya da bambudan

263
Bir Günde Bir MUyon Yd

çubuklar kullanıyordu fakat zenginlerin her zaman altın, pirinç,


akik, yeşim ve gümüşten yapılı çubukları seçme şansları vardı
fakat sonuncu seçenek siyanür rengine dönmeye başladığında
paranoyaklar için bu çubuklar kabusa dönüşmüştü. Fakat ıslan
dığında kayganlaşan bu pahalı çubuklar, kullanıcının da düzgün
tutmaması yüzünden yiyecekleri kavrayamıyordu ve artık tahta
çubuklar yerini düşüren çubuklara bırakmıştı... Yeni diyet kita
bıma da bu sloganla giriş yapmayı düşünüyorum. Kafası Karışık
ve Zayıf. Gümüş çubuk diyeti!
Milattan sonra 6. yüzyılda yemek çubukları Asya'nın diğer
bölgelerine de yayılmış ve ilk etapta dini yemeklerde kullanılmış
olsalar da Japonya kendi stilini işin içine katarak sıklıkla tahtadan
yapılan ve güzelce verniklenmiş çubukları kullanmaya başlamıştı.
Japon çubukları genellikle yuvarlak şekilde zımparalı oluyordu
ve uç kısmı sivrileştiriliyordu. Ayrıca Çinlilerin 9 inçlik çubuk
larından biraz daha kısa oluyordu. 1800'lü yılların sonunda Ja
ponlar çubukların kullan at şeklinde olanlarını da icat etmişlerdi,
birbirine yapışık olarak üretilen çubuklar kullanılacakları zaman
ikiye ayrılıyordu. Bu şimdilerde Asya'da üretilen ve kullanıp çöpe
attığımız plastik sofra takımlarına benzerdi.

ORTAUĞIDAĞITAUM
Başlangıç mönümüzde meşhur bruschetta ve terbiyeli etler
var, kolaylıkla mideye indirilebilen yiyecekler &kat ana yemeği
getirdiğimizde, domates soslu İspanyol usulü tavuk bir anda in
sanları uyandırıyor, çünkü tertemiz kıyafederi az sonra domates
lekeleriyle mahvolabilir. Neredeyse tüm insanlar gergin bir şekil
de peçetelerini açarak ve şakayla karışık sorarak peçetelerini yaka-

264
Gıeg lenner

larına bağlamalarının bir problem olup olmayacağını soruyorlar.


Peki bu koruyucu kalkanlar ne zamandan beri yemek kültürü
müzde yer alıyor?
Mendil Roma dönemine kadar uzanan bir tarihe sahip. Ro
malılar kendi aralarında ağızlarını ve parmaklarını silmek için
mappa adında bez parçaları kullanıyorlardı. Hatta İmparator
Nero mendil kullandığını, döneminde başlattığı at arabası yarış
larında sallayarak kanıtlamıştı. Romalılar Ortaçağda masa örtü
lerini yağlı ellerini silmek için mendil olarak kullanmaya başla-
salar da bu hızla uzun sürmemişti çünkü ev sahipleri durumdan
rahatsız olmaya başlamıştı. Kullandıkları örtüler genellikle bir
önceki hatta daha eski jenerasyonlardan kalan yadigârlardı ve bu
nadide parçaların domuz yağı ve şarap lekesiyle kirleniyor olması
bu romantik ziyafetlerde pek de hoş olmuyordu. Fakat insanların
bu yadigârları dolaplarında sır gibi saklamaları da pek doğru bir
davranış değildi, çünkü masa örtüleri {longerie) sembolik bir an
lama sahipti, birçok insanı, mertebesine bakmadan aynı masada
buluşturuyordu, örneğin, bir ev sahibinin kapıda duran muha-
hzlardan birini çağırıp, kılıcıyla davetlilerden birinin masa örtü
sünü iki yanından keserek ayırmasını istemesi büyük bir aşağıla
ma sayılıyordu, çünkü seçilen kişi neşeli ziyafetten sürgün edilmiş
oluyordu. Onaçağ'da yapılan bu davranış aynı yaramaz bir çocu
ğu öğle yemeğinde arkadaşlarından ayırarak yalnız yemek yeme
cezası vermeye benziyordu.
Yağlı ellerden kaynaklanan kaçınılmaz kirler, birçok Ortaçağ
ev sahibini masa örtüsü üzerine örtülen servis örtülerine yatırım
yapmaya zorlamıştı, bu -runnerlar ya da sur-mppes (nappe La
tince mappa'dan türemiştir) örtüler masanın üzerinden iki tarafına

265
Bir Gflnde Bir Milyon Yıl

uzanarak sarkan ve lekelerin kuvvetle muhtemel hedefleyeceği


yerleri koruyan örtülerdi. Hatta çoğu vakada bu lekeleme duru
mu kazara bile olmuyordu. 16. yüzyılda yaşayan aydın Erasmus
onca meşguliyetine rağmen konuyla alakalı kılavuz niteliğinde
bir yazı yazmaya karar vermişti, bu kılavuzda, "Yağlı parmakları
emmek kaba bir davranıştır ve başka birinin kıyafetine sürmek
ten hiçbir farkı yoktur, yağh ellerinizi mendil ya da masa örtüsü
ne silmelisiniz," diyordu. Yine çok meşhur Fransız yazar Michel
de Montaigne, çok fezla çatal kaşık kullanmadığı için günlerini
mendil harcamakla geçirdiğini kabul etmişti. Bu insanlar Avru-
pa'daki önde gelen bilim adamlarıydı ve insanların gözü önün
deki düzensizlikleri aslında iyi ahlaklı olduklarını gösteriyor fi k
rini uyandırmıştı. Buna ek olarak, Portekiz misyoner Peder Joao
Rodriuges aynı yüzyılda yaşayan Japon aşçıların "Bizim elle ye
mek yememize ve ardından yağlı parmaklarımızı mendillere sil
memize hayran kalmışlardı ve aynı zamanda bu lekeli ve yemek
artıklarıyla kirlenmiş örtülerin iğrenç görüntüleri ve hatta mide
bulandıran hallerine maruz kalmışlardı" notunu tarihin sayfala
rına düşmüştü. Anladığımız kadarıyla, kültürlü Montaigne bile
insanların gözünde Monty Python'un akşam yemeğindeki çiğ gö
rünümlü Bay Creosote'den daha da kötü olduğuydu.
Montaigne ve Erasmus 1500'lü yıllarda yazılarını kaleme alı
yorlardı ve bu dönemde ziyafetlerdeki her bir davetli kendilerine
özel peçete ya da servis örtüleriyle donatılıyordu, bu örtüler ya
da peçeteler kare şeklinde 1x1 boyutlanndaydı. Bu da çok kulla
nışlı olmamalarına neden oluyordu. Yüzyılm sonunda moda olan
yaka -kolalı kumaştan yapılan yuvarlak yakalar- süslü akşam zi-
yafetlerindeki misafirlerin mendillerini yakalarına bağlamasını ve

ZBB
Greg lenner

dolayısıyla çenelerinden pahalı kıyafederlne ya da masaya leke


damlamamasını sağlamışlardı, bu gelenek aynı zamanda yakala
rın tedavülden kalkmasını engellemişti ve 17.18. yüzyılda giyilen
fırfırlı gömleklerin savunulacak bir özelliği kalmıştı. Hatta sofra
takımları aç insanların ağzına daha güvenilir bir şekilde lokmaları
götürmeye başladığında mendiller yakalardan inerek dizlerin üs
tüne serilmeye henüz 1800'lû yıllarda başlanmıştı.

SAMİMİ SOHBETLER
Misafirler neşeyle yemeklerini yerlerken doğum günü at
mosferi de ortama güzel bir enerji katıyor, insanlar birbirleriyle
kaynaşıyor. Bu yaşasaydı Romalı yazar Plutarch'ı etkileyecek bir
görüntü olabilirdi Plutarch her zaman misafirlerinin ortamdan
zevk aldığından emin olmak isteyen biriydi. Bir köşeye çekilip
kıskanç rakiplerin birbirlerini çekiştirmesini izlemeyi tercih et
mezdi, sofrası her zaman demokratik çerçevede insanların oturup
sohbet ederek birlik olduğu bir sofra olmak zorundaydı. Bunun
için misafirlerine ilginç sohbet konuları önerirdi, bunlardan biri
de klasik 'tavuk mu yumurtadan yoksa yumurta mı tavuktan?'
paradoksuydu. Aynı zamanda masasında bulunan denizcilere se
yahat anektodarını sorar ve sohbet durağanlaşuğında denizcilerin
anılarını dinlemek isterdi.
Meşhur yazarlardan bir diğeri, Marcus Terentius Varro "Soh
bet... gergin ve kafe bulandıran olaylarla alakalı olmamalıdır,
ama insanları birleştiren çeşitli konularda yapılmalıdır," diye dü-
şünüyordu..Xenophon'un Symposium'unda Yunan karakterlerden
biri bizlere sürekli akşam yemeği davetleri aldığını çünkü kıvrak
zekâlı bir insan olduğunu -bir partinin şah damarıdır bu tipler-

267
Bir-Gûnde Bb Milyon Yıl

söylüyordu. Fakat şakayı kakaya çeviren misafirlerden de uzak


durulması gerektiği de tüm ev sahipleı inin kabul ettiği bir ger
çekti, bu şaka özürlü insanlar sohbederde yaptıkları şakaların çok
yanlış yerlere gitmesi sonucunda yerin dibine giriyorlardı. Plutar-
ch'ta yemeklerinde kendi yapuğı birkaç gaftan sonra şaka yapılır
ken dikkatli olunmasını önermeye başlamıştı: "Doğru zamanda,
gizlice ve zekice şaka yapamayan insanlar şaka yapmayı deneme-
melidirler," diyordu. Dahası, bu şakalar mutlaka : "Spontane ve
sıradan olmalı, katiyen önceden hazırlanmamış olmalıydı." Basit
çe anlatmak gerekirse, Plutarch zekânın yanında yer almak isti
yordu, bayadamış Seinfield rutinleri ona göre değildi: "Peki ya şu
at arabaları ne olacak:"

Çin'de sohbeti yemeklerden önce yapmak daha yaygındı ve


arından yenen yemek çabucak biterdi. Buna karşın geleneksel
Japon sofralarında servis gayet sessiz başlardı fekat herkes rahat
lamaya başladığın yavaş yavaş masadaki gürültü artardı. Zaman
ve mekânlar arasında gelenekler yemek masaların eğlenmek için
kurulduğunu gösteriyordu; jonklörler, şarkıcılar ve hatta birbir
lerini parçalamaya çalışan gladyatörler ziyafedere eşlik ediyordu
fakat kimsenin salonda güreşmek isteyeceğini sanmıyorum. O
yüzden bu gece birbirimizi eğlendirmek zorundayız, fiıkat konuş
tuğumuz konularla alakalı dikkatli olmak zorundayız, sıkıcı ya da
kaba gözükmemeliyiz, çok sıkı arkadaşlarımızın arasında olma
mız da bunu değiştirmemeli.
Her şeyi bir kenara bırakırsak, Montaigne çok akıllı bir fi
lozoftu, aynı zamanda insani yönleri de öne çıkıyordu, burnu
havada değildi ve insanların akşam yemeklerinde birbirlerine yu
kardan bakan konuşmalar yapmalarını bir türlü anlayamıyordu.

268
Greg lenner

Diğer yanda 18. yüzyıl aristokratlarından Lord Chesterfıeld


oğluna toplum içinde gülerken görülmemesini söylemişti, çün
kü centilmenler iyi espriler karşısında kibar bir gülümsemeyle
yetinmeliydi. Chesterfıeld'ın birçok dişinin olmadığını bilmek
aslında gülmenin ona bir fayda sağlamayacağını da ortaya ko
yuyor. Onun zamanında genç insanlar daha sessiz kalmayı ter
cih ediyorlardı -ve kadınlar da ağırbaşlılıklarını korumak için
büyük çaba sarf ediyorlardı- o yüzden birçok tavsiye akşam ye
meklerinde öküzlük yapan erkekler için geçerliydi. Tavsiyeler
bu adamların sürekli takıntılı narsist hallerinden çıkmalarını,
utanç verici konulara girmemelerini, diğer konukları aşağılama
malarını, çirkin şakalar yapmamalarını, politika ve ahlak ko
nusunda yapılan klasik tartışmalara girmemelerini ve girmeleri
dâhilinde dogmatik fikirlerini insanlara empoze etmemelerini
anlatıyordu. Kısaca tavsiye basitti: burnunun dikine giden bir
götoş olmayın.
1 SOO'lü yılların sonunda -en azından Britanya'da- orta sınıflar
aristokratları taklit etmeye başlamıştı ve görgü kurallarını anlatan
kitapçıklar bir hayli popüler olmuştu ve birçok kılavuz niyetinde
kullanılan kitapçık kadınlar tarafından kaleme alınıyordu yani
tavsiye aniden karşılarına ferklı bir elbiseyle çıkıyor ve kudurmuş
seksistler ortaya çıkıyordu:

Bir centilmen, karşısmdaki bayana kendisiyle aynı


anlayış biçimine sahip olup olmadığım ya da buna ye
tecek kapasitesi olup olmadığını tartacak fiusatı verme
li... Toplum içinde bir yere uğrayıp, zeki bir kadınla
konuşacak olduğunuzda... kadın sizi küçüms^bilir

269
Bir Günde Bir HUyon Yıl

ve sizden uzaklaşır ya da sizi kabul eder ve onun yüksek


entelektüel düşünce yapısına ulaşacak kapasitede oldu
ğunuzu düşünerek sizi ona göre yargdar.

Vay anam.

AHLAKINIZA DİKKAT EDİN


Yemekler tükeniyor ve şarap da hr/.la yok olmaya başladı;
herkes çakır keyifli bir hale büründü ve salondaki laklak sesi
yükselmeye" başladı. Fakat dikkat etmemiz gereken, çok fazla
paçozlaşarak kabalık sınırlarını aşmamak olacak; arkadaşlarımızı
affedebiliriz fakat salonun ortasında geğirmek ya da ulu orta kıç
kaşımak yakışık almaz. Masa ahlakı, antropologların gerçekten
üzerine eğildi konulardan biridir ve tarih boyunca kültürden kül
türe farklılık göstermiştir. Fakat tipik senaryo, bireyleri kontrol
altına alarak grubu bir arada tutmaya çalışmaktır. Daha kolayı,
etiketlerimiz kendimizi kontrol alarak sosyal benliğimizle etrafı
mızdaki insanları rahatsız etmememizi sağlar. İşe gittiğimizde bizi
dışlamamaları ya da düğün davetlerini geri çekmemeleri için ken
dimizden ödün vermek zorunda kalırız karşılığında da onların
devam eden arkadaşlıklarına sahip oluruz ve eğer patronumuzdan
söz edecek olursak, bir sonraki ay da maaş almaya devam etmeyi
garanti ederiz.
Bu anlatılanların güzel bir örneğini Çin üzerinden verebiliriz,
mesela Çin'deki Book ofRites hiçbir zaman yemekleri sol elle al
mamamızı söyler, çünkü sol el tarih boyunca kirli işleri yaptığımız
-kıçımızı temizlemek gibi- uzvumuzdur. Sol kelimesi Latincede
uğursuz anlamına gelir ve bizlere sol eli kullanıyor olmanın tarih

270
Greg lennor

boyunca talihsizlikle bir arada anıldığını gösterir ve aynı zamanda


İslamiyet'te de sol el kullanımı kısıdanmışu. Fakat burada kural
lar çok katı değildi ve ekmek gibi yiyecekleri tutmaya müsaade
ediliyordu ya da ortak paylaşılan tabaklardan sol elle lokmanızı
alabiliyordunuz. Bu huklılığın mantıklı açıklaması; insanların
özgür bırakılmasıyla anlatılabilirdi, yani isteyenler kirli elleriyle
yemek yiyebilirlerdi fakat yasak olan bokunuzu başka insanların
yemeklerinize bulaştırmaktı.
Çin ve Japon görgü kurallarından bazı tanıdık olanlarında
insanların ortak tabaklardan çubuklarıyla lezzetli parçaları seçe
rek ayırmamalarını söylüyordu, böylece ortadaki tencereyi sal
yalarını bulaştırdığı yemek çubuklarıyla kirlenmeyecekti. Kural,
herkesin ilk dokunduğu parçayı almasıyla başlıyordu, ayrıca or
tak servis tabaklarından direk yemek kabaca bir hareketti, kibar
bir misafir önce yiyecekleri kendi kâsesine alırdı. Ayrıca misa
fi rler diğer insanların çubuklarına da dikkat etmeliydi ve kaza
lardan kaçınmalıydı. Bu sonra maddeyle alakalı görgü kuralı da
olası kazalardan sonra insanlar kibarca gülüp geçerlerdi. Kısa
cası olay otoparka kadar uzayıp yumruk yumruğa bir kavgaya
dönüşmemeliydi.
Bazı tarihi görgü kuralları şu anki tercihlerimize çok benziyor
du. Yunan yazar Hesiod, yazılarında, yemek masasında tırnak kes
menin iğrenç olduğunu söylüyor ve Erasmus da bir misafirin san
dalyesinde durmadan kımıldamasının başkaları tarafından gizlice
gaz çıkarıyor gibi anlaşılabileceği için uygun görmüyordu, yani
sabit durmak elzemdi. Hollywood'un gürültülü Ortaçağ ziyafeti
betimlemelerinin aksine 12. yüzyılda yazılmış The Fijiy Rules of
the Table kitabında, Milan'h şair Bonvesin da la Riva, okurlarına

271
Bir Güıule Bir Milyon Yd

ağızları doluyken konuşmamalarını, üzücü sohbetlerden kaçın


malarını, birileri içki içmeye kalkarken soru sormamalarını, garip
sesler çıkarup boş dedikodular yapmamalarını söylüyordu. Özet
le hedef: 'masada düzgün davranmaktı; zarif, kibar, güler yüzlü ve
alçak gönüllü olabilmekti.' Diğer yazarlar bu kitapların ardından
daha ciddi önerilerle görgü kurallarını genişletmişlerdi; insanlara
karşı hapşırılmayacaktı, evcil hayvanlar masada sevilmeyecekti,
yüksek sesle konuşulmayacak ya da kendini öven konuşmalar
dan kaçınılacaktı, ağız açıkken çiğnenmeyecek, tabağa elle yemek
alınmayac^; bağdaş kurulmayacak ya da kaşlar kaldırılmayacak,
diş araları bıçak ya da tırnaklarla temizlenmeyecek, tabaklar ya
lanmayacak ya da dudaklar ve sofra takımları yalanmayacaktı. Ve
katiyen gaz çıkartılmayacak!
Tabii Erasmus bu erken dönem yazarlarından daha merha
metliydi. Öksürmek, hapşırmak, geğirmek, hıçkırmak bedenin
kontrol edemediği ani reflekslerdi ve: "Doğanın getirdiği bir sesi
bastırarak toplumlarda daha sağlıklı olmak yerine daha ahlaklı
gözükmek tamamen salaklıktır," diyordu. Bu yazdıklarını Roma
İmparatoru Cludius fermanında ilan ettiği tıbbi bir gereklilik ha
linde huzurundaki insanların doğal harekederde bulunabileceği:ı
fikrinden sonra kaleme almıştı, fermanın sebebi, bir vatandaşın
geğirmek yerine imparatorun huzurunda ölmeyi tercih etme
siydi. Fakat günümüz ahlak kurallarına uymayan bir durum ise
tükürmenin serbestliğiydi. Kaynaklar sadece antik Pers toplumu
nun tükürmeyi ortak alanlarda yasakladığını söylüyordu ve Yu
nanlarla Romalılar bu davranışı yeteri kadar gizli yaptığınız tak
dirde kimseye karışmıyorlardı. Erasmus bu fikre katılmıştı, eğer
insanlar çok uzak mesafelere ağız dolusu balgam atmıyorlarsa, bir

272
Greglenner

lamayla yanşa girer gibi tükûrmûyorlarsa, ona göre problem yok


tu. Tükürük için ayrı bir kaba da gerek olmadığını düşünüyordu
çünkü zemin buna gayet müsaitti.
Tükürmek 19. yüzyılda yeni halkça tutulma sınırlarına ulaş
mıştı, özellikle Amerika'da tütün tüm ulusun tükettiği bir mad
deydi ve hatta başkan Andrew Jackson dahi pirinçten tükürük
kâseleri yaptırılıp Beyaz Saray a konulmasını emretmişti. Böyle
ce salonlarda dolaşıp tütün çiğneyebilecekti. Şaşırtıcı olan ancak
1900'lü yıllara gelindiğinde sağlık bakış açısı tükürüğe hâkim ol
maya başlamıştı, bulaşıcı hastalıkların korkusu insanların hafızla
rına yerleştikçe tükürük orta sınıfın kaş kaldırarak sinirlendiği bir
tabu haline gelmişti. Ve hiç birimiz bu masada ağzımızdaki sal
yaları biriktirip etrafa tükürmek niyetinde değiliz. Hatta Viktor-
ya döneminde yaşayanlar gibi ahlaki hatalarımızdan dolayı özür
dilemeyi ve kendi hatamız olmadığından, ağzımızdan kazara ka
çarak mendilimize damlayan salyalarımız yüzünden insanlardan
sessizce özür dileriz.

Üzerinde ortak uzlaşı sağladığımız diğer bir konu ise bu ziya


fetlerin birer yemek tüketme yarışı olmadığıydı. Buradaki ama
cımız yemekten zevk almak ve grup olarak birbirimizle iletişime
geçmekti ve aramızdan kimse masada henüz yemekleri tatmamış
biri varken tüm servis edilenleri bitirmeye kalkışmazdı. Garip bir
şekilde. Kraliçe Viktorya döneminde akşam yemekleri bu söyle
diklerimizin aksi yönünde gelişirdi. Kraliyet kuralları önce kra
liçeye servis yapılmasını söylüyor ve tabağına yiyecekler değdiği
andan itibaren kraliçe aceleyle yemeklerini ağzına götürme zo
runluluğu hissediyordu. Bu sırada servis yapılan diğer misafirler
Kraliçenin tabağını rekor bir sürede bitirmiş ve tabağını çoktan

273
Bir Günde Bir MUyon Yıi

parlatmış olduğuna şahit oluyordu, sonradan aldığı kiloların se


bebi de böylelikle ortap çıkıyordu.
Talihsiz bir şekilde, yemek protokolü kraliçe yemeğini bitir
diğinde tabakların masadan kaldırılmasını emrediyordu ve bu da
birçok misafirin henüz yemeklerine dokunmamış olduğunu dü
şünürsek pek de hoş olmuyordu. Tarihin anılarından birinde sıra
dışı Lx)rd Hartington un tabağmdaki yarısı yenmiş kuzu pirzola
sının bir anda kaybolduğu fark etmesiyle birlikte öfkeyle bağıra
rak yemeğini geri istemesi yer alıyor. Ziyafetteki diğer insanların
suratının bu ani çıkışla bembeyaz kesilmiş olabileceğini hepimiz
tahmin edebiliyoruz fakat Viktorya bu ciddi kafe karışıklığından
memnun olmuşçasına görünüp tabağına cömertçe doldurulmuş
yemeğini hışımla açlığını gidermek için midesine indirmeye de
vam ettiği de yine aynı anı içerisinde yer alıyor. Tek başına bir
hükümdar bile verdiği ziyafette ilk önce misafirlerinin isteklerini
tatmin etmeyi bilmeli...
Ana yemeğimiz bittiğine göre artık ışıkları açarak çikolatalı
kekimizi masamıza getirebilir ve doğum günü misafirimiz mum
ları üflerken şarkımızı söyleyebiliriz. Şimdiye kadar harika bir
gece geçirdik ve herkes gerçekten mutluydu fakat durmamızın
bir anlamı yok. Hepimiz yetişkiniz ve bugün cumartesi, yani ar
tık alkol dolabını açmanın vakti geldi.

274
2L30

İÇECEKLER

Misafirlerimiz yemek masasından kalkarak rahat koltuklara geç


tiğine göre biz de ev sahibi olarak içki servisine geçebiliriz. Odaya
göz atarken herkesin farklı damak tadı olduğunu anlayabiliyoruz
-şarap bağımlıları, bira âşıkları ve gazlı içecek sevdalıları aramız
da- yani içki dolabımıza giderek elimizdeki alternatifleri listeme-
liyiz, dolayısıyla kimin ne istediğini de bilmemiz gerekiyor. İçki
dolapları kullanarak, sahip olunan şişeleri gösterme âdeti Britan
ya'da yaygın bir gelenektir, orta sınıflarda sıklıkla görülen bu alış
kanlık 1970'li yıllarda başlamıştı, önceleri insanlar uğraşmadan
birahanelere giderlerdi fakat bu insanların binlerce yıldır alkol
den keyif almadıklarını göstermiyor. Hatta alkol, belki de bizden
önceki türlere kadar giden bir tarihe sahip olabilir.

PARTİ HAYVANLARI
Google'a 'drunk elk' yazarsanız İsveç'te çekilmiş komik bir
fotoğrafla ödüllendirilirsiniz. Bu komik fotoğrafın kahramanı,
fermente olmuş bir çuval elmayı midesine indiren ayyaş bir ge-

275
BirGandeBirMUyonYd

yilc. Sarhoş olunca ağacın üst kısımlarındaki elmalara ulaşmaya


çalışırken dalların arasına sıkışmayı da başarmış. Dolabımızdaki
çeşit olayı karmaşıklaştırsa da alkol aslında basit şekliyle şekerin
fermente olmuş halinden oluşur, yani cn vahşi hayvanlar bile al
kolün etkisiyle kafalarını güzel edebilirler. Bu da bize taş devrin
den beri yaşamış insanların da çürümüş meyveleri yiyerek, sadece
keyif için değil hıkat ethanol maddesinin bir gramında protein ve
karbonhidratlara kıyasla daha fâzla kalori olduğu için tükettikleri
hipotezini de mantıklı kılar ayrıca günde yedikleri beş öğün ye
meğin de daha eğlenceli olmasını sağlar.

ÇİFTÇİLER Mİ. MAYACILAR MI?


İnsanlar tarafından yapılan ilk alkol 9,000 yıl öncesini göste
ren kanıdara dayanır, ilk olarak neolitik dönemde görülmüştür.
Çin'in Henan bölgesindeki Jihau kasabasında yapılan kimyasal
analizler, çömleklerin içinde pirinç, bal ve meyvelerden yapılmış
mayalı içecekler olduğu ortaya koymuştur. İsveç'teki kral geyi
ğimizin yedikleri gibi, meyveler kendi kendilerine mayalanması
için bekletilirdi fakat pirincin durumu hırklıydı; çiğnenmesi ge
rekiyordu, moleküler yapısı insan tükürüğüyle çözünüyordu ve
daha sonra kâselere konularak içilmeye hazır oluyordu. Bu çok
lezzedi gözükmüyordu ve önünüze konan kâse dolusu içki aynı
zamanda göz zevkinizi de bozuyordu. Fakat bu içecek -bir kamış
yardımıyla içilirdi— % 10 oranında alkollü, tatlı ve kalori olarak
yüksekti. Birkaç kâse içen bir insan, dünyaya nasıl geldiğini unu
tacak kadar sarhoş olabiliyordu.
Fakat daha da ilgi çekici olan, tarımla alkolün hızlı bir şekilde
yan yana anılır olmasıydı. Tekerleğin icadından bile önce geçen

276
Greg lenner

bu dönemde insanlar daha vagonun ne olduğunu bilmezken,


sarhoş olup vagonlardan düşüyorlardı. Bazı arkeologlar bunu bir
tesadüf olmadığını bile düşünüyordu. Teorilerden birine göre,
mayalama neolitik tarımın başlamasmdaki temel nedenlerdendi.
Alkol ekin yetiştirmek için eğlenceli bir şey değildi ama ekinler
den alkol yapmak bir hayli işe yarıyordu.

SAKE AŞKINA
Pirinç, Hindistan, Çin, Kore ve tabii ki Japonya'da birincil al
kol malzemesi olarak kalmıştı, Japonya'da pirinç şarabına sake
deniyordu. Geleneksel tarifler insan salyasına kaynatılmış pirinç
ekleyip bir hafta bekleterek alkol elde edilecek kadar basitti fa
kat diğerleri karmaşık prosedürlere sahip ve bir azizin sabrını test
edecek kadar zordu. Eğer evde kendi içkinizi yapmak istiyorsanız
size bir tarif:

1. Pirinci temizleyerek kirinden ayırın ve birkaç kez


suyla yıkayın.
2. Bir hafta boyunca şerbetçiotunda bekletin.
3. Bir saat boyunca buharla kaynatın ve ardından üze
rine soğuk su dökün.
4. Bambu üzerine pirinçleri sererek kurutun ve sonra
su dolu bir tencereye koyun.
5. Tencereye doğal arpalar ve enzimler ekleyin, farklı
türde pirinçler de kullanabilirsiniz.
6. ICarışımı ılık bir kavanozda 70 gün mayalanacak
şekilde bekletin.

277
Bil Günde Bir Milyon Yıi

7. İçeceği içerisine iki parça an balı, 5 bambu yaprağı


ve danaçiçeği ekleyin.
8. Kaynatın ve yavaşça soğumasını bekleyin.
9. için!
10. Yere düşün!
11. Baş ağrısından şikâyet edin!
12. Tekrarlayın!

Bu bakteri yok eden pastörize işlemi, şarabın 10 yıla kadar


kavanozlarda saklanmasına olanak sağlıyordu ve şu anda alkol
dolabımızı gezinirken lO'lu yaşlarda garip likörlere denk geliyo
ruz, genellikle yurtdışı seyahatlerde satın alınan likörlerden. Oda
'Kim 2003'ten kalma Hırvat brendisi içmek ister?' sorusuyla de
rin bir sessizliğe gömülüyor. Fakat kaybeden biz oluyoruz tabii
ki, ve daha kolay bir soruyla devam ediyoruz: 'Bira içen var mı?'

BENİMKİ BİR YUDUM


Batı İran'da Kangavar Nehri'nin güneydoğu köşesinde büyük
bir toprak tepesi yer alır, arkasındaki manzarada Zagros dağları si
nematik bir efekde bu görüntüye eşlik eder. Bu topraktan oluşan
tepe arkeologları tavlayan bir yapıya sahipti ve 1960'lı yıllarda ku
zey Amerikalı kazıcılar tarafından bir cazibe merkezi haline gelmiş
ti. Bu takımlar hızlıca kazılar yaparak antik şehir Godin Tepe'yi
keşfetmişlerdi. Godin Tepe 7,000 yıl önce kurulmuştu, kazılar yıl
larca sürmüş ve 1992 yılında bir gün araştırmacılar kilden yapılmış
saklama bidonları bulmuşlardı. Bu depolar milattan önce 3,500 yı
lma aitti ve daha derinine yapılan incelemeler, bu küplerde tarihin

278
Greg lenner

en önemli içec^i biranın ilk kanıtlarına ulaşmıştı.


Godin Tepe ilk Sümer şehirleri, mesela Uruk, arasındaki tica
ret ağının üstünde yer alıyordu fakat küçük olması biraları uzak
mesafelere ihraç etmedikleri anlamma gelmiyordu. Burada yaşa
yan insanlar biralarını kendileri yapıyordu ve bu yapım süreci de
basit bir süreç değildi. Arpalar nemlendiriliyor ve kurutuluyor,
filizlenene kadar bekletiliyordu ve arından tekrar kuruyuncaya
kadar sıcak ocaklarda bekletiliyordu. Ardından kabaca dövülerek
toz haline gedriliyorlartlı. Su arından ekleniyor ve bulamaç gibi
bir kıvam oluşturuluyordu, sonra ısıya ihtiyaç vardı -muhteme
len kaynayan suya— mayalama süreci böylelikle başlayacaktı, malt
ile şeker karamelize olmaya başlıyordu. Karışık geliyor değil mi?
Henüz bitmedi.

içki üretmenin doğal bir yan ürünü vardı, bu kahverengi kris-


talize maddeye kalsiyum oksalat deniliyordu, kimileri bu mad
deye bira taşı adını koymuştu. Günümüzde bu maddeden dik
katlice kurtulmaya çalışıyoruz çünkü bu madde alkol alanların
midesini bulandırarak günlerini berbat edebiliyor ama 5,500 yıl
önce endüstriyel bir işlem yapılamadığı için neolitik üreticiler ba
sit çözümlere yönelmişti. Seramik kavanozların diplerine oluklar
kazımışlar ve bira taşının ağırlığıyla bu oluklara dolarak asıl elde
edilmek istenen biradan arınmasını sağlamışlardı. Sonuç olarak
alkol başka maddelerle tatlandırılabiliyordu ve bu sayede daha
besleyici birçok farklı bira türü üretilebiliyordu.

LİKİT EKMEK
Bira keşfedildikten sonra yazının da icat edilmesiyle artık
unutulma ihtimali ortadan kalkmıştı. Yazılı kaynaklar, alkolün

279
Bil Günde Bil MUyon Yıl

önemiyle alakalı birçok bilgi günümüze taşımışlardı ve bunlar


dan en önemlisi, insanlık tarihinde ilk üretim kontrolü yapılan
ürünün bira olduğuydu. Fakat bunun sebebi atalarımızın ağzıyla
içmemelerinden kaynaklanmıyordu, atalarımız kahıyı çektikten
sonra sokaklarda dolaşıp tanımadıkları insanlara, "Öpüjemmm,"
diye sırnaşmıyordu. Sümerlilerin biraya verdikleri isim dilimize
çevrildiğinde Likit Ekmek olarak karşımıza çıkıyor ve Mısır-Me-
zopotamya bölgesinde çalışan kölelere günlük verilen kumanya
olarak biliniyordu. Tekrar etmek gerekirse, Jiahu pirinç şarabı
gibi, bira da milkshake içer gibi kamışla içiliyordu ve fıçılarda 19
çeşit bira bulunuyordu; barley sekizlisi, buğday sekizlisi ve üçlü
karışık tahıl bunlardan başlıcalarıydı. Eminim modern bir bara
giderseniz bunlardan daha fâzla çeşit bulamayacaksınız hatta lüks
olanlarında bile olmadığına bahse girerim.
Bu muhteşem içeceği dünyaya kazandıran yine insanlığın de
neysel ruhu olmuştu &kat tüm bu başarının tanrıça Ninkasi'ye
atfediliyor olmasının da anlaşılır bir tar.ıfı vardı. Tarihimizdeki en
eski içki eşliğinde söylenen nağme Ninkasi'ye bestelenen ilahiy
di. Bu yerinde bir denemeydi fakat Sıska Lizzy'nin 'Whiskey in
the Jar' şarkısından daha etkileyici değildi. Yine de kibar olmaya
çalışarak 3,800 yıl önce yazılmış bu şarkı, gitar sololar bile icat
edilmeden önce söylenmişti ve bira arkeologlarına (evet böyle bir
iş var) çok yarayan bir veri olmuştu. Çünkü bira üretim safhala
rını anlatan bir ilahiydi ancak çok fâzla detay içermiyordu, yani
modern deneylerin Sümer teknikleriyle karşılaştırdığımızda Star
Wars\xn şimdiki halini ilk filmlerle karşılaştırmış gibi oluyordu
nuz. Ve orijinallerin kalitelerini tartışmaya başlamak gerçekten
hayal kırıklığı yaratan bir şey.

aao
Gıeg Jeıuıer

Mısırdaki popülaritesine rağmen, bira antik Akdeniz dünya


sında kötü bir üne sahipti çünkü bira Akdeniz'deki insanlara göre
ormanlarda ya da vahşi alanlarda yaşayan, pantolon giyen barbar
insanların içkisiydi. Romalılar tarafından hiç fethedilmemiş Al
man kabileler, ciddi bira tüketicileri haline gelmişlerdi fakat onlar
da aslında kendi yaptıkları bal likörlerini tüketmeyi seviyorlardı.
Bu iki içki daha sonraları Vikingler ya da Anglo-Saksonlar olarak
tanınacak toplumlarda politik ve sosyal anlamda önemli bir role
sahip olacaktı. Hatta politik gücün odağı olan ziyafet salonları bu
içkinin adını taşıma şerefine nail olacaktı. Bu geleneklere devam
etmiyor olmamız üzücü olsa da görünen o ki kimse Hükümet
binalarının ismini Ulusal Gin ve Tonik salonu olarak değiştirme
kampan)^ına katılmayabilir.
Pekâlâ. Acaba Saksonlann mead-haU yani bal likörü salonla
rında neler oluyordu?

BAL LİKÛRONDEN ADAMLAR


Koca bir arazide, tam anlamıyla bal likörü tarlasında duruyor
sunuz ve karşınıza pencerelerinden yüksek sesler çıkan ahşap bir
salon bulunuyor. İlerleyerek kapıdan girer girmez sıra sıra otur
muş sakallı adamlarlar karşılaşıyorsunuz. Bal likörü sıralarda {me-
dubenc) oturan bu adamlar bal likörü kupalarından {meduscenc)
yudum alırlarken pervasızca kahkahalar atıyorlar ve kafaları da
güzel (jnedugal). Etrafta biraz dolandıktan sonra, sofralara yiye
cekler geliyor ve tüketiliyor ardından da daha öfkeli bir atmosfer
oluşmaya başlıyor. Kısa süre içinde boş boğaz bir bal likörü ah
mağı {meduıvanhoga) bal liköründen delirmiş bir savaşçıyı {me-
duhatheort) kazara aşağılıyor ve şans eseri bal likörü kadiamından

281
Bir Günde Bir Milyon Yıi

kıl payı kurtuluyor {medumanslieht). Kriz sona erdikten sonra


herkes içmeye ve eğlenmeye devam ediyor fakat sonuçta bal likö
rü bitiyor ve toplumsal çaresizlik ve bal likörü yoksunluğu {nte-
duscertven) baş gösteriyordu.
Sizlerin de bildiği gibi Anglo Saksonlarm bitmek tükenmek
bilmeyen alkol sevdalan vardı; konuştukları dilde o kadar çok
likörle bağdaşan kelime vardı ki Hıristiyan Kilisesi onları ken
di dinlerine çevirmek istediğinde alkol bağımlılıklarından ödün
vermemişlerdi. Aksine kilise de bir yandan bira tüketimine sı
cak bakmaya başlamıştı hana şarap -İsa'nın mucizevi kanı- bu
işi resmiyete döktükleri içkiydi. Öyleydi, çünkü İsa, suyu şara
ba çevirdikten sonra 5. yüzyılda mucizevi İrlandalı işçi Kildare'li
Aziz Brigit için de suyu biraya çeviriyor deniliyordu. Kısa süre
içerisinde Ortaçağ İrlanda kralları paskalyada bira içmeye başla
mışlardı, yılın en kutsal dönemiydi. Kilise bira tüketimini serbest
bıraktıktan kısa bir süre sonra da kaçınılmaz olarak bira üretmeye
girişmişti.

BİRA ANA. LOTUFLA DOLU


Dini alkol üretimi kulağa biraz tanıdık gelmeyebilir -bu Dalai
Lama nın kendi sigara fabrikasını kurması gibi bir şey- fakat kü
çük biralar, arpaların ikinci kez kaynatılmasından elde ediliyordu
ve Ortaçağ'da su tüketmekten daha güvenilirdi, yani tüm Hıris
tiyan haritasında litrelerce bira tüketiliyor ve hatta kutsal olarak
tövbeli kimseler de fırsattan istifade su yerine bira içiyordu çünkü
sebebi basitti, biradan daha sağlıklı ikinci bir alternatif yoktu. Ve
gerçekten içiyorlardı! Bazı dini kurallar her bir keşişin günde 5
litre küçük bira içmesine izin veriyordu ve medite olmadıkları

282
Greg lenner

en ufak anda titremelerine neden oluyordu. Aynı istihkak şarap


için de geçerliydi. Aniane'li aziz Benedict kardeşlerinin içtikleri
şarabın iki katı kadar bire içmelerine müsaade etmişti çünkü bira
üretimi çok yüksekti. Sonuç olarak keşişler Ernest Heming;way
ayarında alkolikler kıvamına gelmişlerdi. Her halükârda Orta
çağ keşişlerine müteşekkir olmamız gerektiğini bilmeliyiz çünkü
biraya şerbetçiotunu eklemeyi akıl edenler onlardı ve şimdilerde
içtiğimiz güzel biralar onların sayesinde var oldu.
Birkaç misafirimiz bira önerimize sıcak baktılar fakat salonda
ki bazı misafirlerin bardakları hâlâ boş gözüküyor. Muhtemelen
salondaki kalabalık arpadan ziyade daha çok üzüm tercih ediyor.

MÜKEMMEL BtR ANTİKA


Şarap rafımızdan bir şişe kırmızı üzüm (merlot) şarabı seçi
yoruz. Şarabımız biraz meyve aromalı ve kırmızı ede iyi giden
cinsten fakat gerçekten iyi olduğunu nereden anlayabiliriz? Ne
olursa olsun, süpermarkette 5€'ya satılan şarabımız sürpriz bir
şekilde lavabo açıcı tachnda olabilir. İşte Fransızlar da bu yüzden
şaraplarını sınıflandırma ihtiyacı duyarak vin de table, vin depays,
appelation dorigine, vin de qualite superietıre ve en tepede de en
harika şarabı Üstelemişlerdi: appellation d'ori^ne controlee. Evet,
yukarıda gördüğünüz kelimelerde telaffuzu zor harfler var ve hâli
hazırda kafanız da biraz güzelse işiniz zor ama Fransızların sistemi
işe yarıyor.
Fakat antik toplumlar için ne demeli? Acaba onlar da ürettik
lerini bu denli detaylı sınıflandırıyorlar mıydı? Yoksa alkol onları
için sıradan, birbirinden farksız bir şey miydi? Pekâlâ, Mısırlıla
rı ele alacak olursak medeniyederindeki şarap ukalaları üç basa-

283
Bir Günde Bir HUyon Yıl

maldı bir sistem geliştirmişlerdi. Eğer şarap güzelse bir nfr olarak
sınıflandırılıyordu. Eğer çok güzelse nfi-nfr, ve hatta inanılmazsa
da... tahmin ettiğinizi duyabiliyorum (evet, njr-njr-njr) alkollü
insanların kelimeleri tekrarlaması hoş bir şey. Bu denli antik bir
medeniyetin karmaşık sınıflandırmaları kullanması şaşırucı gele
bilir fakat Mısırın üst sınıfları şaraplarını çok ciddiye alıyorlardı,
sevdikleri şarabı üretebilmek için büyük yatırımlar yapıyorlar ve
kaliteye ulaşmak istediklerinde İsrail gibi yakın bölgelerden itha
lat yapıyorlardı. Dinlerinde şarap yüce tanrı Osiris'ten gelen bir
hediyeydi ve varlıklılar ağızlarına şaraptan başka bir şey sürmezdi.
Arkeologların son dönemde rasdadıklan şarap küpleri üzerindeki
yazılara bakılırsa şarapların üretim tarihleri ve bölgeleri konusun
da bilgiler sunuyordu, yani şarapları açmadan önce etiketlerini
okuyanlar sadece modern ukalalar değildi.
Birkaç bin yıl ileriye gidecek olursak Roma'da tartışmasız şam
piyon Falernian şaraplarıydı, Massico dağının buz tutmuş şarap
bağlarından toplanan üzümlerle yapılan şarak kuvvetli, alkolü
yüksek ve tatlı bir içecekti (%16 alkol oranına sahipti). Hatta
Bilge Pliny bu şarabın yanabileceğini iddia ediyordu fakat daha
da önemlisi bu şarap Roma dünyasının kristali sayılıyordu ve İm
parator Neron nun sükseli partilerinde sıklıkla servis ediliyordu.
Bu şarap üç farklı seçenekle sunuluyordu: 'Sert, tatlı ve hafif ve
bugüne kadar servis edilmiş tüm zamanların en iyi şarabı milat
tan önce 121 yılında üretilmişti, yani imparatorluk cumhuriyetin
yerine geçmeden tam yüzyıl önce. Peki, acaba İmparator Neron
bu fevkalade şaraptan hiç tadamadı mı şimdi?
Tabii ki hayır, çünkü Falernian şarabı yıllandıkça güzelleşen
bir şaraptı dolayısıyla tomarla para ödeyerek şaraba sahip olmak

284
Greg lenner

isteyenler bu şarabı onlarca yıl sonra içme firsatı bulabiliyorlar


dı. Julius Caesar muhtemelen milattan önce 60 yıllarında bu şa
rabın güzellerinden tatma şansına sahip olabilmişti -bu bizlerin
55 Chateau Lahte Rothschild'in tadına bakmamızla eşdeğer bir
durum olabilir- ama bir yüzyıl sonra Pliny bu aşırı pahalı üzüm
sirkesini tadarken hayal kınklığına uğramıştı, 180 yıl içinde üretil
diği halde... Ve bu akıma inan sadece Pliny de değildi, alaycı yazar
Petronius Saiyricon adlt ahlaksız eserin sahibi— eski bir köle fa
kat şimdi zengin olan Trimalchio adlı küstah karakterinin evinde
ağırladığı zenginlere aynı Falernian -Opitmus Falemiam- ikram
ettiğini biliyoruz. Bu tabii bize Trimalchio karakterinin dünya ça
pında bir köle fokat cepleri dolu bir köle olduğunu gösteriyor.
Falernian'ın ünü kaçınılmaz olarak taklitlerinin üretilmesine
neden olmuştu, Pompeii'deki tavernalar, Falernian muadili şarap
ları sadece 1 sesterius sikkesine satıyorlardı -Honest Trev denilen
adamın 50 dolarlık rolex satması gibi bir şeydi bu- fakat Pompeii
dendiğinde Roma halkının şarapla arasındaki kuvvedi bağ akla
geliyordu. Bu kasabada 20,000 kadar insan ve 100 üzerinde bar
{popinae) ve lokanta {cauponae) arkeologlar tarafından keşfedil
mişti. Ve sonraki dönemlerde genelevler bu sayıların iki katına
çıksa da esnafın geneli cebi dolu müşterilere alkol satmayı bece-
riyordu. Bu çok şaşırtıcı bir durum değildi, çünkü Pompeii şarap
üretilen bir kasabaydı yani yerel ürünler çok ucuz fiyatlara bulu
nabiliyordu. Vezüv padadıktan sonra birçok Pompeii'li muhte
melen yüzünde gülümsemelerle kalıp haline dönüşmüştü.
Peki, şarap bağları ekenler Mısırlılar mıydı? Yoksa Romalılar
mıydı? Hayır, bu yapbozun tepesini tamamlamak için iran'a geri
Jönmemiz gerekiyor.

285
Bil Günde Bir Milyon Yd

VIUlABtRDEFAMI?
Kerpiçten kurulu Hajji Köyü, Firuz Tepe'deydi ve Godinden
çok uzakta kalmıyordu ve aralarında keskin ferklar da yoktu. Fa
kat Hajji Firuz'u güzel kılan, buradaki şarap kalıntılarının, bira
üretiminden 1,500 yıl eski olduğunu kanıtlamasıydı, 5,000 yıl
önce kavanozlarda saklamak için üretilmiş şaraplar arkeologlar
tarafından bulunmuştu. Bu tarihte bilinen ilk şaraptı fakat üre
tim safhasının büyüklüğü asıl etkileyici tarafıydı.
Neolitik dönemin planı çalışma prensiplerinin bir örneği olan
bu arazide köylüler şaraplarını 9 litrelik seramik kaplarda saklıyor
lar ve ağızlannı da kilden yapılma kapaklarla kapatıyorlardı. Bu
karafların 6 tanesi tek bir mutfakta bulunmuştu ve bu bilgi bizlert
bulundukları yerde seri üretim yaptıklarını gösteriyordu. Bulunan
54 litrelik şarabın ne kadar sürede tüketildiğini merak etmemiş
normal, belki de tarih öncesi bir parti için yapılan hazırlık aşa-
maşıydı çünkü seramik testilerin üzerinde yapılan bilimsel araştır
malar fıstık ağaçlarının reçine izlerine rasdamışlardı. Muhtemeler
reçine şarabın daha uzun süre taze kalmasına yarıyordu. Reçi
ne mudaka mayalanmış üzümlerin içine de sızmıştı ve Neolitil
Çağdaki şarap müdavimlerinin şişeleri içmeden önce koklayaral
fıstıklı ve ağaç kabuğu aromaları kokladıklarını tahmin etmemi;
zor değil ve bu arada zorluklara göğüs germeye alışan eşlerinin d«
onları kaş göz yaparak izliyor olmalarını da unutmayalım.
Bu teknik sonraları da devam etmişti. Yunanlar da şarapların
muhafaza etmek için çaba sarf ediyorlardı ve modern gurmeler
den birine antik Yunan şarabı ikram etseniz muhtemelen tüm şa
rabı sağa sola tükürerek size şaşkın gözlerle bakardı. Çünkü şarap
lan korumak için sadece ağaç kökleri eklenmiyordu. Baharatlaı

286
Greg lenneı

bitkiler ya da bal belli başlı koruyucu maddelerdi. Ve en önemli


safha, şarabın dağlardan toplanan karla seyreltiliyor olmasıydı -
kavuran yaz güneşinin altında ferahlatia bir etki yaratıyordu- ya
da daha göze batmayan deniz suyu da alternatifler arasındaydı.
Yunanlara göre, sadece barbarlar şaraplarını katıksız içerdi çünkü
şarabın beyni ciddi anlamda iyi yönde etkilediğini biliyorlardı...

in vino veritas
Yemekle birlikte şaraplarını yudumlayan misafirler artık çakır
keyifliliğin verdiği o kurnazlık safhasındalar, bu safhada genellik
le kendimize güvenimiz artıyor ve daha eğlenceli insanlara dönü
şüyoruz. Antik Yunanlara göre şarap {ptnos, kelimenin kökenidir)
insan yaratıcılığını tetikliyordu -savaşçılara, krallara, filozoflara
ve şairlere layık bir içkiydi- fakat kadınlara, kölelere ve gençlere
yasaklanmıştı çünkü bu problematik kesimler sosyal hiyerarşiyi
parlak fikirleriyle yıkabilirlerdi. Şarap dini törenlerin de her za
man olmazsa olmazlarından biri olmuştu, dosdarla düşmanların
karşılıklı ettikleri yeminlere eşlik etmişti ve doktorlar tarafından
hastalara reçete edilmişti fakat -en farklı olanı- şarap içmek kül
türel farklılıkları gösteriyordu.
Hâlâ, bir oturumda ne kadar şarap içilmesi gerektiğiyle alakalı
uyarılar yapılıyor. Alkolün içerikleri genellikle sihirli olarak bili
niyor ve insanların sırlarını bir anda ortaya döküvermesine neden
olabiliyor, bu da Romalıların sloganı in vino veritas yani şarabın
olduğu yerde gerçeklik vardır sözünün ne kadar yerinde olduğu
ortaya koyuyor. Yunan yazar Athenaeus bunu daha da zarif bir
hale getirerek şarabın zihinlere tutulan bir ayna' olduğu söylü
yordu. Sinik nedenlerden ötürü, Atinalı politikacıların halka hi-

287
Bir Günde Bir HUyonYd

taplarından önce alkollü oldukları beklenirdi çünkü amaç alçakça


emellerini saklayıp saklamadıkları görmekti. Bazı politikacılar bu
alışkanlığa karşı çıkmışlardı, örneğin muhteşem Demosthenes
alkole karşıydı ve toplumda çok kişi tarafından 'sucu lakabıyla
dalga geçilerek anıhyordu, tabii tartışmalar çoktu ve kritik karar
veren mercilerin alkole teşvik ediliyor olması da büyük bir ço
ğunluk tarafından uygun görülmüyordu. Komik şiirler yazar şair
Amplis, "Ben de şarapta bir mana buluyorum, ve yemeklerini
suyla yiyenleri salak görüyorum," dese de Eubulus karşılık olarak,
"Şarap zihni bulandırır ve karartır," diyerek Amplis'i uyarıyordu.
Bunlar şöyle dursun, herkes toplumdaki herkes sarhoş oluyor ve
göbek büyütüyordu ve devlet adamlarına böyle olmak yakışmaz
dı. Atinalılar Boris Yeltsin e oy vermezlerdi.
Dik başlı Demosthenes ile körkütük sarhoşlar arasındaki
alan genellikle optimum seviye olarak görülürdü. Philopotes al
kol severlere verilen İsimdi; tabii kronik alkolikler için sempatik
bir yaklaşım olarak algılanmamalıydı fakat normal insanlar için
yapılan kibar bir iltifattı. Erkek muhabbederinin yapıldığı alkol
lü partilere symposia adı verilirdi, bu eğlencelerde alkol su gibi
akardı ve ahlaksız grup seks panileri yapılmazdı; gecelerin amacı
felsefi tartışmalar ya da hepimizin bildiği orta sınıf akşam yemek
davederi gibiydi. Bu şarapla şenlenen akşamlar tabii ki toplum
da yaratılan ahlaki etikederden nasibini alıyordu. Mesela ^lix
adındaki kap, iki yanında sapları olan geniş bir bardağı andırırdı
ve dudaklardan sızma yapmadan bu kaptan bir şey içmek nere
deyse imkânsızdı o yüzden içen kişinin çenesinin alçak durması
ve alkolü yavaş tüketmesini sağlardı. Hatta bazı kaplarda dudak
kısmının tam karşısına bir göz çizili olurdu ve bu göz toplumun

288
Greg lenner

bakışlarının alkoliklerin üzerinde olduğu sembolize ederdi, amaç


kafayı bulanların kutsal heykellere ya da savaş gemilerine işeme
sini engellemekti...

CAN SUYU
Alkol kelimesi Arapçada kullanılan al-kohl kelimesinden gel
mektedir. Arapça olan bu kelime, siyah bir tozdan ismini almıştı
tam olarak rastık taşımn eritilmesiyle elde ediliyordu. İlk bakışta
etimolojik açıdan garip bir kelimeydi çünkü alkol ağır metaller
den yapılmıyordu ve birçok Müslüman alkol almıyordu. Dahası
alkol 1700'lü yıllara kadar sarhoş edici bir içecek sınıfına bile so-
kulmaımşa. Peki, olayın ash neydi?
lum hikâye simyacıhğım garip hikâyesiyle başlamıştı. Orta-
çağ'da türeyen entelektüel bir hareket, bilimi, dini ve felsefeyi bir
araya getirmiş, kısaca yüksek bilgiye ulaşmayı, aydınlanmayı ve
sihirli güçler elde etmeyi amaçlamışa. Birçok simyaa ebedi genç
lik iksirinin peşinde koşarken bazıları da felsefe taşını arıyorlardı
ve tartışma götürmeyen zekâlarının aksine deneyleri biz modem
insanlara göre gereksiz gözüküyordu, örnekle ele alırsak, İtalyan
aristokrat Bernardo deTreviso, servetini kurşunu altına çevirmeyi
deneyerek harcamışa, bu deneyi yaparken yumurta, at boku ve
iğrenç sirkeyi kullanıyordu. Ve onca başarısız ve kaçınılmaz so
nuçtan sonra bile simyacılık araştırmaları tamamen rafa kalkma
mışa, çünkü dünyaya alkollü içecekleri hediye etmişlerdi.
Bu teknik olarak Ortaçağ icadı sayılmazdı. Antik Yunanlar
taten sıvıyı 2,000 yıldır damıtıyorlardı ve daha yakın bir tarihte
Drtaçî^ Arap düşünürleri bu deneyi şaraplarla yapmışlardı fakat
\vmpali büyücüler bu deneylerle ilk ranıştığmda hemen büyü-
Bir Günde Bir Milyon Yıl

lenmişti ve alkole aqua ardens(y<ıruın su) adını takmışlardı. Çün


kü açıkça ateşe maruz kaldığında tutuşuyordu. Fakat alkolün tek
karakteristik özelliği bununla sınırlı değildi, güneş ışığına maruz
kaldığında buharlaşıyordu aynı zamanda insan bedeni ve ruhu
üzerinde olumlu etkiler yaratıyordu ve yiyeceklerin çürümesini
engelliyordu. Tüm Avrupa'da dedikodular kısa sürede yayılarak
simyacıların kulağına gitmişti ve yemekleri bile koruyabilen bir
beşinci element -ateş, su, toprak, havadan sonra-belki da yaşamı
da koruyabilirdi.
13. yüzyıl İspanyası'nda yaşamış simyacı Analdus de Villanu-
eva şarabı damıtarak brendiye çeviren ilk insan olmuştu ve bu
yeni içeceğe aqua vitae(hayatsuyu) adını vermişti. Böyle çekici bir
isimle birlikte alkollü içeceklerin hızla tıbbi otoriteler tarafindan
benimsenmesi şaşırtıcı olmamıştı, alkol aynı zamanda her derde
deva bir ilaç yerine geçmişti çünkü dönemin çok bilindik kara
veba salgınına karşı standart İlaçlar fırtınaya şemsiye açmak gibi
bir işe yaramıyordu. Ne yazık ki alkol de Avrupa nın üçte birini
yok eden veba salgınına karşı çok fazla bir şey yapamayacağını
kanıtladıktan sonra Avrupa'da işler daha kötüye gitmişti, bazı
durumlarda vebanın verdiği acıyla ölenlerin yakınları, brendider
sonra yaşanan baş ağrılarını bile ölmelerinin sebebi olarak göster
mişlerdi. Fakat tüm olanlar damıtılmış alkolün ilaç sektöründek
yerini kaybetmesine neden olmamıştı.

DOKTOR TAVSİYESİ DEĞİL


Henüz viskiye geçmek için erken saaderdeyiz fakat belki iler
leyen saatlerde bazı misafirlerimiz bir iki tek atmak isteyebilirleı
Eğer isterlerse onlara Onaçağ'da yaşamış İrlandalı Risderd Maj

290
Greg lenner

Ragnaill'in izinden gitmemelerini tavsiye edec^iz. The Anmls of


yıllıklarına göre 1405 yılında bu İrlandalı hasbelkader ha
yat suyunu keşfedenlerdendi fakat keşfettiği alkolü fâzla tüketseydi
bu onun sonu da olabilirdi. Ragnaill muhtemelen daha çok tıbbi
içeriklere sahip bir alkol türevi üretmişti fakat bir ihtimal tarihin ilk
viski üreticisi olma unvanma da sahip olabilirdi çünkü 15. yüzyı-
hn sonlannda malt arpa damıtılarak Irlandalılarm ileri dönemleıde
uisce beatha olarak adlandıracağı viskiyi icat etmişti. Samimi ol
mak gerekirse Mag R^aiU kendi başına tüm viskiyi içerek canına
kıymış olsa da ilk viskilerin meşe Açılarda bekletilmemiş ve tiner
tadında olduklarını da hesaba katmamız gerekiyor. O yüzden bu
yiğidi öldürmeden önce kendi canına kıyacak kadar delikanlı ol
duğu ve alkol uğruna öldüğü için hakkını verelim.
Viski Kuzey îskoçya'ya yayıhrken (1800'lü yıllardan beri Viski
adını kullanıyorlardı) diğer devleder damıtma safhasında bir hata
bulmuşlardı ve 16. yüı^lda kendi bölgesel ürünleri üretmeye baş- •
lamışlardı. Fransızlar şarap ve elma şırasından viski üretiyorlardı,
Hollandalılar hayat sularını buğday otu aromalı baharadatdan
yapmayı tercih ediyorlar ve Danimarkalılar da ardıç meyvesi ekle
dikleri içecekleriyle cin elde ediyorlardı. Fakat 1600'lü yıllarda bir
korsan ya da İngiliz donanmasında denizci olsaydınız içebileceğiniz
tek bir gerçek alkol vardı. Evet, rom ve kola isteyen var mı?

YO Hû Hû VE BİR $İŞE ROM


Romun kökenleri çok net değildir &kat kökleri modem Ka-
raiplerdeki şeker endüstrisinde üretimde ortaya çıkan yan ürün
pekmezden gelmektedir. Pekmez köle tüccarlığı yapan tarım
patronlarının deneysel ürünlerinden biriydi. Fabrikalarından

291
Bir Günde Bir Milyon Yd

artık olarak çıkan bu ürünü kullanmak istiyorlardı. Pekmezin


içine kaynamış şeker artıklarını ekleyerek atık suyla temizlenmiş
kaynatma kazanlarında temizleme adı verdikleri karıştırma işle
mine tabii tutmuşlar ve ardından da tropik nem şartlarında ma
yalanması için bekletmişlerdi bu süreçte karışıma kül ve limoni
meyveler eklenmiş dolayısıyla asidite seviyeleri de dengelenmeye
çalışılmıştı. Karışıma deneysel olarak ölü hayvan parçalan, sidik
de atıldığı bilinirdi. Tabii burada eklemem gereken son saydıkla
rımızın ana içerikler olarak kullanılmadığı bilgisidir(merak etme
yin, bu geceki rom ve kolamız ölü insan etinden ya da sidikten
yapılmıyor). Gerçekte amaç, çok (azla sıvı tüketen köleleri bez
direrek bu tüketimi azaltmaktı çünkü köleler genellikle şişeleme
yapılmadan tüm likit kaynakları tüketiyordu. Mayalanma safha
sının köpüklenmesi bittikten sonra karışım ısıtılarak alkol buhar
şeklinde tüpler sayesinde soğuk bir kaba toparlanıyordu ve bura
da yüksek alkollü bir içki elde etmiş oluyorlardı. Kısaca, romdu.
Barbados'ta roma şeytan öldüren denirdi, bu da ortaya çıkartı
lan içkinin ne kadar kuvvetli olduğunu gösteriyordu ve Karayip-
lere gelerek zenginlik arayanların hüsranla tanışmasından sonra
bu insanları körkütük sarhoş ediyordu. Dönemin görgü tanıkla
rından Thomas Verney'in notlarına göre o günlerde tavernalar
dan çıkan genç adamların rom sarhoşluğuyla birkaç adım atarak
plajlarda bayıldığı yazıyordu ardından plajdaki kabuklu hayvan
ordusunun hışmına uğruyorlardı. 17. yüzyıl Barbadosu'nda sar
hoşlar pantolonlarını sıyırmadan bile onlarca yengeç avlama şan
sına sahip oluyorlardı.
Şeytan öldüren, romun lakabıydı ve resmi ismi daha farklı ve
uzun bir kelimeden geliyordu. Rumbullion kelimesi başkaldırıcı

292
Gıeg Jenner

bir çığlık anlamındaydı çünkü romun tadı çok güzel değildi fakat
bir hayli ucuzdu, aynı zamanda da tropik hastalıkları iyileştirdi
ği düşünülüyordu yani tüm ada sakinleri mineralli su gibi rom
tüketmeye alışmışlardı. Tabii bunun sonucu kaçınılmaz vahşet,
düzensizlik ya da deyim yerimdeyse rumbullion oluyordu. Böyle
bir üne ve isme sahip olan rom tabii ki çılgın ve kötü nam salmış
korsanların da favori içeceği olmuştu. Bu korsanları merak edi
yorsanız £dward 'Blackbeard' Teach, Henry Morgan ve raydan
çıkmış psikopat Ned Lowe (tutsaklarına kendi ederiyle karınları
nı doyurmaları için onları aç bırakan) gibi korsanlardı.

EMEKTAR İSPİRTO
Karayip Korsanları'nm korkulu rüyasının Britanya donan
ması olduğunu herkes bilir. Britanya donanması da müretteba
tının rom içmesine göz yummuştu çünkü rom hem sudan daha
güvenliydi hem de daha çabuk tüketilemiyordu. Açıkçası büyük
toplarla donanmış koca savaş gemilerinde kafesi güzel, sallanarak
dolaşan mürettebat biraz riskliydi bu yüzden Amiral yardımcısı
£dward Vernon 1740 yılında romları sulandırmıştı. Daha hafif
olan bu içeceğin adını da Old Grogram koyarak üzerindeki sadık,
su geçirmez pelerinini şereflendirmişti. Askorbik asidin diş hasta
lıklarına karşı iyi geldiği kesinleştiğinde 1755 yılında Donanma
kanunları şarap ve groga da (grog hafifleştirilmiş rom'a verile ad)
ıhlamur eklenmesini kanunlaştırmış ve Amerika ile Avustural-
ya'ya göç eden insanlara da bu olaydan ötürü Limey (ıhlamurlu)
lakabı takılmıştı.
Ana karaya dönersek, Avrupa'da rom pek tutulmamıştı fakat
doğudaki sahil kasabalarında ortalama bir Amerikalı -ortalama

293
Bir Günde Bir HUyon Yd

derken 14 yaş ve üzerinden bahsediyoruz-günde 5 duble rom içe


biliyordu. Katı kanunlar işletme sahiplerinin gelirlerini arttırması
için onları dolambaçlı yollara iriyordu, bu yollardan biri roma fark
lı maddeler katarak satmaku, ıhlamur, böğürden, papatya, kim
yon, nane, muskat ve ardıç meyvesi bunlardan başhcalanndandı.
Görünüşe bakılırsa partimizdeki herkesin elinde bir bardak
içki var ve şimdi artık oturup keyfîmize bakabiliriz. Fakat bu gece
cumartesi gecesi ve özel bir gece olduğundan kontrollü giderek
soluğu acilde ya da karakolda almamamız gerekiyor...

İÇELİM, DAĞITALIM!
Nuh'a hakkını vermek gerekir. Tanrı'nın kıyamet selinden
canlıları kurtarmak için koca bir gemi inşa etmiş ve her canlıdan
birer çift alarak dünyadaki hayann devam etmesini sağlamıştı.
Eski Lahit'te Nuh'un bu başarısını kutlamalarda içtiği şaraplarla
sarhoş olarak geçirdiğini yazıyordu, kafayı bulunca tüm kıyafede-
rini çıkartarak etrafta taklalar atıyordu. İşleri daha da berbat hale
ertesi sabah Nuh'un oğlu Ham, komaya girmiş babasını yerde
çıplak yatarken görüp abisine haber vermeye koşmasıyla başlıyor.
Burada suçlu olan Nuh değil -asıl suçlu sabahın köründe babası
nı o halde görüp başkalarına gammazlayan Ham- ama aslında bu
hikâye en kutsal insanların bir sarhoşluğun pençesine düştüğün
de yaşadıklarını gösteriyor dolayısıyla arkasından gelen insanlık
için umudun nerede olduğu belli değil.
Yunan tiyatro yazarı Eubulus, normal bir insanın yatağa git
meden önce üç bardak şarap içmesinin gayet yerinde bir davranış
olduğunu söylüyordu fakat her bir kadehten sonra sonuçlar daha
da dramarikleşiyordu: 4. kadeh kibri artırıyor, 5. kadeh sesleri yük-

294
Greg lenneı

sekiyor, 6. atışmalara neden oluyor, 7. ise yumruklaşmalara neden


oluyordu. 8. kadehe gelindiğinde mobilyalar havalarda uçuşuyor
ve sahneye polis dahil oluyordu, 9. kadeh artık çılgınlığı ortama
dahil ediyordu. 10. ve son kadehse sızmaya yanyordu. Tauromeni-
um'lu Timaeus'un anektotu muhtemelen bu onuncu kadeh hikâ
yesi' üzerine anlatılırdı. Bu hikâyede genç denizciler öyle sarhoştu
ki, tavernada kendilerinden geçerek bir savaş gemisinde oldukları
na inanır ve fırtınanın ortasında batmamak için yollarını aydınlat
maları gerektiğini anlatırlardı. Tavernadaki diğer insanların havada
uçuşan, camdan fırlayan sandalyeleri gördüklerinde yaşadıkları şaş
kınlığı hayal etmek çok garip bir duygu olmahydı.
Anglo Sakson dünyasında alkol tüketmenin destansı standart
larını öğrendiğimize ve hatta Hıristiyanlık dininin gelmesinden
sonra bile hakların birbirlerinin şerefine kadeh kaldırmasına şahit
olduk. Fakat tek sarhoş olan kesim avam takımı değildi, zıvana
dan çıkmış Kilise kanunları da bürokradarın ve keşişlerin biraha
nelerde sızıp kalmasına neden oluyordu. Bazıları kilise tarafından
bu mekânlardan toplansa da, kendi evlerinin arka bahçelerinde
partiye devam ediyorlardı. Bu durum üzerine Canterbury başra-
hibi Aelfric 'insanların sabahlara kadar Tanrı'nın evinde içki içip
oturması kadar absürt bir durum yoktur ve kumar oynayıp ahlak
sız muhabbetler yaparak kutsal mekânı kirletmektedirler' diyerek
serzenişte bulunmuştu. Meyhanelerde kelle olmak zaten kötü bir
durumdu fakat kutsal ibadethanelerde sarhoş olmak cennetteki
babamıza orta parmak göstermek gibi bir şeydi.
Misafirlerimizden biri cin&tonik olup olmadığını soruyor, te
sadüf, dolabımızda var fakat iyi ölçerek doldurmalıyız. Fazla cin
kötü ruhları ortaya çıkartabiliyor...

295
Bir Günde Bir HUyonYd

ANANİN HARABESİ
1751 yılında Willam Hogarth adındaki sanatçı 'Gin Lane'
adındaki gravür eserini tanıtmak için bir kampanyadaydı. Gravür,
bebeğinin ağzına cin akıtan bir anneyi resmediyordu, eserin diğer
kısımnda başka bir alkolik çocuğunun kafa üstü merdivenlerden
aşağı yuvarlanışuu seyrediyordu. Arka planda elinde bardağıyla
omran bir iskelet vardı ve solunda da kemiğini sahibiyle paylaşan
bir köpek duruyordu, ikili kemiği vahşi yaratıklar gibi kemiriyor-
du. Böyle berbat bir hayal gücünü tetikleyen ne olabilirdi?
1680 yıllarında, Britanya'nın brendiyle olan aşk ilişkisi biraz
problematikti, ülke ithalat tarafında Fransız ve Hollandalılarla
sürekli savaş halindeydi, bu nedenle yerel üretilen alkollü içkile
rin tüketimini arturmak için hükümet cin üretimindeki r^ülas-
yonları kaldırmış ve sonucunda da ülkede birçok damıtma tesis
kurulmuştu. Ta 1726 yılındaki kayıtlarda bile Londra 8,659 tane
brendi eviyle dolup taşmıştı ve bu evler sadece 700,000 kişilik
nüfusa hizmet ediyordu -bu da her 80 kişiye bir cin dükkâm de
mekti- ve bunlara henüz zaten var olan 5,975 bira ve şarap evini
dahil etmedik.

Cin in bu kontrol edilmeyen gidişatının sonucu yine insanlara


keder olarak yansımıştı ve cin Britanya'da 'Mothers Ruin (An
nenin Enkazı) diye adlandırılmıştı. Sadece 1749 ve 1751 yılları
arasında Londra nüfusu umursamaz birkaç anne yüzünden 9,000
kişi kadar azalmıştı. Bu olaylara rağmen cin tüketiminin normal
seviyelerde olduğu söyleniyordu ve hamile annelerin sütüyle cin
aynı kefeye konulur olmuştu.
Bu dönemlerde Londra'da gezintiye çıkmak, sokakta insan be
denlerinin üzerinde yürümekle son buluyordu hatta sokaklarda ka-

296
GregJeıuıer

din ve çocukların hareketsiz bedenleriyle dolmuştu ve artık yerde


yatan insanların alkolden bayılmalarıyla ölmeleri ayırt edilemez ol
muştu. Komaya girmiş bedenler sadece merkezi yerlerde de değildi,
girdiğiniz her sokak arasında çarpık uzuvlu bedenler yerleri doldur
muş oluyordu. Eroin bağımlıları gibi, cin içenlerde sürekli yüksek
kafalarla geziyor, komaya giriyor ve bu alışkanlıklarmı tatmin et
meleri de nefes almak kadar kolay oluyordu. Yılda 8,000,000 galon
içecek resmi olarak üretildiği, raporlarla sabidense de karaborsada
bir bu kadar daha alkollü içecek üretiliyordu.
Bu denli kâbusa yol açan hükümet zaman zaman musluğu
sıkmaya kalkışıyor ve cin üretim lisansı vermeyi zorlaştınyordu
fakat artık ok yaydan çoktan çıkmıştı ve atı alan artık arkasına
bakmıyordu. Kanunlar kolaylıkla çiğneniyor, çözümler üretiliyor
ve cin sokaklara hâkim oluyordu. 60 yıl boyunca bu senaryo sah
nelendikten sonra yazılan Gin Act of 1751 (1751 yılında çıkanı-
lan Cin kanunu) başanlı bir şekilde hem tüketicileri hem de üre
ticileri hedef almıştı. Cin krizi ülkeye boyutu tahmin edilemeyen
hasarlar vermişti. Bu arada karardan sonra ortaya çıkan ahlaki
sorunsallar aslında durumun alkole karşı bir hareket olmadığını
düşünüyordu. Orta ve üst sınıflardaki fikir otoriteleri suçu sadece
ve sadece cine atıyorlardı. Tabii Hogarths'ın sanat eseri de yerine
oturuyor ve ona 'Beer Street' adında başka bir sanat eseri eşlik
ediyordu. Bu eserde ise Londralıların sağlıklı, neşeli ve dü^n
hayatı resmedilmişti. Bencil her insan gibi Britanya'da suçu he
men başkasına atmakta çareyi bulmuştu. Suçlu cindi, o ucuz ithal
cinlerdi, tüm kaosun sebebi buydu ama biraya yatırım yapanlar
için en masum içecek bira oluyordu.
Bu yaklaşım da 19. yüzyılın sonlarına doğru tabU ki de de^şecekti.

297
Bir Günde Bir BlUyon Yıl

SOYLU BİR DENEY


Yüz yıl önce Amerika'da -içkicilerden oluşan bu ulusta- mo
dern dünyanm en ses getiren olaylarından biri yaşanmıştı; alkol
kullanımı kesinlikle kanunlarla yasaklanmıştı. Fakat bu nasıl ola
bilmişti? Ve kanunlar neden çuvallamıştı? Açıkçası gerçek şu ki
alkolle ilgili getirilen hiçbir yasak çok uzun ömürlü olamıyordu.
Milattan önce 1100 ve 1400 yılları ara.sında Çin 41 kez şarap
üretimini yasaklamıştı ve her seferinde bu kararını geri çekmek
zorunda bırakılmıştı. Milattan önce 650 yıllarında Shu Ching
adındaki adam nodarında, "İnsanlar birnsız yapamaz. Bunu en
gellemek ve insanların alkole ulaşmasını durdurmak ermişlerin
bile beceremeyeceği bir iştir," diyordu. Görkemli Moğol Hüküm
darı Cengiz Han ise benzer şekilde pragmatik bir yaklaşıma sa
hipti: "Askerler haftada bir günden fâzla sarhoş olmamalıdır. Hiç
sarhoş olmazlarsa daha da iyidir fakat kimse imkânsızı bekleme
melidir," diyordu. Cengiz Han birçok askeri başarı elde etmişti ve
binlerce insan öldürmüştü öyle ki insanların tükendiği alanlarda
ormanlar yeniden yeşermiş, tarım arazileri boşalmış ve dünyadaki
karbondioksit düetleri 700 milyon ton azalmıştı; bir adam tek
başına küresel ısınmayı geri çevirebilir miydi? Belki, ama askerle
rinin elinden alkolü alamazdı.

Yani tarih boyunca halk içinde bulunan ahlak bekçileri her


daim toplumun kötüye gittiği endişesini yaymak istemişlerdi ve
alkol alan insanlara gözlerinden zehir atar gibi bakarak tepkileri
ni göstermişlerdi. Fakat tavernalarda sarhoş olan, etrah kirleten
bu güruha karşı şimdiye kadar bir şeyler yapabilmek hep zor ol
muştu ve doğurduğu sonuçlar genellikle beklenmedik oluyordu.
Ortâçağ'dah bir örnek vermek gerekirse 10. yü^l İngilteresi'ne

Z98
Greg lenner

gidebiliriz, komik bir hikâye... Barışçıl Kral Edgar ülkedeki bi


rahaneleri ve fıçı boyudarmı kısıdamaya çalışmıştı, amacı üreti
len bardaklara 8 çentikli işareder koyarak ve bira içeceklerin bir
oturuşta sadece bir çi^i kadar bira içmesini sağlamaktı çünkü
Açılardaki bira kısıdanmış ve dağıulan bira herkese eşit gitmek
dununundaydı, yani bira içmeyi seven ve özgürlüklerinin kısıda-
nacağından korkan İngilizler, çok övdükleri kibarlıklarına da leke
sürdürmemek için birinci çiniyi geçmemelilerdi. Birden fâzla
çizgi geçtiklerinde birahanedeki diğer İngilizler daha az bira iç
mek zorunda kalıyordu.
Daha sonra bu uygulama gelenek haline gelmişti ve insanlar
Açıları eşit tüketebilmek için İkinci Açının açılmasını bekliyorlar
dı, fakat koyu bira çinileri kapatıyordu ve her defesında birileri
fâzla bira içmiş oluyordu. Bu böyle devam etti etmesine fâkat ar
tık bir sonraki fıçıyı beklemeye alışan İngilizler gitgide daha çok
sarhoş olmaya başlamışlardı, sarhoş olanların yargılama yetileri
de zayıfladığından artık çizgiler ve fıçılar belirsizleşmişti, gerisini
siz düşünün. Her yasaklar kanununda olduğu gibi Kral Edgar'ın
da yasağı insanların daha çok sarhoş olmasına neden olmuştu.
Peki, Amerikalı devlet yetkilileri neden eski hatalardan ders alıp
böyle bir yasa koymaktan vazgeçmemişlerdi? Barları kapatmak ne
kadar iyi bir Akir olabilirdi ki?

KARA CAHİL BİRLEŞİK DEVLETLERİ


1829 yılında Başkan Andrew Jackson işbaşı yapacağı için bir
balo düzenlemişti Adcat Beyaz Saraydaki baloda işler pek de iyi
gitmemişti. Alkol su gibi akıp, sesler yükseldikçe sarayda bir anda
insan akınına uğramışa, etraf kafâsı güzel politika severlerle dol-
Bir Günde Bir Miiyon Yıi

muştu ve politik görüşlerine olan aşklan depreşince ortalık fena


halde karışmıştı. Kalabalık umarsızca değerli eşyaları kırıp dök
tükten sonra görevliler fereli köyün kavalcısı taktiğini uygulayıp
tüm alkolü sarayın ön bahçesine götürmüştü ve içerideki çete
de haliye dışarı çıkmak zorunda kalmıştı. Yeni başkan, bu sırada
pencereden kaçarak yakınlardaki bir otelde yatmak zorunda kal
mıştı. O yüzden Donald Rumsfeld'in demokrasi için söylediği
'demokrasi her zaman kirli olmuştur' lafı pek de mantıksız değil.
Gördüğünüz gibi alkolün baştan çıkarıcılığma kapılan Britan
ya'yla sınırlı kalmamıştı, içki kültürü Amerika'da bir salgın has
talık gibiydi; bira, şaıap, rom, viski, brendi, koyu bira, madeira
şarabı sonuna kadar tüketilir olmuştu. 19. yüzyılın başlarında
çiftçiler fâzla mahsulleri mısır ve buğdayları damıtma &brika-
larma satarak temiz kâr elde etme yöntemini keşfetmişlerdi, bu
ürünler viski ^brikalarma satılıyordu yani 1830 yılında ortalama
bir Amerikalı yılda 7 galon alkol tüketebiliyordu tabii ağır içici-
lerse 10 galonun üstüne çıkmayı başarıyorlardı: yani her hafta bir
şişe Jack Daniels içiyorlarmış gibi düşünebiliriz. Başkanın kâbu
sa dönüşen, tabakların havada uçuştuğu balosunu da göz önüne
alırsak, işler açıkçası pek de iyiye gitmemişti.
Ahlaki bir devrim kaçınılmaz olmuştu ve bu tepki ilk olarak
yeni kurulan Amerika Yeşilayı sayılabilecek bir topluluktan gel
mişti. Sürekli reform peşinde koşan bu grubun ünü kısa sürede
yayılmıştı fakat etkileri küçük çapta, bireysel vakalarda etkili olu
yordu o yüzden alkolü normal tüketme çabasını yaymak için baş
ka bir şeyler yapmak gerekti. Bu örgün mesajını Avrupa'ya hızlıca
yaymayı da başarmıştı. İsveç, Danimarka, Norveç, Almanya ve
Hollanda'da benzer görüşteki Hıristiyanlar kendi örgütlenmele-

300
Greg leıuıer

rini hızlıca şekillendirmişti. Bu sıralarda îrlanda rahiplerinden


Iheobald Mathew bu kampanyanın süper starı olarak anılma
ya başlanmıştı çünkü verdiği vaazlar ve çağrılarla tek başına yedi
milyon kişiyi 'Alkole Hayır kampanj'asma dahil edebilmişti hı-
kat pan Avrupa'nın desteği 1848'de başarısız olan devrimler so
nucunda yetersiz kalmıştı; .o nedenle politik iyimserliğinizin sizi
alkole sürükleyeceğini hiç tahmin edemezdiniz. Böylelikle 1870
yılına gelindiğinde Avrupa'da alkol karşıtı olan sadece Londra ve
îrlanda kalmıştı.
Fakat Avrupa'nın alkol karşıtlığı yok olmaya başlarken Ame
rika, Karaiplerin meşhur içeceği Şeytan öldüren içeceğine farklı
bir isim vermekle meşguldü, yeni adı Şeytan Rom'u olmuştu. Ki
şisel olarak alkolden uzaklaşmak veya karşıtı olmak sivil toplum
örgüderini tatmin etmiyordu; dini organizasyonlar da Başken
Tepesi'ne kadar savaşlarını götürüp kimsenin bir kadeh bile iç
mediğine emin olmak istiyorlardı.

BU PİSLİĞİ YASAKLAYIN!
1873 yılında Hıristiyan kadınların alkol karşıtı örgütü sen
dikası kurulmuştu ve çılgınca amaçları alkolü kökten yasakla
maktı. Sarhoş olmanın özellikle kadmlann üzerinde kötü etkileri
olduğunu savunuyorlardı ve bu tip kadınların birçoğu ya kendi
derdini anlatamıyordu ya da alkolik bir kocanın gazabına uğru-
yorlardı. Dahası, bu örgüt alkol tüketmenin tanrı karşısında iş
lenmiş ahlaki bir günah olduğu iddia ediyordu ve bu günahlar
onlara sosyal anlamda kapanmayacak yaralar açıyordu; aynı tü
tünde, fahişelikte, yoksullukta, göç karşm ikiyüzlülükte olduğu
gibi sosyal hastalıklara neden oluyordu. Açık olarak bu kadınlar

301
Bb Günde Bir Milyon Yd

daha düzgün ve insancıl bir Amerika hayali kuruyordu fakat po


litikacılardan oluşan, aç köpekbalığı çetesine karşı gelmeye ça
lıştıklarından haberleri yoktu ve bu çete oyunu en pis kurallarla
oynamaya hazırdı.
Ohio'nun kırsal kesiminde kurulan Anti-Salon Ligi, 1895 yılm-
da ulusal düzeye ulaşmıştı ve bu gruptakilere göre başanya giden
her yol mubaha. Bu hareketin yandaş harekederinden biri de Bi
limsel alkol karşıdığı federasyonuydu vc alkol katşıu yalan yanlış
propagandalar yapmaktan çekinmiyorlardı. Hatta bu grubun res
mi olmayan aşırıları —Ku Klax Klan— şiddet ve cebir kullanarak
alkolü güney kırsalından kovmaya çalışıyordu. Fakat bu lig kendi
içerisinde de politik işleyişe sahipti ve diğer politikaaları şimdilerde
baskı grubu diye bilinen bir harekede alaşağı etmek istiyordu. Bu
kampanyanın dahi mimarı Wayne B. Wheeler, ligin en tepedeki
avukadarından biriydi ve kendi hareketi içindeki kargaşayı da, po
litik konulan sentörlerle viski içerek konuşmasıyla başlatan kişiydi.
Fakat Wheeler için İçki içip içmemek kafaya takılacak bir konu
değildi, onun için tek kriter bu kişileri propagandasında kullanıp
kullanamayacağıydı. Çünkü halktan ins:uılan ulusal destek sağla
mak için kullanmak işine yarıyordu. Ve eğer onlan dize getiremezse
dişlerini gösterme vaktinin geldiğini aıdıyordu.
Politikacıları baskı altına almak ve aksi durumda intikam pe
şinde koşmak Glenn Close'nin öldüren Cazibe filmindeki gibi
bir senaryoydu. Eğer bir politikacı ligi elinin tersiyle iterse lig
işleri çok ileri götürerek deyim yerindeyse gemileri yakıyordu;
politikacının kariyeri dibine kadar bitmeden peşini bırakmıyor
lardı. Amerika'daki çift partili sistem sayesinde 'Wheeler'in ayak
kabılarında olan bir kişi için kuvvetli bir grup toplamak çok zor

302
Greg lenner

olmuyordu;lig, kralları belirleyen bir konumdaydı ve kimi isterse


istediği kişiyle yerini değiştirebiliyor ve daha sadık bir kukla bula
rak yem verdiklerinde ellerini sağlama almak istiyorlardı. Whee-
1er zamanında 'Amerika'da bir senatörü diz çöktürüp yalvartacak'
adam olarak tanınmıştı; evcil bir köpek gibi mama verdiğinde
seviniyorlar, gazeteyi kıvırdığında da kuyn^annı saklıyorlardı.
Ku Klux Klan'ın göz kırpmadan ev ve insan yaktığı kırsal ke
simlerdeki başarılara rağmen, lig ve ligin yandaşlarının büyük şe
hirlerde etkisi hızla olmamıştı. Yani halk tarafını kazanmak için
Purley Baker adında Metodist bakan iğneleyici bir kampanya
başlatarak ülkedeki en kolay kesimleri hedeflemişti, bunlar Ya
hudiler, Almanlar ve Katoliklerdi, sonraları bu kesimler açgözlü
yiyiciler ve domuz gibi içiciler olarak anılacaklardı. Almancı kar
şıtı propagandalardan bazıları Birinci Dünya Savaşı'na giderken
fırtına gibi büyümüştü ve Amerika ordusu Avrupa kıyılarına as
ker göndermeye başladığı andan itibaren 23 Amerikan eyaleti bir
anda alkolü yasaklama kararı almıştı. Salon karşıtı -yani alkol
karşıtı— örgüderin uzun soluklu savaşı fenomen haline dönüşen
bir başarıyla sonuçlanmıştı. Amerikan askerleri 1919 yılında za
ferle evlerinde döndüklerinde karşılaştıklan manzara onları şa
şırtmıştı, 18. yasadaki değişiklik tıbbi amaçlar dışında alkol satı
şını ya da ithalatını yasaklamıştı. Amerika, Gobi Çölü'nden daha
kuru olacaktı. Ya da teorileri belki de buydu.

AL CAPONETJN AMERİKAN RÜYASI


Mantıklı olarak düşünürsek alkolün tamamıyla yasaklanması
sosyal anlamda verdiği zararı azaltmalıydı. £ baktığımızda vergi
kaçakçılığını engelleyemeyen, seri üretim yapılan alkol fâbrika-

303
BlıGOndeBİrBinyonYd

larmı kapatamayan tek sorumlu Ciıı değil miydi? Açıkçası bazı


saf insanlar bu felsefeye gerçekten inanmıştı ve gerçekten derken
şaka yapmıyorum, öyle ki, lovva'daki kasabalar alkolsüz bir eyalet
fikrine iyiden iyiye kapılmışlar ve dereyi görmeden paçayı sıvaya
rak birçok hapishaneleri kapatmışlardı. Fakat tedaviye yanıt ver
meyen bu iyi niyet hastaları çok kritik bir noktayı es geçiyorlardı;
Amerikalılar alkolü seviyordu.
Yasaklar yürürlüğe girdiği andan itibaren gizli damıtma atöl
yeleri tüm ülkenin etrafına bir kanser gibi dağılmışa, bu atölye
lerde meşhur küvet cini üretiliyordu, küvet cini adını küvetlerden
almasını, yine küvederde mayalanan cin yüzünden almışa ayrıca
gliserinle kanşarılan alkol yine küvetlerin musluklarında yıkanı
yordu. Bu işte ciddi kar potansiyeli olduğundan birçok saygın
kimlik işi ciddiye alıp hobi haline getirmişti. Aralarında 1920
yılında kendi likör mafyalarını kurmuş polisler bile vardı. Kötü
koşullarda üretilen alkol —aynı zamanda ay parçası olarak da bi
linir— zengin kesimin olduğu şehirlere yollanıyordu, çünkü bu
şehirlerde polis arabalarını alt edecek süper arabalar vardı (bu ko
valamaca aynı zamanda NASCAR yarışlarına ilham veren olaydı)
veya ürünler Adantik Okyanusu nun dalgalan üzerinden Rum
Row adlı meşhur gemiyle taşımyordu. Diğer kaliteli içkilerse Ca-
nada, Meksika ve sahil ülkelerinden kaçak yollarla getiriliyordu.
Alkol nereden gelirse gelsin Hollywood filmlerinde sıkça gör
düğümüz illegal barlar ya da gizli partilere ulaşmayı beceriyordu
fakat bütün eğlence buraya kadardı. Küvet cini gerçekten kötü
bir içkiydi, bazen ölümcüldü sadece 1925 yılında cinden ölen in
sanların sayısı 4,154*e ulaşmıştı. Güzel bir gününüzde beyninizi
şişiren baş ağrılarına hatta geçici körlüğe bile neden olabiliyor-

304
Gıeglenner

du fakat en kötü hikâyelerden biri de çaresiz insanların inandı


ğı, alkolü antifrizle karıştırarak içmenin daha güvenli olao^ıydı.
Antiriz, ekmeğin üzerinden süzülerek alkole akıtılıyordu ve öyle
tüketiliyordu fakat bu fikir üzerinizi kanla bulayıp köpekbalıkla-
rınm arasına dalmak kadar çılgınca bir fikirdi.
Amerika'nın her köşesinde insanlar cin içtikten sonra ayıla-
mıyor, yollarda uyuyup türlü kazalara neden oluyorlardı. Cin
içmeyenler ya da alkole ulaşamayanlar ise kendini kokaine,
esrara ya da eroine vurmuştu. Ekonomi çöküyordu, vergiler
düşmüştü. Polise harcanan para bir hayli yükselmişti ve yasalar
artık kırılma noktasındaydı(tahmin edersiniz ki Iowa'daki ka
sabalar hapishanelerini tekrar açmak zonmda kalacaktı) ve en
kötüsü de organize suçlar, haraççılık ve yozlaşma hat safhaya
ulaşmıştı. Al Capone gibi suçlular bu durumdan yararlanmayı
iyi beceriyorlardı.

ALKOLSÜZLÜK
ÇOK DAHA BÜYÜK ALKOLE YER AÇAR
Zararı yok etmek için 18. yasa değişikliği yapmayı amaçladığı
her şeyin tam tersine neden olmuştu; yasaklar adeta kendi üzerine
benzin döküp kibrit çakmış ve üstüne bir de ısıya duyarlı füzeyle
kendilerine ateş etmişti. Olanlar ise Abraham Lincoln için sürpriz
değildi, kendisi de sürekli içici olan Lincoln konuyla alakalı 1840
yılında sıkça yaptığı eleştirileri sürdürüyordu:

Yasaklar, alkol karşıtlığı idealine dddi zarariar vere


cektir. Çünkü bu yasaklar kendi içerisinde bir tntarsızr
lığa sahiptir, bir m.<anın zevkini yasalarla kontrol altına
Bir Günde Bir HUyonYri

almak kadar mantık smırlaruu zorlayan bir yoktur ve


suç olmayan her şeyi suçlu gösterme çabası boşunadır...
»

Lincoln eleştirileriyle tam isabet sağlıyordu. Sıradan kalaba


lıkların öfkesi, insanların kafa dağıtmak için kullandığı bir şeyi
yasaklayarak olayları içinden çıkılmaz hale getirmişti ve ölümcül
sonuçlar doğurmuştu. Kaçınılmaz bir şekilde yasalar 1933 yı
lında fesh edildi ve Başkan Roosevelt meşhur cümlesini sarf etti
'Amerika'nın şu anda bir kadeh alkole ihtiyacı var' fakat bu laf
tam 13 yıldır boktan alkol içerek derdine dert katan insanlar için
pek de anlamlı sayılmamıştı.
Amerika'nın gerçekten ihtiyacı olan şey normalleşmeydi. Ya
sakların getirdiği onca problem varken, alkolün yasaklanması
çetelere çok fâzla güç vermişti, daha önce hiçbir problem halka
bu kadar zarar vermemişti. Her şeyi geçersek, dünya nüfusunun
sadece %42'si alkol tüketirken birçoğumuz için bu gündelik ha
yatın bir parçasıydı. Ve Britanyalılara göre, en azından, birahane
ler toplumun da mayası sayılıyordu. Biz Britanyalılar çay içen bir
ulus gibi gözüksek de, kim birahaneleri yasaklamak isterse istesin,
şimdiki kral ya da kraliçe bile elinde bira şişesiyle Downing Soka-
ğı'na iner ve diğer elindeki beysbol sopasıyla kıracak cam arardı.
Evet, burada bitiriyoruz çünkü baya alkol tükettik ve artık
misafirlerimiz yavaş yavaş ayrılmaya başlıyorlar. Saat geç, göz ka
paklarımız zorlanıyor. Sarhoşken tabak, bardak toplamak biraz
gözümüzde büyüdüğü için görmezden geliyoruz, en azından sa
baha kadar. Şimdi uykuya gitme vakti.

306
23.45

DİŞLERİMİZİ FIRÇALIYORUZ

fi
Bitkin bacaklarımızı merdivenlerden yukarı sürükleyerek çeker
ken gözümüzün kenanyla yatak odasmın kapısına odaklanıyoruz
fâJcat yorganın altına rahat rahat yatmadan önce içimizdeki ses
günlük ritüellerimizden belki de en kritik olanını hatırlatıyor,
aynı ailemizin bir zamanlar hatırlattığı gibi, hep protesto ettiği
miz şey. Dişlerimizi fi rçalama vakti geldi.

BEYAZ DİŞLER
Günümüzde artık meşhur insanlann dişleri kaymaktaşı gibi ve
milimetrik hesaplarla bileylenen çenelerinin içinde güneş gibi pa-
rıldıyorlar. Dişler, günümüze kadar biyolojik görevlerinin dışına
çıkarak estetik kaygısının da bir numaralı öğelerinden oldular fa
kat baktığımızda tüm insanlık tarihi boyunca tek görevleri sade
ce çiğnemek olmuştu ve onlarsız atalarımız açlıktan ölebilirlerdi.
Ve açlıktan ölmek atalarımız için çok do^ bir olasılıktı çünkü
onların hedefi 32 dişini göstererek insanlar fiyaka satmak değil
di, tek amaçları dişlerini ağızlarında koruyabilmeleriydi. Dişler,

307
Bir Günde Bir Milyon Yd

küçük birer taş gibi olsalar da zamanla doğası gereği bakteriyel


enfeksiyon ya da kaba kuvvede zarar görebiliyor, asidik çürümeye
uğrayabiliyorlardı. Kısaca dişler düşebilirdi.
Dolayısıyla diş bakımınm önemini göz önünde bulundurur
sak, dişçilik mesleğinin taş devrine kadar uzandığını rahadıkla
söyleyebiliriz.

NEOLİTİK DİŞÇİLER
Acı çok keskindi ve o an ağcının içinden ayak parmaklarına
kadar inen vahşi bir ürperme hissetmişti. Topuklarını birbirine
vurarak dişlerini protesto ediyor ve bu işkenceye katlanmak zo
runda kaldığı için öfkeleniyordu &kat sırt üzeri yatmak zorun
daydı; son isteyec^i şey karşısındaki adamın elindeki matkabın
yumuşak dokusuna temas etmesiydi. Dişçi üzerine eğildi ve diş
lerinin arasında bir oduncu gibi testeresini sallamaya başladı, yü
zünde kuvvedi bir konsantrasyon ibaresi duruyordu. Matkabın
sesi çürümüş çekirdeğin üzerinde titreşimler yaratarak hastanın
kafâtasını ti tretiyordu, bu ti treşim hastanın acısını biraz olsun
dindirmeye yarıyordu. Hasta gözlerini kapattı ve başka şeyler dü
şündü, hepsi biraz sonra bitecekti ve bir dakika içinde bitti de.
9,000 yıl önce modern Pakistan'ın olduğu bölgede yer alan
Mehrgarh muhtemelen dünyadaki ilk dişçinin mesleğini icra et
tiği yerlerden biriydi, düşününki bu dönemde henüz Stonehen-
ge'in planlan bile çizilmemişti. Bu ciddi bir iddiaydı ve neoli
tik kasabada bulunan isketelerdeki kanıdar bunu gösteriyordu.
Sıradan bir göz için yarım milimetre ya da birkaç milimetrelik
delikler çok etkileyici olmaya bilirdi hatta ilk bakışta bizler gö-
temeyebılirdik &kat arkeologlara göre bu düzgün delikler kesin-
Gıeg lenner

likle dişçilerin yaptığı deliklerdi. 5,000 yıldan fazla sûredir diş


çiler metal aleder kullanıyorlardı ve bu dişçi de çakmaktaşı uçlu
bir delgeç kullanarak diş minesini delmeye çalışmıştı. Temelde
boncuk işleme işi için kullanılan bilenmiş çakmak taşı tahta bir
çubuğa bağlanmış ve bir yay şeklini almıştı, yayı ileri geri hareket
ettirerek -bir ağaç kesermiş gibi- saat yönünde kendi çapında
ileri geri dönerek diş üzerinde uhık bir delik açmaya yarıyordu.
Peki, bu pratisyen dişçiliğin dini bir tören ya da hastalık haline
gelmiş bir moda olup olmadığı nereden anlayacaktık? Bölgede
yapılan kazılarda bulunan 11 delik dişin dördünde çürük tespit
edilmişti ve dişlerin arka kısımdaki dişler olduğunu göz önüne
alırsak -yani çene arkasmda yanakların içinde saklı dişler— taze
ve temiz bir gülümsemeyle alakalı en ufak bir alakası olmadığı
ortaya çıkıyordu çünkü eğer çekici bİr gülüşe sahip olmak ister
seniz ön dişlerinize operasyon yaptırırdınız. Çürüklerin keskin
acılar verdiğini de bildiğimiz için bu deliklerin kronik diş ağrı
larını gidermek için açıldığını pek tabii ki de söyleyebiliyoruz.
İlgi çekici diğer bir kısımda tarih öncesi dişçilerin tek yeteneğinin
sadece dişleri delmekle kalmamasıydı. Bir grup İtalyan arkeolog,
Slovenya'da buldukları ve 6,500 yıl önce ölmüş genç adama ait
olan iskeletin tarihteki ilk dolguya sahip olduğunu ortaya çıkart
mışlardı. Arı mumundan yapılan bir karışım çadak dişi doldur
mak için kullanılmıştı. Mehrgarh'taki dişçilik çürüklerle müca
dele ederken, burada dişçilerse açığa çıkan sinirleri kapatmakla
uğraşmışlardı.
Modern dişçiliğin yüksek teknolojiden oluşan röntgen, lazer
ve elektronik gereçlerine karşın en basit tedavilerimiz -dolgu ve
kazıma- binlerce yıl öncesine dayanıyordu. Dahası dişçimiz bize

309
Bil Günde Bil MUyonYd

şekerli yiyeceklerin bir numaralı düşmanımız olduğu söylüyor ve


bu tarih öncesi atalarımızla benzer durumlar yaşadığımızı kanıt
lıyordu. Neolitik tarım devrimleri nişastalı ürünlerin tüketimini
çoğaltıyordu ve ekmek gibi hamur işi yiyeceklerde bulunan yük
sek oranda şeker ağzımıza doluyordu ve haliyle de kavitelere, asit
erozyonlarına davetiye çıkanıyordu. Fakat yok edicilerin babası
ekmeklerde bulunan sert cisimlerdi ve bu taşlar buğdayların yu
muşak taşlar üzerinde öğütülmesinden ortaya çıkıyordu.
Muhtemelen dişlerle alakalı yaşanılan problemlerin ilk kurba
nı meşhur buz adam ötzi'ydi, özti ti rol kurbanı olmuştu. Bu
lunduğunda dişleri çok berbat bir durumdaydı: renkleri kaçmıştı,
dişlerin yerleri değişmiş, birbirlerinin üstüne çıkmıştı. Muhteme
len sert bir ekmek çiğnerken dişlerinden birini kaybetmişti ve ön
dişlerinde görünen ağır hasardan da birilerinin ötzi'ye sağlam
bir yumruk attığı anlaşılıyordu. Sonraları sırtından bir okla yara
lanmış olması da çok sevdiğimiz Tom Hanks rollerinden birinde
olmadığını gösteriyordu, özti'nin şanssız olduğunu düşünürken,
ağzının tarih öncesi dişçiliğe ışık tuttuğunu da söyleyebiliyorduk.
Dişlerde zarar görebiliyordu ve neolitik bir insanın hayaunm
sonlarında, hatta kırklı yaşlarında verdikleri sırıtan pozlar şim
dilerin Tom Crutse pozlarından ziyade ağzında bomba padayan
film artisderine benziyordu, hâlâ dişleri oluyordu ama göze hoş
gelmiyordu...

DİŞ KURTLARIYLA ALAKALI PROBLEMLER


Küçük taşlar ve doğal şekerler gerçek düşmanlar olabilirdi fa
kat asıl günah keçileri daha uğursuz şeylerdi. Bronz Çağı'na geçil
diğinde BabiUer ve Mısırlılar diş kurdan dedikleri küçük yaratık-

310
Gıeg lenner

lara suçu atıyorlardı, bu kurtlar ağızda Pac-Man hayaletleri gibi


alelade türiiyorlardı. Romalıların teorileri bu yaratıklar için 18.
yüzyıla kadar kullanılmıştı yani dişçiler binlerce yıl süren uğraşlar
vererek aslında var olmayan yaratıklarla savaşıyorlardı.
Bronz Çağı'nın diş ağrılarına verdiği tepkiler genellikle ba
tıl inançlar üzerinden yürüyordu: Babiller koruyucu cevşenler
yapıyorlardı ve bu kurtlar ortaya çıktığında yüce tanrıları Ea\
Enki'den medet umuyorlardı. Bu yöntem işe yaramazsa dişçi
ay7/laki kurtlan yakıyordu. Milattan önce 2250 yılına geldiği
mizde ağız yakma işlemi -arı mumuna karıştırılmış banotunu
ağız kenarında yakarak yapılan işlem- bu düşmanla savaşmak
için tek geçerli tedavi olmuştu fekat düşman ölene kadar ağız ot
ve mumla doluyordu. Tabii Neolitik delme uzmanlarının yete
neği henüz Babillerin ameliyat yapmasına ya da delerek tedavi
etmesine yarımcı olmamıştı. Onların dişçiliği gerçekten basit
teknolojilerle yapılıyordu.

KRAL TUTUN TOPRAKLARINDA DİŞLERİMİZ


Saqqara, mezarlığı insan eliyle ölüler için yapılmış uçsuz bu
caksız bir yerdir; tabii uzunca bir süredir mezarlık olarak kulla
nılmamaktadır. Bir zamanlar Bronz Çağı başkenti Memphis'in
mezarlığı olarak kullanılan bu yer aynı zamanda Mısır piramit
lerini, Djoser in basamaklı piramidinin de içinde banndırarak
antik Mısır krallarınm gücünü sembolik olarak yansıtmaktadır.
Fakat Saqqara ile ilgili birçok şey hâlâ bizler için bir sır; bazı iyim
ser Mısırologlar henüz %30'u kadar bir alanın keşfedildiğini söy
lüyor .ve şakayla karışık yaptıkları esprilerde kim çöle bir kürek
sallasa mutlaka bir şeyle karşdaşır diyorlar.

311
Bir GOnde Bir Milyon Yıl

Yakın zamanda okyanusta ortaya çıkartılan kum mezar 2006


yılında ilk olarak hırsızlar tarafından keşfedilmişti. Bu yüksek de
ğere sahip bir anıttı, kireçtaşı ve kerpiç kullanılarak 4,000 yıl önce
yapılan bu mezarın içi de ölümden sonra saklanacak eşyalarla gü
zelce dekore edilmişti. Fakat bu mozole bir prensese ya da soylu
ya ait değildi, aksine birbiriyle alakasız üç adamın mezarıydı. ly
Mry, Kem Msw ve Sekhem Ka'nın mumyaları mezarda olmasa da
üzerinde hiyeroglifler kişilerin kimliklerini açıklamaya yetiyordu;
bu adamlar Firavunun dişçileriydi. Bu görev Firavundan 600 yıl
önce Hesi-Re tarafından ortaya çıkartılmıştı ve Hesi-Re insanlık
tarihinin bilinen ilk dişçisi unvanını taşıyordu. Firavun Djosef in
dişçisiydi.
İsimlerinin önündeki görkemli unvanlara nazaran Hesi-Re ve
ondan sonra gelen meslektaşları operasyonlarında Babil tekno
lojisindeki gibi sakızlı maddeler, gargaralar ve fârkh aromalarda
üretilen yakılar kullanıyorlardı, bu aromalar bazıları buhur otu,
mürrüsafl, soğan, kimyon, aşı boyası, ve baldı ve bence ilaçtan
çok kulağa çok deneysel yapılan bir çorba tarifi gibi geliyordu
fakat bu çorbaların hepsi lezzetli değildi; tedavilerden birinde ölü
bir fare ikiye bölünüyor ve yarısı acı içindeki dişin üzerinde bek
letiliyordu.
Mısırlılar fiziksel görünüşlerinden gurur duyan insanlardı fa
kat dişleri veya gülüşleriyle alakalı herhangi bir kozmetik teda
vi yapmamış olmaları şaşırtıcıydı. Tarih öncesi devirlerde protez
dişlere ait tek kanıt çürük dişler arasında yapılmış köprülerdi,
dişler birbirlerine altından yapıh ince kablolarla bağlanmıştı ve
gerisingeriye yerine monte edilmişti. Bu işlem, aslında cesederin
öldükten sonra daha yakışıklı görünmesini amaçlayan bir operas-

312
Greg Jenner

yona benziyordu, yani yaşayan insanların günlük kullandığı bir


implant değildi; kısaca şimdilerde açık tabudarda tertemiz giyim
li, pür makyajlı ölülerin antik sürümüydü.
Bizler a^z içi sağlımızı ve bakteri oluşumunu önlemek için
gargaralar, diş macunları, diş köpükleri kullanır ve sıkça mua
yene olmaya gideriz. Fakat Mısırlılarda bu çok daha zordu. Bil
diğimiz örneklerden biri Mutnodjmed -Tutankamonım askeri
danışmanlığını yapan Firavım Horemheb'in eşlerinden- 40'lı
yaşlarında hayatını kaybettiğinde ağzında hiç diş kalmamışa.
Araştırmalar, ortap çıkartılan 3,000 mump üzerinde yapılan
incelemelerde aslında ölen insanların %18'nin aynı diş problem
leriyle mumyalandıklarını gösteriyordu ve bu diş hastalıklarının
birçoğu ölümcül vakalardı. Yani Mutnodjmed yalnız değildi.
Neolitik Çağ'da diş hastalığı kurbanlarının ölüm sebepleri ara
sında yiyecekler de vardı ve zen^nden ^kirine herkes yiyecekler
yüzünden ciddi acılar çekiyorlardı. P.J. O'Rourke'nin nostaljik
anlatılarında, "Eski, güzel günleri düşündüğünüzde aklınıza tek
bir kelime gelsin; Dişçilik." diyordu.
Mısır'da cerrahi müdahalelerin neden ppılmadığı belli değil
di. Anestezi formunda kullanılan opium maddesinin ciddi ağrı
larda kullanımı pygındı ve bu sayede çene kemikleri delinerek
apseler boşaltılabiliyordu fakat çürük dişlerin çıkartılmasına iliş
kin bir operasyon, hastanın hapanı kurtarabilecek dahi olsa p-
pılmamıştı. Aksine, iltihaph dişler kendi doğasına bırakılıyordu.
Hatta bilgelik, kitabı olarak bilinen Ankhsheshonq "Bilileri "Çü-
rüyüp de yerinde kalan bir diş görülmemiştir, " diyordu. Zavallı
Mutnodjmed bunun farkındaydı fakat Mısır kültüründe ne yazık
ki diş perisi diye bir şey yoktu zaten olsaydı bile kısa sürede iflas

313
Bir Günde Bir Milyon Yıl

ederdi, çünkü mısırlılar dişlerini ağzılarında tutmayı seviyorlardı.


Mısırlılara kıyasla, Yunanlar tıbbın atalarıydı ve bitmek bilme
yen bir yenilik düşkünlükleri vardı, tıbbın babası Kos'lu Hippoc-
rates diş hastalıklarına karşı Kıskaç adını verdiği (odontagogon)
tedaviyi bulmuştu. Hippocrates gerçek bir manuk adamıydı ve
antik dünyadaki ilahi batıllıkları kesinlikle reddediyordu, bunu
yapmasının nedeni de hastalıkların görünen belirtilerine &yda
sağlayabileceğini düşünmesiydi. Bu cesurca tutumu sayesinde
hastalarının şikâyetlerine tedaviler ararken onların idrarlarını,
terlerini, kulak yağlarını ve burun akıntılarını test etmesine yol
açmıştı. Gerçekte Hippocrates paraya düşkün adam değildi ve
bilimsel bir olayda sınırları zorlamayı göze alıyordu ve Aristo'yla
birlikte ortak fi kirleri, erkeklerin dalıa çok dişi olduğuydu. Ta
bii bunları duyduğunuzda, iki dâhinin bu bilgiye ulaşmak için
birkaç hastanın ağzını incelemesinin yeterli olacağını düşünebi
lirsiniz fakat ikili idrar içmek ve dışkı ayıklamaktan buna vakit
bulamamıştı.

ALTIN GÜLÜŞLER
Eğer kazara bir kapıya çarpıp dişlerimizden birini kaybedecelı
olursak, dişçimizin köprü tedavisiyle yerine yenisini koyacağını
biliriz. Bu fi kir ilk olarak milattan önce 700 yılında Etrüskler ta
rafından keşfedilmişti -Etrüskler İtalya'nın kuzeyinde yaşayan vt
tarınila uğraşan bir toplumdu- ve bu fi kirden yola çıkarak kınlar
ya da düşen dişlerin yerine yeni beyaz inciler yerleştirebiliyor-
lardı. Düzleştirilmiş altın şeritleri çene içinde sabitleyerek zayii
dişlere destek veriyor ve diğer dişlerle birlikte sağlam durmasını
sağlıyorlardı.

314
Greg lenner

Eğer bir diş kaybedilmişse yerine öküzlerden alınan sahte bir


diş takılıyordu. Ortasından delinen delikle diş metal bir kasap
oturtuluyor arından da uygun olan bölgeye yerleştirilerek yerine
geldiği dişin görevini aynen sürdürmeye çalışıyordu. Tabii metal
gülümsemeler James Bond'dan zipde kablo yiyen arkadaşı Jaws
görüntüsü verse de asıl etkileyici olan bu protezlerin sadece ağzı
doldurmak için ppılan estetik müdahaleler olmadığı ortadaydı.
Bu protezler, hastanın yiyecekleri çiğnemesine ve dolayısıyla in
sanların hayadan boyunca çorbaya mahkûm kalmamasına yarı
yordu.
Birkaç yüzyıl sonra Akdeniz'in doğusunda, milattan önce 3.
yüzyıla geldiğimizde al&be üstadı Fenikeliler diş protezlerinde
lârklı bir yöntem geliştirmişlerdi. Metal kasalar yerine altın kab
loları tüm dişlerin etrahna çiftliklerde bulunan çider gibi geriyor
lardı. Şans eseri bu altın çiderle kaplı diş tedavisi olan atalarımız
dan biri halen Beput'taki Amerikan Üniversitesinde sergileniyor.
Ford Mandible adıyla bilinen bu kişinin -daha çok bir tüccar ara
bası ismine benziyor- kemiklerinde yapılan incelemeler Ford'un
peridontit hastalığına yakalandığını gösteriyordu, bu hastalık yü
zünden dişler sağlam olmalarına rağmen dökülüyordu. Faka bu
kez de altından ppılma ince kablolar hastanın dişlerini yerinde
tutmayı başarıyor ve ona haptta kalma umudu veriyordu. Antik
dişçilerin sadece yenileme amaçlı protez yapmalarının yanında
doğal olan dizaynı koruma çabaları da gerçekten takdire şapn
bir durumdu.

Romalılar sahneye çıktıları dönemde ilk önce Etriskleri ve son


ra da Yunanları balon gibi büyüyen imparatorluklarına katmışlar
dı ve kozmetik dişçilik bir hayli popülerdi. Tahta ve fildişinden

315
Bir Günde Bil HUyon Yıl

protezler kullanılıyordu fakat alnn diş protezleri o kadar yaygın


laşmıştı ki devlet bu denli değerli maddelerin ölülerle birlikte me
zara gitmesini engellemek zorunda kalmıştı, çünkü ölen kişinin
akrabaları cenaze masraflarım bu değerli metalleri geri alarakgide-
riyorlardı. Metal protezler aslında olmazsa olmaz bir gereklilik de
değildi. 14. yüzyıla girilirken sırlarla dolu İtalyan kâşif Marco Polo
keşiflerinde Zar-Dandan adında gizemli bir kabileyle karşılaştığını
anlatıyordu (Persçede Zar-Dandan Altın Diş anlamına geliyordu)
bu kabile Etrüskleri taklit etmiş ve dişlerinin üzerine altın kapla
malar yapmıştı Eıkat bu tamamıyla estetik bir tercihti ve Zar-Dan-
dan'lılar Lil Wayne hip-hip videolarında altın tellerle dolu ağzını
göstermeden yüzyıllar önce bu modayı başlatmışlardı.
Benzer başka bir tema da Vikinglerden çıkmıştı, Vikingler
dişlerine büyük oluklar açarak muhtemelen düşmanlarına korku
salacak bir görünüm yaratmaya çalışmışlardı bu arada dünyanın
öteki ucunda yükseklerde yaşayan Aztek ve Mayalar bir adım
daha ileri giderek diş ederine oyuklar açmış ve bu boşluklara al
tın, elmas, kuvars veya turkuaz taşlar yerleştirmişlerdi. Tabii so
nuçta çok parlak bir gülümsemeleri olmuştu.

ÇALKALA, GARGARA YAP VE TÜKÜR


Sarhoş halde yatak odamıza gidiyoruz ve aynanın karşısında
ki görüntümüzü görür görmez bir adım geri atıyoruz. İnşallah
bütün gece böyle gezmemişizdir! Diş fırçamıza uzanıyor ve diğer
elimizle de macunumuzu alıyoruz. Kapağı açtıktan sonra koyu
kıvamdaki macunumuzdan mercimek tanesi kadar fırçanın üze
rine buluyoruz, bu çocukluğumuzdan beri yaptığımız görev şim
dilerde çift gören sarhoş kafamızla bizi biraz zorluyor.

316
Greglenner

Peki, Romalılar da böyle yaparlar mıydı? Cevap; evet. Kül


türlü Aulus Cornelius Celsus, halkına düzenli olarak dişlerini te
mizlemelerini önermişti, özellikle kilolarca rafine edilmiş yiyecek
tükenen aristokrat kesimleri uyarıyordu, rafine yiyecekler -Cel-
sus'a göre- diş çürümesini çok hızlandırıyordu. Fakat Roma top
lumunda beyaz dişler ve temiz ağızlar insanların takdirini toplasa
da, zenginler büyük ziyafet masalarından ödün vermek istemi
yorlardı; yani kek yemekten vazgeçmemişlerdi. Pekâlâ, o zaman
bu aç Romalılar ağız sağlıklarını nasıl koruyorlardı? Cevap, çok
şaşırtıcı olmayacak şekilde sık fırçalamadan geçiyordu fakat bunu
kendileri yapmayacaklardı. Diş hastalıklarından korunmak için
bu konuda eğitilmiş bir köle yumuşak fırçayla birlikte parlak ma-
cımları kullanarak efendilerinin dişlerini nazikçe fırçalayacaklar
ve yemek artıklarını temizleyeceklerdi.
Macun alternatifleri çok lâzlaydı flıkat iddialara göre sex ba
ğımlısı Messalina —İmparator Claudius'un eşi— dişlerini par
latmak için geyik boynuzu tozunu kullanıyordu. Boynuz aynı
zamanda yüksek afrodizyak etkili bir maddeydi -boynuz insan
ları azdırıyordu- ve bizler gibi Romalılar da ilaçlı sularla nefes
lerini tazeliyordu fakat kullandıklarımız kadar naneli değillerdi
ya da bizimkiler kadar güzel değildi diyelim. Çünkü Romalılar
korktuğumuz gibi arındırılmamış insan idrarı ile gargara yapı
yorlardı hatta bu idrarlar içinde daha yüksek amonyum oldu-.
ğu için Portekiz'den ithal ediliyordu. Bunu öğrendikten sonra
Messalina nın kendine sevişecek birini bulması bile bir mucize
sayılır...
Asya'nın güneyinde, kutsal Vedik yazıdan da dişçilikle alakalı
bilgiler vermektedir. Hindistan Ayurveda tıbbındaki en tanınmış

317
Bir Günde Bir Milyon Yd

kişi Susruta'yck. 6. yû^lda yaşamış bir eğitmen olarak bilinen


Susruta belki de doktorların arasında türemiş bir e&aneden iba
rette olabilirdi. Her nasılsa, Snsruta'nın diş sağlığı için yaptığı
öneri aromatik bir ağaç dalının diş firçası(dantakashtha) olarak
kullanılmasından ibaretti. Ayrıca önerisinde bal, pudra ve yağlar
dan yapılı macunlan kullanarak insanlara günlük diş fi rçalamala-
rım öneriyordu. Bu lezzetli diş macunun dışında, insanların ne
fesleri tembul ağacının yapraklarını çiğneyerek de tazeleniyordu,
hatta bu yapraklann uyarıcı etkisi sayesinde afrodizyaklı olduğu
da bilinirdi -Kama Sutra yapmalarının sebebi anlaşıldı- yani kü
çük bir tembul yaprağı çiğnemek o dönemde viagra içmek gibi
bir şey oluyordu.
Tembul halen Güney ve Güneydoğu Asya'da kullanılan bir
yöntem ve özellikle hurma ile karıştırıldığında Hindistan'da paan
diye bilinen karışım elde ediliyor. Fakat bu ilaçların sık kullanımı
dişlerin rengini kırmızıdan siyaha çalan bir hale getiriyor ve ağız
kanserine yol açtığı da söylenenler arasında. Yapılan uyarılara kar
şı Vietnam, Hindistan ve Pakistan'da tembul kullananlar henüz
alışkanlıklarını bırakmış değiller.

VE GELELİM ÇİN'E
Dişleri fırçalarla ya da ağaç dallarıyla temizlemek dünyanın
.birçok köşesinde kullanılan yöntemlerdi fakat bu amaç uğruna
fırçayı icat edenler aslında Çinlilerdi. Domuz kıllarını kemiklerin
üzerine örerek Tang Hanedanlığı sırasında —Anglo Sakson ve Vi-
kinglerin İngiltere üzerinde kontrol sağlamaya çalıştığı döneme
denk gelir- bu fırçaları kullanmışlardı ama belki bu fırçalar daha
da eskiye ait olabilirdi.

318
Gıeg lenneı

Çin Tıp Felsefesi Yunanlannkinden ve Babü'in batıl teknikle


rinden biraz farklıydı, ama onlarda diş kurdarının varlığına ina
nıyorlardı ve hatta 3,500 yıl önceki yazılan Çin sembollerinde bu
kurdarın ölü dişler üzerinde Everest'e tırmanmayı becermiş dağ
cılar gibi durdukları yazıyordu. Her halükarda Çin Tıbbı (TCM)
Sarı Hükümdar Huang Ti'nin mistik yazıtlarından ve Beş Tahıl
hükümdarı Sheng Nung ışığında şekillenmişti. 4,500 ve 5,000
yıllarında yaşayan bu hükümdarlar kâinattaki beş temel elemen
tin -Su, Toprak, Tahta, Metal, Ateş- birbirleriyle olan ilişkilerini
ortaya çıkanan ilk insanlardı.
İki imparator aynı zamanda Yin-Yanğ felsefesinin kozmik
benzerini yazmışlardı, bu sistem karşılıklı olan zıt kutupları bir
leştirmeyi amaçlıyordu, yani kadın olmadan erkek olamazdı. Ka
ranlık olmadan ışık, iyilik olmadan kötülük var olamazdı. Kısaca
anlatmak gerekirse TCM uyum içinde çalışan bir bedene inanı
yorlar, bu bedene dışartan edilecek müdahalelerin hastalıklara yol
açacağını söylüyorlardı. Öyleydi, vücudun ilahi yönü dolayısıyla
Çin dişçiliği, diş çekmek yerine daha çok akupunktura yönel
mişti, masajlar ve bitkisel ilaçlar da tedavileri destekliyordu. Bu
çözümlerin yetmediği durumlarda dişçiler ağız bölgesine daha
hızla yaklaşıyor, sarımsak, insan sütü, bayır turbu veya güherçi-
leden yapılı hapları hastalara veriyorlardı fakat bunları ağızdan
almak yerine hastanın burnuna tıkıyorlardı. Eğer bu yöntem de
başarısız olacak olursa ya da çaresizce diş kurdu(çürük yaratan
bakteriler) tanısı konuşursa doktorlar ahlaki olarak dişin etrahna
arsenik enjekte etmekten çekinmiyorlardı fakat kazara iazia. doz
verildiği takdirde arsenik ölümcül olabiliyordu. Aniden modern
dişçi korkumuz depreşti değil mi? Ama aslında ne kadar çocuksu
bir korku olduğunu anlamış olmalısınız.

319
Bil Günde Biı Milyon Yd

DİŞ AĞRISININ AZİZ MÜŞTERİLERİ


Ortaçağ batısı ve orta doğusunda dişçilik antik ergenlik ka
dar hızlı ilerlemeyi başaramamıştı -RoUingStones gibi- ve nostalji
turlan yaparak hep aynı türküyü söylemişti: Diş kurtlan, kana
ma ya da metabolizma hastalıklan dişleri yok ediyordu. Ağız te
mizliği İslam dünyasında üst düzeyde önemli olmasına ve Hz.
Muhammed'in Salvatom Persica ağaa dalından yapılan misvak
kullanmasına ve hatta 11. yüzyıl dehası îbni Sina'nın Romalılar
gibi ağız gaı^arasının çözümüne güvenmesine rağmen -Araplar
dökülen kanlar yüzünden diş tedavilerinde Çinlilerin son çare
olarak kullandığı arsenikleme yöntemine sıkı sıkıya tutunmuşlar
dı- dişleri çekmek istemiyorlardı.
Fakat bau Avrupa'da Katolik doktrininin filtresinden geçen
antik Roma bilgileri nesiller boyunca aktarılarak birçok dişçinin
pudra, kaynatma, şişirme ya da türlü maddelerle -sürüngenler,
kurbağalar, karga kafaları, bitkiler ve hatta insan dışkılarıyla-
ebedi mücadeleleri olan diş tedavi etme yöntemlerini kullanmaya
devam etmelerine neden olmuştu. İksirler ya da ilaçlar hastalıkla
ra çözüm olmadığı takdirde insanlar komşularına gidip dişlerini
hacamat ettiriyorlardı fakat bıçaklarla arası iyi olmajanlar Aziz
Apollonia'ya adanmış çeşmeye gidip ruhuna dua ederek şifâ arı
yorlardı. Aziz Apollonia idam edilirken Hıristiyanlık için verdiği
mücadele kaışıhğmda dişlerinin sistematik olarak söküldüğü iş
kencelere maruz kalmışa.
İlahi kurtuluş beklemek optimisderin tercihiydi ve birçok
bağnaz Hıristiyan inançlarını desteklemek için birçok mucize ör
neğini anlatarak kendilerini kanıdamaya çalışıyorlardı fâkat daha
faydacı ve uzun vadeli bir çözüm olduğu da aşikârdı çünkü Orta-
Greg Jenner

çağda kısa yoldan diş tedavi ettirmek çok lâzla güvenilirliği olan
bir mesele değildi...

BERBERLER VE BARBARLAR
Yüksek sesle çığıran kalabalık sahnenin etrafında toplanmıştı,
gülüyor ve karşılarındaki sahnenin açılmasını heyecanla bekliyor
lardı. Sahnede palyaço kıyafeti giymiş biri elmalarla hokkabazlık
yapıyor ve diğer adam da elindeki kargaburunla insanlara sesleni
yordu. "Dişi ağrıyan var mı? " diye sorarken parmaklarını da ön
sırada oturanlara doğrultuyordu. Kalabalık gerilmiş ve homur
danmaya başlamıştı fekat kimse cesaret edip ileri adım atamıyor
du. Adam tekrar sordu, bu kez daha gür sesle bağırmıştı. Karmaşa
içindeki seyirciler arasından bir ses yükseldi: 'Benim ağrıyor, yar
dım edebilir misin? Sahnedeki adam sırıtmaya başladı ve seyir
ciyi sahneye davet etti ve ardından sırt üstü yatırdı. Hokkabaz
elindeki elmaları ve diğer topları hastanın üzerine bıraktı ve yerde
sabit kalmasını sağladı. Şimdi kalabalık olacakları izlemek için
sabırsızlanıyordu, nefes alışverişleri değişmişti. Kargaburnu genç
adamın ağzına gitti ve içerisinden sarı, çürük dişi çıkarttı. Kala
balıkta herkes şok olmuştu, çünkü hâlâ kan görmemişlerdi. Aksi
ne yerdeki hasta mutlu bir şekilde el sallıyordu 'îyileştim! Bu bir
mucize! diyordu. Seyirciler de mutluluktan çığlıklar atıyor, teza-
büradar yapıyordu arından da birçok diş hastalığı çeken seyirci
xplerindeki metelikleri hazırlayarak acısız ameliyatlarını olmak
için sıraya girmişlerdi...
Bu sahne muhtemelen Ortaçağ Avrupasındaki şehirlerde sık
jörmeye alışılan bir manzaraydı. Sahnedeki adam, diş çektikle-
•ini söyleyen ve kendilerini dişçi olarak tanıtan şardatanlardan

321
Bir Gttnde Bir Milyon Yıl

biriydi. Eğer gerçekten insanları kandırmak istiyorlarsa bazen


dişçi yerine iârklı lakaplar da kullanıyorlardı. Fakat bu şarlatan
ların elinden çok çeken Almanlar artık kendini öven ve yalan
dolan işler kovalayan bu adamlara kanmıyordu, bu şarlatanlara
âL\ş-^nc\\ix{zahnbrechers) adını takmışlardı. Aslında bu adamla
rın Avrupa'daki sicilleri bir hayli kabarıktı; bu düzenbazlar öyle
pis insanlardı ki onlara hakaret etmek bile iyi bir şey yapmış sa
yılırdı. Ve tabii diş hastalarının çektiği ıstırap verici ağrılar, saf
yürekli olanlarının kuyruklara girip dişlerini bu adamlara teslim
etmelerine neden olmuştu, hastalar diş çeken adamın karizması
na ve sahnede türlü hokkabazlıklar yapan asistan Merrie Andrew
ya da Zany'e kendilerini kaptırıyorlardı Dahası, Las Vegas'taki si
hir şovlanndaki gibi kalabalıklar arasında gizlenen sahte hastalar
acısız ve abartılı bir operasyon geçirmek için sabırsızlanıyorlardı.
Sıra gerçek ameliyata geldiğinde dişin ardından fışkıran kan ön
sıralara kadar sıçrıyor ve kalabalıktan yüksek bir çığlık gelmesine
neden oluyordu. Ama hastanın çığlığı tüm çığlıkları bastıracak
kadar kuvvetli oluyordu.
Dişlerimizi güzel güzel fırçalarken, naneli köpük çenemizden
akar ve aniden çenemizin içinde büyük bir apse olduğunu fark
ederiz ya da çürük bir dişimiz vardır. Ve genelde bunlardan çok
çekinsek de ertesi sabah muhtemelen dişçimizi arar ve duvarların
da asılı olan sertifikalarına güvendiğimiz için, dişlerimizi onlara
emanet ederiz, çünkü muhtemelen ağzımızı delik değişik etme
yeceklerdir. Fakat Ortaçağ insanları bu şarlatanlara güvenmediği
İçin doktorlar yerine kapı önlerinde kanlı havluların ve kan dolu
kovaların asılı durduğu dükkânlara gidecekti. Bu dukkandak
kan izleri aslında insanlara dişçinin ne kadar tecrübeli olduğum
Greg lenner

gösteriyordu tabii biz olsak bu manzara karşısında yaptıklarıyla


övünen bir psikopatla karşılaşacağımızı düşünebilirdik. Bunlar
dan en korkutucusu ise hastanın ağzına müdahale eden kişinin
aslında bir berber oluşuydu çünkü diş tedavisinin türlü alterna
tifleri vardı... fakat hepsi birbirinden berbattı.
Zincirin en dibinde bildiğimiz eski berberler vardı, yan gelir
kazanmak için diş çekiyorlardı; sonra daha tecrübeli berber cer
rahlar vardı, basit tıp bilgileri temel operasyonları yapmalarına
yarıyordu. Bu iki rakip sınıf üniversite eğitimli, cerrahi müdaha
lelerden çok zamanını tıp teorileri harcayan doktorlar tarafından
alt ediliyordu. Yüzyıllar boyunca farklı dönemlerde hükümetler
bu profesyoneller arasında belirli ayrımlar yapmışlardı, henüz
ilaçlar ancak resmi olarak denetime tabii tutulabiliyordu yani diş
hastaları yasalar sayesinde bir berberin makasının altına yatarak
üçe kadar saymaya fırsat bulamadan uzuvlarına veda ediyordu.
işte bu yüzden ameliyattan kaçınmak ve her zaman sağlıklı
dişlere sahip olmak genellikle tavsiye ediliyor.

KRALİÇENİN DİŞLERİ
Pekâlâ, Ortaçağ'da sağlıklı dişlere sahip olmanın birkaç tüyo-
suna bakalım. Evet, yeni bir liste zamanı!

1. Tahta ya da tüyden yapılı kürdanları kullanın.


2. Dişleri diş çubuklarıyla düzenli olarak temizleyin
(misvak gibi).
3. Diş üzerindeki lekeleri yok etmek için yapışkan
macun ya da kurutulmuş mürekkep balığı tozuyla

323
Bir Günde Bir Milyon Yd

dişleri temizleyin.
4. Sürekli asitli gargaralarla ağzınızı çalkalayın, bu şa
rap, sirke hatta aliminyum sülfat bile olabilir.
5. Nefesinizi nane, papatya, kimyon, adaçayı, rozma-
rin, misk ya da gül suyu ile tazeleyin.

Ortaçağ ağız sağlığının göz ve burundan farklı olduğuna inan


mak için az kanıtımız var yani öpüşüp koklaşmanız için aksi bir
neden yok fakat ağzını açan bir Ortaçağ insanı sizi beklemediği
niz şekilde korkutabilir ve iğrenerek burnunuzu tıkamanıza ne
den olabilir. E haliyle yeni dünyadan vc egzotik doğudan yüksek
miktarda şeker Avrupa kıyılarına geliyordu ve kısa süre içerisinde
tatlıdan yapılan minik heykeller zengin sofraları süslemeye başla
mıştı bu da aristokratların diş sağlıkları konusunda kriz yaşama
larına sebebiyet vermişti. İngiltere'de I. Elizabeth ağız sulandıran
tatlılara düşkünlüğüyle tanınırdı ve sürekli diş çürümelerinden
ve uykusundan uyandıran diş hastalıklarından şikâyetçiydi. Fakat
buna rağmen çektiği onca acı, çürük dişlerini çektirmesine sebep
olmamıştı, tek çürük dişini 1578 yılında Londra rahibi gönüllü
olarak dişçinin kerpetenine kendini teslim ettikten sonra cesaret
lendirerek çektirmişti.
Elizabeth vefat edene kadar hiç dinmeyen diş ağrılarıyla başa
çıkmak zorunda kalmıştı, çünkü ağzında birden fâzla kararmış
dişi vardı ve sarayın içinde her gün parmakları ağzında dolaşıyor
du, ağzına tıktığı bezlerle de düşen damağını doğrultmaya çalı
şıyordu. Kanalın karşı tarafında bundan 50 yıl sonra Kral XIV.
Louis'nin kokusu öyle güçlü duyuluyordu ki metresi Madam

324
Greg Jenner

Montespan üzerine litrelerce parfüm sıktıktan sonra çürüme riski


olmadan yanında durabiliyordu.

ŞEKER GİBİ BİR GÜLÜMSEME


Louis 1700'lü yılların başında öldüğünde zenginler ve me
raklılar arasında yeni bir diş sağlığı yöntemi popüler oluyordu.
Düzenli dişlere sahip bir ağız aynı zamanda düzgün konuşmaya
da olanak sağlıyordu ve 18. yüzyıl Britanya'sında düzgün telaffuz
çok önemli bir hale geliyordu; Ölüm Yıldızı'nda Darth Vaderm
mürettabatı aynen böyle konuşuyordu çünkü tüm mürettebat
Hertfordshire'dan seçilmişti. Yani dişler artık karizmatik konuşa
bilmek için lazımdı fakat daha fâzla şeker tüketimi dişleri ağızda
tutmayı bir hayli zorlaştırmıştı.
Modern banyomuzda musluğumuz akarken dişlerimizi çok
sert fırçalamamaya özen gösteririz aksi halde diş etlerimize za
rar verme ihtimalimiz yükselir. Bu tecrübe bizlere 18. yüzyılda
yaşamış aristokratların ciddi anlamda uyguladıkları sert ağız
sağlığı programlarından gelmiştir ve işe yaramaktan çok sağlığa
zarar veren bir temizlik yöntemidir. Örneğin Lord Chesterfıeld
(tuvaletle alakalı önerilerine şahit olmuştuk) gençliğinde hışım
la diş fırçaladığı için pişman olmuştu ve oğluna 'çubuklar, de
mirler vesaire, dişlerimi yok etti, o yüzden şimdi ancak altı yedi
tane dişim kaldı' diye serzenişte bulunuyordu, öyle ki beyaz
gülüşlere ulaşmak için insanlar parlatıcı kimyasallarla dişlerini
beyazlatmaya çalışıyordu bu maddelerden bazıları tebeşir, tuz,
soda ve küllerdi. Tabii bu arada barbar cerrahlar diş minelerine
nitrik asit uyguladıkları için çürümeye karşı olan tek doğal ba-
riyeri de ortadan kaldırıyorlardı.

325
Bir Günde Bir MUyon Yıl

Fakat sakar dişçilik tek problem d^ildi. Britanya împarator-


luğu'nun küresel yükselişiyle birlikte şeker sadece monarşinin te
kelinde olmaktan çıkıyordu ve artık kitlelerin sahip olabileceği bir
içerik haline gelmişti. Artık fakir insanların ceplerinde şekerle sa
vaşmak için daima kürdan ve benzer aletler bulunuyordu. İşi daha
da karmaşıklaştırmak gerekirse, medikal işlerle uğraşan esnafin te
rapi olarak uyguladığı kusma seansları midenin ciddi anlamda asit
üretmesine neden oluyordu ve çoğalan asit ağızdan çıkarken yine
doğanın en güçlü çözeltisiyle mahvoluyordu. Artık dişçilik amatör
lerin elinden alınmalıydı, bu açık ve net gözüküyordu çünkü bar
bar berberlerin önü başka türlü kesilemezdi. 18. yüzyılda aranan
zanaat kahramanlık zanaatıydı, tabii dar elbiselerden ziyade daha
iyi tıbbi eğitimi olan kahramanlara ihtiyaç vardı.

DİŞÇİLİĞİN BABASI
Pierre Fauchard zanaatını Fransız donanmasında öğrenmişti,
donanmadaki askerlerin kırık çenelerini ve yamuk dişlerini ta
mir ediyordu hıkat onur verici 'Dişçiliğin babası' unvanını alması
Fransa'da olacaktı. İlk icraatı mikroskop kullanarak diş kurdu ef
sanesini çöpe atmak olmuştu -sadece bu ile onu devrimci yap
maya yetiyordu çünkü 5,000 yıllık bir hurafeyi yok etmişti- fakat
radikal tutumu bununla sınırlı kalmamıştı. Eğer daha önce tel
taktıysanız, bu adama teşekkür etmeliydiniz, fakat teneke ağtzit
diye dalga geçildiyseniz teşekkür etmek pek de doğru bir davranış
olmayabilir, değil mi?
Aslında modern dişçilerimizden talep ettiğimiz birçok tedavi
Fauchard'ın zekâsından türemişti. Dişleriniz küçükken sıklaştırıl-
dı mı? Bu onun fi kriydi. Kurşun ya da altından dolgularınız oldu

326
Greg lenner

mu? Bunlar da onun fikirleriydi. Takma dişleri olan birilerini ta


nıyor musunuz? Evet bu protez tedavisi de yine pırlanta gibi olan
bu Fransız adamın beyninden çıkmıştı, Fauchard, antik protez
tekniklerini kullanarak fi ldişinden yeni dişler oymuş ve altın tel
lerle sahte dişleri insanların çenelerine bağlamıştı. Aynı zamanda
daha iyi kelepçeler tasarlamıştı (pelikan olarak bilinirler), delici
aletleri daha isabediydi(bu konuda günlerce saat tamircilerini iz
lemişti) ve son olarak da hastalarını yarı dik olarak koltukta teda
vi ediyordu, böylece yerde yatarken işkenceci bir berberin çektiği
vahşet fi lmine fi güran olmuş gibi hissetmiyordunuz.
Birçok açıdan Fauchard ilk bilim adamlarının en zekilerin-
dendi, şarlatanların korkulu rüyası olmuştu ve karşısına çıkan
düzenbazları da tecrübesiyle alt ederken yaptıkları sahtekârlıkları
da yayınladığı yazılarında tüm dünyaya duyurmuştu. Bunlar bir
yana, tüm yeniliklerine rağmen insan idrarıyla ağız temizle yön
teminden uzaklaşmamıştı çünkü bu en iyi anti bakteriyeldi ya da
belki de Ortaçağdaki hacamatlardan öğrendiği şeyler vardı fakat
hangimiz kusursuzduk ki?

WATERLOO DİŞLERİ
Fauchard aynı zamanda diş nakline de kafa yormuştu -dişçi
lerin deneysel olarak yüzyıllardır uğraştığı bir meseleydi- (âkat 18.
yüzyılda yapılan deneyler genellikle İngiliz cerrah John Huntef la
anılıyordu. Tabii bazı ahlaki otoriteler bu işleme karşı çıkmışlardı,
çünkü ve başka bir engel de operasyonun-bulaşıcı ağız frengisini
yaymasıydı. Fakat dişçiler için en büyük engel uygun bir bağışçı
bulmaktı. Bazı vakalarda zengin züppeler için çocuklara baskı yapı
larak dişlerinden vazgeçmeleri sağlanıyor ve ahnan dişler zenginlere

327
Bir Günde Bir MUyon Yıl

takılıyordu fakat asıl kaynak cesetlerdi. İdam edilen suçlular, hasta


lık kurbanları ve hatta savaş alanlarından toplanan askerlerin dişleri
sökülüyordu işte bu son kaynak yüzünden 1815 yılında yaşanan
savaşa atıfta bulunularak yönteme Waterloo Dişi adı konmuştu.
Ortodonti alanındaki hayal gücü sayesinde 1700'lü yıllar gü
zel gülüşleri geri getirebilmişti, 1787 yılında Marie Louise Elisa-
beth'in çizdiği Vigee Le Brun portresi bu gülüşlere verilen en gü
zel örneklerden biri olmuştu ve eser yüzyıllardır süregelen adetleri
de değiştirmeyi başarmıştı. Nü resimlerle dünya barış içerisindey
di ve bu resimlerde tüm dişleri görüyor olmak kimseye çok bir
şey kaybettirmeyecekti. Tartışmalarla alal;alı bir gazeteci, "Bu bir
gösteriş... Sanatçılar, iş erbapları ve zevkli insanlar ayıplarken her
zaman birlik olurlar, " demişti.

GALİP ÇENELER
George Washington ve Paul Revere Amerika'nın devrimci
kahramanlarındandı, ikisi de bağımsızlık savaşı (1775-83) mü
cadelesin tanınmışlardı fakat bu iki aynı zamanda daha göze bat
mayan bir işle de ilgileniyorlardı: dişçilik. Revere -yetenekli bir
gümüş ustasıydı ve ailesi Fransız göçmeniydi- Fauchard'ın ayak
izlerini takip ederek kendi diş tedavilerini uyguluyordu, diş ma
cunu olararak, tereyağı, şeker, ekmek kırıntısı ve baruttan yapılan
karışımları tavsiye ediyordu bu da inşallah sigara tüketen hastala
rı yoktur diye insanların hayıflanmasına sebep oluyordu. Dişlere
yüksek dozda şeker ve patlayıcı sürdüklerini ele alırsak takma diş
marketinin de neden bu kadar yüksek talep gördüğünü tahmin
edebiliyoruz ve Revere takma diş uygulaması da yapıyordu. Bu
faydacı fırsatçılığı alkışlamamak elde değil.

328
Greg lenner

Peki Washington? Amatör bir dişçi olarak bütün gün savaş


larda koşturup denk geldiğinde, zamanlı zamansız, dişçiliğiyle
mi ilgileniyordu? Hayır, tam tersi. Ağzındaki tek bir diş hariç
tüm dişlerini kaybetmiş ve cevizleri çenesiyle kırmak zorun
da olan Washington takma dişlerini Philedelphia'h bir dişçiye
yaptırmıştı. Bu yapay dişler fildişi, insan dişi, altın, kurşun ka
rışımlarından yapılmıştı. Aynı zamanda hem çiğneyip hem de
konuşma şansı tanımıştı -bunlar ulusun kaderini ellerinde tu
tan bir adam için önemli meziyederdi- fakat aynı zamanda bu
dişlerin karşılığında ona büyükçe bir dert vermişlerdi, dişiyle
ilgili çektiği ağrıları dindirmek için A.B.D. başkanının sürekli
laudanum kullanması gerekiyordu, laudanım eroinin bir türe
viydi. Hem böyle bir kahramanı sürekli diş ağrısı çekerken ha
yal etmek hem de birinci sınıf uyuşturucuları sıkça kullandığını
bilmek ona olan bakış açımızı biraz olsun değiştiriyordu fakat
yirmili yaşlarında dişlerini kaybetmeye başladığını düşünürsek
Washington'un sıradan bir kaderi yaşamak istememesi daha da
takdire şayan bir hareketti.

BANA BİR AĞRI KESİCİ VER


Eğer diş cerrahisine ihtiyaç duyuyorsak biz de tıbbi olarak ağrı
kesicilere ihtiyaç duyabiliriz. Dişçilik alanında anestezi garip bir
tarihe sahip, çünkü anestezi genelde etki etmesi gereken süreden
çok daha geç işliyordu o yüzden zavallı hastalar beklerken birkaç
yudum cin içeceklerine çakır keyif oluveriyorlardı. Velhasıl, 18.
yüzyıl, narkotik gazlarla deneylerin yapılmaya başlandığı dönem
di, o yüzden ağrı kesicilerin tarihinin buradan başladığını bekle
yebilirsiniz hıkat mantıken bu pek de yerinde olmayabilir.

329
Bir Günde Bir Milyon Yd

Washington un dönemindeki nitrik oksit -ya da gülme


gazı- İngiliz kimyager Joseph Priestley tarafından bulunmuştu
ve hemen oksijenli nitrik gaz olarak ismi değiştirilmişti. Priest-
ley'in araştırmaları, Britanyalı bilim süper starı genç Humphrey
Davy'nin izinden gidiyordu. Kelimenin tam anlamıyla süper star
dı, çünkü yüksek oranlarda gaz teneffüs etmişti ve hatta kapalı
bir oda yaparak gazın içinde yaşamaya çalışmıştı. Dahası dönem
dönem arkadaşlarını da çağırarak bohem gülme gazı partileri
düzenlemişlerdi, arkadaşlarından bazıları Samuel Taylor Coleri-
dge ve Robert Southey gibi uyuşturucu bağımlılarıydı. Southey
'Cennetteki havanın da böyle olduğuna eminim, muazzam bir
hava bu' diyerek arkadaşının gülme gazı partilerinde aldığı hazzı
anlatıyordu.
Açıkçası Priestley ve Davy potansiyel bir anestezi ilacı keşfet
mişlerdi ve bu ilaç dünyanın her köşesindeki dişçiye ulaştırılabile
cek durumdaydı fakat ikisi de bu maddeyi amacı doğrultusunda
pazarlayamamışlardı. Hatta Davy, nitrojenli gazı diş tedavisinde
kullanmaya bile çalışmıştı. Fakat bunların aksine genç Davy, ha
yatının dönüm noktasın kimya öğretmeni olmaya karar vermiş
ve Priestley'de ölüler üzerinde deney yapmayı tercih etmişti. Tıb
bi anlamda yüksek potansiyele sahip olmasına karşın, nitrik gaz
şehir turnelerine çıkan hokkabazların elinde bir espri aleti ya da
bilimsel derslerde kalabalığın tahtaya çıkıp ayakta durmaya çalı
şan kafası güzel gençlere güldüğü ve onların triplerini dinlediği
deneysel amaçlı derslerde kullanılır olmuştu.
Anlaşılan otoriteler tüm bu sarhoşluktan ve gülme gazı mev
zularından hoşlanmamıştı, cerrahi müdahalelerin potansiyel acı
dindiricisi, toplumun oyuncağı haline gelmişti. Aslında madde-

330
GregJenner

nin anestezi yönünü keşfeden olduysa da işler yine istenildiği gibi


gitmemişti. Amerikalı dişçi Horace 'VCells 1844 yılında başarılı
bir ameliyata şahit olmuştu ve hastaların acı çekmeden tedavi
olduklarını gördüğünde şaşkınlığını gizleyememişti. Fakat kendi
yaptığı ve gizli bir topluluğa izlettiği deneysel ameliyat beklenme
dik bir felakete dönüşmüştü. Gaz hastaya yanlış dozda verilmiş,
hasta sandalyeden kalkarak kanlı bir şekilde çığlık atmaya başla
mıştı. Dolayısıyla potansiyel mucizevi ilaç, tekrar kötü bir üne
kavuşuyor ve gelecek 20 yıl boyunca dişçilikte kullanılmıyordu.
1846 yılında, şükürler olsun ki yeni bir anej tezi maddesi keşfedil
mişti, kokain ve kloroformun ardından onaya çıkan madde her
insanın acısını dindirebiliyordu.

KENDİN YAP DlŞCİLiet


Banyomuza göz gezdirirken türlü türlü diş ürünüyle karşılaşıyo
ruz -firça, macun, köpük, gargara- ve bu ilaçlar ashnda pek gerekli
olmasa da modern göz yanılgımız yüzünden dolabımızda yerlerini
alıyorlar çünkü bu ilaçların meşhur olma hikâyesi aslında çok yeni.
Elimizdeki diş hrçaları Çin icadı olabilir fekat Queen Elizabeth ve
nefesi kokak XIV. Louis bu fırçalarla kolay tanışamamıştı. Nedeni
de Çin teknolojisinin hızlı yayılmamasıydı ve Avrupalıların bu gibi
cihazları kullandığının bir iki tane kanıtı ya var ya yoktu. Modern
diş fırçası, ününü muhtemelen William Addis'e borçluydu, fırçayı
1780 yılında yeniden keşfeden Addis bu dönemde hapishanede bir
direnişe yardım ediyordu. Hikâye böyle devam ededursun, diş bez
lerinin çok randımansız olmasından ötürü Addis diş fırçalarını icat
etmişti. Tabii asıl meziyeti çok iyi pazarlıyor olmasıydı ve kurduğu
şirket hâlâ hijyenik ürünler üretiyor.

331
Bir Günde Bir Miiyon Yıi

Pekâlâ, artık fırçalamayı bitirmenin vakti geldi çünkü diş ma


cunu çenemizden aşağı akmaya başlıyor. Daha önceden ağzımızı
diş ipiyle temizlememiz gerektiği aklımıza geliyor ve birkaç daki
ka ayırıp temizlemekten bir şey kaybetmeyeceğiz o yüzden ipli
ği alıp parmaklarımızın arasında geriyoruz. Bu tabii ki başka bir
sorunun kapısını aralıyor: Eğer Addis, diş fırçasının kahraman
mucidiyse, diş ipi kimin aklında çıkıyordu? Yine atalarımız diş
etlerini binlerce yıldır temizliyordu fakat konuyla alakalı spesifik
konuşmak gerekirse Oscar ödülünü Amerikalı doktor levi Spear
Parmiy'e vermemiz gerekiyor. 1815 yılında ipekten diş iplerini
tanıtan ve tedavilere bir yenisini ekleyen kişi Parmiy'di.
Doktor Parmly çok uzak mesafeleri gezmiş bir kişilikti. Pratis-
yenliğini Britanya, Kanada ve Fransa'da yapmış ve ağız temizliği
nin düzenli olarak yapılmasını savunmuştu. Anı zamanda dişçilik
tarihinde çocuklar üzerinde yaptığı pro-bono çalışmalarıyla da
ödülü hak etmişti, ne adam ama! Kardeşi Doktor Eleazer Parm
ly Başkan John Quincy Adams'ın şahsi doktorluğu onuruna nail
olmuştu fakat kardeşlerin ittifakı burada da son bulmuyordu.
Aslında Parmly 1er beş kardeşti ve dördü dişçilikle uğraşıyordu
(muhtemelen diğer kardeşleri bitmek bilmeyen tartar anektotla-
rınm anlatıldığı aile toplantılarını berbat etmekle görevliydi). Ve
Parmiy'lerin %80'i ağız temizliğine özen gösteriyordu dolayısıyla
19. yüzyılda çokça bulunan temizlik ilaçlarından da ziyadesiyle
faydalanmışlardı.
Şimdilerde doktorların özel muayenehaneleri var ve özel do
nanımlara sahipler fakat eğimli dişçi koltukları 1790 yılında icat
edilmişti, fakat 1850 yıllarında hastalar evlerinde de diş temizliği
yapmak için yeterli gereçlere ulaşabiliyorlardı. Diş fırçaları tüm

332
Greg lenner

Avrupa Kuzey Amerika, Uzak Doğu ya yayılmıştı. Yıl 1870'leri


gösterdiğinde kok kömürü kullananlar, mürekkep balığı tozu sü
renler, tuz ve tebeşir kullananlar artık yerlerini banyo kabinle
rinde bulunan ilaçlara terk etmişlerdi. Öyle ki, diş ilacıyla dolu
kabinlerde ağzınızın için yıkamaya yarayan sabunlar bile bulunu
yordu. Fakat diş macunlarındaki anti bakteriyel yeniliklere rağ
men, ağız kokusu problemi azalacağına hızla yükseliyordu. Nede
ni de akıllıca yapılmış bir pazarlamayla gizli kapaklı bir markanın
sektörü ele geçirmesiydi.

TAZELENELİM
Fırça ve diş ipiyle işimiz bittiğine göre artık garip karışımı
mızla gargara yapabiliriz, ağız yıkama suyu olarak da bilinen bu
sıvıyla nefesimizi temizlemekle kalmıyor, ağzımızdaki bakterilere
de nükleer bomba atmış etkisi yaratıyoruz. Romalılar Portekiz
idrarını gargara yaparlarken Avrupa'da kokulu bitki özlerinin
kullanımı yaygınlaşmıştı. 19. yüzyıla geldiğimizde anti bakteriyel
atalarımızın kullanımına sunulmuş ve banyo dolaplarındaki yeri
ni almıştı. Listerine, Joseph Lister'in soyadını alan bir maddeydi.
İskoç cerrah, bu maddenin bakteri öldürücü özelliğini fark etmiş
ti, maddenin asıl adı Phenol'dü fakat pazarlamada etkili olması
için farklı bir isim kullanılmıştı. Listerine sadece ^ız temizliği ve
yer temizliğinde kullanılabiliyordu.
Fakat 1920'lerde yapılan güçlü reklam kampanyaları phenol
maddesindeki mucizenin bir gecede patlamasına neden oldu, &-
kat önceden yapılan ve ağız kokularını çoğaltan ürünlerin olması
kamuoyunda gerginlik yaratmıştı. Bu sırada XIV. Louis'in ağzı
halen içinde leş varmış gibi kokuyordu ve kokuyu bastırma görevi

333
Bir Günde Bir Milyon Yd

metresine ve parfümlerine kalmıştı. Fakat artık hiçbir suçlu ceza


sından kaçamayacaktı ve kurbanlar acı çekmeyecekti. Listerine
artık yeni yeni dillendirilen halitosis krizini çözmeye gelmişti ve
kimsenin artık kötü kokan nefes bahanesi kalmayacaktı. Satışlar
inanılmazdı ve şirketlerin karları 7 yıl içerisinde %7000 yüksel
mişti, ve gerisi, tarihi.
Hijyenik ağız sıvılarının ününe rağmen 1940'lı yıllar modern
diş sağlığı için en büyük etkinin ortaya çıktığı dönemler olacak
tı. Bu dönemde ipek diş iplikleri yerini plastiğe bırakmış ve diş
fırçalarının hayvanlardan yapılan kısımları naylona çevrilmişti.
Sadece naylonun sertliği faydalı değildi aynı zamanda ucuz ve
daha hijyenikti ve kolaylıkla seri üretimi yapılabiliyordu. Diğer
bir kitlesel devrimde su kaynaklarına flüoride eklenmesiydi. Bu
yenilik Amerikalı dişçi Dr. Frederick McKay ve daha kıdemli
doktor G.V. Black'in araştırmaları sonunda ortaya çıkmıştı, ikili
araştırmaları sırasında incelediği çocuklardan %90'ının dişlerin
de kahverengi lekelere rastlamışlardı fakat ilginçtir bu lekelenme
ya da namı diğer 'Coloroda Kahve Lekesi', diş çürümesini engel
liyordu. McKay'in kafası karışmıştı fakat yine de kasaba sakinleri
ne su kaynaklarını değiştirmelerini önermişti, bu fikir hatrı sayılır
bir başarıyı da peşinden getirecekti.
McKay sonrasında Arkansas, Baıucite'ye seyahat etti ve bu
radaki lokal alüminyum madeninin çocuklarının dişinde ben
zer lekeler yapıp yapmadığını kontrol etti. Burada şirketin baş
kimyageriyle konuşurlarken tesisteki suda yüksek dozda Boüride
olduğunu öğrenmişti. Sorun çözülmüştü! istisna olarak, 1931 yı
lında McKay ve Black'in sırrını çözemediği, dişlerin çürümesini
engelleyen flourisis maddesi Ulusal Sağlık Enstütüsu nde çalış-

334
Gıeg Jenner

malar yapan Dr TrancUq^ Dean'in kafasını kurcalıyordu. Dean


yaptığı deneylerde çürüklere fl cürid enjekte ediyor ve dişlerde
leke bırakmadan tedavide başarı sağlıyordu ve 1945 yılında Mi-
chigan'daki Grand Rapids şehri dünyada su kaynaklarına floürid
ekleyen ilk şehir oluyordu. 11 yıl içerisinde şehirdeki 30,000 ço
cuğun %60'ında diş çürükleri neredeyse yok olmuştu.
Ağız sağlığını ileriye götüren sadece teknolojik gelişmeler de
değildi; aynı zamanda günlük yaşantıda değişkenlik gösteren kül
türel alışkanlıklarda vardı. Uzun süredir bilinen, sağlıklı asker
lerin sağlıklı dişlere sahip olması gerçeği ikinci dünya savaşında
Amerika ordusunun bir kanunla tüm askerlerin dişlerini günlük
fırçalamasına zemin hazırlamıştı. Savaş bittikten yıllar sonra,
dünyanın her köşesindeki dişçiler günde iki kere diş fırçalamanın
ve iple temizlik yapmanın büyük faydalarına şahit olmuşlardı.
Zamanında Lord Chesterfıeld de bu önerilere kulak vermişti fa
kat tüm dişlerini kaybetmişti, diş fırçalarının plastiği yumuşadık
ça diş etleri daha az zarar görmeye başlamışti ve Chesterfıeld'in
yaşadığı dişsizlik kâbusunu da ortadan kalkıyordu.
Şimdilerde dişçiliğin çeşidi tedavilerinin ve ucuz ağız sağlı
ğı ürünlerinin kolayca ulaşılabilir olması banyo dolaplarımızın
dolmasına ve dişlerimizin çürümesini engellemeye yarıyor ve bu
günlük banyo görevlerimizi de bitirdiğimize göre ağzımızı soğuk
suyla çalkalayıp havlumuzla kuruluyor, sarhoş bir şekilde yatak
odamıza doğru gidiyoruz.

335
23.S3

YATAĞA GİREHKEN

ftSf
Dişlerimiz temizlendi, karnımız doydu ve damarlarımız şarapla
şenlendi. Gece kaçamağı yapıp bir şeyler atıştırmak istesek de en
iyisi yastığa gömülmek. Haliyle insanoğlu ciddi teknolojik ge
lişmeler sağlayabiliyor olsa da biyolojik olarak hâlâ ömrümüzün
üçte birini uyumakla geçiriyoruz. O yü/.den parti kıyafetlerimizi
çıkartıp rahat pijamalarımızı giyiyoruz.
Yataklar hayatlarımızdaki dominant karakterlerden ve yaşlan
dığımızda yaklaşık 250,000 saatimizi yastıklarımızda horlayarak
geçirmiş olacağız. Birçok insan, hastane yatağında uyur; ve ya
ramaz çocuklar olduğumuz için oradan da başka yataklara gön
deriliyor ve uyuyabildiğimiz kadar uyutuluyoruz; sonra inatçı
ergenler olduğumuz için öğlen uykusunu istemiyoruz; arından
da hoşumuza giden insanları yatağımıza atmak için ikna etmeye
çalışıyoruz, ta ki onu bulup balayı yatağında hayvanca sevişene
kadar; fakat sonunda hastane yatağında etrafımızda garip sesler
çıkartan alederin İçinde uyanıyoruz, birileri başımızda huzurla
uykuya dalmamızı bekliyor. Türlü çeşidi bulunan yataklar sa-
Greg lenner

hipleri hakkında birçok sosyolojik anlanu da içinde barındırıyor.


Zarif otellerdeki cibinlikli yataklar; yağmurdan ıslanmış çadır
içindeki uyku tulumları; arkadaşların evindeki yıpranmış sofalar;
yeni boyanmış anaokullarındaki yüksek kenarlı karyolalar; deni-
zaltıların içinde yerden tasarruf eden kutular; çift yaylı, çift pikeli
yatak odası bazalan; karanlık sokaklardaki kadanmış kanon ku
tular...

Bu kadar çeşidi olmalarına rağmen aslında evrensel insan ha


yatında tek bir anlama sahipler. Hepimiz günümüzü yatakta baş
lar, yatakta bitiririz ve onbinlerce yıldır bu böyle olmuştur.

TAŞ DEVRİ YATAĞI (TAY)


77 bin yıl önce, şimdi Kwa Zulu Natal diye bilinen Güney
Afrika bölgesinde sizin benim gibi insanlar Sidibu mağaralarında
yaşıyor ve içindeki taşlarda kıvrılıyorlardı. Homo Sapiens türünde
ki bu insanlar yetenekli tiplerdi -bu toplumdan ayrılıp Afrika'yı
terk eden uzantıları Neandartellerin soyunu tüketip Avrupa'yı
kolonize etmiş ve gezegene hâkim olmuşlardı- ve bu toplumdan
çıkan yenilikçi teknolojilerden bazıları yapışancı, dikiş iğnesiydi.
Dolayısıyla birçok ürünün ortaya çıkmasında idcİ güç olmuşlar
dı. Her sabah yatağımızı toplarken, örtülerimizi düzeltiriz htkat
bu insanlar için yatak toplamak topladıkları yaprakları ve dalları
birbirine dikmekten ibaretti.

Mağaralarda yapılan kazılardan sonra arkeologlar bir inç ka


lınlığında yatak örtüleri bulmuştu, örtüler bitkilerde yapılmıştı.
Bunların yanında taş aletler, yıpranmış kemikler ve hayvan yağla
rının da bulunmuş olması atalarımızın gece yatmadan önce bar-
bekü keyfi yaptığını ortaya koyuyordu. Birçoğumuz yatakta bir

337
Bir Günde Bir Milyon Yıl

şeyler atıştırmanın verdiği hazzı çok iyi biliriz ama aynı zamanda
bu tehlikeli de bir oyundur; derin uykucuların belası yatak güve
leri gece yarısı 3*e kadar bekledikten sonra cildin açık kısımları
na saldırıya başlarlar. Fakat bisküvi kalıntılarıyla kıyasladığınızda
atalarımızın çok daha büyük düşmanları vardı: karanlık mağa
ralar aynı zamanda geceleri ortaya çıkan yüzlerce farklı sürünge
ne de ev sahipliği yapıyordu, bu sürüngenler hayvan kemikleri
üzerinde çürüyen eder sayesinde atalarımızın yataklarına davet
ediliyordu. Peki, mağaralarda kalanlar sineklerle, böceklerle ve bu
yaratıklarla nasıl baş ediyordu?
Buluntular iki farklı sistemlerinin olduğunu gösteriyordu: bi
rinci sistem malzeme tercihleriydi. Antik yataklarda kullanılan
yapraklar nehirde yetişen ve doğal böceksavar olan vahşi ayva ağa
cından alınıyordu ve etkili de oluyordu. İkinci yöntemse yataklar
iyice kirlendiğinde -sinek pislikleri ya da hayvan yağlarıyla- kül
olana kadar yakılıyordu. Bu iki tekniği birleştirdiğinizde uzun
vadeli çözümler üretilebiliyordu, arkeologlar 15 farklı seviyede
organik küllere ulaşmıştı, hepsi aynı mağarada bulunan küller
77,000 ve 38,000 yıl öncesinden kalmaydı. Yani onbinlerce yıl
dır yataklar kullanılıyordu ama -bizim yataklarımızın yanında,
örtülerimiz ve pikelerimize nazaran- kısa ömürlülerdi.
Fakat Skara Brae'deki kalıntılarda Orkney in resimlediği Neo
litik köyde, metal alederin olmaması insanların evleri mobilyalar
da döşemesini engellememişti. Evlerde mobilyalar, raflar, dolap
lar, koltuklar ve tabii ki yataklar vardı. Hâlâ Taş Devriydi fakat
Almanya'da -örneğin Württenbürg neolitik alanında— tahta, ev
eşyaları yapımında kullanılmaya başlanmıştı; &kat Skara Brae
halkı ağaçsız bir alanda yaşıyorlardı. Dolayısıyla Çakmaktaşlar

338
Greg lenner

çizgi filminde olduğu gibi tüm eşyaları taştan yapılıyordu^ tabii


salonlarında evcil dinozorlar yoktu.
En eski muadilleri, yatakların duvarlara oyulduğunu ortaya
koyuyordu fekat sonraki tasarımlarda yataklar zemine oyularak
yapılmaya başlanmıştı. Zemin taşı yüksek bir kot oluşturularak
yatak haline getiriliyordu. Yatakların iki farklı boyu bulunmuştu
ve muhtemelen erkek ve kadının ayrı ayrı bedenleri vardı. Kafa
mızda canlandırdığımızda aslında pek de canımızın çektiği bir
manzara görmüyorduk fakat atalarımız mutlaka bitkilerden yap
tıkları yer örtüleriyle soğuk taşın üzerinde biraz olsun kendileri
için konfor yaratmışlardı. Bazı bulgularda atalarımızın yatakla
rına özel hayatlarını gizlemek için cibinlik yaptıkları bile ortaya
çıkartılmıştı. Bu bulgular o dönemde yaşamış insanlar için ahlaki
olguları pek gündeme getirmese de Edvvard önemi arkeologları
için düşünülesi bir durumdu.

FİRAVUNLARLA HORLAMAK
Bu gece maalesef taş üzerinde yatmayacağız. Kısa süre içeri
sinde dört ayak üzerine oturtulan ve gece vahşi canavarlar geldi
ğinde ya da beklenmedik sevgili baskın anlarında altına saklana
bileceğimiz konforlu yataklarımızda uykuya dalacağız. Belki de
kaçınılmaz olan, ilk dört ayaklı yatakların Mısırlılardan geldiğini
söylemek olacak; Mısırlılardan bahsetmemden sıkıldınız belki fa
kat sabredin, kitap bitmek üzere...
Sosyal anlamda eşitlikçi olan Skara Brae insanlarının aksine
Mısır'ın imparatoru, sınıflar arasında keskin ayrımlar yapmıştı ve
insanların sosyal statüsü nasıl uyuduklarıyla keşfedilebiliyordu.
Elit kesim tek kişilik yataklarda yatıyordu, yatakları deriden örül-
Bir Günde Bir HUyonVd

müş ya da kamış liflerinden yapılmıştı. Örülen yataklar 4 ayaklı


iskelete monte ediliyordu, ayaklar yatan kişiyi zeminden yüksek
te tutuyor hem sembolik hem de gerçek anlamda kalitesiz köle
sınıfından üstün olduğunu kanıdıyordu. Dolayısıyla bu ayaklar
zarif desenlerle süslenmeye başlanmıştı, farklılık keskin kadarıy
la ortaya konulmalıydı. Haliyle sizin de paranız olsa yatağınızın
ayaklarına aslan pençesi oydurmak istemez miydiniz?
Mısırlılar pek burnu havada insanlar değillerdi aslında. Sıradı-
şı batıl inançlara sahiplerdi ve karanlıkta tek başına yatan çocuk
lar gibi gölgelerin içinde neler gezdiğini düşünürlerdi, ölümsüz,
kötü ruhlardan korunmak için koruyucu tanrıların sembollerini
yatak hazalarına oydururlardı, yani yataklarına sihirli özellikler
ekletirlerdi. Tabii Disney çizgi fi lmi Bedknobs and Broomsticksteki
ffbi ışınlanma imkânları yoktu. İkincil korunma yöntemleriy-
se daha dünyaya ait, faydacı bir yöntemdi. Hastalık bulaştıran
sivrisineklere karşı savaş içerisindeydiler, yaydıkları hastalıkların
nasıl oluştuğundan haberleri yoktu fakat ne olursa olsun uyku
larından uyandınlmayı sevmiyorlardı. O yüzden zengin olanlar
yatak hazasının üzerine fi leler gerdirerek kendilerini koruma al
tına almışlardı, bu sırada Heredot anlatılarında fakirlerin balık
ağlarının altında yattığını söylüyordu, şüphesiz bu uykuya ferklı
bir tat getirmişti.
Yataklarımız haliyle bizi sıcak tutmak için yumuşak örtülere
sahipti. Taş Devri'nde hayvan derileri ya da kamışlar iş görse de
Mısırlılar bizim gibi yaşıyordu. Zenginler kaliteli ketene kolay
lıkla sahip olabiliyordu ve bu örtüler tüm yıl kullanıma uygun
kumaşlardan yapılmıştı. Daha zengin yatak odalarının duvarları
özellikle daha kalın yapılıyordu, bu izolasyon kışın soğuktan ya-

340
Gıeg leııner

zın da Sahra çölünün sıcağından korunmak için idealdi. Fakat bu


çok tanıdık gelse de şu anki normlarımızdan farklı durumlar da
mevcuttu.

Bizler yatakta dik yatmaya alışkınız fakat Mısır'daki yatak ha


zaları özellikle orta kısımda bombeli olarak üretiliyordu ya da
hafifçe aşağı eğimli yapılıyordu, doğal olarak da yatağın ayak kıs
mında bir çıkıntı bulunuyor ve uyuyan kişinin kayıp yere düşme
mesi amaçlanıyordu. Buna rağmen daha da ilginç olan, zengin
uykucular kölelerin kullandığı rahat, yumuşak yastıklarda yatma
yı tercih etmiyorlardı. Zenginlerin yastığı, eğim verilmiş fildişi,
tahta veya kaymaktaşından yapdıyordu hatta çoğu zaman dekor
olarak kolonlara asılıyordu. Bu yastıklar kafayı sabit bir yerde tu
tuyordu -muhtemelen abartı saçlara sahip Mısırlıların saçlarını
koruyarak sabah öcü gibi uyanmalarını da engelliyordu- ve gece
leri istemsizce döndüklerinde kırık burunlar ya da ezilmiş kulak
larla uyanmaları çok yüksek bir ihtimaldi. Mutlaka boyunlarını
yumuşak malzemelerle destekliyorlardı fakat bunu kanıtlamamız
imkânsız. Hayatta kalan kanıdar, elit Mısırlıların baş ağrısıyla
uyandıklarını göstermekten öte gidemiyordu.

ALÇAKTAN SÜRÜNME
Mısırlı köleler, kıyasla küçük, dört odalı evlerde yaşıyorlar ve
çok az mobilyaya sahip olabiliyorlardı. Bu odalardan biri kadın
ların uyuma odasıydı, bu sırada erkekler toprak ya da kamıştan
yapılı hazaların üzerine örttükleri kumaş parçaları üzerinde yatı
yor ve gün içerisinde bu yatakları oturma grubu olarak da kulla
nıyorlardı. Bu manzara kulağa hoş geliyor olabilir, bize çocukken
koltukta yattığımız günleri hatırlatabilir fakat şüphesiz birlikte

341
Bb Günde Bil MUyon Yıl

uyuduğunuz insanların gece alışkanlıklarına da tahammül etme


nizi gerektiriyordu, çünkü düşünün, sinüzüt hastası bir oda arka
daşınız olsaydı tüm gece aksırıp, horlayarak uykunuzu mahvede-
bilirdi o yüzden ona yere serecek bir yatak verip çatıya yollamak
zorunda kalabilirdiniz, orada ancak kuşlar rahatsız olabilir.
Zemine yakın yatıyor olmak, evrensel manada fakirliğin gös
tergesi olarak addediliyor olabilir ya da statünüzü gösterebilir Îa-
kat Çin'de bu genelleme doğruluğunu kanıtlıyordu. Zengin sınıf
lar 3,000 yıl önce yerden yüksek yatakları tercih ediyorlardı, bu
sırada fakirler zemine olabildiğince yakın ilişkiler kuruyor kang
adındaki kilden yapılma platformda yemek yiyor, dinleniyor ve
uyuyorlardı. Kilden zemin gün içerisinde yanan ateşin ısısıyla sı
cak kalıyordu. Bu aklımıza, itilmiş Sindirella hikâyesini getirebi
lir, Sindrella zorla mutfak ocağının önünde uyumaya zorlanırken,
kız kardeşleri onun hazırladığı temiz yataklarda uyuyor ve baloya
gitmeden önce süslenme planları yapıyorlardı. Üzücü olan çok az
Çinli köle sindirella gibi prensine kavuşabilme şansını yakalamış
tı fakat durumlar ilerleyen zamanlarda icat edilen huodi adındaki
yerden ısıtma sistemiyle değişecekti, huodi zemini sürekli ısıtıyor
ve korlardan uzak tutuyordu.
Japonların farklı bir yöntemi vardı. Onların kültüründe herkes
yerde uyuyordu, statü mühim değildi. Bu fakirle zengin arasında
farklılıklar olmadığı anlamına gelmiyordu; bikirler kaba madde
lerden yapılı örtülerde yatıyordu, zenginlerse ince kamıştan örül
müş katlanabilir tatami üzerinde yatıyorlardı. Tatami tam 800
yıl önce popüler olmuştu, insanların kullanabileceği boyudarda
üretilmeye başlayan bu örtüler modern kamp matlarının da ilk
örneklerindendi, tabii ineklerin bu ilk madan kemirdiklerini de

342
Greg Jenner

unutmayalım. TZı/amı/er ilk yıllarında genellikle 180x90cm boy


larında üretiliyorlardı ve bu ölçü halen Japonya'da standart olarak
kullanılıyor ama yine tatamilerin 15. yüzyılda halı olarak kulla
nıldıklarını da ilave etmemiz gerekiyor.
Tatami örtüleri kulağa geldiği kadar konforlu da değillerdi,
bu dönemde zengin aristokradar kendileri ipekten örtülere sara
rak sıcak tutmaya da çalışıyordu bu da bir sürü insanın uyurken
homurdanarak sırt ağrılarından şikâyet etmesini gözümüzde can
landırmamız yeterdi fakat Hollywood filmlerindeki samuraylann
hiç böyle problemleri olmuyordu. Bu görüntü batıdakileri göz
lerine çok ters geliyordu, hatta geleneksel Japon yastıkları ma-
kuralar da garip eşyalardı. Makuralar içi genellikle karabuğdayla
doldurulmuş, kâğıda sarılmış ve verniklenmiş tahtaların üzerine
konan silindirlerdi. Mısırlılardaki gibi yastıklar boynu destek
liyordu, kafo kısmını rahadatmak için kullanılmıyorlardı yani
abartılı saçları bozulmuyordu. Bu garip yastıkların farklı olanları
da vardı, örülmüş bambu modeli ya da içi kaynar suyla ya da
buzla doldurulup ısısı ayarlanabilen porselen yastıklar da vardı.
I600'lü yıllarda yaşanan dcaret padaması pamuğun kullanımı-
nı yaygınlaştırmıştı ve bu da çok bilindikfutonun ortaya çıkmasına
zemin hazırlamıştı. Şimdi kabul etmeliyim, futonun daha önceleri
tahtadan alçak bir sandalye olduğımu ve aynı zamanda yatağa da
dönüşebildiğini düşünüyordum fakat bu Batılılaşmış dünyanın bir
aldatmacasıymış. Aksine Japonların fiıtonu bir tek ağaç kesilmeden
yapılıyordu. Bunun yerine en basit haliyle iki maddeyle üretiliyor
du: kalın bir örtü olan shikibuton (tataminin üzerine örtülüyordu)
ve üzerine örtülen duvak kakebutondan ibaretti. Tabii zaman içeri
sinde bir sürü türevi ortaya çıkmışu bunlardan en ilginci giyilebilir

343
Bir Günde Bir MUyon Yıl

yorgan niteliğindeki Yoff paçaları ve kolları sayesinde kışın


bile giyenleri soğuktan koruyabiliyordu.

YOLDA UYUMAK
Ertesi sabah kalkar kalkmaz muhtemelen yatağımızı düzelte
ceğiz akşamdan kalmalığımızın seviyesine göre yatağımızın şekli
ortaya çıkacak fakat işimizin sadece çarşaf ve yastıklarımızı dü
zeltmekten öte, her gün tüm yatak eşyalarımızı tamamıyla ye
rinden toplayıp bir çadırın köşesine yığmak olduğunu bir düşü
nün... îşte bugün hâlâ bazı Kırgız topluluklar böyle yaşıyorlar.
Güzel mobilyalara sahipler ve giyim kuşamları da gayet modern
olmalarına rağmen gelenek olarak göçebe yaşayan bu halk gece
leri hayvan tüyüyle doldurulmuş battaniyeleri (tushuk) kamıştan
örülü yer örtülerinin üzerine serip ujmyorlar. Yatağın her gün
yeniden yapıldığını düşünürsek Kırgız gençlerinin, benim aynı
yaştayken olduğum gibi tembel olup olmadıklarını merak edi
yorum, ama sanırım değiller. Bu göçebe halkın hayatındaki her
şey, çadırdan evleri bile katlanıp atların sırtında, eşeklerin ya da
develerin yardımıyla taşınabiliyor ve bu 8. yüzyılda yaşamış Iskitli
topluluklardan bugüne ulaşmış bir gelenek.
Ortaçağ'da muhteşem Türk göçebe halkları —Hunlar, Macar
lar, Selçuk Türkleri ve Moğollar- Avrasya'yı çok hızlı biçimde
geçerek büyük imparatorlukları yoldan kaldırmıştı. Bu akıncılar
dan bazıları, örneğin Selçuklular gidebildikleri en uzak noktada
yerleşik hayata geçmiş ve Pers kültürüyle asimile olmuşlardı fakat
karakterlerindeki temel özellikleri korumayı becerebilmişlerdi.
Selçuklular daha sonra Osmanlı Türkleri tarahndan, Fatih Sultan
Mehmet liderliğinde bertaraf edilmişler fakat hükümdarın sarayı-

344
Gıeg lenner

m süslerken bile göçebelik kültürlerinden kopmamışlardı. Sultan


Mehmet sarayım bir gecede toplayıp atının arkasına yükleyeme-
se de odasını mobilyalarla doldurmamıştı. Masa, sandalye ya da
yataklar yoktu. Bunlardan ziyade daha geleneksel olan yastıkları
tercih etmişti, zeminden yüksekte olmaktansa yine zemine ya
yılan yastıkların üzerinde yatmayı tercih ediyordu. 19. yüzyılda
yaşayacakları Anglo Fransız endüstriyel etkiye rağmen Osmanlı
İmparatorluğu nda yaşayan milyonlarca insan genel olarak mo
bilyalarla pek ilgilenmemişti.
Modern çağ ilerledikçe Japonlar, Koreliler gibi yerde yirminci
yüzyılın sonları kadar yerde yatmaya devam ettiler ve tek batı
tarzında yatak bulunan mekânlar da iş amaçlı hizmet veren otel
ler olmuştu. Hâlâ eski usullerin tamamen yok olduğuna dair bir'
kanıt yok ve insanlar hâlâ futonlar ya da tushukları yatmak için
tercih ediyor olabilirler. Faka bu gece yerden yüksek yatağımızda
yatacağız. Peki, Batı dünyasındaki bu gelenek nerden geliyor?

ANTİK SOFA VE YATAĞI


Mısırlı köleler yere serdikleri kumaşlar üzerinde yatıyorlardı
bu rada efendileri MR hastaları gibi sabit bir şekilde yüksek ya
taklarında taş gibi duruyorlardı. Yunanlar içinse mükemmel çö
züm her şeyin iyisini alıp bir araya getirmekten geçiyordu. Çünkü
muhtemelen Mısırlıların abartılı saçlarıyla ilgilenmiyorlardı fakat
sert biçimde oymadan yapılan kafa bölmesi ve ayak dayanakları
tasarımdan çıkartılıyordu. Bunların yerine daha konforlu yastık
{Proskrfalion) ve yatağın hareket etmemesi esnek bir kafa tahtası
getiriliyordu {anaklintron). Bu da koltuk gibi yatakların ortaya
çıkmasına yol açıyordu.

345
Bir Günde Blı Milyon Yıi

Böylesine konforlu bir yenilik Yunanlara gece istedikleri kadar


sağa sola dönme özgürlüğü tanıyordu ama aynı zamanda kline
kullanımı öğlen saatlerine de yayıldığında sosyal toplantılar ve
yemek ziyafetlerinde de mümkün olmuştu. Yatağın iskeleti stan
dart uyku eşyalarından alınmıştı ve hem kölelerin sosyal yaşam
alanlarını hem de uyuma yerlerini taklit ediyordu. Fakat kölele
rin evinde olduğu gibi bir yatakta, mülteci botuna binermiş gibi,
oturulmuyordu. Akşam yemeği ve uykuyu birleştiren Yunanlarda
her bireye özel klinekr vardı ve bu klinelar ziyafetlerde de ayrı
ayrı kullanılabiliyordu. Düşük bütçele rle yaşamaya çalışanlar bile
yataklarını otlarlar, samanla ya da pamukla doldurarak basit tah
ta iskeletlerin üzerine oturup ucuz ketenler ya da derilerle yatak
haline getirebiliyordu. Ve gece olup hava sıcaklığı azaldığında
yorgun Atinalılar kendilerini kalın, pamuklu yorganları stroma-
taya sararak uykuya dalabiliyordu. E haliyle rüyalarında Pisagor
denklemlerini ve Olimpik zaferleri görüyorlardı.
Bu düzenlemeler kulağa cidden hol geliyordu fakat becerik
li Pers halkı antik dünyada yatak yapma ustalarıydı ve bu faydacı
yaklaşımı beğenmemişlerdi. Ancak büyük para sahipleri Perslerin
sahip olduğu, Kıbrıslı ünlü terzi Salamis'li Helikonun diktiği kon
forda yataklara sahip olabiliyordu fekat birçok insan ve zenginli
ği normal boyudarda olanlar kaba keten kumaşlardan yataklarda
yatabiliyordu. Öflceli Sparta sakinleri silah arkadaşlarıyla birlikte
savaşlarda devedikeninden yaptıkları yataklarda yatarak kendilerini
zorlu koşullara hazırlıyorlardı; hatta Atina'daki kölelerle hizmetçiler
bile daha iyi koşullara sahipti, kamıştan ya da samandan yataklarda
yatıyorlardı ya da bazen bilek hizasında yükselen -yani köpek boy
larında- yataklarda yatmalarma izin veriliyordu.

346
Greg lenner

Tabii zenginle fakir arasındaki benzerlikler bir yana koyulacak


olursa orta halli olmak Akdeniz'de çok uzun soluklu olamamıştı.
Romalılar her şeylerini Yunanlardan alıyorlardı genellikle aldıkla
rı her şeyi Yunanları savaşlarda yenerek elde etmişlerdi. Bu savaş
larda bir yaptıkları da akıllı olan insanları sağ^alim esir almaktı;
bu sayede eğik sandalyelere sahip olmuşlardı ve adını da değiş
tirerek lectus discubitorous yapmışlardı. Sert Roma Cumhuriye-
ti'nin ilk günlerinde yataklar Yunan klinetndan çok az etkilenerek
değişim göstermişti. Milattan sonraki büyük imparatorluğun ilk
yüzyılında ise Perslerin sahip olduğu tüm zenginlikler Romalı
ların beğenisine sunuluyordu, Çin ipekleri, altın ve mor renkli
kumaşlar Romanın kontrolündeki Mısır üzerinden Akdeniz'i
geçerek imparatorluğa ulaşıyordu fakat zenginliği ve lüksü bir
tek kumaşlar sembolize etmiyordu. Aynı zamanda zarifçe el işiy
le yapılmış tahta yatak iskelederine fildişi, gümüş, altın ve diğer
değerli metallerden desenler yapıyorlardı. Uyudukları ve yemek
yedikleri yerlerle gurur duymaları gerekiyordu.
Zenginlik arttıkça sofa-yataklar daha da abartı hale geliyordu.
Zampara İmparator Elagabalus -osurma minderinin de mucidi
dir— akşam yemeği koltuklarını ve özel yataklarını som gümüşten
yaptırmış bu yatakların üzerinde akşam yemeğinde misafirleriyle
sohbet etmişti fakat misafirleri onun muhafızları tarafından 18
yaşında katledilmesini engelleyememişti.

ROMALILARLA YATAKTA
Kötü talihli imparatorun Ucttıs cubicularis adıyla bilinen ya
tağı sonraları çıkan bir yenilikle zeminden daha da yüksek bir
biçim almıştı artık yataklara basamaklar ilave ediliyordu ve muh-

347
Bir Günde Bir Milyon Yıl

cemelen bu yatakların birçoğu kumaştan cibinliklerle sahibi ola


cak hükümdarı toz, sivrisinek ve can sıkıcı kuşlardan korunaklı
ilavelerle üretiliyordu. Bu gibi yataklar iki ya da tek kişilik boylar
da üretiliyordu ve uyumaktan ziyade sevişmek için de ideallerdi,
fakat tartışmalar dönemde evlenen çiftlerin ilk gecelerini bu ya
takta mı yoksa gerdek için üretilmiş ayin yatağı Uctusgenialiste mi
yaptığı konusunda emin değildi.
Bu yatak aynı zamanda lectus adversus olarak da biliniyordu
çünkü çatısız büyük evlerin tam ortasına, evi koruyan Tanrı Janus
heykelinin yanına konuluyordu. Birçok eğitmen bunun sembolik
bir koltuk olduğunu düşünüyor ve koltukta gelin ile damat yeni
evlerine misafir kabul ediyorlardı fakat hayal gücü kuvvetli olan
bir takim klasik dönemciler bu koltukların yeni evli çiftlerin tüm
misafirlerinin karşısında seks yaptıkları yer olup olmadığı konu
sunda meraklanıyorlardı. Bu kulağa ne kadar kötü geliyor olsa
da, bir toyotanm arka koltuğunda bekâretinizi kaybetmenizden
iyidir diye düşünüyorum.
Klasik dönem meraklılarının en büyük problemi Roma'daki
yatak odalarının zor teşhis edilir olmasından kaynaklanıyordu ve
çok fiizla yatak günümüze kadar ulaşamamıştı yani sıradan Ro
malıların nasıl uyuduğu konusunda net bilgiye sahip değiliz.

GÖRKEMLİ YATAK
Yükseltideki yatağımıza tırmanırken parmaklarımızı ya da diz
lerimizi kenarlarına çarpmamaya dikkat ediyoruz, bir de böyle
bir lükse sahip olmanın eski zamanlarda ne kadar zor olduğunu
da düşünmemiz gerekiyor. Eğer Saksonların uyku düzenlerine
bakacak olursak insanların yalnız uyudukları söylenemez ya da

348
GıegJenner

çift olarak uyudukları da. Beotvulf adlı meşhur şiir büyük savaş
ustalarının ve kralların kullandığı bal likörü salonlarında çok
amaçlı banklar olduğunu anlatır, duvarların iç kısmına dayalı bu
banklarda sarhoş olan savaşçıların uyuduğunu söyleri. Fakat şiir
aynı zamanda dev bir canavarın bu salona dalarak savaşçıları par
çaladığını da anlatır, yani gerçeklik payı biraz düşüktür.
Ortaçağ dönemimde topluluk uyuma gelen^ vardı. Kaleler-
deki ve aristokratik evlerdeki hizmetçiler samanlar dolu çuvalların
üzerlerinde uyurlar kafalarını da kütüklere yaslarlardı. Isınmak
içinse büyük salonlarda hizmet ederken hızlı hareket etmeye özen
gösterirlerdi, öyle ki yabancı insanların bu dönemde birbirleriy
le aynı odayı ve yatağı paylaşması çok sıradan bir olaydı ve Or-
taçağ'daki turistler için yazılan kılavuz kitaplannda horlayanlar,
yorgan cimrileri ve hareketli rüya görenlerle ilgili sempatik cümle
ler bile bulunuyordu. Böyle söylediğimize de bakmaym, aslında o
kadar karanlıkta böyle bir kitabın çok işe yaramış olacağına ihtimal
vermiyoruz çünkü karanlıkta kitabı bulsanız okuyamaz, okusanız
da yatak arkadaşlarınıza o kötü îngilizcenizle anlatamazdınız...
Tabii herkes başkalarının kokuşmuş ayaklarının kokusunu
çekmek zorunda da değildi. Güvenilir hizmetkârlar lord ve leydi-
nin uyku odasında uyuma şerefine nail oluyorlardı {solar cham-
ber) fakat buradaki yatakları çok küçüktü ve bekçi köpeği gibi
kıvrılıp yatmak zorunda kalıyorlardı. Ve doğal olarak ev sahipleri
nin konforu herkesinkinden üst düzeydi onlar için -muhtemelen
yalnız uyuyorlardı- el yapımı tahta yataklar yapılmışa. İlginçtir,
Ortaçağ'ın görkemli yatakları' monşerlerin ve azizlerin resimlen
diği sanatsal çalışmalarla önlenmişti fakat bu resimlerde yataklar
hep aşağıya doğru eğimliymiş gibi gözüküyordu. Bu sanatsal bir

349
Bir Günde Bir Milyon Yıl

gelenek olabilirdi -bir kişiyi yatar pozisyonda göstermek onlara


ölmüş izlenimi veriyordu— fakat aslında daha fiziksel bir açıkla
ması olabilirdi. Ortaçağ'daki bazı yatakları bu dönemlerde tahta
iskeletlerle yapılıyor olsa da birçoğu hâlâ iki destek arasına geril
miş ipler üzerinde duran örtülerle yapılıyordu. Sonuç olarak bu
yataklara yatanlar hamağa yatmış gibi kambur bir şekilde uzan
mak zorunda kalıyordu yani iplerin sürekli gerilmesi gerekiyordu
ve bu da muhtemelen İngilizlerin 'sleep tight' yani sıkı bir uyku
çek deyiminin kökenlerini oluşturuyordu.
Ağaçtan yapılan Ortaçağ yataklarında yatak başlıkları da bu
lunuyordu. Yastıkların hemen altına yerleştirilen bu parçalar bu
kısmı hafif bir eğilme yükseltiyordu kim bilir belki de sosyetik
uyku bunu gerektiriyordu. Ortaçağ'da dümdüz yatabilmek ancak
heybetli başucu tahtalarının icadından sonra mümkün olacaktı,
böylelikle türlü aromalarla tatlandırılan yastıkların kayması önle
necekti. Basit iple gerili yataklar hasırdan yapılı paillasse adlı ser
giyle kullanılıyordu, üzeri matelas adlı keten örtüyle örtülüp elde
dikilen courtpointe kumaşlarıyla da süsleniyordu. Para harcamayı
sevenler kuş tüyü yataklarına keyif çatma imkânına sahipti. Bu
yataklar da hizmetlilerin kullandığı batondeUtzâ\\ sopayla dövü
lerek yumuşatılıyordu. Eğer biraz titizlik takıntınız varsa şu anda
Vay be ne güzel fi kir diyor olabilirsiniz fakat dikkatli olun eğer
şimdilerde Paris'te bir otele gidip batotı de Ut isteyecek olursanız
size kabaran erkekler olabilir.
Yatağı toparlamak zor bir iş gibi gözükebilir fakat aristokrat
ların yatak odalarına hizmet etmek büyük bir onurdu ve büyük
İngiliz edebiyatçısı Geoffrey Chaucer de bu onurlu görevi 1367
yılında Kral III. Edward'ın yatak odasına hizmet ederek icra et-

350
Greg lenner

mişti. The Canterbury Tales yazarı şanslıydı, çünkü ptaklann


içindeki tüyleri toparlamak için kazların peşinde koşturmuyordu.
Birinci sınıf kuştüyü yataklar ve yastıklar kazlardan ziyade zarif
kuğulardan çalınan tüylerden yapılıyordu.
Yatak odalarındaki kalıcı eşyalar sadece yataklar gibi gözük
se de Ortaçağ efendileri bir yılın büyük kısmını evinden uzakta
geçirmek durumundaydı ve bu da en sevdiği eşyaların -yataklar
ve banyo gereçleri- beraberinde gezmesi anlamına geliyordu. Üst
düzey yataklar parçalanıp taşınabilir nitelikte üretilmişti ve tek
rardan zincirlerle sabitlenebiliyordu, şimdiki basit paketlenmiş
mobilyalara benziyorlardı tabii kimse bir kralın kaybolan vidalar
yüzünden çıldırdığını düşünmesin. Sonuçta Ortaçağ yatakları çe
şitli boylara sahipti ve sembolik olarak statüyü belirliyordu yani
sökülüp parçalanmaları aslında çok da olası değildi.
13. yüzyıldan itibaren zarif tahta işlemelerle yapılan yatak ka
salarına başucu tahtaları eklenmiş ve daha sonra bu başucu tah
taları ayakuçlarına ve en sonunda da yatağın çatısını oluşturan
tahtalara dönüşmüştü. Çatılar dört dikmeyle destekleniyordu ve
bu desteklerden ipek perdeler ya da hayvan postları perde niye
tine sallandırılıyordu. Özelleşen yatak alanı meraklı misafirler ya
da hizmetlilerin yatakta olan biteni görmemeleri içindi. Rönesans
îtalyası'nda bu yataklar boşlukta sallanan muadilleriyle değiştiril
mişti. Kablolar ve kancalar sayesinde tavandan sallandırılan bu
yatakların etrafı da lüks kumaşlarla bezenmişti. Bu bir tiyatro
sahnesini andırıyordu çünkü her sabah uyanır uyanmaz yataktan
inmek pek kolay olamıyordu. Hizmetliler, uyku mahmurluğun-
dakı efendilerini bir kaza olmadan perdelerden süzülerek aşağıya
indirmek için büyük çaba harcıyorlardı.

3S1
Bir Günde Bir Milyon Yd

DEVLETİN YATAKLARI
DEVLETİN BAŞLARI İÇİNDİR
Çok ihtişamlı yataklar sadece özel mülklerde olmak için üretil
miyordu aynı zamanda kraliyetin gücünü göstermek için de güzel
eşyalardı. Ortaçağ Fransa'sında, Kral XrV'. Louis'nin kellesi vahşice
alınana kadar monşerler parlementonun içerisinde Ut de justice(a-
dalet yatakları) yataklarının üzerinde otururlardı bu yataklar dik-
kadice yerleştirilmiş 5 yastığın üzerine konulan baldaquin adlı dö
şekten yapıhyordu. Tüm bu yükseltme çabası monarşinin getirdiği
törensel kudreti göstermek içindi fakat aslında biraz da soylu kralın
kaba etini de rahat ettirmek değil miydi çaba? Neden olmasın?
Güneş kralı XIV. Louis kendisine verilen hükümet binasında
oturmak yerine Versay Sarayı'nı tercih etmişti ve burayı haşmeti
ne yaraşır bir biçimde dekore etmişti. Sarayın en önemli bölümü
yatak odasıydı. Gençliğinde birçok politik ve aristokratik kavgaya
karışmış kral, bu problemli yolarla b;ışa çıkma yöntemini so
nunda bulmuştu. Onlara anlamsız ama prestijli ayinlerde görev
ler vermişti. Her sabah Louis odasında çok güçlü adamlarla uya
nıyordu fakat bu adamlar ona suikast düzenlemeye gelmiyorlardı
aksine biri odanın perdelerini açıyor, diğeri geceden kalan terleri
vücudundan siliyor ve 3. kişi de krala önceden ısıtılmış tişörtünü
giydiriyordu.
Günün birinci safhası levee (ya da petit) kralların en samimi
anlarını yaşadığı saatlerdi ve bu saatlerde ona en çok parayı ve
ren yandaşları, doktorları eşlik ederlerdi ikinci safhada kral yatak
odasından çıkarak ulaştığı odasında 100'den fezla yandaşıyla kar
şılaşırdı, bu kralcılar günün ilk ışıklarında kralın traş oluşunu ve
kıyafet seçimini seyrederlerdi. Dahası yatağa dönüş kısmı -cottc-
Gıeg lenner

her- yine böyle aşamalı bir ayin havasında gerçekleştirilirdi. Bu


çılgınca gözükse de(ye Louis ile varisleri sabahki garip ayinlerine
hazır olduklarını hissedene kadar ava bile gidiyorlardı) levee işe
yaramıştı. Soylular birbirleriyle rekabet eclerek kralın çorabını
giydiren kişi olmak için uğraşıyordu ve eski bakış açıları isyankâr
lığı kaybetmişlerdi. Kısa süre sonra İngiltere Kraliyet Sarayı'nda
da buna benzer toilette adı verilen bir uygulama başlatılmıştı.
Ashnda yatak odasına tiyatro katmak isteyen insanlar soylu ol
mak zorunda da d^ildi. Bugünlerde ancak hastaneleıde iyileşirken
yatağımızın etrafında insanlann olmasma müsaade etmeyi tercih
ediyoruz ya da iğne olurken eczanelerdeki hemşireler bu özel ala
nımıza girebiliyor fakat Versay Sarayı'nda kadınlar perdelerin arka
sından yönettikleri saltanatta yatak odalarına da hükmediyorlardı,
doğurmaları, kocalarının ölümü ve buna benzer en önemli anla
rında yatak odalarını tüm misafirlerine açıyorlardı. Kısacası yatak
sadece uyumak ve seks yapmak için kullanılmıyordu.
YATAKTA ON COCUK. YUVARLAN DEDİ KÜÇÜK
Genç adam gözlerine inanamıyordu, aşkını ilan etmek için
onlarca mil yol kat etmişti ve genç kızın evine müstakbel aday
olarak kabul edilmişti. Ama artık hava kararıyor ve yatma vakti
geliyordu. Genç adam yatacak yeri olmadığını anladığında işler
biraz garip bir hal almıştı fakat kayınbabasından gelen beklenme
dik tepki onu şaşırtmaya yetmişti: Kızımın yatağında uyuyabi
lirsin". Aşkından öldüğü sevgilisiyle samimi bir yakınlaşma firsan
bulduğu için heyecanlanan adam iç çamaşırlarını da çıkarmış tam
yatağa girecekken kayınbabası odaya girip eline bir çuval tutuş
turarak, Al bunu giy," demişti. Oamat adayı söyleneni yapmıştı

353
Bb GOıtde Bb Milyon Yıl

fekat o anda bir deli gömleğinin içine girdiğini anlamıştı. Genç


kız da yatak odasına gelir gelmez aynı gömleği giymişti ve ikili
yatağa girdiklerinde ağlanacak hallerine gülüyorlardı. Arsızlık ya
pamazlardı fakat en azından surat surata durabileceklerdi, derken
aralarına tahta bir plaka girdi ve tüm romantizm alev almadan
söndürüldü; sadece bir yatağı paylaşıyorlardı.
Paketleme denilen bu gelenek 17. yüzyıl Britanyasmda ve
Amerikası'nda bir hayli yaygındı. Gelenek, evlenme yolunda
ilerleyen çiftlerin gece saatlerinde kontrol altına alınmasını sağ
lıyordu fakat bunu aynı yatak üzerinde yapıyordu. Yakın zaman
da yapılan çalışmalardan biri İngiltere'de 18. yüzyılda evlenmiş
gelinlerin %40'ının evlenme gününe geldiğinde çoktan hamile
kaldığını gösteriyordu ve paketleme muhtemelen bu skandalla-
rın önüne geçmek içitr yapılıyordu. Paketlemede kullanılan deli
gömleklerini ve suratları ayıran tahtaları saf dışı etmek Harry
Houdini'nin bile altından kalkamayacağı cinsten bir işti o yüz
den birçok çiftin yenilgiyi kabul ettiğine inanabiliriz.
Yatak paylaşımı genellikle yer kıdığına karşı üretilen ortak bir
çözüm oluyordu ve hatta irlanda kırsalındaki yoksul aileler 20.
yüzyıla kadar genellikle tek bir yatakta yatıyorlardı; bu çözüme
pig^ng deniyordu. Küçücük alanlara sıkışan onca insan olunca
ahlaki normlarda ortaya çıkmaya başlıyordu. Kızlar ve erkek ço
cuklar ayrı köşelere yatırılıyor ve en ufak çocuklar ortada ebe
veynlerinin arasında yatıyordu, bu matruşka bebekleri gibi bir
görüntüye neden oluyor ve muhtemelen, Yutüktu on çocuk, yu
varlan dedi küçük' çocuk şarkısına da ilham veriyordu. (Ço
cuk şarkısının ingilizce adı: Jhere tuere ten in the bed, and the littU
one said: "Roll Över') Acayip olan yatakların sadece aile üyelerine

354
Gıeg Jenner

ait olmamasıydı. Mesela bir otele gittiğimizde kendi odamızda


başka bir ailenin uyuduğunu görsek çıldırabilirdik fekat ailele
rin yataklarını kiralama geleneği özellikle 1600'lü yıllarda kolo-
nileşen Amerika'da bir hayli yaygındı, bu gelenek Hollandalılar
tarafından queesting adıyla başlatılmıştı. Eve gelen misafirler ya
da ücret ödeyen yabancılar zaman zaman annelerin, babaların ya
da çocukların arasında kıvrılıp yatarlar ve komünün sıcaklığıy
la ısınmaya çalışırlardı. Eğer bu gelenek günümüze kadar devam
etseydi birçok sağ görüşlü gazetecinin ahlaki görüşleri nedeniyle
öfkeden alev aldığına şahit olabilirdik.

SICAK VE SIKIŞ TIKIŞ


İsrail kralı David, Golyat'ın celladı yaşlı ve zayıftı. Üstüne örtü
len onca şeye rağmen geceleri bir türlü ısmamıyordu. Dolayısıyla
danışmanları bu derde derman olmak için bir şey yapmalılardı ve
çözümü babalarının yatağına son derece güzel bir bakire gönder
mekte bulmuşlardı. İncil yazıtlarının Kings 4:1 bölümünde Da
vut'un bu bakire kıza hiç ilişmediği enine boyuna anlatılmıştı bu
sanki utanç verici bir durum gibi gözüküyordu ama yatağına gi
ren kızın isminden dolayı böyle bir durumda atılacak manşetlere
göğüs germek bir hayli zor olabilirdi (Bakirenin ismi Abishagdiy
shag argo dilde sikmek anlamına gelmektedir), örtümüzün altına
girerken belki de elektrikli battaniyemizi açmak isteyebiliriz -ya
nımızda bir dostumuz olup olmamasına da bağlı- fakat Kral Da-
vut'un gösterdiği gibi bu çok modern bir fi kir olmayabilir ve gece
yatağı ısıtmak için tarih boyunca birbirinden tehlikeli yöntemler
de denenmişti. Navarre'li Kral II. Charles'tan biraz bahsedecek
olursak, fani dünyadan göçüşünün elim bir kazayla gerçekleşti-

355
Bir Günde Bir MUyon Yıl

ğini anlatmamız uygun olabilir. Kral Charles, yatağını kömürle


ısıun mekânik düzeneğin örtüleri tutuşturması sonucu, engelli
olmasının da verdiği dezavantajla yanarak kül olmuştu.
Kral Charles pek sevilen biri de değildi hatta Kötü Charles
lakabına layık görülmüştü dolayısıyla bazı ahlak bekçileri olay
dan sonra Tanrı'nın gazabı diyerek olayı kafalarında bitirmişlerdi.
Halen Avrupa'daki kralların bu haberi duyduktan sonra gece ya
tağa gitmekten korkup korkmadıklarını merak etmiyor değilim.
Krallar bu dönemde aynı teknolojiyi kullanıyorlardı, bakır ya da
gümüşten dövülmüş ısıtma tavalarında kömürler ısıtılıyordu ve
yataklarına alttan ısı veriyordu fakat ilerleyen zamanlarda daha
güvenli ama daha az randımanlı taş ısıtma tekniği de geliştirilmiş
ti. Teknoloji geliştikçe, düşük bütçeli İnsanlar bu yöntemler ye
rine sıcak su dolu taş oluklar yaparak vücutlarını 1900'lere kadar
ısırmışlardı. Doğal olarak su, kullanılan tek likit değildi; Viktor-
ya dönemi başkanlarından William Gladstone yatakta geçirdiği
saatleri termosta geçiriyor gibiydi. Dürüst olmak gerekirse, biz
Britanyalılar kendi stereotipilerimizi taklit etmekte başarılıyız,
değil mi?

YALNIZ UYUMAK
Yatakları paylaşıyor olmak muhtaçlığın getirdiği bir problem
di, 17. yüzyıldan itibaren orta sınıfların içinde filizlenen bir grup
sadece evli çiftlerin kullanacağı iki kişilik yatakları kullanmaya
başlamıştı, dönemin yazarlanndan Samuel Pepys'in günlüklerine
göre bu özel yataklar bazı garip sahnelerin yaşanmasına da neden
olmuştu. Bir defasında karısı üç gece üst üste Pepys'i hizmetçiyle
sevişirken yakalamıştı ve sonrasında da uykusunda gördüğü rüya-

356
Greg Jenneı

lar yüzünden onu uyandırarak dilini kızgın ateşlerde yakacağını


söyleyip tehdit etmişti. Muhtemelen Pepys, yediğini nanelerin
sonralarda kâbusu olacağım düşünmüyordu; ama artık yatağını
yapmıştı ve yatacak başka yeri de yoktu.
Yatakların çokça kullanılmaya başlanması zenginlikle alakalı
değildi, özellikle Britanya ve Amerika'da 18. yüzyılda inşa edi
len evlerin tasarımları değişmişti, yeni mimaride birçok odadan
oluşan evler vardı. Bu odalar bir hol ya da merdiven sayesinde
birbirine bağlanıyordu, özede yatak odalarına ulaşmak eskisi gibi
kolay değildi ve bu bireylerin özel alanlarının çoğalmasına yara
mıştı. Artık insanların bilinçaltına aniden bu özel alan ve hayat
fikri doluyordu o yüzden Viktorya dönemi sanatçıları eski eserle
rinde yaptıkları gibi yatak odalarındaki insanları resimleyemeye-
cekti, çünkü halk artık farklı yaşıyordu.
Ama diğer ilginç durumlardan biri de iki bin yıl sonra tek ki
şilik yatakların tekrar popüler olmasıydı. Kolera ve tüberkülozun
yaygın olduğu bu dönemlerde sağlık ve temizlik konusundaki en
dişeler yüzünden akıllıca bir tercih yapılmıştı ve özellikle ailele
riyle yatan çocuklar için tehlike büyüktü, yaşlılar onlara geçirdiği
hastalıklarla gençlik enerjilerini onlardan söküp alıyorlardı. Tabii
hafifçe paranoyaklık içeren bu fi kre herkes katılmamıştı ve John
Harvey Kellogg -meşhur diyetisyen- bunu kitabı Kadtnknn
Sagltk ve Hastalık Kitabı ndi. anlatmıştı. Kellogg, genç kardeşlerin
paylaştıkları yataklardan endişeliydi, gördüğü manzaranın kaçı-
ndmaz sonuçları olduğunu biliyordu ve bu karma yatma düzeni
ensest ilişkilere yol açabilirdi. Kellogg'un bebeklerin de ailelerin
yanında ayrı yataklarda yatmasını önermişti, bu kazara boğularak
ölmelerini engelleyecekti çünkü tarihteki ölüm raporlarına baktı-

357
Bir Günde Bir Milyon Yıl

ğımızda ya da azizler adına yaptırılmış çeşmelerin yazıtlarında bu


yüzyıllarda sıkça bebek ölümlerinin yaşandığını görebiliyorduk.
Ve tehdit altındaki tek canlıların çocuklar olmadığı da or
tadaydı. öyle ki, ateşli tartışmalarda anne ve babaların da ayrı
yatmaları öneriliyordu. Bazıları uyurken osuran ve horlayan part
nerlerinin yanında yatmalarının romantizmi öldürdüğünü savu
nuyor; başkaları da yan yana yatan iki kişinin illaki birbirlerini
rahatsız edeceklerini düşünüyordu, biri fazla sıcaklayabilir, üşü
yebilir, gergin ya da uykusuz olabilirdi; ahlakçılar -her zaman
ki gibi- seksüel arzunun birlikte yatanlarda daha fazla olacağını
savunuyordu; doktorlarsa başka bir insanın vücut kokuları ve
atıklarına temas etmenin tehlikeli olduğunu söylüyordu. Alman
düşünür Bernhardt Christolph Faust tüm bu düşünceleri Catec-
hism ofHealth adlı notlarında, 'Her çocuğun ve her yetişkinin iyi
bir uyku çekmeleri için yalnız yatması gerekir,' diye özetlemişti.
Sonuç olarak eşler ve kocalar kendilerini çift yataklarda yatarken
ya da ayrı odalarda bulmuşlardı, sadece sağlıklı olmak içindi.
TÜM GECE UYUYAMADINIZ MI?
Pepys gece boyunca uyumamış ve hatasını telafi etmek istiyor
olabilirdi fakat geceleri bir şeylerle uğraşıyor olmaya yabancı de
ğildi. İlginç teorilerden birine göre 18. yüzyıla kadar süren Orta
çağ boyunca insanlar geceleri uyumuyordu, ilk uyku dedikleri 4
saadik süreçten sonra uyanıp sıradan işlerle uğraşıyorlardı; biraz
yemek yapıyor, temizlik işlerini hallediyor, dua ediyor veya eşle
riyle sevişiyorlardı -hatta bazıları, geceleri kriminal aktivitelerde
bulunuyordu- ve ardından sabah uykusuna yatma vakideri geli
yordu. Fransızlar bu ikinci safhaya dorveille diyorlardı, bu kelime

358
Greg lenneı

uyumak kelimesi dormir ile uyanmak kelimesi reveiller kelimele


rinden türetilmişti, bu tam tüm Fransızların kideşel olarak uyur
gezer olduklarını ima ediyor gibiydi, hatta Galli kurgularındaki
zombi kıyameti temasına da benziyordu fakat insanlar gerçekten
geceleri uyumuyordu. Bu bizlere çok garip geliyor olsa da biyolo
jik saatimiz için çok yararlı bir düzendi, 8 saatlik dinlenme süreci
4 saatlik iki eşit parçaya bölünüyordu. Belki de bilimadamlan bir
gün bu yöntemi bizlere önerecektir, kim bilir.

YATAK GÜVELERİNİN
ISIRMASINA İZİN VERMEYİN
Tertemiz ve ütülü yatak örtülerimizin altına kıvrılıyoruz
fakat biraz pasaklı olsaydık muhtemelen tüm örtüleri çamaşır
makinasına atıp içindeki pisliklerin dönerek girdapta yok ol
duklarını oturup izleyebilirdik. Peki, atalarımız bu modern dav
ranışla ilgili neler yapma imkânına sahiplerdi? Açık konuşmak
gerekirse bu konuda pek de iyi değillerdi, sivrisinekler, güveler
ve diğer parazitler tarih boyunca birçok yatağın davetsiz misafiri
olmuşlardı, tabii biz taş devrinde ve antik Mısır'da bunlara şahit
olmuştuk.
Ortaçağ döneminde de işler pek farklı değildi, tabii aşırıya ka
çan bazı din adamlarının böcekleri özellikle yataklarına davet edip
İsa gibi çile çekmek istedikleri de anlatıhrdı. Bunlar yine aşırıya
kaçan insanların kendilerini sabote etmek için yaptığı garip dav
ranışlardı fiıkat insanların geneli bu problemi için türlü çözümler
üretmeye çalışıyorlardı. Carthusian keşişleri bu böcek istilalarım
sebze ağırlıklı diyet yaparak çözdüklerini iddia ediyorlardı, yani
sürekli kabak tüketen birinin kanı çok çekici gelmiyor olabilirdi.

359
Bir Günde Bir Milyon Yd

Sıradan Ortaçağ insanları yataklarını korumak için birkaç yön


tem uyguluyordu. Bu çözümler arasında odalarını akçaağaç ya da
eğreltiotu dallarıyla dekore etmek, bez parçalarıyla kapatmak, içi
süt ve tavşan idrarı dolu kâseleri evin etrafına yerleştirmek, bal
ya da soğan suyuna batırılmış kumaşları tavana asmak ve hatta
yatakların üstüne kurt postu sermek gibi çözümler vardı.
Her gece savaş provası yapıyormuş gibi görünmeleri kulağa
eğlenceli gelse de, kurulan bubi tuzakları ve türlü taktiklerin hep
birlikte deneniyor olması bu çözümlerin ne kadar etkili olduğu
sorusunu akla getiriyordu. Bunun yanında, başka bir gelenekte
güveleri kapalı bir kutunun içine hapsederek havasız bırakmaktı,
kulağa çizgi film sahnesi gibi gelse de bu teorik olarak fena bir
fikir değildi ve güvelerin de nefes almaları gerekiyordu. Yataklar
da böceklere rastlamak artık öyle sıradanlaşmıştı ki insanlar bu
durumdan sıkılmıştı; Samuel Pepys bizim standartlarımıza biraz
aykırı kaçan, 'Uyandığımızda yataklarımızı dü^n fiıkat iğrenç
bulmak bizi neşelendirirdi,' notunu bırakmıştı.
İtalyanlar bu problemin etrafından dolaşmak için yataklarında
demir iskeletler kullanmayı deniyordu, bu tercih böceklerin daha
seyrelmesine neden olmuştu fakat inatçı İngilizler ahşap yatakla
rından ödün vermiyorlardı ve 1819 yılında Genç kadınlann fa
zilet, Ekonomi ve Mutluluk adlı yayınlarında böcekler tarafından
istila edilmiş tüm ahşap eşyaların vitriyol dolu kazanlarda kay
natılması gerektiği öneriliyordu. Bu öneri kafamızda, odasında
tahtaları kaynatmakla boğuşan kadın manzaraları canlandırsa da
pratikte akıllı kadınların vitriyolu ahşaplara kaynatmadan önce
sürdüğünü düşünebiliriz, çünkü koca bir yatağı bisküvi gibi kay
natmak pek de akıllıca olmasa gerek.

360
Greg Jenner

Ama bu çözüm de her zaman işe yaramıyordu; Londra Malikâ-


nesi'ndeki başkanın yatakları altın işlemeli örtüler ve perdelerle
bezenmesine rağmen 1824 yılında yakılmak zorunda kalmıştı
çünkü yapılan incelemeler yatağın her köşesinde, türlü böcekle
rin olduğunu kanıtlıyordu. İnatçı Britanyalılar bile en sonunda
tahta yatak kasalarının değişmesi gerektiğine kanaat getirmişti.
19. yüzyılın ortalarında seri üretilen metal kasalar ve pamuklu
örtüler kullanılmaya başlanmıştı, bunlar kaynatılmaya da müsait
eşyalardı ve en sonunda böceklerin hükümdarlığı da sona ermişti.

DÛŞEĞİ TERS ÇEVİRMEYİ UNUTMAYİN


19. yüzyıldaki insanlar evlerini süsleyen forklı türdeki yataklar
üretmekle uğraşıyordu, bu üretim ve koruma yöntemlerinin ba-
sideştiği anlamına gelse de Viktorya Britanyası'mn kahramanlık
la addedilen inatçılığını unutmamak gerekirdi. Britanya'da yatak
toplamak hizmetçilerin göğüs germesi gereken günlük bir müca
deleye dönüşmüştü ve bazı evlerde sahibeler tek tek bütün yatak
ların önce havalandırılmasını istiyordu. O zamanlarda kullanılan
yatakların birden lâzla yastık, dört battaniye, üç pike, bir aldık,
tüyden döşek ve bir de kuş tüyü yorgandan ibaret olduğunu dü
şünürsek şimdiye kıyasla çok daha karmaşık ve zor toplanıyordu.
Sonuç olarak standart boyutlarda bir ev sadece 5 ya da 6 yatak
barındırıyordu fakat bir oteli çevirecek kadar keten yatak örtüsü
genelde evlerde hazır bekliyordu. Yatakların döşekleri her sabah
hizmetçiler tarafından camın önüne yaslanarak ters çevrilip ha
valandırılıyordu, en pahalı döşekler metal yaylardan yapılan ve
19. yüzyılda yaygınlaşan cinsteydi aynı zamanda bu metal yaylı
döşeklerin içi kafa tarafında kuğu tüyü, ayak tarafında samanla

361
Bir Günde Bir Miiyon Yıl

dolduruluyordu. Bu işlem için kullanılan alternatif malzemeler


at kılı, yosun, talaş veya yapraklar oluyordu. Olabildiğince garip
bir durum da o kadar konforlu olmalarına rağmen, tüy yataklar
Kellogg ve Bernard Faust gibi tıp adamları tarafından şüpheyle
bakılan yataklardı çünkü bu tıp adamları çocukların tüy yataklar
da kesinlikle yatmamasını öneriyordu.
İnsanlar Viktorya döneminde meşhur olan bu yataklara sahip
olmak için olağanca güçleriyle çalışıyorlardı ve mucizevi yatak
lara kavuşmaları ancak 1970 yılında mümkün olacaktı. 1970te
icat edilen ve şimdilerde yatak olarak bilinen döşekler İsveç'ten
ithal ediliyordu ve gündelik yatak işini yarım saat yerine bir da
kikalık basit görevler haline getirmeyi başarıyordu. Fakat yine de
döşeklerini toplaması gereken milyonlarca ergen için bu iş insan
haklarına aykırı olan bir işkence olarak yaşamaya devam etmişti.
Pekâlâ, yatağımız sabah olduğunda toparlanabilir, şimdi biraz
uyku vakti fakat bir dakika! Alarmı kurmayı unuttuk mu? Kah
retsin, işiniz düştüğünde bu saat hep ortadan yok olmuyor mu!

362
2359

ALARMI KURUYORUZ

Derin bir uykuya dalmadan önce sonraki sabah için alarmımızı


kurmamız gerekir yoksa öğlene kadar uyanmak istemeyebiliriz.
Kitabın son bölümüne geldiğimizde bir daire çizerek başla
dığımız noktaya dönebiliriz. Eski zamanlarda toplumların saati
nasıl ölçtüğünü araştırmıştık iâkat şimdi dikkatimizi bireylere
yoğunlaştırarak günü nasıl hırklı dilimle böldüler, bir bakalım.
Doğal olarak ilk dilim uyanma vakti. Yapay ışıklar, kalın perdeler
ve teknolojik aletler gece ve gündüzümüzün sınırlarını ortadan
kaldırdığı için artık şafakta ya da gün batımında yatağa girmek
zorunda değiliz. Tabii alarmiı saatlerin sandığımız kadar modern
olduğunu da düşünmemeliyiz çünkü insanlar binlerce yıldır gün
lerine erken başlamak için mücadele etmişlerdi. Peki, bu sabah
ayini ne kadar eskiye dayamyordu?

ALARM BAHANESİ
Akademi Antik Atinanm ücra bir köşesindeydi; içindeki
zeytin ağaçları ve perde görevi gören duvarları önceleri halk

363
Bir Günde Bir Milyon Yıl

parkı olan bahçeleri özel birer kozaya çevirmişti. Burası sessiz


bir içedönüş için harika bir mekândı ya da tutkulu bir müna
zara için uygun bir zemindi, şehrin kalabalık, gürültülü halin
den uzaktaydı. Daha önceleri terli gençlerin çalıştığı bir lise
olan bu bina şimdilerde eğitim tarihinin en önemli mabet
lerinden biri haline gelmişti, burası Plato'nun kurduğu meş
hur okuldu. Böyle bir ismi duyduğunuzda, okulun kapısında
cin gibi öğrencilerin sıraya girdiğini, sanki Plato'nun hayranı
gibi kapısında yattıklarını düşünebilirsiniz, fakat Plato aslın
da okuluna yapılan katılımlar konusunda sıkıntılar yaşıyordu;
görünüşe bakılırsa öğrencileri sabahları yataktan kalkamadık
ları için okulu asıyorlardı.
Görünüşe bakılırsa diyoruz çünkü bu anekdotun kaynakları
çok güvenilir kaynaklar değil hıkat milattan önce 427 yılında,
zeki filozof, öğrencilerine öfkelenmiş olsa da öğrencilerinin 'faz
la uyku mesaisi' problemini çözmek için dünyanın en eski çalar
saatini icat etmişti. Mekanizma konusunda hiçbir bilgimiz yok
ve tüm hikâye Athenaeus'un birkaç kelimelik notundan ibaret:
'Plato bir çalar saat yaptı'. Tabii bu hikâye sonrasında birçok mü
hendis ve düşünür söz konusu çalar saatin nasıl bir şey olduğunu
keşfetmeye çalıştı ve aralarından bir öneri diğer düşünceleri de
arkasına alarak en mantıklı yaklaşımı getirdi. Birbiri üstüne ko
nulmuş su dolu 3 tasın en üstündeki sürekli akan suyla dolarken
ikinci tası tepesine kadar dolduruyor \e aşağı çökmesini sağla
yarak içinde bulunduğu kutuya açılan kenar deliklerinden ıslık
benzeri bir ses çıkmasına neden oluyordu. Sesin çıkmasından
sonra boşalan sular 3. tasa dolarak tüm süreci yeniden başlatıp, 1.
tasın tekrar dolmasını sağlıyordu.

364
Greg lenneı

Bu zorlama bir iş gibi gözükse de asd tasarım zamanı tama


mıyla kontrol eden tam otomatik bir cihazdı ve konsept tümüyle
ayarlanabilir bir çalar saatin kullanılabilir kılıyordu. Evet, saati
mize uzanarak düğmelere basmaya bışladık ve biz de Plato'nun
yaptığı gibi düğmelerle olan ayinimizi devam ettiriyoruz. Plato
erken kalmak istediği takdirde tasların içindeki suları azaltıyor ve
daha erken ötmesini sağlıyordu. Basitti! Açıkçası Plato'nun öğ
rencisi Aristo tasarımı değiştirmiş ve ıslık yerine bakırdan yaptığı
toplarla dakikası dakikasına uygun ve daha yüksek sesli bir saat
üretmişti, bakır toplar altına yerleştirilen tabağın üstüne düşerek
büyük bir şangırtı kopartıyordu.
Tabii makinalara güvenmek işin bir tarafıydı fakat başka bir
insana güvenmek de fen a fi kir değildi. Günümüzde otellerdeki
resepsiyonistlere rica ettiğimizde bizi istediğimiz saatte uyandı
rıyorlar. Bazen bu talebimiz otomatikleştirilmiş robot sesler yü
zünden garip bir hal alsa da tecrübelerime göre genellikle perso
nellerden en kibar olanı ahizeyi kulağına götürüp oda numaramı
tuşluyor ve sabırla karşı taraftan gelecek homurtuyu bekliyordu:
Alo, kimsiniz? Ne istiyorsunuz? Tanrım, otelde yangın mı çık
tı? Bir dakika! Yanıyor muyuz? Hayır yanmıyorum... Kimsiniz?'
Anlattığım bu konukseverlik modern bir yöntem fakat 19. yüz
yıldaki kalabalık şehirlerdeki yöntemler de pek farklı değildi,
uyandırma servisi yerine geçen, düzenli maaşla çalışan insanlar
sokaklarda yürür ve uyanmak isteyenlerin pencerelerini uzun bir
sopayla uyandıklarından emin olana kadar dürterdi.
Bu insan çalar saatler serbest de çalışabiliyorlardı ve müşterile
rinin tüm isteklerine karşılık vermeye hazırlardı, bazı müşteriler
uyanmak istedikleri saaderi tebeşirle ev kapılarına not ederlerdi.

365
Bir Günde Bir Milyon Yıl

Fakat endüstriyel apartman tarzı evler değirmen ya da fabrika


içlerine yapılırdı bu komplekslerdeki uyandırıcılar küdeleri sa
baha karşı 3'te uyandırmakla görevlilerdi yani sınırları belli olan
bu komplekste onlardan kaçış yoktu ve kapı tıklatmalarını duy
mazdan geldiğinizde rapor edilerek patronunuzdan ceza yiyebi-
liyordunuz. Komik olan şey, bu insan çalar saatlerin de işlerini
yapabilmesi için başkaları tarafından uyandırılması gerekiyordu
o yüzden uyandırıcılar başka uyandırıcılar tarafından yatakların
dan kaldırılırlardı. 21aten siz isteyin yeter, İngilizce dilinde her iş
için gayet güzel isimler bulunabiliyor.
Buna rağmen mekânik çalar saatler 1870'li yıllarda kitlelerin
kullanımına sunulmuştu yani artık uykucular kendi başlarının
çaresine bakmak zorundalardı. Peki, bu kurnaz makine hayatı
mıza nasıl girmişti? Bunu anlamak için antik döneme kadar geri
giderek zamanı kontrol eden cihazın evrimini biraz kurcalama
mız gerekiyor.

DAMLA. DAMLA...
Plato'nun ıslık çalan çözümü (eğer gerçekten varsa) su saati
ya da clepsydra adıyla bilinirdi. Plato bu icadına gürültülü bir
ek yaparak yenilik getirmeye çalışmıştı. Saati suyla ölçme fi kri
muhtemelen Mısır'dan türeyen bir fi kirdi. Firavun Amenhotep'in
hükümdarlığı milattan önce 1500 yıllarında çalışkan rahiplerden
biri gece ile gündüzün arasındaki süre farkını suyla çalışan bir
saat yaparak ölçmeye çalışmıştı, 24 saatlik dilimi belirlemek isti
yordu. Fakat yaz günlerinde 18 saat boyunca güneş ışığının oldu
ğunu fark etmiş ve sadece 6 saatin karanlık olduğunu keşfetmiş
ti. Kış aylarına geldiğinde tam tersiyle karşılaşıyordu. Bir bilim

366
Greg lenner

adamı olmasam da kışın yaşanılan 18 saadik karanlık kutupsal


bir durumdu ve bu rahip sıcaktan kavrulan Mısır'da yaşıyordu.
Muhtemelen ölçümlerini yaparken saatlik dilimleri 40'ar dakika
olarak almıştı ya da kafası güzeldi.
Antik Yunanistan'ın belki de en popüler su saatini günümüzde
hâlâ Atina'da bulunan Roma meydanında görebilirsiniz. Burada
gezecek olursanız karşınıza sekiz kenarlı ve Rüzgâr Kulesi olarak
bilinen bir bina çıkacaktır, muhtemelen milattan önce 2. yüzyıl
da inşa edilmişti. Bu zarif yapı meteorolojik sembollerle bezen
mişti ve İsveç çakısı gibi her işe yarıyordu. Üzerinde hem güneş
saati, hem hava durumu belirteci hem de su saati vardı... bir tek
kürdan yoktu. Su saati antik Yunanların sevdikleri bir oyuncaktı
özellikle mahkeme kurduklarında söz haklarını sınırlamak için
sıklıkla kullanırlardı. Ama aynı zamanda 60 eşit dakikayı da ölçe
biliyorlardı fakat Yunanların henüz buna ihtiyacı yoktu.
Dakik bir saat güneş ışığı olmadığı takdirde pek işe yaramıyor
du o yüzden mühendisler su saatini güneşin evrelerine uydurmak
zorundaydı. Garipti çünkü dakik saatin dakikliğini bozmaya ça
lışıyorlardı. Bunu yapmalarının en basit yolu deponun tepesine
uzanan borudan çıkan suyun hızını azaltmaktı dolayısıyla saatin
olduğu depo daha hızlı ya da yavaş dolacak ve kısa/uzun saatle
ri gösterebilecekti. Bir başka metot da koni şeklindeki bir tıkacı
(modern bir banyo tıpasını düşünün) yukarı aşağı hareket eden
bir kaldıraçla suya indirmekti bu kaldıraç yazın aşağı doğru ine
rek suyun azalmasını yavaşlatıyor ve kışın yukarı çıkarak suyun
daha hızlı azalmasını sağlıyordu.
Muhtemelen eğenin sıcak iklimi suyun çabuk buharlaşmasına
neden olduğu için suyla çalışan saader tek alternatif değildi. İçe-

367
Bil Günde Bir Milyon Yd

risinde kum bulunan saader de özellikle toplantılarda çok işe ya


rıyordu ^tkat bu saader her saat başında ters çevrilmeyi gerektiri
yordu. Dolayısıyla bıçak dolabıyla oynayan yaramaz bebekler gibi
gözünüzü saatten alamıyordunuz. Fakat Roma İmparatorluğu 476
yılında çökünce Avrupa, duraklama dönemine girmişti -genelde
Karanlık Çağlar olarak adlandırılır- ve birçok detaylı teknoloji de
yim yerindeyse koltuk aralarında kaybolmuştu. Bu da Avrupa'nın
bir zamanlar güçlü devlederinin tekrar ayakta durmasını gerektir
mişti çünkü diğer kültürler hızla ilerlemeye devam ediyordu.

DAKİK KRALİYET SAATİ...


9. yüzyılın başlarıydı ve tahtında oturan Charlemagne politik
anlamda kendi döneminin en büyüğü olduğunu düşünüyordu.
Kutsal Roma İmparatoru olarak —Fransa ve Almanya'nın büyük
bölümüne hükmediyordu- uzak diyarlardaki ülkelerle diploma
tik ilişki kurabilmek için epey çaba sarf ediyordu, bunun için göz
alıcı politikalar izliyor ve kendini her yerin hükümdarı olarak lan
se ediyordu. Bundan dört yıl önce Pers Kralı olduğunu düşündü
ğü kişiye hediyeler yollatmıştı çünkü güneydeki Emevi devletine
karşı Abbasi'lerle ittifak kurmak istiyordu ve Charlemagne he
diye gönderdiği zaman —Papalıktan bile- karşılığında biat edil
mesini beklerdi. Ardından elçiler ellerinde birçok hediyeyle Pers
devletinden döndüklerinde Charlemagne fân klubüne katılan bu
yeni üye yüzünden bir hayli heyecanlanmıştı fakat bu heyecanı
uzun sürmeyecekti...
Sultan Harul al-Reşit Abbasi Araplarının 5. halifesiydi. Roma
İmparatoruna göz alıcı hediyeler göndermişti; ipekler, parfümler,
şamdanlar ve hatta canlı bir fi lde hediyeler arasındaydı. Büyük

368
Gıegleııner

servet harcanmıştı ve gerçekten harika bir gösteriydi fakat en gü


zel hediyelerden biriyse meşhur su saatiydi, özenle pirinçten ya-
pılımştı. Müslüman bilimadamları muhtemelen Aristo'nun çalar
saatini alıp şehirlerine dönmüş ve işin içine biraz işçilik katıp her
saat başında saatin üzerindeki on iki kapıdan bir açılıp içinden
çıkan atlının saatin üzerindeki zillere vurduğu görkemli bir sanat
eseri yaratmışlardı. Bu konuşmacıların işine yarayan fonksiyonel
bir saat değildi, bu teknolojinin sanada birleştiği noktaydı.
Kibirli Charlemagne için bu hediyeyi almak, en yakın arka
daşına kitapçıda kullanacağı hediye çeki vermek ve karşılığında
jet-ski almaya benziyordu. Alaiianga tarihçiler bu durumu kendi
lehlerine çevirmek için ellerinden geleni yapmışlardı, mesela keşiş
Notget the Stammerer şu notu karalamıştı:

'Bu görüntü karşısında Harun, isminin en cesaret


lisi, Charlemange'nin kudretini anlamıştı... ve iltifat
ederek 'Bana bahşettiğiniz onurlara karşı size nasıl la
yık olabilirim?' diye yalvardı.'

Bu propagandaya rağmen Sultan'm ışıldayan hediyeleri Kutsal


Roma İmparatorunun kudredi olma kavramını yok etmişti. Char
lemagne Bağdat'ın Bilgelik kütüphanesinin kurucusunu etkilemek
için çaba gösterse de yaptığı Ortaçağ'da ikinci el bir Honda'yla,
Lamborghini seyretmeye çıkmak gibi bir etki yaratmıştı.
Su saatinden yola çıkarak, Islami dünyanın teknolojik anlam
da batıdan çok ilerde olduğımu söylemek mümkündü. Bunu ka-
nıdamak için, Charlemagne'nin utanandan 70 yıl sonra başka

369
Bir Günde Bir Milyon Yıl

bir kahraman Ortaçağ lideri, İngiltereli Muhteşem Alfred kendi


ülkesinde kum saatinin alternatifini yaratmaya çalışmıştı. Bu sa
ate mum saati deniyordu ve mum çok stabil şekilde eridiği için
insanlar erime seviyesinden saatin kaç olduğunu anlayabiliyordu.
Bu kesinlikle kötü bir fikir değildi -zaman havuzundaki su, kum
ve güneş ışığına mum eklemek hıydacı bir dâhilik göstergesiy
di- fakat bu yöntem biraz, ne bilelim sanki tekdüzeydi. Çok mu
ileri gidiyoruz? Belki de ama bakın Çinliler aynı dönemde neler
yapıyorlardı.

DOĞU SAATİ
Günümüzde saati nasıl söylüyoruz? Alternatiflerimiz sınırlı:
Birilerine sorabilir, bir saate bakabilir ya da bir timsah gibi güneş
ten yararlanabiliriz. Temel olarak saati tahmin ederken ya görü
duyumuzu ya da duyma özelliğimizi kullanıyoruz. Fakat saati
koklamak dersek? Kral Alfred'in ölümünden iki yüzyıl sonra -
Ortaçağ Çin'indeki Song Hanedanlığı döneminde- mum saatler
aromatik bir güncelleme alarak koku saatleri ya da koku çubuk
ları ve tozları şeklinde dikkatlice ayarlanarak yanacağı kutunun
içine belirli süreyle yanacak şekilde yerleştiriliyorlardı. Eridikle
rinde koku haznesinin içinden düşen ağırlıklar, aşağıya yerleştiril
miş metal tabağa isabet ediyordu ve güzel bir tını çıkartıyorlardı;
Aristo'nun çalar saatine benziyordu. Bu kendi içinde akıllıca bir
fikirdi fakat asıl deha her saat için farklı kokuların kullanılma
sında yatıyordu yani odalarda dolaşan biri aldığı kokuyla günün
hangi saatinde olduğu anlayabiliyordu ve bunu sadece havayı
koklayarak başarıyordu. Koku saatleri evlerde ve tapmaklarda sık
lıkla kullanılırdı ve Japonya'ya da sıçramıştı fekat Asya'nın dışın-

370
Greg lenner

da bu saadere pek rasdanmıyordu; bu garipti çünkü Ortaçağ'da


Çin bir hayli gelişmişti ve Batı kesinlikle buradaki fi kirleri çalıyor
olmalıydı.
Her şeyden öte su saatlerine cıva katarak geliştirenler sadece
Çinli bilimadamları değildi, cıva buharlaşmıyordu ya da donmu
yordu fiıkat aynı zamanda saatlere devasa mühendislik örnekleri
ni de karıştırarak mekanizmaları karmaşık hale getirmişlerdi. Bu
fiizyonun en basit örneği devasa bir su saatiydi ya da kozmik bir
makinaydı. Bu makine zekâsıyla ünlü Su Song tarafından 1088
yılında üretilmişti. 10 metre yüksekliğindeydi, üç kattan oluşan
saat çizelgeleri vardı ve yıldızların hareketlerini takip eden astro
nomik cihazlara sahipti. Ayrıca otomatik mekanizmalar saat başı
büyük topların birbirine vurmasıyla saati anons ediyordu. Sıra
dışı olan, tüm bu aletlerin kulenin içine inşa edilmiş bir su değir-
meniyle çalışıyor olmasıydı. Bu tarihte kendi kendine çalışabilen
ilk saatti.

İnşaatı yıllar almış fiıkat ömrü ancak yarım asır sürmüştü.


Akıncı ordular tarafından saldırıya uğrayan saat sökülmüş ve ta
şındığı yerde tekrardan inşa edilmeye çalışılmıştı lâkat sonrasın
da ne yapmaları gerektiği hakkında bir fi kirleri olmadığını an
lamışlardı. Üzücü olan diğer kısımsa Su Song saatin şemasının
bir kısmını istemeden de olsa saklayarak projenin gizli kalmasını
başarmıştı ve arından da imha etmişti, dolayısıyla kimse bu ku
leden yapamayacaktı. Ve sadece Ortaçağ'da da değil... Bu saat
Çinlilerin ne kadar farklı bir millet olduğunun da kanıtıydı. Su
Song'un saatinin bir kopyası Taichung doğal bilimler müzesine
yapılmaya karar verildiğinde modern bilimadamları bile bu saa
tin sırrını çözmeye çalışmıştı.

371
Bil Günde Bir Milyon Yıi

TİK TOK
Kozmik makine gerçek bir saatti. Teknik olarak konuşmak
gerekirse saatle ilgili en ufak cihaz bir horolog görevini görüyor
du, bu Harry Potter kitaplanndan çıkmış bir kelime gibi gözük
se de saat kelimesi ses çıkartan saat birimlerine verilen isimdi ve
Latincedeki cbcca kelimesinden türemişti. 14. yüzyılda dilbilim
konusunda evrimler oluyordu ve mekanik saatlerin de Avrupa'da
bu dönemlerde yayılması bir tesadüf olamazdı, saat artık dini
rutinleri koruyan bir araç olmaktan çıkıp herkesin kullanımına
yayılıyordu. Peki, modern saat göstergelerini Ortaçağ'daki öncül-
leriyle kıyaslarsak ne zaman kule olmaktan vazgeçip evlerimizin
içine girmişlerdi?
îlk saat tasarımları gerçekten berbattı ve bu en hafif tabir,
emin olun. Basit olmalarına karşı saat mekanikleri açıklaması zor
olaylardı ve şöyle ki... Ortaçağ saatleri yerçekimiyle çalışıyordu
lâkat seksi bilim kurgu sahneleri canlanmasın gözünüzde... Yer
çekimi kuvveti dediğimde koca bir halatın ucunda sallanan masif
bir demirden bahsediyorum. Bu cihaz merkez kaç kuvveti deni
len mantıkla çalışıyordu. Uzun, ince, dik duran çubuğun ucunda
iki küçük blok vardı (palet) bu bloklar yakalama görevi görü
yordu, bir tane sol ve bir tane de sağda olmak üzere iki çubuk
bulunuyordu. Sınırda kalan çubuk aynı zamanda yatık duran T
şeklindeki çubuğa da pivotluk yapıyordu, bu çubuğun iki ucunda
sallanan ağırlıklar vardı.
Çubuğa dayanmış bir kaçış çarkı Imlunuyor, -bu kralların
taçlarına benzeyen lâkat tepesinde onlarca üçgen çıkıntı olan bir
parçaydı- ve bu krank şafbnın sonundaki bağlı olduğu iple bir
likte koca bir taşı yönlendiriyordu. Yerçekimi sayesinde taş ipi

372
Greg lenner

aşağıya çekeren bollaştınyor ve yatay olan krank şafunı hareket


ettiriyordu. Hareket sonucunda çark kısa bir mesafe dönerek
dişlerinden biri yakalayıcı paletlere takılıyor ve durmasını sağlı
yordu. Bu çarpışmanın çıkarttığı enerji, çubuğun kendi ekseni
etrafında dönmesine neden oluyor ve ağırlıkların bağlı olduğu T
şeklindeki çubuğu (foliotu) ipe asılı çamaşırlar gibi sallıyordu (bu
arada foliot, Fransıca jhllet kelimesinden türemişti ve kendi ken
dine deli gibi dans eden insanlar için kullanılırdı, bu da durumu
açıklıyor sanırım).
Sallanma hareketi kısa süre içerisinde sabitleyici tahtaları ser
best bırakıyor ve çarkın tekrar dönmesini sağlıyordu hıkat bu kez
de iki uca bağlı ağırlıklar, sallanması halinde kendileri dengeye
oturtarak kıskacın tekrar işlev görmesini sağlıyorlardı. Bu süreç
kendini defolarca tekrar ediyordu ve çarkın tik-tok sesi çıkartma
sına neden oluyordu, ta ki ip fâzla çalışmaktan usanıp çarklardan
kurtulana kadar... Sonra şanssız bir mühendis tekrar merdiven
leri tırmanıp ipi tekrar geriyordu. Vay canına! Pekâlâ, kendimize
gelmek için biraz dinlenelim... Her şey bir yana artık gece yarısı
oldu ve beynimiz alkolün etkisi altında. Nasıl? Dinlendiniz mi?
Öyleyse devam ediyoruz.
inanılmaz teknolojik icatlar ya da şehirlerin kültürel statüleri
ni gösterseler de bu saader çok zor inşa edilen cihazlardı. Çanların
her biri 4 ton kadar geliyordu ve saatin mekânizmaları da döküm
demirden yapılıyordu ayrıca T şeklinde dediğimiz parça bile tek
başına modern bir araba ağırlığındaydı. Bu parçalardan birini 20
metre yükseklikteki bir kulenin tepesine çıkartmak demir işçile
rinin yıllarca vereceği emek ve birçok işçinin dikkatli çalıştırması
sayesinde olabiliyordu. îplikçiler, marangozlar, duvar işçileri, taş

373
Bir Günde Bir Milyon Yıl

işçileri, çancılar ve saat ustaları hep birlikte inşa ettikleri bu sa


atler sıkça bozulduğu için tekrar aşağıya indirip sökmek zorunda
kalıyorlardı ve sonra tekrar yukarı çıkartması da vardı. 14. yüzyıla
gelindiğinde de saatlerin her saat başında nümerik olarak çınlaya
cak bir şekilde ayarlanıyordu yani saat akşam 4 olduğunda çanlar
4 kez çalıyordu, kısaca sıradan bir saat uyarısından ziyade insan
ların saatin kaç olduğunu bilmeleri amaçlanıyordu.
Saat şu anda bile üzerinde hâlâ çalışılan bir cihaz ve bizler Or-
taçağ'daki saatlerin yüzlerine bir hayli yabancıyız. 14. yüzyıldan
önce akrep saatin yüzünde sabit duruyordu ve yelkovan kendi
çapında dönerek saatleri gösteriyordu; bu tip saatler dakikalar
konusunda çok keskin bilgi veremiyordu o yüzden ihtiyaç, doğal
olarak daha saat gibi tıkır tıkır işleyen bir mekânizmaydı. Bu ko
nudaki ilk adım gerilmiş yaylarla geldi, böylelikle saatler küçül-
tülebiliyor ve 1. Elizabeth duvarına yılbaşında aldığı hediye saati
asabiliyordu. Fakat yaylı saatler problemi çözen hareket değildi;
aksine, saatlerin tarihini değiştirecek şey sarkaç olacaktı.

SARKAÇ SALLANIYOR
Bu hikâye 1581 yıllarında geçiyordu. Genç tıp öğrencisi, Pi-
sa'daki Roma kilisesinde bir ayine katılıyor ve burada aklına bir
kaç soru yerleşiyordu. Kilise, yerlerden yükselen granit blokların
üzerinde durduğu devasa bir binaydı, bir insanın binanın iki ucu
nu gözüyle takip etmesi bile mümkün değildi, granit kolonlar te
pelerde beyaz ve siyah mermerler sayesinde kemerlere dönülüyor
du ve tam ortada da insanı cennette hissettiren freskler, kubbenin
iç kısmını süslüyordu. Belki de yükseklerdeki bu güzel görüntüler
gencin dikkatini ayinden ayırıp kendine çekmişti ya da genç belki

374
Greg lenner

de sıkıntıdan sağı solu gözediyordu iâkat genç adam yukarılara


bakarken gözünün takıldığı bir görüntüyle büyülenmişti. Tavan
dan sallanan kocaman bir avize vardı, bu kokulu avize hafifçe ileri
geri sallanıyordu ve tanrısal atmosfere mis kokular yayıyordu (bu
fikir Thomas Aquinas'tan çıkmaydı). Genç adam bu metronomik
sallantıyla büyülenmişti ve kalp atışlarını avizenin sallantısıyla eş
leştirmeye çalışıyordu.
Fakat bu basit koku avizesinin can alıcı noktası sadece dindar
kai^arm üzerinde sallanması mıydı? Tabii ki bu lamba doğaüstü
bir kuvvet sayesinde sağa sola sallanmıyordu ve o yüzden mantı
ken durması gerektiği için genç adam bu görüntüye kafayı tak
mıştı çünkü şans eseri doğanın sarkaç kuvvetiyle karşılaşıyordu.
Peki, bu meraklı genç kimdi? Kilisedeki birçok insana göre, aklı
bir karış havada, sıradan bir çocuktu &kat tarih dua edenleri değil
Galieo Galilei'yi ölümsüzleştirerek onurlandırmıştı.
Bu basit başlangıçtan itibaren Galileo'nun pendulum araştır
maları yıllar sürmüştü ve aynı zamanda aynı uzunluktaki iki pen-
dulumun hangi ucundan iterseniz itin aynı hızla dönmeye devam
edeceğini de keşfetmişti. Tabii ki bunlar, müthiş italya'nın bulgu
larından sadece birkaç tanesiydi. Galileo aynı zamanda astrono
mide de bir hayli bilgiliydi fakat tüm alkışı tek başına Galileo'ya
veremeyiz. Her şey bir yana, 17. yüzyıl bilimsel anlamda özellik
le Avrupa'da büyük atılımların yapıldığı bir dönemdi ve Galileo
gibi birçok dünyaca ünlü bilim adamı ortaya çıkmıştı -birçoğu
fikirlerini kendi aralarında voleybol oynarmış gibi birbirlerine
fırlatıyorlardı-; Rene Descartes, Blaise Pasça e Marin Mersenne
lokallerde çözülen bilmecelerin aranılan isimleriydi, zaten zaman
öldürmek için yapılacak çok şeyleri de yoktu.

375
Bil Günde Bil HUyon Yıl

Fakat yetenek burada da bitmiyordu, Galileo öldükten 25 yıl


sonra İngiltere kraliyet ailesi deneysel bilimlerin Beades'ini kendi
saflarına çekmeyi başarmıştı: Isaac Newton, Christopher Wren,
Robert Hooke ve Robert Boyle'den oluşan grup, hep birlikte sah
neye çıktığında saatler konusunda bir güncelleme gelmesi de an
meselesiydi. Fakat Galileo yıllarca saatlerle uğraşmasına rağmen
kendi saatini üretememişti -kendisi Papa'yı aptal ilan etmek
le meşguldü-, dolayısıyla ancak 1657 yılında Hollandalı bilim
adamı Christiaan Huygens tedavüldeki saadete sarkaç ekleyerek
foliot parçasını çıkartmıştı. Fakat bu geliştirmeye rağmen Huy-
gens'in tasarımı hâlâ bir günün 60 saniyesinde şaşıyordu. 17. yüz
yılın bilim devleri bundan daha iyisini yapabilirdi değil mi?
Evet yapabilirdi. Hatta bu çözüme atılan ilk adım 1644 yılında
gelmişti. Fransız din adamı Marin Mersenne (bu arada Mersen-
ne'yi din adamı diye nitelendirmek, Michelangelo'ya iç mimar
demek gibi bir şey) 39.1 inçlik bir pendulumun aksamadan bir
saniye kadar sallandığını keşfetmişti &kat bu keşfe rağmen Sani
ye sarkacı henüz Huygens'in saadne monte edilmemişti çünkü
farklı mekânizmâlara ihtiyaç duyulmuştu. Ortaçağdaki merkez
kaçla çalışan saatleri hatırladınız mı? îşte bu mekânizmaya bir
pendulum koyun ve 80 derecelik bir açıyla dönmesini sağlayın
ve 39.1 inçlik sarkacı da bu mekânizmaya dahil edin, sonra da
küçük bir dolaba girip salsa yapmaya çalışın, işte bu anlatıldığı
kadar imkânsız bir işti.
Buna karşın İngiliz bilim adamı Robert Hooke -genelde kra
liyet ailesinin her zaman unuttuğu kişiydi- ankraj kilitleme sis
temini icat etmişti. Bu metalden yapılmış kıskaç, demir dişlilerin
üzerinde duruyor ve 39,1 inçlik pendulum boyunu 4. dereceye

378
Greg Jenner

kadar İndiriyordu. Yani 80 derece sallanmak yerine kalabalık bir


diskoda kendini bilen biri gibi hafifçe sağa sola sallanıyordu. Bu
zaman gereçleri günün her saniyesinde doğru zamanı gösteriyor
du ve daha da önemlisi insanlar koca bir kulenin tepesine taşı
maktan ziyade evlerine bu saaderden sığdırabiliyorlardı.
Evlerin içinde kullanılan ilk saati 1670'li yollarda İngiliz el
ustası William Clement üretmeye başlamıştı. Uzun sarkacım ve
saatin iki yönlü yüzünü ahşap bir kutuya monte etmişti, bu saat
ler insanlar arasında hızla popüler olmuştu ve hatta günümüzde
de birçok antika satıcısının halen satmakta olduğu saatlerdi. Belki
de büyükbabanızdan ya da bir müzayededen aldığınız böyle bir
saatiniz bile olabilir. Fakat biz zamanı geçmiş bu saaderi güzel bil-
sek de 350 yıl önce bu teknoloji bir hayli seksiydi. Pahalı olmala
rına karşın insanların ilgisini çeken el yapımı saatler, gösterilmek
için sokaklarda ceket ceplerini sürekli işgal ediyordu bu da kral
II. Charles'ın hükümdarlığı döneminde moda olan hipster akı
mı gibiydi. Ve şehirden sıkdan insanlar evlerine döndüklerinde
salonlarının duvarında asılı olan görkemli baba yadigârı saatleri
tarafindan karşılanıyorlardı, saader, dünya klasmanında oyun oy
nayan saklambaç oyuncuları gibi sessiz sessiz saniyeleri sayıyordu.
Zaman artık kilisenin tekelinden çıkmıştı, yâ da güçlü Orta
çağ grupları saati yönlendiremiyordu; artık dua saatleri ve yüksek
kulelerden yapılan çağrılar etkisini yitirmişti. Bin yıl sonra zaman
sonunda insanların dilediği kullanımına sunulmuştu. Tek yap
maları gereken kafelarına estiğince saadetini kontrol etmeleriydi
ve bu alışkanlık bile bir süre sonra yok olacaktı. Her şeyden öte,
çalar saatimiz elektriğe ihtiyaç duyuyordu ve biz elimizdeki 20.
yüzyıl teknolojisiyle övünürken, 'Acaba bu elektrikli saader ger-

377
Bir Gttnde Bir Miiyon Yıi

çekten de modern miydi?' diye merak ediyorum. Büyükbabamız


dan kalan saati bir kenara bırakalım, acaba büyük büyükbabamız
elektrikli bir saati tanıyabilir miydi? Şaşırtıcı ama evet!

ŞU ANDA' ZAMAN?
Yatağımızdayız ve çalar saatimizi aj'arlamakla uğraşıyoruz. Bu
elektrikle çalışan küçük kutunun dijital bir yüzü var, yatağımızın
yanındaki sehpada duruyor ve eğer saati hışımla açacak olsak -
samimi olalım, birçoğumuz sabahlan olanca gücümüzle saat dö
vüyoruz- muhtemelen içinde küçük bir pendulum bulamayız,
aksine küçük bir kristal parçası görebiliriz. 1929 yılında bulunan
bu yöntem, kristalin elektrik akımları ndaki yüksek titreşim kabi
liyetini kullanıyor, -doğal bir titreşim sayesinde ritmik hareketler
elde ediliyordu-bu da dünyayı fethederek zamana hükmetmek
isteyen kitleleri peşinde sürüklemişti. Fakat kuvartz kristallerinin
tüketici ürünlerinde kullanılması 40 yılı bulmuştu ve 1970'ten
150 yıl öncesinde de elektrikli saat yapımı konusunda mesai har
cayanlar vardı.
Elektrikli saatlerle ilgili ilk çalışmalar Napolyon ve Wellington
arazilerde savaştığı dönemde yapılmıştı. 1815 yılında elektrosta
tik saatler İtalyan fi zik profesörü Giuseppi Zamboni tarafindan
üretilmiş ve iki karşıt akımla şarj olan kuru pillerle çalışıyordu, iki
pil sarkacın iki yanında yer alıyor ve elektrostatik akış sarkacı sal
lamaya başlıyordu. Anlattığımız kulağa deney gibi gelse de piller
öyle yüksek şarjda oluyordu ki bu saatler 50 yıl boyunca aksama
dan çalışabiliyordu ve bu gerçekten etkileyici bir başlangıçtı.
Fakat prototipin etkili olmasına rağmen elektrostatik saatler
kitlelere pazarlanmamıştı aksine, 19. yüzyılda başarıya ulaşan sa-

378
Gıeg lenner

atler elektromanyetik saatler olmuştu. Adından da anlayacağınız


gibi elektriklenmiş mıknatısların kullanıldığı saatlerde sarkaç bu
çekim kuvvetiyle hareket ediyordu. 1840 yılından I. Dünya Sa-
vaşı'na kadar olan dönemde muhtemelen atalarımız çok zengin
olduğu takdirde böyle bir saate sahip olabiliyordu çünkü meka
nik saader daha yaygındı. 1930'larda birçok eve elektrik bağlan
tısı yapılmıştı ve elektromanyetik saatler, yerini elektrikli saatlere
bırakmıştı. Elektrikli saatler evlerdeki prizlere verilen 50-60hz lik
alternatif akımlar sayesinde doğal titreşimler yaratıyordu.
Bu yenilik sarkaçları da oyun dışı bırakarak 300 yıla yakın
süregelen bir geleneği, kritik öneme sahip olsa bile yok ediyordu
ve çocuklar elektrikli sokedere bağlanmış metal eşyalara merhaba
diyorlardı(kardeşim Fransa'dayken elini bu sökerlere sokup oda
nın diğer köşesine uçmuştu). Günümüzde başucumuzdaki saat
hâlâ alternatif akımla çalışıyor olabilir fakat 1970'lerden beri sa
ader ve kol saatleri genellikle kuvartz kristalinin titreşimleriyle
hayat buluyordu. İlk bakışta bu saatler birer sanat eseri olarak
algılanıyor ve LED saate sahip olmak beyinleri yakan derecede
çekici geliyordu fakat şu anda bir sandviçten daha ucuza kuvartz
saat alabilme imkânına sahibiz. Hatta bir defasında kahvaltı gev
rekleriyle hediye edildiklerini bile gördüm.
Saaderin hangi enerjiyle çalıştıklarını bir kenara bırakırsak,
dünyadaki en uzun geleneklerimizden biri olan saat merakı Wil-
liam Clement'in 1670 yılında ürettiği estetik harikasından son
ra 1970 yıllarından beri hayatımızın bir parçası haline gelmişti.
Fakat o günden sonra dijital ekranlar daha çok tercih ediliyordu.
LED ekranlar sayesinde içsel hesaplar yaparak ekrana yansıyan
rakamların zekâ gerektiren matematiksel çözümlerini yapmadan

379
Bil Gttnde Bir Milyon Yıl

saniyeleri artık göz ardı etme lüksüne bile sahip olmuştuk faka
sonra işe geç kaldığımızda bağırarak evtlen çıkıyorduk.
Fakat bu gece çalar saat bizim müttefikimizdir, düşman değil
di ve doğru düğmeye basmayı başardıktan sonra rahat bir şekilde
nefesimizi verip yarın doğru saatte kalkacağımızı bilerek odanın
sıcaklığıyla gevşeyen kaslarımızı rahat bırakıyoruz. 21. yüzyıl evi
mizde uzun ve eğlenceli bir gece yaşadık. Bugün yaptığımız şey
lerden bazıları büyük büyükbabalarımızın hayatları döneminde
tecrübe edemeyeceği şeylerdi, modern kıyafetlerin kalitesi, yiye
cekler, tesisatlar ve hijyenik araçlar bizim varlığımızın gayet kon
forlu ve beladan uzak olduğunu da gösteriyordu.
Ve bugün bizi ziyaret eden Taş Devri'ndeki atalarımız Ug ve
Nug -yanımızda bir zaman makinesiyle ışınlandılar- muhte
melen bir günlük tüm ayinimizin her detayını öğrenme fırsatı
buldular. Suyla yıkanıp, ekinleri ve hayvanları yediler, kıçlarını
temizleyip kıyafeder giydiler, evcil hayvanlarıyla oynadılar, arka
daşlarıyla iletişime geçtiler, sarhoş oldular, akşam yemeği yediler,
dişlerini temizlediler ve saati söyledikten sonra uyudular.
Türümüzün var olduğu günden beri 107 milyar insan varolu
şun günlük problemleriyle mücadele ettiler ve her yeni jenerasyo-
nım gelişiyle birlikte eski usuller yenilendi ya da korunmaya de
vam etti. Fakat kültürel mirasımızın tam ortasında, sizin benim
gibi insanlar, hayatta kalma mücadelesi verirlerken bir yandan
da günlük hayatlarım en iyi standarda getirmeye çalıştılar. Tarih
kendini tekrar etmiyor; insanlar ediyor.
Ve yarın bizler kendimizi tekrar edeceğiz fakat şimdilik, 'Her
kese iyi geceler, iyi uyuyun ve böceklere yem olmayın...' demek
ten başka yapacak bir şeyimiz yok.

380
SEÇİLMİŞ KAYNAK KİTAPLAR

Bu kitabı bir kenara koymadan önce yüzlerce harika tarihçiye hak


ettikleri değer vermek adına bunu yazma gereği gördüm. Tarih
kolektif bir disiplin gerektiriyor -engin ve sürekli değişen bilgiler
içinde- ve yine tarih binlerce yorulmayan bilim adamı sayesinde
kendi alanlarında buldukları bilgileri bizlere ulaştırmalarıyla olu
şuyor. Söyleyeceğimiz tek şey onların bu insanüstü merakı, çabası
ve yeteneği sayesinde ben olarak böyle naçizane bir eseri hayata
getirebildim. Tabii bu sırada oldukça fozla bisküvi de tüketmek
zorunda kaldım.

Isaac Newton'un meşhur lafi 'devlerin omuzunda oturmak'


kendine güvenen bir dâhinin pervasızca dünyayı taramasını gö
zümde canlandırıyor. Ben aslında yüksekten korkuyorum yani
onun yerine devlerin ayaklarına tırmanarak muhabbetlerine ku
lak misafirliği yapıyorum ve onların engin bilgi dağarcıklarından
bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Bu kitap, tablİ günlük hayatın
kesin bir anlatısını yapmıyor lâkat tarihte yaşanmış güzel anıların
lezzetli bir seçkisi olarak hazırlanmış bir menü görevi görüyor.
Bir Günde Bir Miiyon Yıl

Aynı zamanda da on yıllık profesyonel bir merakın da ürünü.


Fakat eğer detaylara inmek istiyorsam/., ilginiz için tam biyog
rafimi ve sizler içİn seçtiğim diğer kitapları www.gregjenner.com
adresinde bulabilirsiniz.
• f
1982 doğumlu Greg lenner
tarihe gönül vermiş bir yazar,
özellikle tarihin sayfalarını
popüler kültürle birleştirmeye
bayılıyor. Kariyeri boyunca
bir çok televizyon serisi ve
çalışmaya danışmanlık
yapmış, 1,500’ün üzerinde
skeç ve 100’ün üzerinde
komedi oyununa şarkı
yazmıştır.

Tunbridge Wells'te büyüyen


Jenner, York Üniversitesi nde
tarih okuduktan sonra parası
yetmediği için yüksek lisans
yapamamıştır. 12 yıl boyunca
kariyerine televizyon alanında
devam etmiş, BBC televizyonu
ve sayısız radyo programına da
sunuculuk yapmıştır.

Bağımlısı olduğu Twitter’da


yazdığı geyikleri
@gregjenner adresinden
takip edebilirsiniz.
GÜNDELİK HAYATIMIZIN MERAK UYANDIRAN TARİHİ

Her gün, çalar saatimizin bizi uyandırmasından gece yastığa


kafamızı koyana kadar milyonlarca yıllık geleneklerimizi devam
ettirerek geçiririz günlerimizi. Sürprizlerle dolu hayatlarımızın
tarihini anlatan bu ilginç kitapta Greg lenner insanoğlunun
gündelik geleneklerini milyonlarca yıl önceye uzanarak
bizlere anlatıyor.

Bu kitap politika, savaş ya da sansasyonel olaylar kitabı değil;


aksine yazar kitabını yazarken Roma’daki çöp kutularını
karıştırmış, Mısır mezarlarında dolaşmış, Viktorya dönemi
kanalizasyon tünellerinde saklanarak bizlere en ilgi çekici
ve oldukça tuhaf bilgileri toplayarak komik mi komik,
ilginç mi ilginç bir kitap hazırlamış.

>

-'tö^ı Ki» ıcAb e+b7 -PKİt-rtmiî-ı «e- î-A»ar t-«<»ız-le-»«-^


öne«- buluKc^ »ı mı? -İIK bir <se^ı\\?

BU BİZİM HİKÂYEMİZ, BİR MİLYON YILDIR İNŞA ETTİĞİMİZ HAYATIMIZ

ISBN 978-605-9144-67-4

< ,'ındıgokitap
B /ındıgokitap
9 786059 144674 O /ındıgokitap

b22

You might also like