You are on page 1of 396

TÖRE'NİN

TÜRK'Ü
TÜRK'ÜN
MÜSLÜMANLIĞI
-Nehir Söyleşi-

İT BAŞER

7 eee

kK çn
maıl lar
NIZ llal
Digitized by the Internet Archive
in 2022 with funding from
Kahle/Austin Foundation

https://archive.org/details/toreninturkuturk0000base
www.kirmizilar.com
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı
Sait Başer

Yayın Numarası: 11
Türk Düşüncesi Serisi: 2
Baskı Tarihi: Mart 2020

ISBN: 978-605-06055-0-1

KIRMIZILAR YAYINCILIK”
SANAYİ ve TİCARET AŞ
Arifiye Mahallesi Yalbı Sokak Nu: 18/10
Odunpazarı/Eskişehir
Telefon: 0 222 2344789 Belgegeçer: 0 222 2394714
www.kirmizilar.com
www.kirmizilaryayincilik.com
kirmizilar.bilgiegmail.com

ez
KÜLTÜR ve TURİZM BAKANLIĞI
SERTİFİKA NUMARASI
40243

Kapak Tasarım
Yunus Karaaslan

Sayfa Tasarım
Adem Şenel

Baskı-Cilt
Ofis Matbaa Yayın Kağıt San. Ltd. Şti
Maltepe Mah. Gümüşsuyu Cad. Işık Sanayi Sitesi B Blok No: Z-1
Zeytinburnu / İSTANBUL
Tel. (0212) 576 47 15

YAYIN HAKLARI
*Eserin her türlü yayın hakkı anlaşmalı olarak Kırmızılar Yayıncılık
Anonim Şirketi'ne aittir. Kitabın tümü veya bir bölümü izinsiz
yayınlanamaz, çoğaltılamaz, ancak kaynak gösterilerek alıntılar yapılabilir.
/ Mer kitap bir hayattır —
Li ) N
ame
b

N i a ği a & i li, N i
a
ii
Ee
inklii
kai.
Wi
e
Ni
ii ayun

“ İM f vü
fn , mi N Mei by vah ii a bi
, — N Ni l p NU va ”. e
z j n Wi n

mi b mes i
yi rev
vin |. ZAMN

i P va UL

i z La
| & i adi
ales "i

w—
z i
SAAe
N —. . 1
rl w ©
İ | »
© OL iy
TME

Zi

ve
-Nehir Söyleşi-
Bu Söyleşi KIRMIZILAR HAREKETİ Tarafından Yapılmıştır

TÖRE'NİN TÜRKÜ
TÜRK'ÜN MÜSLÜMANLIĞI

Sait Başer
Sait Başer
Mütefekkir, akademisyen, araştırmacı, yazar.
Sait Başer, son yıllarda Türkiye'nin yetiştir-
diği en önemli ve verimli münevverlerden birisidir.
Doğru tabir ile, Sait Başer, yeniden Türk Medeniye-
tinin kurucu akıl ve gönülleri arasında en önde ge-
lenlerindendir..
4 Aralık 1957 tarihinde Isparta-Yalvaç'ın İleği kö-
yünde doğdu. İstanbul Sağmalcılar Lisesi'ni bitirdi.
1976-79 arasında Devlet Güzel Sanatlar Akademi-
sinde okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Umümi Türk Tâ-
rihi Kürsüsü'nde yüksek öğrenimini tamamladı (1982). Lisans tezi Prof.
Dr. İbrâhim Kafesoğlu danışmanlığında yürütülen “Esmâü'l-Hüsnâ ya
Göre Eski Türk Dinindeki Tanrı'nın Vasıfları” idi. Yüksek Lisansını İs-
tanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Anabilim Dalı'nda, “Kuta-
dgu Bilig'de Kut ve Töre” konusunda yaptı (1984). Doktarısını, İstanbul
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde “Yahyâ Kemale Göre Türk
Kimliği ve Görüşlerinin Kamuoyundaki Yansımaları” teziyle tamamladı.
Sait Başer, 1984-1994 yıllarında Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sa-
nat Vakfı'nın Neşriyat Müdürlüğü'nü yürüttü. Aynı dönemde Kubbe-
altı Akademi Mecmuası'nın Yazı İşleri Müdürü idi. Burada çalıştığı süre
içinde birçok eseri fikir hayatımıza kazandırdı. Bunlar arasında Nihad
Sami Banarlı külliyatı gibi katkıları milli irfânımıza hizmet adına unutul-
mazlardandır... 1998 den sonra Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi ve
Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde öğretim üyeliği yaptı. 2010-
2012 arasında Marmara Üniversitesi Eğitim Fakultesi'nde öğretim üyesi
olarak görevini sürdürdü.
Sait Başer, Türk kültür ve inanç tarihi üzerine özgün çalışmaları ve
teklifleriyle tanınır. Türk düşünce ve fikir hayatına yeniden Türk mede-
niyeti tasavvurunun temel dinamiğini oluşturacak “Türk Müslümanlığı”
kavram ve tezini kazandırdı. Çalışmalarıyla Türk dünyası ve medeniyet
tarihi bibliyografyasına adını yazdırdı.
ESERLERİ
Yayınlanmış Kitapları
Ekrem Hakkı Ayverdi - Makaleler
Türk Münevverinin Müşterek Fikir ve İman Zemini
Gök Tanrı'nın Sıfatlarına Esmaü'l-Hüsna Açısından Bakış
Kutadgu Bilig'de Kut ve Töre
Yahya Kemal'de Türk Müslümanlığı
Toplumsal Aklı Anlamak
Türk İnanma ve Anlama Modeline Dair
Yitik Yurdun İçinde
Anlama Krizi
Selam Söyle
(Kitapların bazıları değişik kitabevleri tarafından tekraren basılmıştır)

Türk Edebiyatı, Türk Yurdu, Doğu Türkistan'ın Sesi, Kültür Dün-


yası dergilerinde makaleler yazdı. Bir çok süreli yayında makaleler yaz-
maya devam etmektedir.
Mehmet Ali Kalkandan
Aziz Dost Sait Başere saygıyla

SUSTUM İŞTE
Dedim “Ben'i kim bitirir?”
“Biz” dediler sustum işte,
“Hangi bahar kış getirir?”
“Güz” dediler sustum işte.

Gezinirken gözde, kaşta,


Aklım gönlümle savaşta,
Okuduğum dağda, taşta,
“Yaz” dediler sustum işte.

Gözyaşı bıraktım suya,


Yundu uyuya uyuya,
Saldım derdimi kuyuya,
“Naz” dediler sustum işte.

İçim yoğrulur akşamla,


Hüznümü eş tuttum gamla,
Bildiğim deryada damla,
“Az” dediler sustum işte.

Bilen bilir gördüğümü,


Neyi, nasıl ördüğümü,
Yolcu yolun kördüğümü,
“Çöz” dediler sustum işte.
Nefesiyle dağlandığım,
Ak göğsünde eğlendiğim,
Tel tel olup bağlandığım,
“Saz” dediler sustum işte.

Doruğunda gün bitesi,


İçerisi aşk tütesi,
Nedir sarp yokuş ötesi?
“Düz” dediler, sustum işte.

Toprakta can filizi var,


Göğümüzde gül izi var,
Muhabbetin denizi var,
“Yüz” dediler, sustum işte.

Gâh ölüm var gâhi doğum,


Gâhi varım, gâhi yoğum,
Ney dediğin dokuz boğum,
“Söz” dediler, sustum işte...
“amkk
il la mi a

iler bsanli kimi


alk, dayağı. Mae
re ela be
ni Me Wii e |
di pi

iyii ği biaş X,
Flşayinik öyçill ima
ve b vi gi
İÇİNDEKİLER

EZ AR AR m m ii ii

BİRİNCİ BÖLÜM
SAİT BAŞER'İN ŞAHSİ HİKÂYESİNDE
TURK MUSLUMANLIĞI 1 Pm
aa ar EN 19

İKİNCİ BÖLÜM
KAMUOYU NEZDİNDE TÜRK MÜSLÜMANLIĞI eee 53

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TÜRK MÜSLÜMANLIĞI FİKRİNİ
MERKEZF ALINCA GÖRÜLEN: El 83

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
FİKRİNHALKAHALKAGENİŞLEMESİ....................................... 103

BEŞİNCİ BÖLÜM
KÖKLERE DOĞRU BAKIŞLAR. 5.5. siken akk am şal 151

ALTINCI BÖLÜM
KAVMİYET, HİKMET, DİN, GÜNCEL KONJONKTÜR................ 197

YEDİNCİ BÖLÜM
KUT TÖRE İL DEVLEK EELSERESİ24şiar Aya mekik mesi 7

n
SEKİZİNCİ BÖLÜM
TÜRK, TÜRKMEN, TOPLUM, AHLÂK, HUKUK...................... 257

DOKUZUNCU BÖLÜM
MURÂKABE-Yİ NEFS VE AYDINLARIMIZ ÜZERİNE................ 297

ONUNCU BÖLÜM
ÜTOPYA, TASAVVURLAR, TEMENNİLER, DUÂLAR................. 347

ONBİRİNCİ BÖLÜM
HATM-İ KELÂM EDERKEN... 373
KIRMIZILAR

T ürk Müslümanlığı, Sayın Sait Başer'in onu ilk takdiminden


itibaren, Türk düşünce hayatında en çok tartışılan kavram-
lardan birisi haline gelmiştir. Tartışmanın yoğunluğu ve konu-
nun gittikçe daha da gündeme yerleşerek, nihayet yol gösterici
bir umut ve heyecan haline erişmesi, hiç kuşkusuz, onun taşıdığı
medeniyet kurucu potansiyelinden kaynaklanmaktadır.
Türk Müslümanlığı, İslam'ın coğrafyaya özgü bir yorumu olma
tartışmasının çok ötesinde, yüksek ahlâkı ve adâleti esas alıp, or-
tak bir değerler manzumesi olarak gelişen Töre, İslam'la karşılaş-
ması sonrası yeni medeniyetler yaratacak bir imân, heyecân, güç
ve aklın işlediği zemin haline gelmiştir. Türk Müslümanlığı ze-
mini üzerinde felsefe yapılacak, bilim ve sanat üretilecek, dünya
görüşü şekillendirilecek, uygulama siyaseti geliştirilecek, böylece
yeni bir dünya kurulacaktır. Artık, vaz geçilemeyecek ve önlene-
meyecek bir geleceğin eşiğindeyiz. Türk Müslümanlığı kavramı-
nın sayın Başer tarafından ilk sunuşunu takiben ulaşılan bu saf-
hada, ona kendince bir mânâ vermeyen, kendine göre bir çözüm,
hayatında Türk Müslümanlığına ait bir renk bulamayan insan
Türk coğrafyasında neredeyse yok gibidir. Türk Müslümanlığı,
bu haliyle, Müslümanlığın “tevhid ve birlik” esasını da pratikte
tam olarak sağlamaktadır.
Ama bir grup vardır ki, bunlar, İslâm'ın esası olan “tevhid ve
birlik”i “ayrışma ve çatışma” olarak anlamakta, öyle de uygula-
maktadır. Kendisini “İslâmcı” olarak tavsif eden bu gruplar, Türk

13
Sait Başer

Müslümanlığı kavramını anlamak, tahlil etmek, sonra yorum-


lamaya çalışmak yerine, Selefi bir zihin yapısının tabii sonucu
olarak, ele aldığı kavramı “anlamak istediği şekilde”, içinden çı-
kamadığı kalıpları içinde bir tanımlamaya hapsetmekte; baştan
mahküm ettiği bu mefhumu “aşağılayabilmek adına” bilindik yol-
lara başvurmaktadır.
Bu kişiler, ısrarla tekrar edebiliriz ki, millet mefhumunun ne
olduğundan bihaberdirler; milleti “aynı ırka mensup olmak” şek-
linde telâkki ederler; “kavim” kavramı ve bu kavramdan bahse-
dilen âyet ve hâdislerin nüzül/söylenme sebepleri konusunda da
etraflı bilgi sahibi oldukları söylenemez. Onlar, Türk Müslüman-
lığı kavramını “milliyetçilik sâikiyle” dile getirilen, din ile alâkalı
olmaktan ziyâde, siyâsi mülâhazalarla gündeme getirilen sığ, te-
melsiz, zararlı bir “tâbir” olarak değerlendiriyorlar.
Bahsedilen kesim, kültür, medeniyet, millet, kavim, ulus-dev-
let gibi kavramlar konusunda kökleşmiş önyargılara sâhiptir, bu
sebeple sözü edilen bu kavramları anlama/tahlil etme çabasından
her zaman uzak durmuştur. Kezâ, bilim zihniyeti (yâni, neden-so-
nuç ilişkisi kurmanın önemi) ile de fazla ünsiyetleri olmadığın-
dan, milli seciyenin/karakterin oluşumu, bu oluşum sürecinde
müessir olan sâikler ve bunların sonuçları gibi hususlara zihin
yormak yerine, önyargılarına dayalı olarak geliştirdikleri peşin
hükümlerini sürekli tekrarlamak cihetine gitmektedirler. Dolayı-
sıyla, hukükun üstünlüğü, kânun önünde eşitlik, demokrasi, in-
san hakları, inanç-düşünce ve teşebbüs hürriyeti, birlikte yaşama
irâdesinin inşâ ve muhafazası gibi konuların, din, dil, târih şu-
uru, millet ve ulus-devlet gibi kavramlarla ilişkisi konusunda da
tutarlı-sistemli bir düşünce oluşturabilmeleri kabil olmamakta-
dır. Türk Müslümanlığı kavramına bakışları, bu sebeplerle, sığ ve
bilimsel olmaktan uzaktır. Bu halleriyle karşıtlıkları da doğaldır.
Eğitim-kültür ve entelektüel seviyesi yüksek (gelişmiş) top-
lumların herhangi bir konuya yaklaşımları ile, henüz gelişmesini
14 |
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

tamamlayamamış yâhut da -herhangi bir sebepten ötürü mede-


niyet yarışında geri kalmış toplumların yaklaşımı arasında mâ-
hiyet farkı olduğu/olacağı muhakkaktır. Konuya bir de bu açıdan
bakmak gerekir. Çünkü Türkiyede İslamcı kesim, belli kalıplar
içine sıkışmış fikir dünyasının dışına bakamama, dolayısıyla ka-
lıplarından çıkamama nedeniyle, oldukça sığ bir entelektüel dü-
zeye sahiptir ve mevcudu kaybetmemek için de ağır bir muhafa-
zakârlık örtüsünün altında kapalı halde kalmayı tercih etmektedir.

Türkler, Arap toplumundan ve XVI. asır öncesindeki Batı top-


lumlarından farklı olarak, pek çok sâikin tesiriyle, hürriyet, adâ-
let, eşitlik, akıl, irâde, yüksek ahlâk, çalışmanın önemsenmesi,
kişi haklarına saygı ve bu çerçevede başka inanç ve düşüncelere
hürmet, teşebbüs hürriyeti, mülkiyetin korunması (ancak, top-
lumda sosyal adâletin bozulmasına ve güç ve servetin belirli bir
zümrede temerküz etmesine sebep olacak uygulamalara izin ve-
rilmemesi) gibi ilke ve esasları geliştirdiler; bütün insanlığın hu-
zur ve refahı için, bu ilkelerin hâkim olduğu bir yeryüzü nizâmı
tesis etmeyi vazife bildiler; bu soylu amacı gerçekleştirmek ama-
cından saptıkları ya da gereken gayreti göstermedikleri takdirde,
Yüce Tanrı'nın kendilerini cezâlandıracağına inandılar. Bu asil ta-
vır, Türklerin, Türklük şuuruna sahip oldukları müddetçe, yer-
yüzüne nizam veren cihanşümül bir güç olmalarını temin etti.
Türkler, Müslümanlarla ilk karşılaştıklarında, İslâm'ın yuka-
rıda temas edilen ilke ve esaslarını tanıma fırsatı bulamadılar.
Zirâ, Hz. Peygamber'in vefâtından kısa bir müddet sonra, İslâm
öncesi (câhiliye dönemi) Arap geleneği, İslâm'ın bahis konusu
edilen ilke ve esaslarına karşı direnişini artırdı ve zaman içinde
-İslâmi bir kılıfa bürünerek- iktidarını daha da sağlamlaştırdı. Bu
durum, Emevi döneminde Arap saldırılarına mâruz kalan pek çok
toplum gibi, Türklerin de İslâm ile tanışma sürecinin uzamasına
sebebiyet verdi. Türkler, Abbasi iktidarı ile birlikte gerçek İslâm
Sait Başer

düşüncesini tanıma imkânı bulmaya başlayınca, Türklüğün yu-


karıda bahsedilen umdeleri ile İslam'ın esasları arasında mâhiyet
farkı olmadığını anladılar, idrak ettiler ve böylece, Türklük ve İs-
lâm birbirinin içinde mecz oldu, bütünleştiler. Günümüzde bile,
bâzı toplumların, Türk deyimini İslâm/Müslüman tâbirlerinin
yerine kullanmaya devâm ediyor olması, bunun en büyük kanıtı
olarak kabül edilebilir. Türkler, İslâm dini ile müşerref olduktan
sonra, bir anlamda iman tazelemiş oldular ve o güne değin uğ-
runda her türlü meşru çabayı ortaya koydukları Yüce Dileklerini
-iman tâzelemenin tabii bir sonucu olarak- “İslâmi deyimlerle”
ifâde etmeye başladılar; İlâ'yı Kelimetullah, Nizâm-ı Âlem gibi...
Hülâsâ, Türk Müslümanlığı, bir düşünce sistemidir; İmâm-ı
Âzam Ebu Hanife, İmam Mâturidi, Farâbi, İbn Sinâ, Birüni, Hoca
Ahmet Yesevi, Hacı Bektâşı Veli, Mevlânâ, Yunus Emre gibi ilim
ve tasavvuf ehlinin eserlerinde işlene işlene kıvamını bulan ve
hürriyet, adâlet, eşitlik, akıl, irâde (kişinin eylemlerinden so-
rumlu olması; irâde herhangi bir şekilde kısıtlandığında, günah
ve sevap konusu da dahil olmak üzere, eylemlerinin sonucundan
mes'ül tutulamayacağı ve -eğer yapılan iyi bir şey ise- kendi hür
irâdesi ile yapmadığı için, mükâğfata nâil olamayacağı), dünyâ ve
âhiret hayâtı arasında denge kurulması, kişi haklarına hürmet-
kâr olunması gibi esaslara dayanan bu anlayışın yeniden ihyâ ve
inşası, gerek İslâm Âlemi için, gerekse bütün insanlık için bü-
yük önem taşımaktadır.
İslâm Âlemi için önemlidir; zirâ, câhiliye dönemine ilişkin
zihniyet, Selefi gurupların çabaları ile, her türlü medeni ve zihni
çabanın tekfir edildiği bir “Ortaçağ İslâmı” yaratma amacını ta-
şıyan siyâsi bir ideolojiye dönüşmüş durumdadır. Bu çabaların
-Allah muhafaza- başarılı olması durumunda, İslâm toplumları,
“kendilerini tanrılaştıran” bir avuç zorba tarafından kolaylıkla yö-
netilebilecektir. Bunlara ve çağ/İslâm dışı uygulamalarına karşı
ileri sürülecek her türlü itiraz ise, âdetâ Tanrı'nın yeryüzündeki
16 |
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

vekillerine (dolayısıyla, Tanrı'ya) yönelmiş bir isyân gibi telâkki


edilecek ve en ağır/şiddetli bir şekilde cezâlandırılacaktır. Başka
bir anlatımla, din kisvesine bürünen bu zorbalıktan/zorbalardan
kurtulma imkânı bulunamayacaktır. Yâhut da, demokratik hukük
nizâmı çerçevesinde fikri tartışmaların yapılabilmesi imkânının
ortadan kalkması sebebiyle, mevcut yönetimlere muhilif olan-
lardan bir kısmı “şiddeti (terörü)” tek çıkış yolu olarak görecek;
bu durum karşılıklı şiddeti körüklemek suretiyle, İslâm toplum-
larında huzur ve istikrarın teminini imkânsız denilebilecek öl-
çüde güçleştirecektir.
İslâm toplumlarının bir takım zorbalar tarafından yönetili-
yor olması, başta Batılı ülkeler olmak üzere, bu toplumlar/ülkeler
üzerinde plânları olan küresel güçler için de -özellikle iki sebep-
ten ötürü- arzu edilen bir durumdur. Şöyle ki; bir kişiyi yönet-
mek, arkasında “bilinçli” bir halk desteği bulunmayan bir iktidarı
denetim altında tutmak, bir topluma hükmetmekten (yönlendir-
meye çalışmaktan) daha kolaydır; kaldı ki, bu duruma düşen bir
toplumun/ülkenin, gelecekte uluslararası sistemi etkileyebilecek
nitelikte bir iktisâdi-siyâsi güce kavuşması kâbil olmayacaktır.
En önemlisi de, İslâm Âlemi'nin yeniden bir medeniyet hamlesi
gerçekleştirebilmesi, içinde bulunduğu zelil durumdan kurtula-
bilmesi ve yeniden bütün insanlık için ümit kaynağı olabilmesi
de mümkün olmayacaktır.
Türk Müslümanlığının yeniden inşa ve ihyâsı, gerçekten bü-
tün insanlık için de büyük önem taşımaktadır. Son üç asırda,
Batı Medeniyeti'ne öncülüğünde bilimde, teknikte, ekonomide,
kültür ve sanatta, ezcümle hayâtın her alanında sağlanan -çoğu
zaman tahayyül sınırlarını zorlayan seviyelere ulaşan- muazzam
gelişmeler, ne yazık ki, insanlığa huzur ve mutluluk getirmemiş-
tir. İnsanlık, Batı'nın -medeniyet yarışında- liderliği almasından
sonra, önceki dönemlere göre daha mutlu ve huzurlu değildir.
Güç ve menfaati şiâr edinen; güçlü olmayı Tanrı'nın bir lütfu,
117
“zayıflığı” ise Tanrı tarafından her iki dünyâda da cezâya müsta-
vw.»

hak kılınmanın bir işâreti addeden; hattâ, zayıflara yardımı “Tan-


rının irâdesine isyân” olarak değerlendiren Batı'nın, büyük öl-
çüde ölçü/sınır tanımayan doyumsuzluğunun sebebiyet verdiği
sorunları ortadan kaldırmak gibi bir amacı da yoktur. Şu husu-
sun da belirtilmesinde yarar vardır ki, bu durum sürdürülebilir
değildir; sömürüye dayanan bir sistem, eninde-sonunda kendisi
de çökmeye mahkümdur. Nitekim, günümüzde, birkaç istisna dı-
şında Batı ülkelerinin ekonomileri zorluklar içindedir ve bu du-
rum artma/derinleşme istidâdındadır.
Öyleyse, temelleri târihin ilk çağlarından bu tarafa müstesnâ
devlet adamları, âlimler, ârifler, fâzıllar tarafından atılmış ve geliş-
tirilmiş olan Türk Düşüncesinin, Türk Müslümanlığı'nın ahenk-
tar biçimde, bugünün problemlerini çözecek şekilde, bilimle, fel-
sefeyle, sanatla ihyâsı ve inşâsı, günümüzün ve yakın geleceğin
Türkleri için, Yüce Tanrı'ya, atalarına, târihe ve insanlığa karşı
vicdâni bir zorunluluktur.
Yeniden Türk medeniyeti tasavvuru yolunda aradığınız su-
allerin cevabını, görmeyi beklediğiniz her ışığın pırıltısını, duy-
mayı arzu ettiğiniz her güzel sesi mümtaz mütefekkirimiz Sayın
Sait Başer ile Kırmızılar Hareketi'nin yaptığı bu söyleşi/kitapda
bulacaksınız.
Şol gökleri kaldıranın / Donatarak dolduranın / Ol deyince ol-
duranın / Doksan dokuz adı ile,

* — Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'na rahmetlerle...

18 |
BİRİNCİ BÖLÜM

SAİT BAŞER'İN ŞAHSİ HİKÂYESİNDE


TÜRK MÜSLÜMANLIĞI
NiKüii in ii
i ii
y N , dü) “il

ti in v7 dil EY |

gi b
( yı

Li ti
LR 4 Li ici
M da

ve ivi e
ieen UR

# MA
i

MU Vi

eli e

ike X > : ba İdiFN

va l N
* li p
; İN 8, ilm
i İk N vE
ü â N

Po ;
N P i Lİ Mi bsi
i Ge) ul UN

vw il ğ ati j
( e A e
b A 540
k ii ld vi ”

# i

' ” yi N f er vr
N i Yy © ek (
a A A Ea
. i

TE İN
iyi (fi iç
ia i iş
To. |
yi i i EN MiN
, ? a
0d

Li
'
w
t X AN “
i N) it
i 1
> mi (
« /» in

yi pm çiğ” yek a
:

1)
25 Te wi
SORU
Muhterem Hocam!
Bu ilk sorumuzu izninizle biraz uzunca tutacağız.
Biz, Kırmızılar Hareketi olarak, Türk neşriyat hayatında
yeni bir kuruluşuz. Ancak gerek Kırmızılar internet sitemiz,
gerek Şâhitler dergimizle, aydınlarımızın sancılarını, dertle-
rini, ürünlerini ortaya koydukları bir zemin olmaya çalışıyoruz.
Varlık gayemiz, sizin Eskişehir Türk Ocağı'nda “Türk Müs-
lümanlığı” ve “Şahâdet Medeniyeti” başlıklı konferanslarınızla
tam olarak örtüşmekte. Sizin milli varlığımız ve medeniyeti-
mizin ana değerleri, bunların devam ve bekası adına yüklen-
diğiniz mesuliyetin, bir milli dâvâ olarak hepimizin vebâli
olduğunu düşünüyoruz. Bu dâvâya elimizden gelen katkıyı
vermeye kararlıyız.
Doğrusu başlangıçtaki tahminimizin hayli üzerinde bir
alâka gördük, çok sayıda aydınımızdan destek aldık. Şu anda
dergimiz ve sitemiz milyonlarca tâkipçiye kavuşmuştur. Belki
başlangıçta siz uzun yıllar bu milli davâya epeyce yalnız bırakı-
larak hizmet verdiniz. Ama görülüyor ki, toplumun ortak şuu-
rundaki karşılığınız, sâdece bizim neşriyâtımızın uyandırdığı
ilgiyi ölçü alsak bile, olağanüstü bir potansiyeli uyandırma ka-
biliyeti taşıyor. Mütavazı bir internet sitesinde bile on milyon-
ları bulan ziyaretçimizin ortak talebi, Türk Müslümanlığı ekse-
ninde dile getirilen ilmi ve fikri ürünler etrafında toplanıyor.
1990'ların başından itibâren; önceleri verdiğiniz konferans-
lar, yazdığınız makaleler ile uyanan bu “medeniyetimizin öz-
günlüğünü keşif yolculuğu”, öyle görülüyor ki, zamanla ortaya
koyduğunuz kitap hacmindeki çalışmalarla ve kamuoyunda
21
Sait Başer

uyanan tartışmalarla, öncelikle Türkiye'de bütün kamuoyunu


ardına alacak bir kapasite bulunduğunu göstermiştir.
Sanıyoruz ki, fikrinizin ifâde edilen ve edilmesi mümkün
unsurları vuzuh buldukçe ve tanıtıldıkça, ilgi, Türkiye sınır-
larını çok aşacak; bilhassa Türk dünyasının genelinde “Töre”
merkezli açıklamalar, bir hayat sırrı gibi bu büyük coğrafya-
nın insanlarına ruh, şevk, ülkü ve gâye kazandıracaktır.
Türklüğün XVII. Yüzyıldan beri, tarihinde daha evvel gör-
mediği bir kültürel körelme, sosyolojik çözülme ve siyâsi çö-
küş yaşamış olması ve bu sürede geleneğinin felsefi dinamik-
lerinden uzaklaşması zâten büyük bir problem iken; bir de
bunun üzerine binen askeri tükeniş sonucunda, bütün coğ-
rafyada düşman hâkimiyetine kâh açık kâh gizli bir biçimde
esir düşülmesi, tarihin bu büyük aktörünü Batılı kültür para-
digmaları ile zincirlemiştir.
Doğudan merhum Cengiz Aytmatov'un, orta coğrafyaları-
mızdan Cengiz Dağcı'nın, medeniyetimizin Batı serhaddinden
ise Aliya İzzet Begoviç'in olabilecek en geniş vizyonla, insanlık
kültürüne hâkim birer müktesebat içinden medeniyetimizin
mensuplarını uyandırma çabalarında dile getirdikleri Türklü-
gün mankurtlaşma hikâyesinin en yoğun bir biçimde yaşandığı
ümitsiz yıllarda iken, siz cesâretle beklenmedik şeyler söyle-
meye başladınız.
Kan dâvâları, kadın cinâyetleri ve en ağır bağnazlıkların
alâmet-i fârikası olarak sunulan bir lânetli kelimeyi, TÖRE
— kavramını aldınız, onu, medeniyetimizin doğum yeri bir hik-
met geleneğinin adı olarak büyük bir cesâretle değerler siste-
minin en üstüne koydunuz. Ona vaz geçilemez bir yer ve de-
ğer verdiniz.
“Türkü anlamanın tek çâresi ona Töre üzerinden bakmak-
tır” dediniz.

22
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

“Türkçü” çevrelerde bile fikrinize sâhip çıkma, çıkabilme


konusu cesâret gerektirdi.
Bu derece yerin dibine batırılmış bir kavramı, değerler
hiyerarşisinde en üste koymak, birçok vasat kültürdeki insan
için akla ziyan görüldü.
Fakat görüyoruz ki, siz yılmadınız.
Bildiğimiz kadarıyla 1980”lerin başından itibâren kırk se-
nedir fikrinizin, tespitinizin doğruluğundan bir an bile şüphe
duymadınız, tereddüt etmediniz, geri çekilmediniz.
Bir ödül almadığınız, alkış görmediğiniz ve belki meslek
hayatında itilip kakılmanıza yol açan mücâdelenizde, muhte-
melen zaman zaman yorulup yavaşladığınız dönemler olmuş-
tur. Fakat durmadığınızı görüyoruz.
Töre konusu bir bitmeyen ve bitmeyecek dâvâ niteliğiyle
devam ederken, ardından o fikrin devâmı olarak ve belki çok
daha tesirli ve güncel bir başlık açtınız. 1990'ların başında
önce bir konferans olarak, arkasından bir makale ve birkaç
sene sonra 1998'de Yahya Kemalde Türk Müslümanlığı adıyla
bir kitap yayınladınız. Kutadgu Bilig üzerinden açıkladığınız
Töre'den sonra ve onun üzerine, daha evvel ilâhiyat muhit-
lerinin kronik kelam bahisleri başlıkları arasında kaybolup
gitmiş İmam Maturidi'ye, ilm-i kelâmın silsile-i merâtibinde
sıradan bir halka olmanın çok üzerinde bir rol verdiniz. Özel-
likle Türklüğün İslâmi dönemini anlamak için İmam Mâturi-
dinin vazgeçilmez değerde bir kurucu akıl olduğunu söyledi-
niz. Kezâ Mâturidi perspektif ihmâl edilerek islâmi dönemdeki
Türk medeniyetinin izah edilemeyeceğini iddiâ ettiniz. Bu ba-
bta şimdi sizi yeniden dinleyeceğiz ve umudumuzun fevkinde
şeyler duyacağımıza inanıyoruz.
Töre'ye dâir söyledikleriniz, yazdıklarınız toplumda yete-
rince mâkes bulmadı. Ama attığınız bu ikinci adım, sizin kitabı
neşrettiğiniz 1998 den beri, Türk kamuoyunun gündeminde

23
Sait Başer

bu kadar uzun süredir eskimeyen neredeyse tek konu olarak


kaldı. Türkiye gibi gündemi ışık hızıyla seyreden bir ülkede,
toplumun hemen hemen bütün kesimlerinde otuz senedir, Türk
Müslümanlığı, İmam Mâturidi, İslâm'ın ontolojik kabullere
bağlı değişen yorumları, Türk tarihindeki gerileme, medrese
sistemindeki tökezlemeler, Arap İslamı, Kuzey, Güney, Batı İs-
lâmı vs. başlıkları etrafındaki tartışmalar zaman zaman şid-
detlenerek devam ediyor. Bütün bu meselelerin kaynağında
sizin hamleleriniz bulunduğunu biliyoruz.
Fakat siz durmuyorsunuz.
Bu kadar siyâsi, ekonomik güç odaklarının dışında, kimlik
dayanışma gruplarının hâricinde mütevâzı bir öğretim üyesi
bütçesiyle, böyle sonuçlar üreten çalışmaların sâhibi olduğu-
nuz halde, ısrarla görmemezlikten gelindiğiniz halde, ortaya
koyduğunuz fikirlere karşı toplum ilgisiz kalamadı. Farklı isim-
lerden, sizin eser ve sohbetlerinizden alıntılanmış fikirlerden
hareketle duyurulan tesbitlerinize toplum lâkayd kalamıyor.
O kadar varoluşsal şeyler söylüyorsunuz ki; sizi görme-
mekte ısrar eden muhitlere rağmen, fikirleriniz âdetâ sâhip-
siz bir biçimde tedâvüle giriyor. Bu tasvir bize, sizi uzun za-
mandır takip etmenin kazandırdığı bir fotoğraf. Hattâ Türk
Müslümanlığı tezini söyledikten sonra, bu tabirin sâhibi siz
olduğunuz halde, bu isimle sayısız neşriyat yapıldı. Tezinizin
üzerine oturduğu Maturidilik üzerine sayısız sempozyum,
çalıştay, açık oturum düzenlendi. Çok enteresandır, siz o ça-
lışmaların bibliyografyalarında yoksunuz, o toplantılarda da
sizi göremedik.
Siz küsmediniz.
O toplantılarda sizin çalışmalarınızda işâret edilen ufuk-
ları gören ve yakalayan, hukükunuza saygılı, insaf ehli ne ka-
dar az insan çıktı.

24
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Konunun sâhibi olarak biz sizi biliyoruz; fakat buna belki


akademik oligarşi demek lazım, sizi görmemezlikten gelme tu-
tumu terk edilmedi. Verdiğiniz terkibe de tam olarak sahip-
lenilemedi. Bu olup biteni siz de bizim kadar görmüşsünüz-
dür. İnşallah ileride, konu akışının izin verdiği bir aşamada,
bunca yıldır bu derece karartmaya mâruz kalışınıza rağmen
nasıl sabrettiğinizi ve devam ettiğinizi anlatırsınız.
Ama devam ettiniz!
“Toplumsal Aklı Anlamak” adlı çalışmanız sanki sizi anla-
mamakta direnen akademi ve kültür çevrelerine, kültürün ve
sosyolojinin kanunları çerçevesinde ortaya koyduğunuz ön-
ceki çalışmalarınızın, ne kadar gerçekle mutabık ve ihtiyaçla
örtüşen tezler olduğunu gösterdiniz.
Bir inanma-anlama teorisi, bir metodoloji teorisi inşâ ettiniz.
Türk kültürüne felsefesine ilgi duyanların çâresiz gelecek-
leri nokta burasıdır, der gibiydiniz.
Gündemin yıllar içindeki seyri sizi doğruladı.
Bölük pörçük hamlelerle kamuoyu sizin yıllar önce söy-
lediğiniz çerçeveleri yeni yeni keşfediyor, üzerinde mutabık
kalıyor ve görüşlerinizde geleceğe doğru yeni bir hamle im-
kânı buluyor.
Siz devam ediyorsunuz.
“Toplumsal Aklı Anlamak” adlı eserinizden sonra, Türkiye,
bir “ortak akıl” kavramıyla tanıştı. Sonra bunun türevleri pi-
yasaya sürüldü. “Kurumsal akıl” dendi, “devlet aklı” dendi.
Hattâ kitabınızın girişinde bahsettiğiniz “Türk aklı” ifâdesi
daha sık duyulur oldu.
Tuhaftır!
Aydın çevrelerimizde entelektüel tecessüsü ile sizin bu ça-
lışmayla evvelki çalışmalarınızı birlikte değerlendiren kimse de
çıkmadı. Fikirlerinizin bütünlüğü görülemedi. Belki çâresizlik

i 25
Sait Başer

sonucunda siz bu defâ konferans serilerine başladınız. Küçük


denemelerle kitaplar neşrettiniz.
O, kurulmasını arzu ettiğiniz ilişkileri bu konuşmalarda
ve denemelerde küçük bir ilgili gruba anlattınız. Anlatmaya
devam ediyorsunuz. Yani “Anlama Krizi” gibi “Türk İnanma ve
Anlama Modeline Dâir” gibi “Yitik Yurdun İçinde” gibi “Selâm
Söyle” gibi neşredilmiş kitaplarınız kadar, neşre hazır sekiz on
klasör daha yazdığınızı biliyoruz...
Şimdi sevgili Hocam,
Bilmem kabul eder misiniz? Ortaya koyduğunuz eserlerde
belki kamuoyunun hazırlıksız olmasından kaynaklanan, söy-
lediklerinizi anlamlandıracak bir kültürel alt yapıya sahip ol-
mamaları noktası hesaba katılırsa, açıklamalarınızda bir ta-
kım boşluklar yok mu?
Yâni şunu demek istiyoruz: Yahya Kemalde Türk Müslüman-
lığ”'nı yazdığınız tarihten bu yana neredeyse yirmi beş sene
geçti. Kutadgu Biligde Kut ve Töre'den bu yana ise otuz beş sene
gibi bir zamanı geride bıraktık. Bilindiği kadarıyla siz bu ko-
nulara geri dönmediniz. Uyandırdığınız alâkayı nâehil ellerin
kamuoyunu yönlendirmesine terk ettiniz. Sâdık tâkipçileriniz
ise sizin tartışmalara müdâhil olmanızı ve hatâlı yorum, an-
lama ve anlamlandırmaları tashih etmenizi beklediler.
Biz de onların arasındayız.
Öncelikle Hocam, ilham kaynaklarınızı ve yapmak iste-
diklerinizi bilâhare isteyelim, ama bu kadar genel etki yara-
tan tezlerin sâhibi olarak fikirlerinizi savunma konusunda bi-
raz çekingen mi davranıyorsunuz?

CEVAP
Aziz arkadaşlarım, size çok teşekkür ederim. Sizin talep ve
ısrârınız olmasa katiyen böyle bir nehir söyleşi fikrim yoktu.
26.
i Töre'rninn Türki üi Türküünn Müslümanlığı

BİZLERbâzı rn zevattan bu yönde gelen teklifleri de red-


detmiştim. Sizin kadir bilir ve milli hasletlerle donanmış kişili-
ğinize mağlup olduğumu baştan itiraf edeyim. Var olun. Allah
gayretlerinizin semerelerini görmeyi de nasib etsin...
Suâliniz, bizim mâcerâmıza hayli âşinâ olduğunuzu yansıtıyor.
Ancak takdir edersiniz, bir olayı bir fikri ve ilmi süreci hâ-
riçten müşâhede ile içinde yaşamak arasında epeyce mesâfe var.
Ben bu konulara 1979'da girdim. Merhum Prof. Dr. İbrahim
Kafesoğlu nezâretinde çalışan bir tarih bölümü öğrencisiydim.
12 Eylül 1980 öncesi Türkiye şartlarını anlatmak, sizin talep et-
tiğiniz konuya paralel bir kitap yazmayı gerektirir.
Siz Kut ve Töre'den itibâren söze girdiniz. Hâlbuki Kut ve Tö-
reden önce, Hocanın sağlığında yürüttüğüm bir çalışma vardı. Esâ-
sen hem Kafesoğlu Hoca'nın hem benim niyetimiz bir Türk me-
deniyet felsefesi arayış merkezli, akademik bir mesâi idi. 1979'dan
itibâren, o günün çalışma ortamının sağladığı toleranslı şartlar
içinde, hayli geniş tutulmuş bir doktora çalışmasına girişmiştik.
1982 yılında okuldan mezun olduğumuz sene, Türkiyede 12
Eylül 1980 darbesi yaşanmış, İhtilal Konseyi üniversite düzenini
değiştirmişti.
YÖK'ten önce, bir mezuniyet tezi hazırlanıyor, akabinde dok-
tora tezine geçiliyordu. Hoca'yla bir hayli yüksek dozda heyecan
ile toparlayıp belirlediğimiz konular artık tam metne dönüşme
aşamasına geldiğinde, YÖK düzeni işletildi. Biz de Hoca'nın tav-
siyesiyle, asıl çalışmadan bir bölümü “Gök Tanrr'nın Sıfatları”
bağlamında bir mezuniyet tezi, ikinci bölümü de Kutadgu Bilig
merkezli bir Töre kavram taraması olarak planladık. Bu ikinci
etabı da yüksek lisans tezine dönüştürdük. Lâkin kalan ana ya-
pıya dâir çalışma vücut bulmadan 1984'de Kafesoğlu Hoca Hakk'ın
rahmetine kavuştu. Kürsü'deki halefleri ise akademi dünyasında
sıkça görülen çekememezlikler, kadro oyunları ve eleman ka-
yırma hikâyeleriyle bizim önümüzü kestiler.
127
Sait Başer

Elbette akademinin işleyişi bakımından bu kanserli ahlâkın


tasvip edilebilir bir yanı yoktur. Ancak ferdi perspektifimizle bak-
tığımızda bugün kimseden dâvâcı değiliz.
Olanda hayır vardır. Hayat devam ediyor.
Maişet temini bir mecbüriyet, askere gidilip gelinecek, yurt
yuva kurulacak vs. dolayısıyla mezuniyetimizin arkasından 1982-
1984 arasında askerlik görevimizi yerine getirdik. Döndüğümüz
sene artık Kafesoğlu Hoca'nın himâyesinden mahrum olduğu-
muzdan Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı'nda Neşri-
yat Müdürlüğü görevini üstlendik.
Orada on sene müddetle kültür hayatımızın en nâdide isim ve
kadrolarıyla tanışma ve çalışma fırsatı bulduk. Bu dönemin bana
kazandırdıklarını o doktora çalışmasından daha aşağı bulmuyo-
rum. Şunu demek istiyorum; bir bilim veyâ fikir adamına baktı-
gımız vakit, onun son hâlinin bütün ömrü boyunca aynı kemal
ile devam ettiği zannına kapılırız. Hâlbuki öyle değildir. 1979 se-
nesinde Kafesoğlu'nun karşısına çıkan genç adam, ne kadar değer
atfederseniz atfedin, 21 yaşında bir delikanlıdır. Büyük bir hızla
ve hırsla anlama, öğrenme süreçleri içindedir. Yaşım altmış iki
olduğu halde, bugün hâlâ, gelen yeni günü yeniden anlama im-
kânını ıskalayarak eski bilgilerle tüketmekten ödüm kopar.
Yâni, şunu şunu da yapabilirdi de yapmayıp şu kadarıyla ye-
tindi, hükmü verilmiş eserler için hakkı teslim etmiş olmayız.
O eserler; yazıldığı tarihteki kapasitemizin, anlayışımızın, ihâta
ve imkânlarımızın sınırlarını zorlayan eserlerdir. Bir sonra gelen
eser, elbette aradan geçen sürenin kazandırdıklarıyla zenginleşe-
rek önceki yürüyüşün devamı niteliğinde olmuştur.
Ayrıca akademik çalışma, zannedildiği gibi sırf pür metodik
ve pür akademik zemin ve unsurlardan teşekkül etmez. Elbette
ki bir yöntem, akademik düzlemin şart koştuğu prensipler de-
meti içinde çalışırsınız; ama fark ediş konusu bir tecrübe, yeni
ilişkiler keşfi yâni bir ilham düzleminden beslenir.

28
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Ben Isparta Yalvaç'lıyım.


İçine doğduğum kültür çevresinin örfü, geleneği, mahalli şi-
vesi vs.nin verdiği imkânlar olmasaydı Kutadgu Bilige bu derece
nüfuz edemezdim.
1980 öncesi anarşi ortamı tarafından hırpalanmış biri olma-
saydım Töre konusu belki de hiç ilgimi çekmeyebilirdi.
Kubbealtı Vakfı ve Ayverdi Mektebi'yle yirmi yıl devam eden
ünsiyetim olmasaydı da bir “Tevhid tefekkürü” kazanamayabilir-
dim. Kubbealtı'ndaki yıllarım, kezâ Cemil Meriç'ten Coşkun Kır-
ca'ya, Sabahattin Zâim'den Turan Yazgan'a kadar sayısız cümle
kapısı nitelikli âbide şahsiyetle ve onların mücâdeleleriyle, irâde-
leriyle tanışmamı sağladı. Sizin bir kitap adı olarak düşündüğü-
nüz veya bir teorik çalışma yerine koyduğunuz metinler, bir ha-
yat tecrübesinin toplamından üremektedir.
Bu bir.
Diğer bir yüzüne bakacak olursak, ihtiyaçlar ve zarüretlerle
çevrili bir hayatım oldu.
Hiçbir zaman bir eli yağda bir eli balda akademik figürlere
karışamadım. Keyfiyeti öncelemem sebebiyle de yaptığım çalış-
maları beni akademik düzlemde yükseltecek akademik prosedür
uğruna yapmadım.
70'li yılların başından itibâren ülkemizin yaşadığı kültürel
trajedinin farkındaydım. Tâlihimin güzel yönlerinden bir tecelli
olarak, beni bugüne getiren güzergâha çok değerli katkılar yapan
dostlarım oldu. Hepsinin ismini sayamam; ama bunların ara-
sında bilhassa değerli okul arkadaşım, günümüz Türk sineması-
nın üstâdı Osman Sınav üzerinden tanıdığım Erol Kılıç, mem-
leketten âile dostumuz olmakla berâber klasik İstanbul kültür
çevrelerinden yükünü almış aziz ağabeyimiz merhum Abdullah
Kucur ve beni Ayverdi mektebiyle tanıştıran liseden hocam, gene
merhum Hayri Bilecik beni birçok yönden tamamlamış, yönlen-
dirmiş ve desteklemişlerdir. İstikametim biraz onların terkibidir.

29
Sait Başe

Kubbealtı yıllarım ise, kültür çevrelerine âşinâlık kazanmam


kadar, özellikle Nihat Sami Banarlı ve Yahyâ Kemal çizgisiyle
buluşmamı sağlamıştır. Burada ihmal etmemem gereken bir di-
ğer isim ise fakülte yıllarımdaki felsefe hocam merhum Prof. Dr.
Nihat Keklik'tir. Mesela Nihat Keklik'in bize kazandırdığı çok
şeyler olmakla berâber, sâdece Sadreddin Konevi ismine dik-
katimi çekmesi bile bana bugün paha biçilmez bir kazanım ola-
rak görünüyor.
Dolayısıyla bir olgunlaşma seyri, herkes gibi bizim için de ge-
çerli. Yaptığımız çalışmalar akademik çerçevede olsun olmasın,
kesinlikle bir milli varoluş mücâdelesi bağlamında şekillenmiş
ve zaman içinde inkişaf etmiştir. Belki biraz dolambaçlı bir giriş
oldu, ama konuşacağımız konuların daha iyi anlaşılmasına hiz-
met edeceğini düşündüğümden bu ön bilgileri aktardım.
Şimdi tekrar dönelim sizin sorunuzun cevabına.
Yâni ben Kafesoğlu Hoca'yla planladığım çalışmayı hemen
yapsaydım, mesela Yahyâ Kemale en ufak bir temâsım söz ko-
nusu olmayacaktı. Çünkü Yahyâ Kemali çok sonra öğrendim.
Vakıf'ta Banarlı Külliyâtı'nı hazırlarken Yahyâ Kemal ile de ne-
redeyse akrabâ gibi olduk.
Yalvaç'ın yörük çocuğu, Yahyâ Kemal'in şahsında batan bir
medeniyetin gurup vaktinde yaşanan acıları yanında yeni bir şafa-
ğın sancılarını da tanıdı. Yıllar sonra, Kafesoğlu hocamın vefâtın-
dan 11 sene sonra, 1995'de konuya tekrar döndüğümde, açıklama
modelimin en ideal vâsıtasının Yahyâ Kemal olacağını gördüm.
Bakın bu bilgileri yöntem ve bibliyografya listelerinden elde
etme şansınız yoktur.
Şimdi Türk Müslümanlığı konusu günümüzde çok rahat
konuşuluyor. Çünkü kamuoyunda yaşanan ilk infilâkin yarat-
tığı dalgalar bizden uzaklaştı. Hâlbuki ben Töre sistemi içinden
Maturidilik, onun eklenmesiyle Yesevilik, ona ilâveten Sadred-
din Konevi düşüncesi ve o çizginin son temsilcisi olarak Yahyâ

30.
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Kemal'de teşhis ettiğim karakteristik nitelikler ve ulaştığım nihâi


karar itibârıyle, bizim fikir ve inanç dünyamızı târif eden bir isim
aradığım zaman, bunun yegâne adının Türk Müslümanlığı ol-
duğunu gördüm.
Bunu gördüğüm yıllarda Töre ve Türklük, sol, laik ve İslâmcı
cenahlarda lânetli kavramlardı. Müslümanlığın Türke has büyük
bir ekolü bulunduğunu söylemek, o toplumsal lâneti üzerinize çek-
mek mânâsına geliyordu. Buna rağmen bu ismi kullandım. Ama
yaşadığım bitip tükenmek bilmeyen o ağır stresi de ben bilirim.
Evet bu büyük konunun adı Türk Müslümanlığı idi.
Bu, devâsâ bir başlıktı.
Aradan yirmi beş sene geçtikten sonra, şimdi bu kadar bü-
yük bir başlığı kullanmaya nasıl cesâret edebildiğime şaşıyorum.
Evet anahtar bir başlık, yol açan bir başlıktı. Altındaki alt başlık-
lar bile devâsâ olan bir başlıktı. Yaşadığımız kültür krizlerini, kör
düğümleri, tarihimizin dönemeçlerini, müesseselerimizin karak-
terini, eğitim modellerimizi, siyâsi ve sosyal stratejilerimizi açık-
layan ve aydınlatan bir başlık...
Ama o kitabı yazan delikanlının, benim şimdiki yaşıma gel-
diğinde görebileceği, âdetâ tsunami etkisi yaratan sonuçları he-
sap etmesi söz konusu değildi. Hesâb etse bile umursama ih-
timâli bulunmayan bir serdengeçti hâlet-i rühiyesindeydi zâten.
Şimdi siz, elinizdeki iki boyutlu metne bakarak gördüğünüz
“boşlukları” neden doldurmadığımı soruyorsuz.
Hâlbuki elinizdeki metin zâten mücizevi bir sonuçtur.
Mücizevi bir sonuçtur gerçekten; çünkü, “Töre” üzerinden
bakarsak hemen hemen bin yıllık bir gündem dışılık, “Mâturi-
dilik” yönünden bakarsanız takriben dört yüz yıllık bir gündem
dışılık, “Yesevilik” üzerinden bakarsanız bir o kadar asır dile ge-
tirilmemiş bir alan.

31
Türk tarihinin devirleri üzerinden bakarsanız daha önce hiç
temas edilmemiş.
Ham ve oryantalist bir tarih metninde kaybolup gitmiş, bir-
birinden önemli, birbirinden bâkir, birbirinden çok saldırıya uğ-
ramış, yara bere içinde alanlar görürsünüz. Bunları görmek, ana
hatlarıyla bile olsa (çünkü detayına hâkim olmak daha uzun bir
süre mümkün olmayacak) görmek, ilişkilendirmek, aralarında
sebep-sonuç ilişkileri kurmak, zannediyor musunuz ki basit bir
şeydir?
Ben yıllarca kâh hüzünden kâh sevinçten uykuyu kendisine
haram etmiş bir kardeşinizim.
Malzemesi hazırlanmış, sâdece terkip bekleyen konuları ça-
lışmak bile ne kadar büyük bir sabır, gayret ve çaba ister. Hâlbuki
tâlihimin beni savurduğu ve önce keşfedip, adını koyup, inşâsını
yaparak sahiplenmemi istediği sâha, inanılmaz miktarda tefer-
ruâta sâhip (ki burada teferruat dediğim konuların her biri, il-
gili uzmanlık alanlarında birer doktora konusudur), baştan başa
yara bere içinde bir sâha idi.
Zihnimde oluşan konu bütünlüğünü en ehil ve yakın dostla-
rıma bile anlatmakta zaman zaman acze düşmüşümdür.
Şimdi siz elinizdeki okunması kolay, bütünlük kazandırılmış
düz metne bakarak, bu metni bir yerlerden aktardığımız zehâbına
kapılabilirsiniz.
Hayır!
Sıradan bir cümlede dahi, iki kelime yan yana geldiğinde
doğan anlam kimyâsı ne kadar ciddi bir iş iken, bizim, âdetâ bir
masal kahramânının; sevgilisini bin bir parçaya bölüp, her bi-
rini bir dağın arkasına atan devlerle mücâdele ede ede o parça-
ları bilmeye, bulmaya, anlamaya, yerini tespit etmeye ve onları
tekrar bir vücut hâline getirmeye çabalaması gibi çalıştığımızı ta-
hayyül edebilirsiniz.

32 ;
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Tarih bir bütündür.


Kültür bir bütündür.
İman bir bütündür.
Ahlâk bir bütündür...
Ayrıca bunların hepsi bir bütündür. Hep birlikte, içiçe sey-
rederler.
Hâlbuki akademik düzlemde sizin kültürel bünyeniz, her bir
elemanı üzerinde uzmanlıklar şekillenmiş, düşmanlıklar işletil-
miş, oryantalist saptırmalar müesseseleşmiş, ilgileriniz siyâsi ide-
olojiler tarafından keskin sınırlarla men edilmiş olduğunuz halde
bu bariyerleri aşacak, o yapının mâsum, yaralı ve beklenmedik
yerlerinden kırılmış parçalarını bulacak, eksiklerini tamamlaya-
cak, yaralarını onaracak ve bütün bu mâcerâdan sonra ise, arta
kalan zihin felci içindeki toplumunuza tanıtacaksınız.
İslâm öncesi Türk tarihine bakıyorsunuz; öncelikle tarihin
tabiatından kaynaklanan birçok çatallanma, ayrışma, dönüşüm
ve mücâdeleye rağmen bir ortak zemin bulacaksınız. Yetmiyor,
bu tarih, üzerinde binbir gâyeyle oyunlar oynanmış bir tarihtir.
Türklüğü tarih dışına itme amaçlı kırk bin yamalı Türkoloji neş-
riyâtıyla yüz yüze geleceksiniz.
Fiili tarihi durumu anlamak bir büyük iştir. O durum üze-
rine yapılan çalışmalardaki hasbi ve kasıtlı neşriyatla boğuşmak
daha büyük bir iştir. Güncel düzlemdeki omuzdaşlarınız bile bir
Şamanizm büyüsüne kapılmış olarak karşınızdadır. Töre gerçe-
ğini idrak imkânından mahrumdurlar.
Bu öyle bir nokta ki, Töre'yi anlamayanın Türk kültürünün
gerçek niteliğine nüfuz etme kabiliyeti gerçekten yoktur.
Yâni düşünün! Sinan'ın Selimiye'yi kurarkenki projesinde
muhteşem bir yekpârelik ve koordinasyon bulunduğundan şüphe
eder misiniz?
Eser ortada!

33
Sait Başer

Üstünden beş yüz yıl geçtiği halde hâlâ dünyanın bir numa-
ralı mimâri âbidesi. Allah göstermesin, farz-ı muhal bir infilak
olsa, minâresinin şerefesi ile tuvalet taşı, minberindeki Türeyiş
Damgalı şebekesiyle bahçe çitinin kalıntıları birbirine karışsa; o
taş yığınına bakarak şimdiki Selimiye'yi tasvir edebilir misiniz?
Bilge Kağan bangır bangır bağırıyor!
Kitâbelerde defâlarca: “Devleti Töre mücibince inşâ et-
tim” diyor.
Bir cihan devleti bu devlet!.. Şimdiki Amerika farzedin!
Hükümdar olmanın vezir olmanın insan olmanın şartı ola-
rak, “Kut kazanma” gereğini defâlarca haykırıyor.
Tanrı-Kut-Töre-Devlet-Toplum-İnsan-Beşeriyet ve varlık
ilişkileri hakkında son derece berrak bir kanaati var. Âdetâ Seli-
miye minberindeki Türeyiş Damgası gibi. Şimdi adam tarihçi-
lik adına, o Kut ve Töre kavramlarıyla cünün hâlindeki şaman
hikâyelerini çorba yapıyor ve yarattığı hilkat garibesini, size
Türk düşüncesi, inancı diye sunuyor.
Tam tuvalet taşıyla, mihrap yazısının birbirine girmesi gibi
bir garâbet!
Bu babda sayısız teşbih kurabilirim. Fark ettiğiniz vâkıâyı,
şaman danslarını kültürünün özü zanneden Türkçü'ye bile an-
latamıyorsunuz.
Yüz ömrüm olsaydı bunun yüz tânesini de özgün Türk de-
ğerlerini tespit, ihyâ ve inşâsı için harcayabilirdim.
Ama benim bir ömrüm var. Zamanım dar. Alt alta koyduğu-
nuzda, ki haydi koyalım:
İslam öncesi Türk tarihi
İslam öncesi Türk toplumunun sosyo-ekonomik yapısı
Hayvancılık temelli ekonomiler ve ürettikleri kültürler
At ve koyun temelli ekonomi ve ürettiği değerler sistemi
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Yayla kışla temelli hayatın yarattığı toplumsal yapı ve değer-


ler sistemi
Budist, Maniheist, Zedüştçü, Brahmanist, Hrisyiyan, Yahudi,
Taocu, Şintoist etkileşimler
Yukarıdaki başlıklar bağlamında şekillenen sosyal, siyâsi ku-
rumlar
Sanat tarihi
İnanç ve düşünce tarihleri
Madencilik, zenaatler ve ticaret türleri
Siyaset felsefesi
Diğer dinlerle karşılaşma örnekleri bir yana, bilhassa İslam-
laşma dönemi
İslam siyâsi tarihi
İslâm düşünce tarihi
İslâm ilimler tarihi
İslâmi tarikatler tarihi
Türk, İslâm, Türk-İslâm eğitim tarihleri
Farklı Tük-İslâm devletlerinin zaman zaman bir detayının
çok önemli hâle geldiği özel tarihleri
Moğol siyaset ve kültürünün Türklükle karşılaşması ve et-
kileşimi
Töreli kavimlerin Kazaklaşmaları ve birbirine rakip oluşla-
rının hikâyesi
Türkçenin doğuş ve gelişme süreçlerinde kazandığı yüksek
düşünce ve matematik
Fars dünyası
İslam dünyasındaki sosyolojik arka planın analiz ihtiyâcı
Türk Arap ilişkilerindeki alış veriş ve rekâbet
Selçuklu tarihi ve bilhassa XIII. Yüzyıl...
... gibi konuların hepsine bir fâninin hâkim olması müm-
kün müdür?

35
Sait Başer

Bizim gayretimiz toplumun hâlis evlatlarna bir genel tablo su-


nabilmek adınaydı. Türk Müslümanlığı başlığının altında yuka-
rıda saydığım alanların hepsi de birer temel konu olarak vardır.
Öyle kritik konular vardır ki, bunların özel zeminlerinde
ömür tüketmek gerekir. Sıkıntımız, kültürümüzün bütüncül akış
hikâyesine ünsiyet kuramamak, dolayısıyla tablonun ana karak-
terinin gösterilememesiydi.
Kezâ, Osmanlı'nın kuruluş asırlarıyla gerileme asırları arasın-
daki sebep-sonuç ilişkilerinin çözümlenmesi... gibi devâsâ prob-
lemlerin yanı sıra, bu büyük mâcerâ esnâsında doğrunun, ger-
çeğin seyrini görüp, bu seyri sabote eden yaklaşım ve neşriyâtın
çelmelerinden sıyrılma yeteneği ve nihâyet; eğri-doğru, ulaştığı-
nız hükümleri anlatma ihtiyâcı duyduğunuz, bekâsına hizmet et-
mek istediğiniz toplumdaki rehabilite edilmemiş vahşi travmalar,
yaralar, kompleksler, ideolojik şartlanmalar, siyâsi cepheleşmeler
arasından, o boğuk gürültü içinden sesinizi duyuracaksınız...
Bunların kolay olduğunu mu sanıyorsunuz azizim?
Size küçük bir hâtıramı anlatayım:
Nihat Sami Banarlı'nın makalelerinden derlediğim kitap-
lardan birinin adını “Devlet ve Devlet Terbiyesi” koymuştum.
“Devlet Terbiyesi” tamlaması Türkçede bildiğim kadarıyla ilk
defâ o kitabın adıyla kullanıldı.
Bir gün, kitabı yeni yayınladığımız günlerdi, merhum sosyal
psikoloji profesörü Ali Murat Daryal elinde o kitapla ziyâretime
geldi. Heyecanla benim çok değer verdiğimi bildiği merhum ve
aziz Emin Işık hocadan bir haber getirdiğini söyledi. Biliyorsu-
nuz Emin Işık'ın da bu kitap gibi “Devleti Kuran İrâde” adlı bir
eseri var. Yâni konuya bir tecrübeyle bakma imkânına sahiptir.
Emin Işık merhum demiş ki: “Ali Murat, git Sait'e söyle.
Türkçeye böyle bir tâbir kazandırmak (Devlet Terbiyesi) bir
ömre değer. Bunu bilsin, onu tebrik ediyorum?”

36
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Yâni sâdece böyle bir tamlamayı teşkil bile ömre bedeldir!


Emin Hoca'ya aynen iştirak ederim. Allah onu rahmetine,
mağfiretine nâil eylesin...
Ayrıca ben süreç boyunca asla sessiz kalmadım!
Ömrümce elime geçen hiçbir fırsatı harcamadan, karşıma
kim çıktıysa, hangi mahfilde fırsat bulduysam; sohbetlerle, rad-
yolarla, televizyonlarla, hocalığımla, her seviye ve türden yazı-
larla hep anlattım, anlattım, anlattım.
Googlea yansıyan örnekler bile bu söylediklerimi teyide yeter.
Benim ele aldığım konular, girip çıktığım meseleler listele-
necek olsa, akademik hayatın içinde fazla örneği olmayan bir çe-
şitlilik gösterir. Yaygın söyleyişle disiplinlerarası denilen yakla-
şım türüne örnek sayılabilecek sonuçlar ürettiğimi görürsünüz.
Eğer metodolojik aksesuarları tamamlanmış olmakla berâber ko-
nuların rühuna inmeyen bildik hükümlerle bağlanan yâhut çok
gayret gösterilmiş ama hükme varılamamış izlenimi uyandıran
yaygın tarzı tercih etseydim, belki şimdi bol miktarda alkış alır,
çalışkan görünür, kimseyi rahatsız etmeyen parlak bir kariyerin
temsilcisi olabilirdim.
Böyle yapmadım.
Ele aldığım konu ve problemleri, ulaştığım bir takım işâret-
ler üzerinden kurgulama cesâretini, bâzen alışılmışın çok öte-
sinde gösterdiğimi düşünüyorum.
Bu şu demek değil: Üzerine konuştuğum sâhaları ilgili olduğu
uzmanlığın diliyle, arayışıyla tükettiğimi hiçbir zaman söyleye-
mem, söylemem. Benim derdim tarihimizde ortaya çıkan kültü-
rel akışın ana omurgalarını yakalamak, konuların alt kompartı-
manlarına işâret edip geçmektir.
Diyelim ki Kök Tengri etrafında çalışıyorsam, bir takım ön-
celiklerim olmuştur. Konuya dâir bütün hurda malzemeyi top-
lama çabasına düşmedim. Bu inanışın farklı yer ve zamanlarda

37
Sait Başer

hangi renk ve tonlara dönüştüğünü, kılıklara girdiğini takip et-


medim. Temel önceliğim, Tanrı fikrinin ana niteliğini, sistem-
deki temel rolünü bulmak, ilgili parçaları kültürün fıtratı bağ-
lamında ilişkilendirmek olmuştur. Yoksa Kök Tengri kavramını
hayatın her sahnesinde yeniden yeniden keşfetmek, bir tâli kav-
ram üzerinden, bir komşu kültürle ilişki üzerinden takip edip,
pek kimsenin işine de yaramayan hacimli metinler oluşturmak
derdine de düşmedim.
O yönler çalışılmasın mı?
Bilakis, elbette çalışılsın. Ama konunun temel niteliği muğlak
iken eldeki kurgular mevcut tarihi seyri açıklamazken, deminki
Selimiye örneğinde olduğu gibi kubbenin kilit taşıyla tuvalet ta-
şını karıştıran nitelikte ama akademik görünüşte metinler üret-
mek, kolay bir tarz olduğu halde heveslendiğim bir yöntem ol-
madı. Ancak bizim Kök Tanrı konulu çalışmamız, tabii şimdiki
yaşıma göre bir hayli basit kaldığını düşünüyorum ama, özünde
doğru bir yere yerleşmiştir.
Tanrı fikrini ister dogmatik bir yaklaşımla vahiy ürünü olarak
kabul edin, ister sosyolojik ve siyasi gelişmişliğin ürünü merkezi
bir siyasi otorite, ya da cihânı düzenleme seviyesine ulaşmış bir
kavrayışın ürünü kabul edin, sonuç fark etmez. Nitekim Konfiç-
yüs'ten aktarılan ve Türk telakkisini yansıttığı kabul edilen: “Na-
sıl gökte bir tek güneş varsa, yeryüzünde de bir tek hakan ol-
malıdır” cümlesinin işâret ettiği tek merkezli düzen anlayışının
politeist bir inanç sistemine bağlanması sosyolojik realiteye ay-
kırıdır. “Cihanın kut kuşağı bağlaması”nı arzu eden ve bunu
Tanrıdan kut almış bir hakan tarafından ifâsını isteyen Töre,
bize yukardaki hükmümüzün isâbetini göstermiştir. Böylesine
köklü, belirleyici ve tarihi devamlılığı olan bir idealin, bu uğurda
örgütler, kurumlar üretmiş bir kültürün bana göre şamanik bir
muhâkemeden çıktığını düşünmek akla ziyan bir tutumdur. Eğer
öyle bir şamanizmden, böyle dünya kültürlerinin tamamına

38
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

hükmedecek bir siyasi gelenek üreme ihtimâli bulunsaydı, şa-


man etiketli birçok ilkel toplumun da benzer, hiç olmazsa ya-
kın başarılar kazanması icap ederdi.
İşte Eskimo kültürü ortada, Afrika'daki şamanik örnekler
ortada. Avustralya şaman toplulukları ortada.
Şaman kültlerle bizim sistemimiz arasında yakınlık görmek,
benzerlik bulunduğunu iddiâ etmek, ancak muhâtaplarınızın
cehâlet ve akılsızlığı sâyesinde mümkün olabilir.
Bu ana yapıyı işâret ederken demiyorum ki, câhil kitlelerde
zaman zaman yer yer iddiâ edilen örneklere benzer durumlar
görülmemiştir. Görülmüştür. Fakat bizim ayırd edemediğimiz
nokta da burasıdır.
Türklük, alâmeti Töre olan bir medeniyete mensübiyetin adı-
dır. Töre'nin işlediği yerde şamanik faktörlerin hiçbir kıymet-i
harbiyesi söz konusu olamaz. Yusuf Has Hacib'in veciz ifâdesiyle:
“Töre'nin girdiği yer baştan aşağı kayalık da olsa düzene
girer, hayat bulur ve ana sistemle entegre olur”
Elbette ki Töre'nin hükümranlık alanında yaşayan, atalarımı-
zın girip farklı sürelerde kalıp çekildiği bölgelerde bulunan sayı-
sız kültür grubu mevcuttur.
Onları zorla dönüştürmek gibi bir politikayı da Töre tasvip
etmiyordu.
Nitekim o coğrafyalarda bugün bile bütün otantikliği ile var-
lığını devam ettiren o kültür grupları, o yönetim tekniğinin yük-
sek müsâmahasına delildir.
Çok enteresan bir tezat var. Töre'nin müsâmahası ile varlığını
devam ettiren bir takım ilkel addolunacak sosyolojik yapıların,
o müsâmaha sâyesinde var olduğunu değil de, büyük yapıya ni-
telik kazandırdığını, delil teşkil ettiğini düşünüyoruz. Bu müm-
kün değildir. Dediğim gibi eğer o ilkel yapılar, politeist kültür
grupları gerçekten bir siyâsi başarı potansiyeli taşısalardı bugün
39
Sait Başer

önümüzde duran o yüksek karakterli Türk devletlerinin benzeri


yapılar vücüda getirebilirlerdi, ama yoktur!..
Oset'inden, Abhaz'ından, Belluci, Soğd kavimlerine kadar,
hatta Moğol-Tunguz topluluklarına kadar şamanist göstergeler
veren topluluklar dönem dönem ve uzun asırlar Töre devletle-
rinin hâkimiyetlerinde kaldıkları halde, onlara emsal teşkil ede-
cek siyâsi başarılar gösterememişlerdir.
Töre kavimlerince kurulan merkezi otoritenin elde ettiği
yüksek başarıyla, kurdukları büyük siyâsi düzenler ile Töreli
grupların Tanrı inançları arasında ilişki bulunmadığını iddiâ
etmek safdilliktir.
Dolayısıyla Kök Tanrı kavramı etrafında çalışırken olduğu
gibi, Töre kavramı etrâfında çalışırken de benim odaklandığım
husus, sistemin ana niteliğini yakalayıp ifâde etmeye çalışmak
olmuştur. Bunun için de mevcut imkânlar bağlamında elimiz-
deki en hâlis, katışıksız ve sahih bilgi kaynağı olan Kutadgu Bi-
lige yoğunlaşmayı tercih ettim. Yoksa Töre konusunu ele alma-
nın sayısız alternatifi bulunduğu âşikâr.
Pekâlâ, bilinen devletlerin örgütlenmelerinden, huküki ya-
pılarından, iç ve dış siyâsetlerinden hareketle Töre araştırmaları
yapılabilir ve yapılmalıdır.
Pekâlâ geleneklerden, göreneklerden, folklordan, kılık kıyâ-
fetten, mutfaktan, akrabâlık ilişkilerinden hareketle Töre araştır-
maları yapılabilir, yapılmalıdır.
Sosyolojiden, milli psikolojiden, ahlak anlayışından hareketle
Töre araştırmaları yapılabilir, yapılmalıdır.
Pekâlâ Türkçeden, Türk sanatlarından, eğitim modellemele-
rinden hareketle Töre araştırılabilir, araştırılmalıdır.
Pekâlâ komşu devletlerin, toplumların bize bakışlarındaki değer
yargıları toplanarak benzer araştırmalar yapılabilir, yapılmalıdır.
40
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Kezâ Türkler'in girip çıktıkları coğrafyalarda arkalarında bı-


raktıkları kültürel kalıntı ve tesirler üzerinden Töre'ye bakılabi-
lir, bakılmalıdır.
Görüyor musunuz?
Ben “Kutadgu Bilig'de Kut ve Töre”yi yazmış olmakla bu
konuyu tükettiğimi asla iddiâ etmedim ve etmem.
Çalışmalarımı yaparken ortaya koyacağım ürünün bana ne
tür bir akademik kariyerle geri döneceği hesâbında hiç olmadım.
Öğretim üyeliği hayatım boyunca bir kere Doçentlik dil sınavına
heveslenmedim, baş vurmadım, girmedim.
Benim yegâne motivasyonum, içinden çıktığım toplumuma
onun asli karakterini göstermek olmuştur. Toplumuma karşı ken-
dimi bu mânâda hep borçlu hissettim. Hattâ araştırmacı arkadaş-
larımızın, kardeşlerimizin bir çok yerde gördüğüm konu bulma
sıkıntılarına çözüm üretmek de o sorumluluğun bir parçasıydı.
Çok defâ bizim dışımızda belirlenmiş görüş açılarına mahküm
edilmiş olan akademiye, bize has bir görüş açısının da bulundu-
gunu ve oradan bakıldığında gerçekten çok önemli, hayırlı ve fay-
dalı eserler verilebileceğini göstermek de istedim.
Pek çok bakımdan kültürümüzün o perspektiften bakıldığında
el değmemiş âdetâ hiç işlenmemiş olduğunu düşünmüşümdür.
Kutadgu Bilig'de Kut ve Töre, okuyanlar bilirler, politik ve tarihi
bir düzlem üzerine inşa edilmemiştir. Teorik ve felsefi nitelikli ve
bizdeki bir tarihçiden beklenmeyecek ölçüde soyut bir çalışmadır.
Ama yukarda zikrettiğim problemler etrâfında Töre'ye bakacak
araştırmacılar için, şimdilik diyelim, bir ufuk çizgisi göstermiştir.
Dilerim yazılalı otuz sene olduğu halde aşılmadığı söylenen
bu çalışma çok daha ileri merhalelere taşınsın. Bu eser görevini
tamamlamış ve artık kütüphâneye mal olmuş olsun. Bunu ger-
çekten temenni ederim.
Ama hâlâ o noktadan hayli uzağız.
41
Sait Başer

Bir de şöyle bir sıkıntımız var.


Türklüğü belirleyen, yükselten, besleyen hikmet ocağı Töre
olduğu için, biz bugün elimizdeki kültürel unsurların tamamını
mutlaka bir de Töre perspektifinden görmeye mecburuz. Türklük
araştırmalarında, kültürün her unsuruna vücut kazandıran dina-
miklerin, süreçlerin içinde deveran eden Töre'yi görebilmeliyiz.
Türkçede Töre'yi görebilmeliyiz.
Âcizâne kanaatim odur ki, Türkçedeki Töre'yi gördüğümüz
vakit, asırların rüzgârları ve tortularıyla dilimizin üzerine çök-
müş bir yığın hastalık, parazit, yük, yabancı emel, düşman tu-
zağı, kolayca silkilip atılabilecektir. Meseleye konulmuş bir yı-
ğın yanlış teşhisin Türkçe'nin hastalıklarına devâ olmaktan çok,
derdine dert kattığı görülecektir. Türkçenin derdi sanıldığı gibi
ne yabancı dil tahakkümüdür, ne yalınlaştırılmış olmayışıdır, ne
edebi özentilerdir, ne şu ne budur.
Türkçenin temel derdi, kendisine, kendisini yaratan Töre
ontolojisi ve muhâkemesiyle bakılamayışıdır.
Yâni gayet önemle eğilinmeyi hak eden böyle bir perspek-
tif de var.
Türkçeyle Töre ilişkisinin kurulamayışının, görülemeyişinin
tâ Yünus Emre çağından bu yana toplumun sırtına vurduğu yük-
leri târife tâkat yetmez.
İnancını bir yabancı dil kafesine girerek yaşamaya mahküm
bir toplum!..
Sevgisini aşkını Fars gibi söylemeye mecbur bırakılan bir
toplum!
Neyse, aynı hastalığı meselâ Türk müziğini anlama konu-
sunda da yaşıyoruz.
Türk müziğinin başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi.
Neden?

42
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Çünkü müziğin kökündeki belirleyici hikmetin Töre'den kay-


naklandığını hâlâ göremiyoruz.
Aynı problemin mimâriye ve bütün sanatlara yansımış var-
yantları bulunuyor.
Benzer problemler sâdece tarihçi için değil; kültür tarihçisi,
düşünce tarihçisi, inanç tarihçisi, sanat tarihçisi, iktisat tarihçisi
arkadaşlar için de geçerlidir. Konunun sosyolojimizi ve sosyolog-
larımızı, psikolojimizi ve psikologlarımızı, tıp tarimizi, tıbbımızı
ve doktorlarımızı ilgilendiren yönleri de vardır.
Hele hukuk!
Türk toplumunun değer yargıları ve adâlet duygusu bana göre
yeryüzünde emsâli olmayan niteliktedir. Ama henüz ne hukuk ta-
rihçilerimizin ne de hukukçularımızın daha farkına bile varma-
dıkları bir büyük başlıktır, bir büyük boşluktur. Sohbetin ilerle-
yen aşamalarında bu konuya yeri geldikçe değiniriz sanıyorum.

Şimdi diyebilirsiniz ki, çalışmalarınızı yazarken neden bun-


ları dile getirmediniz?
Takdir edersiniz ki, akademik çalışma, bir çerçevelendirme
ve mevcut statüko bağlamında o çerçevelerin onaylandırılması
şartına tâbidir.
Bu bir zaaf mıdır?
Evet zaaftır!..
Bu iyi bir şey değil midir? Bir başka bakış açısına göre, evet
iyi bir şeydir. Pekiyi ne yapmalıydık?
Gençliğimizin, yalnızlığımızın, toyluğumuzun handikaplarını
aşabilmek için elbette kurulu düzene merhum büyük sosyologu-
muz Prof. Dr. Hüsameddin Arslan'ın deyişiyle o “Epistemik Ce-
maat'e tâbi olmaktan başka çâremiz yoktu. Dolayısıyla bir yere
kadar, yâni sözümüze itibârı sağlayacak asgari vasıfları kazanın-
caya kadar o şartlar içinde konuşacaktık.
Sait Başer

Biz de öyle yaptık.


Ama o tarzın içinde kalınca, odaklandığımız çerçeve yanı sıra
gördüğümüz, yakaladığımız konu ve ilişkiler, alan dışı okuyucu-
lar indinde bir noksanlık, eksiklik olarak mütâlâa edildi.
Onlar kendi açılarından haklı olabilirler.
Fakat dünyanın en zor işi paramparça olmuş bir medeniyetin
kalıntılarında boğulmadan, saptırmalara kapılmadan elindeki sağ-
lıklı birkaç kriterden hareketle o yapıyı yeniden inşâ etmek olmalı.
Bir de mesele sâdece inşâdan ibâret değil.
Bir ifâde yöntemi ve üslup geliştirmeye de mecbursunuz. “An-
lam” eşyâda değil, metinlerde de değil. O kaynak metinler be-
nim gördüğüm ele aldığım metinler, kaynaklar, ilk defâ benim
gördüğüm şâhit olduğum şeyler değil ki. Yüzlerce binlerce araş-
tırmacı, fikir adamı, gayretli amatör, bunları görüyor, okuyor.
Mevcut eğri doğru bir kurgu var.
Siz bir yandan gördüğünüz yeni terkibin inşâsıyla uğraşır-
ken, yâni anlama ve anlamlandırma mesâisindeyken, diğer yan-
dan toplumdaki yanlışları, tabuları bâzen kutsanmış değer ve ku-
rumları bertaraf etmek, aşmak, hattâ yer yer yıkmak zorunda da
kalıyorsunuz. Hattâ bâzen muhataplarınızın peşin hükümlerini
yıkamayacağınızı gördüğünüz durumlarda konunun etrâfından
dolaşıyor, tevil ediyor, maalesef bir çok yerde susmanın, konuş-
maktan daha hayırlı olduğuna karar verebiliyorsunuz.
Öyle haller oluyor ki, gerçek sizden yana bile olsa, muhâtap-
larınızdaki yanlış peşin hükümlerin azdırılmasına hizmet et-
mektense, sahnede görünmemeyi daha uygun buluyorsunuz.
Belki sözü uzatıyorum. Ama benzer bir durum çok daha ge-
niş ve etraflı bir şekilde “Türk Müslümanlığı” kitabından sonra
da karşıma çıktı.
Burada rahmetli hocam İbrahim Kafesoğlu'nun bir serzeniş
ve nasihatini aktarmak isterim; Merhum ile Kök Tanrı konulu

44
Töre'nin Türk'ü Türk ün Müslümanlığı

bilgi fişlerini masaya serip incelediğimiz bir gündü. Çok mem-


nundu. Meâlen demişti ki:
“<-Evlâdım, Türk Milli Kültürü'nü yazarken bu konuya ben
de eğilmiştim. İslâmi telakki içindeki Allah inanışı ile Kök Tanrı
kavramı arasında dokuz temel benzerlik tespit etmiştim. Sen-
den de onları bulman hâlinde ötesini istemeyecektim. Ancak
şimdi görüyorum ki, bu malzemelerin içinde yüzün üzerinde
benzerlik ve ayniyet tespit etmişsin. Aferin. İşte çalışma böyle
yapılmalı. İnsanlar sanıyorlar ki, tarihçi cevâbını aradığı prob-
lemin izâhını bir yerlerde bütünüyle açıklanmış olarak bulup
ifşâ eden adamdır. Evet bâzen tarihçinin böyle bir şansı olur.
Ama bizim elimizde bu mânâda bir metin yok. Metin yok diye
açıklamasına muhtaç olduğumuz problemi gözardı mı etmeli-
yiz? Hayır, bir metin bulunamayabilir. Ama bu toplumun böy-
lesine bir ana değere dâir farklı konulardaki belgelere, metin-
lere, arkeolojik buluntulara, dile, destanlara yansımış ip uçları
vardır. Akl-ı selim sahibi bir ilim adamı tek başına bilgi kırın-
tısı gibi görünen o malzemeyi bir araya getirir ve bir metinle
anlatılması gereken tabloyu, işte senin bu yaptığın işteki gibi
tutarlı bir ilişkilendirmeyle kendisi de ortaya koyar.”
Rahmet ve mağfiretle anıyorum.
Bizim Türk Müslümanlığı konulu çalışmamızda yaptığımız
iş, tamamen böyle bir iştir. Öncelikle başta “Mızraklı İlmihal”
olmak üzere en sıradan ilmihal kitaplarında bile asırlardır Türk
çocuklarına öğretilen, ezberletilen temel dini bilgilerin ilk cüm-
lelerinde “itikatta mezhebim İmam Maturidi” diye geçer.
Bunu düzenli veya sıradan kurslarda din eğitimi almış her-
kes bilir. Bu meyanda ben de bir Mızraklı İlmihal okuyucusu
oldum. Belki:
“İlim ve fikir hayatımı yönlendiren en tesirli cümle buydu”
diyebilirim.
45
İlmihal'i birlikte okuduğumuz kurs hocama sormuştum. İlk
gençlik çağındayım. “Maturidi ne demek?” dedim.
Bir kişi adı olduğunu dahi bilmiyorum.
Hiç beklemediği bir soruyla karşılaştığı anlaşılan hocam,
“İmam Maturidi dendiğine göre bu bir âlim olsa gerek” dedi!
“Bu niye bizim imamımız oluyor?” dedim. Önümü kesmek is-
teyen bir otoriter sesle “Ee öyledir!” dedi.
Fakat vaz geçmedim, ısrar ettim. Garibimin omuzları düştü;
“bilmiyorum” dedi.
Ama bu çok önemli bir işâretti. İmihal'de de zâten ayrıca
bir açıklama yoktu. Belli ki, bahse konu ilmihalin yazarı bu is-
min herkesçe bilindiği bir devrin insanıydı. “Pekiyi bu kimle-
rin imamı başka?” dedim. Bu soruya; “Eh bu kitap Ehl-i Sün-
net ve'l Cemaat'in kitabı olduğuna göre, bütün Ehl-i Sünnet'in
imamıdır” dedi. Biraz bir şeyler de biliyorum tabii. Ehl-i Sün-
net denilen zümrenin İslam dünyasının büyük çoğunluğunu teş-
kil ettiğinden haberdarım. Fakat soru zihnimde gerçek cevabına
kavuşmadığı için çevremdeki insanlardan konuya âşinâ olanlara
bu soruyu uzunca bir zaman sormaya devam ettim. 1970'lerin
içindeyiz, kimsenin bir şey bildiği yok!
Maturidi hakkında şimdiki gibi doyurucu neşriyat yok. Çok
basit ansiklopedik bilgiler aktarılmış. İşin peşine düşünce tabii,
gördüm ki, Ehl-i Sünnet denilen kitlenin tek itikat imamı Ma-
turidi değilmiş.
Bir de Hasan el-Eşari varmış.
Arap ve Afrika dünyasında insanlar onu imam biliyorlar-
mış. Maturidi esas itibârıyle Türk coğrafyalarında benimse-
nen bir imammış.
O zaman iş değişti.
Konuya girdikçe, toplumun din konusunda daha önemli bir
başlık olmayan itikat bahsi hakkında ne kadar câhil olduğuna

46
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

üzüntüyle şahit oldum. Halkı bırakın, ilâhiyat câmiâsı dahi bil-


miyordu. Birkaç ilm-i kelam mütehassı o dar kelam çerçevesinde
Maturidi ve Maturidilik üzerine çalışmıştı. Ama bu çalışmalar ta-
mamen klasik ilm-i kelam söylemi içinde kalıyor, konunun kül-
türel öncülleri, zemini, sonuçları üzerinde fikir yürütülmüyordu.
Biz Genel Türk Tarihi okuyorduk, bütün hocalarımız ağız
birliği ile kaynak kıtlığından yakınıyorlardı ki, elan da öyledir.
XI., XII. Yüzyıl belgeleri baş üstünde tutuluyor, ama 944 yı-
lında ölen İmam Maturidi ve eserleri tarihçilerimiz tarafından
bir tek yerde bile kaynak olarak gösterilmiyordu.
Felsefe bölümünün derslerini takip ediyorduk. O muhteşem
hocamız Nihat Keklik merhum, “Hocam Maturidi'nin Türk düşün-
cesindeki rolü nedir?” dendiğinde yüzümüze boş boş bakıyordu.
Hem bütün Türk coğrafyasının itikat imamı olacak, her
evde bulunan Mızraklı İlmihal'in birinci sayfasında ilk ezberle-
tilen isim olacak, hem de bu kadar derin bir bilinmezlik içinde
unutulup gidecek!
Sözü burada çok uzatmayayım. İleride belki açarız. Şunu de-
mek istiyorum. Maturidi konusu, Türk sosyal bilimciliği açısın-
dan, 1990'lara kadarki dönemde büyük bir utanç konusudur.
Karahanlılar dönemidir. Satuk Buğra Han zamanıdır. İs-
lâm'ın devlet tarafından resmen kabul edildiği tarihlerde İmam
Maturidi sağdır. İsmi onun görüşleri istikâmetinde bir dini an-
layışın sembolü olmuştur.
Yâni tarihi ilgilendirmektedir, sosyolojiyi, siyâseti ilgilendir-
mektedir. İtikat bütün konuların kökü olduğu için dini, düşün-
ceyi, eğitimi belirlemektedir vs.
Maturidi'yi bilen üç beş kişi vardır ama onlar da tarihe
kayıtsızdır, kültürel süreçlerden bihaberdir. Tarihçilerimiz,
felsefecilerimiz, bilim, kültür tarihçilerimiz ise Maturidi'yi
47
Sait Başer

duymamışlardır, duydularsa ciddiye almamışlardır ve eserle-


rinde onu bir başlık hâline getirmemişlerdir.
Bugün çok şükür bu konuda iyi bir yerdeyiz. Ama ideal bir
yerde değiliz. Hâlâ Maturidi'nin eserleri Türkçemize kazandırı-
lamadı. Hâlâ müfredatta yeni kuşaklar bu ismi duymadan yeti-
şiyorlar. Hâlâ toplum itikadın insan düşüncesi ve inanışındaki
merkezi rolünü görüp anlamış değil... Ama nisbeten 1960'lara,
70'lere, 90'lara göre ilgili bir akademik zümre teşekkül etti. Tez-
ler yazıldı. Bir ölçüde konu medya vâsıtasıyla kamuoyonun gün-
demine de geldi. Şükrediyoruz tabii. Ama yeterli mi derseniz, ye-
terli değil elbette.
Maturidi bir müfessir. Keza bir mezhepler münekkidi, eleş-
tirmeni.
Ben bir kelamcı mıyım? Hayır. Tefsir tarihine vâkıf mıyım?
Hayır. İslâm tarihçisi miyim? Hayır. Mezhepler tarihçisi miyim?
Hayır. Özünde Türk düşüncesiyle ilgili bir felsefe eğitimi almı-
şım ve Genel Türk Tarihi kürsüsündeyim.
Nispeten Töre konusunu çalışırken daha özgürdüm.
Ama öyle bir problemle karşı karşıya geldim ki, İslâmi dönem
Türk inanç tarihinin rotasını belirleyen bir adam bu. Töre prob-
lemleriyle uğraşırken biliyorum ki, Töre İslâmi dönemde gün-
demden düşmedi. Özünde hikmet temelli bir inanç sistemi olan
Töre, belli ki Maturidi'yi rahatsız etmiyordu. Maturidi akaid ve
Hanefi fıkhının Töre ile arası gâyet iyiydi.
Bu nasıl bir din değiştirme idi?!
İslâma rağmen Töre nasıl devam edebiliyordu? Bu o kadar
bâriz bir husustu ki, Maturidi'nin ölümünden 125 sene sonra Tö-
reyi de gene Karahanlılar, hem de devlet kararıyla yazılı hâle ge-
tiriyorlardı: Kutadgu Bilig oydu.

48
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Çok kaba hatlarıyla söyleyecek olursak Karahanlı, Gazneli ve


Büyük Selçuklu tarihi içinde bir ana güzergâh olarak Maturidi
anlayışın hüküm sürdüğü görülüyor.
Tâ ki Melikşah dönemine kadar.
Nizamü'l Mülk ve Gazzâli işbirliğinin tesirli olduğu Büyük
Selçuklu dönemini atlarsak, Maturidi'den gelen tesirin Anadolu
Selçukluları'nda da hükümfermâ olduğu söylenebilir. Bu tesir baş-
tan beri var, ama XII. Yüzyıl ortalarından itibâren ciddi, yoğun
bir “Vahdet-i Vücut” temelli muhtevâ eşliğinde seyrettiğini de
belirtmeliyiz. Anadolu Selçukluları'nın çöküş asrında yani XIII.
Yüzyılda, Anadoluda, bu anlayışın özellikle Muhyiddin Arabi,
Sadreddin Konevi fikriyâtıyla aşılandığını söylemezsek de hük-
mümüz eksik olur.
Bakın burada başka alanlar da devreye giriyor. Türk tasavvuf
tarihi devreye giriyor. Gazzâli'ye sığınılmasına sebep olan Bâtıni-
lik devreye giriyor. Selçuklu tarihi devreye giriyor. Her biri başlı
başına büyük alanlar olan AHilik, vakıflar kurumu, Türk sosyolo-
jisinin yayla kışla hayatından yerleşik hayata geçiş süreçleri, Moğol
tarihi, hilâfet kurumunun tarihi ve metafizik yönleri, $i# dünya-
nın teşekkülü, Haçlı Seferleri'nin açtığı büyük tahribat ve Selçuk-
lular'ın ön cephede yer aldığı İslâm-Hristiyan çatışmaları vs.vs.
Konuyu başından itibâren kuş bakışı görmeye çalışırsak, yuka-
rıda dile getirdiğimiz bir çok uzmanlık alanına bunları da ekleyin.
Dolayısıyla meseleyi eksiksiz ve tam bir açıklamaya kavuş-
turmak bir insan tâkatine sığmaz.
Hele Osmanlı'nın tarih sahnesine çıkmasından sonra, Yavuz
Sultan Selim zamanına kadar tereddüdsüz hâkim olan bir zihni-
yetin Safevi-Osmanlı mücâdelesiyle bütünlüğünü ve salâbetini
kaybetmesine yol açan siyâsi rekâbeti görmemezlikten gelemeyiz.
Türkistan, Horasan, Arabistan veya Endülüs kaynaklı birçok
görüş veyâ ekol bu süre içinde peyderpey sosyal bünyede karşı-
lık bulmuş.
49
Onların teker teker ayrıca incelenmesi lazım.
Halvetiyye'nin, Bektâşiye'nin, Kalenderilik ve Babâiliğin,
sosyal ve siyâsi fonksiyonları hakkında çok az bilgiye sâhibiz.
Vâkıâ bunların hepsinin de ontolojik kabulleri birbirleriyle
paralel görünüyor. Ama gene de meselâ Halvetiliğin Safevi-Os-
manlı mücâdelesi seyrederken üstlendiği fonksiyon son derece
dikkate değer. Ama elimizde o tarihi rolün Safevi İranı yönüyle
bir türlü, Osmanlı coğrafyası için başka türlü rolleri olduğuna
dâir güçlü işâretler var.
Töreden gelen, Türk dünyasına hükmedecek bir merkezi güç
teşkil ideali bütün eski Türk devletlerinde olduğu gibi Safevi Hâ-
nedânı'nda da Osmanlı Hânedânı'nda da var. Konjonktürü be-
lirleyen başat unsur, siyâsi hâkimiyet konusu. Ama siyâsi hâ-
kimiyet kavgasına damgasını vuran resmi söylem, Şii-Sünni
zıtlaşması olarak sunulmuş.
Reel-politik siyâsi hâkimiyet iken, her iki taraf da kamuoy-
larına birer dini açıklama sunmuş. Çaldıran, Ridâniye derken
Safeviler'in Şia'ya hızla kayması; Osmalılar'ın ise, o güne ka-
darki tabii kültürel seyri tepe takla eden bir Eştarileşme sürecine
kapı açmaları!..
Eşarileşme derken bunun açık, net bir kararla tarihte görünür
bir dönemeç noktası yok. Klasik tarihçiliğin neredeyse hiç ele al-
madığı, göstermediği, karanlıkta bıraktığı bir konu bu. Ama artık
Yavuzdan sonra, Kanüni devrinden itibâren giderek keskinleşen
bir “Vahdet-i Vücut aleyhtarlığı” ile karşılaşıyoruz.
İsmail Mâşuki'nin, Hamza Bâli'nin idamları, Yavuz-Şah İs-
mâil çatışmasına kadar, her iki tarafın da büyük ihtiram göster-
dikleri Halvetiyye'nin nasıl bir dramın içine düştüğünü söylüyor.
Neyse sözü burada da uzattık biraz. Ama bakın gene birçok
uzmanlık alanının buluştuğu, kesiştiği, birlikte gayret göstererek
ancak aydınlatılabilecek bir problemler yumağı ile karşı karşıya-
yız. İran inanç tarihi, Şiiliğin Safeviler'le birlikte âdetâ yeniden
50
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

inşâsı ve daha önce İran coğrafyasında örneği görülmemiş bir


devlet dinine dönüştürülmesi... Osmanlı'da ise durum diğer açı-
dan tamamlanacaktır!
Daha düne kadar, Büyük Selçuklu haritasına baktığınızda gö-
receğiniz gibi, yekpâre bir kültür coğrafyası olan bir Türkistan
vardı. Yavuz - Şah İsmail kavgasının dini görünüm verilen sonuç-
larıyla berâber İran, Anadolu sosyo-kültürel bütünlüğünü kay-
bettik. Osmanlıda Eşari zihniyet dünyası giderek ağırlığını daha
fazla hissettiren inisiyatifler kazandı. Her iki coğrafyanın itikadi
savrulmalarıyla berâber, iki cenahta da zaman içinde sonuçlarını
açık biçimde göreceğimiz ezber ve taklit hâkimiyeti, yenilene-
meme âfeti, mirasyedi psikolojisinin yerleşmesine şâhit oluyoruz.
Burada da Osmanlı zihniyet tarihi, eğitim tarihi, ıslâhat ta-
rihi, düşünce tarihi problemleri sıra dağlar gibi karşımıza çıkar.
Yâni azizim, bana soruyorlar: “Neden Türk Müslümanlığı
konusunda bir işâret fişeği gibi o kitabı yazdınız da gerisini
getirmediniz?” diyorlar.
Şu yaptığım açıklamayı göz önüne alırsanız, Türk Müslü-
manlığı konusunu tamamlamanın bundan sonraki aşamasında,
ilgili sâhalardaki elemanların ekip çalışmalarına, katkılarına ih-
tiyaç olduğunu teslim edeceğinizi umarım.
Umümi Türk tarihi ve bir miktar felsefeyle ünsiyeti olan bir
kardeşinizin ortaya koyduğu şu Türk tarih tezi bile aslında bü-
yük bir cüretkârlıktır.
Ben resmi ulemâ nezdinde, cüret derecesindeki cesâretimle
haddini aşmış bir insanım.
Benim tutumum bizim akademinin alışık olmadığı bir tu-
tumdur.
© Onun için Maturidi sempozyumları yaparlar. Ben ilm-i ke-
lamcı olmadığım için orada olmam.
s1
Sait Başer

Türk-İran İlişkileri sempozyumu yaparlar, ben münhasıran


bir İran tarihçiliği mensubu olmadığımdan, bir haddini aşmış
anarşik unsur olarak kaale alınmam.
Çeşitli Yahyâ Kemal toplantıları yaparlar, ben bir yeni ede-
biyat uzmanı olmadığımdan düzenleyicilerin aklına gelmem.
Tasavvuf sempozyumu yaparlar, tasavvuf tarihçisi olmadığım
için ulemâmız indinde yerim yoktur.
Siyâset bilimcileri stratejik planlamaların yapıldığı çalıştay-
larda bizim de söyleyebileceğimiz bir çift söz olabileceğine ihti-
mal vermezler; ama Cumhurbaşkanı'nı da götürüp İmam Ma-
turidi türbesinin önünde ve çevresinde poz poz resimler çekerek
medyaya servis eder, bu yolla toplumun sempatisini kazanaca-
ğını düşünürler... Dahası, Türkiye'nin ana gündemi ve devle-
tin stratejik arayışlarının potansiyel cevaplarının bulunduğuna
inanılan yer Türk Müslümanlığı başlığı altında aranır.
Haa! Bu beni çok mu müteessir eder?
Hayır.
Ben çalışmalarımın hedefine ulaştığı ve görevini yaptığı kana-
atiyle vicdânen gayet memnun ve müsterihim. Şükür hâlindeyim.

52
İKİNCİ BÖLÜM

KAMUOYU NEZDİNDE
TÜRK MÜSLÜMANLIĞI
| TiBi m
ri vi ber bedi
le ii; an

WiAğ bilmeli
il kib lie

*
l
çi yiGe di
' i
N
“41 Ağa rik

kipri

; i

ağ:
1 İN bn
Gİ Ni Hi i eld
# ii p ir yi

İN i li A ei e ön i

z N | Mi Ke  ii ON ab De

e A
a Ni a ; Gi i WE ML

il
di — i AA
ie ği il eli b ii
e ii
i 1 e
EN TN |

i ii ği LU

i Ki
SORU
Sizin Türk Müslümanlığı başlığıyla kamuoyu önüne çık-
manız, baştan itibâren Türkiye'deki fikir gruplarının tamâ-
mında bir aksülamel yarattı.
Tepkiler bâzı gruplarda büyük rahatsızlıklar şeklinde or-
taya çıktı. Bazı gruplarda ise Türkiye'nin kaderine hükmet-
meye çalışan ideolojik mücâdelede haklılıklarını teyid eden
bir açıklama etkisi yarattığını tespit ediyoruz.
Mesela İslâmi kesimde Yeni Şafak, Milli Gazete gibi yayın
organlarında size şiddetli itirazlar gördük. Hüseyin Hatemi,
İsmet Özel, Ali Bulaç gibi tanınmış isimler yanında pek çok
“İslâmcı yazar” kitabınızın yayınlanmasını tâkiben İslâm'ın
kavimlere, coğrafyalara, kültürlere göre değişik versiyonları
bulunma ihtimâlini şiddetle reddettiler.
Ümmet fikrini ideolojik mücâdelelerinin ana değeri ola-
rak gören Türkiye İslâmcılığı, İslâm'ın önüne bir başka sıfat
konulmasından fevkalâde tedirgin oldular. Bu babta size yö-
neltilen bu eleştiriyi nasıl karşıladınız?
Keza Alevi kitlenin İzzeddin Doğan, Rıza Zelyut gibi önemli
bâzı sözcüleri, Türk Müslümanlığı'nın tam da Aleviliğin tarifi
olabileceği düşüncesiyle çalışmanızın adını benimsediler. On-
lara göre Türk Müslümanlığı Alevilik'ti.
Bu mânâda da zaman içinde pek çok örnek zuhür etti.
Siyâsi ideolojik gruplar bakımından da teziniz hayli ilgi top-
ladı. Yanlış hatırlamıyorsak MHPli ve Ülkücü cenâh size tam bir
destek vermemiş de olsa Durmuş Hocaoğlu, İsmail Yakıt, Meh-
met Aydın, Mehmet Niyazi Özdemir hattâ İskender Pala, Yılmaz
Öztuna, Gürbüz Azak, İsmet Bozdağ gibi harekete şu veyâ bu
:55
Sait Başer

mesâfede duran hayli geniş bir liste oluşturacak kalem sahip-


leri ortaya koyduğunuz tez üzerinde imâl-i fikr ettiler. Hilmi
Yavuz'un Zaman Gazetesi'nde haftalarca devam eden reddiye
nitelikli yazılarını okuduk. Nurcu cemaatler arasında fikir-
lerinizin hayli rahatsızlık uyandırdığına şâhit olduk. Köprü
Dergisi'nin epey hacimli bir “Türk Müslümanlığı Özel Sayısı”
çıkardığını hatırlıyoruz. Emekli büyükelçi Gündüz Aktan, Ha-
san Ünal, Nur Vergin, Yaşar Nuri Öztürk, Sönmez Kutlu, Ahmet
Yaşar Ocak, Mehmet Fatih Şeker gibi kamuoyunun tanıdığı ve
bildiği isimler kadar; akademi muhitlerinde ilâhiyat, tarih,
sosyoloji, hattâ uluslararası ilişkiler bölümlerinden sayısını
bilemediğimiz miktarda uzman ve ilgili konu etrâfında fikir
serdettiler. Devlet bürokrasisi indinde; Diyânet, askeri cenah,
diplomatlar, birçok vali, müsteşar da konuya kayıtsız kalamadı.
Başlangıçta itiraz edenlerin birçoğu, zamanla, ortaya koy-
duğunuz görüşü şu veyâ bu yönüyle kabullenerek zıt uçlardan
merkeze doğru yaklaştılar. Şu anda görüyoruz ki; ilginç bir
biçimde, siz açıktan bir savunmayla ortaya koyduğunuz açık-
lama modelini benimsetmeye çalışmamış da olsanız, görüşle-
rinizin âdetâ devletin resmi ideolojisiyle yarışır hale geldiğini
söylemek bir abartı olmaz sanırım. Doğrusu bir fikir adamı
veya akademisyen bakımından, ortaya koyduğu tezin, fikrin
bu derece yaygın ve hem iktidar hem muhalefet cenahlarında
kalıcı tesirlere ulaşması, bizim akademik tarihimiz bakımın-
dan çok sık görülen bir örnek değil. Yaptığınız çalışma Fuat
Köprülü'nün “Türk Edebiyâtında İlk Mutasavvıflar”ı, Ömer
Lütfi Barkan'ın “Kolonizatör Türk Dervişleri” konulu çalışma-
ları gibi yaygın, belki de daha güçlü bir kabüle mazhar oldu.
Çok ilginç bir durum var. Hiçbir merkezi koordinasyon ol-
madan, bambaşka cenah ve grupların içinden çıkan pek çok
insan, çerçevesini sizin belirlediğiniz fikrin içini doldurma
adına mesâi sarfettiler. Tezinizin gün geçtikçe Türk aydınları

56
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

arasında çok özlenen bir mutâbakat terkibi aşamasına doğru


ilerlediğini seyrediyoruz. Evet siz bir önceki sorumuza verdiği-
niz cevapta söylediğiniz üzere, konunun alt başlıkları ile ilgili
bilim ve disiplinlerde yetkin olmadığınız yolundaki mütevâzı
ifâdeleriniz bakımından haklı olabilirsiniz. Ama öngörüleri-
niz ve kurduğunuz model, sizin adınızı bile zikretmeyen bir
çok yardımcı eliyle ikmal olunuyor. Bu açıklamaları aşağıdaki
soruları sorabilmek için yaptık.
Değerli Hocam öncelikle;
Karşılaştığı bütün itirazlara rağmen Türk Müslümanlığı
ifâdesinin tuttuğunu görüyoruz. Bu aşamada kendinizi nasıl
hissediyorsunuz?

CEVAP
Sizin de tespit ettiğiniz gibi Türk Müslümanlığı tartışması ve
bu tartışmanın yıllar içindeki seyri fikir hayatımızda emsâli ol-
mayan bir nitelik kazanmıştır. Geçmişte yıllarca devam eden bir
takım polemik konuları yok değil.
İdeolojiler arası çatışma, Türk kamuoyunun yakından tanı-
dığı bir tarz, bir türdür.
Yâni Âsım-Halük tartışmaları, sonu gelmez laisizm münâ-
kaşaları, Ernst Renan'ın tezlerine mukabil, tâ Nâmık Kemal'den
Mehmet Âkife kadar birçok “Renan Müdâfanâmeleri”, ideolo-
jik âmentü konuları, Nazım Hikmet-Peyâmi Safâ polemikleri
vs. Keza İslâmi konulara dâir Cemaleddin Efgâni-Muhammed
Abduh ikilisine taraftarlık ve itirazlar ondan sonra Seyyid Ku-
tup gibi Mevdüdi gibi Mâlik bin Nebi gibi nisbeten bize yakın
dönemde Arap dünyasından yükselen İslâmi ideolojik çizgilerin
Türkiye'deki aksülamelleri gibi bir takım tartışmalar oldu. Ama
bunlarda tartışan taraflar genellikle mevzilerinde kaldılar ve tar-
tışmalardan bir üst mutâbakat hâsıl olmadı.

57
Sait Başer

Hâlbuki Türk Müslümanlığı başlığı etrafındaki münâkaşa ve


müzâkereler hiç de bir kutuplaşmayla nitelenemeyecek, beklen-
medik bir buluşma ve mutâbakatla seyretti.
Ben bundan dolayı son derece mutluyum.
Tartışmanın taraflarından İslâmcı cenâhın daha evvel hiç ağız-
larına almadıkları Horasan ekolü öncülerine dönük gâyet müs-
bet ve sevindirici bir açılım ortaya çıktı. O kadar ki, vaktiyle bize
karşı Eşariliği müdâfaa eden İsmet Özel çok ilginç bir Türkçülüğe
soyundu. Müceddidiye'nin ülkemizdeki merkezi addedilebilecek
Çarşamba Cemaati'nden İmam Maturidi'ye dönük son derece
yerinde ve itirazsız bir kabul açığa çıktı. Tâ Cumhurbaşkanı'nın
en üst seviyede devlet ricâliyle İmam Maturidi türbesinde poz
verdiğine bütün millet memnüniyetle şâhit oldu.
Türk Müslümanlığı'nın en önde gelen isimleri Mevlânâ ve
Yunus Emre üzerindeki milli mutâbakat benim için olağanüstü
değerde. Türkiye yurt dışında temsil etmek üzere kurulan Ens-
titü'ye Yunus Emre'nin adının verilmesi bile, en laik materyalist
zümrelerden Alevi kitleye, Nakşi çevrelere kadar bir mutâbakat
sembolü oldu.
Benim yerime siz olsanız bu gelişme karşısında ne hisseder-
diniz?
Türkiyedeki kozmopolit aydın kitlesinin önde gelen sözcüsü
Habertürk televizyonu ve gazetesi başta, birçok medya organı
her vesileyle Türk Müslümanlığı etrâfında sayısız programlar
yapıyorlar. Eski Marksist Fatih Altaylı'nın Cübbeli Ahmet'ten
Mahmut Erol Kılıç'a kadar Maturidi ekolü onaylayan tartışma-
lar, programlar yapması elbette gayet memnüniyet verici geliş-
melerdir. TRT'nin gerek Avaz kanalında gerek diğer program-
larında Asya'nın Kandilleri üzerinden kültürümüzün omurgası
olan çizginin temsilcilerini öne çıkartması kezâ aynı çizgiyi işle-
yen ve çok büyük reyting alan diziler yapması gene kültür tarihi-
miz bakımından çok yeni bir durumdur. Diriliş dizisinde Oğuz

08
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Töresi, Dede Korkut, Yesevi ve Maturidi'ye Beğ, atıflar bence


baha biçilmez değerdedir.
Ümit ve tahmin ediyorum ki, bu süreç daha ilk aşamasın-
dadır. Çok daha ileri, kapsamlı ve güncel strateji ihtiyaçlarımı-
zın isâbetli cevaplarını üretecek aşamaları da fazla zaman geç-
meden göreceğiz.
Şuraya bakar mısınız?
Yüzyıllardır unutulmuş, cihan değer kaynağımız Kutadgu Bi-
lig, Türkiye'nin teklifiyle yazılışının 950. yılında UNESCO tara-
fından Kutadgu Bilig Yılı ilan edildi. Türklüğü bir ırk olmaktan
ziyâde Töre ve Maturidi-Yesevi çizgisinden üreyen bir medeni-
yet kimliği olarak nitelememiz gün geçtikçe daha yaygın bir ka-
büle mazhar oluyor. Tabii şükrediyorum.
Sorunuzun cevabı bu son cümlelerde verilmiş oluyor sanırım.
İnanın ki, ortaya koyduğum açıklama modelinin Türk kültürü-
nün en yaratıcı çağlarındaki temel paradigmasına ad olduğunu
tâ baştan beri düşünmüş idim. Bu sonucu umarak çalışmıştım.
Gerçekten şükrediyorum.

SORU
Herhangi bir menfaat grubu, siyâsi grup, cemaat, tarikat,
derin güç desteği olmadan, sizin naif şartlarınızda zaman Zza-
man çok yıpratıcı olabilecek itiraz ve eleştiriler karşısında boz-
guna uğramayıp moral kaybetmeden bunca yıl direnebilme-
nizi neye borçlusunuz?

CEVAP
Yakaladığım çizgi hakkında gelen eleştirilere mukabil, her
geçen gün fikrimi teyid eden yeni tespitler, farkedişler ile zen-
ginleşiyordum. Başlangıçta kısık sesle söylediğim konular bile
zamanla gördüm ki, benim başta tahmin ettiğimden çok daha

59
Sait Başer

güçlü temellere sahipler. İlk zamanlar sezgi diyebileceğim birçok


hususun tarihi zeminde müesses devamlılık taşıyan kuvvetli çiz-
giler taşıdığını görmek, güncel itirazlarla bilgisel ilmi arka plan
yan yana geldiğinde her geçen gün haklılığım çok daha güçleni-
yor. Nasıl vaz geçebilirdim?
Aziz kardeşlerim, ben bu çalışmayı yâni Türk Müslümanlığı
konusunu bir kariyer, şöhret kazanma, toplumun alkışını elde
etme adına yapmadım ki.
Biz 1980 öncesinde gençliğini idrak etmiş bir kuşağız.
1980 öncesi deyince ülkenin kaderini belirleyen aktör ve ide-
olojilerin, güç dengelerinin hikâyesine atıf yapmıyorum. Kastım
bizim neslin bir ülke kaybetme, yok olma tehdidi algılamış ol-
masıdır. Burada önemli olan dışımızda cereyan eden olayların
analizi değil. O yıllar bizim âdetâ bütün hücrelerimize sinen bir
milli beka gayretiyle, bilinciyle donandığımız yıllardır. Biz ülke-
mizin her an işgal edilebileceği endişesiyle boy ölçüşebilecek kor-
kunçlukta bir duygu tanımadık.
Efendim, denilebilir ki, uluslararası sistem ve onun içeri-
deki vesâyetçileri şöyle tahrik ettiler, böyle yönlendirdiler, genç-
lik kullanıldı vs.vs.
Bunları ve daha fazlasını doğru bulabilirsiniz, yanlış bulabi-
lirsiniz o ayrı bir fasıl.
Bizim kendi iç dünyamızdaki psikolojik gerilimin ne oldu-
gunu ve ne tür çırpınışlarla kurtuluş çâreleri aradığımızı kimse
merak etmiyor. Yok, 12 Eylülcü paşaların Amerikan yanlısı tu-
tumlarıymış, sol gruplar şöyle manüple edilmiş, sağ gruplar böyle
ateş hattına sürülmüş... Olabilir, olmayabilir. Bütün bir lise ve
üniversite yıllarımız bu gerilimin içinde öğütüldü.
Bizim gözümüzde ülkenin ve milletin bekası, milli değerle-
rimizle birlikte kültürümüzün yaşamasından daha öncelikli bir
şey yoktu.

60
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Diyebilirim ki hâlâ öyledir.


Zaman zaman yorulmadım değil. Ama alternanifim yok!
Keyfime bakma lüksüyle hiç yaşamadım. Yıldığım zamanlar,
korktuğum zamanlar oldu. Öyle zamanlarda da önümde fevkalâde
değerli rehber nitelikli model insanlar vardı. Başta Sâmiha Ay-
verdi, M.Niyazi Özdemir, Hayri Bilecik, Abdullah Kucur gibi
âbide insanlar bizi düştüğümüz yerden kaldırıp yeniden hedefe
sevketmişlerdir.
Türk Müslümanlığı konusu, benim bulabildiğim; yıllarca oku-
malar, düşünmeler, gönül sızılarıyla milletime sunma lüzümunu
duyduğum bir milli beka sırrı idi. Vazgeçemezdim, geçemedim.
Bu neticeye ulaşma adına bütün Türk tarihini, toplumun
inanç ve düşünce serüvenini, bu serüven içerisinde güçlü ve za-
yıf zamanlarımızı, dönemlerimizi, yönlerimizi can havliyle diye-
bileceğimiz bir odaklanmayla aradım.
1980 öncesi ideolojik gruplar içindeki İslâmcı, Ülkücü, Solcu,
Laik zümreleri gerçekten hasbi bir anlama çabasıyla incelediğimi
söyleyebilirim.
Bu inceleme sâdece teorik ve ilmi bir zeminde cereyan etmedi.
Biz ülkücüydük.
O kadar mâsum ve saf bir hamâsi duyuşun içindeydim ki, bu-
gün birçok kişi buna inanamayabilir. Yeter ki, milletimizin fayda-
sına olsun du. “Düşmanın” silâhı veyâ kozu bile olsa, insanımın
ve ülkemin çıkarına bir şey söylüyorlar mı acaba diye, gerçekten
onların fikirlerine de kulak veriyordum. Bir dönem kütüphânemin
belki 2/3'ü sol veya İslâmcı yayınevlerinin kitaplarıyla doluydu.
Onlara dâir gaflet veya ihânet suçlamalarını aşarak, söyledikleri-
nin arasında hasbi veyâ doğru unsurlar var mı diye arıyorduk. Bu
arayışın bizde kalıcı olmuş epeyce bakiyesi bulunduğunu kabul
ederim. Ama bir yandan da okuduklarımız gördüklerimiz hak-
kında dâimi bir muhâsebe hâlinde bulunduğumuzu söylemeliyim.

61
Sait Başer

Zaman zaman 70'li yıllarda Solun emeğin hukükunu savunma


tezleri içinde haklı bulduklarımız veyâ İslâmcı cenâhın İslâm
ümmetinin mağdüriyetini dile getirişleriyle buluştuğumuz mev-
simlerimiz vardır. Ama bizi, özellikle ister emeğin sömürülmesi
noktasından bakın, ister ümmetin mağdüriyeti bakımından ele
alın, özellikle kavramamız gereken gerçek, bütün mağdüriyetleri
üzerinde toplayan Türklüğün yaşadığı acılardı. Emeğin sömü-
rülmesi ise bunu Sovyet bloğundaki Türk coğrafyalarından Çin
tahakkümündeki Doğu Türkistandan veya dünkü vatan Rumeli
Türklüğü'nün Balkanlar'daki acılarından daha şiddetle temsil ede-
cek örnek bulamıyordum. Ama emeğin sömürülmesi diyenler,
sömürenlerin hukükunu koruma adına bu mağdur kitleyi gör-
memezlikten geliyor, dahası onların hukükunu savunan bizlere
can düşmanı muâmelesi yapıyorlardı. Sâdece bizlere yapmıyor-
lardı eziyeti. Türklüğe o derece nefret doluydular ki, bâzen açık-
tan cepheden ve kesintisiz imhâ çabası gösteriyorlar, bâzen de
güyâ süret-i haktan görünerek milli varlığın teminâtı olan kültü-
rel değerlerimizi, zaman zaman devlet gücünü de arkalarına ala-
rak, ilelebed sahneden silmeye çabalıyorlardı.
Bunun örneği Türkçenin başına gelenlerdir.
Sözüm ona evrenselci, hümaniter sol, Türke nefret dolu halle-
rine rağmen öz Türkçeci kesilmişti. Türke düşmandı; ama bu top-
lumun dili, her türlü kutsal ve tarihi bağdan mahrum bırakılmış,
medeniyet arka planından koparılmış, ancak ahmak bir radikal
milliyetçinin söyleyebileceği sloganla “öz bir Türkçe” olmalıydı.
Bir yandan mahalle veyâ okul arkadaşlarımızın “fâil-i meç-
hul (()” cinâyetlerle katledilmiş cenâzelerini mezara koyacak,
bir yandan da bunların öz Türkçe terânelerinin bilimsel gerçek-
liğini yutacaktık.
Ben hayâtında askerlik dönemim hâriç eline silah almamış
bir insanım. Herhangi bir partiye de üye olmadım. Hayatıma

62
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

şâhit olan hiç kimse benim militanca sokak kavgalarına karıştı-


ğımı söyleyemez.
Ama milletimin büyük ve çok yönlü bir saldırıya maruz kal-
dığı hakkındaki duyuşlarım kendi dünyamın en keskin gerçeğidir.
Geçen zaman fikri istikâmet itibârıyle, fikrin muhtevâsındaki
isabet itibâriyle bizi haklı çıkarmıştır.
Şundan da eminim.
Toplumumuz ve kültürümüz 1980 öncesinde uğradığı çok
yönlü saldırıdan kurtulmuş değildir. Bilakis, toplumumuzdaki
milli değerlerine sâhiplenme, hak ve hukükuna sâhiplenme başa-
rısı arttıkça, saldıranların sayısı aleyhteki hamlelerin yoğunluğu
daha da artmış, kullanılan yöntemler gittikçe daha çirkefleşmiştir.
Bugün durduğum yerden baktığım zaman artık şurası da ke-
sindir; Türk kültürü ve toplumu bu saldırılardan asla kurtulama-
yacaktır. Bunun tarihi sebepleri, stratejik sebepleri, metafizik al-
gıya dayanan sebepleri vardır. Milletimiz insanlık tarihinde ifâ
ettiği büyük ve iftihar kaynağı olacak misyonu, o misyonu ayakta
tutan sosyal yapısı ve kurumları, ahlâkı, düşünce biçimi ve inanç
üslübu itibâriyle, var olduğu müddetçe o saldırılara muhatap ola-
cak. Çünkü milletimizin misyonunda âdetâ mutlak denilebilecek
bir adâlet ilkesi belirleyici olagelmiştir.
Direncimin bir diğer sebebi de ulaştığım hükümleri denetle-
meme imkân veren bir kültür zemini bulmuş olmamdır. O zemin
özellikle 84-94 arasında Kubbealtı Vakfı'ndaki Neşriyat Müdür-
lüğüm ve kültür faaliyetlerini koordine görevim esnâsında beni
çok besleyen bir zemindir.
O yıllar Türk entelektüel birikimini hakkıyla temsil eden öncü
ilim ve fikir adamlarımızı yakinen tanımış olduğum bir dönem-
dir. Bir yandan o insanları tanıyor, görüşüyor, konuşuyor; diğer
yandan da onlardaki birikimi yeni kuşaklara kazandırmaya ça-
balıyorduk.
63
Dolayısıyla tahsil hayatımızdaki tarih ve felsefe nosyonu, bu
on sene zarfında diğer sosyal, kültürel, dini, siyâsi ve ekonomik
alan bilgileriyle harmanlanmıştır. Birkaç isim söyleyeyim. Sabri
Ülgener, Turan Yazgan, Sabahattin Zaim, Nevzat Yalçıntaş,
Agâh Oktay Güner... ve benzeri emsal isimlerle ekonomi, kül-
tür, siyâset ilişkilerini çok konuştuk ve tartıştık. Gene Cemil Me-
riç, Amiran Kurtkan, Süleyman Yalçın, Mehmet Aydın, Niyazi
Yıldırım Gençosmanoğlu, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Emin
Işık... benzeri isimler sosyal yapı kültür, siyâset ilişkileri düzle-
minde bize çok değerli katkılar yaptılar. Ekrem Hakkı Ayverdi,
Semâvi Eyice, Turgut Cansever, Uğur Derman, Tarık Buğra, Ci-
nuçen Tanrıkorur... gibi isimler ile Türk sanatları ve sanat tarihi
üzerine baha biçilmez alışverişimiz olmuştur. Keza başta Nihat
Keklik hocam olmak üzere Teoman Duralı, Şafak Ural, İsmail
Yakıt, Ali Murat Daryal, Kenan Gürsoy, Ahmet İnam, Hüsamet-
tin Aslan, Ahmet Cevizci ve emsâli yeni kuşak veyâ bizim ku-
şaktan dostlarla Türk düşüncesinin dünü, bugünü ve yarını üze-
rine çok yoğun tartışmalar yaptık. Kâmuran Gürün, Kâmuran
İnan, Coşkun Kırca gibi bugün merhum olmuş diplomasi üstad-
larıyla seminer, konferans çalışmaları yaptık. Altan Öymen, Mu-
rat Belge gibi önde gelen sol, sosyal demokrat isimlerle müzâ-
kerelerimiz oldu...
Yâni sözü uzatmayalım, isimleri daha da arttırabilirim. Ama
tefâhüre girmesinden endişe ederim. Direncimin sebebini soru-
yorsunuz ya, benim yöntemim bir miktar Yahyâ Kemal'inkine
benziyor. Ben tespit, buluş ve fikirlerimi yazıp kamuoyuna ar-
zetmeden evvel, yıllarca zikrettiğim ve emsâli isimlerle müzâ-
kere ettim. Defâlarca bunların ikazlarına muhatap oldum. Meselâ
Coşkun Kırca ile Vakıf'taki resmi programımız tamamlandık-
tan sonra saat 20.00 den 24.00 e kadar unutulmaz bir sohbet
64
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

yapmıştık. Türk Müslümanlığı konusu etrafındaki açıklamala-


rımı dinledikten sonra; ki, henüz yayınlamış değildim, merhum:
“Sait Bey, üzerinizde çok büyük vebal var. Bu toplumun
bu görüş ve değerlendirmeye olan ihtiyacı çok büyük. Lütfen
zaman kaybetmeyin”
ikazı zaman zaman kulaklarımda çınlamıştır. Konferans ko-
nuşmalarını metne çevirdiğim ilk örnekten sonra bir daha kont-
rol etmeden sonraki konuşmalarını bana emanet eden merhum
Türkçe üstâdı Muharrem Ergin'i de burada saygıyla yâd ediyorum.
Yâni azizim, bizim yazıya döküp kamuoyuna sunduklarımız,
zannedilmesin ki bir kapalı oda çalışmasıdır.
Yıllarca arayış, müzâkere, tenkit ve sorgulamadan geçmiş,
neredeyse mümkün olacak her türlü suâle muhâtap olmuş, sayı-
sız entelektüelin denemesinden geçmiş görüşlerdir. Dolayısıyla
bende bir tereddütten ve şüpheden ziyâde, belki fikrin ağırlığını
taşıyamama endişesi olmuştur.
Gerçi o endişede haklı olduğumu şimdi de düşünüyorum.
Bu büyük medeniyetin sorumluluğunun bizim zayıf omuz-
larımız tarafından kaldırılması mümkün değil.
Aslında bizim ortaya koyduğumuz ürünler, olması gereke-
nin yanında hiçbir şey değil. Belki sâdece bizden sonraki kuşağa
ipuçlarını görsünler diye bırakılmış bir işâret, ipucu yerine sayı-
labilir. Ben hep ele aldığım problemlerin yüzlerce doktora çalış-
masıyla ikmal edilmesi gerektiğini düşünmüşümdür.
Yahyâ Kemâl diyor ya, “İnsanlık indinde bugün iki meçhul
kaldı. Coğrafyada kutup, tarihte Türklük”...
Evet, Türklük hâlâ ortaya çıkan bütün ipuçlarına rağmen dili,
düşüncesi, sanatı, siyâseti, inanç okulları, sosyal yapısı... hâsılı
medeniyetinin bütün unsurlarıyla bir kayıp kıta gibi el değme-
miş duruyor.
Düşünebiyor musunuz? Yeryüzünün en uzun sürmüş, bu-
günün tabiriyle söylersek, süper güç nitelikli hâkimiyeti bizde.

65
Sait Başer

Roma'yı da Bizans'ı da sahneden silen güç biziz. İslâma girdikten


itibâren İslâm ümmetinin tartışmasız tek siyâsi gücüyüz.
Dünya tarihçileri diyorlar ki, Çine devlet kültürünü götüren-
ler Türk hânedanlarıdır.
İngiliz sömürgeciliğine mukâbil, Hindistanda Türk hâkimiyet
asırları var. Ruslar daha Kanüni zamanında kayda değmezdiler.
Yunan düşüncesini Farâbi ve İbn-i Sinâ'nın dikkati uyandırdı.
Şimdi bakıyorum Çin bir medeniyet grubudur, Hindistan bir
medeniyet grubudur, Ortodoks Slav grupları öyledir, Arap-İslâm
dünyası bir medeniyet topluluğudur, XX. Yüzyıla kadar Türk idâ-
resindeki İran'ın bir medeniyeti vardır; ama dünyada en uzun
süreli hükümranlık sâhibi olmuş, Atlas Okyanusu'ndan Pasifike
kadar coğrafyanın efendisi oluşu su götürmeyen Türk'ün kim-
liğini tartışıyorsunuz, diline, dinine, sanatına zerre kadar değer
vermiyorsunuz...
Dahası yüzyıl öncesine kadar cihânın önde gelen bir gücünü
Anadolu'ya sıkıştırmışsınız ve burada bile ona hayat hakkını çok
görüyorsunuz.
Tarihte hiç olmamış, Süriye, Irak hattâ İran, hele hele İsrâil
bile akademik, felsefi, ilmi yönlerden saygıdeğer; ama neredeyse
zımni bir dünya ittifâkıyla ve o ittifâka içimizden katılan profan
gürühun da katılımıyla Türk barbar, vahşi, sanki dünyanın tek
problem kaynağı.
Azizim çok uzağa gitmeye lüzum yok. Bizden birilerini ko-
nuşturmak da şart değil. En düşkün zamanlarımızda; “Ordu mağ-
lup, vatan yaslıyken” ülkemize gelen Pier Loti, Cloude Farrer'i
de mi okumuyoruz?
Pier Loti çığlık çığlığa feryad etmişti. “İnsanlığın merhamet
damarını imha etmeyin” diye seslenmişti dindaşlarına.
Evet direnç diyordunuz, bu bir direnç değil azizim, can havlidir.

66.
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

SORU
Sizin bu açıklamayı öne sürdüğünüz günlerin konjonktürü
itibâriyle zâten paramparça olan fikir hayatımızın sonu gel-
mez bir polemiğe yuvarlanması ihtimâlinden korkmadınız mı?
Yoksa amacınız o parçalardan bir parça da sizin görüşü-
nüz veya görüşünüzün taraftarları olması mıydı?
Kendinize bir taraftar kitlesi kazanmak için mi bunu yap-
tınız?

CEVAP
Bir savunma içgüdüsüyle “öyle değil, böyle!” demek istemem.
Size başımdan geçen birkaç örnek olay aktarayım.
İsteseniz son cümlenizden girelim. Tabii bu soru sorulur.
Çünkü Türk toplumu kâh yerli maskeli yabancı, kâh yaban-
cılaşmış yerlilerin av alanıdır. Gelirsiniz bu toplumdan bilmem
kaç kuşaktan beri kendi varlık değerleri kaybettirilmiş mâsum
kitleleri medya, sinema, tiyatro, moda veya ideolojilerle yaka-
lar; din adına, ideoloji adına, moda adına, spor klübü adına av-
lar, kimlik üniformalarıyla standardize eder, etinden, yünün-
den, sütünden istifâde edersiniz.
Gerektikçe birbirleriyle döğüştürür, küresel patronların ra-
kibi olabilecek asli değerleriyle buluşmasını önlersiniz.
Bu hem grup koordinatörlerinin, hocâfendilerin, ideologla-
rın, bunları “arka bahçesi” sanan siyâsetçilerin işine gelir; hem
de maskeli balodaki asıl patronların.
Mâdem ki oyun budur, Sait Başer'in yaptığı da belki bir grup
kurma çabasıdır, değil mi?
Hayır, efendim!
Vaktiyle Bülent Ecevif'in danışmanlarından Niyazi Öktem
ve uzun zaman itimat ettiği milletvekillerinden biri olan Gaffar
Yakın bizim görüşlerimize hayli ilgi gösterdiler. Allah ömürler
67
versin. Her ikisi de sağ bugün. Kezâ Süleyman Demirel'in Cum-
hurbaşkanlığı'nda genel sekreterliğini yapmış Vahit Erdem bizim
Türk Müslümanlığı fikrini ilk taslak metne çevirdiğimiz günlerde,
İlhan Ayverdi aracılığıyla bizden istetti. Vahit Erdem de sağdır.
Bugün FETÖ adıyla anılan grup da Türk Müslümanlığı fik-
rini sâhiplenmeyi denedi. Konunun câzibesiyle yaptıkları ilk ham-
leden sonra kendi pozisyonlarına, düşüncelerine uygun görme-
miş olacaklar ki, o ilk hamlenin aksine özellikle Hilmi Yavuz'u
öne sürerek aleyhte bir tutum takındılar. Sevgili İrfan Çiftçi İs-
tanbul B. Belediyesi Kültür AŞ.nin başında iken, Tayyip Bey Be-
lediye Başkanı'ydı. Basıldığı ay, “ayın kitabı” olarak ilan etti.
Kamuoyunun tartışmasını istedi. Fakat gerisi gelmedi. Ülkücü
cenahtan Avrasyabir Vakfı, Cemal Reşit Rey Salonu'nda yap-
tığı bir toplantıyla bizi ödüllendirdi. 2011'de bir “Başbakanlık
görevlisi”nin dâvetiyle sevgili bir dostun yazıhânesinde yaptığı-
mız görüşmede bana: “Bugünün en dinamik ve toplumda kar-
şılık bulabilecek görüşün sâhibisiniz. Bu görüşün siyâseti na-
sıl yapılır?” diye de soruldu...
Bunlar birkaç örnek.
Türkiyede solun, toplumu kucaklayan ve geleceğinin endişe-
sini taşıyan bir karakteri olduğuna inanmıyorum, hiç inanmadım.
Dolayısıyla solun ilgisi, samimiyetini ispatlamadıkça gözümde
bir değer taşımaz. Ecevit'in Türk kimliği hakkındaki kanaati
kuvvetle muhtemeldir ki, bizden alınmıştı. Tabii eksik ve yanlış
olarak. Beni hiç heyecanlandırmamıştır. Vahit Erdem'in bizim
görüşlerimizi Cumhurbaşkanlığı indinde değerlendirme talebi
İlhan Ayverdi hanımefendi tarafından bana iletildiğinde: “Sayın
Demirelin bizim tezimizi, bizim arzumuza zıt yöne kullan-
masından endişe ederiz. Bizi affedin efendim” cevabını verdi-
gimi, metni göndermediğimi buraya kaydedeyim. Ülkücü cenâ-
hın ise zaman zaman çok istekli ve meraklı ilgilerine muhâtap
olduğumu söylemeliyim. Ama hiçbir zaman bu ilgi resmi bir

68
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

müzâkere niteliğine bürünmemiştir. Ucundan kenarından kon-


jonktür zorladıkça, kısmi kullanış yöntemiyle ve bize sorulma-
dan alıntılar yapıldığına ise zaman zaman şâhit oldum. O “Baş-
bakanlık Görevlisi”ne verdiğim cevap ise şu idi: “Beyefendi,
ben siyâset adamı değilim. İdeolog hiç değilim. Tarihime ve
medeniyetimin mâcerâsına dâir, fikri ve ilmi mesâi gösteren
bir kardeşinizim. Bizim ortaya koyduğumuz açıklamadan çı-
kabilecek siyâsi bir potansiyel varsa onu düşünmek sizin işi-
nizdir. Ben görüşlerimi yazıp yayınlıyorum...”
Evet!

SORU
Anlıyoruz Hocam. Ama bu fikrin siyâsette bir karşılığı
yok mu? En azından sizin fikriniz adına siyâsetten bir bek-
lentiniz yok mu? Fikrin siyâsetten tamâmen bağımsız oldu-
ğunu mu söylüyorsunuz?

CEVAP
Kesinlikle hayır.
Türk Müslümanlığı düşüncesi bir yönüyle siyâsi tarihtir.
Siyâsetin bir tarihi varsa geleceği de vardır. Hattâ belki bu gö-
rüşün en müdir unsuru siyâsi yüzüdür. Türk Müslümanlığı'nın
bir siyâseti olmuştur ve gelecekte de olmalıdır. Ama özü itibâ-
riyle Türk Müslmanlığı'nın en karakteristik, belirleyici yönü on-
tolojisidir. Ondan sonra bilgi, ondan sonra ahlâk anlayışıdır.
Türk Müslümanlığı'nı tarih içindeki seyri itibâriyle ele aldığı-
nız zaman, Türklüğün muktedir çağının bu anlayışın hüküm sür-
düğü çağa tekâbül ettiği açıktır. Yaralanması da tamâmen siyâset
sebebiyle vukü bulmuştur. Bizi tâkip edenlerin bileceği gibi, bi-
zim her fırsatta Şah İsmâil-Yavuz Selim siyâsi rekâbetini hüzün
ve kahırla dillendirişimiz işte odur. Eğer Türk Müslümanlığı'nı

69
yeniden anlamak, güncellemek, medeniyetimizin tekrar ayağa
kalkmasını sağlamak istiyorsak, onarılmasını da siyâset müdâ-
hale etmeden yapamayız.
Benim yukarıda anlattığım örnekler Türkiye'nin mevcut kon-
jonktürü içinde çıkar esaslı ve kimin kime angaje olduğu belir-
siz siyâset figürlerine duyduğum güvensizlik dolayısıyladır. Yoksa
inanmış ve milletinin geleceğini hiçbir şeye değişmeyecek ehil
bir siyâsi kadro söz konusu olsa, canla başla destek olurdum.
Ha, bu arada şunu da söyleyeyim. Fikrin karakteri ve tarih için-
deki fonksiyonu bakımından günlük siyâsetle alâkasını reddet-
memekle berâber, ben Sait Başer olarak, bu tezin zihnimde şe-
killenmesinden bu yana şâhit olduğum siyâsi yapı içinde bir rol
üstlenebileceğim ortamı hiç bulmadım. Sâde bir seçmen olarak
elbette siyâsi bir tercihte bulundum. Ama tercihlerim mevcut
siyâset anlayışlarından herhangi biriyle tam bir mutâbakat üze-
rine hiç oturmadı. Tercihlerim ehven-i şere rızâ veyâ o meşhur
tâbirle “yetmez ama evet” hükmünün ifâdesidir.
Bu çerçevede ise aktif siyâset için gerekli muvâzaaya rızâ ve
kalın derili olma şartını hiç içime sindirmedim.

SORU
1980'lerden bu yana ısrar ve azimle öne sürdüğünüz fikrin
ardında durmaktan dolayı ne tür kazanımlarınız oldu? Şunu
demek istiyorum. Bu ısrar size maddi bir servet kazandırdı
mı? Akademi dünyası nezdinde herhangi bir ödül, taltif veya
bir unvan mı elde ettiniz? Yahut bürokrasi ve siyâsette, dev-
let aklı veya onu temsil eden birileri sizden yararlanma veya
onore etme adına sizi baş tacı mı ettiler?

CEVAP
Azizim söylediğiniz ve söylemediğiniz türden bir takım “ka-
zanımlarım” olsa idi, bunun bir takım yansımalarından mutlaka

70
, Töre'nninn Türküüü Türk'üünn Müslümanlığı

haberdar olurdunuz.zı ZiyâGökalp, Yahyâ Kemale bir gün “Türk


tarihinde büyük bir filozof aradığını” söylemiş ve onu “Bir-
gün mutlaka bulacağım, üstâdım” demiş. Büyük şâir de güle-
rek: “Ziya Bey, aradığınız vasıfta bir büyük filozof olsaydı, siz
onu aramaz, önünüzde hazır bulurdunuz” diye cevap vermiş.
Eğer biz akademi, bürokrasi veya kamuoyu nezdinde bir taltif
ve açık ödüllendirmeye muhâtap olsaydık, akademi bizi hazme-
der, biz de 55 yaşında emekliliğimizi istemezdik. “Başbakanlık
görevlisi” kimseler gayr-ı resmi görüşme taleplerini açıktan ya-
parlar. Bu da kamuoyuna âşikâr olurdu. Cumhurbaşkanlığı genel
sekreterleri “yazdığın metni ver, sen ortadan kaybol” demez-
ler, fikri bizden dinleyip Çankaya'ya koşturan İsmet Bozdağ'dan
değil, sâhibinden dinlemeyi tercih ederlerdi. Vs.vs.
Ama bizim bir kazancımız vardır.
İddiâlı olmak bizim kültürümüzün sevmediği bir huy. Onun
için bir iddiâ olsun diye söylemiyorum. Ama benim de fikir ta-
rihimiz hakkında bir kanaatim var. İdeolojik, felsefi, fikri, edebi
hiçbir cereyan Türk Müslümanlığı kadar, görünür bir sahip gü-
cün desteği olmadan, mütemâdiyen pozitif yönde gelişip, derin-
leşerek kamuoyunu yanına çekmemiş, zıt kutupları bir araya ge-
tirmemiştir.
Türk Müslümanlığı tezi, esas itibârıyle bizim medeni vâkıâ-
mızdır. Bizim cılız imkânlarımızla dile geldiği halde, için için
topluma sinmiş ve her cenah o vâkıâ ile tanıştıkça orada kendi-
sini ifâde edecek bir imkân bulmuştur. Türk Müslümanlığı, Ya-
vuz Selim öncesinde henüz Alevi-Sünni diye ayrışmamış top-
lumumuzdaki hikmet geleneğinin adıdır. Dolayısıyla Maturidi
ve Yesevi kendini Alevi diye tanımlayanların da Sünni diye ta-
nımlayanların da ortak otoritesidir. Günümüzün tercümeci İs-
lâmcıları Maturidi ismi etrâfında oluşan polemiğe başlangıçta
ihtiyatla ve sanki itiraz eder gibi baktıkları halde, zamanla ken-
dilerine İmam Maturidide bir tarihi kök bulmaya başlamışlardır.

m
Sait Başer

Alevilik'ten sol'a kayan (ki genellikle Türk sol'u o sürecin ürünü-


dür) kitle, ilk defâ kendilerini bir büyük haşmet tarihinin sınıf-
sız ve adâletçi bir anlayışın çocukları olarak bulabilmektedirler.
Laik eğitim üzerinden yabancı hayranlığı tahakkümüne düşen
birçok “aydın”ın Türk Müslümanlığı ile tanıştığı takdirde göz-
leri parlamaktadır. Hele felsefeyle ünsiyet kurup, Batı felsefesi
önünde savrulan filozof tâifemiz, Batı dünyasındaki aydınlan-
macı, idealist ve amprist felsefi uyanışlarının ardında, Maturidi
etkisinden ilham alarak ruhban ve aristokrat tahakkümünü kı-
ran Protestanlığın bulunduğunu daha yeni yeni keşfediyorlar.
İnşallah umudum ileride büyük klasik edebiyâtımızda ve ta-
savvuf geleneğimizde ifâdesini bulan engin düşünceyi de fikri kıy-
metiyle birlikte anlayacakları günleri görmektir. Bildiğim birkaç
örnek felsefe profesörümüz, ki aralarında Ahmet İnam, Ayhan
Bıçak, Milay Köktürk, Mahmut Kaya, İsmail Yakıt gibi isimler
var, bu konuda bize ümit veriyor.
Yani biz 1990 dan itibâren bu başlığı makale ve kitaplarımızda
kullandığımız günlere göre, o zamanlar açıklamamızı hayret ve
şaşkınlıkla karşılayan kamuoyu, bugün neredeyse bizim söyle-
diğimiz birçok konuyu bir yaygın ansiklopedik bilgi gibi konu-
şur olmuştur.
Bizi bilen vardır. Bilmeyen çoktur. Sonuç bizim için fevkalâde
hayırlı bir sonuçtur.
Varılması gereken son nokta tabii ki bu değil. Ama toplum
nezdinde ortak bir müteârife hâline gelen farkındalık, elbette za-
man içinde çok daha yaygın, çok daha somut sonuçlar verecek
ve bilhassa kendi müesseselerine kavuşacaktır.

SORU
Bugün sizin tetiklediğiniz bu müzâkere başladığı noktadan
şimdiki yaygınlık ve zenginliğe geldiğine göre bu tartışmanın

72
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

seyri, tarafları, unsurları, sebep olduğu faydalar, zararlar, ka-


zandırdığı ufuklar yahut kayıpları ele alan bir araştırma ya-
pılması fikrini nasıl karşılarsınız?

CEVAP
Fevkalâde isâbetli olur.
Konu sâdece ortaya çıkan seyrin tesbitinden ibâret bir fayda
getirmez.
Elbette ki bu da önemli bir fayda.
Türkiyede sosyal bilimler sâhası, bir çok problem alanını or-
yantalist perspektiften yâhut artık bugün zamanı geçmiş kon-
jonktür ve ihtiyaçlara göre belirlenmiş eski ustaların verdiği is-
tikametlere kilitlenmişti.
Hâlbuki Türk Müslümanlığı konusu, siyâsi tarih, medeni-
yet tarihi, dinler tarihi, eğitim tarihi, müesseseler tarihi, dü-
şünce tarihi, sanat tarihi, sosyoloji, iktisat tarihi, sosyal psi-
koloji, mezhepler tarihi, tarikatler tarihi, kelam, fıkıh, tefsir,
tasavvuf, tasavvuf tarihi, felsefe, hermenonik, anlama ve bey-
nin fonksiyonları, değerler dünyası, değerlerin yeniden inşası
gibi alanlarda bize yepyeni perspektifler, farkındalıklar, yeniden
inşa imkânları vermektedir. Siyâset bilimi dahi bu ana güzergâha
bağlı bir gelişme imkânına kavuşmaktadır. Vaktiyle değerli ulus-
lar arası ilişkiler uzmanlarımızdan sayın Prof. Dr. Hasan Ünal,
Türk Müslümanlığı perspektifinin Türkiye'nin Balkanlar politika-
sına getirdiği çözümleme imkânları konulu bir çalışma yapmıştı.
Yâni fikri kuran ve tespit eden birisi olduğum halde, Hasan
Hoca'nın Türk Müslümanlığı tartışmalarının alevlendiği günlerde
yazdığı o yazı, bana hayli güç vermişti. Demek istiyorum ki, ya-
pılan çalışmaların biraraya getirilmesi, konuya dâir müzâkerele-
rin zaman içinde olgunlaşması öyle sanıyorum ki, bize şimdiye
kadar denediğimiz durum muhâkamelerinin ötesinde bir bakış
ve fikir üretme imkânı kazandırmaktadır. Bu büyük başlığın altı
: 73
Sait Başer

doldukça, belki Türk toplumuyla aydınları arasındaki yabancılaş-


manın devâsı da olacaktır. Kezâ son dönemdeki İslâmcı iktidârın
başlangıçtaki ütopik ümmetçiliğinin yerini reel politiğin de des-
teğiyle daha doğru, isâbetli; geleceği planlamada elimizden tuta-
cak bir teorik yapı da kazanılacaktır.
En azından gelişmenin bu yönde olduğunu gözlemliyorum.
Yola çıkarken bir homojen ümmet hayâline bağlı olan İslâm-
cılığın Şii, Vehhâbi, Selefi, modern radikalist, eylemci, militarist,
Hârici ve bin türlü popülist yaklaşım karşısında kendi tecrübe
haznesinin değerini gördüğü; yola devam edebilmesinin, kendi
tecrübesinin değerlendirilmesine, istikâmetini bulmasına bağlı
olduğu kanaatindeyim.
Bunlar az kazançlar mı?
“Türk Müslümanlığı'nın farkedilmesi ve işlenmesi 1990'lar-
dan sonra mı olmalıydı?” diyebilirsiniz. Evet bu soru etrâfında
tartışabileceğimiz bir çok konu var. Elbette, bizim bir araya getir-
diğimiz görüşlerin, yeniden sistematize ettiğimiz modelin birçok
unsuru, ipucu bizden önceki akademi ve fikir dünyası mensup-
larınca kullanılmıştır. Ama derli toplu bir genel değerlendirme
hamlesini 1990 öncesinde maalesef göremiyoruz. Yahyâ Kemâl,
Fuat Köprülü, Nihat Sâmi Banarlı, Sâmiha Ayverdi gibi bâzı
isimlerde kayda değer unsurlar bulsak da, bizim sunmaya çalış-
tığımız açıklama, sistematik çerçeve kendi bütünlük ve akışıyla
fark edilmemişti.
Meselâ Osmanlı tarihinde duraklamanın XVI. Asırda başladı-
gına dâir bir genel kabul ve buna dönük bir açıklama modeli vardı.
O modelde; Devlet-i Aliyye'nin tabii sınırlarına ulaşması, Av-
rupada Rönesans'ın gerçekleştirilmesi, Amerika'nın keşfinin Avru-
pa'yı besleyişi, sömürge faaliyetlerinin yaygınlaşması, coğrâfi ke-
şiflerin hızlanması... gibi dış faktörler yanında; saltanat âilesinin
artık dâhi sultanlar yetiştirmeyişi, şehzâde valilik müessesesinin

74
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

kaldırılması, ekonominin hantallaşması, askeri teknolojinin ve


eğitim yönteminin eskimesi, ahlâki çözülme, rüşvetin yaygınlaş-
ması vs. üzerinde durulurken, meselâ medresenin bozulmasından
bahsederler de bunun sebebini açıklamazlar. Ahlâki bozulmadan
söz eder, gene keza nefs mürâkabesinin neden zayıfladığı soru-
suna girmezler. Toplumsal rehâveti XVI., XVII. asırlara atfetmek
kolaydır. Yoksa pekâlâ rehâvetin sebebi kudret ise, bunun Fâtih
zamanında da Yavuz zamanında da geçerli olabilme gerekçele-
rini bulursunuz. Rehâvet niçin XVI.-XVII. Asırda ortaya çıksın?
Tespit doğru, açıklama önemli ölçüde eksik veyâ yanlıştır.
Kimse adâlet mihverli Türk kültürünün neden aşk mihverli bir
düzleme intikal ettiğini, bir problem olarak bile görmüş değildir.
Kimse tahkik temelli inanç üslübumuzun nasıl olmuş da fak-
lit eksenli bir güzergâha oturduğuna kafa yormamıştır.
Kimse tıptan astronomiye, psikolojiden metalurjiye kadar ge-
niş bir yelpâzede yürüyen eğitim-öğretim faaliyetinin, nasıl olup
da neredeyse sırf Dârül-Hadis ve Dârü i-Kurrâlar'a indirgendi-
ğini soruşturmamıştır.
Çünkü açıklama modellerimiz çöküş dönemi ıslâhat lâyiha-
ları olageldi. O lâyihalar ise, problem tespitinde büyük ölçüde ek-
sik kaldılar ve birbirlerini tekrar ettiler.
Bu milletin kültürüne, irfânına emeği geçen bütün eski us-
talarımızı saygıyla anıyorum. Ancak klasik Osmanlı lâyiha yazı-
cılığı ile modern sosyal bilimlerin kullandığı açıklama modelleri
birbirinin devamı gibidir.
Batılı metodoloji içinde konuşmak probleme dâir yeni teş-
hisleriniz yoksa sizin dertlerinize derman olmuyor. Bu konulara
yeni bir pencereden bakmak ve gerek klasik Osmanlı ulemâsını
gerek oryantalist yaklaşımları tekrardan kurtulmak şarttır.
O yaklaşımların ikisi de bizim yaramıza merhem olmamıştır.

75
Sait Başer

Biraz sözü yorduk sanıyorum.


Türk Müslümanlığı başlığı etrafında, son 30 yılda ortaya çı-
kan fikir bereketi, tedavisiz sanılan birçok sıkıntının anlaşılıp çö-
zümüne yönelmenin imkânlarını ortaya çıkarttı.
Ben inanıyorum ki, Türk Müslümanlığı doğru muydu yanlış
mıydı merhalesini atlayıp; o noktadan toplumsal, siyâsi, kurumsal,
dini, felsefi meselelerimize bir daha baksak, toplum olarak has-
talıklarımızı daha çabuk görecek, daha çabuk iyileştirebileceğiz.
Dolayısıyla Türk Müslümanlığı üzerine doğan akademik
ve fikri üretimin bereketi, şimdiye kadar ortaya çıkandan yüz-
lerce kat daha faydalı, feyizli ve bereketli olacak. İnşallah o gün-
leri göreceğiz.
Artık konu kimsenin tekelinde değil.
Belli bir disiplinin sınırlarına hapsedilmiş değil.
Belli bir ideolojik grubun tahakkümünde değil.
Bir siyâsi ideolojiye dönüşüp, milli mutâbakat konusu olma
şansını yitirmiş değil. Gördüğüm örneklere bakınca, siyâset bi-
limcilerimizden tarihçilerimize, sosyologlarımızdan ilâhiyatçıla-
rımıza, felsefecilerimizden sanat tarihçilerimize kadar birçok alan
mensubu tarafından ele alınıyor. Hattâ müzisyenlerimizin bile bu
açıklama modelinden çok feyizlendiklerini örnek bazı müziko-
logların ifâdelerinden biliyorum.
Elhâsıl sorunuzun isâbetini teslim ediyorum.

SORU
Türk Müslümanlığı konusu üzerine yapılan araştırmaların
genel seyri içinde sizi rahatsız eden tarz ve örnekler var mı?
Bu tartışmayı başlatan birisi olarak hep siz tenkit edilecek de-
ğilsiniz ya. Fikrin tekâmül seyrine dâir eleştirileriniz neler?

76
Töre'nin Türk'ü Türk'ün » Müslümanlığı

Var!
Fikir piyasasına bir ürün sunulduğunda, toplumsal aklın ge-
nel perspektifleri ile o fikir buluşur veya buluşuyor.
Fikri tertip eden akıl ne kadar zengin ufuklar içinde hareket
etse de, üretimini kendi birikim ve tecrübesi belirliyor, elbette
diğer bir yönüyle de sınırlıyor.
Özgür düşünce denilen şey, esâsen nihâyetsiz bir hareket im-
kânı değil. Ne kadar özgür olusanız olun, ne kadar zengin ufuk-
larda at koşturursanız koşturun, toplumsal aklın bin bir perspek-
tiften bakışı ve bin bir ağızla konuşması yanında, sizin sözüm
ona özgürlüğünüz herşeye rağmen kendi yetenek ve birikimi-
nizle sınırlı kalıyor.
Hangi düşünürün sözüydü hatırlamıyorum, bir söz var ya:
“İnsan görünüşte özgür, hakikatte mahkümdur” der. Bizim öz-
gürlüğümüz de kendimize mahküm bir özgürlük. Biz bir fikri,
bir açıklama modelini tespit, teşhis ve sentezlemiş olabiliriz. Ama
kabul ediyorum ki, bizim ortaya koyduğumuz inanma, anlama
ve açıklama modeli, arıların topladıkları bal özünü ağızdan ağıza
aktarıp peteğe koyarken herbir arının emeğinin bala dönüştü-
rülmesi gibi, bizden sonraki çalışmalarla zenginleşiyor ve kıvam
buluyor. Bir Sâim Yeprem, Cahit Baltacı, Ruhi Fığlalı, Hüseyin
Atay, Süleyman Ateş, Süleyman Uludağ, Mustafa Kara, Hilmi
Özden, Mevlüt Uyanık, Sönmez Kutlu, M. Erol Kılıç, Ekrem
Demirli, Tahsin Görgün, Hasan Onat, Kenan Gürsoy, Ahmet
İnam, Ömer Türker, Mustafa Tatçı, Taha Akyol, İzzettin Doğan,
Yılmaz Karakoyunlu, Nur Vergin, Durmuş Hocaoğlu, Gaffar
Yakın, Beşir Ayvazoğlu, Mustafa Öztürk, Sadık Yalsızuçanlar,
Ramazan Bakkal, İrfan Çiftçi, Dücane Cündioğlu, Hanifi Öz-
can, İlhan Kutluer, Beyza Bilgin, Mehmet Aydın, Gündüz Ak-
tan, Hasan Ünal, Mehmet Akif Okur, M.Niyazi Özdemir, İsmet
Bozdağ, Ahmet Kabaklı, Mustafa Fayda, Mustafa Aksoy, Yılmaz

m
Sait Başer

Soyyer, Rıza Zelyut, Turan Koç... ve akademide şimdi isimle-


rini sayamayacağım çok sayıda yüksek lisans ve doktora öğren-
cisi meseleleri tahkik ve tahkim konusunda gayet değerli katkı-
lar yaptılar, yapıyorlar.
Bu minval üzere çalışan gayretli ilim ve fikir insanlarımıza
medyün-ı şükrânım. Artık mevzü benim dile getirdiğim çer-
çeve ve muhtevâyı aşmış, zenginleşmiştir. Konu olgunlaşmaya
devam ediyor.
Ancak bizim beyan ettiğimiz tarihi mâcerâda durgunlaşma ve
çöküşün tarafında gördüğümüz Eşari- Müceddidi zihniyet dünya-
sının gayr-ı resmi mensuplarına dikkat çekmezsek olmaz. Gayr-ı
resmi diyorum, çünkü bilhassa Eşarilik nokta-i nazarından hare-
ketle söz alan kayda değmez birkaç isim dışında, o cenahın telâk-
kilerini savunmaya çalışanların çoğunluğu, bilhassa Maturidi
itikadı içinde olduklarını söylüyorlar. Ancak bizim Eşari - Mü-
ceddidi işbirliği dediğimiz noktada Müceddidi tasavvufla Eşari
kelam muhtevâsı arasındaki bilhassa ontolojik mutâbakat, ken-
disinin Maturidi olduğunu söyleyen Müceddidi eşhas tarafından
gizli veya örtülü bir muhâlefete uğramaktadır.
Maturidiliklerinden vaz geçemiyor, ama açıklamalarında
Maturidi telâkki'yi Hâlidi yorumuna fedâ ediyorlar.
Zaman zaman bu zümre arasında göregeldiğimiz bir takım
kişiler, süret-i haktan görünme edâsıyla Türk Müslümanlığı'nın
nirengi noktaları olarak belirttiğimiz isim ve eserler üzerine aka-
demik görünümlü çalışmalar yapıyor ve yaptırıyorlar. Bizim açık-
lama modelimizdeki meselâ Kutadgu Bilig hakkında, meselâ
Sadrettin Konevi üzerinde, Yahyâ Kemâle dâir değerlendirmele-
rimizi haksız çıkaracak şekilde, doğrudan Maturidi itikadı savu-
nurmuş gibi, onun görüşlerine Eşari perspektifini haklı çıkartma
derdiyle açıklamalar zerkederek bir takım ürünler de veriyorlar.
Burada bir iyi niyet görmüyorum. O cenâh, nefs-i müdâfa
adına kamuoyunu yanıltmaya ve Türk Müslümanlığı anlayışındaki

78
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

değerlerin içini boşaltmaya çalışıyorlar. Burada isim zikretmek


istemiyorum. Ama dikkatli okuyucuların ve alan sorumluluğunu
hisseden arkadaşların iyi niyetli çalışmalarla bu tür algı saptır-
ması gayeli ürünleri ayırdetmelerini diliyorum.
Evet, konu bütünüyle ortaya konulmuş değildir; ama ortaya
çıkan kısmı dahi, mevzüun ne kadar kritik ve muazzam bir ufuk
açtığını göstermeye yetiyor...
Bu durumu farkeden kötü niyetliler içinde bir de her zaman
olduğu gibi istihbarat oyunları ve ona eşlik eden bir oryantalist
telkin çabası bulunduğu fikrindeyim. Medyadaki belli mihrak-
lara angaje kalemşörlerin yarım yamalak, bilir bilmez, baştan
beri konunun adını değiştirmeye çalıştıkları da bir başka husus.
Efendim buna Anadolu Müslümanlığı desek ne olur muş?
Alevi-Bektâşi Geleneği desek ne olur muş?
Heteredoks İslâm desek ne olur muş?
Türkiye Müslümanlığı desek ne olur muş?
Ehi-i Beyt Müslümanlığı desek ne olur muş?
Osmanlı İslâmı desek ne olur muş?
Hoşgörü Müslümanlığı desek ne olur muş?
Ilımlı İslâm desek ne olur muş?..
Dikkat ediyor musunuz? Neredeyse, “Yeter ki Türk Müslü-
manlığı demeyin, ne deseniz râzıyız”, demeleri noksan.
Hâlbuki, Türk Müslümanlığı bir sac ayağı üzerine oturmak-
tadır. Ayaklardan biri Maturidi, biri İnam Âzam Ebü Hanife bir
diğeri de Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevidir.
İmâm-ı Âzam, daha Türkler müslüman olmadan önce irtihal
etmişti. Anadolu ile Türkiye ile bağlantısı düşünülemez.
Maturidi, 944'de daha Selçuklular sahneye çıkmadan Semer-
kand coğrafyasında yaşadı ve göçtü.
79
Sait Başer

Hoca Ahmet Yesevi ise 1160'larda bugünkü Kazakistanda ka-


lan Yesi'de yaşamış ve orada terk-i dünya eylemişti. Anadolu'yu
görmesi mevzubahis değildi.
Dolayısıyla Türkler'in alâmet-i fârikası olan inanç üslübu-
nun hukuk, itikat ve tasavvuf ayaklarını kuranları Anadolu'yla
Türkiye ile, Selçuklu veya Osmalı ile tarif ve tavsif mümkün de-
ğildir. Bu terkibin adı, ancak onu benimseyen kitle üzerinden ve-
rilebilir. Ve o terkibin şekillenip yaşadığı, yaşatıldığı yer ve top-
lum Türk coğrafyaları ve Türklerdir.
Bu anlayış, Bosna'da, da Kazanda da, Konyada da, Fer-
ganada da, Yeside de küçük, mahalli, öze dokunmayan fark-
lar bulunmakla berâber aynı anlayıştır.
Bir diğer husus, oryantalist ve istihbâri yönlendirmelerdir,
demiştik. Bu da başlı başına bir konu.
Biz 1998'de Türk Müslümanlığı başlığını harâretle konuşmaya
başladığımız vakit, Alman Der Spiegel dergisi bir haber yapmıştı.
Haberin sunuşunda bir tarafıyla son derece usta bir özet, diğer
tarafıyla da kışkırtıcı, bölücü ve çatıştırıcı bir dil ile:
“Türkiye Nakşiliği mi Bektâşiliği mi seçeceğini tartışıyor!”
demişti. Bir başka örnek olarak da Washington Üniversitesi
Türkoloji bölümünde Maturidilik üzerine çalışmalar yapıldığı ha-
beridir. Kulağımıza ulaşan bilgilere göre, aralarında Amerikalı-
lığı Türklüğüne galip gelmiş kimselerin de bulunduğu yarı aka-
demisyen yarı istihbaratçı isimler Maturidiliği bu defa “Kuzey
Müslümanlığı” adıyla işlemekteymişler.
Ne tuhaf değil mi?
İç kamuoyunda bir türlü, dış merkezlerde başka türlü kimlik
ve muhtevâ değiştirme çabaları birbirini kovalıyor, emeller bir-
birini tamamlıyor.
Bir husus daha var. İslâm'la başı hoş olmayan jekoben bir grup,
dini muhitlere dönük irticâ kampanyalarını, milli medeniyeti

80
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

hırpalama imkânı olarak bu konuya da bulaştırmış görünüyor-


lar. Bunlara göre de; Türk Müslümanlığı'nın laik sistemi meşrü-
laştırması, tek parti uygulamalarını aklaması, deist ve ateist yak-
laşımlara zihinlerin açılmasını sağlaması gerekiyor!
Ama hülâsâ olarak diyebilirim ki; bütün yönlendirme, içini
boşatma veya saptırma çabalarına rağmen, esas itibârıyle konu
milletin evlatlarınca anlaşılmış ve sâhiplenilmiştir. Ana güzergâ-
hın fikri salâbeti ve halk indindeki rağbeti o kadar sağlıklıdır ki,
bu yönlendirmeler şu ana kadar ne bir fitneye ne de itibar kay-
bına yol açabilmişlerdir.
Bize de şu anki yeküna baktığımızda şükretmek kalıyor.

81
eme
i
: fi wi

çi
iy

vr karim
ii :
esma
Li
Gl m
|
Mai

ri

j|
N

i
|

rimmi

calçi PİM
Mi li

iti W bni wi ı öliğbim


İyi ei oh ür Sd ie
Gü 9 of dp dük laeiakkapi, diz : ei
Ep Eğ Ey,resi
| ! ii ve liici iğ dil tir ON
4 Mbk Sn pain Kİ SN dm
| e |
erdi ri rr e res calMeri ür rd ç
rn yl bellilee elli Yakala ierik N
bü ABİ m di k iL Li yal :bila
ie Yal“eki
il İğ elirn
My nirengi R

tak by “e
ein ö İM ida iğ ikinHe

in öl Gl sanal z

al yi.a
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

TÜRK MÜSLÜMANLIĞI FİKRİNİ


MERKEZE ALINCA GÖRÜLEN
m e e
ği , Wei vE

ya KN
ii
> il UÜ Ni ir
04 N |
İ
N
Li i

4; di
i li 1 N
,
Mz v
LI iğ
J

1) hı ri i
| hi
i
di
j
f
PU il
mi ;

b N e
i i , e a
N 1 ii
i N w ”
;
diki b V vE kiyi

İ : ii4 ti
w i
( i
vi NG
İ |
i N
gi : w (1

7 ya 4 Li
; 119 i DM

( pad <5. ilikii

eN ydi vi) |
0! uy (ek,
vr inNi lal | oi N il
di Abm mL il i )
o i fe; Ni e yi A

, )
i AR
a aa m4 i vi çi yit
EİN.

ih

e , »
SORU
Sözün başına geri dönelim isterseniz.
İleri sürdüğünüz mazeretleri kabul edelim. Diyelim ki,
bu genişlikte âdetâ bir medeniyet açıklaması nitelikli konuyu
bir kişinin sırtına yüklemek insafsızlık olabilir. Konunun bür-
tün alt başlıkları, ilgileri, ilişkileri olağanüstü bir çaba isteye-
cektir. Siz tespit ettiğiniz bir ana güzergâh, belirlediğiniz ana
hatları ortaya çıkmış bir tablodan haber vermekle görevinizi
yapmış olabilirsiniz.
Bu vâdide sözünüzün tükenmiş olabileceğine ihtimal ver-
miyoruz.
Türk Müslümanlığı gibi bin bir dalı budağı bulunan devâsâ
bir konu, artık sizi ilgilendirmeyen bir dünyanın malı olamaz.
Mutlaka düşünmeye devam ediyorsunuz. Yazıyorsunuz.
Gene sizin ifâdenizle; yeni anlamlandırmalarınız, birikim
ve tecrübenizin ürünü olarak zuhür ediyor. Biz öyle düşünü-
yoruz ki, Sait Başer'in Türk Müslümanlığı üzerine sözü kolay
kolay bitmez. Dahası kanaatimizce konunun rühuna vâkıf, ana
çerçevesini yeniden inşâya cesâret etmiş birisi olarak sizin söy-
leyeceğiniz her cümle veyâ vereceğiniz işâret, sizden sonraki-
ler için çok önemli duraklar, hareket noktaları olabilecektir.
Türk Müslümanlığı ile ilgili akademik çalışmayı bırak-
mış olsanız bile, konu üzerinde artık düşünmüyor musunuz?

CEVAP
Elbette, haklısınız.
Düşünce de bir süreç içinde doğar yürür, gelişir, tamamlanır.
Hattâ tamamlanmaz yürür gider...

85
Sait Başer

Nasıl beni Türk Müslümanlığı başlığında karar ettiren bir ön


süreç var idiyse, Türk Müslümanlığı konusu yazıldıktan, kamuo-
yuna sunulduktan ve toplumsal bir ana gündem maddesi hâline
geldikten sonra da benim içimde elbette devam etti. Sanıyorum
ömrümüzün sonuna kadar da konu büyümeye devam edecek.
Benim arzum, bu dallı budaklı konunun akademik muhit-
lerimizde, aydın tabakamızda yeni sâhiplerle buluşması, cesâ-
metiyle mütenâsip bir yardımlaşmaya nâil olması idi. Nitekim
öyle de oldu.
Bu büyük başlığın adıma zimmetlenmesi ve o konuya dâir
her ihtiyaçta gözlerin bana çevrilmesi, doğru değildi. Konu be-
nim şahsıma âit olmadığı gibi, ben her sorunun cevabını bili-
yor da değilim.
Bilemem.
Dahası bilmek de istemem!..
Yani ben tarih ve felsefe üzerinden yürürken, mezhepler ta-
rihinin kıyıda köşede unutulmuş binlerce meselesiyle uğraşa-
mazdım, uğraşmak da istemezdim. Kezâ diğer bilim dalları, sa-
nat dalları için benzer bir reaksiyonum var.
Evet, düşünce bir süreçtir. Tecrübelerimiz ve birikimimiz için-
den doğarak gelişir, serpilir, devam eder. Bende de tabii ki devam
etti. Yani bir üniversiteyi bütünüyle meşgul edebilecek azametteki
konumuzun bütün sorumluluğunu kimse üstlenemezdi. Ne kadar
şerefli olursa olsun. O yükü omuzlayacak takat, kimde olabilir?
Ama dediğiniz gibi ben artık hangi problemle meşgul olursam
olayım, baktığım yere arkamdaki birikimin içinden bakıyorum.
Örnekler vereyim.
Bunlar belki genç arkadaşların çalışma hevesi duyacakları tez
konuları da olabilirler.
Mesela, sevgili İskender Pala'nın hatırına bir vakfın başkan-
lığını üstlendim biliyorsunuz: Divan Edebiyâtı Vakfı. Aklınıza
86.
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

kocaman kocaman bütçelerle, kadrolarla çalışan vakıflardan biri


gelmesin tabii.
Personelsiz ve bütçesiz bir vakıf bu. Personeli aynı zamanda
Mütevelli Heyeti'dir. Aramızda görev bölümüyle yürütüyoruz.
Neyse, bu vakfı üstlendikten sonra edebiyatçı olmadığım halde,
hattâ Divan Edebiyâtı şahsi ilgilerim içinde pek de ön sıralarda
yer tutmadığı halde, iş başa düşünce bir nüfüz etme, “bu nedir?”
diye bakma sorumluluğu ve mecbüriyeti hissettim.
Çok enteresan tabii.
Koskoca Divan Edebiyâtı, başlangıcından son mensubuna kadar
neredeyse ontolojik kabul itibâriyle fek sesli dev bir koro gibiydi.
Yâni Yesevi'nin Divân-ı Hikmet'inden alın Şeyh Galip Divâ-
nından çıkın.
Evet!
Dil, şiir tekniği, mazmunların gittikçe daha muhtevâlı ve
ifâde kabiliyeti yükselen seyri, gittikçe daha yüklü mısrâlar söy-
leyebilme kaabiliyetindeki artış gözardı edilemez. Ama karde-
şim, Yesevi'nin âleme bakışıyla, tâa günümüz şâiri sayabileceği-
miz Yahyâ Kemal arasında âdetâ bin yıl süren bir tema birliği,
bir fikr-i tâkip olabilir miydi?
Olmuş!
Acaba bu edebiyat aleyhindeki hava, düşmanlık bu yapıyı
unutturmak adına mıydı?
Edebiyatta gördüğüm yekpâre yapının bir nüshası da müsı-
kide karşımıza çıkıyor. Türk müsıkisi tepeden tırnağa bir Vah-
det-i Vücud müsıkisi.
Şeksiz, şüphesiz!
Benzer bir yapıyı mimâriye döndüğünüz vakit orada da
müşâhede edebiliyorsunuz.
87
Ben üç büyük mimar tanıdım. Merhum Ekrem Hakkı Ay-
verdi, merhum Turgut Cansever, - Allah uzun ömürler versin-
sevgili Hilmi Şenalp.
Ekrem ve Turgut beyler, hiçbir tereddüte mahal bırakmaya-
cak kadar net bir şekilde mimâri geçmişimizin ve muktesebâtı-
mızın Vahdet-i Vücud düşüncesiyle yaratıldığı kanaatindeydiler.
Hilmi Bey de günümüzde onların hayırlı bir halefi olarak eserler
veriyor. Bir miktar zamanımızdaki Müceddidi hâkimiyeti Hilmi
Bey üzerinde hafif çizgiler bıraksa da, o da mimâri uygulamala-
rını Sinan geleneği içinden çıkarma konusunda tavizsizdir. Tari-
himizde Vahdet-i Vücud'tan uzaklaştığımız asırların Batı taklidi
mimârisi, Hilmi Beye ilham kaynağı teşkil etmiyor. İla ahiri...
Örnekleri farklı sâhalarda çoğaltmak mümkün. Belki çoğal-
talım da.
Bilhassa Türkçeyle ilgili olarak müstakil bir başlık açmaya
değer.
Ancak hulâsâ bir cevap olması ve okuyucuyu teferruat içinde
bunaltmamak için kestirmeden hükmümüzü verebiliriz.
Evet, Türk Müslümanlığı çalışmamı yaparken, kendi kültür
kodlarına son derece yabancılaşmış bir toplumda, o toplumun
ana geleneğini keşif, inşâ ve ihyâ derdiyle “bakın burada ne var!”
diye ispat çabasındaydım.
Haksız değildim.
Toplum da benim anlattıklarımı hayretle dinliyordu.
Çünkü bilmiyordu, hâlâ da bilmiyor.
Gerçi ben o merhaleyi geride bıraktıktan sonra muhtelif tar-
tışmaların, saldırıların stresi, üzüntüleri olmadı değil; ama gide-
rek konu benim şahsımdan uzaklaştı.
Konuyu artık gündem profesyonellerimiz ve çok değerli yeni
araştırmacılar sâhiplendiler. Zâten zamanla, konu ilk konuşuldu-
gunda mevzilerini kaybetme telâşına kapılanlar da yeni duruma

88
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

intibak ettiler, Dolayısıyla ilk zamanlardaki telâşın yerini önemli


ölçüde anlama ve aydınlanma gayreti aldı.
Pek iyi oldu pek güzel oldu. Ama ben o stresi arkamda bı-
raktıktan sonra gördüm ki, meğer derya içinde bir balıkmışım
ve denizi târife çabalıyormuşum.
Tabii biz, Cumhüriyet'in imanını gevrettiği bir kültürün ka-
çıncı kuşak mahrümiyetiyle bakıyorduk. Dünyamız, dört bir ya-
nımız Batılı değerler ve moda rüzgârıyla sarılıydı. Elan da öyle
ya. Köklerine ve geleneğine sâhip çıkma derdindeki çoğu reaksi-
yoner grubun, o gelenekle organik bir temâsı yoktu, yok!..
İslâm adına konuşanlara baktığınızda günümüzün İslâmcı-
larında genel bir Vahdet-i Vücud aleyhtarlığı hâkim olduğun-
dan (acaba neden?), dinin onların söylediği şey olduğunu sanı-
yordunuz.
Meğer din o değilmiş!..
Son dönemde içimize giren, aslında modern, propan, poziti-
vizmi ve laikliği meşrulaştıran bir ısmarlama hareketmiş.
Meğer İslâmcısıyla, moderniyle, solcusuyla, laikiyle, hattâ
Türkçüsüyle biz kendi medeniyetimize muhâlefette imişiz!!!
Çok enteresandır.
Hani dini edebiyat, yüksek zümre edebiyâtı, klasik edebiyat,
daha açık ifâdesiyle “eski (püskü) edebiyat” diye burnumuzla
ittiğimiz edebiyat, daha düne kadar o geleneği bütün unsurla-
rıyla taşımaktaymış.
Ama Tanzimat'tan itibâren devlet öyle bir fatura kesmiş ki,
Eşari-Müceddidi grupların vebâli, verdiği hasar da bunların boy-
nuna asılıp yaftalanmış.
Gene çok enteresandır, Eşari-Müceddidi yapılar, dinin tek
mümessili edâsıyla hem Osmanlı'nın son asrında hem de Cun-
hüriyet döneminde en az resmi söylem kadar güçlü bir şekilde
devam etme imkânı bulabilmişler.

89
Sait Başer

Ben şimdi şüpheyle bakıyorum. Tanzimat'tan bu yana Po-


zitivizm'i ana istikamet belleyen devlet, bunları kendi varlığını
meşrülaştırabilme savunabilme imkânı olarak mı muhâfaza edi-
yor? Çünkü gerçekten birbirlerinden güç alıyorlar.
Sahneden çekilen ise, o çok beğendiğimiz ve övündüğümüz
Türk medeniyeti ile onu yaratan anlayış. Tabii toplum şaşkına
dönüyor. Demokrasi adına önüne sürülen iki alternatif var. As-
lında ikisi de kendi milli ontolojisinin hasımları.
Sonuç;
- Ölümlerden ölüm beğen!
Meseleler o kadar birbirine girmiş, çetrefilleşmiş ki, Vah-
det-i Vücudçu geleneğe bakıyorsunuz, “Tekke” ana başlığı al-
tında toplanmışlar. Veya günümüz İslâmcılarının kaynağı olan
Eşari-Müceddidi yapıya bakıyorsunuz, o da “Tekke” başlığının
altında mevzilenmiş.
Devletin modernleşme süreci ise pozitivizm paradigmasın-
dan gıdâlanıyor.
Güç onların elinde.
“Eski”ye satırı indirecek, indirmiş de. Satır “Tekke” genel
başlığının boynuna vuruluyor. Hâlbuki orada bir analiz yapılma-
lıydı. Aynı başlık altında birbirine zıt, rakip, hattâ hasım iki an-
layışın varlığı görülemez mi?
Bunlardan biri o çok övündüğümüz tarih ve medeniyetin
yuvası ve yaratıcısıyken, diğeri çürüten ve çökerten bir onto-
lojiyi savunuyor.
Bu analiz yapılmamış.
Burada belki büyük bir parantez açıp, o analizin belki de ya-
pıldığı; ama bir algı sapmasına çok müsâit ortak adlandırma üze-
rinden yürüyerek, kim bilir belki de bile isteye satırı ortak tekke
başlığına indirmekle, XIX. Yüzyıl sonu ve XX. Yüzyıl başındaki
90
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

dünya patronlarının oryantalist kütüphânelerle keşfettikleri “asıl


düşman”ın boynu vurulmuş!
Bu arada da nasıl olduysa Müceddidi ekole muhafazakârlığı
temsil imkânı bağışlanıvermiş. Sonuç, “kokuşmuş tekke” sah-
neden düşürülmüş; ama asıl kokuşturanlar Müceddidi Nakşilik
ve o kökten türeyen cemaatler, modern toplumun nur topu gibi
“sivil toplum teşekkülü” oluvermişler.
Şimdi ayıkla pirincin taşını. Batı yanlısı modern sistem tem-
silcileriyle Müceddidi tabanlı “muhâfazakâr” alternatif ara-
sında pinpon topuna çevrilen Türk toplumu!
Diyebilirsiniz ki, “Tekke bozulmamış mıydı? Ayak bağı de-
gil miydi?” vs. Bu konuda üretilmiş fevkalâde zengin bir “ko-
kuşma edebiyâtı” bulunduğunu biliyoruz.
Kardeşim konunun adı yanlış konulmuştur. Konu “Tekke”
başlığı altında değil, ontolojik kabullerin sebep ve sonuçları et-
rafında şekillendirilmeli ve sistem yenilenirken müesses yapıla-
rın zaaflarına göre değil, ontolojilerin tarihteki rolleri üzerine
oturtulmalıydı. Oradan bakıldığı zaman bu çarpık bakış ve uy-
gulamaların mâliyeti apaçık görülecektir.
Satırı asıl yiyen zümre, o “Yunuslar, Mevlânâlar, Hacı Bek-
taşlar”ı yaratan, övündüğünüz tarihi yaratan cenah olmuştur. İşin
tuhafı bunu bize açık düşmanlarımız yapmadı. Kendi elimizle ve
devlet imkânlarımızla kendimiz yaptık.
Burada siz sormadan ben söyleyeyim. Vahdet-i Vücud fik-
rinin mektebi olan tekke de zaman içinde tıkanmış, yer yer fev-
kalâde sıkıntılı usulleri bünyesine almıştır. Genel konjonktürün
akışı bağlamında Türk Müslümanlığı anlayışını Arap sosyolojisi-
nin problemlerine karıştırmış, dinin kaynağına duyduğu saygıyla,
dayandığı Türk sosyolojisinin yerini ve önemini görememiştir.
Türkçenin başına gelen âfete bakın! Vaktiyle Yesevide Yu-
nus'ta, Niyâzi-i Mısride gördüğümüz pırıl pırıl Türkçenin yerini,
aynı anlayışı temsil eden, Sinan Paşa'nın Tazarrünâmesindeki “dir

91
Sait Başer

ve dır”lar hâricinde Türkçe emâresi kalmamış, toplumun diliyle


bağı kopmuş bir dil almıştır.
Arap-Kürt-Hint terkibi Müceddidiye (Şah-ı Nakşibend'i ve
onun Hindistan'a uğramayan kollarını istisnâ tutuyorum) ise bu
yapının üstüne geldiği zaman sistemin sözcülüğünü tereyağın-
dan kıl çeker gibi sâhiplenmeyi başarmıştır. Yâni Vahdet-i Vü-
cudçu Tekke'nin kendi varoluş imkânına verdiği zararı da gör-
memezlikten gelmeyelim.
Meselâ bu tutumun, Türkçülük hareketini planlayanlara, eğer
hâlis elemanlar ise, bir imkân olarak intikal edecek yerde, o an-
layıştaki yerliliği görmeye mâni bir zaaf olarak yansıdığını da
tespit edelim. Ne Mehmet Emin Resulzâde'de, ne Gökalp'te, ne
Mehmet Emin Yurdakul'da, ne Nihal Atsızda Türklüğün kökle-
rini ararken tekkeye başvurma ihtiyâcı ile karşılaşıyoruz. Çünkü
tekkenin üzeri Arapça şalıyla örtülmüş.
Töre bilgeliğinden beri tamamen yerli ve milli bir ana atar-
damar niteliğindeki bu damardan Türkçülerce istifade edilme-
miştir.
Yesevi'nin unutulduğu, Kutadgu Bilig'in hiçbir zaman dev-
reye girmediği dönemlerde, Türkçülüğe kala kala asla doğru çö-
zümlenmemiş bir Kitâbeler metni ve şamanizm söylemi kal-
mıştır. Oralarda oyalanan bir Türkçülük ise, sosyal mühendisliği
olağan üstü işlek bir yöntem olarak kullananlara, bu cereyânı di-
lediği gibi yönlendirme fırsatı tanımıştır.
Ülkemizde Vahdet-i Vücud düşüncesini benimseyenler, sâ-
dece Müceddidi anlayış hârici dergâh çevreleri değildir. Toplu-
mumuzun hayli hatırı sayılır nüfüsuna sahip Alevi cenahta da
Vahdet-i Vücud fikri hayatın bel kemiğini teşkil etmektedir.
Fakat ne gariptir ki, “Ehl-i Sünnet” parantezine tıkıştırılan ve
Müceddidi anlayış tarafından sözcülüğü yürütülen Vahdet-i Vü-
cudçu dergâh mensuplarıyla bu Alevi kitle arasındaki iletişim ko-
puktur. Bunun açıklanabilir hiçbir yanı yoktur. Vahdet-i Vücudçu

92
dergâh çevreleri Alevi kitle indinde Müceddidi sözcülerin, vâiz-
lerin tarif ve tutumlarına hapsedilerek görünmez kılınmışlardır.
O dergâh mensupları da sistemin irticâ kampanyalarından
yedikleri kahredici darbeler sebebiyle burunlarını dışarı çıkara-
maz, sosyal ve siyâsi mütâlâalarda bulunamaz haldedirler. Vah-
det-i Vücudçu dergâh mensupları bu kadar sistem dışına itilir,
yok edilir, bastırılırken, Alevi kitle için aynı şikâyet söz konusu
değil. Özellikle tek parti yönetim dönemi ve sonrasında üzerle-
rine açılan CHP himâye şemsiyesi, o cenahta bir varlık proble-
mine yol açmıyor.
Ama ilginç bir tespit daha yapalım.
Sistem, sosyal desteği bu Alevi kitleden almakla berâber, bu
kitlenin Vahdet-i Vücudçu dergâh çevreleriyle irtibat kurmasını
istememektedir. Ne kadar Alevi kitlenin mayasında Bektâşilik
bulunursa bulunsun ve Bektâşilik Vahdet-i Vücudçu tekkenin
ana elemanı olursa olsun, sistem onu da diğerlerinden soyut-
lamanın yollarını bulmuş görünüyor.
Şu “Heteredoks İslâm” nedir? Yüzyıllarca Sünni diye nite-
lenen Osmanlı'nın “hânedan tarikati” olan ve Türk Müslüman-
lığı dediğimiz yapının kurucu elemanı Bektâşilik, ana gövdeden
koparılmakta, Alevilik tekeline verilmekte, “Heteredoksi” nite-
lemesiyle de klasik dergâh muhitlerinden uzak tutulmaktadır.
Diyebilirsiniz ki, “Şimdiki söylemle özdeşleştirilerek
“Alevi-Bektâş? diye nitelenen kitle buna niye rızâ gösteriyor?”
Efendim, Vaka-yı Hayriye'den itibâren kendisiyle özdeşleş-
tirildiği Yeniçeri Ocağı topa tutulunca, bütün Bektâşi topluluk,
mânevi sıhriyetleri sebebiyle ağır bir tâkibât dönemi geçirdi. Bek-
tâşi Tekkeleri Müceddidi şeyhlere verildi. Onlar da çâreyi, yeral-
tına çekilerek, gene uzun zamandır tâkip altında olan Alevi kit-
leye sığınmakta buldular.
O ağır dönemin hâtıraları Bektâşileri resmi düzenin dışına
itti. Ontolojik/teorik bakımdan bir Halveti, Mevlevi veya Rifâi
93
Sait Başer

anlayışın yanında duran Bektâşilik, sosyolojik bakımdan Alevi


kitleye hapsedildi.
Dahası Müceddidi kitleye tapulanan Ehl-i Sünnet kavramı,
o perspektife angajmanı kaybolmadan Diyanet teşkilâtına da hâ-
kim oldu. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet eşittir Müceddidiye gibi bir
algı sapmasının üzerine gidilmedi.
Böylece Alevi-Bektâşi kitle de resmi dini hayatın dışında tu-
tulmakla berâber, kurucu irâdeyi temsil eden CHP himâyesini
muhâfaza edebilmek ve kazandıkları nisbi imtiyazlı konumu kay-
betmemek adına bu oyuna boyun eğdiler.
İş bununla kalmadı. “Müceddidi Ehl-i Sünnet” söylemin-
deki sürekli tâciz, Alevileri bulundukları mevzide kıpırdayamaz
halde tuttu.
Dahası da var!..
Pozitivist CHP söylemi, Vahdet-i Vücudçu tekkeyle neredeyse
yüzde yüz intibaklı Alevi anlayışı, o mutâbakatı göremeyecek ve
kullanamayacak bir yere doğru sevketti.
Çünkü, sırf dini söyleme bağlı yapı devam ettiği takdirde,
Alevilerle klasik dergah muhiti arasındaki derin mutâbakat eninde
sonunda görülecekti. Geliştirilen tedbir, dini karakterli Aleviliğe
bir “ideoloji gömleği giydirmek” olmuştur. Özellikle 1960'dan
sonra İsmet Paşa “ortanın solu” nitelemesiyle bir “Türk solu”(!)
icat edince, Alevi kitleyi o “Sol”a bağlama projesi uygulandı.
Gene sosyologlarımızın hiç ilgilenmediği bir alandır.
Acaba bir sosyolojik araştırma yapılsa Türk Solu'nun ağırlıklı
olarak beslendiği taban kimlerdir, dersiniz?
Oyun içinde oyun, oyun içinde oyun. Vurulan boyun bizim
boynumuz, medeniyetimizin ocağının söndürülmesi!..
Canlı ve hayatın içinde sürekli güncel kalan Türk Müslüman-
lığı anlayışının ana mektepleri dumüra uğratılıp, sâhipsiz kitle-
ler (Bektâşiler hâriç) Müceddidiye ve ondan üreyen cemaatlerin

94
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

etki alanına sürüldü. Operasyonun ikinci hamlesiyle de “metin-


sel din ve taklidi iman” anlayışıyla, tekkedeki diri dindarlıklar
“Selefi metin dindarlığı” ile tefekkürü haram sayan, dini “ritü-
el”e indirgeyen bir koflaştırmaya da mâruz bırakıldı.
Diğer taraf ise, yeni bir Marksist ideoloji başlığı altına çeki-
lerek, artık Alevi Bektâşi geçmişinin tecrübesini kullanamaya-
cağı, metinleri düşmanlarımızca üretilen bir başka ezber me-
tinler demetine tapulandılar.
Bugün Türkiyede yapılan fikri tartışmalarda, kimin ne dedi-
ginin belli olmayışı, mahreç ve hedeflerinin kaybolduğu manza-
ralar seyretmemizin sebebi, bizce bu entrikalar silsilesidir.

SORU
Müsaade ederseniz sözünüzün arasına girebilir miyiz?
Sizin yaptığınız bu tarih ve kültür okuması rükünleriyle
muhatap olanların itirazlarında, genellikle dar açılı mensübi-
yetlere dayalı karşı çıkışlar görüyoruz.
Mesela Alevi sözcüleri çıkıyor ve size Alevileri sünnileş-
tirme politikasına angajman yakıştırıyor.
Veya “İslâmcı sözcüler” sizin İslâm'ı yeterince tanımadığı-
nızı iddiâ ediyorlar. Dediğiniz gibi esâsen İslâm düşünce tari-
hinde bir küçük hizip olan Müceddidiye'yi bir genel yapı söz-
cülüğü olarak mütâlâa edip, sizin o dünyayla bağlantınızın
zayıflığı üzerinden eleştiriyorlar.
Türkçüler'den bâzıları ise sizin Türk kültürünü ve tarihini
“İslâmi görünümlü bir Araplaştırmaya yamama çabası” içinde
olduğunuzu iddiâ ediyorlar.
Bu iddiâ ve itirazlarla siz de karşılaşıyorsunuzdur. Gerçi
yukarıdaki açıklamalarınızda dikkatli okuyucu cevaplarınızı
bulmuş olmalıdır. Ama ayrıca bu itirazlara daha açık bir dille
cevap vermek istemez misiniz?

:95
Sait Başer

CEVAP
İçinde bulunduğum meclisin veya görüşlerimizi tartışan gru-
bun ideolojik yapısına göre bir değerlendirmeye tâbi tutulduğu-
muz muhakkak.
Ben, görüşlerime destek olan veya eleştiri getirenleri, beni
sevenler sevmeyenler, tutanlar tutmayanlar, sayanlar saymayan-
lar diye ayırmıyorum.
O destek veya tenkitlerin dayanaklarını şahsımdan çok dışa-
rıdaki sebepler içinde arıyorum.
Bizim konuştuğumuz şey, on yıllardır statükoya dönüşmüş,
çıkar, mensübiyet ve ideolojik tutum sahiplerini rahatsız ediyor.
Bu da çok tabii bir şey.
Hattâ sizin sorduğunuz soruyu biraz daha genişleterek Türkçü,
İslâmcı, Laik, Sol grupların yanına bir takım Masonik mahfil
mensuplarını, bâzı azınlık gruplarını da eklemek taraftarıyım.
Dahası, adına konuştuğumu düşündüğüm milletimin büyük
ana gövdesinde bile, çeşitli ilişkilerin getirdiği angajmanlar yü-
zünden, çok da iyi anlaşıldığımı sanmıyorum.
Rahmetli Cemil Meriç'in üslübuyla söylersek: “Düşünmek,
hazır reçeteler içinde yaşayan topluma yabancılaşmayı mu-
kadder hâle getiriyor.”
Çünkü düşünmek ve düşüncesini seslendirmek, esas itibâ-
rıyle yeni bir anlam çerçevesi kurmak, yâni bir ölçüde yeni fik-
rin zuhurundan evvelki hale yabancılaşmak ve o anlam çerçe-
vesini dillendirdiğinizde de muhâtaplarınızın dünyasından yer
talep etmek demektir.
Eğer muhâtabınız olan toplumda “belirlenmiş târifeler” hü-
küm sürmekte ise; ki, Türkiyede çok büyük ölçüde durum bu-
dur, yeni bir şey söyleyen kimse rahatsızlık uyandırır. Üstelik
bizim söylediğimiz şey, esas itibârıyle tarihimizi yaratan şeydir;
ama, yukarıda üzerinden kısaca geçtiğimiz sosyolojik ve kültürel
96
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

parçalanmadan sonra, o tarihin kendi tarihine ve kültürüne ya-


bancılaştırılmış çocuklarına ulaşmak da zordur, ulaşınca iknâ et-
mek bir iş, sonra kalıcı olmak ayrı iş...
Burada kendi içimde çelişkiye düşüyormuşum gibi görünebi-
lir. Yani bizim dile getirdiğimiz şey bu milletin kültürel genetiği
ve mirâsıysa, bu yabancılık nedir? Fikrin bir potansiyeli varsa,
niye topluma nüfüz etmek bu kadar uzun sürüyor?
Evet, toplumumuzun anlattığım şeylerin meşrü vârisi oldu-
guna eminim. Tâ başta bunu söyledim. Ama diğer yandan gö-
rülmesi gereken bir yeni durum var. Toplumumuz gerek devleti-
mizin kültürümüze intibak etmeyen eğitim stratejileri yüzünden,
gerek yaygın medyadaki masonik hâkimiyetin savunma içgüdü-
süyle bizi görmemezlikten gelişi ve gerek 24 saat moda, sanat,
magazin bombardımanı altında tutulan milletimizin başını kal-
dırıp eğriyi doğruyu anlama fırsatı bulamamasından dolayı, işi-
miz kolay değil. Gene de büyük bir mesâfe alındığını 1980'lere
90'lara göre iyi bir noktada bulunduğumuzu düşünmekteyim.
Gelelim sorunuza. O sorudaki unsurlara verilecek cevaplar
aynı zamanda bize karşı psikolojik direnç duyanların gardını in-
dirmesine de sebep olur inşallah.
Yıllar evvel Türk Düşüncesi Dergisi'nde yayınladığım bir ma-
kalede, Türkiyedeki çatışmaları analiz ederken, ülkemizde etnik
kimlik temelli görüntüdeki çatışmaların esâsen ontolojik kabul
çatışması olduğunu anlatmaya çalışmıştım.
Ontolojik kabuller arası çatışma zaman zaman konjonktürel
olarak hemen teşhis edilemeyebiliyor.
Bir yığın algı grubu var.
Algı gruplarının her biri, bir kimlikmiş gibi sürekli format
altında tutuluyor. Formatlama merkezleri de, çoğunlukla siyâsi
merkezler tabii. Siyâsetin tabiatında an be an pozisyonunu tahkim
etme ve her fırsattan yararlanarak mevzi kazanmak tutumu var-
dır. Dolayısıyla fikrin ve temsil ettiği kitlelerin tarihi ve kültürel
97
Sait Başer

kökenlerini siyâsetin birçok hamlesinde teşhis edemeyebilirsi-


niz. Yâni bir savunma aleti, silahı, falan yere kurulacak tesis, fi-
lan âfette rakiplerini hırpalama fırsatı bulma vs. gibi günübirlik
problemler etrâfında yürüyen bir tartışma seyrederiz. Bu tartış-
malarda tezin felsefi tabanı hamle kolaylaştırıcı bir imkândır.
Ortalama vatandaş davranışlarla felsefeler arasındaki iliş-
kiyi yaşantısında hissetse de teorik düzlemde çok defâ göremez.
Mesela Türkçü hareket, merkezinde siyâsi parti olarak MHP'nin
bulunduğu grup. Bu insanların arasında benim pek çok sevdi-
gim, saydığım, görüştüğüm insan var. Karar ve davranışlarına
yön veren sebepleri gayet iyi anlıyorum. Bunlar akademik ze-
minde Türkoloji merkezli bir nüveden çoğaldılar. Türkolojiye bü-
tünüyle hâkimdirler demiyorum. Ama Ülkücülüğün nüvesinde
duran isimlere bakarsanız, Afsızdan, Togandan, Hacıeminoğlu'n-
dan, Muharrem Ergin'den, Ercilasun'a, Erol Güngör... vs ye ka-
dar, bunlar Türkologdur. Ama Türkolojinin genel kadrosuna ve
paradigmalarını inşâ edenlere baktığımız vakit, Ülkücü akade-
misyenlerin hakkından gelemeyecekleri ve gelemedikleri bir ka-
pasite söz konusudur.
Bu dünyanın otoriteleri genellikle yabancılardır. Araların-
daki en hatırı sayılır grup ise hangi ülke tebâiyetinde olursa ol-
sun Yahudi asıllı bilim adamlarıdır.
Leon Cahun'den, Bernard Levise uzanan çizgide Yahudi Tür-
kologların kimlikleri, tezleri, işbirlikleri, yönlendirmeleri, arala-
rından çıkan isimlerin dünya güçleri üzerindeki etkileri hakkında
da bir çalışmamız yok, maalesef.
Bir ara hasbelkader Türkoloji kongresi toplayan Marmara
Üniversitesi'ndeki dostlar, dünya Türkoloji âlemindeki yüksek
Yahudi oranını şaşkınlıkla anlatmışlardı.
Dolayısıyla Türkçü grupta, grubun genel millet sevgisi, kültür
düşkünlüğü ve ihlâsını tartışmam; lâkin temel ilke belirleyicileri

98.
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

ve o ilkelerin kurgulanması noktasında ciddi bir sorgulamaya ih-


tiyaç bulunduğunu düşünüyorum.
Biz Töre merkezli bir Türklükten söz ederken, Mâturidiliği
Töre toplumlarının benimseyişinde özel ve kayda değer bir an-
lam bulurken, birçok yakın Ülkücü dostumuz bizi dinlediği, ge-
nellikle haklı bulduğu halde şamanlık temelli Türk kültür açıkla-
ması(!)nı öne sürmekten vazgeçmiyor. Sanıyorum bu konularda
sesi daha çok ve daha sürekli çıkmak, daha fazla haklılık kazan-
mak gibi algılanıyor.
Türkoloji âleminin kanaat önderleriyle ters düşmek, Türko-
loji merkezli bir ideolojinin mensuplarında bu âlemi karşılarına
alamama zaafı şeklinde tecelli ediyor.
Ayrıca Türklüğü bir soy dâvâsına indirgemek, bir değerler
sisteminin varlık kazanması anlamındaki Türklük anlayışı kar-
şısında, daha popüler kalıyor.
Siyâsi merkeze ise popülarite lazımdır.
Birçok MHP neşriyâtı, gazetesi, dergisi bizden birçok alıntı-
lar, iktibaslar yaptılar. Bana şahsen bir sempati duyduklarını da
zannediyorum. Ama en aklı erenlerin gönlünde bile görüşleri-
min “reel-politik”e pek intibaklı bulunmadığını değerlendiriyo-
rum. Yoksa seviyorlar. Hattâ birçoğu tamamen haklı da buluyor.
Ama gel gör ki, reel-politik diye bir rakibimiz var.
Evet, bazı Ülkücü olduğunu söyleyen zevât, benim Türklüğü
İslâm görünümlü Araplığa peşkeş çektiğimi söyledi. Ben, bunu
söyleyenlerin, Alevilik üzerindeki Sola çekme operasyonuna ben-
zer bir operasyonun mağdurları olduğunu düşünüyorum.
“Türklüğümüzden vazgeçmeyelim, ammâ buna Sait Bey
kadar bir metafizik değer yüklemenin anlamı da yok! Şunun
şurasında modern bir refah toplumunun imkânlarından fay-
dalanmak ve zâten içinde bulunduğumuz Batılı paradigma-
dan kopmadan yürüyüp gitmekte ne beis var? Şuradaki raha-
tımızı bozmadan, fellahlara da benzemeden Türklük hamâseti

99
Sait Başer

ile süslenmekte ne mahzur var?” Bana o yakıştırmayı yapanlar,


biraz böyle düşünürmüş gibi geliyor.
Bunları gerçek mânâda ciddiye almayı doğru bulmuyorum.

SORU
Efendim, Türk Müslümanlığı tamlamasında vurgu Türk'e
midir, Müslümanlık'a mıdır, desek?

CEVAP
Ne Türkedir, ne Müslümanlığa.
Bu tamlama, tek kelimelik bir adı bulunmadığı için böyle se-
çilmiştir. Yoksa bir zamanlar yapıldığı gibi Türklüğü bir soy ola-
rak gördükleri halde Türk-İslâm Sentezi demişlerdi.
Soyla dinin yaratacağı kimyasal tepkimeden nasıl bir sonuç
bekleniyorsa!?
Hâlbuki biz, Töre'ye uyma bağlamındaki Türklük'le İslâm'a
uyma mânâsındaki Müslümanlığın buluşmasından söz ediyoruz.
Bu hususta neler söylediğimiz ise kitaplarımızda var.
Azizim İslâmcılar'ın bize bakıp yaptıkları yakıştırmalar, beni
Türkçülerinki kadar etkilemiyor.
Evet, bir bakıma haklılar. Ben onların mahallesinden değilim.
Siyâseten zaman zaman mevzii destekler vermiş bile olsam,
ben bu İslâmcılığın örtülü bir materyalistlik niteliği taşıdığını,
fikre muhâtap olacak yetkinliğe erişemediğini düşünüyorum.
Şimdi burada isimlere girmek istemem. Ama bilhassa şu son 20
yıllık iktidar, “İslâmcılık” denilen fikri yapının, nerdeyse yedi
gün yirmidört saat şikâyetlendikleri Kemâlizme teslim olduğunu
göstermiyor mu?
Burada problem İslâm'da değil, İslâmcr'nın özgün fikir ya-
ratma yeteneğini daha başta, yola çıkarken terk etme şartıyla o
mahalleye girişindedir.

100
Töre'nin Türk'ü Tü üslümanlığı

“Hikmetinden sual etmeyip” felsefeye “haram” diyen, şey-


hinin elinde “imam elinde meyyide dönmüş” adamların fikir
özgürlüğünden anladığı, yaratan düşünce, yaratan anlama de-
gil; ezberlerini tekrar edebilme hakkı. Bu konuda ağzımız yanık.
Sözü uzatmayalım. .
Alevi kitle adına bizim onları sisteme entegre etmek isteyen-
lere destek verdiğimiz yolundaki tenkit, şeklen bakanlarda, bizi
bilmeyenler indinde doğru sanılabilir. Ama bu sorunun cevabı
sizin de dediğiniz gibi, biraz yukarıda söylediklerimizi okuyan
adam için, açıktır. Yâni ben hangi sisteme angajeyim, hangi Sün-
niliği savunuyorum, hangi operasyonel grubun mensubuyum,
Diyanet'le ne alâkam var?
Artık bir yerde de okuyucunun insafına teslim olmak Zo-
rundayız.

101
en
A didp “ei iee
in
Hİ Weve. Mi e ki

ia

Mi KL AM N ayr köle
yi
öğ yi ötlipni hie İç iyı"gudie iie Nİ
Mib
3 Naler er e kile li bebeği 4 EUN iğ
v kn m bla Mn EN tiğip ni yayda
bak di ür 4 imi EN İİ Di SL
F İğ Sekili İri yi apayan i
a Miyeğii Yek, a
YLM, alk
e e (ai, en ür kadr, m eda Mesci tag
ER be Sak. sr küt KN |
di kr Yİ e ipiçre İvan aka ea m
A
gi, yedi i
til gl pl Sağ Bi
1 2 dene
m ei
İİ
Ak <İ
yi A çal dü
trk sn nm
dl

i bni dd li yl
My ge MR ee e M
ii i
i
Ni
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

FİKRİN HALKA HALKA GENİŞLEMESİ


Mel 2 Kl DİE

fa Nij yeİh . “Ti

Mivi
e1
j ig i ip Ni
LU ii
di ül ii
İ i U iş ği | 0k
i

niğ Mba EN oil bn


i N Vi N MN Y
N

: ted 4 H vi ç Mİİ i , i y? | ir

i İ
ar i bi , b ip Mi li

İ “ | 7 , yi ii ML b | Gü

| e
N n j 'n | İir , duvw hi e
Nr rip
li ic Mi

IN âline y |
| in
“ | j Ya A e
Mi AYAN | ii

İza dike adi |


V ii | Üre
si * li yetri
el Lil ” pa 2Ki
SORU
Saygıdeğer Hocam, sorularımız ne kadar açık cevaplarla
karşılanırsa karşılansın, verdiğiniz cevapların içinde bu defâ
başka sorular doğuyor. Meselâ yukarıda güncel kanaat grup-
larını size göre analiz ederken, bir hayli muhtasar davrandı-
ınız düşünülebilir. Belki tekrar o başlıkların daha da sarâhat
bulacağı kavşaklar önümüze çıkabilir. İzninizle o soruları ye-
niden size soralım.
Tabii bu kadar uzun soluklu ve ağır konuların yarattığı yor-
gunlukla sözü kısa kesme ihtiyacı duyabilirsiniz. Dolayısıyle
gayet mâzur görülebilecek bu noktayı vurguladıktan sonra, iki
yönlü bir problematik üzerinden konuşabiliriz.
Birincisi; siz, inanç tarihimizin üzerinde kuş bakışı dola-
şıp, orada saklı bir model gördünüz ve göstermeye çalıştınız.
Bu modelleme günümüz Türk toplumu adına son derece te-
sirli ve faydalı da oldu. Potansiyelini bitirmiş fikir cereyanla-
rının ardından son derece münbit, yeni ve yerli bir düşünce
ocağı uyandırdınız. Elbette ki hakkınızı teslim etmemek in-
safa sığmaz.
Ancak dile getirdiğiniz inanç modelinin ana unsurları hak-
kında ve bunların meydana getirdiği, bunların yarattığı genel
tablo üzerine daha açıklayıcı, bütünlüklü bir açıklamaya ihti-
yaç daha da artıyor.
Bu meyanda yazıp söylediklerinize ilâveten, sizde kalan
öznel kanaatleriniz illâ bir bilimsel temele dayandırılamasa
da sezgileriniz yeni kuşaklar için mutlaka çok değerli olacak.
Bu babda Türk Müslümanlığı'nın kurucu ve taşıyıcı ele-
manları üzerine neler düşünüyorsunuz?

105
Sait Başer

Problematik diye girdik söze, o tarihi tablo ne kadar kül-


tür için bir değer olsa da, günümüz nesilleri ve dünyası için
gerçekten bir değer ifâde edecek midir? Yukarıda söylediğiniz
entrikaların felç ettiği toplumsal muhâkemeye rağmen, hem
toplumumuza hem de söylediklerinizi kendi aleyhinde bulacak
ve hâlen bulmakta olan dış faktörlere nasıl karşı konulacak?
Türk Müslümanlığı sizce yeniden canlanabilecek bir po-
tansiyel taşıyor mu?
Stratejik çıkarları çatışan ümmetin bir takım çıkar unsur-
larını ve kezâ diğer medeniyet gruplarında uyandıracağınız
endişe ve telaşı aşmamız mümkün mü?

CEVAP
Görüyorsunuz, elbette ki hak vermekle birlikte şu sorunun
çerçevesine dikkatinizi çekeyim. En başta söylediğim binbir sâ-
hanın içiçe girmesi ve hepsinin üzerine bir cevap teşkil etmem
beklenmiyor mu?
Sorunuzun bir yanı henüz tarihçilerimizin ilgi alanına bile
girmemiş, ilm-i kelâmın rutin söylemine mahpus bir İnam Ma-
turidi konusudur.
Hafsala alır iş değildir.
X. Yüzyılda yaşamış ve elimizde mücessem eserleri bulunan
bu muazzez zâtın Kur'an Tefsiri gibi ele alınmadık başlık bırak-
mayan eserine, açıklamaların arka planlarını keşif gayretiyle, fi-
kirlerin kültürel tabanını, Türk sosyolojisini açıklama adına kul-
lanma imkânı olarak bile henüz el değmemiştir.
Şimdi sanki o konu tüketilmiş, bütün muhtevâsı anlaşılıp
tartışılmış gibi, üstelik sâha dışında olan birine nihâi hükümler
soruyorsunuz. Kezâ “Güncel planda İslâm dünyası unsurların-
daki anlayışlarla ulaşacağımız nihâi hükümlerin nasıl boy öl-
çüşeceğini?” soruyorsunuz. Henüz muktesebâtı keşfedilmemiş bir

106
, Töre'nninn Türki üü Türküünn Müslümanlığı

büyükteki m inanç a tezlerini


nasıl konumlanması gerektiği sorusuna beni muhâtap seçiyorsu-
nuz. Yâni, bir tarafı gene tarih, tarih felsefesi, ümmet siyâseti,
dünyadaki stratejik konumlanışlar...
Lütfen yanlış anlamayın, sorunuz yanlış veya haksız demi-
yorum. Ama muhtevâdaki cesâmet karşısında her şeye rağmen
cüretkâr cevaplar vereceğim. Ama bu bahislerin girişim yaptığı
alan uzmanlıklarıyla nasıl baş edeceğimi de siz bana anlatın.
Şimdi bu ifâdeleri okuyucu bir tür özür beyânı gibi alsın lütfen
ve cüretimi mâzur görerek cevaplarıma eğilsin.
Evet!
Türk Müslümanlığı gökten zembille ideal formu biçimlen-
miş olarak inmedi. Aslında hiçbir inanış toplumsallaşırken, kay-
nağındaki özü tahrif etmeden veya değişip, dönüşmeden bir top-
luma ve kültüre mal olmaz.
Kaynak ne kadar gayr-ı içtimâi, ne kadar özgün, ne kadar saf,
ne kadar dogmatik olursa olsun; tebliğ merkezinden çıkıp, teb-
liğ edilen kulağa değdiği andan itibâren, kültür ve tarihle ilişkiye
geçmeye mecbur ve mahkümdur.
Bundan eminim.
Yâni Budizm'in doğuş hikâyesini bilenler, bana hak verecek-
ler. Hindistandaki kast sistemiyle çatışan Budizm, kendi coğraf-
yasında tutunamadı. Hindistanın kuzeyine ve doğusuna doğru
yayılırken de bir toplumsallaşma tecrübesiyle, kendi içinde deği-
şim ve dönüşüme uğradı. Çin Budizmi'nin hikâyesini bir okuyun
da görün. Kezâ Japon Budizmi, Nepal Budizmi vs... Bu hikâyeye
çok benzeyen bir mâcerâyı Hristiyanlığın içine girdiği kültürler
ve coğrafyalar bağlamında yaşadığını din tarihçileri çok iyi bili-
yorlar. Dolayısıyla İslâmiyet'in ulaştığı yeni kültür ve toplumlar
indinde yepyeni yorum imkânlarıyla buluştuğu tarihi bir vâkıâ-
dır. Hattâ bendeniz İslâmiyet'in Arap toplumunda bile sosyal ger-
çekliğe bürünürken, çeşitli Arap gruplarında bambaşka çehrelere

107
Sait Başer

büründüğü, sosyolojik kurumlarla çok ilginç/farklı buluşma ve


terkipler yaşadığı kanaatindeyim.
Yâni Basra ekolü, Yemen ekolü, Mısır ekolü, Endülüs ekolü,
İran ekolü, Fergana ve Herat ekolü, Tataristan ekolü; hattâ daha
modern dönemlerde ortaya çıkan Amerikan ekolü, Afrika ekol-
leri bütün ortak payda unsurlarına rağmen bir ve aynı şey mi-
dirler? Bundan daha tabii ne olabilir?
İnanç sistemi dediğiniz yapı, bir değerler ve kavramlar sis-
temi ve hiyerarşisi demektir. Değerler ve kavramlar ise toplum-
sal tecrübeler bağlamında, sosyolojik süreçlerle muhtevâ kazana
gelmişlerdir. Kaynağınız ne kadar aynı olursa olsun anlamanız
tarih ve tecrübenize şartlı, toplumun tâbi olduğu psikolojik ve
ekonomik veriler bağlamında olacaktır.
Bizim Selefiler bunu bir türlü göremiyorlar.
Asırlardır ezber tekrarı yapılageldiği için, ülkemiz dindar-
ları genel geçer ve homojen bir din algısı bulunduğu vehmine
esir durumdalar.
Bizim İslâmi topluluklar arasından anlamanın arka planına
vâkıf, kültür ve tarihin anlamadaki rolünden haberdar iki cümle-
lik tenkit görmedim. Allah selâmet versin Hüseyin Hatemi hoca,
bana kıyamamış olsa gerek, ismimi zikretmeden, öne sürdüğüm
fikre: “Amerikan sosyal psikoloji laboratuarlarında üretilmiş
bir ihânet tezi” damgasını vurmakta fütur göstermedi. Ömrü bo-
yunca 12 İmam Şiası fikrinin diğer anlayışlara karşı savunma-
sını yapan muhterem hocamız, kendi yaptığı işi dahi azıcık ana-
liz etse, Türk Müslümanlığı fikrinin bayraktarı olurdu.
Bundan eminim.
Muhterem ve aziz dostum kardeşi Hüsrev Hatemi'nin bir gö-
rüşmemizde onun bizi yaftalayan ifâdeleri karşısındaki hüznünü
bugün gibi hatırlıyorum.

108
Töre'nin Türk'ü Türk ün Müslümanlığı

Keza bir diğer cenahtan Hilmi Yavuz, haftalarca aleyhimde


yazdı.
Cevap hakkıma ise hiç saygı göstermedi.
Yazdıklarını daha sonra kitaplarına da aldı. Fikrin sâhibine
bu kadar saygısızca bir tutumu entelektüel kimliğine yakıştırdı.
Ve aklı sıra İslâm'ı Türk Müslümanlığı'ndan kurtardı! Yıllar sonra
ise BBC'ye verdiği beyanatlarda Türk Müslümanlığı'nı savundu-
gunu gördük! Tabii, karşılaştığımız çeşitli mahfillerde gözüme
bakamayışının utancı da ona yetiversin.
Biraz şahsileştirdim gâlibâ, soruya geri döneyim.
Türk Müslümanlığı'nın ana elemanları, kurucu ve taşıyıcı
isimleri demiştiniz.
Müstakbel çalışmaların getireceği yeni bilgilere açık kapı bı-
rakarak, diyebilirm ki; bize şimdilik açık ve bilinen kaynaklar-
dan ulaşan bilgiler kapsamında takribi yapıyı dillendirebiliriz.
Her biri en az bir doktora tezi çapında ele alınmaya lâyık isim-
lerimiz var. Ana başlıklarımız var.
Bir defâ Türk toplumunun inanç tablosu, şahıslara zimmet-
lenemeyecek kadar geniş, köklü ve güçlü bir yapi arz eder. Ka-
naatimce herşeyden önce -yâni yumurta mı tavuktan, tavuk mu
yumurtadan demeden- bir kültür analizi yapma ihtiyâcımız var.
Hani şimdi “yerli ve milli” diyorlar ya, işte o kültür analizlerinin
yerli ve milli olması zarüreti var. Zaten sosyal bilimler sâhasını
fen bilimleri gibi genel geçer bir metodolojiye bağlamak cinnettir.
Farz-ı muhal İngiliz, İsveç, Kongo, Hint, Japon... kültürle-
rinin şekilleniş ve tekâmül süreçleri, ulaştıkları birikim, bam-
başka sebep sonuç ilişkilerinin ürünüdür. Yahudi asıllı bir sos-
yal bilim düşünürünün Kabalist muhâkemesinden çıkan yöntem,
ne Ortodoks Rus kültürünü, ne Pagan Roma kültürünü, ne İde-
alist Alman kültürünü açıklamaya muktedirdir. Burada her top-
lum, kendi kültürel sistematiği içinde ve o kültürün çocuklarının
109
tecrübelerine dayanarak muhâtabına seslenmeye, o kültürün nâ-
musu adına mecburdur.
Biz Amerikan sosyolojisiyle Afrika'yı, Alman sosyolojisiyle
Çin'i çözümler gibi; İngiliz sosyolojisiyle, oradan çıkan metodo-
lojiyle kendi dünyamızı anlamaya çalışıyoruz. Aslında iyice an-
laşılmaz hâle getiriyoruz.
Tabii bu açıklamalarımız siyâsi entrikalarla kirlenmemiş fa-
razi bir iyi niyet zeminindedir.
Oryantalist sömürgeciliğin ve onun üzerine binen, küresel
tüketim toplumu yaratma adına insanlık birikimini imhâ niyetli
stratejilerin neler ettiği ayrıca düşünülmek zorundadır.
Biz bu kültürel sömürgeci saldırılar sonucu kavramları özünü
kaybetmiş, propanlaşmış marazlı bir hal ile bu büyük saldırıyı avuç-
larımızla durdurmaya çalışıyoruz. O bakımdan kavramlarımızı
yeniden keşfetmeden, üzerinde mutabık kalınmış güncellemeler
yapılmadan analizini yaparsak, yine bir çıkmaz sokağa düşeriz.
Kültür analizi birçok bakımdan önemli, ancak bilhassa şu ba-
kımdan önemli; felsefeyle meşgul olanlar bilirler, hangi konuya
eğilirseniz eğilin ilginizin, yönelişinizin, davranışınızın, ortaya
koyduğunuz eserlerin en temel ve belirleyici ocağı ontolojidir.
Ontolojik açıklama ve algınızın, hayat telâkkinizi, bedii zevkleri-
nizi, epistemolojinizi, mantık ve metafiziğinizi olduğu kadar, ah-
lâk anlayışınızı da belirlemesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla kültür
analizi bir mânâda eserden müessire gitmek gibi, o kültürü üre-
ten ontolojik yaklaşımın niteliğini ve tarihi seyrini bize ifşâ eder.
Esâsen modern sosyal bilimlerdeki uzmanlaşma eğilimi, kül-
türün bütünlüğünü, o bütünlükteki üretici muhâkemeyi görme-
mizi perdeliyor. Hele yukarıda zikredilen Oryantalist ve stratejik
saptırmalar da devreye girince sirk aynalarında kendinizi seyre-
der gibi oluyorsunuz. Onun için bilhassa Türk kültürü, tarihteki
110
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

fonksiyonunu nazar-ı itibâra alacak olursak, yeryüzü kültürüne


yaptığı tesirler bağlamında analizi en çok hak eden bir kültürdür.
Kültürün içindeki ontoloji, değerler sisteminin bütün eleman-
larında şu veya bu şekilde var olmak zorundadır. Aksi halde de-
ger köksüz kalır. Toplumların sanat tarihlerinde karşımıza çıkan,
hayatın her anına damgasını vurmuş sembolizmin neden bu ka-
dar yaygın kullanıldığı görülemiyor.
Bu semboller kültürün bütün ürünlerine ontolojik özle olan
bağlantısını hatırlatmak için vurulur. Hristiyan dünyasında Haç
ve üçlemelerin kullanılış yaygınlığı, Budizm'in bütün versiyon-
larında öne çıkan Yin-yang damgaları, Taoculuk'taki Ejder çe-
şitlemeleri veya bizim kültürümüzdeki (bizim Türeyiş Damgası
dediğimiz) şebeke, halı, kilim, dokuma ve süslemede çok yaygın
görülen sekiz köşeli Türk Yıldızı uygulamaları birer fantezi ol-
sun diye hayatın her sahnesine işlenmemiştir.
Bunlar toplumun ontolojileriyle bağını tâze ve diri tutan uy-
gulamalar.
Ontolojinin tespit edilmesi, kültürlerin pek çok gizemini de-
şifre etme imkânı verir. Tahmin ediyorum, bu bir tahmin tabii,
subjektif bir kanaat, Türk kültür ve tarihi üzerinde tarihin tabii
akışının getirdiği sapma ve kırılmalar bir yana, bilhassa modern
antropoloji ve tarihçilik mârifetiyle çok ciddi bir ontoloji parça-
lama operasyonu yapılmaktadır.
Anlamanın niteliğinden, felsefeden, inancın ürettiği manzu-
meler bütünlüğünden bihaber bir sanat tarihçisi çıkıyor Türk-
lerin şamanist geçmişi üzerine ciltlerle ahkâm kesiyor. Eline
geçen malzeme gerçek bile olsa, malzemeyi ilişkilendiriş ve yo-
rumlayışı Batılı kanaat patronlarını taklitten ibâret kalıyor.
Pozitivist bir ontoloji üzerinden bakıp, muvahhid bir kül-
türe pagan bir geçmiş inşâ ediyor!.. Bir çoğuyla karşılaştım. Ne

m
Sait Başer

dediğini yorumlamaktan âciz, sözün varacağı yeri hesaplamak-


tan uzak, derme çatma muhâkemeler.
Diğer yandan bağlı olduğu bir dini selefi ezber içinden ba-
kan bir yaklaşım da, o ezberin telkin ettiği “putperest geçmiş”i
ws <C

bizim kültürümüzde de aramakta fütur göstermiyor. Aynı derme


çatma muhâkeme burada da söz konusudur. Bibliyografya ve
dipnotlarına bakarsan, metodoloji mükemmelen uygulanmıştır.
Ama bilmiyor ki, asıl büyük entrika yabancı bir metodolo-
jiyi kendi kültürüne uygulamasında gizlidir. Çünkü metodoloji
gizli bir ideolojidir.
Kültürün analizi dedik. Ana hatlarıyla Türk tarihinde hüküm
süren “varlık telâkkisi” üç temel ontoloji ile karşımıza çıkar. Vah-
det-i Vücut ve varyantları, Vahdet-i Şuhut ve varyantları, mad-
deci materyalist olmak üzere. Bunlardan birincisine göre, var-
lık vardan var olmuştur. İkincisine göre yoktan var olmuştur.
Üçüncüsüne göre yaratılma söz konusu değil, varlık nesnel bir
mâhiyetten ibârettir ve varlığın kendisi ezeli ve ebedidir. Meta-
fizik anlamsızdır.
Çok basit gibi görünen bu açıklama derinleştirildiği tak-
dirde, Türk kültür ve tarihinin imkân, yetenek ve zaaflarını bize
deşifre eder.
Bakın isimlere daha girmedik. Vahdet-i Vücut'ta vardan var
oluş itikadı, hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak kadar nettir.
Macit Şayin dostumuz yazdı. Varlığın zıttını ifâde için kul-
landığımız “yokluk” kelimesi, boşluk ve vücutsuzluk anlamına
gelmez. Yok kökünden türeyen “yoklamak, yoğunluk, yokuş,
yoğurt, yoğurmak, yoğgu, yo(u)ğ” gibi kelimeler, varlığın hal
değiştirmesine isim olmaktadırlar. Lâ-şey değildirler. Yok ke-
limesini herhangi bir mütefekkir icat etmemiştir. Dil bir top-
lumsal mutâbakatın ortak inanış imkânıyla var olan bir yapıdır.
112
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Dolayısıyla Vahdet-i Şuhut'taki yoktan var etme tezi bu bağlamda


Türk kültürünün, Türkçenin öz niteliği ile çelişiktir.
Dikkat ederseniz yoktan var etme taraftarları, felsefeyi ha-
ram telâkki eden tarihin bir dönemini bütün zamanlara teşmil
etmek isteyen, zuhürâtın durmadan farklılaşan karakterine rağ-
men, homojen anlayışta bir ümmet hayal eden, İslâmlaşma ile
Araplaşmayı ayırd edemeyen, realiteden kopuk zümrenin tezidir.
Metafiziği reddeden üçüncü görüş ise, inanç sistemlerini sınıf
tahakkümüne âlet eden Batı'nın özgürlük arayışından doğmuştur.
Batı, özgürlüğü adına metafiziğinden vazgeçmiştir.
Türk toplumunun ürettiği medeniyet; muktedir çağlarını,
müesseselerini, değerler sistemini, ahlâkını kendi asli ontoloji-
sine dayanarak üretmişti. Selefçi ve Altın Çağ ütopyasına esir
Vahdet-i Şuhut telâkkisi, tecellinin sürekliliği ile baş edemeyince,
arkaik metinlere dayalı bir homojen toplum yaratma ütopya-
sıyla bizi kalbimizden vurmuş, ardından gelen Pozitivizm ise,
yukarıda zikrettiğimiz binbir türlü entrikanın da dahliyle kül-
türel varlığımızı tamamen anlamsız ve boş bir yapıya dönüş-
türmüştür.
Şimdi siz hemen İmam Maturidi den söze girmemi bekliyor-
sunuz belki. Hâlbuki İmam Maturidi'yi anlamak, yaptığı işi tak-
dir edebilmek, hâlihazırdaki kavram kaosu ve metodolojik esâ-
ret içinden bakarak mümkün değildir. Önce, “Bu adam hangi
anlama ve inanma modelinin içine doğmuştu?” sorusuyla meş-
gul olmak lazım. Kitâbü”t-Tevhid'i o gözle incelemek lazım. Tö-
re'nin Türk toplumundaki bütün değerleri toplayan bir hikmet
geleneği olduğuna inanmadan, Türk devlet geleneğinin bütün
stratejilerini belirleyen ilkeler manzümesi olduğunu görmeden
Maturidi'ye baktığınız vakit, buz dağının sâdece su üstündeki
kısmını görürsünüz. Ama Türk aydını böyle bir bakış açısının
varlığından bile bihaber.
Gelsin şamanizm gitsin putperestlik!..

“NG
Ben kelâmcı değilim. Müfessir hiç değilim.
Karınca kaderince felsefeyle meşgul olmuş bir kardeşiniz ola-
rak bu sâhaya ilk adımımı Kutadgu Bilig'de Kut ve Töre'yle bir-
likte attım.
Şimdi dönüp baktığımda ne kadar doğru bir yerden başla-
dığımı düşünüyorum.
O Kutadgu Bilig ki, İslâmiyet'i ilk kabul eden Türk devleti
sayılan Karahanlılar'ın İslâm'a girişlerinden 150 sene sonra ya-
zılmıştı ve Töre'yi anlatıyordu.
Bu nasıl bir işti ki, yeryüzünde her olup biteni Tanrı vergisi
Töre'ye bağlayan klasik Türk anlayışı, İslâm'a girişten 150 sene
sonra aynı ve bu defâ Müslüman Türk Hakanlığı tarafından kutlu
bir gelenek addedilerek yazdırılmıştı?!
Hani başka bir dine girmiştik?
Klasik ezberimiz nasıldır?
Yeni bir dine girdiyseniz eski inanç sistemi kadük olmalıydı.
Ama burada tersi bir durum var. Hem müslüman oluyor, hem
de Töre'nin kıymetinin bilinmesi ve unutulmaması adına ha-
kanlık emriyle Töre zaptediliyor.
Evet, müslüman olunmuştur. Fakat apaçık bir gerçek var ki,
Töre de terk edilmemiştir. Gidin bütün akademik muhitleri ve
neşriyâtı tarayın, şu yukarıda söylediğim hükme temas eden tek
bir çalışma bulamayacaksınız. Haydi, İslâmcı cenah için putpe-
rest geçmiş idi, pozitivist metodoloji mensupları indinde ise pa-
gan dönemdi. Ya Türkçüler?!
İşte onun için diyorum, Türkçülük, pozitivist, oryantalist
Türkoloji âleminin ortaya koyduğu genel paradigmanın sıkıntısı
altındadır. Türklüğün mâhiyetini ona kazandıran Töre bahsi,
bizim entelektüel câmiâmızın tamamı için kayıp kıta Atlantis
gibidir. En acarları indinde bile Kutatgu Bilig “mutluluk veren
bilgi'den ibârettir!..

114
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Bu kadar sınırlı ve yabancı otoritelerin denetiminde bir en-


telektüel câmiâdan kendi dünyasına kendisi gibi bakmayı başar-
masını elimiz böğründe bekliyoruz.
İmam Maturidi bilhassa Kitâbü't-Tevhid adlı eserinde men-
sup olduğu veyâ inşâ ettiği dünyanın perspektifini kullanarak,
devrindeki bilinen bütün ekolleri incelemiştir. Bunların arasında
sâdece İslâmi okullar yoktur. Herbirini kendince ölçmüş tartmış,
meziyet ve zaaflarıyla değerlendirmiş olduğu halde, çok ilginç bir
noktadır, toplumunda 150 yıl sonra bile kutsanmaya devam edi-
len Töre aleyhinde tek bir kelime yazmamıştır.
Denilebilir ki, Töre'yi niçin yazsın?
Devri dolmuş, terk edilmiş bir sistemdi!..
Ama kendisinden 150 sene sonra kaleme alınan Kutadgu Bi-
lig bu soruyu anlamsız hâle getiriyor.
O halde, Maturidi'nin Töre başlığını açmamış olması bir red
anlamı taşımamaktadır. Bilakis, “kurucu eleman”, Türk Müslü-
manlığı'nın kurucu elamanları arayışını, İmam Maturidi'den ev-
vel, Töre'ye eğilerek oradan başlatmamız gerekiyor.
Evet toplum müslüman oldu.
Karahanlı Hakanları da müslüman oldular. Hattâ Arap isim-
leri aldılar.
Lâkin, her şeye rağmen devlet Töre'ye göre işlemeye devam
etti. Boy örgütlenmesiyle, alplik teşkilâtıyla, onlu askeri siste-
miyle, hânedânların meşrüiyet sebebi Töre olması yönüyle Töre
devam etti.
Hem de sâdece Karahanlılar'la sınırlı kalmadı bu devam ediş.
Bütün Türk devletleri, Töre'yi bilen bir göz indinde birer Töre
devleti oldular. Elbette çevre kültürlerle etkileşim, alış veriş, İs-
lâmi unsurların hayata ve kurumlara girişi küçümsenemez. Ama
Türk kültürünün, bilhassa Türk siyâsetinin ana vâdisi Töre idi
ve Töre olmaya devam etti.
1115
Demek ki, temel kurucu unsur olarak Töre'yi kaale almamız
bir mecbüriyettir. Töre'nin sistematiği, hikemi niteliği, İslâm'dan
önceki bütün dönemleri belirleyen ontolojik vaz edişleri nazar-ı
itibâre alınmadan hem Türk kültürünün bütün unsurları, hem
de İmam Maturidi'nin fikriyâtı vuzuh kazanmaz, Türk Müslü-
manlığı anlaşılmış olmaz.
İşte bunun üzerine ister Dede Korkut tipini analiz edin, ister
Türk tarihindeki yaygın bir öncü model olarak Bilge tipini analiz
edin, o perspektifin uzantısı diyebileceğimiz İmam Maturidi'yi,
Yesevi'yi, Ali Şir Nevâyi'yi, Fârâbi'yi, İbni Sinâ'yı analiz edin. Gö-
receksiniz, o perspektifi kazandıktan sonra, üzerindeki tartışma-
lar bitip tükenmek bilmeyen Fârâbi de yepyeni bir kişilikle önü-
nüze çıkacaktır, Birüni de Azizzettin Nesefi de İbni Sinâ da vs.
Ben burada baştan da söylediğim gibi, tamamen özgün ka-
naatimi beyan ediyorum. Katiyyen bir Fârâbi uzmanıymışım, bir
Birüni uzmanıymışım sanılması taraftarı değilim. Doğru bir yer-
den başlarsanız, menzile varırsınız. Hani şu meşhur düğme ilik-
leme örneği vardır ya! İlk düğme yanlışsa hepsi yanlış oluyor.
Türk kültür tarihçiliği Töre'yi kaale alma cesâreti gösterme-
dikçe Türk kültürünün panoramik tablosunu göremeyeceğiz.
Sevgili Teoman Duralı hoca, benim Kut ve Töre çalışmasını
takdir etmişti sağ olsun. Bir lisansüstü öğrencisini Kutadgu Bilig
üstünde çalışmak üzere yanıma yolladı, yardımımı ricâ etti. Ben
de delikanlıya önce Kut ve Töre'yi okumasını tavsiye ettim. İs-
tedim ki, Kutadgu Bilig'den evvel, Kutadgu Bilig'in bir alt metni
bulunduğunu görsün. Töredeki ontik algı ile tanışsın. Okudu.
Büyük bir hayranlık ve saygı ile döndüğünde şimdi de Kutadgu
Biligin metniyle meşgul olmasını istedim.
Metinle bir hayli boğuştuktan sonra eski saygısını kaybetmiş
ve büyük bir öfke içinde yanıma geldi. Ve: “Sizin söyledikleri-
nizin hiçbiri Kutadgu Bilig'de yok!” dedi. Öfkesini sâkinleştir-
meye mecâlim yetmedi.

116
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

İstiyordu ki, Kutadgu Bilig onun modern algı ve sancılarını


bire bir cevaplandırsın.
Hâlbuki Kutadgu Bilig'de hikemi bir dil ile Töre, Kut, Akıl
ve İrfan kavramları konuşturulmaktaydı. Kavramlar kişileştiril-
miş, nesnel kimlikleriyle, nesnel problemler konuşmaktaydılar.
Delikanlımız istiyordu ki, alışa geldiği felsefe metinlerindeki gibi
spekülatif ve soyut bir alanda fikir yürütülsün. Soyut kavramla-
rın, somut problemleri konuşması ile oluşan metni, kavramla-
rın soyutluğunu kaybetmeden okumaya tâkat yetirememişti. Sâ-
dece o delikanlının değil, elimizdeki kaynakların soyut niteliğini
içine sindirerek bugünün kavram dünyasına aktarma hususunda
yetişkin saydıklarımızda bile maalesef yeterince başarımız yok.
Şunu demek istiyorum: Yukarıda metodolojik ve oryanta-
list entrikalardan söz ederken, akademi dünyamızın içine düş-
tüğü algı zaafı da çok önemli bir engel teşkil ediyor. Kutadgu
Bilig okumayı Türk kültüründeki ontolojiyle temas kurma im-
kânı olarak göremedikçe, Kutadgu Bilig bir edebiyat metni ol-
manın üstüne çıkamıyor. Divan Edebiyatı'nın ilk primitif örneği
derekesinde kalıyor. Hâlbuki Yusuf Has Hâcib, eserini okuyan-
ları özellikle ikaz etmişti. “Anlattığı şeyin o dört kavram unu-
tulmadan takip edilmesi gerektiğini” söylemişti.
Esef edilecek nokta, iyi niyetli bile olsa, entelektüel câmiâmı-
zın kendi değerler dünyamıza ünsiyet alışkanlığı bulunmamasıdır.
Ben şuna inanıyorum. Gene subjektif, öznel bir kanaat: Bu
kültür, dayandığı ontolojiyi içinize sindirirseniz, hangi branştan
bakarsanız bakın, size kendisini açacaktır. Sizi aldatmayacaktır.
Âdetâ görünmez bir usta kılavuz: “Bak bu da var, bu da var”
diye önünüze yığınla altın fırsatlar sunacaktır. Ama bir ecnebi
tutumuyla kapısını çalarsanız, lafzi malzemeden mânâ ve mâhi-
yete yükselme şansınız olmuyor.
Kendine ecnebi bir aydın kafasıyla Türk kültürüne nüfuz ede-
bilmek bana göre mümkün değil.
117
Sait Başer

SORU
Bu mütâlâanızı kaydetmekle berâber Türk inanma mode-
lini hüdâ-yı nâbit addetmemiz de herhalde söz konusu değil?
Böyle bir model varsa (siz bunu bir kitap adı olarak da kullandı-
nız, aynı başlıkla uzun bir makale de neşrettiniz.), zihniyet dün-
yası ve kültürel ortam bir takım temsil kaabiliyeti taşıyan mü-
tefekkirler yetiştirmedi mi?

CEVAP
Sevgili arkadaşlarım, bizim ısrarla Maturidi'yi topluma du-
yurma çabamız o sebepten. Hattâ bizim toplum, sosyal tarihi iti-
bârıyle de çok kuvvetli bir liderlik bilincine sâhiptir.
Önüne aldığı lider sâdece siyâsi nitelikli olmaz.
Pekalâ edebiyâtın, itikâdın, mezheplerin, tarikatlerin, sa-
natların... liderleri vardır.
Lideri lider yapan, o liderin hikâyesi, mücâdelesi ve toplu-
muna adanmışlığıdır. Toplum onu çeşitli vartalarda sınar. Veyâ
vartaların üstesinden gelişini gözler. Siyâsi liderde kut kazanma
şartına benzer, paralel süreçler bütün liderlik türlerinde aranı-
yordu düşüncesindeyim. Bu sebeple o lider üzerinde toplanan
bir toplumsal güven ve sadâkat söz konusudur. Bizim toplumda
çok güçlü bir duygu var: Âile duygusu. Âilede baba veyâ ata, nasıl
yarı kutsal bir varlık gibi saygı görürse, diğer sâhalarda da öne çı-
kan lider isimlere toplumumuz atasına gösterdiği saygıyı gösterir.
Yâni Oğuz Kağan'a duyulan saygıyla Uluğ Türük, Dede Kor-
kut gibi mânevi önderlere duyulan saygı aynı türde ve seviyededir.
Bu teâmül, adetâ toplumsal bir karakter mâhiyetiyle günümüze
kadar gelebilmiştir. İslâmi dönem o milli haslete zarar vermediği
gibi topluma bir takım yeni liderler de empoze etmiş. Meslek-
lerin pirleri vardır. Marangozların Hz Nuh, terzilerin Hz. İdris,
demircilerin Hz. Davud gibi pirleri söz konusu. Pir addedilen
118
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

meslek liderliklerinde (bakın burası çok önemli), XII. Yüzyılda


peygamberlerin yanına, onlar kadar saygı duyulan milli isimlerin
de eklendiğini görüyoruz. Ahi Evren bunların en önde gelenidir.
Marangozlar nasıl Nuh Nebi Aleyhisselam'a meslek piri olarak ba-
kıp saygı gösteriyorsa, deri işleyici debbağlar da Ahi Evren aynı
derinlik ve disiplinle saygı gösteriyorlardı ve bağlıydılar. Bunun
altını çiziyorum çünkü belki ilerde bir yerde nübüvvet problemi
etrafında konuşursak, Türk toplumundaki algı nezdinde nebi ile
veli'nin aynı saygıya muhatap olduklarına örnektir.
Edebiyat sâhasının pirleri vardır. Âşıklar çıraklıklarını “usta
işi” söyleyerek tamamlayabilirler. Sözlü edebiyat kadar yazılı ede-
biyatın da lider isimler denetiminde, öncülüğünde seyrettiğini
kolayca tespit edebilirsiniz.
Müsıkide Fârâbi, Safiyuddin, Meragalı gibi üstadların lider-
liğini yüzyıllarca devam ettirdikleri âşikârdır.
Mimarlarımız hâlâ Mimar Sinan'ı pir addederler.
Dini alanda da çok sıkı bir liderlik kurumu bulunduğu açık.
Nihâyet bir yorum farkı diyebileceğimiz fıkhi mezheplerin
özel bir din hâline gelişi bunun bir göstergesi. Tarikat büyükle-
rine aynı ataya saygı geleneği düzleminde “Baba” ve “Dede” ün-
vanları verilmesi de o liderlik kurumuyla mânevi nesep ilişkisi
kurulduğunu görmekteyiz.
Türk kültüründe muazzam bir adanma özelliği var.
Siyâsi liderine, meslek pirine, mâneviyat öncülerine karşı gös-
terilen adanış, bir başka açıdan bakıldığında misâfirperverlik ve
hizmet geleneğine de vücut vermektedir. Ecdat mezarları ve tür-
belerini kutlu addedişte de o geleneğin diğer bir yüzü ortaya çı-
kar. “Korkut ATA” veyâ “DEDE Korkut”tur. “Pir” Sultan Ab-
daldır. “Mevlânâ'dır... vs...
Dolayısıyla itikadi sâhada da toplum kendisine önder bel-
lediği isimleri idealize etmektedir. Asırlardır unutulduğu halde,
119
Sait Başer

İmam Maturidi'yi duyduğunda bütün aleyhte neşriyâta ragmen


toplumun onu sâhiplenişinde aynı kültürel genetiğin işlediğini
düşünebiliriz.
Yâni sorunuz isâbetsiz değil.
Ben şahsen bu kültürel genetiğin ardında da meşrüiyetini Tö-
re'de bulan bir yöneliş olduğu düşüncesindeyim.
Düşünebiliyor musunuz, Abdülkerim Satuk Buğra Han, bir
efsâneye göre Hz. Peygamberden mânevi işaret alarak müslü-
man olmuş ve tebasını da İslâm'a dâvet etmiştir. Yâni bir hüküm-
dar siyâsi ve idâri görevi bakımından aldığı kararlarda ne kadar
meşrü olursa olsun, #opluma din değiştirtmek gibi, sonraki haya-
tını asırlarca belirlemeye devam eden bir teklifte bulunabilir mi?
Daha da ilginç yön, bildiğimiz kadarıyla Karahanlı halkı bu
din değiştirme teklifini bir tereddüt konusu yapmamış. Hakanına
kendilerine dünya ve âhiret hayatları adına bu derece ciddi, köklü
bir teklifte bulunma hak ve meşrüiyeti tanımış!
Bu meşrüiyetin dayanağı nerede aranacak?
Bana göre bu kaynak Töre'dir.
Töre halkı, liderlik formasyonunu kazanıncaya kadar kutunu
tamamlama dediğimiz olağan üstü ferâgat ve ehliyet gerektiren
bir süreçten sonra, önder bellediği bilge kılavuza öylesine adan-
maktadır ki, âdeta onun şahsında bütün toplum yekpâre bir mâ-
nevi şahsiyete bürünmektedir. Yusuf Has Hâcip, Töre'yi anlattığı
ölümsüz eserinde, bilge bir hükümdârın Bozkurt niteliği taşıdı-
ğını söyler. Bozkurttan kasıt da toplumu selâmete çıkarma ehli-
yetini kazanmış olma keyfiyetine ulaşmak demektir. Yâni Satuk
Buğra Han, “İslâm'a girelim” dediği vakit, Töre'nin vaz ettiği
Bozkurt misyonu içindeydi.
Öyle kabul edildiğini en azından ben düşünüyorum. Çünki,
elimizdeki tarih bilgileri İslâm'ı kabul etme konusunda bir £op-
lumsal reaksiyon haberi vermiyor.

120
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Bir yığın hurda teferruatı kaydeden devrin yerli yabancı ta-


rihçileri, seyyahları öyle bir tepkiden bahsetmiyor.
Satuk Buğra Han bir karar veriyor. Kararın muhtevâsı Ma-
turidi tarafından belirlenmiş. Buğra Han'a gelinceye kadar çeşitli
vesilelerle toplum içinde müslüman olan bir yığın insan var. Ni-
tekim Mâturidi ile âilesi de onlardan. Evet denilebilir ki, münfe-
rit İslâmlaşmalarla Töreli toplum, İslâm'la temas kurmuş ve artık
onları yadırgamaz hâle gelmiş olabilir. Gene de bir Hanlık kara-
rıyla din değiştirme yetkisini kendisinde bulma sebebi, toplu-
mun Hakan'ına dönük köklü saygı geleneğidir.
Maturidi'nin otoritesi Hakan'ın ona gösterdiği itibar ile te-
essüs etmiş gibi duruyor. Bununla berâber Maturidinin mânevi
otoritesi, siyâsi otoritenin ömrüyle sınırlı kalmamıştır.
Ben, âcizâne, müslüman Türklüğün fıkıh tercihi olarak İmam-ı
Âzam Ebü Hanife'yi benimsemesinde de Maturidi fikriyâtındaki
terkibin tesiri bulunduğu zannındayım. Çünkü o İmam-ı Âzam
ekolünün bir mensübu idi. Yâni Maturidi ve Hanefi anlayış, iki
ayrı kararın alınıp zamanla buluşması ile birleşmiş değil. Bu bu-
luşmanın tahmin edilebilir gerekçesini Maturidi'nin İslâm fi-
kıh ekolleri arasında Hanefi çizginin pasif bir elemanı olmaktan
ziyâde, Ebü Hanife'nin görüşlerinde kendi kültür çevresine hitap
eden bir nitelik bulması olmalıdır.
Zirâ Hanefiliğin, fıkıh ekolleri arasında örfü (ki, “örf” kavra-
mının Türkçedeki karşılığı “Töre”dir) dinin kaynaklarından biri
olarak benimseyen görüşü son derece stratejik bir değer taşıyor.
Bu insanlar afâki bir ezberin sözcüleri değillerdir.
Âdetâ dini yeniden anlamış ve yeniden anlamanın karakte-
rindeki fekrar inşâ üzerinden konuşmuşlardır.
Bu hükmü neye dayanarak söylüyoruz?
Kitâbü”t-Tevhid elimizde.

: 121
Sait Başer

Maturidi bu eserinde, kendi bulunduğu anlama noktası İti-


bârıyle âdetâ bir genel durum muhâkemesi yapmaktadır.
Böyle bir eser durduk yerde niçin yazılsın?
İslâm'ın doğuşundan yaklaşık üç asır sonra bir din militanı
heyecânı burada söz konusu değil. Üstelik Türk toplumu o coğ-
rafyada Kuteybe bin Müslim gibi zulüm timsâli bir Emevi valisi
tanımış. Emevi mantalitesindeki İslâm ordularından fevkalâde
can acıtıcı darbeler yemiştir. Toplumsal hâfızası kölelik bilmez
Türk boylarını, çocuklarını köle olarak verme mecbüriyetinde
bırakan Kuteybe'den sonra, o acıları unutması için aradan geçen
süre bana göre yeterli değildir. Yâni İmam Maturidi dediğimiz
zat, tahminen 70 li yaşlarında iken o eserleri yazmıştı. Kuteybe
zulmüne kendisi yetişmese bile, babasından, en çok dedesinden
duyma ihtimali söz konusudur. Dolayısıyla Kitâbü”t-Tevhiddeki
o coğrafyanın tanıdığı inanç grupları yelpâzesi üzerine mütâlâa-
lar beyan etmek, ağzı yanmış bir toplumun selâmetini arama
gâyesinden ayrı değerlendirilemez.
1944'de 90'lı yaşlarında ölen şuurlu bir zat, inanç konusunun
insanları ne kadar avucunun içine aldığını ve müspetse ne kadar
hayırlı hedeflere yönelttiğini, menfi ise ne kadar tahripkâr olabil-
diğini bilmez mi? Bunlar ateş ve kan arasında yaşamış, vicdan-
ları kemâl bulmuş âlimler neslidir. Fikirlerini toplumun selâme-
tini gözetmeden ne terkip ederler, ne dile getirirler.
Bu arada otorite devri veyâ intikâli diyebileceğimiz akış bun-
dan ibâret kalmamış. Daha evvel konuştuğumuz Kutadgu Bi-
ligin yazılma sebebini tekrar hatırlayalım. 920'lerde müslüman
olan Karahanlı Devleti, bir buçuk asır sonra Töre'yi tespit etme
ihtiyâcı duyuyor! Töre'nin kitabına “Kut Kazanma Bilgisi (Ku-
tadgu Bilig)” diyor.
Kut-Tanrı-İnsan ilişkisini derinlemesine ele aldığınız vakit,
karşınıza çıkan ontoloji “Varlığın Birliği” Yâni “Vahdet-i Vü-
cut” ontolojisidir.

122 :
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Maturidi-Hanefi çerçevesindeki müslüman bir toplum, di-


nine saygıyı asla kaybetmeden, onun yanında Töre'yi yaşatma
irâdesini de zabta geçiriyor.
Saygısını kaybetmediği nereden bellidir?
Bunun için fazla aranmaya gerek yok.
“Kut kazanma bilgisi”ni, yâni Töre'yi yazan Yusuf Has Hâ-
cip, bize ulaşan metninde İslâmiyete gösterilebilecek azami hür-
meti bütün eser boyunca asla kaybetmemektedir. Kimse Töre'yi
İslâm'a tercih iddiâsında bulunamaz. Tabii müslüman olmanın
Töreden vaz geçmeyi katiyyen gerektirmediği vâkıâsını da görür.
Eseri okuyanlar apaçık görürler ki, Yusuf Has Hâcip ele aldığı
konu veyâ meselelere açıklama yaparken Töre kaideleriyle İslâmi
ilkeleri aynı rahatlıkla yan yana içiçe veri olarak kullanmıştır.
Bu açıklamamın İmam Maturidi'yi Kutadgu Bilig ontolo-
jisi üzerinden Vahdet-i Vücüd'a bağlama çabası gibi görünme-
sini de istemem.
Allah rahmet eylesin, zamanımızın değerli kelâm âlimi Bekir
Topaloğlu merhum, Diyanet'in İslâm Ansiklopedisi'nde Maturidi
maddesini yazmıştır. Maturidi'nin biyografi ve bibliyografyasını
ehliyetle anlattıktan sonra, Maturidi'nin Arap dünyâsındaki çağ-
daşları tarafından “süfi” olmakla “itham edildiğini” kaydeder.
Bu, bana göre son derece, son derece, son derece önemli bir
tespittir.
Önemlidir, çünkü vaktiyle bizim Maturidi'yi tanıtma, duyurma
çabası gösterdiğimiz yıllarda, onun tâ Mütezile'nin kurucusu Vâ-
sıl bin Atâ'dan beri tartışılan “Cenâb-ı Hakk'ın zat ve sıfatlarını
birbirlerinden ayrı ve gayrı addetmeyişini, onun Vahdet-i Vü-
cüd'a kail oluşunu gösterdiğini” ifâde edişimizi onaylamakta-
dır. Çünkü İslâm tarihinde süfi nitelemesi, tâ XVI. Yüzyılda or-
taya çıkan İmam Rabbâni Vahdet-i Şuhüd'una kadar tasavvuftaki

123
Sait Başer

yegâne ekol olan Vahdet-i Vücut anlayışı mensuplarının sıfatıydı.


“Süfi” sıfatının anlamı o sebeple bir ontolojinin de alemiydi.
Buradan bir başka otorite devri çıkartıyorum. Türk Müslü-
manlığı'nın temel karakteri, Vahdet-i Vücut temelli tasavvuf gele-
neği düzleminde şekillenmesi ve seyretmesidir. Tasavvuf dendiği
vakit de Töre coğrafyalarının, yâni Türkistan'ın “piri” addedilen
Pir-i Türkistan Hâce Ahmed Yesevi durağını tavaf etmek mec-
büriyeti hâsıl olur. Ki, Hâce Yesevi Ata, Maturidi'nin vefatından
222 sene sonra vefat etmişti. Hz. Yesevi'nin Oğuz boyları arasında
ulaştığı efsânevi otorite ve merkezi liderliği, bugün yerli yabancı
konuyu bilen hiç kimse tarafından reddedilememektedir.
Düşünün, Malazgirit'ten 100 yıl kadar sonra! Vefatı 1166.

SORU
Bu modelin toplumun muhâkemesinde sizin tabirinizle
“Toplumsal Akıl”da geniş bir ortak paydanın ürünü olarak bir
temâyüz mekanizması da olmalı, değil mi? Türk toplumu her
önüne geleni her kuvvetli belâgat sahibini lider mi addediyor?
Yoksa başka ölçülerle de tartıyor mu? Uzun tarihimizde ara-
mızdan birileri veya dışarıdan birileri kolayca toplumu pe-
şine takabiliyor mu? Sanki öyle değilmiş gibi bir duygumuz
var. Bu bahis belki nesnel belgeci bir anlayış ile cevaplandırı-
lamayabilir. Ama bir konuya yıllarca dikkatini vermek sebe-
biyle bâzı sezgilerinizin gelişmiş olma ihtimalini göz önüne
alarak soruyoruz. Ne dersiniz?
Hocam ilâve olarak; demin çok dikkatimizi çeken bir ifâde
kullandınız. “Türk toplumunda muazzam bir adanma geleneği
var” dediniz ve liderlik kurumundaki mukâvemeti de buna bağlı
olarak açıkladınız. Bu bizim ilk defâ karşılaştığımız bir açık-
lama. Lütfen açıklamanızı burada biraz derinleştirir misiniz?

124 |
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Bir önceki sorunuzu gözden uzak tutmayalım.


Hâce Ahmed Yesevi'de kalmıştık. Bakın, Ahmed Yesevi bir
mutasavvıftır.
Tasavvufta bildiğiniz gibi adına silsile-i merâtip denilen bir
halef-selef zinciri var. Zincirin en ucundaki ilk selef ise Hazret-i
Peygamberdir. Yesevi'ye gelinceye kadar birçok önemli isim var
bu zincirde. Bilhassa Yusuf Hemedâni benim çok dikkatimi çek-
miştir. Ama “Pir-i Türkistan” olan Ahmed Yesevidir.
Türk toplumu onun şahsında kendi rühunun tam bir ifâde-
sini bulmuş, onun temsil ettiği yaklaşımı nesiller boyu tereddüt-
süz bir biçimde soyunun bekâ sırrı saymıştır. Bunca yıldır direkt
veya endirekt okumalarımda Hoca Ahmed Yesevi aleyhinde bir
tenkide rastlamayı bir yana bırakın, onu tahfif edecek bir imâ
veya kinâye ile bile karşılaşmadım. Öyle ideal bir terkibi tem-
sil etmektedir ki, Oğuz ve Kıpçak boyları, yüzyıllarca araların-
daki bütün siyâsi ihtilâflara rağmen, onun ismi ve fikirleri söz
konusu olduğunda tam bir mutâbakat hâlinde görünüyorlar.
Divân-ı Hikmet elimizde. Gerçi düzgün bir edisyon-kritik
ve bir tam metin oluşturma konusundaki gecikmeyi hiçbir ma-
zeret haklı gösteremez; ama elimize ulaşanlar bile onun düşünce
ve inanç dünyası hakkında bizi tatmin edecek açıklıkta.
Divân-ı Hikmet'ten birkaç hikmet serisini okuyan bir selim
akıl sahibi, Yesevi Ata'nın İslâm'a ve onun Peygamberi'ne, Kur'ân-ı
Kerime hürmetinden zerre kadar şüphe duymaz.
Apaçıktır. Arı durudur.
Maturidi Arapça yazdığı halde Yesevi Türkçe konuşuyor.
Dahası, dinin Türkçe anlatılması gerektiğini Türkler tara-
fından anlaşılması gerektiğini düşünmektedir. Tasavvufun Vah-
det-i Vücut ontolojisi, “Hikmet”lerde bâriz bir şekilde görülür.
125
Sait Başer

Şâyân-ı dikkattir! Hikmetler bir Vahdet-i Vücut ispat çabası


içinde değildirler!..
Yesevi'yi okurken benim dikkatimi çeken önemli hususlar-
dan biri bu olmuştur. XII. Asır Türkistan coğrafyası, Vahdet-i
Vücud'u tartışılacak bir görüş olarak düşünmüyor. İslâm'ın bir
başka ontoloji üzerinden tefsir ihtimali Yesevi'nin dünyasında
yer bulmuyor.
Yesevi hedef kitlesi bakımından mütereddit değil. O, besbelli
bir kültür coğrafyasına seslenmektedir.
O coğrafyada Yesevi mantalitesini reddeden bir başka anlayış
söz konusu olsaydı, kuvvetle muhtemeldir ki, Yesevi'miz onlara
dönük bir beyanda bulunurdu. Anlaşılıyor ki, toplumla o toplu-
mun kendisine mânevi önder saydığı kimse arasında aslında de-
rin bir mutâbakat vardır. Toplumsal şuur Yesevi'nin ontolojisini
eksik veyâ yanlış bulsaydı, aradan geçen 800 yıla rağmen üzerine
tek gölge düşmemiş pırıl pırıl bir Yesevi portresi göremezdik.
Burada bir noktaya daha işâret etmek isterim. Modern sos-
yal bilim yöntemi üzerine daha önce yaptığımız tenkide bir ilâve
daha yapayım.
Biliyorsunuz, ben Türk kültür tarihi üzerine çalışmakla berâber,
gerek eğitim hayatımda gerek meslek hayatımda felsefe ve felsefe-
cilerle bir hayli yakın oldum. Bilhassa merhum Nihat Keklik ho-
camızın başını çektiği meşhur bir problem vardır. Biraz mahcup
ve kısık bir sesle yarım asırdan beri erbâbı o problemi tartışır:
“Bir Türk-İslâm felsefesi var mıdır, mümkün müdür?”
“Mahcup ve kısık sesle” deyişim; Türkiyedeki felsefeci eki-
bin çoğunlukla Sistematik Batı Felsefesi'ni, onun ölçülerini, yön-
temini, rükünlerini, ele aldığı başlıkları ele alma şartına bağlanmış
bir felsefe kabulü içinde bulunmasından ve o şablona uymayan
bütün fikri faaliyeti felsefe seviyesine ulaşamamış ilkel fikrediş-
ler addetmesinden dolayıdır.

126
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Felsefecilerimiz beklerler ki; felsefe, Alman filozoflar gibi


İngiliz filozoflar gibi daha ziyâde Protestan geleneğin üzerine
oturan, sınıflı geçmişin yarattığı kavramları kullanan, ruhban
tahakkümündeki asırların yarattığı “kutsallar”ı yerle bir eden
Decart'tan Marx'a doğru oluşan süreci taklit eden bir tefekkür
faaliyeti olsun!..
Ontolojisi, epistemolojisi, etiği, estetiği, fiziği, meta-fiziği
ve ütopyalarıyla ortaya konulan felsefe literatürü, o niteliklerle
bir başka toplumda yoksa o toplumda felsefe yoktur düşüncesi,
Türk-İslâm düşüncesi arayışındaki ekip üzerinde de zımni bir
mağlübiyet hissi uyandırmıştır. “Bir Türk-İslâm felsefesi müm-
kün müdür?” sorusu, genellikle mümkündür diyen arkadaşları-
mızda bile bir kalbi kabul ile dile gelmiyor.
Metodolojiyi felsefeciler koyuyor. İlk ciddi modern filozof ka-
bul edilen Descartes'ın felsefe öğrencisine tavsiye edilen ilk eseri
Metod Üzerine Konuşmalar"ıdır.
Bu yaklaşımı, Batı düşünce tarihine karşı katiyyen bir küçüm-
seme ve önyargı taşımadan, hattâ saygı duyduğumu ifâde ederek
söylemeliyim ki, doğru bulmuyorum.
Batı felsefesi yapanların moral üstünlüğü, Batı felsefesinin ra-
kipsizliğinden kaynaklanmıyor.
Batı felsefesi, XVI., XVTI. Yüzyıla kadar ortaya koyduğu kür-
tüphane ile hiç de şimdiki moral üstünlüğüne sâhip değildi. Bu
üstün addediliş, esas itibârıyle kolonyalizm, sömürü ve kölecilik
üzerine oturan Batı ekonomi ve teknolojisindeki yükselişin iti-
bârını felsefeye yüklemekten kaynaklanıyor.
Batı emperyalizminin -iktidârını sürdürebilme adına- dünya
toplumlarını hipnotize etme çabasının tek sonucu felsefenin tak-
dis edilmesi değildir. Zamanla sistematikleşen bir kültür politi-
kası söz konusudur.
Batı, sömürgeci politikaların hedefine koyduğu dünya top-
lumlarının neredeyse tamamına “felsefe ise böyle yapılır” dediği

127
Sait Başer

kadar, ariel böyle yapılır” diye kendi edebiyatını, “mü-


zikse böyle yapılır” diye kendi müziğini, “siyâsetse böyle ya-
pılır” diye kendi siyâsi modellerini, “hukuksa böyle olur” diye
kendi hukükunu, “ekonomi ise böyle yürütülür” diye kendi
vahşi telâkkilerini tahakküm ettiği bütün toplumlara dayattığı
gibi, bize de dayatmıştır.
Şu farkla ki, bizim aydın tabakamız Maturidilerin Yesevile-
rin XVI. Yüzyıldan sonra unutulmasının eseri olarak içine düş-
tüğümüz Eşari-Müceddidi tahakküm sebebiyle zaten kendisini
tanıyamayacak hâle düştüğünden Batı'nın dayatmaları karşı-
sında önemli ölçüde gönüllü bir benimseme zaafı göstermiştir.
Eşari-Müceddidi paradigma, selefci tarzıyla taklidi meşrülaş-
tırıyor; tefekkür, felsefe ve sanatların büyük bir kısmını haram
addediyordu.
İçeriden Eşari-Müceddidi taassubunun cenderesi dışına çı-
kabilen ve Batı ile tanışan Türk aydınları, Katolik kuşatmasını
yıkmış Modern Batı düşünce ve sanatlarıyla karşılaşınca, göz-
leri kamaşmış olarak kendi medeniyetlerine kasteden düşmanla
âdetâ işbirliği yaptılar. Orduların cephede uğradığı bozgunların
ardında asıl sebepleri yâni eğitim ve zihniyet sefâletini, nerede
düştüğümüzü, ne kaybettiğimizi anlayacak derinlik ve nâfiz ba-
kışlara sâhip değillerdi. Ellerine tutuşturulan emperyal reçeteleri
çâre diye topluma sunmak aydın sayılmak için kâfi idi.
- Göz kamaşması dediğim aydın hastalığı, “Bir Türk felsefesi
var mıdır?” sorusuna da bulaşmıştır. En beklemediğimiz isim-
lerde bile o mağlup aydın psikolojisini sayısız kere teşhis etme-
nin acısını yaşamışımdır.
Şimdi bu kadar laf dolaştırmamın sebebi şu: Toplumların
entelektüel hayatları, sosyolojik mâcerânın dışında gelişmez.
Kavramlar esas itibâriyle sosyolojinin ürünüdür. Evet, insan-
lık kültürler arasında alışverişi bir imkân olarak kullanmıştır,
128
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

kullanmalıdır. Ama alışveriş, filan toplumdaki dinamizmi ka-


zanmanın yolu olarak orada ortaya çıkan modelin iktibas edil-
mesi değildir.
İktibas, kopya, taklit yükseltmez.
Hattâ uzun sürerse, iktibas yapan toplum zihninin dumura
uğramasına, yok olmasına yol açabilir.
Yükselten değer anlamadır.
Anlama ise, dâimâ kendi tecrübeniz düzleminde gerçekleşir.
Kültürel ürünleri süslü ambalajlarla bir başka tecrübenin üze-
rinde yürütemezsiniz. Ambalaj bozuluncaya kadar, göz kamaş-
ması kalkıncaya kadar o zanna mağlup olunabilir. Ama eninde
sonunda her toplum ya kendisi üretecektir ya da iktibas ettiği
yapıyı kendi tecrübesiyle yeniden yorumlayarak tekrar yarata-
caktır. Yâni gene kendisi üretecektir.
Fikrin değerini felsefeye, felsefenin değerini de Batı tarzı ka-
lıba bağladığınız ve dışında kalanları değersizleştirdiğiniz vakit,
kendi çevrenize deliksiz hücreler örmüş oluyorsunuz.
Kendi tecrübemizden çözüm üretmek dışında bir yükseliş,
kendine geliş ihtimâli görmüyorum. Kendi tecrübemiz içindeki
hatâlarımız bile, doğru bir analizle anlaşıldığı takdirde ithal çö-
zümlerden verimli, yerli ve milli fikir ocaklarına dönebilir.
Şu yapılmıştır:
Üstün olan, Batı'nın felsefe-bilim geleneğidir. Yaşamak isti-
yorsak onlara eklemlenmeliyizdir. Zaten bizim neyimiz vardır
ki? Edebiyatımız divan edebiyatıdır. Gül, bülbül, Leyla, Mecnun
mazmunlarını bin yıldır tekrar etmekten bıkmamıştır. Batılılar
roman, piyes yazarken, biz Mesnevi okumuşuzdur, Karagöz oy-
natmışızdır.
“Adamlar dev gibi filozoflar yetiştirirken, biz tekkede hu
çekmeyi tefekkür zannetmişizdir!”...
Hu çekme geleneğinin kurucuları kimler?
129
Sait Başer

İşte Yesevi de onlardan biridir. İlm-i kelâm zaten sonuçsuz


ve yüzyıllardır süren bir cedel geleneğidir!..
Artık kelâmla fıkıhla varabileceğimiz bir yer yoktur. O halde
gelsin Roma temelli Batı huküku. Hattâ Tevfik Fikret'in oğlu Ha-
luk'la sembolleşen bir damar da teşekkül etmiştir. Madem ki, ar-
tık kıblemiz Batı'dır, bütün Renan Müdâfaanâmeleri'ne rağmen
içten içe Batılı misyoner okulları aramızdan işe yarar evlatları-
mızı devşirmeye koyulmuştur.
Tabii bu atmosfer altında nesir kullanan, soyut düzlemde fi-
kir yürüten felsefeye karşı, “şiir dili içinde kalmış, didaktik ve
kendini tekrar etmekten bıkmayan tasavvuf dünyasından bi-
rilerinin lâfı mı olurdu!”
“Kardeşim adamların aristokrasisi var, burjuvazisi var.
Bizde doğru dürüst sınıf bile yok. Şöyle yerli bir burjuvazi-
miz olsa, fenâ mı olur?” diye konuşan Hilmi Yavuz gibi birinci
sınıf(!) entelektüellerimiz on yıllarca hem de muhâfazakâr med-
yada teksesli solo yaptılar.

SORU
Pekiyi bu noktada felsefeye, Batı'ya, kendi dünyamıza na-
sıl bakılmalıydı sizce?

CEVAP
Efendim, bizim Türk Müslümanlığı konusunu dillendirdiği-
miz ilk çalışmalarda, cevabını aradığımız sorulardan biri de “Os-
manlr'nın niçin geri kaldığı?” konusuydu.
Geri kalış hikâyemizin klasik tarihçilerimiz tarafından veri-
len cevapları üç aşağı beş yukarı bellidir.
Meselâ fımar sisteminin bozulması, ekonomik ve idâri siste-
min gerileme sebepleri arasında sayılabilir. Meselâ şehzâde vali-
liği kurumunun taht kavgalarına yol açan, iç çatışmalara nihâyet

130 ;
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

vermek adına lağvedilmesi ve tahtta hakkı olan şehzâdelerin tahta


oturuncaya kadarki hayatlarını bir tür yarı mahpus hayatıyla ge-
çirmeleri, toplumu ve devleti tanımadan hükümdar oluşları ve
bu meyanda yeteneklerini geliştirememeleri... gerileme sebep-
leri olarak zikredilir.
Meselâ XVI. Asırdan itibâren Batı'nın sömürgecilik emelle-
riyle aranırken Ümit Burnu'nu keşfi üzerinden, Amerika kıtasını
bütün imkânlarıyla kullanmaları üzerinden elde ettikleri zengin-
likle bizden üstün hâle gelişleri bir sebep olarak zikredilir.
Meselâ felsefe ve fen bilimlerinde elde ettikleri inkişaf, tekno-
lojik buluşlar, keşif ve icatlar bir sebep olarak zikredilir.
Meselâ medresenin çağa ayak uyduramayışı bir sebep ola-
rak zikredilir.
Meselâ Osmanlı Devleti'nin coğrafi sınırlar itibârıyle tabii
hudutlara ulaşmış olması, fetih ve ganimetlerin kesilmesi o se-
beplere eklenir.
Dini ilimlerde içtihat kapılarının kapalı sayılmasını da biz-
deki gerilemeye sebep olarak gösterirler.
Bunlar ve burada söylemediğimiz daha birçok sebep, klasik
tarih anlayışının yaptığı açıklamada zikredilir. Bunlar bütünüyle
hatâlı şeyler değildir. Biz de bu tespitleri pekâlâ benimseyebiliriz.
Ancak bu sebeplere eklememiz gereken bir ana sebebin ge-
rek Osmanlı gerek Cumhüriyet aydınları tarafından görüleme-
diği kanaatini taşıyoruz. Keza XVIII. Yüzyıldan itibâren gelişen
oryantalizmin birçok şöhretli ismi de Osmanlı'nın çöküşünü ana-
liz ederken o ana sebebi nazar-ı itibâre almadılar.
Bu ortak zaaf, söylediğimiz ana sebebin bilindiği halde ih-
mal edildiği gibi bir anlama gelmiyor.
Bizce o sebep görülemedi.
Elimizde bir çok ıslâhat lâyihası var. Kâtip Çelebiden Koçi
Beye, Koca Sekbanbaşı'dan Cevdet Paşa'ya kadar içimizden kalem

131
Sait Başer

ehli Osmanlı'nın duraklama ve gerilemesindeki temel sebebi gö-


remediler. Hammerden Toynbe'ye kadar klasik oryantalist tarihçi,
Stanford Shav'dan Bernard Lewis'e kadar yabancı modern Tür-
kolog da muhtemelen bizim klasik vak'a-nüvislerin tesirinde ka-
larak “Acaba başka sebep olabilir mi?” sorusunu sormadılar.
Hâlbuki, devâsâ bir problem vardı ve aslında göz önündeydi.
Dedik ya, ilk düğmeyi yanlış iliklerseniz son düğme de yan-
lış oluyor. Meseleye Türk Müslümanlığı perspektifinden bakınca
birçok konunun, problemin anlaşılması kadar, bu gerileme me-
selesindeki asıl sebebin görüldüğünü de düşünüyorum.
O da şudur:
Kitaplarımda makalelerimde, konferanslarımda, muhtelif ko-
nuşmalarımda bunları anlattım. Kayıtları yazılı ve sözlü olarak
muhtelif zeminlerde duruyor. Burada kısaca özetleyeyim.
Türk tarihçiliği, Osmanlı döneminde Türklüğün tarihi ile
yekpâre anlamda ilgilenmedi. Onların derdi, esas itibârıyle siyâsi
tarihti. Siyâsi tarih derken de, bir Hânedan merkezli bakış hâ-
kimdi. Tarihçiler Osmanlı dışındaki Türklüğe genellikle itibar et-
miyorlardı. Ucundan kenarından biraz Selçuklu'yu biliyorlardı.
Gazneli'yi, Karahanlı'yı, İlhanlı'yı, Cengiz'i, Uygurları, Göktürk-
leri hemen hemen bilmiyorlardı. XIII, XIV., XV. Asırlarda gide-
rek zayıflasa bile, Osmanlı'nın Kayı boyundan geldiği, Kayı bo-
yunun Oğuza nisbeti bilinse de, tedricen o bilgiler kamuoyunun
ilgisini çekmekten uzaklaştı. Hattâ Hânedan'ı Peygamber soyuna
bağlama çabalarıyla bile karşılaşıyoruz.
Yâni XVI. Asır sonrası Osmanlısı milli kökleriyle irtibâtını
epeyce yitirmişti. Dini alanda ise, siyâsi tarihin bütün inişli çı-
kışlı seyrine rağmen, Safevi- Osmanlı çatışması baş gösterinceye
kadar geleneğinin karakteristik özellikleri kendini güncelleye-
rek devam edebiliyordu. Safevi-Osmanlı çatışması esas itibâ-
rıyle Töre'ye göre meşrü bir çatışmaydı. Çünkü Töre, bir cihan
devleti teşkil etmeyi, bütün insanlığın barış ve sükun içerisinde

132 ;
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

yaşatılmasını, Kutadgu Bilig tâbiriyle “cihânın kut kuşağı bağ-


lamasını” istiyordu. Buna bağlı olarak Safevi ve Osmanlı hâne-
danları arasında cihan devletine giden ideale ulaşma adına bir
rekâbet tabii idi. Aralarındaki mücâdele ve rekâbet, özü itibârıyle
siyâsi hâkimiyet konusuydu. Hâkim kılınmak istenen anlayış ise,
bütün Türk devletlerinde olduğu gibi Töre temelli bir siyâset uf-
kuna işâret etmekteydi.
Yalnız bu mücâdelede, daha evvelki mücâdelelerin hiç bi-
rinde olmayan bir unsur çok öne çıktı.
Bir siyâset dehâsı olan Şah İsmail, âile geleneği bakımından
Erdebil Tekkesi Şeyh soyuna mensuptu. Şeyhzâde idi. Şeyhlik
müktesebâtını şahlık irâdesiyle birleştirerek bizim klasik tasav-
vuf anlayışından, tâbir câizse, bir dini karakterli siyâsi ideoloji
üretti. Şah İsmail, tâ Gazneliler'den beri tamamen bir Türk coğ-
rafyası olan, Anadolu'dan 300 yıl önce fethedilmiş İran coğraf-
yasında, Osmanlı'yla aynı anlayışın hüküm sürdüğü önceki de-
virlere göre yeni bir tutum belirledi.
Şah İsmail, bütün siyâsetini, mânevi otoritesini Osmanlı coğ-
rafyasına benimsetmek üzerine oturttu. Osmanlı Devleti, Şah İs-
mail'in çağdaşı İkinci Bâyezide kadar pek çok bâdire atlatmıştı.
Ama kendi tebasının da saygıyla bağlı olduğu Erdebil Şeyhi'ne,
yâni Şah İsmail'e karşı âciz kaldı. Yavuz Sultan Selim'in babasını
tahttan indirerek bütün şiddetiyle yüklenmesine rağmen, Çaldı-
randaki hezimete rağmen, Çaldıran sonrasında Osmanlı orduları-
nın Tebriz'de kışlamasına rağmen, ordularının gücünün kırılma-
sına rağmen, Şah İsmail fikriyâtı Osmanlı Türklüğü üzerindeki
etkisini kaybetmedi. O kadar kaybetmedi ki, XVI. Asrın başın-
daki propagandanın tesiriyle gönlü Safevilere kayan, Osmanlı
tebasına dahil çok sayıdaki Türkmen boyu bugün bile “Alevi”
kimliğiyle varlığını devam ettirebiliyor.
Biz, bugün, uzak bir zamandan bakarak sâkin sâkin konu-
şuyoruz.
133
Sait Başer

Hâlbuki, kendinizi o günlerde farz edin. Nasıl sosyal ve siyâsi


bir kıyâmet endişesi yarattığını tahmin etmek güç değil. Daha Ti-
mur ve Şeyh Bedreddin felâketlerini yeni atlatmış bir Osmanlı
bürokrasisi için bu kıyâmeti hissetmemek mümkün değil. Ni-
tekim Osmanlı tarihini Safevi tehdidine kadar olan dönem ve
sonraki dönem olarak ayırıp, yeni bir analizle bakacak olursa-
nız, ne demek istediğimiz daha kolay görülür.
Safevi tehdidinden sonra, birkaç temel başlık açarak bakıl-
malıdır. Bunlardan birincisi: Osmanlı Safevi rekâbetinin Türk
coğrafyalarını bir daha asırlarca buluşmayı başaramayacak-
ları bir parçalanmaya uğratışıdır. Yekpâre bir kültür coğraf-
yası iken, Türk dünyası birbiriyle irtibatını kaybetmiş Orta
Asya Türklüğü, İran Türklüğü, Kuzey Karadeniz Türklüğü ve
Osmanlı Türklüğü olarak kaderleriyle baş başa kalmışlardır.
Bir diğer yönü, Safevi hânedânı Şia'yı tercih ederken, Os-
manlı Devleti Sünni dünyaya yönelmiştir. İran'daki Şii siyâsi
güç, doğrudan ve dolaylı etkileriyle Osmanlı Türklüğünü Ma-
turidi- Hanefi- Yesevi terkibi anlayıştan tedrici olarak uzaklaş-
tırmış, sınıflı, köleci Arap toplumunun ürettiği Eşari telâkki-
lere yaklaştırmıştır.
Eşari telâkki, bilhassa İmam Gazzâli'den itibâren felsefe aley-
htarı, taklidi imanı meşrü addeden bir çizgideydi.
Eşari dünya Maturidiler gibi Vahdet-i Vücut ontolojisi içinde
değildi. Bilakis Vahdet-i Vücüd'u tekfir etmekten çekinmeyen
temsilcileri vardı. Eşari dünyaya yakınlaşmak Sünnilik ideolo-
jisiyle Arap coğrafyasına hükmetmek, elan ayakta duran İran'a
karşı ideolojik savunmada zaafa düşmemek gibi kaygılar Osmanlı
Devleti'nin, onu o güne kadar yükselte yükselte getiren dini ge-
leneğinden de uzaklaşmasına yol açtı.
Dikkat edilirse gerek dini, gerek tasavvüfi gerek edebi sa-
halardaki İran ve Farsça etkisinin yerini tedricen kuvvetlenen

134
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Arapça ve Arap ulemâsının tesiri aldı. Bunun izlerini özellikle


edebiyat sahasında açıklıkla görebilirsiniz.
Kanuni Devri'ne kadar, hattâ isterseniz II. Selim'e kadar di-
yebiliriz; idâresinde, ekonomisinde, dini ve tasavvüfi kurumla-
rında, medresesinde, kendinden zerrece tereddüdü olmayan, emin
adımlarla yürüyen Devlet, İran'a karşı tedbir alayım derken var-
lığını sürdürmesini sağlayan en dinamik güç kaynağını yavaş ya-
vaş elinden kaçırdığını fark edemedi.
Kanüni zamanında ilk defâ çok sayıda şeyh ve derviş idam
edildi. Hem de bunlar safeviler'in türdeşi Halveti dergâhı men-
suplarıydı!
Onlar baskılanırken Orta Asya ilim muhitlerinden beslenege-
len medreseyi giderek Arap anlayışına mensup kadrolar doldur-
dular. Eşari ontolojisi Vahdet-i Şuhut idi. Gerçi, henüz bu tâbir
Osmanlı'ya gelmemişti, İmam Rabbâni halifeleriyle çok sonra-
ları gelecekti; ama Eşari itikadı “Allah” kavramını varlığın dı-
şında tutuyor, yaratmayı da “yoktan var etme” şeklinde anlı-
yordu. Dolayısıyla Zât-ı İlâhi özel bir varlık türü, nesneler âlemi
bir diğer varlık türü oluyordu. Vahdet-i Vücuttaki “her an bir
oluş hâlinde, her an fark üreten, insan şimdisi dışında bulu-
namayan, nefsinde şâhit olunma şartı taşıyan Tanrı fikri'nin
yerini, soyut bir Zeus gibi düşünülen, görülmesi imkânsız bir
Allah kavramı aldı. Böylece ezberle ve köle tutumuyla yürütülen
bir ibâdet hayatını din addeden yaklaşım ulemâya hâkim oldu.
Vahdet-i Vücud anlayışı hükmederken matematik başta, bütün
bilimler mukaddes addolunur, medreselerimiz Nureddin Caca
Bey Medresesi'nden Ali Kuşcu ve öğrencilerinin ders verdikleri
İstanbul Medreseleri'ne kadar matematiği, astronomiyi, tıbbı öğ-
retirken ve insanımız bu alanlarda feyz-i ilâhi bulurken; bunların
yerini de, başta dârü'l-hadis ve dârü”I-kurrâların bulunduğu ve
daha ziyâde devletin kadı ihtiyâcını karşılayan medreseler aldı.
: 135
Sait Başer

Biraz evvel Devlet'in çöküş sebebi görülemedi derken, kas-


tettiğim şey bu dönüşümdür.

SORU
Bizim tarihimizde kendilerine bakarak, eserlerini okuya-
rak, kültürümüzün inanç ve düşünce derinliklerini bulacağı-
mız başkaca isimler yok mu?

CEVAP
Dikkat ederseniz buraya kadar bilhassa dört ismi zikrettik. Sa-
tuk Buğra Han, Maturidi, İmam-ı Âzam, Hoca Ahmed Yesevi.
Satuk Buğra Han siyâsi kimliğiyle sahneden çekildi. Biz di-
ğer üçüyle tarihi yürüyüşümüzü sürdürdük. Bunlara ilâve başka
isimler arayalım.
Mümkün.
Hattâ öyle isimler var ki, dünyasına girdiğiniz takdirde göz-
lerinizi kamaştırır, kendilerinden öncekileri de sonrakileri de gö-
remez hâle getirir.
Bunlar arasında, kültür ve inanç tarihimize kuş bakışı ba-
kıldığında, varlığını derhal farkettiren birkaç isim söyleyeyim:
Fârâbi, İbni Sinâ, Azizettin Nesefi, Mevlânâ Celâleddin
Rümi, Muhyiddin Arabi, Sadreddin Konevi...
Gerçekten İslam ve Türk tarihiyle meşgul olanlar bunlardan
bir tânesine eğildiklerinde çoğunlukla gözleri kamaşır ve onun
dâiresinden dışarı çıkmak istemez, çok defâ da çıkamazlar. Öm-
rünce Mevlânâ etrâfında tavaf etmiş nice şöhretli bilim adamı
var. Muhyiddin Arabi bir “sahilsiz umman” Sadreddin Ko-
nevi âdetâ milli varlığı yeniden inşâ edercesine kurucu akıl rolü
yüklenmiş bir “Ata Türk!” Diyebilirim ki, Hasan Harakani de
Hacı Bektaş Veli de bu seriye liyâkatle dâhildir. Yunus Emre de,
Emir Sultan, Hacı Bayram, Kerimüddin Aksarayi, Eşrefoğlu

136
rk'ün Müslümanlığı

Rümi de, Yahyâ Şirvâni de, Yazıcıoğlu Ahmed ve Mehmed Bi-


can kardeşler de, Şah İsmail de, Niyâzi-i Mısri de, Şeyh Galip
de, Kuşadalı İbrahim Halveti de, Filibeli Ahmed Hilmi de, Ab-
dülaziz Mecdi Tolun da, Kenan Rifâi de, Yahyâ Kemal... de ku-
tup isimlerimizdir...
1990'larda ilk ürkek adımlar diyebileceğim neşriyata girişti-
ğimde, Türk Müslümanlığı'na bir sembol isim, bir otorite isim
arıyor; onun fikirlerinin tarihteki seyrini adlandırma adına Türk
Müslümanlığı diyordum. Tabii ben siyâset adamı değilim, ama
ilmin ve fikrin de bir siyâseti vardır.
Yara bere içinde ağır bir anarşi döneminden çıkmış, fikir
grupları kimlik gruplarına dönüşmüş, kimsenin birbirine taham-
mül edemediği, sözüne kulak vermediği bir devirde toplumunun
selâmetini arayan, kendinde bunun sorumluluğunu duyan bir
genç adamım. İstiyorum ki, mevcut ihtilaf ve kimlik çatışmala-
rını aşan, her kesimin kendi orijinini orada bulacağı bir oto-
rite bulalım. Böylece bütün kavgaları o ismin etrâfında sakinleş-
tirdikten sonra, yâni toplumca zaman içinde bir seyahat yapıp,
X. Asra gidip, meselâ İmam Maturidi de kaynağımızı bulup, ta-
rihteki ihtilafları artık bir taraf gözüyle görmeden, siyâset, fikir
ve inancı ayırıp etap etap, barışa barışa bugüne doğru gelelim.
Güncel ihtilaflarımızın dogmalaştırılmış gerekçelerini başlan-
gıçtaki sâfiyeti kaybetmeden müzâkere ede ede tarihle barışır-
ken, birbirimizle de barışa barışa bilişelim, buluşalım, sevişelim.

SORU
Pekiyi istediğimiz oldu mu, istediğimiz noktaya gelindi mi?

CEVAP
Hayır. Tam olarak, ideal bir yere gelinmedi tabii.
1137
Sait Başer

Ama tahmin ettiğim, umduğum gelişme önemli ölçüde ger-


çekleşti.
Bir defâ Türkiyedeki Alevi-Sünni karşıtlığı denilen yapının,
esas itibârıyle Eşari -Türk Müslümanlığı karşıtlığı olduğu görül-
meye başlandı. Sünnilik bayrağını, sözcülük rolünü eline geçiren
Eşar'i- Müceddidi azınlık, Sünnilik söylemiyle önce Aleviler'i
sonra Vahdet-i Vücutçu ana geleneğe bağlı büyük kitleyi baskı
altına almayı başardı. Bugün bu nokta da görülebilmektedir.
Alevi kitlenin bir şanssızlığı vardı. Safevi-Osmanlı siyâsi
rekâbeti, propagandasını din diliyle yaptığı için, muhtevâsından
çok siyâsi eğilimi yüzünden, devletin önemli ölçüde haksız yere
hasım cepheye yerleştirdiği konumu yüzünden, Sünni etiketli
Eşari-Müceddidi husümetine mâruz kaldı. Zamanla sindirilen
Alevi kitleye, Nakşiliğin Müceddidi kolu dışında kalan bütün
toplum dahil oldu.
Ben demek istiyordum ki:
“Ey millet! Aranızdaki ideolojikleştirilmiş kimlik çatışma-
ları, muhâsebesi yapılmamış çok kötü bir tarihi mirâsın ürü-
nüdür. Maturidi'den, Yesevi'den yola çıksak ve tarihteki se-
bep-sonuç ilişkilerini göre göre dini ve siyâsi kavgaları ayıra
ayıra yürümeyi becerebilsek, birbirimize hayatı cehennem et-
mekten vaz geçeceğiz.”
Hattâ bu hazin mâcerâ görülebilse, samimiyetle inanıyorum
ki, Müceddidiye'ye kapılmış Nakşi ihvan ve oradan türemiş ce-
maat mensupları da bir durum muhâkemesi yapma imkânına ka-
vuşacaklardır. Açık bir ihânet içinde olmayan, namuslu insanlar
bu mâcerâyı gördükleri vakit silkineceklerdir. Ben kendi haya-
tımda bunun pek çok örneğini yaşadım. Solcuyla da sağcıyla da;
Türkçü, İslâmcı, Nakşi, Süleymancı... vs. ile de konuştum. Bu sâ-
yede her cenahtan gerçekten iyi dostlarım oldu. Cem Vakfı'nda
da, Kanal 7'de, ATV'de, HBB'de, Meltem TV'de, HaberTürk'te,
138
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Bengü Türk'te samimi davetler alarak gidip konuştum. Hemen


hemen hepsi de büyük sevgi ve memnuniyetle uğurladılar.
Anlıyorum ki, toplumumuzun diz üstü çöktüğü yer burası-
dır ve yiğit düştüğü yerden kalkar.

SORU
Muhterem Hocam, konu akışı itibârıyle bir miktar eksen-
den uzaklaşmayı göze alsak ve değindiğiniz “Müslüman olıma
kararı verebilmenin meşrüluk kaynağı nedir?” tespitinizi bir daha
konuşsak. Öyle sanıyoruz ki, bizim tarihçiliğimiz olaylara si-
zin dikkat ve arka plan okuma çabanızla bakmıyor. Sizce de
bu bahsi ele almak kayda değmez mi?
Bir de: “Bir Problematik gördüğünüzü, o tarihi tablo ne ka-
dar kültür için bir değer olsa da günümüz nesilleri ve dünyası
için gerçekten bir değer ifâde edecek midir?” demiştiniz. Biraz
da bu noktaya eğilelim mi?

CEVAP
Birkaç hayati noktada Töre'nin işlevselliği devam ediyor.
Dilenirse madde sayısı arttırılabilir.
Bilhassa dört başlık Töre ve Türk Müslümanlığı bağlamında
muhtevâ kazanıyor.
Birincisi, Türk kültürü ana değerleri itibârıyle nüvesini Tö-
rede bulan yapısını muhâfaza ediyor. Dolayısıyla geçen zaman
o anlayışın tarihin tozlu sayfalarında kaybolmasına izin vermi-
yor. Türkçe, Türk musikisi, milli ahlâk, savunma içgüdüsü/
ordu millet olma gibi eleman ve nitelikler, bize Töre'nin kazan-
dırdığı değerlerdir. İ
İkinci husus, Töre döneminin sınıfsız toplum imkânı için-
den çıkardığı adâlet temelli devlet terbiyemiz, dünya görüşü-
müz, hâlâ görünmez kanallardan Töre ile besleniyor.

139
Sait Başer

Üçüncü husus, kültürü üretme yeteneğimiz bugünden ya-


rına doğru kendini yenileme imkânını hâlâ kültürün nüvesin-
deki o yapıdan alıyor. Farsça, Arapça, Latince, Fransızca, İngi-
lizce, Rusça ve Rumcayla asırlarca boy ölçüşen Türkçe, gücünü
hâlâ ek-kök ilişkilerinde buluyor. Üretimini ona göre yürütüyor.
Sürü ve sürmek kelimeleri atlı ve tarımcı dönemler atlatıldığı
halde sürgün, süreç, sürdürülebilirlik gibi yeni kavramlarda var-
lığını o temelden alarak yürütüyor. Digital teknolojiyle meşgul
olanlar, yeryüzü dilleri arasında bilgisayar diline en elverişli ya-
pının Türkçe olduğunu söyleyegeldiler.
Dördüncü ve en mühim husus ise, Töre ontolojisindeki ev-
rensel birlik ilkesinin günümüzde bütün haşmetiyle geçerliliğini
sürdürüyor olmasıdır.
Dolayısıyla diyebiliriz ki, Türk Müslümanlığı anlayışı potan-
siyelini tüketmiş, tarihte kalmış, arkaik bir yorum değil.

SORU
Yukarıda söylediğiniz entrikaların felç ettiği toplumsal
muhâkemeye rağmen, hem toplumunuza hem de söyledikle-
rinizi kendi aleyhinde bulacak ve elan bulmakta olan iç-dış
faktörlere nasıl karşı konulacak?

CEVAP
Yaşayacaksak başka çâremiz yok. Türk toplumu için “kendine
gelmek” budur. Tâzeleneceğiz. Yeniden anlayacağız. Bütün değer-
lerimizi onlara saygı ve sevgimizi kaybetmeden güncelleyeceğiz.
Hiç kimse başkalarının tecrübesiyle yaşayamaz. Kendi ihtiyacı-
nın gerçek cevabına ulaşamaz. Kendi tecrübesini kaybeden bir
toplum, o tecrübenin ürünü olan ihtiyâcını nasıl açıklayacaktır?
İzâhı olmayan veyâ sentetik ihtiyaçlara göçürme çözümlerde
ısrar etmek; bir müddet sonra kendini anlamsız bulma, kişiliksiz

140
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

kalma, değer üretememe, üretilmiş değerlerin boşalması gibi so-


nuçlar doğurur. Kaldı ki biz bu sonuçların bir çoğunu elan yaşa-
maktayız. Bir toplum kendi tecrübesinden kaçamaz.
İyi, kötü, bulacağı çözüm o tecrübeden süzülüp çıkarılacaktır.
İçerideki veya dışarıdaki nifak ve düşmanlık karşısında kendi-
mizi nasıl savunacağımız konusu son derece ciddi bir şeydir. Son
zamanların moda tâbiriyle “bu bizim beka meselemizdir” Kök-
lerimize yabancı kalmak, yabancılaşma süreçlerini teşhis edeme-
mek, dostu düşmanı ayırt edememek, düşman değerlerini kendi-
ninkileriyle değiştirmek gerçekten bir zihin felcidir.
Bir toplum için varlığına dönük bundan daha ciddi bir teh-
dit düşünemiyorum.
Yâni bir tarihte şekillenmiş bir takım sihirli formülleri gü-
nümüze aktarıp, zahmetsizce beka derdinden kurtulamayız. El-
bette tarih ve kültür bir anlama hazinesidir. Ancak anlama faa-
liyetini her kuşağın yenilemesi zarüreti var.
İnanma, anlama, ahlâk ve sorumluluk duygusu babadan
oğula miras kalmaz.
Bir düşünce sistemi olarak size gelen yapıya dâir anlama ve
anlamlandırma işleminden kaçınamazsınız. Ecdâdınız da kaçma-
mıştır. Aksi takdirde tarihin öznesi olunamazdı. Anbean ken-
dini tâzeleyen bir varlık telâkkisi, varlık kendini tâzelerken onu
anlamaktan geri duramaz. Böyle bir lüksümüz yok. Anlamayı
iptal ettiğimiz asırların sonuçları ortada. Bakın kaç kuşaktır
onun ağırlığı altında eziliyoruz. Tarihin efendi milleti; insanlık,
ilim ve sanatta koşar adım ilerlerken, âdetâ rakiplerinin artıkla-
rıyla, attıklarıyla idâre etti.
Ama deniz bitmiştir. Yükselme, iktibasla değil, yaratıcı dü-
şünceyle gerçekleşir. Tarihimizi iktibas imkânı olarak değil, ye-
niden anlama imkânı olarak kullanacağız.

aa
Sait Başer

SORU
Yâni Türk Müslümanlığı sizce yeniden canlanabilecek bir
potansiyel taşıyor mu?

CEVAP
Burada belki uzun uzun analizler yapmamız lazım. Toplu-
mumuzun büyük çoğunluğu şuurundan mahrum da kalsa yine
Töre ve Vahdet-i Vücut geleneğinin ürettiği değer yargıları içinde
hayatını sürdürüyor. Zihninde böyle bir başlık olmayabilir. Ama
toplumun âile yapısı, insan ilişkilerinde ihlas ve samimiyeti
öne çıkarışı, adâlet duygusunu kuvvetle sürdürüşü, müziğine,
mimârisine duyduğu muhabbeti kaybetmeyişi, Ramazan ayla-
rında iftar saatlerinde sokakların sessizliği, bayramlarda or-
taya çıkan muazzam ziyaret trafiği, misafire, mazluma, muh-
taca el uzatma kabiliyetini sürdürmesi, önemli ölçüde devletine
itaati; bayrak gibi, mâbet gibi, şehitlere saygı gibi sembolik de-
geri olan davranışların gâyet diri biçimde devamı... gibi bir çok
ölçü, bana Türk Müslümanlığı'nın katiyyen bir gösteriye dönüş-
mediği halde toplumumuzca elan yaşatıldığını söylüyor.
Diyebilirsiniz ki:
“ -Bu kadar mı? Saydığınız hususlar gerçekten ideal sevi-
yede mi tahakkuk ediyorlar?”
Tabii ki, hayır. Ama insâfı elden komadan söylemeli ki, top-
lumumuz o şükredilesi sâfiyet hâlini korumaktadır.
Esâsen onun bu sâfiyetini istismar ederek, onun diğergâmlı-
ğını sömüren siyâsi sistemin tarafları onu gerçekliğini bozmadan
temsil etmeye yanaşmayor, onun değerlerine saygı duymuyor, ik-
tidarı muhalefetiyle onun sâfiyetinden besleniyorlar.
Belki bizim türümüzdeki arkadaşlar, topluma, emperyal mer-
kezlerin entrikaları hakkında bir miktar bilgi vermeliyiz.
142
sile ninn Türkliüi Türk'üünn Müslümanlığı

Bizri e masadappm m ko-


nuşuruz. Bâzı toplumlar için ise “cephede kaybetse bile ma-
sada kazanır”, denilir.
Milletimiz, ulvi değerleri uğruna başını verir; ama o değer-
leri yeniden üretmek söz konusu olduğunda âtıl davranmaya de-
vam ederse, sosyal mühendislikte üstad hâline gelen yerli yabancı
mihrakların oyuncağı olmaya da devam eder.

SORU
Stratejik çıkarları çatışan ümmetin bir takım unsurları ve
kezâ diğer medeniyet gruplarında uyandıracağımız endişe ve
telâşı aşmamız mümkün mü?

CEVAP
Genellemek ne kadar doğru olur bilmiyorum. Elbette istis-
nâların hakkını yememeli. Ancak gâlibâ toplumların da birbir-
lerine dönük hayranlıkları, kıskançlıkları, kan dâvâları olabiliyor.
Biz Türkiye Cumhüriyeti toplumu olarak Osmanlı bakiyesiyiz. Fa-
kat Cumhüriyet'in kültür siyâsetleri uzun zaman Osmanlı kültür
coğrafyasıyla Anadolu'da kalan toplumun ilişki kurmasını kolay-
laştırmadı. Bilakis zorlaştırdı. Dolayısıyla bizim ümmet coğrafya-
sında olup biten, yaşanan mâcerâlara ünsiyetimiz pek zayıf. Af-
rikada, Ortadoğu'da, Balkanlar'da Avrasya Türk dünyasında biz
içimize kapanıkken neler olup bitti? Olup biten vuküat esnâsında
muhtelif ümmet toplulukları bizden ne umdular ne buldular.
Şimdi nerelerde karar kılmaktadırlar? Öncelikle bunu bilmiyoruz.
İkinci husus; XVII. Yüzyıl sonrasında yaşanan kültürel kırılma
ve bir emr-i vaki ile yerleşen Eşari- Müceddidi ontoloji sebebiyle,
Ümmet'e dönük şaşkınlığımızın bir benzerini kendi tarih ve kül-
türümüz karşısında yaşıyoruz. Pek tabii, şaşkınlığımız çökmekte
olan Devlet-i Aliyye'nin enkâzı altında kalmak, çöküşün acılarını

143
yaşamaktan bizi kurtarmıyor. Yoksulluk, cehâlet, kendine yaban-
cılaşma; hepsinin üstüne de tarihi boyunca mücâdele ettiği Hris-
tiyan-Batı paradigmasına teslimiyetin getirdiği ağır kültür şoku.
Ama hayat devam ediyor. Reel politiğin icapları, hızlanan bir
tempoda bütün ümmeti oradan oraya savuruyor.
Sorunuza cevap adına söze girerken, toplumların kıskanç ola-
bileceklerinden dem vurmuştuk. Cumhüriyet Türkiyesi'nde; sapla
samanın birbirine karıştırıldığı, toplumu değerlerinden cascav-
lak soymanın “devrim” adını aldığı bir toplumsal cinnet yaşa-
nırken, vaktiyle bizim idâremizde çok mesut asırlar geçirse bile,
Türk idâresinden kopmayı “kurtuluş” adıyla kutlayan siyâsi ya-
pılar doğdu: Kuzey Afrikada, Ortadoğuda, Balkanlar'da birçok
toplum Türk idâresinden koptuktan sonraki hayatlarında yaşa-
dıkları dile getirilmesi güç acılara rağmen, kopuşun rantını yiyen
yönetimlerin telkinlerinin de beslediği bir Türklüğe karşı yaygın
haset hastalığına tutuldular. Bir kısmı daha da ileri gitti. Hasetle-
rini açık düşmanlık hâline dönüştürdü. İran, başlı başına bir baş-
lıktır. Sudi Arabistan, Körfez Emirlikleri, Ürdün, Mısır, Lüb-
nan, Süriye, Irak, aşağıda Yemen, Habeşistan, Somali, Sudan,
Libya, Cezayir, Fas, Tunus halkları, bizim aramızın düzelmesini
istemeyen emperyal güçlerin de teşvik ve zorlamasıyla Türkiye
ve Türk milleti hakkında epeyce karışık duygular içindedirler.
Bu siyâsi yapılar ayrıca kendi bekalarını temin çabasıyla ya-
kın dönem bütün dünyada uygulanan, ferdiyet düşmanı kimlik
siyâsetleri güttüler. Toplumsal kimlikler arasındaki farkları müm-
kün oldukça büyütmeyi ve sosyal kaynaşmanın kesilmesini sağ-
lamaya çalıştılar.
Yâni ister seküler bir toplumsal ve kültürel tercih içinde ola-
lım, ister dini tercihimizin içerideki kabulleniliş ve iktidarlarca
gördüğü muâmelelere gazap duyalım. Bunlar ayrı ayrı analiz ge-
rektiren hususlardır. Ama çevremizdeki ümmet üniteleri bizim

144
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

tarihi misyonumuz hakkında resmi eğitim programları tarafın-


dan olumsuz duygularla yüklenegeldiler.
Ancaak!
Pekalâ biliyoruz ki, onlar da biliyorlar tabii, Anadolu'da yük-
selen bir yeni iktidar rüzgârı bütün muhiti yeniden kendi yörün-
gesine sokabilir.
Bütün diplomatik sempati gösterilerine rağmen, her bir yö-
netim derinden derine o korkuyu taşıyor. Ancak aynı yönetici-
ler biliyorlar ki, emperyal Batı, vaktiyle Osmanlı'dan koparma
adına kendilerine gösterdiği itibârı bugün bir yana bırakmıştır.
Hele şu son Arap Baharı yakıcı bir kasırga gibi İslâm ülke-
lerinde dolaşalı beri, bir savunma içgüdüsüyle müslüman halk-
lar nezdinde, kendilerine yakın güç arayışını, bir hâmi ihtiyacı
duyuşu şiddetlendirdi. Bu da bir diğer gerçek. Yâni; özellikle
Arap-İslâm dünyası ve İran bütün tarihi husümet ve kıskançlık-
larına rağmen Türkiye'ye bir umutla bakmaktadır.
Tabii ki işimiz kolay değil.
Dağlar gibi yığılmış peşin hükümler, emperyalizmin açtığı
ve sarılmayı bekleyen yaralar, kültürel zehirlenmeler bizi bekli-
yor. İşimizin hiç de kolay olduğunu söylemiyorum. Hattâ zaman
zaman sıcak çatışmalara şâhit olduğumuz siyâsi ve askeri prob-
lemlerin hakkından gelmeyi, o kültürel zehirlenmeleri bertaraf
etmenin güçlüğü yanında çok daha hafif buluyorum.
İşimiz hiç kolay değil. Ama bana göre en güç tarafı, içeride
kendimize gelmeyi başarmamızdır. “Nerede düşmüştük oradan
kalkalım” diyecek cesâret, ferâset ve irâde gösterilebilirse, mücâ-
delenin en büyük kısmı kazanılmış olacak. O mutâbakatın, or-
tak ideallerde buluşmanın vereceği imkân ile dış dünyanın hak-
kından gelmekteki zorluklar nisbi olarak küçülecektir. En az yüz
yıldan beri konjonktürün bu derece lehimizde geliştiğini göre-
mezsek kıpırdama şevkimiz azalır elbette.
145
Sait Başer

SORU
İslâm dünyasıyla ne tür güçlükler bizi bekliyor, açabilir
miyiz?

CEVAP
Tabii, bu çok büyük bir konu!
Ümmet-i Muhammed'in geleceğinden kaygılı bir kardeşini-
zim. Ama hâkim olduğum alanlar değil. Mâmâfih mâdem soru-
yorsunuz sübjektif fikrimi söyleyeyim.
Belki en son söyleyeceğimi de başta söyleyeyim.
İslâm dünyasında Türkler'in tarihi rolü göz önüne alındı-
ğında, aslında karşımıza önemli ölçüde Haçlı dünyasına karşı
İslâm dünyasını himâye tarihi çıkar. XVU., XVMI. Yüzyılların
İslâm dünyasında, hatta buna XIX. Yüzyılı da katabiliriz, yerle-
şik ve kendine has problemlerle boğuşmak, daha hasbi, fitne un-
surunun daha zayıf olduğu bir hal arz ediyordu. Zamanla kör
düğüm olmuş cenahlar, çözümden umudu kesip, çevrelerine du-
varlar ördüğü bir tabloda kilitlenmişti. $44-Sünni çatışmaları ka-
zananı olmayacak bir kilitlenme arz ederken, Selefi- Vehhâbi
Osmanlı çatışmaları da müzminleşmişti. Rus hâkimiyetine gi-
ren Tataristan ve Orta Asya ilelebed kaybedilmiş coğrafyalar
gibiydi. Gönül bağları kopmamıştı tabii. Hint Müslümanları ve
Orta Asya emirlikleri ile, XIX. Yüzyıl sonunda bâzı göz yaşar-
tıcı ilişki denemelerimiz oldu. Ama kayda değer bir kazanımı bı-
rakın, bir istikbal umudu söz konusu değildi. Herkes kaderine
mahkum, kendi yağında kavrulmaktan başka çâresi kalmamış,
kimsenin kimseye hayrı olmayan, düşmanın insâfına mahkum
bir dünya. Düşmanın insafı ise aldığınız nefesi bile size çok gö-
ren bir “insaf”! Hemen hemen Türkiye'nin can havliyle göster-
diği İstiklâl Harbi mücâdelesi dışında varlık alâmeti göstereme-
yen bir genel tablo. Türkiye'nin kazancı da ortada!

146
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Kazanırken mi kaybettik, zaferimiz mi zehir oldu? Yüzyıl-


dır tartışıyoruz.
Ama günümüzde, âdetâ geçen yüzyılın sosyal ve siyâsi âfetleri
birer imkân kılığına bürünerek önümüze çıkıyor. Sırasıyla kısa
kısa temas edelim. Osmanlı-İran veya Şii-Ehl-i Sünnet mücâde-
lesi diye sunulan ve buzdolabında uzun süre bekledikten sonra
XXI. Yüzyıl başında önümüze çıkan tablo, o eski mücâdele tab-
losunun uzantısı mıdır? Biz ağır bir tecrübeden geçtik, İran coğ-
rafyası daha da ağır bir tecrübeden.
Batı emperyalizmi Türkiye'nin genel olarak İslâm dünyasıyla
içli dışlı olmasını hiç istemedi. Bu meyanda “Laik Türkiye” “İran
İslâm Cumhüriyeti” ile bütün büyük kültürel ortak paydasına
rağmen, içeride Osmanlıdan uzaklaşma siyâseti güttüğü halde
İran'a Yavuz Sultan Selim gözlüğüyle bakmaya devam etti. Oysa
İran'ı da Türkiye'yi de gelişme mücâdelesinden alıkoyan, bekâsını
tehdit eden düşman aynı idi. Sanıyorum son yıllarda bu iki kar-
deş kültür coğrafyasının yönetimleri ortak düşman karşısında
işbirliğinden başka çâre olmadığını gördüler.
Bunu son derece önemli buluyorum.
Türk-İran yakınlaşması Türk Müslümanlığı'nın da yardı-
mıyla çok büyük bir hızla, tahayyülümüzün üzerinde müsbet
sonuçlar verebilir. İslâm dünyasının toparlanmasında lokomotif
olabilir. Aramızdaki ihtilafların ideolojik ve dini karakterli ol-
mayıp, tarihi konjonktürlerden kaynaklanan hâkimiyet dâvâsı
olduğu görülebilir, görülmelidir. Ben âcizâne Anadolu ve İran
coğrafyalarının önemli ölçüde aynı kültür coğrafyası niteliği
taşıdığı kanaatindeyim. Aramızdaki birkaç asırlık kopuşun ya-
rattığı mesâfeler ve siyâsi hâkimiyet dâvâları, yeni konjonktürün
tehditleri sâyesinde yeniden ele alınabilir ve o mesâfeler kapatı-
labilir, yaralar sarılabilir.
Bunun için son derece elverişli imkânlara sahibiz.
Anadolu'daki Vahdet-i Vücutçu tasavvuf çevreleri, Alevi kit-
lenin onlarla örtüşen telâkkileri ile Ehl-i Beyt ve Oniki İmam

147
Sait Başer

hürmeti üzerinden bakıldığında İran'da yaşayan dini ve siyâsi


kültür ortak bir lugat etrâfında buluşturulabilir. Aramızda ola-
ğanüstü değerde müşterek sembol isimlerimiz var. Mevlânâ gibi,
Hacı Bektaş gibi, Hâfız gibi, Sâdi gibi... Burada önemli olan,
problem çözmeye niyetli yapıcı bir yaklaşımla konuya eğilebil-
mektir. Düşman fitnesini görme husüsunda bizim de onların da
fevkalâde ciddi bir ferâset ortaya koymamız şart tabii.
Bu yardımlaşmaya, iş birliğine hattâ “keşke” diye temenni et-
tiğim birleşmeye, iki taraf da şiddetle muhtaçtır. Şu kaotik kon-
jonktürün, yarattığı tahribat yanında böyle bir fırsat sunduğunu
görmeli ve mutlaka değerlendirmeliyiz.
Türk-İran yakınlaşmasının yaratacağı olumlu sonuçlar, asla
bu iki ülkenin sınırları içinde kalmaz.
XVI. Asırdan beri Anadolu ile Asya Türlüğü arasındaki aşı-
lamayan engel İrandır. Türkiye'nin Kafkas bölgesine dönük siyâ-
setleri, o müzmin Türk-İran kavgasıyla/rekâbetiyle zehirlenmişti.
Tabii bizim de görmemiz gereken bir husus var. Önceki soru-
larda zaman zaman değindik, Türkiyedeki “Ehl-i Sünnet” söylemi
XVI. Asırdan itibâren, önce Eşari sonra ona eklenen Müceddidi
paradigmasınca temsil tekeline alındı. Türk-İran düşmanlığının
ideclojik alt yapısı sığ bir Ehl-i Sünnet perspektifine mahküm edil-
meden incelenmelidir. Bu öyle bir Ehl-i Sünnet'tir ki; imanı tak-
lit, şahâdeti sahte, ibadeti gösteri, huküku kadük bir yapı. Asırlar-
dır tâzelenmemiş, ortaya çıkan yenilikçi talepleri bütün gücüyle
yok etmeye çalışmıştır. Mevzu sâdece Türk-İran ilişkilerine ver-
diği hasarla kalsa iyi. İçerideki tahribâtı hep konuşuyoruz.
Dediğim gibi, benim ilgilerim amatörce. Bu konuların profes-
yonelleri de bağcı dövme heveslerini arkalarında bırakıp, yapıcı
ve çözüm üretici bir yaklaşımla konuşmalıdırlar. İslâm dünyası
ve bilhassa Türkiye olarak bütün gücümüzü modernizmin bütün
imkânlarıyla fizik ve metafizik varlığımızı yok etmeye çalışan ve
bu uğurda en aşağılık yöntemleri kullanmaktan çekinmeyen Siyo-
nist - Haçlı dünya ile mücadeleye tevcih etmek istiyorsak, İslâm

148
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

dünyasında yeni düşmanlar ve düşmanlıklar peydahlamanın hiç-


bir mantığı olamaz. Tabii ki, dikensiz bir gül bahçesi resmetmi-
yorum. Tabii ki, İslâm dünyasının ve bu meyanda Türk-İran ta-
rihinin çok ciddi meseleleri vardır. Burada, bizim önceliğimizin
ne olduğu önemli.
Şurası açık bir hakikattir ki; düşmanın gücü, bizim parça-
lanmış ve bütün enerjisini içeride tüketen yapılanmamızdan
kaynaklanıyor.
Suudi, Vahhâbi, Selefi cenahın ise bir “petrol coğrafyası”
olduğunu unutmayalım.
Petrol enerji, enerji ise dünya hâkimiyeti demek.
Ben âcizâne İngiliz, Amerikan ve Yahudi gizli servislerinin
eski oryantalist birikimi çok tepe tepe kullandığı ve potansiyel-
lerini bitirdiği kanaatindeyim.
Afrika ve Asya Müslümanları konusunu, müstakbel bir üm-
met siyâseti önünde ciddi engel olarak görmüyorum.
Avrasya Türklüğü ise bütün acemi siyâsetlerimize rağmen,
muazzam bir kardeşlik genetiği ile gittikçe daha fazla kucakla-
şıyor, yükseliyor.
Burada tabii son yıllarda Hristiyan dünyanın Ruslar'a dönük
üvey evlat siyâseti gütmesi de bizim için son derece değerli bir
destek yaratmaktadır. Hulâsa; isterseniz beni hayalperest bula-
bilirsiniz, Türk Müslümanlığı'nın ontolojisi üzerine oturacak bir
siyâset, bir eğitim sistemi, bir hukuk sistemi... Sâdece Türkiye'nin
kurtuluşu demek değil.
Dilerim ömrümüz vefâ eder biz de görürüz.

149
ld
İm emri BEAN
dai m
dl
' gisi Li rl

bla
gseilt
keme
A
Şiyi 'e i , a
ikr ne
e i d
kis. say ai
v

İ m i beri
Jai dinlSELİ e se kiş
| ri zik 4 ie M 4
va mİ
ai
i rn
iky
aliğsi)Eye
le

İrvb yeleNi beri Mei ür


ta m eğ
HiKwivi bi
Lİ ve
SS DAYE, red bol
AW çiğli Ki kağan |Did amli

Me ni
v
vii
M ih Mb

m
yalm gi

w ” N Le
(0 Getiielij v
4 igBA 1?
iz a

yk ayi Mini
Evi

) ME e
i Vie — bi dahisi il il
ri
iel DE
N
iial ye
WGi N
İİ yi Ci,we
SN e
Kela
Eii
w iz

EN
in
gi
d ASA,

AM Aİ ie 8
nd |ü 1
N haki
ki yf
eİ i i | e
ri
KEM su
v4 k. uğ Di m
id “ür
di
baü ir Miri b
al İn mh
ALAN ir ağ dc kA Çe ge gr
. e fa alan Ne un eş sig Kiviyada eye ie ir
” 3 Gi ii hi “i im i diri buke e i
“zi ul (ln NN Ok yi

vag ğin etk eğim Me


yen kandili verdi
ie i “ttçap bi
li
ie

i
vi
&
ww
bN
BEŞİNCİ BÖLÜM
KÖKLERE DOĞRU BAKIŞLAR
he 2 PA Sg We |
İni ei e

ii
| in we m ” ni al miz,di!diiiin
vi rn gi
Tiğ

i kA et Mr, m
ü
ak Ğ

Ni ni
NN
i ii
b. Vi>
ii
| i v v4 İİ el
A 1N
ği i
a
hol TE 4
i | Nia N- i
ji m

ğ 3

a iibn bp
ii

“KAZDEAM va0daa
ii tl
ar Ye)
Ku
SORU
Hocam soruları bir miktar sâdeleştirsek. Sizin söyledikleri-
nizi bütünüyle tâkip edemeyen ortalama bir okuyucu merakını
karşılamak üzere izninizle bazı sorular sormak istiyoruz. “Eski”
ya da “İslâmlıktan önceki Türk Dini” ifâdesi doğru mudur?

CEVAP
Sevgili dostlarım, biz meselelere günümüzün içinden bir pers-
pektifle bakıyor ve anlamaya çalışıyoruz.
Bugün Türk kamuoyu Türk kültür tarihinin doğuş ve geli-
şim süreçlerini kendi otantik yapı ve terminolojisiyle bilmiyor.
Hal böyle olunca, merak ettiği konuyu, kendi orijinal nitelik
ve ismiyle bilmediğinden târif ederek soruyor.
Bu tabii bir hal.
Soruda kastedilen “Eski Türk Dini” dediğimiz inanışın ta-
rihte orijinal bir adı var tabii. Bana göre bu eski Türk inanışı de-
nilen yapının adı TÖREdir.

SORU
Töre'nin kapsam ve içeriği bin yıllar içerisinde hep sabit
mi kalmıştır?

CEVAP
Elbette hayır.
Töre zaman içinde bir yanıyla örf bir yanıyla âdet, bir yanıyla
ahlâk, bir yanıyla hukuk, bir yanıyla Türk toplumundaki kurum-
lar sistemi, bir yanıyla âdâb-ı muâşeret, bir yanıyla metafizik,
153
bir yanıyla ontoloji, bir yanıyla devlet felsefesi... Gibi zengin bir
muhtevâ kazanmış görünüyor.
Elimizde şükür ki Kutadgu Bilig var.
Biz, Kutadgu Bilig'te Töre'nin anlatıldığından şüphe etmek
için hiçbir sebebe sâhip değiliz. Ancak ne yazık ki, Kutadgu Bi-
lig'in varlığına şükretmekle berâber, elimizde onunla boy ölçüşe-
bilecek zenginlik ve derinlikte kaynağımız yok. Yok derken, hiç
yok anlamında değil; Töre'nin şumülü sebebiyle eski Türk kültü-
rüne dâir her türlü kaynakta, dikkatli bir göz nazarında Töreden
bir yansıma, bir izdüşüm bulunur.
Esâsen Töre dediğimiz yapıyı; Kutadgu Bilig'den elde edece-
ğimiz kavram sistemini anahtar olarak kullanıp, bize ulaşan diğer
bütün kaynaklara yansımış Töre kaynaklı unsurları toplayıp, yeni-
den inşa etme ihtiyâcımız var. Bu hususta ne yazık ki bir dikkat
uyanmasıyla, bir projelendirme, tatminkâr bir derleme, yorum-
lama çalışması yapılmadı. Elimizde birçoğu tartışmalı ve kültü-
rümüzün ana tablosundaki yeri tam belirlenmemiş, tâbir câizse
bölük pörçük bir mâlümat yığını var. Bunların farklı ihtiyaçlarla
zuhüru sebebiyle, zaman zaman birçok karmaşık konu içinden
kayıtlara yansıması, bize ciddi bir eleme, rafinasyon, restorasyon
görevi de yüklüyor.
Farz-ı muhal bir siyâsi anlaşmada Türk hakanı sözünü tut-
mazsa başına gelecek felâketleri târif ettiği bir “and” içiyor.
Adamın derdi Töre'yi anlatmak değil.
O tarihte böyle bir ihtiyaç yok.
Ama içtiği andı Töre mücibince yapıyor: (Sözünü tutmaması
hâlinde) “Atımın eğeri ters dönsün, yerden ot ve yem bitme-
sin” vs diyor. Araştırmacımızın bu ve benzeri kayıtlardaki ina-
nışı, değer yargılarını, sosyal kabulleri o metinden rafine etmesi
gerekiyor. Eserden müessire yürümesi gerekiyor.

154 |
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Atlı ve hareketli bir toplumsal hayatın tabii bir sonucu ola-


rak elimizde o dönemi yansıtan arşivlerimiz yok. Birçok kişi isti-
yor ve bekliyor ki, elimize İncil gibi Kur'an gibi, Upanişatlar gibi,
Vedalar gibi dini metinler geçsin ve o metinler bize bugünkü ih-
tiyacımızın diliyle cevap versin. Böyle bir şey yok!
Kaldı ki, teolojisi en zengin gelenekler bile, tefsirci veya her-
menötik yöntemlerle bu zengin metinleri bugünün mantalitesine
uydurmakta acze düşüyorlar.
Ortada ciddi bir eleştiriden geçirilmemiş, ilgili devrin zemin
ve zamanından koparılmış, yer yer modern dönemin milliyetçi
ideolojileri elinde hamâset malzemesine dönüşmüş, bağlamından
koparılmış bir takım söylemler var. Töre bilinmeden ele alınan
bu parça bölük konular, içlerinde işe yarar birçok malzemeyi de
taşımakta olabiliyorlar.
Mesela “Bozkurt” motifi.
Tarihi kayıtlarda karşımıza çıkıyor. Bilge Kağan'ın ifâdeleri ara-
sında var. Ama dönüp Kutadgu Bilig'de nasıl kullanıldığına baktı-
ğınızda, hamâset dilinin sıradanlaştırılmış, bir hayvana indirgen-
miş bu kavramına “bilge kişi” anlamı verildiğini görüyorsunuz.
Kutadgu Bilig üzerinden o tarihi, ve destâni malzemeyi res-
tore etmek, bize aradığımız tabloyu kazandıracaktır düşüncesin-
deyim. Kutadgu Bilig'le Orhun Kitâbeleri arasında dört yüzyıl
gibi bir zaman farkı var. Yusuf Has Hâcipten dört yüz yıl önce,
kendi özgün kültür ortamında konuşan Bilge Kağan'ın kullandığı
kavramları ayrıca târif etmeye ihtiyaç yoktur.
Bir cümlesinde Bilge Kağan: “Tanrı, anam İlbilge Hatun'u
tepesinden tutup yukarıya yükseltmiş” diyor. Tanrı inanışını
tarif etmiyor. Kendi çağında o inanışı bilen halka, Tanrısal yar-
dımın annesine ve babasına verdiği desteği ifâde ediyor. O halka
Tanrı'nın varlığını, birliğini, mâhiyetini, toplumla ilişkisini, ilişki-
nin yöntemini, biçimini târife hâcet yok. “Tanrı Türkler'in ken-
disini adadığı yer ve suları tanzim etmiştir” diyor. “İl veren
155
Sait Başer

Tanrı” diyor. “Tanrı şöyle demiştir” diyor, Tonyukuk. “Tanrı


güç verdiği için” diyor vs...
O zemin ve zamanda bu hitapları ayrıca târife hâcet yok. Bir
devlet başkanı halkına bildiği dil ve değerlerle seslenmektedir!
Benim tekrar etmekten bıkmadığım bir Kutadgu Bilig beyti
var, 3192. Beyit. Orada:
“Töre'yi veren Kadir ve âdil Tanrı'dır” diyor.
Şimdi yerli yersiz birçok kişi, âşinâlığın az olduğu bu konuda
bize Şamanist bir geçmiş kabul ettirmeye çalışıyorlar.
Ahmet Bican Ercilasun, Kitâbelerdeki meşhur “Tengri tek
Tengri'de bolmış Türk Bilge Kagan” ifâdesini, “Tanrıcasına Tan-
ri'dan olmuş” diye anlatmıştı bir Türkoloji kongresinde.
Biz günümüzün hamâsetinden metnin konteksine, bağlamına
intibak edemiyoruz.
Bana göre “durmadan-kesintisiz doğuş halinde olan” an-
lamına gelen Tanrı kelimesi, varlığın anbean, sürekli bir tanrısal
zuhur zemini olduğu inanışını yansıtıyor.
Bilge Kağan'ın tâbiriyle, insan aslında Tanrısal bir doğuşla
doğuyor.
Bildiğiniz gibi yine Bilge Kağana ait bir cümle var: “(öd Tengri
yaşar) Zamanı Tanrı yaşar” der. Gene Kitâbeler'de Yoluğ Tigin'in
ilâve ettiği: “Hepiniz uça vardınız Tengri'de tiriktekice” ifâde-
sini de buna ekleyin. Tanrıcasına, Tanrı'dan gelen; hayâtı tan-
rısal bir yaşayış biçimi addedip; akabinde de Tanrı'daki dirili-
ğine dönen bir insan telâkkisi ortaya çıkıyor.
Dikkat ederseniz Kitâbeler, toplumun tamamına bir hitâbedir.
Bilmece olsun diye bozkırın ortasına dikilmemişlerdir.
Onu okuyan ahalinin ortak kanaati, dünya görüşü ve inanışı
o metnin zemininde tabii olarak bulunmak zorundadır.
Şimdi, hulâsa edelim isterseniz. Yukarıda verdiğim örnek-
ler, toplumun genelini bağlamayan kültürün ve dilin çok dı-
şında, Sibiryadan, Hindistan sınırından verilmiş örnekler değil.
156
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Ötükenden seslenen Türk hükümdârı konuşuyor. Ontolojisini, ge-


leneğini, devlet felsefesini, ahlâkını...temsil eden Töre'nin içinde
kalarak konuşuyor.
Apaçık da söylüyor bunu:
Bütün gayesinin Töre'yi yaşatmak ve canlandırmak olduğunu.
Yusuf Has Hâcip de: “Töre'yi veren Tanrı'dır” hükmüyle,
kurduğumuz bu tablonun altına âdetâ mühür basıyor.
“Eski Türk dini” demek doğru mudur?
Anlama kastındaki Türk çocuğu böyle bir soru sorabilir. Ama
ona verilecek cevap:
-“Adı 'eski Türk dini olan bir din yoktur. O Töre'dir!” cüm-
lesi olmak icap eder.

SORU
Gerçekten, Töre kavramı, bildiğimiz kadarıyla bütün Türk
lehçelerinde kuvvetle devam ediyor. Hatta Kırgızistan'da imama
Töre dediklerini bilinir. Merhum Cengiz Aytmatov'un men-
sup olduğu kabileye de Töreler diyorlarmış. Töre'nin bu yay-
gın kullanımının İslâm'ı kabul etmemize rağmen, hem de mo-
dern Şamanizm efsânesi doğmadan önce, asırlarca kullanımda
kalabilmesini siz nasıl yorumluyorsunuz?

CEVAP
Şöyle yorumluyorum.
Çok haklısınız.
Bana göre eski Türk dini Töredir. Bütün kültür, sosyal yapı
ve binlerce yıllık Türk siyâsi geleneği Töre'ye göre şekillenmiştir.
Bundan zerre kadar şüphe etmiyoruz.
Dediğiniz gibi Şamanizm bir modern efsânedir.
Timur'la Yıldırım Bâyezid arasındaki mücâdele, Timur'un
Osmanlı'ya saldırma sebebi, Osmanlı'nın Töre'ye riâyet etmeyişi
gerekçesine bağlanmıştı. Kezâ Akkoyunlu Uzun Hasan'la Fâtih'in
157
Sait Başer

mücâdelesi, Karamanoğlu - Osmanlı mücâdelesinin arkasında da


Töreden ileri gelen iddiâlar vardı. Tarihimizdeki şehzâde kavgala-
rının arkasında, Töre'nin en güçlü alâmetlerinden biri olan “Tanrı
kutunun kimde olduğu” arayışı bulunuyordu.
Böylece en güçlü şehzâdenin, yani tanrısal desteği kazan-
mış şehzâdenin devletin başına geçme avantajının aranışı vardı.
Bakın İslâmi dönem örnekleri bunlar.
Yani İslâmiyeti kabul ettiğimiz vakit, toplumun bunu, eski
dini bırakmak şeklinde anlamadığı, görülmüyor mu?
Hele bir Sultan Sencer'in henüz Müslüman olmamış Oğuz
boyları tarafından esir alınış hikâyesi vardır ki, müthiştir. Tö-
re'ye göre “Oğuz” olmanın ve beyliğin şartı, mevcut büyük ha-
kana itaat olduğundan, âsi Oğuz beyleri Sultan Sencer'i bir demir
kafese hapsedip, içine koydukları kağanlık tahtına(!) oturturlar
ve kendi pozisyonlarının halk indindeki meşrüiyetini sağlamak
adına, boy halklarına onu teşhir ederler...
İnşallah bir gün Türk sineması sağlam bir Töre bilgisiyle bu
konuyu filimleştirir.
Şunu demek istiyorum: Müslüman olan Türkler indinde İs-
lânı öncesi telâkkilerin değeri kaybolmadığı gibi, Müslüman ol-
mayan Oğuz boyları indinde ise Müslüman Türk Selçuklu Ha-
kanlığı da Töre dışına çıkmış addolunmamaktadır.
Kezâ sorunuzda söylediğiniz, Kırgızların müslüman din adamı
yâni imam için “Töre” sıfatını kullanmaları Töredeki hikmetle
İslâmi tutum arasında gördükleri örtüşme dolayısıyladır. Aytma-
tov'un mensup olduğu gruba “Töreler” denilme sebebinin, Ka-
zak ve Kırgız coğrafyasına İslâmiyet'i öğreten boy onlar olduğu
içindi diye biliyorum. Çünkü Kıpçak grubu, Kazak, Kırgız adlan-
dırmalarına rağmen Töre disiplininden kaçanlara verilen bir sıfat
imiş. Enteresan bir şekilde Türkmen bölgesinden Kuzeye göçen
Aytmatov kabilesi, bir Müslüman Oğuz-Türkmen kabilesi imiş.
158 |
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Kıpçak bölgesine Müslümanlığı taşımışlar. Tabii aynı hikemi ta-


ban sayılan Töre'yi de. Onlara o sebeple “Töreler” denmiş.
Aziz arkadaşlarım, bana öyle geliyor ki, Türkler'in Müslü-
man oluşları, alışılagelmiş, Ortadoğu efsânelerinde karşımıza çı-
kan “putperestliğin terki” anlamında bir din değiştirme değil.
Tarihimizde apaçık görülmektedir ki, atalarımız Törelerini terk
etmeden, onun üzerine Müslüman olmuşlar. Bunu anlamak için
Dede Korkut hikâyelerine bakıvermek kâfi. Âşikâr bir Töre dü-
zeni ve hâlis muhlis bir Müslümanlık bir arada yürüyor. Kâh Al-
lah diyorlar, kâh Tanrı; kâh Yalavaç diyorlar, kâh Rasul. Aile dü-
zeni, toplumsal hiyerarşi, orijinal Türk ahlâkı ve muazzam adâlet
fikri, değerleri uğruna ferâgat, köleciliği tanımayan, toprak mül-
kiyeti girmemiş bir sosyoloji.
Biz, Dede Korkut hikâyelerini de âit oldukları o büyük akışın
bir unsuru olarak değerlendirmedik. İnşallah bundan sonra olur.

SORU
Eski Türk dini demeyelim, ama şimdilerde Tengricilik di-
yorlar, ne dersiniz? Türkler, Müslüman olmadan önce, yekpâre
aynı inanca mı sâhip idiler?

CEVAP
Sevgili arkadaşlarım; Büyük Okyanus'tan Atlantike, Sibirya
tundralarından, Hindistan'a kadar, hattâ Kölemenler ve Osman-
li'nın Afrika yüzyıllarını da eklersek, Amerika, Avustralya kıtaları
ve Kutuplar hariç yeryüzüne defâlarca ve asırlarca hükmetmiş;
kâh diz üstü çökmüş, kâh yenilmiş de olsa, bütün dünya kültür-
leriyle etkileşim haline girmiş emsalsiz bir kültür tarihinden söz
ediyoruz. Bu yaygınlıkta ve bu sürede Türkler'in standart, tek tip,
genel geçer ve mutlak, homojen bir kültürel seyirden hiç çıkma-
dıklarını iddiâ etmek, gerçeklerle teması kaybetmek demektir.
159
Yakutlar, Finler, Hazarlar, Macar ve Bulgarlar ortadayken böyle
bir iddiâ gerçekçi olabilir mi?
Ama gene yapılması gereken bir çalışma serisi söz konusu bu-
rada. Aynen Töreden İslâm'a bakarken gerçekleşen kültürel alış
veriş ve etkileşim gibi, diğer inanç sistemlerine geçen Türk grup-
larının yaşadıkları sosyo kültürel ve psikolojik değişimlerin ele
alındığını söylemek de fevkalâde güç. Tabii Türkiyedeki güncel
ilgi daha ziyâde Sibirya coğrafyasında ortaya çıkan bir inanma
biçimi veyâ kült olarak Şamanizme gerekçe gösterilen tezâhür-
lerin kaynağı olan inanış biçimiyle, Töre anlayışı arasındaki kül-
türel girişimler üzerine olmalı.
Bildiğiniz gibi bâzı arkadaşlar, büyük bir aşkla ve şevkle de-
delerimizi Şamanist yapma arzusuyla yanıp tutuşuyorlar. Ellerin-
deki malzemenin kaynağı tundra coğrafyası kaynaklı inanç tezâ-
hürleri. Bunlar ister Çuvaşlardan kaynaklansın, ister, Sibir, ister
Moğol, ister Hakas coğrafyasından. Buzul coğrafyasının üreteceği
metafizik değerlerle, altı ay gün doğmayan coğrafyaların kapalı
mekân kültürüyle, sonsuz Asya bozkırlarının yayla kışla hayatı
içinden doğan özgür, özgürlükçü ve adâletçi değerler sistemini
bir ve aynı zannetmek ancak büyük bir kültürel şoktan yeni yeni
çıkmaya çabalayan bizim nesle has bir hastalık olabilir.
Ne sebep sonuç ilişkilerinin farkındayız, ne kültürel doku-
nun bütünlüğünü görebiliyoruz, ne konuştuğumuz dildeki mu-
azzam muhâkemeyi anlayacak durumdayız.
Tengricilik, Şamanizm gibi ipe sapa gelmez, temel kaynak-
larda bir tek defa geçmemiş slogan yığınlarında kurtuluş reçe-
tesi arıyoruz.
Elimizin altında bir Budist, Maniheist Uygur tarihi var. Eli-
mizde Zerdüştçü Farslar'la yüzyıllarca kâh barış, kâh savaş yapmış
bir siyâsi tarih var. Elimizde köleleştirilerek Arap denizi ortasında
siyâsi varlık başarısı göstermiş bir Kölemen Devleti tecrübesi var.
Elimizde hâlâ uzantılarını Karaimler'de tespit edebileceğimiz bir

160
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Hazar Hakanlığı ve bakiyesi Yahudileşmiş Türk kolunun tarihi var.


Keza Fin toluluğu, Bulgarlar, Macarlar gibi Ortodoks, Katolik...
Hristiyan olmuş Türk boyları var. Bir de bu kadar net görünme-
yen kültür çevreleri, örtüşme alanlarında meydana gelen kültü-
rel dönüşüm hikâyeleri var. Çinde birçok hanedânın Türk asıllı
oldukları biliniyor. Han sülâlesi gibi. O babda Türk-Rus ilişkile-
rinden kaynaklanan her iki tarafta ortaya çıkmış melezleşmeler,
Kore ve Japon kültürleriyle etkileşimler, Hun-Roma ilişkileri, Gök-
türk-Bizans ilişkileri, Osmanlı- Avrupa etkileşiminin ürünleri...
Bunların her biri müstakil araştırma alanlarıdır. İnşallah bir
devir gelir, medeniyetimiz kendi müktesebâtını bir “milli kütüp-
hane” hâline getirir. Dolayısıyla demek istiyoruz ki, elimizdeki en
sağlam kaynakların verdiği bilgi ışığında Türk kültürünün özgün
nüvesi Töre olmakla berâber, zikrettiğimiz bütün kültür alanla-
rıyla girilen etkileşimin sonuçları da reddedilemez.
Ama bir önceki sorunuzdaki örnekleriniz ve onlara eklenecek
birçok farklı coğrafyadan örnekler bize göstermektedir ki, Türkler
Müslümanlığı kabul etmekle beraber Törelerinin niteliğini unu-
tuncaya kadar Töre'yi Müslümanlaştırmış, keza Eşarileşme dö-
nemi gelinceye kadar da İslâm'ı Töre ışığında yorumlamışlardır.
Türklüğün Töre muhtevâsından doğuş olgusuyla, İslâm'ı Türk-
lerden öğrenenler mesela Boşnaklar, Arnavutlar gibi topluluklara
“Türk oldu” denişi aynı muhâkemenin, mantalitenin iki yüzüdür.
Buna bir başka açıdan târif getirmeyi denersek, diyebiliriz
ki; Türk siyâset tecrübesi sınıfsız toplum ahlâkı, bu ahlâktan do-
ğan yüksek adâlet uygulama geleneği teknesinde İslâmiyet muaz-
zam bir dinamizm kaynağı ile buluşmuştur. Arap toplumundaki
câhiliye kültürünün İslâmi metinlere yansıyan kavramsal iz dü-
şümleri, Müslümanlaşmış Türklerdeki bu dinamizmin hareket-
liliği ve fütâhat asırları içinde yepyeni bir değerler hiyerarşisine
vücut vermiş ve kurumlar sistemi üretmeyi başarmış görünüyor.
Tengricilik diyorlar.
161
Sait Başer

Bu tek kelimeyle gülünç tabii.


Böyle bir kelimeyi ben hiçbir kaynakta görmedim. Tanrıda
olmaklık düşüncesiyle, Tanrı'ya dışarıdan bakıp Tanrı-CI olmak
arasındaki fark, tam da bizim Eş'ari-Mâturidi dediğimiz sistem-
ler arasında bulunan ontolojik farktır. Müceddidi geleneğin iğ-
fal ettiği zihinsel ortamdan, Tanrı'yı Zeuslaştıran din algısından
ancak böyle bir adlandırma çıkabilir. Bunu yapanlar da sözüm
ona milliyet-Çİ ler!

SORU
Hocam, Türkler'de nasıl bir varlık anlayışı, nasıl bir Tanrı
inancı vardı?

CEVAP
Sevgili arkadaşlarım, siz gayet iyi biliyorsunuz. Benim merhum
Kafesoğlu denetiminde yaptığım ilk çalışma Kök Tengri inanışı
üzerine idi. Rahmetlinin gerek Eski Türk Dini adlı geniş maka-
lesi, gerek Türk Milli Kültürü adlı muhteşem eserindeki tafsilatlı
açıklamaları göstermiştir ki, Türkler'in inandığı sistemin merkez
kavramı olan Tanrı, bizim bugün “Tevhid” dediğimiz mutlak bir-
lik ifadesi idi. Eski Türk inancının politeist bir panteon oluştur-
madığını merhum hocamız zâten ortaya koymuştu.
Dolayısıyla ben yeniden bunu ispat etme çabasına girmek-
tense, onun getirdiği noktadan alıp konuyu bir adım daha ileriye
taşımayı tercih ettim. Madem tek ve hilkatin sahibi, yaratıcısı ve
iradesiyle onu sürekli çekip çeviren bir Tanrı inanışı söz konusu
idi, ben de dedim ki; tek Tanrılı inanışların en ilerisi olmak sebe-
biyle İslâmdaki Allah telâkkisinin tarif edilmiş unsurlarını, yani
Esmâü'-Hüsnâ'yı baz alarak bize ulaşan otantik kaynaklarımıza
bir de o gözle bakalım. Nitekim o çalışma birkaç sefer basıldı ve
bence eski Türk inanç sisteminin anlaşılmasına katkı yaptı.

162 |
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

İlimde son nokta yoktur.


Ben o çalışmayı 1981 yılında yaptım. Aradan kırk yıl geçti.
Birçok yeni araştırma yapıldı, yayınlandı. Ben de başka mevzulara
geçerek yürüdüm. Ama Kök Tanrı'nın isim ve nitelikleri husu-
sunda o çalışmaya benzer yeni bir adım, bildiğim kadarıyla atıl-
madı. Devam ettirilsin veya ettirilmesin, sonuç itibâriyle bende
biçimlenen bir kanaat var. Genç bir tarih öğrencisiyken yaptığım
bir araştırma da olsa, Esmâü'l-Hüsnâ listesindeki 14 zâti-subüti
sıfat ve 98 ismin yani toplam 113 kavramın gözden geçirildiği bu
çalışmada, nesnel olarak takriben 80 civarında kavramın Türk-
çede karşılığı bulunduğunu tespit ederken, tespit edemediğimiz
kalan kavramların da muhtevâ olarak toplum idrâkince tanın-
dığını gördük. O benim mezuniyet tezi çalışmam olarak kabul
edildi. Merhum Kafesoğlu hocamın kabul imzâsı taşıyan bu ça-
lışmamın basılması arzu edildi, basıldı.
Tabii bu yaşa geldikten sonra geri dönüp diğer ilgilerimin
bana kazandırdıklarıyla birlikte konuya tekrar eğildiğimde, aynı
malzeme bana çok daha fazla şey söylüyor. Ben o tezi hazırla-
dığımda henüz ne “Kut ve Töre, ne Mâturidiliğin eksen kabul
edildiği “Türk Müslümanlığı” çalışmam, ne “Türk İnanma An-
lama Modeline Dâir” başlıklı kitabımda topladığım diğer ma-
kale ve tebliğler vardı. Ama o çalışma bu yürüyüşü mümkün kı-
lan bir kapı açmıştır.
Söylediğimiz Esmâü'l-Hüsnâ listesi, hayatta neredeyse hiç
istisnâ bırakmayan kapsayıcılıkta ve birbirlerinin içinden çıkan,
birbirleriyle ilişkisini kaybetmeyen büyük kavramlardır.
Bilge Kağan'ın “zamanı Tanrı yaşar” hükmü, o kavram lis-
tesinin arkasından bakıldığı vakit muazzam bir derinlik ve vüsat
kazanıyor. Nitekim “Kök Tanrı'nın Sıfatlarına Esmâü'l- Hüsnâ
Açısından Bakış” adlı bu adımın arkasından “Kutadgu Bilig'de
Kut ve Töre” yazıldı.
163
Sait Başer

Töre'nin zuhur ve işleyişi Tanrı kavramından bağımsız de-


ğildi. Hattâ şöyle söylemek daha doğru olur: Töre, merkezinde
Tanrı kavramı bulunduğu için o kadar kuvvetle Türk kültürü-
nün her elemanına sinmiş, belirleyici olmuş, devam edebilmiştir.
Töre ile Tanrı kavramını birçok kişi ilişkilendirmeye cesâret
edemiyor. Sanki sekülarizm İslâm öncesi dönemlerde de geçer-
liymiş ve devletin işleyiş düzeni olan Töre'yle Tanrı fikrinin yan
yana gelmesi büyük suçmuş gibi uzak duruluyor. Böyle bir pe-
şin hüküm tarihçilikte makbul olabilir mi?
“Tanrı Düzeni- Türeyiş Nizâmı” mânâsına gelen Töre'yi
kabul ettiği için Türk sıfatıyla anılan bir toplum olacaksınız,
hayat gayeniz kendinizdeki Tanrısal öz mânâsındaki “Kut”u-
nuzu tamamlamak olacak, ölümden sonrasını Tanrı'ya dön-
mek addedeceksiniz, devletinizi Tanrı irâdesinin beşer planında
müesseseleşmesi olarak göreceksiniz, devletinizin misyonunu
insanlığın Töre'ye kavuşması adına zulmü bertaraf etme ve
yeryüzünde adâleti ikame etme diye bileceksiniz... Bütün bun-
ları Tanrı inanışınızın niteliği sebebiyle, böyle bilecek, görecek ve
uygulama aşamasındaki örgütlenme, iş birliği ve ideallerinizi o
Tanrı fikrinden güç alan Töreden alacaksınız, ama Töre ile Tan-
rıyı ilişkilendirmeyeceksiniz.
Bu komiktir.
Bu tutum, modern Türkiye'yi soy temelli bir seküler devlet
olarak tasarlayan kurucu ekibe ve resmi ideolojiye ters düşme
korkusundan kaynaklanmaktadır. Halbuki tarih, kendi realitesi
içinde görülemedikçe bugünün kuşağına faydalı olmayı bırakın,
sunulan sahte kurgular sebebiyle kültürel genetiği bozmakta, milli
muhâkemenin işleyişine engel olmaktadır. Doğrusu ben bu ko-
nudaki tutarsızlıkların pek de iyi niyetle sürdürüldüğünü düşü-
nemiyorum.
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Bu babda şikâyetlenmeyi burada keselim ve konuya ciddi bir


yaklaşımın nasıl olması gerektiğine dâir fikirlerimi arzedeyim.
Hani elimizdeki verileri restore etmekten, farklı gaye ve se-
beplerle tezâhür ettiği halde bize satır aralarında aradığımız me-
deniyet tablosunu veren ihsas, imâ ve bilgilerden bahsetmiştik ya?
Bu işi yaparken kâh eserden müessire gideceğiz, kâh mües-
sirden esere bakacağız; kâh kuvveden fiile yürüyeceğiz, kâh fiil-
deki kuvveyi göreceğiz.
Bu bir tarafıyla zor bir iştir, kabul ediyorum. Çok ciddi, bü-
tünlüklü bir algı ve farklı açılardan görebilme kıvraklığı gerektirir.
Ama bir tarafıyla da olağan üstü heyecanlı, zevkli bir hizmettir.
Tanrı kavramı öyle bir kavram ki, toplumun bütün idealleri-
nin kendisine yansıtıldığı fizik ve metafizik algılarının tamamını
içine alan, insanın ve toplumun gelecek ve metafizik kaygılarına
cevap veren kuşatıcı, muazzam bir tefekkür imkânı veriyor.
Merhum İsmet Bozdağ bir sohbetimizde gülerek anlatmıştı.
“Yahudiler” dedi, “Hazret-i İsa'ya, “bizim Tanrımızı çalıp kö-
lelere öğretti” diye kızarlar.”
Bu çok enteresan bir noktadır. Yahudi toplumunun içinden
çıkan bir nebi olarak Hazret-i İsa gerçekten de tek Tanrı fikrini
İbrâni tekelinden kurtararak kölelere de öğretmişti. Hattâ Hris-
tiyanlığın asırlarca daha ziyade köleler arasında revaç bulduğu
mâlum. Yahudiler kendi “kuzucukları” olan kölelerin de efen-
dileriyle aynı inanışa sâhip olarak, en azından inanç zemininde,
kendileriyle denkleşmelerini bugün bile kabul etmiyorlar. Tanrı
kavramının kuşatıcılığı ve teklik niteliği, O'na inananlar arasında
sınıflaşmaya izin vermez.
Aslına bakarsak, Hazret-i Musa'nın yaptığı da Firavunlar Mı-
sırı'nda köleleştirilmiş Yahudiler'in kurtarılma çabası değil miydi?
Benzer bir hikâyeyi Gotahama Buda'nın efsânelere karışmış ha-
yatında da bulmak mümkün. Budizm doğuş devrinde kast sis-
temini reddediyordu. Bu sebeple de Hindistanda tutunamadı.
165
Sait Başer

Çünkü yukarı kastların mensupları imtiyazlarını terk etmek ye-


rine Budizm'le mücâdeleyi seçtiler ve onları Hisdistandan sür-
düler. Budizm Hindistan'da tutunamadı.
Biz dinler tarihine sosyolojik gerekçeler üzerinden eğilmek
yerine, İsrâiliyat ve efsâneler üzerinden bakmaya şartlıyız. Çünkü
tarih içinde dinler doğuş gerekçelerini siyâsi sebeplerle kaybe-
diyorlar.
Doğuş gerekçeleri, mesela Hristiyanlık tarihi için Roma'yla
uzlaşma adına terk edilirken, benzer bir kader İslâm tarihinde
Emevi iktidârının siyâsi operasyonlarıyla İslâmiyet'in de başına
gelmiştir. Doğuş yıllarında köleciliği reddeden, mevcut sosyal
gangreni çözmeye çalışan İslâm dünyasında kısa süre sonra efendi
Araplar'dan olmayanlara “mevâli” deme alışkanlığı yerleşti. Arap
olmayan müslümanı kendilerinden saymadılar. Bu sakil anlayı-
şın uzantıları günümüz Arap dünyasında bile can acıtıcı bir ger-
çek değil mi?..
Bu füli durumu devam ettirebilme uğruna Allah kavramını
varlığın üzerinde bir “üst varlık” hâline getirerek aşma çabasına
kimse dikkat etmiyor. Allah kavramı varlık ötesi bir soyut Zeus'a
dönüştürülünce, sosyolojik sınıfları bu metafizik yapıya paralel
bir açıklamayla sâkinleştireceklerini umuyorlar. İslâm gibi; bü-
tün hayatı ibâdet addeden, mâbedinde köle efendi ayırımı yap-
madan saf tutan bir inanç sistemi, nasıl olur da görsel ibâdetin
bittiği yerde âdetâ Tanrı'nın karışmadığı bir alan haline getirdiği
hayatta köleliği devam ettirmeye fırsat bulabilir?
Hristiyan dünyasındaki sınflardan bir yukarı sınıf olarak ruh-
ban sınıfın, dini, o sosyal yapının bir devam garantisi rolüyle dö-
nüştürmesi, başka bir şey midir? Arap-İslâm dünyasındaki sosyo-
lojik yapıyla, Hristiyan Batı sosyolojisi bu noktada örtüşmektedir.
Mesela ben Araplar'ın Katolik İspanya'yı fethedişlerini bir
Haçlı Seferi gerekçesi yapmayan Papalığın, can düşmanları Or-
todoks Bizans coğrafyasına giren Anadolu Selçukluları'na karşı

166
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

bitip tükenmez bir haçlı seferleri dizisi uygulamalarını çok dik-


kat çekici buluyorum.
Bunu farklı vesilelerle çeşitli yazılarımda ve konuşmalarımda
usanmadan anlattım. Çünkü çok ibretli bir noktadır.
711 yılında Tarık bin Ziyad'ın Puvatya zaferiyle ele geçirdiği
İspanyada çeşitli gelgitlere rağmen Endülüs devleti 1492'ye ka-
dar devam etti. 711'den 1492'ye kadar. Takriben 800 yıl. Haçlı Se-
ferleri İspanya'nın fethinden 385 yıl sonra başladı. 1074'de Ku-
talmışoğlu Süleyman Şah İznik'i alıp başşehir yapınca, Papalık
telaşla haçlı seferlerini organize etmeye başladı. İlk sefer yapıldı-
ğında sene 1096 idi. O tarihte Endülüs Emeviler'i en parlak dö-
nemini yaşıyordu.
Lütfen dikkat edelim!
Katolik - Ortodoks rekabeti bugün bile ortadan kalkmış de-
ğildir. Katolik İspanya'nın ellerinden çıkmasına razı olan Papa-
lık, ezeli rakibi Patrikliğe bağlı Ortodoks Anadolu'nun düşmesine
razı olmuyor!? Normal şartlarda Ortodokslar'a duyduğu düşman-
lık sebebiyle bayram etmesi lazımdı.
Burada iki enteresan nokta var.
Birincisi; Süleyman Şah 1074'de bir ferman yayınlayarak,
Anadolu'daki feodal yapıyı lağvedip, toprak mülkiyetini kaldırdı.
Dolayısıyla Anadolu'nun derebeyler konrolündeki yarı köleler ve
köle halkı özgürleştirildi. Bu bağış olağanüstü değerliydi. İnsan-
lara kendi hayatlarını iâde ediyorsunuz!
İkincisi; Bu uygulama Anadolu'nun gayr-ı müslim halkını
çok memnun etti. İsterdim ki, bizim tarihçiliğimiz bu olayın XI.
Yüzyıl Avrupa sosyolojisindeki karşılanış biçimini tedkik etsin.
Böyle bir araştırmamız yok. Ancak tahmin yürütebiliriz. Sanı-
yorum ki, Avrupa aristokrasisi ve Vatikan'a bağlı ruhban sınıf,
yarı köle ve köle durumundaki büyük halk kitlelerinin Türkler'in
girdiği coğrafyalardaki uygulamadan etkilenmesinden korktular.
167
Sait Başer

İspanya orada “Endülüs” olarak orada öylece dururken, Anadolu'yu


kurtarmaya soyundular! Güyâ Kudüs'ü kurtarmaya soyundular.
Kudüs ne zaman Müslümanların eline geçmişti? Hazret-i
Ömer zamanında, 638'de.
İlk haçlı seferinden 458 yıl önce!
Kudüs'ün Müslümanların eline geçtiği aklınıza şimdi mi
geldi? Bana göre gerekçe Kudüs filan değildir. Ortodoks Anado-
lu'yu kurtarmak hiç değildir.
Haçlı seferlerinin yegâne sebebi kölelerini kaybetme endi-
şesinden ibârettir.
Pekiyi, Kutalmışoğlu Süleyman Şah, mevcut düzenin hük-
metme kolaylığını kullanmak, yerel halkın köleliğinden kendisi
istifâde etmek yerine, neden bu yolu seçti?
Haa!
İşte burada durup, geriye doğru bakmak ve Türk devlet ge-
leneğinin dayandığı felsefe ve sosyolojiyi incelemek lazımdır.

SORU
Böyle bir perspektiften bakarsak karşımıza nasıl bir tablo
çıkıyor Hocam?

CEVAP
Merhum Bahaeddin Ögel, “Türk Kültür Tarihine Giriş” adlı
büyük eserinin mehterle ilgili bölümünde, mehter hakkında et-
raflı mâlâmat verirken, eski Türk devletlerinde, devletin kuruluş
ilkeleri ve müesseselerini Töre ilkeleriyle irtibatlandırır. Haklı
olarak bir de ayırım koyar. Halk arasında zaman zaman bu-
gün batıl itikat dediğimiz türde bir takım inanışlar bulunsa da
Türk devletinin müesses yapısını Töre'den aldığını ifâde eder.
Sevgili arkadaşlar, Orhun Kitabeleri'nde, ikinci Göktürk Dev-
leti teşkil olunurken, Bilge Kağan'ın “Tengri Türkün adı kösi yok
168
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

olmasın tiyin” cümlesini Türkolog dostlar, Türk'ün adı sanı yok


olmasın şeklinde günümüz Türkçesine aktarırlar.
“Atı küsi” ifâdesi adı sanı diye verilir.
Bendeniz bu tamlamaymış gibi duran ibâreyi, adı sanı şek-
linde çevirmeyi metnin karakterine uygun bulmam. “Kü? keli-
mesi, ilan, tebliğ, duyuru anlamına gelen bir kelime. Bunu san,
şan, şöhret, itibar gibi bir takım mecazlaştırmalarla birlikte kul-
lanmayı tamamen imkân dışı görmesem de, buradaki kullanırnda
sanki birbirinin müterâdifiymiş gibi telâkki olunmasını haşviyat
sayıyorum. Adı yok olmasın dedikten sonra bir de sanı yok ol-
masın demesi söz tasarrufuna da uygun değildir. Hâlbuki, keli-
meyi kü-s-i” şeklinde görmek yerine “küs-i” şeklinde görmek de
mümkün. Zaten “kü” kelimesi, muhtevâsındaki ün, san, şöhret,
tanınmışlık anlamından daha çok “küs” kelimesinin de köküdür
ve “küs” bizim bugün “kös” dediğimiz çifte mehter davulunun
da adıdır. Devletin varlık alâmetlerinden biridir.
Kös, hakanlığın varlığına, kudretine ve Töre'nin işletildiğine
delâlet eder. Bir tür devlet olma alâmetidir.
Askeri müzik bir iktidar müziğidir. Kitâbelerde cümlenin
geçtiği yer dikkate alınırsa, tam da Göktürk Devleti'nin yeniden
ayağa kalkıverdiği, tekrar işletildiği, özgün bir Türk devletinin
doğuş ânında kullanılmıştır. Devletin kurulduğunu ilân edecek
faaliyet, hakanlık köslerinin vurulmasıdır.
Köslerin vurulması, Türk adının beka alâmeti, ayağa kalkma
emridir.
Bildiğiniz gibi adına “kös” dediğimiz bu vurmalı saz, iki bü-
yük davuldan meydana gelen bir sazdır. Genellikle çift hörgüçlü
Türkistan develeri tarafından taşınmakta, iki davul arasındaki ton
farkı kullanılarak bugün Türk musikisinde “usül” dediğimiz ri-
timleri seslendirmekteydi. Bu iki elemanlı sazın yanı sıra çeşitli
zurnaların, zil ve boruların kullanıldığını da biliyoruz.

169
Sait Başer

Türk devletleri, kendi klasik yapısını korudukları dönem-


lerde iki kanatlı bir yapı taşıyorlardı. Kanatlara sağ - sol, iç il -
dış il (iç il, taş il), Doğu kanadı - Batı kanadı, merkezi hakan-
lık - yabguluk, iç Oğuz - dış (taş) Oğuz, merkez (yay) - Oğuz
(oklar-boylar) gibi adlar veriliyordu.
Bu geleneğin bugüne kadar uzanan kalıntıları da vardır. Bu-
gün Akdeniz bölgesinde Mersin'in eski adı bildiğiniz gibi İç-il-İç-
eldir. İçel, merkezi; batısındaki Taşeli (biz bunu bugün sâdece bir
plato adı zannediyoruz) de Dış ili, yâni İçel yay bölgesini, hakan-
lık, beylik bölgesini belirtirken; Taşeli, Dış —el adlandırmasıyla be-
lirtilen taraf da ok bölgesini işâret ediyor. Daha açık bir ifâdeyle
söylersek, yay bölgesi Oğuz boylarının Bozok grubuna mahsus
iken, Dış-il adıyla anılan kısım Üçok grubuna tahsis edilmekte-
dir. Bozok grubu, Töre'nin kıdem anlayışında devlet kurma so-
rumluluğu taşıyan yay grubu Oğuz boylarıdır. Üç-ok grubu ise,
Dış-il telâkki olunmakta Üç-ok grubundan meydana gelmekte-
dir. Bu babda teferruat sizi de okuyucuyu da sıkabilir. Ama me-
raklı okuyucular için Osman Turan Hoca merhumun Belletende
yayınlanmış “Eski Türkler'de Okun Huküki Bir Sembol Ola-
rak Kullanılması” adlı makalesiyle, Ünsal Yücel'in “Türk Okçu-
luğu” adlı kitabını özellikle tavsiye ederiz.
Azizim, Türk kültürünün unsurları, birbirlerinden ayrı ve
alâkasız şeyler değil. Ok-yay sembolizmi nasıl kozmografik ve
ontolojik bir anlatım kudreti taşımaktaysa, Türk askeri müziği-
nin unsurlarıyla da ilişkilidir. Bugün Mehter dediğimiz kös mü-
ziğinin ana sazı bu iki elemanlı sazdır. Benim kanaatim o ki, iki
büyük davuldan sağdaki ordunun sağ kanadını, Doğuyu, İç-ili,
Bozok grubunu, hakanlığı temsil ederken; soldaki davul Üçok
grubunu, Dış-ili, yabguluğu, Batıyı, ordunun sol kanadını tem-
sil etmekteydi.

170 |
, Töre'nninn Türküüü Türk'üünn Müslümanlığı

Çift kanatlı devlet yapısının Osmanlılar'daki tezâhür biçimi


Rumeli Beylerbeyliği, Anadolu Beylerbeyliği, Rumeli Kazasker-
liği, Anadolu Kazaskerliği şeklinde tecelli etmiş.
Sualden sonra başladığımız yere geri dönersek, “Tanrı, Tür-
kün adı kösü yok olmasın diye devlet vermiştir” diyen Bilge
Kağan'ın kastı, kendi döneminde o taş âbidelere kazınan cüm-
lelerin teb'ası tarafından kolayca anlaşılacağını düşündüğü Türk
devletinin kutsal niteliğine vurgu yapmaktır. Aslında demek is-
temektedir ki, “Tanrı varlık âlemine koyduğu Töre düzeninin
işlemesi için o düzeni yaşatmaya kendini adamış olan Türk'ün
adını ölümsüz kılmakta ve devletini yeniden işletmesini istemek-
tedir. Devletin yeniden işlemesinin alâmeti ise hakanlık kösle-
rinin tekrar vurmaya başlamasıdır.”
Şimdi bakın Bahaeddin Ögelden söze girdim. Türk kültür ta-
rihi bağlamında devlet geleneğini bilen bütün tarihçiler Bahaed-
din Ögel'in koyduğu açıklamayı onaylar.
Türk devleti Türk insanının inanç sisteminden bağımsız bir
siyâsi yapı değildir.
Türk dediğimiz insan; Tanrı inanışını soyut bir alana hapsedip,
siyâsi ve günlük hayatını başıboş sürdüren anarşik bir tip değildir.
Türk, devletini, Tanrı irâdesinin insanlık zemininde kurum-
laşmış hâli olarak görür. Hakanı yay ile temsil sebebi budur.
Yay Tanrı irâdesidir.
İslâmi dönemdeki ilk mimâri eserlerine koyduğu daha sonra
hilâle dönüşen sembolün Yay oluşu da ondandır. İlâhi varlığı ve
onun irâdesini temsil etmektedir. Bu devletin Töre'ye göre kuru-
lup, Töre ilkelerini işletmesi de kös ile duyurulmaktaydı. Kös'ün
sesinde bir ilâhi mesaj bulmuşlardır. Tebliğ anlamındaki “kü” kö-
künden türeyen bu kelime, davulların sesiyle tebaya Töre'nin iş-
lediğinin duyurulması sebebiyle adını böyle almıştır.
7
Sait Başer

Bakın Tanrı kelimesinin çoğul kullanımıyla karşılaşmıyoruz.


Hiçbir orijinal Türk kaynağında Tanrı kelimesinin çoğul hâli yoktur.
Kutadgu Bilige göre Töre'yi veren de Tanrıdır.
Yusuf Has Hacip, Töre'yi hilkatın nizâmı olarak anlatır. Ese-
rinin bir numaralı kahramanı Töredir, biliyorsunuz. Töre dev-
letin işleyiş düzleminde açıklanır. O konuşturulur. Töre (eser-
deki kişileştirmeye göre Hükümdar /Küntogdı) bir yerde der ki:
“Gökyüzünün direği olan Töre bozulursa, gökyüzü yerinde
duramaz çöker”
Töre hilkat düzenidir deyişim ondan. Türk devleti aynı za-
manda bir cihan devletidir biliyorsunuz. İdeali insanlığa Töre
mücibince adâlet götürmektir. Hilkatin düzeniyle, beşeriyetin
düzeni arasında paralellik kurmaktadırlar. Bu devletin behema-
hal varlığını sürdürmesi şarttır. Çünkü Töre, ancak devletle ken-
disini gösterebilir. Devletin olmadığı yerde Töre, kendiliğinden
ortadan kalkar.
Tanrısı cihanın Tanrısıdır, Töresi cihanın düzenidir. Devleti
de o Töre gereğince, o düzeni sağlamaya memurdur.
“Yukarda gök, aşağıda yeryüzü kılındığında, ikisinin ara-
sına insanoğlu kılınmış, insanoğlunun üzerine de ataları âmir
olarak, hakan olarak kondurulmuştur? Bilge Kağan'ın ifâdesi bu.
Bildiği bütün varlık, dolayısıyla bütün yeryüzü Tanrı irâdesi-
nin hükmü altındadır. Esâsen yaşayan da Tanrıdır. İnsan Tanrıdan
gelmekte ve ona dönmektedir. Var oluşun devam sırrı Tanrı'nın
sürekli zuhürudur... Yeryüzündeki beşeri sapma ve zulümler de,
Töre'nin insanı olan Türk tarafından durdurulmalıdır.
Türklüğün misyonu budur.
Bu misyon için devletini kurar, örgütlenir, güç birliği ya-
par, elinden geldiği, kılıcının uzandığı yere kadar Töre'yi işlet-
meye adanır.

172
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Bunun için devletini kurarken toplumsal ahlâkını da ona göre


tesis eder. O ahlâkın ne olduğunu anlamak isteyen Dede Korkut
hikâyelerini okusun.
O adanışın müesseselerini kurar.
İşte “Alplik” örgütü! Boy örgütlenmesi, askeri teşkilatlanma
kezâ en açık örneklerimizdir. Adandığı idealin büyüklüğü ve
zorluğu ölçüsünde çetin bir askeri disiplin ve mücâdele hayatı
içinde yaşar.

SORU
Varlığı Tanrı'sız, insanlığı Töresiz düşünmenin mümkün
olmadığı bir dünya gösteriyorsunuz. Size göre, Türk'ü konuş-
maya başladığımız anda Töre'yi göz önünde bulundurmak şart.
Bütün yollar Töre'ye çıkıyor.
Geleneklerini konuşuyoruz yola Töre'den çıkmak gerekiyor.
Hukuklarını konuşuyoruz Töre'den doğuyor.
Devlet diyoruz, Töre diyorsunuz.
Kozmik algılarını arasak Töre'ye bakmak gerekiyor.
Ahlâklarını anlayalım istiyoruz, gene Töre!
Bize biraz Töre'yi anlatır mısınız?
Yeni kuşak, bu Töre kelimesini kadın cinayetleriyle, kan
dâvâlarıyla, vahşi kaba güç gösterileriyle duydu. Hâlbuki siz
tam tersi bir yapıdan bahsediyorsunuz.
Bize lütfen Töre'yi anlatır mısınız?

CEVAP
Azizim, takdir edersiniz ki, çok büyük bir konu başlığı açı-
yorsunuz.
Evet, Türk'ü konuşacaksak, aslında Töre'yi ve Töre uygula-
malarını konuşacağız demektir.
173
Sait Başer

Türk tarihini, düşüncesini, siyâsetini yorumlayacaksak; anla-


yıp, anlamlandıracaksak, bu faaliyetin kriterleri için Töre'ye yöne-
leceğiz. Sanatlarımızı, kültürümüzü, düşüncemizi, inançlarımızı,
kurumlarımızı, ahlâkımızı hülâsa Türklüğün bütün hikâyesini an-
cak Töre zemininde, bağlamında konuşabiliriz.
Bunların her birini;
Töre'ye göre Türk sanatı mesela,
Töreye göre Türk düşüncesi,
Töre'ye göre Türkçe,
Töre'ye göre Türk ekonomisi,
Töre'ye göre Türk siyâseti, fütühat felsefesi vs.
diye müstakil çalışmalara ihtiyâcımız var.
Benim burada ceffel kalem bir sohbet içinde konuyu tüket-
mem ihtimali yoktur.
Bununla yetinmek Töre'ye büyük haksızlık olur. Ancak işâ-
retler üzerinde konuşabiliriz. Farz-ı muhal, “Türk Sanatları ve
Töre” diye bir başlık atılsa, altında neler bulabilirdik?
Mesela “Türk Müsıkisi ile Töre İlişkisi”, şimdiye kadar her-
hangi birinin aklına geldi mi? Ama yukarıda konuştuk. Türk
müziğinin doğuş ocağı Mehter'dir. Bu devlet ve Töre müziği ku-
rumu, müziğimizin bütün kollarını üreten bir ana kaynak gibi
duruyor. Bu başlığın altında mesela yiğitlemelerin, koçaklamala-
rın altındaki adanış ve o adanışın Töre'yle ilişkisi bir başlık ola-
rak açılmaya değer.
Mesela klasik müsıkimizin, tasavvuf müziği ve alt türleri ile
mehterin ilişkisi çözümlenmeyi bekliyor.
Sema ve Semahlardaki kozmolojik tasvir ile Töre algısı ara-
sındaki münâsebet keşfedilmeyi bekliyor.
Musıkimizin usülleriyle kozmik yaratılış ritmi, düşüncesi, o
düşüncenin Töredeki kaynağı keşfedilmeyi bekleyen bir define gibi

174
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

duruyor; hayat tarzları, at sürüş biçimleri, toynak sesleri ve usul-


ler... aralarındaki ilişkiler sır olmaktan çıkmayı bekliyor olabilir.
Türk müziğinin ses sistemi, kullandığı makamlar kezâ, bü-
yük ihtimalle ilhamını Töre'den alarak gelişti.
Mesela Türk mimarisinin mekan planlamasında kullandığı
en yaygın geometrik biçimlerin neden bilhassa sekizgen, sekiz
köşeli olduğu, bunun Töre'yle veya Tanrı inancıyla ilişkisi üze-
rinde durulmadı.
Hani yukarıda iki kanatlı Türk devleti demiştik, bunun bir
de coğrafi taksimat tarafı vardı. Doğu ve Güney yay grubu olan
Bozoklar'ın, Batı ve Kuzey ise, Üçok grubunun kontrolündeydi.
Dört ana yön ile beraber dört ara yön de çok önemliydi.
Ana ve ara yönlerin toplamı sekiz yapmaktaydı.
Sekizgen bir cihan algısının ifadesiydi. Üst üste konulmuş ve
45 derece kaydırılmış iki kare. Âdetâ bundan doğan sonsuz al-
ternatif sunan, Selçuklu ve Beylikler dönemi eserlerindeki uy-
gulamalarına bakmaya doyamadığımız, modüler geometrik dü-
zenleme. Durmadan doğuş halinde olduğuna inanılan Tanrı
itikadı ile bu merkezi geometrik ve modüler biçimde çoğalabi-
len damga öyle anlaşılıyor ki, Tanrı fikrinin bir tür ifâdesiydi.
Şadırvanlardan, kümbetlere, türbelere, Selimiye Camii'ne kadar.
Bu üretken geometrinin uygulama alanı olarak yorumlanmaya
kalkışılsa öyle sanıyorum ki bizi hayal kırıklığına uğratmayacaktır.
Biliyorsunuz, Tanrı kelimesinin Sümercedeki varlığı eski bir
bulgudur. Sümer diliyle ve yazısıyla uğraşanlar, Tengri- (Tin-
gir-Tengere) birbiriyle kesişen dört ok işaretiyle yazdıklarını söy-
lüyorlar. Kim bilir belki de bu sekizgen oralardan gelmiş ve kal-
mış da olabilir. Keza çift başlı kartal, sekizgen sonucunu veren
bin bir kilim deseni, Ahlat mezar taşlarında gördüğümüz ölüm-
süz şebekeler ve daha neler bu katagoride ele alınsa, bize daha
neler neler söylerler.
175
Sait Başer

Hele Türkçenin kelime teşkil sistemi, iç muhâkemesi, kelime


kök adlandırmaları, bütün bunlardaki muazzam tasvir gücü...
bu bağlamda bir ehil kadro bulsa, Türkçenin içinde yaşayan bü-
. yük toplumsal aklı kimbilir bize nasıl bir coşkuyla anlatacaklar?
Türk ahlâkı dediğimiz, yüksek ferâgat ve adanış temelli ah-
lâk anlaşılsa da Türk devletinin cihana adâlet götürme misyo-
nunu hangi arka planın ürünü olarak tahakkuk ettirdiğini yeni
kuşaklar bir görseler.
Bu fasıl böyle uzar gider. Tüm bunların bir öz yapının feno-
menleri olduğunu anlamak, görebilmek en hayati değerde bir
husustur. Bu da Tanrı-Töre-insan ilişkilerini çözümlediğimizde
gün yüzüne çıkacak.
Ne demek istiyoruz?
Kanaatim o ki, Türk toplumundaki ontolojik algıya göre, var-
lık Tanrı'dan ibaret bir varlıktır. İnsâni hayat, kendindeki tan-
rısallığı keşfettiğinde, anladığında, mücibince yaşadığında,
kendi cüz'i varlığını Tanrı'ya tahsis ettiğinde, külli şuur nâ-
mına işleyen bir muhâkeme ve ahlâka ulaştığında huzur bu-
lacak, beka sırrına kavuşacaktır.
Töre'yi hayatının olmazsa olmaz zemini gören bir örnek ola-
rak Bilge Kağan, bizim için mükemmel bir kişilik analiz imkânı
sunuyor. Ben Bilge Kağanı çok önemsiyorum. Hakkındaki bilgi-
miz önemli ölçüde Orhun Kitabeleri'ndeki konuşmalarından çı-
kartılıyor: O, özgün Türk telâkkilerini, orijinal dili ve alfabesi ile
ve orijinal kültür ortamında konuşan bir adam. Esâsen Türk ta-
rihinin siyâsi başarılar listesinde ilk isim değil. Belki ilk on isim
arasına bile girmez. Hattâ o büyük tarihin içinde Bilge Kağan'ın
siyâsi faaliyeti, başarıları hiç kale bile alınmayabilir. Ne kuru-
cudur, ne orijinal bir buluş anlatmaktadır, ne kendisinden bize
intikal eden herhangi bir kurum vardır. Bu konuşması dışında
kalıcı iz diyebileceğimiz hemen hemen hiçbir yâdigârına sâhip

176 |
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

değiliz. Türk tarihinde Bilge Kağan gibi yüzlerce adam bulunup


alt alta yazılabilir.
Belki de değeri burada.
O, mevcut yapıyı bize yansıtan bir ayna. Ne siyâsi dehâsı, ne
şusu ne busu artık önem taşımıyor.
Anlattıklarındaki iç muhâkeme, bağlı olduğu ilkeler, değer-
ler, ahlâk, inanışlar... Bir Türk hakanı konuşuyor. Toplumuyla
konuşuyor. Toplumunun değerlerini tanıyor, onların değer ver-
diğini bildiği öncelikleri göz önüne alarak, onların anlayacağına
inandığı bir dille konuşuyor!
Konjonktürel bir konuşma.
Bütün zamanlara teşmiş edilecek unsurları hayli az. Bir tür
tarih anlatıyor. Göktürk tarihi ile sınırlı, onun da tamamı değil.
O tarihin bugün için hiçbir değeri, önemi yok. Bir tarihi çer-
çevede, belli bir konjonktürde, teb'asını uyaran, onlara iktidar-
larının devamı hususunda ikaz ve tavsiyelerde bulunan bir âkil
adam. Konuşmalarının tamamında dış kültürlerin tesiri yok de-
necek kadar az.
Taşa “ebedi bir metin işletmek” böylece nesiller boyu âdetâ
evlatlarını her türlü tehlikeden korumak isteyen bir âile büyüğü gibi.
Devlet adamları “alp olsunlar, kutlu olsunlar” istiyor. Ku-
tunu kaybeden, alplikten uzaklaşan yöneticilerin topluma âfet ge-
tirdiklerini düşünüyor. Alp ve kutlu iseler, Tanrı yardımını hak
edeceklerini, ordularının başarıdan başarıya koşacağını, askerle-
rinin kurt gibi, düşmanlarının koyun gibi olacağını (dikkat edi-
yor musunuz; misalleri toplumun hayat tarzından çıkıyor. Toplu-
mun anlayacağı tecrübesinde bulunan ortak bir lugat üzerine inşâ
edilen bir tarzı var) “Ötüken'de otururlarsa herhangi bir sıkın-
tıya düşmeyeceklerini” söylüyor. “Türk beylerinin Türk adla-
rını terk etmesini, yabancı bir dile ve kültüre (o dönemdeki ya-
bancı kültür Çin kültürüdür) öykünme”nin ne büyük bir felâket

m
getirdiğine, kendi zamanına göre yakın tarihten örnekler veri-
yor. “Beylik oğlun köle oldu”, diyor , “hanımlık kızın cariye”!..
Bakın, kutlu ve alp kişiler baştayken elde edilen refah, huzur
ve başarının sırrı Töre'ye riâyet ve Tanrı buyruğuna sadâkat iken,
kutunu kaybetmiş olmanın alâmeti, yabancının refahına ve kültü-
rüne özenme ve bunun sonucunda toplumca yaşanan felâketler.
“Kutsuz yönetici” demek, Töre'ye karşı samimiyetsiz, Tan-
riya karşı riyakâr, toplumun derdinden uzak olmak demektir.
Aslında bize bir toplumsal ahlâk tablosu veriyor. Toplumun
tanıdığı bir ahlâkı anlatıyor. Bilge Kağan'ın bize ulaştırdığı şey,
kendi zamanındaki ferdi ve toplumsal değerler bütünü, dönem-
sel bir hitâbedeki milli kültür yansımalarıdır. Bu adam bize bir
milli ahlâk anlatmak için konuşmuyor. O ahlâkı toplum zâten
biliyor. Toplumun bildiği ahlâka dayanarak, ikazlarını yapıyor.
İkazını yapabileceği kadarıyla da değerleri hatırlatıyor. O değer-
ler, çok daha geniş olarak zâten mevcut.
Kitâbeler'de bulamadığımız o genel değerler tablosunu biz
Kutadgu Bilig'de buluyoruz.
Diyordu ya Bilge Han: “Üstten Tanrı basmasa, altta yer par-
çalanmasa Türkün ilini ve Töresini kimse bozamaz”. Buradan
Kutadgu Bilige bir köprü kuracak olursak: “Töre'nin adâleti gök-
yüzünün direğidir” “Eğer yeryüzünde adalet bozulursa, gök-
yüzü yerinde duramaz çöker.” der Kutadgu Bilig!
Bakın aynı anlayışın 400 yıl arayla tekrar edildiğini tespit ede-
bilirsiniz. Ben hiç zannetmiyorum ki, Yusuf Has Hâcip bizim hâ-
kim olduğumuz kronolojik bilgiyle Göktürk tarihini bilsin, ken-
dinden neredeyse beş asır evvelki Kitâbeler'den haberdâr olsun.
Pekiyi bu paralellik nasıl mümkün oluyor?
Üstelik araya bir de İslâmiyet girmiştir.
Müslüman olunduktan sonra 150 sene geçmiştir. Ortada
Göktürkler diye bir şey de yoktur artık. Kutadgu Bilig'de sâdece
178
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

bir iki yerde ve hiç isim zikredilmeden “Ötüken Beyi” tâbiri ge-
çer, hepsi bu.
Bizdeki tarih şuuru, teorik ve kronolojik değildir. Kültürel
nitelikli ve bilfiildir.
Bir takım efsâne ve destanlarla geçmişin önemli çizgileri top-
lum hâfızasında diri tutulur, hepsi bu. Tarih bilincimiz, kültü-
rün değerleriyle yaşamak temellidir.
Şimdi devam edelim. Madem Kutadgu Bilig bize Töre'yle il-
gili en sağlam ve otantik bilgileri vermektedir, oradan bakarak
Töre'yi konuşalım.
Biliyorsunuz bizim tam da bu bahisle ilgili bir kitabımız var.
Merhum İbrahim Kafesoğlu hocayla çalışmıştım bu konuyu. Onun
vefâtından sonra kitaplaştı maalesef. Orada anlattım. Arzu eden
okuyucu, konuyu burada bırakır, o kitabı okur, geri döner. Ama
burada altını çizmek istediğim bâzı noktalar var.
O araştırmayı okuyan görecektir ki, Türk'ün hayat telâkkisi
esas itibâriyle Tanrı'da bir hayattır.
Tanrısal değil, Tanrı'da bir hayat!
Kut kazanma denen hâdise, esas itibâriyle apriori olarak in-
sanda bulunan tanrısal öz mânâsındaki “kut”un dünyevi ilgi ve
çapaklardan arınıp, aktif hale geçirilmesi mânâsındadır. Kut, in-
sana hâriçten bir kudretin armağanı değildir. Asli, apriori yaşama
imkânıdır. O özün dünyevi alâkalarla maddi hayatta dağılıp is-
raf edilmesi, “kut kaybetmek” diye nitelendirilmiştir. Arındırı-
lıp yoğunlaştırılması ise kutun tamamlanması, kendini ikmal et-
mesi mânâsına gelir.
Kutlu kişi, egosundan kurtulmuş, tanrısal hayatın sorumlu-
luğunu, varlıktaki bütünlüğün şuurunu kazanmıştır. Bu kazanım
arınma üzerinden gerçekleşmekte, arınma ise Töre ahlâkı bağla-
mında hizmet şartına tabi kılınmaktadır.
Hizmet “tapuk”tur. Tapuk ise ibâdetle bütünleşen bir hizmettir.

179
Sait Başer

Diğer inanç sistemlerinde karşımıza çıkan, soyut türde ve


sınıflı geçmişler dolayısıyla köle efendi ilişkisinden esinlenmiş
bir ibâdet ile karşılaşmıyoruz. İbâdet hizmetin içine yerleşmiş-
tir. Hizmet yâni tapuk, bir adanmışlık ilkesi üzerinde yapılırsa,
Töre gereğince yürütülürse hizmettir.
Hizmet ben dâvâsına döndüğü noktada hizmet olmaktan çıkar.
Tanrı ile temasın kopmasına yol açar.
Kut derhal zayıflamaya döner. Hizmet esnâsında güçlenmekte
olan kut, adanmışlık temelinde yürüyüşten kesilen öznede, bu
defâ da her türlü belânın kaynağına döner.
“Kut girdiği yerden çıkarken, eski yuvasını helâk ederek
çıkar” diyor, Yusuf Has Hâcib'imiz...
Burada son derece kritik bir nokta var. Biyolojik varlığı ve
cüzi benliği ile yaşamaya devam ederken, Tanrı adına külli var-
lığın sorumluluğunu üstlenmek arasında muazzam bir düşünsel
ve ahlâki diyalektik işlemektedir.
O diyalektiği yakalamak ve sürdürmek Türk kültürünün ha-
yat sırrıdır.
- Hem bir birey olacak, hem de “Bütün” adına sorumluluk üst-
lenecek. Buradaki sorumluluk bir yanıyla özel bir varlık algısıdır.
Hem bir olacak hem ayrı olacak.
Hem ayrı olacak, hem aynı olacak.
Ne ayrı olacak ne gayrı olacak.
Ne bütün adına davranayım derken kişiliğini kaybedecek,
ne kişiliğini sürdürme saplantısıyla Tanrıda hayat düstürundan
kopacak.
Kişiliğini koruma adına toplumsallığından, toplumsallığını
koruma adına kişiliğinden kopmayacak.
Esâsen bu iki değerin devamı bu ilişkiyi sürdürmeye bağlıdır.
Sırf kişilik derdine düşen, bütünün sorumluluğundan kaçan, daha
ilk adımda varlık sırrına yabancılaşmaktadır. Sırf toplumsallık
180
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

iddiâsı ise, kişiliğin imkânlarından yoksunluk hâliyle bir anda


değersizleşecektir. Yusuf Has Hâcip bir Türkmen Kocası diliyle,
yokuş aşağı akan suların tabiatıyla konuşurken, arka planda mu-
azzam bir sistematik ruhi arınma/rafinasyon mekanizmasına işâ-
ret etmiştir.
Çıplak-vahşi anlamındaki “yalngug” yâni ham beşer, her türlü
bencillik ve kötülüğün öznesi iken, hizmetle arınmaya başladı-
ğından itibâren giderek kişilik seviyesine, bilgelik kıvâmına yük-
selmekteydi. “Yalngug” iken menfaat ahlâkının esiri olan kimse,
derin bir gaflet içindedir. Gafletten kasıt, Tanrı'da varlık nite-
likli hayata karşı derin bir ilgisizlik ve uyuşukluktur. Bir uyku
halidir. Onun için adı “gafil akıl” mânâsına gelen bir akılla dav-
ranır. O akla “us” diyor. Hizmet ve arınma üzerinden yürüdükçe,
çiğ gönlü pişmekte, aklı bütünün sorumluluğunu yüklenecek ka-
pasiteye ulaşmakta, “ök” adını almakta, kendindeki tanrısal öz,
derece derece uyanmakta yani kut kazanmaktadır.
Kut'u zamanla ilerler, kutu tamamlayan en önemli son mer-
haleler kandat (tapı) ve rızâdır. Rızâ, tanrısal işleyişi öznenin
kendi içinde açıklayabilme ve benimsemesinin adıdır. Bu açık-
lama, aynı zamanda adâletin keşfedildiği noktadır. Kutadgu Bi-
lig rızâdan sonra varlıktaki deviniminde işlemekte olan büyük
adâlete, yâni “könilik'e ulaşmanın ise Tanrı sevgisi kazanmanın
tek yolu olduğunu söyler.
Tanrı sevgisini kazanmanın tek yolu âdil olmak yâni!..
Sevgili arkadaşlarım, XIII. yüzyıla kadar Türk düşüncesinde
Tanrısal gerçekle kendisinde buluşmanın çâresi olarak, işte biz
bu adâleti görüyoruz. Ben duygusuna dayalı çıkar hesaplarının
elenmesini sağlayan ahlâk ve hizmet toplumun bütün kültü-
ründe, hayat sahnelerinde, âdâb-ı muâşeretinde sâri ve câridir.
Küçük-büyük ilişkileri, evlat ebeveyn ilişkileri, kadın erkek iliş-
kileri, toplum devlet ilişkileri sürekli olarak o arınma ilkesi etrâ-
fında ve onunla ilişkiyi kaybetmeden kurulup yürütülmektedir.
181
Sait Başer

Yâni evlâdın ana-babaya karşı sorumluluğu, ana-babanın çocuk-


larını yetkin hâle getirme vazifesini son nefese kadar terk edeme-
yişleri, düşküne muhtâca yardımı, toplumsal dayanışmayı, fev-
kalâde sıradanlaştırma tutumu, hep o ilkeyle ilişkinin yarattığı
sonuçlardır. Yâni arınma ve kut kazanma süreçleri, Töre toplu-
luklarının her ferdini bağlayan süreçlerdir. Öyle sanıldığı gibi kut
eşittir siyâset karizması filan değildir.
Birey-toplum ilişkisinde nasıl bütün için bireysellikten, kişi-
likten; kişilik için toplumdan uzaklaşma bir arıza ise, ikisinin bir
arada götürülmesi şart ise, cüz ile küll arasında durmayı başar-
mak bizim kültürel başarımızın temel göstergesidir.
Evet, Türk kültürü bir adâlet kültürüdür.
Nasıl psikolojik ve sosyolojik yüzleri itibâriyle ferdiyet ile ce-
miyet arasında bir noktada durmak şart ise, adâlet kavramının
olmazsa olmaz bir şartı da ontolojik açıdan, Tanrı ile varlık ara-
sında kurulacak “tenzih-teşbih” dengesidir.
Diyebilirsiniz ki, tenzih Tanrı'yı bir cüze hapsetme zaafın-
dan kurtulmak; teşbih ise, varlıktaki tecelli olmadan Tanrı'yı ta-
nıma ve ilişkilenmenin imkânsızlığını görmektir. Sırf tenzih, Tan-
rıyı varlıktan ve hayattan dışlama sonucunu vere gelmiştir. Sırf
teşbih ise, putperest ve politeist inançlara açılan bir kapı olmuş-
tur. Tevhid fikri sürdürülebilir olduğunda değerlidir. Bir kerelik
bir târifle elde edilen tevhid formülü, tenzih veya teşbihte aşırı-
lığa giden yönelişlerle yaşayamaz. Adâlet fikri sâdece beşeri iliş-
kilerde gözetilen bir konu değildir. Bir genel varlık tasavvuruna
oturmadan belli bir sahaya münhasır kılındığı takdirde, hâriçte
bırakılan çevre elemanlar, o belirli alanı standart ve sâbit bir kı-
vamda durdurmazlar.
Hayat ve varlık yekpâre bir şeydir.
Tabiatla, coğrafyayla, iklimle, diğer canlı türleriyle, bitkilerle,
hayvanlarla ikişkiler de beşeri hayatı direkt veya endirekt ola-
rak belirleyici unsurlardandır. Kezâ varlıktaki sürekli devinim
182
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

ve değişimi ihmal ederek adâlette süreklilik elde etme şansımız


da yoktur.
Hareket hayatı mümkün kılan bir husustur. Hayat harekettir.
O halde hayatın huzüru adına gözettiğiniz adâlet statik ola-
maz. Hayat ne kadar hareketliyse, hareket ne kadar kesintisiz
ise adâlet de aynı derecede hareketli, değişim içinde ve kesinti-
siz olmak zorundadır.
Karşımızda bir adâlet toplumu var.
Yukarıdaki açıklamaları bir teorik fantezi gibi görmek, bizim
kuşakların kolaylıkla düşebilecekleri bir yanılgıdır. Çünkü biz,
hareketli bir hayatı statik bir hukuk uygulamasıyla adâlet çiz-
gisinde tutmaya çalışıyoruz. Son birkaç yüzyıldan beri, hukuk
hayatımız kazâi nitelikten çıkıp, kara kaplı sâbit kitaplara göre
yürütülür oldu. Dolayısıyla hayatın hareketine paralel bir adâlet
uygulaması kulağımıza yabancı gelir.
Töre, türeyiş düzenidir. Türemek fiilinden yapılmıştır.
Bakın türetmek değil, türeyiş!..
Varlık-Tanrı ayırımı mutlaklaştırılmıyor. Felsefesi itibâriyle
daha rahat anladığımız bu yapı, hareket-adâlet birlikteliği bakı-
mından fiili planda o kadar kolay anlaşılamıyor. Türk medeni-
yetinin özgün karakteri bağlamında buradaki hikmet ve adâlet
kavramları bana sanki özdeşmiş gibi görünür.
Hani dünya düşünce tarihinin en büyük ortak problemi Ha-
kikat arayışıdır ya? Hakikat, Türk Töresine göre adâlette aran-
ması gereken bir nihâi hüküm....
Burada Arapçanın hoş bir cemilesi bizdeki telâkkiyi doğ-
rular niteliği ile zikre değer: Hakikat “Hakk” kavramıyla, Hakk
kökünden teşkil edilmiş iken; adâletin teminini sağlayan uygu-
lamaya da hukuk diyorlar. Biliyorsunuz ki, hukuk kelimesi de
“Hakk” kelimesinin çoğul hali. Yani Hakikat'i adâlette aramak,
İslâmi telâkki içinde de bir gereklilik olmalıdır.
183
Dönelim Kutadgu Bilige.
Kutadgu Bilig'de temel konu Töre olduğu halde, Töre'nin teş-
rii yönü, dönemsel uygulamalardaki yaptırımlarına dâir bilgi veyâ
açıklama bulamıyoruz. Enteresan bir üslüp ile Kutadgu Bilig bir
hikemi tabanda teorik bir devlet işleyişi düzleminde konuşmakta-
dır. Şu suça bu cezâ, bu iyiliğe şu ödül gibi nesnel örnekler yoktur.
İlkeseldir. Eserin kullandığı dile bakılırsa Töre'nin uygulayıcısı,
oradaki hikemi işleyişi kavrayacak ve hayatın akışına muhâlefet
etmeyen bir adâleti kendi döneminde keşfedecektir!

SORU
Hocam XIII. Yüzyıla kadar Hakikat kavramının adâlet üze-
rinden okunuşunu ilk defâ sizden işitiyoruz.
Hakikat'i adâlette, adâleti tenzih ile teşbih arasında ara-
mak ve o ahlâki duruşun ürünü bir hukukla adâlet ihtiyâcını,
arayışını tatmin etmek...
Doğrusu bu derinlikleriyle fikir dünyamızın kavramlarına
bakmadık biz. Ama tam da sizin tarif ettiğiniz tenzih ile teş-
bih arasında, kişilikle toplumsallık arasında, cüz ile küll ara-
sında olmak anlamındaki adâlet algısıyla XIII. Yüzyılda ara-
mız neden açılır?
Buna hemen bir anlam veremedik.
Yani Türk toplumu adâletten vaz mı geçti, yerine ne ikame
etti? Adâletin bıraktığı boşluk neyle dolabilir ki?
Okuyucularımızın da yoğunlaşacağı bir noktaya işâret bu-
yuruyorsunuz.

CEVAP
Tebrik ederim değerli arkadaşlarım. Çok doğru bir dikkat
göstermişsiniz.

184
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Evet, 2018 yılı Üsküdar Balaban Tekkesi Kültürevi'ndeki prog-


ramımızda haftalarca bu konu üzerinde durduk. İlgili okuyucu,
kayıtları Youtube'da görebilir.
O derece teferruata girmeyelim, ama Türk kültür tarihi hak
ettiği yükseklik ve yoğunlukta bir düşünceye muhâtap olmadı.
Bu esef edilecek bir durum tabii.
Biz, bize lâzım olanı, kendi yapmamız gereken yorum ve
terkibi, geçmişte birilerinin hazırlayıp elimize tutuşturması ge-
rektiği mâl-i hülyâsı içindeyiz.
Hâlbuki “okumak, ele alınan konuya dâir metinleri bir te-
fekkür eşliğinde yeniden inşâ etmek olmalıydı.
Kültürümüzün tarihi seyri üzerine hasbelkader konulmuş
bir takım anlama şablonları var. Bu şablonların kriterleri genel-
likle kronolojik seyirle ilgili. Kronolojik seyirde de siyâsi iktidar
değişimlerini gösteren kriterler hüküm sürüyor. Oysa, Türk ta-
rihi gibi son derece zengin içerikli bir tarihe bir çok açıdan ba-
kılmalıydı, bakılmalıdır.
Biz tarihçilik konusunda çok da başarılı bir toplum değiliz.
En zengin tarih yazımı Osmalılar'da karşımıza çıkar. Bol miktarda
vakanüvisimiz vardır. Standart bir pencereden izlenir olaylar. Bir
tarihçinin anlattığı hikâye, ardından gelen bir başka tarihçi ta-
rafından hâşiye ve zeyllerle kaldığı yerden sürdürülür. Yeniden
inşâ, olup biteni tekrar anlamaya soyunmak ne yazık ki yoktur.
Bâzen inanasınız gelmeyen problemlerin gündeme düşüver-
diğini şaşkınlıkla görürsünüz. Yâni Osman mı, Ottoman mı, Ot-
man mı... Bu nedir kardeşim? En övündüğünüz, tarihinizin bir
numaralı devletinin kurucusundan bahsediyorsunuz!..
Bu kadar vakanüvis tarihi var. Hiçbirisi dönüp de, “Yahu bu
Osmanlı'nın öncesi neydi? Selçuklu kaya yarığından mı çıktı?
Oğuz olmaklık ne demektir?” demiyor arkadaş. Tabii buna da şü-
kür. Osmanlı'dan kalan belge, Selçuklu'ya göre bin misli. Selçuklu
185
Sait Başer

ve Selçuklu öncesine bakmaya çalıştığınızda birden muazzam bir


bilgi çölleşmesine düşüyorsunuz.
Dolayısıyla tarihçiliğimizin oryantalist birikim ve yönlendir-
meye fazlaca tâbi olduğunu, oryantalistlerin kurgulayışlarında
büyük bir kolaycılık yakaladıklarını düşünüyorum. Elân da ta-
rihçi câmia, en iyi tarihçiliğin arşive girip belge neşretmek ol-
duğunu düşünür.
Evet, elbette belge çok değerlidir. Ama belgeleri üst üste yı-
ğınca ortaya çıkan bin bir malzemeye, bir bağlama oturmayan
eksenini bulamamış mâlümâta tarih denmez ki.
Birilerinin eldeki malzemeyi, mâlümâtı önüne koyup, za-
manda seyreden bu toplumun gerçek hikâyesine ulaşmak adına
bir takım kurgu denemeleri yapması lazım. Yeni kurgular için
dikkatimizi uyandıracak bir takım belirtilere, uyarıcılara her za-
man rastlayabiliriz. Eldeki malzemeyi bütünleştirecek olan biziz.
Bizim yazılmış hazır bir tarihimiz yoktur. Bunu da yabancı-
lar mı yapıversin?
Yabancının yapacağı iş, öncelikle kendi menfaatini gözeterek
olur. Elbette Türk tarihiyle meşgul olan, bu tarihin ne kadar kri-
tik ve stratejik bir değeri olduğunu bilen Rus, Alman, Amerikalı,
İngiliz, Fransız, Koreli, Arap, İtalyan vs tarihçileri var. Onlar bize
hizmet için yapmıyorlar bu işi. Herkesin kendine has sebebi ve
yaklaşım açısı var. Sosyal bilimler siyâsi rekabetlerin yüzde yüz
bittiği alanlar olamazlar. Adam kendi rakibi üzerine niçin çalışır?
Hülâsâ, bizim kültür ve tarihimize yabancıların yaptığı katkı-
lar yok farz edilmeden, eleştirel bir süzgeçten geçirildikten sonra
kullanılmakla beraber, bilhassa kendi kaynaklarımıza dayanarak
bir yeniden anlamlandırma, tahmin ve tasavvur faaliyeti göster-
memiz şarttır.
Fevkalâde isâbetle yakaladığınız nokta, bizim tarihimizi an-
lamamız ve anlamlandırmamız açısından bizden sonraki kuşak-
ların bâri tarihimizi açıklamayan o sığ şablonların esâretinden
186
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

kurtulması için çok önemli bir hareket noktasıdır. Çeşitli vesi-


lelerle okuduğumuz tarihi Türk İslâm edebiyatı ürünleri, yayla
kışla hayatı yaşanılan karakterdeki zamanların insanlarına dâir
atıf yaparlarken, bilgi verirlerken biraz mühtehzi bir edayla on-
ları kaba saba bulurlar, haşin bulurlar, görgüsüz bulurlar, müsâ-
mahasız bulurlar...
Medeni sayılmak husüsunda asl olanı, şehir hayatına inti-
bak etmiş, Fars edebiyâtı düşünce modeline kayıtlanmış, tekke
adâbını içine sindirmiş, aşkı muhabbeti ve ona dayalı merha-
met ve müsâmahayı çok önde tutan bir tip lanse ederler. Yayla-
dan inen Yörüğün kasabada, şehirde yaşadığı görgüsüzlüğünden
kaynaklanan garabet hikâyelerinin çokça anlatıldığı bir edebiyat
var. Şehir hayatının icaplarına, alışkanlıklarına yabancı veya ka-
yıtsız Türkmen!
Metni kaleme alanın nereden baktığı o kadar önemlidir ki!
Benzer bir esprili edebiyâtı yayla kışla hayatı yaşayanların
şehre bakışlarında bulmak da mümkündür. Hattâ köylü kasabalı,
kasabalı şehirli diyaloglarında da zaman zaman karşılıklı küçüm-
seme ve kinâyelerle karşılaşılır.
Tabii biz bugün artık tamamen yerleşik hayatın icapları için-
deyiz. Daha durağan, daha aynı çerçeveler içinde, daha eşyâ ile
sarılmış, daha dikkatlerimiz birbirine kilitlenmiş, duygu ve dü-
şüncelerimiz buna göre şekillenmiştir.
Standart bir eğitim modeli ürünü insanlarız.
Yayla kışla hayat modeli, o modeldeki ekonomik faaliyet,
duygu yoğunlaşma alanları, nezâket tipi, görgü kuralları, beşeri
ilişkiler... şehir hayatı standartlarına göre bambaşka şeylerdi.
Vatan telâkkisi, edebiyatı, sanatı, müziği... o tarzın ürünü idi.
Sosyal yardımlaşma şehir nezâketinden çok daha ileri hattâ
olmazsa olmaz bir ilişki biçimiydi.
187
Sait Başer

O sosyolojiyi, o yapının psikolojisini yeterince bilmiyoruz.


Kültür sanat faaliyetleri şifâhi olduğu için bize ulaşan ürünleri
yok denecek kadar az. Yörük Türkmeni, göçebe veya Oğuza, yer-
leşik hayatın sözcüleri nasıl tasvir ettilerse onların metinleriyle
bakıyoruz. Bu durumsa onlarda bir nezâketin, zarâfetin bulun-
madığı vehmini güçlendiriyor.
Bugünün insanlık medeniyeti hemen hemen tamamen yer-
leşik hayat ürünü olduğundan, artık onları savunacak sözcüleri
de yok. Ben öyle sanıyorum ki, Yörük Türkmen tarzının da gayet
ciddi bir edebi, erkânı, usülü ve göreneği vardı. Töre'nin ne kadar
ciddi bir sistem olduğunu tekrar söylemeye gerek yok.
Bunlar Töreli topluluklar!
Şimdi gelelim sorunuza.
Daha evvel söyledim. Töre-adâlet-Tanrı ilişkileri düzleminde
Töreli kimsenin yani Türkün ebediyet sırrı kazanma çâresi adâ-
lete riâyet idi. Bu adâlet, kitâbi formel bir adâlet değildi. Dura-
gan bir hayâtın ilişkilerini tanzim eden hukuk tipleriyle açıklan-
ması güçtür. Töre toplumu, hareket hâlindeki bir toplum tipi.
Adâleti de o tarzın içinde tahakkuk etmek zorunda.
O hayatın devamını sağlamanın yegâne çâresi, adâlet.
Adâlet ama, gönüllü iştirakle yürüyen bir adâlet! Zoraki bir
hukuk düzeni o hayat tarzında hükümsüz.
“Ancak âdil olan Tanrı sevgisini kazanır”
hükmü, kut kazanmanın olmazsa olmaz şartı ise, o adâlet ha-
yatı taşıyan ana ilke durumunda. Örgütlenme, disiplin, hiyerar-
şik itaat ve bunların tamamını kuşatan adâlet. Tanrı sevgisini ve
kut'un tamamlanmasını adâlete bağlamak, aynı zamanda bütün
disiplin ve hiyerarşiye rağmen, sosyolojik yapıdaki sınıfsız nite-
liği de gözümüze sokuyor.
Sınıflı yapıda adâlet kavramına bu derece şiddetle yüklenilemez.
188
Töre'nin Türk'ü Türk ün Müslümanlığı

Adâlette ısrar, sınıflı yapılar için kurulu düzenin çöküşü an-


lamına gelir.
Dikkat ederseniz “adâlette ısrar” diyorum, hukuk düzeninde
ısrar demiyorum. Hukuk düzenleri her zaman adâleti ideal al-
mıyorlar. Bilhassa sınıflı yapılarda hâkim üst sınıfların iktidâ-
rını güvence altına almak, sürdürmek, ideal bir adâlet düşünce-
siyle kesinlikle çelişir.
Kutadgu Bilig'de tâvizsiz bir ısrarla vurgulanan adâlet kavra-
mına mukabil, XITI. Asır ediblerimizin, düşünürlerimizin metin-
lerine bakıldığında, ana değer olan adâletin, yerini “AŞK” kavra-
mına bıraktığı görülüyor.
Bunu ispatlamak için kılı kırk yaran çalışmalara gerek yok.
Girin Mevlânâ'ya, İbnül Arabi'ye, Yunus Emre'ye Eşrefoğlu'na...
apaçık örneklerle karşılaşırsınız. Özellikle hikemi edebiyat ürünle-
rinde tedricen güçlenen bir aşk, teslimiyet ve kayıtsız şartsız itaat
tutumu hâkimdir. İtaat fikri Türk toplumunda kadim bir değer,
şüphesiz. Ancak adâlet arayışı ve toplumun yöneticilerinde kut
arayışı, çok ciddi bir denetim mekanizması getirmekteydi. Hâl-
buki XIII. Asır ve sonrasında gittikçe daha belirginleşen “aşk” vur-
gusu, toplumun geçirdiği sosyolojik dönüşümle de ilgili olmalıdır.
Artık yayla-kışla hayatının yanında tarımla, ticâretle, zenaatlerle
uğraşan; eski toplumun genelini kuşatan askeriliğe mukabil, as-
ker-sivil ayrımının baş göstermesi, tasavvufun müessesleşmesi...
giderek Türk toplumunda, dünya toplumlarında olduğu şiddette
keskinleş/e/mese de bir zümreleşmeyi haber veriyor.
Sosyolojik ayrışma, birilerini diğerlerine göre daha güçlü kı-
lan süreçler, yayla-kışla hayatındaki denklik esaslı yapıdan uzak-
laşılmasına sebep oluyor. Zengin-fakir, asker-sivil, yöneten-yö-
netilen, havas-avam ayırımları derinleşiyor. İdeal adâlet fikrine
ulaşmak da adım adım zorlaşıyor.
Toplumun bekasını temin ihtiyâcı, gelecek endişesi taşıyan
münevver tabakada adâletin yerine ikâme edilecek ve toplumu
169
Sait Başer

daha kuvvetle birbirine bağlı tutacak bir ana değer arayışı yarat-
mış olmalıdır. 1970'lerin sonundan beri, yıllardır tartışılan Mev-
lânâ-Ahi Evren çatışması konusu belki biraz da buradan görülmeli.
Adâletin peşinde bir Ahi Evrene mukabil, eserlerindeki en
güçlü tema aşk olan Mevlânâ!..
Ama istikbal Mevlânâ'nındır tabii.
Çünkü ulemâ, ümerâ tabakalarına mukabil, reâyâ kul tâi-
fesi ilişkilerini adâlet ilkesi tahtında yürütemezsiniz. Kul tâife-
sine Allaha kavuşmanın yolu olarak “aşk” yolunu gösterecek, aşk
yolunda yürümenin ise mürşit konumundaki insanlara “imam
elinde meyyit” gibi feslimiyet ve itaat şartına bağlayacaksınız.
Böylece aşka yönelmenin toplumsal zâfiyetleri örten gücü dev-
reye girmiş oluyor.
Ayrıca adâlet kavramında sağlıklı bir muhâkemeyle âdil olan
şeyin dâimi tespit ihtiyacı, aklı başrolde tutuyor, anlama ve fikir
üretme dolayısıyla karar üretme yeteneğini dâmâ işlevsel bir et-
kinlikte tutuyor. Hâlbuki aşk söz konusu olduğunda, belli bir on-
tolojik açıklama üzerinden bir duygusal “hâl” değer kazanmakta,
öne geçmekteydi.
Evet, merkezde adâlet kavramı varken de aşk kavramı onun
yerini aldığında da ontoloji aynıydı. Varlığın Birliği itikadı üze-
rinden yürüyüş devam etti. Ancak görece tesiri epeyce sınırlı
kalmakla berâber, XI. Yüzyıldaki Gazzâli fikriyâtı, Türk filozof-
larını tekfir etmekle akıl-adâlet ilişkisine bir darbe indirmişti.
Keza “ulül- emre itaat” fikrinin, toplumda adâlet arayışlarının
önünü kesen tesirini de biz daha konuşmaya başlamadık.
Bunun üzerine şahâdeti lafzi bir ezber, imânı da taklide
rızâ ile iğdiş edince, Yavuz sonrası dönemde etkin hâle gelen
Eşari zihniyetin temel unsurları bir araya getirilmiş oldu. Ama
bu zihniyet dediğim gibi bilhassa Anadolu Selçukluları çerçe-
vesinde değerlendirildiğinde, önemli bir güce ulaşamadı. Fakat
190
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

ilerde uygun vasat teşekkül edince, filizlenmeyi bekleyen tohum


gibi âdetâ pusuya yattı.
Adâletten aşka intikal edildiği zaman ontoloji değişmemiş,
imânı gerçekleştirme şartı (tahkiki iman şartı) henüz günde-
mimizden düşmemişti. Toplumsal sıkıntıları sorgulamayı önle-
yen, toplumu zulme rızayâ hazırlayan aşk söylemi, vakti gelip de
Eşari zihniyete kapılar açılınca toplumun meselâ Kadızâdeliler'e,
meselâ Eşari medreseye reaksiyon potansiyelini epeyce törpüle-
mişti... Haklarını yemeyelim, Alevi ozanların merkezde yer tut-
tuğu bir eleştiri cephesi olmadı değil! Ama onların nasıl tâkibat
altında tutulduklarını burada tekrarlamaya gerek var mı?
Evet, adâletten aşka intikal, belki de bir zorunluluktu!
Toplumsal dinamizmi ve uzlaşmayı belli ölçüde hırpalasa
da XIII. Asır Anadolusu'nda yaşanan Moğol ve Haçlı travmala-
rını adâletin bilek gücü isteyen tahakkukunun imkânsızlaşması
ile beraber, topluma fevekkül ve teslimiyet içinden bir varoluş
fırsatı yaratıyordu.
Gerçekten kendi devri itibâriyle Türk toplumu XIII. Yüzyılda
yaşadığı travmayı önceki tarihinde hiç tanımamıştı. Ne Moğol'la,
ne de Haçlı'yla baş etme ihtimâli vardı. Asya merkezli Moğol
güçleriyle hesaplaşmak, sonraki asırlarda da hiç mümkün ola-
madı. Haçlılar'ı Anadolu'daki emelleriyle buluşturmadılar, ama
yakın vâdeli bir karşı atakla Haçlı dünya ile hesaplaşmak da bir
tül-i emelden ibâretti.
Asırlar sonra Osmanlı'nın Avrupadaki başarıları bunun ce-
vabı olamazdı. Adâlet fikrini merkezde tutmak, demin de değin-
diğimiz gibi bir Ahi Evren meşrebiyle ve yok olma bahasına mü-
câdele gerektiriyordu.
Evet yok olma bahasına.
Nitekim Ahi Evren şerefli bir mücâdele yapmakla berâber,
âkıbeti Moğollar'ın elinden şehâdet oldu.
191
Sait Başer

O yol çıkmaz sokaktı.


Adâlet fikrinin itikadi sistemin merkez kavramı olması, en
azından bir müddetliğine askıya alınmak zorundaydı. “Aşk ge-
lince cümle eksikler tamam olur”du!
Efendim böyle bir karar var mıdır? Hangi mecliste alınmış-
tır? Hangi tarihte böyle bir uzlaşma teşekkül etmiştir? Kimler ne-
rede ne sebeple ve hangi mütâlâalar, müzâkereler sonunda aşk
kavramına dönülmesi hükmüne varmışlardır?
Bunların hiç birinin bildiğim bir cevabı yok.
Benim görmediğim, bilmediğim bir yerlerden bir kayıt çı-
kar mı? Allahu âlem.
Doğrusunu isterseniz benim getirdiğim analiz için spesifik
mânâda bir belge gerekmez. Tarihin akışına kuş bakışı bakıp,
üzerine düşünmek gerekir.
Yâni belgem, doğrudan doğruya tarihteki genel akıştır.
Genel panoramayı bilen, üzerine düşünen kimsedir tabii
muhatap.
Hilkati adâlet temeline dayandırarak açıklayan Yusuf Has
Hâcip nerede, meselâ Anadolu süfiliğini temsilen Eşrefoğlu'nun:

“Yoğudu bu yer ü gök ins ü melek


Âşık idim anda ben rüy-i nigâr

Ben anınla âşık u mâşuk iken


Dahi ne deyyâr var idi ne diyâr”

yaklaşımı nerede!..

SORU
Hocam, burada okuyucunun zihninde uyanması muhte-
mel bir karmaşayı, teşevvüşü gidermek borcumuzdur. Mer-
keze adâleti değil de aşk konmakla, adâletten tamâmen vaz

192
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

mı geçildi? YâAhut merkezde adâlet kavramı varken aşkın hiç


mi kıymeti yoktu, diye sorsak?

CEVAP
Hayır efendim.
Yusuf Has Hâcib'in ifâdesi şöyleydi: “Adâletle davranan kimse
Tanrı sevgisini kazanır” diyordu. Adâletin gâyesi de Tanrı sevgi-
sini kazanmaktı. Fakat sevgiden adâlete çıkılmıyor, ancak adâ-
letten sevgiye çıkılabiliyordu.
Aşkı merkeze aldığınız XIII. Asır ve sonrası, hattâ Yesevi'yi de
katarsak XII. Asır ve sonrası adâlet arayışından, âdil bir yönetim
teşkil etme idealinden tamâmen vaz geçildiği aslâ söylenemez.
Bu konuda tarihten örnek arayacak olursak, hârikulâde örnek-
ler buluruz. Yıldırım Bâyezid Han devrinde aksayan adâlet tev-
ziâtı sebebiyle Yıldırım'ın kadıları toplayıp cezâlandırmak mak-
sadıyla yakma teşebbüsü, çok enteresandır.
Onları aşk ehli Emir Sultan şefâat ederek kurtarmıştı.
Osmanlı sarayında Divân-ı Hümâyün, Adâlet Kulesi'ndeki
Kubbealtı denilen yerlerde toplanıp karar alıyorlardı. Bütün sul-
tanlar tahta geçince ilk ferman olarak Adâletnâme neşrediyor-
lardı. Yani adâletten vazgeçmek mevzü bahis değil.
Benim kastettiğim şey kültürün ana değeri, temel ilkesi bağla-
mındadır. Aşk kavramını takviye etmek, tahkim etmek, toplum-
daki adâlet beklentisinin tatmin edilemeyişini tölore ediyordu.
Bilmem yeterince açıklayabildim mi?
Tabii, daha sonra Eşar'i ontolojisi tedricen yerleştikçe, sınıflı
Arap toplumunun ürünü olan bu yaklaşım, toplumun giderek ka-
rar verme mekanizmalarıyla ilişkisinin tâkatten düşmesine yol
açtı. Kazâi hukuk uygulamasının yerini de derece derece kara
kaplı kitaplar, hukuk külliyatları, kanunnâmeler aldı.
193
Sait Başer

Statik metinlerdeki geçmiş zaman olayları penceresinden ya-


zılan adâlet formüllerinin gerçekten adâlet olma şansı yok!
Tanzimat'a gelindiğinde ise merkezi hukuk sistemi yekpâre-
liğini kaybederek önce azınlık hukuklarına yer açtı. Hukuk siste-
mindeki boşluklar, Mecelle gibi çalışmalarla telâfi edilemeyince
de, bilhassa Cumhüriyet'ten itibâren geleneksel hukükun yerini
büsbütün laik ve formel Batı huküku aldı.

SORU
Pekiyi sizce modern uygulamalarla adâlet ilkesi yeniden
restore edilebildi mi, Hocam?

CEVAP
Tablo ortada.
İki yüz senedir hukükun üstünlüğünü temin çabaları içinde-
yiz ve daha bir arpa boyu yol gittiğimiz söylenebilir mi, bilmiyo-
rum. Zâten Tanzimat ve sonrası dönemde devlet artık ne Varlı-
ğın Birliği'ne dayalı ontolojiyi sürdürüyor, ne de Eşari-Müceddidi
yaklaşımın dayandığı Vahdet-i Şuhüda itibar ediyor.
Artık seküler ve pozitivist ontoloji geçer akçedir...
Bu tercih yapılırken ise bizim yukarıdan beri yürüttüğümüz
analizler söz konusu edil/e/medi. Devlet yalın bir beka kaygısıyla,
toplumu muhâfaza etmenin çâresini seküler yaklaşımda bulmuş,
tercihini yaparken de toplumun değer yargılarını kaale almamıştır.
Almamıştır da ne olmuştur?
Ne adâlet temelli ahlâk, ne aşk temelli teslimiyet, ne şeriat
hukükunun uygulamasına râzı “şeriatın kestiği parmak acımaz”
diyen toplumsal baş eğiş mevzubahistir artık.
Toplumun zayıf kesimlerine devlet gücüyle uygulanan hu-
kuk, hâkim zümrelere diş geçirememiştir. Adâletin yerini bulup

194.
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

bulmadığı konusunu toplumun üst kademelerinde dert edinen


kimse de yoktur zâten.
Dolayısıyla ontolojik kimlikler, devletin uzanamadığı alan-
larda geleneklerinden arta kalan bölük pörçük uygulamalarla va-
ziyeti idâre ediyorlar.
Alevi kitle Dedelerin sonsuz yetkilerine bağlı olarak bir ce-
maat içi adâlet uygulaması yürütüyor.
Müceddidi cemaatler, kendi içlerinde kontrolden uzak bir şe-
riat huküku yürütmeye çalışıyorlar.
Pozitivist-laik resmi hukükun cemaat içi çâreler tükendiğinde
devreye girdiğini bir çok acı örnekte hep berâber seyrediyoruz.

195
ii “ii”ğiyi ya 4Kii
0;©
nü ÜR YALİ vi

| Yelisehim d
MAİN şe Wi er atli
anlaa kre liii b hi
EyKaalminini
kapya A
bül ba İni veiihi "e Lube“e gi N olünbdei
Yağa işik ağyp yğeşi bieseri aa
ayal 1 GM si
ay ty bi Al, eri sltree ği deal slim ibiği
i inlrartiğele meğer ii
iğ rik a döken çinde
b
e eN yiiel o YoğiruğNi
ği
İl iin iyiler' vü ty e MN

>
r

4 gerip * pad! i a TM i. hara

Sie İiye a m ei alem 1 Meeğilir" İsi » hlk


i LE i) Ed .. N egeli çi li ii rah mayva

;#
gili z bu das enlake ik vee e «le e Mi
il
dr Ud
i

imi
W 4 ti i
di gili ar ii ”
|; k ie
, i yi 5 ' h yi b gi vi , Vet eMi, #i Ni V

' b İİİ Yam azabsurda

İl e N A İ “iy (9 b kg koy 5 a vi

Hye ati mibeki “A Meni


l YT. e j iy TAİ) Ai gi va FeTMİE

| » yil “A ENR vi ii hi My, iie -


bayzyae b bön
& öU ahir ai 5 e y

“ , 14 Meri “ era

Dİ, gerin eyi ,


yel Rim)
ALTINCI BÖLÜM

KAVMİYET, HİKMET, DİN,


GÜNCEL KONJONKTÜR...
ti e i yu
LT Fn Ni
İM v yr İ 5 İY id
ti: İ v 4
A

KEY vi e
Dı!
ti

iia cava vi
O hiNe Wi
SORU
Bâzı dini bütün ve gayret-i İslâmiye sâhibi dostlar diyorlar
ki: “Yâni İslâm bize yetmiyor mu da, Türklüğü ikide bir gün-
deme getiriyorsunuz? İslam bizim nemize yetmiyor da bu kav-
miyetçiliği tekrar tekrar hortlatıyorsunuz?
Sanırım siz de rastlamışsınızdır bu tür sorulara...

CEVAP
Bu tür refleks temelli itirazlar, derin düşünmekten hoşlan-
mayan, Türkiyedeki kültür mücâdelelerinin sebep ve sonuçlarını
analiz yeteneğinden mahrum safdil insanlar tarafından soruluyor.
Onlar gözlerini açtıklarında, kendilerini içlerinde buldukları
bir İslâm algısıyla, bu algının tek ve mutlak İslâm olduğu veh-
miyle davranan ve kendilerine “kavmiyetçilik haramdır” düs-
turu farklı vaazlarla ezberletilmiş, kendileri Türk olsa bile o ez-
berlerin içinde tedirgin edilmek istemeyen dostlar bunlar. Keşke
ortalık süt liman olsa da şartlarımız kemâle ulaşmış, ufkumuz
göz alınca açık, çevresinde hiçbir tehdit bulunmayan bir toplum
olsak da, bu arkadaşları kendi hayal hânelerinde rahat bıraksak.
Ama öyle değil ki!
Çevremiz düşmanın, münâfığın, küfrün, inanç düşmanlığı-
nın bütün varyantlarıyla sarılmış. Enteresan bir biçimde bu kü-
für, riyâ, nifak çevresi bizi ortak düşman belliyor ve aleyhimizde
en açık silahlı düşmanlıktan en yakın dost görünümlü nifak or-
ganizasyonlarına kadar işbirliği yapıyorlar.
Esâsen vatan müdâfaası artık kültür sâhasında yapılıyor.
199
Sait Başer

Bu eskiden de bir ölçüde böyleydi. Ama devrimizde bilhassa


digital teknolojinin uçar adım elde ettiği imkânlarla, cephe, coğ-
rafyanın uzak bir bölgesinde bir hat üzerinde değil.
Cebinde telefonu olan herkes cephede, düşmanın hedefinde.
Alışılmış belli bir düşman ezberine bir başka ezberle cevap ve-
rilen devirler geride kaldı. Karşınızda korkunç sermâyelerle des-
teklenen algı kurma merkezleri var. Yayın ve dağıtım tekelleri var.
Fox'un, CNN'nin, BBC'nin Ajans Frans Press'in kurduğu al-
gılar her gün tâzeleniyor. Bize karşı işbirlikleri hergün yeni bir
cephede zuhür ediyor. Google'ın YouTube'un Facebook'un, Twit-
terin yayın tekelleriyle, her an yeniden düşünerek, projelerinin
hakkından gelecek bir zihin uyanıklığına ihtiyâcımız var.
Hergün her an cevvâliyetini kaybetmeyen, anlama yeteneği
keskinleşmiş, kişilik sâhibi insanlardan kurulu bir toplum ol-
mak zorundayız.
En mükemmel eski ezberler bile, en doğru kimlikler bile düş-
manın operasyon merkezleri elinde bize dönük silah olarak kul-
lanabilecekleri, aleyhimize faktörlere dönüştürülebiliyor.
Göz göre göre, hepimiz oyun olduğunu bildiğimiz halde Şii-
Sünni çatışması yaratılabiliyor. Arap-Kürt çatışması, Türk-Kürt ça-
tışması, Selefi-Süfi çatışması dindar-dinsiz çatışması... sonu yok.
Kimliklerimiz, operasyon profesyonelleri elinde aleyhimizde
silahlara dönüştürülüyor.
Onun için dedim, bir küfür-riyâ-nifak işbirliği karşısındayız.
Kimliklerimiz sosyolojik olgulardır. Kişiliklerimiz ise inanma,
algı, anlama, ahlâk temelli psikolojik öznelliğimi, karakteri-
miz, şahsiyetimiz.
Öznel dünyamızda tekrar düşünülmeden kabul edilmiş bir
anlama kalıbıyla, kişiliğimize katılmamış karanlık bölgeleri, harici
ezberlerle telâfi yoluna gittiğimiz vakit; o ezberlerin son kullanma

200 |
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

tarihi geçmiş, tamamen tarihe mal olmuş da olsalar, saldırıya uğ-


raması benliğimize kastedilme gibi algılanıyor.
Yâni bugün Alevi-Sünni kavgası yaptırılıyor Türkiyede.
Daha önce de konuştuk. Bu problemlerin mâhiyetleri iç ya-
pıları, doğuş ve gelişme süreçlerinde uğradıkları manipülasyon-
lar, yönlendirmeler kaale alınmadan bir kimlik refleksiyle be-
nimsendiğinde, sonu gelmez ve her türlü şiddete açık bir kavga
ortamını diri tutmuş oluyorsunuz.
Düşman da bunu kullanıyor.
Ahmak değil ya!
Üstelik elindeki teknoloji ve uzman kadrolar, operasyonel ekip-
ler hem sizden çok daha tecrübeli hem de pusuda hazır bekliyor.
Sevgili arkadaşlarım, bu tür sorular milletin ve ümmetin top-
tan bir anlama seferberliğine olan ihtiyâcını göremeyen safdillere
mahsus. Düşman seni, senin değerlerinle vuruyor.
Elindeki o silâhı alsana elinden!
Nasıl alacaksın?
Anlamanı tâze tutarak alacaksın. Her an yeniden anlaya-
rak alacaksın.
O işâret edilen meşhur “müslümanın ferâseti” ümmetin yüz-
yıllarca uyuması mânâsına söylenmedi.

Gelelim dar çerçevede sorunun cevabına.


“İslâm'da kavmiyetçilik yokken bize ikide bir Türklüğü-
müzü hatırlatmanın ne mânâsı var?”
Bu sorunun arka planında; tarihi bakımdan, sosyolojik bakım-
dan, psikolojik bakımdan, siyâsi bakımdan ve felsefi bakımdan
ciddi bir hesâbı görülmemiş fikirler, tercihler, süreçler demeti var.
Kördüğüm!
Hani deveye boynun eğri demişler de, nerem doğru demiş ya!
201
Sait Başer

Bir defâ Türklüğü kavmiyet olarak anlamaktan ne zaman


vazgeçeceğiz?
Birçok yanlışımızın başladığı yer orası. Töre değerlerinin şah-
sında somutlaştığı kimsedir “Türk”
Adam Türk'ü bir şecere adı zannediyor. Böyle değil. Türk'ü
soya indirgerken, biz medeniyetimizin bütün niteliğini ve ku-
rumlarını daha baştan anlaşılmazlığa, meçhul kalmaya mahküm
ediyoruz. Bir cihan devleti idealinin ortak insan tipi, insanlığın
küçük bir soyuna indirgenirse, siz o çok övündüğünüz, bibedel
tarihi anlayamazsınız. Böyle baktıkça da asla anlayamayacaksınız.
Cihan devletleri, kurucuları kim olursa olsun, soy devleti ola-
rak devam edemezler. Bir değerler manzümesi, bir ortak medeni-
yet kimliği dâiresine toplayarak varlıklarını devam ettirebilirler.
Romada da öyledir. Amerikada da... Hunlar da, Osmanlılar
da insanlık devletleri idiler.
Ulus devlet fikri, hegemon cihan güçlerinin her an müdâha-
lesine, denetimine açık yapılar olduklarından, modern devirde
önü açılmış devlet modelleridir. Enternasyonal komünizmin soy
temelli bir siyâsi yapıya göz yumması mümkün mü? Küresel eko-
nomi düzleminde sömürü yürüten liberal kapitalizmin de kendi
içinde soy hâkimiyetine izin verdiği söylenebilir mi?
Yâni ABD bir soyun devleti midir?
Devlet geleneğinin üstâdı bir düşüncenin sâhibi olan Türk
kavramı da evrensel bir kavramdır. Aksi halde Avrupada, Afri-
kada, Ortadoğu'da, Asyada Türk patentli devletler yaşama imkânı
bulamazlardı. Türk doğmak değil, Türk olmak esastır.
Bilge Tonyukuk, Nizâmül Mülk, Muhyiddin Arabi, Osman-
lıdaki sayısız devşirme sadrâzam, paşa vs. Türklüğü bir soy ola-
rak algılasalardı, medeniyetimize böylesine candan baş koyarlar,
katkı yaparlar mıydı?

202 |
Törenninn Türkiüi Türk'üünn Müslümanlığı

Bakın
REK dediğimiz ülke, adını Türk daki dai-
resine mensup Fin-Ogur grubundan alıyor. Macaristan halkı ve
devleti hâlâ Atilla'yı kendi ataları sayıyorlar, resmi isimleri de
“Hungarya” yâni Hun ülkesi. Bulgaristan kezâ öyle. Memlük
devletine Avrupalılar “Turkiya” diyorlardı vs vs.
Kendi dar, yerel ve cihan perspektifini kaybetmiş muhitle-
rindeki İslâmi algılarını genel geçer zannedenler, çok önemli bir-
çok şeyi ıskalıyorlar.
Bir defâ dini benimseyiş olgusunu sosyolojik kalıplarla târif
etmeye kalkıyorlar. Hâlbuki, bireysel ve psikolojiktir.
Bireysellik, #ecrübe ve anlama zemininden yükselir. Tecrübe
başlığına eğilirseniz, sosyolojiyi orada bulursunuz. Ortak tecrü-
belere sâhip insanlar birliği. Anlama tamamen öznel çerçevede
yürür. Öznenin ihtiyaç, talep, âcizlik ve meziyetleri bağlamında
kişisel niteliktedir.
Sosyolojiye, insanlar ortak tecrübeden açılır.
Din bir anlama iken, sosyoloji anlaşma düzlemi sunar. Kav-
gası yapılan alan burasıdır.
Sosyolojinin ne kadarına “din” diyeceğiz?
Bunu da İnşallah sosyologlarımız bir gün tartışırlar. Toplum-
ların ortak tecrübeleri ortak anlamalar, bunlar ise mensübiyet
yaratır. Bir dinle karşılaştığınız vakit (aslında neyle karşılaşırsa-
nız karşılaşın, aynı mekanizma işliyor), onu anlarken, birikimi-
nizi kullanmak dışında anlama, onunla bağlantı kurma imkânı
söz konusu edilemez.
Anlam insana hâriçten şırınga edilen bir şey değil.
Bir iç yaratma. Yaratmanın malzemesi ise, önceki birikiminiz.
Şimdi Türklüğe dâir yukarıdaki açıklamada ifâde etmeye ça-
lıştığımız çarpık duruma benzer bir hal, bu defâ müslümanlığı al-
gılayışımızda karşımıza çıkıyor. Zikredilen sorudaki sâfiyâne ba-
kış sâhiplerine anlama-inanma ilişkisini nasıl kazandıracağız?

203
Sait Başer
Evet, o bir dine giriyor, adı da Müslüman oluyor; ama büyük
bir tarih ve medeniyet vârisi birikimiyle, tecrübesiyle o dini al-
gıladığının farkında değil!..
Üstelik herkesi kendi gibi zannediyor!
Dindarımız, anlama ve inanmanın bireyselliği ile sosyolo-
jikliği arasındaki alış veriş şuurunun varlığı hakkında en ufak
bir emâre göstermiyor.
Bir Fars kendi kültürü penceresinden görür, bir Rus kendi
kültürünün penceresinden görür ilââhir... Türk de öyledir.
Çok büyük bir devlet geleneğinin vârisidir. Cihan düzenin-
den kendisini sorumlu hisseder. O düzeni asla vazgeçemeyeceği
bir adâlet duygusu üzerinde yürütme insiyâkındadır.
Adâlet konusunu değişik açılardan konuşuyoruz.
Adâletin en önemli özelliği an be an hayatın hareketine akordlu
kalmak mecbüriyetidir. Mesele sâdece hukuk, mahkeme çerçe-
vesine indirgenemez. Hayatın her sahnesinde işleyen bir değer-
dir. İşleyen ve güncel kalmaya mahküm.
Hiçbir ezber söylem üzerinden adâlet tahakkuk etmez.
Ezberiniz asli doğuşu şartlarında sahih dahi olsa, gerçek bir
vahiy bile olsa; tâze bir idrakte, o an nâzil olmuş derecesinde
bir güncel yorum kazanmadıysa, adâlete değil, zulme yol açar.
Biz adâleti ölü metinlerde aramayacağız.
Hayatı anlamış, tâze idraktedir adâlet.
Dogma/nass ne kadar hikemi bir geleneğin metnine daya-
nırsa dayansın, yaşayan toplumun vicdânında güncel bir karşı-
lık bulmadıkça işlevsel olmaz, olamaz.
Biz sanıyoruz ki, ilelebed, genel geçer statik bir adâlet du-
rumu mümkündür.
Yok böyle bir şey!

204
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Bir tecelli çerçevesinde kurduğunuz denge, vicdanla da bulu-


şup barışarak adâlet olurken; bir başka tecelli çerçevesinde zulme,
ıztırâba yol açar.
Varlıktaki tecellisi ezelden ebede tekrarsızca yürüyen bir Al-
laha inanacaksınız, O'nun zuhürunu tâkip etmeyen statik bir
“metin dindarlığı”ndan adâlet bekleyeceksiniz!..
Hele bu devirde!
Ezberlerin hergün yeniden çözüldüğü, yeniden teşkil edildiği
bir devirde, hiçbir ezberci dindarlığın yaşama şansı kalmamıştır.

Biz ezber dindarlığından “anlama dindarlığı”na geçmek zo-


rundayız.
Aksi halde çocuklarımız neden peşimizden gelmiyor diye
ağlaşmayalım.
Adam köyünde, kasabasında yüzyıllardır ciddi müdâhale gör-
memiş, eğrisi doğrusuyla gelenekleşmiş o küçük dünyanın de-
ğerlerine İslâm diyor.
“Kömür kara yumurta ak, Allah bir peygamber Hak” sâdeli-
ğinde, namaz kılarken görünmek ve geleneksel kadın kıyâfetine
riâyeti aşmayan görgüsünü, evrensel ve bin bir çeşit sancıya der-
man olur sanıyor.
Tamam câhil kitleler bakımından bu durum mâzur görüne-
bilir. Ama bir entelektüel kıyâmet yaşıyoruz arkadaş...

SORU
Hocam çok teşekkür ederiz.
Sizin düşüncenizin akışı bambaşka tablolar gösteriyor.
Bunlar çok önemli.
İzninizle bir de tarihi olguya dönelim. Birçok mahfilde id-
diâ edildiği gibi, eski Türk inanç sistemi ile, yâni size göre Töre
ile İslâmiyet'in buluşması bir karşıtlık ilişkisi miydi, yoksa bir

205
başka görüşün ifade ettiği gibi karşılıklı mesut bir buluşma
mıydı? Türkler'in eski dinden yeni dine geçişi bir “tam deği-
şim” midir? Bir “topyekün silinme-yeniden kurulma” mı var-
dır, yoksa bir “süreklilik içinde değişim ve gelişim” midir?

CEVAP
Azizim, Türkiyedeki tartışmalar hasbi bir hakikat arama ça-
basıyla yürümüyor. Tartışmacılar tribünlere oynuyorlar. Kimse
muhâtabının tezini anlama derdiyle dinlemiyor. Hattâ şu da söy-
lenebilir; herkes birbirinin tezini biliyor, bildiğini düşünüyor.
Muhâtabına yeni bir mevzi kaptırmamak adına demogojik bir
dil hâkim. Bu konuda da öyle.
Çünkü kemikleşmiş taraflar var.
Ülke hâkimiyetini, rakipleri haklı bile olsa, muhâtaplarına
bırakma ihtimâline kapalılar. Hani biz “üç ontoloji” diyorduk
ya, bunlara bağlı ontik kimliklerden söz ediyorduk hani. Tartı-
şan taraflar görünüşte aynı Türkçeyi kullanıyormuş gibi yapsalar
bile, birbirine rakip ontolojilerin iktidar kavgasını sürdürüyorlar.
Hangi konuyu tartışırsanız tartışın, herkes öncelikle mevziini
korumak, sonra rakibini zayıflatmak, mümkünse de imhâ etmek
istiyor. Dolayısıyla tartışmaları sâhici bir hakikat arayışıymış gibi
kabul eden taraf, muhâtabının tuzağına düşüyor. Haklı da olsa,
bir küçük ifâde zaafında, tam oradan öldürücü darbeyi yiyor...
Şimdi gelelim sorunuza.
“Türkler kılıç zoruyla mı Müslüman oldular, gönüllü ola-
rak mı Müslüman oldular?”
Kılıç zoru tezini benimseyenler, esas itibâriyle İslâm'a muhâ-
lifler. Ama bu muhâlefeti (soy mânâsına indirgeyerek kullandık-
ları) Türklüğe dostluklarıyla telâfi ettiklerini, meşrülaştırdıkla-
rını sanıyorlar.
Taraftarları da onları alkışlıyor.

206
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Buradaki sosyal psikolojiyi birileri analiz eder inşallah.


“Türkler din değiştirdiler. Putperest geçmişlerinden uzak-
laştılar ve hidâyete erdiler” diyenlere bakalım.
Onların da ekseriyeti “İslamcı” bir yaklaşımla süret-i Hak'tan
görünerek, Türklüğü İslâm öncesi Arap câhiliyesi ile özdeşleştire-
rek, 1200 senelik İslâmi Türk tarihinin yarattığı verâseti, akıl-
ları sıra Türklüğün elinden aldıklarını, alabileceklerini var sa-
yıyorlar.
Bakın gene üç ontoloji işliyor.
İlk söylem pozitivist-seküler söylemdir. İkinci söylem Se-
lefi- Eşari- Müceddidi söylemidir.
Peki, vâkıâ nedir?
Tarihi verilerin bildirdiğine göre, Türkler'in İslâmiyet'le ilk
karşılaşması Emevi ordularının Horasan fütühâtı esnâsında ger-
çekleşmiş. Bilhassa Kuteybe bin Müslim komutasındaki Emevi or-
dularının VHI. Yüzyıldaki Horasan harekâtı esnâsında Türk şehir-
lerine gayet şiddetli ve zâlimâne saldırılarda bulunduğu biliniyor.
Esâret tanımayan, köleleşmeyi ölümden beter bilen Türk boy-
ları, ağır bir katliâma uğratılarak, genç kuşakları köleleştirilmiş.
Bölge halkı vergiye bağlanmış ve yıllık on binlerle ifâde edilen
köle vermeleri şart koşulmuş!
Bu şartın işletildiği de anlaşılıyor.
VIN. ve IX. Yüzyıl Türk-Arap ilişkileri detaylı, açık seçik bi-
linmiyor. Ama meselâ Abböâsiler'in Samarra şehrinde kaim bir
Türk asıllı ordu teşkil ettiklerini biliyoruz. Abbâsiler devrinde
Batı'ya ciddi bir Türk göçü hareketi söz konusu olmadığı halde,
İslâm imparatorluğu içinde ciddi bir Türk askeri varlığı teşkil
edilmiş. Mesela Tolunoğulları adıyla bilhassa Mısır bölgesinde
müstakilleşen bir Türk beyliği bile var. Bu Türk varlığının köle
olarak devşirilen Türk çocuklarından meydana gelmesi kuvvetle
muhtemel. Bunlar tabii Müslüman da olmuşlar.

207
Sait Başer

Bu çerçevede bakıldığında sonraki gelişmelere itibar etmeden


Türk İslâm ilişkisine dâir nihâi hüküm verecek olursanız, “kılıç
zoru” tezi haklı görünebilir.
Ama konu bundan ibâret değil ki!
Dahası, Türk tarihinin ana akışı nazar-ı itibâre alınırsa, kılıç
zoruyla müslüman edilen grupların, büyük kitlenin daha son-
raki X. Yüzyılda İslâmlaşması ve o İslâmlaşmanın ardından ge-
len seyirle ciddi bir temas hikâyesi bilmiyoruz. Tolunoğulları ve
Samarra bölgesi halkı, bilhassa Gazneli ve Selçuklu döneminde
akışa hükmeden ana gövdeyle belirleyici bir ilişki kurmuş mu-
dur, bilmiyoruz.
Buna mukabil Karahanlılar zamanındaki İslâmlaşma, ilâve-
ten Volga bölgesi Bulgar Hanlığı'nda ortaya çıkan İslâmlaşma, ta-
mamen irâdi siyâsi özgürlüğüne sâhip Türk devletlerinin kont-
rolünde bir İslâmlaşmadır.
O tarihteki İslam coğrafyası göz önüne alındığında da bildi-
gimiz kadarıyla İslâmlaşma örnekleri arasında seçtiği dine yeni
yorum getirerek bu dini benimseyen tek örnek konumundadır.
Yeni yorum getirme husüsu, İranda benimsenen Şii telakkilerle
kıyaslanacak durumda değildir. Yâni Türkler'in Müslüman olur-
ken yorum geliştirmesine emsal olabilecek tek ciddi alternanif
İran coğrafyasındaki Şiilik olabilir.
Ne var ki, İran coğrafyasında Fars topluluklarının Arap-İs-
lâm idâresi karşısında siyâsi inisiyatifleri olamamıştır. Fars halkı
Hz. Ömer döneminden itibâren İslâm imparatorluğu sınırlarına
katılmış ve hiçbir zaman siyâsi bir kimliğe kavuşamamıştır.
Hâlbuki bilhassa Karahanlı, Gazneli, Selçuklu seyrine bakıldı-
ğında, o esir alınan Türk gruplarının İslâmlaştırılma hikâyesinin
tamamen dışında, tam bir siyâsi özgürlük içinde bir müslüman-
laşma söz konusudur. Dahasını söyleyelim. 920”lerden başlayan
özgün Türk İslâmlaşması, hemen Dandanakan meydan muhâre-
besi sonrasında Abbasi hilâfetine vasi olacak bir konuma gelmiştir.
208
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Selçuklu tarihini Karahanlı ve Gaznelilere nisbetle daha iyi


biliyoruz. Bu konuda tarihçilerimiz güzel çalışmalar ortaya koy-
dular. Osman Turan, İbrahim Kafesoğlu, Ali Sevim, Aydın Ta-
neri, Erdoğan Merçil, Hakkı Dursun Yıldız gibi yerli, Barthold
gibi yabancı birçok tarihçi gayet ciddi eserler ortaya koydular.
Ramazan Şeşen, başta İbni Fadlan Seyahatnamesi, el-Câhız'ın
Fezâilü |-Etrak gibi dönemin kaynaklarını günümüz Türkçesine
aktardı. Birçok genç tarihçi arkadaş hâlâ önemli çalışmalar yap-
maya devam ediyorlar.
X. Asırdan itibâren Türk-Arap ilişkileri kuş bakışı seyredildi-
ğinde, aksiyoner ve inisiyatif sâhibi tarafın bizimkiler olduğu âşikâr.
Üstelik Emevi anlayışına bizim cenahtan herhangi bir sem-
pati örneği bulmak mümkün değil. Dahası Emevi saltanatına
son veren Abbâsi ordusu Ebâ Müslim Horasâni komutasında
bir Türk ordusudur.
Abbösiler ise bildiğiniz gibi Muttezili idiler. “Türk Müslü-
manlığı” dediğimiz Mâturidi yaklaşım bu anlayışı reddetmiştir.
İmam Mâturidi'nin Kitâbü”t- Tevhid'i elimizde. Gayet ha-
cimli olan bu eser baştan sona bu perspektifle bakıldığında Ab-
bâsi resmi anlayışına reddiye niteliğindedir. Gazneli ve Selçuk-
lular'ın İslâm algısı itibâriyle Mâturidi-Hanefi çizgiye sadâkatleri
tartışma konusu bile değildir.
Bu mülâkatın ilk kısımlarında temas ettiğimiz gibi müslü-
manlık ortak parantezinde mâhiyete dikkat etmeden konuşuver-
mek aldatıcıdır. Kuteybe bin Müslim'in bıraktığı menfi izlenim,
öyle anlaşılıyor ki, büyük Türk kitlelerinde İslâm'a karşı menfi ve
mesâfeli olma ihtiyâcı doğurmuş. Ancak esâret bedeli olarak İs-
lâm girenleri çok da detaylı bir biçimde takip etmedik.
Buna mukabil Karahanlı ve Bulgar Hanlığı üzerinden gelen
İslâmlaşmanın mâhiyeti tamamen özgün bir nitelik taşıyor. O
özgünlük, bugünkü İslâm coğrafyalarına bakıldığında, özellikle
209
Türk ve İslâm'ı Türkler'den öğrenen topluluklar düzleminde bâ-
riz bir biçimde devam ediyor.
Dolayısıyla Türkler'in müslüman oluşu hikâyesini, VUL Yüz-
yılda cereyan eden İslâmlaşmayla X. Yüzyıldan sonraki İslâm-
laşma bakımından aynı perspektifle yorumlamak isâbetli değil.
Tarihin sonraki asırlarında izini ve etkisini göremediğimiz ilk İs-
lâmlaşmanın hikâyesini, ikinci partideki kendi yorumunu gelişti-
rerek ve özgür irâdesiyle müslüman olup Türk-İslâm tarihi sey-
rini belirleyen yapıya giydirmek gayrı ilmi ve gerçeği saptırma
gâyesiyle izah edilebilir.
Bizim Türk Müslümanlığı dediğimiz yapı, ikinci hamlenin
ürünüdür. Gönüllü, irâdi ve mâhiyetini kendilerinin belirlediği
bir süreç söz konusudur. Devam eden de odur.
Şimdi sorunuzdaki İslâm ile Töre arasındaki ilişkinin ni-
teliği kısmına bakalım.
Türkler (yani Töreliler) Müslüman olmadan evvel esas itibâ-
riyle tek Tanrılı bir inanış içindeydiler.
Töre, o Tanrı fikrinden neş'et etmekte idi.
Töre'yi, İslâm'la karşılaşıncaya kadar, defâlarca cihan devleti
teşkil imkânı veren bir ana gelenek olarak sürdürüyorlardı. Sos-
yal ve siyâsi yapıları Töre bağlamında şekillenmişti.
Töre sıradan bir gelenek, görenek derekesine indirgenemez.
Bunun huküku vardı, ahlâkı vardı, siyâset teorisi vardı, örgüt-
lenme modelleri vardı, dünya ve ahret tasavvurları vardı, cen-
net-cehennem fikri taşıyordu; teşvik ettiği, yasakladığı davranış
modelleri vardı. Haram-helâl telakkisine çok benzeyen hüküm-
leri söz konusuydu. El-Câhız'dan öğrendiğimize göre; yalan söy-
lemiyorlar, hırsızlığı reddediyorlar, mazlumun yanında duruyor-
lar, domuzu haram sayıyorlar, zinâyı İslâm'dan bile daha şiddetle
cezâlandırıyorlar, hafif meşrepliğe prim vermiyorlar ve bütün
bunları çok ciddi bir askeri disiplin çerçevesinde yürütüyorlardı.

210
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Tabii bunun için özgür bir toplum olmak şarttı. Özgürlük de


kudret ve irâde sahibi olmanın sürekliliği altında korunabilirdi.
Kudret ve irâdelerinin kaynağı ise, çok gelenekli bir asker top-
lum oluşlarında saklıydı.
Şimdi dönelim. Kabaca sıraladığım bu inanç hayatı tablosu,
İslâm'ın temel akidesiyle örtüşüyor mu, örtüşmüyor mu, siz ka-
rar verin.
Ancak şu var:
İslâm ilk olarak Arap sosyolojisinde varlık kazandı. Dolayı-
sıyla İslâm akidesi, bilhassa Hz. Peygamber sonrası dönem itibâ-
riyle, Arap sosyolojisinin belirlediği bir görünüm arz etti. Arap
sosyolojisi ise, her fırsatta söylediğim gibi, köleci ve kabileci bir
yapı idi. Çöl coğrafyasının ve ikliminin yarattığı insan tipi ve psi-
kolojiyi buna ekleyin.
Kabilecilik bir siyâsi evrensel yapıya mehaz olmaz. Nitekim
ilk coşkunun eseri devir geçince tekrar kabile asabiyetleri öne
çıkmıştır.
Buna mukabil Töreli Asya toplulukları kabile asabiyetini aşan
bir siyâsi örgütlenme tecrübesinden geliyorlardı. İlâveten at ve
koyun esaslı hayvancılığın getirdiği hareketli hayat tarzı, sınıf-
laşmaya ve köleciliğe izin vermiyordu.
Askeri disiplin içindeki hiyerarşi, sınıf olgusuna değil; görev
bölümü, iş birliği, ehliyet ve liyâkata göre işliyordu.
Gene Kutadgu Bilig'den biliyoruz.
Apaçık ve net bir biçimde: “İnsanın kıymeti aklından ve ah-
lâkından ileri gelir” diyor. Soy sop ve mevki sâhibi olmayı ana
değer yerine koymuyor...
Boy asabiyetini ordudaki onlu sistem uygulamasıyla engelliyor.
Gelir dengesizliklerini yıllık toy toplantılarında uyguladığı
“han-ı yağma” yöntemiyle bertaraf ediyor.
21
Yayla ve kışlaklardaki arazi, otlaklar katiyen kişisel mülkiyete
bırakılmıyor. Yâni toprak ağalığı ve toprak köleliğine fırsat vere-
cek bir zemin söz konusu değil.
Bildiğimiz kadarıyla bilgeliğe büyük önem verilmekle berâber,
ruhban da yok.
Şimdi siz bu sosyolojiyle çöl insanı psikolojisi eşliğinde çok
tanrılı, köleci, kadını yarı köle addeden bir sosyolojinin tevhid
akidesini yorumlayışına bir puan verin.
Biz bunları söylerken, Hz. Peygamber'in ortaya koyduğu
temel akideyi tartışmıyoruz. Bu akideye hangi tecrübelerle ba-
kıldığını ortaya koymaya çalışıyoruz.
Esasen 1500 yıllık İslâm tarihine kuşbakışı bakıldığında hangi
tecrübenin ve sosyolojinin daha isabetli, daha gerçekçi, sürdürü-
lebilir, dayanıklı ve mücâdeleci olduğu net bir şekilde görünüyor.
Arap toplumu Nübüvvet ve Tevhid heyecânını kaybettikçe
sosyolojisinin icaplarına, tabiatına geri döndü. Tabii bu dönüşü
açık bir reddedişle yapmadı. Büyük teviller işletti.
İslâm ahlâkı ve dini tutum ve davranışlar ihlas ve arınma il-
kesinden ziyâde, formel şeriat kalıplarına döküldü.
Mazlumun yanında olmak, maddi zenginliklerini bir ferâgat
ahlâkıyla bölüşmek, insana hürmeti arttırıp genellemek... yerine;
insanlığın yarısı olan kadın cinsini âdetâ hayattan dışlayan, dini
“erkek dini”ne çeviren, cenneti dünya yasaklarına dayandıran,
toplumdaki sınıflaşmayı meşrülaştırma adına ontolojisini Allah'ın
teşkil ettiği yüksek nitelikli bir var oluşa mukabil, dünya hayatını
ikincil bir konuma iten teviller geliştirdi.
Diyorum ki, bütün bunlar bir Arap nefreti ile söylenmiyor.
Sosyolojik realite, metafizik yorumunuzu belirliyor.
Vahyin heyecânını canlı tutamamak İslâm'ın zaafı değil. Arap
sosyolojisinin mârifetidir.

212
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Bizim coğrafyalardaki Tevhid heyecânına dönüp bakarsak,


tâbir câizse oyuna geç girmiş bir topluluğuz. 300 yıl mesâfe var
aramızda. Peygamber bizim aramızdan çıkmadı. Buna rağmen
gazâ ve cihat şevkinin asırlarca devamı, Vahdet-i Vücut perspek-
tifli tasavvüfi hayatın gördüğü bitip tükenmez rağbeti, Haçlı se-
ferleri gibi yüzyıllarca devam eden bir âfete yüzyıllarca gösterilen
direnç, ilim ve hayır kuruluşlarının yaygınlığı, Türk toplumun-
daki hasbi ferâgat ahlâkı... vb gibi göstergeler bize söylüyorlar ki;
ilâhi heyecânın yüksekliği ve devamı itibâriyle Türk Müslümanlar
çok kısa zamanda öne geçiyor ve İslâm bayrağını devralıyorlar.
Bunun sırrını sadece ordu millet oluşumuzla açıklayamayız.
Türkler arasında vahyin sıcaklığı ve tesiri, toplum çapında ve
genel nitelikte çok kuvvetle hissedilmiştir. Bu hissediş, Arap telâk-
kisinin bizim dünyamıza hâkim olmasına kadar devam etmiştir.
Arap telâkkisinin hâkimiyeti bu hissedişi tamamen ortadan
kaldırmış mıdır?
Bunu da söyleyemem.
Ama yaygınlık ve genelliği hayli zayıflattığı âşikâr.
Sorunuza tekrar geri dönelim.
“Töre, İslâm karşıtlığı mı, yoksa bunların birbirinden güç
alarak devam etmesi mi söz konusudur?”
Aziz arkadaşlarım, bildiğimiz çok net bir gerçek var:
Türkler müslüman oldukları vakit Töre'yi terk etmediler.
Töre'ye ilâveten Müslüman oldular. Bu gerçeği dile getirme
zeminini pek bulamadık...
Ama vâkıâ budur.
İlginç bir şekilde daha evvel verdiğim Sultan Sencer örne-
ğini hatırlatırım. Müslüman olmayan Oğuzlar, Müslüman olan-
ları yadırgamıyor, Müslüman olan hakanı kendi hakanı olarak
görmekte bir sakınca bulmuyor.
213
Sait Başer

Enteresandır, Müslüman olan Oğuzlar da müslüman olma-


yanlara bir husümetle bakmıyorlar.
Töre ortak paydası her ikisi için de geçerliliğini koruyor.
Burada bir karşıtlık mevzubahis edilebilir mi? Hattâ ileriki
yüzyıllarda bütün ümmetin halifesi olan Osmanlı Hânedân
mensupları, tahta oturmalarının meşrüiyetini İslâm'dan değil,
Töre'den alıyorlardı.
Bu da çok net bir bilgi.
Katiyyen bir karşıtlıktan söz etmeyi mümkün görmüyorum.
Bizim İslamcı kardeşlerimizin Türklüğü soya indirgeyip, or-
yantalist uydurması şamanizme sarılarak bir putperest geçmiş
icat edişleri sâdece bir algı operasyonudur. Olguyu yansıtmaz.
Düşünün ki, devleti Töre'ye göre kurmuş, boylarını Töre'ye göre
teşkil etmiş, birlikte yaşamanın ilkelerini Töre bellemiş bir top-
lum, bu örgütlenme dışında tek ferdi bulunmayan bir toplum,
putperest ve çok tanrılı olacak!
Sorunuzun son kısmında sizin de dediğiniz gibi, bir devam-
lılık ve yüksek seviyede uzlaşma söz konusu.

SORU
Saygıdeğer Hocam, yukarıdaki cevabınız, bilhassa bizim
muhitlerde çok sıkça sorulan bir soruyu akla getiriyor:
Töre döneminde bir peygamberin varlığından haberdar
mıyız? Bir vahiy dini olan İslâm'la bu kadar intibaklı bir yapı,
peygambersiz nasıl mümkün olabilir?

CEVAP
Erenler, Türk Müslümanlığı'nın Arap Müslümanlığı'na
göre farklılıklarından biri de bu konudur. Ortadoğu gelenekle-
rinde Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâmiyet bir takım ortak özel-
likler gösterir, biliyorsunuz. Her ne kadar şeceresi bakımından
214
, Jöre'nninn Türkü üi Türk'üünn Müslümanlığı

kendilerindenld a bilseler de, Yahudiler Hz. İsa'yı, Hristi-


yanlar da Hz. Peygamber'i reddederler. Ama bütün reddedişle-
rine rağmen, aralarında Hz. Ademden Hz. Peygambere kadar
olan bütün peygamberlerin bir “hânedan” olduğu konusunda
mutâbıktırlar. Elimizdeki kutsal metinler de bunu teyit ediyor.
Burada bir tuhaflık var. Peygamberlik bir hânedânın tekelinde.
Bâzen aynı anda peygamber olan baba oğullar (Hz. Yakup- Hz.
Yusuf, Hz. İbrahim- Hz. İsmail gibi), bazen kardeşler (Hz. Yu-
suf- Hz. Bünyamin, Hz. Musa- Hz. Harun, Hz. İbrahim- Hz. Lut
gibi) çağdaş peygamberlerdir. Hz. Muhammed son peygamber-
dir. Ama, dışardaki yaygın inanışa bakarsanız Yahudilere göre Hz.
Musa, Hristiyanlar'a göre Hz. İsâ son peygamberdir. Müslüman-
larda “Hâteme'n-Nebi” ifâdesi genellikle Hz. Peygamber'in son
nebi olduğu biçiminde yorumlanmıştır. Buradaki hâtem-hitam
ilişkisi öne çıkarılmış. Hâtemin mühür, yüzük anlamları da var.
Mesela Muhiddin Arabide nübüvvet (peygamberlik) ve velâ-
yet (velilik) aynı değerin iki yüzüdür. “Nübüvvet zâhirse velâ-
yet bâtın, velâyet zâhirse nübüvvet bâtın olur”. Yâni velâyet-
siz nübüvvet mümkün olmadığı kadar, nübüvvetsiz velâyet de
mümkün değildir.
Türk Müslümanlığı'nın yaygın telâkkisi hikmet ve tevhid
sancağının, dâimâ yaşayan sâhipleri bulunduğu yönündedir.
Töre döneminde önemle altı çizilen “Bilgelik” kurumu, o gele-
neğin tarihi arka planını veriyor. Vahdet-i Vücutçu tasavvuf an-
layışı, Türk toplumunda o bilgelik kurumunun uzantısı olarak
yorumlanması çok mümkün bir “Evliyâ” tipine vücut vermiştir.
Müslüman Türk topluluklarında toplumun asıl önderleri bunlar
olmuştur. Yunus deyişlerine bakın, Niyâzi-i Mısri'ye bakın, Ku-
şadalı İbrâhim Efendi'ye bakın, Kenan Rifâi'ye bakın... Bunla-
rın toplum içindeki fonksiyonları nübüvvet heyecânını diri tut-
mak, vahyin sıcaklığını korumaktır.
215
Çok açıkça bir iddiâda bulunamam. Eldeki belgeler bize bir
peygamberden haber vermiyor. Görünen o ki, Ortadoğu pey-
gamber hânedânı bağlamına sokabileceğimiz bir isim bulma-
mız da kolay değil.
Bir gün bir belge çıkar Türk toplumunun içinde de bir pey-
gamber keşfederiz belki. Ama bildiğim kadarıyla bizim İslam
öncesi tarihimizden kalan elimizdeki hiçbir belgede peygamber
rolünde kimseyi görmüyoruz. Ama muhtevâ itibâriyle aynı mis-
yonu kesintisiz yürüten bir bilgeler-evliyâ zinciri, en eski devir-
den günümüze kadar apaçık ortada duruyor.
Türk Müslümanlığı'ndaki eskimeyen iman şevkini ben bu
geleneğe bağlıyorum.
Bunun Mâturidiliğe yansıyan bir yüzü de var. Biliyorsunuz
İmam Mâturidi, insanların herhangi bir peygambere muhatap
olmasalar bile Allahı bilmek ve bulmak sorumluluğu taşıdığını
düşünür.

216
YEDİNCİ BÖLÜM

KUT, TÖRE, İL, DEVLET FELSEFESİ...


, Niii EM di
çi) ie kakağa
ai
eril 1 iy ği va
ln
A TAN iş

V
ii ve a
ei Hed

i
hi yor dm
i ua
i aldor
Vr vi esi va
Ül dey
Mik i i le YY UN

GrUniyi
; İk Ni bel 3
ei a we katl

MUkul
i
Şak le gi ören fani

li
e irene çekdi enik,beledi
“UN ez Ml Mr ii
z w m b yi di Şi pa
|
VE |
w BEYA “0Ni i'1
fi
N ONiyi
R
İkiz e ii a iyln

geli LERMy
| vee
Ki
rada

Mw N
m g4
di iü
f i AF
pe , li
N
NN iiiyi yi
il pi

EE
Jae eya

a
0

e
N
De ,

|
r. P i Mu)
ie LL ei çi Ki

'

Ni

a İ
SORU
Siz kavramlarda derinleşmeyi seven bir üslüba sahipsiniz.
İslâmiyet'ten evvelki dönemde kutsallık derecesinde önemse-
nen İl, Kut, Töre kavramları İslam dininin yorumlanışına yan-
sıyor mu? Yansıyorsa nasıl yansıyor?

CEVAP
Eyvallah...
Biliyorsunuz biz bu konuyu farklı vesilelerle farklı yerlerde
defâlarca dile getirdik.
Esâsen Töre düzeni ve Töreli devletin hâkimiyeti çok unsurlu
etnik ve dini yapıların hüküm sürdüğü Avrasya coğrafyası bakı-
mından huzur, güven ve adâletin devam garantisi demekti. Bil-
diğimiz kadarıyla Türklüğü Töre ile târif eden yaklaşım, mut-
laka Töre'nin de devletle berâber işleyişini göz önünde tutmak
zorundadır. Devletin hükümsüz kaldığı, acze düştüğü yâhut
dağıldığı zamanlarda Töre işlememekte ve Türklük değerini ve
mâhiyetini koruyamamaktadır.
Bilge Kağan'ın Kitâbeler'de:
“Devletli toplumdum şimdi devletim nerede, hakanlı top-
lumdum şimdi hakanım nerede, şimdi kime devlet ve Töre
kazanıveriyoruz?” diye hayıflanan bir Kara Bodundan söz aç-
maktadır. Tabii, Kara Bodun ifâdesi üzerindeki sosyolojik tartış-
malar bitmemiştir.
Modern sosyolojinin toplum tarihi perspektifi sınıflı geç-
mişten gelen Batılı sosyologlar tarafından belirlendiğinden, bu-
radaki “Kara” sıfatı toplumdaki alt sınıfın târif edilmesi maksa-
dıyla kullanılmış zannediliyor. Halbuki Türkçede “kara” kelimesi
Hakikate atıf yapan, muhtevâlı bir kavramdır. “Gerçek, orijinal,

219
Sait Başer

özgün, saf, katıksız” anlamlarına da kullanılır. Bilge Kagan'ın bu


ifâdeleriyle, Töre'yi tam bir kabulle benimsemiş, devletin nüve-
sinde duran topluluğun, bu karakteri sebebiyle Töresiz kalmaya
hayıflandığını dile getirdiği düşüncesindeyim.
Kanaatimce; Kara Bodun, Töre'yi yaşatan toplumun asli un-
suru imiş gibi görünüyor.
Göktürk devleti dağıldığında o büyük coğrafyada yaşayan
ve Türk sayılan topluluklar, kendi dünyalarına dönerken, “Kara
Bodun” devletini, hakanını ve Töre'sini kaybettiği için muztarip-
tir. Artık devlet olmayınca Töre'nin işlemediğini, örgütlü ve güç
birliği yaparak elde edilen iktidârın kaybedildiğini bilmektedir.
Türk devleti; bir kutlu Töre, kutlu hakan, kutlu devlet anlayış-
larının buluşması ürünüydü. Kutlu hakan ve kutlu devlet, top-
lumu Töre içinde tutmaya memurdu. Töre içinde tutulan halk;
ehliyet ve liyâkatı önceleyen bir adâlet uygulamasıyla, her bi-
reyin kutlu kişi olmasını sağlayan bir düzlemde de tutuluyordu.
Devletin görevi zâhiren adâleti sağlamak, gerçekte ise Töre'nin
temel hedefi olan kutlu toplum idealine ulaşmaktı.
Kutadgu Bilig'de devletin görevleri anlatılırken, nihâi gaye/
Kızıl Elma olarak “cihanın kut kuşağı bağlaması”ndan söz edi-
liyor. Yani “kut” kavramını sâdece yönetim karizması zannet-
mek, kavram içeriğinin son derece zayıf idrak edildiğine işârettir.
Kutadgu Bilig'de “kut” dediğimiz değerin kazanılma sebep-
leri veyâ kut'un sebep olduğu tezâhürler bir arada mütâlâa edi-
lirse, hayatın bütününü kuşatan bir büyük değer olduğu görülür.
Kut bir tarafıyla tecelliyi zorlayan bir nomen niteliği taşıyor, diğer
tarafıyla Tanrısal sâfiyeti yakalayan kutlu kişilerden zuhur eden
hal, söz, davranış ve eserlerle varlıktaki fenomenlerde de teşhisi
mümkün bir değer oluyordu. Biz bunu Kutadgu Bilig perspek-
tifiyle yazdığımız kitapta; “Kut Kazanma, Kutu Muhafaza Etme
ve Kut Kaybetme Sebepleri” başlıkları altında yansıtmaya çalıştık.

220
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Dolayısıyla devlet ve devlet adamlığı bir sığ siyâset zemi-


ninde konuşulamaz. Türk toplumunda baştan beri mevcüdiyeti
bilinen devleti “baba” sayan telâkkiye dikkat çekmek isterim.
Türk âilesinde babanın fonksiyonunu incelediğimizde; nasıl âi-
lenin geçimi, birliği, dirliği, nâmusu babadan soruluyorsa; yeni
kuşakların yetiştirilmesi, evlatlara kut kazandırılması da baba-
lık görevlerindendi.
Oğul ve kıza verilen terbiyenin gayesi, evlatlara kut kazan-
dırmaktı.
“Devlet Baba'nın da görevi, bu defâ topluma büyük bir âile
olarak bakmak, asâyiş, adâlet ve geçimini sağladığı toplumu, çiğ
beşerlikten kurtararak kutlu kişilerden oluşan bir hikmet ve sevgi
toplumu hâline getirmekti.
Bilgelere ve bilgeliğe verilen büyük değere, onlara Töre tara-
fından verilen göreve bu açıdan bakıldığında toplumsal idealin
ne olduğunu tespit etmek mümkündür.
Türk devlet geleneği, İslâmiyet'in kabulüyle birlikte ciddi
mânâda bir mâhiyet değişikliğine uğramadı. Bir Töre devleti
olmaya devam etti. İslâm'ın özellikle ehliyet, liyâkat ve adâlet
konularındaki hassâsiyeti arttırdığı söylenmelidir. Türkler'in İs-
lâmiyet'i sevmelerinin en önemli sebepleri değerler arasındaki
örtüşmelerdir.
En azından Türk toplumunun, öne çıkan yeni dine, önem
verdiği değerler üzerinden baktığı muhakkak. Yâni, adâlet ilkesi
mâdem İslâm'ın da çok önem verdiği bir ilkedir, neden diğer
müslüman toplumlar aynı hassâsiyet içinde değil? denilebilir.
Evet, İslâmiyet'in ehliyete, liyâkate, adâlete önemle vurgu yap-
tığı muhakkak. Ancak sınıflı, köleci geçmişten gelen sosyolojik
yapılardaki dikkatle, bir sınıfsız toplum mensuplarının bu değer-
lere mâtuf dikkatleri bir değil.
Dolayısıyla Töreden gelen “cihana kut kuşağı bağlatma” ide-
ali terk edilmek bir yana, gazâ, cihat ve nefs terbiyesini şiddetle
221
vurgulayan İslâm sâyesinde bir ideal tâzelemesi, bir yeniden di-
riliş imkânı bulmuştur. İslâmi dönemdeki Türk siyâsi teşekkül-
leri arasında çok önemli anlamdaşlıklar bulabiliriz. Bildiğimiz son
Töre devleti olan Osmanlı Devleti'nde temel idealler dört başlık
altında toplanıyordu. “Din ü devlet, mülk ü millet”!..
Töre, İl (devlet), Kut ve Oğuz (teb'a) dörtlüsünün paraleli
bir ifâde.
Biz kendi medeniyetimize diğer medeniyet dâirelerinin (za-
man zaman oryantalist ârızalar da taşıyan) perspektiflerinden
bakıyoruz.
Türkler'de devlet, Töre'nin işleyiş ve zuhur mekanizması-
nın adıdır.
Dolayısıyla nasıl Türk Töresi demek yerine, “Töre'nin Türk'ü”
demek daha isâbetlidir, diyorsak, devlete de Töre'nin devleti ola-
rak bakmayı denemeliyiz. Töre, devlet kurumunda nesnelleşiyor,
görünürleşiyor. Devletin sahneden çekilmesiyle, Töre'nin de sah-
neden çekilmesi bu bütünlük dolayısıyladır, diye düşünürüm.
Keza biz toplum olarak KUT kavramını neredeyse hiç ko-
nuşmadık. Tabii o medyadaki çapulcu ağzına katiyen atıf yapma-
dan diyorum, Töre'yi de konuşmadık. Bugün uluorta her resmi
programa, organisasyona “TÖRE-N” diyor, törenleri de karşılıklı
“kutlama”lar yapmak adına düzenliyoruz!
Ne söyleyen farkında ne dinleyen.
Bu faaliyetin adı neden “Tören'dir?
Kutlayınca veyâ kutlanınca ne oluyor?
Bakar kör gibiyiz.

SORU:
Burada ister istemez akla başka sorular geliyor Hocam.
Türkler'in devleti kendi din kavrayışları bağlamında kutsa-
maları ve bu itibarla davranmalarının İslâm'a ve İslâm'ın ta-
rihteki varlığına katkısı nedir, diye sorsak?

222
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

CEVAB;
İlham verici bir soru. Bu soru çoğaltılabilir.
Acaba Türkler devletlerini bu kadar önemsemeseydiler, onu
bir varlık-yokluk, hayat-memat sebebi olarak görmeseydiler Haçlı
Seferleri'ne bu kadar dayanabilir, direnebilirler miydi?
Moğol darbesini yedikten sonraki paramparça halden sıy-
rılıp, kısa zamanda yeniden ve daha güçlü bir biçimde bir Os-
manlı mücizesi yaratabilirler miydi? İslâm birliği siyâsetini, ide-
alini Türklerden daha fazla önemseyen, ciddiye alan ve onda bir
gerçekleşme istidâdı bulan bir başka İslâm toplumu örneği ne-
den yoktur?
Hânedan kavramı hiç de İslâmi olmadığı halde, “Hilâfet”
gibi bir İslâmi kavramla Hânedân'ın bütünleşmesi, âdetâ organik
bir bütünlüğe dönüşmesi, Töre etkisi işlemeden gene de müm-
kün olabilir miydi?

İnşallah bu soruların her biri gelecekteki Türk evlatları tara-


fından, her biri ciltler dolusu eserler hâlinde cevaplarını bulurlar.
Bildiğiniz gibi Kurân-ı Kerimde âyetlerin Arapça oluşu, “an-
layasınız diye Arapça indirdik” şeklinde açıklanır. Şüphesiz yer-
lerin ve göklerin Allah'ı, el-Hay ve el-Mümid olan Allah, hilka-
tin evrensel sâhibidir.
Yâni Kur'ân-ı Kerim, mesajı itibâriyle evrensel, dili itibâriyle
yereldir. Çünki Arap toplumuna inmiştir.
Yerlerin ve göklerin hâlıkı nezdinde bütün milletlerin ve dil-
lerin kıymeti, kul-Tanrı ilişkisi bağlamında denk olmak icap eder.
Allah'ı Arapça ile sınırlandıramayız.
Dolayısıyla mânâ ve mâhiyeti itibâriyle Kurânın Arap coğ-
rafyasına nüzülü, muhtemeldir ki Araplar arasında bir yanıyla
üstünlük duygusuna yol açmakta, bir yanıyla da başka dil-
leri konuşan farklı kavimlere “mevâli (mal-köle)” demelerini

223
Sait Başer

kolaylaştırmaktaydı. Arap sosyolojisi, kendisini yaratan târih İti-


bâriyle İslâm'dan önce bir evrensellik tecrübesinden geçmemiş-
tir. Bilhassa Emeviler zamanında fethedilen bölgelerde müslüman
olan dindaşlarına Araplar'dan istemedikleri vergiler koymaları,
onları hemen hemen kölelerle bir tutmaları, kültürel dokularına
aykırı gelmiyordu. Emeviler zamanında kendilerine uygulanan
ekstra vergilere karşı isyan eden ve ağır şekilde bastırılan müslü-
man topluluklar bulunduğunu kaynaklar haber veriyor. Bilhassa
Abbâsilerden sonra bu adâletsiz vergi politikalarının terk edil-
mesi, İslâm'ın yayılmasını kolaylaştırmıştı.
Fakat Arapçanın din ve ilim dili olarak elde ettiği baskın ko-
num, Araplar lehine bir tür kültür emperyalizmi yaratmadı de-
mek de mümkün görünmez.
Bilhassa Türkçenin yaşadığı Arapça tahakkümünün bize mâ-
liyeti çok yüksektir. Kaşgarlı Mahmut, Hoca Ahmet Yesevi,
Âşık Paşa, Hacı Bektaş Veli, Karamanoğlu Mehmet Bey, Ali
Şir Nevâi gibi Türkçenin kaybının yüksek mâliyetini gören Türk
bilgeleri vardır. Ama sesleri zaman içinde kısılmış, gerekli değeri
bulmamış görünüyor.
Mâturidi gibi, Konevi gibi çok önemli değerlerimizin Arapça
yazışlarını ümmete ulaşma düşüncesine bağlasak dahi, onların İs-
lâm dünyasında Arapça yazmalarından kaynaklanan bir tanınma
avantajına ulaştıklarını söylemek çok da kolay değil. Arap'ta kendi
kavminden olmayana sempati duyma yeteneği hayli zayıftır! Elân
da öyle değil mi?
Arap asabiyeti, dini ilimler sâhasında dahi kendini göstermiş.
Emeviler mevâli demiş; ama sonraki devirlerdeki Arap ulemâsı
veyâ aydını da “yabancı”ya pek kucak açmış değil. Burada belki
Arap dünyasının sözünü ettiğimiz İslâmi evrensel iddiâlarla zi-
hin dünyalarını akord edememişlikleri söz konusu.
Türkler müslüman olunca İslam dünyasına neler getirdi?

224
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Bana göre, öncelikle kuvvetli bir biçimde İslâmdaki evren-


selci özü, içine sindirip bunu dünyaya açan en ciddi teşebbüs
Türk topluluklarına âittir.
Bu neden böyledir?
Arapça konusundaki tenkidimiz mahfuz kalmakla berâber,
Türk toplulukları cihanşümül Töre devletleri kurma tecrübesiyle,
Töre adâletini insanlığa götürme tecrübesiyle baktıkları için, İs-
lâmi muhtevânın özündeki evrensel Tevhid mesajını çok rahat
bir biçimde görebilmişlerdir.
Türk tarihi ortada! İslam'dan önce de soy taassubuna düşme-
dikleri ayrı bir vâkıâdır.
Emevi ordularının Horasana girip çok can yakan katliâm ve
talanları esnâsında Kök-Türk Devleti ayaktaydı. Türgiş Hakan-
lığı mevcuttu. Ama Kök-Türkler'in hâkimiyet alanı dışındaki böl-
gelerde cevelân eden soydaş kırımı(!) huysuzlanması, Kök-Türk-
lerden bir soydaş koruma refleksi haberi yok!
Bu durum size de tuhaf gelmiyor mu?
Yıllarca devam eden Emevi saldırılarına bölgesini koruma
çabasındaki Türgişler karşı çıkmış.
O kadar.
Tabii, biz burada kültürün idealleri üzerinden konuşmaya
çalışıyoruz.
Elbette konjonktürel şartlar dolayısıyla çok tâze bir iman coş-
kusu içindeki Arap ordularıyla çatışmayı göze alamamış da ola-
bilirler.
Tarih düz bir seyir içinde akmıyor.
Ancak özellikle Hun, Kök-Türk, Batı Hun örnekleri güçlü
ve yükseliş hâlindeyken, ideallerini öncelikli olarak tâkip edebil-
mişler. İslâmi dönemde de Timur'un ve oğullarının, torunları-
nın meselâ Bâbür Şah'ın, Akkoyunlular'ın, Safeviler'in, tabii Sel-
çuklular'ın birinci derecede dünya gücü oldukları zamanlarda
Töre'nin insanlık idealini tâkip ettikleri söylenebilir. Yâni asr-ı

225
Sait Başer

saadet, Dört Halife devri ve Emeviler'in sonuna yâni 751€ kadar,


Hicret'ten itibâren alırsak 120 sene devam eden büyük bir atı-
lım başarısı teslim edilmek zorundadır. 750'den sonraki Arap-İs-
lâm tarihinde, İslâm'ın evrenselliği tezi adına, en azından siyâsi
zeminde artık evrensellik ideali tâkipçiliği üzerine cesâretle ko-
nuşmak mümkün değildir.
Abbâsiler döneminde fütühat neredeyse durmuş. İlim ve fikir
sâhasında bir keyfiyet inşâ dönemi var. Bu fevkalâde değerli tabii...
Ama Tolunoğulları'yla başlayan, İhşitoğulları ve Büveyhoğul-
ları'yla devam eden ve bir daha toparlanamayan bir otorite zaa-
fına düşmeleri, 925'lerden itibâren başlıyor. Artık ne doğuda ne
batıda göz kamaştırıcı Arap zaferlerinden söz edilebilir.
920'lerden sonra ise gazâ ve cihat bayrağı İslâm'la buluşan
Töre topluluklarına âittir.
Batıya doğru göçen Türk nüfusun yurt arayış hareketleri İran,
Kafkasya, Ortadoğu coğrafyalarında irili ufaklı muhtelif siyâsi
teşekküllerin doğmasına yol açıyor. Büyük Selçuklular'ın Tuğ-
rul - Çağrı Beyler, Alparslan ve Melikşah dönemlerinde Töre'nin
evrensellik iddiâsıyla İslâm'ın Tevhid ilkesinde bulunan zımni ev-
rensellik buluşmuş ve anlaşmış görünüyor.
Tarihi düzlemde kaba bir eskiz denemesi yaparsak, seyir böyle.
Şimdi özellikle Töredeki hizmet ilkesi, insanlığın sorumlulu-
Şunu taşıma hâli ve bu uğurda büyük riskler alabilme geleneği,
şartlar oturdukça ürünlerini de vermeye başlamıştır.
Meselâ annesi Zümrüt adlı bir Türk câriye olan Halife Nasır
Lidinillah'ın, Bağdat'ın güvenliğini sağlayamadığı için kurduğu
Fütüvvet teşkilâtı, Anadolu Selçukluları'nda gene Fütüvvetnâme
tabanlı olmakla berâber, fevkalâde geliştirilmiş, Oğuz Boy Örgüt-
lenmesi'nin de desteği alınarak Ahiliğe evrilmiştir.
Tunuslu gezgin İbni Batuta, yıllarca gözlediği Ahiler'deki yük-
sek ahlak, saf iman, yardımlaşma, hizmet ve misâfirperverliği an-
latmalara doymuyor. Kezâ Müslüman-Türklük, “konuk gelse kut

226
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

gelir” Töre ilkesi üzerinden “Tanrı misafiri” kavramına âşinâ bir


toplumda, kervansaraylar gibi, kapısına gelen her türlü yolcuyu
ücretsiz ağırlayan kurumlara dönüştürdü. İslâmi terbiyenin ya-
rattığı bir kurum olan vakıf ile hizmet ve misâfire hürmet ilke-
leri gâyet mesut terkiplere ulaştı.
Töre'nin devlet geleneği, devam etmekle, sâdece Türklü-
gün muhâfazasını değil; artık Türklük'ten ayrı gayrı göremeye-
ceğimiz İslâmiyet'in de bir çelik zırhı hâline geldi. Türk milleti
kendi varlık ve değerlerinin bekâsını İslâm'da bulmak sebebiyle,
hemen hemen bütün coğrafyalarında, her hal ve şart altında İs-
lâm'ı savunur oldu.
Genellikle bileği bükülemedi.
Bâzen düşman ittifakları karşışında acze düşse de, darma da-
gınık da olsa, mücâdele azmini kaybetmedi. Bir sancaktar azmiyle,
İslâm'ı her düştüğü yerden tutup kaldırmayı bildi.
Mâlümunuzdur, sancaktarlar düşmanın ilk hedefidirler.
Çünki sancağı düşürmek ordunun moralini çökertir.
Türk ordusu o sebeple bilhassa savaş esnâsında sâbit sancak-
tar şartına tâbi değildir.
Sancağı kapan nefer ilk birkaç adım sonrasında vurulaca-
gını bilir.
Onun için sancağa yakın neferlerin gözü dâimâ sancaktadır.
Sancaktarın vurulması hâlinde arkadan gelen herhangi bir
nefer onu kapıp kaldırır. Tabii gene birkaç adımlığına!
Onun için sancak düşe kalka yürür.
Bizim toplumumuz İslâm'ın sancaktarlığını üstlenmenin bir
bedeli olduğunu, olacağını bilir ve seve seve göze alır. Çünkü esas
itibâriyle Türk medeniyeti bir şehâdet medeniyetidir.
Şehit olan kimse, nefer, derin bir insiyakla neslinin bekasını
temin ettiğinin farkındadır. Neslinin ve değerlerinin...
227
Sait Başer

Tabii bu şehâdet aynı zamanda günlük hayâtımızın da kızıl


elması ola geldi. “Ölmeden evvel ölünüz” peygamber buyruğu
hepimizin ortak idealiydi.
Bu ilke, Tevhid'i nefsine tercih etmek ve Allah'ın ahlâkıyla
ahlâklanmak duraklarına götürüyordu insanlarımızı.
Türk Müslümanlığı'nda ilkeler olanca sâfiyet, temizlik ve de-
rinliğiyle yaşıyor ve yaşatılıyordu. Değerleri canı bahasına, canın-
dan aziz biliyordu bu insanlar.
Ciddiyet sâdece belli kavramlara yoğunlaşmış bir hal değildir.
Değerler karşısında eski Türk toplumu, bizim bugün akıl ede-
meyeceğimiz, tahayyülünden âciz kalacağımız bir gerçeklik du-
yuşu içindeydi.
Cephede düşmanla karşılaşan nefer; mağlup olduğunda, so-
nuçlarının savaş meydanıyla sınırlı olmadığını bildiği gibi; zafer
kazanması hâlinde de bir müsâbakayı gâlibiyetle bitirmenin çok
ötesinde kazanımlara ulaşacağını keza bilmekteydi!
Gene günlük hayâtındaki değerlere atfettiği değer de par-
ça-bütün ilişkisi içinde mütâlâa ediliyordu.
Aşka da aynı ciddiyetle değer veriyordu, cömertliğe de nâ-
musa da...
Bunlar görünüşte tek başına birer kelimeymiş gibi isimler ta-
şısalar bile, her bir değer sistemin öteki kavramlarından ayrıla-
maz, hayatın bütününü ilgilendirirdi.
Allah rahmet eylesin Mehmet Kaplan “Türk Edebiyatında
Tipler” adlı eserinde: “Anadolu insanı bir peygamber ahlâkıyla
donatılmıştı” der.
XXI. Yüzyıl insanı olarak bizler, değerlerin birer ahlâki yü-
rüyüşün adı olduğunu önemli ölçüde kaybettik. Sıradan lâfız
veyâ ikiyüzlü politik belâgat zemininin malzemesine düşürdük.
En yüksek bir değerle en süfli ahlâki durum isimlerini yan yana
getirmekte, denk şeylermiş gibi görmekte sakınca bulmaz olduk.
228
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Nâmus, şeref, haysiyet gibi kavramlar çok nâdiren dile gelir ve


ötesi olmayan bir son söz değeri taşırlardı.
Neyse günümüze çok girmeyelim. Ama bugünde de değeri
düşmeyen bir kurum olarak devletin bekası ne demektir? Dü-
şünelim.
Meşhur Roma İmparatorlarından Jül Sezar'a mal edilen bir
söz var: “Veyl mağluplara” diyor.
Mağlübun huküku yoktur. Nâmusu yoktur. Mülkiyeti yok-
tur. Sevdiklerine duyduğu hislerin düşman indinde hiçbir kar-
şılığı yoktur. Sefâleti, hastalığı, varlığı, yokluğu kaale alınmaz.
Daha sayın sayabildiğiniz kadar...
Büyük ve uzun tarihinde düşmanın her türlüsünü tanıyan
Töreli topluluklar, devletin ne büyük nimet olduğunu bin can
ile öğrenmişlerdir.
Edebiyatımız, destanlarımız, türkülerimiz, masallarımız bun-
larla dolu. Onun için en büyük nimetin adı “devlet” tir. Sevdik-
lerine dönük temennileri devletle ilgilidir.
Devletten ileri bir nimet yoktur.
Müslümanlığı Töresine ekleyen bu güngörmüş topluluk, hem
yüksek değerler sistemi tecrübesini, mücâdele azmini, örgütlü ve
müesses yapısını İslâm dünyâsına hediye etmiş, sonra da dâimâ
ön safta o dünyanın muhâfazasını kendisine görev bilmiştir.

SORU
Güncel meselelerde de yıllardır sayısız konferanslar ver-
diniz, konuşmalar yaptınız. Bilhassa Üsküdar Balaban Tek-
kesi Kültür Evi konuşmalarınız, getirdiği perspektifler, tespit
ve tekliflerle aklı eren bir avuç ferâset ehline teselli veregeldi.
Tarihteki bu devlet terbiyesi ve değerleri candan aziz biliş, bu-
gün nerede duruyor?

229
CEVAP
Azizim, söz ne zaman kültür, eğitim, felsefe, sosyal ve siyâsi
davranış konularına gelse ve bugüne dâir bir sonuç, bir hüküm,
bir çâre talebiyle bağlansa ben çok daralıyorum.
Muhâtabımın benden istediği şey kolay ve kısa bir cevaptır.
Ama bu konuların hangi başlığını ele alırsanız alın nihâi
hükmü vermeden önce XVII. Yüzyıldan bugüne seyreden onto-
lojik ve kültürel süreçleri muhâtabınız bilmiyorsa, önce o pers-
pektifin kazandırılması gerekiyor.
Çünkü biz bir herc ü merc çağından çıkmış durumdayız.
Mevcut sosyo kültürel problemlerimizin neredeyse tamamı
o herc ü merc içerisinde paramparça olmuş, orijinal insicamını,
dokusunu kaybetmiş durumdadır. Başlıkların işâret ettiği değer-
lere bomboş şeyler gibi de bakamazsınız. Ama derin bir analiz
süzgecinden geçirmeden gündemin veya gündem patronlarının
soframıza getirdikleri problemlere katiyyen kolaycı ve ezberci tu-
tumlarla yaklaşmak derdimize devâ bulmaya yaramaz.
Hukuk tarihimiz böyledir, eğitim tarihimiz böyledir, siyâsi
sistem geçmişimiz böyledir, ibâdet hayatımız böyledir, gelenek-
lerimiz, göreneklerimiz böyledir... Hattâ mimarimiz, müziğimiz,
şehirleşmemiz, sanatlarımız böyledir...
Tarihimizin seyrinde hüküm sürmüş üç ontolojinin men-
supları bir ana tercihle üçlü kampın bir yerinde pozisyon alsa
da, yüzyıllarca çözümsüz bırakılan, üzerine gidilemeyen hasta-
lıklı süreçler toplumumuzun tamamının zihnini, ahlâkını, ter-
cihlerini etkilemiştir.
Temel tercihi Vahdet-i Vücut olan bir Alevi kökenli aydın
düşünün:
Siyâsi tercihi seküler sol, menfaatçi, egoist örgütler; ahlâki ter-
cihi ferâgat ve hizmet; ibâdeti türkü ve semah iken, müzik ter-
cihi çok sesli müzik, rock ve pop!..

230
, Jöre'ninn Türk'üüi Türk'üünn Müslümanlığı

Keza gene Vahdet-i Vücutgü Mevlevi, Kadiri, Halveti... neyse


bir derviş düşünün:
Siyâsi tercihi liberal faizci ekonomi olan bir teşekkül, ahlâki
tercihi bu çıkar temelli düzende ferâgat ve hizmet! İbâdeti kla-
sik müsıki, ama sanatta tercihi çok sesli müzik.
Veyâ Vahdet-i Şuhutçu bir Müceddidi Nakşi'ye bakın:
Başörtüsü konusunda göğü yere indirmiş, ama üzerine giy-
diği siyah çarşafın altında yırtık kot. İbâdetlerine titizleniyor, kul
hakkını umursamıyor. En ileri Batı ürünlerini refâhının vaz ge-
çilmez bir parçası hâline getiriyor, İslam'da müziğe mimâriye ha-
ram demekte ısrarlı! İnançlarında dogmatik ve şekilci, tekfirci;
siyâsetinde liberal!
Hepsindeki ortak kusur: Küfür dünyasına karşı gösterilen
müsâmaha, kusurlu saydığı din kardeşine karşı işlemiyor!
Bu problemli tipleri çoğaltmanın faydası yok.
Geçirdiğimiz Eş'ari- Müceddidi yakın tarih, toplumu ezberci
ve taklitçi yaptı. Kuşaklar boyu devam eden taklit dönemi demin
konuştuğumuz şehâdet ve tahkik insanı tipini toplumumuzda
çok seyrekleştirdi.
Bizim Batılılaşmamız ve demokrasimiz bile taklittir.
Bütün gösterisine rağmen akademimizin unsurları taklittir.
Hele sosyal bilimler!
Bu bütün gövdeye yayılmış, metastaz yapmış bir kanser has-
talığına benziyor. Bir de post-modern dönemin getirdiği göste-
rişli ve tutarsız düşünce(!)nin kültürde ve fikirde insicam tanı-
mayan istilâsı bindi hepsinin üzerine.
Artık fikr-i tâkip, kavramların insandaki ahlâki karşılıkları
ne eğitimin, ne iletişimin ne siyâsetin umurunda.
Bu beyin felci gibi bir şey.
Aklı başında herhangi bir düşman merkez böyle bir sosyo-kül-
türel yığıntıyı dilediğince kullanır, yönetir, yönlendirir.
1231
Sait Başer

Öncesiyle sonrasıyla fikrin hayata girdiği anda neye benzedi-


ğini kestiremeyen bir topluma kendi imhâ hikâyesini zevkle sey-
redecekleri bir film sunabilirsiniz.
Ama o da “bu hikâye benim varlığıma kastediyor” demeden,
diyemeden, akıl edemeden topluca tuzağa düşüyor. Moda, ma-
gazin, spor, popüler müzik konuları karşısındaki tutumları bağ-
lamında toplumumuzun bütün kesimlerine bir bakın. “Yabancı”
kelimesini câzibe sebebi sayan, bütün ahlâki kimliğini imhâ eden
planların cicili bicili ambalajlarına kapılan erkekler, kadınlar...
Demokrasiyi terör ve şiddetin hayat zemini olarak yorum-
lamak, sosyolojimizin ve kültürümüzün trajedisinden habersiz
kaba saba liderlerin peşine takılmak artık vak'a-i âdiyedir. Geç-
mişte “şüyüu vuküundan beter” diyerek üzeri örtülen, genelleş-
tirmekten kaçınılan, en seviyesiz ve düşük ahlâksızlıklar ana med-
yada ana gündemdir. Kitleler o kültürel yıkıntının yarattığı herc
ü merci görme anlama fırsatını asla bulamıyor. Çünkü kültürel
yozlaşma gündemi bir an ara vermeden yükleniyor...

SORU
Burada bir soru daha sorabilir miyiz?
Son yıllarda özellikle küresel sermaye sahiplerinin, dün-
yadaki siyâsi yapıları zayıflatmaya dönük bir proje uygula-
dığı söyleniyor. Haberleşme, turizm, ticaret, eğitim hattâ hu-
kuk alanında giderek küreselleşen anlayışlar öne çıkarılıyor.
Artık devlete ihtiyacımız yok, diyor bazı anarşist filozoflar.
Bu olguları hesaba katarak düşünmeyi denediniz mi? Dev-
let sizin için vazgeçilebilir bir model midir?

CEVAP
Azizim, sorunuz kısa bir soru gibi görünmekle berâber iç içe
birçok mesele barındırıyor.

232
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Devleti anlamsız bulan bâzı çağdaş filozoflar yok değil. Batı'da


önemli bir felsefe alanı olarak biliyorsunuz devlet felsefesi yapma
geleneği de oluşmuştur. Bunlara ütopya deniyor. Ütopya yazar-
ları ideal devlet arayışı içindedirler. Bunlar arasında bizim toplu-
mumuzun tanıdığı meşhur ütopyacılar Platon, Thomas Hobbes,
Machievelli gibi isimlerdir. Bir türlü ulaşamadıkları ama tasavvur
edebildikleri en yüksek devlet hayallerini yazarlar. İlham kaynak-
ları, dünyada devleti en iyi kuran yöneten bizimkilerin modelle-
ridir. Ama kendi sosyal tecrübelerinden de kopamazlar ve bizim
şartlarımızda ancak şöyle olur diye yazarlar. Bir sınıfsız toplum
devleti olan Türk devletini kendi şartları içinde nasıl elde ede-
bileceklerini ararlar. Platon'un ideali, fiziki ihtiyaçları kölelerin
karşıladığı bir tür mâlikâne hayatıdır. Machievelli, yöneticinin
bir ahlâkla bağlı olmaması gerektiğini söyler. Hobbes'un gözün-
deki devlet ise, ceberut bir ejderhâdır.
Onların durdukları yerden böyle eserler üretilebilmiş.
Halbuki bizim siyâsetnâmelerde, Kutadgu Biligde, hattâ Ki-
tabelerde dâimâ temel ilke adâlettir, ahlâktır, zulmün bertaraf
edilmesidir.
Bir kast zulmünün üzerine kurulmamıştır devletlerimiz.
Neyse geçmiş geçmiştir.
Bugün baktığımız vakit, toplumumuzun devam ve beka ihtiyâ-
cını karşılamanın devlet örgütlenmesi dışında bir çâresi var mıdır?
Gittikçe daha önemli hâle gelen toplu sermâye gücü, finans
gücü bulma ve bunu toplumun lehine kullanma garantisini, biz
başka bir yoldan elde edebilir miyiz?
Bizim devletimizin yerine ikame edeceğimiz bir alternatifi-
miz yok.
Giderek olağan üstü zenginleşen şirketler, kâr amaçlı kuruluş-
lar olduklarından mazlumun, muhtâcın dünyasına kayıtsızdırlar.
233
Sait Başer

Şirketi devlete altenatif olarak düşünmek şu aşamada bana


mümkün görünmüyor. Ama şirketler dünyanın bir gerçeği ise,
milli varlığımızı onlara karşı korumak için devlete özellikle ih-
tiyâcımız var.

SORU
Hocam “Propanlaşma” başlıklı bâzı konuşmalarınızı gör-
dük. Sanıyorum burası tam yeri olacak.

CEVAP
Merhum Abdülvahid Yahya; ki, Müslüman olmadan önceki
ismiyle tanırız biz onu: Rene Guenon kullanıyor bu tâbiri ilk
defâ. “Tecrübenin unutulup, lafzın kalması” demek. Evet, bi-
zim dünyamızda bir propanlaşma süreci geçirildiği muhakkaktır.
Rene Guenon, propanlaşmayı daha ziyâde bütün insanlığın
içine düştüğü en büyük metafizik problem olarak değerlendi-
rir. İnsanlığın Tevhid ve hikmet geleneğinden, ki o buna “Tra-
dition” diyor, uzaklaşması, kendi ontik köküyle temâsı kaybet-
mesi şeklinde anlıyor.
Ona göre, büyük geleneklerin zuhur dönemlerinde bilfiil
metafizik tecrübe kazanmış kuşaklar, Hakikat'i hiçbir şüphe ve
tereddüte düşmeden idrak etmekteydiler. Tevhid ve vuslat tec-
rübesi kazanmak onların kurdukları düzende hayatın yegâne
ekseniydi. Onlar kavramların anlamlarını sözel târiflerle öğren-
miyorlardı. Halep oradaysa arşın burada idi. Kıyâmet ve basü
bâde'l-mevt, onların dünyasında Hakikat'in birbirinden ayrıla-
mayan iki yüzü idi.
Hikmet, tecrübi düzlemde denenebilen alternatifsiz bir öğ-
reti idi.
Günah sevap ayrımı teorik bir tasnif değildi.

234
Törerninn Türk'üüi Türk'üünn Müslümanlığı

Enteresandırkaz Biligmüellifi tam bu elisi işâret et-


tiğini düşündüğüm bir Töre hükmü söyler: “Boğazını arıtmaya-
nın (Haram yiyenin) kalbi kararır” der.
Kalp kararması Hakikat'i idrakte acze düşmek demek.
Yâni teorik dindarlıkların bir muhayyel zamana tehir ettikleri
ödül veyâ cezâların, o tecrübi-hikemi düzlem mensupları, kalbin
saflaşması veyâ kararması şeklinde ve derhal, anında zuhur eden
bir karşılık bulduğu idrâkindeydiler.
İlk kuşakların teşkil ettiği tecrübeyi yansıtan açıklamaya da-
yalı hayat düzeni, rutinleşip sıradanlaştıkça tecrübenin kahra-
manlarının yerini “sözel bilgi sâhipleri” almakta ve zamanla
tecrübe ve kazandırdığı kalbi Hakikat, yerini hâfıza yükü sözel
târiflere bırakmaktaydı.
Özü itibârıyle propanlaşma bu.
Modern dönemde, iktidar adayı güç odakları, ulaşmak iste-
dikleri güç kullanma imkânı verecek noktayı ele geçirme, ele ge-
çirdikten sonra da toplumun onayı anlamına gelen meşrülaşmayı
sağlama adına, o artık özünü kaybetmiş sözel târifleri de suyunu
çıkarırcasına toplumu kandırma imkâni olarak kullandılar.
Önemli olan değerler değil, iktidardı artık.
Fakat tezat şurada ki, meşrülaşma kelimesi, hikemi gelenek-
lerin icaplarına uyma anlamı ile doğmuştur. Gelenekle uzak ya-
kın temâsı kalmamış, ego iktidarları uğruna bu kelimeyi istimal
etmek trajik tabii.
Devlet kavramı da sözü edilen propanlaşma sürecinden nasi-
bini almıştır. Can ve kan bedeliyle olağan üstü ferâgat ve fedâkâr-
lıklarla elde edilen devletin sağladığı huzur ortamı, sonraki ku-
şaklarda o mücâdeleyi heyecanı gittikçe düşen, zamanla anlamsız
birer yüke dönüşen “Tören ve kutlamalar'a indirgemek söz ko-
nusudur artık.
Tabii özellikle XIX. Asırdan itibâren İngiliz aklından çıkan
“kavram imhâ” projeleri, bizim yeterince dikkatimizi çekmiyor.

235
Türk ve İslâm kavramları çok büyük ve uzun zamana yayıl-
mış bir imhâ projesine konu edinilmiştir. Nasıl Haçlı seferlerinde
bir sınıfsız toplum uygulamasına gösterilen reaksiyondan söz edi-
yorsak, burada da açık silahlı saldırıların yanı sıra, imparator-
luğun siyâsi bütünlüğünü imhâ gayretinin yanı sıra, bilhassa
Haçlı dünyası nezdinde tehdidin kaynağı olan değerler sistemi-
miz de çok büyük bir saldırıya uğramıştır.
İngiliz patronajındaki oryantalizm, Türklüğün, İslâm'ın akla
gelebilecek bütün unsurlarını ayrıntılı bir biçimde incelemiştir.
Lord Kürzon'un İngiliz parlamentosundaki Lozan'ı kabul oy-
laması öncesi yaptığı tarihi konuşmayı hatırlayın. Kurân-ı Ke-
rim'i eline alıp kaldırarak, kürsüden gösterirken:
“Merak etmeyin beyler. Onların hayat kaynağını ellerin-
den aldık!”
sözü, bizim dünyamızda Kadir Mısıroğlu gibi bâzı fanatikler
dışında ciddiye alınmadı, analiz edilmedi.
Hilâfet'in kaldırılması, seküler olarak tanımlanan bir yapı-
nın Türkiye'ye kabul ettirilmesi ne mânâya geliyordu? Özellikle
siyâsi dinamizminin temel elemanı olan Töre'yle birleştirilen İs-
lâm, bu bağlamda Töreleştirilen İslâm, Türkler'in hayatından çı-
karsa ne olurdu? Bunlar ciddi bir tarih tefekkürü ve siyâset felse-
fesi düzleminde konuşulmadı, tartışılmadı. Devletin sekülarizm
adına toplumuyla karşı karşıya getirilmesi, kendi varlık sebep-
lerine adetâ savaş ilan etmesi, hangi sonuçlara gebedir? Bunun
sancısı entelektüeller arasında bâzı istisnâlar bulunmakla berâber
yaşanmadı, konu etraflıca tartışılmadı.
Yüzyıl sonra bugün biz, aynı toplumun evlatları arasındaki ırk-
çı-laikçi-muhâfazakâr kutuplaşmasını bir türlü açıklayamıyoruz.
Açıklayamayınca çözemiyoruz.

236
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Batılı iktidar merkezlerinin, bugün, içimizden milyonlarla


ifâde edilen kitleleri yönlendirebilmelerini, hangi süreçler sebe-
biyle yaşıyoruz?
Bu sorular konunun en kabuğunda kalan problemlere işâ-
ret eder.
Bir de eğitim sistemi mârifetiyle, medya ve kamuoyu araç-
ları hüneriyle yeni kuşakları kendi varlık köklerine can düş-
manı hâline getiren süreçler var. Artık en muhâfazakâr iktidar-
larımız bile, o süreçlerin tesiriyle, bir farkındalık ve iyileştirme
formülü üretemiyorlar.
Akademimiz, yakın zamana değin pozitivist ontoloji esâre-
tiyle, edebiyâtından müsıkisine, bilim tarihinden ahlâkına kadar
kendi toplumunu yaratan ocakların, değerlerin farkına bile vara-
mıyor. Daha baştan gayr-ı ciddi, gayr-ı ilmi kategoriye iterek çâre
üretme imkânlarından kendini mahrum ediyor.
İngiliz siyâseti, “İngiliz- Yahudi Medeniyeti”ne yeryüzünde
tek alternatif olabilecek Türk-İslâm paradigmasını kendi evlatla-
rınca görülemez, duyulamaz, anlaşılamaz hâle getiriyor!..
Bu o kadar ustaca bir siyâsettir ki, seküler Türk devletine karşı
muhâfazakâr muhâlefeti de örgütlüyor. Kültürün sâhibi asıl bü-
yük kitlenin hayat imkânını boğan taklidi din yerine koyan mu-
taassıp İslâmi ve ârızalı milli duyuşları, ana gövdenin sözcüleri
konumundaymış gibi örgütlüyor.
Türklüğe dayalı hareket, ortaya koyduğu tutum ve siyâset-
lerle Töre Türklüğü'ne yeterince önem vermezken, İslâm tari-
hinin tâlihsiz zamanlarından kalma bâzı dini anlayışlara sâhip
gruplar mârifetiyle de İslam algısının marjinalleştirilmesine fır-
sat veriyor, hattâ içini boşaltıyor.
Töre; terör, vahşet, barbarlık üreten bir günlük âdet dereke-
sine indirgeniyor. İslâm ve Türk patentli muhâlif gruplar pazarı
doldurdukları için, sahte ile hakikiyi ayıracak ilme mâlik ferâ-
setli aydını bulabilmek pek güç!
237
Artık dünya, insanı yücelten hak ve hakikate götüren bir İs-
lâm modeli göremez hâle geliyor. Dünyanın hâkim medyası, bu
siyâseti yedi gün, yirmi dört saat desteklemeye, köpürtmeye de-
vam ediyor. Bugün dünya ne Hacı Bayram Müslümanlığı'ndan
ne Şeyh Galip dindarlığından, ne yetmiş iki millete dost gözüyle
bakan Hacı Bektaş, Yunus Tevhidi'nden haberdardır. Varsa yoksa
Selman Rüşdi, Usame bin Ladin, el Kaide, DAEŞ mahreçli Müs-
lüman(!) tipler konuşuluyor. En şanslı olduğumuz ihtimal Veh-
hâbi-Selefi söylemlerdir.
Üstü örtülemeyecek büyüklükte mütefekkirlerimiz, mutasav-
vıflarımız yok mu?
Elbette var.
Ama onlar, başka bir düzlemin, başka bir dünyanın saptırıl-
mış literatürü içinde mahpusturlar. Mevlânâ büyük hümanist
süfidir. İbn-i Sinâ yeni Platoncu filozoftur. Mimar Sinan Ye-
niçeri Ocağı'na devşirdiğimiz bir Ermeni'dir vs...
Artık şu soruyu soracak sağlıklı bir zihin bulmak da mür-
cize sayılır.
Yahu kardeşim, Ermeniler Ermenilikleri'yle ortaya hangi bü-
yük mimâriyi koydular da Sinan onlardan aldığını bize aktardı?
Sinan'ı yetiştiren medeniyet değerlerinin artık muhâfazakâr
kitlede bile kayda değer, anlayan bir tâkipçisini bulmak nâdir
bir haldir. Yâni bir medeniyetimizi imhâ sürecinden geçirildik,
geçiriliyoruz. Bu yapıya muhâlefet etmek adına ortaya çıkan re-
aksiyoner hareketler de düşmanın ekmeğine yağ sürüyor artık.
Türkçülük Türklüğün aleyhinde çalıştırılıyor!
Töre lânetlenirken, “Ne yapıyorsunuz?” diyen bir Türkçüyle
karşılaşmıyoruz.
İslâmi değerler İslâmcılar elinde bütün potansiyellerini tü-
ketiyorlar.

238
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Tarihimiz, kültürümüz kendi orijinal mâhiyeti ve tarihi de-


vamlılığı düzleminde anlaşılamıyor. Yola en baştan çıkalım, de-
sek bile, âdetâ bütün alanlar mayınlanmış arazi gibidir.
Töre'yi öne sürmeye kalktığınız anda, önünüze yerli şama-
nistler çıkar, Tevhid ontolojisini konuşalım dediğinizde düa-
lizmi Tevhid diye satan menfaat gruplarının tekfir sağanağına
tutulursunuz.
Biraz karamsar oldu gâlibâ; ama bu medeniyetten, bu millet-
ten ümit kesmek de katiyen doğru değil.
Medyası, partisi, akademisi, dişe dokunur aydını olmayan
sessiz yığınların var olma insiyakını ele veren sayısız güzel örne-
gimiz de var. Avrupa'ya gidip bütün değerlerinden soyunan sö-
züm ona “aydın” Jöntürklere mukabil, Avrupa'ya gönderdiğimiz
işçilerimizin, gurbetçilerimizin, acı ambalajlara sarılmış nice gü-
zel örnekler yarattığını biliyoruz. Değerlerini terk eden aydınlara
mukabil, Berline, Parise, Londra'ya, Amsterdama, Brüksele döne-
riyle, pilavıyla, bütün mutfağı ve ibâdet hayâtıyla Türk evleri, Fa-
tih Camileri yaptıran ve Batının bütün ışıltılı görüntülerini ayak-
ları altına alabilen gariban insanlarımız da var.
Keza Kıbrıs Harekâtı gibi, 15 Temmuz Direnişi gibi, Afrin
Harekâtı'na giderken kendisine nereye gittiğini soran gazeteciye
“Kızıl Elma'ya!” cevabını verebilen Mehmetçiklerimiz var. Bü-
tün sürtüştürme ve dövüştürme programlarına rağmen Pir Sul-
tan deyişlerini okuyan mevlithanlarımız, hâfızlarımız var.
Siz varsınız!
Azizim Kırmızılar adıyla açtığınız bayrak altında milyon-
larca şuurlu okuyucuyu buluşturdunuz.
Bunlar ümit verici, şevk verici, bütün kayıplarımıza rağmen,
medeniyetimizin modüler- Tevhidçi karakteri icâbı, bir ucundan
tutunca elde edeceğiniz ölçüyle bütünlüğünü göstermesi zahmet-
lerimize değiyor.
239
Sait Başer

Bakın bendeniz Gök Tanrı'nın Sıfatları diye yola çıktım, ora-


dan Töre'ye, “Kut” kavramının taşıdığı beka sırrına, oradan İmam
Mâturidi'ye, Yesevi'ye, Konevi'ye Mevlânâ'ya, Yunus'a, taa Yahyâ
Kemale, Kenan Rifâi'ye kadar geldim. Başlangıçta ürkek adım-
larla yürür ve tereddütle konuşurken, bir de baktım ki, fevkalâde
saltanatlı bir kültürün öz vâdisindeki akış içindeyim.

SORU:
Niçin arka arkaya mutasavvıfları saydınız?

CEVAP
Mutasavvıflar ön planda görünüyor, haklısınız. Fakat biliyor
musunuz, hani demin edebiyatımızı, müsıkimizi, tarihçiliğimizi
vs. pozitivist paradigmanın hâkimiyeti dolayısıyla daha baştan
eleyişimizin, sâha dışına itişimizin bir örneği de tasavvufumuz
ve mutasavvıflarımızdır.
İslâm öncesi dönemdeki bilgelik geleneği, İslâmi dönemde
“velâyet” kavramı bağlamına oturmuş ve büyük bir evliyâ kül-
türü doğmasını sağlamıştır. Batı'nın entelektüeline mukabil bi-
zim evliyâmız, bilgelerimiz vardır. Biz hem Töremizi, hem dini-
mizi bu evliyâ ocaklarıyla diri tutup devam ettirdik. Bundan şek
ve şüphe duyulamaz.
Neden evliyâ kültürü bizim perspektifimizde bu derece
kritiktir?
Şundan:
Bir defa Vahdet-i Vücut eksenli tasavvuf yukarıda propan-
laşma konusu etrâfında konuşurken söylediğim, tecrübeden uzak-
laşma âfetinin ilâcıdır.
Hikmet, tasavvufta asla bir geçmiş zaman hikâyesine hap-
sedilemez.

240
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

“Dem bu demdir” veyâ Hz. Mevlânâ'nın meşhur cümlesiyle:


<..Dün dünle beraber gitmiştir. Bugün yeni bir gündür!” Yâni
geçmişi ve geçmişteki algıları ambalajlayıp, onlara devamlılık ka-
zandıramazsınız. Hakikat an be an müşâhede edilmek zorunda-
dır. Müşâhede derken de toplum içinde bir takım örnek şahısla-
rın şahâdet hikâyelerini ezberlemekten söz etmiyorum. Tasavvufta
inanma - ahlâk - şehâdet - vuslat tamamen bireysel ve psikolo-
jik nitelikli tecrübelerdir ve dem be dem tâzelenmek zorundadır.
Velâyet kavramı, İslâm tarihi bakımından nebevi tecrübeyi
her mümin için, onun şartlarına göre tâzeleme imkânıdır. Hem
de nübüvvetin bittiği genel kabülü dolayısıyla, sonradan Müced-
didilerin Asr-ı Saâdet kavramlaştırmasında karşımıza çıkan ve
tefekkürü kilitleyen tutumun, İslâm'ı ve imânı bir özel devir ve
o devrin insanlarına münhasır sayan yaklaşımın panzehiri gene
Vahdet-i Vücut ontolojisine dayalı velâyet kavramıdır. Bu kav-
ram bir diğer adıyla insan-ı kâmil adını da alır.
© Unsurları tamamlanmış velâyette bizim en hayati bir değer
olarak ısrarla vurguladığımız adâlet de güncel bir gerçeklik hâ-
lini alır. Çünkü bu velâyet dünyayla ahreti, varlık ile yokluğu, ha-
yat ile ölümü, tenzih ile teşbihi, takdis ile tenkidi... Hulâsa celal
ile cemali bir arada ve dengede tutma ahlâk, kavrayış ve kıvâmı-
dır. Kutadgu Bilig'de: “İyi, doğru ve faydalı olanı bilgeler be-
lirler” denir. |
İşte o denge halidir zaten adâlet.
Dolayısıyla Türk devlet geleneğinde olsun, toplumsal haya-
tımızda olsun velâyet ehli model ve kılavuzdur. Meşhur bir söy-
lem vardır ya; “Hakan veli işbirliği” diye. O bizim tarihimizin te-
mel kudret sırrına işâret eder. Oğuz Kağan'ın yanında Uluğ Türk
varsa, Bilge Kağan'ın yanında Bilge Tonyukuk vardır. Osman Ga-
zi'nin yanında Şeyh Edebalı varsa, Fatih Sultan Mehmed'in ya-
nında Akşemseddin vardır...

2
Sait Başer

Bu berâberlik; velâyet ehlinin mahviliği eliyle siyâsetin güç


kullanıcılarındaki kibir ve benlik gibi zaafların dizginlenmesi,
Hak ölçülerinin geçerliliğini devamlı kılmak demektir.
Tabii, velâyete özenle vurgu yapmak bugünün mantalitesinde
önceleri Müceddidiye'nin tekfirleri, sonradan ise pozitivist idâ-
relerce konunun sürekli küçümseme ve hakaret diliyle işlenmesi
dolayısıyla üfürükçülükle denk tutuluyor. O muhâkemeye sü-
rekli malzeme üreten şamancılık modası, modern parapsikoloji
masalları da bu algıyı diri tutuyor maalesef. Yoksa velâyet kav-
ramı üzerinden, insan yetiştirmeyi merkezde tutan, hayatı ko-
laylaştıran eğitim modeli, bilimleri, sanatları, fen ve teknolojiyi
asla dışlıyor değildir.
Dışlama hikâyeleri tarihimizin bir gerçeği değil mi, diyebi-
lirsiniz. Evet, ama medresenin Eşarileşmesi, tekkenin Müceddi-
diye hâkimiyetine girmesiyle ortaya çıkan o hastalıklı dönemin
yargıları İslâm'a ve Türk tarihinin bütününe genellenirse, kendi
çıkış yolumuzu imhâ ederiz...
Akşemseddin'in kılavuzluğundaki Fâtih'i örnek alarak analiz
edebilirsiniz. Bir derviş, bir Vahdet-i Vücut temelli anlayış der-
vişi olan Fâtih, hem yedi sekiz dil biliyordu, hem bir mühendisti,
hem bir strateji uzmanıydı, hem kanun koyucuydu, hem birçok
müessese teşkil etmiş bir kurucu akıldı...
Evet!
O, hem felsefeye âşinâ ve derin metafizik-ontoloji-estetik-e-
pistemoloji tartışmalarının müptelâsı bir fikir adamı hem de yük-
sek bir şâirdi. XV. Yüzyılda dünyada Fâtihe emsal ikinci bir dev-
let adamı gösterilemez.
Akşemseddin mantalitesi bu senteze muhalif olabilir miydi?
Zâten Akşemseddin'in kendisi de bir hekimdi biliyorsunuz.
Hem de İznik medresesinde müderrisdi.

242 |
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

SORU
Hocam, devletin bu kadar öncelenmesi alışılmış litera-
türde faşizme delâlet etmiyor mu? “Ferdiyet” varlığını bu de-
rece total olarak bağlayan bir kuruma rağmen nasıl biçimle-
necek, korunacak? Yani geleneğimizdeki uygulama, müstakil
şahsiyetlerin özgürce biçimlenmesine izin veriyor mu? Bu
noktayı kişi hak ve özgürlükleri bakımından düşünüyor mu-
sunuz? Mâlumunuz bu husus çağdaş söylem ve anlayış bakı-
mından çok önemli.

CEVAP
Evet, bu soruyu sormakta haklısınız.
Mevcut literatür size başka bir yol bırakmıyor.
Ben Kutadgu Biligde insanın ikiye ayrıldığını gördüm. Bir,
büyük kısmı “yalıngug” sıfatıyla anarken; iki, değerli olanın “ki-
şi”lik olduğunu söylüyor. Hikmetin faydası yalıngugtan kişilik
sâhibi insana ulaşmaktır. Töre hikmetinin işletilmesi o yalıngug
seviyesindeki, câhil, gâfil ve ilkel tipi, kişi ve bilge yapmak mak-
sadıyla önemli sayılıyor.
Makbul ve özel insanları daha düne kadar “nev-i şahsına
münhasır” diye târif ederdik. Yâni, kimseye benzemeyen, bir
“cins” bağlamına oturtulamayan, kendi, kendine has...
Daha evvel bir yerde değinmiştik sanıyorum. Toplum için bi-
reyden, birey için toplumdan vaz geçmeyen bir sosyal modeli ko-
nuşuyoruz. Her insanın başka bir karakter, zevk, meşrep ve yapı
taşıması; o niteliklerin, o şahsa özgü bir değerler demeti oluştur-
ması, toplumsal uzlaşmanın bulunduğu noktalardandır.
Nereden biliyoruz?
İşte Dede Korkut Hikâyeleri!
Boğaç Han hikâyesi haber veriyor ki, herkes bir şahsiyet alâ-
meti göstermeden isim bile alamıyor.
Hak edip benimsenen isimleri de kişiliklerini tarif ediyor.
Öznel kimlik mânâsına gelen kişilik bu kadar önemsenmese,
Töreli boylarda gençlere bir yararlılık, bir hizmet, bir nitelik üze-
rinden isim verilmezdi.
Bakın, tabiatın içinde yaşayan bir toplumda, her bir ferdin
tek tek o tabiatın çetin şartlarıyla baş etme yetkinliğine ulaşması
kaçınılamaz bir gerekliliktir. Kurgulanmış homojen bir tipin ge-
nellenmesi, sentetiklikle o dünyada barınması imkân dâhilinde
değildir. Bilakis, farkın varlığını görmek ve ona saygı göster-
mek, toplumun gücüne güç katmak, mârifetlerini çeşitlendir-
mek de demektir.
Modern Batı ideolojilerinde hikmetten kopuşun getirdiği
farklılaşmayı görememe, farktaki büyük yaşama imkânını 1s-
kalama zaafı, bizim cenahta söz konusu değildir.
Farkları görmeyen toplumun içindeki yaratılış imkânlarını
da görmüyor demektir. Farkın gerçekte hayat mânâsına geldi-
ğini, zenginlik olduğunu görmüyor demektir.
Homojen toplum yaratma ideolojisi bir cinnettir.
Maalesef, Avrupa, yaratmakla çok öğündüğü XX. Yüzyıl şart-
larında o cinnete düştü. İdeolojik toplum tasavvurları külliyen
cinnettir. İster Marksist, ister liberal, ister kapitalist, ister İslâmcı,
ister Türkçü sıfatlı ideoloji olsun.
Evet! Yâni biz de bu kaidenin dışında değiliz.
Evet ama, bu ferdiyete verilen, farkı kutsayan yaklaşımın ya-
nısıra bir değerler eğitimine de ihtiyâcımız vardır. Misâfir ağırla-

yiğidin bir yoğurt yiğişi vardır” atasözü de bizimdir.


Nasıl? Âyet gibi değil mi?
Gelelim sorunuzun bir diğer cephesine.
Devlet dediğimiz şey, nesnel bir varlığın adı değil. Bir toplu-
mun üzerinde uzlaştığı tüzel, soyut bir varlık. Devlet dediğimiz

244
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

şeyin görünür yüzü, “örgütlü bir toplumdur. Örgütlü toplum-


dan kasıt ise, ortak yaşama irâdesinde buluşmuş, o hayatta uy-
gulayacağı ilkelerde anlaşmış tek tek insanlar demek.
Gerçek bir değerler demetinde mutâbakatın kurulamadığı
toplumda, devlet de varlık kazanamaz.
Devletin sâhibi tek tek fertlerdir. Fertlerdeki müşterek kabuller.
Yâni devlet, esas itibâriyle ilk karşılığını insan gönlünde ka-
zanırsa bir fenomene dönüşebilir. Eğer devletin ana gâyesi adâ-
letse, tabii buna güvenlik, âsâyiş de eklenecektir, adâlet kavramı-
nın ifâde ettiği alt değerler, her bir bireyde de karşılığını buluyor
demektir. Burada tabii bir yumurta-tavuk döngüsü yok diyemem.
İnsanların ortak değerler etrâfında buluşması kadar, o değer-
ler mihverinde yürüyen devletin sonraki kuşakları o değerlere
göre yetiştirmesi de söz konusu olacaktır. Burada önemli olan
sistemin statikleşmemesi, potansiyeller ve ihtiyaçlar bağlamında
sürekli güncellenmesidir. Biz bu güncelleme avantajını, İslâm
öncesi örneklerde yıllık TOY adlı meclislerin fonksiyonlarında
bulabiliyoruz. İslâmi dönemde ise dini alanda içtihat süreklili-
ğinde ki, velâyet burada çok önemlidir, siyâsi alanda ise meşve-
retin vazgeçilmez bir yöntem olarak DİVAN müessesesinin işle-
tilmesinde buluyoruz.
Denilebilir ki, bunun hiç mi aksayan tarafları yoktur, tarihi-
miz boydan boya ideal bir adâlet uygulaması sahnesi mi olmuş-
tur? Böyle bir iddiâda bulunmak mümkün mü? Günümüz dâ-
hil, dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir zaman kusursuz işleyen
bir devlet olmadı.

SORU
“Toplumsal Aklı Anlamak” adlı eserinizde, klasik dönem-
lerdeki #ümden gelimci, dogmatik görünümlü yöntemin ye-
rine, bugünün ihtiyacı olarak #üme varımcı bir bakış ve yöntem
245
kullanılması gerektiğini söylediniz. O perspektife göre Tanrı,
Töre, Hakan, Boy örgütlenmesi ve genel teb'a seyrinin oluş-
ması biraz yukarıdan aşağı şekillenme gibi duruyor. Siz aynı
fonksiyonellikte bir müesses yapı için, tâbir câizse tümden ge-
limci olmayan, tüme varımcı, aşağıdan yukarıya doğru yükse-
len bir yapılanmayı mümkün görüyor musunuz?
Bizim kültürümüzün böyle bir potansiyeli var mıdır?

CEVAP
Sevgili dostlarım, bu bahiste kanaatlerimi dediğiniz gibi bir
kitabımızda açıkladık. Evet, tümdengelim yöntemi, bir devrin z0-
runlu tercihi olabilirdi. Oysa zamanımızda, artık toplumlar yay-
gın bir eğitim sistemiyle bütün bireylerini eğitimden geçiriyorlar.
Dolayısıyla bir dayatma niteliğinden kurtulması güç üstten dil-
ler yerine, anlama temelli yöntemlerin devreye girmesi gerekiyor.
Aslında geçmişteki o tümdengelim gibi duran uygulama ör-
neklerinde de kişiliğin çok önemsendiğine şahit olunur. Usta-çı-
rak ilişkisi temelli eğitim modellerinde kişiliklerin ihmâli müm-
kün değildir.
İster bir zenaat öğretin, sâhada uygulamayla yürütün eğitimi,
isterseniz de bu bir medrese eğitimi olsun. Usta-çırak ilişkisi te-
melli eğitimde hoca-öğrenci ilişkisi bire bir, yüz yüzedir ve öğ-
renecek tâlibin kişiliğiyle hoca tanışmak zorundadır.
Ancak tümden gelimde “inanç” öncelikli kabuller dolayı-
sıyla açık şuur elde etmek zor. Biz sözünü ettiğiniz çalışma-
mızda, inanma-anlama ilişkilerine çok önemle eğildik. Artık bu
zamanda inanma anlama ilişkilerinin apaçık, en şeffaf biçimde
ortaya konulması gerekiyor. Bu noktada teklifim, eğitim ve dini
hayatımızda “Anlama Temelli İnsan Yetiştirme Modeli” geliş-
tirmek olmuştu.

246
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Değerli okuyucularımız arasında konuya ilgi duyacak birileri


çıkarsa, Toplumsal Aklı Anlamak adlı kitabımıza başvursunlar...

SORU
Türk devletini kuran Türk insanı tipi için İl, kut, Töre kav-
ramları ferdi planda ne anlama geliyor, nasıl inşa oluyor? Bu
kavramlar İslami unsurlarla örtüşüyor mu, ne şekilde?

CEVAP
Yer yer girip çıktığımız konular bunlar.
İnşallah tekrara düşme sıkıcılığına kapılmadan bir perspek-
tif sunmaya çalışayım. Kutadgu Bilig'de temel kahraman Töre, en
hâkim eleman ise Odgurmış adıyla eserde yer alan “irfan” kav-
ramı. Kut ve akıl baba - oğul olarak sunulmakla beraber, eserde
Töre ve irfana göre ikinci kademeymiş gibi mütâlâa edilebilir.
Ama eser “kut kazanma bilgisi” adıyla vasfedilmiş.
Kut kazanmak en alt tabakadaki yalıngug'tan hakana, bilge
kişiye kadar herkes için geçerli. Kut kazanma süreci incelendi-
ğinde bunun psikolojik bir arınma, bu arınmaya bağlı olarak ah-
lâki bir yükseliş, ahlâki yükseliş üzerinden de gâfil akıl (us)dan
hikmetle buluşan akla (ög) intikal seyri izlediğini tespit ediyoruz.
İlginç olan bir nokta da “Kut” kelimesinin zaman zaman devlet
şeklinde anlaşılmasıdır. Çünkü Kutu; insandaki Tanrısal özün
harekete geçmesi ve mücibince yüründüğü sürece o kudretin ge-
lişmesi, artışı, kemal bulması şeklinde târif etmemiz mümkün.
Yâni bir takım hamâsi söylemlere ihtiyâcımız olmadan diyebili-
riz ki, kut kavramının uyanışı, aynı zamanda devlet kavramının
da doğuşuna delâlet etmektedir. Kuttaki tamamlanmayı, sürek-
liliği elde ettikçe, maddi ve mânevi her türlü nimet, ihsan ve ik-
râma da liyâkat kazanılmış olmaktadır.
247
Sait Başer

Tabiatıyla akıl kemal buldukça, nefsâni eğilimlere gâlip ge-


lindikçe, duygusallıktan uzaklaştıkça toplumda temâyüz etmek
kaçınılmazdır.
Hakanın yanında bilgelerin bulunduğunu yeri geldikçe söyledik.
Bilge dediğimiz kimse bir kutlu kişidir.
Devletin ise, müesses olarak değilse bile, mânâ ve mâhiyet
olarak “tamamlanmış kut” kavramında zuhur ettiğini görme-
miz gerekiyor.
Kut kazanmanın şartlarını incelerseniz, bunların içinde düş-
küne, yoksula, mazluma yardım, zulme direnç, cömertlikte ısrar,
bedelsiz hizmet vb. gibi şartlarla karşılaşırsınız. Zulme itiraz, adâ-
letten yana tavır koymak demek.
Yâni devletin adâlet fonksiyonu, öncelikle kut kazanma süre-
cindeki bireyin vicdânında tahakkuk edecektir. Zirâ devlet adına
o son derece dinamik yapı taşıyan, an be an gözlenmesi gere-
ken değerlerin uygulayıcısı, o vicdâni seviyeye ulaşan kimsedir.
Devletin adâleti temininden kasıt da bu tür kişilerin toplum
içindeki itibarlarını yüksek tutmasına bağlıdır.
Adâlet illâ suç-cezâ ilişkisinde gerekmiyor ki.
Ticârette, âile hayatında, toplumsal iş bölümünde, nimet ve
külfetlerin paylaşımında vs. vs...
Kendi içinde vicdânı sükün bulmamış kimseden doğru hü-
küm çıkmaz ki.
Yâni ideali her ne kadar Töre'nin devletini ayakta tutmak ola-
rak koysalar dahi, o idealin asıl gerçekleştiği yer, ferdi hayattaki
kutlanma sürecidir. Yusuf Has Hâcib'in zikrettiği “Töre'nin kut-
lanması” veyâhut “Kutlu Töre” tâbirleri bu noktaya bağlanabilir.
Adâlet uygulaması her sâhada ve zamanda genel geçer ezber-
lerle yürümemektedir. Yürüyemez.
Fiilen orada yaşayan çağdaş, kemal bulmuş bir kimsedeki
vicdânın hükmü adâlet.

248
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Efendim bu konunun şöyle bir yüzü daha var. Gerek ka-


zanma süreci yönüyle, gerek kemal bulmuş hâliyle kut, İslâmi li-
teratürde velâyet dediğimiz kıvâmın cevheridir. Veli dediğimiz
kimse, Türkçedeki adıyla “kutlu kişi”dir.
“İslam'daki karşılığı neydi?” diyorsunuz. Gözümüzün önünde,
onun için görmüyoruz. Kutlu kişi evliyâdır. Türk medeniyetinin
ürünlerinde, ahlâk anlayışında, siyâsi başarısında aslan payı bu
tipe âittir.
Bir diğer yüzüyle, Türk devlet geleneğinin hüküm sürdüğü
ideal bir düzlemde, toplumsal planda adâlet ihtiyacını karşıla-
yan sisteme devlet diyoruz. Devlet kelimesi Arapça, Türkçesi il
idi. İl kelimesinin huzur mânâsına geldiğini de merhum Kafe-
soğlu söylüyor. “İl” kelimesindeki huzur anlamı, bireysel planda
vicdânın sâkinleşmesi mânâsına gelen “ilimek” köküyle bağ-
lantılıdır. Burada şöyle bir dikkat de geliştirebiliriz. Acaba ili-
mek kelimesi mi ilden türetildi, il kelimesi mi ilimekten geliyor?
Töre, türeyiş nizâmıdır. Türeyiş, insanın da dâhil olduğu hil-
katteki genel zuhurdur. Kutun tamamlanmasını müteâkiben kutlu
kişinin icraatında Töre'nin kusursuz tecellisi söz konusu olabilir.
Kutu tamamlanmış kişi, aynı zamanda bütünün sorumlulu-
gunu da duyan kimsedir.
Bu hikâye belli bir yerden itibaren başlayan bir hikâye değil.
En baştaki kut kazanma adımlarında da o büyük bütünün so-
rumluluğu zımnen vardır.
Töre'ye din diyoruz. Bu, bizim bildiğimiz sonradan edinilen
bir sıfat olmaktan ziyâde, fıtratın işleyişinde zımnen mevcut öz-
den bir ilkenin harekete geçmesi gibi duruyor. Bildiğimiz dinlerde
dinin tezâhürü zühd ve ibâdet şeklinde fenomenleşirken, Töreli
kimse ibâdeti esas itibâriyle hizmet olarak görmektedir. İşte tap-
mak fili ortada, hizmet demek. Törelinin tapuğu (hizmeti), en
kristalize ürün olarak devletin doğuşuna yol açmaktadır.
249
Sait Başer

Bu mânâda “Törelenmek” ile elde edilen uyanışa ulaşmak


için, Osmanlı'da devşirme çocukların Töreli Türkmen boylarına
verilişini bir daha değerlendirmek lazım. “Türk'e verilme” aşa-
masını geçmeden Yeniçeri Ocağı'na yazılamıyorlardı.
Esas itibârıyle Türk Müslümanlığı, insanları, İslâm'ı benim-
serken de Töre'nin benimsenişindeki özden ilişki türünde bir
ilişkiye çekiyordu. İşte o özden ilişki, geri dönüş yolu bulunma-
yan bir tam kabul ile şahâdet medeniyetinin taşıyıcı elemanla-
rını üretiyordu.
Şu noktayı da tavzih etmekte fayda var. İnsana hâriçten ulaşan
veyâ sunulan bilgi veyâ inanç malzemeleri, eğer gerçekten anlama
süzgecinden geçerek içselleşirse, esas itibârıyle insanın “nefsinde
bilgisine dönüşmek zorundadır. Eğitim, öğretim, inanç sistem-
leri, felsefeler gibi bahislerde insan anlamasındaki “yeniden ya-
ratma” özelliği genellikle ıskalanıyor. Esâsen o yeniden yaratma
niteliği ciddiye alınsaydı dogmatizm iddiâları külliyen değersiz-
leşirdi. Ama haklı olunan bir yer var tabii. Özellikle yakın tarihi-
miz ve günümüz Türk toplumu ezber ve toplu hipnoz malzeme-
lerini hâfızaya yüklemeyi anlama, kabul veya iman zannediyor.
Bu bağlamda bir dogmatizm mümkün.
Mümkün de bu defâ da dogmanın konusunu münhasıran
dine indirgemek büyük haksızlık olur.
Ezberi ve konfeksiyon hazır bilgi yüklenmeyi anlama-öğ-
renme zanneden özne nezdinde her türlü malzeme dogmatikle-
şir. Buradan bakarsak bir dinin kabul edilmesi demek, çok ciddi
oranda o dini kendi tecrübi dünyamızdaki fikri yapının mâhi-
yetine aktarmak demektir. Maalesef ezber ya da taklit üzerinden
yürütülen mütâlâalar, ne kadar kalabalık olursa olsunlar, anlama
üzerinden bir öznel gerçeklik kazanma aşamasına ulaşmışlık yö-
nüyle yok hükmündedirler.

250
, Töre'nnin» Türkiüi Türk'üünn Müslümanlığı

Tabii günümüzde kkaımiz kültürel kaosun LR söy-


lersek, gerçekten anlayan bir özne için operasyon merkezlerinin
ürettiği algı kalıpları da hükümsüzdür.

SORU
Hocam, biz bu söylediklerinizi günümüzdeki hayatın içine
nasıl çekeceğiz? Öyle anlaşılıyor ki, tasvir ettiğiniz mekanizma
bizim medeniyetimizin doğum yeri. Medeniyetimizi yeniden
üretebilmek derdindekilere buradan ferahlatıcı bir yol göster-
meniz mümkün mü?

CEVAP
Aziz kardeşlerim, her şeyin her şeyle ilgili olduğu veya ola-
bileceği bir varoluş düzlemindeyiz. Dolayısıyla her aşamada ko-
nuyu en genel sınırlara kadar genişletmek mümkün. Söze böyle
girişimin sebebi yarın bu mülâkatı okuyacak insanları fazla yor-
mamak için birçok hususu atlayarak cevap veriyor olmamadır.
Esas itibârıyle eğitim-öğretim süreçleri öğrenmenin asli fa-
aliyeti değildir.
Asıl öğrenme, gerçek bir anlama ile tahakkuk eder. Bu ise öğ-
retimin muhâtabı olan kimsedeki bir iç hamle, bir iç uyanış-ay-
dınlanma şartına bağlıdır. Mevcut tablo bağlamında eğitim-öğre-
timi standart ve bütün kitleye uygulanan, gene standart sonuçlar
vermesi beklenen bir program ve süreç olarak görüyoruz. Hâl-
buki standart sınıflarda anlattığı konularla kendisi ilişkiye gir-
memiş öğretmenlerle, istediğiniz kadar formel bir gösteri yapın,
anlayan özne sonucuna ulaşamıyorsunuz.
Anlama, bir anlayan özneyi gözlemeyi gerektiriyor.
Anlamaya şâhit olunması gerekiyor.
Ecdâdın, “hocanın rahle-i tedrisine oturmak” dediği şey,
hoca ile talebeyi birebir, dizdize göz göze getirmeyi sağlıyordu.
Metni anlamlandırmayı berâber yapıyorlardı.
251
Anlamı metne tahsis etmiyorlardı.
Anlamanın bütün öznel ve nesnel şartları öğrenilecek konu-
dan önce hazırlanmak, uyandırılmak zorundadır. Her biri başka
başka insan olan, özel yetenek ve zaafları bulunan öğrencileri
hayâli bir ortak prototipmiş gibi farz ederek, onun duygu ve dü-
şünce dünyasına, tecrübelerine ilişkilendirilmemiş mâlâmat bom-
bardımanını, eğitim-öğretim zannetmek çok büyük bir aldanıştır.
O kadar büyük bir zarara uğratıyor ki, bir ideal topluma ulaşma
hayâliyle -ki, eğitim bunun için yapılıyor- bütün nüfüsunuzun en
dinamik yıllarına el koyuyorsunuz. Gerçek bir anlama uyanma-
dığı için neredeyse gençlerin hepsinde büyük kompleksler yara-
tıyor, teşebbüs gücü zayıflatılmış, korkuları azdırılmış olarak me-
zun ediyorsunuz.
Ben, bizim eğitim düzenimizin daha hayata girmeden önce
insanımızı tükettiğine inanıyorum.
Her insan özeldir, farklıdır; nitelikleri, yetenekleri bambaşkadır.
Hani Kur'ân-ı Kerim “alâk” kavramıyla insanı ilişip yapışma
cevherine göre açıklar ya! İlişme yapışma imkânlarımız o nitelik
ve yeteneklerdir. Anlamaya da oradan girilir. Anlamasını uyan-
dırmak istediğiniz, yâni yetkinleştirmek istediğiniz insanı, ilgi-
leri üzerinden uyandırabilirsiniz.
Bizim sistemimiz, ne derece eseflensek azdır, öğrenci ilgi-
sine karşı ilgisizdir.
Bir cinâyet suçlusuna verilen cezâlardan daha uzun sürelerde
dört duvar arasında tuttuğumuz çocuklarımızı yetkinleştirmeyi
bir yana bırakın, kompleks yükleyerek, korkularla donatarak, gü-
vensiz elemanlar olarak sokağa salıyoruz.
Müfredat içindeki diğer birçok hayâti yanlışımıza girmiyo-
rum bile.
Okuyucuyu ferahlatacak teklif, kendisi uyanmış hocalar ve o
hocalarla zihin ve gönül temâsı kurmuş öğrencileri buluşturmaktır.

252
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Gerçek bir ilgi gören, kendi yeteneklerini ilerleterek ufka ba-


kabileceğini keşfeden öğrenci, hayata dizleri titreyerek girmez.
Ecdâdın “kut kazandırma” dediği olay, anlaması tetiklen-
miş, gönlü uyandırılmış, sorumluluk ahlâkını o uyanışın içinde
kendi bulmuş olmaklıktır.
Sorunuzu cevabına girerken “insana hâriçten bir şey öğretil-
mez” demiştik ya, öğrenmeyi öğrenci kendi dünyasının nesnel,
duygusal ve tecrübi elemanlarıyla tahakkuk ettirebileceğini keş-
fetmedikçe, birilerinin gönlüne göre zaman tüketmiş oluyor. İn-
san hayatı açısından saâdet ve başarının sırrı, gönül ilişkisinin
mutlaka kurulmasıdır.
Gönül kavramını, Kut ve Töre kitabımızda müstakil bir bö-
lüm olarak ele almıştık. İnsan esas itibariyle gönülden ibârettir.
Asli öznemizdir gönül.
Gönül deyince, akla muhalif bir şey söylediğimiz zannedil-
mesin. Asli öznemizdir, akleden öznemizdir. Türkçe, gönül keli-
mesini ateş (kö) kökünden türetmiştir. “İnsandaki Tanrı ocağı”
mânâsı verildiği açıktır.
Kendini bilme durağını atlamadıkça, kendini bilmeyenin
başka bir şey bilmesi mümkün değildir.
Kutadgu Bilig'de “çiğ gönül, pişmiş gönül” ayırımı bu nok-
tada hayâti önem taşır. Gönül uyanacak. Yani yanacak, pişecek.
Gönlündeki yanma, insanın uyanma sebebidir. Yanmayı tetik-
leyecek şey ise, varlıktaki cüz-küll diyalektiğini bittecrübe anla-
maya bağlıdır.
Biz kendi dünya görüşümüzden o kadar uzağız ki, cüz-küll
diyalektiğinin işlendiği dünya görüşümüzü eğitim-öğretim ve ne-
şir hayatımıza men etmiş durumdayız.
Bu büyük hatâdan derhal dönülmesi şarttır.
Günlük siyâsetin iktidar mücâdelesiyle, o irfânı sâdece eği-
tim hayatımızdan değil, dini dünyamızdan da uzak tutuyoruz.
Çâre nedir?
253
Sait Başer

Çâre gene Türk Müslümanlığı dediğimiz şahâdet temelli, tec-


rübi geleneğimizle buluşmak, o geleneği sürekli güncel tutmak-
tır. Biz vaktiyle “Kültürün Güncellenmesi” başlıklı bir makale
yazmıştık. Keşke bu kitabı okuyanların arasından birileri o ma-
kaleyi bulsa okusa.

SORU
Hocam, düşman kültürlerinin çocuklarını sadr-ı âzam ola-
rak istihdam edebilen bir üstün kültür iken, şimdi biz başba-
kanlarımızı, cumhurbaşkanlarımızı “bâtıl” dediğimiz kültür-
lere kaptırma endişesi içindeyiz.
Zikrettiğiniz uyanma toplumuna, kültürüne, değerlerine
sâdık, düşmanın satın alamayacağı insanı nasıl yetiştirecek?

CEVAP
Saygıdeğer dostlarım, konumuzun sınırlarını zorluyoruz belki;
ama bunlar elbette bizim meselemizdir. “Pembe İncili Kaftan”
hikâyesini biliriz. Kezâ Yahyâ Kemal'in devrin moda dinsizliğini
öne sürerek kendisini küçümseyen ve: “Nasıl inanıyorsunuz üs-
tad?” diyenlere verdiği çok ilginç bir cevap var biliyorsunuz: “Be-
nim milletim hatâ yapmaz. Onun için inanıyorum” der.
Yahyâ Kemale bunu söyleten şey, tarihimizi ve kültürümüzü
kendi zihin ve gönül dünyasında yeniden inşâ edebilmesidir.
Yâni bilgi, anlaşıldığında kişiliğinize mâl olur.
Durmadan ontoloji diyoruz. Şehâdet diyoruz. Tahkik diyoruz...
Bunların hepsi anlama temellidir. Aslında ahlâk ve iman da
anlama temellidir.
Kendisini her an Hak'la berâber, Hakk'ın huzürunda duyma
ahlâkı; mahşeri, kıyâmeti bir uzak zamana tehir etmeyen, ni-
yet ve amellerini an be an kaderine dönüştüğünü, vücut bağla-
yarak karşısına çıktığını tecrübe eden bir anlayıştır Türk Müs-
lümanlığı.

204
Törerninn Türki üi Türküünn Müslümanlığı

“Türk Müslümanlığı” ttâbirinin asıl sâhibi olan Yahya Kemal'in


v

emniyeti oradan geliyor. Bir şiirinde diyor ki;


“O şühu nazm ile tasvir müşkil oldu Kemal
Sühân rekabeti meydân-ı imtihân olalı”
(Yâni: “O Güzel'i - Allahıı- şiirle tasvir müşküldür. Çünkü söy-
lediğim sözün imtihanını yaşamam mukadderdir, O'ndan kor-
karım”) diyor.
Şimdi çiğ gönüllü, yâni nefs murâkabesini tanımamış, imârı
laf ezberlemek sanan adamlar ezberleri doğru bile olsa, gerçek-
lik kazanmamış, bir anlamaya uğramamış lafazanlılıkları kitlele-
rin gözünü boyama adına kullanıyor ve bir takım kritik makam-
lara bile gelebiliyorlar.
Doğru laflardan yanlış yerlere çıkılıyor!
Buna mukabil dâvâsı bâtıl bile olsa, rakipleriniz menfaatlerini
sizden daha iyi gözetecek bir tecrübeden geliyorlar.
İnsanları hangi zaaflarından satın alacaklarını da biliyorlar.
Hedeflerine ulaşıyorlar...
Rahmetli Mehmet Niyazi Özdemir ağabeyin “Yazılmamış
Destanlar”da anlattığı bir Zenci Musa örneği var. Merhum istih-
baratçımız Eşref Kuşçubaşı'nın koruması. İşgal altındaki İstan-
bul'da, Karaköy iskelesinde hamallık yapıyor. İngiliz işgal komu-
tanı bir teftiş esnâsında görüp onu tanımış. Çağırıp bin bir türlü
câzip vaatlerde bulunmuş. Devlet çökmüş, Kuşçubaşı esir, İstan-
bul işgal edilmiş ve Zenci Musa imâmesini kaybetmiş bir tesbih
tânesi gibi karnını hamallıkla doyuracak bir çâresizlik içinde. Buna
rağmen İngiliz komutanın bütün maddi tekliflerini reddediyor.
Biliyorsunuz genellikle yetersiz beslenme yüzünden ilerleyen
veremden ölmüş. O adamdaki ahlâki metân&tin binde biri şim-
diki birçok siyâsi liderde yok.
Biz ne yaptığımıza kendi kökümüzü nasıl kurutma politika-
ları izlediğimize biraz daha dikkatli bakmazsak, Allah korusun
gerisini söylemeye dilim varmıyor.

255
ta dun Li
EA yp» İ
lk

ö ki a ba yeri
2, 74 ndan

p ye ei N yin bnn rey


“Ağ gnbilö Mn Gisa
A tlye N
rai a sne AN
ea asi nm a el eğ
ğall sk şt
veliki Kb İse aşi b rte KftİKOİM
maç hen d# dekan süysi ii eril kekebn
i giz di ğe MİNİK, İyi ateşe ira: vw”

iy La Mi bin
sieyinileği iğ ei ido lk dsl Lema)

j bie mahal ahi yy bf et


eniypiyalieb sk Sazan çapları, sebyonaiİ ha ül ea
NR Yİ
yapa le rene anaya, bagi eid meni
; a boar a igne daMi kasi vel lg
“ak sali —
ebe alk grii ye il fal
dell a
ğini
kgk
ik İğ ği (Li gi pa ÇAL ANLI dl gliTURN ü

Mere gr A le dia #uiyatk di


yur mubakap| YER!
ii
Gl a0 giyer! di A4 a ri liçi ti |
İzak, a yralibr b a
eli gre liye ho Vİ kn give) glesim va diy Sed,
f i n011 deyi in Hi W iü İyi hikislall AR8 eiMig
ie i Çi fiğ şe “ ti şMili
kadlakk if ,li ij ir 3 N aiZiyAkilm
f
d Md imi m Ala ll rinnie
öde ( a ay
m © “dak EW bü i
iyi , yl çi İL ui ği

ur Çi i ili viri işi ll


a
Mile Gi VE ( rai Af İdit
METİN Yİ
eye
İ İRe diğ
LEZ N
e A Gi kr
i
SEKİZİNCİ BÖLÜM

TÜRK, TÜRKMEN, TOPLUM,


AHLÂK, HUKUK...
li Wi yon fi
R ği gi deli Y N
yi 1 | i in m W

< vi yi | My tdk
ii
Van, » NN Ni
Ni vi N
N
»
“ iz N
ira
il
V ip i
il 4
&
giy N i ne
ur i ..i
iN ”
Y

f i
| Pa
57
; Ü ği i ” re İğ
| il
7La N ii
;

vi
re
i

f İ b
|
wi vd Mi
1

b1 N
ni irn
iLe
Li

Li
bi

, lar ia kğd
a :
iiGE,
ii

i
*
1
pi

P , in
Ma

yili
Mi
ii iiin
vi
SORU
Yeni kabul edilen İslâmiyet'e, “Türk” kelimesinin özgün
anlamı çerçevesinde “Türk kimliği”nde bir farklılaşma oldu
mu? Yoksa devam ederek ama yenilenerek bir gelişme mi var?

CEVAP
Sevgili arkadaşlarım, değişme ve yenilenme tabiatın huyu-
dur. Biz istesek de istemesek de olur.
Tabii ki sizin kastınızı anlıyorum. Tam da tabiatın huyu olan
değişme ve yenilenmeyi, inancınıza, kültürünüzün her bir un-
suruna, siyâsetinize, sosyolojinize, bir bilinçle uygulamayı kas-
tediyorsunuz.
Töre, türeyiş temelli bir kavram, bir sistem.
Yenilenme ve değişme Töre'nin tabiatında da vardı.
Daha önce konuştuk. Toylardan bahsettik. Töre'yi “Kutlu
Töre” olarak devam ettirmenin çâresi, onu bilgece bir perspektifle
güncel tutmaktı. Töre gibi bir yüzü hukuk, bir yüzü ahlâk, bir
yüzü siyâset felsefesi, bir yüzü sosyolojik örgütlenme, bir yüzü
epistemoloji, bir yüzü estetik, vazgeçilmez bir yüzü de ontoloji
olan, tevhitçi bir sistemin; bin yıllarca dilinde, şarkısında, tür-
küsünde, ölümünden doğumuna... etkili olduğu bir toplumdan
sökülüp atılması mümkün değildir. Bendeniz bugün bile kültü-
rümüzün şübelerine Töre bilgisiyle yaklaşılmadıkça onları anla-
yamayacağımız kanaatindeyim. Dahası yaşadığımız kültürel ka-
osun önemli bir sebebinin bu problem olduğunu düşünüyorum.
Dolayısıyla Türkler'in Müslümanlığı'nın Töre tecrübesi ta-
rafından yorumlanmış bir Müslümanlık olduğundan şüphem
yok. O Müslümanlığın çok başarılı bir yorum olduğu, biz onu

259
Sait Başer

bırakıncaya kadar hüküm sürdüğü tarihimizde ortaya koyduğu


başarıdan bellidir.
Türk Müslümanlığı'nı bıraktık, unuttuk veyâ bize unutturuldu,
akabinde medeniyetimiz tedricen diz üstü çöktü.
İslâmiyet'in kabülünden sonraki dönemde, ilk birkaç yüz
yılda Töre tesiri daha açıktır.
İlginç bir şey dikkatimi çekiyor, “Türk” kelimesi Kitâbeler'de
var; ama “Türkmen” kelimesi yok!..
Töre bağlamında Türkleşme fikri bence eski bir geleneği ifâde
ediyor. Pekiyi, Türkmen ne demek? Türkçede men-man eki, dö-
nüşme, münkalib olma anlamı kazandırır eklendiği kelimeye. Kö-
le-men diyoruz, köleleşmiş, köleye dönüşmüş demek. Evci-men
diyoruz, eve bağlı hale dönüşmüş. Çünkü erkek dışarıda olur. Ko-
ca-man, küçü-men, Kara-man, ata-man, kösemen... vs. gibi ör-
nekler, -men ekinin fonksiyonunu gösteren örneklerdir. Türk ve
Oğuz kelimeleri, İslâm öncesi sıfatlarımız.
Birçok kaynak “Türkmen” kelimesinin iman etmiş Türk
mânâsına geldiğini söylerler. Ben böyle bir terkip görmüyorum.
Kelime Türk-i iman değil. Türk-men. Bâzen Türkman şeklinde
yazıldığı vâki.
Ben Türkmen kelimesinin Töreli olmakla berâber, Müslüman-
lığı kabul eden boylara atfen kullanıldığını düşünüyorum. Evet
devam ediyor, Türklüğü ve Töresiyle devam ediyor. Ama bu, İs-
lâm'ın katılımıyla yeni hâle evrilmiş bir Türklük.
Ama yukarıdan beri değişik vesilelerle ve farklı perspektifler-
den dile getirdiğimiz Hanefi-Mâturidi-Yesevi sacayağına oturan
anlayış, zaman içinde fevkalâde köklenmiş, güçlenmiş ve hayatı-
mız içindeki rolünü büyütmüş görünüyor.
Benim vurgulamak istediğim husus budur. Yoksa koca bir
tarih ve coğrafyada muhtelif inanç sistemlerine veya sistem içi
260
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

ekollere intisap etmiş gruplar bulunabilir. Ama kültürün omurga-


sını kaybetmeden durum tespiti yapmak istersek, bizce tablo budur.

SORU
İslâmiyet'e geçen Türk grupların yaşadığı kimlik değişimi-
nin nitelikleri üzerine neler söyleyebilirsiniz?

CEVAP
İslâmiyet'in kabulünden itibâren bütün Türk coğrafyaları ve
bütün Türk boyları bir çırpıda müslüman oldu denilemez. Hora-
san bölgesinden daha ziyâde Batı'ya doğru hareket eden gruplar
arasında İslâmiyet'in zaman içinde gitgide belirginleştiği söylene-
bilir. İslâmiyet gibi hayatın hiçbir yönünü ihmal etmeden düzen-
leyen bir sisteme dâhil olmanın o toplumun değerlerinde ve ha-
yatında önemli bir varlık kazanması kaçınılmazdır. Elbette İslâm
şeriati, günahı sevabı, hayrı şerri, cenneti cehennemi, haramı he-
lali, ibadetleri ve kutsal günleri itibâriyle hayata hâkim olmuştur.
Ancak bu İslâm, Hicazda, Yemende, Basrada... yaşanan dini
pratiklerle birebir aynıdır da diyemiyoruz. Zaman içinde alış ve-
rişin artmasıyla ulaşılan ortak paydaya rağmen, böyle bir eşitle-
meyi bugün bile yapamayız.
İşte elimizde Dede Korkut Hikâyeleri var.
Sosyal ve kültürel hayatı bize yansıtan bir ayna gibi. Türk âi-
lesi olanca metâneti ve orijinalliği ile ayakta.
Sınıflaşma yok. Kölecilikten söz edilmesi mümkün değil.
Kadın, sonraki asırlarda ortaya çıkan, Arap örfünün yaygın-
laşmasına bağlı büyük problemden çok uzak, erkeği ile denk bir
huküka sâhip. İbn-i Fadlan'ın aktardıklarına bakılırsa, toplumda
kaç-göç, harem selamlık fikri yer tutmamış. Devlet içinde gö-
revli kadın yöneticiler, komutanlar var. Yayla-kışla düzeninin hü-
küm sürdüğü asırlar boyunca bu yapıda bir değişme de olmamış.
261
Sait Başer

Ama bunlar aynı zamanda Müslüman!


Tabii, İslâm ile buluştuktan sonra Türklüğü tahkim eden bir
yorumun ürünü olarak bu asker nitelikli toplum, gazâ ve cihat
kavramlarını pek sevmiş. Töreden yatkın olduğu “cihan devleti”
ideali bu defâ İslâmi bir kisveye bürünerek “Nizâm-ı Âlem” ve
“Plâ-yı Kelimetullah” idealine-aşkına dönüşmüş.
Dönüşmüş derken, bambaşka bir şey olmuş mânâsına alın-
mamalı. Cihan adâletini sağlama misyonuna bir de “küfür diyâ-
rına hidâyet götürme” sevâbının eklenmesini küçümseyemeyiz.
İslâmdan önceki Töre devri önemli oranda bir yayla-kışla ha-
yatı devriydi. İslâmi dönem şartları, Orta Doğu ve Anadolu coğ-
rafyasının fethinden sonra yerleşik hayâtı tedricen güçlendirdi. İs-
lâmi dönemle Türk yerleşik hayatı kültürünün güçlü bir biçimde
üretilmesi söz konusu oldu. Dolayısıyla tarıma dayalı ekonomik
yapı, üzerine yerleşik şehir hayatı bu yeni algının ürünüdür.
Hele Osmanlılar!
Biliyorsunuz, yerleşik hayatı teşvik edebilmek için çok uğraş-
tılar. Tehcir ve iskân politikaları meşhurdur.
Yerleşik hayatın, bilhassa şehir kültürünün yaygınlaşması ve
kalıcı nitelik kazanmasıyla Arap dünyasındaki kadın meselesi,
harem selamlık ayırımı, bütün halka genellenemese bile köleci
tutumunu benimseyişte bir artış gözlüyoruz.
Bugün İslâm'ın çözümsüz bir meselesi imiş gibi görünen kadın
konusu, bizim toplum için yakın tarihlere bağlanabilir. Bence bu
konu İslâm'ın değil, Arap sosyolojisinin problemiydi, bize de bu-
aştı. Bilhassa Eş'ari-Şâfi dünyanın bakış açısı, Batı Türklüğü'nün,
birçok diğer konu gibi, kadın konusunda da canını yakmıştır.
İslâmiyet bütün metinsel bütünlüğü ve şer'i disiplinine mu-
kabil, girdiği sosyolojilerin karakteriyle uyum sağlamayı da bir
ölçüde başarmış görünüyor. Afrika'da bir İslâmi uygulama yelpâ-
zesi olduğu gibi, Uzakdoğu'da, Hindistan ve Kuzey bölgelerinde,
262
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Horasan'da, İranda, Kuzey Karadeniz bölgesinde aynı metinleri


kabul etmekle berâber, uygulama ve algı farklılıkları oluştuğunu
tespit etmek zor değil.
Aynı şekilde Asya Türklüğü de kendince bir İslâmi pratik
üretmiştir. Karahanlı, Gazneli, Selçuklu bölgeleri aynı zamanda
önemli ölçüde Fars bölgeleridir. Türkler fıkhi, itikadi ve tasav-
vüfi algılarını bir mânâda kendileri inşâ etmiştir, diyebiliriz. Fa-
kat yeküna bakılırsa bu yapının İrandaki Fars uygulaması ile ya-
kın temas içinde bulunduğu da tarihi bir olgu. O bakımdan en
azından Safevi çağına kadar İran ve Türan Müslümanlıklarını
birbirinden ayrı gayrı telâkki etmek kolay değil. Fıkıh, kelâm ve
tasavvuf düzleminde Hanefi-Maturidi-Yesevi patenti İran-Türan
ayrımı olmaksızın en Doğu Türk yurtlarından en Batı Rumeli coğ-
rafyasına kadar bir anlayış birliği içinde seyretmiş. XVI. Asırdan
sonra Safevi uygulamaları, İran dini algısını Şia'ya doğru çeker-
ken, Safeviler'in doğusunda, güneyinde, kuzeyinde kalan Türk
bölgeleri kendi geleneksel yapılarını koruyabilmişler. Fakat bu
kendini muhâfaza edişi çok uzun soluklu bulmak mümkün değil.
XVI. Asırda ilginç bir kültür değişmesi faslıyla karşılaşıyoruz.
Babür Türk Devleti'nin Hindistanda uğradığı sosyo-kültürel de-
ğişim, o coğrafyanın kendine has şartlarının eseri idi. Brahma-
nist kültür çevresi içinde geleneksel, Vahdet-i Vücutçu Türk anla-
yışı, zaman zaman kendini savunma sıkıntıları yaşamış ve bütün
Hindistan'ı İslâmlaştırma idealine ulaşamamıştı. Babür Hanedâ-
nından Ekber Şah'ın eklektik bir yaklaşımla Brahmanistlere şi-
rin görünme çabası ise mevcut müslüman kitle arasında huzur-
suzluğa yol açmıştı.
Ekber Şaha muhâlefet söz konusu olduğunda, önemle göze
çarpan isim Ahmed Faruk Serhendi, nâm-ı diğer İmam Rab-
bâni. İmam Rabbâni, Ekber Şah'a ve Brahmanist tezlere karşı ge-
liştirdiği Vahdet-i Şuhud tezinin sâhibi. Yetiştirdiği sayısız hali-
feyi Hindistan, Ortadoğu ve Orta Asya'ya sevk ettiğini biliyoruz.
263
Sait Başer

1624'de vefat eden İmam Rabbâni'nin görüşleri Orta Asya İslâmi


muhitlerinde hızla yayılmakla İran'ın Doğusundaki Türk inanç
yapısı otantik niteliğinde kayda değer yaralar aldı. Batı'daki Os-
manlı ise Şii-Safevi tehdidine direnebilmek adına Eşari dünya-
nın tezlerini siyâseten kullandı. Burada da bir otantik yapıdan
uzaklaşma sürecini tespit ederiz.

SORU
İslâm'ı kabul eden Türkler'in tarihten silinmeyişleri tezi
bizim kültür çevrelerinde dile getirilir. Bu fikre katılıyor mu-
sunuz?

CEVAP
Sevgili arkadaşlarım, siz de çok değerli bilim ve fikir insan-
larısınız. Öyle bir hükmün genellenmesi bir takım ârızalı anla-
malara yol açıyor.
Sorunuzdaki kasdın, Anadoludan tanıdığımız Türklük ve
Müslümanlık bağlamında şekillendiğini düşünüyorum.
Türk tarihini kabaca, kuş bakışı bilen bir insan bu sorudaki
peşin hükmü benimsediği takdirde Hindistan, Orta Doğu, Mı-
sır ve Kuzey Afrika Türklüğü'nün bugün niçin var olmadığını,
sahneden niçin çekildiğini açıklayamaz.
Evet, bir takım zorlayıcı şartlar sebebiyle Türk dünyası dedi-
gimiz coğrafyada epeyce dişe dokunur farklar şekillense de, ge-
rek İslâmi muhtevâ gerek başta Türkçe olmak üzere milli varlı-
ğını koruma bakımından önemli bir ortak paydanın mevcüdiyeti
âşikâr. Ama bakın hâlâ Müslüman olmamış Yakut bölgesi, Çu-
vaş bölgesi insanlarımız varlıklarını koruyorlar. Kezâ Avrupada
bilhassa Fin, Macar ve Bulgar toplulukları Hristiyan oldukları
halde kendi menşeleri hakkında tereddüt içinde değiller. Bil-
hassa Macarlar'da Katolik inanışı içinde oldukları halde, kendi

264
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Hun geçmişleri hakkındaki hâtıralar bunca geçen zamana rağ-


men canlılığını koruyor.
Demek ki kolay bir genelleme mevcut durumu tasvire kâfi değil.
“Müslüman olduğu halde Türklüğünü koruyan büyük grup
bakımından koruyucu ilkeler nedir?” diye bakmak mümkün tabii.
Demin arzettiğim gibi, tarihte çok ciddi bir Hindistan-Türk
varlığı söz konusuydu. Ama bugün Hindistanda Türk varlığın-
dan söz edilemiyor. Mısır, asırlarca hem de Türkiye adıyla anıl-
dığı halde, bugün Mısır'da da Türk varlığı yok. Bildiğimiz kada-
rıyla buralarda bir tehcir ve yok etme kampanyası da güdülmedi.
Fas, Cezayir, Tunus ve Libya için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Hattâ
bakın çok dikkat çekici bir şey söyleyeceğim, XVI. Yüzyıla ka-
dar Doğu ve Güneydoğu Anadolu bariz biçimde Türk'tü. Yavuz
Sultan Selim'in Şâfi-Eş'ari Kürt nüfusu Osmanlı-Safevi sınırına
iskân etmesinden sonra, o bölgede kalan Türkler'in önemli bir
kısmı Türkçeyi unuttular ve Müslüman Kürtler arasında asimile
oldular. Hattâ ben bizzat şâhit oldum, Urfa civârında Karakeçili
Aşireti mensupları yaşıyor. Türkçeyi kaybetmişler. Dahası artık
kendilerini Kürt biliyorlar. Mısır, Arabistan, Afrika bölgesinde
kalan Türkmen grupların yüz sene gibi kısa bir zaman içinde
Arap-İslâm dünyasına karışmaları, gene dikkate değer bir kim-
lik kaybı örneğidir.
Türklüğünü kaybetmeyen kitlenin özel nitelikleri analiz edil-
diğinde bunların Maturidi-Hanefi paradigmanın hâkimiyet böl-
geleri nüfusu olduğu görülüyor.
Yakut, Çuvaş, Mari, Gagauz gibi topluluklar, Türkçenin hâ-
kimiyetini sürdürdüğü bölge insanları. Yâni bir kültür iklimi ya-
ratabildiğimiz bölgelerde bâzen Töre'nin serpintileriyle, Türk-
çeyle; bazen de Mâturidi-Hanefi- Yesevi terkibinin hükmünü
kaybetmediği coğrafyalarda Türk kimliği karakteristik nitelikle-
rini devam ettirebilmiş. Hattâ o kimliğin değerler sistemini be-
nimseyen farklı kavimler de var ve onlar da bizim kimliğimiz
265
ile varlıklarını sürdürüyorlar. İşte Müslüman Boşnaklar, Arna-
vutlar, Makedonlar, Kafkasya Müslümanları, Çeçen, Abhaz,
Gürcü... topluluklar gibi
Bâzen çok zayıflasa da, hegemon kültürün eğitim çarklarıyla
ufalansa da, bu dört unsur yâni;
1- Mâturidi-Hanefi-Yesevilik,
2-Töre'nin devam edebilmesi,
3-Türkçenin devam edebilmesi,
4-Hristiyan bile olsa Macar örneğinde karşımıza çıktığı üzere
bir kimlik grubu olma imkânını sürdürecek siyâsi şemsiyeyi muha-
faza unsurlarıyla Türklüğün devam edebildiğini görürüz.
Yâni “Türklük Müslümanlık sâyesinde kaybolmadı” de-
mek, özellikle Eş'ari coğrafyasında uzunca, birkaç nesilden fazla
kalan topluluklar için gerçeği yansıtmıyor. Bakın Mısır'da Türk-
lük kalmadı ama Şii-Fars coğrafyasındaki Türklük varlığını de-
vam ettirebiliyor. Demek ki, Türk-İslâm anlama modeli, kültür
modeli ile İran modeli arasındaki yakınlık, benzerlik bizim daha
lehimize sonuç veriyor.
Suâli yeniden düşünecek olsaydık, belki bir genelleme hük-
müyle bitirmez, Türklüğün devam imkânları nerelerde hangi
faktörlerden kaynaklanıyor?” diye daha analitik bir tavır alırdık.
Böyle bir muhâkeme bize ne katardı, dersek; en azından, dev-
letin Türklüğün varlığını koruma politikalarına tesir ederdi...

SORU
Bugün Türkiye'nin gelecek planlaması yapılırken, sizin:
“Türk İnanma ve Anlama Modeli” dediğiniz Töre ve Türk
Müslümanlığı temelli tez, bizim gelecek zamanlara doğru dış
siyâset, eğitim, ticâret konularında ne işimize yarayabilir?
Küreselleşme çağı şartlarında bu unsurlar gelecek kuşaklarımızı

266 |
lorem ninn Türkü üi Türk'üünn Müslümanlığı

tahkim mi eder,
ilkelikültürel korumacılık başlığıaltında ev-
latlarımızın sırtlarına bir kambur daha mı yüklemiş oluruz?”

CEVAP
Azizim, 1998'den itibâren bizim Türk Müslümanlığı kitabı
yoğun şekilde konuşulurken, uluslararası ilişkiler profesörleri-
mizden Sayın Hasan Ünal, bir yazı yazmıştı. Türkiye'nin Balkan
siyâseti düzleminde Bosna-Hersek ile ilgilenmesine itiraz eden
ve o politikaya gerekçe bulamayan bilhassa sol aydın zümrelere
hitap ettiği o yazıda ezcümle: “Bizim Bosna-Hersek'le ilgilen-
memizin meşrüiyet gerekçesi bu insanların Türk Müslüman-
ları olmasıdır”, demişti.
Boşnak halk, soyca başka bir etnik kökenden gelse bile 1. Mu-
rad-ı Hüdâvendigâr döneminden itibâren İslâmiyet'i Türkler'den
öğrenmişti. Onlar bizim kültürümüzü, medeni üslübumuzu gö-
nüllüce benimsediler, Bizden oldular. Onları düşman bilenlerin,
düşmanlık sebebi Boşnakların Türk (Türkleşmiş) olmalarıdır, di-
yordu Aliya İzzetbegoviç merhum.
Bakın burada Türklük Türkçe şartına da tâbi değildir.
Yahyâ Kemal'in veciz bir cümlesi var. “Din milletin mekte-
bidir” diyor. İnanç sisteminiz ve değerleriniz, anlam dünyanızın
ürediği bir ocak görevi yapıyor. Müslümanlığı Türklerden öğre-
nenlerin, biz herhangi bir telkinde bulunmasak bile Türklüğün
diğer değerlerine sempatisi otomatikman yükseliyor. Emperyalist
Haçlı dünya, sömürdüğü coğrafyalara boşuna misyoner gönder-
miyor. Çünkü misyonerin açtığı kapı, bölgedeki emperyalizme
direnci fevkalâde zayıflatmıştır. Tabii biz tarihimizin hiçbir dö-
neminde emperyalist gayelerle davranmadık. Maksadımız “Yer-
yüzünden zulmü kaldırmak. İlâ-yı kelimetullah'ı gerçekleş-
tirmek, hikmet ve adalet kapılarını insanlığa açık tutmak”tı.

267
Sait Başer

Bakın henüz 1990'da yıkılan SSCB'yi özleyen kimse kalma-


dığı gibi, onu tehdit olarak gören bir dünya konjonktürü de kal-
madı. Rusya bütün ihtişâmıyla ayakta durduğu halde hiç kimse
ne Rus Empeyalizmini ne SSCB'yi özlüyor. Ama yüzyıl önce yıkıl-
mış Osmanlı'yı, onu koruyan ilke ve tezlerini temsil eden hiçbir
güç kalmadığı halde, en ufak bir kıpırdanmada “Yeni Osmanlı-
lar mı geliyor!?” sevincini veyâ paniğini görüyoruz. Macaris-
tan Türk hâkimiyetinden çıkalı neredeyse 350 sene oluyor. Ama
Macar halkı arasında Osmanlı hâkimiyeti altında geçen 150 yıl
elan devlet ve adâlet dönemi diye anılıyor. Aynı Macar halkı
XX. Yüzyıldaki komünist rejim üzerinden yaşadığı Demirperde
Sovyet esâretini öfke ve nefretle hatırlıyor. Bugün Macaristan'da
Türk Turan Kurultayları toplanıyor. Din ve inanç farklılıkla-
rını hiç önemsemeyen bir ortak kimlik duygusuyla yapılıyor bu
kurultaylar. Osmanlı hâkimiyet asırları, arkasında bir nefret bı-
raksaydı bu mümkün olabilir miydi? Kendilerini Zigetvar'da ye-
nen Kanüni'nin iç organlarının defnedildiği yeri ziyaretgâh ya-
pıyor, Gül Baba Türbesi'ni -bir müslüman olduğu halde- Macar
halkı akın akın ziyâret ediyor, adaklar adıyorlar. Mohaç'taki as-
keri mağlübiyeti bir milli mağlübiyet olarak görmüyor Macarlar.
Adâletle yönetimin tesiri nesiller boyu unutulamıyor.
Batı dünyası Türk bölgelerindeki İslâmi algının Vehhâbileş-
tirilmesi politikasını boşuna desteklemiyor. İnançlarınızın sis-
tematik yapısı, sizi hayata bağlama, kurumlaşma, bilimsel ye-
tenek kazandırma, rasyonalleştirme yönünde destekleyebilir de
köstekleyebilir de. Vehhâbilik propagandası yaptıranların gayesi
Türk Müslümanlığı sistematiğini zehirlemektir. Bakın Türk Müslü-
manlığı anlayışından insanlığa zarar verici, habâset ürememiştir.
Bugün “İslâm terörü” denilen hareketlere katılan Türk Müs-
lümanlığı coğrafyası çocukları yok mu?
Var.
Kim bunlar?

268
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

En çok Vahhâbi yardımı almış, Hanbeli mihraklar tarafından


eğitimden geçirilmiş, Çeçen, Afgan ve Uygur mücâhitleri. Bizim
aramızdan, Türkiye kaynaklıları analiz ettiğinizde de Eşari-Mü-
ceddidi kaynaklı olduklarını görürsünüz.
Yahyâ Kemal haklıdır. Din milletin mektebidir.
Efendim, sualinizde ana husus, Töre ve Türk Müslümanlığı
kaynaklı anlama modelinin gelecek nesillerimize bir imkân mı
yük mü olacağı endişesi idi.
Gerek Töre, gerek Türk Müslümanlığı bir üniforma değildir.
Evet, bunlara dayalı bir kimlik vardır. Ama o kimlik sahiple-
rini Töre ve Türk Müslümanlığı'nın muhâkeme ve ahlâkıyla ta-
nıştırmadığınız sürece, bütün kimlikler gibi, sâdece bir kitle sevk
ve idâre imkân ve özelliği ile kalır, insanın öznel dünyasına gir-
mez. Hâlbuki bu değerler, bilhassa dayandığı ontolojinin icabı
olarak; yaratılışa saygılı, hareket ve farklılaşmanın şuurunda ve
mutlaka bir şahsiyet inşâ etme derdinde olan sistematik yapının
elemanlarıdır.
İnanması anlama temellidir, ahlâkı anlama temellidir, gele-
neği, göreneği anlama temellidir, kişiliği anlama temellidir, siyâ-
seti anlama temellidir.
Biz topluma ve gelecek kuşaklara bin türlü zararını yaşadı-
ğımız yeni bir ezberciliği tavsiye edemeyiz, etmemeliyiz... Türk
İnanma ve Anlama Modeli dediğimiz vakit; dünya için ahret,
ahret için dünyadan vazgeçmeyen; toplum için kişiliğinden, ki-
şiliğinde merkezileşen bir bencillikle de toplumundan uzaklaş-
mayan; itaat ile anlama arasındaki hassas dengeyi kaybetme-
yen, dini hârici bir gösteri malzemesine dönüştürmeyen, Hakk'ı
kişiliğindeki ahlâkta arayan; insanlığın huzur, refah ve saade-
tini isteyen; ne köleliğe râzı, ne sorumsuz bir refahçılık peşinde
olmayan; hakikati adâlet penceresinden gören... bir kültür fel-
sefesinden söz ediyoruz.
269
Bu yapı her an güncel olmaya mecbur ve mahkümdur. Ama
yüz akı bir büyük tarihin kazandırdığı tecrübeyle o güncelliği
berâber yürütür.
Bizim ne Töremizden ne de ısrarla vurguladığımız Ha-
nefi-Mâturidi-Yesevi terkibi Müslümanlığımızdan uzaklaşma-
mız gerekmez.
İşte yukarıda bu eksenden uzaklaşanların nerelerde kaybol-
duğunu konuştuk. Türk varlığının sigortası bu iki sistemdir. Töre;
bize, Müslüman olmayan Türk grupları kadar, Hristiyan, Yahudi,
Budist vs. olmuş ama kimlik sancısından kurtulamamış, eski za-
manlarda koptuğumuz kardeşlerimizle yeniden buluşma imkân |
ve zemini veriyor. Hattâ daha fazlasını veriyor.
Çünki evrensel iddiâları olan bir sistem Töre.
Benim bir dostum var, kendisi bir turist rehberi. Adı Necati
Tekin. Güney Amerikalı turist gruplarını gezdirir Türkiyede. Bi-
zim yazı ve konuşmalarımızdan edindiği bilgileri Kolombiyalı,
Şilili, Arjantinli, Bolivyalı... turistlere anlatır. O turistler mem-
leketlerine döndüklerinde, “Biz de Türk'üz!” diye pencerelerine
Türk bayrağı asıyorlarmış.
Şimdi, kültür coğrafyamızın çelik çekirdeği elbette Töreli ve
Mâturidi nüfüsumuzdur. Bunlarla iletişim kurmak, bu zeminlerde
mutabakat aramak olağanüstü verimlidir. Tarihimiz, Timur-Yıl-
dırım, Yavuz-Şah İsmail çatışması sonuçları gibi kültürümüze
zehirli tortular bırakmış sosyal ve siyâsi ihtilâf konularının ön-
cesinde şekillenmiş, ortak bir düşünce ve inanç modeli sunar.
Bu modelde azami müşterek var, asgari müşterek değil.
Bizzat kendim, bu fikri tespit ettikten sonraki ömrüm içinde,
o mutâbakat elde etme imkânının güzelliklerini defâlarca yaşadım.
Töre-Mâturidilik perspektifiyle bir Azerbaycan Türkü ile de
bir Özbek ile de, Kırgız'la, Kazak'la, Afgan'la, Uygur'la, Çer-
kes'le, Abhaz'la, Tatar'la, Acem ile, Arap'la, Kürt'le, Boşnak'la,

270 :
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Arnavut'la... da kolayca bir azami müşterek dünyasının mensübu


olursunuz.
Bugün bu büyük kültür âilesinin mesut sonuçlar vaad eden
dayanışması baş göstermiştir. Olağanüstü bir stratejik değere de
dönüşmüştür.
Yöneticilere bu zengin çeşitliliği birbirini tamamlayan ve zen-
ginleştiren istikamette organize etmek kalıyor.
Bizim bu yapıyı senkronize edecek verimli işbirliği alanları
yaratacak ehil kadrolar yetiştirmemiz şarttır. Bu çelik çekirdeğin
bilinç birliği, el birliği, gönül birliği zamanla bütün insanlığı cezb
edecek bir câzibe merkezi olma istidâdındadır. Bu sorumluluğu
yüklenecek istidat, muhabbet yüklü büyük bir gönül, zengin bir
tarih ve muazzam bir coğrafya elimizin altındadır.
Bu coğrafya, dünyanın merkezi olan bir coğrafyadır.
Geçmişte Doğu'ya da Batı'ya da çok ciddi ilhamlar vermiş,
oluşumlarına katkı yapmış, Doğu ve Batı medeniyetlerini şekil-
lendiren bir üçüncü medeniyet grubu olarak, “Türk Medeniyeti”
olarak vazife görmüştür.
Çocuklarımızı, gelecek nesillerimizi ya bugün müfsit ve in-
saniyetini kaybetmiş modernitenin ellerine terk edeceğiz, belden
aşağı sefilliklerde yok olmalarına râzı olacağız, ya da hem kendi-
mizi hem insanlık neslini yeniden bir fizik, meta-fizik dengeli al-
ternatifle tekrar huzur ve saadet üretecek bir dünyaya çağıracağız.
Görmüyor musunuz; çevre felâketleri, hidro-karbon zehirlen-
mesiyle atmosferin zehirlenmesi, hibrit tohum teknolojisi üzerin-
den beslenme konusunu silaha çevirmek, GDO'lu gıdalarla obez
bir insanlık yaratmak, başkalarının acısını duymayan bencil Ba-
tılı tipini küreselleştirmek, nükleer silahlanmalar vs. vs.
Nesillerimizi bu geliyorum diye bağıran kıyâmet karşısında
çâresiz mi bırakalım?

Vi
Sait Başer

SORU
Fikrinizin yaygınlaşmasına, duyulmasına destek alamasa-
nız bile kırk yıldır yürüyüşünüzden ve ısrârınızdan vazgeçme-
diniz. Söylediğiniz o büyük ufuk hal-i hazırda aydın tablomuz
göz önüne alındığında kimler tarafından sahiplenilecek, tem-
sil edilecek, sisteme kabul ettirilecek, uygulanacak?
Bunu gerçekçi buluyor musunuz?

CEVAP
Azizim ben keyfiyetin önemine çok inanırım.
Çağımız bilginin yaygınlaşması bakımından hiçbir devirle
karşılaştırılamaz.
İşin en zor tarafı topluma ulaşmak değil.
İşin zor tarafı keyfiyetin mânâ ve mâhiyetini inşâ etmektir.
Keyfiyet inşâ edildikten sonrası onu taşıyacak kapasiteli bir tem-
silci grubun yetiştirilmesidir. Ondan sonrası kolaydır.
Daha önce de bir vesileyle zikrettiğim gibi, Osman Sınav okul
arkadaşım, Dirilişin yapımcısı ve senaristi Mehmet Bozdağ öğ-
rencim oldu. Başarıları tamamen kendilerine âittir. Hiçbir şekilde
onlar üzerinden kendime bir pay çıkarmıyorum.
Ama bir kamuoyu yaratma başarısı örneği olduklarını han-
gimiz inkâr edebiliriz?
Önemli olan fikrin tamamlanması bir proje zeminine uygun
olgunluğa ulaştırılmasıdır.
Bugün devletimizin bizim özlemlerimizle örtüşen tasarrufları
var. TİKA'yı burada önemle ve muhabbetle yâdediyorum. Kezâ
Yunus Emre Enstitüsü. Umarım bir gün Milli Eğitim Bakanlığı,
Kültür Bakanlığı ve YÖK de bizim kastettiğimiz muhtevâda bu-
luşur ve elbirliği ederler.
Sâha gayet münbittir.

272
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Sâdece inanmış ve yetkin elemanlarıyla buluşması gerekiyor.


Bunun için belki özel bir grup çalışmasıyla müesseselerimizi aşı-
layacak elemanlar yetiştirilmesi gerekiyor.

SORU
Böyle bir tasavvur bir homojen toplum yaratma çılgın-
lığına yol açar mı? Bu fikri kamuoyu önünde tartışmak fay-
dalı olmaz mı?

CEVAP
Azizim, son kitaplarımdan birinin adı “Anlama Krizi”
Topluma yeni bir ezber sunmaktan yana değilim.
Hele tartışmaya kapalı olma taraftarı hiç değilim. Ancak Tür-
kiye son yıllarda bir beka problemi tartışıyor. Beka problemini
sâdece askeri ve ekonomik alanda mevcutmuş gibi görmek, fiili
duruma nüfuz edememişlikten kaynaklanır.
Beka problemi asıl kültür sahasında geçerlidir.
Merhum Prof. Dr. Halük Dursun dostumuz, son günlerinde
sık sık “Bir kültür seferberliği yapmalıyız” diyordu. Çünkü o bi-
liyordu ki, asıl beka meselesi burada cereyan ediyor. Ancak mer-
hum, zikrettiği seferberliği tek başına yürütmek zorunda kaldı. O
perspektif inanmış ve yetişmiş bir ekip ile, bütün topluma ulaşa-
cak biçimde yürütülmeliydi.
Bakın deniz bitmiştir.
Artık musıkimiz sokaklardan çekilmiştir. Şehirciliğimiz top-
lumu dört duvara hapseder bir çıkmaz sokakta tıkanmıştır. Eği-
tim sistemimiz öğrencisinin sorumluluğunu duymayan, duyarsız
bir sisteme dönüştü. Huküki yapımız bütün cenahlar tarafından
şiddetle tenkit ediliyor. Toplumdaki kutuplaşmalar yüzünden ta-
raflar bırakın azami müşterekleri, bir asgari müşterekte dahi bu-
luşamaz durumdadır. Siyâsi projeler arasında ayrıntı farkı yoktur,

Ve
Sait Başer

fark çok derindir. Esastan ve taban tabana zıt alternatifler ara-


sında bir gergin dönemden geçiyoruz.
Evet, Halük Dursun haklıydı.
Bizim siyâset üstü bir milli mutabakat metninde uzlaşma-
mız gerekiyor. Eğer bunu gönüllü yollardan gerçekleştiremiyor-
sak, herkes kendi gücüyle bu değirmene su taşıyacak.
Beka dâvâmızdan vaz mı geçelim?
Amerika'nın kıtalar aşıp Suriye'ye Iraka yerleştiği, İslâm dün-
yasına nefes almayı haram ettiği bir konjonktürden geçiyoruz.
İçimizdeki siyâsi bölünmelere, düşman astronomik meblağ-
larda yatırım yapıyor.
Sizi yok etmek isteyenlerle iyi niyetli bir mutâbakat olmaz.
Düşmanın merhametiyle yaşayamayız.
Allah korusun 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı, belki
bugün bin parçaya bölünmüştük. Hâinlerin iş birliğinde göster-
diği gayret ve irâdeyi, biz var olma hakkımızı koruma adına gös-
teremezsek gelecek nesiller bize ne der?
Tartışabileceksek tartışalım. Ama meşhur kurtla kuzu hikâ-
yesinde olduğu gibi kendinden aşağıda su içen kuzuya, kurt:
“Suyumu bulandırıyorsun!” demiş ya. Düşmanınız gelmiş sı-
nır boylarınızda sizinle çatışmaya âmâde ordular kuruyor ve siz
hâlâ onu küstürmeme adına politika üretiyorsunuz.
Bu politika değil, düşmanın altıncı kol faaliyetine katkıdır.
Geleceğinizi düşmanla istişâre edemezsiniz.
Türkiyede fikir grupları arasında, bâzen gönüllü bir Batıcı-
lık angajmanıyla, bâzen ahmak bir ümmetçilik siyâsetiyle milli
bekâ derdine temas etmeyenler var.
Düşman da bu yapıyı bir imkâna dönüştürüyor.
Sen düşman olsan sen de böyle yaparsın. Geldiğimiz nokta,
artık bir karar verme ve yürüme noktasıdır. İhânet erbâbıyla is-
tişâre felâkettir.

274
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Bir de homojen toplum yaratma cinneti demiştiniz. Homojen


toplum yaratma düşüncesi, modern bir düşüncedir. Gerek Mark-
sist ideoloji, gerek ırk fikrine dayalı ulus devlet yaratma projeleri,
homojen toplum yaratma fikrinin örnekleridir. Biz bu modaya
aldanarak, Türklüğe veya İslâm'a dayalı ideoloji taslakları da ya-
rattık. Hâlbuki tarihi ve kültürel realitemizde ne İslâm'ın bir
devlet modeli söz konusudur, ne de Türklük bir soya indirge-
nerek üzerine herhangi bir ideoloji monte edilmiştir.
İslâmcı ve Türkçü ideolojiler özendikleri modern Batı uygu-
lamaları bağlamında önce kavramları dejenere ettiler, sonra da
yaptıkları târif üzerine o garip ideolojileri oturttular. Aslında bun-
ların ikisi de kurgusunu Batıdan alan ve özü itibâriyle medeniyet
tarihimizle çelişen birer modern kurgu. Homojenleştirme çabası,
hilkate savaş açmak mânâsına gelir. Çünkü hilkat, her an ve her
yerde durmadan bir fark üreterek seyretmektedir.
Türeyiş temelli bir algıda, farka savaş açmak mevzubahis de-
ğildir.
Defâlarca vurguladığımız gibi Töre'nin amacı her bir insan-
daki öznellik bağlamında bir kişiliğe ulaşması idi. Bunu toplu-
luklar için de söylemek mümkündür. Şimdi Türk Töresi deniyor,
Türk'ü soya indirgiyor, Töre'yi de onun milli sistemi olarak alı-
yorlar. Hâlbuki doğrusu Türk Töresi değil, “Töre'nin Türk'ü” ol-
malıdır. Töre'nin işlediği devirlerin hâkimiyet asırlarında eğer bu
sistem homojenleştirici bir fonksiyon görseydi o büyük devlet-
lerin hudutları içinde Türk'ten gayrı kavim kalmazdı. İşte bakın
Osmanlı'nın çöküşünden sonra onlarca kavim kendi kültürleriyle
su yüzüne çıkıverdiler. Sömürgeci Batı'nın hâkimiyet bölgelerinde
ise sömürülen kavimlerin kültürel kimlikleri tahrip edilmiş, ye-
rine de özgün ve o toplumun sağlıklı gelişmesini temin edecek
bir alternatif bırakılmamıştır. Müzikleriyle, dilleriyle, gelenekle-
riyle, inançlarıyla, mâbetleriyle bakın Bulgarlar orada duruyor.

275
Sait Başer

Romenler, Sırplar, Makedonlar, Arnavutlar, Hırvatlar, Çeçenler,


Abhazlar, Araplar, Berberiler vs. vs. Hiç biri üstlerindeki Osmanlı
şalı kaldırıldıktan sonra “biz kimdik?” şaşkınlığına uğradılar mı?
Aynı durumu Asya kavimleri için de söylemek mümkündür. Mo-
ğol orada duruyor. Belluci, Fars, Tacik, Yahudi, Gürcü, Ermeni
hatta Ruslar... bunların hepsi vaktiyle bizim tebamızdı.
Homojen toplum yaratma cinneti Töremizin de Müslüman-
lığımızın da tabiatına aykırıdır.
Bugün adı var kendi yok “toplumsal barış” tezi Türk tarihi-
nin en bâriz gerçekliği idi.
Töre'nin karakterinde devletin adâlet eksenli düzenine itaat
şartı vardır. Töre ihâneti de bu bağlamda affetmez. Ama Töre bir
kimlik değiştirme, insanları zorla bir standart kimliğe bürün-
dürme fikriyle kendi içinde çelişir. Çünkü Töre'ye mensübiyette,
gerçek bir inanma ve gönüllü katılım esastır. Boşnak katılmıştır,
baş tacı da edilmiştir. Ama komşusu Sırp kilisesiyle ve bütün de-
gerleriyle farklılığını korumuştur. Çerkesler katılmıştır, baş tacı
edilmiştir, elan da öyledir. Gürcü, Ermeni katılmamıştır ve bun-
dan dolayı da herhangi bir zarara uğramamıştır.
Günümüz Türkiyesi'yle dünya konjonktürü bakımından Töre
bir değer olmaya devam edecek midir?
Bence etmelidir.
Çünkü Türk kültürünü Töresiz yorumlayamazsınız.
Eğer Türk kimliği bir medeniyet kimliği ise; ki, bana göre öy-
ledir, bu medeniyetin değerler yuvası Töredir. Ama Töre'yi güncel-
lemek, insanları zorla bir değerler sistemini kabule mecbur etmek
değildir. Devlet Türkiyedir. Türkler'in yani Töreliler'in devletidir.
Töre, tebadan devletin dostuna dost, düşmanına düşman olma-
sını bekler. Vergisini ödemesini, devlete sadakati ister. Kutadgu
Bilig'de bu çok nettir.

276
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Sırpsanız Sırplığınızla, Rumsanız Rumluğunuzla, Kürtse-


niz Kürtlüğünüzle, Arapsanız Araplığınızla kalarak da Türk
olabilirsiniz. Etnik kimliğinizle Töre devletinin meselesi yok-
tur. Ama düşmanıyla işbirliği yaparsanız, toplumun geneli adına
alınmış kararlarına itaat etmezseniz, devlet sizinle mücâdele eder.
Ama yine Kürt, Arap, Romen vs. olduğunuz halde Töre'nin ideal-
leriyle gönlünüz buluşuyorsa, siz Töre devletinde dışişleri bakanı
da olursunuz, başbakan da olursunuz. Dönüp arkanıza bakın, sa-
yısız örnek var. Bu devletin Türkçe bilmeyen sadr-ı âzamları ol-
muştur. Sırp, Hırvat, Çerkes, Rum sadrazamları vardır. Candarlı
Halil Paşa'nın gördüğü saygıyla, Hırvat asıllı Sokullu Mehmet
Paşa'nın gördüğü saygı zerre kadar fark taşımaz.
Türk devleti her şeyden önce bugün kendi varoluş sebebi
olan devlet fikrinin kökü olan Töre'ye iâde-i itibarda bulunmalı-
dır. Töre'ye itibârını iâde ettiği vakit, bugün karşı karşıya kaldığı
etnik ve ideolojik karşı koyuşları önemli ölçüde sâkinleştirebile-
ceğini düşünüyorum.
Cumhuriyet'in kurucuları Töre'yi bilmiyorlardı. Bilmemekte
de mâzurdular. Gayet pragmatik kararlar alıyorlardı. Meselâ,
keşke Gâzi Mustafa Kemal Paşa, Töre bilgisiyle konuşmuş ve o
bağlamda “Ne mutlu Türk'üm diyene” demiş olsaydı, bugün bi-
zim işimizi çok kolaylaştırmış olurdu.
Türk, Töre'nin Türkü, devlet ise Töre'yi yürütmeye memur
bir sistem olarak algılansaydı, bugün biz rahatlıkla herkes kendi
etnik kimliğine bağlı kalmakla berâber Anayasa'mızdaki o me-
sut cümleyi, daha da kültürel taban bulmuş bir sosyal realite de-
ğerinde görür, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına Türk denir.”
ifâdesine her etnik kimliğin kolayca katılmasını sağlayabilirdik.
Bugün bir devlet düşünün ki, kendi “devlet idesi”nin doğum yeri
olan Töre'yi cezâ hukükunda suç gerekçesi gösteriyor.
Uyanacağız İnşallah, uyanmalıyız.
21
Sait Başer

SORU
Türkiye bir hukuk devleti. Töre'yi bu hukuk sisteminde
nasıl mütâlâa edebiliriz?

CEVAP
Azizim, teknik olarak bu soru beni aşar.
Bunu hukukçular düşünecek.
Ben şahsen, Töre'yi metinleştirerek güncel huküka monte
etmeyi bir ihtiyaç olarak görmüyorum. Bu konu, hani devletin
üst katlarında var olduğu söylenen bir kırmızı kitap bahsi var
ya, onun gibi.
Töre'yi genel stratejilerimizin idealce beslendiği, enerji al-
dığı bir dinamo gibi düşünmek lazım. Çok lazımsa Anayasada
bir cümleyle geçse kâfidir. Bu konu Anayasa'mızın bir alt metni,
kültürümüzün ontik kökü nitelikli değeriyle görülse yeter.
Kızıl Elmalarımızın yetiştiği bir ideal bahçesi bu.
Töreyi Türk Dünyası Birliği'nin ideal demeti şeklinde görmek
de çeşitli ilişki ve alışverişler bakımından özlenen zeminler vere-
cek bir imkândır. Şimdi Türk Konseyi var, Türk Parlementolar
Birliği var, TİKA var. Bunların varlık gerekçesini Töre'de bulur-
sunuz. Töre üzerinden hizmetlerini kolaylaştırmak mümkündür.
Tabii artık düşünülecek, üzerinde ciddi fikir mesâisi yapıla-
cak. Töre, Türklüğün hedefleri ve ideallerinin bir manifestosu gibi
kullanılmalı. Kültürümüze yakınlık duyan topluluklara, Töre ile
Türklüğe yakınlaşma fırsatı bulunduğu gösterilmeli. Sırf şu fayda
bile cihan değer kıymette değil mit.
Töre'yi, bin bir açılım fırsatı yaratacak, düşman manüplasyo-
nuna uğramamış bir fırsat hazinesi olarak görecek devlet adam-
larını bekliyoruz.

278
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Muhterem Hocam, aklımızı kurcalayan bir problem alanı


görüyoruz. Nasıl İslâmiyet, Hıristiyanlık veya Budizm farklı
kültürlerle karşılaştığında farklı yorumlara, uygulamalara
uğruyorsa, Türk hâkimiyeti altında geçirilen asırlar itibâriyle
muhtelif kavimlerdeki Töre algıları ve uygulamaları da zu-
hur etmiş olmalı.
Mesela Töre tesirinin Çin'de, Kore'de, Ruslar arasında, Kaf-
kaslar bölgesinde, Arap dünyasında hiç iz bırakmamış olması
düşünülebilir mi?

CEVAP
Ne kadar güzel bir soru!
Fakat insan hayıflanmadan edemiyor. Binlerce yıllık Töresini
unutmakla kalmayıp vahşet ve zulüm sebebi sayar hâle gelen Türk
toplumunda, dile getirdiğiniz soru bütün isâbetine rağmen ka-
muoyumuzun ve akademik gündemimizin ne kadar dışındadır.
Elbette bütün büyük sistemler bilhassa metafizik yönü olan
gelenekler, bir başka kültürle karşılaştıklarında, bu karşılaşma
her iki tarafta da gayet ciddi değişim ve dönüşümlere yol aç-
maktadır. Mesela Hıristiyanlık ilk anda yeknesak ve genel geçer
bir ana başlıkmış gibi görülebilir. Hâlbuki hemen hemen bütün
Hıristiyan kavimler Hıristiyanlığı kendi tarih, kültür ve strateji-
leri bağlamında yorumlamışlardır: Protestan Alman Hıristiyan-
lığı ile gene Protestan nitelikli İngiliz Hıristiyanlığı aynı değil-
dir. İtalyan Katolikliği, Fransız Katolikliği ile özdeş midir? Hele
hele bir Katolik İspanyol Hıristiyanlığı ile Ortodoks Rus Hıristi-
yanlığı, Ermeni Hıristiyanlığı ile Gürcü Hıristiyanlığı, Süryani
Hıristiyanlığı aynı mıdır? Ortodoks Bulgar ile Ortodoks Rum
yüzyıllardır neyi paylaşamaz? Neden kiliselerini bağımsızlaştır-
maya, özgünleştirmeye çalışırlar? Bütün farklılaştırma çabalarına
279
mukabil, Hıristiyanlık bu kavimlere yeni bir terkip kazandırma-
mış mıdır?.. vs.
Bir başka etkileşim konusu olarak Roma tesirinin idâresi al-
tında topladığı bütün kavimlere başta hukuk ve yönetim metodu
olmak üzere ne kadar nüfuz ettiği, üç aşağı beş yukarı biliniyor.
Aynı perspektifi kaybetmeden değerlendirilirse, büyük bir
devlet geleneği olan Türkler'in devletlerini kendisine göre şekil-
lendirdikleri Töre'yle idâreleri altındaki kavimlere tesir etmedi-
ğini söylemek mümkün mü?
O halde sorunuz fevkalâde bâkir ve o ölçüde de geniş bir
araştırma alanını işâret ediyor. Ben şahsen bu soruyu önüme ko-
yup ciddi mânâda bir araştırma yapmadım. Ama suâliniz bana
derhal sis perdeleri altında kalmış, büyük kültürel alışverişlerin
mevcüdiyetini düşündürüyor. Şu an için spekülatif yorumlar ge-
liştirebilirim. Lâkin akademimize gayet engin ve verimli bir araş-
tırma alanı gösteren bu suâle kıymayayım isterseniz. Bir takım
afâki genellemeler yapmayayım. Gelecekte sosyal bilimci çevre-
lerimiz, temenni ederim ki bu problemlere eğilirler.

SORU
Türkiye'deki Töre aleyhinde yürütülen olumsuz kampanya
ve Kürt gelenekleri ilişkisi örneği ile Töre'den Kürtler'e, Kürt-
ler'den tekrar Töre'ye yüklenen bir anlam akışı görüyor mu-
sunuz?

CEVAP
Evet! Apaçık görüyorum.
Soruyu Kürt toplulukları özelinde sordunuz. Ama bu konu
deminki açıklamadan da anlaşılacağı üzere bizim idâremizde
uzun zaman yaşamış bütün topluluklar için ele alınmaya değer.
280
Törerninn Türk üi Türk'üünn Müslümanlığı

Meselâ Türkler'le gâyet candan ilişkilerkuran Kafkas kavim-


leri için de benzer bir perspektif geçerlidir. Çerkesler'de, Abhaz-
larda, Dağıstanlılar'da, Osetler'de, Acaralar'da, Gürcüler'de, Erme-
nilerde...vb. topluluklarda muazzam bir gönüllü kültür alışverişi
çıplak gözle görülüyor. Hayat düsturları bakımından, idari yapı-
lanma bakımından, idealler bakımından, müzikten mimâriye bü-
tün sanatlar bakımından muazzam bir alışveriş var.
Bakıyorsunuz, aynı Türküye Gürcü de sâhiplenmeye kalkı-
yor, Ermeni de Kürt de Türkmenler de. Bu ortak sâhiplenme id-
diâları günümüzdeki rekâbet ve ayrıştırma mantığı sebebiyle bir
muktesebâtı koruma çabası gibi görünse bile, daha derin bakış
sâhipleri bu topluluklardaki ortak zevk ve hayat düsturlarını
tespit etmez mi?
Yâni Sarı Gelin türküsü Türkler, Gürcüler ve Ermeniler'ce
kendilerine âit sayılıyor. Siz bir kültür sosyolojisi perspektifiyle
baksanız, bu sâhiplenmelerin ortak bir sosyoloji mensübiyeti
itirâfı olduğunu görmez misiniz?
Bu coğrafya, hadi öncesinden vazgeçelim, bin yıldır Selçuk-
lu-Osmanlı siyâsi ve kültürel patronajı altında yaşamış. Hâkim
anlayış yerel değerleri imhâ mantığı taşımıyor. Yukarıda bunları
konuştuk. Alıyor kendi değerleriyle yeniden aşılıyor. Birer yük-
sek kültür ürününe çeviriyor. Alınan kültürel ürüne yüklenen
yüksek enerji ve değer, ona yeni bir hayat hamlesi kazandırıyor.
Kültürel ilişkilerde alışveriş tek taraflı olmaz. Hem alırsınız
hem verirsiniz.
Eğer geçinmeye gönlünüz varsa ki, bizdeki fetih felsefesi bir
vatanlaştırma felsefesi demektir. Geçinmeye gönlünüz varsa,
ilişki dostâne yürümeye mahkümdur.
Benzer ilişkiler Rumeli topluluklarıyla da kurulmuş. Bu-
gün Türk kültürünün önemli bir şâbesi Kafkasya kültür çev-
resi kaynaklı ise, bir diğer şübe de Rumeli toplulukları düzle-
minde göze çarpıyor.
281 -
Sait Başer

İlginç bir biçimde Tuna boylarının yâdigârı türkülerdeki ah-


lâki ve estetik formasyon ile Kafkas asıllı olanlar arasında azami
bir ortak payda bulunuyor.
Rumlar'a döndüğünüzde akl-ı selim sâhiplerini tebessüm et-
tiren bir Osmanlı kültür mirâsını bölüşememe mücâdelesi gö-
rüyoruz. Aynı kültür sosyolojisi perspektifiyle bunlara da bakın.
Bu bir bölüşme kavgası mı? Yüzyılların getirdiği bütünleşme-
nin alâmeti, tezâhürü mü?
Kremlin Sarayı'nın Türk mimârisi olduğu iddiâ edilir. Rusçada
yanlış hatırlamıyorsam dokuz bin civârında Türkçe kelime mev-
cut. Kezâ daha küçük topluluklarda bu oran çok daha yüksektir.
Şimdi kültürünün şekillenmesi Töre'ye bağlı olan Türkler'in
değerleriyle yüzyıllarca berâber yaşamış bu toplulukların bir kısmı
bizden öğrenerek Müslüman da olmuşlar. Dolayısıyla onlar da
Türk Müslümanlığı'nı benimsemekle o anlayışa sinmiş Töre'ye
de dâhil oldular. Müslüman olmayanlar, dini aleni bir benimse-
yişle benimsemeseler bile; benimsedikleri hayat modelleri, ah-
lâk, estetik formasyon, örgütlenme yöntemleri... vs dolayısıyla
Aziz Nesin'in tâbiriyle birer “kültür müslümanı” oldular, zım-
nen Töre'lendiler.
Özel olarak bir de Kürtlere eğilelim.
Töre topluluklarıyla Kürtler'in tanışması Malazgirt'ten de
evveldir. Bilebildiğimiz kadarıyla Kürtler yoğunluklu olarak
Irak halkıydı. Hemen hepsi Müslüman ama Şâfi-Eşari çizgisine
mensup bir topluluk idi. Bugünkü sosyolojik göstergelere bakı-
lırsa sınıflı bir toplumsal yapıları vardı. En azından son bin beş-
yüz sene içinde, Musul Atabeyliği'nin vârisi Eyyübi Devleti dı-
şında, siyâsi bir teşekküllerini görmüyoruz. Feodal beylikler var
tabii. Feodal kelimesini tesâdüfen kullanmıyorum. Kürt halkı bü-
yük ölçüde bu feodal yönetimlerin toprak köleleri/maraba ola-
rak yaşayagelmişler.

282
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Mensup oldukları dini ekol şiddetli bir Şiilik aleyhtarı. O se-


beple Şii İran'ı bloke edebilmek için Kürt nüfusun Güney'den
Hazar bölgesine kadar İran'ı tecrid maksadıyla iskân edildikleri
anlaşılıyor. Şii anlayışa nefret yüklü Kürt sosyolojisi, Türk hâki-
miyetine XI. Yüzyıldan itibâren gönüllü olarak katılmıştır. An-
cak XIX. Yüzyılda emperyal Batı merkezleri Kürtler'i bize karşı
tahrik etmeye başladılar.
Neyse konunun siyâsi tarafını bir kenara bırakalım.
Daha evvel söylemiştim, tekrar edeyim. Kürtlere verilen özerk
yönetim hakkı, yayla ve kışlalarını terk etmek istemeyen bazı
Türkmen boyların Kürt bölgelerine sığınmalarına yol açmıştır.
Bu boylar Kürt bölgelerinde Türkçeyi unutacak kadar uzun zaman
kaldılar. Sâhip oldukları büyük kültürel genetik ve Töre düsturları
etrâfında şekillenen hayat biçimleri ile kendi yayla-kışla hayatlarına
benzer bir tarzı Kürtlere de öğrettiler. Toprağa bağlı Kürt halkı
içinde önemli miktarda “Göçer gruplar” oluştu. Türkmen boy-
lar Türkçeden vazgeçip Kürtçeyi benimserken birçok hayat düs-
turlarını Kürtlere öğrettiler. Elbette! Kültür alış verişi başka nasıl
olacak? Kız aldılar, kız verdiler, akrabâ oldular, ticari ortaklıklar
kurdular ve giderek ortak bir kültürel zeminde âdetâ aynileştiler.
Daha evvel zikretmiştik: Türklük Töre'yle, Töre devletle yü-
rüyen bir nitelik taşıyor. Töreli topluluklar Kürtleşirken, kendi
devlet fikirlerinden uzak kalmak zorundaydılar. Çünkü sığın-
malarına sebep olan Şah İsmail taraftarlığı suçlamasına muhâtap
olan birçok kardeş boy Kıbrıs'a ve Rumeli'ye tehcir edilmişti. Bu
felâkete uğramamak adına feodal Kürt bölgelerinde âdetâ kim-
liklerinden vazgeçtiler. Bugün Urfada, Mardinde şurada burada
bu mânâda Türkçesini kaybetmiş gâyet ciddi bir nüfus oranı ya-
şıyor. Ama Töre'nin düsturları hem yüzyıllar süren Töre devlet-
leri içinde bulunmak, hem de içlerine aldıkları Türk boylarının
etkisiyle Kürtler'in sosyal ve kültürel dokusuna da yerleşmiş.
Ama bu öyle bir Töre ki, meşrü alanlardaki uygulamanın aksine
283
Sait Başer

güncellenme mekanizmasından mahrum. Yüzyıllarca bir gerçeklik


ölçüsü hâline gelerek, eskise bile varlığını kabul ve devam ettirmiş.
Hepsinin üzerine bir de Cumhüriyet kurulmuş, İngilizler'in
Orta Doğu siyâseti olarak bâzı eğitimsiz bırakılmış Kürt kitleler
Türkiye'i zayıf tutmaya memur edilmişler.
Türkiye modern bir hukuk sistemine geçmiş.
Bu sistem, laikleştirilmiş Avrupa hukükundan ibâret.
Modern sistem, halkın değer yargıları toplanıp analiz edile-
rek, o değerlere saygılı biçimde oluşturulmuş bir yapı değildir.
Modern hukuk, uzun yüzyıllar boyu Töre ve İslâm şeriatı ortak
paydasında yaşayan kitlelere hayli pahalıya mal olmuştur.
İster Hanefi fıkhına tâbi sosolojik alanlar adına alıp inceleyin,
ister Töre'yle karışmış Şâfi fıkhı adına bakın. Hukuk sistemimi-
zin uygulama sıkıntıları sebebiyle değer yargılarına devletin iti-
bar etmediğini gören halk, kendi geleneksel alışkanlıklarını de-
vam ettirdi. Cezâ huküâkumuzun mahküm ettiği, özellikle nâmus
hukükuyla ilgili suçlar halk tarafından benimsenememiştir. Ha-
nefi fıkhı, Şâfi fıkhına göre daha esnek olduğundan Batıdaki çe-
lişkiler daha az göze batmakla beraber; bilhassa Şâfi bölge halkı-
nın eski geleneklere itibar edişleri, bu arka planı bilmeyen, bilse
de küresel hesaplara angaje medya tarafından Töre'ye bağlana-
rak târif, tavsif ve itham edildiler.
Asırlardır güncellenmemiş, içtihattan mahrum fıkıh ve dev-
let kontrolü dışında özerk bölgede kalmaları sebebiyle istismar-
larla çarpıtılmış, bütünlüğünü kaybetmiş, kendisini üreten dünya
görüşüyle irtibâtı kopmuş, adından başka hiçbir yeri Töreliğini
devam ettirmeyen hilkat garibesi gelenekler Töre diye bellenir
olmuş. Rakip kültürlere angaje medya da bu kavramı ağzının
suları aka aka kullanmış.
Kürt kökenli vatandaşlarımızın yoğun olarak yaşadığı
bölgelerimizde neşet eden çarpık ve hatta vahşi uygulama ör-
nekleri, büyük Türk dünyası adına kurulabilecek birliğin ana

284
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

değerlerinden biri olan Töre'yi karalamak adına zevkle genel-


lenmiş.
Şimdi sorunuzu tekrar hatırlayarak devam edelim.
Yeni gelen modern hukuk, “gâvurlardan alınmış, gâvurlaş-
tırmak için alınmış” ise, kendi kadim nâmus, ahlâk ve mülki-
yet kavrayışları sâhipsiz kalmıştır.
Ahali şu kadar zaman geçmesine rağmen, ithal hukuk nez-
dinde oluşan suçu, suç olarak görmeyip, kendi değerlerini uygu-
lamakta, aldığı cezâyı ise, “uyguladığı erdemli davranıştaki asli
değerin bedeli” olarak görmektedir. Dünyanın hiçbir yerinde bu
tür suçların mahkümlarına “kader kurbanı” denilmiyor. Suç ve
cezâyı geleneğine göre takdir eden halk, modern huküku ve yap-
- tırımlarını yediği cezâlara rağmen, sâhici değer olarak algılamı-
yor, benimsemiyor.
Modern huküku aldatmak için her türlü hileyi, yalanı, alda-
tıcı beyanda bulunmayı kolaylıkla benimsiyor da; “nâmusunu”
rencide ettiğini düşündüğü halleri, yiyeceği cezâya rağmen te'vil
etmeye yanaşmıyor.
Aynı “suç”tan yatıyor, çıkıyor; gerektiğini düşündüğü yeni bir
vak'ada, fütur göstermeden tekrar aynı eylemi işliyor.
Değerleri uğruna oğlundan, kızından vazgeçiyor; hâlâ mo-
dern hukükun telkin ettiği, teklif ettiği “modern” kimliği içine
sindirmiyor.
Bizim yasa koyucularımızın toplumu tarihsiz bir hüdâ-yı
nâbit addedişini de bir başka büyük mesele olarak masaya ya-
tırmamız lâzım. Töre'ye bağlanan suçların arkasında gerçekten
bir Töre yok. O bölge halkına Töre'yi yeniden anlatmak lâzım.
Töreyi sâhiden benimsiyorsa da orada etnik ayrımcılık imkânı ola-
mayacağını göstermek gerek.
Modern uygulamaların toplumu tarihsiz addedişi çok üzücü
bir tâlihsizliktir.
285
Sait Başer

Şimdi sorunuzu tekrar hatırlayalım:


“Farklı yer ve zamanlarda Türk idârelerinden mülhem Töre
algısı kendine göre bir takım farklılıklar taşıyor mu?”
Bosna-Hersek'de de bir Türk müslümalığı ve Töre algısı var,
Dağıstan'da da, Kürtler arasında da... Dağıstan Çeçen bölgesine
bakıyorsunuz, Ruslarla yaptıkları mücâdelede bizimle geçirdik-
leri tarihten öğrendikleri var. Bosna'ya bakıyorsunuz, tekkesiyle,
zâviyesiyle klasik bir Osmanlı toplumsal kesiti. Ama Bosnada
Kürtlere göre epeyce farklı bir algı hâkim.
Dağıstan, Doğu Anadolu, Bosna!
Alın size üç ayrı anlamlandırma örneği.
Bunlara Tataristan'ı ekleyin, Batı Trakya'yı ekleyin, Gagavuz-
yayı ekleyin, Başkurdistan ekleyin, Çinde kalan Doğu Türkis-
tanı ekleyin.
Bunlara Gürcistanı ekleyin, Bulgaristan'ı ekleyin, Mısır'ı ek-
leyin, Sırbistan'ı ekleyin.
Bir üçüncü halka olarak bunlara Kore'yi ekleyin, Moğolistan'ı
ekleyin, Makedonya'yı ekleyin, Arnavutluğu ekleyin.
Bir de dördüncü halka olarak Çin, Hindistan, İran, Arap
coğrafyaları, Almanlar, Fransızlar, İngilizler... gibi kah dost kâh
düşman olduğumuz; hâkim olduğumuz coğrafyalarda kâh yönet-
tiğimiz, kâh esir düştüğümüz, bu yüzden içlerinde yaşamak zo-
runda kalınan elemanlar var.
Büyük kültür alış verişleri yapılmış.
Çin, Hindistan, İran, Arabistan, Rusya, Polonya'ya kadar, de-
ğişik devlet tecrübeleri içinde yüzyıllarca idâre ettiklerimiz var.
Onlara verdiklerimiz, aldıklarımız, onları üretmeye mecbur bı-
raktığımız, onların zoruyla bizim üretmek zorunda kaldığımız,
ister istemez benimsediğimiz bir sürü şey. Birçok dünya tarih-
çisi “Türkler kaale alınmadan dünya tarihi yazılamaz” derler
ki, bu bir vâkıâdır.

286 |
Bizim sosyal bilimlerimiz, akademimiz, sosyal bilimleri Ba-
tıda ortaya çıkan problemleri ve çözümleri aktarma görevi ile sı-
nırlandırıyorlar. Hâlbuki, bizim kendi dünyamıza, kendi pers-
pektif ve imkânlarımızla bakma ihtiyâcımız had safhadadır.
Bırakın ayrıntıya girmeyi, daha ana başlıklarımızı tespit et-
medik.

SORU
Büyük bir sosyal yaraya değindiniz. Türk toplumunda ge-
nel olarak hukukçuların ihkak-ı hak dedikleri yöntemlerle adâ-
let arayışlarını suç sayan tutumumuzu Töre bağlamında na-
sıl değerlendirirsiniz?

CEVAP
Yukarıda konuştuk.
Töreden gelen adâlet duygusu toplumun o derece hücrelerine
kadar işlemiş ki, modern huküku ve modern sosyal bilim târiflerini
kendi gerçeklik algısı yanında çocuksu, çıkarcı buluyor.
“Yarım yamalak, çiğ” buluyor.
Kendi hakikat ve hayat anlayışıyla örtüşme/örtüştürme ihtiyâ-
cını, biraz da aydınların değer yargılarını sürekli istiskal edişleri-
nin yarattığı güvensizlikle tuzak nitelikli görüyor. Öyle bir toplum
düşünün ki, hiçbir mecbüriyeti olmadığı halde, bir zecri müeyyi-
deye bağlanmadığı halde, denetlenmediği halde, her sene kurba-
nını kesiyor, malının kırkta birini zekât diye dağıtıyor. Gözbebeği
çocuğunu şenlik, şamata askere uğurluyor. Şehit haberi geldiğinde
de “Vatan sağ olsun!” diyor.
Evine gelen misâfirine nesi var nesi yoksa ikram ediyor, muh-
tâcına, fakirine sâhip çıkıyor.
Bütün bunları eğitim sisteminde verilmemesine rağmen sür-
dürebiliyor!
287
Sait Başer

Ama aynı insanlar vergisini kaçırmaya çalışıyor, trafik kuralla-


rına itibar etmiyor, memura rüşvet veriyor, işini mahkemede gör-
mekten nefret ediyor, huküka başvurmuyor.
Siz ise, yetkili makam sâhipleri olarak, toplumun kamu dü-
zeni terbiyesinde eksiklik bulunduğunu, bütün bunların eğitim-
sizlikten kaynaklandığını söyleyip duruyorsunuz!
Acaba Türk toplumunu sevk ve idâre ederken onun tâbi ol-
duğu inanma-anlama modeliyle temas etmediğinizi de bir dü-
şünseniz!..
Zorlanmadan yaptıklarıyla zorlandığı hâlde yapmadıkları
yan yana konduğunda, toplumla yönetimin çok ciddi bir zih-
niyet yabancılaşması içinde bulunduğunu tespit etmek o ka-
dar zor mu?..
Ama yönetimler, bütün renk ve cinsleriyle toplumun irfânın-
dan mahrum, o irfâna değer vermiyor, mütemâdiyen kanırtarak
hem zaman hem enerji kaybediyor.
Toplum; zorda kaldıkça, bıçak kemiğe dayandıkça, yaşadığı,
uğradığı haksızlık tahammül sınırını aştıkça; bir başka sistem
mücibince modern huküka aykırı olarak, yönetim mantalitesine
aykırı olarak ihkâk-ı hak yöntemine başvuruyor.
Bir tâne ciddi, vicdanlı hukuk adamı da çıkıp, toplumun
hürmet gösterdiği değer yargılarını nasıl hukuklaştırırız? ara-
yışına girmiyor.
Allah Ahmet Cevdet Paşa'ya rahmet eylesin. Keşke Mecelle
bir hukuk enstitüsü mârifetiyle üretilmeye devam edilse, gelenekle
modern huküku buluşturan mesut bir sistem inşâ edilebilseydi.
Vergi kaçıran, toplum değerlerine saygılıymış gibi duran bâzı
türedileri, düşman aparatına dönüşmüş bir takım gurupları da
hasımlarımız imkân ve paraya boğdu.
İşte 15 Temmuza onlar getirdi ülkeyi.
Sosyal bünyenin ihtiyâcına lâkayt kalmanın bir bedeli var!
Tabii görene!

288
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

SORU
“Devlet, Töre'nin devleti olduğu için kutsal. Millet de Tö-
reliler topluluğunun uzantısı bir yeni kuşak. Bu toplum devleti
için ciğerpârelerini hâlâ gönüllü olarak cepheye gönderiyor.
Ama hukükuna itimat etmiyor. Mümkün oldukça diğer resmi
sorumluluklara yanaşmıyor.” buyuruyorsunuz. Bu garâbetin
sebebi ne olabilir? Devleti mi saymıyor, menfaatine mi mağ-
lup oluyor?

CEVAP
Evet efendim. Gerçi az evvel bir ölçüde konuştuk.
Elbette devletini saymayan, menfaatine mağlup tipler var.
Devlet yönetimi ise bir “cici demokrasi” ürünü.
Bin bir türlü entrika toplumun gözü önünde cereyan ediyor.
Hırsızlık, liyâkatsizlik, huküâkun hem sistem olarak yabancılığı,
hem de güçlüye diş geçiremeyişi yaygın bir kanaat.
Geleneği itibâriyle, devletin kadr u kıymeti hakkında ise hiç-
bir şüphesi yok.
Millet devletin işleyiş sistemine inanmıyor, ama “devleti
“sistem”den ayırıyor.
Devlet bir bekâ çıkmazına girerse, varıyla yoğuyla destekliyor;
ama sistemin işleyişi, kendi değerlerine saygısız uygulamalar kar-
şısında her türlü istismâra açık kalan toplum bürokrasiyi rüşvetle
atlatırken, siyâset de topluma mütemâdiyen rüşvet teklif ediyor.
Seçim dönemlerinde imar afları, vergi afları, mahkümlara dö-
nük genel aflar vs. ile topluma rüşvet veren siyâset, aslında sis-
teme kendisinin de inanmadığını söylemiş oluyor.
Devlet kutsal, ama sistem kendisini vazedenler tarafından
bile inanılmayan, her vesileyle değersizleştirilen bir çelişkiler
kumkuması.

289
Sait Başer

Toplum devletine sâhip çıkmaktan vazgeçmiyor. Ama sis-


teme de güvenmiyor. Hattâ sistemi güçlendirmek istemiyor.
Sistemin güçlenmesini kendi varlığına ve değerli bulduğu her
şeye mugayir addediyor!..
Gönüllü olarak zekâtını veren esnaf, belki o zekâtın çok kü-
çük miktarı vergiyi kaçırmaktan çekinmiyor. Zekât veren adam-
daki haram-helâl duygusu, malını haramdan temizleme inancı,
vergi kaçırırken devletin hakkını gasp etme şeklinde bir algıya
yol açmıyor. Aynen hukuk düzenindeki ihkâk-ı hak uygulaması
gibi, vergi kavramını da zekâtında tahakkuk ettirerek bir ih-
kâk-ı hak daha yapıyor.
Neredeyse bütün firmaların çifte muhâsebe tuttuklarını bil-
meyen mi var?.. Bir resmi muhâsebe tutuluyor, devleti kandır-
mak maksadıyla; bir de gerçek muhâsebesi var bütün firmaların.
Bu kadar yaygın ve herkesçe bilinen bir durum üzerine kim-
senin düşünmeyişi akla ziyan bir durum.

SORU
Toplumun adâlet duygusunu temin bakımından, modern
hukuk uygulamalarına Töre perspektifiyle bakmayı faydalı bu-
lur musunuz? Hukuk sistemimizin suçlu kabul edip cezâlan-
dırdığı mahkümlar dünyasındaki suçu kabullenme ve suçlu-
luk duygusu oluşması bakımından Töre bize ne söyler?

CEVAP
Enfes bir soru bu.
Hukuk en başarılı tecellilerini tabii hukuk niteliği ile benim-
senmesi hâlinde vermektedir.
Benimsenmesi diyorum, çünkü nesnel âlemde hukuk diye
bir şey yok.

290.
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Hukuk, insan ve insan toplulukları için geçerlidir, onların


icâdıdır.
Bir hukuk tarihçisi gibi üst perdeden konuşmaya kendimi
yetkili görmem. Ama tabii hukuktan kasıt, bence toplumsallaş-
mış değer yargılarının yürütülmesinden ibârettir.
Yâni ahlâkla hukuk nerede başlar nerede biter kestirmek o
kadar kolay değil.
Değer yargılarına aykırı söz ve davranışlar hukükun devreye
girmesini gerektiriyor. O halde hukuk sisteminin toplumun tec-
rübesinde keskin bir gerçeğe dönüşmüş ahlâk anlayışından ba-
ğımsız olmaması gerekiyor.
Vâkıâ çeşitli toplumlarda ve tarihin çeşitli dönemlerinde hu-
kuk reformları yapılmıştır. Reformlar toplumu mesut etme, onun
değerleriyle buluşma adınaysa bir türlü değerlendiririz; toplumun
değerler sistemini göz önüne almadan farklı siyâsi gâyelerle ted-
vin edilmişse bir başka türlü görürüz. Daha evvel Töre bahsi et-
rafında konuşurken, Töre'nin her sene toplanan toylar vasıtasıyla
güncellendiğinden söz etmiştik. Güncelleme kökten bir sistem de-
giştirme mânâsına gelmez. Ontolojik bir değiştirme niteliğinde ol-
maz. İhtiyaç kalmayan alanlardaki hükümleri sahneden çekerken,
yeni ilişki ve ihtiyaçlar bağlamında ama asli ontolojik algıdan da
kopmadan yeni yaklaşımlar, hükümler ihdas etmek, mevcut hü-
kümlerdeki kadük olmuş yönleri ayıklamaktır.
Türk toplumsal hayatının tarihi seyri, adâlet ilkesinin başat-
lığını apaçık gösteriyor. Gerek toplum içindeki barış ve sükünun
devamı gerek yönetim halk ilişkilerinin sağlığı o ilkeye gösteri-
len hassâsiyetten ileri geliyordu.
Klasik Türk devletleri Töre'yi kökten değiştirmek gibi bir he-
vese hiç kapılmadılar.
Yukarıda söyledik. Kültürümüze çok kuvvetli bir nüfüzu olduğu
halde İslâmiyet'in kabulü bile Töre'den uzaklaşma sebebi olmadı.
291
Sait Başer

Ne yazık ki, XVII. Asır sonrasında Eşari zihniyetin hâkim


olduğu dönem, toplumun değer yargılarında çok ciddi samimi-
yet testleri yarattı. “Kitabına uydurma” hilesi, Tanrı-insan iliş-
kilerinde ibâdeti bir ücret ödeme ve bu yolla ahreti garantileme
çerçevesine indirgendi. Şekil şartını yerine getirmek, taklidi din-
darlıkla eş değer saymak, kaçınılmaz olarak şekilci hukuk uy-
gulamalarına da yansıdı.
Özdeki adâlet arayışının yerine Hak duygusunu teskin etme-
yen şekilci bir uygulama!..
Böylece sistem, hukuk uygulamaları ile adâlet değil, zulüm
aygıtına dönüyordu.
Hâlbuki gene yukarıda söylemiştik, adâlet kavramı bizim Ha-
kikat algımızın diğer bir adı gibidir. Her an yeniden anlaşılmak,
her olayda yeniden tesis edilmek ihtiyâcındadır.
Böyle bir anlayış, bin yıllardır toplumdaki değerler sistemiyle
barışık süregeldiği halde, lafzi yapısında büyük bir değişikliğe uğ-
ramadan şekil şartına mağlup olmakla, güçlünün oyuncağı bir zu-
lüm ve hile imkânına dönüşmesi, toplumun kültürel genetiğindeki
Hak duygusunun uzunca bir zaman kan kaybetmesine yol açtı.
Hâliyle gerek Tanzimatçılar gerek Cumhüriyetçiler bu işle-
yen yarayı onarmak istediler.
Benim zannım odur ki, Osmanlı XVTI. Asırdan sonra kendi
değerler sistemine dönük bilincinde de hayli ağır yaralar almış-
tır. Türklüğünü de, Töresini de, itikadı düzlemindeki Müslü-
manlığını da korumayı yeterince başaramamıştır.
Bu meyanda Hânedân'ın meşrüiyeti gibi birkaç alan istisnâ tu-
tulacak olursa, Töresini büyük ölçüde kaybetti desek, yanlış olmaz.
Pekiyi onlar kaybetti de, Tanzimatçı veya Cumhüriyetçiler
buldu mu?
Tanzimatçılar bulamadı. Cumhüriyetçiler?
Onlar da bulur gibi, mış gibi yaptılar.

292
Töre'nin Türk'ü Türk ün Müslümanlığı

Türkçüler indinde Gökalp ve Atsız'ın tarihi realiteyle uyumu


tartışılabilir fikirleri Türklük, Türkçülük ve Töre yerine kondu.
Hukuk sisteminin açtığı yaraları onarmak için pekiyi ne yapıldı?
Hepimizin mâlümu.
Düşman toplumların yüzyıllardır bize aykırı düştüğünü söy-
lediğimiz ve bütün topluma “darü'l-harp” diye tanıttığımız coğ-
rafyaların hukuk sistemlerini tercüme edip, toplumu buna uy-
maya mecbur ettik. Sorduğunuz sorunun özünde o mecbüriyeti
görmek lâzımdır.
Merhum, şöhretli hukukçumuz Ord. Prof. Dr. Sulhi Dön-
mezer ile bir toplantıda bu problemi tartışmıştık. 80'li yıllarday-
dık ve demişti ki;
“Türk Ceza Kanunu 144 defâ değiştirildi. Artık ona gayr-ı
milli sıfatı yakıştırmayalım, Sait Bey.”
Ben de ona bir soruyla cevap vermiştim:
“Hocam, 144 defâ değiştirilen bir sistemde bir yekpârelik
ve insicamdan söz edilebilir mi? Her değişiklik başka bir ge-
rekçeyle yapıldı. Gerekçeler sistemin ürettiği sıkıntılardı. Bu
süreçte sistemin gadrine uğrayan mazlumların vebalini kim
ödeyecek?”. i
Dedik ya, Türk toplumunun yaşadığı kültürel kırılmalar ta-
rihi analiz edilmeden, ondaki Hak duygusu birinci öncelik ka-
bul edilmeden, tepeden inme hukuk vaz etmek, adâleti tesise
yetmez, yetmedi.
Şimdi tablo ortada.
Sistemi kendinden saymayan bir toplum karşısındayız.
Ahlâkı ve Hak duygusuyla çelişen, başka tecrübelerin ürünü,
üstelik bu başkalık ona tarih boyunca “düşman” diye belletil-
miş bir sistemi, millet hukuk ihtiyâcının cevâbı olarak görmüyor.
Onun tabii hukuk algısı, mevcut sistemi adâletin ifâsında ye-
tersiz buluyor.
293
Sait Başer

Huküka başvuracağına, bu hukükun yaptırımlarına sabrı


yettiğince diş sıkıyor, bıçak kemiğe dayandığında da ihkâk-ı hak
yöntemiyle sistemin vereceği cezâyı sineye çekerek vicdâni ter-
cihini uyguluyor.
Bu vicdâni tercih ne kadar sahihtir? O vicdan ego mudur,
kemal bulmuş bir akl-ı selim perdesinden mi yürür?
Allahu âlem.
Bugün hukuk adamlarımızı sâdece hukuk nosyonuyla yetiş-
tirmek, toplumun adâlet ihtiyâcını teskin etmez. Hukuk adam-
larına toplumun değerler sistemi ve sosyolojik mâcerâsı mut-
laka öğretilmeli, sonra da bu kadroya her olaydaki özel şartlar
dolayısıyla geniş bir inisiyatif tanınmalıdır. Hâkimlerimizin
aynı zamanda hakim olması gereken bir kaos dönemindeyiz.

SORU
Değerli Hocam, bu toplum kadim zamanlardan beri Tö-
resi sâyesinde derin bir adâlet duygusu taşıyor ve bunu en zor
şartlarda bile gerektiğinde ortaya koymasını biliyor. Lâkin na-
sıl oluyor da ülkemizde “Trafik Bakanlığı”na ihtiyaç duyura-
cak derecede bir trafik kaosu doğabiliyor?

CEVAP
Dikkat ederseniz yukarıdaki soruya verdiğimiz cevabın nihâ-
yetinde bir yönüyle toplum, bir yönüyle hukuk adamları adına
bir “vicdan terbiyesi” ihtiyâcına değindik.
Dediğiniz doğrudur.
Adâlet ihtiyâcı için Töre, Töre'nin yaşaması için devlet kurma
geleneği ile temâyüz eder toplumumuz.
Ancak birkaç yüzyıldır o yetenek önce bizden gibi görünen
bir düalist felsefe ile, sonra da düşmandan devşirilen materya-
list bir sistemle çok yaralandı.
Hani hâkimler hakim olmalı, dedik ya!

294 |
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Adâlet uygulaması için kemal bulmuş vicdanlara sâhip hu-


kukçular kadar, “şeriatın kestiği parmak acımaz” diyecek sâfi-
yet ve teslimiyette bir irfânın sâhibi toplum da gerekir.
Biz bu toplumun irfan kaynağı olan sistem ve kurumları yüz-
yıldır resmen gayr-ı meşrü ilan ediyoruz. Dolayısıyla o sağlam
dokunun misâfirperverlik, ferâgat, hizmet, vatan sevgisi gibi bâzı
parçaları ayakta kalsa da, nefs murâkabesi dediğimiz ve her in-
san için kazanılması elzem bir yeteneğin, alışkanlığın veyâ bir
yönüyle yöntemin insanlarımıza kazandırıldığını söyleyemiyo-
ruz maalesef.
Biz milletimize Töresini ve irfânını iâde etmek mecbüriye-
tindeyiz.
İrfan mektepleri nispeten yasaklı, Töre'i ise suç sebebi kabul
edilir iken, verilen ben merkezli eğitimden çıkan sonuç budur.
Bir de şu açıdan bakalım: Yabancı bir hukuk sistemi kulla-
nılarak, beşikten mezara kendi devletinden dayak yediğini dü-
şünen bir toplum, nisbi bir inisiyatif alanı bulduğu trafik üze-
rinden sisteme ve uğradığı zulümlere karşı acaba öç mü alıyor?
Tek sebebe indirgemek elbette doğru değil.
Bu konunun çok etraflı bir biçimde analizinin yapılması gere-
kir. Yâni trafikteki insanları toptan cehâletle suçlamak mümkün
değil. Her eğitim seviyesinden insan trafiğe giriyor. Bir profesör
dostum, bir eğitim dönemliğine Macaristan'a gitmişti. Giderken
kendi arabasını da götürmüş. Döndüğünde, “Seyâhatin nasıl geçti
diye?” sorduğum vakit, anlattığı anekdotlardan biri de şuydu:
“Hocam bir ay boyunca iki kere korna sesi duydum. Birini
ben çaldım, diğerini de bana çaldılar.”
Meseleyi sâdece trafik sanmak yanıltıcı.
Sistemle toplumun uyuşmazlığı şu anda aklımıza gelen gel-
meyen birçok sâhadaki dertlerimizin temel sebebidir.
Gene sosyologlara büyük iş düşüyor, ama milli mâcerâmız-
dan haberdar sosyologları kastediyorum.

295
ii

> ik ai dpi ei
di wj il

m ikale
Ds büai diiii Gl
m çealemini jib yi
ş Ey linrd;İİ, lamba dağ My
1 ğe e em m lm
idi ir
j N mkğığıraln via ysk m
ri ğa dg

mdfFN :
yn gn iğ rağ

Ski, ar eialipakival
Mi ji

15) id
| e. der dabi un OakyitabağWi slam
Md di We ikçe lat yi
HİTİ vd gut tL, id rildi Kesi tatl bala ni i
e 4 haa Mel vd mia kl Mar önbizi, b >
gi Vi #4 Mğide aülilrsisal ana ep
Wi Yi veledi şive beer, N5 valie İç
e ei isi) yibind,ike ğibini il
ğimolkadeğ yesen mami ğa
i ibi |
eğ af Ri e, Mi iiLei ed ei
- veflğnşlepi mi iy sayi les” tw id“Paalakan) e sd
“Gara ie Pl ti tek. İd GN et ğe st “
ği ai! bayer, air Hnmiele ge sizilate
edi iiime ye
İni İğ v 7 büy mi yi ei ei ra il
MN gil ar EN k Lİ kar ln ağ
Pete İl “ rağ ortasl Öğ bü vd meli Ni
tali 5 oanlablay #rrad sl imivağik nie
e 0 v asi t ,Sütüip a Ti e
ig SAM lir “1 |, dk Bt irey tütaigol 9 Z
| f isiğa botirii#1 MN vi ii toki
4
İİ Mara ipi
ieib ti diPO dü
e ölü , a
iy eiyeğ yek
bi; e KAAN
Bi
l N -
Ni e

, içNN
DOKUZUNCU BÖLÜM

MURÂKABE-Yİ NEFS VE
AYDINLARIMIZ ÜZERİNE
Rt ri il e Ke) mi lr AGE 0 'v iu Ni ”

e N di N A p N ği dl 0 p W li n ?
hi” © t in A Wi v li e A
<4) ep İ i lk NN i ek Li 0 IMA il j
ğ v UN N AL a ie

TP y di Me Ji N li d
a ii 0 ii PN
Mr A e
v | N e xi | p

e e vi Ne ii j
pin Yi i p i “e e i Vi vi

ri wi j i yi” i ai li ( wi
| SM! . Pl “ fi Ni "

| i y |;Iİ ma N Ni iW GN

i Ni yy in 5 BN , i “a

i
i En T
GR
ia
a veee
Mivi
>. ji diye iin us N “ie k ii

e
e A Vİ
mar ankala Ya İN a
Di
<a,
h
NE dada
Ki ri 52 Jr 4 rl il i
vw
i vi m
N T

i , ' bi En yi RİDE ia (Wi i

ve BEMSSLya
il “ 4 e

wa hk. i

N a
İ az ig GE ği
i

i :
m i t

n | i
| N
f j —
* j

i i İN
ali l

i Wei
0

l Lİ
ri LU LİN

yi “
k U
vi
dd

DA ek
: N y “ali
. ii KT İş i

vi
«öl A A İDİ ai)
“ ei Mi, gi Li il
gi A di Ü
N eyi tl fi
1 UN ; k

/ Ü ii,”
SORU
Yeni bir soru grubuna geçelim. Bir önceki cevâbınızda ver-
diğiniz cümleleri bir başlangıç sorusu olarak kullanmak isti-
yoruz izninizle.
Böylece okuyucu bakımından fikr-i tâkibi temin ederiz.
“Töre'ye âit misâfirperverlik, ferâgat, hizmet, vatan sevgisi gibi
genel sistemin bâzı sağlam dokuları ayakta kalsa da; nefs murâ-
kabesi dediğimiz ve her insan için kazanılması elzem bir yete-
neğin, alışkanlığın veya yöntemin insanlarımıza kazandırılması
gerektiğini” söylemiştiniz.
Belki size tuhaf gelecek basitlikte bir sorum var: Nefs mu-
rakabesi nasıl yapılır Hocam?
İnsanın kendi özgün şartlarındaki muhâtaplara dönük il-
gilerden sıyrılıp, meselenin içinde seyretmesi, tâbir câizse me-
selede soyut bir akıl olarak faaliyet gösterme, verimli düşünce
elde etme sürecini aydınımız neden yakalayamıyor?

CEVAP
Evet, konular arasında bağlantı ve fikir akışı kurmak iyi bir
şeydir. Buna eskiler fikr-i tâkip derlerdi. Yâni tâkip fikrine sâhip
olmak kadar, fikirlerin seyrine hâkimiyet... Sebep sonuç ilişki-
lerini muhâfaza etmek.
Gerçi ferâsetli muhâtaplar, siz o ilişkiyi özel olarak vurgula-
masanız bile söz, davranış ve metinlerdeki ilgi ve ilişkiyi arar ve
bulurlar. Ama zamanımızda okuyucu maalesef uzun soluklu me-
tinlere tahammülsüz.
Dolayısıyla biz fikri akışımızda kullandığımız unsurların iliş-
kilerine de zaman zaman atıf yapsak iyi olur.
299
Sait Başer

Evet, trafik konuşuyorduk ve insanımızdaki nefs murâkabesi


noksanlığını eleştiriyorduk. Siz de haklı olarak bu kavramda de-
rinleşerek konuya yeni bir pencereden bakma imkânı getirmiş
oluyorsunuz.
Efendim, “nefs” ve “mürâkabe”
Nefs kelimesi günlük dilde çıkarcı benlik anlamında kullanı-
lıyor. Kelimenin köküne indiğimizde “ne-fe-se” sülâsisinden tü-
remiş başka kelimelerle karşılaşıyoruz: Nefes, nefis, nüfus, enfas,
teneffüs... Meselâ nüfus kelimesinde ilgili türün miktârı, sayısı
kastedilir. Nefes, soluk almadır. Nefeslenme dinlenmedir. Tenef-
füs iki ders arasıdır filan. Nefis ise lezzet, estetik form gönder-
mesi taşır.
Bizim düşünce tarihimizde nefs kelimesi çok kullanıldı.
Olumlu yerlerde de olumsuz yerlerde de kullanıldı, birçok tam-
lamada yer aldı. Hukuktaki müdâfâ-yı nefs tamlaması bunlar-
dan biri. Hukuk dilinde “kendini, varlığını koruma hakkı'dır.
Zati öznemize atıf yapar.
Dil enteresan bir şey.
Bâzen insanı reel durumdan gerçeklikten koparır, kültürün
ürettiği bir sanal alana hapsediverir. Siz de gözünüzün önünden
akıp gidiveren hayatı göremez, görseniz de anlayamaz halde bı-
rakan bir büyüye kapılmış gibi olursunuz.
Ahlâkta nefsâni olmak, kendi çıkarı dışında değer tanımayan
bir egoizme tenkit içeriği ile kullanılır. Dini sâhada birçok insan-
daki vicdâni ve rühi değerlere fırsat vermeyen, âdetâ şeytaniyete
angaje bir kişilik marazı yerinde görürüz. Tasavvufta insan ter-
biye geleneğimizin “seyr-i sülük” adını verdiği terbiye sürecinde
bu kavram asli mâhiyetiyle ortaya çıkar. Seyr-i sülüka göre daha
evvel cüz-kül ilişkisi diye tarif ettiğimiz, insan ile İlâhi İrâde ara-
sındaki hukuk düzleminde alınır ve cüz'iyyete düşen rühun ken-
dini ilk fark edişlerini maddi ve nesnel çerçevede buluşundan
kaynaklanan bir çiğ benlik, izâfi benlik noktasından başlatılır.

300
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Nefs kavramı burada bırakılmaz.


Biliyorsunuz nefsin olgunlaşma safhaları farklı biçimlerde sı-
nıflandırılmıştır. En çiğ hâli “emmâre” diye anılır etap etap Hak'ta
bâki olma derecesine kadar sürdürülür, gösterilir.
İnsanların çoğunun nefs-i emmâre derecesinde bulunduğu
görüşü çok yaygındır. Nefs-i emmârenin ezberleri ne olursa ol-
sun, ahlâki hiçbir yüksek değer tanımaz. Bu konudaki mutâba-
kat dolayısıyla da terbiye edilmesi şart görülmüştür. Çünkü nefs-i
emmâredeki kimse, çıkarı için her türlü gizli-açık hile ve kötü-
lüğü yapmaya hazırdır. Bâzen kendi küçücük bir çıkarı, kendi
dışında gördüklerinin hayat memat dâvâlarından önceliklidir.
Islâhı şarttır.
Nefs-i emmârenin ıslâhının en önemli çâresi, kişiyi kendi fi-
kir ve duygu dünyasına bakmaya mecbur etmektir. Bu bakış, sü-
rekli ve odaklanarak yapılmalıdır. Bu tür bir programdan umulan
fayda, emmâre derecesindeki bir kimseye kendisinin de içinde bu-
lunduğu toplumsal hayattaki ortak varoluş düzeninin lüzümunu
göstermektir. Bencilliğin, ortak düzeni ne kadar özden bir yıkıma
uğrattığını ve o ahlâkta devam edildiği takdirde, bırakın küçük
çıkarları, yaşama imkânını kaybedebileceğini gösterebilmektir.
Daha derin bir fark ediş seviyesine geldiğinde ise, asıl çıkarı-
nın; egosunu tahkim etmekten çok, toplumun genel yükselişinde
bulunduğunu anlamasını temindir. Hele başkalarının hukükunu
hiçe sayan tutum ve davranışlarının eninde sonunda kendisine
bir beldlar zinciri olarak döndüğünü tecrübe ettirmektir. Ni-
tekim nefs-i emmâre derecesindeki insanlar, kendi yanlışlarını
gözden geçirmek yerine, hayatın kendilerine sürekli zorluk çı-
kardığını, herkesin ne kadar da fenâ olduğunu, heveslerini engel-
lediğini düşünürler. O sebeple kendi iç dünyasında bencilliğinin
tahribâtına şâhit olan kimsenin ulaşacağı kanaat, asıl yanlış ve
kötü olanın kendi nefsâniyeti olduğunu tespit etmektir. Tam da
bu tespite binaen nefs-i emmâreyi aşan kimsenin nefsine, “kötü-
lüğü kendinde arayan nefs” mânâsına nefs-i levvâme denmiştir.
301
Bizim düşünce tarihimizde insâniyet “nefs-i levvâme” ile başlar.
Nefs-i emmârede kazandırılan, duygu ve düşüncelerini göz-
leme, izleme, denetleme anlamındaki “murakebe” kelimesi o se-
beple nefsle tamlamaya sokulmuştur: Murâkabe-i nefs.
Sanılmasın ki murâkabe, emmâre derecesi aşılıncaya kadar
gerekir.
Hayır!
Murâkabe alışkanlığı gerek Töre'de gerek Türk Müslümanlı-
ğı'nda son nefese kadar devam etmesi gereken üstün bir değerdir.
Bütün değerlerin anası olan bir değer!
Levvâme derecesindeki seyirde de sonrasında da katedilen
insâni olgunlaşma mesâfesi, o murâkabenin kesintisiz faaliyeti-
nin eseri olarak zuhur eder.
Kötülüğün kendinde olduğunu ilk murâkabe sonucunda gö-
ren kimse, gözlemeye devam etmesi sonucunda, önceleri kaotik
ve karmaşık sandığı, düşman ve hasımlarla dolu sandığı hayatı
ve dünyayı, bu dünyanın elemanları arasındaki karşılıklı bağım-
lılığı keşfetmeye başlar.
Bu keşif, bir tarafıyla “anlam yaratma tecrübesi” demektir.
Aslında murâkabenin sürekliliği, öznemizin zihninde ve gön-
lünde kendi kozmosunu üretme faaliyetidir. İşte o sâyede ken-
dini kötülemenin üzerindeki nefs mertebesi olan “mülhime” ka-
tagorisine de dâhil olur.
Mülhime “ilham alan nefs” demektir.
İlham almak iyi de, bu ilham insana nereden gelir?
Karikatür dünyasına teslim olmayacaksak veyâ masalsı bir
tahayyüle teslim olmayacaksak, “ilham” kavramının eski ezber-
lerimiz dışında, murâkabe alışkanlığının kazandırdığı sorgulama
sürekliliğinin bize ürettirdiği yeni anlam çerçeveleri icat ediş, eski
bilgilerinde hazır formülü bulunmayan yeni formülasyonlara
ulaşma olduğunu içimizde tespit edebiliriz.
Bu seyir devam eder.

302
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Murâkabedeki devamlılık, varlıktaki devamlı harekete paralel


düşünce ve dengeler üretmenin de ocağı olur elbette...
Murâkabe kavramına nüfuz etmemizi sağlayacak ölçüde ko-
nuştuğumuzu zannediyorum.
Şimdi gelelim murâkabenin fiilen nasıl cereyan ettiğine.
İzleme, gözleme, denetleme demiştik.
Nefsini izleyecek, yâni kendisini.
Biraz komik olacak ama, murâkabeye soyunan kimse daha
başta kemal yolculuğuna çıkma niyetini içinde kararlaştırmış-
tır. Bu bir...
İkincisi; murâkabeye soyunmak, iç dünyasında bir düalite
yaratmaktır. Uzunca bir zaman çift kişilik taşımayı fiilen kabul-
leniştir. Bir kemal ve vicdan yönü, bir de hayvaniyet ve şeyta-
niyet yönü olarak dünyasını ikiye ayırır. Vicdânı ile akl-ı selimi
ile başkalarının hukükunu tercih irâdesiyle o hayvaniyet, çıkar-
cılık ve şeytâniyeti gemlemeye ahd eder.
Bu çatışma; yeniden o ikiyi bir ettiği, Hakkâni yönünün asıl
kişiliği hâline geldiği rızâ kıvâmında bir anlama noktasına ka-
dar sürer.
Bakın murâkabe esnâsında vicdani yönünü tercihinin de-
vamı şarttır. Aksi halde nefs-i emmâre hâli yeniden galip gelir.
Gerçi bu gel gitler, beşeri hayatın kaçınılmazlarındandır. Her-
kes sık sık tökezleyebilir. İşte orada da “tövbe” devreye girer.
Tövbe, yani vicdâni sâfiyete geri dönme irâdesi. Bakın, laf
değil, irâde!
Böyle düşe kalka devam eder bu yolculuk.
Murâkabe-i nefs içimizdeki hâkimdir. Murâkabe-i nefs Hakk'ı
tanıma, O'nun hukükuna rıâyet olgunluğumuzdur. Murâkabe-i
nefs, fiili Tevhid'i çiğnememe hassâsiyetimizdir. Murâkabe -i nefs
öteki addettiklerimize empati yapabilmek, onların öznelliğiyle ak-
rabâlık kurabilmektir. Bu akrabâlık çok önemli.

303
Sait Başer

Çünkü bu akrabâlık perçiniyle sosyal bünye muazzam bir da-


yanıklılık ve yaşama gücüne kavuşur. Çünkü empatiyle elde edi-
len akrabâlık bir zihin konforu değildir.
Murâkabe, sâhibini yerinde tutmayan, durdurmayan bir san-
cıya da sevkeder. Bu sancıdan birbirinin derdine derman olan, ek-
siğini gideren, yoksulluğuna çâre üreten bir toplumsal yapı doğar.
Tarihimiz buna şâhittir...
O ahi örgütlenmesi, o mahalle yardımlaşma sandıkları, o
imeceler, o esnaf örgütlenmeleri, işbirliğinde disiplin, hiyerarşiye
saygı, ehliyet ve liyâkatin hakkına hürmet... Bunların hepsi var
oluş ve devam sırlarını murâkabe-i nefste bulurlar.
Tabii, murâkabe-i nefsin bir gösteri konusu yapılma ihtimâli
düşüktür. Çünkü her bir ferdin vicdan dünyasında, kendi yalnız-
lığında, yâni halvet şartlarında yürütülmesi mecbüridir. Murâka-
be-i nefs, sosyolojik şartların iyileştirilmesi bakımından ne ka-
dar yüksek bir değerse, demin de söylediğim gibi, her bir bireyin
kendi kemal yolculuğu bakımından da olmazsa olmaz bir şarttır.
Sürekli bir yüzleşmedir.
Sürekli bir denetim disiplini altında yaşamadır.
Sürekli bir heves boğandır.
Mâlâyâni kovandır.
Şeytan savardır.
Halvet hâlinde olmaktır ve bu halvet; kendinde Hakk'la, ken-
dinde kendinle, kendinde halkla barışma sebebidir. Dışlaşmaya,
hârice gösteriye, hâriçten yardım talebine düştüğünüz takdirde
murâkabe hâli o an sizi terk eder.
Evet, aydınımız niçin murâkabesiz?
Çünkü eğitim sistemimiz, geleneksel kurumlar hukuk dışı ve
gayr-ı meşrü addolunalı beri toplumun tanıdığı irfan diline, yön-
temlerine, insan tipine burun kıvırmıştır, sırt dönmüştür. Dahası
kof bir cehâlet gururuyla küçümsemiştir.
Ben küçümsemesine de razıyım. Düşman ilan etmiştir.

304
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Nefs murâkabesi geleneğinden gelen toplumun değerlerine


ve kurumlarına hayat alanı bırakılmamış, onlardan kalan boşluk
da doldurulamamıştır.
Kültür intikali, eğitim sistemi dışında, başta âile olmak üzere
sosyal ortamlarda da gerçekleşir.
Ne yazık ki, Türkiye irfânını terk ettikten, “irticâ” saydıktan
sonra, bir de çok hızlı gelişen bir şehirleşme, modernleşme sü-
reciyle sosyal zeminlerini kaybetti.
Aile parçalandı.
Dedelerle torunların irtibâtı kayboldu.
Dolayısıyla sistem meydanı tamamen boş bularak, murâka-
beyi reddeden egoist sistemi insanımızın üzerine boca etti.
Tablo nettir.
Birilerine aydın diyoruz. Yakalarına akademik ve idari ün-
vanlar, sıfatlar iliştiriyoruz. Ama klasik bakışın “nefs-i emmâre”
dediği çiğ hal, sıfatlarla bertaraf olmuyor.
Bilmem anlatabildim mi?

SORU
Mevcut statükoda bütün grupların belli mevzilere yerleş-
miş olması, halkın tarih içinde var olma sırrını başaran ter-
cihlerine dâir konuşmayı kendine has çözüm üretmeyi engel-
leyişi hakkında da mutlaka düşünmüşsünüzdür Hocam.
Fikirlerinizi bizimle paylaşır mısınız?

CEVAP
Demin murâkabeyi konuştuk. Nefs-i emmâreden alıp günü-
müzün aydınından çıktık. Ben bir zamanlar “Aydın Entelektü-
el-Münevver” başlıklı bir yazı yazmıştım. Onu buraya koyalım:
“MÜNEVVER, ENTELEKTÜEL, AYDIN...
YÂHUT “ÜÇ TÜRKÇE”!
Aydın, entelektüel, münevver!
305
Sait Başer

Kamuoyumuzda bu kelimelerden hangisinin nerelerde ve hangi


kesimler tarafından tercih edildiğine bakalım. Kelime tercihleri-
mizde, bilhassa kavramlaşmış, terimleşmiş kelimeler söz konusuysa,
bağlı bulunduğumuz ontolojik temellendirmelerimiz belirleyici olu-
yor. “İslâmi hassâsiyet taşıdığı düşünülen grup” münevver ke-
limesinde ısrarlı. Batılı paradigmayı kabullenenler entelektüel
kelimesine sempati duyuyor. Laik-seküler-ulusalcı zümrenin elit-
lerinde aydın kelimesinin ön aldığı ortada... (Tabiatıyla bu tasnif
pek de pür homojen bir tablodan haber vermez. Hepimizde bu üç
yapının serpintileri birbirine girer! Ama gene de son tahlilde bir
tercihimiz vardır.)
Aslında mâcerâ uzun bir hikâyeyle açıklanıp bağlanmadıkça
çözümsüz.
Kronolojik bakımdan bu kelimelerin dilimize yerleşmelerin-
deki kıdem sırası; münevver, entelektüel ve aydın şeklinde. Konu
her yönüyle konuşulmaya kalkışılsa, işin içine dil devrimi de girer,
batılılaşma serüvenimiz de, din anlayışımızın tarihimizdeki deği-
şim ve dönüşümleri de, Cumhuriyet ideolojisi de... Her bir başlık,
üzerinde ayrı ayrı durulmaya değer. Lakin bende o kadar teferru-
ata dalmaya ne tahammül ne de sabır var. Lütfen bağışlayın. Ke-
lime tercihlerimiz sıradan ve dikkatsiz seçimler değil.
Türkiyedeki kültür ihtilali üzerine yapılan analizler, ülkemizde
eğitimli veya elit zümrelerdeki keskin dünya görüşü kamplaşma-
sını kaç defa ortaya koydu. Kaç defa “aydın soruşturması” adıyla
bu karmaşık mesele masaya yatırıldı. Dergilerimiz özel sayılar çı-
kardılar. Ancak maalesef ülkemiz okumuşları kültür tarihimizdeki
ontolojik kabuller üzerinden bir seyir tesbitini, o seyrin sonuçla-
rına dâir bir kritik yapmayı akıl etmediler. Ontik algının aynı za-
manda bir epistemoloji, bir etik ve estetikle beraber dünyamıza
girdiği, hattâ metafizik ve mantık anlayışlarımızı bile belirlediği
olgusu hakkında düşünülmedi. 16. YY? a kadarki Vahdet-i- Vücut
eksenli toplumsal ontoloji kabulümüzün (itikadımızın), özellikle

306 |
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Yavuz sonrasında, Safevilere karşı çıkabilme telâşıyla, İmam Ga-


zali tesiriyle ve Kadızadeliler'le birlikte gelen tasavvuf muhalifi ör-
tülü düalist din algısının, yani Arap dünyasına has Eşariliğin ne-
lere yol açtığına yeterince eğilinmedi. “Duraklama” ve “Gerileme”
devri adlandırmasının altındaki milli felâketin, aslında bu ontolojik
algıdan zuhur ettiği yüzyıllarca örtülü kaldı. Devletin Tanzimata
mecbur kalmasında, arka planda etkin olan Eşarileşmiş itikadın
taassubu toplumsallaştırma rolüne bakılmadı. Halkın ekseriyetle
16. YY? öncesi anlayışına sadâkati devam etmekle berâber, yöne-
timler medresede hâkimiyet kurmuş o anlayışa angaje idiler. Islâ-
hat çabaları ise sâdece aynı batağa daha fazla gömülme sonucunu
verdi. 19. YY dan itibâren, bu defâ da Hind ve Kürt anlayışının
bir toplamı olarak Müceddidiyye tasavvufu, medrese vasıtasıyla
müesses hâle gelen mevcut Gazali/Eşari anlayışıyla bütünleşti.
Tanzimat ve sonrasında Pozitivist anlayışın hükümranlığı var-
dır. Bu açık... Yönetimler, eğitim sistemi mârifetiyle, din diye Eşa-
riliğe duyduğu tepkilerin de büyük tahrikleriyle Batılı ateist ve ma-
teryalist paradigmaya süreklilik kazandırdılar, kaba bir pozitivizmi
eğitim ve ilim hayatımıza hükümran kıldılar.
Az zaman uygulanmadı bu üçlü yapı. Resmi kurumlar poziti-
vist ontolojiyi beslerken, belli başlı bütün “cemaat” adlı sivil örgüt-
lenmeler Müceddidi idiler. Geleneksel tasavvuf muhitleri ise var-
lığın birliğine kani idiler ve mensuplarına o anlayışı kazandırma
çabasını hiç terk etmediler. Şimdi bu “Üç Ontoloji”nin âdetâ üç
ayrı milleti vardır ülkemizde. Bu anlayışların mensupları da mâ-
sum Türkçemizi kendi ontolojileri istikametinde ayrıştırıyor ve “Üç
Türkçe” diyebileceğimiz bir dil yelpâzesine sebep oluyorlar.
Aslında konu çok daha derin ve ayrıntılıdır.
Bu üç ontolojiye bağlı olarak sosyal yapımızda, siyâset an-
layışlarımızda, felsefi-dini tercihlerimizde birçok üçleme biçim-
lenmiş durumdadır. Sanatlarda, zevklerde, hayat tarzı seçimle-
rimizde, ahlak anlayışlarımızda, müziğimizde, mimarimizde,

307
Sait Başer

siyâset projelendirmelerimizde... O üçlemenin gâyet canlı ör-


nekleri, tezâhürleri vardır.
Dolayısıyla, “Nur” kelimesindeki metafizik göndermeyi içine
sindiremeyenlerin ellerine firsat geçince bu kelimeyi aforoz edişle-
rine şaşırmayalım. Kezâ “gerçek aydınlanma”yı bir “İlahi var-
lığa karşı şehâdetin içten tahakküku” olarak kabullenenlerin,
“aydın” kelimesindeki harici bilgilenme esaslı kaotik kavramlaştır-
maya sıcak bakması düşünülemezdi. Gerçi “nur” kelimesinde ge-
leneksel tasavvuf muhitleriyle cemaatlerin tercih berâberliği var-
mış gibi görünür. Ama sâdece görüntüdür bu. Anlamlandırmaya
giriştiğiniz an iki ayrı ontolojik göndermeyle karşılaşırsınız. Da-
hasına girmeyeyim. Entelektüel ise düşman bir alandan içimize
sızıyordu. Eğer Batılı paradigmayı içinize sindiremiyorsanız, bu
sindirememe ister dini ister milliyetçilik(ki bizim milliyetçilik ta-
rihimiz de kırıklarla doludur.) sebebiyle olsun, o kelimeye dostça
bakabilir miydiniz?

Yoksa şimdi şöyle bir zevk edişe kaç iştirak bulunur:


Nüru'n alâ nir...
Cenâb-ı Hakk kendisini böyle adlandırmış... “Nur üstüne nür...”
demiş!.. “Nâr” cehennemi tasvirde kullanılmış, nür cenneti! Nür,
nârın çoğul hâli olarak târif edilmiş Kamus'ta... Cehennem cennete
yol veren tasfiye ocağı diye! “Ol rahmeti bol pâdişâh” cehenneme
kul'u değil günâh'ı yakmak için ocak kurmuş... “Münevver”, hem
nâr hem de nür kökünden çık rılabilen bir kelime imiş... Varlık-
taki aşk temelli terkibi sezen, unsurları arasında, çoklukta birliği
gören gönüller nurdan münevver olmuş; çokluğu birleyemeyen,
âsi olup terazinin gaflet kefesine düşen de nar'dan aydınlanmış.
... Tercihini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.”

Bu yazının üzerine ayrıca bir açıklamaya ihtiyaç var mı?

308 |
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Teorik plânda ontoloji konuşmak ve yerli ontolojimizin


Vahdet-i Vücut eksenli seyrine işâret etmek fiili varoluş duy-
gumuzda bir karşılık bulur mu, bulmalı mı, nasıl bulmalı?
O'nda ve O'ndan var oluş tezi, Hakk'ı duyumsama ile des-
teklenmedikçe reel bir değer ifâde eder mi?

CEVAP
Vahdet-i Vücud'un teorik anlatımına “tasavvuf”, müessesine
ise “dergâh” denir, biliyorsunuz. Farklı isimler kullanılmakla
berâber biz mâhiyet üzerine konuştuğumuz için konumuzu te-
ferruata boğmayayım. Tasavvufun öğretildiği, daha önemlisi uy-
gulandığı dergâha gelen derviş adayına söylenen ilk tavsiyelerden
biri; “Tasavvuf kaal ilmi (sözel bilim) değil, hal ilmidir” prensi-
bidir. Hal ilminden kasıt, yukarıda murâkabe konusunu işlerken
değindiğimiz, içten bir irâde ve kararla olgunlaşmaya niyetlenmek-
tir. Olgunlaşmanın elbette sözel telkine dâir bir yüzü mevcuttur,
fakat mârifet söz toplamak değildir. Çiğ gönüldeki hamlığı ber-
taraf edecek bir anlamayla kişiliğinizde ahlâka dönüştürmektir.
Anlamaya yaptığım vurgu, ahlâkın ezber üzerinden vücut bu-
lamayacağı kanaatindendir. Ezbere uygun davranmak, davranış
doğru olsa dahi gerçek ahlâk değildir. Murâkabeden geçmeyen
hiçbir ezberden özgün ahlâka varılamaz. Ahlâk “Hâlık'ın ahlâ-
kına bürünme süreci”nin adıdır. Zuhruf süresi 14. Âyet: Arapça
aslında “... veinnâ ilâ Rabbinâ lemünkalibün” diyor. Buradaki
“münkalibün” kelimesi, genellikle Vahdet-i Şuhut perspektifli me-
alciler tarafından “dönmek” mânâsıyla aktarılır. Hâlbuki kelime
“kalp” kökünden türemiş, dönüşmek demek. Bir halden bir hâle
dönüşmek. Tasavvufta dervişe telkin edilen ahlâk “Allah'ın ah-
lâkıyla ahlâklanmak”tır. Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanacak olan ve
şâhit olmakla mükellef tutulan mü'min ise, yine Kur'ân ifâdesiyle:
“insan ancak nefsini basirdir (Kıyamet 14.)” nitelemesiyle bir

309
Sait Başer

“kendinde şehâdet” imkânına bağlı olarak görmekte, yani şâhit


olmaktadır. O halde beşeri ahlâk, ilâhi ahlâka “dönüşecek”se, bu
dönüşmenin kendini gözleme yâni murâkabe süreci içinde ger-
çekleşeceği anlaşılıyor. “Ancak nefsini basir olan” yâni görebi-
len insan, nefsindeki dönüşüm ve olgunlaşma seyri içinde nef-
sine şâhit olurken aynı zamanda Hakk'a da şâhit olacaktır.
Görmek, burada besbelli ki anlamak ve anlamlandırmak
mânâsındadır.
Anlama, zihni planda gerçekleşen bir yaratma eylemidir. Nes-
nel dünyâda anlam yoktur. Anlam insanın yarattığı bir soyut ürün.
Dolayısıyla insan elinden zuhur eden ne varsa, anlamasının
somutlaşmasıyla belirginleşir. Anlamamızın ürünü olan anlam-
lar, öncelikle bize has öznel değerlerdir.
Kişiliklerimiz, anlamalarımızın toplamıdır.
Gerçek anlama, ahlâk ve irâdeyi içinde taşıyan bir değer-
dir. Dolayısıyla ezber ve spekülatif demogojik lâfazanlıklar bi-
zim anlama dediğimiz alanın dışında kalıyorlar. Tasavvufu, teo-
risi bakımından bütün nüanslarıyla hıfzetmekle, onların doğuş
şartlarına ve sebep-sonuç ilişkilerine kendi gönlünde şâhit olun-
madan sâhici bir anlama tahakkuk etmez.
Yâni lafzi bilgi, aktarılan bilgi, yüklenilen bilgi, istenen mânâ
ve değeri uyandırma iktidârına sâhip değildir. O uyanış ve ah-
lâk ve irâdeyle bütünleşiş, sâdece halvette murâkabe esnâsında ve
onun sonucunda şahsiyet elemanına döner. Buradaki döner keli-
mesini, yukarıdaki inkılap kelimesiyle birlikte düşünün.
Sorunuzu tekrar hatırlayacak olursak, gayet tabii, ben toplu-
mumuzun yükseliş sırrı kabul ettiğim ontolojisini yeniden duygu
ve düşüncesinde kalbine yerleştirmesi taraftarıyım. Elbette ki,
milli ontolojimiz devam ettirilebildiği takdirde, milli varlığımız
ve değerlerimiz ile medeniyetimizle birlikte var olabilir, devam
edebiliriz. Aksi halde, Allah korusun, bir sosyo-kültürel cinnet
310
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

eşiğindeki güncel yapı, eninde sonunda kendisini üretmeye de-


vam eden güçlü medeniyetlerin değerleri içinde eriyip gider.
Fiziki varlığımız devam etse bile, medeniyetimiz ve değerleri-
miz köküyle irtibâtı kaybolduğundan kurur, çürür, devrilir gider.
Tabii ki, insanımız kendi ontolojisiyle yeniden buluşmalıdır.
Bu bizim devam ve beka sırrımızdır.

SORU
Aziz Hocam, bir yazınızda: “Milyonlarca güneş resmi bir
kıvılcıma mağluptur.” demişsiniz.
O kıvılcım candan doğmadıkça, candan gelmedikçe haki-
katle temassız bir teorik gevezelik olmaz mı?

CEVAP
Evet, haklısınız.
Yukarıdaki soruları konuşurken bu hususlara da değindiği-
mizi düşünüyorum.
Elbette, doktorun koyduğu teşhis doğru, verdiği ilaç isâbetli
de olsa, o ilâcın adını ezberleyip, mütemâdiyen tekrar etmek
çâre değildir.
Çâre verilen ilâcı alıp, doktorun târifi mücibince uygulamaktır.
Ben 60 küsur yaşındayım. Ömrüm kültür meseleleriyle uğ-
raşmak ve üniversitede hocalıkla geçti. En az elli senedir Milli
Eğitimden şikâyet metinleri okudum, nutukları dinledim. Bu ko-
nuda da bütün toplum mutâbık. İşe bakın ki, reçete ezberleyen
hastadan farkımız yok. Anlamayı dirilten, anlama malzememiz
olan kültür havuzumuz ve tecrübe birikimimiz olan tarihimizle
ilişki kurmadan, başkalarının ürettiği reçeteleri ezberliyoruz.
Onların çâresinin bize zehir olabileceğini göremiyor, büyük
bir rasyonalite hayranlığıyla aklı dumüra uğratan ezberciliğimizde
ısrar ediyoruz. Daha nasıl söyleyeyim?
311
Rasyonalitenin slogan ve metinlerini birbirimize tekrarla-
mayı anlamanın yerine ikame ediyoruz. Tut kelin perçeminden,
kardeşim!
Müceddidiye'nin taşıdığı din ve dünya tasavvuru bir ezberdi.
Ezberle taklidi öyle bir yerleştirdiler ki, o ezberci şartlanmayla
biz Batılılaşma ve rasyonaliteye de anlama zahmetine katlanma-
dan gene bir ezberci tutumda ısrar edip laf taşıyıcılığı ile kotara-
cağımız bir şey diye baktık.

SORU
Bireysel planda ortaya konulan fikirlerde gereken öznel tu-
tarlılık gibi, toplumsal planda da kültürel tutarlılık, medeni-
yetin çelişkiler içinde boğulmasını önlemenin sigortası sayı-
labilir. Fikri ve ahlâki tutarlılığın kaynağı, bir geçmiş ve tarih
bilinci midir, yoksa bu varoluşsal duyumsamanın sürekliliğin-
den mi kaynaklanır?

CEVAP
Yâni bu soruya bayıldım, efendim!
Biraz daha genç olsaydım şu sorunuz için bir kitap yazmayı
bile düşünürdüm.
Biliyorsunuz dem bu demdir. Şimdinin dışında bir varoluş
realitesinden söz edilemez. Geçmiş, kayıtlarımızda kalan, kül-
türle şimdiye taşınan ve hâfızalarımızda bilinci besleyen unsur-
lar ile şimdide yaşayan bir geçmiştir.
Tarih felsefesi bu konuları epeyce didikledi.
Bendeniz vaktiyle bu konuyu, merhum Ahmet Kabaklı ho-
canın Türk Edebiyatı Vakfında verdiğim bir konferansta tartış-
mıştım. Doğrusu okuyucularınızın o metni görmelerini isterim.

312
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

SORU
Lütfederseniz derhal ekleyelim.

CEVAP
Buyrun:

ŞİMDİNİN VE TARİHİN FELSEFESİ ÜZERİNE


Âşinâ olmayanlara garip de görülse, tarihle oynanması eski bir
hikâyedir. Meselâ Osmanlılar'da islam öncesi Türk tarihi önem ta-
şımıyor, hemen hemen hiç üzerinde durulmuyordu. Tarihçilerden,
İslam tarihiyle Osmanlı Hânedânı arasında ilişki kurmaları bekle-
niyordu. Bu durum, sâdece idârenin beklentisi değil; halkın da en
temel hayat prensibi saydığı iman dünyaları dolayısıyla arzuladığı
bir tablo idi. Ümmet ile müştereklerin arttırılması, İslam Peygam-
beri'yle yakınlığını kuvvetlendirmek, müslüman Türk halkını hoş-
nut kılmakta, böyle bir tarih bilinci aynı zamanda idârece istenen
toplum ahlâkının tesisini de kolaylaştırmaktaydı.
Şah İsmaile kadar yekpâre bir kültür coğrafyası olan İran-A-
nadolu toprakları, XVI. yy.dan itibâren rakip siyasi coğrafyalara
dönüşüyor, tarihçilere de bu durumu her iki taraf nezdinde haklı
gösterecek yeni tarih kurguları meydana getirmek düşüyordu. Nasıl
XX. yy.da Orta Asya tarihi birden resmi tarih tezinin hareket nok-
tası hâline geliverdiyse ve Cumhuriyet, meşrüiyetini laik bir tarih
kurmakta gördüyse... Alışılmış Osmanlı tarihçiliğinin günah keçi-
leri olan Şah İsmail ve Timur'un bu gün Azerbaycan ve Özbekis-
tan ile ilişkilerimizin zoruyla gündemden düşürülmesine muka-
bil, Türk-İran ilişkilerinde mevcut ideoloji ve rejim çatışmalarını
haklı kılmak adına bu defâ da İmamiye Şiası tezinin Türk Müs-
lümanlığı'ndan farkı vurgulanmaktaysa... İrana hâlâ Yavuz Se-
lim gözlükleriyle bakılmaktaysa... Yâni hangi siyasi konjonktür ve
İMA
Sait Başer

menfaatler baskınsa o şartların dikte ettirdiği bir tarih tezi sah-


neye konulmaktadır.
Tarihle oynayan yalnız biz değiliz.
Tarihin, siyâsete gereken istikametler ve bu yönelişlerin halka
empoze edilmesi, baskın prensipler mücibince yeniden yeniden kur-
gulandığına doğudan da batıdan da çok örnek bulabiliriz.
Son Avrupa Birliği projesi, Avrupa'nın başlıca toplumları ta-
rafından dâvâsı güdülen asırlık tarih tezlerinden vazgeçilmesini
gerektirmektedir. Kadim Fransız-Alman husâmeti, İngiliz-Fransız
boğazlaşması, Katolik-Protestan, Ortodoks-Katolik kavgaları... on-
ları üreten ve sürdürmeyi gerektiren menfaat ve dâvâlardan daha
önemli yeni süreçlerin belirmesiyle gündemden düşürülmektedir.
Tarih kurgusunun kitleler üzerindeki etkisi o derece önemsenmek-
tedir ki, ders kitaplarındaki tarih bahisleri yeniden yazılmakta ve
toplumları birbirinden uzaklaştıran unsurlar ayıklanarak kitleleri
barıştırıcı temeller üzerinde daha yumuşak üsluplar öne çıkarı!-
maktadır. Böylece ortak kimlik özellikleri taşıyan bir “Avrupa va-
tandaşı” prototipinin teşkili, projenin başta gelen konuları arasına
alınmaktadır. Son senelerde sırf tarih kitapları üzerine meseleyi çok
yönlü incelemelere tâbi tutan seri kongreler düzenleniyor.
Konunun bizi ilgilendiren tarafları da vardır.
Türk tarih kitaplarının Türk-Batı ilişkilerini değerlendirme üs-
lupları Batılı dostlarımızca şiddetle eleştiriliyor. Tarih öğretimimi-
zin şöven esaslara dayandırıldığı, “kaba milliyetçiliği” tahkim ettiği
ileri sürülerek, konu diplomasiye malzeme teşkil ediliyor. Eğitim pe-
dagojisi, misyonerlik ve başka siyasi emeller bahânesiyle ilgili mih-
rakların bizdeki uzantıları harekete geçirilmektedir.
Ortak Avrupa kültür mirasının Grek-Roma-Hristiyan temel-
leri öne çıkarılarak ârt ırk fikrinin kuşatıcılığı gibi faktörlere da-
yalı yeni ve bütün Avrupa toplumlarına ortak kimlik kazandıra-
cak bir tarih kurulmaya çalışılmaktadır. Bu kimliğin müşterek bir
tehdit algısı da vardır: Müslüman Türklük.

314
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

O halde Türkler de Türk düşmanı olmalıdır!


Madem Avrupalı olmak istiyorlar!?
Sâdece bu son husus hakkında kitaplar yazılsa yeridir. Hâdi-
senin medya, sanat, sivil toplum örgütleri, eğitim öğretim kurum-
ları ve müfredat ve en geniş anlamda siyasi yansımaları vardır.
Her birinin üzerine de en ciddi mânâda dikkatle eğilmek Türk ay-
dınının boynuna borçtur.
Sözü burada teorik bir plana çekmeyi ve biraz daha derin dü-
şünmeyi daha isâbetli buluyoruz.
Öyle sanıyoruz ki, büyük siyasi oyunların malzemesi hâline
getirilen tarih konusunu, ortalama bir anlayışa göre, alışılagelmiş
bir geçmişi öğrenme çerçevesine hapsetmeden değerlendirmek bize
yeni ufuklar kazandıracaktır. Yerleşik tarih kavrayışını derinleme-
sine tenkide tâbi kılmak mümkün ve gereklidir. Ancak biz böyle
yapmayacağız. Zirâ o istikâmette düşünmeye kalkışmanın engin
(ama bildik) açılımları bulunsa da, yeni bakışlara fırsat tanıma-
yan bir girdap oluşturduğunun farkındayız.
O halde alışılagelen bir yönelişin yeni fark edişlere hayat hakkı
tanımasındaki güçlüğü aşabilmek adına bazı kavramları yeniden
tarif etmek yolu denenmelidir. Tarihi âdetâ bir “Varlık Alanı” hâ-
line getiren aldatıcı saplantıları yenmedikçe, aşmadıkça özellikle
bizim toplumumuzda yeni bir durum değerlendirmesinin sağlıklı
alt yapısı oluşamayacaktır.
Öncelikle yaygın bir kavrayış hatâsını tespit edelim. Tarih, “bu-
gün'de, “şimdi'de bilfiil mevcut, bire bir kendi oluş şartlarıyla ya-
şamakta olan bir gerçeklik, “şimdi”ye alternatif oluşturan bir var-
lık alanı değildir. “Şimdi'de, an'ın içinde, bilfül hayatın faktörleri
ve devam etmekteki süreçlerde mündemiç bir tarih gerçeği vardır
şüphesiz. Ancak bu var oluş şimdileşmiş, güncelleşmiş, diriliğini
sürdüren, fizik âleme eşlik etmekteki bir var oluştur ki, biz bu var
oluşa da zâten tarih demeyiz. Onun adı 'şimdi'dir.
315
Sait Başer

Tarihi sanki alternatif bir mevcutlar alanı gibi kabullenmek;


düşünce yapımızı, kendimizi hissedişimizi ve görüş ufuklarımızı
sanallaştırmaktadır. Vâkıâ insan düşüncelerinde ve düşünceleriyle
var oluşu idrak edebilen, başka türlü var oluş algısı imkânsız bir
canlıdır. Varlık idrakimizi düşünebilme, fark ediş, fark edişlerimizi
ilişkilendirebilme, hissedişlerimizi kıyaslayabilmelerimize borçluyuz.
Hem fert hem de toplum bazında hayatta kalabilme adına ve-
rilmiş mücâdeleler, tarihi yaparken, bu büyük tecrübe esnâsında
kavramlar ve soyut değerlerin üretildiğine de şâhit oluyoruz. Bu
değerler yeniden bir dışlaştırma ve somutlaştırmaya uğratılarak
karşımıza medeniyetlerin çıkması sağlanmıştır. Ulaşılan yargılar
aynı zamanda bilgi ve değer hükmü kıvâmına da gelmektedir. An-
cak insanlığın bu büyük başarısı alkışlanırken kurgulanan, ulaşılan
karar, kavram ve bilgilerin ilelebet genel geçerlilik taşıdığını zan-
netmek, ânı ve ânın dayattıklarını yâni hayatı anlamayı da sap-
tırmaktadır. Hattâ zaman zaman “ân'ı kaybetmeye yol açıp, onu
boşaltarak anlamsızlaştırmaktadır.
Ne var ki, sürekli tâzelenen ve dâimâ yeniden anlamlandırıl-
ması gereken, harekete dayalı, değişmeye bağlı bir fizik âlemde ya-
şamaktayız. Bütün algı ve yorumlarımız bu sürekli oluşun zâten
en az bir an ardında kalıyor. Dolayısıyla kültürlere bağlı ve tarihi
davranış ve algı kalıplarını daima şüpheyle karşılamak ve yeni-
den güncelleştirmek, yani yeniden anlamlandırmak yani sürekli bir
kavramsal restorasyon eylemi içinde bulunmak, başarılı bir hayat
yaşamanın vaz geçilmez ön şartı niteliği ile önümüzdedir. Bu me-
tot aynı zamanda başkalarının tâyin ettiği kalıpların esâretinden
çıkmak anlamı da taşır.
Tarih felsefecilerinin sürekli tarih yazmak lüzümuna işâret-
leri, her kuşak kendi tarihini yazmalıdır görüşü önemlidir. Zirâ
insan fark edişleri, anlama ve düşünmeleri behemehâl güncel, ya-
şanmakta, tecrübe hâlinde bulunan kavramsal dünyamıza oranla
vücut bulabilmektedirler. Dolayısıyla adı konulmasa dahi, tarihi

316
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

ayrı bir alternatif âlem de sansak, onu kavrayışımız fiili deneme-


lerimize bağlı olarak şekillenecektir.
Adına “tarihi belge” dediğimiz metinlerin bizdeki anlamları
ve değerleri bile, kendi tecrübelerimiz bağlamında mânâ kazanır-
lar. Sözgelimi Bilge Kağan'ın Orhun Kitabeleri'nde tebasına dönük
kastı ile, onun sözlerinin bugünkü değeri arasında hem bağlam,
hem hedef bakımından olağan üstü farklılaşmalar vardır. Yâni aynı
metin, virgülüne dokunulmadan bize kadar geldiği halde, anlamı
ve değeri bâzen tamamen başka düzlemlere intikal etmiş olabilir.
Bu noktada “dinleyen söyleyenden ârif gerektir” fetvasına sı-
gınarak, aslında şimdide mevcudiyeti dışında bir tarih yoktur,
hükmünü vermek zorundayız. Elimizde ve bizimle birlikte haya-
tımıza eşlik eden birikimlerimiz, arkeolojik, kültürel, yazılı sözlü
bilgi malzemelerimiz günün şartları ve getirdikleri ışığında an-
lam kazanıyorlar.
Tam bir görüş elde etmenin veya bir duruş kararlaştırmanın
güçlüğü ortadadır. Ancak, nasıl tarih şimdi'nin şartları sâyesinde
anlamlı hâle geliyorsa, bunun aksi istikametten bakıldığında da
şimdiyi tâyin eden kriterler, şimdi'nin anlamı, değeri de önemli
ölçüde tarihin tâyin ettiği kavramlar, değerler, tavır alışlarca be-
lirlenmektedir.
Bu noktada tarihi;
1. Gelenek, dil, din, dünya görüşü, davranış kalıpları... olarak
füli durumdaki,
2. Kurgulanan ve kullanılan tarih
olmak üzere iki ayrı kategoride ele almalıyız.
İnsan; ünsiyet kurabilen, ilgi kurabilen, ilişkiler yaratan, ya-
rattığı ilişkileri bilgileştiren ve buna inanan bir varlıktır. İlgilendi-
gilalâkalandığı) ile zihnen bütünleşen, soyutlama melekesi sâye-
sinde kavramlar dünyası yaratan, yâni fizik âlem üzerine yeni bir
1317
anlam kâinâtı ekleyen, bu yaratmasını tekrar kendisine katmak
süretiyle zihnen büyüyebilen özellikte bir varlık.
Anlam yaratma, ister bilerek ister bilmeyerek olsun, süreklilik
ve genellik taşıyor. Aksi hâlde var oluş fark ediş ve anlamaya bağlı
olduğundan, yaşama irâdesi ortadan kalkmaktadır. Bilmeden an-
lam yaratmada büyük ölçüde sınırlı, tarihe esir, eski kalıplar isti-
kametinde, inkişaf ve kendini aşma hamlesinden mahrum kalın-
maktadır. Bu durum ise, başlangıçtan beri tenkit ettiğimiz sanal
bir gerçeklik yaratma, yanılsama anlamına geliyor; ki, hayatla barı-
şık olmayan, tarihsel, sakat bir güncellik meydana getiriyor. Kendi
gününü bir anlamda geçmişe tahsis, kurgulanmış tarihe hasretme
mâhiyetine bürünüyor. Öte yandan anlam yaratarak yaşanabildi-
ginin şuurunda olmak ise, zamana ve tarihe karşı (onu hem bir
mevcutlar alanına dönüştürmeden, hem yok saymadan, hem de
küçümsemeden) tarihe karşı özgürleşmek demek oluyor.
Yeniden anlamlandırma dediğimiz yoldan ayrılmadan kültürü
yaşayış biçimi, (önce de değinildiği üzere) aynı zamanda bir dâimi
restorasyon niteliği taşımaktadır. Böylece insanoğlu, bilfiil yaşarken
hem geçmişi yeniden kurmakta, kurgulamakta, yâni bir anlamda
yaratmaktadır, hem de geleceğini... Yâni biz, şimdi'nin zarfında
sürekli bir geçmiş ve gelecek üretmekte ve bu iki cenâhı birbi-
riyle bütünleştirmekteyiz. Bütünlüğü fark etmek ile bütünleştir-
mek ayrı ayrı ilgiye değer ve akrabâ ve ardışık konulardır.
İşte tam burada kurgulanan tarih, toplumsal kimlik oluştur-
mada olağan üstü önem kazanıvermektedir. Hemen hemen bütün
zamanlarda, bütün yönetim modellerinin ve rejimlerin tarih kur-
gulama tutkusu taşıdıklarını görüyoruz. Çin imparatorları, tahta
geçişlerini yâni cüluslarını takvimin, yâni tarihin, yâni zamanın
başlangıcı olarak kabul etmekteydiler...
Japonlar da öyle...
Milat, Hicret, Celâliye, Gregoryen (veyâ 1923!) ...vs. takvimleri
birer tarih kurgusu projesinin ana motiflerindendi.

318
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Sembolik yaklaşımları anlamak, asıl olup biteni anlamakta


çok faydalıdır...
Rejimler ve yöneticiler dâimâ müti teba arzu edegelmiştir. İtaat,
yönetimin halk nezdindeki meşrüiyet oranına bağlıdır.
Meşrüiyet ise genellikle tarihten çıkartılır.
Daha açıkçası tarih kullanılarak oluşturulur. Meşrüiyetin ger-
çekleşmesi ile “istenen” tarihin kavranması birbirleriyle doğru oran-
tılıdır. İtaat de yönetimlerin meşrüluklarını sürdürebilmeleri sâye-
sinde, diğer bir ifâdeyle istenen kimliklerin benimsetilmesi yâhut
oluşturulması ile kâimdir.
Tarih-kültür-hayat-insan zihni arasındaki ilişkiler hakkında
yeterince düşünmemiş bilinçsiz kitleler, kurgulanmış tarih aracı-
lığıyla aslında zihnen ve müebbeden prangalanmışlardır. Çünkü
doğal tarih ve onun an içindeki mevcüdiyeti fark edilmese de te-
sirli olmakla birlikte, şuurunda olunursa, yaratıcı hamle gücü taşı-
yan, kalıplaşmamış bir zihin özgürlüğü kazandırmakta, bâzen çok
aptalca olan sosyal ilizyonlara büyük ölçüde izin vermemektedir.
(Günümüzün tabu kavramları bu dikkatle tekrar düşünülmelidir.)
Anlam evrenini her an murâkabe eden, tarihini sürekli restore
ederek yaratıcı zihin faaliyetine malzeme yapan insanların yöneti-
cileri, hizmetinde olduğu halkın irâdesine paralel davranmak z0-
rundadırlar. Bu tür bir irâde, kolay kolay ipotek kabul etmeyecektir.
“Şimdi”; iyisiyle güzeliyle, yanlışıyla doğrusuyla, beğenileni ve
beğenilmeyeniyle bütün unsurları içinde barındıran, yâhut bütün
unsurların koordineli faaliyet gösterdiği bir zaman kesiti. İnsan, o
zaman kesitinde ihtiyari veya mecbüren yaptığı tercihlerle yaşar.
Her tercih aynı zamanda bir sentez özelliğindedir. İstenenler ve iste-
nilmeyenler vardır ve bunlar birbirlerinin mâhiyetini de belirlerler.
Tercih yapmak zorunludur.
Yâni seçicilik söz konusu.
319
Sait Başer

Tarih dediğimiz yaşanmış zamanlar mecmuası göz önüne alın-


dığında da her bir kesitinde sayısız tercih bulunur ve bunlar birbir-
leriyle zincirleme ilişki hâlindedirler. Şimdide meydana gelen ter-
cih, zincirin son halkasını teşkil eder. Özellikle kurgulanan tarih
söz konusu olduğunda, geçmiş zaman kesitlerindeki asıl tercihle-
rin yerini şimdideki unsurların tâyin ettiği yalancı tercihler alır.
Bu sebeple ideal ve objektif tarih kurgusu imkânsızdır. Tabiat olay-
larındaki ilişkilerin üzerine bunların da tâyin ettiği beşeri yöne-
liş ve tercihler eklenir ve çok unsurlu bir denklem hâlinde bir ya-
şama ânı oluşur. Fakat “yaşama ânı” dediğimiz dar çerçeve, aynı
takvim zemininde, belirlenmiş saat ve saniyede tezahür eden son-
suz başka yaşama anlarıyla da ilişki hâlindedir.
Dolayısıyla tarihçinin kavrayış kapasitesi, içinde bulunduğu
ânı kavramaktan dahi âcizdir.
Üstelik tarihi kurgulamaya çalışan zihin, ancak şimdi'ye göre
bu işi yapabilecekken, genellikle şimdi'yi de kaybeder.
Aslında bu kayıp, gerçek tarihi de görüş ufkundan kaldırmak-
tadır. Üstelik yazmak, kavranılanı ifâdelendirmek ayrıca dikkate
değer bir eksilmeyi mukadder kılar. Çünkü her kavradığınızı tasvir
edemezsiniz. O halde tarih diye önümüze konulan metinler tama-
miyle subjektif kaba tercihler ve gerçek tarihin kozmik yapısı ya-
nında primitif kurgulardan ibârettir.
Ancak şunu söyleyebiliriz: İllâ bir tarih kavramına ihtiyaç varsa,
bunu “doğal tarih” diye adlandırabileceğimiz, bilfiil içinde bulun-
duğumuz şimdi'nin unsurları, birikimi arasında aramalıyız ki; o
unsurlar içerisinde tarih kavramına en yakın özellik taşıyanlar en
başta gelenek olmak üzere, dil, değerler sistemi, davranış model-
leri, âdâb-ı muâşeret... gibi faktörlerdir.
Bütün bunlardan sonra: “Kendi adımıza tarihe nasıl bak-
malıyız?” dersek:

320
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Bütün dönemlerini olduğu gibi, tarihin ideal dönemlerini de


tasavvur edip kurgularken kullandığımız bilgi ve kavramlar bizde
zâten mevcuttur.
Problem, cesâretimizin noksanlığındadır.
Taşıdığımız bu değerleri kendimiz tahakkuk ettirecek yerde,
uzak ve geçmiş bir zamana göndererek statikleştirmekteyiz. Bu-
rada bâhusus gizli bir tatmin arayabiliriz. Çok beğendiğimiz o de-
virlerde o “ Asr-ı Saâdet”lerde insanlar durmadan tarih filan dü-
şünmüyor, hamâseti tarihte aramıyorlardı.
Ömer Seyfettin'in “Vire” hikâyesi bu bakımdan düşündürücü
unsurlar taşır. Kale muhafızı cengâverler yaptıkları işe o kadar
yoğunlaşmışlardır ki, kısa süre öncesine âit sorulan şeyleri hatır-
lamamaktadırlar. Ama ideal devirler onların eseridir diye biliriz.
Yâni tarihi yenmek zarüretindeyiz. Aslında burada yenilecek
olan gerçekte tarih değil, bizde yaratılan ve aman vermeyen kor-
kularımızdır.
Bizdeki, tarih bilinci değil, bir mirasyedi mâl-i hülyâsıdır.
İdeal dönem diyoruz!
İdeal dönem kavrayışı, tekrar söyleyelim, kendimizde mevcut
olan, şimdideki anlam kadrosuyla teşkil edilmektedir. Eğer böyle
bir anlayışımız varsa, bu anlamanın malzemesini hemen ve bu-
rada kullanmak yerine, geçmiş zamanlara göndermekle yaptığımız
şey, kendimizden korkmaktan başka bir şey değildir. O değerlerin
ideal dönem yaratma kudreti varsa:
Hodri meydan!.”

Tabii sorunuzun ikinci kısmını bir sual gibi değil de, bizim
de benimsediğimiz bir cevap olarak almakta fayda var. Yâni el-
bette ki, asırlar öncesinde Hz. Mevlânâ'nın veciz şekilde söylediği
gibi: “Bugün yeni bir gündür. Yeni şeyler söylemek lâzımdır”

321
Sait Başer

Şimdide durma bilinci, aslında bizim kültürümüzün en ka-


rakteristik vasıflarındandır.

SORU
Dış çerçevedeki sürekli değişme ve gelişme bizim yeni tu-
tum geliştirmelerimizin muharrik sebebi ise, bu gerçeğe rağ-
men tutarlı kalabilmenin sırrı ne olabilir? Türk Müslümanlığı
dediğimiz anlayışın mahsülü bir birikim ve kadrodaki devam-
lılık fikrini işliyorsak, o devamlılığı sağlayan ilkeye dâir ko-
nuşabilir miyiz?

CEVAP
Yukarıdaki sorunun bir başka versiyonu ve devamı mâhiye-
tinde bir soru da bu.
Azizim esas olan “dış gerçeklik” dediğimiz, eskilerin tâbi-
riyle şuünât, olaylar zinciri ile “iç gerçeklik” dediğimiz kendini
bilme imkânının mutlaka buluşturulmasıdır, çünkü vâkıâ budur.
Kültürümüzün ana karakterini bir cümleyle özetle deseler,
bunu beş kelimelik bir cümleyle: “Kültürümüz “arada olma il-
kesine dayanır.” diye özetlerdim.
Arada olmaklık gerçekten Türk medeniyetinin son derece ka-
rakteristik bir özelliğidir. Buradaki “ara, ara-lık” bir itidal nok-
tasına atıf yapar. Bir liste çıkaracak olsaydık, tâ tepeden aşağıya
doğru şöyle bir liste söyleyebilirdik:
Varlık algımız, hareket ile buluşmanın arasındadır. Varlık
kelimesinin yarmak kelimesiyle ilişkisini hatırlatırım. İslâm'ın
da mânâsı olan “barış” kelimesi Türkçede “varmak” kelimesin-
den türetilmiştir. Türkçenin seyrinde V harfi zamanla B harfine
döner. Varışmak, barışmak demektir. Yâni varlığın unsurlarıyla
barışmak, tevhid etmek demektir.
İnsan algımız fizik ile meta-fizik arasındadır.

322 |
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

İnsanın ana değeri olarak ne sırf akla ne sırf kalbe bağlanı-


rız. Akılda kalp, kalpte akıl esastır.
Varlık-Tanrı ilişkisine baktığımızda varlığı Tanrıdan, Tan-
riyı varlıktan ayrı saymayız. Bir de saymayız. Varlık-Tanrı iliş-
kisi gene arada bir formülle, merhum İmam Mâturidi'nin formü-
lüyle: “Ne ayrı ne gayrı, ne aynı ne ayrı'dır.
İnsan-Tanrı ilişkisine baktığımızda ne kral Tanrı'ya çevirir,
varlık dışına atarız; ne de varlık âleminden herhangi bir cüzü
Tanrılaştırırız: “Tenzih ile teşbih arasında” dururuz.
Dünya ahret ilişkisine baktığımızda; “Ne dünya için ahret-
ten, ne de ahret için dünyadan” vazgeçeriz. Hayatımızı yaşar-
ken ne korkulara teslim oluruz, korkuyu mutlaklaştırırız; ne de
mağrur bir ümide kapılırız. Korku ile ümit arasında dururuz.
Coğrafi yön itibâriyle de ne Doğu'yu ne Batı'yı, ne Kuzey'i ne
de Güney'i kesin tercih ile benimseriz. Biz Kuzey'le Güney'in,
Doğu ile Batı'nın arasında durmayı severiz. Fıtratımız da buna
uygun gelişmiştir.
Geçmişle geleceğin arasında dururuz.
Madde ile mânâ arasında dururuz.
Evet ile Hayır arasında dururuz.
Varlık ile yokluk arasında dururuz. Bu uğurda “Melâmilik”
diye bir okul bile kurmuşuzdur.
Zâlim ile mazlum arasında dururuz. Ne zâlim olmak iste-
riz, ne de mazlum. İçimize sinmez.
Zâlim ile mazlümun arasındaki o yerin adı “ADÂLET tir.
Biz bu yeri terk ettiğimizde yok oluruz.
Türk medeniyeti, adâlet terazisinin denge noktasını göste-
ren işâret oku gibidir.
Hiç akordumuz bozulmamış mıdır, derseniz; evet, zaman za-
man bozulmuştur; ama tarihler öyle dönemlerin ceremesini en
ağır biçimde ödediğimizi haber veriyor.
323
Sait Başer

Bizim istikrarımızın sırrı o arada olmaklık hâlimizi sürdür-


memizde saklıdır.

SORU
Töre'nin devam sırrını arıyoruz, Hocam.
“Türkmen sâfiyeti” tâbiri aramızda sevgiyle kullandığımız bir
mutâbakat başlığı gibi. Hattâ zaman zaman o sâfiyet “Ahmak
Türk” yargısına gerekçe kılınır. Bu bir ahmaklık mıdır, gönül
ocağını harlı tutarak hakikatle râbıtayı muhâfaza çabası mı?

CEVAP
Azizim, hile ve yalan bâzen kısa vâdede menfaat elde etmeyi
sağlayabilir. Ama eninde sonunda hileniz saklanamaz hâle de gelir.
Tutarlılık bir kendine güven ve moral kaynağıdır.
Tutarlılığın bilinebilen, bulunabilen en sağlam çâresi, dürüstlük.
“Türkmen sâfiyeti” gerçekten zaman zaman hileyi içsel-
leştiren kişi ve topluluklar tarafından ahmaklık nitelendirme-
sine mâruz kalmış. Ama uzun vâdede kazanan dâimâ sâfiyet-
tir. Muhâtap olduğunuz hile eninde sonunda açığa çıkar çünkü.
Bu kişisel planda da toplumsal planda da geçerli bir ilke. Uğra-
dığı bütün iftirâ, hile ve tuzaklar üzerine bir çile olarak yığılsa
bile, Türk toplumu Töre'nin istediği sâfiyetini korumanın ödü-
lünü eninde sonunda almıştır.
Bakın uğradığımız en komplike hile ve entrika silsilesi ça-
gındayız.
Ödediğimiz bedeller astronomiktir. Keşke sâfiyet ile birlikte
birlik bilincimizi de muhâfaza edebilseydik. O bilinç bütün hile-
leri tâkatsiz bırakagelmiştir. Birliği kaybedip biz zayıfladığımızda
ise hilekâr düşman muvaffak olur. Ancak sâfiyet devam ettirildi-
ğinde kendi birliğini yeniden kazanır.
Ben, Allah'ın izniyle Türkmen sâfiyetinin, uğradığı büyük
entrika tufânına gene gâlip geleceğine inanıyorum.

324
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Düşmanın silâhıyla silahlanmak prensibi, düşmanın ahlâ-


kına teslim olmak mânâsına yorumlanamaz.

SORU
Sâfiyet, geleneğin oluşturduğu şekil şartlarında mahpus
kalma riski taşımaz mı?

CEVAP
Eveeet! Ama sâfiyet statikleşme mânâsında kullanılamaz. Bu
sâfiyet, türeyiş düzenine paralel yürüyüş esnâsındaki sâfiyettir.
Türeyiş dinamizminden koptuğunda gerçeklikten de kopar. Çünkü
gerçeklik de dinamiktir. Türeyişin hareketinde kalarak adâlette
ısrar, Töre'nin ve ona uyanların en önemli şiârıydı. Türkmen
sâfiyetinin kaynağı odur.
Öncelikle Tanrı ile ilişkisinde dürüst olmak, türeyişte zuhur
eden Tanrı nizâmını an be an içine sindirmek, Yoluğ Tigin'in de-
yişiyle “Tanrı'daki diriliğe dönme” idealinden uzaklaşmamak,
sâfiyetin sebebi bu.
Biz bugün hareket içinde var oluşu, hakikati buluşu bize kay-
bettiren konservatizmi yâni muhâfazakârlığı asıl zannetmekten
dolayı ayağa kalkamıyoruz.
Biz Batı'nın anladığı mânâda muhâfazakâr değiliz.
Tarih ve kültürü putlaştırmak yanlıştır. Bu konuda yukarıdaki
soruların cevaplarında yeterince konuştuğumuzu düşünüyorum.

SORU
Söylediğiniz anlamda bir dinamik üslup doğru bile olsa,
geleneğin yarattığı dirençli kabuk kırılmadan Tanrı kavra-
mındaki her an doğuş hâlinde ve tâze oluşa uygun tutum ge-
liştirilebilir mi?

325
CEVAP
Burada da bir analitik bakışa ihtiyâcımız var. Nasıl Batıdan
devşirdiğimiz yabancı tecrübeler ve onların metinleri bir ezber
tutumuyla, içine dışına bakılmadan emr-i vâki ile hayatımıza so-
kulduysa ve bir yığın tercüme kavram onlara Türkçe ad vermekle
Türkçeleşmediyse, benzer bir problem Batılılaşma öncesi Müced-
didi-Eş'ari dönem için de geçerlidir.
Biz o dönemin sonuçlarını bugün sosyolojimizin kanseri olan
taassup biçimlerinde görüyoruz.
Hani yukarıda Türk kültürünün karakteri “arada durmak-
tır” demiştik ya, o yapıya en can alıcı darbeyi Eşari zihniyet vur-
muştur. Eşari muhâkeme, “bize şah damarımızdan daha yakın”
olan Tanrı'mızı, kendince varlık ötesi saydığı bir Arş-ı âlâ ötesine
gönderdi. Artık gönül niyazlarını an be an duyan Tanrı'nın ye-
rini; Kaf Dağı'nın ardında, melekleriyle baş başa yaşayan âdetâ
bir soyut Zeus aldı.
Hizmeti ibâdet sayarken, ibâdeti hayatın dışında telakki ede-
rek sevap biriktirme seanslarına çeviren yeni ve tuhaf bir ah-
lâkla tanıştık.
Dinin temelinde ihlâs bulunmak icap ederken, İslâm'ı kılık
kıyafet, kıl, tüy dinine çevirdiler. Dağda taşta, ağaçta kuşta, şırıl-
dayan derede, esen rüzgârda Tanrısıyla temas eden Dede Korkut
samimiyetinin yerini; belli mahallere hapsedilmiş, ibâdeti ritüel-
leştirilmiş gösteri dindarlığı aldı. Hayır hasenâtı âdetâ kendi ha-
yati uzviyetine destek psikolojisiyle yapan ve karşılığını muhâta-
bının gözündeki muhabbetten alan insanlarımızın yerini, hile-i
şer'iyye ile “zekât keçisi” teşbihi ile konuşan dindarlık aldı.
Din bir gönül yolculuğu iken, bir hayat aksesuarına dönüş-
türüldü.
Tecellideki zuhüratla çatışan bir İslâmcılığa böylece zemin
hazırlandı...

326
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Bu konuda çok dertliyim, biliyorsunuz. “Her dem yeniden


doğma” ahlâkının paydaşı bir toplum, Selefçi bir garâbete, ta-
rihsel ihtiyaçların cevapları olan eski kalıplara zabt u rabt edildi.
Evet, haklısınız.
Müceddidi- Eşari zihniyetinin tortularını kırmadan, o “her an
yeniden doğma” güzergâhına toplumu sevk etmek mümkün değil.
Benim de âcizâne kanaatim budur.
Yobazlıkla ateizm birbirlerini meşrulaştırıyor ve paslaşıyor-
lar. Bu aziz milletin rızkını, kurdukları bir hileli kayıkçı kavga-
sıyla iç ediyorlar.

SORU
İhlâs ile haddini bilme arasındaki dengeyi nasıl kuracağız?

CEVAP
Azizim ihlâsla haddini bilmezliğin arasında ne Töre'ye ne de
İslâm'a göre herhangi bir denge yoktur, olamaz. Nasıl bu kadar ke-
sin konuşuyorsunuz, diyebilirsiniz. Bizim denge noktamız adâlettir.
Hile, desise ve ihlâs arasında bir denge olamaz.
Biri varsa diğeri olmaz.

SORU
Hocam sizin yazılarınızdan birinde; harici bir kral Tan-
rrya tahsis edilmiş ibâdetler sâyesinde kurtuluşun yerine,
kul-Tanrı ilişkilerini bir cüz-kül ilişkisi olarak târif ettiğinizi
görmüştüm. Bu bana yeni ve ilginç göründü. Böyle bir târife
neden ihtiyaç duydunuz?

327
Sait Başer

CEVAP
Vahdet-i Şuhut telâkkisi bizim dünyamıza hâkim bir söylem
olalı büyük kitlelerin fark etmediği/edemediği çok büyük ope-
rasyonlar yediğimiz muhakkaktır.
Enfüste ve âfakta yâni içimizde ve dışımızda; evvelde, âhirde,
zâhirde, bâtında; kendimize şah damarımızdan daha yakın bildi-
ğimiz ve bulduğumuz bir Tanrı idrâkimiz vardı.
Hayatımızın her anını “Senin ile bakayın seni göreyin Mevlâ”
özlemiyle yaşıyorduk.
Bir anlamayı, sâhici bir ahlâki hâli bin türlü taklit ve ezbere
değişmiyorduk. Bunun sebebi Tevhid'i fiili bir realite olarak gö-
rüşümüzdü. Dilimizi ve kavramlarımızı da zâten buna göre inşâ
ediyorduk.
Huzüru Hakikat'te buluyorduk.
Hakikat, Hakk'ın mâhiyeti, huzur Hakk'la berâber olma du-
yuş ve zevkiydi.
Dede Korkut, akan sularla konuşur, Yunus sarı çiçekle soh-
bet ederdi.
Varlığın elemanları birbirlerinden hakikat özü itibârıyle ayrı
ve gayrı değildiler. Bir büyük nizamın elemanlarıydılar. İnsan da
o elemanların en nâdidesiydi, ama onlardan biriydi. Görünüş-
teki çokluk, o çokluğun birbirinin mütemmimi elemanlar olma-
sına mâni değildi.
O bizim içimizdeydi, biz de O'nun içindeydik.
Vücut birdi, çoklu yapıdaki elemanlar o Bir'in âzâlarıydı. Vü-
cüdumuzdaki hücrelerin bize nispeti gibi. Onlar nasıl hem bizim
asli elemanımız, ama ayrıca da tek tek canlı iseler, kesret âlemi-
nin her bir elemanı da öyleydi. Vücüdumdaki her biri kendince
can taşıyan hücre sayısının trilyonları bulması, benim izâfi zâtı-
mın birliğini, varlığını ortadan kaldırmadığı gibi.
328 |
Töre'nin Tü 'ün Müslümanlığı

Yediğimiz operasyon, bu organik cüz-kül ilişkisini önce unut-


mamıza sonra da önemli ölçüde kaybetmemize yol açtı.
Bir kral Tanrı'nın köleleri konumuna itildik.
Bu tasavvur Arap kültür tarihinin ürettiği bir tasavvurdur. Ka-
dını, alt sınıfları ve köleleri birey saymayan o gelenek, kudretin
önünde el pençe divan durmayı bir saygı formu olarak tanıyordu.
Güç sâhibine bir köle çâresizliğinde yaltaklanarak da gelece-
ğinden emin olmak istiyordu.
Duâlar bile ezberdir.
Efendinin en çok hoşuna gideceği tasavvur edilen kalıpların
tekrârına duâ deniyor.
Bir hasbi arayış, kendi iç dünyasına bir arz ediş yoktur.
Yunus “Kur'ân okuyan kendi, kendi Kur'ân içinde” diyor.
Cüz-kül ilişkisinde ise İslâmiyet'i bir örtülü düalizme çeken bu
tutuma mukabil, bir anlama, ahlâk ve vücut mertebesi söz konu-
sudur. Vücut mertebesi dediğimiz şey, anlaması tetiklenmiş insa-
nın vahşi, çiğ ve beden merkezli benlik algısından kurduğu ilişki-
ler, tefekkür ve arınma süreci içinde tedricen kendindeki anlayan
öznedeki Rabbâni niteliği keşfetmesi ve bütün hilkatin temel öz-
nesiyle varlığında buluşması imkânı veriyordu.
Esas itibâriyle bendenizin kulluktan anladığım budur.
Acımasız bir Tanrı'nın “yoktan var edip”, kâinâtın bir köşe-
sine savurduğu ve sonu gelmez sınavlara tâbi tutarak, bitip tü-
kenmez ezber tekrarı ibâdetlerle bitap düşürdüğü; o ritüelleri ya-
panların yorgunluğuna karşılık, dünyada yasakladığı nimetleri
verdiği bir yere, yâni Cennete koyduğu, yapamayanları da sonu
gelmez cehennem ateşlerinde yaktığı bir tasavvura ne kulluk di-
yebiliyorum ne Rablık.
Kulluğun kemâlini, bütünün sorumluluğunu yüklenecek öl-
çüde genişlemiş bir ahlâkta buluyorum. Âyete'l-Kürsi'de geçen
hilâfet kavramını da böyle tevil ediyorum. Bu vücut içinde seyri,
329
Sait Başer

bütün topluma anlatabilmek, bu vücut birliği ahlâkındaki gay-


rılaştırmalara engel olan ilkede buluşmak, başlı başına dünyayı
cennet yapmaya kâfi görünüyor bana.
Mesut asırlarımızdaki kayıtların verdiği haberler, böyle bir
ahlâkın toplumsallaştığını bildiriyor. Yâni “Ben siftah yaptım.
Git komşumdan al” diyen esnaf, “Hoca hakkı Tanrı hakkıdır”
diyen öğrenci, cehâlete ilaç olmaya çabalayan âlimi Hakk'a yar-
dım makamında sayan gelenek, halka hizmeti Hakk'a hizmet
addeden yönetim felsefesi, dağ başına çoban çeşmeleri yaptıran,
sadaka taşını bulan hayır telâkkisi..., daha çok sayabiliriz, bize o
tabloyu tasvir ediyorlar.
Ama şimdi, kitabına uydurarak hayır yapıyor, hülleciliği
meşrü sayıyor, elimize geçirdiğimiz iktidârı ganimet addediyoruz...
Bu değişim ve bozulmanın sebebi, Vahdet-i Vücut ahlâkının
yerini Vahdet-i Şuhut ahlâkının almış olmasıdır. “İnanıyorsanız
üstünsünüz” diyor Kitap. İnanmanın mâhiyetini ondaki yaratma
potansiyelini, inanmanın esas itibârıyle hilkatin ana öznesiyle
kendi varlığında irtibat kurma mânâsını çilesiyle, tefekkürüyle,
ahlâkıyla, ferâgatıyla keşfeden bir yaratıcı eleman olan mü'min
karşısında, inananı aşacak bir beşeri güç mevzubahis olamaz.
Çünkü ilim de o anlamanın ürünüdür. Fen de o anlamanın
ürünüdür. Zamanının ihtiyâcı olan kurumları nefes alır gibi icat
ediveren de aynı anlamadır. Kudret, refah ve huzur, o inanma
anlama modelinden çıkar.
Bu inanma-anlamaya İslâm'dan evvel “kut kazanmak, ku-
tunu güçlendirmek” diyorlardı. İslâmi dönemde ise buna velâ-
yet dedik. Velâyet olgunluğu, yukarıda söylediğim gibi KülVün
yâni bütünün sorumluluğunu yüklenme seviyesidir. Bu seviyeye,
“damlada deryâyı bulma” seviyesi der bizim Divan Edebiyatı-
mız; yâni, tâbir câizse cüzde kül esprisine ulaşmak.
Biz Tanrı'mızla birlikte yaşardık.

330 |
Töre'nin Türk' k'ün Müslümanlığı

Daha açık söyleyeyim; Tanrı'mız her birimizde yeni bir yüz,


yeni bir hâl ile zuhur ederdi. Biz varlığımızı ona adardık yâni.
Derdimiz sevap biriktirmek değildi. Kemâl yolculuğunu tamamla-
maktı asıl gâye. “Yiğit iken ölenleri gök ekin” addedişimiz, cüzi-
yetinde küllü keşfetmeden hayattan ayrılanlara bir hayıflanma idi.
Biz cüz-kül ilişkisinden absürt bir soyut Zeus telâkkisine düş-
tük. Maalesef bu tarz bizim geleneğimiz değildi, ama tarihin cilvesi!

SORU
Üzülerek bir soru soralım Hocam. Günümüzün olağanüstü
kirletilmiş hayat ortamı ve iletişim düzlemleri göz önünde tu-
tulduğu vakit, yeni kuşaklara hâlis olmaklık ilkesini ısrarla an-
latmak onların aleyhine olmayacak mı?

CEVAP
“Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır”, diyor Erzurumlu Dadaş.
Benim de iki tane evlâdım var. Ayrıca da evlatlarımdan ayır-
mamaya özendiğim sayısız öğrencim.
Onlara şu konuştuğumuz meseleleri yeri geldikçe ve nasip-
lerince anlatıyorum. Ama zaman zaman cemiyetin içine düşü-
rüldüğü ahvâle bakarak hayıflandığım olmuyor değil. Gerçekten
toplumu kirletme ve hipnozlama faaliyeti kesintisiz devam ediyor,
maalesef. Bence problem bizim toplumumuzdan kaynaklanmıyor.
Bizim toplumumuz özünde sanki bir melâike topluluğu gibidir.
Hipnoz faaliyetini ve kirletici neşriyâtı kesin, altı ay sonra
toplumun hâlini bir kere daha görün.
Bu kadar düşman tuzağı, bu derece bir ihânet orkestrasyonu
kaç kuşaktan beri devam ettiği hâlde, toplumun önemli bir çoğun-
luğunun temel meselelerde gösterdiği hiss-i selim hâlâ her türlü
takdirin üzerindedir. Böyle bir çürütücü kampanyaya dünyada
hiçbir toplumun dayanabileceğini zannetmiyorum. Keçecizâde

1331
Sait Başer

Fuat Paşa'nın tabiriyle: “Siz dışarıdan biz içeriden” demiş ya.


Bu bir espri değil, tarihi acı bir gerçektir.
Nisbi de olsa bir sükünet devri yakalamamız hâlinde, kendi-
mize geleceğimizden eminim. Fıtrata güveniyorum.

SORU
Siz, tarihimizi değerlendirirken ontolojiler üzerinden yaptı-
ğınız tasnife ek olarak, bir de Türk tarihinde bir Adâlet Dönemi
bir Aşk Dönemi bir de Materyalistleşme Dönemi (belki bunu
modernleşme diyerek yumuşatabiliriz) tasnifi getiriyorsunuz.
Bu daha evvel denenmemiş bir perspektif.
Gerçi siz bu mânâda hayli cesur fikirler beyan ettiniz. Ama
bu tasnife ne eskilerde ne yenilerde tesâdüf ediyoruz. Bu hükme
nasıl vardınız? Bu anlamlandırma perspektifi işletilse ne gibi
açılımlara kavuşuruz?

CEVAP
Aziz arkadaşlarım, çok sık tekrar ediyorum beni mâzur görün.
Biz bir ezber cehenneminde yaşıyoruz.
Tarihimize ve kültürümüze ya hamâset imkânı veyâ kurtul-
mamız gereken bir safra gözüyle bakıyoruz. Hâlbuki ne kutsa-
yıp dokunulmazlaştırmak, ne de toptan bir red ve küçümseme
ile bakmak doğrudur.
Tarih ve kültür toplum açısından bir tefekkür malzemesi ha-
zinesidir.
Aynen bireysel plânda anlamanın kıyastan, kıyasın tecrübe-
den doğması gibi, toplumsal plânda da tarih ve kültür bizim or-
tak tecrübemizin mecâzi başlıklarıdır. Biz bu konuları vaktiyle
kalıplaştırmış birilerinin metinlerini hâfızaya kaydetmekle yeti-
niyoruz. Beylik bâzı tasnifler var. Onlar âdetâ dogmaymış gibi,
üzerine yeniden eğilmek yerine kabulleniveriyoruz.

332
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Kabullenmeye itirazım yok. Ama yeniden anlamlandırmadan


kabullenmek, demin dediğim hamâset veyâ atılacak safra konu-
mundan onları çıkarmıyor.
Ben tarihi ve kültürü her neslin üzerinde yeniden düşünmesi
gereken bir veri tabanı olarak değerlendiriyorum. Öyle bakınca
en donmuş, değişmez zannedilen metinler yeniden dile geliyor ve
metnin iki boyutlu yapısının ötesine geçerek büyük bir macerâ-
nın size ulaşan haberleri niteliğine bürünüyor. Eğer siz akleden
bir özneyseniz, o beylik ifâdeler yüzlerce yıldır kapalı kapıların
altın anahtarlarına dönüşüyor. Hz. Mevlânâ, Divân-ı Kebir'deki
bir gazelinde Belh'teki hayata gönderme yaparak: “Orada şiir yaz-
mak hafiflik sayılırdı. Aşktan meşkten bahsetmek hoş karşı-
lanmazdı. Şiiri biz burada (Anadolu) söylüyoruz” diyor.
Kutadgu Bilig'de Yusuf Has Hâcip, döneminin ve coğrafyası-
nın ciddiyeti içinde konuşurken, “Tanrı sevgisini kazanmak”tan
sâdece bir yerde söz açar. Bunun dışında bilhassa XIII. Asır ve
sonrasında gördüğümüz aşk, meşk konularına hiç girmez. Top-
luma Töre'yi anlatırken Tanrı'nın sevdiği temel ölçünün adâlet
olduğuna işâret eder. Töre'lenmek kut'un tamamlanmasıyla at
başı yürüyen bir süreçtir. Kut'un tamamlanması ise Tanrı'ya ka-
vuşmak sonucunu verir. Yâni maksat Tanrı'ya kavuşmaktır. Kut'u
tamamlanan kişi onun için Bilgeleşir ve kendisi bizâtihi kut kay-
nağı olur. Kut dediğimiz değere Tanrı kavramından bağımsız ola-
rak bakamayız.
Kutun tamamlanması bir tür hilâfet gibidir. Sâdece siyâsi
anlamda değil, mârifet bağlamında da öyledir. Tanrı sevgisi veyâ
Tanrı'nın sevgisini kazanmak, her insanın temel hedefidir. Tanrı
sevgisini kazanmayı Yusuf Has Hâcip gâyet net bir biçimde âdil
olmaya bağlıyor, âşık olmaya değil.
Âdil olmak, sâlim bir muhâkemenin sürekliliği içinde zu-
hur edebilir. Âdil olmak, bir ilişkiler ağını bütün elemanlarıyla
ve bağlamlarıyla bilmeyi ve izlemeyi gerektirir.
1333
Sait Başer

Adâletin olduğu yerde ise ezen-ezilen, efendi-köle, kadın-er-


kek, ruhban-günahkâr kitle ayırımlarına yer bulamazsınız.
Adâletin olduğu yerde özgürlük tabii bir durum, özgürlük
olmadan adâlete varılamaz. Toplumsal faaliyet, gönüllü iştirak
ve sâhici inanma olmadan yürümez. Toplumda kronik bir sın1f-
laşma, diğer bir söyleyişle meşrülaşmış bir esâret zulmü varken
adâlet üzerine konuşamazsınız.
Mevlânâ o kritik devirde bir tecrübesini bize aktarıyor. He-
nüz Moğol tahribâtına uğramamış Türkistan'daki âlim ve edipler
arasında geçerli bir edep, hitâbet ve hikmet kavrayışını bildirmiş
oluyor. Hâlbuki Anadolu'da XII. Asırdan itibâren ortaya konan
eserlerden hangisine el atsanız, ana tema artık “aşk”'tır.
Tabii ilâhi aşk.
Gayet tabii buradaki aşk, Hakikat anlamında da kullanılmak-
tadır. XIII. Asra kadar Hakikat'in kavramsal karşılığı ya Töre idi
ya adâletti.
Vaktiyle felsefe bölümünde “Eski Çin Düşüncesi” adıyla ders-
ler yaparken dikkatimi çeken bir husus olmuştu. Taoculuğun Çin
geleneğindeki ana eksen olduğu mâlum. Bu geleneğin bilinebilen
ilk önemli filozofu Lao Tzu biliyorsunuz. Önemi Tao Te King adlı
eserine dayanıyor. Taoculuk'la ilgili günümüze en yakın Türkçe
yayını, Toshıhiko İzutsu'nun Taoculuğun Temel Kavramları
adlı eserini Türkçeye aktararak Ahmet Yüksel Özemre yapmıştı.
Allah rahmet eylesin, Özemre hoca, son devrin itidal numü-
nesi kâmil bir zat idi.
İzutsu, eserinin girişine bir değerlendirme koymuş. Bu de-
gerlendirmede Lao Tzu'nun kendi görüşlerini anlatmadığını id-
diâ ediyor. Devrin hükümdar âilesinin bir Hun hânedânı oldu-
Şundan bahisle, hükümdârın dünya görüşünü topluma tanıtmak
maksadıyla Tao Te King'i yazdığını öne sürüyor. Diyor ki, “Ta-
oculuk denilen düşünce ve inanç sistemi esas itibârıyle hane-
danın dünya görüşüdür.”

334 |
Töre'nin Türk'üT n Müslümanlığı

Tabii, Töre üzerine çalışmış birisi olarak bu bilgi beni heye-


canlandırmıştır.
Sinologların Töre kelimesiyle Tao kelimesi arasında bir ilişki
var mı diye araştırmalarını isterdim. Bildiğimiz kadarıyla Çin
telaffuzunda R sesi yok. Türk kelimesini mesela telaffuz edemi-
yorlar. Tyuk-yu filan diyorlar. Tanrı kelimesini telaffuz edemi-
yorlar Tien diyorlar. Bir ihtimal Tgo ile Töre aynı kelime olabi-
lir. İçerik ve kavram yapıları, semantik ilişkileri önemli ölçüde
örtüşüyor çünkü.
Bunu niçin söyledim?
Tao-te Kingii elimize alıyoruz, açtığımızda bir takım başlık-
lar var. Erdemleri sırasıyla tanıtıyor. Eserin daha başında tanıttığı
bir erdem var: “Ayırım Yapmama Erdemi” “Hak edeni gözet”
diyor, “aynı şekilde hak etmeyeni de gözet” diyor. “Haklıyı ve
haksızı ayırd etmemek erdemlerin başıdır” diyor.
Şimdi Taoculuk, kelime yakın olsun olmasın, eğer içerik ola-
rak Töreden mülhem bir sistemse, haklı ile haksızı bir tutmasına
şaşmamak kâbil değil.
Eserin genel muhtevâsı, çağı ve zuhur ettiği coğrafya için hay-
ranlık uyandırıcı bir bilgelik metnidir.
Bugün yüz milyonlarca Taocu hâlâ o metni kutsal biliyor.
O zaman üzerinde düşündüm. Bu kadar güçlü ve derin kav-
rayışlı bir hikmet metninde tâliplerine adâlet arayıcılığını men
etmenin ne anlamı olabilir?
Şu kanaate vardım:
Çin sınıflı bir toplumdu. Haklı haksız ayrımının peşine dü-
şülmesi hâlinde, hâkim ve silahlı gücü elinde bulunduran üst sı-
nıfların hışmına uğramak kaçınılmazdı. Bu sosyal realiteyi göz
önüne almadan vaz edilecek görüşler, tâliplerinin hayatına mal
olabilirdi. Buda'nın Hindistanda başına gelen veyâ Hz. İsa'nın
kölelerin hukükunu sâhiplenişinden dolayı başına gelen, pekâlâ

335
Sait Başer

Tao yolunu benimseyenler için de söz konusu olabilirdi. İnsan-


lık tarihi ortada! Hiçbir hâkim güç kölelerinden vazgeçmeyi gö-
nüllü olarak kabul etmemiştir.
Ama adâletin peşinde yürümenin ön şartı da sınıfsız bir top-
lumsal yapıdır.
Arada birtakım kronolojik boşluklar bırakmayı göze alarak
gelelim XIII. Asır Anadolusu'na.
Neden adâletten aşka intikal edildi?
Aşk kavramı uydurma, basit bir kavram değil tabii. Fakat
değerler hiyerarşimizin tepesine yerleşmesi önceki asırlarda söz
konusu değil.
Anadolu, XIII. Asırdan itibâren yayla-kışla temelli hayvancı-
lığa dayalı hayat tarzından ziraat ve yerleşik hayata dayalı bir mo-
dele dönmeye başladı. İşte Ahiler o yerleşik hayatın ihtiyaçlarına
göre kurulmuş bir örgüt. Yerleşik hayat toplumun tamamının as-
ker olduğu eski düzene göre daha durağan, daha ihtisaslaşmayı
öne çıkaran bir tarz. Aynı asır uzun Haçlı zulümleri ve Moğol yı-
kımına da şahit olmuş. Adâlet eksenli toplum, zulüm, fitne, kat-
liam, soygun ve kargaşanın her türlüsüne mâruz kalmış. İnti-
kam alınması, adâletin tesisi imkânsız bir zincirleme çile çağı bu.
Bu derece yaygın ve uzun süreli zulümleri teskin edecek bir
adâlet imkân dışı. Bu coğrafya XIII. Yüzyıl mütefekkirleri tara-
fından âdetâ anlaşmış bir koro iddiâsıyla aşk eksenli bir din, aşk
eksenli bir düşünce, aşk eksenli bir edebiyat yaratmanın sahnesi
hâline gelmiş. Ontik kök olarak aşkı almak Zâf-ı İlâhi'yi aşk ile
tevil etmek, o çağ için yeni bir açıklama modelidir. Varlık telâk-
kisi gene varlığı birleyen niteliktedir, ama ana değer adâletten
aşka dönüşmüştür. “Aşk gelince cümle eksikler tamam olur”
denmiştir. Aşk zulümlerin üstünü örten, acıları teskin eden, felâ-
ketleri çile göndermesiyle Rabbâni bir tasarrufa çevirme imkânı
veren sihirli bir kavram.

336 |
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Ben “Aşk Devri” dediğim zaman, yerleşik hayata geçişin san-


cılarına adâlet noksanlarına tahammül imkânı arandığını düşü-
nüyorum. Töreden gelen adâlet fikri, aşkın öne geçmesiyle büs-
bütün ortadan kalkmadı tabii.
Fakat aşk kavramının vurgulanmasıyla beraber, akıl gönül
ayrımındaki sakâlete izin çıktığını da görebilirsiniz.
Tedricen aşkın muhâtabı olan gönül, kutsandıkça kutsandı.
Akıl ise daha mütevâzi ve iddiâsız bir yere râzı oldu.
Bu ayrım bizim kültür tarihimizin en tâlihsiz ayrımıdır.
Adâletin geri çekilmesi ile aklın geri çekilmesini birlikte
mütâlâa etmek lüzümunu düşünürüm. Aşk yolundaki istismar
kapıları, zamanla toplumda bir adâlet özlemine, sınırların belir-
ginleşmesi ihtiyâcına yol açmıştır. Bu ise müstakbel Eşari — Şâfi
- Gazzâli - Rabbâni dünyasına duyulan talebin potansiyel ka-
zanması demek olmuş gibi görünüyor. Eşarileşme tuzağına nasıl
düştüğümüz sorusunun cevabı bence buradadır. Nitekim Eşarili-
ğin geldiği XVI-XVTM. yüzyıllar ve sonrası, idâri tasarruflardaki
haksızlıkların, rüşvetin, iltimâsın, gelir dengesizliklerinin, özetle
toplumdaki adâlet taleplerinin yükseldiği devirlerdir.
Paradoksal bir biçimde adâletsizliğe çâre olarak sınıflı kö-
leci Arap sosyolojisine uygun zihniyet giderek galip bir konum
kazanıyor.
Hikmet talep eden halka, tedricen kemâl ehli temsilcilerin geri
çekilmesiyle şeyhzâdeler elinde kalan tekke bir aşk ezberi sunar-
ken, medrese örtülü düalist bir yaklaşımın ezberlerini sunuyordu.
Dünyaya adâlet götürmek misyonu taşıdığına inanan toplu-
mun kendisi şiddetle adâlete muhtaç hâle gelmişti.
Zâten zaman ilerledikçe, tekkesi de medresesi de milletin bil-
diği dilden konuşmuyordu artık.
Adâletin karakteri güncellik, dâimi bilinç ve soğukkanlılık idi.
337
Sait Başer

Bir bilinç hâline mecbur adâlet toplumu iken, yaşanan bu acı


değişimin ürünlerini de Tanzimat'la berâber bencil Batı ölçüleri
önüne kattı, denize döktü.
Bilmem anlatabildim mi?

SORU
Hüzün verici tabii...
Son senelerde ülke yönetimi, içine düştüğümüz her türlü
meselenin çözümü adına yerlilik ve millilik şartından söz edi-
yor. Türkiye toplumu gibi engin bir tarihi tecrübenin vârisi bir
toplumda kaskatı ideolojik çatışmaların içinde iken, yerlilik
ve milliliğin ölçüleri neye göre tespit edilecek?
Sizin durduğunuz bakış açısı bu mânâda bize ne söyler?

CEVAP
Bu niteleme Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğandan zuhur etti bi-
liyorsunuz. 1994 belediye başkanlık seçimlerinden İstanbul Bü-
yükşehir Belediye Başkanı olarak çıktığı günden beri, Sayın Erdo-
gan'ın yönetimde elde ettiği tecrübe, çok ilginç bir terkip olmalı.
Keskin kutuplaşma, Türkiye'nin yeni bir derdi değil.
Tanzimat öncesinde Vahdet-i Vücutçu Tekke ile Eşari Medre-
se-Müceddidi Tekke işbirliği arasında bir kutuplaşma vardı zâten.
Tanzimat'tan sonra buna bir de Batıcı materyalist entelek-
tüel grubun katıldığını görüyoruz.
Hikâye nesiller boyu devam edince belli bir unutma eşiği te-
şekkül ediyor sanırım. Diyelim ki, Tanzimat'tan önceki kutup-
laşma perspektifiyle bakıldığında yerli ve milli olan kimdir? Tan-
zimat'tan sonraki üçlü yapı teşekkül edince yerli ve milli kimdir?
Âşikâr değil mi?
Töresinden kopmayan, Mâturidi-Yesevi duyuşların sâhibi
toplum, o sıfatın da sâhibidir.

38
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Yerli ve milli ise, Töreli Mâturidi ve Vahdet-i Vücutçu de-


mektir.
Bu mânâda yerli ve milli olunduğu vakit; kendi varlık al-
gısı, Hak duygusu ve ihlâsa sarılmış bir muhabbetli insan dü-
şüneceksiniz.
Birkaç yüzyıldır devam eden Vahdet-i Vücut, Vahdet-i Şu-
hut çevreleri arasındaki gerginliğe rağmen, toplum her iki ce-
reyânın mensuplarını da mâbette, cephede ve dinin şekil şartla-
rında buluşturmuştu.
Aslında zıtlaşmanın seviyesi daha yüksek ve ciddi idi. İhlâs
ve irfan temelliydi.
Başlangıçta şekil şartlarında ihtilâf da yoktu. Zâten o mutâba-
katı kullanarak, hattâ buna istismar ederek demek daha doğru,
Nakşi- Müceddidi çevreler geleneksel yapıya demogojik bir gös-
teriyle üstün gelebildiler. Aynı tarz bugün de devam ediyor.
Sayın Erdoğan, 1994'de, Müceddidiler'in siyâsi örgütlenmesi
içinden gelerek başkan oldu. Nasıl oldu da Cumhuriyet döne-
minde, ama bilhassa 1960'lardan itibâren örgütlü bir mücâde-
leye girdikleri halde, 1994'te kendi statik taraftar sayılarının üze-
rine çıkabildiler?
Bu bir sorudur ve cevabı demin belirttiğim yerli ve milli da-
marın Sayın Erdoğan'ı desteklemekte fayda görmesi olmalıdır.
Elbette burada bir takım siyâsetçiler ve siyâset sosyologları
beni indirgemecilikle itham edebilirler. Bunu yadırgamam. Hattâ
varoşlardaki ezilmiş muhafazakârlık, Nurettin Sözenli CHP'nin
rezâlet katsayısının kabul edilebilirlik limitini çok aşması, Sa-
yın Erdoğan'ın mağdüriyet dili vs. de önemli nedenler arasında
yer alabilir.
Sayın Erdoğan'ın bir hayli geç uyandığı kanaatindeyim.
Yıllarca kendi cephesinden dışında kalan hiç kimseye itimat
etmedi. Toplumun ona oy veren büyük gövdesinin neresinden
339
Sait Başer

yaralı olduğunu aramadı. Bakın, bugünlerde, medyadaki Ay-


dınlık gazetesinde yayınlanan Ruslar'ın İslâm dünyasına dönük
plânı konulu neşriyat gösteriyor ki, Türkiyedeki asıl mağdur kit-
lenin kim olduğunu aslında Ruslar da biliyor, dünya da biliyor!..
Bilmeyen ya da bilmez görünen bizim siyâset kadrolarıdır!..
Sayın Erdoğan'ı bundan istisnâ tutamayacağım maalesef. O,
son yıllarda aradığı sıfatların sâhiplerini ve onların hukuklarını
görmemezlikten geldi. Kemâlistlerin toplum yaratma projesini,
kendi pozisyonuna göre uyarlayarak Vahdet-i Vücut geleneğine
bağlı milletin büyük kısmını, gör/e/medi.
Neredeyse 500 yıldır Osmanlı'nın asimile edemediği o büyük
gövdeyi demokrasinin gelgeç iktidarlarıyla hall u fasl edeceğini
ummak, tamamen bir ideolojik körlüktür. Ben Sayın Erdoğanın
bir ideolojik körlük dönemi olduğu kanaatindeyim. “Milli Gö-
rüş Gömleği” dedikleri şey, ha deyince çıkarılabilecek bir şey
değil. Üstelik “Milli Görüş” aslında Müceddidi grupların siyâsi
işbirliği projesidir.
Kendilerine oy veren kitlenin ne tür bir değerler sistemine sâhip
olduğunu bilmediklerini düşünmek, aslında akla ziyandır. Sayın
Erdoğan, ne zaman “yerli ve milli” demeye başladı, ona bakın?
CHP ve sol muhalefet, Türkiyede Batı'nın çıkarlarını koru-
mak için siyâset yapan bir acentalar topluluğudur. Alevi kitleyi
sola, Marksizme ve materyalizme angaje ettiği gibi; elinden gelse
tarihten ve coğrafyadan Türk ve Müslüman adını siler. Bu ko-
nuyu hiç kimseyle tartışmam. Güneşin varlığını tartışmak gibi
abes bir şeydir. CHP ve şürekâsı “kurucu irâde artı vesâyetçi ku-
rumsal destekler”le var olmaktan ar etmeyen, milli çizgide her-
hangi bir filizlenmeye asla izin vermeyen ve o yerli ve milli de-
nilen bünye ile kavgası bitmeyen bir yapı. Hakkından gelemediği
rakiplerini astırmaktan çekinmeyen demokratik bir hareket!.. Her
340 ;
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

türlü Masonik ve Batıda moda değeri kazanmış ne varsa “ileri-


cilik” nâmına CHP'nin himâyesindedir.
Dolayısıyla CHP ve türevleri için yerli ve milli olan can düş-
manı tabii rakip kategorisini teşkil ediyor.
Hattâ CHP için yerli ve milli olanı tercih etmektense, Mü-
ceddidiye ile işbirliği tercih sebebidir. Yâni Erbakan-Ecevit koa-
lisyonlarına bir de oradan bakın.
Devlet Bahçeli'nin 2001'de erken seçim zorlamasına ve “Milli
Görüş'ün önünü açan atağına oradan bakın. Bütün aşağılama,
mahrum bırakma, hor görme siyâsetlerine rağmen; MHP yöne-
timinin, Müceddidi ekipler arasındaki samimi elemanların ay-
rışmasını beklediği düşünülebilir.
Son 17-18 senedir toplumun bu İslâmcı-Müceddidi kadroyu
denemesine ve tanımasına izin veren kimdir?
MHP desteği olmasaydı bugünleri göremezdik.
Umuyorum Sayın Erdoğan bunu görmüştür. Büyük bir tec-
rübe biriktirmiş ve berâber yola çıktığı ekibin Müceddidi ideolo-
jisindeki zaafa şâhit olmuştur. Pragmatik ve mümkünü yapmayı
başarılı siyâsetin şartı olarak gördüğü için, o asırlık mevzileniş-
leri aşabilme maksadıyla çeşitli kombinezonları denemiştir. Hattâ
samimiyetle fırsat tanıdığını da düşünüyorum.
Zaman zaman “aldandık” itiraflarının, bir tarafıyla gerçeği
yansıtmakla berâber, bir tarafıyla da varmaya çalıştığı hedeflere
ulaşmanın o kombinezonlar dışında bir güzergâh sunmamasın-
dan kaynaklandığını da düşünüyorum. Bilhassa 2013 sonrasında
MHP'nin gidişatta bir bekâ problemi görerek verdiği karşılıksız
destek, gerçek bir lidere, çevresindeki menfaatçi ve fırsat buldukça
arkadan hançerleyen kendi Müceddidi yoldaşlarına mukâbil, ger-
çekten milli değerlere sadâkat husüsunda hasbi olanları görme-
sini sağlamış olmalıdır.
341
Sait Başer

“Yerli ve milli” olmak; hiçbir makam, servet ve itibâra milli


varlığın değerlerini değişmemek, hattâ o menfaat temin eden
mihraklara karşı gözünü kırpmadan canını ortaya koymak de-
mektir. Biz 15 Temmuzdan sonra MHP'li kitlenin sâdece milli
varlığın bekâsı adına hiçbir hesap ve menfaat vaadine kanma-
dan canını ortaya koyduğunu, gerektiğinde de gözünü kırpma-
dan başından vazgeçtiğini gördük. Hem Gezi Olayları karşısın-
daki tâvizsiz duruşlarında, hem 15 Temmuz hâinleri karşısında
gördük, hem de Amerikan destekli PKK terörüyle baş eden po-
lis ve jandarma özel harekâtlarında gördük.
Demek ki Müceddidi-İslamcı siyasi hareket, konjonktürel
zarüretler sebebiyle girdiği işbirlikleri içinde menzili dolmamış,
sürdürülebilir unsurlarla yürümeye devam ederken; eskiden ağza
alınmaz hakâretlerle, solun “ırkçı, faşist” ithamlarıyla ağız bir-
liği yaptığı, bu hareketin mensuplarına bir başka gözle bakması
gerektiğini anlamış ve güvenilir bir müttefik olarak benimsemek
zorunda kalmıştır.
Demin de dediğim gibi “yerli ve milli” değerlere atıf yapılan
tarihler çok eskilere gitmiyor. Milletinin ve devletinin bekâsını
her şeyin üzerinde tutan ve bu uğurda çıkar hesâbına girmeden
kendilerine destek veren bir hareketin tutumu hem alışıldık siyâ-
setin hem reel-politiğin tabiatına aykırıdır.
Sorunuzdan sonra söze girerken Tanzimat öncesi ve sonra-
sına bakıldığında yerli ve milli niteliği nerde arayacağımızı ko-
nuşmuştuk.
Şimdi ise bu sıfatlarla MHP kitlesi arasında bir ilişki kurduk.

SORU
Evet Hocam, birçok kişinin adını koyamadığı bir ayırımı
netleştiriyorsunuz. MHP, yerlilik ve millilik hususunda bir de-
gerlendirme yapar mısınız?

342
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

CEVAP
Azizim siyâsi konulara girmekten mümkün olduğu kadar
uzak kalma arzusu taşıdığım halde söz kaçınılmaz olarak bu vâ-
diye düşüyor tabii.
Bendeniz gençliğinde “Ülkücü” olmuş bir kardeşinizim. Ger-
çekten ülkücü olmanın bedeli ağırdır. O bedeli çok ağır ödeyen-
ler de vardır. Ben de o bedeli, birçok kimseye göre, fazlasıyla öde-
diğimi söyleyebilirim.
Ancak 80'lerden itibâren MHP hareketinde arzu ettiğim de-
rinliğin bulunmadığı kanaatine vardım.
Ülkücü ideolojinin, sentetik olarak nitelenebilecek bir kur-
gusu olduğu fikrini hâlâ muhâfaza ediyorum. Teorik kurgu iti-
bârıyle, MHP hareketinin, tam olarak ne yerli ne de milli olduğu
düşüncesindeyim. Hareketi temsil kabiliyeti taşımayan, hepimi-
zin tanıdığı birçok değerli düşünce ve gönül adamını tenzih edi-
yorum. Ancak MHP'nin kurucu ve yürütücü aklında ta Durk-
haim'a kadar giden çizgi itibârıyle Batılı bir ideoloji bulunduğu
kanaatindeyim.
Nasyonalizmin Türkiye versiyonu.
Öne çıkan kadrolarda ise bir hoyratlık ve huşünet hâli beni
hep rahatsız etmiştir. O sebeple benim ülkücülüğüm tamamen
hâriçten gazel mâhiyetindedir. Hiçbir örgütlerine resmi veya fi-
ili katılımım olmadı. Sâdece bir dönem, 90'ların ortasında İstan-
bul Türk Ocağı Genel Sekreterliği yaptım. O da yönetimle üslup
anlaşmazlığı sebebiyle çok kısa sürdü. Ki, Türk Ocakları ne ka-
dar MHP'li, ne kadar “Ülkücü'dür!
Ancak MHP kitlesinin genellikle mensup olduğu sosyal taba-
nın tevârüs ettiği kültürel değerler manzumesine bakıldığında,
MHP'nin resmi söylemlerini fersah fersah aşan büyük, hattâ
muhteşem bir tarihi irfan ile yüz yüze gelirsiniz.
343
Sait Başer

Ne yazık ki, MHP yönetimi, siyâsi ahlâk ve düsturlarını hâlâ


o irfandan süzüp çıkaramıyor.
MHP hareketi, hiç değilse içindeki bazı unsurlarla, Kemalist
ideolojinin, Osmanlı'nın ulaştığı irfan ve medeniyeti perdeleme
siyâsetini, laiklik vurgusuyla yapamadığı yerde devreye giren bir
tamamlayıcı unsur gibi duruyor.
Türklüğü çok sevdikleri muhakkak.
Ama Töre'yi hiç bilmedikleri de muhakkak.
Sizce de Töre üzerinden yürüyen Mâturidi, Yesevi, Konevi,
Yunus, Mısri, Kuşadalı, Yahyâ Kemal çizgisi MHP tarafından
temsil ediliyor mu? Bu hareket zaman içinde kendisini bir ölçüde
tashih etse de, hâlâ kendisini toptan bir gözden geçirme ve o irfan
ile buluşma hamlesini yapacak tâkate sâhip değil gibi görünüyor.
Bu babta söyleyebileceğim çok şey var. Bu hareket, kendi-
sine gönül vermiş milyonlarca insanın hamâsi duygularını coş-
turmuş, fakat onlara gerçek bir metafizik derinlik kazandırmaya
yanaşmamıştır. Başaramamış değil! Yanaşmamıştır... Bu yönüyle
MHP yönetimlerinin üzerinde ciddi bir vebal vardır. Yoksa buna
vebal yerine vesâyet vardır mı demeliyiz?
Ne var ki, 70'li yıllardan beri bir fiili milli müdâfaa cephesi
teşkil ettiklerini, siyâsetin ve örgütün kazandırmadığı o irfâni bo-
yutu, siyâsetin dışladığı isim ve muhitlerden bir ölçüde tanıdığı
da söylenebilir. Bu ölçü cüzi bir ölçüdür.
Yâni MHP, kuruluşundan itibâren pek de talepkâr olmadığı
bir ana damarı temsil konusunda emr-i vâkiye muhâtaptır. Kit-
lesini koruma adına da o emr-i vâkiyi sineye çekiyor.
Bunu nereden anlıyoruz?
Son yıllarda o irfânı tarihe gömmeye yeminli düşman an-
gajmanındaki CHP ile işbirliği yapabilen önemli bir kitle çıkı-
yor bakın. Biz 70lerde 80'lerde kiminle ve neyin mücâdelesini
yapmıştık? Bugün o mücâdele ettiklerimizde gerçek bir kanaat
344
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

değişikliği mi var? Eğer birinden diğerine akış varsa bu hangi-


sinden hangisine doğrudur?
Bir siyâsi hareket, mensuplarının yarısını ihânetle suçlayamaz.
Ortaya çıkan tabloya bir anlam vermek istiyorsanız, geçmi-
şinizdeki siyâset felsefenizi gözden geçirin. Şimdi bir fırsat doğ-
muştur. Seküler politikalarla kazanılamayan -buna nötralize edile-
meyen desek daha doğru- milli kitleyi, CHP zihniyetine transfer
konusunda bir ara istasyon olma rolünden uzaklaşmak istiyor-
larsa bir genel muhâsabe yapmanın tam zamanıdır. Tam olarak
kimi temsil ettiklerine artık bir karar versinler?
Bugün MHP'den ayrılan kitle, önemli ölçüde çocukluğundan
beri ülkücü hareketle ünsiyeti olan bir kitledir. Ben, bir ülkücü-
nün CHP tabelasını içine sindirmesinde en temel ilkede, onto-
lojik algıda bir problem görürüm. Ülkücü kitle dediğiniz kitle-
nin var oluş sebebi CHP iktidarlarının yarattığı azâba reaksiyon
ve bölücü-sol ihânete sağladığı koruyucu şemsiyedir... CHP'nin
topluma dayattığı kültürel dejenerasyondur. İsterlerse bir anket
yapsınlar, bu harekete oy verenlerin kaçı Dokuz Işık'ı okumuş?
MHPİi olmak önemli bir kitle için CHPye itiraz imkânıdır
çünkü.
Kalabalıklar, bilhassa şehirleşme ve göçle geleneksel muhi-
tinden uzaklaşmış kalabalıklar, derin bir felsefi analizle oy ver/e/
mezler mâlum.
Fakat ideolojik bir partinin oy kitlesini fikirlerini tahkim
ederek kendisine bağlaması eski bir yöntemdir. Bakıyorsunuz
MHP'nin bir kanadı Müceddidi Adıyaman Menzil Dergâhı'na
sefer ediyor, bir kanadı Nazım Hikmet'i yeniden keşfediyor...
Bu durum bir fikri sefâlettir.
Ama, aslı oluşturan büyük kitleye bakıyorsunuz, tarihi irfan
damarını temsil edebileceği ümidiyle MHP'ye oy veriyor.
345
Sait Başer

O büyük kitle, solun ve dış mihrakların manüplasyonlarına


karşı, vatan ve iman müdâfaası hissiyle her türlü ferâgatı gös-
termeye devam ediyor. Esâsen “yerli ve milli” nitelemesi, bir
planlanmış siyâset, sistematik bir açıklama modelinden kaynak-
lanmıyor. O irfan damarı mensuplarının yarattığı güçlü fiili
durumdan kaynaklanıyor. Akademide ciddi bir varlık göster-
dikleri söylenebilir. Ama oradaki mensupları arasında da kayda
değer bir program varlığından ve bir hedef üzerinde işbirliğin-
den söz etme imkânı henüz yok.
Daha önce de oryantalizm bağlamında bir miktar değinmiş-
tik hatırlarsanız.
Şimdi MHP'den gidenlerden fazla bir ümidim yok. Ama
MHP liderliğinden bir miktar ümitliyim. Onun gerçek kültü-
rel ve sosyolojik tablo kadar, reel politiği de görmekte olduğunu
düşünüyorum.
Dilerim MHP'ye milli irfânımızın siyâsetini yapan bir fikri
şahsiyet kazandırılır.
ONUNCU BÖLÜM

ÜTOPYA, TASAVVURLAR,
TEMENNİLER, DUÂLAR...
KA deye Kşlialiş sea
| çe lfs
— yeyeka Ti in UN i ydi re
7 “7 ği m in)ir — vale “Me zile bf k |
i Wi vi me,ifbi far adi “al, vede mena
ilbğĞ “iğWelgp tüilan ara

, ici Mi iniha ai KEİİN


| vk NM ya m
wi Çarem iy in1, demir
#Ülami MA anki i

ii Wi
l
a
irg
SORU
Hocam, tanıdığımız ve tâkip edebildiğimiz kadarıyla siz
alışılmış bir tarihçi veyâ felsefeci değilsiniz. Arayışlarınızı
zengin bir şahsi tecrübe bağlamında ve toplumun güncel ihti-
yaç ve sıkıntıları zemininden uzaklaşmadan yürütüyorsunuz.
Gerek Kubbealtı Vakfr'ndaki doksanlı yılların ortalarına
kadar, uzun yıllar yürüttüğünüz ve emsallerine model olan
kültürel etkinlikleriniz, gerek 2000'lere kadar yürüttüğünüz
kitabevi işletmesi ve yayıncılık yaptığınız dönemde genç ku-
şaklarlarla hayranlık verici bir ağabey-hoca ilişkiniz bulunu-
yor. Yâni soyut bir fildişi kuleden veyâ dört duvar arasında
masa başından bakmıyorsunuz. Kültürün tarihte geçirdiği
mâcerâ ilgilerinizin bir yönünü teşkil ettiği kadar, toplumu-
muzun hâl-i hazır durumu ve geleceği ile ilgili arayışlara ka-
tiyen kayıtsız değilsiniz.
Bu babda doğrudan doğruya, bire bir insan yetiştirme ça-
balarınıza da mülâkiyiz. Tanınmış birçok ilim, fikir, siyâset
ve sanat adamının yetişmesine direkt veyâ endirekt katkıları-
nızdan haberdârız. Hattâ elan gerek Üsküdar Belediyesi bün-
yesinde Balaban Kültür Evi'nde yıllardır yürüttüğünüz semi-
ner çalışmalarınız, gerek başkanı olduğunuz Divan Edebiyatı
Vakfı'nda bir araya gelen “Keyfiyet Mahfili” grup çalışmaları-
nızla, hizmete büyük bir fedakârlıkla ferâgatla devam ediyor-
sunuz. Size toplum adına medyün-ı şükrânız.
Dolayısıyla ele aldığınız problemler ister tarihe, ister fel-
sefeye âit olsun, sizin genel kaygılarınızdan, görüş ve ufukla-
rınızdan bağımsız olmamalı.
349
Sait Başer

Bu girizgâhı şunun için zikrettik; bugün Sait Başer kültür


tarihi birikimi üzerinden nasıl bir gelecek prespektifi tahay-
yül eder? Herşey yolunda gitseydi ve dilediğiniz olsaydı, bize
nasıl bir Türk toplumu sunardınız?
Tâbir câizse bir ütopyanız var mı?

CEVAP
Keşke!
Keşke de, bize temelden bakılsa ütopya gerekmez. Ütopya-
lar serisinin diğer kültürlerdeki ilham kaynağı zâten Türk dev-
letleridir. Belki bizim ütopyalarımız olarak duâlarımıza bakı-
labilir. Oradan yürürsek:
Keşke dileklerimiz kabul olunsa, tahayyüllerimiz vücut bağ-
lasa, derim.
Esâsen böyle bir soruyu kabul etmekle rühumuzun çocuksu
yönüne sempatik bir rüşvet vermiş oluyoruz.
Elbette bizim tarzımızda ömür tüketmiş, yaşayan veyâ göç-
müş herkesin bir ütopyası herhalde vardır. Hani Nâmık Kemâl'in
meşhur beyti var ya:

“Görmeden ölürsem millette ümmid etiğim feyzi


Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzun ben mahzun”

Belli ki Nâmık Kemâl'in de bir ütopyası varmış. Milletin ge-


leceğinde feyizli ve ideal bir dönem arayışındaymış. Görmeme,
görememe ihtimâline karşı da fevkalâde me'yus bir dil ile mezar
kitâbesine yazılmasını istediği cümleyi söylüyor. “Vatan mahzun
ben mahzun”... Âkif'in Âsım'ın Nesli bir başka ütopya. Yahyâ
Kemâlin Çamlar Altında Musâhebe yazıları bir ütopya. Böyle
ütopyalar var. Birçok düşünce ve kültür adamı, şâir, yazar esâsen
bir ümidin peşinde oldukları için yazdılar.
Elbette ben de ümitleri olan bir insanım.

350
serer ninn Türkiüi Türk'üünn Müslümanlığı

1970'liilanikaranlık vefeşilğii ın m il ya-


şanmış günlerinde bir arkadaş grubumuz vardı. Ötüken Yayın-
larının emektar elemanı Erol Kılıç (ki, biz ona İmparator der-
dik. Bir başka nâmı da uzun boylu olduğu için Çemberlitaş'tı)
grubumuzun tabii lideriydi. Bugün Eskişehir'in başarılı doktor-
larından Sâmi Acar, sinemamızın duayen yönetmeni Osman Sı-
nav, sonra Almanya'ya gidip varlığını unutturan tarih öğrencisi
bir İbrahim Kırman, Hasip Mengi grubun asli elemanlarıydılar.
Sabahlara kadar oturur, buhrandan çıkış yolu arar, hayaller ku-
rar, kitaplar okurduk.
Erol Kılıç'ın bir komutanın âmirâne sesiyle Kur'ân-ı Kerim
okumaları, Osman'ın “suyunu veyâ kemiklerini pişirdiği” çay-
lar eşliğinde, onun sinema sohbetleri, benim devlet geleneğimiz
üzerine egzersizlerim gündem konularımızdı. Bizdeki o hayâl
dünyasına Ötüken Yayınevi'ne gelip giden birçok üstâdın Cemil
Meriç'ten Necip Fazıl'a kadar fikirleri ve esprileri de katılırdı. Os-
man'la Sâmi'nin Fethi Gemuhluoğlu ile görüşmeden döndükleri
günün akşamını unutamam mesela.
Fethi (Gemuhluoğlu) Bey'in, Necip Fâzıl'ın veyâ Cemil Meriç'in
umutlarına o yıllarda tanıştığım Hayri Bilecik, Sâmiha Ayverdi
ve Ekrem Hakkı Ayverdi'nin kemalli iman dünyaları da eklendi.
Artık herhangi bir ümitsizlik rüzgârı bizim semtimize uğramı-
yordu. Bilâkis, bir destan kahramanları kafilesine katılma heye-
cânıyla eşelenen küheylânlar gibiydik. Çok şükrediyorum tabii.
Erol Ağabey Ötüken Yayınevi'nde ortaya koyduğu hizmetiyle
o unutulmazlar kafilesine katılmıştır. Osman Sınav, Allah uzun
ömürler versin, şimdiye kadar yaptıklarıyla unutulmazlar kâfile-
sine katılmıştır. Bizimki de karınca kaderince ortada.
Ütopyam var mı?
Bu sempatik konuyu ciddiye alıp, kınanma ve ayıplanma kor-
kusuna düşmezsek, sonu gelmez bir tatlı bahis olarak uzun uzun
351
Sait Başer

konuşuruz. Bundan âlâ keyif mi olur! Dileklerimiz ind-i ilâhide


makbul olmuş, tahayyül ve tasavvurlarımız gerçekleşmiş.
Nereden başlayalım?
Gelin söze eğitimden girelim.
Mevcut eğitim uygulamalarımız; mesleki eğitim, fen bilim-
leri tabanlı eğitim, sosyal bilim tabanlı eğitim, dini tabanlı eği-
tim gibi türler üzerinden kurumlaşmıştır. Bu sistemde dini ta-
banlı eğitim yapan okullar müstesnâ, değerler eğitimi ya yok
denecek kadar az veyâ yoktur. Makbul eğitim yuvası olarak öne
çıkan markalaşmış kurumlar, yabancı dil ile programlarını yürü-
türler. Hâliyle mezunları da imtiyazlı bir zümre olarak, cemiyetin
kaymak tabakasını oluştururlar. Yabancı dil eğitiminin sağladığı
maddi mânevi imtiyaz bütün toplumun özenmesini tahrik etti-
ğinden, diğer özel-resmi bütün kurumlar, yabancı dil esaslı ça-
lışan kurumlara gıptâ ile bakarlar. Bir yabancı dilin hakkından
gelemeyen geniş kitleler bu bahsi bir aşağılık duygusu konusuna
döndürmüşlerdir.
Yâni:
I- Değerler eğitimi problemi ve
2- Yabancı dille eğitim problemi, bana en önde görünen sı-
kıntılı başlıklardır.
Değerler eğitimini sıradan seçmeli bir din dersine sıkıştırmak
hem gerçekçi değildir hem de katiyen yeterli değildir. Ama bi-
zim eğitim sisteminin ihmal ettiği değerler eğitimi konusu, özel
alanda, serbest piyasada modalar, magazin haberciliği, tüke-
tim çılgınlığını sürekli kılan bin bir reklam mekanizması vâsı-
tasıyla olumsuz, ahlâkı nesnelliğe indirgeyen türleriyle sürekli
toplumun üzerine boca edilmektedir.
Negatif değerler neredeyse tek kale yapılan bir futbol maçı
gibi, rakipsizce yeni kuşaklarımızı esir almaya devam ediyor.
İngilizce eğitim konusu ise, cinnet boyutlarındadır.

392 ;
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Henüz ana dilini öğrenmeyen kreş çocuklarına İngilizce eği-


tim veriyoruz. Sanki bütün toplumu büyüleyen hâtiften gelmiş
bir emir vardır ve biz ölürcesine bir gayretle yeni kuşaklarımı-
zın kimlik değiştirmesini temin çabasındayız.
Akıl, izan kabul eder bir iş değildir bu.
Kendi elimizle çocuklarımızı bir düşman kültürün diline, de-
gerlerine, geleneğine, göreneğine, düşüncesine tereddütsüz zim-
metliyoruz.
Sonra da koro hâlinde, toplumun ahlâk anlayışındaki, so-
rumluluk hissindeki bencilliğinin artışından kaynaklanan âfet-
lere ağıt yakıyoruz.
Benim tahayyül ettiğim gelecekte, bize tarihimizin hediyesi
olan değerler sistemimizin sürekli güncellenerek yeni nesillerde
devam ettirilmesi var.
Gene benim ütopyamda; Türkçenin sırf bir diyalog imkânı
taşımadığını, aynı zamanda bir muhâkeme biçimi, bir inanma
üslübu, bir estetik formasyon, gelenekle irtibat kurma imkânı,
nesnel veyâ metafizik algı tecrübesinin yeni kuşaklara aktarıl-
ması imkânı... gibi yönler taşıdığını görmek ve o bilinçte bu-
luşmak da var.
Bakın eğitimin daha pek çok bahse değer başlığı var. Hem
aşamaları, hem türleri, hem müfredâtı, hem eğitim kadrosu-
nun kalite ve problemleri başlı başına büyük konulardır. Hele
hele hayâlimde en özlediğim şey, bire bir hoca-öğrenci ilişki-
sini, alış verişini kurabileceğimiz, kitlesellikten kurtarılmış bir
eğitim modelidir.
Esâsen “en özlediğimiz” diye başlayabileceğimiz temel prob-
lem alanı, ister Eşari zihniyetin hâkim olduğu dönem bakımın-
dan isterse de modern saydığımız pozitivizm hâkimiyetindeki
dönem açısından en yaygın hastalığımız olan ezber salgının-
dan kurtulmuş olmak özlediğim toplumun en bâriz niteliğidir.
353
Sait Başer

Bâzen bütün cenahlarda karşımıza çıkan altın devir özlemi


beni ümitsizliğe düşürüyor. Sanılıyor ki, toplumun güncel ve ge-
lecekte ortaya çıkacak bütün sıkıntılarına verilmiş hazır cevap-
lar vardır.
Hâlbuki böyle bir şey yok.
Gelen her yeni gün, kendi problemleriyle birlikte geliyor. Eğer
tâze güne tâze bir muhâkemeyle bakılarak cevap teşkil edilmezse
eski problemlere yeni günün problemi de ekleniyor. Ezberci tu-
tum, problem çözmediği gibi, yığılan devâsâ çözümsüzlüklerin
daha da çetinleşmesine yol açıyor.
Esâsen bizim problemlerimiz bize hastır.
Önümüzdeki problem yığını her şeyden önce tarihi doğru
analiz etmeyi şart kılıyor. Tarihi sırtımızdan atma şansımız yok.
Hasır altına süpürelim ve bir takım ithal çözümlerle yola devam
edelim de diyemiyoruz.
İşte denedik.
Kilometreyi sıfırlama aldanışı problemleri ortadan kaldırmı-
yor. Tarihe sâdece hamâset malzemesi gibi yaklaşmak da prob-
lemlerin anlaşılmasına hizmet etmiyor. Bizim tabiatın akışını
tâkip eden bir muhâkemeye ihtiyacımız olduğu kadar, tarihin
akışını doğru çözümlemiş olmaya da şiddetle ihtiyacımız var.
Türk sosyolojisi bugünkü kesitin unsurlarının geçmişten günü-
müze doğru hangi süreçlerden süzülüp geldiğini göremiyor.
Cenahların her biri problem başlıklarına göre bir takım eski
açıklama modellerinde ısrârı çözüm zannediyorlar. Tarihsiz ol/a/
mayacağı açık. Eski ezberler üzerinden verili kalıplarla olamaya-
cağı daha da açık.
Toplumsal Aklı Anlamak adlı çalışmamızda, anlamanın bu-
günden tarihe, tarihten bugüne yürüyen nitelikleri hakkında
epeyce açıklama gayretinde bulunmuştuk.

354
, Töre'nninn Türküüi Türk'üünn Müslümanlığı

Vâkıâakn anlamaeN öşliğinde!bir muhâkemedir. Kıyas


malzememiz bir yönüyle şahsi bir yönüyle toplumsal tecrübe-
mizdir. Bugüne tarihle bakarak anlam üretirken, tarihe de bu-
günün ihtiyaç ve imkânlarıyla bakarak yorum getiriyoruz. Bu
ikisi arasındaki dengeyi yakalamak ve sürdürmek gerçek bir ya-
ratıcı düşünce ile mümkün.
Bizde bir yanılgı var. Sanıyoruz ki, tarih bir olup bitmiş işler
hikâyesidir ve statiktir.
Hayır.
Tarih konusuna giren bir kimse görür ki, bizim tarih dedi-
ğimiz şey sâhiden yaşanmışlıkların en doğru ve tam bir tasviri
değildir. Gerçek tarih bilinemez. Kozmik niteliktedir. Yekpâredir.
Onu tam olarak anlama imkânımız yoktur. Kendimizi ona verdi-
ğimizde onu anlama adına, bugünün imkânlarını kullanmaktan
başka çâremiz olamaz. Yâni tarihe adanmış bile olsa, bir kimse-
nin ulaşabileceği en ideal tarih tasvirinde dahi bugünün imkân
ve zaaflarını işlediği, yüklediği bir tasavvur giydirilmiştir. Tarihi
bugüne getiremez, bugünü de tarihe götüremezsiniz.
O halde yaptığımız şey nedir?
Ortaya çıkan şey, geçmişten bize ulaşan bilgi, belge, edebiyat
ve algı alışkanlıklarını kullanarak inşâ edilmiş bir tasavvurdur.
Her kuşağın tasavvuru kendi dikkatleri bağlamında şekillenir. Her
kuşağın tarihi kendinedir. Geçmişte bir takım büyük tarihçilerin
ciltlerle anlattıkları tarih kitapları anlamsız mı? Hayır. Yeni ku-
şak oluşturacağı tarih kurgusuna onları da malzeme olarak katar.
Ama tarih üzerine düşüncenin ve anlama gayretinin sonu
asla gelmez, gelmeyecektir, gelmemelidir.
Hepimiz içinde yaşadığımız şimdimiz çerçevesinde bir geç-
miş tasavvuru yaratmaktayız. Diğer yandan da o tasavvur bağla-
mında bir gelecek öngörüsünde bulunmaktayız. Bu iki yönlü fikir
mesâisi bizimle de bitmeyecek. Çocuklarımızın, torunlarımızın

355
Sait Başer

da bu yolda çaba sarfetmesi elzem. Bir ideal toplum ütopyası ara-


yışında bu dinamik sürekliliğin bulunması şart.
Pekiyi bunu kim yapacak?
Anlamanın niteliğini çözen, anlamasını yürütmeyi başaran
yâni ihtiyâca uygun istikâmette geliştiren, yorumlama yetene-
ğine kavuşmuş entelektüel zümre yapacak elbette. Anlamanın
tarihe bağımlılığı kadar; dile, inanç sistemlerine, sanatlara, kon-
jonktüre bağımlılığı da görülmesi elzem olan vaz geçilmez de-
ğerde hususlardır. Anlama bahsi, sosyo-kültürel bir taban üze-
rinde tahakkuk etmektedir.
Anlama dediğimiz hâdise insan yöneliş ve eylemlerinin han-
gisinde devre dışı bırakılabilir? Böyle bir ihtimal söz konusu bile
değil. Yâni bütün bilim dalları, teknoloji, siyaset, ekonomi gibi ras-
yonalitenin hüküm sürdüğü alanlar anlama olmadan mı yürüyor?
Ama anlamanın sosyokültürel tabanını ihmal eden bir bi-
limperestlik de çıkmaz sokaktır. Bilimler ile bilimsel keşifler ve
teknoloji alanı ile sosyokültürel tabandan gelen motivasyonu iliş-
kilendirmezseniz, modernizmin paramparça ettiği insaniyetini
kaybetmiş bir “buhran topluluğu” yaratırsınız. Sosyokültürel ta-
banın yüklediği dikkat, merak, derdine devâ arayış, büyük meta-
fizik soruların tahrik ediciliği gibi unsurların ilim ve fen faaliye-
tiyle münâsebetini görmek hayat memat konusudur.
Bilimi ideolojileştirmek, gâyesi kendinde bir şey sanmak, çağ-
daş filozoflardan Paul Feyerabende Bilim Kilisesi'ni yazdırdı.
Cevaplarını bilmeseniz dahi metafizik kaygılar, bilimin doğduğu
ocaktırlar ve değerini hiçbir zaman kaybetmezler. Bilimi din ye-
rine koymak ise, insanı metâlaştırır.
Demek ki, bilimleri sosyal bilim, fen bilimi diye keskin ve
mutlak bir biçimde ayırmak son derece büyük yanlışlara sebep
olmaktadır. O halde, nasıl yukarıda “tarih-şimdi-gelecek” üç-
lemesine karşılıklı akışlar bağlamında ve sürekli güncellemeyle
bakmak gerektiğini söylediysek, kültür ve tarih bağlamında
356
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

biçimlenen anlamlandırma faaliyetinin ürünü olan sosyal ve


Jen bilimleri arasında da kopmaz bir bağ bulunduğunu en kısa
zamanda görmek zorundayız.
Yâni ütopyamın bir diğer ayağını da böylece ifâde etmiş olu-
yorum.
Belki çok hulâsa olacak. Bu konuların profesyonalleri bize
dudak bükecekler. Ama taşlanmayı göze aldıysanız, iki eksik üç
fazla olması hesâbı gerekmez. Belki bütün dünya için konuşmak
lâzım ama şu an bizi ilgilendiren kendi toplumumuz.
Modernite ezberlerimizin başında gelen kutsal (!) ilke, de-
mokratik rejim ilkesidir. İnsanlık son iki yüz yıldır “ileri demok-
ratik toplumlar”ın kendi dışlarındaki coğrafyalara “demokrasi
götürme” mücâdelelerine şâhit oluyor. Bu ileri demokratik top-
lumlar, ne hikmetse aynı zamanda sömürgeci toplumlardır. Gene
çok enteresan bir husus, bu “hür demokratik dünya'nın büyük
çoğunluğu monarşilerden meydana gelir. Monarşik görünüm ta-
şımayanlarda ise küresel sermâye hânedanlarının mutlak ikti-
darları vardır. Öyle garip örneklerle karşılaşıyoruz ki, “demok-
ratik yarışma aktörleri”nden hem iktidârın hem muhâliflerin
programları o görünmez hânedanlarca yapılır. Böylece demok-
rasi götürülen coğrafyalar, bu sömürgeci hânedanlar topluluğu
mârifetiyle iliğine kemiğine kadar sömürülür.
Tabii oyun daha detaylı. Burada bizim tasvir ettiğimiz kadar
basit cereyan etmiyor. Demokratik tarafların bütün alt unsurla-
rında yukarıda târif ettiğimiz “işlem”in alt versiyonları işletilir.
Hukuk alanında, ekonomik merkezler düzleminde, eğitim sistem-
lerinde, medya düzeneğinde, hattâ militer ve paramiliter düzlem-
lerde benzer manüplasyonlar zincirleme yürür. Tıkandığı yerlerde
ise müdâhaleye hazır tedip edici vesâyet odakları elde tutulur.
Uzun sömürü çağının birikimi astronomik sermâye gücü, vasat
insanların tahayyülünü aşan finans/tasarruf/hükmetme meka-
nizmaları kurmuşlardır.

357
O halde bizim toplumumuzun beka ihtiyâcını karşılayan de-
ğerlerini kaybetmeden huzur ve refah içinde yaşaması nasıl sağ-
lanacaktır?
İşte denedik.
Tek partili bir diktatöryal dönemimiz var. Sonuçları ortada.
Bugünkü mensupları bile alın akıyla savunamıyorlar.
Çok partili bir dönem geçirdik işin içinden çıkamadık.
Çâresiz başkanlığa döndük. Döndük de, şu geçirdiğimiz bir
yıl içinde siyâsi tablo herc ü merc edildi, bütün ezberlerimiz alt
üst oldu. Siyâsetin bütün kurumlarına düşman eli kolaylıkla ula-
şıyor, yapılar dağıtılıyor, milli irâde kavramı paçavraya çevriliyor!
Harici müdâhaleyi önleyemiyoruz.
Önleyemeyince de derdimiz birken bin bir oluyor. Bu du-
rumda unsurları müdâhaleye açık bir siyâsi rejimi yürütebilme
sıkıntısı, “zor oyunu bozar” düsturu bağlamında nasıl aşılacaktır?
Benim bu noktada belki gerçekten ütopya denilecek bir tek-
lifim var. Bizim Töre'mize yeniden bu ihtiyaçlar üzerinden bak-
mamız ve oradan günümüzün bu büyük krizini aşmayı sağlaya-
cak bir çözüm üretmemiz düşünülmelidir...
Belki eski bir ezberle oligarşik diktatörlük istediğim ithâmına
mâruz kalabilirim. Ama düşmanın müdâhalesine açık, yönlendi-
rilen bir “demokrasi!” mutlak vazgeçilmez tek seçenek oluncaya
kadar, diğer fikirler de konuşulmalıdır, tartışılmalıdır.
Eğer sıkıştıysanız, düşmana mevcut düzenekler içinde engel
olamıyorsanız, ilk akla gelecek çözüm, kendi tecrübenizi bu düz-
lemde gözden geçirmek değil midir?
Elbette ki, bu ifâdeler insanlık tecrübesinin ulaştığı hayırlı
sonuçlara sırt dönelim anlamına asla gelmez. Hukükun üstün-
lüğü, insan hak ve özgürlükleri, gelir dağılımında adâlet özlemi,
kendini geliştirme ve eğitim hakkı, ilim ve felsefeye hak ettiği
358
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

itibârın tanınması gibi hususlarda geri adım atılmasını katiyen


tasvip etmem.
Ama küresel çapta bir ilüzyon ve çifte standartla insanlığın
bu özlemleri tam ters maksatlarla da kullanılamamalıdır, buna
izin vermemenin çâresi düşünülmelidir...
Meselâ haber alma ve fikir özgürlüğü ilkesinin müesses ya-
pısı medyadır. Şimdi insaf ehli ve dünyayı izleyen hangi akıl sâ-
hibi, medyanın gerçekten bu ilkenin vücut bulmuş hâli oldu-
gunu söyleyebilir?
Sömürü hânedanlarının dünya medyası üzerindeki tekelini
inkâr edebilecek bir ferâset sâhibi var mı?
Ayrıca mücâdelenin daha da kızışacağı âşikâr.
“Sanal gerçeklik” ve “arttırılmış gerçeklik” tâbirleri bugün
hayatımıza nesnel gerçeklikten daha fazla etki gücüne ulaşmış
bir “fiili müdâhale yöntemi” olmuştur. “Yapay zekâ” geliyor.
Uzaktan kumanda teknolojisi büyük bir imhâ kâbiliyeti kazanı-
yor. Büyük sermâye aynı zamanda büyük bir askeri müdâhale gü-
cüne dönüşüyor; enerjiden gıdaya, bilim politikalarından ticâri
tekelleşmelere kadar insanlık şimdiye kadar görmediği ölçekte
bir yeni imparatorluğun doğuşunu seyrediyor. Dünya nüfüsu-
nun neredeyse tamamının İtirâzına rağmen bu “ileri demok-
ratik güç”lerin kirli emr-i vâkileri gerçeğe dönüşüyor. Bu yeni
düzen yüz yıldır insanlığı uyutmak için kullandıkları o “kutsal”
ilkeleri bile umursamıyor artık. En vahşi sırıtkanlığıyla milyar-
lara, onları kaç defâ imhâ etmeye yetecek silahlarını gösteriyor.
Ne kadar büyük bir oyun oynandığını bütün dünya gözleri bü-
yüyerek hayretle, dehşetle seyrediyor.
Ben bütün insanlığa rağmen sefil bir vampir çetesinin süfli
emellerine ulaşabileceğine inanmak istemiyorum.
Ama onlarla mücâdelenin yöntemini elbette teslimiyette gör-
mediğim gibi, onların vahşetine bürünmekte de görmüyorum.
359
Sait Başer

Bizim tarihimizde kullandığımız iki olağanüstü etkili değeri-


miz var: Adâlet ve Sevgi. Kut ve Töre'nin ikinci baskısını yapar-
ken, ismini Kutadgu Biligde Kut ve Töre'den Sevgi Toplumuna
diye koymuştum.
Hislerim pek değişmedi.
Ama tesbitin isâbetini gün geçtikçe daha şiddetle hissediyorum.
Diğer sorularınızda gerek aşk gerek adâlet konularına de-
ğindik. Bu iki kavramın doğum yeri Tevhidçi hikmet geleneği-
mizin ta kendisidir. O hikmet geleneği tarihte muazzam kaç sı-
navı yüz akıyla atlatmıştır. Asya asırlarımızda Töre'nin yalın ve
keskin uygulamalarından doğmuş kaç tâne cihan devletimiz var.
İslâmiyet'le tahkim edildikten sonra, aynı gelenek gerek Moğol
gerek Haçlı yıkıntılarının üzerinde bir Osmanlı mücizesi âbidesi
dikmiştir. Ben o geleneğin derüni gücünden hiçbir şey kaybet-
tiğini zannetmiyorum.
Çünkü o gelenek bugünkü gençliğin Süpermen ezberlerini
çok aşan madde-mânâ, akıl-duygu, cüz-küll ilişkilerini çözüp
birleştiren keyfiyeti her bir ferde mal etmiş, kemâl orduları çı-
karan bir gelenekti.
Bugün, dünyâya yön veren küresel çetenin bütün çete muk-
tesebâtı Yunus tipli bir Türk bilgesinin önünde, Ağustos güne-
şinde buhar olan kar tânesi hükmündedir. O potansiyel yerli ye-
rinde duruyor. Yeter ki, düşman aklına uyarak kapılarına astığımız
paslı kilitleri kaldıralım. Evet ütopyamın orta direği de budur.

SORU
Hımm...

Hocam, bu mütâlâanız, tekke ve zâviyeleri kapatan dev-


rim kanunlarına aykırı değil mi? Hem o gelenek “kokuşup,
çürümemiş” miydi?

360
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Birkaç farklı noktadan bakalım:


Türk toplumunun yarattığı büyük hikmet geleneği 1920'le-
rin tekke ve zaviyesi ile mi sınırlıdır?
Bir başka soru:
Cumhuriyetin övündüğü elitleri bir listeleyelim. Değerini
kaybetmeyen önde gelen isimlerin bir listesini çıkarsak, inanın
büyük çoğunluğu o yasaklı gelenekten beslenen isimlerdir. Ka-
nunla kapatıldığı için gayr-ı meşrü alana düşmemek kaygısıyla
kendilerini sakladılar. Yoksa Yakup Kadriden Nazım Hikmete,
Yahyâ Kemal'den Hasan Ali Yücele, Nurettin Topçu'dan Mahir
İze, Niyazi Sayından Turgut Cansevere, Necip Fazıl'dan Burhan
Topraka, Turgut Uyar'a... yüzlerce kalbur üstü isim o gelenek-
ten beslenmişlerdir. Bütün yasaklı ortama rağmen.
Bugün IŞİD, Eş-Şebab, Bokoharam vs. “düşman aparatı mü-
câhitler”in arasında bizim hikmet geleneğimizin çocuğu olan bir
tek örnek bulamazsınız. Müslüman coğrafyada seküler eğitim sis-
temlerinin mahsülüdür bu gruplar.
Keza FETÖ tipi hâin yuvasına dönüşmüş cemaâtlerin hiçbiri
de o gelenekle temâsa geçmiş değildir.
Toplumun sosyolojisi bambaşka bir yere gelmiş/getirilmiştir.
İstenen, “anlayan öznelerden kurulu bir toplum” için, “de-
ğerlerimizle mücehhez bir toplum” için, genel bir hücüma mâ-
ruz kalan insanlarımızın zihin hijyeni için, o geleneği doğru bi-
çimde tekrar uyandırmak zorundayız.
Bakın misyonerler, radikalizm, şeytani tarikatler, istihbarat
aparatı şu kadar cemaat, toplumun içinde cirit atıyor.
Toplumunuzu daha ne kadar bunlara peşkeş çekeceksiniz?
ABD, “ılımlı İslâm” diye bir tarafa çekiyor, İslâm dünyasına
bir deli gömleği giydirmeye çalışıyor. Rusya geleneksel Türk süfi-
liğini kendi emperyal emelleri için kullanma planları yaptığını
301
Sait Başer

saklamıyor. Şu Aleksandr Dugin'i tâkip etmiyor musunuz? Bi-


zim adımıza Türk Müslümanlığı'nın neye yarayacağının planla-
rını anlatıyor!
Ortalık sahtelerinin cirit attığı bir meydan, siz gerçeğini ta-
mamen düşman menfaatine hizmet eden absürt gerekçelerle ki-
lit altında tutuyorsunuz.
Kardeşim, aksayan yönü varsa düzelt!
Toplumunu kendi beka sırrından daha nereye, ne zamana
kadar mahrum edeceksin?
Yunus Emre'nin ismiyle öğünen enstitüler iyi de, onu yetiş-
tiren okulu aç artık.
Mevlana'yı yılda bir törenlerle anma, kurduğu okulu aç!
Bizim bu nehir söyleşiyi yaptığımız şu günlerde bakın Rus
entelijansiyası nelerle meşgul. Yesevi, Bektâşi, Mevlevi çizgisinde
teşekkül eden geleneksel süfi anlayışımızı merkeze koyarak İs-
lâm dünyasına çeki düzen verme projeleri yapıyorlar.
Aydınlık gazetesi Mehmet Perinçek imzasıyla yayınlıyor.
Ruslar, bizdeki laiklik uygulaması sebebiyle o anlayışın mek-
teplerinin kapısına kilit vurduğumuzu bilmez mi?
Buna rağmen o anlayışı gündeme getirmesindeki stratejik de-
ğer üzerine bizim de kafa yormamız gerekir.
Bana göre, Ruslar büyük geleneğimizin potansiyel gücü hak-
kında kesin bir kanaat sâhibi olmadan böyle bir teklifi gündeme
getirmezlerdi. Bakın sizin güngörmez hücre hapsinde tuttuğu-
nuz anlayışa eski düşmanlarınız tâlip! Onların, Türkiye'yi mani-
vela olarak kullanıp İslâm dünyasının patronajını ele geçirme ni-
yeti taşıdıkları şüphe götürmez.
ABD'nin Selefi cereyanlara yaslanarak yaratmaya çabaladığı
İslâmi terör kasırgası üzerinden Orta Doğu'da kurmaya çalıştığı
hegemonya stratejisine, Ruslar'ın bu yoldan cevap verme niyeti
âşikâr diye düşünüyorum.

342
, Töre'nninn Türkiüi Türküünn Müslümanlığı

Üstelik türedi ve dar bir kitlenin tasvibini alan Vehhabi-Se-


lefi tabanlı ABD planına mukâbil, Ruslar'ın planı hem Ehl-i Sün-
net hem de Şia başlığı altında toplanan büyük Müslüman nü-
fusa hitap ediyor.
Modern Selefilik bir İngiliz kurgusuydu. Bugünkü radikalize
edilmiş CIA patronajındaki “İslâmcı Terör”, İngilizlerin mira-
sını devralan ve İslâm medeniyetini zehirleyen vahşi bir hareket.
Bu hareketin geleneksel İslâm dünyasında doğurduğu reak-
siyon ortada.
Ruslar hem o reaksiyonu değerlendiriyor hem de Türki-
ye'deki klasik tasavvufu men eden laikçi uygulamanın yarat-
tığı mağdüriyete hitap ediyorlar.
Rusların şöyle düşünmelereri muhtemel; Türkiye Ruslar'ın bu
teklifini benimseyerek o geleneğin önünü açarsa, varılacak so-
nuçlar Ruslar'ın da işine yarayacak şekilde yönlendirilecek. Yok
Türkiye râzı olmaz, Ruslar'a destek vermezse, bu defâ da Ruslar
mağdur anlayışın sözcülüğüne soyunacak, mensuplarını yanla-
rına çekme hesâbı yapacaklar.
Aleksandr Dugin mührü taşıyan bu plandan her hâlükârda
kârlı çıkacaklarını düşünüyor olmalılar.
ABD'nin Selefiler üzerinden, İslâm dünyasını istikrarsızlaş-
tırma ve değerlerini zehirleme planına mukâbil; bu defâ Ruslar,
çok daha büyük, ümmetin ana gövdesine bindirilmiş batılı güç-
lere mağdur çoğunluğa, Rusya gibi bir büyük güce yaslanarak
varlığını ispat imkânı sunarak, muhtemelen çok daha büyük ve
tehlikeli bir oyun kurmaya hazırlanıyorlar bence.
Ve böylece, bu söyleşinin başından beri yeri geldikçe vur-
guladığımız Türk Müslümanlığı anlayışından üretilecek im-
kânları, pek muhtemeldir ki, bizim bir daha gündem hâline
getiremeyeceğimiz derecede yaralayacaklar. Ya aleyhimizde kul-
lanacak, içeride bir güç devşirecekler, veyâ bizim o olağanüstü

363
Sait Başer

değerli potansiyelimizi paçavralaştırarak bir diriliş imkânı ol-


masını önleyecekler!
Türk devlet aklı, anasının ak sütü gibi helâl bir medeni mira-
sın üzerine oynanan oyunlârı bir an evvel görmeli ve ön almalıdır.
Biz bu büyük oyunun ifşâ olmasından önce sere serpe bir
ütopya kurma imkânı veren hikmet geleneğimizin, şu saat iti-
bârıyle, âcilen devletimizin üst katlarında ele alınması gerektiği
kanaatindeyiz.
Artık bu bir ütopya değil mecbüriyet hâline geliyor.
Medeniyetimizin rühuna ve öz evlatlarına düşman angajma-
nına âlet olmaklık damgası vurulması ihtimâliyle devletimizin
cephe alma tâlihsizliği, bu ağır ihtimal benim uykularımı kaçırıyor.
Düşman gâyet profesyonel ve kurnazdır. Ya kendi lehine si-
zin tarihi tecrübenizi kullanacak, veyâ sizin kullanma ihtimâli-
nizi daha baştan boğacak!
Ne yazık ki, bizim cenah ise bir büyük muhâsebeye girişme
ve yeniden medeniyetimizi ayağa kaldıracak bu engin potansi-
yeli değerlendirme hazırlığı yapmış görünmüyor. Belki telâşım
birilerine abartılı görünebilir. Ama büyük Türk tarihini yaratan
bu mânevi rızkımızı düşman emellerine terk etmek çok çok çok
büyük hatâdır.
Endişem odur ki, neredeyse yüz yıldır devam eden mağdü-
riyet ve mahrümiyetin tesiriyle, tasavvufu yarım yamalak bir ez-
berle temsil iddiâsında bulunan aramızdaki bâzı safdiller bu oyuna
âlet olmasın. Endişemin farazi bir evham olmadığını söyleme-
liyim. Yüz yıldır denetimsiz kalan bu alanda neredeyse her so-
kakta bir mürşit türemiştir. İhânet etmeseler bile safdilliklerin-
den yakalanabilirler. Devletimizin gerçek bir kalp uyanıklığıyla o
büyük gelenekten beslenen ve tarihinin taşıdığı ağırlığı hisseden
gerçek temsilcileri bulması ve kendi stratejisini kurması şarttır.

364
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Güzel ülkemizin fiziki depremlerle sarsıldığı şu günlerde,


devlet aklımızın böyle büyük bir sosyal deprem kasırgasına ha-
zırlanması da gerekiyor.

SORU
Değerli hocam, geçen günlerde kaybettiğimiz Kültür Bakan
Yardımcımız Prof. Dr. Haluk Dursun hoca son günlerde sık
sık bir kültür seferberliği ihtiyacından dem vuruyordu. Alev
Alatlı hanımın “paçozlaşma” dediği içten çürüme ve keyfiyet
kaybı kadar, son yıllarda ülkemize dönük yürütülen psikolojik
savaş argümanları da toplumun üzerine durmadan püskürtü-
lüyor. O kadar ağır bir paçozlaşma zaafı içindeyken bu psiko-
lojik saldırıyla mücâdeleye nasıl güç yetireceğiz?

CEVAP
Ne kadar yerinde bir soru. Bu soruya eklenecek birçok başka
unsur olduğunu siz de biliyorsunuz ben de. Fuzülü'nin meşhur
ifâdesiyle

“Dert çok, hemdert yok


Tâlih zebun düşman kavi”

Dünya büyük bir herc ü mercin içinde. En büyük görünen


güçler geleceklerinden kaygılı. Kendilerini kurtarabilmek arayı-
şıyla kıvranıyorlar. Özellikle Batı medeniyeti bütün potansiyel-
lerini tüketmiş durumda. Mânevi azığını tüketeli hayli zaman
olmuştu. Merhum Rene Guenon, Modern Dünyanın Krizi adlı
eserini yazdığında Batı mânevi rızkını zâten tüketmişti. Şimdi
ise ekonomi planında ürettikleri sanal ve türev piyasalar Batı
ekonomilerini korkunç bir borç batağına sürüklemiş bulunuyor.
Dünyanın en büyük gücü, dünyanın en borçlu ekonomisi
aynı zamanda.
365
Sait Başer

Büyük bir hızla uçuruma yuvarlanıyorlar. Ekonomilerini kur-


tarsalar dahi içine düştükleri insanlık krizinden kurtulmaları
kolay değil. Batı bütün yüksek ideallerini kaybetmiş durumda.
Sözüm ona mâneviyâtını temsil eden merkezler, başta Vatikan
olmak üzere en bayağı ahlak zaaflarında boğuluyorlar.
Kim kimi kurtaracak, hangi vaad ve ideallerle kurtaracak?
Şimdi adam akıllı vahşileşmiş, doymak bilmez iştihâlarla hâ-
nedanlaşmış ekonomik imparatorluk âileleri Batı sosyolojisin-
deki hukukilik kriterlerini zerre kadar bile umursamıyor. Başta
İngiliz Kraliyet Âilesi olmak üzere karar mekanizmasına hük-
meden iktidar paydaşı elitler(!) de gırtlaklarına kadar bu kokuş-
muşluğun bir parçası olmuş durumdalar. Sefil iktidarlarının bir
gün bile uzaması adına her türlü can yakmaya hazır durumdalar.
Şu Doğu Türkistan, Filistin, Suriye, Libya, Keşmir... olay-
ları nedir?
Gözümüzün önündeki insanlık trajedileri hangi yüksek BM
vesâir evrensel teşkilâtın gerçekten umurunda?
O halde ecdâdın tâbiriyle “iki el bir baş içindir” diyerek bu
kaotik dönemde ayakta kalabilmeyi sağlayacak açık gizli, resmi
gayr-ı resmi bütün imkânlarımızı harekete geçirmek zorundayız.
Gerçekten bir kültür seferberliğine ihtiyâcımız var. Merhum Ha-
luk Dursun benim dönem arkadaşımdı. O tâbiri bilmem önce o
mu kullandı, ben mi kullandım?
Buraya konuyu ifâde maksadıyla yazılmış muztarip yazılar-
dan birisini alalım mı:

KÜLTÜR, SANAT VE EĞİTİM KONULARI ARTIK MİLLİ


SAVUNMA MESELESİDİR!
Bizim aymazca, koyu bir gafletle, âdetâ düşmanseverlik an-
lamına gelen kültür politikaları uygulayarak düşman değerle-
rini milli değerlerimizle değiştirişimiz, batılı düşman mihrakların

366
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

işlerini fevkalâde kolaylaştırıyor. Kendi değerlerine câhil, düşman


hayat tarzı dışında bir yaşama tarzı, ilim, sanat, eğitim modeli,
eğlence zevki bilmeyen yeni kuşaklarla onların saldırılarını göğüs-
leme şansımız olabilir mi?
Düşmanlık nedir?
Size kendi değerlerinizle yaşama hakkı ve hukuku tanımamak,
elinizdeki imkânları sizden almak değilse, düşmanlık nedir? Ama
siz kendi elinizle onların her türlü tercihine kapılarınızı sonuna ka-
dar açmışsanız; kendi dünyanızı ise bâzen resmen yasaklayarak,
bâzen gözden uzak tutarak, bâzen durmadan yererek yeni kuşak-
larınıza vermediyseniz, o kuşaklar ne adına mücâdele edecek ve o
“düşman”ı niçin düşman bilecektir?
Kendi elinizle düşmana peşkeş çektiğiniz o çocuklar için asıl
düşman sizin tarihi kimliğinizdir!
Bir ortak ve yüksek değerler zemininde buluşmak zorunda-
yız. Zâten hep o ihtiyaç vardı da, son gelişmelerle bâri durumun
vahâmetine ayılsak.
Tehlike sâdece sınırlarımızdan birinde veyâ sırf sınırlarda de-
gildir! İçimizde dışımızda, her yerde ve her an tehdit edilebilir bir
konjonktürde bulunduğumuzu, saldırıya açık toplum olmanın ne
mânâya geldiğini hepimiz hissetmek zorundayız.
Dilinize saygınız kalmamış, bir “yabancı” dil, kendi dilinizden
çok daha önemli sayılır hâle gelmiş... Ana okullarından YÖK ka-
dar uygulamada bir cinnete dönüşmüş!
Müziğiniz neredeyse tedâvülden kalkmış, artık yer ve zaman
ayırmadan coğrafyanızın her köşesinden süfli sesler sağanağı bo-
şalır olmuş...
Edebiyatınız unutulmuş, tarihiniz saçma sapan, bölük pörçük
dizi kurmacalarına indirgenmiş...
Dininiz simsarlık alanı...
Eee “vatan” neydi? Bunlar yoksa coğrafya neden savunulsun?
367
Alman Meclisi'ndeki adı Türk olan vekillere bir bakın isterseniz!
Ülkemize karşı en şiddetli husümet ifâdeleri onlardan sâdır oluyor!
Hangi değerlerle donandıysanız onlar adına yaşar, onların kav-
gasını yaparsınız. Mevzuun soy sop dâvâsı değil, müşterek değer-
lerimiz olduğuna da inşaallah uyanacağız!

Artık kültür siyâsetimizle milli savunma ihtiyaçlarımız aynı


düzlemde aynı anlamdadır... Bunca seri taarruza uğramışsınız!
Gençliğiniz kültürel bakımdan size değil düşman merkezle-
rine akortlu ve siz hâlâ adım atamaz halde şaşkın bakınıyorsunuz!
En hızlı yolu bulup, başta YÖK, TRT, AA, Kültür Bakanlığı,
MEB... olmak üzere, organize ve uzun soluklu bir MİLLİ ŞUUR
SEFERBERLİĞİ planlanmalıdır.
Dünyanın en saldırgan güçleriyle burun burunasınız!
Konuyu hafife almak artık ihânete denk bir aymazlıktır.
26 Eylül 2018
Evet, bu fikirlerimiz elan aynı harâretle devam ediyor.
Kültür seferberliğini, belki milli irfanımıza dönüş seferber-
liği diye okumalıyız.
Milli irfâna dönüş seferberliği deyivermek kolay tabii.
Sanki bu lâfı hep berâber tekrar etsek, bir yere varabilecek-
mişiz gibi.
Hâlbuki işimiz o kadar basit değil. Toplum kendisine yükle-
nen sloganları on yıllardır kurtuluş zannediyor. Biz ezbere kar-
şıyız biliyorsunuz. Fakat eskilerin ezberleri şimdikilerin yanında
devâsâ ezberlerdi.
Üç beş sloganla felsefeyi de dini de kültürü de yalayıp yuttu-
gunu sanan günümüz insanına mukâbil, eskilerin ezberlerinde
Vesiletü'n-Necatlar, Mesneviler, Ahmediyeler, Muhammediyeler

368
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

vardı. Adam Fuzüli Divânı'nı baştan sona okuyabiliyordu. Ur-


fada sıradan bir adamı çevirin Nâbi'yi baştan sona hatâsız oku-
yabilirdi. Bugünün ezberi ne yazık ki, Youtubedaki kısa videola-
rın metinlerini aşamaz durumdadır.
Ezber tekrârıyla bizim yaramıza merhem bulma şansımız yok.
Aslında kastettiğim şey mânâ dünyamızı yeniden keşif, malze-
mesini tanıma ve yeniden anlama seferberliğidir. Uzun süren
ezber asırlarından sonra artık o ezberlere de sırt dönmüş, Do-
ğu'yu bilmez Batı'yı sevmez bir kitleye dönüştüğümüz düşünen
kafalarca acı acı görülüyor.
Deprem korkusuyla açık alanda geceleyen hemşehrileri ara-
sında gecenin ilerleyen saatlerinde volümü sonuna kadar açılmış
bateri gümbürtüleriyle hız yapan gök görmemişler neyse, 500 m
yarıçapında belki beş tane cami bulunan mahallede, üçer şere-
Jeli minârelere asla çıkmaya zahmet etmeden bilmem kaç desi-
belle ezan okuyan müezzinlerimiz arasında kalite farkı kaldı mı?
Hâriçten bakan bunları iki ayrı kutbun insanı sanır.
İçimiz karardıkça hârice dönük itham, kalıp, slogan taraf-
tarlığı ve şiddeti artıyor. Sloganlarına bakarsanız zıt kutuplara
yerleşen insanlar, cehâlet ve ahlâki tutum itibârıyle aynı karan-
lığın içindeler.
Yüz bin civârında camimiz var. Bu camiler bırakın mahal-
lenin genelindeki bölgesel insani sıkıntıları, cemaatinin dünya-
sına bile kayıtsız. Durmadan birbirimize vaaz veriyoruz. Dav-
ranış telkin ediyoruz. Ama konuştuğumuz problemlerin derüni
mâhiyetiyle meşgul olmuyoruz.
İlköğretim çocuklarında okuduğunu anlama oranı 9640'1 geç-
miyormuş. Üniversite giriş sınavlarında ortalama doğru bilinen
matematik soru sayısı 1.5 imiş!
Kur'ân-ı Kerim “Düşünen Toplum?” diye bir tâbir kullanır.

369
Sait Başer

Kurtuluş, düşünen toplumlar için geçerlidir. Bizim irfan se-


ferberliği dediğimiz şey, kesinlikle bir düşünme ve anlama sefer-
berliği eşliğinde ve üzerinde tahakkuk şansı bulabilir.
İleri teknoloji tüketiciliğini gelişmişlik zannetme hatâsı bana
dehşet veriyor. En ileri teknoloji ürünleri, en bencil, en câhil kitle
tarafından kullanılıyor.
Buradaki cehâlet, düşüncesizlik anlamında. Mezun olunan
okulların burada hükmü sıfırlanıyor...
Vahşeti silahlandırmış oluyorsunuz!
Çok ağır olmuyor mu?
Eh, oluyor.
İstanbul trafiğine iki gün girip çıkan aklı başında bir adam,
size çok daha ağır bir tablo tasvir edebilir.
Düşüncesizlik, eski masallardaki “ölümlerden ölüm beğen”
deyiminin önümüze serdiği en kötü ölüm türü.
Öyle çürütücü bir hastalık ki bu, nezâketimizi katlediyor,
zarâfetimizi katlediyor, sorumluluk duyan tarafımızı katledi-
yor, vicdânımızı katlediyor, huküku katlediyor, tabiatı katledi-
yor, binlerce yıllık devlet geleneğimizi katlediyor, medeniyeti-
mizi katlediyor, kirletiyor, bozuyor, yıkıyor, ihânet ettiğini fark
bile edemeden ihânet ediyor...
Asıl cehâlet düşüncesizlik. Gelin de şimdi o meşhur hadis-i
şerifi hatılamayın!
“Cehaletten dehşetli fakirlik yoktur” buyuruyor, Resulullah
sallallahu aleyhi vessellem.
Bizim eğitim hayatımızın her aşamasında, medyada, internette
durmadan bir fikrin nasıl inşâ edildiğini, nasıl yürütüldüğünü,
fikirle insan arasındaki ilişkiyi, anlamanın ahlâka döndüğü nok-
tayı; estetiğin, hukukun, düzenin, sorumluluğun, vicdânın anla-
mayla temas kurmadan varlık kazanamayacağını; temas kurunca
370.
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

da nasıl varlık kazandığını, bıkıp usanmadan göstermemiz, an-


latmamız gerekiyor.
Toplum, düşünen toplum olmadıktan sonra, düşünce insanı-
nın fikirleri yeni bir ezber metnine indirgendikten sonra, o top-
lumun geleceğine ümit bağlayamazsınız. Varmamız gereken he-
def, bir “düşünen toplum” inşa etmek olmalıdır.
Söze ütopyadan girmiştik ya!

371
hi

| Malta
mi di i i i

va sü, «lll
0 pe
i

e
ra
vi

il , i ,
e dulk
Kg i ii ei e m ya
>) Mi

N , LAN
ge) Pa yes dei baker
İ

ib g pa
vdLik “ wi | yi EN

i di di , i i ii ri SL ai li kiN Ni Gi

“EMME la ME gli gü iy çiğ ii beşi 2


day 4 nlar? bil ii ” bakabi ella a
.. a ğa Ma
TE TM TA ENİvi Mahid)! lagi #tözmleridiiy MİM il
e . TA gl keyi Man gi, b EY .
“1'eMİD <a
çapar)
:
b'â EAi İsa , di Nİ
vim ka
i 4 di
mİ ei çk diyum HE iri rk
Ni
dey
vu dfan akı CAS ve Ge bei UÜ sürme yl let İK

pw'a i ea, 4 i © ğ diri MON EE eledi On Mağa

Mleğpı 504 “Mir Ml anl alimelink


ki
> egm w a . Sin beğ

e” V ve DEN MD ğ ç Gi w Pek “ | vii


m
) di h bra

hi dekişeii İL YA ri BeeAĞI
d
İh i
i Mi an
â

mai b eki |
İN

| irili Mi, Gnl süei YA


ye la ayl Bü a le ağ
ie pt Si. Mirt “tn ğin yaln
ei Ma daritığiy dial
iv Mi
mim İ- a 4.
ONBİRİNCİ BÖLÜM

HATM-İ KELÂM EDERKEN


>.
İ T J ipa & ©
Ky)
i i
ral 9
ii N ii

a *
dey m 6 il
” v ”
a gp”
e v m
Ni bd
yi ia
)
4Ni
İ. e
e ri ş
ğ W ;
ve n i v
i
N
i €

( p
bül i
yv

i SI
e

İLMİ Wi ağ
v 3304 mii
Aç dai *i
Pi
i gi
. , Ni
; La pi ,

İ
v iü ni i
f 7 ,
ii
i ik şa ar (i
; N i
p 1 1
bi
4 İ

i (Wi. i

r ; ç

5 v v0)İ
İ ta

vi
za Pp

aman Mk
, h tm Yendi yüne
, i
e rl
Lİ Kipi!
ir
? a
: i

N ki
a j
i !

W ”
, i

süz

U
l

. i i

4 i
8
.

U
i W ç

ı v ei
ye
içmem

Di
.

( sil)

TM
Tah lü
SORU
Türk tarihinin akışında size göre bu kadar olumsuz rol
yüklenen Müceddidiye'nin Maturidi-Hanefi gelenekle arasın-
daki bağ hakkında ne düşünüyorsunuz?

CEVAP
Türkiyede sosyologlarımız milli sosyolojinin teşekkül ve tekâ-
mül süreçlerini tâkip etmekte fevkalâde aciz kalıyor.
Sosyologlarımızın önemli bir kısmı Marksist geleneğe mensup.
Cumhüriyet aydınlarının genel zaafı, bunlarda da göze bata-
cak kadar bâriz. O da şudur:
Soyoloji gibi modern Batılı bir disiplin, “geri bir Şark toplu-
munda oyalanma ”'yı tenezzül konusu sayıyor. Bu “geri” toplu-
mun değerlerine araştırmacı olarak bile eğilmek onlardaki iflâh
olmaz hastalıklara bulaşmak riski taşıyor! Dolayısıyla Marksist
mektebe bağlı sosyologlarımız, farazi bir toplum adına sınıf-
lar mücâdelesi, emek-sermâye çelişkisi, merkez-çevre diyalek-
tiği gibi Türk toplumunun tarihine realitesine, kültürel yapı-
sına değmeyen fantezi bir kütüphane oluşturmaya çalışıyorlar.
Bâzı yerel değerlere sâdık sosyologlarımız ise ne yazık ki,
sosyolojinin tarihle, düşünceyle, milli kurumlarla, eğitim tarihi-
mizle, tarihimizdeki zihniyet dönüşümleriyle ilişkisini kuramı-
yorlar. Nasıl olsa “yapacak bir yığın işleri var!”
Aynen felsefecilerimizin üniversitelerimizde Batı felsefesine
acentalık yapmaları gibi, sosyologlarımızı da ömürleri boyu meş-
gül edecek bir Batılı literatür çepeçevre sarmış durumdadır.
Söze sosyologlara sataşarak girmemin sebebi, kültürün nü-
vesindeki inanç sistemi ve o sistemdeki değişim dönüşümlerin

375
sosyal yapıya yansımaları, Türk toplumunun en çok canını acı-
tan konular. Fevkalâde tuhaf bir durum var. Sosyolojinin görevi,
toplumu anlamak, izlemek, kültür çatışmalarının ve alışverişle-
rinin yarattığı imkân ve zaafları tespit etmektir.
Toplumsal yapı kültürden, tarihten, dinden, idâri ve müesses
yapılardan bağımsız havada asılı bir şey değil ki!
Allahınızı severseniz, Türk sosyolojisinde inancın rolü hak-
kında yazmak Ruşen Çakır'a, Soner Yalçına mı düşmeliydi? Hangi
bilgi hangi birikimle, hangi tecrübenin rehberliğinde yazıyor Ru-
şen bey ve emsalleri?
Sakın yanlış anlamayın, neden yazıyorlar demiyorum, iyi ki
yazıyorlar. Ama ortaya koydukları tablo bir hilkat garibesi.
En iyi bilinen sosyoloğumuz Şerif Mardin.
Türkiyedeki cemaatleri ve bilhassa Sait Nursi hareketini ele
aldı. Âdetâ bir oryantalist gözlüğüyle tabii. Toplumumuzdaki
inanç haritasının unsurlarını ve tarihi seyrini hiç de doğru bir
yansıtma çabası, bilgisi olmadan kılavuzluğa soyundu. O çalış-
maları Amerikalılar için mi yaptı, yoksa bize bir boy aynası mı
tutması gerekiyordu? Sait Nursi'nin fikir dünyasının Türk inanç
geleneği içinde nasıl iğreti ve yabancı bir yer tuttuğunu toplu-
muna saygılı bir adam bilmez mi?
Yâni bugün 15 Temmuz 2016 tecrübesinden sonra, bizim
Şerif Mardin'in hükümlerine saygı duymaya devam etmemiz
mümkün mü?
Haydi politikacıların bin türlü iktidar hesâbıyla bir takım çar-
pık yapıları kullanmaları anlaşılabilir. Onlarla mevzii işbirlikleri
mâzur görülebilir. Ya ilim adamının, hem de Marksist geçmişi
açıkça bilinen bir ilim adamının, Amerikada yaşayan bir ilim
adamının, Sait Nursi'yi yerli ve milli bir hareketmiş gibi meşrü-
laştırma çabasına düşmesini nasıl anlayacağız?

376
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Bu babda akademi muhitlerimizin çok ciddi bir özeleştiriye


ihtiyaçları var. Neredeyse bütün ilâhiyat fakülteleri bir Din Sos-
yolojisi bölümüne sahipler. Bir yığın hacimli din sosyolojisi ki-
tapları var piyasada. Ama neredeyse hepsi Batılı kanaat önder-
lerinin teorilerini tercüme ve neşrediyorlar.
O cenahtaki boşluk da can acıtıyor.
Türkiye bir “cemaat kıyâmeti” yaşıyor, ilâhiyat fakülteleri-
miz ve oradaki din sosyolojisi kürsüleri, Cumhüriyete kadar ta-
rihimizde hiç olmamış cemaat garâbetine dokunmadan sosyo-
loji yapıyorlar.
Neredeyse dini hayatımız bütünüyle cemaatlerin kontro-
lüne girdiği halde, Cumhüriyet sosyologları, Cumhüriyet'in din
ulemâsı, Cumhüriyetin Diyâneti cemaat konusuna girmekten
titizlikle kaçınıyor.
Toplum hayatında ise, her cemaat bir ekonomik imparator-
luğa doğru evrilmekte, medya edinmekte, devlete sızma konu-
sunda fırsat gözlemektedir. FETÖ'ye “paralel devlet” denilmişti.
Ya bunlar neyin paralelidir?
Esâsen bizim kelleyi koltuğa alıp, “Türk Müslümanlığı” de-
yişimiz, bu cemaatlere hâkim zihniyetle, modern Batıcı-sol zih-
niyetin elele vererek oluşturdukları gürültüyle büyük ana yapıyı
gizleme, bu gizleme esnâsında da yok etme stratejisini görme-
mizden dolayıdır. Yoksa toplumumuzun kahir çoğunluğu, daha
evvel de çeşitli vesilelerle söylediğim gibi, “Varlıkta Birlik”i be-
nimseyen bir inanç muhtevâsına sâhiptir.
Aleviler topluca böyledir.
Müceddidi-Nakşilik ve ondan türeyen cemaatler hâriç, Sünni
kitle de bütünüyle böyledir. Bizimki “kıral çıplak!” demekten
başka bir şey değil.
Benim yaptığım ortada duran bir dağı göstermekten ibâret.
377
Sait Başer

Bizim bu Marksist-Müceddidi-Mason işbirliğine dikkat ke-


silmemiz icabediyor. Aralarındaki kayıkçı kavgası, milleti hipno-
tize edip ne yöne giderse gitsin, kendine gelememesinin teminâtı
oluyor.
İngilteredeki Nakşi şeyhlerine bakar mısınz?
İçeride Ehl-i Sünnet'i temsil iddiâsıyla konuşan sakallı-cüp-
peli tâifeyle ilişkilerini de ayrıca inceleyin.
İngiliz veyâ Amerikan istihbârâtının yöneticisi olsanız, zâten
kontrolünüz altında olan Batı hayranı sol'a ilâveten, bu cemaatle-
rin lider kadrolarına hükmetmekle Türkiye'yi etkisiz hâle getir-
menin en kesin çözümünü ele geçirmiş olmaz mısınız?..
Bakın yine ilginç bir nokta. Dedik ya “ortada duran dağı
gösteriyorum” diye. Bu Müceddidiye ve Müceddidi mahreçli
cemaatler, çok enteresan bir biçimde açıktan açığa Türk Müslü-
manlığı'nın kurucu isimlerine cephe almazlar. Ne Hoca Ahmed
Yesevi'ye, ne İmam Mâturidi'ye, ne Mevlânâ'ya... açıktan sal-
dırıları olmaz. Başlangıçta stratejinin farkında olmayan bazı saf
dil Nurcu veya başkaca cemaatciler, Mevlânâ'ya, Yunus Emre'ye,
hatta Muhittin Arabi'ye sataşırlardı.
Son senelerde bu sataşmalar ortadan kalktı.
Bilhassa Türk Müslümanlığı yaygın bir teveccüh görünce,
koro hâlinde kurdukları okullarda ana geleneğin isimlerini kul-
lanır oldular. Ama kendi aralarındaki eğitim faaliyetlerinde, Mev-
lânâya, Muhittin Arabi'ye, Yesevi'ye, Yunus'a ya hiç yer vermedi-
ler veyâ onları “şathiye” başlığı altında topladılar. Bunun sebebi
milletimizin ana gövdesindeki kültürel genetiği tahrik edip uyan-
dırmamak hilesidir.
İşte tam bu noktada, bizim dikkat kesilmemiz gereken hu-
sus, Sol ve Müceddidi sözcülerin onlardanmış gibi göründükleri
anlayışın bilincini yükseltmemiz olmalıdır. Ciddi bir avantajımız
var. Resmi veyâ Müceddidi sosyoloji ne kadar saklamaya çalışırsa
378
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

çalışsın, toplumumuzun büyük çoğunluğu hâlâ ana geleneğimize


sâdıktır. Hiss-i selimiyle mensübiyetini devam ettirmektedir.
Evet sorunuzu tekrar hatırlayacak olursak, Müceddidiyye şem-
siyesi altında toplanan cemaatlerin mensuplarının ihânete bulaş-
mamış çoğunluğu, en azından sembol şahıslarımıza saygısını ko-
ruyor, onların ne dediklerini tam olarak anlamasa bile, hâlâ inanç
sâhamızın kurucu otoriteleri olarak onları biliyor.
Biliyor da, Maturidiyim derken Eşari itikadı ezberleri içinde
tutuluyor, Yunus övgülerinin ardında Halid-i Bağdâdi tasav-
vufu işletiliyor.
Bu büyük oyunu deşifre etmek, ihlaslı ve samimi Türk ay-
dınlarının boynuna borçtur.

SORU
Türk Devleti Cumhüriyet'le berâber toplumu sekülerleş-
tirme çabasından ne elde etti? Umduğu yükseliş ve kazanç ele
geçti mi?

CEVAP
Tek parti devrinde Ahmet Hamdi Akseki'nin Genel Kur-
may'ın isteğiyle 1925'de yazdığı “Mehmetçiğe Din Dersleri” ko-
nulu risâlesi dışında toplumun inancına devletin saygı gösterdi-
ğine dâir emâre bulmak hayli zordur.
Esâsen belki şöyle bir soru sorulabilir. Türk devleti neden se-
külerleşti? Sekülerleşirken sekülarizmin milli bir açıklaması var
mıydı? Burada “milli” derken kastım, biz, devleti üzerine oturt-
tuğumuz düşünceyi sâhiden kendimiz mi inşâ ettik?
Eldeki veri tabanı Cumhüriyet'in kuruluş değerleri ve ku-
rumlarının özgün bir yerlilik niteliği taşıdığı husüsunda kim-
seyi iknâ etmemiştir. Daha düne kadar Sol aydın grup, “gardrop
Atatürkçülüğü” ifâdesini her iki cümlede bir tekrar ediyordu.
379
Karşısındaki “muhâfazakâr” aydın grup nezdinde ise hem ku-
A,”

ruluş ilkeleri hem de müesseseleri “gavurdan iktibas”tı. Esasen


Cumhüriyet'in sâhiden tutarlı, köklü ve kendini üreten gerçek bir
fikri oldu mu? Ortada dolaşan söylemler yüzyıllık Tevhid-i Ted-
risat uygulamalarına rağmen, bu tezgahtan geçirilen bunce ku-
şağa rağmen toplumu iknâ etmeye niçin yetmiyor?
Şunu kabul etmek lazım:
XX. Yüzyılın başında uzun savaşlardan çıkmış bir askeri he-
yetin rehberliğinde yeni bir devlet kuruyorsunuz. Düşünün, Mus-
tafa Kemal Paşa öldüğünde 57 yaşındadır. 1923 te 41 yaşın-
daydı. Eğitim hayatını ve savaşlarını çıkarttığınız takdirde, devlet
gibi binbir katlı bir yapının teorisiyle, Türk kültürü gibi dünya-
nın en özgün bir kültürüyle, hukuk tarihiyle, devlet felsefesiyle
vs.vs. ilgili kıvamlı kanaatlere ulaşması ne kadar mümkündü?
Sonrasındaki siyâset ve bürokrasinin ağır yükünü ihmal etme-
den bakarsak, aynı zaaf böyle bir insanın peşini ölünceye kadar
bırakmaz. İstediğiniz kadar hünerli, becerikli, zeki, savaşçı olun.
Zâten böyle devâsâ bir iş tek kişinin harcı değil. Bu büyük bir
ekip istiyor, zaman istiyor, bilgi istiyor. Zaman fukarâlığı ortada.
En yakın arkadaşı İsmet Paşa'yla ihtilaflı öldü.
İnsicamlı bir ilim, fikir heyeti söz konusu değil.
Eldeki bilgi ise fevkalâde yetersiz. Bugün bile yetersiz.
Pek çok karar ve kurumun ya Batıdan iktibas veya el yordamı
ürünü sayılmaması için hâlâ ciddi bir açıklama yapamıyoruz.
Yukarıdaki soruya girerken akademi muhitimizin gerçek konu
ve problemlerden kaçışını konuşmuştuk.
Bu, bugünün gerçeği.
1920'lerde kayda değer bir üniversitemiz de yoktur. Mevcut-
ların otoriter yönetime rağmen yönetimin işlerini zorlaştıracak
gerçekleri dile getirmesi kolay olabilir miydi?

380 |
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Ancak yönetimle uygun adım yürüyen elemanların hayat


hakkı olabilirdi.
Otoriter yönetimlerin tabiatı bu.
Yâni 1933 ile 1950 arasında toplumun en hassasiyet göster-
diği inançlarının tedrisattan kaldırılması bile kayda değer bir re-
aksiyon görmediyse, buna sosyal psikologların bir açıklama ge-
tirmesi icab etmez mi?..
Ne var ki, adâlet uğruna şu gerçeği de teslim etmek zorunda-
yız: Sosyo-kültürel meseleler Cumhüriyet'in icâdı değildi. Daha
evvel değindiğimiz gibi XVI. Asır ortalarından itibâren toplum,
kendi geleneğinden tedricen uzaklaşmıştı. Medrese Eşari para-
digmaya teslim olurken, henüz Müceddidiye'nin ulaşmamış ol-
duğu tekke de o medresenin tahakkümüne mâruz bırakılmıştı.
Sonraki asırlarda gelen Müceddidi tasavvuf ile Eşarileşmiş
medresenin şaşılacak işbirliği, “dini hayat” genel başlığı altında
bize has olanı tespit ve teşhisi olağan üstü derecede zorlaştırıyordu.
Devlet, Osmanlı döneminde Medrese ile baş edemedi. So-
nunda onu kaderine terk ederek paralel bir Mektep sistemine geçti.
Cumhüriyet kurulurken yönetimin pozitivizme angajmanı
bu genel yapıyı analiz edecek imkândan mahrumdu.
Evet biz iyi askerdik, şehit olmayı biliyorduk, komutanları-
mıza itaatimiz onlara “ölmeyi emretme” derecesinde bir yetki
sunuyordu. Ama bu yeteneklerimizin o günkü mevcut müesses
yapılardan kaynaklanmadığı, milletin fıtri yeteneği olduğu kabul
ediliyordu. Gazneli Mahmutları, Çağrı, Tuğrul Beyleri, Kılıç
Aslanları veya Yesevileri, Yunusları sistematik bir düşüncenin
yetiştirdiği ihtimâli üzerinde durulmuyor, o yükseliş dönemini
kendiliğinden, hüdâ-yi nâbit bir seyir olarak kabul ediyorduk.
Yâni medeniyetimizin özgün yapısı hakkında son yüzyılların
Osmanlısı ne kadar câhil idiyse, Cumhüriyet'in kurucuları on-
lardan çok da iyi durumda değillerdi. Hem de önlerinde bir

381
Sait Başer

alternanif vardı: İleri ve yüksek olduğunu tereddütsüz kabul et-


tikleri Batı medeniyeti ile gözleri kamaşmış durumdaydı.
Genel mânâda kültür siyâsetimizin büyük oranda Batı ter-
cihi yönünde seyrettiği âşikâr.
Şu farkla ki, kendisini Osmanlı'dan tecrit eden yönetimin bir
meşrüiyet ihtiyâcı vardı ve o ihtiyâcın cevâbını milli tarih ve
Türkoloji araştırmaları üzerinden ulus devlet inşâ etmekte gö-
rüyordu. İşte bu nokta, bugün bizim özgün bir medeniyetimiz
olduğunu fark etmemizi sağlayan kapıları açmıştır.
1924 Anayasası'nda Anadolu'daki etnik çeşitliliği bir prob-
lem olmaktan çıkarmak ve müstakbel çatışmaları bertaraf et-
mek adına Türklüğü:
“Türkiye Cumhüriyeti'ni kuran halka Türk denir” diye tâ-
rif ettiler.
Bu mantıklı bir formüldü. Ama devrin konjonktürü ulus
devlet modelini benimsiyordu. Almanyada ve İtalyada ırkçı Fa-
şist ve Nazist cereyanlar yükselişteydi. Anayasa'ya koydukları
târifle çelişen bir Türk ırkçılığı modasının 1930 larda ne kadar
revaç bulduğu mâlum. Mimar Sinan'ın Türklüğünü ispat etmek
için kabrini açıp kafatasını ölçmek derecesine varan bir pespâye
çılgınlık rüzgârı esiyordu. Büyük mimarımızın kafatası hâlâ ka-
yıptır! Rical arasında brakisefal kafatasına sâhip olmak ayrıca-
lıktı, asâlet sebebiydi.
Nasıl inanç geleneği yüzyılların içinde tanınmaz hâle geldi/
getirildi ise, milli değerler de soy fikri eksen alınarak açıklama
çabasına düşülmüştü.
Kimsenin aklına Türklük ile Töre arasındaki ilişkiyi arama,
bulma düşüncesi gelmiyordu bile. Türklüğün bir medeniyet kim-
liği olarak fark edilmesi, inşallah içinde yaşadığımız bugünlere
has bir keşif olacak.

382 |
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Cumhüriyet kurulurken kültürde ve coğrafyada varlığını


koruyabilmiş bir takım özgün unsurlara hiç dikkat edilmediği
söylenemez. Türkçe hassâsiyeti ve bu bağlamda Türk Dil Kuru-
mu'nun teşkili, Köprülü'nün Türkiyat Enstitüsü'nü kurması. Ad-
nan Adıvar ve Aydın Sayılı üzerinden Türk bilim tarihine yö-
neliş gibi unsurlar o fark edişlerle ilgilidir. Ancak siyâsetin her
şeyi birer iktidar aracına dönüştüren karakteri, maalesef bu sâ-
halara da bulaşmıştır.
İnanç geleneğini analitik bir yaklaşımla rafine etmeye har-
canması gereken enerji, dine dönük menfi kanaatler sebebiyle,
aslında çok gerekli olan Türkçeye ilgiyi, dili dinden arındırma
dengesizliğine döndürmüştür.
Hâlbuki, beklenen dikkat Türkçenin ontolojisindeki tevhidi
muhtevâyı yakalamak adına olmalıydı. Bir abes dil ırkçılığı gara-
beti adına değil. Diğer bir çok konuda da benzer şekilde bilerek
veya bilmeyerek doğrularla yanlışların sarmaş dolaş yuvarlanmakta
olduklarını tespit edebiliriz. Meselâ müsıki politikamız, meselâ
Türk eğitim tarihi konusundaki yanlışlarımız, meselâ yöntem ile
muhtavâyı birbirine karıştırmamız, devleti kutsarken o devlete
düşman anlayışların ürünü kurumları devletin unsurları hâ-
line getirişimiz. Bu son cümlenin tipik örnekleri vardır. Bir za-
manlar TRT gibi, Türk Dil Kurumu gibi. Bir zamanlar Ordu da
öyle. Devleti var eden kurum, hasta bir milliyetçilikle o devleti
yaratan geleneğe karşı sonsuz bir savaşa girişmişti, vs.vs.
Belki bu bahislerin her biri için çok daha uzun ve derinlikli
analiz ve açıklamalar gerekiyor. Bunlar bende oluşan kanâatler.
Hulâsaten şunları diyebilirim: Devletimizin sekülerleşmesi
bir mücbir ihtiyâcın ürünü olarak belirmişse de, uygulaması İti-
bâriyle fevkalâde karakuşi bir nitelik arzediyor.
Sekülarizm adına mücâdele eden, onca yetişmiş kuşağı
mahveden ordunun, vara vara vardığı nokta FETÖ'ye teslimi-
yet mi olmalıydı?
383
Sait Başer

Bu sonuç ordudaki sekülarist yaklaşımın da, topluma ba-


kışın da, din algısının da ne kadar sığ ve şekilci olduğunu is-
patlamıyor mu?..
Varlık sebebine ve fikrine düşman binlerce elemana kapıla-
rını açan bir kurum! Bir yandan da irticâ ile mücâdele ediyor! Bu
süreç sahne sanatlarında bir türe teşbih edilseydi, adı “komedi”
olurdu. Tabii trajik komedi...
Düşüncesizlik, sorumsuzluk, anlama körlüğü, dostu düş-
manı birbirine karıştırma... neresinden isteseniz orasından girin.

SORU
Türk Müslümanlığı anlayışı Cumhüriyet'in kuruluşundan
itibâren farkına varılmış ve desteklenmiş miydi?

CEVAP
Sekülarizm devletlerin toplumlarına belli bir inanış veya ide-
oloji adına değer hükümleri empoze etmesini yasaklamamış bile
olsa, uygulama noktasında giderek değerler aleyhine devleti nötr-
leştiren bir seyirle karşı karşıya olduğumuz muhakkaktır. Ama
her siyâsi bünye gibi Türk devleti de kendi bekasını temin etmeyi
göz ardı edemez veyâ etmemeliydi.
Bizim yaşımızda olanlar çocukluklarından itibâren hatırlar-
larsa, milli eğitim siyâsetinin en devamlı problemi din derslerinin
niteliği, içeriği veyâ mecbüri olup olmaması konusudur. Hemen
Sep eye Di

milletimin beka dâvâsıdır, diyememiştir.


Uygulamada din dersleri son derece zayıflatılarak, telkin de-
geri düşürülerek verilebilmiştir.
Ordunun şehâdet ahlâkına sâhip asker ihtiyâcı en önce-
likli ihtiyâcıdır.

384
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Ülkesi ve milleti adına başını koymadan hiçbir ordu başarılı


olamaz. Onun için belki de Cumhüriyet'in İslâm'a karşı müsbet
ilk adımı “Askere Din Dersleri” konusundan olmuştur. Fakat
devletine, milletine, tarihine, medeniyetine sâdık, ama dünya ile
bilimlerle, teknoloji ve estetikle de barışık bir insan modeli ya-
ratmanın alt elemanları hakkında kafalar bir türlü vuzüha kavu-
şamadı. 15 Temmuza rağmen esefle görüyorum ki, hâlâ bu ko-
nuda gâyet ciddi bir kafa karışıklığı devam ediyor.
Evet, ben Türk Müslümanlığı kitabını yayınladığım zaman
devrin hava kuvvetleri komutanı Orgeneral İlhan Kılıç bütün
medyaya manşet olan bir beyanda bulunmuştu. “Bundan sonra
Türk Müslümanlığını konuşacağız.” demişti. Ne yazık ki, o be-
yan, lâyık olduğu muhtevâyla asla buluşamadı. Onlar sanıyor-
lar ki, bu başlık gelecekte oluşacak bir yapının adıdır. Tarihe,
kültüre ve dine analitik bir tenkitçi gözle bakamadıkları için on-
lara o slogan yetiyor.

SORU
Bu anlayışın topluma benimsetilmesinden ne tür sonuç-
lar beklenebilir? Türk toplumu tarihte herhangi bir zamanda
Devlet kararlarını bu ölçüde reaksiyonla karşılamış mıydı?

CEVAP
Bu anlayışın Türk toplumuna kabul ettirilmesi mevzu bahis
değildir. Hele tanımadığı bir anlayışı dile getirmek hiç söz ko-
nusu değil. Biz Türk Müslümanlığı derken, ona konfeksiyondan
çıkmış yeni bir XX. Yüzyıl ideolojisi tanıtmak hevesinde değiliz.
Bilakis, çeşitli dinli dinsiz ideolojilerin av alanı hâline getiril-
miş olan Türk toplumuna düşüncesi, sanatı, inanma üslübu yağ-
malanmış Türk toplumuna, kuşaklar boyu çocuklarını kültürüne
göre yetiştirmekten mahrum bırakılmış Türk toplumuna; kendi
düşünce ve hayat üslübunu bin yıllardır büyük bir mahâretle
385
Sait Başer

diline, müziğine, folkloruna, mimarisine, diğer görsel sanatlarına,


en ücrâ köydeki köylü kızın dokuma sanatına kadar yerleştirdiği
anlama ve fikir üretme üslübunu tekrar, kültürel genetiğini yeni-
den diriltmesi adına hatırlatmada bulunuyoruz.

SORU
Türk toplumuna yaşadığı dramatik kültür kırılmalarının
ardındaki özgün telakkisini tanıtmak, hatırlatmak ona ne ka-
zandırabilir?

CEVAP
Bir çok insan benim Türk Müslümanlığı konusunu modern
Türk toplumunun her derdine derman olacak bir yeni ideoloji
olarak kurguladığımı düşünüyor. En azından, bunun bir keşif ol-
duğunu fark edenlerse, geçmişten her derde devâ bir selefi form
devşirdiğimi zannediyor.
Ne odur ne budur.
Ben ne bir ideoloji inşâ ediyorum, ne de bir tür yeni selefi
hareket teklif ediyorum.
Bakın bu çok nettir.
Bir Başerizm teklif etmiyorum. Maturidizm teklif etmiyo-
rum, Yesevizm teklif etmiyorum.
Hattâ o kadar net söylüyorum, bir yeni sufizm teklif etmi-
yorum. Bu tür tekliflerin hiç birinde sağlıklı bir gelecek tasavvur
imkânı bulamazsınız. Gökalp gibi “Türkçülüğün Esasları” adıyla
bir kitap yazmayı hiç düşünmedim. Törecilik, Tengricilik, soy
temelli bir Turancılık benim fikir dünyamda karşılık bulmuyor.
İmam Maturidi konusu üzerine konuştuğum ve yazdığım yer-
lerde, hazretin dehâsını, ufkunu, fikri terkibini hayranlıkla kar-
şılamakla berâber, benim için Maturidi'nin önemi karışık olma-
yan birkaç başlık altında toplanabilir. Bunlardan birisi; imanın

386
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

taklit olamayacağını görmüş olmasıdır. Ki, biliyorsunuz, taklidi


iman konusu İslâm dünyasındaki ilmi ve fikri atâletin temel se-
beplerindendir.
Siyâsi emeller adına toplumun hipnotize edilmesini müm-
kün kılan ideolojiler, bir tür manevi jenosit imkânı vermekte-
dir. Bu bahis açılabilir. Yâni birinci başlık Mâturidi'nin taklit ve
iman kavramlarını yan yana getirmeyişidir.
İkinci başlık; Maturidi'deki Allah tasavvuru konusudur. Ki,
birinci konuyla ilişkilidir. İmam Maturidi, Mwezile'den itibâren
büyük tartışmaların koptuğu âlem-Tanrı ilişkilerini, diğer ekol-
lerin bilhassa Eşarilerin yaptığı gibi zat-sıfat ayrımıyla cevap-
landırmıyor. Esâsında bu nokta benim için konunun rühudur.
Çünkü geri kalan istisnâsız her konu, bu perspektif bağlamında
anlam ve değer kazanır.
Şehâdeti mümkün görmek zat-sıfat ayrımı yapmadığınız tak-
dirde söz konusu edilebilir.
O ayırımın devam ettiği bir zihin için şehâdet mümkün de-
ğildir, kesin bilgi mânâsına gelen iman da ancak taklit üzerin-
den insanlara teklif edilebilir.
Esâsen zat-sıfat ayırımı yapıp, varlığı “sıfatlar âlemi” diye
nitelendirmek, Tanrı'yla insanın temâsını kestiği için, biz “Bize
şah damarımızdan daha yakın” olan kudretle ilişkimizi kaybe-
deriz. İşte onun yarattığı zaaftır ki, bilhassa Eş'ari anlayışın hâ-
kim olduğu dünyada, tefekküre haram gözüyle bakılmasına se-
bep olurken, ritüel anlamındaki ibâdetlerin şekil ve uygulama
bakımından ağır müeyyidelere bağlanarak detaylandırıldığını,
koyulaştırıldığını, ağırlaştırıldığını tespit edebiliriz.
Tefekkürü en üstün ibâdet telakki etmiş bir inanç sistemine
bundan daha ağır darbe vurulamazdı.
Çünkü bu yaklaşım, aynı zamanda “Zât'tan mahrum sıfat-
lar âlemine dönük ilimler”in de itibar kaybetmesine yol açtı.
387
Sait Başer YY

Hani şimdi diyorlar ya: “İslâm dünyası neden geriledi?”


diye. Aslında apaçıktır tarih bilenler için:
Eşari ontolojisinin hâkim olduğu XI. Asır, Arap coğrafya-
sında medeniyet yürüyüşünün sekteye uğramasına, kendini
güncelleyemez bir donmaya yol açarken; aynı anlayışın Türk
coğrafyalarına bulaştığı XVI. Asır sonrası da bizim diz üstü
çökmemize şâhit oldu.
Sorunuzu unutmayıp oradan devam edersek, ben topluma
bir Maturidizm teklif etmedim.
Belki teklifi şuradan çıkarabiliriz:
Mâturidi'nin yöntemini, dine duyduğu saygıyı model alabi-
liriz. Biliyorsunuz ona göre aklı başında her insan Allah'ı bilmek
ve bulmakla mükelleftir. Bir peygamberin kendisine ulaşması
şart değildir. Evet, zat ve sıfat ayrımını kabul etmez; ama, insan
nesnelliğindeki fizik-metafizik buluşmasını da görmemezlikten
gelmez. Madde ile manânın arasında bir denge çizgisinde yürü-
meyi teklif eder. O çizgi bugün için de bize pek değerli görünür.
Bildiğiniz gibi Türk toplumu varlığını “Devlet” le kazanan
bir toplumdur. Başındaki devlet çatısını kaybetmiş toplulukları-
mız, maalesef tarihteki varlıklarını da yitiriyorlar.
Devlet ise geleneksel tarihimizde bütün varyantlarıyla Tö-
re'nin devletiydi. Töre'nin temel ilkesi ise “adâlet”ti.
Maturidi perspektifli Müslümanlık, Töre devletleri koruma-
sındaki coğrafyalarda karşımıza çıkar.
Buna tesâdüf gözüyle bakmak mümkün mü?
Yâni Maturidi'nin inanç üslübundaki Müslüman kitleler, Töre
halkları idi ve Maturidi tefekkür o topluluklara özellikle Kara-
hanlı, Gazneli, Selçuklu, Altınordu, Osmanlı, Timur, Babür dev-
letleri gibi büyük çaplı, uzun ömürlü siyâsi teşekküller hediye
etmişti. Töre halklarının Maturidi'ye verdikleri destek kadar,

388
Töre'nin Türk'ü Türk'ün Müslümanlığı

Maturidiliğin de Türklüğün tarih sahnesinde iktidarla ayakta


kalma şansına kapı açtığı görülebilir.
İktidarla ayakta durmak, dedik.
Ben bunun Mâturidi ontolojisinin kabul ettiği ilim anlayışı,
epistomoloji sâyesinde gerçekleştiğini düşünüyorum. Nasıl Eş'ari
dünya XI. Asır sonrasında âdetâ Tanrısızlaştırdığı varlık âlemini
bilimsel ilgisinin dışında tutarak büyük bir zaaf içine düştüyse,
bu tarafta da Ali Kuşçuların, Takiyuddinlerin gümrah yolları fe-
yizli meyveler veriyordu. Belki bu noktada da bunu söyleyebilim;
Maturidi coğrafyanın çocukları Tanrı'yı varlık dışılaştıran bir
aşırı takdis ve tenzih tutumundansa, yöneldikleri her bilimsel
düzlemde nesnel veya kültürel ayrımı yapmadan bir kutlu ey-
lemin içinde oluyorlardı. Bu tutum bugün de değerini kaybet-
miş sayılmaz.
Arap dünyasındaki atâleti genelleyerek ileri sürülen İslâm-bi-
lim karşıtlığı teorisi, Müslüman Türk çocuğunun daha yola gi-
rerken moralini bozmaktadır.
Hâlbuki, Maturidi perspektife göre, Tanrı'ya inanmak; fizik
yapmaya, biyoloji yapmaya, matematik yapmaya engel değildir.
Bilakis, her Müslüman çocuk girdiği her bilim disiplininde
“Yüzünü nereye dönse Tanrı'nın bir yüzüyle muhatap”tır. Ger-
çek bir mü'min, İslâmın olmazsa olmaz şartı olan şahâdeti, de-
ney ve gözlem dâhil, bilimsel alanda da tahakkuk ettirir, ettir-
melidir. Bu bakış açısının değeri kaybolmamıştır.
Yâni “Maturidi düşünce toplumu kurtarabilir mi?” diye so-
ruyorsanız, işte tam bu yaklaşım ile günümüz toplumu, İslâm'a
yüklenen “gayr-ı ilmilik” kamburundan sıyrılabilir.
Bir başka nokta; anlamanın yaratıcı niteliğidir.
Biliyorsunuz, biz Toplumsal Aklı Anlamak adlı kitabımızda
bu konuya epey bir derinlemesine girdik.
Anlamanın niteliğini görmüş bir Müslüman nasıl olur?

: 389
Anlamanın niteliğini kendi dünyasında tecrübe etmiş bir in-
san, herhangi bir dine, felsefeye yüzde yüz bağlanabilir, bir ideo-
lojik aparat hâline gelebilir mi? Aslında “tahkiki iman” konusu,
anlamadaki yaratıcılık özelliğinden bağımsız değerlendirildiğinde
doğru bir şekilde anlaşılmış olmaz.

Evet efendim...
Bu uzun mesâiye bir yerde dur demezsek söz uzar gider.
Ben hepinize yorucu ve sabırlı gayretleriniz, disiplin ve dik-
katleriniz için şükranlarımı sunuyorum.
İnşaallah bu hasbi ifâdelerimiz hayırlara vesile olur.
Okuyucudan da eksik, kusur ve hatâlarımız olduysa bağış-
lanmak dileriz...

390 |
Eri im i
SM e e A
ef“ i a) an NX

( irsi pin fi.


e liye | in
i Vi valaN i
Mg ye çe ği ya*tei
ikimeleki i
a İN rd VA gine di
Eği Nieri oi kiii sile) ke 7 Mi
Bae, iraKişi cilde bii
Oyu ğ di ii tus ve ami
taştan öfa;

ir
TÖRE'NİN
TÜRK'Ü
TÜRK'ÜN o
ALONA TE
-Nehir Söyleşi-

SAİT BAŞER
Türkler, İslâm dini ile tanıştıktan sonra sonra, bir anlamda iman tazelemiş ol-
dular ve o güne değin uğrunda her türlü meşru çabayı ortaya koydukları
Yüce Dileklerini ve Değerlerini -iman tâzelemenin tabii bir sonucu olarak-
“İslâmi deyimlerle” ifâde etmeye er Hrreliig

Türk Müslümanlığı konusu; siyâsi tarih, medeniyet tarihi, dinler tarihi, eğitim
tarihi, müesseseler tarihi, düşünce tarihi, sanat tarihi, sosyoloji, iktisat tarihi,
sosyal psikoloji, mezhepler tarihi, tarikatler tarihi, kelam, fıkıh, tefsir, tasav-
VUf, tasavvuf tarihi, felsefe, hermenonik, anlama ve beynin fonksiyonları,
de-
ğerler dünyası, değerlerin yeniden inşası gibi alanlarda bize yepyeni pers-
pektifler, farkındalıklar, yeniden inşa imkânları vermektedir. Siyâset bilimi
dahi bu ana güzergâha bağlı bir gelişme imkânına kavuşmaktadır.

Temelleri tarihin ilk çağlarından bu tarafa müstesna devlet adamları, âlimler,


ârifler, fâzıllar tarafından atılmış ve geliştirilmiş olan Türk Düşüncesinin, Türk
, Müslümanlığı'nın ahenkdâr biçimde, bugünün problemlerini çözecek
IR
— de, bilimle, felsefeyle, sanatla ihyâsı ve inşâsı, günümüzün ve yakın gelece-
ğin Türkleri için, Yüce Tanrıya, atalarına, tarihe ve insanlığa karşı vicdâni
bir
zorunluluktur. O
b KIRMIZILAR HAREKETİ olarak Türk Müslümanlığı konusu
nda yaklaşık 40
— yıldır fikri mesai yapan Sait Başer'le yaptığımız nehir söyleşiy
i takdim elen
U lr

ii
-605-0b055-0-1

www.kirmizilar.com
605
www.kirmizilaryayincilik.com

You might also like