Sirca Fanus Sylvia Plath 1024

You might also like

You are on page 1of 553

SIRÇA FANUS

Sylvia Plath

ÇA DA DÜNYA YAZARLARI
Bu kitap 1987 yılında stanbul’da
Teknografik Matbaasında dizilip basıldı.
SIRÇA FANUS
Sylvia Plath
ROMAN

Türkçesi HANDAN SARAÇ

Lois Ames’in yazdı ı


Sylvia Plath ve Sırça Fanus için
notlar’ı
kitabın sonunda bulacaksınız

CAN YAYINLARI LTD. T .


Ankara Caddesi 40, Kat 2, Ca alo lu,
stanbul Telefon: 528 61 13
Özgün adı
The Bell Jar
1
Garip, bo ucu bir yazdı.
Rosenberg’leri elektrikli sandalyede idam
ettikleri yaz. Ve ben New York’ta ne
aradı ımı bilmiyordum. damlar beni
çileden çıkarır. Elektrikli sandalyede
idam edilme dü üncesi midemi kaldırır
hep. Oysa o aralar gazetelerde okunacak
ba ka bir ey yoktu - her kö eba ında ve
havası tozla yerfıstı ı kokusundan
a ırla mı her metro çıkı ında bana bakıp
duran patlak gözlü man etler dı ında
hiçbir ey. Benimle bir ilgisi yoktu bunun,
ama insanın tüm sinirleri boyunca diri
diri yanmasının ne gibi bir ey oldu unu
merak etmekten kendimi alamıyordum.
Herhalde dünyanın en berbat eyi
olmalıydı.
New York yeterince berbattı zaten.
Daha sabahın dokuzu olmadan, gece
nasılsa kente sızmı olan aldatıcı, kırsal
ferahlık tatlı bir dü ün sonu gibi
buharla ıp gidiyordu. Granit kanyonların
dibinde uzanan serap grisi kızgın
caddeler güne te titre iyor, arabaların
tepeleri cızırdıyor, pırıldıyor ve kuru,
küllü bir toz gözlerime, bo azıma
doluyordu.
Radyoda ve çalı tı ım yerde
Rosenberg’lerden o kadar çok
sözediliyordu ki sonunda onları
kafamdan atamaz oldum. lk kez bir
kadavra gördü üm zaman da böyle
olmu tu. Haftalar boyunca kadavranın
kafası -ya da kafa olarak ne kaldıysa o-
kahvaltıda jambonlu yumurtanın
arkasında ve kadavrayı görmemin
sorumlusu olan Buddy Willard’ın
suratının gerisinde dalgalanıp durmu tu.
Kısa bir süre sonra da kadavranın
kafasını, siyah, burunsuz ve sirke kokan
bir balon gibi, bir ipin ucunda her yere
ta ıyormu um duygusuna kapılmı tım.
O yaz bende bir gariplik oldu unun
farkındaydım. Çünkü Rosenberg’lerden,
dolabımda cansız balıklar gibi asılı duran
kullanı sız, pahalı giysileri almakla ne
denli budalalık etti imden ve okulda
sevine sevine biriktirdi im bütün o küçük
ba arıların Madison Caddesi boyunca
uzanan yapıların mermer ve cam karı ımı
ık cephelerinin önünde nasıl sıfıra
indi inden ba ka bir ey
dü ünemiyordum.
Oysa hayatımın en parlak
günlerini ya ıyor olmam gerekirdi.
Amerika’nın her kö esinde benim
gibi binlerce üniversiteli kız bana
imreniyor olmalıydı. Bir ö le tatilinde
Bloomingdale’den almı oldu um otuz
yedi numara rugan ayakkabılar ve onlara
uyan siyah rugan kemer ve çantayla
salınmaktan ba ka hiçbir iste i olmayan
kızlardı bunlar. Ve on ikimizin de çalı tı ı
dergide resmim çıktı ında -kabarık,
beyaz bir tül bulutu üzerine oturtulmu ,
taklit lame kuma tan bedenimi saran
dekolte bir giysi içinde, çevremdeki
Amerikan yapılı genç adamlarla birlikte,
yıldızlı bir terasta martini içerken
çekilmi bir resimdi bu- herkes mutlaka
çılgınca e leniyor oldu umu dü ünecekti.
Bakın bu ülkede neler olabiliyor
diyeceklerdi. On dokuz yıl boyunca adı
sanı duyulmamı bir kasabada ya ayan
bir genç kız, bir dergi bile alamayacak
kadar yoksulken üniversiteye bir burs
kazanıyor ve bir ödül, bir ödül daha
derken, sonunda New York’u, özel
arabasıymı çasına rahat rahat idare
ederken buluyor kendini.
Oysa benim hiçbir eyi idare
etti im yoktu, kendimi bile. Yalnızca
otelden i e ve partilere, partilerden otele
ve sonra yine i e, duygusuz bir troleybüs
gibi yalpalayıp duruyordum. Sanırım
kızların ço u gibi co ku içinde olmam
gerekiyordu, ama hiçbir tepki göstermek
gelmiyordu içimden. Tıpkı bir hortumun
merkezindeki nokta gibi durgun ve
bombo , çevremdeki hayhuyun içinde
yuvarlanıp gidiyordum.
Otelde on iki ki iydik.
Hepimiz makaleler, öyküler, iirler
ve moda sloganları yazarak, bir moda
dergisinin açtı ı yarı mayı kazanmı tık.
Ödül olarak bize New York’ta bir aylı ına
i vermi lerdi. Bütün masraflarımız
kar ılanıyordu. Bunun yara ıra da yı ınla
arma an alıyorduk; bale biletleri, defile
ça rılan, ünlü, pahalı kuaförlerde saç
yaptırmalar, seçti imiz bir alanda ba arılı
olmu ki ilerle tanı ma fırsatları ve
cildimizin özelliklerine uygun bakım
ö ütleri gibi.
Bana verdikleri makyaj takımını
hâlâ saklarım. Kestane saçlı ve
kahverengi gözlü biri için hazırlanmı bir
takımdı bu: nce fırçalı, oval, kahverengi
bir rimel, yalnızca parma ının ucunu
de direcek büyüklükte bir kaba konmu
mavi toz far ve kırmızıdan pembeye
kadar de i en renklerde üç ruj. Hepsi, bir
yanında ayna olan yaldızlı, küçük bir
kutuya yerle tirilmi ti. Beyaz plastikten
yapılma güne gözlü ü kılıfı da durur
hâlâ. Renkli istiridyeler ve pullarla
süslenmi ve üzerine ye il plastikten bir
denizyıldızı i lenmi bir kılıftır bu.
Bu arma anlar, i in içindeki
firmaların bir tür reklâmı yerine
geçiyordu. Bunun farkındaydım ama
dalga da geçemiyordum. Çünkü bu
parasız arma an ya muru pek
keyiflendiriyordu beni. Sonradan, uzun
bir süre onları gözönünden kaldırdım,
ama iyile ince hepsini yeniden ortaya
çıkardım. Hâlâ da dururlar ortalıkta.
Rujları zaman zaman kullanıyorum.
Geçen hafta da gözlük kılıfındaki plastik
denizyıldızını kesip çıkararak oynaması
için bebe e verdim.
Evet, otelde on iki ki iydik ve koca
yapının aynı kanadında, aynı katta,
yanyana dizilmi tek ki ilik odalarda
kalıyorduk. Üniversitedeki yatakhaneyi
anımsatıyordu bu bana. Otelimiz aynı
katta hem erkeklerin, hem kadınların
kalabildi i normal bir otel de ildi.
Bu otel -Amazon Oteli- yalnızca
kadınlar içindi. Bunların ço u da varlıklı
ailelerin ben ya larda kızlarıydı. Aileler
kızlarının erkeklerin kendilerine ula ıp
aldatamıyacakları bir yerde
ya adıklarından emin olmak istiyorlardı.
Kızlar da ya Katy Gibbs sekreterlik okulu
gibi, derslere apka, ince çorap ve eldiven
giymek zorunda oldukları lüks sekreterlik
okullarına gidiyorlar, ya da Katy Gibbs
türü okulları bitirmi olup irket
yöneticilerine sekreterlik yapıyor ve iyi
meslek sahibi bir erkekle evlenmeyi
umarak New York’ta zaman
öldürüyorlardı.
Bana kalırsa bu kızlar fena halde
sıkılıyordu. Onları terasta esneyerek
tırnaklarını boyarken ve Bermuda
tatillerinden kalma bronz renklerini
korumak için güne lenirken görüyordum.
Hepsinin de sıkıntıdan patlamı bir hali
vardı. çlerinden biriyle konu tum.
Yatlardan, uçak yolculuklarından,
Noel’de sviçre’de kayak yapmaktan ve
Brezilya’daki erkeklerden bezmi ti.
Bu tip kızlar beni çileden çıkarır.
Kıskançlıktan sanki dilim tutulur. On
dokuz yıllık ya amımda, bu New York
yolculu u dı ında, New England’dan
dı arı adım atmı de ildim. Elime geçen
ilk büyük fırsattı bu, ama i te arkama
yaslanmı oturuyor ve bu fırsatın
parmaklarımın arasından su gibi akıp
gitmesine göz yumuyordum.
Sanırım dertlerimden biri de
Doreen’di.
Daha önce hiç Doreen gibi bir kız
tanımamı tım. Doreen güneyden, sosyete
kızlarının gitti i bir üniversitedendi.
Ba ının çevresinde keten helva gibi
kabarık duran parlak beyaz saçları, sert,
cilalı, kolay kolay parçalanmayan effaf,
damarlı mermerler gibi mavi gözleri ve
sürekli bir küçümsemeyle bükülen
dudakları vardı. Kötü bir küçümseme
de ildi bu; keyifli, giz dolu bir
küçümsemeydi. Sanki çevresindeki
herkes oldukça aptaldı da, isterse
hepsiyle adamakıllı dalga geçebilirdi.
Doreen beni bir anda gözüne
kestirdi. Bana öbürlerinden çok daha
zeki oldu umu hissettirdi. Müthi esprili
bir kızdı. Konferanslarda hep yanımda
oturuyor ve ünlü konuklar konu urken
bana alçak sesle ince, alaylı sözler
fısıldıyordu.
Dedi ine göre, okulundaki kızlar, o
kadar modaya dü künmü ler ki,
diktirdikleri her giysinin kuma ından bir
portföy yaptırırlarmı . Böylece her kıyafet
de i tiri te, giydiklerine uygun birer
portföyleri olurmu . Bu tür ayrıntılardan
etkilenirdim do rusu. Beni bir mıknatıs
gibi çeken ahane, inceliklerle dolu bir
yozla manın belirtileriydi bunlar.
Doreen’in beni ha lamasına neden
olan tek konu, benim verilen ödevleri
zamanında teslim etmeye özen
gösteri imdi.
«Ne diye unun için terleyip
duruyorsun?» diye sormu tu bir gün. Ben
yapıtları çok tutulan bir romancıyla
yaptı ım röportajın tasla ını daktiloya
çekiyordum. Doreen ise eftali rengi ipek
bir sabahlı a sarınıp yata ıma yangelmi ,
nikotinden sararmı uzun tırnaklarını
törpülüyordu.
Sahi bir de bu vardı - hepimiz
kolalı ketenden yazlık gecelikler ve
kapitone sabahlıklar ya da plâjda
kullanılanlara benzeyen havlu roblar
giyerken, Doreen naylon ve dantel
karı ımı, yarı saydam, uzun gecelikler ve
bir çe it elektriklenmeyle bedenine
yapı an ten rengi sabahlıklar giyerdi.
Kokusunu çıkarmak için koparıp
parmaklarımızın arasında ezdi imiz
taraklı e reltiotu yapraklarını anımsatan
hafif terli, ilginç bir kokusu vardı
Doreen’in.
«Sen de biliyorsun ki o yazıyı yarın
ya da pazartesi teslim etmen Jay Cee’nin
umurunda bile de il.» Doreen bir sigara
yaktı. Burnundan yava ça verdi i duman
gözlerini ince bir sise bürüdü. «Jay Cee
günah kadar çirkin,» diye sürdürdü
konu masını. «Bahse girerim o ya lı
kocası, kadına yakla madan önce bütün
ı ıkları söndürüyordur ki midesi altüst
olmasın.»
Jay Cee benim efimdi, Doreen ne
derse desin ondan çok ho lanıyordum.
Takma kirpikleri ve ıkır ıkır
mücevherleriyle moda dergilerinden
fırlama tiplerden de ildi o. Jay Cee’nin
kafası çalı ıyordu ve bu da çirkinli ini
önemsiz kılıyordu. Birkaç yabancı dilden
okuyabiliyor, yazarların hepsini
tanıyordu.
Jay Cee’yi, dümdüz i giysisini ve
görevsel ö le yeme i apkasını çıkarmı
bir halde i man kocasıyla yatakta
dü ünmeye çalı tım, ama beceremedim.
nsanları bir arada yatakta dü ünmek
bana hep zor gelirdi zaten.
Jay Cee bana bir eyler ö retmek
istiyordu. imdiye dek tanıdı ım bütün
ya lı hanımlar bana bir eyler ö retmek
istemi lerdi. Ama birden bana ö retecek
hiçbir eyleri olmadı ını dü ündüm.
Daktilomun üzerine kapa ını geçirip
kapattım.
Doreen sırıttı. «Aferin sana.»
Biri kapıya vuruyordu.
Oturdu um yerden kalkmadan,
«Kim o?» diye seslendim.
«Benim... Betsy! Partiye geliyor
musun?»
«Sanırım geliyorum!» Hâlâ kapıya
gitmiyordum.
Tepesinde zıplayan sarı ın
atkuyru u kulüp maskotu gülümseyi iyle
Betsy do rudan do ruya Kansas’ tan
getirilme biriydi. Bir keresinde bir TV
programında kullanılabilecek
özelliklerimiz olup olmadı ını ara tırmak
için ikimizi de ince çizgili takım giymi
mavi çeneli bir yapımcının bürosuna
ça ırmı lardı. Betsy, Kansas’taki erkek
ve di i mısırdan sözetmeye ba ladı.
Öylesine büyük bir co kuyla anlatıyordu
ki yapımcının bile gözleri ya ardı. Ancak
ne yazık ki bunu programda
kullanamayaca ını söyledi.
Sonraları Güzellik Sayfası editörü,
Betsy’yi saçını kestirmeye ikna edip onu
bir kapak kızı yaptı. Hâlâ zaman zaman
u «P.Q’nun karısı B. H. Wragge giyer» tipi
reklamlarda gülümseyen yüzünü
görürüm. Betsy beni sürekli kendisiyle ve
öbür kızlarla birlikte bir eyler yapmaya
ça ırıyordu. Beni bir eylerden korumaya
çalı ıyor gibi bir hali vardı. kimiz
yalnızken Doreen ondan «Sı ırtmaç
Pollyanna» diye sözederdi.
Betsy kapının dı ından, «Bizim
taksiyle gelmek ister misin?» diye
seslendi.
Doreen ba ıyla hayır i areti yaptı.
«Tamam, Betsy!» dedim. «Ben
Doreen’le gidiyorum!»
«Tamam, oldu!» Betsy’nin holde
uzakla an ayak seslerini duydum.
Doreen, sigarasını yata ımın
ba ucundaki okuma lambasının aya ına
bastırıp söndürürken, «sıkılana kadar
kalırız,» dedi, «sonra kente gider e leniriz.
Burada verilen partiler jimnastik
salonunda verilen eski okul danslarını
anımsatıyor bana. Ne diye hep Yale’lileri
toplarlar? Hepsi de öyle ahmak ki!»
Buddy Willard da Yale
Üniversitesi’nde okuyordu. imdi
dü ünüyorum da, kusuru ahmak
olmasıydı. Canım elbette, parlak notlar
almayı ve Cape’de Gladys adlı tipsiz bir
garson kızla flört etmeyi becermi ti ama
u kadarcık olsun sezgi gücü yoktu.
Doreen’in sezgileri güçlüydü. A zından
çıkan her sözü kemiklerinin içinden
konu an, gizli bir ses söylüyordu sanki.
Tiyatro saatinin yo un trafi inde
sıkı ıp kalmı tık. Bizim taksi
Betsy’ninkinin arkasında ve kızlardan
dördünü ta ıyan bir ba ka taksinin
önünde duruyordu, hiçbir hareket
belirtisi yoktu.
Doreen bir harikaydı. Belini sıkıp
kalçalarını ve gö üslerini çarpıcı bir
biçimde ortaya koyan bir korsenin
üzerine beyaz dantelden daracık, askısız
bir elbise giymi ti. Uçuk renkli toz
pudranın altında cildinin bronz cilası
seziliyordu. Ve bir parfüm dükkânı kadar
keskindi kokusu.
Benim üzerimdeyse bana kırk
dolara malolan, siyah antungdan dar bir
elbise vardı. New York’a gidecek olan
talihliler arasında oldu umu ö renince
burs paramın bir kısmıyla yaptı ım
çılgınca alı veri in bir parçasıydı bu.
Elbisenin öyle garip bir kesimi vardı ki,
içine kesinlikle sutyen giyemiyordum;
ama bir o lan çocu u kadar sıska
oldu umdan bunun pek sakıncası yoktu.
Hem kendimi sıcak yaz gecelerinde
hemen hemen çıplak hissetmek ho uma
gidiyordu.
Ama kent, güne yanıklarımı
soldurdu undan, bir Çinli kadar sarı
benizliydim. Ba ka zaman olsa elbisem ve
tuhaf rengim beni tedirgin ederdi, ama
Doreen’le birlikte olmak bana kaygılarımı
unutturuyordu. Kendimi deh etli akıllı ve
alaycı hissediyordum.
Mavi ekose gömlek, siyah keten
pantolon ve elde i lenmi deri kovboy
çizmeleri giymi bir adam, oturdu u barın
çizgili tentesinin altından kalkıp bir
süredir süzmekte oldu u arabamıza
do ru yürümeye ba ladı ında hiç hayale
kapılmadım. Adamın Doreen için geldi ini
çok iyi biliyordum. Duran otomobillerin
arasından geçip açık penceremizin
kenarına tüm çekicili iyle yaslandı.
«Böyle güzel bir gecede sizin gibi
güzel kızların bir takside yapayalnız ne
aradı ını sorabilir miyim?»
Di macunu reklamlarını
anımsatan geni , beyaz bir gülümsemesi
vardı.
«Bir partiye gidiyoruz,» dedim
sertçe. Çünkü Doreen birden dut yemi
bülbüle dönmü , bezgin bir tavırla
portföyünün beyaz dantel kabıyla
oynamaya ba lamı tı.
Adam, «Amma da sıkıcı,» dedi.
« uradaki barda birlikte birkaç kadeh içki
içmeye ne dersiniz? Hem birkaç arkada
daha var orada.»
Ba ıyla tentenin altında yayılıp
oturmu rahat giyimli birkaç adamı i aret
etti. Hepsi bakı larıyla onu izliyorlardı.
Arkada ları dönüp kendilerine bakınca
kahkahayı bastılar.
Bu kahkaha uyarmalıydı beni.
Sinsi, kendini be enmi , baya ı bir
kahkahaydı. Ama trafik yeniden
hareketlenme belirtileri gösteriyordu ve
biliyordum ki yerimden kımıldamazsam
iki saniye sonra, dergidekilerin bizim için
özenle planladıkları dı ında New York’u
biraz olsun tanıma ansını kaçırdı ıma
pi man olacaktım.
«Ne dersin Doreen?» dedim.
«Ne dersin Doreen?» dedi adam
kocaman gülü üyle. Gülümsemedi i
zaman neye benzedi ini hiç
anımsayamıyorum. Sürekli gülümsüyor
olmalıydı. Herhalde böyle durmadan
gülümsemek do al geliyordu ona.
Doreen bana dönerek, «Eh olur,»
dedi. Kapıyı açtım ve araba tam hareket
edece i sırada a a ı inip bara do ru
yürümeye ba ladık.
Korkunç bir fren sesi ve ardından
bo uk bir tak -tak duyuldu.
«Hey, buraya bakın!» oförümüz
pencereden dı arı sarkmı , öfkeden
morarmı bir yüzle ba ırıyordu: «Ne
yaptı ınızı sanıyorsunuz siz?»
Öyle ani fren yapmı tı ki
arkasındaki araba zamanında duramayıp
hızla bindirmi ti. çindeki kızların
debeleni lerini, iti kakı yerden kalkmaya
çabalayı larını görebiliyorduk.
Adam güldü ve bizi kaldırımda
bırakıp taksiye do ru yürüdü. Canhıra
klakson sesleri ve ba ırtılar arasında
oföre para verdi. Sonra dergideki
kızların, yalnızca nedimelerden olu an bir
dü ün alayı gibi ardarda taksiler içinde
geçip gitti ini gördük.
Adam, arkada larından birine,
«Haydi Frankie.» dedi. Bodur, tıknaz bir
tip, öbürlerinden ayrılarak, bizimle
birlikte bara girdi.
Böyle tiplere hiç tahammülüm
yoktur. Boyum ayakkabısızken 1.75
oldu undan kısa boylu erkeklerle
birlikteyken sırtımı kamburla tırıp tek
baca ımı kırarak daha kısa görünmeye
çalı ırım ve sirklerde ara gösterileri
yapan biri gibi beceriksiz ve zavallı
hissederim kendimi.
Bir an için çılgınca bir umuda
kapıldım. Boylarımıza göre e le irsek
bizimle ilk konu an ve boyu rahatça
1.80’i bulan adam bana e lik edecekti.
Ama o Doreen ‘le ilgilenmeye devam etti
ve bana bir daha dönüp bakmadı bile,
dirse imin dibinde yürüyen Frankie’yi
görmezlikten gelerek masada Doreen’in
hemen yanına çöktüm.
Barın içi öylesine karanlıktı ki,
Doreen’in dı ında pek bir ey
seçemiyordum. Beyaz saçları ve beyaz
elbisesiyle sanki gümü ten gibiydi
Doreen. Barın üzerindeki neon ı ıklarını
yansıtıyor olmalıydı. Ömrümde hiç
görmedi im bir insanın negatifi gibi
gölgelerin içinde eridi imi hissettim.
Adam geni bir gülümsemeyle: «Ee,
ne içiyoruz bakalım?» diye sordu.
Doreen bana dönerek, «Ben bir
meyve kokteyli alaca ım,» dedi.
çki sipari etmek hep kafamı
karı tırır. Viskiyi cinden ayırdedemedi im
gibi tadını be endi im hiçbir eyi
ısmarlamayı da beceremezdim. Buddy
Willard ve tanıdı ım öbür üniversiteli
gençler ya alkollü içki alamayacak kadar
zü ürttüler ya da içki içmeyi hepten
a a ılamak yolunu seçmi lerdi. çki ya da
sigara içmeyen üniversiteli gençlerin
sayısı a ılacak kadar yüksekti. Buddy
Willard’ın gitti i en ileri nokta bir
keresinde bir i e Dubonnet almasıydı.
Onu da tıp ö rencisi oldu u halde yine de
estetikten anladı ını kanıtlamak için
yapmı tı yalnızca.
«Ben bir votka içeyim,» dedim.
Adam bana daha dikkatli baktı.
«Neyle içersin?»
«Sek,» dedim. «Her zaman sek
içerim.»
Buz, cin ya da ba ka bir eyle
içece imi söylersem gülünç olaca ımdan
korkmu tum. Bir zamanlar bir votka
reklamında, mavi bir ı ıkta, karların
ortasında duran, su gibi berrak ve saf
görünümde bir bardak votka resmi
görmü tüm. 0 halde votkayı sek içmek
normal olmalıydı. Günün birinde, bir içki
sipari edip tadını ola anüstü bulmak tek
hayalimdi.
O arada garson yanımıza geldi;
adam dördümüz için de içki söyledi. Bu
kentsel barın ortasında çiftlik kılı ıyla
öylesine rahattı ki, ünlü biri olabilece ini
dü ündüm.
Doreen, tek söz söylemeden
mantardan yapılma Amerikan servisiyle
oyalanıyordu. Sonunda bir sigara yaktı.
Ama adam duruma aldırı etmez
görünüyordu, insanların hayvanat
bahçesindeki büyük beyaz papa ana,
insanca bir eyler söylemesini bekleyerek
bakı ını anımsatan bir bakı la gözlerini
dikmi , bakıyordu kıza.
çkiler geldi. Benimki tıpkı o votka
reklamındaki gibi dupduru ve saf
görünüyordu.
Çevremde tropikal otlar gibi
kapkalın yükselen sessizli i bozmak için,
«Ne yapıyorsunuz?» diye sordum adama,
«Yani burada, New York’ta ne
yapıyorsunuz?»
Adam gözlerini a ır a ır ve sanki
büyük bir çabayla Doreen’in
omuzlarından ayırdı. «Diskcokeylik
yapıyorum,» dedi. «Herhalde
duymu sunuzdur. Adım Lenny
Shepberd.»
Doreen birdenbire, «Sizi
tanıyorum!» dedi.
Adam, « te buna sevindim
ekerim,» dedi ve kahkahayı bastı. «Bu i e
yarayacak. Ünüme diyecek yok do rusu.»
Bunları söyledikten sonra Lenny
Shepherd, Frankie’ye uzun bir bakı
fırlattı.
Frankie sıçrayıp do rularak, «Siz
nerelisiniz?» diye sordu. «Adınız ne?»
«Buradaki Doreen.» Lenny,
Doreen’in çıplak kolunu kavrayıp sıktı.
Beni a ırtan, Doreen’in onun bu
davranı ının farkına varmamı gibi
görünmesiydi. Beyaz elbisesinin içinde
saçlarını açık sarıya boyatmı bir zenci
kız kadar esmer, öylece oturmu ,
çıtkırıldım bir tavırla içkisini
yudumluyordu.
«Benim adım Elly Higginbottom.»
dedim. «Chicago’luyum.»
Bunu söyleyince kendimi
güvenceye almı gibi hissettim. O gece
söyleyece im, ya da yapaca ım herhangi
bir eyin benimle, gerçek adımla ve
Bostonlu olu umla ilgisi olmasını
istemiyordum.
«Ne dersin Elly, Biraz dans edelim
mi?»
Portakal rengi süetten topuklu
pabuçları, parlak ti örtü ve sarkık
lacivert spor ceketiyle bu rükü cüceyle
dans etme dü üncesi bana gülünç
geliyordu. Hor gördü üm bir ey varsa o
da lacivert takımlı bir erkektir. Siyah ya
da gri, hatta kahverengi bile olabilir. Ama
lacivert güldürür beni.
«Canım istemiyor,» dedim so ukça.
Sırtımı ona çevirip sandalyemi Doreen’le
Lenny’nin biraz daha yakınına çektim…
Onlarınsa artık birbirlerini yıllardır
tanıyormu gibi bir halleri vardı. Doreen
barda ının dibindeki meyve parçalarını
ince uzun bir gümü ka ıkla toplayıp
yiyor, ka ı ı her a zına götürü ünde de
Lenny köpek taklidi yaparak
homurdanıyor, ka ıktaki meyveleri
kapmaya çalı ıyordu. Doreen kıkır kıkır
gülüyor, meyveleri ka ıklayıp duruyordu.
Sonunda votkanın tam bana göre
bir içki oldu unu dü ünmeye
ba lamı tım. Tadı bir eye benzemiyordu,
ama bir kılıç yutucunun kılıca gibi
do ruca mideme saplanıyor, bana sanki
tanrısal bir güç veriyordu.
Frankie aya a kalkarak, «Ben
gitsem iyi olacak,» dedi.
Bulundu umuz yer öylesine lo tu
ki, onu do ru dürüst göremiyordum, ama
ilk kez ne kadar tiz, budalaca bir sesi
oldu unu farkettim. Kimse ona aldırı
etmedi.
«Hey Lenny, bana borcun var
senin. Unuttun mu Lenny, borcun var
bana, öyle de il mi Lenny?»
Bizim gibi yabancıların önünde
Lenny’nin kendisine borcu oldu unu
hatırlatması garibime gitmi ti do rusu.
Ne var ki Frankie orada dikilmi aynı eyi
yineleyip duruyordu. Sonunda Lenny
elini cebine daldırıp koca bir tomar ye il
banknot çıkardı ve bir tanesini ayırıp
Frankie’ye verdi. Sanırım bir on dolarlıktı
bu.
«Kes sesini ve defol!»
Bir an için Lenny’nin bu sözü bana
da söyledi ini sandım, ama hemen
ardından Doreen’in sesini duydum: «Elly
gelmezse ben de gelmem.» Sahte adımı
böyle çabucak benimsemesi övgüye
de erdi do rusu.
Lenny bana göz kırparak, «Aa, Elly
mutlaka gelir, de il mi Elly?» dedi.
«Elbette gelirim,» dedim. Frankie
gecenin içinde eriyip gitti ine göre
Doreen’in pe ine takılsam fena
olmayacaktı. Görebilece im kadar çok ey
görmek istiyordum.
Kritik durumlardaki insanları
gözlemekten ho lanırdım. E er kar ıma
bir trafik kazası ya da bir sokak kavgası,
ya da bir laboratuvar kavanozunda
saklanan bir bebek çıkmı sa, durup
öylesine dikkatli bakardım ki, gördü ümü
bir daha asla unutmazdım.
Böylelikle, ba ka türlü hiçbir
zaman ö renemeyece im pek çok ey
ö rendim. Ve ö rendiklerim beni a ırttı ı
ya da midemi bulandırdı ı zaman bile hiç
belli etmedim ve her eyin her zaman
böyle oldu unu biliyormu um gibi
davrandım.
2
Lenny’nin evini hiçbir eye
de i mezdim do rusu…
Tıpkı bir çiftlik evinin içi gibi
yapılmı tı bu ev. Tek farkı New York’un
göbe indeki bir apartmanın içinde
olmasıydı. Söyledi ine göre evi
geni letmek için birkaç bölmeyi yıktırmı ,
duvarları çam kaplatmı ve yine çam
kaplama, at nalı biçiminde bir Amerikan
bar yaptırmı tı. Sanırım, yerler de çam
kaplamaydı.
Ayaklarımızın altında kocaman
beyaz ayı postları seriliydi. Mobilya olarak
yalnızca Kızılderili kilimleriyle örtülü bir
sürü alçak yatak vardı. Duvarlara
tablolar yerine geyik ve yaban mandası
boynuzları ve bir de doldurulmu tav an
kafası asılmı tı. Lenny parma ıyla uysal,
minik gri çeneyi ve dimdik, uzun tav an
kulaklarını gösterdi.
«Buna Las Vegas’ta rastladım.»
Odanın öbür yanına do ru
yürüdü. Kovboy çizmelerinin sesi silah
patlamaları gibi yankılanıyordu.
«Akustik,» dedi ve gittikçe küçülerek
uzaklardaki bir kapıdan girip gözden
kayboldu.
Bir anda her yandan fı kıran
müzik odayı dolduruverdi. Sonra müzik
kesildi ve Lenny’nin sesi, duyuldu: « imdi
kar ınızda listeba ı popüler arkılarla
geceyarısı diskcokeyiniz Lenny Shepherd.
Bu hafta trenin on numaralı vagonu son
zamanlarda kendinden çok sözettiren
sarı saçlı kızdan ba kası de il... E siz ve
biricik Ayçiçe i!»
Kansas’ta do dum, Kansas’ta
büyüdüm.
Evlenirken de Kansas’ta olacak
dü ünüm...

«Müthi !» dedi Doreen. «Müthi bir


adam de il mi?»
«Hiç ku kun olmasın,» dedim.
«Dinle Elly, bana bir iyilik yap.»
Artık benim gerçekten Elly oldu uma
inanıyor gibiydi.
«Elbette,» dedim.
«Buralardan ayrılma e mi? leri
gitmeye kalkarsa hapı yuttu umun
resmidir. Pazu’larını görmedin mi?»
Doreen kıkır kıkır güldü.
Lenny arka odadan çıkıvermi ti.
«Orada yirmi büyük sete bedel kayıt
âletleri var,» diyordu. Aylak adımlarla
bara do ru yürüdü. Üç bardak, bir
gümü buz kovası ve bir büyük sürahi
çıkararak birkaç de i ik i eden bo alttı ı
içkileri karı tırmaya ba ladı.

Bekleyece ine söz veren o gerçek


sevgiliyle,
O ayı ıklı ülkenin ayçiçe iyle.

Lenny, bardakları dengelemeye


çalı arak yanımıza geldi: «Korkunç, ha?»
Bardaklar iri damlalarla terlemi gibiydi.
Lenny onları bize uzatırken içlerindeki
buzlar ıngırdıyordu. Müzik durdu unda
Lenny’nin bir sonraki arkıyı sunan
sesini duyduk.
« nsanın kendini konu urken
dinlemesi gibi ey yok dünyada,» dedi
Lenny. Sonra gözleri benim üzerimde
durakladı. «Baksana,» diye ba ladı.
«Frankie sıvı ıp gitti ine göre sana biri
gerek. Arkada lardan birine telefon
edeyim.»
«Zararı yok,» dedim. «Bunu
yapmak zorunda de ilsin.» Açık konu up
Frankie’den birkaç boy büyük birini
ısmarlamak istemiyordum.
Lenny rahatlamı tı. «Aldırmıyorsan
mesele yok. Doreen’in arkada ına kar ı
kusur etmek istemem do rusu.» Doreen’e
dönerek o kocaman, beyaz gülü üyle
güldü. «Öyle de il mi tatlım?»
Doreen’e elini uzattı ve tek söz
söylemeden, bardakları ellerinde,
hareketli bir dansa ba ladılar.
Yataklardan birinin üzerine ba da
kurup oturdum ve bir zamanlar Cezayirli
bir göbek dansözünü seyrederken
gördü üm bir i adamı gibi
vurdumduymaz bir yüz takınmaya
çalı tım. Ama doldurulmu tav anın
altındaki duvara yaslanır yaslanmaz,
yatak, odanın ortasına do ru kaymaya
ba ladı. Ben de yerdeki ayı postunun
üzerine oturup sırtımı yata a yasladım.
çkim ıslak ve moral bozucuydu.
Her yudumda biraz daha durgun suya
benziyordu tadı. Barda ın orta kısmının
çevresinde minik sarı beneklerle
süslenmi pembe bir halka vardı.
Halkanın iki santim a a ısına kadar içip
biraz bekledim. Bir yudum daha alaca ım
zaman içkinin yeniden halka hizasına
yükselmi oldu unu farkettim.
Havada Lenny’nin sesi gürlüyordu;
«Neden, ah neden terkettim Wyoming’i?»
arkıların arasında bile dans
etmeye devam ediyorlardı. Bütün o
kırmızı ve beyaz kilimlerin ve a aç
kaplamaların arasında gittikçe küçülerek
ufak, siyah bir noktaya dönü tü ümü
hissettim. Yerde bir çukurdan farkım yok
gibiydi.
ki ki inin birbirine gitgide daha
fazla kapılı ını seyretmekte insanın
moralini bozan bir eyler vardı. Özellikle
odadaki tek fazla insan için geçerliydi bu.
Paris’i, kentten hızla uzakla an bir
ekspresin yük vagonundan seyretmeye
benziyordu bu; hani kent her saniye
biraz daha küçülür, ama insan gerçekte
kendisinin küçüldükçe küçüldü ünü,
yalnızla tıkça yalnızla tı ını, bütün o
ı ıklardan ve o co kudan saatte bir
milyon mil hızla uzakla tı ını hisseder ya,
onun gibi bir ey i te.
Lenny’le Doreen durup durup
birbirlerine sarılıyor, öpü üyor, sonra
ayrılıp içkilerinden uzun birer yudum
alıyor, sonra yine kucakla ıyorlardı. Bir
ara ayı postunun üzerine uzanıp Doreen
kendini otele dönmeye hazır hissedinceye
kadar uyumayı dü ündüm.
Birden Lenny, korkunç bir sesle
kükredi. Do ruldum. Doreen di leriyle
Lenny’nin sol kula ına asılmı tı.
«Bırak, orospu seni!»
Lenny e ildi ve Doreen onun
omzuna do ru uçtu sanki. Elinden
kurtulan bardak uzun geni bir yay
çizerek aptalca bir tangırtıyla a aç
kaplamaya çarptı. Lenny hâlâ kükrüyor
ve öyle hızlı dönüyordu ki Doreen’in
yüzünü göremiyordum.
Bir insanın göz rengine dikkat
edercesine ola an bir dikkatle baktım ve
Doreen’in gö üslerinin elbisesinden
fırladı ını, Lenny’nin omzunda,
bacaklarını çırparak yüzüstü çı lık çı lı a
dönerken, olgun kahverengi kavunlar gibi
hafifçe sallandı ını gördüm. Sonunda
kahkahalarla gülmeye ve yava lamaya
ba ladılar. Daha a ırı eyler olmasına
fırsat vermeden kapıdan çıktı ımda
Lenny Doreen’in ete inin üzerinden
kalçasını ısırmaya çalı ıyordu. ki elimle
birden trabzana tutunup kayarcasına
a a ıya kadar inmeyi ba ardım.
Lenny’nin evinde hava so utma
düzeni oldu unu ancak sallanarak
asfalta çıktı ım zaman farkettim.
Kaldırımların gün boyu emmi oldu u
kızgın, bo ucu hava, son bir hakaret gibi
çarptı yüzüme. Nerede oldu um
konusunda en ufak bir bilgim yoktu.
Bir an için bir taksiye atlayıp
partiye gitmeyi dü ündüm, ama sonra
vazgeçtim. Dans imdiye kadar bitmi
olabilirdi; konfetiler, sigara izmaritleri,
buru uk kâ ıt peçetelerle kaplı bo bir
balo salonuyla kar ıla mak da
istemiyordu canım.
Dengemi bulabilmek için sol
yanımdaki yapıların duvarını parma ımla
izleyerek dikkatle en yakın kö eba ına
yürüdüm. Caddenin adına baktım. Sonra
New York’un kent planını çıkardım.
Otelimden tastamam kırk üç cadde ötede
ve be cadde yukarıdaydım.
Yürümek hiçbir zaman
yıldırmamı tır beni. Hemen yüzümü
do ru yöne çevirip yürümeye ba ladım.
çimden caddeleri sayıyordum. Otelin
lobisine girdi imde iyice ayılmı tım.
Yalnızca ayaklarım hafifçe i mi ti.
Naylon çorap giymeye ü endi ime göre bu
da benim kendi yanlı ım sayılırdı.
Aydınlatılmı bölmesinde, anahtar
halkaları ve suskun telefonlar arasında
uyuklayan gece memuru dı ında lobi
bombo tu.
Sessizce asansöre girip katımın
dü mesine bastım. Kapılar gürültüsüz
bir akordeon gibi kapandı. Sonra
kulaklarım bir tuhaf oldu ve kar ımda,
boyaları akmı gözleriyle yüzüme
budalaca bakan kocaman bir Çinli kadın
gördüm. Bu bendim elbette. Öylesine
yıpranmı , buru mu bir halim vardı ki
deh ete kapıldım.
Holde in cin top oynuyordu.
Odama girdim. Duman doluydu odam.
Bir an dumanın bir tür yargı gibi havada
kendili inden olu tu u duygusuna
kapıldım, ama sonra bunun Doreen’in
sigarasından kalma oldu unu hatırladım;
havalandırma düzenini çalı tıran
dü meye bastım. Pencereler öyle
yapılmı tı ki ardına kadar açıp dı arıya
sarkmak olanaksızdı. Nedense
öfkelendirdi bu beni.
Pencerenin sol yanında durup
yana ımı tahta pervaza dayadım; oradan
kentin merkezini görebiliyordum.
Birle mi Milletler binası, Merih’ten gelme
tuhaf, ye il bir balpete i gibi, karanlı ın
içinde kendini dengelemi duruyordu.
Sessizlik bunaltıyordu beni.
Sessizli in sessizli i de ildi bu. Bu benim
kendi sessizli imdi.
Çok iyi biliyordum ki otomobiller
gürültü yapıyordu. Otomobillerdeki ve
yapıların aydınlık pencerelerinin
gerisindeki insanlar da gürültü
yapıyordu. Nehir de gürültü yapıyordu.
Ama ben hiçbir ey duyamıyordum. Kent
ı ıldayarak, göz kırparak, bir afi gibi
yamyassı asılmı duruyordu penceremde.
Bana hiçbir yararı dokunmadı ına göre,
orada olmasa da olurdu.
Yata ımın ba ucundaki porselen
beyazı telefon beni bir eylere
ba layabilirdi, ama o da bir kurukafa
kadar suskun, oturup duruyordu orada.
Bana birazdan telefon edebileceklerin
listesini yapabilmek için numaramı
vermi oldu um kimseleri anımsamaya
çalı tım. Ancak, anımsayabildi im tek
ey, telefon numaramı Buddy Willard’ın
annesine, Birle mi Milletler’de simültane
çevirmen olarak çalı an bir tanıdı ına
iletmesi için vermi oldu umdu.
Küçük, kuru bir kahkaha attım.
u anda New York eyaletinin
yukarılarında bir yerde verem tedavisi
gören Buddy evlenmemi isteyip duran
bayan Willard’ın beni tanı tıraca ı
çevirmenin nasıl bir tip olabilece ini çok
iyi canlandırabiliyordum kafamda.
Buddy’nin annesi, o lu yalnız kalmasın
diye o yaz sanatoryumda benim için bir
garsonluk bile ayarlamı tı. O ve Buddy,
benim neden New York’a gitmeyi
ye ledi imi bir türlü anlayamamı lardı.
Yazı masamın üstündeki ayna
hafifçe çarpık ve a ırı parlak
görünüyordu. çindeki yüz, di çilerin cıva
küresinden yansıyor gibiydi. Çar afların
arasına sokulup uyumaya çalı mayı
dü ündüm ama bu dü ünce de, kirli,
karalanmı bir mektubu yeni, temiz bir
zarfa tıkı tırmak kadar tatsız geldi bana.
Sıcak, bir banyo yapmaya karar verdim.
Sıcak bir banyonun
iyile tiremeyece i pek çok ey olmalı, ama
bunların ço u benim bilmedi im eyler.
Ölece imi dü ünerek hüzünlendi im,
uyuyamayacak kadar sinirli oldu um, ya
da â ık oldu um kimseyi bir hafta
boyunca göremeyece im zamanlarda,
a a ılara do ru iner, iner ve sonra
kararımı veririm: «Gidip sıcak bir banyo
yapaca ım!»
Banyoda dü üncelere dalarım.
Suyun çok sıcak olması gerekir. nsanın
aya ını bile batırmaya güç dayanaca ı
kadar sıcak. Sonra yava yava , santim
santim, su bo azıma gelinceye dek
alçaltırım kendimi.
çine uzandı ım her küvetin
tepesindeki tavanı hatırlarım. Tavanın
dokusunu, çatlaklarını, renklerini, nem
lekelerini ve aydınlatma düzenini
hatırlarım. Küvetleri de hatırlarım: ayaklı
antika küvetler, tabut biçiminde modern
küvetler ve nilüferli ev içi havuzlarına
bakan gösteri li, pembe mermer küvetler.
Ve de i ik boy ve biçimdeki muslukları ve
çe itli sabunlukları da hiç unutmam.
Hiçbir zaman sıcak bir banyoda
oldu um zamanki kadar kendim olamam.
New York’un karma asından çok
yukarılarda, bu kadınlar otelinin on
yedinci katındaki küvette bir saate yakın
uzandım ye saflı ıma yeniden
kavu tu umu hissettim. Vaftize, kutsal
sulara filan inancım yoktur, ama sanırım
dindar insanlar için kutsal su ne anlam
ta ıyorsa, benim için de sıcak bir banyo
aynı anlamı ta ıyor.
Kendi kendime, «Doreen eriyor,»
diyordum, «Lenny Shepherd eriyor,
Frankie eriyor, New York eriyor, hepsi
eriyip kayboluyor ve artık hiçbiri rahatsız
etmiyor beni. Onları tanımıyorum, onları
hiç tanımadım ve tertemizim ben. Bütün
o içkiler, gördü üm o yapı kan, öpü ler ve
dönü yolunda derime yerle en kir, hepsi
hepsi tertemiz, dupduru bir eylere
dönü üyor.»
O duru, sıcak suyun içinde uzanıp
yatarken tüm pisliklerden arındı ımı
hissediyordum. Banyodan çıkıp da otelin
kocaman, beyaz, yumu acık
havlularından birine sarındı ım zaman
kendimi yeni do mu bir bebek kadar
temiz ve taze hissettim.

Kapıya vuruldu unda ne kadar


zamandır uyumakta oldu umu
kestiremedim. Önce aldırı etmedim,
çünkü kapıya vuran kimse, «Elly, Elly,
Elly, beni içeri, al!» deyip duruyordu;
bense Elly adında birini tanımıyordum.
Derken bu ilk bo uk vuru un yanısıra
ba ka türlü bir vuru daha duyuldu -
sertçe bir tak tak ve bir ba ka ses, çok
daha gevrek bir ses: «Bayan Greenwood,
arkada ınız sizi istiyor,» dedi. O zaman
gelenin Doreen oldu unu anladım.
Aya a fırlayıp biran karanlık
odanın ortasında ba ım dönerek dengemi
bulmaya çalı tım. Beni uyandırdı ı için
Doreen’e kızıyordum. Bu hüzünlü
geceden elde edebilece im tek ey iyi bir
uykuydu ve beni uyandırıp onu da berbat
etmi ti i te. Uyuyormu gibi yaparsam
kapıya vurmaktan vazgeçip beni rahat
bırakacaklarını dü ündüm; bir süre
bekledim, ama gitmediler.
Birinci ses «Elly, Elly, Elly,» diye
mırıldanıyor, ikinci ses, «Bayan
Greenwood, Bayan Greenwood, Bayan
Greenwood,» diye tıslıyordu. Sanki bir
de il de iki ki ili im vardı.
Kapıyı açıp holün parlak ı ı ında
gözlerimi kırpı tırdım. Geceyle gündüz
arasına, birdenbire kayan ve hiç
bitmeyecek olan bir üçüncü zaman
diliminde ya adı ımız duygusuna,
kapılmı tım.
Doreen kapının pervazına
yı ılırcasına yaslanmı tı. Ben dı arı
çıkınca kollarımın arasına devrildi. Ba ı
gö süne sarktı ı için yüzünü
göremiyordum. Gür sarı saçları esmer
köklerinden bir halka gibi sallanıyordu.
Siyah üniforma giymi bodur,
tıknaz, bıyıklı kadını tanımı tım. Bizim
kattaki sıkı ık bir odacıkta gündüz
kıyafetlerini ve parti elbiselerini ütüleyen
gece hizmetçisiydi bu. Doreen’i nereden
tanıdı ını, onu sessizce kendi odasına
götürece i yerde beni uyandırmasına
yardımcı olu unu anlayamamı tım
do rusu.
Doreen’in kollarımda birkaç ıslak
hıçkırık dı ında sessiz durdu unu gören
kadın, tarihi Singer diki makinasıyla
beyaz ütü tahtasını barındıran odacı ına
do ru uzakla ıp gitti. Arkasından ko up
Doreen’le hiçbir ilgim olmadı ını söylemek
istedim ona. Çünkü eski tip bir Avrupalı
göçmen gibi çalı kan, disiplinli, erdemli
bir hali vardı ve bana Avusturyalı büyük
annemi hatırlatıyordu.
«Bırak yatayım, bırak yatayım,»
diye söyleniyordu Doreen. «Burak
yatayım, bırak yatayım.»
Doreen’i e ikten içeri ta ıyıp
yata ıma yatırırsam bir daha ondan hiç
kurtulamayaca ımı hissettim.
Koluma bütün a ırlı ıyla abanan
bedeni bir yastık yı ını gibi yumu ak ve
sıcaktı. Yüksek ökçeli ayakkabıları
içindeki ayakları budalaca
sürükleniyordu. Bu uzun koridor
boyunca ta ıyamayaca ım kadar a ırdı.
Yapılacak tek eyin onu halının
üzerine bırakmak ve kapımı kilitleyip
yata ıma dönmek oldu una karar
verdim. Doreen uyandı ında neler olup
bitti ini hatırlamayacak, ben uyurken
kapımın önünde sızmı oldu unu
sanacak; kendi kendine kalkıp uslu uslu
odasına dönecekti.
Doreen’i yava ça holün ye il
halısının üzerine indirmeye ba ladım.
Ama hafif bir inilti koyverip kollarımdan
öne do ru fırladı. A zından fı kıran
kahverengi kusmuk ayaklarımın dibinde
geni , pis bir birikinti halinde yayıldı.
Birden Doreen daha da a ırla tı.
Ba ı birikintinin üzerine sarktı. Sarı
saçları bataklıklardaki a aç kökleri gibi
tutam tutam batmı tı birikintiye.
Uyuyordu artık. Geri çekildim. Ben de
yarı uykuda gibiydim.
O gece Doreen hakkında bir karar
verdim. Onu gözleyecek, söylediklerini
dinleyecektim, ama onunla hiçbir yakın
ili kim olmayacaktı. çimin derinliklerinde
Betsy’ye ve onun masum arkada larına
sadık kalacaktım. Benim benzedi im
Betsy’ydi aslında.
Sessizce odama döndüm, kapıyı
kapadım. Ama bir an dü ündükten sonra
kilitlemekten vazgeçtim. Bunu yapacak
gücü bulamadım kendimde.
Ertesi sabah sıkıntılı, güne siz bir
sıcakta uyandım; giyinip yüzüme so uk
su çarptım, biraz ruj sürdüm, yava ça
kapıyı açtım. Doreen’i hâlâ orada, kendi
içimdeki kötülü ün çirkin, somut bir
kanıta gibi o kusmuk gölünün üzerine
yı ılmı olarak görece imi sanıyordum.
Holde kimseler yoktu. Hah bir
uçtan bir uca tertemiz ve alabildi ine
ye il uzanıyordu. Yalnızca benim kapımın
önünde, sanki kazara bir bardak su
dökülüp de silinmi gibi, hafif, biçimsiz,
esmer bir leke vardı.
3
Hanımlar Günü ziyafet masasının
üzerine, ortadan kesilip ayrılarak içlerine
mayonezli yengeç eti doldurulmu sarı
ye il avokadolarla yayvan tabaklarda az
pi mi rosto ve so uk tavuk etleri
sıralanmı ve aralarına tepeleme siyah
havyarla dolu kesme camdan kâseler
yerle tirilmi ti. O sabah otelin
kafeteryasında kahvaltı edecek zaman
bulamamı , ancak fazla kaynamı bir
fincan acı kahveyi suratımı buru turarak
içebilmi tim. Açlıktan ölüyordum.
New York’a gelmeden önce hiç
do ru dürüst bir lokantada yemek
yememi tim. Buddy Willard gibi
kimselerle gidip yalnızca kızarmı
patates, peynirli hamburger ve vanilyalı
dondurma yedi im Howard Johnson’ın
yerini saymıyorum elbette. Nedenini
bilemiyorum ama, yemek yemeyi her
eyden çok severim. Ne kadar yersem
yiyeyim hiç kilo almam. Bir keresini
saymazsak, on yıldır hiç de i memi tir
kilom.
En sevdi im yemekler bol tereya ı,
peynir ve ek i kremayla dolu yemeklerdir.
New York’ta dergide çalı an arkada larla
ve birtakım ünlü konuklarla o kadar çok
bele yemek faslı oluyordu ki; bir minicik
bezelye garnitürünün bile elli altmı sent
oldu u elle yazılmı kocaman yemek
listelerini gözlerimle bir çırpıda tarayıp en
a ır, en pahalı yemeklerden olu an bir
diziyi ısmarlamayı alı kanlık edinmi tim.
Sürekli irket hesabından
yedi imiz için hiçbir zaman suçlu
hissetmiyordum kendimi. Çok hızlı
yemeye de özen gösteriyordum.
Böylelikle, zayıflamaya çalı tıkları için
yalnızca ye il salata ve greyfurt suyu
ısmarlayan kimseleri hiç bekletmemi
oluyordum. Zaten New York’ta
kar ıla tım hemen herkes zayıflamaya
çalı ıyordu.
Tombul, dazlak organizatör,
yakasına tutturulmu mikrofona do ru
ıslıklı sesiyle konu uyordu: «Dergimiz
çalı anlarının u ana dek tanı ma ansını
elde ettikleri en güzel, en zeki hanımlar
toplulu una ho geldiniz demek isterim.
Bu ziyafet, Hanımlar Günü dergisi Yiyecek
Deneme mutfaklarının sizlere göstermek
istedi i konukseverli in yalnızca küçük
bir örne idir.»
Zarif, kadınca bir alkı
serpintisinden sonra hep birlikte keten
örtülü, kocaman masanın çevresine
oturduk.
Yeme e dergideki kızlardan on bir
tanesi ve ba ımızdaki editörlerin ço u
katılmı tı. Bizden ba ka hijyenik beyaz
önlükleri, düzgün saç fileleri Ve eftali
rengi kusursuz fondötenleriyle Hanımlar
Günü Yiyecek Deneme Mutfakları
personeli de hazır bulunuyordu.
Bizden yalnızca on bir ki i vardı,
çünkü Doreen gelmemi ti. Yeri her
nedense benim yanımda ayrılmı ,
sandalyesi bo kalmı tı. Oturaca ı yeri
belirten kartı onun için saklamı tım.
çinde yüzünün görünece i gümü
yuvarla ın çevresi bir papatya çelengiyle
süslenmi ve tepesine dantelsi bir yazıyla
«Doreen» yazılmı bir cep aynasıydı bu.
Doreen, Lenny Shepherd’la
birlikteydi o gün. Zaten artık bo
zamanının ço unu Lenny Shepherd’la
geçiriyordu.
Hanımlar Günü, her ay de i ik bir
konuyla de i ik yerlerde çekilmi ve çift
sayfaya basılmı renkli, cafcaflı yemek
resimleriyle dolu bir kadın dergisiydi.
Ö le yeme inden önceki saatte bize
uçsuz bucaksız, pırıl pırıl mutfakları
gezdirmi lerdi. Bu arada parlak ı ıklar
altında dondurmak elmalı pasta resmi
çekmenin ne kadar güç oldu unu,
dondurmanın kürdanlarla arkadan
desteklendi ini ve durmadan eridi i için
de ikide bir de i tirilmesi gerekti ini
ö renmi tik.
Bu mutfaklara yı ılmı ,
yiyeceklerin görünü ü ba ımı
döndürmü tü. Evde de karnımız
doymuyor de ildi, ama büyükannem,
pi irdi i ucuz et yemeklerinin daha ilk
lokmasını a zımıza götürürken, «Umarım
be enirsiniz, unun yarım kilosuna tam
kırk bir sent verdim, demek
alı kanlı ındaydı. Ben de o zaman bir
pazar günü rostosu yerine madeni
kuru ları yiyormu um duygusuna
kapılırdım hep.
Sandalyelerimizin arkasında dikilip
açılı konu masını dinlerken ba ımı e ip
havyar kâselerinin masadaki konumunu
gizlice gözden geçirmi tim. Kâselerden
biri benimle Doreen’in bo sandalyesi
arasındaki stratejik bölgedeydi.
Kar ımda oturan kızın, ortaya da
gibi yı ılmı meyvalar yüzünden kâseye
eri emeyece ini hesapladım. Kâseyi,
tereya ı, ekmek taba ımın yanında tutup
önünü dirse imle kesersem sa ımda
oturan Betsy de, a ırı nazik oldu undan,
havyarı kendisiyle payla mamı istemezdi
herhalde. Hem zaten Betsy’nin yanında
oturan kızın biraz sa ma do ru bir kâse
havyar daha vardı, Betsy dilerse ondan
yiyebilirdi.
Büyükbabamla aramda hep
süregelen bir aka vardı. Kendisi,
oturdu umuz kasabanın yakınındaki bir
kulübün lokantasında ba garsondu.
Pazartesi günleri çalı madı ı için her
pazar büyükannem onu arabayla almaya
giderdi. Erkek karde im ve ben de sırayla
büyükannemle birlikte giderdik;
büyükbabam, kulübün sürekli
mü terisiymi iz gibi yemek servisi yapardı
bize. Bana özel yemekler tanıtmayı çok
severdi ve daha dokuz ya ına gelmeden
havyar ve ançüeze bayılacak kadar
geli mi ti damak zevkim.
Aramızdaki aka uydu:
Dü ünümde büyükbabam yiyebilece im
kadar havyar sa layacaktı. Bu bir
akaydı, çünkü benim evlenmeye hiç
niyetim yoktu. Ben evlensem bile bana
yetecek havyarı almaya büyükbabamın
parası yetmezdi. Tek çaresi kulübün
mutfa ını soyup bir bavula doldurmaktı!
Sürahilerin, porselen tabakların,
çatal ka ıkların ıngırtıları arasında
taba ımı tavuk eti dilimleriyle dö edim.
Sonra, ekme in üzerine fıstık ezmesi
sürermi çesine, tavuk dilimlerini kalın bir
havyar tabakasıyla örttüm. Daha sonra
da dilimleri birer birer alıp kenarlarından
havyar fı kırmayacak biçimde
parmaklarımla dürüp yemeye ba ladım.
Bir süre hangi ka ıkların
kullanılaca ı konusunda kaygılara
kapıldıktan sonra ke fetmi tim ki,
sofrada yanlı bir eyi biraz küstahça ve
do ru hareket etti inizi çok iyi
biliyormu çasına yaparsanız durumu
kurtarırsınız; hiç kimse görgüsüz
oldu unuzu ya da yetersiz e itim
gördü ünüzü dü ünmez. Üstelik orijinal
ve çok esprili bir insan olarak bile
tanınırsınız.
Bu numarayı Jay Cee, belli ünlü
bir ozanla ö le yeme ine götürdü ü gün
ö renmi tim. Yemek yedi imiz yer
fıskiyeler ve amdanlarla dolu pahalı bir
lokantaydı; bütün erkekler koyu renk
takımlar ve lekesiz beyaz gömlekler
giymi lerdi. Bizim ozansa benekli
kahverengi, yamrı yumru, korkunç bir
tüvit ceket, gri pantolon ve kırmızı -
beyaz damalı, açık yakalı bir jarse
gömlekle gelmi ti yeme e.
Bu ozan, do ayla sanatın kar ıt
eyler oldu u konusunda benimle
konu urken, salatasını yaprak yaprak
elleriyle yemi ti. Gözlerimi, suları
damlayan salata yapraklarını birbiri
ardından salata taba ından ozanın
a zına ta ıyıp duran soluk beyaz, küt
parmaklardan ayıramamı tım. Hiç kimse
ne gülmü , ne de kabaca fısılda mı tı.
Salatayı elle yemeyi, yapılacak tek do al
ve mantıklı ey haline getirivermi ti ozan.
Dergideki editörlerden ve Hanımlar
Günü personelinden hiç kimse yakınımda
oturmuyordu. Betsy de çok tatlı ve
dostça davranıyordu. Görünü e bakılırsa
havyar sevmiyordu bile. Bu durumda
benim de cesaretim giderek artıyordu.
Bir tabak dolusu sö ü tavuk ve havyarı
silip süpürdükten sonra bir ikincisini
hazırladım. Ardından da avokado ve
yengeç eti salatasına giri tim.
Avokado en sevdi im meyvedir.
Büyükbabam her pazar günü çantasında
altı tane kirli gömle in ve pala örttüm.
Daha sonra da dilimleri birer birer alıp
pazar dergilerinin altına gizlenmi bir
avokado getirirdi bana. Bir tavada üzüm
jölesini ve Fransız usulü sosu birlikte
eritip avokadonun içini bu karı ımla
doldurarak yemesini de ö retmi ti. Canım
o sosu çekiyordu imdi. Onun yanında
yengeç eti yavan kalıyordu.
Havyar konusunda kaygılanmama
artık gerek kalmadı ını hissetti im
zaman Betsy’ye, «Kürk defilesi nasıldı?»
diye sordum. Bu arada tabakta kalan
son birkaç tuzlu siyah havyarı da çorba
ka ı ımla sıyırıp ka ı ı iyice yaladım.
«Harikaydı,» diye gülümsedi Betsy.
«Mink kuyruklarıyla altın bir zincirden
olu an ve her zaman kullanılabilen bir
atkı yapmayı gösterdiler bize. Zincirin
gerçe inden farksız bir taklidini
Woolworth’ten bir dolar doksan sekiz
sente almak mümkün. Hilda hemen
toptancı kürk depolarına ko up bir demet
mink kuyru unu büyük bir indirimle aldı,
sonra da Woolworth’e u radı; otobüsle
dönerken de hepsini birbirine dikip
ili tirdi, boyun atkısı yapıverdi.»
Betsy’nin öbür yanında oturan
Hilda’ya bir göz attım. Gerçekten de
sallanan altın bir zincirle bir yanda
tutturulmu kürk kuyruklardan olu an
pahalı görünü lü bir atkı takmı tı.
Hilda’yı hiçbir zaman
anlayamamı tım. Bir seksen boyunda, iri,
çekik ye il gözlü, kalın kırmızı dudaklıydı.
Yüzünde bo ve Slavlara özgü bir
görünüm vardı. apka yapardı. Doreen,
Betsy ve benim gibi yazar -çizer
takımından farklıydı o. Bizler, bazılarımız
yalnızca sa lık ve güzellik üzerine olsa
da, hep yazılar yazıyorduk dergide. O ise
Moda Editörüne ba lıydı. Bilmem
Hilda’nın okuması var mıydı, ama çarpıcı
apkalar yapardı. New York’ta apka
yapmayı ö reten özel bir okula gitmi ti;
her gün i e gelirken hasır, kürk, kurdele,
ya da de i ik tonlarda tülden kendi
elleriyle yaptı ı yeni bir apka giyerdi.
« nanılmaz bir ey bu,» dedim.
«Gerçekten harika.» Doreen’i özlüyordum.
Burada olsa Hilda’nın büyüleyici atkısı
hakkında ince, i neli bir söz mırıldanıp
beni ne elendirirdi imdi.
Kendimi çok mutsuz
hissediyordum. Maskem daha o sabah
Jay Cee tarafından dü ürülmü tü.
Kendimle ilgili tüm o tedirgin edici
ku kuların gerçek oldu unu ve bu gerçe i
artık daha fazla gizleyemeyece imi
hissediyordum. On dokuz yıl boyunca iyi
notların, ödüllerin ve çe itli bursların
pe inde ko tuktan sonra, artık kendimi
koyveriyor, yava lıyor ve düpedüz yarı ı
bırakıyordum.
Betsy, «Neden bizimle birlikte kürk
defilesine gelmedin?» diye sordu. Bana
öyle geldi ki aynı soruyu bir dakika önce
de sormu tu, ama ben dinlemiyor
oldu um için yineliyordu imdi. «Doreen’le
mi gittin?»
«Hayır,» dedim. «Defileye gitmek
istiyordum ama Jay Cee telefon edip
büroya ça ırdı beni.» Defileye gitmek
istedi im do ru de ildi, ama imdi bunun
do ru oldu una kendimi inandırmaya
çalı ıyordum ki, Jay Cee’nin davranı ı
beni gerçekten yaralayabilsin.
Betsy’ye o sabah nasıl yata ımda
uzanmı yatarken kürk defilesine gitmeyi
tasarladı ımı anlattım. Ama erkenden
Doreen’in odama u rayıp beni ayartmaya
çalı tı ını söylemedim ona. «O ahmakça
defileye gidip de ne yapacaksın?» demi ti
Doreen, «Lenny’yle ben Coney Adası’na
gidiyoruz, neden bizimle geliniyorsun?
Lenny sana iyi birini bulabilir. Üstelik o
ö le yeme i daveti ve ö leden sonraki film
galasıyla bütün gün karambole gidecek.
Kimse yoklu umuzun farkına bile
varmaz.»
Bir an için gitmeyi istedim. Defile
gerçekten de budalaca bir ey olmalıydı.
Kürklere hiçbir zaman ilgi duymamı tım.
Sonunda, canımın istedi i kadar yatıp
ardından da Central Park’a gitmeye ve
günümü gölcüklerinde ördekler dola an o
çıplak parkta bulabilece im en uzun
çimenlerin üzerinde uzanarak geçirmeye
karar verdim.
Doreen’e defileye de, yeme e de,
film galasına da gitmeyece imi, Coney
Adası’na da gitmeyip günümü yatakta
geçirece imi söyledim. Doreen gittikten
sonra yapmam gereken eyleri neden
yapamadı ımı dü ündüm. Yorgun ve
hüzünlü hissettim kendimi. Sonra, neden
Doreen gibi yapmamam gereken eyleri
de yapamadı ımı dü ündüm ve kendimi
daha da yorgun ve hüzünlü hissettim.
Saatin kaç oldu unu bilmiyordum,
ama holde kızların ko u turmaları,
birbirlerine seslenmelerini ve defile için
hazırlanmalarını duymu tum. Sonra hol
sessizle mi ti. Ve ben yata ımda,
gözlerimi beyaz tavana dikmi sırtüstü
yatarken sessizlik büyüdü, büyüdü, bir
an geldi ki kulak zarlarımın sessizlikten
patlayaca ını sandım. Sonra telefon
çaldı.
Bir dakika boyunca telefona
bakakaldım. Ahize kemik rengi be i inde
hafifçe sallandı ına göre telefon
gerçekten çalıyor olmalıydı. Telefon
numaramı bir dansta ya da bir partide
birisine verip sonradan unutmu
olabilece imi dü ündüm. Ahizeyi kaldırıp
kısık, çekici bir sesle konu tum:
«Alo?»
«Ben Jay Cee.» Bir an bile
beklemeden acımasızca yanıtlamı tı Jay
Cee. «Bugün büroya gelmeyi tasarlıyor
muydun diye soracaktım.»
Çar afların arasına gömüldüm.
Jay Cee’nin neden büroya gelece imi
dü ündü ünü anlayamıyordum.
Yapaca ımız i leri hatırlatmak için, teksir
edilmi program kartları vermi lerdi bize.
Birçok sabahı ve ö leden sonrayı
bürodan uzakta, kentteki çe itli sosyal
olaylara katılarak geçiriyorduk.
Ku kusuz, bazı olaylara katılıp
katılmamak bizim iste imize bırakılmı tı.
Uzunca bir sessizlik oldu. Sonra
uysal bir sesle, «Kürk defilesine gitmeyi
dü ünüyordum,» dedim.
Dü ünmüyordum oysa, ama aklıma
söyleyecek ba ka ey gelmemi ti.
«Ona kürk defilesine gitmeyi
dü ündü ümü söyledim,» dedim Betsy’ye.
«Yine de büroya gelmemi istedi. Hem
benimle biraz konu mak istiyormu , hem
de yapılacak bazı i ler varmı .»
Betsy üzüntüme katılarak, «vah
vah,» dedi. Yemek sonrası sunulan
«konyaklı dondurma taba ıma damlayan
gözya larımı görmü olmalıydı, çünkü hiç
dokunmadı ı dondurma taba ını eliyle
bana do ru itti ve ben kendiminkini
bitirince dalgın dalgın onunkini yemeye
ba ladım. Gözya larımdan utanmı tım
biraz, ne var ki yeterince gerçektiler. Jay
Cee bazı korkunç eyler söylemi ti bana.

Saat on sularında silik bir gölge


gibi büroya girdi imde Jay Cee aya a
kalktı ve masasının çevresinden
dolanarak gidip kapıyı kapattı. Ben
daktilo masamın önündeki döner
sandalyeye yüzüm ona dönük olarak
oturdum. O da tam kar ıma, masasının
gerisindeki döner sandalyeye oturdu.
Penceresindeki raflar dolusu saksı bitkisi
tropikal bir bahçe gibi fı kırıyordu
arkasında.
« in sana ilginç gelmiyor mu
Esther?»
«Elbette geliyor,» dedim. «Çok ilginç
geliyor.» Bu sözleri haykırmak geliyordu
içimden. Sanki o zaman daha inandırıcı
olacaklardı. Ama kendimi tuttum.
Hayatım boyunca, okumak,
yazmak, deli gibi çalı maktan ba ka bir
ey istemedi imi söyleyip durmu tum
kendime. Gerçekten de öyle gibiydi. Her
eyde yeterince ba arılıydım ve hep en
yüksek notları alıyordum. Üniversiteye
geldi imde artık kimse durduramazdı
beni.
Kasaba gazetesinin üniversite
muhabirli ini, edebî derginin
editörlü ünü, akademik ve sosyal suç ve
cezalarla u ra an Onur Komitesinin
sekreterli ini yapıyordum. Bu sonuncusu
popüler bir görevdi. Tanınmı bir kadın
ozan ve fakültedeki bir profesör, do unun
en büyük üniversitelerinde doktora
yapması için destekliyorlardı beni.
Burslar vaadediliyordu. te imdi de
entellektüel bir moda dergisinin en iyi
editörünün yanında staj görüyordum. Ve
yürümemekte direnen a ır bir dolap
beygiri gibi duralayıp duruyordum.
«Her eyi son derece ilginç
buluyorum.» Sözcükler Jay Cee’nin
masasına tahta paralar gibi bo bir
tıngırtıyla döküldüler.
Jay Cee biraz sabırsızca, «Buna
sevindim,» dedi. «Kollarını sıvarsan bir
ayda dergide çok ey ö renebilirsin.
Senden önce burada çalı an kız moda
gösterileriyle filan ilgilenmedi. Ve bu
bürodan do ruca Time dergisine gitti.
«Aman Tanrım!» dedim aynı ölgün
sesle. «Çok hızlıymı do rusu!»
Jay Cee hafiften yumu ayarak,
«Aslında okulda bir yılın daha var senin,»
dedi. «Okulu bitirince ne yapmayı
dü ünüyorsun?»
Hep sanırdım ki bütün dü üncem
iyi bir doktora bursu almak ya da
Avrupa’da ö renim yapma olana ı
bulmak, sonra da bir profesör olup iir
kitapları yazmak ya da iir kitapları yazıp
bir çe it editör olmaktı. Genellikle bu
planlar dilimin ucunda olurdu.
«Aslında pek bilemiyorum,»
dedi imi duydum. Bunu söyledi imi
duyar duymaz da derin bir okla
sarsıldım. Çünkü söyledi im anda bunun
gerçek oldu unu farketmi tim.
Sanki evimin çevresinde epeydir
dolanıp duran ne idü ü belirsiz bir kimse
bir gün birden kar ıma çıkıp gerçek
babam oldu unu söylemi ti; bana
öylesine benziyordu ki, gerçekten babam
oldu unu hissetmi ve tüm ya amım
boyunca babam oldu unu sandı ım
ki inin bir sahtekâr oldu unu
anlamı tım. «Aslında pek bilemiyorum.»
«Böyle hiçbir yere varamazsın.» Jay
Cee durakladı. «Hangi dilleri biliyorsun?»
« ey, sanırım biraz Fransızca
okuyabilirim, öteden beri hep Almanca
ö renmeyi istedim.» A a ı yukarı be yıldır
herkese öteden beri Almanca ö renmek
istedi imi söylüyordum.
Annem Amerika’da geçirdi i
çocuklu unda Almanca konu urmu ve
bu yüzden Birinci Dünya Sava ı
sırasında okuldaki çocuklar onu ta a
tutmu lar. Dokuz ya ındayken yitirdi im
babamsa Polonya’nın göbe indeki deh
dolu bir köyden gelmeymi . En küçük
erkek karde imse o sırada Berlin’de
Uluslararası Ya ama Deneyine katılmı tı
ve Almanca’yı oranın yerlileri gibi
konu abiliyordu.
Söylemedi im ey uydu: Ne zaman
elime Almanca bir sözlük ya da kitap
alsam, o kapkara, sıkı ık, dikenli tellere
benzeyen harfleri görür görmez kafam bir
istiridye gibi kapanıveriyordu.
Eski parlak satıcılı ıma dönmemi
sa layacak bir ipucu arayarak, «Basın -
yayın i lerinde çalı mayı dü ündüm hep,»
dedim. «Herhalde bir yayınevine
ba vuraca ım.»
Jay Cee acımasızca, «Fransızca ve
Almanca’yı okuyabilmen gerekir,» dedi.
«Belki ba ka birkaç dili de. spanyolca,
talyanca - belki de en iyisi, Rusça.
Editör olmak sevdasıyla her yıl haziran
ayında yüzlerce kız dolar New York’a. O
sıradan insanları a malısın,’ daha fazla
bir eyler verebilmelisin. Birkaç dil
ö rensen çok iyi olur.»
Jay Cee’ye üniversitede son yılın
programında dil ö renmeye ayıracak
vaktim olmadı ını söylemeye dilim
varmadı. Onur ö rencileri için
düzenlenen ve insana ba ımsız
dü ünmeyi ö reten bir program
izleyecektim. Bu program çerçevesinde
Tolstoy’la Dostoyevski hakkında bir ders
ve üst düzeyde iir kompozisyonunu konu
alan bir seminer dı ında tüm zamanımı
James Joyce’un yapıtlarındaki karma ık
bir tema üzerine yazıp çizerek
geçirecektim. Finnegans Wake’i okumaya
bir türlü fırsat bulamadı ım için, imdilik
temamı seçmemi tim ama profesörün
tezim konusunda pek heyecanlıydı ve
ikizlerle ilgili imgeler hakkında yol
gösterici bilgiler vermeye söz vermi ti
bana.
«Elimden geleni yapaca ım,» dedim
Jay Cee’ye. «Belki u hızlandırılmı temel
Almanca derslerinden birini programıma
sıkı tırabilirim.» O anda bunu gerçekten
yapabilece imi dü ünüyordum. Sınıf
danı manımı kural dı ı eyler yapmama
izin vermesi için ikna edebiliyordum. O
da bana bir çe it ilginç deney gözüyle
bakıyordu.
Üniversitede fizik ve kimya zorunlu
derslerdi. Daha önce bir botanik dersi
almı ve çok ba arılı olmu tum. Bütün yıl
boyunca bir tek sınav sorusunu bile
yanlı yanıtlamamı tım ve bir ara da
botanist olup Afrika’daki yabanî otları ya
da Güney Amerika’daki ya mur
ormanlarını incelemek fikriyle
oyalanmı tım. Çünkü garip konularda
ola andı ı eyler üzerine çalı mak için
büyük burslar kazanmak, talya’da sanat
ö renimi, ngiltere’de ngilizce ö renimi
yapmak için burs kazanmaktan çok daha
kolaydır. Pek fazla rekabet yoktur bu
konularda.
Botanik dersi zevkliydi, çünkü
yaprakları kesip mikroskop altında
incelemeyi, e reltiotunun üreme
döngüsündeki tuhaf, yürek biçimli
yapra ın ve ekmek mayasının
diyagramlarını çizmeyi seviyordum.
Benim için gerçek eylerdi bunlar.
Oysa fizik dersine ilk girdi im gün
ölümden beterdi.
Bay Manzi adında esmer, kısa
boylu, peltek ve tiz sesli bir adam,
üzerinde dar, lacivert bir takım ve elinde
ufak tahta bir topla sınıfın önüne
dikilmi ti. Topu yüksek e imli, yivli bir
yüzeyin tepesinden a a ıya do ru bıraktı.
Sonra ivme için a, zaman için t harflerini
kullanaca ını söyledi ve bir anda
tahtanın her tarafını harfler, sayılar ve
e it i aretleriyle dolduruverdi. Kafamın
durdu unu hissettim.
Fizik kitabımı alıp yatakhaneye
döndüm. Gözenekli teksir kâ ıdına
basılmı muazzam bir kitaptı bu -tu la
kırmızısı karton kapaklar arasında,
içinde hiç resim ve foto raf bulunmayan,
yalnızca formüller ve emalarla dolu dört
yüz sayfalık bir kitap. Bu kitap
üniversiteli kızlara fizik ö retmek için Bay
Manzi tarafından yazılmı tı ve e er bizim
üzerimizde iyi sonuç alırsa Bay Manzi
kitabı bastırmaya çalı acaktı.
Sözün kısası, o formülleri
ezberledim, derslere devam ettim, e ik
yüzeylerden yuvarlanan topları
seyrettim, çalan zilleri dinledim ve dönem
sonunda, kızların ço u fizikten kalırken
ben pekiyiyle do rudan geçtim. Bir
defasında dersin çok zor oldu undan
yakman bir grup kıza Bay Manzi’nin
«Hayır çok zor olamaz, çünkü bir
arkada ınız tam not aldı,» dedi ini
duydum. «Kim o? Söyleyin bize,» dediler
ama o kafasını sallayıp sustu ve bana
suç orta ıymı ım gibi küçük, tatlı bir
gülücük gönderdi.
te bu olay bir sonraki dönemin
kimyasından kurtulma fikrini uyandırdı
kafamda. Fizikten tam not almı
olabilirdim, ama pani e kapılmı tım bir
kez. Fizik çalı ırken içime fenalıklar
geliyordu. Her eyin harflere ve sayılara
indirgenmesi beni çileden çıkarıyordu.
Tahtada yaprak ekilleri, yaprakların
soludu u gözeneklerin büyütülmü
emaları ve karoten, zantofil gibi
büyüleyici sözcükler yerine, Bay
Manzi’nin özel kırmızı tebe iriyle yazılmı
o çirkin, sıkı ık, akrep gibi harflerden
olu an formülleri vardı hep.
Kimyanın daha da beter olaca ını
biliyordum, çünkü kimya laboratuvarında
asılı duran doksan küsur elementlik
kocaman tabloda altın, gümü , kobalt ve
alüminyum gibi hiçbir kusuru olmayan
sözcüklerin, yanlarında ondalık sayılar
bulunan çirkin kısaltmalara
dönü türüldü ünü görmü tüm. Beynimi
bu tür saçmalıklarla biraz daha
zorlarsam çıldırabilirdim. Ba arısız
olaca ım kesindi. Yılın ilk yarısında
ancak korkunç bir irade gücüyle
sürükleyebilmi tim kendimi.
Bu durumda kurnazca bir planla
Sınıf Danı manıma gittim.
Planım uydu: Shakespeare
üzerine bir ders alabilmek için bu
zamana gereksinmem vardı. Ne de olsa
asıl konum ngiliz edebiyatıydı. O da ben
de gayet iyi biliyorduk ki kimyadan da
yine tam not alacaktım. Öyleyse
sınavlara girmeme ne gerek vardı?
Derslere yalnızca dinleyici olarak girip
verileni alsam ve notları, sınavları bir
tarafa bıraksam olmaz mıydı? Onurlu
ki iler arasında yalnızca bir onur
sorunuydu bu. çerik daima biçimden
daha fazla anlam ta ıyordu ve hep tam
not alaca ınızı bildikten sonra notlar da
biraz anlamını yitirmiyor muydu zaten?
Planımı güçlendiren bir ba ka neden de
benden sonraki sınıflar için ikinci yılda
zorunlu fen derslerinin kaldırılmı
olmasıydı. Bizim sınıf eski sistemin
kahrını çeken son sınıftı.
Bay Manzi de planımı yürekten
destekliyordu. Sanırım derslerinden çok
zevk alı ım ve onları iyi not almak gibi
maddî bir nedenle de il de yalnızca
kimyanın e siz çekicili i için izlemek
isteyi im gururunu ok amı tı.
Shakespeare dersini aldıktan sonra bile
kimya derslerini dinleyici olarak izlemeyi
önermekle akıllılık etmi tim do rusu.
Yapmam gerekmeyen bir eyi yapmakla
kimyadan kesinlikle vazgeçemedi imi
kanıtlamı oluyordum.
Ku kusuz önceden o tam notu
almı olmasam bu plan asla ba arılı
olmayacaktı. Ve sınıf danı manım aslında
nasıl bir korku ve moral bozuklu u içinde
oldu umu, hatta doktordan, sa lı ımın
kimya çalı maya uygun olmadı ı,
formüllerin ba ımı döndürdü ü vb.
nedenlerle rapor almak gibi canhıra
çareler üzerinde ciddi ciddi
dü ündü ümü bilseydi, eminim ki lafımı
bir dakika bile dinlemeyecek ve her eye
kar ın beni o derse sokacaktı.
Fakülte kurulu dilekçeme olumlu
yanıt verdi. Sonraları sınıf danı manım,
dilekçemin birçok profesörü
duygulandırdı ını söyledi bana.
Davranı ımı entelektüel olgunla mada
gerçek bir a ama olarak yorumlamı lardı.
O yılın geri kalan kısmını
dü ündükçe gülmekten kendimi
alamıyordum. Bütün dönem haftada be
kez kimya dersine girdim ve bir tanesini
bile kaçırmadım. Bay Manzi o kocaman,
köhne anfinin dibinde dikilip bir deney
tüpünün içindekileri bir ba ka deney
tüpüne bo altarak mavi alevler, kızıl
parıltılar ve sarı bulutlar yaratırken ben
onun yalnızca uzaklarda vızıldayan bir
sivrisinek oldu unu dü ünerek sesini
kulaklarımdan siliyor ve arkama yaslanıp
parlak ı ıkları, renkli alevleri zevkle
seyrederken sayfalar dolusu vilaneller ve
soneler yazıyordum.
Bay Manzi arasıra bana bakıp
yazmakta oldu umu görüyor ve takdir
dolu, küçük, tatlı bir gülücük yolluyordu
yukarıya. Herhalde bütün o formülleri
öbür kızlar gibi sınav zamanı için de il de
anlattıkları beni çok büyüledi i için
kendimi tutamayıp yazdı ımı sanıyordu.
4
Kimya dersini ba arıyla
savu turu umun öyküsü neden orada,
Jay Cee’nin odasında otururken
kafamdan geçti, bilemiyorum.
Kadın benimle konu tu u sürece
ba ının gerisinde, bir sihirbazın
apkasından çıkmı gibi havada duran
Bay Manzi’yi görüyordum. Elinde küçük
tahta topu ve Paskalya tatilinden önceki
gün çürük yumurta kokan kocaman sarı
bir bulut çıkarıp bütün kızları ve
kendisini güldüren deney tüpü vardı.
Bay Manzi için üzülüyordum.
Önünde diz çöküp böylesine a a ılık bir
yalancı oldu um için özür dilemek
geliyordu içimden.
Jay Cee bana bir yı ın öykü
denemesi verdi ve benimle çok daha
yumu ak bir biçimde konu tu. Sabahın
geri kalan kısmını, öyküleri okuyup
dü ündüklerimi pembe renkli iç yazı ma
kâ ıtlarına yazarak ve ertesi gün Betsy
tarafından okunmak üzere Betsy’nin
editörünün ofisine göndererek geçirdim.
Jay Cee arasıra pratik bilgiler vermek ya
da bir dedikoduyu aktarmak için
kesiyordu çalı mamı.
Jay Cee o gün ö le yeme ini biri
kadın biri erkek, iki ünlü yazarla
yiyecekti. Erkek olanı o sıralarda altı kısa
öyküsünü New Yorker dergisine, altı
tanesini de Jay Cee’ye satmı tı. Bu beni
a ırtmı tı, çünkü dergilerin Öyküleri
altılık gruplar halinde aldı ını
bilmiyordum. Hele altı tane öykünün
getirebilece i para miktarını dü ününce
büsbütün aklım karı ıyordu. Jay Cee bu
yemekte çok dikkatli olması gerekti ini
söylüyordu, çünkü kadın yazar da
öyküler yazıyormu , ama imdiye dek
New Yorker’da hiçbir öyküsü çıkmadı ı
gibi Jay Cee de ondan be yılda ancak bir
tane öykü almı . Jay Cee’nin daha ünlü
olan erkek yazarı pohpohlarken daha az
ünlü olan kadın yazarı da incitmemeye
özen göstermesi gerekiyordu.
Jay Cee’nin Fransız i i duvar
saatindeki melekler kanatlarını a a ı
yukarı oynatıp minik altın borazanlarını
dudaklarına götürerek birbiri ardından
on iki nota çaldıkları zaman Jay Cee
bana o günlük yeterince i yapmı
oldu umu, imdi Hanımlar Günü’nün gezi
ve ziyafetine, ardından da film galasına
gidebilece imi ve ertesi gün beni pırıl pırıl
ve erkenden kar ısında görmek istedi ini
söyledi
Sonra leylak rengi bluzunun
üzerine tayyörünün ceketini giydi, ba ına
yapma leylaklardan olu an bir apka
tutturdu, burnunu biraz pudraladı ve
kalın camlı gözlüklerini düzeltti. Müthi
çirkin, ama son derece akıllı bir
görünümü vardı. Odadan çıkarken leylak
rengi eldivenli eliyle omzumu ok adı.
«Bu hain kentin seni üzmesine
fırsat verme.»
Birkaç dakika dönen sandalyemde
oturup Jay Cee’yi dü ündüm. Kendimi,
sekreterimin her sabah sulamak zorunda
oldu u kauçuk bitkileri ve Afrika
menek eleriyle dolu bir odada ünlü editör
Ee Gee olarak hayal etmeye çalı tım.
Ke ke Jay Cee gibi bir annem olsaydı,
diye geçti içimden. O zaman ne
yapaca ımı bilebilirdim.
Kendi annemden pek hayır yoktu.
Babam öldü ünden beri bizi geçindirmek
için steno ve daktilo dersleri veriyor ve
gizliden gizliye hem i inden, hem de
ya am sigortası satıcılarına güvenmeyi i
nedeniyle be para bırakmadan ölüp
gitti i için babamdan nefret ediyordu.
Üniversiteden sonra steno ö renmem
için üstüme varıp duruyordu. Böylelikle
yüksekokul derecemin yanısıra bir de
pratik beceri kazanmı olacaktım.
«Havariler bile çadır yaparlardı,» derdi
annem. «Onlar da ya amak
zorundaydılar. Tıpkı bizim gibi.»
B i r Hanımlar Günü garsonunun
önümdeki iki bo dondurma taba ının
yerine koydu u tastaki ılık suya batırdım
parmaklarımı. Sonra hâlâ oldukça temiz
olan keten peçetemle onları tek tek,
özenle kuruladım. Ardından keten
peçeteyi katlayıp dudaklarımın arasına
yerle tirdim ve dudaklarımı peçetenin
tam üstüne bastırdım. Peçeteyi tekrar
masanın üzerine bıraktı ım da tam orta
yerinde silik pembe bir dudak ekli, minik
bir yürek gibi açılmı duruyordu.
Nereden nereye diye dü ündüm.
Parmak tasını bana burs veren
hanımın evinde görmü tüm ilk kez.
Burslarla u ra an ofisteki ufak tefek çilli
kadın, bursu veren ki i hayattaysa
mektup yazıp te ekkür etmenin okulun
bir gelene i oldu unu söylemi ti.
Bana burs veren ki i, benim
gitti im okula bin dokuz yüzlerin
ba larında gitmi olan Philomena Guinea
adında varlıklı bir kadın romancıydı. lk
romanından Bette Davis’in rol aldı ı bir
sessiz film ve hâlâ devam etmekte olan
bir radyo dizisi yapılmı tı. Kadının
hayatta oldu unu büyükbabamın çalı tı ı
kulübe yakın büyük bir malikânede
ya adı ını ö rendik.
Bu durumda Philomena Guinea’ya
okulun kırmızı antetli gri kâ ıtlarına
kömür karası bir mürekkeple uzun bir
mektup yazdım. Mektubumda,
sonbaharda bisikletle tepeleri dola ırken
gördü üm yaprakların güzelli ini, evde
ya ayıp her gün otobüsle bir kent
üniversitesine gidip gelmek yerine böyle
kampusta ya amanın nasıl ola anüstü
bir ey oldu unu, bilim kapılarının
önümde nasıl açıldı ını ve belki bir gün
benim de onun gibi büyük yapıtlar
verebilece imi anlattım.
Kasaba kitaplı ında Philomena
Guinea’nın bir kitabını okumu tum -her
nedense üniversitenin kitaplı ında hiçbir
kitabı yoktu- ve kitap ba tan sona uzun,
gerilim yaratan sorularla doluydu: «Acaba
Evelyn, Gladys’in Roger’ı eskiden
tanıdı ını farkedecek mi? diye heyecanla
dü ündü Hector.» ya da «Uzak bir çiftlikte
Bayan Rollmop’la gizli bir hayat süren
kızım Elsie’nin varlı ını ö renince Donald
nasıl evlenebilir benimle? diye sordu
Griselda ayı ı ında suskun yastı ına.» Bu
kitaplar, sonradan bana okulda çok
ba arısız oldu unu söyleyen Philomena
Guinea’ya milyonlarca dolar
kazandırmı tı.
Bayan Guinea mektubumu
yanıtladı ve beni evinde ö le yeme ine,
ça ırdı. te parmak tasını ilk kez orada
gördüm.
Suyun üzerinde birkaç kiraz çiçe i
yüzüyordu ve ben onu yemekten sonra
içilen bir tür berrak Japon çorbası
sanarak küçük, gevrek çiçeklerine
varıncaya kadar hepsini yedim. Bayan
Guinea hiçbir ey söylemedi ve ne yapmı
oldu umu ancak çok sonra, okuldan
tanıdı ım bir sosyete kızına o yemekten
sözetti im zaman ö rendim.

Güne liymi çesine aydınlatılmı


Hanımlar Günü binasından çıktı ımızda
gri caddelerde buharla an bir ya murla
kar ıla tık. Bu insanı tertemiz yıkayan
güzel bir ya mur de il, Brezilya’da
ya dı ını tahmin etti im türden bir
ya murdu. Gökten fincan taba ı
büyüklü ünde damlalar halinde dü üp
kızgın kaldırımlara neredeyse bir ıslıkla
çarpıyor ve parlak, esmer betondan
kıvranarak yükselen buhar bulutları
gönderiyordu yukarıya.
Ö leden sonrayı Central Park’ta
tek ba ıma geçirme konusundaki gizli
umudum, Hanımlar Günü binasının cam
bir yumurta çırpaca ı biçiminde yapılmı
döner kapılarından çıkarken uçup gitti.
Kendimi ılık ya murda Önce dı arıya,
sonra da bir taksinin lo ve sarsıntılı
ma arasının içine savrulmu buldum.
Yanımda Betsy, Hilda ve kocasıyla üç
çocu unu New Jersey’in Teaneck’inde
bırakıp gelmi olan kızıl saçlı, ufak tefek
ve ciddî Emily Ann Offenbach vardı.
Film berbattı. Oyuncular, June
Allyson’a benzeyen ama gerçekte ba ka
biri olan ho , sarı ın bir kızla Elizabeth
Taylor’a benzeyen ama yine gerçekte
ba ka biri olan siyah saçlı, uh bir kız ve
iri yarı, geni omuzlu, Rick ve Gil gibi
adları olan iki mankafaydı.
Filmin konusu futbolla karı ık bir
a k öyküsüydü. Renkli bir çekimdi.
Renkli filmlerden nefret ederim.
Renkli bir filmde herkes her yeni
sahnede parlak renkli bir kostüm giymek
zorunda hisseder kendini. Ve bir sürü
yemye il a acın ya da sapsarı bu day
ba a ının ortasında ya da uçsuz bucaksız
masmavi bir denizin kıyısında elbise
askısı gibi dikilir durur.
Olayın büyük bir kısmı futbol
stadyumlarında geçiyordu. Kızlar ya ık
giysiler içinde, yakalarında lahana
büyüklü ünde turuncu patlarla
tribünlerden el sallayıp oyuncuları
co turuyorlar, ya da bir balo salonunda
«Rüzgâr Gibi Geçti» den çıkma tuvaletler
içinde kavalyeleriyle pistte dolanıyor ve
sonra da makyaj odasına gidip
birbirlerine çirkin hakaretler
ya dırıyorlardı.
Sonunda iyi kızın iyi futbolcuyla
birle ece ini, uh kızınsa kimseyle
birle meyece ini, çünkü Gil adlı adamın
ba tan beri bir e de il yalnızca bir
metres istemi olup imdi de tek ki ilik bir
biletle Avrupa’ya gitmek üzere oldu unu
anlayabildim.
te a a ı yukarı bu sıralarda
kendimde bir gariplik hissetmeye
ba ladım. Çevreme, kendini filme
kaptırmı dizi dizi küçük kafaya baktım.
Hepsi de, önlerinde aynı gümü sü pırıltı,
arkalarında aynı siyah gölgeyle ahmakça
bir görünümdeydiler.
çimde korkunç bir kusma iste i
kabardı. Midemi bulandıranın bu berbat
film mi yoksa yedi im o bir yı ın havyar
mı oldu unu kestiremiyordum.
Yarı karanlıkta Betsy’ye, «Ben
otele dönüyorum,» diye fısıldadım.
Betsy ola anüstü bir dikkatle
perdeye dikmi ti gözlerini. Dudaklarını
hemen hiç kımıldatmadan, « yi de il
misin?» diye fısıldadı.
«Hayır,» dedim. «Felaket
durumdayım.»
«Ben de öyle, seninle geliyorum.»
Yerlerimizden kalkıp sıra boyunca
pardon pardon pardon diyerek ilerledik.
nsanlar homurdanarak, mırıldanarak
bize yol açmak için ya mur çizmelerini ve
emsiyelerini sa a sola çekiyorlardı.
Basabildi im kadar çok aya a bastım,
çünkü önümde bir balon gibi hızla
büyüyüp önümü görmemi engelleyen
korkunç kusma iste ini ancak böyle
unutabiliyordum.
Caddeye çıktı ımızda ılık bir
ya murun son kalıntıları hâlâ
süzülüyordu a a ıya.
Betsy peri an haldeydi.
Yanaklarının canlılı ı uçup gitmi ti.
Kar ımda sallanan kanı çekilmi yüzü
ye il bir renk almı tı ve sürekli terliyordu.
Taksi isteyip istemedi imize karar
vermeye çalı ırken hep yol kenarında
hazır bekleyen damalı, sarı taksilerden
birine attık kendimizi. Daha otele
varmadan ben bir kez kustum, Betsy de
iki kez.
Taksinin oförü virajları öyle hızlı
alıyordu ki arka koltukta ikimiz birden bir
o yana bir bu yana savruluyorduk.
Birimizin midesi bulandı ında yere bir ey
dü ürmü de onu alacakmı gibi sessizce
e iliyor, öbürümüz de bir arkı
mırıldanarak pencereden dı arıyı
seyreder gibi yapıyordu.
Yine de oför ne yaptı ımızı
anlamı a benziyordu.
Henüz kırmızıya dönen bir ı ıkta
durmayıp geçerken, «Hey,» diye terslendi,
«Bunu benim arabamda yapamazsınız,
inin de caddede yapın.»
Ama biz hiç ses çıkarmadık. oför
de otele hemen hemen vardı ımızı
anlamı olmalı ki ana giri kapısının
önünde park etmeden bizi arabadan
indirmedi.
Ücreti do ru dürüst hesaplayacak
kadar beklemeye cesaret edemedik.
oförün avucuna bir yı ın madenî para
doldurup yerdeki pisli i örtmek için
birkaç kâ ıt mendil bıraktık üstüne.
Lobiden ko arak geçip bo asansöre dar
attık kendimizi. ansımıza, günün sakin
bir saatiydi. Betsy’ye asansörde yine
bulantı geldi ve ben onun ba ını tuttum,
sonra bana bulantı geldi ve o benim
ba ımı tuttu.
Genellikle esaslı bir kusmadan
hemen sonra kendini daha iyi hisseder
insan. Biz de kucakla ıp vedala tık ve
odalarımıza gidip, uzanmak için
koridorun ters uçlarına do ru yürüdük.
Do rusu ya, birlikte kusmak kadar
insanları birbirine yakla tıran ey yoktur.
Ama kapıyı arkamdan kapayıp,
soyunup, sürüklenerek yata ıma uzanır
uzanmaz kendimi eskisinden bin beter
hissettim. Derhal tuvalete gitmem
gerekiyordu. Mavi mısır çiçekli beyaz
sabahlı ımı güç bela giyip sendeleyerek
tuvalete yöneldim.
Betsy benden önce gelmi ti bile.
Kapının ardında inledi ini
duyabiliyordum. Tela la kö eyi dönüp
öbür kanattaki tuvalete ko tum. Öyle
uzaktı ki, ölece imi sandım.
Tuvalete oturup ba ımı lavaboya
sarkıttım. Ve hem ba ırsaklarımı hem de
yedi im yeme i yitirmekte oldu umu
dü ündüm. Bulantı içimde dalgalar
halinde kabarıyordu. Her dalgadan sonra
bir süre ıslak bir yaprak gibi güçsüz ve
tepeden tırna a titreyerek kalıyor, sonra
üçünde yeni bir dalganın kabardı ını
hissediyordum. Ayaklarımın alfanda,
ba ımın tepesinde ve dört bir yanımda
i kence odasının parlak beyaz fayansları
üzerime do ru kapanıyor ve beni ezerek
lime lime parçalıyordu.
Ne kadar bir süre öyle kaldı ımı
bilmiyorum. Dı arıdan geçenlerin
çama ırlarımı yıkadı ımı sanmaları için
so uk suyu gürültüyle akıtıyordum.
Kendimi yeterince, güvende hissedince
de yere boylu boyunca uzanıp
kımıldamadan yattım.
Artık yaz bitmi e benziyordu. Kı
ayazının iliklerime i leyip di lerimi
takırdattı ını hissediyordum. Gelirken
yanımda sürükledi im büyük, beyaz otel
havlusu da ba ımın altında suskun bir
kar yı ını gibiydi.

Bir tuvalet kapısının u anda


yumruklandı ı gibi yumruklanmasını
müthi görgüsüzlük sayardım do rusu.
Kapıya vuran her kimse, benim yapmı
oldu um gibi öbür tarafa gidip ba ka bir
tuvalet bulabilir ve beni rahat
bırakabilirdi. Oysa kapıdaki, ısrarla
vurmaya devam ediyor ve kapıyı açmam
için neredeyse yalvarıyordu. Bu sesi belli
belirsiz tanıyordum. Emily Ann
Offenbach’ın sesine benziyordu biraz.
O zaman, «Bir dakika,» dedim.
Sözcükler pekmez gibi koyu ve acemice
döküldü a zımdan.
Kendimi toparlayıp yava ça
kalktım ve sifonu onuncu kez çektim.
Lavaboyu temizleyip havluyu kusmuk
lekeleri açık seçik görünmeyecek biçimde
katladım. Sonra kapının kilidini açtım ve
koridora çıktım.
Emily Ann’e ya da bir ba kasına
bakmamın tehlikeli olaca ını biliyordum.
Onun için donukla an gözlerimi
koridorun öbür ucunda sallanan bir
pencereye dikip bir aya ımı ötekinin
önüne koydum.

Gördü üm ilk ey birinin


ayakkabısıydı.
Çatlamı siyah deriden sa lam ve
oldukça eski bir ayakkabıydı bu. Ön
kısmında incecik hava denklerinden
olu an bir deseni ve donuk bir cilası
vardı. Ayakkabının burnu bana dönüktü.
Sa yana ımı acıtan ye il, sert bir
yüzeyin üzerinde duruyor gibiydi.
Hiç kımıldamadan, ne
yapabilece im konusunda bana bir fikir
verecek bir ipucu bekledim. Ayakkabının
biraz solunda beyaz zemin üzerinde yı ıla
kalmı da ınık mısır çiçekleri çarptı
gözüme ve a layasım geldi. Baktı ım ey
kendi sabahlı ımın koluydu ve ucunda
sol elim cansız bir balık gibi uzanmı
duruyordu.
«Kendine geldi artık.»
Ses ba ımın çok yukarılarındaki
serinkanlı, mantıklı bir bölgeden
geliyordu. Bir an için bunda bir gariplik
görmedim, ama sonra garipsedim birden.
Bu bir erkek sesiydi ve kaldı ımız otele
günün hiçbir saatinde hiçbir erkek
giremezdi.
«Daha kaç ki i var?» diye devam
etti ses.
lgiyle dinliyordum. Yer inanılmaz
derecede sa lam gibiydi. Dü mü
oldu umu ve daha fazla dü emeyece imi
bilmek rahatlatıcıydı.
Bir kadın sesi, «On bir sanırım,»
diye yanıtladı. Kadın siyah ayakkabının
sahibi olmalıydı. «Sanırım on bir, ama biri
eksik oldu una göre yalnız on kalıyor.»
« yi öyleyse, sen bunu yatır da ben
ötekilere bakayım.»
Sa kula ımda giderek hafifleyen
kof bir rap-rap duydum. Sonra uzaklarda
bir kapı açıldı, sesler ve iniltiler duyuldu
ve kapı yine kapandı.
ki el koltuk altlarıma kaydı ve
kadının sesi, «Haydi güzelim, biraz çaba
göster,» dedi. Yarı yarıya kaldırıldı ımı
hissettim. Kapılar birer birer yava ça
geçiyordu yanımızdan. Sonunda açık bir
kapıya varıp içeri girdik.
Yata ımın üzerindeki örtü
açılmı tı. Kadın yatmama yardım etti.
Sonra beni çeneme kadar örttü ve
yata ın yarandaki koltukta tombul,
pembe eliyle yelpazelenerek bir dakika
kadar dinlendi. Altın çerçeveli gözlükleri
ve beyaz bir hastabakıcı kepi vardı.
Ölgün bir sesle, «Siz kimsiniz?» diye
sordum.
«Ben otelin hastabakıcıyım.»
«Neyim var benim?»
«Zehirlenme,» dedi kısaca.
«Topunuz birden zehirlenmi siniz. Hiç
böyle ey görmemi tim. O hasta, bu
hasta, siz genç haramlar ne doldurdunuz
midelerinize?»
«Herkes hasta mı?» diye
umutlanarak sordum.
«Topu birden,» diye zevkle onayladı,
«Hepsi hasta kediler gibi annelerini
istiyor.»
Oda çevremde büyük bir
yumu aklıkla dönüyordu. Sanki
sandalyeler, masalar ve duvarlar bu ani
zayıflı ıma acıyarak a ırlıklarını
gizliyorlardı.
Hastabakıcı kapıdan, «Doktor sana
bir i ne yaptı,» dedi. « imdi uyursun.»
Ve kapı bo bir kâ ıt gibi örttü
onu. Sonra daha büyük bir kâ ıt kapıyı
da örttü ve ben ona do ru kayarken
gülümseyerek uyuyakaldım.

Yastı ımın yanıba ında elinde


beyaz bir kâseyle biri duruyordu.
« ç unu,» dedi.
Kafamı salladım. Yastık bir saman
yı ını gibi çatırdadı.
«Bunu içersen daha iyi olacaksın
ama.»
Kalın beyaz porselen bir kâse
burnumun altına do ru alçaldı. afak
vakti de ak am vakti de olabilecek baygın
ı ıkta kehribar renkli berrak sıvıyı
inceledim. Üzerinde tereya ı parçaları
yüzüyordu. Hafif bir tavuk kokusu burun
deliklerime yükseldi.
Gözlerim bir an kâsenin
gerisindeki ete in üzerinde duraladı.
«Betsy,» dedim:
«Ne Betsy’si, benim ben.»
O zaman gözlerimi kaldırdım ve
silikle en pencerenin önünde Doreen’in
ba ını gördüm. Arkadan vuran ı ıkta sarı
saçlarının uçları altın bir hale gibi
tutu mu tu. Yüzü gölgede kaldı ı için
anlatımını tam çıkaramıyordum. Ama
parmaklarının ucundan ustaca bir
sevecenli in aktı ını hissettim. Betsy ya
da annem ya da eter kokulu bir
hastabakıcı da olabilirdi.
Ba ımı e ip çorbadan bir yudum
aldım. A zımın içi kumlu gibiydi. Bir
yudum, bir yudum daha aldım ve
sonunda kâse tamamen bo aldı.
Arınmı , kutsanmı ve yeni bir
ya am için hazır hissettim kendimi.
Doreen kâseyi pencerenin
kenarına koyup koltu a çöktü. Sigara
çıkarmaya davranmayı ı dikkatimi çekti.
a ırtıcıydı bu, çünkü zincirleme sigara
içerdi Doreen.
«Az daha ölüyordun,» dedi
sonunda.
«Galiba hep o havyar yüzünden.»
«Ne havyarı! Yengeç etiymi .
ncelediler, tıka basa zehir doluymu .»
Hanımlar Günü’nün sonsuza
uzanan göksel beyaz mutfakları canlandı
gözümde. Avokadoların teker teker
yengeç eti ve mayonezle doldurulup
parlak ı ıklar altında resimlerinin
çekildi ini görür gibi oldum. Pembe
benekli çıtkırıldım pençe etlerinin,
üzerlerini örten mayonez yorganının
arasından ba tan çıkarırcasına
uzandıklarını ve hepsini be i inde ta ıyan
timsah ye ili kenarlı sarı avokado
kâselerini de görür gibi oldum.
Zehir ha!
« ncelemeyi kim yaptı?» Doktor
birimizin midesini yıkadıktan sonra
bulduklarını otel laboratuvarında
incelemi olabilirdi.
«Hanımlar Günü’ndeki ku
beyinliler. Hepiniz kıvrım kıvrım
kıvranmaya ba layınca birisi büroya
telefon etti, bürodan da Hanımlar
Günü’nü aradılar ve büyük ziyafetten
arta kalan her eyi incelettiler. Ha!»
Bo bir sesle «Ha!» diye yankıladım.
Doreen’i yeniden bulmak güzeldi
do rusu.
«Arma anlar göndermi ler,» diye
ekledi. «Dı arıda, holde kocaman bir
mukavva kutu içinde duruyorlar.»
«Nasıl bu kadar çabuk gelebildiler?»
«Özel ulak ekspresle, ne sandın
yani? Hepinizin sa da solda Hanımlar
Günü’nde zehirlendi inizi anlatmanız pek
ho larına gitmez herhalde. öyle parlak
bir hukukçu bulsanız kazandıkları her
kuru için tazminat davası açabilirsiniz.»
«Arma anlar ne?» Yeterince iyi bir
arma ansa olup bitenlere
aldırmayaca ımı hissetmeye ba lamı tım.
Çünkü sonuç olarak kendimi çok saf ve
temiz hissediyordum.
«Daha kimse kutuyu açmadı ki,
hepsi pestil gibi yatıyor. Ayakta duran
tek ki i ben oldu umdan çorba da ıtımını
ben üstlendim. lk önce de seninkini
getirdim.»
«Haydi arma anın ne oldu una
bak,» diye yalvardım. Sonra birden
anımsayarak, «Bende de senin için bir
arma an var,» dedim.
Doreen hole çıktı. Bir süre
hı ırtıyla dolandı ını, sonra yırtılan kâ ıt
sesini duydum. Sonunda üzeri adlarla
dolu, parlak kaplı kalın bir kitapla odaya
döndü.
«Yılın En yi Otuz Öyküsü.» Doreen
kitabı kuca ıma bıraktı. «Dı arıda,
kutunun içinde on bir tane daha var.
Hastayken bunları okuyup
oyalanaca ınızı dü ünmü olmalılar.»
Durakladı. «Benimki nerede?»
Portföyümü karı tırıp Doreen’e
üzerinde adı olan papatyalı cep aynasını
uzattım. Doreen bana baktı, ben ona
baktım ve kahkahalarla gülmeye
ba ladık.
« stersen benim çorbamı da
içebilirsin,» dedi. «Yanlı lıkla tepsiye on iki
çorba koymu lar. Ama Lenny’yle birlikte
ya murun dinmesini beklerken o kadar
çok sosisli sandviç yedik ki, bir lokma
daha yiyecek halim yok benim.»
«Onu da getir,» dedim. «Açlıktan
ölüyorum.»
5
Ertesi sabah saat yedide telefon
çaldı.
Simsiyah bir uykunun
derinliklerinden yukarıya do ru yava ça
yüzdüm. Ben uyanmadan aynamın
kenarına Jay Cee’den gelen bir telgraf
sıkı tırmı lardı. e gelmeye
kalkı mamamı, bütün gün dinlenip
tamamen iyile memi istedi ini ve yengeç
eti olayına çok üzüldü ünü söylüyordu
telgrafta. Onun için telefon edenin kim
olabilece ini dü ünemiyordum.
Uzanıp telefonu açtım. Mikrofon
kısmı köprücük kemi ine, i itme kısmı da
omzuma dayalı duracak ekilde yastı ıma
koydum.
«Alo?»
Bir erkek sesi, «Bayan Esther
Greenwood’la mı görü üyorum?» diye
sordu. ivesinde hafif bir yabancılık sezer
gibi oldum.
«Üstüne bastınız,» dedim.
«Ben Constantin Falanca.»
Soyadını çıkaramamı tım, ama
içinde bir sürü S ve K harfi vardı.
Constantin diye birini tanımıyordum,
ama bunu söyleyecek cesareti
bulamadım kendimde.
Sonra Bayan Willard’ı ve simültane
çevirmenini anımsadım.
Dimdik oturup telefonu iki elimle
sımsıkı tutarak, «Evet, evet, anladım,»
diye haykırdım.
Bayan Willard’ın beni Constantin
adlı biriyle tanı tıraca ını hiç
ummamı tım do rusu.
lginç adlı erkekler koleksiyonu
yapıyordum. Bir Socrates tanıyordum
örne in. Uzun boylu, çirkin ve
entelektüeldi. Hollywood’da ünlü bir
Yunanlı film yapımcısının o luydu ve aynı
zamanda da Katolikti. Bu da her eyi
berbat etmi ti bizim için. Socrates’ten
ba ka bir de Boston i letmecilik
Okulunda okuyan Attila adlı bir Beyaz
Rus tanımı tım.
Yava yava Constantin’ın o gün
için bir randevu ayarlamaya çalı tı ım
anladım.
«Bugün ö leden sonra Birle mi
Milletleri görmek ister miydin?»
«Birle mi Milletleri zaten
görebiliyorum,» dedim kısa, isterik bir
kıkırdamayla.
Afallamı gibiydi.
«Onu penceremden görebiliyorum.»
Belki de ngilizcem onun için bir nebze
hızlıydı. Bir sessizlik oldu.
Ardından, «Belki sonra da bir
lokma bir ey yeriz,» dedi.
Bayan Willard’a özgü gözleri
tanıdım ve hevesim kaçtı. Bayan Willard
her zaman bir lokma bir ey yemeye
ça ırırdı insanı. Bu adamın Amerika’ya
ilk geldi inde Bayan Willard’ın evinde
konuk oldu unu anımsadım. Bayan
Willard evini yabancılara açıp dı arıya
gitti inde de yabancıların evlerini ona
açacakları tip anla malardan birine
girmi ti.
imdi açıkça görüyordum ki Bayan
Willard Rusya’da kendisini bekleyen evi
benim New York’ta yiyece im bir lokma
bir eyle takas etmek durumunda
kalmı tı.
Katı bir sesle. «Evet, bir lokma bir
ey yiyebiliriz,» dedim. «Saat kaçta
gelirsin?»
« ki sularında arabamla gelir seni
alırım. Amazon, de il mi?»
«Evet.»
«Tamam, nerede oldu unu
biliyorum.»
Bunu anlamlı bir sesle söylemi
gibi geldi bana. Sonra, belki Amazon’da
kalan bazı kızların Birle mi Milletler’de
sekreterlik yaptıklarını, Constantin’in de
bir zamanlar onlardan biriyle flört etmi
olabilece ini dü ündüm. Telefonu önce
onun kapatmasını bekledim, ardından
ben de kapattım. Hırçınla tı ımı
hissederek yastıklara bıraktım kendimi.
te yine almı ba ımı gidiyordum.
Beni gördü ü anda çılgınca â ık olacak
bir erke in görkemli dü ünü kurmaya
ba lamı tım bile. Oysa yalnızca birkaç
kuru laf etmi tik. Olup olaca ı görevsel
bir Birle mi Milletler turu ve bir tur
sonrası sandviçiydi!
Kendi kendime moral vermeye
çalı tım.
Belki de Bayan Willard’ın
simültane çevirmeni kısa boylu ve
çirkindi ve ben eninde sonunda ona da
Buddy Willard gibi tepeden bakacaktım.
Böyle dü ünmek bir çe it doyum verdi
bana. Çünkü Buddy Willard’a gerçekten
tepeden bakıyordum ve her ne kadar
herkes hâlâ sanatoryumdan çıktı ı
zaman onunla evlenece imi sanıyorsa da,
ben çok iyi biliyordum ki yeryüzünde
kalan tek erkek o olsa yine de onunla
evlenmeyecektim.
Buddy Willard ikiyüzlünün biriydi.
Elbette ba langıçta ikiyüzlü
oldu unu bilmiyordum. Hatta hayatımda
gördü üm en ola anüstü erkek oldu unu
dü ünmü tüm. Benim yüzüme bile
bakmadı ı sıralarda onu uzaktan uza a
tam be yıl boyunca taparcasına
sevmi tim. Ve sonra, benim onu hâlâ
çılgınca sevdi im ve onun da bana
bakmaya ba ladı ı güzel bir dönem
ya amı tık. Tam bana daha fazla
bakmaya ba lamı tı ki, tam bir rastlantı
sonucu o müthi ikiyüzlülü ünü
ke fetmi tim. Ve imdi benim kendisiyle
evlenmemi istiyor, bense ondan ölesiye
nefret ediyordum.
in en kötü yanı, hakkında ne
dü ündü ümü ona açık acık
söyleyemeyi imdi. Çünkü ben daha bunu
yapana kadar o vereme yakalanmı tı ve
imdi iyile ip de çıplak gerçe i i itebilecek
duruma gelinceye kadar onu idare etmek
zorundaydım.
Kahvaltı için kafeteryaya
inmemeye karar verdim. nsem giyinmem
gerekecekti ve bütün sabah yatakta
kalacaksam giyinmenin ne anlamı vardı?
A a ıya telefon edip kahvaltı tepsisini
odama göndermelerini isteyebilirdim ama
o zaman da tepsiyi getirene bah i
vermem gerekecekti ve ben ne kadar
bah i verilece ini, hiç mi hiç
kestiremezdim. New York’ta bah i
vermeye çalı ırken oldukça asap bozucu
eyler gelmi ti ba ıma.
Amazon’a ilk geldi imde otel
görevlisi üniforması, giymi cücemsi,
dazlak bir adam bavulumu asansörle
yukarıya çıkarmı ve odamı anahtarla
açmı tı. Elbette ben hemen pencereye
ko up manzarayı görmek için dı arıya
bakmı tım. Bir süre sonra adamın
lavaboda sıcak ve so uk su musluklarını
açıp, «Bu sıcak, bu da so uk,» dedi ini,
radyoyu açıp bana New York’taki bütün
radyo istasyonlarının adlarını saydı ını
farkedince tedirgin olmaya ba lamı tım!
Arkam ona dönük durumda kesin bir
tonla, «Bavulumu yukarıya getirdi iniz
için te ekkür ederim,» demi tim.
Adam ters ve i neleyici bir tonda,
«Te ekkür ederim, te ekkür ederim. Ha!»
demi ve ben neden bozuldu unu
anlamak için dönüp bakana kadar kapıyı
kabaca çarparak çıkıp gitmi ti.
Sonraları Doreen’e adamın bu
tuhaf davranı ından: sözetti imde, «Çok
safsın,» dedi. «Adam bah i ini istiyormu .»
Ne kadar vermem gerekti ini
sordum Doreen’e. En az bir çeyrek ve
e er bavul çok a ırsa otuz be sent
vermem gerekti ini söyledi. Do rusu ya,
o bavulu pekâlâ kendim götürebilirdim
odama. Ama adam o kadar hevesli
görünüyordu ki, bari o ta ısın demi tim.
Bu tür hizmetlerin oda ücretine dahil
oldu unu sanıyordum.
Kendi ba ıma kolayca
yapabilece im bir ey için ba kalarına
para vermekten nefret ederim. Sinirime
dokunur bu.
Doreen bah i in yüzde on oranında
olması gerekti ini söylemi ti. Ama
nedense hiçbir zaman tam o miktarda
bozuk param olmuyordu ve birine yarım
doları uzatıp, «Bunun on be senti sizin
bah i iniz, lütfen otuz be sent geri
verin,» demek de çok aptalca geliyordu.
New York’ta ilk taksiye bindi im
zaman oföre on sent bah i vermi tim.
Ücret bir dolar oldu una göre on sentin
tam tamına uygun oldu unu dü ünerek
parayı biraz tantanalı bir jest ve
gülümsemeyle uzatmı tım oföre. Ama o
avucunda duran paraya gözlerini dikip
bakmı , bakmı ve ben yanlı lıkla bir
Kanada onlu u vermi oldu umdan
korkarak arabadan inerken yüksek
perdeden ba ırmaya ba lamı tı, «Hanım,
hanım, biz de senin gibi ve herkes gibi
ya amak zorundayız!» Ba ırması beni
öylesine ürkütmü tü ki tabana kuvvet
ko maya ba lamı tım. Neyse ki bir kırmızı
ı ıkta durmak zorunda kalmı tı, yoksa
korkarım arabasını yanımsıra sürerek
öyle yüz kızartıcı ekilde ba ırmaya
devam edecekti.
Doreen’e bunu anlattı ım zaman
New York’a son geli inden beri bah i
oranının pekâlâ yüzde ondan yüzde on
be e yükselmi olabilece ini söyledi. Ya
öyleydi, ya da ben a a ılık parazitin birine
çatmı tım.

Hanımlar Günü’nden gönderdikleri


kitaba uzandım. Kitabı açtı ımda içinden
bir kart dü tü. Kartın üstünde çiçekli
pijamalarıyla sepetinde mahzun mahzun
oturan bir fino resmi vardı. Kartın
içindeyse aynı fino sepetine uzanmı ,
yüzünde bir gülümsemeyle mı ıl mı ıl
uyuyordu. Tepesinde süslü bir yazıyla
unlar yazılıydı: « yile mek için tek yol,
böyle dinlenmektir bol bol.» Kartın altına
leylak renkli mürekkeple, Hanımlar
Günü’ndeki tüm iyi dostlarınızdan, geçmi
olsun!» yazılmı tı.
Öyküleri birbiri ardından hızla
okuyarak sonunda bir incir a acı
hakkında yazılmı bir öyküye geldim.
Bu incir a acı Yahudi bir adamın
eviyle bir manastırın arasındaki ye il
çayırda yeti mi ti. Yahudiyle esmer güzeli
bir rahibe olgun incirleri toplamak üzere
geldikleri a acın altında kar ıla ıyorlardı
hep. Bugün a acın dalındaki bir ku
yuvasında çatlayan bir yumurta
gördüler. Ve küçük ku un yumurtayı
gagalayarak dı arıya çıkı ını seyrederken
elleri birbirine de di. O günden sonra
rahibe bir daha incir toplamaya gelmedi.
Onun yerine mendebur suratlı Katolik bir
mutfak hizmetçisi geliyor ve incir
toplamayı bitirdiklerinde adam
kendisinden fazla toplamı olmasın diye
onun incirlerini sayıyordu. Bu da adamı
müthi öfkelendiriyordu.
Bence çok güzel bir öyküydü bu.
Özellikle kı ın karlar altında kalan incir
a acını ve ilkbaharda yemye il meyvelerle
bezenen incir a acını anlatan bölümü
sevmi tim. Son sayfaya geldi imde
üzüntü duydum. Bir çitin aralı ından
emeklercesine o siyah satırların
arasından içeri sokulup o kocaman,
yemye il, güzelim incir a acının altında
uyumak istedim.
Bana öyle geliyordu ki Buddy
Willard’la ben, o Yahudi adamla rahibeye
benziyorduk. Elbette biz Yahudi ya da
Katolik de il Protestandık. Kendi dü sel
incir a acımızın altında kar ıla mı tık ve
gördü ümüz ey yumurtadan çıkan bir
ku de il, bir kadından çıkan bir bebekti.
Sonra korkunç bir ey oldu ve yollarımız
ayrıldı.
Beyaz otel yata ında halsiz ve
yapayalnız uzanmı yatarken bir an
Adirondacks’teki o sanatoryumda
oldu umu dü ündüm ve kendimi çok
a a ılık hissettim. Buddy mektuplarında,
aynı zamanda doktor olan bir ozanın
iirlerini okudu unu, imdi hayatta
olmayan ünlü bir Rus kısa öykü
yazarının da doktor oldu unu ke fetti ini
ve sonuçta belki de doktorlarla yazarların
iyi geçinebileceklerini yazıp duruyordu.
Aslına bakarsanız bu, Buddy
Willard’ın birbirimizi tanıdı ımız iki yıl
boyunca tutturdu u teraneden çok
farklıydı. Bir gün gülümseyerek bana
öyle dedi ini hâlâ anımsarım: « iir nedir,
bilir misin Esther?»
«Hayır, nedir?» demi tim.
«Bir avuç toz.» Ve bunu dü ünmü
olmaktan öylesine gururlanır bir hali
vardı ki, sarı saçlarına, mavi gözlerine,
beyaz di lerine -çok uzun, sa lam beyaz
di leri vardı- bakakalmı ve, «Sanırım
öyledir,» demi tim.
te ancak koca bir yıl sonra New
York’un ortasında bu söze verilecek bir
yanıt dü ünebiliyordum.
Kafamda sık sık Buddy Willard’la
uzun konu malar yapardım. Buddy
benden birkaç ya büyüktü. Çok bilimsel
bir yakla ımla her eyi kanıtlayabiliyordu.
Onunla birlikteyken ondan a a ı
kalmamak için çok çaba harcamam
gerekiyordu.
Kafamın içindeki konu malar
genellikle Buddy’yle gerçekte yapmı
oldu um konu malar gibi ba lardı. Ancak
biti leri çok farklıydı. Oturup saf saf,
«Sanırım öyledir» demek yerine esaslı bir
yanıtla sustururdum onu.
te imdi yata ımda sırtüstü
yatarken, Buddy’nin o soruyu soru unu
canlandırıyordum kafamda; « iir nedir,
bilir misin Esther?»
«Hayır, nedir?» diyordum.
«Bir avuç toz.»
Sonra, tam o gülümseyip
gururlanmaya ba larken, «Senin kesip
biçti in kadavralar da öyle,» diyordum.
«Tedavi etti ini sandı ın insanlar da. Toz
ne kadar tozsa onlar da o kadar toz.
Sanırım iyi bir iir o insanların yüz
tanesinin toplamından çok daha uzun
ya ar.»
Ve elbette Buddy’nin buna verecek
yanıtı olmuyordu, çünkü söyledi im ey
gerçekti. nsanlar da tozdan ibaretti ve
bütün bu toza doktorluk etmenin,
insanların mutsuz ya da hasta olup
uyuyamadıkları zaman anımsayıp kendi
kendilerine yineleyecekleri iirler
yazmaktan daha iyi bir ey olu unu
anlayamıyordum.
Benim derdim, Buddy Willard’ın
söyledi i her eyi Tanrı sözü gibi katıksız
gerçek kabul edi imdi. Beni öptü ü ilk
geceyi anımsıyordum. Yale
Üniversitesindeki sınıf balosundan
sonraydı.
Buddy’nin beni o baloya ça ırı ı da
bir garip olmu tu do rusu.
Bir Noel tatilinde damdan dü er
gibi evime gelmi ti. Üzerinde balıkçı
yakalı, kalın, beyaz bir kazak vardı ve
öyle yakı ıklıydı ki, gözlerimi güçlükle
ayırabiliyordum ondan. «Bir gün seni
görmek için okula u rayabilirim, tamam
mı?» demi ti.
a kına dönmü tüm. Buddy’yi
yalnızca tatillerde üniversiteden eve
döndü ümüzde, pazar günleri kilisede
görürdüm. O zaman da uzaktan.
Nereden esip de ko a ko a beni görmeye
geldi ini anlayamamı tım. Dedi ine göre
evlerimizin arsındaki iki millik uzaklı ı
antrenman olsun diye ko mu tu.
u da var ki, annelerimiz iyi
arkada tılar. Aynı okula gitmi ler, sonra
ikisi de profesörleriyle evlenip aynı
kasabaya yerle mi lerdi. Ama Buddy
sonbaharda bir burs bulup hazırlık
okuluna, yazın da çamlara musallat olan
bir hastalıkla mücadele ederek para
kazanmak için Montana’ya gitti inden
annelerimizin eski okul arkada ı olmaları
aslında hiç önem ta ımıyordu.
Bu anî ziyaretten sonra mart
ba larında güzel bir cumartesi sabahına
kadar Buddy’den hiç ses çıkmadı. Telefon
çaldı ı zaman okuldaki odamda gelecek
pazartesi günkü haçlı seferleriyle ilgili
tarih sınavı için Münzevi Peter’le
Meteliksiz Walter’ı çalı ıyordum.
Genellikle holdeki telefona cevap
verme i i sıraya bindirilir. Ama ben hep
son sınıf ö rencilerinin kaldı ı kattaki tek
birinci sınıf ö rencisi oldu umdan
telefona bakmak da ço u kez bana
dü üyordu. Belki de biri benden önce
davranır diye bir dakika bekledim. Sonra
herkesin ya dı arıda top oynadı ını, ya da
hafta sonu için okuldan ayrılmı
oldu unu dü ünerek telefona cevap
verdim.
A a ıda nöbette olan kız, «Esther,
sen misin?» diye sordu ve evet dedi im
zaman, «Bir erkek seni görmek istiyor,»
dedi.
Bunu duymak beni a ırtmı tı,
çünkü o yıl ba kaları aracılı ıyla
bulu tu um erkeklerden hiçbiri ikinci bir
randevu için aramamı tı beni. Hiç ansım
yoktu. Her Cumartesi ak amı avuçlarım
terleyerek, merak içinde a a ıya inip bir
son sınıf ö rencisinin teyzesinin en iyi
arkada ının o luyla tanı tırılmaktan ve
kar ımda kepçe kulaklı ya da di lek ya da
topal, soluk benizli, mantar gibi birini
bulmaktan nefret ediyordum. Bunu
haketti imi sanmıyordum. Eninde
sonunda herhangi bir sakatlı ım yoktu,
yalnızca çok fazla çalı ıyor, ne zaman
durmam gerekti ini kestiremiyordum.
Her neyse, saçımı taradım,
rujumu tazeledim, tardı kitabımı yanıma
aldım -çok çekilmez biriyse; kitaplı a
gitmekte oldu umu söyleyebilmek için- ve
a a ıya indim. Bir de ne göreyim,
fermuarlı haki ceketi, mavi kot pantolonu
ve a ınmı gri lastik ayakkabılarıyla
Buddy Willard posta masasına dayanmı ,
yukarı bakıp bana sırıtmıyor mu?
«Yalnızca merhaba demeye
geldim,» dedi.
Do rusu ya, ta Yale’den buraya,
üstelik de sonradan söyledi i gibi masraf
olmasın diye otostopla, yalnızca merhaba
demek için gelmesi tuhafıma gitti.
«Merhaba,» dedim. «Haydi gidip
terasta oturalım.»
Terasa çıkmak istiyordum, çünkü
nöbetteki kız her eye burnunu sokan bir
son sınıf ö rencisiydi ve beni merakla
süzüyordu. Buddy’nin büyük bir yanlı lık
yaptı ını dü ündü ü ortadaydı.
Salıncaklı hasır sandalyelere
yanyana oturduk. Berrak, esintisiz ve
neredeyse sıcaktı hava.
Buddy, «Birkaç dakikadan fazla
kalamam,» dedi.
«A hiç olur mu, yeme e kal,»
dedim.
«Yo, kalamam. Joan’la birlikte
ikinci sınıfların balosuna gitmek için
geldim.»
Adamakıllı ahmak yerine
kondu umu hissettim.
«Joan nasıl?» diye sordum
so ukça.
Joan Gilling bizim kasabadandı,
bizim kilisenin üyesiydi ve okulda benden
bir yıl ilerideydi. Yaman bir kızdı sınıf
ba kanı, fizik bölümü ö rencisi ve
üniversitenin hokey ampiyonu. Çakıl
renkli durgun gözleri, parlak, mezarta ı
di leri ve soluk solu a konu ması beni
hep tedirgin ederdi. At gibi de iriydi.
Buddy’nin oldukça zevksiz oldu unu
dü ünmeye ba lamı tım.
«Ha, Joan,» dedi. «Beni bu baloya
iki ay öncesinden ça ırdı, annesi de
annemden kızını götürmemi rica etti. Bu
durumda ne yapabilirdim ki?»
«Peki madem istemiyordun, neden
götürece ini söyledin?» dedim.
«Yok, Joan’u severim. Onun için
para harcayıp harcamadı ına hiç
aldırmaz ve açık havada bir eyler
yapmaktan ho lanır. Yale’e hafta sonu
için son geli inde East Rock’a bir bisiklet
gezisi yaptık. Tepelere çıkarken
arkasından itmek zorunda kalmadı ım
tek kız o. yidir Joan.»
Kıskançlıktan buz gibi oldu umu
hissettim. Yale’e hiç gitmemi tim ve
kaldı ım yurttaki son sınıf ö rencilerinin
hafta sonlarında en çok gitmek istedikleri
yerdi Yale. Buddy Willard’dan hiçbir ey
beklememeye karar verdim. Birinden
hiçbir ey beklemeyince asla
dü kırıklı ına u ramaz insan.
Umursamaz bir sesle, «Öyleyse
gidip Joan’u bulsan iyi olur,» dedim.
«Flörtüm her an gelebilir ve beni seninle
birlikte görmek pek ho una gitmeyebilir.»
«Flörtün mü?» Buddy a ırmı
görünüyordu. «Kim o?»
« ki ki i,» dedim. «Münzevi Peter’le
Meteliksiz Walter.»
Buddy hiçbir ey söylemeyince,
«Bunlar takma adları,» dedim.
Sonra da, «Dartmouth’tan.» diye
ekledim.
Buddy pek tarih okumamı tı
sanırım, çünkü dudakları kasılıverdi.
Salıncaklı hasır sandalyesinden kalkıp
küçük, ani ve gereksiz bir hareketle itti
sandalyeyi. Sonra kuca ıma üzerinde
Yale’in amblemi bulunan uçuk mavi bir
zarf koydu.
«E er seni bulamasaydım bu
mektubu bırakacaktım. çinde mektupla
yanıtlayabilece in bir soru var. u anda
sormak içimden gelmiyor.»
Buddy gittikten sonra mektubu
açtım. Beni Yale Üniversitesinde üçüncü
sınıfların balosuna ça ıran bir mektuptu
bu.
Öyle a ırmı tım ki birkaç sevinç
çı lı ı attıktan sonra, «Gidiyorum,
gidiyorum, gidiyorum,» diye haykırarak
içeri ko tum Terastaki parlak beyaz
günı ı ından sonra içerisi zifirî karanlık
gibiydi. Do ru dürüst hiçbir eyi
seçemiyordum. Nöbetteki son sınıf
ö rencisini kucakladım. O da Yale’deki
baloya gidece im haberini hayret ve
saygıyla kar ıladı.
in garibi, bu olaydan sonra
yurtta durum de i ti. Katımdaki son sınıf
ö rencileri benimle konu maya ba ladılar.
çlerinden biri zaman zaman
kendili inden telefona cevap veriyor ve
hiç kimse kapımın önünde, de erli okul
günlerini burunlarını bir kitaba gömerek
heba eden kimseler hakkında yüksek
sesle çirkin lâflar etmiyordu artık.
Her neyse, balonun ba ından
sonuna kadar Buddy bana arkada ı ya
da kuziniymi im gibi davrandı.
«Eski Güzel Günler» çalana kadar
birbirimizden yakla ık bir mil uzakta
dans ettik. Ancak o zaman, çok
yorulmu çasına çenesini birden ba ımın
tepesine dayadı. Sonra, gecenin üçünün
so uk, karanlık rüzgârında, çok a ır
adımlarla, kaldı ım eve kadar olan be
millik yolu yürüdük. Bu evde, geceli i iki
dolar olan birçok do ru dürüst yataklı
evden farklı olarak, oturma odasında
boyuma kısa gelen bir kanepe üzerinde
yalnızca elli sent ödeyerek kalıyordum.
Donuk ve bezgin hissediyordum
kendimi. Dü lerim paramparça olmu tu.
Buddy’nin o hafta sonu bana â ık
olaca ını ve artık yıl boyunca cumartesi
ak amları ne yapaca ımı dü ünüp
kaygılanmama gerek kalmayaca ını
dü lemi tim hep. Tam kaldı ım eve
yakla tı ımız sırada Buddy, «Haydi kimya
laboratuvarına çıkalım,» dedi.
a kınlıktan dilimi yutacaktım.
«Kimya laboratuvarı mı?»
«Evet.» Buddy elime uzandı. «Kimya
laboratuvarının arkasından çok güzel
manzara görünüyor.»
Gerçekten de kimya
laboratuvarının arkasındaki tepelik bir
yerden New Haven’deki birkaç evin ı ı ı
görünüyordu.
Buddy engebeli toprakta aya ını
basacak sa lam bir yer ararken ben de
hayran hayran ı ıkları seyrediyormu gibi
yapıyordum. Beni öptü ü sırada da
gözlerimi açık tutup ı ıkların da ılımını
bir daha hiç unutmamacasına
ezberlemeye çalı tım.
Sonunda Buddy geri çekilerek,
«Vay!» dedi.
«Vay ne?» dedim a kınlıkla.
Kupkuru, insanı esinlendirmeyen bir
öpücüktü. O so uk rüzgârda be mil
yürümekten dudaklarımızın çatlamı
olmasının hiç de ho olmadı ını
dü ünmü tüm yalnızca.
«Vay, seni öpmek harika bir ey!»
Alçak gönüllülükle sustum.
O zaman Buddy, «Sanırım bir sürü
o lanla geziyorsun,» dedi.
«Hmm, sanırım öyle.» Yılın her
haftasında de i ik bir o lanla gezmi
oldu umu dü ündüm.
«Benimse çok çalı mam gerekiyor.»
Tela la, «Benim de,» dedim.
«Bursumu kaybetmek istemem do rusu.»
«Yine de seni üç haftada bir kez
görebilece imi sanıyorum.»
« yi olur.» Neredeyse bayılacaktım.
Bir an önce okula dönüp herkese
anlatmak için can atıyordum.
Buddy beni evin merdivenleri
önünde bir kez daha öptü ve ertesi
sonbaharda tıp fakültesine burs
kazanınca onu görmek için Yale yerine
oraya gittim. Beni bunca zaman nasıl
aptal yerine koydu unu ve gerçekte ne
kadar ikiyüzlü biri oldu unu i te orada
anladım.
Bebe in do umunu gördü ümüz
gün anladım bunu.
6
Bana hastanelerde olup biten
birtakım gerçekten ilginç eyleri
göstermesi için Buddy’ye yalvarıp
durmu tum. Sonunda bir cuma günü
bütün derslerimi asıp uzun bir hafta
sonu ziyaretine geldim ve günümü
gördüm.
Önce beyaz bir gömlek giyip içinde
dört kadavra bulunan bir odada yüksek
bir tabureye oturdum ve Buddy’yle
arkada larının kadavraları kesip
biçmesini izledim. Bu kadavralar gerçek
insanlara benzemediklerinden hiç
tedirgin etmediler beni. Me in gibi sert,
morumsu siyah derileri vardı ve eski
tur u kavanozları gibi kokuyorlardı.
Bundan sonra Buddy beni
do madan ölen bebeklerle dolu büyük
cam kavanozların bulundu u hole
çıkardı. lk kavanozdaki bebe in kurba a
büyüklü ünde, cılız, dertop olmu
bedeninin üzerine e ilmi kocaman,
beyaz bir kafası vardı. Bir sonraki
kavanozdaki bebek daha büyük, ondan
sonraki daha da büyüktü. Son
kavanozdaki bebek normal bir bebek
boyundaydı ve bir domuz yavrusunu
anımsatan küçük bir gülümsemeyle bana
bakıyor gibiydi.
Bu tüyler ürpertici eylere böyle
so ukkanlılıkla bakabildi im için baya ı
gururlanıyordum. Beni havaya sıçratan
tek ey, Buddy’nin bir akci eri kesi ini
izlemek için dirse imi onun kadavrasının
midesine dayadı ım sırada oldu. Bir-iki
dakika sonra dirse imde bir yanına
hissettim ve hâlâ sıcak oldu una göre
kadavranın tam ölmemi olabilece i
ürküntüsüyle ufak bir çı lık koyvererek
taburemden atladım. O zaman Buddy,
yanmaya kadavrayı bozulmadan
korumak için kullanılan sıvının neden
oldu unu açıkladı ve ben de yine eski
yerime oturdum.
Ö le yeme inden önceki saatte
Buddy beni alyuvar anomalisinin neden
oldu u kansızlık ve ba ka bazı iç karartıcı
hastalıklarla ilgili bir derse götürdü. Bu
derste hasta insanları tekerlekli
sandalyelerle platforma çıkarıp onlara
sorular soruyor ve onları geri
götürdükten sonra renkli slaytlar
gösteriyorlardı.
Yana ında siyah bir ben olan güler
yüzlü, güzel bir kızı gösteren slayt hâlâ
belle imden silinmedi. Doktor, «O ben
ortaya çıktıktan yirmi gün sonra kız
öldü,» dedi. Bir an derin bir sessizlik oldu,
sonra zil çaldı ve böylece o benin ne
oldu unu veya kızın neden öldü ünü
hiçbir zaman ö renemedim.
Ö leden sonra bir bebe in
do umunu görmeye gittik.
Önce hastane koridorunda
buldu umuz bir çama ır dolabından
Buddy benim takmam için beyaz bir
maske ve bir miktar gaz bezi çıkardı.
Buddy gaz bezini saçlarımı iyice
örtecek ve beyaz maskenin dı ında
yalnızca gözlerimi bırakacak biçimde
ba ımın çevresine dolarken, Sydney
Greenstreet irili inde, uzun boylu, i man
bir tıp ö rencisi de yanımıza sokulmu
bizi seyrediyordu.
Bir ara sevimsiz, sinsi bir gülü le,
«Hiç de ilse annen seni seviyor,» dedi.
O sırada o lanın ne kadar i ko
oldu unu ve bir erkek için, özellikle genç
bir erkek için bunun ne büyük bir
bahtsızlık oldu unu, çünkü hiçbir
kadının onu öpmek için o koca göbe in
üzerinden e ilmeye katlanamayaca ını
dü ünmekle o kadar me guldüm ki, bana
hakaret etmi oldu unun farkına
varamadım hemen. Ben o lanın kendini
bir matah sandı ı yargısına varıp, i ko
bir erke in yalnızca annesi tarafından
sevilece i hakkında i neli bir söz
dü ünene kadar, o gözden kaybolmu tu
bile.
Buddy duvardaki tuhaf, tahta bir
levhayı inceliyordu. Levhanın üzerinde
büyüklükleri bir gümü dolardan bir
yemek taba ına kadar de i en bir dizi
delik vardı.
« yi, iyi,» dedi bana. «Tam u anda
do urmak üzere olan biri var.»
Do umhanenin kapısında
Buddy’nin tanıdı ı sıska, dü ük omuzlu
bir tıp ö rencisi dikiliyordu.
Buddy, «Selam Will,» dedi. «
ba ında kim var?»
Will karamsar bir tavırla, «Ben»,
dedi. Solgun, geni alnının boncuk
boncuk terledi ini farkettim. « lk
do umum bu.»
Buddy bana Wiil’in üçüncü sınıf
ö rencisi oldu unu ve mezun olmadan
önce sekiz tane bebek do urtması
gerekti ini söyledi.
Derken koridorun öbür ucunda bir
tela oldu ve sarımsı ye il gömlek ve
ba lık giymi birkaç adamla birkaç
hastabakıcı, üzerinde kocaman beyaz bir
yı ın olan tekerlekli bir sedyeyi sürerek
da ınık bir grup halinde bize do ru
ilerlediler.
Will, «Sen bunu görmesen iyi olur,»
diye mırıldandı kula ıma. «Görürsen
hiçbir zaman çocuk do urmak
istemeyeceksin. Kadınların seyretmesine
izin vermemeleri gerek. nsan soyunun
sonu olur bu.»
Buddy’yle ben güldük. Sonra
Buddy Will’in elini sıktı ve hep birlikte
odaya girdik.
Kadını yerle tirdikleri masanın
görünümü beni öylesine etkilemi ti ki, tek
sözcük çıkmıyordu a zımdan. Bir ucunda
havada asılı duran metal üzengiler
ötekinde do ru dürüst seçemedi im çe it
çe it aletler, teller ve tüplerle, deh et
verici bir i kence masasına benziyordu.
Buddy’yle ben birlikte pencerenin
yanında duruyorduk. Kadından ancak
bir metre kadar ötede oldu umuzdan her
eyi açık seçik görüyorduk.
Kadının karnı öyle kabarıktı ki ne
yüzünü, ne de bedeninin üst kısmını
görebiliyordum. Sanki kadının tümü bu
i göbekten ve yukarıdaki üzengilere
takılı duran iki cılız, çirkin bacaktan
olu mu tu. Kadınca ız do umun
ba ından sonuna kadar hiç aralıksız,
insan sesine benzemeyen garip bir
bö ürtü çıkardı durdu.
Sonradan Buddy, kadına çekti i
acıyı unutturacak bir ilaç verilmi
oldu unu ve küfredip inledi i zaman
gerçekte ne yaptı ını bilmedi ini, çünkü
bir çe it yarı uyku halinde oldu unu
söyledi bana.
Bunun ancak bir erkek tarafından
icat edilecek bir ilaç oldu unu
dü ündüm. Bu kadın korkunç sancılar
içindeydi ve çekti i acının her nebzesini
duydu u besbelliydi, yoksa böyle
inlemezdi. Yine de do ruca eve gidip bir
kez daha gebe kalacaktı. Çünkü ilaç
sancının ne kadar kötü oldu unu
unutturacaktı ona. Ama içinin gizli bir
kö esinde, acının o kapısız, penceresiz,
kör ve uzun koridoru bir kez daha açılıp
onu derinlikline almak için bekleyecekti
hep.
Will’i denetleyen ba hekim kadına
durmadan, «Ikının Bayan Tomolillo,
ıkının, tamam, aferin size, ıkının,»
diyordu. Sonunda kadının bacaklarının
arasındaki tra lanmı , dezenfektandan
parlayan, yanık yerde esmer, tüylü bir
eyin belirdi ini gördüm.
Buddy kadının iniltileri arasında,
«Bebe in ba ı», diye fısıldadı.
Ama bebe in ba ı nedense takılıp
kalmı tı. Doktor Will’e bir kesik yapması
gerekti ini söyledi. Makasın kadının
derisinde kuma kesercesine kapandı ını
duydum. Ve bir anda vah i, parlak
kırmızı bir kan bo anmaya ba ladı. Sonra
bebek birdenbire Will’in avuçlarına
hopladı sanki. Beyaz bir una bulanmı ,
kanlı, erik moru bir eydi bu. Will deh et
içinde, «Dü ürece im, dü ürece im,
dü ürece im,» deyip duruyordu.
Doktor, «Hayır, dü ürmeyeceksin,»
dedi ve bebe i Will’in elinden alarak
ovmaya giri ti. Morluk kayboldu ve bebek
terkedilmi çesine, çatlak bir sesle
a lamaya ba ladı. Bebe in erkek
oldu unu görebiliyordum artık.
Bebe in ilk i i doktorun suratına
i emek oldu. Sonradan Buddy’ye bunun
nasıl olabildi ini anlamadı ımı söyledim.
O da böyle bir eyin az görülmekle birlikte
pekâlâ da olabilece ini anlattı bana.
Bebek do ar do maz odadaki
insanlar iki gruba ayrıldılar.
Hastabakıcılar bebe in bile ine metal bir
etiket ba layıp gözlerini bir çubu un
ucuna sarılmı pamukla sildiler ve bebe i
sarıp sarmalayıp bez kenarlı portatif bir
karyolaya yatırdılar. Bu arada doktor ve
Will de kadının kesi ini uzun bir iplik
geçirilmi bir i neyle dikmeye ba ladılar.
Sanırım birisi, «Bir o lunuz oldu
Bayan Tomolillo.» dedi, ancak kadın ne
bir yanıt verdi, ne de ba ını kaldırdı.
Birlikte ye il avludan geçip odasına
do ru yürürken Buddy ho nut bir tavırla,
«Ee, nasıldı bakalım?» diye sordu.
«Harika,» dedim. «Her gün böyle bir
ey seyredebilirim.»
Çocuk do urmanın ba ka yolu olup
olmadı ını sormak gelmedi içimden.
Nedense benim için en önemli ey,
bebe in kendi bedenimden çıktı ını
gözlerimle görüp onun bana ait
oldu undan emin olmaktı. Mademki o
sancıyı mutlaka çekmek zorundaydım,
uyanık kalsam daha iyi olurdu.
Kendimi hep do um masasının
üzerinde, her ey olup bittikten sonra
dirseklerime dayanmı do rulurken hayal
ederdim. Çekti im dayanılmaz acıdan
rengi uçmu makyajsız yüzümde ı ıltılı bir
gülümseme olurdu. Belime kadar
dökülen saçlarımla, kıpır kıpır, minicik,
ilk yavruma uzanır ve adı neyse onu
söylerdim.
Konu mayı sürdürmek için,
«Neden una bulanmı gibiydi?» diye
sordum. Buddy de bebe in cildini
koruyan balmumuna benzer maddeden
sözetti bana.
Buddy’nin odası, çıplak duvarları,
çıplak yata ı, çıplak zemini ve üzerinde
Gray’in «Anatomi» kitabıyla öteki tüyler
ürpertici kitapların yı ılı oldu u çalı ma
masasıyla bana hep bir ke i in odasını
anımsatırdı. Odaya döndü ümüzde
Buddy bir mum yaktı ve bir ie
Dubonnet açtı. Sonra yanyana yata a
uzandık ve Buddy arabını yudumlarken
ben de yanımda getirdi im bir kitaptan
«Hiç gitmedi im bir yer» iirini ve ba ka
iirler okudum.
Buddy, benim gibi bir kız bütün
günlerini iire veriyorsa iirde mutlaka bir
eyler olması gerekti ini söylüyordu. Bu
yüzden her bulu mamızda ona biraz iir
okuyor ve okudu um eylerde ne
buldu umu anlatıyordum. Buddy’nin
fikriydi bu. Hafta sonlarımızı, zamanımızı
öyle ya da böyle bo a harcadı ımıza
pi man olmayaca ımız biçimde
planlıyordu hep. Buddy’nin babası
ö retmendi. Sanırım Buddy de ö retmen
olabilirdi, çünkü bana sürekli bir eyler
açıklamaya ve yeni bilgiler vermeye
çabalıyordu.
Birden, ben bir iiri bitirdi im
sırada, «Esther, ömründe hiç erkek
gördün mü?» diye sordu.
Söyleyi inden, sıradan bir erkek ya
da genel anlamda bir erkek demek
istemedi ini anlamı tım. Çıplak bir erkek
demek istiyordu.
«Hayır,» dedim. «Yontular dı ında
elbette.»
«Peki beni görmek istemez miydin?»
Ne diyece imi bilemiyordum. Son
zamanlarda annemle büyükannem
sürekli Buddy Willard’ın ne iyi, ne temiz
bir genç oldu unu, ne iyi, ne temiz bir
aileden geldi ini, nasıl kilisede herkesin
onu örnek bir insan olarak gördü ünü,
anne babasına ve öteki büyüklerine kar ı
ne kadar nazik oldu unu ve aynı
zamanda ne kadar atletik, yakı ıklı ve
zeki oldu unu ima edip duruyorlardı.
imdiye dek bütün duydu um,
gerçekten, hep Buddy’nin ne kadar iyi ve
temiz oldu u ve bir kızın öyle bir insan
için iyi ve temiz kalması gerekti iydi.
Onun için Buddy’nin yapmayı uygun
gördü ü bir eyden herhangi bir zarar
gelmeyece ini dü ündüm.
« ey, peki,» dedim.
Ben gözlerimi dikmi ona bakarken
Buddy fermuarım açıp pantolonunu
çıkardı ve bir sandalyenin üzerine koydu.
Sonra naylon balıka ına benzer bir
eyden yapılma külotunu çıkardı.
«Serin tutuyor,» diye açıkladı.
«Annem de kolay yıkandı ı söylüyor.»
Daha sonra önümde öylece durdu
ve ben de bakmaya devam ettim.
Dü ünebildi im tek ey hindi boynu ve
hindi katısıydı. çimin karardı ını
hissettim.
Buddy bir ey söylemeyi ime
gücenmi gibiydi. «Sanırım beni böyle
görmeye alı man gerek,» dedi. «Haydi
imdi de ben seni göreyim.»
Birden okulda beden e itimi
dersleri için önden ve yandan çıplak
olarak çekilen ve duru umuzun dikli ine
göre pekiyi, iyi, orta ya da zayıf diye
notlandırılmak üzere okulun beden
e itimi dosyalarına kaldırılan resimleri
anımsadım. Buddy’nin önünde
soyunmak, o resimleri çektirmek için
objektifin kar ısında çırılçıplak
dikilmekten’ daha cazip gelmedi bana.
«Ba ka zaman,» dedim.
«Pekâlâ.» Buddy yeniden giyindi.
Sonra bir süre öpü üp kokla tık ve
kendimi daha iyi hissettim. Artan
Dubonnet’yi içtim ve Buddy’nin yata ının
ucuna ba da kurup bir tarak istedim.
Saçımı Buddy yüzümü göremeyecek
ekilde önüme döküp taramaya ba ladım.
Sonra damdan dü er gibi, « imdiye kadar
hiç kimseyle bir ili kin oldu mu Buddy?»
diye sordum.
Bunu bana söyleten neydi
bilemiyorum, sözcükler a zımdan
dökülüvermi ti. Buddy Willard’ın biriyle
ili kisi olabilece ini bir an bile
dü ünmemi tim. «Hayır, kendimi senin
gibi saf ve temiz bir kızla evlenece im
zamana saklıyorum,» demesini
bekliyordum.
Ama Buddy hiçbir ey söylemedi,
yalnızca kızardı.
«Söylesene, oldu mu?»
O zaman Buddy bo bir sesle,
«ili kiden anladı ın ne?» diye sordu.
«Yani hiç kimseyle yattın mı?»
Saçlarımı, yüzümün Buddy’ye yakın
tarafım örtecek ekilde durmadan
tarıyordum. Elektriklenen tellerin sıcak
yanaklarıma yapı tı ını duyuyor ve «Dur,
dur, anlatma, hiçbir ey söyleme;» diye
haykırmak istiyordum. Ama
haykırmadım. Yalnızca susup bekledim.
Sonunda Buddy, « ey, evet, oldu,»
dedi.
Az daha a a ı yuvarlanıyordum.
Beni öptü ü ve bir sürü flörtüm olması
gerekti ini söyledi i ilk geceden beri
Buddy Willard bana hep kendisinden çok
daha seksi ve deneyimli oldu umu
hissettirmi ti. Beni kucaklaması, öpmesi,
ok aması sanki hep benim ona yapma
iste i verdi im eylerdi, sanki bunları
elinde olmadan yapıyor ve nasıl oldu unu
kendisi de bilmiyordu.
imdi anlıyordum ki ta ba ından
beri masum genç rolü oynamı tı yalnızca.
«Anlat bana.» Saçımı a ır a ır
defalarca tarıyor, her darbede tara ın
di lerinin yana ıma battı ını
duyuyordum. «Kimdi?»
Kızmadı ım için rahatlamı gibiydi
Buddy. Hatta biraz da nasıl ba tan
çıkarıldı ını anlatacak birini buldu u için
rahatlamı gibiydi.
Elbette biri Buddy’yi ba tan
çıkarmı tı. Buddy ba latmamı tı bunu ve
aslında onun suçu yoktu. Geçen yaz
Cape Cod’da, lokantasında i çi olarak
çalı tı ı oteldeki garson kızdı bu. Buddy
kızın ona gözlerini dikip garip garip
baktı ım ve mutfa ın karga asında
gö üslerini ona sürttü ünü farketmi ve
sonunda bir gün derdinin ne oldu unu
sormu tu. Kız gözlerinin içine dimdik
bakarak, «Seni istiyorum,» demi ti.
Buddy masum masum,
«Maydanozla mı servis yapılsın?» diye
gülmü tü.
«Hayır,» demi ti kız. «Bir gece.»
Ve i te Buddy saflı ını ve
bekâretini böyle yitirmi ti.
Önce bu garson kızla yalnızca bir
kez yatmı oldu unu sandım, ama emin
olmak için kaç kez oldu unu
sordu umda, tam anımsayamadı ım,
ama herhalde yazın geri kalan kısmı
boyunca haftada birkaç kez oldu unu
söyledi. Üçü onla çarpıp otuz buldum.
Akıl almaz bir sayıydı bu.
Bundan sonra içimde bir eylerin
dondu unu hissettim.
Okula döndü ümde rasgele birkaç
son sınıf ö rencisine, tanıdıkları bir o lan
kendilerine birdenbire, tanı tıkları süre
içinde bir yaz, baya ı bir garson kızla
otuz kez yattı ını anlatırsa ne
yapacaklarını sordum. Ama sordu um
ki iler erkeklerin ço unun böyle oldu unu
sözlü ya da ni anlı de ilsen onları
gerçekten suçlayamayaca ını söylediler.
Aslında beni rahatsız eden,
Buddy’nin biriyle yattı ı dü üncesi
de ildi. Yani, birbirleriyle yatan her türlü
insanla ilgili bir sürü ey okumu tum. Ve
i in içindeki, herhangi bir ba ka o lan
olsaydı yalnızca en ilginç ayrıntıları
sormakla yetinir, belki ben de ondan
a a ı kalmamak için gidip biriyle yatar ve
artık bu konuyu dü ünmezdim.
Beni çileden çıkaran ey,
Buddy’nin ben çok seksiymi im,
kendisiyse çok safmı gibi davranırken
aynı anda o fahi e kılıklı garson kızla
yatıp kalkması ve herhalde suratıma
gülmemek için kendini güç tutuyor
olmasıydı.
Buddy’ye o hafta sonu, «Annen bu
garson kız hakkında ne dü ünüyor?» diye
sordum.
Buddy annesine a ılacak kadar
yakındı. Her zaman annesinin bir erkekle
bir kadın arasındaki ili ki hakkında
söyledi i sözleri aktarırdı bana. Bayan
Willard’ın erkeklerin ve kadınların
bekâreti konusunda ne denli tutucu biri
oldu unu biliyordum. Evlerine ilk kez
ak am yeme ine gitti imde beni tepeden
tırna a tuhaf, bilgiç, ara tıran bir bakı la
süzmesinden, bakire olup olmadı ımı
anlamaya çalı tı ını sezmi tim.
Tam dü ündü üm gibi Buddy
kızarıp bozarmı tı. «Annem bana Gladys’i
sordu,» diye itiraf etti.
«Peki sen ne dedin?»
«Gladys’in özgür, beyaz ve yirmi bir
ya ında oldu unu söyledim.»
Pekâlâ biliyordum ki Buddy benim
hatırım için de olsa annesiyle asla bu
kadar kabaca konu mazdı. Her zaman
annesinin, «Erkek bir e , kadınsa sonsuz
güvence ister» ve «Erkek gelece e yönelik
bir ok, kadınsa okun fırladı ı yaydır,»
dedi ini beni bıktırana dek söyler
dururdu.
Ne zaman tartı maya kalkı sam
Buddy annesinin babasından hâlâ zevk
aldı ını söylerdi. Bu onlar ya ında
insanlar için ola anüstü bir ey de il
miydi? O halde annesi gerçekten neyin
ne oldu unu biliyor olmalıydı.
Neyse, sonunda Buddy Willard’ı
ba ımdan savmaya karar vermi tim. O
garson kızla yatmı oldu u için de il,
bunu herkese itiraf edip ki ili inin bir
parçası olarak yüzleyecek dürüstlükten
yoksun oldu u için ya antımdan
silecektim onu. Ama tam o sırada holdeki
telefon çaldı ve birisi sesinde tekdüze bir
ezgiyle, «Seni arıyorlar Esther.
Boston’dan.» dedi.
Hemen bir terslik oldu unu
anladım, çünkü Boston’ da tanıdı ım tek
ki i Buddy’ydi ve o da mektuptan çok
daha pahalı oldu u için hiç ehirlerarası
aramazdı. Bir defasında bana bir an önce
ula tırmak istedi i bir mesajı oldu unda
bütün tıp fakültesini dola ıp o hafta sonu
arabayla bizim okula gidecek kimse olup
olmadı ını soru turmu tu. Sonunda
giden birini bulmu ve ona verdi i not
hemen aynı gün elime geçmi ti. Böylece
Pul parasından da kurtulmu tu.
Arayan gerçekten de Buddy’ydi.
Sonbaharda çekilen yıllık röntgende
vereme yakalandı ının görüldü ünü ve
vereme yakalanan tıp ö rencilerine
verilen bir bursla Adirondacks’de bir
sanatoryuma gidece ini söylüyordu bana.
Sonra, o son hafta sonundan beri
kendisine bir ey yazmadı ımı ve
aramızda herhangi bir sorun olmadı ım
umdu unu söyledi. Ona lütfen en az
haftada bir kez yazmaya çalı ıp Noel
tatilimde de onu sanatoryumda görmeye
gelebilir miydim?
Buddy’nin böylesine altüst olmu
bir sesle konu tu unu hiç duymamı tım.
Her zaman kusursuz sa lı ıyla
gururlanırdı ve sinüzitim azıp da soluk
almamı güçle tirdi i zaman bunun
psikosomatik oldu unu söyler dururdu.
Do rusu ya, bunun bir doktor için tuhaf
bir yakla ım oldu unu ve belki de ruh
doktoru olmak için ö renim görmesi
gerekti ini dü ünürdüm, ama bunu açık
açık hiç söylemezdim elbette.
Buddy’ye vereme yakalandı ına ne
kadar üzüldü ümü söyleyip mektup
yazaca ıma söz verdim. Oysa telefonu
kapattı ımda zerre kadar üzgün de ildim.
Yalnızca harika bir rahatlık duyuyordum.
Veremin Buddy gibi ikili bir ya am
süren ve kendini herkesten üstün gören
biri için bir tür ceza olabilece ini
dü ündüm. Sonra da okuldakilere
Buddy’yle bozu tu umu duyurmak ve
tanımadı ım kimselerle bulu mak gibi
sıkıcı bir i e yeniden ba lamak zorunda
olmayı ımın ne kadar i ime gelece ini
dü ündüm.
Herkese yalnızca Buddy’nin
vereme yakalandı ını ve artık ni anlı
sayılabilece imizi söyledim ve cumartesi
geceleri ders çalı mak için odamda
oturdu um zaman bana kar ı son derece
nazik ve anlayı lı davrandılar, çünkü
kırık bir kalbi gizlemek için böylesine
çalı mamın çok cesurca bir ey oldu unu
dü ünüyorlardı.
7
Tam dü ündü üm gibi Constantin
çok kısa boyluydu, ama açık kahverengi
saçları, koyu mavi gözleri ve canlı,
meydan okuyan anlatımıyla kendine özgü
bir yakı ıklılı ı vardı. Öyle güne yanı ı bir
teni ve öyle sa lam di leri vardı ki,
nerdeyse Amerikalı olabilirdi. Ama
olmadı ını hemen anladım. Rastladı ım
hiçbir Amerikalı erkekte olmayan bir ey
vardı onda, o da sezgiydi.
Daha en ba ından Constantin
benim Bayan Willard’ m koruması altında
olmadı ımı sezdi. Tek ka ımı kaldırıp
küçük, kuru bir kahkaha attım; az sonra
kar ılıklı oturup Bayan Willard’ı açık açık
çeki tirmeye ba lamı tık bile. Ve öyle
dü ündüm: Bu Constantin boyumun çok
uzun olu una, yeterli dil bilmeyi ime ve
Avrupa’yı görmemi olu uma
aldırmayacak, bütün bunların gerisindeki
gerçek beni görecek.»
Constantin beni, çatlamı
kahverengi deriden rahat koltukları olan
eski, üstü açık, ye il arabasıyla Birle mi
Milletler’e götürdü. Teninin güne
yanı ının tenis oynamaktan ileri geldi ini
söyledi. Ve güne li açık havada, caddeler
boyunca yanyana uçarken elimi tutup
sıktı ı zaman kendimi dokuz ya larında
babam ölmeden önceki son yaz onunla
kızgın beyaz kumsallarda ko tu um
günlerden beri hiç olmadı ım kadar
mutlu hissettim.
Ve Constantin’le birlikte, Birle mi
Milletler’deki o sessiz ve görkemli
salonlardan birinde, Constantin gibi
simültane çevirmen olan atletik yapılı,
makyajsız Rus kızının yanında
otururken, katıksız bir mutlulu u ancak
dokuz ya ına kadar tatmı oldu umu
imdiye dek farketmeyi imin ne garip
oldu unu dü ündüm.
Dokuz ya ımdan sonra, ne
annemin bin bir maddî sıkıntıya girerek
sa ladı ı izcilik, piyano dersleri, suluboya
resim dersleri ve yelkencilik kampı, ne de
kahvaltı öncesi horozların ötü ü, dibi
yanmı kekler ve her gün havaî fi ekler
gibi patlayan küçük yeni fikirlerle
üniversite, beni hiçbir zaman gerçekten
mutlu edememi ti.
Gri kruvaze giysisi içinde, o
bilinmez dilde deyimleri ardarda
sıralayan Rus kızından gözlerimi
ayıramıyordum. Constantin bunun i in
en güç yanı oldu unu, çünkü Rusların
deyimlerinin bizimkilerden farklı
oldu unu söylemi ti. O anda bütün
kalbimle o kızın bedenine süzülüvermeyi
ve ya amımın geri kalan kısmını ardarda
deyimler haykırarak geçirmeyi diledim.
Bu beni oldu umdan daha mutlu
kılmayabilirdi, ama bütün öteki çakılların
arasında, küçük bir beceri çakılı daha
olurdu.
Derken Constantin ve çevirmen
Rus kızı ve a a ıda etiketli
mikrofonlarının ardında tartı ıp duran
siyah, beyaz ve sarı insanların hepsi
uzaklara kayar gibi oldu. A ızlarının ses
çıkarmadan oynadı ını görüyordum.
Sanki hepsi, kıyıdan ayrılan bir zeminin
güvertesinde oturuyormu çasına, beni
uçsuz bucaksız bir sessizli in ortasında
bırakarak uzakla ıyordu.
Yapamadı ım eyleri saymaya
giri tim.
Yemek pi irmekle i e ba ladım.
Büyükannem ve annem yemek
pi irmekte öyle ustaydılar ki, her eyi
onlara bırakırdım. Bana sürekli u ya da
bu yeme in nasıl yapıldı ını ö retmeye
çalı ırlardı. Ama ben yalnızca seyreder ve
verilen bilgiler bir kula ımdan girip
ötekinden çıkarken, «Evet, evet,
anlıyorum,» der dururdum. Sonra da
denedi im her eyi berbat etti im için
kimse bir daha yapmamı istemezdi.
Okuldaki ilk yılım boyunca tek ve
en iyi arkada ım olan Jody’nin bir sabah
evinde bana omlet yapı ını
anımsıyordum. Ola anüstü lezzette bir
omletti bu. çine fazladan bir ey koyup
koymadı ını sordu umda peynir ve
sarımsak tozu koydu unu söyledi. Bunu
kimden ö rendi ini sordu umda da, hiç
kimseden ö renmedi ini, kendisinin
dü ünüp buldu unu söyledi. Ama u da
vardı ki, Jody çok pratikti ve sosyoloji
ö rencisiydi.
Steno da bilmiyordum.
Bu da demekti ki üniversiteden
sonra iyi bir i bulamayacaktım. Annem
kimsenin yalnızca edebiyat okumu birini
istemedi ini söyler dururdu. Ama steno
bilen bir edebiyat mezunu bamba ka bir
eydi. Öyle birini herkes isterdi. Gelecek
vadeden bütün genç adamlarca aranır ve
sonra da birbiri ardından heyecan verici
mektuplar kopya eder dururdu.
Ne var ki ben erkeklere herhangi
bir biçimde hizmet etme fikrinden nefret
ediyordum. Ben kendi heyecan verici
mektuplarımı kendim yazdırmak
istiyordum. Dahası, annemin bana
gösterdi i kitaptaki steno i aretleri t
e ittir zaman ve s e ittir toplam uzaklık
kadar kötüydü.
Listem uzuyordu.
Çok kötü dans ederdim. Müzi e
hiç uyamazdım. Dengem öyle bozuktu ki,
beden e itimi dersinde ellerimizi yana
açıp ba ımızda bir kitapla dar bir tahta
üzerinde yürüdü ümüz zaman hep yana
devrilirdim. Ne ata binebiliyor, ne de
kayak yapabiliyordum. En yapmak
istedi im eylerdi bunlar, ama çok pahalı
sporlardı. Almanca konu amıyor,
branice okuyamıyor ve Çince
yazamıyordum. Önümdeki Birle mi
Milletler delegelerinin temsil ettikleri sapa
ülkelerden ço unun haritadaki yerlerini
bile bilmiyordum.
Orada, Birle mi Milletler binasının
ses geçirmez kalbinde, hem tenis oynayıp
hem de simültane çeviri yapabilen
Constantin’le o bir sürü deyim bilen Rus
kızının arasında otururken, ömrümde ilk
kez kendimi korkunç yetersiz hissettim.
in kötüsü, oldum olası hep yetersizdim,
yalnızca bunu imdiye dek hiç
dü ünmemi tim.
Ba arılı oldu um tek ey burslar ve
ödüller kazanmaktı; o dönem de
kapanıyordu artık.
Kendimi ko u yolu olmayan bir
dünyada ya ayan bir yarı atı gibi
hissediyordum. Ya da üniversitede futbol
ampiyonuyken birden kendini Wall
Street’te bir takım elbisenin kar ısında
buluveren ve parlak günleri, bir
mezarcının üzerine kazılmı bir tarih gibi
öminesinin üzerindeki altın kupada
kalan biri gibi.
Ya amımın, öyküdeki ye il incir
a acı gibi önümde dallanıp
budaklandı ını görüyordum.
Her daim ucunda tombul, mor bir
incir gibi e siz bir gelecek beni ça ırıyor,
göz kırpıyordu. ncirlerden biri, bir e ,
mutlu bir yuva ve çocuklardı. Bir
ba kası, ünlü bir ozan, öteki parlak bir
profesör, biri a ırtıcı editör Ee Gee,
öbürü Avrupa, Afrika ve Güney Amerika,
biri Constantin, Socrates, Attila ve garip
adları de i ik meslekleri olan daha bir
yı ın â ık, bir ba kasıysa Olimpiyat takım
ampiyonu bir kadındı. Bu incirlerin
üzerinde ve ötesinde, ne olduklarını pek
çıkaramadı ım bir sürü incir daha vardı.
Kendimi dalların çatallandı ı
noktada otururken görüyordum. Ve
incirlerden hangisini seçece ime bir türlü
karar veremedi im için açlıktan
ölüyordum. Hepsini ayrı ayrı istiyordum
incirlerin, ama birini seçmek ötekilerin
hepsini kaybetmek demekti. Ve ben
orada karar veremeden otururken
incirler buru up kararmaya ba lıyor ve
birer birer topra a, ayaklarınım dibine
dü üyorlardı.
Constantin’in beni götürdü ü
restoran ot, baharat ve ek i krema
kokuyordu. New York’ta kaldı ım sürece
hiç böyle bir restoran bulamamı tım.
Buldu um bütün yerler, uzun parlak bir
aynaya bakan tertemiz bir tezgâhta
kocaman hamburgerlerin, günün
çorbasının ve dört çe it süslü pastanın
servis yapıldı ı Hamburger Cenneti gibi
yerlerdi.
Bu lokanta yedi basamaklı lo bir
merdivenle inilen bir kileri andırıyordu.
sten kararmı duvarlar yolculuk
afi leriyle kaplıydı. sviçre göllerine,
Japon da larına ve bodur a açlı Afrika
çayırlarına bakan, manzaralı pencereler
gibiydi bunlar. i elerin üzerine
yerle tirilmi ve kırmızılı, mavili, ye illi
eriyiklerini sanki yüzyıllardır ince, üç
boyutlu bir dantel gibi i elerin üzerine
akıtmı olan kalın, tozlu mumlar her
masanın çevresine bir ı ık halkası veriyor
ve bu mum ı ı ında al al olmu yüzler
kendileri de alevdenmi çesine
dalgalanıyordu.
Ne yedi imi bilmiyorum, ama ilk
lokmadan sonra kendimi çok daha iyi
hissettim. Hayalimde canlanan incir
a acının ve buru up topra a dü en
bütün o tombul incirlerin pekâlâ da bo
bir midenin derinliklerinden
kaynaklanmı olabilece ini dü ündüm.
Constantin durmadan
kadehlerimizi tadı çam kabu una
benzeyen, tatlı bir Yunan arabıyla
dolduruyordu. Bir anda kendimi ona
nasıl Almanca ö renip Avrupa’ya
gidece imi ve Maggie Higgins gibi bir
sava muhabiri olaca ımı anlatırken
buldum.
Sıra çilekli yo urda geldi i zaman
kendimi öylesine iyi hissediyordum ki
Constantin’in beni ba tan çıkarmasına
göz yummaya karar verdim.

Buddy Willard bana o garson


kızdan sözetti inden beri ben de gidip
biriyle yatmam gerekti ini
dü ünüyordum. Buddy’yle yatmak
sayılmazdı elbette, çünkü o zaman o yine
benden bir ki i önde olacaktı. Yataca ım
kimse ba ka biri olmalıydı.
O zamana kadar yatma konusunu
açıkça tartı tı ım tek erkek Yale
Üniversitesinde okuyan atmaca burunlu,
alaycı bir güneyliydi. Bir hafta sonu
okula geldi inde flörtünün bir gün önce
bir taksi oförüyle kaçıp gitti ini
ö renmi ti. Kız kaçmadan önce benimle
aynı yurtta kaldı ı ve o gece de yurtta
benden ba ka kimse olmadı ı için o lana
moral vermek de bana dü mü tü.
Yakındaki bir kahvede,
tahtalarının üzerine yüzlerce insanın adı
kazınmı yüksek arkalıklı koltukların
birbirinden ayırdı ı kuytu bölmelerden
birinde oturup fincanlar dolu u sade
kahve içerek açıkça seksten sözetmi tik.
Bu genç - adı Eric’ti - bizim
okuldaki kızların gece birdeki dı arı çıkma
yasa ından önce verandada ı ıkların
altında ve çalıların arasında dikilip, gelen
geçene kendilerini çılgınca sergilemeye
çabalayı larım i renç buldu unu
söylüyordu. Bir milyon yıllık evrim,
diyordu acı acı, ve hâlâ hayvandan
farkımız yok.
Sonra Eric bana ilk kez bir kadınla
yatı ını anlatmı tı.
Gitti i okul, güneyin dört dörtlük
centilmenler yeti tirmekte uzmanla mı
bir hazırlık okuluydu. Ve okulu
bitirmeden önce bir kadın tanımı olmak
yazılı olmayan bir kuraldı. Tanımanın
ncil’deki anlamda oldu unu söylüyordu
Eric.
Bu durumda Eric ve birkaç sınıf
arkada ı otobüsle en yakın kente gidip
adı çıkmı bir genelevi ziyaret etmi lerdi.
Eric’in fahi esi elbisesini bile
çıkarmamı tı. Kızıla boyanmı saçları,
ku ku uyandıracak kadar kalın dudakları
ve fare rengi derisiyle i man, orta ya lı
bir kadındı bu. I ı ı da kapatmak
istemedi inden Eric ona sinek
pislikleriyle beneklenmi yirmi be
mumluk bir ampulün altında sahip
olmu tu. Bu i hiç de ballandırıldı ı gibi
bir ey de ildi üstelik. Tuvalete gitmek
kadar sıkıcı bir eydi.
Belki bir kadını severse sevi menin
o kadar sıkıcı gelmeyece ini söyledim.
Ama Eric o kadının da ötekiler gibi
hayvandan farksız oldu u dü üncesinin
her eyi berbat edece ini, bu yüzden de,
e er birini severse onunla asla
yatmayaca ını söyledi. Gerekirse bir
fahi eye gidecek, ama sevdi i kadım bu
kirli i lere karı tırmayacaktı.
O zaman Eric’in yatmak için
uygun biri olabilece i dü üncesi geçmi ti
kafamdan. Hem bu i i yapmı biriydi hem
de bundan sözederken öteki gençler gibi
kötü niyetli ya da budala bir hah yoktu.
Gelgelelim, Eric bana bir mektup yazarak
beni gerçekten sevebilece ini sandı ını,
çok zeki ve alaycı olmakla birlikte
a ılacak derecede ablasının yüzüne
benzeyen çok yumu ak bir yüze sahip
oldu umu söyledi. O zaman bu i ten
hayır gelmeyece ini anladım. Ben Eric’in
asla yatmak istemeyece i tipte bir
kızdım. Ona bir mektup yazarak ne yazık
ki bir çocukluk a kımla evlenmek üzere
oldu umu bildirdim.

New York kentinde bir simültane


çevirmen tarafından ba tan çıkarılma
dü üncesi gittikçe daha fazla ho uma
gidiyordu. Constantin her bakımdan
olgun ve dü ünceli birine benziyordu.
Okuldaki o lanların oda arkada larına ya
da basketbol takımındaki arkada larına,
arabaların arkasında kızlarla
sevi melerini böbürlenerek anlattıkları
gibi sevi memizi anlatmak isteyebilece i
hiçbir tanıdı ım yoktu. Ayrıca Bayan
Willard’ın beni tanı tırdı ı bir erkekle
yatmanın da esprili bir yanı vardı. Sanki,
dolaylı bir biçimde, suçlu Bayan
Willard’mı gibi oluyordu.
Constantin balalayka plaklarını
dinlemek için beni evine ça ırdı ı zaman
kendi kendime gülümsedim. Annem bana
her zaman bir erkekle dı arıda bir ak am
geçirdikten sonra her ne olursa olsun
asla onun odasına gitmememi söylerdi.
Bunun ancak bir tek anlamı olabilirdi.
«Balalayka müzi ini çok severim,»
dedim. Constantin’in odasının önündeki
balkon nehre bakıyordu ve a a ıda
karanlıkların içinde teknelerin
u ultusunu duyabiliyorduk.
Duygulanmı tım. Kendimi sevecen ve ne
yapaca ımdan son derece emin
hissediyordum.
Gebe kalabilece imi biliyordum,
ama bu dü ünce çok uzaklarda ve
belirsizdi. Beni hiç tedirgin etmiyordu.
Annemin Reader’s Digest’ten kesip
okuldayken bana gönderdi i bir makaleye
göre, gebe kalmamak için yüzde yüz
garantili hiçbir yöntem yoktu. Bu yazı evli
ve çocuklu bir hanım avukat tarafından
yazılmı tı ve « ffetin Savunması» ba lı ını
ta ıyordu.
Yazıda bir kızın ancak evlendikten
sonra kocasıyla yatabilece i, bunun
dı ında hiç kimseyle yatmaması gerekti i
konusunda bin bir tane neden
sıralanmı tı.
Yazının ana fikri, bir erke in
dünyasının ve duygularının bir kadının
dünyasından ve duygularından farklı
oldu u ve ancak evlili in bu iki dünyayı
ve iki farklı duygusal yapıyı uygun bir
biçimde bir araya getirebildi iydi. Annem
kızların bunu ö renmekte çok geç
kaldıklarını, onun için de evli bir kadın
gibi bu konuda uzmanla mı ki ilerin
ö ütlerine kulak vermeleri gerekti ini
söylüyordu.
Bu avukat hanım erkeklerin en
iyilerinin e leri için bakir kalmak
istediklerini, öyle de illerse bile en
azından e lerine seks konusunda
kendilerinin ö retmenlik yapmak
istediklerini belirtiyordu. Erkekler elbette
bir kızı kendileriyle sevi mesi için
kandırmaya çalı acak ve onunla
evlenmeye söz vereceklerdi, ama kız razı
olur olmaz da ona olan tüm saygılarını
yitirecek ve bunu kendileriyle yaptıysa
ba ka erkeklerle de yapabilece ini
söyleyip kızın hayatını zehir edeceklerdi.
Kadın yazısının sonunda korkulu
rüya görmektense uyanık kalmanın daha
iyi oldu unu, üstelik gebe kalmama
garantisi olmadı ına göre, ortaya bir de
bebek çıkarsa i lerin büsbütün çıkmaza
girece ini söylüyordu.
Bana kalırsa bu yazıda dikkate
alınmayan tek ey, bir kızın neler
hissetti i konusuydu.
El de memi bir kız olup yine el
de memi bir erkekle evlenmek ho bir
ey olabilirdi, ama ya adam evlendikten
sonra birdenbire Buddy Willard’ın yaptı ı
gibi aslında el de memi biri olmadı ını
itiraf ederse ne olacaktı? Bir kadının bir
tek temiz ya antısı olması gerekti i, oysa
bir erke in biri temiz, öteki temiz
olmayan iki tane ya antısı olabilece i
dü üncesi çileden çıkarıyordu beni.
Sonunda baktım ki yirmi bir ya ına
gelip de hâlâ bakir kalmı olan zeki ve
ihtiraslı bir erkek bulmak kolay
olmayacak, ben de bakire kalmaktan
vazgeçip kendim gibi bakir olmayan
biriyle evlenmeye karar verdim. Bu
durumda o benim hayatımı zehir ederse
ben de onun hayatını zehir edebilirdim.
Ben on dokuz ya ındayken bekâret
en önemli konuydu.
Dünyadaki insanları Katolikler ve
Protestanlar, ya da Cumhuriyetçiler ve
Demokratlar, ya da beyazlar ve zenciler,
hatta erkekler ve kadınlar olarak de il
de, biriyle yatmı olanlar ve yatmamı
olanlar diye ikiye bölünmü olarak
görüyordum. ki insan arasındaki tek
kayda de er fark buymu gibi geliyordu
bana.
Aradaki sınırı geçti im gün
kendimde çarpıcı bir de i iklik
hissedece imi sanıyordum.
Ku kusuz, günün birinde
Avrupa’ya gidersem hissedeceklerimin
aynısı olacaktı bu. Eve döndü ümde
aynaya yakından bakarsam gözümün ta
içinde duran minik, beyaz bir Alp
seçebilecektim. imdi de, bir gün sonra
aynaya bakarsam gözümün içinde
oyuncak bebek boyunda bir
Constantin’in oturup bana
gülümseyece ini dü ünüyordum.
Her neyse, bir saat kadar
Constantin’in balkonunda iki ayrı
ezlonga oturup aramızda balalayka
plakları yı ılı olarak müzik dinledik.
Sokak lambalarından mı, yarım aydan
mı, otomobillerden mi, yoksa yıldızlardan
mı geldi ini kestiremedi im baygın,
yumu ak bir ı ık yayılıyordu çevreye. Ama
elimi tutmanın dı ında Constantin hiç de
beni ba tan çıkarmaya hevesli
görünmüyordu.
Ni anlısı ya da özel bir kız arkada ı
olup olmadı ını sordum. Belki de böyle bir
sorunu vardı. Ama yanıtı hayır oldu, bu
gibi ba lardan uzak durmaya özen
gösteriyordu.
Sonunda, içmi oldu um o çam
kabu u lezzetindeki arabın etkisiyle
damarlarıma kar ı koyulmaz bir
uyu uklu un yayıldı ını hissettim.
«Ben içeri girip yatsam fena
olmayacak,» dedim.
lgisiz bir tavırla yatak odasına
yürüdüm ve ayakkabılarımı çıkarmak
için e ildim. Tertemiz yatak önümde
güvenilir bir tekne gibi sallanıyordu.
Boylu boyunca uzanıp gözlerimi kapadım.
Sonra Constantin’in içini çekip
balkondan içeri girdi ini duydum.
Ayakkabılarını birer birer yere attı ve
yanıma uzandı.
Yüzüme dü mü bir tutam saçın
ardından gizlice ona baktım.
Sırtüstü yatmı , elleri ba ının
altında kenetli, dalgın dalgın tavana
bakıyordu. Gömle inin dirseklerine kadar
sıvanmı kolalı beyaz kolları, yarı
karanlıkta garip, ürkütücü bir pırıltı
saçıyordu. Güne yanı ı teni neredeyse
siyah gibiydi. Ömrümde hiç bu kadar
güzel bir erkek görmedi imi dü ündüm.
Belki keskin hatlı, biçimli bir yüze
sahip olsaydım ya da zekice politik
tartı malar yapabilseydim ya da ünlü bir
yazar olsaydım, Constantin beni birlikte
yatacak kadar ilginç bulabilirdi.
Ama bir de u vardı, acaba beni
sever sevmez eri ilmezli ini yitirip sıradan
bir insan mı olacaktı? Buddy Willard ve
ondan önceki gençlerde oldu u gibi
Constantin’de de kusur üstüne kusur
mu bulacaktım? Hep aynı ey oluyordu.
Uzaklarda kusursuz bir erkek
görüyor, ama yakınıma gelir gelmez hiç
de uygun biri olmadı ını anlıyordum.
Hiç evlenmek istemeyi imin
nedenlerinden biri de buydu.
Hayatta en son istedi im ey
sonsuz güvenceye kavu mak ve okların
fırladı ı yer olmaktı. Ben de i iklik ve
heyecan istiyordum. Dört Temmuz
bayramındaki havai fi eklerden fı kıran
rengârenk oklar gibi her yöne atılmak
istiyordum.
Ya murun sesine uyandım.
Kapkaranlıktı. Bir süre sonra
gözüme tanıdık gelmeyen bir pencerenin
kenarlarını seçebildim. Zaman zaman
havada bir ı ın beliriyor, bir eyler arayan
bir hayalet parmak gibi duvarda dola ıp
kayarcasına yitip gidiyordu.
Sonra birinin soluk alıp verdi ini
duydum.
Önce bunun kendimden ba kası
olmadı ım, zehirlendikten sonra oteldeki
odamın karanlı ında yatmakta oldu umu
sandım. Solu umu tuttum, soluma
devam etti.
Yata ın üzerinde, yanıba ımda
ye il bir göz parlıyordu. Pusula gibi dörde
bölünmü tü. Yava ça uzanıp elimi
üzerine kapattım. Yukarı kaldırdım.
Onunla birlikte bir ölünün kolu gibi a ır,
ama uykunun sıcaklı ını ta ıyan bir kol
da kalktı.
Constantin’in saati üçü
gösteriyordu.
Ben uykuya daldı ım zaman
bıraktı ım gibi gömle i, pantolonu ve
çoraplarıyla yatıyordu. Gözlerim
karanlı a alı tıkça solgun gözkapaklarını,
düzgün burnunu ve ho görülü, biçimli
a zını seçebildim. Ama sanki hiçbiri
gerçek de ildi de sis üzerine çizilmi
çizgilerden ibaretti. Birkaç dakika üzerine
e ilip onu inceledim. Daha önce bir
erke in yanında uyuyakalmamı tım hiç.
Constantin’le evli olmanın nasıl bir
ey olaca ını kafamda canlandırmaya
çalı tım.
Sanırım sabah yedide kalkıp ona
jambonlu yumurta, kızarmı ekmek ve
kahve hazırlayacak, o i e gittikten sonra
da üstümde gecelik, ba ımda bigudilerle
sallana sallana kirli tabakları yıkayıp
yata ı düzeltecek ve o dı arıda hareketli,
büyüleyici bir gün geçirdikten sonra eve
döndü ünde esaslı bir ak am yeme i
bekleyecek, ben de geceyi daha da fazla
kirli tabak yıkayarak geçirecek ve
sonunda bitkin dü üp yatacaktım.
On be yıl boyunca sürekli tam not
almı bir kız için bo a harcanan, kasvetli
bir ya am olurdu bu, ama evlili in böyle
bir ey oldu unu biliyordum. Çünkü
Buddy Willard’ın annesi de sabahtan
ak ama dek yemek pi irmek, temizlik
yapmak ve çama ır yıkamaktan ba ka bir
ey yapmıyordu. Oysa bir üniversite
profesörünün e iydi ve kendisi de bir
zamanlar bir özel okulda ö retmenlik
yapmı tı.
Bir defasında Buddy’ye
u radı ımda Bayan Willard’ı kocasının
eski giysilerinden kesti i yün eritlerden
bir yaygı örerken bulmu tum. Ortaya
çıkan kumlu, kahveli, ye illi, mavili
desenlere hayran olmu tum. Ne var ki
Bayan Willard yaygıyı bitirdi inde onu
benim, dü ündü üm gibi duvara
asaca ına mutfak paspası olarak yere
sermi ve o cânım yaygı birkaç gün içinde
kirlenip donukla arak süpermarketten
bir dolardan ucuza alınabilecek herhangi
bir paspastan farksız bir hale gelmi ti.
Ve biliyordum ki bir erke in
evlenmeden önce bir kadına verdi i tüm
güllere, öpücüklere ve restoranlarda
yedirdi i ak am yemeklerine kar ın,
gizliden gizliye istedi i tek ey, evlilik
i lemleri biter bitmez kadının Bayan
Willard’ın mutfak paspası gibi ayaklarının
altına serilmesiydi.
Benim annem de babamla
Reno’dan balayına çıkarken - babam
daha önce de evlenmi oldu undan
bo anması gerekiyordu - babamın, «Ohh
çok ükür, artık rol yapmaktan vazgeçip
gerçek ki ili imize dönebiliriz,» dedi ini
anlatmamı mıydı? Ve o günden sonra
annem bir dakika olsun rahat yüzü
görmemi ti.
Bir de Buddy Willard’ın sinsi ve
bilgiç bir tavırla, çocuklarım olduktan
sonra kendimi farklı hissedece imi ve
artık iir yazmak istemeyece imi
söyleyi ini anımsıyordum. Belki de
gerçekten evlenip çocuk do urduktan
sonra insanın beyni yıkanmı gibi oluyor
ve ondan sonra özel bir totaliter devletin
kölesi gibi duyuları körlenerek ya ayıp
gidiyordu.
Derin bir kuyunun dibinde duran
parlak, eri ilmez bir çakılı seyredercesine
dalgın dalgın Constantin’i seyrederken
gözkapakları açıldı ve görmeden baktı
bana. Gözleri sevgi doluydu. Ama beni
tanır tanımaz o puslu sevecenli in
üzerine bir kepenk indi sanki. ri
gözbebeklerinin derinli ini yitirip rugan
deriye benzer bir pırıltıyla parlayı ını
sessizce seyrettim.
Constantin esneyerek do ruldu,
«Saat kaç?»
«Üç,» dedim donuk bir sesle. «Eve
gitsem iyi olacak. Sabah büroda olmam
gerek.»
«Seni götüreyim.»
Yata ın ayrı uçlarında sırt sırta
oturup ba ucu lambasının çi ı ı ında
ayakkabılarımızı giymeye çabalarken
Constantin’in bana döndü ünü
hissettim. «Saçın hep böyle midir?»
«Nasıl yani?»
Sorumu yanıtlamadı, ama elini
uzatıp parmaklarıyla saçımı köklerinden
ucuna kadar yava ça taradı. Minik bir
elektrik dalgası yayıldı içime.
Küçüklü ümden beri birinin saçımı
taramasından çok ho lanırdım. Bedenimi
tatlı bir uyu ukluk ve huzur sarardı.
Constantin, «Tamam, anladım,»
dedi. «Yeni yıkamı sın.»
Ve e ilip tenis ayakkabılarını
ba lamaya koyuldu.
Bir saat sonra otelde yata ıma
uzanmı ya muru dinliyordum. Ya mur
sesinden çok açık kalmı bir musluktan
akan suyun sesine benziyordu bu. Sol
dizimin altındaki sancı uyanmı tı. Saat
yedide, çalar saatim Sousa’yı çalarak
beni kaldırana kadar uyumaktan
umudumu kestim.
Her ya mur ya ı ında baca ımdaki
eski kırık kendini anımsatırdı.
Anımsattı ı ey de tekdüze bir a rıydı.
O zaman, «Bu bacak Buddy
Willard’ın yüzünden kırıldı,» diye
dü ündüm.
Ama sonra, «Hayır, onu kendim
kırdım,» diye dü ündüm. «Enayilik etti im
için kendimi cezalandırmak amacıyla
kırdım onu.»
8
Bay Willard beni arabasıyla
Adirondacks’e götürüyordu.
Noel’in ertesi günüydü. Gri
gökyüzü karla dolu i kin bir karın gibiydi
üstümüzde. Her Noel’den sonra oldu u
gibi midem tıkabasa dolu, canım sıkkındı.
Sanki çam dallarının, mumların, altın-
gümü yaldızlı kurdelelerle ba lanmı
arma anların, öminede yanan me e
kütüklerinin, Noel hindisinin, ve piyano
e li inde söylenen Noel arkılarının
vadetti i ey neyse o hiç gerçekle memi
gibi bir dü kırıklı ı vardı içimde.
Noel zamanı neredeyse Katolik
olmadı ıma pi man oluyordum.
Arabayı önce Bay Willard kullandı,
sonra ben kullandım. Nelerden
sözetti imizi bilmiyorum ama eskiden
ya mı karların derinli ine gömülmü
kırlar çorakla ıp da hemen hemen siyaha
çalan koyu ye il renkte sık çamlar gri
tepelerden yol kenarına inmeye
ba ladıkça içimin giderek karardı ını
hissettim.
Bay Willard’a yola yalnız devam
etmesini, otostopla eve dönebilece imi
söylememek için kendimi güç
tutuyordum.
Ama Bay Willard’ın yüzüne o lan
çocukları gibi kısacık kesilmi gümü
rengi saçlarına, berrak mavi gözlerine,
pembe yanaklarına ve tümünü bir dü ün
pastasının kreması gibi kaplayan
masum, güven dolu anlatıma bir kez
bakmak bunu yapamayaca ımı anlamak
için yeterliydi. Bu ziyareti sonuna kadar
götürmek zorundaydım.
Ö le zamanı grilik biraz soldu ve
biz de buzlu bir kav akta mola verip
Bayan Willard’ın yolluk olarak hazırladı ı
ton balı ı sandviçlerini, yulaf
kurabiyelerini, elmaları ve termostaki
kahveyi payla tık.
Bay Willard beni yumu ak bir
bakı la süzdü. Sonra bo azını temizledi
ve kuca ındaki son birkaç kırıntıyı
silkeledi. Ciddi bir eyler söyleyece ini
anlamı tım, çünkü çok çekingen bir
insandı ve önemli bir ekonomi dersi
vermeden önce de bo azını aynı ekilde
temizledi ini duymu tum.
«Nelly’yle ben hep bir kızımız olsun
isterdik.»
Bir an Bay Willard’ın karısının
gebe oldu unu ve bir kız çocuk
bekledi ini açıklayaca ı gibi çılgınca bir
dü ünceye kapıldım. «Ama bir kız evladın
senden daha iyi olabilece ini
dü ünemiyorum.»
Bay Willard bana babalık etmek
istedi i için sevinçten a ladı ımı sanmı
olmalıydı. «Haydi, haydi,» diye omuzumu
ok adı ve bo azını birkaç kez daha
temizledi. «Birbirimizi anladı ımızı
sanıyorum.»
Sonra otomobilin kendi tarafındaki
kapısını açtı ve dı arıdan dolanıp benim
tarafıma geldi. Solu u gri havada
dumandan kıvrımlar çiziyordu. Bo altmı
oldu u koltu a kaydım. Bay Willard
otomobili çalı tırdı ve yola devam ettik.
Buddy’nin sanatoryumu olarak
nasıl bir yer bekledi imden emin
de ildim.
Sanırım küçük bir da ın tepesine
tünemi ah ap bir kö k ve balkonlarda
kalın battaniyelere sarınmı yatan pembe
yanaklı, çekici, gözleri hummalı pırıltılar
saçan genç kadınlar ve erkekler
görece imi ummu tum.
Buddy bana okula yazdı ı bir
mektupta, «Verem, ci erlerinde bir
bombayla ya amaya benziyor,» demi ti.
«Patlamayaca ını umut ederek sessizce
yatmak gerekiyor.»
Buddy’nin sessizce yatı ını hayal
etmek güçtü. Tüm ya am felsefesi her an
hareket halinde olup bir eyler yapmaya
dayanıyordu. Yazın plaja gitti imizde bile
asla benim gibi güne in altında uzanıp
uyuklamazdı. Zamanı de erlendirmek
için bir a a ı bir yukarı ko ar, top oynar
ya da bir dizi hızlı beden hareketi
yapardı.
Bay Willard’la birlikte bekleme
odasında ö leden sonraki dinlenme
kürünün bitmesini bekledik.
Bütün sanatoryumun renk
düzenlenmesinde ci er esas alınmı a
benziyordu. Koyu kahverengi a aç
kaplamalar, yanık kahverengi deri
koltuklar, bir zamanlar belki de beyaz
olup giderek yayılan nem ve küf
hastalı ına boyune mi duvarlar. Benekli
kahverengi bir mu amba, dö emeyi
bütünüyle örtmü tü.
Koyu renk kaplaması çember ve
yarım çember biçimindeki lekelerle dolu
alçak bir kahve sehpasının üzerinde
birkaç tane yıpranmı Time ve Life dergisi
duruyordu. En yakın dergiyi alıp
karı tırdım. Eisenhower’in yüzü
kavanozdaki bir ceninin bo ve dazlak
yüzü gibi gülümsedi bana.
Bir süre sonra sinsi bir sızıntı sesi
duyar gibi oldum. Bir an için neme
doymu duvarların artık bu nemi dı arıya
verdiklerini sandım, ama sonra sesin
odanın bir kö esindeki küçük bir
fıskiyeden geldi ini gördüm.
Fıskiye, suyu kaba bir borudan be
on santim yüksekli inde püskürtüyordu.
Su, ellerini yukarıya uzatmaya çabalıyor,
sonra gücünü yitirip titrek birkaç damla
halinde ta bir havuzun sararmı
suyunda bo ulup gidiyordu. Havuzun içi
genel tuvaletlerde görülen beyaz altıgen
ta larla dö enmi ti.
Bir zil çaldı. Uzaklarda kapılar
açılıp kapandı. Sonra Buddy içeri girdi.
«Merhaba baba.»
Buddy babasını kucakladı ve
hemen ardından abartmalı bir canlılıkla
bana do ru gelip elini uzattı. Sıktı ım el
nemli ve tombuldu.
Bay Willard’la ben deri bir
kanepede oturuyorduk. Buddy
kar ımızda duran kaygan bir koltu un
kenarına tünedi. A zının kö eleri
görünmez bir telle gerilmi çesine
durmadan gülümsüyordu.
Kırk yıl dü ünsem Buddy’yi i man
görece im aklıma gelmezdi.
Sanatoryumda oldu u sürece ne zaman
onu dü ünsem, gözlerimin önüne elmacık
kemiklerinin altında oyulmu gölgeler ve
hemen hemen etsiz göz çukurlarının
dibinde alev alev yanan gözler gelmi ti
hep.
Oysa Buddy’nin bedeninde ne
kadar içbükey çizgi varsa hepsi ansızın
dı bükey oluvermi ti. Daracık, sentetik
beyaz gömle inin altından göbe i dı arı
fırlamı tı. Yanakları elma gibi yuvarlak ve
al aldı. Kahkahası bile dolgunla mı tı.
Buddy’yle gözgöze geldik «Çok
yemekten,» dedi. «Her gün bizi tıkabasa
doyurup bol bol dinlendiriyorlar. Neyse ki
artık yürüyü yapma iznim var, onun için
kaygılanma, birkaç haftada zayıflarım.»
Sevinçli bir ev sahibi gibi gülümseyerek
aya a fırladı. «Odamı görmek ister
miydiniz?»
Buddy’nin pe ine takıldım. Bay
Willard da benim arkamdan geliyordu.
Buzlu cam takılmı bir çift kapıdan geçip
lo , ci er renkli bir koridor boyunca
yürüdük. Etrafta dö eme cilası, lizol ve
çürümü gardenyaların kokusuna benzer
daha hafif bir ba ka koku vardı.
Buddy kahverengi bir kapıyı itip
açtı ve sırayla dar bir odaya girdik.
nce mavi çizgili beyaz, hafif bir
örtüyle örtülmü yamrı yumru bir yatak
odanın büyük bir kısmını kaplıyordu.
Yanında duran etajerin üstünde bir
sürahi, bir su barda ı ve gümü renkli
ucu bir kavanozdaki pembe dezenfektan
sıvıdan çıkmı bir termometre vardı.
Yata ın ayakucuyla dolabın kapa ı
arasına sıkı mı bir ikinci etajerin üstü
kitaplar, kâ ıtlar ve fırınlanıp boyanmı
ama verniklenmemi seramik kapkacakla
doluydu.
Bay Willard bir soluk alarak,
«Hmm,» dedi. «Yeterince rahat
görünüyor.» Buddy güldü.
«Bunlar ne?» Koyu ye il zemin
üzerine sarı damarları özenle çizilmi ,
nilüfer yapra ı biçiminde kilden bir sigara
tablasını elime aldım. Buddy sigara
içmezdi.
Buddy, «Sigara tablası,» dedi.
«Senin için.»
Tablayı yerine koydum. «Ben
sigara içmem ki.»
«Biliyorum,» dedi Buddy. «Yine de
ho una gidece ini dü ündüm.»
Bay Willard kuruyan dudaklarını
birbirine sürterek, «Eh artık ben
kalkayım,» dedi. «Siz gençleri yalnız
bırakayım da...»
«Peki babacı ım, siz isterseniz
gidin.»
a ırmı tım. Bay Willard’ın da
geceyi burada geçirece ini ve ertesi gün
birlikte dönece imizi sanmı tım.
«Ben de geleyim mi?»
«Hayır, hayır.» Bay Willard
cüzdanından çıkardı ı birkaç banknotu
Buddy’ye verdi. «Esther için trende rahat
bir yer ayırt. Birkaç gün kalır belki.»
Buddy babasını kapıya kadar
geçirdi.
Bay Willard’ın beni terketmi
oldu u duygusuna kapıldım. Bunu
ba tan beri planlamı olmalıydı. Ama
Buddy hayır dedi, babası yalnızca
hastalık görmeye, özellikle de kendi
o lunun hastalı ını görmeye
dayanamıyordu, çünkü ona göre bütün
hastalıklar irade zayıflı ından do ardı.
Bay Willard hayatında bir gün bile hasta
olmamı tı.
Buddy’nin yata ına oturdum.
Zaten oturacak ba ka yer de yoktu.
Buddy ciddi bir tavırla kâ ıtlarım
karı tırdı. Sonra ince, gri bir dergi uzattı
bana. «On birinci sayfayı aç.»
Dergi Maine’de bir yerde basılmı tı
ve birbirinden yıldızlarla ayrılmı iirler ve
kısa betimlemelerle doluydu. On birinci
sayfada «Florida’da Gündo umu» ba lıklı
bir iir vardı. Kavuniçi ı ıklar,
kaplumba a ye ili palmiyeler ve Yunan
mimarisinden parçalara benzeyen yivli
deniz kabuklarıyla ilgili imgeleri atlaya
atlaya okudum.
«Hiç de fena de il.» Berbat bir iirdi
bence.
Buddy garip, güvercinsi bir
gülümsemeyle, «Kim yazmı bunu?» diye
sordu.
Gözüm sayfanın sa alt
kö esindeki ada ili ti. B.S. Willard.
«Bilmem.» Sonra, «Elbette
biliyorum Buddy,» dedim. «Sen
yazmı sın.» Buddy bana yana tı.
Geri çekildim. Verem hakkında
pek az ey biliyordum, ama böyle gözle
görünmeden sürüp gitti ine göre
fazlasıyla sinsi bir hastalı a benziyordu.
Buddy da pekâlâ kendi verem
mikroplarının küçük öldürücü atmosferi
içinde oturuyor olabilirdi.
«Korkma,» diye güldü Buddy.
«Pozitif de ilim.»
«Pozitif mi?»
«Sana hiçbir ey bula amaz.»
Çok dik bir yoku u tırmanırken
yarı yolda durup soluklanırcasına durup
bir soluk aldı.
«Sana bir ey sormak istiyorum.»
nsanı tedirgin eden yeni bir huy
edinmi ti. Kafamı delip içinden geçenleri
daha iyi okumak ister gibi delici bir
bakı la bakıyordu gözlerimin içine.
«Önce mektupla sormayı
dü ünmü tüm.»
Arka tarafında Yale amblemi olan
uçuk mavi bir zarf geçti gözlerimin
önünden.
«Ama sonra sen gelene kadar
bekleyip yüzyüze konu manın daha iyi
olaca ına karar verdim.» Durakladı. «Eee,
ne oldu unu bilmek istemiyor musun?»
Umut vermeyen alçak bir sesle,
«Neymi ?» dedim.
Buddy yanıma oturdu. Kolunu
belime dolayıp kula ımı örten saçı geriye
itti. Kımıldamadım. Sonra fısıldadı ını
duydum; «Bayan Buddy Willard olmak
ho una gider miydi?»
Gülmemek için kendimi zor
tuttum.
Buddy Willard’a uzaktan tutkun
oldu um be altı yıllık dönem içinde
sorulmu olsaydı, bu sorunun beni nasıl
a kına döndürece ini dü ündüm.
Buddy duraksadı ımı sezdi.
«Ah elbette u anda formumda
olmadı ımı biliyorum,» dedi çabucak.
«Hâlâ ilaç kontrolü altındayım ve birkaç
kaburgamı yitirebilirim. Ama gelecek
sonbaharda okula dönece im. Ya da en
geç gelecek ilkbahara...»
«Galiba sana söylemem gereken bir
ey var Buddy.»
Buddy kaskatı bir sesle, «Anladım,»
dedi. «Biriyle tanı tın.»
«Hayır, o de il.»
«Ya ne peki?»
«Ben hiç evlenmeyece im.»
«Delisin sen.» Buddy’nin keyfi
yerine gelmi ti. «Fikrini de i tireceksin.»
«Hayır. Kararım kesin.»
Ama Buddy’nin ne esi kaçmadı.
«Hatırlıyor musun,» dedim, «hani
bir gece tiyatrodan sonra birlikte
otostopla okula dönmü tük?»
«Hatırlıyorum.»
«Hani bana en çok kentin içinde mi
yoksa dı ında mı ya amak istedi imi
sormu tun.»
«Sen de demi tin ki...»
«Ben de demi tim ki kentin hem
içinde hem dı ında ya amak isterim.»
Buddy ba ını salladı.
Anî bir iddetle, «Sen de,» diye
devam ettim, «gülmü tün ve bu sorunun
o hafta psikoloji dersinde gördü ünüz bir
ankette bulundu unu ve benim gerçek
bir nörotikin yapısına sahip oldu umu
söylemi tin.
Buddy’nin gülümsemesi
donukla tı.
«Haklıydın da. Ben gerçekten
nörotikim. Ne kentim içinde, ne de
dı ında yerle ebilirim.»
Buddy yardım etmek istercesine,
« kisinin ortasında ya ayabilirsin,» diye
önerdi. «O zaman bazan kente bazan de
kıra gidebilirsin.»
«Peki bunun nörotik olmakla ne
ilgisi var?»
Buddy sorumu yanıtlamadı.
«Evet?» dedim sertçe. Ruh
hastalarının suyuna gitmek yararsız diye
dü ünüyordum, onlar için en kötü eydir
bu, büsbütün çileden çıkarlar.
«Hiç,» dedi Buddy. Sesi soluk ve
durgundu.
«Nörotik ha!» Hakaret dolu bir
kahkaha attım. «E er iki kar ıt eyi aynı
anda istemek nörotiklikse ben tepeden
tırna a nörotikim. Ya amınım geri kalan
kısmını kar ıt eylerin birinden öbürüne
uçmakla geçirece im.»
Buddy elini elimin üzerine koydu.
«Bırak ben de seninle uçayım.»

Mount Pisgah üzerindeki kayak


pistinin tepesinde durmu a a ıya
bakıyordum. Orada bulunmamın pek
anlamı yoktu aslında. Ömrümde hiç
kayak yapmamı tım. Ama hazır fırsat
bulmu ken manzaranın tadını çıkarmayı
tasarlıyordum.
Solumdaki tele-ski, üzerinden
kayıla kayıla sıkı ıp katıla mı ve ö le
güne inde hafifçe eridikten sonra cam
gibi donup parlakla mı güne li tepeye
birbiri ardından kayakçı ta ıyordu. So uk
hava ci erlerimi ve sinüslerimi acıtan bir
berraklıkla dolduruyordu.
Dört bir yanımda kırmızı, beyaz ve
mavi ceketli kayakçılar tepeden
yırtılırcasına kopup bir Amerikan
bayra ının parçaları gibi, gözalıcı
bayırdan a a ı hızla kayıyorlardı.
Sessizli i bozan tek ey pistin dibindeki
ah ap taklidi kulübeden yayılan popüler
arkılardı.

ki ki ilik kö kümüzden
A a ıya, Jungfrau’ya bakarken...

Bütün bu gürültüler, bir kar


çölünün ortasındaki gözle görülmez bir
dere gibi yanıba ımdan akıp gidiyordu.
Bir tek kayıtsız, görkemli hareket,
yamaçtan a a ıya, pistin kenarında,
izleyicilerin arasında minik, hakî bir
nokta gibi duran Buddy Willard’a do ru
savrulup gitmem için yeterliydi.
Bütün sabah Buddy bana kayak
yapmayı ö retmi ti.
Önce kayak köyündeki bir
arkada ından kayakları ve kayak
sopalarını, ayakları benden bir numara
büyük olan bir doktorun hanımından
kayak ayakkabılarını, bir ö renci
hem ireden de kırmızı bir kayak ceketi
ödünç almı tı. natçılık kar ısında
yılmadan direni i hayret vericiydi.
O zaman Buddy’nin tıp
fakültesindeyken, ölen kimselerin
yakınlarını, ölülerinin bilim adına kesilip
biçilmesi yolunda ikna etti i için bir ödül
kazanmı oldu unu anımsadım. Ödülün
ne oldu unu unutmu tum, ama
Buddy’nin, beyaz gömle i içinde, yan
cebinden bedeninin bir parçası gibi çıkan
stetoskopuyla, gülümseyerek, ba ını
sallayarak, o a kın, uyu mu kimseleri
otopsi kâ ıtlarını imzalamaya ikna edi ini
çok iyi canlandırabiliyordum gözümde.
Daha sonra Buddy kendi
doktorunun otomobilini ödünç aldı.
Doktoru da eskiden verem geçirmi ti ve
çok anlayı lı bir insandı. Yürüyü saati
zili sanatoryumun güne siz
koridorlarında u uldarken yola çıktık.
Buddy de daha önce hiç kayak
yapmamı ta, ama temel ilkelerin oldukça
basit oldu unu ve kayak ö retmenleriyle
ö rencilerini sık sık izledi i için bilmem
gereken her eyi bana ö retebilece ini
söylüyordu.
lk yarım saati dü e kalka küçük
bir e imin tepesine tırmandıktan sonra
sopalarımla kendimi itip do ruca a a ıya
inerek geçirdim. Buddy ilerlememden
ho nut görünüyordu.
Yoku umun yirminci kez
üstesinden geldi imde, « yi gidiyor
Esther,» dedi. «Haydi imdi de teleskiyi
deneyelim.»
Ah al moru mor, soluk solu a
kalakaldım.
«Ama Buddy, daha zikzak kaymayı
bilmiyorum ki. Tepeden inenlerin hepsi
zikzak kaymayı biliyor.»
«Yarı yola kadar çıkman yeterli. O
zaman fazla hız kazanmazsın.»
Ve Buddy beni teleskiye kadar
götürüp ipi avuçlarımda nasıl
kaydıraca ımı gösterdi. Sonra ipi
parmaklarımla kavrayıp yukarıya
çıkmamı söyledi.
Hayır demek aklıma bile
gelmemi ti.
Parmaklarımın arasından pürüzlü,
can yakan bir yılan gibi kayan ipi
kavrayıp yukarıya yollandım.
Ama ip yalpa vurup sarsılarak öyle
hızlı sürükledi ki beni, yarı yolda kendimi
ondan ayırabilme umudunu yitiriverdim.
Önümde ve arkamda ilerleyen kayakçılar
vardı ve ipi bıraktı ım anda tepetaklak
yuvarlanıp kayaklar ve sopalarla sarma
dola bir halde yere çakılmam i ten bile
de ildi. Olay yaratmak istemedi imden
sessizce ipe asılmaya devam ettim.
Ama tepeye vardı ımda bir
dü ünce aldı beni.
Buddy kırmızı ceketimle tepede
duraksadı ımı görmü tü. Kolları haki bir
yelde irmeni gibi havayı dövüyordu.
Sonra yamacı kaplayan kayakçı
örgüsünün ortasında açılan bir yoldan
a a ıya kaymamı i aret etti ini gördüm.
Orada, bo azım kuruyarak tedirgin bir
halde duraklarken, ayaklarımın dibinden
Buddy’nin ayaklarının dibine uzanan
pürüzsüz beyaz yol bulanıkla ıyordu
gözlerimde.
Önümdeki yoku u bir kayakçı
sa dan, bir ba kası soldan kesip geçti.
Minicik, kıvıl kıvıl hayvancıklar ya da
parlak renkli e ik ünlem i aretleriyle
dolup ta an bir alanın öbür ucunda,
Buddy’nin kolları güçsüz antenler gibi
sallanıp duruyordu.
Gözlerimi a a ıda çalkalanan
amfiteatrdan ayırıp onun ötesindeki
manzaraya çevirdim.
Gökyüzünün kocaman gri gözü
bakı ımı yanıtlar gibiydi. Sislere
bürünmü bir güne , pusulanın her
noktasından bo anan tüm beyaz ve
suskun uzaklıkları ayaklarınım dibinde
topluyordu.
çimden aptallık etmemem için
beni dürtüp duran, kayaklarımı çıkarıp
yoku un kenarındaki bodur çamların
arasına gizlene gizlene a a ıya yürüyerek
postu kurtarmamı söyleyen ses huzursuz
bir sivrisinek gibi uçup gitti. Ölebilece im
dü üncesi kafamda bir a aç ya da bir
çiçek gibi serinkanlılıkla biçimlendi.
Buddy’ye kadar olan uzaklı ı
gözlerimle ölçtüm.
Artık kollarını kavu turmu tu
Buddy. Arkasındaki çift parmaklıklı çitle
kayna mı gibi suskun, kahverengi ve
önemsiz görünüyordu.
Tepenin kenarına yana tım.
Sopalarınım ucunu kara saplayıp ne
ustalıkla, ne de geç kalmı bir irade
gücüyle duramayaca ımı bildi im bir
uçu a ittim kendimi.
Do ruca a a ıya yönelmi tim.
Sanki daha önce gizlenmekte olan
keskin bir rüzgâr a zıma doldu ve
saçlarımı dimdik arkaya do ru taradı.
Ben iniyordum, ama beyaz güne hiç
yükselmiyordu. Kımıltısız dalgalara
benzeyen tepelerin üzerinde, dünyanın
varlı ını mümkün kılan bir dayanak
noktası gibi asılı duruyordu.
Bedenimde ona yanıt vermeye
yeltenen küçük bir nokta ona do ru
uçtu. Ci erlerimin hava, da lar, a açlar
ve insanlardan olu an manzarayla
doldu unu hissettim. «Mutlu olmak bu
i te,» diye dü ündüm.
Zikzak kayanlar, ö renciler,
ustalar arasından geçip kendi geçmi ime,
birbiri ardından akıp giden,
ikiyüzlülükler, gülücükler ve uzla malarla
dolu yıllara do ru kaydım.
ki yanımda insanlar ve a açlar bir
tünelin karanlık duvarları gibi geriye
do ru kayarken, ben tünelin ucundaki
durgun, parlak noktaya, kuyunun
dibindeki çakıla, annesinin karnında
gizlenen tatlı, beyaz bebe e do ru hızla
atılıyordum.
A zımı dolduran kar di lerimin
arasında çıtırdadı. Buzlu su bo azımdan
a a ıya süzüldü.
Buddy’nin yüzü yolunu a ırmı bir
gezegen gibi yakın ve kocaman, tepemde
asılı duruyordu. Onun yüzünün gerisinde
ba ka yüzler de vardı. Arkada, beyaz bir
yüzey üzerinde kara noktacıklar
kayna ıyordu. Parça parça, sanki bir
vaftiz anasının büyülü de ne inin
darbeleriyle, her ey yerli yerine döndü.
Tanıdık bir ses, «O adam yoluna
çıkana kadar çok iyi gidiyordun,» diye
bilgi verdi.
nsanlar ba larını çözüyor ve
kayak sopalarını çarpık çurpuk
saplandıkları kar yı ınlarından çıkarıp
getiriyorlardı. Sırtım kayak evinin çitine
dayalıydı.
Buddy e ilip botlarımı ve içinde
üstüste giyilmi birkaç çift beyaz yün
çorabı çıkardı. Tombul eli sol aya ımı
kavrayıp gizli bir silah arıyormu çasına
santim santim yoklayarak bile ime do ru
çıktı.
Gökyüzünün doru unda beyaz,
serinkanlı bir güne parlıyordu. Kendimi
bu güne te, bir melek kadar ince ve
uçucu bir hale gelene dek bir bıçak gibi
bilemek istedim.
«Yukarı çıkaca ım,» dedim.
Deneyece im.
«Hayır, çıkmayacaksın.»
Buddy’nin yüzüne tuhaf, ho nut
bir anlatım yayıldı.
Kesin bir gülümsemeyle, «Hayır,
çıkmayacaksın,» diye yineledi. «Baca ın
iki yerden kırılmı . Aylarca alçıda
kalacaksın.»
9
Hilda kedi gibi gerinerek esnedi,
ba ını konferans masasının üzerinde
duran kollarına gömüp yeniden uykuya
daldı. Safra ye ili bir tutam hasır, alnının
üzerine tropikal bir ku gibi tünemi ti.
Safra ye ili. Sonbaharda moda
olacaktı bu renk. Ancak Hilda her
zamanki gibi modanın altı ay önünde
gidiyordu. Siyahla safra ye ili, beyazla
safra ye ili, nü ye iliyle, yani birinci
dereceden kuzeniyle safra ye ili.
Beynimin içinde yaldızlı ve bombo
moda sloganlarının aptalca kabarcıkları
yükseliyordu. Yüzeye geldiklerinde kof bir
patlamayla yitip gidiyorlardı.

Öleceklerine öyle seviniyorum ki.

Otel kafeteryasına ini imi


Hilda’nınkiyle aynı ana rastlatan talihimi
lanetledim. Gece çok geç yatmı
oldu umdan, yukarıda unutulan bir
eldiveni, mendili, emsiyeyi ya da defteri
almak için odama dönmek gibi bir
bahane uyduracak kadar bile i lemiyordu
kafam. Bunun cezası da, Amazon’un
buzlu camlı kapılarından Madison
Avenue üzerindeki binamızın çilek
pembesi mermer giri ine kadar süren
uzun, ölgün bir yürüyü tü.
Hilda yol boyu bir manken gibi
yürüdü.
«Nefis bir apka bu, sen mi
yaptın?»
Neredeyse Hilda’nın bana dönüp,
«Hastasın galiba,» demesini bekliyordum.
Ama yalnızca ku u gibi boynunu uzatıp
kısaltmakla yetindi.
«Evet.»
Bir gece önce gördü üm oyundaki
kadın kahramanın bedenine yabancı bir
ruh girmi ti. Bu ruh kadının a zından
konu urken sesi bir ma aradan
geliyormu çasına öyle derinden çıkıyordu
ki, erkek mi kadın mı oldu u
anla ılmıyordu. te Hilda’nın sesi de tıpkı
o ruhun sesine benziyordu.
Sanki her dakika varolup
olmadı ından emin olmak, ister gibi
parlak vitrinlerdeki görüntüsünü
seyrediyordu yürürken. Aramızdaki
sessizlik öyle derindi ki, bunda benim de
suçum olsa gerek diye dü ünmü tüm.
Onun için de, «Rosenberg’lerin
durumu ne korkunç de il mi?» demi tim.
Rosenberg’ler o gece geç saatte
elektrikli sandalyede idam edileceklerdi.
Hilda, «Evet!» dedi ve ben sonunda
bu kızın kalbinde insancıl bir tele
dokundu umu hissettim. Hilda bu Evet’i
ancak ikimiz konferans salonunun
mezarsı sabah kasvetinde öteki
arkada ları beklerken açıkladı.
«Böyle insanların ya aması
korkunç bir ey.»
Sonra esnedi ve uçuk portakal
rengi a zı geni bir karanlı a açıldı.
Yüzünün gerisindeki kör ma araya
büyülenmi gibi baktım. Sonunda
dudakları birle ti, kımıldadı ve ruh
saklandı ı yerden konu tu: «Öleceklerine
öyle seviniyorum ki.»

«Haydi, bir gülücük gönder bize.»


Jay Cee’nin odasındaki pembe
kadife kanepenin üzerinde elimde yapma
bir gülle, yüzüm derginin foto rafçısına
dönük olarak oturuyordum. Resmi
çekilecek, on iki ki inin sonuncusuydum.
Makyaj odasına gizlenmeye çalı mı , ama
ba aramamı tım. Betsy kapının altından
ayaklarımı görüp casusluk etmi ti.
Resmimin çekilmesini
istemiyordum, çünkü a layacaktım.
Neden a layaca ımı bilmiyordum, ama
birisi bana bir ey söylerse ya da çok
yalandan bakarsa gözlerimden ya ların,
bo azımdan hıçkırıkların bo anaca ını ve
bir hafta boyunca a layaca ımı
biliyordum. Gözya larının içimde kabarıp
çok dolu ve dengesiz bir barda ın
içindeki, su gibi çalkalandı ını
hissedebiliyordum.
Bu foto raflar dergi baskıya
girmeden ve bizler Tulsa, Biloxi, Teaneck
ya da Coos Bay gibi gelmi oldu umuz
yerlere dönmeden önce çekilecek son
posta foto raflardı. Ne olmak istiyorsak
onu simgeleyen bir eyle çekilecekti
foto rafımız.
Betsy bir çiftçinin karısı olmak
istedi ini belirtmek için bir mısır koçanı
almı tı eline. Hilda ise apkalar yapmak
istedi ini göstermek için apka
yapımcılarının kullandı ı saçsız ve yüzsüz
bir manken ba ını tutuyordu. Doreen’in
elinde Hindistan’da sosyal yardım
i lerinde çalı mak istedi ini belirtmek için
dore i lemeli bir sari vardı (aslında öyle
bir niyeti olmadı ını söylemi ti bana,
yalnızca eline bir sari geçirmek istemi ti).
Bana ne olmak istedi imi
sorduklarında bilmedi imi söyledim.
Foto rafçı, «Haydi haydi, elbette
biliyor sundur,» dedi.
Jay Cee, «Her ey olmak istiyor,»
diye espri yaptı.
Ozan olmak istedi imi söyledim.
O zaman elimde tutabilece im bir
ey aradılar.
Jay Cee bir iir kitabı tutmamı
önerdi, ama foto rafçı bunun çok açık
oldu unu söyleyip kabul etmedi. iirlerin
esin kayna ım gösteren bir ey olmalıydı.
Sonunda Jay Cee en yeni apkasındaki
tek uzun saplı yapma gülü çıkardı.
Foto rafçı kızgın beyaz ı ıklarını
ayarladı. «Haydi, iir yazmanın seni ne
denli mutlu etti ini göster bize.»
Jay Cee’nin penceresindeki
kauçuk bitkilerinin yaprakları ötesinde
uzanan mavi gökyüzüne daldım. Birkaç
bulut kümesi bir sahne salını ıyla sa dan
sola do ru kayıyordu. Gözlerimi en büyük
buluta dikip sanki o gözden kaybolunca
ben de onunla kayıp gidebilecekmi im gibi
bekledim.
A zımı dümdüz bir çizgi halinde
tutmanın çok önemli oldu unu
hissediyordum.
«Gülümse biraz.»
Sonunda a zım boyun e erek bir
vantrilo un kuklasının a zı gibi garip bir
ekilde kıvrılmaya ba ladı.
Foto rafçı ansızın bir eyler
sezinleyerek, «Hey,» diye kar ı çıktı.
«A layacak gibisin.»
Kendimi tutamadım.
Yüzümü Jay Cee’nin kanepesinin
pembe kadifesine gömdüm ve bütün
sabah boyunca içimde sinsi sinsi dolanıp
duran tuzlu gözya larıyla zavallı
hıçkırıklar odaya bo andıkça müthi bir
rahatlık duydum.
Ba ımı kaldırdı ımda foto rafçı
ortadan kaybolmu tu. Jay Cee de
gitmi ti. Korkunç bir hayvanın üzerinden
atılmı bir deri gibi pörsük ve terkedilmi
hissediyordum kendimi. Hayvandan
kurtulmu olmak ferahlatmı tı beni, ama
ruhumu ve pençelerini geçirebildi i her
eyi de alıp götürmü e benziyordu.
El çantamda içinde rimel, rimel
fırçası, göz fan, üç ruj ve kenarında
aynası olan yaldızlı kutuyu aradım.
Aynadan kaçamak gözlerle bana bakan
yüz, uzun bir dayaktan sonra bir
tutukevi hücresinin parmaklıklarından
bakıyor gibiydi. i mi , berelenmi ve
renkleri birbirine karı mı tı. Suya,
sabuna ve Hıristiyan ho görüsüne
muhtaç bir yüzdü.
Gönülsüzce boyanmaya ba ladım.
Makul bir aradan sonra Jay Cee
bir kucak dolusu öykü tasla ıyla rüzgâr
gibi girdi içeri.
«Bunlar seni e lendirir,» dedi. « yi
okumalar.»
Her sabah öykü editörünün
odasındaki tozdan grile mi yı ınlar kar
beyazı yeni yazılarla çı gibi kabarırdı.
Amerika’nın her kö esinde, çalı ma
odalarında, tavan aralarında, sınıflarda,
insanlar gizlice yazıyor olmalıydı.
Sözgelimi her dakika bir ki i bir yazı
bitiriyor olsa, be dakika içinde öykü
editörünün masasının üzerine be öykü
yı dıveriyordu. Bir saatte birbirlerini
masadan yere itip duran altmı öykü
birikiyordu. Ve bir yılda...
Havada, sa üst kö esinde
daktiloyla Esther Greenwood yazılı hayalî
bir kâ ıdın uçtu unu görüp gülümsedim.
Dergide geçirdi im bir aydan sonra yaz
okulunda verilen bir dersi izlemek için
ba vurmu tum. Bu ders ünlü bir yazar
tarafından veriliyordu. Ve yazar,
gönderdi iniz bir öykü tasla ını
okuduktan sonra sizi sınıfına kabul edip
etmeyece ini bildiriyordu.
Ku kusuz çok az ki i olacaktı
sınıfta. Ben de öykümü uzun bir süre
önce göndermi ve henüz yazardan bir
yanıt almamı tım. Ama döndü ümde
kabul mektubunu evdeki posta
masasının üzerinde bulaca ımdan
ku kum yoktu.
Bu derste yazaca ım öykülerden
birkaçını takma bir adla dergiye gönderip
Jay Cee’yi a ırtmaya karar verdim. Bir
gün Öykü Editörü, Jay Cee’nin odasına
gelip öyküleri masasının üzerine
bırakacak ve, «Burada her günkülerden
bir gömlek üstün bir eyler var,»
diyecekti. Jay Cee de bu görü ü payla ıp
öyküleri kabul edecek ve öykülerin
yazarını yeme e ça ıracaktı. O zaman
beni bulacaktı kar ısında.

Doreen. «Gerçekten,» dedi, «bu


seferki farklı olacak.»
«Anlat bakalım nasılmı ,» dedim
so ukça.
«Perulu,» dedi.
«Bodur olurlar.» dedim. «Aztekler
gibi de çirkindirler.»
«Hayır, hayır, hayır ekerim,
tanı tım onunla.»
Benim yata ımın üzerinde, kirli
keten elbiseler, kaçık naylon çoraplar ve
grile mi iç çama ırlarından olu an
darmada ınık bir yı ının ortasında
oturuyorduk. Ve on dakikadır Doreen
beni Lenny’nin tanıdı ı birinin bir
arkada ıyla bir kulübün düzenledi i
dansa gitmem için kandırmaya
çalı ıyordu. Lenny’nin tanıdı ı birinin
arkada ı, do rudan do ruya Lenny’nin
arkada ı olan birinden çok farklıdır
diyordu üsteleyerek. Ama ben ertesi
sabah sekiz treniyle eve dönece im için
artık valizlerimi toparlamaya giri mem
gerekti ini hissediyordum.
Bir de, bütün gece New York
sokaklarında tek ba ıma dola ırsam,
kentin görkemli büyüsü sonunda biraz
olsun üzerime bula abilecekmi gibi
belirsiz bir fikir vardı kafamda.
Ama vazgeçtim.
Bu son günlerde herhangi bir ey
yapmaya karar vermek giderek daha güç
gelmeye ba lamı ta bana. Ve güç bela bir
ey yapmaya, sözgelimi valizlerimi
toplamaya karar verdi im zaman da
bütün yaptı ım, dolaplardan ve
çekmecelerden kirlenmi , pahalı
giysilerimi çıkarıp sürükleyerek
sandalyelerin, yata ın ve dö emenin
üzerine yaymak ve oturup a kın a kın
onları seyretmekten ibaretti. Sanki
onların da kendilerine özgü, inatçı birer
ki ili i vardı da yıkanıp katlanmayı ve istif
edilmeyi reddediyorlardı.
Doreen’e, «Asıl sorun bu elbiseler,»
dedim. «Buraya döndü ümde bu elbiseleri
kar ımda görmeye dayanamam.»
«Bundan kolay ne var?»
Ve Doreen o a maz inceli iyle
kombinezonları, naylon çorapları,
Primrose Corset Company’nin arma anı
olan, o giymeye hiç cesaret edemedi im,
çelik tellerle dolu ık, askısız sutyeni, ve
son olarak da tuhaf kesimli kırk dolarlık
elbiselerden olu an hazin demeti birer
birer toplamaya ba ladı.
«Hey, onu kaldırma. Onu
giyece im.»
Doreen çıkınından siyah bir
parçayı çıkarıp kuca ıma bıraktı. Sonra
ötekileri bir kartopu gibi yumu ak bir
tomar haline sokup yata ın altına
tıkı tırdı.
Doreen altın tokmaklı ye il kapıya
vurdu.
çeriden yarıda kesilen bir erkek
kahkahası ve iti meler duyuldu. Sonra,
kısa kesilmi sarı saçlı, uzun boylu,
ceketsiz bir genç kapıyı birkaç santim
aralayıp dı arıya bir göz attı.
Doreen’i görür görmez, «Bebe im!»
diye gürledi:
Doreen onun kollarında kayboldu.
Lenny’nin tanıdı ı bu olsa gerek diye
dü ündüm.
Ben siyah kılıfımın içinde, biyeli
siyah alımla, her zamankinden daha
sarı benizli ve daha az umutlu, sessizce
kapı aralı ında duruyordum. Doreen’in
sarı ın genç tarafından odaya buyur
edilip yine uzun boylu, ama esmer ve
biraz daha uzun saçlı bir erke e
götürülü ünü izlerken, «Ben bir
gözlemciyim», diyordum kendi kendime.
Bu erkek bembeyaz bir takım, uçuk mavi
bir gömlek giymi ve parlak bir i neyle
tutturulmu sarı saten bir boyunba ı
takmı ta.
Gözlerimi bu i neden
ayıramıyordum.
çinden büyük beyaz bir ı ık
fı kırıyor ve neredeyse odayı
aydınlatıyordu. Sonra ı ık kendi içine
çekiliyor ve altın bir yüzey üzerinde bir
çiy tanesi bırakıyordu.
Bir adım attım.
Birisi, «Bu bir elmas,» dedi ve bir
sürü insan kahkahayı bastı.
Tırna ımla ta ın camsı yüzeyine
hafifçe vurdum. «Bu onun ilk elması.»
«Ona versene Marco.»
Marco ba ını e di ve i neyi
avucuma koydu.
Ta göksel bir buz parçası gibi
ı ıkla dans ediyor ve göz kama tırıyordu.
Onu çarçabuk kehribar taklidi
boncuktan yapılma gece çantamın içine
kaydırıp çevreme bakındım. Yüzler tabak
gibi bombo tu ve kimse soluk almıyor
gibiydi.
Sert, kuru bir el kolumu kavradı,
«Neyse ki bu ak am hanımefendiye ben
e lik ediyorum. Belki,» Marco’nun
gözlerindeki kıvılcım söndü ve gözleri
kararıverdi, «küçük bir hizmette
bulunup...» Birisi güldü.
«... elması yeniden kazanırım.»
Kolumu çevreleyen parmaklarını
daralttı.
«Ay!»
Marco elini çekti. Koluma baktım.
Bir ba parma ın mor izi çarptı gözüme.
Marco beni izliyordu. Sonra kolumun iç
tarafını göstererek.
«Oraya bak,» dedi.
Baktım ve dört tane birbirinin e i,
hafif iz gördüm.
«Görüyorsun ki hiç akam yok.»
Marco’nun bir görünüp bir
kaybolan, küçük gülümsemesi, Bronx
Hayvanat Bahçesinde kızdırdı ım bir
yılanı anımsatıyordu bana. Parma ımla
kafesin kalın camına vurdu um zaman
yılan zemberekli çenelerini açmı ve
gülümser gibi olmu tu. Sonra, ben
oradan çekip gidene kadar o görünmez
panoyu dövüp durmu tu.
Daha önce bir kadın dü manı
tanımamı tım hiç.
Marco’nun bir kadın dü manı
oldu unu anlamak güç de ildi, çünkü o
gece salonda bulunan bütün o
mankenlerin ve TV yıldızcıklarının
yüzüne bile bakmayıp yalnızca benimle
ilgilendi. ncelikten, hatta meraktan bile
de ildi bu. Bir deste birbirinden farksız
oyun kâ ıdı içinde onun ansına dü mü
bir karttım yalnızca.

Kulüp orkestrasından bir adam


mikrofona çıkıp elindeki tohum
çıngıraklarını sallamaya ba ladı. Güney
Amerika müzi i demekti bu.
Marco elime uzandı, ama ben
dördüncü içkime sıkıca sarılıp yerimden
kımıldamadım. Rom ve misket limonu
suyundan yapılan bu içkiyi daha önce hiç
içmemi tim. imdi içmemin nedeni de
Marco’nun benim için onu ısmarlamı
olmasıydı. Ne içmek istedi imi bana
sormadı ı için öyle minnettar kalmı tım
ki hiçbir ey söylemeden kadehleri birbiri
ardına yuvarlıyordum.
Marco bana baktı.
«Hayır,» dedim.
«Ne demek hayır?»
«Bu tür müzikle dans edemem.»
«Budalalık etme.»
«Ben burada oturup içkimi
bitirmek istiyorum.»
Marco gergin bir gülümsemeyle
bana do ru e ildi ve bir hamlede içkim
kanatlanıp bir salon palmiyesinin dibine
bo aldı. Sonra elimi öyle bir kavradı ki
onun pe inden piste gitmekle kolumun
koparılması arasında bir seçim yapmak
zorunda kaldım.
«Bu bir tango.» Marco beni dans
edenlerin arasına çıkardı. «Tangoya
bayılırım.»
«Ben dans edemem ki.»
«Senin dans etmene gerek yok.
Ben dans edece im.»
Marco’nun kolu belimi kavradı ve
beni anî bir hareketle göz kama tırıcı
beyaz giysisine do ru çekti. Sonra,
«Farzet ki bo uluyorsun,» dedi.
Gözlerimi kapadım ve müzik
fırtınalı bir sa anak gibi patladı
üzerimde. Marco’nun baca ı benim
baca ıma do ru, benim baca ım geriye
do ru kaydı. Bütün bedenim ona
çivilenmi gibiydi. Kendi irademin ve
bilgimin dı ında, onunla birlikte, onun
gibi hareket ediyordum. Bir süre sonra,
«Dans etmek için iki ki iye gerek yok,
yalnızca birinin dans etmesi yeterli,» diye
dü ündüm ve rüzgârda savrulup bükülen
bir a aç gibi bıraktım kendimi.
«Ben sana demedim mi?»
Marco’nun solu u kula ımı yakıyordu.
«Pekâlâ da iyi dans ediyorsun.»
Kadın dü manlarının kadınları
nasıl aptal yerine koyabildiklerini
anlamaya ba lamı tım. Kadın dü manları
tanrı gibiydiler: ncitilemez ve tepeden
tırna a güçlü. Yeryüzüne iniyor ve sonra
gözden kayboluveriyorlardı. Ele geçirmek
olanaksızdı onları.
Güney Amerika müzi inden sonra
bir ara verildi.
Marco beni çift kanatlı camlı
kapılardan geçirip bahçeye çıkardı. Balo
salonunun penceresinden ı ıklar ve
sesler dökülüyordu, ama birkaç metre
ötede gecenin karanlı ı bir barikat gibi
yükseliyor ve geçit vermiyordu onlara.
Yıldızların sonsuzlukta eriyen pırıltısında
a açlar ve çiçekler serin kokularını
salıyorlardı. Aysız bir geceydi.
Çalılıklar arkamızda kapanıyordu.
Terkedilmi bir golf sahası tepelikli
arazide birkaç a aç kümesine do ru
uzanıp gidiyordu. Bu manzara tanıdık bir
hüzünle dolduruyordu içimi - kulüp ve
dans ve tek bir a ustos-böce inin öttü ü
çayırlık.
Tam nerede oldu umuzu
bilmiyordum, ama New York’un zengin
banliyölerinden birindeydik.
Marco ince bir puro ve kur un
biçiminde gümü bir çakmak çıkardı.
Puroyu dudaklarının arasına yerle tirip
küçük’ alevin üzerine e ildi. Yüzü ı ık ve
gölgelerin abartılı oyununda bir
mültecinin yüzü gibi yabancı ve acılıydı.
Onu izledim.
Sonra, «Kime â ıksın?» diye
sordum. Bir dakika boyunca Marco
hiçbir ey söylemedi. Yalnızca a zını açıp
mavi, buharlı bir halka koyverdi.
«Mükemmel!» diye güldü.
Halka karanlıkta geni leyip bir
hayalet soluklu unda bulanıp gitti.
Sonra, «Kuzinime â ı ım,» dedi.
Hiç a ırmamı tım.
«Neden onunla evlenmiyorsun?»
«Olanaksız bu.»
«Neden?»
Marco omuzlarını silkti. «Birinci
dereceden kuzinim o. Rahibe olacak.»
«Güzel mi?»
«Kimse eline su dökemez.»
«Onu sevdi ini biliyor mu?»
«Elbette.»
Durakladım. Engel gerçek dı ı
geliyordu bana. «Onu seviyorsan,» dedim,
«bir gün ba ka birini de seversin.»
Marco purosunu yere fırlatıp
aya ıyla ezdi.
Toprak süzülerek yükselip
yumu ak bir darbeyle çarptı bana.
Parmaklarımın arasından çamur
fı kırıyordu. Marco ben yarım yamalak
do ruluncaya kadar bekledi. Sonra
ellerini omuzlarıma dayayıp beni yeniden
yere fırlattı.
«Elbisem...»
«Elbisen ha!» Çamur kürek
kemiklerimin biçimini aldı. «Elbisen!»
Marco’nun yüzü belli belirsiz yüzümün
üzerine e ildi. Birkaç tükürük damlası
dudaklarıma çarptı. «Elbisen de siyah,
çamur da siyah.»
Sonra beni ezip tüm bedeniyle
çamura girecekmi gibi abandı üstüme.
«Oluyor,» diye dü ündüm. «Oluyor.
E er yalnızca burada yatıp hiçbir ey
yapmazsam, olacak.»
Marco omzumdaki askıya di lerini
geçirip elbisemi belime kadar yırttı.
Çıplak tenin pırıltısı iki kanlı bıçaklı
dü manı ayıran soluk bir tül gibi göründü
gözüme.
«Sürtük!»
Sözcükler kula ımın yanından ıslık
gibi geçiyordu. «Sürtük!»
Tozlar yatı tı ve sava ı olanca
çıplaklı ıyla gördüm.
Kıvranmaya ve ısırmaya ba ladım.
Marco bütün a ırlı ıyla üstüme
abanmı tı. «Sürtük!»
Ayakkabımın sivri topu unu
baca ına sapladım.
Birden döndü, elleriyle acıyan yeri
yoklamaya çabalıyordu.
Sonra yumru umu sıkıp hızla
burnuna vurdum. Bir sava gemisinin
çelik zırhına çarpar gibi olmu tum. Marco
do ruldu. A lamaya ba ladım.
Marco beyaz bir mendil çıkarıp
hafifçe burnunu sildi. Mürekkep gibi bir
siyahlık soluk renkli bezin üzerine yayıldı.
Tuzlu yumru umu emdim.
«Doreen’i istiyorum.»
Marco’nun gözleri golf alanının
ötesine daldı. «Doreen’i istiyorum. Eve
gitmek istiyorum.»
«Sürtük, hepsi sürtük.» Marco
kendi kendine konu uyor gibiydi. «Evet ya
da hayır, hepsi aynı.»
Omzunu dürttüm. «Doreen
nerede?»
Marco öfkeyle homurdandı. «Park
yerine git. Bütün otomobillerin arka
koltuklarına bak.» Sonra hızla döndü.
«Elmasım.»
Aya a kalkıp karanlıkta alımı
buldum. Yürümeye ba ladım. Marco
aya a fırlayıp yolumu kesti. Sonra
parma ını kanlı burnuna sürüp
yanaklarıma iki kanlı çizgi çekti.
«Elmasımı bu kanla kazandım. Onu bana
ver.»
«Nerede oldu unu bilmiyorum.»
Oysa elmasın gece çantamda
oldu unu ve Marco beni yere yıktı ı
zaman çantamın bir gece ku u gibi bizi
saran karanlı a do ru uçtu unu çok iyi
biliyordum. Onu uzakla tırmayı ve tek
ba ıma geri dönüp çantamı aramayı
tasarladım.
O büyüklükte bir elmasla neler
alınabilece i hakkında hiçbir fikrim
yoktu, ama ne olursa olsun ku kusuz
pek çok ey alınabilirdi.
Marco iki eliyle birden omuzlarımı
yakaladı.
Sözcüklerin üzerine basa basa,
«Söyle,» dedi.
«Söyle, yoksa boynunu kırarım.»
Birden hiç umursamadı ımı
hissettim.
«Kehribar taklidi boncuktan gece
çantamın içinde,» dedim. «Çamurların
arasında bir yerde.»
Marco’yu karanlı ın içinde ellerinin
ve dizlerinin üzerinde sürünerek,
elmasının pırıltısını öfkeli gözlerinden
gizleyen daha küçük bir karanlı ı
ararken bıraktım.
Doreen balo salonunda da, park
yerinde de yoktu.
Elbiseme ve ayakkabılarıma
yapı mı çimenleri gözlerden gizlemek için
gölgelerin dibine sokularak yürüdüm.
Siyah alımla da omuzlarımı ve çıplak
gö üslerimi örtmü tüm.
Neyse ki dans bitmek üzereydi ve
davetliler gruplar halinde ayrılıp park
yerindeki arabalara do ru geliyorlardı.
Arabalara birer birer sorarak sonunda
içinde yer olan ve beni Manhattan’ın
ortasına bırakabilecek birini bulabildim.
Geceyle gündo umu arasındaki o
belirsiz saatte Amazon’un çatısı ıpıssızdı.
Mısır çiçekli sabahlı ımla bir hırsız
kadar sessiz, korkulu un kenarına do ru
emekledim. Korkuluk hemen hemen
omuzlarıma kadar yükseliyordu. Duvara
yaslanmı bir deste açılır kapanır
sandalyeden birini sürükleyerek getirdim.
Sandalyeyi açarak oturacak yerine
tırmandım.
Sert bir esinti saçlarımı ba ımdan
havalandırıyordu. Ayaklarımın dibinde
kent, sanki bir cenaze için karartılmı
yapılarıyla, ı ıklarını uykuya daldırmı tı.
Bu benim son gecemdi.
Ta ıdı ım çıkını yakalayıp bir
yanından sarkan soluk ucu çektim.
Giyile giyile esnekli ini yitirmi askısız bir
kombinezon yı ıldı avucuma. Bir barı
bayra ı gibi salladım onu, bir kez, bir kez
daha... Sonra rüzgâra bıraktım.
Beyaz bir kar tanesi gecenin içine
do ru sürüklenip yava ça alçalmaya
ba ladı. Kimbilir hangi sokak ya da
damda son bulacaktı uçu u. Yeniden
çıkma el attım.
Rüzgâr çabaladı ama ba aramadı
ve yarasamsı bir gölge kar ıdaki çatı
katının dam bahçesine do ru indi.
Gardrobumdaki tüm giysileri birer
birer gece rüzgârına verdim. Ve gri
parçalar, bir sevgilinin külleri gibi çırpma
çırpına oraya buraya, New York’un
karanlık yüre inde kesin olarak hiçbir
zaman bilemeyece im yerlere do ru
sürüklenip gittiler.
10
Aynadaki yüz hasta bir Kızılderiliye
benziyordu.
Pudriyeri çantama koyup trenin
penceresinden dı arıya daldım.
Connecticut’ın bataklıkları ve arka
bahçeleri dev bir hurda yı ını gibi kayıp
gitti. Bir parçanın ötekiyle zerrece ilgisi
yoktu.
Dünya amma da karmakarı ıktı!
Üzerimdeki yabancı etekle bluza
bir göz attım.
Etek, ye il zemin üzerine siyah,
beyaz ve çelik mavisi minik desenleri olan
ve belden a a ıya bir abajur gibi açılan
ku aklı bir etekti. Delikli, beyaz kuma tan
yapılma bluzun omuzlarında kol yerine
genç bir mele in kanatları gibi çırpıntılı
kırmalar vardı.
New York’un üzerine uçurdu um
giysiler arasından gündüz giyebilece im
bir kıyafet ayırmayı unutmu tum. Bu
durumda mısır çiçekli sabahlı ımı
Betsy’nin bir etek ve bluzuyla de i toku
etmi tim.
Beyaz kanatlarım ve kestane rengi
atkuyru umla soluk yansım bir hayalet
gibi manzaranın üzerine dü tü.
Yüksek sesle, «Sı ırtmaç
Pollyanna» dedim.
Kar ımdaki koltukta oturan kadın
gözlerini dergisinden kaldırıp bana baktı.
Son dakikada, yanaklarımı
lekeleyen bir çift çapraz, kurumu kan
çizgisini yıkamak gelmemi ti içimden.
Dokunaklı ve oldukça çarpıcı bir
görünü leri vardı ve kendiliklerinden
silinip gidene dek onları ölmü bir â ı ın
anısı gibi yüzümde ta ımaya karar
vermi tim.
Elbette gülümser ya da ka ımı
gözümü fazla oynatırsam, kan hemen pul
pul dökülüp gidecekti. Onun için yüz
çizgilerimi hiç oynatmıyor ve konu mam
gerekti inde de dudaklarımı
kımıldatmadan di lerimin arasından
konu uyordum.
nsanların bana bakmaları için
gerçekten bir neden göremiyordum.
Pek çok insan benden daha tuhaf
görünü lüydü.
Gri valizim tepemdeki rafta
duruyordu. çinde Yılın En yi Otuz
Öyküsü, bir tane beyaz plastik güne
gözlü ü kabı ve Doreen’in bana bir ayrılı
arma anı olan iki düzine avokadodan
ba ka bir ey yoktu.
Avokadolar henüz olmamı lardı;
böylelikle daha uzun süre
dayanacaklardı. Ne zaman valizimi
kaldırıp indirsem ya da elimde ta ısam,
bir uçtan öbür uca kendilerine özgü
küçük bir gök gürültüsüyle
yuvarlanıyorlardı.
Kondüktör, «Yüz yirmi sekiz
numaralı yol!» diye uludu.
Ehlile tirilmi çam, akçaa aç ve
me e kalabalı ı sarsılarak durdu ve tren
penceresinin çerçevesi içinde kötü bir
resim gibi yapı ıp kaldı. Trenin uzun
koridoru boyunca yürürken valizim
homurdanıp hoplayarak e lik ediyordu
bana.
So utulmu kompartımandan
perona iner inmez banliyölerin havası bir
ana solu u gibi sardı beni. Bu solukta
çimen sulayıcıların, kaptı kaçtıların, tenis
raketlerinin, köpeklerin ve bebeklerin
kokusu vardı.
Bir yaz durgunlu u yatı tırıcı elini
ölüm gibi koymu tu her eyin üzerine.
Annem eldiven grisi evrole’nin
yanında bekliyordu.
«Ah canım, yüzüne ne oldu?»
«Kestim,» dedim kısaca ve valizimin
arkasından arka koltu a tırmandım. Eve
varıncaya kadar yol boyunca gözlerini
dikip bana bakmasını istemiyordum.
Dö emenin kaygan temizli ini
hissettim.
Annem direksiyona geçti.
Kuca ıma birkaç mektup atıp sırtını
döndü.
Motor mırlayarak uyandı.
«Sanırım sana bir an önce
söylemem gerek,» dedi annem. Kötü
haber verece i ensesindeki kararlılıktan
belliydi. «O kompozisyon dersine kabul
edilmedin.»
Midemdeki havanın bir yumruk
yemi gibi bo aldı ını hissettim.
Haziran boyunca bu kompozisyon
dersi önümde yazın sıkıcı uçurumu
üzerinde aydınlık ve güvenli bir köprü gibi
uzanmı tı. imdiyse onun sallanıp
çözüldü ünü ve beyaz bluzlu, ye il etekli
birinin tepetaklak uçuruma dü tü ünü
görür gibi oluyordum.
A zım hırçın bir anlatımla
büküldü.
Bekliyordum bunu.
Belimin ortasına dek kaykılarak
oturdum. Burnum pencerenin kenarıyla
bir hizadaydı. Boston’un dı
mahallelerindeki evlerin kayıp gidi ini
seyrediyordum. Daha bildik bir çevreye
girince biraz daha kaykıldım yerimde.
Tanınmamamın çok önemli
oldu unu hissediyordum.
Arabanın gri, yumu ak tavanı,
ba ımın üzerinde bir tutukevi vagonunun
tavanından farksızdı. Beyaz, ı ıltılı,
birbirinin aynı ah ap kaplama evler,
aralarındaki bakımlı çim bahçelerle, geni
ama kaçılması olanaksız bir kafesin
çubukları gibi birbiri ardından geçip
gidiyorlardı.
imdiye kadar hiç banliyölerde
geçirmemi tim yazı.

Araba tekerleklerinin soprano


gıcırtısı kulaklarımı tırmaladı.
Kepenklerden süzülen güne , yatak
odasını yakıcı bir ı ıkla dolduruyordu. Ne
kadar uyudu umu bilmiyordum, ama
müthi bitkin hissediyordum kendimi.
Yanımdaki ikinci yatak bo ve
da ınıktı. Saat yedide annemin kalkıp
giyindi ini, parmaklarının ucuna basarak
odadan çıktı ını duymu tum. Sonra
elektrikli portakal sıkaca ının vızıltısı
geldi a a ıdan. Kahve ve jambon kokusu
kapımın altından içeri sızdı. Ardından
musluktan akan suyun sesi ve annemin
kurulayıp dolaba kaldırdı ı tabakların
ıngırtısı duyuldu.
Ön kapı açılıp kapandı. Sonra
otomobilin kapısı açılıp kapandı ve
motorun homurtusu lastiklerin altındaki
çakıllı topra ın çıtırtısına karı arak
uzakla ıp gitti.
Annem kent üniversitesinde
okuyan bir sürü kıza steno ve daktilo
dersi veriyordu. Ö leden sonraya kadar
eve dönmeyecekti.
Araba tekerlekleri tekrar
gıcırdıyarak geçti. Birisi penceremin
altında bir bebek arabasını bir a a ı bir
yukarı sürüyor olmalıydı.
Yata ımdan halının üzerine kayıp
arabayı kimin sürdü ünü görmek için
ellerimin ve dizlerimin ürerinde sessizce
pencereye do ru emekledim.
Evimiz iki sakin banliyö soka ının
kö esinde, küçük, ye il bir çim bahçenin
ortasına kurulmu küçük, beyaz, ah ap
kaplama bir evdi. Ama evin, çevresine
aralıklı olarak dikilen ufak akçaa açlara
kar ın, kaldırımdan geçen biri ikinci kat
pencerelerine bakıp içeride olup bitenleri
rahatlıkla görebilirdi.
Bana bunu kanıtlayan da, Bayan
Ockenden adında hain bir kadın olan
biti ik kom umuzdu.
Bayan Ockenden emekli bir
hastabakıcıydı ve üçüncü kocasıyla
henüz evlenmi ti. Bundan önceki iki
kocası karanlık bir biçimde ölmü lerdi.
Bu kadın zamanının gere inden uzun bir
bölümünü kolalı beyaz perdelerinin
arasından dı arıyı gözetlemekle geçirirdi.
Anneme benimle ilgili olarak iki kez
telefon etmi ti. Birinde evin Önündeki
sokak lambasının altında, mavi Plymouth
bir arabanın içinde bir saat boyunca
biriyle öpü mekte oldu umu haber
vermi ti. Ötekinde de odamın
kepenklerini indirsem hiç de fena
olmayaca ını, çünkü bir gece köpe ini
gezdirirken beni yarı çıplak durumda
yatma hazırlı ı yaparken gördü ünü
söylemi ti.
Büyük bir dikkatle gözlerimi
pencere hizasına kaldırdım. Boyu bir
buçuk metreyi bulmayan ve göbe i garip
bir biçimde öne fırlamı bir kadın eski,
siyah bir bebek arabasını yoldan a a ıya
sürüyordu. Çe itli boylarda, soluk benizli,
kirli suratlı ve çıplak kirli bacaklı birkaç
ufak çocuk kadının ete inin gölgesinde
yalpalaya yalpalaya yürüyordu.
Kadının yüzünü huzur dolu,
neredeyse dindarca bir gülümseme
aydınlatıyordu. Ördek yumurtası üzerine
tünemi bir serçe yumurtasını andıran
ba ı hafifçe arkaya kaykılmı , mutlu bir
anlatımla güne e bakıp gülümsüyordu.
Kadını iyi tanıyordum.
Dodo Conway’di.
Dodo Conway, Barnard’da okumu
bir katolikti ve yine Katolik olan,
Columbia’da okumu bir mimarla
evlenmi ti. Soka ın yukarısında,
ürkütücü bir çam duvarının ardında
kocaman, da ınık görünü lü bir evleri
vardı. Evin çevresi trotinetler, üç
tekerlekli bisikletler, bebek arabaları,
oyuncak itfaiye arabaları, beyzbol
sopaları, badminton a ları, kroket telleri,
sıçan kafesleri ve köpek yavrularıyla -
yani banliyölerde geçen çocuklu un
darmada ınık ıvır zıvırıyla - doluydu.
Elimde olmadan Dodo’ya ilgi
duyuyordum.
Evi mahalledeki evlerin hiçbirine
benzemiyordu. Hem çok daha büyüktü,
hem de rengi farklıydı. kinci kat koyu
kahverengi ah apla, birinci kat da golf
topu biçiminde gri ve mor ta larla
süslenmi gri bir sıvayla kaplanmı tı.
Çevresindeki çam a açları da evi tümüyle
gizliyordu gözlerden. Bu da, bahçelerin
birbirine biti ik olup çalılardan olu an
dostça çitlerin ancak bele kadar
yükseldi i mahallemizin toplu ya ama
anlayı ına ters dü üyordu.
Dodo altı çocu unu mısır gevre i,
fıstık ezmeli ve reçelli sandviçler, vanilyalı
dondurma ve galonlarca Hoods sütüyle
büyütmü tü. Ve yedincisini de aynı
ekilde büyütecekti ku kusuz. Mahallenin
sütçüsü ona özel indirim yapıyordu.
Ailesinin gittikçe kabaran sayısı
mahallede her ne kadar dedikodu
konusuysa da, herkes Dodo’yu severdi.
Çevrede annem gibi ya lıca kimselerin iki,
daha genç ve varlıklı olanların da dört
çocukları vardı. Ama Dodo’dan ba ka
kimse yedincinin e i inde de ildi. Altı bile
fazlaydı aslında, ama elbette, diyordu
herkes, Dodo bir katolikti.
Dodo’nun en küçük Conway’i
arabasında bir a a ı bir yukarı gezdiri ini
seyrettim. Bunu benim için yapıyordu
sanki.
Çocuklara tahammülüm yoktu.
Bir dö eme tahtası gıcırdadı ve
Dodo Conway’in yüzü ya içgüdüsel
olarak, ya da Tanrı vergisi, ola anüstü
bir i itme yetene i sayesinde
bulundu um yere do ru çevrilirken
çabucak yere e ildim.
Bakı larının beyaz ah ap duvarı ve
duvar kâ ıdının pembe güllerini delip
beni radyatörün gümü rengi dilimleri
arkasında çömelmi durumda
yakaladı ını hissettim.
Yeniden yata a girip örtüyü
tepeme kadar çektim. Ama bu bile ı ı ı
tam önlemeyince ba ımı yastı ın altındaki
karanlı a gömüp gece oldu unu
farzettim. Kalkacaktım da ne olacaktı
sanki.
Olmasını bekledi im hiçbir ey
yoktu.
Bir süre sonra alt kattaki holde
telefonun çaldı ını duydum. Yastı ı
kulaklarıma bastırıp be dakika bekledim.
Sonra kafamı gömdü üm yerden
kaldırdım. Telefon susmu tu.
Birden yeniden çalmaya ba ladı.
Eve dönü ümün kokusunu alan
arkada , akraba ya da yabancı, her
kimse ona küfrederek yalınayak a a ıya
indim. Holdeki masanın üzerinde duran
siyah aygıt, sinirli bir ku gibi isterik
notasını sürekli titretiyordu.
Telefonu açtım.
Sesimi de i tirip alçak bir tonda,
«Alo,» dedim.
«Alo. Esther, hayrola, larenjit mi
oldun?»
Telefondaki, eski arkada ım
Jody’ydi ve Cambridge’den arıyordu.
Jody o yaz kooperatifte çalı ıyor ve
ö le saatlerinde bir sosyoloji dersi
alıyordu. Bizim okuldan iki kızla birlikte
Harvard’lı dört hukuk ö rencisinden
büyük bir daire kiralamı tı. Ben de
kompozisyon dersim ba lar ba lamaz o
eve ta ınacaktım.
Jody ne zaman gelebilece imi
ö renmek istiyordu.
«Gelmiyorum,» dedim. «Derse kabul
edilmedim.»
Kısa bir sessizlik oldu.
Sonra Jody. «Ahmak herif,» dedi.
« yiden kötüden anladı ı yok.»
«Ben de aynı fikirdeyim,» dedim.
Sesim bo luktan gelen, yabancı bir sesti.
«Yine de gel. Ba ka bir ders
alırsın.»
Almanca ya da psikolojik
hastalıklarla ilgili bir eyler ö renme fikri
kafamdan sekip gitti. Eninde sonunda
New York’ta kazandı ım paranın hemen
hepsini biriktirmi tim ve bu da yeterli
sayılırdı.
Ama o bo luktan gelen ses, «Beni
saymasanız daha iyi olur,» dedi.
Jody, « ey,» diye ba ladı. «E er biri
vazgeçerse onun yerine bizimle oturmak
isteyen bir kız var da...»
«Güzel. Onu ça ırın.»
Telefonu kapar kapamaz,
gelece imi söylemedi ime pi man oldum.
Dodo Comvay’in bebek arabasını bir
sabah daha dinlemek çıldırtabilirdi beni.
Üstelik annemle aynı evde bir haftadan
fazla ya amamaya da her zaman özen
gösterirdim.
Telefona uzandım.
Elim be on santim öne gitti, sonra
geri çekilip yanıma dü tü. Onu bir daha
telefona do ru zorladım ama bir kez
daha, bir cam panoya çarpmı çasına yarı
yolda kaldı.
Yemek odasına yürüdüm.
Masanın üzerinde yaz okulundan
gelen uzun, resmî bir zarfla Buddy
Willard’ın okunaklı elyazısını ta ıyan, Yale
amblemli ince, mavi bir zarf duruyordu.
Yaz okulundan gelen zarfı bir
bıçakla kesip açtım.
Mektup, kompozisyon dersine
kabul edilmedi ime göre bir ba ka ders
seçebilece imi, ancak bunu Kayıt Kabul
Ofisine hemen o sabah bildirmem
gerekti ini, yoksa çok geç kalmı
olaca ım, çünkü derslerin hemen hemen
doldu unu bildiriyordu.
Kayıt kabul ofisinin numarasını
çevirdim ve o hortlak sesinin Bayan
Esther Greenwood’un Yaz Okuluna
kaydolmayaca ını söyleyi ini dinledim.
Sonra Buddy Willard’ın
mektubunu açtım.
Buddy kendisi gibi veremli bir
hastabakıcıya sevdalandı ını sandı ım,
ama annesinin temmuz ayı için
Adirondakcks’de küçük bir ev kiraladı ını
ve ben de onunla birlikte gelirsem
hastabakıcıya besledi i duyguların belki
de yalnızca çocuksu bir tutkudan ba ka
ey olmadı ını anlayaca ını yazıyordu.
Bir kalem kapıp Buddy’nin
mesajının üzerini karaladım. Sonra
kâ ıdın arkasını çevirip bir simültane
çevirmenle ni anlandı ımı, çocuklarınım
ikiyüzlü bir babaları olmasını istemedi im
için de Buddy’yi bir kez daha görmeye
niyetim olmadı ını yazdım.
Mektubu yeniden zarfına tıktım.
Seloteyple tutturup üstüne yeni bir pul
yapı tırmadan Buddy’nin adresini
yazdım. Sanırım bu mesaj üç sentten
fazla etmezdi.
Yazı bir roman yazarak geçirmeye
karar verdim. Pek çok ki iye haddini
bildirmi olurdum böylece. Mutfa a
girdim. Bir kap içindeki so uk
hamburgere bir çi yumurta kırıp
karı tırarak yedim. Sonra oyun masasını
evle garaj arasındaki üstü kapalı geçite
yerle tirdim.
Kocaman, yüklü bir ful çaldı ı
önümdeki caddeyle arama giriyor, evin ve
garajın duvarları iki yanımı kapıyor, bir
karaa aç kümesiyle çalılardan yapılma
bir çit de arka taraftaki Bayan
Ockenden’den koruyordu beni.
Holdeki dolaptan, annemin bir
yı ın eski fötr apka, elbise fırçası ve yün
atkının altına gizledi i stoktan üç yüz elli
tane iyi cins mektup kâ ıdı sayıp aldım.
Geçite dönüp ilk temiz kâ ıdı eski
portatif yazı makineme taktım.
Kendimi uzaktan bir ba kasıymı
gibi, iki beyaz ah ap duvar, bir ful çaldı ı
ve bir karaa aç kümesiyle çalıdan
yapılma bir çitin ortasında, bir bebek
evindeki bebek kadar küçük, otururken
görüyordum.
çim sevecenlikle doldu. Kitabın
kahramanı ben olacaktım. Elbette
maskelenmi olarak. Adım Elaine
olacaktı. Elaine. Harfleri parmaklarımla
saydım. Esther’de de altı harf vardı.
U urlu bir rastlantıydı bu.

Elaine, üstünde annesinin eski, sarı


geceli iyle geçitte oturmu bir eyler
olmasını bekliyordu. Bunaltıcı bir temmuz
sabahıydı ve ter damlaları sırtından a a ı,
a ır aksak böcekler gibi birer birer
yuvarlanıyordu.

Arkama yaslanıp yazdıklarımı


okudum.
Yeterince canlı gibiydiler. Ter
damlalarını böceklere benzetti im
bölümle de baya ı gururlanıyordum.
Yalnızca, bunu belki de uzun bir zaman
önce bir yerlerde okumu oldu um
duygusuna kapılıyordum hafiften.
Orada öylece bir saat kadar
oturup bundan sonra ne olabilece ini
dü ünmeye çalı tım. Hayalimde,
annesinin eski, sarı geceli ini giymi
çıplak ayaklı yapma bebek de oturmu
dalgın dalgın bo lu a bakıyordu.
«Giyinmek istemiyor musun
ekerim?»
Annem bana herhangi bir eyi
yapmamı söylememeye özen gösterirdi.
Yalnızca aklı ba ında, olgun bir insanın
bir ba kasına yaptı ı gibi tatlı tatlı ikna
etmeye çalı ırdı.
«Saat neredeyse üçe geliyor.»
«Bak roman yazıyorum,» dedim.
«Üstümü ba ımı de i tirmeye vaktim yok.»
Geçitteki kanepeye uzanıp
gözlerimi yumdum. Annemin oyun
masasının üzerindeki kâ ıtları kaldırıp
sofrayı kurdu unu duyabiliyordum. Ama
yerimden kımıldamadım.

Uyu ukluk Elaine’in kaslarından


pekmez gibi sızıyordu. Sıtmaya tutulmak
böyle olmalı, diye dü ündü.

Günde bir sayfa yazarsam anslı


sayılırdım do rusu.
Birden derdimin ne oldu unu
anladım.
Hiç deneyimim yoktu.
Ba ımdan hiç a k macerası
geçmemi ken, hiç çocuk do urmamı ken,
ölen birini bile görmemi ken, nasıl
yazabilirdim ya am hakkında? Tanıdı ım
bir kız Afrika’da pigmeler arasındaki
maceralarıyla ilgili bir kısa öyküsüyle bir
ödül kazanmı tı yakınlarda. Bu tür
eylerle nasıl rekabet edebilirdim?
Yeme i bitirdi imizde annem beni
ak amları steno çalı maya ikna etmi ti. O
zaman bir ta la iki ku vurmu olacak,
bir yandan roman yazarken bir yandan
da pratik bir eyler ö renmi olacaktım.
Hem de bir yı ın para arttıracaktım.
Hemen o ak am annem
bodrumdan eski bir kara tahta çıkarıp
geçide kurdu. Sonra tahtanın önüne
dikildi ve ben bir sandalyeye oturup onu
izlerken beyaz tebe irle süslü, minik
kıvrımlar çiziktirdi, önce umutlandım.
Stenoyu hemen ö renebilece imi
sanmı tım. 0 zaman Ö renci Bursları
Ofisindeki çilli hanım neden burslu
ö rencilerin yapması gerekti i gibi
temmuz ve a ustos aylarında çalı ıp para
kazanmadı ımı sordu unda ona
üniversiteden sonra derhal geçimimi
sa layabilmek için bedava bir steno
kursuna gitti imi söyleyebilirdim.
Tek sorun, kendimi herhangi bir
i te, çevik bir elle satırlar dolusu steno
yazarken hayal etmeye çalı tı ım zaman,
kafamın duruvermesiydi. Stenonun
kullanıldı ı hiçbir i te çalı mak
gelmiyordu içimden. Ve orada oturmu
tahtaya bakarken, beyaz tebe irle
yazılmı süslü kıvrımlar bulanıp anlamını
yitiriyordu.
Anneme ba ımın çok a rıdı ını
söyleyip yatmaya gittim.
Bir saat sonra kapı yava ça
aralandı ve annem sessizce odaya girdi.
Soyunurken elbiselerinin hı ırtısını
duyuyordum. Yata ına tırmandı. Sonra
soluması a ır ve düzenli bir hal aldı.
Sokak lambasının kapalı
kepenklerin arasından sızan lo ı ı ında,
annemin ba ında bir dizi ufak süngü gibi
pırıldayan bigudileri görebiliyordum.
Romanı Avrupa’ya gidip dönene ve
bir â ık edinene kadar ertelemeye ve tek
kelime steno ö renmemeye karar verdim.
Hiçbir zaman steno ö renmezsem, hiçbir
zaman onu kullanmam gerekmeyecekti.
Yazı Finnegans Wake’i okuyarak ve
tezimi yazarak geçirmeyi tasarladım.
O zaman eylül sonunda okul
açıldı ında herkesten ileride olacak ve
onur programını alan son sınıf
ö rencilerinin ço u gibi, tezimi bitirene
dek püskül gibi saçlarla, makyajsız
dola ıp kahve ve amfetamin diyetine
girece ime, son yılımın tadını
çıkarabilecektim.
Sonra üniversiteyi bir yıl erteleyip
bir çanak çömlek ustasının yanında
çıraklık etmeyi dü ündüm.
Ya da Almanya’ya gidip Almancayı
iyice ö renene kadar garsonluk
yapabilirdim.
Planlar birbiri ardından aceleci
tav anlar gibi hoplayarak geçiyordu
kafamdan.
Ya amımın yıllarını bir yol boyunca
aralıklı olarak duran, birbirine tellerle
ba lı, telefon direkleri gibi görüyordum.
Bir, iki, üç... on dokuz telefon dire i
sayabiliyordum. Ama sonra teller
bo lukta sallanıyor ve ne kadar
çabalarsam çabalayayım, on
dokuzuncudan sonra bir tek direk bile
göremiyordum.
Oda mavimsi bir ı ıkla
aydınlanırken gecenin nereye uçup
gitti ini merak ettim. Karanlıkta puslu
bir kütü ü andıran annem, hafifçe
aralanmı a zı ve gırtla ından çözülen bir
horultuyla, uyuyan orta ya lı bir kadına
dönü tü. Bu domuz sesine benzeyen
horultu sinirime dokunuyordu. Bir an
için sesin çıktı ı deri ve sinir demetini
ellerimle kavrayıp ses kesilene kadar
burmadan onu susturamayacakmı ım
gibi geldi bana.
Annem okula gitmek üzere evden
çıkıncaya kadar uyuyormu gibi yaptım.
Ama gözkapaklarım bile ıı ı
engelleyemiyordu. ncecik damarlardan
olu an çi kırmızı perdelerini bir yara gibi
asmı lardı kar ıma. Karyolamın
somyasıyla yata ın arasına sokuldum.
Yatak bir mezarta ı gibi dü tü üzerime.
imdi karanlıktaydım ve daha güvenlikte
hissediyordum kendimi. Ama yatak
yeterince a ır de ildi.
Beni uyutabilmesi için bir ton
kadar daha a ır olması gerekirdi.

Irma ınakı ı, Hava ile Adem’den


beriye, sapan kıyıdan kıvrılan koya
yönelirken, bizi rahat bir yolculukla geriye,
Howth atosu dolaylarına getirir.
Kalın kitap midemde tatsız bir
girinti yapıyordu.

Irma ınakı ı, Havva ile Adem’den


beriye...

Ba taki küçük harf hiçbir eyin


gerçekte en ba tan, büyük harfle
ba lamadı ı, yalnızca kendinden önce
geleni izledi i anlamına gelebilir diye
dü ündüm. Havva ile Adem ku kusuz
Adem ile Havva’ydı ama belki ba ka bir
anlam da ta ıyordu.
Belki de Dublin’de bir birahaneydi.
Gözlerim harflerden olu an bir
alfabe çorbasını geçip sayfanın
ortasındaki uzun sözcü e kaydı.

bababadalgharaghtakamminarronnkon
Harfleri saydım. Tam yüz harf
vardı. Önemli olmalıydı bu.
Neden yüz harf olması
gerekiyordu?
Duraklaya duraklaya, sözcü ü
yüksek sesle okumaya çalı tım.
Tahtadan yapılmı a ır bir eyin
merdivenlerden a a ı basamak basamak
yuvarlanı ını anımsatıyordu. Kitabın
sayfalarım kaldırıp gözlerimin önünden
bir yelpaze gibi geçirdim. Belli belirsiz
tanıdık sözcükler, lunaparklarda
güldüren aynalardaki yüzler gibi çarpılıp
bükülerek, beynimin camla an yüzeyinde
hiçbir iz bırakmadan uçup gittiler.
Gözlerimi kısıp sayfaya baktım.
Harflerin üzerinde dikenler ve koç
boynuzları belirdi. Birbirlerinden ayrılıp
bir a a ı bir yukarı budalaca
sıçrayı larını seyrettim. Sonra Arapça ve
Çince gibi garip, anla ılmaz biçimlerde
kayna tılar.
Tezimden vazgeçmeye karar
verdim.
Onur programından da vazgeçip
sıradan bir edebiyat ö rencisi olmaya
karar verdim. Bizim okulda sıradan bir
edebiyat ö rencisinin almak zorunda
oldu u derslere baktım.
Alınması zorunlu olan bir sürü
ders vardı ve ben bunların yarısını bile
almamı tım. Zorunlu derslerden biri on
sekizinci yüzyıl edebiyatıydı. Akıl
yolundan hiç a madan minicik yo un
dizeler yazan bütün o kendini be enmi
ozanlarıyla on sekizinci yüzyıldan nefret
ediyordum. Bunun için de o dersi
atlamı tım. Onur programında bunu
yapma olana ı vardı; daha özgür
olabiliyordu insan. Ben öylesine özgür
olmu tum ki, zamanımın ço unu Dylan
Thomas’a ayırmı tım.
Yine onur programındaki bir
arkada ım Shakespeare’den tek sözcük
bile okumamı tı, ama «Four Quartets
üzerindeki uzmanlı ına da diyecek yoktu.
Bu serbest programdan daha sıkı
bir programa geçmenin benim için ne
denli olanaksız ve utandırıcı olaca ını
sezebiliyordum. Bu durumda bir de
annemin ö retmenlik yaptı ı kent
üniversitesinin edebiyat bölümündeki
zorunlu derslere baktım.
Onlar daha da beterdi.
Eski ngilizce’yi, ngiliz dilinin
tarihini ve Beoxwulf’tan günümüze dek
yazılmı yapıtlardan seçilmi örnekleri
bilmek gerekiyordu.
Bu beni a ırtmı tı. Karma ö retim
yaptı ı ve do udaki büyük
üniversitelerden burs alamayan
ö rencilerle dolu oldu u için annemin
okulunu a a ı görürdüm hep.
Oysa imdi görüyordum ki
annemin okulundaki en ahmak ö renci
bile benden fazla ey biliyordu. imdiki
okulumda verdikleri gibi kocaman bir
burs vermek öyle dursun, beni
kapısından bile sokmazlardı bu okulun.
Belki de bir yıl süreyle çalı ıp her
eyi ba tan dü ünmek daha iyi olacaktı.
Hem belki o zaman gizlice on sekizinci
yüzyılı da çalı abilirdim.
Ama steno bilmedi ime göre ne
yapabilirdim?
Garson ya da daktilo olabilirdim.
Ama ikisinin de dü üncesine bile
katlanamıyordum.

«Yine uyku hapı mı istiyorsun?»


«Evet.»
«Ama sana geçen hafta verdiklerim
çok kuvvetliydi.»
«Artık i e yaramıyorlar.»
Teresa’nın iri, koyu renkli gözleri
dü ünceli dü ünceli bakıyordu bana.
Muayene odasının penceresinin altındaki
bahçeden üç çocu unun sesleri
duyuluyordu. Libby Teyzem bir talyan’la
evlenmi ti. Teresa da teyzemin görümcesi
ve bizim aile doktorumuzdu.
Teresa’yı severdim. Yumu ak, ince
bir sezgiye sahipti.
Sanırım talyan olu undan ileri
geliyordu bu.
Küçük bir sessizlik oldu.
Sonra Teresa, «Neyin var senin?»
dedi.
«Uyuyamıyorum. Okuyamıyorum.»
So ukkanlı, sakin bir sesle konu maya
çalı ıyordum, ama o hortlak bo azımda
yükselip sesimi bo uyordu. Avuçlarımı
açıp öylece kalakaldım.
Teresa reçete defterinden beyaz
bir kâ ıt koparıp üzerine bir ad ve bir
adres yazarken, «Sanırım tanıdı ım bir
ba ka doktora gitsen fena olmayacak,»
dedi. «O sana benden daha fazla yardımcı
olabilir.»
Yazıya bir göz attım ama
okuyamadım.
«Doktor Gordon,» dedi Teresa.
«Ruh doktorudur.»
11
Doktor Gordon’un bekleme odası
sessiz ve bej rengiydi.
Duvarlar, halılar, kuma kaplı
sandalye ve kanepeler, hep bejdi.
Duvarlarda hiç ayna ya da resim yoktu.
Yalnızca çe itli tip fakültelerinden
alınmı , Doktor Gordon’un isminin
Latince yazılı oldu u diplomalar asılıydı.
Odanın ucundaki masanın, kahve ve
dergi sehpalarının üzerindeki seramik
saksılar, uçuk ye il, kıvrımlı e reltiler ve
çok daha koyu ye il renkte sivri uçlu
yapraklarla doluydu.
Önce kendimi bu odada neden bu
denli güvenlikte hissetti imi
anlayamamı tım. Sonra bunun odada hiç
pencere olmayı ından ileri geldi ini
farkettim.
Hava so utucunun serinli iyle
ürperdim.
Üzerimde hâlâ Betsy’nin beyaz
bluzu ve ku aklı ete i vardı. Evde
oturdu um üç hafta boyunca
yıkanmadıkları için’ biraz sarkık
duruyorlardı. Terli basmanın ek imsi
ama dost kokusunu duyuyordum.
Saçımı da üç haftadır
yıkamamı tım.
Yedi gece boyunca hiç
uyumamı tım.
Annem o kadar uzun süre uyanık
kalmamın olanaksız oldu unu, farkında
olmadan mutlaka uyumu oldu umu
söylüyordu. Ama uyuduysam da gözlerim
falta ı gibi açık uyumu olmalıydım,
çünkü yata ımın ba ucundaki saatin
saniye ibresinin, yelkovanının ve
akrebinin çizdi i ye il, fosforlu daireleri ve
yarım daireleri yedi gece boyunca bir tek
saniyeyi, bir tek dakikayı, bir tek saati
kaçırmadan izlemi tim.
Giysilerimi ve saçımı yıkamayı ımın
nedeni de bunun çok budalaca
gelmesiydi bana.
Yılın önümde uzanan günlerini bir
dizi parlak, beyaz kutu gibi görüyordum.
Bir kutuyu öbüründen siyah bir gölge gibi
ayıran ey uykuydu. Yalnız benim için bir
kutuyu bir sonrakinden ayıran gölgeler
birden bire kaybolmu tu ve önümde
uzanan günleri beyaz, geni , alabildi ine
ıssız bir yol gibi görüyordum.
Bir gün sonra yine yıkanmak
gerekece ine göre bugün yıkanmak
düpedüz budalalıktı.
Bunu dü ünmek bile yoruyordu
beni.
Her eyi birden ilk ve son kez yapıp
kurtulmak istiyordum.

Doktor Gordon gümü kalemini


evirip çeviriyordu.
«Annen sinirlerinin bozuk
oldu unu söylüyor.»
Deri koltu un oyu unda büzülüp
bir dönümlük parlak cilalı masasının
üzerinden Doktor Gordon’a baktım.
Doktor Gordon bekliyordu.
Bloknotunun düz ye il kapa ına
kalemiyle tık tık vuruyordu.
Kirpikleri öyle uzun ve gürdü ki,
takma gibi duruyorlardı. ki ye il, buzlu
havuzu çevreleyen siyah plastikten
kamı lar gibiydiler.
Doktor Gordon’un hatları öyle
kusursuzdu ki, hemen hemen güzel bir
erkekti.
Kapıdan girdi im an ondan nefret
ettim.
Nazik, çirkin, sezgi sahibi bir adam
dü lemi tim. Ba ını kaldırıp benim
göremedi im bir eyi görmü çesine «Hah!»
diyecekti, yüreklendiren sesiyle. Ve ben
de ona ne kadar korktu umu, a zı
olmayan havasız bir çuvalın derinliklerine
tıkılıyormu çasına nasıl deh ete
kapıldı ımı anlatacak sözcükleri
bulabilecektim.
Sonra koltu unda arkasına
yaslanıp parmaklarının uçlarını küçük
bir çan kulesi gibi birle tirerek bana
neden uyuyamadı ımı, neden
okuyamadı ımı, neden yemek
yiyemedi imi ve sonunda nasıl olsa
ölecekleri için neden insanların yaptı ı
her eyin çok saçma göründü ünü
anlatacaktı.
Ardından da bana adım adım
yeniden kendim olabilmem için yardım
edecekti.
Ama Doktor Gordon hiç de öyle biri
de ildi. Genç ve yakı ıklıydı o. Kibirli biri
oldu unu derhal anlamı tım.
Doktor Gordon’un masasının
üzerinde yarı ona yarı benim oturdu um
deri koltu a dönük duran bir gümü
çerçeve içinde bir foto raf vardı. Bir aile
foto rafıydı bu. Doktor Gordon’a
kızkarde iymi kadar benzeyen siyah
saçlı, güzel bir kadın, iki sarısın çocu un
ba larının üzerinden gülümsüyordu.
Sanırım çocuklardan biri o lan
öteki kızdı. Ama her ikisi de o lan ya da
her ikisi de kız olabilirdi. Çocuklar çok
küçükken kolay anla ılmaz ne oldukları.
Sanırım resmin alt taraflarında bir de
köpek vardı, ama yalnızca kadının
ete indeki bir desen de olabilirdi bu.
Nedense bu foto raf öfkelendirmi ti
beni.
Resmin neden kısmen bana dönük
durdu unu anlayamıyordum. Belki de
Doktor Gordon bana ola anüstü bir
kadınla evli oldu unu ve kendisine
asılmaya kalkı masam iyi olaca ını
sezdirmeye çalı ıyordu.
Hem zaten bir Noel kartındaki
melekler gibi kendini çevreleyen güzel bir
e e, güzel çocuklara ve güzel bir köpe e
sahipse, bu Doktor Gordon bana nasıl
yardım edebilirdi ki?
«Sence derdin neyse onu bana
anlatmaya çalı san?»
Denizin yusyuvarlak cilaladı ı,
ama ansızın bir pençe çıkarıp ba ka bir
eye dönü ebilecek çakıl
ta larıymı çasına, sözcükleri ku kuyla
evirip çevirdim.
Bence derdim ne miydi?
Sanki gerçekte bir derdim yokmu
da yalnızca ben öyle sanıyormu um gibi.
Yakı ıklılı ının ve aile foto rafının
beni etkilemedi ini göstermek için
ruhsuz, kuru bir sesle Doktor Gordon’a
uyuyamadı ımdan, yiyemedi imden,
okuyamadı ımdan sözettim. Beni en fazla
rahatsız eden el yazısı konusunu hiç
açmadım.
O sabah, West Virginia’da olan
Doreen’e mektup yazmaya çalı mı tım.
Onun yanına gelip gelemeyece imi
sormaktı niyetim. Belki okulunda garson
ya da ba ka bir ey olarak çalı abilirdim.
Ama kalemi elime aldı ım zaman
elim bir çocu unkine benzer iri, e ri
bü rü harfler yazmaya ba ladı. Satırlar
da soldan sa alt kö eye do ru kayıyordu.
Sanki kâ ıdın üzerinde halka halka
duran iplerden olu uyorlardı da birisi
gelip çarpıtmı tı hepsini.
Böyle bir mektubu
gönderemezdim. Onu küçük parçalara
bölüp doktor görmek isterse göstermek
üzere çantama, pudriyerimin yanına
koymu tum.
Ama hiç sözünü etmedi im için
elbette Doktor Gordon da görmek
istemedi bunu. Kurnazca davranı ıma
için için seviniyordum. Ona yalnızca
istediklerimi anlatacak ve bazı eyleri
gizleyip bazılarını açıklayarak onun
kafasında yarattı ım izlenimleri kontrol
edebilecektim. Bütün bunlar olup
biterken o da kendini pek zeki sanmaya
devam edecekti.
Ben konu tu um sürece Doktor
Gordon ba ını öne e mi , dua eder gibi
duruyordu. Ruhsuz, kuru sesin dı ındaki
tek gürültü, Doktor Gordon’un kaleminin
ye il kapa ın üzerindeki bir tek noktaya
bir baston gibi düzenli aralıklarla tik tık
vuru uydu.
Sözümü bitirdi imde Doktor
Gordon ba ını kaldırdı.
«Hangi okula gidiyorum demi tin?»
a kın, cevap verdim. Okulun ne
ilgisi oldu unu anlamıyordum.
«Ha!» Doktor Gordon koltu una
yaslandı. Bir eyler anımsıyormu gibi
gülümsüyordu. Gözleri omzumun
üzerinden bo lu a takılıp kalmı tı.
Bir an koydu u tanıyı
açıklayaca ını sandım. Belki de onu
yargılamakta fazla aceleci ve ha in
davranmı tım. Ama yalnızca, «Sizin okulu
iyi anımsıyorum,» dedi. «Sava sırasında
oradaydım. Bir WAC istasyonları vardı,
de il mi? Yoksa WAVES miydi?»
Bilmedi imi söyledim.
«Evet, imdi anımsadım, WAC
istasyonuydu. Deniza ırı hizmete
gönderilmeden önce doktordum orada.
Tanrım, ne güzel kızlardı onlar!»
Doktor Gordon güldü.
Sonra bir tek yumu ak hareketle
aya a kalktı ve masasının çevresinden
dolanıp bana do ru yürüdü. Ne yapmak
istedi inden emin olamadı ım için ben de
aya a kalktım.
Doktor Gordon sa yanımda sarkık
duran ele uzanıp sıktı.
«Haftaya görü ürüz.»
ri, dolgun karaa açlar
Commenwealth Avenue boyunca uzanan
yapıların sarılı kırmızılı tu la cepheleri
üzerinde bir gölge tüneli olu turuyorlardı.
Bir troleybüs, ince, gümü rayında
Boston’a do ru derliyordu. Troleybüs’ün
geçip gitmesini bekledim, sonra kar ı
kaldırımdaki gri evrole’ye do ru
yürüdüm.
Annemin, arabanın ön camından
bana bakan, bir dilim limon kadar sarı ve
kaygılı yüzünü görebiliyordum.
«Ee, ne dedi bakalım?»
Arabanın kapısını çektim.
Kapanmadı. Yeniden açıp bo uk bir
gürültüyle çarparak kapadım. «Haftaya
görü ürüz dedi.» Annem içini çekti.
Doktor Gordon’un saati yirmi be
dolara patlıyordu.

«Selam, adın ne senin?»


«Elly Higginbottom.»
Denizci adımlarını bana uydurup
yanımsıra yürümeye ba ladı.
Gülümsedim.
Common’da güvercinler kadar çok
denizci olmalı diye dü ündüm. Sanki öbür
uçtaki, çevresinde ve bütün iç
duvarlarında mavili beyazlı «Donanmaya
katıl» afi leri olan boz renkli binadan
çıkıyorlardı.
Chicago’ya hiç gitmemi tim, ama
Chicago Üniversitesinde okuyan bir iki
genç tanımı tım. Alı ılmı ın dı ında,
kendine özgü kimselerin ya adı ı bir yere
benziyordu.
«Evinden baya ı uzaktasın
öyleyse.»
Denizci kolunu belime doladı ve bu
durumda uzun bir süre Common
çevresinde yürüdük. Ye il, ku aklı
ete inin üzerinden kalçamı ok uyordu.
Ben de, dudaklarımda gizemli bir
gülümsemeyle, Boston’lu oldu umu belli
edecek bir ey söylememeye çalı arak
yürüyordum. Oysa her an, Beacon Hill’de
çay içmekten ya da Filene’s Basement’ta
alı veri yapmaktan dönerken
Common’dan geçen Bayan Willard’la ya
da annemin bir ba ka arkada ıyla burun
buruna gelebilirdik.
Bir gün gerçekten Chicago’ya
gidersem adımı temelli Elly Higginbottom
olarak de i tirebilece imi dü ündüm. O
zaman do unun büyük bir
üniversitesinden verilen bursu tepti imi,
New York’ta bir ayı berbat etti imi ve
günün birinde Amerikan Tıp Birli i üyesi
olup küpler dolusu para kazanacak olan
aklı ba ında bir tıp ö rencisinin evlenme
önerisini çevirdi imi hiç kimse
bilmeyecekti.
Chicago’da insanlar beni oldu um
gibi kabul edeceklerdi.
Orada Elly Higginbottom adında
sıradan bir yetim kız olacaktım. Herkes
beni sessiz, yumu ak yaradılı ımdan
ötürü sevecekti. Kitaplar okumam ve
James Joyce’un yapıtlarındaki ikizler
üzerine uzun tezler yazmam için baskı
yapmayacaklardı bana. Ve hatta günün
birinde güçlü kuvvetli ve sevecen bir oto
tamircisiyle evlenip Dodo Conway gibi
kalabalık bir aileye de sahip olabilirdim.
E er canım isterse.
Birden, «Donanmadan çıkınca ne
yapmak istiyorsun?» diye sordum
denizciye.
O zamana dek söyledi im en uzun
cümleydi bu. Denizci a ırmı
görünüyordu. Beyaz, yuvarlak bir keki
andıran beresini bir yana itip kafasını
ka ıdı.
«Bilmem ki Elly,» dedi. «Askerî
bursla üniversiteye giderim belki.»
Durakladım. Sonra imalı bir
biçimde, «Bir garaj açmayı dü ündün mü
hiç?» diye sordum.
Denizci, «Yok,» dedi, «hiç
dü ünmedim.»
Gözucuyla ona baktım. Ta çatlasa
on altı ya ından fazla olamazdı.
Suçlarcasına, «Benim kaç ya ında
oldu umu biliyor musun?» dedim.
Denizci sırıttı. «Hayır, üstelik de
vızgelir.»
Bu denizcinin gerçekten dikkati
çekecek kadar yakı ıklı oldu unu
farkettim. Kuzeyliye benzer, temiz yüzlü
bir gençti. Artık aptaldım ya, sanırım
temiz ve yakı ıklı insanları çekiyordum.
«Otuz ya ındayım,» dedim ve
bekledim.
«Sahi mi Elly, hiç göstermiyorsun.»
Denizci kalçamı sıktı.
Sonra çabucak sa ma soluna
baktı. «Dinle Elly, u anıtın altındaki
basamaklara gidersek, öpebilirim seni.»
O anda, topuksuz, kahverengi
makul ayakkabılar giymi kahverengi bir
siluetin bize do ru yürüdü ünü
farkettim. Uzaktan on kuru
büyüklü ündeki yüzün çizgilerini
seçemiyordum, ama bunun Bayan
Willard oldu undan emindim.
Denizciye yüksek sesle, «Lütfen
metroya nasıl gidebilece imi söyler
misiniz bana?» diye sordum.
«Ha?»
«Deer Island Cezaevine giden
metro?»
Bayan Willard yanımıza geldi inde
denizciye yalnızca yol soruyormu gibi
yapıp aslında onu hiç tanımıyormu gibi
davranacaktım.
Di lerimin arasından, «Çek ellerini
üstümden.» dedim.
«Hoppala, ne oluyoruz Elly?»
Kadın yakla tı ve bize bakmadan,
selam vermeden geçip gitti. Bayan
Willard de ildi elbette. Bayan Willard
Adirondakcks’teki evindeydi imdi.
Kadın uzakla ırken hınçla baktım
ardından.
«Hey, Elly...»
«Tanıdı ım birine benzettim.»
dedim. «Chicago’daki yetimler evinden
Allahın belası bir kadına.»
Denizci kolunu yine belime doladı.
«Yani annen baban yok mu Elly?»
«Yok.» Hazır bekleyen bir gözya ını
akıttım. Yana ımda küçük, sıcak bir yol
çizdi kendine.
«Ama a lama Elly. Bu kadın kötü
mü davrandı sana?»
«Çok çok kötü.»
Ya lar birbiri ardından bo anıverdi
ve denizci beni bir karaa acın altında
kollarına alıp yüzümü beyaz ketenden,
büyük, temiz bir mendille kurularken ben
de o kahverengi elbiseli kadının ne
korkunç biri oldu unu ve bilerek ya da
bilmeyerek benim yanlı yollara
sapmamın ve ondan sonra ba ıma gelen
tüm kötülüklerin sorumlusu oldu unu
dü ündüm.

«Bu hafta kendini nasıl


hissediyorsun bakalım?» Doktor Gordon
kalemini ince, gümü bir mermi gibi
özenle tutuyordu.
«Aynı.»
«Aynı mı?» Tek ka ını
inanamıyormu gibi kaldırdı.
Yine o ruhsuz, kuru sesle, ama
anlayı ı bu kadar kıt oldu u için biraz
daha öfkeyle, nasıl on dört gecedir
uyuyamadı ımı, okuyamadı ımı,
yazamadı ımı ve do ru dürüst
yutkunamadı ımı bir kez daha anlattım.
Doktor Gordon etkilenmemi
görünüyordu.
Elimi çantama daldırıp Doreen’e
yazdı ım mektubun parçalarım buldum.
Hepsini çıkarıp Doktor Gordon’un lekesiz
ye il bloknotunun üzerine serptim.
Orada, bir yaz çayırının üzerindeki
papatya yaprakları gibi suskun, yayılıp
kaldılar.
«Peki,» dedim, «ya buna ne
dersiniz?»
Doktor Gordon’un el yazımın ne
denli kötü oldu unu hemen görece ini
sanmı tım. Oysa o yalnızca, «Annenle
konu mak isterdim,» dedi. «Sence bir
sakıncası var mı?»
«Hayır.» Ama Doktor Gordon’un
annemle konu a ca ı dü üncesi hiç de
ho uma gitmemi ti do rusu. Belki de ona
benim kilit altında tutulmam gerekti ini
söyleyecekti. Doktor Gordon’un Doreen’e
yazdı ım mektubun parçalarını birle tirip
okuyarak kaçmayı planladı ımı
ö renmemesi için bütün kırpıntıları birer
birer toplayıp hiçbir ey söylemeden
odadan çıktım.
Gittikçe küçülerek Doktor
Gordon’un odasının kapısından girip
gözden kayboluncaya dek annemin
ardından baktım. Sonra da geri dönüp
gittikçe irile erek arabaya yakla masını
izledim.
«Evet?» A lamı oldu u belliydi.
Annem bana bakmadan arabayı
çalı tırdı.
Sonra, karaa açların denizin
derinliklerini anımsatan serin
gölgelerinde kayıp giderken, «Doktor
Gordon sende hiçbir geli me olmadı ı
görü ünde,» dedi. «Walton’daki özel
klini inde birkaç seans ok tedavisi
görmen gerekti ini dü ünüyor.»
Sanki ba ka biriyle ilgili korkunç
bir gazete man eti okumu um gibi keskin
bir merak saplandı içime.
«Yani orada kalmam mı gerekiyor?»
Annem «Hayır,» dedi ve çenesi titredi.
Yalan söylüyor olmalıydı.
«Bana gerçe i söyle,» dedim, «yoksa
seninle bir daha hiç konu mam.»
«Sana her zaman gerçe i
söylemiyor muyum?» dedi annem ve
a lamaya ba ladı.

YED NC KATTAN ATLAMAYA


KALKAN ADAM KURTARILDI!

Beton bir otoparkın yedi kat


üzerindeki dar bir çıkıntıda, a a ıda
toplanan kalabalı ın gözü önünde iki saat
kalan Bay George Pollucci, sonunda
Charles Street güvenlik kuvvetlerinden
Çavu Will Kilmartin’in kendisini
yakındaki bir pencereden içeri alıp
kurtarmasına izin vermi tir.

Güvercinleri beslemek için almı


oldu um on sentlik torbadaki fıstıklardan
birini soyup yedim. Ya lı bir a aç kabu u
parçası gibi ölü bir tadı vardı.
George Pollucci’nin yüzünü daha
iyi görebilmek için gazeteyi gözlerime
yakla tırdım. Tu la ve karanlık gök
karı ımı bulanık bir zemin üzerinde
dolunay gibi aydınlatılmı bir yüzdü bu.
Adamın bana anlatacak önemli bir eyi
oldu unu hissediyordum. Belki de
yüzünde yazılıydı bu ey.
Ama ben baktıkça George
Pollucci’nin yüz çizgileri eriyip kayboluyor
ve yerlerini koyulu açıklı noktalardan
olu an ekillere bırakıyordu.
Mürekkep siyahı gazete
paragrafında ne Bay Pollucci’nin neden o
çıkıntının üzerine çıktı ı, ne de sonunda
onu pencereden içeri alan Çavu
Kilmartin’in ona ne yaptı ı açıklanmı tı.
Atlamanın sakıncası uydu ki,
insan kat sayısını yanlı seçerse yere
çarptı ında hâlâ ya ıyor olabilirdi. Yedi
kat yeterince yüksek olmalıydı.
Gazeteyi katlayıp park sırasının
tahtaları arasına sıkı tırdım. Annemin
skandal gazetesi dedi i gazetelerden
biriydi bu. Yerel cinayetler, intiharlar,
dayak ve soygunlarla doluydu. Hemen
her sayfada da gö üsleri dekoltesinden
ta an ve bacakları çoraplarının tepesine
kadar görülecek biçimde yerle tirilmi
yarı çıplak bir kadın vardı.
Bilmem bu gazetelerden neden hiç
almamı tım daha önce. imdi yalnızca
onları okuyabiliyordum. Resimlerin
arasındaki kısacık paragraflar, harfler
küstahla ıp kıpırdanmaya fırsat
bulamadan bitiveriyordu. Evde gördü üm
tek gazete Christian Science Monitor’du.
Pazar günleri dı ında her gün saat be te
kapının e i ine bırakılan ve intiharları,
seks suçlarını, uçak kazalarını
görmezlikten gelen bir gazeteydi bu.
Ufak çocuklarla dolu büyük, beyaz
bir ku u, oturdu um sıraya yakla tı ve
ördeklerle kaplı a açlıklı bir adacı ın
çevresinden dolanıp köprünün karanlık
kemerinin altına do ru uzakla tı.
Baktı ım her ey parlak ve minicik
görünüyordu.
Açamadı ım bir kapının anahtar
deli inden bakar gibi kendimi ve erkek
karde imi, elimizde tav an kulaklı
balonlarla bir ku u bota tırmanıp
kenarda, yer fıstı ı kabuklarıyla örtülü
suya bakan bir yer için çeki irken
görüyordum. A zımda temiz, naneli bir
tat vardı. Di çide uslu durmu sak annem
bizi mutlaka bir ku u botu gezintisiyle
ödüllendirirdi.
A açların adlarını okuyarak,
köprünün üzerinden, mavi ye il anıtların
altından, Amerikan bayra ı desenindeki
çiçek tarhından ve turuncu beyaz çizgili
bez bir kabinde yirmi be sente resim
çektirilen giri kapısının yanından geçip
bütün parkı dolandım.
En sevdi im a aç, A layan Bilgin
a acıydı. Japonya’dan gelmi olmalıydı bu
a aç. Japonlar insan ruhunun
derinliklerini anlarlardı.
Herhangi bir ey ters gitti inde
ba ırsaklarını de erek öldürürlerdi
kendilerini.
Bunu nasıl yaptıklarını dü lemeye
çalı tım. Çok keskin bir bıçak gerekirdi
mutlaka. Yok, belki de iki tane çok
keskin bıçak. Sonra her iki ellerinde birer
bıçakla ba da kurup otururlardı.
Ardından ellerini çaprazlayıp her bıça ı
karnın bir yanına do rulturlardı. Çıplak
olmaları gerekirdi, yoksa bıçak giysilerine
takılabilirdi.
Sonra, anî bir hareketle, bir kez
daha dü ünmeye vakit olmadan,
bıçakları saplayıp alttan ve üstten birer
yarım daire çizerek tam bir daire
olu tururlardı. O zaman karın derileri
tabak gibi ayrılır, içleri dı larına u rar ve
ölüp giderlerdi.
Böyle ölmek baya ı cesaret i iydi.
Bense kan görmeye
dayanamazdım.
Bütün gece parkta kalmayı
dü ündüm.
Ertesi sabah Dodo Conway
annemi ve beni Walton’a götürecekti ve
e er i i ten geçmeden kaçacaksam,
imdi tam zamanıydı. Çantama baktım ve
bir dolarla onluk, be lik ve bir sentlerden
olu an yetmi dokuz sent saydım.
Chicago’ya gitmenin kaça
malolaca ı hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Bankaya gidip bütün paramı çekmeye de
cesaret edemiyordum. Doktor Gordon
açık bir giri imde bulunursam beni
durdurmaları için banka memurlarını
uyarmı olabilirdi pekâlâ.
Otostop yapmak da geçti
aklımdan, ama Boston’dan çıkan
yollardan hangisinin Chicago’ya gitti i
hakkında hiç fikrim yoktu. Haritada
yönleri bulmak yeterince basittir. Oysa
bir yerin tam ortasında dururken
yönümü bulmak hiç de basit gelmiyordu
bana. Ne zaman do uyu batıyı bulmaya
çalı sam, ya ö le vakti olurdu ya da hava
bulutlu olurdu. Bu da hiç yardımcı
olmazdı bana. Ya da gece olurdu ki, o
zaman da Büyük ayıyla koltuk
takımyıldızı dı ında yıldızlar konusunda
umutsuzdu durumum. Buddy Willard’ın
hep evkini kırardı bu eksikli im.
Otobüs terminaline yürüyüp
Chicago’ya gidi ücretlerini ö renmeye
karar verdim. O zaman bankaya gidip
yalnızca gerekli olan miktarı çekebilirdim.
Bu da fazla ku ku uyandırmazdı
herhalde.
Terminalin camlı kapılarından girip
renkli gezi bro ürlerinin ve
programlarının durdu u rafı henüz
gözden geçiriyordum ki vaktin
ak amüzerine yakla tı ını farkettim.
Bizim oradaki banka kapanmı olaca ına
göre ertesi güne kadar para çekmeme
olanak yoktu.
Walton’daki randevum saat
ondaydı.
Tam o sırada canlanan bir
hoparlörden duyulan ses dı arıdaki park
yerinde harekete hazırlanan bir
otobüsün duraca ı yerleri anons etmeye
ba ladı. Hoparlördeki ses, her zaman
oldu u gibi tek sözcük anla ılmayacak
biçimde konu uyordu. Ve sonra, tüm bu
parazitin ortasında, bir orkestradaki tüm
enstrümanların akordu sırasında
piyanodan çıkan bir W sesi kadar berrak,
tanıdık bir ad duydum.
Bizim evden iki sokak ötedeki bir
duraktı bu. Tela la dı arı çıktım. Sıcak,
tozlu bir temmuz sonu ö leden
sonrasıydı. Çetin bir görü meye geç
kalmı çasına a zım kupkuruydu ve
terliyordum. Motoru çalı maya ba lamı
olan kırmızı otobüse dar attım kendimi.
Bilet paramı oföre uzattım.
Arkamda, yumu ak mente eleri üzerinde
kapı sessizce kapandı.
12
Doktor Gordon’un özel klini i, kırık
istiridye kabuklarının beyazla tırdı ı uzun
ve gözden uzak bir yolun sonunda,
çimenli bir tepenin üzerine bir taç gibi
oturmu tu. Bir verandayla çevrili büyük
evin sarı ah ap kaplama duvarları
güne te parlıyordu. Ama çayırın ye il
kubbesinde dola an tek insan yoktu.
Annemle ben klini e yakla ırken
yaz sıca ı gitgide a ırla ıyordu
üzerimizde. Bir a ustosböce i, havai bir
çimenbiçer gibi arkadaki bakır rengi
kayın a acının yüre inden seslenmeye
ba ladı. A ustosböce inin sesi uçsuz
bucaksız sessizli i yalnızca daha çok
vurguluyordu.
Bir hem ire bizi kapıda kar ıladı.
«Oturma odasında bekleyin lütfen.
Doktor Gordon birazdan yanınıza
gelecek.»
Beni rahatsız eden ey, evin
tıkabasa delilerle dolu oldu unu bildi im
halde her eyin gayet normal
görünmesiydi. Görebildi im kadarıyla
pencerelerde demir yoktu. Vah i, tedirgin
edici sesler de duyulmuyordu. Güne
ı ı ı, yıpranmı ama yumu ak kırmızı
halıların üzerine düzenli dikdörtgenlere
bölünerek dökülüyor, taze kesilmi çimen
kokusu havayı tatlıla tırıyordu.
Oturma odasının e i inde
durakladım.
Bir an için odanın bir zamanlar
Maine açıklarında bir adada ziyaret
etti im bir konukevindeki salonun e i
oldu unu sandım. Çift kanatlı camlı
kapılardan göz alıcı beyaz bir ı ık
doluyordu içeri. Odanın uzak bir kö esine
kuyruklu bir piyano yerle tirilmi ti.
nsanlar yazlık giysiler içinde sayfiyelerde
çok rastlanan arkaya yatık hasır
koltuklarda ve oyun masalarında
oturuyorlardı.
Birden hiç kimsenin
kımıldamadı ını farkettim. Kaskatı
duru larından bir ipucu yakalamaya
çalı arak daha dikkatli baktım. Erkekleri
ve kadınları, herhalde benim kadar genç
olan o lanları ve kızları seçebiliyordum.
Ancak bütün yüzler uzun süre güne
ı ı ından uzak bir rafın üstünde soluk,
ince bir toz tabakası altında kalmı lar gibi
birbirine benziyordu.
Sonra bazılarının aslında hareket
etti ini gördüm. Ama öylesine küçük, ku
gibi kımıltılardı ki bunlar, ilk bakı ta
farkediliyordu.
Gri yüzlü bir adam, bir deste
iskambili sayıyordu. Bir, iki, üç, dört...
önce destenin tamam olup olmadı ını
anlamak için saydı ını sandım. Ama
saymayı bitirince yeniden ba ladı. Onun
yanında i man bir hanım ipe dizilmi
tahta boncuklarla oynuyordu. Bütün
boncukları ipin bir ucuna topluyor, sonra
trink, trink, trink, birbiri ardından öbür
uca gönderiyordu.
Piyanonun önünde oturan genç bir
kız, birkaç nota kâ ıdını karı tırıyordu.
Ama kendisine baktı ımı görünce ba ını
öfkeyle e ip kâ ıtları ortalarından yırttı.
Annem koluma dokundu. O önde,
ben arkada, odaya girdik.
Her kımıldanı ımızda gıcırdayan
yamrı yumru bir kanepeye oturduk
konu madan.
Sonra gözüm insanların üzerinden
effaf perdelerin ötesindeki gözalıcı ye ile
kaydı. Kendimi dev bir ma azanın vitrini
önünde oturuyormu gibi hissettim.
Çevremdeki siluetler insan de il, insan
gibi boyanmı ve ya ama öykünen pozlara
sokulmu vitrin mankenleriydi.

Doktor Gordon’un koyu renk


ceketinin ardından merdivenleri çıktım.
A a ıdaki holde ona ok tedavisinin
nasıl bir ey oldu unu sormaya
çalı mı tım. Ama a zımı açtı ım zaman
hiçbir sözcük çıkmamı tı. Kar ımda
güvence dolu bir tabak gibi duran
tanıdık, gülümseyen yüze büyüyen
gözlerle bakakalmı tım yalnızca.
Merdivenlerin tepesinde, koyu
kırmızı renkli halı gitti. Yerini, dö emeye
raptedilmi düz, kahverengi bir mu amba
aldı. Bu mu amba, iki yanında kapalı
beyaz kapıların dizili oldu u bir koridor
boyunca uzanıp gidiyordu. Ben Doktor
Gordon’un ardından yürürken uzakta bir
kapı açıldı ve bir kadın çı lı ı duyuldu.
Tam o anda önümüzdeki kö eden,
da ınık saçları beline kadar uzanan mavi
sabahlıklı bir kadını götürmeye çalı an
bir hastabakıcı fırladı ortaya. Doktor
Gordon geri çekildi, ben yamyassı duvara
yapı tım.
Kadın sürüklenircesine
götürülürken elini kolunu sallıyor ve
hastabakıcının elinden kurtulmak için
çırpınıyordu. Bir yandan da, «Kendimi
pencereden ataca ım, kendimi
pencereden ataca ım, kendimi
pencereden ataca ım,» diye söyleniyordu.
Önü lekeli üniformasının içindeki
tıknaz, kaslı, a ı hastabakıcı öyle kalın
camlı gözlükler takmı tı ki, yuvarlak ikiz
camların ardından sanki dört tane göz
bakıyordu bana. Hangi gözlerin gerçek,
hangilerinin yalancı oldu unu ve gerçek
gözlerden hangisinin a ı, hangisinin
normal oldu unu anlamaya çak ırken
yüzünü yüzüme yakla tırdı ve sanki suç
orta ıymı ım gibi kocaman bir sırıtı la
bana güvence verircesine, «Kendini
pencereden ataca ını sanıyor, ama
atamaz, çünkü hepsinde parmaklık var,»
diye tısladı.
Doktor Gordon beni evin arka
tarafındaki çıplak bir odaya sokarken, o
taraftaki pencerelerin gerçekten de
parmaklıklı oldu unu ve oda kapısının,
dolap kapısının, yazı masasının
çekmecelerinin ve açılıp kapanan her
eyin kilitlenebilmesi için üzerlerinde
anahtar delikleri oldu unu gördüm.
Yata a uzandım.
a ı hastabakıcı geri geldi. Saatimi
çıkarıp cebine koydu. Sonra saçımdaki
tokaları acıta acıta çekip çıkarmaya
ba ladı.
Doktor Gordon dolabın kilidini
açıyordu. Üzerinde bir makine bulunan
tekerlekli bir masa çıkardı ve masayı
yata ın ba ucuna getirdi. Hastabakıcı
akaklarıma kokulu bir ya sürmeye
ba lamı tı.
Ba ımın duvara yakın tarafına
eri mek için e ildi inde iri gö sü bir
bulut, bir yastık gibi örttü yüzümü.
Teninden belli belirsiz bir ilaç kokusu
yayılıyordu.
Bana bakıp sırıtarak, «Merak
etme,» dedi. « lk defasında herkes
korkudan ölecek gibi olur.»
Gülümsemeye çalı tım, ama
yüzüm par ömen gibi katıla mı tı.
Doktor Gordon ba ımın iki yanına
birer metal plaka yerle tirdi. Sonra alnımı
sımsıkı saran bir banda klipslerle
tutturdu onları. Bana da ısırmam için bir
tel verdi.
Gözlerimi yumdum.
çeri çekilen bir soluk gibi kısa bir
sessizlik oldu.
Sonra bir ey e ilip beni kavradı ve
dünyanın sonu gelmi gibi sarstı. Mavi
ı ıklarla çatırdayan havada tiz bir çı lık
yankılanıyordu. Her parlamada büyük bir
sarsıntı beni yerden yere çalıyordu. Bir
an kemiklerimin kırılaca ını ve yarılmı
bir bitki gibi özsuyumun akıp gidece ini
sandım.
Acaba i lemi oldu um korkunç
suç neydi?

Elimde domates suyuyla dolu


küçük bir kokteyl kadehiyle hasır bir
koltukta oturuyordum. Saatim yeniden
bile ime takılmı tı, ama tuhaf bir
görünü ü vardı. Sonra ters takılmı
oldu unu farkettim. Saçımdaki tokaların
alı ılmadık yerlerde oldu unu
hissediyordum.
«Kendini nasıl hissediyorsun?»
Metal, ayaklı, eski bir abajur
belirdi kafamda. Babamın
yazıhanesinden kalan az sayıda e yadan
bir tanesiydi. Üzerinde lambayı tutan
bakır bir çan vardı. Bu çandan çıkan
yıpranmı , kaplan rengi bir kordon
madeni ayak boyunca uzanıp duvardaki
bir prize ula ıyordu.
Günün birinde bu lambayı
annemin yata ının ba ucundan, odanın
öbür ucunda duran çalı ma masamın
yanına getirmeye karar verdim. Kordon
yeterince uzun oldu undan prizden
çıkarmadım. Ellerimle lambayı ve tozlu
kordonu kavrayıp sıkıca tuttum.
Birden lambadan mavi bir im ekle
bir ey atladı ve di lerim birbirine
çarpana kadar beni sarsaladı. Ellerimi
çekmeye çalı tım ama yapı mı gibiydiler.
O zaman avaz avaz ba ırdım, ya da bir
çı lık koptu bo azımdan. Çünkü
tanımadı ım bir sesti bu; ama
bedeninden vah ice ayrılmı bir ruh gibi
havada yükselip titredi ini duydum.
Sonra ellerim sarsılarak çözüldü
ve sırtüstü annemin yata ına dü tüm.
Sa avucumun tam ortasında, kur un
kalemle karartılmı gibi küçük bir delik
vardı.
«Kendini nasıl hissediyorsun?»
« yi.»
Oysa iyi de ildim. Berbat
hissediyordum kendimi. «Hangi okula
gidiyorum demi tin?» Okulun adını
söyledim.
«Ha!» Doktor Gordon’un yüzü
yava , neredeyse kinayeli bir
gülümsemeyle aydınlandı. «Sava
sırasında orada bir WAC istasyonu vardı
de il mi?»

Annemin parmaklarındaki
eklemler kemik beyazıydı. Sanki bir
saatlik bekleyi boyunca üzerlerindeki
deri a ınıp gitmi ti. Bakı ları beni geçip
Doktor Gordon’ un üzerinde durdu.
Doktor Gordon ba ını sallamı ya da
gülümsemi olmalıydı ki annemin yüzü
gev edi.
Doktor Gordon’un, «Birkaç seans
ok tedavisi daha uygulanırsa çok iyi bir
geli me göreceksiniz Bayan Greenwood.»
dedi ini duydum.
O kız hâlâ piyano taburesinde
oturuyordu. Yırtılmı notalar ayaklarının
dibinde ölü bir ku gibi serilmi
duruyordu. Gözlerini bana dikip baktı,
ben de ona baktım. Gözlerini kıstı. Dilini
çıkardı.
Annem Doktor Gordon’un
ardından kapıya do ru yürüyordu. Ben
biraz oyalanıp geride kaldım. Arkalarının
dönük oldu u bir sırada kıza dönüp
nanik yaptım. Dilini içeri çekti ve yüzü
ta la tı.
Dı arıya, güne li havaya çıktım.
Dodo Comway’ın siyah pikap
arabası bir a acın gölgesiyle beneklenmi ,
pusuda bir panter gibi bekliyordu.
Pikap aslında varlıklı bir sosyete
hanımı tarafından sipari edilmi ti.
Simsiyahtı, bir zerre kromaj yoktu
üstünde. Dö emeleri de siyah deridendi.
Ama hazırlanıp gönderildi i zaman
hanımın içini karartmı tı. Bir cenaze
arabasından farksız oldu unu söylemi ti.
Ba kaları da aynı görü teydiler ve hiç
kimse satın almıyordu arabayı. Sonuç
olarak Comway’ler onu indirimli fiyata
alıp birkaç yüz dolar kâr etmi lerdi.
Ön koltukta Dodo’yla annemin
arasında suskun ve boyun e mi bir
halde oturuyordum. Ne zaman dikkatimi
toplamaya çalı sam, kafam bir patenci
gibi kayıp kocaman bir bo lukta dalgın
dalgın dönüp duruyordu.
Dodo’yu ve siyah pikabını çamların
ardında bıraktıktan sonra, «O Doktor
Gordon’la i im bitti artık,» dedim. «Telefon
edip gelecek hafta onu görmeyece imi
söyleyebilirsin.»
Annem gülümsedi. «Yavrumun
onlar gibi olmadı ını biliyordum zaten.»
Bakakaldım. «Kimler gibi?»
«O korkunç insanlar gibi. Klinikteki
o korkunç, canı çekilmi insanlar gibi.»
Duraladı. «Yeniden iyi olmaya karar
verece ini biliyordum.»

GENÇ YILDIZ ADAYI 68 SAATL K


KOMADAN SONRA ÖLDÜ.

Çantamdaki kâ ıt parçaları,
pudriyer, fıstık kabukları, madeni be ve
on sentler ve içinde on dokuz tane jilet
bulunan mavi karton kutunun
arasından, o gün ö leden sonra turuncu
beyaz çizgili bez kabinde çektirmi
oldu um foto rafı bulup çıkardım.
Ölen kızın lekeli resminin yanına
koydum onu. A ız, burun hep birbirine
benziyordu. Tek fark gözlerdeydi. Benim
foto rafımda gözler açıktı, gazetedeki
resimdeyse kapalıydı. Ama biliyordum ki
ölen kızın gözkapakları parmakla açılsa,
bana kendi resmimdeki gibi cansız,
karanlık, bo bir ifadeyle bakacaklardı.
Foto rafı yine çantama
soku turdum.
« u ötedeki binanın üzerindeki
saate göre be dakika daha burada,
güne in altında, bu park sırasında
oturaca ım,» dedim kendime, «sonra bir
yere gidip bu i i bitirece im.»
Küçük koromdaki sesleri ça ırdım.
in sana ilginç gelmiyor mu Esther?
Biliyor musun Esther, gerçek bir
nörotikin yapısına sahipsin.
Böyle hiçbir yere varamazsın, böyle
hiçbir yere varamazsın, böyle hiçbir yere
varamazsın.
Bir ketesinde sıcak bir yaz gecesi,
Yale’de hukuk okuyan, maymuna benzer,
kıllı bir genci tam bir saat boyunca
öpmü tüm. Çok çirkin oldu u için ona
acıdı ımdan yapmı tım bunu. Bitirdi im
zaman, «Cinsini saptadım senin yavrum,»
demi ti. «Kırkma geldi inde erdemlik
taslayacaksın.»
Okuldaki kompozisyon profesörüm.
«Büyük Hafta sonu» adlı öykümün
üzerine, «Düzmece!» diye yazmı tı.
Düzmecenin ne anlama geldi ini
bilmiyordum. Sözlü e baktım.
Düzmece: yapay, taklit.
Böyle hiçbir yere varamazsın.
Yirmi bir gecedir uyumuyordum.
Dünyadaki en güzel ey gölge
olmalıydı. Gölgenin: milyonlarca
kımıldayan ekli ve çıkmaz sokakları.
Büro çekmecelerinde, dolaplarda,
bavullarda hep gölge vardı. Evlerin,
a açların, ta ların altında ve insanların
gözlerinin, gülümsemelerinin ardında da
gölge vardı. Ve dünyanın gece tarafında
kilometreler boyunca gölge vardı yine.
Sa dizimin altında bir çapraz
halinde duran ten rengi iki yara bandına
baktım.
O sabah bir ba langıç yapmı tım.
Kendimi banyoya kilitledikten
sonra küveti ılık suyla doldurup, bir jilet
çıkarmı tım ortaya.
Romalı bir dü ünüre nasıl ölmek
istedi ini sorduklarında damarlarını ılık
bir banyo içinde kesip açaca ını
söylemi ti. Bunun kolay olaca ını
sanıyordum. Küvete uzanıp bileklerimde
çiçeklenen kızıllı ın berrak suyun içinde
dalga dalga kabarı ını izleyerek gelincik
rengi köpüklerin altına kayıp uykuya
dalacaktım.
Ama i bunu yapmaya gelince,
bile imin derisi öylesine beyaz ve
savunmasız göründü ki gözüme, bir türlü
yapamadım. Sanki asıl öldürmek
istedi im ey o derinin altında ya da
ba parma ımın altında atan o ince mavi
damarda de il, ba ka bir yerde, daha
derinde, daha gizli ve ula ması çok daha
güç bir yerdeydi.
ki hareket yeterliydi. Bir bilek,
sonra öbür bilek. Jileti bir elden ötekine
geçirmeyi de sayarsak üç hareket. Sonra
küvete girip uzanacaktım.
Ecza dolabının önüne geçtim. Bu
i i yaparken aynaya bakarsam bir
ba kasını, bir kitaptaki ya da oyundaki
birini izler gibi olacaktım.
Ama aynadaki insan felce
u ramı tı ve hiçbir ey yapamayacak
kadar budalaydı.
Sonra, belki de alı tırma niyetine
biraz kan akıtmam gerekti ini
dü ündüm. Küvetin kenarına oturup, sa
ayak bile imi sol dizimin üzerine koydum.
Ardından jileti tutan sa elimi kaldırdım
ve kendi a ırlı ıyla giyotin gibi dü ecek
ekilde, baca ımın ön tarafının üzerine
bırakıverdim.
Hiçbir ey duymadım. Sonra
küçük, derin bir ürpertiyle birlikte parlak
kırmızı bir çizgi, kesi in a zında
kabarıverdi. Kan meyve gibi kopkoyu
toplanıyor ve bile inden a a ı, siyah
rugan ayakkabımın içine akıyordu.
O zaman küvete girmeyi
dü ündüm. Ama sonra sabahın büyük
bir bölümünü oyalanarak geçirmi
oldu umu ve belki de her ey bitmeden
annemin eve gelip beni bulabilece ini
farkettim.
Bu durumda yarayı bantla örtüp
jiletlerimi toparladım ve Boston’a giden
11:30 otobüsünü yakaladım.

«Üzgünüm yavrum, Deer Island


Cezaevine giden metro yok. Orası bir ada
üzerinde.»
«Hayır, ada üzerinde de il. Eskiden
öyleydi, ama suyu molozlarla
doldurdular. imdi karaya ba lanmı
durumda.»
«Metro yok.»
«Oraya gitmem gerek.»
«Hey!» Gi edeki i man adam
parmaklıkların ardadan bana baktı.
«A lama bakayım. Orada kimin var
ekerim, bir akraban mı?»
Scollay Alanı’nın altındaki
ba ırsaksı tünellerde gümbürtüyle gidip
gelen trenlere yeti meye çalı an tela lı
insanlar yapay bir ekilde aydınlatılmı
karanlıkta beni itip kakarak yanımdan
geçiyorlardı. Ya ların büzülen
gözpınarlarımdan fı kırmaya ba ladı ını
hissediyordum.
«Babam var.»
i man adam kulübesinin
duvarındaki bir emaya baktı. « öyle
yaparsın,» dedi. « uradaki hattan
metroya binip Orient Heights’da inersin,
sonra üzerinde The Point yazan otobüse
atlarsın.» Yüzü sevinçle ı ıldadı. «0 otobüs
seni cezaevinin kapısına kadar götürür.»
«Hey, sen!» Mavi üniformalı bir
genç kulübeden el salladı.
Ben de el sallayıp yürümeye
devam ettim.
«Hey, sen!»
Durdum. Issız kumların ortasında
yuvarlak bir oturma odası gibi tünemi
kulübeye do ru a ır a ır yürüdüm.
«Hey, daha ileri gidemezsin. Orası
cezaevi arazisi, girmek yasak.»
«Kumsal boyunca her yere
gidilebilir sanıyordum,» dedim. «Gelgit
sınırını a madı ın sürece.»
Genç bir an dü ündü.
Sonra, «Bu kumsalda olmaz,» dedi.
Aydınlık, ho bir yüzü vardı.
«Güzel bir yeriniz var,» dedim.
«Küçük bir ev gibi.»
Odaya; örgü halıya, basma
perdelere bir göz attı.
«Kahve cezvemiz bile var.»
«Eskiden bu yörede otururdum.»
« aka etme. Ben de bu kasabada
do up büyüdüm.»
Bakı larımı kumsaldan geçirip
otoparka ve sürgülü kapıya, oradan da
bir zamanların adasına uzanan, iki
yandan okyanusun kucakladı ı, dar yola
çevirdim.
Cezaevinin kırmızı tu la binaları
bir kıyı üniversitesinin binaları gibi dost
görünümlüydü. Sol taraftaki ye il
tepeci in üzerinde kımıldayan minik
beyaz benekler ve daha büyükçe pembe
benekler çarptı gözüme. Nöbetçiye
bunların ne oldu unu sordu umda,
«Domuz ve tavuk onlar,» dedi.
u eski kasabada ya amımı
sürdürecek sa duyuya sahip olsaydım
belki de okul sıralarında bu cezaevi
nöbetçisine rastlayıp onunla evlenmi ve
imdiye dek bir yı ın çocuk do urmu
olacaktım. Ho olurdu bu, deniz
kenarında bir sürü çocuk, domuz ve
tavukla, büyükannemin çama ır elbisesi
dedi i giysiler içinde, parlak mu ambalı
bir mutfakta tombul kollarımla oturup
cezveler dolusu kahve içerdim o zaman.
«Bu cezaevine nasıl girilir?»
« zin kâ ıdıyla.»
«Öyle de il, buraya nasıl kapatılır
insan?»
«Haa.» diye güldü bekçi. «Araba
çalarsın, dükkân
«Hiç katil var mı burada?»
«Hayır. Katiller büyük bir devlet
cezaevine gider.»
«Peki ba ka kimler var içeride?»
«Kı ın ilk günü Boston’un pi kin
serserileri gelir. Tu layla cam kırıp
yakalanırlar ve kı ı so uktan uzak,
televizyon seyredip bol yemek yiyerek,
hafta sonları basketbol oynayarak
geçirirler.»
« yi i do rusu.»
«Ho una giderse öyle,» dedi nöbetçi.
Veda edip yola düzüldüm.
Omzumun üzerinden yalnız bir kez
baktım arkama. Nöbetçi hâlâ gözcü
kulübesinin kapısında duruyordu.
Arkama baktı ım zaman kolumu kaldırıp
beni selamladı.

Üzerine oturdu um kütük kur un


gibi a ır ve katran kokuluydu. Egemen
bir tepeye kurulmu su kulesinin sa lam
yapılı, gri silindiri altındaki kum seti
denize do ru kıvrılarak uzanıyordu. Deniz
yükseldi inde set tümüyle sular altında
kalırdı.
Bu kum setini iyi anımsıyordum. ç
kıvrımının kancası içinde kumsalın ba ka
hiçbir yerinde bulunmayan bir cins deniz
kabu u barındırırdı.
Bu kabuk kalın, kaygan ve
ba parma ın üst bo umu
büyüklü ündeydi. Genellikle beyaz, ama
bazan pembe ya da eftali rengi olurdu.
Bir cins gösteri siz deniz minaresine
benzerdi.
«Anne, o kız hâlâ orada oturuyor.»
Gözlerimi tembel tembel kaldırdım.
Kırmızı bir ort ve kırmızı beyaz minik
puanlı, boyundan askılı, sırtı açık bir bluz
giymi , ku gözlü, sıska bir kadının
kumlara belenmi küçük bir çocu u
kıyıdan içeri do ru sürükledi ini gördüm.
Bu kumsalın yazlı a gelenler
tarafından ku atılaca ı hiç aklıma
gelmemi ti do rusu. Buradan uzak
kaldı ım on yıl boyunca mavi, pembe ve
uçuk ye il renkte gösteri li kulübeler,
Point’in dümdüz kumları üzerinde yavan
mantarlar gibi bitivermi ve gümü renkli
uçaklarla puro biçimindeki ke if
balonlarının yerini körfezin öbür
tarafındaki hava limanından tela lı bir
gümbürtüyle kalkıp damları sıyırırcasına
uçan jetler almı tı.
Etek ve topuklu ayakkabı giymi
tek kız bendim kumsalda. Buraya
geldikten bir süre sonra rugan
ayakkabılarımı çıkarmı tım, çünkü fena
halde kuma batıyorlardı. Ben öldükten
sonra o gümü sü kütü ün üzerinde, bir
ruh pusulası gibi denize dönük
kalacaklarını dü ünmek ho uma
gidiyordu.
Çantamdaki jilet kutusuna
dokundum.
Sonra ne kadar budala oldu umu
dü ündüm. Jiletler yanımdaydı, ama ılık
su dolu küvet yoktu.
Bir oda kiralamak geçti aklımdan.
Bütün bu yazlık evlerin arasında bir
pansiyon da olmalıydı. Ama hiç e yam
yoktu. Ku ku uyandıracaktı bu. Üstelik
pansiyonda kalan öteki insanlar da
durup durup banyoyu kullanmak
isteyeceklerdi. Biri kapıyı
yumruklamadan önce bu i i yapıp küvete
girecek zamanı bulamayacaktım.
Martılar kum setinin ucundaki
tahta sırıkların üzerinde kedi gibi
miyavladılar. Sonra kül rengi ceketleriyle
birer birer kanat çırpıp havalandılar ve
ba ımın çevresinde çı lık çı lı a
dolandılar.

«Bakın bayan, burada oturmasanız


iyi olur, deniz yükseliyor.»
Küçük o lan bir metre kadar
ötemde çömelmi ti. Yuvarlak, mor bir ta
alıp suya fırlattı. Su, yankılanan bir plof
sesiyle yuttu onu. O lan çevresindeki
çakılları karı tırdı. Kuru ta ların bozuk
para gibi ıngırtıyla birbirine çarptı ını
duydum.
Suyun donuk ye il yüzeyinde bir
ta kaydırdı. Ta gözden yitene dek yedi
kez sekti.
«Neden eve gitmiyorsun?» diye
sordum.
O lan daha a ır bir ta sektirdi.
Ta ikinci sıçramadan sonra suya
gömüldü.
« stemiyorum.»
«Annen seni arıyor.»
«Aramıyor.» Sesi kaygılıydı.
«E er eve gidersen sana eker
veririm.»
O lan yanıma yakla tı. «Nasıl
eker?»
Ama daha çantama bakmadan
biliyordum ki fıstık kabuklarından ba ka
verecek eyim yoktu.
«Sana eker alman için para
vereyim.»
«Ar-thur!»
Gerçekten de bir kadın bata çıka
kum setine çıkmaya çalı ıyor ve ku kusuz
kendi kendine sövüp sayıyordu. Çünkü
açık ve kesin sesleni lerinin arasında da
kımıldayıp duruyordu dudakları.
«Ar-thur!»
Denizin yo unla an
alacakaranlı ında bizi daha iyi görmesini
sa layacakmı gibi elini gözlerine siper
etmi ti.
Annesinin çeki i arttıkça o lanın
ilgisinin azaldı ını seziyordum. Beni
tanımıyormu gibi davranmaya ba ladı.
Bir ey ararcasına birkaç ta ı aya ıyla
dürtükleyip uzakla tı. Ürperdim.
Çıplak ayaklarımın altında ta lar
yamrı yumru ve so uktu. Kumsaldaki
siyah ayakkabıları özlemle dü ündüm.
Bir dalga bir el gibi geri çekildi, sonra
ilerleyip aya ıma dokundu.
Islaklık denizin tabanından, kör
beyaz balıkların kendi ı ıklarıyla o kutup
so u u içinde dola tıkları yerlerden
geliyor gibiydi. Orada köpekbalı ı
di lerinin ve balinaların kulak
kemiklerinin mezar ta ları gibi etrafa
saçılmı durduklarını görür gibiydim.
Sanki deniz benim yerime karar
verebilecekmi gibi bekledim.
Beyaz köpüklü a zıyla ikinci bir
dalga ayaklarımın üzerine yı ıldı. So uk,
ölümcül bir sancıyla kavradı bileklerimi.
Bedenim böyle bir ölümden
korkakça irkildi.
Çantamı alıp so uk ta ların
üzerinden geriye, leylak rengi ı ıkta
ayakkabılarımın nöbet tuttu u yere
do ru yürüdüm.
13
«Onu kesinlikle annesi öldürdü.»
Jody’nin tanı mamı istemi oldu u
gencin a zına baktım. Dudakları dolgun
ve pembeydi. Beyaza çalan sarı ipek
saçları bir bebek yüzünü çevreliyordu.
Adı Cal’di. Bir eyin kısaltılmı ı olmalıydı
bu, ama California’nın dı ında neyin
kısaltılmı ı olabilece ini dü ünemiyordum.
«Onun öldürdü ünden nasıl emin
olabilirsin?» dedim.
Cal’ın çok zeki oldu u
söyleniyordu. Jody telefonda sevimli bir
genç oldu unu ve ondan ho lanaca ımı
söylemi ti. Acaba eski ben olsaydım
ondan ho lanır mıydım diye dü ündüm.
Bunu bilmek olanaksızdı.
«Çünkü önce Hayır hayır hayır
diyor, sonra Evet diyor.»
«Ama sonra yine Hayır hayır
diyor.»
Lynn’in ötesindeki bataklıkların bir
ucundaki çamurlu bir kumsalda,
turuncu ye il çizgili bir havlunun üzerine
Cal’le yanyana uzanmı tık. Jody’yle
sözlüsü Mark yüzüyorlardı. Cal yüzmek
istememi , konu mak istemi ti ve biz de
bir, oyunu tartı ıyorduk. Oyunda genç bir
adam babasının kötü kadınlarla ili kileri
sonucu bir beyin hastalı ına
yakalandı ım anlıyor, sonunda sürekli
erimekte olan beyni hepten iflas ediyor ve
annesi onu öldürüp öldürmemek
konusunda kararsızlı a dü üyordu.
Annemin Jody’ye telefon edip beni
gezmeye götürmesi için yalvarmı
olmasından ku kulanıyordum. Böylece
bütün gün odamda kepenkleri indirip
oturmayacaktım. Önce gitmek
istemedim; Jody’nin bendeki de i ikli i
farkedece ini çünkü kafamın içinde bir
beyin olmadı ını görmemek için insanın
kör olması gerekti ini dü ünüyordum.
Ama arabayla önce kuzeye sonra
da do uya do ru yaptı ımız yolculuk
boyunca Jody gülmü , akala mı ,
havadan sudan konu mu ve benim
yalnızca, «Hay Allah,» «Deme», ya da «Olur
ey de il» dememe aldırmaz görünmü tü.
Plajdaki halkın kullanımına açık
ızgaralarda sosis kızarttık. Ve ben
Jody’yi, Mark’i ve Cal’i büyük bir dikkatle
izleyerek, «Sosisimi korktu um gibi
yakmadan, ate e dü ürmeden tam
kıvamında kızartmayı ba ardım. Sonra,
kimsenin bakmadı ı bir anda onu kuma
gömüverdim.
Yemekten sonra Jody’yle Mark
elele denize ko tular. Ben gözlerimi
gökyüzüne dikmi sırtüstü yatarken Cal
durmaksızın u oyundan sözediyordu.
Bu oyunu anımsayı ımın tek
nedeni, içinde bir delinin olu uydu.
Delilerle ilgili okudu um her ey kafama
kazılıyor, bunun dı ındaki her ey uçup
gidiyordu.
Cal, «Ama önemli olan Evet
demesi,» dedi. «Sonunda yine o Evet’e
dönecek.»
Ba ımı kaldırıp gözlerimi kısarak
parlak mavi bir tabak gibi uzanan denize
baktım - kirli kenarlı parlak mavi bir
tabak. Ta lı kıyıdan bir mil kadar uzakta
iri, yuvarlak, gri bir kaya, bir yumurtanın
tepesi gibi sudan dı arı uzatmı tı
kafasını.
«Sahi, neyle öldürecekti onu?
Unutmu um.»
Unutmamı tım. Çok iyi
anımsıyordum, ama Cal’in ne diyece ini
duymak istiyordum.
«Morfin tozuyla.»
«Acaba Amerika’da var mıdır bu
tozdan?»
Cal bir an dü ündü. Sonra,
«Sanmam,» dedi.
«Çok modası geçmi bir eye
benziyor.»
Yuvarlanıp karınüstü döndüm ve
gözlerimi kısıp öbür tarafa, Lynn
yönündeki manzaraya baktım.
Izgaralardaki ate ten ve yolun üzerindeki
sıcaklıktan camsı bir bu u dalga dalga
yükseliyordu. Bu unun gerisinde,
saydam bir su perdesinden bakar gibi,
benzin depoları, fabrika bacaları, sondaj
kuleleri ve köprülerden olu an bulanık
ufuk çizgisini seçebiliyordum.
Yine sırtüstü döndüm ve gündelik
bir ey sorar gibi, «Kendini öldürecek
olsan nasıl yapardın bunu?» diye sordum.
Cal keyiflenmi e benziyordu. «Bunu
sık sık dü ünürüm,» dedi. «Tabancayla
beynimi da ıtırdım.»
Dü kırıklı ına u ramı tım. Tam
erkeklere göreydi bunu tabancayla
yapmak. Do rusu ya, elime bir tabanca
geçmesi olasılı ı hiç de büyük de ildi.
Geçse bile nereme ni an almam gerekti i
konusunda hiçbir fikrim yoktu.
Gazetelerde, kendilerini vurmaya
kalkı ıp da yalnızca önemli bir siniri
zedeleyip felç olan, ya da yüzlerini
parçalayıp da cerrahlar ve mucizeli
yardımıyla ölümden kurtulan insanlarla
ilgili haberler okurdum hep.
Tabancanın risklerini göze almak
kolay de ildi. «Ne cins bir tabanca?»
«Babamın av tüfe i. Hep dolu
bulundurur. Tek yapaca ım ey bir gün
çalı ma odasına girmek ve,» Parma ını
aka ına dayayıp yüzünü komik bir
biçimde buru turdu, «trink!» Açık gri
gözlerini kocaman açıp bana baktı.
Laf olsun diye, «Baban Boston’a
yalan mı oturur?» dedim.
«I-ıh, Clacton - on - Sea’de oturur.
ngilizdir.»
Jody’yle Mark elele ko arak
geldiler. Üzerlerinden sular akıyor ve iki
sokulgan köpek yavrusu gibi silkinerek
çevrelerine damlacıklar saçıyorlardı. Çok
kalabalık olaca ımızı hissettim ve aya a
kalkarak yalandan esnedim.
«Biraz yüzsem fena olmayacak.»
Jody, Mark ve Calle birlikte olmak,
bir piyanonun telleri üzerine konan a ır
bir tahta gibi sinirlerimi ezmeye
ba lamı tı. Her an kontrolümü yitirip
nasıl hiçbir ey okuyamadı ımı,
yazamadı ımı ve herhalde bitkinlikten
ölmeden bir ay boyunca uyanık kalan tek
insan oldu umu söyleyip saçmalamaktan
korkuyordum.
Izgaralardan ve güne e doymu
yoldan yükselen dumana benzer bir
duman tütüyor gibiydi sinirlerimden.
Bütün görünüm -kumsal, burun, deniz
ve kaya- gözlerimin önünde sahne
gerisindeki bez perde gibi ürperiyordu.
Gökyüzünün yapay, aptal mavisi
uzayın hangi noktasında siyaha
dönü üyordu acaba?
«Sen de yüzsene Cal »
Jody akadan hafifçe itti Cal’i.
«Ayyy.» Cal yüzünü havluya
gömdü. «Çok so uk.»
Suya do ru yürümeye ba ladım.
Ö le vaktinin gölgesiz ı ı ında su
dostça kar ılar gibiydi beni.
Bo ulmanın en yumu ak,
yanmanınsa en kötü ölüm ekli oldu unu
dü ündüm. Buddy Willard, bana
gösterdi i kavanoz içindeki bebeklerin bir
kısmının solungaçları oldu unu
söylemi ti. Tıpkı balık gibi oldukları bir
evreden geçiyorlardı.
eker kâ ıtları, portakal kabukları
ve yosunlarla yüklü, ufak, çöplü bir dalga
ayaklarımı örttü.
Arkamda, kumun üzerinde tok
sesler duydum ve Cal yanıma geldi.
«Haydi uradaki kayaya yüzelim.»
Parma ımla gösterdim kayayı.
«Deli misin? Bir mil uzakta o.»
«Ya sen nesin?» dedim, «Ödlek mi?»
Cal beni dirse imden tutup suya
sürükledi. Su belimize yükseldi inde beni
dibe itiverdi. Suları sıçratarak su yüzüne
çıktım. Gözlerim tuzdan yanıyordu. Dipte
su bir kuvars külçesi gibi yarı saydam ve
ye ildi.
Yüzümü kayaya verip
kurba alama yüzmeye ba ladım. Cal a ır
a ır kulaç atıyordu. Bir süre sonra
kafasını kaldırıp hafif hareketlerle oldu u
yerde durdu.
«Benden paso.» Soluk solu a
kalmı tı.
«Pekâlâ. Sen geri dön.»
Geriye dönmeye gücüm kalmayana
kadar açılmayı dü ünüyordum. Yüzmeye
devam ettikçe kalbimin atı ları bo uk bir
motor sesi gibi u ulduyordu
kulaklarımda.
Va-rım Va-rım Va-rım.

O sabah kendimi asmaya


kalkı mı tım.
Annem i e gider gitmez onun sarı
sabahlı ının ipek kordonunu çıkarmı ve
yatak odasının kehribar rengi gölgeli inde
kordona kendi üzerinde a a ıya yukarıya
kayan bir dü üm atmı tım. Bunu
yapmak çok zamanımı almı tı, çünkü
dü üm atmayı pek beceremezdim ve
do ru dürüst bir dü ümün nasıl atılaca ı
konusunda hiçbir fikrim yoktu.
Sonra kordonu tutturabilece im
bir yer aramı tım çevrede.
Bütün sorun, evimizin tavanının
bu i e uygun olmayı ıydı. Tavanlar alçaktı
ve beyaz plastik boyayla dümdüz
boyanmı lardı. Görünürde ne bir tahta
kalas, ne de avize kancası gibi bir ey
vardı. Büyükannemin önce bizimle, sonra
da Libby teyzemle oturmak üzere satmı
oldu u evi özlemle dü ündüm.
Büyükannemin evi on dokuzuncu
yüzyıl stilinde yapılmı , zarif bir evdi.
Yüksek tavanlı odaları, dayanıklı amdan
rafları, içlerinde sa lam rayların
bulundu u yüksek dolapları ve kimsenin
hiçbir zaman gitmedi i, bavullar,
papa an kafesleri, terzi mankenleriyle
dolu ve tavanında bir geminin keresteleri
kadar kalın kiri ler olan bir tavanarası
vardı.
Ama o eski bir evdi. Büyükannem
de satmı tı onu. Öyle bir evi olan ba ka
hiç kimseyi de tanımıyordum.
Boynumdan sarı bir kedi kuyru u
gibi sallanan ipek kordonla çevrede
gittikçe umudumu yitirerek dolanıp onu
tutturacak bir yer bulamayınca annemin
yata ına oturup ipi çekerek ilmi i
sıkmaya çalı tım.
Ama her defasında, ipi kulaklarım
u uldayıp yüzüme kan hücum edene
kadar çekti im zaman ellerim güçsüzle ip
ipi bırakıyor, ben de yeniden normale
dönüyordum.
O zaman anladım ki bedenimin,
kendimi kurtarmak için, en can alıcı
saniyede ellerimin gücünü kesmek gibi
bir yı ın ufak hilesi var. Oysa bütün
karar bana ait olsa, bir an meselesiydi
ölmem.
Kafamda akıl namına ne kalmı sa
onu kullanarak bedenimi tuza a
dü ürmem gerekiyordu. Yoksa beni elli yıl
boyunca o ahmak kafesinde hiçbir
anlamı olmayan bir ya ama mahkûm
edecekti. Ve annem dilini ne kadar
tutarsa tutsun, aklımı yitirdi imi herkes
ergeç anlayacak ve annemi, tedavi
edilece im bir tımarhaneye kapatılmam
gerekti ine inandıracaklardı.
Ama benim hastalı ınım tedavisi
yoktu.
Kitapçıdan ruhsal bozukluklarla
ilgili birkaç kitap almı ve kendi
belirtilerimi kitaplardaki belirtilerle
kar ıla tırmı tım. Ku kusuz benim
belirtilerim en umutsuz vak’aların
belirtileri arasında yer alıyordu.
Skandal gazetelerinin dı ında
okuyabildi im tek ey bu ruhsal
bozukluklarla ilgili kitaplardı. Sanki
durumumu uygun bir biçimde sona
erdirebilmem için gerekli tüm bilgileri
almama yetecek kadar ince bir aralık
bırakılmı tı.
Asma fiyaskosundan sonra belki
de bu i ten vazgeçip kendimi doktorlara
teslim etmemin daha iyi olaca ını
dü ündüm. Ama sonra Doktor Gordon’u
ve onun özel ok makinesini anımsadım.
Bu kez içeri kapatılırsam o makineyi
sürekli kullanabilirlerdi üstümde.
Sonra, annemin, erkek karde imin
ve arkada larımın iyile ece imi umut
ederek nasıl her gün beni görmeye
geleceklerini dü ündüm. Derken
ziyaretler seyrekle ecek ve hepsi
umudunu yitirecekti. Ya lanacaklardı.
Beni unutacaklardı.
Üstelik yoksulla acaklardı da.
Önce en iyi ekilde bakılmamı
isteyecekler ve bütün paralarını Doktor
Gordon’unki gibi özel bir klini e
yatıracaklardı. Sonunda, paraları
tükendi i zaman, benim gibi yüzlerce
insanın aynı kafese kapatıldı ı bir devlet
hastanesine aktarılacaktım.
Durumu ne denli umutsuzsa, o
denli uzak kö elere gizlerler insanı.
Cal geriye dönmü , kıyıya do ru
yüzüyordu.
Boynuna kadar gelen sudan
kendini yava ça dı arı çeki ini izledim.
Hâkî renkli kumlarla kıyıdaki ufak
dalgalar üzerinde bedeni bir an beyaz bir
kurt gibi ikiye bölündü. Sonra ye ilden
çıkıp tümüyle hakinin üzerinde
sürünmeye ba ladı ve gökle deniz
arasında kıvranan ya da tembelce
dinlenen düzinelerce kurdun arasında
kaybolup gitti.
Ellerimle ayaklarımı suyun içinde
çırpmaya devam ettim. Yumurta biçimli
kaya, Cal’le birlikte kıyıdan ona
baktı ımız zamankinden daha yakın
görünmüyordu.
Sonra kayaya kadar yüzmenin
hiçbir anlamı olmadı ını dü ündüm.
Çünkü ona ula ırsam bedenim bunu
fırsat bilip dı arı tırmanacak ve güne te
uzanıp geri dönmek için güç toplayacaktı.
Yapacak tek ey hemen oracıkta
bo ulmaktı.
O zaman durdum.
Ellerimi gö üs hizasına getirip
ba ımı öne e dim ve ellerimle suyu iki
yana iterek daldım. Su kulaklarıma ve
kalbime basınç yapıyordu. Kendimi
a a ıya do ru ittim. Ama nerede
oldu umu anlayana kadar su beni
yukarıya, güne e do ru fırlatıvermi ti
bile. Dünya mavi, ye il, sarı renklerde
yarı de erli ta lar gibi parıldıyordu
çevremde.
Gözlerimdeki suyu sildim.
Zorlu bir denemeden sonra oldu u
gibi soluk solu a kalmı tım, ama hiç çaba
harcamadan suyun yüzünde
duruyordum.
Bir daha, bir daha daldım. Ama
her defasında mantar gibi yukarı
fırladım.
Suyun üzerinde, bir can simidi
rahatlı ıyla duran gri kaya, benimle
e leniyor gibiydi.
Yenildi im zamanı bilirdim.
Geri döndüm.

Servis arabasını koridor boyunca


sürerken çiçekler parlak, bilgili çocuklar
gibi ba larını sallıyorlardı.
Adaçayı ye ili gönüllü üniformamın
içinde kendimi beyaz üniformalı doktor ve
hem irelerden ve hatta kirli su dolu
kovaları ve paspaslarıyla tek söz
söylemeden yanımdan geçen kahverengi
üniformalı temizlikçi kadınlardan farklı,
gereksiz ve budala hissediyordum.
E er küçük de olsa bir ücret alıyor
olsaydım, hiç de ilse yaptı ıma do ru
dürüst bir i gözüyle bakabilirdim, ama
bütün sabah oraya buraya dergi, çiçek
ve eker da ıtmamın kar ılı ı yalnızca
bedava bir ö le yeme iydi.
Annemin dedi ine göre, insanın
kendisi hakkında çok fazla dü ünmesinin
ilacı, kendinden daha kötü durumda olan
birine yardım etmekti. Onun için Teresa
benim gönüllü olarak bizim yörenin
hastanesinde çalı mamı sa lamı tı. Bu
hastanede gönüllü olarak çalı mak zordu,
çünkü Gençler Kulübünün bütün
kadınları buna hevesleniyorlardı, ama
ansıma bunların ço u tatile gitmi ti.
Bütün umudum beni en korkunç
vak’aların bulundu u bir ko u a
göndermeleri ve o hastaların, donuk,
suskun yüzümün gerisindeki iyi niyeti
okuyup bana minnet duymalarıydı. Ama
bizim kiliseye üye hanımlardan biri olan
gönüllülerin ba ı, bana bir bakı fırlattı ve
«Do um ko u undasın,» dedi.
Bu durumda asansörle üç kat
çıkıp do um ko u una geldim ve geldi imi
ba hem ireye bildirdim. O da bana
çiçeklerle yüklü servis arabasını verdi.
Do ru odalara do ru vazoları götürüp
do ru yatakların ba ucuna koymam
gerekiyordu.
Ama daha birinci odanın kapısına
gelmeden çiçeklerden büyük bir kısmının
solmu ve kenarlarının kararmı
oldu unu gördüm. Henüz do um yapmı
bir kadın için önüne koca bir buket
solmu çiçe in boca edildi ini görmek
oldukça moral bozucu bir ey olmalıydı.
Onun için servis arabasını koridorun bir
girintisinde bulunan lavaboya götürüp
solmu çiçekleri ayıklamaya ba ladım.
Sonra, solmakta olan çiçekleri de
ayıkladım.
Görünürde hiç çöp sepeti yoktu.
Ben de çiçekleri buru turup dertop
ederek derin, beyaz lavaboya bıraktım.
Lavabo bir mezarta ı so uklu undaydı.
Gülümsedim. Ölüleri de hastane
morgunda böyle yatırıyorlardı herhalde.
Benim bu küçük hareketim kendi
çapında, doktorların ve hem irelerin
daha büyük hareketini yankılar gibiydi.
Birinci odanın kapısını ardına
kadar açıp servis arabamı sürükleyerek
içeri yürüdüm. Birkaç hem ire
yerlerinden sıçradı ve gözüme belli
belirsiz raflar ve ecza dolapları çarptı.
Hem irelerden biri sertçe, «Ne
istiyorsun?» diye sordu. Hiçbirini
ötekilerinden ayırd edemiyordum, hepsi
tıpkı birbirine benziyordu.
«Çiçekleri da ıtıyorum.»
Benimle konu an hem ire bir elini
omzuma koyup beni odadan çıkardı.
Serbest eliyle de ustaca servis arabasını
sürüyordu. O odanın yanındaki odanın
kapısını itip ba ıyla içerisini i aret etti.
Sonra gözden kayboldu.
Uzaktan kıkırdamalar
duyuluyordu. Bir kapı kapandı ve sesler
kesildi.
Odada alta yatak, her yatakta da
bir kadın vardı. Kadınların hepsi
yataklarında oturmu lar ya örgü örüyor,
ya dergi karı tırıyor, ya da saçlarını
bigudiyle sarıyor ve bir papa an evindeki
papa anlar gibi durmadan çene
çalıyorlardı.
Bense onların uykuda ya da sessiz
ve solgun bir halde uzanmı yatıyor
olacaklarını sanmı tım. O zaman
ayaklarımın ucuna basarak rahatça
dola acak ve yatak numaralarıyla
vazoların üzerindeki etiketlere yazılmı
numaraları e le tirmeye çalı acaktım.
Oysa imdi, daha kendimi toparlamaya
fırsat bulamadan, sivri, üçgen yüzlü,
canlı, gösteri li bir sarı ın beni ba ıyla
yanına ça ırmı tı bile.
Arabayı odanın ortasında bırakıp
ona do ru yürüdüm, ama sabırsız bir
i aretinden arabayı da getirmemi
istedi ini anladım.
Yardımsever bir gülümsemeyle
arabayı yata ının yanına do ru sürdüm.
«Hey, benim hezaren çiçeklerim
nerede?» Ko u un öbür ucundaki iri,
pörsük vücutlu bir kadın kartal gibi
bakı larıyla tırmaladı beni.
Sivri yüzlü sarı ın arabaya e ildi.
« te benim sarı güllerim,» dedi, «ama
hepsi birtakım i renç irislerle karı mı .»
lk iki kadının sesine ba ka sesler
de katıldı. Hepsi ters, ba ırgan ve
yalanma doluydu.
Bir demet solmu hezaren çiçe ini
lavaboya attı ımı ve soluk çiçeklerini
ayıkladı ım bazı vazoların çok cılız
kaldı ını, bu yüzden birkaç buketi
birle tirip vazoları doldurdu umu
anlatmak için a zımı açmak üzereydim
ki, kapı açıldı ve gürültünün nedenini
anlamak için bir hem ire girdi içeri.
«Dinle hem ire, Lany’nin dün
ak am getirdi i koca bir demet hezarenim
olacaktı.»
«Benim sarı güllerimi berbat
etmi .»
Ye il üniformamın dü melerini
ko arken açıp onu da soluk çiçekleri
attı ım lavabonun önünden geçerken
oraya tıkı tırdım. Sonra yan taraftaki
ıssız merdivenleri iki er iki er inip hiç
kimseyle kar ıla madan kendimi caddeye
attım.

«Mezarlık ne tarafta?»
Siyah deri ceketli talyan durdu ve
beyaz Metodist Kilisesinin arkasındaki
yolun ilerisini gösterdi. Metodist Kilisesini
anımsıyordum. Babam ölüp de bir ba ka
yere ta ınıp Protestan olmadan önce,
yani ya amımın ilk dokuz yılı boyunca
Metodisttim.
Annem Metodist olmadan önce
Katolikmi . Büyükannem, büyük babam
ve Libby Teyzem hâlâ Katoliktiler. Libby
Teyzem annemle aynı zamanda Katolik
Kilisesinden ayrılmı , ama sonra Katolik
bir talyan’la evlenip geri dönmü tü.
Son zamanlarda ben de Katolik
kilisesine girmeyi dü ünmü tüm.
Katoliklere göre kendini öldürmenin
korkunç bir günah oldu unu biliyordum.
Ama e er böyleyse, beni bundan
vazgeçirmek için iyi bir yöntemleri
olabilirdi.
Ku kusuz, ölümden sonraki
ya ama, bakirelerin do um yapmasına,
Engizisyona ya da o küçük, maymun
suratlı Papa’nın yanılmazlı ına falan
inandı ım yoktu. Ama bunu rahibe belli
etmeyebilirdim. Yalnızca günahımı
vurgulardım ve o da benim tövbekâr
olmama yardım ederdi.
Tek sorun, insanın tüm ya amının
sırf kiliseden ibaret olmayı ıydı. Bu kilise
Katolik kilisesi de olsa durum
de i miyordu. nsan ne kadar diz çöküp
dua etse, bir yerde yine üç ö ün yemek
yemek, bir i te çalı mak ve ya amını
dünyada sürdürmek zorundaydı.
Ne kadar zaman Katolik olduktan
sonra rahibe olunabilece ini sormu tum
anneme. Bunu nasıl yapabilece imi en iyi
o bilir diye dü ünmü tüm.
Annem gülmü tü bana. «Öyle
senin gibi herhangi birini pat diye alırlar
mı sanıyorsun?» demi ti. «Bütün o
ilmihalleri, amentüleri ba tan sona
ezbere bilmen ve inanman gerek. Senin
gibi aklı ba ında bir kıza hiç
yakı tıramadım do rusu!»
Ama ben hâlâ Boston’da bir
papaza gitme dü leri kuruyordum.
Boston’da olmalıydı, çünkü kendi
kasabamdaki hiçbir papazın kendimi
öldürmeyi dü ünmü oldu umu bilmesini
istemiyordum. Papazlar müthi
dedikoducu olurlardı.
Siyahlara bürünüp ölü gibi
bembeyaz bir çehreyle papazın
ayaklarına kapanacak ve «Peder, ne olur
yardım edin bana,» diyecektim.
Ama bu, insanlar bana
hastanedeki o hem ireler gibi garip garip
bakmaya ba lamadan önceydi.
Katoliklerin deli bir rahibeyi kabul
etmeyeceklerinden emindim. Libby
Teyzemin kocası bir defasında bir
manastırın kontrol için Teresa’ya
gönderdi i bir rahibe hakkında bir espri
yapmı tı. Bu rahibe sürekli harp notaları
1
ve sürekli «Alleluia!» diyen bir ses
duymaktaydı gaipten. Ancak ısrarla
soruldu unda, sesin Alleluia mı yoksa
Arizona mı dedi inden pek emin
olamamı tı. Arizona rahibenin do um
yeriydi. Galiba sonunda bir tımarhaneye
kapatılmı tı.
Siyah peçemi çeneme kadar indirip
dövme demir kapıdan içeri girdim.
Babam bu mezarlı a gömüldü ünden
beri hiçbirimizin onu ziyarete gitmemi
olması garipti do rusu. Annem bizim
cenazeye gelmemize izin vermemi ti,
çünkü o zamanlar henüz çocuktuk. Hem
hastanede ölmü tü babam. O yüzden
mezarlık ve hatta babamın ölümü hep
gerçek de ilmi gibi gelmi ti bana.
Son zamanlarda, yıllar süren bu
ihmali gidermek ve babamın mezarına
bakmaya ba lamak için büyük bir istek
duymaktaydım. Babamın gözdesi ben
olmu tum hep, onun için de annemin
tutmaya zahmet etmedi i yası benim
tutmam uygun olurdu.
E er babam ölmemi olsaydı, bana
böceklerle ilgili her eyi ö retebilirdi diye
dü ündüm. Üniversitedeki uzmanlık
dalıydı bu. Bildi i diller olan Almanca,
Yunanca ve Latince’yi de ö retebilirdi
bana. Belki o zaman ben de Lutheran
olurdum. Babam Wisconsin’deyken
Lutheran’mı ama New England’da
Lutheran’lı ın modası geçti inden, önce
bir süre için inanç ve ilkelerinden
vazgeçmi , sonra da annemin dedi ine
göre keskin bir ateist olmu tu.
Mezarlık dü kırıklı ına u ratmı tı
beni. Kentin dı mahallelerinde, alçak
arazi üzerine yayılmı bir çöp yı ını
gibiydi. Çakıllı patikalarda bir a a ı bir
yukarı yürürken, uzaklardan durgun tuz
bataklıklarının kokusunu
duyabiliyordum.
Mezarlı ın eski bölümü, yıpranmı
düz ta ları ve likenlerin a ındırdı ı
anıtlarıyla yine iyi durumda sayılırdı.
Ama az sonra babamın bin dokuz yüz
kırklı tarihlerin bulundu u yeni bölümde
gömülü olması gerekti ini dü ündüm.
Yeni bölümdeki ta lar kaba ve
ucuzdu. Yer yer, toz toprak dolu uzunca
bir küvete benzeyen, mermerle
çerçevelenmi mezarlara rastlanıyordu.
Plastik çiçeklerle dolu paslı metal kaplar,
ölünün göbe ine yakın bir yere
konulmu tu.
Griye çalan gökyüzünden ince bir
ya mur çiselemeye ba ladı. çimin
karardı ını hissettim.
Babamı hiçbir yerde
bulamıyordum.
Alçak, saçaklı bulutlar ufkun deniz
tarafına, bataklıkların ve derme çatma
plaj evlerinin gerisine yı ılmı lardı.
Ya mur damlaları o sabah almı oldu um
siyah ya murlu u büsbütün
karartıyordu. Yapı kan bir nem,
ya murlu u geçip içime i ledi.
Tezgâhtar kıza, «Su geçirmez de il
mi?» diye sormu tum.
O da, «Hiçbir ya murluk su
geçirmez de ildir. Yalnızca ya mura
dayanıklıdır,» demi ti.
Ya mura dayanıklılı ın ne demek
oldu unu sorunca da bir emsiye
almamın daha iyi olaca ını söylemi ti.
Ama emsiye alacak kadar param
yoktu. Boston’a otobüsle gidip gelmeler,
fıstık, gazete, ruhsal bozukluklarla ilgili
kitaplar ve eskiden ya adı ım kıyı
kasabasına yapılan yolculuklar derken
New York fonum hemen hemen tükenmi
gibiydi.
Banka hesabımda para
kalmayınca bu i i yapmaya karar
vermi tim. Ve o sabah son kalan parayı
da bu siyah ya murlu u almak için
harcamı tım.
Birden babamın mezarta ını
gördüm.
Bir dü künler evi ko u unda
yeterli yer olmadı ı zaman insanlar, nasıl
sıkı sıkı oturursa, babamın mezarta ı
da bir ba ka mezarta ına o denli yakın,
onunla sanki kafa kafaya vermi gibiydi.
Ta konserve alabalık gibi benekli pembe
mermerdendi. Üzerinde yalnızca babamın
adı ve onun altında da minik bir tireyle
ayrılmı iki tarih vardı.
Mezarlı ın giri indeki bir çalıdan
topladı ım bir kucak ya murlu
hanımelini ta ın dibine yerle tirdim.
Sonra dizlerim bükülüverdi ve ıslak
çimenin üzerine çöktüm. Neden böyle
hüngür hüngür a ladı ımı bilmiyordum.
Sonra, babamın ölümüne hiç
a lamamı oldu umu anımsadım.
Annem de a lamamı tı. Yalnızca
gülümsemi ve ölmesinin onun için ne
kadar hayırlı bir ey oldu unu, çünkü
ya asaydı bir ya am boyu sakat
kalaca ını ve babamın da buna
dayanamayaca ını, öyle ya amaktansa
ölmeyi ye leyece ini söylemi ti.
Yüzümü mermerin pürüzsüz
yüzüne dayayıp so uk, tuzlu ya murda,
yitirdi im baba için ulurcasına a ladım.

Bu i i nasıl becerece imi çok iyi


biliyordum.
Araba lastikleri çıtırtıyla harekete
geçip motor sesi uzakla ır uzakla maz,
yata ımdan atlayıp aceleyle beyaz
bluzumu, ye il, desenli ete imi ve siyah
ya murlu umu giydim. Ya murluk hâlâ
bir gün öncesinin nemini ta ıyordu, ama
az sonra bunun önemi kalmayacaktı.
A a ıya inip yemek masasından
uçuk mavi bir zarf aldım ve arkasına
güçlükle karaladı ım iri harflerle, Uzun
bir yürüyü e çıkıyorum, diye yazdım.
Mesajı annemin içeri girer girmez
görebilece i bir yere dayadım.
Sonra güldüm.
En önemli eyi unutmu tum.
Yukarı ko up annemin dolabının
içine bir sandalye çektim. Sonra
sandalyeye tırmanıp üst raftaki küçük
ye il kasaya uzandım. Kilit o kadar
entipüftendi ki madenî kapa ı elimle bile
çekip açabilirdim, ama her eyi sakin ve
düzenli biçimde yapmak istiyordum.
Annemin yazı masasının sa üst
çekmecesini açıp rlanda i i parfümlü
keten mendillerin altında saklı duran
mavi mücevher kutusunu çıkardım.
Koyu renkli kadifeye tutturulmu minik
anahtarı çözdüm. Sonra kasayı açıp dolu
hap i esini aldım. Umdu umdan fazla
hap vardı içinde.
En az elli taneydi haplar.
E er annemin bunları bana her
gece birer birer vermesini bekleseydim,
yeterli sayıda hapı ancak elti gecede
biriktirebilecektim. Ve bu elti gecelik süre
içinde okul açılacak, erkek karde im
Almanya’dan gelecek, kısacası çok geç
olacaktı.
Anahtarı yeniden mücevher
kutusunun içine, bir yı ın ucuz zincir ve
yüzü ün arasına tutturdum. Kutuyu
çekmeceye, mendillerin arasına
yerle tirdim, kasayı dolabın rafına
koydum, sandalyeyi de halının üzerindeki
eski yerine getirip bıraktım.
Sonra a a ıya inip mutfa a girdim.
Büyük bir barda a musluktan su
doldurdum. Sonra barda ı ve hap i esini
alıp bodruma indim.
Bodrum pencerelerinin
yarıklarından lo bir denizaltı ı ı ı
sızıyordu. Gazoca ının arkasındaki
duvarda, omuz hizasında karanlık bir
oyuk görünüyordu. Bu oyuk geçitin altına
do ru uzanıp gözden kayboluyordu.
Geçit, bodrum kazıldıktan sonra eve
eklenmi ve bu gizli, toprak dipli tünelin
üzerine yapılmı tı.
Çürümeye yüz tutmu birkaç eski
ömine kütü ü, deli in a zını örtmü tü.
Onları biraz geriye çektim. Sonra su
barda ını ve hap i esini kütüklerden
birinin düz yüzeyine yanyana koyup
kendimi yukarı çekmeye ba ladım.
Bedenimi oyu un içine çekmem
oldukça uzun sürdü, ama sonunda,
birçok denemeden sonra bunu ba ardım
ve karanlı ın a zında bir ma ara devi gibi
çömelip kaldım.
Topra ın çıplak ayaklarıma dostça,
ama so uk bir dokunu u vardı. Kimbilir
bu toprak parçası güne i görmeyeli ne
kadar olmu tu?
Sonra, a ır, tozlu kütükleri birer
birer deli in a zına yı dım. Karanlık
kadife gibi yo undu. Bardakla i eye
uzandım ve ba ımı öne e erek dizlerimin
üzerinde, en uzak duvara do ru dikkatle
süründüm.
Örümcek a ları pervane
yumu aklı ıyla de iyorlardı yüzüme.
Siyah pardesüme kendi gölgem gibi
sarınarak hap i esini açtım ve hapları
yudumlar arasında birer birer, hızla
yutmaya ba ladım.
Önce hiçbir ey olmadı ama i enin
dibine yakla tıkça gözlerimin önünde
kırmızılı mavili im ekler çakmaya
ba ladı. i e parmaklarımın arasından
kaydı. Yere uzandım.
Sessizlik, ya amımın çakıllarını,
kabuklarını ve tüm darmada ın
yıkıntısını çırılçıplak ortaya sererek
çekiliyordu. Sonra, gerçekle hayalin
sınırında, birden toparlandı ve bir tek
kocaman dalga halinde beni uykuya
sürükledi.
14
Kapkaranlıktı.
Karanlıktan ba ka hiçbir eyi
hissedemiyordum. Ba ım, bir kurdun ba ı
gibi karanlı ı duyarak kalktı. Birisi
inliyordu. Sonra büyük, a ır bir ey ta
bir duvar gibi çarptı yana ıma. nleme
durdu.
Sessizlik dalga dalga geri geldi ve
atılan bir ta tan sonra karanlık suların
eski durgun yüzeyine kavu ması gibi
durulup yayıldı.
Serin bir rüzgâr esti. Yerin dibine
do ru kazılmı bir tünelin içinde
inanılmaz bir hızla götürülüyordum.
Sonra rüzgâr durdu. Uzaktan, kar ı
çıkan, tartı an seslere benzer bir gürültü
duyuluyordu. Sonra sesler de kesildi.
Bir keski gözümün önünde ı ıktan
bir yarık açar gibi oldu. Bir a ız ya da bir
yara gibiydi bu. Sonra karanlık yeniden
örttü onu. I ı ın geldi i yönden öteye
dönmeye çabaladım ama kollarımı
mumya sargıları gibi sımsıkı kavrayan
ellerden kurtulup kımıldayamadım.
Köredici ı ıklarla aydınlatılmı bir
yeraltı odasında oldu umu ve odanın her
nedense kalkmama izin vermeyen
insanlarla dolu oldu unu dü ünmeye
ba lamı tım.
Sonra yeni bir keski darbesiyle ı ık
beynime sıçradı. Ve yo un, sıcak,
yumu ak karanlı ın içinden bir çı lık
koptu:
«Anne!»

Hava, hafif esintilerle yüzümün


üzerinde oynuyordu.
Çevremde, pencereleri açılmı
büyük bir odanın varlı ını hissediyordum.
Ba ımın altında bir yastık vardı ve
bedenim ince çar afların arasında,
a ırlı ı yokmu çasına yüzüyordu.
Sonra yüzümde dola an bir ele
benzeyen bir sıcaklık hissettim. Güne te
yatıyor olmalıydım. Gözlerimi açarsam
üzerime hastabakıcılar gibi e ilen renkler
ve ekiller görecektim.
Gözlerimi açtım.
Kapkaranlıktı.
Yanımda soluyan biri vardı.
«Göremiyorum,» dedim.
Karanlı ın içinden en bir ses
konu tu: «Dünyada bir sürü kör insan
var. Günün birinde iyi bir kör erkekle
evlenirsin.»

Keskili adam geri gelmi ti.


«Bo una zahmet etmeyin,» dedim.
«Hiç yararı yok.»
«Böyle konu mamalısın.»
Parmaklarıyla sol gözümün üzerindeki
kocaman, acıyan i li i yokladı. Sonra bir
eyi gev etti ve bir duvarın ortasındaki bir
delik gibi tırtıklı bir ı ık yara ı belirdi.
Yarı ın kenarından bir erkek eli uzandı.
«Beni görebiliyor musun?»
«Evet.»
«Ba ka bir ey görebiliyor musun?»
O zaman anımsadım. «Hiçbir ey
göremiyorum.» Yarık daraldı ve karardı.
«Kör oldum ben.»
«Saçma! Kim söyledi sana bunu?»
«Hem ire.»
Adam homurdanmayla karı ık
güldü. Gözümün sargısını yine yerine
yerle tirdikten sonra, «Çok anslı bir
kızsın do rusu,» dedi. «Gözlerin
mükemmel görüyor.»

«Biri seni görmek istiyor.»


Hem ire gülümsedi ve gözden
kayboldu.
Annem gülümseyerek yata ın
ayakucundan dolanıp yakla tı. Üzerinde
mor renkte araba tekerlekleri olan bir
elbise vardı sırtında. Berbat
görünüyordu.
Arkasından iri yapılı, uzun boylu
bir o lan geliyordu. Önce kim oldu unu
çıkaramadım, çünkü gözüm ancak yarım
açılıyordu. Ama sonra erkek karde im
oldu unu gördüm.
«Beni görmek istedi ini söylediler.»
Annem yata ın kenarına ili ip elini
baca ımın üzerine koydu. Sitem dolu ve
sevecen bir hali vardı. Çekip gitmesini
istiyordum.
«Öyle bir ey söyledi imi
salmıyorum.»
«Beni ça ırdı ını söylediler.»
Neredeyse a layacaktı. Yüzü buru tu ve
soluk bir pelte gibi titredi.
Erkek karde im, «Nasılsın?» diye
sordu.
Annemin gözünün içine baktım.
«Aynı,» dedim.

«Bir konu un var.»


«Konuk filan istemiyorum.»
Hem ire aceleyle dı arı çıktı, holde
birisiyle fısılda tı. Sonra geri geldi. «Seni
çok görmek istiyor.»
Üzerime giydirmi oldukları beyaz
ipekten, yabancı pijamanın paçalarından
çıkan sarı bacaklara baktım.
Kımıldadı ım zaman içinde hiç kas
yokmu çasına pörsük pörsük
sallanıyordu deri. Üzeri kısa ve sık siyah
kıllarla kaplıydı.
«Kimmi peki?»
«Tanıdı ın biri.»
«Adı ne?»
«George Bakewell»
«George Bakewell diye birini
tanımıyorum.»
«O seni tanıdı ım söylüyor.»
Sonra hem ire dı arı çıktı ve çok
tanıdık bir genç içeri girip, «Yata ının
kenarına oturabilir miyim?» dedi.
Üzerinde beyaz bir gömlek vardı.
Cebinden stetoskobun ucu görünüyordu.
Doktor kılı ına girmi bir tanıdı ım olsa
gerek diye dü ündüm.
Biri içeri girerse bacaklarımı
örtmeyi tasarlamı tım, ama artık çok
geçti. Onları oldukları gibi, çirkin ve
i renç, dı arıda bıraktım.
«Ben buyum,» diye dü ündüm.
«Neysem o i te.»
«Beni anımsıyorsun, de il mi
Esther?»
Sa lam gözümü kısıp o lanın
yüzüne baktım. Öbür göz henüz
açılmamı tı, ama göz doktoru birkaç gün
içinde iyile ece ini söylüyordu.
O lan bana hayvanat bahçesinde
gördü ü yeni, ilginç bir hayvanmı ım gibi
bakıyordu. Neredeyse kahkahayı
basacaktı.
«Beni anımsıyorsun, de il mi
Esther?» Kalın kafalı bir çocukla konu ur
gibi a ır a ır konu uyordu. «Ben George
Bakewell’im. Sizin kilisenin üyesiyim.
Amherst’ de bir ara benim oda
arkada ımla çıkmı tın.»
O lanın suratını sanırım o zaman
yerli yerine koyabildim. Belle imin
kenarında belli belirsiz dolanan ve bir ad
takmaya asla zahmet etmeyece im tipte
bir surattı.
«Burada ne arıyorsun?»
«Bu hastanede çalı ıyorum.»
Bu George Bakewell nasıl böyle
ka la göz arasında doktor olabilmi ti
acaba? Üstelik beni de do ru dürüst
tanımıyordu. Kendini öldürecek kadar
kaçık bir kızı neye benzedi ini görmek
istemi ti yalnızca.
Yüzümü duvara çevirdim.
«Defol», dedim. «Defol ve bir daha
gelme.»

«Aynaya bakmak istiyorum.»


Hem ire çekmeceleri birbiri
ardından açıp annemin almı oldu u yeni
iç çama ırlarını, bluzları, etekleri ve
pijamaları siyah rugan çantaya
tıkı tırırken bir arkı mırıldanıyordu.
«Neden aynaya baktırmıyorsunuz?»
Beni gri beyaz çizgili, yatak kılıfına
benzer bir kılıfa sarıp, parlak kırmızı,
geni bir kemer takmı lardı belime. Bir
koltu a dimdik oturtmu lardı.
«Neden baktırmıyorsunuz?»
«Çünkü bakmasan daha iyi olur.»
Hem ire çantanın kapa ını çıt diye
kapattı. «Neden?»
«Çünkü pek ho bir görünümün
yok.»
«Ne olur bir bakayım.»
Hem ire içini çekti ve yazı
masasının üst çekmecesini açtı. Masanın
tahtasıyla aynı tahtadan çerçevesi olan
büyük bir ayna çıkarıp bana verdi.
Önce pek bir ey anlayamadım. Bu
bir ayna de il bir resimdi.
Resimdeki ihsanın erkek mi kadın
mı oldu u belli de ildi, çünkü kafası
kazınmı tı ve saçlar her taraftan tavuk
tüyleri gibi diken diken fı kırmı tı.
Yüzünün bir yanında mor ve ekilsiz bir
i lik vardı. i li in kenarları önce ye ile,
sonra da solgun bir sarıya dönü üyordu.
Soluk bir kahverengiye alan a zın iki
kö esinde gül renkli birer yara vardı.
Yüzün en a ırtıcı yanı, parlak
renklerin ola anüstü bir karı ımını
sergilemesiydi.
Gülümsedim.
Aynadaki a ız bir sırıtı la yayıldı.
angırtıdan bir dakika sonra ba ka
bir hem ire ko tu içeri. Bir kırık aynaya
bir de bana, kör, beyaz parçaların
üzerinde duru uma baktı. Sonra genç
hem ireyi ite kaka dı arı çıkardı.
«Sana söylemedim mi!» dedi ini
duyabiliyordum,
«Ama ben yalnızca...»
«Sana söylemedim mi!»
Yarım yamalak bir ilgiyle
dinliyordum. Herkes ayna kırabilirdi.
Neden bu kadar tela landıklarını
anlayamıyordum do rusu.
Sonradan gelen ya lıca hem ire
yine odaya girdi. Kollarını kavu turup dik
dik bana baktı.
«Yedi yıl u ursuzluk.»
«Ne?»
Hem ire sa ır biriyle
konu uyormu çasına sesini yükseltti;
«Yedi yıl u ursuzluk dedim.»
Genç hem ire bir süpürge ve
fara la döndü. Pırıltılı parçacıkları
süpürmeye ba ladı.
«Bu yalnızca bo bir inanç,» dedim
o zaman.
«Hıh!» kinci hastabakıcı elleri ve
dizleri üzerindeki hem ireye dönüp ben
orada yokmu um gibi, «Anlarsın ya», dedi,
«Orada icabına bakarlar bunun.»

Ambülansın arka penceresinden,


tanıdık caddelerin birbiri ardından bir
yaz ye ilinde eriyip uzakla tıklarını
görebiliyordum. Bir yanımda annem,
öbür yanımda da erkek karde im
oturuyordu.
Ne diyeceklerini merak etti im için,
beni neden bizim kasabanın
hastanesinden bir kent hastanesine
aktardıklarını bilmez görünmü tüm.
«Özel bir ko u ta yatmanı
istiyorlar,» dedi annem. «Bizim hastanede
öyle bir ko u yok.»
«Kaldı ım yerden ho nuttum,»
dedim.
Annemin a zı gerildi. «Öyleyse uslu
dursaydın.»
«Ne?»
«O aynayı kırmamalıydın. O zaman
belki kalmana izin verirlerdi.»
Ama ben aynanın bu i le zerrece
ilgisi olmadı ını biliyordum elbette.

Bo azıma kadar örtülmü olarak


yatakta oturuyordum.
«Neden kalkamıyorum? Hasta
de ilim ki.»
«Viziteler», dedi hem ire.
«Vizitelerden sonra kalkabilirsin.» Yata ın
çevresindeki perdeleri açtı ve yanımdaki
yatakta oturan i man, genç bir talyan
kadın çıktı ortaya.
talyan kadının alnında ba layıp
bir da heybetiyle kabararak ça layan
gibi sırtından a a ıya dökülen sık siyah
bukleleri vardı. Her kımıldanı ında bu dev
saç yı ını da katı, siyah bir kâ ıttan
yapılmı çasına kadınla birlikte hareket
ediyordu.
Kadın bana bakıp kıkırdadı. «Sen
neden buradasın?» Yanıt beklemedi
sorusuna. «Ben Fransız asıllı Kanadalı
kaynanam yüzünden buradayım.»
Yeniden kıkırdadı. «Kocam ona
katlanamadı ımı bilir. Yine de gelip bizi
görebilece ini söyledi. Geldi i zaman da
çenem bir açıldı, bir daha kapatamadım.
A zıma geleni söyledim kadına. Önce
Acil’e getirdiler, sonra da buraya
koydular» Sesini alçalttı, «kaçıklarla bir
araya.» Sonra, «Senin derdin ne?» diye
sordu.
Morlu ye illi i gözümü gösterecek
ekilde yüzümü tamamen ona çevirdim,
«Kendimi öldürmeye kalkı tım.»
Kadın bakakaldı. Sonra, yata ının
yanındaki etajerden tela la bir sinema
dergisi çekip okuyormu gibi yaptı.
Yata ımın kar ısındaki kapılar
açıldı ve içeriye ya lıca, kır saçlı bir
adamla birlikte bir alay beyaz gömlekli
genç kız ve o lan dolu tu. Hepsinin
yüzünde parlak, yapay birer gülümseme
vardı. Yata ımın ayakucuna
kümelendiler.
«Bu sabah kendinizi nasıl
hissediyorsunuz Bayan Greenwood?»
çlerinden hangisinin konu tu unu
saptamaya çalı tım. Bir insan
toplulu uyla konu maktan nefret ederim.
Bir toplulukla konu urken her zaman
içlerinden bir tanesini seçip sözlerimi ona
yöneltirim ve konu tu um sürece
ötekilerin de gizliden gizliye bana bakıp
hakları olmadan dinledikleri duygusuna
kapılırım. Nefret etti im bir ey daha
varsa, o da insanların kendinizi berbat
hissetti inizi bildikleri halde ne eyle
hatırınızı sorup « yiyim» demenizi
beklemeleridir. «Berbat hissediyorum.»
Biri, «Berbat. Hmm,» dedi ve bir
o lan ufak bir gülücükle ba ını e iverdi.
Ba ka birisi önündeki bloknota bir eyler
karaladı. Sonra birisi ciddi bir yüz
takınarak, «Peki neden berbat
hissediyorsunuz kendinizi?» dedi.
Bu parlak topluluktaki kızlardan
ve o lanlardan bazdan pekâlâ da Buddy
Willard’ın arkada ları olabilirlerdi. Belki
de benim onu tanıdı ımı biliyorlar ve beni
merak ediyorlardı. Sonra da aralarında
benim dedikodumu yapacaklardı. Beni
tanıyan hiç kimsenin gelemeyece i bir
yerde olmak istiyordum.
«Uyuyamıyorum...»
Sözümü kestiler. «Ama hem ire
dün gece uyudu unuzu söylüyor.»
Çevremde yarımay eklinde dizilmi diri,
yabancı yüzlere baktım.
«Okuyamıyorum.» Sesimi
yükselttim. «Yemek yiyemiyorum.»
Birden, kendime geldi imden beri aç
kurtlar gibi yedi imi anımsadım.
Topluluktakiler sırtlarını bana
dönmü , alçak sesle konu uyorlardı
aralarında. Sonunda kır saçlı adam öne
çıktı.
«Te ekkür ederiz Bayan
Greenwood. Doktorlarımızdan biri sizi
birazdan görecek.»
Topluluk, talyan kadının yata ına
do ru ilerledi.
Birisi, «Bugün kendinizi nasıl
hissediyorsunuz bakalım Bayan...» dedi.
Kadının adı Bayan Tomolillo gibi uzun ve l
harfleriyle doluydu.
Bayan Tomolillo kıkırdadı, «A,
iyiyim doktor, çok iyiyim.» Sonra sesini
alçaltıp benim duyamadı ım bir eyler
fısıldadı. Topluluktaki insanlardan birkaçı
benim tarafıma baktı. Sonra birisi, «Peki
Bayan Tomolillo», dedi. Bir ba kası da
topluluktan ayrılıp aramızdaki perdeyi bir
duvar gibi çekti.

Hastanenin dört tu la duvarıyla


çevrili çimenlik, alanında tahta bir
sıranın bir ucunda oturuyordum.
Annem, mor araba tekerlekti elbisesiyle
öbür uçta oturuyordu. Ba ını eline
dayamı tı, i aret parma ı yana ında,
ba parma ı çenesinin altındaydı.
Bayan Tomolillo siyah saçlı, en
akrak birkaç talyan’la ötedeki sırada
oturuyordu.
Bayan Tomolillo annemin her
hareketini taklit ediyordu. u anda da
i aret parma ı yana ında, ba parma ı
çenesinin altında, ba ını dalgın dalgın bir
yana e mi oturuyordu.
Anneme alçak sesle, «Kımıldama,»
dedim. « u kadın seni taklit ediyor.»
Annem dönüp arkasına baktı, ama
Bayan Tomolillo göz açıp kapayıncaya
kadar tombul beyaz ellerini kuca ına
koyup arkada larıyla co kuyla
konu maya ba lamı tı bile.
«Yoo, hiç de de il,» dedi annem.
«Bizimle ilgilenmiyor bile.»
Ama annem bana döner dönmez
Bayan Tomolillo onun henüz yaptı ı gibi
parmaklarının uçlarını birle tirip bana
karanlık, alaycı bir bakı fırlattı.
Çimenlik doktorlardan
bembeyazdı.
Annemle birlikte oturdu umuz
sürece, yüksek tu la duvarların arasına
süzülen güne ı ınlarının dar konisinde,
doktorlar bana do ru gelip kendilerini
tanıtmı lardı. «Ben Doktor Falanca, Ben
Doktor Filanca.»
Bazıları o kadar genç
görünüyorlardı ki, tam anlamıyla doktor
olamayacaklarını bitiyordum. çlerinden
bir tanesinin Doktor Syphilis’e benzer
garip bir adı vardı. Bunun üzerine ben de
ku ku uyandıran, sahte adlara dikkat
etmeye ba ladım. Nitekim siyah saçlı,
Doktor Gordon’a çok benzeyen, ama
Doktor Gordon gibi beyaz de il de siyah
derili olan bir adam bana yakla ıp, «Ben
Doktor Pancreas.» dedi ve elimi sıktı.
Doktorlar kendilerini tanıttıktan
sonra bizi duyabilecekleri kadar uzakta
dikilip kalıyorlardı. Anneme a zımızdan
çıkan her sözü kaydettiklerini söylesem
beni duyacaklardı. Onun için e ilip
kula ına fısıldadım.
Annem sertçe geri çekildi.
«Ah Esther, ne olur biraz yardımcı
olsan! Hiç yardımcı olmadı ım
söylüyorlar. Doktorların hiçbiriyle
konu muyor, u ra ı tedavisinde de hiçbir
ey yapmıyor.
«Buradan çıkmam gerek,» dedim
anlamlı anlamlı. «O zaman iyile irim. Beni
buraya soktu un gibi çıkar bakalım.»
Annemi beni hastaneden
çıkarması için ikna edebilirsem, oyundaki
o hasta beyinli o lan gibi duygularımı
etkileyip yapılacak en iyi eyin ne oldu u
konusunda da ikna edebilirdim.
Annem, «Peki, çıkarmaya
çalı aca ım,» diyerek a ırttı beni, «hiç
de ilse daha iyi bir yere. E er seni
çıkarmaya çalı ırsam,» elini dizimin
üzerine koydu, «uslu duraca ına söz verir
misin?»
Hızla dönüp dirse imin dibinde
dikilerek neredeyse gözle görülmeyecek
kadar minik bir bloknota not alıp duran
Doktor Syphilis’e dik dik baktım. Dikkati
çekecek kadar yüksek bir sesle üstüne
basa basa, «söz veriyorum» dedim.

Zenci görevli servis arabasını


hastaların yemek odasından içeri sürdü.
Hastanenin Psikiyatri Ko u u çok
küçüktü. Üzerinde odaların bulundu u L
eklinde iki koridor, u ra ı tedavisi
atölyesinin arkasında, benim
bulundu um yerdeki yataklar ve
koridorların birle ti i kö ede, içinde bir
masayla pencere kenarında birkaç
oturacak yeri bulunan dinlenme ve
yemek salonundan olu uyordu.
Genellikle yeme imizi büzü mü ,
ya lı bir beyaz getirirdi, ama bugünkü bir
zenciydi. Zencinin yanında sivri topuklu
mavi ayakkabılar giymi bir kadın vardı
ve zenciye ne yapaca ını söylüyordu.
Zenci sürekti ahmakça sırıtıyor ve kendi
kendine kıs kıs gülüyordu.
Sonra masamıza üzerinde üç tane
kapaklı teneke karavana bulunan bir
tepsi getirdi ve karavanaları gürültüyle
masaya indirmeye ba ladı. Kadın odadan
çıkıp kapıyı dı arıdan kilitledi. Zenci önce
karavanaları sonra da kalın, beyaz
porselen tabaklarla a ınmı çatal
ka ıkları tangır - tungur masaya
koyarken bir yandan da kocaman
gözlerini fıldır fıldır yuvarlayarak bize
bakıyordu.
lk delileri biz olmalıydık.
Masada hiç kimse karavanaların
kapaklarını kaldırmak için bir harekette
bulunmadı. Hastabakıcı da bu i i kendisi
yapmadan içimizden birinin yapıp
yapmayaca ım görmek için geriye
çekilmi ti. Ço unlukla Bayan Tomolillo
küçük bir anne gibi kapakları kaldırıp
herkesin yeme ini da ıtırdı, ama o artık
taburcu olmu tu ve görünü e bakılırsa
kimse onun yerini almak istemiyordu.
Açlıktan ölüyordum, bu yüzden
birinci kâsenin kapa ını kaldırdım.
Hem ire tatlı bir sesle, «Çok
naziksin Esther,» dedi. «Biraz fasulye alıp
kâseyi ötekilere geçirir misin?»
Kendime bir porsiyon ye il fasulye
aldıktan sonra karavanayı sa yanımda
oturan kızıl saçlı, heybetti kadına
uzatmak için döndüm. Kızıl saçlı kadın ilk
kez yeme e iniyordu. Onu daha önce bir
kez, L biçimindeki koridorun en sonunda,
dört kö e, içerlek pencereleri demirli, açık
bir kapının önünde dururken
görmü tüm.
Gelip geçen doktorlara kaba bir
ekilde ba ırıp ça ırıyor, kahkahalar
atıyor, ellerini bacaklarına vuruyordu.
Ko u un o ucundaki hastalarla ilgilenen
beyaz ceketli görevli, radyatöre yaslanmı
gülmekten yerlere yatıyordu.
Kızıl saçlı kadın karavanayı
elimden kapıp taba ına boca etti.
Fasulyeler, katı, ye il kamı lar gibi
tepeleme önüne yı ılıp oradan da
kuca ına ve yerlere saçıldı.
Hem ire üzgün bir sesle, «Ah,
Bayan Mole!» dedi.
«Bugün odanızda yeseniz daha iyi
olacak.»
Ardından fasulyelerin büyük bir
kısmını yeniden karavanaya koydu ve
karavanayı Bayan Mole’un yanındakine
verdikten sonra Bayan Mole’u önüne
katıp götürdü. Kadın koridor boyunca
odasına do ru giderken sürekli geri
dönüp suratını ekilden ekile sokarak
bizimle e leniyor, çirkin, bo uk sesler
çıkarıyordu.
Zenci geri gelmi ve henüz fasulye
almamı kimselerin bo tabaklarını
toplamaya ba lamı tı.
«Daha bitirmedik,» dedim. «Biraz
bekleyebilirsin.»
Zenci gözlerini yalancı bir hayretle
açarak, «Vay, vay.» dedi. Çevresine
bakındı. Hem ire Bayan Mole’u kilitleyip
dönmemi ti henüz. Küstah bir tavırla
önümde e ilip duyulur duyulmaz bir
sesle, «Bayan Çokbilmi .» dedi.
kinci karavananın kapa ını
kaldırdım. çinde buz gibi so umu ve
birbirine yapı mı bir makarna kümesi
vardı. Üçüncü ve son karavana da
a zına kadar kuru fasulye doluydu.
unu çok iyi biliyordum ki bir
yemekte iki cins fasulye bir arada
verilmezdi. Fasulyeyle havuç, ya da
fasulyeyle bezelye, belki, ama fasulyeyle
fasulya, asla! Zenci ne kadar alaca ımızı
görmeye çalı ıyordu.
Hem ire geri geldi ve zenci biraz
öteye çekildi. Kuru fasulyeden
yiyebilece im kadar yedim. Sonra
masadan kalktım ve hem irenin belden
a a ımı göremeyece i yana dolanıp kirli
tabakları toplamakta olan zencinin
arkasına geçtim. Geriye do ru hız alıp
adamın baca ına sıkı bir tekme
savurdum.
Zenci kesik kesik haykırarak öteye
sıçradı ve gözlerini devirerek bana baktı.
Bir yandan baca ını ovu turuyor, bir
yandan da, «Ah bayan, ah bayan,» diye
inliyordu. «Bunu yapmamalıydınız,
gerçekten yapmamalıydınız.»
Gözünün içine dik dik bakıp.
«Bunu hakettin,» dedim.
«Bugün kalkmak istemiyor
musun?»
«Hayır.» Yata ıma daha çok
gömülüp örtüyü kafamın tepesine kadar
çektim. Sonra örtünün bir kö esini
aralayıp dı arısını gözetledim. Hem ire
a zımdan henüz çıkarmı oldu u
termometreyi sallıyordu.
«Gördünüz ya, normal i te.» Her
zaman yaptı ım gibi o gelmeden
bakmı tım termometreye. «Gördünüz ya,
normal i te, ne diye ölçüp
duruyorsunuz?»
Ona bedenim hasta olsaydı sorun
olmayaca ını, kafamın hasta
olmasındansa bedenimin hasta olmasını
ye ledi imi söylemek istedim. Ama
öylesine çapra ık ve yorucu geldi ki bunu
anlatmak, hiçbir ey söylemedim.
Yalnızca biraz daha gömüldüm yata ıma.
Derken örtünün altındaki
baca ımın üzerinde hafif rahatsız edici
bir basınç hissettim. Gizlice dı arı
baktım. Hem ire yanımdaki yatakta,
Bayan Tomolillo’nun yerinde yatan
hastanın nabzına bakmak için arkasını
döndü ünde, içinde termometrelerin
bulundu u tepsiyi benim yata ımın
üzerine bırakmı tı.
iddetli bir muziplik dürtüsü,
sallanan bir di in a rısı gibi kı kırtıcı ve
çekici, damarlarımı i neledi. Buyandan
öbür yana dönecekmi gibi esneyerek
kımıldadım ve aya ımla tepsiyi itiverdim.
«Ay!» Hem irenin çı lı ı bir imdat
çı lı ına benziyordu. Bir ba ka hem ire
ko arak geldi. «Yaptı ını be endin mi!»
Ba ımı örtülerin arasından çıkarıp
yata ın kenarından yere baktım. Ters
dönmü emaye tepsinin çevresinde
termometre kırıkları yıldız yıldız parlıyor
ve cıva küreleri göksel çiy damlacıkları
gibi titre iyordu.
«Özür dilerim,» dedim. «Kaza oldu.»
kinci hem ire gözda ı verir gibi
süzdü beni. «Bilerek yaptın. Gördüm
seni.»
Sonra aceleyle uzakla tı. Hemen
ardından iki görevli gelip beni yata ımla
birlikte apar topar Bayan Mole’un eski
odasına götürdüler. Ama ben onlar
gelmeden önce el çabuklu uyla bir cıva
küresini alıvermi tim yerden.
Kapı üzerime kilitlendikten az
sonra zencinin yüzünün pekmez renkli
bir ay gibi pencerenin parmaklıkları
arkasından yükseldi ini gördüm. Ama
farketmemi gibi yaptım.
Bir gizi olan bir çocuk gibi
parmaklarımı hafifçe aralayıp avucumda
duran gümü küreye gülümsedim. Onu
dü ürürsem kendi gibi bir milyon küçük
parçaya bölünecek ve bu parçaları bir
araya itersem tek çatlak bile olmadan
yeniden kayna ıp bir bütün olacaklardı.
Ufak gümü topa gülümseyip
duruyordum.
Bayan Mole’u ne yapmı
olabileceklerini dü ünemiyordum.
15
Philomena Guinea’nın siyah
Kadillak arabası ak am saatlerinin sıkı ık
trafi inde bir tören arabası gibi süzülerek
yol buluyordu kendine. Birazdan
Charles’ı a an kısa köprülerin birinden
geçecekti ve ben hiç dü ünmeden kapıyı
açacak, araba selinin ortasından
köprünün korkulu una ko acaktım. Bir
sıçrayı yetecekti, tepeme kadar suya
gömülmem için.
Bir kâ ıt mendili dalgın dalgın
parmaklarımın arasında burarak hap
kadar ufak parçalara bölüyor ve fırsat
gözlüyordum. Kadilla ın arka koltu unda
annemle erkek karde imin arasında
oturuyordum. Her ikisi de hafifçe öne
do ru e ilerek arabanın kapıları üzerinde
birer çapraz kol demiri olu turuyorlardı
sanki.
Önümde oförün mavi bir kasketle
mavi bir ceketin omuzları arasına
sıkı mı geni ensesini ve yanında ünlü
romancı Philomena Giunea’nın,
çıtkırıldım, egzotik bir ku u andıran
zümrüt ye ili tüylü apkasını ve gümü
saçlarını görebiliyordum.
Bayan Guinea’nın neden ortaya
çıktı ından tam emin de ildim. Bütün
bildi im, benim durumumla ilgilendi i ve
bir zamanlar mesle inin doru unda,
kendisinin de bir süre akıl hastanesinde
yatmı oldu uydu.
Annem Bayan Guinea’nın Bahama
Adalarındayken bir Boston gazetesinde
benim hakkımdaki haberi okuyup
kendisine bir telgraf çekti ini söylemi ti.
Bayan Guinea telgrafında, « in içinde bir
o lan var mı?» diyordu.
E er i in içinde bir o lan olsaydı, o
zaman Bayan Guinea’nın etinden bir ey
gelmezdi, elbette.
Ama annem de bir telgraf çekerek,
«Hayır, sorun Esther’in yazması. Bir
daha asla yazamayaca ını sanıyor,»
demi ti.
Bunun üzerine Bayan Guinea bir
uça a atlayıp Bostan’a dönmü ve beni o
kalabalık kent hastanesi ko u undan
çıkarmı tı. imdi de oyun ve golf
alanlarıyla, bahçeleriyle bir kulübün
tesislerine benzeyen bir özel klini e
götürüyordu. Orada, tanıdı ı doktorlar
beni iyi edene kadar, burslu bir
ö renciymi im gibi masraflarımı
ödeyecekti.
Annem minnettar olmam
gerekti ini söylüyordu. Parasının hemen
hepsini tüketti imi ve Bayan Guinea
imdada yeti mese, u anda nerede
olaca ımı bilmedi ini söylüyordu. Oysa
ben pekâlâ da biliyordum bunu. Kentin
dı ında, bu özel klini in hemen
yanıba ındaki büyük devlet hastanesinde
olacaktım.
Bayan Guinea’ya minnettar olmam
gerekti ini biliyordum, ama hiçbir ey
hissedemiyordum. Bayan Guinea bana
bir Avrupa ya da dünya turu bileti vermi
olsaydı da zerrece farketmeyecekti.
Çünkü nerede olursam olayım -bir gemi
güvertesinde, Paris’te bir sokak
kahvesinde ya da Bangkok’da- hep aynı
sırça fanusun altında kendi ek imi
havamda bunalıyor olacaktım.
Gökyüzünün mavi kubbesi ırma ın
üzerinde açılıyordu. Irmak yelkenlilerle
benek benekti. Davrandım, ama annem
de, erkek karde im de derhal kendi
yanlarındaki kapıyı tuttular. Lastikler
köprünün ızgarası üzerinde kısaca
vızıldadı. Su, yelkenler, mavi gök ve
havada asılı duran martılar, inanılmaz
bir kartpostal gibi hızla kayıp geçti ve bir
anda kendimizi öbür kıyıda bulduk.
Gri kadife koltu a yaslanıp
gözlerimi kapadım. Sırça fanusun havası
çevremi sarmı tı, kımıldayamıyordum.

te yine kendime ait bir odam


vardı. Bu oda bana Doktor Gordon’un
hastanesindeki odayı anımsatıyordu - bir
yatak, bir yazı masası, bir dolap, bir
masa ve bir sandalye. Telli ama
parmaklıksız bir pencere. Odam birinci
kattaydı ve çam i neleriyle örtülü
topraktan az yüksekte olan pencerem,
kırmızı tu la duvarla çevrilmi , a açlıklı
bir avluya bakıyordu. Pencereden
atlasam dizkapaklarım bile
çürümeyecekti. Yüksek duvarın iç yüzeyi
cam gibi pürüzsüz görünüyordu.
Köprünün üzerindeki yolculuk
cesaretimi kırmı tı.
Mükemmel bir fırsatı kaçırmı tım.
Irma ın suları dokunulmamı bir içki gibi
geçip gitmi ti yanımdan. Annemle erkek
karde im yanımda olmasalardı bile
atlamaya kalkı amayaca ımdan
ku kulanıyordum.
Hastanenin ana binasında kaydımı
yaptırırken ince yapılı genç bir kadın
yaramıza gelip kendini tanıtmı tı. «Adım
Doktor Nolan. Esther’in doktoru
olaca ım.»
Doktorumun kadın olması
a ırtmı tı beni. Kadın psikiyatrlar
oldu unu bilmiyordum. Bu kadın Myrna
Loy’la annem arası bir eydi. Beyaz bir
bluzla belinde geni , deri bir kemerle
büzülen bol bir etek giymi ve modaya
uygun, yarımay biçiminde gözlükler
takmı tı.
Ama hem ire beni çimenlik
bahçeden geçirip odanın bulundu u,
Çaplan adlı kasvetli tu la binaya
götürdükten sonra, Doktor Nolan beni
görmeye gelmedi. Onun yerine bir sürü
yabancı adam geldi.
Ben yata ımda, kalın, beyaz bir
battaniyenin altında yatarken onlar birer
birer odama girip kendilerini
tanıtıyorlardı. Neden bu kadar kalabalık
olduklarını ve ne diye kendilerini
tanıtmak istediklerini anlayamıyordum.
Bir ara çok kalabalık olduklarını farkedip
farketmedi imi anlamak için beni
sınadıklarını dü ünmeye ba ladım ve
tetikte olmaya çalı tım.
Sonunda kır saçlı, yakı ıklı bir
doktor içeri girip hastanenin yöneticisi
oldu unu söyledi. Ardından,
2
Pilgrimlerden , Kızılderililerden ve
onlardan sonra topra a sahip
çıkanlardan, çevredeki akarsulardan, ilk
hastaneyi kimin yaptırdı ından ve
hastanenin nasıl yandı ından, ikinci
hastaneyi kimin yaptırdı ından
sözetmeye ba ladı. Bir an sandım ki ne
zaman sözünü kesip de bütün bu
anlattıklarının bir yı ın zırva oldu unu
söyleyece imi görmek için bekliyor.
Ama sonra anlattıklarının bir
kısmının do ru olabilece ini dü ündüm
ve bu kez de neyin gerçek olup neyin
olmadı ım kestirmeye çalı tım, ama ben
bunu yapamadan veda edip gitmi ti bile.
Bütün doktorların sesleri uzakta
kaybolup gidene kadar bekledim. Sonra
beyaz battaniyeyi üzerimden fırlatıp
ayakkabılarımı giydim ve hole çıktım.
Kimse durdurmadı beni. Ben de holün
benim kaldı ım kanadından öteye, daha
uzun bir hole geçip yürümeye devam
ettim. Kapısı açık bir yemek salonunun
önünden geçtim.
Ye il üniformalı bir görevli ak am
yeme i için masaları hazırlıyordu. Beyaz
keten masa örtüleri, cam bardaklar ve
kâ ıt peçeteler vardı. Bir sincabın bir
cevizi saklaması gibi ben de aklımın bir
kö esine, burada gerçek cam bardakların
bulundu u bilgisini sakladım. Kent
hastanesinde kâ ıt bardaklardan su
içerdik ve yemekte etimizi kesmek için
bıçak da verilmezdi. Et her zaman çatalla
kesebilece imiz kadar fazla pi mi olurdu.
Sonunda, eski püskü mobilyaları
ve havı dökülmü bir halısı olan büyük
bir salona vardım. Yuvarlak yüzlü, uçuk
benizli, kısa siyah saçlı bir kız koltu a
oturmu , dergi okuyordu. Bir zamanlar
tanıdı ım bir kız izci liderini
anımsatıyordu bana. Ayaklarına baktım.
Önündeki biyeli diliyle çok spor havası
olan kahverengi deriden, düz ayakkabılar
giymi ti. Ba cıkların ucunda minik,
yapma me e palamutları vardı.
Kız gözlerini kaldırıp gülümsedi.
«Ben Valerie’yim. Sen kimsin?»
Duymazlıktan gelip salondan
çıktım ve ikinci kanadın ucuna do ru
yürüdüm. Yolumun üzerinde, bel
hizasına gelen bir kapının ardında birkaç
hem ire gördüm.
«Herkes nerede?»
«Dı arıda.» Hem ire küçük
yapı kan bantlar üzerine aynı eyi tekrar
tekrar yazıyordu. Kapının üzerinden
e ilip ne yazdı ına baktım. E.
Greenwood, E. Greenwood, E.
Greenwood, E. Greenwood.
«Dı arıda nerede?»
3
«Ha, UT , golf sahası, badminton.»
Hem irenin yanındaki iskemlenin
üzerinde duran bir çama ır yı ını
dikkatimi çekti. Bunlar birinci
hastanedeki hem irenin ben aynayı
kırdı ım sırada rugan deri çantaya
yerle tirmekte oldu u çama ırlardı.
Hem ireler etiketleri çama ırların üzerine
yapı tırmaya ba ladılar.
Salona döndüm. Bu insanların
nasıl olup da badminton ve golf
oynadıklarını anlayamıyordum. Bunları
yapabiliyorlarsa gerçekten hasta
olmamaları gerekirdi.
Valerie’nin yanına oturup onu
dikkatle inceledim.
Evet, pekâlâ bir zci kampında
olabilirdi bu kız. Vogue dergisinin
yıpranmı bir sayısını yo un bir ilgiyle
okuyordu.
«Allah için bu kız ne arıyor
burada?» diye dü ündüm. «Hiçbir derdi
yok ki.»
«Sigara içmem seni rahatsız eder
mi?» Doktor Nolan yata ımın yanındaki
koltukta arkasına yaslandı.
Hayır dedim, duman kokusunu
severim. Doktor Nolan’ın sigara içerse
daha fazla oturaca ını dü ünüyordum.
Bu onun benimle konu mak için ilk
geli iydi. Gitti i zaman yine o eski bo lu a
dü ecektim.
Doktor Nolan birdenbire, «Bana
Doktor Gordon’dan söz et,» dedi. «Ondan
ho landın mı?»
Doktor Nolan’a ku kuyla baktım.
Doktorların hepsi bu i in içinde olmalıydı.
Ve mutlaka bu hastanenin gizli bir
kö esinde de tıpkı Doktor Gordon’unki
gibi içimi dı ıma çıkarmaya hazır
durumda bekleyen bir makine vardı.
«Hayır,» dedim. «Hiç ho lanmadım
ondan.»
«Bu ilginç i te. Neden?»
«Bana yaptı ından ho lanmadım.»
«Sana yaptı ından mı?»
Doktor Nolan’a makineyi, mavi
im ekleri, sarsıntıyı ve gürültüyü
anlattım. Ben anlattı ım sürece sessizce
dinledi.
Sonra, «Bir yanlı lık olmu ,» dedi.
«Öyle olmaması gerekir.»
Gözlerimi ona diktim.
Doktor Nolan, «E er gerekti i gibi
yapılırsa,» dedi. «Uykuya dalmak gibi bir
eydir.»
«Bunu bana bir kez daha
yaparlarsa, kendimi öldürürüm.»
Doktor Nolan kesin bir tonla,
«Burada ok tedavisi görmeyeceksin,»
dedi. «Görsen bile,» diye düzeltti, «sana
önceden haber verece im ve söz
veriyorum ki daha önce gördü üne hiç
benzemeyecek. Hem biliyor musun,» diye
bitirdi sözünü, «bazılarının ho una bile
gidiyor bu.»
Doktor Nolan gittikten sonra
pencerenin içinde bir kutu kibrit buldum.
Normal büyüklükte bir kutu de ildi bu;
son derece ufak bir kutuydu. Kutuyu
açtım. çinde bir dizi pembe uçlu beyaz
kibrit vardı. Birini yakmaya çalı tım,
elimde bükülüverdi.
Doktor Nolan’ın bana neden bu
kadar budalaca bir ey bıraktı ını
anlayamıyordum. Belki de onu geri verip
vermeyece imi görmek istiyordu.
Oyuncak kibritleri yeni, yünlü
sabahlı ımın etek ucuna gizledim. Doktor
Nolan kibritleri isterse, onların ekerden
yapılma oldu unu sanıp yedi imi
söyleyecektim.

Biti ikteki odaya yeni bir kadın


ta ınmı tı.
Sanırım binada benden yeni olan
tek ki i oydu. Bu durumda ötekiler gibi
benim gerçekten ne kadar kötü
oldu umu bilemezdi. Odasına gidip
onunla dost olabilece imi dü ündüm.
Kadın, boynunda i lemeli akik bir
bro la tutturulmu , ete i dizkapaklarıyla
ayaklarının arasına kadar inen mor bir
elbiseyle uzanmı yatıyordu. Kızılımsı
saçları bir ö retmen topuzuyla
toparlanmı tı. nce, gümü çerçeveli
gözlükleri siyah bir lastikle gö üs cebine
ili tirilmi ti.
Yata ının kenarına oturarak,
«Merhaba,» diye söze ba ladım. «Benim
adım Esther, sizinki ne?»
Kadın kımıldamadı, tavana
bakmaya devam etti. ncinmi tim. Belki
Valerie ya da bir ba kası benim ne kadar
aptal oldu umu ilk geldi inde söylemi ti
ona.
Bir hem ire ba ını kapıdan uzattı.
«A, burada mısın?» dedi bana.
«Bayan Norris’i ziyaret ediyorsun demek.
Ne iyi!» Ve yine gözden kayboldu.
Orada, morlu kadını seyrederek,
büzülmü pembe dudaklarının açılıp
açılmayacaklarını ve açılırlarsa ne
söyleyeceklerini merak ederek ne kadar
oturdu umu bilmiyorum.
Sonunda Bayan Norris, bana
hiçbir ey söylemeden, yüzüme bile
bakmadan, siyah, yüksek, dü meli
çizmelerinin sardı ı ayaklarını yata ın
öbür tarafından sarkıttı ve odadan çıkıp
gitti. nce bir biçimde benden kurtulmaya
çalı tı ım dü ündüm. Biraz uzaktan,
sessiz adımlarla koridor boyunca izledim
onu.
Bayan Norris yemek salonunun
kapısına varınca durakladı. Oraya
gelinceye kadar düzgün adımlarla,
ayaklarını halının desenindeki güllerin
tam ortalarına basarak yürümü tü. Bir
an bekledi. Sonra diz yüksekli inde,
görünmez bir çiti a ıyormu gibi
ayaklarım birer birer havaya kaldırarak
e ikten geçti.
Keten örtülü yuvarlak masalardan
birine oturup kuca ına bir peçete serdi.
A çı mutfaktan, «Daha yeme e bir
saat var,» diye seslendi.
Ama Bayan Norris yanıt vermedi.
Kibar bir tavırla dümdüz deriye do ru
bakıyordu.
Ben de bir sandalye çekip tam
kar ısına oturdum ve bir peçete serdim
kuca ıma. Holde yemek zili duyulana
kadar öylece, hiç konu madan, bizi
karde çe yakla tıran bir sessizlik içinde
oturduk.

Hem ire, «Uzan bakalım,» dedi. «Bir


i ne daha yapaca ım.»
Yüzüstü yatıp ete imi kaldırdım.
Sonra da ipek pijamamın pantolonunu
a a ıya sıyırdım.
«O da nesi, ne var senin altında?»
«Pijama. kide bir giyip çıkarma
derdi olmasın diye.»
Hem ire, «Cık, cık,» dedi. Sonra
«Hangi taraf?» diye sordu. Eski bir
akaydı bu.
Ba ımı kaldırıp çıplak kalçalarıma
bir göz attım. Önceki i nelerden morlu,
ye illi, mavili çürüklerle doluydular. Sol
taraf sa taraftan daha koyu
görünüyordu.
«Sa taraf.»
«Nasıl istersen.» Hem ire i neyi
batırdı. Minik acının tadına vararak
irkildim. Günde üç kez hem ireler i ne
yapıyordu bana. Her i neden bir saat
kadar sonra da bir bardak ekerli meyve
suyu veriyorlar ve yanımda bekleyip
içmemi seyrediyorlardı.
Valerie, « anslısın,» diyordu. «Sana
ensülin veriyorlar.»
«Hiçbir ey olmuyor ki.»
«Olur, olur. Bana da vermi lerdi.
Bir tepki olunca bana haber ver.»
Ama hiçbir tepki olmuyordu bende.
Yalnızca durmadan i manlıyordum.
Annemin yeni almı oldu u o çok bol
elbiseleri bile dolduruyordum artık.
Tombul karnıma ve geni kalçalarıma
baktı ım zaman da Bayan Guinea’nın
beni bu halde görmedi ine
ükrediyordum, çünkü bebek bekleyen
bir kadından pek farkım yoktu.

« zlerimi gördün mü?»


Valerie siyah perçemini yana itip
alnının her iki yanındaki bir çift soluk izi
gösterdi. Sanki bir zamanlar boynuzları
çıkmaya ba lamı da onları kökünden
kesmi ti.
Akıl hastanesinin bahçesinde Spor
Terapistiyle birlikte yürüyü yapıyorduk
ikimiz. Bugünlerde gittikçe daha sık izin
veriliyordu yürüyü yapmama. Bayan
Norris’i ise hiç dı arı çıkarmıyorlardı.
Valerie Bayan Norris’in Caplan’da
de il daha kötü durumdakilerin kaldı ı
Wymark’ta olması gerekti ini söylüyordu.
«Bu izlerin ne oldu unu biliyor
musun?» diye üsteledi Valerie.
«Hayır. Nedir?»
«Beynimin bir kısmı kesilip
çıkartıldı.»
Hiç de i meyen mermersi
durgunlu unu ilk kez anlayarak saygıyla
baktım Valerie’ye.
«Kendini nasıl hissediyorsun?»
« yi. Artık kızgın de ilim. Eskiden
hep kızgındım. Önceleri Wymark’da
kalıyordum, imdi Caplan’dayım. Artık bir
hem ireyle birlikte kente alı veri e,
sinemaya gidebiliyorum.»
«Çıktı ında ne yapacaksın?»
«Çıkmayaca ım ki,» diye güldü
Valerie. «Burayı seviyorum.»

«Ta ınma günü!»


«Neden ta ınacakmı ım?»
Hem ire ne eyle çekmecelerimi
açıp kapamaya, dolabımı bo altıp
e yalarımı siyah çantaya doldurmaya
devam etti.
Sonunda Wymark’a aktarılıyordum
galiba.
Hem ire en bir sesle, «Yalnızca
binanın ön tarafına ta ınıyorsun,» dedi.
«Orayı seveceksin. Daha çok güne alır.»
Hole çıktı ımızda Bayan Norris’in
de ta ındı ını gördüm. Benimki gibi genç
ve ne eli bir hem ire Bayan Norris’in
odasının kapısında durmu , onun cılız
sincap kürkünden yakası olan mor bir
paltoyu giymesine yardım ediyordu.
U ra ı tedavisi, yürüyü ler ve
badminton maçlarıyla oyalanmayı ve
hatta benim zevk aldı ım, Bayan
Norris’inse hiç gitmedi i haftalık filmleri
feda ederek onun yata ının yanıba ında
saatlerce nöbet tutuyor, dudaklarının
solgun ve suskun yuvarla ını seyrederek
dü ünceye dalıyordum.
A zını açıp konu sa ve ben ko arak
hole çıkıp hem irelere haber versem ne
heyecan verici bir ey olurdu bu! Bayan
Norris’i yüreklendirdi im için beni överler
ve belki de kentte alı veri yapma ve
sinemaya gitme ayrıcalı ı tanırlardı. O
zaman kurtulmam da kesinle irdi.
Ama saatler süren bu nöbetler
boyunca Bayan Norris tek sözcük
söylememi ti.
«Nereye ta ınıyorsunuz?» diye
sordum ona. Hem ire Bayan Norris’in
dirse ine dokundu ve Bayan Norris
tekerlekli bir bebek gibi sarsılarak
harekete geçti.
Hem ire bana alçak sesle,
«Wymark’a gidiyor,» dedi. «Korkarım
Bayan Norris senin gibi ilerlemiyor.»
Bayan Norris’in ön kapının
e i indeki görünmez çiti a mak için
ayaklarını birer birer yukarı kaldırı ını
izledim.
Hem ire beni ye il golf alanlarına
bakan ön kanattaki güne li bir odaya
yerle tirirken, «Sana bir sürprizim var,»
dedi. «Tanıdı ın biri bugün buraya geldi.»
«Tanıdı ım biri mi?»
Hem ire güldü. «Bana öyle bakma.
Polis de il gelen.» Sonra benim bir ey
söylemedi imi görünce, «Eski bir
arkada ın oldu unu söylüyor,» diye
ekledi. «Yandaki odada kalıyor. Neden
onu görmeye gitmiyorsun?»
Hem irenin aka etti ini ve e er
yandaki kapıya vurursam hiçbir yanıt
gelmeyece ini dü ündüm. Ve e er içeriye
girersem, sincap yakalı mor paltosuyla ve
bedeninin suskun vazosunda bir gül
koncası gibi duran a zıyla yata ının
üzerinde uzanmı yatan Bayan Norris’i
bulacaktım.
Yine de dı arı çıkıp biti ik kapıya
vurdum.
Ne eli bir ses, «Girin!» diye
seslendi.
Kapıyı aralayıp içeriye bir göz
attım. Pencerenin yanında, binici
pantalonu giymi at gibi iriyarı bir kız
oturuyordu. Geni bir gülümsemeyle
bana çevirdi bakı larını.
«Esther!» Soluk solu a bir hali
vardı. Sanki uzun, çok uzun bir yol
boyunca ko mu ve henüz durmu tu.
«Seni gördü üme öyle sevindim ki.
Burada oldu unu söylemi lerdi bana.»
«Joan?» dedim duraksayarak,
sonra «Joan!» dedim a kınlıkla ve
gözlerime inanamayarak.
Joan yanılgıya meydan vermeyen,
kocaman, pırıltılı di lerini göstererek
güldü.
«Gerçekten benim. a ıraca ını
biliyordum.»
16
Dolabı, yazı masası, sehpası,
sandalyesi ve üzerinde büyük, mavi bir C
harfi bulunan beyaz battaniyesiyle
Joan’un odası benimkinin tıpatıp aynıydı.
Bir an Joan’un nerede oldu umu duyup
aka olsun diye rol yaparak akıl
hastanesinde bir oda tutmu olabilece ini
dü ündüm. Hem ireye de bu nedenle
benim arkada ım oldu unu söylemi
olmalıydı. Gerçekte Joan’la hiç
arkada lı ımız yoktu, yalnızca uzaktan
tanırdım onu.
Joan’un yata ına kıvrılıp, «Buraya
nasıl girdin?» diye sordum.
Joan. «Senin hakkında yazılanları
okudum,» dedi.
«Ne?»
«Senin hakkında yazılanları
okudum ve kaçtım.»
Ku kuyla, «Ne demek istiyorsun?»
dedim.
Joan hastanenin çiçekli basma
kaplı koltu una yaslanarak. « öyle,» dedi.
«Yaz tatilinde bir derne in ube
ba kanının yanında çalı ıyordum.
Masonlar gibi bir dernek, ama onlar
de il. Kendimi berbat hissediyordum.
Ayaklarımda iltihaplı i likler vardı ve
yürümekte zorluk çekiyordum. Son
günlerde i e giderken ayakkabı yerine
lastik çizme giymek zorunda kaldım,
bunun da moralimi nasıl etkiledi ini
tahmin edersin herhalde.»
e lastik çizmelerle gitti ine göre
ya Joan deliydi, ya da benim bütün
bunlara inanacak kadar deli olup
olmadı ımı anlamaya çalı ıyordu. Üstelik
bu iltihaplı i likten yalnız ya lılarda
olurdu. Onun deli oldu unu sanıyor ve
suyuna gidiyormu um gibi yapmaya
karar verdim.
Her anlama çekilebilecek bir
gülümsemeyle, «Ben de ayakkabısız hiç
rahat edemem,» dedim.
«Ayakların çok acıyor muydu?»
«Müthi . Ve patronum -karısından
yeni ayrılmı tı ama dernek kurallarına
uymadı ı için açıktan açı a
bo anamıyordu- evet, patronum ikide bir
zile basıp beni ça ırıyordu ve her
kalkı ımda ayaklarınım acısı içime
i liyordu. Ama daha masama oturur
oturmaz zil yine çalıyor ve adamın
söylemek istedi i ba ka bir ey oluyordu.»
«Neden ayrılmadın i ten?»
«Ayrıldım elbette bir bakıma yani.
Rapor alıp i ten uzak kaldım. Dı arı
çıkmıyordum. Kimseyle görü müyordum.
Telefonu bir çekmeceye tıkmı tım, çalınca
hiç açmıyordum...»
«Sonra doktorum büyük bir
hastanenin psikiyatrına gönderdi beni.
Randevum on ikideydi ve berbat
durumdaydım. Sonunda, saat yarımda
sekreter dı arı çıkıp bana doktorun
yeme e gitti ini söyledi. Beklemek isteyip
istemedi imi sordu, ben de bekleyece imi
söyledim.»
«Doktor geri geldi mi?» Joan’ın
uydurmu olamayaca ı kadar çapra ık
bir öyküydü bu. Ama sonunda ne
çıkaca ını merak etti imden anlatmasını
istiyordum.
«A, evet. Dü ünebiliyor musun,
kendimi öldürecektim. E er bu doktor bir
eyler yapmazsa her ey bitecek,»
diyordum. Neyse, sekreter beni uzun bir
koridordan geçirdi i ve tam kapının
önüne geldi imiz sırada bana dönüp,
Doktorun yanında birkaç ö renci
olmasının sizce bir sakıncası yok de il
mi? dedi. Ne diyebilirdim? ‘Yo, hayır,’
dedim. çeri girdim ve üzerime dokuz çift
gözün dikildi ini hissettim. Dokuz çift! On
sekiz tane göz.»
«E er o sekreter bana odada dokuz
ki i olaca ını söylemi olsaydı, derhal
çekip giderdim. Ama bir kez girmi tim
odaya ve artık çok geçti. Ha, o gün
üzerimde bir kürk manto vardı...»
«A ustosta mı?»
«Ama hani o so uk, ya ı lı
günlerden biriydi ve dü ündüm ki bu
benim ilk psikiyatrım - anlarsın ya. Her
neyse bu psikiyatr onunla konu tu um
sürece kürk mantoyu süzdü durdu ve
tam ücret yerine indirimli ö renci
ücretini ödemeye kalktı ımda neler
dü ündü ünü kestirebiliyordum.
Gözlerinde dolar i aretlerini
görebiliyordum resmen. Neyse, ona bir
sürü ey anlattım - ayaklarımdaki i leri,
çekmecedeki telefonu, kendimi öldürmek
istedi imi. Sonra, durumumu ötekilerle
tartı ırken dı arıda beklememi söyledi. Ve
beni yeniden içeri ça ırdı ında ne dese
be enirsin?»
«Ne dedi?»
«Ellerini kavu turup bana baktı ve
‘Bayan Gilling, sizin grup terapisinden
yararlanaca ınız görü üne vardık’, dedi.»
«Grup terapisi mi?» Bir yankı odası
kadar sahte olmalıydı yanıtlarım, ama
Joan farkında bile de ildi bunun.
«Öyle dedi i te. Dü ünebiliyor
musun, kendimi öldürmek istiyorum ve
ço u benden iyi durumda olmayan bir
yı ın yabancıyla bu konuda sohbet
edece im!»
«Çılgınlık bu.» Elimde olmadan
gitgide artan bir ilgi duyuyordum konuya.
« nsanca bir ey bile de il.»
«Aynen böyle dedi. Do ruca eve
gidip o doktora bir mektup yazdım. Onun
gibi bir adamın hasta insanlara yardıma
kalkmaya hakkı olmadı ım anlatan güzel
bir mektup dö endim...»
«Yanıt aldın mı?»
«Bilmiyorum. Senin hakkındaki
yazıyı okudu um gündü o gün.»
«Ne demek istiyorsun?»
«Yani,» dedi Joan, «polisin senin
öldü ünü sanmasıyla filan ilgili. Bir
yerlerde bir yı ın kupür olacak.» Yerinden
kalktı ve keskin bir at kokusu burun
deliklerimi gıcıkladı. Joan okulda her yıl
yapılan spor yarı malarında engelli at
yarı larında ampiyondu hep. Bir süre bir
ahırda yatıp kalkmı oldu u ku kusuna
kapıldım.
Joan açık duran valizini karı tırıp
bir avuç gazete kupürü çıkardı.
« te burada, bir göz atıver.»
lk kupürde siyah gölgeli gözlü,
siyah dudakları bir gülümsemeyle
yayılmı bir kızın büyütülmü , kocaman
bir resmi vardı. Bu kadar uh bir resmin
nerede çekilmi oldu unu
anımsayamadım önce. Ama sonra sahte
yıldızlar gibi parlak, beyaz ı ıklar saçan
Bloomingdale küpelerini ve Bloomingdale
kolyesini farkettim.

KIZ Ö RENC KAYIPLARA


KARI TI. ANNE KAYGI Ç NDE.

Resmin altındaki yazı, kızın 17


A ustos günü üzerinde ye il bir etek ve
beyaz bir buluzla ortadan kayboldu unu
ve eve uzun bir yürüyü e çıkaca ını
söyleyen bir not bıraktı ını anlatıyordu.
Bayan Greenwood gece yarısına kadar
dönmeyince annesi polise haber vermi ti.
kinci kupürde evimizin arka
bahçesinde annem ve erkek karde imle
birlikte gülümserken çekilmi bir
resmimiz vardı. Bu resmi de kimin
çekmi oldu unu önce dü ünemedim.
Ama sonra, üzerimde bir i çi tulumu,
ayaklarımda da lastik ayakkabılar
oldu unu gördüm ve bunları ıspanak
topladı ım yaz boyunca giymi oldu umu,
sıcak bir ö leden sonra Dodo Conway’in
bize u rayıp üçümüzün birkaç resmini
çekti ini anımsadım. Anne Greenwood
kızının eve dönmesini sa layaca ı
umuduyla bu resmin basılmasını rica etti.

KIZLA B RL KTE UYKU


HAPLARININ DA ORTADAN KAYBOLMU
OLMASI KAYGI UYANDIRIYOR.

Bir düzine kadar ay suratlı insanın


ormanda geceyarısı çekilmi karanlık
foto rafı. Sıranın ucundaki adamların
tuhaf görünü lü ve normalden kısa boylu
olduklarını dü ündüm. Sonra bunların
insan de il köpek oldu unu farkettim.
Kayıp kızın aranmasında tazılar
kullanılıyor. Komiser yardımcısı Bill
Hindly’ye göre, ‘Durum iyi görünmüyor.’

KIZ CANLI OLARAK BULUNDU!

Son resim, ucunda sıradan,


lahana gibi bir ba olan, uzun, gev ek bir
battaniye rulosunu bir ambülansın arka
tarafına yerle tiren polisleri gösteriyordu.
Haber yazısında annemin bodrumda
haftalık çama ırını yıkarken,
kullanılmayan bir delikten hafif iniltiler
duydu u anlatılıyordu...
Kupürleri yata ın beyaz
örtüsünün üzerine yaydım.
«Onları sakla», dedi Joan. «Bir
deftere yapı tırmaksın hepsini.»
Kupürleri katlayıp cebime attım.
Joan, «Hakkında yazılanları
okudum,» diye sürdürdü konu masını,
«Seni nasıl bulduklarını de il de o ana
kadar olanları. Ve bütün paramı
toparlayıp ilk uçakla New York’a gittim.»
«Neden New York’a?»
« ey, New York’ta kendimi
öldürmenin daha kolay olaca ını
sanıyordum.»
«Peki ne yaptın?»
Joan utangaç utangaç gülümsedi
ve avuçlarını açıp ellerini uzattı.
Bileklerinin beyaz derisi üzerinde
minyatür bir da silsilesi gibi kabaran
geni , kırmızımsı izler vardı.
«Bunu nasıl yaptın?» lk kez
Joan’la benim ortak bir yanımız
olabilece i geçti aklımdan.
«Yumruklarımı oda arkada ımın
pencere camına geçirdim.»
«Hangi oda arkada ın?»
«Üniversitedeki eski oda
arkada ım. New York’ta çalı ıyordu.
Kalacak ba ka bir yer dü ünemedim,
hem pek param da kalmamı tı, bu
yüzden onun yanına gittim. Annemle
babam beni orada buldular -arkada ım
bende bir gariplik oldu unu yazmı
onlara- babam derhal uçakla gelip beni
geri getirdi.»
«Ama imdi iyisin.» Bu bir soru
de il bir açıklamaydı.
Joan parlak, çakıl grisi gözleriyle
beni süzerek, «Sanırım,» dedi. «Sen de il
misin?»

Ak am yeme inden sonra


uyuyakalmı tım.
Yüksek perdeden bir sesle
u y a n d ı m . Bayan Bannister, Bayan
Bannister, Bayan Bannister, Bayan
Bannister. Uykumu açmaya çalı ırken
karyolanın dire ine ellerimle vurup
ba ırmakta oldu umu farkettim. Gece
hem iresi Bayan Bannister’in sivri,
çarpık silueti apar topar çıktı ortaya.
«Dur bakalım, bunu kırmasan
daha iyi olur.»
Saatimin kayı ını çözdü.
«Ne var? Ne oldu?»
Bayan Bannister’ın yüzü hızlı bir
gülümsemeyle buru tu. «Bir tepki oldu.»
«Tepki mi?»
«Evet, kendini nasıl
hissediyorsun?»
«Garip. Hafif, uçar gibi.»
Bayan Bannister do rulup
oturmama yardım etti. «Artık iyi
olacaksın. Hemen iyile eceksin. Biraz
sıcak süt ister misin?»
«Evet.»
Ve Bayan Bannister fincanı
dudaklarıma uzattı ı zaman sıcak sütü
dilimin üzerinde gezdirerek, annesinin
sütünü emen bir bebek gibi tadını çıkara
çıkara içtim.

«Bayan Bannister sende bir tepki


oldu unu söyledi bana.» Doktor Nolan
pencerenin yanındaki koltu a oturup
minik bir kibrit kutusu çıkardı. Kutu
sabahlı ımın ete inin kıvrımına
sakladı ımın tıpkısıydı ve bir an
hem irenin onu orada bulup Doktor
Nolan’a gizlice geri vermi olabilece ini
dü ündüm.
Doktor Nolan bir kibriti kutunun
kenarına sürttü. Kibritin ucunda kızgın,
sarı bir alev canlanıverdi. Doktorun alevi
sigaranın içine çeki ini izledim.
«Bayan B. kendini daha iyi
hissetti ini söyledi.»
«Bir süre hissettim. imdi yine
eskisi gibiyim.»
«Sana bir haberim var.»
Bekledim. u aralar her gün
kimbilir kaç gündür, sabah, ö leden
sonra ve ak am boyunca beyaz
battaniyeme sarınmı olarak kameriyenin
altındaki ezlonga oturup okuyor gibi
yapıyordum. Bana öyle geliyordu ki
Doktor Nolan bana belirli bir süre
tanıyordu. Bu sürenin sonunda o da
aynen Doktor Gordon’un söylemi
olduklarım söyleyecekti, «Üzgünüm ama
sende olumlu bir geli me göremiyorum,
sanırım biraz ok tedavisi görsen iyi
olacak...»
«Ee, ne oldu unu duymak
istemiyor musun?»
Donuk bir sesle, «Ne?» diye sordum
ve kendimi hazırladım.
«Bir süre hiç konu un olmayacak.»
Doktor Nolan’a a kınlıkla
bakakaldım. «Ama bu harika bir ey.»
Gülümsedi. «Memnun olaca ım
tahmin etmi tim.»
Sonra ikimiz de yazı masamın
yanındaki çöp sepetine baktık. Bir düzine
uzun saplı gül kan kırmızısı goncalarını
çöp sepetinden dı arıya uzatmı tı.
O gün ö leden sonra annem beni
görmeye gelmi ti.
Annem, ardı arkası kesilmeyen
konuklarımdan yalnızca bir tanesiydi.
Beni görmeye gelenler arasında daha
önce yanında çalı tı ım Hıristiyan Bilimci
hanım, lisedeki ngilizce ö retmenim ve
Philomena Guinea’nın kendisi de vardı.
Hıristiyan Bilimci hanım benimle çimlerin
üzerinde yürürken ncil’de sözü geçen,
yeryüzünden yükselen sisi, bu sisin
yanlı ları simgeledi ini, benim tüm
derdimin bu sise inanmak oldu unu ve
ona inanmaktan vazgeçer geçmez sisin
yok olaca ını ve benim de gerçekte
sa lıklı oldu umu görebilece imi
anlatıyordu. ngilizce ö retmenim
sözcüklere olan ilgimi yeniden
uyandırmak için bana bir sözcük oyunu
olan Dilmeceyi ö retmeye çalı ıyor,
Philomena Guinea ise doktorların
yaptıklarını hiç doyurucu bulmuyor ve
bunu onlara söyleyip duruyordu.
Bu ziyaretlerden nefret ediyordum.
Kameriyemin altında ya da
odamda oturup dururken güler yüzlü bir
hem ire içeri dalıp bir konu um oldu unu
söylüyordu. Bir defasında Protestan
kilisesinin o hiç ho lanmadı ım papazını
bile getirmi lerdi. Adam yanımda oldu u
sürece müthi tedirgindi. Benim iyiden
iyiye keçileri kaçırdı ıma hükmetti inin
farkındaydım, çünkü ona cehenneme
inandı ımı ve benim gibi ölümden sonra
ya ama inanmayanların öldükten sonraki
cehennemi kaçıracakları için ölmeden
önce cehennemde ya amak zorunda
olduklarını ve kim neye inanıyorsa öldü ü
zaman ba ına onun gelece ini
söylemi tim.
Bu ziyaretlerden nefret ediyordum,
çünkü gelen konukların ya dan sicim
sicim olmu saçlarıma bakıp eskiden ne
oldu umu ve onların benim ne olmamı
istediklerini dü ündüklerini seziyor ve
yanımdan iyice altüst olmu durumda
ayrıldıklarını biliyordum.
Beni kendi halime bıraksalar biraz
huzura kavu aca ımı dü ünüyordum.
En beteri annemdi. Beni hiç
azarlamıyor, ama kederli bir yüzle
durmadan ne gibi bir hata yapmı
oldu unu söylemem için yakarıyordu.
Doktorların onun hatalı davrandı ım
dü ündüklerinden emin oldu unu, çünkü
ona tuvalet e itimimle ilgili bir yı ın soru
sorduklarını, oysa benim çok küçük ya ta
mükemmel bir ekilde e itildi imi ve ona
hiçbir zorluk çıkarmadı ımı söylüyordu.
O gün ö leden sonra annem bu
gülleri getirmi ti bana.
«Bunları cenazeme sakla,»
demi tim. Annemin yüzü buru uvermi ti.
Ha a ladı, ha a layacaktı.
«Ama Esther, bugünün ne
oldu unu anımsamıyor musun?»
«Hayır.»
Belki de Aziz Valentine günüydü.
«Senin do um günün.»
te o zaman gülleri çöp sepetine
boca etmi tim. Doktor Nolan’a «Budalaca
bir eydi yaptı ı,» dedim.
Doktor Nolan ba ını salladı. Ne
demek istedi imi anlıyor gibiydi.
«Ondan nefret ediyorum,» dedim ve
inecek darbeyi bekledim.
Ama Doktor Nolan, bir ey onu
çok, pek çok ho nut etmi çesine
gülümsedi ve, «Sanırım öyle,» dedi.
17
«Bugün anslı günündesin.»
Genç hem ire kahvaltı tepsimi
kaldırdı ve beni beyaz battaniyeme
sarınmı olarak, bir geminin güvertesinde
deniz havası alan bir yolcu gibi bıraktı.
«Neden anslı günümdeymi im?»
«Aslında belki de henüz
söylememem gerekirdi, ama bugün
Belsize’a ta ınıyorsun.» Hem ire umutla
bana baktı.
«Belsize mı?» dedim. «Oraya
gidemem ki.»
«Neden gidemezmi sin?»
«Hazır de ilim. Yeterince
iyile medim.»
«Elbette iyile tin. Merak etme,
yeterince iyi olmasan seni oraya
göndermezlerdi.»
Hem ire gittikten sonra Doktor
Nolan’ın bu yeni takti ini çözmeye
çalı tım. Neyi kanıtlamaya u ra ıyordu?
Ben de i memi tim. De i en hiçbir ey
yoktu. Belsize ise en iyi bölümdü. Herkes
Belsize’dan i ine, okuluna ve evine
dönüyordu.
Joan Belsize’daydı. Fizik kitapları,
golf sopaları, badminton raketleri ve
soluk solu a konu masıyla Joan. Hemen
hemen iyi olanlarla benim aramdaki
uçurumu belirleyen Joan. Caplan’dan
ayrıldı ı günden bu yana Joan’daki
geli meleri kulaktan kula a dola an
söylentilerden izlemi tim.
Joan’un yürüyü izni vardı,
Joan’un alı veri izni vardı, Joan’un
kente inme izni vardı. Joan’la ilgili tüm
haberleri sevinçle kar ılıyor görünüp
aslında küçük, acı bir yı ın halinde
biriktiriyordum. Joan benim eski, en iyi
halimin, pe imi bırakmayıp bana i kence
etmek için özellikle yaratılmı parlak bir
kopyasıydı.
Belki de ben Belsize’a ta ındı ımda
Joan gitmi olacaktı.
Hiç de ilse Belsize’da ok tedavisi
korkusu olmayacaktı. Caplan’da pek çok
kadın ok tedavisi görüyordu. Bunların
kimler oldu unu adayabiliyordum çünkü
kahvaltı tepsileri bizimkilerle birlikte
verilmiyordu. Biz odalarımızda kahvaltı
ederken onlar ok tedavisi görüyorlar ve
sonra hem irelerin ardısıra çocuklar gibi
salona geliyorlar, suskun ve sönük bir
halde kahvaltılarım orada ediyorlardı.
Her sabah, tepsimi getiren
hem irenin kapıya vurdu unu duyunca
sonsuz bir ferahlık kaplıyordu içimi,
çünkü o gün için tehlikeyi atlattı ımı
biliyordum. Doktor Nolan kendisi hiç ok
tedavisi görmediyse insanın ok tedavisi
sırasında uykuya daldı ım nasıl
bilebilirdi? Belki de tedaviyi gören, içinde
mavi im ekleri ve gürültüyü hissederken
dı arıdan yalnızca uyuyor gibi
görünüyordu.

Holün ucundan piyano sesi


geliyordu.
Ak am yeme inde sessizce oturup
Belsize kadınlarının sohbetini
dinlemi tim. Hepsi modaya uygun
giyinmi ler ve özenle makyaj yapmı lardı.
Birço u evliydi. O gün bazdan kente
alı veri e inmi , ötekiler de dı arıdaki
arkada larını görmeye gitmi lerdi. Yemek
boyunca kendi aralarında akala ıp
durdular.
Dee Dee adındaki kadın, «Jack’e
telefon ederdim,» dedi, «ancak, korkarım
evde de ildir. Gerçi nereye telefon
edece imi biliyorum ve orada olaca ından
hiç ku kum yok.»
Benim masamdaki kısa boylu,
kıvrak sarı ın güldü. «Bugün Doktor
Loring’i az daha istedi im yere
getiriyordum.» Dalgın mavi gözlerini bir
ta bebek gibi iri iri açarak, « u eski
Percy’yi yeni bir modelle de i tirmek hiç
fena olmazdı do rusu.»
Salonun öbür ucunda Joan etiyle
ızgara domatesini büyük bir i tahla
mideye indiriyordu. Bu kadınların
arasında kendini çok rahat hissediyor
gibiydi. Bana, dengi olmayan uzak bir
tanıdı ıymı ım gibi hafifçe tepeden
bakarak, so ukça davranıyordu.
Yemekten hemen sonra yatmı tım,
ama sonra piyano sesini duydum ve
Joan’u, Dee Dee’yi, Loubelle adlı sarı ın
kadını ve ötekileri oturma odasında beni
çeki tirip arkamdan gülerken görür gibi
oldum. Belsize’da benim gibi insanların
olmasının ne korkunç oldu unu ve benim
aslında Wymark’ta olmam gerekti ini
söylüyor olmalılardı.
Bu çirkin konu maya bir son
vermeye karar verdim.
Battaniyemi omuzlarıma bir al
gibi gev ekçe dolayarak hol boyunca ı ı ın
ve en gürültünün geldi i yöne do ru
yürüdüm.
Ak amın geri kalan kısmını Dee
Dee’nin kuyruklu piyanoda kendi
bestelerinden bazılarım tıngırdatmasını
dinleyerek geçirdim. Bu arada öbür
kadınlar da tıpkı bir üniversite
yurdundaymı gibi çene çalıp briç
oynuyorlardı. Ama ço u üniversite
ça ının on yıl ötesindeydi.
çlerinden biri, Bayan Savage
adındaki iri yapılı, uzun boylu, kır saçlı,
gümbür gümbür bas sesli kadın
Vassar’da okumu tu. Sosyeteden oldu u
hemen anla ılıyordu, çünkü
4
debotante’lardan ba ka bir eyden
sözetti i yoktu. Sanırım iki-üç tane kızı
vardı ve o yıl hepsi sosyeteye
tanıtılacaktı, ama kadın akıl hastanesine
kaydolarak onların «debutante» partisini
rezil etmi ti.
Dee Dee’nin «Sütçü» adını verdi i
bir arkısı vardı. Herkes bu arkıyı
piyasaya sürerse büyük sükse
yapaca ını söyleyip duruyordu. Önce
tu larda bir sütçü beygirinin a ır aksak
nal seslerini andıran ufak bir ezgi çalıyor,
ardından sütçünün ıslı ına benzer ikinci
bir ezgi ba latıyor ve sonra iki ezgi birlikte
sürüp gidiyordu.
Sohbet havasında, «Çok ho bir ey
bu,» dedim.
Joan piyanonun bir kö esine
e ilmi , bir moda dergisinin son sayısını
karı tırıyordu. Ortak bir sırları varmı
gibi ona bakıp gülümsedi Dee Dee.
Joan o zaman dergiyi kaldırıp, «A,
Esther,» dedi, «bu sen de il misin?»
Dee Dee çalmayı bıraktı.
«Bakayım.» Dergiyi alıp Joan’un gösterdi i
sayfaya bir göz attı, sonra dönüp bana
baktı.
«Yo, hayır,» dedi. «Elbette de il.»
Yeniden dergiye, ardından bana baktı.
«Olamaz!»
Joan, «Ama bu gerçekten Esther,
öyle de il mi Esther?» dedi.
Loubelle ve Bayan Savage da o
yana kaydılar. Ben de neler olup bitti ini
biliyormu gibi onlarla birlikte piyanoya
do ru yürüdüm.
Dergideki foto rafta kabarık beyaz
kuma tan askısız bir gece elbisesi giymi
bir genç kız, çevresini saran bir sürü
genç erke in ortasında a zı kulaklarına
vararak gülümsüyordu. Elinde duru bir
içkiyle dolu bir kadeh vardı. Gözleri
omzumun üzerinden arkamda, biraz
soluma do ru duran bir eye takılmı
gibiydi. Ensemde hafif bir solu un
yelpazesini duyarak hızla döndüm.
Gece hem iresi yumu ak lastik
tabanlarıyla biz farkına varmadan içeriye
girmi ti.
«Yok canım,» dedi, «bu gerçekten
sen misin?»
«Hayır ben de ilim. Joan yanılıyor.
Bu ba ka biri.»
Dee Dee, «Haydi, sen oldu unu
söyle,» diye haykırdı.
Ama ben onu duymazlıktan gelip
oradan uzakla tım.
Sonra Loubelle hem ireye briç
karesini tamamlaması için yalvardı. Ben
de bir sandalye çekip seyretmeye
ba ladım. Aslında zerrece briç
bilmiyordum, çünkü bütün zengin
kızların yaptı ı gibi okulda briç
ö renmeye zamanım olmamı tı.
Papazların, valelerin ve damların
yassı, anlamsız yüzlerini seyrederek,
hem irenin ya amının güçlükleri
hakkındaki konu masını dinledim.
«Hanımlar, siz iki i i birden
yürütmenin ne demek oldu unu
bilmezsiniz,» diyordu. «Geceleri burada
size gözcülük yapıyorum...»
Loubelle kıkırdadı, «A, biz iyiyiz
ama. Buradakilerin en iyisi biziz. Buna
sen de biliyorsun.»
«Elbette, bir derdim yok.» Hem ire
herkese birer naneli çiklet ikram etti,
sonra kendisi de yaldızlı kâ ıdı açıp
pembe, yassı bir çiklet çıkardı. «Sizden
bir derdim yok, beni allak bullak edenler
u devlet hastanesindeki kaçıklar.»
Birden ilgilenerek, « ki yerde birden
mi çalı ıyorsunuz?» diye sordum.
«Ne sandın ya?» Hem ire bana dik
dik baktı. Benim Belsize’da i im
olmadı ım dü ündü ü besbelliydi.
«Oradan ho lanaca ım hiç sanmam Lady
Jane.»
Adımı çok iyi bildi i halde
hem irenin bana Lady Jane demesi
garibime gitmi ti.
«Neden?» diye üsteledim.
«Burası gibi güzel bir yer de il
orası. Burası tipik bir özel kulüp gibi.
Oradaysa hiçbir ey yok. Ne UT. ne
yürüyü ler...»
«Neden yürüyü yok?»
«Görevli kıtlı ından.» Hem irenin
ike yaptı ını farkeden Loubelle
homurdandı. «Hiç ku kunuz olmasın
hanımlar, kendime bir araba alacak
kadar para biriktirir biriktirmez çekip
gidece im.»
Joan, «Buradan da mı çekip
gideceksin?» diye sordu.
«Ne sandın ya! Ondan sonra
yalnızca özel vak’alar. Canımın istedi i
zaman...»
Ama ben artık dinlemiyordum.
Hem irenin bana seçeneklerimi
göstermek için talimat almı oldu unu
hissediyordum. Ya iyile ecektim, ya da
yana yana dü en bir yıldız gibi a a ılara,
daha a a ılara, Belsize’dan Caplan’a,
oradan Wymark’a ve sonunda Doktor
Nolan da Bayan Guinea da benden
umudu kesti i zaman yandaki devlet
hastanesine dü ecektim.
Battaniyeme iyice sarınıp
sandalyemi geriye ittim.
Hem ire kabaca, «Ü üdün ha?»
dedi.
«Evet,» dedim hole do ru
uzakla ırken, «Buz kestim.»
Beyaz kozamın içinde uyandı ımda
sıcak ve sakin hissettim kendimi. Kı
güne inin soluk bir ı ını aynayı, yazı
masasının üstündeki bardakları ve
madenî kapı tokmaklarını ı ıldatıyordu.
Holün öbür tarafındaki mutfaktan,
kahvaltı tepsilerini hazırlayan kadınların
sabah vakti tıkırtıları geliyordu.
Hem irenin yanımdaki odanın
kapısına vurdu unu i ittim. Bayan
Savage’ın uykulu sesi gümbürdeyerek
ta tı dı arı. Hem ire ıngırdayan tepsisiyle
içeri girdi, içimde hafif bir zevk kıpırtısıyla
dumanı tüten mavi porselen kahve
ibri ini, mavi porselen kahvaltı fincanını
ve üzerinde beyaz papatyalar bulunan
mavi porselenden tombul krema kabını
dü ündüm.
Kendimi bırakmaya ba lıyordum.
E er dü eceksem, hiç de ilse
elimden geldi i kadar uzun bir süre
küçük zevklerime tutunacaktım.
Hem ire kapıya sertçe vurup yanıt
beklemeden rüzgâr gibi daldı içeri.
Bu yeni bir hem ireydi. Hem ireler
durmadan de i iyordu zaten. nce, kum
rengi bir yüzü, yine kum rengi saçları ve
kemikli burnunu benekleyen iri çilleri
vardı. Her nedense bu hem irenin
görünümü içimi bulandırmı tı. Ye il
kepenk’leri açmak için odanın öbür
tarafına do ru yürürken, kadındaki
garipli in kısmen ellerinin bo
olmasından ileri geldi ini farkettim.
Kahvaltı tepsimi istemek için
a zımı açmı ken birdenbire vazgeçip
sustum. Hem ire beni bir ba kasıyla
karı tırıyor olmalıydı. Yeni hem ireler sık
sık yapardı bunu. Belsize’da benim
bilmedi im biri ok tedavisi görüyor
olmalıydı. Hem ire de beni onunla
karı tırmı tı herhalde.
Hem irenin odamda ufak bir tur
atıp derleyip toplamasını, sonra da öbür
yanımdaki odada kalan Loubelle’in
tepsisini götürmesini bekledim.
Sonra terliklerimi aya ıma
geçirdim ve hava açık, ama çok ayaz
oldu u için battaniyemi de yanımda
sürükleyerek çabucak mutfa a geçtim.
Pembe üniformalı kadın görevli oca ın
üzerindeki eski büyük gü ümden bir dizi
mavi porselen kahve ibri ini
dolduruyordu.
Dizilmi bekleyen tepsilere sevecen
gözlerle baktım gümü çatalların altında
ikizkenar üçgen biçiminde katlanmı
duran temiz beyaz peçeteleri, mavi
yumurtalıklara yerle tirilmi rafadan
yumurtaların soluk kubbelerini, istiridye
biçiminde cam tabaklara konmu
portakal marmeladını ayrı ayrı süzdüm.
Bütün yapaca ım, uzanıp tepsime sahip
çıkmaktan ibaretti. O zaman her ey
normale dönüverecekti.
Tezgâhın üzerinden e ilip bir sır
verir gibi alçak sesle, «Bir yanlı lık oldu,»
dedim görevli kadına. «Yeni hem ire
bugün kahvaltı tepsimi getirmeyi
unuttu.»
Gücendi imi belirtmek için parlak
bir ekilde gülümsemeyi ba ardım.
«Adınız ne?»
«Greenwood. Esther Greenwood.»
«Greenwood, Greenwood,
Greenwood.» Kadının si illi i aret parma ı
Belsize’daki hastaların mutfak duvarına
raptiyelenmi listesinde a a ı do ru
kaydı. «Greenwood, bugün kahvaltı
verilmeyecek.»
Tezgâhın kenarını iki elimle birden
yakaladım.
«Bir yanlı lık olmalı. Greenwood
oldu undan emin misiniz?»
Kadın kesin bir tonla,
«Greenwood,» derken hem ire içeri girdi.
Hem ire soran bakı larla bir bana
bir de görevliye baktı.
Görevli kadın benimle gözgöze
gelmekten kaçınarak, «Bayan Greenwood
tepsisini istedi,» dedi.
Hem ire bana gülümseyerek
konu tu, «bu sabah tepsinizi daha sonra
alacaksınız Bayan Greenwood. Siz...»
Ama hem irenin ne dedi ini
duymak için beklemedim. Kör gibi hole
çıktım. Odama gitmedim, çünkü gelip
oradan alacaklardı beni. Caplan’daki
kadar iyi olmayan, ama yine de holün
sessiz bir kö esinde bulunan girintime
sı ındım. Joan’un, Loubelle’in, Dee
Dee’nin ve Bayan Savage’nin
gelmeyecekleri bir yerdi orası.
Girintinin en uzak kö esine kıvrılıp
battaniyemi ba ımın tepesine kadar
çektim. Beni asıl sarsan, ok
tedavisinden çok Doktor Nolan’ın bu
apaçık ihanetiydi. Doktor Nolan’dan
ho lanıyordum, onu seviyordum. Ona
sanki bir tepside sunmu tum güvenimi.
Her eyi anlatmı tım. O da, e er bir kez
daha ok tedavisi görecek olursam beni
önceden uyaraca ı konusunda söz
vermi ti bana.
Bana ak amdan haber vermi
olsaydı, elbette bütün geceyi deh et
içinde bekleyecek, uykusuz geçirecektim.
Ama sabah oldu unda sakin ve hazır
olacaktım. Hol boyunca iki hem irenin
arasında yürürken, Dee Dee’nin,
Loubelle’in, Bayan Savage’ın ve Joan’un
önünden, hakkında verilmi hükmün
infazım serinkanlılıkla kabullenmi biri
gibi gururla, a ırba lılıkla geçecektim.
Hem ire üzerime do ru e ilip bana
seslendi. Geri çekilip daha çok büzüldüm
kö eye. Hem ire gözden kayboldu. Bir
dakika sonra iki iriyarı erkek görevliyle
birlikte dönece ini ve beni, tepinip
ulumama kulak asmadan, oturma
odasında toplanmı , bıyık altından gülen
seyircilerin önünden geçirip
götüreceklerini biliyordum.
Doktor Nolan kolunu omuzuma
dolayıp bir anne gibi kucakladı beni.
Darmada ın olmu battaniyenin
ardından, «Hani bana haber
verecektiniz!» diye ba ırdım yüzüne.
Doktor Nolan, «Haber veriyorum ya
i te,» dedi. «Sana haber vermek için
özellikle erken geldim ve seni oraya
kendim götürece im.»
i mi gözkapaklarımın arasından
kaçamak bir göz attım. «Neden dün
ak am söylemediniz?»
«Uykunu kaçıraca ını dü ündüm
yalnızca. Bilseydim ki...»
«Bana haber verece inizi
söylemi tiniz.»
Doktor Nolan, «Dinle Esther,» dedi.
«Seninle gelece im. Hep yanında
olaca ım. Her ey sana söz verdi im gibi
olacak. Uyandı ın zaman da yanında
olaca ım ve seni geri getirece im.»
Yüzüne baktım. Altüst olmu
gibiydi.
Bir dakika bekledim. Sonra,
«Orada olaca ınıza söz verin,» dedim.
«Söz veriyorum.»
Doktor Nolan beyaz bir mendil
çıkarıp yüzümü sildi. Sonra eski bir
arkada gibi koluma girip aya a
kalkmama yardım etti. Hol boyunca
birlikte yürümeye ba ladık. Battaniyem
ayaklarıma dola tı ından yere
bırakıverdim onu, ama Doktor Nolan
farkına varmamı göründü. Odasından
çıkmakta olan Joan’un önünden geçtik.
Anlamlı, küçümseyen bir gülümsemeyle
baktım ona. Geri çekilip biz geçip gidene
kadar bekledi.
Sonra Doktor Nolan holün ucunda
kilitli bir kapı açtı ve beni bir kat
merdivenden indirip hastanenin çe itli
binalarını çapra ık bir tüneller ve geçitler
ebekesiyle birbirine ba layan gizemli
bodrum kat koridorlarına soktu.
Duvarlar parlak beyaz fayans
kaplıydı ve siyah tavanda belli aralıklarla
dizilmi çıplak ampuller yanıyordu. I ıltılı
duvarlar boyunca karma ık bir sinir
sistemi gibi dallanıp budaklanarak
uzanan ıslıklı, takırtılı borulara yaslanmı
sedyeler ve tekerlekli sandalyeler vardı
yer yer. Doktor Nolan’ın koluna ölüm gibi
sarılmı tım. O da arasıra
yüreklendirircesine sıkıyordu kolumu.
Sonunda üzerinde siyah harflerle
Elektroterapi yazılı ye il bir kapının
önünde durduk. Bir an geriledim. Doktor
Nolan bekledi. Sonra, «Olup bitsin bari,»
dedim ve içeri girdik.
Bekleme odasında Doktor Nolan’la
benden ba ka, yalnızca üzerinde eski
püskü bordo bir bornoz olan soluk benizli
bir adamla ona e lik eden hem ire vardı.
Doktor Nolan tahta bir sırayı
göstererek, «Oturmak ister misin?» diye
sordu. Bacaklarımın a ırla tı ını
hissediyordum. E er oturursam ok
tedavisi ekibi geldi inde aya a
kalkmamın zor olaca ını dü ündüm.
«Ayakta durmayı ye lerim.»
Sonunda bir iç kapıdan beyaz
gömlek giymi , uzun boylu, kadavra gibi
bir kadın girdi odaya. Sıra bordo bornozlu
adamda oldu u için önce onu alaca ını
sanıyordum, bu yüzden bana do ru
gelmesi a ırttı beni.
Kadın kolunu omuzuma dolayarak,
«Günaydın Doktor Nolan,» dedi. «Bu
Esther, de il mi?»
«Evet Bayan Huey. Esther, bu
Bayan Huey. Sana iyi bakacak. Ona
senden sözetmi tim.»
Kadının boyu iki metre vardı.
Nazikçe bana e ildi i zaman di lek a zını
çevreleyen yüzünün derin sivilce izleriyle
dolu oldu unu gördüm. Cildi aydaki
volkanların haritalarına benziyordu.
Bayan Huey, «Sanırım seni hemen
alabiliriz Esther,» dedi. «Bay Anderson
kusura bakmaz, de il mi Bay Andersen?»
Bay Anderson hiçbir ey söylemedi
ve ben omzumda Bayan Huey’nin kolu ve
arkamda Doktor Nolan’la, biti ik odaya
do ru yürüdüm.
Her eyi görürsem deh etten
ölürüm diye tam açmaya cesaret
edemedi im gözlerimin aralı ından beyaz,
gergin çar aflı yüksek karyolayı,
karyolanın arkasındaki makineyi,
makinenin arkasındaki, kadın mı erkek
mi oldu unu kestiremedi im maskeli
ki iyi ve yata ın her iki yanında duran
öteki maskeli insanları gördüm.
Bayan Huey yata a tırmanıp
sırtüstü yatmama yardım etti.
«Benimle konu un,» dedim.
Bayan Huey merhemi akaklarıma
yayıp ba ımın iki yanına minik elektrik
dü melerini yerle tirirken alçak,
yatı tırıcı bir sesle konu maya ba ladı.
«Çok iyi olacaksın, hiçbir ey
duymayacaksın, yalnızca unu ısır...»
Dilimin üzerine bir ey koydu ve ben
panik içinde ısırdım. Karanlık,
karatahtanın üzerindeki tebe ir gibi silip
götürdü beni.
18
«Esther.»
Derin, kopkoyu bir uykudan
uyandı ımda ilk gördü üm ey, Doktor
Nolan’ın kar ımda dalgalanan yüzüydü.
«Esther, Esther,» diyordu durmadan.
Hantalla mı elimle gözlerimi
ovu turdum.
Doktor Nolan’ın arkasında, siyah
beyaz kareli, buru uk bir elbise giymi ve
portatif bir karyolanın üzerine çok
yüksekten dü mü gibi savrulmu yatan
bir kadını seçebiliyordum. Ama daha
fazla bir ey göremeden Doktor Nolan
beni bir kapıdan geçirip açık havaya,
gö ün mavili ine çıkardı.
Bütün o ate ve korkudan
arınmı tım. a ılacak kadar sakindim.
Sırça fanus ba ımdan bir metre kadar
yukarıda asılı duruyordu. Artık hava
alabiliyordum.
Kahverengi yaprakları çıtırdatarak
birlikte Belsize’a do ru yürürken Doktor
Nolan, «Sana anlattı ım gibi oldu, de il
mi?» dedi.
«Evet.»
Kesin bir tonda, «Hep böyle
olacak,» dedi. «Haftada üç kez -salı,
per embe ve cumartesi- ok tedavisi
göreceksin.»
Derin bir soluk aldım.
«Ne kadar süreyle?»
Doktor Nolan, «Bu sana ve bana
ba lı,» dedi.

Gümü bıçakla yumurtamın


tepesini kırıp açtım. Sonra bıça ı yere
koyup baktım ona. Bıçakları neden
sevdi imi anımsamaya çalı tım, ama
kafam dü üncenin ilmi inden kayıp
kurtularak bo lukta bir ku gibi sallandı.
Joan’la Dee Dee piyanonun
önündeki sıraya yanyana oturmu lardı.
Dee Dee «Tahta Çubuklar» arkısının sol
elini çalarken Joan’a da sa elini çalmayı
ö retiyordu.
Joan’un kocaman di leri ve dı arı
u ramı gri çakıllara benzeyen gözleriyle
böylesine atsı bir görünümü olmasının ne
kadar acıklı oldu unu dü ündüm. Öyle
ya, Buddy Willard gibi birini bile elinde
tutamamı tı. Dee Dee’nin kocasıysa
kimbilir hangi metresiyle birlikte ya ıyor
ve karısını huysuzlukları ve
dedikodularıyla ba ba a bırakıyordu.

Joan da ınık saçlı ba ını kapımdan


içeri uzatarak arkı söyler gibi, «Bir mek-
tup al-dım,» diye seslendi.
«Aferin sana.» Gözlerimi
kitabımdan ayırmadım. Be seanslık kısa
bir diziden sonra ok tedavisi sona ermi
ve bana kente inme izni verilmi ti. O
zamandan beri de Joan, bana yakın
olmakla iyile menin tadından pay almayı
uman iri bir meyve sine i gibi soluk
solu a çevremde dolanıp duruyordu. Bu
aralar odasında çepeçevre, yı ılı duran
fizik kitaplarım ve ders notlarıyla dolu
tozlu bloknotlarını kaldırmı ve dı arıya
çıkma iznini elinden almı lardı.
«Kimden oldu unu merak etmiyor
musun?»
Joan odaya süzülüp yata ının
üzerine oturdu. Ona fena halde sinir
oldu umu ve odamdan defolup gitmesini
söylemek istedim, ama yapamadım bunu.
Kaldı ım yere parma ımı koyup
kitabı kapadım. «Pekâlâ. Kimden?»
Joan ete inin cebinden uçuk mavi
bir zarf çıkarıp nispet verir gibi salladı.
«Ah, rastlantı dedi in bu kadar
olur!» dedim.
«Ne demek istiyorsun? Ne
rastlantısı?»
Yazı masama gidip uçuk mavi bir
zarf aldım. Zarfı bir veda mendili gibi
salladım Joan’a. «Ben de bir mektup
aldım. Acaba birbirinin aynı mı dersin?»
Joan, «Daha iyiymi ,» dedi.
«Hastaneden çıkmı .»
Kısa bir sessizlik oldu.
«Onunla evlenecek misin?»
«Hayır,» dedim. «Ya sen?»
Joan kaçamak bir gülümsemeyle,
«Ondan pek ho lanmıyordum zaten,»
dedi.
«Sahi mi?»
«Evet, asıl ho landı ım ailesiydi.»
«Yani Bay ve Bayan Willard mı?»
«Evet.» Joan’un sesi sırtımdan
a a ı so uk bir rüzgâr gibi kaydı. «Onları
seviyordum. Öyle iyi, öyle mutluydular ki.
Annemle babama hiç benzemiyorlardı.
Hep onları görmeye giderdim.» Durakladı.
«Sen gelene kadar.»
«Üzgünüm,» dedim. Ardından,
«Madem onları o kadar seviyordum,
neden görmeye devam etmedin?» diye
ekledim.
Joan, «Yo, yapamazdım bunu,»
dedi. «Sen Buddy’ le çıkarken. Ne
bileyim... gülünç olurdu bu.»
Biraz dü ündüm. «Haklısın
sanırım.»
«Peki sen,» Joan duraksadı, «onun
gelmesine izin verecek misin?»
«Bilmiyorum.»
Önce Buddy’nin akıl hastanesine
beni görmeye gelmesinin korkunç bir ey
olaca ını dü ünmü tüm - herhalde
yalnızca öteki doktorlarla ho be edip
durumuma için için sevinmek niyetiyle
gelecekti. Ama sonra bunun ona haddini
bildirmek için bir fırsat olabilece i geldi
aklıma. Hayatımda hiç kimse -ne bir
simültane çevirmen, ne de bir ba kası-
olmadı ı halde onu istemedi imi, yalnızca
bana göre biri olmadı ını ve bu yüzden
onu bıraktı ımı söylemek için bir fırsat
olabilirdi bu. «Ya sen?»
Joan, «Evet,» diye soluk aldı. «Belki
annesini de getirir. Ona annesini
getirmesini söyleyece im...»
«Annesini mi?»
Joan somurttu. «Bayan Willard’ı
severim. Bayan Willard harika bir
kadındır. Bana gerçek bir anne gibi
davrandı hep.»
Bayan Willard alacalı tüvit
giysileri, ciddî suratlı ayakkabıları ve
bilgece, annece özdeyi leriyle canlandı
gözümde. Bay Willard küçük o luydu
onun. Sesi küçük bir o lanınki gibi tiz ve
berraktı. Joan ve Bayan Willard. Joan...
ve Bayan Willard...
O sabah iki bölümlü notalarından
ödünç almak için Dee Dee’nin kapısını
çalmı tım. Birkaç dakika beklemi ve
yanıt alamayınca Dee Dee’nin dı arıda
oldu unu sanıp notaları yazı masasından
alabilece imi dü ünerek kapıyı itmi ve
odaya girmi tim.
Belsize’de, yani Belsize’da bile,
kapıların kilidi vardı, ama hastalarda
anahtar yoktu. Kapalı bir kapı ki isel
dokunulmazlık demekti ve kilitli bir kapı
gibi saygı görürdü. Kapıya vurulur, bir
kez daha vurulur, sonra çekip gidilirdi.
Holün parlak aydınlı ından sonra odanın
derin, parfümlü lo lu unda yarı kör
gözlerle dikilirken anımsadım bunu.
Görü üm berrakla ınca bir siluetin
yataktan do ruldu unu gördüm. Sonra
biri alçak sesle kıkırdadı. Siluet saçlarını
düzeltti ve iki soluk çakıl göz yarı
karanlı ın içinden bana baktı. Dee Dee
yastıkların üzerinde, ye il yünlü
sabahlı ının altında çıplak bacaklarıyla
uzanmı yatıyor ve küçük, alaycı bir
gülümsemeyle beni izliyordu. Sa elinin
parmakları arasında yanan bir sigara
vardı.
«Ben yalnızca...» dedim.
Dee Dee, «Biliyorum,» dedi.
«Notaları istiyorsun.»
Joan o zaman, «Merhaba Esther,»
dedi. Mısır yapraklarının hı ırtısına
benzeyen sesi kusma iste i verdi bana.
«Beni bekle Esther, ben de seninle gelip
sa eli çalayım.»
Joan imdi de, «Buddy Willard’ı
gerçekten hiç sevmedim,» diyordu. «Her
eyi bildi ini sanıyordu. Kadın konusunda
her eyi bildi ini sanıyordu...»
Joan’a baktım. Tüylerimi diken
diken etmesine ve içime i lemi olan o
eski nefret duygusuna kar ın beni
büyülüyordu Joan. Merih’ten gelen birini
ya da fazlaca si illi bir kurba ayı izlemek
gibi bir eydi bu. Ne dü ünceleri benim
dü üncelerim, ne de duyguları benim
duygularımdı. Ama onun dü ünceleri ve
duyguları benimkilerin çarpık, siyah bir
yansısıymı görünecek kadar yakındık
birbirimize.
Bazen Joan benim uydurdu um
biriymi gibi geliyordu bana. Bazen de
onun ya amımın her bunalımında ortaya
çıkıp bana bir zamanlar ne oldu unu ve
neler geçirdi imi hatırlataca ı ve
kendisinin benimkine benzeyen ama
benimkinden farklı bunalımını burnumun
dibinde sürdürüp gidece i duygusuna
kapılıyordum.
O gün ö le vakti Doktor Nolan’la
konu urken, «Kadınların ba ka
kadınlarda ne bulduklarını
anlamıyorum,» demi tim. «Bir kadının bir
erkekte bulamayıp da bir kadında
buldu u ey nedir?»
Doktor Nolan durakladı. Sonra,
«Sevecenlik,» dedi.
Bu yanıt susturdu beni.
Joan, «Senden ho lanıyorum,»
diyordu. «Buddy’den ho landı ımdan
daha çok ho lanıyorum senden.»
Ve Joan budalaca bir
gülümsemeyle yata ıma uzanırken bir
zamanlar okul yurdunda patlak veren
ufak çapta bir skandalı anımsadım.
Tombul, dolgun gö üslü bir son sınıf
ö rencisiyle uzun boylu, hantal bir birinci
sınıf ö rencisi biraz fazla birlikte olmaya
ba lamı lardı. Son sınıftaki kız dindar bir
tanrıbilim ö rencisi olup bir
büyükannenin yalın, evcil görünümüne
sahipti. Birinci sınıf ö rencisi ise
kendisiyle tanı madan randevula an
erkeklerce akla gelmedik yollardan
alelacele terkedilmesiyle tanınıyordu. Bu
iki kız her zaman birlikteydiler. Bir
defasında da i man kızın odasında
kucakla ırken odaya giren biri tarafından
görülmü lerdi.
«Peki ama, ne yapıyorlardı?» diye
sormu tum. Ne zaman erkekleri
erkeklerle, kadınları kadınlarla birlikte
dü ünsem gerçekten ne yapıyor
olabileceklerini bir türlü hayal
edemezdim.
Casus, «Ha,» demi ti. «Milly
sandalyede oturuyor, Theodora da
yatakta yatıyordu. Milly Theodora’nın
saçlarını ok uyordu.»
Dü kırıklı ına u ramı tım. Belirli
bir kötülü ün açı a vurulaca ını
ummu tum oysa. Acaba kadınların ba ka
kadınlarla birlikte bütün yaptıkları
yanyana uzanıp kucakla mak mıydı?
Gitti im üniversitedeki ünlü kadın
ozan da bir ba ka kadınla -saçları Alman
usulü kırpılmı , tıknaz, ya lı bir klasik
edebiyatçıyla- birlikte ya ıyordu. Ve ben
bu ozana belki de günün birinde evlenip
çoluk çocu a karı aca ımı söyledi imde
bana deh et içinde bakakalmı tı. «Peki
ama mesle in ne olacak?» diye
haykırmı tı ardından.
Ba ım a rıyordu. Bu garip ya lı
kadınları çeken ne vardı bende? O ünlü
ozan, Philomena Guinea, Jay Cee,
Hıristiyan Bilimci hanım ve kimbilir daha
kimler vardı çevremde. Hepsi de beni bir
bakıma evlat edinmek, ilgi ve etkilerinin
kar ılı ı olarak beni kendilerine
benzetmek istiyorlardı.
«Senden ho lanıyorum.»
Kitabımı elime alarak, «Bu biraz
tatsız, Joan,» dedim.
«Çünkü ben senden
ho lanmıyorum. Do rusunu istersen,
senden tiksiniyorum.»
Ve Joan’u yata ımın üzerinde ya lı
bir beygir gibi yı ılmı bırakarak odadan
çıktım.

Doktoru beklerken neredeyse


kaçıp gidecektim.
Yaptı ınım yasal olmadı ım
biliyordum -en azından Massachusetts’te
öyleydi, çünkü bu eyalet tıkabasa
Katoliklerle doluydu- ama Doktor Nolan
bu doktorun hem eski bir arkada ı, hem
de aklı ba ında bir insan oldu unu
söylemi ti.
Beyaz gömlekli, çevik resepsiyon
memuru defterdeki Üstede ismimi
i aretleyerek, «Randevunuz ne için?» diye
sordu.
«Ne demek istiyorsunuz?» Bu
soruyu doktorun dı ında kimsenin
soraca ını dü ünmemi tim. Genel
bekleme odası ba ka doktorları bekleyen
hastalarla doluydu. Ço u bebekli ya da
hamileydi. Bakı larını düz, el de memi
karnımın üzerinde hissediyordum.
Resepsiyon memuru ba ını kaldırıp
bana baktı. Kızardım.
Kibarca, «Ölçü aldırmak için, de il
mi?» dedi. «Ne ücret alaca ımızı bilmek
için sordum yalnızca. Ö renci misiniz?»
«E-evet.»
«O zaman yarı fiyata olacak. On
yerine be dolar. Faturayı evinize mi
göndereyim?»
Ev adresimi vermeye hazırlandım.
Fatura gelene kadar herhalde eve
dönmü olurdum. Ama sonra annemin
zarfı açıp faturanın ne için oldu unu
görebilece ini dü ündüm. Bunun dı ında
verebilece im tek adres bir akıl
hastanesinde kaldıklarını herkese
duyurmak istemeyen insanların
kullandı ı zararsız bir posta kutusu
numarasıydı. Ama resepsiyon
memurunun bu numarayı
tanıyabilece ini dü ünerek, « imdi
ödesem daha iyi,» dedim ve cüzdanımdaki
tomardan be tane bir dolarlık ayırdım.
Bu be dolar Philomena Guinea’nın
bana geçmi olsun arma anı olarak
gönderdi i paranın bir bölümüydü.
Parasının ne amaçla kullanıldı ını bilse
ne dü ünürdü acaba? Bilse de bilmese de
bana özgürlü ümü satın alıyordu.
«Bir erke in egemenli i altında
olmanın dü üncesinden bile nefret
ediyorum,» demi tim Doktor Nolan’a. «Bir
erke in dünyada hiçbir kaygısı yokken,
benim tepemde beni hizada tutmak için
Demokles’in kılıcı gibi asılı duran bir
bebek var.»
«E er bebek konu up da
kaygılanmana gerek olmasaydı ba ka
türlü mü davranırdın?»
«Evet», dedim, «ama...» ve Doktor
Nolan’a o evli kadın avukatı ve onun ffeti
Savunmasını anlattım.
Doktor Nolan ben sözünü bitirene
kadar bekledi. Sonra kahkahayı basıp
«Propaganda?» dedi ve bir reçete kâ ıdına
bu doktorun adım ve adresini karaladı.
Bebeklerin Dili dergisinin bir
sayısını sinirli sinirli karı tırıyordum.
Sayfalar dolusu tombul, parlak bebek
yüzü gülümsüyordu bana - dazlak
bebekler, çikolata renkli bebekler,
Eisenhower suratlı bebekler, ilk kez
yuvarlanıp dönen bebekler, çıngıraklara
uzanan bebekler, ilk kez ka ıkla katı
mamalarım yiyen bebekler, kaygı dolu,
huzursuz bir dünyaya do ru adım adım
büyümek için gerekli bütün o minik,
a ırtıcı eyleri yapan bebekler.
Burnuma bebek maması, ek imi
süt ve tuzlanmı morina kokulu alt
bezleri karı ımı bir koku geldi. Mahzun ve
sevecen hissettim kendimi. Çocuk
do urmak çevremdeki kadınlara ne
kadar da basit geliyordu! Neden ben
annelik duygusundan yoksun ve uzaktım
böyle? Neden kendimi Dodo Conway gibi
birbiri ardından gelen tombul, yaygaracı
bebeklere adamaya hayal bile
edemiyordum?
Bütün gün bir bebe e bakmak
zorunda olsam çıldırırdım ku kusuz.
Kar ımda oturan kadının
kuca ındaki bebe e baktım. Kaç aylık
oldu unu tahmin edemiyordum.
Bebeklerin ya ını hiç kestiremezdim
zaten. Bana kalırsa bir dizi söz
söyleyebiliyor ve büzülmü pembe
dudaklarının ardında yirmi kadar di
saklıyordu. Küçük, oynak kafasını boynu
yokmu gibi omuzlarının üstünde dimdik
tutuyor ve platonik, bilgece bir ifadeyle
beni süzüyordu.
Bebe in annesi durmadan
gülümsüyor ve bebe ini dünyanın birinci
harikasıymı gibi tutuyordu kuca ında.
Bu kar ılıklı doyumun nereden
kaynaklandı ını belirtecek bir ipucu
bulabilmek için anneyi ve bebe i
izliyordum, ama henüz bir ey
ke fedemeden doktor beni içeri ça ırdı.
Ne eli bir sesle, «Diyafram için ölçü
aldırmak istiyorsun, öyle mi?» dedi.
Münasebetsiz sorular soran tipte bir
doktor olmadı ını hissedip ferahladım.
Önce bir denizciyle ni anlı oldu umu ve
gemisi Charlestown Donanma
Tersanesine girer girmez onunla
evlenece imi, çok parasız oldu umuz için
yüzük takamadı ımı söylemeye
niyetlenmi tim. Ama son anda bu
dokunaklı öyküden vazgeçip yalnızca
«Evet,» dedim.
Muayene masasına çıkarken,
«Özgürlü e do ru tırmanıyorum,» diye
dü ündüm, «korkudan kurtulaca ım,
yalnızca seks yüzünden Buddy Willard
gibi yanlı bir insanla evlenmekten,
benim gibi korunamayan yoksul kızların
gitti i Florence Crittenden Evlerinden
kurtulaca ım. O kızlar ne yapmı larsa
zaten yapacaklardı, her eye kar ın...»
Kuca ımda düz kahverengi paket
kâ ıdına sarılmı kutumla akıl
hastanesine dönerken, kentte bir gün
geçirdikten sonra teyzesi için Schrafft’tan
aldı ı keki ya da Filene’s Basement’tan
aldı ı apkayı ta ıyan Bayan herhangi biri
olabilirdim. Katoliklerin gözlerinde
röntgen ı ınları oldu u ku kusu yava
yava azaldı ve kendimi daha rahat
hissetmeye ba ladım. Alı veri iznimi iyi
de erlendirmi oldu umu dü ündüm.
Artık kendi kendimin kadınıydım.
kinci adım uygun bir erkek
bulmaktı.
19
«Ben psikiyatr olaca ım.»
Joan her zamanki soluk solu a
co kusuyla konu uyordu. Belsize’daki
oturma odasında elma suyu içiyorduk.
Kuru bir sesle, «Ya,» dedim, «iyi
olur.»
«Doktor Quinn’le uzun uzun
konu tum. Bunun pekâlâ da olabilece ini
dü ünüyor.» Joan’un psikiyatrı olan
Doktor Quinn zeki, kurnaz ve bekâr bir
hanımdı. E er Doktor Quinn’e dü mü
olsaydım hâlâ Caplan’da ya da daha
büyük bir olasılıkla Wymark’ta olaca ımı
dü ünürdüm sık sık. Doktor Quinn’de
Joan’a hitap eden, benimse kanımı
donduran elle tutulmaz gözle görülmez
bir eyler vardı.
Joan Egolardan ve dlerden
sözetmeye ba lamı tı. Benim aklım da
ba ka bir eye, alt çekmecemdeki açılmı
kahverengi pakete kaydı. Ben Doktor
Nolan’la hiçbir zaman Egolardan ve
dlerden konu mamı tım. Gerçekte tam
neden sözetti imizi de bilemiyordum.
«... imdi artık dı arıda kalaca ım.»
Dikkatimi yine Joan’a verdim o
zaman. Kıskançlı ımı gizlemeye çalı arak,
«Nerede?» diye sordum.
Doktor Nolan kendisinin tavsiyesi
ve Philomena Guinea’nın bursuyla ikinci
dönemde okuluma dönebilece imi
söylemi ti. Ama doktorlar aradaki zaman
boyunca annemle oturmama kar ı
çıktıkları için kı dönemi ba layana kadar
hastanede kalacaktım.
Yine de Joan’un benden önce
çıkması haksızlıkmı gibi geliyordu bana.
«Nerede?» diye üsteledim. «Kendi
ba ına ya amana izin vermiyorlar, de il
mi?» Joan daha o hafta yeniden kente
inme hakkına kavu mu tu.
«Yo, hayır, elbette vermiyorlar.
Cambridge’de Hem ire Kennedy’yle
birlikte kalaca ım. Oda arkada ı yeni
evlenmi . Evi payla acak birine ihtiyacı
var.»
« erefe.» Elma suyuyla dolu
barda ımı kaldırdım, toku turduk. Açı a
vurmamakla birlikte Joan’a her zaman
de er verece imi dü ündüm. Sanki sava
ya da kıtlık gibi ola anüstü bir durum
bizi bir araya itmi ve kendimize özgü bir
dünyayı payla mı tık. «Ne zaman
gidiyorsun?»
«Ayba ında.»
«Güzel.»
Joan neredeyse özlemle, «Beni
görmeye geleceksin, de il mi Esther?»
dedi. «Elbette.»
Ama içimden, «Pek sanmam,» diye
dü ündüm.

«Acıyor,» dedim. «Acıması normal


mi?»
Irwin bir ey söylemedi. Sonra,
«Bazen acır,» dedi.
Irwin’e Widener kitaplı ının
merdivenlerinde rastlamı tım. Yüksek
merdivenin tepesinde durmu karlarla
kaplı avluyu çevreleyen kırmızı tu la
binaları seyrediyor ve hastaneye dönmek
için troleybüse binmeye niyetleniyordum.
Tam o sırada çirkince ve gözlüklü, ama
zeki bir yüzü olan uzun boylu genç bir
adam yanıma yakla ıp, «Saatiniz kaç
acaba?» diye sordu.
Saatime bir göz attım. «Dördü be
geçiyor.»
Sonra adam önünde bir yemek
tepsisi gibi ta ıdı ı kitap yı ınını bir
kolundan öbürüne aktardı ve kemikli bir
bilek göründü.
«Ama sizin kendi saatiniz var!»
Adam esefle saatine baktı. Kaldırıp
kula ı hizasında salladı. «Çalı mıyor ki.»
Çekici bir gülümsemeyle, «Nereye
gidiyorsunuz?» diye sordu.
«Akıl hastanesine dönüyorum,»
diyecektim ama adam umut verici
görünüyordu. Fikrimi de i tirdim... «Eve.»
«Önce bir kahve içmek ister
miydiniz?»
Duraksadım. Ak am yeme i
saatinde hastaneye dönmü olmam
gerekiyordu ve tam oradan temelli
çıkmak üzereyken geç kalmak
istemiyordum.
«Çok küçük bir fincan mı?»
Yeni, normal ki ili imi bu adamın
üzerinde denemeye karar verdim.
Duraksadı ım süre içinde bana adının
Irwin oldu unu ve çok iyi kazanan bir
matematik profesörü oldu unu
söylemi ti. «Pekâlâ,» deyip, adımlarımı
Irwin’inkine uydurdum ve buzla kaplı
uzun merdiveni onun yanısıra inmeye
ba ladım.
Ve ancak Irwin’in çalı ma odasını
gördükten sonra onu ba tan çıkarmaya
karar verdim.
Irwin Cambridge’in köhne dı
mahallelerinden birinde, karanlık, rahat
bir bodrum katında oturuyordu. Bir
ö renci kahvesinde üç fincan acı kahve
içtikten sonra, dedi ine göre bir bira
içmek için oraya götürdü beni. Çalı ma
odasında, sayfalarının ortasında iir gibi
sanatkârca yerle tirilmi kocaman
formüller olan bir yı ın tozlu, anla ılmaz
kitabın arasında, doldurulmu
kahverengi deri koltuklara oturduk.
lk biramı yudumlarken -kı
ortasında so uk bira içmekten
ho landı ım söylenemezdi, ama elimde
tutabilece im bir ey olması için kabul
etmi tim barda ı- kapı çalındı.
Irwin sıkılgan bir tavırla, «Bir
hanım olabilir,» dedi.
Irwin’in kadınlara hanım demek
gibi garip, modası geçmi bir alı kanlı ı
vardı.
Rahat bir el hareketiyle, « yi, iyi,»
dedim. « çeri getir.»
Irwin ba ını olumsuz anlamda
salladı. «Seni görünce bozulabilir.»
Kehribar renkli so uk bira
silindirine gülümsedim. Kapı sert ve
ısrarlı bir biçimde yine çalındı. Irwin içini
çekip kapıyı açmak için kalktı. O gözden
kaybolur kaybolmaz ben de yerimden
fırlayıp banyoya daldım. Alüminyum
rengindeki kirli kepengin arkasına
gizlenip kapının çatla ından Irwin’in
ke i e benzeyen yüzünü gözetledim.
Do al koyun yününden kaba bir
kazak, mor bir pantolon, astraganla
süslenmi yüksek topuklu siyah osonlar
ve astragan bir kalpak giymi geni yapılı,
iri gö üslü slav tipli bir hanım, kı
ayazına beyaz, duyulmayan sözcükler
üflüyordu. Irwin’in sesi so uk koridordan
geriye, bana do ru sürükleniyordu.
«Üzgünüm Olga... Çalı ıyorum
Olga... hayır, sanmıyorum Olga.» Bu
arada hanımın kırmızı a zı sürekli
oynuyor ve beyaz bir buhara dönü en
sözcükler kapının yanındaki leyla ın
çıplak dalları arasında yükseliyordu. Ve
sonunda: «Belki Olga... güle güle Olga.»
Gözlerimden be on santim ötede,
parlak dudaklarında bir Sibirya
buruklu uyla, gıcırdayan tahta
merdivenlerden inen hanımın uçsuz
bucaksız bozkırları anımsatan yün giysili
gö sünü hayranlıkla seyrettim.
Cambridge’in tartı masız Fransız
restoranlarından birinde bir salyangoza
bir i ne saplarken ne eyle, «Galiba
Cambridge’de bir yı ın sevgilin var,»
dedim Irwin’e.
Irwin alçakgönüllü, hafif bir
gülümsemeyle, «Hanımlarla aram fena
de ildir.» diye itiraf etti.
Bo salyangoz kabu unu kaldırıp
içindeki ot ye ili suyu içtim. Bunun görgü
kurallarına uygunlu u konusunda hiçbir
fikrim yoktu, ama akıl hastanesinde
aylar boyu sa lıklı yavan gıdalarla
beslendikten sonra tereya ına kar ı
oburca bir i tah duyuyordum.
Restorandaki paralı telefondan
Doktor Nolan’ı arayıp gece Cambridge’de
Joan’un yanında kalmak için izin
istemi tim. Elbette Irwin’in beni
yemekten sonra yine evine ça ırıp
ça ırmayaca ım bilmiyordum, ama bir
ba ka profesörün karısı olan Slav hanımı
ba ından savması umut verici
görünüyordu.
Ba ımı arkaya atıp bir kadeh
Nuits-St-Georges’u bir yudumda içtim.
Irwin, «Sen arabı oldukça
seviyorsun,» dedi.
«Yalnız Nuits-St.-Georges. Onu...
ejderhayla birlikte hayal ediyorum.»
Irwin elime uzandı.
lk yataca ım erke in zeki olması
gerekti ini dü ünüyordum. Bu ona saygı
duymamı sa layacaktı. Irwin yirmi altı
ya ında bir profesördü ve dâhi bir
çocu un soluk, tüysüz cildine sahipti.
Aynı zamanda benim deneyimsizli imi
kapatmak için oldukça deneyimli biri
gerekliydi ve Irwin’in «hanımları» bu
konuda rahatlatmı lardı beni. Bir de
kendimi güvenceye almak için
tanımadı ım ve ili kimi sürdürmeyece im
birini istiyordum - kabilelerin dinsel
törenlerindeki rahipler gibi ki isel
ba ların ötesinde görev yapan birini.
Ak amın sonuna do ru Irwin
hakkında hiçbir ku kum kalmamı tı
artık.
Buddy Willard’ın ba tan çıktı ını
ö rendim ö reneli bakireli imi boynuma
asılmı bir de irmenta ı gibi ta ıyordum.
Öyle uzun bir süredir, öylesine önemli
olmu tu ki benim için, onu her ne
pahasına olursa olsun korumak bir
alı kanlık haline gelmi ti. Onu be yıldır
koruyordum ve artık usanmı tım ondan.
Ancak eve döndü ümüzde, Irwin
beni kollarına alıp araptan sersemlemi
ve gev emi bir halde zifiri karanlık yatak
odasına ta ırken, « ey, Irwin, sanırım
sana söylemem gerek, ben bakireyim,»
diye mırıldandım.
Irwin gülerek beni yata ın üzerine
fırlattı.
Birkaç dakika sonra koyverdi i
a kınlık ünlemi, aslında Irwin’in bana
inanmamı oldu unu ortaya çıkardı.
Do um kontroluna gündüzden
ba lamakla ne kadar yerinde davranmı
oldu umu dü ündüm. Çünkü gece vakti
bu araplı kafayla, yapmam gereken ince
i leme mutlaka bo verecektim. Irwin’in
kaba battaniyesinin özerinde çıplak ve
kendinden geçmi durumda uzanmı , o
mucizevî de i imin kendini
hissettirmesini bekliyordum.
Ama hissetti im tek ey keskin,
yerimden hoplatacak kadar güçlü bir
acıydı.
«Acıyor,» dedim. «Acıması normal
mi?»
Irwin bir ey söylemedi. Sonra,
«Bazen acır,» dedi.
Kısa bir süre sonra Irwin kalkıp
banyoya gitti. Suyun du tan fı kırı ını
duydum. Irwin’in niyetlendi i eyi yapıp
yapmadı ından emin de ildim. Belki de
bakire olu um ona bir ekilde engel
olmu tu. Ona hâlâ bakire olup olmadı ımı
sormak istedim, ama bunu yapamayacak
kadar tedirgin hissediyordum kendimi.
Bacaklarımın arasından ılık bir eyler
sızıyordu. öyle bir uzanıp dokunacak
oldum.
Elimi banyodan sızan ı ı a tutup
baktı ımda parmak uçlarımın siyah
oldu unu gördüm.
Tela la, «Irwin,» dedim, «bana bir
havlu getir.»
Irwin beline bir banyo havlusu
sarih olarak döndü ve bana da daha
küçük bir havlu fırlattı. Havluyu
bacaklarımın arasına sokup hemen
çıkardım. Kandan yarı yarıya
siyahla mı tı.
Sıçrayıp oturarak, «Kan geliyor!»
diye bildirdim. Irwin, «Ço u kez olur bu,»
diye güven verdi. «Bir eyin kalmaz.»
O zaman kanla lekelenmi gerdek
çar afları ve bakireli ini daha önce
yitirmi gelinlerin kullandı ı kırmızı
mürekkep dolu kapsüllerle ilgili öyküleri
anımsadım. Acaba ne kadar kan
gelecekti? Havluyu dikkatle yerle tirip
uzandım. Aradı ım yanıtın bu kan
oldu unu dü ündüm. Hâlâ bakire olmam
sözkonusu olamazdı. Karanlı a
gülümsedim. Büyük bir gelene in bir
parçası oldu umu hissettim.
Kanama durur durmaz geç
saatlerde kalkan bir troleybüsle
hastaneye dönmeyi planlayarak
havlunun temiz bir kö esini gizlice
yarama bastırdım. Yeni durumumu
mutlak bir dinginlik içinde derinlemesine
dü ünmek istiyordum. Ama havluyu geri
çekti imde kandan siyahla mı ve
sırılsıklamdı.
Zayıf bir sesle, «Ben... eve gitsem
iyi olacak,» dedim.
«Hemen gitmeyeceksin ya?»
«Evet, sanırım hemen.»
Irwin’in havlusunu bacaklarımın
arasına sargı bezi gibi sıkı tırdım. Sonra
terli giysilerimi üzerime geçirdim. Irwin
beni arabayla götürmeyi önerdi, ama
beni akıl hastanesine götürmesi olacak i
de ildi. Joan’un adresini bulmak için
çantamı karı tırdım. Irwin, o soka ı
bildi ini söyledi ve arabayı çalı tırmak
için dı arı çıktı. Ona kanamanın devam
etti ini söyleyemeyecek kadar
kaygılıydım. Her an duraca ını umut
ediyordum.
Ama Irwin beni kenarlarında
karların yı ıldı ı ıssız sokaklardan geçirip
götürürken ılık sızıntının havluyu ve
ete imi a ıp arabanın koltu una
yayıldı ını hissettim.
I ıkları yanan evlerin yanından
yava layarak geçerken bekâretimden
okulda ya da evde kaldı ım bir sırada
vazgeçmeyi imin ne kadar yerinde
oldu unu dü ündüm. Oralarda bunu
gizlemek olana ını bulamazdım.
Joan kapıyı sevinçli bir a kınlıkla
açtı. Irwin elimi öpüp Joan’a bana iyi
bakmasını söyledi.
Kapadı ım kapıya yaslanırken
kanın gözle görülür biçimde ansızın
yüzümden çekildi ini hissettim.
Joan, «Esther, allaha kına neyin
var senin?» dedi.
Acaba Joan bacaklarımdan
süzülüp siyah rugan ayakkabılarıma
yapı yapı dolan kanı ne zaman
farkedecekti? Bir kur un yarasından
ölüyor olabilece imi ve Joan’un yine bo
gözlerle bana bakıp bir fincan kahve ve
bir sandviç istememi bekleyece ini
dü ündüm.
«O hem ire burada mı?»
«Hayır, Caplan’da gece
nöbetinde...»
« yi.» Yeni bir posta kan, sırılsıklam
olmu havluyu geçip ayakkabılarımın
içine do ru usandırıcı bir yolculu a
ba larken hafif, acı bir gülümsemeyle,
«Yani... kötü,» dedim.
Joan, «Sende bir gariplik var,»
dedi.
«Bir doktor ça ırsan fena olmaz.»
«Neden?»
«Çabuk.»
«Ama...»
Hâlâ hiçbir ey farketmemi ti.
Kısa bir homurtuyla e ilerek kı
ayazında çatlamı siyah Bloomingdale
ayakkabılarımdan birini çıkardım.
Joan’un falta ı gibi açılan çakılsı
gözlerinin önünde ayakkabıyı havaya
kaldırıp hafifçe e dim ve onun, bir
ça layan gibi bej halıya dökülen kanı
algılayı ını izledim.
«Tanrım! Neyin var senin?»
«Kanama geçiriyorum.»
Joan beni yarı itip yarı
sürükleyerek kanepeye götürüp yatırdı.
Kana bulanmı ayaklarımın altına birkaç
yastık yerle tirdi. Sonra geri çekilip
emredercesine sordu, «O adam kimdi?»
Bir an Irwin’le geçirdi im ak amın
tüm öyküsünü itiraf edene kadar
Joan’un doktor ça ırmayı reddedece i ve
itirafımdan sonra da bir çe it ceza olarak
yine doktor ça ırmamakta ısrar edece i
gibi çılgınca bir dü ünceye kapıldım. Ama
sonra anlatacaklarımı oldu u gibi kabul
edece ini, Irwin’le yatmamın onun
kesinlikle kavrayamayaca ı bir ey
oldu unu ve Irwin’i yalnızca benim
geli imden duydu u ho nutlu u zedeleyen
biri olarak gördü ünü anladım.
Umursamadı ımı belirten gev ek
bir «Aman, adamın biri,» dedim. Bir kan
dalgası daha çözülürken deh et içinde
karın kaslarımı kastım. «Bir havlu getir.»
Joan dı arı çıktı ve az sonra bir
yı ın havlu ve çar afla geri döndü.
Dakika sektirmeyen bir hem ire gibi kanlı
giysilerimi yukarıya sıyırdı ve en alttaki
kıpkırmızı havluya gelince hızlı bir soluk
alıp temiz bir bandaj koydu. Kalbimin her
atı ında yeniden kan fı kırdı ından
kalbimin atı larını yava latmaya çalı arak
uzandım.
Güç bir do umdan sonra bir kan
seli içinde ardarda ölüp giden solgun ve
soylu kadınları anlatan Victoria dönemi
romanları hakkında aldı ım iç ezici bir
dersi anımsadım. Belki de Irwin beni ne
oldu u belirsiz, korkunç bir biçimde
yaralamı tı ve ben orada Joan’un
kanepesinin üzerinde uzanmı yatarken
aslında tükenip gidiyordum.
Joan altına Hint i i bir minder
çekip Cambridge’ deki doktorların uzun
listesini tepeden a a ı do ru telefonla
aramaya ba ladı. lk numara yanıt
vermedi. Joan yanıt veren ikinci
numaraya durumumu anlatmaya
ba ladı, ama sonra kesip, «Anlıyorum,»
dedi ve telefonu kapadı.
«Ne oldu?»
«Yalnızca sürekli mü teriler ve acil
durumlar için gelirmi . Bugün pazar ya!»
Kolumu kaldırıp saatime bakmak
istedim, ama elim yanımda bir külçe
gibiydi ve kımıldamaya niyeti yoktu.
Pazar - doktorların cenneti! Doktorlar
özel kulüplerde, doktorlar deniz kıyısında,
doktorlar metresleriyle birlikte, doktorlar
kanlarıyla birlikte, doktorlar kilisede,
doktorlar yatlarında, doktorlar her yerde
kesinlikle doktor de il, yalnızca insan
bugün.
«Allaha kına», dedim, «durumumun
acil oldu unu söyle.»
Üçüncü numara yanıt vermedi ve
dördüncüde de Joan âdet haliyle ilgili bir
sorun oldu unu söyler söylemez kar ı
taraf telefonu kapattı. Joan a lamaya
ba ladı.
«Bak Joan,» dedim güçlükle, «bu
yöredeki hastaneyi ara. Acil bir durum
oldu unu söyle. Beni almak zorundalar.»
Joan toparlandı ve be inci
numarayı çevirdi. Acil Servis, oraya
gelebilirsem bir doktorun benimle
ilgilenece ini vaat edince de derhal bir
taksi ça ırdı.
Joan benimle gelmekte ısrar etti.
Ben yeni de i tirdi im havluları
çaresizlikle sımsıkı tutarken, Joan’ un
verdi i adresten etkilenen oför afak
vakti soluklu unda kö eleri hızla dönerek
canhıra bir fren sesiyle Acil Servisin
giri inde durdu.
Joan’u oföre ücretini vermek
üzere bırakıp çi bir ı ıkla aydınlatılmı
bo odaya tela la daldım. Bir hem ire
beyaz bir paravananın arkasından çıktı.
Joan miyop bir bayku gibi, irile mi
gözlerini kırpı tırarak içeri girmeden önce
durumumla ilgili gerçe i birkaç sözcükle
alelacele kadına anlatmayı ba ardım.
O sırada Acil Servis doktoru da
ortaya çıktı ve ben hem irenin yardımıyla
muayene masasına tırmandım. Hem ire
doktora bir eyler fısıldadı. Doktor ba ım
sallayıp kanlı havluları çözmeye giri ti.
Yoklayan, ara tıran parmaklarını
hissediyordum. Joan yanıba ımda bir
asker gibi kaskatı dikilmi elimi
tutuyordu. Bunu benim için mi yoksa
kendisi için mi yaptı ını
kestiremiyordum.
«Ay!» Oldukça kötü bir dürtmeyle
irkildim. Doktor bir ıslık koyverdi.
«Milyonda bir tanesin.»
«Ne demek istiyorsunuz?»
«Yani milyonda bir ki iye böyle olur
bu.» Doktor hem ireye alçak sesle kısa
bir eyler söyledi. Kadın aceleyle yan
taraftaki masaya gidip birkaç rulo gaz
beziyle parlak metalden aletler getirdi.
Doktor e ilerek, «Sıkıntının tam nereden
geldi ini görebiliyorum,» dedi.
«Peki ama, onarabilecek misiniz?»
Doktor güldü. «Elbette
onaraca ım, hiç merak etme.»

Kapımın tıkırdatılmasıyla uyandım.


Geceyarısını geçiyordu ve akıl hastanesi
ölüm sessizli indeydi. Bu saatte hâlâ
kimin ayakta olabilece ini
dü ünemiyordum.
«Girin!» Ba ucumdaki lambayı
yaktım.
Kapı açıldı ve aralıkta Doktor
Quinn’in esmer, canlı ba ı göründü.
Hayretle baktım. Çünkü kim oldu unu
bildi im ve hastanenin holünde ba ımla
kısaca selamlayarak sık sık yanından
geçti im halde, onunla hiç
konu mu lu um yoktu.
imdiyse, «Bayan Greenwood; bir
dakika girebilir miyim?» diyordu.
Ba ımı evet anlamına e dim.
Doktor Quinn kapıyı ardından
sessizce kapatarak odaya girdi. Üzerinde
o kusursuz lacivert döpiyeslerinden biri
vardı. Yakasından kar beyazı, sade bir
bluz görünüyordu.
«Sizi rahatsız etti im için özür
dilerim Bayan Greenwood. Üstelik
gecenin bu saatinde. Ama bize Joan
konusunda yardımcı olabilece inizi
dü ündüm.»
Bir an Doktor Quinn’in beni
Joan’un yeniden hastaneye dönü üne
neden olmakla suçlayaca ını sandım. Acil
Servise gidi imizden sonra Joan’un
durumun ne kadarını anladı ından emin
de ildim, ama birkaç gün sonra kente
inme haklarını kaybetmeden Belsize’a
dönmü tü.
Doktor Quinn’e, «Elimden geleni
yaparım,» dedim. Doktor Quinn ciddi bir
yüzle yata ımın kenarına ili ti. «Joan’un
nerede oldu unu bilmek istiyoruz. Sizin
de bir fikriniz olabilece ini dü ündük.»
Birden Joan’la ili kimi bütünüyle
koparmak istedim. «Bilmiyorum,» dedim
so ukça. «Odasında de il mi?»
Belsize’a zorunlu dönü saati
çoktan geçmi ti. «Hayır, Joan’un bu
ak am kentte sinemaya gitme izni vardı
ve henüz dönmedi.»
«Kiminle birlikteydi?»
«Yalnızdı.»
Doktor Quinn durakladı. «Geceyi
nerede geçirebilece i konusunda bir
fikriniz var mı?»
«Mutlaka döner. Bir engel
çıkmı tır». Ama gecenin bu durgun
saatinde Boston’da Joan’un ne gibi bir
engele takılabilece ini dü ünemiyordum.
Doktor Quinn olumsuz anlamda
salladı ba ını. «Son troleybüs geçeli bir
saat oluyor.»
«Belki taksiyle gelir.»
Doktor Quinn içini çekti.
«Hem ire Kennedy’ye sordunuz
mu?» diye devam ettim. «Hani Joan’un
birlikte kaldı ı kız?» Doktor Quinn ba ını
e di. «Ailesine?»
«Yo, oraya kesinlikle gitmez... ama
onlara da sorduk.»
Doktor Quinn hareketsiz odada bir
ipucu koklayabilirmi gibi bir an oyalandı.
Sonra, «Pekâlâ, elimizden geleni
yapaca ız,» dedi ve çıkıp gitti.
I ı ı söndürüp yine uyumaya
çalı tım, ama Joan’ un yüzü, bedeninden
kopuk ve pi mi kelle gibi sırıtkan,
sallanıyordu önümde. Bir ara karanlı ın
içinden sesinin hı ırtısını bile duyar gibi
oldum. Ama sonra bunun yalnızca
hastanenin a açları arasında esen gece
rüzgârı oldu unu anladım.
kinci bir vuru , donuk gri afak
vakti uyandırdı beni.
Bu kez kapıyı kendim açtım.
Kar ımda Doktor Quinn
duruyordu. nce yapılı bir talim çavu u
gibi hazır ol duru undaydı. Ama dı
çizgilerinde garip bir bulanıklık vardı.
«Sanırım bilmeniz gerek,» dedi.
«Joan bulundu.»
Doktor Quinn’in edilgen fiili
kullanı ı kanımı dondurdu.
«Nerede?»
«Korulukta, donmu göllerin
yanında...»
A zımı açtım, ama sesim çıkmadı.
Doktor Quinn, «Hademelerden biri
buldu,» diye devam etti, « imdi, i e
gelirken..»
«Bir ey olma...»
«Ölmü ,» dedi Doktor Quinn.
«Korkarım kendini, asmı .»
20
Hastanenin arazisi yeni ya mı
karla örtülüydü. Bu bir Noel serpintisi
de il, ocak ayının adam boyu karıydı.
Okulları, i yerlerini, kiliseleri kapattırıp
bugün boyunca ya da daha uzun süreyle
not ve randevu defterlerinin, masa
takvimlerinin yerinde bombo , tertemiz
bir sayfa bırakan türden bir kar.
Bir hafta sonra, yönetim kuruluyla
görü memi yüzümün akıyla atlatırsam,
Philomena Guinea’nın o kocaman, siyah
arabası beni batıya götürüp okulumun
dövme demir kapısına bırakacaktı.
Tam kı ortası!
Massachusetts bir mermer
suskunlu una dalmı olacaktı. Karlar
altındaki Grandma Moses köylerini,
kurumu su kamı larının takırdadı ı
bataklık araziyi, kurba alarla dere
iskorpitlerinin buzlar içinde hayale
daldıkları gölcükleri ve ürperen koruları
canlandırdım gözümde.
Ama bu aldatıcı temizlik ve
düzlükteki görünümün altındaki
topografya hep aynıydı. Ve ben San
Francisco, Avrupa ya da Merih yerine,
dereleri, tepeleri ve a açlarıyla o eski
manzarayı ö renecektim yine. Alta aylık
bir aradan sonra o kadar iddetle
bıraktı ım yerden yeniden ba lamak bir
bakıma ne kadar da basit görünüyordu.
Ku kusuz herkes bilecekti olup
biteni.
Doktor Nolan birçok kimsenin
bana temkinli yakla aca ını, hatta
uyarıcı çan ta ıyan bir cüzzamlı gibi
benden kaçaca ını açık açık söylemi ti.
Annemin yüzü, yirminci ya günümden
sonraki ilk ve son ziyaretindeki solgun ve
sitemli haliyle geçti aklımdan. Akıl
hastanesinde bir kız evlat! Ona bunu
yapmı tım i te. Ama yine de beni
ba ı lamaya karar verdi i besbelliydi.
O tatlı, mazlum gülümsemesiyle,
«Bıraktı ımız yerden ba layaca ız
Esther,» demi ti. «Bütün bu olanlara kötü
bir dü gözüyle bakaca ız.»
Kötü bir dü .
Sırça fanusun içinde ölü bir bebek
gibi tıkanıp kalan insan için dünyanın
kendisi kötü bir dü tür. Kötü bir dü . Her
eyi anımsıyordum.
Kadavraları, Doreen’i, incir
a acının öyküsünü, Marco’nun elmasını,
Common’daki denizciyi, Doktor
Gordon’un a ı hem iresini, kırık
termometreleri, iki tür fasulyesiyle o
zenci görevliyi, ensülin yüzünden aldı ım
on kiloyu ve gökle deniz arasında gri bir
kafatası gibi kabaran kayayı
anımsıyordum.
Belki de unutkanlık, kar gibi onları
örtüp susturmalıydı.
Ama onlar benim bir parçamdı
artık. Yerel görünümümü olu turuyordu
hepsi.
«Bir bay seni görmek istiyor.»
Kar beyazı kepli, güleryüzlü
hem ire ba ım kapıdan içeri uzattı. Bir
an kafam karı ıverdi ve kendimi okulda
sandım. Sanki çorak avluya bakan eski
odamın a ınmı sandalyeleriyle masasının
yerini, bembeyaz a açlara, tepelere
bakan bu odadaki tertemiz, beyaz
mobilyalar almı tı. Ve yurdun
telefonunda, nöbetteki kız, «Bir bay seni
görmek istiyor,» demi ti.
Belsize’da ya ayan bizleri, yakında
dönece im okuldaki briç oynayan,
dedikodu yapan, ders çalı an kızlardan o
kadar farklı kılan neydi acaba? O kızlar
da bir tür sırça fanus altında ya amıyor
muydu?
«Girin,» dedim ve Buddy Willard
elinde hâki kasketiyle odaya girdi.
«Vay, Buddy,» dedim.
«Vay, Esther,»
Öylece durup birbirimize baktık.
Bir duygu kıpırtısı bekledim, en
hafifinden bir alevleni . Hiçbir ey olmadı.
O kocaman, dost sıkıntı dı ında hiçbir
ey. Buddy’nin hâki ceketli silueti, bana
bir yıl önce kayak pistinin dibinde
Buddy’nin arkasında duran kahverengi
direkler kadar önemsiz ve benden kopuk
göründü.
Sonunda, «Buraya nasıl geldin?»
diye sordum.
«Annemin arabasıyla.»
«Bu karda mı?»
« ey,» Buddy sırıttı, «dı arıda bir
kar yı ınına saplandım. Tepe çok dik
geldi bana. Bir kürek ödünç alabilece im
bir yer var mı?»
«Bahçıvanların birinden bir kürek
alabiliriz.»
«Güzel.» Buddy gitmek üzere
arkasını döndü.
«Bekle, ben de gelip sana yardım
edeyim.»
Buddy o zaman dönüp bana baktı
ve gözlerinde tuhaf bir pırıltı gördüm - bir
zamanlar beni ziyarete gelen Hıristiyan
Bilimcisinin, eski ngilizce ö retmenimin
ve Protestan rahibin gözlerinde görmü
oldu um merak ve sakınma karı ımının
aynısıydı bu.
«Oh Buddy,» diye güldüm. « yiyim
ben.»
Buddy tela la, «Oh, biliyorum,
biliyorum Esther,» dedi.
«Saplanan arabalarla
u ra maması gereken ben de il, sensin
Buddy.»
Gerçekten de Buddy i in ço unu
benim yapmama ses çıkarmadı.
Araba hastaneye çıkarken tepenin
camla mı buzunda patinaj yapmı ve
geri geri gidip bir tekerle i yoldan çıkarak
derin bir kar yı ınına saplanmı tı.
Bulutların gri kefeninden sıyrılan
güne , el de memi yamaçlarda bir yaz
görkemiyle parlıyordu. imin ortasında
duraklayıp bu bozulmamı güzelli i
seyrederken, a açları ve çayırları, bele
kadar yükselen sel suları altında
görmenin bana verdi i derin co kuyu
duydum. Sanki dünyanın her zamanki
düzeni hafifçe kayıp yeni bir evreye
girmi ti.
Arabanın kara saplanmı olmasına
ükrediyordum. Buddy’nin bana
soraca ım bildi im ve sonunda da
Belsize’daki ikindi çayında alçak çekingen
bir sesle sordu u soruyu geciktiriyordu
bu. Dee Dee çay fincanının kenarından
kıskanç bir kedi gibi gözetliyordu bizi.
Joan’ un ölümünden sonra Dee Dee bir
süre Wymark’a ta ınmı , ama imdi yine
aramıza dönmü tü.
« eyi merak ediyordum...» Buddy
fincanını sakar bir çatırtıyla taba ına
koydu.
«Neyi merak ediyordun?»
« eyi merak ediyordum... Yani,
belki sen bir eyler söyleyebilirsin bana.»
Buddy’ylfc gözgöze geldik ve ilk kez onun
ne kadar de i mi oldu unu gördüm. Bir
foto rafçının fla ı gibi kolaylıkla ve sık sık
parlayan o eski, kendinden emin
gülümsemesi gitmi , yerine ciddi, hatta
kararsız bir anlatım gelmi ti - ço unlukla
istedi ini elde edemeyen bir erke in
yüzüydü bu.
«Söyleyebilece im bir ey varsa
söylerim Buddy.»
«Sence bende kadınları çıldırtan
bir ey mi var?»
Kendimi tutamayıp kahkahalarla
gülmeye ba ladım - belki Buddy’nin
yüzündeki ciddiyet ve «çıldırtmak»
sözcü ünün bu tür bir tümcedeki ola an
anlamıydı beni güldüren.
Buddy, «Demek istiyorum ki,» diye
devam etti, «Joan’la çıktım, sonra da
seninle. Ve önce sen... sonra da Joan...»
Bir kek kırıntısını parma ımla
ıslak, kahverengi bir çay damlasına ittim.
Doktor Nolan’ın, «Elbette sen
yapmadın!» dedi ini duyar gibi oldum.
Joan hakkında konu mak için gitmi tim
ona ve bir tek o zaman görmü tüm
öfkelendi ini. Hiç kimse yapmadı. Kendisi
yaptı.» Sonra bana en iyi psikiyatrların
hastaları arasında bile intihar edenlerin
bulundu unu ve e er biri sorumlu
tutulacaksa, bu psikiyatrların sorumlu
tutulmaları gerekti ini ve tersine, onların
kendilerini hiç de sorumlu görmediklerini
anlatmı tı.
«Bizim durumumuzun seninle ilgisi
yok Buddy.»
«Emin misin?»
«Kesinlikle.»
Buddy, «Eh,» diye soluk aldı.
«Sevindim buna.» Ve çayını bir kuvvet
ilacı gibi sonuna kadar içti.

«Bizi bırakıp gidece ini duydum.»


Hem irelerin denetimindeki küçük
toplulukla birlikte, Valerie’ye ayak
uydurarak yürümeye ba ladım. «Ancak
doktorlar evet derse. Yarın görü mem
var.»
Sıkı mı kar aya ımızın altında
çıtırdıyordu. Ö le güne i buz saçaklarını
ve kabukla an karları erittikçe her
taraftan akan ve damlayan suların çizgili
ırıltısı duyuluyordu. Ama gece inmeden
yine donacaktı hepsi.
Bu berrak ı ıkta sık, siyah
çamların gölgeleri eflatuna çalıyordu.
Karları temizlenmi hastane patikalarının
tanıdık labirentinde bir süre Valerie’yle
birükte yürüdüm. Biti ik patikalarda
yürüyen doktorlar, hem ireler ve
hastalar, bele kadar yı ılmı karların
üzerinden görünen bedenleriyle sanki
küçük tekerlekler üzerinde kayıyor
gibiydiler.
Valerie, «Görü meler!» diye güldü.
«Onların hiç de eri yok! E er seni
çıkarmaya niyetleri varsa çıkarırlar.»
«Umarım.»
Valerie’nin, ardında iyi ya da kötü
pek az eyin olabilece i, kardan
yapılmı çasına sakin yüzüne Caplan’ın
önünde veda edip tek ba ıma yürümeye
devam ettim. Bu güne le dolu havada
büe solu um bembeyaz buharla ıyordu.
Valerie son olarak, «Güle güle! Yine
görü ürüz.» diye ne eyle haykırmı tı.
«Bana kalırsa görü meyece iz,»
diye dü ündüm.
Ama emin de ildim. Hiç mi hiç
emin de ildim. Bir gün, bir yerde -okulda,
Avrupa’da, herhangi bir yerde- o bo ucu
çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden
üzerime inmeyece ini nasıl bilebilirdim?
Ve Buddy de, sanki ben arabayı
saplandı ı yerden çıkarırken kendisinin
hiçbir ey yapmadan dikilmek zorunda
kalı ının öcünü almak istercesine, « imdi
kiminle evlenece ini merak ediyorum
do rusu Esther,» dememi miydi?
Karı kürekle yı arken geriye do ru
uçu an gev ek kar tanelerinin i neleyici
ya muruna kar ı gözlerimi kırpı tırarak,
«Ne?» demi tim.
« imdi kiminle evlenece ini merak
ediyorum. Esther. Yani,» tepeyi, çamları
ve ini li yoku lu peyzajı bölen kardan
çatılı, ha in binaları içine alan bir el
hareketiyle, «burada kaldıktan sonra,»
demi ti.
Ve elbette kalmı oldu um yerde
kaldıktan sonra kimin benimle
evlenece ini de bilemiyordum. Hiç mi hiç
bilemiyordum.

«Elimde bir fatura var Irwin.»


Hastanenin kayıt binasının ana
holündeki telefonda alçak sesle
konu uyordum. Önce santral
memuresinin dinliyor olmasından
ku kulanmı tım, ama o gözünü bile
kırpmadan o küçük fi leri takıp
çıkarmaya devam ediyordu.
Irwin, «Evet,» dedi.
«Aralık ayının belli bir gününde acil
bakım ve bir hafta sonraki kontrol için
yirmi dolarlık bir fatura.»
Irwin, «Evet,» dedi.
«Hastaneden, sana gönderdikleri
faturaya yanıt alamadıkları için bu
faturayı bana gönderdiklerim
söylüyorlar.»
«Pekâlâ, pekâlâ, imdi bir çek
yazıyorum. Bo bir çek yazıyorum
onlara.» Irwin’in sesi belli belirsiz de i ti.
«Seni ne zaman görece im?»
«Gerçekten bilmek istiyor musun?»
«Hem de çok.»
«Hiçbir zaman,» dedim ve telefonu
yüzüne kapattım.
Irwin’in bundan sonra çeki
hastaneye gönderip göndermeyece ini
merak ettim kısaca. Sonra da «Elbette
gönderecek,» diye dü ündüm, «bir
matematik profesörü oldu una göre
hiçbir eyi sallantıda bırakmak
istemeyecektir.»
Nedense dizlerim kesiliyordu, ama
rahatlamı tım.
Irwin’in sesi hiçbir anlam ifade
etmemi ti bana.
lk ve son kar ıla mamızdan bu
yana onunla ilk kez konu uyordum ve bir
daha konu mayaca ımdan da oldukça
emindim. Irwin’in benimle ba lantı
kurabilmesine kesinlikle olanak yoktu.
Ancak hem ire Kennedy’nin evine
gidebilirdi, ama o da Joan’un ölümünden
sonra ba ka yere ta ınmı ve izini
kaybettirmi ti.
Artık bütünüyle özgürdüm.

Joan’un annesiyle babası beni


cenazeye ça ırdı.
Bayan Gilling benim Joan’un en iyi
arkada larından biri oldu umu
söylüyordu.
Doktor Nolan, «Gitmek zorunda
olmadı ını biliyorsun,» dedi. «Bir mektup
yazıp gitmeni benim uygun görmedi imi
söyleyebilirsin.»
«Gidece im,» dedim ve gittim.
Gösteri siz cenaze töreni süresince neyi
görmüyor oldu umu sandı ımı dü ündüm
hep.
Tabut, mihrabın üzerindeki kar
beyazı çiçekler arasında orada olmayan
bir eyin siyah gölgesi gibi yükseliyordu.
Çevremdeki sıralardaki yüzler, mum
ı ı ında balmumu soluklu undaydılar.
Noel’den kalma çam dallarından so uk
havaya bir cenaze tütsüsü yükseliyordu.
Yanıba ımda Jody’nin yanakları
olgun elmalar gibi al aldı. Bu küçük
toplulukta okuldan ve kasabadan Joan’u
tanıyan ba ka kızların yüzlerini
seçebiliyordum. Dee Dee ve hem ire
Kennedy ön sıralardan birinde, örtülü
ba ları e ik, duruyorlardı.
Sonra, tabutun, çiçeklerin, rahibin
ve yaslı yüzlerin gerisinde, dumansız
bacalar gibi yükselen mezarta larıyla,
dizboyu karla örtülü kasaba mezarlı ını
gördüm.
Katı toprakta iki metre derinli inde
siyah bir çukur kazılacaktı. Gölgeler
birbirine karı acak ve bizim oralara özgü
garip, sarımsı toprak, beyazlı ın
ortasındaki yarayı kapatacaktı. Bir kez
daha kar ya dı ında da Joan’un
mezarının tazeli ini belirten izler tümüyle
silinecekti.
Derin bir soluk alıp kalbimin eski
böbürleni ine kulak verdim.
Va-rım, Va-rım, Va-rım.

Doktorlar haftalık kurul


toplantılarım yapıyorlardı eski i ler, yeni
i ler, kabul edilenler, çıkarılanlar ve
görü meler. Hastanenin kitaplı ında
yıpranmı bir National Geographic
dergisini görmeden karı tırarak sıramı
bekliyordum.
Hastalar hem irelerin e li inde
kitap rafları arasında dola ıyor ve kendisi
de bu hastaneden çıkmı olan kitaplık
memuresiyle alçak sesle konu uyorlardı.
Bu miyop gözlü, evde kalmı , silik kadına
bakarken onun sınavı ba arıyla atlattı ını
ve mü terilerinden farklı olarak iyi ve
sa lıklı oldu unu nasıl bilebildi ini
dü ündüm merakla.
Doktor Nolan, «Sakın korkma,»
demi ti. «Ben orada olaca ım. Tanıdı ın
öteki doktorlar ve birkaç konuk da hazır
bulunacak. Ba hekim Dr. Vining sana
birkaç soru soracak ve sonra
gidebileceksin.»
Ama Doktor Nolan’ın bana tekrar
tekrar güven vermesine kar ın korkudan
ölecek gibiydim.
Buradan ayrılırken, önümde
uzanan her ey hakkında güvenli ve bilgili
olaca ımı ummu tum. Ne de olsa «analiz»
edilmi tim. Oysa soru i aretlerinden
ba ka bir ey göremiyordum.
Kurul odasının kapalı kapısına
sabırsız bakı lar fırlatıp duruyordum.
Çoraplarımın diki leri düzgün, siyah
ayakkabılarım çatlak ama cilalı ve kırmızı
yünlü giysim yaptı ım planlar kadar
çarpıcıydı. Eski eyler, yeni eyler...
Ama evlenmeye niyetim yoktu.
kinci bir kez do anlar için de bir dinsel
tören olmalı diye dü ünüyordum.
Yamanıp lastikleri de i tirilmi , yola
çıkmaya uygunlu u olanlar için uygun
bir tören dü ünmeye çalı ırken Doktor
Nolan birden kar ımda bitiverdi ve
omzuma dokundu.
«Haydi Esther.»
Aya a kalkıp onun ardından açık
kapıya do ru yürüdüm.
E ikte kısa bir soluk almak için
durakladı ımda bana ilk geldi im gün
ırmakları ve Pilgrimleri anlatan gümü
saçlı doktoru, Bayan Huey’nin çiçek
bozu u sıska yüzünü ve beyaz
maskelerin üzerinden tanıdı ımı
sandı ım gözleri gördüm.
Bütün gözler ve yüzler bana
çevrildi. Kendimi onların rehberli ine
bırakıp büyülü bir iple çekilircesine odaya
girdim.

SON
Sylvia Plath
ÇN
NOTLAR

Lois Ames

Sylvia Plath’ın kendi çizdi i


resimlerle
Sırça Fanus (The Bell Jar) ilk kez
Ocak 1963’te Londra’da William
Heinemann Limited tarafından Victoria
Lucas takma adıyla yayımlandı. Sylvia
Plath’ın ilk romanında takma ad
kullanmasının nedeni, onun «ciddi bir
yapıt» oldu una inanmayı ı ve edebi
de erinden emin olmayı ıydı. Aynı
zamanda kitabın yayımlanmasının,
kitapta ki ilikleri çarpıtılmı ve hafifçe
maskelenmi olarak rol alan yakınlarını
üzebilece ini dü ünerek de
kaygılanıyordu.
S ı r ç a Fanus’un temelini Sylvia
Plath’ın gençlik yıllarının ana temaları
olu turmaktadır. Yazar 1932’de
Massachusetts’ta do mu ve
çocuklu unun ilk yıllarını Boston
yakınlarında bir kıyı kasabası olan
Winthrop’ta geçirmi tir. Annesi
Avusturyalı bir ailenin kızıydı. Boston
Üniversitesinde tanınmı bir biyoloji
profesörü ve anlar konusunda
uluslararası üne sahip bir otorite olan
babası gençli inde Polonya’dan Amerika
Birle ik Devletlerine göçmü tü. Sylvia’nın
kendisinden iki buçuk ya küçük bir
erkek karde i vardı. Daha sekiz
ya ındayken Sylvia’nın ya amında köklü
bir de i iklik oldu. Kasım 1940’ta babası
uzun ve zorlu bir hastalık sonunda
ölünce, annesi, büyükannesi ve
büyükbabası aileyi kıyıdan içeriye.
Boston’un oldukça varlıklı ve tutucu
ailelerinin oturdu u bir banliyösü olan
Wellesley’e ta ıdılar. Büyükanne evi çekip
çevirme sorumlulu unu üstlenmi ti.
Anne Plath ise her gün Boston’a inerek
Boston Üniversitesinin tıp sekreteri
yeti tirme programında ö retmenlik
yapıyordu. Büyükbaba, Brookline ehir
Kulübü’nde ba garson olarak çalı ıyor ve
hafta boyunca orada kalıyordu. Sylvia ile
erkek karde i, bulundukları yerdeki
parasız resmi okullarda e itim gördüler.
Sylvia sonraları, «Ben halk okullarına
gittim,» diye yazmı tı, «herkesin gitti i
gerçek halk okullarına.» Küçük ya ta iir
yazmaya, çini mürekkeple resim
yapmaya ve her iki alanda da ilk
yapıtlarıyla ödüller kazanmaya ba ladı.
On yedi ya ına geldi inde yazma hevesini
belli bir denetime ve disipline sokmu tu
artık. Ancak yazdıklarının yayımlanması
pek de kolay olmadı. Seventeen dergisinin
A ustos 1950 sayısında çıkan «Ve Artık
Yaz Gelmeyecek» adlı kısa öyküsünden
önce dergiye tam kırk be öykü
göndermi ti. Aynı ay içinde Christian
Science Monitor gazetesinde, sava
hakkında buruk bir alayla yazılmı bir
ele tiri niteli i ta ıyan «Acı Çilekler» adlı
iiri yayımlandı. Sonraları kendini «çılgın
bir pragmatist» olarak tanımlayan genç
kızın özellikleri lise yıllı ında öyle
yansıtılmı tı:

Sıcak bir gülümseme... Tükenmez bir


enerji... Piyanoda acemice çalman dans
müzi i... Ustaca kullanılan tebe ir ve
boyalar... Williams’da hafta sonları... O
tıkabasa doldurulmu sandviçler...
Gelece in yazarı... Seventeen’den gelen
olumsuz mektuplar... Ah bir de ehliyet alsa!
Eylül 1950’de Sylvia,
Northampton, Massachusetts’taki
dünyanın en büyük kadınlar üniversitesi
olan Smith College’a girdi. Biri Wellesley
Smith Club’dan, öbürü Stella Dallas’ın
yazarı ve sonradan Sylvia’yı korumasına
alan dostu romancı Olive Higgins
Prouty’den olmak üzere iki tane burs
kazanmı tı. Bu yıllar Sylvia’nın sıkı bir
programa göre iir yazdı ı, babasının
kırmızı deri kaplı ‘Büyük Sözlük’ünde
sözcükleri i aretledi i, ayrıntılı bir günlük
tuttu u ve yo un bir biçimde çalı tı ı
yıllardı. Çok ba arılı bir ö renci olmasının
yanısıra sınıf ve okul etkinliklerinde de
görev alıyordu. Smith Review gazetesinde
editörlük yapıyor, hafta sonlarında öbür
üniversitelerin çalı malarına katılıyor,
Seventeen dergisi için öyküler ve iirler
yazıyordu. Ama bu dönemde yazdı ı bir
mektupta. «Görünü teki birkaç küçük
ba arıya kar ılık, kendime yönelik uçsuz
bucaksız kuruntu ve ku kular içindeyim.»
diyordu. Sonraları yine bu dönemle ilgili
olarak bir arkada ı, «Sanki Sylvia
ya amın kendisine gelmesini
bekleyemiyor gibiydi.» demi ti. «... Onu
kar ılamak için öne atılıyor, her eyi
gerçekle tirmeye çalı ıyordu.»
Kadınlı ının bilincine giderek daha
çok vardıkça bir ozan aydınla bir e ve
annenin ya am biçimleri arasındaki
çeli ki, kafasını u ra tıran temel bir
sorun haline geliyordu. «Ya amımın
büyük bir bölümünü sanki bir sırça
fanusun içindeki yo unlu u azaltılmı
havada geçiri im oldukça a ırtıcı.» diye
yazmı tı. Bu arada A ustos 1951’de
«Mintanlarda bir Pazar» adlı kısa
öyküsüyle Mademoiselle dergisinin öykü
yarı masını kazandı. Bunu izleyen yılda,
üniversitenin üçüncü sınıfındayken de iki
kez ‘Smith iir Ödülü’nü kazandı ve
Smith College’ın onursal sanat derne i
Alpha’ya ve Phi Beta Kappa Kulübü’ne
üye seçildi. 1952 yazında da
Mademoiselle dergisinin açtı ı
üniversitelerarası yarı mayı kazanarak
konuk editör olarak New York’a davet
edildi. Not defterinde. New York’ta
geçirdi i bir ayın ba langıcını, derginin
soluk solu a üslubuyla anlatıyordu:

Geçen yıl A ustosta


Mademoiselle’in öykü yarı masını
kazanan. (500 dolar!) iki ki iden biri
olduktan sonra artık yuvaya döndü ümü
sanırken Smith’i temsilen konuk editör
olarak New York City’ye ça rılınca, bir ay
süreyle ücretli olarak Mlle’in Madison
Avenue’deki klimalı bürolarında çalı mak
üzere -topuklu ayakkabı ve apkayla
elbette!- trene atladım... Konuk editör
olarak çalı tı ım o dört enlikli,
karmakarı ık haftayı anlatmak için
«inanılmaz, harika» ve öbür bütün sıfatlar
yetersiz kalır... Barbizon’da lüks içinde
ya arken editörlük yapıyor, ünlülerle
tanı ıyor, Birle mi Milletler’den delegeler,
simültane çevirmenler ve sanatçılardan
olu an seçkin topluluklarca a ırlanıyor,
yemek davetlerine katılıyordum...
nanılmaz bir lunaparkta gibiydim ay
boyunca - Smith’ten gelen Külkedisi,
ilahlarla tanı tı: Vance Bourjaily, Paul
Engle. Elizabeth Bowen - be tane genç,
yakı ıklı erkek ozan ve ö retmenle
mektupla arak makaleler yazdı.
Bu ozanlar Alistair Reid, Anthony
Hecht, Richard Wilbur, George Steiner ve
William Burford’du. Defterde hepsinin
resimleri, özya am öyküleri ve iirleriyle
ilgili notlar da vardı.
230 küsur sayfa reklamdan sonra
derginin A ustos 1953 üniversite sayısı,
konuk editör olarak Sylvia tarafından,
«Mlle’in üniversite ‘53 için son sözü»
ba lıklı yazısıyla sunulmu tu. Birbirinin
e i ekose skoç etekler ve onlara uygun
bereler giymi konuk editörleri, yüzlerinde
kocaman gülümsemelerle yıldız biçiminde
elele tutu mu olarak gösteren yavan bir
resmin altına öyle yazmı tı Sylvia:

Bu sezon bir gece mavisi


atmosferiyle büyülenmi bir halde
yıldızlara bakıyoruz. Moda burcunda en
ba ta göze çarpan Mlle’in kendi ekose
yünlüleri, astronomik bir çe itlilik gösteren
kazaklar ve erkekler, erkekler, yine
erkekler-sırtlarındaki gömlekleri bile aldık
erkeklerin! Teleskopumuzu yerküre
üzerindeki üniversite haberlerine
ayarlarken, konuları tartıyor ve
tartı ıyoruz. Aydınlanan sorunlar:
akademik özgürlük, üniversite
dernekleriyle ilgili çeki meler ve çok sözü
edilen (çok da yerilen!) ku a ımız.
Sevdi imiz alanlarda, en parlak yıldızlar,
mesle imiz ve gelece imizle ilgili
planlarımız üzerinde gözalıcı etkiler
yapıyorlar. En son yörüngemiz hakkındaki
yıldız falları daha belli de ilse de, biz
konuk editörler, üniversitenin yıldızı
M l l e ’ d e n gönderdi imiz bu mektupla
olumlu tahminler elde edece imize
inanıyoruz.

Ku kusuz 358’inci sayfa çok daha


mutlu kılmı tı Sylvia’yı - «Mlle. sonunda
‘Çılgın Kızın A k arkısını- en sevdi im
villanelle’imi - bastı», diyordu.

ÇILGIN KIZIN A K ARKISI

B R VILLANELLE
Yazan: Sylvia Plath
Smith College ‘54

Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp


ölüyor dünya;
Yeniden do uyor açınca gözlerimi.
(Kafamın içinde yarattım seni
galiba.)

Yıldızlar dansediyor mavilerle,


kırmızılarla.
Dört nala geliyor keyfince karanlık:
Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp
ölüyor dünya.

Beni büyüyle çektin yata a, bunu


dü ledim,
arkılar söyledin çılgınca, delice
öptün.
(Kafamın içinde yarattım seni
galiba.)

Tanrı dü üyor gökten, sönüyor


cehennem ate leri:
Çekip gidiyor melekler de, eytanın
adamları da:
Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp
ölüyor dünya.

Söyledi in gibi dönersin demi tim,


Ama ya lanıyorum artık, unuttum
adını.
(Kafamın içinde yarattım seni
galiba.)

Bir fırtına ku unu sevmeliydim


senin yerine;
Bahar gelince gökyüzünü basarlar
hiç de ilse.
Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp
ölüyor dünya.
(Kafamın içinde yarattım seni
galiba.)

O yaz ayrıca Harper’s Magazine de


Sylvia’nın üç iiri için 100 dolar ödedi.
Sylvia bunu «ilk profesyonel kazancı»
olarak nitelendiriyordu. Sonraları, bu
co ku dolu ba arıları de erlendirirken,
«Tümüyle sanatsal, sosyal ve parasal bir
dalganın üzerinde yükseldi imi
hissediyordum», diye yazmı tı, «- Ne var ki
o altı aylık çöküntü gelmek üzereydi-.»
Bunlar Sylvia’nın ya amında 1953
yaz ve sonbaharında - Rosenberg’lerin
elektrikli sandalyede idam edildi i.
Senatör Joseph Mc Carthy’nin
güçlendi i, Eisenhower’ın ba kanlık
döneminin ba ladı ı sıralarda- geçen
olaylardı. Sylvia Plath’ın Sırça Fanus’un
çerçevesinde yeniden kurup canlandırdı ı
olaylardı hepsi. Yıllar sonra, yazmak
istedi i kitabı öyle anlatmı tı:

Giderek yapay ve yüzeysel görünen


moda magazini dünyasının baskıları, bir
Boston banliyösünün ölü yaz ortamında
eve dönü . Burada kitabın kahramanı
Esther Greenwood’un yapısındaki
çatlaklar New York’taki çevresel
baskılardan kurtulunca deh et verici bir
biçimde geni ler ve derinle ir. Çevresine,
kendisinin ve kom ularının ona bo ve
anlamsız gelen ya antısına bakı ındaki
çarpıklık giderek tek do ru bakı biçimi gibi
gelmeye ba lar.
Bundan sonraki dönem Sylvia için
elektro ok tedavisi, yankılar yaratan bir
kaybolu , yeniden bulunu ve psikoterapi
için yeniden hastaneye yatı dönemi oldu.
Bu dönem hakkında, «Ancak insan
hayalindeki cehennemin olabilece i kadar
siyah bir umutsuzluk, karanlık,
dü kırıklı ı dönemi -sembolik ölüm ve
uyu turan ok- sonra, yeniden, a ır a ır
do u un ve ruhun yenileni inin
sancıları.» diye yazmı tı.
Daha sonra Sylvia, Smith CoUegea
döndü ve her eye yeniden dört elle
sarıldı. Bir sonraki yazın ba langıcında,
«bu yeniden kurulu dönemi belki geçen
yıldan daha az parlak ve çarpıcı, ama çok
daha sa lam bir geli meyle bitiyor.» diye
yazmı tı. Bir sonraki akademik yılın
sonunda daha çok iir satmı , yeni
ödüller kazanmı ve Dostoyevski’nin
romanlarındaki «çifte ki ilik» olgusu
üzerine uzun bir tez yazmı tı. Haziran
1955’te Smith College’dan iftihar
derecesiyle mezun oldu ve Cambridge
Üniversitesindeki Newnham College’da
okumak için bir yıl süreli Fulbright bursu
kazandı. Orada ngiliz ozanı Ted
Hughes’la tanı an Sylvia, 16 Haziran
1956’da Londra’da onunla evlendi.
Sylvia’nın Fulbright bursu uzatılmı tı.
spanya’da bir tatilden sonra Ted’le
birlikte bir yıl daha Cambridge’de
ya adılar. Sonra.

1957 baharında Amerika Birle ik


Devletlerine yerle tiler. Sylvia
meslekta ları tarafından. «Smith
College’ın ngilizce bölümüne gelmi
geçmi en iyi birkaç ö retmenden biri»
olarak nitelendiriliyordu.
Büyük bir olasılıkla Sylvia
Amerika’ya döndü ünde Sırça Fanus’un
bir tasla ını da yanında getirmi ti, ama o
aralar çabaları iir ve ö retmenlik
üzerinde yo unla ıyordu. Haziran
1958’de, yazmakta oldu u iir kitabını
tamamlayabilmek için Eugene F. Saxton
Vakfına ba vurdu. Harper and
Brothers’ın önemli yayıncılarından birinin
anısı için kurulmu olan Vakıf, yetkili
kurulun kararıyla yazarlara maddî
ba ı larda bulunuyordu. Bursun
verilebilmesi için tüm kurul üyelerinin
ortak karan gerekliydi. Kurul üyelerinden
bir tanesi, örnek olarak gönderilen iirleri
«kusursuz» diye nitelendirmekle birlikte.
«Bayan Hughes’un geçmi ine bakınca
görüyorum ki yeti kinlik döneminin
büyük bir bölümünde pek çok de erli
ödül kazanmı . Bir süre iyi bir
üniversitede ö retmen olarak
çalı malarını sürdürmesinde bir sakınca
yok sanırım. Yapıtlarının de eri
kendisinin ciddi olarak dikkate alınmasını
gerektirmekteyse de ben olumsuz oy
verme e ilimindeyim,» diye yazmı tı. Ekim
1958’de Sylvia’nın ba vurusu, kurul
sekreterinin özel bir mektubuyla
reddedildi. Mektupta Bayan Hughes’un
ba vurusunun «ola anüstü bir ilgi
uyandırdı ı» belirtiliyor, «tartı ma konusu
olan, kayda de er yetene iniz de il,
projenin niteli iydi,» deniliyordu.
Bu arada Hughes’lar, Beacon
Hill’de küçük bir eve ta ınmı lardı; «sınırlı
bir bütçeyle bir yıl Boston’da ya ayıp ne
yapabilece imizi görmek istedik,» diyordu
Sylvia. Ö retmenli i bırakmak ve
çocuklu undan beri yöneldi i akademik
plandan vazgeçmek, gibi güç bir kararı
vermi ve onun yerine daha belirsiz, ama
yazmak için ona daha fazla zaman
verece ini umdu u bir ya am biçimini
seçmi ti. Ne var ki, yıl ilerledikçe ve iir
kitabı durmadan de i en adlar altında
tekrar tekrar sunulup reddedildikçe öyle
yazmı tı:

Basılmamı bir yazı yı ını kadar


koku mu bir ey olamaz. Böyle söyleyi im
de yazmak konusunda hâlâ katıksız - «ah,
öyle zevkli ki yazmadan duramıyorum,
yazdıklarım basılmı basılmamı , okunmu
okunmamı , umurumda bile de il»
gibisinden- bir güdüye sahip olmadı ımı
gösteriyor sanırım... Hâlâ, yazdıklarımı
ergeç basılmı olarak görmek istiyorum.

Aralık 1959’da Sylvia’yla Ted


yerle mek üzere ngiltere’ye döndüler.
Nisan 1960’ta ilk çocukları Freda do du.
Sonunda Sylvia’nın iir kitabı, The
Colossus, sonbaharda basılmak üzere
William Heinemann Limited tarafından
kabul edilmi ti. Bundan sonra Sylvia bir
çocuk dü ürdü, apandisit ameliyatı
geçirdi ve yine hamile kaldı. 1 Mayıs
1961’de Eugene F. Saxton bursu için
yeniden ba vurdu. Bu kez bursa altıda
biri - yakla ık elli sayfası- tamamlanmı
bir romanı bitirmek için gereksinme
duyuyordu.

Ba vurusunda Sylvia, «Çocuk


bakıcısı için günde 5 dolardan haftada 6
gün için yılda 1560 dolar; büro kirası için
haftada 10 dolardan yılda 520 dolar;
toplam 2080 dolar» istiyordu. « imdi e im
ve bir ya ındaki çocu umla birlikte iki
odalı bir dairede oturuyor ve
masraflarımızı kar ılamak için yarım gün
çalı mak zorunda kalıyorum,» diyordu.
Bir arkada ına yazdı ı mektupta da, «bir
bunalıma do ru giden ve sonunda
bunalım geçiren bir üniversiteli kız
hakkında yazmakta oldu u romanın üçte
birinden ço unu bitirdi ini» yazıyordu.

Bunu on yıldır yapmak istiyordum


ama ‘Bir Roman Yazmak’ konusunda
bilinçaltıma i lemi müthi bir tutukluk
vardı bende. Sonra, bir New York
yayıneviyle iirlerimin Amerika’ da
basılması konusunda görü melere
ba ladı ım sırada, birdenbire bentler
yıkıldı, bütün bir gece deh etli bir heyecana
kapılıp uyanık kaldım ve bu i i nasıl
yapmam gerekti ini gördüm. Ertesi gün
yazmaya ba ladım. Artık her sabah sürekli
bir i e gider gibi ödünç büroma gidiyor ve
biraz daha yazıyordum.

Yaz gelince Hughes’lar saz damlı


bir kır evinde ya amak üzere Devon’a
ta ındılar. 6 Kasım 1961’de Saxton
Vakfı’nın sekreteri bir mektupla Sylvia’ya
istedi i miktar olan 2080 dolar
tutarındaki bursun verilmesine
oybirli iyle karar verildi ini bildirdi. Sylvia
yanıtında, «Bugün Saxton bursuyla ilgili
olumlu mektubunuzu aldım, çok
sevindim,» diyordu. «Kesinlikle romana
devam etmeyi planlıyorum. Bursun
verilmesi bana bu olana ı özellikle uygun
bir zamanda sa lamaktadır.»
17 Ocak 1962’de Nicholas adlı bir
o lu oldu. Çocuklar, ev i leri ve roman
yazmak arasında bölünmü tü günleri.
Ama 10 ubat 1962’de Sylvia, Saxton
Vakfı kuruluna, romanın geli mesiyle ilgili
ilk üç aylık raporunu gecikmesiz olarak
gönderdi. «Geçen üç ay içinde roman
önceden tasarladı ım programa göre,
doyurucu bir biçimde geli ti. Birkaç
taslaktan sonra be inci bölümden
sekizinci bölümün sonuna kadar olan
sayfalara son biçimini verdim. Böylece
romanın 105 sayfasını tamamlamı olup
aynı zamanda 9-12’inci bölümlerin de
ayrıntılı planını hazırladım.» Raporun
bundan, sonraki bölümünde Sylvia Sırça
Fanus’un ayrıntılı planını veriyordu.
Romanın iyi gitmesine kar ın Sylvia bir
arkada ına çalı malarının yetersiz
oldu undan yakmıyordu: «Yılda birkaç
tane be endi im iir basıldı ında çok ey
ifade ediyor bana, ama gerçekte bunlar
büyük bo luklarla ayrılmı doyum
noktalarından ibaret.» l Mayıs 1962’de
Saxton Vakfına yazdı ı ikinci üç aylık
raporda, «Roman programa uygun
olarak, çok iyi ilerliyor. 9’dan 12’nin
sonuna kadar olan bölümleri (106-166.
sayfalar) tamamladım ve bundan sonraki
bölümlerin ayrıntılı planını hazırladım,»
diyordu. Haziran 1962’de bir arkada ına,
«Yeniden yazmaya ba ladım. Gerçekten
yazıyorum. Yeni iirlerimden birkaçını
görmeni isterdim.» diyebiliyordu. Ariel
iirlerine ba lamı tı Sylvia. Ve onları
göstermek, okutmak, yüksek sesle
okumak isteyecek kadar emindi
kendinden. Bu iirler ba kaydı; e i.
«Laleler» iirinin «ufukta görünen
de i imin ilk belirtisi» oldu unu
yazıyordu. «Bu iiri her zamanki gibi
Büyük Sözlük’e ba vurmadan, ivedi bir
mektup yazarcasına, son hızla yazdı.
Bundan sonraki bütün iirleri aynı hızla
yazıldı.»
1 A ustos 1962’de Sylvia Saxton
kuruluna son geli me raporunu gönderdi:

Artık roman ortaya çıkıyor ve hemen


hemen planlandı ı gibi biçimleniyor. 13’ten
16’nın sonuna kadar olan bölümleri (167-
221. sayfalar) tamamladım ve son bölümün
de iyi gidece ini umuyorum.

rlanda’da bir tatilden sonra Sylvia


ve Ted bir süre ayrı ya amaya karar
verdiler. Zor bir yaz geçirmi lerdi. Sylvia
yüksek ate li gripten bir türlü
kurtulamamı tı. Devon’da bir kı daha
geçirmesi olanaksız görünüyordu. BBC’de
çalı maya ba lamı tı. Her gün Londra’ya
gidip geliyor ve bu arada bir ev arıyordu.
Sırça Fanus’un tasla ı Saxton Vakfı
yetkililerine gönderilmi ti. Heinemann
Yayınevi de romanı ngiltere’de basmayı
kabul etmi ve dizgi i lemine ba lamı tı.
Noel’den birkaç gün önce Sylvia,
çocuklarla birlikte Londra’ya ta ındı. Bir
ev bulmu ve be yıllık kira anla ması
yapmı tı:

...küçük bir mucize oldu -


rlanda’dayken Ballylea’daki Yeats
kulesine gitmi tim. Bence dünyanın en
güzel, en huzurlu yeriydi orası. Sonra.
Londra’da o çok sevdi im Primrose Hill
çevresinde mahzun dola ır ve bir ev
bulabilmenin umutsuzlu u hakkında kara
kara dü ünürken... üzerinde «Yeats burada
ya adı» yazılı mavi levhasıyla Yeats’in
evinin önünden geçtim. Bu evin önünden
sık sık geçer ve içinde ya amayı özlerdim.
Bir tabela asılmı tı bu kez -kiralık daireler!
Uçarcasına komisyoncuya ko tum. Ancak
Londra’da kiralık ev aramı lı ın varsa
anlayabilece in bir mucize eseri, ilk
ba vuran bendim... Be yıllık bir
anla mayla buradayım imdi ve burası
cennetin ta kendisi... üstelik Yeats’in evi,
bu da u anda benim için çok ey ifade
ediyor.

Sylvia, Yeats’in evini bulmasını


hayırlı bir belirti olarak görüyordu. O gün
ev aramaya giderken bir ev bulaca ını
«bildi ini» söylemi ti Bir arkada ına.
Bunun do rulanması üzerine taze bir
enerji ve güvenle planlar yapmaya
ba ladı. Yeni bir roman üzerinde çalı ıyor
v e Ariel iirlerini yazmaya devam
ediyordu. Bir ba ka arkada ına Sırça
Fanus’u «çıraklık dönemine ait
otobiyografik bir yapıt» olarak gördü ünü
ve kendini geçmi ten kurtarmak için onu
yazması gerekti ini söylemi ti. Ama daha
yakın geçmi indeki olayları konu alan
yeni romanını sa lam, güçlü ve önemli
bir yapıt olarak görüyordu.
Sırça Fanus Ocak 1963’te
yayımlandı ı zaman, ele tiriler Sylvia’yı
çok üzdü. Oysa aynı gerilim içinde
olmayan, kitabın yazan dı ında bir okur
ele tirmenlerin roman hakkındaki
görü lerini çok farklı bir biçimde
yorumlayabilirdi. Lawrence Lerner, öyle
yazmı tı Listener’da: «Amerika’ya yönelik
ele tirileri bir nörotik de herkes kadar,
belki de daha iyi yapabilir. Miss Lucas da
bunu parlak bir biçimde yapıyor.»
Times’ın edebiyat ekinde, yazarın
«yazmayı bildi i kesin,» deniyordu, «e er
hayal etti i kadar iyi biçimlendirmeyi de
ö renirse son derece iyi bir kitap
yazabilir.» Robert Taubman New
Statesman’d a Sırça Fanus için «Salinger
havasında yazılmı ilk kadın romanı»,
diyordu.
1970’te Sylvia’nın annesi Aurelia
Plath, kızının New York’ta Harper and
Row’daki editörüne, Amerika’da ilk kez
basılması beklenen Sırça Fanusla ilgili bir
mektup yazdı:

Sırça Fanus’un burada


basılmasının birçok insanın ya amında
yarataca ı ki isel acıların açıklanmasının
ya da herhangi ba ka bir nedene dayanan
bir ricanın bunu durduramayaca ının
farkındayım. Bu nedenle, kaçınılmaz
yansılamaları belirterek ne kendi
zamanımı, ne de sizinkini harcamak
istemiyorum... Ancak 1962 Temmuzunun
ba larında, ki isel dünyası yıkılmadan az
önce kızımla yaptı ım son konu maların
birinden sözetmek istiyorum. Sylvia bana
Eugene Saxton Vakfına kar ı yerine
getirmek zorunda oldu u yükümlülü ün,
üzerinde yarattı ı baskıdan sözetmi ti.
Bildi iniz gibi bu Vakıf tarafından
kendisine bir roman yazabilmesi için bir
burs verilmi ti. Verilen süre içinde Sylvia
bir dü ük yapmı , bir apandisit ameliyatı
geçirmi ve ikinci çocu u Nicholas’ı
do urmu tu.
« öyle yaptım,» dedi ini
anımsıyorum, «kendi ya antımdan aldı ım
olayları bir araya toparlayıp,
renklendirmek için hayal gücümü
kullandım - aslında yalnızca para
kazanmak için yazılmı bir kitap, ama
sanırım bunalım geçiren bir insanın kendini
her eyden ne kadar soyutlanmı
hissetti ini gösterecek... Kendi dünyamı ve
içindeki insanları bir sırça fanusun
ç a r p ıt ıc ı merce inden görüldü ü gibi
anlatmaya çalı tım.» Sonra da öyle
sürdürdü konu masını: « kinci kitabımda
aynı dünyayı sa lıklı gözlerle görüldü ü
gibi anlataca ım.» Sırça Fanus’taki ki ilerin
hemen hepsi -genellikle karikatürize
edilmi biçimde- Sylvia’nın sevdi i
insanları simgeliyor; 1953’te altı ay süren o
ıstıraplı bunalım sırasında bu insanlardan
her biri ona cömertçe zamanını, ilgisini,
sevgisini ve bir durumda da maddi
deste ini sundu... ve bu kitap tek ba ına
ele alındı ında, alçakça bir nankörlük
örne inden ba ka bir ey de il. Sylvia’nın
ki ili inin aslı bu de ildi; bu yüzden kitabı
basıldı ında, yaygın bir ba arı kazanma
belirtileri gösterince deh ete kapıldı. Sylvia
erkek karde ine yazdı ı bir mektupta, «bu
kitap Amerika’da asla basılmamak,»
demi ti. Zaten Sırça Fanus adı da
Sylvia’nın bana anlattıklarını anı tırır
nitelikte; anlayı lı bir okurun çıkarması
gereken anlam da budur...
Londra’da 1813-14 yıllarından beri
görülen en so uk kı tı. Elektrikler
önceden bildirilmeyen süreler boyunca
kesiliyordu. Borular donmu tu. Sylvia
telefon için ba vurmu tu ve adı listedeydi,
ama telefonu daha gelmemi ti. Her
sabah, çocuklar saat sekizde uyanmadan
ön c e , Ariel iirleri üzerinde çalı ıyordu.
Artık insan ya amının korkunç ve
hükmedilemez olu u, tüm ili kilerdeki
kuklasal anlamsızlık a ır basıyordu
dü üncelerinde. Bir tür iddetle, u anda
yazdıklarının ba ka hiç kimse tarafından
söylenemeyece ine inanarak yazıyordu.
Hep pratik olmak, acının dile getirilmesi
için zaman bulmak gerekiyordu. «Kendimi
dakikadan dakikaya gereksinme duyulan
ve kullanılan etkin bir araç ya da silah
gibi hissediyorum,» diye yazıyordu Sylvia.
Gitti i bir doktor ona yatı tırıcı ilaçlar
vermi ve bir psikoterapistle ba lantı
kurmasını sa lamı tı. Sylvia bir randevu
istemi ve aynı zamanda Boston’daki eski
psikiyatrına da mektup yazmı tı.
Durmadan yenilenen bir sinüzit sorunu
vardı. Hizmetçi kıza yol vermi ti.
Sabahları bebeklerin bakımına yardım
ederek kendisinin yazmasına olanak
verecek yeni birini bekliyordu.
«...Gecelerden hayır yok, öyle bitkin
oluyorum ki o zaman, beni ancak müzik,
konyak ve su paklıyor.»
Dostların deste ine ve yakla an
ilkbaharın getirdi i umutlara kar ın
(Mayıs ba larında Devon’daki eve
dönecekti) karamsardı, hastaydı. Ama iir
yazmayı ya amının son haftasında bile
sürdürecekti. Hem ola anüstü iirlerdi
bunlar. Öte yandan, çevresindekilere
göre her eyden umudunu kesmi e
benzemiyordu. Sık sık ne eli, umut dolu,
pırıl pırıl görünüyordu.
Ama 11 ubat 1963 günü
ya amına son verdi. Kimbilir neden
yapmı tı bunu? Sylvia’nın daha önce,
Sırça Fanus’un son iyimser sayfalarında
yazdı ı gibi,

B i r gün, bir yerde -okulda,


Avrupa’da, herhangi bir yerde- o bo ucu
çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden
üzerime inmeyece ini nasıl bilebilirdim?

- o sırça fanus ki bir kez çok


parlak ve ba arı biçimde, görünü e göre
tamamen ondan kurtulmu ama onun
içinde ya amı bir insanın berrak
anlatımıyla, «sırça fanusun içinde ölü bir
bebek gibi tıkanıp kalmı biri için
dünyanın kendisi kötü bir dü tür,» diye
yazmı tı.
Notlar
[←1]
Sevinç ifade eden dinsel bir
ünlem.
[←2]
1620 yılında «Mayflower» gemisiyle
Amerika’ya göç eden ngilizler.
[←3]
U ra ı tedavisi.
[←4]
Sosyeteye ilk kez tanı tırılan genç
kız.

You might also like