Professional Documents
Culture Documents
Sirca Fanus Sylvia Plath 1024
Sirca Fanus Sylvia Plath 1024
Sirca Fanus Sylvia Plath 1024
Sylvia Plath
ÇA DA DÜNYA YAZARLARI
Bu kitap 1987 yılında stanbul’da
Teknografik Matbaasında dizilip basıldı.
SIRÇA FANUS
Sylvia Plath
ROMAN
ki ki ilik kö kümüzden
A a ıya, Jungfrau’ya bakarken...
bababadalgharaghtakamminarronnkon
Harfleri saydım. Tam yüz harf
vardı. Önemli olmalıydı bu.
Neden yüz harf olması
gerekiyordu?
Duraklaya duraklaya, sözcü ü
yüksek sesle okumaya çalı tım.
Tahtadan yapılmı a ır bir eyin
merdivenlerden a a ı basamak basamak
yuvarlanı ını anımsatıyordu. Kitabın
sayfalarım kaldırıp gözlerimin önünden
bir yelpaze gibi geçirdim. Belli belirsiz
tanıdık sözcükler, lunaparklarda
güldüren aynalardaki yüzler gibi çarpılıp
bükülerek, beynimin camla an yüzeyinde
hiçbir iz bırakmadan uçup gittiler.
Gözlerimi kısıp sayfaya baktım.
Harflerin üzerinde dikenler ve koç
boynuzları belirdi. Birbirlerinden ayrılıp
bir a a ı bir yukarı budalaca
sıçrayı larını seyrettim. Sonra Arapça ve
Çince gibi garip, anla ılmaz biçimlerde
kayna tılar.
Tezimden vazgeçmeye karar
verdim.
Onur programından da vazgeçip
sıradan bir edebiyat ö rencisi olmaya
karar verdim. Bizim okulda sıradan bir
edebiyat ö rencisinin almak zorunda
oldu u derslere baktım.
Alınması zorunlu olan bir sürü
ders vardı ve ben bunların yarısını bile
almamı tım. Zorunlu derslerden biri on
sekizinci yüzyıl edebiyatıydı. Akıl
yolundan hiç a madan minicik yo un
dizeler yazan bütün o kendini be enmi
ozanlarıyla on sekizinci yüzyıldan nefret
ediyordum. Bunun için de o dersi
atlamı tım. Onur programında bunu
yapma olana ı vardı; daha özgür
olabiliyordu insan. Ben öylesine özgür
olmu tum ki, zamanımın ço unu Dylan
Thomas’a ayırmı tım.
Yine onur programındaki bir
arkada ım Shakespeare’den tek sözcük
bile okumamı tı, ama «Four Quartets
üzerindeki uzmanlı ına da diyecek yoktu.
Bu serbest programdan daha sıkı
bir programa geçmenin benim için ne
denli olanaksız ve utandırıcı olaca ını
sezebiliyordum. Bu durumda bir de
annemin ö retmenlik yaptı ı kent
üniversitesinin edebiyat bölümündeki
zorunlu derslere baktım.
Onlar daha da beterdi.
Eski ngilizce’yi, ngiliz dilinin
tarihini ve Beoxwulf’tan günümüze dek
yazılmı yapıtlardan seçilmi örnekleri
bilmek gerekiyordu.
Bu beni a ırtmı tı. Karma ö retim
yaptı ı ve do udaki büyük
üniversitelerden burs alamayan
ö rencilerle dolu oldu u için annemin
okulunu a a ı görürdüm hep.
Oysa imdi görüyordum ki
annemin okulundaki en ahmak ö renci
bile benden fazla ey biliyordu. imdiki
okulumda verdikleri gibi kocaman bir
burs vermek öyle dursun, beni
kapısından bile sokmazlardı bu okulun.
Belki de bir yıl süreyle çalı ıp her
eyi ba tan dü ünmek daha iyi olacaktı.
Hem belki o zaman gizlice on sekizinci
yüzyılı da çalı abilirdim.
Ama steno bilmedi ime göre ne
yapabilirdim?
Garson ya da daktilo olabilirdim.
Ama ikisinin de dü üncesine bile
katlanamıyordum.
Annemin parmaklarındaki
eklemler kemik beyazıydı. Sanki bir
saatlik bekleyi boyunca üzerlerindeki
deri a ınıp gitmi ti. Bakı ları beni geçip
Doktor Gordon’ un üzerinde durdu.
Doktor Gordon ba ını sallamı ya da
gülümsemi olmalıydı ki annemin yüzü
gev edi.
Doktor Gordon’un, «Birkaç seans
ok tedavisi daha uygulanırsa çok iyi bir
geli me göreceksiniz Bayan Greenwood.»
dedi ini duydum.
O kız hâlâ piyano taburesinde
oturuyordu. Yırtılmı notalar ayaklarının
dibinde ölü bir ku gibi serilmi
duruyordu. Gözlerini bana dikip baktı,
ben de ona baktım. Gözlerini kıstı. Dilini
çıkardı.
Annem Doktor Gordon’un
ardından kapıya do ru yürüyordu. Ben
biraz oyalanıp geride kaldım. Arkalarının
dönük oldu u bir sırada kıza dönüp
nanik yaptım. Dilini içeri çekti ve yüzü
ta la tı.
Dı arıya, güne li havaya çıktım.
Dodo Comway’ın siyah pikap
arabası bir a acın gölgesiyle beneklenmi ,
pusuda bir panter gibi bekliyordu.
Pikap aslında varlıklı bir sosyete
hanımı tarafından sipari edilmi ti.
Simsiyahtı, bir zerre kromaj yoktu
üstünde. Dö emeleri de siyah deridendi.
Ama hazırlanıp gönderildi i zaman
hanımın içini karartmı tı. Bir cenaze
arabasından farksız oldu unu söylemi ti.
Ba kaları da aynı görü teydiler ve hiç
kimse satın almıyordu arabayı. Sonuç
olarak Comway’ler onu indirimli fiyata
alıp birkaç yüz dolar kâr etmi lerdi.
Ön koltukta Dodo’yla annemin
arasında suskun ve boyun e mi bir
halde oturuyordum. Ne zaman dikkatimi
toplamaya çalı sam, kafam bir patenci
gibi kayıp kocaman bir bo lukta dalgın
dalgın dönüp duruyordu.
Dodo’yu ve siyah pikabını çamların
ardında bıraktıktan sonra, «O Doktor
Gordon’la i im bitti artık,» dedim. «Telefon
edip gelecek hafta onu görmeyece imi
söyleyebilirsin.»
Annem gülümsedi. «Yavrumun
onlar gibi olmadı ını biliyordum zaten.»
Bakakaldım. «Kimler gibi?»
«O korkunç insanlar gibi. Klinikteki
o korkunç, canı çekilmi insanlar gibi.»
Duraladı. «Yeniden iyi olmaya karar
verece ini biliyordum.»
Çantamdaki kâ ıt parçaları,
pudriyer, fıstık kabukları, madeni be ve
on sentler ve içinde on dokuz tane jilet
bulunan mavi karton kutunun
arasından, o gün ö leden sonra turuncu
beyaz çizgili bez kabinde çektirmi
oldu um foto rafı bulup çıkardım.
Ölen kızın lekeli resminin yanına
koydum onu. A ız, burun hep birbirine
benziyordu. Tek fark gözlerdeydi. Benim
foto rafımda gözler açıktı, gazetedeki
resimdeyse kapalıydı. Ama biliyordum ki
ölen kızın gözkapakları parmakla açılsa,
bana kendi resmimdeki gibi cansız,
karanlık, bo bir ifadeyle bakacaklardı.
Foto rafı yine çantama
soku turdum.
« u ötedeki binanın üzerindeki
saate göre be dakika daha burada,
güne in altında, bu park sırasında
oturaca ım,» dedim kendime, «sonra bir
yere gidip bu i i bitirece im.»
Küçük koromdaki sesleri ça ırdım.
in sana ilginç gelmiyor mu Esther?
Biliyor musun Esther, gerçek bir
nörotikin yapısına sahipsin.
Böyle hiçbir yere varamazsın, böyle
hiçbir yere varamazsın, böyle hiçbir yere
varamazsın.
Bir ketesinde sıcak bir yaz gecesi,
Yale’de hukuk okuyan, maymuna benzer,
kıllı bir genci tam bir saat boyunca
öpmü tüm. Çok çirkin oldu u için ona
acıdı ımdan yapmı tım bunu. Bitirdi im
zaman, «Cinsini saptadım senin yavrum,»
demi ti. «Kırkma geldi inde erdemlik
taslayacaksın.»
Okuldaki kompozisyon profesörüm.
«Büyük Hafta sonu» adlı öykümün
üzerine, «Düzmece!» diye yazmı tı.
Düzmecenin ne anlama geldi ini
bilmiyordum. Sözlü e baktım.
Düzmece: yapay, taklit.
Böyle hiçbir yere varamazsın.
Yirmi bir gecedir uyumuyordum.
Dünyadaki en güzel ey gölge
olmalıydı. Gölgenin: milyonlarca
kımıldayan ekli ve çıkmaz sokakları.
Büro çekmecelerinde, dolaplarda,
bavullarda hep gölge vardı. Evlerin,
a açların, ta ların altında ve insanların
gözlerinin, gülümsemelerinin ardında da
gölge vardı. Ve dünyanın gece tarafında
kilometreler boyunca gölge vardı yine.
Sa dizimin altında bir çapraz
halinde duran ten rengi iki yara bandına
baktım.
O sabah bir ba langıç yapmı tım.
Kendimi banyoya kilitledikten
sonra küveti ılık suyla doldurup, bir jilet
çıkarmı tım ortaya.
Romalı bir dü ünüre nasıl ölmek
istedi ini sorduklarında damarlarını ılık
bir banyo içinde kesip açaca ını
söylemi ti. Bunun kolay olaca ını
sanıyordum. Küvete uzanıp bileklerimde
çiçeklenen kızıllı ın berrak suyun içinde
dalga dalga kabarı ını izleyerek gelincik
rengi köpüklerin altına kayıp uykuya
dalacaktım.
Ama i bunu yapmaya gelince,
bile imin derisi öylesine beyaz ve
savunmasız göründü ki gözüme, bir türlü
yapamadım. Sanki asıl öldürmek
istedi im ey o derinin altında ya da
ba parma ımın altında atan o ince mavi
damarda de il, ba ka bir yerde, daha
derinde, daha gizli ve ula ması çok daha
güç bir yerdeydi.
ki hareket yeterliydi. Bir bilek,
sonra öbür bilek. Jileti bir elden ötekine
geçirmeyi de sayarsak üç hareket. Sonra
küvete girip uzanacaktım.
Ecza dolabının önüne geçtim. Bu
i i yaparken aynaya bakarsam bir
ba kasını, bir kitaptaki ya da oyundaki
birini izler gibi olacaktım.
Ama aynadaki insan felce
u ramı tı ve hiçbir ey yapamayacak
kadar budalaydı.
Sonra, belki de alı tırma niyetine
biraz kan akıtmam gerekti ini
dü ündüm. Küvetin kenarına oturup, sa
ayak bile imi sol dizimin üzerine koydum.
Ardından jileti tutan sa elimi kaldırdım
ve kendi a ırlı ıyla giyotin gibi dü ecek
ekilde, baca ımın ön tarafının üzerine
bırakıverdim.
Hiçbir ey duymadım. Sonra
küçük, derin bir ürpertiyle birlikte parlak
kırmızı bir çizgi, kesi in a zında
kabarıverdi. Kan meyve gibi kopkoyu
toplanıyor ve bile inden a a ı, siyah
rugan ayakkabımın içine akıyordu.
O zaman küvete girmeyi
dü ündüm. Ama sonra sabahın büyük
bir bölümünü oyalanarak geçirmi
oldu umu ve belki de her ey bitmeden
annemin eve gelip beni bulabilece ini
farkettim.
Bu durumda yarayı bantla örtüp
jiletlerimi toparladım ve Boston’a giden
11:30 otobüsünü yakaladım.
«Mezarlık ne tarafta?»
Siyah deri ceketli talyan durdu ve
beyaz Metodist Kilisesinin arkasındaki
yolun ilerisini gösterdi. Metodist Kilisesini
anımsıyordum. Babam ölüp de bir ba ka
yere ta ınıp Protestan olmadan önce,
yani ya amımın ilk dokuz yılı boyunca
Metodisttim.
Annem Metodist olmadan önce
Katolikmi . Büyükannem, büyük babam
ve Libby Teyzem hâlâ Katoliktiler. Libby
Teyzem annemle aynı zamanda Katolik
Kilisesinden ayrılmı , ama sonra Katolik
bir talyan’la evlenip geri dönmü tü.
Son zamanlarda ben de Katolik
kilisesine girmeyi dü ünmü tüm.
Katoliklere göre kendini öldürmenin
korkunç bir günah oldu unu biliyordum.
Ama e er böyleyse, beni bundan
vazgeçirmek için iyi bir yöntemleri
olabilirdi.
Ku kusuz, ölümden sonraki
ya ama, bakirelerin do um yapmasına,
Engizisyona ya da o küçük, maymun
suratlı Papa’nın yanılmazlı ına falan
inandı ım yoktu. Ama bunu rahibe belli
etmeyebilirdim. Yalnızca günahımı
vurgulardım ve o da benim tövbekâr
olmama yardım ederdi.
Tek sorun, insanın tüm ya amının
sırf kiliseden ibaret olmayı ıydı. Bu kilise
Katolik kilisesi de olsa durum
de i miyordu. nsan ne kadar diz çöküp
dua etse, bir yerde yine üç ö ün yemek
yemek, bir i te çalı mak ve ya amını
dünyada sürdürmek zorundaydı.
Ne kadar zaman Katolik olduktan
sonra rahibe olunabilece ini sormu tum
anneme. Bunu nasıl yapabilece imi en iyi
o bilir diye dü ünmü tüm.
Annem gülmü tü bana. «Öyle
senin gibi herhangi birini pat diye alırlar
mı sanıyorsun?» demi ti. «Bütün o
ilmihalleri, amentüleri ba tan sona
ezbere bilmen ve inanman gerek. Senin
gibi aklı ba ında bir kıza hiç
yakı tıramadım do rusu!»
Ama ben hâlâ Boston’da bir
papaza gitme dü leri kuruyordum.
Boston’da olmalıydı, çünkü kendi
kasabamdaki hiçbir papazın kendimi
öldürmeyi dü ünmü oldu umu bilmesini
istemiyordum. Papazlar müthi
dedikoducu olurlardı.
Siyahlara bürünüp ölü gibi
bembeyaz bir çehreyle papazın
ayaklarına kapanacak ve «Peder, ne olur
yardım edin bana,» diyecektim.
Ama bu, insanlar bana
hastanedeki o hem ireler gibi garip garip
bakmaya ba lamadan önceydi.
Katoliklerin deli bir rahibeyi kabul
etmeyeceklerinden emindim. Libby
Teyzemin kocası bir defasında bir
manastırın kontrol için Teresa’ya
gönderdi i bir rahibe hakkında bir espri
yapmı tı. Bu rahibe sürekli harp notaları
1
ve sürekli «Alleluia!» diyen bir ses
duymaktaydı gaipten. Ancak ısrarla
soruldu unda, sesin Alleluia mı yoksa
Arizona mı dedi inden pek emin
olamamı tı. Arizona rahibenin do um
yeriydi. Galiba sonunda bir tımarhaneye
kapatılmı tı.
Siyah peçemi çeneme kadar indirip
dövme demir kapıdan içeri girdim.
Babam bu mezarlı a gömüldü ünden
beri hiçbirimizin onu ziyarete gitmemi
olması garipti do rusu. Annem bizim
cenazeye gelmemize izin vermemi ti,
çünkü o zamanlar henüz çocuktuk. Hem
hastanede ölmü tü babam. O yüzden
mezarlık ve hatta babamın ölümü hep
gerçek de ilmi gibi gelmi ti bana.
Son zamanlarda, yıllar süren bu
ihmali gidermek ve babamın mezarına
bakmaya ba lamak için büyük bir istek
duymaktaydım. Babamın gözdesi ben
olmu tum hep, onun için de annemin
tutmaya zahmet etmedi i yası benim
tutmam uygun olurdu.
E er babam ölmemi olsaydı, bana
böceklerle ilgili her eyi ö retebilirdi diye
dü ündüm. Üniversitedeki uzmanlık
dalıydı bu. Bildi i diller olan Almanca,
Yunanca ve Latince’yi de ö retebilirdi
bana. Belki o zaman ben de Lutheran
olurdum. Babam Wisconsin’deyken
Lutheran’mı ama New England’da
Lutheran’lı ın modası geçti inden, önce
bir süre için inanç ve ilkelerinden
vazgeçmi , sonra da annemin dedi ine
göre keskin bir ateist olmu tu.
Mezarlık dü kırıklı ına u ratmı tı
beni. Kentin dı mahallelerinde, alçak
arazi üzerine yayılmı bir çöp yı ını
gibiydi. Çakıllı patikalarda bir a a ı bir
yukarı yürürken, uzaklardan durgun tuz
bataklıklarının kokusunu
duyabiliyordum.
Mezarlı ın eski bölümü, yıpranmı
düz ta ları ve likenlerin a ındırdı ı
anıtlarıyla yine iyi durumda sayılırdı.
Ama az sonra babamın bin dokuz yüz
kırklı tarihlerin bulundu u yeni bölümde
gömülü olması gerekti ini dü ündüm.
Yeni bölümdeki ta lar kaba ve
ucuzdu. Yer yer, toz toprak dolu uzunca
bir küvete benzeyen, mermerle
çerçevelenmi mezarlara rastlanıyordu.
Plastik çiçeklerle dolu paslı metal kaplar,
ölünün göbe ine yakın bir yere
konulmu tu.
Griye çalan gökyüzünden ince bir
ya mur çiselemeye ba ladı. çimin
karardı ını hissettim.
Babamı hiçbir yerde
bulamıyordum.
Alçak, saçaklı bulutlar ufkun deniz
tarafına, bataklıkların ve derme çatma
plaj evlerinin gerisine yı ılmı lardı.
Ya mur damlaları o sabah almı oldu um
siyah ya murlu u büsbütün
karartıyordu. Yapı kan bir nem,
ya murlu u geçip içime i ledi.
Tezgâhtar kıza, «Su geçirmez de il
mi?» diye sormu tum.
O da, «Hiçbir ya murluk su
geçirmez de ildir. Yalnızca ya mura
dayanıklıdır,» demi ti.
Ya mura dayanıklılı ın ne demek
oldu unu sorunca da bir emsiye
almamın daha iyi olaca ını söylemi ti.
Ama emsiye alacak kadar param
yoktu. Boston’a otobüsle gidip gelmeler,
fıstık, gazete, ruhsal bozukluklarla ilgili
kitaplar ve eskiden ya adı ım kıyı
kasabasına yapılan yolculuklar derken
New York fonum hemen hemen tükenmi
gibiydi.
Banka hesabımda para
kalmayınca bu i i yapmaya karar
vermi tim. Ve o sabah son kalan parayı
da bu siyah ya murlu u almak için
harcamı tım.
Birden babamın mezarta ını
gördüm.
Bir dü künler evi ko u unda
yeterli yer olmadı ı zaman insanlar, nasıl
sıkı sıkı oturursa, babamın mezarta ı
da bir ba ka mezarta ına o denli yakın,
onunla sanki kafa kafaya vermi gibiydi.
Ta konserve alabalık gibi benekli pembe
mermerdendi. Üzerinde yalnızca babamın
adı ve onun altında da minik bir tireyle
ayrılmı iki tarih vardı.
Mezarlı ın giri indeki bir çalıdan
topladı ım bir kucak ya murlu
hanımelini ta ın dibine yerle tirdim.
Sonra dizlerim bükülüverdi ve ıslak
çimenin üzerine çöktüm. Neden böyle
hüngür hüngür a ladı ımı bilmiyordum.
Sonra, babamın ölümüne hiç
a lamamı oldu umu anımsadım.
Annem de a lamamı tı. Yalnızca
gülümsemi ve ölmesinin onun için ne
kadar hayırlı bir ey oldu unu, çünkü
ya asaydı bir ya am boyu sakat
kalaca ını ve babamın da buna
dayanamayaca ını, öyle ya amaktansa
ölmeyi ye leyece ini söylemi ti.
Yüzümü mermerin pürüzsüz
yüzüne dayayıp so uk, tuzlu ya murda,
yitirdi im baba için ulurcasına a ladım.
SON
Sylvia Plath
ÇN
NOTLAR
Lois Ames
B R VILLANELLE
Yazan: Sylvia Plath
Smith College ‘54