You are on page 1of 262

TüRK EDEBiYATI

AHMET MiTHAT EFENDi


ESRAR-I ciNAYAT

UYARLAMAYA KAYNAK ALINAN ÖZGÜN ESER


İSTANBUL, 1301 [1884]

©TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYlNLARI, 2020


Sertifika No: 40077

EDİTÖR
AYŞEGÜL ÇAKAN

REDAKSİYON
HACER ER

DÜZELTİ
OGUZ AYAYDlN

GÖRSEL YÖNETMEN
BİROL BAYRAM

GRAFİK TASARlM UYGULAMA


TüRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYlNLAR!

1. BASlM: KASIM 2020, İSTANBUL

ISBN 978-625-405-202-6

BASKI
UMUT KAGITÇILIK SANAYİ VE TİCARET LTD. ŞTİ.
KERESTECİLER SİTESİ FATİH CADDESi YÜKSEK SOKAK NO: rr/ı MERTER
GÜNGÖREN İSTANBUL
Tel: (0212) 637 04 11 Faks: (0212) 637 37 03
Sertifika No: 45162

Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır.


Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında
gerek metin, gerek görsel malzeme yayınevinden izin alınmadan hiçbir yolla
çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz.

T ÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTüR YAYINLARI


İSTİKLAL CADDESi, MEŞELİK SOKAK NO: 2/4 BEYOGLU 34433 İSTANBUL
Tel. (0212) 252 39 91
Faks (0212) 252 39 95
www.iskultur.coın.tr

GÜNÜMÜZ T ÜRKÇES.İNE UYARLAYAN: MEHMET KANAR

1954 yılında Konya'da doğdu. ilköğrenimini doğduğu şehirde, orta ve


ytikseköğrenimini İstanbul'da tamamladı. istanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi'nde Şarkiyat ve Türkoloji eğitimi aldıktan sonra mezun olduğu bölümde
asistan, doçent ve profesör oldu. Fars. Dili ve Edebiyatı alanındaki çalışmaları
dolayısıyla İran Cumhurbaşkanlığınca "Yılın Araştırmacısı" seçildi. Emekliye
ayrıldığı 2007 yılından beri Yeditepe Üniversitesi'nde görev yapmaktadır. Kanar
sözlük, gramer, tenkirli metin neşri, çeviri, sadeleştirme, öykiileştirme, dil öğrenim
seti çalışmaları yürümıektedir.
TÜRK EDEBiYAT! KLASiKLERİ- 51

Roman

A • A A

esrar-ı cınayat
AHMET MiTHAT EFENDi

Günümüz Türkçesine Uyarlayan: Mehmet Kanar

TÜRKiYE$ BANKASI

Kültür Yayınları
Sunuş

Ahmet Mithat Efendi'nin Esrar-ı Cinayat -Cinayetlerin


Sırları- adlı polisiye romanı Tercüman-ı Hakikat gazete­
sinde tefrika halinde yayımlandıktan sonra bağımsız kitap
olarak 1301 (1884) yılında basılmıştır. Roman yayıma ha­
zırlanırken bu baskıdan yararlanılmıştır.
Eser bir İstanbul romanıdır. Yazar romancılığı, hikaye­
ciliği yanı sıra ansiklopedici kimliğiyle daha romanın başın­
da okuyucunun karşısına çıkar. Geniş kapsamıyla İstanbul
basını, çeşitli esnaf grupları, devlet bürokrasisi, yürürlükteki
adalet sistemiyle eksiklikleri, Beyoğlu hayatı, İstanbul evle­
ri, ticari hayat hakkında bilgilere ulaşırız. Eser, dili, üslubu,
planıyla 1308 (1892-1893) yılında basılan Müşahedat'ın
provası niteliğindedir.
Roman yayıma hazırlanırken mümkün olduğu kadar
üslubun korunmasına dikkat edilerek sadeleştirme işlemi
yapılmıştır. Açıklanması gereken hususlar dipnotlarda belir­
tilmiştir.
Ahmet Mithat Efendi hakkında geniş bilgi ve bibliyog­
rafya için bk. M. Orhan Okay, " Ahmed Midhat Efendi " ,
DİA, II/100-103.
Bu çalışmanın yararlı olmasını dilerim.

Prof. Dr. Mehmet KANAR


26 Mayıs 2020, Bakırköy
profkanar@gmail.com

V
BİRİNCİ B ÖL ÜM

ÖREKE TAŞ!
1

İstanbul Bağazı'ndan Karadeniz'e çıkmak üzere hareket


eden gemiler Anadolu ve Rumeli Kavakları arasına geldiği
zaman bakışlar önünde birdenbire o kadar geniş, lacivert bir
alan açılır ki bunun l atif seyrine hayran olmaya acele eden
gözler Boğaz'ın iki sahilinde bulunan binaları, tabyalan hat­
ta Kavaklar ve Fenerler gibi köyleri bile göremez olur.
Karadeniz'in bombeli yüzeyi ile gök kubbenin etekleri
birleşiyormuş gibi görünerek göz önünde oluşan geniş ufku
seyre koyulunca insanın gözleri artık Rumeli Feneri'nin üst ta­
rafında ve tam İstanbul Boğazı bitip de Karadeniz' e de henüz
çıkmış sayılamayacak bir yerde Öreke Taşı'nı görebilir mi ?
Bunu korku ve çekinceyle dikkatten uzak tutamayacak
olanlar İstanbul'dan Karadeniz'e çıkanlar değil, Karade­
niz'den İstanbul'a girenlerdir. Özellikle yelken gemilerinin,
hele hele fırtınalı bir havada Boğaz'a girmeye çalışan yelken
gemilerinin içinde olanlar gözlerini bu kayadan hiç ayıramaz.
Öreke Taşı boyu dört yüz, eni iki yüz elli metre kadar
büyüklükte ve şekli bir dereceye kadar beyziye yakın bir
kayadır ki ortalık yerinin denizden yükseltisi beş altı met­
reye kadar varır. Etekleri daha alçaktır; dolayısıyla poyraz
fırtınası esnasında Karadeniz'in dalgaları kabardığı zaman
dalgaların hücumuyla kaya tümüyle örtülüp yeri bir beyaz
köpük içinde kalır. Dalgalar çekildikten sonra aksine etrafı
sudan tahliye olunarak eski yüksekliği daha da artmış sanı­
lır. Bu halde Karadeniz'den Boğaz' a giren gemide bulunup
da kayayı seyredecek olsanız, büyük bir deniz canavarı zan-

3
nedersirıiz. Yunus balığı gibi k1h suya batıp kah su üzerine
çıkarak her şekilde gemiye hücum ettiğine şüpheniz kalmaz.
Zira gemilerde bulunanlar geminin salıntısına vücutlarının
dengesini ve gözlerinin görüş gücünü alıştırarak sallanan ve
yürüyenin gemi değil, sahiller olduğunu zanneder.
Boğaz'a girerken sancak bordası bizasında kalan bu taşa
niçin Öreke Taşı adını vermiş olduklarını bir türlü anlaya­
mamışızdır. Bir zamanki kadınların pamuk sardıkları fırıl­
dak gibi örekelerle bu kaya arasında ne benzerlik görüldü­
ğünü bir kimseden öğrenemedik. Fakat Karadeniz gemicileri
nezdinde bu taşın bir ismi de Kanlı Kaya'dır ki böyle adlan­
dırılmasının sebebini pek kolay araştırabildik.
" Sütliman " diye tanımlanan havalarda bile Karadeniz'in
suları Boğaziçi'ne girerek Boğaz'ın birçok mevkiinde hızla­
rını herkese gösteren ve türlü adlarla anılan akıntıları teşkil
etmek için Boğaz dışında o kadar girdap, anafor oluşturur
ki hiç rüzgar olmayan havalarda dümeni olmayan yelken
gemilerinin bu anaforlardan, girdaplardan kurtulup kolayca
ve selametle Boğaz' a girebilmesi güçtür. Bu tehlikeye fırtınalı
havalarda bir de rüzgarın itici gücü eklenirse, artık İstanbul
Bağazı'nın gemiciler nezdinde ne kadar tehlikeli bir yer ol­
duğunu başka türlü anlatmaya hacet kalmaz.
Zaten Boğaz'ın denizciler tarafından da iyi bilinen bu
kadar müthiş tehlikelerinden dolayı değil midir ki birkaç se­
neden beri gerek Anadolu, gerek Rumeli taraflarına gayet
muntazam ve donanımlı birer kurtarma heyeti konulmuş­
tur ? Bu kurtarma heyetlerinin gemileri kurtarmak için olma­
dığı açık ve aşikardır. Zira sahile düşen ve hele hele Öreke
Taşı'na çarpan tekneler adeta kayaya çarpılmış yumurtadan
başka bir şeye benzemez. Sadece batan gemilerin içindeki
adamları muhakkak bir ölümden kurtarmak için anılan
kurtarma heyetleri oluşturulmuştur.
Kurtarma heyetinin oluşturulmasından önce adı geçen
Öreke Taşı o kadar gemi parçalamış, o kadar adam telef et­
miştir ki bu zayiatın çokluğu kendisine "Kanlı Kaya " adını
vermiştir.

4
Kanlı Kaya'nın Rumeli sahilinde olduğu, Rumeli Fene­
ri'nin üst tarafında bulunduğunu bildirmemizden anlaşıl­
mıştır. Söz konusu kaya sahile o kadar yakındır ki Rumeli
kenanndan hızlıca bir taş atılsa hemen Kanlı Kaya üzeri­
ne düşebilir. Fakat kaya ile kara arasındaki sular derindir.
Kayanın Rumeli sahilinde ufacık koy gibi bir de girintisi
olduğu qdan -buna her ne kadar bir " lima n " denilemezse
de- havanın müsaadesine aldanarak balık tutmak için Bo­
ğaz'dan dışarı çıkan kayıklar birdenbire bir fırtınaya tutulup
kaçacak olurlarsa, bazen şu küçücük limancığa sığınır. Bu
limancık on on beş kadar balıkçı kayığını içine alabildiği gibi
her taraftan gelen rüzgarlara ve dalgalara kapalı olduğun­
dan oraya sakulabilen kayıklar fırtına afetinden kendilerini
kurtarabiimiş sayılır.
Kanlı Kaya üzerinde hiçbir bina yoktur. Ağaç ve hatta ot
bile yoktur. Zira Kafkas'tan, Kırım' dan, Hoca bey' den, Tuna
vadisinden toparlanıp gelen fırtınalara göğüs gerebilecek
ağaç ta savvur edilerneyeceği gibi yalçın kaya üzerinde yeti­
şecek bitki de güç tasavvur edilebilir. Yalnız bunların biraz
daha büyüceği ve kabası demek olan deniz otlarından başka
bu kaya üzerinde hiçbir şeye rastlanmaz.
Dünyada her şeyin bir zararı varsa, bir de yararının ola­
bilmesi yaratılış kanununun istisna kabul etmeyen hüküm­
lerindendir. Kanlı Kaya'nın açık ve sürekli bir tehlike demek
olan zararı meydanda iken bunun bir işe yarayıp yarama­
clığını merak ederek bazı balıkçılardan tahkike girişmiştik.
Yukarıda bildirdiğimiz gibi fırtınalı havalarda bazı balık
kayıklarının sığınmasından başka hiçbir şeye yaramayacağı
inancıyla bu soruyu sormuşken Kanlı Kaya'nın bir yararını
daha balıkçılardan öğrendik. Dediler ki:
- Yaz mevsiminde bazı meraklılar buraya mehtabiye l
yapmaya gelir. Sakin havalarda Karadeniz üzerini mehtabın
gümü ş rengi nurlarıyla aydınlanmış görmek hakikaten gö­
nüllere ferahlık verir.

Denizde mehtap altında düzenlenen eğlence.

5
Yalnız buraya gezintiye gelmek için her ne lazımsa bera­
ber getirmek lüzumu da aşikardır. Zira kaya üzerinde yaka­
cak ot bile bulunmadığını evvelce bildirdik.

Hicretin bin iki yüz şu kadar senesinel rastlayan tem­


m uz ayının on yedinci salı günüydü ki İstanbul'da basılıp
yayımlanan gazetelerin birinde, yurt haberleri kısmında şu
yazı okundu:

Büyükdere'den şehir postasıyla matbaa mıza gönderi l e n


bir belgeden a n laşıldı�ına göre d ü n k ü paza rtesi g ü n ü Bo�az
dışında b a l ı k avı n a giden kayı klard a n bazı ları dönüşte Ö re ke
Taş ı ' n a ya n a ş m ı ş, üzerine ç ıktı kl a rında orada gayet müthiş b i r
cinayetin işlendi�ini keşfetmişlerd i r.
Ancak on beş on a ltı yaşlarında bir kız m a ktul oldu�u g i b i
ya n ı n d a i ki d e erkek naaşı görü l m üştür. K ı z ı n M ü s l ü m a n o l d u­
�u tı rn a k l a rı n d a kına rengi b u l u n masından çıkarıl ıyor. Fa kat
kıyafeti a lafra n g a imiş. M a ktul erkeklerinse Elenoz2 veyah ut
Maltız3 o l d u � u a n laşılıyor.
Bu acayip keşif hakkında m e ktu p sahibi başka açıkl a m a­
lard a b u l u n u yarsa da gerçekleşen cinayetin zaten o rtad a
o l a n ö n e m i n e g ö re söz kon usu ayrı ntıyı aynen a l mada i htiyatl ı
davra n d ı k. B u n d a n sonra ya paca � ı m ız ta h kikatı n gösterece�i
son u ç üzeri ne d u ru m u oku rlarım ıza ayrı ntı l ı olara k sunaca�ız.

Böyle bir yazının gazetede görülmesinin okurların ne de­


recelere kadar dikkatlerini açacağı, ne kadar merak uyandı­
racağı anlatılınaya muhtaç değildir. Ertesi gün de bu konu
hakkında gazetenin açıklama yapacağı beklenirken izah yol­
lu hiçbir şey görülememesi halkın beklentisini bir kat daha
artırını ştı.

Miladi takvimde 1 8 00'lü yıllar.


Yunanlı.
Malta lı.

6
Gerçi memlekette yalnız bir gazete bulunmayıp daha
başkaları varsa da doğrudan doğruya haber ve malumat
almak öyle her gazeteciye nasip olmaz. Birtakımları birbi­
rinden haber çalma adetinde olduğundan, başka gazetelerin
verdiği bilgi şu ilk yazıdan fazla değildi. Fazla gibi görünen
tarafları sırf gazete yazarlarının kendi hayal dünyalarında
bulduğu olaylardan ibaretti.
Daha ertesi, yani perşembe günü yine anılan gazetede şu
yazı okundu:

Öreke Taşı'nda kesfin i evvelki g ü n k ü n ü s h a m ızda bir n e b­


zecik beya n etti�imiz m üthiş ve g a ri p cinayet h a kkında Beyo�­
lu Za bıta sı ı ta rafı ndan gönderilen resmi yazıyı asa� ıda aynen
akta rıyoruz:
. . . Gazetesi M atbaasına;
iti b a rl ı gazete n izin d ü n kü nüshasında , Bo�az girisinde yer
alan ve Öreke Taşı denilen kaya üzerinde o n bes on a ltı yas­
larında bir islam kızı ile Ma ltız veya Elenozlu iki kişinin naaş­
ları n ı n ba l ı kçı l a r ta rafından kesfedi ld i � i n e d a i r yazıyı okud u k.
Söz kon usu cinayet, içinde b u l u n d uQumuz r u m i a y ın on altı n c ı
paza r a kşam ı ya n i paza rtesi gecesi vuku b u l m u ş, ertesi paza r­
tesi g ü n ü balıkçıların Büyükdere Z a bıtası'na d u ru m u bildirme­
leriyle adı geçen za bıta ta rafı n d a n ta h kikine derhal memurl a r
gönderi l miştir. Keyfiyetin BeyoQi u m erkezine de bildiril mesi
üzerine merkez m ü sta ntiklerinden2 Osman Sabri Efendi' n i n
maiyetine bir teftiş v e i ki d e çavuş veri lere k derhal cinayet
yerine gönderi l mişlerdi. An ı l a n m ü stantik ta rafı ndan verilen
ra poru n çıkarı l a n bir su reti ilisikte g ö n derildi�inden, gereQin i n
yapıl ması hakkında . . .

Bir gazeteye gönderilen raporu n yapılacak geregı ne­


den ibaret olabilir ? Bu " gereğinin yapılması " iki kelimeden
ibaret bir sözdür ve kime hitap ediliyorsa manası " aklına

Bir şehirde güvenliği sağlamakla görevli teşkilat; bu teşkilata bağlı zaptiye,


polis.
2 Sorgu hakiıni, sorgulama memuru, polis dedektifi.

7
geleni yap " demektir. Gazetecinin aklındaysa her şeyden
evvel gazetesini doldurmak düşüncesi yer tutmuş olacağı
gibi gazetenin evvelki günkü nüshasında yer alan yazı zaten
okurlarının pek ziyade meraklarını uyandırmış, dikkatlerini
çekmiş bulunduğundan onları bir kat daha memnun etmek
için Müstantik O sman Sabri Efendi'nin raporunun suretini
aşağıda olduğu gibi yayımladı:

Yü ksek M utasa rrıfl ı k 1 M a ka m ı na;


k i nde b u lundu!?jumuz rO ml ayın o n yedinci paza rtesi g ü n ü
m utasa rrıfl ı ğ ı n e m ri uya rınca m ü fettiş Cema l Efendi, Ali v e M u s­
tafa çavuşla rla birlikte Beşiktaş iskelesi nden Rumeli sa h i l i n i n bir
b u ç u k2 va p u runa binerek Yen i m a h a l le'ye ve oradan kayığ a
binilerek Ka n l ı Kaya'ya gidildi. A n ı l a n kayada o gece işlenen
cinayeti n tah ki katı na başla n d ı .
Büyü kdere m e rkezinden M ü lazım3 Meh met Ağa ya n ı nd a
köy i m a m ı , i k i m u hta r ve üç zapliyeyle bizden evvel cinayet
m a h a l l i n e va ra ra k naaşları n asıl yerlerini ve vaziyetleri n i d e­
ğiştirmek gibi h a reketlerde b u l u n m u ştur. Müsta ntiğin gelmesin­
den önce bu g i bi hareketlerin d a h a son ra tetkik ve tah kikieri
zorl a ştı roca ğ ı m utasa rrıfl ı ğ ı n m a l u m u d u r. Cinayet m a h a l l i n e
h a ldeyse m ü sta ntik gelinceye kad a r o halin a s l a değ işti ri l m e­
mesi n i kaç defa d ı r a rz ettiğim h a lde henüz bir semeresinin g ö­
rü lememesi üzü ntü vericidir.
Her n eyse, bendeniz Kan l ı Kaya'ya va rı nca, naaşl a r ı n h a l
ve vaziyeileri evvelce neden iba retse, yine o hal ve vaziyete
döndürü l e re k ta h ki kata başl a n d ı .
M a ktu l kızın gerçekten de islam o l d u ğ u parma kları n d a ki
kına eseri n d e n a n laşılmaktad ı r. Kendisi on a ltı yaşı ndan fazla
ta h m i n o l u n a m ayacak kadar genç ve lepiska saçlı, gayet g ü­
zel ve el bisesi de temiz old u ğ u n d a n öyle adi ka rı larda n sayı la-

İlçe ile vilayet arasmdaki sancak yöneticiliği.


Eskiden bugünden farklı olarak "ezani/alaturka saat" sistemi kullanılırdı.
Ezani saat, mevsimlere göre, güneşin batışında saatin 12'yi gösterecek
biçimde ayarlanması temeline dayanan bir zaman ölçüsüdür. Metindeki
saatler anlama kolaylığı bakımından bugünün ölçülerine -yaklaşık ola­
rak- çevrilmiştir.
Teğmen.

8
maz. Ya n ı n d a ki m a ktul erkeklerin Kefa lonya l ı oldu�u koyu n la­
rı ndan çıkan evra kta n ve bilhassa kendi lerine g ö nderilmiş o l a n
R u m c a mektupların zarfla rı üzerin d e yazı l ı o l a n isim v e i ka m e!
yerlerinden a n l a ş ı l m ı ştır. B u n la rd a n birisi Leh soka�ında sakin
Petri ve di�eri Galata'da Kemera l tı ' n d a Kosti ' n i n meyha n esi
üzerindeki oda l a rda ka lan M i h a l ' d ı r.
Genç kızı n kimin nesi oldu� u n u her ne kad a r soruşturmaya
çdlışm ışsak da bulabilmek mümkün o l a m a mıştır. Bir de kızı n ya n ı
sıra meydanda ya ra l ı olarak i k i Kefa lonya l ı b u l u n m uştur. Kaya­
nın Anadolu ta rafı ndaki sa h ili üzerinde birkaç yerde kan lekeleri
bulunm uştur. Aciza ne şüpheme göre b u n l a r başka birkaç ya ra­
lının yarasından akmıştır. Yara l a rı derhal öldürecek ya ralard a n
olmadı� ı i ç i n kayı k veya sanda liarına binerek kaçmışlardır.
Cinayet m a h a l linde mükemmel b i r sofra !a kım ıyla bir ziya­
fet ka l ı niısı mevcut oldu�undan o raya mehta b iye sefası ya p­
maya gidildi�ini, sefa sürenler a rasında bir kavga çıkmasıyla
işin bu cinayetle son uçlanmış old u� u n u san ıyoru m .
Bu m üth iş cinayet h a kkında telkikierin ta m a m l a n ması a m a­
cıyla işe ya rayaca�ı için cinayet m a h a l l i nde ne kadar eşya
bulunduysa, c ü m lesi ve maktu l a l ı n a ra k önce Büyükdere'ye,
daha son ra Beyo�lu Zabıtası ' n a getiri l miş, Kefa lonya l ı m a ktu l­
ler ispitalyaya 1 teslim edildi�i g i b i kızın naaşı da n isa hasta­
nesine2 teslim ed i l m iştir. Ol babda ve her halde emr ü irade
hazreti men lehü' l-e m rindir.3

Bazı havadis meraklıları vardır; dünyada olup bitenlere


dair gazetelerde okudukları yazıları kendi meraklarına nis­
petle yetersiz görerek gazetelere kadar gelir, muharrirlerle4
görüşürler. Gazetelerde yer verilen olaylar hakkındaki malu­
mat yalnız o kadardan ibaret midir ? Yoksa daha ziyade ma­
lumat vardır da her ne düşüneeye dayanıyorsa, bu kadarcı­
ğını yazmakla mı yetinilmiştir ? Buralarını sormaya başlarlar.

Hastaneye.
Kadınlar Hastanesine.
Bu konuda her türlü emir ve irade emir sahibine ainir.
4 Yazar, gazete yazarı.

9
Bu gibi soruların zaten işleri başlarından aşmış olan biça­
re muharrirleri ne kadar rahatsız edeceğini bilseler, belki bi­
raz insaf ederler. Birtakımları da vardır ki malumat ve izahat
almakla yetinmez, o meseleler hakkında muharririn eniko­
nu düşüncelerini, fikirlerini sormaya kadar varırlar.
Öreke Taşı meselesi ise hakikaten herkesin merakını
uyandıran garip bir durum olmuştu. Beyoğlu Zabıtası ' nın
yaptığı açıklamanın yayımlanmasından bir gün sonraki cu­
manın tatil günü olması da müsait görünerek gazeteye o ka­
dar meraklı insan gelmiş ve her biri başmuharriri o kadar
soruya boğmuştu ki biçare muharrir az kaldı ertesi günkü
gazete için hiçbir şey yazmaksızın akşamı edecekti.
Yalnız bu baş ağrıtmalar bir bakıma yararlı da oldular.
Zira Büyükdere'den gönderilmiş olan belge ile bir de Beyoğ­
lu Zabıtası'nın yazısının içeriğinden başka gazetede malu­
mat yoktu . Keyfiyetin enikonu araştırılıp incelenmesine de
fevkalade bir ehemmiyet verilmediği halde gazeteci alemin
bu kadar merakını görünce bu acayip cinayetin etrafındaki
sırların keşfini herkese karşı üstlendi. Dolayısıyla meydana
şu yazmaya başladığımız romanın zeminini oluşturan bir ro­
man çıkarmaya sebep oldu.
Gazeteci kısmı bir şeyin araştınlıp incelenmesini cidden
merak ederse, o şeyi etrafıyla öğrenmemesi düşünülemez.
Zira her tarafta dostları ve dostlarının nezdinde nüfuzları
vardır. Hele hele bu dostlar gazeteciye yanlış bilgi verip de
eksik fazla bir şeyin yazılmasına sebep olurlarsa, bilahare
birçok taraftan tekzibi davet etmiş olacaklarını da bildikle­
rinden gazeteci tarafından talep edilen bilgiyi mümkün mer­
tebe en doğru olarak verirler.
Bizim gazeteci Öreke Taşı vakası hakkında en mükemmel
malumatı almak için doğrudan doğruya Beyoğlu müstan­
tiklerinden Osman Sabri Efendi'ye müracaatı kararlaştırdı.
Çünkü zabıtanın kendisine gönderdiği yazıda asıl malumat
Osman Sabri Efendi'nin ilk tahkikatı üzerine bina edilmişti.
Cuma günü zabıtanın tatil olacağı düşüncesi işe derhal
girişilmesine mani olmuştu. Dolayısıyla ertesi gün Muharrir

10
Efendi Gal� tasaray'a giderek bazı dostlarından Müstantik
Osman Sabri Efendi'nin kim olduğunu sordu. Osman Sabri
Efendi muharririn yanına getirilerek prezante edildi .
Bir gazete muharririnin her kim olursa olsun, yeni tanış­
tığı biriyle ilk görüşmesinde dostluğu kırk yıllık bir dostluk
derecesine vardırabilmesi işten bile değildir. Fakat Muharrir
Efendi, ,Müstantik Osman Sabri Efendi'yi ilk kez dikkatle

inceledi i zaman bu adamın öyle birdenbire kırk yıllık dost
derecesine ulaştırılamayacağını anladı. Gazeteci kısmı her
ilimden biraz anlamaya muhtaç olduğu gibi kıyafet ilmini
daha ziyade anlamaya da muhtaçtır. Karşısındaki adamın
kalbinde ezberlediği şeyi yüzünden ve gözlerinden aniayıp
okumalıdır.
Osman Sabri denilen adam orta boylu tanırnma uygun
olduğu halde kendisini böyle tarif edenler " a lçak boyl u "
nitelemesini biraz nezakete aykırı gördükleri için ederler.
Vücudu için nahif denilmesi de böyledir. Zira nezakete uyul­
mamak lazım gelse cılız tabirini yerinde görmek gerekirdi.
Şu boya, şu vücuda göre ellerini, ayaklarını uzun uzadıya
anlatmaya hacer kalır mı?
Bir buçuk arşından ı ibaret olan şu cılız vücut üzerinde
ve özellikle " armut sapı " tabirine hakkıyla layık olan bir
gerdana saplanmış bulunan başını görseydiniz, Osman Sab­
ri Efendi'yi adeta bir karikatür zannederdiniz. Bu kafayı iki
arşın sekiz parmak yüksekliğinde bir boya ve bir arşın iki
parmak genişliğinde bir çift omuz üzerine takmalıydılar ki
orantısını bulmuş olsun.
Fizyonomi yani kıyafet ilmi bazı kocaman kafalıları
" mankafa " olarak değerlendirir. Hakkı da vardır. Zira bu
kısım kafaların içindeki beyin azdır. Dolayısıyla boş sandık­
tan başka bir şeye benzemezler. Fakat içi dolu olan kocaman
kafaların beyirıce ve onun gereği olan zekaca zenginliğine,
gözlerden yayılan deha ateşleri delalet eder ki işte Beyoğlu
müstantiklerinden Osman Sabri Efendi'nin kafası da bu ka­
faların en mükemmellerinden birisiydi .

Yaklaşık 6 8 c m . olan eski bir uzunluk ölçüsü birimi.

ll
O ateşli gözler hem küçürek hem yuvarlaktır. Kaşları
gözler üzerine yığılmış denilebilecek kadar düşük olup bun­
ların altındaki s ivrice bir burunla ince dudaklar ve yumru
çene Osman Sabri'nin suratında şeytanlık derecesine varan
zekanın belirgin alametlerinden sayılır.
Osman Sabri'yi hafifmeşrep bir adam görecek olsa bir
kukla görmüş gibi derhal kahkahayı koparacağı gelir. Fakat
Osman Sabri öyle kahkahalarla karşılanacak maskaralar­
dan olmadığını hal ve tavrıyla herkese derhal anlatabilir. Bu
zaman ucubesinin suratında tebessüm denilen şey pek nadir
olarak görülüı; ağzından "gülüş" denilen şeye benzer seda
çıktığını hiç kimse işitmemiştir. Kahkahası ise bizzat kendi­
sine de meçhuldür.
Gazeteci, Osman Sabri Efendi'nin ilk araştırma ve soruş­
turma işlerindeki olağanüstü maharetini yaygın şöhreti do­
layısıyla işitmiş olup henüz yüzünü görmemiş olması bu ko­
nuda bir mübalağa bulunmasına ihtimal verdirmekte iken
Müstantik Efendi'deki kafayı, gözleri görünce mübalağaya
hiç imkan olmadığını anladı. Kendi kendine dedi ki, " Öyle
kendisini gazetelerde övdürmekten zevk alacak, iftihar ede­
cek bir heveskir önünde bulunmuyoruz. Bu adamdan iste­
diğimiz malumatı alabilmek için başka türlü, hem de pek
özen li da vranmalıdır. "

Gazeteci ile Müstantik, nazikane girişten olan hal hatır


sorduktan sonra maksada başlamak için bir vesile olmak
üzere Muharrir Efendi dedi ki:
- Cinayet işlerindeki araştırma gücünüz dünyaca meş­
hurken Öreke Taşı cinayeti hakkında zabıtanın neşrettirdiği
rapor sizi takdir eden pek çok zat tarafından şöhretinize ya­
kışacak derecede mükemmel görülmedi.
- Gerçekten çok eksiktir.
- Bendeniz sizinle henüz tanışma şerefine nail olmamış
bulunduğum halde her şöhretin birinci dostu olmam dolayı-

12
sıyla sadece şöhretinizi korumak için dedim ki: " Böyle her
tarafı acayip sırlarla çevrili bir cinayetin mükemmel olarak
araştırılmasının bir günde yapılarak bütün sırlarının ortaya
çıkarılması mümkün olabilir mi ? "
- Lütfunuza teşekkürler ederim.
- Bununla birlikte raporunuzu yeterli görmeyenler hak-
lı olmasa bile mazur sayılabilir. Çünkü cinayetin dehşet ve
garipliğinden umumi merak öyle bir dereceye varmıştır ki
bu konuda doğru bir haber, biraz izahata kamuoyu çok
muhtaç görünüyor.
- Umumi merakın adli zabıtayla ilgisi yoktur.
- Gerçekten hakkınız var efendim. Merak edenler açık
yargılamayı beklemelidir. Fakat iş açık yargılamaya çıkınca­
ya kadar aylar geçeceği de şüphesizdir.
- Yıllar bile geçebilir.
Müstantik Efendi'nin cevaplarının pek kısa olması canı­
nızı sıkmaya başladı mı ? Halbuki cevapları yalnız kısa değil,
adeta cevap olmamak üzere düzenlenmiş savunmalardır.
Gazeteci buna dikkat ederek epeyce sıkılmaya başladı.
Lakin can sıkıntısının bu konuda hiçbir faydasının olamaya­
cağı ortadadır. Asıl hüner müstantiği sorgulayarak ağzından
birkaç söz almak ve o birkaç sözden çıkarımlarda bulunarak
işlenen cinayete dair bir hayli bilgi sahibi olmaktır. Dolayı­
sıyla gazeteci dedi ki:
- Evet, yıllar dahi geçebilir. Zira gereken adamların ya­
kalanmasıyla sorguları epeyce uzun bir iştir. Hele hele ca­
niler firarda olursa iş daha da uzar. Öreke Taşı cinayetini
işleyenlerden veya onların yardımcılarından henüz üç kişiyi
tevkif edebildiğİnizi söylüyorlar.
- Hiçbir kişiyi tevkif edemedik.
- Acayip ! Maktul Kefalonyalıların arkadaşlarından
bazı adamları tevkif ettiğinize dair bize getirilen haberler
yanlış mı ?
- Tümü.
- Halbuki maktul kızın yanında bazı eşyadan başka
yankesici, hırsız takımından iki adamın naaşının bulunması

13
canilerin takibi işinde adli zabıtaya çok hizmet edecek ipuç­
larından sayılabilirdi .
- Bu naaşlar o ipuçlarından sayılamıyorlar.
Muharrir Efendi' de can sıkıntısı artmaya başladı. Eğer
müstantik bu cevapları hafife almaya veya küçümserneye
yorumlanacak bir tavırla verseydi, can sıkıntısının hiddet
derecesine varacağı besbelliydi. Ancak Osman Sabri Efendi
verdiği cevapları o kadar ciddi bir tavırla veriyordu ki bun­
lardan başka hakikaten verilecek cevap olmadığını o ciddi
tavrıyla sezdiriyordu.
O aralık bir teftiş memuru gelerek Müstantik Efendi'yi
Mutasarrıf Paşa'nın çağırdığını haber verdi. Osman Sabri
Efendi bu davete icabet hususunda ne kadar mecbur ol­
duğunu gazeteciye anlatmak için yalnız " Sizinle sohbet şe­
refinden daha ziyade müşerref olamayacağıma üzgünüm.
El-memur mazur" l dedi. Büyük bir saygıyla muharrire veda
ederek odadan çıktı.
Bu gidiş üzere yine muharririn yerinde olsanız, siz de kı­
zardınız ya ?
Gerçi bizim Muharrir Efendi hiç üzülmedi değil, ancak
kendisi gayet hakşinas ve kıyınet bilir bir adam olduğundan
Osman Sabri Efendi'nin hal ve tavrına kızmak şöyle dursun,
aksine görevinin sırlarını herkesten ve bilhassa bir gazete
muharririrıden gizleyen memurun takdire değer olacağını
gönlünden geçiriyordu.
Müstantik gittikten birkaç dakika sonra gazeteci de ga­
zetesine gitmek için yerinden kalkıyordu. Hatta zihninden
" Hiç olmazsa katillerin yakalanamadığından ve kimler ol­
duğu bilinemediğinden bahisle bir makale yazılabilir " diye
bir de yazı düzenliyordu. O aralık evvelce Müstantik Os­
man Sabri Efendi'yi çağıran müfettiş tekrar kapıdan girerek
dedi ki:
- Mutasarrıf Paşa biraderiniz teşrifinizi Osman Sabri
Efendi' den haber almış, görüşmek istiyorlar efendim.

Memur mazurdur.

14
Bu davet muharriri epeyce sevindirdi. Zira Öreke Taşı
cinayetine dair birkaç laf da mutasarrıftan kaparsa, zihnin­
de hazırlamakta olduğu makaleyi bir kat daha tamamlamış
olacağını hesapladı.
Beyoğlu mutasarrıfı o zaman Mecdeddin Paşa isminde
bir zat idi. Selefieri olan mutasarrıflardan ne daha iyi ne daha
fena olciayıp " Beyoğlu Mutasarrıfı " denildiği zaman hatıra
nasıl bir adam gelirse öyledir. Lakin bu hal yalnız memuriyet
sıfatı olup kendisi öyle Osman Sabri Bey gibi karikatür sa­
yılabilmekten tümüyle uzaktır. Boyca boylu, ence enli, gayet
güzel kır sakallı, güler yüzlü, hoş sözlü bir adamdır.
Gazeteci oda kapısından girdiği zaman yerinden fırlayıp
bin iltifatlı kelimeyle karşıladı. Artık zamanın Platon'un be­
ğendiği bilgesi gazeteci oldu. Hele o gün gündüz olmayıp da
gece olsaydı Galatasaray'a şeref vermesine teşekküren bütün
daireyi fenerlerle, kandillerle donatarak şehrayin l yapmanın
bile boynunun borcu olduğunu anlattı.
Bizim gazete muharriri her ne kadar nezaket ve iltifatın
bu derecesinden memnun olabilecek ikiyüzlülüğü, yağcılığı
seven bir adam değilse de Mutasarrıf Paşa Hazretlerinin bu
iltifatları üzerine elbette Öreke Taşı meselesine dair ne ka­
dar malumatı varsa, esirgemeyeceğini düşünerek memnun
oluyordu.
Gazeteci efendiye sigara takdimiyle bir taraftan da kahve
söylendi. Muharrir Efendi bugün Galatasaray'a gelmekten
maksadını a nlattı, Müstantik Osman Sabri Efendi'den ise
hiçbir haber alamadığını, zabıtanın yayımiattığı raporun in­
sanların gözüne pek eksik göründüğünü belirtince Mutasar­
rıf Paşa Hazretleri güya zabıtaca büyük bir kusur edilmiş de
affını dilemeye mecbur olmuş gibi davranarak dedi ki:
- Efendim, ben Osman Sabri Efendi'ye daha o gün söy­
ledim ya. Raporunu aynen gazereye gönderdim, dedim. O
ise henüz canilerin izleri bile elde yokken bildiklerimizin ,
mevcut ipuçlarımızın tümünü ilan etmek sonraki araştırma

Şenlik

15
ve incelemelerimize engel olur diye raporunu satır satır çiz­
mekle yetinmedi, paragraf paragraf çizdi. Yirmide bir dere­
cesine indirdikten sonra tekrar temize çektirip öyle gönderdi.
Gazete muharriri bir taraftan Öreke Taşı cinayetine dair
zabıtaca ne kadar malumat varsa hepsine ulaşabileceğine se­
vinmekle beraber diğer taraftan iki memur arasındaki farkı
düşündü. Müstantik Osman Sabri Efendi'nin vazifeşinaslığı­
na karşın Mutasarrıf Paşa'da bulunması gereken temkin ve
ihtiyatın yirmide birinin bile bulunmadığını hem garipsiyor
hem de buna üzülüyordu .
Gazetecinin bu görüşünden Mutasarnf Paşa Hazretleri­
nin haberi yok a! O sözüne devam ediyordu. Dedi ki:
- İşte Osman Sabri Efendi'nin asıl raporunu size göste­
reyim de okuyun. ŞimJilik Öreke Taşı cinayetine dair eldeki
malumat bundan ibarettir.
Gerçekten de Mecdeddin Paşa Hazretleri yazı takımı­
nın üzerindeki evrak arasından bir kağıt çıkarıp gazeteciye
verdi. Bu Müstantik Efendi'nin mührüyle mühürlenmiş asıl
raporuydu.
Mecdeddin Paşa'nın bu hal ve hareketi üzerine Osman
Sabri Efendi'nin tavrında o kadar değişiklik oldu ki gazete
muharriri Müstantik Efendi'nin hemen kendi üzerine hü­
cum ederek raporu elinden alacağı zannıyla gözü bayağı
korktu. Bunun üzerine gazeteci, müstantiğe dedi ki:
- Affedersiniz birader. Bir gazete muharririne her gös­
terilen evrak hemen gazereye geçirilmez. Gazeteler devletin
menfaatlerini kendi menfaatlerinden daha çok gözetmeye
mecburdur. Gerek politika, gerek adiiye vesairece muhafaza­
sı devletin menfaatlerine uygun olan şeyleri herkesten çok ga­
zeteciler muhafaza eder. Zira devletin menfaati demek doğ­
rudan doğruya milletin ve memleketin menfaati demektir.
Muharririn bu sözlerinin Osman Sabri Efendi için bir de­
receye kadar rahatlatıcı olduğu, yüzünde belli olan alamet­
lerden anlaşıldı. Dedi ki :
- Bendeniz raporu paşa hazretlerinin size göstermesinden
dolayı bir itirazda bulunamam, haddim de değildir. Sadece

16
böyle henüz.failleri bulunmayan bir cinayet ortadayken rapor,
zabıtamn edinebilrniş olduğu malumatı ve o malumat üzerine
oluşturduğu görüşleri, tertibatı meydana koyacak olursa suç­
lulara kendilerini takipten koruyacak tedbirleri öğretmiş olur.
Muharrir Efendi nazikçe bir tebessümle dedi ki:
- Hakkınız var Müstantik Efendi . Hakkınızı en ziyade
teslim edenlerden birisi de benim. Fakat biz de sanatımız do­
layısıyla �devlet adamı sayılırız. Bu gibi işlerde canilere değil,
adliyeye hizmet etmek isteriz. Eğer raporu okursam belki
ben de size yararlı olabilecek bir görüş arz edebilirim.

Gazete muharriri elindeki raporu okumaya başladı. Ger­


çekten de Mecdeddin Paşa'mn dediği raporun gazeteye teb­
liğ edilen sureti yirmide bir derecesine kadar indirilmişti.
Bir cinayetin işlendiği yere müstantiğin gelmesinden önce
o mahalde naaş, silah, eşya, iz vesaire her ne varsa hiçbiri­
sini hiçbir kimsenin değiştirmemesi o kadar önemliymiş ki
gazeteci efendi evvelce bunun önemini takdir edemediği için
Osman Sabri Efendi'nin raporunda buna dair beyan edilen
teessüfe şaşmışken, şimdi raporu tamamen okuyunca kendi
garipsemesini haksız buldu.
Bakın, Osman Sabri Efendi yalnız naaşların durumların­
dan ne kadar mana çıkarmış ! Raporunda diyor ki:

Sofrada işret ta kımlarının b u l u n d u � u yer K a n l ı Kaya ' n ı n


kuzey ta rafı ya n i Karadeniz sa h i l id i r. M a ktul kızın naaşı öyle
bir vaziyette yere d üşmüş ki sol ta rafı n d a n ya ra l ı oldu� u halde
başı batı ta rafı n a ya n i Ka n l ı Kaya ' n ı n R u m e l i ta rafına gelecek
şekilde yıkılm ış. B u halde kız vuru l m azda n önce a rkası Ka ra­
deniz ta rafı na çevri l m iş olarak d u ruyormuş. Kendisini yı ka n
darbe n i n ise kızın sol ta rafı nda, ya n i kaya n ı n do�u yön ü o l a n
Anado l u ta rafı n d a ki sa hil semtinde d u ra n bir a d a m ın da rbesi
olacağ ı n a şüphe kalmamıştır.

17
Kızı vuran adamın yine kızı n ya n ında bulundu�u ne kad a r
süphesizse Kefa lonya l ı ların R u me li ta rafı nda Ka n l ı Kaya üzeri­
ne çıkan d ü ş m a n ta rafından atı l a n kursu n lada vuruldukla rı da
o kadar s ü p hesizdir. Zira Kefa lonya l ı ların bi risi ta a l n ı n d a n vu­
ru ldu� u h a l d e a rkası üzerine düşmüş ve düstü�ü zam a n kafası
do�u, aya k l a rı batı yön ü n e isa bet etm iştir. Bu adam di�eri n­
den evvel vu ru l m uştur. Zira ikinci Kefa lonya l ı a rkası nda n ya ra l ı
o l d u � u h a l d e yüzü üzeri d üşmüş. O n u n da başı do� uya ve
ayak l a rı batıya isa bet ediyor ki m utla ka a rkadası öldürü l e re k
yere d ü ştü kten sonra kendisi kaça rken yine kaya n ı n R u m e l i ta­
rafı ndaki sa h i l i üzerinden atı l a n ku rsu n l a vurulmustur.
Gere k kızın, gerek Kefalonya l ı ların g iysilerinde ve yüzle­
ri n d e yı rtı k, b e re gibi şeylerden eser görü l memesi bu c i n aye­
tin sofra bası n d a ki ada m l a r a rasında çıkan bir a rbede eseri
o l m a d ı � ı n ı ispat derecesi nde d ü s ü n d ü rür. Çünkü birbiri n e bu
kad a r ya k ı n o l a n hası m l a r ı n bo�usma esnasında bo�a z b o­
�aza g e l m e l e ri, birbirinin g iysisine sarı l m a k, yüzlerin i gözleri­
ni y ı rtma k, bo�azlarını sı kma k g i b i h a re ketlerde b u l u n m a l a rı
zoru n l u d u r. D o l ayısıyla b u n l a r orada mehta biye sefası eder­
lerken R u m e l i yönü nden üzerlerine h ü c u m eden düşm a n l a rı
ta rafı n d a n bu c i nayetin işlen m is olaca�ında teredd ü d e k u l u­
n uzca m a h a l yoktur.
Hatta bendeniz hü kmetmek istiyoru m ki Kefa lonya l ı l a r h a­
riçten gelen d üşmanlar ta rafı n d a n öldürüldükleri halde g en ç
kız o n l a r ta rafı n d a n öldürü l m e mistir. Zira kendisini vura n ka m a
ya ra n ı n içinde b ı rakılmıştı r k i b u h a l kamayı vuran ada m ı n o n u
çıkarıp bera ber götü rmeye meyd a n bulama ması n d a n ileri g e l­
miştir. Kama n ı n k ı n ı Kefalonya l ı l a rı n üzerlerinde görü l m e miş,
o n l a r ı n üzeri n de birer bıça kla b i rer de tek tabanca b u l u n m u ş­
tur. Ta banca l a r boşaltı l m ış, bıçaklar da kın larından çıkarı l m ı ş­
l a rd ı . E�er ka m a ha riçten h ü c u m edenlerde olsaydı, üstü n l ü k
o n l a rd a b u l u n d u � u n a göre kamayı ç ı ka rı p a lacakları, orada
b ı ra kmayaca kla rı ortadaydı . Oysa kızın yan ı nda b u l u n a n la­
rın ya l n ız i ki Kefa l o nya lıdan i b a ret oldu� u di�er alametlerde n
a n laşı l ıyor. Ç ü n kü kaya n ı n kuzey ta rafı ndan g ü ney ta rafı n a
do�ru yer yer k a n lekelerinden bi rta kım izler kal mış o l u p b u iz-

18
ler g ü n ey tarafı nda birleşerek on a rş ı n kadar yer işgal ediyor.
Bundan a n laşılıyor ki di�er birkaç y a ra l ı d a h a buraya kad a r
koşup gelmiş, b u radan kayık veya san d a l i a r ı n a binerek kaç­
mışlard ı r. Anca k kaçan ların kaç kişi old u � u n u ta hmine imkôn
bulunamam ıştır. B u ta hmin yemek ve işret sofral a rındaki kadeh­
lerin, çatal, bıçak ve koşıkiarın sayı s ı n d a n çıkarı l m a k gerekirse
deısofra başı nda b u l u n anların sekizden ona kadar adam o l­
dukları söylenebil i r. Bu d u rumda kızı vuran a d a m ı n bu şeki lde
kaça n l a rı n a rasında ol ması a kla gayet yak ın görü n üyor.

Maktullerin vaziyederinden Osman Sabri Efendi'nin


çıkarmış olduğu marraların tümü gazeteci tarafından da
onaylandı. Ancak kızın yine kendi arkadaşları tarafından
vurulmuş olması hakkındaki zannı Muharrir Efendi onay­
layamadı. Dedi ki:
- Kavganın, boğuşmaıiın sofra başındaki adamlar ara­
sında çıkmamış olduğuna, giysilerinde, yüzlerinde, gözle­
rinde yırtık ve bere gibi şeyler olmamasından dolayı çıka­
rımımza diyecek yoktur. Maktullerin yaralarından ve na­
aşlarının vaziyederinden bunların Rumeli tarafından vuku
bulan bir hücumla öldürüldüklerini düşünmeniz pek doğru
olabilir. Fakat kızı yine kend i arkadaşlarının vurmuş olma­
sını yalnız kamanın yara içinde kalmasından, kınının ise
maktul Kefalonyalılar üzerinde bulunamamasından dolayı
çıkarımınız pek zayıftır.
Mecdeddin Paşa:
- Bu görüşü bendeniz de arz etmiştim. Hatta Fransa
hastanesinde bilirkişiye de muayene ettirilince henüz bakire
olduğu ortaya çıktı.
Gazetecinin dikkatli gözü açıldı. Dedi ki:
- Henüz bakire mi ?
- Evet. Bu da kızın oraya bir alçaklık düşüncesiyle götü-
rülmemiş olmasına delalet eder. Dolayısıyla kötü bir niyetle
götürülmerniş olan kızı yine kendi arkadaşlarının vurmasına
ne mana verilebilir ?
Osman Sabri Efendi belli belirsiz bir tebessümle dedi ki:

19
- Kızın oraya nasıl bir fikirle götürülmüş olduğunu bile­
mem. Ben naaşın bilirkişiye muayene ettirilmesini hatırlattı­
ğım zaman kızın bakire olmadığına hiç şüphem yoktu. Yal­
nız tahminen ne kadar zamandan beri bakireliğinin bozul­
muş olduğunu anlamak için muayene ettirmiştim. Bu zan­
nımın yanlış çıkması kızın yine kendi arkadaşlan tarafından
vurulduğu hakkındaki zannımın da yanlışlığını gerektirmez.
Bin türlü hal olur ki kızı kendi babası bile vurabilir. Özellikle
Rumeli tarafından hücum edenler hırsız takımından değil­
di. Öyle olsalardı sofra takımı epeyce kıymetli şeylerdendi.
Kızın kulaklannda küpeleri, parmağında yüzüğü, boynunda
bir de maualyonu bulunduğundan bunları alırlardı. Hatta
kızın üzerindeki ziynetlerin olsun alınmamasından dahi an­
lıyorum ki Rumeli tarafından hücum edenler belki de kızın
yanına bile gelmemişlerdir. Gelselerdi, hırsız olmasalar bile
bu eşyayı mutlaka alırlardı.
Gazeteci yazıya yine göz gezdirmeye başladı . Şöyle bir
paragraf daha okudu:

Kan l ı Kaya ' n ı n gü ney tarafı ndan birtakım ya ralılar kayı k


veya sa ndaliarına binerek kaçariorken içlerinden birisi yı rtı k bir
zarf içinde bir kôğıt düşürmüş. Zarfın üzeri yazı lı olmadığ ı n d a n
bu mektub u sahibine u laştı racak adamın onun kim olduğ u n u bi­
lerek götü rm ü ş olduğu anlaşıl ıyor. Ancak mektup Osman l ı h a rf­
leriyle yazılı olduğu halde öyle bir lisanla yazılmıştır ki ne Türk­
çeye benzer ne Ara pçaya ne de Fa rsçaya. H intçe olması n diye
birkaç H intliye gösterdim. Onlar da ne olduğunu an laya m a d ı .

Gazeteci bu mektubu hepsinden çok merak etti. Muta­


sarrıf Paşa'ya dedi ki:
- Şunu bir de bendeniz görebilir miyim?
- Hay hay. H atta bunu asıl sizin gibi dillerde, birçok
bilim dalında mahir olanlara göstermelidir. Çünkü ne oldu­
ğunu ancak siz anlayabilirsiniz, diye mutasarrıf Mecdeddin
Paşa Hazretleri yazı takımı üzerindeki evrak arasından söz
konusu mektubu gazeteciye gösterdi.

20
Bu mektup şöyle yazılmıştı:

Simelye n imey eyemte tsa k a n ı n a c nizimipeh nedn idesa h


şimiişi afatsum üknüç m udlo namşip enzi mi�idrev niçi i rep neb

Bu mektup Muharrir Efendi nezdinde en çok merak


uyandıracak şeylerden biri olarak değerlendirildi. Fikrini
söyleyince Müstantik Efendi dedi ki:
- Yalnız en çok merak uyandıracak değil, belki cinayeti
işleyenleri meydana çıkarmak için adli tahkikatı yürütmekte
en çok işe yarayacak bir şey varsa o da budur.
- Bunda ne doğu, ne batı dillerinden hiçbirisine benzer
hiçbir şey bulunmadığına göre, ben buna dil diyeceğime, bir
şifre demek istiyorum.
- Ben onu çoktan dedim. Şimdi zihnim o şifreyi çöz­
mekle meşgul.
- Bunun bir suretini alsam, ben de müşkül çözme husu­
sunda size yardım etsem olur mu ?
- Gazeteye koymayacağınızı vaat ederseniz olur.
- Size vaat ederim ki yalnız onu değil, bugün şurada
aldığım malumatı ifşa yollu hiçbir şeyi gazeteye koymaya­
cağım . Hiçbir şey yazınam diye vaat etmem, fakat zabıtanın
sırlarını ifşa demek olacak ve tahkikatınızı güçleştirecek hiç­
bir şey yazmayacağım .
B u söz üzerine Müstantik Efendi, Mutasarrıf Mecdeddin
Paşa'nın yüzüne baktı. Bu bakış gayet manidardı. Eğer Os­
man Sabri Efendi'deki gizleme fikri mutasarrıfta da bulun­
saydı, gazetecinin bu yolda verdiği vaatten hiç memnun ol­
maz, gazeteye tek harf yazmaması hakkında bir vaat almaya
can atardı. Ancak Mecdeddin Paşa dedi ki:
- Efendi hazretleri zabıtanın menfaatlerini bizden ziya­
de muhafaza ederler. Dolayısıyla bugün kendileriyle yapılan
şu görüşmeden hiçbir zarar beklerneyerek bilakis fayda ve
yardım bekleyebiliriz. Mektubun bir suretini de veri riz.
Muharrir Efendi hemen kurşunkalemle mektubu kopya
etmeye başladı.

21
Mektubun kopya edilmesi bittikten sonra gazete m uhar­
riri dedi ki:
- Cinayet gerçekleşirken oradaymış gibi olayı keşif gay­
retinde bulunmanıza, elde bir hayli eşya ve ipucu bulunma­
sına bakılırsa, inşallah faillerinin yakında yakalanacağından
şüphe edemem. Bu konuda benim de yalnız iki görüşüm var.
- Nedir onlar ?
- Birisi kızın kendi arkadaşlan tarafından vurulması
hakkındaki görüşümdür. Bu görüş sizinkine muhaliftir. Böy­
le kibardan l sayılabilecek ve İslam olduğuna parmağındaki
kına rengiyle şüphe bırakmayacak olan kızın hazır bulun­
duğu bir mehtabiye sefasında yankesici takımından Kefa­
lonyalılann işi ne ? Kızcağızı mutlaka oraya kötü bir niyetle
götürmüşlerdir demek isterim .
- Kötü niyetle götürecek olsalar, yemek ve işret levazı­
mında o kadar külfete hacet görülmezdi. Oysa bunlar ye­
mek ısıtmak, kahve filan pişirmek için ateş bile yakmışlar.
Diyelim ki bu kadar külfete lüzumsuz olarak katlanmış ol­
sunlar. O halde yalnız kızın canına kıyarak başkalarının da
yaralanmasına ve öldürülmesine lüzum görülemezdi. Hele
cinayetin işlenmesinden sonra yine muntazam olarak git­
mek için getirdikleri eşyayı alıp götürürlerdi. Halbuki bun­
lar oraya kendi istekleriyle gelmiş oldukları halde bir cebir
ve baskı üzerine kaçtıklarını bunca eşyayı orada bırakmış
olmaları ispatlar.
- İkinci görüşüme gelince, bu gibi önemli ve meşhur ci­
nayetlere dair okuduğum Avrupa kitaplarında görmüştüm .
Caniler genellikle işledikleri cinayet üzerine adli zabıtanın
icra edeceği tetkik ve tahkikieri yanıltmak için birçok sahte
ipucunu kendileri tertip eder. Yaptığınız tahkikatta sizin b u
noktayı dikkate aldığınızı göremiyorum.
Osman Sabri Efendi'de belli belirsiz bir tebessüm daha
görüldü. Bu tebessüm yine belli belirsiz bir istihzaya delalet
edebilirdi. Mahir müstantik dedi ki:

Yüksek tabakaya mensup, soylu ve seçkin sınıftan kişiler.

22
- Canilerin böyle bir ihtiyatta bulunması için en evvel
cinayet yerinin kendi istekleriyle seçilmesi gerekir. Hiçbir
cani tasavvur edilemez ki işlediği kabahatİn kendi tarafın­
dan işlendiğini zannettirmek çaresini düşünsün. Lakin bu
kuralı Kanlı Kaya canilerine de uygulayabilmek için söz
konusu yeri canilerin seçmiş olması gerekir. Oysa hasımları
oraya kendi istek ve iradeleriyle gitmiş, caniler de ansızın

hücum etmiş ve cinayetlerini işledikten sonra başka hiçbir
şeye bakmayarak kaçmışlar.
Gerçekleşen cinayetin gerek garabetine, gerek müthiş
önemine dair biraz daha konuşulduktan sonra gazeteci artık
vaktin geç olduğundan, yarınki gazete için yazacağı yazılar
bulunduğundan bahsetti; Mecdeddin Paşa'ya ve ardından
Müstantik Osman Sabri Efendi'ye veda etti . Çıktı, gitti.

Galatasaray önünden tuttuğu arabayla Karaköy Köprü­


sü'nün başına, oradan da Köprü'yü geçerek Babıali civarın­
daki gazetesine gelinceye kadar gazeteci efendinin bu müthiş
cinayet üzerine zihninden geçenleri kaleme almak lazım gel­
seydi, adli reforma ilişkin pek mükemmel bir tasarı hazır­
lanmış olurdu.
Okurlarırnıza hatırlatmalıyız ki Öreke Taşı cinayetinin
gerçekleştiği sırada henüz şimdiki yargılama usulü, malıke­
rnelerin ıslahı ve adiiye tesisatı yoktu. Son adiiye tesisatı sa­
dece velinimetimiz ıslahatçı padişahımız efendimiz hazretle­
rinin şahane başarılarından biridir. Bu devleti, bu memleketi
yeniden ihya edercesine başanya ulaştırdıkları bunca önemli
ıslahat arasında halkın selameti için en yararlı olanlarından
biri de yeni adli düzenlemelerdir.
Şimdiki adiiye usulünce müstantiklerin, savcıların vesaire
her sınıf memur ve adli zabıtanın görevleri o kadar mükem­
mel olarak belirlenmiştir ki böyle orta yerde davacısı bulun­
mayan en dehşetli cinayetierin bile davacısı yüce adalet olur.

23
Suçluların meydana çıkarılması için adli zabıta, tahkikat
memurları, müstantikler ve savcılar ellerinden geleni yapar.
Bundan önceyse zabıta ve adiiye memurlarının sorumlu­
luğu bu kadar değildi. İşte böyle Öreke Taşı cinayeti kadar
mühim olan şeyler bile sanki gökten gelen bir kaza ymış gibi
yalnız bildirilmekte yetiniliyor ve artık tahkikatın arkası da
bırakılıyord u.
Osman Sabri Efendi'nin hakikaten mahir bir müstan­
tik olduğu na veya olabileceğine şüphe edilemez. Zira hangi
sınıf ve meslekte olursa olsun, mensubunu mahir eden şey
ancak merakından ibarettir. Bir insanın, sanatının meraklısı
olduktan sonra bütün emsal ve akranının önüne geçeceği
şüphesizdir.
Meydanda bulunan alarnet ve emarelerden manalar çı­
karmaya çalışması, bir dereceye kadar makul manalar çı­
karmış olması, hatta şimdiki davranışına bakılırsa b u işin
arkasını bırakmayarak tahkik ve tetkikine devam edeceğinin
anlaşılması Osman Sabri Efendi'nin merakına ve merakı do­
layısıyla işi benimsemesine delalet eder. Eğer bu kadar me­
raklı ve bilinçli bir memur muntazam düzenleme ve tesisat
altında bulunan bir adiiye heyeti nezdinde bulunsa, dünya­
da daha iyisi düşünülemeyecek bir adiiye memuru olacağına
hiç şüphe kalmaz.
İşte gazete muharriri araba içinde ve Köprü üzerinde şu
ilk değerlendirmelerden başlayarak bizde mahkemeterin ıs­
lahı için daha neler yapılması gerektiğini de düşünüyordu.
Bu düşüncelerini kağıda geçirseydi h akikaten mükemmel bir
adli reform tasarısının ortaya çıkmış olacağını tekrar ederiz.
Halbuki gazeteci efendi, Osman Sabri'nin merakını ve iş­
lenen cinayet üzerine mükemmel tahkikatı ne derecelere ka­
dar vardırdığını henüz tamamıyla bilmiyordu. Zira evvelce
de görmüş olduğumuz gibi Osman Sabri görevine ait sırları
hiçbir kimseye, hele hele bir gazeteciye açacak ve gazetelerin
övgülerinden hoşlanacak memurlardan değildi. Mecdeddin
Paşa'nın bu hususta kusurları olmasaydı Muharrir Efendi
Galatasaray'a geldiği zaman Öreke Taşı cinayetine dair ne

24
kadar malumada gelmişse gittiği zaman da o kadar malu­
mada gitmiş olacaktı.
Osman Sabri'ye göre bereket versin ki tahkikat ve dü­
şüncelerini ne derecelere kadar götürmü ş olduğunu henüz
Mecdeddin Paşa da bilmiyordu. Bilseydi, işin o yönünü de
gazete muharririne açacağı şüphesizdi.
Muharrir Efendi gittikten sonra Osman Sabri Efendi
Mecdeddin Paşa'ya dedi ki:
- Gazeteci buradayken söylemek istemedim ama ben­
deniz sayenizde Öreke Taşı cinayetince tahkikatta devam
edilebilecek bir izceğiz açmaya muvaffak oldum.
- Aman ne gibi iz ? Söyle canım Sabri söyle. Eğer şu işi
meydana çıkarabilip de bir şan kazanırsak, senin göğsüne gü­
neş gibi bir nişan taktırmak benim boynurnun borcu olsun.
- Kulunuz yalnız efendimizin şan ve şerefine hizmet et­
miş olmak iftiharıyla yetinirim.
- Gerçi büyüklere şan kazandıracak olanlar küçük me­
murlardır. "Alet işler, el övünür" derler ama biz de kendimi­
ze şeref kazandıran memurların müklfatından geri kalma­
yız. Şu bulduğun yol nedir bakayım ? Çabuk söyle.
- Maktul kızın naaşını nisa hastanesine götürerek giysi­
lerini soyup çıkardığımız zaman, daha sonra tahkikat yapı­
lırken lazım olur diye değirmi bir arnerikana sararak buraya
getirmiş, diğer eşyalada birlikte emanette koruma altına aldır­
mıştım. Dün akşam sofra takımları üzerinde markaya filana
benzer bir şey olursa onlardan bunların sahibini keşfe bir yol
bulunur mu diye bir merak sardığından eşyayı tekrar incele­
meye aldım. Hiçbirinde marka vesaire işaret göremedimse de
çatal, kaşık, bıçak koymaya mahsus kutunun üzerinde bir eti­
ketin yapışık olduğunu gördüm. Fransızca yazılı bu etiket dik­
katinli çekti. Üzerinde basılı olarak " Bazar Anglais " yazılmış,
onun altına da kalemle bir rakam ve bir iki harf yazılmıştı.
- Ee, ee! Güzel dikkat.
- Anladım ki bu takımlar İngiliz mağazasından sa tılmış.
Hemen kutuyu alıp Bazar Anglais'ye gittim. Bunun oradan
mı satıldığını ve kime satıldığını sordum.

25
- Güzel dirayet. Aferin Sabri.
- Gerçekten de oradan sarılmış ama bundan üç sene
önce satılmış. O senenin defterleriyse Londra'ya gönderilmiş
olduğundan kime sarıldığının bilinemediğini, yalnız kendi­
lerince bir şifre demek olan rakamlara bakılırsa, altı İngiliz
lirasıyla sekiz şiiine satıldığını söylediler.
- Eyvah ! Fakat dur, aklıma bir şey geldi. Londra sefa­
reti vasıtasıyla İngiliz mağazasının asıl merkezine kadar da
müracaat edebiliriz.
- Bu aklıma geldiyse de uzun iş. Diğer yandan başka ve
daha kestirme bir yol buldum.
- Ee ? . .
- Maktul kızın üstünden çıkan fistanın ense tarafında
ve astarı üzerinde işleme gibi harfl e rle " Mil Lüks" yazılı.
Mil Lüks mağazası şurada, Kulekapısı'nda . Sahibi modist­
ra ı Madam Lahey tanıdığım bir kadın olduğundan bo h çayı
kaptığım gibi mağazasına vardım. Pistanın sofra takımı gibi
üç sene evvel yapılınamış ve satılmamış olacağı ortada oldu­
ğundan bunun kime sarıldığının anlaşılacağında hiç şüphem
yoktu.
- Öyle ya . . . İnşallah bunun da bir engeli çıkmadı.
- Madam Lahey fistanı kan lekelerine bulanmış görünce
birdenbire ürktü, hatta kendi mağazasında böyle bir fistan
yapmış olduğunu inkar etmek istediyse de ben ensesindeki
yazıları gösterince inkara mecali kalmadı . Bu tahkikatın
müthiş bir cinayet üzerine adli za bıta tarafından yürütüldü­
ğünü anlattım. Vereceği haberin doğru olmasının yanı sıra
bu sırrın kimseye ifşa edilmemesini, şayet bir tarafa haber
verecek olursa sorumlu olacağını da anlattım. Nihayet Ma­
dam Lahey fistanı hangi konağa yapmış olduğunu söyledi.
Konak sözünü işitince Mecdeddin Paşa 'nın gözleri fırla­
dı. Oturduğu sandalyeden fırlayıp kalkarak telaşla dedi ki:
- Aman Sabri, ne diyorsun ? Konak mı ? Maktul kız ko­
nağa mı mensupmuş ?

ı Kadın terzi.

26
- Ya parmaklarında kına izi olduğunu unuttunuz mu ?
- Ee, hangi konağa mensupmuş bakayım?
- Kemanizade'nin.
- Mustafa Bey'in ha ? . .
- Gerçi konak Kemanizade Mustafa Bey'in adıyla anıl-
sa da Mustafa Bey'in eşi Hediye Hanım'ın uşağı gibi bir şey
9
değil mi ir?
- Şimdi bu kız onların kızı öyle mi ?
- Orasını bilemem. Bildiğim bir şey varsa bu elbisenin
o konak için yapılmış olmasından ibarettir. Bununla birlikte
kızın Hediye Hanım'la ilgisini umarım bugün akşama kadar
öğrenebilirim.
Mecdeddin Paşa'yı bir dalgınlık aldı. Hayrete, dehşete,
büyük bir iç sıkıntısına delalet edebilecek alametler birbiri
ardından çehresini istila etti. Nihayet amirane bir tavır takı­
narak dedi ki:
- Sabri Efendi ! Sana bir şey söyleyeceğim. Hediye Ha­
nım'ın ismini burada benim yanımda zikrettin. Bir daha
başka yerde zikretmeyeceksin. Eğer o isme bir kan sürecek
olursan, kendini yok bil.
- Aman efendim ! Kanı ben sürecek değilim. Kan oraya
kadar kendi kendine fışkınp gitmiş olursa ne yapalım ?
- Hediye Hanımefendi kendi dava ederse kimsenin bir
diyeceği kalmaz. Kendi dava etmediği halde sen orta yere bir
destan çıkarırsan halin yamandır. Sana acıdığımdan tembih
ediyorum, bu sır seninle benim aramda kalacaktır.
- Bir de Madam Lahey arasında . Zira Hediye Hanım'ın
konağı için yaptığı fistanı al kanlar içinde görünce Madam
Lahey'in her sırrı öğrendiğinde şüphe kalmaz.
- Ben onu da çağırır tembih ederim. Hediye Hanıme­
fendi ha ? Aman Yarabbi !
Mil Lüks modahanesinde yapılan fistanın Hediye Ha­
nım'ın konağı için yapılması Mecdeddin Paşa'yı ne kadar
hayrete düşürdüyse paşanın tehdit edici tembihi de Müstan­
tik Osman Sabri Efendi'yi o kadar hayrete düşürmüştü.

27
Osman Sa bri Efendi'ye göre insanlar mademki bunca
nefis hastalığıyla yaratılmıştır, mademki cinayet denilen şey
mutlaka nefis hastalıklarının sevkiyle meydana gelen bir ha­
rekettir, o halde i ster Hediye Hanım olsun ister kim olursa
olsun cinayet işleme yatkınlığından yaratılış ve mevki icabı
uzak sayılacak hiçbir insan eviadı düşünülemez. Sadece in­
sanlar terbiye derecelerine göre nefis hastalıklarının ortaya
çıkmasını engelleyebilir, bu nefis mücadelesinden ırz, iffet,
dürüstlük denilen beğeniten özellikler vücuda gelir.
Bu görüş Osman Sabri Efendi'de bulundukça Mecdeddin
Paşa'nın ansızın Hediye Hanım'ı korumaya çalıştığını görür­
se, o zeki ve uyanık müstantik hayrete düşmez de ne olur ?
Mecdeddin Paşa'nın yanında birkaç dakika daha durdu.
Paşa, Hediye Hanım'ın sırlarının ifşa edilmemesi hakk ında­
ki emir ve teh ditlerini tekrarlamaktan başka bir söz söyle­
medi . Osman Sabri emre itaat ve bağlılık tavrı göstererek
paşanın yanından çıktı, kendi odasına geldi.

Adli kanunlar kamu hakları üzerine dayanınayıp da özel


haklar üzerine dayanırsa özel hakların bile korunması zor
ol ur. İşte eski a diiye usulümüz ile yeni adiiye usulümüz ara­
sındaki farkı hakkıyla anlamak isteyenler bu noktaya odak­
lanmalıdır.
Adli haklar üzerine dayanan adli kanunlar uyarınca
noterlerden savcılara varıncaya kadar birçok memur hep
kamu hakl arının koruyucusudur. Öreke Taşı konusu gibi bir
cinayet olunca meydanci a hiçbir davacısı bulunmadığı halde
bile tahkikat memurları, savcılar filanlar suçluları mutlaka
meydana çıkararak ceza larını tayin edinceye kadar tıpkı
birer davacı, birer intikam alıcı gibi hareket ederler. Kendi
memuriyet namuslarını ilgilendiren vazife budur.
Hatta bir caninin gaddar pençesine düşen adam davacı
olmasa, davasından vazgeçse, caniyi affetse bile kanun ada-

28
leti kamu hakları bakımından da caninin yakasım bırakmaz,
onun üzerinde kanunun hükmünü yine icra eder.
Eski usuldeyse kamu hakları kadar mükemmel olarak
icra edilebilmek şöyle dursun, özel hakların bile kaybedil­
mesine sık rastlanır.
Zira hakimler ya suçlunun düşmanıdır veya dostu ol­
maktan uzak değildir. S uçludan intikam alacak olurlarsa,
işkencelere kadar kendileri için meydanı açık bulabilecekleri
gibi dost oldukları durumdaysa davacının haklarını perva­
sızca mahvedebilirler. Hukuki ve cinai muhakemeler usulü­
nün birer kanun şeklinde belirlenmiş olmaması avukatların
da ağzına kilit vurma anlamına gelebilir.
Hele davacı veya davalı büyük bir hükümet memuru
veya hükümetin kendisi olursa, diğer tarafın halinin ne ka­
dar yaman olacağını " Davacı kadı olursa yardımcı Allah ol­
sun" atasözüyle değerlendirebilirler. Yeni usulde ise davacı
kadı bile olsa, mahkeme huzurunda kadı ile diğerinin hiç
farkı kalmaz; gerek avukatlar gerek savcılar ve müstantikler
adli görevlerini tamamıyla yerine getirir. Özellikle yargıla­
malar aleni olduğundan ve gazeteler de adli tenkitlerinde
serbest bulunduklarından hangi memur veya hakim vazife­
sini iyi yapmazsa kamunun gözü onu derhal görür ve mey­
dana çıkarır koyar.
Bununla beraber yen i adli usulde hiç yanlışlık olmaz, hiç
zulmedilmez diye inat etmiyoruz. Fakat yanılma da tamaha
düşürülme de daha güç ve daha nadir olur. Zira verilecek
hüküm beş altı hakimin oy birliğiyle veya oy çokluğuyla
verilmelidir. Bunların hatası da tamahı da daha az olduk­
tan başka " hükme itiraz ve hakimlerden şikayet" istinaf,
temyiz gibi o hataları, uygunsuzlukları düzeltip iyileştirecek
ça reler de vardır.
İşte bu düşüncelerin ışığında bundan önce kanuni adalet
bakımından Hz. Ömer'in özel liklerini taşıyan padişahımız
efendimiz hazretlerinin teşekküre değer bunca reformları
arasında en mühimlerinden birinin de adli reform olduğunu
vurgulamış tık.

29
Bizim Osman Sabri Efendi kendi merakıyla İslam fıkhını,
genel adli usulü ve hukuk ilminin yüksek tabakalarını kendi
kendisine okumuş, kapsamlı kitapları inceleyerek öğrenmiş
olduğundan adli reformun bizce de uygulanmasını çok arzu
ederdi. D olayısıyla Mecdeddin Paşa'nın yanından çıkıp da
odasına geldiği zaman aklından geçen şeyler gazetecinin ara­
bada ve Köprü üzerinde düşündüğü şeylere eklenecek olsay­
dı, vücuda geleceğini evvelce haber vermiş olduğumuz adli
reform tasarısı bir kat daha mükemmel olurdu.
Osman Sabri eskice yazıhanesinin önüne oturarak ve
kocaman kafasını iki elinin arasına alarak düşünmeye baş­
ladı. Fakat bu şekilde başladığı düşünce artık adli reforma
dair görüşlerden ibaret değildi. Öreke Taşı vakasını düşü­
nüyordu .
Zeki müstantiğin b u meselede e n çok merakını çeken
şey parmakları kınalı bir Müslüman kızının iki Kefalonyalı
arasında maktul bulunmasındaki sırlardı. Kendi kendine di­
yordu ki, "Kız Hediye Hanımefendi'nin konağına mensup
olsun, nereye mensup olursa olsun, edecek başka bir sefa
bulunarnayıp da Kanlı Kaya'ya kadar mehtabiyeye giderek
orada bu kadar feci bir ölüme uğramayı gerektiren hal ne
olmalıdır? Ben bu sırrı mutlaka keşfedeceğim. Ama Mu­
tasarrıf Paşa Hazretleri engelliyormuş ... İnsanın merakını
hiçbir mutasarnf engelleyemez. İşi resmiyete koyamayacak
bile olsam, hiç olmazsa kendi merakımı gidermek için şu işin
arkasını bırakmayacağım. "
Değerlendirmenin bu noktasına gelince Osman Sa bri'nin
aklına gazeteci geldi. Kendi kendine dedi ki, " Gazeteciler
aleyhindeki görüşüm de tamamıyla doğru değilmiş . Öreke
Taşı meselesi eğer basında hakkıyla yerini bulacak olursa,
Mecdeddin Paşa'nın Hediye Hanım'ı korumak için beni
tehdidine imkan ve ihtimal düşünülemezdi. Zira o halde
tahkikatın sonuçları benim tarafıından resmen meydana ko­
nulmayacak bile olsa, gazete tarafından gayriresmi olarak
ilan edilerek elbette üst makarnların dikkatini çeker, elbette
işin nihayeti bir yargılamaya kadar varırdı. Bununla birlikte

30
bu işte bastnın yardımına başvurmaktan beni kimse engel­
Iemiyor ya . Dur öyleyse, ben bir ara gideyim, şu Muharrir
Efendi'ye iade-yi ziyaret ederek aramızda bir dostluk kurul­
masına çalışayım. "
Osman Sabri Efendi bu düşüncelere, hayallere dalmıştı.
Öyle ki bir ara odanın kapısı açılarak içeriye bir kocakarı
girdiği halde Osman Sabri asla haberdar olamamıştı.
Ko dkarı ta odanın ortasına kadar gelerek " Bu ne dal­
gmlık yahu ! " diye ses verdiği zaman O sman Sabri gözleri­
ni açmış ve odasına birinin girdiğinden haberdar olmuşsa
da gelen kocakarının kim olduğunu pekaHi tanırken henüz
teşhis ederneyerek " Buyurunuz hanımefendi, ne istersiniz ? "
diye saygıyla karşılamaya kalkmıştı.
Nihayet kocakarının bir kahkahası üzerine Osman Sabri
aklını tamamıyla başına aldı. Kocakarıyı yanına oturtmak
istedi. Kadın dedi ki:
- Hayır. Bu halde oturacak vakit değildir. Dışarda kala­
balık çok. Dur ben çarçabuk elbiseınİ değiştireyim.
Gelen kocakarı uzunca boylu, zayıf endarnlı, kaçık be­
nizli bir şey olup gençliğinden bakiye olmak üzere ağzında
yalnız dişleri sağlarnca görünmektedir.
" Elbisemi değiştireyim" diye kalkıp da odanın bir tara­
fındaki dolabı açtığı zaman içinden çıkardığı diğer elbise bir
pantolon, bir yelek, bir ceket ile bir fes, potin vesaireden iba­
ret bir takım güzelce erkek elbisesiydi .
Acayip ! Kocakarı kıyafet değiştiriyor ha ?
Daha doğrusunu isterseniz, geldiği zaman kıyafet değiş­
tirmiş iken, şimdi asıl kendi kıyafetine giriyor. Çünkü Os­
man Sabri'nin " Aman Necmi ! Elbiseni değiştirineeye kadar
sabredemeyeceğim. Nasıl, bir iz bulabiidin mi ? Çabuk söyle
de meraktan kurtulayım " demesinden bu gelen zatın Necmi
isminde bir hafiye olduğunu orada bulunup da Osman Sab­
ri'nin sözünü işitmiş olsaydınız hal ve ifadesinden çarçabuk
anlardınız.
Kocakarı kıyafetini değiştirdiği zaman kendisinde gö­
rülen değişim yalnız kadın kıyafetinin erkek kıyafetine in-

31
tİkalinden ibaret kalmadı. Bir kere " kocakarı " tabirinden
anlaşılabilen ihtiyarlık hertaraf oldu. Zira Hafiye Necmi
ancak otuz beşlik bir adamdı, fakat bu yaştaki erkek çehre­
sinde genç kadınlar kadar tazelik olamayacağından Necmi
Bey kendisini kocakarı kıyafetine daha güzel yaklaştırabili­
yordu . İkincisi, kocakarı iken uzunca görünen boyu şimdi
erkek olduğu zaman bir hayli kısalarak adeta orta boylu bir
adam oldu. Kadın elbisesinin insanı daha uzun göstereceği
balolara devam edenlerce denenmiştir. Bazı erkekler balo­
larda kadın kıyafetine girip kendilerini kimsenin tanıyama­
masını arzu ederlerse de en evvel boylarının hemen hiçbir
kadında emsali görülemeyecek kadar nispetsiz uzun olması
kendilerini tanıttırır. Erkekte en kısa boy kadında ortadan
yüksek bir boy olarak değerlendirilir.
Necmi'nin getirdiği haberi bir an evvel alma hususun­
da bizim maharetli müstantik Osman Sabri'nin pek aceleci
olmasında elbette bir hikmet alacaksa da biz ondan daha
evvel ha ber verelim. Hafiye Necmi'nin her ne kadar kocaka­
rı olmayıp erkek olduğunu söyledikse de bu söz tamamıyla
doğru değildir.
Erkek denildiği zaman ne anlarsınız ? Sakallı, bıyıklı bir
adam mı ? Gerçi Necmi'nin sakallı, bıyıklı olması kocakarı
kıyafetine girmesine mani olacağından kendisinde öyle bir
şey olmayacağı ortadaysa da saka! ve bıyığın bulunmaması
mahirane kullanılmış bir usturanın eseri değildi. Bizim Ha­
fiye Necmi yaratılıştan bu erkeklik alametinden mahrumdu.
Köse miydi ?
Ondan daha fa zla bir şey ! Saka! ve bıyığın hakikaten
erkeklik alameti olduğuna hiç şüphe etmemelidir. Zira do­
ğuştan erkek olduğu halde gerek doğal ve özel bir sebeple,
gerek özel bir sıfat eseri olmak üzere erkeklik özellikleri yok
olanlarda sakal ve bıyık da kalmaz.
Yalnız saka! ve bıyık değil, Adem aleyhisselamın oğulla­
rının Havva 'nın kızlarından ayıncı özelliği sayılan erkek sesi
de kalmaz, sesi incelir.

32
Işte bizim Hafiye Necmi böyle bir ak ağadır. 1 Kılık de­
ğiştirmekte de mahareti olduğundan kadın kıyafetine girdiği
zaman hiçbir kimsenin tanıyamayacağı kadar mükemmel
bir kocaka rı olur.
Hafiye Necmi erkek kıyafetini giyip de Müstantik Os­
man Sabri Efendi'nin yanına oturduğu zaman bir de sigara
yaktı. Sqnra dedi ki:
- Bir iz bulup bulamadığıını soruyorsun h a ? Hey ku­
zum hey! Her tavşan adama iz mi gösterir? Bazı usta tavşan­
lar vardır ki sağa sola, öne arda döne döne beş adım sıçraya­
rak iz kaybeder. Bunlara karşı gayet mahir bir avcı olmalıdır
ki iz bulabilsin.
- Sen in işte o m a h i r avcı olduğuna şüphem yoktur.
- Benim de yoktu ama bu işte biraz şüpheleneceğim ge-
liyor.
- Ee, nasıl ettin bakalım ?
- Bohçacı Ziynet Kadın bohçasını yakalayarak doğru-
ca Hediye Hanımefendi'nin konağına gitti. Cariyelere güzel
mendilleı; fildekoz2 çoraplar filanlar göstermeye başladıysa
da bu konak diğer bildiğimiz safderunlar mahalli değilmiş.
Bize güvenmediler. Bir acuze kah ya kadın var; polis reisi yap­
salar layıktır. Sürekli beni oraya kimin gönderdiğini sorar.
Bir ara bu sorulardan maksat acaba beni bir fuhuş vasıtası
olarak mı kabul etmek istiyor diye düşündüm. A:z kalmış­
tı ki zihnimden aslı yoktan bir muhabbet ve sevcia hikayesi
uydurayım da o maksat üzerine geldiğimi söyleyeyim. Fakat
kahya kadının karşısında aşık aram ayacağıını anladığımdan
hiç de böyle güç bir işe girişmedim .
- İyi ettin. Zira foyan meydana çıksaydı konaktan pek
fena bir halde çıkardın .
- Ben onu düşünmedim. Biraz avanak görünürseın gü­
ven kazanının diye düşündüm. Öyle de hareket ettim. Beni

Ak ağa: Beyaz ırktan hadım kimseler için kullamlan tabir; (tarih .) Osmanl ı
sarayında Enderun'a a i t bazı işlerde v e özellikle kapıların bekçiliğinde kul­
lanılan, doğuştan erkeklikten mahrum, beyaz ırktan harem ağası .
Çok sağlam ve ince bir pamuk ipliği çeşidi.

33
kimsenin göndermediğinden, pek işgüzar bir kadın oldu­
ğumdan bahisle büyük büyük hanımların cevahir teliallığın­
da bile istihdam ettiklerini söyledim.
- Ee ! Yine haddinden harice çıktın.
- Yok yok, dur bak ne oldu. " Cevahir tellalı " l dedi-
ğimde kahya kadının gözleri açıldıysa da inanmak istemedi.
Üzerimde cevahir bulunup bulunmadığını sordu. Ben dedim
ki şimdi yoksa da istenirse getirebilirim.
- Öyle ya. Emanetten filandan birçok elmas vesaire bu­
la biliriz.
- Evet. Nihayet kahya kadın bize anlattı. O konağın
halayıkları filanlan öyle mendil, çorap, eldiven, boyunba­
ğı gibi bohçacı alışverişinde bulunamaz. Fakat cevahircilik
gibi mühim bir ticaretim varsa, hanımefendiye kadar takdim
olunabilirmişim. Anlıyorsun ya . . . Demek oluyor ki Hediye
Hanımefendi Hazretlerinin mahremiyet dairelerine kadar
girmeye yol bulabileceğiz. Yalnız bugünlük hiçbir havadis
alabilmek mümkün olamadı.
- Zararı yok dostum. Geç olsun da güç olmasın, derler.
- Şimdi sen bana bir hayli elmas filan bulmalısın.
- Öyle olacak ama Mutasarrıf Paşa Hazretleri b u işte
ilk gösterdiği gayrette devam etmeyecek gibi. Anladığımdan
korkarım ki mücevheratı tedarikte güçlük çekeceğim. İşin en
kolayı böyle bizim için en güç olursa artık muvaffakiyetİn
daha ne kadar güçleşeceğini düşünmelisin. Fakat umudunu
kesme Necmi, her halükarda Cenabıhak bizim gibi doğru­
lara yardımcıdır.
Bugün artık Müstantik Efendi Öreke Taşı vakasıyla
uğraşmadı. Başka bir işi de olmadığından Feriköy'e doğru
hava almak için gezmeye çıktı .
Akşam evine gelince Hafiye Necmi'nin istediği elmasları
nereden bulacağını bir hayli düşündü. Pek çok yöntem hatı­
rına geldiyse de hiçbirini hakkıyla beğenemiyordu.

Elmas, zümrüt, pırlanta gibi değerli mücevherlerin satışında aracılık eden


kimse.

34
Bu merakla yatağına yattı. Ertesi günü Galatasaray'a ge­
lince kendi için gelmiş bir mektup buldu. Hemen açtı. Yeni
dostu gazete muharriri tarafından yazılmış olup sureti şudur:

Azizim Osman Sabri Bey,


Vermiş olduğ u nuz tuhaf mektu b u n şifresin i açacak olan
a nahta rı bulmuşsa m mem n u n o l u r m usun uz? M a niniz yoksa
gazeteyi leşrif edin de size okuyayı m .

35
İKİNCİ B ÖL ÜM

BEYO GL U'NDA BİR İNTİHAR


ı

İntiharı yani insanın kendi canına kastetmesini ahlakçı­


lar ittifakla cinayetlerio en büyüğü, en müthişi sayar. Acaba
hakları yok mudur ?
" Can benim değil mi ? Vücut benim değil mi ? Kendi ca­
nıma kendim kıyarsam kimin ne demeye hakkı olacaktır ? "
gibi sözler, öyle değerlendirmelerdir ki ilkin insana doğru
gibi görünse de biraz derince düşünülürse tümüyle hüküm­
den düştükleri ortaya çıkar.
İnsan kendisine kıydıktan ve geberip gittikten sonra ona
artık bir şey diyebilme imkanı da yok olmuştur. Hatta bir
adam, cezası kısas olan bir öldürme fiilinde bulunsa, birkaç
gün sonra da eceliyle vefat etse o katile kimsenin diyeceği
kalmaz. intihar ise bir öldürme suçudur. Hem de kasten öl­
dürme olduğu için kısas gerektirir. Fakat bu suçta öyle bir
garabet vardır ki yalnız o garabet yukarıda beyan ettiğimiz
gibi laf dolaştırmalara, safsatalara meydan açar. Söz konusu
garabet ise aslında bakın ne kadar sadedir.
intihar kısası gerektiren bir öldürme suçudur, ancak kı­
sas ve idam cezası da o suçun kendisinden ibarettir. Bir adam
canına kıymakla hem bir öldürme fiilinde bulunmuş hem de
o öldürme fiilinin gerektirdiği idam cezasını kendi kendisine
İcra etmiş olur.
Dünyada hiçbir şey felsefeden, hikmetten hariç olamaz .
Hükümlerinin hikmetinden sual edilmeyen yalnız Cenab-ı
Ahkemü'l-hakimindir. l Halbuki onun da emir ve yasakları-

Hakimierin en sağlam hüküm vereni.

39
nın hikmetini biraz düşünürsek kendisinden suale hacet kal­
maksızın bize verdiği akıl ve idrakle bulabiliriz. Her şeyde
olduğu gibi bilhassa adalet kanunları da hikmet esası üzeri­
ne kurulmuştur.
Adalet kanunları katili niçin cezalandırıyor ? Sırf bir öl­
dürme fiilinde bulunduğu için mi ? O halde hatayla meydana
gelen öldürmeleri de kasten öldürme gibi cezalandırmalıydı.
Halbuki kasıt ile hata arasında büyük bir fark arıyor. Hatayı
bir iki sene hapisle cezalandırıyor, kastı ise kısasla cezalan­
dırıyor.
Fiilierin ikisi de bir, yani bir a damın diğer bir adam eliyle
öldürülmesinden ibaret ol duğu halde kaza ile kasıt arasında
bu fa rkın bulunması bize gösteriyor ki ad alet kanunlarının
kısasa layık gördüğü �ey bir adamın öldürülmüş olması de­
ğil, katilin kastıdır.
Evet, asıl suç kasıttır. Hatta kazada hata cinsinden değil
a, kanunun kasıtsız öldürme dediği öldürme şekli ile k asten
dediği öldürme arasında da büyük bir fark görülüyor. O ka­
dar büyük ki evvelkisinin cezası geçici kürek olduğu halde
ikincisinin cezası idam ol uyor.
Kasten olsun, kasıtsız olsun, iki öldürmenin ikisinde de
bir kasıt olduğu halde o kastın yalnız öldürme fiilinin mey­
dana geleceği esnada hasıl olmuş bulunmasıyla ondan ev­
vel yani epeyce bir zamandan beri mevcut olması arasında
kanunen o kadar büyük fark görülüyor ki bu fark ölüm ile
hayat arasındaki fark kadar büyük oluyor. Zira birisi katilin
hayatta kalmasını, diğeri öldürülmesini gerektiriyor.
Şimdi asıl suçun ruhu sayılan şey kasıttan ibaret oldu­
ğuna göre o kastın insanın kendi canına yönelmesi ondaki
dehşeti bir kat daha artırıyor.
Biraz dü şünelim; her ne şekilde olursa olsun, kasıt niçin
bu kadar fena görülüyor ?
Kasıt denilen şey insan ta biatın ın karşı kayamayacağı bir
şey olsaydı ihtimal ki bu kadar büyük ve müthiş bir alçak­
lık görülmezdi. Zira o alçaklık " tabiatı gereği " gibi bir isim
uydurularak m azur gösterilmeye çalışılırdı. Oys a insan ta bi-

40
atında kasıt; yoktur, emniyet vardır. Tıpkı insan tabiatında
kaçınma değil, yakınlaşma olduğu gibi . Ilk karşılaşmacia iki
adam arasında hüküm sürecek şey yakınlaşmadır. Ondan
sonra birbirini tanıyıp da kaçınr n ayı gerektiren bir şey veya
şeyler görülürse, kaçınma meydan a gelir. Aynı şekilde insan
tabiatının ilk gerektirdiği şey emniyettir. Ondan sonra kastı
gerektirecek bir şey çıkarsa, kasıt meydana gelir.
İşte ştıraya bir çocuk oturmuş, yanında bekçisi yok, et­
raftan da hiçbir göz o çocuğa çevrilmemiş. Çocuğa her ne
yapsanız hiçbir kimsenin görmesi katiyen mümkün değil.
Haydi bakalım o çocuğun kulağını kesin. Eğer insan tabiatı­
nın ilk hükmü kasıttan ibaret olsaydı, sizi çocuğun kulağını
kesmeden kim alıkoyardı ? Aksine insan tabiatının ilk gereği
emniyet olduğu için çocuğa öyle bir kastın aklınıza gelmesi
şöyle dursun, şayet yanında bir köpek veya bir çukur, bir
kuyu gibi tehlike görürseniz yolunuzdan kalarak çocuğu
emniyet altına almaya çalışırsınız.
Görüyor musunuz hala kasıt yoktur.
Bir de dikkat ediniz ki çocuğun kulaklarında bir çift en
iyi cins pırlanta küpe var. En az elli lira eder. Nasıl, durum
başkalaştı mı ? Bu küpeleri şöyle kolayca çıkarıp almaya hal
ve zaman müsait olmadığından bunları çekince çocuğun ku­
lakları yırtılacak.
İşte kastın başlangıcı meydana çıktı . Kanun da böyle in­
san tabiatında olan asıl emniyeti ayaklar altına aldığı, kendi
nefsini böyle bir alçaklık derecesine düşürüp de o kasta mağ­
lup olduğu için insanı cezalandınyor.
Bir örnek daha düşünelim.
Yolda gidiyorsunuz. Bir kenara bir insan yatmış, uyuyor.
Kendisini savunma kaydında değil. Etra fta görecek hiçbir
kimse yok. Ha ydi bakalım o adamı öldürün. Mümkün mü ?
İnsan tabiatının gereği emniyettir. Aksine, o adamın örtüsü
bir tarafa kaymış da üşüyecekse gider, örtüsünü gösterirsi­
niz. Öyle değil mi?
Bir de yanına yaklaştınız, baktınız, o adam vaktiyle sizi
bir meseleden dolayı aşağı lamış ve ya bir durumda zarara

41
sokmuştur. O zamanki intikam hissinin geri dönmeye baş­
laması işin rengini değiştirir. İşte insan yaradılışının öncelikli
gereği olan emniyeti, idam gibi cezanın da imikarnın da en
büyüğü, en sonu olan bir kasıda ihlal ettiğiniz içindir ki ka­
nun sizi, yani bu kastınızı cezalandırıyor.
Bir de kastı insanın kendi canına tatbik edelim.
Acaba insan kendi kendisine ne kadar fenalık yapabilir
ki yine kendi kendisinden intikam için canına kastetsin ?
Veya acaba insan kendi canına kastetmekte hayattan büyük
hangi menfaati d üşünebilir ki o menfaat uğruna bu kastı ter­
cih edebilsin ?
Bu ihtimallerin ikisine uygun olacak hiçbir intihar ger­
çekleşmemiştir.
intiharların hemen hemen tümü bir yeis, bir umutsuzluk
neticesidir. Hatta bazı insanlar intikam alabilmekten ümidi
kestiği için sanki kendi kendisinden alacağı intikamla şifa
bulacakmış gibi canına kasteder. Aşk ilişkileri neticesinde­
ki intiharların neredeyse tümü bu şekildedir. Bundan başka
malını, namusunu vesaire aziz bir şeyini kaybedenler sanki
ölümle kayıpları telafi etmek mümkün olabilecekmiş gibi
canına kasteder.
Halbuki bu kasıtların tümü en iğrenç kasıtlardır. A lemde
tabiatı bakımından insana kendi canı kadar aziz olabilecek
hiçbir şey yoktur. Bu kadar aziz olan bir şeye kastı göze alan
adam da o kadar büyük bir iğrençliği göze almış olur. Kulak­
larında bulunan küpeye tamalı ederek çocuğun kulaklarını
yırtan veya bir intikam duygusuna yenilerek yol üzerinde bir
günahsızı öldüren cani bile o iğrenç kasıt karşısında bir de­
receye kadar olsun kendisini mazur göstermeye çalışabil ir.
Kendi canına cidden kastettiği halde haricen bir sebep
çıkmasıyla canı son kertesinde kurtanlan adamı kısas ola­
rak idam etmeye lüzum gösterilse, bu lüzumu inkar edecek
pek az zeki hakim olabilirdi . Zira kendi canına kastı göze
almış olan bir adam için ondan sonra kastederneyecek hiçbir
şey tasa vvur edilemeyeceğinden böyle bir adamı toplumdan
dışarıya çıkarmak lüzumu aşikardır. Ancak bunların birta-

42
kımları da sırf bir cinnet eseri olmak üzere intihara cesaret
ediyor da kurtulduktan sonra o hastalığın hertaraf olma ih­
timali üzerine kanun adamları onun cezası yoluna gitmiyor.
Merhum Mehmet Ali Paşa Mısır'da orduyu kurduğu za­
man birtakım Araplar askere alınmamak için sağ gözlerini
çıkarırlarmış. Bunlardan birçoğunu Mehmet Ali Paşa dayak
altında gebertmiş. Sebebiyse Arap'ın gözünü çıkartmasıyla
bir neferden mahrum kaldığı meselesi değildir. Zira tek göz­
lü kalan Arap'ı dayak altında öldürmekle tamamen kaybet­
miş oluyor. Sırf kendi gözüne kendisinin kastetmesinin ne
büyük melunca bir kasıt olduğunu herkese anlatmak için
ancak bu cezayı orantılı bulabilmiş.
İşte kanun önünde asıl cezalandırılacak şeyin kasıt oldu­
ğu ve kasıtlar arasında insanın kendi canına kastı en iğren­
ci olduğu için canına kastla intihar edenler kanuni hikmet
önünde en büyük cani sayılır. Yalnız kendi suçlarının ceza­
sını yine o suçun işlenmesi yoluyla tayin etmiş oldukları için
başka bir kanuni sorumluluğa gerek görmemiş olurlar. Öyle
ki kamuoyu bu caninin uhrevi sorumluluğundan yine şüphe
etmez. Zira derler ki, " Canına kıyan, imansız gider. "

intihar hakkında yukarıdaki bölümümüzde ileri sürdü­


ğümüz bazı görüşleri daha geniş ele ala bilirdik Ezcümle, ca­
nına kıymanın hiç de yiğitlik sayılamayacağını açıklayarak
iddianın ispatı için de intiharı göze almış pek çok aciz kadın
bile bulunduğunu söyleyebilirdik Ancak maksadımız yalnız
intihar hakkında felsefi bir cilt yazmak değil, hikayeınİzin
ikinci bölümüne koyduğumuz başlık gereğince Beyoğlu'nda
bir intihar vakası göreceğimizden bu vaka yı görmeye intihar
faciası hakkında felsefi bir fikirle gitmek olduğundan şu ka­
darcık bir görüş beyanını yeterli gördük.
Hicri bin iki yüz şu kadar senesine rastlayan ağustos ayı­
nın yirmi sekizinci çarşamba sabahıydı ki Beyoğlu'nda, . . .

43
mahallesinde, . . . sokağı ahalisini gayet canhıraş bir feryat
figan heyecanlandırdı .
Kah " Yangın var ! " diye feryatlar gelir, kah " Cankurta­
ran yok mu ? " diye yardım istenirdi.
İlk seda hemen herkesi pencerelere koşturarak ses gelen
tarafta duman, a lev gibi yangına delalet eden emareler ara­
maya mecbur ettiyse de öyle bir şey görülemeyince pencere­
lere koşanlarda ilk rahatlık meydana geldi. " Cankurtaran
yok mu ? " sorusuna ise olumlu cevap verecek kahramanları
bu zamanlarda konu komşu arasında aramamalıdır.
Bununla birlikte seyredenler henüz pencerelerden ayrılma­
mıştı. Sadece ihtiyaten perdeleri daha sıkıca indirerek perde
aralıkiarına göz uydurup olanı biteni izlemeye çalışıyorlardı.
Feryat hala devam ediyor. Hem de gelen sedalar kadın
sesleridir.
On dakika sonra birçok ayak patırtısı işitildi. Fakat öyle
olur olmaz nazik potinierin çıkaracağı patırtılar gibi değil.
Asker çizmelerinden çıkan ayak patırtıları ki uygun adım
yüründüğü zaman adeta yerleri sarsar.
Bu patırtıların sahiplerinin asker olduğunu tüfek, süngü
ve kılıç şakırtıları da teyit ederek i spatladı. Bunun üzerine . . .
sakağına bakan pencerelerin birkaçı açılarak dışarıya bazı
başlar çıkacak kadar ahalide cüret belirdi.
Gelen asker yirmi beş kadar nefer olup sekizi nizarniye
ve on yedisi j andarma idi. Nizarniye askerleri bir mülazımın,
jandarmalar bir yüzbaşının kumandası altındaydı. Fakat iki
zabit kısacık boylu, koca kafalı, sivil kıyafetli bir efendinin
emrine itaat ediyordu.
Bu efenciiyi görseydiniz bizim mahir müstantik Osman
Sabri olduğunu derhal anlardınız.
Böyle bir vakaya gelen askerde " Vurun ! Tutun ! Koşun ! "
gibi telaşlar olursa garipser misiniz ? Hatta maalesef itiraf
edersiniz ki bu şekilde meydana gelen hareketlerin çoğu öyle
telaşlı ve gürültülü olur. Öyle değil mi ?
Halbuki bu sabah ayak patırtısı ve tabii ortaya çıkan
silah şakırtısı gibi seslerden başka telaşa, gürültüye delalet

44
eder hiçbir ses işitilmiyordu. Çünkü Osman Sabri'de öyle te­
laş edecek tavır olmadığı gibi maiyetinde bulunan j andarma
yüzbaşısı lüzumu kadar bile söz söylemeyi gevezelik sayan
kıranta bir adamdı. Nizamiyedeyse ses çıkarmak zaten aske­
ri intizama aykırı bir hal olduğundan gece kol gezen askerin
ne kadar patırtısı olursa, bu sabah feryat figan işitilen evi
basan askerde de ondan fazla patırtı duyulmaması doğaldı.
Osman Sabri bir kere evi hızla gözden geçirdikten sonra
yüzbaşıya dedi ki:
- Cafer Ağa, evin arka kapısı olduğunu zannettirecek
gibi vaziyeti yoktur. Fakat damdan dama kaçarak bir çıkış
yolu bulma ihtimali canİ veya caniler için olmayacak şey de­
ğildir. Bu sokağın ötesindeki sokak ile yanlarındaki sokakla­
rı derhal nokta altına alın .
Cafer Ağa'daki cevap bir temennadanl ibaret oldu.
Nizarniye mülazımıyla iki kelime konuştu. Daha sonra
askere bir kumanda verildi ki iki sıra olan askerin birinci
sırası yarım sağ ve ikinci sırası yarım sol ederek uygun adım
yürüyüşüyle hareket edildi. Bir dakika içinde feryat gelen
evin bulunduğu adayı kuşatan sokakların tümüne nokta2
dizildi.
Bu iş bittikten sonra Cafer Ağa Osman Sabri'nin yanına
gelince Osman Sabri dedi ki:
- Sen abluka hattını daima devret. Şüpheli olarak so­
kakta kimi görürsen tevkif et. Eve ben girerim.
Bu kumandayı nizarniye mülazımı da işitmişti . Yüzbaşı
ile mülazım baş başa vererek tekrar ikişer kelime konuştuk­
tan sonra biri sağa , birisi sola dönerek oluşturdukları nokta­
lardan ibaret olan abluka kordonunu devre başladılar.
Kapıda Osman Sabri'nin yanında bir çavuş, bir onbaşı
ile dört nefer kalmıştı. Onbaşıyı gerek li talimat ve iki nefer­
le kapıda bırakarak kendisi, çavuş ve iki de neferle beraber
içeriye girdi.

Öne doğru eğildikten sonra doğrulurken eli başa götürerek verilen selam.
ı Nöbetçi, gözcü, bekçi.

45
Kapıdakilere verdiği talimatı izaha hacet var mı ? Katiller
dışarı fırlarlarsa tutmaktan, teslim olmaziarsa vurmaktan ve
içerden çağrılacak olurlarsa imdada koşmaktan ibaretti.
Bu emirler o kadar çabuk verildi ve icapları o kadar ça­
buk icra edildi ki kolun kapıya girişinden hemen dört da­
kika sonra Osman Sabri Efendi de evin kapısını açtırarak
içeriye giriyordu.
Osman Sabri'nin eve giriş tertibine gelince: En önünde
bir nefer ve onun aı kasında kendisi bulunup kendi arkasına
çavuşu ve en geriye diğer neferi konuşlandırarak girmişti.
Ev içinde vaveylanın hala kesildiği yok. Sadece eski " yan­
gın var" lar, evvelki "cankurtaran yok mu " lar şimdi " Ah ev­
ladım! Ah babacığım ! " gibi figanlara dönüşmüştü. Bir de
evvelce iki kadın sedası işitiliyorken şimJi birkaç erkek ve
kadın sedası ve gürültüsü evvelkilere eklenmişti.
Osman Sabri Efendi kapıdan girip de taşlık üzerinde bu­
lunduğu zaman yukarıdan yaşlıca bir kadın kendisini merdi­
venden aşağıya atarcasına koşup geliyordu. Ondan evvelse
bir genç kız ile bir de uşak kıyafetli erkek, zabıta memuruna
kapıyı açmaya koşmuşlardı.
Yaşlıca dediğimiz kadının arkası sıra hizmetkar olduk­
ları kıyafetlerinden anlaşılan iki kadın ile bir erkek koşup
geliyordu .
Her birinin çehresi helak derecesinde değişmiş ! Her biri­
nin çarpıntısı, heyecanı son derecede. Her birinin ağzından
bir başka söz çıkıyor.
Osman Sabri Efendi sağ elinin şahadet parmağını dudak­
larına götürerek ciddi ve dehşetli bir tavırla "sus" işaretini
vermesiyle bir an için gürültü kesildi. Osman Sabri sordu :
- Yukarıda hırsız, kanlı filan kimse var mı?
Bir uşak:
- Kimse yok efendim.
- Kaçtılar mı ? Nereye kaçtılar ?
- Hayır, kaçan da yok .
Kocakarı iki gözü çeşme gibi çağladığı halde Osman Sab­
ri'nin boynuna sarılırcasına istirham eder bir tavırla dedi ki:

46
- Ah efendim ! Yukarıya çıkın da oğlumun ne halde ol-
'

duğunu görün. Ah oğlum! Oğlum !


Kadının bu figanı üzerine genç kız da feryatlarını tekrar­
ladı; uşaklar, hizmetçi kadınlar cümleten evvelki şamaraya
başladılar. Kimisi " B oğmuşlar ! " diyor, kimisi " Asmışlar ! "
diye bağınyor, bazılan " Efendimiz ! " diye hayıflanıyor. Bir­
takımı " Babam" diye bağırıyor. Bir gürültü, bir patırtı ki
malışer meydanı sanki !
Kocakarı ile uşaktan aldığı cevaplar üzerine O sman Sabri
yakalanacak bir canİ bulunmadığını anladı. Bu defa kendisi
öne düştü. Evin birinci katına, sonra ikinci katına çıktılar.
Bu kattaki odalar yatak odalarıydı.
Kocakarı ile kız önde giderek bir oda yı işaret ettiler. Ancak
kız da kocakarı da odaya evvel girmeye cesaret edemiyordu.
Osman Sabri Efendi ile j andarma çavuşu odanın eşiği
üzerine gelerek baktıklarında tavanın ortasındaki halkaya
bir adamın asılmış olduğunu gördüler.
Çok vukuat görmüş, her dehşetli şeye gözlerini alıştırmış
olan Osman Sabri Efendi fütursuzca koca kadına sordu :
- Bunu buraya kim asrrıı ş ?
- Kim bilir a efendim, kim bilir k i m asmış. Oğlum ak-
şam odasına çekildi. Sabahleyin bu halde bulundu.
- Demek oluyor ki kendi kendisini asrrıış, öyle mi ?
Mevcut olan erkek ve kadın, cümlesinin suratlan son de­
receye kadar umutsuzluk alametleriyle dopdolu olarak her
biri kendine has bir tavırla Osman Sabri 'nin sorusuna tasdik
cevabını verdi.
Osman Sabri ası lmış adamdan önce mevcut adamların
çehrelerini birer birer incelemeye başladı. Her birinin kalp­
lerinden geçen şeyleri yüzlerindeki alametlerden anlamaya
çalışıyordu. Bir yandan bu incelemede bulunurken diğer ta­
raftan çavuşa dedi ki:
- Abidin Çavuş ! Git, askeri dağıt. Askerce işimiz kal­
madı. Yalnız kapının iç tarafında iki nefer bulunsun. Belki
lazım olur. Galatasaray'a haber götür de Necmi Bey derhal
gelsin. Asıl işimiz onunla görülecektir. Daire tabibi için de
evine haber gönderin.

47
Abidin Çavuş askerce temenna ederek emri uygu lamaya
gitti .
Osman Sabri hala ev halkının çehrelerini birer birer in­
ediyordu . Kimin yüzüne bakarsa o adamın yüreğinde daha
çok çarpıntı belirir, bu bakışın adeta bir sorgulama demek
olduğunu anlardı.
Osman Sabri sordu:
- Ev halkı bundan ibaret midir ? Burada mevcut olma­
yan uşak, hizmetkar filan daha başka kimse var mıdır ?
Koca karı:
- Bu kadar efendim. Uşakların, hizmetkarların tümü
buradadır. Biz de buradayız. Dışarıda kimserniz yoktur.
Bu cevap üzerine Müstantik Efendi tekrar h e p s i ne bir
göz gezdirerek dedi ki:
- Burada bulunan adamların hiçbirisi hiçbir tarafa git­
mesin. Kendilerinden sorulacak şeylerim var.
Bu emir bütün çehrelerin renklerinde bir değişiklik ya­
rattı. Bu değişikliklerin adli zabıtaca derhal şüphe çeken bir
emare sayılamayacağını Osman Sabri Efendi birçok tecrü­
beyle bilirdi .
Asılan adamın bulunduğu odaya girdiği zaman Osman
Sabri Efendi en evvel cenazenin şahsını tanımaya çalıştı . Ası­
lan kişi uzun boylu, kara sakallı, ancak otuz yaşında kadar
tahmin edilebilecek genç bir adamdı. Kaşlarının sık, kara ve
güzel olmasının yardımıyla gözlerinin güzelliği anlaşılabilir­
se de gözleri kapalı olduğundan renkleri, güzellikleri görü­
lerniyordu. Feci şekilde ölmekle birlikte ağzının, burnunun
intizamı, ellerinin küçüklüğü, güzelliği asılan adamın kadın
tabiriyle " insan güzeli " olduğun u teslim ettirebilirdi.
Osman Sabri Bey pek az şeyi acınınaya değer gören, katı
yürekli bir adam o lduğu halde asılanı hakikaten merhamete
değer bularak kendi kendine dedi ki, "Vah zavallı! Pek de
genç . "
Odanın içine şöyle bir göz gezdirdi, her şey yerli yerin­
deydi; muntazam bir yatak odasının intizamına asla h ale!
gelmemişti. Bununla beraber Osman Sabri'nin merakını ev­
velce de öğrendik ya ! Ev halkına dedi ki:

48
- Şu oda içinden bir habbe l kımıldatılmayacak. Asılan
kişiye kimse parmak ucuyla bile dokunmayacak.
Osman Sabri'nin bu merakı pek çok adiiye memurun­
da da vardır. Bu merak onlarca b üyük bir maharet alameti
sayılabilir. Çünkü cinayet fiilierinin tahkikatında ipucu de­
nilen şeyler tanıklıktan fazla adli memurları uyarmaya yar­
dım eder.
Hatta Müstantik Osman Sabri Efendi cinayet işleyenleri
yakalamakla görevli değilken, bu sabah şu evi ilk ablukaya
kendisinin aldırmış olması, birkaç katili otuz kırk askerle
turabilmekten dolayı kahramanlık taslamak emeline da­
yanmıyordu. Aksine caniler tutulamamış olsa bile cinayet
yerini ilk haliyle görme merakına dayanarak koşmuş gel­
mişti . İşte bu merak dolayısıyla asılan kişinin odasında bir
habbenin yerinin değiştirilmemesini emir ve tembih ettikten
sonra şunu da ekledi :
- Bütün evin içinde hiçbir şeyin yeri değiştirilmesin. Hiç
kimse dışanya çıkmasın.
Hatta aşağıda kapı yanında bulunmalarını Abidin Ça­
vuş'a emretmiş olduğu iki neferden birisini çağırıp evde
bulunan eşyanın yerlerinin değiştirilmemesini, özel likle dı­
şarıya ne bir insan ne de bir şey çıkanlmasını tekrar tekrar
tembih etti.
Sonra ev halkını etrafına toplayarak şöyle sorguya başladı:
- Asılan kişinin ismi nedir?
Kocakarı:
- Halil Sfui. Biz Arap'ız efendim. Sur şehrinden olduğu-
muz için oğlum Halil'in lakabı Sfui kalmıştır.
- Şu genç kız sizin nenizdir?
- Oğlumun rahmetli karısından doğan kızıdır.
- Bunlar da uşak ve hizmetka r lar, öyle mi ?
Hepsi birden:
- Evet efendim, evet.
- Uşaklarınızın en yenisi kaç ayda n beri hizmetinizdedir?

Tahıl tanesi, tohum.

49
- En yenisi şu Rum kızıdır, dört aydır hizmetimizdedir.
Bu Ermeni karısı bir buçuk senelik, şu aşçı Kaspar iki sene­
lik, bu uşak Artin de dört buçuk senedir hizmetimizdedir.
- Hepsinin sadakatinden, iffetinden eminsiniz ya ? . .
- Evet efendim, hepsinden memnunuz.
- Asılan kişi kaç yaşındadır ?
- Otuz bir efendim.
- Sanatı nedir ?
- Sanatı tellaldır.
- Ne tellalı ?
- Efen dim, çarşıcia mağazası vardır. Kuyumculuk da
eder, saatçiliğe de karışır. Hatta sarraflık bile eder. Her ne iş
olsa girişirdi. Ah evladım, pek çalışkandı. Emlak alım satı­
mına aracılık eder, taşralara mal ve para gönderip getirtme
işlerinde bulunur, hasılı pek güzel çalışırdı.
- Mağazasında yazıcı, ka tip filan gibi kimsesi var mıdır ?
- Vardır efendim. İbrahim Şusen derler Beyrutlu bir ço-
cuk vardır.
- O çocuk nerede yatar kalkar?
- İstanbul'da ı Büyük Han'da odası vardır.
Burada Müstantik Efendi biraz dinlenir gibi durdu. Biraz
sonra yine sormaya başladı.
- Asılan kişinin şu yakınlarda işlerinde bir bozukluğu,
ziyanı filanı olduğunu bilir misiniz ?
- Hayır efendim. Ziyana dair bir şey olduğunu bilmi­
yoruz.
- Sizi daima işlerinden haberdar etmek adeti değil midir ?
- Değildir efendim. Bize işlerine dair hiçbir vakit malu-
mat vermez.
- Ee, kendisinde öyle bir elem, keder alameti görüyor
muydunuz ?
- İnsan değil mi efendim, elbette elemi de olur kederi de.
- Hayır ama canına kastedecek derecelerde bir umut-
suzluğu varsa elbette halinden anlayabilirsiniz.

20. yüzyılın ortalarına kadar İstanbul dendiğinde Suriçi olarak da adlan­


dırılan Tarihi Yarımada kastedilirdi.

so
- Hay{r efendim, hayır. Öyle canından bezecek kadar
hiçbir kederi yoktu.
Osman Sabri Efendi sorguyu bu dereceye vardınnca aşa­
ğıdan yukarıya doğru asker adımları olduğu patırtısından
anlaşılan bir iki ayak sesi geldi . Biraz sonra Yüzbaşı Cafer
Ağa ile Abidin Çavuş ve onun arkasından Hafiye Necmi Bey
göründü.

Bu memurların gelmesi üzerine Osman Sabri sorguya de­


vam etmedi fakat kadına sorduğu sorularla aldığı cevapları
bir kağıda yazmadı. Zihninde tuttuğu için sanki elinde bir
sorgu kağıdı varmış da onu okuyarmuş gibi gelenlere ve on­
ların arasında bilhassa Necmi Bey' e sorgunun seyrini anlattı.
Necmi Bey, Osman Sabri'yi tamamen dinledikten sonra
müstantiğin bumuna kadar sokuldu; yalnız ona işittirebile­
cek bir yavaş sesle sordu:
- Evde bulunanlardan bir şüphen var mı ?
- Henüz hiçbir şüphem yok.
- Çehreleri pek fena görüyorum.
- Cinayetin dehşetinden ve polisin heybetindendir. Bu-
nunla birlikte kapıya emir verdim, hiçbir yere savuşamazlar.
Bu sözler yavaşça söylendikten sonra Osman Sabri alçak
sesle Necmi'ye dedi ki:
- Şimdi hep beraber asılan kişinin odasını arayalım ve
orada gereken araştırınayı yapalım.
Fakat bu arama ve araştırmada ne kocakarıya ne de ev
halkından birine ihtiyaç olduğundan herkesin yerli yerine
çekilmesini emrettiler.
Asılan kişinin bulunduğu odaya geldikleri zaman evvela
yüz takımı üzerinde vedanameye ve vasiyetnameye benzer
bir kağıt aramaya başladılar. Halbuki odada hokka kalem
bile yoktu; ne yazılı ne de yazısız hiçbir kağıt göremediler.
Asılanın bir koltuk sandalyesi üzerinde bulunan giysilerini

51
de aradılar. İçinden bir iki lira, birkaç mecidiye, biraz da
ufaklık çıktıysa da evraka dair hiçbir iz çıkmadı.
Bunun üzerine zabıta memurları birbirinin yüzüne baktı.
Necmi Bey sordu :
- Bu nasıl intihar ? Kendisine kıyacak olan adam mutla­
ka kasıt sebebini veya kendisinden sonra ailesi halkının ede­
ceği hareketi yazar. Mutlaka bir kağıt bırakır. Acaba öyle bir
kağıt varmış da validesi filan mı almış ?
Osman Sabri:
- Hayır, odadan dışarıya bir çöp çıktığı yoktur.
Necmi:
- Öyleyse bunda bir bit yeniği anlıyorum.
Osman Sabri:
- Dur bakalım, öyle pek de acele etme.
Asılan kişinin tavandaki halkaya bağladığı ipi inceleme­
ye başladılar. Necmi Efendi dedi ki:
- Tavan üç metre kadar yüksek. Şurada bir iskemle var.
Asılan kişi ipi tavandaki halkaya takmak için bu iskemle
üzerine çıkıp ayak parmaklarının ucuna bassa da yine hal­
kaya kadar yetişemez, bir karıştan fazla mesafe kalır. Bu hal­
de acaba ipi halkaya nasıl takmış olur?
Cafer Ağa :
- Hem de tavandaki askıl ı lam bayı evvela aşağıya in­
dirmiş de sonra ipi takmış. Na işte, lamba da yüz takımının
yanında duruyor.
Osman Sa bri:
- Ben de deminden beri buna dikkat ediyordum. Mut­
laka şu yüz takımının masası halka a ltına kadar çekilerek,
onun üzerine de iskemle konularak bu ip şu halkaya takıl­
mış. Kilime dikkat ediyor musun Necmi, kilime? Üzeri mer­
mer kaplı olan ağır masa çekilip buraya kadar getirilirken
kilimin kadifeleri üzerine nasıl iz bırakmış!
Zabıta mem u rları o izlerden ziyade bi rbirinin yüzüne ha­
kıştı. Necmi Bey dedi ki:
- Ben bu işte bir yardımcı parmağı var diyeceğim. Çün­
kü ası lan kişi bu ipi kendi takmak için şu taş masayı buraya

52
kadar kendi çekmişse, ipi taktıktan sonra onu yine eski yeri­
ne kadar götürme külfetine katlanmazdı.
Osman Sabri:
- Evet. Benim de zihnim bulanmaya başladı. Ömrünün
son dakikasında bulunan bir adam artık odasının imizamını
düşünetek değil ya !
Necmi:
- Ev halkından henüz şüphe etmiyorsunuz, öyle mi ?
Osman Sabri:
- Bu şüphede bizi aceleye mecbur edecek hiçbir şey yok.
Abidin Çavuş yüz takımı hakkındaki şüpheden dolayı
durumu çuk g arip s ed i . Kendisi her ne kadar pek çok kanlı
katil tutmuş eski bir çavuştuysa da bu gibi ilk tetkik işlerinde
hemen hiç bulunmamış olduğundan maharetli bir müstan­
tiğin az ipucundan çok mana çıkaracağını bilmezdi. Dola­
yısıyla yüz takımı masasını epey inceledikten sonra dedi ki:
- Gerçekten hakkınız var. Bu masayı oraya çekmiş ol­
duğu işte kilim üzerindeki izlerden belli. Sonra masayı yine
yerine koyduktan sonra üzerindeki şi şeleri, sabunları, filan­
ları da evvelki gibi muntazaman birleştirmiş.
Abidin Çavuş'un b u şaşkınlık bildiren kelimeleri nere­
deyse manasız olduğu halde Osman Sabri bundan da büyük
bir mana çıkarırsa aferin mi ?
Her şeyden önce gitti, asılan kişinin ellerini dikkatle kok­
ladı. Sonra geldi, yüz takımı üzerindeki şişeleri, sabunları
birer birer kendi eliyle tutup yerlerinden kaldırarak yine yer­
lerine koydu. Şişeleri bu şekilde temastan sonra elini kokladı
ki birkaç türlü lavanta ve sabun kokusu eline geçmişti. Do­
layısıyla Hafiye Necmi'ye dedi ki:
- Bende de şüphe artıyor. Diyelim ki asılan kişi kendi
yatak odasının intizamına pek ziyade meraklı olup ipi hal­
kaya taktıktan sonra masayı yine eski yerine götürüp tak ım­
larını üzerine yerleştirecek olsaydı, elinde koku kalmalıydı.
Zira işte ben biraz d ok und u ğ urn d a el imde pomat, lavanta
ve sabun kokuları kaldı.
Necmi :

53
- Evet, önemle kaydedilecek bir ipucu da budur. Fakat
asılan kişinin kendi kendisini asmamış olduğu hakkındaki
şüphemi kesinleştirmek için dikkatinize arz ederim; bir kere
de şu ipin uzunluğu ile şu sandalyenin yüksekliğini kıyaslayın.
Osman Sabri ( Artık sabrını tüketmiş bir adam tavrıyla ) :
- Be kardeş, sen d e hep aklıma gelenleri söylersin. Zaten
ben seni tasdik için şimdi bunu söyleyecektim.
Necmi:
- İki mahir dikkatli zabıta memurunun aklına daima
bir şey gelir ki doğru olan da ondan ibarettir.
Gerçekten de ipin uzunluğu ile sandalyenin yüksekliği
mukayese edilince ortaya çıkar ki şu sandalyenin üzerine
çıkan bir adamın kendi boğazına bu ipi takması gerekse
takamaz. Zira iskemleyi asılanın ayakları altına getirdikle­
rinde her ne kadar ayakları iskemieye basabilmişse de ipin
ilmeğini kendi boğazına kendisi takması gerekse ilmek ipi
açacağından ip bir karış kadar kısa gelir.
Bu hali görünce Yüzbaşı Cafer Ağa dedi ki:
- Asılanın kendi ilmeğini kendi boynuna yine kendisi
takmamış olduğuna ve başka bir elle takılmış bulunduğuna
artık benim de inanacağım geldi. Hem de inandım.
Osman Sabri:
- Buna hiç şüphe etmek istemez. Bak şu yüz takımı ma­
sası kendi yerinde bulunmayıp da asılan kişi onun üzerine
basmış olsaydı, ferah ferah ilmeği boğazına takabilirdi.
Dört adam bir hayli zaman birbirinin yüzüne bakıştı . Ger­
çekten dördü de asılan kişinin kendi kendisini asmadığı, bir
başka el tarafından asıldığı kanaatinde olsa da bu elin hangi
el olacağını bulamıyorlardı . Necmi Osman Sabri'ye sord u :
- Ev halkından henüz şüphe etmiyorsun, öyle mi ?
- Dur, biraz da şu yatağı inceleyelim. Ondan sonra ev
halkını bir daha sorguya çekeceğim. Bakın şu yatağa. Bunun
içinde insan yatmışa benziyor mu ?
Cafer Ağa:
- Yatak hiç bozulmamış. Demek oluyor ki insan yat­
mamış.

54
Necmi:
- Hayır, bu yatağın içinde insan yatmış ama yatak sonra
düzeltilmiş.
Osman Sabri:
- Evet, ben de öyle diyorum. D üzeltilen şey yalnız dö­
şek ve yastık çarşaflarından ibarettir. Bakın şu örtü altındaki
yastığa. Mahir bir el bu yastığı böyle düzeltmez. Şimdi diğer
odaların birisine gidelim. Hizmetçi kızların ikisine de birer
yatak düzelttire lim. Bu evde henüz insan girmeyen yatakla­
rın düzgünlüğünün nasıl olduğunu görürüz.
Necmi:
- Güzel olur. Fakat daha şimdiden yatak hakkında ver­
diğin hüküm nedir? Sanki asılan kişi kendi kendisini asmaı­
dan evvel yüz takımını düzelttiği gibi yatağını da düzeltmiş
demek mi istiyorsun ?
Bu soru Osman Sabri'nin yüzünde bir tebessüm oluştur­
du. Tebessümün bu derecesi Müstantik Efendi'de kim bilir
ne zamandan beri görülmemişti. Necmi'ye dedi ki:
- Latifeyi bir tarafa bırakalım. Taş masayı şuraya kim çek­
miş de ipi halkaya geçirmiş ve sonra asılan kişiyi kim kucakla­
rnış da halkayı boynuna takrnışsa bu yatağı da o düzeltmiştir.
Cafer Ağa :
- Asılan kişiyi birisi kucaklayarak halkayı başından ge­
çirmiş olsa bu kişi haykırarak, bağırarak yardım istemez mi ?
Yoksa kendisi de bu asılma ve idama razı mı olmuş ?
Osman Sabri:
- Deli misin sen be ? İnsan kendi kendisine kastedecek
bile olsa kendisini kendi isteğiyle astıracak cellat mı bulabi­
lir ? İşte besbelli ki biçare herifi yatağında boğmuşlar. Sonra
da işin aslı belli olmasın, kendi kendisini asmış sanılsın diye
buraya asmışlar.
Necmi:
- Hayır birader, hayır. Bir yanlışın var. Herifi yatağın ­
da boğmuşlar diyemem. Zira o halde boğazında, yüzünde
filancia bağına izleri olurdu. Bunda ise hiç boğuntuya dair
iz yok .

55
Osman Sabri:
- Gerçekten de elle sıkılıp boğulsa dediğin gibi olur. Ya
bir kaytanla boğmuşlarsa ? Çünkü boğan adam veya boğan
adamlar. . . Zira kaç kişi olduklarını henüz bilmiyoruz ya !
Kaç kişi olursa olsun, bunlar yatağı düzeltmeye başka türlü
lüzum görmezlerdi. illa herifi boğarlarken herif debelenmiş,
yatağı altüst etmiş de onun için düzeltmişlerdir.
Osman Sabri Efendi bu sözü söylemekle beraber arka­
daşlarına bir işaret etti; diğer odada olanca heyecanla kimi
ağlayan kimi düşünen kadınların yanına gittiler. Osman
Sabri kocakarıya dedi ki:
- Madam, oğlunuz Halil Suri Efendi dün gece saat kaç­
ta yattı ?
- Tam gece yarısında.
- Sabahleyin kendisinin asılmış olduğunu nasıl anladı-
nız ? Kapısı açık mıydı ?
- Hayır efendim, bu sabah kendisini erken kaldırmamı­
zı söylemişti . Saat altıda ben gittim, kapısını vurdum. " Ha­
lil, Halil ! " diye seslendim. Cevap yok. Daha çok vurdum.
Daha çok seslendim. Yine ses yok . Merak etmeye başladım.
Biraz durduktan sonra yumruğuml a daha çok vurarak sesi­
mi de yükselttim. Yine ses yok . Bütün hizmetkarlar başıma
toplandı . O kadar şiddetli vurup hızlı çağrışımdan onlar da
merak etmişler. Halbuki en sonra daha çok vurarak avazım
çıktığı kadar haykırışıma yine ses alamayınca aşçı merakı
artırıp kapıya dayanıverdi. Sürme arkasına fırladı. Kendi­
sini o halde görünce aklımız başımızdan gitti. Haykırmaya
başladık.
- Pencere açık mıydı ?
- Hayır, kapalıydı.
Halbuki Necmi pencereye dikkat etmiş. Kapalıysa da
mandalı kapalı değilmiş.
Osman Sabri:
- Gece odasında patırtı gürültü gibi şeyler işittiniz mi ?
- Ben hiçbir şey işitmedim. Odalarımız yan yan a oldu-
ğu halde işitmedim .

56
Asılan kişinin odasının yanında yalnız validesinin oda­
sı vardı, diğer tarafıysa evin köşesiydi. Odanın altı salon
olup orada kimse yatmıyordu . Üstünde tavan arası katında
uşaklar ile hizmetçi kızların odaları olup bunlar da hiç gü­
rültü filan işitmemiş . Hatta onlar bazı hizmetlerini bitirdik­
ten sonra, gece yarısından bir buçuk saat sonra yartıkları
halde gilrültü işitmeyip en sonra yarağına gelen aşçı yuka­
rıya çıkarken çelebisinin i öksürdüğünü işitip ondan başka
ses işitmemiş.
Bu defa ev halkının çehrelerindeki değişiklikleri herkes­
ten ziyade Hafiye Necmi Efendi inceliyordu. Hatta Osman
Sabri'nin uşaklardan filanlardan henüz hiç şüphesi olmadığı
halde kendisi pek şüpheci olduğu için bu incelemesine daha
da ehemmiyet veriyordu.
Necmi uşaklara sordu:
- Efendiniz Hali l Suri Efendi sert bir adam mıydı ? Sizi
hiç azarladığı var mıdır ?
Uşakların her birisi bu soruya birer cevap verdi. Anlaşıl­
dığına göre hizmetkarını azarlamayan efendi olamazsa da
Halil Suri öyle uşakların canlarını yakmaktan zevk alan za­
lim efendilerden değilmiş.
Necmi ne kadar dikkat ettiyse, uşakların hiçbirisinin çelı­
resinde efendileri nin felaketine pek ziyade acımaktan başka
bir şeye delalet edecek belirti göremedi.
Dört memur tekrar asılan kişinin odasına geldi. Sabah­
l eyin odanın kapısı kapalı olduğundan odaya girmek için
pencereden başka yer olmadığını gördüler. Pencere sürmeli
olmayıp kanatlıydı . Mandalı kapalı değilse de pencereyi açıp
söveyi, duvarı incelediklerinden hırsız merdiveni takıldığına
delalet edecek bir çengel yarası veya diğer bir iz göremediler.
Lakin bu iş hırsız işine de benzemiyor. Zira asılanın oda­
sından hiçbir şey alınmadığı gibi evin hiçbir tarafından da
bir şey alınmamış. Böyle bir adam asıldığı halde hiç haber

Çelebi: Eskiden efendi, ağa, bey yerine kullanılan un van; Hıristiyanlar için
de kullanılırdı.

57
alınamayan evde ise bütün evi soysalar, kimsenin haberdar
olamayacağı aşikardır.
Evi tekrar arayıp incelediler. Hiçbir yerinde dün akşam­
ki düzenli duruma hale! gelmemiş olduğunu gördüler. Cafer
Ağa dedi ki:
- Hani ya kadınlara birer yatak düzelttirecektiniz !
Gerçekten de Osman Sabri Efendi araştırmanın bu tara­
fını unutmak üzereydi. Halil S Gri'nin yatağını her gece hangi
kız düzeltiyorsa öğrenerek başka bir yatağın düzeltilmesini
emretti.
Kız çarşafları, yastıkları tamamen kaldırıp şilteden baş­
layarak yatağı o kadar güzel düzeltti ki asılanın odasındaki
yatak sözüm ona düzeltilmiş olduğu halde ona nispetle bir
bozuk yatak halinde kalırdı.
Daha sonra kızı alıp asılanın odasına getirdiler. Yatağı
göstererek sordular:
- Her sabah sizin çelebi kalktığı vakitte yatağının bo-
zukluğu buna benzer miydi ?
- Hayır efendim. Bu yatağı kim böyle fena düzeltmiş ?
Necmi ile Osman Sa bri birbirinin yüzüne baktı.
Yatağı kendi bildiği gibi düzeltmesini kıza emrettiler. Kız
düzeltmeye başladı. Yastıkları kaldırdığı zaman altından altı
ateşli bir ala tabanca çıkmasın mı ?
Zabıta memurlarının gözü büsbütün açıldı . Tabancanın
gerçekten Halil Suri'nin tabaneası olduğunu öğrendikten
sonra Osman Sabri, Necmi'ye dedi ki:
- Bu tabanca hem zannımızı güçlendirir hem de zannı­
mızda bizi haksız çıkarmaya sebep olur.
- Neden ?
- Zannımızı güçlendirir. Halil Suri kendi kendisine kas-
tedecek olsa, hazır elinde bir ta banca varken onu beynine
sıkıvermek gibi kolay bir ölümü bırakıp da böyle zorlukla
kendisini asmaya kalkışır mıydı ? Zannımızda bizi haksız
çıkarmaya da yardım eder. Zira Halil Suri'nin gerek elle bo­
ğazı sıkılsın ve gerek iple boğu lsun, yanında böyle bir silah
varken elbette ona davranması gerekir. Bu tabancaysa atıl­
mamış. Hatta kurulmamış ki el değdiğine delalet etsin.

58
- Hayır, tabaneaya davranmamış olması zannımızı hü­
kümden düşüremez. Boğanlar iki kişi olursa, uyku halin­
deyken birer elleriyle evvela Halil'in kollarını bastırıp diğer
elleriyle de boğabilirler.
- Böyle dersen, diyeceğim yoktur.
Faka,t bütün yorumlan, bütün çıkarımları akla uygun
olduğu halde Halil Suri'yi boğan veya boğanların bu odaya
nereden girmiş olacaklan hakkında henüz ne bir işaret göre­
bildiler ne de bir zanda bulunabildiler.
Bir ara Necmi Bey asılan kişiyi İpten indirip muayene
etme teklifinde bulundu . Lakin Osman Sabri Bey bu teklifi
kabul etmedi. Dedi ki:
- İlk geldiğimiz zaman asılan ki şide bir hayat belirti­
si görmüş olsak derhal ipini keser, indirirdik Halbuki herif
çoktan ruhunu teslim etmişti . Şimdi bizim asılan ki şiyi mua­
yeneden an layabileceğimiz bir şey yoktur. Doktor Eksindaki
neredeyse şimdi gelir. Ası lanın muayenesini ona havale ede­
lim ki ihtimal bizim soruşturmamızı tamaml amaya yardım
edecek bir şey bulup haber verebilir.

Gerçekten de Doktor Eksindaki gecikmedi, beş on daki­


ka sonra geldi yetişti .
Bu zat Yunan asıllı olup Atina Mekteb-i Tı bbiyesinde l
tahsil etmişse de hakikaten usta lığına güvenilecek bir ta bipti .
Hele adli tabiplik hususunda emsallerinden kat kat i.istündü.
Erbabı bilir, zaman ımızda tı bbi gelişmeler hekimliği bir­
kaç büyük sınıfa taksim ettirecek dereceye varmıştır. Yalnız
bir zatın her konuda tabip olmasına neredeyse ihtimal kal­
mamıştır. Bir sınıfı göz tabibi, bir sınıfı kulak tabibi olup
ebe sınıfı başka, hatta dişçi sın ı fı başka birer şube olmaya
mecbur olmuştur. Bunlardan başka bir tabip hariciye has-

Tıp Fakültesi.

59
tahklarında maharetli olur, dahiliye hastalıklannda o kadar
maharedi olmayabilir. Aynı şekilde mecnunlann tedavisi için
olan tabiplik başka ve müstakil bir sınıf oluşturmuştur.
işbu sanatların birisi de " medecine legale" dedikleri sınıf­
tır ki erbabı cinayet işlerinde yapılacak tahkikat hizmetinde
bulunur. Yaralılan, makmileri mua yene ve otopsi ederek na­
sıl bir cinayetin mağduru olduklarını ortaya koyarlar. İşte bi­
zim Eksindaki Osmanlı lisanına " adli tıp " diye tercümesini
münasip gördüğümüz bu sınıfta uzman bir adamdı.
Asılan kişinin odasına alınıp da Halil Slıri'nin s uratma
bakınca Eksindaki'nin bakışları değişti . Şimdiye kadar icra
ettikleri tahkikattan ne aniayabildiklerini zabıta ınemurlarına
sordu. Osman Sabri Efendi yaptığı tahkikatın tümün ü doktor
efendiye o kadar güzel ifadeye başladı ki dışarıdan işitmi ş ol­
sanız dikkatle kaleme alınmış bir rapor okuduğunu sanırdınız.
Bu adamın kendi kendisini asmadığına dair olan düşün­
celeri açıklarken Doktor Eksindaki'nin tavrında hep tasdik
ve takdir emareleri görülürdü . N ihayet Halil Slıri'nin kendi
yatağı içinde bir zorba eliyle boğulup sonra katiedilişinin i n ­
tihara yorulması için bağanları v e katilleri tarafından asılmış
olduğu mese lesine gelince Doktor Eksindaki yerinden fırla­
yarak Yunanlılara mahsus tarz ve şivesiyle dedi ki:
- Hayır, hayır. Yatağında boğulup da asılmamış. Bu za­
tın çehresinde boğu lmuş adam rengi yoktur. Ya zehir veya
başka bir şeyle bu adam öldürö lerek sonra buraya asılmış.
Boğmaktan, asmaktan başka her neyle öldürüldüğünü iddia
ederseniz tasdik ederim. Fakat b u adam asılarak veya boğu­
larak öldürülmemiştir.
Zabıta memurlarının dördü de yüz yüze bakışa kaldılar.
Hele Osman Sabri ile Necmi o kadar hayret etti ki neredeyse
daktorun sözüne inanamayacakları geldi.
Nihayet doktor asıl anın İpten indirilmesini teklif etti.
Dört kişi yardıınl aşarak indirdi, düzelmiş olan yatağın üze­
rine uzattılar.
El bisesini çıkarmaya başladı kları zaman asılanın sağ
omzu altın da bir kurş un yarası görmesi nler mi ?

60
Bu hal daktorun dikkatin i çekti. Yarayı muayene edince
bir ayı aşkın bir zamandan beri bu yaranın işlediği görül­
dü. Ölümün yaradan ileri gelmediği anlaşıldıysa da Halil
SGri'nin sağ omzunun köprücük kemiği altından girerek ar­
kasından çıkmış bir kurşun yarası olması Osman Sabri Efen­
di'nin çÖk dikkatini çekti . Hemen içeriki odada kadınların
yanına koştu. Sordu:
- Asılanın göğsünde bir yara var. B u yaranın kimin sila-
hıyla açıldığını bilir misiniz?
Valides i:
- Nasıl yara ?
- Vay, sizin yaradan haberiniz yok mu ? Oğlunuzun sağ
göğsü üzerinde koca bir k urşun yarası var ki arkasından
çıkmış.
- Eyvahlar olsu n ! Yara da mı var ?
- Şimdi açılmış şey değil, bir aylık kadar eski bir yara.
- Hayır efendim. Benim asla haberim yok.
Osman Sabri keyfiyeti Halil SGri'nin kızına sordu. Onun
da h aberi olmadığına dair bir cevap aldı. Uşakl ara, hizmet­
karlara sordu. Yalnız yatağı düzeltmiş olan kızın haberi var­
sa da efendisi bu yaradan bir kimseye haber verecek olursa
kendisini şöyle edeceğinden, böyle edeceğinden bahisle teh­
dit etmiş olduğu için o zamana kadar hiçbir kimseye haber
vermemiş. Geceleri Halil Sfıri yarasını değiştirirken kız da
yardım edermiş.
Osman Sabri Efendi kıza sordu:
- Bu yarayı kimden yediğini sana söyledi mi ? Söylediyse
hiç korkma, bize söyle . Çelebinin intikamını alalım.
- Hayır efendim. Kendisini kimin vurduğunu ben de
sorduğum halde " Senin nene lazım ? " diye ben i azarladı .
- Bu yaranın hangi gün açıldığı ol sun hatırında kaldı mı ?
Elbette efendinin yaralandığı gün sen de haber almışsındır.
- Evet, haber aldım. Bundan bir ay kadar, belki de otuz
dört, otuz beş gün evveliydi.
- Çelebiyi nerede vurmuşlar ? Bunu olsun öğrenebildin
mi?

61
- Hayır, öğrenemedim. Şu kadar ki o gün çelebi galiba
Büyükada'ya gezmeye gitmişti. ( Kocakarıya hitaben ) Hani
ya madam hatırımza geliyor ya ? .. Yemekler de yapmıştık .
- Yemekler mi ? Aman kız çabuk söyle, yemekler mi ?
Osman Sabri bu soruyu fazlaca telaşla sorduğu için hiz­
metçi kıza bir ürküntü geldi. Osman Sabri bu ürküntünün
farkına varınca gösterdiği telaşa çok pişman oldu. Kendi
kendisini kınama yollu içinden dedi ki, " Hay Allah cezaını
versin. Telaşın ne manası vardı ? Bir mükemmel adiiye me­
muru olamayacağım vesselam. "
Birdenbire telaşı bırakarak kızı sorgulamaya devam etti .
Dedi ki:
- Rıı ndan bir ay, otuz beş gün kadar önce size yemekler
pişirtip Büyükada 'ya gitti, öyle m i ?
- Evet efendim.
- Ee, ev halkından çelebiyle birlikte kimse gitmedi m i ?
- Hayır efendim, kimse gitmedi. Hatta Arti n yemek l eri,
takımla rı filanı Köprü'ye kadar ol sun indirmek istemişti de
çelebi kendisini engelleyerek çarşı hamalıyla götürmüştü.
- Pekala kı zım, inşallah çelebin için en hayırlı hizmetkar
sen çıkarsın. Size şimdiden haber vereyim ki Halil Suri ken­
di kendisini asmamıştır. Onu bazı düşmanları öldürmüştür.
Göğsüne bu yarayı açan da on lardır. Siz telaş etmeyin . Ben
bu akşam sana bazı şeyler daha soracağım, olur m u ?
- Pekala efendim . Sorun efendim. Ah zavallı çelebiciğim !
Kız ağlamaya başladı. Ev halkı da tekrar ağiaşmaya başladı.
Osman Sabri Efendi tekrar asılanın odasına varınca bak-
tı ki Doktor Eksindaki Halil S Gri'nin midesini açmış. Osman
Sabri sordu:
- Zehirlenıneye dair alarnet var mı ?
- Hayır, zehirlenme alameti göremiyorum. Göremedi-
ğim için biraz canım sıkılıyor.
- Dostum Eksindaki, siz gelinceye kadar Halil Suri'nin
ken di kendisini asmayıp başka bir kimse tarafından öldü­
rüldükten sonra asıldığını zannediyordum. Şimdiyse iş zan
derecesini geçti.

62
Necmi:
- Kesinlik derecesine mi vardı ?
- Evet, gözünıle görmüş ve kesin olarak hilmişim gibi.
Eksindaki:
- Yani bu adamı boğmuşlar da sonradan asmışlaı; öyle mi ?
- Boğmuşlar diyemem, fakat öldürmüşler de sonra as-
mışlar. �

- Ha şöyle söyleyin. Zira kesinlikle diyebilirim ki bu


adam ne boğma ne asma suretiyle öldürülmüştür. Zehir de­
miştim ama ona dair alarnet göremedirn. Şimdi size bir pu­
sula vereceğim. İngiliz eczanesine götürün, orada kaç hekim
varsa gelsin. Konsültasyon yapalım.
Abidin Çavuş daktorun yazdığı pusu l ayı alıp eczaneye
koştu.
Bir ara gerek Eksindaki'ye gerek zabıta memurlarına
acayip bir sessizlik geldi. Herkes başka bir şey düşünüyor­
muş gibi görünüyordu.
Neden sonra Osman Sabri Efendi, Necmi Bey' i bir tarafa
çekti; ağızdan kulağa bir şeyler fısıldaşmaya başladılar. Os­
man Sabri dedi ki:
- Necmi ! Bizim Öreke Taşı cinayetine dair o taş üzerin­
de iz bulamadığım halde burada ona dair iz bulursam aşk
olsun mu ?
- O nasıl söz be ?
- Pek ciddi bir söz. Sana söylüyorum, şu Halil Slıri'nin
göğsünde işleyen yara Öreke Taşı vakasının yadigarıdır.
- Deme Allahını seversen Sabri !
- Kadınl arı sorguladım. Validesi bu yaradan haberdar
değil. Halil Suri niçin başına gelen bu felaketi validesinden
ve kızından gizlemiş ? Çünkü yara yayılacak olursa bu yara­
nın açıldığı gece meydana gelen diğer cinayetierin sırları da
belki ortaya çıkar. Yalnız bir hizmetçi kız biliyor. Onun riva­
yetine göre yara açılalı otuz, nihayet otuz dört gün olmuş .
Hesap etsene. Kanlı Kaya vakası da ancak o kadar zaman
evvel oldu.
- Gerçekten de öyle arkadaş.

63
- Dahası var. Halil Suri o akşam Büyükada'da bir ziya­
fet tertip etmiş. Hi zmetçi kızın ifadesi böyle ama Halil Suri
burada yemekler pişirtmiş, sofra ve işret takımları almış. Bü­
yükada'da o kadar mükemmel hoteller, lokantalar d ururken
ta buradan yemekler, takımlar gider mi ?
- Aman Sa bri ! Valiahi benim de inanacağım geliyor. Ee ?
- İnanacağım değil, şüphe bile kalmıyor. Zira yemekler
hazırlatıldığı ve burada h erifin iki uşağı bulunup bunlardan
birisi eşyayı Köprü'ye kadar indirmek i çin hizmet etmek is­
tediği halde Halil Suri kendi uşağının hizmetini kabul etme­
miş, eşyayı adi çarşı hamal ına taşıttırmış.
- Aman o hamalın kim olduğunu kız tan ıyor mu ?
- Bak gördün m ü ? Bir kere işte bunu sormayı un uttum.
Şimdi gider soranm. Fakat bizim emanette birçok eşyamız
var. Onları kıza gösterdim mi hangilerinin kendi eşyası ol­
duğunu derhal gösterir.
- Sabri sen tel aşla soru lacak şeylerin çoğunu unutmuş­
sun, a rkadaş! İnsan kıza " Giden eşyayı efendiniz tamamen
getirdi mi ? " diye bir soru sormaz m ı ?
- Hakkın v a r kardeşim, h akkın var. Telaş etmedim
değil. Sevincirole o kadar telaş ettim ki adeta kızı dahi ür­
kütecektim. Sen burada dur. İkimiz gidersek acemi kı zcağız
ürker. Ben ya l nız sorarım.
Osman Sabri tekrar dışa nya çıktı. Bu defa kızı ev halkı­
nın yanı nda sorgulamayıp ayrıca bir tarafa çekti. Sord u:
- Kızım, çelebinin o yemekleri, taktmları filanları bura­
dan hangi hamalla taşıttığını hatırlayabilir misin ? O hama­
lın ismini bize söyleyebilir misin ?
- Hayır efendim, hamalı görmedim.
- Başka uşaklar gördü mü acaba ?
- Ummam. Zira çel ebi kendi eliyle eşyayı birer birer
götürüp kapının d ışansındaki hamala veriyordu . Hem de
hamal bir değil, ikiydi.
- Hamalları tanıyamayacağız ha ? Neyse bunun zararı
yok. Beyefendi yaralanıp geldiği zaman buradan götürdüğü
eşya ta mamen yine buraya geldi mi ?

64
Bu soru üzerine kızın rengi attı. Osman Sabri yüzünde ne
kadar nezaket alameti göstermek mümkünse gösterdi, kıza
güvence vererek dedi ki:
- Ne korkuyorsun kızım ? Benim sana sorduğum şeyler
efendinjn düşmanlarını bulmak ve intikamını almak içindir.
Demek oluyor ki eşya buraya tamamen gelmed iği için kork­
tun da çehren sapsarı kesildi.
- Hayır efendim, korkmadım. Fakat çelebi tembih et-
mişti bunu da hiçbir kimseye söylerneyim diye.
- Neyi ? Eşyanın eksik geldiğini mi ?
- Eksik geldiğini değil, hiçbir şey gelmediğini.
- Acayip ! Giden eşyadan hiçbir şey gelmedi mi ?
- Evet, hiçbir şey gelmedi. Çelebi bana tembih etti, dedi
ki: " Ben kaybolan eşyanın yerine her şeyi alırım. Sen bunu
hiçbir kimseye söylemeyeceksin. Hatta bizim eşyayı getirip
de sana 'Bu sizin eşyanız ını ? ' diye soracak olurlarsa bile hiç
tanıınayacaksın. "
- Tuhaf şey. Aca ba çelebinin bundan m ura dı neymiş ?
- Sonra validesi yarasından haberdar olur da merak
eder diye.
- Eşyanın kaybold uğunu da validesi bilmiyor mu ?
- Hayır efendim, bilmiyor. Validesine dedi ki sofra ta-
kımını temizlemeye, yald ızlatmaya götürdüm. Böyle diyerek
burada kalan takımları da götürüp yerlerine tümüyle yeni­
sini aldı .
- Ee, sanki val i desi yarasından haber alacak olsa ne
olurmuş ?
- Aa, bizim çelebi validesine çok hürmet eder. Validesi
meraklanmasın diye ne yapacağını bilmez. Validesi eğer oğ­
lunda ya ra olduğunu haber alsa çıldırırdı baksanıza ! Bugün
de çıldırmadık neresi kalmış?
Osman Sabri, Halil Suri'ye dair kızdan biraz daha malu­
mat alabili rdiyse de o ara Abidin Çavuş ile beraber üç Frenk
tabibi daha geldiğinden Halil Suri'nin vefat şekline dair bun­
ların verecekleri reyleri görmek, işitmek için hizmetçi kızı
bırakıp asılan kişinin odasına geldi.

65
Odaya girerken Hafiye Köse Necmi kendisini karşılaya­
rak sordu:
- Nasıl ? Dediklerimi kıza sordun mu ?
- Emanette tutulan eşya tamamen Halil Suri'nin eşya-
sıdır. Demincek sana diyordum ki Kanlı Kaya cinayetinin
izini bulmuştum. Şimdiyse sana haber veriyorum; bu cina­
yetin bence sırlardan, gizliliklerden sayılacak hiçbir yönü
kalmamıştır.
Tabipler ölüyü ortaya alarak incelemeye başladı. Bunlar
Fransızca konuştukları için Yüzbaşı Cafer Ağa, Abidin Ça­
vuş, hatta Hafiye Necmi hiçbir şey anlayamıyordu. Osman
Sabri Efendi ise Fransızcayı lüzumu derecesinde bildiğinden
tabiplerle konuşuyordu.
Tabipler sabahtan beri yapılan araştırma ve incelemenin
özetini Osman Sabri'ye sordu. Osman Sabri bildiğimiz gibi
sanki elinde bir müsvedde varmış da onu okuyormuşçasına
tahkikatın sonuçlarını, zanlarını, filanı az ve öz olarak söyledi.
Fakat bu cinayetin Öreke Taşı meselesiyle ilgisini, bu konuda
hizmetçi kızla konuşmasından aldığı malumatı asla söylemedi.
Tabipler Halil Suri'nin kendi kendisini asmadığını teslim
ettiler. Fakat önce boğulup sonra asıldığı hakkında Osman
Sabri ve Necmi'nin zanlarını reddettiler. Doktor Eksinda­
ki'nin dediği gibi bu ölümün boğulmak ve asılmak suretiyle
gerçekleşmediği sonucuna vardılar. Halil Suri'nin midesini
muayene edince onlar da zehirierne eseri bulamadılar.
Bunun üzerine doktorlardan bir İtalyan dedi ki:
- Eğer zannımda hatarn yoksa katilin kim olduğunu an­
lamazdan evvel mutlaka Fransızca bildiğini ileri süreceğim .
Bu zannım üzerine ölümün nasıl b i r ölüm olduğuna dair bir
fikir beyan edeceğim.
Osman Sabri :
- Katilin Fransızca bildiğini mi ? Bu tuhaf.
İtalyan doktor mühim bir nutuk verecek hatip tavrını
alarak dedi ki:
- Efendiler ! Bundan yirmi gün kadar önce La Türki ga­
zetesi İtalya gazetelerinden naklen bir makale yayımlamıştı.

66
Bu makalede Milano taraflarında bir herifin kendi karısını
kloroformla bayıltarak bir daha ayıltamadığı, sonra herif
korkusundan karıyı üçüncü katın penceresinden aşağıya
atarak aleme güya pencereden düşmüş de vefat etmiş diye
ilan ettiği, halbuki tetkikler yapılıp adli tabiplik yürütüldü­
ğünde oda içinde kloroform süngeri bile bulunduğu hikaye
ediliyordu. Bu adamı öldüren her kimse mutlaka Fransızca
okuduğundan cinayetini o şekilde tertip . . .
Osman Sabri Efendi daktorun sözünü kesti. Dedi ki:
- Asılan kişinin evvelce kloroformla bayıltıldığı hakkın­
daki fikre bir şey diyemem. Fakat katilin Fransızca bildiği
hakkındaki zanna mahal yoktur. Zira La Türki gazetesinden
bu makaleyi Osmanlı gazeteleri de tercüme ve nakletmişlerdi.
Eksindaki:
- Öyleyse hiç şüphemiz kalmadı ki bu zavallı adamı
uykudayken bumuna kloroform koklatarak işini bitirdikten
sonra buraya asmışlardır.
Zaten koca bir insan asıldığı halde evde kimsenin bir
şekilde gürültü patırtı işitmemiş olması da ancak böyle bir
işlemle mümkün olabileceğinden dört daktorun oybirliğiyle
öyle bir rapor düzenlendi.
Bu durumda cinayetin aniaşılamayan yalnız bir yönü
kalmıştı. O da katilin veya katillerin bu odaya nereden gir­
miş olduğu meselesinden ibaretti.
Pencerenin mandalsız olması bu konuda inceleme yapan­
ları pek kuvvetli zanlara düşürebilecek bir alametse de yalnız
sokaktan pencereye kadar dokuz metre kadar yüksekliği çı­
kabilmek için mutlaka çengelli merdiven gibi bir şeye ihtiyaç
vardı. Oysa merdivenin bırakması gereken izlere, işaretiere
benzer hiçbir şey görülememesi bu zannı engelliyordu.
İtalyan doktor dikkatli ve kavrayışlı biri olmalı ki bu
zannı da kendisi halletti. Dedi ki:
- Efendiler! Şu pencere mademki açıktı, bu bir şüphedir
ki katilin oradan gelmiş olmasını hakikaten kuvvetli bir şe­
kilde düşündürür. Özellikle bu pencereden başka şu odaya
girecek hiçbir yer yoktur. Buradan a şağıya kadar kaç metre

67
yükseklik tahmin edersiniz ? Sekiz sekiz buçuk, nihayet do­
kuz. Orta boylu bir adam bir metre altmış santimetre gelirse,
altı adam birbirinin omzuna çıktığı zaman şu pencere yük­
sekliğine ulaşa bilir. Şimdi bir de . . .
Osman Sabri'de sabır tükendi. " Anladım, anladım" diye
muzaffer bir tavırla doktorun sözünü keserek dedi ki:
- Besbelli Halil SCıri'ye pek acıdığım için daha yakın
vakitte görmüş olduğum bir vakayı un utmuşum . Evet, hır­
sızlar için bir merdiven de kendi vücutları ve vücutlarının
talimleridir. Birbirinin üzerine binerek pencereden girdikleri
geçen gün adi bir hırsızlık va kasında da gerçekleşmişti. B u ­
yurun doktor, sözünüzü ta mamlayın .
İtalyan doktor sözünü şu şekilde tamamladı:
- Böyle hareketlerde yalnız yüksekliği hesaba almazlar.
Bir de ağırlığı hesap ederler. Bir adam ortala ma ağı rlıkla elli
beş okka ı gelirse, beş adam iki yüz yetmiş beş okka eder. Altı
adam birbirinin omzuna çıktığı zaman en altında bulunanın
beş adamın ağırlığına dayanması gerekir. Halbuki iki yüz yet­
miş beş akkaya kimse dayanamaz. O halde bakın ne yapar­
lar. Yerde üç ki şi baş başa verip durur. Onların üzerine iki kişi
çıkar. Demek oldu ki temel üç ve birinci kat iki kişiden k urul­
du. Üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı katlar birer kişiden
tertip olununca ikinci katta bulunan iki kişiye iki yi.iz y irmi
okka yük düşer. Böyle bir işlemde bir adanun yüz on akkaya
dayanması mümkü ndür. Çünkü hareket ol mayıp yerli yerin­
de duracaklardır. Temeldeki üç adama ise altı adanun üç yüz
otuz okkalık ağırlığı isa bet eder. Bunlar da yüz onar akkaya
dayannuş olur. Bu canlı merdivende en kuvvetli adanu ikin­
ci kattaki iki adamın üzerine üçüncü kat olarak koymalıdır.
Zira o adam kendi üzerindeki üç ada m ağırlığına dayanacak­
tır. Sadece altıncı adam hemen pencereden gireceği için kendi
ağırlığını tamamıyla canlı merdiven üzerine yükletmeyebilir.
Daktorun bu hesap ve tarifini herkes önemle dinledi . Di­
ğer bir doktor dedi ki:

Yaklaşık 70 kg (1 okka = 1 .282 gram)

68
- Bu hesaba, bu tarife hiç diyeceğim yoktuı: Fakat böyl e
bir cinayet işinde sekiz on kişinin toplanması mümkün olur
mu ? Özellikle bu cinayetin hırsızlık maksa dıyla olmadığı da
evde hiçbir şeyin eksilmemiş olmasıyla sabittir.
Osman Sabri:
- Bazı cinayetler vardır ki doktor efendi, h ırsızlık mak­
sadı olmadığı halde sekiz on değil, yirmi otuz adam bile it­
tifak yapabilir. Biz bir zabıtada bulunduğumuz için bunun
emsalini çok görmüşüzdür.
- Demek ol uyor ki bmaya kadar omuz omuza çıkıldı­
ğını kabul ettiniz .
- Tamamıyla .
Osman Sabri'nin bu "Tamamıyla " cevabı hakikaten ca­
nıgönülden verilmişti. Zira bu cinayetin Kanlı Kaya cinaye­
tiyle ilgisi olduğuna hiç şüphesi kalmayan Osman Sabri için
sekiz on kişinin bu meselede bir araya gelmesinde şüphe bile
yoktu.

Yaz sa bahı ilk feryadın i şirilmesinden yani saat sekiz­


buçuk, nihayet dokuzdan başlayarak tabipierin muayeneyi
bitirmeleri akşam beşi bulmuştu . Bu müddet zarfında o gay­
retli zabıta ve adliye memurları ağızlarına bir lokma yiyecek
koymamış, işlerine devam etmişlerdi.
Asılan kişinin evinde yapılan i n celemeleri zannederiz
ki pek de eksik olmayarak okurlarımıza arz edebildik. Bu
müddet zarfında Osman Sabri'nin gördüğü i şlerden yalnız
iki işi okurlarımıza h aber vermediğimizden onları da arz
edip hatırlatalı m.
Osman Sabri, Halil Suri 'nin kendi canına kıyacak hiç­
bir umutsuzl uğu olmadığını validesinden haber aldığı anda
Galatasaray'a bir pusula göndererek o pusula uyarınca çar­
şıdan Halil Suri'nin mağazasına derhal bir müfettiş gönderil­
miş, mağaza mühürlettiril mişti.

69
Biraz sonra Halil Suri'nin kendi kendisini asmadığına,
belki bir düşman eliyle idam edildiğine Osman Sabri kana­
at getirince gerek Osmanlı postanesine, gerek ecnebi posta­
nelerine, Beyoğlu ve İstanbul telgraf merkezlerine haberler
gitmiş, Halil Suri adına ne kadar mektup ve telgraf gelirse
ayrılması adli zabıta adına rica edilmişti. Biçare Halil Sil­
ri'nin felaketi birkaç saat içinde bütün Beyoğlu'nun malumu
olmuştu. Bu cinayetin sırlarını keşfe vesile olacak olduktan
sonra o ada gelecek mektupların alınarak adli zabıtaya tes­
limi herkesin insanlık borcu olduğu cevabı ecnebi postaları­
nın tümünden alındı.
Osman Sabri'nin bu redbirini Hafiye Necmi ilkin pek de
onayiayıp takdir etmemişse de Osman Sabri "Arkadaş, biz
yolların, patikaların, izierin tümünü muhafaza altına alalım
da avırnızın hangi taraftan gelmesi muhtemelse mutlaka eli­
mize düşsün. Hediye Hanım meselesinde iz bulmayı bir ava
benzeten Hafiye Necmi için benim bu tedbirim tasdik edil­
meyecek değil, aksine pek beğenilecek bir tedbirdir " dediği
zaman Necmi hem de riya, yaltakçılık yollu değil, canıgö­
nülden tasdik etmişti.
Asılan kişinin evinden en evvel dört tabip çıktı, gitti . En
sonra çıkan Osman Sabri Efendi oldu . Çıkarken ev halkına
dedi ki:
- Biz tahkikatımızı bitirdik. Bundan sonra asılan kişi
hangi dinin mensubuysa iş o dinin din adarnma kaldı . Fakat
size haber vereyim ki Halil Suri kendi kendisini asmamıştır.
Bir düşman, hiçbir kimsenin haber alamayacağı hairıce bir
şekilde buraya gelip biçareye kıymıştır. Ama bizim tahkika­
tırnız o düşmanın izini bize gösterdi. İnşallah ben düşmanı
bulur, intikamınızı Osmanlı adaleti adına alırırn.
Ev halkına gayet nazik bir veda töreni yaparak biçarde­
rin tümünü gözleri yaşlı oldukları halde terk etti.
Evvelce Halil Suri'ye dair sorguladığı hizmetçi kız, Os­
man Sabri'yle bir bakıma daha fazla münasebet kurmuş sa­
yıldığından Müstantik Efendi'yi sokak kapısına kadar geçir­
me görevini üstlenmişti.

70
Aşağıya, taşlığa indikleri zaman Osman Sabri kıza dedi ki:
- Sizin çelebinin düşmanlarından intikam alırsak hoşu­
na gide� mi ?
- Ona şüphe mi edersiniz ?
- Öyleyse ev halkının bildiklerinden fazla Halil S illi 'nin
haline dair kendilerine hiç malumat vermezsin. Eşya bahsi­
ni de hiç söylemezsin. Ben bu akşam olmazsa birkaç güne
kadar seni görü p daha bazı şeyler soracağım. Eğer bildiğin,
gördüğün şeyleri bana tümüyle söylersen emin ol ki efendini
öldürenleri birer birer bulup meydana çıkarabilirim.
- Ben ne biliyorsam söyledim. Daha bildiğim bir şey
varsa onu da sorduğunuz ve hatırıma getirdiğiniz zaman
söylemekten geri durmam.
- Evet, asıl en mühim bir şey var ki onu da pekala bilir­
sin . Bunu sana sonra soracağım. Ha, şayet ben seni görün­
eeye kadar artık lüzumları kalmayan hizmetkarlar arasında
seni de işten çıkaracak ol urlarsa sen Galatasaray'a gelerek
" Osman Sa bri " diye beni ara . Ben sana başka bir kapı bulu­
ru m . Çünkü senin sadık bir kız o lduğunu görüyorum .
- Beni çıkarmazlar efendim. Madam da matmazel de
ben i çok sever.
- Öyleyse daha ala. Şimdilik adiyö matmazel.
Nazi kçe söylenmiş olan bu " a diyö matmazel " sözü kızı
tümüyle rahatlatmıştı .
Bütün gün aç kalan Osman Sabri, Galatasaray'a varır
varmaz öncelikle karnını doyurmaya koştu . En yakın lo­
kantadan birkaç çeşit yemek isteyerek iştahla yedi. Sonra
eskice ça lışma masasının başına geçti . Eline kalemi alarak
"Huzur-ı ali-yi mutasarnfi-yi ekremiye " l başlığını yazmayı
aklından çıkarmaksızın raporunu yazmaya başladı.
O sabah . . . sokağından feryat figan işirilmesinden baş­
layarak tabipierin muayenelerini bitirinceye kadar devam
eden ralıkikatın tümünü raporunda yazıya döktü. Halil
Sfıri'nin intihar etmediğini, belki birtakım katill er eliyle bu
belaya girmiş olduğunu pek güzel açıkladı.

Yüce m urasarrıflık makamına.

71
Sadece bu cinayetin Öreke Taşı ci nayetiyle ilgisi olduğu­
nu ispat edecek durumu, yani hizmetçi kızdan aldığı haber­
leri raporuna koymadı.
Raporu bitirdiği sırada Köse Necrni odaya girdi. Osman
Sabri " Gel sana yazımı okuyayım. Bakalım mükemmel ol­
muş mu ? " diye raporu okudu. Necmi yalnız emanette tutu­
lan eşyanın Halil Suri'ye ait olmasıyla Öreke Taşı cinayetiyle
bu cinayet arasmda yakın ve kuvvetli bir ilişki olduğunun
raporda niçin açılmadığına il işti.
Osman Sabri :
- Onu mahsus rapora koymadım . Mutasarnf Paşa Haz­
retlerine işi n bu yönünü şifahen arz edeceğim. Çünkü Öreke
Taşı meselesinde Hediye Hanımefendi hakkındaki kuşkuyu
söylediğim zaman Mecdeddin Paşa Hazretleri birdenbire tav­
rını değiştirdi; söz kon usu cinayetin mükemmel olarak araş­
tırılması için bize verdiği va adi adeta gevşetti. Biliyorsun ya .
- Öyle Sabriciğim, öyle.
Necmi Bey'in Sabri'ye bir de " ciğim" küçültme edatını
eklemesi, o da açlıktan bayılmı ş olarak karnını doyurmak
için gittiği lokantada yemekten önce birkaç konyak yuvarla­
mış olmasındandı. Zira bir gece önce biçare Köse sabah lara
kadar bazı tahkikat arkasında dolaşıp uyk u suz kalmıştı. Şu
birkaç konyağı içmeseydi o gün a kşamı edebi lmesinin im­
kansız olacağını kendi vücudu hakkındaki tecrübeleriyle
biliyord u.
Sa bri yazısını alıp Mutasarrıf Paşa Hazretlerinin huzu­
runa çık ınca Mecdeddin Paşa raporu büyük önemle oku du.
Bu kadar mükemmel olarak yapılan tetkiklere teşekkür etti,
Osman Sabri'yi b ir Mecidiye nişanıyla müjdeleyip teşvik et­
tikten sonra dedi ki:
- Gördün üz mü Sabri Bey, işte ilk tahkikat böyle yapılır.
Okuyan adarnın hiç ş üphesi kalmam a lı .
- Efendim, müsaade huyurulursa arz edeyim k i b u ci­
nayet ile geçen Öreke Taşı'ndaki cinayet arasında büyük bir

münasebet, mühim bir ilgi vardır.


- Ne gibi ?

72
" Burada emanette tutulan eşyanın tümünün Halil Suri 'nin
olduğunda şüphe yoktur" diye hizmetçi kızdan aldığı bilgiyi
nakletmeye başladı. Osman Sabri hem bu hikayeyi nakleder
hem de hikayenin Mecdeddin Paşa'ya ne yolda tesir edeceği­
ni anlamak için paşanın yüzünü, gözünü ustalıkla incelerdi.
Görcfü ki işin bu yönü de paşanın hoşuna gidiyor, dola­
yısıyla Öreke Taşı cinayeti tahkikatının tamamlanınası için
evvelce vermiş olduğu vaaderin icra edilmesini tekrar rica
etti ve bu vaatleri aldı. Biraz sonra Mecdeddin Paşa dedi ki:
- Böyle akla yakın incelemelerde size her şeki lde yar­
dım etmek boynumun borcudur. Ama varıp da aklın dışında
olarak Hediye Hanım'ı zanlı tanımak gibi şeylere kalkı şır­
sanız . . . A rtık Halil S u ri meselesi Hediye Hanım hakkındaki
şüphelerinizi bena raf etti ya ?
Osman Sabri sustu, ceva p vermedi. Paşanın zorlaması
üzerine dedi ki :
- Efendim, Halil Suri meselesi Hediye Hanım hakkın­
daki zannımızı gidermeye hiç yard ım etmez.
- Neden ?
- Çünkü hanımefend i hakkındaki zannımızı davet eden
şey bir fistandır ki onun kon ağı için hem de yakın vakitte
yapılmıştır.
Paşacia yine hiddet emareleri görüldü. Dedi ki:
- Canım efendim, bu fistan Hed iye Hanım 'ın hesabına
yapıldı diye mutl aka lıanımın zan altına girmesi n eden lazım
gelsin? Bir fakir Hıristiyan kızına hediye etmek için yapılmış
olamaz mı ?
- Burası kesinleşirse zan da hertaraf olur. Yalnız maktul
kızın parmağında kına rengi olduğu unutulamaz.
- Parmakta kına bulunması kızın Müslüman olduğunu
ispata yeterli olamaz. Zira elbette görüldü ki bu işin içinde
Halil Suri var. Halil Suri bir Arap'tır. K ına ise Arabistan'a
has bir şeydir. İhtimal ki Hediye Hanı m ' ın fistan hediye etti­
ği kız kına kullanan bir Arap Hıristiyan' dır.
- ifadelerinizin tümü makuldür efendim. Fakat tümü de
araştırılınaya, meydana çıkarılınaya muhtaçtır.

73
Paşanın tavrındaki hiddet alametleri daha da artınca Os­
man Sabri Efendi, mutasarrıfın huzurunda daha fazla dikiş
tutturamadı; çıktı, odasına geldi.
Hafiye Necmi, Osman Sabri'nin suratını beğenemediğin­
den sordu:
- Ne var ? Ne var? Korkarım paşa efendimiz yine mem­
nun olamadı.
" Hep o Hediye Hanım meselesi " diye Osman Sabri Mu­
tasarrıf Paşa'nın ifadelerini Necmi'ye tekrarladıktan sonra
dedi ki:
- Ah Necmi ! Saye-yi şahanede l şu adliye usulünün
Avrupa adliye usulüne dönüştürüldüğünü göremeyecek mi­
yim ? Bir savcı o lmayacak mı ki yüce adalet namı n a k a mu­
nun davacısı olarak iddia edilemeyen hakları o iddia etsin?
Bir müstantik olmayacak mı ki tahkikata l üzum göstereceği
şeyleri bir paşa reddedemesin ?
- Ne bileyim ben. Avukat değilim ki hangisinin iyi ol­
duğunu bileyim .
- Avukat değilsen aklın da yok değil ya. Na işte şimdi şu
Halil Suri meselesi gibi bir mese l e ! Yahut Öreke Taşı cinayeti
gibi bir cinayet! Orta yerde davacı bulunmazsa, kıyılan can­
lar heder olup gitmez mi ?
- D avacısı olmadığı halde tasası sana mı düşmüş ?
- Bana düşmüş ya . Yüce adaleti kutsal gören her dü-
rüst Osmanlı'ya düşmüş. Davacısı olmayan cinayetlerde de
davacı devlettir. Kanlının, katilin, hırsızın, edepsizin terbi­
yesi hükümet adaletinin üstüne düşer. Bu konuda gerçekten
mecbur olacak memurlar ancak yeni adiiye usulünün tam
manasıyla uygulanmasıyla bulunur.
Necmi biraz düşündü, sonra dedi ki:
- Sen akıllısın Sabri. Yüreğin de doğrudur. Hamiyetİn
de çoktur. Ben adiiyenin ne eski usulüne ne yenisine akıl er­
direbileceğim. Ama sen bir şeye iyi dersen, ben de ona iyi
derim de bu davada canım çıkıncaya kadar sebat ederim .
Osman Sabri d e biraz düşündü. Dedi ki:

Padişahın sayesinde.

74
- Fakat Mecdeddin Paşa beni bu konudaki tahkikattan
men edebilir mi sanırsın ? Bu işte son dereceye kadar çalış­
mak için onun yardımından ziyade senin yardımına ihtiya­
cım var. Sen yardımda gayret edersin ya ?
- Hay hay! Hiç Necmi Sabriciğinden ayrılabilir mi ? Pa­
dişah başı için yemin ederim ki Köse Necmi'yi ölüme yolla­
yacak ol'san yüz çevirmem. Benim sakalım filanım yok diye
sen beni adam yerine koymuyor musun ?
- Senin saka! dediğin keçide de vardır. Bıyık dediğin ke­
dide de bulunur. insanda ise ben yürek isterim, yürek !
Necmi yumruğunu göğsüne vurarak dedi ki:
- O da burada vardır Sabri ! Hem de Mecdedin Paşa'nın
kafasından daha büyüktür !
O gün akşama ve o gece sabaha kadar mahir müstantik ve
gayretli hafiye İstirahat etti. Ertesi gün Necmi Bey, Sabri Efen­
di'yi göremedi. Hatta göremediği için epeyce merak da etti.
Ancak akşamüzeri Sabri'yi gördüğü zaman tavrını güler yüzlü
ve kendisini tatmin olmuş bulunca Necmi de memnun oldu.
Sabri dedi ki:
- Ziynet Hanım yarın Hediye Hanımefendi'nin ısmar-
lamış olduğu elmasları götürecek mi ?
- Ben mi ?
- Senden başka Bohçacı Ziynet var mı ya ?
- Ha, evet. Götürecek tabii. Fakat sen elmasları buldun
mu ?
"Na işte ! " diye Sabri, Necmi'nin önüne birçok kutu attı.
Necmi birer birer açıp parıl parıl parlayan elmasları görünce
gözlerini yumuştururdu. Dedi ki:
- Bu göz kamaştıran şeyleri nereden buldun be ?
- Kendi itibarımla buldum. Ama Necmi eğer bir tanesi
kaybolursa battığım, bittiğim gündür. Bazı ahbabım olan
yağlıkçılar l vasıtasıyla gelin var diye kaldırdım. Hem de
çifte gelin.

Yağlıkçı (esnafı): İç çamaşırı, yatak ve gelin takımı satan esnaf. Bu esnafa,


mendil gibi yemekten sonra el ve ağız silmede kullanılan "yağlık " da sat­
tıklan için yağlıkçı adı verilmiştir.

75
- Vay hınzır akıllı Sabri vay! Bulduğun çareye doğrusu
ya benden bin a feri n ! Ee, bana ne talimat vereceksin baka­
lım ?
- Senin ta limata ihtiyacın mı var ? Zaten elmas işini sen
meydana ç ı kard ı n . Başlad ığın işi bitirmeye yetecek kadar
zekan da yok değildir.
- Demek oluyor ki sen Hediye Hanım' ın araştırı lıp in-
celenmesini yalnız bana havale ediyorsun öyle mi ?
- Evet.
- Öyleyse Allah utandırmasın azizim.
Bir dakika sessizlikten sonra Osman Sabri dedi ki:
- Benim daha başka icraatım da var; yarınki ... gazete­
sinde okursun .
- Aman Sabri, zaten geçen defa gazete yazısı Mutasar­
rıf Paşa'yı bayağı gücendi rmişti .
- Bana gücenıneye hakkı yok. Va rsın gazeteciye gücen­
sın.
- Gazeteciye ama . . .
- İşte yalnız bu nun arnası yoktur. Koca muharrir b i r
yazdı k i Mutasarrıf Paşa o mal u matı gazetecinin benden al­
mış olduğuna pek de hükmedemez.
- Nasıl anlayamaz ? Neden hükmedemesin ?
- Ya rın sen de okur görürsü n Fakat benim gazeteciyle
.

görüştüğümü ne paşaya ne de başka bir ki mseye . . .


- Çocuk musun Sabri ? Ya h ut beni çocuk m u zannedi­
yorsun ?

Osman Sabri ile Hafiye Necmi arasında bu sözlerin


konuşulduğu günün ertesi günü . . . gazetesinde kapsamlı
bir yazı ya yımlandı. Ondan sonra da bazı yazı lar yer aldı.
Hikayemizin ikinci bölümünün a ltıncı kısmını teşki l etmesi
için aşağıya aynen alındı.

76
Beyo!':) l u ' ndaki i nti har
H a l i l S O ri isminde bir tel i a l ı n Beyo!':)l u ' n d a . . . mahallesinde
yer a l a n evinde ken d i kendisi n i asarak inti h a r etti!':)i hakkında
karşı gazeteleri n i n yazd ı!':jı yazıyı b u n d a n önce g azelemize
tercüme edip a l d ı g ı m ı z gibi daha son ra H a l i l S O ri ' n i n kendi
kendisin i asarak inti h a r etmedigi, belki d ı şa rd a n odasına g iren
düşma n l a r ta rafı n d a n bir suikasta u g ra d ı g ı h akkındaki dogru
haberi de nakletmiştik.
Keyfiyetin bu yön ü iki mahir zabıta m e m u ru ndan baska
dört usta ta bibin ya ptı g ı i ncelemenin n eticesi o l m a kla şüphe­
den uzak bir gerçektir. H a l buki H a l i l S O ri ' n i n ev h a l kı ile diger
birtakım dostl a rı n ı n hatı rladığı birçok vukuat da H a l il'in bir inti­
kam uğrunda ku rba n olduğunu gösteriyor.
Bundan bes a ltı hafta önce Bogaz son u nda Ka n l ı Kaya
denilen Öreke Taşı üzerinde bir gece vuku b u l a n önemli ve
müthiş cinayeti okurları m ız eğer h e n ü z u n utma m ışsa, şimdi
kendilerine vereceğ i m iz su m a lu matı d a önemle karsılarlar. O
gece Öreke Tası üzerinde bırakılarak z a bıta ta rafından topla­
n ı p emanete a l ı n a n eşya n ı n H a l i l S O ri ' n i n evinden g itmis eşya
olduğu ortaya çıkmıştır. H atta söz konusu eşya n ı n geri a l ı n ma­
sı n ı H a l i l SOri henüz hayattayken birkaç d efa iste m iş, bu fikrin i
bazı p e k m u hterem dostlarırıo a ç m ı şsa d a gerçeklesen cina­
yetin meydana cıkma ması için bu sevd a d a n vazgeçtiği bilgisi
arastırmalarım ızda mevcuttur.
H a l i l S O ri ' n i n nasıl bir intikam yol u n d a i d a m edildigine
geli nce; bu inlika m ı n adeta bir aşk i n likarn ı olduğuna şüphe
ka l mıyor. Zira adı gece n i n ka rısı bundan bes sen e kadar önce
vefat etmiş. O zam a n d a n beri ken d isi bekôr olduğu için za­
m a n ı n ı epeyce hova rdalık halinde geçirdiği g i b i birkaç kızla
ilişkisi d e dostl a rı n ı n m a l u m uydu .
M as u ka l a r ı n d a n birisi n i n M u stafa a d l ı b i r a d a m l a m ü n a­
sebeti o l d u ğ u elde b u l u n a n birçok e m a re ve yaz ı l a rio m a l u m
olmuş, delillendiri l m iştir. H e l e b i r kôg ı t va rd ı r ki tu haf bir şifrey­
le yazı l m ı ştır. Bu d u ru m da M u stafa ' n ı n aşk i n tika mıyla H a l i l
SOri'yi i d a m edecegi n i n önceden a s ı l a n kişiye bildirildiğ i n i
ispatlar.

77
H a l i l S Cı ri' n i n pek aziz sırdasiarında başka m a l u m at m ev­
cuttu r. Gazeteci olmak sıfatıyla söz kon usu malumatı n b i rta­
k ı m ı n a biz de vôkıf olduk; a n c a k sır sa klamak için zikredilen
dostl a ra verdi � imiz vaat uya rınca bu m a l u matı n tü m ü n ü b u­
raya a kta r m a m a kta mazu ruz. Ama adli za bıta o m a l u m atı
bizden ta l e p edecek olursa, b irisi Öreke Taşı, di�eri Beyo�l u
cinayeti g i b i i k i m üthiş v e m ü h i m cinayeti işleyenieri n o rtaya
ç ı ka rı l m a s ı n a ya rd ı m ı olsun diye bütü n m a lu matım ızı a d l i za b ı­
taya a rz etm e kten geri d u rmayız.
Ek:
S u satı r l a rı yazıp mü retti pler tarafından dizildikten son ra
yine H a l i l S Cı ri ' n i n bazı dostla rı idarehanemize gelerek bize
gayet g a ri p ve m üthiş bir haber verd i . Ha berden a n l a sı l d ı � ı n a
göre Beyo � l u m ü sta ntiklerinden Osman Sabri Efendi, H a l i l S u­
ri' n i n bazı a h ba b ı h uzuru nda ma�azası n ı açiıra ra k ne kadar
evra k, defter, senet, a kçe, e m a net vesai re varsa hepsi n i a l ı p
m ü h ü rledikleri sırada Beyo� l u ' n u n en meşh u r modacı l a r ı n d a n
birisi n i n büyük bir aileye m e n s u p k ı z i ç i n yapmış old u � u fista­
n ı n p a rası n ı tam a men aldı�ına dair bu büyük ve m uteb e r a i l e
a d ı n a vermiş oldu� u makbuz d a evra k a rasında çıkmıştır.
H a l i l S Cı ri'yle hiç münasebeti olamayaca�ı ilk bakışta a kl a
gelen bir ailenin bu kada r özel masrafı n ı n makbuzu n u n kendi
odası nda ç ı k m ası dostları n ı n fevka lade dikkatini çekmiştir. Ga­
ripsemelerini M ü sta ntik Osma n Sabri Efendi'ye bildirdiklerinde
a n ı l a n m e m u r, zabıta n ı n sırla rın ı ifşa etmemek için asla ses çıkar­
m a m ıştır. Bu belgenin hiçbir ehemmiyeti ola mayaca � ı n ı göste­
recek sekilde kayıtsızca davra n m ışsa da Halil SCıri'nin dostları
ikna· o l m a m ış, zabıta mem u ru n u senedin verilmiş oldu� u moda­
cı ma�azası n a kadar bera ber g itmeye mecbur etmişlerd i r.
O raya va rıp da ma�aza sahibine senedi gösterdiklerinde
ne cevap alsalar be�enirsiniz? Kendi lerine denilmiş ki:
- Evet, b u senet bizden veril m iştir. Hem de bir fista n hesa b ı
o l a ra k veri l m i ştir. Bundan bir ay kad a r önce Beyo� l u m ü sta n­
tiklerinden o l u p isminin Osman Sa bri Efendi oldug u n u ta h ki k
etti � i m iz şu efendi daha son ra o fista n ı n m üthiş b i r cinayetten
dolayı za bıta e l i n e geçmesi nedeniyle ma�azam ıza m ü racaat

78
etmiş, bu konuda bazı tah kikat da ya p m ı ştı . bte bu senet bu­
gün zabıta n ı n elinde b u l u n ması gereken ve orada bulunduğu
m a l u m u m uz olan bir fista n ı n para sı n ı n a l ı nd ı ğ ı n a d a i r mağaza­
m ızda n verilmiş bir belgedir.
B u n u n üzerine Osman Sabri Efe n d i ' n i n beti benzi kül kesil­
miş. Her ne kadar hal ve tavrıyla m ağaza sa hibine bu sı rrı ifşa
etmemesi n i sezdirmeye çal ışmışsa da F renkler öyle sezdi rme­
den fil a n da n dolayı d u ru m u gizlerneye mecbu riyel görmemiş,
bilakis demişler ki:
- B u gerçekleri örtmek için bizim hiçbir mecburiyeti miz
yoktu r. B u rası modacı d ü kkô n ı d ı r. iyi a d a m l a r da gelir, fen a
a d a m l a r da geleb i l i r. Bildiğimiz şeyleri gizleyece k olursak o
za man canilere ya ndaşl ı k etmiş o l u ruz. N a m usu olan ve ka­
n u n ların, niza rn l a rı n h ü k ü m lerini ta kdis eden insa n l a r öyle fesat
erbabını, canileri asla kayı ra maz.
Modacı mağazasında söz kon u s u fista n ı n h a n g i aile için
yapılmış olduğu gere k senetle gerek m a ğ aza defterinde ka­
yıtlıdır. Gazetem izce bu isim bilin iyorsa da şimd i l i k meydana
koymaya lüzum göremedik.

Gazetede bu ayrıntıl ı yazı çıktıktan bir gün sonra bir de


şöyle bir tekzip yazısı neşredildi :

. . . Gazetesi ne
Bugünkü nüshan ızda Halil S O ri' nin asılması meselesin i n
ôşıkane bir intikam olduğu na, bu kon u d a ya p ı l a n ta hkikat es­
nasında ası l a n kişi n i n odasında çıkan b i r modacı m a kbuzuna
dair makale neredeyse başta n son a d e n i lecek kadar ya n l ı ştı r,
garez üzerine daya n ı r. Duru m u n aslı ta rafı mdan raporla m u­
tasa rrıfl ı k m a ka m ı n a a rz edilmiştir. Bu ra porların b i rer su retleri
gazelenize gönderilmek üzere m utasa rrıfl ı k ta rafından ta hrirat
odasın a e m redilmiştir. Anılan evra k e l i n ize geçineeye kada r
böyle g a reze daya n a n haberleri ö n e m sememenizi, b un l a ra
gazelen izde yer veril memesin i içte n li k le hatırlatı r, rica ederim .
Beyoğ l u m ü stanti klerinden
Osman Sa bri

79
Gazeteci bu belgeyi aynen al dıktan sonra altına şunl arı
ekiemişri:

De!,1erle n dirme
Gazete l e re gönderilen resmi evra kı aynen yayı m l a m a k
matbuat niza m na mesi uya rınca gazeteci n i n borcuysa d a bir
gazeteci yazdı !,1 ı şeylerin g a rezden uza k, kesin gerçekler o l­
d u !,1 u n a ş ü p h e etmedi!,1i za m a n , yer vermeye mecbu r o l d u !,1 u
resmi evrek ı n a ltı na görüşün ü , de!,1erlendirmesin i yazm a kta n
çekinemez.
Şimdi okurları m ıza g üvence veriyoruz. Halil Suri meselesi­
ne d a i r d ü n k ü n üshamızda vermiş olduı,1umuz malumatı n tü m ü
g a rezden uzak v e cidden doı,1ru, gerçek olan şeylerdir. Ge rçi
bildikleri m izi ta m a m ı tam a m ı n a yazmadık. Ancak bu ihtiyatı m ı­
zı da okuyu c u l a rı m ıza bildirmiştik. i htiyaç görü l ü rse m a l u matı­
mızın tü m ü n ü yazmaktan da g e ri d u rmayaca!,1ız.
M üsta ntik Osman Sabri Efendi'nin meşh ur mahareti n e d i­
yece!,1 i m iz yoksa da bir müsta nti k ne kada r ma h ir olursa o l s u n
bir gazeteciyi a l data maz. Bu faziletse gazetecinin ken d i i kti­
darından, ken d i maharetinden kaynaklanan bir şey d e!,1i l di r.
Gazete sayfa l a rı top l u m u n baktı!,1 ı yer o lu p kamuoyu n u n g örü­
şüyse ne bir m ü sta nti!,1in hatırı, ne de büyük bir ailenin keyfi için
gerçeklerin ö rtü l mesi ne mecbu riyet hissetmez.
Osman S a b ri Efendi' n i n raporla rı, su retleri gazete m ize
u l a ştı!,1 ı a n d a i l k ç ı kacak nüsha m ıza a l maya mecbur olacaı,1 ız.
Fa kat Öreke Taşı meselesi ne dair raporlar gibi bunların d a en
ruh l u yerleri çizilerek, kalemden geçirilerek öyle gönderilecek­
lerse, söz konusu evrak elbette bir garez üzeri ne bu h a l e ko­
n u l m u ş olaca !,1 ı n d a n keyfiyetin o tarafı n ı da okuyuc u l a r ı m ıza
hatırlatm a kta n geri du rmayaca!,1 ız.

Aradan iki gün geçti. Gazetede hiçbir şey görülememişti .


Üçüncü günü şu yazı görüldü:

H a l i l S u ri' nin i ntihar veya suika stı meselesine dair Beyo!,1 1 u


m ü sta ntikleri n d e n Osman Sabri Efendi tarafı ndan gazetem ize

so
gönderilece�i vaat edilen raporl a r h e n üz gönderi l memiştir.
Di�er ya ndan bazı dostlarımız tarafı n d a n a l d ı g ı m ız haberlere
göre maharetli m ü sta ntik Osman S a b ri Efendi n a sı lsa bize da­
rılmı$; söz konusu evra k ı n gönderi l mesini engelledikten baska
gazete m iz a leyhi n e dava açacakmış.
Şimdiye kad a r yazdı�ımız şeylerde ka n u n e n neşrine ce­
vaz ol mayan bir yazı b u l u n ması n a ihti m a l veremiyoruz. E�er
M üsta ntik Efendi, Öreke Taşı cinayeti n e d a i r su retleri matba­
a mıza gönderilmiş olan yazıları n ı n eksik o l a ra k gönderildi�i
hakkın d a ki sözümüze gücenmislerse, b u sözümüz do�ru d u r.
ispatı n a m u ktedir oldu�u m uz bir şeyd e n dolayı da kan u ne n
soru m l u olamayaca� ı m ızı bilmeliydiler. Kendileri n i n şöh retleri­
ne bakı l ı rsa, ka n u n d a n bu kada r b i h aber o l m a m a l ıydı l a r.
Neyse; ortaya bir de böyle bir dava ve m u h a kemeni n ç ı k­
ması zaten cinayetierin sırlarını merak edip d u ra n ka muoyu
için rahatlatıcı bir e�lence oluşturaca� ı n d a n a l eyhimizde aça­
ca�ı davadan dolayı mahir ve meşh u r m ü sta ntik Osman Sabri
Efendi H azretlerine m i n n ettar bile ka laca� ı m ızı a rz ederiz.

Aradan iki üç gün daha geçti . Gazetede şöyle bir yazı


daha görüldü :

Firuza�a ta rafl a rında otu ra n m u h a rrirlerimizden biri, d ü n


gece matba a mızda gecikerek gece i k i sularında evine gider­
ken gazla ayd ı n lotı l a n bir soka kta n fen e rsiz geçmek kabaha­
liyle ( ! } çevrilip Beyo� l u Zabıta sı ' n a götü r ü l m ü ştür. Meşh u r
müsta ntik Osm a n Sabri Efendi H azretleri n i n gazlı sokaklard a
a d a m çevrilemeyece�i n i bilecek kad a r niza mşinas olması g e­
rekirken m u h a rri rimizi sabaha kada r G a latasa ray'da tevkif
etmiş, bes çeyrek p a ra cezası vermesin e de sebep olm uştu r.
Ta n ı n a n bir m u h a rriri bes çeyre k li k bir para cezası için tev­
kif niza m e n caiz m i d i r? Bari şu bes çeyre�i derh a l tahsil edip
de m u h a rririmizi niçin ta hliye etmemiştir?
Fakat işin do�rusu mahir müsta ntik Osman Sabri Hazretleri
Halil SO ri' nin intihar ve di� er adıyla suikastı meselesinden d ola-


yı gazetemiz a l eyhine dava açaca kken bazı ka nunşinas kişile­
re m ü racaatla böyle bir dava d a n h içbir şey kaza na mayacak­
l a rı n ı a n i aya ra k mecbu ren vazgeçmiştir. Şimdi aleyhi mizde
ya paca k başka iş bulamad ı k l a rı için bu gibi hareketlerle bizi
ra h atsız etmeye çal ışıyor.
H a l b u ki kendi şöhretlerine layık olan bu de�ildir. Ö reke
Taşı' n d a b i r Osmanlı kızı ile iki Kefa lonya l ı n ı n na aşiarı b u l u n­
d u . Beyo� l u ' n d a bir adam ken d i yata k odası içinde a s ı l d ı . B u
i k i cinayeti n b i rbiriyle kesi n l i kle ba�lantı l ı oldu�u ise o rtad a
mevcut eşyayla sa bittir. Söz kon usu eşya belirtilen cinayetierin
d a h a n e re l e re kadar uzanaca � ı n ı da gösteriyor. E�er O s m a n
Sabri Efe n di kaza ndı�ı şöh ret k a d a r mahir bir adli zabıta m e­
m u ruysa bu sırları meydana çıka rmaya gayret etmelidir. Yoksa
bir g azete m u h a rririni n iza ma aykırı olara k bir gece tevkif ve
beş çeyrek pa ra cezası kestirrnek o kada r iftihar edilecek şa n­
lardan de� i l d i r.

Bundan önceki beşinci bölümümüzün sonlarında Os­


man Sabri Efendi'nin gazete muharririnden pek müreşekkir
görünmesine karşın gazetenin aksine Müstantik Efendi aley­
hinde husumet etmiş olması garipsenrnez mi ?
Hele hele bu hal gazetecilerin çoğunda mevcuttur. Bugün
bir adamm methüsenasını göklere çıkardıkları halde yarın o
adamı yerin dibine kadar indirirler.
Şaşılması gereken bu noktadaki gerçekleri anlamak için
Hafiye Necmi Bey ile Osman Sabri arasında geçen şu konuş­
maya dikkat edelim ki gazetenin son yazısı yazıldıktan üç
gün sonra geçmişti . Necmi demişti ki:
- Arkadaş, iş sarpa sanyor. Bu karı ilk götürdüğüm el­
maslardan birkaç parça şeyi iade ettiyse de kalanı ile ikinci
götürdüğüm elmaslar henüz geri verilmedi. Güya parasını ve­
recekti ama henüz öyle bir hareket de yok. Elmaslann teslimi­
ne dair bir makbuz senedi filan da almadık. İnld.r ederse neyle
ispat edeceğiz ? Bunları ise hep senin talimatıola yaptık. Sonra
işin bir pürüzü çıkarsa bana kabahat bulmayacaksın ha !

82
- Necmi ! Sen pek akıllı, cesaretli a damsın ama biraz zi­
yadece meraklı olmasan !
- İyi ama senin de işlerine akıl sır ermiyor ki. En büyük
dostun sandığım gazeteciyi de darılttın.
- Darıldığına sen de inandın ha ?
- Nasıl inanmayım ? Her gün senin aleyhinde herif sü-
tunlar dolduruyor. Sen de onun adamlarını hapsediyorsun.
- Gerçekten inandınsa pek memnun olacağım.
- Salt ben değil, cihan inandı.
- Öyleyse mutasarrıfımız Mecdeddin Paşa Hazretleri de
inanmış, artık şüphem kalmasın.
Biraz düşündükten sonra Osman Sa bri dedi ki:
- O İsınet Beyefendi'yi gözetim altına aldın ya ? Bir ta­
rafa savuşamaz ya ?
- Her ne zaman istersen kaptığım gibi önüne koyarım.
Lakin Sabri ! İsmet ne de güzel bir çocuk. Hani ya insan gü­
zeli demezler mi ? Ta kendisi. Ne senin gibi bir insan keleği
ne de benim gibi erkek ile kadın arasında bir şey. Aferin şu
Hediye Hanım'a ! Bulmuş ama değerlisini bulmuş.

83
ÜÇÜNCÜ B ÖL ÜM

SIR İÇİNDE ESRAR ı

Orijinal nlishada Üçüncü Böl üm başlığı "Sır İçinde Esrar/Kalpazan


Mustafa " olarak yazılmışsa da "Kalpazan Mustafa " Dördlineli Bölüm
başlığı olduğundan buraya alınmamıştır.
ı

. . . gazetesinin güya Müstantik Osman Sabri Efendi aley­


hine yazdığı şeyler ve Osman Sabri Efendi'nin de söz konusu
gazete muharrirlerinden birini gereksiz yere hapis ve para
cezasıyla cezalandırması yolunda gösterdiği hareketler sade­
ce aralarındaki ittifakı Mecdeddin Paşa'ya gösterip de Mu­
tasarrıf Paşa'nın Osman Sabri aleyhinde bir şekilde husumet
ve garazına meydan vermemek için gazeteci ile müstantik
arasında " danışık dövüşük " tabirince tertiplenmiş bir tedbir
olduğu anlaşılmıştır.
Gerçi Mutasarrıf Paşa Hazretleri bir ara gazeteci ile müs­
tantik arasındaki düşmanlığın ciddiyetine inanarak Osman
Sabri'yi gazeteci aleyhinde daha ciddi bir şekilde kışkırt­
maya dahi davranmışsa da Osman S abri husumette daha
ileriye varmak istememişti. Mecdeddin Paşa her ne kadar
gazeteciyle henüz ittifakları olmasından şüphelenmeyerek
Osman Sabri'nin bu halini korkusuna verdiyse de Müstan­
tik Efendi'nin korkuya dayanan ihtiyatı hoşa gider bir şey
olmadığından biçare Osman Sabri'yi yine gözden düşürme­
ye başlamıştı.
Halbuki Osman Sabri'nin Hafiye Necmi vasıtasıyla yü­
rüttüğü inceleme öyle bir dereceye varmıştı ki artık Muta­
sarrıf Mecdeddin Paşa Hazretlerinin gözünden düşmek
Müstantik Efendi'nin pek de um urunda olmuyordu. Bir gün
Hafiye Necmi ile hasbıhal ederken Müstantik Efendi şöyle
bir söz bile söylemişti:
- Benim Mecdeddin Paşa'dan korkacak hiçbir mecbu­
riyetim yok. Eğer Mutasarrıf Paşa Hazretlerinin birazcık

87
akıkağızı va rsa o benden korkmalıdır, aniadın mı Necmi ? O
benden korkma lıdır!
Bu "O benden korkmalıdır" sözü ilk defa söylendiği za­
man o kadar ehemmiyetli bir tavırla söylenmişti ki olur ol­
maz adamların yüreklerini titretmek için yalnız bu ehemrni­
yet kiifiydi. Halbuki yumruk kadar Osman Sabri'nin tand ı r
kadar kafası, gereği gibi kızarak gözlerinden ateşler fırla dığı
halde bu sözü ikinci defa tekrar ettiği zaman Hafiye Nec­
mi'nin de yüreği oynamıştır.
Beyoğlu Mutasarrıfı ile Müstantik arasındaki münasebet
yalnız şu gördüğümüz dereceden de ibaret kalmadı. Ne de­
receye kadar vardığını göstermek için ikisi arasında bir gün
geçen konuşmayı bu raya a l malıyız.
Bir sabah Mutasarnf Paşa her zamankinden daha erken
Galatasaray'a gelerek Osman Sa bri'yi huzu run a çağırttı .
Dedi ki :
- Öreke Taşı'ndaki cinayet sizin pek ziyade dikkatinizi
çek mişti . Nasıl bari incelemeye devam ediyor musunuz ? Bir
ipucu bulabildiniz mi ?
- Evet efendim. Pek ziyade dikkat çektiğinden incel eme­
ye devam ediyorum . Bazı ipuçları varsa da henüz sonuçları­
nı elde etmek mümkün olamad ı .
- Bu ci nayetin Halil Sfıri meselesiyle de ilgisi vardı, de­
ğil mi ?
- Ona hiç şüphe yok. Hatta Halil Sfıri, Öreke Taşı me­
selesinde zalim miydi yoksa mazl um m u ? Burasıııı da anla­
mak için çok merak ettiğim halde güç halle anladım ki Ö re­
ke Taşı'nda zalim değil, ınazlummuş.
- Ya Hediye Hanım, zalim mi yoksa mazlum m u ?
- Hediye Hanı m'ın Öreke Taşı'ndaki ziyanı kendisince
pek büyük bir ziyan sayılmaz san ırım .
- Demek ol uyor ki hala Hediye Hanı m ' ın Öreke Taşı'n­
daki cinayette parmağı olduğuna inanıyorsunuz ha ?
- Cinayette parmağı vardır demiyorum. Fakat bu cina­
yette hanım yabancı değildir. Zarar görmüştür. Bence za rarı
pek mühim, pek müthiş, pek feci bir zararsa da bu zara r ı n

88
kendisine o kadar büyük tesiri yoktur diye ettiğim bir zannı
efendimize arz etmiştim .
Paşada gözler başkalaştı . Her zaman görü len hiddet ala­
metleri daha dehşetle kendilerini göstermeye başladı. Du­
dakları titreyerek dedi ki :
- Saqri, Sabri ! Sen bu Hediye Hanım sözünden vazge-
çecek misin ? Yoksa . . .
- Yoksa ? . .
- Vay! Bana karşıl ık mı veriyorsun ?
- Estağfurullah efendim. Vazgeçmeyecek olursam ne
olacağıını anlayım da ona göre davranayım.
- Demek istiyordum ki yoksa kovulmayı mı göze alı­
yorsun ?
- Kovulma mı ? Kanunen, nizamen kababati olmayan
adam kovulur muymuş ?
- istifasın ı vermeye mecbu r ediliyor ya ! B u d a kovul ma­
nın nazi k şekli demek değil midir ?
- Bendeniz bulunduğum memuriyetren hiçbir vakit is­
tifa rnı veremem efendim. istifa adeta nankörlük demektir.
Gördüğüm hizmet beğenilmeyecek olursa azl edilirim ama o
hizmetin de beğenilmeyecek bir hizmet olduğu ortaya çıkmış
olmalıdır. Hele vicdanım önünde beni kabahadi gösterecek
kötü bir ha reketi m olmadığı halde kovul mayı hiç kabul et­
mem; hepimizin en büyüğü oları kutsa l hal ifelik makamına
kadar müracaat ederi m .
- Zat-ı şahaneye değil, zaptiye müşirine kadar bile m ü­
racaat edemezsin. Senin en büyük zabitin, en büyük merci­
in ben im. Amirin ben olduğum sürece elbette emrime itaat
edeceksin.
- Efendim, hangi emrinize itaat etmediğimi bir türlü
anlayamıyorum. Hediye Hanım hakkında tahkikat yapıyor­
sam davacı olarak tahkikatırnın neticesini o rtaya koymuyor
muyu m ?
- Hayır, ş u kadından bütün bütü n e l çekeceksin .
- Kadın benim ne elimi görmüştür ne ayağımı .

89
- Sen öyle diyorsun ama o da tahkikatsız bulunmuyor.
O da seni tahkik ettiriyor. Senin kendi hakkındaki düşünce­
lerini biliyor. " Şu Osman Sabri benden ne istiyor ? " diyor da
gözünden ateşler fırlıyor.
- Vay ! Hediye Hanım ile efendimizin arasında ne mü­
nasebet var ki ağzından çıkan sözleri, gözünden çıkan ateş­
leri efendimiz görüp işitebiliyor?
Bu soru üzerine Mecdeddin Paşa birdenbire dilsiz kesil-
di. Fakat birkaç dakikalık sessizliği esnasında hiddetinin son
dereceye vardığı renginin mosmor kesilmesinden anlaşılmış­
tı. Nihayet öfkeyle dedi ki:
- İstifanızı verecek misiniz efendim?
- Ben istifa veremem efendim.
- Tekrar soruyorum. İstifanızı verecek misiniz ? Yoksa
şimdi sizi istifasız, izinsiz kovayım mı ?
- Her ne meramınız varsa yapabilirsiniz. Zira siz devle-
tin büyük bir zabitisiniz. Bense aciz bir adamım.
- Acizsen aczini bilsene !
- Acziınİ biliyorum ama haklarımı da biliyorum.
- Hakların da var ha ? Kalk şuradan, defol git ! Şimdi
Galatasaray'dan çıkmalı! Şimdi !
" Baş üstüne efendim" diye Osman Sabri aşağıya, odası­
na indi. Çalışma masasında ne kadar evrakı varsa bir çanta­
ya koyup hemen kapıdan dışanya çıktı.
Eski müstantik Osman Sabri Efendi kapıdan çıkarken
Hafiye Necmi içeriye giriyordu. Osman Sabri o kadar meta­
net sahibi bir adamdır ki böyle bir vaka üzerine tavrına asla
değişiklik gelmediğİnden Hafiye Necmi arkadaşının gerek­
çesiz ve zulümle kovularak polis merkezinden çıktığını hiç
anlayamamıştı. Sordu:
- Nereye gidiyorsun Sabri Efendi ? Halbuki ben seni bir
dakikacık görmek istiyordum. Hediye'den geliyorum.
- Şuraya Kuron Gazinosu'na gel .
Gazinoya vardıklarında Osman Sabri hala mutasarrıfla
olan macerasını anlatmayarak sordu:
- Ne haber getirdin ?

90
- Bizim 1Mecdeddin Paşa Hazretleri, Hediye Hanım'ın
yalnız muhbiri, casusu değil, adeta her emrine tabi bir ku­
l uymuş. Bu sabah Çerçi Ziynet kıyafetiyle hamının konağı­
na gittim. Güya sizin harem tarafından almış olduğum bazı
haberleri kendisine arz etmek istedim. Şimdiye kadar sana
dair götürdüğüm haberlere teşekkür ederek bundan sonrası
için dedi ki:
- Artık zahmetinize lüzum kalmadı Ziynet Hanım Vali­
de. Zira Sabri dedikleri çapkın bugün azledilecek.
Ben inanmak istemedim. Fakat kahya kadın şimdiye ka­
dar hiç etmemiş olduğu hafiflik ve aceleyi ederek dedi ki:
- Evet, Mecdeddin Paşa bu sabah buradaydı. Hanıme­
fendimiz emrettiler ki . . .
Hediye Hanım'ın cellatça bakışı kahya kadının yarı sö­
zünü ağzında bıraktı.
Osman Sabri dedi ki:
- Evet, Hediye Hanım da doğru söyledi, kahya kadın
da. Zira işte kovulduk azizim.
- Kovuldun mu?
- Evet, baksana, evrakımı da aldım. Fakat sen hiç me-
rak etme. Bu kovulma bizi işimizden alıkoymak şöyle dur­
sun, aksine işimize daha ala yardım ve hizmet eder.
Osman Sabri'nin ağzından her ne söz çıksa Hafiye Nec­
mi canıgönülden inanır idiyse de ilk defa Osman Sabri'nin
bu sözüne inanmakta tereddüt etti. Osman Sabri Köse Nec­
mi'nin yüzünün fazlaca değişmiş olduğunu görünce dedi ki:
- Hiç merak edilecek bir şey yok. Birkaç ay beni idare
edecek kadar param da var. Lakin şu elmasları kurtarmak
hususunda artık dakika geçirmeyelim. Zira kovulma haberi­
ni dostlar duyar duymaz bizde asla itibar kalmayacağından
elmasların sahipleri üzerimize hücum eder.
- Ben elimden geleni yapmaktan geri durmam azizim.
Sen nasıl hareket edileceğini daima bana hatırlat. Yapılacak
işte benden hiç kusur görmezsin.
Gerçekten de kovulma ve azilden Osman Sabri'nin tah­
min ettiği en büyük bela hiç gecikmeksizin geldi çattı. Zira
Hediye Hanım'ın evine göndermek için tedarik ettiği elmas-

91
ları kendi komşusu Hacı Sadullah Efendi isminde bir yağlık­
çının aracılığıyla kaldırmıştı. Daha o akşam Hacı Sadullah
Efendi, Osman Sabri'nin kovulma h aberini alır almaz doğ­
ruca evine gelmiş ve azlinden dolayı geçmiş olsun dileklerini
söyler söylemez demişti ki:
- Efendi birader, düğünler için takımlar salı veya çar­
şamba günü alınırsa, cumartesi ve nihayet pazartesi günü
yerlerine iade edilir. Sizin aldığınız takımlarsa bir aya ya­
kındır iade edilmedi. Yağlıkçı esnafının size güvenmemesine
yalnız bu kadar gecikme yeterdi . Yalnız mühim bir memu­
riyetre bulunmanız dolayısıyla ne edeceklerini bilemiyorlar­
dı. Şimdiyse memuriyetinizden kovulduğunuzdan ve esnafa
karşı kefiliniz ben olduğumdan bu işte güvence sebebi ola­
cak bir redbirinize muhtacım. Beni de ayıplamayın karde­
şim, insanlık hali bu ya.
- Hayır Sadullah Efendi, sizi neden ayıplayayım ? Fa­
kat elmaslarınız için ne gibi bir temin çaresi düşündüğünüzü
söyleyin de ona göre icabına bakalım.
- Tedbir çaresi ne gibi olabilir? Elmasları isteriz vesse­
lam. Sarılmış alınmış bir şey değil ki kefil filan düşünelim.
- Elmaslar aynen burada mevcut olsa, hemen şimdi
iade ederdim, fakat mevcut değil.
- Halbuki k ural olarak mevcut olması gerekiyordu.
Çünkü siz onları ödünç olarak kaldırdınız. Geli n takımı
olmak üzere kaldırdınız. Öyle değil mi birader ? Ama rica
ederim kusura kalmayın.
- Estağfurullah birader, neden kusurunuza kalacakmı­
şım, hakkınız vaı:
- Size emniyetim tarnsa da üzerinizde kayıtlı elmasların
toplam kıymeti dört yüz liraya yaklaşır. Sizinse ev, dükkan
gibi emlak ve akarınız bulunmak şöyle dursun, talıminim
yanlış değilse aziedildikten sonra bir ay yiyecek ekmeğiniz
bile yoktur. Fakat bu da ayıplanmaz, zira namusl u bir me­
mur zengin olamaz.
- Güzel zannınıza teşekkürler ederim efendim. Gerçek ­
ten de zengin değilim.

92
- Ee, şu elmasların çaresi? . .
- Ben d e onu düşünüyorum ama ş u anda elmaslar bu-
rada değil . Biliyorsunuz ki ben onları kendi düğünüm için
kaldırma dım.
- Düğünüm demeyin, düğünlerim deyin. Zira bir dü­
ğünlük elmas değildir.
Hacı Sadullah Efendi üzüntüsünü gizlemek için olanca
kuvvetiyle kendini tutsa da şu son sözü söylediği zaman sesi
çatallı çıkmıştı ki bu da üzüntünün fazlalığından başka hiç­
bir şeye delalet edemez.
Osman Sabri de öyle Mutasarrıf Paşa'nın huzurunda ko­
vulduğu zamanki gibi hemen tümüyle fütursuz değildi. Koca
k afasını mini mini elleriyle kaşıyarak düşünüyordu. Hacı Sa­
dullah Efendi'nin son sözüne cevap olarak dedi ki:
- Evet, kendi düğünlerim için almadım. Alsaydım şimdi
elmaslar burada bulunurdu. Ben de onları bazı dostlar için
aldım ki teslimleri hususunda vuku b ulan gecikmeden do­
layı benim mesul olmamam lazım gelirken işte hem mesul
h em de rezil oluyorum.
- Bunda rezil olacak bir şey yok. Elmasl arı meydana . . .
- Nasıl rezil olacak bir şey yok ? Ş u anda öyle bir halde
bulunuyorum ki size bir kefil göstermekten acizim.
Hacı Sadullah Efendi gülümsedi. Ama bu tebessümlerin
manası malum ya ? .. Garipseme ve yakıştıramamaya hem de
küçümseyici yakıştıramamaya delalet eder. Dedi ki:
- Kefil mi ? Eğer elmaslar başka bir adamda bulunsaydı
da kefilin bir faydası olsaydı, o adam için size kefil olurdum.
Fakat sizde olan elmaslar için başka kefili ne yapayım?
Osman Sabri düşünceyi derinleştirdikçe derinleştiriyor­
du. Hacı Sadullah Efendi bunu görünce dedi ki:
- Mal kendi malım olsa, Allah bilir, bu kadar üzülmez,
sizi de böyle üzmezdim. Fakat malın içinde benim kendimin
bir kırık küpem bile yoktur. Dolayısıyla şimdi siz ne kadar
mahcubiyet ve sıkıntı halinde iseniz, ben esnafa karşı daha
büyük mahcubiyet halindeyim.

93
Osman Sabri düşündü, düşündü; nihayet başım kaldıra­
rak dedi ki:
- Hacı Sadullah Efendi birader, size bir şey söyleyeyim
mi ?
- Buyurun birader. Siz akıllı ve hakşinas bir adamsınız.
Görüşünüz her şeyde işe yarar.
- Hem de bu işteki görüşüm kendimin en mühim bir
işteki görüşüm kadar mühim ve ciddidir.
- Teşekkür ederim birader. Buyurun, söyleyin.
- Hazır daha fazla vakit geçirmeden kalkar sizinle be-
raber Galatasaray'a gideriz. Mutasarrıf henüz oradadır. Siz
macerayı anlatıp beni tevkif ettirirsiniz. Sonra ben de . . .
- Allah esirgesin birader!
Hacı Sadullah Efendi'nin bu sözü camgönülden söylen­
miş bir söz gibi telaşla söyleuse de Hacı Efendi'nin zaten zih­
ninden geçen de buydu. Lakin bunca zamandan beri kom­
şuluk ettiği bir adamı emniyeti kötüye kullanmak suçuyla
itharn etmeyi birdenbire ne insafına yedirebilirdi ne de gö­
züne kestirebilirdi.
Osman Sabri Efendi gayet nadir görülen tebessümlerin­
den birini de Hacı Sadullah'ın yüzüne fırlatarak dedi ki:
- Hayır birader, özür dilemeye hacet yok. Siz benim
dediğimi dinleyin. Söylediğim şey zaten kanunca da hakkı­
mıdır.
- Hakkımdır ama . . .
- Arnası yok. Ben tevkif edildiğim takdirde elmasların
emanet olduğu dostlarıma artık borcuma riayet kalmayaca­
ğından malları kendilerinden şiddetle talep eder, geri alırım.
Hacı Sadullah düşünmeye varır. Fakat malum ya, düşün­
celeri hep Osman Sabri'nin tasdikinden ibaretti. Şu kadar
ki bu kararı takdir ve beğeniyle kabulde acele etmeyi edebe
uygun görmüyordu.
Nihayet Osman Sabri'nin birkaç teklif ve tekranndan
sonra dedi ki:
- Siz lüzum gördüğünüz ve ısrar ettiğinizde ben ne diye­
bilirim ? Buyurun birader, gidelim.

94
İki komşu kalktı, Galatasaray'a geldi.
Gerçekten de saat beşi geçmiş olduğu halde Mutasarrıf
Mecdeddin Paşa Hazretleri henüz memuriyet mahallinde
bulunuyordu .
Nasıl ? Gayretli memur değil miymiş ?
'
Hatta Sabri'den alamadığı öfkesini Sabri'yi sevenlerden
almak için Hafiye Necmi Bey'i azarlamakla meşguldü.
Bir de Sabri'nin tekrar huzuruna girdiğini görünce hidde­
ti artmaya ramak kaldıysa da yanında yağlıkçı Hacı Sadul­
lah Efendi'yi de gördü. Söze Hacı Sadullah başlayınca onu
dinlemeye mecbur oldu .
Hacı Sadullah sözünü bitirdiği zaman Mutasarrıf Haz­
retlerinin ne kadar memnun olduğunu tarif mümkün ola­
bilir mi ?
Gözlerinde ok olsa Osman Sabri'yi vuracakmış gibi biça­
renin yüzüne bakarak dedi ki:
- Vah, meşhur müstantik Osman Sabri Efendi Haz­
retleri ! Sizde marifet çokmuş ha ? Bu arada dolandmcılık
marifeti de . . .
B u sözü Osman Sabri'den evvel Hacı Sadullah reddetti.
Dedi ki:
- Hayır efendim, öyle bir şey yok . Zaten gelişimiz Sabri
Efendi biraderimizin de görüşüne dayanıyor.
Mutasarrıf Paşa dedi ki:
- Siz bilmezsiniz Hacı Sadullah Efendi. Fakat Osman
Sabri Efendi kendisi de bilir ki suçlu adamlar yakayı kur­
tarabileceklerine akıl erdirdikleri zaman ne kadar cesur ve
cüretli olurlarsa, yakayı kurtaramayacaklarını anladıkları
zaman da o kadar zayıf ve itaatli olur. Yalvarıp yakarmak­
tan başka bir şey yapamazlar.
Osman Sabri buna hiçbir cevap vermedi. Hafiye Necmi
de orada hazır bulunarak dostu hakkında şu sözleri işitince
köse suratı pancar gibi kızardı, gözlerinden iki damla yaş
aktı.
Sonuçta Beyoğlu Mutasarrıfı Mecdeddin Paşa Hazretle­
ri meşhur müstantik Osman Sabri Efendi'yi kendisine gös-

95
terilen emniyeti kötüye kullanarak dolandırıcılık yapmak
suçuyla itharn ederek derhal tevkif ettirdi. O akşam Hacı
Sadullah Efendi kendisine bin lira kazandırsa veya paşa
hazrederine müşirlik rütbesi verilse belki de bu kadar mem­
nun olmazdı.
Gazetelere geceden gönderilen resffiı ilanlar ertesi gün ga­
zetelerde okundu. Sureti şudur:

Beyo� l u Z a b ıtası m ü sta ntiklerinden Koca Kafa d e n i l e n


O s m a n Sa b ri Efendi bazı ya � l ı kç ı l a rd a n g üya g e l i n l e r i ç i n
o l m a k b a h a n esiyle e l m a s ka l d ı rmayı adet edinere k b u yolda
i ki b i n l i ra l ı k k a d a r elmas d o l a n d ı rd ı g ı , a n ı l a n esnafı n iti b a r­
l ı l a r ı n d a n H ac ı S a d u l l a h Efe n d i ta rafı n d a n ya p ı l a n şi kayet
üzeri n e d e rh a l m e m u riyeti n d e n azied ilere k daha son ra sor­
g u l a m a ve m u h a kemesi ne b a kı l m a k üzere tevkif a l tı n a a l ı n d ı­
g ı ve a d ı g e ç e n i n zim meti n d e kim lerin a l acagı veya şi kayeti
va rsa Beyo g l u Zabıtası ' n a m ü racaatları lazım gelecegi i l a n
o l u n u r.

Her gazete bu ilanı aynen yayımlamakla yerindiği halde


söz konusu . . . gazetesi bu ilanın altına şu değerlendirmeyi de
eklemişti :

Bu resmi i l a n ı aynen yayı m l a m a k borcumuz ve vazifemiz


old u g u n d a n işte borcum uzu eda ve vazifemizi ifa ettik. Fa kat
adı geçen Osman Sabri Efendi'nin şimdiye kadar n a m u s u n a
asla hale! g e l m e miştir. Su a n d a bile n a m usu halelden uza ktı r.
Dolayısıyla h a kkında edilen itha m ı n mutlaka bir ya n l ı ş l ı kta n
kaynakla n d ı � ı n ı belirtmekten geri d u ra mayız. Bu işin içindeki
h a ki kati n neden ibaret oldug u n u ya kında ilan edeceg i m izi
vaat ederiz.

Birkaç gün evveline gelinceye kadar . . . gazetesi Osman


Sabri Efendi'nin aleyhinde yazılar yazarken şi mdi resmi ila­
nın altına yazdığı şu değerlendirme haddinden fazla lehin­
deydi ve dikkat sahiplerinin ziyadesiyle ilgisini çekmişti.

96
2

Bu resmi ilan gazetelerde yayımlandığı gün . . . gazetesinin


başmuharriri yanına bir de gazete alarak Beyoğlu'na Gala­
tasaray'a geldi. Tutuklu Osman Sabri ile görüşmek isteyince
kendisine dediler ki:
- Mutasarrıf Paşa Efendimizin özel emirleri uyarınca
Osman Sabri Efendi ile görüşmek yasaktır.
- Görüşmek yasak mı ? Niçin ? Dolandırıcılık suçu gö­
rüşmeye engel mi olurmuş ? Özellikle resmi ilanın içeriğine
göre Osman Sabri Efendi hakkında dolandırıcılık suçu ta­
hakkuk bi l e etmemiş. Zira her kimin daha ne davası varsa,
gelip hükümete beyan etmesi hatırlatılıyor.
Gazeteci bu sözleri biraz da hiddetle söylerken zaptiye­
ler, müfettişler, hafiyeler telaşla selam durmaya davrandılar.
Meğer paşa geliyormuş.
Muharrir Efendi de Mutasarrıf Paşa'yı karşıladı.
Paşa hazretleri muharrir hakkında dostça bir duygu bes­
lemese de gazeteci öyle müstantik, müfettiş gibi bir Beyoğ­
lu mutasarrıfının hiddetlerine, gazapiarına h edef olabilecek
a damlardan değildi. Bu yüzden paşa hazretleri ister istemez
güler yüz gösterdi.
Gazetecinin de Mecdeddin Paşa'nın lehinde olmadığı
malumdur. Fakat bir gazeteci, aleyhinde bulunduğu adam­
larla da dostça görüşebil ir. Böylece o da paşanın sahte te­
bessümlerine sahte tebessümle mukabele etti. Osman Sabri
hakkındaki görüşme yasağını bir türlü anla yamadığını be­
lirtti.
Bu yasağın Osman Sabri için hiç münasebeti olamaya­
cağını herkesten çok takdir eden bir adam varsa o da Mec­
deddin Paşa idi. Zira bir dolandırıcı için görüşme yasağını
gerektirecek bir şey olsa olsa o da kendisi inkar ettiği hal­
de suçun ispatına yardımcı olmak için bir tedbir olabilirdi.
B uysa her şekilde pek uzak olmasından başka Osman Sabri
suçu inkar etmek şöyle dursun, tevkifine de kendisi gerek
görmüştü.

97
Dolayısıyla Mecdeddin Paşa gazeteciye karşı koyamadı.
İşin arkasının belli olmaması için dedi ki:
- Canım, görüşme yasağı filan sizin için midir ya ?
- Hayır efendim, görüşme yasağı konulacaksa herkes-
ten çok benimle görüşmesi yasaklanmalıdır. Zira böyle bir
işte hükümetin en çok dikkat edeceği adam ancak muharrir
olabilir.
- Hayır efendim, hayır! Bazı uygunsuz adamlar Osman
Sabri Efendi ile görüşmek isterse, onlara müsaade edilmesin
demiştim. Buyurun, bir kahve içelim de görüşürsünüz.
- Teşekkür ederim efendim. Yaktim müsait değil. Şöyle
geçerken bir görüp de geçmiş olsun demek istedim. Gazete­
miz M üstantik Efendi'nin pek lehinde değilse de ikizlere yu­
muşak davranmak insanlık gereğidir. Bu gece gönderdiğiniz
resmi ilanın altına yazdığım teselli edici bir değerlendirmeyi
de göstereceğim. İşte bu kadarcık bir müsaade istiyorum.
- Buyurun efendim, istediğiniz kadar görüşün.
Zavallı Osman Sa bri'yi ta kanlı katillerin tutulduğu mur­
dar bir yere koymuşlardı. Muharrir Efendi oraya girerken
suratında birtakım ekşimeler göründü.
Osman Sabri, gazete muharririni bayağı bir güler yüzle
karşıladı. Müstantik Efendi'de bu halin ender olarak görül­
düğü malumdur.
Muharrir Efendi gazeteyi Osman Sa bri'ye verdiği zaman
Müstantik Efendi gerek resmi ilanı gerek değerlendirmeyi
dikkatle okudu. Yanlarında bir de müfettiş var idiyse de Os­
man Sabri'nin kimseden pervası olmadığı için dedi ki:
- Muharrir Efendi ! Bu resmi ilanda birçok yanlış var.
Ben elmas kal dırmayı adet edinmiş değilim. Zira adet diye
bir adamın tekrar tekrar kabul ve İcrasına döndüğü hareket­
lere derler. Bu yaşıma gelinceye kadar elmas kaldırmanın ne
olduğunu bilmezdim. Bir lüzum üzerine hem de Hacı Sadul­
lah Efendi'ye danışarak onun yardımıyla kaldırdım.
- Demek oluyor ki size bu adeti isnat etmek bir iftiradır.
- Evet, ikincisi kaldırdığım elmas iki bin liralık değildir.
Kıymetinin dört yüz liradan aşağı olduğunu Hacı Sadullah
Efendi söylüyor.

98
"Pekala, durun şunları bir kurşunkalemle kaydedeyim "
diye kurşunkalemini, cüzdanınıl çıkarıp kaydetti.
- Üçüncüsü burada ben Hacı Sadullah Efendi'nin şika­
yeti üzerine tevkif edilmedim. O adam benden hiç şikayet
etmedi. 'Kendisini temin için başka çare bulamadığımdan
tevkifi ben hatırlattım, diye Osman Sabri dün akşam Hacı
ile olan konuşmasını anlattı .
Muharrir Efendi Osman Sabri'nin şu alicenaplığına hay­
ran olarak bunları da kaydetti.
- Dördüncüsü, ben memuriyetren aziedilip kovuldum
ama dolanJırıcılığıın için değil. Zira ben kovulduğum za­
mandan beş altı saat sonra Hacı Sadullah'la beraber buraya
geldik de kendi irademle tevkif edildim. Benim kovulmam
Öreke Taşı cinayeti ve Halil Sfıri'nin intiharı meselelerinde
istediğim gibi tah kikata girişınemin paşa efendimizin hoşu­
na gitmemesinden kaynaklandı.
Hazır bulunan müfettişin rengi başkalaşmaya başladıysa
da Osman Sabri'yi bu ifadelerden alıkoymadı. Yapacağını
sonra yapma kararıyla sabrediyordu .
Osman Sabri hala fütursuzluk haliyle sözüne devam ede­
rek dedi ki:
- Zimmetimde hiç kimsenin bir tane alacağı olmadığı
gibi benden hiç kimsenin de şikayeti olmadığını herkese tenlin
edebileceğimden resrili ilanın bu fıkrası külliyen gereksizdir.
Bu ifadelerin tümünü gazete muharriri cüzdanına kay­
dediyordu.
Değerlendirmeyi bir daha gözden geçirerek Osman Sabri
dedi ki:
- Namusum için ettiğiniz güzel tanıklığa teşekkür ede­
rim. Fakat sizin de bir yanlışınız var. O da tevkifimi bir hata­
ya vermenizdir. Tevkifim hata değildir. Namuslu bir yağlık­
çıyı temin için lazımdır.
Muharrir Efendi Osman Sabri 'yi teselli ve temin için bir­
kaç dostane söz daha söyledikten sonra veda ederek hapis-

Not defteri.

99
haneden çıktı . Tam Galatasaray Zabıtası'nın taşlığına geldi­
ğinde doğruca kapıdan çıkmaya davrandıysa da yanındaki
müfettiş elin i muharririn omzuna koyarak dedi ki:
- Efendi hazretleri, cüzdanımza yazdığınız şeyleri paşa
efendimize göstermeksizin çıkı p gidemezsiniz.
- Ben de mi tevkif ediliyorum ?
- Estağfurull ah. Fakat siz nizarn ve kanunun ne olduğu-
nu bilir adamlardansınız. Bir müfettişin vazifesi !
- Pekala, pekiyi kardeşim. Haydi paşa hazrederine gide­
lim. Bize bir kahve teklif etmişti . Kı smet olduğu için içmeksi­
zin gidemeyeceğiz demek oluyor.
Muharrir Efendi m üfettişin önü sıra Mecdeddin Paşa'nın
huzurun a vardığı zaman müfettişe me yd an vermeksizin geliş
sebebini kendisi anlattı. Cüzdanını da çıkarıp gösterdi.
Mutasarrıf Hazretleri birincileri, ikinci leri, üçüncüleri
okudukça renkten renge giriyordu . Sordu:
- Bunları kaydetmekten maksadınız ? ..
- Maksaclım ne olacak ? Resmi ilanda olan bu hataları
düzelteceğim de onun için yazdım. Fakat ondan evvel zatıa­
l inize bir şey arz edeceğim. Osman Sa bri Efendi'nin dolan­
dırmış olduğu söylenen elmaslar dört yüz liralık kadarmış .
Velev ki iki bin liralık olduğu hakkındaki rivayet doğru ol­
sun; bizim matbaacia üç makine vardır ki üçü bin lira kadar
eder. Harfler, kasa ve diğer edevatla mefruşat da bin liradan
fazla kıyınet keser. Şu nları rehin ve kefalet yollu Hacı Saclut­
lah Efendi'ye arz etsem ve Osman Sabri'nin kendisi için ben
kefil olsam, biçarenin tevkifine hiç lüzum kalmazdı .
- Güzel söylüyorsunuz ama dol andırılan elmaslann
bedeli b u şekilde ödense bile Osman Sabri kanuni cezadan
kurtulamaz. Neyse, fakat şu kayıtları gazerenizle ilanın sebe­
bini anlayamadım.
- Bunda anlaşılmayacak ne var efendim ? Bir adam hak­
kında bir ilan yayımianıyor ki içinde büyük büyük hatalar
vardır. Hataların her biri o adama isnat edilen suçun artma ­
sını gerektirecek şekildedir. Bunları o adam çürütüp tekzip
ederek gerçeği ortaya koyarsa hakkı yok m u ?

100
Mutasarrıf Paşa Hazretleri düşünmeye vardı. Muharrir
Efendi ise sözüne devam ederek dedi ki:
- Fakat benim arz ettiğim kefalet de kanunen reddedi­
lemez. Bu kanuni ceza affedilsin veya edilmesin demiyorum.
Muhakemesi görülünceye kadar. . .
Mutasarrıf, muharririn sözünü keserek ve fakat kendi
sözüne cevap olarak değil, yine resmi ilan maddesine gelerek
dedi ki:
- Eğer gerçek Osman Sa bri Efendi'nin dediği gibiyse
hakkı vardır. O halde ya ilanı yazan katip yanlışlık yapmış
veya Hacı Sadullah Efendi ifadesini yanlış vermiş olacak.
Rica ederim bu günlük şu kayıtları ilan etmeyin de işi bir
tahkik edelim.
- Yine tahkik edilebilir efendim . Eğer hata Osman Sab­
ri'de çıkarsa bir tekzip yazısı daha gönderi lebil ir. Bununla
kanaat hasıl olmayacaksa gazete aleyhine dava da açıla bilir.
Bu söz paşayı daha fazla düşündürmeye başladı.
Bazı adamlar vardır ki kanun ve nizarn yalnız kendi dü­
şüncelerinden ibarettir zannıyla pek cesur olurlarsa da bu
zanlarının doğru olmadığını anlayınca o cesareti külliyen
kaybederler.
Hele her istediğini yapabileceği bir adama karşın pek cü­
redi görünen bazı kimseler, karşılarında öyle her istediklerini
yapamayacakları bir adam gördükleri zaman ne kadar mü­
tevazı olurlar !
Dünyada bir adamı en fazla kuvvetli ve cüretli eden şey
evvela masumiyet, ikincisi kanunca, nizamca haklı olmak
nimetine nail olmaktır. Bir adam kabahatsiz olduğuna veya
kanun ve nizarn kendisini itharn edern eyerek bilakis hakkı
kendine vereceğine vicdanen ve kalben kanaat getirdi mi, o
adamın artık hiç korkusu, telaşı olamaz.
İşte şu iki tarifimizden birisi Mecdeddin Paşa'nın ve diğe­
ri de gazete muharririnin tarifleridir. Dolayısıyla Mecdeddin
Paşa'nın muharrir hakkında yapabileceği hiçbir şey yoktu;
muharrirse dediklerini tümüyle yapabilirdi . Zira paşa haz­
retleri kendi aklına, kendi keyfine göre iş görmek istemişti.

101
Gazeteciyse kanunen, nizamen icrasında haklı olduğu şeyi
yapmak gayretinde bulunuyordu .
Nihayet Mutasarrıf Paşa yelkenleri tümüyle suya indire­
rek dedi ki:
- Osman Sabri Efendi'ye benim de yüreğim acıyor. Pek
zeki, pek önde gelen bir memurdur. Fakat ne çare ki insanla­
rın haklarını da korumaya mecburuz. Beyan ettiğiniz kefalet
sizin için pek büyük bir alicenaplıksa da Osman Sabri Efen­
di'ye o kadar büyük bir faydası olamaz. Nihayet matbaanızı
elinizden çıkartıp sizi de zarara sokar. Zayi olan elmaslardan
ne kadarı meydana çıkarılabilirse sahipleri alır; geri kalan­
ları için de Osman Sabri'nin hapis cezasıyla yetinilir. Fakat
resmi ilandaki hatalara gelince, bunları düzeltmeye lüzum
yoktur. Çünkü biz resmen düzeltirsek daha güzel tesiri olur.
- Siz resmen düzeltecek misiniz ?
- Öyle ya; bir kere Sadullah Efendi'den soralım da ala-
cağımız cevaba göre resmen düzeltme işine girişiriz.
- Öyleyse emrinize uyarak biz de tekzipte acele etmeyiz.
Muharrir Efendi gelen kahveyi içti. Bir sigara yakıp onu
da yolda içmek üzere Mecdeddin Paşa'ya veda ederek yola
düzüldü.
Okurlarımız hikayenin akış şekline elbette dikkat bu­
yurduklarından kendilerine hiç ihtar etmeyiz ki Sadullah
Efendi'nin Mutasarrıf Paşa'ya ifadesi resmi ilanın yazıldığı
şekilde değildi. Hatta Osman Sa bri hakkında "dolandırıcı­
lık " sözlerini bile kabul etmeyerek reddetmişti.
Şimdi biz de haber verelim; resını ilanda katibin hatası
yoktu. Zira resmi ilan Mutasarrıf Paşa'nın bir katibe dikte­
si suretiyle yazılmıştı. Dolayısıyla ne kadar hata varsa hep­
si hata değil garazdı. Zaten resını bir ilanda Osman Sab­
ri Efendi gibi ismi kendisine şöhret olan bir adama " koca
kafa " diye bir de tanınmışlık vermek lazım gelmediği halde
bu kayıttan anlaşılması gerekir ki resını ilan sırf bir husumet
ve garaz eseri olarak kaleme alınmıştır.
Gazete muharriri, Mecdeddin Paşa'ya verdiği vaat üzeri­
ne gerçekten de iki gün hiçbir şey yazmadı. İkinci gün akşa­
müzeri Hafiye Köse Necmi gelip dedi ki:

1 02
- Osman Sabri Efendi selam etti. Resınl ilanı düzeltme
yolunda hiçbir şey yazınamanızı rica ediyor.
- Biz yazmayacağız ama Mutasarrıf Paşa bir düzeltme
gönderecekti.
- Hayır, Mutasarrıf Paşa düzeltme filan göndermeye­
cek. Aksine siz huzurundan çıktığınız anda Osman Sabri
Efendi'yi sorguya başladı. Yağlıkçıya da haber gönderdi. El­
masların Hacı Sadullah Efendi'nin olmadığı malumunuzdur.
Asıl sahipleri geldi. Böyle işlerde dört bin liralık zayiat dava
edilmezse dört yüz liralığı ele geçirilemeyeceğinden herifler
iki bin liralık değil, dört bin liralık elmas davasına kalkıştı .
- Acayip ! Bu iftiralara karşı Osman Sabri ne halde bu­
lunuyor ?
- Halini biliyorsunuz ya. Güya tertiplenen oyun bir fa­
cia ı değilmiş de bir komedya imiş gibi külliyen fütursuz dav­
ranıyor. Yalnız Beyoğlu müstantikleriyle sorguya rıza göster­
ıneyerek Bab-ı Zaptiye'den bir soruşturma komisyonu talep
edildi. Komisyon bugün saat bir buçukta toplandı. Henüz
sorgu devam etmektedir.
- Pekala, öyleyse işin bu derecesini yarınki gazeteye
yazmalı.
- Hayır, hayır. Gazetenin hiçbir şey yazmamasını arzu
ediyor. Yazmak gerekirse kendisi size haber gönderecekmiş .
Gazete muharriri işin almaya başladığı şekilden memnun
olamadı. Hatta Osman Sabri hakkındaki tam güvenini bile
biraz değiştirdi. Kendi kendisine dedi ki:
- Düzeltme yazılmasını istemiyormuş. Acaba işin doğ­
rusu diye bana söylediği sözler mi işin yanlışıdır? Mecded­
din Paşa bir düzeltme gönderecekti, göndermedi. Bu cüreti
nereden buldu ? Besbelli resmi ilanın doğru olduğuna şüphe­
si kalmadı da onun için düzeltmeyi göndermemeye cesaret
edebildi.
Geçekten de yarınki gazete için o akşam hiçbir şey yaz­
mad ı . Ertesi akşam hiç tanımadığı bir adam kendisine zarflı,

Trajedi.

1 03
mühürlü bir mektup getirdi. Mektubu açıp da bakınca Os­
man Sabri tarafından olduğunu gördü ama okumadan ö nce
mektubu getiren adama sordu:
- Şifahen de bir haber gönderdi mi?
- Hayır efendim. Kendisi de bugün tevkif edildi.
- Kim, seni b uraya kim gönderdi ?
- Köse Necmi Bey.
- Bu kağıdı sana Köse Necmi Bey kendisi mi verdi ?
- Evet efendim, kendisi verdi . Bugün onu da tevkif et-
tiler. Bendeniz de hafiye zabıtası mensubuyum. Bendenize
emniyeti olduğundan bir ara mektubu bana verip size teslim
etmeınİ rica etti.
- Pekala yavrum. Kendisini görürseniz selam edin.
Necmi'nin Sabri ile olan ittifak halindeki münasebetini
gazete muharriri bildiğinden onun tevkifi üzerine muhar­
ririn merakı arttı. Kendi kendine dedi ki, "İş fenalaşıyor.
Osman Sabri taraftarları birer birer tevkif ediliyorlar. Dur
bakalım, mektubunda ne yazmış ? "
Muharrir Efendi mektubu hızla gözden geçirdi . Fakat
çehresi öyle u mutsuzluğa delalet edecek alametlerden uzak­
tı. Mektubu bitirdikten sonra şaşkınlık ve garipserneyle bi­
raz düşündükten sonra başmürettibil çağırdı . Sordu:
- Abdullah, gazete doldu mu ?
- Efendim, son tahminimde topu yarım sütun kadar ek-
sik buld um.
- Haydi koş, doğru bir tahminle gel .
Başmürettip koştu gitti. Beş dakika sonra dönerek dedi ki:
- Efendim, gazete dolmuş da artmış bile.
- Yok, bir buçuk sütunluk yer isterim. Mühim ve acele
bir mesele var. Ehemmiyetsiz şeyleri çıkar. Eskimeyecek ha­
vadisleri yarınki n üshaya ertele. Haydi göreyim seni. Ben bir
yandan yazıp parça parça gönderiyorum.
Gazetelerin hallerine, işlerine vakıf olanlar için sözü uzat­
maya hacer yoksa da okurlarımızın çoğu bu sanatı bilmez.

Başdizgici.

1 04
Onların bilgilenmesi için arz edelim. Gazeteciler bazı kere
gazetelerine ne yazacaklarını bulamaz. Gelen misafirlere va­
rıncaya kadar herkesten havadis sordukları halde bazı kere
de işte böyle havadisleri taşarak yeni den yazacakları şey için
gazetelerinde yer aramaya mecbur olurlar.
Akşamüzeri acilen yazacakları şeyler için kağıtları ufak
ufak keser, bunlar birkaçar satırla doldukça çalışma masası­
nın bir tarafına dizerler.
Halbuki mürettiphanedel başmürettip ne kadar çalışanı
varsa ellerindeki işleri bıraktırıp birinci, ikinci, üçüncü diye
tümünü sıraya koyar. Birinci mürettip2 Muharrir Efendi'nin
yanındaki bir numaralı kağıdı, ikincisi iki numaralıyı ve
a yn ı şekilde herkes kendi numarasını alıp dizmeye başlar.
Son mürettip ilk a ldığı kağıdı bitirince bırakıp diğerini alır.
Böylelikle iş o kadar hızlanır ki Muharrir Efendi yazacağı
bir buçuk sütunluk yazıyı yazıp bitirdiği zaman onun bir sü­
tundan fazlası diziimiş olur.
İşte bizim . . . gazetesinin başmuharriri bu akşam yazdığı
yazıyı şu şekilde yazıp dizdirdiğin den yazının bitmesi üzeri­
ne bir sigara yakmıştı . Henüz yarıya kadar içmemiş olduğu
halde yazının provası yani düzel tme için adi bir kağıt üzerine
basılmış nüshası geldi. Düzeltmesi derhal yapıldı.

Beyo� l u müsta ntiklerinden Osm a n S a b ri Efendi'nin bir do­


landırıc ı l ı k isnadıyla tevkif edildi�i geçen n ü s h a m ızda yer a l a n
resmi i l a n d a gösteri l m iş, söz konusu i l a n ı n a ltı n d a bazı ôciza­
ne de�erlendirmelerimiz de b u l u n m u ştu .
Osm a n Sabri Efendi hakikate n n a m u s ve iffet sa hibi bir
adamd ı r. i l k davacısı itibarlı ya� l ı kç ı esnafı n d a n Hacı Sad u l­
lah Efendi' dir. Osma n Sabri Efe n d i için bir kefi l a ransa hôlô
Sad u l l a h Efendi' n i n kefa let edecek d e recede dava l ı hakkında

Dizgi bölümü.
Dizgici.

ı os
e m n iyet ve iti m a d ı ta mdır. Ancak bir iki dü�ün mü nasebetiyle
Osman S a b ri Efendi'nin m uteber kefaletle ka ldırdı�ı e l m a s l a r
dört yüz l i ra kıymetinde i ken sözü kon usu mücevheratı n sa hi b i
o l a n ya� l ı kç ı l a r dört bin l i ra l ı k kad a r mal dava etmekle i ş i n
m u h a kemesin e ehemmiyetle başl a n m ıştır.
H e r neden dolayıysa Osma n Sabri Efendi Beyo� l u ' n d a ki
m ü sta nti k ve h ô ki m lere güvenemedi�inden Bô b-ı Vô lô-yı Za pti­
yede n ı b i r reis, dört üye ve i ki m üsta nti kte n ibaret bir inceleme
ve a ra ştı rma komisyon u oluştu r u l a ra k Beyo� lu ' n a gönderi l m iş
ve iki g ü nd e n beri inceleme ve a ra ştı rma l a r deva m etmekte
b u l u n m u ştu r.
Dün a kşa m a l d ı � ı m ız g üve n i l i r m a l u mata göre Beyo� l u h a­
fiyelerinden o l u p bu işte Osma n Sabri Efendi'nin isti h d a m etti�i
Necmi Bey d e komisyon huzuruna getirilmiştir. Osma n Sa b ri
Efe n d i ' n i n d ü � ü n için ya� l ı kçıdan ka ldırı p kendisine tes l i m etti�i
el masları n e ya ptı�ı soru lu n ca, H ediye Hanım adlı m uteb e r b i r
kad ı n a teslim etti� i v e elmasları n hôlô bu han ımda b u l u n d u � u
ceva b ı n ı vermiştir. Bu sözü ndeki do�ru l u k veya yal a n ortaya
çıkıncaya kad a r Necmi Bey'i n de tutu klanması gerekm iştir.
Zira " E i m a s l a rı Hediye H a n ı m ' a teslim ettim " demesi O s m a n
Sabri Efendi' d e n bunları tesl i m a l m ı ş olması n ı n itirafı demektir.
B u itiraf üzeri n e sonuç a l ı n ı ncaya kadar tutu klu bulunması ko­
misyonca zoru n l u görülm üştür.
H a fiye N ecmi Bey'i n verdi�i ifade üzerine derh a l H e d iye
H a n ı m ' ı n da getiril mesi için özel memur gönderilmişti. Giden
memur geri döndü�ünde bu h a n ım, Necmi adında bir h a fiye
ta n ı m a d ı � ı ve böyle bir adamdan ne d ü � ü n için ve ne de baş­
ka b i r lüzum üzerine el mas veya para gibi hiçbir şey a l m a d ı � ı
ceva b ı n ı verm iştir. Hatta biraz da yaygarayla za bıta m e m u­
ru n u kovd u � u h a berini getirmiş, böyle kaba bir ceva p a ra ştı r­
ma ve soruştu rma komisyo n u n u n g a ripsemesine yol a ç m ıştı r.
A n ı l a n h a n ı m ı n bu yoldaki ceva pları komisyon huzurunda d a
vermesi i ç i n d e r h a l tevkifine ka ra r verilmiş, bu ka rarın uyg u l a n­
ması için i sta n b u l'da bulunan kona� ına memur gönderi l m işti r.

Zaptiye kapısı, emniyet müdürlüğü .

1 06
Bu d u rumda H ed iye H a n ı m ' ı n b u a kşam m isafir olarak
tutu klu oldu�u ortadadır. Kendisin i n beraat edip etmemesin e
d a i r şimdiden h i ç b i r şey denilemez. isin b u yön ü n ü n yü ksek
komisyo n u n i ncelemeleri neticesin d e a n laşılaca�ı ortadaysa
da m u h a keme usulü nce sa bıka denilen şeyin m ü sta ntik ve hô­
kiml � r nezdinde pek büyük ehem m iyeti va rd ı r. Bu işte Hafiye
Necmi Beyefendi ile Hediye H a n ı m ' ı n sabıkaları d ikkate a l ı n a­
cak o l u rsa, Necmi Bey' i n ifadesin i n do�ru l u � u n a ve H ediye
H a n ı m ' ı n telasla i n kôrının ehemm iyetsizli�ine d a h a şimdiden
ka naat getiri lebilir.
Necmi Beyefendi Osmanlı h afiye za bıta sı n ı n en sözü ne
güveni l i r memurl a rı ndandır. Simdiye kada r do�rudan do� ru­
ya yaptı�ı i h ba rla rı n ı n bile hiçbirisi n d e ya l a n ı çı kmam ış, hiç
kimse h a kkında ifti rası ve ya lan ta n ı kl ı � ı g ö rü l ü p işitilmemişti r.
Bu geçmişine bakı l a ra k Hediye H a n ı m h a kkındaki haberinde
de zih i n ler derhal do� rulu�una ihti m a l verir.
Hediye H a n ı m ise i ki bin beş yüz kuruş maaşlı bir ada m ı n
zevcesi i ken ayda o n b i n kuruşla i d a re edilemeyecek b i r daire
ve debdebe sa hibiydi. Bir za m a n d a n beri kocasından ayrı ldı� ı
halde debdebe ve va rl ı�ına asla h a l e l getirmek şöyle d u rsun,
daha da a rtırmıştı r. Kendisinin bord u olmadı� ı esnaf yoktu r fa­
kat ödemeleri ta mamen kesilmiş de�ilse de h a kkında edilen
rivayetler pek dikkate de�er. B u n l a rd a n birisin i hi kôye ede l i m .
Bundan bir s e n e kadar ö n c e b i r g e c e Hediye H a n ı m ' ı n
kona� ı n a h ı rsızlar g i rer. H e m de do� ruca h a n ı m ı n sa ndı� ı n ı n
koyu ldu�u odaya kadar va rırla r. S a n d ı k içinde el mas, inci, a l­
tı n, g ü m ü ş her ne va rsa tü m ü n ü a l ı rl a r.
H ı rsızlar ça l ı ntı eşyayla çıkarlarken H ediye H a n ı m elinde
şamda n l a sa n d ı k odasına geliyorm uş. H ı rsızla rı görünce kor­
kusu n d a n hay diye d üşer bayı l ı r. B i r ca riye, h a n ı m ı n imdad ı­
na koşa r, h ı rsızlar va kit kaybetme ksizi n merdivenden aşa� ıya
paldır küldür kaça r. Sokak ka pısı n d a n çıkmaya davrandıkları
sırada bir uşa k b u n l a rı n yol u n u kesmeye çal ışır. U sa� ın gö�sü­
ne bir yumruk vura rak geçip giderler.
U şa ksa cesa reti n i kaybetmeyerek b u n l a rı n a rkası ndan bir
tabanca boşa ltır.

107
S i l a h sesi üzerine bazı komşu l a r da koşa r. Di!)er uşaklar
ka l ka r. Ara m aya başlanır. Soka k kapısı ya nında bir mermer
üzerinde birkaç damla ka n izi görü l ü r. Atı lan sila h ı n h ı rsızlar­
d a n birini ya ra l a d ıı::Jı h ü kmel u n u rsa da dikkatli bir komşu ka n
lekeleri n i inceleyince safi ka n olmadığını, tü kürükle karı ş ı k ol­
d u ğ u n u g ö r ü r. Adeta bir kimse n i n kasıtl ı olara k dişleri n i e m i p
ka n attı kta n sonra o lekeleri ya pmış o l d u ğ u n u anlar. Ş u k a d a r
ki b u d ikkatinden kimseye m a l u mat vermez.
Usağ ı n b i risi kapı ya n ı nda, d uvar di binde birkaç p a rça
k u rş u n b u l u r. Atı l a n tabancan ı n kurşunla değil, kesme k u rşu n l a
d o l u o l m a s ı n a bakılara k bu p a rça ların h ı rsızı ya ra laya n d a n
başka pa rça o l d u ğ u ileri sürü l ü r. Dikkatli dedi!)imiz komşu
k u rşu n l a rı i nceler. Yeni atı l a n k u rşu n l a rı n ba rut isiyle simsiyah
o l m a l a rı lazı m gelirken getirilen ku rşu nların pa rça l a rı n ı n terte­
miz o l m a s ı n a bakara k b u n u n da bir hile oldu!) u n u a n l a r. B u
d u ru mda k o n a ğ a h ı rsızla rı n g i rişinin b i r hileden ibaret o l d u !) u­
n u h ü kü m d e tereddüt etmez.
Meğer o gece Hed iye H a n ı m ' ı n odası ndan ça l ı n a n eşya
a rasında e m a n eten saklı tutu l a n dört beş parça mücevherat d a
varm ış! Kıymetle ri i k i yüz elli liradan fazlaymıs. A n ı l a n m ücev­
heratı n sa h i p l eri ya nar yakı l ı rsa da kaza denilen şeye rıza d a n
baska n e denilebilir?
O za m a n ba hsi geçen d ikkatl i komşu bu keyfiyeti bize i m­
za lı, m ü h ü rl ü bir kôğıda yazm ış, gazetem izde yayı m l a n ması
için her mesul iyete hazır b u l u n d u !) u n u temin etmişti, a n c a k biz
keyfiyeti n i l a n ı n ı m ü nasip görmemiştik. H a l bu ki o za m a n d a n
beri Hediye H a n ı m hakkında b u n a benzer baska rivayetle r de
işitmiştik. B u defa N ec mi Bey' den aldı!) ı el masları i n kô ra ka l­
kışması n d a n h a n ı mefendinin bu kon udaki sa bıkası n ı meyd a n a
koyma kta n g e ri d u ramadık.
Bu mesele n i n bir soruştu rma komisyonuna hava le edilmesi
bu kon u d a g e re ken soruştu rma n ı n m ü kemmel olarak ya p ı l m a­
sını sa!) l a d ı ğ ı n dan, komisyon erkô n ı n a h a l k adına tesekkürleri­
mizi s u n a r, bu m eselede genel g üven liğe edecekleri h izmette n
d o l a y ı kendilerini sirndiden tebrik ederiz.

1 08
. . . gazetesinin yazısı burada son buldu.
Bu yazı üzerine dikkatli okuyucular iki şeyi garipseyebi­
lir. Evvela Hafiye Necmi tevkif edilirken, üzerinde bulundu­
ğu getiren adam tarafından ifade edilen bir mektupta ken­
disinin tevkifinden sonra olan bazı vukuatın -yani Hediye
Hanım'ın tutukianma meselesinin- nasıl yer alabileceği nok­
p
tası gari senebilir.
Fakat birisi Osman Sabri, diğeri Necmi gi bi Beyoğlu'nun
iki mühim memuru ayrı ayrı tutuklu iken bile Osman Sabri
Efendi'nin yazdığı bir mektubu Necmi'ye ve onun vasıtasıy­
la gazereye ulaştıramayacağına inanarak düşünmek daha
çok garipsenmez mi ?
Garipsenecek diğer şeyse Muharrir Efendi'nin nasıl olup
da Hediye Hanım'ı böyle açıktan açığa itharn edebil diği me­
selesidir.
Gerçekten de Hediye Hanım dolandırdığı iddia edilen
birtakım elmaslardan dolayı bir mahkemeye çağınldığı hal­
de dahi bir gazetecinin onu itharn edebilmesi haklı olamaz.
Hele mahkemeye davet edilmesi gereken işten başka şeyler­
den ba hsetmesi ve bu sırada sabıkasını anlatmaya girişınesi
hiç caiz olamaz. Bunlar hep mahkemenin hakkı olan şeyler­
dendir. Gazeteciyse ancak mahkemenin kesinlik derecesine
vardırdığı şeyleri anlatabilir.
Fakat biz b u görüş üzerine gazete muharririni ayıplaya­
mayız . Çünkü onun da bu konudaki görüşünün ne olduğu­
nu biliyoruz. Hediye Hanım hakkında yazdığı şeyler doğru
mudur, değil midir ? Doğru olduğu surette bunları yazmak
lazım mıydı ? Buralarını bize vukuatın ilerisi öğretecektir.

Osman Sabri ile Necmi ve Hediye'nin tevkiflerine dair


. . . gazetesinde yayımlanan yazı İstanbul ahalisi nezdinde o

kadar ehemmiyetle karşılandı ki o günkü gazeteden hiçbir


nüsha kalmadı. Asıl fiyatı kırk paradan ibaret olan gazete üç

1 09
kuruşa ve bazı meraklıları arasında beş kuruşa kadar alınıp
satıldı. Başka gazeteler de bu yazıyı aynen nakletti. Türkçe­
den başka lisanla basılan bütün gazeteler bu yazıyı aynen
tercüme ve neşrettiler.
Halbuki iki gün sonra gazetede bundan daha mühim,
daha garip bir yazı yayımlandı. Aynen sureti şudur:

Ewe l ki g ü n kü nüsham ızda M ü stanti k Osman S a b ri Efen­


di'den baska H nfiye Necmi Bey ile Hediye H a n ı m ' ı n da tev­
kifleri n i yazm ı ştık.
O n ü s h a mızın yayı m l a n d ı ğ ı gün Beyoğ l u ' nda, a ra ştı rma
ve soruştu rma özel komisyo n u h uzurunda gayet acayip bir
yüzlesme ya p ı l d ı . Söyle ki:
Hediye H a n ı m, Hafiye N ecmi Bey adlı bir ada m d a n ne
elmas ne de baska hiçbir sey a l madığı hakkında inkôr edici
ifadesi n i kom i syon h uzu runda ısrarla tekra r ed ince kom i syon
reisi beyefendi h azretleri yüzlesme için Hafiye Necmi Bey'i h u­
zuruna çağırdı. H ediye H a n ı m Necmi Bey' i gördüğü za m a n
b u a d a m ı a s l a v e kat' a ta n ı m a d ı ğ ı n ı ifade edi nce herkese h a y­
ret gelmişti . Necmi Bey dedi ki:
- H a n ı m efendinin ifadesi yüksek komisyonu sasırtm a sı n .
Gerçekten d e H ediye H a n ı mefendi beni su halde ta n ı maz.
Bense şimdi kendimi kendilerine ta n ıttı rırım; ya l n ız ben d e n ize
o n da kika m ü saade buyuru l s u n .
Komisyo n d a n a l d ı ğ ı on da kika izin sü resi dolunca oda n ı n
ka pısı a ç ı l a ra k içeriye b i r koca ka rı g i rdi. Bu kadı n ı kom i syon
erkô n ı ta n ı ma d ı ğ ı ndan ne için geldiğini sormaya davra n m ıs l a r­
d ı . Ya l n ız komisyon hizmetinde b u l u n a n bir i ki çavus i l e n efer
g ü l ü m semekteydi .
Kocaka rı, Hediye H a n ı m ' ı n ya n ı n a saku lu nca Hediye H a­
n ı m dedi ki:
- Vay, Ziynet H a n ı m ! Sizin b u rada ne işiniz var?
- Sizin h a kk ı n ızda tan ı k l ı k için çağ ı rı l d ı m . H a n i ya ş u size
getird i ğ i m e l m a simda n dolayı.
- Ha, evet. O elmasları siz Hafiye Necmi Efendi a d l ı b i ri
ta rafı n d a n m ı g etirdiniz ki şimdi o herif burada benim a leyh i m e
dava a çıyor?

1 10
- Evet efendim. Hafiye Necmi Bey tarafı n d a n getirmişti m .
S i z de ne elmasları geriye verd i n iz n e de para l a rı n ı sayd ı n ız.
Rica ederim asla n ı m, beni şu dertten k u rta r ı n . Z i ra hiç suçum
günahım olmadı�ı h a lde başım derde u � ra d ı .
- i s bundan ibaretse p e k kolayd ır. B u g ü n ya rın bir ça resin i
buluruz. Fakat b e n Hafiye Necmi'yi ta n ı ma m .
"Öyle y a efendim. Tan ı m a rn o kta h a k l ı s ı n ız" d iye kocakarı
başından yaşma�ı, ı sırtı ndan feraceyi ç ı ka rd ı � ı gibi meyda n­
da ewe l ki kocakarıdan eser ka l m a d ı, ya l n ız Hafiye Köse N ec­
mi ka l d ı .
H a n ı mda ki h ayret! Komisyon erkô n ı nd a ki ka hkaha !
N i hayet herkes susorak a raştı rma ve sorg uya devam edildi.
Bu Hediye Hanım dedikleri kad ı n, kona� ı n a gelen Ziynet
Kad ı n ' ı n bir e rkek, bir hafiye oldu� u n u asla a n l a madı�ı g i b i
komisyonda yüzleştirildi�i köse hafiyen i n k e n d i kona�ına g e­
len koca ka rı olabil ece�ine hiç ihti m a l vermemişse de bu h a l
h a n ı m ı n a h m a k l ı � ı n d a n de�il, N e c m i ' n i n h a l v e tavrı n ı de�iş­
tirme h ususundaki ola�anüstü m a h a retinden kaynaklanm ıştı r.
Yoksa Hediye H a n ı m aslında şeyton a kül a h ı n ı ters giydi re­
bilecek zekô sa hiplerindendir.
Kendisi otuz beşin i atiatmış ve a rtık orta yaşlı u nva n ı na h a k
kaza n m ışsa da b a z ı orta yaşlı kad ı n l a r vard ı r ki adeta yeni n i
yakası n ı salıvererek i htiyar görü n ü rler. H ediye H a n ı m b u n l a r­
dan de�ildir.
Çekidüzeni yerinde oldu�u g i b i çekiye düzene de liya kati
va rd ı r. Bazı kad ı n l a r gibi süsü, ziyneti ü stü nden kaçıp gitmez.
Boyda boyl udur, vücutta vücutl u d u r, beyazd ı r. Koş göz sa hibi
d i I ber bir kad ı n d ı r. Hele o kad a r g üzel kon uşur ki söz söyledi�i
zam a n herkesi tatl ı diline hayra n eder.
Hediye H a n ı m , Ziynet Kad ı n sa n d ı � ı çerçi n i n Hafiye Köse
Necmi oldu� u n u görünce kendisi n i isti l a eden ilk hayreti ü s­
tü nden attıkta n son ra ola nca d i l becerisi n i toplaya ra k dedi ki:

Yaşmak: Eskiden kadınların feraceyle (mantoya benzer, arkası bol, yaka­


sız, çoğu kez ereldere kadar uzayan, pelerine benzer üst giysisi) birlikte
kullandıkları gözleri açıkta bırakan, biri yukarıdan, biri aşağıdan gelen iki
parçadan ibaret ince yüz örtüsü.

111
- Efendiler, ben büyü k bir d üzen bazlıga ugratı l m ı ş ı m . Ş i m­
di ögrendim. Binaenaleyh dava l ı sıfatıyla buraya çag ı rı l d ı g ı m
h a l d e ş i m d i davacı sıfatıyla söz söylememi garipsemeyin . Söy­
leyecegi m sözlerin önemle dinlenip kaydedilmesini rica ederi m .
M e c l i s reisi dedi ki:
- Buyu ru n uz efendim, söyleyin . Her ne söylerseniz aynen
kaydedi l i r. S o n ra siz de ifadenizi okuma yazma bilmezseniz
d i n leyip m ü h ü rleyeceksin iz.
- O k u m a da bilirim yazma da efendim. ifadem ş u d u r:
Gerçekten de ben birçok e l m a s a l ı rı m . Hem de tica ret ayıp
degil ya ! Hem alır hem sata r ı m . Necmi Efendi oldug u n u şimdi
ö g rendigim b u efendi demincekki koca karı kıyafetiyl e kon a­
g ı m a gelere k birtakım elmasl a r geti rmişti . Bu dava meyd a n a
ç ı k a l ı a n l ıyor u m v e bazı gazetelerin neşriyatı ndan m a l u matı m ı
ta m a m laya ra k ögreniyoru m k i Osman Sabri Efendi isminde bir
a d a m ile b i r de şu Necmi Efe n d i bazı yag l ı kçılard a n d o l a n­
d ı rd ı k l a rı e l m a sl a rı şu raya bu raya dag ıtıp sattı kla rı sıra d a bir
m i kta r ı n ı d a b a n a getirmisler.
Necmi:
- Bir m i kta r ı n ı degil efendim, hepsini.
- H ayır! Benim aldıgım iki yüz l i ra l ı k bile degildir. H a l b u ki
dava edilen m ücevherat dört bin li ra l ı kmış. Her neyse ben gerçi
elmasları bir aydan aşkın ve iki aya ya kın bir za mandan beri
ya n ı mda a l ı koyd u msa da hiçbirisi zayi olmayıp mevcuttu r. Eger
bunların para s ı n ı vermiş olsayd ı m, o za man doland ı rıc ı l ı k yerin i
bulacak ya n i b u n l a r aldıkları parayı yiyecekti. Hatta d ü g ü n ve­
silesiyle yag l ı kçıdan kaldırdıkları elmasları satmaya hiç h a kl a rı
olmadıgı halde bana getirmeleri sırf satı lıga çıkarmak demekti r.
Bu da kendilerinin nasıl adam oldugunu ispata yardımcı o l u r.
Şimdi bu dola n d ı rıcılıkta n dolayı davacı ları kimlerse o n l a r d i n­
lensi n . Bana gelince bendeniz başka bir şey dava ediyo ru m .
B e n kendi h a l i mde yaşa r b i r d u l oldugum halde b u Necmi Efen­
di ne salah iyetle kıyafetini degistirerek konagıma geliyor?
- Ben ken di m gitmedim. Beni gönderdiler de onun için g ittim .
- Göndere n kimdir? V e o n e salah iyetle gönderiyormus?
Ben zabıtaca za n l ı bir kad ı n m ıyım ki benim evime hafiyeler

112
gelip d u ruyor? iste b u ra l a rı namusu m u çigneyip berbat etti g i n­
den n a m u s davası ediyoru m .
Hediye H a n ı m ' ı n bu ifadesi üzeri n e komisyon üyeleri H a­
fiye Necm i ' n i n yüzü ne baktı, son ra b i rbirleri n i n yüzleri ne bo­
kıstı. Reis Efendi ta rafından soru l a n soru üzeri ne H afiye Köse
Necmi dedi ki:
� Efendim, bendenizi Hed iye H a n ı m ' ı n konagına gön­
deren M üsta ntik Osman Sabri Efendi' d i r. Fa kat oraya el mas
satmaya göndermed i . E l maslar h a n ı m ı n konag ı n a g irmeye b i r
vesi le o l m a k içindi.
Reis:
- Ee, h a n ı mefe n di n i n konag ı n a n e m a ksatla g ittiniz ya hu t
gönderildi n iz?
- Bazı m üthiş c i nayetlerden dolayı h a n ı m ı n i l g i derecesini
a raştırmak m a ksadıyla g ittik ki bu d a vazifemize tam a m ıyla
uyg u n d u .
H ed iye (telasla ) :
- N a s ı l cinayet? N eden dolayı vazife nize uyg u n ol uyor­
muş bakayı m?
Necmi:
- Evet efendim, vazifemize uyg u nd u . Z i ra ben kıl ı k degisti­
rip h a n ı m ı n konag ı n a g itmekle n a m u s u n a halel g etirmiş ol ma­
dım. Cidden bir kocaka rı, h a n ı m ı n kon a g ı n a g itseydi nam usu­
na mı dokunacaktı? Benim de cidden b i r kocakarı oldug u m a
işte o kadar i n a n m ı ş ki Hafiye N e c m i a d ı n ı ta n ı madıgı g i b i
h uzuru n a çıktı g ı m za man şekil v e si m a rn ı da ta n ı madı. Sonra
kıl ık degistirere k geldig irnde bana Ziynet H a n ı m d iye hita p etti.
Ben cidden ve hakikaten bir koca karı o l a ra k kendimi ka b u l
ettirebilmişsem b u n u n h a n ı mefen d i n i n n a m u s u n a h i ç doku n m a­
ması gerekir.
Hediye H a n ı m b i raz daha yayg a ra l ıca müdafaa etmek is­
tediyse de kom isyon reisi kendisi n i sustu ra ra k H a fiye Necmi'ye
sordu:
- Peka la, o dediginiz müthiş c i nayetle rden dolayı h a n ı m ı n
evi nde bir iz, işa ret b u l a bildiniz m i ?
- B u l d u k efendim. Bir degil, birçok. şey b u l d u k.

1l3
H ed iye H a n ı m :
- ispat e d i n .
Reis:
- H a n ı m efe n di ! Siz m ü sterih o l u n . B u rada söylenecek söz
b u değ i l d i r. ( N ecmi'ye) Siz bana söyleyin hafiye efendi. B a ka­
l ı m ne g i b i iz ve işaret b u l d u n uz?
- B u n l a rı size bile söyleyemem efendim. Beni M ü sta ntik
Osman S a b ri Efendi mem u r etm işti. Ona söylemiştim . i stersen iz
siz de kendisine soru n .
Komisyon b e ş da kika kad a r görüştü . Sonra bir h a fiye
m e m u ru n u n yaptığı a raştı rmayı kendi a m i rinden başka hiçbir
kimseye söylemernekte isa bet edeceği ne h ü kmederek soruştu r­
m a n ı n bu ta rafı nda Osm a n S a bri Efendi'yi mu hata p a l m aya
kara r verd i . La kin va kit geçmiş olduğundan Necmi'yi d e H edi­
ye H a n ı m ' ı da tutu klu oldukları m a h a l lere göndererek m üza ke­
reyi ertesi g ü n e b ı ra ktı .
Hediye H a n ı m tevkifha n eye götü rü lmek istenince, h e r n e
kad a r g itmek istemedi v e o raya dolandırılmış birtakım e l m a s­
l a rd a n dolayı çağırıldığına göre elmasları iade ederek şu be­
l a d a n k u rtu l m a k için evine gönderilme izn i n i istediyse de reis
beyefe n di " bi n içinde başka işler bulunduğu görü l üyor. Do­
layısıyla siz bize biraz daha lazımsın ız" diye h a n ı mefe n d i n i n
yayg a ra s ı n a bakmadı; kendisini biraz da zorlar g i b i b i r şekil­
de tevkifha n eye gönderdi.

İşte gazetenin bu yazısı da bitti. Fakat bu yazıdan sonra


bir de şu fıkra vardı:

Geçen g ü n kü nüsham ızda bundan bir sene önce H ediye


H a n ı mefe n d i ' n i n konağ ına g i re n h ı rsıziara dair yazıyı a d ı g e­
çen h a n ı m ı n kendisine dol a n d ı rıcı l ı k isnadı gibi bir m a ksod a
yorma k a leyh i m izde dava açmaya kara r verdiğini işittik. Yazı­
mızın içeriğ i n i ispata muktedi r olaca ğ ı m ızı iyi bil meden böyle
m ü h i m bir yazıyı yayım layoca k kadar ihtiyatsız b u l u n m a d ı ğ ı­
m ızda n a l eyh i m ize açılacak d avayı gönül ra hatl ığıyla ka rşı l a­
yaca ğ ı m ızı H e diye H a n ı mefendi H azretleri ne a rz ederiz.

1 14
Bugünkü gazetede bu yazılar da görüldükten sonra artık
İstanbul içinde küçük büyük herkesin ağzında bir Hediye
Hanım sözüdür yayılmıştı ki cihanda ne kadar büyük kötü­
lük varsa önem derecelerini tayin için sırf Hediye Hanım'a
layık şeyler olduğu beyan ediliyordu.
Necrni Bey ile Hediye Hanım'ın yüzleşmelerinden bir gün
sonra Osman Sabri Efendi soruşturma komisyonu huzuruna
çağırıldı. Gerek Hediye Hanım gerek Necrni Bey hazır değildi.
Reis beyefendi Hediye Hanım'dan şüphe edilen cinayetin ne
gibi bir şey olduğunu, neden dolayı hanımın konağına hafiye
gönderilerek tahkikat yapmaya lüzum görüldüğünü, tahkika­
tlll neticesinde ne gibi deliHere ulaşıldığını sormaya başladı.
Osman Sabri Bey dedi ki:
- Bu sorguda vereceğim cevapların harfi harfine yazılma­
sını özel olarak rica ederim. İfadelerim kaydedildikten sonra
tekrar ve tamamını okuyarak ondan sonra imzalayacağım.
Reis:
- Komisyona güvenmiyar musunuz ?
- Hayır efendim, komisyona güvenmesem serbestçe bu
güvensizliğiınİ arz edebilirdim. Sadece dikkat çekmek için
böyle istiyorum. Bir de yüksek komisyona delil olacak bazı
evrak ve eşya takdim edeceğimden sorgumda bunların da
eksiksiz olarak kaydedilmesini arzu ediyorum.
Bir sanık kendi ifadesini eksiksiz olarak yazdırmak hak­
kına doğal olarak sahip olduğundan Osman Sabri'nin isteği
kabul edildi. Dolayısıyla sorgu kaydedilmeye başlandı.

Reis beyefendi tarafından soruşturma usulünce ilk so­


runun sorulmasını beklemeksizin giriş yollu olarak Osman
Sabri Efendi dedi ki:
- Efendim, bundan üç ay kadar önce Öreke Taşı, diğer
adıyla Kanlı Kaya'da iki Kefalonyalı Rum ile bir Müslüman
kızın naaşlarının bulunduğunu elbette haber almışsınızdır.
Reis:

1 15
- Evet, işitmiştik .
- Bundan iki ay kadar evvel de Halil Suri isminde bir
adamın ken di odasında i ntiharını veya bazı düşmanlar tara­
fından asıldığını da işittiniz ya ? . .
- Evet, devam edin.
- Bu iki cinayetin ikisinin de ilk tahkikatını yapmaya
bendeniz gittim. Olay yerinde gördüğüm alametlerden mev­
cut naaşların dışardan hücum eden bazı düşmanlar tarafın­
dan katledildiklerini anladım. Ne kadar eşya b ulund uysa
hepsini getirip koruma altına aldım. Mevcut eşya arasında
bir de şöyle bir mektup vard ı . . .
diye acayip bir şifreyl e yazılmış olan ve okuy ucularımızın
bundan evvel görüp bildiği mektubu reis efendinin önüne
koydu. Reis bu mektuptan bir şey anlamayınca Osman Sab­
ri dedi ki:
- Halli pek kolaymış efendim. Evvela kelimelerin harf­
leri ters olarak yazılmış. İkincisi mektubun son kelimesi ilk
olmak üzere kelimeler de tersine d i zi lmiş.
Reis bu tarif üzerine mektubu zabıt katibine vererek o da
özel bir itinayla kekeleyerek mektubu şu şekilde okumaya
başlad ı:
- Ben Peri içi n verdiği m izne pişman oldum. Çünkü
Mustafa işitmiş, hasedinden h epimizin can ına kastetmeye
yemin eylemiş.
- Bu yazı Hediye Hanım'ın kendi el yazısıdır.
- Nereden bildiniz ?
- Benden iz evvela zann ettim ki nasıl olup da Hediye
Hanım'dan şüphelendiğimi ve bu yazının onun yazısı oldu­
ğunu nasıl tahkik ettiğimi soracaksınız. Fakat beis yok efen­
dim. Evvela bu sorunuza cevap vereyim . İşte şu mektup da
Hediye Hanım'ın başka bir mektubudur, yazılar birbirinin
aynıdır. Hediye Hanım tutuklu olduğundan kendisine bir
satır yazı yazdırıp onunla da karşılaştırabilirsiniz.
Reis Efendi b u mektubu da zabıt katibine verdi. Katip
efendi b unu da yüksek sesle okudu :

11 6
- İki gözüm Mecdeddin. Osman Sabri midir, ne kö­
pektir, hala ş unun hırıltısını keserneyecek misin ? Bizim Çer­
çi Ziynet gittikçe gözüme giriyor. Benim aleyhimde o koca
kafalı çapkının kurduğu tertibattan beni daima haberdar
ediyor. Bu habise meydan verecek olursan bize pek çok fe­
nalıklar yapabilir. Bana kalırsa herifi yalnız kovmakla kur­
tulamayız. Trablusgarp'a mı olur, Yemen çölleri mi münasip
görülür, nereye ise sürgün etmeli, aniadın mı paşacığım ?
Dostunuz Hediye.
Bu mektup okunduğu zaman reis, üyeler, müstantik,
katip hepsi hayretle birbirinin yüzüne bakıştı. Osman Sabri
dedi ki:
- Bu mektubun bir sureti sorgu dosyasına alınmalıdır.
Re is:
- Pekala. Hediye Hanım'dan ilk nasıl şüphe ettiniz ve
ne yolda tahkike girişerek bu kağıtları ele geçirdi niz?
- Maktul kızın üzerinde bir fistan vardı. Pistanın yaka­
sına "Mil Lüks " diye bir çeşit işleme yazılmıştı. Mağazaya
gidip bu fistanın kimin için yapıldığı cevabını aldımsa da bu
cevap senet olamayacağından Hafiye Necmi'yi saldırdım.
Necmi kulunuz istidatlı bir memurdur. Çerçi Ziynet kıyafe­
tiyle ve bendenizden dava edilen elmasları göstererek evvela
kethüda kadına, ikincisi Hediye Hanım'a çatmış. Peri'nin
naaşını evvelce gördüğünden salonda birtakım kadın ve er­
kek resimleri arasında bir resim görmü ş. Evvela kızl ara bazı
resimler üzerine sorular sormuş. Bu resmin sahibinin isminin
Peri olduğunu anlayınca bir diğer defa gidişinde bir şekilde
resmi çalıp bana getirdi . İşte efendim, resim budur.
Koynundan resmi çıka rıp Reis Efendi'nin huzuruna koy­
du. Komisyon erkanı resme baktı. Olağanüstü güzelliğine
hepsi hayran oldu . Osman Sabri dedi ki:
- Bendeniz de tanıdım ki resim, naaşını gerek Kanlı
Kaya'da keşfettiğim gerek nisa hastanesinde otopsisini yap­
tırdığım maktul kızın resmidir. İsmi de Peri'dir. Hediye Ha­
nım'ın şifreli mektub unda kend isine verdiği izinden pişman
olduğunu yazdığı kız budur. Ya lnız bir kusurum oldu. Eğer

11 7
o zaman naaşın fotoğrafını çektirmiş olsaydım şimdi yük­
sek komisyon iki resmin karşılaştırılmasıyla Kanlı Kaya'da
maktul olan kızın bu kız olduğuna şüphe etmezdi.
- Keşke naaşın fotoğrafını çektirseydiniz.
- Fakat bu kusurumu hertaraf ettirmenin yolunu bul-
dum. Otopsiyi yapan cerrahiara resmi gösterdim. İki cerrah
ve üç tabiptiler. Beşi de resmin evvelce otopsisi yapılan kızın
resmi olduğunu tanıdı. Ondan başka, modacı dükkanına
girip fistan yapıldığı zaman kendisi için yapılan ve onun vü­
cudunda provasını yapmaya giden kızı buldum. Resmi gös­
terdim. O da tanıdı. Resmi tanıyanlar daha vardır ki sonra
söyleyeceğim.
- D evam edin.
- İstidatlı Necmi, hanımefendinin güvenini hakkıyla
kazandıktan sonra halen mutasarrıfımız olan Mecdeddin
Paşa'ya ağızdan birtakım haberler gönderdi. Necmi ise Paşa
ile hanım arasında bir münasebet bulunduğunu anlayınca
hanımdan getirdiği haberleri paşaya bizzat tebliğ etmeyip
başka bir kocakarı vasıtasıyla tebliğ etti. Böylelikle kendi
kocakarılığını gizledi. Nihayet geçen gün şu takdim ettiğim
ikinci mektubu paşaya teslim etmek için Hediye Hanım
Necmi'ye verir, o da bana getirir.
Sabri'nin ralıkikatta olan bu derece dikkat ve mahareti
komisyona hayret verdi. Sabri sözüne devam ederek dedi ki:
- Tahkikatın işbu birinci kısmını ikinci kısmı da teyit
etti. O ise Halil Slıri'nin intiharı, daha doğru bir deyişle sui­
kastı meselesine dair tahkikattır.
Reis :
- Demek oluyor k i iki cinayet arasında gerçekten bir
münasebet vardır.
- Cinayetin ikiye bölünmesi yalnız zaman bakımından­
dır efendim. Yoksa aslında cinayet bir maddedir.
Osman Sabri Halil Suri hakkındaki tahkikatını baştan
sona kadar tümüyle komisyona arz etti. Bunlar zaten malu­
mumuz olduğundan burada tekrar yazmaya hacer yoktur.
Sonra dedi ki:

118
- Burada emanette tutulan eşyanın Halil Sfıri'nin eşyası
olduğunu hizmetçi kızın tasdik etmesi Ö reke Taşı cinayeti­
ne Halil Suri'nin de dahil olduğunu ve göğsündeki yarayı
orada aldığını ispata fazlasıyla yeter ya ? Fakat bendeniz
tahkikatın daha ilerisine vardım. Hizmetçi kızla dostluğu
ilerlettim. Birbirimizin neredeyse sırdaşı olduk. Öğrendim
ki efendi si Halil Suri'nin sırlarının çağuna bu kız vakıftır.
Bir ara Peri'nin resmini ona da gösterdim. Dedim ki, " Ş u
resmi tanıyor musunuz ? " Kız resmi derhal tanıdı, " Peri "
dedi. Kendi evlerinde bu kızı başka tanıyanlar da bulunup
bulunmadığını sordum. Halil Suri'nin validesi de kızı da
hep tanırlarmış . Peri'nin bir muteber Osmanlı ailesine men­
sup cariye olduğunu, Halil'in kızı matmazelle görüşmek
için bazı bazı evlerine bile geldiğini kız hep haber verdi. Bu
kız elde olduğundan yüksek komisyon kendisini getirterek
sorabilir. Fakat bu kızdan haberi aldıktan sonra artık Halil
Suri'nin validesine ve kızına müracaata hacet görmedim.
İşi o kadar dallandırmamak için onlara hiçbir şey söyleme­
mesini de hizmetçiye tembih ettim. Bununla birlikte yüksek
komisyon Halil Suri'nin validesine de kızına da keyfiyeti
sorabilir.
Komisyonun hayreti arttıkça artıyordu. Osman Sabri sö­
züne devam etti:
- Halil Suri'nin odasından çıkan şu makbuz (onu da
reise takdim etti) Peri'nin üstündeki fistanın parasının mut­
laka Hediye Hanım adına kendi tarafından verildiğini gös­
terir. Hele Bükreş postasından gelen şu mektup daha fazla
dikkat çeker, diye koynundan Fransızca yazılmış bir mektup
çıkarıp onu da reis beyefendinin önüne koydu.
Reis bey her ne kadar Fransızca bilirdiyse de anılan mek­
tuptan bir şey anlamayınca Osman Sabri dedi ki:
- Hediye Hanım'ın mektubu gibi ters yazılımştır efen­
dim. Ona göre okursanız anlaşılır.
Mektup okununca tercümesinin şundan ibaret olduğu
görüldü:

119
Azizim Mösyö Suri! Gönderdi�iniz liralar burada ta ma­
men h a rca n d ı . H iç kimse şüphe bile etmedi. Hatta b u n l a rı n
ka l p 1 o l d u � u n u b i r sa rraf d ü kkô nında ben iddia etti�im h a l d e
sa rraf gerçek olduklarını i d d i a ederek iddiası n ı kazan a bildi.
Zira her kim e g österiidiyse hepsi gerçek i n g iliz lirası old u � u n u
söyledi. B u n l a rd a n ne m i kta r va rsa beherini on ikişer b u ç u k
fra n g a satmaya hazırı m .

Osman Sabri dedi ki:


- Bu mektup postadan çıktığı gün Marsilya postasıyla
şu mektup geldi ki yine bu usulde yazılmış ve hatta Halil
SG.ri sağ olsaydı Bükreş mektubuna ne cevap yazacağım da
bize anlatacak şekilde görülmüştür.
İkinci mektup okununca tercümesinin şundan ibaret ol­
duğu görüldü :

Mösyö H a l i l Suri! Söz konusu i ngiliz l i raları n ı n ayı rt edi­


lemez old u � u n a şüphe yoksa da beher kıtası n ı n size o n a r
fra n g a m a l o l d u � u n u ve on şilinden aşa� ıya satı lamaya ca � ı n ı
söyl üyors u n uz. B u ha lde sürü m le ri bizim için g ü ç olur. M a l u m u­
n u zd u r ki b i r l i rayı bozd u rmak için bize hiç lüzumu olmaya n eş­
yad a n birkaç fra n kl ı k şey a l m a k lazım gelir. Gerçi daha son ra
eşyayı satma k yol u va rsa da beş fra nga aldı�ımızı bir b u ç u k
fra n g a bile sata mayız. E ğ e r şu i ngiliz l i ralarını bize on fra n g a
m a l ederseniz bi rkaç b i n ta nesi n i sü rmeyi üstleniriz.

Bu i ki mektup komisyonun merakını daha da uyandırdı.


Osman Sabri'nin böyle her elini koynuna soktukça esrar-ı
cinayartan bir sırrın perdesini kaldırıyormuşçasına acayip
bir şeyi m eydana çıkarmasından dolayı ne diyeceklerini şa­
şırmışlardı.
Osman Sabri dedi ki:
- İşte efendim, şu hissettiğim alamederin tümü Hediye
Hanım'ın Öreke Taşı meselesinde büyük bir dahli olduğun u

Sahte.

120
ispata kafidir. Yani Kanlı Kaya'da katledilenlerden biri ken­
di cariyesidir. Bu cariyesi için verdiği izinden pişman olması
kendisinin cinayet ortağı olmadığını gösteriyorsa da o mek­
tubun Halil Suri'den yazılmış olduğu da Halil Suri adına
Fransızca olarak gelen mektupların öyle ters usulle yazılma­
sından anlaşılır. Bir de yapılan elbisenin parasının verildiğine
dair makbuzun Halil'in odasında çıkması ve Peri'nin Halil
Suri'nin ailesi tarafından tanınması, sonuçta bütün a lametle­
re, emarelere bakılırsa Peri'nin Halil Suri'ye emanet edilerek
Kanlı Kaya'ya gönderildiği ve orada Halil'in yaralanması
ve iki Rum ile kızın maktul olmalan şifreli mektuptan anla­
şıldığına göre Mustafa denilen herif tarafından işlenmiş bir
cinayet eseri olduğu şüpheden uzak görünüyor.
- Evet.
- Fakat Halil Suri 'nin sağlam bir ayakkabı olmadığı da
gayet mahirane imal olunan İngiliz liralarını Bükı·eş'te ve
Marsilya 'da sürdürmeye çalışmasından a nlaşılıyor. Böyle bir
a dam Hediye Hanım 'ın sırdaşı olursa Hediye Hanım hak­
kında zabıta memurlannın dikkatini çekmez m i ?
Bütün komisyon heyetinin tavrından tasdik alametleri
görüldü.
- Kaldı ki Öreke Taşı'nda parmakla rı kınalı bir Müslü­
man kızın m aktul bulunduğu havadisi bütün gazerelere ya­
zılarak ve herkes ağızdan ağıza bu havadisi naklederek dün­
yanın malumu olduğu halde Hediye Hanım katledilen kızın
kendi cariyesi olduğun u zabıtaya haber vermemiştir. Eğer
kendinden ş üphesi olmayan bir hanım olsayd ı, kızın naaşı
bu lunduğu halde dahi sırf kaybolması üzerine zabıtaya ko­
şup feryatlar etmel iydi. Hal ve zaman müsait olsaydı belki
tahkikatı daha ileriye götürür, belki o Mustafa'nın da kim
olduğunu meydana çıkanrdım. Fakat bu kadarcığını tahkik
edebildiğim halde kovuldum, sonra da tevkif edil dim.
Osman Sabri buraya kadar bizim yalnız bir kısmını yazıp
Halil Suri'nin imihan kısmına kayderıned iğimiz hikayeleri o
kadar ağır ağır anlattı ki üç dört saat zaman geçti. Çünkü
her şeyin harfi harfine yazılmasını istemişti.

121
Komisyon heyeti epeyce yorulmuş olduğundan hem te­
neffüs hem de bazı hususi müzakereler için Osman S abri'yi
dışarıya çıkardılar. Yarım saat sonra tekrar içeriye davet et­
tiklerinde Osman Sabri'ye sordular:
- Pekala, b u kadar cinayeti ve bunların emarelerini
tahkik ettin, meydana çıkardın da amirine niçin malumat
vermedin ?
- Verdim efendim. Fakat Hediye Hanım'ın Mecdeddin
Paşa Hazrederine yazmış olduğu bir mektup yanınızdadır.
Paşa hazretleriyle aralarında bu kadar yakın münasebet
varken verdiği malumata ehemmiyet verilir mi ? Aksine He­
diye Hanım hakkında tahkikat yapmamak için paşa haz­
retleri beni birkaç defa tehdit etti. En nihayet kovulmam da
yine Hediye H anım hakkındaki tahkikattan vazgeçmedi­
ğim için oldu. Bütün Galatasaray heyeti bilir ki ben bir gün
sabahleyin kovulduğum halde yağlıkçı Hacı Sadullah Efen­
di ile buraya akşamüzeri gelip k�ndi kendimi tevkif ettir­
dim. Paşa ise Hacı Sadullah Efendi'nin elmasları meselesini
bir vesile edindi . Kovulmamın, tevkif edilmemin sebebinin
bundan i baret olduğunu söyledi ve Bab-ı Zabtiye'ye resmen
o şekilde yazdı. Hatta . . . gazetesi m uharriri resmi ilanda bu
konudaki hataları düzeltme yollu bir yazı yazacakken ben
mahsus yazdırmadım.
- Niçin yazdırmadın?
- Mutasarrıf Paşa, Bab-ı Zabtiye'ye keyfiyeti yanlış
bildirerek mesuliyeti artsın diye yazdırmadım. Zaten kendi
irademle kendimi tevkif ertirişim bu sebebe dayanıyordu.
Zira Hafiye Necmi' yi Hediye Hanım'a çattırabilmek için el­
masları kaldırıp da sonra yerlerine iade edemeyince bir ara
çok korkmuştum. Sonra elmaslar Hediye Hanım tarafından
gasp edilse dahi bence bir fenalık olamayacaktı. Üstelik bi­
lakis hanımı hükümetin adalet pençesine teslim için benim
hakkımda edilecek iftiranın da yardımı olacağını düşündüm.
- İşte bu görüş biraz uzak görünüyor. Kendinizi böy­
le bir ifadeyle aklamaya çalışıyorsanız pek o kadar faydası
olamaz.

122
- Olur efendim. Zira elmasları gerçekten de düğün için
değil, Hediye Hanım için kaldırmış olduğum anlaşıldı ya.
Hediye Hanım'a Necmi Bey'i ne gibi bir cinayetin tahkiki
için gönderdiğim de tahkikatın sonuçlarıyla anlaşıldı. Dola­
yısıyla bu elmas işinde benim kendi gayrimeşru istifademin
düşünülmediği muhakkaktır.
- İyi ama siz raporunuzu her yere takdim edebilecek
bir müstantik olduğunuz halde Hediye Hanım'ı hükümetin
adalet pençesine teslim hususunda yardımı olabilmesi ümi­
diyle kendi kendinizi nasıl tevkif ettirebilirsiniz ? Bu söz man­
tığa uygun düşmüyor.
- Efendim, adli düzenlemeler tamamlanmış olsa da
ortada savcılar bulunsa, yani adli kuvvet bağımsız olsay­
dı, hakkınız vardı; sözümü istediğim yere duyurabilirdim.
Şimdiki adli usulle arnirim olan mutasarrıfa sözümü duyu­
ramadığım halde zaptiye müşirine hiç duyuramam. Zira ra­
porumu yine Mutasarrıf Paşa'ya havale ederdim; o ise beni
istediği gibi ezerdi. En büyük bir suçla itharn edilerek yüce
komisyonunuz gibi adil ve muktedir bir komisyon huzurun­
da sorgulanırsam ifadelerim hem yukarıdakilerin kulağına
kadar varır hem de bana hiçbir kimse zulmedemez. İşte bu
mütalaayla yağlıkçı Hacı Sadullah Efendi'yi kendi aleyhim­
de dava açmaya kendim teşvik ettim. Hatta meseleyi herkes
bilsin diye olayların akışını daima gazeteyle de ilan ettirdim.
Artık akşam olduğu için hava karardığından araştırma
ve sorguya devam edilemedi.
ifadenin buraya kadar imzalanması Osman Sabri Efen­
di'ye teklif edilince, Osman Sabri yazılan şeyleri tümüyle bir
daha okurnaclıkça imzalayamayacağını söyledi. Bu kadar
yazıyı tümüyle okumaya vakit müsait olmadığından o gece
evrakın Osman Sabri Efendi'nin yanında kalmasına karar
verildi. Zaten biçare adamcağız tutuklu olduğundan kağıtla­
rı onun yanında bırakmaktan ne endişe olabilecek ?
Bu karardan Osman Sabri ziyadesiyle memnun oldu.
Galatasaray'da nadir olmayan dostlarından bir kurşunka­
lemle bir de kağıt alarak ifadeyi yukarıdan aşağıya kadar

123
aynen kopya etti. Bir hafiye çağırıp bu kağıdın . . . gazetesi
idarehanesine gönderilmesini tembihledi.
Ne fayda ki gece vakit geç olup hafiye ise kağıdı ancak erte­
si sabah götürebilmiş olduğundan o günkü gazeteye alınamadı.

Osman Sabri için kendi ifadesinin ertesi günü, dünkü ifa­


denin gazetede yayımlanarak komisyon üyeleri tarafından
görülmesini istemekte büyük bir hikmet vardı. O da Mec­
deddin Paşa'nın da tevkifine lüzum göstermekten ibaretti.
Zira Hediye Hanım gibi bir kadınla o kadar sıkı fıkı münase­
beti olan bir zat kanundan mümkün değil kendisini kurtara­
maz. Ancak komisyon üyeleri Mecdeddin Paşa hakkında bir
ayıplamadan başka hiçbir husumet hissinde bulunmarmştır.
Komisyon saat bir buçukta bir a raya geldi, akşam beş
buçuğa kadar devam etti. O gün ne işle meşgul olduğunu
komisyonun dağılmasıyla beraber Osman Sabri tutukl u ol­
duğu m ahalde haber aldı. Bu toplantıyı da kurşunkalemle
derhal yazarak saat yedide gazeteye ulaştırabildi.
Buna dayanarak ertesi gün çıkan . . . gazetesi ilan sayfa­
sındaki ilanları çıkardı, günlük önemli havadisten başka sü­
tunlarının tümünü bu muhakemeyle doldurdu. Osman Sab­
ri'nin bir gün evvel verdiği ifadelerden başka komisyonun
ertesi günkü tahkikatına dair şu yazı da ekte yer alıyordu .

Yüksek komisyon d ü n toplanınca h e r şeyden önce Osman


Sabri Efendi ta ranndan imzalanmış olan dünkü ifadeyi okultura­
rak dinlemiştir. Okuma üzerine aşa�ıdaki maddelere karar verdi:
Birincisi, Hediye Hanım'ı getirierek kendisine soru lacak
şeylerde n önce bir satı r yazı yazd ırıp elde bulunan m e ktu p­
larla ka rşı l a ştırmak ve Peri ' n i n foto�rafı gösterilip a d ı geçen
hakkında m a l u m atı n ı talep etmek.
i k i n cisi, n i sa hasta nesinde Peri' n i n naaşını otopsi etmiş o l a n
cerra h i ada ta bipiere cel pname göndermek.

1 24
Üçü ncüsü . . . ma�azasında Peri' n i n resmi n i ta nımış o l a n
kızla H a l i l S O r i ' n i n va l idesine, kızı n a ve h izmetkô rı olan kıza
celpname göndermek.
bbu celpnamelerin yazılması m ü sta ntik efendilerden birine
havc;ı le edilerek komisyon heyeti H ed iye H a n ı m ' ı tutu klu oldu­
�u mahalden getirtti.
ilk önce h a n ı m efendiye bir satı r yazı yazması teklif edi l i n­
ce evvelce yazıp okuması b u l u nd u � u nd a n bahseden H ed iye
H a n ı m yazı sanatı nda o kadar nasibi o l m a d ı � ı ndan bahisle
nazl an d ıysa da komisyo n u n emri n e m u ha l efet m ü m kün olama­
yaca� ı n d a n ister istemez bir satı r yazı yazd ı .
Bu yazıyı yazarken h a n ı mefe n d i kalemi o kadar e�miş
bükmüştü ki gerçek yazısını göstermernek için kasıtlı bir ihtiyat
oldu�u a n laşı l m ıştı . B u n u n l a birlikte yaz ı n ı n esasta bel i rtilen
mektu plarda ki yazıya pek benzer o l d u � u aşikô rd ı .
Mektuplar Hediye H a n ı m ' a g österil ince ikisi n i d e katiyen
i n kôr etti. H atta şifrel i mektu bu görünce zoraki bir kah kaha ko­
parıp dedi ki:
- Am a n a m a n ! B u ne acayip şey! Çerkesçe midir nedir?
Fa kat h a n ı m ın aşüfteceye pek benzeyen bu h a reketi komis­
yon erkô n ı nda m a n idar bir tebess ü m d e n b aşka kendi menfaa­
tine yarayacak hiçbir tesir yaratm a d ı .
R eis beyefendi i n ce eleyip sık dokuyan bir z a t oldu� u n d a n
ufa k bir kô�ıt üzerine bi rkaç kel i m e yazara k ve Hediye' n i n
Mecdeddin Paşa'ya yazm ış o l d u � u m ektu bu da i l iştirerek i ki­
sini bir za rfa koyd u . Zarfı n üzeri n i yazıp b i r çavuş ça� ı rd ı. Ça­
vuşun kula�ına bir iki söz fısıldayıp za rfı eline verd i . Çavuş g itti.
Sonra H ed iye H a n ı m'a Peri'nin res m i n i g österip sordu:
- H a n ı mefendi, şu resmi ta n ı r m ı sı n ız?
Hediye H a n ı m ' ı n rengi bir a n d a bem beyaz olduysa da
duygularına h ü k m ü g eçecek kada r m etin o l a n b u kad ı n der­
h al kendisini toplaya ra k ve şu birinci an i l e ikinci an a rası nda
verece�i ceva b ı hazı rlayara k pervasızca b i r tavırla dedi ki:
- Evet efendim, ta nırım. Ca riyem Peri' n i n resmidir.
- Şimdi bu kız nerededir?

1 25
- M ıs ı r' d a d ı r efendim ! Tica ret ayıp de� i l ya? Böyle g e n ç
kızla rı a c e m i iken ucuzca a l ı r, terbiye ettikten son ra p a h a l ı ca
sata ra k istifad e ederim.
Peri ' n i n naaşı otopsi sa l o n u n a kadar g itmis oldu�u h a l d e
h a n ı m ı n b u y a l a n ı komisyonca kendi lehinde de�il, a leyhi nde
bir h issi g e re ktirdiyse d e hiç ren k veril medi.
Reis beyefe n di sordu:
- Halil S u ri isminde bir H ı ristiya n Arap'la tanısı kl ı � ı n ız va r
m ı d ı r efe n d i m ?
- H a l i l S u ri m i ? Öyle bir ismi işitti� im halınma geliyorsa d a
sah i b iyle h i ç tanısıklı�ım v e m ü n a se betim yoktur.
Bu g i b i ith a rn edilenler bazı itirafla rdan medet u m d u kl a rı
halde ken d i kendilerini h ü kme ne kadar ya klastı rı rla r? Keza
bazı i n kô rl a rd a n daha fazla menfaal umdu kları halde ken d i l e­
rin i d a h a çok zara ra soktu kları n ı bil mezler. Evvelki itiraf H e d i­
ye H a n ı m ' ı kom i syon naza rın d a ne kada r mahkum etmişse, s u
i k i n c i i n kô r o n d a n fazla mahkum etmişti.
B u a ra l ı k M ecdeddi n Paşa komisyon odasına gird i . R e n g i
ö l ü çeh resin d e n d a h a dehşetli o l u p e kseriya k i b i r v e g u ru ru n­
dan bası n ı dik tuta n mutasa rrıf h azretleri bugün miski n l i k ve te­
vazu u n d a n n eredeyse b u m u n u yere dokun d u racak h a ld eydi .
B u n u n l a beraber yerden edece�i temennayı icra için yere
indirdi�i e l i n i ka l d ı rmayıp ve temen nayı etmeyip aklınca komis­
yon heyeti kendisine hü rmeten ka l kacak d iye ümit ediyord u .
H a l b u ki reis beyefendi kan u n l a rın, nizarnların e n ince gerekleri­
ne riayet eder bir adam oldu� u n d a n asla yerinden kım ı l d a n ma­
d ı . Zira bir şah s ı n zatına olacak riayet baska, yine o şah s ı n tah­
kik ve sorg u l a m a için bir adiiye komisyonu h uzuruna getiril m esi
de baska bir haldir ki o halde şahsi riayete hiç lüzum ka l m az.
M ecded d i n Paşa, reis beyefendinin ta ya nına kada r so­
k u l ara k k u l a � ı n a bir şeyler fısıldadı. Reis bey, Mecded d i n Pa­
sa' yı k u rta r m a k g ayretinde b u l u n sa ihtimal ki bu fısıltıyla yetin e­
bilird i . Ancak ka n u n ve nizarn m utaassıbı olan bu zat b a bası,
kordesi olsa o n l a r ı n hakkında bile kan u n h ü kmünü boza n l a r­
dan o l m a d ı � ı için gözlerini Hediye H a n ı m ' ı n gözlerine d i kerek
Mecded d i n Paşa ' n ı n gelisi n i n h a n ı mda ne tesir bıra kaca � ı n a
dikkat ediyord u .

126

Gerç kten de büyük bir tesir uya n d ı rd ı � ı n ı g ö rd ü . Öyle bir
tesir ki Hediye H a n ı m ' ı n gözlerinde sa n ki M ecdeddin Paşa ' n ı n
oraya gelisi kendisin i tamamen ku rta rmaya yetecekmis g i b i b i r
güven parı ltısı belirmişti.
Reis bey, Mecdeddin Paşa'ya dedi ki:
- Paşa H azretleri ! Sizi yal n ız bendeniz sorg ulayocak
olsam komisyon benden ibaret o l u rd u ; şu üyelere, kôtiplere
ihtiyaç ka l mazd ı . Kusuruma ka l m a ksızı n soraca � ı m şeylere
cevap vermen izi rica ederim.
Mecdeddi n Paşa ' n ı n rengi d a h a d a ata ra k H ediye H a­
n ı m ' ı n yüzüne bakıyord u .
Reis beyefendi sord u :
- Size demincek bir mektup g ö n d e rm i şti m . O mektu b u n
yazıs ı n ı n kim i n old u � u n u ta n ı r m ı s ın ız?
- Evet efendim, i mzası da var ya. H ed iye H a n ı m' ı n mek­
tu budur.
- Hayır paşa h azretleri. Mektu b u , i mzayı sorm uyoru m .
Yazı n ı n kimin yazısı oldu�unu soruyo ru m . Olabilir k i yazı bas­
kasın ı n oldu�u halde H ed iye H a n ı m . . .
- Evet efendim, yazı da kendi yazısıdır.
- H ediye H a n ı m ' ı n yazıs ı n ı b u n d a n önce g ördü� ü n üz
oldu m u ?
- Ol d u efendim.
- Öyleyse şu mektu b u n yazısı n ı d a tan ı ma n ı z gerekir, diye
söz konusu sifreli m e ktubu Mecded d i n Paşa'ya gösterdi.
Paşa dedi ki:
- Evet efendim. B u yazı da Hed iye H a n ı m ' ı n yazısına pek
benziyor.
- Benziyor ne demek? Onun yazıs ı de�il m i demek?
- O de�il efe n d i m . Mektu p Tü rkçede n baska bir lisa n l a
yazı ldı�ından kelimelerin kon u m u de�ismis de . . . Fa kat yazı
mutlaka Hediye H a n ı m ' ı n yazısıd ı r.
- Hediye H a n ı m ' ı şahsen görseniz ta n ı r m ıs ın ız?
- Ta n ı rı m efendim. i ste şu aya kta d u ra n h a n ı m d ı r.
- Bu h a n ı m l a a ra nızda ne g i b i b i r m ü nasebet bulundu-
� u n u sormayaca� ı m efendim. Orası b ize ait de�ildir. M a k­
sad ı m ız ya l n ız şu yazı n ı n Hediye H a n ı m ' ı n yazısı ve Hed iye

127
H a n ı m ' ı n da su kad ı n olup olmadı� ı n ı ö�renmekti. Dolayısıyla
m a ka m ı n ıza dönebilirsiniz.
Reis efe n d i n i n son sözü M ecdeddin Paşa'da bir sevi n ç
eseri uya n d ı rd ı . B u ndan a n lasılabilird i k i reis beyefendi n i n ku­
l a � ı n a söyled i�i söz, kad ı n l a o l a n m ü n a sebeti itirafı m ü m kü n
olamayaca k g ayrimesru m ü n a sebetlerdendir.
Mecded d i n Paşa gittikten son ra reis bey Hediye H a n ı m ' a
dedi ki:
- i sittiniz ya h a n ı mefendi, mektu pların sizin oldu� u n u dos­
tu n uz Mecded d i n Paşa Hazretle ri söyledi. Hala mektu p l a r ı n
sizin o l d u� u n u i n ka r edecek misiniz? Ederseniz bu i n ka r d a n
fayda yeri ne z a r a r görece�i n izi size içte n li kle hatıriatı rı m .
H a n ı m biraz d üşündü. H a l ve tavrı p e k fena idiyse de d uy­
g u la r ı n ı bastı r m a k için olanca kuvvetiyle kendini tuttu�u a n lası­
l ıyord u . N ihayet cü retli bir tavırla dedi ki:
- N e i n k a r edeyim efendim, mektuplar benimdir.
- O halde b ize söylemelisiniz; ca riyeniz Pe ri için verd i � i n iz
izin ne izniyd i ? Sonra neden o izi nden pişman oldun uz? Ya n i
M ustafa dedi�iniz adam kimdi? Hepinizi ölümle etti� i tehdidi
icraya kadir m iydi ki korktu n u z da b u mektu bu yaza ra k pis­
m a n l ı � ı n ızı belirtti niz? Ve bu m e ktu b u kime yazdın ız?
Hediye H a n ı m put gibi d o n u p ka l d ı. Bazı kadim putl a r ı n
i ç i n e papazl a r g irip ha lka söz söyledikleri h a l d e Hediye H a­
n ı m ' da o su retle olsun söz söylemeye i ktidar kalmamıştı.
Biraz kendisini toplaya ra k en evvel en son soruya ceva b e n
dedi ki:
- M e ktu b u m u kahya kad ı n ı m a yazm ıştı m .
- H e d iye H a n ı m ! Böyle sorg u la m a l a rda inkarın, ya l a n ı n,
söz dalaştı rm a n ı n hiç faydası ola maz. Bizce mektu b u n kime
yazı l d ı � ı d a o mektu p üzeri ne d a h a neler oldu�u da h epsi
adeta m a l u m d u r. Do�ru söylerseniz . . .
- Sizce m a l u msa b a n a niçin soruyorsun uz?
- Sorgu u s u l ü, muhakeme usulü böyledir. Hakimler za n l ı l a r-
dan daima cinayetin en müthiş s u retin i zan nederler. Sorg u ve
m u h akemele rse zan l ı ların do�ru ifadelerinden cinayetin d e re­
cesin i gerçek m e rtebesine indirmek içindi r. Sizin menfaal ve se-

128
'
lametin iz için i htar ve rica ederim, bu m e ktu b u n H a l i l SO ri a d ı n­
da bir H ı ristiyan Arap'a yazılmış old u � u n u nafile gizlemeyin .
H a n ı m ı n h a l i d a h a da fenalaştı . Adeta aya kta dura m az
oldu. Reis beyefendi bir sandalye getirilmesini e m retti. Hediye
H a n ı m bu sandalyeye olu runca dedi ki:
- Evet efendim, Halil S O ri'ye yazı l m ı ştır.
-, Öyleyse H a l i l S O ri'yi tan ıyors u n uz.
- Evet efendim.
- Ee, sizi korkutan M ustafa kimdir?
H ed iye daha da fen a l aştı . A�zı n d a n " Ka l paza n Mustafa "
diye bir söz çı ktıysa da bu sözün a rd ı n d a n kendisinden geçe­
rek bayıl d ı .
Za pliyeler derh a l h a n ı m ı n yüzü n e su serperek a k l ı n ı başına
geti rmeye çalıştı.
Hediye H a n ı m her ne kadar otuz beşi n i geçmiş, kı rka ya k­
laşmışsa da kendisini iyi koruyan kad ı n la r ı n bu yaşta hiç de
ihtiyar sayı l a mayaca�ı hakkında edilecek bir d avada delil
olara k gösterilecek kadar latif enda m l ı, l atif vücutlu old u � u n­
dan yüzü ne gözüne su serpenler bu kad ı n d a ki l etafete adeta
hayra n oldu.
Hanım ayı l d ı kta n son ra reis beyefe n d i dedi ki:
- M a ksad ı m ız size azap çekiirmek de�ildir efendim. Ma­
demki ra hatsız old u n uz, haydi tevkifha ne n ize gidin, isli rahat
edi n . Size tabip de g etirsinler. ifadenizi ö n ü müzdeki oturumda
ta mamlarsın ız.
iste yü ksek komisyo n u n dünkü otu ru m u b u n d a n ibaret o l u p
alaca� ı m ız m a l um atı yazmakla y i n e d eva m ederiz .

. . . gazetesinin eki burada son buldu.


Bugün gazete diğer günlerden iki kat fazla basılmış oldu­
ğu halde hiçbir nüshası kalmayacak kadar satılmıştır.
Ertesi gün herkes . . . gazetesini aramışsa da esrar-ı cinayata
dair hiçbir şey göremeyince adeta üzülmüşlerdi . Dostlardan
birisi gazetenin muharririne dedi ki:
- Taze havadis yoksa bile yine müthiş cinayetlere dair gö­
rüşlerinizi olsun yazsaydınız da halkı üzgün bırakmasaydınız.

129
Gazeteci zarifçe bir gülüşle dedi ki:
- Affedersiniz efendim. Temcit pilavı gibi bir şeyi tek­
rar tekrar yazmak bizim gazetenin işi değildir. Doğru hava­
dis ne zaman gelirse onu yazarız. Görüşlere gelince, bu gibi
işlerde görüş bildirmek mahkemenin zihnini karıştırır. Biz
yalnız havadis vermeye mecburuz. Mahkeme ne mütalaacia
ise hükmü verdiği zaman anlaşılacağından onu da o zaman
yazarız.
Bir gün daha geçtiği halde gazetede yine bir şey görüle­
medi. Nihayet üçüncü gün şu yazı yer alıyordu. Halk şimdi­
ye kadar yazılanların tümünden daha büyük bir ehemmiyet­
le bu yazıyı oku d u .

Yü ksek kom isyon Hediye H a n ı m ' a b i r g ü n islira hat için izin


verdi kten son ra dün hanımı g etirterek sorgusuna deva m etti .
Bu sorg u d a H ed iye H a n ı m bazı önemli itiraflarda b u l u n­
m u ştur.
Ezc ü m l e Pe ri' nin Öreke Taşı' nda maktul olduğ u n u, H a l i l
S O ri' n i n de orada yaraland ı ğ ı n ı, ya ra laya n v e katilin Ka l pa­
za n M u stafa o l d u ğ u n u ve M u stafa ' n ı n firarda b u l u n d u ğ u n u
söylemiştir.
Ya l n ız H a l i l S O ri'nin ne g i b i işlerle ne yolda tica ret eder
bir a d a m old u ğ u n u bilmediği hakkındaki ifadesinde ısra r etti­
ği g i b i kendisi i l e H a l i l arası n d a ki m ü nasebete dair hiçbir şey
söylemem iştir. Ya l n ız bir za man, ya n i kendisi pek gençken,
pederiyle bera ber S u r şehri ne g ittiğ inde o rada Halil S O ri'yi
ta n ı d ı ğ ı n ı , i sta n b u l ' da da görüşerek ahbap oldukları n ı, bu
a h b a p l ı kta n do layı ca riyesi Peri'yi de a rada bir Halil'in evin e
gönderd i ğ i n i beya n etmişti r.
B u n d a n başka n isa hasta nesinde Peri'nin naaşı n ı otopsi
edi p inceleyen ta bip ve cerra h l a r da kızı n resmini tan ı m ış l a r­
sa da a rtı k bu şehadeti n ehemm iyeti ka lmamıştır. Hediye H a­
n ı m ' ı n itirafla rı üzerine Halil S O ri' n i n validesi ve kızı ile hizmetçi­
sinin sorg u d a etti kleri ikrarların, itirafların da o kada r büyü k b i r
ehemm iyeti ka l m a m ıştır.

130
D ÖRD ÜNCÜ B ÖL ÜM

KALPAZAN M USTAFA
ı

Beyoğlu'nda inceleme ve soruşturma yapmakla görevli


olan komisyonun görevini yürütüş şekli . . . gazetesiyle pey­
derpey yayımİandıkça İstanbul ahalisinin merakı o kadar
arttı ki bu derecelere kadar genel merakı uyandıran şey bir­
çok seneden beri görülmüş değildi.
Bir aralık komisyon tahkikatına ara verd i. Bu ise halkın
merakını daha da artırdı . Bazı kimseler Osman Sabri ve Ha­
fiye Necmi'den başka Hediye Hanım'ın bile beraat edecek­
lerine kanaat getirir, bazılarıysa aksine Mecdeddin Paşa'nın
bile ilk tahkikat komisyonu tarafından itharn edilerek tutuk­
landığını rivayet ederdi.
Halbuki bu söylentilerin, bu dedikodu ların hiçbiri işin
asl ına benzemiyordu. İşin en doğrusu, söz konusu komis­
yon o zamana kadar icra etmiş old uğu ilk tahkikat üzeri­
ne mükemmel ve ayrıntılı bir rapor kaleme alınakla meşgul
oluyordu.
Bir haftadan fazla zaman zarfında . . . gazetesinde cina­
yetlere dair hiçbir satır yazılmaması kamuoyunda merakın
arttıkça artmasına neden olduğu halde bir gün bu gazete,
komisyonun tahkikat sonucunu içeren raporun hazırlanma­
sıyla meşgul olduğunu bildirince herkes bu rapora dair ha­
ber alma merak ve beklentisine düştü. Halbuki bu rapordan
ziyade kamuoyunun merakını giderebilecek bazı belgeler
gazete sütunlarını işgal etti.
Bu evrak Kalpazan Mustafa tarafından gönderilmiş altı
kıta mektuptur. Numara ve tarih sırasıyla tümü . . . gazetesin­
de nasıl yayımlanmışsa, aynen buraya aktarılacaktır.

133
Birinci Mektup

B ü kreş'ten , . . . ta rihinde, . . . y ı l ı n d a
i sta n b u l ' d a . . . g azetesine
M u h a rrir Efe n d i Hazretleri !
B ü kres'ten size b i r muhbiri n Osm a n l ıca mektu p yazması n ı
g a ripsemeyin . Vata n ı nda barına mayan b i r adam başı n ı a l ı p
g u rbetiere d ü şm e kten başka n e rede sı�ınak bulabilir?
Ben a d ıy l a san ıyla Ka l paza n M u stafa'yım. Ne fen a la­
ka p ! Öyle de� i l m i ? Hatta yi� it l a ka b ıyla a n ı l ı r denildi�i h a ld e
b e n i m l a ka b ı m a n ı l a mayacak kad a r pis, cinayetle m u rd a r b i r
l a ka ptır. O n u size a rz edişim i s e her şeyden önce bildird i klerim
hakkında d ikkati n izi çekmek içindir.
i � ren ç cina yetin i u�ursuz l a ka bıyla itiraf eden bir can i baş­
ka h a l l e r a rası n d a ya l n ız sizin de� il kôinatı n dikkatin i çeke b i l i r.
Zira g azete n izde b u nca sütu n u işg a l eden Ö reke Taşı cinaye­
tiyle H a l i l S O ri ' n i n intiharı meseleleri n i n tertipçisi ve fai l i a n c a k
o a d a m d ı r.
Size şu m e ktu b u yazma kta n m a ksad ı m a klanmamı sa�la­
m a k gi b i i m kô nsız bir haya l de�ildir. Ben kendimi aklarn ıyer
rum. Kendim yine kendimi ith a rn ediyo ru m . Fira rdan başka se­
la met semti b u l a madı�ım için kaçmışım. Su halde bir gazete va­
sıtasıyla a kl a n m a n imetini elde etmeye çalışma n ı n a h m a k l ı kta n
başka bir şey o l m a d ı � ı n ı biliri m . Bense o kadar ahmak de� i l i m .
i s m i m i n Kal paza n Mustafa oldu� u n u bildirdim. Fakat b u
isim son ra kaza n d ı � ı m isimdir. Evet, ka l paza n l ı k, h ırsızlı k, kati l l i k
birer sıfat, birer l a kapsa da insa n l a r a n a l a rı ndan do�du�u za­
man bu sıfatl a rl a do�mazlar. Bu l a ka p la rı birer mahlas gibi pe­
derlerinden o l m azlar. Sonra n ice vukuat ve de�işiklik olur ki b i r
za m a n temiz p a k olan isimler birtakım i�renç lakaplarla kirlen ir.
B u n u n l a beraber i�renç l a ka p l a kirlenen her biça ren i n
ka l b i n i simsiyah kararmış za n netmemelidir. Akıl sa hipleri n i n
nezdinde m a k b u l olarnamakl a bera ber b u n l a rdan h e r b i ri n i n
birta k ı m özürleri va rd ı r. H i ç olmazsa biçareleri insa n l ı k defte­
rinden tü m üyle sil mernek ve h a l lerine acımak için bu özü rlerin
yard ı m ı o l a b i l i r. Hele hele macera l a rı, kendi lerinden son ra

1 34
hemcinsleri n i n cinayetierin müthiş kuyusuna düşmemesi h usu­
sunda yol gösterici ışık olara k görü l e b i l i r.
Ben ki Kal paza n M u stafa'yım, b i r za m a n l a r adım Heza r­
fenzade M ustafa Bey' di. Pederim H ezarfen M e h met Çelebi
ad ıyla bilin i rdi. Hem de hakikaten hezarfen l idi. Saatçilik, ku­
yumcu l u k gibi i nce sanatlar, fizik, kimya gibi nazik i l i m ler bütü n
kura l la rı, ka n u n l a rıyla pederimin a deta b i r türlü e�lencesin e
hizmet ederdi.
Bir ahbap cemiyetin i eğlendirmek için erg i n kardan mum
ya pıp yakmak veya çeşmeden getirdi � i bir bard a k suyu gaz
gibi ya kıp hayret bakışları n ı patlatma k babam için sıradan hü­
nerlerden sayıl ı rd ı . Bilindik kibrit çeşitlerinden başka benim bi�
diğ im sekiz türlü kibrit yapmıştır ki yan d ı ğ ı zam a n allı yeşil li ren k
verenleri, g üzel koku yaya nları, fişek g i b i patlaya n l a rı veya hiç
sesi, alevi çı kmayara k ya l n ız ka plan d ı ğ ı ç ı rayı yakanları vard ı .
Kısacası h e r biri ayrı ayrı hayret bakışl a r ı n ı kendine çekerdi.
Pederimi daha fazla a nlatmaya d eva m edersem "Bu he­
rif babasıyla iftih a r ediyor!" diye b i r de ka ba ku ru ntuyla beni
ayı plarsın ız. Fa kat ayıplamayın . H eza rfenzade olmak dolayı­
sıyla nasıl bir ada m ı n o� l u oldu ğ u m u ş u kad a rc ı k bir tarifi m l e
görüp a n la d ı kta n sonra baba m ı n a d ı n a n e kad a r layık oldu­
ğu m u şimdi göreceksi n iz.
Ben çok küçük oldu�um za m a n d a n beri hacıyatmaz g i b i
Eyüp oyu ncakları n ı a s la ta n ı mad ı m . Pederi m e hezarfen u nva­
n ı n ı kaza n d ırmış o l a n türl ü tü rlü a let ve edevat benim oyu nca­
ğımdı. Babam ya l n ız b u n ların ne g i b i şeylerde k u l l a n ı lacağı n a
zihnimi yatıştı rmakla kal maz, ku l l a n ı l ı ş şeki l lerine e l lerimi a l ı ştı r­
mak için çok uğraşırd ı . Sekiz yaşı n d a var m ıyd ı m yok m uydu m
bilemem; bir g u g u k l u saati tü müyle söküp yine toplayara k oy­
nadığ ı m ı pekôlô bilirim. Fındık, badem, ceviz g i b i meyvelerin
alcıyla ka l ı b ı n ı çıkard ı � ı m, içlerine tekra r sulu alçı döküp vücu­
da geti rdi�im a lçı yemişleri ta biatı ta klit ederek boyadı�ım, kı­
rıp ba n a yedirmesi için va lideme verdi�im, biça reyi aldatarak

Çok yetenekli olup elinden çok iş ve sanat gelen, çok şey bilen ve yapabilen
(kimse).

135
agzı n ı a l ç ı p a rç a l a rıyla dold u rd u g u m zam a n dokuz yası m d a n
asa g ı d eg i l se m de on yası mdan da yukarı degildim.
Fizige, m a ki n eye, kimyaya, fen le re ve diger sanatla ra d a i r
pederimde b i rçok Fra nsızca kita p va rd ı . B u n ları Fransızca bi­
len b i ri okusa benim kadar a n l ayaca g ı n a ihtimal vere m e m .
Faka t henüz Fransızca bilmedigi m i ç i n b u n l a rı a n l a m ıyord u m .
Resim le ri n i görüp merak ederek pederim i b i n türlü soruyla s ı kıs­
tırd ı g ı m için kita pların içerigi n i a deta ta m a m ıyla ögre n m i sti m .
Sonra d a n F ra n sızca ögrenip de b u n l a rı tekra r okudug u m za­
man bazı d ü stur ve denklemlerin çözü münden baska yeniden
bir sey ögre n m i s oldugumu söyleyemem.
M e ra kl a rı m ı n tüm ü n ü n pederime h ezarfen laka b ı n ı kaza n­
d ı ra n m e ra k l a r olması dolayısıyla babam beni yaratı lı ş ı n e l i n­
den kendi vücudu n u n ikinci nüshası o l a ra k çıkmış diye tel a kki
etm iş. i ste baba ogul muhabbeti n i bir de kendi muhabbetiyle
a rtı rmış, her m e ra kıma yol açm ıştı . Asl ında Mekteb-i Tıbbiye'ye
yozı l d ı g ı m h a l d e Bahriyeliler ve H a rbiyelilerle de dost o l d u­
g u m d a n tatil za m a n larında ya Marmara ' n ı n Ada la r Den izi
kısm ı n d a sa n d a l l a rl a volta vurur veya Zincirlikuyu, Feriköy ta­
rafl a rı n d a a l a bildigime at kostu rmak, nisan ta limi ya pmakla
vakit geçirird i m . H e l e telgrafh a n e zih n i m i en çok meşg u l eden
yer o l d u . Artık orada edindigim d osila rio bazı kullanılmayan
tel g raf makineleri n i n elektrik bata rya l a rında yapay şimşekler,
yıld ı r ı m l a r meyd a n a getirip eg lenirdik.
On sekiz yasıma gelinceye kadar fikrimin olanca kuwe­
ti n i fen gariplikleri, sanayi acayiplikleriyle meşg u l ettigirnden
sevda d uyg u s u asla kalbime yol b u l a m a mıstı. Fakat bu kad a r
gecikme o y o l a g i rdigirnde yasıtl a rı m ı n hiçbirisinde derecesi
görü l e m eyecek kadar şiddetli geçmesin i gerektirdi.
Peri yüzl ü l e re ilk dikkatimi resi m mera kı çekti. Resim meskle­
ri n i kopya etmekten a rtık zevk a l a m a m ayo başlayı nca dog a l
nesneleri kopya etmeye koyu l m u stu m . Çehrelerini resmettig i m
komşu kızla rı n ı n e n se ve gerda n l a rı n ı da h ü lyaya başla d ı m .
Gög üslerinden aya klarına kad a r endamlarındaki latifl igi, vü­
cutl a r ı n ı n tatl ı l ı g ı n ı düşün meye başlayınca o kadar perisa n b i r
kadı n düşkü n ü o l d u m ka ldım ki ta rif ka b u l etmez.

136
Hem de güze l ierin tüm ü n ü be� e n i r, tü m ü n ü severdim. N i­
hayet bu sevdal a rı m ı n nasıl hel ak edici, m üthiş bir afetle top l a n­
dı� ı n ı a rz etmekten evvel şunları da b i l d i reyim :
Ya ra n m a k istedi � i m kızla ra, kad ı n l a ra p a ra d a n başka ne
olursa olsun hediye ve ta kd im etmeye m u kted i rd i m . Bir kad ı n ı n
resmini ya pma n ı n kendisi için ne kad a r büyük bir g ö n ü l a l m a
olaca'� ı n ı a n l atmaya hacet yoktu r. B e n se Avru pa' d a n gelmiş
resimlerde bir hotoz, ı bir çiçek, bir g e rd a n l ı k, hôsı l ı herhangi
şeyi seçti�im kad ı n be�enirse o n u n oyn ı n ı m utlaka meydana
getirip sunmakta n ôciz kal mazd ı m . Elimin h ü ner eseri olan şey­
leri satacak olsam e pey para da kaza n a b i l i rd i m . Fakat pede­
rim henüz sa� oldu�undan idarem d e recesi nde beni parasız
bıra kmazd ı . Zaten aşk işlerinde pa raya i htiyacı ôcizlik alameti
olara k görd ü � ü mden maşukalarıma p a ra m l a de�il, h ü ner ve
marifetim l e kendimi be�endirmeyi şa n saya rd ı m .
Bu merakla bu g ayretle hakikete n h ü ne r s a h i b i b i r a d a m
o l d u m . Kuyu m c u l u kteki maharetim K u y u m c u Ç a rşısı'nda bile
kabul ed i l mişti.
Birçok yalancı taşta n ve fakat b u n l a r ı n kolay kolay fa rk edi­
lemeyecek hasları n d a n bilezik ve gerd a n l ı k g i b i şeyler donat­
mak için bazı m ü h i m kıymetli edevata ihtiya c ı m beni Kuyu mcu
Çarşısı' n a m ü racaat mecbu riyelinde b ı ra km ıştı . Orada donat­
tı� ı m şeyler, maharetler yine en m a � r u r o l a n üstatla rı bile öyle
veya böyle uta n d ı rı rd ı .
Yaptı � ı m elmasl a r yo lancı şeyler o l s a d a b u n l a rı n taşları
gerçe�e pek ya kın oldu�u gibi zem i n le ri de halis a ltına pek
ya kındı. Bakır gibi, a nti mon gibi, çinko gibi madenler elde iken
bunlard a n uyg u n bir malgama2 ya p ı p bir de kuvvetiice ya ldız
vurunca en halis altı n l a ra eyva l l a h m ı ederi m ?
Her şeye a ş ı r ı merak h ü n e r v e m a rifetim i o kada r a rtırdı ki
bir zam a n "hezarfe n " denilince derh a l hatı ra pederim gelirdi.
Son ra l a rı b u lakap söylendikçe herkes b u n u n bir kelimesi n i n
eksik oldu�u v e tam a m ı n ı n "hezarfenzade" olması gerekti�i

Kadınların süs için saçlannın üstüne taktıkları, çeşitli renk v e biçimde


yapılmış küçük başlık.
2 Cıvanın metallerle karıştırılmasından elde edilen alaşım.

1 37
ka n ısıyla m a ksa d ı n ben old u � u m u za n n ederlerdi. Ya n i b u yol­
d a ki şan ı m pederi m i n şan ı n ı kat kat geçmişti.
S ö h reti m i n en mesudane ola n ı n ı n kad ı n l a r nezdindeki şöh­
retim olaca�ı pek de uzun uzad ıya izah a lüzum göstermez.
Yirmi yaşı m ı az geçmiştim ki pederim vefat etti.
O kadar fen n i ve sınai tecrü beyle meşg u l olan ada m d a
birikmiş p a ra b u l u n mayaca� ı a şi ka rd ı r. Kitap v e a let o l a ra k
b ı ra ktı� ı şeylerin kıymeti beş b i n l i ra kadar ta hmin edilebilird i .
Anca k b u n l a rı satı p pa raya dön ü ştü rmek bence m ü m k ü n m ü ?
O n l a ra meftu n o l m a kta b e n de pederimden aşa�ı de� i l d i m .
O n d a n son ra bir sene kad a r müddet za rfında h ü n e r v e
ma rifetimden n a kden yara rl a n m aya mecbur o l d u m . En i y i krc­
nometreleri bizdeki saatcilere vermenin ta mamen bozd u r m a k
d e m e k olaca � ı n ı fa rk eden lerin e n güvenilir saateisi ben o l­
d u m . S ilece�i m b i r saat için ücret belirlemezdim. Müşterilerim
dört beş mecidiyeden aşa�ı ücret vermezdi .
Felem e n k taşlı el masimı n ı n foya l a rı bozu lmuş olan h a n ı m­
lar yen i l e m e ve tem izlenmeleri n i yine benden rica ederlerd i .
Bu rica ewelkileri g i b i karşı l ı ksız o l m ayıp işine göre b i rkaç
mecidiye veya b irkaç lirayla hatı rı m ı sorarlard ı . Bir mada m ı n
sevg i l i fi nosu n u n veya b i r h a n ı m ı n p a m u k kedisinin resmi n d e n
iba ret b i r l e v h a ya pıp ta kdi m edecek o l u rsam mada mdan a l a
b i r d üzine m e n d i l v e hanımdan b i r bohça l ı kl a hal hatır sorma
şerefi n i başkaca bir istifade saya rd ı m .
N i h ayet çiçek sevdasıyla şeyda olan kelebek g i b i ren g a­
ren k yüzlerce, b e l ki binlerce çiçe�i dolaştı kta n son ra Beyo�­
l u ' n d a G a l atasa ray Zabıta M e rkezi' nde özel bir kom i syon
huzurunda sorg u s u n u muteber ve övg üye de�er gazelen ize
yazd ı � ı n ız H e d iye Hanım' a tutu l d u m .
M u h a rrir Efe n d i ! Hediye H a n ı m i l k tah kikat komisyo n u n d a
kend i n i gösterd i�i zaman katipierin hayretlerinden n a s ı l o l u p
da ka lemleri d ü ş m edi? N a s ı l o l u p da gözl ü kleri buru n l a rı üze­
ri nde z ı p z ı p sıçra madı?
Gerçi H ed iye Hanım kırk yaşı n a gelmiştir. Ama henüz pek
çok kıymetbiliri akıldan çıkaracak kada r g üzeldir. E�er kendisini
görmüşsen iz b u sözü mü, bu hükmümü tasdik ve teslim edersin iz.

138
Ama şu su retle ka lem yürütüşüme b a k ı p da san mayı n ki
ben de kendisine d a i r olan şu satı rları titrek b i r elle yazıyoru m .
Hayır, ya lan söylemeyeyim. Ellerim titrem iyar degil, fakat
aşkın şiddetinden degil, gazap şiddeti n d e n . Ç ü n kü a lemde ne
bela çektimse bana o gaddar çektirmiştir. O n u gördügüm güne
kadar n a m usuma asla leke gelmemişken beni en rezil bir can i
eden, 'gerek dog rud a n dogruya ve gere k dolayısıyla hep odur.
Bakı n beni yol da n çıka rmak için i l k i n n a s ıl başa rılı oldu.
Bir gün gazetenin birinde oku m u ştum . Ressam ı n biri lokan­
taya gitmiş. Yemek yemiş. Bir fran ktan i b a ret yemek parasını ve­
recek parası olmadıgından ta bagın üzeri ne bir fra n k resmetmiş.
Kalkmış yürümüş. Resim o kadar m ü ke m melmiş ki loka nta uşag ı
bunu uza kta n aynı fra n k sa nmış, ressam yemek parasını bıra ktı
za nnederek lokantadan çıkıp gitmesine m a n i olmam ıştır.
Ben bu yazıyı okudum ama i n a n m a d ı m . B u n a inanmak
için ressa m l ı g ı n gerçeklerine vakıf olmamak gerekir. Ressa m o
ta bag ı n üzerine yaptı g ı fra n k res m i n i a lelacele k u rşunkalemle
ya ptıysa ne rengini n e parıltısını fra n g a benzetemeyeceginden
lokanta uşag ı n ı aldata m az. Yok eger boya l a r ın ı ç ı karıp fı rçay­
la na kşettiyse öyle gerçekten fra n k sa n ı lacak bir resmi bi rkaç
da kika içinde ya pmak mümkün ola mayaca g ı gibi bu işlem lo­
ka nta uşa g ı n ı n gözü nden kaçı rı la m az.
Fakat bu hi kayeyi okumakla b a n a b i r fikir geldi. Hediye'ye
hoşl u k s u n m a k isted i m . Bir gece saat ü d e re dörtlere kadar soh­
bet ettikten son ra kendisi uykuya d a l m ıştı. Yaz sa b a h ı ne kadar
latif olur! Bu letafete hayra n ken aklıma oku d u g u m yazı geldi.
Cebimde bir küçük üstü beç 1 taşı d ı g ı m d a n gereken boya l a rı
çıkarıp Hediye' n i n aynası üzeri ne b i r köşesinden soku lmuş bir
ban knotu n resmine başla d ı m . Hem de b a n knot kolayla ya pış­
tırılmış g i b i d ü mdüz d u rm uyor. Ben o kad a r aciz bir sanatka r
mıyım? Bir köşecig inden il işti rilm iş o l a n b a n knot aslı nda dörde
bükülmüş oldugundan ayna üzeri n d e o bükü ntü le r, çukurlu ve
ka barı k l ı olara k görün üyor.

Boya işlerinde kullanılan kurşun karbonat ve kurşun hidroksirten oluşan


zehirli madde.

139
M a rifet b u n d a n da ibaret de�il. B u n d a n başka b a n k n ot
aynaya a ki s d a h i etmekle b i r b a n knot ayn a n ı n üzerin d e g ö­
rü l d ü � ü g i b i b i r d i�eri de ya n s ı m ı ş olara k ayn a n ı n içi n d e g ö­
rül üyor.
Ne o M u h a rri r Efendi? iddia etti � i m m a h a reti biraz uza k
m ı gö rüyors u n uz? Bu resim son rad a n parça l a n m ış o l a n o a y­
n a n ı n b i r p a rç a s ı üzeri nde h ô l ô mevcut ve o za man M ecded­
d i n Bey iken ş i m d i Mecdedd i n Paşa o l a n zatı n kona� ı n d a b i r
ya l d ız l ı çerçeve içinde ası l ı d ı r. Ta m on b e ş senedir sakl a n ma­
sı ressa m l ı k m a h a reti n i n fevka ladeli�ine dela let eden n efa seti
içindir. K u l u n u z b i raz iddia l ı sa n atkô rlarda n ı m .
N eyse son ra söylenecek şeyleri de şimdiden söyle m e l i­
yim .
Saat dörtten g ü n d üz saat b i re kadar Hediye uyumaya ve
ben resim ya p maya deva m etti k. Resim Hediye' nin de�il, be­
n i m de g özü m ü a l d ataca k kada r m ü kemmel oldu.
B i ra z son ra sevdi�im uykud a n uya n d ı . Ka hveden ewel
bir s a b u h , l daha son ra kahveler, kahva ltı l a r ...
Sefa l a r ta m a m oldukta n son ra ka l k ı p işime gitmem g e re k­
ti . Acil b i r işim de yok ya . Fakat tertip etti� i m vazife böyle b i r
i ş i n var o l m a sı n ı gerekti rdi .
Ta m ved a l a ş ı p gidece� i m e s n a d a d e d i m k i :
- Hed iye, b e n i m g i b i zü� ü rtten n e çıka b i l i r? Ne ç ı ka b i l m e­
si m ü m kü n se a y n aya astı m .
H ed iye aynaya baktı . Banknotu görünce p ü r gaza p ke­
sildi.
" Be n seni p a ra n için mi? . . " diye hemen aynaya koş u p
b a n k n otu kop a ra ra k suratı m a ça rprnaya davra n d ı . Bereket
versi n ki ayna ka l ı n ve kuwetl i o l d u � u n d a n elinin d a rbesi n e
daya n a bi l d i .
S a niye l e rce m ü mkün de� i l i ş i n a s l ı n a a k ı l erdiremed i . Z i ra
resme b i rkaç d efa daha h a m l e edere k, el uzata ra k kop a rtma­
ya ç a l ı şıyord u . N i h ayet işi a n l ay ı n ca h ayra n hayra n yüzü m e
ba ktı d a dedi k i :

Sabahları mahmurluk gidermek için içilen şarap.

140
- i l a h i M ustafa ! H eza rfenzade hezarfe n m işsin . Bana b u
resi mden b ü y ü k hiçbir yadigôrın o l a m az.
Ah, m üth iş kad ı n ! Ah helak edici aşüfte ! Benim de o resim­
den daha büyü k bir fela ket sebebim o l a m a d ı .
M u h a rri r Efendi, k a ç k ô � ı t d o l d u rd u � u m a d i k kat buyu­
rur m y s u n uz? Ben yazıcı de� i l i m ki bir d efad a b u n d a n fazla
yazı yaza bi leyi m . Siz bile gazele n izde söz uza d ı kça "a rkası
ya rı n " diyors u n uz. B e n de " a rkası g e l ecek posta " demeye
mecb u r u m .

. . . gazetesinde Kalpazan Mustafa ' nın ilk mektubunun


yayımlandığı gün İstanbul içinde birçok çevrede görülen
hale vakıf olsaydınız adeta hayrette kalırdınız.
"Yiğit lakabıyla anılır" sözü gereğince Mustafa kendisini
kalpazan diye tanımladığı zaman bu Kalpazan Mustafa'nın
kim olabileceğini henüz hiç kimse anlayamamıştı. Öyle ya !
Kalpazan olan adam sanat ve sıfatını aleme ilan mı eder ki
kim olabileceğini herkes derhal anlasın ?
Fakat Hezarfenzade dediği anda kendisini İstanbul içinde
yüzlerce ve hatta binlerce adam derhal tanıdı. Eğer "zade"
kelimesini katmamış olsaydı yine tanınırdı. Belki daha kolay
tanınırdı. Çünkü daha pederi sağken Mustafa 'nın şöhreti
onu birkaç kat geçmişti.
Mustafa'yı yalnız akıllara durgunluk veren hüner ve ma­
rifetiyle şöhret kazanmış sanmayın. Bu adam hovardalığıyla
daha çok meşhur olmuştur denilse bile abartılmış sayılmaz.
İşret, kadın düşkünlüğü, kumarbazlık, dövmek, dövülmek
M ustafa için günlük vukuattan ve belki de günde birkaç
defa tekrarlanan hallerdendi. Hiç şöhret kazanmadığı bir
şey varsa o da kalpazanlıktı. Bununla beraber . . . gazetesine
yayımiattığı mektupta kendisini her şeyden önce bu ad ve
sıfatla teşhir etmiş olmasında ne hikmet olabileceğini henüz
biz de anlayamadık. Kendisini tanıyanlar da bizim gibi anla-

141
yamamış olmalı ki söz konusu mektup hangi çevrede okun­
muşsa hepsinde " Acayip ! Mustafa'da kalpazanlık da varmış
ha ? " diye hayret uyandırmıştı.
Bizce asıl önemli olan bir şey varsa o da Hezarfen, diğer
adıyla Kalpazan Mustafa'nın mektubunun Mecdeddin Paşa
ile Hediye Hanım'a nasıl tesir etmiş olduğunu anlama me­
selesi olabil ir. Fakat Mecdeddin Paşa nasıl etkilendiğini her­
kese hem de kolay kolay gösterebilir mi ? Hediye Hanım ise
zaten tahkik komisyonu huzurunda birçok itirafta bulundu­
ğundan Mustafa'nın yeniden yeniye ortaya daha başka sır­
ları dökebileceğini ümit etmemiştir ki büyücek bir teessürle
etkilenmiş olabilsin.
Halbuki Mustafa 'nın mektubunun herkesten ziyade bi­
zim meşhur Müstantik Osman Sabri Efendi'ye tesir ettiğini
okurlarımıza söyleyebiliriz. Bu mektubu okuduğu zaman
yanında bulunan Hafiye Necmi'ye demişti ki:
- Necmi, dediğim çıktı mı ? Bu herifin her halinin beni
şüphede bıraktığını sana bin defa söyledim de seni bir türlü
ikna edemedim. Ö reke Taşı vakasını tahkike gidip de Pe­
ri'nin naaşıyla beraber döndüğüm gün Hezarfen Mustafa
hep Galatasaray'ın önünde dolaşıp vukuata dair benden
ayrıntı bile istiyordu. Yalnız kendisinden böyle bir katilliği
ummadığım için aklıma bir şey gelmemişti. Fakat kalpazan­
lık işlerinde şu herifi gözümde bin defa zanlı durumuna dü­
şürmüştür.
İstanbul halkının verd iği olağanüstü önem gazetecinin de
dikkatini çekmiş, Varna postasının geleceği gün postanede
mahsus adamlar bekletip eğer Bükreş'ten mektup varsa der­
hal getirmelerini emretmişti.
Gerçekten de bekledikleri mektup varmış.
Mektup matbaaya gelir gelmez hemen mürettiplere ve­
rildi. Zira ayrıntılı bir şey olduğundan akşama kadar diziJip
tashih edilerek ertesi günkü nüshaya girmesi gerekiyordu .
Ertesi günse İstanbul halkı Kalpazan, diğer adıyla Hezarfen
Mustafa'nın ikinci mektubunu aşağıdaki gibi okudu:

1 42
Viya na' dan, . . . ta rihinde, . . . yı l ı n d a
. . . gazetesine
M u h a rrir Efendi Hazretleri,
Bu defa ki mektu bu mu size Viya n a ' d a n yazıyoru m. Zira
benim gibi bir cani için Bükres şehrini pek de e m i n göremedi­
ğimden Viya na'ya taşınmaya mec b u r o l d u m .
Size bu mektu bumda Hediye H a n ı m' l a üç b u ç u k sene
devam eden aşk i l işkimize dair d a h a fazla ayrı ntı vermeye­
ceğim. Ayn a üzerin e resmettiğim b a n k n ot meselesini di kkatle
okumuşsan ız ya l n ız şu kada rc ık bir ihta rı m yeter ki işte her biri
o mesele kadar tu haf ve sanatko rea h a l ler içinde pek mesut
ömür sürmüştü k.
Üç buçuk seneden sonra Hed iye h a kk ı n d a ki m u habbetim
tavsadı. Zaten bir m u h a bbette üç b u ç u k sene deva mıma şaş­
mış olsa n ız da yeri va rd ı r. Beni bu kad ı n ı n ele geçirdiği ka­
dar hiçbir kad ı n ele geçirmem iştir diyebilirim. Zira son rada n
Peri'ye b a ğl ı l ı ğ ı m Hediye hakkı n d a ki duyg u l a rı mdan, bağ l ı l ı­
ğırndan daha fazlayd ıysa da Peri b e n i m için bir kadın değil,
adeta bir melekti.
Bununla birlikte muhabbetim tavsad ı ktan sonra da Hediye ile
münasebetimiz kesilemedi. Nasıl kesilebilsi n ? Ben Hediye'nin her
sırrına vakıf olduğum için benden ayrı l m a k kendisini ya alemin di­
linde rezil etmek yah ut kanun pençesine düşürmek demekti.
Hediye' nin ne g i b i sırları na va kıf o l d u ğ u m u sorma kta acele
etmeyin . On ları siz sormamış olsa n ız d a yeri geldiği za m a n
a n lataca ğ ı m . $ i m d i l i k ya l n ız şu kad a rı n ı h a ber vereyim ki H e­
diye' nin kedi gibi dokuz canı olsa, dokuzu n u da birer birer
çıkarm a k için dokuz ö l ü m le idam etmeli, sonra karşısına geçip
o kada r g üzel bir vücuda nasıl kıyı l a b i l m i ş olduğuna h ü n g ü r
h ü n g ü r a ğ l a m a l ı d ı r.
Üç buçuk sene n i hayeti nde m u h a b beti m tavsad ı kta n son­
ra da H ed iye'ye deva m ederdim. Söyle ki o za mana değ i n
Hediye sudarı n ı n sırlarından hiçbirisi n i b e n d e n saklamadığı,
belki bazı l a rında beni kendisine yard ı mcı ve suç ortağı ola­
ra k ku l l a n d ı ğ ı h a lde ya l n ız aşüftece sırları n ı benden gizlerdi.
Hem de o kadar m a h a retle gizlerdi ki b i rçok za mana kada r

143
H ediye'n i n g erçekten benden başka hiç kimseyi sevmedigi­
ne, sevem eyeceg ine cidden i n a n m ıştı m . O birçok zam a n d a n
son ra H ed iye' n i n sadakatinden ş ü p h e etmeye başia m a m üze­
rin e H ed iye a k l a n m ışlıgını, sada kati ni, muhabbette sebatı n ı
bana o kadar m a h i rane ispat v e tem i n ederdi k i pek çok d efa
kendisine adeta z u l ü m ve h a ksızl ı k ettigime i n a n ı rd ı m . Lak i n
m u h a b betim çökmeye y ü z tuttu kta n son ra şü pheleri m i n b e n i
ewe l ki g i b i üzmemeye, gücendirmemeye başladıgına o zeki
ve uya n ı k H ed iye dikkat etti, ewel ki gibi kaçın maya mec b u ri­
yel görmemeye başladı. Filanca efendiden ve filanca beyde n
kendisine b i r a ş k mektubuyla ş u hediye geldig i n i ba na da gös­
terird i . Özür o l a r a k derdi ki:
- M u stafa ! D ü nya bir a raya gelse ben hep sen i n deg i l m i­
yim? B a n a i l a n-ı aşk eden a h m a kl a r ın şöyle pahalı hediye l e ri n i
kab u l ed iverirsem n e o l u r sa n ki? Zaten h e r menfaatte sen i n l e
müşterek d e g i l m iyiz?
Kaçı n m a l a r aza l a azal a Hediye' n i n cü reti a rtmaya baş­
ladı. Ö n celeri n e reye gitse, ne yapsa bana hesa p vermeye
kendisini m e c b u r görürdü. Sonra konagına geldigim bazı za­
m a n l a rd a h a n ı m ı n konakta b u l u n m a d ı g ı n a dair haber a l ı rd ı m
d a g üya ca riyeler h a kkında b i r şüphesin i çekmemiş olmak için
sel a m l ı kta 1 yatmaya kendim razı o l u rd u m . Dikkat buyuruyor
musunuz M u h a rrir Efendi! Ta bialı m d a ki fazilet nasıl bir a l e a k l ı­
go dönüşmeye başlam ış.
bte b u şekilde bir üç buçuk sene daha devam etti k. Bense
a rtık e l i m i n h ü n e riyle para kaza n m a z oldum. Hed iye b e n i m
h e r i htiya c ı m ı karşı ladıg ından, benim ona hizmetim ise a rı, n a­
m usu, hatta iffeti, insan hakları n ı, ka n u n lara, nizarniara riayeti
aya k l a r a ltına a l m a k zahmetine katla n d ı kta n sonra başka h i ç­
bir za h m eti g e rekti rmediginden i l ki n Hediye' n i n gön ü l l ü esiri
iken şimdi a d eta satı n a l ı n m ı ş kölesi o l m uştu m .
E g e r olayların a kışına n ispetle yaşımı hesap ediyorsa n ız,
yaşı m ı n yirmi sekizi geçmiş old u g u n u a n l a rsın ız.

Eskiden konak, köşk ve evlerin erkeklere ayrı lan bölümü; hariciye de


denirdi. Genell ikle evlerin ön tara fı nda yola bakaca k biçimde yapıl ır, kapı­
sı doğrudan ana yola açıl ırdı.

144
Bu sı radaydı ki Hediye bir ca riye satı n a l d ı . Dokuz n i h a­
yet on yasında bir kız ki ismi kudreti n e l iyle a l n ı na yazı lmış biri
vesselam.
Ne kad a r kad ı n yüzü görd ü m, n e kadarı n ı resmettimse b u
k ı z kad a r g üzel, m a s u m an e , zeki v e kavrayıslı bir çehre daha
görmedi m . Gözleri nde pa rlaya n zekô ısıklarıyla dudakları n­
daki (Tlelek tebessü m ü ne garip bir tab l o ol u ştu ruyor!
Peri'yi görü r görmez Hediye'ye " B u beni m ! " dedim. O
da bana " Evet sen i n d i r. Terbiyesini sa n a h ava le etmek üzere
aldım" dedi. O günden başlaya ra k a rtı k Peri dizlerimin üzerin­
den bir an bile kaybolmadı.
Peri henüz hiç Tü rkçe bilmez acemi b i r kızd ı . Tü rkçe öı::Jret­
ti m, okuttu m . Arapça ve Farsçad a n b a ska epeyce Fransızca
da öı::Jrettim . Piya no, keman, ud o l m a k üzere üç sazda m a h i r
bir sazende o l u p kendi l iı::Ji nden pesrevler, sarkı l a r besteleye­
cek kada r da musikide nasip sa hibi o l d u .
Ta m b e s sene Peri ' n i n i l k öı::Jr etme n i o l d u m . Çocukluı::Ju n u n
ham isi o l a ra k kendisini melekten baska hiçbir sey olma m a k
üzere terbiye v e ta l i m e çal ıştı m . Gerçekten de kendime göre
basarılı o l d u m . Zira Peri benden h i ç b i r kötü kel i m e isitmediı::Ji
gibi baska bir kimseden isitmesin e de meyd a n vermed iı::Ji m­
den fen a l ı k denilen şeyler hakkında c ü reti söyle d u rsun bir fikri
bile yoktu .
Düşü n ü n M u h a rrir Efendi ! Düşü n ü n ki H ed iye gibi bir kad ı­
n ı n konaı::Jı n da Peri'yi o melek masumiyetiyle m u hafaza edebi l­
mek için ne kadar özen göstermis o l m a m gerekir.
Her kız için ta bii olan kad ı n l ı k vakti geldiı::Ji za m a n artı k Peri
benim kızım olma derecesinin üst tarafı n a çıktı. M asukam m ı
oldu zan n edersin iz? D a h a kendisini i l k görd ü ğ ü m g ü nden beri
masuka m d ı r. Fakat o zamana kad a r masuka kızı m i ken ondan
sonra masuka dostu m, masuka kardeşim, kısacası dünyada
bir kimsem va rsa, o da masukam Pe ri' den ibaret bir şey oldu.
Şimdiye kadar bildirmediı::Ji m için sirndi bildireyi m . Pederi min ve­
fatı ndan sonra dü nyada yal n ız a nasız ba basız deı::Ji l, hiçbir kim­
sesiz kal m ıstım. Zira pederimin benden baska hiç eviadı olma­
dıı::Jı gibi öyle a mca, dayı, hala, teyze g i b i de a krabam yoktu .

1 45
Peri ' n i n b e n i m ha kkımdaki hissini de soruyor musunuz? Ası l
soru n u n en m ü h i m i bu olaca ktı r.
Peri beni seviyord u diye asla ifti h a r edemem. Bir çoc u k
babası n ı , b i r ö � renci hocası n ı n a s ı l bilirse Peri d e beni öyle
biliyord u . Ç ı k ı ş m a l a rımdan uta n ı r, azarlamalarımdan korka r,
yüzü m g ü l d ü kçe ya l n ız sela mette b u l u ndu�uma ka n i o l a ra k
ra hatl a rd ı . H a ki ki ba bası de� i l i m ki öpüp okşayı p gön l ü n ü a l a­
bileyi m . Yen i geldi�i za man ya n i gerçek çocukluk halinde b u
saadetle ba htiya r o l u r idiysem de biraz son ra kendisinde m u­
hafazası n ı emel edindi�im melek masumiyeti tavrı na halel ver­
memek için o b u se ve oksa ma ôdetin i külliyen terk ettim. Kad ı n
oldukta n son raysa buselerine m ü şta k b i r çılgın ôşı�ı de� i l d i m ki
kendisine o yol d a muameleyi uyg u n göreyi m . Hatta bazı kere
Peri ' n i n elbette b i r kocayla evlenece�i aklıma geldikçe o koca­
nın ben o l a bilece� i m i hayalimden bile geçiremez, genel l ikle
Peri ' n i n gelin o l ması ihtima l i n i engellemek için elimden gelse
çocu k l u � u n a d ö n d ü rmeye ça lışırd ı m .
B e n i m g i b i H ediye' nin kirli aşkı u�runda v e sonra la rı ken­
di n a m e rtçe menfa ati yol u nda her reza leti, her a leakl ı� ı ka b u l
etmiş o l a n b i r h a bis için bu kad a r saka m u habbeti ç o k m u
görüyorsun uz?
M u h a rri r Efe n d i ! Bunu g a ri psemeyi n . E�er insa n l ı k m ezi­
yetlerim evvel ki g i b i mükemmel olsaydı, ben Peri'yi m ü m k ü n
de� il böyle ta p ı n m a derecesi nde saf bir m u h a bbetle sevmez­
dim. H e r iyi öze l l i � i m i bir şeyle meşg u l ederdi m. Ası kan e hissim
de ya l n ı z g östermelik ve ta bii bir aşkta n ibaret ka l ı rd ı. H a l b u ki
ben ken di m d e hiçbir insa n i meziyet görememe derecesi n e
düşmüştü m . Ta biatımda ne kad a r g üzel v e kutsa l özellik va rsa
tü m ü m a s u m Peri ' n i n muhabbeti n o ktası üzeri nde ikinci defa o l­
mak, yeniden g e nişlemekle bu saf m u h a bbet benim için a d eta
ya ra d ı l ı şı m ı n p a rçası olmuş ka l m ı ştı.
i ste b u sıradaydı ki Hediye H a n ı m Halil S u ri ile ta nıştı. Yal­
nız H a l i l S u ri i l e ta n ışması n ı "Bu s ıradaydı ki" diye tayin ede­
mem. D a h a do� rusu n u söyleyeyim; hemen ta mamı ta m a m ı n a
b u n d a n üç s e n e ö n c e o ta nışma gerçekleşmişti r.

1 46
Hed iye H a n ı m evvela Halil'i b a n a S u r a h a l isinden gayet
zengin bir tacir diye tavsiye ve ta kd i m etmis, sa natı n ı n m ücev­
hercil i k oldu�unu söylemişti. Gerçekten H a l i l S u ri'nin zü� ü rt
adam olmadı�ı ortaya ç ı ktı . Anca k kaza n d ı � ı para la rı e li n i n
hü neri, a l n ı n ı n teri ka rsı l ı � ı nda d e � i l, h i l e kô rl ı � ıyla kazandı� ı n ı
pek kolay a n layabildim.
fi a l i l S u ri ' n i n ya l n ız bir odası ve odasında iki kasa ile b i r
çalısma masası va rd ı; mala, metaya d a i r b i r ç ö p ü b i l e yoktu .
Fakat o kadar zeki, o kadar hilekôr b i r a d a m ki faize veri lecek
parası o l a n l a rı n kendisinden daha e m i n adam ta n ı madıkları
için mücevherat vesai re kıymetli eşya l a r ı n ı o n a sa klotması ken­
disine hem sa rraf hem bedestenli gibi bir sanat vermişti.
Daha son ra l a rı a n ladım ki H a l i l S u ri en mesh u r ya n kesici­
lerin, en mahir h ı rsızların yata�ıdır. H e r n e rede kıymetli bir sey
çalınsa H a l i l Su ri o n l a rı ista n b u l ' da satm a k m ü m künse sata r,
bu imkô n ı gerçekleştirmek için elmasları bozma k, sekilleri n i de­
�istirmek gibi de�isikliklere lüzum g ö rü rse o n u da ya par. N i­
hayet i sta n bu l ' da sata mayaca�ı şeyleri Avru pa 'ya gönderir.
Avrupa' dan da i sta n bu l ' o ça l ı ntı mal g etirtir. Kısacası H a l i l S u ri
umumi bir acenta d ı r; hiçbir para, sermaye koyma ksızı n birçok
pa ra kaza n ı r.
Ben H a l i l S u ri' n i n bu hal leri n i a n l a d ı � ı m za man H ed iye
H a n ı m ' ı n bu sı rlara vôkıf oldu� u n u b i l m iyord u m . Hediye be­
nim eski masukam o l m a kta n ziyade Peri' n i n h a n ı m ı olması do­
layısıyla her seki lde kend isiyle bir irtibatı m oldu� u ndan H a l i l ' i n
d u ru m u n u ö�rendi�im za man dostl u k nedeniyle kendisine de
bilgi verd i m .
Verdi�im bilgiyi ilkin çehresi boz u l a ra k ka rşı lad ıysa d a
b e n sözde ilerled i kçe o n d a da çeh re b ozuklu�u be rtaraf oldu;
yerine cü ret ala metleri geçmeye başl a d ı . N i hayet sözü biti rd i k­
ten son ra adeta fütu rsuzca dedi ki:
- Ya n l ısın var M ustafa . Halil'i henüz a n laya m a mıssı n . H a l i l
evvelce dedi�im g i b i m ü cevhercidir. O n d a n baska e n büyük
sa natı bazı meşh u r dava ları destekleme ktir. Avu kattı r demiyo­
rum. H a l i l avu kat de�ildir. Anca k dava l a rla ilg ilenen bütü n
beylerin, pasoların en büyük dostu o l d u � u n d a n bir davada

147
bin avu kata m ü ra caat etmektense bir H a l i l Suri'ye m ü racaat
etme k kôfidir. i sta n b u l içinde hemen hemen ta nımadıgı a d a m
b u l u n m a d ı g ı n d a n her tarafa başv u rarak muhafaza etmek iste­
digi h a kların kayb ı n ı engel ler.
H a l i l S u ri h akkında ben i m H ed iye H a n ı m ' a verdigim b i l­
giden o n u n ne kadar istifade edebiimiş oldugunu bilemem,
fakat b u adam h a kkında H ediye'n i n bana verdigi malu malta n
ben ç o k istifad e ettim . Zira o m a l u mat üzerine tah kikatı b i r kat
daha i l eriye g ötü rd ü m . Görd ü m ki Hediye' n i n haberleri tü m üy­
le dog ruym us a m a H a l i l Suri i n sa n la r ı n hakkı n ı n kaybo l m a sı n ı
engellemek için h e r tarafa basvurmuyormus; a ncak insa n la rı n
hakları n ı yok etmek, gayri mesru v e h a ksız g a razları destekl e­
mek için her ta rafa basvu ruyormus.
H ı rsızın b i risi ya kayı ele vermiş. Kaç para kopa ra b i l m e k
m ü m kü nse H a l i l S u ri o h ırsızın kurtu lm a s ı n ı sag l a r. Herifi m u t­
laka k u rta rı r. Fa kat ondan isiifadesi ya l n ız kopa rdıgı bes o n
pa ra d a n i b a ret degildir. Belki o n d a n sonra h ı rsızı kendisine
pençikli esir 1 edere k ça ldıkları n d a n herife cüzi bir sey kaza n­
d ı rd ı kta n son ra tü m ü n ü kendisi kaza n ı r.
Kati l i n b i risi b i r adam öldürmüş. H a l i l S u ri onu ida m d a n
kurta ra c a ksa m utlaka üç insan d iyeli ne karşı l ı k b i r m e b l a g
a l ı r, o n b e s sen e p rangadan ku rta raca ksa iki diyet karsı l ı g ı
a l ı r. E g e r h e rif prangaya atı l m ıssa m üebbet oldugu h a l d e
kaç ı ra bi l d i g i za m a n i k i diyet v e o n b e s sene mahkum iyeiten
kaç ı ra b i l d i g i za m a n sa ya l n ız b i r d iyet bede li a l ı r. Bu diyet ta­
birleri H a l i l S u ri' n i n kendi ta biri o l u p m i kta rları da kendisince
o kada r kesi n ve belirl i bir ta rife h ü k m ü ndedir. H a l i s g ü m ü ş
dirh e m leri üzerin e hesap edilerek b i r para eksik ve hatta faz­
layı da ka b u l etmez.
M e m u rl a rd a n birisi rüşvet a l m ı ş veya ôsar mültezimlerin­
den2 biri zimmetine para geçirmiş. On ların hamisi Halil S u ri
olur. N e yapar ya par, herifi ta mamen k u rtarır veya kendisi nden
on kuruş ta hsil edilecekse iki kurusla kurtarmaya muvaffa k o l u r.

Vergisi öden miş köle.


2 Öşür vergisi ropl::ıy an memur.

148
Hôsılı bu yolda da H a l i l S O ri ' n i n b u r u n sokmadı�ı hiçbir is
yoktu r. Fa kat isieri nden kaza n d ı � ı b ütü n p a rayı ya l n ız ken d i
zim metin e geçirir zan netmeyin . K i m b i l i r nerelere kadar para
yetiştiri r? Bu rası n ı siz düşünün.
insa n l a rdan bazı larını i l k ka rsılasmada sevmek ve ba­
zı lanndan hoslan m a m a k insa n ı n ya pısında va rd ır. H a l b u ki
ben H a l i l SO ri'yi i l k gördü�üm za m a n ya l n ı z hoslanmamakla
kalmad ı m, sebep ve hikmetini b i r tü rl ü a n laya ma d ı � ı m halde
daha i l k görüste b u adam hakkı n d a i nli kama yakın bir d ü ş­
m a n l ı k h issine ka p ı l d ı m . Sonra d u ru m u n u ö�re n d i kçe düsma n­
lı�ım a rta a rta onu vücud u n u n yok e d i l m esi gereken kötü b i r
insa n olara k de�erlendirdim.
Halil SO ri bana hiçbir şey ya p m a m ı ş oldu� u hatta beni say­
g ıyla ka b u l etti�i h a lde benim ona böyle b i r d ü ş m a n l ı k d uygu­
sunda b u l u nusum g a ripsenirse de ben m e ktu p l a rı mda h i kmet­
ten bahsetmek n iyetinde de�ilim; o l a n ı bite n i a n latıyorum .
Ya l n ız e�er H a l i l ' e olan düsma n l ı � ı m Hediye'yi kendisin­
den kıska n d ı � ı m a veri lmek istenilirse, kesin l i kle derim ki b u n u n­
la bana büyük bir iftira edilmiş o l u r. Ben Hediye'yi Halil'den
de�il, hiçbir kimseden kıska n m a m ayı çok za m a ndan beri
havsa l a m a a l ıstı rd ı m . H atta ya l n ız Peri ile meşg u l olara k H e­
diye' n i n fu hus mesg u l iyetinden ta m a m e n kurtu l a bilmem için
meydana bir de Halil çı kması ndan m e m n u n bile o lmuştu m .
Dikkat buyu ru l m a l ı d ı r k i H a l i l h a k k ı n d a ki düsmanlı�ım ya­
vas yavaş Hediye'ye de geçti . Zira çok za m a n geçmeksizin
haber a l d ı m ki Hediye ile H a l i l a ra s ı n d a k i m ü nasebet ya l n ız
ôsıka n e bir m ü n a sebetten veya ya l n ız H a l i l ' den hem de y ü k­
l üce para kopa rmak münasebeti n d e n i b a ret de�ildi. Adeta
hem zaten istidatl ı hem de bilfiil u � ra stı � ı d o la n d ırıcılık, h ı rsızl ı k
fi l a n l ı k g i b i şeylerde H a l i l i l e ittifa k v e o rta k l ı k i ç i n birlesmisti r.
Hediye asl ı n d a bir H ediye kuvveti ne sah i p ken Halil ile bir­
Iesmesi nden dolayı kuvveti on H ed iye kuvveti ne çıkmıştır. S O ri
de aslında ya l n ız bir SOri kuvvetin e sa h i p ken H ed iye ile ittifa­
kından son ra kuvveti on, hayır, H a l i l öyle yarı ya rıya intikam
için hiç kimseyle ortak olmaz; belki H a li l ' i n kuvveti Hediye ile
ittifa kta n sonra elli misli a rtmıştır.

149
M u h a rrir Efe n d i ! Bir şeyi izah etmek ve herkesin ibret gözün­
de gere ken ayrı ntısıyla ca n l a n d ı rm a k öyle bir fendir ki ben h e­
za rfen old u g u m h a lde yal n ız bu fende mahir olamadıg ı m d a n
H ediye i l e H a l i l ' i n h a l lerini size p e k kısa olarak yazabiliri m . Siz
işin ayrıntısı n ı g üzelce düşü n ü n . Hem de söyle düşü n ü n : i sta n­
bul içinde kocas ı n d a n mem n u n o l m ayarak boşanmak isteyen
kad ı n la rı n basv u rd u g u ve nasihatçi olmakta n başlaya ra k e n
b ü y ü k rü svetle re, en büyük h ı rsızl ıklara, en büyük katiliere va­
rı ncaya kada r bu i ki mel u n u n g i rişmedigi is ka lmazd ı; bu yol d a
en rezike m i h n etlere katia n m a kta n geri d u rmazlard ı.
H a l i l S O ri' n i n pek g üzel bir k a r ıs ı va rd ı . Hem görün üsee g ü­
zel hem yara d ı l ışça . . . Elçilerden bi risin i n balosu olur. H a n g isi
oldugu halı n m a gelse bel irtird i m . Onun da bir baskonsolosu
va rd ı r ki ka n ç ı l a rya h a nede 1 m ü h i m bir miras davası ndan do­
layı H a l i l ' i n konsolasla münasebeti varmış.
Konsolos, H a l i l ' i n ka rısına abayı yakar. Kur yapmaya baş­
lar. Kad ı ncagız öyle kurdan, m u a sa kadan a n l aya n şeyta n l ı k
erba b ı o l m a d ı g ı için konsolasun ya lta k l ı klarından çok sıkı l ı r.
Duru m u H a l i l ' e söyler. Halil "Sen a l afra nga ôdetleri bilm iyor­
su n . O n u n sa n a ya lıaklanması benim için bir serefti r. H e rife
surat a s m a " diye nasihat eder.
Kad ı n iyiden iyiye şaşırır. Konsoloso yine iltifat etmez. B i r­
kaç g ü n son ra H a l i l SO ri kendi evinde konsoloso bir ziyafet ve­
rir. Fa kat m isafi r g e l meden önce, eger bu a ksam da herife g ü­
ler yüz g östermeyecek olursa, söyle d a rı laca g ı n ı, böyle tekd i r
edeceg i n i söyledikten baska su sözü agzından çıkarıp der k i :
- S e n i n b u a h maklıgın b a n a dört bin li raya m a l olacak.
Konsolos g e l i r. Yemekten önce, yemek sırasında ve ye­
mekten son ra zava l l ı kadı ncagızı o kad a r bezdi rir, bu h a l l e r
kad ı n ı n o kadar n a m usuna doku n u r ki h e m e n o gecede n b i r
hasta l ı g a tutu l u r; sekizinci g ü n biça reyi Feriköy' e defnederler.
Şimdi H a l i l S O ri ' n i n kim oldug u n u a n la d ı n ız mı? H a l i l S O­
ri' n i n kim old u g u n u a n ladıysa n ız, H ed iye' n i n de ne mal o l d u­
g u n a d a i r b i r fikir sahibi olursunuz.

Konsolosluklarda vatandaşiara ait işlerin yapıldığı ve noterlik işlemlerinin


yürütüldüğü yer.

1 50
Halil Suri ile H ediye Hanım a rasında kuru l a n münasebet
ilerledikçe ben im sevgili Peri'nin terbiyesinde, tavrı nda da g a rip
belirtiler, önemli bir de�işim görü lm eye başladı . Ben bu de�işim­
den hoşlansam da işin hakikat ve hikmetine akıl erdiremiyordu m .
P er i a rtık evvel ki g i b i hacası n d a n çekinen, ba bası ndan ka­
,
çı nan ve daima korku ile umut a ra s ı n d a b u l u n a n Peri de�il d i r.
Bana sa mimi bir dost, vefa kô r bir dost gözüyle bakıyor; yüzü­
me g ü l d ü � ü de o l uyor.
Beni kendisine can dostu edinen Peri ' n i n bu hal lerinden
hosla n m a kla bera ber karşısında ken d i m i baya � ı mahcup g ö­
rürsem şaşa r mısı n ız?
Elimde büyüyen kızın nesinden m a h c u p olaca�ım? B i l i r
miyim b e n nesinden m a h c u p olaca � ı m ? F a k a t sebebini bilme­
di�im bir mahcu biyet ayda n aya, g ü n d e n g ü n e a rtıyord u .
Bir g ü n Peri'ye yen i b i r tak ı m e l bise yapmışlar. Giyin miş,
yan ı m a geldi. El bise n i n kendi enda m ı n a nasıl yakıştı�ına d a i r
b e n i ba hse çekti. B u gibi bahislerde b ü l b ü l gibi sakıyo n H e­
za rfen M ustafa ' n ı n ya lnız " Pek g üzel, pek güze l ! "den başka
söyleyecek söz b u l a maması n ı be� e n i r m isiniz?
Besbelli ben Peri'yi henüz çocu k veya cidden bir melek
olara k tela kki ederken Peri'nin adeta bir kad ı n gibi kon u şma­
sında n şaşkı n l ı � a u � radı�ım için ba n a b u tutku n l u k, bu d u rg u n­
luk gelmiş olma l ı .
H a l buki za m a n geçti kçe Peri tavrı ndaki cü reti artı rırd ı . Az
olmayaca k bir şey için yasaklasam " H atırı m içi n " d iye o yasa k­
lamamı de�iştirmek isterdi .
H atırı i ç i n mi? Acayip ! M a s u m b i r çocu� u n ne hatırı ol a­
bilir? Önceleri e m ri m i de yasakla m a m ı da itirazsız, karş ı l ı ksız
kabul etti�i halde Peri şimdi ne c ü retle görüş bildirebilir? H atırı
neymiş ki ona daya n ıyor?
N ih ayet Peri hatırına daya n a ra k b i rta k ı m yakarışlarda b u­
l u n maya başlad ı .
Suphana l l a h ! Bir za mandan beri b e n i m kendisine emirle­
rim, yasa klarım kesi l mişken şimdi o b a n a em retmeye, yasa k­
la maya başlası n i Gerçi henüz iş yalvarma derecesindeyse de
ilerde m utlaka emir ve yasak derecesine va racak.

151
Va rd ı d a ! B i r g ü n Tophane fa brikal a rı n ı gezmeye gidecek­
tim . Bir dost vasıtasıyla izin a l a bildiği mden bu izinden istifad e
i ç i n o g ü n kü fı rsatı kaybetmek benim i ç i n i m kô nsızd ı .
H a l buki Peri " H atırım i ç i n b u g ü n bir yere gitmeyin " d e m e­
sin m i ?
Ya l n ız hatırı için g itmemek o l u r m u ? Başka bir sebebi va rsa
o n u da söylemesini teklif etti m . Meğer o g ü n enda m ı n a g ö re
prova edilecek iki kat elbisesi g elecekmiş de benim m u tl a ka
hazır b u l u n a ra k görüş bildirmemi istiyormuş.
Böyle m a n asız bir şey için Tophane fa brikaları n ı gezmek
gibi bence pek mü h i m olan bir a rzudan vazgeçer miyi m ?
Evet, vazgeçti m . Zira yalva rış ı n ı k a b u l etmemek istediğim­
de b a n a o kad a r m a hzun bir tav ı r gösterdi ki gözlerinden yaş
dökmesine bir şey ka lmadı.
B i r a ra acaba Peri terbiyesin i m i bozd u, yoksa ben b u d a l a
o l d u ğ u m i ç i n b i r çocuğun heveslerine uymaya mecbur m u o l u­
yoru m d iye d ü ş ü n meye başla d ı m . Hele kızla a ramızda aca b a
ôş ı k a n e bir m ü n a se bet o l d u da ben m i ha berdar değ i l i m d iye
d a h a d a d ü s ü n d ü m . Bir adam benim şu h a l lerime ka rşı ka h ka­
h a l a ri o g ü lse yerid i r. Fa kat herhalde işin doğrusu bu ôşıka n e
m ü n a se betten i b a retmiş.
Evet, ben Peri'ye çıldırasıya ôsık o l m usum da haberim yok­
muş. Meğer i n s a n böyle her d a i m gözü önü nde b u l u n a n b i r
kıza ô ş ı k o l u rsa bir ayrı l ıkla askı n ı n derecesin i kendi gözü n d e
tayin etmeyince k e n d i askı ndan kendisi de h a berdar a l a m ıyor­
m uş. H i kôye n i n bu tarafı son ra söylenecek bir şey. Biz şimdi
Peri ' n i n b e n i m üzerimdeki n üfuzu n u n ne dereceye kad a r var­
d ığ ı n ı a n lata l ı m . O n u da bu mektu p lüzu m u n d a n fazla uza d ı ğ ı
i ç i n i lerdeki m e ktu b u m uza erteleyel i m .

Hezarfen Mustafa yazma sanatında aczini itiraf ederek


her ne kadar yazdığı mektupların terkip ve ifade şeklinden
şikayet ediyorsa da birinci ve ikinci mektupları okuyanlar
Mustafa'nın bu fende de o kadar acemi olmadığını görmüş-

152
tür. Eğer en acemi olduğu sanat buysa en çok maharet iddi­
asında bul unduğu sanatlarda gerçekten nasıl bir maharete
sahip olduğunu düşünmelidir.
Gerçekten de Mustafa'nın bu iki mektubunda verdi­
ği habe �leri daha münasip bir yolda ele alarak birkaç yüz
sayfalık bir romanı yalnız söz konusu malumartan çıkar­
mak mümkündür. Ancak bu şekil Mustafa'nın mektupla­
rını kötülemeye neden olamaz, aksine övgüye neden olur.
Zira Jean-Jack Rousseau'nun, hem de şu laf kalabalığından
hoşlanınama iddiasında bulunan Jean-Jack Rousseau'nun
itiraflar diye yazdığı kendi serüveninde yaptığı gibi vereceği
haberlerin her kelimesini uzun uzadıya muhakemelerle cilt
doldurmak bir nevi zenginlik sayılmaz, a deta züğürtlük sa­
yılır. Yazılan şeylerde malumat ve haberler az olup da yalnız
muhakemeler ve görüşlerle işi laf kalabalığına getirmeye zü­
ğürtlük denilir. Tümüyle kısa kesmeye de laf kıtlığı denilir ki
Mustafa'nın mektupları bu iki kusurun ikisinden uzaktır ve
her kıyınet bilenin beğeneceği biçimdedir.
Hele İstanbul ahalisi gerek edebi bir nüshayı, gerek bir
hikayeyi öyle kolay kolay beğenemeyip hemen eleştirmeye
eğilimli iken bu mektuplar halk tarafından o kadar beğenil­
di, övüldü ki eğer Mustafa kendisine kalpazan lakabını layık
görmeyip de " ünlü edip " unvanı iddiasına hak kazansaydı,
onu da tasdik edecek olanlar bulunurdu.
Bu ikinci mektubu bizim meşhur Müstantik Osman Sab­
ri Efendi okuduğu zaman yanında bulunan Hafiye Köse
Necmi'ye dedi ki:
- Gerek birinci gerek ikinci mektuptan ne anladığımı
biliyor musun ?
- Ne bileyirn ben. Söylersen ben de bilmiş ve anlarnış
olurum.
- Anladığımı uzun uzadıya anlatamam. Fakat büyük
bir adam olsam da aklıma geleni icraya muktedir bulunsam
derhal Mecdeddin Paşa Hazretlerini tutuklardım.
- Mecdeddin Paşa'yı mı ?
- Evet, onu da tutuklardım. Daha Mustafa kimlerin is-
mini verirse tümünü tutuklardım.

153
- Hediye Hanım'ın tutuklu olması yetmez mi ? Çünkü
benim kendi araştırma ve görüşüme göre her sırrın ipucu
Hediye'nin elindedir. Eğer Halil Suri sağ olsaydı, o daha faz­
la işe yarardı .
- Ah Necmi ! Eğer Halil Suri'yi bir haftacık dünyaya
iade için benim beş sene ölü kalmam gerekse beş senelik öm­
rümü feda ederdim.
- Ama şu sorgulamaları, muhakemeleri bitirdikten son­
ra ölüme razı olurduk . Öyle değil mi ? Çünkü sen meydanda
bulunmazsan Halil Suri'yi diriitmenin ne faydası olur ?
Bir tarafta Sabri ve Necmi arasında bu sözler söylendiği
gibi diğer taraftan Mecdeddin Paşa da en aziz dostlanndan
biriyle sohbet ederek diyordu ki:
- Şu Osman Sabri'yi darılttığımıza hata ettik. Zira onu
darılttıktan sonra gazeteciyi de darıltmış olduk. İkisi elde
olsaydı Hezarfen Mustafa'nın mektuplarının ilan edilmesi
engellenebilirdi.
- Sanki o mektuplardan ne çıkar ?
- Şimdiye kadar henüz bir şey çıktığı yoksa da bundan
sonrasından korkuyorum. Zira Hezarfen Mustafa yabancı
ülkelere firar ederek vatanından ayrı düşmüş bir bedbaht ol­
duğundan kimlerin yüzlerine kara süreyim diye düşünmüş,
en evvel aklına gelense ben olmuşum. Hangi cehennemden
o ayna parçasın ı almış bulundum.
- Canım bunda endişe edilecek ne var ? Ayna parçasını­
yok edersiniz, biter gider.
- Yok ettim bile. Fakat o parça beni Mustafa'nın hatı­
rına getirdi mi getirmedi mi ? Artık bundan sonra daha fena
isoatlara da göğüs germeli.
- Canım siz de öyle köpeklerin sözlerinden endişe mi
edeceksiniz ?
- Sinek pis değilmiş ama mide bulandınrmış. İşin içinde
bir gazeteci ile bir de Osman Sabri bulunmasa hepsi kolaydı.
Lakin bu ikisi varken ittifakla habbeyi kubbe edebilirler.
- Merak etmeyin efendimiz, Allah doğruların yardım­
cısıdır.

1 54
Mecdeddin Paşa Hazretleri bu son söze hiçbir cevap
vermedi. Belki kalbinden vermiştir. Belki demiştir ki: " Al­
lah doğruların yardımcısıysa eğrilerin de en büyük intikam
alıcısıdır. "
Hezarfen Mustafa'nın ikinci mektubu ile üçüncü mek­
tubu arasında geçen günlerde merak edenlerin o kadar canı
sıkılrnadı. Zira Mustafa'yı İstanbul'da pek çok kimse tanı­
yordu . Durumu hakkında herkesin bildiği şeyse güzel bir
hikaye oluşturacak kadar renkli ve garip olduğundan herkes
bildiğini hikaye ede ede mahfillerde, meclislerde bitmez tü­
kenmez bir eğlenceye yol açılmıştı.
Nihayet bir posta sonra Mustafa'nın üçüncü mektubu
geldi. Ertesi gün gazetede yayımlandı. Ahali mektubu aşağı­
da olduğu gibi okudu.

Viya na' dan, . . . ta rih i nde, . . . y ı l ı n d a


. . . gazetesine
M u h a rri r Efendi H azretleri,
i kinci mektu b u m u n son larında Peri ile olan m ü nasebetim i­
zin ne dereceye va rd ı ğ ı n ı söylem işti m . Sözü d a h a fazla uzat­
maya hacet b ı ra k m a ksızın haber vereyi m . Ara d a n pek az bir
za man geçtikten sonra Peri beni cin g i b i çarpara k aklımı fikri mi
basımdan a l d ı . Delisi divanesi old u m ka l d ı m .
B e n bu kızı m e l e k g i b i büyütm ü ş o l d u ğ u m h a lde bu kada r
işvebazl ığı nerede n öğrenmiş o l d u ğ u şaşılacak bir sey değil
mi? Eğer son ra ki vu kuat olmasayd ı h a k i katen ben de şaşa r­
dım. Fa kat son olaylar üzerine b u n a da şaşmaya l üzum ka l m a­
d ı . S ı rası gelince siz de d u ru m u a n l a rs ın ız.
Ası l maksoda g i rişmeden önce size şunu d a haber vere­
yim. Ben her ne kadar Peri'nin perişa n h a l l i ôşığı oldu msa da
gözü mde Peri yine bir melekten başka bir şey değildir. Gül
ya nakları n ı kendi d udaklarımdan b i l e kıska n ıyoru m. Ateşli d u­
dakları m ı o yen i açmış gonca lma değdirecek o l u rsa m derh a l
solaca k za n n ediyoru m .
Bence vuslat denilen şey Peri ' n i n ya n ı mda b u l u nmasından,
hem de g ü ler yüz göstermesinden iba rettir. Ya n ı mda b u l u n ma-

155
d ı g ı za m a n l a r sa n ki dünya n ı n öteki ucuna giderek hem de b i r
g i rd a ba düşü p m a hvolmuş g i b i b i r zanla çıldırmak dereceleri­
ne varı rım. Ya n ı mda b u l u n u p da bana a l n ı n ı kı rıştırd ı m ı ? B u n u
d a daya n ı l m a z b i r ayrı l ı k, b i r hicran saya rım.
Benim için a rtı k Peri'nin hocası, babası, amiri olmak n e
kad a r uza kta kald ı ! Peri b e n i m a m i rim oldu. B e n o n u n k u la­
g ı küpeli kölesi, esiri old u m . Bir e m rini i ki defa tekra r etii rmek
m ü m kü n m ü o l u r?
Peri ben i m l e soh bet etmeye de tenezzül ederd i . Ben i m d e
en büyü k ba htiya rlıklarım b u soh betlerle hôsıl olurd u . B i r g ü n
b a n a d e d i ki:
- Ah M u stafa Bey, d ü nya d a yalnız bir emelim var. O n d a n
başka hiç e m e l i m yoktu r. Fakat gerçekleşmesi imkô nsız o l a n
bir şey varsa o d a bu emel i m d i r.
Aklı m bası m d a n gitti. Dedi m ki:
- Gerçekleşmesi imkônsız olan bir şey mi? Sen i n için g e r­
çekleşmesi i m kô nsız şey ne olabilirmiş?
- D u r söyleyeyim de bak. Ben b u kona g ı n debdebesin d e n ,
h a ra g ü resi n d e n hoşlanam ıyoru m . Gönlüm istiyor ki sen i n b i r
evin olsun d a o r a d a ya l n ız ikicigirniz yaşaya l ı m . Mesut o l a l ı m .
Kız h e n ü z " i kicigimiz" lafı n ı söylerken bil mem ne h a le g e l­
d i m . Pek mi mesut oldum? Yoksa mahcubiyet mi beni m a g l u p
etti? H ô s ı l ı gözlerim kararmaya başla d ı . Basım döndü. S a n d a l­
ye ü stü n d e otu rd u g u m halde ken d i m i tutomayo ra k sa n d a lye­
n i n a rkasına d o g ru yasla nmış ka l m ış ım .
" N e o l uyors u n M u stafa?" d iye Peri i m d a d ı m a koştu . O l a n­
ca cüreti m i top l ayarak dedim ki:
- Hayır, hiçbir şey old u g u m yok. Sen söyle gözü m, söyle.
D i n l iyoru m . Sözlerin bana pek tatlı gel iyor.
- H ayır, sa n a bir şey oldu.
- Belki safradan olmalıdır. Söyle kuzu m, söyle. Ne diyordu n ?
- Ya l n ız sen i n l e bir evde yaşasa k d iyord u m .
- Yaşasa k! H ayat ha? D e m e k ol uyor k i s e n hayatı n ne ol-
d u g u n u, nasıl yaşa mak gerekligini de ögrenm işsin, öyle m i ?
- Hem d e pek ô lôsı n ı ögre n m işim. i k i g ö n l ü bir ederek
yaşa m a n ı n n e m utl u l u k oldug u n u haya limde o kadar büyüt-

156
muşum ki adeta h a n ı mefendin i n yasayı s ı n ı n hiç ka bilinden
oldu� u n u da a n l a m ışım. Kendisi k ı rk yaşın a g e l m iş, dü nyayı
görmüşse de hiçbir şey ö�renememiş.
-;- Ee, sen neyi ö � re n mişsin ba kayım ?
- B e n ö� ren mişim, ô lemde p a ra denilen şey insanı aç öl-
d ü rmemek ve so� u kta n dond u rm a m a k derecesinde geçindi­
recek bir madendir. Yoksa elmasl a r, g iysi ler, otl a r, a ra ba l a r
insa n ı n m utlu yaşa m ı n a p e k a z b i r b a htiya rl ı k ekleyebilir. H e l e
o p e k az ba htiya rl ı k i ç i n p e k ç o k külfete, m eşa kkate katl a n m a k
gereki rse, aklı başı nda olan o ba htiya rl ı kta n da vazgeçer.
Zeki kız. S a n ki ka lbimin içine b a k ı p d a orada nakşedilmiş
olan felsefi sözleri okuyordu. Ded i m ki:
- Gerçekleşmesi i m kô nsız bir şeyi a rzu ediyorsu n ama b u­
n u n gerçekleşmesi için başka bir yol var.
- Nedir? Ça b u k söyle Al lah ı seversen, ned i r?
- Öyle ra hatça yaşa mak için seçece�i n a rkadaşı de�iştir-
mek. Sen her kime . . .
- Al l a h esirgesin ! Seninle bera b e r o l u rsa m mesut olaca­
� ı m . Sen oldukta n sonra beni m için ha b u rası h a cen net, ikisi
de birdir.
- Babadan ka l m a küçük bir ev vard ı . O n u da Hediye
H a n ı m istedi, verd i m . Sattı . Parası · da bitti . Şimdi elimde m a l
o l a n b e ş on parça çekiç, e�e, testere fil a n d a n başka bir şey
ka lmadı. B u n l a r da kaç senedir atı l o l a n h a rem 1 mutfa� ında
çü rüyor. Ü m idini benim üzeri me b i n a etme k, işi h a kikaten i m­
kô nsızlaştı rma ktır.
- H ayır, bence i m kô nsız olan ta raf bu de� i l . Sende para
olmaması benim emelimin gerçekleşmesin i hiç engellemez.
Sen istersen beni h a n ı m efendiden satı n o l a bilirsi n . Bir ev, b i r
konak satı n a l a ra k d öşeti p dayata b i l i rs i n . H e r şeyi ya pabilirsi n .
- R üya m ı görüyorsun Peri?
- Hiç rüya görm üyoru m . Ş u a n d a o l d u � u kadar gözü m ü n
a ç ı k oldu�u hiçbir za m a n ı hatırl a m ıyoru m . i htim a l k i bundan

Eskiden saray, konak ve evlerde yabancı erkeklerin giremediği yalnız


kadınlara mahsus bölüm.

157
önceleri uya n ı k oldu�um zam a n l a r da gözlerimin a ç ı k o l d u­
� u n a şü phe edebilirdim. H a l b u ki şimdi hem uya n ı � ı m h e m de
gözlerim pek a ç ı k.
- Pekô lô, su her şeyi yapabilece�imi bana da a n l a t b a ka­
yı m . Elden g e l e n bir seyse . . .
- E l i n d e n pekô lô gelece�i n e h i ç süphem yok. E�er s e n de
ben i m l e bera ber ömür geçirmeyi istemis olsan tereddüt etme­
den, beklemeden dedi�imi ya pard ı n .
- S e n i n l e beraber ö m ü r geçirmek mi? Do�rusu n u istersen
b u n u simdiye kadar aklıma bile getirmemisimdir. Zira d a h a ö l­
meden cen n et n imetine nail olabilece� i n i kim aklına getirir ki
ben g etireyim ?
- Pekôl ô , iste ben şimdi sen i n a k l ı n a getireyim . E�er b e n i m
zatı m ı , sa hsı m ı bir ömür ben i m l e beraber geçirmeye layı k g ö­
rü rsen . . .
- B u m l a rd a n bahse hacet m i va r Peri? Fakat su sözlerin
beni hayrete düşürdü. Ne diyece�i m i bilemiyorum . E�er bu
kad a r m u tl u l u � a kendimi n a i l etmek ve daha do�rusu, d a h a
m ü h i m i sen i a rzu etti� i n b i r n i m ete u la ştı rmak ben im elimdeyse
hiç teredd ü t etme, söyle, ica b ı n ı d üsüneyim .
- Ben b u fik ri m i hanımefen diye bile açtı m . Geçen g ü n e n
ö n e m l i e m e l i n i n benim bahtiya rl ı � ı m o l d u � u n u söylüyo rd u .
B e n d e ba htiya rl ı � ı m için d ü s ü n d ü � ü m şeyi söyledi m . Fa kat o
zam a n beni bahtiyar etmenin sen i n elinde oldu� u n u b e n de
bil m iyord u m . H a n ımefendi esas emelimi onayiayı p be� e n d i k­
ten sonra b a n a maksadıma n a s ı l ulasa bilece�imi de a n lattı.
Gerçekten benim de aklım erd i .
- i y i y a iste, söylesene.
- La kin tereddüt ediyoru m . Biraz taassup edecek o l u rsan,
h e m u m d u � u m hôsıl olmayaca k, hem de senin nezdinde son­
suza kada r m a hcup kalaca � ı m .
Peri g i b i e ntrika n ı n ne old u � u n u h i ç kimseden ö�re n m e m is
hatta ism i n i bile işitmemis olan bir kızın böyle kon usab i l m esi
şaş ı rtıcı de�il m i ?
M u h a rrir Efendi! Ş i m d i keyfiyeti b e n size hikôye ederken
b u entrikaların içinde Hediye H a n ı m ' ı n nasıl parıl pa rı l parladı-

1 58
ğ ı n ı görüyorsunuz ya? Fakat o za m a n ben Peri ' n i n sevdasıyla
adeta a k l ı m ı, �krimi, kavrayışı mı, zeki l i ğ i m i, hôsı l ı benliğimi kay­
betmiştim . Peri 'n i n ağzı ndan her ne ç ı k a rsa mutlaka kalbindeki
duyg u n u n tercümesi olarak a l g ı l a rd ı m .
Hatta bakın n e kada r safl ı k k i ken d isi Hediye'ye ya l n ız be­
nimle yaşa ma emelini a rz etmiş ve bu emeli pek masumane ve
meşru bir şey olduğu için Hediye de kabu lden geri durmamış.
Yal n ız emeline nasıl u laşaca ğ ı n ı öğ retmiş. O yolsa ben i m ta­
assub u m a dakunacağı için kızcağ ı z doğrudan doğruya o n u
b a n a söylemekte tereddüt ediyor.
Kızcağ ızı bu teredd ütten vazgeçirmek için bilahare ben
yalvarmaya başlad ı m . Nihayet dedi ki:
- Sen bu kad a r heza rfen b i r adam olduğun halde b i r
darphane işletmeye m u ktedir olamaz m ı s ı n ?
- Darphane m i ? O n a s ı l söz?
- Adeta darphane. Eğer sen l i ra kesecek o l u rsa n da rp-
hanede kesi len l i ra l a rda n daha çok p a ra eder. Daha çok
sürü l ü rd ü .
Bu söz gözlerim i n önünde şimşek g i b i bir a lev pa rlattı. D ü­
şünmeye başlad ı m .
A m a neyi düşün üyordum biliyor m u s u n uz M uharrir Efen­
di? Kal paza n l ı k uta ncı nı kabul etme meyi değil, Peri ile beraber
yaşam a saadeti n i de değil. Zira bende a rtı k namus kalm a m ıştı
ki kal paza n l ı kta n uta nayım . Peri'yse işte bera ber yaşa m a m
için e m re hazır bekliyor. O da zih n i o k a d a r meşg u l edemez.
Düşündüğ ü m ü n ne olduğ u n u b a k ı n size a n latayı m da siz
de şaşın.
Birkaç ay önce bazı kal paza n l a rı n tutu l m u ş olduğ u n u ha­
ber a l m ıştım . M u h a kemeleri ya p ı l ı rken g itti m ben de seyrettim .
Bu ha bisleri ka l pazan diye ha pse değil, a deta eşek diye a h ı ra
tıkmal ı .
Alcıdan m u rd a r ka l ı plar ya p m ı ş l a r. M ecidiyeleri, lira l a rı b u
kalıpların a rasına sıkıştırıp nakışla rıyla ç ı ka rm ı ş l a r. icine de k u r­
şun, kolay gibi şeyler dökmüşler.
Eşek herifler! H a l kı da ken d i n iz g i b i budala mı za n n ed i­
yorsu n uz?

159
B u n u n üzerine Hediye ile a ra m ızda bir konusma geçm işti.
Hediye'ye d e m iştim ki:
- Şi m d i d ü nyada ku rşu nu, kalayı g ü m ü ş ve özellikl e a ltı n la
tuta c ak hiçbir a h m a k ka lmadı. Kal paza n diye ona deri m ki ya­
pacaı;Jı p a ra l a rı sa rraflar bile ta n ıye ması n .
Hediye' n i n b u kadar h ü n e r v e ma rifetin insan evia d ı için
m ü m kü n o l u p o l a mayaca ı;) ı n ı sorması üzerine dem işti m ki:
- Eğer dört para l ı k kalayı bir l i ra diye sürmek iste rseniz
e l bette sa rrafl a r deı;] il, h a rn a l l a r bile aldan maz. Fakat bes
kuruşl u k m a de n i yirmi kurusa ve k ı rk kuruşl u k şeyi yüz k u rusa
sürmeye razı o l u nca öyle para l a r yapılabilir ki sa rraf değil a,
görü n ü ş ü n e bakara k darpha n e usta ları bile tartma d ıkça, kim­
yayle h a l letmedikçe fa rk edemez.
i ste Peri ' n i n sözü üzerine a kl ı m a b u n l a r geldi; o n u n için
gözlerim önünde bir a lev parladı, ya ni ümit a levleri parladı
M u h a rrir Efe n di, ü mit alevleri ! Derh a l a n la d ı m ki eğer b e n b u
h ü n e ri göstermeye razı olursam H ediye H a n ı m Peri ile evlen­
memizi ca n ı n a m i n net bilecek.
Kıza ded i m ki:
- Evet, ben gerçi bir darpha n e işletebiiirim ama bazı ci nci
haco l a ra isnat o l u nduğu gibi kôı;] ıtta n para yapmak m ü m k ü n
olamaz ki bizim darphane sermayesiz islesi n . B u n a sermaye
lazı m d ı r. Hem de epeyce sermaye lazı mdır.
- H a n ı m efendi de öyle söyledi. Hem de tek beni mesut
ve bahtiya r etsin diye gereken sermayeyi bulacaı;J ı n ı söyledi.
- Ge rçek mi?
- Pek gerçek.
- O halde ben de hazı rı m . H a n ı mefendiye söyle, eı;Jer bu
teklifi ciddi b i r seyse bir kere de benimle konuşsun.
" Ba ş ü stü ne. Hemen şimdi gider, söyleri m ! " diye kız yerin­
den fı rl a d ı . Fa kat oda ka pısına doğru bir kere koştuktc n son ra
tekra r gelip boyn u m a sarı l a ra k "Ah benim H eza rfen M u stafa­
cıı;)ı m ! " diye ya n a klarımı öpmeye başladı.
N a s ı l o l d u d a bayı l ı p sa k d iye yere d üsmediı;]ime ben d e
şaşıyoru m . Zira zan netti m ki koca bir elektri k bataryası üzeri m e
yüklenere k beni elektrikle doldu rm uştur.

1 60
Kız h a n ı m ı n ya n ı na gitti. Bense d ü ş ü n m eye başlad ı m . Ama
Peri ' n i n bana gösterdiği d u ru m u d ü ş ü n üyord u m . Belki a k l ı m a
gelmiş olan ka l paza n l ı ğ ı n a s ı l uyg u layaca ğ ı m ı derleyip top a r­
lamak için düşün üyord u m .
Biraz son ra Peri g e l d i . H a n ı mefe n d i hazretlerinin leşrifim i
rica ettiğini bildirdi . Kalktı k, Hediye' n i n ya n ı n a gi1ti k. Ama n
Yara b b i ! H ed iye n e kadar güler yüzlüyd ü ! Otu rd uğu yerden
fı rladı ka l ktı. Boyn u m a sarılarak beni öpmek istedi.
Ben tereddüt edince dedi ki:
- H a kkın var M u stafacığ ı m . Peri gibi bir kıza kendini sev­
diren ve o n u n da g ö n l ü n ü aviaya n b i r M u stafa ' n ı n ben i m gibi
ihtiya r bir kad ı n a öpül mek istememesi doğrudur, lakin gel b i r
kere de s e n i kardeş gibi öpeyim .
N eyse, ken d i m izi b i r d e kardeş g i b i ö ptü rd ü k. Hediye:
- M ustafa, Peri ' n i n zaten sen i n o l d u ğ u n a şüphe etmezdi k
y a . . . B u kızın gözü, g ö n l ü sen i n fel sefeleri n l e a ç ı l m ış. Senden
başka bir kimseye meyledebi l mesi n i n m ü m k ü n olamayacağ ı­
nı el bette sen de biliyord u n . Ya l n ız kızca ğ ız seni ta n ı d ı ğ ı, seni
beğendiğ i, seni sevdiği halde sen i n ona ne gözle bakaca ğ ı n ı
bilemeyerek üzül üyord u . N ihayet h a l i n i o n l a d ığ ı mda sen i n
dikkati n i çekmek i ç i n elinden gelebilen işvebazl ı kların tü m ü n ü
yapması yol u n d a teşvikte b u l u n d u m . Meğer yavrucuk benden
de çekin iyormuş. Benden bu müsaadeyi a l ı nca gücü yettiğ i
kadar senin ka l b i n i kaza nmaya ç a l ı ştığ ı n ı görd ü m . Son u n d a
başarılı da o l m u ş . Zira sen de ona tutu l m a sayd ı n belki bug ü n
teklif ettiği şeyi ka bulde naz ederdi n .
Görüyor m u s u n uz M u ha rrir Efe n d i ? H e p Hed iye söyl üyor.
Ben ya l n ız d i n l iyoru m . Söze yine ke ndisi d eva m etti:
- M u stafa, Peri ' n i n teklif ettiği şeyi ya p m a k d ü nyada hiçbir
kimseyi za ra ra sokmadan milyon l a r kaza n m a k demektir. He r
a kçe aya rca s a f ola maz ya . Meta l i k a kçeler d e ka rışık d e ğ i l
mi? Sen istemiş olsan öyle bir ka rışı m v ü c u d a g etirebilirsin ki . . .
B u rada sözü b e n a l d ı m, ded i m ki :
- Zaten söyle n m iş şeyleri tekra ra ne lüzum va r? iste bir ka l­
paza n l ı ktır edeceğiz. Fa kat H eza rfe n M u stafa'ya layı k olan
bir derecesini ya p a l ı m ki bir za m a n görd ü ğ ü m ka l paza n l a ra

l61
benim ded i ğ i m gibi halk bana "Ama ne esekmis! " demesin .
B u n u n içinse sermaye ister.
- i stedi ğ i n kadar sermaye h azırd ı r. Fa kat bu iste H a l i l S O ri
i l e de m üzakere gerekiyor.
- H a l i l S O ri m i ? Halil S O ri ' n i n bu iste ne l üzumu va rmış?
- Se n pekôlô para kesmeye m u ktedi rsen de sürme yol u n u
o n u n kada r bilemezsin .
- Ha, gerçekten öyle. Pekô l ô . O da g e ls i n de bir m üza ke­
re ede l i m .
Aksa m H a l il S O ri geldi. M üzakeremizi ettik. H a l i l S O ri b a n a
sord u :
- Bir beyaz mecidiyeyi k a ç kurusa mal edebilirsiniz?
Ben biraz d ü ş ü n ü p dedim ki:
- Şimdilik diyebilirim ki bes ku rusa kadar mal olur. B i r l i ra
ise a n c a k otuz ku ruş, bel ki d a h a fazlaya m a l olur. Zira b u n l a rı
terkip edeceğ i m maden lerle s ü receğ i m ya ldızlar. . .
- On u biliyorum efendim . Hediye H a n ı m zaten ba na biraz
ta rif etmişti. H e rkes kendi hesa b ı n ı tutacak değil mi? Düşü n ü n ; b u
mecidiyeleri veya liraları ya l n ız b e n sü recek değilim. Bu iste istih­
dam edilecek a racılar da bir istifade ister. H a l buki ka lp pa ra l a rı
sa rrafa götü r ü p de bozduraca k değiliz ya . Bazı esya satı n a la­
ra k değistireceğiz. O esyayı son ra sota rken bir hayli za rar ola­
caktı r. Dolayısıyla bu zararları ve bu yolda edilecek istifadeleri
hep çıkard ı kta n sonra size ve bize bir istifade hissesi çıkabil mesi
için m ü m kü n mertebe akçeleri ucuz çıkarmaya gayret etmelidir.
- H a kkı n ız va r efendim. Ben i m söylediğim hesa p ş i m d i l i k
öylesin e ya p ı l a n bir hesaptı r. O n u n en doğ rusu n u istersen iz,
bir h a m u ru m aya a l a ra k bir m i kta r sey ya pa l ı m da son ra bir
hesa p edeli m . H e r parça n ı n kaça m a l olaca ğ ı n ı görürüz.
i ste daha b i rçok sözden son ra yine ka rarımız böyle b i r
d e n e m e ya p ı l m ası seklinde son uçlandı. Fa kat o denemeye
başl a m a k için de bir masrafa m u htaç olduğumuzda n H e d iye
H a n ı m ile H a l i l SO ri her şeyden önce o masrafı karşıladı. B uysa
gereken a ra ç g e reci ta mamlama masrafıyd ı .
B a k ı n , beni m yapacağım ka l paza n l ı k n a s ı l olacaktır. Öyle
adi okıdan ka l ı p yapıp da sikkelerin yazıları n ı berbat etmek be-

1 62
nim hezarfenliğimin şa n ı na ya kışır m ı ? Ben ka l ı p l a rı galvanop­
lasti usu l ü nce bakırdan ya paca ğ ı m . O kadar g üzel ki onların
içinde vücuda geti rilecek olan sikkelerin yazı ları gerçek sikkele­
rin yazı l a rından fena olmak şöyle d u rsun, hiç fa rksız olacaktır.
Daha son ra bu ka l ı pların içine d ö keceğ im erimiş maden de
ya l n ız kursunda n, çinkodan fil a n d a n i b a ret o lmayacak. Ç ü n k ü
ka l p a kçeyi i n s a n a ta n ıttı rma h u s u s u n d a i l k m ü racaat edilecek
şey a kçen i n a ğ ı rl ı ğ ı n ı yoklamaktır. H a l b u ki bütü n cihan en a ğ ı r
madeni n kurşun olduğuna i n a n a ra k "fi l a n şey kurşun g i b i a ğ ı r"
der. Altı na, g ü m ü şe, hatta bakı ra b i l e o ra n la k u rşun ve ko lay
daha hafif old u ğ u nd a n ka lp a kçeyi a ltı n veya g ü m ü ş a ğ ı r l ı ğ ı­
na ya klaştı rmakla beraber taş üzeri n e atı l d ı ğ ı zaman b u n l a r
g i b i ç ı n lottı rmak d a lazı mdır. Bu h a l d e ben beyaz mecidiyeleri
bakır ile çinko maden ierinden ya paca ğ ı m . Üzerlerine gayet
kuwetli g ü m ü ş ya ldız sü receğ i m ki m i h e n g e v u rd u kları za m a n
g ü m ü ş olduklarına şüphe ka lması n . H e l e a l tı n l a r i ç i n malgama­
n ı n içine elbette b i r dirhemden fazla g ü m ü ş kalacağ ı m . Başka
tü rlü o l u rsa a ğ ı rl ı ğ ı n ı a ltına ya klaştı ra bilmek m ü mkün olamaz.
Onun da üzerine kuwetli bir a ltın ya l d ız s ü receği m .
M u h a rrir Efendi! Kalpaza n l ı ğ ı n a s ı l ya pacağımı, hatta
yaptı ğ ı m ı biraz d a h a izah edersem, korka rım ki h a l ka fena b i r
ders vermiş olurum. Dolayısıyla tesebbüsleri m izin neticesin i a rz
edeyi m . i ki yüz adet beyaz mecidiye i le e l l i adet Osma n l ı l i rası
ya ptık. Gerçekten de Halil SO ri b u n l a rı gerçek si kkelerden ayı rt
edemed i. Birkaç sa rrafa m ü racaat ettiğinde o n l a r da ayı rt ede­
mem iş. La kin mecid iyelerin her ta nesi yüz on pa raya, li ra l a rı n
her biri yirmi ikişer ku rusa m a l o l d u .
H a l i l S O ri bana sordu:
- B u n ların beheri için siz kaça r p a ra işçi lik ücreti istersin iz?
Ben düşündüm taşı ndım. Çok isteyecek olsam, imalat m a s-
rafl a rı n ı n a rtmamasını ewelce ihta r etm iş oldu klarından çok
isteyemedim. Zaten bu gibi a l ı şverişlerin i nceli klerine akıl erdi­
remem ki isteyeceğ i m mikta rı da fa rk edebileyi m .
Ya l n ız bir şey hatı rıma geldi. O i s e Peri ile mesut yasa m a k
için b a n a ne kad a r para lazımsa o n u isiemekten iba retti. B u
durumu H a l i l SO ri'ye açtı m . Dedi ki:

163
- Demek o l uyor ki götü rü paza rl ı k etmek istiyorsun uz.
- Evet.
- B a n a on b i n ta ne Osm a n l ı, on bin i ngiliz, on bin F ra nsız
altı n ıyla o n b i n Rus pulu ve b u n l a rd a n baska iki yüz bin m e­
cidiye ya p m a k için topta n ne istersiniz? Hem de her masrafı
bizden o l d u 9 u h a lde ne istersin iz?
- Siz ne veri rsin iz?
- Dikkat ediyor musun uz, istedi9im kırk bin pa rça a ltın i l e
iki yüz b i n p a rça g ü m üştü r. B u n l a rı ya pabilmek hayli işti r.
- Kaç sene lazı msa çalışır yapa rı m .
- Altı n l a rı n h e r parçası için i kişer kuruş, g ü m üşlerin h e r p a r-
çası için yirmişer para hesa p ederseniz yüz seksen bin kuruş
eder. B u n u n l a g üzel bir ev donattı kta n başka bin lirayı g üzelce
faize verirseniz ayda size bin kuruş geti rir ki onunla da pekala
yaşaya bilirsin iz.
Artı k ben i m için bundan a l a hesa p m ı o l u r? Derh a l razı o l­
d u m . B i r konirat yaptık. Su kad a r ki konirat h ü küm lerince a ltın­
ların bir çeyreğini hazırl a m a d ı kça bana para vermeyecekler­
di. Çeyreği hazırlandığı za m a n i ki yüz l i ra l ı k bir ev a l a c a k l a r,
yarısı hazırl a n d ı 9 ı za man Peri ile evle n ınemi sa9layaca k l a r,
nihayet hepsi a l ı n ı nca alaca9 ı m bin l i ra ka l m ış olaca k, o n u d a
bir yere fa ize yatı raca klard ı .
Ş i m d i siz böyle b i r kontrol üzerine b i r muhakeme gerekirse
hangi m a h ke meye müracaat edebileceğimizi sorarsı nız. Öyle
değil mi? O zam a n bu da benim aklıma geldi fakat bir m a h ke­
meye m ü racaat iki taraf için imka nsız olunca sartın bu yön ünde
eşitlik var deme kti. Özellikle onlar benden fazla masraf ve teh l i ke­
yi göze a l d ı klarından benden fazla onların korkması gerekecekti.
Sonuçta biz işe başladık. Öncelikle ka l ı pların tü m ü n ü
ya ptı k. H a l i l S O ri sanki bana çırak o l m u ş gibi her işte ya rd ı m
ederd i . Osm a n l ı l i ra l a rından başlaya ra k bi rçok a ltı n a kçe m ey­
d a n a geti rd ik. Altı n ların bir çeyreği ya p ı l m ı ş olduğ undan bize
gerçekten i ki yüz l i raya güzel bir ev satı n a ld ı lar. Biz de m e m­
n u n olarak işlerde daha ziyade deva ma başladık.
Ya ptı9 ı m ız a lt ı n l a r o kada r g üzel olmuş ki bunları sürmek
için öyle l ü z u msuz eşya a l maya da çokluk gerek ka l m azd ı .

164
H a l i l SO ri birçok altı n ı ban knotla de(1iştird i . Birta k ı m ı n ı da fa izle
şu raya bu raya borç vermeye başla d ı . Artı k b u yüzden H ediye
ile birlikte ettikleri kaza ncın derecesi n i siz hesa p edin.
' S u kadar ki iş ileriye va rd ı kça Peri ' n i n sevi nci artaca(1 ı n a
Peri' de bize karşı bir so(1 u k l u k görü l m eye başl a d ı . Ama b u so­
(1 u k l u k pek asikô re bir şey de(1 i l . Gayet h afif, gayet gizli. La kin
benim a n l a m a m a m mümkün o l u r m u ?
Kızı bazen sorg u l arım. Ka l b i n d e hiçbir g ı l l ıg ış olmad ı (1 ı n a
beni ikna eder. H a tta gözleri s u l a n a ra k gözyaşla rıyla da da­
vası n ı teyide muvaffak o l u r. Biz yine ç a l ı şıyoruz. Kızsa günden
güne b ize ya bancı o l u r.
N i h ayet sözleşme uya rınca a l tı n l a rı n ya rısı n ı imal ederiz.
Artık d ü (1 ü n ü müz olacak diye bizde m e m n u n iyet cin net dere­
cesine varı rsa da Peri' de böyle bir sevin c i n eseri bile yok.
Bir g ü n H ediye bizi ya n ı n a ça(1 ı rı r. Der ki:
- M u stafacı(1ım, sa na bir şey söyl eyece(1 i m ama rica ede­
rim c a n ı n sıkı l ması n .

- N eymiş o ?
- Çoc u k a l ı şverişi işte böyle o l u r. S e n ne ya ptı n k i Peri'yi
darı lttı n ?
- Peri'yi darı lıtım m ı ? Bu n a s ı l söz?
- Val i a h i bilmem. Adeta Peri ' n i n y ü re(1i senden so(1 u m uş.
- N e diyors u n Hediye?
- Kendiliğimden hiçbir şey demiyoru m . Fa kat dü(1 ü n ü n ü-
zün za m a n ı ya klastıkça kızda d u rg u n l u k o l m aya başlad ı . Hele
geçen g ü n a rtık d ü (1 ü n hazırl ı (1 ı n a başl a m a k gerekti(1ini söy­
leyince a (1l aya ra k bana dedi ki: " Be n bu d ü (1 ü n ü istemem . "
Ben im de a k l ı m basımdan gitti.
Bana bir hayret geldi. Söyleyecek söz b u l a madım. Boyn u­
mu büküp dairerne geldim.
E l i mde olmadan çok a(1lamısım. Fakat b u a ğ i ayıs iyi geldi.
Akl ı m ı başıma a l a ra k düşünd ü m ki Peri'yi ça(1 ı rayı m da a ç ı k­
lama isteyeyim. La kin bu görüşten d e rh a l vazgeçtim. Benden
soğ u m u s olan bir kızı sorg u l a ma n ı n faydası n e o lacak? O beni
istemiyorsa ben de o n u istemem vesse l a m .

165
Bu sözü dedim ama gön l ü m e meram an latmak m ü m kü n
m ü ? Gönlü m e m rime isyan ediyor. M utlaka bu işin içinde b i r eni­
ri ka va rd ı r, o n u öğren diye beni teşvik ediyor. Ben de g ö n l ü m e
m a ğ l u p o l m a m a k i ç i n olanca kuvvetimi toplayarak çal ışıyoru m .
O g ü n , e rtesi g ü n h e p bu nefis m ücadelesiyle geçti. O n d a n
son ra g ö n l ü m e peyce müsterih oldu, d a h a seri n ka n l ı l ı kl a h a l i­
mi d ü ş ü n m eye başladım.
Peri m ü m k ü n olduğu kad a r bana görün memeye çalışıyor­
sa da bazı kere benden kaça m ayaca k kada r sıkışık bir h a l d e
b u l u n d u kça sa n ki tavrı nda h a l i n d e n hiçbir ren k göstermemeye
azmetmiş g i b i görün üyord u .
La kin kızcağ ızın gözleri ka n çanağına dönmüştü, ren g i n i n
de sol d u ğ u m eydandayd ı . Evvelce kendisine d a r gelen fista n­
ların şimdi pek büyük geldiğini de fa rk etti m .
Su kad a r ki n e o bana h a l i n den bir şey çıtlatıyor ne d e b e n
o n a b i r şey soruyoru m.
i ste her d a ki kası bir cehennem aza bı olan bu za m a n l a r bir
ay kad a r daha devam etti. Bense içimden ateşli seller a ktı ğ ı h a l­
de yine işimi b ı ra kmayara k a ra l ı ksız ingiliz liraları kesiyo ru m .
M u h a rri r Efe n di ! H e r n e kad a r mektu b u m u daha uzata c a k
va ktim va rsa d a hissiyatı m o k a d a r ka bardı, gözlerim o kad a r
yaşa rd ı ki d a h a fazla ka lem aynalmaya b i r tü rlü mu kledi r ola­
mayacağı m . Dolayısıyla bu hafta l ı k şu kada rıyla yetinel i m .

Hezarfen, diğer adıyla Kalpazan Mustafa'nın üçüncü


mektubu okurlar tarafından önceki iki mektuptan daha bü­
yük bir dikkat ve önemle okundu .
Peri hakkındaki hissiyarının neden ibaret olduğunu tarif
ettiği sırada kıza aşık olmadığını temine çalışması M usta­
fa'nın daha evvelden Peri hakkında büyük bir sevdası oldu­
ğunu ispat eder. Zira en şiddetli bir aşkın en büyük alarneri
aşığın maşukasını kendi gözünden bile kıskanması, maşu­
kasını ciciden ve hakikaten bir melek olarak telakki etmesi,

166
cisme bürünmüş isınet olma şanına hiçbir şeyin hale! verme­
mesini arzu etmesidir.
Bu gibi hissiyarını tanımlarken Mustafa 'nın tek kelime
yalan söylemesi şöyle dursun, cüzice mübalağada bile bu­
lunmadığını anlamak için kendi kalpazanlığını ne kadar
sade bir şekilde anlatmış olmasına dikkat etmek kafidir. İlk
mektu b unun başında bu suçun ne kadar büyük olduğunu
anlatan kendisi değil miydi ? Bu defa ise o suçu işleyişine
neredeyse hiç önem vermemiştir. Sadece Peri'nin hatırı için
bunu yapmış olmasının kendisini cihan nazarında mazur
göstereceği şüphesizdir gibi bir tavırda bulunmuştur.
Sevdasını itiraf etmek gerektiği zaman Mustafa bu iti­
rafta bahane aramamış, ilk umutsuzluğu baş gösterince onu
da saklayamamış, hatta hüngür hüngür ağladığını bile söy­
lemiştir.
Şimdi bu kadar saflıkla söz söyleyen bir adamın gerek
Hediye Hanım gerek Halil Suri hakkında haber verdiği şey­
lerde de hiçbir kelime mübalağası olmadığını söylemek en
doğru hükümlerden sayılır. Hatta bizim meşhur Müstantik
Sabri Efendi bu mektubu okuduğu zaman yanında hazır bu­
lunan Hafiye Köse Necmi'ye meselenin bu yönünü hatırla­
tarak demişti ki:
- Hakimler kendi karşılarında bulunan suçlunun söy­
lediği sözlerin yalnız lafızlarına, manasma dikkat etmekle
kalmaz, bir de onun ne gibi adam olduğunu, o sözü na­
sıl bir tavırla söylemiş olduğunu düşünürler. Bazı suçlular
kendi savunmaları için bazen o kadar güzel ve düzgün bir
söz söyler ki bu sözün hakim üzerinde hiçbir tesiri olmaz.
Zira söz ne kadar güzelse onu söyleyenin kalbi ve fikri o
kadar fenadır. Bazen de başka bir suçlunun kalbi çarpıntılı,
dudakları titrek olduğu halde hemen saçmalama türünden
söylediği söz hakimler üzerinde pek büyük tesir uyandım ve
çarpılacakları cezanın bayağı hafifletilmesine kadar hüküm
gösterebilir. Zira hile hurda ve şeytanlığa asla ihtimal veril­
meksizin sırf kalp temizliğiyle söylenmiştir.
- Ee, sanki bu sözlerden maksat ne olabilir ?

167
- Maksat şudur: Hezarfen Mustafa'nı n her ne kadar
Hediye Hanım'a ve Halil Suri'ye düşmanlığı varsa da bun­
lara dair söylediği sözler, verdiği haberler düşmanlığından
dolayı söylenmiş yalanlar veya mübalağalı şeyler değildir.
Dolayısıyla Halil Suri'yi ipte gördüğüm zaman biraz acı­
mış olduğuma şimdi pişman olduğum gibi Hediye Hanım
hakkında her ne yapmış olsam asla acımamak gerektiğini
de şimdi hatırlıyorum. Böyle alemin başına belalar açmak
için dünyada bulunan şirretlerin vücutları tümüyle ortadan
kalkmalıdır ki alem rahat yüzü görebilsin.
- Evet Sabri, evet, hakkın var. Sen mektubu okurken
ben de dikkat ediyordum. Hediye, kalpazanlığın hiç kimseyi
zarara sokmaksızın milyonlar kazanmanın mümkün olaca­
ğı bir sanat bulunduğuna inanmış. Hay hınzır aşüfte hay!
A leme milyonlarca kuruşluk kalp para yayarak insanların
alışverişini boz da yine bundan bir kimse için zarar oluşma­
yacağına ina n ! Bu ne kadar büyük alçaklık !
- İyi ama onlar şimdiye kadar dolandırmak, halktan çal­
mak, hakkını gizlemek ve iptal etmek veya canına kıymak gibi
göz göre göre halkı zarara sokacak muamelelerde bulunmuş­
lardır. Onlar doğrudan doğruya bir adamın veya birçok ada­
mın canını yakma karşılığında insanların alışverişini bozacak
bir vasırayla zengin olmayı nispeten daha hafif görürler. Fakat
ben asıl Hezarfen Mustafa'ya şaşmakta ve kızmaktayım.
- Neden ?
- Neden olacak ? Kendisi yalnız iki kuruş kazanacak
diye alemi yüz kuruş zarara uğratacak bir altın yapmayı insa­
fa sığdırabilmek için insanda pek zayıf bir insaf bulunmalıdır.
- İyi ama onun kazanacağı şey yalnız bir altın yapıp
ondan alacağı iki kuruştan ibaret değildir. Binlerce altın ve
gümüş yaparak, yüz seksen bin kuruş da kendisi kazanacak.
- Söylediğimi anlayamadın Necmi. Bu yalnız iki kuruş
kazanacak demiyorum. Toplam yüz seksen bin kuruş kaza­
nacağını da bilmiyor değilim. Ben bütün kalpazanlar hak­
kında söylüyorum . Mustafa bunların en ustası olduğundan
dilerse yirmi beş kuruş masrafla bir altın yaparak onu yüz

1 68
kuruşa sürebilecekmiş. Diyel im ki her kalpazan böyledir.
Fakat insan bir günde yirmi beş kuruşla adi satıcılık gibi bir
iş yapacak olsa, yetmiş beş değilse de bir yirmi beş daha çı­
karabilir. Hem de ne kendi vicdanından malıcup olur ne de
kanunun ceza pençesine kendisi ni layık etmiş sayılır. Yalnız
kalpazanlar değil, her türlü suçlu hep böyledir.
- Yine hikmet ha! Söyle kardeşim, söyle. Senin söyle­
dilderin hep kitabın kenarına yazılacak şeylerdir.
- Ama öyle değil mi Necmi ? Mesela bir hırsız düşün;
halkın malını kolay kolay çalıyor ama hükümet korkusu,
zindan belası gibi ne büyük iç üzüntüleri o malı ne kadar güç
çalınmış hükmüne koyuyor. Bununla beraber haydi bakalım
bana belli başlı zengin bir adam göster ki hırsızlık sanatıy­
la o servete sahip olmuştur. Keza katilin birisi güya nefsine
güç giden bir söz üzerine varıp dağ gibi bir adama kıyar;
sonra prangaya atılınca işitınediği tekdir, uğramadığı rezillik
ve hakaret kalmaz. Demek oluyor ki cinayetlere insanı sevk
eden şey başlangıçtaki düşüncesizlikten başka hiçbir şey de­
ğildir. Ah şu i nsanlar muhtaç oldukları kadar düşünce sahibi
olsalar da binlerce yiğit zindanlarda çürüyeceğine topluma
yarayacak hizmetlerde bulunsalar olmaz mı ?
Osman Sabri sözü bu dereceye getirince Necmi de Müs­
tantik Efendi'nin yüzüne bakakalmıştı.
Müstantik Efendi sözü bitirdikten sonra da Necmi ken­
disini toplayamadı, Sabri'nin yüzüne bakakaldı. Bunun üze­
rine Sabri:
- Neye daldın gittİn be?
Bu soruya Hafiye Köse Necmi tereddütsüz ve gecikme­
den, hemen irticalen şu cevabı verdi:
- Dünyada insanlar hapishaneleri boş bırakacak kadar
terbiye ve eğitim görmüş olsalar sonra senin de benim de
hizmetimize ihtiyaç kalır mıydı ? Biz ne yapardık ?
Necmi'nin bu sözü Osman Sa bri'yi elinde olmadan gül­
dürdü. Çok tebessüm etmesi nadir olan Sabri için gölüşten
bile biraz fazla ve adeta kahkahaya yakın olan bu tebessüm
hakikaten ender sayılabilirdi.

169
Hezarfen Mustafa'nın üçüncü mektubunda Mecdeddin
Paşa'dan bahsetmemiş olması da Osman Sabri'nin dikkatini
çekti, hatta buna biraz da üzülmüştü. Ancak bir şeyin sonu­
cunu başından keşfe muktedir olan o zeki müstantik elbette
Hezarfen Mustafa'nın bildirimlerinin sonucunda Mecded­
din Paşa 'ya ait birtakım sırları da meydana kayacağından
şüphesi olmadığından bu ümitle üzüntüsünü yenebildi .
Aradan birkaç gün geçtikten sonra Mustafa'nın dördün­
cü mektubu . . . gazetesinde yayımlandı. Bu mektup da aşağı­
da olduğu gibiydi.

Viya n a ' d a n, . . . ta rihinde, . . . yılında


. . . gazetesi n e
M u h a rrir Efendi Hazretleri,
i l k üç m e ktu bum benim için aşk kıskandığının da sudarın
da pek az olduğu bir zamanki halimin ta rihçesi sayı labil ir. O
m ü ddet za rfı n d a ben Peri için aşk kıskandığ ıyla pek az ya n ı yor­
du m. Yine a s ı l sebebi Peri o l m a k üzere cinayet işleme cü reti m i n
de h e n üz b a ş ı n d a bulunuyord u m . O n d a n son ra yan i dörd ü n c ü
mektu b u m u n a n latacağı za mandan başlayarak b e n a rtık ç ı l d ı­
rasıya bir ôşık kesildim. Yine o aşkın icabından olarak d ü nyada
ka n dökmeye kadar insa n l a r a leyhinde her şeyi mübah gö ren,
katli vacip, yok edilmesi elzem bir cani, bir melun kesildim g itti .
Bakın işte size de hikôye ediyo ru m . Siz de ada let gözü n üzde
d u ru m u m u h a keme ederek gereken hükmü verin.
H ediye' n i n rivayetine göre gerek kendisi gerek H a l i l S u ri
beni m l e ya ptı kları sözleşme h ü kü m lerine uymada kusur etme­
yeceklerse de her ne sebebe daya n ıyorsa Peri bana d a n ld ı ğ ı
i ç i n sözleşme doğal olarak bozu lacakmış.
Peri' n i n çocukluğu üzerine ben de bir çocu kluk, d a h a doğ­
rusu buda l a l ı k etmeyip kızla bir kon uşmuş ve kendisi n e g ere­
ken cü reti vermiş olsaydım, ihti m a l bazı sırlara vôkıf o l u rd u m .
Böylece ne Ö re ke Taşı meselesine ne de Beyoğ l u ' n d a ki i n ti­
h a r ve diğer a d ıyla suikast meselesine lüzum ka l mazd ı . Benim
al çak l ığ ı m d a yal n ız ka l paza n l ı k derecesinde ka l ı r, böyle ü st
ü ste cinayetlerle büyük bir ca n i o l u p ka l mazdım. La kin b i r tü rlü
cesa ret edip de Peri'yle kon u şa madım.

1 70
Bir g ü n bil mem ne izni için h a re rn e girmişti m . Zira sela m­
lı ktc eski bir mutfa k va rd ı . Orayı d a rp h a n e h a l i n e çevirm iştim
ve orada çalışmaktayd ı m . Aya k l a rı m d a a ba terlik bulunduğu
için yürüd ü ğ ü m za m a n hiç aya k l a rı m ı n patırtısı çıkmıyorm uş.
Bunqan ha berim yok ya ! Fakat H e d iye' n i n oda ka pısına ge­
linceye kadar kimse n i n gelisimden h a berd a r alamadığını oda
içinde Hediye' n i n Peri ile dik dik kon uşmasından yan i bu sözü
kesmeye lüzum görmemiş olması n d a n a n la d ı m .
O d a kapısı n ı n perdesi ni baya ğ ı ka l d ı rm ıştı m . Peri'yi Hedi­
ye'nin karşısı nda boyun bükmüs b i r h a lde ve H ediye' n i n de
bana ve H a l i l S u ri'ye dair birtakım kon uşmalarda b u l u n d u ğ u­
nu görü p işitince epeyce ka ldırmış old u ğ u m perdeyi indirerek
dinlemeye başla d ı m .
Kon uşma n ı n bası n ı isitememiş o l d u ğ u m a ç o k üzü l m üştü m .
Zira ondan son ra d i n iediğim şeyler H ed iye' n i n Peri'yi h e p H a­
lil Suri ' n i n aşkı n ı ka b u l e teşvik yol u ndayd ı .
H a l i l S u ri' nin ne kadar terbiyeli ve işgüzor bir a d a m oldu­
ğunu, cebinde bir pa rası ol masa yine ayda yüz l i radan ziya­
de harcaya bilecek kadar g üzel yasaya bileceğ i n i, Heza rfen
Mustafa ' n ı nsa fi lozofların bir baska türlüsü o ld u ğ u n u, dü nya
kayd ı nda b u l u n m a d ı ğ ı n ı , bir lokma ekmek b u lsa mem n u n ka­
lacağ ı n ı a n l atıyord u . Heza rfen M u stafa bakın a ltın ya pmaya
m u kted i r olsa bile kendisinin hepi top u iki kuruş kazana bilecek
kadar budala old u ğ u n u, Halil S u ri' n i nse böyle bir hünere sa­
hip olmadığı halde işte M u stafa gibi bir h eza rfe n i adeta arnele
gibi çalıştı roca k kadar dirayet sa h i b i olduğunu gösteriyord u .
Sonuçta kıza demeye geti riyord u ki öyle şa i r, filozof, hünerli
olan adamların en büyük ba htiya rl ı ğ ı kendi fikir ve zekô m a h­
sulü olan şeylerin m ü kemmell i ğ i n i görmekten iba rettir, yoksa
dünyada yaşa m a k ve hem de g üzel yasa m a k gibi asıl bahti­
ya rl ı ğ ı n ne demek olduğunu bil mezler.
Zeki asüfte bu m u h a kemesini, b u değerlendirmesini, bu m u­
kayesesi n i o kad a r m ü kemmel yü rüıtü ki ben de adeta bir H e­
za rfen M u stafa olacağıma bir H a l i l S u ri o lsayd ı m diye ken d i
ben liğimden istifa derecelerine va rd ı m . i s henüz b u derecedey­
ken ta biatı mda baya ğ ı hiddet va rd ı . H atta birkaç defa hemen

171
perdeyi ka l d ı rı p içeriye g i rmek ve bir edepsizlikte b u l u n m a k
b i l e iste d i m . Fa kat konusm a n ı n son ra l a rı bu cü reti d e k ı rd ı .
Hediye b i r de güzellik v e cem a l bakımından H a l i l S O ri
ile benim a ramda bir m u kayese ya pmaya başl a m ı ştı . H a l i l
S O ri ' n i n n a s ı l kara gözl ü, tom b u lca, beyaz ten li, ya kışı k l ı b i r
a d a m o l d u ğ u n u , hele Ara p şivesince söz söyleyisine doyu l a­
mayacağ ı n ı pek tatl ı bir sekilde tasvi r etti kten son ra H ezarfen
M u stafa denilen herifin ya l n ız sipsivri bir boyu olduğ u n u, b ü tü n
kem i k l e ri n i n üzeri n i kazı m ıs o l sa l a r b i r köftelik kıyma ç ı k maya­
cağı n ı, çeh rece de herha ngi bir Jetafeti olmadığını, gendiğinde
biraz ta biatı h ostuysa da yasi a n d ı kça tabialı na da bir ka ba l ı k
geldiğini, son u çta insa n l a rı ta n ıya n b i r kadı n ı n Mustafa' d a be­
ğenecek ve sevecek hiçbir sey bu l a mayacağını kıza a n l a ttı .
Şimdi bu söz üzerine perdeyi kaldırıp da içeriye n a s ı l g i re­
yi m ? M u h a rrir Efendi Hazretle ri ! Benim birçok çirki n l i ğ i m e e k
olarak b i raz d a kibrim va rd ı r. B i raz değil, epeyce, hatta fazla­
c a d ı r bile. H e diye' nin bu sözü üzerine odaya girecek olsam
s ı rf h a kk ı m d a ki aşağılayıcı e leştirilere ta h a m m ü l edemediğim
için g i rmis olduğum sa n ı laca ktı r. Bense bunu mümkün değil
kibrime yed iremem.
B u n d a n baska Hediye' n i n Halil ile benim a ramda ya ptı ğ ı
m u kayese d o ğ r u d u r da. Bu m u kayeseyi b e n b i l e onayl a d ı ğ ı m
h a l d e Peri' n i n tasvip etmeyeceğ i n i nereden bileyim? Gerçi Peri
b a n a bir a ra m u h abbetinden fi l a n ı nda n bahsetmistiyse d e son­
ra gösterdi ğ i tavrıyla evvelki bahsinin h ü k m ü n ü feshetmi stir. Ya
o da g e rçekten H a l i l SOri'yi tercih etmekteyse? O halde oda­
nın içine g i ri p de öfke ve kızg ı n l ı kl a bağırıp çağınsım " Evet, H a­
l i l S O ri benden daha güzelse de sen yine onu sevmeyip beni
seveceksin " g i b i g ü l ü n ç bir davadan ibaret kal maz m ı ?
N i h ayet H ed iye nasihat yoll u sözlerini bitirdikten son ra
dedi ki:
- Kızım, b u n u n la bera ber ben sana filanı sev de fi l a n ı
sevme de m e k i stemiyoru m. Gön l ü n kimi isterse o n u sev m e kte
özg ü rd ü r. Fa kat senin gibi bir kız e rkekleri parmağ ı n ı n u cuy­
la veya b i r göz işa retiyle istediği gibi oynatmal ı d ı r. H e m d e
h a n g isinde fayd a m ız çoksa ehemmiyeti ona vermelidir. Lira l a rı

1 72
yaptı rıncaya kad a r fayda m ız H eza rfen M ustafa ' dayd ı . $imdi
onlar ya pıldı. S ü rmek için çıkarı m ız Halil SO ri' d edir. Hem de
ya l n ız bu para l a rı s ü rmek faydası de�ildir ki bizi H a l i l S O ri'ye
dönı:lü rü r; ondan başka daha bu kad a r işimiz var. Dolayısıyla
H a l i l ' i n a rzu etti�i iltifatl a rda asla inat etmemelisin. Zaten bu
dünyada benim senden başka kim i m va r? Ah i ret evladımsı n .
Ne kad a r zengin olsam hepsi sen i n için demektir. Sözleri m i
güzelce a n i a d ı n m ı ?
- An l a d ı m efendim.
- Ee öyleyse a rzu etti�im g i b i h a reket edece� ine da i r
ba n a söz verir m i s i n ?
- E mirlerinizi h a rfi harfine d i n l iyeru m efendim. Hepsi n i d e
yaparı m .
- Aferin Peri . Öyleyse b e n de sa n a M i l L ü k s ma�azası n­
dan bir ta kım ôlô fista n yaptırırım.
Di kkat ediyor m u s u n uz M u h a rri r Efe n d i H azretleri? Hedi­
ye' nin şu son sözleri içinde en ziyade d ikkat çeke n i n hangi söz
oldu� u n u görüyor musunuz? F i l a n ı sev de fil a n ı sevme d iye
Peri'ye emir ve h ü kü m edemeyecekmiş. B u n d a n a n laşılıyor ki
Peri'nin H a l i l S O ri'yi hiç de sevdi�i yoktur. Ya l n ız is biti neeye
kadar herifin yüzüne g ü l meliymiş. H a n i ya şu ka lp para l a rı
ya ptı rıncaya kad a r benim yüzü me g ü l d ü kleri g i b i .
Ben i z i n a laca� ı m şeyi n ne old u � u n u da u n uttu m. N e ya­
paca� ı m ı da şaşırd ı m . Orada birkaç d a ki ka d iva ne gibi ka l­
dıkta n son ra yine d a rpha neme dönd ü m .
Hayretimin ne derecede old u � u n u ş u n u n l a de�erlendiri n :
O aksam yoldızianacak bazı p a ra l a r vard ı . Mecidiyelere g ü­
müş ya ldız sürü lecekken a ltın yaldız s ü rm üşü m . Hatta ertesi
gün H a l i l S O ri görü n ce " Beşi bir yerde Osm a n l ı l i rası m ı ya ptı­
n ız?" d iye b u n l a rı aynıyla lira sa n m ı stı .
Hediye' den işitti�im sözler a rtık o l a nca dikkati mi toplama­
ya lüzum gösterdi�i nden neredeyse geceleri de uyku mu fed a
ile hası m l a rı, ra kipleri kolla maya başla mı ştı m .
Bu sırada gari p b i r şey görd ü m . H e r ne kad a r hikôyemle
do� rudan do� ruya ilgisi yoksa da sırf Hediye ile Halil SOri'n i n
nasıl insa n l a r old u � u n u göstermeye ya rayaca�ı i ç i n anlatayı m .

1 73
B i r a kşa m H a l i l Suri acayi p kılıklı bir herif getirdi. H e m de
b u h erifi benden gizlemek için çok itina ediyorlard ı . B u itin a
d ikkati m i çektiğinden b e n de k e n d i entrikama zemi n hazı rla­
m ı ş o l m a k için bir keyifsizliği bahane ederek o a kşa m ayrıca
yem e k yiyeceği m i söyled i m . Keyifsizliğim mide fen a l ı ğ ı o l d u­
ğ u ndan b i r çorba ile ba mya fil a n gibi h afif şeylerden i sted i m .
Yem eğ i m i getirdiler. Hed iye fi l a n i ç i n hazı rlanan sofra d a
kuru l d u . H e r a kşa m sofrada b i ri Arap, diğeri beyaz iki ca ri­
ye h izmet ederk en bu a kşa m o n l a r ı n affedi l mesiyle bera ber
Peri ' n i n d e b u misafi rden kaçı n l m a k iste n i l mesi bir kat d a h a
m e ra k ı m ı uya n d ı rd ı . Herkes yemeğe çeki ldiği za m a n ka l ktı m .
H a l i l S u ri v e Hed iye i l e ya bancı h erifin yemek yediği oda n ı n
ka p ı s ı n a varara k anahta r deliğinden h e m ba ktı m h e m d e ku­
l a k verd i m .
H e rif e peyce sarhoş görün üyord u . H a l i l Su r i diyord u ki:
- Seni M ecdeddin Paşa sayesi nde pra ngadan kurta rm a k
m ü m kü n o l d u ğ u halde senden istediğimiz i ş i gördü kten son ra
da sen i sa k l a m a k veya istedi ğ i n bir memlekete asırm a k bizi m
için i m kô n sız m ı olur? Ama diyelim ki kaç ı p bu raya kad a r gel­
meden ya kayı ele verdin. Mecdeddin Paşa sağ olsu n . Başka
dostl a r ı m ız sağ olsun. Yine kurta rırız.
H a l i l S u r i ' n i n bu sözü n ü o naylayarak Hediye diyord u ki:
- M ecdeddin Paşa pek büyük bir ada msa da size gö re
büyüktür. Yoksa şu eteği m i kaç defa öpmüş olan bir a d a m­
d ı r. H e m bende o n u n gibi d a h a birkaç ta ne Mecdedd i n Bey,
Mecded d i n Efendi va rd ı r ki her ne em retsem, derhal ya p m ayı
cana m i n net b i l i rler. Senden istediği miz iş ise zaten acem isi o l­
d u ğ u n şey değildir.
H a l i l S u ri dedi ki:
- Bak sa n a şimdiden h a ber vereyi m; bize gösterd i ğ i n m u­
vafa kat ya l n ız prangada n çıkıncaya kadar adam aldatm a k
cinsinden b i r şeyse son ra s e n pişman o l u rsun. Yerin d i b i n e
geçsen seni b u l d u ru p tekra r h apse tı ktıkta n son ra istersen bir
ka n i ıyı d a sen i n üzeri ne mem u r ederek her nerede b u l u n a c a k
o l s a n ca n ı n ı a l d ı rmak bizim i ç i n i m kônsız değildir.
H e rif dedi ki:

1 74
- Ca n ı m niçin bu kadar mera k ediyors u n uz? Bir ihtiya rı n a r­
kasına bir ka ma sokmak bu kad a r g ü ç b i r şey mi? Ewel All a h
siz olmasanız da b e n kendimi kurtarabilirim. B e n i m ha pse giri­
şimse zaptiyelere karşı kabadayı l ı k tas l a m a k gibi bir eşeklikten
ileri gelmişti. Yoksa ben o zaman da kaçıp kend i m i ku rtara bilir­
·
dim. ista n b u l içinde sakla nmak g ü ç b i r şey mi? H emseri lerden
bu kad a r hamal, kayıkçı, mavnacı, a rka salıcısı filan var. Hele
Mecdeddin Paşa gibi a rkamız o l u p o sayede ya za pliye veya
gümrü k kolcusu fil a n gibi bir yere yazı l m a k m ü m kün olursa iş
bitti gitti. Siz hiç merak etmeyin . i ki g ü n e kada r görürsü n üz ki . . .
$imdi i ş i a n l a d ı n ız m ı M u h a rrir Efendi? B u katilin sözleri
içinde en tu hafı u m ut veren " Ewel Al l a h " sözüd ü r. Herif b u n u
ne kad a r g üvenerek söyledi. Bir za m a n d a R u m h ı rsızları ndan
birisi n i n h ı rsızl ığa g ideceği gece eğer u m d u ğ u gibi m uvaffa k
olursa H azreti Meryem tasviri ö n ü n d e bir m u m ya kocağı ada­
ğ ı nda b u l u n d u ğ u n u d uymuştu m . Bu geeeki kati l i n ewel Al l a h ' ı
da işte öyle bir şey oldu.
Gerçekten de iki gün son ra . . . m a h kemesi üyelerinden ... Be­
yefendi'nin Galata'dan geçerken sarhoş bir Yun a n l ı n ı n hücumu
ve bıçak darbesiyle vefat ettiği gazetelere yazı ldı. Bu Yunanlı işte
bir akşam Hediye' nin konağında yemek yiyen kı l ı k değiştirmiş
herifti . ... Beyefendi'nin vefatından sonra da onun görevli olduğu
mahkemede Halil S O ri bir ticaret davası kaza ndı ki yalnız kendi
hizmetine karşıl ı k aldığı para iki bin beş yüz liradan fazlayd ı.
Bu h ususu bel i rirnemden ya l n ı z b i r fayda elde ed ilmez ve
o da H a l i l S O ri ile Hediye' nin işte böyle iki bin beş yüz l i ra
kaza n ı l a bilecek o l a n bir davada ken dilerine m a n i olacak b i r
üyenin c a n ı n a kastetmeye kada r varaca kları n ı göstermekten
ibaret ka lmaz. Bir fayda daha elde edilir ki o da benim a ley­
himdeki entrika larına vô kıf olmak için a raştı rma ve i ncelemele­
rimde nasıl m uvaffa k olacağımı göstermektir. Ya n i ben onların
en gizli işlerine bu kadar vô kıf o l a b i l m i şsem ken d i işierirnde n e
derecelere kadar m uvaffak olabileceğ i m i b u n d a n kıyas etmek
m ü m k ü n o l u r.
Kona kla Peri' den başka Hed iye' n i n işleri n e vôkıf bir de
kôhya kad ı n va rd ı . Peri'nin bizden yüz çevi rmesi üzerine kôh-

1 75
ya kad ı n da baya� ı yüz çevirmişti a m a o n u n de�işmesi Peri
derecesi n de de�ildi. Gerekti�inde "efendi o� l u m " d iye bizi
iltifatl a r ı n d a n yine mahrum etmezdi . Dolayısıyla ben kibrimi
kı racak olsam kahya kad ı n l a soh bet eder ve bu sohbetimden
fayda elde edebilirdim. La kin ka hya kad ı n ı n benden ziyad e
d o � a l o l a ra k Hediye ile dost oldu�u meydandayken " Ba n a
o n l a r merh a m et etmiyor, bari sen merhamet et" diye d ü ş m a n a
eyval l a h etme k k i b i r v e inadı m a s ı � a r m ı?
Kahya kad ı ndan son ra Hed iye' n i n bir de N a z i k isminde
ka rt b i r ca riyesi va rd ı r; kendisine " ki lerci ka lfa" derler. Daha
dogrusu " hazinedar ka lfa " demelidir. Zira Hediye' n i n ya l n ı z
kileri d e � i l , sa n d ı k odası da b u kad ı n ı n elindedir. Ben i m i ç i n
h erkesten fazla dost olabilece�i ü m it edilen ya l n ız oysa d a
m a d e m k i kal paza n l ı k işinde sa n d ı kkarl ı k h izmetini o ifa ediyor,
mademki Peri'yi bi rkaç defa H a l i l S O ri'nin Beyo� l u ' n d a b u l u­
n a n evi n e g ötü rmüştü r, ona da g üven memeye, o n u n l a da i ki
çift sözle sohbet etmemeye mecburum.
Sonuçta kon a k içinde, bu kadar entrikaya karşı tek başı­
ma ka l d ı � ı m h a lde yine m uvaffa kiyeiten ü midimi kesmeyere k
çal ışıyord u m .
Peri ' n i n N azik Ka lfa refa katiyle birkaç defa H a l i l SOri'nin
evine g itmiş oldugunu haber vermem üzerine biraz d a h a iza­
hat vereyim m i ?
H a l i l S O ri ' n i n Peri'nin askıyla cidden yan ı p tutustu g u n u hatta
Peri ile emeline nail olmak için gerekirse din degiştirip M üs l ü­
m a n olmayı göze a ldı� ı n ı son radan ögrenmiştim. Böyle bir a da­
m ı n h a k dini batı! mezhepten fa rk ve tercih ederek Müsl ü m a n
oldu�una i n a n ı labilir m i ? Demek ol uyor k i din degistirme sözü
sırf Hediye'yi a l d atma k için ortaya çıkmış bir sözd ür. Gerçi H e­
diye kolay kolay a ldatılan kad ı n l a rdan degildir. Peri'ye g izlice
vermis o l du g u nasi hatlerden a n lası laca� ına göre Halil S O ri'yi
de Hediye a l datıyordu. H i lekarlar a ldatıldıkları n ı asla hatı ra
getirmeyerek daima aldatıyoru m za n n ı nda bulund u kla rı n d a n
H a l i l S O ri de b u za nla d i n de�istirme sözü n ü ortaya çıkarmıştı.
iste Peri'nin Beyoglu'ndaki evine götürül mesi yine bu d i n de­
�iştirme meselesinden ileri geliyordu. Güya val idesi ve kızıyla

1 76
Peri a rasında evvelden bir münasebet kura ra k hem din değiştir­
mesi hem de bir Müslüman kızı n ı a l ması gibi iki uzak şeyi birden­
bire ya pmamış olmamak için bu m ü n a sebete lüzum görmüştü .
M u h a rrir Efendi Hazretleri ! Bu kad a r gerçeğe vakıf oldu­
ğu m halde nasıl o l u p da henüz sa brı m ı tüketemediğimi garipsi­
yar musun uz? Biliniz ki sabrı, ta ha m m ü l ü fazla olan adam mut­
laka işin neticesinde d ünyayı hayrette b ı ra kacak kadar şiddetli
bir şeyi göze a l m a k için cesa ret topl a m a k üzere b u sa bırda, bu
ta hammülde b u l u n u r. ilk gördüğü h a l üzerine hemen hiddetle­
niveren adamlard a n hiç korkmayı n . Z i ra o n l a r her görd ü kleri
hal üzerine bir kere hiddetlenir, daha sonra öfkesine hakim
olur, gözlemlenen d u ru m a yavaş yavaş uyu m sağlar ve işin
sonunda yen i l i r, boyu nlarını büküp savuşmaya kad a r varı rlar.
Benim a rtık sabrı m ı tü ketmeye başlayısım bakın ne gibi bir
va ka üzerine vuku b u l m u ştu .
Bir a ksa m isi erkence paydos ederek d a rphaneyi kapa m ı ş,
sela m l ı k ta rafı na ç ı k m ıştı m. Dikkat buyurul uyor m u ? Ben hala
kal paza n l ı k sözleşmesi h ü kü m leri n e uym a kta n ayrı l maya rak
imali kararlaştı rı l a n bu kadar bin pa rça si kkeyi ya pmakta de­
va m ediyoru m .
Sel a m l ı ğ a geldiğimde tam b e n i m yattı ğ ı m odada i k i kişi
a rası n da konuşmaya, m ücadeleye, hatta pehliva n l ığa benzer
bir gürü ltü beni ka rşı l a d ı . Kapı ö n ü n d e d u rd u m . Odamda H a l i l
SOri ile Peri o l d u ğ u n u a n lamayım m ı ?
Ka n ı m fena h a l d e go leya n etti, vücud u md a ki dolaşı m ı n a
sü rat g e l d i . Gözlerim l e şaşı a d a m l a r ı n bakışları g i b i burn u m u n
ucuna bakı nca suratı ın ı n panca r kesi l d i ğ i n i a n l a d ı m . B i r da ki­
ka kad a r sa bredebilmiş miydim bilemem, fa kat bu bir da kika
zarfı nda bazı hareketlere dela let eden patı rtı l a rd a n ve kon u­
şulan sözlerden a n la d ı m ki H a l i l S O ri, Peri'yi öpmek isted iği
halde Peri m üdafa a ederek "Siz imana gelmeyince, nika h ı m ız
kıyı l m a d ı kça elinizi elime değdirmeye g ö n l ü m rıza göstermez.
Hanımefendi de bu cüreti tasvip etmez" dedi.
Ah çoc u k ! S u son sözü niçin söyled i n ? Engel oluş ya l n ız
kendi ta rafı ndan olsayd ı da gözleri m d e b i r kat d a h a büyüsey­
din ne o l u rd u ? Demek o l uyor ki h a n ı mefe n d i b u seleri tasvi p

l 77
edecek olsa o n l a rı da esi rg e m eyeceksin. Bunca sened i r be­
n i m g i b i sa n a ta pan, sen i n için zih n i n e ve ka lbine hiçbir fen a
d ü ş ü nce, fen a b i r h i s gelmemiş o l a n b i r doslu n n a i l ola m a d ı ğ ı
n i m eti H a l i l g i b i bir herife saçaca ksı n . Of, a rtı k ta h a m m ü l e i m­
kôn ka l d ı m ı ?
Hemen kapıyı açıp odaya girdim. Ben girerken Halil S Cı ri
" H a n ı m nasıl tasvip etmezmiş? Etmemeye gücü va r mı?" diyord u .
B e n i görü n ce Peri p u t g i b i d o n d u ka ld ı. Halil SCıri i s e fütu r­
suz davra n d ı . Dedi ki:
- Bizi m i ta kip ediyord u n uz?
- Hayır. B u rası benim ada m d ı r. Fa kat siz muaşaka nızı bile
bile bana göstermek için mi oda ma kadar geldiniz?
Peri sessiz sedasız ağlamaya başladı.
Halil S Cı ri verecek bir ceva p b u l a mayınca dedim ki:
- Siz imza n ızı ve imza n ız a ltı nda olan sözleşmen izi n h ü k­
m ü n ü böyle m i tuta rsınız? Aşk ve m u h a bbet Peri ta rafı n d a n g e l­
miş ve o size vuslat teklif etm iş olsayd ı bile siz bu kadar za m a n­
d ı r etti ği m hizmetin mü kôfatı n ı n bu kız olacağ ı n ı ve old u ğ u n u
di kkate a l a ra k reddetmeliydi n iz. H a l buki a ksine taa rruzu sizin
ta rafı n ızda n g ö rüyoru m.
H a l i l S Cı ri e peyce bir süre ceva p bulamadı. N i h ayet yine
ewe l ki kayıtsız ve fütu rsuz tavrıyla dedi ki:
- Gön ü l meselelerinde imza n ı n , sözleşmenin hiç h ü k m ü
o l a m az. H e rkes kalbinin hissiyalı nda mazu rd u r.
- Öyledir, fa kat bu mazu rl u k her şeyden önce bende va r­
d ı r. H e l e şi m d i l i k bela n ı n daha fazla büyürnemesi için şu oda­
dan ç ı k m a n ızı neza ketle ikin ize de ihta r ederim. Zira b u rası
benim gecelernem için tayin ed i l miştir.
H a l i l S Cı ri odadan çı kmaya d avra n d ı fa kat gözü n ü g özü m­
den ayırmayı p ya n yan yü rüyerek çı kıyord u . Aklı nca a k l ı m d a
fikrimde o l a n l a rı gözlerimden a n l a maya çalışıyord u . Fa kat
ben ken d i m i H a l i l ' e de Hediye'ye de mağlup etti recek şeyin
m utla ka a kl ı mda, fikrimde olan şeylere onların vôkıf o l m a s ı n­
d a n i b a ret b u l u nacağ ı n ı öngörd ü m . Ben de kendimi tuttu m , h a­
reket ta rzı m da kal birnde o l u p bitenden hiç ren k gösterme m eye
son derece g ayret etti m.

1 78
H a l i l çı ktı g itti. Peri odada ka l d ı. O n a da çıkıp g itmesi n i em­
rettiğimde dedi ki:
- Bir d a kika sabredin ve bana m ü saade edin de size bir
söz söyleyeyi m .
- Bana hiçbir lüzu m u yoktu r kuzu m . Sana l üzumu va rsa
söyle.
- Evet, bana lüzumu var. Söyleyeceğim. Evvela size so­
rarım; benden görd ü ğ ü n üz vefasızca m u a m e l e üzerine d a h i
sizden bir şey rica etsem ka bul e d e r misiniz? Ya par mısın ız?
M u h a rrir Efendi, eğer Peri şu sözü n ü n içinde " benden gör­
d ü ğ ü n üz vefasızca m uamele üzerin e d a h i " c ü m lesini katma­
mış olsayd ı hiçbir ricas ı n ı ka bul etmeyeceğime siz şüphe eder
misiniz? La kin bu c ü m leyi katmasıyla Peri bana a n l atm ış oldu ki
ka bahati n i n ne o l du ğ u n a kendisi vô k ıftı r ve o kaba hat üzerine
ricası n ı ka b u l etmemekte ben haklı olduğum halde yine beni m
kendi h a kkı n d a ki m u h a b betime de sayg ı m a da itimadı olduğu
için benden bir şeyin ya pılmasını rica ediyorm uş. Şimdi bunun
üzeri ne Peri ' n i n ricası n ı nasıl redded e b i l i ri m ? Ded i m ki:
- Söyle gözü m . Ya pabileceğ i m b i r şeyse . . .
- S i z b e n i m i ç i n evvelki hocam, evvelki dostu msanız her
neyi rica etsem ya parna mazl ı k etmezsi n iz.
Şeyta n kız her söylediği şeyi öyle bir ta rz ve tavı rla söy­
l üyor ki m utla ka m u kabeleye i n sa n ı m ec b u r ed iyor. Bu sözü
üzerine mecburen dedim ki:
- Ben senin için yine evvel ki m u a l l i m , yine evvelki dost o l­
dukta n fazla daha başka bir şey o l d u m ki o n u da sen etti n .
Dolayısıyla söyleyeceği n sözleri yeri n e getirmeye evvelkinden
daha fazla mecbur olduğumu da b i l iyors u n .
- Öyleyse rica ederim bu kona kta n ç ı k ı p g i d i n .
- Bu kona kta n m ı ? . . Şey mi edeyi m ? . .
Kızı n e m ri üzerine b o ş söz edecek kad a r şaşırmış ka l m ı ş ı m .
Peri d e d i ki:
- Evet, bu kon a kta n çıkıp gidin. Z i ra şimdi görülen hal üze­
ri ne ben işin son u n u pek fena görüyoru m .
- Ki m i n için fen a olacakmış? Fen a l ı ğ ı kimler ed iyorsa o n l a r
düşünsü n .

1 79
- Bu d ü nyada fen a l ı k edenler fen a l ı k bulsalar söz ü n üzü
tasd i k ederdi m. Fa kat fen a l ıı::Jı daima iyiler b u l u r. Siz bu ko n a ı::)ı
benden iyi b i l i rsiniz. Beni d a h a fazla söyletıneyin de rica etti­
ğ i m şeyi ya p ı n .
Ge rçekten d e kızın dediı::Ji doı::Jr ud u r. Konaı::Jı b e n o n d a n
i y i b i l i ri m . B e n b u hakikati d a h a H ediye'n i n Peri'ye n a sihat
verd i ğ i gün a n la m a l ıydı m . Ka l p para l a rı ya p ı p bitirdi kte n son­
ra b e n i m H e d iye'ye ne l üzu m u m ka l d ı ? Aksi ne va rl ı ğ ı m z a ra r­
lı o l d u . Z i ra h e r ne za man olsa b i r hiddetle b u nca suçu m ey­
d a n a koyac a k ben olacaı::Jı m g i b i kalpaza n l ığ ı da meyd a n a
koya b i l i ri m . H ed iye ise faydası, l ü z u m u ka l mayan a d a m l a rı
gerekirse ö l ü m l e de defede b i l i r. B u d u ru mda bu kon a kta n
va rlığ ı ın ı n defi için görü len l ü z u m adeta ca n ım a kastetme k
demektir.
O g ü n Peri huzurunda b u görüşler söylendiı::Ji gibi o n d a n
son ra da a n l a d ı m ki meğer H a l i l S O ri' n i n Peri i l e bizim o d a d a
b u l u n m a l a rı s ı rf b e n i m kovu l m a m i ç i n yine Hediye tarafı n d a n
tertiplenmiş b i r ö n hazı rlıkmış.
N eyse biz hemen o anda iş e lbiselerini a rkam ızda n çıkarıp
gündüzlük e l b iselerimizi giydik. Hemen kona kta n çıktık.
bte M u h a rrir Efendi Hazretleri, Hediye' nin kona ğ ı n d a n
çı kışı m ı z b u ç ı k ı ş oldu.
La kin n e reye gideceği m ? N e iş tutacağ ım? Senelerde n
be r i ben a d eta d ü nyadan e l çekmişi m . Benim dünya m H ed i­
ye' n i n kon a ğ ı , o radaki va rl ı ğ ı m da Peri olmuştu . Pa ra m yok.
Ciddi bir dostu m yok. Sanatı m yok. Memu riyetim yok.
i l k işim b e n i m için satı n a l ı n a n evi satm a k oldu. i ki yüz l i ra­
ya a l ı n a n evi a ltmış liraya verd ik. Sözleşme h ü kmü nce H a l i l
ve H ed iye' den a lacağ ım para l a rı a rtı k ümit b i l e etmeye i m ka n
ka ldı ın ı ? O p a ra l a rdan evvel Peri'yi alacaktık. Peri h a kkı n d a ki
ümidi miz n a s ı l m a hvold uysa, para l a r h a kkındaki ümidimiz on­
d a n fazla m a hval d u gitti.
Kon a kta n ç ı ktı kta n son ra H a l i l S O ri ile Hediye' n i n ve Pe­
ri' n i n ne tavır ta kındıkianna d i kkat etti m. Tavırl a rı na h i ç b i r
de ğişikli k gelmemiş. Bir fa rk va rsa o da H a l i l S O ri v e Peri
arası n d a ki ın ua ş a ka n ı n evve l ki n d e n daha serbestçe bir şekil

1 80
almasından iba retti. Benim ayrı l ı ş ı m son b a h a ra rastl ıyord u .
Sonba h a rda Peri a lafra nga kıyafette, H a l i l S O ri ' n i n kızıyla
birlikte Kôğıtha nelere 1 fil a n l a ra gider o l d u . Bir defasında ben
de tesa d üf etti m . Baş işa retiyle b a n a bir sel a m verd i. M u kabe­
le etmemeyi k u rd u rnsa da düşünd ü ğ ü m ü ya p maya muvaffa k
olama d ı m .
K ı ş geldiği za m a n sa tiyatro l a rd a loca l a r içinde Peri ve
Matmazel S O ri ile H a l i l SOri görün m eye başl a d ı . Daha son ra
ka rnava l geli nce maskara kıyafetleriyle b a l o l a ra gider oldu­
lar. Heza rfen M u stafa' dan çeki n m e d i kten sonra kimden çeki­
necekler?
La kin serbestli k b u dereceyi b u l d u ğ u za m a n bizde de sa­
bı rsızlı k son dereceye va rd ı . H a l i l ' e bir m e ktu p yazd ı m . Bunda
Peri ha kkı ndaki m u a me lesi bana rağ m e nse a rtı k b u n u yapa bi­
leceği n i, yok eğer b i r M ü s l ü m a n kızı n ı başta n ç ı ka rmaksa ona
ihtimal olamayaca ğ ı n ı a n lattı m . Mektu b u n bir s u reti n i çı ka rtma­
dım ki neşredeyim . O halde görü rd ü n üz ki g ayet halim sel i m
yazı l m ı ş bir mektu ptu. A l d ı ğ ı m ceva pta H a l i l S O ri Efendi kim­
senin kendi keyfi n i n kahyası olmad ı ğ ı n d a n dem vurarak köy
ya n ı n d a n geçen yolcuyu olur olmaz köpeklerin havlaması n ı n
yol u n da n a l ı koya m ayacağ ı n ı bildiriyor.
Nasıl? Bir za m a n ki terbiyeli, edip, iltifatçı H a l i l S O ri'yi şimdi
görüyor m u su n uz?
Bu mektu p bana u laştı ktan üç g ü n son ra büyücek bir zat
beni kona ğ ı n a çağ ı rd ı . Ya H a l i l S O ri'ye hiç sa l d ı rm a m a mı veya
ista n b u l ' dan çıkıp g itmemi nasihat etti . Biraz düşündüm. Gere­
kirse i sta n b u l ' da n ç ı k ı p gideceğ i m i söyled i m . O zat bu sözüm­
den asıl m a n ayı a n l aya madı. N a si h a t ka b u l eder, itaatkô r,
boyun eğer bir çoc u k olduğ u m a teşekkü rle beni a ğ ı rlayo ra k
kapıya kadar gönderdi.
Bu nasihatten ta m on beş gün son ra Ö reke Taşı va kası
oldu ki ileriki mektu bumda a n lataca ğ ı m .

Özellikle ilkbahar mevsiminde gidilen Kağıthane, o dönem istanbul'unda


halkın rağbet ettiği eğlence yerlerinin başında gelirdi. Çok sevilen bir mesire
olmanın yanı sıra resmi ziyafetler, roplantılar ve düğünler de düzenlenirdi .

181
s

Hezarfen, diğer adıyla Kalpazan Mustafa'nın mektupla­


rına verilen önem derece derece artıyordu. Yukarıya alınan
dördüncü mektubuna verilmiş olan önemin daha önceki üç
mektubuna verilenden daha fazla olduğu da biz söylemek­
sizin okurlarımızın kendi kendilerine düşünüp bulabiieceği
bir şeydir.
Mektupta halkın dikkatten asla uzak tutmadığı şey
Musta fa ' n ı n gayet sa de ve içtenl i k l i bir üslupla gerek kendi
lehinde gerek aleyhinde sayılabilecek şeyleri anlatması mese­
lesidir. Bu sadelik ve içtenlik anlattıklarında yalana, müba­
lağaya benzer hiçbir şey bulunmadığını ispat için ikna edici
delillerden sayılabilir.
Dördüncü mektubunun yayımlanmasından iki gün son­
ra Mustafa'nın beşinci mektubu da yayımlandı. Beşinci
mektup esrar-ı cinayata bizim de vakıf olmaya başladığımız
şeylere ait olduğundan okuyanlar tarafından daha başka bir
merakla karşılanmıştır.
İşte mektup şudur:

Viya n a ' d a n , ... ta rihinde, ... y ı l ı nda


i sta n bu l ' d a . . . gazetesine
M u h a rrir Efendi Hazretleri,
Gönderd i � i m dört mektu p üzerine beşinci mektu b u m u n
gel mesi bel ki okurlarınız tarafı n d a n aceleyle beklen i r d iye
m ü m kü n o l d u � u kadar vakit kaybetmeksizi n yazıp gönderd i m .
B u m e ktu b u mda size Ö reke Taşı va kasını an lataca � ı m ı
vaat etm işti m . bte o vaadimi yeri ne getiriyoru m .
H a l i l S O ri benden çekincesin i şiddetiice b i r tehditle m e n
edebildikten son ra cesa ret v e c ü reti n i o kadar a rtı rd ı k i b e n i m
gibi Peri ' n i n ô ş ı � ı , dostu, hocası, babası sayı labilen bir a d a m ı n
de�il, ka l b i n d e zerre kadar i n sa n l ı k gayreti olan kimse n i n o
kad a r küsta hça cü rete daya n a b i lece�i düşü n ü lemez.
B u g ü n H a l i l S O ri nerede?
M a s l a k'ta !

1 82
Bug ü n H a l i l S O ri nerede?
Belg rat Orma n ı ' n d a !
Kısacası H a l i l S O r i Kôğıthane' d e , H a l i l S O r i Davutpaşa
Çayı rı' nda, H a l i l SO ri Bağlarbaşı' nda, Kad ı köy' de, Büyü ka­
da' da . . . H a l i l SO ri her yerde.
Ama H a l i l S O ri denildiği za m a n Peri de bu ismin içindedir.
Herif Peri'ye "Ca n ı m " demiş, haki katen can ten le nasıl bera ber
gezerse Peri de H a l i l S O ri ile öyle g eziyor. D ü şü n d ü m taşı ndı m,
kendi kendime " Ba ri gönlüme mera m a n l atayı m da şu Peri
ve Halil S O ri ile ta mamen ilgimi keseyi m . Ken d i m için selamet
sebebi olacak şekil bundan iba ret o l d u ğ u gibi, Peri için de
sela met a ncak bu şekilde olur" ded i m , fa kat işi hangi açıdan
inceledimse bir tü rl ü gönlümü ikna etme k m ü m k ü n olmadı.
Gerçekten beni m için Peri'ye edilebilecek en büyük dost­
luğun ondan el çekmek, hani ya d ü ş m a n l ı k elini, i ntika m pen­
çesin i i h m a l cebine sokma şekli old u ğ u n a gön l ü m de şüphe
etmiyor. Fa kat bu dostl uğa nispetle kızcağ ızı Hediye ile H a l i l
SOri' nin evinde b ı ra k m a n ı n p e k büyü k düşma n l ı k o l d u ğ u n u da
gönlü m zihnime ispat ediyor.
B u n l a rdan el çek! Ka ncık H a l i l b u n u m utlaka korkaklığıma
verecek.
Peri'den el çek! Hed iye' nin gözü n d e b u n d a n büyük hiçbir
muvaffa kiyet yoktu r. Bu nca va kitten beri beni a h m a kçası na be­
dava çalıştı rm ış ve ka lpaza n l ı k gibi b i r suçun m ü kôfatı n ı ya l n ı z
kendileri a l m ı ş olacaklar.
Peri' den el çekmek benim için d ü nya d a n el çekmek de­
mektir. D ü nyad a n el çekmek lazım gelince d ü nyada taş taş
üzerinde ka lması n ı reva görebilir miyi m ?
M u h a rrir Efendi Hazretleri !
Dü nyada birçok hissin insana b a hşettiğ i zevkleri pek çok
defa tecrübe etmişti m ama i ntika m h issi n i n zevki n i bu za m a n a
kadar a s l a tecrübe etmemistim.
H a l i l ' den, Hed iye' den intikam alacağımı, o n l a rı ka h rı m ı n
pençesi nde perişa n ederek üstü n l üğ ü m ü h e m kendilerine gös­
terip hem de ken d i m göreceğimi d ü ş ü n d ü kçe bu i ntika m ı çok­
tan a l m ı s ı m kadar zevk duymaya başl a d ı m . Sadece evvel a

183
inti ka m pençeme Hediye'yi mi, yoksa H a l i l S O ri'yi mi geçirmek
gere kti � i n i tayin etmekte birde n b i re m uvaffa k olamadı m.
Ben b u h ayret içindeyken b i r gün haber aldım ki H a l i l S O ri
ista n b u l mesireleri n i n tü münde g ezindikten sonra bir de Ka ra­
deniz' i n gözlere, ka l plere heybel veren şairane aza metin e ka r­
şı b i r gezintiye karar vermiş. Hemen o g ü n büyük bir sa n d a l a
binere k B o � a z a�zında yer a l a n Ö reke Ta ş ı ' na do�ru g itmiş.
B u h a beri a l d ı � ı m za m a n b i rdenbire inanamadım. Böyle
ç ı l g ı nca bir h a rekete kim i n a n a b i l ir? Fakat H a l i l SOri'n i n a l e m e
r a � m e n b i r c ü retle hareket etmesi b e n i bu ha bere de i n a n d ı rd ı .
Kendi ken d i m e dedim ki, "Gider m iyim? Gideri m . "
Ya l n ız b u sözü söyledi�im zam a n henüz sadece b i r i n ti­
ka m hissine ta b i de�ildim. H atta Öreke Taşı'na gidersem ne
yapaca � ı m ı d a belirlememişti m . Bu kararsızl ı kla Köprü' d e bir
va p u ra b i n rn e k için Beyo� l u ' n d a n Ka raköy'e i nerken yol d a b i r
dosta rast g e l d i m . Nereye g ittiı;jimi sord u . ihtiyatsızca, çekin­
meden d u r u m u kendisine söyled i m . Dedim ki:
- Bizim H a l i l S O ri sevdi�i Peri'yi a rz ve ta kdim etmed i k se­
yir yeri b ı ra k m a m ış. Nihayet Ka raden iz' e de preza nte etme k
için Ö re ke Taşı' n a gitmiş. Va rı p şu ç ı l g ı nca gezintiyi uza kta n
olsun seyredece�i m .
Bu sözümüzü dinleyen dost birdenbire sara rdı. Bana d e d i ki:
- Dostl u � u m a itimadın va rsa sana bir n asihat verece� i m .
- N e d i r o nasihat?
- Ö reke Taşı ' n a gitmeyeceksin .
- B u n u n sebep v e hikmeti? . .
- Evet, b u n u da söyleyece� i m . H a l i l S O ri adeta s a n a
meyd a n o kuyor. Öyle h e r g ü n b i r seyi r yerinde Peri i l e b e­
ra be r g ö r ü n mesi seni bir belaya davet demektir. Sen şayet
reka bet edecek o l u rsan ya c a n ı n a kastetme k veya sen o n a
b i r z ara r e ri ştirecek o l u rsan s e n i p ra n g a l a rda ç ü rütm e k i ç i n
böyle y a p ıyor.
- Peka la, i n ş a l l a h muvaffa k o l u r.
- Hayır, b e n o n u n muvaffa k o l m a s ı n ı istemem. istemedi� i m
içi n d i r ki s a n a d a g itme diye nasihat veriri m .
- Ben de b u nasihati ka b u l ederek g itmem ka rdeşim.

1 84
Dostu m pek m e m n u n oldu. Ken d i siyle birlikte geriye dön­
d ü k. O n u n bir işi va rmış. Panga ltı'ya do�ru gidecekmiş. Ben
Mevlevihane ya n ı n d a kendisinden ayrı l ı p o g ü n ayin g ü n ü
oldu� u n d a n dergô h-ı şerife gird i m .
Ş i m di şu hale baka rak zan nedersin iz ki ben ka rarından,
azimetinden ça rça b u k döner bir ada m ı m . Fa kat hata edersiniz.
Dostu m a niçin bu m uvafakat yüzü n ü gösterdim, biliyor
musunuz? Beni engel lemek için nasihati uzata ra k vaktimi zayi
ettirmesi n d iye. Zira H a l i l Su ri' nin h a k k ı m d a ki kastı n ı haber ver­
mekle bana da inti ka m ı hatı riatm ış old u . i ntikam ya l n ız ka lbi m i
de�il, gaza b ı m ı n ka n ı n ı kaynato ra k bütü n vücud u m u istila etti.
Mevlevihane'ye g i rer girmez yine çı ktı m . H a n i ya Kuleka­
pısı'nda bir silahçı d ü kkanı va rd ı r; ö n ü n d e devierin kullanma­
sına uyg u n düşebilecek kadar büyük b i r tüfekten ibaret nişa­
nesi de va rd ı r. Bu d ü kkôna gird i m . Altı patl a r ta bancalarda n
i ki ta nesiyle bir pa ket ya n i elli ta ne d e h a rtuç ı a l d ı m . B u n l a rı
cebime yerleşti rip d ü kkô ndan çı ktı m . S o n ra bir bakkal dükka n ı­
na gird i m . Kuma nya o l m a k üzere ya l n ız b i r okka sucu k a l d ı m .
Zira e k m e k gibi k a b a şeyler yü k ü m ü ço�altm a kta n başka bir
şeye ya ra mazd ı .
Koşa koşa Köprü 'ye vard ı m . Yen i m a ha lle'ye g i d e n Rumeli
va puruna binip Yen i m a h a l le'ye geldim ki saat henüz a kşa m ı n
yedisi de�ildi.
Sahil boyunca y u ka nya do�ru yürü m eye başladım. Epey­
ce gittikten son ra deniz kenarında h a ra pça bir çeşme buldum.
Yolda giderken bir hayli sucuk yemiş o ld u � u m d a n hôsıl olan
hamretim i bu çeşmeden giderdikten son ra bir de siga ra ya ktı m .
Gözlerim bir kayık a rıyord u . Fa kat iskele o l a n m a hallerden
kayık kira la mayı ihtiyata uyg u n b u l a m a d ı m . Zira ben izi mi kay­
betmek ve şayet bir i nti ka m almaya m uvaffa k o l u rsam a rka m­
da bir şahit b ı ra k m a m a k görüşü ndeyd i m .
Yukarı d a n aşa� ıya i n e n b i r kayı� ı ça� ı n p b e n i Öreke Ta­
şı'na götü rmesin i kayıkçıya teklif etti m . H ava lodos oldu�un­
dan kolayca gidebilirse de dönüşte zah met çekece�i için tek­
lifimi ka b u l etmedi.

Mermi

1 85
Aşa g ı d a n y u ka rıya giden b i r kayıkçı kayıgı buld u m . B e n i
Ö re ke T a ş ı ' n a b ı ro kıvermesin i ona da teklif ettigirnde kayı kta
b u l u n a n i ki R u m d ikkatle yüzü me bakıp dedi ki:
- Sen bel a n ı a rıyorsa n başka yerde a ra .
- N e d e n b e l a rn ı a rayaca kmışım?
- Seni Ö re ke Taşı'na götü rd ü kten son ra neyle dönecek-
si n ? Demek o l uyor ki orada ken d i n i ya denize atma veya baş­
ka bir şekilde belaya düşürme kara rı ndası n .
Anlaşıl ıyor y a , ba l ı kçı R u m l a r b e n i ka rasevdaya u g r a m ı ş
za n n etmiş.
Gerçi h a kla rı da va r. Denizin oporta yerinde bul u n a n bir
kaya n ı n ya l n ız üzerine kad a r g itmekle yelin i p dönüşü d ü ş ü n­
meyen bir a d a m ı n n iyetinin ora d a ka l m a k oldugu aşikô rd ı r.
Ö reke Taşı ise üzerinde yaşanacak bir yer olmad ı g ı n d a n
i n s a n oraya g itse g itse a n c a k ken d i n i öldürmek için gidebilir.
B i r a ra a kl ı m a geldi; Öre ke Taşı'nda bir ziyafet veri l d i g i n i,
ben i m de d aveti i oldugumu R u m i a ra haber vereyi m . Fa kat b u
d u ru m d a b a l ı kç ı l a rı b u gece orada vuku b u l ması m u hte m e l
o l a n b i r c i n a yetten haberd a r etmiş olaca g ı m ı düşünerek vaz­
geçti m .
M u h a rri r Efendi Hazretleri ! Dikkatinizi rica ederim . Ö reke
Taşı' nda vuku bulaca k vakayı henüz ihtimale veriyoru m . Z i ra
her ne kada r silahlanm ışsa m da bu silahlarla henüz ne ya pa­
cag ı m ı kesin o l a ra k bil miyoru m . H a l i l S O ri ne ya pmaya l ü z u m
gösterecekse ö y l e hareket edeceg i m .
S u s ku n l u g u m üzerine balıkçılar çektiler gittiler. B e n çeşme­
den bir su d a h a içip bir siga ra d a h a ya ktı kta n son ra yu ka rıya
dogru yürü m eye deva m ettim . Gü neşin batışından son ra su­
lar ka ra rmaya başlad ı . Revolve rlerin biri n i ç ı ka rıp birkaç kere
boşa ço ko ra k tecrübe ettim, son ra doldurup cebime koyd u m .
Digeri n i de tecrü beden son ra doldurup öteki cebime i n d i rd i m .
H e m y ü r ü r hem bu işi ya p a rd ı m . Ta hminen saat dokuz b u­
çu gu b u l m u ştu ki ta m Öreke Taşı ka rşısına va rd ı m.
Roman yaza n ların çog u başları sı kışiı kça tesadüften i stifa­
de eder. B u ra d a bir tesadüf de bana va ki oldu ama g azele­
n ize yazd ı g ı m bu mektu p bir rom a n olmadıgından vaki o l a n

186
tesadüf romancıların tesadüfüne benzem ez. Zira ben size i l k
mektubumda haber vermis oldugu m g i b i gemicilige heves etti­
gim ve Büyü kada ta raflarında Mekteb-i B a h riye 1 ö g rencileriy­
le volta v u rd u g u m za m a n l a r yüzmeyi p e kô l ô ögrendigimden,
sa hilden Öreke Taşı' n a kada r degil, Bogaz' ı bir yakada n öteki
yakaya kadar yüzerek geçebilirim.
Bu gece de bu h ü nerimden isiifad eyi kurmuştu m . El bisemi
Rumeli sahilinde b ı ra k ı p ya lnız sil a h l a r ı m ı başıma baglayo ra k
Öreke Tası'na kada r yüzd ü kten son ra H a l i l S O ri i le ne yapa­
ca ksa m ya pıp son ra yine yüzerek d ö n meyi kurmuştum. Mev­
sim kıs, hava sog u k degil ki endişe edebileyim.
Fakat yuka rıda h a ber verdigim tesadüf beni b u külfetten
ku rta rd ı . Zira Ka n l ı Kaya ' n ı n ka rşı s ı n d a i ki büyücek kaya n ı n
arası b i r limancık, d a h a dogrusu dog a l bir kayı khanecik teşkil
etm iş ve semti oraya pek ya kın olacagı ta bii b u l u n a n bir ba l ı k­
ç ı n ı n büyücek kayı g ı n ı bu kayı khane içine sok u p baglayo ra k
evine gitmis oldug u n u gördüm.
Gerçi i l ki n bu tesadüften mem n u n olmadım. Ç ü n kü kosko­
caman kayıg ı Ka n l ı Kaya'ya kadar yüzd ü rrnek beni oraya ka­
dar yüzrnekte n daha fazla yora b i l i rd i . La kin cascavla k den iz­
den çıkıp da H a l i l S O ri ' n i n mesire meclisine varma k, o gece de
riayetine l üzum görd ü g ü m edebe aykırı d üşeceg i nden kayıg a
b i n rn e k zah meti n i terci h etmek l a z ı m geldi.
B a l ı kçı kayı g ı n a atladık. Evvel a b oyna2 ile dayanarak l i­
mancıkta n dışa rıya ç ı ka rd ı kta n son ra k ü rekleri ta kıp fa kat Ru m
sandalcı l a rı n ı n siya ederek3 kürek çektikleri gibi yüzüm Ka n l ı
Kaya semtinde olara k kayaya ya klaşmaya başladık.
Henüz dolu nay h a l i nde b u l u n m aya n ay küresi Anadol u
sa hili üzerinden ı ş ı k saçmaktayd ı . H ava o kad a r açıktı k i en
küçük bir bulut parçası bile en küçük b i r yıld ızı gözlerden g iz­
lemiyord u . Gerçi mehta b ı n parla kl ı g ı n a karşın yıld ızların ışıgı
reka betten ôciz kalsa da topl u l u k h a l i n d e ki parlak yıldızlar her
şekilde gök kubbeye ziynet veriyord u . Ü ç ü ncü, dördüncü de-

Deniz Harp Okulu.


2 Sandalı kıçtan yürüten kısa kürek.
Kürekleri tersine kullanarak sandalı geriye yürütmek .

187
recedeki k ü ç ü k yıldızlar da kendi va rlıkları n ı ispattan tüm üyle
ôciz de�ildi.
Gece n i n , den izin, mehta b ı n letafeti o kadar hoşu m a g itti
ki a d eta ne kadar müthiş bir i n tikam hissiyle kayı�a girmis o l­
d u � u m u u n utma derecesine yaklastı m . "Medet! " diye b i r ç ı k ı p
d e n i z üzeri n i ç ı n ç ı n çınlattı rmaya ra mak kaldı. Sırf d ü ş m a n a
yaklasma m ı belli etmemek i ç i n a rzum u engelledim.
O n dakikadan evvel va rı l a b ilecek olan bir mesafeyi ahes­
te k ü rekle yirmi d a kikadan fazla müddette kat etti m .
Ka n l ı Kaya'ya va rınca kayı � ı n çıması n ı i k i kaya a ra l ı � ı n a
sı kıstırıp kayı� ı ba�ladım.
Halil S G ri ' n i n orada varl ı � ı n ı ispat edecek surette hiçbir ta­
rafta n hiçbir seda gelmiyord u . Bir kaya n ı n üzerine ç ıktı m. O ra­
d a n d a h a yüksek bir kaya görüp ona tırmandım. Etrafa b a kın­
d ı � ı m d a Kan l ı Kaya ' n ı n kuzey yön ünde bir ateş ve yed i sekiz
kada r i n sa n hayali gördüm. B u rada Halil SGri ile a rkad a s l a rı n­
d a n · baska kimse b u l u nmayaca�ı icin bu cemiyetin o c e miyet
old u � u n u a n i aya ra k yavaş yavaş ya klosmaya başla d ı m .
B u n l a r tam manasıyla isrete, zevk ü sefaya koyu l m u ştu .
Yüz e l l i a d ı m kad a r yaklastı � ı m halde beni göremediler. Am a
ben de ken d i m i gösteriyor muyum ya? Avcılar g i b i yüzüstü yer­
lere sürünere k gidiyoru m . Ya klastı � ı mda cemiyetin kon u stu � u
sözleri de isitmeye başlad ı m .
H a l i l S G ri ya l n ız Peri i l e Tü rkçe kon uşuyordu. Peri a l a fran­
g a kıyafette o l u p dikkatli gözlerim kızın çeh resi ni bile teshis
edebiliyord u . Peri'den baska Tü rkçe kon usa n yoktu . H a l i l S G ri
kim old u � u n u sonra da a n laya m a d ı � ı m bir adamla Ara pça,
di�erleriyle R u mca konusuyord u .
P e ri' d e n baska kad ı n yoktu . Erkeklerse H a l i l S G ri' d e n bas­
ka sekiz kişiye va rıyordu. B u n l a rı n ço� u n u n çehrelerin i g özle­
rim fa rk ediyord � ama zaten ta n ı ma d ı � ı m adamlar o l d u � u için
kendileri n i teshis edemiyord u m .
O l d u � u m yerde gözlemlerimden h ô s ı l olan i l k heyecan ı m ı
atiata rak d ü ş ü n meye başl a d ı m . H a l i l S G ri pek rahat ve neseliy­
d i . Sevincinden Arapça şarkı söylemekte, a rada bir "Ah m a b u­
dem Peri ! " d iye n a ra l a rio i la n-ı aşk ve m u h a bbet etmekteydi .

1 88
Yem i n ederim ki bu anda bile oraya kad a r gelişimi bey­
hude bir geliş h ü k m ü n e koyma k için k a l k ı p boyn u m u bükerek
dönmek a k l ı m a gelm işti. Akacak kan d a m a rda d u rmayacağı
için mi? Yoksa ecel geldiği için m i ? Her n e içinse Halil'in bir
sözü bütün ihtiya r ı m ı elimden aldı.
Hçılil, Peri'ye dedi ki:
- H a n ı m ı n olacak ahmak karı H eza rfen M u stafa ' n ı n şidde­
tinden ü rküp az ka l d ı bizi şu sefa d a n m e n edecekti . Mustafa
gibi rezil bir korka ğ ı n nesinden korkma l ı ? O n u n g i b i sekiz yüz
Mustafa' dan bir ta b u r teşkil edi p üzeri m e sevk etseler ya l n ız
bir narayla tü m ü n ü c i l yavrusu gibi d a ğ ıtı rı m .
Bizde h e r şeye merak olduğu g i b i b i n iciliğe v e silahşörlü­
ğe de merak old u ğ u n u h a ber verm işti m ya . Gerek ta banca
gerek tüfekle k u rş u n atm a kta ki m a h a reti m de ka l paza n l ı kta ki
mahareti mden aşa ğ ı değildir. Hele gece ya rısı a teş üzerine
kurşun atm a k o kad a r kolayd ı r ki yüz k u rş u n atı lsa i kisi boşa
gitmez.
Halil S O ri ta m ateşin ka rşısında b u l u n d u ğ u n d a n en g üzel
n işa n ta htasından daha g üzel nişan a l ı n a b i l i rd i . i ki koşı n ı n orta­
sına ta baneayı doğru ltup ateş ettiğim za m a n yuka rıda nakletti­
ğim sözü n ü n son keli mesi henüz ağzı n d a n çıkmıştı .
Tabanca patladı. H a l i l SO ri bir ta k l a attı . Cemiyet bi rbiri- ·
ne gi rdi. Bense b u l u n d u ğ u m nokta d a n h ü c u m edip yirmi beş
adıma kadar ya klaştı m ve elimdeki revolveri ö n ü m e kim rast
gelirse doğru ltup ateş ederdim ki ta b a n ca n ı n her patlayışında
bir adam ya sendeleyip sal l a n a ra k yere d üşer veya bir takla
atıp yine ka lkard ı .
A h g a d d a r H a l i l ! Kurşu n u t a a l n ı n ı n o rtasından yiyip de
kımı ldan m aya meca l i olmasaydı ne g üzel o l u rd u ! Ya rayı daha
teh l i kesizce bir yerinden yemiş olma l ı ki yerinden fırlayıp kudu r­
muş köpek gibi u l uyara k elinde ç ı p l a k h a n çe r olduğu halde
Peri'nin üzeri ne yürü d ü . " D ü nya b a n a ka l mayınca Peri de d ü n­
yada ka l m az" diye kıza sapladı.
Ben "Yiğitliği bana göster aleakl G ü n a hsız kızdan ne is­
tiyorsun ? " d iye cemiyetlerinin orta s ı n a kadar h ü c u m etti m .
Büyük şa pka l ı v e sa ka l l ı dört Ma ltız k o c a s a i d ı r m a bıcaklarla

1 89
h ü c u m u m a d i re n mek istedi. Digerleriyse sa hilin g ü n eydo g u
ta rafı n a dogru a l a bildigine kaçıyord u . Dört Ma ltızd a n b i risi
daha yere d ü ştü . Diger üçü yıkılmış olanlardan bir ada m ı sı rt­
layıp hem bıçaklarla beni tehdit ederek hem de g ü neydog uya
dog ru geri çekiliyordu.
Meger cemiyet halkında ateşli silahlar va rmış a m a b i rde n­
bire hayrete d ü şerek bunları k u l l a n m aya meydan bula m a m ış­
l a r ya h u t ateşli silahlar ihti m a l ki kayıktaymış. Çünkü kayıga
binip a ç ı l d ı kta n son ra ben i m b u l u nd u g u m tarafa dogru c üzi
a ra l ı kl a rl a o n o n beş el silah bosalttı l a r. Fa kat kursu n l a r be n­
den pek uzak geçiyordu.
Ben bir kişi oldugum halde on iki ateşimle dokuz kişiyi ta­
ru m a r ettigirnden biraz iftih a r etsem belki layıktı r. Anca k söz ü n
dogrusu n u söyleyeyim ki b e n b u m u h a rebedeki cesa retin ve
nişa n c ı l ı kta ki m a h a retimin derecesin i ta kdi r edebilecek h a l d e
deg i l d i m .
Ç ı l d ı rm ı ş m ıyd ım? Onu da bilemem. Hatta bir a ra a kl ı m ı
başıma a l d ı g ı m za man evvelce rüyadaym ışım d a şimdi uya n­
m ı ş ı m gi b i hayrete düştüm.
H e m e n Peri ' n i n ya n ı n a koştu m . Kızcagız henüz ru h u n u
tes l i m etmemişti a m a can çekişme h a l inde bulundug u n d a n ko­
n uşaca k h a l i yoktu . "Ah Perici g i m ! Seni böyle al ka n l a r içinde
görmek için m i o kadar m ü kemmel terbiye edip büyüttü m ? "
diye üzeri n e kapa n ı p h ü n g ü r h ü n g ü r agla maya başl a d ı rnsa
da kızda b i r kelime söyleyece k h a l yok ki bana ceva p versin .
ihti m a l k i söyledigim sözleri işiti p a n l a maya bile gücü yok.
Bagazı n d a h ı rıltı l ı bir sol u k va rd ı . i ki da ki ka sonra kesi ldi.
El leri nde, aya k l a rı nda kası l m a h a reketi va rd ı . O da kesi l d i . Ar­
tı k a n la d ı m ki H a kk' ı n ra h meti n e kavuştu .
Ag l a m a k istedim, aglaya m a d ı m . Ag lamak melekesin i de
kaybetti m . Alık gibi etrafı ma bakınmaya başlad ım . Ya n ı m d a
i k i M a ltız n a a ş ı d a h a görd ü m . H a l b u ki b a n a karşı m ü d afaa
edenler dört kişiyd i . Yal n ız birisi n i n d üşerek üçü n ü n kaçtı g ı n ı,
kaça rken ya m a ktu l veya ya ra l ı olan biri n i daha a l ı p kaç ı rd ı k­
l a rı n ı a ç ı kça görmüş oldug u m d a n yerdeki naaşların iki o l m a sı­
nı hayli g a ripsem işti m.

1 90
Yemek ta kımı, isret ta kımı tam a m e n meyd a n d ayd ı . Bense
evvelce yemiş olduğum sucuğ u n h a rmeti nden ziyade gaza p
hara retiyle ya n m a kta olduğumdan etrafı mda içecek su a ra n­
maya başlad ı m . Su bulamadım. Bir sise ra kı elime geçti. Ü ç
dört yud u m içti m . H a ra reti me teskine ya rd ı m etmed iyse de a k­
l ı m ı başı ma getirme h u susunda pek büyük tesir etti .
Birdenbire gece l i k h a li g ü n d üze d ö n m ü ş g i b i gözleri m
n u rla n d ı . O za m a n Peri'nin naaşı n ı d a h a d ikkatle, d a h a gön ü l
huzuruyla seyredi p inceleyebildim.
Zava l l ı kızcağız! Ölüsü dirisinden daha g üzel olm uş. Ö l ü­
m ü n sessizliği o melek çeh resi, o g ü l d u d a kları üzerinde ne
kadar m a n i dar bir tavı r peyda etmiş ki bunu tarif gerekse cilller
doldurm a k m ü m k ü n o l u r.
iste bu halde ağlama melekesi dönere k gözlerimden kay­
nar yaslar akmaya basladı. Fakat bu ağ layısa h ü n g ü r h ü n g ü r
sıfatın ı veremem. Bir çesmeden akan sıvı l a r o çesmenin çeh re­
sinde b u rusmadan ve l ü lelerinde şa m a ta d a n eser olmaksızı n
kendi kendine a k ı p g itti kleri gibi gözlerimden a ka n ateşli yas­
lar da yüzümde ağlama tavrı ndan eser o l m a ksızın ve hiç sesim
çı kmaksızın akıp gidiyord u .
Tabancaları m ı n i kisi de boşa l d ı ğ ı n d a n bir a ra b u n l a rı
tekra r doldurd u m . Hatta bu ihtiyatlı h a rekette geciktiğ imden
dolayı kendi ken di m i ayıplamak bile halı n m a gelm işti. Anca k
o halde diğer bir hatıra az ka ldı ki ru h u m u Peri' n i n ru h u n u n
pesine ta kaca ktı.
Kendi kendime dedim ki, " H a i n g a d d a r H a l i l SOri ' D ü nya
bana kal mayınca Peri de d ü nyada k a l m az' ded i . Ya Peri d ü n­
yada ka lmayınca ben d ü nyada ka l ı r m ıy ım ? "
Ta ba nca n ı n n a m l usunu s a ğ sa kağ ı m a daya d ı m. Tetiğe
doku n m a k üzereyken halınma Hediye geldi. Kendi kend ime
dedim ki, " H ediye'yi d ü nyadan ka l d ı r m a d ı kta n son ra ben n e­
reye gideceğ im?"
Birazc ı k daha düşünerek Halil S O ri'yi hatı rla d ı m . Kurşu n u
yediği zaman mel u n herif ta klayı attı a m a son ra yeri nden fır­
layıp Peri gibi uğrunda canlar fedası layık olan b i r cana kıyd ı .

191
Aca ba bu gaddarlıgı ya ptı ktan son ra habis tekra r d ü ş ü p
ca n ı n ı ceh e n n e m e ısmarladı m ı ? Aca ba üç Maltızı n d ö n ü şte
yerd e n kal d ı r ı p g ötürdükleri ceset H a l i l Suri'nin naaşı m ı d ı r?
H a lı n m a H ed iye'nin gelmesi n i n a rdından bu görü ş ü n d e
gelişi i n ti h a r d üşüncesin i benden uza klaştı rdı . Bu fikir tekra r
halı n m a gelince gerek Hediye' n i n gerek H a lil'in ceza l a rı ve­
ri l meyince kendi ceza mı belirlemenin a k ı l l ı adam işi o l maya­
cag ı n ı d ü ş ü n d ü m ; intihar gibi bir çocuklugu külliyen halırd a n
çıkarm a k l ü zu m u n u kendi kendime ka bul ettim .
N i h ayet Peri ' n i n n a a ş ı üzerinde aglama melekesine da ha
çok uyg u n g e l e c e k bir surette tekrar aglamaya başla d ı m . He m
de b u sefer h ü n g ü r hüngür a g l a d ı ktan fazla newa ha 1 de n i l e n
Ara p k a r ıl a r ı g i b i üzü ntüyü a rtı rmak i ç i n Peri'nin faziletl e ri n i,
meziyetleri n i saya r, saydı kça a g l a r, a g l a d ı kça sayard ı m .
Kim b i l i r n e va kit son ra a rtı k dönmeye lüzum görm ü ş ü m ,
ka l km ı ş ı m, kayıg ı m a kadar g e l m i ş i m . Kayıga b i n i p Rumeli sa­
h i l i n e geçti m .
B u h areketleri hikaye şeklinde yazışı msa hakikaten n e
yaptı g ı m ı b i l m eyerek böyle d avra n m a kta n kaynaklan ıyor.
Bildigim bir şey va rsa şud u r: Kara d a n ta Beyog l u ' n a kad a r
g e l m e k i ç i n y o l a d ü ştüg üm za m a n şafa k yeri aga rmaya başla­
mış, S a rıyer'e g e l i nce g üneş çıkm ıştı. Hemen kuşlu g u n geçmiş
olaca g ı n a ş ü p h e edemeyecegim bir zamanda Beyog l u ' n a
yetişip Ameri k a n Oteli'ne ca n atmıştı m .
Ö reke Taşı m eselesi diye bütü n gazetelere yazı sermayesi
olan cinayetin fa i l i bensem de H a l i l S u ri aldıgı ya radan vefat
etm e m işti . Beyog l u 'nda gezip d u rma kta oldugu halde za b ıta­
ya hiç m ü racaat etmemesi onu d a sır sa klamaya mec b u r b i r
cani h ü km ü n de b u l u nduruyord u . Dolayısıyla bütü n dü nya i ç i n
sır o l a ra k görü l e n bu büyük cinayet a s l ı n d a birçok üyesi o rta­
da dolaşırken yine sırların a le m i mera kta n çatiataca k kad a r
gizli ka l m ı ş b u l u n ması beni birkaç defa g ü l d ü rmüştü .
B i rkaç d efa da hatırıma geldi ki Müstantik Osma n S a b ri
Efendi'yi b i r şekilde gerçeklerden h aberd a r edeyim . Laki n b u

Ölünün arkasından ağlamak üzere parayla tutulmuş kadın, ağıtçı.

1 92
zeki a da m ı n yal n ız benim ismimden başka şu cinayette tahkik
edip öğ ren mediği bir şey ka lmadı ki i h barlarımla kendisi n i ya­
ra rla n d ı ra b ileyi m .
Bu a d a m ı n m a h a retin i o za m a n l a r defa l a rca ta kdir etmiş
olduğum gibi hôlô d a ederim. Hatta itiraf ederi m ki Halil SO­
ri' nin asılmasından sonra bana i sta n b u l ' u terk ettiren şey ne
Hediye' n i n i ntika m ı n e Mecdeddin Paşa g i b i dostl a rı n ı n ikbal i
değil, belki Osman Sabri' n i n şeyta n c a s ı n a tetkikleriyle elbette
yaka m ı eline geçirebi leceği ihtimalid i r.
iste M u h a rrir Efendi H azretleri, Ö re ke Taşı cinayetinin ger­
çekiesme şekli b u n d a n i b a ret o l u p Beyoğ l u ' nda H a l i l SOri' n i n
intiharı meselesini de ilerideki mektu pta yaza rım.

Hezarfen Mustafa'nın beşinci mektubunun henüz İstan­


bul çevrelerinde gereken tesirlerini gösterecek kadar zaman
geçmeden yani . . . gazetesinde yayımlandıktan iki gün sonra
Galata'da basılıp neşredilen Fransızca bir gazetede diğer bir
yazı çıktı. Dikkatleri çekme hususunda bu yazıda görülen
tesirin şimdiye kadar hiçbir şeyde görülmüş olmadığını ci­
han teslim etti .
Söz konusu yazının tercümesi şudur:

Asıl l a ka b ı Hezarfen iken kendi kendisine Ka l pazan la ka­


b ı n ı layık gören M u stafa ' n ı n . . . g azetesine göndermiş olduğu
beş kıta mektupta n ya l n ız birinci m e ktu p aynen a l ı nmış, ikinci
mektup e peyce değişikliğe uğrad ı ğ ı g i b i üçüncü, dörd ü ncü,
beşinci mektuplar gereği gibi ka lemden geçirilere k en m ü h i m
maddeleri üzerin e birer çizgi çeki l m iştir. Eğer belirtilen mektu p­
lar M u stafa ' n ı n ka leminden ç ı ktı ğ ı g i b i neşredi l m iş olsa l a rd ı
bugün ith a m a ltı nda b u l u n a n Hed iye H a n ı m ' ı n ya n ı n a da ha
birçok kimsenin de katı l m ı ş o l m a s ı g e rekirdi. B u hakikati orta­
ya koyan zat, M u stafa ' n ı n sırdaşl a rı n d a n o l u p hatta Mu stafa
... gazetesine gönderdiği mektu p l a r ı n b i r kazaya uğra m a l a rı

1 93
ihti m a l i n i evvelce öngördü�ünden her mektu bun birer s u reti n i
kendisine de göndermiştir. E � e r m a h kemece belirtilen m e ktu p­
l a rı n a s ı l l a r ı n a l üzum görülecek o l u rsa bu ihtarnamenin yayı m­
l a n d ı � ı gazeteye d u rum bildirildi�i h a lde kô� ıtla rın mah keme­
ye gönderi lece� i ihta r ve ilan o l u n ur.
i mza
H eza rfen M u stafa ' n ı n bir s ı rdası

Fransızca gazetenin bu yazısı İstanbul'da Türkçe ve baş­


ka dillerde çıkan gazetelerin tümüne alındı. Zira ... gazete­
sinin yayımladığı mektuplar zaten bütün gazetelere nakil ve
tercüme e diliyordu.
Vay alemdeki konuşmalar! Bazıları " Biz ... gazetesini
doğruyu asla gizlemez, muteber bir gazete zannederdik "
diye tenkit eder, bazılarıysa " Bu yazıyı Fransızca gazereye
yazdıran mutlaka Hezarfen Mustafa'nın kendisidir. Kendi si
de mutlaka İstanbul'dadır. Gizlendiği yeri polise anlatma­
mak için mektuplarını kah Bükreş'ten kah Viyana'dan diye
yazıp gönderiyor " yollu yorumlarda bu lunur.
Bu kadar dedikodunun, bu kadar konuşmanın meyda­
nını daha da genişleten şeyse Fransız gazetesinin belirtilen
yazısı üzerine . . . gazetesinin tasdik veya tekzip yollu bir şey
yazması gerekirken ertesi ve daha ertesi günler bu gazetede
hiçbir şey görülememiş olması meselesiydi.
Nihayet üçüncü gün gazetede bir fıkra görüldüyse d e o
fıkra da halkın merakını, dikkatini azaltacak şekilde değil,
aksine artıracak yoldaydı. İşte fıkra budur:

Dört g ü n evvel Fra nsızca bir g azete tarafı ndan yazı l ı p


tercü mesi bütü n g azetelere n a kledilen fı kra herkes ta rafı n d a n
oku n d u � u g i b i b i z de oku m u ştu k. Bu fı krayı tekzi p yol l u tek
kel i m e söylemek b u nca seneden beri do�ru l u kta n ayrı l m a m a
g i b i s ü rekli g ayretle kaza n d ı ğ ı m ı z şöh reti kaybelrnek d e m e k
o l u r.
Evet, H eza rfen Mustafa ' n ı n mektu pları gazetemizce ba­
zen tadilata u � ra m ıştır.

1 94
Matbuat n iza m n a mesi hüküm lerine vakıf o l a n l a r b u n u n
hikmeti n i peka la bileceği g i b i vakıf o l m a ya n l a ra da b i z öğ­
reteceğiz.
f:J eza rfen M u stafa ' n ı n bug ü n hiçbir şeyden pervası olmadı­
ğı için mektu plarında birçok müthiş c i nayeti birçok yü ksek dere­
celi memura isnat edebi lir. Anca k a n ı l a n isnatla rı bir gazeteci
neşre a rac ı l ı k ederse o yüzden asıl m ü fteriye tayin ed ilecek
ceza n ı n yarısı da gazeteci hakkında tayin edilir.
Bu isnatların g üven i lirlik derecesi bizce kesin olsayd ı mek­
tu pları aynen ortaya koymakta n biz de g e ri d u rmazd ık. Zira
bir gazeteci ne kad a r büyük mem u r o l u rsa olsun, a leyhinde
yazacağı şeyleri ispata m u kted i r a l a b i l d i kten son ra onların
nesrinden dolayı soru m l u olmaz. Ç ü n kü devleti n h a k ve çıkar­
larını bu şekilde koru maya hizmet etm iş olaca ğ ı ndan ta kdire
layı k görü l ü r. la kin H eza rfen M u stafa ' n ı n şu n u n b u n u n h a k­
kında cinayetle ith a m a medar olacak şekilde ortaya koyd u ğ u
sırları n kesin g üven i l irliğinden y i n e e m i n o l a m a d ığ ı mızdan o
satı rla rı mektu p l a rd a n atladık. Bu kon ud a ki özrü m üzün de m ü­
rüvvet sahipleri ta rafı ndan ka bul edileceği şüphesizdir.
B u n u n l a birlikte mektuplar bizde aynen ma hfuzdur. Eğer
bir mahkeme ta rafı ndan ta lep edilecek o l u rsa derhal teslimine
hazır b u l u n d u ğ u m uzu da ilan ederiz.

İşte . . . gazetesinin yazısı da burada bitti .


Şimdi ortaya şöyle bir yazı daha çıkar da dedikodunun
a rkası kesilir mi? Yoksa bir kat daha mı arta r ?
A lemin dili bu fıkral a r üzerine her şeyden önce Beyoğlu
Mutasa rrıfı Mecdeddin Paşa Hazretlerini ithama başladı.
Zira Mustafa 'nın bazı mektuplarında Mecdeddin Paşa'nın
Hediye Hanım'ı himayesi bir bakıma sezdirilmişti . Sonra­
dan gazetecinin adadığı çizgilerde h aber verdiği şeylerin
herkesten çok Mecdeddin Paşa'ya dair olacağına kimsenin
şüphesi olamazdı.
Mecded din Paşa'dan sonra birtakım kişiler daha halkın
dil inde itham edilmeye başladı. Bunların ismi hikayemizin
hiçbir kısmında geçmemiştir. Bu isimlerse h alkın kendilik-

1 95
lerinden ettiği yorumlar üzerine yine halk nezdinde malum­
du. Mesela bir zamanlar filanca efendinin Hediye Hanım'a
alakası söylentisi çıkmış. Bu defaki cinayetlerde o filanca
efendinin de ortak olabileceği zihinlere geldi. Aynı şekilde
aşüftelikle zanlı veya meşhur olan filanca hanım, Hediye'nin
bir vakit içtikleri su ayrı gitmeyen dostuymuş. Bu defa o fi­
lanca hanımla onun tanıdığı beyler de halk tarafından zan
veya şüphe altına alındı.
İşte cinayetler meselesi böyle İstanbulca büyüğü küçüğü
öyle veya böyle meşgul ederken Hezarfen Mustafa'nın altın­
cı mektubu . . . gazetesinde yayımlandı. Sureti aşağıda olduğu
gibi aynen nakledildi:

Viya n a ' d a n , . . . ta rihinde, . . . y ı l ı n d a


i sta n b u l ' d a . . . gazetesine
M u h a rrir Efe n d i H azretleri,
B u m ektup size gönderece�i m mektupların sonuncusu d u r.
B u n d a da H a l i l S O ri'nin intiharını ve daha do�rusu ası l m a ve
ida m ı n ı a n l ataca � ı m .
B u n d a n ö n ceki mektuplarım d ikkatle v e özellikle i nsafla
oku n m uşsa m utla ka i n a n ı rsınız ki e�er H a l i l S O ri bana e m niyet­
sizl i k göstermemiş ve kendi sel a m etin i tem i n için ista n b u l ' d a n
ben i m vücud u m u n kalkması n ı a rzu etmemiş olsaydı Öreke
Taşı olayı meyd a n a gelmeyece�i gibi Beyo�lu vakası d a hiç
olmazd ı . Ben Peri' den de vazgeçerdim, hepsinden de. La ki n
H a l i l beni inti k a m yol unda ilerlemeye m e c b u r etti.
Ö reke Taşı' n d a orta yerde i ki m a ktul kal m ı ştı. Onları n katil­
leri ben old u � u m gibi Halil S O ri'yi ya ra laya n da bendim. E�er
kaça n M a ltızla rı n yüklenip götü rd ü � ü adam Halil S O ri o l ma­
yıp başka b i risi idiyse, o gece do�rudan do� ruya dört ya ra l a­
ma ve c i nayet suçu işlemişim demektir. Biçare Peri'yi H a l i l S O ri
öldü rdüyse de ö l d ü rme sebebi ben oldu�umdan bu cinayetin
m a n evi soru m l u l u � u da bana a itti .
Vicda n ı m ö n ü nde böyle beş ka n d a n dolayı soru m l u o l m a k
ben i m i ç i n elverip a rttı� ı halde b i r de H a l i l S O ri'yi v e m utlaka
Hediye'yi ö l d ü rmek çok olacaktı. S o n radan ibret dersi çıkarıp

19 6
uya n d ı m . Öreke Taşı'nda b u n la rı n da kesi n l i kle öldürülmesi h u­
susu nda verdigim kara rdan adeta k ü l l iyen pişman olm uştu m .
Lakin H a l i l S G ri, Peri sag o l d u g u za m a n b i l e kendisi n i n
hiçbir şeyin i affedemeyecegime i n a n m ı ştı . Peri ' n i n ölümünden
son ra başına o l m a d ı k belaları g eti receg i m i hesap ederek i s­
tan bul'da ne kada r dostu va rsa ideri nden sı rrı b i l meye en çok
layık o l a n l a rı beni m a leyhime gaza p l a n d ı rmaya başlamıştı.
bte bundan önceki mektu b u m u n son l a rında dedigim gibi
burada da tekrar edeyim . Öreke Taşı meselesi a s lı nda birçok
kimsenin m a l u muyd u . Keyfiyel bir a ra gazetelere de tartışma
sermayesi olmuştu . Bunu örtül ü cinayetler şeklinde halkın ög­
ren mesi nden uzak tutmaya ancak H a l i l S G ri m uvaffak olabil­
miştir. O zeki Arap için bu kada r m uvaffa kiyet ise kendisi n i
iyi tan ıyan l a rı n ga ri psemeleri n i bile g e re ktirmeyecek sıra d a n
işlerden sayı lmıştır.
H a l i l S G ri herkesi benim a l eyh i m e gaza p i a n d ı rıyor d iye
verdigim ha bere bakıp da beni bir z a m a n o ld u g u gibi b ü­
yüklerin birisi bir d a h a çag ı ra ra k hemen i sta n bu l ' dan çıkıp
gitmemi nasihat edecek san mayı n . Ö re ke Taşı' n d a ki cemiyeti
ta rumar edenin H eza rfen Mustafa o l d u g u n u H a l i l SGri en bü­
yük dostl a rına, en m u ktedi r hamilerine h a ber verebilirdiyse de
bu iş m a h kemeye taş ı n ı rsa hem kendisin i n hem de Hediye Ha­
n ı m ' ı n d a h a başka birçok kimseyle bera ber kan u n u n pençesi­
ne düşeceklerin i apaşi kô re görüyord u . bin birçok tarafın ı e n
ya kın dostlarından da g izler, yal n ız Hezarfen M ustafa denilen
habisten asla emin olamadıg ı n ı bel i rterek şunun i stanbul' dan
uzaklaştı n l ması n ı a rzu ederdi.
i ş bundan da i b a ret kalsaydı ben yine korkmazdım. Zira
ista n b u l ' da zabıta n ı n kah ır pençesin d e n sa klanacak ne çok
yer vard ı r. Başını a l ı p daglara kaça n l a r b u kada r m ü kemmel
gizlen miş olamaz. la kin biraz son ra S G ri beni de bir zulüm
ha nçerine ugratm a k ve bir köşede v u rd u rm a k ted birleri n i kur­
maya başlayınca a rtı k d ü nyad a n benden önce o n u n vücudu­
nun ka lkması lazım geldi.
M u h a rrir Efe n di ! Halil SGri' n i n ken d i ken d i n i asmayıp inti­
ka rncı bir elle asıldıg ı n ı fa rk edebilen meşh u r m ü sta ntik Osm a n

1 97
S a b ri Efend i ' n i n bu mahareti n i kutla m a l ı d ı r. Eğer isted iği g i b i
ta h ki kat ya p m a kta n bu adamı men etmemiş olsa l a rd ı b ütü n
sırları meyd a n a ç ı kara bileceğine asla şüphe yoktu . Ken d i si n i n
ya l n ız bir hata s ı va rsa o d a H a l i l S O ri' n i n odasına kada r kati­
l i n n as ı l g i re b i i m iş olduğunu keşif h ususundaki hatasıd ı r. B a k ı n
H a l i l S O ri ' n i n i d a m ı ne kadar külfetli o l d u .
O n u n a l ey h i ndeki kararı verd ikten son ra bir gece e l l i d i r­
hem kadar y u m uşak ba l m u m u n u ya n ı m a a l a rak evi nin ka pısı­
na g itti m . Ç u b u k g i b i uzattığı m ba l m u m u n u a n a htar deliğ i n d e n
sok u p m ü m k ü n mertebe bir a n a hta r ka l ı b ı ç ıka rd ı m . O ka l ı p
üzeri ne b i r g ü n u ğ raşa ra k kurşu ndan b i r a n a hta r yaptı m . B i r
gece d a h a g i d i p a n a htarı prova ettim . Fakat kurşun a n a hta rl a
ka pı a ç ı l a bileceği için değil, kilidin içinde a n a htara doku n a n
d a h a h a n g i d i l l e r va rsa onlar da kurşu n üzeri ne yer etsin d iye
bir p rovaya m u hta çtı m .
i ki g ü n d a h a uğ raşa ra k demirden bir a n a hta r yaptı m . B u ­
n u n l a b i r g e c e H a l i l ' i n ka pısı n ı açara k evine g i rdim. Dikkat edi­
liyor m u ? H a l i l beni vurdurlmak için peşime saldığı ada m l a rl a
her ta rafta beni a rattı rıyorken ben H a l i l ' i n kendi evi içindeyim !
Evin her ta rafı n ı kesfetti m . Usaklar nerede yatıyor, H a l i l ' i n
va l idesi, kızı, kendisi h a n g i oda l a rda yatıyor, hepsini ö ğre n­
d i m . Ev içinde H a l il' den daha korka k kimse yokmuş. H e rkesin
oda kapısı açık olduğu halde ya l n ız onun oda ka pısı kil itl iyd i .
B u ka p ı n ı n kilitli olduğundan emin olsam o n u n için d e bir
a n a hta r yap m a k işten bile değil. Ya kapı kilitli olmayıp da sü r­
meliyse? iste o za m a n kapıyı d ışa rıda n açmak mümkü n olmaya­
cak. i l ki n öbür odaların kapıları üzerinde ne kadar anahta r va r­
sa tüm üyle H a l i l ' i n kapısını birer birer yokladı m . Hiçbirisi açmadı.
D ü şm a n ı m ı n evinde bu kada r serbestçe hareketimi g a rip­
siyar m u s u n uz? Ben bundan da serbestti m. H a l il'in va lidesi n i n
başı u c u n d a b i r ta bla içinde i k i h a z ı r sigara i l e b i r kutu kibrit
va rd ı . Besbe l l i kocakarı ziyadece tirya kiymiş ki sa bah leyin
uya n ı r uya n m a z hazır olsun diye b u n ları oraya koyd u r m u ş
veya koymuş. Ben sigara n ı n bi risi n i a l ı p kibriti ça ktı m . K i b rit
ya n d ı ğ ı za m a n çatiaya n kibritlerden miş. U m u rumda bile o l m a­
d ı . Kimse yerinden kımılda m a d ı . Böyle vakitlerde insan kendi-

1 98
sini duyurmamak için ne kada r korka r, ne kadar çekinerek ha­
reket ederse o kad a r tez duyu l u r. Serbest h a reket ettiği za m a n
a s l a duyul maz.
Bilmez misiniz, işitmedin iz mi ki bir eve h ı rsızl a r girer, kaba
kaca ğ a varı ncaya kad a r soyup h a m a l yükü sayı lacak esyayı
_
yüklenip giderler de kimsen in ha beri o l m az. Ava mca sa n ı l d ı­
ğı gibi uyuya n l a rı n üzeri ne ölü top ra ğ ı serpiyorla r diye siz de
inan mayı n . Uykuda olanlar zaten yarı ö l ü değil m idir?
H a l i l ' i n oda ka pısına da ba l m u m u sokarak ka l ı p çıkarm a k
istedi m . N e yazık ki m ü m kü n ola m a d ı . M e ğ e r a n a htarı iç ta raf­
ta n yine kilidin deliği içine sokmus. i hti m a l ki ö b ü r oda ka pı la­
rı ndan a l ı p soktu ğ u m a n a hta rları n g i rmemesi n i n sebebi bud u r
diye a n a hta rları tekra r dened i m . La k i n a n a hta rl a rı n çenti kleri
ve kerti kleri kilit deliğinin üzerine m ı h l a n m ıs o l a n pirinçten ma­
mul ağızl ı ğ ı n uymadarına uymuyo rd u . Eğer bir a n a hta r uysa
o ana hta rı n kilidi açabileceğine h ü km edecektim .
Sonuçta H a l i l ' i n odasına a n a hta r uyd u ra b i l mekte n u m u­
dumu kesti m . Lakin validesinin odası n d a bir pencere va r ki o
pencere ile H a l i l ' i n oda penceresi n i n a rası bir a rşından az bir
mesafedir. i ki pencere n i n ortasında d a sağ l a m bir yağ m u r o l u­
ğu zemine kadar i n miş. Bu oluğu kesfettim . Bir değil, bes adam
asılmış olsa hiç yeri nden kımıldamayacak. Kôgir binaların su
sağla m l ı k fazi leti n i ta kdir ettim .
iki gece son ra sa baha karsıydı ki e l i m d e lüzumu kada r tel
ve bir kıskaç ile bir küçük eğe vesaire b i rkaç a l etle oluğun a ltı­
na geld i m . Bir a da m boyu yü ksekliğ i n deki yere bir teli oluğ u n
arkası ndan dolaştı rmak üzere h a l kavari bağlad ı m . O h a lkaya
da bağ l a n m a k üzere terazi veznesi g i b i birkaç da ayaklık ya p­
mıştı m . Biri ncisin i i l k h a l kaya bağ laya rak bir a d a m boyu kad a r
yere i k i n c i h a l kayı b a ğ l a d ı m . O n a d a b i r aya k l ı k bağlaya ra k
üçüncü h a l kayı bağladıkta n son ra a rtık dörd ü n c ü h a l ka n ı n g e­
leceği yer H a l i l ' i n penceresi olabilird i .
La kin işlemin b u kısm ı n ı ya p a n a kadar s a b a h açı lm aya
başlad ı ğ ı n d a n aya klıkl a rı çıka ra ç ı k a ra aşağ ıya kadar i n d i m .
O l u ğ a bağ l ı ka l a n tel h a l ka l a r hiç k i m se n i n di kkati n i çekip de
mera k ı n ı uya n d ı rmazd ı .

1 99
E rtesi gece g e l i p ayaklıkları b i rer birer takara k pencereye
ulaştım . H a l i l S O ri pencerenin ya l n ız perdesin i indirmiş, m a n­
d a l l a rı n ı çevirmemiş. Elimle itti � i m g i b i pencere açıldı. H oş
m a n d a l l ı o l sayd ı yine açaca ktı m . M a n d a l l a rı n dış ta rafta n
görün e n vidal a r ı n ı sökerek kısadı bir tornavidayla birkaç k u r­
calayı p g evşettikten son ra pencere yine kolayca açılabilird i .
Odaya g i rd i m . N e dersiniz M u h a rrir Efendi? Ca n ı n a
kastedece�i m h erifin ta odası n a g i rdi�im v e kendisi n i ka ryo­
la üzerinde uyu r g ö rdü�üm halde ka l birnde çarpıntıya fil a n a
benzer hiçbir şey yoktu. Öreke Tası'nda d a h a gazaplı, d a h a
heyecan lıyd ı m . Besbe l l i c a n kıymaya a rtı k alışmış oldu� u m i ç i n
böyle seri n ka n l ı b u l u n uyord u m .
O raya kad a r g i rdi�im h a l d e H a l i l ' i he n üz n a s ı l öldü rece­
�imi kesin o l a ra k kararlaştı rm a m ı ştım. Yal n ız hezarfenli�imi b u
inti ka m d a d a g östermek azmindeyd i m .
Tava n da g ö r d ü � ü m b i r h a l ka a k l ı m a H a l i l ' i n a s ı l m a şekli n i
getirdi . H e r şekilde uyg u layaca� ı m m üthiş işlemin başl a n g ı c ı
olmak üzere ya n ı m a bir mikta r kloroform a l m ıştı m . Onu H a l i l ' i n
b u m u n a tutup iyice koklattım. O k a d a r bayı ldı ki e�er kendisi n i
asmasayd ı m, h e rifin bayg ı n l ı ktan b i r d a h a ayıla bilece�i ü mit
edilemezdi .
Sonra odası n ı n ka pısı n ı açtı m . Evin terasına kadar ç ı ktı m .
Önceden evi keşfetti� i m için terasta h e m d e yenice o l m a k
üzere k a l itel i ç a m a ş ı r ipleri n i görmüştü m . Bir ta nesin i çöz ü p
aşa� ıya i n d i rd i m . T uvalet takı m ı n ı n koyu ldu� u taş masa üzerin­
deki eşyayı indiri p tava ndaki h a l ka n ı n a ltına getirdim. ipi i l m e k
ederek h al k a da n geçirdikten son ra i l me�i H a l i l ' i n bo�azın d a n
geçird i m . H a l i l yerinden bile kım ı ldamadı. Kolu m u kafası h i­
zası n d a n om uzl a rı a ltına sok u p h erifi gere�i gibi kal d ı rd ı kto n
son ra do H a l i l ' de hiçbir hayat eseri yoktu . Dolayısıyla bir no o ş
d e m e k o l a n H a l i l S Ori'yi istedi � i m gibi yaka layıp kal d ı ra r a k
h a l kaya çektim , astı m . i pi n ucu n u d ü � ü m leyerek ba�l a d ı kto n
sonra fazla s ı n ı kestim aldım. Bu halde H a l i l g üya kendi kend i n i
asma k i ç i n evvel o ipi h a l koya bo� l o m ı ş do son ra ilme�i bo�o­
zıno tak m ı ş g i b i bir şey oldu.

200
Ü
Gön l huzuruyla bu isi gördü kten ve oda içinde bozul m uş,
karışmı ş n e varsa tüm ü n ü d üzelliikten son ra H a l i l ' i n karşısına
geçip h a l i n e i b retle b a ktı m . Ken d i ken d i m e ded i m ki, " Ey h i­
lekôrl ı k g ücüyle d ünyayı a ltüst etmeye m u kted i r o l a n H a l i l SO ri !
Hilenin bu şekli hiç aklından haya l i n d e n g eçti m iydi? Seni n l e
Peri'ye sel a m gönderi rd i m ama Peri ' n i n ru h u cennetiere varmış
olabilir. Sense hiç şüphe etmem ki do�ruca cehennemin en a l­
tına gidiyorsun . "
N i hayet ka lbirn i ntikam v e g üven h issiyle e m i n , oda kapı­
sını kapayarak pencereden i n d i m . Yal n ız aya k lı kları çıkarıp
h a l ka l a rı yine oluklar üzerinde b ı ra ktı m . Gerçi b u n la rı da bi­
rer birer çıkarmaya vaktim ve g ü c ü m vard ı . Ancak yerlerinde
kaldıkları halde bile tenekeci tarafı n d a n o l u kl a rı sa� lamlastı r­
mak için konu l m u ş g i b i görünecekleri n d e n ç ı ka n i malarına hi ç
l ü zu m görmed i m .
iste M u h a rrir Efendi, H a l i l SOri b u sekilde i d a m edi l miştir.
Ondan son ra Hediye H a n ı m ' ı n d a h a kk ı n d a n gelecekti m .
Müstanti k O s m a n S a b ri Efendi, H a l i l S O ri ' n i n inti h a n meselesin i
o kadar şeyia ncası n a incelemeye başladı ki yakayı o n u n eline
veririm d iye korkud a n B ükreş' e kada r ka p a � ı atmaya mecbur
oldum. Ancak H ediye bugün h ü k ü m etin a d alet pençesine düş­
müştü r. Bunca sırrı n meydana çıkması ü ze ri n e yakası nı kurta ra­
mayaca�ı aşika rd ı r.

201
BEŞİNCİ B ÖL ÜM

EL- CEZA U MİN CİNSİ'L-AMELl

ı Ceza amelin cinsine göredir.


ı

İslam felsefesi eski milletierin ve dinlerin felsefelerinin tü­


münden üstünlüğünü zihninde biraz ayırt etme gücü olan
bütün akıl sahiplerine teslim ettirebilir.
İslam'a gelinceye kadar hiçbir millette felsefeden eser
görülmemiştir diye iddia edemeyiz. Romalılarda, Yunanlı­
larda, Yahudilerde ve onlardan önce Hintlilerde, Çiniiler­
de ne kadar bilge ve enbiya gelmiş, ne kadar felsefe yazıya
dökülmüştür. Bu konuda cüzi bir fikir sahibi olmak için en
kısa açıklamaya girişecek olsak cilder doldurmak gerekir.
Kim üşenmezse o incelerneyi kendi kendine yapadursun. Biz
de üşenmemek lazım gelen işlerde bu incelemeleri gücümüz
derecesinde yaptık . Fakat burada fazla ayrıntıya girişıneye
gerek kalmaksızın deriz ki felsefenin başı olması gereken
" el-cezau min cinsi'l-amel" İslam'dan evvel mevcut olan bil­
gelerin nezdinde pek de yer tutmayan kesin hükümlerdendir.
Her cezanın onu gerektiren amel cinsinden olması yalnız
dünya arnellerinin ahiretteki mükafatını tayin hususunda
doğru olmakla kalmaz. " İhsanın ihsandan başka cezası var
mıdır ? " l sözünün dünya işleri için de tartışılmaz olduğu her
zaman görülegelmektedir.
Maksadımız " iyiliğe kemlik " 2 sözünü hükümden dü­
şürmek değildir. İnsanoğlunun tabiatı o kadar çeşitlidir ki
insanlığın şanını iyiliğe kemlik derecesine düşüren alçaklar
gerçekten de pek çoktur. Tıpkı mertçe kemliğe karşı iyilik

İyiliğin iyilikten başka karşı lığı var mıdır?


iyiliğe karşı kötülük.

205
mürüvvetinde b ulunan iiiicenap insanların tamamen ender
olmadığı gibi. Fakat bunlar her halükarda insanların kendi
cibilliyetine göre hükmünü yürüten şeylerdir. Cezanın amel
cinsinden olması ise Cenabıhakk'ın intikam alıcı adaletiyle
ilgisi olan fevkalade bir meseledir. Hassaslığı, ehemmiyeti ve
insanlar için ibret ve uyanıklığı gerektirmesi bakımından da
bir o kadar önemli meseledir.
Siyasi kanunlar cezanın amel cinsinden olmasına her
meselede harfi harfine uymuyorsa da o esastan tümüyle
uzaklaşmıyor. İyi amel sahiplerini mükiifatlandıran kanun­
lara karşın kötü arneli mükafatlandıran kanunlar bir bakış
açısından telakki edilecek olursa " İhsanın ihsandan başka
cezası var mıdır ? " hükmü parlak güneş gibi insanın i bret
gözünde pariayıp görünüyor. Kısas hususunda cezanın amel
cinsinden olması birçok yerde bugüne kadar yürürlüktedir.
Bazı yerlerdeyse insanı kısas yaparak öldürüp mezara tık­
mak yerine, canlıyken zindana tıkma şekli tercih edilir. Böy­
lelikle zindanın sağ insanların kabri olmasından ibaret bulu­
nan bir teşbihe adeta hakikat rengi verdirilir. Lakin ne olursa
olsun, kötülük ve fesat sahipleri kesinlikle cezasız kalmıyor.
Kötülerin ceza landırma pençesinden yakasını kurtarabil­
mesi görünüşte mümkün gibi olsa da hakikaten bu kurtuluş
asla mümkün değildir. Mazlumun ilahi intikamdan başka
sığınağı olmadığından zalimin her ne şeki lde olursa olsun
kanun pençesinden kurtulduktan sonra mutlaka ilahi inti­
kam pençesine d üştüğü görülüyor. Hemen ve hızla değilse
bile bir zaman zarfında belasını bulduğu gözleniyor. Bu da
m utlak adil olan Tanrı'da ihmalin olmadığı, olsa olsa müh­
let vermenin bulunduğu görüşüne kuvvet veriyor.
Katil, haydut, hırsız, yankesici, kalpazan, fuhşu canlan­
dıranlar gibi maddi manevi cezayı gerektiren bunca k ötü
amel sahipleri suç mahkemelerinin sicil ve defterlerini ken­
di uğursuz isimleriyle dolduruyorlar. Şüphe yok ki bunların
tümü şu yolda kanuni akıbetini görmüyorlar. Güya kendi­
lerin i kanundan kurtarıyorlar. Fakat bir de toplumun genel
durumuna bilgece bakın. Birçok adamın ikbale nail oldu-

206
ğunu, para kazandığını, dünyada mümkün olabilen mutlu­
luğun son derecesine vardığını görürsünüz. Acaba bunların
hangisi gerek yukarıda saydığımız suçlardan gerek bundan
başka suçlardan birini veya birkaçını işlediği halde bu saa­
dete nail olmuşlardır ?
Gerçekten de bulundukları mevkie ve sahip oldukları
servete liyakatini göremediğimiz bazı adamlar bulunabi­
lir. Bunlar hakkında türlü türlü rivayetler de olabilir. Fakat
bakalım hata bizim zannımızda mıdır yoksa gerçekten o
adamlar sözümüzün başından beri dindarca bir içtenlikle
belirttiğimiz görüşleri boş çıkaracak şekilde üstünü örterek
saadete nail mi olmuşlardır ? Bu noktayı çözmek için gereği
gibi kafa yormak gerekir.
Evet, biz işi imkansızlığa getirmek istemiyoruz. Kötülük­
le saadete kavuşmuş adam hiç yoktur demiyoruz, diyeme­
yiz. Lakin bunların saadetleri neye benzer biliyor musunuz ?
Biçare yolcuyu gaddar mermisine hedef ederek yere cansız
serdikten sonra üzerinde olan malını gasp eden haydudun
birkaç dakika için kendisini mesut zannetmesine benzer. O
birkaç dakikadan sonra söz konusu me! un, hükümetin kud­
ret pençesine yakasım verecek, kanuni işlemi görmek için
darağacına kadar gidecektir. Devletine, dinine, vatanına,
milletine, hemcinslerine iyilik yerine kötülük ederek ikbal ve
servete kavuşmuş adam varsa pek tez vakitte bunların evinin
harkının harap ve adlarının berbat olacağına şüphe edenler,
herkesin kendiliğince tecrübe ettiği birtakım haksız üstünlü­
ğün akıbetini düşünsün.
Kötülük ve fesat sahiplerinin genellikle hayır hasenat sa­
hiplerinden daha zeki olduğu muhakkaktır. Çünkü mevcut
kanunlar, yönetmelikler, ahlak, adetler ve görgü kuralları
dışında birtakım gayrimeşru hareketlerde, girişimlerde bu­
lunabilmek öyle sıradan akılla, dirayetle mümkün değildir.
Birçok aklı aldatabilmek için onların hepsinden üstün bir
akıl ister. " Esrar-ı Cinayat" başlığıyla yazmakta olduğumuz
bu hikayede kötülükteki zekalarını tasvire çalıştığımız Hedi­
ye Hanım ve Halil SG.ri gibi.

207
Acaba bunlar o fevkalade dirayetlerini kötülüğe değil de
iyiliğe sarf etmiş olsalar kötülük ve fesat yolunda gayrimeşru
şekilde nail olacaklarını ümit ettikleri ikbal, servet ve refaha
haklı ve meşru bir şekilde nail olamazlar mı?
Dünyanın hallerine çevrilecek yüzeysel bir bakış bu soru­
ya da onay cevabı verdirir. Zira dinine, devletine, vatanına,
milletine, hemcinslerine sadık ve yararlı olan yüzlerce hatta
binlerce dürüst insan görüyoruz. Kendileri sağ oldukları sü­
rece sadakatlerinin semeresi olmak üzere onurlanarak yaşar;
devletinin, milletinin teveccühlerine, teşekkürlerine mazhar
olduktan sonra bu izzeti, bu yükselişi evlat ve torunlarına da
kalıtım yoluyla geçirir.
İyi hallerini gördüğümüz bazı kimselerin geçici olarak bir
belaya uğradığını görürseniz yine düşüncenizi değiştirmeyin.
İyi hal sahibi olan adam yalnız sizin sevdiğiniz midir ? Yoksa
hakikaten iyi hal sahibi midir ? Her şeyden önce bunu ayırt
etmeye kafa yorun . Zira özü sözü doğru olan kamil insan
çok defa size kendisini beğendiremez. Sizin istediğiniz ve be­
ğeneceğiniz gibi söz söyleyemez. Hareketleri, tavırları d a ta­
biatınıza pek uygun düşmez. Aıicenaplığı uyarınca bildiğini,
düşündüğünü dosdoğru söyleyerek takdirinizi değil, belki
nefretinizi kazanır.
Ama belaya uğrayan adam kibir gibi, büyüklenme gibi
iğrenç sıfatlardan, köpekçesine yaltaklanma, ikiyüzlülük ve
yağcılık gibi yalancı tavırlardan, kısacası kusurlardan olabil­
diğince masun olup da iyi niyeti, iyi muamelesi cidden teslim
edilmek lazım geldiği halde bu haklı hareketlerinin haksız
olarak karşılığını görmüş olursa yine zihnimizi bozmama­
ınız gerekir. Olanca teslimiyetle demelidir ki Cenabıhak o
insanı daha büyük saadetlere kavuşturmak için böyle bir
sınamaya çekmiştir.
Sonuçta kötünün sonunun kötü, iyinin sonunun iyi ol­
ması ilahi adalet kanununun gereğidir. Hiçbir şekilde istisna
kabul etmeyen b u kadim ve sağlam kanun dışında görece­
ğimiz hallerden dolayı hatayı kendimizde bulursak hakika­
ten akıllıca ve bilgece düşünmüş oluruz. Ama bu görüşü bir

208
safdillikten ' ibaret sayarsak bu hükmümüz öyle bir şeytanlık
fikrinin mahsulüdür ki o fikir pek çok akıllı insanın zekasın­
dan üstün olduğu halde sahibini fesat yolundan başka bir
yola teşvik etmediğini daha demincek yukarıda görmüştük
Hikayemizin beşinci kısmının girişinde fikrimizi bu de­
ğerlendirmelere sevk edişimiz Hezarfen Mustafa'nın . . .
gazetesiyle neşrettiği mektupl ardan sonra Hediye Hanım
hakkında ralıkikata memur olan yüksek komisyonun işinin
nerelere kadar vardığını okurlarımıza bildirme hususunda
bir giriş yapmak içindir.
Okurlarırnız hatırlar. Beyoğlu gazetelerinden birisinde
yayımlanan Fransızca bir yazıda . . . gazetesinin Hezarfen
Mustafa'nın mektuplarını kısmen düzenleme yaptıktan
sonra neşrettiğini beyan etmişti. Mustafa 'nın asıl kendi ka­
leminden çıktığı zamanki mektupların mahkemece lüzum
görülecek olursa teslim edilebileceği ilan olunmuştu. Bunun
üzerine . . . gazetesi de yayımladığı makalede mevcut cina­
yetierin birçok kimseye kadar yayılmasını engellemek için
mektupların bazen değiştirildiğini itiraf etmiş, herhangi bir
mahkeme tarafından asıl ve doğru nüshalar talep edilecek
olursa teslim edileceği ileri sürülmüştü.
Bizim meşhur müstantik Osman Sa bri Efendi gazetelerde
bu yazıyı görünce birisi Saclareti makamına, diğeri zaptiye
müşirliğine ve üçüncüsü her ne kadar bu meselede bir bakı­
ma davalı sayılabilecekse de yine işin resmiyetten çıkarılma­
ması için Beyoğlu Mutasarrıflığına hitaben ortak bir rapor
kaleme aldı. Bu raporda Hediye Hanım hakkında ralıkika­
ta l üzum görmesinin ne gibi durumlardan dolayı ne kad�r
gerekli ve mühim olduğunun Hezarfen ve diğer adıyla Kal­
pazan Mustafa'nın . . . gazetesinde yer alan mektuplarından
çıkarılabileceğini arz ederek dedi ki:

Bu mektu plma dayanarak sırl a rı ve gizli ya n ları meyda·


na kon u l a n cinayetler üzerine a ra ştı rma ve incelemeye gay·
ret eden bir za bıta memuru n u n telkikierin gösterecegi l üzu m

Sadrazamlık.

209
üzeri n e e m a n eten bir mikta r el m a s ka ldırı p da iade h u s u s u n d a
geeikti d i y e dava l ı v e suçl u sıfatıyla ya rg ı l a nması padisa h ı n
ad a letine aykırı d ı r. O memurun a ksine h ü kü met ta rafı n d a n
vekil bir davacı sıfatıyla karsı l a n ması h e r tü rl ü muhake m e u su­
l ü n e uyg u n d u r. Bendeniz henüz za n l ı ve sa n ı k sıfatıyla tutu kl u
o l d u g u m d a n ôciza ne savu n m a m i ç i n bu mektupların ö n e m l e
d i kkate a l ı n m a s ı n ı isti rham ederi m . K a l d ı ki mektupların . . . g a­
zetesi n e aynen a l ı n mayı p üzerinde oyna n m a k su retiyle yayım­
l a n d ı g ı da g azete muha rriri ta rafı ndan itiraf edil mektedir. H ü­
kümetçe ta l e p etti kleri anda aynen teslim edilecekleri de vaat
o l u n m a ktad ı r. Söz konusu mektu p l a rı n belirtilen gazeteden
ta lep edilmesi n i yüce padişa h ı n adaleti adına istirham ederi m .

Bu raporu üç nüsha olarak temize çekmiş, imzalamış, H a ­


fiye Necmi Bey' e vererek takdim edileceği yere göndermişti.
Akşam Necmi Bey dönünce Osman Sabri ile arasında
şöyle bir konuşma geçti. Osman Sabri:
- Mecdeddin Paşa raporu okuduktan sonra ne dedi ?
- Ben Mecdeddin Paşa'ya en son gittim. Önce sadraza-
ma müracaat ettiğimden orada gördüğüm hali anlatmalıyım.
- Ben onu biliyorum.
- Kerametin mi var ? Nereden bileceksin ?
- İşte bak, sana da söyleyeyim. Sadrazam hazretleri ra-
porum üzerine " gereği Adliye Nezareti'nden " işaretiyle ev­
rak odasına gönderdi.
- Sabri ! Sadrazarnın ne yazdığım harfi harfine söyleye­
bilseydin mutlaka kerametine hükmedecektim. Gerçi raporu
bir işaret!e evrak odasına gönderdi ama bak üzerine ne yazdı ?
diye yeleğin cebinden kurşunkalemle yazılmış bir kağıt çıka­
rıp verdi. Osman Sabri bu kağıdı aşağıda olduğu gibi okudu .

Söz kon u s u evra k derh a l celp ettirilerek tetkikatın icrası için


özel b i r kom isyon kurulmasına d a i r i lisigiyle Ad iiye N eza re­
ti' n e tezkire. 1

Tezkire: Resmi daireler arasındaki yazışma pusulası, makamlar arasında


gidip gelen kısa yazı.

210
- Gördün mü Sabri, gördün mü ? İş başkalaşıyor.
Osman Sabri'de nadir görülen tebessümlerin birisi şimdi
bu münasebetle görüldü. Dedi ki:
- Mecdeddin Paşa ne yaptı ?
- Eğer sen bu aceleyi bırakmayacak olursan ben sana
hiçbir Şeyi haber veremem. Sadaret'ten sonra sıra zaptiye
müşirine geldi. Ha bakayım zaptiye müşirinin de ne dediğini
bilebiliyorsan alnını karışlarım.
- Lafı uzatma, çabuk söyle de Mecdeddin Paşa'ya gelelim.
- Zaptiye müşiri bir ara hiddetlenecek oldu. " Gazetelerin
saçmaları üzerine iş mi görülebilir ? " diye bize tafra satmak
istediyse de ben " Efendim, sadrazam hazretleri kendilerine
takdim ettiğim diğer bir nüsha üzerine şu işareti buyurdu­
lar" diye o elindeki pusulayı gösterince müşir paşa hazretleri
şaşaladı. " Yapılacak olan şeyi işte sadrazam yapmış. Baka­
lım Adiiye Nezareti'ne vuku bulacak bildirime göre hareket
ederiz " diye zarfı çantasına attı. Ama öyle bir tavırla attı ki
zarfın bir daha oradan ne zaman çıkabileceğini kestiremem.
- Şimdi Mecdeddin Paşa'ya geldik mi ?
- Geldik zahir. Mecdeddin Paşa raporu baştan başa
okudu. Fakat hiçbir şey anlayamadığını ben de onun sura­
tından anladım. Zira suratı kah yemyeşil kesiliyorrlu kah
mosmor. Kağıdı okuyup bitirdikten sonra " Bu nedir ? " diye
bana sordu. " Efendim Osman Sabri kulunuzun bir istirham­
namesi" dedim. O zaman rengi bembeyaz oldu. Dedi ki:
- Necmi Bey siz bu ustalıkları kime satıyorsunuz ? Za­
ten o kağıtları yazan Osman Sabri Efendi ile . . . gazetesinin
muharriri değil midir ? Hatta kağıtlar güya aynen neşredil­
miyorlar diye Fransız gazetesine yazı verenler de onlar değil
mi ? Bu ustalıkla beni itharn ederek dünyanın gözü önünde
rezil etmek istiyorlar.
Osman Sabri bir daha gülümsedi. Necmi sözüne devam
ederek:
- O azamedi Mecdeddin Paşa'nın bu sözleri söylerken
gösterdiği tavra dikkat etmeliydi. Bir işaret etsem arnana dü­
şecek. Ben dedim ki huyurduğunuz şeyler ben kulunuzun ta-

211
mamen meçhulüdür. Yalnız bazı yönlerden merhamete layık
olan biçare Osman Sabri Efendi kulunuzu başını kurtarmak
için bu gibi teşebbüslerde mazur görmek insanlık gereğidir.
- Aferin Necmi be! Senin ağzın epeyce laf yapabiliyormuş.
- Hey kuzum hey, galibiyerin bizde kalacağına inandık-
tan sonra ağzım o kadar laf yapar ki en büyük avukatlar bile
benim yanımda aciz ve mağlup kalır.

Köse Necmi ile ettiği latifeden sonra Osman Sabri Efen­


di'yi bir düşünme aldı. Tebessümden mahrumiyetiyle zaten
daimi olarak çatık görünmesine neden olan çehresi bir kat
daha çatıldı.
Necmi Bey sesini keserek Osman Sabri'yi incelemek için
parlak gözlerini s uratma dikmişti. Sanki Sabri'nin düşünce
ve görüşlerini bozabilir korkusuyla elinden gelse nefes bile
almak istemiyordu .
Bir çeyrek saat veya yirmi dakika sonra Osman Sabri ba­
şını kaldırıp Necmi'nin yüzüne baktıysa da bu bakış öyle
soru soran, açıklama isteyen bakışiara benzemiyordu. Hani
ya bazı insanlar dalgınlık halinde bir noktaya gözünü diker
de yine o noktada hiçbir şey görmez olur ya . . . İşte Osman
Sabri Efendi, Necmi'nin suratma böyle bakmıştı.
Fakat Necmi ilkin bu bakışın malıiyerini takdir ederne­
yerek "Ne istersin Sabri ? " diye sordu. Bu soru ise Sabri'yi
uyandırdı. Dedi ki:
- Ne mi isterim ? Sadrazam hazretlerinin Adiiye Neza­
reti'ne ya zdu·acağı tezkirenin bir an evvel yazılmasıyla asıl
tetkik komisyonunun bir an evvel kurulmasını isterim.
- Sabri ! Pek dalgın düşünüyordun da merak ediyor­
dum . Bu işin sonunda bir fenalık mı görüyorsun ?
- Haydi hey korkak sen de !
- Yok valiahi korkaklıktan değil. İşin içinde bir fenalık
görüyorsan onun derecesini ben de bileyim, ona göre hare­
ket edeyim, redbir düşüneyim diye soruyorum.

2 12
- Öylyyse düşündüğümü söyleyeyim. Mecdeddin Paşa,
Hezarfen Mustafa'nın mektuplarını biz uyduruyoruz zan­
netmiş. Fransız gazetesinde yayımlanan yazının da bizden
çıktığını sanıyor. Bu zanların birinci kısmı yanlış, ikinci
kısmı doğrudur. Fakat yanlıştan yanlışlığı derecesine göre
istifade etmeyi, doğrudan da dosdoğru faydalanmayı dü­
şünüyorum.
- Sözlerinden hiçbir şey anlayamadım.
- Senin anlayacağın şu ki Fransız gazetesinde çıkan ya-
zıyı gerçekten biz koydurduk
- Biz mi ? Vay öyleyse ben bunu niçin bilmiyorum ?
- . . . gazetesi muharriri koydurd u .
- H a , o n a diyeceğim yok.
- Şimdi bu doğrudan istifade için gerektiğinde demeli
ki: Mustafa'nın mektuplarını aynen yayımlamaya durum
müsait değildi. En mühim parçalarının adanması ise bu
mektuplardan umduğumuz faydayı sağlamayacaktı. Bir
Fransız gazetesine böyle bir itiraz yazdırmaya ve sonra bi­
zim gazete aracılığıyla bir itirafla asıl mektupları meydana
çıkarmak vesilesini tedarike aczimiz dolayısıyla mecburduk.
Aciz kalan insan doğruyu ortaya çıkarma hususunda bile
böyle birtakım hileye hurdaya mecbur olursa mazur görülür.
- Asıl mektupların uydurma mektup haline getirilmesine ?
- Hayır, mektuplar uydurma değildir. Mektuplar ger-
çekten Mustafa'nın kendi kaleminden çıkmıştır. Hatta bizim
gazeteci tarafından bazı yerleri çizilmiş olduğu halde hiçbir
şey eklenmemiştir. Bu ihtiyatı özellikle gerekli gördük. Bir
mahkeme huzurunda incelendiği zaman gazetecinin mek­
tuplara ekleme yapmadığı, aksine kısalttığı görülsün de insaf
edilsin dedik. Lakin . . .
- Lakin ? . . Ee, b u lakinin alt tarafı ? . .
- Lakin gönlüm istiyor ki b u mektupların gerçekten
Mustafa'nın kendi mektupları olduğunu yine Mustafa'ya
itiraf ettireyim.
- Bunu nasıl itiraf ettirebileceksin ?
- Mustafa'yı bizzat buraya getireyim .

2 13
- Amma yaptın ha ! Hiç beş altı kanı olan bir adam boy­
nunu eellada teslim edercesine buraya kadar gelir miyrniş ?
- İşte buraya kadar gelmesi imkansız denilecek kadar
zor olduğu için düşünüyorum ya !
- Bana kalsa öyle olmayacak şeylere hiç kafa yormazdım.
- O lacak şeylere kafa yormakta ne büyüklük var ? Ol-
mayacak şeyleri oldurmalı ki aferine hak kazanılsın.
- Ee, sanki Mustafa'yı İstanbul'a getirmenin mümkün
olduğunu mu sanıyorsun ?
- Kanunun bazı meseleleri var, henüz tamamıyla halle­
dilmediği için birçok mümkün imkansız oluyor. Birçok im­
kansız da mümkün hükmüne giriyor. Mesela sen polis hafi­
yesi değilsin de sıradan bir adamsın. Kanunen idam edilecek
bir herifi öldürmüş olsan böyle bir katili öldürdüğün için
kanunen muaf mı olacaksın ?
- Hayır, umrnam.
- Evet, idam edemezsin. Zira adaleti uygulamak kim-
senin hakkı değildir. Ya lnız hükümetin, kanunun hakkıdır.
Fakat yolda giderken bir katilin bir mazlumu öldürmek üze­
re bulunduğunu görsen ve sen de silahlı olduğundan o ka­
tili gebertebilecek halde bulunsan ne yaparsın? Çeker vurur
musun ?
- Valiahi ne bileyim? Şimdi dedin ki bu cezaların tayini
devletin , kanunun, nizamın hakkıdır. Vurmayacak olsam da
katil o biçareyi öldürecek.
- Ama sen vuracak olsan bir katlin gerçekleşmesinden
evvel sen bir adam öldürmüş olacaksın.
- Öyle ya !
- İşte bunun gibi henüz halledilmeyen meseleler var. He-
zarfen Mustafa'nın İstanbul'a getirilmesi de onun için güç­
tür. Eğer Mustafa İstanbul'a gelip de bildiği sırların tümünü
ortaya koysa devlete, millete hıyanet eden ne kadar cani
ortaya çıkar. Adalet kanunu bunların tümünü cezalandıra­
rak hakkı almaya muvaffak olur. Lakin Mustafa böyle bir
muhbirlik hizmetinden dolayı olsa olsa yalnız cezanın hafif­
letilmesi gibi bir mükafata nail olur, yoksa tamamen yaka-

214
yı kurtaramaz. Şimdiyse yabancı ülkede bulunup kanunun
pençesinden kendisini tümüyle kurtarmıştır.
- Gerçekten düşündüğün, dalıp gittiğin kadar varmış.
Hangi yönü araştırılsa insanın karşısına güçlükler çıkarır bir
işle meşgul oluyorsun.
Osman Sabri biraz daha düşündü. Sonra Köse Necmi'ye
dedi ki:
- Adalet kanunları ve cinayet muhakemeleri usulü en
mükemmel olduğu yerlerde bile o kadar garabetler göste­
rebilir ki bir suçlu eğer avukat olup da işleyeceği suç ve ci­
nayeti güzelce işlem i ş olsa kendi aleyhine hiçbir şey olmaz,
kendisini kanunun pençesinden kurtarabilir. Bereket versin
ki kanun bilenler arasında suç ve cinayet işleyenler pek na­
dir çıkıyor. Öbür canilerse güçlerini yalnız kendi suç mes­
leklerinde ilerlemeye harcıyor. Mesela Mustafa gibi bir kal­
pazan kendini gerektiğinde kanun pençesinden kurtarmak
için avukatlık tahsil edeceğine hiç fark edilmeyecek kadar
mükemmel kalp para yapmak için gereken sanatları tahsil
ediyor. Bir yankesici, bir hırsız da böyledir. Bununla beraber
yani suçlular ve caniler işleyecekleri suçları kanun ve nizarn
hükümlerine uygulamadıkları halde bile mükemmel ve ma­
hir bir avukat bulurlarsa kendilerini kurtarabilirler. Geçen­
lerde gazetelerde buna dair ilginç bir de yazı okumuştum.
- Yazının naklini rica edebilir miyim Sabri ?
- Evet, nakledeceğim. Hırsızın birisi bir saat çalmış.
Mahkemede savunmasına tayin edilen avukat, herifi o kadar
güzel savunmuş ki dünyada ondan namuslu, ondan uslu bir
adam olamayacağına ve işlenen suçta hiçbir dahli bulunma­
dığına hakimler kanaat ederek beraatına karar vermişler. İşin
sonunda suçlunun avukata savunma ücretini vermesi gere­
kince "Avukat efendi ! Bundan başka bir şeye sahip değilim
ki takdim edeyim " diye çalmış olduğu saati avukata vermiş.
- Amma tuhaf ha ! Sen de şu Mustafa için şöyle bir us­
talık kullanabilsen.
- İşte onu düşünüyorum. Evvel Allah savunmacia pek
de aciz kalmam ama Mustafa'yı İstanbul'a getirmek zor.

215
Gerçi buna da çare bulunabilir. Muhakemenin gıyaben ya­
pılması da mümkün. Ama vekalete beni tayin etmezler. Ben
her şeyden önce avukatlık yapmak için diploma almış deği­
lim. İkincisi Mustafa'nın akrabasından da değilim. Üçüncü­
sü muhakemede ya elmas dolandırıcılığıyla davalı olabilirim
veya müfterilikle suçlanabilirim. İstediğim yolda hareket
edebilecek bir avukat bulsam belki işi yine gözüme kestire­
bilirdim. Neyse dur bakalım. Belki bir çaresini buluruz.
Osman Sabri Efendi ile Hafiye Köse Necmi arasında bu
konuşma geçtikten sonra Köse Necmi'nin ... gazetesinde ga­
zetenin muharririyle bir konuşması oldu.
Bu konuşmanın başlangıcı Osman Sabri'nin Kalpazan
Mustafa'yı muhbir sıfatıyla İstanbul'a getirme hususundaki
düşüncelerini Necmi Bey'in gazeteciye anlatmasından iba­
retti. Gazeteci dedi ki:
- Dünyada hiçbir şey imkansız değildir. Hele avukatlık
hususunda hemen her şey mümkündür. Avrupa ileri gelenle­
rinden birisinin dediği gibi bir adam iki söz söylesin veya iki
kelime yazsın. O a damın küfrünü isterlerse küfrünü, hıyane­
tini isterlerse hıyanetirıi ispat ederek malıvı mümkündür. İn­
safı elden bıraktıktan sonra avukatlıkta her şey mümkündür.
Lakin bana kalırsa Osman Sabri Efendi'nin Kalpazan Mus­
tafa'yı ele alma derecesinde külfete girmesirıe hiç hacet yok .
Zira Sadaret'e verdiği rapor gereken etkisini pekiLi gösterdi .
- Aman gerçek mi? Söyleyin, Allahı severseniz söyleyin
de bu akşam Osman Sabri'ye güzel güzel haberler getirmeye
muvaffak olayım.
- Evet, hem de pek gerçektir. Adiiye Nezareti'nden
bize havadis getirmeye memur olan muhabir dün getirdiği
haberler arasında dedi ki: Sadrazam adliyeye yazacağı tez­
kireyi ivedilikle yazmış. Bu işin bir dakika bile zaman kay­
bedilmeksizin hızla incelenmesini emretmiş. Hemen dünkü
gün komisyon üyeleri seçilmiş. Fakat ben bunları gazereye
yazmakta biraz ihtiyatlı davrandım. Dün yazsam bugün ga­
zetede görülürdü. Bense bugün yazacağım ki yarın herkes
tarafından görülecektir.

216
- Bu yeni komisyon acaba Galatasaray'da kurulan ko­
misyonun incelemeleri üzerine mi hareket edecektir?
- Ona dair henüz ha ber almadıınsa da usulen dediğin i z
gibi olmalı. Ve Galatasaray komisyonunun tevkif ettiği k i ­
şilerden başka daha kimlerin tevkifi lazım gelirse onları da
tevkif eder.
- Mesela Mecdeddin Paşa'yı da tevkif eder mi ?
- Edebilir ya! Padişah kanunlarının hükmü herkes için
eşit olarak uygulanır. Kabalıatİ varsa b ulunduğu büyük rüt­
be, büyük mevki insanı kurtarabilir mi ?
- Ah Mustafa burada olsa kim bilir daha kimler tevkif
edilir di.
- Tevkif edilecekler o kadar çok olmazlardı. Zira Mus­
tafa her ne kadar bunların miktarını çok zannettirecek şekil­
de konuşmuşsa da bir suç kumpanyasında Hediye Hanım,
Halil Sfıri, Kalpazan Mustafa gibi üç büyük erkan bulunur­
sa onlar için kudretiice bir, nihayet iki üç hami yeterlidir.
Yasadışı işlerde istihdam edecekleri vasıralar çok olabilirse
de öyle hırsız, yankesici, yaralayıcı, katil takımından adam­
lan Mustafa'nın meydana koymasından ne çıkar? Mustafa
belasını bulmuş demektir. Halil Sfıri de mezarında çürümüş­
tür. Adalete çarptırılacak bir Hediye Hanım kaldıktan son­
ra meydanda bulunan kanıtlar onu da mahvetmeye yeter.
Mecdeddin Paşa'ya ve varsa başkalarına gelince; bunlar olsa
olsa yalnız irtikapla itharn edilebilirler. Kendileri hakkında
ne doğrudan doğruya hırsızlık ne de cinayet ve kalpazanlık
gibi suçlar isnat edilebilir.
Bu aralık adiiye kavaslarından 1 birisi Muharrir Efen­
di'nin odasına girdi. Elindeki zarfı muharririn önüne koydu.
Gazetelere de devlet dairelerinden türlü türlü ilanlar,
tebliğnameler gelmesi olağan olduğundan Muharrir Efendi,
Necmi ile olan meşguliyeti dolayısıyla bu zarfı sıradan evrak
zannedip şöyle bir tarafa koyduysa da kavasın " Efendim
mühim ve ivediymiş " demesi üzerine kağıdı tekrar eline alıp

( Burada) Mahkeme hademesi, mübaşir.

217
zarfı yırttı. Adiiye Müsteşarlığı tarafından imzalanmış bir
tezkire olup aynen sureti şundan ibaretti:

izzetl ü Efe n d i m Hazretleri,


H eza rfen , diger adıyla Kal paza n M u stafa adlı kişi ta ra­
fı n d a n yazı l a ra k gazelenizin m a l u m sayı larında yayı m l a n a n
a ltı kıta m ektu p üzerine gereken incelemenin ya pılması S a d ra­
za m l ı k ta rafı n d a n istenmekted i r. Bu kon uda Ad iiye N eza ret-i
Cel ilesince özel bir komisyon oluşturu l m u ştur. Bu mektu p l a r
h a n g i m a h ke m e tarafından n e za m a n ta lep olunursa tes l i m
edilecegi de gazeteniz vasıtasıyla zaten ilan v e vaat e d i l m iş
o l d u g u n d a n özel komisyo n u n incelemelerine esas o l m a k üze­
re belirtilen a ltı kıta mektu b u n m a ka m-ı aciziye gönderi l mesi
h ususunda i ra d e efendim h azretleri nindir.

Hafiye Necmi Bey her ne kadar resmi ve gayriresmi ya­


zışmadan, yazı ve belagat balıisierinden tamamıyla haberdar
bir adam olmasa da gazete muharriri, Necmi'nin tavırlarına
bakarak buralara vakıf adam olması zannıyla dedi ki:
- Mülkiye rütbelerinin birer özel alarnede belirlenmiş
olamaması ve herkesin rütbesinin yine herkes nezdinde bili­
nemernesi dolayısıyla lakaplar hususunda ne kadar fenalık­
lar oluyor ! İşte benim hiç rütbem yoktur. Adiiye müsteşarı
beyefendi hazretleri bize bir " izzetlü"yü layık bulmuş . Hal­
buki ona da kanaat etmemiş, bir de " hazretleri " ilavesiyle
güya daha ziyade büyütmüşse de bakılsa işi bizim için alay
sayılacak şekle koymuş.
- Ben bu kadar ince lakaplara, unvana akıl erdiremem.
Tezkirede dikkatimi çeken şey yeni komisyonun müzakere
esasının Kalpazan Mustafa'nın mektupları olacağı mesele­
sidir. O halde Beyoğlu komisyonunun yaptığı incelemeler
lüzumsuz mu kalacak ?
- Hayır, hiç ümit etmem. Şu kadar ki diyelim, müzake­
renin esası Mustafa'nın mektupları olsa sanki işimize daha
az mı yarar? M ustafa'nın ortaya koymadığı sır mı kalmış ?
- Gerçi orası da öyle.

218
- Siz bu akşam Osman Sabri Bey'i gördüğünüzde en
büyük havadis olmak üzere kendisine bu haberi verin. Zira
mektupları bir komisyonun dikkate alması demek Hediye
Hanım'ın ve onunla beraber bazı cinayet ortaklarının da
mahvı demek olur.
- Öyleyse ben hemen gideyim ha ?
- Fena olmaz. Bizim de işimiz çok. Zira bugünkü gaze-
teye henüz dört satır yazı bile yazamadım. Ben de her şeyden
önce şu mektupları adliyeye göndermeliyim.
Necmi Bey, Osman Sabri Efendi'nin yanına gidip haber
götürmek için gazeteciye veda etti. Gazeteci de hemen sureti
yukarıya alınan tezkireye bir cevap yazıp Hezarfen Musta­
fa'nın altı kıta mektubunu iliştirdi, henüz cevap beklemek­
te bulunan adiiye kavasına teslim ederek gönderdi. Ondan
sonra yazıya başladı ama bir insan zihninde ne varsa kale­
miyle onu yazabileceğine göre Muharrir Efendi de Hezarfen
Mustafa'nın evrakının Adiiye Nezareti tarafından istenmesi
meselesinden ibaret bir yazı yazmaya başladı. Bunu birçok
muhakemelerle uzattıkça uzattı, adeta iki üç sütun doldur­
maya kafi bir sermaye yerine koydu.
Bu hikayemizde tesadüfün garibi olmak üzere bakın ne
oldu: Mektupların Adiiye Nezareti'nden talep edildiğine
dair yazı gazetede görüldüğü gün Hezarfen Mustafa tarafın­
dan bir mektup daha geldi. Ertesi gün bu mektup halkın ve
hele hele özel komisyonun dikkatine sunuldu. Yazının aynen
sureti şuydu:

ista n b u l ' da . . . gazetesine


Viya na' dan, . . . ta ri hinde, . . . yı l ı n d a
M u h a rrir Efendi Hazretleri !
Mektu pları gazelen ize aynen geçirmeyerek bazı yerlerin e
kalem sürmüş old u g u n uz i ç i n . . . a d l ı F ra nsızca bir gazetede ya­
yı mlanan yazıyı okudum. B u n u n üzeri n e sizin de itiraf ederek
hangi m a h keme ta rafı ndan ta lep o l u n u rsa mektu pları aynen
teslim edeceg i n iz h a kkındaki yazı n ızı d a okud u m .
B e n mektu p l a rı m ı n üstü nde oyn a n d ı g ı n ı görmekteydim . B u
konuda size h i ç b i r şey yazm a m a m ı n , h i ç b i r serzenişte b u l u n-

219
m a m a m ı n da sebebi var. Bu da m e ktupları m ı n i nayel buyu ru­
l a n de recede n eşri beni m i n n etta r ettigi halde fazla o l a ra k b i r
d e üzeri n d e oyn a n ması ndan dolayı serzenise ka l kısırsa m n a n­
körl ü k etmiş olacag ı mdan ibaret bir sebeptir. Hele m a h ke m e
ta rafı n d a n ta l e p olundugu halde mektupları m ı n a s ı l v e do g ru
n üs h a l a rı n ı n ta kdi m edilecegi h ususu beni en ziyade m utmain
ve m ü sterih e diyor.
Bu m ü n a se betle size s u n u d a a rz edeyim. N eşrettird i g i m
m e ktu p l a rı n g e rçekten b e n i m o ld u g u n a i sta n bulca ili m a t edil­
m iyorsa ben b u rada Viya na' da b u l u n a n Osma n l ı Baskonso­
losl u g u ' n a m ü racaat etmeye, mektu pların birer nüshası n ı tas­
d i k ettirerek göndermeye de m u ktedi ri m .
M uharrir Efendi Hazretleri! Zapliye Neza reti mi olur, Adiiye
N ezareti mi yoksa Sodaret makamı mı olur, hangi daireden o l u r­
sa olsun yüce h ü kü metimiz bana a m a n verecek olursa, bi=at
ista n bul' o gelir, kendimi gösteriri m. Suçluların muhakemesinden
son ra h ü kü m et yalnız bir hafta m üsaade etsin, ben o bir hafta
zarfı nda i sta n bul' dan tekrar firar edebilirsem ne ôlô, edemedi­
g i m surette, yan i beni tutabilirlerse ben de cezama razı o l u ru m .
iste su k ı s a m e ktupçu g u m u n da g azelen izde yayım l a n m a­
s ı n ı ve fa kat b u n d a n bir harf deg istirilmeyerek aynen i l a n ı n ı
rica ederi m .

Kalpazan Mustafa'nın bu mektubu bütün İstanbul'u


hayrete düşürdü. Zira Mustafa bu mektubunda hem büyük
bir safdillik hem fedakarca büyük bir cesaret gösteriyordu.
Pek çok kimse meselenin içinde bir tuhaflık olmak üzere
yüce hükümetin bu mukaveleye razı olmasını istemişti.
Mustafa'nın b u kısa mektubu bilhassa Osman Sabri
Efendi'yi o kadar sevindirdi ki gazetede mektubu okur oku­
maz Hafiye Necmi Efendi'yi odasına çağırtıp gazeteyi eline
verdi. Dedi ki:
- Mecdeddin Paşa'ya git, bu gazeteyi göster. De ki,
Kalpazan Mustafa'nın mektuplarını bizim uydurduğumuzu
zannedecek kadar gafil olursa, muhakemenin neticesinde
hiç karlı çıkmaz. İşte Mustafa bizzat İstanbul'a geleceğim

220
diyor. Eğer gelirse Mustafa'nın dilinden hiç kimse kendisi­
ni kurtaramayacağı gibi Mecdeddin Paşa da kurtaramaz.
Dolayısıyla ne kadar kuvveti, kudreti varsa tümünü yalnız
kendini kurtarmaya harcasın, Hediye'yi kurtarmak için ça­
lışmasın. Zira kuvveti, kudreti, çalışması, gayreti ihtimal ki
kendisini kurtarmaya da yetmez.
- Aman Sabri, ben bu kadar lafı nasıl söyleyebilirim ?
- Unutacak mısın ? Yoksa korkar mısın ?
- Evvel Allah unutınarn ama . . .
- Korkarsın ha ! B e herif, Mustafa 'nın b u mektubu d a
elde bulunursa artık bizim için korkacak n e kaldı ? Başkaları
korksun, başkaları ! Ezcümle Mecdeddin Paşa Hazretleri.
- Mecdeddin Paşa neden korkacakmı ş ? Koca bir paşayı
hangi mahkeme cezalandıracak?
- Hangi mahkeme mi ? Padişahın adalet mahkemesi ce­
zalandıracak. Padişah hazretlerinin iltifatlarına, inayetlerine,
ihsanlarına nail olmak iffet ister, dürüstlük ister, çalışkanlık
ister, birçok şey ister. Bunlar kalmadığı zaman insan padişa­
hın inayet ve iltifatına istihkakını kaybettikten başka merha­
met istemeye bile hakkı, cüreti kalmaz.
- Ne kadar da çok şey biliyorsun Sabri !
- Haydi azizim, sen dediğim gibi şu gazeteyi götür, de-
diklerimi Mecdeddin Paşa'ya söyle. Aklı varsa belki bu nasi­
hatlerimizden faydalanır.
Necmi daha fazla sözü uzatmaksızın gazeteyi alıp Mec­
deddin Paşa'ya gitti.
Bizim meşhur müstantik Osman Sabri Efendi'nin bu
hareketten maksadı Mecdeddin Paşa'nın gerçekten Hediye
Hanım'ı kurtarmak için haber alınan bazı teşebbüslerini
engellemekti. Paşa eğer Hediye'nin beraatını sağlarsa ken­
di heraatının da tamamen sağlanacağını düşünerek hareket
ediyordu. Osman Sabri ise Hediye'nin beraatı halinde büs­
bütün mahvolacağını dikkate alıyor, o da Hediye'ye karşı
açtığı savaştan mutlaka galip çıkmaya çalışıyordu .
Bir savaşta üstünlüğü sağlayan sebeplerin e n başlıcala­
rından biriyse düşmanı kazanmış olduğu müttefiklerinden

221
ayırmaktır. Hediye pek zorlu bir düşman sayılabilirse de bu
zoru dostlan ve müttefikleri sayesindedir. Onlardan mah­
rum kaldığı zaman yüzüne tükürülecek bir aşüfte derecesine
ineceği ortadadır.
Osman Sabri'nin bu redbirinde ne kadar başarılı olduğu
gelecek bölümlerin okunmasıyla anlaşılacaktır.

Esrar-ı cinayata dair son neşriyattan sonra birkaç gün


gazetelerde bir şey görülememesi hazı merak l ı l a rı n merakını
uyandırmıştı.
Bunlardan biri, . . . gazetesine bir mektup yazarak mese­
lenin ne aşamada bulunduğunu sorup bu konuda her gün
bilgi verilmemesinin herkesi başka bir kanıya düşürdüğünü
bildirmesi üzerine . . . gazetesi özel bir yazı yayımladı. Hedi­
ye Hanım ve Kalpazan Mustafa meselesine Aciliye Nezaret-i
Celilesince özel olarak bakılmakta olduğundan ve sonucun
mutlaka yayımianmasının tabii bulunduğundan bahisle me­
rak sahiplerinin bu işte acele etmelerine hiç lüzum olmadığı
tavsiye edilmiştir.
Bir aralık Kalpazan Mustafa 'nın yüce hükümete arz et­
tiği şartların kabul edilerek İstanbul'a gelmesi için durumun
Hariciye Nezareti tarafından Viyana Sefareti'ne yazıldığı
hakkında bir söylenti çıkmasın mı ?
Bu söylenti n i n öyle bir çırpıda inanılacak şeylerden ol­
madığı malumsa da ... gazetesi buna dair yazdığı bir yazıda
Mustafa'nın Dersaadet'el celbi bazı mühim mahfillerde söy­
lenmekteyse de buna dair henüz resmiyet derecesinde ciddi
bir haber alınamaclığını ilan edince halk buna da inanmak
derecesini buldu .
Nihayet bir gün Adiiye Nezareti tarafından bütün gaze­
telere şu ilan gönderildi.

" Saadet kapısı" anlamındaki kelime, Osmanlı döneminde İstanbul için


kullarulmıştır.

222
Resmi i l a n
kinde bulunduğumuz ayı n on yedinci perşembe g ü n ü meş­
hur Hediye H a n ı m ' ı n ceza mahkemesinde aleni muhakemesi­
nin 1 ya pılacağı, o g ü n mu hakemeye son verilerneyecek olursa
ikinci m u h a kemenin cumartesi g ü n ü ne, o g ü n de bilmediği su ret­
te üçüncü muhakemenin paza rtesine erteleneceği ilan olun ur.

Bu ilanın gazetelerde yayımlandığı gün bir salı günüydü .


Böyle aleni bir muhakemede bulunmak herkesin arzu ettiği
bir şeydi. Akıllı ve ihtiyatlı olanlar hemen o günden Adiiye
Nezareti'nde bulunan dostlarına müracaat ederek aleni mu­
hakeme günü kendisine bir yer bulunmasını ricaya başl adı.
Gerçekten bunların hakkı vardır. Zira meşhur muha­
kernelerde mahkemelerin kapıları umuma açılınca o kadar
kalabalık hücum eder ki genel dinleyici sınıfında bulunanlar
genellikle ne bir şey görebilir ne de bir söz işitebilir. Mah­
kemelerde ise itibarlılar için başka ve gazeteciler için baş­
ka yerler bulunduğu gibi üyeler ve zabıt katiplerinin arka
ve yan taraflarında da birtakım yerler bulunur. Bunlara da
memurların dostları kabul edilir.
Vaat edilen gün olan perşembe günü gelince daha muha­
kemenin vaktinden bir iki saat evvel esrar-ı cinayar meraklı­
ları mahkemede yer tutmak için müracaata başladı.
Halk denildiği zaman kimler aniaşılabilirse o sınıf henüz
mahkemeye gelmeksizin dinleyicilere mahsus olan yerler tü­
müyle seçkinler tarafından zapt edildi. Seçkinlere ve gaze­
tecilere mahsus yerler de hıncahınç dolmuştu. Hatta üyeler
ve zabıt katiplerinin yanları da bazı itibarlı zevat tarafından
işgal edilmişti.
Muhakemenin icra zamanı yaklaşınca divanhanede o
kadar kalabalık oldu ki koca divanhanenin hemen çöküver­
mesinden korkuldu.
Bu muhakeme yapıldığı zaman henüz yeni adiiye usulü
ilan olunmamıştı. Bazı mühim cinayetlerde asıl davacı or-

Açık yargılaımıasının.

223
tada bulunmayacak olursa, ya reis efendinin soruları savcı­
lık vazifesini ifa etmiş sayılacak şekilde olur veya işin içinde
kanun hakları ve devlet hakkı varsa üyelerden birisi geçici
olarak savcı atanırdı. Bu muhakemenin ortada olan ehem­
miyetine dayanarak üyelerden birisi davacı seçilmek istenil­
mişse de bizim O sman Sabri Efendi her ne yapmak lazımsa
yaparak iddia makamına kendisini getirtmişti.
Osman Sabri Efendi'nin bu başarısı için " her ne yapmış­
sa yapara k " deyişimiz, iş aslında imkansızken bazı fevka­
lade tedbirler a larak imkansızı mümkün etmiş demek de­
ğildir. Kendisi yağlıkçılardan kaldırılan elmaslardan dolayı
her ne kadar davalıysa da Hediye Hanım vesaire aleyhinde­
ki tetkiklere göre ya davacı veya müfteri sayılabileceğinden
Adiiye Nezareti şimdiye kadar gazetelerle ilan edilen yazı­
lara ve mektuplara bakarak Osman Sabri Efendi'ye müfteri
unvanını vermekten çekinmiş, iddiacı unvanını vermekte
bir beis görmemişti.
Muhakemenin yapılma saati gelince mahkemenin ka­
pıları açılarak içeriye yalnız bir kadın ile bir erkek alındı.
Boylu boslu, endamlı, yakışıklı hamının Hediye Hanım ol­
duğunu herkes derhal tanıdı. Erkekse kısa boylu, gayet nahif
endamlı fakat pek kocaman kafalıydı. Bunu herkes derhal
tanıyamadıysa da okurlarımız gibi bu kıyafeti görmüş olan­
lar dedi ki:
- Bu da meşhur müstantik O sman Sabri Efendi' dir.
Birçok tarafa uzanan bu cinayetlerde sanık sıfatıyla yal­
nız Hediye Hanım'ın getirilmiş olması bazı kimselerin dik­
katini çekmişti.
Osman Sabri Efendi iddia makamına geldiği zaman ga­
zetecilerin tarafına baktı. Malum a, böyle muhakemelerde
davacı veya davalı gözlerini hangi tarafa çevirirse herkes o
tarafa gözünü çevirerek davacı veya davalının kimin yüzüne
bakmış olduğunu anlamak ister.
Osman Sabri Efendi'nin gülümsemesine yine bir tebes­
sümle karşılık veren gayet zeki suratlı gazetecinin olsa olsa . . .
gazetesi muharriri olabileceğine dinleyiciler hemen ittifakla

224
hüküm verdi. Zira bu meseleyi diline dolayıp sonuna kadar
uğraşan gazetecinin yalnız kendisi olduğunu alem biliyordu.
Muharrir Efendi'nin elinde bir demet kağıt bulunup iki­
şer ucu açılmış olduğu halde sekiz on kadar da kurşunkalem
vardı. Zira böyle aleni bir muhakemeyi güzelce kaydedebil­
mek için mürekkep kalem işe yaramaz. Kurşunkalem daha
güzel işe yararsa da onun da ucu körlendiği zaman çakıyla
düzeltmeye vakit kalmayacağından birkaç kalemin ikişer
ucunu birden açıp hazırlamak ve hangi uç körlenirse diğer
uçla yazmak gerekir.
Aleni muhakemelerde dinleyicilerin en çok dikkat ve
merak edeceği şey sanıkların yüzlerini görme ve tepkileri­
ni yüzlerinden anlamaya çalışma meselesidir. Fakat hemen
hiçbir muhakemede dinleyiciler bu emellerine tamamen nail
olamaz. Zira kendi yerleri daima sanıkların arka tarafların­
dadır, sanıkların yüzleri reis ve hakimler tarafına yönelik
olur. Bu muhakemede ise dinleyiciler değil a, reis ve üyeler
bile Hediye Hanım'ın tepkisini yüzünden aniayabilmeye pek
muktedir olamazdı. Zira Hediye Hanım neredeyse kalın bir
yaşmak turunmuş olduğundan burnunun ucuyla gözlerin­
den başka bir yeri görünmezdi.
Bu konuya gazetecilerden biri . . . muharririnin dikkatini
çekti; aralarında şöyle bir konuşma geçti.
- Arkadaş, Hediye Hanım'ın kalın yaşmak tutmasına
ne dersiniz ?
- Siz ne demek istersiniz sanki ?
- Öyle ince fikirli sanıklar genellikle çehrelerindeki de-
ğişiklikleri göstermernek ister. Kadınlar için bunun en güzel
şekliyse yaşmaktır. Yani yaşınağı kalın tutmaktır.
- Bana kalırsa öyle değildir.
- Ya nasıldır ?
- Ben demek isterim ki Hediye Hanım'ın yaşı artık epeyce
geçmiştir. Birkaç zamandan beri Osman Sabri habisi de ken­
disini epeyce sıkıştırıp zayıflattığından suratında evvelki ka­
dar güzellik parlaklığı kalmamış, bu eksikliği kendi güzelliğine
aşık olanlara göstermernek için kalın yaşmak tutunmuştur.

225
- Amma yaptllllz ha! H1la Hediye güzellik iddiasında mı ?
- Neden bu iddiada bulunmasın ? Hatta gençlik bile id-
dia eder. Zira bir kadın büyüye büyüye ancak otuz beş yaşı­
na kadar büyür. O yaştan daha fazla büyümesi lazım gelir de
doğrusunu da söylemeye mecbur olursa altmışa atlamalıdır.
Fakat Şişş ! Suss ! Reis efendi muhakemeyi açtı. Saate baka­
lım. Biri otuz sekiz geçiyor, diye Muharrir Efendi derhal mu­
hakemenin hangi saat ve hangi dakikada açıldığını kaydetti.
Reis efendi dedi ki:
- Özel tetkik komisyonunun incelemesinden geçerek it­
hamnamenin tanzimine esas alınan evrakı aynen okumaya ha­
cet göremiyoruz. Bu evrak davacı Osman Sabri Efendi tarafın­
dan verilen raporlarla bir de Hezarfen, diğer adıyla Kalpazan
Mustafa tarafından neşrettirilen altı kıta mektup ve Beyoğlu
Zabıtası'nda oluşturulan komisyonun tuttuğu ifadeler gibi
evraktan ibarettir. Ancak düzenlenen itharnname belirtilen ev­
rakın tümünden özetlenmiş olduğundan yalnız ithamnamenin
okunınası evrakın tümüyle okunınası demek olacaktır. Şayet
davalı bu ithamı1amenin reddi için evraktan bazılannın veya
tümünün okunmasına lüzum görecek olursa, mahkeme bu
konuda hamının talebini reddetmeyip evrakı yine okuttura­
caktır. Buyurun katip efendi, ithamnameyi okuyun.
Zabıt katibi ithamnameyi okumaya başladı. Bu belge beş
tabaka kağıt doldurmak mertebesinde kapsamlı bir şeydi fa­
kat hikayeınİzin buraya kadar geçen bölümleri ile okuyu­
cularımızın malumları olan hallerden fazla hiçbir şeyi içer­
miyordu . Hatta . . . gazetesi muharriri elindeki kurşunkaleme
davranarak alesta durmakta ve ithamnamede fazla bir şey
işitir işitmez yazmak için asla vakit kaybetmemek gayretinde
idiyse de belgenin en sonunda " kılınmış olmağın olbabda . . . "
ibaresine gelinceye kadar kayda değer hiçbir şey görerneyİn­
ce yanında bulunan gazeteciye demişti ki:
- Acayip ! Biz Hezarfen Mustafa'nın mektuplarını ay­
nen niçin verdik ? O mektupların hükümleri dikkate alınmış
olsaydı, ithamnaıneye Mecdeddin Paşa'yı da sanık maka­
mına getirecek birkaç madde yazılması gerekirdi. Demek

226
oluyor ki b u davada matbuatın hizmeti henüz bitmemiştir.
Yazacak daha birçok şeyimiz olacaktır.
Yanındaki gazeteci arkadaşıydı.
- Meşhur müstantik Osman S abri Efendi davacı tayin
edilmiş diyorlardı. Onun davacı olduğu bir muhakemenin
ithamnamesi böyle sizin de beğenemeyeceğiniz bir şekilde
tanzim . edilmiş olursa gerçekten matbuatın işi daha bitme­
miş olur. Biz de sizi izlemekten geri durmayız.
- Teşekkür ederim arkadaş.
Gerçi iki gazetecinin değerlendirmesi pek haklıydı, ancak
bu hususta Osman Sabri Efendi'ye k abahat bulmaya lüzum
yoktur. Zira Osman Sabri Efendi kendi iddianamesini genel
olarak herkesin ve özel olarak . . . gazetecisi n i n heğenehi l ece­
ği şekilde kaleme almıştı. Ne fayda ki ithamnameyi kaleme
alan heyet iddianamenin birçok yerini Hediye Hanım için
cömertçe bir iyilik olmak üzere hafifletmiştir.
Ezcümle, dolandırıcılık bahsinde Hediye H�nım'ın mey­
dancia hiçbir davacısı bulunmadığını beyanla bu durum He­
zarfen Mustafa'nın sözünde kaldığı gibi katillik meselesi de
adı geçenin sözünde kaldığından onları muhakeme meyda­
nına koymaya itharn heyeti hiç lüzum görmemiş.
Hediye Hanım yalnız kalpazanlıktan dolayı itharn edil­
mekteydi. Bunda da kalpazan doğrudan doğruya kendisi
olmadığı gibi sürücü de kendisi olmadığından, sonuçta bu
suça bir hami, bir yatak olmak üzere telakki edilmiştir. Öre­
ke Taşı cinayetinde ise Hediye Hanım davalı olmak şöyle
dursun, adeta davacı olmak lazım gelirken bu sıfattan vaz­
geçmiş bir mazlum şeklinde gösterilmiştir. Savcı makamına
getirilen Osman Sabri Efendi'nin bu cinayet için dava ede­
cekse Hediye Hanım'ı hiç bahse katmayarak bir bakıma
müteveffa Halil Suri ve bir bakıma firarda bulunan Kalpa­
zan Mustafa aleyhine dava açmasına lüzum gösterilmiş.
itharnname okunurken bu maddelerin her biri Osman
Sabri Efendi'de birer garipseme tebessümüne sebep olmak­
taydı. Belge okunup bitince reis efendi, O sman Sabri Efen­
di'ye hitaben dedi ki:

227
- Bu itharnname dışında başka söyleyecek sözünüz var nu ?
- Var efendim: Buna itharnname denileceğine Hediye
Hanım'ın müdafaanamesi denilse daha münasip olurdu .
Sert çehreli Osman Sabri bu sözleri o kadar küçümseye­
rek söyledi ki reis efendiye adeta hiddet geldi. Dedi ki:
- İtharnnameyi eleştirrnek mi istiyorsunuz ? Buna hak­
kınız var mı ?
- Estağfurullah efendim; belki haddim olmayabilir, fa­
kat hakkım vardır ve olmalıdır. Ben Hediye Hanımefendi
hakkında kaç maddeyi itharn makanuna koymuşsam, bun­
lardan hamının kendisi bera at etmelidir. İthamnamede adı
geçeni savunma yollu muhakemelere ne lüzum vardı ?
- Tetl<ik komisyonu istintak heyeti ve itharn heyeti de­
mek olduğundan retkikierinin göstereceği şekiliere göre is­
terse muhakemenin men'i ile sanığın tahliyesine muktedir
olabilir.
- Öyleyse efendim, bu itharnname dışında bendenizin
söyleyecek hiçbir sözüm yoktur.
Sonra reis efendi, Hediye Hanım'a hitap ederek dedi ki:
- Bu ithamnamede beyan edilen maddeler üzerine sa­
vunmanız için gerek doğrudan doğruya sizin ve gerek aVu­
katınızın söyleyecek sözünüz nedir ?
Hanımdan evvel vekili bulunan Ermeni bir avukat söze
başlayarak dedi ki:
- Efendim, müvekkilemin itharn edildiği şey yalnız bir
kalpazan hamisi veya ortağı veya yatağı olmaktan i baret
kalıyor. Halbuki bu kalpazanlığın da mahkemece hiç şüphe
kalmayacak derecede tahakkuk ettiğini göremiyorum. Halil
Slıri adında bir herifin vefatından hem de asılma ve idam
suretiyle vefatından sonra şimdi davacı sıfatıyla meydanda
bulunan Osman Sabri Efendi birkaç kağıt bulmuş ve bu
kağıtlar Halil Suri'nin kalp akçe sürücüsü olduğunu göste­
rirmiş. D iğer taraftan bu Kalpazan Mustafa'nın mektupla­
rında kendisinin kalpazan olduğu itiraf edildikten sonra bu
işte Halil Suri ile beraber Hediye Hanım'ın da dahil olduğu
gösteriliyor. Bu yoldaki kağıtlar müvekkilemi kalpazan or-

228
tağı diye itharn hususunda makbul şehadet makamına ge­
çebilir mi ? Kalpazanlığa Hediye Hanım'ın iştirakini değil,
hatta kalpazanlığın gerçekten vukuunu bile ispat edecek
orta yerde hiçbir alamet, hiçbir emare yoktur. Kalpazan alet
ve edevatı bulmuşlar, kalp paraları ele geçirmişler. Bunların
hiçbirisi olmadığı halde Mustafa gibi kendi garazk<1rlığını
kendisi · itiraf eden bir adamın iftirasına kulak mı verilir ?
Mustafa itiraf ediyor ki dört beş kişinin kanından sorumlu
bir katildir. Böyle bir katil için kalpazanlık ehven bir suç ka­
lır. Dolayısıyla kendisi hiç kalpazan olmadığı halde kendine
böyle iftirayı ederek başkalarına da bulaştıracağı her adil
fikre mülayim gelecek bir meseledir.
Avukat efendi başlamış olduğu savunınayı daha ileriye
götürmek için sözü uzatacaktı ama Hediye Hanım vekilini
kolundan çekerek birkaç söz de kendisi söylemeye müsaade
istedi. Dedi ki:
- Efendim, bendeniz kendimi kabahatsiz, kusursuz bir
kadın olarak tavsiye edemem (Bu söz orada bulunanların
tümünde şaşkınca bir tebessüme sebep oldu . ) Fakat ne ka­
dar garazk<1rlar içinde kalmış olduğumu adil mahkemenin
insafına arz ederim. En büyük düşmanım Hezarfen Mustafa
iken itharnıının esası onun mektuplanndan ibaret oluyor. En
şiddetli garazkiirım Osman Sabri Efendi'dir. İthamım için
kendi incelemeleri esas alınmakla kalmayarak şimdi de sav­
cılık vazifesi ona havale ediliyor. Efendim, kalpazanlık işin­
den benim asla malumatım yoktur. Cariyem Peri vasıtasıyla
Mustafa'ya kalpazanlık tavsiye ettirmiş olmam sırf yalandır.
Hatta Peri'yle aralarındaki aşk da hayalden ibarettir. Halil
Sfui'ye gelince, bu adamla tanışıklığım yok değildi. Aksine
ahbabımdandı. Ama kendisinin nasıl bir alışverişle meşgul
olduğunu asla bilemem. Peri benim manevi kızımdır. Halil'in
de o boyda bir kızı olduğu için evlerine gitmesine müsaade
ederdim. Halil genç ve güzel bir adam olduğundan o Peri'yi,
Peri onu sevmiş olabilir. Bunu sonraları ben de biraz anladım
ama Halil kızın iffeti hususunda beni temin etmişti. Nihayet
kız öldürüldükten sonra muayene edilerek erkek eli değme-

229
miş bakire olduğu ortaya çıkmışken işte bu da Halil'in kötü
bir niyeti olmadığını ispat eder. Halil, Peri'yi Öreke Taşı'na
göndereceği zaman bana yalnız Büyükdere'ye götüreceğini
söylemişti. Sonra Mustafa haber alarak kıskançlıktan ikisi­
nin de caniarına kıyacağını kendisinin de benim de dostum
olan bir adama söylemiş. O adamdan aldığım haber üzerine
Halil'le aramızda belirlenmiş olan bir şifre usulünce kendisi­
ne bir İhtarname yazmıştım. Meydancia bulunan şifreli kağıt
işte budur. Peri'yi öldürdükleri halde hükümete müracaat
etmeyişimse sırf cümlemizi dile düşürmeme görüşünden ileri
gelmiş bir haldir. Zira Hezarfen Mustafa'yı hiç kimsenin ele
geçiremeyeceği muhakkak olup hükümete müracaat etsek
bile müracaatımdan bir netice çıkmayacaktı. Osman Sab­
ri Efendi arkamızda biraz fazlaca dolaşmakta olduğundan
musaHat olmasını engellemek için Mecdeddin Paşa'ya yaz­
dığım tezkire de şu ithamnameyi tanzime esas alınan evrak
arasındadır. Osman Sabri Efendi bu tezkireden pek büyük
hükümler çıkarmak istiyorsa da yüce mahkemenizin insa­
fına arz ederim ki gerek bir kadının gerek erkeğin özel ha­
yatına kimse karışamaz. Biz Mecdeddin Paşa ile bir aşıkane
muamelede bulunsak bile mevcut kanunların hangisi gizli
aşkı bir suç olarak değerlendirir ? Bu durumda Osman Sabri
Efendi bize ettiği iftiralan ispat ederneyecek olursa kendisin­
den adeta namus davasına bile hazırım.
Hediye bu sözleri o kadar serbest bir tavırla hem de o ka­
dar dil düzgünlüğüyle söyledi ki gerek mahkeme heyeti gerek
oradaki dinleyiciler hayret etti. Herkes birbirine diyordu ki:
- Hediye Hanım kendisini savunmaya bu kadar muk­
tedirse avukata ne lüzumu varmış ? Avukat onun yanında
dilsiz oldu kaldı.
Hediye Hanım ifadesini bitirdikten sonra mahkeme he­
yeti müzakere odasına çekildi. Dinleyiciler birkaç dakika
müzakereden sonra mahkeme heyeti gelip kararı açıklaya­
cak sanmışlardı. Halbuki aradan yarım saat kadar zaman
geçtiği halde mahkeme heyeti henüz yerine gelmeyince her­
keste merak arttı. Ağızdan kulağa dedikodular çoğalmıştı.

230
Tam bir buçuk saat sonra mahkeme heyeti yerine geld i .
Reis efendi dedi ki:
- Mahkeme bugünlük hükmünü tarafiara tebliğ etme­
yecektir. Zira üyelerin reylerinde muhalefet vardır. Reisin bu­
lunduğu tarafın reyi galip sayılacaksa da bendeniz kesin rey­
de bulunamadığırndan müzakeremiz biraz uzunca zamana
lüzum gösteriyor. H'isıl olacak reyi tarafiara bildireceğimiz
gün aleni bir oturum yapacağımız gibi kararı gazetelerle ilan
da edeceğiz. Bugünlük mahkemenin oturumu son bulmuştur.
Reis efendinin bu tebliği üzerine dinleyiciler mahkeme­
den çıkarak dağıldıysa da muhakemenin cereyan şeklinden
hiç kimse memnun kalmamıştı.
Hele iki saat müzakereden sonra işe bir netice verileme­
rnesi mutlaka üyeler arasındaki görüş farkının pek şiddetli
bir şey olmasından ileri gelmiş olacağında kimsenin şüphesi
kalmamıştı .
. . . gazetesi muharriri kalabalık arasından sıvışıp giderken
Hafiye Necmi yanına sokularak sordu:
- Siz bu hale ne mana verirsiniz ? İşimiz nasıldır ?
- Bana kalırsa işimiz ayinedir.
Necmi bu soruyu sorduğu zaman beti benzi kül gibiydi.
Gazeteciden cevabı alınca suratında rahatlama tebessümüne
benzer bir şey görüldüyse de rengi yine tam manasıyla eski
halini bulamadı.

Cinayet mahkemesinin aleni muhakeme günü davaya bir


netice verememesindeki mazereti pek meşruydu . Üyelerden
birkaçının rey ve isteğine kalmış olsaydı, Hediye Hanım'a
derhal bir beraat ilaını vererek daha sonra Hediye'yi Osman
Sabri aleyhinde namus davası açmasına kadar haklı çıkara­
caklardı. Lakin diğer üyeler başta düzenlenen ithamnameye
ilişerek Beyoğlu'nda oluşan soruşturma komisyonunda He­
diye Hanım'ın birtakım itirafları kendisini hem müteveffa

23 1
Halil Sfıri'ye hem de Kalpazan Mustafa vesaireye ortak ve
yardımcı olarak hükmettirecek derecelerdeyken ithamna­
menin hanıma adeta heraatname gibi düzenlenmiş olmasını
kabul edemediler.
Hediye'nin mahkeme huzurunda söylediği sözler cezası­
nın hafifletilmesini gerektirecek şekilde olsa da bu sözlerin
yalnız Hediye'nin zeka ve kurnazlığının mahsulü değil, öğ­
retilmiş şeyler olduğu ortadaydı. Hamının genel durumunu
kanunun dikkatinden gizlerneye medar olamayacaklarını
Hediye'nin lehinde olmayan üyeler önemle vurgulamıştı.
Hele Osman Sabri Efendi'nin ithamnameyi dinlemesi üze­
rine adeta muhakemeden el çekme derecesinde gösterdiği ga­
ripseme, Hediye'nin lehinde bulunan üyeler tarafından Osman
Sabri'nin itharn sebebi olarak görülmek isteniliyordu. O nların
muhalifi olan üyeler aksine meşhur müstantiğin bu tavrından
korkulması lüzumunu ileri sürdüler. Reis efendinin kesin rey
vermekte tereddüt etmesine sebep olan hal işte bu hal oldu.
Hediye'nin lehindeki üyelerden biri, reisin bu tereddüdü­
nü yersiz görerek garipseyince reis demişti ki:
- Efendim, herkes kendi reyinde özgürdür. Fakat sizin
de dikkatinize arz ederim ki böyle mühim, manidar, nazik
bir muhakemede bizim ağzırnızdan çıkacak olan söz bir
daha geri dönmez sözlerden değildir. Bizden büyük bir tem­
yiz mahkemesi var. Muhakemenin iadesi var. Daha neler
var, neler var. Hediye Hanım'ın kendisi de sağlam ayakkabı
olmadığını itiraf ediyor. Halil Sfıri vesaireyle münasebetini
gizlemiyor. Bu adamların genel durumu hiçbir mahkemenin
üstünkörü geçemeyeceği derecededir. Dolayısıyla bendeniz
Hediye'yi mutlaka cezalandırmak tarafındayım. Yalnız ceza
tayini hususunda kesin bir bükümde bulunamıyorum.
Hafiye Köse Necmi . . . gazetesi muharririnden mahkeme­
den çıkarken aldığı cevap üzerine o akşam her zamanki gibi
Osman Sabri Efendi'yi görünce muhakemenin cereyan şekli
hakkında onun da görüşünü sormuştu. Osman Sabri, Nec­
mi'ye asla umutsuz görünmedi. Dava henüz kaybedilmemiş
olduğu gibi edilmeyeceğini de temin ederek dedi ki:

232
- Yapılan muhakemelerde bu gibi yolsuzlukların çok­
luğu, yüksek makamlarda bulunanların fikrinde yer tutmuş
olan adli düzenlernemizin bir ayak evvel kuvveden fiile çıka­
rılmasını hızlandıracağı için bence pek memnunluk vericidir.
- Adli düzenleme mi ? Ya o zamana kadar sen müfteri
filan gibi bir isimle okkanın altına gidersen, bu da memnun­
luk verici olur mu ?
- Padişahın yüce adaleti sayesinde ben kendimi öyle müf­
teri filan gibi bir adla okkanın altına attırmamaya muktedir
olabilirim. Fakat şimdiki muhakeme usulüroüzde olan yolsuz­
luklar bu gibi önemli muhakemelerle ortaya çıkıp da yüce hü­
kümetimiz adliye usulünü ıslaha muvaffak olursa, bu mesut
asrın en büyük iftihar kaynağı bu muvaffakiyet olur. Hepimiz
padişah ekmeği yiyoruz. Yediğimiz ekmeğin hakkı olmak üze­
re tümümüz padişahımız efendirniz hazretlerinin büyüklük­
lerini yararlı İcraadarıyla dünyanın dört tarafına tanırtırmak
için elden ne kadar ikizane olursa olsun hangi hizmet gelirse
onu yapmaya mecburuz. Yorulmaktan filandan korkup da
bu vazifeyi yerine getirmezsek, adeta nankörlük etmiş oluruz.
- Canım orası öyle ya. Fakat hizmet göreyim diye ken­
dini bir belaya . . .
- Sus Necmi, sus! Devletine hizmet görmek isteyen ha­
miyetli bir memur hiçbir beladan korkmaz. Çünkü öyle ha­
miyetli memurların belaya uğraması kaza cinsinden bir şey
olur. Sadakati her ne zaman olsa meydana çıkarak mük1-
fatına da ona göre nail olur. Senin asıl merak ettiğin şey, şu
muhakeme değil mi ? Biz onu padişahın adaleti sayesinde
elbette kazanınz.
Aleni muhakemenin yapıldığı günden sekiz gün sonra
gazetelere verilen bir ilan uyarınca dinleyiciler kararın açık­
lanması için ikinci bir aleni oturuma davet edildi. Bu otu­
rumda ilk oturumda olan kalabalıktan fazla kalabalık vardı.
Reis efendi mahkemenin hükmünü tarafiara aşağıda olduğu
gibi tebliğ etti:
- Mahkemeınİzin kararı açıklama hususunda sekiz gün
kadar gecikmesine sebep yalnız üyeler arasındaki görüş fark-

233
lılığından ibaret kalmadı. Mahkeme geçen oturumda okunan
ithamnameyle Hediye Hanım'ın savunmasından başka ta Be­
yoğlu'nda teşekkül eden soruşturma komisyonunun yaptığı
inceleme ve ifadeleri de dikkate aldı. Düzenlenen ilamda se­
bepleri açıklandığı üzere Hediye Hanım her ne kadar bazı öl­
dürme işlerinde, kalpazanlık ve dolandırıcılık gibi suç husus­
larında doğrudan doğruya suçlu sayılmadıysa da bunlardan
tümüyle beraat etmiş görülemedi. Suçların birkaçında birden
parmağı olması dolayısıyla kanunen en hafif ceza olmak üze­
re üç sene müddetle küreğe konulmasına hükmolundu. Yal­
nız bu hüküm temyiz divanı tarafından incelenmektedir.
Mahkeme tarafından tebliğ edilen hüküm üzerine din­
leyiciler Hediye Hanım'ın veya vekilinin hoşnutsuz bir şey
söylemesini bekliyordu ama aksine hanım " Şeriatın kestiği
parmak acımaz. Elhükmü lillah. l Ne yapalım ? " yollu razı
olmuşça birkaç söz söyleyince herkesin garipsernesi bir kat
daha arttı .
Dinleyiciler arasındaki bu garipserneden dolayı meydana
gelen ve mahkemeden çıkıldığı zaman gerek divanhanelerde,
gerek sokaklarda, o gün akşamüzeri kahvehanelerde ağız­
dan ağıza aktarılan sözlerin sonu mu olur ?
Herkes aklına ne gelirse söylediği halde bunların hepsi
birer basit sözden ibaret kaldı, fakat yalnız bir söz vardı ki
gerçeği bilen bir kaynaktan çıktığı için doğru olduğu kadar
akla da yakınd ı . O söz ise Hediye'nin mahkeme hükmüne
rıza göstermesinin hariçten dostları tarafından kendisine ve­
rilen bir nasihat neticesi olmasından ibaretti.
Hikayenin muharriri olmak dolayısıyla gizlerine, sırları­
na vakıf olduğumuzdan şu kısa sözü izah için deriz ki:
Hediye Hanım ne kadar dostu varsa tümüne müraca­
at etmiş ve onların yardımıyla olabildiğince kendi lehinde
sayılabilecek bir itharnname tanzim ettirmiş, cinayet mah­
kemesinde de bazı üyelerin reylerini kazanabilmişti ama
mahkeme reisinin korkaldığı bu üyeleri reylerinde se bat ede-

Hüküm Allah'ındır.

234
meyecek kadar gevşetmişti. Artık Istanbulca dillerde desta n
olan bu hikaye yüksek makamlarda bulunan birtak ım ze­

vatın Mecdeddin Paşa'ya öğüt vermesine sebep oldu . Hedi­


ye'yi himaye için birtakım zevatı başını ağrıtma derecesin de
sıkıştırmaktan vazgeçmeyecek olursa , sonunda kendisi için
birçok tehlikeye yol açacağı anlatılmıştı.
Mecdeddin Paşa bu gibi inatlaşmalarda pek sebatlı bir
adamdı ancak kendisine verilen nasihatler her se bat ve meta­
nete hale! verecek kadar tehdit ediciydi. Hediye Hanım'a na­
sihat vererek suç mahkemesi kendi hakkında her ne hüküm­
de bulunacak olursa olsun hiç muhalefet etmemesini tembih
etmişti. Muhalefet edecek olursa kendini kurtarmaya hiçbir
dost muktedir olamayacağından hakkında daha büyük fe­
nalıklara sebebiyet vermiş olacağını hatırlatmıştı.
İşte bu nasihatler, bu ihtarlar sebebiyle mahkeme reisii­
ğinden tebliğ edilen hükme Hediye Hanım asla aykırı görüş
bildirmemiştir.
Öğüt, ihtar ve yol gösterme yalnız Mecdeddin Paşa ile
Hediye Hanım hakkında vuku bulmakla kalmamıştır. Os­
man Sabri Efendi'ye de bazı ileri gelenler tarafından İhtarlar­
da bulunulmuştu. Bu işlerde gösterdiği kanuna bağlılık gay­
reti ve dürüstlüğü her ne kadar pek ziyade övgüye layıksa
da meselede fazlaca husumetkarane davranmasının sonra­
dan Hediye Hanım veya onu koruyanlardan birisi aleyhinde
şahsi husumet ve garezi olduğu şeklinde yorumlanabileceği,
bu durumda girişimlerindeki takdirin kınanınaya dönüşece­
ği anlatılmıştı.
Osman Sabri Efendi bu gibi uyarılardan ürkecek adam­
lardan olmayıp son derece kanun ve nizarn mutaassıbı bir
adamdı, ama üst makamlara duyurmak istediği alıvali du­
yurabilmek öncelikli emeliydi. Bu maksadın gerçekleşmesi­
nin yanı sıra Hediye Hanım'ın da az çok bir cezaya çarpıl­
ması, fikrinde sabit, teşebbüsünde ısrarlı olan o koca kafalıyı
tatmine yetmiş, öğütlere ve uyanlara kabul cevabı vermişti.
Osman Sabri'nin selameti hususunda en ziyade tesir gös­
teren bir şeyin de . . . gazetesi muharririnin görüş yollu verdiği

235
nasihatler olduğuna şüphe etmemelidir. Meşhur müstantiğin
tahliye edilerek istediği adamlarla serbestçe görüşebilmesine
izin verilmesi üzerine . . . gazetesi muharririyle görüşmesinde
şöyle bir konuşma geçmiştir. Gazeteci demişti ki:
- Sabri Bey ! Size tebriklerimi bir nevi gaza tebriki yollu
arz ederim. Zira kötülerin mahiyetini açığa çıkararak halkı
büyük bir beladan kurtarmış oldunuz.
- Ne fayda ? Muvaffakiyetİn yalnız bu derecesine mu­
vaffakiyet mi denilir ? Şer kumpanyasına mensup olanların
tümü adalet kılıcına uğramalıydılar ki o zaman tebriki hak
edeydim.
- Hayır dostum. Muvaffakiyetİn bu derecesi de pek bü­
yüktür. Sizin arzu ettiğiniz derecesi dünyanın hiçbir tarafında
mümkün olamaz. Bu gibi zalim bozguncular daima işlerini o
kadar m untazam görürler ki gerektiğinde kendi aleyhlerinde
bir şey yapabilmek pek müşkül olur. Kazandığınız neticenin
daha parlak olması için Halil Sfıri sağ bulunmalıydı. Kalpa­
zan Mustafa firar etmemiş olmalıydı. Onlar elde edildikleri
halde kendileri aleyhinde verilecek cezaya Hediye de doğ­
rudan d oğruya müşterek olabilir. O zaman ikinci, üçüncü
derecede parmağı olanlar da ortaklığa daha ziyade yaklaşır,
hep kanunun pençesine çarpılırlardı. Asıl canİ olanlar elde
bulunmadıktan sonra kazanılabilecek muvaffakiyet bundan
fazla olamaz. Hem bende daha bazı malumat da vardır ki
doğru çıkarsa b u muvaffakiyetİn daha büyük olduğunu tes­
lime mecbur olursunuz.
- Ne gibi malumat?
- Onu size söyleyebilir miyim ya ?
- Acayip ! Demek oluyor ki beni bir sırrı saklamaya bile
muktedir göremiyorsunuz.
- Hayır, onun için demiyorum. Vukuundan evvel bir
şeyi haber vermek . . . Neyse, size de söyleyebilirim. Gazete­
mizin esrar-ı cinayata dair yazıları tümüyle önemli bir ta­
raftan talep edildi. Hatta matbuatın hakikatİn ilanı yolunda
görülen bu cesaretinin o yüksek taraftan tebrik edildiği de
bize bildirildi. Bize bir nişan bile ihsan olunacakrnış. Yine bu

236
sırada haber verildi ki Mecdeddin Paşa da bu işlerde pay ı n a
düşen cezayı görecekmiş.
- Onu ben de haber aldım ama resmen bir mahkeme
huzurunda değil, gayriresmi olarak hususi bir şekilde göre­
cekmiş . .
- Ee, bu şekilde ceza görmesini yeterli görmüyor mu­
sunuz ?
- Kanuna tatbik edilmiş olsaydı, daha tatlı olmaz mıydı ?
- Ama artık arzunun bu derecesi de biraz ifrata verile-
bilir. Herkes yaptığının cezasını çeksin de gerek resmen çek­
sin gerek gayri resmi çeksin , hep adalete uygun say ı l ır Bakı n
.

birader; size fikirlerimi dosdoğru arz edeyim. Tanzimat'tan


önce ve hatta ondan sonra da bu gibi cinayetler üzerine ge­
rek sizin gerek benim göstermiş olduğumuz cesaretler şöyle
galibane bir netice göstermek şöyle dursun, yine bizim için
felaket olabilirdi.
- Öyle bir ihtisap ağasınınl adam asmış olsa sorumlu
olamayacağı bir zamanda koca bir Beyoğlu mutasarrıfı paşa
beni de asamaz mıydı ?
- Otuz sene zarfında asrımızın ulaştığı ilerlemeye nasıl
şükretmeyelim ? Padişahın adaleti herkese üstün gelerek bizi
şu derecelerde muvaffakiyetle kötülerin tepelenmesine muk­
tedir edebilir.
- İşte beni teselli eden bu ümit değil mi ? Padişah haz­
retlerinin sayesinde yeni adiiye usulü koyulup da müstan­
tikler, savcılar, yolunda ve nizarnı dairesinde tayin edilirlerse
o zaman bizden daha aciz olanlar bile bizden daha ziyade
hak kazanabilir. O zaman bir Mecdeddin Paşa'nın bir He­
diye Hanım'ı şimdiki kadar da himayesi mümkün olamaz.
imkan aleminde himaye denilen şey yalnız padişahın ada­
letinden ibaret kalır; padişahın adaleti kanun hükümleriyle
sınırlı kalmakla her mazlumu her zalime karşı yalnız kanun
himaye edebilir. Hiçbir zalimse hiçbir taraftan himaye ve
destek göremez.

Zabıta amiri.

237
- İnşallah yeni adli düzenlemeleri de iftihar sütunumuz­
da ilana padişahın sayesinde muvaffak oluruz.
- İnşallah kardeşim. Bu duaya canıgönülden amin de­
mek her adaletseverin içtenlikli görevidir.
. . . gazetesi muharriri gibi bu kadar serbest fikirli, doğru
sözlü bir adam tarafından bu şekilde beyan edilen görüşün
Osman Sabri Efendi hakkındaki tesiri başka bir nasihatte,
bir mülahazada bul unabilir mi ?
Hediye Hanım' n cezalandırılma derecesine rıza göster­
mesinin gerçek sebebi yavaş yavaş ağızdan ağıza aktanldı;
fikirlerinde ılımlı olanların tümü bu hali onaylamaya ve
takdir etmeye başladı. Eğer bu aralık Kalpazan Mustafa
tarafından yeni bir eser çıkmamış olsaydı, cinayet mahke­
mesinde reis efendi tarafından tebliğ edilen hüküm neredey­
se bu hikayenin sonu sayılacaktı. Halk da Hediye gibi bir
suçlunun cezasını yeterli görmek suretiyle yavaş yavaş bu
meseleyi mazinin unutulmuşluk kilidiyle saklı kalan vukuatı
arasına kayacaktı.
Kalpazan Mustafa tarafından bu defa zuhur eden eser
şimdiye kadar zuhur edenlerin hiçbirisine benzemiyordu.
Bu eser bir telgraftan ibaretti. Telgraf Viyana'dan çekilmişti.
Oraca Osmanlı harfleri bilinmediğinden Türkçe kelimeleri
Fransızca harflerle Dersaadet'e ulaştırmışlardı. Telgraf . . . ga­
zetesine çekildiğİnden gazetenin muharriri de onu Osmanlı
harflerine çevirerek aşağıda olduğu gibi yayımlamıştır.

... gazetesi, istanbul.


Mektupları n doğruluğunu ispat etmek için hemen istan­
bul' a geliyorum . Benden evvel varması için postada rnektu­
bum vardır.

Tarih ve irnzayla beraber bu telgraf tam yirmi kelime


ediyor ki o zamanlarda telgrafların en küçük ölçütü yirmi
kelimeydi. Bu telgrafın kısalığı okurların pek çoğu nezdinde
Mustafa'nın meramını meçhul bırakahileceği mütalaasıyla
... gazetesi telgrafın altına şu açıklamayı ilave etmişti:

238
Mustafa'nın Dersaadet'e kadar gelerek ispah vücuda mec­
bur olması hiç şüphe yok ki adı geçenin gazetemizde yayımla­
nan mektuplanna bazı kimselerin Hediye Hanım'ın düşmanları
tarahndan uydurulmuş şeyler diye hüküm verdikten başka bazı
kimselerin de Mustafa gerçekten dünyada mevcut bir adam o�
mayıp bir zaman Hezarfen Mustafa diye tanındığı halde her
ne sebebe dayamyorsa ortadan kaybolmuş bir zata bir de
kalpazanlık isnadı ndan vücuda getirilmiş bir M u stafa olduğu
zannında bulunmalarından ileri gelmiş olacaktır. Kendisinden
evvel istanbul' a gelmesi için postaya mektup vermesiyse mek­
tuplan getiren posta vapurlanyla seyahat etmenin pek pahalı
olmasından ileri gelir. Zira Avusturya'nın Tuna vapurları iki üç
cinstir. Birincileri "posta vapurlan" denilen ekspres mükellef ve
muntazam vapurlardır. Bunlarla seyahat edebilmek zenginlere
ve kibarlara mahsustur. Diğerleriyse yolcu ve yük vapurlarıdır.
Yolcuya mahsus olan vapurlar bazı kere yük almak için iskele­
lerde uzun uzadıya vakit kaybeder. Yalnız yüke mahsus olan
vapurlar ekseriya şilep denilen büyük yük mavnalarını da bağ­
ladıklarından bunlarla seyahat daha ağır fakat bedava derece­
sinde ucuzdur. Dolayısıyla Mustafa ucuzca istanbul' a bir mek­
tup yetiştirmek için postaya mektup vermiş oluyor. Mustafa' nın
en mühim mektubunun bu mektup olacağında şüphe yoktur.

Bu hildiyemizi yazmaya zemin edilen cinayetlerio adeta


tümünün doğrudan doğruya işleyeni olması dolayısıyla ada­
letin pençesine geçse idamı gereken bir caninin adalet kılıcı­
na boynunu teslim edercesine İstanbul'a gelmesinin dünyayı
ne kadar hayrete düşüreceği yoruma muhtaç kalır mı ?
Fakat Mustafa gerçekten birçok bakımdan lanete layık
olan bir cani, bir katil olduğu halde göze aldığı şu fedakir­
lığın cidden hayret edilmeye değer bir kahramanlık olduğu
da inkar kabul etmez. Bu kahramanlığın mükafatı olarak
herkes Mustafa'yı o kadar nefret edilecek biri bulmamaya
başladı. Mustafa'nın cezalandırılması veya affedilmesi eğer
kamuoyuna sorulmuş olsaydı, affı için rey verecek olanlar
elbette cezası için rey vereceklerden fazla olurdu.

239
Yalnız Mustafa'ya mahsus değil, başka birtakım cani­
ler hakkında da kamuoyu bu eğilimdedir. Bir cani işlediği
cinayetin veya cinayetierin dehşet derecesini takdir eder,
ondan müteessir görünür, kendi halini insanlara önemli bir
ibret olarak tavsiye eder ve bu tavsiyesinin ciddiyetini ispat
edecek bir kahramanlıkla celladın adaleti uygulama eline
rıza yakasım teslim ederse, kamuoyu o caniyi diğer canilerle
kıyaslamaz, hakkında pek büyük bir teessürde, pek ziyade
merhamette bulunur. idam edilenin hayatının geri verilme­
si gerekse affını düşünmekten adeta hiçbir rey sahibi geri
kalmaz.
İşte kalpazan ve katil Mustafa da henüz İstanbul'a gel­
meksizin herkes tarafından böyle bir teveccühe mazhar
olmuştu. Bu münasebetle söylenen milyonlarca sözün özü
Mustafa İstanbul'a geldiği zaman daha ne kadar caniyi or­
taya kayacağından ibaretti.
Bu sözler halkın kulağını doldurduğu sırada . . . gazete­
sinde bir de yazı çıkarsa halkın h ayretinin nereye varacağı
düşünülmeye değer. Söz konusu yazının başlığı " Hak mey­
dana çıkınca batıl firar eder" cüm lesiydi. Bu cümle altında
gazetenin muharriri diyord u ki:

Dün m u ha b i rlerimizden biri, matbaam ıza bir haber g etird i.


Bu h a ber o kadar ilgi nçti ki i l ki n doğru l u ğ u n u şüpheyle ka rsı l a­
dı k. Fakat özel o l a ra k araştı rd ı ğ ı m ızda kesin olara k doğru l u ğ u
ortaya ç ı ktı. Okurları m ızın da g a ri pseyen gözlerinin ö n ü n e ser­
mekle acele ediyoruz.
Ö re ke Taşı ile Halil Su ri' n i n inti h a rı meselesi okurl a rı m ı­
za b i rta k ı m isim leri ta n ıttı rd ı ğ ı g i b i b u n l a r a rası nda b i r d e
Mecded d i n P a ş a i s m i n i teşhir etm işti . Kal pazan M u stafa ' n ı n
m e ktu pları M ecdedd in Paşa'yı bazı ca nileri n hi mayesiyle l e­
keliyord u . A n c a k m a l u m cinayetler üzeri ne inceleme ya p m ayı
ke ndisine borç bilen meşh u r m ü sta ntik Osman Sabri Efe n d i
pasayı c i d d e n ilh a m edecek bir a ra ştı rma v e incelemede bu­
l u n m a m ış, m a h kemeler de kendisini m u h a kemeye çekmeye
l ü z u m görmem işti.

240
H a l b � ki Mecdeddin Paşa üç g ü n önce h a re ket eden Ode­
sa vapu ruyla Dersaadet'ten fira r etmiştir. Bu fi ra r ı n a kendi şah­
sını kendi vicd a n ı n da suçlu görm üş b u l u n ma sı n d a n başka ne
mana verilebilir?
Firarın Ka l paza n M u stafa ta rafı n d a n çekilen telgraf üzeri­
ne halkın dilinde Mecdeddin Paşa ism i n i n ewe l kinden ziyade
ve daha büyük ehemmiyetle söyle n m eye baslad ı g ı za mana
tesadüf etmesi nin b u kaybolusun e h e m m iyetin i daha ziyade
artı racag ı ta biidir.
Mecdeddin Paşa ' n ı n fira r ı n ı ya l n ız bir suç ve ka n u n mese­
lesi olarak ele a l m a kla yetinmeyebiliriz. B u n u a h l a kça önem­
li bir mesele olara k da degerlendire b i l i riz. Ya n i deriz ki a d ı
geçen gerçekten h i ç b i r suça m üsterek o l maya b i l i rse de h a l k ı n
kendi h a kkında velev haklı velev h a ksız g ö r ü ş v e fi krine ta ham­
mül ederneyerek böyle daya n ı l maz b i r uta n çta n sa fira r uta ncı­
n ı tercihte mecburiyel görmüş olması m u htemeldir.
Ancak bir savcı, Mecdeddin Paşa ' n ı n fi ra rı n ı n m utla ka ca n i­
lerin ortagı olmasından kaynaklanaca g ı n ı dava ederse adil bir
hôkim paşaya dava n ı n a ksin i ispat etmesi n i teklif eder, yoksa
savcı n ı n davası gibi h ü kmetmekte ada leti uyg u l a m ı ş sayı labilir.
Bu meselede genel a h l a k bakı m ı n d a n da bir h ü küm veril e­
bilir. Oysa devletçe büyük bir rütbeye, m ü h i m b i r memu riyete,
çok kaza nçlı maaşa nail olan bir a d a m ı n Hed iye gibi, H a l i l
SCıri gi bi, Kal paza n M u stafa gibi rezi l ieri h i mayeden istifade
aramaya tenezzül etmesi veya etme mesi meselesidir.
Devletlerdeki ka n u n la r bu gibi ç ı ka rc ıl a rı cezalandırm a k
için birtakım hüküm leri içerir. Bu h ü k ü m le r adi sudulara tatb i k
edilecek şeyler degildir. Hatta cinayetin asıl v e gerçek mahiyeti
hemen bir iken suçl u l a rı n hal ve mevkilerine göre suçun adı h ı r­
sızlı k ve zimmete para geçirme gibi birta kım şekiliere dönüşür.
Mademki ka n u n l a rda ceza l a rı yer a l m a ktad ı r, söz konusu
ceza l a rı gerekti ren su dar da i m kô n ô l e m inde mevcut demekti r.
Hem de a n ı l a n cinayetleri işleyenler ewelce de belirti ldigi gibi
insa n l ı k mertebelerinden büyü k bir m e rtebeyi, o mertebeye
göre mü h i m bir memu riyeti, ona uyg u n o l a ra k yü ksek bir maa­
sı kaza n m ı ş olara k suç işleme hususunda az çok d uyu Iabilecek

241
hiçbir mazeretleri ola mayacag ı ortadayken o rütbenin, m e m u­
riyeti n, m a a ş ı n kutsiyetini, kodrini ta kdir etmeyerek pi ntice ve
gayrimeşru b i r kaza nç yol u n d a o şanı, o şerefi ayaklar a ltı n a
atması e n şiddetli ceza ları gerekti rse yeridir.
Güve n l i k ve asayişi m u hafaza, kaybedilen hakları geri
a l m a veya hazine gelirleri n i ta hsil, kısaca toplum içinde i n sa n­
l a rı ra hat ve mesut edecek işleri devletlerin büyük küç ü k b i rta­
k ı m m e m u rl a ra vermesi böyle kimselerin g üven ilir ta n ı n m a la­
rı n d a n i leri g e l iyor. Hakları n d a devletin emn iyet ve iti m a d ı n ı
kötüye ku l l a n a n l a r ne kadar a h m a k adamlar o l m a l ı k i böyle
ya p m a l a rı d o layısıyla hem o rütbe ve memu riyeli n şeref ve
şa n ı n ı kaybetmiş hem de kendi lerini d ü nya n ı n gözünde rezi l
etmiş, a d ı n ı kötüye çıkarmış o l u rl a r.
S ı rada n b i r adam h ı rsızl ı k da etse, adam da ö ld ü rse, ya l­
nız ismi kaç kişi a rasında b i l i n iyorsa o kadar yayı l a ra k rezil
o l u r. S a n ve şeref sahi bi, d ü nyaca ta n ı n a n adamiarsa e n kü­
ç ü k b i r suçta n d o layı kôinatı n dilinde desta n o l u r. Bu d u r u m d a
ceza n ı n ya l n ız maddisi degil, m a n evisi n i n de ne büyü k o l d u­
g u o rtaya ç ı k a r.
bte Mecdeddin Paşa bu sudarın bilinen sahipleri n i n d og­
ru d a n dog ruya o rtagı olmasa bile b u n l a rı ka n u n pençesi n e
d ü ş ü rmeye m e m u r b i r za bitken görevi n i ya pma m ı ş, a ksi n e
o n l a rı h i mayesiyle müth iş bir suiistima lde b u l u n m uş, b u n u n
maddi cezas ı n a ta h a m m ü l ederneyecek kadar hayô sa h i b i
i k e n ceza n ı n d a h a büyü g ü n e s ı rf m a nevi bir ceza o l m a sı n­
d a n dolayı ta h a m m ü l ü göze a l a ra k fi ra r utancında b u l u n m u ş,
b u n u ka b u l etmiştir.
Paşa n ı n fi ra rı adi bir kati l i n fira rı n a birçok yönden benze r.
Adi bir fi ra ri g i b i o da velev ki u m u m i vicdandan ibaret olsun,
adil b i r m a h ke m ede gıya ben m a h kO m d u r.
Ka n u n h ü km ü n e ug raya n suçlular, insan ların göz ü n d e
en etkili i b ret o l a c a g ı n a göre e n b ü y ü k ibreti Mecded d i n Pa­
şa' d a n a l m a k d a h a dogrud ur. i sta n b u l ' dan fi ra rıyla kaybettig i
şeyler o kad a r büyüktü r k i şimd iye kadar Hediye H a n ı m v e or­
ta kları n d a n g e rek maddeten gerek keyfen elde ettigi kaza n ç­
l a rı o zayiatı n bi nde bir kısm ı n a d e n k gelemez.

242
Dü nyada hiçbir kimse rütbesine, h aysiyeti n e güvenip de
zul m ü n ü n, kibrinin, g u rurunun, ta h a kkü m ü n ü n cezası n d a n
kurtula bi lece� i n i düşün memelidir. U m u m i şan v e şerefi ni gay­
rimeşru, cüzi ta m a h ve h ı rsıyla teh l i keye d üşürmek ne büyük
ahmaklıksa bu küsta h l ı � ı n ı n cezası n ı g örmeyece� inden emin
olmak daha büyük a h m a k l ı ktır. Cen a b ı h a k devlet ekme�i yiyi p
hükü met hizmetinde b u l u n a n ların basi ret gözü n ü daima açık
bu l u n d u ra ra k bu gerçekleri hiçbir va kit i b ret ve uyanıklık g ö­
zünden uza k etmesin. Am i n .

Hezarfen Mustafa 'nın telgrafının yayımlandığı günden


dört gün sonra postada bulunduğunu haber verdiği mek­
tup İstanbul'a ulaşarak neşredildi. Bu mektubun da aynen
sureti şudur:

ista n bu l ' da ... gazetesine


Viya na' dan, ... ta rihinde, ... y ı l ı n d a
M u h a rrir Efendi H azretleri !
Gazelen izle neşretti rdi�im mektu p l a rı ista n b u l ' da bazı kim­
seler Ka l paza n M u stafa ' n ı n gerçekten m evcut o l u p da o n u n
ta rafı ndan yazı l m ı ş o l m a k üzere tel a kki etmediklerini bundan
önce h a ber a l m ı ş b u l u ndu�umdan söz kon usu mektupların be­
nim ta rafı mdan yazı l d ı � ı n ı ispata l ü z u m görmüştü m .
M u h a kemenin cereya n şekl i n e göre bu l ü z u m a rttı kça
a rttı . Hediye H a n ı m a leyhinde şahit o l m a k sıfatıyla ista n b u l ' a
gel meyi a rzu etti m . B u n u n için bazı dostl a r vasıtasıyla hü kü­
mete m ü racaat etii mse de cinayetle ri asıl işleyen ve dolayısıy­
la genel dava l ı ben oldu�umdan g e l i r gel mez tevkif ve m u h a­
keme a ltı na a l ı n m a kta n başka ben i m için bir nasip olmad ı � ı
ceva b ı n ı a l d ı m .
Öyleyse bu defa n a s ı l cesa ret edip de i sta n b u l ' a geldi� i m i
ga ripsersiniz de� i l mi? iste size b u cesa reti m i n , d a h a do�rusu
bu mecburiyeli m i n sebeplerin i iza h edeyi m .

243
Tecrübelerin çoklugu ve birbirini izlemesi insanı filozof edi­
yorm uş. Fakat b u sekilde meydana gelen hikmetten insa n ı n is­
tifadesi n i n ne dereceye kadar m ü m kü n olabilecegini bilemem.
Bu i m kônsızl ı g ı zaman ve hal belirlemis olmalıdır ki pes pese
gelen tecrü belerin neticesi olan h i kmeti diger fenler gibi d ü ze n­
leyerek insa n l a ra bizzat tecrübeye m uhtaç olmaksızın hikmet
sahibi o l m a n ı n yol u n u açmısla r, bu suretle hikmetten istifade
edebilmesi i m kô n ı n ı da temin etmişler.
i n sa n ı n iki ta biatı n ı n oldug u n u veya insa n ı n iki h ü kme tab i
bulundugu n u, kısacası insanda i k i tecellinin göründü g ü n ü ,
bun l a rd a n birisinin semavi, digerinin dünyevi oldugunu a h l a k,
tasavvuf, h ikmet gibi birçok fen tü rlü türlü tabirlerle söylerse d e
böyle bedava söylenip ucuzca işitilen sözler insanın zih n i n d e
yer tutmuyor, tesiri de kal pte y e r edemiyor. Hatta zaman ı m ız­
da bu gibi m a neviyola inanış o kadar garip bir hal almış ki b u
yolda i n a n c ı o l a n l a r bazı sivri a k ı l l ı l a r nezdinde ahmakl ı k ve
eblehlikle telakki ediliyor.
Fa kat ben böyle bir kötü telakkiden korkmayarak a rz ede­
cegi m ki insanda birisi meleklige yakın bir tabiat, digeri seyta n­
lıga yakın baska bir ta biat var. Bir baska deyişle diyebilirim ki
ilahi irade insa n ı n beseriyelin övülen sıfatiarına uygun olara k
iyi halde b u l u n ması n ı gerektirirken a raya bir d e vesveseci sey­
la n g i re re k insa n ı insanlık yol undan çıka rmaya çalışıyor.
Meleklik ta b iatı hiçbir vakit şeyta n l ı k tabialına yen i l meye
razı olmayarak sürekli bir mücadeleyle ug rastıg ı gibi şeyta n l ı k
tabiatı d a insana islettirdigi kötü l ükleri h imaye edemiyor. Der­
hal o da bu kötü l ükleri itiraf ediyor yani ava m tabiriyle insana
isledigi ka bahatlerden dolayı pişman l ı k geliyor. insan meleklik
tabiatı uyarınca n e kadar m üteessir oluyorsa, seylanlık ta biatı
da insa n ı a ldata bildiginden, sa n ki g u ru rlanarak insanla alay
ediyormuş hissin i uyandırıyor ve o teessürü artırdıkça artırıyor.
Öyleyse bari insan ilk isledigi kabahalin pismanlıgından
ders alara k kendini ısiaha muvaffak oluyor mu?
H eyhat! Bakın bu konuda benden ne gibi bir misal a l ı n a­
bilecektir.
M u h a rrir Efendi Hazretleri ! i n sa n ı kaba hat işlemeye sevk
eden şeyi ihtiyaçta n ibarettir zan netmeyin . Temen ni lafzı n ı n

244

delalet deceği m a n a n ı n ta mamıyla, d ü nyada her seyden ba­
ğı msız hiçbir kimse düşünü lemez. H e rkes bir n ispet dahilinde
kendisin i m u htaç görür. i hti malden uza k değildir ki seylan her­
kesi de g üya ihtiya c ı n ı karsı lamak için suç yol u n a sevk etmeye
çalışır. Fa kat nefis m ücadelesi nde m e l e k ta biatı n ı n hükmüne
teslim o l a n l a r kendi leri n i bu şeyta n i a ldatmadan kor u rlar; iki
dünyada da iffetle yaşamaya, iffeti n i n m ü kôfatı n ı görmeye m u­
vaffak o l u rl a r.
Beni bu nca kaba hati, rezaleti ve son unda bu kadar cinayeti
işlemeye sevk eden hangi ihtiyaçtı ? Çıkarcı olsayd ı m hezarfen li­
ğimle milyonlara sa hip ola maz mıyd ı m ? S ı rf nefsim i n göz boya­
malarından kendimi kurta ramadığı m için bir H eza rfen Mustafa,
bir Ka l pazan Mustafa, bir katil M u stafa old u m ka ldım.
Her rezilliği işledikçe pişma n l ı ğ ı n ı çekerd i r i Yaptığı reza­
letten dolayı pişman olmadığ ı n ı söyleyen varsa sakın inan ma­
yı n. Öyle bir i natçı n ı n pişman olmad ı ğ ı n ı ispata çal ışması yine
pişma n l ı ğ ı ndan hem de pek etkili, pek şiddetli bir pişma n l ı kta n
kaynaklanan bosu n a gayretten iba rettir.
Bu pişma n l ı kta n teselli bulabil mesi için insa n ı n ya lnız b i r
yolu va rd ır. O da işlediği s u ç u diğer suçlard a n daha ehven
görerek mesela "Ben yan kesiciysem h ı rsız değ i l i m ya ! Ya n ke­
sicilik h ı rsızlığa nispetle bir hüner sayı l ı r" d iye tesel l i olur. Ayn ı
sekilde b i r ya ra l aya n " Filanı ya ra l a d ı msa, o kada r büyük bir
suç islemis olmad ı m ya ! Baska l a rı adam bile vu ruyor" diye
kendisi n i mazur görmeye veya göstermeye çalışır.
Bu h a l bende ta m a m ıyla mevcuttu . H a n g i rezilliği ya p­
makta n dolayı pişma n l ı k ateşiyle ya n m aya basladı msa d a ha
büyüğ ü n ü işlediğimi teselli edici b i r hisle gözü m ü n önüne g e­
tirerek nefsimi tü m üyle lanetlen m eye layı k bir m e lu n olarak
göremiyord u m .
H a l b u ki M u h a rrir Efendi, bu tesel l i lerle g i d e gide birçok
cinayetle b u l u n m a derecesi ne va rd ı m . Size e n ziyade garip­
semen ize yol açacak bir his daha h a b e r vereyi m mi? Hôlô da
kendime teselli aramakta n vazgeçem iyoru m . Kendi kendime
diyoru m ki: " B u kad a r kan döktü mse haydutl u k gibi rezike bir
ma ksatla dökmed i m ya ! Hatta bir öfke, bir gaza p eseri olarak

245
da bu cinayetle ri işlemedim. Bel ki aslında cani i ken kendisi n i
en n a m uslu a d a m göstermeye çalışan suç l u n u n kısasa kısası
olmak üzere adam öldürd ü m . "
La kin b u tese l l i b e n i hakkıyla tatmi n edebili r mi? N e m ü m­
kü n ! B u g ü n b e n i h ô kim edecek olsa l a r, işlenen cinayetl e rd e n
dolayı gereken h ü km ü b a n a soracak olsa l a r, kendimi birkaç
ölümle birden idama mahkum ederd i m .
i ste M u h a rrir Efendi Hazretleri, en sonra bende b u i n sa f
baskı n ç ı ktı . D ü nyada mümkün o l a n her rezalet bendeyken
bari bir fazilete olsun nail ol mayı kurd u m . O faziletse n efsi m
için de adil o l m a k faziletidir.
B u kesin ka ra ra varı r va rmaz her şeyden önce firar a rı n­
d a n uta n d ı m . Firar nedir? Kim fira r eder? Firar o kadar büyü k
bir zaaf ve miski n l i k eseridir ki bu halde b u l u n a n ka ncık h i ç ol­
mazsa m e rtçe bir cani olma n ı n rezilce şerefinden bile n efsin i n
m a h r u m iyeti n i caiz görmüş ol uyor.
Her suçu işledikçe bunun bir de cezası olduğunu düşü n m ü­
yor m uyd u m ?
Gerçi b u d ü ş ü ncenin bizde ne kada r kuvvetle hôkim o l d u­
ğ u n u şimdi hatı rlayam ıyorsam da o zam a n bizde el bette b u
düşünceyi reddettirecek cüret hôsıl olmuş k i kara rlaştı rd ı ğ ı m
suçu işlemişi m . Ya şimdi o cü ret n e rede? O n u niçin tekrar b u l a­
m ıyoru m ? B u l a c a ğ ı m Muharrir Efe n d i ! Buldum bile. iste g e l i p
ka n u n u n a da let pençesine boyn u m u teslim edeceğim.
N efsi m hakkında bu derecelere kadar adil olursam, b a ş­
ka l a rı hakkında hiç merhamet etmeyeceğ imi bundan kıyas
edersiniz ya !
Şimdiye kadar başka ları h a kkında merhametli oldu ğ u m u
ga ripsemeyi n . H a kikaten merha metli oldum. Yazdığım şeyle r,
bildiğim şeylerin ondan biri bile değildir. Bu defa ista n b u l ' a
geldiğim za m a n bütün bildikleri m i ortaya koyacağım. Ken d i m
b i r d ava l ı isem de başkaları h a kkında da b i r savcı olaca ğ ı m .
Zen g i n ken fakir, ta l i h liyken ta l i hsiz, sağken ölü edilen b u nca
kimseden dolayı bilhassa Hediye H a n ı m ' ı n benden daha ziya­
de affa layık o l maya n büyük bir ca ni olduğ u n u kan u n ö n ü n de
ispat edeceğ i m .

246
Ya paca ğ ım şeyleri icradan ewel bu şekilde i h bar ve i l a n
edişim i n sebebini de size a rz edeyi m m i ?
Bu h u susta ki a z m i m o kadar kuwetl i ki bu muvaffa kiyeti m­
den dolayı daha şimdiden daya n ı l m a z bir vicd a n i zevk hisset­
mekteyim. Dolayısıyla yapaca ğ ı m ı d üşünmek beni ne kad a r
keyiflendiriyorsa, o n l a rı yazm a k d a h a fazla keyiflenmeme
sebep ol uyor.
N efsi m hakkı n d a ki bu adaleti m d e n dolayı keyiflenmemi
size ha kkıyla a nlatm a k için şun u deri m ki d ü nyada intika m zev­
ki kada r büyü k hiçbir zevk ta nıya m ıyoru m .
Şimdiyse en ziyade menfur görd ü ğ ü m şey kendi nefsim ol­
duğundan kendi n efsimden almakta b u l u n d u ğ u m i nlika m ı n zev­
kini de diğer intika m l a rı n zevkinden kat kat ü stü n b u l uyoru m.
bte M u h a rrir Efendi, bu mektu b u postaya verdi kten iki g ü n
sonra y o l şimendiferi v e yol vap u rla rıyla yola çı kıyoru m . inşal­
lah on iki g ü n sonra i sta n bu l ' a u la ş ırı m . i sta n bu l ' a gelir gelmez
doğruca gazelenize gelip son ra za b ıtaya tesl i m olacağ ı m .
i mza
Mustafa

Kalpazan Mustafa'nın bu mektubu halka kimsenin ha­


yaline bile sığamayacak kadar acayip ve garip göründü.
Bazı en namlı haydutların iplerini boğazlarına takarak
gelip hükümete sığındığı vaki ise de bu haydutlar o zamana
kadar üzerlerine giden fırkaları bozmuş, hükümeti aciz bı­
rakmıştır. Şayet sığınacak olurlarsa kendi suçları affedildik­
ten başka düşmanlarının da yakalanacağını şehirde yaşayan
ve her biri meclis üyeliği gibi nüfuzlu makamlarda bulunan
aşina ve hamilerinden haber alarak sığındıklarını, duruma
vakıf olan pek çok kimse bilir. Mustafa ise hiç de böyle bir
ümitte bulunmaksızın İstanbul'a geliyordu.
Söz konusu mektubun tesiri yalnız esrar-ı cinayatı merak
edinen halka da mahsus kalmadı. Yüksek makamlara kadar
bu mektup etkisini yaydı. Zaten Hediye Hanım'ın affının
mümkün olmadığını yüksek yerlerde bulunanlar da tasdik
ettiği için Mustafa'nın böyle kendi nefsi hakkında adaleti uy-

247
gulamaya azınetmiş bir kahraman görünmesi üzerine hak­
kında öyle bir teveccüh hasıl oldu ki eğer Mustafa gerçekten
İstanbul'a gelirse, pek çok ileri gelen kişi kanunun müsaadesi
derecesinde cezasının hafifletileceği görüşünde bulundu.
Birkaç gün sonra Adiiye Nezareti tarafından Dersaadet'in
bütün gazetelerine resmi bir ilan gönderildi ki sureti şuydu:

Resmi i l a n
H eza rfen, d i � e r adıyla Kal paza n M u stafa ' n ı n ka n u n u n
adaletin e sı� ı n a ra k şa rt koşma d a n ista n b u l ' a gelmeyi g öze
a l m a sı ve bu g e lişin ka nunen bir bakıma m u h birlik sıfatın a ben·
zemesi a d i iye h eyetince ta kdi re layık bir h areket sayı l m ı ştı r.
E�er a d ı geçen gerçekten bu mertçe ka rarını uyg u l a rsa, h a k­
kında k a n u n u n özel bir mürüvveti ve padişa h ı n merhamet eseri
o l m a k üzere i d a m ve kürek gibi cezal a rdan daha şimdiden
affetti ri l mesin e ve ya l n ız gelecekteki durumunun temi n ed i l m esi
için Za pliye N eza reti a ltında b u l u n d u ru l masına ka ra r veri l m iş
olmakla keyfiyel c ü m lenin m a l u m u olmak üzere ilan o l u n d u .

İstanbul'da hiçbir fert bulunmadı ki bu resmi ilanın hük­


münde olan isabeti, büyüklüğü, mürüvveti tasdik ve takdir
etmesin. Mustafa hakikaten halkın nefretine şayan bir adam­
ken yazdığı mektup ve bu resmi ilan üzerine halkın gözünde
takdir ve aferine layık bir adam olarak değerlendirildi.
Eğer Hezarfen Mustafa'nın bir fotoğrafı mevcut olup da
nüshaları çoğaltılarak o gün sarılığa çıkarılmış olsaydı, şüp­
hesiz on beş yirmi bini satılabilirdi. Zira herkesin ağzında
" Bu kadar işleri yapan Mustafa acaba nasıl bir adamdır ? "
sorusu dolaşmaktaydı. Vaktiyle kendisini tanımış olanların
nakil ve rivayetleri kabilinden olmak üzere "Uzun boylu, na­
hif endamlı, yakışıklı, güzel yüzlü bir adammış" cevabı yine
her ağızdan çıkardı.
Bu resmi ilanın yayımlandığı günün akşamı . . . gazetecisi
ile bizim meşhur müstantik Osman Sabri ve Hafiye Köse
Necmi bir gazinoda toplandı. Sohbet konusu doğal olarak
Hezarfen Mustafa'ydı. Gazeteci dedi ki:

248
- Düny,ada insanların birinci emel i adını dil lerde destan
ederek ad bırakmaya muvaffak olmaktır. Bu da şu kısa ömre
göre pek yerinde bir hevestir. Ad bırakmak için bazı kim­
seler zemzem kuyusuna işernek veya Vatikan'ı yakmak gibi
garip suçları göze alır. Mustafa ise hem de elinde olmadan
öyle bir şekilde ad bırakıyor ki şimdiye kadar i smi canilikle
meşhurken bu adı birdenbire gayet parlak bir kahramanlığa
dönüştütüyor.
Osman Sabri dedi ki:
- Evet öyledir. Fakat gönlüm isterdi ki bu resmi ilan ya­
yımlanmasın, Mustafa affa layık görülmesin de cinayetleri­
nin cezası olarak idam edilsin.
Necmi:
- Niye ?
Osman Sabri:
- O zaman Mustafa daha büyük bir adam olurdu. Ka­
nunun adaletini kendi nefsi hakkında bile uygulatmış bir
kahraman olurdu. D ünyada bu kadar parlak kahramanlık
kime nasip olmuştur ?
Necmi:
- Amma yaptın ha ! Ben Mustafa olsaydım Viyana'da
yan gelip zevkirne bakarak hiç de bu kahramanlığı yapmaz­
dım. İnsanın patır kütür kafasını kesmekle veya şıp diye bo­
ğazına ip geçirip asmakla mı kahramanlığı tecrübe edilir ?
Osman Sabri:
- İşte sen bunu yapamayacağın için Mustafa olamazsın
ya. Salt sen değil, hiçbir kimse bunu yapamayacağı için de­
ğil midir ki bugün bütün İstanbul halkının dilinde Hezarfen
Mustafa adı destan olmuştur ? Eğer bu fedakirlık pek çok
adamda görülmüş olsaydı, hiç hükmü kalmayarak Mustafa
da kahramanlar derecesine varamazdı.
Gazeteci:
- (Necmi'ye ) Osman Sabri Efen di'nin hakkı vardır.
Eğer Mustafa İstanbul'a geldikten sonra muhakeme edilerek
idam olunsaydı, daha büyük bir kahraman olurdu. Hatta
şimdi affolunması üzerine Mustafa'nın bugünkü büyüklü-

249
ğünü muhafaza edebilmesi de şüpheli kalır. Olabilir ki bir­
kaç sene sonra M ustafa yine bir cinayetten dolayı kanunun
pençesine düşer. O zamansa bugünkü kahramanlığı tümüyle
kaybettikten fazla, derecesini tayin müşkül olacak kadar la­
nete bile kendi kendini duçar eder.
Necmi düşünmeye vardı. Düşündü düşündü de dedi ki:
- Beni kahramanlığa eğilimli yaratmamış olmasından
dolayı Cenabıhakk'a özel olarak teşekkürler ederim. Ben
ne darağacına çıkmak isterim ne de adımın dillere destan
olmasını arzu ederim. Bana sessiz sedasız hafiyelik, elmas
gibi sanattır.

Bir kimsenin gelişi merak ve aceleyle beklendiği zaman


kadınlar " Hacı beklendiği gibi bekleniyor " derler.
Hezarfen Mustafa'nın . . . Öyle ya ! Artık " diğer adı " di­
yerek öteki ismini de söylemeyeceğiz. Zira bugün Mustafa
halk nazarında öyle bir saygıya mazhar olmuş ki eğer ken­
disine " Haydi şuradan hey kalpazan! Hey katil ! " denilecek
olsa Mustafa belki de hiddetlenmezse de Mustafa'dan ziya­
de bu sözden hiddetlenecek pek çok adam bulunabilir. Do­
layısıyla diyelim ki:
Hezarfen Mustafa'nın derhal gelişini arzu edenler resmi
ilanın üzerinden birkaç gün geçip de henüz gelernemiş olma­
sına canları ziyadece sıkıldığından derlerdi ki:
- A mübarek adam! Sen en süratli posta vapuruna
bin de gel ! Vapur parasını verecek İstanbul'da yardımsever
adam mı bulunma z ?
Şimdi Mustafa 'ya serzeniş makamında olarak bile " A
mübarek adam ! " denilcliğine dikkat ediyor musunuz ?
En süratli posta vapuruna binsin ama bu hükmü resmi
ilandan sonra veriyorsunuz. Resmi ilan olmasaydı Mustafa
İstanbul'a öküz arabasıyla geldiği halde bile yine pek acele
etmiş olurdu.

250
Nemçe l vapurları acentesine gidip de filan gün Viya­
na'dan yola çıkarılan bir yükün hangi gün İstanbul'a ulaşa­
bileceğini soranlar çoktu . Ne yazık ki bunlar kesin bir cevap
alamadı. Zira Tuna'nın yol vapurları kaç şilep bağlar, yolda
kaç defa kuma oturursa, Kalas'a2 kadar ona göre az veya
çok bir zamanda gelebilirlerdi. Kalas'tan İstanbul'a kadar
deniz vapurlarına yük nakledileceğinden işte yalnız bunla­
rın tarifelerine muntazaman riayet edilebilirdi.
Bazı gazeteler halkın merak ettiği havadisi yazmakla şan
kazanmaya pek hırslı olduğundan Hezarfen Mustafa 'nın
önceki gün İstanbul'a ulaştığını kulağa gelenler cinsinden
olarak yazarlardı. Bu hal birkaç defa tekrarlandığından . . .
gazetesi buna özel bir yazı yazdı. Hezarfen Mustafa İstan­
bul'a geldiği anda doğruca kendi gazetesine geleceğini vaat
etmiş bulunduğundan adı geçen zatın, evet, şimdi " adı ge­
çenin " değil, adı geçen zatın istanbul'a gelişini kendisinden
evvel hiçbir kimsenin haber alamayacağını hatırlatmıştır.
Ne yazık ki Mustafa'nın yalnız İstanbul'a geldiğini değil,
gelmeyeceğini hem de hiç gelmeyeceğini halka diğer gaze­
telerden önce ilan eden . . . gazetesi oldu. Gazetenin bu son
haberi ise Kalas'taki tüccar nazırımız tarafından Hariciye
Nezaret-i Celilesine verilip oradan da . . . gazetesine tebliğ
edilen mektuba dayanıyordu.
İşte . . . gazetesinin bu konudaki yazısını da aşağıda aynen
nakledelim.

H eza rfen M ustafa ' n ı n Vefatı


i nsa n tedbiri, i l a h i ta kdiri asla de�iştiremiyor. Bu eskiden
beri bilinen bir meseledir. Me�er i l a h i a d alet m a h kemesinde
verilmiş olan bir h ü kü m istinaf ve temyize gidebilir deg i l m iş.
Zira biçare Heza rfen Mustafa h a kkında çıkarı l a n afla i l g i l i
resmi i l a n ı n hiç h ü k m ü ka lmadı.
Ka l as'ta yaşaya n tücca r nazı rımız ta rafı n d a n H a riciye Ne­
za ret-i Celilesine ta kd i m edilen, ora d a n d a matbaamıza teb-

Avusturya.
2 Tuna Nehri kıyısındaki Galati iskelesi.

25 1
lig o l u n a n b i r m e ktubun mea l i n e göre Hezarfen Mustafa b i r
y o l va p u ruyla Viya na' d a n Kalas' a ulaşmıştır. Deniz va p u r u n a
a ktarma yap m a k i ç i n Ka las'ta va pur bekledigi esnada vefat
etmiştir. H e m de bakın nasıl vefat ki buna "vefat etmiştir" d e n­
mektense "ida m o l u n muştu r" demek layık görü l ü r.
M ustafa hesbel l i Bü kres'te otu rd u g u esnada biraz U l a hça
ögre n m iş. Daha ya kın bir ihti m a l e göre besbe l l i Kalas'ta b i r­
kaç yerli U la h ' l a ta n ışıklıgı da o l m a l ı ki vap u r gelinceye kad a r
Kalas şehri n d e geçirecegi birkaç g ü nden gezinti yolu n d a isti­
fade için bazı yerli a i lelerle bag lma g itmiş.
Gayet büyük bir ceviz agacından taze ceviz silkmek g e­
rekmiş. Agaca ç ı ka b ilecek kimse b u l u n a madıgından bu h izme­
ti bizzat M u stafa görmek istemiş. Arkadaşları n ı n bu za h meti
kendisine yüklemernek isteyeceg i söz kon usuysa da böyle
kimse n i n göremeyecegi işleri M u stafa ' n ı n üstlenmesi, ta biatın­
da olan h eza rfe n l i k gayret ve egiliminin geregi oldug u n d a n
kimseyi d i n lememiş, herkesi şaş ı rtacak b i r kolayl ı k v e s ü ratle
agaca çıkmış.
Va ktiyle i p cambazlı g ı n ı bile mera k edinerek ögre n m iş
o l a n M u stafa ' n ı n ceviz agacında dengesi n i kaybederek d ü ş­
mesine ne d e rsin iz?
B u n a bir kaza denilebilird i fa kat kaza denilmeyip de b u n a
adeta i l a h i kısas demek için b ü y ü k bir sebep va rdır. H e m d e n e
kısas! Ta m "el-Ceza u m i n cinsi'l-a mel" sı rrı nca b i r kısa s ki i n s a n
düşü n d ü kçe k a t k a t hayrete d üşmemesi mümkün alamıyor.
M u stafa dengesini kaybedip de d üşerken alt ta rafı n d a b i r
çatal d a l va rmış. Vücudu ta m d a l ı n çala l ı a rasından geçiver­
miş. Vücud u n u n ta mamı çala l ı n geniş yerinden geçtigi h a l d e
besbel l i kendisini kurta rma k i ç i n b a z ı çı rpı n m a hareketleri n d e
b u l u n m u ş o l m a l ı ki kafası çala l ı n e n d a r yerine gelerek sıkışmış
ka l m ış. B u h a l d e M u stafa adeta a s ı l m a kel i mesi nin gerçek a n­
l a m ıyla a sı l ı p i d a m olunmuştur.
Aman Yara b b i ! Ne feci bir a s ı l m a ve ida m ! Asagıda b u l u­
n a n b i rçok a d a m d a n hiçbirisi için M u stafa ' n ı n imdad ı n a koş u p
yetişrnek de m ü m k ü n degil. Zira ceviz agacı merdivensiz ç ıkı­
l amayacak kad a r büyük bir agaçm ış. Ora l a rdaysa merdiven

252
bulunamadıgından a rkadasları ya l n ız a s ı l ı ka l a n ı n nasıl ca n
verdigini seyretmekten baska bir şey yapamam ış.
Ası l a ra k idam edilen lerin çog u bes o n san iye içinde can
verip kurtu l u rsa da M u stafa bu n i m ete bile n a i l olamamıs. B i r
çata l a rası na s ı k ı s ı p ka l a n kafası n ı k u rta rmak için on b e s yirmi
dakika kadar u g rasmıs. Besbelli d üşerken bogaz damarları n ı n
ziyadece örselenmis ol masıyla beyni n e de sersemlik gelmiş.
Kol ları baca klarıyla çırpın ması kuwetin i pek tez tü ketip bitirmiş.
Nihayet iki kolu n u sa l ıvererek ilahi h ü km e boy u n b ü kmüş.
H ezarfen M u stafa ' n ı n ma ruz k a l d ı g ı b u kötü son gafi l
olmaya n l a r i ç i n i b ret verici b i r d u r u m d u r. isledigi ka n l ı c i n a­
yetler h ususunda M u stafa kend i si n i mazur görmüş ve pek
çok fi kir sa hibi nezdinde bu mazu rl u g u n u tes l i m ettireb i lece­
gi beklen m isse de Cenabıhak herkesin isted igi gibi adaleti
uyg u l a ması n ı ô l e m i n d üzenine aykırı görmüştür. O l u r olmaz
adi ad a m l a rı degil, padisa h l a rı b i l e öyle isted ikleri gibi ceza
verme uyg u lamasından a l ı koyma k için şeriatla r, ka n u n l a r ko­
yulması n ı ta kdi r buyurm uştu r.
i nsa nog l u nda ada let fikri n e kadar büyük o l u rsa olsun,
insan l ı k geregi hiçbir kimse nefis h a sta l ı klarından uza k ka l a­
maz. Bu m ü nasebetle h iddet ve gazap pek çok büyük ada m ı
bile hem d e herkesçe haklı görü lecek h ususlard a lüzu m u nda n
fazla aşırı ceza vermeye sevk eder. B u n u n da zulümden hi ç
fa rkı ola maz. Dolayısıyla hak a l m aya m e m u r o la n la r bile
mahku m l a r hakkında kendi hiddet ve gaza piarına uyg u n gele­
cek yolda ceza l a r tayin etmemeli, isi d a i m a seriata ve kan u n a
hava le etmelidir ki hakkıyla adaleti uyg u la m ıs olsun lar. B i r i nsa­
n ı n intikam yol u n d a ve adaleti uyg u l a ma, h a k a l m a adıyla bir
kimseye el ka l d ı rması cinayetin ta kendisidir. i n s a n bu yolda ki
cinayetierin ka n u n i cezasından kendisini kurta ra bilse de Ce­
nab-ı Adil-i M utlak H azretleri n i n ezel i ve ebedi ada leti ca n i n i n
yakası n ı b ı ra kmaz; kısas için b ü y ü k ceviz a g a c ı üzerinde b i r
daragacı b u l m a kta n ôciz ka lmaz.
Şimdi ola nca tesl i miyet ve ta m itikatla d u a edelim, diyelim
ki Cenabıhak c ü m l e mizi nefis hasta l ı kları m ıza maglu biyetten
muhafaza buyu rs u n . Amin.

253
. . . gazetesinin bu yazısı da burada son buldu.
Bu yazının İstan bul okurları üzerinde yaptığı tesiri hiç
sormayın . Yazıyı kim okuduysa okuyup bitirdikten sonra
bir kere düşünmek için başını indirerek derin bir düşünce­
ye varırdı. Bu düşünceden başını kaldırdığı zaman yanında
bulunanların yüzlerine bakarak güya onların da ne düşün­
düğünü anlamaya çalışırdı.
Ey okur! Hikayemiz burada tamamlandı. Hik1yemizde­
ki şahıslardan yalnız birisi kaldı . Onun da akıbetini görmek
için beş on sene beklemek lazım gelir.
Kadınlar der ki " Masallarda zamanlar tez geçer. " Biz de
şu beş on seneyi geçmiş farz edelim.
İşte size şu cami kapısında kör bir dilenci gösteriyoruz .
Maazallah i k i g ö z ü birden patlamış. Biçare hem de kadındır.
Bakın, bakın ! Şu efendi, yanındaki adama ne diyor ?
- Şu zavallı kadını gördünüz mü ? Vaktiyle debdebe
içinde, kul, halayık sahibi bir hanımdı . Düşmez kalkmaz bir
Allah derler. Biçare elli yaşından sonra çiçek çıkarıp iki gözü
birden patladı. Malı mülkü kapanın elinde kaldı. Nihayet
kendisi bu hale düştü.
Bu sözü hemen söylendiği gibi kabul etmeyin. Ey okur!
Hiçbir sözü söylendiği şekilde doğrudur diye kabullenmeyin .
B u sözlerin içinde dosdoğru bir lakırdı varsa o d a "Düşmez
kalkınaz bir Allah'tır " sözünden ibarettir. Fakat Cenabıhak
hiçbir kimseyi de sebepsiz düşürmez ve sebepsiz kaldırmaz.
Halkın merhamet ettiği o kör dilenci kadın yok mu? İşte
o bizim meşhur Hediye Hanım' dır.
Meğer bir adalet mahkemesinin kendi hakkında vermiş
olduğu hüküm ilahi adalet terazisinde Hediye'nin işlediği
suçlada dengelenmiyormuş. İbadullahın l kendi üzerinde
daha pek çok hakkı varmış. Onun için de Cena b-ı A dil-i
Mutlak Hazretleri, Hediye Hanımefendi Hazretlerini iba­
dullaha el açıp bir lokma ekmeği yüzsuyu dökerek tedarik
edebilme mecburiyerine düşürmüş.

Tanrı kulları.

254
Bizim Osman Sabri Efendi ile Hafiye Necmi'yi unuttu­
nuz mu ?
Biz unutmadık. Devletler de adaleti uygulamakta Rab­
hani esere uyar. Hiçbir kullarının iyi hizmetini unutmazlar.
Her hizmete layığı derecesinde karşılık vermeyi büyüklük
şanı sayarlar.
Osman Sabri Efendi yalnız hikayeınİzin zeminini teşkil
eden cinayetlerde değil, her işte elinden geldiği kadar gayret­
le canıgönülden çalışan bir adamdı. Bazı kere yakası bir so­
ruşturma komisyonunun eline geçmişse de her soruşturma­
da, her incelemede suçsuz olduğunu ispat etmiş, rütbesinde,
memuriyerinde terfi ede ede mesleğince en yüksek derecelere
çıkmış, hem de helalinden zengin olmu ştur.
Hafiye Necmi hiçbir zaman Osman Sa bri'den ayrılma­
mış, nihayet ihtiyarlayarak dermansız kaldığı zaman Osman
Sabri'nin çoluğuna çocuğuna kadın nine olma mevkiini tut­
muştur. Koca ak ağa vaktiyle kocakarı kıyafetine lüzum gö­
rüldükçe girerken şimdi neredeyse sürekli, hem de muşmula
gibi bir kocakarı olup kalmıştır.

255
T Ü R K E D E B i YA T ! K L A S i K L E R İ - 5 1
Edebiyat ı m ı ıda b i rçok yaz ı nsal tü rde eser veren Ahmet M ithat Efe n d i ' n i n
Esrar-1 Ciniiyat -Cinayetleri n S ı rları- ad l ı polisiye r o m a n ı , o layları n akı ş ı ndaki
kurgu ustal ı ğ ı ve karakterleri n i n güçlü b i r şeki l d e canland ı r ı l m ı ş olmasıyla
yaz a r ı n övg üyü hak eden eserleri aras ı n a g i r m i ştir.
B i r genç kızın cesed i n i n b u l u n masıyla baş l ayan roman , intihar süsü verilerek
ö l d ü r ü l m ü ş i kinci b i r kiş i n i n b u l u n mas ıyla s ü rü kleyici şekilde devam ederken,

p o l i s şefi Osm n Sabri i l e M u harrir Efend i ' n i n i ş b i r l i ğ i ve d i kkatli taki p l e r i
sonucu bambaşka b i r hale b ü r ü n ü r. Dönem i n a d a l e t siste m i n i , yarg ı la m a
u s u l l e r i n i rüşvet ve kay ı rmac ı l ı ğ ı gözler ö n ü n e sererek e l eşiiren rom a n ,
yaz a r ı n usta işi ü s l u b u n u da yans ı tarak şaş ı rt ı c ı b i r s o n i a b iter.

Alunet Mithat Efendi (1844- 1 9 1 2)


Tanzi m at devr i n i n önde gelen
yazarları ndan d ı r . G azeteci l i kle başlad ı ğ ı
yazı hayat ı n a h i kaye v e roman yazarl ı ğ ı n ı
da ekleyerek çeşitli alanlarda say ı s ı
y ü z e l i iyi b u l a n e s e r k a l e m e almışt ı r.
Yazıyı halkı eğitmek i ç i n b i r araç olarak
gördü ğ ü n d e n ansi kloped i k b i l g i lerle d o l u
eserleri nde okuyucuyla d a i m a d iyalog
h a l i ndedir. Sofya'da Tuna gazetesinde
önce yazar, d a h a sonra başyazar olara k
gazetec i l i ğ e ad ı m atar. M ithat Paşa'yla
gittiği Bağdat 'ta ressam Osman Harndi
Bey, M u h a m med Z ü h avi ve Şiraz l ı Bak ı r
C a n M u attar g i b i isimlerin de b u l u nd u ğ u old u kça g e n i ş kültürlü b i r çevreye
g i rerek Batı ve Doğu kültürleri üzerine b i l g i s i n i d e r i n leştirir. Tahtakale'deki
evi n d e kendi matbaas ı n ı kurup kitapları n ı yay ı m l a m aya başlar. B i r yandan
da yay ı m lad ı ğ ı Devir, Bedir, Dağarcik, Kirka mbar g i b i g azete ve derg i lerle
gazeteciliğe devam eder. Yaz ı ları ndan dolayı Abd ü l aziz yönetimi Nam ık
Kemal lerle b i r l i kte onu da sürgüne gönderi r . Ü ç yıl s ü ren Rodos s ü rg ü n ü nde
çocu klar için bir okul açarak ders vermeye başlar ve i l k romanları n ı yazar.
istan b u l 'a döndüğ ü nde çeşit l i memu riyellerde b u l u n u r ve Türk bas ı n tari h i n i n
e n u z u n sol u k l u g azetelerinden Tercüman-1 Hakikafi ku rar.
Hemen her konuda, üste l i k yeni tekn iklerle d e yazan Ahmet Mithat ' ı n seçme
eserlerine Türk Edebiyat ı Klasikleri Dizim izde yer vermeyi sürdüreceğ i z .

ZHS
BBI'Ol

i
1 4 TL

You might also like