You are on page 1of 553

AFŞAR TİM UÇİN

Felsefe Sözlüğü

ISBN: 975-8295-11-X
© Bulut Yayınlan, 2004

Dizgi: Bulut Yayınları


Ofset Hazırlık: Bulut Yayınları
Birinci Baskı: BDS Yayınları, 1994
İkinci Baskı: İnsancıl Yayınlan, 1998
Genişletilmiş Üçüncü Baskı: Bulut Yayınları, 2000
Genişletilmiş Dördüncü Baskı: Bulut Yayınları, 2002
Genişletilmiş Beşinci Baskı: Bulut Yayınları, 2004

Baskı: Şefik Matbaası Tic. ve Adi Komandit Şti.


Marmara Sanayi Sitesi M Blok No: 291
İkitelli / İstanbul Tel: 0212 472 15 00 (2 hat)

B ulut Yayın Dağıtım Tic. ve San. Ltd. Şti.


Caferağa Mah. Safa Sokak No: 8 Kadıköy-İstanbul
Tel&Faks: (0 216) 330 59 24 - 414 21 75
E-Mail: bulutyayin@kablonet.com.tr&bulut@sistemd.com
bulutyayinlari@bulutyayin.com
www.bulutyayin.com
Afşar Timuçin

FELSEFE
•• •• W ••

SOZLUGU
A
A. Mantıkta evrensel olumlu öner­ göre hazlar gerçekliğin görünüm­
melerin simgesi. Örnek: “Bütün in­ lerini bozarlar ve bizi düşsel bir dün­
sanlar ölümlüdür.” yaya götürerek gerçeklikten iyice
uzaklaştırırlar. Buna göre acımn ah­
A C I (yun. lype; lat. do lo r; fr. laki bir değeri olduğu gibi belli bir
douleur; alm. Schmerz; ing. pairi). bilgi değeri de vardır. Hıristiyan fi­
Eğilimlerin, gereksinimlerin, istek­ lozofları hazzı mahkum ederken
lerin karşılanamayışından gelen sı­ acının arındırıcı niteliği üzerinde
kıntı duygusu. Doğrudan doğruya durmuşlardır. Acı bazı ruhsal bo­
bedensel kaynaklı (baş ağrısı) zukluklarda, özellikle melankolide
olabildiği gibi yalnızca ruhsal da ola­ belirleyici bir rol oynar. “Ruhsal acı
bilen acı en belirgin duygu tiplerin- melankolinin temel öğesidir. Melan­
dendir ve kaynağını yoksunluklar­ kolide acıyı ortaya çıkarmak zor­
dan alır. Bedensel etkenlerden de dur, çünkü acı olağan görünümlü
gelse (baş ağrısı), doğrudan doğru­ bir davranışın arkasına gizlenir, an­
ya bedensel etkenlere dayanmasa cak hastanın intiharıyla ortaya çı­
da ruhsallıkta oldukça baskındır, kar” (R Léonardon). / A. Malraux:
her şeyden önce bilincin saydam­ “Kimseye yardımcı olmayan her acı
lığını bozar, etkinliğini azaltır, dik­ saçmadır.” / Maine de Biran: “Ru­
kati büyük ölçüde dağıtır, giderek humuz hazdan çok acıyı kaldıra­
bireyi bunaltıya ve boğuntuya dü­ cak genişliktedir.” / J.-B. Gresset:
şürür, böylece çevreye uyumsuz “Acı bir yüzyıl sürer, ölüm bir an.”
kılar, hatta onun çevreye iyiden iyi­ / Lamartine: “Şu dünyada acı acı­
ye yabancılaşması sonucunu geti­ ya eklenir, -Gün günü izler, sıkıntı
rir. Bazıları, örneğin Schopenhau- sıkıntıyı.” /Hippokrates: “Aynı an­
er, acıyı insan dünyasını geliştirici daki iki acıdan güçlü olanı öbürü­
bir etken saymışlar ve onu dünya­ nü gölgeler.” / Publilius Syrus:
yı kavramaktabaşlıca önder, tek yol “Ruhun acısı bedenin acısından
gösterici olarak almışlardır. Onlara a ğ ırd ır.” / S h ak esp e are : “Acı
ACICILIK

tükenmiş görünse de ölmüş değil­ dürtülerinden uzaklaşacak, ruhsal


dir.” “İnsan acısına gururu öğret­ bir yetkinliğe ulaşacak, bu da onun
meli.” / Voltaire: “Acı hemen he­ özellikle sanat alanındaki yaratıcı
men ölüm kadar gereklidir.” / A. gücünü artıracaktır. (Bk. ACI, BO­
de Musset: “Hiçbir şey büyük bir ĞUNTU, BUNALTI, MELANKO­
acı kadar büyük kılmaz bizi.” / Ma­ Lİ)
rivaux: “Dünyada pekçok insan bu
yapıdadır, onlar dostlarını sevinçten AÇIK (lat. clarus', fr. dairi, alm.
çok acıda çok severler. İyi olduğu­ klar, ing. clear). Kolay anlaşılır
nuzda sizi kutlamaları gönül okşa­ olan. A lgıya engel çıkarm ayan.
mak içindir, kötü olduğunuzda sizi Kendini kolayca gösteren. Açık
avutmaktan zevk duyarlar.” / G.S. olan şey kendini bilince olduğu gibi
de Meilhan: “Üç çeşit insan az ko­ sunar ve bir başka şeyle karış-
nuşur; bilginler, çok mutlular, çok maksızın yani seçik olarak görünür.
mutsuzlar; buna göre bilgi, acı ve Bir nesnenin açık ve seçik fikrine
mutluluk sessizdir diyebiliriz.” / Ba­ ancak o nesneyi tam olarak belir­
udelaire: “Ey acı ey acı, zaman ya­ gin bir biçimde ve öbür nesneler­
şam ı yiyor.”/ D escartes: “ Acılı den ayrı olarak kavrayabildiğimiz-
olduğumda ya da tehlikeyle karşı de ulaşırız. Bir nesnenin açık fikri­
karşıya olduğumda ya da önemli ne ancak o nesneyi kendi olarak
işlerle uğraşıyor olduğumda derin kavrayabildiğim izde varırız. Bir
derin uyuduğum u ve büyük bir nesnenin seçik fikrine varmak için,
açlıkla yemek yediğimi görüyorum. o nesneyi öbür nesnelerden ayrı
Buna karşılık sevinçliysem yemi­ kılan özellikleri kavramak gerekir.
yorum ve uyum uyorum .” (Bk. Demek ki birinde yalıtık ya da ayrı
ACICILIK, MELANKOLİ) öbüründe karşılaştırmalı kavrayış
sözkonusudur. Açık ve seçik ayrı­
ACICILIK (fr. dolorisme; fran- mını belirgin biçimde ilk koyan Des­
sız eleştirmeni Paul Souday’in bul­ cartes olmuştur. Descartes’a göre
duğu terim). Acıyı düşünsel, ahla­ açık fikir dikkatli bir zihinde ortaya
ki, estetik açıdan yücelten öğreti. çıkan, değeri gerçekliği tartışılm a­
Bu öğretiye göre her çeşit acı, özel­ yacak biçimde zihinde beliren fi­
likle hastalıkların verdiği bedensel kirdir. Descartes için fikirlerin açık
acı insanı gerçeklik üzerine, baş­ ya da seçik olması değil, açık ve
kalarının dünyası üzerine bilinçlen­ seçik olması önemlidir. Descartes
dirir, hayvansal eğilimleri dizginler, açık ve seçikle ilgili olarak şöyle
zekaya üstünlük kazandırır. Açıcı­ der: “Anladım ki düşünmek için va­
lığın önde gelen adlarından Julien rolmak gerektiğini çok kesin ola­
Treppe acının insan dünyasını zen­ rak görmesem, bu düşünüyorum
ginleştirdiğini bildirir. Ona göre acı öyleyse varım’da doğruyu bildiği­
çeken insan hayvansal yaşamın me beni güvendirecek hiçbir şey
AÇINIM

yoktur. Böylece çok açık ve seçik çalışarak, iç ve dış ilişkileriyle, hatta


olarak anladığımız şeylerin tümüyle g elişim e v re le ri çe rç e v e sin d e
doğru olduğunu genel bir kural gibi kavramaya çalışarak her yönüyle
alabileceğimi gördüm.” Buna göre ortaya koymak demektir. Bilgiye
Descartes için “çok açık ve seçik varma iki yolla, sezgi yoluyla ve gi-
olarak tanıdığım ız bütün şeyler dimli düşünce yoluyla olur. Birin­
doğrudur”. Doğruluk fikrin apaçık- cisinde bütünsel bir kavrayış ve
lığındadır. Descartes açık ve seçik hatta anlık bir kavrayış, İkincisinde
ayrımını şöyle koyar: “Dikkatli bir andan ana geçerek kavrayış söz-
zihne sunulmuş ve onda görünür konusudur. Açıklama yaparken yal­
olmuş algıyı açık diye adlandırıyo- nızca gidimli düşünceyi kullanırız.
rum(...). Seçik, tüm öbür algılar­ Açıklama bir yargıdan bir yargıya
dan öylesine belirgin ve öylesine geçerek yapılır. (Bk. DÜŞÜNCE,
ayrıdır ki ancak onu eksiksiz diye GİDİMLİ, SEZGİ, USAVURMA)
belirleyen kişiye görünen şeyi ken­
dinde içerir.” Leibniz, Descartes’ın A Ç IN IM (lat. revelaiio', fr.
“seçik”ini “açık” olarak belirleye­ révélation', alm. Offenbarung-, ing.
cek, onun nesnesini tanıtmaya ye­ révélation). Bir doğrunun dışlaşma­
ten ve başka nesnelerden ayıran fi­ sı. B ir şeyin o rtay a çıkm ası.
kir olduğunu düşünecek, “bir fi­ Tanrı’nın kendini açması ya da ta­
kir, şey’i tanıtmaya yetiyorsa açık- nıtması. Açınım yoluyla Tanrı ken­
tır(...), bir bitkiyle ilgili açık bir fik­ disiyle ilgili bilginin bir bölümünü
rim varsa onu öbür komşular ara­ insan için anlaşıl ır kılar, böylelikle in­
sında belirleyeceğim, bu olmadı mı sana usun kendiliğinden kavrayama­
fikir karanlıktır” diyecektir. / M. yacağı şeyleri tanıtmış olur. Ancak
Proust: “Herkes kendi fikirleri ka­ Tanrı bilgisinin büyük bir bölümü
dar karışık olan fikirleri açık fikir her zaman insana kapalı kalacaktır.
diye adlandırır.” / L. Guilloux: Demek ki açınıma karşın insan tan-
“Dünya açık olmalı. Yürekler açık nsallıkla ilgili doğruların pek azını bi­
olursa dünya da açık olur.” (Bk. lebilmektedir. Açınım konusunda
FİKİR, SEÇİK) özellikle XVIII. yüzyıldan sonra or­
taya çıkan tedirginlikler pekçok tar­
AÇIKLAMAK (yun. apodidomi; tışmayı birlikte getirmiştir. Mircea
lat. explicare', fr. expliquer, alm. Eliade bu tedirginliği şöyle belirler:
erklären', ing. to explairi). Bir şeyi “Çağdaş insan kutsalın bazı dışlaş­
başkaları için anlaşılır kılmak. Bir ma biçimleri karşısında belirli bir te­
doğruyu ortaya koymak. Açıkla­ dirginlik duyuyor. Kutsalın taşlarda
mak karanlık ya da bulanık bir şe­ ve ağaçlarda dışlaşabilmesi bazı in­
yi karşımızdaki için kavranılır du­ sanlara benimsenmesi çok zor bir
ruma getirmektir. Bu da o şeyi ne­ şey gibi görünüyor.” (Bk. DIŞLAŞ­
densel ilişkileri içinde kavramaya MA, DİN, KUTSAL)
ADALET

A DA LET (yun. dikaiosyne\ lat. de etsin isteriz. M. Merleau-Ponty


justitia; fr. justice', alm. Gerechtig- şöyle der: “İnsan tek başına ada­
keit\ ing. justice). Bir toplumda letli olamaz, tek başına adaletli ol­
birey haklarını sağlama istemi. Hak­ duğu zaman adaletli olmaktan çı­
kın egemen olması durumu. Ada­ kar.” Adalet, bireysel yükümlülük­
let herkese hak ettiğinin verilmesi ler açısından da dürüstlük ilkesine
dileği ve öngörüsü üzerine kurul­ dayanır, temelindeki ruhsal etken
muştur. Bu yüzden onu hukukun elbette bireyin kendini koruma iç­
amacı olarak görmek gerekir. Epi- güdüsüdür. La R ochefoucauld
kuros şöyle der: “Doğaya uygun şöyle der: “İnsanların çoğunda ada­
adalet karşılıklı olarak insanların let sevgisi adaletsizliğin acısını çek­
birbirlerine zarar vermelerine en­ me korkusundan gelir.” Eşitlik ve
gel olmaya yöneltilmiş karşılıklı bir dürüstlük kavramlarına verilen de­
yarar sözleşmesidir.” Filozofa gö­ ğişik anlamlara göre adalet de de­
re “Adalet hiçbir zaman kendinde ğişik anlamlar alacaktır. Bazı yazar­
varolan herhangi bir şey değildir. lar adalet kavramını toplumsal ya­
Ama insanların karşılıklı alışverişin­ şamla ilgili tüm kavramların teme­
de, her yerde, her zaman karşılıklı line yerleştirirler. Örneğin Diderot
olarak birbirine zarar vermemek “Tek bir erdem vardır, o da adalet­
adına bir çeşit sözleşme vardır.” tir” der. Adalet kavramı ahlakla
Adalet toplumsal bir olgudur, top­ uzaktan yakından ilgili tüm kav­
lumsal yüküm lülükler açısından ramlar gibi özgürlük sorununa gö­
eşitlik ilkesine ya da hak eşitliği il­ türülerek tartışılır. Çünkü adaletin
kesine dayanır, hatta toplumsal dü­ temelinde, “adaletsizliğin acısını
zeyde haklar dengesine dayanır. çekme korkusu” biçiminde de olsa
Eski toplumlar yaşamın temel kav­ bir başka biçimde de olsa özgürlük
ramlarını tanrısal açıklamalara gö­ istemi vardır. Ancak istem adaleti
türmüşlerdir. Örneğin Yunanlılar sağlamaya yetmez, bunun için güç
Zeus’u adaletin simgesi olarak gö­ gereklidir. Biaise Pascal “Güçsüz
rüyorlardı. Köylü şair Hesiodos iktidar adaletsizdir, adaletsiz güç
şöyle diyordu: “Balıklar ve hayvan­ zorbadır” der. Genel olarak güçle
lar ve yırtıcı kuşlar birbirlerini yi­ adaleti dengede tutm a eğilimi ağır
yorlar. Ama Zeus insana adaleti ver­ basar. Joubert şöyle diyor: “Güç­
di. Adaletin yeri Zeus’un tahtının süz adalet de adaletsiz güç de kor­
yanındadır.” Hesiodos durmadan kunç şeydir.” Bazı yazarlar adaleti
sevgili değiştiren tembel ve ahlak­ daha bireysel bir temele, ahlakçılık
sız Z eus’u, tanrılar tanrısını, yok­ ya da iyilikçilik temeline oturtmak
sulların koruyucusu olarak düşün­ ister. M auriac’ın bu konuda görü­
müştür. Aristoteles’e göre adalet şü şudur: “Dünyada en korkunç
duygusunun temelinde dostluk ya­ şey iyilikseverlikten ayrı düşmüş
tar; sevdiğimiz kişiler haklarını el­ adalettir.” H er ne olursa olsun,
“AGAPE”

adalette süreklilik kaçınılmaz bir “ A F O R T IO R I” (lat. dey ). Da­


koşuldur, işte bu yüzden geç kal­ ha güçlü nedenin varlığını göstere­
mış adalet adalet değildir. (Bk. rek daha güçsüz nedenin varlığını
DENKSERLİK, HUKUK, YASA) doğrulamaya yarayan iki önermeli
usavurma. Bu usavurmaya göre
A D C IL IK (fr. nominalisme', alm. belli bir durum sözkonusuysa, ona
Nominalismus; ing. nominalism). bağlı olarak daha az güçlü bir ne­
T ü rlerin y aln ızca sözcüklerde dene dayanan bir başka durum
bulunduğunu bildiren öğreti. Genel haydi haydi sözkonusu olacaktır.
fikirlerin adlardan başka bir şey (“Çocukları çok sevdiğine göre,
olmadığını önü süren öğreti. Kav­ kendi çocuklarını afortiori sever.”)
ramların varlığını yadsıyan, yalnız­ Bu tür usavurmalar ahlakta ve hu­
ca tek tek şeylere karşılık olarak kukta niceliklere dayanarak dere­
genel adların ya da işaretlerin bu­ celendirmeler yapmaya yarar. (“Ba­
lunduğunu bildiren öğreti. Bu öğ­ basını dövdükten sonra komşusu­
reti özellikle skolastik felsefeyle il­ nu a fortiori döver.”) Bu tür usa-
gilidir. Buna göre genel fikirler ya vurmayla, gündelik yaşamı ilgilen­
da kavramlar sözcüklerden başka diren doğrular da ortaya koyulabi­
bir şey değillerdir. Türler ve cins­ lir. (“Kamyonu sürdükten sonra bi­
ler gerçek varlıklar değil, usun sikleti a fortiori sürer.”)
ürünleridirler. Daha Eskiçağ’da Ki­
nikler okulunun kurucusu Antist- “A G A PE” (yun. söz.) “Dostlar
henes her İdea’nm bir gerçekliği ol­ sofrası” anlamına gelen bu terim,
duğunu bildiren Platon’a “Atı gö­ hıristiyanlığın ilk zamanlarında din­
rüyorum ama at türünü görmüyo­ daşların bir araya geldiği sofrayı
rum” diyerek karşı çıkmıştır. XII. anıştırır ve cinsel aşka karşılık iyi­
yüzyılda Roscelin yalnızca sözcük­ likçi aşkı belirler. Eros daha çok aş­
lerin gerçek olduğunu, tek gerçek­ kın ezici ve baştan çıkarıcı yanını,
liğin bireysel tözler olduğunu bil­ doğal ya da hayvansal yanını anla­
dirdi, böylece adcılığın kurucusu tır. Aşkta yalnızca Eros egemen ol­
oldu. XIV. yüzyılda Ockham’lı Wil­ saydı aşk alanı bir yırtıcılık alanı ola­
liam evrenselleri usun üretimi ola­ caktı. Agape, hayvani aşkı insani
rak gösterdi. Bunların gerçekliği bu­ aşkla yumuşatır, onu yırtıcılıktan
lunmayan şeyler olduğunu söyle­ azçok arındırır, bir ölçüde evcilleş­
di. Adcılık, kavramın sözcükten ay­ tirir. Tam yırtıcı ya da tam evcil
rı bir gerçekliği olduğunu savunan aşk insan için yıkımdır ya da en
kavramcılıkla karşıtlaşır. (Bk. GER­ azından başarısızlıktır. Her sağlıklı
ÇEKÇİLİK, KAVRAMCILIK) aşkta bu iki etkinliğin dengelendi­
ği, gene de birinin zaman zaman
öbürüne baskın çıktığı düşünülür.
P. Bumey şöyle der: “İnsani aşkın
AGRAFİ

Ud kutbunu, genellikle birine Eros çeşitli tepkiler uyandırmıştır. Dide­


öbürüne Agape adını vererek bir- rot bu tepkiyi “Ahlak da erdem de
biriyle karşıtlaştırırlar. Eros arzu başeğenler için gereklidir” sözleriy­
aşkıdır, bağlayıcı ve bencildir. Aga­ le ortaya koyar. Rimbaud “Ahlak
pe iyiliğin adayıcı düzeyine kadar beynin zayıflığıdır” der. Ahlakı uy­
yükselebilen iyilikçi biçimler orta­ gulamalı ve kuramsal diye ayırmak
ya koyar. Uygulamalı ahlak düze­ kuramsal ahlakı başka bir ad altın­
yinde sık sık çatışsalar da derinden da toplamak yaygın bir eğilimdir.
derine birlik oldukları gözden uzak Buna göre ahlakın yanında bir de
tutulmamalıdır.” (Bk. AŞK, EROS) ahlakbilgisi (fr. éthique', alm. Et-
hik\ ing. ethics) olacaktır. Ancak
AGRA Fİ. Bk. YAZMAYİTİMİ. her alanda olduğu gibi bu alanda
da kuramı başlıbaşına bir bilgi ala­
AGREGA. Bk. KATIŞMAÇ. nı oluşturacak biçimde uygulama­
dan ayrı tutmak pek de sağlıklı bir
A H LA K (yun. ethos', lat. ethos\ tutum değildir. Kuramda da uygu­
fr. m orale; alm. Moral', ing. mo­ lamada da başlıca sorun hangi dav­
ral). Bir dönemde benimsenen dav­ ranışlarımızın iyi hangi davranışla­
ranış kurallarının bütünü. Bu ku­ rımızın kötü olduğu, buna göre iyi­
ra lla rı in cele y en bilgi alan ı. nin ve k ö tü n ü n ne o ld u ğ u
Eylemlerimiz için genel kurallar sorunudur. Demek ki ahlakta bü­
belirleyen bilgi alanı. Ahlak, davra­ tün bilgilerimiz bir iyi-kötü karşıt­
nışlarımıza toplumsal bir geçerlilik lığı üzerine temellenmektedir. Bu
kazandırmak istediğimiz yerde baş­ karşıtlık birey-toplum ikilemi için­
lar. Böylece ahlak alanı mutlak ola­ de çeşitlilenir ve değişik anlamlar
rak, evrensel olarak geçerli olması kazanır. Birey her zaman yüküm­
gereken kurallardan oluşmuştur. lenen durumundadır, yükümlene-
Ahlak felsefenin bir dalıdır. Felse­ nin ahlakı (kişi ahlakı) çok zaman
fenin ahlaka ağırl ık verdiği dönem­ ytikümleyenin ahlakına (toplum ah­
ler toplumsal bunalım dönemleri­ lakı) engel çıkarır. Bu karşıtlığı ah­
dir. İlk filozoflar diye bilinen Yedi lakçılar bir denge düzeninde uzlaş­
Bilgeler Yunanistan’ın çok sorunlu tırmaya çalışırlar. Bu karşıtlık için­
bir döneminin ahlakçıları oldular. de toplumsal ahlakın biçimsel ah­
Daha sonra Sokrates gibi kimi fi­ lak olduğunu ve gerçek ahlakla il­
lozoflar felsefelerinde ahlaka birinci gisi bulunmadığını savunanlar var­
yeri verdiler. Descartes gibi kimi dır. Bergson bireyi yüküm leyen
filozoflar da ahlakla çok az ilgilen­ toplum ahlakını kapalı ahlak diye
diler. Kuralkoyucu bir bilgi alanı adlandırır, seçkin kişinin ahlakını da
olarak ahlak bağlayıcı yanıyla her açık ahlak diye belirler. Açık ahlak
zam an bireysel seçim lere engel bir öngörülükişi ahlakı olduğu gibi
çıkarmış ve böylece kişisel düzeyde b ir b ak ım a b ir k a h ra m a n lık
AHLAKSIZCILIK

ahlakıdır. Göreneklerde, fikirlerde, şamında ahlakın büyük bir yeri ol­


kurumlarda yerleşik olan ve kitle­ duğu, ahlak alanının toplumla ilgili
nin değerlerini karşılayan kapalı ah­ birçok sorunu çözmekte tek başı­
lak durallığıyla belirginken açık ah­ na yeterli olduğu görüşü bir ölçü­
lak etkin ahlaktır. Birey-toplum kar­ de yaygındır. Buna göre ahlak baş-
şıtlığı içinde ahlak bir takım altbö- lıbaşına bir bilgi alanı olarak değer­
lüm lere ayrılırken (aile ahlakı, lendirilir, böylece ona bütün bilgi
yurttaşlık ahlakı, meslek ahlakı), alanları karşısında belirgin bir iş­
toplumsal ayrışmalara göre de özel­ levsellik yüklenir. Uygulamada ah­
likler gösterir (yahudi ahlakı, bur­ lakçılık durmadan kötüye karşı iyi­
juva ahlakı, faşist ahlaki). Bütün yi savunmakla ya da savunur gö­
bölümlemeler, ahlakın temel iki eği­ rünmekle, başkalarını ahlak açısın­
limi karşısında daha az belirleyici dan eleştirmek ya da suçlamakla
kalır. Bu iki eğilim, bir bakıma kar­ belirgindir. Ahlakçılık çok zaman
şıt eğilimler olarak, değişik bakış ahlak zayıflıklarını örtmekte kulla­
açılarına bağlıdır. Buna göre insan nılan koruyucu bir örtüdür. (Bk.
davranışları iki ayrı açıdan, insanı AHLAK, AHLAKSIZCILIK)
erince götürecek yollar açısından
0mutluluk ahlaki), insanı başka in­ A H L A K SIZ C IL IK (fr. immora-
sanlar karşısında yükümlü kılan zo­ lisme\ alm. Immoralismus; ing. im-
runluluklar açısından (ödev ahla­ moralism). Ahlak kurallarına karşı
kı) ele alınır. Birey ve toplum mut­ çıkma eğilimi. Ahlak kuramlarının
lulukla ödev arasına kesin sınırlar değerini yok sayan öğreti.¿Ahlak-
koyamayacağından bu ahlakları bir­ sızcılık, insan davranışlarının geçerli
birinden bağımsız düşünmek yan­ kurallarla değil, bu kurallara karşıt
lış olur. (Bk. ALIŞKI, GÖRENEK, olan yeni değerlerle belirlenmesi ge­
İYİ, KİŞİ, KÖTÜ, KURAL, MUT­ rektiğini bildirir. İnsan davranışla­
LULUK, ÖDEV, ÖZGÜRLÜK, rını düzenleyen ahlak birçok du­
TOPLUM) rumda bağlayıcı ve kısıtlayıcı gö­
rünür. Buna karşılık, ahlaksızcılık
A H L A K Ç IL IK (fr. moralisme\ tam bir özgürlük ahlakı olarak an­
alm. Moralismus\ ing. moralism). laşılmalıdır. Ahlaksızcılığın başlıca
A hlak yasasını felsefenin temel savunucularından biri N ietzsc-
ilkesi olarak belirleyen öğreti. Ah­ he’dir. Nietzsche’ye göre insan ah­
lak kurallarına mutlak bir biçimde lak kurallarının karşısına çıkmalı,
uyulmasını öngören anlayış. Ahlak­ bununla yaratıcılığım gerçekleştir-
çılık her şeyden önce eğitim ala­ melidir. Böylece Friedrich Nietzsc-
nında ahlaka öncelik tanıma eğili­ he ahlaka yaratıcılık kavramını ge­
mi olarak ortaya çıkar. Bu eğilim tirmiş olur. Ona göre yaratıcı kişi
gerçekte toplumun bütün alanların­ katı kişidir, ahlak kurallarım ve eski
da kendini duyurur; toplum ya­ değerlerini kırar. Nietzsche’ci an­
AHMAKLIK

layışta insan ahlak kurallarının dı­ AHLAKÇILIK, İYİ, KÖTÜ, KU­


şına çıkıp yeni ahlak değerlerine yö­ RAL, ÖZGÜRLÜK)
neldikten sonra da ahlak açısından
hep kuşkulu olm ak zorundadır. A H M A K LIK (lat. débilitas; fr.
“Tüm ahlak değerleri karşısında débilité', alm. Kraftlosigkeit', ing.
kuşkuculuk yeni bir değerler tab­ d e b ility ). K av ram a e k sik liğ i.
losunun doğum belirtisidir” der Düşünme yetisinde kalıcı yeter­
Nietzsche. Bu tutumuyla alışılmış sizlik. Ahmaklık zeka zayıflığının
iyi ve kötü kavram larını sarsar, koşulladığı aşırı beceriksizlikten
“kötülük insanın en üstün güçle­ kaynaklanır ve toplumsal uyum­
rinden biridir” der. İyi insan, ona suzlukla belirgindir. Bir ahmağın zi­
göre, ahlak kurallarına körü körü­ hin yaşı 7 ile 10 arasındadır, zeka
ne uyan insandır. İyi insanlar hiç­ ortalaması da 0.40 ile 0.85 arasın­
bir zaman doğruyu ortaya koya­ da değişir. Bunu göreli bir durum
mazlar, bu biçimde doğru olmak ru­ olarak belirlemek ve bir ahmağın
hun hastalanmasından başka bir şey 7-10 yaşlarındaki bir çocuğun zi­
değildir. “İyilerin yaptığı kötülük hinsel yeteneklerine ve davranış
kötülüklerin en kötüsüdür.” Ahlak­ özelliklerine sahip olabileceğini bil­
lılığın yerine içtenlikli olmayı koyan mek gerekir. Eğitici çalışmalarla ah­
bir kişiye sonsuz ve içtenlikli dav­ maklar 15 yaş düzeyine ulaştırılabi­
ranma hakkı veren André Gide de lirler. Bundan sonra onlara yeni bil­
ahlaksızadır. G ide’e göre insan giler kazandırılabilse de kavrayışları
tüm özgürlüğü içinde kendini ya­ gelişmez. Ahmaklık bebeklerde bi­
ratırken kendi davranış kurallarını rinci yaşın gelişimini ortaya koyan
da birlikte getirecektir. “Hiçbir za­ gülümseme, konuşma, tutma gibi
man, artık ahlaklı olmamaya yani belirtilerin eksikliğiyle kendini
artık kendi anlayışıma göre ahlaklı göstermeye başlar. Ahmaklığın baş­
olmaya karar verdiğim andaki ka­ lıca göstergeleri soyutlamada, eleş­
dar ahlaklı duymadım kendimi” der tirmede, merakta eksikliktir. Buna
Gide. Gerçek ahlaklılık sürekli ola­ karşılık ahmakların belleği \;ok za­
rak kendini aşmaya yönelik son­ man zengindir. Ahmaklıkta zeka ek­
suz bir özgürlük deneyi demektir. sikliğinin verdiği aşağılıkduygusu,
Buna göre ahlaksızcılık kişiye son­ buna bağlı olarak çeşitli suçluluk
suz seçme hakkı tanıyan Özgürlükçü duyguları baskındır. Bu duyguların
bir ahlak anlayışıdır. Gide’de de ah­ da katılmasıyla toplumsal yaşama
laklılığı güvence altında tutan tek uyumsuzluk bazen aşırı ve yıkıcı
güç içtenlikli oluştur. Gide, LaRoc- ölçülere varabilir, kişi çeşitli suç iş­
hefoucauld’nun “Zayıf insanlar iç­ leme eğilimlerini taşır duruma ge­
tenlikli olamazlar” formülünü dü­ lebilir. Hırsızlık, kırıcılık, sapıklık,
şündürecek biçimde içtenlikle güç­ fahişelik ahmaklarda çok görülür.
lülüğü birleştirmiştir. (Bk. AHLAK, B ellek güçlülüğünün kışkırttığı
AİLE

övünme uydurmacılığı ya da söz­ tutumdur, ikinci tutum çılgınca bir


de aşırı bilgililik ahmaklıkta sık gö­ tutkuya yol açabilir.” Bir de şöyle
rülen durumlardır. (Bk. ALIKLIK, der: “Kendi durumundaki bir ka­
APTALLIK) dınla evlen; zengin kadın alırsan
efendilerin olur yakınların olmaz.”
A İL E (lat.fam ilia; fr. fam ille\ Solon şu öğüdü verir: “Yakınlarına
alm. Fam ilie; ing. family). Karı, karşı yumuşak ol.” Khilon şunu
koca ve çocukların oluşturduğu önerir: “Evini iyi yönet.” Thales
toplumsal topluluk. Belli bir fikir “Seni bugüne getirenlerin gönlünü
çe rç e v e sird e b ir araya gelm iş almakta eksik kalma” der. Bir de
kişiler topluluğu. Aynı soydan ge­ şöyle söyler: “Anana babana gös­
lenlerin oluşturduğu toplumsal top­ tereceğin iyilikleri yaşlılığında ço­
luluğa aile denildiği gibi bir ereğe cuklarından bekle.” Periandros da
göre bir araya gelmiş insanlar top­ “Yakınlarına yaraşır ol” diye öğüt­
luluğuna da aile denilir. Ortak nite­ ler. Atomcu filozof Demokritos’un
likler gösteren varlıkların ya da nes­ aileyle ilgili belirlemelerinden biri
nelerin oluşturduğu topluluk da a- şudur: “Kendi kendinin efendisi
iledir (maymun ailesi, sözcük aile­ olan baba çocuğuna en güzel ör­
si, dil ailesi). Karı ve kocadan olu­ nek olur.” Doğal bir kurum olarak
şan, çocukları ve yakın soydaşları gördüğü toplumu insanın varlığını
da içerebilen aile en küçük toplum­ sürdürebilmesi ve mutlu olabilme­
sal birimdir. Ailenin oluşabilmesi için si için zorunlu sayan Aristoteles,
çocukların gerekli olduğu, karıko- en küçük ve en temel toplumsal bi­
canın bir aile değil ancak bir karı­ rim olarak aileyi belirliyordu. Aile
şım ya da katışmaç oluşturduğu denilen ilksel toplumsal birliği in­
görüşü de yaygındır. Aile kavramı san türüne varlığını sürdürme ola­
en eski zamanlardan beri birçok de­ nağı sağlayan tek kurum olarak gö­
ğişiklik geçirmiştir. Roma’da tek ki­ rüyordu. Aristoteles’e karşıt ola­
şiye bağlı olan ve aynı çatı altında rak, öğretmeni Platon, aile birimini
yaşayan köleler ve hizmetçiler top­ dağıtarak tüm toplumsal gücü dev­
luluğu aile (familia) diye adlandı­ letin elinde toplamak istemiş, her­
rılırdı. Ailenin kökeni elbet çok da­ kesin kardeşliğini öneren ve kadın­
ha eskidir. Aileyle ilgili ilk köklü gö­ ların ortaklığını getiren bir kurgu­
rüşler Eskiçağ’da ortaya koyul­ sal düzen tasarlamıştır. Buna göre
muştur. İlk filozoflar diye belirle­ bebekler doğar doğmaz devletin eli­
diğimiz Yedi Bilgeler’in özdeyişle­ ne bırakılacaktır, yetişecek olanla­
rinde aile kurumunun ahlaki temel­ rın yetişmişlerle bağlan böylece ko­
lerini açıklayan görüşlerle karşıla­ parılmış olacaktır. Platon aile ku-
şırız. Kleobulos şöyle der: “Baş­ rumuna ters bakan ilk ve son filo­
kasının yanında ne didiş karınla ne zof değildir. Örneğin Diogenes La-
okşa karını; birinci tutum en kötü ertios, Sinoplu Diogenes’le ilgili
AİLE

olarak şunları söyler: “Kadınlar ana ve çocuklardan oluşan ve ana


topluluğu kurulsun istiyor, evliliğin ile babanın aynı ölçüde söz sahibi
değerini yadsıyor, herkesin kendi olduğu, hatta çocuklarının da ye­
isteğine ve eğilimine göre özgürce tişkinlikleri ölçüsünde yönetime ka­
birleşmesini öngörüyordu. Bu ne­ tıldıkları modem demokratik aile­
denle bir çocuklar topluluğu kurul­ ye bırakmıştır. Tarih boyunca aile,
masını diliyordu.” André Gide şöyle akrabalık ilişkileri ve eşlerin sayısı
der: “Aileler, tiksiniyorum sizden! açısından da değişiklikler göster­
Kapalı ocaklar, kapaİı kapılar, mut­ miştir. Her ailenin yapısına göre de­
luluğun kıskanç edinimleri.” Aile ğişik akrabalık ilişkileri ya da anla­
kurumu, zorunlu olsun olmasın, yışları ortaya çıkmıştır. Morgan bu
her zaman güçlükleriyle dikkati çek­ konuda şöyle der: “Aile etkin öğe­
miştir. Tolstoy şunları söyler: “Bü­ dir; o hiçbir zaman dural olmamış­
tün mutlu aileler benzeşirler; her tır, o alt bir biçimden daha üst biçi­
mutlu aile kendine göre mutsuz­ me geçmiştir, bu da toplumun bir
dur.” Tarih boyunca çeşitli üretim alt düzeyden daha yüksek bir dü­
biçimlerine bağlı olarak da çeşitli a- zeye doğru gelişmesine bağlı ol­
ile biçimleri ortaya çıktı. Evlilik ve muştur. Buna karşılık akrabalık dü­
kan bağıyla kurulan aile, her çağ­ zenleri edilgindir, ailenin zaman akı­
da, her çağın değişik evrelerinde de­ şı içinde gösterdiği ilerlemeleri ak­
ğişik özellikler gösterdi. Ananın a- rabalık düzenleri ancak uzun ara­
ile bireyleri üzerinde egemen oldu­ lıklarla gösterirler ve aile kökel bir
ğu anaerkil (fr. matriarcal', alm. dönüşüm geçirirken onlar herhan­
matriarchalisch', ing. matriarchal) gi bir değişime uğramazlar.” Tarih
aile birbirine pek benzemeyen çok boyunca tekeşli ve çokeşli aile bi­
değişik biçimler göstermiştir. Bu a- çimleri görülmüştür. Tekeşlilik ve
ilede genellikle kadının soyundan çokeşlilik bir toplumda büyük öl­
gelen bireyler akraba sayılıyordu. çüde kadın-erkek oranıyla ilişkili­
İnsanlık anaerkil aile döneminden dir. M ezopotam ya’da süm er uy­
babaerkil ya da ataerkil (fr. patri­ garlığı döneminde tekeşli aile dü­
arcal ; alm. patriarchalisch\ ing. zeni baskınken, babil ve asur dö­
patriarchal) aile dönemine girdi, bu neminde çokeşliliğe, daha doğrusu
dönem uzun yüzyıllar boyu sürdü. çokkanlılığa geçilmiştir. Tekeşli (fr.
Babanın aile bireyleri üzerinde ke­ monogame', alm. monogam', ing.
sin olarak söz sahibi olduğu bu aile monogamous) aile bir kadının an­
Asya’da son zamanlara kadar var­ cak bir kocaya, bir erkeğin de an­
lığını sürdürmüştür. Babaerkil aile­ cak bir karıya sahip olabildiği aile­
de tüm bireyler babanın bağlı bu­ dir. Bir erkeğin birçok karısı varsa,
lunduğu totemi tanır. Babaerkil aile böylece oluşan aile çokkarılı (fr.
tektanrıcı dinlerde de geçerli ol­ polygame', alm . polygam ', ing.
muştur. Bugün bu aile yerini baba, polygam ous) ailedir. Ç okkocalı
ALAN

(fr. polyandre', alm. polyandrisch\ AKHİLLEUS KAN ITI Yunan fi­


ing. polyandrous) ailede bir kadı­ lozofu Elea’lı Zenon’un varlığın bir­
nın birçok kocası vardır. / G. Mar- liğini, devinimin olanaksızlığını gös­
cel: “Gerçekten sağlam her aile belli termek için ileri sürdüğü kanıtlar­
bir davranış biçimi ortaya koyar, dan biri. Bu kanıt en hızlının en ya­
bu davranış biçimi olmadığı zaman vaşa hiçbir zaman ulaşamayacağı­
tüm gizli dayanaklarını zamanla yi­ nı gösterir. Çünkü en hızlı önce en
tirme tehlikesi gösterecektir.” / Ch. yavaşın yola çıktığı noktaya ulaş­
Baudelaire: “Ulusların da aileler gi­ malıdır. Ama en yavaş o zamana
bi kendilerine karşın büyük adam­ kadar belli bir yol alacak, bu böy-
ları vardır.” / V. Hugo: “Onuru kal­ lece sürüp gidecektir. Akhilleus da
madığı zaman aile yoktur.” / G. kendisinden az önce yola çıkmış
Bemanos: “Aileler beni korkutur.” olan kaplumbağaya hiçbir zaman
(Bk. TOPLULUK, TOPLUM) ulaşamayacaktır. (Bk.ELEA OKU­
LU)
“ A K A D EM İA ” (yun. söz.) Pla-
ton’un M.Ö. 387’de Atina yakın­ A K SİY O LO Jİ. Bk. DEĞERÖĞ-
larında bulunan Akademos bahçe­ RETİSÎ.
sinde kurmuş olduğu felsefe oku­
lu. Bu okul önemini M.Ö. 1. yüz­ AKSİYOM . Bk. BELİT.
yıla kadar korudu ve değişik biçim­
ler altında M.S. 529’a kadar sür­ AKSİYON. Bk. EYLEM.
dü. Akademia gerçek etkinliğini ku­
rucusunun ölümüyle (M.Ö. 347) A K TİV İTE. Bk. ETKİNLİK.
yitirmişti. Speussippos, Ksenokra-
tes, Krates gibi adlar Platon’un fel­ ALAN (yun. genos\ lat. campus\
sefesine pek bir şey katamadılar. fr. champ; alm. Feld\ ing. fıeld).
Arkesilaos’la okulun Yeni Akade­ Nesnelerin belli bir düzende yer­
mia diye bilinen ikinci dönemi baş­ leştiği ortam. Düz ve açık ortam.
ladı. Arkesilaos doğruyu bilmenin Bazı etkinlikler için belirlenmiş ya
olanaksız olduğunu söyleyerek Pla- da düzenlenmiş sınırlı ortam. Alan,
ton’cu anlayışa taban tabana karşıt belli bir nesnel bütünlük ortaya ko-
bir görüş ortaya koydu. Bugün Aka- yabilen, böylece herhangi bir araş­
demia’dan gelen “akademi” terimi tırmanın konusu olabilen bir düşün­
bilim ve sanat topluluklarını belir­ sel etkinlikler ortamıdır. Düşünce
tir. alanı: Zihin etkinliğinin belli bir
düzende kendini ortaya koyuşuyla
AKATALEPSİA. Bk. KAVRANI- belirgin düşünce düzeni. Düşünce­
LAMAZLIK. nin öznel ya da nesnel etkinlikleri
kişinin bilinç yapısına ya da an’lık
ilgisine uygun olarak ya daha çok
ALAY

bölük pörçük, dağınık, düzensiz rum undan çok bir sorgulayarak


olurlar ya da daha çok belli bir bü­ doğrulara ulaşma tutumunu belirler.
tünlük oluşturacak biçimde düzenli Alay Sokrates’in iki evreli tartışma
ve derli toplu olurlar. Birinci du­ yönteminin birinci evresidir. Tar­
rumda düşünce herhangi bir alan tışmalarına alayla başlayan Sokra-
oluşturmaz, böyle bir durumda bi­ tes gerçekte tartışmacısına yüklen­
lincin anlık etkin nesneleri biri öbü­ miyor, ondaki doğru bilgileri orta­
ründen kopuk olan apayrı yapılar ya çıkarmaya yönelmeden önce on­
oluşturacak biçimde parçalanmış­ daki yanlış bilgileri giderebilmek için
tır. İkinci durum da düşünce bir olumsuzu kullanarak düzenli bir
alan oluşturur. Bu durumda en azın­ sorgulama uyguluyordu. Amaç bi­
dan bir genellemeyi sağlayabilecek rinin yanlışını kendine buldurmaktı
hatta bir bilimsel açıklamayı olası ve sorgulama sonunda tartışmacı
kılabilecek belli bir tutarlılık sözko- bilgisizliğini onaylamak zorunda
nusudur. Bilinç alanı: Bilinçdışı ol­ kalıyordu. Bilgide güvenin yanlışlı­
gularına karşıt olarak bilinçte ken­ ğım baştan benimseyen ve “tek bil­
dini gösteren olgular bilinç alanını diğim, hiçbir şey bilmediğimdir” di­
oluştururlar. Bu olgular ya bilinçte yen Sokrates, alay evresini izleyen
o anda kendilerini göstermektedir­ evrede, doğurtma evresinde tartış­
ler, bunlar bu durumda etkin bi­ macıyı gene sorularla doğru bilgi­
linç alanı'm oluştururlar (bir kişi­ ye yöneltmeye çalışıyordu. Alayda
nin adını ya da herhangi bir olayı yanlış bilgi tepeden tırnağa yıkılı­
anımsamamızda olduğu gibi) ya da yor, doğurtmada bu yıkılanın yeri­
bilinçte istemimizle kendilerini gös­ ne doğru bilgi koyuluyordu. Thon-
termeye hazır olurlar, bunlar bu du­ nard, S okrates’in alayını şöyle
rum da da edilgin bilinç alanı'm açıklar: “Sokrates önce zihni yan­
oluştururlar (annemizin adını o an lış bilgilerden arındırmaya yönelir,
düşünmüyor olmamızda olduğu gi­ bunun için konuşmacıyı kendi ken­
bi). [Bk. BİLİNÇ] disiyle çelişmeye iter. Kendisinin de
bilgisiz olduğunu söylemektedir,
ALAY (yun. eironeia; lat. ironia\ bilgi almak istiyor gibidir, konuş­
fr. ironie', alm. Ironie\ ing. irony). macısına açık açık bilmiyorum de­
Söylenilmesi gerekene ters düşeni dirtebilmek için onu güç durumda
söyleyerek karşısındakini bilgi açı­ bırakır.” / L. Brunschvicg: “Her
sından güç durum da bırakm ak. şey Sokrates’in kendisiyle ilgili bil­
Alay, tartışm ada karşısındakinin giden de bir alay konusu çıkarma­
bilgisizliğini ortaya koyabilmek için mıza yardımcı olur. Onunla ilgili ola­
bilgisiz görünmeye dayanır. Bilgi­ rak iyice bildiğimiz tek şey, hiçbir
sizliği kullanarak bilgiye yönelme şey bilmediğimizdir.” / 3. Renard:
ya da yöneltme yöntemi olan alay “Alay insanlığın utancıdır.” / G.
bir hafife alma ya da aşağılama du­ Sand: “Zihnin konumlan arasında
ALGI

en az zekice olanı alaydır.” / A. Bergson gibi çağdaşlar algıyı dış


France: “Alay erdemin neşesi ve gerçekliğin doğrudan doğruya bi­
sevincidir.” (Bk. DOĞURTMA, linci olarak alırlar. Ancak algıyı bi­
YÖNTEM) linçten de, üstalgıdan da, duyu iz­
lenimleri alma ya da dış dünya nes­
ALEGORİ. Bk. BİÇİMSİMGE. nelerini sezme işlevinden de ayır­
mak gerekir. Nesneler duyularla al­
ALEKSİ. Bk. OKUMAYİTİMİ. gılanır, ancak algı duyudan daha
çok bir şeydir. Algı, insanın dış dün­
ALGI (lat. perceptio-, fr. percepti- ya ve iç dünya olgularının bilincine
on; alm. Perzeption\ ing. percepti- varmasını sağlamak yolunda zihne
on). Duyu organları aracılığıyla ilk gereçlerini ya da ilk içeriklerini
nesnelerin sunumuna ulaşmamızı kazandırır. Bu ilk gereçler ya da ilk
sağ lay an zih in işlev i. B ireyin içerikler imge düzeyine yükselme­
duyumlarını gerçekliğin bilgisine ye yani bilinçte bilginin ilk taslakla­
ulaşma yolunda etkin kılmasıyla rı olarak belirginleşmeye hazır su­
ilgili zihin işlevi. Algı hem felsefe­ numlardır. Buna göre onu imgenin
nin hem ruhbilimin temel kavram­ temel gereci olarak görebiliriz. G.
ları arasında yer alır, felsefede baş­ Bachelard şöyle der: “İmgelem her
lıca araştırma konularından birini zaman imgeler oluşturma yetisi ola­
oluşturur. Felsefede algı sorunu rak düşünülmüştür. Oysa o daha
tam anlam ında XVII. yüzyıldan çok algının sağladığı imgeleri boz­
sonra konu edilmiştir. Descartes’çı ma yetisidir, daha çok bizi ilk im­
bilgi kuram ında algı zihnin tüm gelerden kurtarma, imgeleri değiş­
edimlerine karşılıktır; fikirlerin bil­ tirme yetisidir.” N. L. Munn algıyı
gisine ulaşmak algılamakla eşan­ şöyle belirler: “Algı ayırtetmeyi, ay-
lamlıdır. Buna göre bizde iki çeşit rımlaştırmayı, gözlemlemeyi dü­
düşünce vardır: algı ve istem. Al­ şündüren bir süreçtir. Genellikle bu
gıyı hem bilinçten hem de kendin­ terim kendi üzerimize ve dünya
den sonraki süreçten, nesnenin var­ üzerine bilincimizin temelinde bu­
lığını onaylama süreci olan üstal- lunan azçok karmaşık süreçlerle,
g ı’dan ilk ayıran Leibniz olmuştur: alıcı ve sinirsel süreçlerle ilgili ola­
“Bir çokluğu bir birlikte ya da basit rak kullanılır.” Demek ki algıyla el­
tözde saran ve sunan geçici durum de edilen veri ham veridir, henüz
algı diye adlandırılan şeyden baş­ düşünceyle ve dolayısıyla dille ilgi­
kası değildir, onu üstalgıdan ve bi­ li değildir. Bu veri ancak bir sonra­
linçten ayırmak gerekir.” Bu arada ki süreçten, üstalgı sürecinden ge­
Leibniz karanlık algılar ya da kü­ çerek düşünceye ulaşacak ya da
çük algılar belirlem esiyle bilin­ düşünceye dönüşecek ve böylece
çaltının tanıtlam asına doğru bir dilsel anlatımda bir yeri olacaktır.
adım atmıştır. Hamilton, Spencer, Algının düşünce açısından ve dil
ALGICILIK

açısından yetkinleşm em işliğini A L IK L IK (lat. im becillus\ fr.


fransız romancısı N. Sarraute bize imbecilite', alm. Geistesschwäche',
şöyle duyurur: “Göz açıp kapaya­ ing. imbecility). Kavrama eksikli­
na kadar algılananı açıklayabilecek ği. Alıklık zekanın oldukça geri ol­
bir dil henüz bulunamadı.” Algıla­ ması durumudur, zeka geriliğinde
dığımız şeyin doğruluğuna ya da orta bir yer oluşturur, aptallıkla ah­
algının eşyaya uygunluğuna gelin­ maklık arasında yer alır. Alıkların
ce, bizim için başka türlü algılama belirgin özelliği yazı dilini anlama­
olasılığı bulunmadığı sürece bu so­ malarıdır. Konuşmayı belli bir öl­
runu ilgi alanımızın dışında tutma­ çüde, yarım cümlelerle de olsa sür­
mız gerekir. M aurice M erleau- dürebilen alıklar yazı yazamazlar.
Ponty şöyle der: “Dünyayı doğru Bir alığın zihin yaşı 2-7 arasında­
olarak algılayıp algılamadığımızı dü­ dır, bu genişlik alıklığı ikiye ayır­
şünmek değil, tersine algıladığımız mamızı gerektirir: eğitilebilir alıklık
şeyin dünya olduğunu söylemek ve eğitilemez alıklık. Tüm alıklar
gerekir.” (Bk. BİLİNÇ, DİL, DU­ belli bir dikkati gösterebilecek ye­
YU, DUYUM, İSTEM, ÜSTALGI) tenektedirler, ne var ki dikkat kay­
gan ve bozulmaya hazır bir dikkat­
A L G IC IL IK (fr. perceptionnis­ tir. Alıkların bellekleri zengindir ama
me', alm. Perzeptionnismus', ing. işlemediği için hantaldır, buna kar­
perceptionism). Zihnin algı edimiyle şılık düşünceleri zayıftır, ayrıştırma
dış dünyanın doğru bilgisine doğ­ ve bileştirmeler yapamazlar. Alık­
rudan doğruya ulaştığını bildiren ların duygusal yaşamları oldukça
öğreti. Algıcılık bir anlamda sezgi­ karmaşıktır. Yok yere güldükleri,
ciliktir, bir anlamda gerçekçiliktir. yok yere ağladıkları görülür. Ken­
Sezgiciliktir, çünkü algı zihnin bir dileriyle ilgilenen kişilere tutarsız
anlık alırlığına karşılıktır. Gerçek­ davrandıkları çok olur. Bazen bir
çiliktir, çünkü bir başka edime ge­ kişiye aşırı bağlanırlar, yüzleri ge­
reksinim göstermeden dış dünya nellikle aşırı anlatımlıdır. Çok za­
gerçekliğini zihinde görünür sayar. man yumuşak başlıdırlar. Saldırgan,
Bu durumda zihinle gerçeklik ara­ hatta aşırı saldırgan olanları da var­
sında herhangi bir aracı yoktur, ikisi dır. Bazıları yangın çıkarmaya, kı­
arasında tam bir dolaysızlık vardır. rıp dökmeye eğilimlidir, bazıları ah­
Algıcılık bilgiyi zihnin çeşitli işlem­ lak düşkünü olur. Kendi başlarına
lerinden elde edilmiş sayan görüş­ yaşayamazlar, korunmaları gerekir.
lerin karşıtıdır. Bilgi edinme işinde (Bk. AHMAKLIK, APTALLIK)
zihnin herhangi bir katılımını ön­
gören görüşler bu katılıma verdik­ A L IR L IK (fr. receptivite; alm.
leri ağırlık ölçüsünde algıcılığa uzak Rezeptivität; ing. receptivity). Bir
düşerler. (Bk. ALGİ, GERÇEKÇİ­ dış etkiyi alabilme yatkınlığı. Alır­
LİK, SEZGİCİLİK) lık tam edilginliktir, bu edilginlik
ALIŞKANLIK

içinde dış dünyadan uyanlar alabil­ yavaştır, sakınıktır, özenlidir, son­


me yetisidir. Kant’da alırlık nesne­ ra kendiliğindenleşir. Piyanisti dü­
lerin uyanlarından deneysel bilgi­ şünelim! Sonunda o güvenli bir bi­
nin ilk gereçleri olan sunumları el­ çimde, şaşmaz bir biçimde alışkan­
de etme durumunu karşılar. Kant’a lık kazanır.” Alışkanlık koyuldukça
göre sunumlar alma yetisi (sunum­ sözkonusu eylem istemdışı olma­
larla ilgili alırlık) bir nesneyi sunum­ ya başlar, artık onu gerçekleştirmek
lar aracılığıyla tanıma yetisinin (kav­ için istemek gerekmez. “Günay­
ramların kendiliğindenliği) karşıtı­ dın” diyene hiçbir karar oluşturma
dır. Kant şöyle der: “Sunumların gereği duymadan “günaydın” de­
çeşitli öğeleri tümüyle duyulur olan riz. H enri D elacroix şöyle der:
yani alırlıktan başka bir şey olma­ “Alışkanlık, öncesel düzenekler te­
yan bir sezgide verilmiş olabilirler; meli üzerinde, doğa ve yatkınlıklar
buna karşılık bu sezginin biçimi su­ temeli üzerinde iş görür. O, yaşa­
numlar alma yetimizde a priori ka­ mın büyük çıkarlarıyla korunur ve
labilir, gene de bu biçim öznenin yönlendirilir. Bu görünüşte meka­
etkilenme biçiminden başka bir şey nik ve kör güç, öznenin tüm duy­
değildir.” (Bk. SUNUM) gusal ve düşünsel eğilimlerine iş­
ler.” Alışkanlıklann bedensel uyum­
A L IŞK A N L IK (lat. habitudo\ fr. la ilgili olanına biyolojik alışkan­
habitude; alm. Gewohnheit; ing. lık, düşünsel ve duygusal uyumla
habit). Yinelenen edimlerle belli bir ilgili olanına ruhsal alışkanlık di­
yatkınlık ve belli bir davranış biçi­ yoruz. Bir sarhoşun gece evinin yo­
mi kazanma durumu. Alışkanlık lunu aramadan bulması biyolojik
yavaş yavaş sağladığı uyum kolay­ alışkanlıkla, bir öğrencinin her ak­
lıklarıyla insanı dünyayla uyarlı iliş­ şam eski derslerine göz atmadan
kiler içine koyarken onu edilginleş- yatağa girmemesi ruhsal alışkan­
me tehlikesiyle karşı karşıya bıra­ lıkla ilgilidir. Özdeş ya da benzer
kır. “Alışkanlık daha önce yapılan etkenler, eşit ya da hatta değişik
bir eylemi daha önce yapılmış ol­ aralıklarla varlığımızı tuta tuta bizi
duğu için yeniden yapma eğilimi­ belli bir yatkınlığı kazanmaya, belli
dir” diyen Camille Melinand alış­ bir davranış biçimini edinmeye yö­
kanlıkta kolaylık, çabukluk ve gü­ neltirler, alışkanlık böylece oluşur.
ven olmak üzere üç koşul belirler Alışkanlık, yinelemelerin etkisiyle
ve şöyle der: “Başlangıçta artan bir belli bir uyum düzeyine ulaşmak ve
kolaylıkla davranılır; önce dikkat orada kalmak demektir. Alışkanlık­
için çaba göstermek gerekir, sonra lar oldukları gibi de kalabilirler, yer­
buna gerek kalmaz, eylem hiçbir lerini daha gelişmiş alışkanlıklara da
engele uğramadan gerçekleşir; ken­ bırakabilirler. Çok kötü yüzen biri­
di başına yapılır. Aynı zamanda ne iyi yüzme alışkanlığı kazandırı­
çabukluk kazanılır. Devinim başta labilir. En kolayı yüzme bilmeyen
ALIŞKI

kişiyi yüzücü olarak yetiştirmek­ lar. Alışkılar ve görenekler sözko-


tir; alışkanlıkları bırakmak alışkan­ nusu ürünlere katılırlar, onları ko-
lıklar edinmekten zordur. Ustalaş­ şullarlar, bir bakıma onları yaratır­
manın temelinde de biyolojik ve lar, onları da içine alan gelenekler
ruhsal alışkanlıklar yatar. Keman bütünü içinde halkların davranış
çalışan kişi hep daha yetkin davra­ özelliklerini belirlerler; ülkelerde ya
nışları daha az yetkin davranışların da bölgelerde, toplumlarda ya da
yerine koymaktadır. Alışkanlıkları toplum katlarında görülen davra­
atmanın zorluğu bizi onların yerine nış özelliklerine karşılık olurlar. Alış­
yenilerini koymak zorunda bıraka­ kılar, toplumsal alışkanlıklar olmak­
bilir (sigarayı bırakan kişinin badem la, insanların hep birlikte neden böy­
şekeri yemesi gibi). Alışkanlıklar le yaptıklarını ve neden öyle yap­
yaşamımızda önemli bir yer tutar. madıklarını açıklarlar. Onlar bir an­
Aziz Augustinus şöyle der: “Alış­ lam da halkın duygu ve düşünce
kanlık ikinci doğadır.” Mark Twa­ dünyasıyla ilgili doğrulardır. Buna
in alışkanlıklardan yavaş yavaş kur­ göre alışkılar araştırması toplum­
tulmayı önerir: “Bir alışkanlıktan sal değerler ayrıştırması olmakla
kurtulmak onu pencereden fırlat­ budunbilimin, budunbilgisinin ve
makla olmaz, onu basamak basa­ halkbilimin kökeninde yer alacak­
mak aşağıya indirmek gerekir.” Wil­ tır. Alışkı toplumsal kalıp davranış­
liam James alışkanlığı toplumsal ların hem kendisi hem etkin nede­
yaşamın dayanağı sayar: “A lış­ nidir. O gerçekte her türlü toplum­
kanlık toplumun en büyük daya­ sal davranışın ilk belirleyenidir. Yal­
nağıdır, onun en değerli koruyucu nız yapıtlara, sanat-zanaat ürünle­
etkenidir.” Bazıları alışkanlığın da­ rine değil, göreneklere de içeriğini
ha çok kötü eğilimlerle ilgili oldu­ hatta biçimini kazandırır. David Hu-
ğunu benimser. Oscar Wilde şöyle me alışkıyı “insan yaşamının en bü­
der: “İnsan en kötü alışkanlıklarını yük yol göstericisi” sayar. Augus-
bile acımadan bırakamaz, belki en tinus’çu Pascal şöyle der: “Alışkı
çok acıyarak bıraktıkları en kötü ikinci bir doğadır, birincisini yıkar.”
alışkanlıklarıdır.” (Bk. EĞİTİM) Bazı yazarlar alışkılarda alışkanlı­
ğın tehlikelerine benzer tehlikeler
A L IŞK I (lat. consuetudo'dan es­ bulurlar. Voltaire şöyle der: “İnsan­
ki fr. costume, coustume; fr. cou­ lar masum nedenlerle saçmasapan
tume; aim. Brauch', ing. custom). alışkılara sahip olurlar.” Ona göre
Halkların davranış özellikleri. Birey­ alışkı insan yaşamının en belirleyi­
sel kalıp davranışlara alışkanlık, top- ci yanını ortaya koyar: “Alışkı im­
lumsal kalıp davranışlara alışkı di­ paratorluğu doğa imparatorluğun­
yoruz. Alışkılar göreneklerle ve sa- dan daha büyüktür. Görenekleri içi­
nat-zanaat ürünleriyle birlikte tarih­ ne alır, evrenin alanına çeşitliliği ya­
sel boyut içinde geleneği oluşturur­ yar. Doğa onda birliği ortaya ko­
AMAÇ

yar. Alışkı her yerde az sayıda de­ yüklemi aynı olan biri tümel olum­
ğişmez ilke belirler, buna göre te­ lu biri tikel olumlu ya da biri tümel
mel her yerde aynıdır ve kültür de­ olumsuz biri tikel olumsuz iki öner­
ğişik m eyvalar verir.” P ascal’ın menin karşılıklı durumu. “Tüm ke­
çağdaşı Etienne de laBoetie alışkı­ diler etoburdur”. “Bazı kediler eto­
nın tehlikesini çok açık bir özde­ burdur” / “Hiçbir kuş dört ayaklı
yişle duyurur, “Köleliğin ilk nedeni değildir”. “Bazı kuşlar dört ayaklı
alışkıdır” der. Kısacası, alışkı top­ değildirler”.
lumsal yaşamın özüdür, ruhbilim-
sel kökenidir, ayrıca kültürün te­ A LTK ARŞIT (fr. subcontraire;
melindeki ilkeler bütünüdür; ya­ alm. subkontrâr; ing. subcontrary).
şamda etkin otarak vardır, ancak Konusu ve yüklemi aynı olan biri
ağırlığını her an duyurmaz. Alain tikel olumlu öbürü tikel olumsuz iki
şöyle der: “Alışkı ruhu sıkmaz. Ne­ önermenin karşılıklı durumu: “Ba­
den? Çünkü onay istemez.” Alışkı zı madenler katıdır”, “Bazı maden­
kişilerin davranışlarında dışlaşırken ler katı değildir”.
çeşitlilenir ve öznel özellikler kaza­
nır, sanatta da özel özelliklere bü­ ALTYAPI (fr. infrastructure’, alm.
rünür. Yaşam biçimlerinin değişme­ Infrastruktur, ing. infrastructure).
siyle alışkı lar dönüşüme uğrarlar ya Düşünce etkinliklerini belirleyen
da yerlerini başka alışkılara bıraka­ üstyapı alanına karşılık iktisadi et­
rak dağılırlar. (Bk. GELENEK, GÖ­ kinlikler alanı. Bu kavram özellikle
RENEK) Marx’çı düşünceyle ilgilidir ve üre­
tim ilişkilerinin bütününü kapsar.
ALTAKOYM A (fr. subsomptiorr, Üstyapı ve altyapı biri maddesel
alm. Subsumtion; ing. subsumpti- dünyanın yansısı öbürü onunla il­
on). Bir kavram altında toplama. gili etkinliklerin tümü olmakla in­
Bireyi türe, türü cinse bağlama ya san yaşamının iki ayrı yüzünü oluş­
da özel bir durumu bir yasaya bağ­ turur. İktisadi olaylar yaşamı belir­
lama. leyen olaylar olarak değerlendirilir­
ken düşünce dünyası yaşamı dö­
ALTASIRALAM A (fr. subordi- nüştürebilen bir güç olarak düşü­
nation; alm. Unterordnung', ing. nülür. Buna göre her iki alan bir
subordination). Türün cinse, bir bütünün iki ayrı görünümü olmak­
kavramın daha geniş kapsamlı bir la ortak bir etkileşim alanı oluştu­
kavrama bağlanması. rur. (Bk. ÜSTYAPI)

A LTBİLİNÇ. Bk. BİLİNÇALTI. A M AÇ (fr. but", alm. Ziel\ ing.


target). Ulaşmak üzere öngörül­
A LT IK (fr. subalteme; alm. su- müş olan. Goethe şöyle der: “Bir
baltem; ing. subaltem). Konusu ve gün bizi bir amaca ulaştıracak olan
AMNEZİ

adımlar atmak yetmez, her adım ay­ labın üstüne bir bebek konulmuş
nı zamanda bizi ileriye yönelten bir olduğunu anladığımız anda eylemin
amaç olmalıdır.” İnsan her durum­ amacı belirlenmiş olur, böylesi bir
da am açlan olan bir varlık olarak devinim açıklık kazanır. Genel ola­
düşünülür; onun dünüyle ve bugü­ rak amacı anlaşıldığında bir insanı
nüyle koşullanmış bir yarım var­ anlamak çok kolaydır” (Herta Org-
dır. O bu amaçlara ulaşmak için her ler). Buna göre her insan bir ama­
zaman bir takım araçlar kullanacak­ ca yönelerek aşağıdan yukarıya
tır. Amaçların insana yaraşır oluşu doğru atılımlar yapar, A dler’in de­
araçların niteliğiyle belirgindir; yük­ yişiyle “alt düzeydeki bir durum­
sek amaçlara kötü araçlarla ulaşa­ dan üst düzeydeki bir duruma ge­
nlayız. Önemli olan amacın araç­ çer”. İnsan eyleminin amaçlarını in­
larla, araçların amaçla uyumlu ol­ celemeye yönelen araştırma yön­
masıdır. Charles de Gaulle şöyle temi amaçsalyöntem, insan eylem­
der: “Am açla araçlar arasındaki lerinin nedenlerini ortaya koymaya
uyum bozuldu mu dehanın bileşim­ yarayan araştırma yöntemi de ne­
leri boş olur.” İnsan amaçlarını ger­ densel yöntem diye adlandırılır. (Bk.
çekleştirirken tüm maddi ve ma­ EREK)
nevi güçlerini ortaya koyar ve amaç
genelde yaşamın anlamı durumu­ AM NEZİ. Bk. BELLEKYİTİMİ.
na gelir. Amaç sorununu ruhsal dü­
zeyde en geniş çerçevede Adler in­ AM PİRİZM . Bk. DENEYCİLİK.
celedi. İnsanın bilgisi adlı kitabın­
da Adler uyum sorununun sıkı sı­ AN (yun. nyn\ lat. instantia; fr.
kıya bir amaca yönelmeyle belir­ instant, moment', alm. Augenblick,
gin olduğunu savundu. Ona göre Moment', ing. instant, moment). En
amaçsız bir ruhsal yaşam sözko- kısa süre. An boyutsuz bir belirle­
nusu değildi: “İnsan ruhunun ya­ nimde kendini duyurur, buna göre
şamı bir amaçla belirlenmiştir. Hiç­ uzunluğu olmayan bir parça, hatta
bir insan önündeki bir amaçla be­ bir nokta olarak, bölünmez bir bü­
lirlenmedikçe, koşullanmadıkça, sı­ tün olarak sezilir.An, zamanın en
nırlanmadıkça, yönlendirilmedikçe küçük parçası olarak düşünülebilir.
düşünemez, sezemez, isteyemez, (BkZAMAN)
hatta düşleyemez.” Demek ki her
insanın zorunlu olarak bir amacı ANA ERK İL. Bk. AİLE.
vardır. Bir insanın eylemlerini ya da
kim olduğunu kavrayabilmek için ANALİZ. Bk. AYRIŞTIRMA.
onun amacını ortaya koyabilmek
gerekir. “Örneğin bir dolaba tırma­ A N A LO Jİ. Bk. BENZEŞİM.
nan bir çocuk gördüğümüzde bu
çabanın nedenini anlayamayız. Do­ ANARŞİ. Bk. KARGAŞA.
ANLAMBİLİM

ANI (fr. souvenir; alm. Erinne- göstermesi. Anımsama Platon’cu


rtmg', ing. remembrence). Bellekte bilgi kuramının temel kavramların-
b ir yaşam d e n e y in d e n kalan dandır. Platon’a göre bizim ortaya
izlenim. Bellekte saklanılan izlenim­ koyduğumuz doğru bilgiler eski bil­
ler, imgeler, fikirler. Geçmiş deney­ gilerimizin ya da doğuştan bilgile­
lerden bizde kalan ve zihinde yeni­ rim izin anım sanm asına dayanır.
den kendini gösteren ya da göste­ Düşünülür dünyada gerçek gerçek­
rebilecek her şey anıdır. Herhangi liklerin, İdea’larm bilgisine ulaşan
bir anının bilinç alanına çıkması çok ruh, bu dünyada yani duyulur dün­
zaman bir çağrıştırıcı etkiyle olur: yada bir bedene girdikten sonra
karşıdan gelen kırmızı pantalonlu sözkonusu öncesel bilgilerini anım­
çocuk bana yeğenimi anımsatır. Bu sar ya da anımsayarak dışlaştırır.
da bize anının bağımsız bir olgu Bu arada duyulur dünyanın bu
değil şim di’nin koşullarına göre İdea’lara göre kurulmuş nesneleri
hep yeniden kurulan bir bilinç öğesi de bir ölçüde anımsatıcı bir etkinli­
olduğunu gösterir. Bu yüzden anılar ğe sahiptir. (Bk. ÜLKÜCÜLÜK)
hiç de güvenilir nesneler değillerdir,
onlar bilinç koşullarım ıza göre ANİM İZM . Bk. CANLICILIK.
sürekli değişim gösterirler. Berg­
son felsefesinde arı anı (fr. sou­ A N LA M BİLİM (fr. sémantique;
venir pur) bilinç dışında süren geç­ alm. Sem antik; ing. semantics).
miştir. Bergson şöyle der: “İmge­ Dilbilimin sözcük anlamlarıyla ilgi­
de etkinleşmiş anı arı anıdan derin­ li bölümü. Anlambilim özellikle söz­
den derine ayrılır.” / Euripides: cüklerin çeşitli anlamlar kazanışıy­
“Geçmiş sıkıntıların anısı güzeldir.” la ilgili tarihsel araştırmadır. Anlam­
/ Saint-Marc Girardin: “Halklar da bilim biçimsel araştırmaya yönel­
tek tek kişiler gibi tutkularıyla, mez, ses düzenini de araştırmaz,
anılarıyla, aynı zamanda çıkarlarıyla yalnızca anlamı ve anlamın tarihsel
devinime geçerler.” / Victor Hugo: gelişimini ele alır. Anlam bilim i
“Gölgede uyuyan sensin, ey kutsal 1883’de kuran M. Bréal onu bir
anı!” “Pişmanlıklara komşu, anı anlamlar araştırması olarak düşün­
gibi.” / Charles de Montalambert: müştür, sözcüğün tarihsel boyut
“ Ş im dinin bilinci utanç verici içinde oluşmuş değişik anlamları­
o ld u ğ u zam an g eçm işin anısı nın kanşlaştınlmasıyla ilgili bir araş­
yalnızca tedirginlik verir.” (Bk. tırm a olarak belirlem iştir. Daha
BELLEK) sonra Ferdinand de Saussure bu
bilimi eşzamanlı anlambilim ve ay-
ANIM SAM A (yun. anamnesis', nzamanlı anlambilim olmak üze­
lat. reminiscentia; fr. réminiscen­ re ikiye ayırmış, birinciye bir dizge
ce', alm. Anamnese', ing. reminis- ya da bir yapı içinde bir sözcüğün
cense). Anıların zihinde kendini anlamım araştırma işini yüklerken,
ANLATIM

İkinciye bir sözcüğün tarihsel an­ doğrudan doğruya organıyla sınır­


lamlarını evrim çizgisi boyunca in­ lanmış değildir; bu orta terim aynı
celeme yükümlülüğünü vermiştir. zamanda yüzün ve genel görünü­
Yapısalcı anlambilim, eşzamanlı an- mün devinimidir, biçimidir, doğru­
lambilim kavrayışından doğmuştur. dan doğruya etkinlik ortaya koyma­
(Bk. DİL, DİLBİLİM) yan devinim ve biçimidir.” Hegel iç’i
görünür olan görünmez diye tanım­
ANLATIM (lat. expressio\ fr. exp­ lar. (Bk. DİL, DİLBİLİM, SANAT)
ression; aim. Ausdruck', ing. expres­
sion). Düşünceleri ve duyguları ANLAYIŞ (fr. m entalité; alm.
sözle ya da davranışla dışa vurma Mentalität, Geistesrichtung', ing.
eylemi ve bu eylemle ilgili kişisel mentality). Bir bireyin düşüncele­
özellikler toplamı. Anlatım, düşün­ rini ve davranışlarını belirleyen
celeri ve duygulan başklarma ulaş­ inanç öğeleri toplamı. Bireyin orta­
tırma aracıdır. Buna göre genel ola­ ya koyduğu düşünceler ve davra­
rak bir kişinin, özel olarak bir sanat nışlar, kaynağı elbette toplumda
yapıtının dışlaştırma biçimlerini kar­ olan bir takım inançlarla, görüşlerle
şılar. Hegel anlatım konusunu Ru­ ya da önyargılarla koşullanmıştır.
hun olgubilimi'nde geniş olarak ele Bu yüzden anlayışlar bireysel özel­
alır. Anlatım, bedenin ortaya koy­ likler gösterseler de gerçekte toplu­
duğu işaretlerle gerçekleşir. İşaret mun, hatta toplumda bir kesimin,
bir içsel özelliği ya da içsel etkinliği örneğin bir sınıfın ya da bir meslek
dışlaştıran şeydir. Anlatım bedende topluluğunun özelliklerini yansıtır­
ya da organda dışlaşır. Hegel dışla lar. Yalnız bireylerin değil, topluluk­
için ilişkisini ele alırken şöyle der: ların da anlayışından sözedilebilir.
“Yalnızca organ olarak bu dış içi gö­ İlkel in san ın a n la y ışı uygar
rünür kılar ve ondan başkası için insanınkinden oldukça ayrıdır.
bir varlık yaratır, çünkü organda İlkellerde bizim düşüncemize temel
kendini gösteren iç tam anlamında olan özdeşlik ilkesi yoktur. Lucien
etkinliktir.” Hegel’e göre “Dil ve iş Lévy-Bruhl bu konuda şunları
bireyin artık kendini kendinde ko­ sö y ler: “ İlk el a n la y ışın o rtak
ruyamadığı ve kendine kendinde sa­ sunumlarında, bizim için anlaşılır
hip olamadığı dışlaşmalardır.” Buna olm ayan bir biçim de nesneler,
göre organ içle dış arasında bir orta varlıklar, olgular hem kendileri hem
terim gibi düşünülebilir. Birey ken­ k e n d ile rin d e n b aşk a b ir şey
dini iki biçimde dışa açar. Biri bede­ olabilirler.” (Bk. İNANÇ, KAVRA­
niyle, öbürü yazgısıyla yani dünya­ YIŞ)
da yapıp ettikleriyle yani yapıtlany-
la. “Aynı zamanda içe dönmüş olan A N LIK (fr. entendement, intel­
bu orta terim dışlaşma olarak belir­ lect', alm. Verstand, Intellekt', ing.
24 lendiğine göre, onun varlığı işlemin understanding, intellect). Anlama
ANLIK

yetisi. Skolastik felsefenin intel- na tanıtan özellik odur.” Buna göre


lectus terimiyle karşıladığı bu kav­ Descartes’da anlık anlama yetisi­
ram modem felsefede ayrı dillerde ni, istemse yargıda bulunma yeti­
ayrı karşılıklar bulmuştur. Leibniz sini karşılar. Bizi eyleme yönelten
şöyle der: “Anlık, Latinlerin irıtel- istemimizdir. Spinoza’da anlık doğ­
lectus dediği şeye karşılıktır.” Aris- ru kavrama yetisi olarak belirlenir,
toteles’de örtülü olarak, onun bilgi tartışma yetisi olan ustan ayrı ele
kuramını temel alan skolastik dü­ alınır. Malebranche’da anlık edil-
şüncede açık olarak etkin anlık gindir, zihnin çeşitli fikirleri alma­
(lat. intellectus agens) ve edilgin sıyla ilgilidir. Malebranche şöyle
anlık (lat. intellectus patiens) ay­ der: “İnsan zihni maddesel ya da
rımı vardır. Edilgin anlık zihnin alı­ uzamlı olmadığından doğal olarak
cı yanını, duyu verileri alabilme gü­ basit, bölünemez, herhangi parça­
cünü karşılarken, etkin anlık zih­ ların birleşmesiyle oluşmuş olma­
nin bu somut deneysel verilere gö­ yan bir tözdür; bununla birlikte on­
re fikirler oluşturabilme gücünü da anlık ve istem diye iki yeti ayır­
karşılar. Etkin anlık duyumdan ge­ mak alışkanlık olmuştur. (...) Mad­
len imgeleri ayrıştırır, fikirler oluş­ de ya da uzam kendinde iki özelliği
turur, türleri belirler. Abelardus an­ ya da iki yetiyi barındırır. Birinci
lıkla ilgili araştırmayı, anlığımızda yeti değişik biçimler alma yetisidir,
yansıdığı biçim inde evrenseller İkincisi devinme yetisidir. Bunun gi­
araştırması olarak anlar. Descartes bi insan zihni de iki yetiyi barındı­
için anlık, isteme karşıt olarak, ge­ rır; birincisi anlıktır, birçok fikir’i
nel sunumların alanıdır, duyulara almayetisidiryani birçok şeyi edin­
karşıt olarak da genel fikirler orta­ me yetisidir; İkincisi istemdir, bir­
ya koymak ve bu fikirler üzerine çok eğilimi alma yetisidir ya da de­
usavurm alar yapmakla sınırlıdır. ğişik şeyler isteme yetisidir.” Ger­
“Tüm düşünce biçimlerimiz iki ge­ çekçilikte uç noktaya ulaşan Loc-
nel biçime götürülebilir, bunlardan ke için “anlıkta daha önce duyum­
biri anlıkla kavramaya, öbürü is­ larda bulunmayan hiçbir şey yok­
temle belirlemeye dayanır.” Buna tur”. Leibniz de anlığı kavrama ye­
göre anlık fikirlere yönelir, fikirler tisi olarak anlar: “Kavramagücü bi­
sınırlı olduğuna göre onun işi de zim anlık diye adlandırdığımız şey­
sınırlıdır. Anlık, fikirleri aydınlık ola­ dir. önce fikirlerin algısı, sonra işa­
rak belirlemekle yükümlüdür. Oy­ retlerin anlamlarının algısı, daha
sa istem sonsuzdur. “Bende çok bü­ sonra da fikirlerimizden bazıları ara­
yük olduğunu gördüğüm, ondan sında bulunan uyarlılıkların ve uyar­
daha geniş ve daha uzamlı hiçbir sızlıkların algısı vardır.” Kant’da an­
şeyin fikrini kavramadığım istem lık bir yargılama yetisi olarak alır­
var yalnızca; öyle ki Tanrı’nın im­ lıkla yani duyarlılıkla karşıtlaşır.
gesini ve benzerliğini taşıdığımı ba­ “Anlık genel anlamda bilgiler yeti­
ANSİKLOPEDİ

sidir” der Kant. Ona göre anlık de­ ler sözlüğü) adlı ünlü yapıt da kı­
neyin verilerini kategoriler aracılı­ saca Ansiklopedi diye anılır. Bu an­
ğıyla bilgiye dönüştürür: 1. “Tüm siklopedi İngiliz Chambers’m Cyc-
anlığın bilgisi, en azından insan an­ lopaedia adlı yapıtının fransızcaya
lığının bilgisi kavramlara dayalı bir çevrilmesi düşüncesinden doğmuş­
bilgidir, sezgisel bilgi değil gidimli tur. D enis D id e ro t ark ad aşı
bilgidir.” 2. “Anlığın tüm edimleri­ d ’A lem bert’in yardımıyla baştan
ni yargılara indirgeyebildiğimize sona özgün bir yapıt ortaya çıkar­
göre, anlık genel olarak bir yargı­ dı. Devrimci düşüncelerin ustaca
lama yetisi diye düşünülebilir.” 3. öne çıkarıldığı bu yapıt 1751’den
“Sezgi duyularla ilgilidir. Düşün­ sonra yayımlanmaya başladı ve ku­
mek sunumları bilinçle birleştirmek­ rulu düzenin çeşitli baskılarına uğ­
tir. (...) Sunumların bir bilinçte bir­ radı. Bu yapıta emeği geçenler ara­
leştirilmesi yargıdır. Öyleyse dü­ sında Voltaire, Montesquieu, Ro­
şünmek yargılamaktır.” Schopen­ usseau, H e lv é tiu s, C o n d illac ,
hauer sezgisel sunumları yeter ne­ d ’Holbach da vardır. Ansiklopedi
den ilkesine bağlı olarak birleştir­ bir bakıma tümüyle Diderot’nun ya­
me yükümlülüğünü anlığa verir, bu­ pıtıdır. A n siklo p ed ik bilgi tüm
na karşılık usu soyut kavramlar bilim leri ya da bilgi alanlarını
oluşturma, bu kavramları yargılar­ içermeye yönelik bir bilgilenme
da biraraya getirme yetisi olarak an­ çabası içinde elde edilebilen bilgidir.
lar. (Bk. DÜŞÜNCE, İZLENİM, Bu tür bir bilgi b ilin ç te öbür
SEZGİ, SUNUM, US, YARGI) bilgilerle tutarlı ya da dizgesel bir
bütün oluşturm aksızın bellekte
A N S İK L O P E D İ (fr. e n c y c ­ yalıtık bir biçimde yer alır ve böyle
lopédie; alm. Enzyklopädie', ing. o lm ak la d ü şü n ce a ç ısın d a n
encyclopedia). Bir bilimin, bir sa­ verimsizliğiyle belirgindir. Başta
natın, bir bilgi alanının tüm bilgile­ Rabelais olm ak üzere rönesans
rini bir dizge içinde bir araya geti­ aydınlan büyük bir bilgi açlığı içinde
ren yapıt. Yunancada enkyklios pa- ansiklopedik bilgiye yakın oldular.
ideia bütünsel öğretim anlamına ge­ D aha sonra M ontaigne bilgide
lirdi. Sonraları ansiklopedi bütün­ niceliğin değil niteliğin önem li
sel bilgiyi belli bir dizge içinde ve­ olduğunu bildirdi. (Bk. AYDIN-
ren kitapların sıfatı oldu. Fransa’da LANMACILIK)
1745’de Diderot’nun Descartes’çı
bir anlayışla (ayrıştırıcı ve eleştiri­ ANTİNOM İ. Bk. ÇATIŞKI.
ci bakış, yöntemli olma kaygısı) ha­
zırlamaya başladığı Dictionnaire A N TR O PO M O R FİZM . Bk. İN-
raisonné des sciences, des arts et SANBİÇİMCİLİK.
des métiers (Ussal açıdan düzen­
lenmiş bilimler, sanatlar ve meslek­ A PA Ç IK LIK ( lat. evidentia; fr.
ARACILIK

évidence', alm. Evidenz; ing. evi- Blödsinnigkeit', ing. idiocy). Zeka


dence). Bir doğrunun zihinde bir geriliğinin en ileri derecesi. Aptal­
anda görünmesi. Apaçıklık bir fik­ ların zihin yaşı 3 dolaylarındadır.
rin zihinde tam belirgin bir biçim­ Aptallar ya hiç konuşmazlar ya da
de, doğruluğu tartışılmayacak bir çok ilkel bir biçimde bazı şeyler söy­
biçim de kendini gösterm esidir. lerler. Sık sık yüzlerini buruşturur­
Apaçık doğrular anlatımlarını apa­ lar, kendilerini koruyamazlar, ken­
çık önermelerde bulurlar. Apaçık­ dilerine bakamazlar, bu yüzden sü­
lık sözkonusu olduğu yerde gidimli rekli bakım ve gözetim gerektirir­
düşünceden çok sezgisel düşünce­ ler. Aptallık ciddi bedensel eksik­
ye dayanan dolaysız bir aç/nım söz- liklerden kaynaklanır. Boy kısalığı,
konusudur. Bu dolaysızlık herhan­ kafatası biçimsizliği belirgindir. Yüz
gi bir önermenin doğruluğunu tar­ genellikle bakışımsızdır, hayvani bir
tışmasız onaylamamızı sağlar. An­ görünüm ortaya koyar. Gözlerde,
cak bizim bir önermeyi apaçık di­ kulaklarda, dişlerde anormallikler
ye belirlememiz yetmez, o önerme­ görülür. Aptallar devinim zorluğu
nin başkalarına da apaçık görün­ çekerler, yarı açık ağızlarından sal­
mesi gerekir. A lışkanlıkların ve ya akıtırlar, çok zaman çatal bıçak
duyguların etkisiyle her zaman bir tutmayı beceremezler, yemek yer­
önyargıyı apaçık bir önerme ola­ ken ortalığı kirletirler, utanma duy­
rak belirleyebiliriz. Sezginin bizi ya­ gusu duymazlar ve mastürbasyon
nıltmasıdır bu da. Apaçıklık fikri ge­ tutkusu gösterirler, zaman zaman
çek anlamda ilk olarak Descartes karşı cinsten kişilere saldırırlar. Ge­
felsefesinde anlatımını buldu. Des- ne de onları bir ölçüde düzene ve
cartes’a göre apaçıklık bir fikrin temizliğe alıştırmak olasıdır. (Bk.
doğruluğunun ölçütü ya da kanıtı­ AHMAKLIK, ALIKLIK)
dır. Leibniz’e göre apaçıklık daha
çok fikirler arasındaki ilişkilerin ni­ A R A C IL IK (lat. mediatio', fr.
teliğiyle ilgili oldu. Buffon şöyle der: médiation', alm. Vermittlung-, ing.
“Soyut bilimlerde tanımdan tanıma m édiation). İki terim arasında
geçilir, somut bilimlerde gözlemden uyum sağlama ya da ilişki kurma
gözleme geçilir. Birincilerde apaçık­ durumu. Aracılık genel olarak bir
lığa, İkincilerde kesinliğe ulaşırız.” olgunun iki olgu arasında yer alma­
(Bk. AÇIK, SEÇİK) sı ve bir dönüşümde geçiş evresini
oluşturmasıdır. Aracılık kavramı
“ A P O S T E R İO R İ” Bk. SON­ Hegel’ci felsefede savla bileşim ara­
SAL. sında yer alan ara evreyi, karşısavı
belirler. H e g el’e göre aracılık
“A P R İO R İ” Bk. ÖNSEL. özneyle nesne, sonluyla sonsuz, za­
manla ölümsüzlük arasındaki iliş­
A P T A L L IK (fr. idiotie', alm. kidir. Hegel şöyle der: “Aracılık ken-
ARAÇÇILIK

di için olan ben’in bir anıdır, tam ciliğin başlıca savunucusu Nicolas
tamına olumsuzlamadır.” M arx’çi de M alebranche’dır. B una göre
felsefede aracılık bir etkin-lik ya da Tanrı tek gerçek nedendir. Tan­
oluşum anlamı kazanır, buna göre rı’dan başka etkin neden yoktur.
örneğin insanla dünya arasında ara­ “Tüm yaratıklar Tanrı’ya dolaysız
cılık emekle sağlanmaktadır. (Bk. bir bağla bağlanmışlardır.” Nesne­
BİLEŞİM, KARŞISAV, SAV) ler ya da yaratıklar dünyasında yal­
nızca aranedenler vardır. Her şe­
A R A Ç Ç IL IK (fr. instrumentalis­ yin, bu arada eylemlerimizin nede­
m e; alm. Instrumentalismus\ ing. ni olan Tanrı herbiri bir araneden
instrumentalisme). Amerikalı prag­ başka bir şey olmayan doğal ne­
macı John Dewey’nin her kuramı denlerle kendi gücünü açmlamak-
eylem ve deney için bir araç sayan tadır. Demek ki dünyanın gerçekli­
ö ğ re tisi. D e w e y ’e göre insan ği Tanrı’da içerilmiştir, insan her
düşüncesi etkindir, dünyada yara­ şeyin bilgisine Tanrı’da ulaşabilir.
tıcı bir rol oynar. Her bilgi gelece­ Malebranche şöyle der: “Yaratılmış
ğe dönük bir bakış açısıdır. Tüm varlıkların fikirleri olmasaydı, Tanrı
kuramlar ancak eylem için önemli­ hiçbir şeyi yaratamayacaktı. Öyley­
dir ve ancak eylemde geçerli olu­ se fikirler Tanrı ’dadır.” “Tek bir et­
şuyla değer kazanır. Bu düşünce­ kin neden vardır, çünkü tek bir Tan­
de her zaman “bu yararlı mıdır?” rı vardır, tüm doğal nedenler ger­
ya da “bunun yararı nedir?” soru­ çek olmayan nedenlerdir, onlar yal­
su sorulacaktır. Araççıl ık bir tür de­ nızca aranedenlerdir, doğayı yara­
neyciliktir. (Bk. DENEYCİLİK, tanın şu ya da bu raslantıda şöyle
PRAGMACILIK) ya da böyle davranmasını belirler.”
(Bk. NEDEN, TANRI)
A R A N E D EN C İL İK (fr. Nocca-
sionalisme', alm. Okkasionalismus; A RDIL (fr. conséquent; aim. Kon­
ing. occasionalism). Dünyada ger­ sequent', ing. consequent). Neden­
çek nedenlerin değil de gerçek ne­ sel açıklamalarda ikinci öge, nede­
denlere bağlı ikincil nedenlerin et­ ne bağlı olan sonuç. İki önermeli
kin olduğunu öne süren öğreti. Kö­ mantıksal çıkarımda ikinci öner­
kü skolastiğe dayanan araneden me, önceli izleyen sonuç önermesi.
kavramı kendisi gerçek neden ol­ (Bk. ÖNCEL)
mamakla birlikte gerçek nedenin et­
kisiyle herhangi bir olayın gerçek­ A R I (lat. purus; fr. pur; aim. rein\
leşmesini sağlayan nedeni karşılar. ing. pure). Katışıksız olan. Kendin­
Aranedencilik dünyada yalnızca de yabancı bir şey barındırmayan.
aranedenlerin bulunduğunu, gerçek Arı, felsefede değişik anlamlarda
nedenlerin ya da etkin nedenlerin kullanılmıştır. Descartes’da duyu­
28 bulunmadığını ileri sürer. Araneden- larla ilgili olmayan bilgi arı bilgiydi.
ARTIKDEĞER

Kant, deneyle ilgisi bulunmayanı, değerleri yaratan sınıf olarak belir­


a priori’yle eşanlamlı olarak, arı ler. Ona göre değer sermayeci top­
ya da salt diye belirledi. Kant şöyle lumda işgücü niteliğinin artmasın­
der: “İçinde duyumlarla ilgili her­ dan başka bir şey değildir. İşçi üret­
hangi bir şey bulunmayan tüm su­ tiği değere sahip olamaz. Buna sa­
numları aşkın anlamda arı diye ad­ hip olanlar hammaddeye, paraya,
landırıyorum.” Art sanat: Estetik araç ve makinalara sahip olanlar­
kaygılardan giderek yalnızca biçim­ dır, işçinin işgücünü satın alabilen­
sel uyum a, biçim sel yetkinliğe lerdir. İşgücü kendi bedelinden da­
önem veren, içeriği ikinci planda ha çok değer üretir, çünkü işgücü
önemseyen sanat anlayışı. (Bk. US, gerçekleştiği zamandan daha uzun
USÇULUK) süre kullanılır. Bunu M arx’in ver­
diği bir örneğe göre şöyle açıkla­
ARINM A (yun. katharsis\ fr. cat- yabiliriz: Bir işçi, işgücünü sağla­
harsis; alm. Katharsis', ing. kathar- mak için günde altı saatte üç şilin-
sis). Ruhun tutkularından arınma­ lik iş çıkarabiliyorsa, sağladığı iş-
sı. Aristoteles’de, sanat yoluyla in­ gücüyle günde on iki saat da çalı­
sanda acıma ve korku duyguları şabilir. Bu ikinci altı saat artıkiştir
uyandırarak ruhu tutkulardan te­ ve artıkdeğere karşılıktır. “İplik iş­
mizleme yöntemi. Ruhbilimde, bas- çisi günde altı saatlik çalışmayla pa­
tınlmışlığıyla ruhsal karışıklıklara muğa kendi ücretinin tam karşılığı
yol açan anıları ve fikirleri bilinçte olan üç şilinlik bir değer ekliyorsa,
yeniden canlandırmaya, böylece bundan böyle pamuğa on iki ^aatte
onların kötü etkilerini silmeye da­ altı şilinlik bir değer ekleyecektir.”
yanan ruhsa) ayrıştırma yöntemi. Artıkdeğerin oluşması demek, iş­
A rındırm a yöntem ini 1880’den çinin ürettiği şeylerden pek az pay
sonra Breuer ve Freud uyguladı. alması, büyük payı sermayeciye ve
Bu uygulamalarda Freud ruhsal ay­ onun yardımcısı olan toprak sahi­
rıştırma ya da ruhayrıştırması yön­ bine bırakması demektir. Yeni bu­
teminin temellerini atmış oldu. (Bk. luşlar üretimin artırılması için ko­
ESTETİK, RUHAYRIŞTIRMASI) laylıklar sağlarken üründen işçiye
düşen pay pek artmadığı gibi çe­
A R T IK D E Ğ E R (fr. plus-value; şitli koşullarda azalabilir de. Artık-
alm. Mehrwert; ing. surplus value). değer oluşmasıyla zenginlik bir ke­
Üretilen malların değeriyle üretim simin elinde toplanmakta, tüketile-
için ödenilen işgücü değeri arasın­ meyecek kadar çok ürün birikir­
daki fark. A rtıkdeğer, özellikle ken kitleler daha da yoksullaşmak­
M arx’çı felsefeyle ilgili bir terim­ tadır. Bu da işçinin yaşamını saç­
dir. Değer kavramıyla işgücü kav­ ma ve değersiz kılmakta, işçiyi ya­
ramını birleştiren Marx işgücünü bancılaşm aya itm ektedir. (Bk.
bir meta sayarken işçi sınıfını tüm SERMAYE, YABANCILAŞMA)
ARZU

ARZU (fr. désir, alm. Begehrung, nun tarihinin bölümlerinden başka


Begehren; ing. désiré). Herhangi bir bir şey değildir. Arzu diyoruz, eği­
şeyi elde etme isteği. Arzu gerçek lim ya da yönelim demiyoruz. Eği­
ya da düşsel bir amaca yönelimdir. lim sözcüğü bulanık bir sözcüktür
Bu yönelim bilinçli bir yönelim ol­ ve çok zaman boştur”. “Bir arzu
duğu gibi kendiliğinden bir yönelim duyduğumuzda apaçık bir biçimde
de olabilir. Eğilimlerden beslenen iki durum kendini gösterir; ya arzu
arzu çok zaman istemle karşıtlaşır, gerçek bir eyleme dönüşür, bunun
bundan ötürü özgürlükle çelişen bir için engelin kaldırılm ış olm ası
güç olarak düşünülür. Flaubert’in yeterlidir. O zam an deyim y e­
Madam Bovary’yle ilgili şu cümle­ rindeyse arzunun tarihi bitmiştir;
si arzuların özgürlüğü nereye ka­ bundan eylem, haz, çeşitli sevinçli
dar kısıtlayabildiğim gösterir: “Hüc­ heyecanlar, belki de bir tutku do­
resinde dönüp duran mahkum gibi ğar. Ya da arzu gerçekleşemez, en­
arzularında dönüp duruyordu.” Ar­ gel varlığını sürdürür. O zaman ar­
zuların karşılanması her zaman tam zu giderilmiş olmaz, bastırılmış
bir doyum yaratmadığından ya da olur.” / G. Bachelard: “İnsan ge­
yeni arzuları kışkırttığından arzu reksinimin bir yaratısı değil arzu­
çok zaman bir aşırılık kaynağı ola­ nun bir yaratısıdır.” / S. Dali: “Ru­
rak düşünülür ve arzunun aşırı bi­ hun kültürü arzunun kültürüyle öz­
çimleri ahlak açısından mahkum deşleşecek.” / M. Proust: “Arzu
edilir. Arzular karşılandıklarında bir her şeyi çiçeklendirir, elde ediş her
boşluk duygusu yaratırlar. G. Thi- şeyi soldurur.” / J. Bertaut: “Elde
bon şöyle der: “Arzularımızın kar­ edilmiş iyilik iyilik değildir - Umut
şılanması onların boş olduğunu or­ öldü mü arzu da ölüverir.” / A.
taya çıkarır.” O. Wilde’m görüşü Chénier: “En büyük arzular en bü­
biraz daha katıdır: “Yaşamda iki tra­ yük güçlerden doğar.” / J. Miche-
jedi vardır, biri arzuları karşılama­ let: “Tanrı’nın arzularımıza koydu­
makla, öbürü de karşılamakla ilgi­ ğu sınırdan sıkıntı duyuyorum. Her
lidir.” Rousseau arzuları güçsüzlü­ kapının önünde durduruluyoruz,
ğün kaynağı olarak görür: “İnsa­ eşikten içeriye adımımızı atmadan.
nın güçsüzlüğü nereden geliyor? Her yerde bireysel varoluşların gi-
Gücüyle arzuları arasındaki eşitsiz­ rilmezliğiyle karşılaşıyoruz. Doku­
likten. Bizi güçsüz kılan tutkuları­ nuyoruz ama giremiyoruz.” (Bk.
m ızda, çünkü onları karşılayabil­ İSTEM, ÖZGÜRLÜK)
mek için doğanın bize verdiğinden
daha büyük bir güç gerekirdi.” / A ŞAĞILIKDUYGUSU (fr. sen­
C. Mélinand: “Duygusal yaşamın timent d ’infériorité', alm. Minder­
incelenmesi doğal olarak arzunun wertigkeitsgefühl, ing. inferiority
incelenmesiyle başlar. Çünkü tüm complex). Kendini küçük görme
heyecanlar ve tüm duygular arzu­ duygusu. Bu duygu bazen herhan­
AŞAĞILIKDUYGUSU

gi bir eksiklik (yoksulluk, boy kı­ doğal koşullarda aşağılık duygusu­


salığı) ya da sakatlıktan (kekeme­ nu aşmak için kendine göre top­
lik, topallık) gelir, bazen de görü­ lumsal tutumlar alır. Sanat öğreti­
nür herhangi bir nedeni yoktur. Me­ mi yapan okullarda öğrencilerin
lankolide, erken bunamada, çeşitli yüzde yetmiş beşinde göz bozuk­
ruhsal takılmalarda bu duygu özel­ luğu saptanmış olması bir organik
likle ortaya çıkar. Gerçekte aşağı- yetersizliğin her zaman aşağılık kar­
hkduygusu belli bir ölçüde her in­ maşığı oluşturmayacağını, tersine
sanda vardır diye düşünülür. O belli bir gelişime itki olabileceğini gös­
ölçü aşıldığı zaman hastalıklı görü­ termektedir. “Birçok şairde ve bir­
nümler ortaya çıkar. Bu duygunun çok ressamda göz bozukluğu ol­
ileri biçimlerinde aşırı kötümserlik duğu gibi büyük müzikçilerde ge­
ve çekingenlik kendini gösterir, ki­ nellikle işitme duyusu bozuktur”
şi giderek hiçbir sorununu çözemez (H. Orgler). Kişide bir organik ek­
ve hiçbir kişiyle sağlıklı ilişki kura­ siklik olabilir ya da kişi öyleymiş
maz olur, kendine güveni iyice azal­ gibi bir duyguya kapılabilir: her iki
dığı için bütün iyilikleri raslantılar- durumun ruhsal gelişim üzerinde­
dan bekler. Aşağılıkduygusu zaman ki etkisi aynıdır. Adler çocukları şı-
zaman aşırı ve saçma biçimlerde m artm anın da aşağılıkduygusu
dengelenir. Aşağılıkduygusu terimi­ oluşturduğunu gösterdi. Ona göre
ni ilk olarak Adler kullandı ve onun insanların çoğu çocuklarını şımar­
her insanda bulunduğunu bildirdi. tır ama bunun böyle olduğunu dü­
"İnsan olmak kendini aşağı duy­ şünmez. Şımartılmış bir çocukta
maktır” diyen A dler’e göre bu duy­ toplumsallık duygusu gelişmez,
gunun temelinde çocuğun büyük­ onun yerini bencillik alır. Anne çok
leri karşısında ve insanın doğa kar­ zaman çocuğunu dünyaya alıştır­
şısında güçsüzlüğü yatıyordu. Bu­ mak görevini yerine getirmez, ço­
na göre olağan aşağılıkduygusu cuğunu şımartarak kendini ondan
gerçekte insanı güçlü kılacak ya da kurtarır, böyle yapmakla onu top-
kılm ası gereken bir duyguydu, lumdışı bir duruma getirir. Ailenin
onun sorunlarını çözmesinde ko­ tek çocuğu ya da birinci çocuğu
laylıklar sağlayacaktı. Bu duygunun en çok şımartılır; tüm aile gözlerini
aşağılık karmaşığı diye adlandırıl­ ona dikmiştir. Şımartılan çocuğun
ması gereken olağandışı biçimleri geç yürüdüğü ve geç konuştuğu bi­
kişiyi her zaman engelleyecek ve linir. Şımartılan kişi hep almaya ça­
güçsüz kılacaktı. Aşağılık karma­ lışır ama vermeyi hiç düşünmez,
şığı Adler’e göre “Kişinin yaşam her zaman ilgi odağı olmak ister.
sorunlarını çözmekte yetersiz oldu­ Bununla birlikte yaşam karşısında­
ğuna inanışı”dır ve üç kaynaktan ki acemiliği onu aşağılıkduygusu-
beslenir: organik yetersizlikten, na iter. Sevilmeyen ya da özensiz
şımarıklıktan, özensizlikten. İnsan büyütülen ya da yoksunluklar içirt-
AŞIR1ANIMSAMA

de yetiştirilen çocuklarda da bu gin biçimde ayrılarak özgülleşen


duygu hastalıklı bir biçimde gelişe­ yalnızca cinsel aşktır. Tüm biçim­
cektir. A dler’e göre pek çok kişi leriyle ve tüm ölçüleriyle cinsel aş­
kendisinde aşağılıkduygusu olma­ kı yalnızca aşk diye belirlemek alış­
sından yakınır ve genellikle bundan kanlık olmuştur. Cinsel aşk ya da
ailesini ya da koşullan sorumlu tu­ yalnızca aşk düşünenlerin olumlu
tar. (Bk. BENCİLLİK, DENGELE­ olumsuz yargılarına uğrarken öbür
ME, YÜKSEKLİKDUYGUSU) aşklardan daha güçlü olduğunu be­
nimsetir. Filozoflar aşkta biri yırtı­
A Ş IR IA N IM SA M A (1fr.hyper- cı ya da yıkıcı (Eros), öbürü seve­
mnesie; alm. Hypermnesie\ing. hy- cen ya da yapıcı (Agape) olmak
permnaesia). Anımsama yetisinin üzere iki karşıt ilke belirlerler. Her
aşırı güçlenmesi. Aşırıanımsama aşk bu iki ucun dengesinde olumlu
anıların, hatta çoktan silinip gitme­ anlamını kazanır, sağlıksız aşk uç­
si gereken anıların bellekte tüm lardan birinin ağır basmasıyla ken­
canlılığını koruyarak bilinç alanın­ dini gösterecektir. Çılgınlıkta az da
da kendini göstermesidir. Aşırıa- olsa bir ussallık, aşkta az da olsa
nımsamada anılar çok zaman takıntı bir çılgınlık olacaktır. A gape’nin
yaratıcı ve usandırıcı olurlar. Ma­ E ros’a sığınm ası, E ros’un A ga­
nide ve sarada bu tür anımsamaya pe’ye baskın olması doğal görünür.
sık raslanılır. (Bk.MANİ) Aşk insansallaştırılmış cinselliktir,
bir doğal ortam olduğu kadar bir
A ŞIR ID U Y A R LILIK (ü.hyper- kültür ortamıdır. Aşkın kökeninde­
esthesie; alm. Hyperästhesie; ing. ki duygu eksiksiz adanmışlık duy­
hyperaestesia). Duyarlılığın aşırı gusudur. Bu adanmışlık ne iyiliktir
artması. Aşınduyarlılık olağan ölçü­ ne özveridir, yalnızca kendini kar­
leri çok aşan bir duygusal gerilimle şılıksız bırakıştır. Aşkın dışında mut­
ve buna bağlı olarak davranışlarda lak adanmışlık yoktur. İnsan yal­
olağandışı bir etkinlikle kendini gös­ nızca aşkta kendini sürüklenmeye
terir. Aşırıduyarlılığın çılgınlık bu­ bırakır. Buna göre aşk sonuçlanna
nalımına dönüştüğü sık görülür. göre tasarlanamayan, sonuçları göz
önünde tutularak gerçekleştirileme­
AŞK (fr. amour\ alm. Liebe', ing. yen şeydir. Aşkı göze alanlar bilin­
love). Bir kişiye ya da bir nesneye mez sonuçları da göz önüne almış­
tutkuyla yönelme. Aşk sevginin tut­ lardır. Öte yandan aşkta aşağılan­
kulu biçimidir. Filozoflar aşka çe­ maya kadar varan bir katlanma eği­
şitli yorumlar getirirken aşk çeşit­ limi kendini gösterir. Aşkta her za­
leri de belirlemişlerdir: evlat aşkı, man bir kendini ortadan silme ve
aile aşkı, yurt aşkı, görev aşkı, sevgiliyi yüceltme eğilimi vardır.
meslek aşkı, cinsel aşk vb. Bunlar Aşık kendini küçültür ya da en
arasında sevgi duygusundan belir­ azından küçültmeyi göze alır. Buna
göre aşktaki kölelik gönüllü köle­ çok sonucuyla ele alındığında dost­
liktir. Bir kültür ortamı olan aşk an­ luktan çok kini andırır” der. Bazıla­
cak değerlerle ayakta durabilir, çün­ rı da onu bir bilinmezlikler alanı ola­
kü o bir değerler diyalektiği üzeri­ rak değerlendirir. Petrarca bu bi­
ne kurulmuştur. Buna göre aşk bir linmezliği şöyle dile getirir: “Bu aşk
yaratıcılık ortamıdır, yaratma ve ya­ değilse benim duyduğum nedir?
ratılma ortamıdır. Başkasının varlı­ Aşksa, Tanrı adına, aşk ne olabi­
ğı, her şeyden önce de başkasının lir? İyiyse, etkisi neden böyle katı
bedeni benim için bir kültür nesne­ ve öldürücü? Kötüyse, neden bu
sidir. “K ültür nesnelerinin ilki, sarsıntılar pek tatlı geliyor?” Bazı­
öbürlerinin ondan ötürü varolduğu ları kadın ruhsallığıyla erkek ruh-
ilk kültür nesnesi bir davranış taşı­ sallığının aşkta değişik, hatta kar­
yıcısı olarak başkasının bedenidir” şıt tutumlar ortaya koyacak biçim­
der Merleau-Ponty. Başkasının be­ de ayrı yapılarda olduğunu benim­
deni bir davranışlar yumağı olarak ser. XII. yüzyılın ikinci yarısında
benim için bir anlamlar bütünüdür. yazılmış olan bir destan ya da ro­
Aşk bir buluşma alanı olduğu ka­ manda Aucassin ile Nicolette’de şu
dar bir başarısızlık alanıdır. Özne- satırları okuyoruz: “Erkeğin kadını
lerarası arı iletişim yoktur, aşkta da sevdiği gibi sevemez kadın erke­
yoktur. Beden saydam değildir, be­ ği. Çünkü kadının aşkı gözünde-
denin dili de yüzde yüz saydam de­ dir, m em esinin ucundadır,ayak
ğildir. Bu yüzden aşkta Sisyphos’u parmağının ucundadır; erkeğin aş­
düşündüren bir şeyler vardır. Her kı gönlünün en derinlerine dikilmiş­
ne olursa olsun aşk bir aşma alanı­ tir, oradan çıkamaz da.” Bunun ya­
dır, çok zaman ölçüleri olmayan öz­ nında aşkı sağlıklı insana yakıştıra-
gün bir yaratma alanıdır. Aşkta in­ mayanlar vardır: XIII. yüzyıl şair­
san insanı yaratır diyebiliriz. Bazı lerinden biri aşkı “düşüncelerin has­
düşünürler aşkın önemini abartır­ talanması” olarak niteler. Bazıları­
lar. A. de M usset “Aşk her şeydir” na göre aşk tek yönlüdür, iki kişi­
der. Dante aşkın güneşi ve öbür yıl­ den biri hep daha az sever. XVI.
dızları devindirdiğini söyler. Bazı­ yüzyıl fransız şairlerinden A. He-
ları aşkta ölçüsüzlüğü bir kaçınıl­ roöt şöyle der: “Bayanlar, size ke­
mazlık olarak görürler. Aziz Augus­ sin söylüyorum - Gerçek aşkın kar­
tinus’a göre “Aşkın ölçüsü ölçü­ şılıklı olduğu - Ne görülmüş ne de
süz sevmektir”. Bazılarının gözün­ görülecektir.” Kimileri aşkı tutkuyla
de aşk bir acı kaynağıdır, aşkta her gelen bilinç bulanıklığı gibi düşü­
şey açılıdır ve mutlu aşk olası de­ nürler. Platon “Aşkın gözü kördür”
ğildir. Aşkı önem sem eyenler de der. Bir çin atasözü şöyle der: “Aşk
vardır, kimilerine göre aşk işsizle­ tümüyle gözdür ama hiçbir şey gör­
rin işidir. Bazıları ona kuşkuyla yö­ mez.” Genellikle aşk gizlenemeye­
nelir. La Rochefoucauld “Aşk bir­ cek kadar güçlü bir tutku olarak
AŞKIN

belirlenir, eski bir yunan atasözü de PE, EROS, KISKANÇLIK)


sarhoşluğun ve aşkın gizlenemeye­
ceğini bildirir. Lope de Vega “Aşık­ A ŞKIN (fr. transcendant, alm.
ların nabzı gözlerinde atar” der. trarıszendent\ ing. transcenderıt).
Ovidius aynı görüşte değildir. “En Belli bir düzeyin üstüne geçen. Aş­
örtülü ateş en sıcak ateştir” diye kın, bir yücelik ya da bir üstünlük
düşünür. Bir yunan atasözü de aş­ durumunu belirler, bunun dışında
kın çıplak ama maskeli olduğunu olası deneyin düzeyini aşan anla­
bildirir. Gizlilik gereklidir, çünkü mına gelir. Aşkın, her zaman, in­
“A şk çıp lak laştık ça soğur” (J. san gücünü aşan bir şeyleri duyu­
Owen). Kimileri aşkı bir çekişme rur. Aşkın bir Tanrı düşünmek, ya­
alanı olarak görürler, latin şairi Ho- ratıcı olan, yaratısıyla özdeşleşme­
ratius aşkta savaşın ve barışın kö­ miş olan, yaratısından ayrı olan bir
tü olduğunu bildirir. / Stendhal: Tanrı düşünmektir. Buna göre aş­
“Aşk kendi ürettiği parayı ödeyen kın Tanrı kavrayışı, tektanrıcı din­
tek tutkudur.” /C . C. Colton: “Aşk lerin temel kavrayışı olarak, hep-
efendisince dövülmeyi başkasınca tanrıcılıkta olduğunun tersine, ya­
sevilmeye yeğ tutan uzanmış bir ratısıyla ilişkili olmakla birlikte ona
köpektir.” / Florian: “Dünya kuru­ karışmamış Tanrı kavrayışıdır. (Bk.
lalı beri hiçbir kadın hiçbir erkeği HEPTANRICILIK, İÇKİN, TEK-
seni seviyorum dedi diye boğaz­ TANRICILIK)
lam ış değ ild ir.” / A. de Saint-
Exupéry: “Beni sevmenin nedenle­ A ŞK IN C ILIK (fr. transcenderı-
rini söyleyem eyeceğim . Çünkü talisme\ alm. Transzendentalismus;
böyle nedenlerin yok. Sevmenin ne­ ing. transcendentalism). Zihinde
deni aşktır.” / P. B. Shelley: “Aşk deneyi belirleyen öznel biçimlerin
için, güzellik için, mutluluk için - ve kavramların varlığını benimse­
Ne ölüm vardır ne değişim .” / yen öğretilerin tümü. Em erson’un
Spinoza: “A şk bir dış nedenin fik­ öncülük ettiği aşkıncılık yandaşlan
riyle bir arada bulunan sevinçtir.” / tüm deneylerin bizi aşkın alana ulaş­
Lord Byron: “İlk tutkusunda kadın tırdığım öne sürerler. Buna göre “her
sevgilisini sever, öbür tutkularında deney, ne kadar küçük olursa ol­
tek sevdiği aşktır.” / Veıgilius: “Aşk sun, bizi bize evreni açıklayan aş­
h er şey in ü ste sin d e n g e lir.” / kın alana ulaştırabilir”. Emerson bi­
Baudelaire: “Ben diyorum ki aşkın reysel bilinci inançlann ve dogma-
tek ve yüce şehveti kötülük yapma lann, kutsal kitaplann ve kiliselerin
kesinliğinde yatar. Kadın da erkek üstünde tutarak, ruhu manevi ya­
de k ö tü lü k te tüm şeh v e tin pıta sahip en yüce yargı organı ola­
bulunduğunu doğuştan bilirler.” / rak belirler. Ona göre Tanrı’yı ve
M. Duras: “Dünyada hiçbir aşk Doğa’yı geleneklerin gözüyle gör­
34 aşkın yerini tutamaz.” (Bk. AGA- mekten kaçınmak, onlarla yüzyü-
AŞK1NSAL

ze gelmeye çalışmak doğrudur. Bu­ kategorilerini aştığı düşünülen, bir


na göre yaşamın amacı ruhu tüm cins oluşturmaksızm tüm varlıkla­
tensel ve bencil takıntılarından ra uyan kavramlardır (varlık, iyi,
k u rtarara k T a n rı’ya yönelm ek güzel, doğru vb). Skolastiklerde
olmalıdır. aşkın ilişki kavramı da raslantısal
olmayan, köklü, temelli, kurucu
A ŞK IN L IK (fr. transcendance; olan ilişkidir, kopyanın modelle olan
aim. Transzendenr, ing. transcen­ ilişkisi gibi bir ilişkidir, insanın Tan-
dence). Aşkın olanın özyapısı. Aş- rı’yla olan ilişkisini ortaya koyar.
kınlık öğretisi, yaratan Tann’yla ya­ Aşkınsal kavramı Kant’da daha öz­
ratılmış evren ilişkisini, Leibniz’in nel bir yorum kazanır, deneysele
bir benzetişiyle, bir makina icat eden karşıt olarak a priori bir koşulu,
adamın makinasıyla ilişkisi gibi gö­ çeşitli deneyleri bileştiren etkinlik
rür. Tanrı’yı evrende içkin canlı ve ilkesini ortaya koyar. Kant şöyle
canlandırıcı bir ilke olarak düşün­ der: “Tüm nesnelerle genel bir bi­
mez. Böylece aşkınlık, bir başka çimde ilgili olanı değil de, bizim nes­
şeyle özdeşleşme anlamına gelen iç- nelerle ilgili a priori kavramlanmı-
kinliğin karşıtı olur. Aşkınlığı sko­ zı aşkınlık diye adlandınyorum. Bu
lastikler tüm kategorilerin dışma ya türden bir kavramlar dizgesi aşkın-
da üstüne çıkma olarak anlarlar. sal felsefe olarak adlandırılabilir.”
Kant aşkınlığı tüm olası deneyin üs­ K ant’da aşkınsal estetik duyarlılı-
tüne çıkma olarak görür ve şöyle ğm apriori biçimlerini inceler: “Du­
belirler: “Uygulaması olası deneyin yarlılığın tüm a priori ilkelerini aş-
sınırlan içinde kalan ilkeleri içkin di­ kınsal estetik diye adlandınyorum.”
ye, bu sınırları aşabilenleri de aş­ Buna karşılık aşkınsal mantık “tü­
kın diye adlandınyorum.” Varoluş­ müyle a priori nesneleri düşünme­
çular aşkınlık kavramına değişik mize yarayan” an anlığı anlatır. Aş-
yorumlar getirdiler. Örneğin Jas­ kınsal mantık aşkınsal aynştırma ve
pers için aşkınlık bilinç düzeyini aşkınsal diyalektik olmak üzere iki­
aşan M utlak’ı, sınırlılığa, eksiklili- ye ayrılır. Aşkınsal ayrıştırma, “a
ğe, göreliliğe karşıt olan şeyi, tüm priori bilgimizin an anlıkla ilgili öğe­
biçimlerin dışında olan şeyi anlatır. lerine ayrılması”dır; aşkınsal diya­
Heidegger için aşkınlık öznenin özü­ lektik, zihnimizin usavurmalarla
nü belirler, “öznelliğin temel yapı­ tüm olası deneyin sınırlarım aşma­
s ıd ır. (Bk. İÇKÎNLİK) sından gelen yanlışların düzeltilme-
sidir. Aşkınsal yöntembilim, salt
AŞKIN SAL (fr. transcendental', usun basit kavramlarına dayanarak
aim. transzendental', ing. transcen­ T anrı’nın varlığını gösterm eye
dental). Duyulur olanın dışında yönelir. (Bk. US, USÇULUK)
olan, tam tamına ussal olan. Sko­
lastiklerde aşkınsal, Aristoteles’in
AŞMA

AŞM A (fr. dépassement', alm. A- tepkim elerde bozulm adan kalan


ufheben; ing. overtaking). Üstüne öğesidir. Çağdaş atom fiziğinde bir
çıkma ya da ötesine geçme. Aşma, atom protonlarla nötronların oluş­
kaygan içerikli bir kavramdır. He­ turduğu bir çekirdekle onun çev­
gel felsefesinde aşma savı hem ko­ resindeki elektronları içeren bir diz­
rumak hem yadsımak anlamına ge­ gedir. (Bk. DİYALEKTİK, FELSE­
lir, bileşimini sağlayan devinimi or­ FE)
taya koyar. Nietzsche’de aşma in­
sanın Üstinsan’a ulaşmak için kendi A TO M C U LU K (fr. atomisme;
üstüne ve başkaları üstüne çıkma­ alm. Atom istik; ing. atom ism ).
sını karşılar. “Kendi kendini geride Maddenin atomlardan oluştuğunu
bırak” der Nietzsche. Bu düşün­ benimseyen felsefi öğreti. Atom­
cede insan “aşılması gereken bir culuk maddi gerçekliği atomlara in­
şey”dir. Umut, aşma gücünde, yet­ dirger. Demokritos ve Epikuros gi­
kinleşme isteminde kendini göste­ bi eskiçağ atomcuları mekanikçi
rir. “Yetkinlik bizi umutlanmaya ça­ atomcu diye bilinirler. Onlar mad­
ğırır.” (Bk. İNSAN, ÜSTÜNİN- di dünyanın oluşumunu atom top­
SAN) luluklarının mekanik bir biçimde bir
araya gelişiyle ve devinimiyle açık­
ATAERKİL. Bk. AİLE. lamışlardır. Onlara göre şeylerin ay­
rışmasıyla atomlar açığa çıkmak­
ATOM (fr. atome; alm. Atom; ing. tadır ve ölüm tam olarak bir ayrış­
atom). Bölünmez olan en küçük ma olayıdır. Atom culuk m odem
parça. Leukippos, D em okritos, zamanlarda Gassendi ve Böyle gi­
Epikuros, Lucretius gibi eskiçağ bi adlarla canlanmış ve birçok tar­
atomcuları atomu maddenin bölü­ tışmayı getirmiştir. Leibniz, Des-
nemez olan temel öğesi sayarlar. cartes’ın mekanikçi anlayışına karşı
Atomculuğu bir öğreti olarak ge­ atomcu metafizik diye nitelendiri­
liştiren Demokritos ve Epikuros len monadcılık öğretisini geliştir­
atomları boşlukta devinen öğeler miştir. Bugün atom felsefeden çok
olarak düşünürler. Demokritos’a bilimleri ilgilendirdiği için felsefi an­
göre atomların büyüklüğü ve biçi­ lamda atomculuğun tarihe karıştı­
mi, Epikuros’a göre ayrıca ağırlığı ğını söyleyebiliriz. Günümüz fizi­
vardır. D em okritos’un atom ları ğinde atomculuk eski atomculuğun
ruhsal atomlardır, Epikuros’unkiler ussal varsayımlarını çok aşan bir
m ad d ese ld ir. Bu çe rçe v ed e deneysel araştırma alanıdır. Bugün­
Epikuros düşünce tarihinin gerçek kü küçükfızikçilerin atomu, felse­
anlamda ilk maddeci filozofu olarak fecilerin atomu gibi basit bir yapı
düşünülebilir. Çağdaş atom kavra­ ortaya koymaz, tersine son derece
yışı elbette çok değişiktir, buna göre karmaşık bir gerçekliği ortaya ko­
atom bir basit maddenin kimyasal yar. Bugünün atomculuğu enerji
AYDINLANMACILIK

alışverişini gösteren bir dizi denk­ selliğe yönelik katı usçuluğuna,


lemle açıklanır. (Bk. DİYALEKTİK, özellikle bu usçuluğun gittikçe yoz­
ELEA OKULU, İONİA OKULU, laşan biçimlerine tepki olarak orta­
FELSEFE) ya çıkmıştır. XVII. yüzyıl bir kla­
sik değerler çağı olmuştu. Klasik­
AYDIN (fr. intellectuel', alm. In­ lik denilen ortak beğeni, eski yazı­
tellektueller-, ing. intellectual). ların örnek alınması kaygısıyla or­
Kültürlü ve ileri görüşlü kimse. Ay­ taya çıkmış, sanatta bir doğallık tut­
dın kişi, işi ya da eğilimleri gereği kusu, bir ahlakçılık inancı, bir ev­
düşünce konularıyla, buna bağlı rensele ulaşma dileği olarak belir­
olarak toplum sorunlarıyla ilgilenen mişti. Yüzyılın bu ortak eğilimi her
insandır. Aydın kavramını kültürlü şeyden önce D escartes’ın usçu­
kavramından ayırmak olası değil­ luğuna dayanıyordu. K lasiklik
dir. Gene de insanın neye göre ve XVIII. yüzyıla biraz kala dağılma­
hangi noktada aydın olacağı belli ya başladı. Aydınlanma bu dağılı­
olmadığından bu kavram oldukça şın ardından geldi ve araştırmaya,
bulanık bir kavramdır. / P. D. La ayrıştırm aya, sorgulam aya, tar­
Rochelle: “Gerçek bir aydın her za­ tışmaya dayalı yepyeni bir bakış
man bir partizandır, ama her za­ açısı olarak ortaya çıktı. Bu yeni dü­
man sürgünde bir partizandır; her şünce usçuluğu yadsımıyor, onun
zaman inanç adamıdır ama her za­ kuru ve verimsiz üretimlerini yad­
man sapkındır.” /A . Malraux: “Ay­ sıyor, insanın derinlerine inmeye,
dınlar kadınlara benzerler, askerler toplum sal sorunları tartılm ay a
onlara düş gördürür.” / Sartre: “Be­ önem veriyordu. Aydınlanmacılık
nim için bir aydın, siyasal ve top­ özellikle Fransa’da ve Alm anya’da
lumsal bir birliğe uyan, gene de o ortaya çıktı. Alman aydınlanmacı-
birliği yadsımaktan geri durmayan lığı fransız aydınlanmacılığı kadar
kimsedir.” / L.-R Fargue: “Sanatçı etkili olmadı. Alman aydınlanmacı-
aydını içerir. Bunun karşıtı kırk yıl­ lığının en önemli adı belki de tam
da bir doğrudur.” (Bk. BİLİNÇ, tamına aydınlanmacı sayamayaca­
KÜLTÜR) ğımız Kant’dır. Kant eleştirici ba­
kış açısıyla aydınlanma düşüncesi­
AYD INLAN M ACILIK (fr. phi­ ne büyük ölçüde yaklaşıyordu.
losophie des lumières-, alm. Auf­ Şöyle diyordu: “Çağımız tam anla­
klärung-, ing. enlightment). XVIII. mında bir eleştiri çağıdır, hiçbir şey
yüzyılın özellikle ikinci yarısında ge­ kaçamaz eleştiriden. Din kutsallık
lenekçi ve dinci anlayışa karşı iler- adına, yasama da hükümranlık adı­
lemeciliği, katı usçuluğa karşı duy­ na boş yere eleştiriden kaçıyor.” Ay­
gularla dengelenen araştırıcı usçu­ dınlanma düşüncesi siyasal düzeyde
luğu savunanların düşüncesi. Ay- XVIII. yüzyılın mutlakyönetimle
dmlanmacılık XVII. yüzyılın bilim­ ayakta duran uzlaştırm acı bakış
AYDINLANMACILIK

açısına tepki olmuştur. XVI. yüz­ kerler. Onlarla düşünce dünyası ilk
yılda güçlenen XVII. yüzyılda tam olarak kesin siyasal bir yükümlen­
anlamında yerleşen ve içten içe sar­ me içine girmiştir, böylece siyaset
sılmaya başlayan mutlakyönetim bilimi felsefenin kanatları altından
yükselen burjuva sınıfının dünya kurtulmuş, yaşama tam bir yetki
ahlakına da, eski soylu sınıfının ile katılmıştır. Ayrıca bu düşünce
soyluluk ahlakına da, din adamla­ yükselen burjuva sınıfının çıkarla­
rının temsil ettiği hıristiyan ahlakı­ rını belirlerken ondaki açmazları da
na da aynı yeri vermiştir. Çatışkılı görmüş, onu temellendirirken bir
sınıfların zorla bir bütünde bir ara­ bakıma onunla karşıtlaşmıştır. Bu
ya getirilmesidir bu. Mutlakyöne- çerçevede aydınlanma düşüncesi­
timin baskısıyla oluşturulan bu ya­ ni çok belirgin kuralları olan birya-
pay bütünlük mutlakyönetimin sar­ pılı bir düşünce olarak görmek yan­
sılmasıyla dağılmaya başladı. Fran­ lış olur. Onların temel çıkış noktası
sa’da Diderot, d ’Alembert, Rous- bellidir: “Aydınlıklar felsefesi, bü­
seau, Voltaire gibi düşünürlerin ça­ tünü içinde, insanların yaşam ko­
balarıyla köklü bir bakış açısı ola­ şullarının iyileştirilmesiyle ilgilendi.
rak gelişen aydınlanma, doğaüstün­ Onun başlıca amacı bireylerin mut­
den doğaya dönüşü, bağımlayıcı luluğunu alabildiğine sağlamaktı. Bi­
dinsellikten doğal dine geçişi öne­ limler ve teknikler değerlidirler, çün­
rirken Fransız Devrimi’ni hazırla­ kü onlar bu amaca ulaşmanın en
dı, toplumu hükümdarın istemiyle güvenli yolları olarak görünürler.
düzenlenen buyurucu yönetim bi­ Ansiklopedi’nin tasarısı bu konu­
çim inden kurtarıp yasa düzenini da hiçbir kuşku bırakmaz, insan tü­
egemen kılmak istedi. Buna göre rünün gelişimi sıkı sıkıya bilgilerin
Aydınlanmacılık köklü bir felsefe ve tekniklerin gelişimine bağlı ola­
devinimi olmaktan çok toplumsal caktır, bilgiler onun evrendeki ye­
sorunları bireysel özgürlük çerçe­ rini iyice kavramasını sağlayacak­
vesinde tartışan bir düşünce etkin­ tır, teknikler onun maddi dünya
liği oldu. Aydınlanmacılar felsefeyi üzerinde kaçınılmaz üstünlüğünü
köklü ve bütüncü bir dizge olarak sağlayacaktır. Bu çerçevede insan
görmediler, yazıları felsefeden çok kendini çevreleyen ortam üzerinde
edebiyata yakın oldu. Evrim fikrin­ büyük bir etki gücü kazandığı öl­
den hemen tümüyle yoksun olan, çüde varlığını gerçekleştirecektir”
her şeyin ileri düzeyde yeniden ör- (Guy Palayret). Bu durum Rous-
gütlenebileceğine inanan aydınlan­ seau ’da öbür aydınlanm acıların
ma düşünürleri yalınkat bilgi anla­ tersine bilimler ve sanatlar karşı­
yışlarıyla, bulanık ve yazgıcı tarih sında belli bir kuşkucu tutumunu
görüşleriyle, bireyci bakışlarıyla, getirir. Rousseau Bilimler ve sa­
usçu olmaya çalışırken sık sık duy- natlar üzerine söylev'in başlarında
guculuğa düşüşleriyle dikkati çe­ şöyle diyordu: “Toplumlar, düşü­
AYRIKLIK

nün bir kere, tehlikeli bir silahı ço­ (Bk. ANSİKLOPEDİ, DENEYCİ­
cuğunun elinden alan anne gibi, do­ LİK, KLASİKLİK, ÖZGÜRLÜK,
ğa sizi bilimden korumak istedi.” USÇULUK)
Gene de Rousseau bilimin kendi­
siyle değil onun doğayı değiştirme AYIKLANMA (fr. selection', alm.
yolunda uygulanışıyla sorunlu gi­ Selektion', ing. selection). Çeşitli
bidir. Bilimi akıllıca kullanmak onun varlıklar arasında istemli ya da ken­
kötü sonuçlar yaratmasını engelle­ diliğinden seçilme. Ayıklanma daha
yecektir. R ousseau bir yazısında çok aynı türün bireyleri arasında
şöyle der: “Bilimin kendinde çok iyi olur. Ayıklanmada kalıcı olanlar ya
olduğu apaçıktır; tersini söyleyebil­ tam anlam ında üstün bir değer
mek için sağduyuyu elden bırak­ gösterenler ya da herhangi bir
mış olmak gerekir.” Filozofun bili­ b ak ım d an ö b ü r b ire y le rd e n
mi mahkum etmesi özellikle bilimin ayrılanlardır. Ayıklanm a olgusu
yaşamdaki sakıncalı sonuçlarıyla il­ yaşama en uygun varlıkların ya da
g üçlü b ire y le rin y a şa m la rın ı
gilidir. Bilimin bozucu gücü karşı­
sürdürm elerini sağlar. D arw in
sında Rousseau kurtarıcı bir bilgi­
ayıklanma ya da doğal ayıklanma
sizliği yüceltir gibidir. Bu çerçeve­
olgusunu bir yaşam savaşı olarak
de Romalıları, Spartalılan, Iskitleri
belirler. B u sav a şta b irb iriy le
över. Tedirginliğin kaynağı şurada­
çekişen güçsüzleri yok olacak
dır: insanların çoğu bilgiyi iyiye kul­
güçlüleri kalacaktır.
lanma eğiliminde değildir. Öyleyse
bir bilgi ve erdem karşıtlığından söz A Y RIK LIK (fr. disjonction?alm.
edebiliriz. Burada usun sağladığı dı- Disjunktion', ing. d is ju n c tio n ).
şadönük kaba bilgiyle bize erdemli Önermelerin “ya da” ile bağlanma­
davranışın temelini sağlayan gönül sı durumu. “Ya da” bağlacı, öner­
bilgisi arasına bir ayrım koymak meleri birbirine bağlarken, bu öner­
gerekir. İnsanı ödevlerine bağlayan melerde bulunan öğeleri birbirinden
ve ona erdemli olmayı sağlayan bu ayırır. Ayrıklık, birbirinden madde
ikinci bilgidir. Rousseau’nun kor­ sel olarak ayrılanlarm yanyana ge­
kusu bilginin kötüye kullanılması ya tirilmesiyle oluşur. Ayrık önerme­
da basitçe kötü kullanılması kor­ ler çok zaman ayrı birer seçenek
kusudur. “Aydınlanma düşüncesi ortaya koyarlar. “Sezar’ı öldüren­
bilginin gelişimiyle ahlaki iyileşme ler ya canidirler ya da özgürlüğün
arasında bir bağ kurar. Rousseau savunucusudurlar; onlar cani de­
buna katılmaz ve yararlılığını yad­ ğildirler; öyleyse onlar özgürlüğün
sımak için değil, yalnızca ahlaki de­ savunucusudurlar.” Ayrıklık ikile­
ğerini yoksam ak için bilime bir min bir başka anlatımıdır.
eleştiri yöneltir” (Guy Palayret). (Bk. İKİLEM)
AYRIM

AYRIM (fr. différence', alm. D'ıf- doğru ilerleyen düşünce olmak-


ferenz\ ing. différence). Aralarında latümdengelimle özdeşleşir. Des-
bir ya da birkaç bakımdan özdeş­ cartes’ın Yöntem üzerine konuş­
lik bulunan şeylerin bir ya da bir­ m a’da verdiği dört yöntem kura­
kaç bakımdan ayrı özellikleri bulu­ lından İkincisi ayrıştırmay la ilgili­
nuşu. Ayrım genellikle aynı cinse dir: “İkinci kural: inceleyeceğim
bağlanan türler arasındaki ayrılık­ güçlüklerden herbirini olabildiğin­
larla ilgilidir. ce parçalara ayırmak ve onları en
iyi çözümlenebilecek duruma ge­
AYRIŞTIRM A (fr. analyse-, alm. tirmek.” En genel anlamda ayrış­
Analyse; ing. analysis). Bir bütü­ tırma bir bütünle ilgili özellikleri
nü öğelerine ayırma. Ayrıştırma bi­ parçalanndan giderek kavramaktır,
limsel yöntem ler bütününün bir bu anlamıyla çözümleme dediğimiz
parçasıdır. Bilimsel araştırmanın te­ işlem le özdeşleşir. A yrıştırm ak
mel çabalarından biri, bütünün par­ usavurma tümdengelimin bir baş­
çalarla ve parçaların bütünle ilişki­ ka adıdır, belli temel önermelerin
sini görebilmek için bir bütünde ya da ilkelerin içerdiği özellikleri
parçalan ayn ayn saptayabilmek ça­ dışlaştırmaya yönelik usavurmadır;
basıdır. Ayrıştırma bütünden par­ tasım yöntemleri bu tür usavurma-
çalara gidişle belirgindir ve parça­ ya karşılıktır. (Bk. BİLEŞİM, TA­
lardan bütüne gidişi belirleyen bi­ SIM, TÜMDENGELİM, TÜME­
leşimle karşıtlaşır, ilkeden sonuca VARIM, YÖNTEM)

40
BABAERKİL. Bk. AİLE. gin’in karşılıklı edimi) ilişkilerini
içerir. Bağıntı m antığı, yüklem
BAĞIN TI (lat. relatio', fr. relati- mantığına karşıt olarak, karmaşık
on\ alm. Beziehung, Relatiorı\ ing. önermelerin mantığıdır. Yüklem
relatiori). Bir nesneyi bir başka nes­ mantığında “dır” koşacıyla iki kav­
neye bağlayan ilişki. Çok z^.ııan ram arasındaki ilişki ortaya konu­
“ilişki”yle aynı anlamda kullanılır, lur, bağıntı mantığında ilişki daha
onun felsefedeki karşılığı sayılabi­ karmaşıktır. “Ahmet küçüktür” de­
lir. Bağıntılı nesneler aynı düşünce diğimde yalın bir yüklem cümlesi
edimiyle tek bir nesne gibi sezilir­ ortaya koyarken, “A hm et M eh­
ler. Aristoteles’de bağıntı bir kate­ met’in babasıdır” ya da “Masa san­
goridir. Aristoteles bağıntıyı şöyle dalyenin yanındadır” dediğimde da­
tanımlar: “Bağıntı bir yandan çiftin ha karmaşık önermeler ortaya ko­
yarımla, üçlünün üçte birle, genel yarım. Klasik tasım yöntemleri ba­
olarak da bir çokluğun askatlarıyla ğıntı önermelerinin kullanımına uy­
ve aşırının yanlışla ilişkisine denir; gun değildir. Paul Foulquié’nin ver­
öte yandan ısıtabilenle ısıtılabiien, diği şu örnek bunu pek güzel orta­
kesebilenle kesilebilen, genel ola­ ya koyar: “İki dördün yarısıdır -
rak da etkin olanla edilgin olan ara­ Dört de sekizin yarısıdır - Öyleyse
sındaki ilişkiye denir. Bağıntı aynı iki sekizin yarısıdır.”
zamanda ölçülenin ölçüyle, tanına­ (Bk. İLİŞKİ, YÜKLEM)
bilenin bilgiyle, duyulurun duyum­
la olan ilişkisidir.” Kant’da bağıntı BAĞLAM (lat. contextus; fr. con­
kategori topluluklarından (nicelik texte', aim. Kontext; ing. context).
kavramları, nitelik kavramları, ba­ Bir metnin ortaya koyduğu fikirler
ğıntı kavramları, kiplik kavramla­ düzeni. B ir olguyu b elirley e n
rı) biridir ve “töz ve raslantı”, “ne­ koşullar toplamı. Her düşünsel ya­
densellik ve bağımlılık” (neden ve pı, birbirine bağlı fikirlerin ortaya
sonuç), “ortaklık” (etkin’le edil­ koyduğu bir bütündür, yapının te­
BAĞLAŞIM

mel anlamı bu zincirleme fikirler Rom a’yı ve yunan-latin kültürünü


arasında kendini duyurur. Daha ge­ dıştan tehdit eden toplumlara bar­
nel anlamda bağlam belli bir olgu­ bar diyorlardı, bu toplumlarm ba­
yu oluşturan koşullar bütünüdür. şında da Germenler ve Franklar ge­
liyordu. Daha sonra hıristiyanlar hı-
BAĞLAŞIM (lat. coordinatio; fr. ristiyan olmayanlara barbar dedi­
coordination', alm. Koordination\ ler. Barbarlık belli bir topluma öz­
ing. coordination). Bir araya gelme gü olmaktan çok her toplumda uy­
durumu. Bir sınıflamada aynı sıra­ garlığı önemsemeyen insanlarla ya
yı alan kavram ların ilişkisi. Bir da topluluklarla ilgili olabilir ve her
bütünde parçaların bir amaca göre barbar suçlamasında bir uygar ol­
oluşturulmuş uyumlu düzeni. m a savı gizlidir. Toptan barbarlık
en eski zamanların işiydi, en eski
B A R IŞ Ç IL IK (fr. perspectivis­ zamanlarda bazı toplumlar bir bü­
m e ; alm. Perspektivismus', ing. tün olarak uygarlık dışı bir yaşam
perspectivism). Nietzsche öğreti­ sürdürebiliyorlardı. B unlar daha
sinde bilgimizin gereksinimlerimi­ çok toprakla ilişkisi zayıf olan gö­
ze göre oluştuğunu ve bu yüzden çebe toplumlardı. Çağımızda büyük
derin kişisel gerçekleri unutturdu­ ölçüde iktisadi nedenlerden kay­
ğunu öne süren bakış açısı. naklanan bir takım toplumsal sap­
lantılardan giderek başka toplum-
B A K IŞ IM L IL IK (lat. symetria; ları ezmeyi ve yoketmeyi amaçla­
fr. symétrie', alm. Symetrie; ing. yan görüş ve anlayışları da (Nazi­
symmetry). Yalnızca bir yerinden lik gibi) barbar diye nitelendirmek
ikiye katlandığında bütün noktalan doğru olur. / A. France: “İnsanla­
çakışan bir geometrik biçimin ya rın uygarlık dediği şey görenekle­
da üst üste konulduğunda tüm nok­ rin şimdiki durumudur, barbarlık
taları üst üste gelen iki geometrik dediği de eski durumlardır.” / “A.
biçimin karşılıklı durumu. Bir ya­ Malraux: “Avrupa’da dikkatle dü­
pıda ya da bir şiirde belli bir öğenin zenlenmiş bir barbarlık görüyorum;
ya da benzer öğelerin yinelenmesi burada uygarlık fikriyle düzen fik­
durumu. ri her gün birbirine karışıyor.” / Vol­
taire: “Bu zavallı genç adamın (Barre
B A R BA RLIK (lat. barbaries', fr. şövalyesi) Sokrates’e yaraşır bir
barbarie', alm. Barbarei, Barbaris- yüreklilikte öldüğünü söylüyorlar.
mus\ ing. barbar'ısm). Uygarlık Elbette Sokrates ondan daha az öv­
yoksunluğu ya da eksikliği. Eski- güye değer; çünkü baldıran tasını
çağ’da Yunanlılar öbür toplumları sessiz sessiz başına dikmek yetmiş
barbar sayarlardı, hatta Atmalılar yaşında biri için büyük bir iş değil­
öbür yunan kentlerinin insanlarını dir, ama yirmi bir yaşında korkunç
azçok barbar görürlerdi. Romalılar işkenceler altında ölmek elbet bü­
BARIŞ

yük bir yüreklilik ister. Gece gün­ güvence altında tutarken, devletle­
düz bu barbarlığı düşünüyorum. İn­ rin üstünde devlet bulunmaması
san genellikle pek adi bir hayvan­ uluslararası anlaşmazlıkları zorun­
dır, türünden birini yemelerini ses­ lu kılmaktadır. Hegel hiçbir zaman
siz sessiz izler, bunlardan hoşnut “devletler topluluğu” fikrine yanaş­
görünür, yeter ki onu yemesinler; mamıştır. Ona göre sürekli barış ol­
bu kasaplıklara merakın verdiği bir maz ve savaş kaçınılmaz bir şey­
zevkle bakar halk.” dir. Ayrıca Hegel güçlü devlet güç­
(Bk. İNSAN, ÖZGÜRLÜK, TOP­ süz devlet ayrımını da bir kaçınıl­
LUM) mazlık olarak belirler. Tarihin her
döneminde üstün devletler olmuş­
BARIŞ (lat. pax; fr. paix; aim. tur, bunlar güçlerini öbürlerine be-
Frieden; ing. peace). Bireyler, top­ nimsetmişlerdir, zafer onların gö­
luluklar ve toplumlar arasında uz­ revidir. Benzer bir görüşe Friedrich
laşma durumu. Filozoflar barış ko­ N ietzsche’de raslarız. Kötülüğü
nusunda değişik yorumlar getirdi­ “insanın en büyük gücü” sayan Ni­
ler. Platon toplumsal barışın kay­ etzsche, savaşı bir zorunluluk ola­
nağını bireyin iç derinliğinde görü­ rak görür. Hegel’den daha ileriye
yordu, bir toplumun barış içinde ol­ giderek onu bir gereklilik diye be­
ması da iktisadi düzene dayalı iç lirler, savaş yaratıcı, yenileyici, arı­
dinginlikle ilgiliydi. Yoksulluk, or­ tıcıdır. Bu yüzden barış onun gö­
dunun çok güçlenmesi ya da güç­ zünde savaşa geçiş yeri olarak
süz düşmesi toplumları savaş teh­ önemlidir: “Barışı yeni savaşların
likesiyle yüzyüze getirmekteydi. aracı olarak sevm elisiniz. Uzun
Eskiçağ’dan bu yana insanlığın ge­ sürmüş barıştan çok kısa barışı is­
çirdiği deneyler barışın dengeli top­ temelisiniz.”. Birçok düşünür sava­
lumsal güçlülüğe bağlı olduğunu şı bir kaçınılmazlık sayarken barışı
gösterm iştir. Güçlü toplum ların bir durak diye değerlendirir. Örne­
güçsüz toplumları ezmesi hiç ya- ğin J. Giraudoux barışı “iki savaş
dırganmamıştır. Bazıları savaşı in­ arasındaki kesinti” olarak tanımlar.
sanlık için kaçınılmaz sayarken ba­ Sürekli barışı tasarlayanlar da var­
rışı pekönemsememişlerdir. Herak- dır. Kant Sürekli barış tasarısı'nda
leitos savaşı doğal ya da evrensel yetkin barışın koşullarını araştırır
bir zorunluluk olarak belirlemiştir. ve bu yolda yetkin bir siyasal ku­
“Savaş her şeyin anasıdır” diyerek rumun oluşturulmasını öngörür, bu
barışı durgunlukla hatta ölümle öz­ durum devletlerin ilişkilerini düzen­
deşleştirirken savaşı bir yaşam il­ leyecek bir kurum olacaktır. Böy-
kesi saymıştır. Hegel de öncü bil­ lesi bir bağlaşma bireyleri dünya
diği Herakleitos gibi savaşı zorun­ yurttaşı kılacaktır. K ant devlet
lu görür: bireylerin üstünde devle­ adamlarının yalnızca kendi ülkele­
tin bulunması bir toplumda düzeni rini değil tüm ülkeleri düşündüğü
BASİT

bir evrensel uzlaşma düzeni tasar­ tün öbür önermelerin bilgisine ka­
lar. / Herodotos: “Kimse savaşı ba­ dar yükseltmeyi deniyorsak yön­
rışa yeğleyecek kadar duygusuz de­ temi tam olarak bulmuşuz demek­
ğildir: barış zamanında oğullar ba­ tir.” VI. kuralda da şöyle der: “En
balarını gömerler, savaş zamanın­ basit şeyleri en karmaşık şeylerden
da babalar oğullarını gömerler.” / ayırmak ve bu incelemeyi yöntemli
B. Franklin: “Hiçbir zaman iyi sa­ olarak sürdürebilmek için doğru­
vaş ve kötü barış olmadı.” / Victor dan doğruya birbirinden kalkarak
Hugo: “Savaş insanların savaşıdır, çıkardığımız belli doğruların bulun­
barış fikirlerin savaşıdır.” / G. Cle- duğu her terim dizisinde hangi te­
m encau: “ Savaş yapm ak barış rimin en basit olduğunu belirlemek
yapmaktan daha kolaydır.” / P. Va- ve öbürlerinin az ya da çok ya da
illant-Couturier: “Zeka barışı savu­ eşit olarak ondan ne kadar uzakta
nur. Zeka savaştan korkar.” (Bk. olduğunu görmek gerekir.” Basit,
SAVAŞ) Leibniz felsefesinde monadın nite­
liği olur: “Monad basit bir tözden
BASİT (lat. simplex', fr. simple', başka bir şey değildir, basit, yani
aim. einfach', ing. simple). Bileşik parçaları olmayan.” (Bk. MONAD,
olmayan. Ayrı özellikte şeyler ba­ YÖNTEM)
rındırmayan. Basit olan öğeleri ol­
mayandır, bunun için öğelerine ay- BASTIRMA (fr. refoulement\ alm.
rılamayandır. Değişik parçalardan Verdrängung', ing. repression). Bas­
oluşm uş şeyler basit olamazlar. kı altına alma. Etkisini azaltma. Bir
Felsefede basitle köklü bir biçimde savunma düzeneği olan bastırma bir
ilk olarak Descartes ilgilendi. Des- duygunun, bir eğilimin, bir anının
cartes’çı yöntemin özü bilgide ba­ bilinç dışına atılmasıdır. Terimi ilk
siti yakalamaktır. Basit olan, açık olarak S. Freud kullanmıştır, ona gö­
ve seçik bir biçimde kendini göste­ re “bastırma kuramı, ruhayrıştırma-
rendir. Descartes Usun yönetimi sı denilen yapının temel direğidir”.
için kurallar'da basiti hem bir amaç Bastırmayı yaratan koşullar olanla
olarak hem bir çıkış noktası olarak olması gereken arasındaki karşıtlık­
koyar. V. kuralda şöyle der: “Bü­ ta ortaya çıkar. Olduğumuzla olmak
tün yöntem, bazı doğruları bulabil­ istediğimiz arasında her zaman bir
mek için zihnin bakışının kendileri­ uyuşmazlık, bir uzaklık vardır. Dış
ne doğru çevrilmesi gereken nes­ etkilerle kendimizi baskı altına alı­
nelerin konumundadır. Eğer kar­ rız, bastırdığımız her şey gündelik
maşık ve karanlık önermeleri de­ yaşamda düşler biçiminde, eksikli
rece derece en basit önermelere in­ edimler biçiminde (tren kaçırmak,
dirgiyorsak ve daha sonra tümü­ tabak kırmak), sinirlilikler ve takıl­
nün en basit sezgilerinden kalka­ malar gibi hastalıklı durumlar biçi­
rak aynı derecelerde kendimizi bü­ minde dışlaşır. Düşleri inceleyen
BAŞKALDIRMA

Freud, onları doyurulmamış eğilim­ duyduğumuz zaman hiç kuşkusuz


ler için doyum kaynağı olarak gös- iki durum kendini gösterir: ya arzu
lermiştir. Bu doyum, bastınlmış eği- gerçek bir eyleme dönüşür, bunun
fcnlerin simgesel doyumudur. Bu için engelin ortadan kalkması yeter-
simgesel doyum da bastırılmış eği­ lidir; o zaman gerçek anlamda ar­
limlerin simgesel anlatımından baş­ zunun tarihi bitmiş demektir: O za­
ka bir şey değildir. Demek ki engel­ man ortaya çıkan eylemdir, hazdır,
lenmiş eğilimlerimizle oluşan bastır­ çeşitli sevinç dolu heyecanlardır, bel­
ma bir çeşit sansürdür, kendi ken­ ki de bir tutkudur. Ya da arzu ger­
dinize uyguladığımız sansürdür, an­ çekleşmez, o zaman engel varlığını
cak düşte de sansür vardır, her şey sürdürmektedir. O zaman arzu or­
simgesel bir dille anlatılır, açık açık tadan kaldırılmış olmaz, sıkıştırılmış
anlatılmaz. Öte yandan bastırma olur; örtülü durumda kalır, çözülme
bastırılanın etkisini gidermez; daha anını bekler. Bu bilinçalü süre içinde
çok unutma biçiminde kendini gös­ arzunun gözlemleyeni şaşırtacak
teren bastırmaya karşılık bazen ger­ olan, kişinin kendisinin de anlaya­
çeklikte karşılığı olmayan anılar üre- mayacağı, bu arada uzaktan uzağa
tûir. Bastırılanlar bilince dönme eği­ gizil gücün varlığım da tehlikeye dü­
limindedir, bu eğilim genellikle şürebilecek nitelikte çeşitli sonuçla­
lapsus'1larla kendini gösterir. Fre- rı ortaya çıkabilir. Arzunun bu an­
ud’a göre tüm sinirlilikler bastırma­ lamda gerilmiş bir yay gibi varlığını
lardan kaynaklanır. Hastalığın iyileş­ sürdürüşüyle bastırma denilen du­
tirilmesi için bilinçaltı eğilimlerin ru- rum ortaya çıkar.” (Bk. BİLİNÇDI-
haynştırması yoluyla açığa çıkarıl­ ŞI, LAPSUS, RUHAYRIŞTlkMA-
ması gerekir. Gün ışığına çıkarılan SI, SAVUNMA DÜZENEKLERİ,
eğilimler yokolup gitmeye m ah­ YÜCELTME)
kumdur. Büyük ölçüde ya da tü­
müyle toplumsal yasaklardan gelen B A ŞK A LD IR M A (fr. révolte;
bastırmalar en çok cinsel konularda alm. Révolté, Empörung; ing. re­
kendini gösterir. Konu ne olursa ol­ voit). Yetkeye karşı çıkış. Siyasal
sun, bilinç altına itilmiş eğilimlerin anlamda başkaldırma yetkeyi gider­
bilinç alanına getirilmesi ruhsal bas­ me ve bazen de kurulu toplumsal
kıyı giderecek ve bastırma ortadan düzeni değiştirme çıkışı anlamına
kalkacaktır. Ancak bu açığa çıkar­ gelir. Devrimi başkaldırmadan ayı­
manın anndıncı bir etkisi olabilmesi ran, devrimin bilimsel olarak ön­
için kişinin durumunu değerlendi­ ceden tasarlanması ve bir sınıfın
rebilecek bir bilince kavuşturulma­ temsilcilerince gerçekleştirilmesidir.
sı gerekir. Freud daha sonra bastır­ Buna karşılık başkaldırma kendili­
ma kuramını yüceltme kuramıyla yu­ ğinden bir devinimdir, çok zaman
muşatmıştır. Melinand bastırmayla ereksiz bir karşı gelişi anlatır, ba­
ilgili olarak şunları söyler: “Bir arzu zen sınıfsal bir girişimdir, bazen bir 4 5
BAŞKASI

gençlik tepkisidir, çok zaman amaç yimimizde başkaldırma ‘cogito’nun


için her türlü aracı yasal sayan öf­ düşünce düzeninde oynadığı rolü
keli bir tutumdur. Ulusal düzeyde oynar; o ilk apaçaklıktır. Ama bu
başkaldırma genellikle bir zincirle­ apaçıklık bireyi yalnızlığından çıka­
ri kırma yönelimidir. Napolöon şöy­ rır. O tüm insanlar üzerinde ilk de­
le der: “Her tutsak edilmiş halka bir ğeri kuran ortak bir bağdır. Baş-
başkaldırma gerekir.” Camus’nün kaldınyorum, öyleyse varız.” Baş­
düşünce dünyasında başkaldırma, kaldırma Nietzsche felsefesinde de
aydın insanın varolan düzende ye­ insanın kendisini aşmasıyla ilgili bir
ni olanaklar aramasıdır ve insanın karşı çıkma olgusuydu. Nietzsche
varoluşsal eksiklik duygusundan “Başkaldırma kölenin soyluluğu­
kaynaklanır. İnsan başeğen değil dur” der. (Bk. DEVRİM)
arayan bir varlık olmalıdır, yaşamın
saçmalığı böyle aşılabilir. Birey BAŞKASI (fr. autrui; alm. an-
“dünyada olma” yazgısının boğu­ dere; ing. other). Ben’den ayrı olan
cu engellerini ancak başkaldırmayla nesnelerin ya da öznelerin ben’e
giderebilir. “Bilinç başkaldırmayla karşı durumu. Başkası, ben’in zo­
gün ışığına çıkar” der Camus. Bu runlu karşıtıdır, öznellik açısından
da insanın gerçek etkinliğinin baş­ insanın dünyayla ilişkisinde kendi­
kaldırmada kendini göstermesidir. ni gösteren karşı kutuptur. Öznel­
“Nedir başkaldıran insan? Başkal- liğin merkezi olan ben’in karşısın­
dıran insan hayır diyen insandır. da başkasının varoluşu sorunu va­
Yadsımasına yadsır ama vazgeç­ roluşçu felsefenin temel sorunla­
mez. Ama o aynı zamanda daha ilk rındandır. Sorunun özünde öznel­
çıkışında evet diyen insandır. Tüm liğimizin başkalarına nasıl açılaca­
yaşamı boyunca buyruklar almış ğı, öznel bilgimizin başkalarına na­
bir köle birdenbire yeni bir buyru­ sıl iletileceği konusu vardır. Jean
ğu uyulmaz bir buyruk olarak gö­ Wahl’in belirlediği gibi, “Onu doğ­
rüverir.” Camus hıristiyan dinini de rudan doğruya iletemeyiz, onu an­
başkaldırm aya karşıt bir adanış cak dolambaçlı yollardan, bir çeşit
inancı olduğu için adaletsiz sayar: örtülülükle iletebiliriz.” Hiçbir du­
“Hıristiyanlık özünde bir adaletsiz­ rumumuz, hiçbir davranışımız say­
lik öğretisidir (bu onun çelişkili bü­ dam değildir. “Ruh dolaylı olarak
yüklüğüdür). M asum un adanışı açınabilir, çünkü dışla ilgili hiçbir
üzerine ve bu adanışın benimsen­ şey içi tümüyle açınlayamaz. Her
mesi üzerine kurulmuştur. Buna zaman geriye gizli bir şey kalacak­
karşılık adalet başkaldırma olma­ tır.” Kierkegaard Tanrı’nm da in­
dan gerçekleşmez.” Camus başkal­ sanlara kendini doğrudan doğruya
dırmayı bir düzenleyici olarak dü­ açınlamadığını bildirir. İletişim ek­
şünür, ona kargaşacı bir anlam sikliği sorunu böylece yanlışanla-
yüklemez: “Bizim gündelik dene­ m a so ru n u n a d ay an ır. S ören
BAŞKASI

Kierkegaard’a göre Tanrı’yla insan kası benim karşımda sorunlu bir


arasında iletişim eksikliğinden ge­ varlık olarak yer alır ve nesnel dü­
len uçsuz bucaksız bir yanlışanla- şünce için bir güçlük ortaya koyar.
m a vardır. İletişimsizlik tüm varo- O benim için hem bir kendinde şey
hış filozoflarında aynı kesinlikte de­ hem bir kendi için şeydir: “Başka­
ğildir. Jaspers doğrudan doğruya sının davranışı, hatta başkasının sö­
iletişimi olası görür, bunun için so­ zü başkası değildir. Başkasının ke­
runa kavgalı aşk kavrayışını ekler. deri ve öfkesi onun için ve benim
Aşk bir iletişim alanıdır, bu alanda için tam tamına aynı anlamı içer­
öznellik çatışkı içinde iletilir. Her bi­ m ez.” M erleau-Ponty şöyle der:
rey sevdiğini yenmek, altetmek is­ “İnsan genellikle bedenini göster­
ter, bunun için onunla kavgaya gi­ mez, bunu yaptığında bazen kor­
rer. Ruhlar kavgada birbirlerini ya­ kuyla bazen de çekici olma eğilimi
ratırlar. “Başkası hiçliktir” ya da içinde yapar. Sanır ki bedeninde ge­
“başkası cehennemdir” diyen Jean- zinen yabancının bakışı onu ken­
Paul Sartre başkasını ben’in bir dinden çıkaracaktır ya da tersine
bağlılaşığı olarak alır: “Kendim üze­ bedeninin sergilenmesi başkası’m
rine herhangi bir doğru elde ede­ savunmasız biçimde ona bıraka­
bilmem için başkasından geçmem caktır, o zaman da başkası köleliğe
gerekir. Başkası varoluşum için ka­ indirgenmiş olacaktır. Utanç ve
çınılmazdır, kendim üzerine sahip utançsızlık, köleninkiyle efendinin-
olduğum bilgide de.” Sartre da aşk­ kine benzeyen bir ben ve başkası
tan söz eder, ancak iletişimi her za­ diyalektiğinde yer alır böylece; bir
man eksikli bir olgu olarak görür. bedenim olmakla başkasının bakışı
Ona göre her şeyden önce bir be­ altında nesneye indirgenebilirim ve
denimin olması dış dünyayla ilişki­ onun gözünde kişi sayılmayabilirim
mi olası kılar. Başkasıyla ilişki en ya da tersine onun efendisi olabili­
yetkin biçimde başkasının bakı­ rim ve bu defa ben ona bakabili­
şıy la , bu bakışın bize verdiği utan­ rim, ancak bu efendilik bir açmaz­
ma duygusuyla kurulur. Başkası­ dan başka bir şey değildir, çünkü
nın bakışı bizi nesneye indirgeme­ değerim başkasının arzusuyla an­
ye çalışır. Biz de başkasının bakışı laşıldığında başkası benim kendi­
karşısında nesneye indirgenmeme- siyle tanınmayı istediğim kişi de­
ye bakarız. Merleau-Ponty de baş­ ğildir artık, büyülenmiş bir varlık­
kasını ben olmanın ve toplumsallı­ tır, özgürlüksüzdür, böyle olmakla
ğın zorunlu koşulu olarak belirler: benim değerimi bilebilecek gibi de­
“Kültür nesnesinde, bir ortaklık ör­ ğildir. Bir bedenim olduğunu söy­
tüsü altında, başkasının yakın var­ lemem, bir nesne olarak görülebi­
lığını duyarım.” Başkasının bedeni leceğimi ve bir özne olarak görül­
“bir davranış taşıyıcısı” olarak kül­ meye çalıştığımı, başkasının benim
tür nesnelerinin başında gelir. Baş­ efendim ya da kölem olabileceğini 4 7
BEDEN

söylem em dir, öyle ki utanç ve “Inter fecet et urinam nascimur"


utançsızlık bilinçlerin çoğunluğunun (Bokla sidik arasında doğduk). Aziz
diyalektiğini açıklar ve metafizik bir Tommaso kadın ve erkek ilişkisi dı­
anlam taşır.” Buna göre benim be­ şında tüm cinsel etkinliği, evlilik dı­
denim ve başkasının bedeni bir ol­ şında da tüm kadın ve erkek ilişki­
gunun tersi ve yüzü gibidirler. Böy­ sini, evlilikte cinsel hazzı mahkum
lece “başkası” bu durumda “insan eder. Descartes insanı bir bedenruh
eyleminin bir merkezi” olacaktır. Dil bütünü sayan görüşe karşı çıkarak
özel olarak başkasının algılanma­ bu iki tözü birbirinden ayırır, bunla­
sında çok büyük etkendir, başka­ rın kozalaksı bezde birbirine kavuş­
sıyla aramda bir orta yer oluşturur tuğunu öne sürer. Çağdaş varoluş­
ya da “benim düşüncemle onun dü­ çu felsefeler çağdaş ruhbilimsel
şüncesi tek bir doku oluşturur”. gelişmelerin de etkisi altında, insan
(Bk. BEDEN, VAROLUŞÇULUK) bedenini davranışla dışlaşan anlam­
ların alanı olarak görürler, başka-
BEDEN (yun. soma; lat. corpus; sj’nı ya da başkasının beni’ni bana
fr. corps; alm. Körper; ing. body). ileten bir belirtici olarak değerlen­
Canlı varlıkların maddesel yanı. dirirler. İnsan bedeniyle ilgili en ay­
İnsanın cisim sel yapısı. İnsan rıntılı araştırmaları Maurice Merle-
ruhsallığına karşıt olarak insan au -P o n ty ’de buluruz. M aurice
organizm ası. Birçok dilde “ be- M erleau-Ponty Algının olgubili-
den”le “cisim” eşanlamlıdır, bu dil­ »j/’nde “Bedenim uzamda yanya-
lerde canlı bir varlığın, özellikle in­ na gelmiş organların bir toplamı de­
sanın cisimsel yapısıyla canlı ya da ğildir benim için” der. “Bedenim be­
cansız organik bir bütünlüğün mad­ ni dünyaya açan ve ba-na durum
desel yapısı aynı kavramda topla­ aldıran şeydir.” Maurice Merleau-
nır. Düşünce tarihi boyunca düşü­ Ponty insan bedenini eşyadan ayı­
nürler insan bedenini herhangi bir rır: “Ben hiçbir zaman tümüyle
“beden” ya da “cisim”den ayıra­ dünyada bir şey olmam, eşya ola­
rak yüceltmişlerdir. Dinci bakış açı­ rak varoluşun dolgunluğu eksiktir
ları insan bedenini Tanrı’mn değerli her zaman bende, benim kendi tö­
yaratısı olarak yüceltirken onu yü­ züm benden içsellikle kaçar ve her
ce tanrısal değerler yanında ikinci zaman bazı eğilimler kendini gös­
plana iterler. İnsanı bir beden-ruh terir. Bedensel varoluş ‘duyu or­
bütünü sayan hıristiyan düşüncesi ganları’ taşıyan bir şey olmakla hiç­
bedenin hazza yönelik etkinlikleri­ bir zaman kendinde dinginliğe ula­
ni mahkum eder, cinsel hazzı hor şamaz, o her zaman etkin bir hiçlikle
görür, cinsel ilişkiyi bir üreme ara­ çalıştırılmış durumdadır, sürekli ola­
cı olarak değerlendirir. Aziz Augus­ rak bana yaşam önerisinde bulunur
tinus aşkın temelinde varsaydığı iğ­ ve doğal zaman her geçen saniye­
48 rençliği şöyle belirtmeye çalışır: de hiç durmadan gerçek olayın boş
BELİRLENİMCİLİK

biçimini çizer.” nan çizgide beğeni estetik yargıları


(Bk. BAŞKASI) belirleyici bir güç olarak ortaya çı­
kar, bu yüzden estetik yargılara be­
BEĞENİ (lat. gustus\ fr. goût; alm. ğeni yargıları adını da verebiliriz.
Geschmack; ing. tas te). Herhangi Vauvenargues “Beğeni duyguyla il­
bir açıdan estetik nesneyi belirle- gili şeyleri doğru yargılama yatkın­
yebilme gücü. Herhangi bir nesne­ lığıdır” diyerek sorunu duygusalda
yi estetik açıdan çekici ya da itici sınırlar, d ’Alembert deha ve beğe­
bulma yatkınlığı. Beğeninin kayna­ ni ayrımı yaparak dehayı “yaratıcı
ğı duyarlılıkta, duyu verilerinin sağ­ duygu”, beğeniyi de “yargılayıcı
ladığı hazdadır. Her beğeni birçok duygu” olarak belirler. Beğeni her­
güzel deneyimle elde edilmiştir, gü­ hangi bir yatkınlık olmaktan çok bir
cü bu deneylerin sağlıklılığından ge­ yetidir, ancak özellikleri kişiye gö­
lir. Diderot şöyle der: “Büyük bir re değişen bir yetidir. Diderot be­
beğeni büyük bir duyuşu, uzun bir ğeniye ahlaki bir anlam da verir, ona
deneyi, onurlu ve duyarlı bir ruhu, göre “Beğeni güzellikler yaratmak­
yüksek bir düşünselliği, biraz ka­ tan çok yanlışları ortadan kaldırır.”
ramsar bir kişilik yapısını, nitelikli Şu formül her zaman geçerli gibi­
organları gerektirir.” Chateaubriand dir: "De geustibus et coloribus non
beğeniye daha gizemli bir anlam ve­ disputandum ” (Beğeniler ve renk­
rir. “Beğeni dehanın sağduyusu­ ler tartışılm az). (Bk. ESTETİK,
dur” der. İnsanın bir beğeniye sa­ YARATMA)
hip olması herhangi bir nesne kar­
şısında estetik yargılar ortaya ko­ BEHAVIOR’CULUK. Bk. DAV­
yabilme gücüne ulaşmış olması de­ RANIŞÇILIK.
mektir. Yetkin bir beğeni uzun de­
neylerle elde edildiğine göre, en yet­ BELİRLEME (lat. determinatio',
kin beğeni sanatçının beğenisi di­ fr. détermination', alm. Bestimmen,
yebilir miyiz? Flaubert şöyle der: Bestimmung', ing. détermination).
“Sanatımda deneylerim arttıkça bu Belirgin kılma. Bir şeyin doğasını
sanat benim için bir işkence olu­ ve anlamını ortaya koyma. Herhan­
yor; imgelem değişmeden kalıyor gi bir açıdan bir çözüme ulaşma.
ve beğeni büyüyor. Mutsuzluğun K uşku evresinden sonra gelen
kaynağı bu. Sanırım pekaz insan çözüm.
edebiyattan benim kadar acı çeke­
cektir.” Beğeninin kökeni duyarlı­ BELİRLENİMCİLİK (fr. déter­
lıkta da olsa, onu besleyen ve güç­ minisme', alm. Determinismus; ing.
lü kılan, ona özelliklerini ya da ki­ determinism). Her olgunun bir ne­
şiliğini kazandıran duygu-düşünce dene bağlı olduğunu, aynı nedenle­
etkinliğidir. Duyumsaldan duygu­ rin aynı sonuçları doğurduğunu ile­
sala, duygusaldan düşünsele uza­ ri süren ilke ya da öğreti. Belirle­ 49
BELİRLENİMCİLİK

nimcilik olguların değişmez bir dü­ ne kesin ussal düzenini veren Lo­
zende gerçekleştiği fikrine dayanır. gos belirlenimci bakış açısıyla ilgili­
Bu düzen elbette olgular arasındaki dir. Stoa’cı Marcus Aurelius’da be­
ilişkileri hiçbir boşluk bırakmayacak lirlenimci düşüncenin azçok kesin
biçimde belirleyen bir düzen olmalı­ bir biçimde formüllendiği görülür:
dır. Doğa olaylarının gözlemlenme­ filozof, olaylar arasında zincirleme
si bu fikri doğrular gibidir: su belli bir bağlantı varsayar. Yeniçağ’la
koşullarda yüz derecede kaynar, başlayan mekanikçi düşünce de ken­
elimden bıraktığım herhangi bir nes­ diliğinden belirlenimciliğe bağlanır:
ne yere düşer. Bilimsel buluşların mekanik ilişkilerin kesinliği evrende
kesinliği, bir başka deyişle bilimsel her zaman şaşmaz bir düzenin va­
çalışmalarla bazı şaşmaz yasaların rolduğunu düşündürmüştür. Des-
ortaya konuluşu belirlenimci düşün­ cartes’da Tanrı katı bir mutlak öz­
ceye gerekçeler sağlamıştır. Belirle­ gürlük alanıdır, kendinde tanrısal bir
nimci görüş olgular arasındaki şaş­ şeyler bulunduran ve özgür seçiş’e
maz ilişkilerin varlığını benimserken sahip olan insan ruhu da belli bir öl­
bu şaşmazlığın ya doğadan geldiği­ çüde özgürdür, madde dünyasıysa
ni ya da insan zihninin yapısına bağlı tam anlamında bir belirlenim düzeni
olduğunu bildirecektir. Buna göre ortaya koyar. Madde-ruh karşıtlığın­
gerçekçi bakış açısının belirlenimci­ da, belirlenmişlik-özgürlük karşıtlı­
lik kavrayışı ülkücü bakış açısımn- ğı ortaya çıkar. Evrende her yerde
kinden elbette değişik olacaktır. Ül­ görülen bu çelişkili durum ancak
kücü bakış açısının temelinde çok Tanrı katında ortadan kalkacaktır. Bu
zaman dinci görüş yer alır. Aziz Au­ çelişkiyi Spinoza kökten siler. Belir­
gustinus’a göre, başımızdan bir kıl lenimcilik belki de en katı anlatımını
düşse bunda Tanrı’nın parmağı var­ Spinoza’da bulur. Tanrı’da yetkin,
dır. Belirlenimci bakış açısı sözko­ sonsuz, tek, zorunlu, basit, devi-
nusu şaşmazlığı daha çok doğal te­ nimsiz, ölümsüz, bağımsız olma ni­
mele, evrensel düzenin özelliklerine teliklerini gören Spinoza heptanncı
bağlamak eğilimindedir. Belirlenim­ bir varlık kavrayışı geliştirerek ve
ciliğin kökleri Platon’a, Aristote­ böylece tektanncı din kavrayışına
les’e, hatta daha önceye uzanır. Ev­ kökten karşı çıkarak tüm varlıkta ke­
renin Thales’de Su’dan, Anaksi- sin bir belirlenim düzeni bulundu­
m andros’da Sonsuz’dan, Anaksi- ğunu göstermeye çalışır. Ruhla be­
m enes’de Hava’dan gelişi, Herak- den arasında, ona göre, anlatımını
leitos’da Logos'\m tüm oluşumu dü- Tanrı’da bulan karşılıklı bir bağım­
zenleyişi, Platon’da Demiurgos'm lılık vardır, böylece ruh ve beden de­
yaratıcı ya da düzenleyici ilke ola­ nilen biçimler ya da nitelikler bizim
rak evreni kuruşu, Aristoteles’de ev­ Dünya’mıza özgü ayrı ve bütünsel
renin İlk Devindirici’yle başlayan tözler olmakla birlikte tek bir tözün,
kuruluş düzeni, Stoa’cılarda evre­ tanrısal tözün iki ayrı biçimi, iki ayrı
BELİRLENİMCİLİK

açmımı olurlar. Böylece düşüncele­ “Bilimde yani belirlenimcilikte şey­


rimiz, bedensel edimlerimiz ve top­ lerin mutlak ve zorunlu ilişkisine tüm
lumsal eylemlerimiz genel bir düze­ olgularda olduğu gibi canlı varlık­
ne, ölçülü biçili bir düzene tam ola­ larla ilgili olgularda da inanmak ge­
rak uyarlar. Bu yüzden yaşadığımız rekir.” Ona göre evrende tam bir be­
dünyada özgürlük diye bir şey yok­ lirlenim vardır: “Şunu deneysel bir
tur. İnsanoğlu akışı yasalarla kesin belit olarak benimsemek gerekir: ka­
belirlenmiş bir evrende yaşamakta, ba cisimlerde olduğu gibi canlı var­
onun gereklerine uymaktadır. Leib- lıklarda da her olgunun varoluş ko­
niz evreni bir belirlenimler düzeni şullan mutlak bir biçimde belirlen­
olarak tanımlarken bu düzenin ya­ miştir. Bir başka deyişle bir olgu­
ratıcısı Tann’yı ve bu düzende Tan- nun koşulu bir defa bilindi ve yeri­
n ’dan sonra en üst basamakta yer ne getirildi mi bu olgu deneycinin
alan insanı özgür sayar. Her şeyin istemine göre her zaman ve zorun­
hem örneği hem yaratıcısı olan, ön- lu olarak gerçekleşebilecektir.” Cla­
cesel uyum’un da kurucusu olan, ude Bemard belirlenim düzenini or­
kendinde sonsuz sayıda evren ola­ taya koyma yolunda istatistik yön­
sılığı bulunan Tanrı olası dünyaların temlere karşı çıkar: “İstatistik an­
en güzeli olan dünyamızı yaratırken, cak sanıya dayalı bilimler yaratabi­
usun ilkelerine sahip olan ve böyle­ lir, o hiçbir zaman etkin ve deneysel
ce tanrısallığın bilincine ulaşabilen bilimler, yani belirlenmiş yasalara gö­
özgür insanı da yaratmıştır. Leib- re olgulan düzenleyen bilimler orta­
niz’de evrenin belirlenmiş düzeni in­ ya koyamayacaktır.” Bu kesin be­
sanın özgürlüğüyle karşıtlaşmaz. lirlenimci görüş çağdaş fizikte, Özel­
Kant felsefesi de temelde Leibniz ve likle çağdaş küçükfizikte pek de ge­
Spinoza felsefeleri gibi bir belirle­ çerli değildir. Gaston Bachelard be­
nim felsefesidir. Kant, Spinoza gibi lirlenimciliği zihnin deney dünyası
düşünmez, evreni tek olası evren üzerinde tümleyici tutumu olarak
olarak görmez, Leibniz gibi düşü­ görür, ona göre küçükfizikte şaş­
nür, evreni bir belirlenim alanı gör­ maz bir biçimde gösterebileceğimiz
mekle birlikte olası bir temele da­ olgular yoktur. Louis de Broglie bu
yandırır. Ne olursa olsun evrende konuda şunlan söyler: “Kuanta fizi­
kesin bir bel irlenim düzeni bulan her ği kendi alanı olan çok küçük çerçe­
düşünce insan ruhsallığını ve hatta veli olgular arasında gözlemlenebi­
tüm ahlak alanını ve tüm insan ya­ lir olgularla ilgili belirlenimciliği yani
şamını belirlenimcilik çerçevesinde yetkin öngörüyü bulabilecek yapı­
koşullanmış görme eğiliminde ola­ da değildir.” (Bk. BİLİM, GERÇEK­
caktır. Claude Bemard bilim kavra­ ÇİLİK, MEKANİKÇİLİK NEDEN,
yışını belirlenimcilik kavrayışıyla öz­ NEDENSELLİK, OLGU, TANRI,
deşleştirerek şöyle der: ÜLKÜCÜLÜK, YASA)
BELİRLENMEZCİLİK

B E L İR L E N M E Z C İL İK (fr. n iz ’in D escartes’daki apaçıklık


indéterminisme; aim. Indeterminis­ kavrayışını benimsediğini görürüz.
mus; ing. indeterminism). Tann’da Belirleyici ya da evrensel belirleyi­
ve insanda özgür seçişin varlığını ci Leibniz’de her kapıyı açacak bir
benimseyen, olgular düzeninde şaş­ açkı gibidir. Usavurmaların yerine
maz ilişkilerin varlığını yadsıyan öğ­ matematik hesabı koyan Leibniz
reti. Belirlenmezcilik, belirlenimci­ simgesel bir dil, bir belirtenler dili
liğin karşıtı olarak, insan isteminin oluşturmaya yönelir. Belirtenleri
özgür olduğunu, insanın kendi se­ kullanmanın bir kolaylığı vardır; on­
çimlerini kendi dileklerine, kendi ları kullanırken anlamlarını düşün­
öngörülerine göre yapabileceğini memiz gerekmez. Simgelerin oluş­
savunur. Belirlenmezci görüş, do­ turduğu bu genel bilim kurulduğu
ğadaki akışı nedensellik ilişkisi için­ zaman tartışma diye bir şey kal­
de görmeyen yani onları belli ya­ mayacak, tartışmanın yerini hesap­
saların güdümüne bağlamayan bir laşma alacaktır. Leibniz’in bu dü­
bakış açısı olarak özgürlükçülüğe şü kolay gerçekleşebilecek bir düş
bağlanır. Atom biliminde belirlen­ değildi. (Bk. DİL, SİMGE, YÖN­
mezci anlayış tek bir elektronun de­ TEM)
vinimini belirlemenin olanaksız ol­
duğunu, ancak elektron demetleri­ BELİRLİ (fr. déterminé, défini;
nin devinimlerini belirleme olana­ alm. bestimmt; ing. determinate,
ğının bulunduğunu benimser. Bu defiınite). Herhangi bir açıdan bir
çerçevede öngörü tek bir öge üze­ çözüme ulaşmış olan. Nedenselli­
rinde değil, bir öğeler topluluğu ğin kesin etkisinde bulunan. Başka
üzerinde olasıdır. (Bk. BELİRLE­ şeyle karışmayacak biçimde orta­
M E, BELİRLENİM CİLİK, NE­ ya çıkmış olan. Belirsiz’in karşıtı.
DENSELLİK) (Bk. BELİRLENİM CİLİK, BE­
LİRSİZ)
BELİRLEYİCİ (fr. caractéristi­
que; aim. Charakteristik; ing. cha­ B E L İR SİZ (fr. in d éterm in é ,
racteristic). Fikirleri ve ilişkileri be­ indéfini; alm. unbestimmt; ing.
lirtenlerle ya da harflerle gösterme indefinite). Herhangi bir açıdan bir
sanatı. Bu fikir Leibniz felsefesin­ çözüme ulaşmış olmayan. Neden­
de büyük bir önem kazanmıştır. selliğin etkisinde bulunmayan. Bir
Descartes’çı bir anlayışla Leibniz başka şeyle karışabilen. Belirli’nin
varolan her şeyi a priori olarak karşıtı. (Bk. BELİRLİ)
açıklayabilecek olan matematik tü­
ründen bir bilim tasarlar; öyle bir BELİRTİ (lat. signum; fr. signe;
şey olabilmeli ki insan zihni tüm so­ alm. Zeichen; ing. sign). Herhangi
runları m atematikte olduğu gibi bir şeyi tanımamızı sağlayan nes­
apaçık çözebilmeli. Burada Leib- ne. Belirti, düşünülen ya da isteni­
BELLEK

len bir şeyi tanıtıcı maddi, biçimsel limle ilgili (biçim, yapı vb) belirti­
ya da işitsel nesnedir. Göz önünde bilim büyük bir yaygınlık kazan­
bulunmayan ya da algılanması olası maktadır. Saussure şöyle der: “O
olmayan bir şeyi anımsatan her şey (belirtibilim) belirtilerin ne anlama
belirtidir. Condillac belirtileri ikiye geldiğini, onlara hangi yasaların
ayırır: doğal belirtiler doğa yasala­ egemen olduğunu öğretecektir.(...)
rına bağlıdır, doğal koşulların orta­ Dilbilim bu genel bilimin yalnızca
ya koyduğu ya da doğal düzende bir parçasıdır, belirtibilimin ortaya
ortaya çıkan, doğal bir olayı ya da koyacağı yasalar dilbilime de uyar­
oluşum u gö steren b elirtilerd ir lanır olacaktır ve dilbilim böylece
(duman ateşin belirtisidir); yapay insan olgularının bütününde çok iyi
belirtiler istemli olarak ya da an­ tanımlanmış bir alana bağlanacak­
laşmalı olarak koyulmuştur (mü­ tır.” (Bk. DİL, DİLBİLİM)
zik belirtileri, cebir belirtileri). Her
belirti herhangi bir şeyi, durumu ya B ELİT (lat. axioma-, fr. axiome;
da ilişkiyi görmeye ya da tanımaya aim. Axiom', ing. axiom). Apaçık
yarar. olan, doğruluğu herhangi bir gös­
term eyi gerektirm eyen önerme.
B E L İR T İB İL İM (fr. sémiologie Genel olarak tartışma dışı tutulan
ya da séméiologie, bazen sémioti- temel önermelere de belit denir, bu
que\ alm. Sémiologie, ing. semio- durumda belitin anlamı konutunki-
logy). Toplumsal yaşamda belirti­ ne yaklaştırılmış olur. (Bk. KO­
lerin ya da göstergelerin gelişimini NUT)
ve etkisini inceleyen bilim. Belirti-
bilim çok geniş çerçeveli bir bilim­ BELLEK (lat. memoria', fr. mémo­
dir, hekimlikte özel bir yer tutar. ire', aim. Gedächtnis, Erinnerung’,
Hekimlikte belirtibilim hastalıkların ing. memory). Bilgileri ya da anılan
belirtileriyle ilgili araştırmaları içe­ saklama yetisi. Bellek geçmişimiz­
rir. Kültür düzeyinde bu bilim top­ dir, geçmişimizle ilgilerimizin sürdü­
lumsal ruhbilimin bir bölümünü rülmesiyle belirgindir. O yalnızca bir
oluşturur ve dilbilimci Ferdinand de saklayıcı değil, aynı zamanda bir
Saussure’ün tanımıyla “toplumsal ammsayıcıdır. Bergson geçmişin su-
yaşamdaki belirtilerin yaşamını in­ numsuz anımsanışıyla (alışkanlık
celer”. Belirtibilim toplumsal yaşa­ belleği) geçm işin geçmiş olarak
mın pekçok alanında geçerli duru­ anımsanışım (anı belleği) birbirin­
ma gelmiştir: denizyolu, karayolu, den ayırır. Duygu belleği daha ön­
havayolu, demiryolu taşımacılığıyla ce yaşanmış olan duyguların yeni­
ilgili belirtibilim araştırmaları gün den ortaya çıkmasıyla belirgindir. İl­
geçtikçe gelişmektedir. Toplumsal, kel yaşamsal düzeyde bellek insan­
siyasal, iktisadi alanlarda belirtibi­ da ve hayvanda ortaktır, alışkanlı­
lim önemli bir yer tutarken dilbi­ ğın yasalarıyla belirlenmiştir, ilkel du-
BELLEK

yumun ve devinimin anılarıyla ilgi­ dürdüğü bir varlıkta içgüdülerin


lidir. Bu anılar belli bir tarihsel dü­ sağladığı uyuma yeni bir uyum ka­
zende sıralanmış değildir. Henri tılacaktır. Bu uyum kalıtsal değil edi­
Delacroix birbirine sıkı sıkıya bağlı nilmiş, özgül değil bireysel, katı de­
iki kavramı, “alışkanlıkla “bellek”i ğil bükülgen bir uyumdur.(...) Bel­
birbirinden ayırırken şöyle der: “Bel­ lek olmasaydı gerçek anlamda ruh­
lek her şeyden önce sürerliktir, sak­ sal yaşam olmayacaktı: ne alışkan­
lamadır, direngenliktir. Gerçekten lıklar olacaktı ne de bilgiler olacak­
her türlü direngenliği alışkanlık diye tı.” Norman L. Munn da bellekle il­
adlandınyorsak, bellek alışkanlıktır. gili şunları söyler: “Bellek olmasay­
Ancak alışkanlık özel türde bir di­ dı en azından biyolojik anlamda öğ­
rengenliktir, bellek alışkanlıktan da­ renme diye bir şey olmayacaktı. Yi­
ha başka bir şey olmalıdır. Alışkan­ nelenen her durumda tepki her za­
lık bir işlem kuralım, bir eylem biçi­ man tam tamına benzer olacaktı. Bir
mini kurmaktır, elde etmektir. Onun başka deyişle, her yeni denemede
zekayla yakınlığı bir noktada kendi­ organizma ilk defa davrandığı gibi
ni gösterir. Ayrım alışkanlığın ken­ davranacaktı.” Bilinçaltı düzeyinde
dine yetmesinde ve kendine yönel- bellek düşlerle ve çılgınlıklarla ilgili
memesindedir. Alışkanlık yayılmaz, bellektir ve bilinçaltının yasalarıyla
mantıksal bir evrende kendini açık- koşullanmıştır, kişisel olmakla bir­
lam az.(...) Alışkanlıkta olgu, ne likte tarihsel düzenden yoksundur.
olursa olsun, kendi özel yaşamını, Toplumsal düzeyde bellek tam ola­
kendi kişisel ruhunu uygulamalı kul­ rak yere ve zamana uyarlanmayla
lanımın yararına yitirir. Bir teknik beliıgindir. Ussalllık ve tarihsellik bu
kuran alışkanlık, zihinsel bir maki­ düzeyde kesin belirleyicidir. Bellek
ne, bir yapabilm e aracı oluştu­ insanda duygusal-düşünsel yaşamın
ru r^ ...) B ellek zamanın bilinci­ temelini oluşturur, onsuz insan ya­
dir^. ..) Bellek tümüyle zamanın dü­ şamı olası değildir. Alışkanlıklar, us­
zenine yönelir. O, zamana göre dü­ talıklar, beceriler onunla elde edilir,
şüncedir.” Paul Guillaume bu ko­ bilgi onunla olasıdır. İyi bir belleği
nuda şöyle düşünür: “Yaşamı tü­ olmak iyi düşünebilmenin başlıca
müyle içgüdülerin belirleyiciliğinde koşuludur. Eğitimbilimin temel so­
bulunan bir varlık varolabilseydi, bu runlarından biri yetkin bir belleğin
varlık mutlak bir biçimde organik nasıl sağlanabileceği sorunudur.
ya da dış kaynaklı şimdiki uyaran- “Bellek eğitimi” sorunu eğitimbilim-
lar'a bağımlı olacaktı. O şimdi'â& de önemli bir yer tutar. Bilgilerimi­
yaşayacaktı. Birçok defa aynı du­ zin ya da anılarımızın belli bir dü­
rumla karşı karşıya kaldığında aynı zende yerleştiği ve bilince çıkmak
biçimde davranacaktı. Bellekle do­ üzere beklediği bu yeti zamanla ka­
nanmış bir varlıkta, bireysel geçmi­ zanılır. Bellek ilk üç yaşta bulanıktır,
şin şu ya da bu biçimde varlığını sür­ bu dönemde geçmişle şimdiyi, ger­
çekle düşseli ayırma olanağı yoktur: Yaıgılama yetisi bir karşılaştırma ye­
çocuk gördüğü düşü gerçeklik gibi tisidir, bir bağlama ve ayırma yeti­
algılar. Erişkinlik döneminde man­ sidir, onun gereci bellekteki şeyler­
tık kurallarının gelişip yerleşmesi dir. Böylece bir bellek-yaıgı ortaklı­
toplumsal çerçeveli güçlü bir belle­ ğı yanında bir bellek-yargı karşıtlığı
ğin kurulmasına yol açar. Ancak bel­ ortaya konulur. Ölçüsüz ve düzen­
leğin yetkinliği her şeyden önce si­ siz geliştirilmiş bir bellek yaıgıyı zor­
nir sisteminin sağlıklılığına bağlıdır. da bırakacaktır. Charles de Saint-
Her kişinin belleği o kişinin çabala­ Evermond bu sıkıntıyı şöyle dile ge­
rına, eğilimlerine, seçimlerine, ya­ tirir: “Yaşam her çeşitten kitaplar
şayış biçimine göre biçimlenir, kişi­ okuyabilmek ve belleğini yargının
lik ayrımlarının kökeninde bu biçim­ zararına pekçok şeyle doldurmak
leniş vardır. Gerçekte bellek ruhsal- için çok kısa.” Bu konuda La Roc­
lığımızm bir yüzüdür, onu bütünden hefoucauld insanlara genel bir eleş­
ayrı düşünmek doğru olmaz: bellek tiri yöneltir. “Herkes belleğinden ya­
öbür yetiler gibi bir yetidir, onlarla kınıyor, kimse yargıgücünden ya­
bir bütün oluşturur. Bellek bilgileri kınmıyor” der. Belleğin gücünü or­
ve anıları saklama yetisi olduğu öl­ taya koymak için yöntemler gelişti­
çüde bir unutma yetisidir. Bellek ge­ rilmiştir: bellek testleri bu amaçla
reksiz yüklerini sezdirmeden atar. kullanılan düzenli sınamalardır. Bun­
Gelişigüzel doldurulan bellek sağlıklı ların en çok kullanılanları görseldir,
bir bellek olmayacaktır: en iyi bel­ sözcüklere ya da geometrik biçim­
lek az ve öz bilgiyle donanmış bel­ lerle oluşturulmuştur, f' Charles Qic-
lektir. Aşırı doldurulmuş bellek dü­ kens: “Her insan belleği acılarla ve
şünceyi iyiden iyiye zora sokar. karışıklıklarla doludur.” / Charles
Chateaubriand bu yüzden “Bellek Péguy: “Bellek ve alışkanlık ölümün
çok zaman aptallığın niteliğidir” der. öncüsüdür.” / Corneille: “Yalan söy­
Öyleyse belleğin sağlıklılığını güven­ ledikten sonra iyi bir bellek gerekir.”
ce altında tutan etkenlerden biri de / Montaigne: “Belleğine güvenme­
unutuştur. İyi bir bellek gereksiz bil­ yen yalan işine bulaşmamalı diye bo­
gileri, eskimiş, artık kullanılmaz şuna dememişler.” / Etienne Pas-
olmuş bilgileri ya da “bir önceki” quier: “Tüm ciddi yalancılar foya­
bilgileri kendinden siler. Ancak unu- ları ortaya çıkmasın diye iyi bir bel­
tuş her zaman istenilen bir şey ola­ leğe sahip olmalılar.” / George Sand:
maz: bellek bazen silinm em esi “Yazın, dehanız varken, belleğiniz
gereken bilgileri de siliverir. Bu yüz­ değil de Tanrı size yazdırırken.” /
den belleğin eksikli bir yeti olduğu Paul Valéry: “Yaşamımız gezginse
düşünülmüştür. Bir çin atasözü “En belleğimiz yerleşiktir.” / Alfred Jarry:
solgun mürekkep en güçlü bellekten “Unutuş belleğin kaçınılmaz koşu­
daha iyidir” der. Doğru yargılar ludur.” (Bk. ALIŞKANLIK, ANI,
gü çlü b ir b elleğ i gerektirir. B ELLEK Y İTİM İ, D Ü ŞÜ N C E,
BELLEKYİTİMt

EĞİTİM, UNUTUŞ, YARGI) çekleştiremez, tüm istemli davra­


nışlar onun için olası olmaktan çık­
B E L L E K Y İT İM İ (fr. amnésie; mıştır. Tanımayitimi diyebileceği­
aim. Amnesie; ing. amnesia). Bel­ miz üçüncü türde kişi gündelik nes­
lek zayıflığıyla belirgin anımsama nelerin ne olduğunu unutmuştur,
güçlüğü. Bellekyitimi tüm bellekle örneğin kendisine gösterilen para­
ilgili olduğu zaman bütünsel, belli nın ne olduğunu bilemez, ancak
bir anılar sınıfıyla (özel adlar, ta­ onun niteliklerini sayabilir: yuvar­
rihler, duyumlar vb) ilgili olduğu lak, parlak, d ü z ... Tren, vapur,
zaman parçalı olarak nitelendirilir. otomobil seslerini öbür gürültüler­
Bellekyitimi hem bir anımsama güç­ den ayıramaz. (Bk. BELLEK)
lüğü hem bir antlaştırma güçlüğü
ortaya koyar. Beyin zedelenmesi, BEN (lat. ego; fr. moi; alm. Ich;
beyin sarsıntısı, ruhsal bozukluk­ ing. me, myself). Bireyselliğin te­
lar, sara, histeri, şizofreni, genel meli olan düşünen özne. Ben, bil­
felç, bunama gibi etkenler bellek- ginin hem öznesi hem de bir nes­
yitimine yol açabilir. Beyin sarsın­ nesidir. Descartes ben’i felsefesi­
tısında ortaya çıkan bellekyitimi bir nin çıkış noktasına, en temele yer­
karşısarsıntıyla ortadan kalkabilir. leştirmişti. Ruhbilimin kurucuları
Bellekyitiminin giderilmesinde anı­ olarak bilinen İngiliz filozofları Da-
ları çağrıştırmaya dayanan ruhay- vid Hume ve John-Stuart Mili ben’i
rıştırması etkili olabilir. Bellekyiti­ belirgin ruh durumlarının birbirini
mi büyük çeşitlilik gösterir. Bazen izleyişi olarak tanım lıyorlardı.
anılar oluşur ve silinir, bazen eski Kant’a göre ben, düşünüyorum iliş­
anılar silinip yenileri kalır. Bellekyi- kisi içinde sunumları biraraya geti­
timini J. Delay üçe ayırır: dille il­ ren ya da bütünleştiren bir işlevdir.
gili olan bellekyitimi (fr. aphasie), B ergson ben kavram ını zam an
davranışla ilgili olan bellekyitimi kavramıyla özdeşleştirdi. Ona gö­
(fr. apraxie), algıyla ilgili olan bel­ re zaman ben’dir, ben sezdiğim sü­
lekyitimi (fr. agnosie). Sözyitimi di­ renin kendisiyimdir, bende süre
yebileceğimiz birinci türde iki ayrı kendini sezmektedir. Ruhbilimsel
biçimle karşılaşırız. Birinde hasta açıdan ben’i ruhsal aygıtın yapısın­
konuşur, konuşması boşluklar gös­ da yer alan güdü topluluklarının
terir, çok zaman söylenilenleri an­ oluşturduğu bütün olarak tanımla­
layamaz, yazılı dil duyumunu iyice yabiliriz. Bu bütün, birbirinden ay­
yitirmiştir (Wernicke biçimi). Öbü­ rılmaz üç yapıyı, duygusallık, dü­
ründe kişi tam tamına susuktur, tek şünsellik ve istemi içerir. Ben, her
söz söyleyemez, yazarak da anla­ şeyden önce organizmanın gerçek­
tamaz (Broca biçimi). Davranış - liğe uyum sağlayabilmesi için ge­
yitimi diyebileceğimiz ikinci türde rekli doğrulama ve denetim alanı­
kişi en basit davranışları bile ger­ dır. Buna göre ben, kendi kendisi­
BEN

nin bilincinde olan kişilik yapısına bilen kurumlardır, onun mutlak va­
karşılıktır. Bu yapı öznenin kendi roluşunu atıp yerine göreli bir va­
bilincine varmasıyla oluşmaya baş­ roluş vermeyi, ben’i ortak birliğe
lar. Ben’in gelişimi oldukça uzun götürmeyi iyi bilen kurumlardır: öy­
bir evrede gerçekleşir. Kişisel bü­ le ki her birey bundan böyle kendi­
tünlük bilinci dünyayı tanımakla ni bir saymasın, birliğin bir parçası
oluşacaktır. Üç aylık bebek dış saysın, ancak bütünün içinde du­
dünyayı tanımak için ellerini kulla­ yarlı olsun.” / Cl. Bernard: “Bir çağ­
nır. B en’le başkası arasında ilk ay­ daş şair sanatın kişilikli ve bilimin
ran böylece oluşur. İkinci yılda be­ kişilikdışı olması duygusunu şu söz­
bek ayna karşısında kendini göz­ cüklerle belirledi: sanat bendir, bi­
lemler ama gördüğünü kendisi ola­ lim bizdir.” / Bergson: “Değişme­
rak algılamaz. “Ben” demeye daha yen ben sürmez, kendi kendine öz­
sonra başlayacaktır, bu kullanım deş kalan bir ruhsal durum kendini
zaten kişilik oluşumunun ilk ger­ özleyen bir başka duruma yol aç­
çek adımıdır. Birey kişilik gelişimi madığı zaman sürm ez.” / Albert
içinde kendini ilkin yargılar vere­ Einstein: “Bir adamın gerçek değe­
bilme yeteneği olan ussal bir varlık ri hangi ölçüde ve hangi anlamda
olarak kurar. O böylece kendi dün­ B en’den kurtulmayı başarmış ol­
yasının kurucusu rolünü yüklenir, masıyla belirlenir.’VA. Gide: “Çe­
duygulan, inançlan, fikirleri olan bir şitlilikte algıladığım şey her zaman
varlık olarak ortak dünyaya bağla­ ben’dir.” / Pascal: “Ben tiksindiri­
nır. Bu çaba içinde kurulup yetkin­ cidir.” / A. Gide: ‘“ Ben tiksindiri­
leşen kişilik kendi özelliklerini oluş­ cidir’ deyin. Benimki tiksindirici
turacak, kendine göre duyma, dav­ değil.” / P. Reverdy: “Ben tiksindi­
ranma, isteme biçimleri kuracak­ ricidir. Benzerini kendi gibi sevmek
tır. Böylece ortaya çıkan ben, bi­ her şeydir.” / Claude Lévi-Strauss:
linçte başkası dediğimiz şeyle iliş­ “Ben yalnızca tiksindirici değildir:
kisi olmayan ve doğrudan doğru­ onun biz’le hiç arasında yeri de
ya başkasından kaynaklanmayan yoktur.” / P. Valéry: “Ben tiksindi­
şeylerin tüm ünü karşılar, ayrıca ricidir. .. ama bu başkalarının be-
hem bilinçaltıyla (id) hem üstbenle niyle ilgilidir.” / P. Nicole: “Belagati
(ülküsel ben) karşıtlaşır, böylece kimsenin bilmeyeceği kadar iyi bi­
toplumsal gereklerle kişisel dilek­ len Pascal hıristiyan sofuluğunun
ler arasında bir denge oluşturur. / insan ben’ini hiçleştirdiğini, dindışı
Epiktotes: “Dıştaki şeyler bana bağ­ insanlığınsa onu gizlediğini ya da
lı değildir, istemim bana bağlıdır. ortadan kaldırdığını hep söylerdi.”
İyiyi ve kötüyü nerede aramalıyım? / Marie de France: “Ayırmak iste­
Kendimde, benim olanda.” / J.-J. seler / Fındık ağacı hemen ölür /
Rousseau: “Güçlü toplumsal ku­ Hemen hanımeli de / Güzel dost biz
rumlar insanın doğasını bozmayı iyi de böyleyiz,/ Ne sen bensiz ne ben
BENCİLİK

sensiz.” / Chateaubriand: “Ölüm­ “Montaigne sergilemeci benciliğin


süzce kendimden sözediyorum.” / estetikteki örneğini ortaya koyar.
Stendhal: “Koca Tanrı, ben niye O, kendi ben’inin gönüllü mahpu­
b e n ’im ?” / M allarm é: “ E vet, sudur, tutsaklığından mutludur. Ge­
kendim için, kendim için çiçek açı­ ne de bu ‘içekapanık’ örnek kendi
yorum, çöl!” / P. Claudel: “Benden kendine yetebilir mi, arı kalabilir
d ah a çok b en o lan biri olm alı mi?” Lalo’ya göre Montaigne bu
bende.” (Bk. DUYGU, DÜŞÜN­ hapisaneden çeşitli yönlere doğru
CE, RUH) kaçmak istemiş, başaramamıştır.
V aliry’nin şu dizeleri bencilik için
B E N C İL İK (fr. égotisme). Ken­ son derece belirleyicidir: “Ama ben,
dini göstermek, kendinden sözet­ sevilmiş Narkissos / Yalnız kendi
mek eğilimi. Bu eğilim kendini aşı­ özüyle ilgili ben / Başkaları benim
rı ölçülerde önemsemeye dayanır. için giz dolu bir yürekti / Başkaları
Paul Foulquié bu kavramı şöyle ta­ yokluktur yalnızca / Seviyorum, se­
nımlar: “Bazen anormal ve sapıkça viyorum .. . Ve bir insan kimi seve­
olanı da dışa atmaksızm kişisel ve bilir / Kendinden başka.” Terimin
özgür olarak sahip olunanı istemek­ estetik anlamı daha çok kendini öne
le aşırı bir biçimde uğraşma.” Bu sürmekte sınırlanırken ahlaki anla­
kavramı ortaya atan Stendhal ol­ mı özellikle kendini kurallara uyma
muştur. Bencilik, bencillik değildir. ve eksiksiz davranma konusunda
Bencillikte daha çok kendinin kıl­ yetkinleştirme olarak belirir. (Bk.
mak istemi baskındır, oysa benci­ NARKİSSOS’ÇULUK)
lik Narkissos’çu eğilimin bir biçi­
mi, bir yansısıdır, kendi ben’ini özel­ B EN C İLLİK (fr. egoisme; alm.
likle düşünmeyi ve araştırmayı, onu Egoısmus; ing. egoism). Kendi ya­
tutkulu bir biçim de sevmeyi ve rarını her şeyden üstün tutma. Tüm
özenle sergilemeyi anlatır, buna gö­ bilgi öğelerini ve onların bağlantı­
re daha çok sanatla ya da sanatçıy­ larını ben’e indirgeyen görüş. Bu
la ilgilidir. Bencilikte kendi kendisi­ görüş, başkalarının varlığını yanıl­
ne tapınmaya benzer bir ben sev­ sama sayan aşın ülkücü bir öğreti­
gisi baskındır. Benciliği estetik açı­ ye götürülebilir. Bu metafizik bu­
dan inceleyen Lalo şöyle der: “Nar- gün geçersizdir. Ruhbilimle ya da
kissos ancak kendisiyle ilgilenir. genel insanlık durumuyla ilgili ola­
Dindışı bir şehvet için değil, bir gü­ rak bencillik kendini ve kendi ya­
zele tapınma için ilgilenir. (...) Bir rarlarını her şeyden üstün tutma
Narkissos, çıplaklığı içinde kendi eğilimidir. Bencilliği insan olmanın
kendisini gözlemekle kalmaz, onu zorunlu koşulu sayanlar vardır. Bla-
bir topluluk da gözlesin ister, o bir ise Cendrars şöyle der: “Bencilli­
sergilemecidir.” Charles Lalo da ğin desteği olmasa insan dediğimiz
Montaigne’i bir benci olarak ele alır: hayvan gelişemeyecekti.” Bir ingi­
BENİÇİNCİLİK

liz atasözü de şöyle söyler: “Her­ B E N İÇ İN C İL İK (fr. égocent­


kes kendine. Tanrı herkese.” Mar­ rism e,; alm. Egozentrism us\ ing.
cel P roust’un “İnsan m utsuz ol­ egocentrism ). H er şeyi kendine
duğu zaman ahlaklı olur” sözü de bağlama, kendini evrenin merkezi
bize bencilliğin özelliklerini duyur­ sayma eğilimi. Piaget beniçinciliği
m ak bakımından önemlidir. An­ çocuk özyapısının gelişiminde nor­
cak düşünürler genellikle bencilli­ mal bir evre olarak belirledi ve “ço­
ği mahkum etmişlerdir. Publilius cukta ben’in dış dünya karşısında­
Syrus’un bu konudaki tutumu ke­ ki karmaşıklığı” olarak tanımladı.
sindir: “Yalnız kendi-için iyi olanı Dört-altı yaş arasını yani ikinci ço­
kötü diye nitelendirmek gerekir.” cukluk diye adlandırılan dönemi
Voltaire de aynı kesinliktedir: “Ken­ karşılayan bu evre ilk yaşların ben­
dine yaramak hiçbir şeye yarama- cilliğiyle erişkinliğin nesnel bakışa
maktır.” En içtenlikli alan olan aşk dayalı toplumsallığı arasında bir ge­
alanını bile bir bencillik alanı sayan­ çiş yeridir, kişisel gerçeklikle nes­
lar varken (Madame de Staöl: “Aşk nel gerçekliği birbirinden ayırama-
ikili bir bencilliktir”), bencilliği in­ manın sorunlarıyla belirgindir. Bu
sanın doğal bir özelliği gibi görmek evrede çocuk düşünelerini başka­
eğilimi ağır bassa da yalnızca ken­ sına açmak istemeyecek, başkala­
dini düşünmenin getirdiği yıkımlar rının arasına karışmaktan kaçına­
giderek daha da bilinçlenen insanın caktır. Piaget şöyle der: “Beniçin­
bu yönde kendi kendisiyle daha ke­ cilik duygusu basit bir bencillik bi­
sin bir biçimde hesaplaşmasını zo­ çimi de gösterebilir, hastalıklı ve
runlu kılacaktır. / Çin atasözü: tehlikeli de olabilir. Hastalıklı biçim­
“Bencil insan imparatorluğa bir ya­ lerinde kendini beğenmişlik, güven­
rarı olsun diye saçından bir kıl ko­ sizlik, kırıcılık ortaya çıkabilir. Ze­
parttırır mıydı, koparttırmazdı.” / ka geriliklerinde de beniçinci eği­
Arap atasözü: “Yalnız yiyen yalnız limler sözkonusudur ve özellikle
boğulur.” / Simon Weil: “İnsan ben­ uydurmacılıkla birlikte görülür. His­
cil olm ak isterd i am a olam az. terilerde beniçinci duyguların kö­
Sefaletin en çarpıcı özelliği ve keninde çevrenin dikkatini çekme
büyüklüğünün kaynağı buradadır.” ve acıma duygularını kamçılama
/ Chamfort: “Biri çok kişisel bir eğilimi yatar. Büyüklük duygusu
adam için şöyle diyordu: iki yumur­ çok zaman beniçinci duygularla ge­
ta pişirebilmek için evinizi yakar.” lişir. “Düşüncelerini başkasma ulaş­
/ Adolphe de Custine: “Bencillik tırma ve başkalarının düşünceleri­
sevmeyi bilmez derler, bence ben­ ne uyarlanma gereksinimi duyma­
cillik kendini sevdirmeyi bilmez.” / yan” (Piaget) çocuk beniçinciliğini
Dostoyevski: “Soyut insan sevgisi hastalıklı beniçincilikle karıştırma­
her zaman bencillikten kaynakla­ mak gerekir. (Bk. BENCİLLİK)
nır.” (Bk. BEN)
BENOLMAYAN

BENOLM AY AN (fr. non-mov, leri olan iki ya da daha çok nesne­


alm . N icht-Ich', ing. non-ego). nin karşılıklı durumu. Benzerlikya-
Ben’le yani özneyle karşıtlaşan ya sası, zihinsel çağrışım kuramında
da ondan ayrılan. Benolmayan tüm sunumların ortak özellikli başka su­
nesneleri karşılar. Bu kavram, mut­ numları çağrıştırma eğilimi.
lak ülkücülük olarak belirleyebile­
ceğimiz Fichte felsefesinde önem­ BENZEŞİM (lat. analogia\ ir. ana-
li bir yer tutar. Kant’ın çömezi olan logie\ alm. A nalogie; ing. ana-
ve eleştirili felsefenin teknik terim­ logy). Benzerlik ya da oranlılık iliş­
leriyle konuşan Fichte’nin heptan- kisi. Benzeşim terimi her zaman
rıcı felsefesinde “ben” temel belir­ matematik oranlarla, karşılıklı iliş­
leyicidir, başlıca gerçekliktir, düşün­ kilerle ve benzerliklerle ilgilidir.
cenin yüce ilkesidir, sonsuzdur. Benzeşim hem iki ya da daha çok
Fichte ben’in “kendisini doğrula­ ikili çift terimi ikişer ikişer birleşti­
yarak ortaya koyduğunu” bildirir, ren ilişkinin özdeşliğidir (1/2; 3/6;
ona göre “Her şey kendini ortaya 5/10; 70/140), hem aynı konumda
koyan m utlak ve sonsuz b en ’le olan nesnelerin durumudur (baş’la
başlar” . Ben, benolmayanla yani önder’in benzerliği), hem benzer
ben’den bağımsız olan evrenle sı­ organların karşılıklı durumudur (kol
nırlandırılmıştır, bir başka deyişle ve kanat benzerliği). Benzeşim y o ­
o bir karşısav olarak karşısında be- luyla usavurma, bilinen terimler­
nolmayanı bulur. Dış dünya ben için den benzetme yoluyla bilinmeyen
bir engel yaratır. Buna göre benol­ terimi çıkarma: 3/4 ve 6 ’nm, oran­
mayan özgür ben’in bilinçdışı et­ lar gözönünde tutulduğunda dör­
kinliğinin bir ürünüdür. Ben ve be­ düncü terim olan 8’i buldurması (3/
nolmayan bilinçte biraraya gelirler 4; 6/8); bir şeyin durumundan ben­
ve bileşime kavuşurlar. (Bk. BEN) zerlik yoluyla bir başka şeyin du­
rumunu çıkarma: Ayşe güzeldir /
B E N Ö Z G E C İL İK (fr. egoaltru- Ayşe Adana’lıdır / Öyleyse Ada­
isme\ alm . E goaltruism us\ ing. n a’lılar güzeldir / Fatma Adana’İl­
egoaltruism). Auguste Comte’un dir / Fatma da güzeldir. (Görüldü­
“başkası için yaşamak” formülüne ğü gibi burada bir tümevarımı bir
dayanan özgeci anlayışını tümleye- tümdenglim izlemektedir.) Deney­
rek ben’in yararını başkasının ya­ sel benzeşim, K ant’da bağıntı ka­
rarına bağlayan Spencer’ci görüş. tegorisiyle ilgili olarak an anlığın a
(Bk. ÖZGECİLİK) priori ilkeleri. (Kant: “Varoluşları
açısından tüm olgular, zamanda,
B E N Z E R L İK (fr. ressemblance; karşılıklı ilişkilerini belirleyen kural­
alm. Aehnlichkeit, Gleichheit\ ing. lara özel olarak uyarlar.” “Deney
resemblance). Niteliksel açıdan öz­ algılar arasındaki zorunlu bir ilişki­
deş olmamakla birlikte ortak öğe­ nin sunumuyla olasıdır.”) Bu ben-
BİÇİM

zeşimler üç tanedir: tözün sürerli­ siz, ışıksız insan fikri, başta Hei-
ği, doğada değişmez ardarda geliş degger olmak üzere, değişik biçim­
yasalarının bulunuşu, zamanın her lerde, hem en h er v aro lu şç u d a
anında tüm tözler arasında karşı­ önemli bir yer tutar. Bırakılmış in­
lıklı evrensel tepki ilkesi. san, ölümden başka çıkış yolu gös­
termeyen bu dünyada, kendi yaşa­
B E ŞİN C İÖ Z (fr. quintessence; mını kurmak, bir özgürlük deneyi
aim. Quintessenz; ing. quintes­ içinde kendini aşa aşa varolmak du­
sence). Empedokles’in dört özüne rumundadır. O hiçbir zaman bir üst-
ya da ilkesine (toprak, su, hava, gücün yardımını ve ışığını umma­
ateş) Aristoteles ve skolastiklerce yacaktır. / Pascal: “Yaşamımın şim­
eklenen beşincisi. Aristoteles ve diki ve sonraki sonsuzlukta soğu­
skolastikler göğün cisimsel tözden rulmuş kısacık süresini, doldurdu­
daha başka bir tözü olması gerek­ ğum küçücük yeri düşündüğüm
tiği düşüncesiyle göğü kuran bir zaman, ayrıca kendimi hiç bilme­
başka töz olarak beşinciözü (quin­ diğim ve beni hiç bilmeyen uzam­
ta essentia) tasarladılar. Beşinciöz ların uçsuz bucaksız sonsuzluğu­
“onların tümünden daha kutsal ve na batmış gördüğüm zaman kor­
onları önceleyen” (Aristoteles) bir kuya kapılıyorum, neden orada
özdür. değil de buradayım diye şaşkınlığa
düşüyorum, çünkü orada olmam­
B IR A K IL M IŞL IK (fr. derelicti­ dan çok burada olmamın, başka za­
on; aim. Geworfenheit; ing. dere­ manda olmamdan çok şimdide ol­
liction). İnsanın dışlanmışlık duru­ mamın hiçbir nedeni yok.” / J.-P.
mu. Bırakılmışlık duygusu, dinsel Sartre: “Varlığın ussal dayanağı
çerçevede, kökel ayrılıktan gelen yoktur, varlık nedensiz ve zorun-
yani Tanrı’dan uzak kalışla belir­ luluksuzdur, varlığın tanımı bile
gin yalnızlık duygusudur. Bu duy­ onun kökel olumsallığını bize gös­
guyu en açık biçimde ilk tanımla­ terir.” / Albert Camus: “Bırakılmış
yan Pascal şöyle diyordu: “Beni olduğum bu dünya bana öylesine
dünyaya kimin bıraktığını, ayrıca yabancı ki, bende varolduğunu
dünyanın ne olduğunu, benim ne sandığım o sıcak içtenliği ağır ağır
olduğum u bilmiyorum. Her şey yakıyor.” (Bk. İNSAN, VAROLUŞ­
üzerine korkunç bir bilgisizlik için­ ÇULUK)
deyim.” Koskoca evrenin içinde bir
noktadan başka bir şey olmayan bu BİÇ İM (yun. eidos, morphe\ lat.
dünyada insan ne olabilir? O “hiç­ forma', fr. forme\ alm. Form', ing.
likle bütünlük arasında bir orta form). Bir şeyin dış görünüşü. Da­
yer”dir. Dünyaya bırakılmış, kendi ha dar anlamda biçim, maddeye
cılız güçlerinden başka bir dayana­ karşıt olarak tözsel ilkedir. Biçim
ğı bulunmayan, yardımsız, destek­ bir şeyin düzeniyle, kuruluşuyla, iş­
BİÇİM

leyişiyle de ilgili olabilir (görüşme çimse düşünsel işlevlerin yapılarını


biçimi, yönetim biçimi, iyileştirme belirler. Buna göre duyarlılığın a
biçimi). Biçim, estetiğin temel ko- priori biçimleri iç duyumun biçimi
nularındandır, buna göre bir yapıt­ olan zaman ve dış duyumun biçimi
ta tüm gereci ya da içeriği kucak­ olan uzaydır. Anlığın biçimleri ka­
layan, bütünlüğe kavuşturan, ona tegoriler, usun biçimleri de fikirler­
üst düzeyde anlaşılırlık kazandıran, dir. Biçim kuramı (alm. Gestaltt-
onu özgül özelliklerle donatan, böy­ heorie), bir olgunun birbirinden ay­
lece onun sanat değerini sağlayan rılabilir öğelerin toplamı olmadığı­
yapı özelliklerinin tümünü karşılar. nı, özerk yani iç bütünlüğü olan bir
Felsefe tarihi boyunca değişik an­ yapı ortaya koyduğunu, buna göre
lamlar almış olan biçim, en çok her öğenin bütüne bağımlı bulun­
Aristoteles’de ve skolastik felsefe­ duğunu, hiçbir öğenin bütün kar­
de yer tutar. Aristoteles’e göre bi­ şısında öncelik taşımadığını ileri sü­
çim ya da biçimsel neden madde­ ren felsefe kuramıdır. Biçim ruh­
den ayrılır. Madde gücüllüktür, bi- bilimi, ilksel ruhsal olayların bir bü­
çimedimliliktir. Madde değişen ya tüne bağlı olduğunu, anlamlarını bu
da değişime yatkın olan şeydir, “du­ bütünden aldığını ileri süren ruhbi-
yulur tözlerin tümü maddeye sa­ limsel öğretidir. Bu öğretiye göre
hiptir”. Biçim yetkinliktir, değişimin bedenin sağlıklı işleyişi tüm organ­
ilkesidir, değiştiren şeydir. Ruh canlı ların ayrı ayrı sağlıklı oluşuna bağ­
bedenin biçimidir. Skolastik felse­ lıdır, örneğin böbreklerin hasta bir
fede tözsel biçim varlıkbilimsel il­ bedende işleyişiyle sağlıklı bir be­
kedir, onunla belirsiz madde yani dende işleyişi arasında büyük bir
basit gücüllük edimlileşir, herhan­ ayrım vardır. Öte yandan bir orga­
gi bir şey durumuna gelir: tözsel na bir işlevi ulayıp çıkmak da doğ­
biçimi aynı türün bireylerine özgü ru olmaz, gerçekte organlar bütün­
ortak doğa diye anlamak gerekir; sel bir işlevi ortaklaşa sürdürürler.
buna karşılık raslantısal biçim va­ Örneğin beynin bir bölümüne bel­
rolan şeyi biçimlemekle birlikte lek yetisini, bir başka bölümüne
onun doğasını belirlemez. (Aziz duygusallığı kesin biçimde bağla­
Tommaso: “Tözsel bir biçim ras- mak doğru değildir. Bu tür yakış­
lantısal bir biçimden raslantısal bir tırmaların yanlışlığı organlardan bi­
biçimin hiçbir biçimde varlık sağ- rinin sakatlanmasıyla ona bağlanan
layamayışıyla, ancak bir varlık kipi işlevselliğin ortadan kalkmaması
sağlayışıyla ayrılır. Tözsel biçimse gerçeğinde belirir. Merleau-Ponty
m utlak o larak varlığı sağlar.”) bu görüşü felsefeye uygular ve bir
K ant’da duyarlılığın a priori bi­ nesneyi önce bütün olarak algıla­
çimleri düşüncenin maddeye bağ­ dığımızı, ayrıntılarını daha sonra bi­
ladığı yasalardır. Kant felsefesinde rer birer görebildiğimizi bildirir. /
madde deneyden gelenle ilgilidir, bi­ A. Malraux: “Tüm yaratma, özün-
BİÇİMCİLİK

de, gücül durumdaki bir biçimin öy­ lerinin belirgin özelliklerini inceler,
künülmüş bir biçimle savaşımıdır.” dilbilimde sözsel biçimlerle ilgili
“Nedir sanat? Biçimlerin üsluba dö­ araştırmaya karşılıktır. Ruhbilimde
nüştüğü şeydir.” / P. Leautaud: “Bi­ biçim araştırması bireylerin ırkla,
çim genellikle biçim bozan bir dü­ cinsle, yaşla değişiklikler gösteren
zenlemedir.” / E. Ionesco: “Ortaya fiziksel görünümlerine yöneliktir.
konulmuş bir anlatım biçimi aynı Buradan giderek belli toplumsal
zamanda bir baskı biçimidir.” / M. topluluklarda erişkin bireyleri bazı
de Guerin: “Biçim özün mutlulu­ biçimsel tiplere ayırmak eğilimi or­
ğudur.” / P. de Ronsard: “Öz dura­ taya çıkmıştır (iri yapılılar, inceler,
lar, biçim yokolur.” / H. Focillon: güçlüler, küçükler vb). Herbir tipe
“Belirti gösterir, biçim kendini gös­ ayrı bir kişilik yapısı ulanır. Örne­
terir.” /A . Suares: “Üslup kendin­ ğin iri ve yuvarlak tipler dışa dö­
de hiçbir şey değildir, ama biçim nük, ince uzun tipler içe dönük ola­
gerçek varlığın biçimleşmesidir. Bi­ rak belirlenir. (Bk. BİÇİM, MİZAÇ)
çimin ve düzenin olmadığı yerde
hiçbir şey yoktur. Ölüm bir düze­ B İÇ İM C İL İK (fr. formalisme;
nin çözülm esidir.” / Baudelaire: alm. Formalismus', ing. form a-
“Her yaratılmış biçim, insanın lism). Biçime büyük önem veren,
yarattığı biçim de ölümsüzdür. buna göre doğruların biçimsel ol­
Çünkü biçim özden bağımsızdır, bi­ duğunu bildiren, tüm açıklamala­
çimi kuran moleküller değildir.” / rın mantıksal yani soyut olarak ya­
Sainte Beuve: “Sanatı bir ‘biçim’ pılmasını öngören öğreti. Biçimci
sorununa indirgemek onu ölçüsüz öğreti doğruların uzlaşmalı belir­
daraltmak ve küçültmektir.” / G. tenler üzerine ya da simgesel ta­
Flaubert: “Belki de biçim duyuların nımlamalar üzerine kurulmuş oldu­
bir yanılmasıdır, töz de düşünce­ ğunu bildirir. Biçimcilik bu yanıyla
nin bir imgesidir.” / P. Louys: “Bi­ formüllere indirgeme eğilimidir. Bi­
çimleri parçalamamalı, onlar yal­ çimci bakış açısının başlıca özelliği
nızca görünmezi saklıyor.” / Elie maddesel öğeyi bir yana atması, bil­
Faure: “Bir Tanrı, bir biçim olduğu gide maddesel verileri değerlendir­
anda Tanrı olur. Doğru. Ancak bi­ mekten kaçınarak toparlayıcı say­
çim olduğu anda ölmeye başladığı dığı soyut açıklamalara yönelmesi­
da d o ğ ru .” (Bk. BİÇİM CİLİK, dir. Böyle bir bakış felsefede so-
MADDE, ÖZ) yutlamacı simgeciliğe açılırken sa­
nat kuramında sanat için sanat il­
B İÇ İM B İL İM (fr. morphologie\ kesine, sanat eleştirisinde de mad­
alm. Morphologie\ ing. morpho- desel yapının dış yüzünü ya da ku­
logy). Varlıkların yapılarını ve geli­ ruluş biçimini konu edinen yapısalcı
şimlerini ele alan kuram. Biçimbi- tutuma açılacaktır. Biçimci bakış
lim biyolojide hayvan ve bitki tür­ açısı, sanat yapıtını ayrıştırırken 63
BİÇİMSİMGE

toplumsal-tarihsel özelliklere ve teker uyar” (Lalande). Biçimsim-


ruhsal özelliklere yönelmeyi öngö­ geyle simge arasında bir değer ay­
ren klasik eleştiri anlayışından ayrı rımı var gibidir. Çok zaman biçim-
bir yol tutar, hatta onunla karşıtla­ simge kolaycı ve kabasaba bir an­
şır. Çünkü biçimci görüşe göre bir latımı getirir, bu yüzden genellikle
sanat yapıtını sanat yapıtı yapan şey küçültücü anlamda kullanılır, buna
onun oluşumuyla ilgili dışsal kural­ karşılık simge canlılığı, etkinliği,
lardır, yapısal özelliklerdir; bir baş­ güçlülüğü belirler. Bazı yazarlar bi-
ka deyişle sanat yapıtı anlattığı şeyle çimsimgeyi anlatımcı, simgeyi yan­
değil anlatış biçimiyle sanat yapıtı­ sıtıcı bulurlar. Alain şöyle der: “Yon­
dır, onu araştırırken nesnel yanını tu biçimsimgeseldir, oysa resim do­
konu etmek boşunadır. Biçimcilik ğal olarak simgeseldir. Simge duy­
genel olarak biçime ağırlık veren guyla, biçimsimge düşünceyle il­
görüşlerin adı olduğu gibi, istemin gilidir.” (Bk. SİMGE)
ortaya koyduğu eylem ilkesini öz
açısından değil de biçim açısından BİLEŞİM (fr. synthèse; alm. Synt­
ele alan ahlak görüşlerinin de genel hèse; ing. synthesis). Bir bütünün
adıdır. Biçim cilik denince ilkin öğelerini bir araya getirme. Fikir­
K ant’ın buyurucu ahlak anlayışı leri açık ve seçik bir bütünde top­
akla gelir. Buna göre bir edimin ah­ lama. Basitten bileşiğe doğru iler­
laki değeri onun içeriğine yani ya­ leme. En basit kavram ve önerme­
pılışına bağlı olmaz. Sonuçlannada lere ulaşma. Bir kesin önermeden
bağlı olmaz,yalnızca biçimine yani daha başka kesin önermelere iler­
eğilimine bağlı olur. Bu da insana leme. Bileşim ayrıştırmanın karşı­
ahlak kuralına tam saygılı olmayı tıdır; ayrıştırma tümdengelimi, bi­
önermektir. (Bk. BİÇİM, ESTE­ leşim tümevarımı belirler. Bileşim,
TİK) bütüne yöneliş olmakla, bir bilinen­
den daha üst düzeydeki bir bilgiye,
B İÇ İM S İM G E (lat. allegoria; bir bilinmeyene ilerleme olarak da
fr. allegorie', alm. Allegorie; ing. düşünülebilir. Descartes, yöntemini
allegory). Bir fikri anlatabilmek için açıklarken, düşüncesini “en basit
kullanılan biçimsel simge. Böylesi ve tanınması en kolay verilerden
bir simgeyle kurulmuş yapıt. Biçim- yavaş yavaş, derece derece en bi­
simge bir fikri somuta götürerek leşik bilgilere yükseltmek” istedi­
açıklamayı sağlar. Bu somutlama- ğini söyler. Leibniz bileşimi doğru­
da herhangi bir nesne, herhangi bir lara ulaşma yöntemi olarak belir­
canlı varlık temel alınır. Bu somut ler: “Bileşim yoluyla, basitten kar­
simgeleştirme bütün bir yanıtı kap­ maşığa yönelerek, çok zaman çok
sar, öyle ki “simgeleştirenin tüm büyük doğrulara ulaşılır.” Kant,
öğeleri dizgesel bir düzeyde sim- onu çeşitli sunumların bir bütünde
geleştirilenin herbir öğesine teker bir araya getirilmesi olarak görür:
BİLGELİK

“En genel anlamında bileşimden çe­ lür. Stoa’cılar için bilgelik acıdan
şitli sunumları birbirine bağlamayı ve sıkıntıdan uzaklaşmayla, doğa­
ve onların çeşitliliğini tek bir bilgi ya uygun yaşamayla, doğal-ussal
biçimi altında kavramayı anlıyo­ bir varlık olarak topluma yerleş­
rum.” Hegel için bileşim diyalektik meyle, örnek insan olmayla belir­
usavurmanın üçüncü evresidir, sa­ gindir. Dış etkenler karşısında güç­
vın ve karşısavın aşılmasıdır. A pri­ lü kalmak, kötülükleri anlayışla, iyi­
ori bileşimselyargı Kant’da deney­ likleri ağırbaşlılıkla karşılamak, fe­
den gelmeyen yargıdır: “YaB yük­ laketler karşısında soğukkanlı ola­
lemi A öznesine bu kavramda da­ bilmek bilgeliğin temel ilkeleridir. Bu
ha önce gizli bir biçimde içerilmiş da her zaman tutkulara söz geçire­
bir şey olarak bağlıdır ya da B tü­ bilmekle olasıdır. Bilgelik tutkulara
müyle A kavramının dışındadır. Bi­ karşı ussallığı savunurken bilmez­
rincisine ayrıştırmah yargı, İkinci­ liği sürekli olarak bilgiyle aşma zo­
sine bilimsel yargı diyorum.” (Bk. runluluğunu getirir. Bilgelik birey­
AYRIŞTIRM A, DİYALEKTİK, sel düzeyde güçlü olmanın koşulu­
KARŞISAV, SAV) dur. Eski A hid’de bilgeliğin gücü
biraz da abartılarak şöyle anlatılmış­
B İL G E L İK (yun. sophia; ir. sa- tır: “Bilgelik bilgeye bir kentte bir
gesse; alm. Weisheit', ing. wisdom). araya gelmiş on savaş önderinin
Eskiçağ’da felsefe, daha sonra er­ gücünden daha büyük bir güç ve­
dem. Bilgelik felsefenin en eski adı­ rir.” La Rochefoucauld bilgeliği
dır, insanla ve evrenle ilgili tüm bil­ toplumsal çerçevede ele alır ve “Tek
gileri kapsar, bilimle eşanlamlıdır. başına bilge olmak istemek büyük
Dünyanın nereden gelip nereye git­ bir çılgınlıktır” der, ancak bir baş­
tiği, tanrısallığın gerçekliği ve dün­ ka özdeyişte onu bireyin içtepileri-
yayla ilişkileri, dünyada insanın ye­ ne kadar götürür: “Deliliğin dışın­
ri, bir toplumsal varlık olarak insa­ da yaşayan kişi sanıldığı kadar bil­
nın davranışlarını nasıl ve neye gö­ ge değildir.” Montaigne bilgeliği so­
re düzenlemesi gerektiği bilgeliğin nuçlan bakımından ele alır, ona gö­
başlıva sorunları olmuştur. XVII. re “Bilgeliğin en sağlam belirtisi
yüzyıldan sonra bilgelik terimi özel sağlam bir mutluluktur.” Boileau
olarak ahlakla ilgili bir anlam ka­ bilgeliğin bir amaç değil bir sonuç
zanmaya başlamış, erdemle eşan­ olduğunu duyurur: “En bilge kişi
lamlı duruma gelmiştir. Buna göre bilge olmayı düşünmeyen kişidir.”
bilge, davranışlarını usun ışığında Voltaire dünyanın bilgeliğe doğru
düzenleyen kişidir, hoşgörülü ve yavaş yavaş ilerlediğine inanır. J.-
uzlaşmalı kişidir, dinginliğe kavuş­ J. R ousseau bilgece etkinlikleri
muştur, başkalarına da dinginliğin yaşlılara uygun görür: “Gençlik bil­
değerini duyurur. Bilgeliğe en bü­ geliği inceleme zamanıdır, yaşlılık
yük eğilim Stoa felsefesinde görü­ bilgeliği uygulama zamanıdır.” Ba­
BİLGİ

ron d ’Holbach düşüncesinde bil­ hinde var kılan düşünce edimi. Bu


geliğe ayrı bir yer vermez ve onu edimle zihinde var kılınan nesne.
insana yararlı şeyler arasında sa­ Edim olarak alındığında bilgi her­
yar: “Doğru, bilgelik, us, erdem, hangi bir şeyi düşünceyle sezmek
doğa insan türüne yararlı olanı be­ anlamına gelir, bu seziş duyu or­
lirlemekte eşdeğer terimlerdir.” Ya­ ganlarının aracılığıyla olduğu gibi
zarların bilgelikle ilgili görüşleri çok onlann aracılığı olmadan da olabi­
değişik hatta birbiriyle çelişkili olsa lir. Bilgilerimizi gerçek dünyadaki
da, onların ortak olarak duyurduk­ gerçekliklerin yansıları olarak be­
ları tek şey vardır, o da bilgeliğin lirleyen Platon bilgi edinmeyi anım­
kişilik düzeyinde bir yetkinleşme sama olarak görüyor, dış dünya
olduğudur. / J.-J. Rousseau: “İs­ gözleminin anımsamaya kolaylık
kender olmasaydım, diyor bu fa­ sağladığına inanıyordu. Felsefe ta­
tih, Diogenes olmak isterdim. Fi­ rihi boyunca bilgi konusunda iki
lozof da şöyle diyebilirdi: şu oldu­ karşıt görüş ortaya kondu: Platon
ğum şey olmasaydım İskender ol­ ve öbür ülkücüler doğuştan bilgi­
mak isterdim. Ben bundan kuşku­ lerin varlığını savundular. Aristo­
luyum; bir bilgenin bir fatih olmayı teles ve öbür gerçekçilerse bilginin
istemesinden çok bir fatih bir bilge tümüyle dünya deneyleriyle, duyu
olmak isteyecektir. Bilgeden başka organları aracılığıyla yani sonradan
hangi insan şu dünyada kahraman elde edildiğini savundular. Bu nok­
olmak istemez?” / Chamfort: “Bil­ tada görüşümüz ne olursa olsun,
geden çok deli var, bilgede bile bil­ bilgi gerçeklikte karşılığı olan ya da
gelikten çok delilik var.” / A. Gide: tasarımsal olan bir şeyin kavramı
“Bilgelik usta değil aşktadır.” / ya da fikridir. Bilgi sorunu felsefe­
Senancourt: “Kendi kendine yeten nin en eski sorunudur, bir özne-
ve kendi bilgeliğinden beslenen in­ nesne karşıtlığı içinde belirir ve bu
sanlardan sözedilir; ölümsüzlük ön­ karşıtlık içinde çözümünü arar. Her
lerinde olsaydı, onlara hayran ola­ felsefe okulu bilgi sorununu ülkü-
cak, onlara özenecektim; önle­ cü-gerçekçi ayrımı tem el olmak
rinde ölümsüzlük olmadığına göre üzere kendine göre çözmeye çalış­
onları anlayamıyorum.” / M. Yo- mıştır, özne-nesne ilişkisine verdi­
urcenar: “Artık tek bir bilgelik yok­ ği anlama göre belirlemiştir. Bunun
tur, tüm bilgelikler dünyaya gerek­ yanında bilginin ne ölçüde olası ol­
lidir, onların birbiri yerine geçmesi duğu, uzanımının ne olduğu, buna
kötü değildir.” (Bk. AHLAK, ER­ göre neyi nereye kadar bilebilece­
DEM, FELSEFE) ğimiz sorunu da felsefenin temel
sorunlarındandır. Bilginin ruhbilim-
B İL G İ (yun. episteme\ fr. con- sel kaynağı elbette insanın dünya
naissance\ alm. Erkenntnis, Kerınt- karşısındaki merakıdır, ancak ger­
nis\ ing. knowledge). Nesneyi zi­ çek anlamda bilgiyi yaratan ve ge-
BİLGİ

Eştiren şey insanın dünyayı daha türm ek istem eyenler de çoktur.


kullanılır kılma istemi ve buna gö- Platon çok şey öğrenmenin bilge­
k insan yaşamının çeşitlilenmesi, lik için yeterli olmadığını bildirerek
giderek karmaşıklaşmasıdır. İnsa­ şöyle diyordu: “İnsanlar çok şey
noğlu her zaman bir şeyler öğren- öğrendikleri zaman bilge oldukla­
n e k istemiştir, ancak tarih içinde rına inanacaklar, ama onlar büyük
jaşam ın işbölümüyle çokyapılı bir bir çoğunlukla bilgisiz olacaklar,
gürünüm kazanması öğrenilecek yaşam ilişkilerinde dayanılmaz
şeyleri çoğaltmıştır, öğrenmeyi ya­ kalp bilgeler olacaklar.” Goethe’nin
ş a n için, yaşamı geliştirebilmek için Faust’u şöyle diyordu: “Felsefeyi
zorunlu kılmıştır. Ülkücülük-gerek- inceledim, hukuku ve hekimliği de.
çilik sorunu da, daha genel düzey­ Hatta, yazık, dişimi tırnağıma ta­
de bilgilerimiz önceliğini ustan mı kıp baştan sona dinbilimi de. İşte,
deneyden mi alır sorunu da, bir baş­ zavallı ben, tüm bilimimle, eskisi
ka deyişle öznenin mi nesnenin mi kadar bilge değilim.” Bilgi yaşam
öncelikli öge olduğu sorunu da in­ için her şey olmasa bile yaşamı de­
sanlığın ve dolayısıyla bilginin geli­ ğiştiren en büyük güç olarak dü­
şimi içinde karmaşıklaşmıştır. Bilgi şünülmelidir. / H.-F. Amiel: “Oldu­
edinme serüveni her çağda güç bir ğunu sandığın şeyi söyle, sana ol­
sorun ortaya koymuştur, güçlük­ madığın şeyi söyleyeyim.” / P.
lerle ve tehlikelerle dolu bir serü­ Claudel: “Bana hiçbir şey Sokra-
ven olmuştur. Vergilius’a “şeylerin te s’in şu özdeyişi kadar boş gö­
nedenlerine inebilene ne mutlu” de­ rünmüyor: kendi kendini tanı. En
dirten budur. Bilgi edinme işinin za­ doğru tanıma aracı kendi kendini
manla geliştiği, kolaylaştığı, yaygın­ unut olabilirdi.” /A . Maurois: “Baş­
laştığı doğrudur. Bu değişim her kalarını kendimiz gibi bilirsek, on­
şeyden önce bilgi edinmeyi kolay­ ların en kınanılası eylemleri bize ba­
laştıran araçların bulunmasıyla sağ­ ğışlanası görünür.” / Roger Bacon:
lanmıştır. E. Renan şöyle der: “En “Öğrenen insan inanmalıdır, bilen
sıradan öğrenci bile Arkhimedes’in insan incelem elidir.” / Bossuet:
yaşamını adamış olduğu doğruları “Sevgiye yönelmeyen, kendi ken­
biliyor.” Her şey bir yana, bilgi her dini kandıran kısır bilgi yok olsun.”
çağda önemsenmiş, hatta dünya­ / Maine de Biran: “Bilgi zorunlu
nın gerçek kurtarıcısı olarak düşü­ olarak karşısavla oluşur, insan için
nülmüştür, özellikle güçlü bir ah­ her şey karşısavdır, insan kendin­
lak için sağlam bir bilgi temeli ön­ de de ilkel ve giderilmez bir karşı-
görenler çok olmuştur. Bu yönde savdır, dünyayla böylece bir bütün
Sokrates, ülkücü bir anlayış için­ oluşturur.” (Bk. AYDIN, BİLGİA-
de, “Kendi kendini tam” diyerek in­ R A Ş T IR M A SI, B İL G İB İL İM ,
sana ben araştırmasını önermiştir. BİLGİKURAMI)
Ancak bilginin önemini aşınya gö­
BİLGİARAŞTIRMASI

B İL G İA R A Ş T IR M A S I (fr. limsel çalışmalarda ortaya konul­


gnoseologie; alm. Gnoseologie-, muş olan ilkelerle, varsayımlarla,
ing. gnosiology). Dünyayla ilgili tu­ sonuçlarla ilgili eleştirel bir araştır­
tarlı bir yoruma ulaşabilmek için madır, bu şeylerin mantıksal teme­
kavramları belli bir dizge içinde ay­ lini belirlemek, nesnel değerini or­
rıştırmaya dayanan bilgi alanı. Bi­ taya koymak amacını güder. Bilgi­
limlerde kavramları, ilkeleri, yön­ bilim kavramım sık sık karıştırıldı­
temleri, tanımları tartışmaya daya­ ğı bir kavramdan, bilgikuramı kav­
nan bilgi alanı. Bilgiaraştırması bil- ramından da ayırmak gerekir. Bil­
gibilime karşıt olarak ve bilgikura- gibilim bilimsel bilginin ne olup ne
mına yakın bir anlamda, tanıma ye­ olamayacağını ortaya koyarken, bil-
tisiyle ilgili edimlerin ayrıştırması­ gikuramı yalnızca bilgi edinme işin­
na da yönelir. Bu anlamda Kant’ın de özneyle nesnenin yani bilgiye
tanıma yetilerimizin a priori ayrış­ ulaşanla bilgisine ulaşılanın karşı­
tırmasıyla ilgili çalışmasını anımsa­ lıklı konumunu ve ilişkilerini ele alır.
tır. Bilgibilim, bilgikuramı ve bilgi- Bilgibilimle bilgikuramını özdeşleş­
araştırması aralarına kesin sınırlar tirme eğilimine daha çok İngiliz ve
konulam ayacak üç alandır. (Bk. amerikan düşünce dünyasında Taş­
BİLGİKURAMI, BİLGİBİLİM) lanmaktadır. (Bk. BİLGİ, BİLGİ-
KURAMI, BİLGİARAŞTIRMASI,
B İL G İB İL İM (fr. epistemologie-, YÖNTEMBİLİM)
alm. Wissenschaftslehre\ ing. epis-
temology). Bilimler felsefesini bi­ B İL G İC İL İK (lat. sophisma; fr.
limsel yöntem araştırması çerçeve­ sophism e; alm. Sophisma-, ing.
sinde değil de ilkelerin belirlenmesi sophism). Doğru düzenlenmiş çı­
çerçevesinde ele alan inceleme ala­ karımlarla yanlış bilgilerden yanlış
nı. Bilgibilim, bilimsel araştırmalar­ sonuçlara ulaşma ustalığı. Bu tu­
da ortaya konulmuş olan felsefi so­ tum başkalarına, bazen de kendi­
runları tartışır. Bu yüzden bilgibi­ ne, görünüşte doğru olan yanlış bil­
lim kavramıyla bilgiaraştırması kav­ gileri doğru diye benimsetmek eği­
ramını özdeşleştirm e eğiliminde liminden doğar. Doğru bilgiye var­
olan düşünürler vardır. Bilgibilim, mak doğrulardan doğru çıkarımlar
temelde, bilimsel bilginin eleştirili yapmakla olasıdır. Çıkış noktaları­
bir biçimde incelenmesini ve böy­ nın yani öncüllerin yanlışlığını giz­
lece nesnel değerlerinin ortaya ko­ leyerek doğru bir mantık yolu izle­
nulmasını amaçlar. Bilgibilimi ken­ mekle yanlış bilgiler elde etmek ve
dine çok yakın duran yöntembilimle bu bilgileri doğru diye benimset­
de karıştırmamak gerekir. Yöntem- meye çalışmak yunan düşüncesin­
bilim, mantığın bir bölümü olarak de sofistlerin eğilimiydi. Sofistler
bilimsel araştırma yöntemi erini in­ olumsuz kuşkuculuk diye belirle­
celer. Bilgibilim, buna karşılık, bi­ yebileceğimiz bir tutum içinde, in­
BİLGİKURAMI

sanlara doğru bilgiye hiçbir zaman leyse bu bilgi alanı bir felsefenin
alaşılamayacağmı, hatta doğru bil- canı ya da bilincidir. Bir bilgikura-
p diye bir şeyin olamayacağım bil­ mı ne kadar aydınlık, ne kadar tu­
iliyorlardı. Mutlak doğru bilgi ola­ tarlı olursa, onun eti kemiği duru­
mayacağına göre, bize doğru gö- munda olan felsefe o ölçüde bü­
ıüneni doğru diye benimseyebilir­ tünlüklü, anlaşılır, köklü ve ussal
dik. Protagoras şöyle diyordu: “İn­ olacaktır. Felsefede bilgi sorunları
san her şeyin ölçüsüdür, varolan­ tüm öbür sorunları önceler ve ay­
ların varolduklarının da, varolma­ dınlatır. Sorun her şeyden önce bil­
yanların varolm adıklarının da.” ginin hangi koşullarda oluştuğu, bu
Gorgias da şu görüşteydi: “Bir şey oluşumda özneyle nesnenin karşı­
yoktur, olsa da bilemezdik, bilsek lıklı konumunun ne olduğu, özel
de başkalarına bildiremezdik.” Bil­ olarak bilgi edinme işinde öznenin
gicilik ve onun dayanağı olumsuz mi yoksa nesnenin mi daha etkin
kuşkuculuk sofistlerden sonra da olduğu sorunudur. Bilgikuramında
kullanıldı. Sokrates’çi okulların fi­ nesneye verilen ağırlık gerçekçi ba­
lozofları da bu yönde görüşler or­ kışı, özneye verilen ağırlık ülkücü
taya koydular. Bilgicilik en kötü bakışı öne çıkarsa da, özne ve nes­
inandırıcılık yöntemi olarak her za­ ne dengesi ya da özneyle nesne­
man kullanılmıştır. (Bk. SOFİST) den birinin öbürünü kesin olarak
gerekli kılması mutlak ülkücülükle
B İL G İK U R A M I (fr. théorie de mutlak gerçekçiliği olanaksız kılar.
connaissance; alm. Erkenntnis- Bir başka deyişle, bilgi edinmede
theorie\ ing. kenlore). Bilgi edin­ özneyi yoksarcasm a nesneye ve
me olgusunu özneyle nesnenin ya­ nesneyi yoksarcasma özneye ağır­
ni bilgiye varanla bilgisine varıla­ lık vermek olasılığı yoktur. Önemli
nın karşılıklı ilişkisi içinde ele alan olan, bilginin hangi koşullarda oluş­
inceleme alanı. Bilgikuramı, bilgi­ tuğunu belirlerken öznenin mi yok­
nin oluşum kurallarım incelemekle sa nesnenin mi daha baskın ya da
felsefenin temelini oluşturur. Buna daha etkin olduğunu göstermektir.
göre her felsefe çeşidi yönleriyle Öbür türlüsü kutuplardan birini or­
ancak bilgi kuramının ışığında doğ­ tadan kaldıracağından bilginin var­
ru olarak kavranılabilir ya da bir fel­ lığını tehlikeye düşürecektir. Bilgi-
sefeyi doğru olarak anlamak her kuramı felsefe için belirleyici bilgi
şeyden önce onun içerdiği ya da alanı olmakla, bir felsefe içinde çe­
dayandığı bilgi kuramını doğru ola­ şitli bölümler arasında birliği güven­
rak kavramakla olasıdır. Bilgikura- ce altına alan tek ölçüttür. Örneğin
mı felsefeye temel özelliklerini ka­ bir felsefede devlet anlayışıyla es­
zandırır: bir felsefe bilgi kuramına tetik anlayışının uyuşması ya da da­
göre gerçekçi, usçu, sezgici, ara- ha doğrusu bir bütüne katılırcası-
nedenci, varoluşçu vb. olur. Öy­ na doğal bir biçimde yanyana gel­ 6 9
BİLGİKURAMI

mesi böyle bir ölçütün sağladığı tu­ edinmenin tek yolu zihnin kendi
tarlılıkla olacaktır. Bir felsefede bil- üzerine kapanması ve gerçekliğin
gikuramı ayrıca açıklanmış da ol­ daha önce edinilmiş kopyalarını bi­
sa, bütüne azçok örtülü bir biçim­ rer birer ortaya oymaya çalışması­
de ve elbette sonradan ortaya çı­ dır. Aristoteles böyle bir tutuma ya­
karılıp apaçık gösterilecek bir bi­ naşmaz, ona göre bilginin kaynağı
çimde dağılmış da olsa temel belir­ bizim dışımızda bulunan ve bizi sa­
leyici öge olarak açıklığı, tutarlılığı ran somut gerçekliktir, bu gerçek­
sağlar. Bilgikuramı bu yüzden yüz­ liğin bilgiye temel olacak verileri bi­
yıllar boyunca felsefenin temelini ze duyu organlarıyla ulaşır. Bu aşı­
kurarken, “bilgikuramı” terimi an­ rı iki bakış açısının daha sonra da
cak XIX. yüzyıldan sonra kullanıl­ sürdüğü görülür. Örneğin XVII.
mıştır. Bu arada birçok filozofun yüzyılın ünlü gerçekçi filozofu Loc-
gözünde felsefenin can damarı olan ke “Zihinde hiçbir şey yoktur ki da­
bilgikuramı bazı filozoflarca pek ha önce duyularda bulunmuş ol­
önemsenmemiştir, bazıları onu da­ masın” der. Bu görüş deneyciliğin
ha çok kurgusal bir üretim alanı sloganı omuştur. Leibniz, Locke’la
olarak değerlendirmişlerdir. Bilgi- arasındaki ayrılığı ortaya koyarken
kuramma bu ikinci açıdan bakan­ şöyle der: “Deneme yazarı her ne
lar felsefeyi bir dizge olmaktan çok kadar benim de alkışladığım nice
özgür bir araştırma alanı, özgür bir güzel şey söylüyor olsa da dizge­
arayış ortamı olarak belirleyen dü­ lerimiz birbirinden çok ayrı. Onunki
şünürlerdir. Bu noktada filozof ve daha çok Aristoteles’le ilgili, benim­
düşünür ayrılığının ortaya çıkması ki Platon’la, her ikimiz de bu iki
doğaldır. Çünkü bilgikuram ıyla eski filozofun öğretisine birçok ba­
doğrulanmamış bir felsefe bütün­ kımdan uzak düşüyor olsak da.”
lükten ve tutarlılıktan, dolayısıyla Descartes’ın yepyeni felsefesi de
anlaşılırlıktan biraz uzak olacaktır. bilgikuramı açısından özgün görüş­
Bu yüzden bilgikuramı en eski za­ ler getirmiştir. Descartes her şey­
manlardan beri gerçek anlamında den önce öncesel bilgilerin ya da
filozofların başlıca kaygısı olmuş­ doğuştan bilgilerin (fikirlerin) var­
tur. Descartes’dan önceki filozof­ lığına inanan bir ülkücüdür. Bununla
lar fikirle gerçeklik ilişkisini araş­ birlikte bilgide dış dünya deneyine
tırmaya büyük önem vermişler, bu de ağırlık verir. Ona göre bilgimi­
arada araştırmalarını ya fikre ya zin temelini oluşturan fikirler an­
gerçekliğe ağırlık vererek bitirmiş­ lıkta doğuştan bulunan fikirlerdir,
lerdir. Örneğin Platon bilgi nesne­ ancak bunun dışında bizim bazıları
sinin insan zihninde öncesel olarak duyumdan (edinilmiş), bazıları im­
bulunduğunu benimserken, Aristo­ gelemden (yapay) fikirlerimiz de
teles başlangıçtaki zihni boş bir düz­ vardır. Descartes’da bu iç ve dış
lem saymıştır. Platon’a göre bilgi dengesi kurulduktan epeyce sonra
BİLGİN

bile İngiliz deneycileri dış dünyaya “Felsefede ülkücülük sonlunun ger­


bilgide tam anlamında öncelik ta­ çek varlık olarak tanınmasına da­
nımışlardır, bu da XVIII. yüzyılda yanır. Her felsefe özünde ülkücü­
Hume’la birlikte deneyciliği kuşku­ lüktür ya da en azından ilke olarak
culuğa götüren gelişmelere yol aç­ ülkücülüğe sahiptir.” Son büyük
mıştır. Deneycilerin bilginin temel­ dizgeci filozof olan Hegel’den son­
lerini tartışmaya varan kuşkuculu­ ra felsefede dizge fikri zayıflarken
ğunu Kant bilgide deneyciliğe bü­ hatta tümüyle bırakılırken bilgiku-
yük yer vermekle birlikte bilgiye ev­ ramı da başlıca felsefi araştırma ala­
rensel zorunluluğu getirerek aşmış­ nı olmaktan uzaklaşmış görünmek­
tır. Kant şöyle der: “Bilgi gerçekte tedir. Ancak bu uzaklaşmayı belki
iki öğeyi gerektirir: genel olarak bir de çağdaş felsefenin bir başarısı
nesnenin düşünüldüğü kavram ı olarak görm em ek gerekir. (Bk.
(kategori) ve bir nesnenin verildiği BİLGİBİLİM, BİLGİ ARA ŞTIR-
sezgiyi. Kavramı karşılayan belli bir MASI, FELSEFE)
sezgi olmasaydı, bu kavram biçimi
açısından bir düşünce olacaktı ama B İLG İN ( fr. savanf, alm. Ge-
onun herhangi bir nesnesi olmaya­ lehrte; ing. learned man). Bir ya
caktı, ayrıca herhangi bir şeyin bil­ da birkaç bilimde derinleşmiş kişi.
gisi onunla olası olmayacaktı.” Al­ Bilgin terimi bilimlerin uzmanlık
man ülkücülüğünü doruk noktası­ alanlarına dönüştüğü bu çağda gi­
na kadar çıkarmış olan Hegel ger­ derek daha az kullanılmaktadır. Bu
çekçi felsefenin en eski ve en te­ terim genellikle çok bilen, derin
mel ilkesi olan “Zihinde hiçbir şey araştırmalar içinde olan, kendifli bi­
yoktur ki duyulardan gelmiş olma­ limsel çalışmaya adamış bulunan
sın” ilkesini yadsımadan onun kar­ anlamında kullanılır. Bu yüzden bil­
şıtı olan ilkeyi “Duyularda hiçbir gin kişi olağanüstü düzeyde bilgili
şey yoktur ki zihinden gelmiş ol­ bir kişi olarak düşünülmüştür, en
masın” ilkesini de doğru sayar ve azından onda dehayı düşündüren
şöyle der: “Genel olarak elbette bir şeyler vardır. “Çılgınlığın birin­
yanlış bir biçimde Aristoteles’e mal ci basamağı bilgin olduğuna inan­
edilen eski bir ilke vardır, bu ilke maktır” diyen İspanyol atasözü bu
A ristoteles felsefesinin temelini ayrıcalığı olumsuz anlamda duyu­
oluşturan bir ilke gibi alınmaktadır: rur. Her ne olursa olsun bu terimin
‘N ihil est intellectu quod non pri- içeriği çok belirgin değildir, “bilim
us fu erit in sen su '. Kurgusal felse­ adamı”nın belirginliği yamnda “bil-
fe bu ilkeyi kulak ardı etmemeli, gin”in kayganlığı büyük güçlük or­
ayrıca şu karşıt ilkeyi de benimse­ taya koyar. Gene de bilgin bilim
melidir: 'Nihil est in sensu quod non adamından daha yetkin bir kişiliği,
fuerit in intellectu’.” Hegel ülkü­ bilgiler arasında bağlantılar kura ku­
cülükle ilgili olarak şunları söyler: ra yetkin bir bilme gücüne ulaşmış,
BİLİM

hatta bilgi’nin alanını buluşlara ka­ anlamında bilim belli bir alanda ya
dar açılan bir yaratıcılık alanı kıl­ da belli bir konuda ortaya konul­
mış bir kişiliği duyurur. “Bilgin”le muş dizgesel bilgiler toplamıdır. Bu
“bilge” arasına da bir ayrım koy­ yüzden Henri Poincare bilim ada­
mak gerekir: bilgin daha çok bilim­ mım bir düzenleyici olarak düşün­
le, bilge daha çok ahlak ve metafi­ müş ve şöyle demiştir: “Bir ev na­
zikle ilgili gibidir; ayrıca bilgin, bil­ sıl taşlarla yapılırsa bilim de olgu­
geden daha dar bir alanın insanı ol­ larla yapılır. Ancak olguları yığmak
makla ayrılır: bilgin bilge kadar her bilimi sağlamaz, taşları yığmakla
şeyi bilen olmasa da bilim adamı nasıl ev yapılamazsa.” Eski zaman­
kadar dar çerçevede sınırlı değil­ larda bilim felsefeyle ya da metafi­
dir. /J.-J. Rousseau: “Bilginlerimiz­ zikle özdeşti, her türlü kuramsal bil­
den kendini dinletmek zevkini kal­ gi bilim diye anılırdı. Deneye daya­
dırın, bilmek onlar için bir anlama lı bilimlerin özel olarak ikincil bir
gelmeyecektir.” / Claude de Sa- yeri vardı. Bilimlerin deneye yasla­
int-Martin: “Bilginler, biliminizi unu­ narak felsefeden ayrı özerk bilgi
tun, onlar sizin gözünüzü bağlıyor.” alanları olmaya başladığı Yeniçağ
/ Saint-Simon: “Bilginler sanayici başlarından sonra bilim felsefeyle
sınıfına büyük hizmetler veriyor­ özdeş olmaktan çıktı. Daha XVII.
lar, ama onlardan daha büyük hiz­ yüzyılda Descartes skolastik felse­
metler sağlıyorlar, onlardan yaşam­ feye yönelik eleştirici bakış açısı
larını sağlıyorlar.” / A. Carrel: “Bil­ içinde bir bilim sınıflaması yapmıştı:
ginlerin kavrayışını artırmanın en onun “bilim ağacı”nın kökleri me­
iyi yolu onların sayısını azaltmak­ tafizik, gövdesi fizik, dalları da ma­
tır.” / Cl. Lévi-Strauss: “Bilgin doğ­ tematik, hekimlik ve ahlaktı. Bu­
ru yanıtları hazırlayan insan değil­ nun çok uyarlı bir bilim sınıflaması
dir, doğru soruları soran insandır.” olmadığı kesindir, ama bu sınıfla­
/ Molière: “Ben size kefilim bunda mada ortaçağ düşüncesinin ya da
/A hm ak bir bilgin ahmak bir cahil­ skolastik felsefenin katı metafizik­
den daha ahmaktır.” (Bk. BİLGE­ çi bakışına ters düşen bir anlayış
LİK) egemendir. Ortaçağ’m ikinci yarı­
sında bilimsellik tasım yöntemleriy­
B İL İM (y u n . ep istem e ; lat. le tümdengelimler yapmakla sınır­
scientia; fr. science', alm. Wissen, lanıyordu ve o dönemde gökbilgi-
Wissenschaft, ing. science). Olgu­ si, elfalı, cincilik, büyücülük gibi
ların yasalarına ulaşmak için konul­ etkinliklerde bilim sayılıyordu. Bu­
muş bir düzenli bilgiler ve yöntem­ günkü bilimsel kavrayış yavaş ya­
ler toplamı. Her bilim bir olgular vaş Yeniçağ’ın eşiğinde ya da Rö­
araştırmasıdır; bir konu ve bütü­ nesans döneminde oluşmaya yüz-
nüyle bu konuyu uyarlı araştırma tuttu, bu oluşum her şeyden önce
yöntemlerinden oluşur. En genel düşüncenin temeline kuşkucu ba­
BİLİM

kışı koyarak gerçekleştirildi. Bir liğini öngörür: “Bilimleri incelemek­


Montaigne eski olumsuz kuşkucu­ te birbirine karışan filozoflar, de­
lardan, örneğin bir Pyrrhon’dan, neyciler ve dogmacılar olmak üze­
yani bilginin evrensel geçerliliğine re iki sınıfa ayrılırlar. Karıncaya
inanmayan kuşkuculardan etkilen­ benzeyen deneyci yiyecekleri yığ­
mekle birlikte olumlu kuşkuculu­ makla, sonra da onları tüketmekle
ğun yani doğru bilgiye varabilme yetinir. Dogmacı örümcek gibidir,
yolunda kuşkuyu temel almaya da­ maddesini kendi varlığından çıkar­
yanan bakış biçiminin kurucuların­ dığı ağlarını örer. Arı ortada yer alır,
dan biri oldu. XVII. yüzyılda bi­ hammaddeyi tarlalarda ve bahçe­
limsel bakış açısı Descartes kadar lerde çiçeklerden toplar, sonra ken­
Francis Bacon’ın düşünce dünya­ dine özgü bir sanatla işler ve sindi­
sında kendini gösterdi. Bacon do­ rir. Gerçek felsefe de buna benzer
ğaya egemen olm ak adına doğa şeyler yapar, o yalnızca ve özellik­
olaylarını incelemek ve bu yolda de­ le insan ruhunun doğal güçleri üze­
neyler yapmak gereğini bildiriyor, rine temellenmez ve doğal tarihten
doğaya egemen olmanın yolu do­ elde ettiği maddeyi iki üç kaynakta
ğayı tanımaktan geçer diye düşü­ bulduğu biçimiyle belleğe bırakıp
nüyordu. Bunun için önyargısızlık çıkmaz, onu işledikten ve sindir­
ya da kuşkuculuk gerekliydi. Ba- dikten sonra doğaya koyar. Böyle­
con’a göre kesinliklerden değil kuş­ ce bizim en büyük dayanağımız,
kulardan yola çıkmak gerekliydi, her şeyi ummak zorunda olduğu­
kesinliklere ancak kuşkulardan gi­ muz dayanak, deneysel yetiyle us­
dilebilirdi. Bacon şöyle diyordu: sal yeti arasındaki sıkı işbirliğidir.”
“Düşüncede kesinlikten yola çıkı­ Bu çok önemli bakış açısını Bacon
lırsa ve belli bir süre kuşkuya sa­ bilimler sınıflamasıyla tamamlar.
bırla katlanılırsa kesinliğe ulaşılır.” Onun bugününün bilim koşulları­
Bacon Novum Organum’da. şöyle na çok uymayan sınıflamasında en
der: “Doğanın kölesi ve yorumcu­ önemli özellik bilimsel bilgiye ta­
su olan insan ancak bu doğanın ya­ rihsel boyutun eklenmesidir. Bacon
salarıyla ilgili deneysel ve ussal bu­ bilim alanını üç büyük parçaya bö­
luşları ölçüsünde eylemde bulunur ler: tarih, felsefe ve şiir. Bellek bili­
ve anlar.(...) İnsanın bilimi güçlü­ mi olan tarih, doğal tarih ve uygar­
lüğünün ölçüsüdür, çünkü nedeni lık tarihi olmak üzere ikiye ayrılır.
bilmemek sonucu yaratmamak de­ Doğal tarih doğa olaylarının tarihi­
mektir. Doğayı ancak doğaya ba- dir, uygarlık tarihi de insanlığın ta­
şeğerek ele geçirebiliriz. Kurgusal rihidir. Bacon bu üç parçadan en
düşüncede neden adını taşıyan şey çok felsefeyi önemser ve onu üç
uygulamada kural olur”. Bu bilim­ dala ayırır: dinbilim, doğabilim, in­
ci bakış deneyi birinci planda önem­ san bilimi. Dinbilim kendi içinde bö­
serken gerçekte deneyle usun bir­ lünmez. Fizik adım verebileceğimiz 73
BİLİM

doğabilim kuramsal ve işlevsel ol­ sonra Spencer bilimleri soyut bi­


mak üzere ikiye ayrılır. Kuramsal limler (mantık, matematik), soyut-
ya da kurgusal fizik Aristoteles’in somut bilimler (fizik, kimya), so­
dört nedenini araştırır, işlevsel fi­ mut bilimler (biyoloji, toplumbilim)
zik dünyanın olgularına yönelir. Ku­ olmak üzere ayıracaktır. Ancak bi­
ramsal fizik de özel fizik ve meta­ limlerin sayıca büyük artış göster­
fizik olmak üzere ikiye ayrılır. Özel diği yüzyılımızda herhangi bir bi­
fizik maddesel nedeni ve etkin ne­ lim sınıflaması yapmaya kalkmak
deni, metafizik sonuçsal nedeni ve olanaksızı denemek olacaktır. Bu
biçimsel nedeni ele alır. Bacon in­ yüzden ille bir sınıflama gerekiyor­
san bilimini bireysel ve toplumsal sa bilimleri doğa bilimleri ve insan
olmak üzere iki ayrı alana böler. Bi­ bilimleri olmak üzere ikiye ayırmak
reyselde hekimlik, mantık ve ah­ en doğrusudur. Marx böyle bir sı­
lak, toplumsalda yönetim sanatı ve nıflamadan yana çıkıyor ve şöyle
insan ilişkileri vardır. Bilimin meta­ diyordu: “Bir tek bilim tanıyoruz,
fizikten uzaklaştığı ve yarargözetir o da tarih bilimidir. Tarihin iki yü­
bilgide sınırlandığı bir çağın başlan­ zü vardır, o da doğanın tarihi ve
gıç noktasında Bacon bir bilim ay­ insanın tarihi olmak üzere ikiye bö­
dınlatıcısı olarak görünür. Bilimsel lünebilir. Bununla birlikte bu iki yan
düşüncenin hızla geliştiği modern birbirinden ayrılabilir yanlar değil­
zamanlarda başka bilim sınıflama­ dir. İnsan varoldukça doğanın tari­
larıyla da karşılaşırız. Bunlardan en hi ve insanlann tarihi birbirine ba­
önemlisi elbette olumcu filozof ğımlı olacaktır.” M arx’in bu görü­
Auguste Com te’unkidir. Auguste şü bize tarih bilincinin yetkin bi­
Comte bilimleri matematik, gökbi­ çimde geliştiği XIX. yüzyılda ta­
lim, fizik, kimya, fizyoloji ve top­ rihsel bakış açısının önemini, ayrı­
lumsal fizik (toplumbilim) ola­ ca bilgiye bütünsel bakışın yararını
rak sınıflar ve onları konularına gö­ duyurur, öte yandan elbet bugün
re somut bilimler ve soyut bilimler tek bir bilimin varlığından sözetmek
diye de ayırır. Comte şöyle der: olası değildir, daha çok bir bilimler
“Bacon’dan beri tüm yetkin kafa­ bütününden sözetmek olasıdır. Ta­
lar ancak gözlemlenen olgulara da­ rihsel bakış zorunludur: çağdaş bi­
yanan bilgilerin gerçek bilgi olabi­ limsel kavrayış, özellikle insan bi­
leceğini söyler.” Comte, yeni bilim­ limleri düzeyinde bir olguyu açık­
sel kavrayışta “nasıl” sorusunun lamak isterken, onu geçmişine gö­
geçerli olduğunu, “niçin” sorusu­ türmeyi, onu gelişim aşamalarına
nu soran bilimsel düşüncenin geç­ göre anlamayı öngörür. Bugün için
mişte kaldığını bildirir. Eskinin mut­ bilim düşüncesi, belli bir alanda ya
lakçı bilimsel bakış açısına karşılık da belli bir konu çevresinde olayla­
yeni bilimsel düşünce yalnızca gö­ rın ölçülebilir ilişkilerini onların ta­
reli bilgiyi amaçlamaktadır. Daha rihsel dönüşüm aşamalarından gi­
BİLİNÇ

derek kavramaya çalışan düşünce­ BİLGİ, BİLGİN, DİYALEKTİK,


dir. Ayrıca yüzyıllardır felsefenin te­ FELSEFE, SINIFLAMA, YÖN­
mel konusunu oluşturan usçuluk ve TEM)
deneycilik karşıtlığı da yeni bilim­
sel düşüncede enaza indirgenmiş­ B İL İM C İL İK (fr. scientism e;
tir. Bu konuda Gaston Bachelard alm. Scientismus; ing. scientism).
şöyle der: “Bilimsel felsefe için ne Bilimin her sorunu çözebileceği fik­
mutlak gerçekçilik ne mutlak us­ rine dayanan ve bilimsel bilgi dı­
çuluk vardır.” Gerçekçilik ve us­ şında her türlü bilgiyi yadsıyan öğ­
çuluk birbirini tümleyen iki öge ola­ reti. Bu öğreti bilimlerin büyük bir
bilir ancak: “Bilimsel eylem üzeri­ gelişim gösterdiği XIX. yüzyılda
ne düşünüldüğünde, gerçekçilikle olumculukla gelen bilim inancının
usçuluğun aralıksız bilgi alışverişin­ aşırı bir anlatımıdır. Tüm bilgileri
de olduğu görülür. Bilimsel kanıtı bilimsel bilgi olarak belirlemeye ça­
oluşturmakta ne biri ne öbürü tek lışan bilimcilik, bilimin tüm düşün­
başına yeterlidir.” Yeni bilimsel dü­ sel gereksinimleri karşılamaya ye­
şüncede usun denetlediği deney ve terli olduğunu, bilimin dışında dü­
deneyin doğruladığı us bilimsel dü­ şünce konuları aramanın boşuna ol­
şüncenin temelini oluşturacaktır./ duğunu bildirir. Olumculuğun bir
Henri Poincaré: “Ahlaki doğru’dan meyvesi olarak XIX. yüzyıl sonla­
k o rk m am a m ız g erek iy o rsa, rında gelişen bilimcilik bir bakıma
bilim sel d oğru’dan haydi haydi bilinemezciliğin karşısavı gibidir, bi­
korkm am am ız gerekir. Bilimsel limin her türlü bilinemezi çözece­
doğru her şeyden önce ahlakla ğine, Tanrı adı altında birleştirilen
karşıtlık içinde olamaz. Ahlakın ve bilinemeyenler toplamının giderek
bilimin kendilerine özgü alanları azalacağına inanır. (Bk. BİLİNE­
v a rd ır, b u n la r b irb irle rin e MEZCİLİK)
karışmazlar. (..) Ahlak dışı bilim
olmadığı gibi bilimsel ahlak diye bir B İL İN Ç (lat. con scien tia \ fr.
şey de yoktur.” /Descartes: “Bilim conscierıce\alm. Selbstbewusstse­
kadın gibidir: utanmayı biliyorsa in; ing. consciousness). Ben’in ken­
kocasının yanında kalır, o zaman di durumları ve kendi edimleri üze­
onu yüceltirler. Kendini herkese rine sahip olduğu azçok aydınlık
verdiği zaman küçülür.” “Bilimler bilgi. Bir öznenin kendi üzerine sa­
şimdi maskeli dürümdalar; onlar hip olduğu doğrudan doğruya bil­
m ask elerin i k ald ırd ığ ın d a tüm gi. Bilinç kavramını bilgi kavramıyla
g ü z e llik le riy le g ö rü n e cek ler. özdeşleştirdiğimiz olur, bilinçlilik
Bilimler dizisini bir bütün olarak bilgililiğin bir sonucudur. Özellikle
gören birine onları akılda tutmak konuşurken yaptığımız bu özdeş­
sayılar dizisini akılda tutmaktan leştirme bilincin bilgiden başka bir
daha güç görünmeyecektir.”(Bk. dayanağı olamayacağını ortaya ko­
BİLİNÇ

yar. “Görevlerini biliyor” yerine doğru ve iyi te m e lle n d irilm iş


“görevlerinin bilincinde” deyişimiz yanıtların basit bir oyunundan daha
buna örnektir. “Yapılanların bilin­ zengin bir etkinliği gerektirir.” Bilinç
cindeyim” yerine “yapılanları bili­ iki ayrı görünüm ortaya koyar. Buna
yorum” deyişimiz de buna örnek­ göre kendiliğinden bilinçle düşü­
tir. Bilgiyle bilinci birbirinden ayı­ nülmüş bilinci birbirinden ayırmak
ran, bilincin her durumda doğru­ gerekmektedir. Kendiliğinden bi­
dan doğruya bilgi olmasıdır, dolaylı linç, kişinin kendi yaşamından ya
bilgi olmamasıdır. Bilinç denilince da kendi varlığından aldığı bütün­
özellikle bir bütün oluşturan bilgiler sel ve dolaysız bilinçtir, deyim ye­
to p la m ın ı d ü şü n ü rü z . H enri rindeyse öznenin kendi kendinde
D elacroix bilinci şöyle tanıtlar: basit görünümüdür. Düşünülmüş
“Bilinç iki bağlaşık terimi, Dünya’yı bilinç, öznenin kendi üstüne dön­
ve B en’i birleştirir ve karşıtlaştırır. mesiyle, kendim bir nesne olarak
O bu iki terimin karşıtlığında onları belirleyip kendi üstüne kapanma­
belirleyen düşüncenin birliğidir. O sıyla, kendine ussal ve ayrıştırıcı
her şeyden önce belli bir öznenin bir tutum içinde yönelmesiyle elde
kendinde görünüşüdür. Daha derin ettiği bilinçtir. Çalışmaya dalmış bir
anlamda o bir tarih ve bir yapıttır, kişi yağmurun başladığına dikkat
bir yazgı ve bir serüvendir. Evrenin etmese de yağmuru duyar. Acık­
bilinci özel öznenin bilincini sarar. manın, susamanın, havasız kalma­
Özne kendini ancak evreni algı­ nın bilinci kendiliğinden bilinçtir. İn­
larken algılar. H er zaman onun san düştüğü belli bir ruh durumu­
k en d in i alg ılay ışı b ir evrenin nu kavramak üzere dikkatini kendi
bağrında olur. O ancak evrende üzerinde toplayabilir, kendine çö­
ev ren le k en d isid ir. H er bilinç zümleyici bir biçimde yönelebilir,
evrenin merkezli ve parçasıdır. Tüm bu durumda da bilinç düşünülmüş
varoluşların koşulu olan bilinç bilinçtir. Felsefe tarihi boyunca bir­
v aro lu şların b irliğ in i, şeylerin çok filozof bilinç sorununa değişik
evrenini ve bilinçlerin evrenini açıklamalar getirmiştir. Klasik fel­
gerektirir. Bilincin olduğu her yerde sefe özneyi kendi üzerinde tam
bir etkinlik sözkonusudur. Bilinç bir güçlü sayıyordu, çağdaş felsefe öz­
yansı, bir ayna olmaktan çok ötede nenin bu yetkinliğini kuşkuyla kar­
etkindir ve üretkendir. Her bilinç bir şılamıştır. Tam güçlülüğün olama­
çatışkının belirtisi ve ürünüdür, yacağını ilk görenlerden biri Ni-
içteki bir çatışkının ya da dıştaki bir etzsche’dir. Nietzsche öznenin iz­
çatışkının. Bilincin etkinliği biyolojik lediği yollar konusunda şu ya da
ve toplumsal ortama uyuşu aşar. bu nedenle kör ya da yarı kör ola­
Tüm insani ve toplumsal şeylerin bileceğini, görmez davranabilece­
k u ru c u su o la n z ih in se l edim ğini göstermişti. Freud bilincin tüm
çevreye verilen yanıtların, hatta zihin etkinliklerine karşılık olmadı­
BİLİNÇ

ğım bilinçdışı’m ortaya atarak gös­ lincin tanımlanmasına da karşıdır.


terdi. Bu tür bakışlar klasik felse­ Şöyle der: “Bilinç tanımlanamaz. Bi­
feye yabancıdır. Aristoteles için bi­ lincin ne olduğunu biz de tam ola­
linç insanın tüm etkinliklerine yani rak bilemeyiz. Kendi açıkça sezişi­
düşünsel ve duygusal tüm ruh olu­ mizin tanımını da başkalarına bula­
şumlarına karşılıktır. Stoa’cılar bi­ nıklığa düşmeden veremeyiz. Bu­
linci insanın kendi ruhundan aldı­ nun nedeni basittir: bilinç her bilgi­
ğı dolaysız sezgi olarak görmüş­ nin kökeninde vardır.” M arx’çı dü­
lerdir. Descartes’ın gözünde bilinç şüncede bilinç, nesnel dünyanın,
ruhun özüdür, düşüncenin kendi­ gerçeklikler dünyasının bilincidir,
sidir. Leibniz’e göre bilinç tözün ayrıca bu bilinç dünyadan edinil­
gerçek doğasını ve ruhun özünü miş bir şey olmakla dünyayı dö­
bilmemize olanak veren sezgidir. nüştürecek bir güç taşır. Bu anla­
Hum e’da bilinç kendimizde sezgi­ yışta bilinç her şeyden önce sınıf
sine ulaştığımız seçik olgular çok­ bilinci olarak ortaya çıkar. (Marx-
luğudur. Bilinci hem kendinin hem Engels: “Bilinç yaşamı belirlemez,
başka şeylerin doğrudan doğruya yaşam bilinci belirler.” Marx: “Ya­
bilgisi olarak gören filozofların ba­ şamı belirleyen bilinç değildir, bi­
şında K ant ve H am ilton gelir. linci belirleyen yaşamdır. Birinci
Kant’a göre bilinç öncesel biçime durumda yaşayan bireyden yola çı­
uyarlı bir iç duyumdur, hiçbir za­ kar gibi bilinçten yola çıkılır, ikinci
man varlığın kendisine ulaşamaz. durumda gerçek yaşayan bireyler­
K ant’da tüm sunumlar tek bir bi­ den yola çıkılır ve bilinç onların bi­
linçte bir araya gelir. Bu olmadan linci olarak alınır.” Marx: “Bilinci
herhangi bir şey ne düşünülebilir yeniden düzenlemeli demek dün­
ne tanınabilir. Kant şöyle der: “Bi­ yayı bilinçli kılmak demektir, dün­
lincin biçimsel birliği her bilginin yayı kendisiyle ilgili düşlerinden
nesnel koşuludur. Ona gereksinme kurtarmak demektir.”) Husserl “bi­
duyuşum herhangi bir nesneyi ta­ linç herhangi bir şeyin bilincidir”
nımak için değildir yalnızca, ama derken içeriksiz bilinç olamayaca­
hiçbir sezgi bu koşul olmadan be­ ğını bildirir, böylece gerçekçi bir tu­
nim için bir nesne durumuna gele­ tum alır. Ona göre bilinç, bilincine
mez. Bu bileşim olmadığı zaman çe­ varılan nesne ile bilince varan öz­
şitlilik tek bir bilinçte toplanama­ nenin somut ve indirgenemez iliş­
yacaktır.” Hamilton’un görüşü da­ kisinde kendini gösterir. Bilinç on­
ha değişiktir: bilinç bir özne-nesne da yönelgenlikle belirgindir yani öz­
ilişkisi ortaya koyduğuna göre, bu nenin kendi dışına etkin yönelimiyle
iki terim de birbirine bağımlı oldu­ belirgindir. Bu yüzden her bilinç
ğuna göre tüm bilgiler göreli ola­ herhangi bir nesnenin bilinci oldu­
caktır, buna göre varlığa ulaşmak ğu gibi her nesne de bilinç için nes­
bizim için olanaksızdır. Hamilton bi­ nedir. En azından yöntem konu­
BİLİNÇ

sunda Husserl’i izlemiş olan Mer­ sine vardığı ve giderek ortaya koy­
leau-Ponty eşyayla bilinci kesin ola­ duğu çabaya göre bilgisine ulaştığı
rak birbirinden ayırır ve şöyle der: bilinçtir. Toplumsal bilinçle birey­
“Varolan her şey şey olarak ya da sel bilinç arasında indirgenemez ça­
bilinç olarak vardır, bir orta yer söz- tışkılar vardır. Yetkin bireyler bu ça­
konusu değildir.” Bütün bu bakış tışkıları çok iyi değerlendiren ve
açılarının bize kendi yönlerinden du­ ilerlemenin koşullarını onlarla ilgili
yurduğuna göre, bilinç herhangi bir sorunların tartışmasından giderek
parçalılığın değil, neredeyse bütün ortaya koyan bireylerdir. Buna gö­
bir evreni kucaklayacak bütünsel­ re toplumsal bilinç toplumun tüm
liğin özümlenmiş, tartışılmıyş, can­ üyelerinde aynı ölçüde aydınlık ol­
lı, üretken bilgisidir. Bu bilgi bütün mayacaktır. N ovicow ’a göre an­
bir geçmişe döner, bütün bir gele­ cak yetkin kafalar toplumsal bilinç
ceğe açılır, onu dural bir bir biçim­ üzerinde etkili olma şansına sahip­
de bugünle sınırlamak yanlış olur. tirler. Novicow, Toplumsal bilinç
Bu bağlamda tarih bilinci, gerçek ve toplumsal istem adlı kitabında
bilinç, olası bilinç kavramlarıyla kar­ seçkin aydın tipini devletle ya da
şılaşırız. Tarih bilinci, insanın ta­ yönetimle özdeşleştirmemek ge­
rihsel bir varlık olduğunu bilmesiy­ rektiğini bildirir. Ona göre güçlü bir
le, varlığını belirleyen tarihselliğin beyin’in “en önemli işi toplumsal
bilgisine ulaşmış olmasıyla belirgin­ katışmacın düşüncelerini ve duy­
dir. Tarih bilinci modem insanın bir gularını geliştirmektir. Bu beyin belli
özelliğidir, çünkü tarihsellik fikri­ bir ölçüde toplumsal devinimlerde
nin en çok iki yüzyıllık bir geçmi­ etkili olabilir, buna karşılık yöneti­
şi vardır. Mircea Eliade şöyle der: me katılan kişiler düşünceleri ve
“İlkel toplumları da tarih oluştur­ duyguları geliştiren kişiler olamaz­
muştur, azçok kaba bir biçimde de lar”. / Mme. Roland: “Bana zulme­
olsa. Ama onları modem toplum- denler güçleriyle ne kadar barışık­
lardan iyice ayıran tarih bilincinin sa, ben bilincimle enaz o kadar ba­
yokluğudur.” Gerçek bilinç nesnel rışığım.” /A . de Vigny: “Bilinç hak­
dünyanın varolan yapısıyla ilgili bi­ sız olamaz.” / A. Rodin: “Tüm çiz­
linçtir, bu bilinç şimdiye yönelik ol­ giler anlatımcı olmalı, yani bir bi­
duğu gibi geçmişe de yöneliktir. lincin açınımı için yararlı olmalı.” /
Olası bilinç, geleceğe dönük, ge­ E. Durkheim: “Belli bir toplumda
leceği öngören ya da tasarlayan bi­ üyelerin ortalamasında ortak olan
linçtir. Toplumsal bilinç bir toplu­ inançlar ve duygular kendine özgü
mun ortak bilincidir. Kişisel ya da yaşamı olan belli bir dizgeyi oluş­
bireysel bilinci ayrı bilinç diye be­ turur; bunu ortak bilinç ya da or­
lirlerken toplumsal bilince ortak bi­ taklaşa bilinç olarak adlandırabili­
linç adını verebiliriz. Toplumsal bi­ riz.” / Valéry: “Bir ahmaklığın bi­
linç kişinin kendi bilincinde sezgi­ linci nedir bilemem, ama akıllı bir
BİLİNÇ ÇÖZÜMLEMESİ

adamın bilinci ahmaklıklarla dolu­ bastırılmış süreçlerin alanı sayarak


dur, bunu biliyorum .” / Celine: bilinçaltına ortada bir yer verirler.
“Dünyanın karmaşasında bilinç kü­ Bilinçaltı terimini hiç kullanmamış,
çücük bir ışıktan başka bir şey de­ bilinçaltına karşılık olmak üzere bi-
ğildir, çok değerli ama kırılgan bir linçöncesi terimini yeğlemiş olan
ışık.” / A. Jarry: “Bilincimize da­ Freud da bunlardandır. Bilinçdışı
nışmaya gidiyoruz. Bilincimiz ora­ özellikle bilincine varılamayacak ol­
da, bu çantanın içinde, örümcek gularla ilgili görülürken bilinçaltı ol-
ağlarıyla örtülü. Görülüyor ki o çok gulan bilince çıkmak için etki bek­
zaman işimize yaramıyor.” / Mon­ leyen olgular olarak düşünülebilir.
taigne: “Bilinçlerini kargaşaya atı­ Freud her zaman bilinçdışmı ruh­
yorlar ve görünüşü çok sağlam tu­ sal yaşamın merkezi sayarken is­
tuyorlar.” “Bilincim kendi kendine temle ya da kendiliğinden bilinç eşi­
yetiyor, bir meleğin ya da bir atın ğini aşabilecek olgulan bilinçönce-
bilinci olarak değil, bir insanın bi­ sine bağlam ıştır. (Bk. BİLİNÇ,
linci olarak yetiyor.” / Yevtuşenko: BİLİNÇDIŞI)
“Bilincin acılan tehlikeli şeylerdir.
Bilinci kökünden sökelim, acı fa­ BİLİN Ç Ç Ö Z Ü M L E M E Sİ (fr.
lan kalmasın.” / H. Michaux: “Genç casuistique', alm. Casuistik; ing.
bilinçlerin tüyleri sert, uçuşları gü­ casuistry). Ahlak kurallarının özel
rültülüdür.” / G. Bataille: “Yanılgı­ durumlara uygulanmasından gelen
sız bilinç bulanık bilinçtir.” (Bk. BİL­ vicdan sorunlarını inceleyen bilgi
Gİ, BİLİNÇALTI, BİLİNÇDIŞI) alanı. Bilinççözümlemecileri genel­
likle dinbilimci olduklarından daha
B İLİN ÇA LTI (fr. subconscience', çok ahlakın dinle ilgisini ele alırlar.
aim. Unterbewusstsein; ing. sub- Bu ele alışta genellikle ince mantık
consciousness). Bilinçten hemen tü­ oyunlarından giderek ahlak edim­
müyle kaçan, ancak düşünsel bir lerini kitabına uydurma çabası ya­
etkiyle bilinçli kılınabilen ruhsal sü­ tar. Bu yüzden ahlak kurallarının
reçlerin alanı. Bilinçaltı kabaca, bu­ uygulamada karşılaşılan özel tartış­
lanık bilinç olarak da tanımlanabi­ malı durumlannı ele alan nesnel bi-
lir. Bilinçaltında bulunanlar bir ba­ linççözümlemesîyle bu kuralları is­
kıma unutulmuş olanlardır, ancak tediği yere çekebilen öznel bilinç-
onlar insanın bilinçli edimleri üze­ çôzümlemesi’xà birbirinden ayırmak
rinde her zaman etkili olabilmekte­ gerekir. Bilinççözümlemesiyle da­
dir. Bilinçaltı çok zaman bilinçdışı- ha çok XVI. ve XVII. yüzyılda ciz-
nın eşanlamlısı olarak kullanılır. Bazı vit papazları uğraştılar. (Bk. AH­
yazarlar bilinçdışmı tümüyle itilmiş, LAK, AHLAKÇILIK)
BİLİNÇDIŞI

B İL İN Ç D IŞ I (fr. inconscienf, dır: örtülü olan ama bilince çıkabi­


alm. Unbewusst', ing. unconscious). lir durumda bulunan ruhsal olgu­
Bilinçten tümüyle kaçan, bilinicine lar, bir de bastırılmış olan, bastırıl­
varılamayan şeylerin alanı. En ge­ mış ve kendine bırakılmış olmakla
nel anlamda bilinçdışı bilinç taşıma­ bilince çıkabilecek durumda bulun­
yan varlıklar alanım karşılar. Bir gür­ mayan ruhsal olgular. Örtülü ruh­
gen ağacının, bir balığın yaşamı tü­ sal olgular bilinçöncesi olgulandır.
müyle bilinçdışıdır. Bilinçdışınm ala­ Biz bilinçdışı terimini yalnızca bas­
nı kişisel bilgiden tümüyle uzak ka­ tırılmış ruhsal olgular için kullanı­
lan sinirsel süreçlerin alanıdır. Bu yoruz.” Jung bilinçdışı kavramını
sinirsel süreçlerin başında organik genişleterek toplumsal bilinçdışı de­
işleyişler, tepkimeler, kendi kendi­ yimini ortaya atmıştır. Buna göre
ne edimler gelir. Sözkonusu süreç­ bireyde bilinçdışı atalann özellikle­
ler bilince kapalıdır, bununla birlik­ riyle koşullanmıştır. Toplumsal bi­
te sonuçlan bilince kapalı değildir. linçdışı ilkörnek’le eşanlamlıdır.
Bilinçdışı olgularını o an bilincine “Belli bir bakış açısına göre bilinç-
varılamasa da başka bir zaman bi­ dışının çocuklukla ilgili eğilimleri en
lincine vanlabilecek bilinçaltı olgu­ çok sözü edilen eğilimler olsa da
larından ayırmak gerekir. Bilinçdışı bilinçdışını onlara göre tanımlamak
Freud’da özel bir anlam kazanır. ve yargılamak yanılgıya düşmek
Freud bilinçdışını ruhsallığın ger­ olacaktır. Bilinçdışı yalnızca bastı­
çek alanı olarak, ruhsallığın mer­ rılmış öğelerden oluşmaz, bilinç
kezi olarak görür, ona göre tüm dü­ eşiğine ulaşmamış tüm ruhsal öğe­
şünceler, eylemler, sunumlar bilinç- lerden de oluşur” diyen Jung’a göre
dışınca yönetilir. Freud bilinçdışını “ ...bilinçdışı yalnızca kişisel öğe­
bizim davranışlarımızı derinden et­ leri içermez, kişisel olmayan öğe­
kileyen ama bilincine varılamamış leri de yani ortak öğeleri de kalıt­
olan dinamik süreçler olarak anlar. sal kategoriler ya da ilkörnekler
Bu süreçler direncin ortadan çekil­ olarak içerir”. Bu yüzden, bilinçdı-
mesiyle bilinçli duruma gelebilirler. şının ortak içerikleri olduğunu, bu
Bunların bilinçli duruma gelebilmesi içeriklerin derinlerde bulunduğunu
için düş gibi, ruhayrıştırması gibi bir varsayım olarak ortaya atmış
durumların gerçekleşmesi gerek­ olduğunu anlatan Jung bir ortak bi­
mektedir. “Düşün yorumu bilinç- linçdışı ’ndan sözedilebileceğini
dışının bilgisine açılan en sağlam söyler: “Birey yalnızca özel ve ya­
yoldur” der Freud. Ona göre “Ru- ktık bir varlık olmadığı, aynı zaman­
hayrıştırmasıyla iyileştirme çabası da toplumsal bir varlık olduğu gi­
tüm hastalıklı bilinçdışını bilince bi, insan ruhu da yalnızca yalıtık
döndürmek formülüyle özetlenebi­ ve bireysel bir olgu değil, aynı za­
lir.” Freud bilinçdışını iki ayrı açı­ manda ortak bir olgudur. Bazı top­
dan ele alır: “İki çeşit bilinçdışı var­ lumsal işlevler ayrı ayrı bireylerin
BİLİNEMEZCİLİK

çıkarlarıyla uyumsuzluk içinde bu­ bulunur, bilinçdışında mantıksal dü­


lunduğu gibi insan ruhu da ortak şünce ve mantıkdışı istem birlikte
yaşam açısından bakıldığında bire­ bulunur. Bizim için bilinçdışı olan
yin gereksinimleriyle karşıtlaşan ba­ şey, kendinde üstbilinç’ûr. E. Hart­
zı işlevler ya da eğilimler ortaya ko­ mann şöyle der: “Bilinçdışının bi­
yar. Çünkü her insan onu çok de­ reysel görünen edimleri gerçekte
ğişik zihinsel işlevlere uyarlı kılan, özdeş bir bilinçdışının açılımları­
d d e edilişi ve gelişimi varoluşsal dır. ”E. Hartmann böylece Scho-
kökenli olmayan çok ayrımlaşmış penhauer’in kötümser bakışını bir
bir kafayla doğar. İnsanların kafa­ başka açıdan geliştirmiş olur./ Fre-
ları belli bir sürece göre ayrımlaş­ ud: “Ruhbilimde bilinçdışı sorunu
tıkça onların ayrımlaşmaları ortak ruhbilimsel bir sorun olmaktan çok
ve evrensel olmaktadır. Bu durum ruhbilimin kendi sorunudur.(...)
örneğin birbirinden çok uzak ırkla­ Ruhsal yaşamı iyi anlayabilmek için
r a ve halkların bilinçdışında orta­ bilince daha az önem vermek kaçı­
ya çıkan ilginç benzerliği açıklar, bu nılmaz oluyor. Bilinçdışında tüm
benzerlik yerli m itos’larla ilgili te­ ruhsal yaşamın temelini bulabiliriz.
maların ve biçimlerin olağanüstü Bilinçdışı daha küçük bir daire olan
uyumunda açıklığa kavuşur. Birey­ bilinci içerecek büyük bir dairedir
lerin evrensel benzerliği tüm birey­ diyebiliriz. Bilinçdışı hazırlığın dı­
lerde özdeş olan belli bir ruhsal iş­ şında bilinç olgusu yoktur. Oysa
levin varlığını benimsemeye yönel­ bilinçdışı bilinç alanından uzak ola­
tir bizi. Bu işlevi biz ortak ruhsal- bilir. Bununla birlikte ruhsal bir de­
b k diye adlandırıyoruz.” Düşünce ğer taşıyabilir. Bilinçdışı ruhsalın
tarihinde bilinçdışıyla ilgili ilk belir­ kendisidir. Onun temel gerçekliği­
leme Leibniz’de ortaya çıkar. Filo­ dir. Dış dünya gerçekliği gibi onun
zof, üstalgılara karşılık olarak kü­ içsel doğası da bize kapalıdır. Bi­
çük algılar’dan sözeder, bilinçaltı­ linç bize onunla ilgili eksikli bilgiler
nı ya da bilinçdışını böylece çok ka­ verir, duyu organlarımızın dış dün­
rışık ve çok zayıf ruh durumları yayla ilgili bilgiler vermesi gibi.”
toplamı olarak görür. Daha sonra (Bk. BİLİNÇ,BİLİNÇALTI)
E. Hartmann bilinçdışını evrensel
v r sonsuz bir töz olarak tanımla­ B İL İN E M E Z C İL İK (fr. agnosti-
mıştır. Ona göre bilinçdışı bir ken­ cisme; alm. Agnostizismus: ing.
dinde şeydir, fikirlerin yönetimin­ agnosticism). Mutlak bilgiye yani
de bir istemdir. Bu etkin ve düşün­ deney alanını aşanın bilgisine ula­
sel temel ilke maddede, düşünce­ şılamayacağını öne süren öğreti. Bi­
de, yaşam da açıklanır, bireyler linemezcilik insan zihninin mutlak
onun görünümünden başka bir şey bilgiye uluşma yeteneğinde olma­
değildir. Ruhsal yaşamın da orga­ dığını, eşyanın doğası üzerine doğ­
nik yaşamın da temelinde bilinçdışı ru bilgi ortaya koyamayacağını bil-
BİLİNEMEZCİLİK

dirir. Her türlü metafiziğe karşı eleş­ nemezciliği en genel anlamda ılımlı
tirici bir tutum olarak beliren bu öğ­ bir kuşkuculuk saymak doğru olur.
reti, deney dünyasının dışında bir Bu yüzden bu öğreti metafiziğe du­
başka varlık alanını varsayarken in­ yulan güvensizliğin anlamı olarak
sanın bu alanın bilgisini edineme- felsefe adamından çok bilimciyi il­
yeceğini benimser. Bilinemezciliği gilendirir gibidir. Bilinemezcilik ger­
madde dünyasının, duyulur dünya­ çekte M.S.II. yüzyıla doğru orta­
nın dışında herhangi bir varlık ala­ ya çıkan, IV. yüzyıl sonlarında Aziz
nını yoksayan maddeci anlayışla ka­ Augustinus’la gelişen, kutsal yaşa­
rıştırm am ak gerekir. Felsefesini mın da doğanın da tüm gizlerini bi­
eleştirici bir tutumla temellendiren linebilir olarak belirleyen, hatta on­
Kant, her iki varlık alanım birbirin­ ların bütünsel bilgilerine sezgiyle
den ayırarak deney alanını olgular ulaşılabileceğini bildiren çok atılgan
alanı, deneyi aşan alanı da kendin­ bir öğretinin, hıristiyan bilinircili-
de şeylerin alanı (Noumerıon) ola­ ğinin bir eleştirisi olarak belirirken
rak belirledi. Böylece bir tür Pla- her türlü dogmacı tutum larla da
ton’cu tutumuyla varlığı ikiye ayı­ karşılaşır. İlkin 1869’daHuxley’nin
ran filozof,düşünülürün alanını bil­ belirginleştirdiği bu kavram kurgu­
gisine varılamaz şeylerin alanı ola­ sal düşünceyle deneysel düşünce
rak gösterdi. K ant’a göre kendin­ araşma koyduğu ayrımla bilimi kur­
de şeylerin alanı zihnimizden ba­ gudan ayırmada belirleyici bir an­
ğımsız olarak vardır, bu alan bili­ lam taşır. Ne var ki her anlamda
nemez olan alandır, usla kavrana­ olumlu bir bakış açısını yansıtır gi­
bilir ya da varlığı onaylanabilir ol­ bi olan bilinemezcilik gerçekte bir
makla birlikte algınamaz olan alan­ temel çelişkiyi de kendinde taşır,
dır, gene de düşünülmesi, incelen­ böylece kuşkuculuk niteliğini ka­
mesi gereken alandır. Bu görüşüy­ zanır. Çelişki bilinemezciliğin genel­
le Kant bilinemezci anlayışı belir­ likle metafizik alanı bilgisine ulaşı­
gin bir biçimde temellendiren ilk fi­ lamaz bir alan olarak belirlerken ge­
lozof olmuştur. Bazı yazarlara gö­ ne de bu alanı düşünebilir bir alan
re Auguste Comte’un olumculuğu- saymasında, özellikle metafizikçi bir
nu da genel anlamda bilinmezcilik tutumla ahlak kurallarını temellen-
olarak belirlemek doğru olur, çün­ dirmeye yönelebilmesindedir. Bu
kü filozof mutlak bilginin varlığını çelişki elbette daha temel bir çeliş­
yoksarken bilinemez gerçeklerin kiden, somut düşünceye dayanan
alanı olarak ayrı bir alan belirlemiş­ bilimci kavrayışıyla dincilikten kay­
tir. “Mutlak bir kural vardır, o da naklanan aşkın dünya kavrayışını
mutlak hiçbir şeyin olmadığıdır” di­ bağdaştırmaya çalışma eğiliminden
yen Auguste Com te’la ilgili bu gö­ gelmektedir. (Bk. BİLİNİRCİLİK)
rüş elbette tartışma götürür. Bili­
82
BİREY

BİLİNİRCİLİK (fr. gnosticisme; sınıfın indirgenem ez öğesi. Tek


alm. G nostizism us: ing. gnosti- olan. Bir türün üyesi. Kendi varo­
cism). Tanrısal gerçekliğin doğala- luşuna sahip somut varlık. Toplum­
şarak kendini açınlamış olduğunu, daki tek kişi. Birey bilinçliliğin te­
tanrı bilgisine ulaşmanın öngörülü meli olan bütünsel somut insan var­
kişilerin sezgisiyle gerçekleşebile­ lığıdır. Onun başlıca özelliği, varlı­
ceğini ileri süren öğreti. Bilinircilik ğı zedelenmeden ya da yokedilme-
hıristiyan inancının geliştiği II. yüz­ den parçalanamaz olmasıdır. Bir bi­
yıldan sonra ortaya çıkmıştır. Bu rey katıldığı topluluğun öbür üye­
öğreti her şeyden önce en üst dü­ lerine benzer. Bununla birlikte kendi
zeyde bilginin uluşılabilir olduğunu özellikleriyle, özel özlükleriyle on­
bildirmekle tam anlamında dogma­ lardan ayrılır. Onun bu özellikleri
cıdır. Bu mutlakçı kavrayış bilgiye yarattığı sanat yapıtının temel özel­
ulaşma yöntemi olarak sezgisel liklerini oluşturur. Bazı yazarlar, bir
yöntemi öngörüyordu: mutlak bil­ türün üyesi olarak tek insan' ı ken­
giye bir anlık bir aydınlanmaya kar­ dine özgü tek insan'dan ayırmak
şılık olan ve insana büyük bir haz için bir birey ve kişi karşıtlığı ko­
veren sezgiyle ulaşılabilir. En yü­ yarlar. Buna göre kişi herhangi bir
cenin bilgisini amaçlayan bilinirci­ birey değil, kendi özelliklerini taşı­
lik doğal olarak madde dünyası kar­ makla öbür kişilerden ayrılan hatta
şısında ilgisiz, hatta aşağılayıcı bir öbür kişilerle azçok karşıtlaşan bir
tutum alır, madde özü gereği kötü­ değerler toplamıdır. Tarihten bu ya­
dür. M addenin kötülenmesi insan na her toplum bireye kendine gÇre
bedeninin aşağılanması sonucunu bir anlam vermiştir. Bireyselliğin en
da getirir. Bu da kendiliğinden çile­ kaba anlamda toplumsallıkla koşul­
r i yaşamı ortaya çıkarır. Bilinircilik lanmış olduğu köleci Eskiçağ’da,
tanrı bilgisine yönelmeyi öngören özellikle ilk uygarlık döneminde bi­
ama onun her yönüyle ulaşılabilir rey bir üst sınıf üyesi değilse bir
olmadığını da bildiren hıristiyan üretm e ve sav a şm a a ra c ıy d ı.
inancı içinde ilk büyük sapkınlık ola­ Özgür birey fikrinin ilk biçimlerine
rak değerlendirildi. Hıristiyanlığın Stoa felsefesinde ulaşılmıştır. Or-
gelişim döneminde Avrupa ve As­ taçağ’da serflik düzeni içinde, bi­
y a ’da yaygın olan bilinircilik çok rey senyöre, krala ve kiliseye sıkı
değişik yorumlar kazanmıştı. Bu gi­ sıkıya bağımlı oldu. Özgür birey
zemci ve çileci öğretiden bugüne kavramı Rönesans’la ortaya çıkan
pek bir şey kalmamıştır. (Bk. Bİ­ ve Yeniçağ boyunca gelişen yeni
LİNEMEZCİLİK) değerlerin bir ürünüdür. Özgür
birey bir topluma sıkı sıkıya ya da
BİREY (lat. individiuus\ fr. indi- körü körüne bağlı birey değildir,
vidu; alm. Individuum, Einzelding. topluma kendi yetenekleri ve yat­
Einzelwesen; ing. individual). Bir kınlıkları ölçüsünde kendi isteğiyle
BİREYCİLİK

katılır, hakları ödevleriyle, ödevleri dünya görüşü insanın hiçbir biçim­


haklarıyla belirgindir. Buna göre ça­ de boyundurluk altına alınmaması­
ğımızda bireylerarası ilişki dıştan nı öngörürken elbette konuya ken­
düzenlenmiş bir ilişki değil, bireyin di sınıfsal dilekleri açısından bak­
etkin gücünü gerektiren bir ilişki­ maktadır. Böylece özgürlükçülük
dir. Simone de Beauvoir şöyle der: kavramıyla bir ölçüde özdeleşen bi­
“İki birey arasındaki uyum hiçbir reycilik, kişinin özel yaşamım sıkı
zam an verilmiş bir şey değildir, sıkıya korunması gereken bir de­
onun aralıksız kurulm ası gere- ğer olarak belirlerken, ona karşı bir
kir.”(Bk. BİLİNÇ, BİREYCİLİK, değer saydığı toplumsal yaşamı bü­
İNSAN, KİŞİ, TOPLUM) yük ölçüde bireyi engelleyici bir güç
olarak değerlendirir, buna göre top­
B İR E Y C İL İK (fr. individualisme\ lumcu dünya görüşüyle karşıtlaşır.
aim. individual is mus', ing. indivi­ Bireyci bakış açısına göre, toplum­
dualism). Bireyi kendi amaçlarını sal düzen bireyin yaşamını ne öl­
kendinde toplayan toplumsal bir çüde koşullarsa birey o ölçüde öz-
varlık olarak değerlendirme eğili­ gerçekliğini yitirecektir. Bu görüş
mi. Bu eğilim bireysel olana top­ özgürlükçü batı demokrasileri için­
lumsal olan karşısında öncelik ve­ de özgürlükçü siyaset kanatlarının
rir ve bireyseli tek belirleyici ola­ temel görüşü olmuştur, her şeyden
rak görür. Böylece gerçekliğin en önce iktisadi yaşam ı belirleyici
yetkin biçimi ve en yüksek insani özellikler gösteren devletçilik anla­
değer olarak belirlenen bireysel öge yışına karşı özgür girişimciliği sa­
toplumsal yaşamın vazgeçilmez öl­ vunur. Ne var ki bu özgürlük iste­
çütü niteliğini kazanır. Bireycilik av- mi hiçbir zaman kişiye toplumda
rupa tarihinde bütünleştirici mut- her istediğini gerçekleştirme hakkı
lakyönetim düzenine karşı özgür­ vermez. Bireyci bakış açısının ge­
lükçü buıjuva ülküsünün temel dün­ lişmesiyle birlikte düşünürler öz­
ya görüşü olarak belirmiştir. Kişiyi gürlüğü birinci planda konu edin­
kendi sınıfının, kendi toplumunun mişlerdir: birinin özgürlüğü bir baş­
oluşturduğu bütünde eritmeye kal­ kasının özgürlüğünü tehlikeye dü­
kan tutucu siyasal eğilimlerin çö­ şürdüğü sürece özgürlük değildir
zülüşüyle ortaya çıkan bu bakış a- görüşü böylece geliştirilmiştir. Bu
çısı zamanla insanoğlunu en geniş görüş kolay giderilmez bir çelişki­
özgürlüklere kavuşturm a inancı yi içerir gibidir: birinin özgürlüğü
olarak siyasal boyutlar kazanmış­ bir başkasının özgürlüğünü engel­
tır. 1789 Fransız Devrimi ’nin ve leyeceği kuşkusuyla engellediği za­
onun amaçlarını dile getiren İnsan man özgürlük olmaktan çıkmaz mı?
H aklan Bildirisi’nin temelinde bu Başta Jean-Jacques Rousseau ol­
inanç vardır. İktisadi açıdan serma­ mak üzere pekçok düşünür birey
yecilikte anlatımını bulan burjuva özgürlüğünün ancak çok iyi belir­
BÎRLEŞTİRMECİLİK

lenmiş bir toplumsal düzen içinde olmadığını, aynı zamanda tekil ,


ya da hukuk düzeni içinde gerçek­ somut, uzayda ve zamanda belirgin
leşeceğini savunur. Bunun için de bir v a ro lu şa s a h ip o ld u ğ u n u
bireyler arasında bir toplumsal söz­ göstermek istedi. Yvon Beleval bu
leşm enin gerçekleştirilm esi ge­ konuda şu n la rı sö y lü y o r:
rekecektir. Toplumsal sözleşme ge­ “Leibniz’in bakolaryasını almak için
nel istemin gerçekleşebilmesini sağ­ 1663 m ayısında verdiği tezi De
layan tek yoldur.(Bk. SÖZLEŞME, principio individui adcılıktan yana
TOPLUMCULUK) çıkar. Yaratılmış tözler bireysellik
ilkelerini biçimde de maddede de
B İR EY E V R İM İ (fr. ontogénése; bulamazlar, bütünsel birliklerinde
alm. Ontogénesis; ing. ontogéne­ bulurlar (biçim ve madde). Biçimle
sis, ontogeny). Bireyin bedensel ve madde, özle varoluş, tözle özgül
nıhsal evrimi. Bireyevrimi bireyin ayrım arasında ussal bir ayrım
ceninle hatta yumurtayla yetişkin­ sözkonusudur; doğa kendi kendini
lik arasında kalan oluşumlarını kap­ bireyselleştirir yani ilk maddenin
sar. Bireyevrimi türevrimine koşut­ devinimi özel varlıkları oluşturmak
tur görüşü, yani birey tüm evrimi için yeterlidir, çünkü şeylerin izleri
boyunca, özellikle cenin evresinde T a n rı’da v a ro ld u k la rı sü re ce
türünün geçmiş olduğu evrelerden ölümsüzdürler.”
geçer görüşü bugün pek benimsen­
meyen bir görüştür. (Bk. TÜREV- B İR LEŞTİR M EC İLİK (tir. sync­
RİMİ) rétisme; alm. Synkretismus; ing.
syncretism). Birbirine uymamakla
BİREYLEŞM E (fr. individuation; birlikte iyi kavranılmadığı için bağ­
alm . in d iv id u a tio n ; ing. daşık görünen değişik görüşlerden
individuation). B ir genel fikrin oluşturulmuş din ya da felsefe öğ­
bireyde gerçekleşmesi. Bugünün retisi. Bazı ruhbilimcilere göre ço­
felsefe anlayışlarında yeri bulun­ cukta mantıklı bileşimlerden çok
mayan bireyleşme kavramı sko­ gelişigüzel yanyana koymalara da­
lastik felsefeyle ilgilidir, bu kavramı yanan karmaşık algı. Felsefe ve din-
İbni Sina’nın metinlerini latinceye bilim açısından birleştirmecilik seç­
çeviren E ucken oluşturm uştur. meciliğin tutarsız bir biçimidir ve
XVII. yüzyılın skolastiğe yakın eleştiri olanaklarının tam olarak kul­
duran filozofu Leibniz bu kavramı lanılmamasına dayanan bir yakış-
De p r in c ip io in d iv id u i adlı tırmacılıktır, temelinde öğretileri,
kitabında ele aldı. 1663 tarihli bu görüşleri, bakış açılarını iyice kav­
çalışm a L eib n iz’in üniversiteyi ramadan bir bileşime ulaşmak is­
bitirme tezidir. Bunda Leibniz bir temi yatar. (Bk. SEÇMECİLİK)
varlığın yalnızca özgül bir tipe sahip
BİRYAPILI

B İR Y A PILI (fr. homogène; alm. lirsiz korku ya da kaygı bireyin tüm


h o m o g e n ; ing. h o m o g en eo u s). ruhsallığını büyük bir baskıyla ele
Parçalan uyumlu bir birlik oluştu­ geçirir. Boğuntudaki korkunun te­
ran. Tüm parçaları özdeş olan ya melinde belirsiz bir ölüm fikri ken­
da parçalan arasında nitelik ayrımı dini gösterir. Boğuntunun ileri bi­
bulunmayan. Öğeleri belli bir man­ çimlerinde büyük bir bedensel sı­
tık düzenine göre bir araya gelmiş kışmayla, özellikle göğüste ve gır-
olan. Biryapılılık fiziksel bir bütün­ lakta beliren baskıyla tam anlamın­
le (biryapılı arazi), bir insan top­ da bir ruhsal bozgun ortaya çıka­
luluğuyla (biryapılı sınıf), matema­ bilir. Boğuntunun başlıca bedensel
tik ilişkilerle (biryapılı işlev) ilgili belirtileri yüzde kızarma ya da sa­
olabilir. (Bk. ÇOKYAPILI) rarma, deride kuruma ya da terle­
me, sindirim düzeninin kasılmala­
B İT İŞ T İR İC İ (lat. conjuncîivus', ra bağlı bozukluklan, yürek çarpın­
fr. conjonctif; alm. konjunktiv, ing. tısı gibi belirtilerdir. Ruhbilimciler
conjunctive). Yanyana getirici özel­ gibi filozoflar da öteden beri bo­
lik gösteren. Bitiştirici yargı, bü­ ğuntu konusuyla ilgilenmişlerdir.
yük önermesi iki bitişik cümlecik­ Çağdaş filozoflar, özellikle varoluş­
ten oluşan yargı. Ö rnek;”İnsan çular boğuntuyu insanın yazgısı
hem hırsız hem ahlaklı olamaz./Sen ya da dünyadaki durumu çerçe­
ahlaklısın. /Öyleyse sen hırsız ola­ vesinde özgürlük sorununa gö­
mazsın.” türerek kavramaya çalışmışlardır.
Heidegger’de boğuntu,en genel an­
B O ĞUN TU (fr. angoisse', alm. lamda, hiçliğin tehdidi karşısında
A ngst; ing. anguish). Ruhsal ve duyduğumuz güvensizlik duygusu­
bedensel düzeyde baskı ve sıkış­ dur. “Boğuntu bizi hiçliğin karşısı­
mayla belirgin kaygı duygusu. Ba­ na yerleştiren temel olgudur” di­
zı yazarlar boğuntu’yu bunaltı’yla yen Heidegger’e göre boğuntu bi­
özdeşleştirirler. Bazı yazarlara gö­ zim kökel durumumuzu yani dün­
re boğuntu daha çok bedensel, bu­ yaya bırakılmışlık ve ölüme mah­
naltı daha çok ruhsaldır. Boğuntu­ kum edilmişlik durumumuzu orta­
da baskı ve sıkışma son derece bu­ ya çıkarmaya yarar, böylece ger­
lanık bir korkuyla kendini gösterir. çek olmayan yaşamdan gerçek ya­
Korkuda korkma nesnesi belirgin­ şama geçişimizi sağlar. Sartre’da
ken, boğuntuyla gelen korkuda boğuntu kökel olarak ölüm karşı­
böyle bir belirginlik yoktur. Sartre sında kalmışlık duygusu değildir,
şöyle der: “B oğuntu, korkunun özgürlük karşısında duyulan duy­
dünya varlıklan karşısında düşülen gudur. Buna göre insan “özgürlü­
bir korku olmasıyla, boğuntunun ğe mahkum” olduğunu görür, dış
da kendim karşısında boğuntu ol­ ve iç belirlenimler karşısında ey­
masıyla korkudan ayrılır.” Bu be­ lemlerine sağlam bir dayanak bu­
BOŞLUK

lamayarak boğuntuya düşer. Kier- tius gelir. "O miseras hominum


kegaard’a göre boğuntu günahı ön- mentes! O pectora caeca!” yani
celeyen ve özgürlükten kaynakla­ “Ey insanların zavallı ruhları! Ey
nan kaygıdır. Lavelle’e göre boğun­ kör yürekler!” der o. Montaigne bo-
tu “bizi her an hiçlikten çekip alan şinancın temelinde insani zayıflık­
ve varoluşumuzun yöneldiği bir ge­ lar bulur ve “Boşinanç ödleklikten
leceği önümüze açan kişisel yazgı­ bazı imgeler taşır”der. E. Burke de
mızın bilincidir.” Maritain boğun­ aynı çizgide şunları söyler: “Boşi­
tuyu genelleştirir, “boğuntu öznel­ nanç zavallı insanların dinidir.”
liğin yasasıdır.”der. Filozofların ge­ Remy’de Gourmont inanaca karşı
nellemelerinden ayrı olarak Freud köktenci bir tutum alırken boşinan-
boğuntuyu nevrozun temel ruhsal cı inançtan daha az tehlikeli görür
yansıması olarak değerlendirir. (Bk. gibidir: “Boşinanç dinden biraz da­
BUNALTI, KORKU) ha insanidir, çünkü onun ahlak an­
layışı yoktur.” Yalnız doğaüstü sa­
BOŞİNANÇ (lat. superstitio; fr. nılara değil, herhangi bir şeye, ör­
superstitiorr, alm. Aberglaube; ing. neğin bir ilkeye ya da bir yönteme
süperstition). Hiçbir gerçekçiliği körü körüne bağlılık da boşinanç
k a rşıla m a y a n inanç. D insel taşımak anlam ına gelebilir. (Bk.
yükümlülükleri yerine getirmede İNANÇ)
bilgi eksikliğinin yol açtığı uyarsız
düşünce ya da davranış. Kutsalı BOŞLUK (yun. kenon\ fr. vide\
y ü ce ltm e k o n u su n d a u sd ışı alm. Leere; ing. emptiness, void).
davranış. Boşinanç daha çok kar­ Uzayın madde bulunmayan yeri*İlk
şılıksız dinsel tutumlarla, özellikle filozoflar devinimi olası kılacak
de dinsel inançlara kişilerin kendi­ boşluk fikrine ulaşamadılar. Örne­
liklerinden getirdiği temelsiz yargı­ ğin Parmenides “Bir Varlık“ ı belir­
larla ilgilidir. Dinsel dogmaların ge­ lerken boşluğu tümüyle dışlamış gi­
niş çerçeveli yorumlan boşinanç yo­ biydi. Boşluk fikri ilk olarak atom­
lunu kolayca açacaktır. Gerçek cu filozoflarda ortaya çıktı ve de­
inançlılar ve tanncılar boşinançları vinimi olası kıldı. Demokritos baş­
dine karşı tutumlar olarak değer­ langıçta atomların boşlukta çeşitli
lendirirler. “İnsanda maymun hızlarda devinirken çarpıştıklarını,
neyse dinde boşinanaç odur”der bu çevrintide kaba ve ağır atomların
Bacon. “Evet söylüyorum boşinanç ortada, ince atomlann yukarıda yer
Tanrı için tanrıtanımazlıktan daha aldığını, böylece toprağın ortada
aşağılıyıcıdır”der Diderot da. Tan- yer alırken su, hava ve ateşin dışta
ntamm azlara göre dinsel inançlar ya da yukarıda yer aldığını bildir­
da boşinançlar arasında yer alır. miş, böylece atomların evreni na­
Dinselliği boşinanç saymaya eği­ sıl oluşturduklarını açıklam ıştı.
limli düşünürlerin başında Lucre- Atomcu görüş oluşumu atom lann
BOŞSÖZCÜLÜK

birbirlerine katılmalarıyla açıklar­ uzaklaşmaya, gerçekliği yaşamak­


ken devinimi de açıklamış olu­ tan çok imgelemin belirleyiciliğin­
yordu. “Filozofların anladığı anlam­ de bir düş dünyasında gezinerek
da h içbir boşluk yoktur “diyen oyunlar oynamaya yönelen insanın
Descartes’a karşı Newton evrenin durumunu belirlemek için kullanı­
yıldızları barındıran bir boşluk ol­ lır. Emma B ovary ölçüsüzlükle
duğunu bildirerek fizik biliminde en belirgin aşırı duygucu insan tipinin
büyük devrimi gerçekleştirecektir. belirgin bir örneğidir. Bovary’cilik
N ew ton ‘ın görüşleri tüm doğa daha sonra Jules de Gautier’nin ve
olaylarını biryapılı cisimsel kitlenin daha başka kişilerin getirdikleri yo­
varlığına ve ona bağlı olarak devim­ rumlarla salt düşçülük anlamında
le ilgili değişmez niteliklere indir­ kullanıldı.
geyen Descartes’çı görüşü yıkar­
ken metafiziğe dayalı evren açıkla­ BOYUT (lat. dimensio; fr. dimen-
malarının da sonunu getirecektir. sion; alm. Dimensiorı; ing. dimen-
sion). Bir cismin ya da bir biçimin
BOŞSÖZCÜLÜK (fr. verbalisme; herhangi bir yöndeki uzanımı ya da
alm. Wortklauberei; ing. verba- ölçülebilir büyüklüklerinin herbiri.
lism). Yalnız sözlerin parlaklığına Bir konunun ya da sorun’un belir­
dayanan, anlam açısından güçsüz leyici yüzlerinden herbiri. Boyut bir
ya da yanlış söylemin niteliği. Boş- somut nesnenin uzanımlarını kar­
sözcülük fikirlerden çok sözcük­ şılar, buna göre cisimlerin ve onla­
lere ağırlık verir, içeriğin gerçeğe rın biçimlerinin uzunluk, genişlik,
uygun olup olmadığıyla ilgili değil­ derinlik olmak üzere üç boyutu var­
dir. Boşsözcülük için en belirleyici dır. Bir düzlem içinde kalan bir bi­
örneklerden biri Yeniçağ’ın başla­ çim yalnızca iki boyutludur,derin-
rında P. M ersenne’in “Şarap niçin liksizdir. Bir konunun ya da bir so­
sarhoş eder?” sorusuna P. Jean runun uzanımını ya da yayılımını,
François’nın verdiği “Şarap sarhoş hatta bölümlerini ya da öğelerini be­
eder, çünkü sarhoş edici bir özelli­ lirlemek için “boyut”terimi kullanı­
ği vardır” yanıtıdır. lır. Soyut ya da somut bir nesne­
nin tüm bileşenlerini “boyut” diye
BOVARY’C İL İK (fr. bovarysme; adlandırabiliriz. Örneğin “aşk”ın
Jules de Gautier’nin 1902’de bul­ kültür boyutu “ dediğimiz zaman
duğu terim ). Fransız rom ancısı aşk’ı oluşturan konulardan birini,
Flaubert’in Madame Bovary adlı kültürle ilgili olanını belirlemekte-
romanın baş kişisi Emma Bo- yizdir.
v a ry ’n in k iş iliğ in e u ygun bir
biçimde kendini olduğundan baş­ BÖLM E (lat. divisio; fr. division;
ka görmeye, böylece düşsel bir ki­ alm. Einteilung; ing. division). Bir
şiliğe bürünerek gerçek dünyadan bütünü öğelerine değil de parçala-
BUDUNBİLİM

nna ayırma. Bir cinsle ilgili kavra­ yönüyle halkbilimin yanında yer
mı türle ve alttürle ilgili kavramlara alır, ancak kültürde sınırlanmayış-
ayırma. lyla, kültür değerleriyle toplumsal
etkenlerin bağıntılarını arayışıyla,
“ BRAIN TR U ST” (“beyin takı­ kültür ürünlerini yaşam biçimleri­
mı” anlamında ing. dey.). Bir top­ nin açıklanmasında ve yaşam bi­
lumda siyasal, kültürel, teknik et­ çimlerini kültür değerlerinin saptan­
kinliklere yön veren ya da verece­ masında ve tanıtılmasında veri ola­
ği düşünülen ve azçok belirgin bir rak belirleyişiyle halkbilimden ay­
amaç uğruna bir araya gelmiş olan rılır. Budunbilgisi saptadığı değer­
okumuş ve deneyimli insanlar top­ lerden gelen yargılara ya da yasa­
luluğu. “Brain Trust” ’ bir toplum­ lara yükseldikçe budunbilime yak­
da ileriye dönük herhangi bir siya­ laşır. Çağdaş budunbilimci Claude
sal kültürel, teknik devinim için çı­ Levi -Strauss budunbilimi bir ruh-
kış noktası, bu devinimi sürdürüp bilim olarak tanımlarken ve budun­
geliştirecek kadrolar için çekirdek bilime ruhsal kaynaklı ya da düşün­
işlevi görür. O hem bir fikir ya da sel kaynaklı kültür verilerini değer­
kuram üreticisi, hem bir yöntem lendirme yükümlülüğünü verirken
belirleyicisidir. Her şeyden önce bir kültür nesnelerinin araşünlması işini
yetkili kişiler ya da uzmanlar top­ budunbilgisine bıraktı. Böylece bu­
luluğunu düşündüren “Brain Trust” dunbilimi bir üstyapılar bilimi, bu-
kuramdan çok uygulama düzeyin­ dunbilgisini bir altyapılar araştırma­
de önem kazanır ve genellikle ön­ sı olarak gördü. (Bk. BUDUNBİ­
cü düşünce adamlarına dayalı bir LİM)
örgütlenme biçimini ortaya koyar.
BUDUN BİLİM (fr. ethnologie\
BUDUN BİLG İSİ (fr. ethnog­ alm. Ethnologie; ing. ethnology).
raphie', alm. E thnographie; ing. Irk bilimi. Budunbilgisinin ortaya
ethnography). Irk bilgisi. Çeşitli koyduğu verileri kuramsal açıdan
halkların yaşam biçimlerini ve ku- ele alan bilim. Toplumların yapıla­
rumlarını ele alan bilgi alanı. İnsan rını ve geçirdikleri dönüşüm leri
to p lu lu k ların ı ö zellik le yaşam kavrayabilmek için mitosların, tüm
biçimleri açısından tanıtlamalı bir inanç öğelerinin, tapınma biçimle­
biçimde ele alan bilim ya da bilgi rinin, göreneksel yapıların, alışkı­
alanı. Budunbilgisi çeşitli halkların ların sağladığı verilerden yasalara
uygarlık etk in lik lerin de ortaya ya da genel yargılara yükselen bu-
koydukları genel özellikleri saptar. dunbilim genellemeci yanıyla top­
Bu özellikleri hem teknolojik açı­ lumbilime,somuta dönük yanıyla
dan hem kültür açısından değerlen­ budunbilgisine ve halkbilime yakla­
dirir. Budunbilgisi her şeyden ön­ şır. Budunbilim iktisadi ve tekno­
ce kültür değerleriyle ilgilidir. Bu lojik verileri araştırırken daha çok
BULANIKLIK

budunbilgisinden, dil ve sanat gibi yi başka şeyler arasında tanıyabil­


kültür değerlerini araştırırken de diğim ama o şeyin ayrımlarının ve
halkbilim den yararlanır, onların özelliklerinin neler olduğunu bilme­
yöntemleriyle iş görür. Budunbilim diğim zaman bilgim bulanıktır.” Zi­
budunbilgisinin bir üst aşaması gi­ hinsel bulanıklık, zihinde raslantı-
bidir. Bu yüzden zorunlu olarak bu­ sal ya da dağınık düşüncelerle, ko­
dunbilgisinin canlı ve somut veri­ puk kopuk fikirlerle belirgindir. Bu­
lerini gereksinir. Karşılaştırılmalı in­ lanıklık algılarda yavaşlam ayla,
san ya da toplum araştırması ola­ uyum ve özdeşlik süreçlerinde tu­
rak budunbilim kazıbilimin ve dil­ tarsızlıkla ortaya çıkar; dikkat, tep­
bilimin özgül sorunlarıyla ilgilenme­ kime ve yargılama düzensizlikleriy­
den bir halkın ya da bir toplumun, le ağırlık kazanır. O durumda kişi­
bazen bir topluluğun maddi ve ma­ nin ortaya koyduğu her düşünsel
nevi yapılarının temel özelliklerini üretim taslak olmaktan öteye geç­
incelerken özellikle kanbağı, tabu­ mez,yani büyük ölçüde kopukluk­
lar, inanç kalıpları üzerinde derin­ larla ve dağınıklıklarla sakatlanmış-
likli ve ayrıntılı bir araştırma orta­ tır. İlgisizlik, yere ve zamana uyar­
ya koyar ve bütün bu etkinliklerin sızlık, heyecanlarda kopukluk, ya­
tolumsal-iktisadi temellerini belir­ nıtlamada yavaşlık, aptallığa kadar
lemeyi çalışır. Toplumbilim, uzam­ varan bir hantallık zihinsel bulanık­
da ve zamanda daha geniş çerçe­ lıkta başlıca belirtilerdir. Zihinsel bu­
veli bir toplumsal araştırma oluşuy­ lanıklıkta sanrılı durumlara da ras-
la, değerlerden çok toplumsal ya­ lamr.
pılaşma biçimlerine yönelişiyle, du­
rumları saptamakla yetinmeyip ge­ BULGULAM A (fr. heuristique,
niş çerçeveli istatistik verilerine baş- euristique', aim. Heuristik, ing.
vuruşuyla budunbilimden ayrılır. heuristic). Yeni durumları ortaya
(Bk. BUDUNBİLGİSİ) çıkarma. Belgeleri ortaya koyma­
ya dayanan tarih araştırması. Öğ­
B U L A N IK L IK (lat.confiısio; fr. renilmesi gerekeni öğrenciye bu­
confusion', alm. Verworrenheit, lundurma dayanan eğitimbilim yön­
Vermengung', ing. confusion). Bü­ temi. Bir olgular araştırmasında bir
tünselliği, organik bütünlüğü bulun­ varsayımı doğru olup olmadığını
mayanın niteliği. Bulanık bir bütün, araştırmadan geçici olarak kullan­
belirgin bir bütünsellik ortaya koy­ ma.
mamakla, her şeyden önce kavra­
nılması güç hatta olamksız bir bü­ BUNALTI (fr. anxiété', aim. Bek-
tündür. Bulanıklık daha çok zihin­ lemmung; ing. anxiety). Belirsiz bir
sel yapılar için sözkonusudur ve fi­ tehlikenin yaklaşmakta olduğu duy­
kir karışıklığını ortaya koyar. Bu gusuyla düşülen ruhsal ve beden­
konuda Leibniz şöyle der: “Bir şe­ sel sıkıntı. Paul Sivadon bunaltıyı
BURJUVALIK

şöyle tanımlar; “Dağınık bir kor­ kıntılık gibi durumlar ortaya çıka­
kuyla, bir güvensizlikle, mutsuzlu­ bilir. Erken bunama, genç yaşlar­
ğun yaklaşmakta olduğu duygu­ da ortaya çıkan zihinsel güçsüzlük­
suyla belirgin ruhsal ve bedensel tür, zihin işlevlerinin durgunluğu­
sıkıntı.“ Nabızda hızlanma ya da dur. Bugün pek de belirleyici ol­
yavaşlama, yürek çarpıntısı, solu­ mayan “erken bunama” yerine “şi­
num darlığı, yüzde sararma, ağız zofreni” terimi kullanılmaktadır.
kuruluğu, terleme gibi belirtiler bu­ Krapelin’in kullandığı “erken buna-
naltıda belirgin özelliklerdir. Boğun­ ma”nın yerine “şizofreni”yi ilk ola­
tunun eşanlamlısı olarak da alınan rak 1911 ’de Bleuler önermiştir. Ble-
bunaltı, boğuntudan daha çok ruh­ ulerr bu hastalıkta bir bunamanın
sal sıkıntılarla ilgili olmasıyla ayrı­ değil bir etkinlik eksikliğinin söz-
lır. E. Mounier bunaltılı kişiyi “tam konusu olduğunu göstererek “er­
tamına güvensizlikle boğulmuş ki­ ken bunama” deyimine karşı çık­
şi” olarak tanımlar. Ruhaynştırması mıştır. (Bk. ŞİZOFRENİ)
okulunun yandaşları bunaltıyı da­
ha çok libido'nun yoksuluklanyla BURİDAN’IN EŞEĞ İ (fr. dne de
ilgili görürler. (Bk. BOĞUNTU) Buridan; alm. Buridans Esel\ ing.
Buridans ’s donkey). Skolastikler­
B U N A M A (lat. d e m e n tia ; fr. den Buridan’a yakıştırılan ve ey­
démence; alm. Blödsinn, Schwach­ lem için dış etkenin yanında istemli
sinn-, ing. dementia). Zihinsel iş­ etkin davranışın da gerekli olduğu­
levleri yavaşlamış ya da iyice du- nu gösteren masalsı örnek. Bu ör­
ralamış kişinin durumu. Bunama nek eşdeğerli nesneler arasında bi­
özellikle beyindeki doku bozukluk­ le seçim yapma zorunluluğu bulun­
larına bağlı olarak kendini göste­ duğunu ortaya koyar. Buna göre
ren dönüşsüz ve ilerleyen zihin bu­ bir ölçek yulafla bir kova su ara­
lanıklığıdır ve en genel çerçevede sında kalan eşek seçim yapamaya­
“derin, bütünsel ve ilerleyen ruh­ rak ölür.
sal güçsüzlük” olarak tanımlanır. N.
Sillamy şöyle der: “Geri zekalı kişi BURJUVALIK (fr. bourgeoisie',
yoksul doğmuş kişidir, bunaksa d\m.Bürgertum-, ing. bourgeoisie).
zenginken yoksul düşmüş kişidir.” Kentte oturan ve kentin olanakla­
Bunamada kişinin giderek ussallık­ rından yararlanan kimsenin duru­
tan yoksun kaldığı, mantık düzeni­ mu. Sermayeci düzenin egemen
nin dağıldığı, toplum sal ortam a sınıfı. Burjuva, modem zamanlar­
uyuşunun güçleştiği görülür. Or­ dan önceki toplumlarda üst sınıfla
ganik kökenli bu hastalığın ileri bi­ ya da soylular sınıfıyla alt sınıf ya
çimlerinde kişiyi toplumsal ilişkile­ da halk sınıfı arasında yer alan kent
rinde zorda bırakan kaçış, intihar, insanları topluluğunu, orta sınıfı
boşa para harcama, hırsızlık, sar­ karşılar . “Burjuva” ‘yı üst kesim
BURJUVALIK

insanları için kullanmak ve orta ke­ ye göre sermaye çağı olan çağımız­
sim insanını küçük burjuva diye ad­ da “tüm değerleri yaratan tek sı­
landırmak çağımız için daha uygun­ n ıf ’ proleteryadır ya da işçi sınıfı­
dur, çünkü Fransız Devrimi’nden dır. Mülkiyeti savunan ve üretim
sonra tüm feodal kalıntıların yokol- araçlarını elinde bulunduran burju­
masıyla birlikte eski üst sınıf yani va sınıfı uzun süre koruduğu yeri
soylular sınıfı ortadan kalkmış, ye­ proleteryaya bırakarak çekilecek­
rini yükselen ya da yeni gelen bur­ tir. Marx buıjuva sınıfının gelişimini
juva sınıfına,eski kent insanların­ şöyle anlatır: “Burjuvalıkta iki evre
dan çok daha güçlü, iktisadi ve top­ belirlemek gerekir, burjuvalığın fe­
lumsal anlamda son derece dona­ odallik rejimi ve mutlakyönetim al­
nımlı yeni kent insanları topluluğu­ tında kendini bir sınıf olarak orta­
na bırakmıştır. Çağdaş anlamında ya koyduğu evre ve sınıf olarak be­
burjuva sınıfı M.S. XI. yüzyılla bir­ lirdikten sonra feodalliği ve mut-
likte gelişmeye başlayan yaşam ko­ lakyönetimi yıktığı, toplumu bir
şulları içinde yeni kentlerin kurul­ burjuva toplumu durumuna getir­
maya başlamasıyla ortaya çıkmış­ diği evre. Bu evrelerden birincisi
tır ya da daha doğrusu bu yüzyılla çok uzun sürdü ve büyük çabalar
birlikte kendini göstermeye başla­ gerektirdi.” Marx buna göre top­
yan yeni ticari ilişkiler kentlerde top­ lumsal yaşamın şimdiki durumunu
lumsal, iktisadi ve siyasal düzeyde şöyle belirler: “Feodal toplumun yı­
oldukça etkin yeni bir sınıfın yerle­ kıntıları üzerinde yükselen modem
şip gelişmesini sağlamış, böylece burjuva toplumu sınıf çatışmaları­
kentlerde oturan meslek sahibi in­ nı ortadan kaldırmadı. O ancak es­
sanların yerini burjuva dediğimiz kilerin yerine yeni sınıfları koydu,
üretici ve tüccar insanlar, girişim­ yeni baskı koşulları, yeni kavga bi­
ci insanlar almıştır. Buıjuvalığın do­ çimleri getirdi. Ne olursa olsun,
ğuşu sermaye düzenine geçişin be­ buıjuva çağının ayıncı özelliği sınıf
lirtisi ve temel koşuludur. Burjuva çatışkılarının basitleşmiş olmasıdır.
denilince bugün, kültürü geliri, öz­ Toplum giderek karşıt iki kesime,
gür çalışma olanakları gelişmiş ege­ doğrudan doğruya birbirine düş­
men sınıf insanı anlaşılmaktadır. Sı­ man iki karşıt sınıfla, burjuvazi­
nıfsal bakış açılarına göre “burju­ ye ve proleteryaya bölünüyor.”/
va” terimi yüceltici ya da küçültü­ Voltaire: “Bilgili kılınması gereken
cü anlamlar taşır. Bazılarına göre elişçisi değildir, bilgili kılınması ge­
burjuvalık toplumsal yetkinliktir. reken burjuvadır, kentlerde oturan
Bazılan da buıjuvalığı bir gerilik ola­ insandır.”/ Chamfort: “Burjuvalar
rak belirler. Fransız romancısı Fla- gülünç bir kendini beğenmişlikle
ubert şöyle diyordu: “Bayağı bir bi­ kızlarını nitelikli insanların toprağı­
çimde düşüneni burjuva diye ad­ na gübre yaparlar.” / H. Monnier:
landırıyorum.” M arx’çı düşünce­ “Bir burjuva görüşlere sahip ola­
B ÜROKRASİ

bilmek için zengin olmalıdır.” / teren. Belirleyici ahlak önerisi. Bu­


Flaubert : “ Her burjuva, gençliği­ yurucu önerme özellikle bu öner­
nin ateşiyle bir gün, bir dakika ol­ meyi ortaya koyan bireyin kendisi
sun, çok büyük tutkulara, büyük için buyruk değeri taşır. Kant’da ko­
girişimlere yetenekli olduğuna ina­ şulsuz buyurucu ahlaki bir yüküm­
nır. En sıradan burjuva bile sultan­ lülüğün ya da ödev ahlakının zo­
lar görür düşünde; her noter ken­ runlu dayanağıdır. Kant ahlakının
dinde bir şairin kalıntılarını taşır.” özü usun buyruklarına uymaya da­
■"Demokrasinin tüm düşü proleter- yanır. Us bizim için bu yolda tek
yayı burjuva aptallığı düzeyine yük­ aydınlatıcıdır ve evrensel bir yeti
seltmektir. Bu düş bir ölçüde ger­ olarak tek yetkili buyurucudur.
çekleşmiştir.” / Goncourt kar­ Kant her zaman bir ahlak formülü­
deşler: “Bir burjuva hiçbir şey ok­ ne göre davranmamızı önerir. Bu
yanusudur.” / A. Siegfried: “Bir formül evrensel bir yasa değeri ta­
burjuva nedir? Şu tanımı önerece­ şır. Tüm ahlak kurallarının tem e­
ğim: yedeği olan insandır.” / L.P. linde tek bir kural var gibidir; An­
Fargue: “Kendi güvenliği için ken­ cak aynı zamanda evrensel bir y a ­
dinden, kavgadan ve aşktan vaz­ sa olmasını isteyebileceğin bir ku­
geçen insana burjuva diyorum.” / rala göre davran. Elbet koşulsuz
E. Beri: “Burjuva işlerin iyi gittiğini buyurucu bir değil birçok olacak­
söylemez, onun tüm söylediği iş­ tır. Buyurucuların bazıları koşullu
lerin daha iyi olam ayacağıdır.” buyurucu ya da varsayımsal buyu­
“Burjuva proletaryayla olan ilişki­ rucu bazıları da koşulsuz buyuru­
sinin ruhla beden ilişkisi olduğuna cu'dur. Koşulluda buyurma edimi
inanır.” / Baudelaire: “Burjuvadan bir amaca göre düşünülmüştür, ko­
bin kere daha tehlikeli bir şey var­ şulsuzda böyle bir bağlantı yoktur.
dır, o da burjuva sanatçısıdır.” / J.B. “Sağlığını düşünüyorsan ölçülü ye”
d ’Aurevilly: “Burjuvaların iktisadi önerm esi koşullu, ’’D ürüst ol”
ülküsü tüketicilerin sayısını sonsu­ ö n erm esi k o şu lsu zd u r. (B k.
za kadar çoğaltmaktır.” / Valéry ÖDEV)
Larbaud:”Ödev burjuvanın kendi
ahlak bozukluğuna verdiği addır.” BÜROKRASİ (fr. bureaucratie;
/ C.-L. Philippe:”Edebiyatın tüm alm. Bürokratie, Bürokratismus\
ahlaki bunalımları burjuvalığın ah­ ing. bureaucracy). Devlet yapısı
laki bunalımlarıdır.” (Bk. AYDIN. içinde memurların bütünü. Devlet
FEODALLİK, SERMAYE, TOP­ dairelerinin yaptırım ya da engelle­
LUM) me gücü. Resmi işlerde gereksiz
yere uzun ve çapraşık yollardan gi­
BUYURUCU (lat. imperativus; fr. dilmesi. Bürokrasi, yönetimin çe­
impératif, alm. Imperativ, ing. şitli organlar üzerindeki aşırı bas­
imperative). Buyurma özelliği gös­ kıcı tutumundan doğar. Tüm dev­
BÜTÜNCÜ

letlerin işliyişinde ciddi yavaşlıklar lerin ortak adıdır. Bu tür yönetim­


ve açmazlar yaratan bürokrasi ça­ lerde yürütme, yasama ve yargıla­
ğımızın bir hastalığı, Marx’çılara ma erkleri tek elde toplanmıştır. Bu
göre de sermayeci düzenin bir sa­ tek el bir mutlakyönetici de olabilir
katlığı olarak değerlendirilir. En ba­ bir yöneticiler topluluğu da olabi­
sit resmi işlemleri bile içinden çı­ lir. Bu tür yönetimlerde birey hak­
kılmaz bir karmaşıklığa götüren bü­ ları yöneticinin isteminde erimiştir
rokrasi düzeni özellikle geri kalmış ya da yöneticinin istem ine göre
ülkelerde baskıcı rejimlerin halka sözkonusu edilebilir. Böylesi siya­
uyguladığı baskı yöntemlerini ko­ sal tekelcilik düzenlerinin en eski
laylaştıran bir etken olur. Marx bü­ biçimleri eski Yunanistan’ daki ti-
rokrasiyle ilgili olarak şu belirleme­ ranlıklardı. Yeniçağ’m başlarına
de bulunur: “Bürokrasi uygar top­ doğru İtalyan kentlerinin bazıların­
lumun siyasal biçimciliğidir. Bürok­ da görülen tiranlıklar da bütüncü
rasi sonunda bir uygulama yanıl­ yönetimlere örnektir. Yeniçağ’da
samaları durumuna gel ir. Bürokra­ mutlakyönetimler olabildiğince bü­
si kafası tam tamına cizvit kafası­ tüncü bir düzen ortaya koydular.
dır. Bürokratlar siyasetin cizvetle- Bu mutlakyönetimlerde Tanrı adı­
ri,dinbilimcileridirler. Bürokrasi pa­ na yönetimi elde tutan kral tüm
pazlar cumhuriyetidir. Bürokrasi erklerin simgesiydi ve bütünleştiği
‘biçim sel’ amaçlarını içerik duru­ yetkeydi. Buna göre bütüncü yö­
muna getirdiği gibi, ‘gerçek ‘ amaç­ netimler azçok belirgin bir zorbalık
larla çatışmaya girer. Bürokrasi bi­ düzeni ortaya koyarlar. Nazilik ve
çimi içerik ve içeriği biçim gibi gös­ faşistlik gibi rejimler gerçek anlam­
term eye zorlanmıştır. Bürokrasi da bütüncü rejimlerdir. XVII.yüz-
kimsenin kaçamayacağı bir çem­ yılda Locke, demokratik devlet ko­
berdir. Bürokrasi gerçek devletin şullarını araştırırken zorbalığı erk­
yanında kurgusal bir devlettir. İki lerin tek elde toplanm ası olarak
çeşit bilgi vardır, gerçek bilgi ve bü­ açıklamış, insanın zorbaya diren­
rokratik bilgi.” (Bk. SERMAYE) me hakkından sözetmişti. Sorun
herşeyden önce birey karşısında
BÜTÜNCÜ (fr. totalitaire-, alm. devletin yükümlülüğü ve devlet kar­
totalitär, ing. totalitarian). Bir bü­ şısında bireyin ödevleri ve hakları
tünün tüm öğelerini kapsayan. sorununa dayanır. Bütüncü yöne­
Bütünleyici özelliği ya da eğilimi tim lerde birey haklarından çok
olan. Kendi öngörüleri dışında ödevleriyle bireydir. Çağımızda bi-
h erh ang i b ir siyasal yönelim e rey-devlet ilişkisini düzenleyen ana­
olanak tanımayan yönetim biçimi. yasal devlet düzenleri bütüncü yö­
Bütüncü yönetim, demokratik ol­ netim lerin sakıncalarını ortadan
mayan, egemenlik hakkım toplu­ kaldıran düzenekler görünümünde-
mun kendine bırakmayan yöntem­ dirler. Ancak bütüncü yönetimle-
BÜYÜKEVREN

rin gerçek anlam da son bulması nik açıdan bilimlere, inanç yönün­
gerçek anlamda bir demokrasi bi­ den dinlere yaklaşır. İnsanoğlu do­
lincinin bütün dünyada yaşama geç­ ğaüstüne yönelerek bilimin temel­
mesiyle gerçekleşecektir. (Bk. DE­ lerini atmıştır, örneğin Babillilerin
MOKRASİ, ZORBALIK ) yeni doğan bebeğin geleceğiyle il­
gili araştırmalar yapmak üzere yıl­
BÜTÜNLÜK (fr. entité; alm. dızların devinimlerini gözlemleme­
Wesenheit, Entität', ing. entity). Bir leri gökbilimi doğurmuştur. Büyü­
varlığın özünü kuran şey. Bir varlı­ nün oldukça belirgin ruhsal kaynak­
ğın kurucu özelliklerinin toplamı. ları vardır. Bu evrensel olgu, her
Maddi birliği olmayan somut nes­ şeyden önce, insanın kendisini aşan
ne (dalga, hava akımı). doğa güçleri karşısında duyduğu
eksiklik ve güvensizlik duygusunu
BÜTÜNSELLİK (ir. totalité] alm. gidermeye yöneliktir. Ayrıca, bü­
Totalität, Ganzheit, Allheit', ing. yücülük akıl hastaları arasında da
totality). Bütün olma durumu. Bü­ yaygın bir eğilim olarak görülmek­
tünsellik düşüncenin temel fikirle- tedir. Auguste Comte büyüyü bi­
rindendir. K ant’da on iki kategori limsel açıklamanın ilk evresi say­
arasında nicelik bölümü altında top­ mıştır. Emile Durkheim büyüyü di­
lanan kategoriler içinde yer alır, bir­ nin bozulmuş biçimi olarak değer­
liğin ve çokluğun bileşimine karşı­ lendirir. Büyü çok küçük ölçüler­
lıktır. Bütünsellik düşüncede tutar- de, alışkılar düzeyinde çağdaş top­
lığm belirtisidir. Bütünsellikten yok­ lumda da varlığını sürdürmektedir:
sun bir düşünce sakatlanmış bir kötü bir durum ortaya çıkmasinı
düşüncedir. (Bk. YAPI) önleyebilmek için tahtaya üç kere
vurmak tam tamına büyü yapmak­
BÜYÜ (lat. magia; fr. magie; alm. tır. (Bk. BOŞİNANÇ)
Magie', ing. magic, spell). Doğa
olaylarına karşıt olaylar yaratma sa­ BÜYÜKEVREN (fr. macrocosme',
natı. Bazı uygulamalardan giderek alm. Mackrokosmos', ing. macro-
bazı doğa olaylarına egemen olma cosm). Küçükevren diye belirlenen
ya da engel olma sanatı. Büyü, dav­ insana karşıt olarak evrenin kendi­
ranış ya da söz gibi simgesel araç­ si. İnsanla evren arasında her ba­
larla varlıklar ya da şeyler üzerinde kımdan bir koşutluk bulan ve insa­
etkide bulunma tekniklerini içerir. nı bir bakıma evrenin küçük bir
En eski uygarlıklardan bu yana in­ özeti gibi görmeye eğilimli olan fel­
san giderek azalan bir biçimde bir sefe öğretileri küçükevren diye ad­
takım gizli ilişkilere dayanarak ge­ landırdıkları insan dünyasını büyü-
leceği öğrenmek (kahinlik) ve ge­ kevrende bir bütüne kavuştururlar.
leceği etkilemek (büyücülük) ça­ (Bk. KÜÇÜKEVREN)
balarına girmiştir. Büyü sanatı tek­
BÜYÜKLÜK

BÜYÜKLÜK (fr. grandeure; aim. şeyleri, ezilmişliklerini dile getirir.


Grosse; ing. greatness). Büyük ol­ Büyüklükduygusunun zararsız bi­
ma durumu. Daha büyük ya da da­ çimleri olduğu gibi çılgınca biçim­
ha küçük olabilmenin niteliği. Bü­ leri de vardır. Büyüklükduygusu
yüklük fiziksel açıdan büyük ola­ bunamaya, genel felce, çeşitli ruh­
nın (büyük ev)ve düşünsel açıdan sal bozukluklara bağlı olarak da or­
büyük olanın (büyük filozof) nite­ taya çıkabilir, ayrıca ahmaklığın bir
liğidir. yansısı da olabilir. (Bk. AŞAGILIK-
DU Y G U S U , Y Ü K S E K L İ K-
B Ü Y Ü K L Ü K D U Y G U S U (fr. DUYGUSU)
mégalomanie', alm.Megalomanie',
ing. megolomania). Büyüklük ya BÜYÜKÖNERME (lat. majör, fr.
da güçlülük savlarıyla belirgin çıl­ majeure', alm. M ajor, Obersatz',
gınlık. Yetkinliklerini abartmaya da­ ing. majör). Tasımın iki öncülün­
yanan çılgınlık. Büyüklükduygusu- den biri, büyük olanı, büyükterimi
na tutulan kişi kensini bedinsel ya içereni, “Bütün insanlar ölümlüdür”
da ruhsal düzeyde tam anlamında (büyükönerme), “Sokrates insan­
büyük ya da güçlü bulur. Kişi ken­ dır” (küçükönerm e), “ Sokrates
disini Tanrı, peygamber, imparator, ölümlüdür” (vargı ya da sonuç).
çok zengin, çok ünlü sanmakla ger­ (Bk. KÜÇÜKÖNERME)
çekte bir başarısızlığıya da başarı­
sızlıklar dizisini dengelemeye çalış­ B Ü Y Ü K TERİM (lat. majör, fr.
maktadır. Büyüklük duygusunun majeur, alm. Major, Oberbegriff,
toplumsal ve fiziksel biçimleri ol­ ing. majör). Tasım da en büyük
duğu gibi cinsel biçimleri di vardır, kapsamı olan ve sonucun yüklemi
bu sonuncu biçimde kişi kendisini işlevini gören terim. “İnsan ölüm­
cinsel açıdan olağanüstü yetkin ve lüdür” (ölümlü.’büyükterim, insan:
güçlü hatta becerikli duyar. Bu duy­ ortaterim ), “ Sokrates insandır”
gu aşağılıkduygusunun bir yansı­ (Sokrates: küçükterim), “Sokrates
ması gibidir, onda insan olmadığı ölümlüdür”. (Bk. KÜÇÜKTERİM)

96
c
C A N L IC IL IK (fr. animisme; temelinde de canlıcı bir anlayışın
alm. Animismus; ing. animisim). yattığı söylenebilir. Canlıcı düşün­
Her şeyde canlılık bulan öğreti. ceye gençler yetişkinlerden, ilkel­
Düşünsel ve bedensel yaşamın il­ ler gelişmişlerden daha yatkındır­
kesi olarak tek bir ruhu benimse­ lar. Çünkü onlar doğadaki devinim­
yen, böylece nesnelerde de insan leri ya da mekanik oluşumları en
nıhsallığına benzer bir ruhsallık bu­ kolay bu yolla açıklarlar. İlkel in­
lan öğreti. Bu öğreti insanlığın tari­ san buna göre her zaman ruhları
hi kadar eski olan bir düşünce bi­ çağırmak ya da kovalamak gibi yön­
çimine dayanır. Canlıcılık ruhun temler aramış, dualar ve adaklarla
varlığını benim sem ekle kalmaz, bu işi gerçekleştirmeye çalışmıştır.
canlılığı madde dünyasına da gö­ Büyünün kaynağı da insanın ruti-
türür ve bu ikinci özelliğiyle ruh- larla olan bu alışverişindedir. E. B.
çuluktan ayrılır. Genel olarak nes­ Tylor ilkel insanın uyku, düş ve ö-
nelerde insan ruhuna benzer bir ruh lüm deneylerinden giderek ruh kav­
bulan tüm görüşleri canlıcılık diye rayışına, oradan atalar kültüne, ora­
adlandırmak doğru olur. Gerçekte dan da tanrı fikrine nasıl ulaştığını
her şeye, her olguya ve her nesne­ göstermeye çalışmıştır. Çocukların
ye canlılık yükleme eğilimi ilkel in­ tüm nesnelerin canlı ve devingen
sanın başlıca eğilimidir. Ayrıca he­ olduğuna inanması da canlıcılık ola­
men bütün insanlarda canlıcı bir rak belirlenir. Trende giden çocuk
eğilim görülür demek hiç de yanlış ayı gördükçe aym kendini gözledi­
olmaz. İyi ve kötü ruhlara, cinlere ğini sanır. (Bk. BÜYÜ, ORGAN-
şeytanlara inanmak bir tür canlıcı CILIK, RUH, RUHÇULUK, TA-
eğilimin belirtisidir. Ancak canlıcı­ PINCAKÇILIK)
lık daha çok ilkel insanda kendini
gösteren bir düşünce biçimidir, ki­ C A N LIM A D D EC İLİK (fr. hylo-
şileştirme yoluyla tapınacakçılığa soisme; alm. Hylozoismus; ing. hy-
açılır. Çoktanrılı inanç tablosunun lozoism). Her maddenin kendiliğin­
CİNS

den ya da dolyısıyla canlı olduğu­ mım, salt cinsellikle sevecen cin­


nu ileri süren öğreti. Bu öğretiye sellik ayrımını düşündürm üştür.
göre tüm madde (yun. hyle) ya da Buna göre sağlıklı cinsel yaşam ya
tüm dünya canlılıkla (yun. zoe) da gerçek aşk tam bir eros ve aga­
yüklüdür. (Bk. MADDE, MADDE­ pe dengesinde gerçekleşecektir. Bu
CİLİK) dengenin bozulması, hangi koşul­
lar altında olursa olsun, çiftlere mut­
C İN S (yun.geraw; lat. genus\ fr. suzluğu getirecektir. Nitekim, çağ­
genre', aim. Gattung-, ing. gemus). daşlarımızdan pekçoğu çağdaş ya­
Genel terimlerin en büyüğü. Bir­ şam biçimlerinin cinselliği evcilleş­
çok türü kapsayan genel kavram. tirdiğini ve böylece tam anlamında
Ortak özellikleri olan bireylerin sakatladığını, onda eros ’un payını
oluşturduğu topluluk. Cins, türden azaltarak tıpkı Ortaçağ’da olduğu
daha geniş bir topluluk oluşturur. gibi ona boş bir kutsallık giysisi giy­
Kendi içinde bölünen her tür, bö­ dirdiğini benimserler. Bir başka gö­
lümleri karşısında cinstir. Azçok rüş de cinselliğin tam anlamında de­
kapsamlı tüm sınıflar gündelik dil­ ğerlerinden boşalarak bir eros gö­
de cins diye adlandırılır. (Bk. TÜR) rünüm ü aldığıdır. Paul R icoeur
şöyle der: “Sonunda iki varlık bir­
C İN S E L L İK (fr. sexualite; aim. birine sarıldığında bu iki varlık ne
Sexualität-, ing. sexuality). Cinsel ne yaptığını biliyor, ne ne istediğini
yaşam olgularının tümü. İnsanda biliyor, ne ne aradığını biliyor, ne
ve hayvanda üremeye temel olan ne bulduğunu biliyor.” İnsanın top­
ve erkekle dişiyi ayıran özellik. Cin­ luma körü körüne bağlanması onu
sellik canlılar dünyasında cinsle il­ cinsellikte de etkisiz kılıyor. Henüz
gili edim ve sorunların tümünü içe­ kendi bilincine varmamış kişi cin­
rir. Cinselliği her şeye karşın kaba sellikte ne bulduğunu ya da ne bu­
üreme edimlerinden ayrı tutmak ve labileceğini elbette bilemeyecektir.
onu üremeyle olduğu kadar aşkla Jaspers’in dediği gibi insan ’’Her­
bütünleştirmek doğru olur. Cinsel­ kesin yaptığını yapıyor, herkesin
lik tek başına daha çok üreme edim­ inandığına inanıyor,herkesin düşün­
lerini düşündürür, ama o her za­ düğünü düşünüyor”, böylece her
man aşkta evcil ve insani bir görü­ alanda olduğu gibi cinsellikte de zo­
nüm kazanmaya eğilimli gibidir. runlu bir mekanikliği gerçekleştiri­
Aşk ve cinsellik ayrımı, cinsellik te­ yor. Modern çiftlerin aşka yatkın
meline dayanmayan aşk olamaya­ olmadığı görüşü böylece köklü bir
cağına göre, yalnızca ve yalnızca biçimde yayılıyor. Yapılan anketler
karşı cinslerin birbine yönelimlerin­ ve istatistikler de insanların cinsel
deki sevgi ya da duygu yükünün yaşamlarında genellikle aradıklarını
azlığı ya da çokluğuyla ilgilidir. Bu bulamamış olduklarını gösteriyor.
da düşünürlere eros ve agape ayrı­ C. Jam ont’un dediği gibi “Cinsel-
“ C O G İT O ”

Kk henüz geçici olarak bile yanıtla­ ne. Fiziksel özellikleri olan nesne.
yamadığımız bir soru gibi görünü­ (Bk.BEDEN)
yor.” Her ne olursa olsun cinsellik
insanda tüm ruhsallığı kapsayan ve C İS İM C İK (lat. corpusculum\ fr.
belirleyen bir etkinliğe sahiptir. Böy- corpscule; alm. Korpuskel, Körper-
lece cinsel yaşam insan yaşamının lein\ ing. corpuscle). En küçük ci­
başlıcı belirleyenlerinden biri olur, sim . X V II.ve X V III. y üzyılda
buna göre çağdaş ruhhekimliğinin atomlar ve moleküller cisimcik di­
ve ona bağlı olarak ruhayrıştırma- ye adlandırılırdı. Bugün kütleyi
sının en önemli konularından biri­ oluşturan maddelerin en küçük par­
dir. Freud en genel anlamdaki cin­ çasına cisim cik denilir. Atom un
sel arzuyu, L ibido'yu insan ruh- parçalanması ile ortaya çıkan elek-
sallığının temeline yerleştirir. Cin­ tirikli ya da elektiriksiz tanecik de
sellik çağdaş ruhbilim kadar çağ­ cisim cik diye adlandırılır.(B k.
daş düşünceleri de ilgilendirir. Kö­ ATOM, ATOMCULUK)
tümser Schopenhauer cinselliği iç­
güdüsel bir açlığın doyurulduğu yer “ C O G İT A T İO “ (lat.söz.). Dü­
olarak görür. Bu alanda erkek ka­ şünce edimi. “C ogitatio" terimi
dının güzel ve anlayışlı olduğu ya­ tüm kendiliğinden düşünce edim­
nılgısı içindedir. Kadın da erkeği lerini karşılar. Bu terim giderek da­
güçlü ve kişilikli bulmaktadır. Er­ ha az kullanılır olmuştur.
kek, sonunda, kadının çirkin ve ap­
tal, kadın da erkeğin kaba ve ben­ “C O G İT O ” (“Düşünüyorum”aç-
cil olduğunu görecektir. Maurice lamında lat. söz; Cogito ergo su-
Merleau-Ponty cinselliği örtülü bir m’un kısaltılmışı). Descartes ‘ın yö-
güç olarak belirler: “Cinsellik bir ge­ nemli kuşkudan sonra ya da yön-
nellik maskesi altında kendine giz­ temli kuşkuyla ulaştığı varlık de­
lenir,yarattığı gerilimden ve dram­ neyi. Descartes varlığı kanıtlamak
dan kaçmaya bakar.” M. Merleau- için kuşkudan yola çıkar: her şey­
Ponty’ye göre insan yaşamında cin­ den kuşkuya düşebileceğini, ama
sel olanı cinsel olmayandanda ayı­ kuşkulanan ben’den kuşkuya dü-
ran kesin sınırlar yoktur: “Bir ka­ şemeyeceğini görür. Böylece Co­
ran ya da bir edimi ‘cinsel’ ya da gito ergo sum (düşünüyorum öy­
'cinsel değil’diye belirleyebilmek leyse varım) ilkesine ulaşır. Des­
o la sılığ ı y o k tu r.” (B k. A ŞK , cartes önce “Gördüğüm her şeyi
LİBİDO) yalan sayayım: (...) hiçbir duyu­
mun olmadığını düşüneyim; beden
C İSİM (lat. corpus\ fr. corps; alm. biçim, uzam, devinim ve yerin zih­
Körper; ing. body). Algımıza açık nimin uydurmalanndan başka bir
olan ve uzayda yer kaplayan nes­ şey olmadığına inanayım: öyleyse
COŞKU

doğru diye umulacak olan ne?” di­ ulaştırır. Bu deney içinde birey tam
ye sorunu belirler. Sonra şu usa- anlamında devinimsizdir, tüm dış’ı
vurm ayı ortaya koyar: dünyada dışlamış, tüm içselliğine ulaşmış gi­
hiçbir şey olmadığına inandım, “va­ bidir, engin bir mutluluk içinde bu­
rolmadığıma da inandım mı?” Ha­ lur kendini. Coşku ruhun aşkın bir
yır. “Bazı şeylere inandıysam” var- şeyle özdeşleşmesidir, bu özdeşleş­
’dım. Hileci bir güç mü şaşırtıyor mede özneyle nesne arasında hiç­
beni? “Beni aidatsa da varolduğum bir aracı yoktur. Plotinos ve onun
konusunda kuşkum yok. ne kadar yolundan gidenler coşkuyu felse­
isterse o kadar aldatsın beni, ben fenin amacı durumuna getirmişler­
herhangi bir şey olduğumu düşün­ di. Böylece coşku tüm gizemci tu­
dükten sonra beni hiçbir zaman bir tumların temelinde bulunan aşma
hiç yapamayacak. Öyle ki bunları duygusudur. Coşku ruhsal bozuk­
iyice düşündükten sonra, her şeyi lukla ilgili bir edilginlik durumu da
dikkatle inceledikten sonra sonuca olabilir. Bu durumda birey gerçek
varmak ve şu önermeyi sallantısız dünyanın bilincinden ve kendisinin
diye benimsemek gerekir: düşünü­ bilincinden yoksun kalarak tam bir
yorum öyleyse varım." Varlığı kuş­ devinimsizlik ve duyarsızlık içine
kudan giderek kanıtlama girişimi­ düşer, “çevresiyle bütün ilişkisini
ne D escartes’dan çok önce Aziz keserek başkasının hiçbir biçimde
Augustinus’da raslanz. Aziz Augus- giremeyeceği bir ruhsal dünyaya
tinus şöyle diyordu: “Aldanıyorsam geçer” (Th. Kemmerer). Hastalıklı
varım. Çünkü, elbette,varolmayan coşkuda boğuntuyu temel alan ve
aldanmaz.” Kant’da “cogito”dene- zaman zaman boğuntuyla birlikte
yin koşuludur. (Kant: “Düşünüyo­ ortaya çıkan anlamsız bir sevinç
rum, tüm sunumlarıma eşlik ede­ gözlemlenir. Bu coşku daha çok
bilmelidir. (...) Sezgi öğelerinin histeride, şizofrenide, manide or­
tüm çeşitliliği düşünüyorum ’la zo­ taya çıkar. Alman estetikçilerinin
runlu bir ilişki içindedir.” (Bk. KUŞ­ belirlemiş olduğu Einfühlung ku­
KU, KUŞKUCULUK, ÜLKÜCÜ­ ramının öncüsü Theodor Lipps es­
LÜK) tetik deneyin öznedeki duygusallı­
ğın nesneye yansımasıyla gerçek­
COŞKU (fr. extase', alm. Ekstase\ leştiğini bildiriyor, bunu insanın do­
ing. ecstasy). Herhangi bir şey kar­ ğada ergimeye uğraması olarak de­
şısında duyulan aşırı haz ya da hay­ ğerlendiriyordu. Lipps’e göre bi­
ranlık. Kendi varlığının dışına çıkıp zim bir duygusallığı önce kendimiz­
yüce bir varlığa kavuşmuşluk duy­ de yaşadığımız sonra da nesneye
gusu. Coşkuda kişi kendisini nes­ yansıttığımız savı doğru değildir;
nel dünyadan kopmuş ve üst bir her iç edim nesneyle ve nesnede
varlıkta erimiş duyar. Bu duygu bi­ yaşanmaktadır. Lipps’e göre este­
reyi sezgisel bir aşkınlık deneyine tik edim öznenin nesneyle, ben’in
COŞKUNLUK

ben ol m ayan’la özdeşliğinde ger­ Platon, Sokrates’in ağızından çoş-


çekleşir. “Güzel” sorunu böylece kunluğu açıklar ve onu sanatla bü­
Lipps’le duygudaşlık çerçevesine tünleştirir. Şöyle der Sokrates: ’’Şa­
indirgenmiş o\ur.Einfühlung’un bir ir hafif kanatlı kutsal bir varlıktır;
başka öncüsü Volkelt de bu olgu­ esin almadan, kendinden geçmeden,
yu nesnenin sezgisiyle ben arasın­ kafası yerindeyken bir şey yarata­
daki duygu ilişkisi olarak tanımlar. maz. Tanrı vergisi sözkonusu de­
Estetik yaşamda tüm düşünselliği ğilse hiç kimse şiir söyleyemez,ge­
ya da en azından gidimli düşünce­ leceği bildiremez.” Buna göre şai­
yi ortadan kaldıran Einfühlung' u rin yarattığı coşku tam anlamında
Bayer “yarı uyuşturucu tekfikirli- tanrısal kaynaklıdır. / Céline : “İnsan
lik” olarak belirler ve onunla ilgili duygusal bir varlıktır. Duygunun
olarak şunları söyler: “Gizemcilik­ dışında büyük yaratı 1ar yoktur; düş­
te olan bütünsel kavrayış sanatta lerinden uzaklaştıkları için coşkun­
yoktur; sanatta tüm içeriği kavra­ luk insanların çoğunda pek çabuk
yanlayız; Einfühlung'un mahkum tükeniverir.” / Aragon: “Edebiyat
edildiği yer burasıdır.” (Bk. EIN­ sözkonusu olduğunda, eleştiri bir
FÜHLUNG) çeşit heyecanlar pedegojisi olmalı­
dır.” /Valéry:”Yalmzca coşkunluk
COŞKUNLUK (fr. enthousiasme', adına yazı yazmayı eskiden iğrenç
aim. Begeisterung', ing. enthusi­ bulm azdım , şim di buluyorum .
asm). Yoğun heyecan. Coşkunluk Coşkunluk yazara uygun bir ruh
Locke’da ve onun görüşlerine karşı durumu değildir.” / Völtaire:”Biraz
çıkan Leibniz’de küçültücü anlam­ coşkunluk olmadan hiçbir şey ya­
da kullanılmıştır, ussallıktan uzak­ pılamaz.” / Emerson: “Hiçbir bü­
laşmayı ve doğrulara ussallığın dı­ yük kendini coşkunluk dışında va-
şında yönelmeyi belirler. Coşkun­ redemez.” / Eluard: “Erdem olma­
luk giderek olumlu bir anlam ka­ dan coşkunluk olmaz, yiğitlik ol­
zanmıştır, doğrulara ulaşma çabası madan erdem olmaz.” / Honoré de
g ö stere n k iş in in h ey e can ın a Balzac: “Coşkunluğa yatkın olma­
karşılıktır. Oysa Platon için coş­ mak bir basitlik belirtisidir.” / Di­
kunluk çok önemliydi, insanı alt dü­ derot “İnsan iğne de yapıyor olsa
zeydeki ilişkilerden kurtarıp tanrı­ mesleğini coşkunlukla gerçekleştir-
ya doğru yönelten bir güçtü, ton'da melidir.” (Bk. COŞKU)

101
ç
ÇABA (fr. effort\ alm. Streben, lamını çok güzel belirtir. İngilizler
Anstrengung; ing. effori). Bir en­ şöyle söyler: “Yoksulluktan başka
geli ortadan kaldırmayı ya da yeni hiçbir şey çabasız elde edilemez.”
bir duruma geçmeyi amaçlayan et­ (Bk. EDİM, ETKİNLİK, EYLEM)
kinlik. B ir bilinçli varlık olarak
insanın kendindeki ya da dünyadaki Ç A Ğ R IŞIM (fr. association; alm.
bir engeli ortadan kaldırabilmek için Assoziation; ing. association). Bi­
tüm gücünü kullanarak eylemde linç alanında istemin hiçbir katkısı
bulunması. Çaba genellikle eksikli olmadan hatta onun direnişine kar­
ya da sakat bir durumdan yetkin şın fikirlerin, imgelerin, duygula­
duruma geçmek üzere ortaya ko­ rın kendiliğinden birbirine bağlan­
nulur. Bunun yanında elbet boş ça­ ması. Sunumların ve kavramların
balar da vardır (bir demir çubuğu d ü zen siz b ir g ö rünüm a ltın d a
bükmeye çalışmak gibi). Genel ola­ birbirini izlediği ruhsal olgu. Bir ruh­
rak bedensel ve ruhsal olmak üze­ sal durumun kendiliğinden bir baş­
re iki tür çaba belirlenir. Bununla ka ruhsal durumu getirmesi. Aris­
birlikte insanda bedensel olanı ruh­ toteles çağrışımın üç yasasını be­
sal olandan ayırmak olası olmadı­ lirlemişti. Ona göre çağrışım ben­
ğına göre çaba insanın bütünsel bir zerlikle ( mavi halının denizi anım­
edimine karşılıktır. Çaba herzaman satması), yakınlıkla (sütün beyazı
yetkin bir sonuca ya da amaca var­ anımsatması), karşıtlıkla (sıcağın
manın tek koşulu olarak gösterilir. soğuğu anımsatması ) kuruluyor­
Plautus “Bademe ulaşmak için çe­ du. Aristoteles’den sonra çağrışım
kirdeği kırmak gerekir” der. Latin olgusunun varlığı yadsınmadı, bu
şairi Catullus’un “Zafer çabayı se­ olgu üzerine çoğu birbiriyle uzlaş­
ver” sözü neredeyse bütün dünya­ maz değişik görüşler ortaya kon­
ya atasözü olmuştur. “Güvercin du. Hume ve öbür İngiliz deneyci­
gökten yere kızarmış olarak inmez” leri çağrışımı ruhsal-sinirsel bir sü­
diyen latin atasözü de çabanın an­ recin belirlediği mekanik bir olgu 103
ÇAĞRIMŞICILIK

olarak düşündüler. Onlara göre çağ­ ni çağrışımla açıklayan öğreti. Bu


rışımlar ruhsal yapının işleyişiyle il­ öğretiye göre ruhsal yaşamdaki yet­
gili temel öğeyi oluşturmaktaydı. Bu kin biçimler çok basit olguların ya
anlamda çağrışım tüm ruhsal ya­ da durumların birbirini izleyişinden
şamı belirleyen temel etkinlikti. İn­ doğmaktadır. Tüm zihinsel yaşamı
giliz filozofu James Mili imgelemi fikirlerin, duyguların ya da imgele­
çağrışımla açıklamış, onu çağrışı­ rin birbirini anımsatarak çağrıştır­
mın en basit biçimi saymış ve ar- ması olayına dayandıran çağrışım­
darda gelen duygular ve fikirler cılık elbette usavurmayı yani bir bil­
toplam ı olarak göstermişti. Ona giden gidimli olarak bir sonuç çı­
göre bellek de çağrışım yasalarına karmayı açıklamakta güçlük çeke­
göre ortaya çıkan bir dizi fikirden cektir. Çünkü usavurma istemli bir
başka bir şey değildir. İngiliz filo­ tutuma bağlıdır, oysa çağrışımda
zofu John-Stuart Mili çağrışım ya­ tam anlamında bir kendiliğindenlik
salarını yerçekimi yasaları kadar vardır, onda us hiçbir biçimde işe
önemsemiştir; “Gökbilim için yer- karışmaz. Çağrışımcı anlayışa gö­
çekim yasaları, fizyoloji için doku re usavurma bir çağrışım olayı ol­
özellikleri neyse ruhbilim için çağ­ masa bile usun çağrışımla elde edil­
rışım yasası odur.” J-S. Mili bize miş temel ilkelerine göre gerçekle­
temel doğruları sağlayacak olanın şen bir olaydır. Çağrışımcılık izle­
nedensellik olduğunu bildirmiş, ne­ nimci Bergson’un ve biçimcilerin
denselliğe de çağırışımla ulaşabile­ eleştirilerine uğramıştır. Biçimcile-
ceğimizi söylemişti. Çağrışıma tüm re göre çağrışımcılar temel öğeler­
ruhsal yaşamı belirleyici bir anlam den önceki bileşimleri görememek­
veren bu görüş bugün oldukça es­ tedir. Bergson da çağrışımcılığı tüm
kimiştir. Evrimci düşünce içinde yaratma olgusunda zihnin kendi
çağrışım fikri daha değişik yorum­ kendisinden elde ettiği sezgiyi gör­
lar kazanırken bu düşüncenin ön­ memekle eleştirmiştir. (Bk. ÇAĞ­
cüsü Herbert Spencer deneyci gö­ RIŞIM)
rüşle doğuştancı görüşü birleştire­
rek çağrışım fikrine evrim ve kalı­ Ç A PR A ŞIK (lat. abstrusus; fr.
tım kavramlarını getirmiştir. (Bk. abstrus; alm. abstrus; ing. abstru-
ÇAĞRIMŞIMCILIK) se). Düşüncenin alışılmış düzenin­
den uzak olan. Sağlam bir mantık­
Ç A Ğ R IM Ş IC IL IK (fr. assoca- sal düzeni bulunmayan. Çapraşık­
tonisme; alm. Assoziationspsycho- lık yazısal ve sözsel anlatımla ilgili­
logie\ ing. associationism). Çağrı­ dir ve anlaşı Imazlıkla ya da zor an-
şımları zihinsel yaşamın temeli ola­ laşılırlıkla belirgindir. Çapraşık an­
rak belirleyen, buna göre tüm zi­ latımlar genellikle yapay bir derin­
hinsel işlemleri, hatta usun ilkeleri­ liği olan anlatımlardır, buna göre
10 4
ÇELİŞKİ

çapraşıklık da çok zaman derin gö­ usu ve usun yöneldiği fikirleri (Tan­
rünme isteğinin bir sonucudur. (Bk. rı, Ruh, Dünya) aşkın diyalektik­
KARANLIKÇILIK) l e incelemiştir. Aşkın diyalektiğin
başlıca konusu usun metafizik bil­
Ç A T IŞM A (lat. conflictus; fr. giyi nasıl sağladığı konusudur. Ken­
conflit; alm. Widerstreit\ ing. conf- dinde şey’e, Noumenon’a yönelen
lict). İki birey ya da iki toplum ara­ us, koşullanmamış a priori sezme
sında karşıtlık ve kavga durumu. yetisidir ve duyumsalı bilgiye dö­
Kişide karşıt duyguların aynı anda nüştürmekle yükümlü anlığa, ko­
ortaya çıkmasından kaynaklanan şullanmış ’a karşılıktır. Bu koşullan-
ruhsal gerginlik durumu. Çatışma mamışı ilkörnek anlık diye de ad­
genellikle kişinin toplumla ilişkile­ landırabiliriz. Usun fikirlere yöne­
rinde kapıldığı bir duygudur ve lişiyle Uç bilgi alanı oluşur: dinbi-
ödevler, toplumsal zorunluluklar, lim, ruhbilim, evrenbilim. Us bu üç
ahlak kuralları karşısında içgüdüsel alanda hiçbir zaman aşamayacağı
itkilerin, tutkulu yönelimlerin, duy­ çatışkıları belirler: 1. evrenin uzay­
gusal eğilimlerin açmazlarından da bir sınırı, zamanda bir başlangı­
kaynaklanır. Hapishanede sevgili­ cı var mıdır, yoksa evren sınırsız
sini özleyen bir adam ya da ciğere ve öncesiz midir? 2. bütünü par­
uzanamayan bir kedi çatışkılı du­ çalara böle böle basit ve bölünmez
rumdadır. Çatışma daha çok top­ parçalara mı ulaşırız yoksa bu böl­
lumsallığın doğru olarak kavranı- me işi sonsuza kadar sürer mi? 3.
lamadığı durumlarda ortaya çıkar. nedenler zincirlerinde geriye gide
Bireyin toplumsal ve ahlaki gerek­ gide bağımsız bir ilk nedene ulaşa­
leri kavramasıyla çatışkılar yerleri­ bilir miyiz ya da bu geriye gidiş
ni bilinçli tutumlara bırakarak da­ sonsuza kadar sürer mi? 4. olum­
ğılırlar. Çatışkı sorununu çözmek sallar zorunlu olarak mutlak bir şe­
için insanlar bastırma gibi, yücelt­ ye dayanırlar mı yoksa böylesine
me gibi yollar bulmuşlardır. (Bk. mutlak bir şey yok mudur? Bu dört
BASTIRMA, YÜCELTME) soruda çatışkının aşılması olanak­
sızdır,bunlarda savlarla karşı sav­
Ç ATIŞKI (fr. antinomie; alm. An­ lar birbirini gideremezler, gidereme­
tinomie', ing. antinomy). İki ilke ya yeceklerdir. Çatışkıların aşılmazlığı
da bunların belli bir konuya uygu­ usun kendini aşan bir işi yüklen­
lanışları arasında çelişki. İki görüş miş olmasından gelir. (Bk. DİYA­
a ra sın d a g id erilem ez görünen LEKTİK, FELSEFE, ÜLKÜCÜ­
karşıtlık. Çatışkı, K ant’da usun LÜK)
düştüğü çelişkilere karşılıktır. Usla
anlığı kesin olarak birbirinden ayır­ Ç E L İŞ K İ (lat.contradictorius; fr.
mış olan Kant anlığı ve kavramla­ contradiction\ alm. Widerspruch,
rını aşkın ayrıştırma’Az ele almış, Kontradiktion\ ing. contradiction). 105
ÇELİŞKİLİ

İki kavramın ya da yargının karşıt­ değişimi. “ Danvin kuramında çe­


lığı. İki ayrı durumun yeni ve daha şitleme yaşayan türlerde her kuşak­
üstün bir durumu gerçekleştirecek ta ortaya çıkan ve doğal ayıklan­
biçimde karşıtlaşması. İçeriği aynı mayla evrimin temel etkeni duru­
olan biri olumlu öbürü olumsuz iki muna gelecek olan küçük değişik­
yargı çelişkilidir (Ali çalışkandır; Ali liktir” ( F. Poulqui6). Çeşitleme
çalışkan değildir). Mantıksal çeliş­ özellikle bir müzik terimidir ve bir
kiyle gerçek ya da yaşamsal çeliş­ temanın değişikliklerle yinelenmesi
kiyi birbirinden ayırmak gerekir. anlamına gelir. Temanın her yeniden
Ali’nin aynı zaman parçası içinde ele a lın ış ın d a b ir ç e şitle m e
çalışkanlığı tembelliğini ya da tem­ gerçekleşmiş olur.
belliği çalışkanlığını mantıksal ola­
rak giderecektir. Oysa işçi sınıfıyla Ç EV R E ( fr. ambiance\alm. Stim-
burjuva sınıfının çelişkisi mantık­ mung; ing. enviroment). Maddi ya
sal bir çelişki değil gerçek bir çeliş­ da düşünsel ortam. Belli bir ortam­
kidir. Özdeşlik ilkesinin başka bir da insan ilişkilerinin doğurduğu ha­
anlatımı olan çelişmezlik ilkesi, aynı va. “Çevre” çok zaman “ortam’Ma
ilişki altında aynı şeyin hem var- özdeşleştirilir. Çevreyi özellikli or­
sanm asının hem yoksanm asınm tam diye düşünmek doğru olur. Or­
olanaksızlığı ilkesidir. Doğruyla ger­ tamda nesnellik çevrede öznellik
çeği özdeşleştirmiş olan Hegel, çe­ öne çıkar. (Bk. ORTAM)
lişmezlik ilkesini düşüncenin mut­
lak yasası saymaz yalnızca gidimli Ç E V R İM C İL İK (fr. pa-
ve soyut düşüncenin yasası sayar. lingenesie; alm. Palingenesie; ing.
Ona göre mutlak düşünce karşıt­ palingenesis). Evrensel olayların
ları birleştiren düşüncedir. Hegel’in dönemsel dönüşlülüğü düşüncesi.
diyalektik mantığı buna göre çeliş­ Ölümden sonra diriliş. Varlıkların
kiyi düşüncenin ve yaşamın itici ya­ ve toplum ların yeniden ortaya
sası durumuna getirir. Hegel’ci ve çıkışı. Yeniden doğuş. Çevrimcilik
M arx’çı düşüncede savla karşısa- fikri yunan uygarlığının temel inan­
vm çelişkisi bileşimi yaratarak ge- cıydı. Doğa olaylarının dönüşlülü­
lişim i sağlar. T arihin gelişim i ğü ( gece-gündüz, mevsimler) bir
tümüyle bu çelişkili gidiş üzerine evrensel dönüşlülüğün varlığını dü­
kurulmuştur. (Bk. DİYALEKTİK) şündürüyordu. Orpheus’çu-Pytha-
goras’çı inanç ruhgöçünü benim­
Ç E L İŞ K İL İ. Bk. KARŞISAL serken çevrimli lik fikrine yaslanı­
yordu. Platon Phaidros diyalogunda
Ç E ŞİT L E M E (lat.variatio; fr. ruhgöçünü göstermeye çalıştı. Da­
Variation-, alm. Veränderung-, ing. ha sonra çevrimlilik Stoa’cı fîlo-
Variation). B ir durum dan öbür zoflarca benimsendi ve temellen-
duruma geçiş. Bir nicelikte değer dirilmeye çalışıldı. Çevrimlilik fikri
ÇİLECİLİK

Nietsche’nin düşünce dünyasında um). Bilinç karışıklığıyla belirgin ge­


da önemli bir yer tutar. Bugün de çici zih isel b o zu k lu k . B ilin ç
Spengler, Toynbee gibi düşünürler yetilerinde geçici düzensizlik. Al­
çevrimliliği daha değişik bir anlam­ gıların yanılsamalı, yargıların sakat
da benimserler. (Bk. YENİDENCİ- olduğu, zihnin boş fikirler ortaya
SİMLEŞME) koyduğu çılgınlık durumları olduk­
ça karışık durumlardır. Bazı çılgın­
Ç IK A R SA M A ya da Ç IK A R IM lıklar açıkça kendini gösterirken ba­
(fr. inférence-, alm. Inferiren; ing. zıları dışa iyiden iyiye kapalıdır, hat­
illation). Bir önerm eden başka ta bazı çılgınlıklarda çılgınca fikir­
önermeler yardımıyla bir doğruyu lerin ilk bakışta sezilemeyecek bi­
elde etme. Çıkarsamada doğru ol­ çimde ustaca mantıklı kılındığı gö­
ması gereken, ancak doğruluğu rülür. Bununla birlikte belli bir dik­
açık açık görülmeyen bir önerme­ kat bu mantıkta yansıyan tutarsız­
den doğruluğu benimsenmiş baş­ lıkları, saçmalıkları, abartmaları bir
ka önermelere dayanarak doğru so­ çırpıda ortaya çıkarabilir. Çılgınlık­
nuç çıkarılır. Bu sonuç dayanak ola­ ları üç bölümde ele almak olasıdır.
rak alınan önermede içerilmiş bir 1. taşkın ya da saldırgan çılgınlık­
sonuçtur. Tüm usavurmalar, tüm lar, 2. büyüklük çılgınlıkları, 3. me­
tümdengelim ve tümevarım işlem­ lankolik çılgınlıklar. Çılgınlık algı
leri çıkarsamayı sağlar. Çıkış nok­ yanılsamalarına bağlı olarak sanrıyla
tası ya da birinci önerme doğruy­ birlikte görülür. Çılgınlığın yerleşik
sa, aracı önermeler de buna göre biçimleri de vardır. Bu tür çılgınlık­
doğru kurulduysa çıkarsam anın larda gerçeklik duygusu sürekli ola­
doğru olması gerekir. (Bk. TÜME­ rak yiter. (Bk. DELİLİK)
VARIM, TÜMDENGELİM, USA-
VURMA) Ç İL E C İL İK (fr. ascétisme-, alm.
Asketih, ing. ascetism). Tanrı’ya
Ç IK M A Z (fr. aporie; alm. ulaşmak yolunda hazlardan kaçışı
Aporie; ing. aporia). Çözülmez so­ ve acıya yönelişi öngören dinsel tu­
run. İçinden çıkılm az mantıksal tum. Hazların ve acıların üstüne
güçlük. Aynı soruya karşılık olan çıkarak, yaşamsal gereksinmeleri
ve aralarında çelişmekle birlikte her- enaz ölçülerde karşılayarak ruh yü­
biri ayrı ayrı geçerli olabilecek gibi celiğine ulaşmayı öngören ahlak
görünen iki görüş. A ristoteles, yöntemi. Çilecilik gizemli dinsel ya­
M etaphsika’nın B ’sinde “karşıt şamın zorunlu bir uygulaması gi­
usavurmaların eşiti iği”nden gelen bidir ve tüm bedensel ya da du­
on dört çıkmaz belirler. yumsal hazlardan kaçışı, tüm dün­
ya işlerini bir yana bırakarak yüce
Ç IL G IN L IK (lat. delirium-, fr. olana yönelişi önerir. Bu kaçış ve
délire-, alm. Delirium-, ing. deliri­ bu yöneliş insana yetkin bir ahlaki
ÇİR K İN

yaşam sağlayacaktır. Doğaüstün­ olumsuz yönüyle estetiğin konusu


den çok doğal olana yönelen en eski olur. Yeniçağ’a kadar çirkin olan her
uygarlıklarda elbette çileciliğe yer şey estetikdışı sayılmıştır ya da es­
yoktur. Çilecilik yunan uygarlığın­ tetik kavrayışta güzel ve çirkin ay­
da, belki de tektanrıcılığa eğilimin rımı yapılmıştır. Bugünkü anlayış
başlamasıyla ortaya çıkmıştır. Ruh- içinde çirkin güzel ’in bir başka gö­
göçüne inanan Orpheus’çu-Pytha- rünümü, güzelin tümleyeni gibidir:
goras’çı gelenek ve onun gelişmiş özgünü sezdirdiği ölçüde, özel bir
bir anlatımı olan Platon’cu felsefe anlam ortaya koyduğu ölçüde gü­
gerçek anlamda çileciliğe geçişin ilk zelle bütünleşir. Eski güzel plastik
adımlan olarak alınabilir. Platon tüm bir anlam taşıyordu, bugünkü gü­
felsefesini gizemci bir temele oturt­ zel yalnızca anlamla ilgilidir diyebi­
muş, tüm bilgiye yönelişi de çileci liriz. Bugün birçok ressamın güzel
bir anlayışa indirgemişti. Ona göre kavramını ilkelle ve kabasabayla
üst bir dünyanın gerçekleri olan özdeşleştirdiğini görüyoruz. Alışıl­
İdea’ların bilgisine bu dünyada an­ mış güzelin dışına taşmadır bu. Paul
cak çileci bir yaşam sürmekle ula­ Gauguin şöyle diyordu: “Her şeye
şılabilirdi. Daha sonra yeni-Platon- cesaret etme hakkını getirmek isti­
’cu anlayış Platon’un gizemci ve yorum.” Birçok ressam aşırı biçim-
çileci görüşlerini derinleştirdi, bu bozmalarla ya da çok değişik yo­
dünyadan tam anlamında bir “ya­ rumlarla doğalın sınırlarını aşarak
lan dünya” imgesi yaratarak her za­ bize garip görünebilicek biçimler
man bir el etek çekme içinde üst oluştururlar, burada elbette bam­
dünyanın bilgisine yönelmeyi ya da başka bir güzelin arayışı vardır.
Tanrı’ya kavuşmak için çalışmayı Monet yaptığı bir portreyi beğen­
ö n erd i. Ç ileciliğ in öngördüğü meyen bir model için şunları söy­
yaşam bir yoksunluklar yaşamı ol­ lemiştir: “Moore dövülmüş yumur­
duğu kadar bir acılar yaşamıdır. Çi­ ta sarısına benziyorsa benim suçum
leci için dünyada dağılmamanın mu?” Gene de güzelin doğalda ve
ağırlığı kadar acıların anndınlıcılığı türünün koşullarını yetkin bir bi­
önemlidir. Bu yüzden çilecilik bir çimde sürdüren sağlıklı bireyde bu­
yanıyla bir tür acıcılık olur. (Bk. lunduğunu, güzel kavramının ger­
AÇICILIK, DİYALEKTİK) çekliğin derlitoplu bir görünümü­
nü ortaya koyduğunu söyleyebili­
Ç İR K İN (fr. laid; alm .hässlich', riz. Rodin şöyle der: “İlkyaza yeşil
ing. ugly). Güzelin karşıtı. Biçim­ katan, ilkkışa güller katan, genç du­
siz ya da uyumsuz olan. Yapısında daklara erguvan kırmızısı katan çir­
tutarsızlıklar bulunan. Kendi türü­ kinlik yaratır, çünkü yalan söyler.”
nün yetkin özelliklerini gösterme­ Ancak doğadaki güzelle sanattaki
yen. Çirkin genel olarak biçimsizi, güzeli, doğadaki çirkinle sanattaki
hoşa gitmeyeni, uyarsızı belirler, bu çirkini birbirinden ayırmak gerekir.
ÇOCUKLUK

Doğal düzende daha çok türünü en Bu bilimin kuruluşu geçen yüzyılın


iyi temsil eden bireye verdiğimiz sonlarında olmuştur. Chrisman’ın
güzel sıfatını sanatta daha çok an­ 1894’de Jena’da verdiği tez çocuk­
lamlı için kullanıyoruz. Lalo şöyle bilim alanında atılmış ilk adım sa­
der: “Doğada canlı varlıkların gü­ yılır: Paidologie, E ntw urf zueiner
zelliği türlere uygun olağan ve belir­ Wissenschaft des Kindes (Çocuk­
gin özelliktir ve buna bağlı olarak bilim, çocuklar üzerinde yapılan bir
uyumludur, bedensel ve ruhsal ye­ bilim tasarısı). Chrisman 1900’de
tilerin tam gelişmesidir, fışkıran Kansas’da Paidolog dergisini kur­
sağlıktır ve sonunda bunlardan ge­ muştur. 1883 ’de Anvers ’de bir ço­
len üstün güçlülüktür.” Çağdaş es­ cukbilim demeği kurulmuştur. Ço­
tetikte ne kadar değişik bir anlam cukbilim pedagojinin ve eğitimbili-
versek de çirkin uyumsuz olan ve min en büyük yardımcısıdır. (Bk.
istenmeyendir. Bayer şöyle der: EĞİTİM, PEDAGOJİ)
“Güzelin karşıtı olan çirkin özü ge­
reği olumsuzdur. Çirkinde özden Ç O C U K LU K (lat. infantia; fr.
bir yetersizlik, teknik araçlarla so­ enfance\ alm. Kindheit; ing. child-
nuç arasında bir uyuşmazlık, biçim­ hood). Yaşamın doğumdan ergin­
sel bir oransızlık, bir uyumsuzluk liğe kadar olan ilk dönemi. Çocuk­
vardır.” Bk. ESTETİK, GÜZEL ) luk dönemi bilincin oluşum döne­
mi ya da bireyin dünyaya uyarlan­
Ç O C U K B İL İM (fr. pédologie; ma dönemi olmakla oldukça sancılı
alm. Paidologie\ ing. paidology). bir dönemdir, buna göre çocukluk
Çocuğu erişkinden ayrı bir varlık daha çok uyumsuzluklarla, çatış­
olarak ele alıp inceleyen bilim. Ço- kılarla, aşma çabalarıyla belirgindir.
cukbilim çocuğu tepkileri özel bi­ Çocuklukta zihin tam anlamında
yolojik, ruhsal ve toplumbilimsel ya­ oluşmadığı için bir bilgi ve yargı ek­
salara göre gelişen bir varlık ola­ sikliği kendini her durumda belli
rak değerlendirir, onu büyük insan­ eder. Hayvanlar tablosunda geriye
dan ayırır. Çocuğun büyük insan­ doğru gidildikçe çocukluk süresi­
dan ayrılması gerektiğini bize ilk ola­ nin kısaldığı görülür. A. Gesell bu
rak Jean-Jacques Rousseau duyur­ sürenin kobayda üç gün, şempan­
muştur: “Çocukluğun kendine öz­ zede dokuz yıl, insanda yirmi yıl
gü görme, düşünme, sezme biçim­ olduğunu bildirir. Demek ki insan
leri vardır; onların yerine bizimki­ bireyi tam olgunluğa varıp gerçek
leri geçerli kılmaya çalışmak çok anlamda dünyaya uyarlanabilmek
•anlamlı bir iş değildir.” Buna göre için yirmi yıllık bir süreyi gerek­
çocukbilim çocuğu çocuk olarak sinmektedir. Çocukluk dönemi öğ­
değerlendirir; çocuğun gelişimini renmede tam bir yatkınlık dönemi­
biyolojik, ruhbilimsel , toplumbi­ dir. Yaşam çizgisi boyunca ilerle­
limsel koşullar çerçevesinde ele alır. diğinde yatkınlıktan uzaklaşılır, öğ­ 109
ÇOCUKLUK

renme tutkusunun yerine ustalaş­ ler gelir. Bu bilginlerin araştırmala­


manın kolaylıkları geçmeye başlar. rı çocuk ruhsallığının büyük ruh-
Bu yüzden çocukluk dönemi çok sallığından nitelik olarak ayrı oldu­
önemli, çok nazik bir dönemdir. ğunu göstermiştir. Buna göre ikide
Çocukluğu üçe ayırırlar: ilk çocuk­ bir karşımıza çıkan “Bugünün kü­
luk doğuştan üç yaşa kadar, ikinci çükleri yarının büyükleridir” sözü
çocukluk üç yaştan yedi yaşa ka­ pek de anlamlı bir söz değildir. Ço­
dar, üçüncü çocukluk yedi yaştan cuk büyükten çok ayrı duygula­
erginliğe kadar sürecektir. Erginli­ nan ve çok ayrı düşünen bir var­
ğin başlangıcını on iki yaş olarak lıktır. Çocuğun gelişimi konusun­
göstermek olasıdır. Ne var ki er­ da Freud’un katkılarını da unutma­
ginlik denilen çok sorunlu dönemin mak gerekir. Freud çocukluğu üç
başlangıcı ve bitişi kişisel özellikle­ döneme ayırıyordu: oral dönem ya­
re göre epeyce değişiklik göstere­ da ağız dönemi doğuştan iki yaşa
bilir. Gene de erginliği on iki yaşla kadar sürer, bu dönemde haz ağız
on beş arasına yerleştirmek alış­ çevresinde belirginleşmiştir; iki yaş­
kanlık olmuştur. Erginliği yetişkin­ tan dört yaşa kadar süren anal dö­
lik dönemi izleyecektir. Çocukluk­ nem ' de temizlik alıştırmaları yapı­
ta belki de en önemli dönem birey­ lır, bu dönemde çocuk dışkısını tut­
liğin tüm ilk kuruluş özellikleriyle ma hazzı yaşıyacaktır, dikkafalılık-
belirgin olan ilk çocukluk dönemi­ lar, yıkıcı davranışlar gösterecek­
dir. Bu dönemi apayrı ele alıp ince­ tir, bu yüzden bu dönem sadik-
leme eğiliminde olan E. Cacace gi­ anal diye adlandırılabilir; phallus
bi bilginler olmuştur. Yunancada dönemi olan üçüncü dönemde haz
“henüz konuşmayan çocuk” anla­ üreme organlarına ve çevresine
mında nepios'dan giderek bir ni- kaymıştır, bu dönemde kıskançlık
piologie (fr.) yani bir ilkçocukbi- bulammları ortaya çıkar. Üç yaş
lim kurma eğilimi bu çerçevede or­ Freud’a göre de bilinç etkinliğinin
taya çıkmıştır. İlk çocukluktan son­ gerçek anlamda başladığı yaştır, bu
rası çocuğun kendi kişiliğini orta­ yaşta kendine kapanma ve başka­
ya koymaya başlamasıyla belirgin­ sıyla çatışma belirginleşir. Çocuğun
dir. Bu dönemde çocuğun en çok 4-5 yaşları sevgiye eğilim duydu­
kullandığı sözcük “ben” olacaktır. ğu yaşlardır. Ancak bu yaşlarda
Üç yaştan sonra çocuğun düşün­ sevgi eksikliği çocuğu tam anla­
sel gelişimi iyiden iyiye hızlanacak­ mında şiddete itecektir. Çocuğun
tır. Çocukla ilgili araştırmalar elbet­ gerçek anlamda dinginliğe ulaşma­
te çok yenidir ve XIX. yüzyıl son­ sı 6-7 yaşlarda olacaktır. Çocuk 7
larıyla XX. yüzyıl başlarında orta­ yaştan sonra bir “örtülülük” döne­
ya çıkmıştır. Çocuk ruhsallığını mine girer. Bu dönemde çocuğun
araştıran kişilerin başında Preyer, cinsel itkileri durulmuş gibidir. Bu
Piaget, Walton, Gesell gibi bilgin­ itkilerin doyurulması büyük ölçü­
ÇOKANLAMLI

de kültür yaşamının etkileriyle ol­ runlu yaşam dönemi olduğu da bir


maktadır. Zeka geliştiren oyunlar gerçektir. Kimi yazarlar onu insan
da bu yaştaki çocuğun çokça ilgi­ yaşamının en iyi dönemi saymış­
sini çeker. Çocuk bundan böyle ya­ lardır. “Tanrı neden yaşamın en iyi­
vaş yavaş ergenlik dönemine gire­ sini başlangıca koyuyor?”diye dü­
cektir. N e olursa olsun çocukluk şünür Hugo. Lamartine çocuklu­
insan yaşamının çok önemli bir dö­ ğunu koyu bir özlemle anar, çocuk­
nemidir. A dler’ci ruhbilim uzman­ luğunu bir kaçış yeri gibi duyurur.
larından Herta Orgler şöyle der: “Evet, sana geliyorum çocukluğu­
“Çocukların oyunları çok belirleyi­ mun beşiği” der. Gide kendiyle ilgili
cidir ve çocuklar işle oyun arasın­ şu katı gerçeği bize d u y u ru r:
daki ayrılığı çok iyi bilirler. Şu se­ “Bugün ben olmamı sağlayan şey
vimli öykü de bunu pek güzel gös­ y ap a y a ln ız ve asık su ra tlı
teriyor. Satıcılık oynayan bir kü­ çocukluğumdur.”(Bk. ERGİNLİK,
çük oğlan kağıttan çantalar yapı­ YETİŞKİNLİK)
yordu. Büyükannesi ona saygılı bir
biçimde ‘Özenle çalışıyorsun’ de­ Ç O Ğ U L (fr. plural', aim. plural',
di. ‘Ama büyükanne, çalışmıyorum ing. plural). Birden çok birimin
ki, işim yok ki benim, ben yalnızca oluşturduğu bütünlüğün niteliği.
oynuyorum’ diye yanıtladı oğlan­ Çoğul yargı, birden çok öznesi olan
cık. Çocuk oyunlarının gözlemlen­ yargıdır. (Bk. TEKİL)
mesi çok önemlidir. Çocuk oyna­
dığı zaman gerçekte çalışırken ol­ Ç O ĞULCULU K ya da Ç O K Ç U ­
duğu gibi kendini bir şeyler yap­ LU K (fr. pluralisme', aim. Plura-
maya zorunlu duymaz, ama derin lismus; ing. puluralism). Evreni
eğilimlerini özgür akışına bırakır. oluşturan varlıkların çok olduğunu,
Bazı oğlanlar çevrelerine çocukları bunların tek bir kaynaktan gelme­
toplayıp onlara bir şeyler öğretir­ diğini bildiren öğreti. Tekçiliğin kar­
ler, onların öğretmen olmaya bir şıtı olan bu öğretiye göre dünyayı
eğilimi vardır. Nesneleri takıp sö­ oluşturan varlıklar bireysel ve ba­
ken oğlanlar geleceğin mühendis­ ğımsız varlıklardır, bunları mutlak
leridirler. Sık sık doktorculuk oy­ bir gerçekliğin biçimleri olarak al­
nayan oğlan hekim olmaya yöne­ mamak gerekir, bunlar tek bir ku­
liktir. Bebeğine özenle bakan kü­ rucu ilkeye indirgenemezler. Siya­
çük kız iyi bir ev kadını olmaya ha- sal çoğulculuk çok partili demok­
zırlanmaktadır.” Bilim adamlarının ratik rejimin adıdır. (Bk. DEMOK­
çocuk yaşamındaki dönüşümlerle RASİ, TEKÇİLİK)
ilgili görüşlerinde çakışmalar ve ay­
rılıklar ne olursa olsun çocuk ya­ Ç O K A N LA M LI (fr. équivoque',
şamı elbette her zaman gizlerle do­ aim. aequivok; ing. equivocal).
ludur, çocukluk döneminin bir so- B irçok anlam ı olan. K apalılığı m
ÇOKKARILILIK

n e d e n iy le d e ğ işik b içim le rd e ratmıştır. Bu yüzden çoktanrıcı dü­


yorumlanabilen. Çokanlamh söz­ zende tanrılar bazen bir insan, ba­
cükler değişik anlamları olan söz­ zen bir hayvan, bazen de bir insan
cüklerdir. “Çokanlamh” terimi an­ -hayvan karışımı olarak düşünül­
lamı iyice belli olmayan ve birçok müştür. Çoktanrıcılığın insanbiçim-
yöne çekilebilen konuşmalar ve me­ cilikte sınırlanmayışında hayvana
tinler için de kullanılır. Bu tür ko­ tapınışın çok etkisi olmuştur, eski
nuşmalar ve metinler yoruma son uygarlıkların insanları pekçok hay­
derece açıktır. Bu anlamda çokan- vanı kutsal saymışlardır. İnasnbi-
lamlılık kaypaklığın eşanlamlısıdır. çimcilik elbette hayvana tapınışın
(Bk. KAYGANLIK) azalmasıyla daha da belirginleşmiş­
tir. İnsanbiçimciliğin en yetkin bi­
Ç O K K A R IL IL IK . Bk. AİLE çimde yunan uygarlığında ortaya
çıktığını görüyoruz. Mısır ve Me­
Ç O K K O C A L IL IK . Bk. AİLE. zopotamya toplumlarındaki insan-
biçimcilik Yunanistan’dakine göre
Ç O K LU TA SIM (fr. polysyllo- oldukça sınırlıydı. (E. Hamilton:
gisme; alm. Polysyllogismus; ing. ’’Mısır’da hiçbir imgelemin canlan-
polysyllogisim ). B irinin vargısı dıramayacağı, tapınakların dev sü­
öbürünün öncülü olacak biçimde tunları gibi donmuş, kımıltısız bir
kurulmuş tasımlar dizisi. (A, B ’dir; dev, insan biçimini insandışı bir bi­
C, A’dır; C, B ’dir; D, C ’dir; D, çimde somutlaştırdı. Bir sfenks ya
B ’dir; E, D ’dir; E, B ’dir.) [Bk. TA­ da kedi kafalı bir kadın daha başka
SIM] tasvirlerle birlikte tanrısallığı esin­
lerdi. Mezopotamya’da alçakabart-
Ç O K T A N R IC IL IK (fr. p oly­ malar görülmedik hayvan biçimle­
théisme', alm. Polytheismus-, ing. rini tasvir ederlerdi.”) Eskiçağ’ın
polytheism). Birçok tanrının varlı­ sonlarında çoktanrıcılık yerini tek-
ğını benimseyen din ya da felsefe tanrıcılığa bırakarak çekilmiştir.
görüşü. Çoktanrıcılık ilk uygarlık­ Çoktanrıcılık elbette birdenbire or­
ların din anlayışıdır: her kentin bir tadan çekilmiş değildir. M.Ö. VI.
tanrısı olmasıyla belirgin toplum­ yüzyıl sonlarında yaşadığı bilinen
sal parçalılık döneminden iktisadi Ksenophanes daha o zamanlar çok-
ve siyasi açıdan daha bütünlüklü tanrıcılığı alaya alıyor, dünyanın ge­
dönemlere geçişte bir tanrılar or­ çici ama Tanrı’nın bir ve ölümsüz
taklığı ya da tanrılar ailesi oluşmuş­ olduğunu bildiriyordu. Elea okulu­
tur. Çoktanrıcı dönemlerin doğa­ nun kurucusu olarak bilinen Kse­
üstüne henüz yönelmemiş olan ger­ nophanes’den sonra Parmenides
çekçi insanı tanrılarını da dünya getirdiği “Bir Varlık” kavramıyla
nesnelerini gözlemleyerek, daha Tanrı’yı felsefi açıdan temellendi­
çok da kendini gözlemleyerek ya­ rir gibiydi. Ona göre de Varlık bir
ÇÜRÜTME

olan, birlikli olan, sürekli olan ve mını gerektirerek, onu oluşturan


devinimsiz olandı ya da değişmez gerçeklerin daha dağınık bir durum­
olandı. Platon Onpheus’çu-Pytha- dan daha yoğun bir duruma geç­
gonas’çı inanç geleneğine dayanan mesini gerektirir.” “Evrim madde­
bilgikuramında dünyayı düşünülür nin bütünleşmesi ve onunla birlik­
dünya ve duyulur dünya olmak üze­ te devinimin dağılmasıdır; bu sü­
re ikiye ayırdı, düşünülür dünyada reç içinde madde belirsiz ve tutar­
gerçek gerçeklikler olarak varsay­ sız bir biryapılılıktan belirli ve tu­
dığı İdea’ların en üstüne hıristiyan tarlı bir çokyapılılığa geçer.”) [Bk.
inancının İyi Tanrı ’sini anımsatan BİRYAPILI]
İyi İd ea’sını yerleştirdi. A risto­
teles’in İlk Devindirici kavrayışı da Ç Ö ZÜ M LEM E (lat.resolitio', fr.
tektanrıcılığa geçişte bir başka yo­ résolution-, alm. Resolution', ing.
rum, b ir başka aşam adır. Tek- resolution). Karmaşık bir fikirden
tanncılığın felsefi temelini elbette yalın fikirler elde etme. Bir öner­
Plotinos kurmuş, Tanrı’yı “Bir” di­ meden daha basit önermelere geç­
ye adlandırmıştır. (Bk. TEKTAN- me. Bir karara varma. Bir sorunu
RICILIK, İNSANBİÇİMCİLİK) çözme. Bir sonuca ulaşma. “Çö­
zümleme” çok zaman “ayrıştırma”
Ç O K Y A P IL I (fr. hétérogène; yerine kullanılmaktadır. (Bk. AY­
aim. heterogen', ing. heterogeneo­ RIŞTIRMA)
us). Biıyapılının karşıtı. Her yanı ay­
nı özellikleri göstemeyen. Parçala­ Ç Ü R Ü T M E (lat. refutatio; fr.
rı arasında çeşitli ayrılıklar bulunan. réfutation', alm. Widerlegung', ing.'
Herbert Spencer, evrimi biryapılı- réfutation). Belli bir savın yanlışlı­
lıktan çokyapılılığa geçiş olarak be­ ğını ortaya koymaya yönelik usa-
lirledi. (H. Spencer: “Bizim anladı­ vurma. Çürütme herhangi bir gö­
ğımız anlamda evrim edimi bütün­ rüşü ya da öğretiyi ussal göster­
sel bir katışmacın gelişimini, do­ melerle yoksamaktır.
layısıyla bu katışmacın bir yayılı­

113
D
D A Ğ ILIŞIM (lat. dissolutio; fr. içe dönüşle kendini gösterir. Ona
dissolution\ alm. Auflosöng\ ing. dikkatin özelleşmesi de diyebiliriz.
dissolution). Bir katışmacın çözül­ J. M. Suther’e göre iki çeşit dağıl­
mesi. Bir organizmada bütünleşmiş ma vardır ve bunlar bir ölçüde kar­
öğelerin birbirlerinden ayrılarak ba­ şıttır: bazen ruhsal yoğunlaşma dik­
ğımsız duruma geçmeleri. Bu te­ kati tek bir şeyde toplar ve böyle-
rim daha çok toplumsal birimler­ ce o şeyin dışındaki şeyler duyum­
deki dağılmaları, çeşitli kurulular­ sanmaz olur, düşüncenin ya da bil­
daki ya da topluluklardaki çözül­ ginin dağılması bu çeşit bir dağıl­
meleri anlatır. H. Spencer dağılışı­ madır; bazen de ruhsal yoğunlaş­
mı evrim in karşıt olgusu sayar. ma yetersizdir ve en küçük bir olay
(Bk. EVRİMCİLİK, KATIŞMAÇ) bile düşüncenin akışını değiştirebi­
lir, öğrencinin dağılması da böyle-
D A Ğ IL M A (lat. distractio; fr. dir, tek bir sinek bile öğrenciyi ça­
distraction; alm. Zerstreutheit-, ing. lışmasından edebilir. Demek ki hem
distraction). Düşüncenin artık dik­ dikkat aşırılığı hem dikkat azlığı da­
kat gösteremeyecek biçimde çeşitli ğılmayı getirebilmektedir. Melanko­
nesnelere dağılması. Dikkatin ilgisiz liklerde dikkat aşırılığı, bunamışlar-
bir nesnede yoğunlaşması. Zihnin da dikkat azlığı kendini gösterir.
dikkatini tek bir nesnede toplaması (Bk. DİKKAT)
sonucu olağan algının işlemez ol­
masıyla duyum sam anın ortadan “D A İM O N İO N ” (yun. söz.) İn­
kalkması. Dağılma en genel anlam­ sanlarla tanrılar arasındaki ruhsal
da dikkat eksikliğidir, çok zaman güç. Sokrates, kendisinde kendisi­
bir uğraş sırasında tüm dikkati belli ni aşan bir şeyin varlığından söze-
bir şeyde, özellikle bir düşüncede diyor, buna “D aim onion" diyor­
yoğunlaştırmaktan gelir. Dağılma, du. “D aim onion” onun içindeki
bir bakıma dikkatin yolaçtığı dik­ güçlü ve doğru sesti, bu ses ona
katsizliktir ve dışa yönelişten çok erdemin yolunu gösteriyordu. 115
DARKAFALILIK

DA R K A FA LILIK (fr. fanatisme', şeydir: o “yönelgen” bir varlıktır,


aim. Fanatismus', ing. fanaticism). algılayan, isteyen, eylemde bulunan
Bir fikre ya da inanca körü körüne ve bu yüzden olanaklarının sağla­
bağlılık. Darkafalılık yalnız kendi dığı kesin bir özgürlük içinde ve
görüşünü hiçbir tartışmaya gerek buna bağlı olarak geleceğin belir­
duymadan doğru sayma eğilimi ol­ sizliği içinde bunaltıya ya da bo­
makla hoşgörünün karşıtıdır. Dar- ğuntuya düşen bir varlıktır. Martin
kafalılığın altında bilgi eksikliğine Heidegger “Dasein'm özelliği hiç­
bağlı kalıpçı ya da dogmacı bakış bir zaman olmuş bitmiş bir bütün
açısı yatar. Darkafalı kişi her şey­ oluşturmayışıdır” der. (Bk. VARO­
den önce doğru bildiği şeyleri tar­ LUŞÇULUK)
tışmayan ve onların tartışılmasını
istemeyen kişidir. Darkafalı kişiler DAVRANIŞ (fr. comportemenf,
bu çerçevede atılganlıklarıyla seçi­ alm. Verhalten; ing. behavior). Bir
lirler. / Voltaire: “Darkafalılann atıl­ bireyde ya da bir organizmada dı­
gan olması, bilgelerin atılgan olma­ şa vuran tepkiler toplamı. Bir bi­
ması utanç verici değil mi? Sakınık reyde dışsal olarak yani duygu ve
olmak doğrudur ama pısırık olmak düşünce dünyasından bağım sız
doğru değildir.” / E. Browning: olarak gözlemlenebilen tepkilerin
“Yeryüzündeki darkafalılar çok za­ tümüne davranış diyebiliriz. Dav­
m an gökteki azizlerdir.” / Diderot: ranışla ilgili doğal eğilimler ilkeller­
“Darkafalılıkla barbarlık arasında de ve bazı sorunlu kişilerde kendi­
bir adım vardır.” / Napoléon Bona­ liğinden bir akış gösterir, bu yüz­
parte: “Darkafalılığın kökünü kazı­ den bu kişilerin davranışları daha
mak için onu uyutmak gerekir.” çok içgüdüsel itkilere bağlı olur, bu-
(Bk. HOŞGÖRÜ) raz da inançlara ve boşinançlara
bağlı olur. Çocukta davranış önce­
“ DASEİN” (alm. söz. da, orada; leri içgüdüsel itkilerle ortaya konu­
sein, olmak’dan). Varoluşçu felse­ lur ve anababanın ya da çevrenin
fede, özellikle Heidegger’de tekil ve denetimiyle karşılaşır: eğitimin ko­
somut bir varlık olarak insan ya da şulları ve anlamı burada kendini
bu insanın varoluşu. “Dasein "ı ilk gösterir. Kişilik gelişmeye başladık­
olarak Heidegger Sein und Zeit' de ça, duygu ve düşünce dünyası ken­
(Varlık ve zaman) kullandı. Bu te­ dini gösterdikçe içdenetim ya da
rim insanın dünyadaki etkin varo­ özdenetim etkili olmaya başlar. İl­
luşunu belirler. Buna göre, insan kel insandan uygar insana doğru
herhangi bir nesne değildir, bir in­ gelişim insan davranışlarının denet­
sanın başka insanlarla bulunması lenmesiyle belirgindir. Uygar top­
bir taşın başka taşlarla bulunması­ lumda birey her istediği davranışı
na benzemez, insan boşlukta yer gösteremeyen kimsedir. Bireyin bir
116 kaplayan olmaktan daha çok bir ortamda ortaya koyduğu tepkiler
DAVRANIŞÇILIK

olan davranışlar bireyin kişilik ya­ bir olgu olarak anlamaya ve kavra­
pısıyla olduğu kadar ortamın ko­ maya yöneldiği anda bilime taban
şullarıyla belirlenir, bunlar bireysel tabana karşıt bir karmaşıklığın, bir
davranışlara zaman zaman bir top­ bulanıklığın içine düşüyordu. Dav­
lumsallık kılıfı ya da görünümü ka­ ranışçılık ruhsal olgular arasındaki
zandırırlar. Buna göre bireysel dav­ ilişkiyi değil, uyaranla tepki ara­
ranışlar yanında toplumsal davra­ sındaki ilişkiyi kavramayı öngördü,
nışlardan da sözedebiliriz. Öte yan­ böylece bilincin soyut verileri ye­
dan, her davranış, toplumsal belir- rine davranışın som ut verilerini
lenimli olsun, bireysel belirlenimli koydu, buna göre öncelikle insa­
olsun bir duygu-düşünce bütünü­ nın bireysel ve toplumsal uyumla­
nün anlatımıdır. Bu çerçevede bir rını incelemeye yöneldi. İnsanın ce­
belirleyen ya da hatta bir simge de­ nin durumundan olgunluk durumu­
ğeri taşır. (Bk. DAVRANIŞÇILIK) na kadarki tüm davranışlarını geli­
şim çizgisi boyunca incelemek dav­
DAVRA NIŞÇILIK (fr. behavio­ ranışçı okulun temel eğilimi oldu.
risms, alm. Behaviorismus; ing. Davranışçılar ruhayrıştırması öğre­
behaviorism, behaviourism). Ruh- tisi çerçevesinde ortaya konulmuş
bilim araştırmasını davranış göz­ olan tüm bastırma olgularını ruh-
lemlemesine indirgeyen öğreti. Bu bilimsel ayrıştırma alanının dışına
öğretiyi 1913’de John B. Watson çıkardılar, kalıtım ve içgüdü gibi
ortaya koymuştur. Watson’a göre kavramları da dışta tuttular, çünkü
“olgulardan ve yasalardan giderek, onlara göre tüm içgüdüsel ve duy­
bir uyaran belli olduğunda tepkinin gusal etkiler koşullanmayla elcfe
ne olacağını ya da tepki belli oldu­ edilmiş kazanımlardan başka bir
ğunda uyaranın ne olacağını” gös­ şey değildi ve koşullanmanın açık­
termek olasıdır. Ruhbilimin bir bi­ lanması tüm ruhsal olgulara kök­
lim olarak kurulmaya başladığı dö­ ten bir açıklama getirecekti. Pierre
nemlerde geçerli kılınan içebakış Naville, Davranış ruhbilimi adlı ya­
yönteminin geçerli bir yöntem ol­ pıtında şöyle yazar: “Davranışçılık
madığı kısa zam anda ortaya çı­ bir doğa bilimleri alanıdır, insan
kınca, ruhbilimcilerde ruhbilimin uyarlanm asının bütünsel alanını
ruh ya da bilinç gözlemlemesi ye­ kendi özel alanı olarak seçmiştir.
rine davranış gözlemlemesine yö­ Davranışçılık yalnızca nesnel bilim­
nelmesi gerektiği düşüncesi ağır lerin yöntemlerine başvurur, ölçme
basmaya başladı. Bilim olmak iste­ yöntemlerine, dış gözlem yöntem­
yen her bilgi alanı ölçülebilir olana lerine başvurur. Görüldüğü gibi o
yönelmek zorundaydı, bu alanda da yalnızca bir tepki ruhbilimi değil­
ancak davranışlar ölçüye tutulabi­ dir, aynı zamanda bir davranış bili­
lirdi. İçebakışta insan kendini ya da midir. Davranış tutarlı uyarlanma­
o andaki ruhsal durumunu nesnel ları ya da uyumları gerektirir. Bu
DAYANAK

uyarlanmaların birçok görünümü Solidarität', ing. solidarity). İnsan­


vardır, iç ortamla (hatta bedenin lar arasında gönüllü bağımlılık.
kendisiyle) ilgili oldukları gibi dış Toplumsallık gereği karşılıklı ahlaki
ortamla da ilgilidirler; dış ortam on­ yükümlülük içinde bulunduğunun
lara fizyolojik, teknolojik, toplum­ bilincinde olan insanların ilişkisi. Bi­
sal bir görünüm kazandırır. Dav­ reyleri birbirinden bağımsız yaşa­
ranışçılığa göre bu çeşitli uyarlan­ mayan, bu yüzden toplumsal dü­
ma biçimleri -yani belli uyaranlara zene zorunlu olan insan türü için
verilen yanıtlar- tümüyle dayanı­ dayanışma bir seçim konusu ol­
şıktırlar; yani onlar bütünsel insanla maktan çok bir zorunluluk konu­
ilgilidirler, onun parçalarından her­ sudur. İnsanların toplumsal yaşa­
hangi biriyle ilgili değildirler. Bunu ma zorunlu olduğunu bize köklü bir
birinci nokta olarak belirleyelim. biçimde ilkin Aristoteles göstermiş­
İkinci nokta çok daha önemlidir: tir. İnsanların toplu yaşama zorun­
davranışçı kendisini insan etkinli­ luluğu yazık ki onların çeşitli ne­
ğinin arı bir gözlemcisi olarak gör­ denlerle birbirini yoketme çabası­
mez. Onu tüm öbür doğal bilim­ na girmelerini engellemiyor. İnsani
lerde yapılmaya çalışıldığı gibi de­ dayanışma her zaman özlenen ama
netlemek ve yönlendirmek ister. İn­ her zaman tam olarak gerçekleşti­
san tepkileri tüm öbür doğal tepki­ rilemeyen bir amaç oldu. İnsani da­
ler gibi düzenlenebilmelidir. Dav­ yanışmanın en güzel açıklamasını
ranışçı, olguları kümelere ayırarak, Eskiçağ’da Publius Terentius Afer
onların deneylerini yaparak denet­ yaptı: “Homo sum, humani nihil a
leyici ve öngörür olmak ister.” (Bk. me alienum p u to " (Ben insanım,
DAVRANIŞ, İÇEBAKIŞ) insanla ilgili hiçbir şey bana yaban­
cı değil). İmparator filozof Mar­
DAYANAK (lat. substratum', fr. cus Aurelius da “Bir insandan kop­
substrat', alm. Substrat’, ing. subst- muş bir insan bütün insanlıktan
rate). Olguların ya da niteliklerin kopmuş demektir” diyordu. Daya­
taşıyıcısı olan. Üstyapıların dayan­ nışma fikri giderek, özellikle XIX,
dığı temel. Bir varl ığa ve bir eyleme yüzyıl olumcu düşüncesinde özge­
temel oluşturan. / Bergson: “Alış­ cilik fikrine bağlandı. / E. Barbes:
kanlıklarımız hep birlikte özgür et­ “Evrenin yurttaşları, sözcüğün tam
kinliklerimizin dayanağını oluşturur anlamında bizler ulusların ve dün­
ve organik işlevlerimiz bilinçli ya­ ya insanlarının dayanışması inan­
şamımızın bütünü karşısında nasıl cından yola çıkıyoruz, evrensel
bir rol oynarsa alışkanlıklarımız da insanlığın dayanışmasıyla ilgili
bu etkinlik karşısında öyle bir rol uygulamaya yöneliyoruz.” / L.
oynar.” (Bk. TEMEL) Bourgeois: “Her şeyden önce üç te­
mel noktaya dikkat çekiyoruz: 1.
DAYANIŞMA (fr. solidarité', alm. İnsan tüm öbür insanlarla doğal ve
DEĞER

zorunlu bir dayanışma durumunda likler gösterirler. Bir çağda değer


yaşar. Bu yaşamın koşuludur. 2. İn­ diye belirlenen bir şey bir başka
san toplumu ancak bireyin özgür­ çağda belirlenmeyebilir. XVII. yüz­
lüğüyle gelişebilir. Bu ilerlemenin yılda Descartes değer kavramını
koşuludur. 3. İnsan adaleti bilir ve usa ve deneye götürerek irdeliyor­
ister. Bu da düzenin koşuludur.” / du: “İyiyi kötüden ayırmak ve on­
A. Malraux: “Yalnız beni ilgilendi­ ların gerçek değerini tanımak için
ren beni hiç ilgilendirmiyor.” / A. deneyden ve ustan yararlanmalı­
de Saint-Exupe'iy: “Herkes herkes­ yız.” Marx’çı düşüncede değer kav­
ten sorum ludur.” / Teilhard de ramı sıkı sıkıya emek kavramına
Chardin: “İnsan ruhu yalnızlık için bağlandı. “Değer billurlaşmış insan
yapılmamıştır.” (Bk. ÖZGECİLİK) emeğidir” diyen Marx tüm değer­
leri işçi sınıfının yarattığını söyler
D E Ğ E R (lat. valor; fr. valeur; ve “Değer emeğin bir başka anlatı­
aim. Wert; ing. value, worth). İn­ mından başka bir şey değildir” der.
san için önem taşıyan. İnsan için Değer iktisadi anlamının dışında tü­
geçerli olan. İnsan yaşamında iste- müyle öznel bir kavramdır. Birey­
nilebilir olan her şey bir değer or­ lere göre değiştiği gibi durumlara
taya koyar. Değerler çeşit çeşittir. göre de değişiklik gösterebilir. Bü­
İktisadi değerler, estetik değerler, yük ölçüde gereksinimlere bağlıdır;
dini değerler, ahlaki değerler bir bü­ bu yüzden susuz olduğum zaman­
tün oluştururlar. Değer insanın dün­ ki bir bardak suyun değeri susuz
yayla ilişkisinde ortaya çıkar ve olmadığım zamankinden daha bü­
onun b aşarısı o lara k görünür. yüktür. Buna göre her nesne iste‘-
İnsan, insan olmanın gerektirdiği nir, özlenir bir gereksinimi karşılar
tüm edimlerini gerçekleştirirken de­ olduğu ölçüde değerlidir diyebiliriz:
ğerlere uyar ya da değerler yaratır. bazen bir bardak su yüz altın de­
Bu çerçevede değeri insan yaşamı­ ğerinde olabilir. Değeri belirleyen
nın zorunlu bir öğesi olarak gör­ de buna göre büyük ölçüde yok­
mek gerekir. Ortaya çıkan her de­ sunluklardır: yurdundan uzak ya­
ğer, sanatsa] olsun ahlaki olsun da­ şamak zorunda kalan kişi yurdu­
ha başka olsun, değerler dizgesi nun değerini yurdunda yaşayan in­
içindeki yerini hemen alır. Hatta bir sandan çok bilecektir, güzel günle­
anlamda değerler arasında bir ba- ri elden kaçıran kişi o günlerin
samaklanma, bir sıra- düzeni bile değerini yeni yeni anlamakta ola­
düşünmek olasıdır. İnsan değerle­ caktır. Sanattaki değer’e gelince,
rini içeren üç temel alan belirleye­ o doğrudan doğruya yapıtın insani
biliriz: doğru’’yla ilgili “bilgi” alam, anlamlarıyla, bu anlamlar çerçeve­
/y/’yle ilgili “ahlak” alanı, güzel' le sinde özellikle geleceğe açık bir in­
ilgili “estetik” alanı. Değerler çağ­ sani etkinliği bize duyuruşuyla be­
lara ya da toplumlara göre değişik­ lirgindir. Lalo şöyle der: “Gerçekte
DEĞERLENDİRME

sanattaki güzel tam tamına başka­ miş bir özle, yalıtılabilir bir özle bir
dır: onun temelinde bilinçsiz doğa­ arada bulunabilir. Sanatın verilerini
da bulamayacağımız, insani ve top­ önce oluşturmak gerekir. Sanat dü­
lumsal bir öge olan bir tekniğin va­ zeyinde deney de yaşam da ancak
roluşu vardır. Doğa olağan ya da yaratmayla olasıdır. Sanatsal imge
olağandışı ayrımından başka kökel hiçbir zaman bir şeyin sunumu de­
bir ayrım tanımaz: bu özseldir bu ğildir. O sanatçının oluşturduğu bir
raslantısaldır, bu süreklidir bu sü­ sunumdur, eşyadan getirmek iste­
reksizdir gibi. Yalnızca sanat este­ diği bir sunumdur. Sanatçı fikri eş­
tik değer kavramlarını, gerçek an­ y adan g id erek kurar, bu eşya
lamda güzeFi ve çirkin’i getirir. Bir gerçekliktir, daha sonra yapıtla, bir
doğa güzelliğinden sözetmekte di- gerçeklik olan yapıtla, fikirden eş­
renilecekse o zaman onun estetik- yaya doğru gider. ‘Resim kafa işi­
dışı ya da sözde estetik olduğunu, dir’ diyordu Leonardo da Vinci.”
yalnızca sanattaki güzelin estetik ol­ (Bk. ART1KDEĞER, EŞDEĞER­
duğunu söylemek gerekecektir. Es­ LİLİK)
tetik güzel sunumdur, sıradan bir
kopya değildir, bir göz yanılması DEĞERLENDİRM E (fr. appréci­
değildir, sunumdur ya da yaratıdır, ation', alm. Wertschaetzurıg; ing.
önceden belirlenm iş bir tekniğe apreciation). Değerini ortaya koy­
uyan bir yaratıdır.” Lalo estetik de­ ma. Tanıtmaya ya da açıklamaya
ğerin kaynağının doğada değil biz­ karşıt olarak bir şeyi değerler açı­
de olduğunu bildirir, doğa ona gö­ sından ya da olması gereken açı­
re en çok bir esin kaynağı olabilir: sından ele alma. Lalande değerlen­
“Doğaya uladığımız her çeşitten de­ dirmeyi “Bir fikrin ya da bir şeyin
ğerler doğada olan değil de bizde varlığıyla değil, değerleriyle, belli
olan değerlerdir. Doğanın estetik il­ bir amaca göre yetkinlik derece­
gisizliği, tıpkı ahlaki ya da mantık­ siyle ilgili zihin işlevi” olarak tanım­
sal ilgisizliği gibi mutlak bir ilgisiz­ lar. (Bk. DEĞER)
liktir. Doğa kendinde olmayan bir
şeyi öğretemez. Doğa kendinde ol­ D E Ğ E R L İL İK (fr. dignité', alm.
mayan herhangi bir yöntemi sanat­ Würde; ing. dignity). İnsana yara­
çıya benimsetemez. Doğa, hiç kuş­ şır oluş. İnsan açısından değerli
ku yok, sanatçı için büyük bir esin­ oluş. Değerlilik fikri insanın bir araç
lenme kaynağıdır.” Sanatsal değerin olarak düşünülem eyeceği, onun
yaratma koşullan içinde gerçekleş­ kendinde bir amaç olduğu fikri üze­
tiğini Henri Delacroix bize şu söz­ rine temellenir. İnsani değerlilik il­
lerle anlatır: “Hiçbir yerde, ne ger­ kesi'. Kant’da ahlakın temel ilkesi­
çeklikler dünyasında ne ülküsel dir. Bu ilke şöyle formüllenir: “İn­
cennette sanat doğrudan doğruya sanlığı hem kendi kişiliğinde hem
bir veriyle, tam tamına gerçekleş­ başkasımn kişiliğinde basit bir araç
DEHA

olarak değil de bir amaç olarak gö­ da varlığını sürdürerek değişinim


recek biçimde davran.” (Bk. DE­ özelliklerini dünyaya getireceği bi­
ĞER, ÖDEV) reylere geçirir. (Bk. DÖNÜŞÜM)

D E Ğ E R Ö Ğ R E T İSİ (fr. axio- D EĞİŞK ENLİK (lat. instabilitas;


logie; alm. Axiologie; ing. axio­ fr. instabilité', alm. Unbestaendig-
logy). Değerler arasında bir sıra- keit; ing. instability). Kişide dü­
düzeni bulan öğreti. Değeröğreti- şünsel ve duygusal konumların sık
sinde değerler birbirlerine göre üst değişmesi. Değişkenlik belli bir
ya da alt sırada yeralırlar, örneğin yerde duramamakla, belli bir du­
Max Scheler’de olduğu gibi soylu rumu koruyamamakla, belli bir et­
olan iyi olanın altına, güzel olan soy­ kinliği sürdürememekle belirgindir
lu olanın altına konur. (Bk. DE­ ve dikkat eksikliğinden kaynakla­
ĞER) nır. Değişkenlik çocuk ruhunun te­
mel özelliğidir, ona buna dokun­
D EĞ İŞİM (fr. changemenf, alm. mayla, bir şeyi bırakıp öbürünü al­
Aenderung, Veraenderung; ing. mayla, buna benzer davranışlarla
change). Bir durumdan bir başka kendini gösterir. Zihinsel gelişimi
duruma geçme. Bir nesnenin dü­ düzgün olmakla birlikte ruhsal ge­
zenini başkalaştıran edim; (Çok za­ lişimi eksikli olan çocuklarda de­
man dönüşümle eşanlamlı kullanı­ ğişkenlik belirleyici özelliktir. De­
lır.) Bu edimle ortaya çıkan durum. ğişken kişi her zaman bir yeninin
Değişim daha çok hiçbir yapısal de­ peşinde gibi görünür ve durmadar\
ğişiklik ortaya koymayan ancak bir tutum ve yön değiştirir. Değişken­
düzen ayrılığı getiren durumlar için lik, olgunluk yaşlarında, belli nes­
kullanılmalıdır. Dönüşümde bir yapı nel nedenler olmaksızın sürekli iş
özsel bir değişiklik geçirerek daha ya da meslek değiştirmekle kendi­
üst bir yapı oluşturacak duruma ni gösterir. Toplum sal yaşam a,
g elec ek tir. (B k. D Ö N Ü ŞÜ M , özellikle okul yaşamına uymazlık
EVRİM, GELİŞİM) olarak dışlaşan değişkenlik ileri öl­
çülere vardığında serseriliğe yol
D E Ğ İŞİN İM (lat. m utatio; fr. açar. (Bk. DİKKAT, TOPLUÇIL-
mutation', aim. Mutation', ing. mu­ GINLIK)
tation). Toplumsal yapıda ortaya
çıkan değişiklik. Bir canlıda ortaya DEHA (lat. genius\ fr. génie; alm.
çıkan ve türün az sayıda bireyinde G enie; ing. g e n iu s). Z ih n in
kendini gösteren kalıtımsal hızlı dö­ bu lm ay a ya da y a ratm ay a
nüşüm. Değişinimcilik, evrimi bi­ olağanüstü uyarlı olm a durumu.
reyde birdenbire ortaya çıkan de­ Kavram a, bulma, yaratm a gücü
ğişikliklerle açıklar. Buna göre de­ yüksek olma durumu. Bu durum­
ğişinime uğrayan birey ya ölür ya daki kişi. Deha her şeyden önce
DEİZM

düşünce ve hatta duygu düzeyin­ lük burada işte; çünkü bizler kendi
de kişisel yetkinliklerin toplamıdır, kaynaklarımızı işletecek yerde baş­
özellikle yaratmaya yatkınlık anla­ kasını kıskanmaktan, öykünmek-
mı taşır, bu yüzden daha çok sanat ten, aşmaya çalışmaktan başka bir
alanında konu edilir. Gerçek deha şey yapmıyoruz.” R. Rolland, “D e­
insani güçleri aşar gibi görünen bir ha engel ister, engel dehayı yapar”
yetkinlikle, bir anlama ve yapma diyerek konuya bir başka boyut ge­
gücüyle donanmıştır. Bazı ruhbi­ tirir. Balzac’m “Deha herkese ben­
lim ciler dehayı yüksek zekayla zer, kimse dehaya benzemez” gö­
açıklamak istemişler, zeka ortala­ rüşü dehayı azçok tüm insanlar dü­
ması 145’den yukarı olan kişileri zeyine indirir. Ne olursa olsun, de­
dahi diye belirleme eğilimi göster­ ha bir kurma, oluşturma, bir ya­
mişlerdir. Ne var ki dehayı yalnız­ ratma yatkınlığıdır. Bu yüzden Kant
ca zekayla açıklamak olası değil­ onu “doğanın bir gücü” olarak be­
dir. Deha kavramı oldukça bula­ lirlemiştir, buna göre sanatsal ya­
nık ve tartışma götürür bir kavram­ ratı bir deha ürünüdür. “Doğa de­
dır. Buna göre birçok deha tanımı hadan giderek sanata yasalarını ve­
yapılmıştır. Bu tanımların belki de rir” der Kant. Hegel için de sanat
en ünlüsü ve hatta en uygunu Buf- her zaman dahice bir bakışı, bir gö­
fon’unkidir: “Deha sabra büyük bir rebilm e gücünü gerektirir. (Bk.
yatkınlıktan başka bir şey değildir.” BtLGİ, BİLİNÇ, SANAT)
A. Vinet Buffon’un tanımına bir öl­
çüde karşı çıkar: “Buffon ne derse DEİZM. Bk. YARADANCILIK
desin, sabır deha değildir, ancak
sabırdan yoksun deha gerçek yü­ D E L İL İK (fr. folie\ alm. Wahn,
celiğine varamaz.” Emile Augier- Irrsinn, Narrheit', ing. insanity).
’nin tanımı da oldukça ilgi çekici­ Zihinsel bozukluk. Ruh hastalıkla­
dir: “Deha delilikte yıkanmış bir dal­ rının genel adı. O lağ an ın çok
gadır.” W. James “Deha gerçekte ötesinde davranışlar gösterme. De­
alışılmadık bir biçimde algılama ye­ lilik, alışılmışın dışında kalan tüm
tisinden başka bir şey değildir” der. tutumları anlatmak için kullanılır.
G. Le B on’a göre “Deha insanları Özel anlamında delilik usun ilkele­
bir ulusun düşünsel bütünlüğünü rinin sarsılmasıyla belirgin zihin yet­
oluştururlar ama gücünü pek oluş­ mezliğine karşılıktır. Delilik geçmiş
turamazlar.” Etiemble, dehanın bir zamanlarda tüm ruhsal bozukluk­
biyoloji konusu olduğu görüşünde­ ları belirlemekte kullanılırdı. Psiki­
dir. Bu konuda en önemli belirle­ yatrinin kurulup gelişm esinden
melerden birini L. Lavelle yapar: sonra çeşitli ruhsal bozuklukları
“Tüm insanlar deha sahibidirler; belirlemek için ayrı adlar bulundu
kendi dehalarını bulabilme yetene­ ve delilik sözü bilimsel dağarın dı­
ğine sahip oldukları zaman. Güç­ şında tutuldu. Bugün deliliği düşün-
DEM OKRASİ

düren durumlar için daha çok “çıl­ yışa dayanırlar. Buna göre Albert
gınlık” terimini kullanmak uygun Einstein “Benim siyasal ülküm de­
olacaktır. / La R ochefoucauld: mokrasi ülküsüdür” der ve ekler:
“Deliliğin dışında yaşayan kişi “H er insan kişi olarak saygı gör­
sanıldığı kadar bilge değildir.” / meli ve kimse tannlaştırılmamalı-
Seneca: “Bir deliye gülmek istedi­ dır.” İnsanlığın tarihine baktığımız­
ğim zaman, uzağa gitmek gerek­ da demokratik eğilimlerin çok es­
mez, kendime gülüyorum .” / B. ki, demokratik uygulamaların çok
Gracian: “Deli görünenlerin hepsi, yeni olduğunu görürüz. Demokrasi
deli görünmeyenlerin yansı delidir.” yunancada demos yani “halk” ve
/ Marguerite de Navarre: “En kısa kratein yani “yönetmek” sözcük­
süren delilikler en iyi deliliklerdir.” leriyle oluşturulmuş halkın yöne­
(Bk. ÇILGINLIK) timi anlamında bir sözcüktür. De­
mokrasi elbette ilkin Yunanistan’da
“D EM İU R G O S” (yun. söz.) Pla­ ortaya çıkmış bir anlayış değildir.
ton, Tımaios diyalogunda Demiur- Toplumbilimcilerin “ilkel demokra­
gos’u evrenin kurucu etkeni ola­ si” diye adlandırdığı ve eski uygar­
rak tanımladı. Demos, halk; ergon, lıklarda görülen demokrasi uygu­
iş’den gelen Demiurgos, halk için lamaları bir yetki paylaşımından
çalışan demektir. Plotinos’da De­ başka bir anlam taşımıyordu. Ger­
miurgos evrenin ruhu anlamında­ çekte yunan demokrasisi de batılı
dır. yazarlarca çok abartılmıştır. Yuna­
nistan’da demokratik girişimler her
D EM O K R A Sİ (fr. démocratie', zaman tiranlık tehditleriyle ya da
alm. Demokratie; ing. democracy). benzeri tehditlerle sallantıda kalıyor­
Bir toplumda ya da bir toplulukta du. Eski uygarlıklardaki demokra­
bireylerin ortak söz ve eylem hak­ si uygulamaları boy ya da klan alış­
kına sahip olması durumu. “De­ kanlıklarından kalmadır. Yerleşik
mokrasi” kavramı genellikle “cum­ yaşam düzeninin gelişmesiyle ya da
huriyet” kavramıyla kanştınlır, ege­ tarım iktisadının kökleşmesiyle es­
menliğin gerçek ya da biçimsel ola­ ki boy ya da klan başkanının yerini
rak yurttaşların çoğunluğunda ya aile başkanı aldı. Aile başkanlan, ör­
da bütününde bulunduğu yönetim­ neğin Yunanistan’da genos, Roma-
leri cumhuriyet diye adlandırmak ’da gentes başkanlan aralarından bi­
gerekir; demokrasi bir yönetim bi­ rini kral seçerler ve devletin yöne­
çimi olmaktan çok bir ilişki biçimi­ timine katılırlardı. Daha sonra geli­
dir, bir toplaşma biçimidir. Bu yüz­ şen kent demokrasileri de gerçek
den P ierre M endes-France pek demokrasi değildir, bu demokrasi­
haklı olarak “Demokrasi her şey­ ler üst sınıf demokrasileridir. Kent
den önce bir düşünce biçimidir” de­ dem okrasilerinde üst sın ıf orta
miştir. Demokrasiler eşitlikçi anla­ sınıfın ve alt sınıfın üzerinde baskı 123
DEMOKRASİ

kurar; tarım ve zanaat insanlarıyla meye başlaması ortaçağ feodal top­


köleler tam anlamında yönetilen du­ lum düzeninin yıkılıp yerine serma­
rumundadırlar. Bu baskıcı demok­ yeci düzenin kurulmasında etkili ol­
rasiler sık sık tiranlıklarla yani zor­ du. Demokrasi fikrini kökten dış­
ba yönetimlerle giderilirler. Bu yüz­ layan mutlakyönetimler zamanla
den Thukydides, Perikles’i ima kendi içlerinde demokratik gelişim­
ederek, “Demokrasi adı altında bi­ lere olanak sağlayarak kendi son­
rinci yurttaş devleti yönetiyordu” larını hazırlamaya başladılar. Ger­
diye yazmıştır. A tina’da ostrakis- çek demokrasi eğilimleri sermaye­
mos yani "çanak çömlek mahke­ ciliğin gelişmesiyle ve sanayi dev-
m e s i” (yun. o strakon, "çanak rim inin gerçekleşm esiyle ortaya
çömlek parçası ” demektir) Kleist- çıktı. Yaşamın karmaşıklaşması tek­
henes zamanında (M.Ö. VI. yy) ti­ çi düzenleri zorda bırakırken de­
ran tehlikesine karşı kurulmuştur. mokratik yaşam düzenini gerekli
Bu mahkemede kuşkulu görülen kıldı. Yeni demokratik yaşam, yük­
kişi on yıl süreyle Atina dışına çı­ selen sınıfın, burjuva sınıfının mut-
karılırdı. Ayrıca bu demokrasiler lakyöneticiye direnmesiyle gerçek­
önderlerin gücüyle ayakta durabi­ leşti. Çağdaş anlamda ilk parlamen­
len demokrasilerdir. Atina’da Kle- to XIV. yüzyılda Ingiltere’de oluş­
isthenes, Demosthenes, Peistratos, maya başlamıştır, bu da bize de­
Perikles gibi önderler demokrasi­ mokrasinin ne kadar genç olduğu­
nin hem koruyucusu hem gölgele­ nu duyurur. İngiltere’de parlamen­
yeni olmuşlardır. Özellikle M.Ö. II. tonun mutlakyönetime karşı ağır­
yüzyıldan sonra iyiden iyiye yunan lık koyması XVII. yüzyıl ortaların­
kültürünün etkisi altına girmiş olan da olmuştur. Charles I’in tahttan
Roma’da Senato etkisiz bir kurum­ indirilmesi ve idam edilmesiyle Bi­
dur. Cumhuriyet döneminden im­ rinci İngiliz Devrimi, James Il’nin
paratorluk dönemine geçişle birlikte ülkeden uzaklaştırılması ve yerine
yani M.Ö. I. yüzyıldan sonra Se­ Orange’h William’in geçirilmesiyle
nato gücünü tümüyle yitirdi. Öte İkinci İngiliz Devrimi gerçekleşti.
yandan Ortaçağ’ın özellikle ikinci Fransa’da demokrasi daha geç bir
yarısından yani XI. yüzyıldan son­ zam anda, 1789’dan çok sonra,
ra ortaya çıkan komünler birer soy­ 1848 D evrimi'm izleyen süreçler­
lu yönetimi birimleridirler. Avrupa de gelişti. Napoléon III’ün 1851 ’de
kentlerine özgü bu düzenlerdeki ya­ kurulan İkinci imparatorluk adlı
şam biçimi de demkorasi kavramına diktatoryası ancak 4 eylül 1870’de
oldukça uzak düşer. Eski yunan yıkılabilmiştir. Kısacası demokrasi
kentlerinde olduğu gibi bu kentler­ yeni yaşam koşullarının ürünüdür
de de zorba yönetimlerin eline düş­ ve bir yönetim biçimi olmaktan çok
me tehlikesi vardı. Ortaçağ’ın son­ bir yaşam biçimidir, yönetimin bi­
larında mutlakyönetimlerin güçlen­ çimlerini belirleyen bir bakış, bir
DEMOKRASİ

kavrayış biçimidir. Bu yeni yaşam özellikle İngiltere ve Fransa’da de­


koşullarında demokrasiyi gerekli mokratik eğilimler hızla yayıldı.
kılan, bireyin toplumdaki etkin gü­ A ncak bu dönem de dem okrasi
cüdür. Bireyin topluma özgür bağ­ inancının toplumlarda tam olarak
lanma biçimidir. Eski uygarlıkların, yerleştiğini sanm ak yanlış olur.
Eskiçağ’ın ve Ortaçağ’m insanı top­ Filozoflar ondan yana olsalar bile
luma körü körüne bağlıydı ya da onun uygulanabilir olduğuna pek
bağımlıydı. Toplumla ilişkilerini tar­ inanmıyorlardı. XVII. yüzyılda de­
tışmak, topluma kendi eğilimleri ve mokrasiye karşı mutlakyönetimi
dilekleri çerçevesinde istediği gibi savunan İngiliz filozofu Hobbes,
yerleşmek durumunda değildi.Yeni iki defa, 1640’dave 165l ’de Fran­
uygarlığın insanı topluma bilinçle, sa’ya kaçmak zorunda kalmıştır.
kendi eğilim leri kendi dilekleri Hobbes, Tevrat’daki bir devden
çerçevesinde bağlanmıştır. Gerçek esinlenerek Leviathan adını verdi­
dem okrasi istem i bu gelişim ini ği yapıtını 1651’ de yayımlayınca
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda kazan­ Avam Kamarası filozofun kitap ya­
mıştır. XVII. yüzyıl demokratlaş­ yımlamaması için yasa çıkarmıştır.
ma bilincinin geliştiği ama yetkin­ Hobbes mutlakyöneticiye koşulsuz
leşmediği bir yüzyıldır, daha doğ­ bağlılığı öngörüyor, mutlakyöneti-
rusu demokratlaşma bilincinin he­ cinin bir Leviathan olmasını istiyor­
nüz yaşama geçmediği bir yüzyıl­ du. Aynı yüzyılda John Locke ilk
dır. A v ru pa’da XIV. yüzyıldan olarak toplumsal sözleşme fikrini
XVII. yüzyıla kadar mutlakyöne- geliştirmiş, buna bağlı olarak zor­
timler her türlü demokrasi fikrini baya direnme fikrini ortaya koy­
yokedecek biçimde büyük bir ge­ muştur. Locke yasama, yürütme
lişme gösterdi. Krallar toplumsal- ve yargılama erklerinin kesinlikle
siyasal yaşama tartışmasız bir bi­ birbirinden ayrılması gerektiğini, bu
çimde egemen oldular. Örneğin erklerin mutlakyöneticilerce bildi­
Fransa kralı Louis XIV’e göre yal­ rildiği gibi Tanrı’dan değil düpedüz
nız Tanrı’nın yargılayabileceği kral­ halktan geldiğini, dolayısıyla tek ki­
ların kötü yönetimini halkın denet­ şiye verilemeyeceğini yazıyordu.
lemesi çok zordur, bu yönetimlere Locke’a göre devlet bu erkleri ye­
katlanmak bu yönetimleri denetle­ rinde kullanmadığı zaman ve buna
mekten daha kolaydır. Louis XIV göre insan hakları zedelendiği za­
demokratik düzenle ilgili olarak çok man insan başkaldırma hakkına sa­
olumsuz görüşlere sahipti. Şöyle hip olacaktır. Demek ki devlet yet­
diyordu: “Ustaca kılık değiştirmiş kesi hiçbir zaman mutlak değildir,
bir yalanı birçok apaçık doğrunun bu yetke yurttaşlık haklarıyla sınır­
arasına gizlendiğinde bulup çıkar­ lanmıştır, yönetici devleti halkın
mak halk iktidarlarının işi değildir”. temsilcileriyle tam bir anlaşma için­
Ne var ki XVII. yüzyılla birlikte de yönetmelidir. Locke’un bu be­
DEMOKRASİ

lirlemesi bugünkü İngiltere’de gör­ si savunucuları demokrasinin uy­


düğümüz meşruti krallık düzeninin gulanabilir olup olmadığı konusun­
belirgin bir imgesini ortaya koyar. da kuşkuludurlar. Rousseau şöyle
Böylece siyasal özgürlük fikri ilk der: “Terimi gerçekçi anlamında ele
gerçek kuramsal anlatımına Loc- aldığımızda, gerçek anlamda de­
ke’da kavuşmuş olur. Fransız Dev­ mokrasi hiç olmamıştır ve hiç ol­
rimi ’ni yaratan fransız aydınları mayacaktır. Bir büyük topluluğun
John Locke’dan büyük ölçüde et­ yönetmesi ve bir küçük topluluğun
kilendiler. “Demokrasi aşkı eşitlik yönetilmesi doğanın düzenine ay­
aşkıdır” diyen Montesquieu özgür­ kırıdır.” Rousseau’ya göre demok­
lükçü parlamento düzenini savunur­ rasi biraz tanrısal bir kavramdır:
ken yasama, yürütme ve yargıla­ “Bir tanrılar toplumu olsaydı, bu
m a erklerinin birbirinden ayrılması toplum kendini demokrasiyle yö­
gerektiğini savundu ama bu erkle­ netebilecekti. Öylesine yetkin bir
rin birbirini denetlemesini de bir ge­ yönetim insanlara uygun düşmez.”
reklilik olarak koydu. Montaigne ve Bu sakınık tutum, mutlakyönetim-
Descartes’la başlayan usçu gele­ le demokratik düzenler arasında se­
neğin etkilerini de gözardı etmeden çim yapamama sıkıntısı o dönemin
fransız devrim bilincinin kökenin­ birçok düşünüründe vardır. Örne­
de özgürlükçü İngiliz düşüncesinin ğin Montesquieu üç yönetim biçi­
bulunduğunu söylemek hiç de mi belirler: despotluk, mutlakyöne-
yanlış olmayacaktır. Jean-Jacques tim ve demokrasi. Despotluk kor­
Rousseau’nun 1762’de yayımla­ kuya, m utlakyönetim onura, de­
nan Toplumsal sözleşmedi 1789’da mokrasi erdeme dayanır. Montes­
yayımlanan Fransız insan ve yurt­ quieu demokrasinin en iyi yönetim
taş hakları bild irisi'n in ruhunu biçimi olduğunu benimsemekle bir­
oluşturacaktır. R ousseau ulusal likte onu her ülkeye ya da her ulu­
egemenlik fikrinin ilk gerçek temel- sa uyarlı bulmaz. Ona göre demok­
lendiricisidir. Ona göre toplumsal rasi küçük ülkelere uygundur. Des­
sözleşm eyle kurulacak düzende potluğu Doğu’nun büyük ülkeleri­
kralın değil halkın egemenliği ge­ ne uygun bulan filozof kendi ülke­
çerli olacak, tüm yurttaşlar eşit olur­ sine her şeye karşın mutlakyöneti-
ken herkesin seçtiği yönetim mut­ mi uygun görür. Ne olursa olsun
lak yetkiye sahip olacaktır. Demok­ demokrasi çağdaş dünyanın zorun­
rasi fikrinin alabildiğine güçlendiği lu yaşam biçimidir ve karmaşık bir
bu dönemde gene de cumhuriyet toplumda bir arada yaşama istemi­
fikrine birdenbire geçilmediğini ve ni yansıtmaktadır. Demokrasi bi­
demokrasi inancıyla mutlakyöne- linci buna göre toplumda mutlulu­
tim düzenine bağlılığın bir arada yü­ ğu ve mutsuzluğu paylaşma bilin­
rüdüğünü görüyoruz. H atta bu cidir, başkasının varlığını onayla­
dönemde Rousseau gibi demokra­ dığımız yerde vardır, başkasını et-
DEMOKRASİ

lösiz kılmaya çalıştığımız noktada güçte olduğunu bilirler. Toplumda


biter. Demokrasilerde kişilerin ya­ bir kurtarıcı, bir Mesih bekleyen­
şam hakları yasalarla ya da toplum­ ler, toplumda vasi arayanlar ya da
sal sözleşmelerle belirlenir ve ko­ kendilerini vasi gibi görenler, bü­
runur, bu çerçevede başkasının ya­ yük önder ya da tek adam düşleri
şamına, başkasının düşüncesine ve geliştirenler çağdaş yaşam düzeni­
eylemine doğrudan doğruya mü­ ni yanlış anlayan, yanlış anlamak
dahale suç oluşturur. Yeni demok­ isteyen kimselerdir. Demokrasi bir
ratik yaşam düzeninde toplum bi­ düzen konusu olmaktan önce bir
reyin haklarını ve ödevlerini kesin bilinç sorunudur ve yetkin biçimde
olarak belirler. İnsanların toplum­ kurumlaşmış, geniş çerçevede kar­
da eşit haklara sahip olduğunu, maşıklaşmış bir toplumsal düzenin
kimsenin kimseye doğrudan doğ- varlığını gerektirir. Parlamentolar,
nıya bağımlı olamayacağını, zulme siyasi partiler, çok bakanlı hükü­
direnme hakkının doğal bir hak ol­ metler, karmaşık adalet mekaniz­
duğunu, herkesin istediği inanç bi­ maları demokratik yaşamın zorun­
çimini benimseyebileceğim, düşün­ lu kurumlan da olsalar demokratik
ce özgürlüğü kadar eylem özgür­ yaşamın gerçek tanığı olamazlar.
lüğünün de bir hak olduğunu be­ Oy sandıkları, kalkan ya da inen
nimsemeyen insanlar elbette de­ parmaklar, hatta kağıt üzerinde gü­
mokrat olamazlar. Yeni toplumsal vence altına alınmış haklar da de­
düzende birey yalnızca topluma mokrasinin tanığı olamazlar. De­
karşı sorumludur ve toplumsal ilişki mokrasi karmaşık toplum sal ya­
eski yaşam düzeninde olduğunun şam gereği insanların kafasında v i
tersine birey-kurum ilişkisidir. Bi­ gönlünde oluşmuş ve kökleşmiş in­
reyden bireye zorunlu ilişki artık ke­ san saygısını gerektirir. Demokra­
sin olarak ortadan kalkmıştır ve si başkalanyla birlikte olma ve baş-
böyle bir ilişki doğrudan doğruya kalanyla paylaşma duyarlılığını ge­
insan onurunu zedeleyecektir. De­ rektirir. Demokrasi ailede başlar,
mek ki artık kimse toplum adına öbür toplumsal kurumlarda sürer,
özel olarak söz sahibi değildir, ar­ yasama, yürütme ve yargılama erk­
tık toplum kendine sahiptir ya da lerinin tam olarak birbirinden ay-
kendi kendisinin sahibidir, buna gö­ nldığı devlet kurumlannda en yük­
re tekçi yönetim düşleri yasal ol­ sek anlatımını bulur. Demokrasiler­
mayan eğilimleri duyurmaktadır. de ayrıcalık yoktur ya da ayrıcalık
Yeni demokratik yaşam düzeninde herkes için vardır. Demokratik ya­
kişilerin ya da toplulukların toplum­ şam düzeni hakların hiçbir gerek­
sal düzene doğrudan doğruya mü­ çeyle kısıtlanmadığı, hakların top­
dahaleleri suçtur. Demokrasi bilin­ lumsal istemle paylaşıldığı en yet­
ci taşıyanlar, yaşamın kendi kendi­ kin yaşam düzenidir. Demokratik
ni yenileyecek ve düzenleyecek yaşam düzeni bir toplumsal söz-
DEMON

leşme düzenidir. Demokratik ya­ limin bugünkü ölçülerde deneye da­


şam düzeni, bir bütünü oluşturan yanmadığı zamanlarda gözlemle
bütünlüklerin birbirini denetlediği bir deney birbirine karıştırılırdı. Örne­
sivil toplum düzenidir. Sivil toplum­ ğin Bacon şu belirlemelerde bulu­
da denetim en başta eleştiriyle sağ­ nur: “Gözlem ve deney gereci top­
lanır. Demokrasinin başlıca güven­ lamak, tümevarım ve tümdengelim
cesi eleştiridir. Her eleştiri aynı za­ bu gereci işlemek içindir.” Zim-
m anda bir toplum sal gücün, bir mermann, bu iki şeyi birbirinden
toplumsal ağırlığın anlatımıdır. De­ ayırır: “Bir deney bir gözlemden şu
mokrasilerde eleştirmeyi, eleştiril­ anlamda ayrılır; gözlemin bize sağ­
meyi, kendimizi eleştirmeyi bilme­ ladığı bilgi kendi kendisini sunar gi­
miz gerekir. Eleştiri, ileri toplum dü­ bidir, oysa bir deneyin bize sağla­
zeninde aydınlanmış bilinçlerin işi­ dığı bilgi bir şeyin olup olmadığını
dir. Birey olabilm ek, güçlü bir bilme tasarısı içinde yapılan bir gi­
biçimde topluma katılabilmenin baş rişimin ürünüdür.” Gözlemciyi edil­
koşuludur ve yetkin bir bilinçlen- gin, deneyciyi etkin kılan bu dü­
m işliği gerektirir. G erçek birey şü n cey e C u v ie r de k a tılır:
kendi kafasıyla düşünebilen, kalıp “Gözlemci doğayı dinler, deneyci
düşünceler taşım ayan bireydir. doğayı sorguya çeker ve açıklama­
Böyle bir birey için en temel top­ ya zorlar.” Bu tanım ları da göz
lumsal sorun, Immanuel K ant’ın önünde tutarak deneyciyle gözlem­
deyişiyle, “hukukun evrensel biçim­ ciyi ayrı ayn ele alan Claude Bemard
de egemen olduğu sivil bir toplum yeni tanımlara ulaşır: “Gözlemci
yaratm ak” sorunudur. (Bk. AY- adı, basit ya da karmaşık araştır­
DINLANM ACILIK, ELEŞTİRİ, ma usullerini değiştiremediği ve do­
HOŞGÖRÜ) layısıyla doğanın sunduğu gibi der­
lediği olguların incelenmesine uy­
DEM ON . Bk. DAİMONİON. gulayan kişiye verilir. Deneyci adı,
basit ya da karm aşık araştırm a
DENEY (fr. expérimentation', aim. usullerini, doğal olguları herhangi
Experimentation', ing. experimen­ bir amaçta çeşitlendirmek ve de­
tation). Somuta yönelik düzenli ğiştirmek için ve doğanın olguları
araştırma. Belli bir düzen içinde ya­ sunmadığı durumlarda ya da ko­
pılan deneyim. Deneyimin yöntemli şullarda bu olguları görünür kılmak
kullanılışı. Bilimsel anlamda deney için kullanan kişiye verilir. Bu an­
herhangi bir doğal olayı yapay ola­ lamda gözlem doğal bir olgunun
rak elde etmeye dayanır; doğal ola­ araştırılmasıdır; deney araştırmacı
yın olduğu gibi gözlem lenm esi tarafından değiştirilmiş bir olgunun
gözlemi, yapay olarak elde edilip araştırılmasıdır.” (Bk. DENEYİM,
gözlemlenmesi deneyi oluşturur. Bi­ GÖZLEM, YÖNTEM)
128
DENEYCİLİK

D E N E Y C İL İK (fr. empirisme\ gi sorunlarından çok ahlak sorun-


alm. Empirismus; ing. empirism). lanyla uğraşmış olanEpikuros’çu-
Öncesel fikirlerin ya da doğuştan lar da bilginin kaynağı olarak de­
fikirlerin varlığını yadsıyarak bilgi­ ney dünyasını gösteriyorlardı. D o­
nin yalnızca deney yoluyla sağlan­ ğuştan fikirlerin savunucusu Des­
dığını ileri süren felsefe öğretilerinin cartes edinilmiş fikirler anlayışını
genel adı. Deneycilik, insanda de­ getirmekle usçuluğu belli bir deney­
neyden önce gelen ya da doğuştan ci eğilimle dengelem iştir. Yeni­
getirilmiş olan ilkelerin varlığını be­ çağ’da daha çok usçu anlayış için­
nimseyen usçuluğun karşıtıdır. De­ de gelişmiş olan fransız felsefesi­
neycilik dış dünyayı tüm bilgileri­ ne karşılık İngiliz felsefesi her za­
mizin kaynağı olarak gösterdiği için man deneyci bir yönde ilerlemiştir.
yani bilgi edinmede nesneye ağır­ Deneyci anlayışın kurucusu ve
lık verdiği için gerçekçi bakış açısı­ başlıca kişisi Bacon’dur. Onun ar­
na dayanır. Deneyciliği gerçekçi dılı John Locke fikirlerimizin kay­
düşünce ve ülkücü düşünce ayrı­ nağı olarak hem iç, hem dış de­
mı ya da karşıtlığı içinde kavramak neyi belirler. Francis Bacon’ın gö­
doğru olur. Gerçekçi düşünce ve rüşlerine büyük ölçüde bağlı olan
ülkücü düşünce felsefe tarihi bo­ Locke, doğuştan fikirlerin varlığı­
yunca zaman zaman birbirine yak­ nı yadsırken şu savı ortaya koy­
laşmış olsa da genellikle iki kutup muştur: doğuştan fikirler olsaydı,
oluşturmuştur. Deneycilik gerçek­ bu n lar ço cuklarda, cahillerde,
çi düşüncenin bilgi edinmede ge­ ilkellerde de ortaya çıkacaktı. Loc-
nel eğilimi olarak belirirken usçu­ ke’a göre zihin başlangıçta bir ta­
luk ülkücülüğün temel bilgi anlayı­ bula rasafdır ya da üstünde hiçbir
şım kurar. Bu anlamda deneyciliğin yazı bulunmayan bir düzlemdir, bu
usçularca katı biçimde eleştirildiği düzlem yaşam deneyleri içinde dol­
çok olur. Bu eleştirilerden belki de maya başlayacaktır. Gerçekçi ba­
en önemlisini “Deneycilik bilginin kışın en eski formülü olan Nihil est
yoksanmasından başka bir şey in intellectu quad non prius fuerit
değildir” diyerek Kant’çı filozof in sensu, yani “Zihinde hiçbir şey
Hamelin yapar. Felsefe tarihinin ilk yoktur ki daha önce duyularda bu­
deneycileri belki de evrenle ilgili lunmuş olm asın” form ülü Loc-
açıklamalarını duyu verilerine da­ ke’çu anlayışa tıpatıp uyar. Böyle-
yandırmış olan İonia filozoflarıdır. ce Locke’da duyu deneyi düşünce
Ük köklü deneyci bakış Aristote- deneyini kesinlikle öncelemektedir.
les’de belirir. Öğretmeni Platon’un Locke’un baş eleştiricisi Leibniz,
görüşlerine tam karşıt görüşler or­ Descartes’dan daha ılımlı bir tu­
taya koymuş olan Aristoteles için tum alarak, deneyciliğin doğuştan
dış dünya bilimsel bilginin başlıca ilkeleri açık ve anlaşılır kılacağını
kaynağıdır ya da tek kaynağıdır. Bil­ savunm uştur. L o ck e’dan sonra 129
DENEYİM

Hume da deneyci bir anlayış içinde DENGELEM E (lat. compensatio;


felsefesini geliştirirken fikirleri du­ fr. compensation', aim. Ausgleich',
yu izlenimlerinin kopyaları olarak ing. compensation). Bir eksikliği gi­
belirlemiş, onları çağrışımlarla bir­ derme. Bir şeyler katarak ya da bir
birine bağlayarak deneyciliği çağ­ şeyler çıkararak bir denge durumu
rışım cılığ a götürm üştür. John- yaratma. Dengeleme, Adler ruhbi­
Stuart Mili ve Herbert Spencer de liminin temel kavramlarındandır.
deneyciliği çağrışımcı anlayış için­ Buna göre dengeleme, aşağılıkduy-
de geliştirmişlerdir. Bazı felsefeci­ gusu gibi sıkıntı veren duyguları gi­
ler deneyciliği bir öğretiden çok bir dermeye yönelik ruhsal bir süreç­
yöntem sayma eğilimindedirler. İs­ tir. Dengeleme çok zaman bilinçdı-
ter öğreti, ister yöntem diye değer­ şı koşullarda gerçekleşir. Dengele­
lendirilsin, deneycilik düşüncede mede gerçek ya da sanısal bir ek­
somuta, olumluya, bilimsele yöne­ siklik ikincil bir davranışla gideri­
lişin anlatımıdır. Çağdaş felsefede lir, bu giderilme bazen gerçeğe çok
bu iki karşıt eğilimin, deneycilikle uygun bir biçimde gerçekleştirilir.
usçuluğun bir bütün oluştururca- Adler’e göre Napoléon Bonaparte
sına birbirine yaklaştınldığını görü­ boyunun kısalığını unutm ak ve
yoruz. Bu yaklaştırma eğilimi Ba- unutturmak için zaferden zafere
con’a kadar dayanan bir eğilimdir. koşm ak istemiştir. Kekem e D e­
(Bk. DENEY, DİYALEKTİK, FEL­ mosthenes kekemeliğini yenerek iyi
SEFE) bir konuşmacı olmayı başarmıştır.
Toplumsal başarısızlıklarını örtmek
D EN E Y İM (lat. experientia; fr. için kendilerini olağanüstü kişiler
expérience; aim. Experiment', ing. olarak göstermeye çalışanlar da bi­
experiment). Kurgusal ya da önsel rer dengelemecidirler. (Bk. AŞA-
bilgiye karşıt olarak, olgular araş­ ĞILIKDUYGUSU)
tırmasıyla elde edilmiş bilgi ya da
bu bilginin elde edilmesi. Deneyci­ D EN K SER LİK (lat. aequitas', fr.
lere göre deneyim dolaysız bir ol­ équité', aim. Billigkeif, ing. equ­
gudur, algıyla kendiliğinden sağla­ ity). Eksiksiz adalet. Davranışını
nır. Usçular için deneyim algının adalet duygusuna dayandırm aya
kendiliğinden ulaşamayacağı nes­ özen gösterenin durumu. Yasal ada­
nelliğe ulaşmamızı sağlayan zihin leti yani hukukun sağlayacağı
işlevidir. Deneyim zihnin etkin ya adaleti aşan ve onu bazı özel du­
da edilgin bir işlevi olmakla tam an­ rumlarda düzelten doğal adalet duy­
lamında düzenlenmiş bir etkinlik gusu. Davranışlarını bu duyguya
olan deneyden ayrılır ya da onun göre düzenleme eğilimi. Denkser-
temelini oluşturur. (Bk. DENEY) likte kişi davranışlarını bütünsel
adalet fikri üzerine, gerçek anlam­
130 da adalet duygusu üzerine kurar.
DEVLET

Denkser olan, adalet ülküsüne tı­ müyle mekanik bir olgudur: bir şe­
patıp uyandır. Aristoteles “Denk- yin devinebilmesi için bir başka şe­
serliğin özü, yasa genel özyapısı ge­ yin onu itmesi gerekir. Gene de
reği yetersiz göründüğü zaman ya­ Descartes devinimi bir kendinde
sayı düzeltmeye dayanır” der. İn­ şey gibi düşünür ve şöyle der: ”Bir
cird e şu sözleri okuruz: “Görünüş­ cisim öbürünü ittiği zaman kendin­
ler üzerinde yargılamayı bırakın, den aynı ölçüde devinim yitirmiyor­
d en k serlik le y a rg ıla y ın .” (Bk. sa ona hiçbir devinim veremez ve
ADALET) kendi devinimini çoğaltmıyorsa on­
dan hiçbir devinim alamaz.”
DESPOT. Bk. ZORBA.
DEVLET (fr. Etat; alm. Staaf, ing.
DETERM İNİZM . Bk. BELİRLE­ state). Bir toplumun yaşam biçimini
NİMCİLİK. belirleyen ve düzenleyen yetke ve
bu yetkeyle ilgili organların ya da
DEVİNİM (yün.kinesis; lat. mo- düzeneklerin tümü. Bir ulusta ya
vimentum; fr. m ouvem enf, alm. da bir toplumda askeri, siyasi, adli
Bewegung', ing. movement). Uzay­ ve yönetimsel kurumların oluştur­
da yer değiştirme. Bir cismin bir duğu düzenek. Ortak yönetim dü­
yerden bir yere geçmesi. Devinim zeni ve ortak yasaları olan bir ulus
olgusu öncelikle İonia’lı filozof He- ya da uluslar topluluğu. Devletin
raklietos’un ilgisini çekmişti: evren­ varolabilmesi için bir ulusun ya da
deki sürekli değişim dönüşümün uluslar topluluğunun yerleşmiş bu­
varlığını ortaya koyarken devinimi lunduğu bir toprak parçası, bir de
de açıklıyordu. Onun “Aynı ırma­ bu ulusu ya da ulusları yönetecek
ğa iki kere girilemez” sözü bu de­ bir yetkenin bulunması gerekir. Her
vingen akışı ortaya koyar. Buna devlette bir yönetilenler topluluğu
karşılık Elea’lı Parmanides evren­ bir de onun içinden çıkan bir yöne­
de her türlü değişimi, bu arada de­ tenler topluluğu vardır. Yönetenler
vinimi de bir yanılsama saydı. Aris­ topluluğu yetkeyi oluşturur. Bu ay-
toteles’de devinim İlk Devindiri- rımlaşmışlıkta yetkeyle yönetilen­
ci’nin itkinliğiyle belirgindi. Skolas­ ler karşı karşıya gelirler. Yöneten­
tikler devinimi gücüllük durumun­ ler yönetilenler karşısında her za­
dan edim durumuna geçiş olarak man belli bir ağırlığa sahiptirler, bu
gördüler: devinen her varlık bir yüzden devlet denilince çok zaman
başka varlık yüzünden devinmek­ yetke ve bu yetkeyi oluşturan dü­
tedir, her devinim bir devinmeyen zenek anlaşılır. Yöneten ve yöneti­
ilk devindiriciyi gerektirir. Maddey­ len karşıtlığında elbette sınıfsal ay­
le uzamı özdeşleştiren Descartes rışmalara dayalı toplumsal çatışkı­
için devinim etkin nedenin itici gü­ ların payı büyüktür. İnsanlık tarihi
cüne bağlı olarak gerçekleşir, tü­ boyunca gelişen uygarlık etkinlik­ 131
DEVLET

leri içinde devletin anlamı büyük de­ letin sınıfsal çatışmaların zorunlu
ğişik] iklere uğramıştır. Eski devlet bir sonucu olduğunu bildirdi; sınıf­
tipi güçler ya da erkler bütünlüğü sal uzlaşma olabilseydi devlet or­
üzerine kuruluyordu. Bu devlette taya çıkmazdı ve sürmezdi. Marx
yasama, yürütme ve yargılama tam “yetkin devlet” ve “yetkin olmayan
anlamında bir bütün oluşturuyor­ devlet” ayırımını koyar. Ona göre
du. M odem devlette bu üç erk bir­ hıristiyan devleti yetkin değildir, bu­
birinden kesin olarak ayrıldı ve bu na karşılık demokratik devlet yet­
ayrılma çağdaş demokratik devle­ kindir. Şöyle der Marx: “Sözümo-
tin varoluş güvencesi olarak belir­ na hıristiyan devletinin devlet ola­
lendi. Hegel’e göre devlet uygar rak tümlenmesi için hıristiyan dini­
toplumun güvencesidir, ahlaki yet­ ne gereksinimi vardır. Buna karşı
kinliğin de kaynağıdır. Temel nite­ gerçek devletin, demokratik dev­
likleri özgürlük ve öznellik olan çağ­ letin siyasal yetkinlik için dine ge­
daş insan bu niteliklerini devlette reksinimi olmayacaktır. Demokra­
geliştirecektir. H egel’ci anamda tik devlet dinden geçebilir, çünkü
devlet insan haklarını kesin bir bi­ onda dinin temeli dindışı bir biçim­
çimde sağlayabilecek tek güçtür. de kurulmuştur.” Marx din fikrin­
“Hukuk, ahlak düzeni ve devlet tek den arınmış bir m odem devlet an­
olumlu gerçekliği, özgürlüğün tek layışı geliştirir: “İnsan gerçek an­
dayanağını sağlarlar” der Hegel. Fi­ lamda kendini bir boyunduruktan
lozofa göre “Devlet özgürlüğün kurtarmadan devlet kendini bir bo­
nesnel bir varoluş kazandığı ve nes­ yunduruktan kurtarabilir, insan öz­
nelliğe karıştığı tek özgül tarihsel gür insan olmadan devlet özgür in­
biçimdir”. Devlette bireyler hakla­ san olabilir... Buna göre yurttaşla­
rıyla olduğu kadar ödevleriyle var­ rın büyük bir çoğunluğu özel ya­
dırlar. Hegel’de her zaman haklar­ şamlarında dine bağlı kalırken
la ödevler bağlaşıktır, ödevler hak­ devlet kendini dinden kurtarabilir.”
lardan haklar ödevlerden ötürü var­ Engels devletin topluma dıştan be­
dır. Böylece insancılık devletin te­ nim setilm iş bir şey olm adığını,
mel amacı olur. İnsancılık her dev­ onun toplumun belli bir evresinde
letin ulaşabileceği bir yüksek insan­ ortaya çıkmış bir ürün olduğunu
lık durumudur. Bu yüzden gerçek söyler. Lenin şöyle der: “M arx’a
anlamda insan olmak gerçek an­ göre devlet bir sınıf egemenliği or­
lamda yurttaş olmakla eşanlamlı­ ganıdır, sınıfların çatışmasını azal­
dır. Nietzsche Hegel gibi düşünmez tarak bu baskıyı yasallaştıran ve
ve şöyle der: “Devlet tüm soğuk güçlendiren bir düzenin yaratılma­
ucubelerin en soğuğudur; soğuk sıdır.” M arx’çı öğretiye göre dev­
soğuk yalan söyler, ağzından dö­ let proletarya diktatörlüğü dönemini
külen yalan şudur: ‘Ben, devlet, izleyecek olan komünizm aşama­
halkın kendisiyim’” Marx bize dev­ sında gereksiz duruma gelecek ve
DEVRİM

ortadan kalkacaktır. E. Durkheim’a gerçekleştirilen hızlı ve temelli dö­


göre devlet toplumun yoğunluğu­ nüşümler. Littre ‘Devrim çöken es­
nu ve düzenlenişini belirler. Max ki bir düzenle kurulan yeni bir dü­
Weber’e göre devlet bir güç orga­ zen arasındaki geçiştir” der. Dev­
nından başk a b ir şey değildir. rim eskimiş ve geçerliliğini büyük
Pekçok düşünür devleti iktisadi ve ölçüde yitirmiş bir toplumsal düze­
toplumsal güçler arasında bir den­ nin yerine bir başka toplumsal dü­
ge organı, bir hakem olarak belir­ zenin geçişidir. Buna göre devrim
ler. (Bk. TOPLUM, YÖNETÎMBİ- bir toplumda, o toplumun tümünü
ÇİMİ) ilgilendiren, bazen birçok bakımdan
başka toplumları da ilgilendiren si­
D E V L E T Ç İL İK (fr. étatism e; yasal, toplumsal, iktisadi köklü de­
aim. Etatismus; ing. state control). ğişiklikleri içerir. Toplumun tümün­
Toplumsal ve iktisadi yaşamda dev­ de değil de bazı kesimlerinde olu­
let katılımının geniş çerçeveli olma­ şan hızlı niteliksel dönüşümler de
sını öngören siyasal öğreti. Top­ devrim diye adlandırılabilir (düşünce
lumsal ve iktisadi işlevleri devlet gü­ devrimi, edebiyat devrimi). Sınıflı
dümünde tutma eğilimi. Devletçi­ toplumlardaki giderilmez çelişkiler
lik toplum yaşamında devlete ge­ artan dönüştürücü güçleriyle dev-
niş çaplı bir düzenleyicilik hakkı ta­ rimlerin başlıca kaynağı olurlar. Yeni
nır, hatta devletin iktisadi yaşama, üretici güçler eski üretim güçleriy­
özellikle doğrudan doğruya katılı­ le kesin çatışmaya girdiğinde dev­
mını öngörür, devleti başlıca üreti­ rim sözkonusu olur ya da daha doğ­
ci güç olarakbelirler, böyle olmak­ rusu devrimin yolu açılır. Bu geli­
la planlı iktisada dayalı merkeziyetçi şim üretim araçlarını elinde tutan
bir düzeni öngörür, buna göre dev­ ve üretim ilişkilerini düzenleyen
let halkın gereksinimlerini en iyi egemen sınıfa yöneltilmiş bir silah
biçimde karşılayabilmek için sana­ niteliği kazanır. Böylece devletin ele
yi ve ticaret alanlarında doğrudan geçirilmesi ve üretim araçlarının de­
doğruya etkin ve belirleyici olacak­ ğişik koşullarda kullanılması ya da
tır, kazanç sağlamak diye bir ama­ üretim ilişkilerinin yeniden düzen­
cı olmayan devlet böylece toplu­ lenmesine doğru gidilir. Hızlı geçi­
ma ucuz ve sağlıklı hizmet götür­ şin getireceği göreli kargaşa devri­
müş olacaktır. (Bk. DEVLET, GÜ­ mi zaman zaman bir şiddet devini­
DÜMCÜLÜK) mi olarak duyurur ve onu başkal­
dırmayla ya da ayaklanmayla bir
D EV R İM (lat. revolutio fr. révo­ tutmamıza yol açacak görünümler
lution; aim. Revolution; ing. revo­ ortaya koyar. Lukacs gibi bazı ya­
lution). Toplumsal düzende kısa zarlar şiddeti hızlı dönüşüm için ka­
zamanda gerçekleştirilen köklü de­ çınılmazlık sayarken Simone de Be-
ğişiklikler. Bir devletin yapısında auvoir gibi bazı yazarlar şiddeti her
DEVRİM

durumda mahkum ederler. Ne olur­ rak kısa sürede toplumsal köklü de­
sa olsun devrimi ayaklanmadan ya ğişiklikler getirmeye yönelik giri­
da başkaldırmadan ayırmak gere­ şimler kuşkuyla karşılanmaya açık
kir. Başkaldırma ya da ayaklanma girişimler olurlar. Bu yüzden bazı
yetkeye karşı girişilmiş, çok zaman yazarlar devrim fikrini kökten mah­
düş kırıklığıyla son bulan duygusal kum ederek toplumlann kendiliğin­
ve çok zaman bilinçsiz bir tepki de­ den gelişmelerine ya da evrimsel
vinimidir, geleceği geniş çerçeveli ilerlemelerine bel bağlarlar. Bazı ya­
biçimde tasarlamamış olmakla dev­ zarlarsa toplum lann yaşam ında
rim den ayrılır ve salt kargaşaya devrimleri zorunlu dönüşüm nok­
eğilimli bir girişim olarak belirir. taları olarak değerlendirirler. Bazı­
Adamlarından birinin 1789 temmu­ larına göre devrim adına her çıkış
zunda Louis XVI’ya “Efendimiz, bilinçsiz bir tepki olacaktır. Bazı ya­
bu bir ayaklanma değil, bu bir dev­ zarlarsa devrimi tam anlamında bir
rim” deyişi bu ayrımı belirgin bir bilinç işi olarak görürler. J. James
biçimde somutlaştırır. Genel olarak “Ancak bilincin varolduğu yerde
devrimler başarıya ulaştıktan zaman devrim olabilir” der. Devrim, ku­
devrim diye nitelendirilirler, başa­ rulu düzenleri temsil edenlerin kor­
rıya ulaşmamış devrimleri bir ayak­ kulu düşü olurken yeni bir düzen
lanma olarak nitelendirmek olası­ isteyenlerin dayanağı durumuna ge­
dır. Bazı yazarlar devrimi kaçınıl­ lir. N. Bonaparte şöyle demiştir:
ması gereken bir karışıklık olarak “Devrimlerde iki çeşit insan var­
değerlendirirler. Devrim düşünce­ dır; devrimi yapanlar ve devrim­
sinden özellikle uzak duran Kant, den yararlananlar.” Devrimin ne
başarıya ulaşmış bir devrime katıl­ olup ne olmadığı her çağa ve her
mayı bir zorunluluk sayar. Filozo­ devrimsel olaya göre değişik an­
fa göre her zaman kurulu düzen­ lamlar kazanırken, tarihte bazı kit­
den yana olmak gerekir, ama yeni lesel ayaklanmalar (İonia devrimi)
bir düzen geldiği zaman yapılacak ve bazı siyasal değişiklikler (Birin­
iş bu yeni düzenden, yani yeni ku­ ci İngiliz Devrimi Charles I’in taht­
rulu düzenden yana olmaktır. Kant tan indirilerek idam edilmesi; İkin­
şöyle der: “Çünkü bir devrim bir ci İngiliz Devrimi James II Stu-
kere başarıya ulaştı mı, yeni bir dü­ art’ın İngiltere’den ayrılması ve
zen kuruldu mu, başlayışındaki ve Orange’lı William’ın tahta geçme­
sürüşündeki yasadışılık insanlan iyi si) devrim diye adlandırılmıştır.
yurttaşlar olarak yeni düzene ba- Devrimler kitlesel bilinçlenmeyle il­
şeğip başeğmemekte serbest bırak­ gili koşullara bağlı hızlı dönüşüm­
maz, insanlar bundan böyle iktida­ ler olmakla daha çok Yeniçağ’la il­
rı ele geçirmiş olan yönetime ba- gilidirler. Yeniçağ’ın ilk önemli dev­
şeğmekten kaçınamazlar.” Her ne rimi Fransız Devrimi’dir. XVIII.
olursa olsun, yetkeye başkaldıra­ yüzyıl aydınlanma düşüncesi için-
DEVRİM

de gelişimini kazanmış olan ve an­ devrim tüm dünyanın ilgisini Fransa


latımını bulan Fransız Devrimi soy­ üzerine çekmiştir. 1848 Devrimi
lu sınıfının egemenliğine kesin ola­ toplumcuların ve cumhuriyetçile­
rak son vermesiyle ve özgürlükçü rin silaha sarılmasıyla iki günün için­
düşünceyi savunan burjuva sınıfı­ de alevlendi. Ayaklanan kalabalık­
nı tam anlamında egemen sınıf du­ lara ateş açılınca ortalık iyice ka­
rumuna getirmesiyle, hatta bu sı­ rıştı, devrimciler ölülerini Paris so­
nıfın aşırı isteklerine karşı birey kak ların d a d o laştırd ıla r. H alk
haklarım öne çıkarmaya yönelme­ Tuilleries’yi ele geçirdi ve Bourbons
siyle belirgindir. Bu devrimin en hanedanını düşürdü (24 şubat). Bir
önemli yanı “insan hakları”nı ya­ geçici hükümet kuruldu. Yeniçağ’m
şama geçirmeye çalışmış olması­ en önemli devrimlerinden biri de
dır. Devrim sırasında “fransız hal­ Rusya’da patlak veren 1917 Sov­
kının temsilcileri halkı mutsuz kı­ yet D evrim i’dir. N ikolay I l ’nin
lan ve yönetimlerin bozulmasına yol tahttan çekilmesiyle ve Lenin’in ön­
açan nedenlerin insan haklarını bil­ derliğinde Bolşevik Partisi’nin ikti­
meme, unutma ve hor görme ol­ dara geçmesiyle belirgindir. Bu dev­
duğunu gözönünde tutarak insanın rim, XIX. yüzyılın sermayeci de­
doğal ve vazgeçilmez haklarını res­ vinimlerine karşı gelişen işçi sınıfı
mi bir bildiriyle açıklamaya karar bilincinin Marx’çı felsefede anlatı­
verdiler”. Sözkonusu bildiri insa­ mını bulan öngörüleri çerçevesin­
nın yasal açıdan özgür ye eşit ol­ de gerçekleşmiştir. M arx’a göre bu
duğunu belirliyor, insanın başlıca devrimleri sosyalist devrim izleye­
haklarını özgürlük, mülkiyet, gü­ cektir. Sosyalist devrim, burjuva
venlik, baskıya karşı direnme ola­ devrimlerinin ardından, sınıflı top­
rak saptıyor, egemenlik hakkını ulu­ lum düzeninden sınıfsız toplum dü­
sa veriyor, özgürlüğü “başkasına zenine geçişi sağlayacak olan pro­
zarar vermeyen her şeyi yapabil­ letarya diktatörlüğünü kuracaktır.
mek” olarak tanımlıyor, yasal dü­ Bu yüzden Marx burjuva devrimi-
zeni toplumsal yaşamın temeline ni proletarya devrimi için bir köp­
yerleştiriyor, kimsenin görüşlerin­ rü sayar ve “Burjuva devrimi işçi
den ötürü suçlandırılamayacağım sınıfının habercisi olduğuna göre
açıklıyor, her birey için düşüncesi­ proleterler burjuva devrimine katı­
ni ortaya koyma hakkını savunu­ labilirler, katılmalıdırlar” der. Marx-
yordu. Yeniçağ’m dünyayı etkile­ ’çı öğretiye göre komünist devri­
yen devrimlerinden biri de 1848 mi özel mülkiyeti kaldıracak ve her
Devrimi’dir. Bu devrim, o dönem anlamda biryapılı bir toplum kura­
Avrupa’sında kısa aralıklarla deği­ caktır. M arx’a göre “her devrimci
şik yerlerde ortaya çıkan devrim­ kavga o zamana kadar egemen ol­
sel patlamaların en önemlisidir. Bu muş bir sınıfa yönelir” ve “ko­
135
PIŞADÖNÜKLÜK

münist devrim her türlü gelenek­ me dayalı bir eylemin hiçbir biçim­
sel etkinliğe yönelmiş bir devrim­ de ahlaki bir değer ortaya koyama­
dir”. (Bk. EVRİM, SINIF, TOP­ yacağını gösterdi. Kant’a göre ah­
LUM) laki bir değerin oluşabilmesi için
zorlamanın olmaması, eylemin so­
DIŞA D Ö N Ü K LÜ K (fr. extra­ rumluluktan giderek gerçekleşme­
versión', alm. Extraversión', ing. si gerekir. (Bk. ÖZERKLİK)
extraversión). Ruhsallığın dışa açık
olması durumu. Dış dünyayla özel­ DIŞLAŞM A (fr. extériorisation-,
likle ilgilenme durumu. Duyguları­ aim. Verausserlichung; ing. exter-
nı dışa dökme eğilimi. Dışadönük- nalization). İçsel olan bir şeyin dı­
lük kendine kapanma ve dış dün­ şa açık duruma gelmesi. Bir bilinç
yadan uzaklaşma eğilimi olan içe- öğesinin başkalarınca kavranabilir
dönüklüğün karşıtıdır. Özellikle duruma gelmesi. Dışlaşma genel
Jung’un ele aldığı bu iki kavram olarak iç dünyamızın sanatta ya da
nesnel değerlerle öznel değerlerin davranışta dışa yansımasıdır. Sa­
birbiri karşısındaki konumunu be­ natta anlamı ortaya koyan tüm sim­
lirler. Dışadönük kimseler nesnel geler ve biçimler dışlaşmayı ger­
gerçeklikle özel olarak ve kendile­ çekleştirirler. Buna göre her dışlaş­
rini unutacak kadar çok ilgilenirler, m a bir açınımdır. Bir yapıtta dış-
davranışlarını çevrenin özellikleri­ laşmayı sağlayan şey sunumdur.
ne uyarlarlar. Buna karşılık içedö­ Yapıtı oluşturan simgeler birer be­
nükler şu ya da bu ölçüde dışa ka­ lirleyen olarak belirlenenin yani an­
palıdırlar. Dışadönük kişi kendisini lamın taşıyıcılarıdır. Dışlaşma öz­
her zaman başkalarıyla birlikte du­ nelliği nesnelliğe açar, bir duygu-
yar, bu yüzden başkalarıyla ilişki düşünce bütününün başkasınca
kurm ada son derece başarılıdır, kavranılabilmesine olanak sağlar.
duygularını sergilemekten ve gö­ (Bk. AÇINIM)
rüşlerini apaçık belirtmekten çekin­
mez. (Bk. İÇEDÖNÜKLÜK) D IŞ R A K (lat. exotericus; fr.
exotérique; aim. exoterisch; ing.
D IŞ E R K L İK (fr. hétéronomie-, exoteric). Dışa açık olan. Bir tari­
alm. Heteronom ie\ ing. hetero- kata bağlı kişilerce bilinene yani iç­
nomy). Yasalarını dıştan alan bire­ rek olana karşıt olarak o tarikatın
yin ya da toplumun durumu. Ya­ dışmdakilerce bilinmesinde sakınca
salarım kendinden getiren özerk’in bulunmayan bilginin içeriği. (Bk.
tersine, dışerk bir dış yetkenin ken­ İÇREK)
disine sunduğu yaşam ya da dav­
ranış formüllerine bağımlıdır. Kant, DIŞSAL (lat. explicitus; fr. expli­
dışerk bir istemin hiçbir biçimde öz­ cite; aim. explicit; ing. explicit).
gür olamayacağını, böyle bir iste­ Açıkça görünen. İçsele karşıt ola­
DİKKAT

rak, dışsal, kendini açık ve seçik DİKKAT (lat. attentio; fr. atten­
olarak ortaya koyan şeyin niteliği­ tion; aim. Aufmerksamkeif, ing. at­
dir. Herhangi bir ikileme ya da bu­ tention). Zihni herhangi bir nesne
lanıklığa yer bırakmayan tüm anla­ üzerinde toplam a edimi. B ilinç
tımlara dışsal diyebiliriz. (Bk. İÇ­ e tk in liğ in in b elli b ir n esn ed e
SEL) yoğunlaşması. Lalande dikkati şöy­
le tanımlar: “Ruhsal olgularımızdan
DIŞTAN (lat. adventitius; fr. birine özel bir önem veren ve bu
adverıtice; alm. akzidentell; ing. olguyu öbür olgular arasında bas­
adventitious). Descartes’da duyu­ kın kılan ve bazen bilincin tüm öbür
lar aracılığıyla sonradan elde edil­ olgularını ortadan kaldıran, böyle-
en fikirlerin niteliği. Filozofa göre, ce dikkatin konusu olan olgunun
doğuştan fikirlere ve yapay fikirle­ tek olarak gelişebilmesini sağlayan
re karşıt olarak, dıştan fikirler ya işlem.” Ribot’ya göre dikkatin ne­
da edinilmiş fikirler ben’in dış dün­ deni ilgidir. Ribot kendiliğinden dik­
ya deneyleriyle elde ettiği fikirler­ kati istemli dikkatten ayırır. Kendi­
dir: “Fikirlerimden bazıları bana ya­ liğinden dikkat doğal eğilimlerimi­
bancı ve dıştan gelmiş gibi görü­ zin sonucudur, istemli dikkatte biz
nüyor; bazıları benimle doğmuş gi­ kendi isteğimizle bir nesneyi öne
bi; bazıları da benim tarafımdan ya­ çıkarırız. Kendiliğinden dikkat her­
pılmış ve kurulm uş.” Demek ki hangi bir dış uyarımla gerçekleşir:
bende birçok fikir var. Ancak ben­ önümüzden çalgı çalarak geçen bir
de temelde iki tür fikir olduğunu topluluğa ister istemez ilgi duyarız
görüyorum: dış dünya nesnelerinin ve ona dikkatimizi veririz. İstemli
bendeki imgesi gibi olanlar, bir de dikkat düşünülmüş dikkattir, yapay
karşılığını dış dünyada bulamadık­ dikkattir, onda kendimizi bir nes­
larım, yani benimle birlikte doğmuş neye yöneltiriz. Ribot şöyle der:
olanlar. Dıştan fikirler ya da yabancı “Dikkat bireyin kendiliğinden ya da
fikirler bana doğanın sunduğu fi­ yapay uyarlanışıyla belirgin tek ve
kirlerdir. Bu fikirler benim istemi­ baskın bir zihin durumudur.” Buna
me bağlı değillerdir, ben istesem de göre dikkat olgusunda zihin etkin­
istemesem de doğa verir onları ba­ liği kendiliğinden ya da istemli ola­
na. Onlar kendilerini bana karşın rak artar. Bu etkinlik bir nesneye
bana sunmaktadırlar. Doğuştan fi­ ya da nesneler topluluğuna yönel­
kirlerden kuşkuya düşmem gerek­ miştir. Dikkatle o nesne ya da nes­
mez, oysa bu yabancı fikirler be­ neler topluluğu bilinç alanına yük­
nim için kuşku kaynağıdır. Çünkü selmiş olur. Demek ki dikkat deni­
duyularımın yanıldığını iyi biliyo­ len işlemle herhangi bir şey zihni­
rum. Dıştan fikirleri edinilmiş f i ­ mizde başka şeylerden daha görü­
kirler diye de adlandırabiliriz. (Bk. nür duruma gelmektedir, hatta baş­
DOĞUŞTANCILIK) ka şeyleri silercesine öne çıkmak-
DİL

tadır. Paul Guillaume dikkatle ilgili altın ya da gümüş paralar gibidir­


olarak şunları söyler: “Bir nesneye ler, onları kullanma fırsatı pek çık­
uyarlanış, belli bir zihinsel birlik’in maz, ama küçük dikkatler her za­
gerçekleştirilmesini ve elde edilme­ man elde bulunan bozuk paralara
sini gerektirir. Ribot gibi biz de dik­ benzerler.” / Muarice Blanchot: “Dil
kati dikkatsizlikteki çokfikirlilik'e dikkatin yuvasıdır.” / Dufrenne:
karşıt olarak tekfıkirlilik olarak be­ “Oyundan çekilmek geçmişe sığın­
lirleyebiliriz. Ancak tekbirfikir sö­ maktır; bunu ruhbilimsel düzeyde
zü basit bir indirgemeyi, bilinç içe­ dikkat davranışında iyi görebiliriz;
riğinin yoksullaşmasını düşündür- dikkatli olmak demek, özellikle su­
memelidir. Bakıldığında büyük bir numa tüm şanslarını verebilmek için
ayrı ayrıntılar çokluğu görülecek­ nesneyi geleceğinde sezmek üzere
tir; düşünüldüğünde ikincil düzey­ geçmişe taşınmak demektir. Çün­
de çok sayıda fikirle karşılaşılacak­ kü benim için, ancak ben geçmiş-
tır. Dikkatin bir yoğunlaşma oldu­ ’sem dünyadan ya da benden, sö­
ğunu söylemek daha doğru olacak­ zümden ya da davranışımdan bir
tır.” Paul Guillaume dikkatte bir gelecek olasıdır. Ben ancak geçmi­
olumlu bir de olumsuz yan belirler. şi ve geleceği algılarım, şim di’de
Dikkatin olumlu yanı insana bir ay­ y a ln ız c a y a p m a k ta y ım d ır.” /
dınlık, bir güçlülük kazandırması­ Maurice Merleau-Ponty: “Dikkat
dır. Cılız bir sese dikkat ettiğimiz­ edimi hiçbir şey yaratmaz, Maleb-
de o sesi daha belirgin duyarız. ranche gibi söylersek, o ortaya
Dikkatin olumsuz yanı dikkat nes­ koyduğum sorulara yanıt verebile­
nesinin dışındaki nesnelere olan il­ cek algıları ve fikirleri fışkırtan do­
gisizliktir. Bir nesneye dikkat etmek ğal bir mucizedir.” “Dikkat genel
başka nesneleri neredeyse yasak­ ve koşullanmış bir güçtür, öyle ki
lam ak anlamı taşımaktadır. / C. her an bilincin tüm içeriklerine ay­
Melinand: “Dikkat özünde bir dur­ rım gözetmeden yönelebilir.” “Dik­
ma, bir direnme edimidir, asıl nes­ katin ilk işlemi kendine algısal ya
ne olmayan her şeyi dışa atmaya da düşünsel bir alan yaratmaktır.”
dayanır. Öreğin hafif bir sesi, bir (Bk. DAĞILMA)
saat tiktakını dikkatle dinlemek
demek bu sesi örtebilecek tüm de­ DİL (lat. lingua; fr. langue, lan­
vinimi durdurmak, özellikle solu­ gage:; alm. Sprache; ing. langua-
ğunu tutm ak dem ektir. Bundan ge). Bir toplumun ya da bir ulusun
sonra tiktak büyüyecek gibidir. sözsel anlatım dizgesi. Düşünceyi
Özünde durma, direnm e demek sesler aracılığıyla açıklama yeti-
olan dikkat doğası gereği istemli- si.İşaretlerle ilgili toplumsal dizge.
dir.(...) Gerçekte dikkat bir istem Duyguların ve düşüncelerin açık­
ürünü değil istemin ta kendisidir.” lanabilmesi için sözle, yazıyla ya da
138 / Diderot: “Büyük çabalar büyük başka bir aracıyla ortaya konulan
anlatım dizgesi. İnsanlar arasında yapılılığı arasındaki karşıtlık her za­
iletişimi sağlayan her türlü işaret man anlatıma büyük güçlük çıka­
dizgesi. Eskiler dil konusunda ol­ rır. özellikle kavramlara bağlı ol­
dukça ilginç görüşler ortaya koy­ makla birlikte başlıbaşına bir kav­
dular. Demokritos dili bir sözleş­ ram belirginliği oluşturmayan duy­
me olarak görüyordu. Kratylos’a guların anlatımı neredeyse raslan-
göre dilin kaynağı doğaüstüydü. tısal denebilecek ölçüde kaygan bir
Renan, XIX. yüzyılda dili bilincin anlatımdır. Birey çevredeki yaşam­
açınımı olarak değerlendirir. Özel sal etkinliklerin gücüne ve çeşitlili­
sözsel anlatım dizgesi olarak dil, bir ğine göre dilini değiştirebilir. Dil,
sözlüğü ve bir dil kuralları topla­ maddesel yaşamın kavramsal yan­
mını içerir. Toplumsal çerçevede sısından başka bir şey değildir. Sağ­
gerçekleşen bu iki öge dili bir ku­ lıklı bir bireyin doğumundan yetiş­
rum olarak belirler, onu bireylerce kinliğine kadar geçirdiği aşamaları
benimsenen genelgeçer bir iletişim ya da değişiklikleri dil açısından
aracı durumuna getirir. Bununla bir­ gözlemlediğimizde dilselliğin teme­
likte her birey bu ortak aracı kendi linde ortama uyuş zorunluluğunun
bilgilerine ve eğilimlerine göre az- yattığını görürüz. Yeni doğmuş be­
çok değişik bir biçimde kullanır. Bu bek henüz dil öncesi dönemdedir,
yüzden yalnız anlatımda ustalaşmış gereksinimlerini düzenli seslerle,
kişilerin değil, her kişinin kendine hatta bağırışlarla ortaya koyar. İkin­
göre bir konuşma ve yazma üslu­ ci aydan sonra daha karmaşık bir
bu vardır. Buna göre Descartes’m ses düzeninin mırıldanmalarla be­
dili, Bergson’un dili, Ayşe’nin dili lirginleşmeye başladığı görülür. Bu
gibi belirlemelerde bulunuruz. Bu dönemde ileride sesli anlatımın te­
dil toplumsal kurallarla koşullanmış melini oluşturacak olan ses dizgesi
olduğu kadar bilincin değişik renk­ yavaş yavaş yerleşmeye başlamış­
leriyle donanmıştır. Dil dediğimiz tır. “Dil dönemi” dokuzuncu aydan
açıklama yetisi normal bir çocukta sonra gelişir, ilk sözcüklerin biçim­
bir gücüllük olarak vardır ve geliş­ lenmeye başladığı bugünlerde “an­
tirilmeyi bekler. Geliştirilmediği za­ ne”, “baba”, “dede” gibi sözcük­
man ilkel bir görünümde, ancak ba­ lerden oluşan çok dar bir dağarcık
zı seslerin çıkarılmasına olanak ve­ oluşur. Burada birey sözcükleri
recek basitlikte kalır, gelişebilmek cümle yerine kullanılır, örneğin
için hem bireyin hem toplumun özel “anne” dediği zaman “anne süt ver”
çabasını gerektirir. Dilin gelişimi bi­ demek ister. Bu yüzden bu evreyi
lincin gelişmesine tanıklık eder. ruhbilimciler “sözcük-cümle” ev­
Sözcükler kavramların işaretlerin­ resi diye adlandırırlar. Giderek da­
den başka bir şey değillerdir. Bu­ ğarcık hızla gelişir, özel adlar ve
nunla birlikte, kavramın çeşitliliğiyle nesne adlarıyla zenginlikler ve çe­
hatta kayganlığıyla sözcüğün bir- şitlilikler kazanır. Bundan sonraki
DİLBİLİM

evrede fiilin katılmasıyla küçük bir üretimdir. Dilbilimin kurucusu


cümleler kurma yeteneği kazanılır. Saussure dilin ruhbilimsel yanına
Bu evre çocuğun kendini bir ben ağırlık verir. “Dilde her şey ruhbi-
olarak algılaması ya da ben’in bi­ limseldir, maddesel ve mekanik dış-
lincine varması evresidir. Bu bilinç laşmalar bile” der. Saussure’e gö­
o kadar bulanıktır ki çocuk ken­ re dilin bir toplumsal bir de birey­
dinden üçüncü kişi olarak sözeder. sel yanı vardır, birini öbürü olma­
Birinci kişinin kullanılması dördün­ dan anlayamayız. Gene de ona gö­
cü yıldan sonradır; bundan böyle re “Dil kimsede tam değildir, o tüm
dilin inceliklerine yönelinecek, dil yetkinliğiyle kitlede yaşar”. (Bk.
kuralları gözönünde tutulacaktır. Bu DİLBİLİM)
da bilincin ve ona temel olan man­
tık düzeninin oluşumuyla ilgilidir. D İLB İLİM (fr. linguistique', alm.
Dil dediğimiz zaman her şeyden ön­ Linguistik; ing. linguistics). Diller­
ce mantığın kurallarına sıkı sıkıya le ilgili bilimsel araştırma. Dillerin
bağlı bir etkinlik anlaşılır. Her dil yapılan ve evrimleriyle ilgili karşı­
kendi ayırıcı özelliklerini ortaya ko­ laştırmalı araştırma. Dilbilim deni­
yarken ve geliştirirken mantığın ku- lince özellikle İsviçreli dilbilimci
rallarına yaslanır. Buna göre dilin Ferdinand de Saussure’ün (1857-
bir mantığı vardır ya da her dilin 1913) derslerinde ortaya koyduğu
bir mantığı vardır diyebiliriz. Dil­ ve derslerinin bir özetini içeren ve
bilgisi bu mantığın açılımından baş­ öğrencileri Charles Bally ve Albert
ka bir şey değildir. Emile Zola şöy­ Sechehaye’nin çabalarıyla ve ay-
le der: “Bir dil bir mantıktır.” Her nca Albert Riedlinger’in katkılanyla
dilin mantığı genel mantığın açılı­ 1916’da yayınlanmış olan Cours de
mı olarak başka dillerdeki kulla­ linguistique générale (Genel dilbi­
nımlara yeni kolaylıklar, anlatımla­ lim dersleri) adlı yapıtta ayrıntıla­
ra yeni olanaklar sağlar. Bu yüz­ rıyla açıklanmış olan öğreti düşü­
den Goethe: “Yabancı dilleri bilme­ nülür. Saussure bu kitabın başla­
yen kendi dilini hiç bilmez” der. rında dilbilimin konusunu ve öbür
Kavramlar ve onların ilişkileri dili bilimlerle ilişkisini açıklar: “Dilbili­
oluşturduğuna göre, kavramlar tüm min çabalan şuna yöneliktir: a. ula­
ilişkileri içinde dünyanın ve dünya­ şabildiği tüm dillerin tanıtlamasını
daki insanın zihnindeki varlıksal ve tarihini ortaya koymak, buna gö­
k arşılık ları olduğuna göre dili re dil ailelerinin tarihini belirlemek
baştan sona toplumsal bir olgu di­ ve olabildiğince her dil ailesinin ana
ye görmek yanlış olmaz. Marx dili dillerini göstermek; b. tüm dillerde
“uygulamayla ilgili bilinç” olarak ta­ sürekli ve evrensel bir biçimde et­
nımlar, ona göre dil bilinç kadar es­ kin olan güçleri araştırmak ve tari­
kidir, başka insanlarla ilişkilerden hin tüm özel olgularının indirgene­
140 doğmuştur, buna göre toplumsal bileceği genel yasaları ortaya koy-
DİLBİLİM

inak; c. kendi sınırlarını çizmek ve önemli göstergesidir. Saussure’ün


kendi tanımını yapmak. Dilbilimin “genel dilbilim” kavrayışına göre
başka bilimlerle sıkı ilişkileri var­ her dil yapılaşmış bir bütündür, dille
dır, bu bilimler ondan veriler sağ­ ilgili tanıtlamalar zorunlu olarak ya­
larlar. Onu öbürlerinden ayıran sı­ pısal tanıtlamalardır. Dilde yapıla­
nırlar her zaman açık olarak görül­ rın oluşum koşullarını ortaya çıkar­
mez. Örneğin dinbilim budunbilgi- mak gerekir, daha doğrusu yapıla­
sinden ve tarihöncesi biliminden rı görmek gerekir. Dil hem “dina­
özenle ayn tutulmalıdır, bunlarda dil mik” hem “statik” incelenebilir, ya­
bir belge olarak işe katılır, oysa dil ni hem tarihsel çerçevede, tüm dö­
toplumsal bir olgudur. Öyleyse onu nüşüm koşulları içinde hem de ol­
toplumbilimle bütünleştirebilir mi­ duğu gibi, yani durallığı içinde ele
yiz? Dilbilimle toplumsal ruhbilim alınabilir. Ancak dilbilimsel araş­
arasında ne gibi ilişkiler vardır? So­ tırma her zaman “dinamik” veri­
nunda, dilde her şey ruhbilimsel- lerden çok “statik” verileri göz
dir, onun maddi ve mekanik görü­ önünde tutacaktır. “Genel olarak
nümleri de, bu arada ses değişim­ dural dilbilimle uğraşmak tarihsel
leri de. Dilbilim toplumsal ruhbili- dilbilimle uğraşmaktan zordur. Ev­
me çok değerli veriler sağlarken rim olguları daha somuttur, onlar
onunla bütünleşmiyor mu?” Dilbi­ imgeleme daha çok seslenirler. On­
lim XIX. yüzyılda ortaya çıkmış larda gözlemlenen ilişkiler güçlüğe
olan çok genç ya da çok yeni bi­ uğramadan sezilen ardarda terim­
limlerden biridir, insan bilimleri ara­ ler arasında birbirlerine bağlanırlar;
sında yer alan bu bilim daha çok bir dizi dönüşümü izlemek kolay­
işlevleri tanıtmakla ilgilidir. İlk dil­ dır, hatta çok zaman eğlencelidir.
bilim çalışmaları alman dilbilimcisi Buna karşılık bir arada bulunan de­
Franz Bopp’un çalışmalarıdır diye­ ğerlerle ve ilişkilerle ilgili olan dil­
biliriz. Berlin üniversitesinde sansk- bilim pekçok güçlük ortaya koyar.”
ritçe profesörü olan Bopp 1816’da Saussure’e göre her dil kendi özel­
sanskrit, yunan, latin ve alman dil­ likleri içinde apayrı bir bütün oluş­
leriyle ilgili karşılaştırmalı bir ince­ turur. “Bir dili oluşturan imgeler so­
leme yapmıştı. Gene de Bopp’u bir yut şeyler değil gerçek nesneler­
dilbilimciden çok bir karşılaştırmalı dir; bu şeyleri bu bilimin somut bü­
dilbilgisi uzmanı saymak doğru tünlükleri diye adlandırabiliriz.” Sa­
olur. Karşılaştırmalı dilbilgisi bir bi­ ussure’e göre diller kendi içlerin­
lim olmaktan çok bir bilgi alanıdır. de, kendi özellikleri çerçevesinde
Her ne olursa olsun, XIX. yüzyıl­ oluşup gelişirler. Dil mantığa, bi­
da dilin ya da dillerin bilimsel dü­ zim ortak mantığımıza ters düşmez.
zende incelenmesine olan eğilimler Ancak her dilin bu ortak mantığa
hızla yayılmıştır. 1926’da Prag dil­ uygun azçok değişik bir mantığı
bilim demeğinin kuruluşu bunun en vardır. Bir dilin özellikleri bir başka
DİLBİLİM

dilin özelliklerine uymaz. Bir dilde özü gereği tarihseldir. “Dil her za­
doğru olan söyleyiş bir başka dilde man bir önceki çağın kalıtı olarak
saçma olabilir. Ünlemler bile, ses- görünür.” Bu değişime yatkınlıkta,
yansımaları bile bir dilden öbürüne elbet insanlann benimsenmiş yapı­
değişirler. Burada elbette ruhbilim- lar karşısında özgür istemleriyle or­
sel etkeni göz önünde tutmamız ge­ taya koydukları yeni dilekler belir­
rekecektir. İncelemede dinamikçi leyici olacaktır. “Benimsetilen ge­
ya da statikçi eğilim, buna göre ya­ lenekle toplumun özgür eylemi ara­
pıları ardzamanlı ya da eşzamanlı sında ayrı bir denge vardır.” Tutu­
olarak ele almak eğilimi özellikle bu cu eğilimler dildeki gelişimleri en­
ayrılıkların ortaya koyduğu zorun­ gellerler. “Geçmişe bağlılık seçme
luluklara bağlı olacaktır. “Aynı dö­ özgürlüğüne her an güçlük çıkarır.”
nemde varolan iki dilden biri çokça Ancak değişim her zaman vardır,
ilerleyebilir, öbürü hemen hiç iler­ hiçbir güç değişim i m utlak bir
lemeyebilir: ikinci durumda incele­ biçimde engelleyemez. “Zaman her
me zorunlu olarak eşzamanlı, öbü­ şeyi değiştirir, dilin de bu evrensel
ründe ardzamanlı olacaktır. Mut­ yasadan kaçabilmesi için hiçbir ne­
lak bir durum değişimlerin yoklu­ den yoktur.” Ancak insanlar dili bil­
ğuyla belirgindir ve her şeye kar­ dikleri gibi eğip bükemezler, içle­
şın her dil az da olsa dönüştüğün­ rinden geldiği gibi değiştiremezler.
den bir dilin durumunu incelemek Bir başka deyişle dil bazen yavaş
uygulamada az önemli olan deği­ bazen hızlı değişim ler yaşarken
şimleri gözden uzak tutmayı gerek­ devrime kapalıdır. “Bir yaşamın for­
tirir; bu matematikçilerin bazı iş­ mülleri, bir dinin kurallan, denizci­
lemlerde, örneğin logaritma hesap­ lik imleri vb. her zaman belli sayıda
larında çok küçük nicelikleri göz­ insanı belli bir zaman içinde ilgilen­
den uzak tutmalarına benzer.” Di­ dirir; buna karşılık dile her kişi ka­
lin özelliklerini oluşturan toplum­ tılır, bu yüzden dil her zaman her­
sal ruhsallık, toplumsal ruhsallığın kesin etkisiyle karşılaşır. Bu temel
özelliklerini oluşturan da elbet coğ­ olgu dilde bir devrimin olanaksız­
rafi, iktisadi ve benzeri etkenlerdir. lığım göstermeye yeter. Dil bütün
Bir toplumda alışkı la ve görenek­ toplumsal kurumlann isteklere enaz
ler nasıl aynıysa dilsel yapılar da karşılık verenidir. Dil toplumsal kit­
aynıdır. “Her toplum benimsediği leyle bütünleşir ve toplumsal kitle
dilden genellikle hoşnuttur.” Gene doğal olarak durağan olduğundan
ce değişen yaşam koşullan dile yeni her şeyden önce bir tutuculuk et­
ezellikler kazandırır, onda bir şey­ keni olarak görünür.” Kısacası, dil­
leri eskitir ve yokederken bir şey­ ler ancak kendi içlerinde kavrana­
leri başlatır, doğurur, ortaya çıka­ bilirler. Dilden dile şematik geçiş­
rır. Her dil, her zaman tarihsel ola­ ler yoktur; bir dilde bulduğumuzu
rak ele alınmaya yatkın olmasa da bir başka dilde olduğu gibi bul-
DİLBİLİM

mamız gerekmez. Bir başka deyiş­ öge de zaman içinde ortak bir ürün
le, diller bakışımlı değillerdir, bir- olarak kendini gösterir, göstermiş­
birleriyle çakışmazlar. Dil daha çok tir. “Bir sözcüğün ünlenişini belir­
nedensiz oluşumlar diyebileceğimiz leyen onun yazılışı değil tarihidir.”
oluşum larla varolur. Saussure’e Saussure burada yazıyı dilden ayı­
göre dilde iki ayrı yan vardır: ses rır. Yazı durağan kalır, kalabilir, bu­
yanı ve düşünce yanı. Ses düşün­ na karşılık dil gelişimini sürdürür.
ceyi dışlaştıran bir aracıdır. “Bir “XIV. yüzyıldan sonra yazı dura­
sesler dizisi bir fikri taşıyorsa dil­ ğan kaldı, buna karşılık dil gelişi­
bilimseldir.” Dil tam olarak toplum­ mini sürdürdü” der Saussure. Ona
da gerçekleşen bir dizgedir, birey­ göre belirleyen ortak bir anlaşma­
lerde eksikli olarak bulunur. Saus­ nın ürünüdür. “Kendini ortaya ko­
sure’e göre dil alanı bir gösterge­ yan fikre göre, belirleyen özgürce
ler alanıdır. Gösterge alanı göste­ seçilmiş görünür, buna karşılık,
rence gösterilen'den oluşur ya da onu kullanan dil topluluğu için o ba­
belirleyen'\e belirlenen'den oluşur. ğımsız değildir, benimsetilmiştir.”
Göstergeler doğal ya da yapay olur­ Öyleyse şu yargıyı rahatça orta­
lar. Soğuklar kış mevsiminin doğal ya koyabiliriz: “Dilin bir bireysel
göstergesidir. “ Sağa dönülm ez” bir de toplumsal yanı vardır, biri
levhası yapay göstergedir. “Sağa olmadan öbürü kavranılamaz.”
dönülmez” imini başka türlü de dü­ Saussure’e göre dil göstergesi ne­
zenleyebilirdik. Ancak o bu duru­ densizdir, bir başka deyişle “Belir­
muyla benimsenmiştir. Benimsen­ leyenle belirleneni birleştiren bağ
miş bir imi değiştirmek güçtür. Sol nedensizdir.” Demek ki gösterilenle
anahtarını değiştirenleyiz artık. Ya­ gösteren ya da belirleyenle belirle­
pay gösterge simge değildir. “Dil­ nen arasında zorunlu bir bağ yok­
bilimsel imi ya da daha doğrusu be­ tur. Kuşa “kuş” yerine başka bir
lirleyen dediğimiz şeyi belirlemek şey de diyebilirdim. Her dilde belli
üzere simge sözcüğü kullanıldı. Bu­ nesneleri karşılayan sözcüklerin
nu benimsemek (...) uygun olma­ değişik olması da bu nedensizliğin
yacaktır. Simgenin özelliği tümüy­ belirtisi değil midir? Fransızların
le nedensiz olmaktır: o boş bir şey “ b o e u f ’ d e d iğ in e A lm an lar
değildir; belirleyenle belirlenen ara­ “Ochse” diyor. Ancak simgede belli
sında bir doğal bağ öğesi vardır. bir ned en sellik sözkonusudur.
Adaletin simgesi olan terazinin ye­ “Simgenin özelliği onun hiçbir za­
rine örneğin bir araba koyamayız.” man tümüyle nedensiz olmayışıdır.
Her ne olursa olsun burada sesle O boş değildir, gösterenle gösteri­
kavram arasında bir bağlantı söz- len arasında doğal bir ilişki vardır
konusudur. “Dilbilimsel im bir şeyle onda. Adaletin simgesi olan terazi­
bir sözcüğü değil bir kavramla ses- nin yerine herhangi bir şey, örneğin
sel bir imgeyi birleştirir.” Bu sessel bir araba kullanamayız.” Böylece
DİN

Saussure dilbilimi temellendirir­ başlam ıştır. M erkezi yönetim in


ken onu özellikle dural yapısal in­ baskın olduğu toplumlarda bu tab­
celemenin konusu olarak belirledi. lo daha az karmaşıktır. Ne olursa
Saussure’in Genel dilbilim ders­ olsun, en eski dinler, gelişmiş bir
leri büyük ilgi uyandırdı, dil araş­ dogma ve uygulama düzenine ulaş­
tırmalarına yönelen tüm okullar mış olmamakla bir anlamda ilkel
ve akımlar onun görüşlerine bağlı­ dinlerdi ve bir öbür dünya kavra­
dırlar. Prag ve Kopenhag okulları, yışından çok bu dünyayla ilgili di­
Jacobson ve Martinet gibi dilbilim­ lekler ve öngörüler geliştirmiş ol­
ciler Saussure’ün açtığı yoldan iler­ makla gerçekçi dinlerdi, onlarda her
lediler. Böylece dilbilim dillerin ya­ şey yaşamın daha düzgün, daha ve­
pısal tanıtlamasında giderek artan rimli bir biçimde sürdürülmesiyle
bir önem kazandı. 1950’den sonra ilgiliydi. Bu dönemde yöneticilerin
am erik an d ilb ilim c isi N oam bazen tanrı ya da tanrı vekili niteli­
Chomsky dilbilimde yeni ufuklar ği taşımakta oluşu bize ilk dinlerin
açtı. Ancak Saussure her zaman te­ birer dünya dini olduğunu göste­
mel başvuru kaynağı olma niteliği­ rir. O zamanlar inancın gerçekçi
ni korumaktadır. (Bk. DİL) özellikleri insanın zorunlu gerçek­
çiliğiyle ilgilidir: ilk uygarlıkların in­
DİN (lat. religio', fr. religion; alm. sanı yalnızca gerçeklikler ya da so­
Religion\ing. religion). Tanrısallı­ mut gerçeklikler düzeyinde yaşıyor,
ğa yönelik belirli tapınma usulleri. üst düzeyde soyutlamalara yatkın
İnsan ruhunu doğaüstüne yönelten olmayan sınırlı zihniyle geniş çer­
ve Tanrı’yla ilişkiye koyan inanç et­ çeveli bir üst dünya kavrayışı ge-
kinliği. Tanrısallık fikri ya da duy­ liştiremiyordu. İnsan zihni soyut
gusu çerçevesinde bir toplumun be­ düşünceye yönelerek somutun ala­
nimsediği dogmalar ve uygulama­ nından yükseldikçe “mutlak” fikri­
lar toplamı. Tüm dinler insan ya­ ne yönelmeye başladı, çoktanrıcı-
şamını belirleyen aşkın güçlerin lıktan sonra gelişen ya da çoktan-
varlığı fikrinden doğmuştur. Dün­ rıcılığın geç dönemlerinde yavaş
yanın en eski dinleri olan çoktannlı yavaş gelişmeye başlayan tektan-
ve insanbiçimci dinlerde bir tanrı rıcı dinlerin kökeninde işte bu so­
topluluğu insan dünyası için belir­ yuta yönelme eğilimi yatmaktadır.
leyici olur. Bu insanbiçimci dinle­ Bu dönüşüm insanların insanbiçimli
rin en karmaşığı eski yunan dini­ tanrılar karşısında kuşkuya düşme­
dir. Bu ilk uygarlıklar döneminde siyle başlamıştır. Eski Yunanis­
kentler öne çıkmış, her kent kendi tan’da duyumcu İonia okulunun ve
tanrısını oluşturmuş, sonra toplum maddeci atomculuk okulunun din-
bütünleşip kentler siyasal ya da en sellikten uzak tutumuna karşılık
azından kültürel bütünlüğe kavuş­ Elea okulunun usçuluğu tekçi
144 tukça bir tanrılar ailesi oluşmaya dinsellik anlayışına yatkındır. Tek-
tanrıcılığa yönelişin ilk felsefi te­ zanmıştır. Bu dönüşüm her şeyin
meli Yunanistan’da Elea’lı Par­ kaynağı olan tek bir Tanrı’dan İyi
menides ’in “Bir Varlık”ıyla ve Pla- Tanrı (Ahuramazda) ve Kötü Tan-
ton’un İyi İdea’sıyla atılmıştır. İyi n (Angramanyu) kavramlarının tü-
İdea’sı tüm İdea’lann üstünde yer retilmesiyle gerçekleşmiştir. M.S.
alır. Tektanrıcılığa geçiş son dere­ III. yüzyılda tektanncılık Plotinos
ce yavaş olmuştur. Felsefi düzey­ felsefesi içinde en yetkin anlamını
de çoktanrıcılıklatektanrıcılık ara­ kazanır. Sonuncu büyük pagan fel­
sında biri tanrıtanımazlığa öbürü sefesi olan ve Platon’culuğun yeni
heptanrıcılığa uygun düşen iki fel­ bir yorumu olduğu için yeni-Pla-
sefe devinimi, Epikuros’çuluk ve ton’culuk diye adlandırılan Ploti­
Stoa’cılık yer alır. Epikuros tüm nos’çuluktaTann’nın özel adı “Bir-
öbür dünya kavrayışını siler, tanrı­ ”dir. Bu “Bir”in başlıca nitelikleri
ları iyi de kötü de olmayan, buna yetkinlik, aşkınlık, bağımsızlık, et­
göre kendilerinden iyilik de kötü­ kinlik, düşünsellik, özgürlüktür.
lük de gelmeyecek olan, insan dün­ “Bir” kendi benzerini yaratmak is­
yasını yönetmeyen, olsa olsa insa­ teğiyle tüm varlığı oluşturmuştur.
na örnek olabilecek olan varlıklar Bu anlayış aynı dönemlerde orta­
olarak belirler. Tektanncılığın en es­ ya çıkmış olan ve ilk büyük Hıristi­
ki biçimlerini en eski uygarlıklarda yan felsefesi olarak değerlendirilen
görüyoruz. Eski İbrani toplumun- Augustinus’çuluğa çok yakındır.
da ve İran toplumunda ortaya çık­ Plotinos’dan az sonra, IV. yüzyılın
mış olan tektanncılık gelişmiş bir sonlarına doğru Aziz Augustinus
soyutlama gücünden çok toplum­ Plotinos’un ‘B ir’ini “Doğru’1 diye
sal yalınlıktan ya da karmaşıklaş- adlandırarak tam anlamında Pla-
mamışlıktan kaynaklanır. Tektan- ton’cu çözümler ortaya koyar. Aziz
ncılık hıristiyanlığa kadar büyük bir Augustinus’dan önce hıristiyanlar
gelişme göstermemiştir, yerel ya da gerçek anlamda felsefi temellendir-
parçalı kalmıştır. İbrani ya da İsrail melere yönelmeden inanç öğelerini
dini bir aşkın Tanrı kavrayışıyla bir­ saptamakla ve yerleştirip yaymak­
likte aşın bir tannsallık korkusu ge­ la uğraşmışlardır. Zaten bu ilk hıris-
tirmiştir. İsrailoğullannın tektann- tiyanlar felsefi bir derinlikten yok­
cı kavrayışı bir göçebe kavmin tek sun kimselerdir. Dogmacı yönelim­
öndere gereksinim duyan sınırlı ya­ lerle pek ilgisi olmayan bu dönem­
şam biçimlerinden doğmuştur ve lerde hıristiyanlar gerçek anlamda
göçebe yaşamının zorunlu koşul- eylem adamlarıydılar. Yoksulluk,
lanyla belirgin katıkuralcılıkla ken­ bilgisizlik, yeraltında çalışma zorun­
dini ortaya koym uştur. İran ’da luluğu ilk hıristiyanlan düşünceden
Zerdüşt dini başlangıçta tektanrıcı çok eylemle yükümlerken Augus­
bir anlayışla gelişirken giderek iki tinus’a kadarki üç yüzyılı aşkın dö­
tannlı bir pagan dini özelliğini ka­ nemi dogmacı yönelimler açısından
DİN

verimsiz kılmıştır. Platon’cu çizgi­ de Almanya’da başlayan ve öbür


de tanrısallığın bilgisine yöneliş için avrupa ülkelerine yayılan Reform
göntll’ü ya da içsel etkinliği belirle­ devinimi hıristiyancı bakış açısın­
yici sayan Aziz A ugustinus’dan da ve hıristiyan uygulamalarında
sonraki dinbilimciler yavaş yavaş bir yumuşama sağlamıştır. XIII.
usçu bir çizgiye doğru yönelmeye yüzyıl boyunca mutlakyönetimin
başlamışlardır. Bu gidiş Platon’cu- kollan arasında korunan kilise, Or­
luktan Aristoteles’çiliğe doğru ya taçağ’ın sonlarında hızla yitirmeye
da gönülcülükten usçuluğa doğru başladığı, daha sonra neredeyse iyi­
bir gidiştir, öncesel ya da doğuş­ den iyiye elden kaçırdığı gücünü ve
tan bilgilerden deney yoluyla edi­ ağırlığını yeniden kazanma yolunu
nilmiş bilgilere doğru bir gidiştir. tutmuş, hem reformcu yanıyla hem
Aziz Anselmus, Augustinus’un Pla- reform karşıtı yönelimleriyle tam
ton’culuğuna azçok usçu bir bakış anlamında bir baskı kurumu duru­
getirmiş, inancın usla aydınlatılma­ muna gelmiştir. XVIII. yüzyılda
sı gerektiğini savunmuş, daha son­ aydınlanma devinimi tanrıcı bir an­
ra tüm skolastikler, bu arada Aziz layış getirmiş, Tanrı’nm varlığını ve
Tommaso, Aristoteles’çi bir çizgi­ mutlak gücünü öngörürken din ku-
de inancı temellendirmeye girişmiş­ rum unu gereksiz saymış ve ona
lerdir. Tektanncı büyük dinlerin ta­ büyük e le ştirile r yöneltm iştir.
rihsel çizgide üçüncüsü olan İslam 1789’dan sonra yaşama geçmeye
dini VI. yüzyılda Arap yarımada­ başlayan aydınlanmacı düşünceler
sında Hz. Muhammed’in aracılığıy­ XIX. yüzyılda büyük ölçüde ege­
la temellendirilmiştir, daha sonra men olacak olan olumcu düşün­
Razi, Biruni, El Kindi, Farabi, Ibni ceyi doğururken ya da doğuran
Sina, Gazali, İbni Rüşd gibi filo- koşullara katkılar sağlarken tanrı­
zoflarca felsefi arayışlara götürül­ tanımazlığı özellikle öne çıkarmış­
müştür. Dinci anlayışın hıristiyan- tır. Auguste Comte olumcu düşün­
lık çerçevesinde en bağlayıcı oldu­ cenin ilk büyük temellendiricisi ola­
ğu dönem Ortaçağ’dır, bu dönem­ rak tüm “mutlak”ı yadsırken din
de felsefe tam anlamında bir dinbi- düşüncesine karşı çıkmış, insanlığa
lim özelliği kazanm ıştır. R öne­ “insanlık dini”ni önermiştir. Bütün
sans’la birlikte din duygusu insan­ bu gelişmeleri içinde din duygusu
cı bakış açıları karşısında gerilemiş, bireyin varsaydığı aşkın güçlere
bu gerileme bir yandan tanrıtanı­ bağlanma gereksinimini karşılamış­
mazlığa kadar varacak olan bir inaç tır. Bazı düşünürlere göre din insa­
boşluğuna yol açarken bir yandan nın bir yaratısıdır: tarih boyunca
ileride olumculuğa dönüşecek olan varlığını sürdürmüş olan bu evren­
bilim düşüncesinin doğuşuna ko­ sel aşkınlık inancı insanın evrende
laylık sağlamıştır. Rönesans döne­ kendini yalnız ve güçsüz duyuşunu
146 minde, insancı düşünce çevresin­ dengelemek için ortaya koyduğu
DİN

bir tasarımdır. Böylece din insanın lakla özdeş leşti ri 1diği görülür. Hz.
evrensel korunm a gereksinimini Muhammed “M üslümanlık huyun
karşılamaktadır. Amerikalı pragma­ güzelliğinden başka bir şey değil­
cı filozof William James mutlak’ın dir” derken din kavramıyla ahlak
da sonsuz’un da varolan şeyler ola­ kavramını birbirine çok yaklaştırır.
mayacağını, insan zihninin tam an­ “İyi bir yaşam iyi bir dindir” der
lamında bilinmeze mahkum oldu­ Th. Fuller de. Her ne olursa olsun,
ğunu, dinin korunma içgüdüsün­ din bir inanç alanı olmakla bireyin
den kaynaklanmakla aşkın bir ger­ seçimlerine göre bir anlam kaza­
çekliği karşılamaktan uzak bulun­ nacaktır, bu da bireyin bilinç ko­
duğunu bildiriyordu. Freud dinin şullarıyla ilgilidir. B irarap atasözü
kökenini baba koruyuculuğunu ye­ şöyle der: “Din üzerine tartışan iki
niden özleme duygusuna dayandı­ insandan en az biri delidir.” Gene
rıyordu. Bazı düşünürler iyi bir ruh­ de dinin evrensel bir geçerliliği var­
sal dengenin ancak din duygusuy­ dır ve dinler özlerinde aynı özellik­
la sağlanabileceğine inanırlar, hatta leri taşır gibidirler. M ahatma Gan-
böyle bir duygunun varlığı için Tan- di “Bir insan kendi dininin özüne
n ’nın varlığını zorunlu görmedik­ ulaşırsa başka dinlerin özüne de ula­
lerini söylerler. “Tanrı olmasaydı da şır” der. Gene de bir çin atasözü-
din kutsal ve tanrısal olacaktı” der nün bildirdiği gibi, göklerin müzi­
Baudelaire. Dini “uyutucu” olarak ğini herkes kendine göre yorumla­
değerlendiren Marx, tüm tanrı ve yacaktır. Bu yüzden inanç benim­
din fikrini yoksayarak dine karşı en senen ama benimsetilmeyen bir de­
köklü eleştiriyi getirir. “Din uydur­ ğer olarak düşünülm elidir. K u­
ma bir güneştir” diyerek dinler kar­ ran’daki şu söz bu bakımdan çok
şısında kesin bir tutum alan filozo­ anlamlıdır: “İnsanlara inançlarından
fa göre din bilinç eksikliğinden kay­ ötürü şiddet uygulamayın.” Dinler
naklanmaktadır: “Din ezilmiş var­ toplumbilimi, dinsel etkinliklerin bi­
lığın soluk alışıdır, yüreği olmayan çimlerini ele alan bilgi alanıdır. Her
bir dünyanın yüreğidir, aynı zaman­ toplum dinsel inanç dizgesini söz­
da düşüncesiz bir çağın düşünce­ lerle ve metinlerle açıklar, yapıtlar­
sidir. Din halkın afyonudur.” Ne da ortaya koyar. Bu çerçevede
olursa olsun, dinin ahlaki bir yü­ inancın çeşitli görünümleri toplum­
kümlülük ortaya koyduğu kesindir, sal yapının ya da değerlerin açık­
hatta dinler bir bakıma toplumların lanması için temel oluşturur, ortak
ya da insanlığın ortak ahlak anlayı­ bilinci açıklayan bir güç olur. İnan­
şını içermektedir diyebiliriz. Kardi­ cın özellikle uygulamayla ilgili et­
nal Spellman şöyle der: “Ahlakın kinlikleri toplumlan kavramada bir
dışında din meyvasız ağaçtır. Di­ simge değeri ortaya koyar. (Bk.
nin dışında ahlak köksüz bir ağaç­ HEPTANRICILIK, TANRITANI­
tır.” Hatta zaman zaman dinin ah­ MAZLIK, TEKTANRICILIK) 147
DİNBİLİM

D İN BİLİM . Bk. TANRIBİLİM. içinde g ö zlem lem eyi öngören


gizemcilik öğretisi. Dingincilik,
D İN C İY Ö N ETİM (fr. théocratie-, Tanrı’ya arı bir aşkla bağlanmayı
alm. Theokratie; ing. theocracy). önerirken insana hem kendi kurtu­
Dinsel kurallara dayalı yönetim. Din luşunu hem de dış dünya gerçekli­
adamları topluluğunun yönetimi. ğini önemsememeyi öğretmektedir.
Kavramın kökleri eski yunan top- XVII. yüzyılda İspanya’da M oli­
lumundadır. Dinciyönetimde iktidar nos, Fransa’da Madam Guyon din­
(kratos) Tanrı’nın (theos) iktidarı­ ginciliğin önericileri oldular. Daha
dır. Laik yönetimin tam karşıtı olan sonra Fénelon bir süre bu görüşün
dinciyönetimde dinle devlet içiçe- ateşli yandaşı olarak göründü. (Bk.
dir, bir organın iki ayrı yüzü gibi­ DİN, GİZEMCİLİK, TANRI)
dir, devlet yönetimi din kurumları-
mn elindedir. (Bk. LAİKLİK) D İY A LEK TİK (fr. dialectique-,
alm. Dialektik-, ing. dialectic). Çe­
D İN D IŞI (lat. p r o f anus; fr. pro­ şitli olasılıkları göz önünde tutarak
fane-, alm. Profan-, ing. profane). yö n tem li d ü şü n m e san a tı.
K utsal’a karşıt olarak, dine yaban­ D o ğ ru la ra u la şm a y o lu n d a
cı olan, inancın dışında kalan. Din­ tartışm ayı tem el alan usullerin
le ilgisi olmayan her şeye dindışı tümü. Karşıtların karşılıklı edimiyle
diyebiliriz. Dinsellik varlık düzeyin­ ve sonunda onların belli bir çözüme
de değer ayrımları getirirken her ulaşmasıyla belirgin evrensel ve
dindışı tutum varlığı tam bir bütün­ düşünsel oluşum. Eski Yunanis­
lük ya da biryapılılık içinde görür. tan’da diyalektik (dialektike) dü­
M. Eliade şöyle der: “Dindışı de­ şünme ve tartışma sanatı anlamına
ney için uzam biryapılı ve yansız­ geliyordu. Diyalektik sözcüğü He­
dır; hiçbir kesinti onun kütlesinin gel ve Marx felsefelerinin gelişimin­
çeşitli parçalarım niteliksel olarak den sonra oldukça yeni ve değişik
ayrımlaştıramaz.” (Bk. KUTSAL) bir kavramı karşılar oldu, bu arada
sık sık kullanılır oldu. H egel’e ka­
D İN G İN C İL İK (fr. quiétisme-, dar uzanan düşünce çizgisi boyunca
alm. Quietismus; ing. quietism). diyalektik her şeyden önce bir man­
Ruh yetkinliğini Tanrı’ya dinginlik tık sanatıydı. Buna göre diyalektik,
içinde yönelme isteminde bulan, tartışmasız ya da inandırıcı söz sa­
tüm dini ve ahlaki etkinliklerin dı­ natına ya da belagate karşıt olarak
şında tam anlamında bir kendine ka­ tartışmalı söz sanatına karşılıktır.
panışla Tanrı’ya ulaşmayı öneren Diyalektikte gösterme ve çürütme
dinbilim öğretisi. Tanrı’yla buluş­ sanatları yanyanadır ya da içiçedir.
mak ya da Tanrı’ya yaklaşmak için Bu da her şeyden önce karşımız­
kendinden geçmeyi, edilgin bir ruh daki kişinin sözlerinde sakat ya da
148 durumuyla her şeyi belli bir ilgisizlik zayıf yanlan bulup çıkarma dikka­
DİYALEKTİK

tini ve ustalığını gerektirir. Eski Yu­ özelliği olarak belirliyor, karşıtlığın


nanistan’da felsefenin hızla kuru­ değişmezliğini göstermeye çalışı­
lup geliştiği dönemde yani Platon yordu. “Varız ve yokuz” diyen
öncesinde dört ayrı felsefi bakış or­ Herakleitos’a göre evrende sürekli
taya çıkmıştı: İonia’lı filozoflar var­ bir savaş ya da bir karşıtlar çekiş­
lığın temelini oluşturan ana mad­ mesi vardır, evreni ayakta tutan da
deyi ya da ilk ilkeyi arıyorlardı. bu çekişmedir. Onun “Her şey kav­
Elea’lı usçular akıp giden şeylerin gayla yaratılmıştır” görüşü sonsuz
dünyasını yani duyulur dünyayı karmaşayı bildiren bir görüş değil
aşan değişmez bir temelin araştırı­ uyum u açıklayan bir görüştür.
cılarıydılar. Değişmezi getirerek de­ Herakleitos’da diyaletik bir biçim­
vinimi tehlikeye düşüren usçuluğu de uyumsuzluk uyumla dengeleni­
duyulur dünyadaki akışı öne alan yordu. “Uyum karşıtlarla doğar” ya
duyumcu bakış açısıyla bağdaştır­ da “Karşıtlar birbirleriyle uyuşur­
ma çabası içinde atomcular varsay­ lar”. Böylece daha o zamanlar doğal
dıkları değişmez küçük parçaların diyalektikle mantıksal diyalektik
arasına boşluklar koyarak devini­ apayrı görünüm ler ortaya koyu­
mi güvence altına aldılar. Sofistler yordu. Bir tartışma, bir gösterme
bütün bu çözümler karşısında kısa ve çürütme sanatı olarak kurulan
yoldan güvensizliklerini bildirip de­ diyalektik, mantığı çıkar uğruna
ğişmez doğruları aramanın boş ol­ kullanan sofistlerde ve Sokrates’çi
duğunu öne sürdüler. Bir beşinci okullarda bir inandırma sanatı olup
çözüm her şeyi sayılara bağlayan çıktı. Sofistler Yunanistan’da siya­
Pythagoras’çılann çözümüydü. Us- sete atılmak isteyen zengin çocuk-
çu filozof Elea’lı Zenon, usçu Par- lannıntüccarlaşmış öğretmenleriy­
m enides’in değişm ez tek varlık diler. Her konudan anlamakla be­
kavrayışından çıkardığı savlan sağ­ lirgin filozofluklarının temelinde
lamlaştırmak için kanıtlar öne sü­ “mutlak doğru yoktur” ilkesi yatı­
rerek diyalektiğin kurucusu oldu. yordu. Ünlü sofist Protagoras “İn­
Zenon’un eleştirisi özellikle şeyle­ san her şeyin ölçüsüdür” derken,
rin çokluğunu benimseyen Pytha- bireye doğru görünen doğrudur,
goras’çılara yönelmişti ve mantık doğrunun başka ölçütü olamaz de­
oyunlanna dayanarak saçmayla çü­ mek istiyordu. Bu da işine geldiği
rütme yöntemini kullanan bir eleş­ gibi konuşma ilkesini getiriyordu
tiriydi. Diyalektik düşünce karşıt­ zorunlu olarak. Sofistler felsefeye
lan gözönünde tutan tartışmacı dü­ karşı filozofluklarıyla diyalektiği
şünce biçimi olarak, Zenon’unkin- doğruya ulaşma yolunda tartışma
den daha verim li bir biçim de, sanatı değil de ne yapıp yapıp haklı
İonia’lı Herakleitos’da ortaya çıkar. görünme sanatı durumuna getirdi­
Herakleitos tartışmalı karşıtlığı ev­ ler. Bundan sonra felsefe tarihi bo­
renin en temel özelliği, değişmez yunca sofist sözü hep olumsuz an-
DİYALEKTİK

lam da kullanıldı. Paul Foulquie duyulur dünyada anımsama yoluy­


şöyle der: “Sofist, amaçlarına ulaş­ la yeniden ortaya çıkarılıyordu. Bu­
mak için, ancak görünüşte değer na göre bilmek anımsamak anla­
taşıyan ve sofistlik denilen aldatıcı m ına geliyordu. Diyalektik, Pla­
kanıtlara dizgeli bir biçimde başvu­ ton’da zihni İdea’lara yöneltme ya
ran kişidir. Buna göre sofistlik doğ­ da yükseltme yöntemini belirler.
ruya ilgisiz kalan, kullananın çıkar­ Aristoteles’de diyalektik özenle iki­
larına hizmet eden, savı da karşı- ye ayrılmış olan tüm bilgi alanının
savı da kanıtlamaya hazır olan bir ikinci bölümünü karşılar. Aristote-
diyalektiktir.” Sofistler arasında sa­ les’çi diyalektik olası öncüllerden
yılsa da diyalektiği olumlu yönde yola çıkarak ortaya konulan usa-
kullanan Sokrates tartışmada her vurmalarla ilgilidir. Kesin bilgilerin,
şeyden önce kavram açıklamasına dolayısıyla birinci derecede önemli
önem veriyor, tanıtlamalara yöne­ bilgilerin alanıysa bir gösterme bi­
liyor, tanım lam alara yükselmeye limi olan ayrıştırmanın alanıdır. Böy­
çalışıyordu. Bütün bunlar için kar­ lece diyalektik Aristoteles’de ikin­
şısındakinin düşüncesini zorluyor­ cil bir anlam kazanır. Diyalektik
du. Sokrates’in amacı göstermek kavramına Aristoteles’den sonraki
deği 1buldurmaktı ya da doğurtmak­ eskiçağ düşünürleri büyük bir ye­
tı. B öylece Sokrates doğrunun nilik getirmediler. Ortaçağ düşü­
araştırılmasında en genel biçimiyle nürlerinin de bu konuda çok yeni
tümevarım yöntemini kullanıyordu. şeyler ortaya koyduğu söylenemez.
Sokrates’in izinden yürümeye özen Descartes diyalektikten hemen hiç
göstermiş olan Platon için diyalek­ sözetmedi, ettiğinde de onu kafa
tik bütün bir düşünce yöntemine bozucu bir düşünce olarak belirle­
karşılıktı. Platon’da diyalektiğin iki di, insanı gerçeklerden uzaklaştıran
ayrı yüzü vardı: birincisi Sokra- bir düşünce biçimi olarak gördü.
tes’çi tartışma, İkincisi gizemci ve Aynı horlayıcı tutuma Kant’ta da
çileci temele dayalı metafizik yük­ raslarız. Kant tüm Eleştiri'lerinde
seliş. Konunun metafizik yanına ge­ diyalektiği ayrıştırmalı düşünceye
lince, bu da tümüyle İdea’lar öğre­ karşıt olarak ortaya koydu. Onda
tisiyle ilgilidir. Platon duyulur dün­ doğrular mantığına karşıt olan bir
yayla düşünülür dünyayı kesin ola­ görünüşler mantığı vardı, bu man­
rak birbirinden ayırıyor, düşünülür tık yanılmalı usavurmalan içeriyor­
dünyayı değişmez olan asıl gerçek­ du. Bir görünüşler mantığı olarak
liklerin, İdea’ların alanı olarak be­ diyalektiğin görevi zihinde gö­
lirlerken duyulur dünyayı değişen rünüşle gerçeğin birbirine karışma­
şeylerle ilgili gölgeler dünyası ola­ sını önlemekti. Hegel diyalektiğe
rak görüyordu. Ruhgöçüne inanan yepyeni bir anlam kazandırmıştır.
Platon için bilgi düşünülür dünya­ Hegel diyalektiğinde Herakleitos’un
15 0 da elde ediliyor, bu dünyada ya da karşıtlar düzeninden bir şeyler var
DİYALEKTİK

gibidir. Hegel’de diyalektik, gerçek­ dünyayı fikirler yönetmez, fikirler


liğin temel anlamım ortaya koyar. ancak iktisadi koşullara bağlı ola­
Fikir’in üçlü gelişimini anlatır, sav rak gerçekleşirler. Düşüncenin te­
ya da olumlama, karşısav ya da melinde madde vardır, diyalektik
olumsuzlama, bileşim ya da olum- ilişk i m ad d ed e g e rçek leşir.
suzlamanın olumsuzlanması evre­ Marx’çılık bununla birlikte belirle­
lerinden geçerek gelişimini duyu­ nimci, en azından katı belirlenimci
rur. Kant, Wolff’e yönelttiği eleş­ bakıştan uzaktır. İnsan dünyasın­
tiride, mantıksal çelişkiyle gerçek­ da birbirini etkileyen iki ayrı alan,
lik çelişkisini kesin olarak birbirin­ üstyapı ve altyapı alanları belirir.
den ayırma gereğini duyurmuştu. Dünya yalnızca maddesel gelişimin
Hegel de bunlan ayırır ama onların fikri gelişimi belirlediği bir dünya
temeli aynı olan iki ayrı olgu olarak değildir. Altyapı üstyapı için tam an­
değerlendirir. Hegel’de ussal olan­ lamında belirleyici olsa da düşün­
la gerçek olan özdeştir. Hegel de cenin kurulu düzeni değiştirmek­
Herakleitos gibi doğayı karşıt güç­ te, yaşamı dönüştürmekte etkili ol­
lerin çekişme ve uyuşma alanı ola­ duğu yani üstyapının altyapıyı et­
rak gcrür. Hemen hemen Herak­ kilediği de kesindir. Düşüncenin di­
leitos gibi o da kavgasızlığı dünya­ yalektiği madde dünyasındaki di­
nın yıkımı gibi anlar. Hegel’e göre yalektiğin bir yansısından başka bir
özdeşlik ölümün, çelişki canlılığın şey değildir. Burada şeyleri düşün­
belirtisidir. Diyalektik bir süreci yani cenin yansısı sayan Hegel felsefe­
sav, karşısav, bileşim olmak üzere siyle tam bir karşıtlık sözkoryasu-
birbiri ardına gelen üç ayrı evreyi dur. Marx’çı diyalektiğe göre mad­
içeren süreci yeni bir diyalektik sü­ dedeki oluşum tam anlamında bir
reç izleyecektir. İki karşıt önerme­ yenilik kaynağıdır. Oluşumun bazı
nin yoksanmadan aşılmasına daya­ anlannda bir sıçrama ya da bir dev­
nan bileşim sav olarak kendi karşı- rim kendim gösterir, böylece bir ni­
savını oluşturmaya yönelir ve bu telik değişimi ortaya çıkar. Nice­
böylece sürer. M arx’çı diyalektik, liksel artışın niteliksel değişimi ge­
M arx’in ve Engels’in yaptıkları tirmesidir bu. Diyalektik madde­
benzetmeye göre, tepesi üstü du­ cilik evreni diyalektik süreçler bo­
ran Hegel diyalektiğinin ayaklan ye­ yunca gelişmekte olan devingen
re bastırılmış biçimidir. Buna göre maddenin oluşturduğu bir bütün
sav, k arşısav , b ileşim ilişk isi olarak gören ve bütünün sürekli
Marx’çı diyalektiğin de temeli olur. yükselen bir evrim içinde nicelik­
Marx şöyle der: “Diyalektik devi­ sel süreçler sonunda niteliksel sü­
nimi kuran şey çelişkili iki yanın bir reçleri yarattığını savunan öğreti­
arada bulunmasıdır, onlann yeni bir dir. Diyalektik maddecilik M arx’çı
kategoride çatışması ve kaynaşma­ bilgi kuramında temel görüşü oluş­
sıdır.” M arx’çı düşünceye göre turur. Bununla ilgili ilk açıklama İS İ
DİZGE

M arx’Ia Engels’in 1848’de yayım­ ğada tam anlamında edilgin bir du­
ladıkları Kom ünist p a rti bildiri- rum da olm ası gerekirdi. O ysa
j f ’nde yer almıştır. Bildirinin çıkış Marx’çi anlayışta insan dünyayı de­
noktasını şu görüş oluşturur: “Gü­ ğiştirmekle yükümlüdür, bu insan
nümüze kadar toplumlann tarihi sı­ tarihin yarattığı ya da tarihle yara­
n ıf savaşımı tarihinden başka bir tılan insan olduğu kadar tarihi de
şey değildir.” Eskiçağ’da kölelerin yaratan insandır. Sav, karşısav ve
efendilerle, çağımızda işçi sınıfının bileşim evrelerinden oluşan diya­
burjuva sınıfıyla savaşımı bu an­ lektik gelişme M arx’çi felsefede
lamda değerlendirilmelidir. Bu sa­ zorunlu yaratıcı maddesel etkinli­
vaşım larla gelişen insan yaşamı ğin özünü oluşturur. M arx’çi mad­
hem bireysel açıdan hem toplum­ decilik anlayışının tarihsel yönüyle
sal açıdan tümüyle maddi ya da ik­ diyalektik yönü kesinlikle bir etkin­
tisadi koşullara bağlıdır. Zaten liğin iki ayrı görünümüdür, birbi­
M arx’çı bakış açısına göre madde rinden ayrı ya da birbirine aykırı
tek gerçekliktir, bu tek gerçekliğin şeyler değildir. (Bk. BİLİM, FEL­
gelişimi insanlık tarihinin gelişimi­ SEFE, MADDECİLİK, YÖNTEM)
ne temel olmakla bu gelişimi açık­
layacak tek kaynaktır. Tarihin in­ D İZG E (lat. systema; fr. système;
celenmesi bu açıdan Marx felsefe­ alm. System; ing. system). Mantık­
si için ayrı bir önem taşır. M arx’çı sal ya da organik bir bütün oluştu­
bakış açısına göre üretim ilişkileri racak biçimde bir araya gelmiş olan
tüm insan yaşamının değişik süreç­ öğeler toplamı. Dizge her yerde
lerini açıklamakta temel belirleyici açıklığın ve tutarlılığın belirtisidir.
veriyi oluşturur. Toplumsal yaşam Her düşünce yetkin anlatımına diz­
da, özel olarak kültür yaşamı da gede kavuşur. Bir başka deyişle,
üretim ilişkileriyle koşullanmıştır. gerçekte her düşünce açıklık ve tu­
Bu yönde insan düşüncesiyle onun tarlılık adına bir dizge içinde ortaya
tek kaynağı olan maddi yaşam ko­ konulmalıdır, buna göre onda tüm
şulları arasında sürekli bir etkile­ öğelerin birbirlerini açıklayacak bi­
şim sözkonusudur. Somutun ala­ çimde bir bütün oluşturması gere­
nından kaynaklanan düşünce gene kir. Örtülü anlamda dizge fikri fel­
somutun alanım dönüştürmekte bir sefede oldukça eskidir, neredeyse
araç özelliği göstermektedir. Mad­ felsefe tarihi kadar eskidir ve her
di yaşam ya da iktisadi yaşam He­ şeyden önce uyum lu bütünlüğe
gel’de olduğu gibi üç evreli diya­ ulaşma kaygısını ortaya koyar. Ge­
lektik süreçler boyunca dönüşüm­ ne de oldukça parçalı görüşler ileri
lere uğrar. Burada klasik anlamda sürmüş olan en eski filozofların
bir doğa belirlenimciliğinin sözko- dizgeci bir tutum içinde olduklarını
nusu olmadığı kesindir. Böyle bir söylemek güçtür. Dizgesel yaklaşım
şey sözkonusu olsaydı insanın do­ ilk belirtisini felsefe tarihinin ilk iki
DOGMA

büyük filozofunda, Platon ve Aris- adına yaraşır her felsefe belli bir
toteles’de göstermiştir. Platon’un dizgesel tutarlılığa sahip oluşuyla
ve Aristoteles’in felsefeleri, dizge­ genel düşünceden ayrılacaktır. Diz-
sel bir bütünlükte sunulmamış ol­ gedışı görüşler ortaya koymuş olan
makla birlikte ele aldıkları konular kişiler filozoftan çok düşünür diye
açısından açık ve tutarlı bir bütün nitelendirilmelidirler. (Bk. DÜŞÜN­
oluştururlar. Her ikisinde de sorun­ CE, FELSEFE, FİLOZOF)
ların dağınık işlenişi ya da birbiriy-
le karışmış görünümü onların bü­ DO G M A (fr. dogme; alm. Dog­
tünü içinde belli bir düzende kav­ ma; ing. dogma). Bir felsefe oku­
ranılmasını engellemez. Androni- lunca benimsenmiş temel görüş.
kos, M .S. I. yüzyılda, Aristote- Tartışılmadan benimsenmiş görüş.
les’den kalma parşömenleri konu­ Tartışmadışı tutulan inanç öğesi. Bir
larına göre düzene koyarken onla­ topluluğun tartışmadan benimsedi­
ra dizgesel bir bütünlük kazandır­ ği öğreti. Ortaçağ Avrupa’sında ki­
mıştır. Felsefede dizgecilik etkin lisenin koyduğu ve bir zorunluluk
olarak ancak XVII. yüzyılın ilk bü­ olarak kişilere benimsettiği öğreti.
yük felsefeleriyle gelişmiş, XIX. Dogma her şeyden önce kanıtsız
yüzyıl başlarında Hegel’de doruk oluşuyla ve usun yolgöstericiliğin-
noktasına ulaşmıştır. Hegel’in diz- de mutlak doğruya ulaşma savın­
geciliği deyim yerindeyse eksiksiz da oluşuyla gerçek anlamda felsefi
bir dizgeciliktir. Her sorunu kapalı düşünceden ayrılır. Dogma yalnız
bir dizge anlayışı içinde açıklama­ din alanında değil felsefe, sanat, si­
ya yönelen Hegel kendinden son­ yaset alanlarında da geçerli olabilir.
rakilere felsefe adına yapılacak iş Ne olursa olsun, dogmacı düşün­
bırakm amış gibidir. Daha sonra ce felsefi düşünceyle açık biçimde
Kierkegaard Hegel’in çok büyük bir tersleşir. Dogma daha çok benim­
p ro fesö r o ld u ğ u n u söyleyerek semeyle, felsefi düşünce arayışla
Hegel dizgeciliğine yüklenecektir. belirgindir. Felsefi düşüncenin don­
Kierkagaard’a göre Hegel her şeyi duğu ya da kalıplaştığı yerde dog­
açıklamak isterken büyük bir yan­ ma başlar. Dogma insanı gerçek­
lışa düşmüştür. H egel’den sonra likten uzaklaştırırken ona esenlik ve
M arx’çılar da dizge fikrine karşı dinginlik verir. Dogmaları olan in­
çıktılar. Onlara göre durmadan de­ san gerçeği bir daha yitirmemece-
ğişen bir dünyada en köklü açıkla­ sine bulmuş olmanın erinci içinde­
malar bile geçici olabilirdi. Varoluş­ dir. Dogma, dogmacıya göre, doğ­
çular da dizgecilikten yana olmadı­ runun kendisidir, ayrıca doğru ya­
lar. Onlar uçsuz bucaksız bir kay­ şamı güvence altına alır. Dogma bir
ganlıklar dünyasında kesin açıkla­ formüldür, tartışmayla ortaya ko­
maların geçersiz olacağına inanı­ nulmuş bile olsa tartışmayı gerek­
yorlardı. Ne olursa olsun, felsefe tirm ez ya da tartışm adan kaçar.
DOGMACILIK

Dogmayla ilgili tartışma dogmayı lük olarak görünür. Belirlenimci


kökten ele almadıkça geçersizdir. görüşler bu şaşmaz yapı ve işleyiş
Dogma bir önyargıdır ya da bir ön­ fikrine dayanır. Aristoteles “Doğa
yargılar yumağıdır. Dogmayı öğre­ hiçbir şeyi nedensiz yapmaz” diye
tiden ayıran öğretinin her zaman düşünüyordu. Lamarck’agöre do­
tartışılabilir, gerektiğinde değiştiri­ ğanın etkinliği birdenbire gerçekle­
lebilir oluşudur. (Bk. KURAM, şen bir etkinlik değildir. “Doğa yap­
ÖĞRETİ) tığı hiçbir şeyi birden yapmaz.” La-
marck doğayla ilgili olarak şöyle
D O G M A C IL IK (fr. dogmatisme; der: “Doğanın bizim kendisinde
alm. Dogmatism us; ing. dogma- hayran olduğumuz şeyleri varet-
tism). Kuşkuculuğa yer bırakma­ mek için kendisine gerekli olan araç­
yacak biçimde bazı doğruların var- lara ve yetilere sahip olduğunu ka­
1ığmı öne sürme tutumu. Her dog­ nıtlayabileceğimi umuyorum.” Bu­
macı düşünce zihnin mutlak ger­ na göre doğayı başlıbaşına bir bü­
çekliği sezebilecek güçte olduğunu tünlük olarak kavramak olasıdır.
ileri sürerek eleştirici ve kuşkucu Metafızikçiler çok zaman doğayı bir
bakışlarla tersleşir. K ant’a göre doğaüstü kavramıyla birlikte düşün­
“metafiziğin dogmacılığı, salt usun müşlerdir. Skolastikler gibi Spino-
eleştirisi olmaksızın ilerleyebilme za da natura naturans'ı yani yara­
önyargısıdır.” Dogmacılık Alain’e tıcı Tanrı’yı natura naturata’dan
göre “bildiren bir çılgınlık gibidir”. yani yaratılm ış şeylerden ayırır.
Felsefede dogmacılıktan yani her Maddeci düşünürler doğaüstünü
türlü öncesel kesinlikten kaçınmak yok sayarlar. Örneğin Epikuros’a
ya da her türlü kesinliği kuşkuyla göre madde dünyasının dışında bir
tartışmak gerekir. Felsefi düşünce başka dünya yoktur. Stoa’cılar da
eleştirili düşüncedir. Dogmacılığın aynı biçimde düşünürler ve Tan­
kolayca hoşgörüsüzlüğe açıldığı rı’yı maddesel varlığın içine yerleş­
görülür. (Bk. KUŞKUCULUK) tirerek tam anlamında heptanrıcı
bir doğa açıklaması getirirler. Din­
DO Ğ A (lat. natura; fr. nature; ci filozoflara, örneğin Pascal’e gö­
alm. Natur, ing. nature). Madde­ re insan tam güçlü bir varlığın yani
sel dünya. Fiziksel evrenin bütü­ Tanrı ’nın yarattığı bir dünyada tam
nü. Bir cinsin, bir türün, bir bire­ güçlü olmayan bir varlıktır. Pascal
yin temel özellikleri. Bilimsel anlam­ şöyle der: “İnsan doğada nedir?
da doğa maddesel varlığın ya da Sonsuzun karşısında bir hiç, hiçin
evrenin bütününü içerir. Metafizik karşısında bir sonsuz, hiçin ve son­
anlam da doğa organik bütünlük suzun arasında bir orta yer.” Duy-
demektir. Bütünsel açıdan da me­ gucular bu doğaüstü ve doğa ayrı­
tafizik açıdan da doğa şaşmaz bir mı çerçevesinde doğayı tanrısallık­
154 yapıya ve işleyişe sahip bir bütün­ la insan arasında bir aracı sayarlar.
DOĞAÇLAMA

Onlara göre doğa tanrısallığı açın- Aristoteles’in tüm doğal oluşum­


layan şeydir. Böylece duygucu eği­ ları doğanın kendindeki güçlere
lim doğayı tanrısal güzelliklerle do­ bağlayan doğa kavrayışından ve bu
nanmış bir bütün olarak görür. Bu­ kavrayışın dinci izleyicilerinden olan
na göre sanat yapmak doğadaki skolastiklerin Tanrı yaratısı doğa
güzellikleri görmek ve göstermek anlayışından sonra tam anlamında
anlamına gelecektir. Bu da elbet de­ bir fiziksel doğa kavrayışına ulaşıl­
haların işi olacaktır. Bu eğilim bize mış oldu. Bilimin konusu olan bu
duygucu doğalcılığın yolunu açar. fiziksel doğa k avrayışı R öne-
Gerçekçiler bu doğalcı görüşe karşı sans’dan bugüne çok gelişti ama
çıkacaklardır. “Sanatın görevi do­ özünde büyük bir değişikliğe uğ­
ğayı kopya etm ek değil doğayı ramadı. Özellikle Newton’dan son­
açıklamaktır” görüşünü benimse­ ra bu anlamda görüşler daha belir­
yen Balzac “Doğadaki doğru ede­ ginleşti. Kant doğayı N ew ton’in
biyattaki doğru olmayacaktır” der. kavrayışıyla özdeşleştirdi. (Bk. BE­
Aristoteles “Doğayı gözlemlemek LİRLENİMCİLİK, EVREN, Fİ­
her zaman güzeldir” diye düşünü­ ZİK)
yordu. Rousseau doğal olanı insan
için en güçlü dayanak olarak de­ D O Ğ A C ILIK (fr. naturisme; aim.
ğerlendirdi. Buna göre doğada ol­ Naturismus; ing. naturism). Doğayı
m ak mutlu olmak için yeterlidir, kutsama ve yüceltme eğilimi. Din­
mutsuzluk doğadan uzaklaşmayla lerin kökenini fiziksel dünyadaki ay,
başlar. Doğal durumdaki insan mut­ güneş, ateş, fırtına gibi çarpıcı nes­
luydu. “Doğa hiçbir zaman bizi al­ nelerin kişileştirilmesine ve yücel-
datmaz, onu aldatan her zaman bi- tilmesine bağlayan tarih görüşü.
ziz” der Rousseau. Doğaya duy­ Toplumsal kurumlarda ve yaşam
gucu gözle bakmadığımız zaman biçimlerinde doğaya dönüşü öne­
doğa bize yalnızca bir yarar ortamı ren öğreti. (Bk. DOĞA)
olarak görünecektir. Rousseau’dan
bir yüzyıl kadar önce Bacon doğa­ DOĞ AÇLAM A (fr. improvisati­
ya egemen olmak için ona başeğ- on', aim. Improvisation', ing. imp­
mek gerektiğini bildiriyordu. Do­ rovisation). Ön hazırlık yapmadan
ğaya başeğmek elbette onu iyice yaratma. Yaratmayla yorumlama­
ö ğ re n m e k a n lam ın d ad ır. B a- nın aynı anda olması. Bir sanat ya­
con’dan sonra gelişen olumcu dü­ pıtını ön hazırlık olmadan gerçek­
şüncenin yandaşlan, Bacon’ın izin­ leştirme. Sanatta yazılı metnin pek
de, doğayı öğrenilmesi ve egemen kullanılmadığı eski zamanlarda do­
olunması gereken bir güç saydılar. ğaçlama bir zorunluluktu ve başlı-
Buna göre bize düşen her şeyden başına olmasa bile belli bir ölçüde
önce doğanın yasalarını ortaya çı­ yaratmanın koşullannı belirliyordu.
karmaktır. Böylece yüzyıllar boyu Gerçekte doğaçlama başka müzik
DOĞAL

olmak üzere tüm yorum sanatla­ bilmiştir. Buna karşılık Jean-Jacqu­


rında belli bir ölçüde geçerlidir: ana es Rousseau doğal durumda insa­
metinden herhangi bir uzaklaşma nın mutlu olduğunu, mutsuzluğun
ya da ona eklenen herhangi bir süs­ uygarlaşmaya başladığını, mülkiye­
leme doğaçlamayı getirecektir. Av­ tin gelişmesiyle koyulduğunu bil­
rupa toplumları dışındaki toplum­ dirdi. Filozofa göre en uygun ya­
lar, özellikle Ortadoğu, Uzakdoğu şam doğal yaşamdı, eğitim de do­
ve Kuzey Afrika müzikte doğaçla­ ğanın bağrında gerçekleştirilmeliy-
maya büyük bir yer verdiler. Orta­ di. Öte yandan toplumda doğal ya-
çağ avrupa müziğinde gregorius şamdakine benzer bir mutluluk an­
şarkılarında doğaçlama büyük bir cak “toplumsal sözleşme”yle ger­
rol oynamıştır. Daha sonra yüzyıl­ çekleştirilebilirdi. Doğal durumda­
lar içinde değişik biçimler alan bu ki birey, henüz toplumsallaşmamış
yöntem çağımızda daha çok caz ala­ birey, kendi gücünü hiçbir toplum­
nında geçerlidir. Müzikte etkin yön­ sal engelle karşılaşmadan kendisi
tem uygulayan müzik eğitimcileri için kullanıyordu. Toplumsal söz­
de doğaçlamaya önem vermekte­ leşmenin getirdiği yasa düzeninde
dirler. insan kendisini sıkan engelleri do­
ğal durumda olduğu gibi etkisiz kı­
D O Ğ A L (fr. naturel; alm. natür- labilecektir. “Doğal durum” kavra­
lich\ ing. natural). Doğayla ilgili mı genel görünümü içinde ve ta­
olan. Doğaya aykırı olmayan. Ya­ rihsel zorunluluklar çerçevesinde
pay olana karşıt olarak yalnızca do­ tümüyle kurama dayalı bir kavram­
ğadan gelen. Kendi doğasına uy­ dır. Rousseau, İnsanlar arasında
gun olan. Doğal durum, insanlığın eşitsizliğin kökeni ve tem elleri
uygarlaşm adan önceki durum u. üzerine söylev'in önsözünde doğal
XVII. ve XVIII. yüzyıl filozofları durumu “artık varolmayan, belki de
insanın doğal durumunda hangi ko­ hiç varolmamış, olasılıkla hiç va­
şullar altında yaşadığını büyük öl­ rolmayacak, bununla birlikte şim­
çüde konu ettiler. Bu merak elbette diki durumumuzu iyi yargılayabil­
hızla uygarlaşmakta ya da basitçe mek için doğru kavramlara ulaş­
sanayileşmekte olan insanın gittik­ mış olmak açısından gene de zo­
çe karmaşıklaşan yaşam düzenin­ runlu bir durum” olarak tanımlar.
deki sorunlarından kaynaklanıyor­ Bu konuda Guy Palayret şöyle der:
du. Hobbes doğal durumdaki insa­ “Bu nokta çok önemlidir, çünkü
nın yırtıcı özelliklerinden sözetti. Rousseau da doğa kavramının du­
Ona göre doğal durumda insan in­ yulur deneyin alanından gelmedi­
sanın kurduydu (homo homini lu- ğini, onun düşüncenin bir kurgusu
pus). Filozofa göre insan uygarla­ olduğunu gösterir.” Bu kurgu için­
şarak yasa düzenine geçmiş, bu dü­ de parçalanmamış yaşam ya da bü­
156 zende bencilliklerini dengelemeyi tünlüklü yaşam fikri geliştirilebilir:
DOĞALCILIK

ilkel insan bir işsizdir, bir başıboş­ kin bir ilkeye göre vardır. Doğalcı
tur, çalışmanın ne olduğunu bilmez, anlayışların başında evrimci filozof
bu bakımdan doğayla içli dışlı da Spencer’in anlayışı gelir. Bu anla­
değildir. İşsizlik doğayla insan ara­ yışa göre her şey içkin bir doğal ya
sında yumuşak bir yastık gibidir. da maddesel ilkeye göre vardır, tüm
Gene de doğal durumda yaşam ko­ varlığın, tüm oluşumun temelinde
lay olmalıdır: “İsparta yasaları yurt­ bu ilke bulunur. Tanrısal yaratma
taşların çocuklarını nasıl açık açık fikrine kökten aykırı düşen bu an­
karşısına alıyorsa, doğa da çocuk­ layış bir ölçüde heptanrıcı kavrayı­
ları açık açık karşısına alır; bedeni şa bağlanabilir. N itekim Spino-
sağlam olanları güçlendirir, öbür­ za’nın heptanrıcılığı da bir tür do­
lerini yokeder” (J.-J. Rousseau) ğalcı görüşle ortaya konulmuştur.
Doğal ışık, Descartes’da ve Des- Gene de tanrısallığın varsanması ya
cartes’çı filozoflarda, özellikle Le- da yoksanması yönünden doğalcı­
ibniz’de zihne kendini açan doğru­ lıkla heptanncılık arasında kesin bir
ların bütünüdür. Bu anlamda doğal ayrılık vardır. Dinbilim açısından
ışıl usla, bir ölçüde de zekayla öz­ doğalcılık insanın özünden iyi ya
deşleşir, başkalarından ya da dış da doğası gereği iyi olduğu görü­
dünyadan edinilmiş olanla karşıtla­ şünü benimser ve tanrı kayrası fik­
şır, tan rısal bir anlam kazanır. rine karşı çıkar. Elbette bu anlam­
Descartes şöyle der: “Tann’mn bi­ da doğalcılık bir sapkınlık olarak
ze verdiği, bizim de doğal ışık diye değerlendirilmiştir. Buna koşut ola­
adlandırdığımız tanıma yetisi algı­ rak doğalcı bakış ahlak alanını bi­
ladığı şeyde yani açık ve seçik ola­ yolojik yaşamın bir uzantısı sayar.
rak tanıdığı şeyde doğru olmayan Buna göre gereksinmeler ve içgü­
hiçbir şeyi algılamaz.” (Bk. SÖZ­ düler ahlaki bir belirleyicilik kaza­
LEŞME) nırlar, ahlak kuralları organik ya­
şamın gerekleriyle belirlenir, hatta
D O Ğ A L C IL IK (Fr. naturalism; davranış kurallarını insan yaşamı­
alm. N aturalism us; ing. natura­ nın özelliklerinden giderek temel­
lism). Doğanın dışıda hiçbir şeyin lendirme eğilimi doğar. Estetikte do­
varolmadığını ileri süren, buna gö­ ğalcılık doğaüstünü yoksamak gi­
re her şeyi deneyine ulaştığımız bi bir tutuma yönelmeksizin doğa­
doğal olaylar zincirine indirgeyen yı ya da tüm gerçekleri tam tamına
öğreti. Doğayı yüceltme eğilimi. olduğu gibi, yani tüm ayrıntılarıy­
Sanatta gerçekliği nesnellik adına la, hatta tüm kabasaba yanlarıyla
olduğu gibi yansıtma anlayışı. Do­ anlatmayı öngörür. Böyle bir anla­
ğalcı öğreti, doğaüstü herhangi bir yış her yönüyle öykünmeci bir an­
varlığın ya da varlık alanının bu­ layıştır, her şeyi olduğu gibi, hiç
lunmadığını bildirir. Bu öğretiye gö­ bozmadan resmetme, bir şey kat­
re doğa kendi kendine vardır ve iç­ madan ve bir şey çıkarmadan, özel
DOĞAÖTESİ

bir yorum getirmeden anlatma an­ telikli bir deneysel bilgiler toplamı­
layışıdır. Genel olarak gerçekçi an­ na ulaşmış olmayı zorunlu kılar.
layışa yakın duran hatta onunla öz­ Doğalcılığın eleştirisi belki de tari­
deşleşir gibi olan ya da onun katı- höncesi insanının doğalcı tutumu
kuralcı bir yorumu gibi beliren do­ çok aşan yorumlamacı gerçekçili­
ğalcılık varolanı bozmama ve ona ğiyle ve Aristoteles’de ilk köklü an­
özel bir yorum getirmeme titizliğiyle latımını bulan doğada sanat yoktur
gerçekçilikten ayrılır, bir anlamda ilkesiyle başlar. Gerçek anlamında
kaba gerçekçilik olur. Doğalcılık gerçekçi tutum doğaya bir insan yo­
XIX. yüzyıl Avrupa’sında edebiyat rum u getirm ek olduğuna göre,
alanında Flaubert, Zola, Goncourt doğalcılık gerçekçiliğin gerçekçi ol­
kardeşler, Daudet, Maupassant gi­ mak adına sanatsallıktan uzaklaş­
bi fransız yazarlarının kaleminde en mış biçimi olma tehlikesiyle karşı
yetkin anlatımını kazandı. Claude karşıyadır. Öte yandan, kendini ger­
Bernard’ın ve Taine’in etkisi altın­ çekçi çizgide ortaya koyan ve dün­
da kalmış olanZola, doğalcılığı bi­ yayı olduğu gibi yansıtmayı amaç­
limsel düzeyde temellendirmeye ça­ layan doğalcılığın yanında bir de
lıştı, bunun için insan ilgili gerçek­ duygucu doğalcılıktan sözetmek
lerin araştırılmasına deneysel yön­ doğru olur. Duygucular, çok zaman
temi uygulama önerisinde bulun­ dinsel bir kavrayış içinde, doğaya
du. Bütün doğalcı yazarlar doğalcı aşırı bir bağlılıkla, sanatı doğa öy-
tutumu en etkili gerçekçilik olarak künmeciliği olarak görürler. Onla­
belirlemiş, bu tutumları içinde yaşa­ ra göre Tanrı’nın yarattığı güzel­
mı tüm girdisi çıktısıyla araştırma­ liklerle dolu doğada sanat yapmak
ya yönelmişlerdir. Başta Flaubert bu güzellikleri kağıda ya da tuvale
olmak üzere doğalcı yazarların tü­ aktarmaktan başka bir anlam taşı­
münde yaşamın ayrıntılı ya da bü­ maz. / Winckelmann: “Sanat bir
tünsel bilgisine, şaşmaz bilgisine kopyanın doğanın kendisinden da­
ulaşma dileği ağır basar. Bu elbette ha çekici olduğunu gösterir.” / Sa-
iyiden iyiye karmaşıklaşmış ve hız­ inte-Beuve: “Sanatın, doğanın ve
la gelişmekte olan XIX. yüzyıl av- ahlakın bir bütün oluşturduğu ve
rupa toplumunda bir özentiden çok birbirine karıştığı nokta yüksek bir
gerçekliklerin uzağına düşmeme ti­ noktadır.” / Schiller: “Dehayla do­
tizliğini yansıtır. Doğalcı yazarların ğa ölümsüz bir antlaşma yaptılar:
başlıca ilkesi, yaşamı her yönüyle doğanın öngördüğünü deha kesin
doğru yansıtabilmek için onu tüm olarak gerçekleştirir.” (Bk. GER­
etkinlikleri içinde doğru ojarak kav­ ÇEKLİK)
rayabilmektir. Demek ki doğalcı tu­
tum her şeyden önce toplumsal ni­ DOĞAÖTESİ. Bk. METAFİZİK.

158
DOĞRU

DOĞRU (lat. veritas; fr. vérité', Descartes da “Zor şeylerin güzel


ahn. Wahrheit-, ing. truth). Gerçek­ olduğuna inanmak ölümlülerin or­
liğe uygun olan bilgi. Nesnesine tak yanlışıdır” diyordu. Böylece
nygun düşünce. Doğru, gerçekli­ doğruyu d ü şü n ce n in nesn ey le
ğin bilinçteki yansısıdır ya da bi­ uyarlılığı diye belirleyebiliriz. Doğ­
linçteki görünümüdür. Doğrunun ru, skolastiklerin deyişiyle, adae-
ortaya konulması bir şeyin nasıl ol­ guatio rei et intellectus' dur. Doğ­
duğunun gösterilmesidir ya da ba­ ruların konu edildiği alan felsefe­
sitçe olanın onaylanmasıdır. Ülkü­ nin alanıdır. Felsefe doğrularla ilgi­
cü felsefelerde doğrunun nesnesi li araştırma alanı olarak yargıları­
zihindedir. Buna göre bir doğruyu mızın gerçeklikle bağlarını inceler,
ortaya koymak, zihinde varolan bir bu arada gerçekliğe uygun yargılar
fikri apaçık görm ek dem ektir. ortaya koymaya çalışır. Felsefenin
Descartes apaçıklığı doğrunun öl­ doğrulan ussal düzeyde öngörül­
çütü sayıyordu. Descartes’a göre müş doğrulardır. Doğru bizi ger­
bazı fikirler apaçık kavranılmakta­ çekliğe bağlar, bu yüzden onun var­
dır, fikir adı yalnızca onlara yakı­ lığı yaşam için büyük bir değer or­
şır, öyleyse “çok açık ve seçik ola­ taya koyar. Belki de doğru bizim
rak tanıdığımız her şey doğrudur”; için en değerli şeydir. Aristoteles’in
doğruluk nesnelerden edindiğimiz “Platon’u severim ama doğruları
fikrin apaçıklığıdır. Gerçekçi bakış daha çok severim” (Amicus Plato,
düşünceyle nesnesi arasındaki sed magis amica veritas) sözü bi­
uyarlılığı konu edinirken her zaman ze doğruların her şeyden üstün ol­
nesneyi zihnin dışında arayacaktır; duğunu duyurur. / M ontaigne:
gerçekçi bakışa göre nesne zihinde “Göreneklerin bozulmasının ilk be­
de olsa onun kaynağı somut ger­ lirtisi doğrunun dışa atılmasıdır.” /
çekliklerdir. Ülkücü düzeyde de Descartes: “D oğrunun bilgisine
gerçekçi düzeyde de, doğru, bilgi­ ulaşmamızı engelleyen tüm güçlük­
nizin niteliğini, gerçeğe uyar oluş leri ve yanılgıları ortadan kaldırma­
Asiliğini ortaya koymaktadır, böy- ya çalışmak gerçek anlamda savaş
k ce zihnimizle gerçeklik arasında­ vermektir.” / La Rochefoucauld:
ki bir uyarlılığı göstermektedir. “Doğrunun dünyaya sağladığı iyi­
Doğru, her iki bakış açısına göre lik, görüntülerinin yaptığı kötülük
de ancak evrensel olabildiği ölçüde kadar çok değildir.” / John Keats:
doğrudur. Marx şöyle der: “Doğru “Güzel Doğru’dur. Doğru da Gü-
evrenseldir, doğru benim değildir, zel’dir - Bilinen tek şey budur dün­
herkesindir.” Öte yandan, doğru, yada - Bilinmesi gereken tek şey
çok zaman düşünüldüğünün tersi­ budur.” / Nietzsche: “Kanılar doğ­
ne, son derece yalın ve basittir. Se­ runun yalanlardan daha tehlikeli
n eca “ D o ğ ru n u n d ili b a s ittir” düşmanıdır.” /H .D . Thoreau: “Aşk,
( Veritatis simplex oratio est) der. para, ün yerine bana doğruyu ve­ 159
DOĞRUCULUK

rin.” / Martin Luther: “Şarap güç- DO Ğ RU CU LU K (lat. veracitas;


lüdür, kral daha güçlüdür, kadınlar fr. véracité', alm. Wahrhaftigkeit',
daha da güçlüdür, ama doğru hep­ ing. veracity). Doğruyu söyleye­
sinden güçlüdür.’’/Henri Poincare: nin niteliği, doğruya bağlı olanın
“Doğruyu aramak için bağımsız niteliği. Aldatıcı olmayanın niteliği.
olm ak gerekir, tam anlam ında Özellikle Descartes felsefesinde
bağım sız olm ak gerekir. B una bilgilerimizin doğruluğu için güven­
k a rş ılık ey lem d e b u lu n m ak ce olan Tanrı’nın niteliği. Tanrı’nın
istiyorsak, güçlü olmak istiyorsak doğruculuğuna Descartes kuşku­
birleşm iş olm am ız gerekir. Bu dan geçerek ulaşır. Duyularım be­
yüzden pekçok kişi d o ğ ru ’dan ni aldatıyor, diye düşünür. Uykuda
k o rk u y a k ap ılır, d o ğ ru ’yu bir gördüklerim aldatıcıdır. Uyanıkken
güçsüzlük nedeni olarak görür. gördüklerim de varolm ayabilir.
B u n u n la b irlik te d o ğ ru ’dan Tanrı’nın beni aldatmakta olduğu­
korkmamak gerekir, çünkü doğru nu söyleyebilir miyim ? G erçek
tek güzel şey d ir.” Ben burada Tanrı aldatmaz. Beni ancak kötü bir
doğru’nun sözünü ederken elbette ruh aldatabilirdi. Tanrı da böyle bir
her şeyden önce bilimsel doğru’dan şey değildir. O tam güçlüdür. Al­
sözetm ek istiyorum , am a aynı datıcılık Tanrı kavramına ters dü­
za m a n d a ah lak i d o ğ ru ’dan şer. Tanrı’nın iyiliği onu bizi aldat­
sözetm ek istiyorum, adalet diye maktan alıkoyacaktır. Şöyle der
ad la n d ırıla n şey de bu ahlaki Descartes: “Dünyayı algıladığımız­
d o ğ ru ’nun yüzlerinden biridir. da, Tanrı’nın doğruculuğundan ötü­
Sözcükleri yanlış kullandığım , rü bir yanılsamayı değil de gerçek
o rtak h içb ir yanı olm ayan iki dünyayı algıladığımız sonucuna va­
nesneyi aynı ad altında topladığım rıyoruz.” (Bk. TANRI)
düşünülebilir; kendini ortaya koyan
bilimsel doğru’nun kendini sezdiren DOĞRU LAM A (fr. vérification-,
ahlaki d o ğ ru ’ya hiçbir biçim de alm. Untersuchung-, ing. vérifica­
yakın olmadığı düşünülebilir.(..) tion). Bir yargıda ya da kuramda
Bununla birlikte onları birbirinden d o ğ ru lu ğ u n sa p ta n m a sı. B ir
ay ıram am , b u n la rd a n b irin i yasanın doğruluğunu gözlem ya
sevenler öbürünü sevmekten geri da den ey y o lu y la g ö sterm e.
kalmazlar. Bunlardan birini bulmak Tümevarımla ortaya konulmuş bir
için de öbürünü bulmak için de bir yasanın gerçeğe uygun oluşunu
in sa n ın ru h u n u tüm üyle belirleme. John-Stuart M ill’in de
önyargıdan ve tutkudan kurtarması gösterdiği gibi, bilimsel bir araştır­
gerekir, mutlak içtenliğe ulaşması mada önce gözlem yapılır, sonra
gerekir. Bu iki çeşit doğru bir kere tek tek durumlardan genel bir so­
b u lu nd u m u bize aynı sevinci nuca ya da yasaya yükselinir, bu
verecektir.” (Bk. GERÇEK) aynı zamanda varsayımın oluştu-
U U U U yiA fN C lL lK

mlması demektir. Varsayımın doğ- Theaitetos'unda ebe olan annesi gi­


nıluğunun gösterilmesi doğrulama­ bi kendisinin de doğurtma sanatın­
yı oluşturur. Ortaya koyulan var­ da usta olduğunu söyler: “Benim
sayım tek bir durum için değil ben­ doğurtm a sanatım onlarınkiyle
zer bütün durumlar için geçerli ola­ (ebelerinkiyle) aynı genel özellikle­
caktır. Claude Bemard şöyle der: ri gösteriyor. Ayrılık şurada: be­
“Gerçek anlamda bilgin kaba olgu­ nimki kadınlan değil de erkekleri
ları gözönünde tutmaz, açıklama­ kurtarıyor, doğurtma eyleminde be­
ya ve yasaya yükselmek ister. O denleri değil de ruhları ele alıyor.”
her zaman olguların nedenine bağlı (Bk. ALAY, YÖNTEM)
olarak en olabilir görünen bir ön-
cesel fıkir’i ya da bir varsayımı or­ DO Ğ UŞTANCILIK (fr. nativis-
taya koyar, sonra gözlemde ya da me; alm. N ativism us; ing. nati-
deneyde elde edilmiş öbür olgular vism ). B ilgilerim izin doğuştan
aracılığıyla öncesel fıkir’in değeri­ geldiğini öne süren öğreti. Zihinde
ni doğrulam aya ve denetlemeye deneyle elde edilen bilgilerden ön­
yönelir.” (Bk. DENEY, GÖZLEM, ce doğuştan gelen bilgilerin bulun­
YASA) duğunu ileri süren öğreti. Doğuş­
tancılık klasik usçuluğun temelin­
DOĞURTM A (y\ın.maieutike; fr. de yer alır. Doğuştancılar, deneyci
maieuîique.\ alm. M aieutik; ing. bakış açısına tam karşıt bir tutum
muıieutics). Buldurarak düşündür­ içinde, dünyaya gelen bireyin zih­
me yöntemi. Sokrates’in düzenli nini bir tabula rasa olarak görmez­
som lar sorarak doğruyu karşıda- ler. Onlara göre zihin önsel yani"a
kine buldurma yöntemi. Doğurtma priori bir takım ilkelere ya da hatta
S okrates’in uyguladığı tartışm a fikirlere sahiptir, dolayısıyla bire­
yönteminin bir parçasıdır. Bu yön­ yin bilgiye yönelmesi bu önsel hâ­
temle Sokrates konuştuğu insan­ zineye yönelmesiyle olasıdır, bir
ların tartışma sırasında bilgi ortaya başka deyişle birey bu verilmiş kay­
koymalarını, doğurmalarını sağlar. nağı kendinde tüm ayrıntılarıyla
Bu bir bakıma insanın zihninde ta­ keşfederek bilgi dünyasını oluştu­
şıdığı ama var olduğunu bilmediği racaktır. Doğuştancılığın ilk büyük
bilgiye ulaşmasıdır. Tartışmada ön­ temellendiricisi olan Platon, Orp-
ce karşısındakini açmazlara düşü­ heus’çu-Pythagoras’çı inanç öğe­
ren ve onu bilgisizliğine inandıran leri çerçevesinde, ruhun sürekli bir
Sokrates sonra ona bilgiler buldur­ göç durumunda olduğuna inanıyor,
ma yolunu tutar, böylece alayla duyulur dünya’dan yani bu gölge­
başladığı eylemi doğurtmayla sür­ ler dünyasından düşünülür dün­
dürür. Fikirlerin doğurulması bir ya’ya yani gerçek gerçeklikler olan
bakıma Platon’cu anlamda anımsa­ İdea’ların dünyasına göç eden ru­
mayla ilgilidir. Sokrates, Platon’un hun orada bu gerçek nesneleri göz­ 161
DOLAYSIZ

lemleyerek yetkinleştiğini, böylece İki terim arasında hiçbir aracıya yer


yeniden bu dünyaya gelişte onların bırakmayan her ilişki dolaysızdır.
bilgilerini kendinde barındırdığını, Bilen özneyle bilinen nesne arasın­
dolayısıyla bu dünyada öğrenme­ da aracı bulunmadığı zaman da do­
nin ya da bilgi edinmenin “anımsa- laysız ilişki sözkonusu olacaktır.
mak”dan başka bir şey olamaya­ Bergson’da bilincin doğrudan doğ­
cağını bildiriyor, böylece ülkücü an- ruya verileri ya da bilincin dolaysız
lay ışın ö n cü sü olu y ordu. P la­ verileri, nesnel bilimsel verilere kar­
to n ’dan sonra doğuştancı çizgiyi şıt olarak iç deneyle elde edilen ve­
izleyenlerin başında Descartes ge­ rilerdir.
lir. Descartes bu öğretiyi yumuşa­
tır ya da gerçekçi bir anlayışla den­ D O SD O Ğ RU (lat. exactus\ fr.
geler. Descartes ancak temel fikir­ exact] aim. exakt; ing. exact). Nes­
lerimizin doğuştan olduğunu, öbür nesine uygun olan. Nesnesine tam
fikirlerimizi ya imgelemimizin et­ olarak uyarlı olan. Gerçekliğe tam
kinliğiyle ya da doğrudan doğruya tam ına uygun olan. D osdoğru
deney yoluyla elde ettiğimizi bildi­ önermede ortaya konulan bilgi nes­
riyordu; ancak doğuştan fikirler her nesine tıpatıp uyarlı olan bilgidir.
zaman öbürleri üzerinde belirleyici (Bk. TAMUYAR)
bir güce sahipti. Descartes’dan çok
önce Plotinos ve Aziz Augustinus D O S T L U K (yun. p h ilıa \ lat.
bilgilerimizin kaynağı olarak Tan- amicitia; fr. amitié', aim. Freundsc-
rı’yı gösterdiler. Aziz Augustinus haft', ing. friendship). İki kişi ara­
buna göre yanılmanın sözkonusu sında duygu ve düşünce yakınlığı.
olamayacağını, insan yaşamında Dostluk cinsellikle bağlantılı olma­
kuşkuya yer olmadığını bildiriyor­ yışıyla aşktan ayrılır. Aşkta tutku,
du. Kant doğuştancılığa daha de­ dostlukta anlayış geçerlidir. Dost­
ğişik bir anlam vermiş, duyuları­ luk genellikle aynı cinsten bireyler
mız ve anlığımızı apriori koşullar­ arasında geçerlidir. Karşıt cinsten
la donatmıştı. Çağdaş felsefi bakış bireylerin dostluğu aşka dönüşme­
açıları ussallığı ya da önselliği be­ ye eğilimlidir. Dostluğun temelin­
lirleyici görseler de onu belli bir de­ de elbet kafa ve yürek yakınlığı bu­
neycilikle dengeleme eğilimindedir­ lunacaktır. Gene de bu yakınlık
ler. Buna göre klasik doğuştancılı­ dostluğu bütünüyle açıklamaya yet­
ğı eskimiş bir öğreti saymak yanlış mez. Montaigne şöyle der: “Onu
olmaz. (Bk. USÇULUK) neden sevdiğimi söylemem için be­
ni zorlasalar, sanırım ancak şu ya­
DOLAYSIZ (lat. immediatus; fr. nıtla ortaya konulabilir bu: çünkü o
immediat; alm. unmittelbar-, ing. odur, ben de benim.” Yakın akraba
immediate). Hiçbir aracıyı gerek­ arasında en genel duygu yakınlığı­
tirmeyen. Doğrudan doğruya olan. nın dışında dostluğu andıran bir ya-
DÖNÜŞLÜLÜK

kinlik kurulamayacağı düşünülür. “Dostları olmak zengin olmaktır.”


Kant şöyle der: “En yetkin biçimin­ / Seneca: “Dostları yalnız forumda
de ele alındığında, dostluk, karşı­ ve senatoda aramak doğru olmaz.”
lıklı bir aşkla ve eşit saygıyla birbi­ / Erasmus: “Yeni dostlar edinirken
rine bağlanmış insanın birliğidir.” eskileri unutma.” / Francis Bacon:
Felsefe tarihinde dostluğu geniş “Dostlar zaman hırsızlarıdır.” / La
çerçevede ilk olarak Aristoteles in­ Rochefoucauld: “Dostlara güven­
celedi. Aristoteles dostluğun teme­ memek dostlarca aldatılmaktan da­
line “iyilik” kavramını yerleştirir. ha utanç vericidir.” (Bk. İYİ)
Dostlar birbirlerinin iyiliğini ister­
ler. Bununla birlikte dostluk gibi gö­ DOYUM (lat. satisfactico; fr. sa-
rünen sevgiler vardır, bu tür sev­ tisfaction\ alm. Befriedigung, Zuf-
gilerde iyilikten çok çıkarcılık söz- riederıheit; ing. satisfaction, ful-
konusudur. Her sağlıklı sevgide iyi­ fılment). Esenlik duygusu içinde
lik bir zorunluluktur. Gerçek sevgi olmak. Yeterlilik ya da uyarlılık duy­
karşımızdakini kendimiz için değil gusuna ulaşmak. Her şeyin istek­
de kendisi için sevdiğimizde ger­ lerimize uygun olduğu duygusu bi­
çekleşir. Aristoteles üç tür dostluk ze doyum sağlar. B ir istek, bir
belirler: yarar dostluğu, zevk dost­ eğilim, bir gereksinim karşılığını
luğu, yetkin dostluk. Aristoteles, bulduğu zaman yani amacına ulaş­
“dostluk” kavramım “adalet” kav­ tığı zaman doyum ortaya çıkar. Do­
ramına bağlar. Filozofa göre sev­ yuma ulaşmış kişi sahip olduğunun
mek paylaşmayı bilmektir. Sevdi­ dışında bir şey istemez durumda­
ğimiz insanın haklarını elde etme­ dır. İstek başladığı anda denge bo­
sini isteriz. / Montaigne: “Aşk beni zulur ve doyum ortadan kalkar.
dinginleştirdi ve dostluğun yol aç­ Böylece doyum sevincin, dinginli­
tığı kötülükten kurtardı.” / Made- ğin, en genel anlamda mutluluğun
laine de Scudery: “Kısa zamanda etkin nedeni olur. Bir yanlışın, bir
aşktan kine geçilebilir. Aşkten ilgi­ tutarsızlığın giderilmesi de bizi do­
sizliğe geçildiği de olur. Dostluk­ yuma ulaştıracaktır. Belli koşulları
tan aşka da geçilebilir. Ama aşktan yerine getirmekten ruhun gereksi­
dostluğa geçilmesini anlamak ko­ nimlerine karşılık vermeye kadar
lay değildir.” / Marquise de SevignĞ: pekçok şey bize doyum sağlamak­
“Büyük dostluk hiçbir zaman din­ tadır. (Bk. MUTLULUK)
gin değildir.” / Hesiodos: “Dostu­
nu kardeşinle eşit kılma.” / Pytha­ DÖNÜŞLÜLÜK (fr. recurrerıce\
goras: “Dostluk uyumlu bir eşit­ alm. Rekurrenz; ing. recurrency).
liktir.” / Sokrates: “İnsan koyunla- Yinelenenin niteliği. Belli zamanlar­
rım dostlarından daha çabuk sa­ da oluşanın niteliği. Kendi üstüne
yar.” / Aristoteles: “Çok dostu ol­ dönen bir sürecin özyapısı. Her dö­
mak dostu olmamaktır.” / Plautus: nüşlülük bize bir yinelenmeyi du­ 163
DÖNÜŞÜM

yurur. Ruhbilimde dönüşlü imge, olarak dönüşmektedir. Türlerin uğ­


çok aydınlatılmış bir nesneden et­ radığı değişimler yaşam koşulları­
kilenen gözün bu etkilenmeden son­ nın ya da ortam koşullarının deği­
ra bir süre daha bu nesneyi görür şimlerine bağlı olmalıdır. Canlı tür­
gibi olmasıdır. (Bk. ÇEVRİMLİ- lerin zaman içinde hiçbir değişikli­
LİK) ğe uğramadığını bildiren oluşum-
suzluk öğretisine karşıt olarak dö­
DÖNÜŞÜM (lat. transformatio; nüşümcülük yandaşları canlı tür­
fr. transformation\ alm. Umwand­ lerin en ilkel süreçlerden başlaya­
lung, Transformation; ing. trans- rak tam anlamında bir dönüşüm
formatiori). Bir durumdan başka yasasına başeğmiş olduklarını be­
bir duruma geçiş. Bir biçimden bir nimserler. (Bk. EVRİM, EVRİM­
başka biçime geçiş. Bir durumdan CİLİK)
daha üst ya da daha yetkin bir du­
rum a geçiş. Dönüşüm değişimin DURUM (lat. status\ fr. etaf, alm.
yetkin bir çerçevede kavranılması­ Zustand; ing. state). Belli bir koşul
dır. Buna göre değişimde kabaca içinde bulunan şeylerin özyapısı. Bi­
bir durumun yerine bir başka du­ linç durumu, her türlü bilinçli ruh­
rum un geçm esi sözkonusuyken sal olgu (duyum, duygu, istem).
(camın kırılması, suyun donması) Üç durum yasası, Auguste Com-
dönüşümde her geçiş belli bir dü­ te’un insanlığı tarihi gelişimi içinde
zene göre gerçekleşir. Dönüşüm üç ayrı evreden geçmiş sayan öğ­
yetkin anlamına “evrim” fikrinde retisi. Comte’a göre insanlık önce
ulaşır. (Bk. DEĞİŞİM, EVRİM, dinbilimsel dönemi yaşamış, sonra
GELİŞİM) metafizik döneme geçmiş, son ola­
rak da olumlu ya da olumcu döne­
DÖNÜŞÜMCÜLÜK (fr. transfor- me ulaşmıştır, buna göre olumlu
misme; alm. Transformismus\ ing. durum insanlık tarihinin son duru­
transformism). Canlı türlerin jeo­ mudur. Auguste Comte şöyle der:
lojik zamanlar boyunca bir biçim­ “İnsan düşüncesi, doğası gereği,
den bir başka biçime geçtiklerini sa­ yaşadığı tüm yönlerde üç ayrı ku­
vunan öğreti. Şeylerin öğelerinin ramsal durumdan geçmiştir; din­
devinimsiz olmadığını, sürekli ola­ bilimsel durum, metafizik durum
rak birbirine dönüştüğünü öne sü­ ve olumlu durum. Birincisi geçici­
ren ve özellikle İonia’lı filozoflarda dir, İkincisi geçiş durumudur, üçün-
anlatımını bulan öğreti. Çağdaş an­ cüsü kesindir. Bu temel yasa bu­
lamda dönüşümcülük Lamarc’m ve gün benim gözümde insan üzerine
Darwin’in öne sürdüleri türlerin de­ ve toplum üzerine tüm araştırma­
ğişimi fikriyle ilgilidir. Buna göre ların çıkış noktası olacaktır. Dinbi­
türler bizim sezemeyeceğimiz bir limsel ve metafizik öğretiler henüz
164 biçimde ya da yavaşlıkta sürekli bazı etkinlikerini koruduklarına gö­
DUYGU

re, hiç değilse büyük bir etki gücü D U Y G U (fr. sen tim en t; alm .
taşıdıklarına göre bu önemli devri­ Gefühl-, ing. sentiment). Heyecan­
m in b ittiğ i sö y len em ez.” (Bk. ların kaynağından beslenen karma­
OLUMCULUK, TOPLUMBİLİM) şık ruh durumu. Eskiler “duygu”yu
daha çok “duyum” anlamında kul­
DU Y A RLILIK (lat. sensibilitas; lanırlardı. Tam tanımı yapılamaya­
fr. sensibilité-, alm. Sensibilität-, ing. cak kadar karmaşık içerikli olan bu
sensibility). D üşünsel işlemlere kavram bugün düşünselliğe karşıt
karşıt olarak, zihnin duyum almayla olarak heyecanlarla sarılmış ruh du­
ilgili işlevi. Dış dünyadan ve iç dün­ rumlarını anlatır. Öteden beri bir
yadan izlenimler alma yetisi. Du­ “duygu” ve “düşünce” ayrımı ya­
yarlılık sinir dizgesinin eksiksiz ve pılmaktadır. Bu ayrım her iki kav­
olgun olduğu koşullarda tam anla­ ramı kolay kavrayabilmemiz için
mında sözkonusu olabilir. Dışadö- gerekli de olsa pek tutarlı değildir:
nük duyarlılık dışarıdan gelen du­ bizim duygu dünyam ız düşünce
yumları toplarken içedönük duyar­ dünyamızın içinde, onun koşulla­
lılık açlık ve susuzluk gibi içsel olu­ rıyla belirgindir. Gerçekte ne duy­
şumların sezgisini sağlar. Kant, Salt gusallıktan ayrı bir düşünsellik ne
usun eleştirisi’nin Aşkın estetik bö­ de düşünsellikten ayrı bir duygu­
lümünde duyarlılığın koşullarını sallık düşünebiliriz. Bilincimiz bir
uzun uzun inceledi, duyarlılığın a duygu ve düşünce bütünü oluştu­
priori niteliklerini göstermeye ça­ rur, onun temel taşları olan kav­
lıştı. Kant duyarlılığı şöyle belirler: ramlar düşünce içerikleri kadar
“Nesnelerin bizi etkileyişiyle onlar­ duygu yükleriyle kavram dırlar.
dan sunumlar alma yeteneği duyar­ Gerçekte insan ruhsallığı bir beden­
lılık diye adlandırılır. Nesneler bize de varolduğuna göre duyum dan
duyarlılık aracılığıyla verilmiştir, du­ başlayan ve düşünceye ulaşan bir
yarlılık tek başına bize izlenimler genişlikte etkindir. Her insan edimi
sağlar.” Kant’da “duyarlılığın tüm temelinde duyum-duygu-düşünce
apriori ilkelerinin bilimi” olan aş­ bütünü bulunan bir ruhsallıkta ken­
kın estetiğin konusu uzay ve za­ dini gerçekleştirir. Bilim kişisel et­
mandır. K ant’a göre zaman dışsal keni dışta tutmak istediğinden duy­
olarak algılanamaz, uzay da bizde- gu etkenini yoksayarak düşünce
ki herhangi bir şey gibi algılanamaz. çerçevesinde evrensele kavuşmak
Uzay dediğimiz şey çeşitliliklerin ister. Her bilinçte kavramların dü­
yayana geldiği, zaman dediğimiz şünsel içerikleri ne ölçüde kişiselli­
şey de çeşitliliklerin ardarda geldi­ ğin koşullarıyla belirlenmiş olsalar
ği şeydir. Uzayla zamanı birbirin­ da nesnellikleriyle bizi bütün bir
den ayıran “zamanın dışsal olarak, dünyaya bağlarlar. Buna karşılık
uzayın da içsel olarak algılanamaz kavramların duygu yükleri başka
oluşu”dur. (Bk. İZLENİM, SEZGİ) bilinçlerde benzerleri düşünülse de 165
DUYGUCULUK

kendileri olarak ya da kendi özel dınlanmacılık’a tepki olarak kendi­


koşullarıyla vardırlar, bu da duy­ ni göstermiştir. Bu yeni anlayış
gularımızın öznel yapısını ortaya Ben’in belirleyiciliğinde tutkuyu,
koyar. Duygu ve düşünce bütün­ sevgiyi, özgürlüğü birinci planda
lüğü duyguyla düşüncenin birbiri­ önemsiyordu. Bu felsefe sonsuz
ne karşıt olan görünümünü orta­ fikrine ya da tanrısallığa ağırlık ve­
dan kaldırmaz. Duygusallık daha rirken doğayı insanla tanrı arasın­
çok düşüncesizliği, düşünsellik da bir aracı olarak görüyor ve yü­
duygulara egemen oluşu düşündü­ celtiyordu, böylece inancı felsefe­
rür her zaman. Özellikle aşırı duy­ de etk in k ılm ay a ç a lışıy o rd u .
gululuk ussallığın karşıtı gibi değer­ Fichte, Schlegel, Schleiermacher,
lendirilir. G. Le Bon şöyle der: “Bir Hegel, bazı açılardan da Schopen­
duygu abartıldığında düşünme ye­ hauer duygucu filozoflar oldular.
tisi ortadan kalkar.” Gene de duy­ Alman edebiyatında duyguculuk
guların insan yaşamında gerçek an­ dinci-gizemci şair Klopstock’un şi­
lamda belirleyici olduğu doğrudur. irlerinde parıldamaya başlamıştır.
“İnsanı yapan ussa yöneten de duy­ İnançlı bir Luther’ci olan Klops-
gudur” diyordu J. J. Rousseau. İyi tock XVIII. yüzyıl alman şiirinin
bir ahlaki yaşam için gerçek bir en çarpıcı örneklerini verirken duy­
duygu ve düşünce dengesi gere­ gucu eğilimin temellerini de atmış­
kecektir. “Böylece kötü yaptıran tır. Duyguculuk yolunda en büyük
çok zaman iyi duygularımızdır” di­ gelişim 1770’e doğru Almanya’da
yerek J. Anouilh salt duygusallığın Sturm und Drang (fırtına ve atı­
tehlikelerini duyurur. Balzac d a lım) adlı edebiyat devinimiyle baş­
şöyle bir belirlemede bulunur: “Aşı­ ladı. Goethe’yle ve Schiller’le ger­
rıya götürülmüş soylu duygular en çekçi özellikler de kazanarak doru­
büyük kötülüklerin sonuçlarına ğa çıktı. Bir tür gizemci doğalcılık
b e n z e r so n u çlar y aratır.” (Bk. olan Sturm und Drang doğayı tek
DUYGUCULUK, DUYGULULUK, insanın gözüyle görmeyi ve yücelt­
DÜŞÜNCE) meyi amaçlıyordu. Akımın öncü­
leri Jean-Jacques Rousseau gibi
DUYGUCULUK (fr. romantizme-, yaptılar, doğayı yüceltirken uygar­
alm. Romantik', ing. romanticism). lık değerini yadsıdılar, doğal du­
Duyguya ağırlık veren sanat anla­ rumdaki insanın eşitliğe dayanan
yışı. B en’in etkinliğini öne çıkaran özgürlüğünü özlediler. Bu bir bakı­
felsefi öğreti. Felsefe açısından ma bir doğa ülkücülüğü ya da do­
duyguculuk XVIII. yüzyılın son­ ğa tapınm acılığıydı. Sturm und
larında ve XIX. yüzyılın başların­ Drang'cılar doğayı yücelttikleri ka­
da Almanya’da ortaya çıkmıştır ve dar insanı da yücelttiler, bir “iyi in­
XVIII. yüzyılın başlıca felsefeleri­ san” mitosu yarattılar, usun yerine
166 ne, özellikle Aufklârımg’a yani Ay- yüreği, nesnelliğin yerine öznelliği
DUYGUCULUK

koydular. Johann Georg Hamann, ;‘B ü tü n b üyük y a z a rla r kendi


Johann Gottfried Herder bu atılı­ dönem lerinde duygucu oldular”
mın en önemli adlarıdır. Sturm und d em iştir. D u y g u cu te rim in i
D rang'm durulmasıyla ortaya çı­ Stendhal klasik teriminin karşısına
kan dingin hava içinde alman ede­ koyar ve her iki terimi çok geniş
biyatının iki büyük devi, Goethe ve bir anlamda ele alır, “Duyguculuk
Schiller büyük bir etki alanı yarat­ alışkanlıklarının ve inançlarının
tılar. Onlan duygucu ve gizemci şa­ bugünkü durumunda halklara olası
ir N ovalis izlemiştir. F ransa’da hazzın en büyüğünü verebilecek
duyguculuğa doğru ilk adım lar ed e b iy a t y a p ıtla rın ı sunm a
XVII. yüzyıl sonlarında klasik de­ sanatıdır” der; klasiklik, tersine,
ğerlerin dağılmaya başlamasıyla atıl­ halklara dedelerinin dedeleriyle ilgili
m ıştır. J e a n -Ja c q u e s R ous- en büyük hazzı v e re c e k tir.
seau’nun La nouvelle H eloise'ı Stendhal’e göre bu anlamda Racine
(Yeni Heloise), Bernardin de Saint- de Shakespeare de duygucudurlar.
Pierre’in Paul et Virginie ’si (Paul Buna göre duyguculuk yüreklilik
ve Virginie), hatta birçok özelliğiyle ister, göze alm ay ı g e re k tirir.
C h o d erlo s de L a c lo s ’nun Les K lasik se h er zam an sa k ın ık
liasons dangereuses'ü (Tehlikeli olacaktır, ölçülü olacaktır. Klasik
ilişkiler) duygucu romanın ilk bü­ hep geriye bakm ayı, duygucu
yük yapıtlarıdır. Ancak Fransa’da bugüne bakm ayı öngörecektir.
duyguculuğun gerçek anlamda ilk “ K e n d in e d u y g u cu d em ek ve
büyük adı Madam de Staël’dir. Bu sürekli geriye bakm ak çelişkili
ünlü kadın yazar yapıtlan kadar ya­ b ir tu tu m d u r” d er B au d elaite.
şamıyla da ilgi çekerken Corinne E lbette duyguculuk konusunda
romanıyla duygucu edebiyatın baş­ herkesin aynı iyimserlikte olduğu
köşesine oturmuştur. Madam de düşünülemez. Örneğin J. Rivière
Staël’in sevgilisi Benjamin Cons­ “D uyguculuk vakti geçm iş bir
tant’m Adolphe 'ü de duygucu ro­ sanat olmanın ötesinde gerçekten
man alanında adı en çok anılan ya­ aşağı bir sanattır, edebiyat tarihinde
pıtlardandır. Fransız şiirinde André b ir çe şit u c u b e d ir” der. O ysa
Chénier, Alphonse de Lamartine, Baudelaire için duyguculuk güzelin
Alfred de Vigny, Alfred de Musset en yetkin anlatımıdır. Sainte-Beu­
duygucu şiirin kurucuları oldular. ve duygucuyu şöyle tanımlamıştır:
Duyguculuk şiirde Baudelaire’e ka­ “Duygucu Hamlet gibi özlemlidir.
dar uzanan çizgi boyunca büyük Kendinde olmayanı bulutların öte­
gelişimler gösterdi. Simgeci-doğal- lerinde bile arar. Düş görür, düşler
cı Baudelaire “Bence duyguculuk dünyasında yaşar. XIX. yüzyılda
güzelin en yakın, en yeni anlatımı­ Ortaçağ’a tapar. XVIII. yüzyılda
dır” diyordu. XIX. yüzyılın büyük Rousseau’yla devrimci olur.” Duy­
gerçekçi romancısı Stendhal bile gucu Constant şöyle der: “Bakış­
DUYGULULUK

larını sınırsız .bir ufka çevirdiğin­ yanını oluşturur. Çağdaş ruhbilim­


de, dalgaların dövdüğü bir deniz kı­ ciler duygululuğu kişinin çevreye
yısında gezindiğinde, gözlerini yıl­ ya da topluma uyuşunun temel ko­
dızlarla dolu kubbeye kaldırdığın­ şulu olarak görürler. Duygusal iliş­
da ayrıştıramayacağı ya da tanım- kiler çerçevesinde birey başkalarıyla
layamayacağı bir tür heyecana ka­ ya da başkalarının oluşturduğu or­
pılmayan tek kişi yoktur diye dü­ tamla bütünleşir. Sevinç gibi, haz
şünüyorum. Sesler göklerin yük­ gibi, mutluluk gibi duygular kişili­
seklerinden iner, dağların dorukla­ ğin dışa açılmasında önemli rol oy­
rına vurur, sellerde ve devinen or­ narlar. Buna karşılık bazı duygular,
m anlarda yankılanır, uçurumların örneğin boğuntu, bunaltı, güven­
derinlerinden acı ve haz temeline sizlik duygulan kişiyi kendine dön­
dayalı duygusal olguların bütünü çı­ dürür ve dış dünyadan kopanrlar.
kar diyebiliriz.” Duyguculuk yal­ Okuldaki başansızlıklann, bazı nev-
nızca alman ve fransız edebiyatla­ rozlann, hatta bazı psikosomatik
rında değil bütün edebiyalarda, yal­ hastalıkların tabanında olumsuz di­
nızca edebiyatta değil bütün sanat­ yebileceğimiz bu tür duyguların va­
larda değişik görünümler altında et­ rolduğu kesindir. (Bk. DUYGU)
kili oldu. (Bk. GERÇEKÇİLİK,
KLASİKLİK) DUYU (yun. aisthesisi; lat. sansus\
fr. sens; alm. Sinn, Sinnlichkeif,
DU Y GULULU K (fr. affectivité-, ing. sense). Nesnelerden izlenim­
alm. A ffektivität, Gemütsleben-, ler alma yetisi. Dıştan ve içten du­
ing. affectivity). Duygusal yaşam yumlar elde etme yetisi. Beş duyu­
olgularının bütünü. Duygulanma nun varlığını Aristoteles göstermişti.
gücü. Genellikle insanın ruhsal ya­ Aristoteles’e göre görme, işitme,
şamında duygu alanı ve düşünce dokunma, tad alma ve koku alma
alanı ayrımı yapılır. Gerçekte bu duyulan bilgi kaynağımızın temeli­
iki alan bilinç koşulları çerçevesin­ ni oluşturur. Gerçekçi Aristoteles
de bir bütün oluşturmaktadır: duy­ zihinde önsel bilginin varlığını ön-
guyu düşünceden ve düşünceyi görmezkentüm bilgilerimizi deney
duygudan kesin çizgilerle ayırma yoluyla elde etmekte olduğumuzu
olasılığı yoktur, bir başka deyişle bildiriyordu. Bilgi açısından elbette
duygu yükü taşımayan bir düşün­ öncelikle görme duyusunun öne­
ce ve düşünce yükü taşımayan bir mini belirtmek gerekirdi. Aristote­
duygu düşünmek olası değildir. Ge­ les’le birlikte bu bakış ülkücü ba­
ne de en azından daha açıklıyıcı ol­ kışa karşıt olarak, gerçekçi anlayı­
mak anlamında öylesi bir ayrımın şın temeline yerleşti. Duyu bize dış
yapılması gerekir. Buna göre duy­ dünyanın bilgisini sağladığı gibi
gululuk insan ruhsallığm m ‘yü- ben’imizin bilgisini sağlayacaktır.
rek ’le simgeleştirilen heyecansal Bu çerçevede iç duyu ve dış duyu
DUYUMCULUK

olmak üzere iki alan belirlemek likler olan İdea’ların dünyasıydı.


doğru olacaktır. Maine de Biran iç Aristoteles ve daha sonra skolas­
duyuyu “ruhbilimsel bilinç” olarak tikler bir özel duyulur ve ortak du­
tanımlamıştır, buna göre iç duyu iç­ yulur ayrımı yaptılar. Özel duyulur
sel durumların doğrudan doğruya olanlar tek bir duyuyla algılanan ni­
sezgisidir, ona “ben’in bilinci” de teliklerdir: renk, ses, tat vb. Ortak
diyebiliriz. Descartes daha önce duyulur olanlar birkaç duyuyla al­
sağduyu (bon sens) terimini kullan­ gılanan niteliklerdir: devinim, din­
mıştır. D escartes’da sağduyu us ginlik, sayı, biçim, büyüklük vb. Bu
anlamına gelir, sağduyu dünyanın ayrım bugün kullanılamaz olmuş­
en iyi paylaştırılmış şeyidir, sorun­ tur. (Bk. DÜŞÜNÜLÜR)
lar karşısında soğukkanlı ve araş­
tırmacı bir tutumun sağlayıcısıdır. DUYUM (lat. sensatio\ fr. sen-
Descartes’dan önce skolastikler or­ sation; alm. Empfındung-, ing. sen-
tak duyu deyimini kullandılar, bu satiori). Bir duyunun etkilenmesiyle
deyimi Descartes da benimsedi. ortaya çıkan ruhsal olgu. Duyusal
Ortak duyu bu filozoflarda duyu­ izlenim. Duyum her şeyden önce
lur bilinç kavramına karşılıktır; bu­ biyolojik bir süreçtir, alıcı aygıtın
na göre ortak duyuyla birey duyu ortaya koyduğu özgül bir tepkidir.
verilerini sağlar ve onları birbirine Duyum, buna göre doğrudan doğ­
bağlar. Ahlak duygusu ya da ah­ ruya duyu organına bağlıdır. An­
lak duyusu sezgisel olarak iyi’yi kö- cak, duyum, arı olarak sezileme-
tü ’den ayırma yetisidir. Bu terimi yen bir ruhsal olgudur. Bu olgu göz-
özellikle XVIII. yüzyılda İngiliz ah­ lemlenemediği gibi aynştınlamaz da.
lakçıları kullandılar, özellikle de Ancak her türlü bilginin, özellikle
Hutcheson kullandı. İrlanda kökenli deneysel bilginin kökeninde yer alır,
Hutcheson ahlak duyusunu gerçek böyle olmakla bilginin ilksel m ad­
anlamda bir yeti olarak belirledi. desi ya da hammaddesi gibidir. Du­
Ona göre ahlak duyusunun yönel­ yumu iç duyum ve dış duyum diye
diği şey ahlaki iyiliktir, bu ahlaki iyi­ ikiye ayırabiliriz. İç duyum özne­
lik doğrudan doğruya sezilebilecek nin kendinden elde ettiği duyum­
kadar basittir. (Bk. DUYUM, OR­ dur. Dış duyum öznenin kendi dı­
TAK) şından elde ettiği duyumdur. (Bk.
DUYU)
D U Y U LU R (fr. sensible\ alm.
sirınlich, fühlbar-, ing. sensible). DUYUMCULUK (fr. sensualisme\
Duyularla algılanabilir olan. Platon’a alm. Sensualismus', ing. sensua-
göre duyulur dünya olgular dün- lism). Tüm bilgilerimizin duyum­
yasıydı ve düşünülür dünya'nm bir lardan geldiğini bildiren deneyci öğ­
kopyasından başka bir şey değildi. reti. Buna göre duyular bilginin ge­
Düşünülür dünya, gerçek gerçek­ rekli ve yeterli koşuludur. Biz en
DUYUMSAMAZLIK

soyut bilgilerimizi bile duyumardan getirecektir. Condillac’dan başka


elde ederiz. Duyumcu bakış açısı birçok filozof duyumcu anlayışa
XVIII. yüzyıla kadar yoktur, çün­ bağlanmıştır. Bunların bir bölümü
kü duyguyla duyumun birbirinden m ad d eci d u y u m cu d u r (B aro n
ay rılm ası bu y ü zy ıld an sonra d ’Holbach, Helvetius, Feurbach),
başlar. Duyumda dış uyarı, duy­ bir bölümü de ülkücü duyumcu­
guda bir sunum sözkonusudur. Yü­ dur (Berkeley, Hume, Mach). [Bk.
zümüze çarpan rüzgarı duyumsar, DENEYCİLİK, GERÇEKÇİLİK]
bir utanç duygusunu duyarız. Du­
yum ben’in nesnelerden gelen bir DUYUM SAM AZLIK (fr. apat-
eylemle ya da nesnelerden alman hie\ alm. Apathie\ ing. apathy).
bir etkiyle bağlantılı bir durumudur, Duygulanma ve eylemde bulunma
duygu ben’in kendi etkinliğiyle il­ yetersizliği. Duygu dünyasında be­
gili bir durumudur. Duyumculuğu lirgin durgunluk. Ahlakta duyum­
XVIII. yüzyılda Condillac temel- samazlık dış dünya karşısında ilgi­
lendirmiştir. Condillac’ın bu konu­ sizlikle belirgindir, bu daha çok es­
da ortaya koyduğu ana formül şu­ ki ahlaklarla ilgili bir durumdur ya
dur: tüm düşünsel yetilere, duyar­ da tutumdur. Dış dünyanın çekici­
lılığa ve isteme varlığını kazandı­ liklerinden kaçmak hatta acılara al­
ran şey duyumdur. Hiç duyum al­ dırmamak bilge kişi için bir zorun­
mayan bir yontuya duyum alma ye­ luluktur. Megara okulunun filozof­
tisini kazandırıp ona gül koklatsay- ları, kuşkucular ve Stoacı’lar ken­
dık yontunun tüm bilgisi bir gül ko­ dilerine göre bir duyumsamaz bil­
kusuyla sınırlı olacaktı. Buna göre ge tipi tanımlamışlardır. Ruhbilim-
tek bir duyum bilinç alanına bağ­ de duyumsamazlık duyarsızlıkla be­
landığında dikkat ortaya çıkacak­ lirgindir, pek az eylemde bulunan
tır. Bu tek duyum dirençli olduğun­ kişilerin niteliğidir. Duyumsamaz
da bellek oluşacaktır. Yontu şimdi­ bir kişide arzular ve heyecanlar
nin izlenimleriyle geçmişin duyu­ yönünden tam bir umursamazlık
munu dikkate aldığında karşılaştır­ sözkonusudur. Duyumsamazlık et­
ma yapmış olacaktır. Buradan ben­ kiler karşısında tam anlamında ya
zerlikleri ve ayrılıkları saptamaya da büyük ölçüde bir duyarsızlığı or­
yöneldiğinde yargıda bulunmuş ola­ taya koyar. Melankolide ve şizof­
caktır. Karşılaştırmalar ve yargıla­ renide kişi sık sık duyumsamazlık
malar yinelendiğinde düşünce or­ belirtileri gösterir. Bedende salgıla­
taya çıkacaktır. Yontu bu defa her­ m a işlevlerindeki bozukluklar da
hangi bir kötü koku duyumsadığın­ duyumsamazlığa yol açabilir. Bu du­
da hoş kokuyu anımsayacak ve im­ ruma bunama olaylarında da çok
gelem belirecektir. Hoş kokunun raslanılır. Yaşam koşullarındaki
anısı bir gereksinme ve bir arzu ya­ uyarsızlıklar da insanı duyumsa­
170 ratacaktır. M utlak arzu da istemi mazlığa itebilir. Bu uyarsızlıkların
DÜRTÜ

başında başarısızlık gibi, işsizlik gi­ ya ne kadar büyük - Anıların gö­


bi, tutukluluk gibi istenmeyen top­ zünde ne kadar küçük dünya.” /
lumsal etkenler gelir. (Bk. MELAN­ Marx: “Filozoflar çeşitli biçimlerde
KOLİ, ŞİZOFRENİ) dünyayı yorumlamakla yetindiler,
şimdi dünyayı dönüştürme zama­
DÜALİZM . Bk. İKİCİLİK. nıdır.” / K. Mansfield: “Biliyor mu­
sunuz, ben bu büyük insanlar dün­
DÜNYA (lat. mundus; fr. monde; yasından değilim.” / H. Walpole:
aim. Welf, ing. world). Yerkürenin “Düşünenler için dünya bir kome­
bütünü. Yer’i ve yıldızları içine alan di, duyanlar için dünya bir trajedi­
evrensel düzen ve bu düzenin dı­ dir.” / Shakespeare: “Bütün dünya
şında varsayılabilecek benzer dü­ bir tiyatrodur - Ve tüm kadınlar ve
zenler. Varolan şeylerin bütünü ya erkekler onun oyuncularıdır.” / Pal-
da bütün bir evren. Aynı çeşitten lados: “Dünya bir tiyatro oyunu­
nesnelerin alanı (fiziksel dünya, dur, rolünü oynamayı öğrenmek
toplumsal dünya). Dünya her şey­ gerekir.” / Vauvenargues: “Dünya
den önce doğadaki insanı anlatır. herkesin maskeli olduğu büyük bir
Dünya insanlaşmış doğadır, mad­ balodur.” / Goldoni: “Dünya güzel
desel doğayla insan doğasının bü­ bir kitaptır, okumayı bilmeyene çok
tünleştiği alandır. Doğa özellikle az şey v e rir.” (B k. D O Ğ A ,
duygucu-gizemci sanatçı için bir çı­ DUYULUR, DÜŞÜNÜLÜR)
kış noktası ya da bir dayanak olur­
ken dünya gerçekçi sanatçının çalış­ DÜRTÜ (fr. mobile', aim. Trieb,
ma alanıdır. Doğalcı bakış doğayı Beweggrund', ing. mobile). Eyleme
yüceltir, doğanın arkasındaki tan­ iten etken. Eyleme yönelten itki.
rısallığı görmeye, bulup çıkarmaya Dürtü bir duyguya, bir fikre, bir
çalışır. Gerçekçi yalnızca doğayla ilgiye bağlı olabilir. Güdülerin tersi­
değil, doğanın içinde bir başka do­ ne dürtüler azçok usdışı ya da
ğa oluşturan insanla da ilgilenir. Bu­ bilinçdışı nedenlere dayanır. Buna
nunla birlikte doğayla ilgili bir do­ göre örneğin bir siyasal eylem az­
ğalcılık olduğu gibi dünyayla ilgili çok örtülü bir güç kazanma isteği­
bir doğalcılık da vardır. Doğalcı­ nin sonucu olabilir. Dürtü daha çok
lıkta nesne birinci planda ya da bü­ duygusal nedenlerden, güdü daha
yük ölçüde belirleyicidir. Dünyay­ çok ussal nedenlerden kaynaklanır.
la ilgili doğalcılık da gerçekliği hiç D ürtü her zam an itici, eylem e
bozmadan, olduğu gibi yansıtmak yöneltici bir güç oluşturur. Buna
anlamına gelir. Duyulur dünya, al­ göre herhangi bir duygu istemi etki­
gılanabilir şeylerin alanıdır. Düşü­ leyecek duruma girebilir. Dürtü in­
nülür dünya, algılanabilirin ötesin­ sanı dünyaya bağlayan, insanı yapı­
de varsayılan dünyadır. / Baudelai­ cı kılan bir etkendir. O bir eylem
re: “Ah! Lambaların ışığında dün­ nedenidir. Kaynağı duygusal da
olsa, düşünen bir varlık olan insanı liğimiz kapalı bir dizge oluşturmak­
dünyayı düşünm eye iter. Sartre tan çıkar, açılıp saçılır, varlığına ya­
d ü rtü y ü öznel, güdüyü nesnel bancı gibi duran ama gerçekte hiç
uzanımlı olarak görür ve dürtüyü de yabancı olmayan imgelerle sa­
“B en’i belli bir edimi gerçekleştir­ rılır. Düş sırasında birey gördükle­
m eye iten a rzu lar ve tu tk u la r rinin nesnelliğine inanır, bir bakı­
bütünü” olarak tanımlar. (Bk. GÜ­ ma olağanüstü bir dünyada yaşa­
DÜ, İTKİ) maya başlar, bu dünyanın kendisi­
ne göre sağlam yasaları var gibi­
DÜŞ (fr. reve; alm. Traum; ing. dir. Freud düşü “Bir arzunun ger­
dream). Uykuda ortaya çıkan ruh­ çekleşmesi” olarak anlıyor, en ma­
sal olgular dizisi. Düşte gördüğü­ sum düşlerin bile şeytanlıklarla do­
müz imgeleri uyanınca genellikle lu olduğunu söylüyor, onları yo­
tümüyle ya da parça parça anım­ rumladığımız zaman bu şeytanlıkla­
sayabildiğimiz gibi onlardan bize rın ortaya çıkacağını bildiriyordu.
yalnızca hiçbir belirginlik taşıma­ Freud’a göre düşler arzuların ya da
yan karmaşık duyguların da kaldı­ bir başka açıdan yoksunlukların dile
ğı olur. Uykuda duyum alma gü­ geldiği simgelerdir. Düşünce dün­
cümüz son derece zayıflamış, kas­ yamızdan itilmiş, kafamızın gerisi­
lar iyiden iyiye gevşemiş, tepki ver­ ne hapsolmuş nice fikir buna göre
me gücümüz büyük ölçüde azal­ düşlerde ortaya çıkmakta, etkinlik
mıştır, bu arada zihinsel etkinlik de kazanmaktadır. Bu fikirlerin pekço-
tam anlamında cılızlaşmış ve sıfır ğu cinsel kökenli olmalıdır. Jung da
noktasına yaklaşmıştır. Us deneti­ düşleri bilinçdışının üretimleri ola­
minin ortadan kalkmasıyla bilinçteki rak görür ve “Düşlerini düşünmek
ve bilinçdışındaki pekçok öge tam kendi üstüne bir dönüş yapmak­
anlamında mantıkdışı görünen ama tır” der. “Herbirimizde yabancı yüz­
gene de belirgin bir mantığı olması lü bir yalancı uyum aktadır” der
gereken bir düzende bir araya ge­ Jung. Ona göre bir düşü kendisi
lerek düşleri oluşturur. O zaman bi­ olarak ele alıp yorumlamak olasılı­
rey baştan sona düşsel olan olgu­ ğı yoktur, “Bir düş, bir düşler dizi­
ları bir gerçekliği yaşıyormuş gibi sine bağlıdır.” Çünkü, nasıl bilinçte
algılar. Gene de buradaki gerçek­ bir süreklilik varsa, bilinçdışmda da
lik, gerçeklikte karşılığı olmayan bir süreklilik vardır. Ancak düş
kurgusal bir gerçekliktir. Sartre kendiliğinden etkinliklerle gerçek­
“D üşün bilincini belirleyen şey leşir, bu etkinlikler istemden kaçan
onun gerçeklik kavramını bile bile ve ahlaki sorumluluklara uzak dü­
yitirmiş olmasıdır” der. Gene de şen etkinliklerdir. Birey düşte hem
herkes kendi bilinç koşulları ve bu bir oyuncu hem bir gözlemcidir ya
arada altbilinç koşulları çerçevesin­ da bazen oyuncu bazen gözlemci­
de düş görecektir. Düşte bireysel­ dir. Düş gören kişinin zaman za­
man etkin bir duruma girdiği, yük­ koymaktadır. Bir başka deyişle,
sek sesle konuştuğu, çırpındığı, düşlerin görünür içeriğini görünmez
hatta yerinden doğrulduğu görüle­ içeriğinden ayırmak gerekir. Bu da
bilir. Düşsel gereçte kavramsal dü­ gizemli anlamda değil de bilimsel
şünce hem en hemen hiç yoktur, anlamda bir düş yorumculuğunu
zaten düşte her şey öncelikle gör­ gerekli kılar. Ruhayrıştırmasında
sel ya da biçimseldir. Görsel imge­ düş yorum culuğunun büyük bir
ler bazen aydınlık bazen de olabil­ önemi vardır. Simgeci yanlarıyla
diğince bulanıktır. Bir düş, uzun bir düşler sanatsal yaratmada da be­
zaman parçası içinde görülmüş gi­ lirleyici bir etki gücü oluştururlar.
bi olsa da en çok on dakikalık ya / Jung: “Elgon’un vahşi ormanla-
da on beş dakikalık bir süreyi kap­ nnda oturan Elgonlular bana iki tür
samaktadır. Bazı dış nedenler de düş olduğunu açıkladılar: biri orta­
düş görmemize yol açabilir. Tele­ lama insanın sıradan düşü, öbürü
fonun çalması, su sesi, kapınm vu­ değerli insanların, örneğin büyücü­
rulması uyuyan kimseye bu etken­ nün ya da boy başkanmm yaşadığı
lere yabancı düşmeyen düşler gör- ‘büyük görü’. Sıradan düşlere kim­
dürebilir. Ya da aç yatmış bir kişi se kulak asmıyor, ama biri bir ‘bü­
düşünde bir ziyafet sofrası görebi­ yük görü’ yaşadı mı tüm boyu top­
lir. Küçük çocukların düşleri hemen layıp onu onlarla paylaşıyor. Bir
tümüyle maddi nedenlerden kay­ düşçü düşünün sıradan bir düş ya
naklanır. Acıkmış bir çocuk düşün­ da büyük bir görü olduğunu nasıl
de kova kova süt içerek açlığını anlıyor? İçgüdüyle anlıyor, büyük
bastırabilir. Büyüklerin düşlerinde görüyü şıp diye tanıyor.” “Döşler
daha çok bilinçdışı etkenler, özel­ bizim bilinçle oluşturamadığımız
likle de arzular belirleyicidir. Şöyle imgeleri ve fikir çağrışımlannı içe­
de diyebiliriz: düşlerde karşımıza çı­ rirler. Bizim araya girmemizi gerek­
kan imgeler büyük ölçüde kılık de­ tirmeyecek biçimde kendiliğinden
ğiştirmiş arzulardır. Freud’a göre doğarlar ve böylece her türlü be­
düş uykunun koruyucusudur, çok lirleyici istemden kaçan ruhsal bir
canlı uyanları, dayanılmaz gerilim- etkinlik ortaya koyarlar. Düş ruh-
leri yumuşatır. Ancak bu görüş pek sallığın doğal ve son derece nesnel
benimsenmemiştir, özellikle A. Ad- ürünüdür.” “Düşler tümüyle haber­
ler ve K. Hom ey gibi yazarlar bu siz oldukları bilinçli eleştirinin dı­
görüşe karşı çıkarlar. Ne olursa ol­ şında bilincin etkinliğini yansıtırlar.
sun, düşlerin dramatik yapısının bi­ Bir başka deyişle, onlar bilincin öğe­
reye bir ruhsal gerilimi giderme et­ lerini yansıtırlar ama onları bütünü
keni olarak etkide bulunabileceğini içinde yansıtmazlar.” / H. Orgler:
düşünmek olasıdır. Her düş, bir sa­ “İmgelem insana uyanık olduğu za­
nat yapıtı gibi, bir simgesel görü­ man bir karar alması için yardım
nüm bir de anlam bütünü ortaya eder. Düşün işlevi düşçüye usun
DÜŞÇILGINLIĞI

sınırlarını aşması için gerekli atılı­ b e n z e r b ir o lay ı y a şa m a sın ı


mı kazandırmaktır. İmgeler ve kar­ beklerler.” “D üşte çocukluğun
şılaştırmalar özellikle bu işe özgü­ imgelemsel etkinliği ve onunla ilgili
dür. Eğretilemelerin ve simgelerin nesneler ortaya çıkar. Mitosla düş
düşlerde büyük roller oynamakta a ra sın d a k i b e n z e rlik b ö y lece
olduğu çoktandır anlaşıldı. Adler bu k en d in i g ö ste rir.” “G ü ç lü b ir
düşsel imgelerde bir kendini aldat­ karmaşık yıllar boyu yinelenen bir
ma aracı buldu, şiirin çekici imge­ düş biçiminde kendini ortaya koyar.
lerle insanı aldatm ası gibi. (...) Bu konuda (..) belirgin düşleri,
Mantığın zincirlerinden kurtulmuş ö rn e ğ in ç o c u k lu k ta g ö rü le n
olan imgelemimiz en büyük güç­ ç ıp la k lık d ü şü n ü an ım sam ak
lükleri aşmamızı sağlamakta, so­ yeterlidir.” (Bk. DÜŞLEM)
runlarımızı hafifletmekte, onların
çözümlerini kolaylaştırmakta öz­ D Ü ŞÇ ILG IN LIĞ I (fr. onirisme).
gürdür. İnsan uykuda bile sorun­ Zihnin düşte olduğu gibi imgeler
larıyla uğraşır. Ona düşü sağlayan üretme etkinliği. Düşçılgmlığmda
atılım, ona sorunları çözmede ko­ birey devingen, zengin, çarpıcı,
layca yardımcı olur. Düş her za­ sannlı imgeler yaratır ve bu yarattığı
man geleceğe doğru yönelmiştir; şeylerin gerçekliğine inanır. Düş-
bu alanda da bir amaca yönelen bir çılgınlığına tutulmuş kişi gördüğü­
devinim belirlenebilir. Düşteki im­ nü ya da işittiğini sandığı şeylerden
gelerin seçimi bize düşçünün ya­ heyecana kapılır, hatta yarattığı dra­
şam biçimiyle ilgili bir anahtar ve­ matik sahnelere oyuncu olarak ka­
rir.” /Baudelaire: “Gerçek gerçeklik tılır: kişileri izler, tehlikelerden ka­
düşlerdedir, dünyada çok az şey çar, kavgaya katılır. Dış gerçekliği
var.”/ Kari Abraham: “Bastırılmış hemen hemen hiç algılayamaz ol­
arzular düşlerde ve bazı ruhsal muştur ya da dış gerçeklik ona tam
karışıklık belirtilerinde yerlerini anlamında bir bulanıklıkta, sis için­
alırlar. (..) Düş b astırılm ış bir de görünür. Düşçılgını zaman ve
a rzu n u n g e rçek leşm esid ir, bu yere uyarlanamaz. Gündelik yaşa­
a rzu n u n en d erin k ökleri düş mını sürdürmekte sıkıntılara uğrar.
görenin çocukluğuyla ilgilidir.” Düşünce dünyası yanılma-larla ve
“ D ü şte y e tişk in kişi çocuksu kesilmelerle sakatlanmıştır. Birkaç
d ü şü n m e b iç im in i k o ru m ak la saat süren düşçılgınlığı bunalımı ge­
kalmaz, aynı zamanda bu dönemin çince kişi eski durum una döner.
nesnelerini de korur. Çocukluğun Bununla birlikte süreğen durumlar­
bilinçdışmda biriktirilmiş arzulan ve la da karşılaşılabilir. Kıksançlıkla il­
olguları görünüşte unutulmuştur. gili saplantılar bu süreğen durum­
Bu arzular ve olgular orada bir çeşit ların başında gelir. Düşçılgınlığı
beklem ededirler, orada kişinin özellikle uyuşturucu ve alkol ba­
ç o c u k lu ğ u n d a y aşa d ığ ı o laya ğımlılarında görülür. (Bk. SANRI)
DÜŞLEM

D Ü Ş L E M (fr. r ê v e r ie ; alm . yol gösterir, hatta kurucu rolü oy­


Träumerei; ing. dreaming). Zihnin nar. Düşlemde zihin kendi içinde
kendiliğinden etkinliğiyle belirgin bir oyuna dalmış gibidir, bu oyun­
dalgınlık durumu. Düşlemde usun da dilekler ve özlemler birinci plan­
belirleyici etkinliği ya da dikkatin da belirleyici olur. Buna göre düş­
yönlendirici gücü tümüyle ortadan lem biraz da bir dinlenme olanağı­
kalkmıştır. Böylece ortaya çıkan dır, zihnin dış dünyadan kurtulup
ruhsal durum tümüyle eleştiriye ka­ kendisiyle başbaşa kalmasıdır. Bu
palıdır. Böyle olmakla düşlem dü­ yüzden H.F. Amiel düşlem için “dü­
şün uyanıklıkta görülen biçimidir di­ şüncenin pazar günü” deyimini kul­
ye bir görüş ileri sürülebilir. Ancak lanır. Bu biraz da zihnin zorunlu
düşlemde zihnin denetimi bütüne tembelliğidir ya da bir başka tür ça­
yakın ortadan kalkmış da olsa bü­ lışkanlığıdır, insanın kendine döme-
tünüyle ortadan kalkmış değildir. sini, kendine dönerken olasının sı­
Gaston Bachelard düşlemi düşten nırlarını iyiden iyiye zorlamasını,
şöyle ayırır: “Düş koşarken yolu­ kendini kendinde görüp yeniden ta­
nu unutarak bir çizgi üzerinde gi­ nımasını sağlar. “O ruha ve bede­
der. Düşlem yıldızlarla çalışır. O ye­ ne esnekliğini kazandıran bir sağ­
ni ışıklar yaymak için merkezine lık banyosudur. Özgürlüğün belir­
döner.” Düşlemde her zaman ses­ tisi ve bayramıdır. Sevinçli bir şö­
siz ve örtülü bir ussallık egemen lendir, çayırlıkta güle oynaya çiçek­
gibidir. Henri Delacroix şöyle der: ten çiçeğe konan bir kelebeğin şö­
“Düşlem durumu, anıların ve im­ lenidir” (Amiel). Düşlemin hasta­
gelerin edilgin çağrışımından azçok lıklı biçimlerinden de sözedebilîriz.
istemli bir sunumlar dizgesinin ku­ E. Minkowski şöyle der: “Biraz çe­
ruluşuna kadar birçok değişik öl­ lişkili bir biçimde, hastalıklı düş-
çüde gerçekleşir.” Düşlem özellik­ çüler çokça düşledikleri için hasta­
le yaratıcı etkinlikte bilincin zengin lıklı değillerdir, hastalıklı oldukları
gerecini canlandırır, bu arada bi­ için çokça düşlerler diyebiliriz. Bu­
linçaltını kışkırtır. Sanatsal yatkın­ na göre, bizce, olağan düşlemle
lık düşlemle canlanır ve güçlenir. hastalıklı düşlem arasında bir de­
Düşlem bir atılım istemi, bir sevinç rece ayrımından daha çok bir şey
kaynağıdır. Zengin imgelerle yüklü vardır. Olağan düşlemde bir an için
olarak yapıtın kurulmasına büyük gerçekliği unuturuz, ama gerçeklik
ölçüde katkıda bulunur. Düşlem her zaman gerçekliğin örtülü bilin­
yalnız fikirleri ve anıları değil, ilk ci dediğimiz şeye uymaktadır. Şi­
çocukluğumuzdan kalma ilkömek- zofreniyle ilgili düşlemde işte bu
leri de canlandırır, ilkömekler sim­ gerçekliğin örtülü bilinci yokolmuş-
gesel yapılarında içkin olan anlatım tur.” (Bk. DÜŞ)
olanaklarım kullanmakta sanatçıya
175
DÜŞÜNCE

D Ü Ş Ü N C E (fr. pensée', alm. yebilirim. Descartes öncesel fikir­


Gedanke, Denken', ing. thought). lerle dolu olan zihninde kendini
Bilinç olgularının tümü. Kavramla­ gösterecek her etkinliği “düşünce”
rı karşılaştırarak fikirler oluşturma diye belirliyordu. Onda düşünen
yetisi ve bu oluşmuş fikirlerin tü­ ben, her türlü ruhsal etkinliği ger­
mü. Yargılardan karşılaştırma yo­ çekleştirmekteydi. “Düşünen şey
luyla sonuçlar çıkarma yetisi. Bir nedir? Kuşkulanan, anlayan, kav­
yargı ya da bir görüş ortaya koy­ rayan, onaylayan, isteyen, isteme­
ma işlemi. Gerçekçi olsun ülkücü yen, bu arada imgeleyen ve duyan
olsun, her felsefe zihnin ancak sa­ bir şeydir.” Descartes’a göre ken­
hip olduğu kavramlar ya da fikirler dimizde doğrudan doğruya kavra­
üzerinde uygulayacağı bir işlemle dığımız her ruhsal olgu düşünce­
düşünce edimini gerçekleştirebile­ dir. Descartes şöyle der: “Kendi­
ceğini bildirir. Husserl’in “bilinç mizde belirlediğimiz tüm düşünce
herhangi bir şeyin bilincidir” for­ biçimleri iki genel bölüme ayrılabi­
mülü gerçekçi bir çerçevede orta­ lir, bunlardan birisi anlıkla kavra­
ya konulmuş da olsa tüm felsefe­ maya dayanır, öbürü istemle belir­
ler için düşüncenin niteliğini açık­ lemeye dayanır. Böylece duyum­
lar gibidir. Geniş çerçevede düşünce samak, imgelemek, bu arada tüm
yalnızca fikir düzeyindeki çıkarım­ düşünsel şeyleri anlamak kavrama­
ları değil, zihnin tüm etkinliklerini nın değişik biçimlerinden başka bir
ve ürünlerini karşılar. Buna göre yal­ şey değildir; buna karşılık arzula­
nızca bir usavurmayla ortaya ko­ m ak, tik sin m ek , güv en m ek ,
nulan bir yargı değil, bir duygu, bir yadsımak, kuşkulanm ak istem in
imge, bir izlenim de düşüncedir. çeşitli biçimleridir.” Düşüncenin bu
Ülkücü felsefeler düşüncenin te­ Descartes’çı anlamı bugün olduk­
mel gerecini oluşturan fikirlerin ön- ça eskimiştir. Bugün düşünceden
cesel olarak ya da doğuştan veril­ anladığımız özellikle anlamakla ya
miş olduğunu benimserler. Gerçek­ da kavramakla ilgili olgulardır. Kant
çi felsefelerde düşüncenin temel düşünmeyi yargılamakla özdeşleş­
gerecini oluşturan kavramlar duyu tirerek şöyle der: “Düşünmek su­
organlarının sağladığı verilerle son­ numları bir bilinçte birleştirmektir.
ra d an eld e edilm iştir. Ü lkücü Sunumların bir bilinçte bir araya
Descartes öncesel bilgilerle donan­ gelmesi yargıdır. Öyleyse düşün­
mış zihnin varlığını benimsemeden mek yargılamaktır.” Kant düşün­
önce onu evrensel kuşku yönte­ meyi Salt usun eleştirisVnin Aşkın
miyle göstermeyi yeğlemiştir. Her ayrıştırma bölümünde ele alır ve aş­
şeyin varlığından kuşkulanabilirim kın ayrıştırmayı “anlığın birleştirici
ama bu kuşkulanan ben’in varlığın­ gücüyle oluşan bilgi nesnesinin ne
dan kuşkulanam am . B una göre olduğuyla ilgili ayrıştırma” diye be­
“Düşünüyorum öyleyse varım” di­ lirler. Kant’a göre biz öncesel ola­
DÜŞÜNCE

rak sahip olduğumuz yani deney­ tembiliminde, tüm yapısında, hatta


den getirmediğimiz kavramlarla dü­ onun kurulmasını sağlayan koşul­
şünürüz. Kant şöyle der: “Bilgileri­ larda çağının derin izlerini taşıdığı­
mizin zihnimizde iki kaynağı var­ nı öğretiyor. Tarihin dönemeçleri
dır, birincisi sunumları alma yetisi­ neredeyse zorunlu bir biçimde fel­
dir, İkincisi sunumlar aracılığıyla bir sefede bunalımlar yaratır. Uzun sü­
nesneyi tanıma yetisidir. Birinciyle re tartışılmaz bir biçimde apaçık gö­
bize bir nesne verilmiştir, İkinciyle rülmüş olan kavrayışlar birdenbire
bu sunumla ilişkisi içinde bir nesne sorunlu duruma gelir.” Buna göre
düşünülmüştür. Sezgi ve kavram her birey dünyayla ilişkileri içinde
tüm bilgilerimizin öğeleridirler, ne kendi düşünce yapısına sahip olur.
kendilerini herhangi bir biçimde Bireyin düşünce dünyası kendi öz­
karşılayan sezgiler olmadan kav­ gün özellikleri çerçevesinde başka­
ramlar ne de kavram sız sezgiler larının düşünce dünyasından ayrı­
herhangi bir şey sağlayabilirler.” lacak, ancak sahip olduğu nesnel
Böylece Kant zihni eski felsefeler­ özellikler çerçevesinde de başkala­
de olduğu gibi yalnızca tek tek şey­ rının düşünce dünyasına kavuşa­
leri birleştiren bir güç diye görmek caktır. Bilinçlerin ayrılığı ve bilinç­
istemez, dış dünyayla iç dünyayı lerin ortaklığı tartışmayı ya da kar­
evrensel düzeyde birbirine kavuş­ şılıklı görüşmeyi olası kılar. Bu du­
turur. Ülkücü Kant yalnız zihnin be­ rumda başkası benim için yalnızca
lirleyici gücünü oluşturan kavram­ bir nesne ya da bir kendinde şey
ları değil, duyarlılığın koşullannı da değildir, aynı zamanda bir bilinçtir
apriori olarak belirler. Ülkücü ba­ ya da kendi için'dir. Düşünce'dil­
kış açılarında, bu arada düşünce­ de an latım ın ı bulur. M erleau -
nin iki büyük tem ellen d iricisi Ponty’ye göre ben’le başkası kar­
Descartes ve Kant’da olduğu gibi, şılıklı görüşmede bir ortak alan ya­
düşünce tanrısal ya da doğal kay­ ratırlar: “Karşılıklı görüşme dene­
naklı öncesel fikirlere dayandırıldı­ yinde başkasıyla benim aramda or­
ğı zaman bile zorunlu olarak bir var­ tak bir alan kurulur, benim dü­
lığın açınımını getirecektir, değiş­ şüncem ve onun düşüncesi tek bir
kenden çok değişmezi kavraya­ doku oluşturur, benim görüşlerim
caktır. Buna karşılık gerçekçi ba­ ve karşımdakinin görüşleri tartış­
kış açısı, aralıksız değişmekte olan mayla ortaya çıkarılmıştır, bu gö­
insan yaşamının yansılan olarak an­ rüşler ortak bir işlemle birbirlerine
layabileceğimiz kavramlara dayan­ geçerler, bunlardan hiçbirisinin ya­
makla, düşünceyi sürekli değişen ratıcısı ben değilimdir. Burada ikili
bir etkinlik olarak görecektir. Ger­ bir varlık vardır, başkası burada be­
çekçi çerçevede Lukacs bu değişi­ nim için artık benim aşkın alanım­
mi şöyle açıklar: “İnsan düşünce­ da basit bir davranış değildir, ben
sinin tarihi bize her felsefenin, yön- de onun aşkın alanında öyle deği­
DÜŞÜNCE

limdir, biz eksiksiz bir karşılıklılık­ cartes ruhla bedenin dokunuşma


ta biri öbürü için işbirliği yapan kim- yeri olarak kozalaksı bez’i göste­
selerizdir, bakış açılarımız birbiri­ rir. Bu ülkücü görüş günümüzde
nin içine girer, aynı dünyada bir or­ hiçbir geçerliği olmayan bir görüş­
tak olarak varızdır.” Buna göre dü­ tür. Çağdaş ruhbilimin ortaya koy­
şünce toplumsal açılımlıdır ve bi­ duğu gibi, bizim ruhsal etkinlikle­
reylerin nasıl kendi düşünce dün­ rimiz fizyolojik süreçlerimizin so­
yaları varsa çağların ya da toplum- nuçlarından başka bir şey değildir.
ların da kendi düşünce dünyaları Öyleyse bir düşünce ve beden ay­
vardır. Ancak her toplumda bire­ rılığı düşünmek olanaksızdır. Ruh­
yin düşünceleri de her zaman ken­ sal etkinlik tümüyle bedensel etkin­
di ufkuyla sınırlı olacaktır. Düşün­ liğe bağlıdır. M .Ö. V. yüzyılda
cenin temel özelliği göreliliktir. Mut­ Anaksagoras “İnsan bir eli olduğu
lak düşünsellik, dinsel çerçevede, için düşünüyor” diyordu. Aristote­
ancak Tanrı’ya özgü olan yetkinli­ les de “Göz bir hayvan olsaydı gör­
ğin belirtisi olabilir. Pascal insanı me onun ruhu olacaktı” diyordu.
“düşünen bir kamış” olarak belirli­ Maurice Blondel şöyle der: “İnsan
yor, onu tanrısallıkla hiçlik arasın­ ancak eylemde bulunduktan son­
da bir orta y e r ’e yerleştiriyordu, ra, eylemde bulunarak, eylemde bu­
bununla birlikte “Tüm üstünlüğü­ lunmak için düşünür.” Gerçekte in­
müz düşünceden gelmektedir” di­ san düşündüğü için eylemde bulu­
yerek düşüncenin önemine parmak nur ve eylemde bulunduğu için dü­
basıyordu. Dünyada bir varlık ola­ şünür ya da düşünerek eylemde bu­
rak insan bir ruh-beden bütünüdür, lunur ve eylemde bulunarak düşü­
bedeninde ya da bedeniyle düşü­ nür. Düşünceyi eylemden eylemi
nür: ne bedenden ayrı bir düşünce düşünceden ayıramayız. / Vauve-
ne de düşünceden ayrı bir beden nargues: “Büyük düşünceler gönül­
olabilir. Dinci bakış açısı ölümsüz den gelir.” / Fönelon: “Dinlenilme­
saydığı ruh için ölümlü bedeni ge­ ye değer olan kişi sözü yalnız doğ­
çici bir yerleşim ortamı olarak be­ ruyu ve iyiyi bildirmek için kulla­
lirler. Hıristiyan filozofları ruhu bü­ nan kimsedir.” / B. Shaw: “Sanı­
tün bedende yerleşmiş sayıyorlar­ rım pek seyrek düşünüyorsunuz.
dı: beden k u tsald ı, bu yüzden Yılda bir iki kere düşünen çok az
ölükesme bile suçtu. Descartes insan var. Size seslenen ben, ünü­
ruhla bedeni kesin olarak birbirin­ mü haftada bir iki kere düşünme­
den ayırdı, bu çerçevede son dere­ me borçluyum.” / G. Lanson: “Dü­
ce kurgusal görüşler ortaya koy­ şünce anlatımını bulduğu zaman ge­
du. Filozof şöyle diyordu: “Size di­ lişir.” / Bergson: “Düşünce adamı
yeceğim ki, Tanrı bu m akinaya olarak eylemde bulunmak ve ey­
akıllı bir ruh verince ona belli başlı lem adamı olarak düşünmek gere­
yerini de beyinde verecektir.” Des- kir.” / Voltaire: “Adaletsizlikleri ge­
DÜŞÜNME

çerli kılmak için düşünceyi, dü­ ler gibi nesnel gereçlere değil de
şünceleri gizlemek için sözleri kul­ özellikle duygular, anılar, ilkömek-
lanıyorlar.” / Leonardo da Vinci: ler gibi öznel ağırlıklı gereçlere yö­
“Az düşünen çok yanılır.” / E. C. nelmesiyle içebakış dediğimiz araş­
Y. Ripoli: “Düşünceler sustu mu tırma edimi gerçekleşir. Düşünme
dev rim ler ko n u şu r.” / M ao Çe her durumda bilincin kendi kendi­
Tung: “İnsanların toplumsal ya­ ni görmesi ya da daha genel bir çer­
şamları düşüncelerini belirler.” / çevede bireyin kendiyle bütün­
Schopenhauer: “Üsluba güzelliğini leşmesidir. Düşünmede birey ken­
veren düşüncedir, sözde düşünür­ dini dönüşmeyen bir varlık olarak
lerde düşünceleri süsleyen üslup­ algılar, ancak düşünce edimi en kü­
tur.” / Shakespeare: “Düşünce ya­ çük ölçülerde de olsa bilinci dönüş­
şamın kölesidir, yaşam zamanın çıl­ türerek bireyin gelişimini sağlar.
gınıdır.” / R. M. du Gard: “Düşün­ Zaten zihnin yöneldiği kavramlar
ce kuşkuyla başlar.” (Bk. BEN, ve fikirler dönüşen bir dünyanın bi­
BİLGİ, BİLİM, BİLİNÇ, FİKİR) reysel yansımalarından başka bir
şey değillerdir ve böyle olmakla sü­
DÜŞÜNME (lat. reflexio-, fr. réfle­ rekli dönüşen ama düşünme etkin­
xion-, alm. Reflexion, Überlegung-, liğiyle dönüşen yapı taşlan özelliği
ing. reflection). Zihnin kavramla­ gösterirler. Düşünme özellikle nes­
rını ve fikirleri inceleme ve karşı­ nel gereci öznel gereçten ayırmaya
laştırma edimi. Zihnin kendindeki çalışır, kavramları duygu yüklerin­
gereci incelem ek üzere kendine den soyutlamaya çalışır ve bu işi
dönmesi. Zihnin kendi verileri üze­ belli bir ölçüde ve elbet geçici ola­
rinde yoğunlaşm ası. “Düşünm e rak başarır. Çünkü zihnimizin nes­
bizde bulunan şeye yönelmiş dik­ nel gereçlerini doğal durumda öz­
katten başka bir şey değildir” der nel özyapılanndan ayrı düşünmek
Leibniz. Locke’a göre düşünme olası değildir. Zihnin bu kendine
“zihnin kendi işlemlerinden ve ken­ yönelimi gerçekte onun dünyayı al­
di özyapılanndan elde ettiği bilgi- gılamasını ve tartışmasını getirir,
”dir. Kant şöyle der: “Düşünme, çe­ çünkü bilinçte bütün bir dünya
şitli bilgi kaynaklarımıza verilmiş özetlenmiştir. Her bilinç kendi ufuk­
bazı sunumların ilişkisinin bilgisi­ ları çerçevesinde dünyayı düşün­
dir.” Düşünme zihnin kendi üze­ ceyle algılar. Bu yüzden düşünmek
rinde yoğunlaşarak kendindeki ge­ hem bir varolanı görmek, hem bir
recin belli bir bölümünü aydınlat­ geriye dönmek, hem de ileriye ya­
ması, bu aydınlatma içinde o gere­ ni geleceğe açılmak anlamım taşır.
cin konumunu ve bağlantılarını gör­ Böylesine bir genişlikte etkin olan
mesidir. Bu yüzden her düşünme düşünme özgürlüğün kaynağı ola­
edimi bir dikkati gerektirir. Düşün­ rak düşünülebilir. (Bk. BİLİNÇ, Fİ­
cenin yalnızca kavramlar ve fıkir- KİR, KAVRAM) 179
DÜŞÜNSELCİLİK

D Ü ŞÜ N SELC İLİK (fr. intellec­ d ü şü n ü lü r dün y ad an ö tü rü ve


tualisme', alm. Intellektualismus', düşünülür dünyaya göre vardır.
ing. intellectualism). Tüm varlığı Platon düşünülür dünyayı gerçek
düşünsel öğelere indirgeyen öğre­ gerçeklikler olan İdea’lann dünya­
ti. Düşünsel olguların duygusal ve sı olarak görüyordu. Kant Noume-
istemsel olguları öncelediğini ve be­ non’un alanını düşünülürün alanı
lirlediğini ileri süren öğreti. Her şeyi olarak belirledi. Platon bize düşü­
düşünceye indirgeme eğilimi. Dü- nülür dünyanın genel bir tablosu­
şünselcilik ussallığı her türlü baş­ nu veriyordu. Kant düşünülür dün­
ka ruhsal etkinlik karşısında koşul- yayı bilinemezin alanı olarak belir­
layıcı sayar ve böyle olmakla is- ler. İnsanla, evrenle ve tanrısallıkla
temcilikle ve hatta usçulukla karşıt­ ilgili bilgilerin alanı olan bu alanla
laşır. İstem di ikte varlığın temelini ilgili olarak Kant şunları söyler: “Bü­
mantıksallıkla ilgisi olmayan istem tün bu Noum enon’la ilgili şeyler,
belirler, öte yandan usçulukta usla aynı zamanda onların birliğinin fik­
anlık aynı şey değildir. Düşünsel- ri, düşünülür dünya, çözümü tü­
cilik iki ayrı çerçevede gelişmiştir. müyle olanaksız olan bir sorunun
Birincisinde varlık anlıktan ayrı dü­ sunumlarından başka bir şey de­
şünülür, ama anlığın kendinde var­ ğillerdir.” (Bk. DUYULUR)
lığın eksiksiz bir imgesini taşıdığı
varsayılır. İkincisinde, varlıkla dü­ DÜZEN (lat. ordom , fr. ordre\ alm.
şünce özdeşleşmiş durumdadır. Bi­ Ordnung', ing. order). Ussal bir bü­
rinci biçim özellikle Descartes’ı, tünde yer alan şeylerin ya da kişi­
İkincisi Hegel’i düşündürür. Buna lerin konumu. Bir bütünü, özellikle
göre varlığı düşünmek kendini dü­ toplumsal bir bütünü ya da kısaca
şünmekle aynı şey olacaktır. Ne toplumu kuran kurallar ya da ya­
olursa olsun, düşünselcilik her yer­ salar toplamı. Düzen fikri her şey­
de ve her şeyde usun belirleyici gü­ den önce evrenin uyumlu yapısını
cünü öngörür. (Bk. USÇULUK, İS- düşündürür. Leibniz düzeni “evre­
TEMCİLİK) nin uyumu” olarak tanımlıyordu.
Bergson fiziksel dünyanın düzeni­
D ÜŞÜN ÜLÜR (fr. intelligible', ni yaşamsal düzenden ayırdı. Spi-
alm. intelligibel', ing. intelligible). noza şöyle diyordu: “Fikirlerin
Düşünceyle kavranabilir olan. Du­ düzeniyle şeylerin düzeni aynıdır.”
yularla kavranılamayan, duyulara
kapalı olan. Düşünülür dünya, du­ D Ü ZEN LİÇ ILG IN LIK (fr. para-
yulur dünyanın üstünde ya da dı­ noia; alm. Paranoia; ing. parano-
şında, onun gerçek kaynağı ya da ia). U ssal d ü z e n d e çılg ın lık .
daha genel anlamda gerçek gerçek­ D ü şü n ce d e a p a ç ık lığ ın ve
liklerin ortamı olarak düşünülür. tutarlılığın korunmasıyla belirgin
180 Buna göre duyulur dünyada her şey çılgınlık. Kraepelin’in ayrıntılı ola-
DÜZENLtÇILGINLIK

rak tanımladığı bu çılgınlıkta ayırı­ dayanır. Ancak bu usavurm alar


cı tanıların başlıcaları ölçüsüz ken­ mantıksal tutarlılıklarıyla inandırıcı
dine güven, aşırı alınganlık, yargı­ olabilirler. Bu çılgınlıkta her zaman
da tutarsızlık ve çevreye uyumsuz­ düşmanlık fikri öne çıkar. Kişi bi­
luktur. Kraepelin düzenliçılgınlığı linmedik kişilerce izlendiğini ileri sü­
ikiye ayırır: gerçek düzenliçılgınlık rebilir, bu yönde korunması ya da
düzenli, düşünülmüş, sanrısız çıl­ kurtarılması için ilgili kişilere başvu­
gınlıktır, zamanla ilerlese de buna­ rabilir, hatta intikam duygularıyla
mayla sonuçlanmaz; paranoid du­ dolu olabilir, bu yüzden cinayet iş­
rumlar erken bunamayla belirgin­ leyebilir, yangın çıkarabilir. O he­
dir, sanrılıdır. Düzenliçılgmlığa uğ­ men her zaman topluluk içinde ya
ramış kişide usavurmalar tam ola­ da yetke karşısında tedirgindir, za­
rak mantıksaldır, ancak herbiri tu­ man zaman yalnız, çok zaman bu­
tarsız temellere ya da gerçeklikte nalımlıdır. (Bk. ÇILGINLIK)
karşılığı olmayan çıkış noktalarına

181
E
E. M antıkta evrensel olumsuz Tat, Handlung', ing. act). Eylemde
önermelerin simgesi, örnek: “Bü­ bulunan bir gücün ortaya koydu­
tün insanlar ölümlü değildir.” ğu sonuç. A ristoteles’de, edilim
durum unda olana karşıt olarak,
E D İL G İN L İK (yun. paskhein; fr. varlığın tam yetkinlik içinde olması
passivité', alm. P assivität; ing. (çiçek, m eyva için gücüllüktür,
passivity). Etkin olmayanın duru­ gonca için edimdir). “Edim” söz­
mu ya da özyapısı. Yalnızca etki cüğü “eylem”in eşanlamlısı gibidir.
alanın, hiçbir itici ya da yapıcı güç Aristoteles en yüksek düzeyde et­
ortaya koymayanın durumu ya da kin gücü ya da tanrısallığı arı edim
özyapısı. Eylemsiz olanın doğası. diye adlandırır. (Bk. EDİLİM, EY­
Edilginlik gizemci yönelimin özü­ LEM)
nü o lu ştu ru r. G izem ci için
heyecanlardan uzak içsel arayış hat­ E D İM C İL İK (fr. activisme', alm.
ta tam dinginlik önemlidir. Gizem­ Aktivismus; ing. activism). Kuram­
cilik kendine kapanma anlamında sal ilkelerden çok yaşamın ve eyle­
çileciliği getirirken tanrısala gönül­ min gereklerini göz önünde tutan
den yönelişi öngörür. (Bk. ETKİN­ ahlak anlayışı. İnsan zihninin eyle­
LİK, GİZEMCİLİK) me dönük olması ve böylece dış
dünyaya ya da topluma yönelik ça­
E D İL İM (lat. passio', fr. passion', balar ortaya koyması gerektiğini
alm. Leidenschaft', ing. passion). ileri süren öğreti. (Bk. EDİM)
Etki âlânın ya da katlananın duru­
mu. Edilim Aristoteles’in katego­ ED İM SELC İLİK (fr. actualisme',
rilerinden biridir: ısıtılmış ya da so­ alm. Aktualismus', ing. actualism).
ğutulmuş olan, edilim durumunda Bizi etkisi altında tutan geçmişi in­
olandır. (Bk. EDİM) celeyerek bugünkü edimleri bu in­
celemenin sağladığı bilgiler ışığın­
ED İM (lat. actus\ fr. acte; alm. da düzenlem eyi öngören öğreti. 183
EGOİZM

(Bk. EDİM) telikleri yetkinleştirme çabası. İn­


sanın gelişimini sağlamak için yön­
EG O İZM . Bk. BENCİLLİK. temler geliştirme ve uygulama ça­
bası. Eğitim kişiye yönelik bir tu­
EGZİSTANSİYALİZM. Bk. VA­ tumu gerektirdiği kadar kişinin ken­
ROLUŞÇULUK. dine yönelik bir tutumunu da ge­
rektirir, buna göre eğitenle eğitilen
E Ğ İL İM (lat. tendant; fr. tendan­ ya da kendini eğiten arasında bir
ce; alm. Streben, Tendenz', ing. ten- uyumu gerektirir. İkinci anlamda
dency). Bir amaca yönelenin özya- İngilizcede selfeducation terimi kul­
pısı. Bir amaca yönelmiş ve bu yö­ lanılır. Eğitimin tarihi bize insanın
neliminde herhangi bir güçle karşı­ bilinçlenme süreçleri boyunca de­
laşmamış olanın durumu. Eğilim is­ ğişik eğitim yöntemleri ya da anla­
tekle belirgindir ve istemin etkinli­ yışları uyguladığını gösterir. Eğitim
ğini gerektirir. Bir eğilim, bir varlı­ ailede başlar ve okulda sürer, top­
ğın kendi kendine davranışını geti­ lumun değişik kuramlarınca etki al­
rir. Eğilim her şeyden önce orga­ tında tutulur, bu etkinin her zaman
nizmadaki doğal bir yönelgenliği olumlu olduğunu söylemek elbette
ortaya koyar: çiçek açılmaya eği­ olası değildir. Çocuk yetiştirm e
limlidir. İnsanda üç ayrı eğilim be­ sözkonusu olduğunda eğitim kav­
lirleyebiliriz: etkin eğilimler bizi ey­ ramı hemen pedagoji kavram ına
leme yöneltir, duygusal eğilimler bağlanır. Yetişkinlerin geliştirilme­
duygu düzeyindeki yönelimlerin iti­ si pedagojiden çok daha çağdaş bir
ci gücüdür, düşünsel eğilimler dik­ araştırma alanı olan ve özellikle öğ­
kat başta olmak üzere tüm düşün­ retim yöntemleri geliştirmeyi amaç­
ce etkinliklerimizi belirler. Lacheli- layan eğitim bilim in konusudur.
e r’nin gösterdiği gibi, eğilimler ar­ Çağdaş eğitim kavrayışı Yeniçağ’ın
zuya, arzu da isteme bağlıdır. Kişi­ başlarında gelişmeye başlamıştır.
sel eğilimler, toplumsal eğilimler, Bu kavrayışa göre çocuk gelece­
yüce eğilimler, aşağı eğilimler gibi ğin büyüğü olmaktan çok çocuk
pekçok eğilim belirlenir. (Bk. İS­ olarak yani büyük insanın dünya­
TEM) sından apayrı bir dünyası olan öz­
gün bir varlık olarak ele alınır. Bu­
E Ğ İ T İM (yun. p a id eia ; lat. na göre çocuk dünyasının kendine
educatio-, fr. éducation; alm. Erzi- göre koşulları ya da yasaları var­
ehung; ing. éducation). Kendini ya dır, çocuk yetiştirirken bunları göz
da başkalarını yetiştirme ya da ge­ önünde tutmak gerekir. Öyleyse,
liştirme süreçlerinin toplamı. Bir ço­ yaşa göre, eğilime göre, özel du­
cuğu yetişkinliğe doğru geliştirme rumlara göre çocuk yetiştirme yön­
eylemi. Kendinde ya da başkaların­ temleri geliştirmek bir zorunluluk­
184 da ahlaki, düşünsel ve fiziksel ni­ tur. Kavrama düzeyinin düşüklüğü
EĞİTİM

ya da yüksekliği, kişilik bozukluk­ muna getirmeyi amaçlar” der. Bu­


ları, topluma uyarsızlık gibi durum­ rada mutluluğu özellikle duygusal-
lar bu özel durumların başlıcaları- düşünsel yetkinlik olarak anlamak
dır. Çağdaş eğitim kavrayışı çocu­ yanlış olmaz. Demek ki eğitmek öğ­
ğu iyi koşullarda iyiye yöneltilebi- retmek demek değildir ya da yal­
len bir varlık olarak düşünür ve o nızca öğretm ek dem ek değildir.
iyi koşullan elden geldiğince yarat­ Eğitim öğrenerek kendini geliştiren
maya çalışır. Bunun için bir takım bireye bu çabasında yardımcı ol­
önyargılardan ya da kaba belirle­ maktır. Buna göre eğitim koşulla-
melerden kaçınmak, çocuk için “kö­ mayı değil de yönlendirmeyi, bul­
tü niyetli”, “tembel”, “yalancı” gi­ durmayı, araştırma ve bulma yo­
bi nitelemelerden vazgeçmek gere­ lunda isteklendirmeyi amaçlar. En
kir. Bu da eğitimden şiddetin ko­ iyi eğitici bireye kendini eğitme ar­
vulması anlamına gelmektedir. Da­ zusu ve heyecanı veren kimsedir.
ha XVI. yüzyılda Montaigne “Onur Bu da en kaba anlamda bilgiyi sev­
ve özgürlük için yetiştirilen her kör­ dirmekle olasıdır. Bu yolda eğitici
pe ruhun eğitiminde her türlü şid­ kişinin bilgiyi sevdirecek kadar
deti yadsıyorum” diyordu. Çağdaş güçlü olması ya da kısaca yetke ol­
eğitimcilerden Gabriel CompayrĞ ması gerekmektedir. Bilgili olmak
şöyle der: “Eğitim bir sanattır, uy­ iyi bir eğitimci olmak için gerekli
gulamayla ilgili bir ustalıktır, kitap­ koşuldur ama yeterli koşul değildir.
lardan öğrenilen bazı kuralların bil­ Sokrates’de gördüğümüz gibi, eği­
gisinden daha başka bir şeydir, de­ timci, bilinci etkin kılmayı ya da do­
neyimi gerektirir, ahlaki nitelikleri ğurtmayı bilen insandır. Elbette
gerektirir. Nasıl şair olmadan şiir özellikle bu çağda eğitimi insandan
olmazsa, eğitimci olmadan da, ya­ insana etkileme ilişkisi olmaktan
ni eğitim kitaplarındaki soyut ve ölü çok bir kurum etkinliği olarak gör­
yasaları özel nitelikleriyle canlan­ mek doğru olur. İyi bir eğitim iyi
dıran ve uygulayan kişi olmadan da bir eğitim kurumunda gerçekleşir
eğitim olmaz.” Eğitim elbette bir sa­ diyebiliriz. Çağımızda eğitim ku-
nattır, ancak bilimsel doğrular üze­ rumlara bırakılmış olmakla birlikte
rine kurulması gereken bir sanat­ onlarla sınırlı değildir. Çağdaş bi­
tır. Eğitimin kuralları enine boyuna rey eğitim açısından çok geniş bir
tartışılmadıkça, çocuk yetiştirme­ etkileşim ortamında yaşar. Bu çok
nin koşulları her anlamda bilinme­ geniş eğitici alanda televizyon, rad­
dikçe eğitim uygulamalan eksik ve yo, gazete, sinema, kahvehane, ga­
hatta sakat olacaktır. Eğitim insani zino, stadyum ve benzeri yerler de
yetilerin uyumlu ve eşit biçimde ge­ birer eğitim kurumu gibi etkide bu­
liştirilmesini öngörür. James Mili lunurlar. Böylece çağdaş dünyada
“Eğitim bireyi kendisi için ve baş­ ailenin eğitici etkinliği sanayileşmiş
kaları için bir mutluluk aracı duru­ yaşam düzeni koşullarında enaza
EĞİTİM

inerken, bu arada gerçek eğitim ku­ ğişkendir. Çok değişik düzeylere


ramlarının etkisi sınırlı kalırken dış bir eğitici eylem uygulanabilir ve
dünya büyük bir etki gücü kazan­ eğiticiler de böylece çok değişik ka­
maktadır. Özetle, günümüzde eği­ tegorilere girerler.” Günüm üzde
tim okul ve aile çevresini çok aş­ eğitim, kurumlar düzeyinde, hem
maktadır. Buna göre çağdaş yaşam küçük yaşlardaki bireyler için pe­
düzeninde yalnız öğrenciler değil, dagoji araştırmaları çerçevesinde
her kesimden ve her yaştan insan hem de yetişkin bireyler için eği-
eğitilmektedir. Bu çok yaygın eği­ timbilim yani eğitimde yöntem araş­
timin genellikle olumlu koşullar çer­ tırmaları çerçevesinde gelişiyor. /
çevesinde gerçekleşmekte olduğu­ Danton: “Eğitim bir halkın ekmek­
nu söylemek kolay değildir. Ayrı­ ten sonra en büyük gereksini­
ca, eğitim olağan okul yaşından çok midir.” /A ristoteles: “Eğitimin
önce başlamaktadır. Bu durumda, kökleri acı meyvaları tatlıdır.” / J.
k lasik leşm iş “oyun b iter okul Joubert: “Çocukların eleştiriden
başlar” formülü gerçekliğini yitir­ çok örneğe gereksinimi vardır.” /
miş gibidir. Örneğin çocuğun tele­ Dupanloup: “Eğitim özünde bir yet­
vizyon bilgisiyle karşı karşıya geli­ ke ve saygı ürünüdür. Bu iki ko­
şi okul yaşından çok önce gerçek­ şuldan biri eksik olursa ürün çü­
leşmektedir. Demek ki çağdaş eği­ rür.” / E. Faguet: “Bir eğitimin ya­
timi “beşikten mezara eğitim” diye pabileceği en güzel etki öğrenciye
nitelendirmek yanlış olmayacaktır. kendini yeniden eğitme isteğini
Bugün okul eğitim yaşamının an­ esinlemesidir.” / Laberthonnière:
cak bir bölümünü, hatta bazen kü­ “Eğitim denilen bir bilim var elbet­
çük bir bölüm ünü oluştururken te. Ama eğitim bir bilim değildir,
kişilerin yetişmesinde tam anlamın­ bir havariliktir. Havari olabilmek için
da belirleyici olmaktadır. Bu geli­ inanmak, sevmek, kendini hesap­
şim içinde eskinin parçalı eğitimi­ sızca vermek, gündelik gereksinim­
nin yerini bugün bütünsel eğitim al­ lerin öldürücü gerçekliğine kendini
mıştır diyebiliriz. Eskiden asker sa­ bırakmak gerekir.” / Valéry: “Eği­
vaşmayı, şövalye kılıç kullanmayı, tim çocuklukla ve yetişkinlikle sı­
köle tarla sürmeyi bilirdi, başka bir nırlı değildir. Tüm yaşam boyunca
şey bilmezdi. Bugün eğitim bireyi çevremiz bizim eğiticimizdir, o hem
bütün bir dünyanın içine çekiyor. ciddi hem tehlikeli bir eğiticidir. Cid­
Gaston Mialaret, Eğitim bilimleri didir çünkü burada yapılan yanlış­
adlı kitabında şöyle diyor: “Eğitim­ lar kolejdekilerden daha pahalı öde­
le ilgili durumlar bugün artık yal­ nir, tehlikelidir çünkü biz hiçbir za­
nızca öğretmen-öğrenci ilişkisine man çevrenin ve başkalarının iyi ya
ya da öğretmen-topluluk ilişkisine da kötü eğitici etkilerinin bilincin­
indirgenemez. Bir başka deyişle, de değilizdir.” (Bk. ÇOCUKBİLİM,
eğitimle ilgili durumlar çok ve de­ PEDAGOJİ, RUHBlLÎM)
EKSIKKALIŞ

“ E İN FÜ H LU N G ” (“sezgi” anla­ EK SIK K A LIŞ (fr. carence\ alm.


mında alm. söz.). Özneyle nesne­ Nichtvorhandensein; ing. insol­
nin özdeşleşmesi. Estetik izlemede vency). Duygu dünyasında eksik­
öznenin nesneyle bütünleşmesi. E- lik ya da yetersizlik. “Organizma­
infUhlung kuramının öncülerinden da ya da ruhsallıkta gelişimi ya da
Theodor Lipps (1851-1914) este­ dengeyi sağlayan etkenlerden biri­
tik deneyin her durumda öznedeki nin ya da birçoğunun eksikliği ya
ruhsallığın nesneye yansıtılmasıyla da yetersizliği” (P. Foulquie). Bir
ya da ulanmasıyla gerçekleştiğini kurumda ya da bir kişide toplum­
bildiriyordu. Lipps’e göre bizler iç sal işlevleri yerine getirebilme ye­
edimlerimizi nesneye yansıttığımı­ tersizliği. Çocukta anne ile bağla­
zı sanırız, oysa böyle bir yansıtma rın eksikliği. Duygularım ız tüm
yoktur: her iç edim nesnede ve nes­ ruhsal etkinliğimizin itici gücüdür.
neyle yaşanır. Lipps’e göre estetik Duygu dünyamız yaşamdaki etkin­
süreç, ben’in ben-olmayan’la öz­ liğimizin temel koşulunu sağlarken
deşliğinde gerçekleşir. Ben-olma- davranışlarımızı da belirler. Bu du­
yan’a etkin bir biçimde yönelen rum çocuğun yaşamında da belir­
ben, kendinde değişikliğe uğrar. gindir: çocuğun dünyası düşünsel-
Lipps böylece “güzel” sorununu likten çok duygularla oluşur ve ge­
duygu yakınlığı çerçevesinde açık­ lişir. Çocuk duygularına karşılık bu­
lamaya ve çözmeye çalışır. Bu an­ lamadığı zaman, özellikle anneyle
lamda estetik değer doğrudan doğ­ ilişkisini sağlam kuramadığı zaman
ruya ben’in ruhsal etkinliğine in­ bir eksikkalışı ya da yoksunluğu ya­
dirgenm iştir. E infuhlung’da dış şayacaktır. Bunun en belirgirl so­
dünya bir heyecanla canlandırılır. nucu ruhsal ve bedensel gelişimde
Bu bir tür nesneyle özdeşleşmedir. görülen yetersizlikler olacaktır. Bu
“Sich einfühlen” özdeşleşmek de­ yetersizlikler de uyum güçlüğüne,
mektir. Einfühlung nesnenin içine tam anlamında bir ulaşamamışlık
girmek, içine işlemektir. Einfühlung duygusu yaşamaya, arzularını hiç­
özneyle nesne arasında bir duygu bir koşulda karşılayamamaya ka­
yakınlığını belirlediği ölçüde este­ dar varan durumlara yol açacaktır.
tik yargıda düşünsel etkeni tümüyle Yalnızlık eksikkalışın zorunlu bir
ortadan kaldırır. Bayer şöyle der: ürünü olarak bireyin ruh dünyası­
“Gizemcilikte olan bütünsel kavra­ na kesin bir biçimde yerleşecektir.
yış sanatta yoktur: sanatta tüm içe­ Özellikle son elli yılda yapılan araş­
riği kavrayamayız. Einfühlung’un tırmalar duygu dünyasındaki eksik­
mahkum edildiği yer burasıdır.” liklerin insan için ne kadar yıkıcı
Einfühlung estetiği bir gizemcilik ve hatta öldürücü durum lara yol
estetiğidir. (Bk. COŞKU, ESTE­ açtığını göstermiştir ve sevginin in­
TİK, SANAT) san için güneş kadar değerli oldu-
187
EKSPRESYON

ğunu ortaya koymuştur. Özellikle EKSPRESYON. Bk. ANLATIM.


toplumsal ya da özel nedenlerle an­ “EK-STASE” (yun. ek “dışına”
neden ayrılan çocukların tepkileri­ ve statis “konulmak”dan). “Eksta-
nin gözlemlenmesi bu konuda ne­ se” varoluşçu felsefenin temel kav-
lerin yaşanabileceğini göstermesi ra m la rın d a n d ır, k en d i d ışın a
açısından önemli olmuştur. Anne­ çıkmak, kendine belli bir uzaklıkta
sinden ayrılan ya da ayırılan çocuk olmak, hata kendinden başka ol­
önce ağlar, hatta bağırıp çağırma mak anlamına gelir. (Bk. VARO­
gibi tepkiler gösterir, sonra tam an­ LUŞÇULUK)
lamında bir durgunluğa, bir ken­
dini bırakışa girer. Çok zaman ken­ ELEA O KULU M.Ö. VI. yüzyıl­
dine sunulan yiyecekleri geri çevi­ da İtalya’da Alento ırmağının de­
rir, gerekçe olarak da aç olmadığı­ nize döküldüğü yerde kurulan Elea
nı söyler. Anneden ayrı kalış uza­ ya da Elaia kentinde ortaya çıkmış
dıkça ruhsal ve bedensel gelişimde bir düşünce devinimi. Elea filozof­
bir duraklama olur, hatta gerileme ları İonia filozoflarının duyumcu
kendini gösterir: çocuk son elde et­ yorumlarına karşıt olarak evrenle
tiği kazanımlan yitirmeye başlar; dil ilgili sorunlara usçu bir bakış açısı
bozulur hatta bebek gibi konuşma getirmişlerdir. Okulun kurucusu
eğilimi başgösterir. Bu durumda ço­ Kolophon’lu (İonia) Ksenophanes,
cukta kendine kötülük etme isteği insanbiçimci tanrılar tablosunu ala­
ortaya çıkar: kafasını duvara ya da ya alarak tek bir tanrının varlığını
karyolaya vurmaya, bir yerlerini bildiriyor, ayrıca evren kavramıyla
kanatmaya yönelebilir. Bu olumsuz tanrı kavramını birleştirerek hep-
gelişim ölüme yol açabilen bir geli­ tanrıcı bir yoruma ulaşıyordu. Öğ­
şimdir. Eksikkalış elbette yalnızca re n cisi P arm en id e s, v a rlığ ın
çocukla ilgili değildir. Sevgi çocu­ tümünü “Bir Varlık”a indirgedi. Yal­
ğun yaşamında olduğu kadar bü­ nız “Bir Varlık” vardır, düşünce de
yüğün yaşamında da önemlidir. Pı­ bu “Bir Varlık”a yönelmelidir. De­
sırıklık gibi bireyi başkalarından ko­ ney akıp gideni de ele alabilir, oysa
paran ya da başkalarından uzak kal­ amaç değişmeden kalan, ölümsüz,
maya zorlayan durumlarda eksik- devinim siz varlığı göstermektir.
kalış tepkileri hemen kendini gös­ Okulun diyalektikçisi Zenon devi-
terecektir. Pekçok intiharın teme­ nimsizliğin koşullarını ortaya koy­
linde, bazı somut belirgin nedenle­ maya çalıştı. İonia duyumculuğu­
rin yanında yani görünür nedenle­ na aşırı tepki olarak beliren Elea öğ­
rin yanında eksikkalışla ilgili neden­ retisi daha sonra atomcuların her
ler etkili olmuştur. (Bk. YOKSUN­ iki okul arasında bir orta yol bulma
LUK) çabalarıyla dengelenecektir. D u­
yumlardan yola çıkarak felsefi açık­
188 lamalarda bulunan İonia okulunu
ELEŞTİRİ

düşünce tarihinin ilk gerçekçi an­ yanakları arayan felsefe kendi sağ­
layışı sayarken Elea filozoflarına ilk lamlığını kendi tutarlılığında ya da
ülkücüler ya da ilk usçular diyebi- kendi dizgesel yapısında güvence
liriz.(Bk. ATOMCULUK, İONİA altına alabilir, oysa çok zaman kav­
OKULU) ramsal belirlemelerden çok sezgi­
sel arayışları duyuran sanat yapıtı­
E L E Ş T İR İ (lat. criticus; fr. nın ne olup ne olmadığı kendisiyle
critique; alm.Kritik;mg.critique). ilgili bir tartışmayı gerekli kılacak­
Mantığın yargıyı ele alan bölümü. tır. Bu çerçevede eleştirmek bir ya­
Bir yargıya, bir görüşe, bir fikre pıtta olumlu ya da belirleyici olanla
açıklık getirmek üzere yapılan in­ birlikte uyarsız, tutarsız, eksikli, çe­
celeme. Bir yapıtın, bir kişinin, bir lişkili olanı göstermek demektir.
durumun olumsuz yanlarını ortaya Böylesi bir arayış her şeyden önce
koyan görüş. Bir yapıtın estetik açı­ sanatçının kendisiyle ilgili araştır­
dan irdelenmesi. Her eleştiri dışla­ malarında kendini göstermelidir.
dığı görüşün karşıtını bir temel fi­ Kendini eleştirmeye alışmamış bir
kir olarak kendinde taşır. Eleştiri bir sanatçının eleştiriden yararlanması
fikre, bir duruma, bir eyleme karşı olası değildir. Öte yandan, ancak
oluşturulmuş bir karşıt düşünce­ kendini eleştirmeyi bilenin başka­
dir. Birbirlerine karşı olan fikirler sını sağlıklı bir biçimde eleştirebi­
birbirleriyle eleştirel bir konumda leceğini söyleyebiliriz. Her sağlıklı
bulunurlar. Ancak, gerçek anlam­ eleştirici tutum bir özeleştiri eğili­
da eleştiri kendiliğinden ortaya çı­ mini kendinde barındırır diyebiliriz.
kan karşıtlıktan çok, bile bile ya da Bir eleştiri ancak amacının dışında
araştırmayla ortaya konulmuş kar­ bir amacı olmadığı zaman sağlıklı
şıtlıktır. Descartes’da skolastik fel­ olabilir. / Plautus: “İnsanlar sahte
sefenin, Leibniz’de Locke’un eleşti­ bir yakınlığı içtenlikli eleştiriye yeğ
risini buluruz: Descartes skolastik tutarlar.” / Goethe: “İnsanlar anla­
felsefeyi, Leibniz Locke’u doğru­ madıklarını karalarlar.” / A. Pope:
dan irdelemiştir. Kültürün üç temel “En büyük övgüye değer olanlar
alanı, bilim, felsefe ve sanat her eleştiriye en iyi katlananlardır.” / J.
d u ru m d a e le ş tirili b ir bakışı R. Lowell: “Bilgece bir kuşkucu­
gereksinir. Eleştiri bilimden ve fel­ luk iyi bir eleştirmecinin baş niteli­
sefeden çok sanatta belirginleşir, ğidir.” / C. N. Bovee: “Yazarlar bel­
estetiğin bir kolu ya da uygulama­ ki de öbür dünyada cehenneme git­
ya yönelik bir biçimi olarak görü­ meyecekler. Bu dünyada eleştirme­
lür. Sanat yapıtı, öznel-nesnel bü­ cilerden ve yayımcılardan çok çe­
tünlüğü içinde, eleştirilmeye açık kiyorlar çünkü.” / R. de Gourmont:
durur ya da eleştirinin varlığını ge­ “İnsanca düşünün: renkleri ayıra-
reksinir. Tam anlamında kavram­ mayan bir oğlunuz varsa onu de-
sal bir yöneliş içinde salt ussal da­ miıyolu makinisti yapacağınıza sa­
ELEŞTİRİCİLİK

nat eleştirmecisi yapın.” / J. Paul- to kadar aptalcadır.” (Bk. ESTE­


han: “Bir eleştirmeci kendini gülünç TİK, SANAT, YARATMA)
etmekten çekinmemelidir.” / Valéry:
“Kendinde bir eleştirmeci taşıyan E L E Ş T İR İC İL İK (fr. criticisme\
ve onu işlerine severek karıştıran alm. Kritizismus; ing. criticism).
yazar klasiktir.” / L. Aragon: “Ede­ Her bilgi edinme çabasında eleşti­
biyat alanında eleştiri bir heyecan rici tutumu öncelikli tutum olarak
pedagojisi olmalıdır.” / Molière: “Ki­ değerlendiren görüş. Kant’ın usu
mileri bir piyesi kurallarına göre sınırlı gören, bu yüzden metafiziği
yargılarlar, kimileri de en iyi yargı­ eleştiriye götüren, eleştiriyi her fel­
lama yöntemiyle yani kendilerini sefi araştırmada öncelikli sayan öğ­
şeylerin akışına bırakarak, kör ön­ retisi. Eleştiricilik öncelikle Kant’ın
yargılara, yapmacıklı inceliklere, üç eleştiri kitabının özellikle birin­
gülünç yumuşaklıklara düşmeden cisinde, Salt usun eleştirisi'nde or­
yargılarlar.” / La Bruyère: “Eleştir­ taya koyduğu öğretidir. Bu öğreti,
menin hazzı bizi çok güzel şeyleri bilgiyi, kendisine temel alan ilkele­
yakalamanın hazzından uzaklaştı­ rin ışığında tartışmak zorunluluğu­
rıyor.” / Chateaubriand: “Yanılgı­ nu ortaya koyar. Bu bir anlamda
larla ilgili küçük ve basit eleştiriyi bilgi kuramının eleştirici bir tutumla
bırakıp güzelliklerle ilgili büyük ve tüm bilgi araştırmalarının altına yer­
güç eleştiriye yönelin.” / Sainte- leştirilmesi anlamına gelir. Kant’dan
Beuve: “Eleştiri insanları tanıma sonra eleştiricilik bilgi kuramında
hazzıdır, yönlendirme hazzı değil­ doğrulam a olarak anlaşılm ıştır.
dir.” / A. France: “En iyi eleştir­ Kant, sözkonusu kitabının başların­
meci başyapıtlardan giderek kendi da çağının bir eleştiri çağı olduğu­
ru h u n u n serü v en lerini anlatan nu bildiriyor, kimsenin eleştiriden
adam dır.” / G. de M aupassant: kaçamayacağını, krallığın da papa­
“Eleştirmecinin temel özellikleri ne­ lığın da eleştiriye başeğmek zorunda
lerdir? Yan tutmadan, öncesel gö­ olduğunu bildiriyordu. Kant bu ki­
rüşlere sahip olmadan, okul düşün­ tapta zihnin ancak deney alanından
cesine bağlanmadan, herhangi bir kesin bilgiler derleyebileceğim, de­
sanatçı topluluğuyla ilişkili olmadan neyi aşan Noumenon alanının bi­
en karşıt eğilimleri, en birbirine uy­ limsel bilgisinin olamayacağını bil­
maz yönelimleri anlasın, ayırsın ve direrek felsefi yönelişlere bir sınır
açıklasın, en değişik sanat arayış­ arıyordu. Bununla birlikte Kant
larını benimsesin.” / J. Chardonne: Noumenon alanının bilgisini de ya­
“Edebiyatı kuran eleştirmecilerdir.” ni metafizik bilgiyi de olası saymış,
/ R. Daumal: “Eleştiri tüm yararsız aşkın diyalektiğin alanı olarak be­
yapıtları yerle bir etmelidir; gerekli lirlediği metafiziği kanıtlanamaz
olm ayan şey kötüdür.” / Blaise olan, nesnellikten uzak olan, ancak
Cendrars: “Sanat eleştirisi esperan­ araştırılması zorunlu olan bigilerin
EMEK

alanı diye belirlemiştir. Kant meta­ oranı iki ayrı koşul belirler. Birinci­
fizik dogmacılığın yerine genel eleş- si, emeğin uygulanmasında genel
tiri’yi geçerli kılmak istemiştir. Ge­ olarak gösterilen ustalık, beceri ve
nel eleştiri bilginin sınırlarını çizer, ussallık; İkincisi, yararlı bir işte uğ­
bilgi edinme yollarının denetimini raşanların sayısıyla yararlı bir işte
öngörür. Bilgiye yönelik eleştiri her uğraşmayanların sayısının oranı.”
türlü felsefi araştırmanın ilk koşu­ Adam Smith’e göre avcılık ve ba­
lu olacaktır. (Bk. USÇULUK) lıkçılıkla uğraşan ilkel toplumlarda
her birey azçok yararlı bir iş için
E M E K (fr. travail; alm. Arbeif, emek harcam aktadır. A ncak bu
ing. labour). Bir işi gerçekleştirmek uluslar yoksuldurlar, öyle ki çocuk­
için harcanan insan gücü. İnsanın ları, yoksulları, hastaları yoketme-
doğayı değiştirmek için yaptığı ka­ yi bile düşünürler. Gelişmiş ulus­
fa ve beden çalışması. Emek üreti­ larda işe yaramaz çok insan vardır,
min temel öğesidir. İnsan yaşamı üretmeden tüketenlerin sayısı ol­
için birinci derecede yararlı olan bu dukça çoktur, buna karşılık zengin­
gücün bir fiyatı olmalıdır. Emek in­ lik daha büyüktür. Bu gibi uluslar­
san yaşamının en büyük üretici gü­ da azla yetinmeyi bilen, emeğini
cü olmakla insan yaşamındaki pek- esirgemeyen bir işçi rahatça kam ı­
çok ilişki için en başta iktisadi iliş­ nı doyurabilir. Ustaca, beceriyle ve
kiler için belirleyicidir. İnsan, eme­ ussal bir biçimde çalışan uluslar­
ğini kullanarak doğayı daha verim­ dan bazıları kırsal alanda bazıları da
li, daha insana uyarlı kılmıştır. Adam kentsel alanda üretime ağırlık ver­
Smith mal üretimini artıran emeği mişlerdir. Her iki alana aynı ağır­
üretici belirlemiş, hizmetleri dışta lıkta emek koyan hiçbir ulus yok­
tutmuştur. Adam Smith Ulusların tur. Bazıları kırsal alandaki üretimi
zenginliğinin doğası ve nedenleri önemli görürken bazıları kentsel
üzerine araştırmalar adlı yapıtında alandaki üretimi önemli saymışlar­
şöyle der: “Bir ulusun yıllık emeği dır. Adam Sm ith’den sonra J.B.
onun yıllık tüketimine yaşamı için Say yarar sağlayan her emeği üre­
gerekli olan tüm şeyleri sağlayan tici saydı. Ricardo emek sorununa
tem el zenginliktir; bu şeyler ya değişik bir boyut getirir. Ricar-
doğrudan doğruya bu emeğin ürü­ do’ya göre toplumların çocukluk
nüdür ya da bu ürünle başka ulus­ dönemlerinde şeylerin değiştokuş
lardan alınmışlardır. Böylece, bu değeri onların üretimi için gerekli
ürünün ya da bu ürünle satın alma­ olan emeğin niceliğine bağlıydı. Ri­
nın, tüketicilerin sayısı karşısında cardo, Adam Smith’in emeği ilk fi­
az ya da çok oluşuna göre, ulus yat saydığını, ilkel para yerine aldı­
gereksinimini duyacağı bütün bu ğını bildirir. Bu ilkel dönemlerde ser­
zorunlu ve uyarlı şeylere az ya da maye birikimi olmadığı gibi topra­
çok sahip olacaktır. Her ulusta bu ğı işlemek diye bir sorun da yok­
EMEK

tur. Bu dönemlerde nesneleri elde ruysa, emekçinin kazancı her za­


etmek için gerekli olan emeğin ni­ man emeğiyle orantılıysa, bir şe­
celiği değiştokuş için kural belirle­ yin üretiminde emeğin belli niceliği
yici veri durum undadır. Adam ve bu şeyin satın alabileceği eme­
Smith’de şu örneğe yer verilir: av­ ğin niceliği eşittir ve bunların her
cı bir toplumda kunduzu avlamak ikisi de ayrı ayrı öbür nesnelerin
için gereken emek bir geyiği avla­ iniş çıkışında kesin ölçüt oluştura­
mak için gereken emeğin iki katıy­ bilecektir. Ancak bu iki nicelik eşit
sa bu durum da doğal olarak bir değildir: birincisi gerçekten genel­
kunduza iki geyik verilecektir ya likle belli bir ölçüt ortaya koyar, bu
da bir kunduzun fiyatı iki geyik ola­ ölçüt de başka nesnelerin fiyatla­
caktır. Bundan şu genel sonucu çı­ rındaki değişimi tam olarak belir­
karabiliriz: emeğin niceliğindeki her ler; İkincisi, tersine, karşılaştırıldı­
artış bu emekle yapılan şeyin fiya­ ğı mallar ya da besin maddeleri ka­
tını artırır, emeğin niceliğindeki her dar değişikliğe uğrar. B öylece
azalış da bu emekle yapılan şeyin Adam Smith, altın ve gümüş gibi
fiyatını düşürür. Ricardo buraya değişken bir ölçütün başka nesne­
kadar Adam Smith’in düşüncesini lerin fiyatını belirlemede ne ölçüde
tam olarak paylaşır, bu noktadan yetersiz olduğunu ustalıkla göster­
sonra ona eleştiri getirmeye baş­ dikten sonra buğdayı ve emeği eşit
lar: “Adam Smith tüm değiştokuş saymakla en değişken ölçütü orta­
değerinin ilkel kaynağını böylece ya koyar.” Değerli madenin duru­
açık bir biçimde gösterir ve buna mu buğdaymkinden daha sağlam­
bağlı olarak tüm nesnelerin üreti­ dır. Buğdayın fiyatı daha kolay de­
minin az ya da çok emek gerektiri- ğişecektir; tarım ın gelişm esine,
şine göre az ya da çok değer kaza­ araç ve makinaların kullanımına,
nacağını ortaya koyar. Bununla bir­ yeni toprakların bulunuşuna göre
likte o bir başka değer ölçüsü geti­ değişecektir. Emek de ülkenin du­
rir ve azçok bu ölçüye karşı değiş­ rumuna göre, istem-sunum koşul­
tokuş edilebilişlerine göre az ya da larıyla değişikliğe uğrar. Emeğin de­
çok değeri olan şeylerden sözeder. ğeri, ayrıca, önemli maddelerin de­
Bazen bunun buğday değeri oldu­ ğişim ine göre değişir. Öyleyse,
ğunu söyler, bazen de emek değeri Adam Smith’in yaptığı gibi, “Aynı
olduğunu bildirir; bu bir şeyin üre­ emek bazen büyük bazen küçük öl­
timinde harcanan emek değildir, bir çüde emtia satın alabileceğine gö­
şeyin satın alabileceği emektir. Bun­ re, değişikliğe uğrayan emeğin de­
lar eşdeğer iki deyimdir, çünkü in­ ğeri değil emtianın değeridir” yar­
sanın emeği iki kat daha üretici ol­ gısına varmak yanlıştır. Gene Adam
muştur ve herhangi bir nesneyi iki Smith gibi “Emeğin değeri değiş­
kat fazlasıyla yaratabilir.” Ricardo mez olan tek şey olduğuna göre,
eleştirisini şöyle geliştirir: “Bu doğ­ yalnızca bu değer her yerde ve her
EPİSTEMOLOJİ

recek olan ve güç, çaba, conatus mayı bilecektir. Aristoteles’e göre


diye adlandırılabilecek olan şeyi de erdemin ne olduğunu bilmek yet­
kendinde barındırır.” Leibniz, Mo- mez, onu yaşamak ya da uygula­
nadologie'dt de şöyle der: “Tüm mak gerekir. Erdemlilik en yüce
basit tözlere ya da yarıtılmış mo- iyiyi, mutluluğu amaçlar. Erdem
nadlara entelechia adı verilebilir, yolunu her kişi m utluluğa gidiyor
çünkü onlar kendilerinde belli bir diye seçer. İnsan m utluluğa er­
yetkinliğe sahiptir.” demle ulaşır, bunun için insanın
mutluluğa uyarlı olması, hem be­
E P İS T E M O L O Jİ. Bk. BİLGİBİ- densel hem ruhsal açıdan yeterli
LİM. ya da yetkin olması gerekir. Er­
dem ne tutkudur, ne yetidir, yal­
E R D E M (yun. arete\ lat. virtus\ nızca yatkınlıktır. Aristoteles de,
fr. v e rtu \ alm . Tugerıd\ ing. daha sonraki filozoflar da erdem
virtue). Ahlaki yetkinlik. İyiye yö­ için usun belirleyici ve seçici gü­
neliş ve kötüden kaçışın getirdiği cünü zorunlu gördüler. Ancak us
ruhsal sağlamlık. Düşüncede ve insanı aşırılıkların getirdiği yıkım­
davranışta iyi niteliklerin bir araya lardan koruyabilecekti. Seneca’nın
gelmesiyle belirgin ahlaki olgun­ da belirttiği gibi erdemlilik ölçülü­
luk durumu. En genel anlamda er­ lüktür ya da “Her erdem ölçü üze­
dem iyiyi isteme eğilimidir, hatta rine tem ellenm iştir” ( Om nia in
iyiyi gerçekleştirme alışkanlığıdır. modo est virtus). Bu yüzden ah­
Onun alışkanlık olması kazanılmış lak anlayışları ne olursa olsun, tüm
olması anlamına gelecektir. Platon ahlakçılar erdemi insanın usunu
M enon diyalogunda “Erdem bir kullanarak kendine söz geçirmesi
doğa vergisidir” diyordu. Platon’a ve tutkularını dizginlemesi olarak
göre erdem bir bilimdir, iyiyi ger­ anlamışlardır. Descartes için er­
çekleştirmek için iyi yargılamak dem bir güçlülük ve kararlılık du­
gerekir. Aristoteles erdemi iyiyi rumudur. R ousseau bu güçlülük
gerçekleştirm e yatkınlığı olarak niteliğine ağırlık vermiş, “Kavga­
anladı, bu yatkınlık elbette kaza­ sız erdem olmaz, utkusuz erdem
nılmış ve sürerliği olan bir yatkın­ hiç olmaz” diye düşünmüştür. De­
lık olmalıydı. Filozof “Bir kırlan­ mek ki kendini bırakm ışlık içinde
gıçla yaz gelmez, tek bir eylem er­ erdemli olmak olası değildir, erdem
demi sağlamaz” diyordu. Düşün­ etkinlik içinde gerçekleşecektir.
ce tarihinin ilk büyük ahlak ku­ Ödev ahlakı düşüncesini getiren
ramcısı sayabileceğimiz Aristote­ Kant için de erdem kararlılığın sağ­
les’e göre erdemli yaşam için tut­ ladığı güçlülükten başka bir şey de­
kuları usla dengelemek gerekmek­ ğildir ve bu güçlülük en belirgin
tedir: usun belirleyiciliğinde seçim biçimde ödevlerini yerine getiren
1 9 4 yapabilen insan iyiyi kötüden ayır­ kişinin varlığında kendini göstere-
ERDEM

çektir. Jean-Jacques Rousseau gi­ ğını, adaletliliğini yitirdiği zaman,


bi Kant da, Romalıların dilindeki tanrıların onun ruhunda yarattığı
“güçlülük” ve “erdem” özdeşleş­ tanrısal özellikler silinip gittiği za­
mesine uygun bir biçimde, erde­ m an mutsuzdur.” Stoa ahlakı er­
mi bilinçli bireyin güçlü edimleri demli kişiyi bilge kişi olarak dü­
çerçevesinde değerlendirir. Kant şünür ve onu bir toplumsal örnek
ayrıca erdemliliği yüreklilik olarak kavramında yüceltir. Epiktetos’a
anlar, ancak yürekli kişiler erdemli göre bilgisiz kişi iyiliği ve kötülü­
olabilirler diye düşünür. Ona göre ğü kendinden beklemeyen, başka­
adaletsiz bir kişiye direnmemizi larından bekleyen kişidir. Bilge ki­
sağlayacak olan güç yürekliliğin şi yükümlü kişidir, gerçekte insan­
sağlayacağı güçtür. Burada, ödev lar birbirleri karşısında yüküm lü­
kavrayışı içinde Kant, elbette top­ dürler, çünkü insanlar birbirleri için
lumsal insanı ya da toplumdaki in­ yaratılmışlardır. Eskiçağ ahlakla­
sanı konu edinir. Ödev her zaman rının tümü elbette böylesine top­
başkalarına yönelik bir tutarlılığı lumsal uzanımlı değildir. Ahlakı bil­
düşündürecektir. Bazı düşünürler gi sorununa bağlayan ilk büyük
bir toplumsal gereklilik çerçevesin­ ahlakçı Sokrates’den sonra gelen
de erdemliliği bir sıkıntı gibi ele ve “Sokrates”çi diye adlandırılan
alırlar. Stendhal erdemi “sıkıcı olan filozoflar genellikle erdemli bireyi
ve başkaları için yararlı olan ey­ toplumsal yükümlülüklerin dışına
lemleri gerçekleştirme alışkanlığı” çıkması gereken kişi diye düşünü­
olarak tanımlar. Daha Eskiçağ’da yorlardı, böylece bir eylem ahlakı
başta Epiktetos ve M arcus Aure­ değil bir eylemsizlik ahlakı gelişti­
lius olm ak üzere Stoa filozofları riyorlardı. Pyrhon tüm yargıları
erdemi toplumsal yükümlülükler askıya almayı (e p o k e), kendini
içinde ele alıp değerlendirmişler­ dingin bir edilginliğe (ataraksia)
di. Onlara göre de mutluluk erdem­ bırakmayı öneriyordu. Ancak bu
li oluşun bir sonucuydu ya da er­ özel eylemsizlik ve dinginlik fel­
dem m utluluğu am açlam alıydı. sefelerinin dışında tüm felsefeler
Epiktetos şöyle diyordu: “At şar­ eylemde belli bir etkinlik payı be­
kı söyleyememekten mutsuz mu­ lirlediler. / Boileau: ’’Erdemli ol­
dur? H ayır, koşam adığı zaman m aktan çok erdem in dostu o l­
mutsuzdur. Köpek uçamamaktan mak.” / B. Gracian: “Erdemin yal­
m utsuz mudur? Hayır, duyumsa- nızca kendisine gereksinimi var­
yamaz olduğu zaman mutsuzdur. dır. Erdem insanı yaşamında se­
İnsan aslanları boğazlayamamak- vimli, ölümünden sonra da anılası
tan ve olağanüstü şeyler yapama­ kılar.” / Mark Twain: “Erdemli ol­
m aktan mutsuz mudur? Hayır, in­ mak iyidir. Başkalarına erdemli ol­
san bunun için yaratılmış değildir. mayı öğretmek daha da iyidir... ve
O ancak utancını, iyiliğini, bağlılı­ daha da kolaydır.” / Hesiodos: “Er­ 195
EREK

demin yolu uzun ve diktir, insan yılamayacak kadar çoktur. Bütün


ilerledikçe her türlü güçlüğe kar­ bu kötülükler, mutsuzluğumuzun
şın yol kolaylaşır.” / Herakleitos: ve sefaletimizin tek bir noktaya,
“Erdem zafere giden en kısa yol­ hangi tür nesneye aşkla bağlandı­
dur.” / Fernando de Rojas: “Ger­ ğımız noktasına dayanm asından
çek erdem kılıçtan daha korkunç­ geliyor gibidir. Sevilm eyen bir
tur.” / M ontesquieu: “Cesaretsiz nesne için herhangi bir sorun ol­
mutluluk, kavgasız erdem olmaz.” mayacaktır; bu nesne yitip gittiği
/ J. Joubert: “Erdem ruhun sağlı­ zam an üzüntü duym ayız, o bir
ğıdır.” /Aristoteles: “Erdem iki kö­ başkasının eline geçtiği zam an
tülük arasında bir orta yerdir.” / üzülmeyiz; onunla ilgili korku, kin,
J.P. Richer: “Erdem her zaman gü­ kısacası herhangi bir ruhsal tedir­
zelleştirmez, kötülük her zaman ginlik duymayız. Gelip geçici şey­
çirkinleştirir.” / G. Harvey: “Kö­ leri sevdiğimiz zaman bütün bu
tülük erdem kılığında gezer.” / Th. tutkular payımıza düşecektir. (...)
Fuller: “Erdemler uyuşur, kötülük­ Ama ölümsüz ve sonsuz bir nes­
ler çekişir.” / C.C. Colton: “Erde­ neye yönelen aşk ruhu arı bir se­
min bitip kötülüğün başladığı çiz­ vinçle, her türlü acıdan uzak bir
gi pek belli değildir.” / Cervantes: sevinçle dolduracaktır.” (Bk. AH­
“Erdemin yolu dardır, kötülüğün LAK, AHLAKSIZLIK, BİLGE­
yolu geniş ve açıktır.” / La Roc­ LİK, FELSEFE, İYİ)
hefoucauld: “Erdemlerimiz çok za­
man kılık değiştirmiş kötülükler­ E R E K (fr. fin; alm. Ende, Zweck-,
dir.” “Kendini beğenmişlik arka­ ing. end, purpose). Ulaşılmak iste­
daşlık etmeseydi erdem çok uzak­ nen nokta. Gerçekleştirilmesi dü­
lara gidem ezdi.” “Zehirler nasıl şünülen amaç. Yönelinen bir son
ilaçların bileşim ine katılırlarsa nokta. Her erek bir tasarımın so­
kötülükler de erdemlerin bileşimine nucudur ve ulaşılası bir sının belir­
katılırlar.” / Molière: “M oda olan ler. Latincede finiş “sınır” dem ek­
tüm kötülükler erdem yerine ge­ tir. Kendinde erek, Kant felsefesin­
çer.” / Spinoza: “Zenginliklerden de öznel ya da göreli ereğe karşıt
ötürü kıyımla ve ölümle yüzyüze olarak nesnel ya da zorunlu erek­
gelm iş insan örneği pekçoktur, tir. Öznel ya da bireysel ereğin ev­
zengin olm ak için nice tehlikeyle rensel bir geçerliliği yoktur. Buna
karşı karşıya kalmış, aptallığını ya­ göre somut varlık olarak insan çe­
şam ıyla ödemiş insan örneği de şitli ereklerin aracı olabilir, kendi
pekçoktur. Onuru elde etmek ve için çeşitli erekler koyabilir; ama in­
korumak için pek kötü acılar çek­ sanda gerçekleşmiş olan ussal do­
miş insan örneği de az değildir. ğa bir kendinde erek olarak vardır
Aşırı hazza düşkün olmakla ölü­ ve mutlaktır. (Bk. AMAÇ)
münü çabuklaştırmış insan da sa­
ERGİNLİK

EREKBİLGİSİ (fr. eschatologie', EREKLİLİK (fr. finalité; alm.


alm. Eschatologie; ing. eschato- Finalität-, ing. finality). Bir amaca
logy). İnsanlığın ya da evrenin so­ ya da bir sona yönelik olma duru­
nuyla ilgili öğreti. Erekbilgisi özel­ mu. Bir amaca yönelik olanın öz-
likle dinbilim cilerin konusudur, yapısı. Etkin nedenselliğe karşıt ola­
özellikle “son yargı”yı konu edinir. rak sonuçsal nedensellikle ilgili oluş.
(Bk. EREK) Biyolojide ve ruhbilimde ereklilik bir
öğeyi bağlı olduğu bütüne götür­
EREKBİLİM (fr. teleologie; alm. me yönelimini belirler. Ruhaynştır-
Teleologie; ing. teleology). Sonlu- ması örneğin bir düşü amaçlarıyla
hıkla ilgili araştırma. Terimi özel­ ya da eğilimleriyle ele alacaktır. (Bk.
likle Yargıgücünün eleştirisi' nde EREK)
Kant sık sık kullandı. Kant şöyle
den “Bilimlerin genel ansiklopedi­ ERGİNLİK (lat. pubertas\ fr. pu­
sinde her bilimin yeri belli olmalı­ berté.; alm. Pubertät', ing. puberty).
dır. Erekbilime hangi yeri verece­ Çocuklukla yetişkinlik arası dönem.
ğiz? O gerçek anlamda doğa bilim­ Erginlik her şeyden önce bedensel
leriyle mi yoksa dinbilimle mi ilgili­ ve cinsel olgunlaşmayla belirgindir.
dir?” Erekbilim, erekliliği inceleyen On iki ya da on dört yaşlarda baş­
bilgi alanı olmakla, mekanikçiliğe layan bu dönem çocukluğun izleri­
karşıt olarak, evrendeki edimlerden ni ve yetişkinliğin belirtilerini taşı­
herbirinin bir ereğe göre gerçek­ yan oldukça sorunlu bir dönemdir.
leştiğini varsayar ve böylece özel­ Bununla birlikte bu dönemde bire­
likle dinsel bir anlam kazanır. Din­ yin düşünsel etkinlikleri oldukça
sel çerçevede yalnız etkin nedeni yüksek bir düzeyde gelişmektedir.
değil, sonuçsal nedeni de varsay­ Proust “Erginlik insanın bir şeyler
mak gerekir: her şeyden önce dün­ öğrendiği tek dönemdir” der. Be­
ya bir sonluluğa ya da bir amaca densel ve ruhsal dönüşümlerle be­
göre kurulm uş olmalıdır. Ayrıca lirgin olan ve on sekiz ya da yirmi
nıhbilimde erekbilim davranışların yaşlara kadar süren erginlik döne­
ereklerini incelemeye yönelik bilgi minde birey karmaşık düşünsel so­
alanıdır. (Bk. EREK) runlarla birlikte cinsel içgüdünün
yoğun baskısı altındadır. Sınırlan ol­
EREKÇİLİK (fr. finalisme; alm. dukça kaygan olan, cinse, coğrafi
Finalismus; ing. finalistti). Sonlu­ koşullara ya da iklim koşullarına,
luğa belirleyici bir yer veren öğre­ toplumsal-iktisadi etkenlere, gele­
ti. Sonuçsal nedenlerin varlığını be­ neksel yapıya, bireyin yetişme ko­
nimseyen öğreti. Bu öğretiye göre şullarına ve kişisel özelliklere göre
evren bir sona, bir amaca göre dü­ değişiklikler gösteren erginlikte bi­
zenlenmiştir. (Bk. EREK) reyin mesleki ve toplumsal sorun­
lara ilgisi artar, bu arada bireyde
ERK

başıboşluk istemine kadar varan bir Theosophie; ing. theosophy). Mec­


özerklik istemi ortaya çıkar. Duy­ zupluk. Tanrı’nın bilgisine gizemli
gusal yaşam derinleşmiş ve çeşitli- yollardan hatta büyücülükle ulaş­
lenmiştir. anı defterleri tutulur, mek­ maya çalışan öğretilerin genel adı.
tuplaşmalar olur. Aşırı duygusallık Tanrı’ya kavuşmayı amaçlayan din­
olağan duruma gelmiştir; çabuk de­ sel öğreti. Ermişlik insanın gizemli
ğişimler, gülerken ağlamaya başla­ yollan izleyerek ya da içsel deneye
malar sık görülür. Yetenekler be­ dayanarak doğrudan doğruya Tan-
lirgin bir biçimde olgunlaşmaya rı’ya yükselebildiğini, doğal düzen­
yüztutmuştur. Düşünsel düzeyde den tanrısal düzene basamak ba­
soyutlayıcılık eğilimi görülür. Birey samak çıkabildiğini, böylece tann-
kişiliğinin gelişen koşullarına göre sal ışıkla aydınlanmak noktasına
kendine bir yol çizmeye, başkala­ ulaşabildiğini benimseyen tüm din­
rıyla düşünsel ilişkiler kurmaya yö­ sel inançların genel adıdır. Ermişli­
nelir yani toplumsallaşma atılımlan ğin kökeninde din bilgisi kadar er­
gösterir. Buna koşut olarak siyasal dem, erdem kadar çilecilik vardır.
eğilimler ortaya çıkar, bu eğilimler Paracelsus, Jacobi, Franz von Ba-
çok zaman taşkınlığa dönüşür. Er­ ader gibi adlar düşünce tarihinde
gin birey siyasal etki almaya hazır ermişliğin başlıca temsilcileridirler.
bireydir. Bu koşullarda onun ailesi Kant, Schelling, Hegel gibi filozof­
ve dar çevresi dışında, kuramsal larda bile ermişlikten bir şeyler bu­
düzeyde bir eğitime gereksinimi labiliriz. XIX. yüzyılda Almanya’da
vardır. Bu eğitim onu heyecanla ünlü filozof J.G. Fichte’nin oğlu
karşıladığı kavramlar üzerine bilinçli Herm ann Em m anuel Fichte bir
kılacaktır. Erginlikte gecikmeler “kurgusal ermişlik” okulu kurdu,
ciddi ruhsal sorunlara yol açabilir. okulun amacı felsefi düşünce de­
Beden yapısının gelişimindeki bir neyleriyle T an n ’yla özdeşleşm e
gecikme bireyi yıkıma götürebilir, amacını gerçekleştirmekti. (Bk. Çİ­
özellikle okulda başarısızlıklara yol LECİLİK, GİZEMCİLİK)
açabilir, aşağılık duyguları yarata­
bilir. N e çocuk ne yetişkin olan bi­ “ E R O S ” (yun. söz.). D ostluk
rey zaten sorunlu bireydir, onun bir duygusuna karşıt olarak aşk arzu­
de bir takım eksiklik duyguların­ su. Eros aşk tannsıdır, çok zaman
dan giderek yıkıma uğramaması için aşırı ya da abartılmış ve sevecen­
çevrenin ona anlayışla yönelmesi likten yoksun kalmış cinsel eğilimi
gerekir. (Bk. ÇOCUKLUK, YETİŞ­ düşündürür. “Eros” kavramı ılımlı
KİNLİK) anlamda kullanıldığı zaman en ge­
nel çerçevede cinsel eğilimi karşı­
E R K . Bk. GÜÇ. lar. Hesiodos’un “ölümsüz tanrıla­
rın en yakışıklısı” diye tanımladığı
198 E R M İŞ L İK (fr. theosophie', alm. Eros en eski anlatılarda ağırbaşlı bir
ESİM

delikanlı olarak tanımlanmıştır. Da­ ESENLİKDUYGUSU (fr. eupho-


ha sonra şiirlerde kötülüğe eğilimli rie; alm. Euphorie; ing. euphory).
bir yeni yetme olarak gösterildi: Genel hoşnutluk duygusu. Belirsiz
“Yüreği kötü mü kötü, diliyse bal­ dinginlik duygusu. B ulanık bir
dan tatlı.” Symposiori’da Platon onu biçimde kendinden ve çevresinden
bümekle bilmemek arasında bir ara­ hoşnut olma duygusu. Görünür bir
cı sayarak yüceltir, ona bilgiye yö­ nedene dayanmayan erinç duygu­
nelişin itici gücü olarak bakar. Po- su. Esenlikduygusu her şeyden ön­
ros (Çare) ile Penia’nın (Yoksul­ ce bedensel düzeyde kendini gös­
luk) çocuğu olan Eros hem ana­ teren ve ruha yayılan bir duygu­
sından hem babasından bazı özel­ dur. Ribot şöyle der: “Bu, her şeyi
likler almıştır. Yoksuldur, kabadır, pembe görmeye, yaşama sevinci­
pistir, serseridir, bu yanıyla anası­ ni, kendiliğinden ve anlık bir iyim­
nın oğludur. Öte yandan iyinin ve serliği tadmaya dayanan genelleş­
güzelin peşindedir, yiğittir, serü­ tirilmiş bir eğilimdir.” Esenlikduy-
vencidir, düşüncelidir, bu yanıyla gusunun olağan ve hastalıklı biçim­
d a b a b a sın a benzer. G id erek , leri vardır. Olağan biçimleri bilin­
“Eros” yalnızca aşk arzusuna kar­ cin sağlıklılığıyla ya da mutlu bir
şılık olan bir kavrama dönüşmüş­ zihinsel dengeyle belirgindir. Bazı
tür. İnsani aşkın bir kutbunu Aga- kişiler kişilik yapıları gereği esen­
pe oluştururken öbür kutbunu Eros likduygusu ve iyim serlik içinde
oluşturur. Agape aşkın iyilikçi, öz­ olurlar. Ancak zihinsel yetersizlik
verili, sevecen yanını, Eros kaba- durumlarında ya da hastalıklı ruh­
saba yanını simgeler. Freud’çu dil­ sal durumlarda da bu gibi duygu­
de bu terim, eneıjisi libido olan cin­ lar yaşanılır. Zihin geriliklerinde,
sel edimi açıklar, böylece bir an­ manilerde, uyuşturucu bağımlılık­
lamda cinsel içgüdüyle özdeşleşmiş larında esenlikduygusu hastalıklı
olur, arzunun belirleyicisi durumu­ yapının bir belirtisi olarak kendini
na gelir, hatta tensel arzuları ara­ gösterir. Bazı hastalıklı durumlar­
maya yönelik itkileri karşılar. Bu da esenlikduygusunun büyüklük
anlamda erotizm bazı bedensel böl­ duygusuna doğru geliştiği görülür.
gelerin cinsel hazzı sağlamak üze­ Esenlikduygusu bazen fiziksel ve
re uyarılmaya ve edime yatkınlığı zihinsel yetersizliğin ya da çökün­
anlamına gelir. Freud’çu anlamda tünün bir yansıması olarak ortaya
Eros, Thanatos’la karşı karşıya ko­ çıkar. Veremlilerin son dönemlerin­
nulur. Katı ya da kaba davranışla de böylesi duygularla dolu olduk­
açıklanan yıkıcı ilke Thanatos’a ları görülmüştür. Bunamalarda da
(Ölüm) karşılık Eros yapıcı, yetiş­ esenlikduygusu kendini gösterebi­
tirici, birleştirici ilkedir. (Bk. AŞK, lir. (Bk. MUTLULUK)
AGAPE)
ESİM (fr. aura\ alm. Aura; ing. 199
aura). Bazı hastalıklarda nöbetten düzeyde biçimler yaratmak üzere
önce görülen sıkıntı. En çok sara­ birbirlerine kavuşurlar. Bu buluş­
da belirleyici olan esim histeride ve mada ya da örtüşmede estetik nes­
sinir bunalımlarında da ortaya çı­ nenin kuruluşu gerçekleşir ya da
kar. Bu hastalıklarda nöbetin esim- temeli atılır. Esin bir heyecandır, düz
siz başladığı da olur. Esim yanılsa­ bir fikir olmaktan ötede bir duygu-
m alarla belirgin bir olgudur. Wil- sallık-düşünsellik edimidir. Kökleri
son’ın saralı bir hastadan dinlediği dış dünyada olduğu kadar iç yaşa­
izlenimler şöyledir: “Dama oynu­ mın derinlerindedir. Buna göre esi­
yordum, keskin bir kezzap koku­ ni yapıtlaşmaya yatkın özelleşmiş
su ve tadı aldım. Deniz tutmasına düşünce diye belirleyebiliriz. Sez­
uğramış gibi içim bulanıyordu. Bo- gisellikle belirgin olan bu düşünce
ğuluyormuşum gibi geliyordu ba­ bir apaçıklıkta kendini sezdirir, bu­
na. Benim için salon bu kokuyla do­ nunla birlikte kaygandır ve dönüş­
lu gibiydi. Sonunda kustum. Çok meye yatkındır. Hem bir edimlilik
tiz çan sesleri duydum. Çanlar çok hem bir gücüllüktür. “Esinde anlık
gürültülü çalıyor gibiydi. Yıllardır bir karşılayış, hızlı bir değer yargı­
tanıdığım bir dostumu gördüm o sı vardır” diyen H. Delacroix esin­
sıra, geçmişte yaptığım gibi konuş­ le yaratmayı birbirine yakın durum­
maya dalmıştım onunla.” Tüm sa­ lar sayarak şöyle der: “Esinle ya­
ra nöbetlerinin esimle başlaması gi­ ratmayı karşıt durum lar saymak
bi bir zorunluluk elbette yoktur. doğru değildir. Yaratma sırasında
(Bk. HİSTERİ, SİNİRLİLİK) esin yeniden kendini gösterebilir.
Bazı sanatçılarda yaratm a esin
ESİN (lat. irıspiratio; fr. inspira- edimlerinin birbirini izleyişinden
tion; alm. Inspiratioır, ing. inspi- başka bir şey değildir. Yapıtın do­
ration). Sanatçıyı anlık bir itkiyle ğuşunu kendiliğinden bir güce, ge­
yaratmaya yöneten ruhsal etkinlik lişimini de düşünsel bir yetiye bağ­
ve bu etkinlikle ortaya çıkan duygu layıp çıkmak işi basitleştirmektir.”
ve düşünce bütünü. Zihnin yaratı­ H. Delacroix bize esinin bir tür
cı etkinliği başlatma durumuna gir­ kendiliğinden arayışın sonucu ol­
mesi. Esini doğaüstü güçlerin ruh- duğunu bildirir: “Birçok estetik esin
sallığı etkilemesiyle ortaya çıkan ya­ durumuyla ilgili dikkatli bir incele­
ratıcı yönelim olarak düşünenler de me sanırız şunu ortaya koyacaktır:
vardır. Esinin bu duygucu ya da çok zaman esinde yeni gibi görü­
gizemci anlatımı bugün elbette çok nen fikir sanatçıyla yaşamış, onda
eskimiştir. Esin yaratıcının yeni ya gelişmiş ve bir an gelip yeni değeri
da özgün bir yönelim idir ya da kazanmış eski bir fikirdir. Çok za­
Valery’nin deyişiyle “yaratıcıyı göz­ man onun uzun süre örtülü, keş­
lemci durumuna indirgeyen varsa­ fedilmemiş kaldığı, sonra esin bi­
yımdır”. Esinde özneyle nesne üst çiminde kendini ortaya koyduğu
ESTETİK

görülür. Bilinçsiz ya da bilinçli ha­ bir nitelikler bilimi olacaktır. Bu


zırlığı oluşturan budur, esin onun yolda çağdaş estetikçiler tam an­
sonucundan başka bir şey değil­ lamında somuta yönelik bir tutum­
dir.” H. Delacroix’ya göre “Esin­ la bir laboratuar estetiği kurma ça­
lenmiş fikir çok zaman birçok tas­ bası içindedirler. Eski estetik yal­
lak arasından yapılmış bir seçimin nızca soyut Güzel araştırm asına
sonucudur, olağanüstü bir görün­ dayanıyordu ve onun somut gü­
tü olmaktan çok seçilmiş bir şey­ zelle, güzelin en yüksek düzeyde
dir, bu da esinin yazgısal özyapısına yoğunlaştığı ve billûrlaştığı sanat
karşıdır.” Esin gene de bir aşma yapıtıyla pek ilgisi yoktu. Bütün es­
duygusu verir. H. Delacroix’nun ki estetikler Platon estetiğinin de­
dediği gibi “Kendimizi kendi üstü­ ğişik yorumları gibidirler. Platon,
müze yükselmiş ve aşılmış duydu­ gizemli-çileci bilgi anlayışı çerçe­
ğum uz zam an ancak kendim izi vesinde mutlak güzeli ya da ken­
esinlenmiş duyarız.” (Bk. ESTE­ dinde güzeli araştırıyor, bu dün­
TİK, SANAT, YARATMA) yadaki güzeli ya da güzelleri vare-
den asıl kaynağı kavramaya çalı­
E S T E T İK (fr. esthétique; alm. A- şıyordu. XVIII. yüzyıldan sonra
esthetik; ing. aesthetics). Güzel- bu verimsiz estetik yerini özellikle
Me ilgili araştırma alanı. G üzel’in alman yazarlarının temellendirdiği
bilimi ya da bilgisi. Estetiğin alanı bilimsel estetiğe bırakmaya başla­
oldukça kaygan ya da kaypak bir dı. Baumgarten estetiğin bilim ol­
alandır. Bu da konusunun genişli­ duğunu söyleyen ilk kişi oldu. Ba­
ğinden ya da uçsuz bucaksız çe­ umgarten estetiği mantığın altîn-
şitliliğinden ve yöntemlerinin çok da bir alan sayıyor, estetikte m an­
kesin olmayışından gelir. Klasik tığın yasalarına benzer yasaları
anlamında estetik bir metafiziktir, araştırıyordu. Ona göre “mantığın
m etafiziğin ya da felsefenin bir küçük kızkardeşi” estetik, güzelin
parçasıdır. Çağdaş estetik metafi­ yasalarını ortaya koym akla yü­
zikten oldukça uzaklaşmış bir bi­ küm lüydü. Ç ağdaş estetiğe en
limsel araştırm a alanıdır. Günü­ büyük atılımmı Lessing kazandır­
müzde estetiğin bilimselleşme yo­ dı. Lessing’in estetik araştırmanın
lunda uğradığı güçlükler belki de temeline “uzam” ve “zaman” kav­
hiçbir zaman tam olarak aşama­ ramlarını koyması yeni bilimsel
yacağı engellerle ilgilidir. Bilimsel­ estetiğin doğumu anlamına gelir.
lik öznel etkenin dışa atılmasını, Bu da Baum garten’in öngördüğü
yalnızca nesnel öğenin göz önün­ biçimde estetiğin “duyumların bi­
de tutulmasını öngörür. Oysa gü­ limi” olmasını sağlayacaktır. Böy-
zelin kaynağı olan sanat yapıtı bir lece estetik soyut güzel araştırma­
özne-nesne bütünüdür. Bu yüzden sından ayrılarak güzelin asıl kay­
estetik bir bilim olacaksa elbette nağına, sanat yapıtlarına yönelir ve 2 0 1
ESTETİK

sanatları bir bütün olarak ele alır, sanla bütünleştirirler. Bu yüzden­


buna göre sanatlarla ilgili ayrı ayrı dir ki bir şiir bizde mimarlıkla ilgili
estetiklerden çok tek bir estetiğin bir etki yaratabilir, bir mimarlık ya­
yasaları ya da kuralları araştırılır. pıtı bize bir şiiri düşündürebilir.
Estetiğin bütünselliği konusunda “Watteau ya da Corot ressam lar
H enri D elacroix şunları söyler: arasında şairdirler, Lamartine ya
“Bir mimarlık, bir resim, bir mü­ da Baudelaire şairler arasında mü-
zik elbette vardır. Ama ayrı ayrı zikçidirler” (H. D elacroix). Ne
estetik türler, ayrıca her sanatın müzik sanıldığı kadar sezgisel ne
içindeki ayrı ayrı cinsler yakından şiir sanıldığı kadar kavramsaldır.
incelendiklerinde birbirlerine karı­ Her sanat yapıtı, barındırdığı sim­
şırlar ve bazen birbirlerinde erir­ gelerle, hem duygusal hem düşün­
ler.” Bazı filozofların sanatları sı­ sel düzeyde bir anlam yumağıdır.
nıflandırm ası, örneğin Schopen- Sanatçı zihniyle gören ve göste­
hauer’in mimarlıkla başlatıp mü­ ren kimsedir. O bir dehadır. Deha
zikle b itird iğ i sın ıflam a ya da olağanüstü bir güç olmaktan çok
Hegel’in şiiri en başa koyması çağ­ bir görme ve kurma yatkınlığıdır,
daş bakış açıları içinde hiçbir kar­ bir vergi olmaktan çok bir kaza­
şılığı olamayan bir tutumdur. Res­ nmadır. Sanat yapıtını bir deha ürü­
min göz, müziğin kulak sayılması nü durumuna getiren, üst düzey­
estetiğin anlamını doğru kavraya- de zihin etkinliğidir. Yaratma bu et-
m am aktan gelen belirlemelerdir. kinliğin mutlu sonucudur. Henri
Estetik yargı algıda ya da duyum Delacroix’nin dediği gibi “Sanat
düzeyinde başlayan, duygusallık­ her zaman yaratıcıdır. Hiçbir yer­
ta ve düşünsellikte yetkin anlatı­ de, gerçekliğin dünyasında da ül­
mına ulaşan bir sezginin yansısı­ küselin cennetinde de hem en ele
dır. M üzikçiden müziğe yatkın bir geçirilecek dolaysız bir veriye, tü­
kulağı olmaktan ötede müziğe uy­ müyle kurulmuş bir öze raslama-
gun bir zihni olan insanı anlarız. yız. Sanat düzeyinde deney ve
Sanatta görmekten çok bakmayı yaşam ancak yaratmayla olasıdır.
bilmek önemlidir. Bu da gözümü­ Sanatsal imge hiçbir zaman bir şe­
zün bize taşıdığı verilerle yetinme­ yin sunumu değildir. Sunum sa­
mek ve gerçekliği biraz da kendi natçının oluşturduğu şeydir, eşya­
gözümüzle görmek anlamına ge­ dan sanatçının taşıdığı şeydir. Sa­
lecektir. Derin içsel yapıları içinde natçı fikri gerçekliğin ta kendisi
zaman ve uzam kavramları üzeri­ olan şeyden giderek kurar ve ger­
ne kurulmuş olan tüm sanatlar bir çekliğin ta kendisi olan yapıtla fi­
bütün oluştururken doğayı ya da kirden şeye ulaşır. Leonardo da
gerçekliği yansıtmakla kalmazlar, Vinci resim düşünsel bir şeydir di­
onu yorumlarlar, yeniden biçim­ yordu. Doğalcı resim bilmeden ül­
lerler, ona insanı katarlar, onu in­ küseldir. Sanat her şeyden önce
bir madde ülkücülüğüdür. En azın­ ği’nden sözedebiliriz. Aşağı este­
dan sanatçı zorlamadığı sürece tiği bir deney estetiği olurken yu­
model gizini ressam a vermek is­ karı estetiği eski estetiğe yani me­
temez. A slına en çok benzeyen tafizik düzeyindeki estetiğe yak­
portrede biz hem sanatçıyı hem laşmaktadır. Belki de estetikte en
modeli buluruz. Baudelaire haklı sağlıklı bakış aşağıyı yukarıdan
olarak portre bir tarih ya da ro­ ayırmayan bakış olacaktır. (Bk.
man olabilir diyordu. Ancak her SANAT, YARATMA)
iki durum da da yaratıcı bir güç
kendini gösterir. Portreden uzam­ E Ş B İÇ İM C İL İK (fr. isom or­
la ve düşsellikle bir şiir çıkarmak phisme', alm. Isomorphismus\ ing.
lam tamına yaratmaktır.” Yaratmak isomorphism). Varlıkta ayrı ayrı ke­
her şeyden önce bir düşünce edi­ simlerde benzer biçimlerin varol­
mini, sonra da bir eylemi gerçek­ duğunu ileri süren görüş. Ruhbi-
leştirmektir. Estetik bu düşünsel lim de, biçim o k u lu n u n ruhsal
ve yapay yaratığa yöneltilmiş bir biçimler, beynin fizyolojik biçimle­
eleştiridir, bu eleştiri ondaki nite­ ri ve maddenin fiziksel biçimleri
likleri kavramakla ve bu nitelikleri arasında benzerlik ya da özdeşlik
kavramlara bağlamakla gerçekle­ bulunduğunu bildiren kuramı. (Bk.
şir. Estetik bir nitelikler bilimi ola­ BİÇİM)
rak düşünülmelidir. Bu çerçevede
estetik araştırm a hem örnekten E ŞD E Ğ E R L İL İK (fr. équivalen­
kavrama hem kavramdan örneğe ce', alm. Aequivalenz; ing. equi-
yönelecek, hem tümevarım yön­ valency). Aynı değerde olan iki şê-
temini hem tümdengelim yöntemi­ yin durumu. Nicelik ya da nitelik
ni kullanacaktır. Lalo şöyle der: bakımından karşılaştırıldığında bir­
“Estetiğin yöntemi tümdengelime birine denk olan iki ayrı şeyin du­
mi tümevarıma mı dayanmalı? Bu­ rumu. (Bk. DEĞER)
gün buna tek bir yanıt vermek ola­
naksız: sırasında biri sırasında EŞG EÇ ER LİLİK (fr. équipollen­
öbürü olmalı. Çatışkılı görünen bu ce', alm. Aequipollenz; ing. aequ-
iki yöntem bir araştırma düzenin­ ipollency). Aynı anlama gelen iki
de sıkı sıkıya birbirine bağlıdır, ay­ önerm enin durum u. A ralarında
rılm az.” Estetikte kurama ağırlık mantıksal eşitlik bulunan iki ayrı
verme tümevarıma özellikle yönel­ önermenin durumu. (Bk. ÖNER­
meyi gerektirir. Kuram mı uygu­ ME)
lama mı tartışması estetiği iki ayrı
yöne çekiyor. Buna göre birinci EŞİK (fr. ¿eu//; alm. Schwelle, Re-
planda laboratuvar tekniklerine yö­ izschwelle; ing. threshold). Bir uya­
nelmiş bir aşağı estetiği yanında ranın bir yanıtı ya da tepkiyi oluş­
kuramı öne çıkaran yukarı esteti­ turabilecek enaz etkiyi ortaya koy­
EŞİTLİK

ması. Daha azı algılanamaz olan sı­ ce seçme ve seçilme hakkına sa­
nır yoğunluk. Bir durumu yarata­ hip oluşla belirgindir. Eşitliği yasa
bilecek enaz uyanm a mutlakeşik düzeni güvence altına alır ya da
denir. Saatin tik-tak’larını duyabil­ eşitlik adaletli bir düzende sağla­
mesi için kulağımın saate ne kadar nabilir. 1789’da yayımlanan İnsan
yaklaşması gerekir? Başlangıçtaki hakları bildirisi “tüm insanlar ya­
uyaranı değiştirebilecek enaz nite­ sal açıdan özgür ve eşit doğarlar
liğe de ayırım eşiği denir. Sırtım­ ve yaşarlar” der. Bununla birlikte
daki yükün üzerine kaç gram ağır­ insanların bu eşitlik koşullarına ula­
lık konulduğunda nicelik artışını du­ şabilmiş olduklarını sanmak yanıl­
yabiliyorum? Eşik bireye göre de­ mak olur. Eşitlik günümüz toplum-
ğişiklik gösterir, bu değişiklikte yaş, larında ulaşılmış bir amaçtan çok
sağlık durumu, duyumsal yatkın­ bir iyi niyeti düşündürmektedir.
lık derecesi, deneyimlilik gibi be­ İnsanlığın kuruluşundan bu yana
lirleyici durumlar sözkonusudur. varlığını sürdüren kadın-erkek
(Bk. UYARAN) eşitsizliği çağım ızda da ortadan
kaldırılabilmiş değildir. Erkek çok
E Ş İŞ L E V L İL İK (fr. synergie; zaman kadını ikinci sınıf bir varlık
aim. Synergie; ing. synergy). Ayrı gibi değerlendirmekte, onu özel­
işlevleri olmakla birlikte bütünsel likle çocuk doğurmak ve ev işle­
bir etki yaratan etkenlerin ortaklı­ rine bakmak zorunda olan bir yü­
ğı. Aynı sonucu yaratan etkenlerin küm lü yerine koym aktadır. Bu
ortak eylemi. Toplum yaşamında eşitsizlik ya da bu ayrılık “güçlü
sanayi, ticaret ve kurumlar eşişlev- cins” ve “zayıf cins” gibi ayrım­
lidir. Bedende de sindirim, dolaşım, larda iyice belirginleşmektedir. Bu
solunum aygıtları eşişlevlidir. (Bk. anlayış kız çocuklarda daha küçük
ETKEN, İŞLEV) yaşlarda aşağılık duygusu oluştur­
maktadır. Kızlar erkek çocuklar
E Ş İ T L İ K (y u n . is o te s ; lat. kadar değerli olmadıkları duygu­
aequalitas; fr. égalité; aim. Gle- sunu yaşamaktadır. Ailenin sürdü-
ichheit; ing. equality). Özdeş iki rücüsü çok yerde erkektir ve çok
niteliğin durumu. Doğası aynı olan yerde kız çocuğun dünyaya gel­
iki şeyin durumu. Eşitlik, en ge­ mesi bir sevinç nedeni olmaktan
nel anlamda, bir toplumdaki üye­ çok bir üzüntü nedenidir. Bu ko­
lerin aynı haklara ve aynı yüküm­ şullarda aşağılık duyguları içinde
lülüklere sahip olmasıdır. Kölelik, büyüyen kız çocuğunun iyi bir an­
serflik, soyluluk gibi sınıfsal ayrı­ ne olması olası değildir. Pekçok
calıklar eşitliği ortadan kaldırır. kadın bu eşitsizliğe erkenden bo­
Eşitlik her yurttaşın şu ya da bu yun eğmekte, kendisi için öngö­
biçimde eşit haklara sahip olması­ rülen işlevleri hiç tartışm adan ye­
nı gerektirir. Bu da her şeyden ön­ rine getirmek durumunda kalmak-
ETKİLEŞİM

todır. Vauvenargues “Eşitliğin bir olduğumuz toplumun özü ve ya-


doğa yasası olduğu doğru değil­ sallığıdır.” (Bk. DEMOKRASİ)
dir” der. Ona göre doğa hiçbir şe­
y i e ş it k ılm am ıştır. E u rip id es EŞSÖ Z (fr. tautologie; alm. Tau-
'“Eşitliğin adından başka bir şeyi tologie; ing. tautology). Öznesi ve
yoktur” diye düşünüyordu. Doğa­ yüklemi aynı kavramı karşılayan
da eşitsizlik fikri “Beş parmağın terimlerden kurulmuş önerme. Aynı
beşi bir değildir” ilkesiyle açıkla­ fikrin değişik terimlerle ya da öner­
nır. M ontesquieu insanların eşit melerle yinelenmesi. Gereksiz yi­
doğduğunu ama eşit kalamadığını neleme. “Hiçbir evli bekar değildir”
düşünür. / E. Herriot: “Eşitliği bil­ ya da “Bütün kadınlar duyguludur
dirm ek onu gerçekleştirm ekten ve hiçbir kadın duygusuz değildir”
daha kolaydır.” / Voltaire: “İnsan­ gibi belirlemeler buna örnek olabi­
lar eşittir, onları ayıran dünyaya lir.
gelişleri değil yalnızca erdemleri­
dir.” / G. Orwell: “Bütün hayvan­ ETK EN (lat. factor; fr. facteur;
lar eşittir, bazı hayvanlar bazı hay­ alm. Faktör, ing. factor). Bir so­
vanlardan daha da eşittir.” / Flau­ nucu yaratan ya da bir sonucun ya­
bert: “Eşitlik köleliktir. İşte bu ratılmasına katkıda bulunan. Belli
yüzden seviyorum sanatı. En azın­ bir sonucun ortaya çıkmasında be­
dan bu düşler dünyasında her şey lirleyici olan. (Bk. ETMEN)
özgürlüktür.” / Montesquieu: “De­
mokrasi sevgisi eşitlik sevgisidir.” ETKİ(Iat.iw/7we/îiza; fr. infîuence;
“Aşın eşitlik istemi tek kişinin zor­ alm. Eirıfluss; ing. influence). Bîr
balığına yol açar.”/ H. de Balzac: şeyin bir başka şey üzerindeki ey­
“Sevinç ancak kendini eşit duyan lemi. Etki çok zaman yavaş koşu­
insanlar arasında koyulur.” / S. larda gerçekleşir ve bir çırpıda se-
M aréchal: “Bütün sanatlar yokol- zilemez. Etki genellikle sonuçlanyla
sun gerekirse - Bize gerçek eşitlik kendini belli eder. (Bk. ETKİLE­
kalsın yeter.” /Robespierre: “Kral­ ŞİM)
lık bitti artık, soyluluk ve ruhban
da yokoldu. Şimdi artık eşitliğin E T K İL E Ş İM (fr. interaction).
egemenliği başlıyor.” / P. Leroux: Karşılıklı etkilenme. İnsan yaşamı
“İnsanlar arasında adalet ve eşitlik tek yönlü etkilenm elerden çok
olduğunda ben dünyada olur mu­ etkileşimlerle ya da karşılıklı etki­
yum?” / G. Sand: “İnsanlara ada­ lenmelerle belirgindir. Tüm birey­
leti, eşitliği öneren bir T ann’dan ler, tüm kurumlar etkileşirler. Alt­
başkasına inanmamalı.” / J. Ferry: yapı üstyapıyı etkilerken üstyapı da
“Eşitlik insani ilerlemenin yasası­ altyapıyı etkiler yani her iki alan
dır. O bir kuramdan daha çok bir arasında bir etkileşim düzeni var­
şeydir; bir toplumsal olgudur, bağlı dır. Etkileşim insan yaşam ının
ETKİLİLİK

uzamda ve zamanda zorunlu bir önermede özneyle yüklemin yer­


koşuludur. Yaşam bu anlamda bir lerinin değiştirilmesi. Her P, S ’dir:
sonsuz etkileşim ler alanı olarak her S, P ’dir.
görünür. (Bk. ETKİ)
EVRE (fr. stade; alm. Stadium;
ETKİLİLİK (lat. efficacitas; fr. ing. stage). Bir oluşumun ya da bir
efficacité', alm. Wirksamkeit', ing. gelişimin bir dönemi ya da anı. Bir
efficacy). Etki yaratabilme gücü. evrimin birbirini izleyen anlarından
Beklenilen etkiyi ortaya koyabilen herbiri.
şeyin niteliği. Az çabayla ya da az
güçle en iyi sonucu elde etme EVRE KANITI (Yunan filozofu
yatkınlığı. (Bk. ETKİ) Elea’lı Zenon’un varlığın birliğini,
devinimin olanaksızlığını göstermek
ETKİNLİK (lat. activitas; fr. ac­ için ileri sürdüğü kanıtlardan biri.
tivité; alm. A ktivität, Tätigkeit', Belli bir noktalar dizisi biri duran
ing. activity). Eylemde bulunma öbürü ters yönde ilerleyen iki dizi­
gücü. Etkileme gücü. Etkin olanın nin yanından geçtiğinde aynı zaman
özyapısı. Bir canlı varlığın eylem­ parçasında hem kısa hem uzun bir
lerinin toplamı. (Bk. EYLEM) yolda ilerlemiş olacaktır. Zenon pek
de anlaşılır olmayan bu kanıtında
ETMEN (lat. agens; fr. agent; alm. göreliliğe dayanarak devinimin ola­
Wirkende; ing. agent). Eylemde bu­ naksızlığını göstermek ister. (Bk.
lunan. Biretki ortaya koyan. (Bk. ELEA OKULU)
ETKEN)
EVREN (yun.& oiffio5;lat.
ETNOGRAFİ. Bk. BUDUNBİL- u n iversu m ; fr. urtivers; alm .
GİSİ. Weltall, Universum; ing. universe).
Varolan her şeyin bütünü ya da
ETNOLOJİ. Bk. BUDUNBİLİM. toplamı. Uzamda ve zamanda va­
rolan her şeyin bütünü. Görünür
E V H E M E R O S ’Ç U L U K (fr. olan her şey. Bütün insanlık. Bü­
evhémérisme; alm. Evhemerismus; tün dünya. Dindışı bakış evreni için­
ing. evhemerism). Tanrıların ger­ de insanın da yer aldığı salt mad­
çekten yaşamış ve öldükten sonra desel bir bütünlük olarak görür. Yu­
yüceltilmiş kahramanlar oldukları­ nanlılar evreni bir Kosmos olarak
nı ileri süren K yreneii filozof Ev- görüyorlardı yani düzenli işleyen
hemeros’un öğretisi. dizgesel bir yapı olarak görüyor­
lardı, özellikle Pythagoras’çılar ev­
EVİRME (yun. antistrephon; lat. reni bu anlamda belirliyorlardı. Ön­
conversio; fr. conversion; alm. ce Khaos vardı yani karanlık ve sı­
206 Umkehrung; ing. conversion). Bir nırsız boşluk vardı, daha sonra Kos-
EVRENSEL

wtos oluştu. Dinci bakış evreni her renin bir başlangıç ve bir bitiş nok­
zaman bir yaratı olarak gördü.Ya- tası var mıdır?” (zamanda ve uzam­
n ta n ’m ürünü olarak gördü. Bilim­ da) gibi sorunları çözümleyebilecek
sel bakış evreni fizik dünya olarak gibi değildi. (Bk. EVREN)
değerlendirir, bu fizik dünya her ba­
kımdan bilimin konusudur: bir ol­ EV R EN D O Ğ U M (fr. cosmo-
gular alanıdır, onda olgular arasın­ gonie; alm. Kosmogonie; ing.
daki belirli ilişkileri bulup ortaya çı­ cosmogony). Dünyanın kökeniyle
karmak gerekir. Bilim ler yasaya ve oluşumuyla ilgili genel araştır­
böylece yükselmektedir. Yeniçağ’ın ma. Bu araştırmalar özellikle mi­
başlarına kadar evren tablosu Aris­ tolojik düşüncede, çeşitli söylen­
toteles’in çizgilerini korayarak sür­ celerde yer alır. İki tür evrendo-
dü. Aristoteles bize ortasında Dün- ğumdan sözedebiliriz. Dinci bakış
y a’nın bulunduğu dokuz gökten açısına göre evren maddesel olma­
oluşan bir evren tablosu çizmişti. yan kaynaklardan gelmedir. M ad­
Hıristiyan düşünürleri Tanrı’nın en deci bakış açısına göre her şeyin
sevgili varlığı olan İnsan’ı evrenin kökeninde maddesel öğelerin ya da
en ortasına yerleştiren bu görüşü atomların bulunması gerekir. Ev­
benimsediler ve sonuna kadar sa­ renin oluşum unu raslantısal ne­
vundular. Ancak gökbilimsel araş­ denlere bağlayan düşünürler de
tırmaların ortaya koyduğu buluşlar vardır. (Bk. EVREN)
karşısında bu düşsel evren tablosu
yıkıldı ve yerini ortası da kenarları EV R EN SEL (fr. üniversel; alm.
da olmayan ve ne olduğu iyi bilin­ allgemein; ing. universal). Tiîm
meyen sınırsız boşluk fikrine bırak­ evrenle ilgili olan. Tüm varlıklarla
tı. (Bk. DÜNYA) ya da fikirlerle ilgili olan. Evrensel
olan, bağsız ve koşulsuz genelge-
E V R EN B İL İM (fr. cosmologie\ çer olandır, onu “genel olan”la ka­
aim. Kosmologie; ing. cosmology). rıştırmamak gerekir. A priori olan
Dünyayla ilgili bilimsel araştırma evrensel olandır, genel olan değil­
alanı. İki türlü evrenbilimden sö- dir. Bir başka bakımdan, evrense­
zedebiliriz; deneysel evrenbilim ve lin ussal olduğunu söyleyebiliriz:
ussal evrenbilim. Wolff evrenin ge­ evrenseli tüm evarım yöntemiyle
nel yasalarını deneysel ve metafi­ elde edemeyiz. Örneğin K ant’da
zik düzeyde ele alacak bir bilimin zihnin kategorileri evrenseldir,
varlığından sözetti. Kant, buradan bunlar bu yüzden salt bir ussal bir
giderek evrenin kökenini ve yapı­ araştırmayla ortaya çıkarılm ışlar­
sını ele alacak bir bilgi alanı belirle­ dır. Oysa zihnimizdeki herhangi
di: ussal evrenbilim. Elbette Kant’çı bir kavramın tümevarım ya da de­
anlayışa göre bu bilim çatışkılarla ney yoluyla elde edildiğini söyle­
ilgili olacaktı, çünkü insan usu “Ev­ yebiliriz. Usta belirleyici karşılığı 207
EVRENSELCİLİK

olmayan şeylerin, ne ölçüde yay­ soruna şöyle açıklık getirecektir:


gın olurlarsa olsunlar, evrensel ol­ “Doğru ne ülküsel biçimde (evren­
madıkları kesindir. Evlilik kurumu seller) ne de bireyde (adsallar) bu­
genel bir kurum dur ama evrensel lunmaktadır. Yalnızca birey vardır
bir kurum değildir. Port-RoyaPci- diye düşünenler türü ortadan kal­
ler “m etafizik olarak evrensel” dırmaktadır, bizde yani zihnimiz­
önermelerle yani kesin olarak ev­ de varolan biçimi ortadan kaldır­
rensel önermelerle “ahlaksal ola­ maktadır. Gerçek olan doğru ya
rak evrensel” önermeleri yani özel da doğru olan doğru bu iki öğeyi
durumları içeren önermeleri birbi­ birleştirmeli ve onları bir bütünde
rinden ayırmışlardı. “Bütün kadın­ kavramalıdır.” (Bk. EVREN)
lar çok konuşur” önermesi ahlaki
olarak evrensel olmak gerekirdi. E V R E N S E L C İL İK {ir.universa­
Evrenseller. Porphyrios’un bir so­ lisme; alm. Universalismus', ing.
yut kavramın bir özneye bağlan­ universalism).insanların sonunda
ma biçimiyle ilgili olarak ortaya kurtuluşa ereceklerini öne süren
koyduğu beş kategori: cins, tür, inanç ya da öğreti. Evrenselci-lik
özgül ayrım, özgü, raslantı. H a­ y a ln ız c a b ir inanç d eğ il aynı
şan bir insandır (tür), aynı zaman­ za m a n d a fe lse fi b ir b a k ıştır.
da bir hayvandır (cins), ussaldır Evrenselciler gerçekliği bir bütün
(özgül ayrım), konuşabilir (özgü), olarak görürler. Buna göre birey
şu anda konuşmaktadır (raslantı,). h iç b ir za m a n te k b a ş ın a
E vrenseller so ru n u : O rtaçağ’ın" olamayacaktır, yalıtık bir yaşam
sonlarına doğru ortaya çıkan bir sü re m e y e c e k tir. B u a n la m d a
tartışm a. Evrensel kavram ların, evrenselcilik bireyciliğin karşıtıdır.
örneğin insan ya da canlı kavra­ B ire y c i g ö rü ş tü m b ire y le ri
mının gerçek bir karşılığı var mı­ birbirinden kopuk, tam anlamında
dır yok mudur? Bu tartışma ger­ y a lıtık v arlık lar o larak görür.
çekçilik, kavramcılık, adcılık gibi Evrenselciler bireyi bir amaç değil
bakış açıları içinde çözülmeye ça­ araç sayarlar, am aç bütünsele,
lışılmıştır. Tartışmanın tohumunu bütün insanlığa kavuşm aktadır.
III. yüzyılda Porphyrios şu söz­ B ütün in san lar çok büyük bir
leriyle atmıştır: “Önce, cinsler ve aile n in , in s a n lık a ile sin in
türler konusunda başlıca sorun, bu bireyleridir. (Bk. ÖZGECİLİK)
şeylerin kendi kendilerine varolan
gerçeklikler mi yoksa yalnızca zih­ EV R İM (lat. evolutio; fr. évolu­
nin basit kavramları mı olduğunu, tion; alm. Evolution, Entwicklung',
ayrı mı olduğunu, yalnızca duyu­ ing. évolution). Belli bir amaca yö­
lur şeylerde ve duyulur şeylere gö­ nelik dönüşüm. Bir yapıdan daha
re varolan şeyler mi olduğunu bil­ üst bir yapıya ulaşan dönüşümler
mek sorunudur.” Claude Bem ard dizgesi. Sürekliliğiyle “devrim” fık-
EVRİM

rinden ayrılan ya da hatta “devrim” makla bir tür olumcu bakış açısı
fikriyle karşıtlaşan “evrim” fikri belli ortaya koyar. Kökü XVII. yüzyılın
bir amaca yönelik dönüşümler di­ bilimsel görüşlerine dayanan evrim­
zisini ya da zincirini düşündürür. cilik her şeyden önce yermerkezli
Evrimde belirleyici bir dış neden evren düşüncesini ve insanmerkezli
değil, oluşumu baştan sona sürdü­ yaşam fikrini ortadan silmiştir, da­
ren ve güvence altında tutan bir iç ha ötede tüm doğrulanamaz görüş­
neden düşünülür. Daha basit bir de­ leri ve önyargıları yadsır. Tüm ül­
yişle, her şey ancak kendi içinde küsel imgeleri de yıkan evrimcilik
evrimlenir, evrimin dış koşullan olsa bu yanıyla özellikle dinci çevrele­
da evrimlenen varlık kendi evrim rin tepkisini çekmiştir. Evrimci ba­
koşullarını her şeyden önce ken­ kışa göre tüm organik biçimler bir­
dinden getirir. Oluşum ya da geli­ birlerinden türemişlerdir, bu türe­
şim kavramının bir ereğe göre dü­ mede gelişim çizgisi en basitten en
zenlenmiş biçimi olan evrimde biri karmaşığa doğru uzanmaktadır. Bu
öbüründen çıkan, biri öbürünün so­ dönüşümcü görüşte tüm türlerin
nucu ve yetkinleşm iş bir biçimi birbirinden türediği benimsenmiş­
olan değişik ardarda durumlar söz- tir. Bu görüşe göre dünyanın bu­
konusudur. Bu gelişim her zaman günü gibi dünü de gizlerle, gizlilik­
zamansal bir gelişim olmakla ev­ lerle dolu değildir: insan dünyaya
rim fikrini tarihsellik fikrine yak­ bir yerden gelmiş ya da gönderil­
laştırır: zamandışı evrim düşünmek miş değildir, dünyayla bütünleşmiş
elbette olası değildir. Böylece ev­ durumdadır, dünyanın bir parçası­
rim, belli bir süre içinde nedensel­ dır, öyleyse insan türlerin oluştur­
likten sonuçsallığa doğru gelişen bir duğu zincirin son halkasıdır. Bu du­
devinim olur. Her zaman üst bir bi­ rumda öbür dünyadan bu dünyaya
çime yönelişle belirgin oluşuyla her gelmiş ya da indirilmiş ruh fikrinin
evrim bir basitten bir karmaşığa yerini fizyolojik işlevlerin sonuçla-
doğru gelişmektedir. Buna göre ev­ n ya da uzantılan olarak gerçekle­
rim fikri nedensellik kavramına sı­ şen bir ruhsal etkinlik fikri alır, bu
kı sıkıya bağlıdır. Nedensiz hiçbir çerçevede beynin ve omuriliğin iş­
şey gerçekleşmez, hiçbir şey belli levi belirginleşir. Evrim denildiği za­
bir etki yaratmadan yokolmaz gö­ man aklımıza öncelikle Darwin adı
rüşü evrim ci düşüncenin özünü gelir. Ancak evrim düşüncesinin
kurar. Evrimci düşüncede her şey onunla başladığını söylemek doğ­
bir öncekinin sonucu ve bir sonra­ ru olmaz, evrimin kaynakları daha
kinin nedenidir. Evrimci bakış ne­ eskiye dayanır. Ama bu başlangıç
denselliğe dayalı olmakla tüm mu­ çok da eski değildir, özellikle XVII.
cize fikrini yoksar, tüm doğaüstü­ yüzyıldan daha eski değildir. Evri­
nü yadsır, dikkatini yalnızca doğa­ min temelini oluşturan gelişim fik­
nın olgulanna yöneltir ve böyle ol­ rinin ilk biçimine Leibniz’de rasla-
EVRİM

rız. Filozofa göre monadlar geçmiş­ “doğal ayıklanma” kuramını orta­


lerinin izlerini ve geleceklerinin tas­ ya atmış olmasıdır. En başta insa­
laklarını kendilerinde taşırlar. An­ nın oluşumunu ele alırken insanı
cak bu görüş evrimi açıklayacak öbir hayvanlarla karşılaştıran ve
bir görüş değildir. XVIII. yüzyılın hayvanla insan arasında köklü bir
sonlarında ve XIX. yüzyılın başla­ ayrım bulunmadığını ortaya koyan
rında düşünce dünyası özellikle do­ Darwin, evcil hayvan ırklarının da
ğa bilimleri düzeyinde evrim kav­ doğal hayvan ırklarının da bir de­
rayışını ortaya koymaya başladı. ğişim gücüne sahip olduğunu bil­
Zaman zaman ortaya konulan bu dirir, bu güçle ardıllarının ataları-
görüşün, evrim düşüncesinin ilk bi­ nınkinden çok değişik özellikler
çimlerine eskiçağ düşüncelerinde gösterdiğini belirler. E. Brehier şöy­
raslandığı görüşünün hiçbir geçer­ le der: “Darwin’e göre hayvan ye­
liliği yoktur, böyle bir görüş kesin­ tiştiricilerinin yöntemi doğanın tür­
likle yanlıştır. Gerçek anlamda ev­ leri seçmek için kullandığı yönte­
rim açıklamasını Darwin’de bul­ min ta kendisidir: kendiliğinden ya­
m aktayız. Ancak Darwin evrim pay ayıklanma rolü oynayan bir do­
fikrini ilk geliştiren kişi değildir. ğal ayıklanma sözkonusudur.” Ayık­
Darwin’in büyükbabası Erasmus lanmada başlıca etken yaşamı sür­
Darwin de evrimciliğin öncülerin- dürebilmek için gerekli besin bula­
dendir. 1831 -1836 arasında Beag- bilme güçlüğüdür. M althus’un bil­
le adlı gemiyle Güney Amerika’da dirdiği gibi, türlerin bireyleri geo­
ve Büyük Okyanus’da bir araştır­ metrik, yaşam olanakları aritmetik
ma gezisine çıkan Darwin bu gezi­ bir ilerleme göstermektedir. Buna
sinde jeoloji ve biyoloji alanlarında göre türlerin zayıf bireyleri ayık­
araştırmalar yaparken, birçok hay­ lanmaktadır. Demek ki yaşamın ba­
van türünün geçmişte yokolmuş ol­ zı koşulları bazı varlıklar için öldü­
duğunu saptarken, şimdiki zaman­ rücü, bazı varlıklar için yaşatıcı ol­
da yaşamakta olan hayvanların yi­ maktadır, yalnızca güçlü dönüşüm­
tik türlerle yakınlığı olduğunu be­ ler geçirebilen bireyler yaşamını
lirlemiştir. Darwin’e göre yeni tür­ sürdürebilmektedir. Demek ki tür­
ler eski türlerin yerini rasgele al­ lerin belirlenmişliği savı doğru de­
mamış, dosdoğru onlardan türe­ ğildir, böyle bir savın gelişmesine
miştir, buna göre türler arasında bir yardımcı olan şey yalnızca evri­
dönüşüm çizgisi sözkonusudur. min yavaşlığıdır ya da daha doğru­
Böylece Darwin türlerin oluşumuy­ su insan algısından kaçan hızıdır.
la ilgili yaradılış inancını, yani her Darwin doğal ayıklanmaya bağlı
türün ayrı ayrı yaratılmış olduğu olarak kalıtım yasasını ortaya ko­
inancını siler. Darwin’i çağdaş dü­ yar. Buna göre kazanılmış dönü­
şünce için son derece önemli kılan şümler organizmada belirlenmiş ve
210 şey onun M althus’dan etkilenerek ardıllara aktarılmış olmaktadır. Tek
EVRİMCİLİK

bir bireyin kazandığı çok özgül bir rim kavrayışıyla özdeş olmadığı,
özellik bile bazı koşullar altında bir evrimin değişim demek olduğu, de­
aileye taşınabilmektedir. Darwin ğişimin evrim demek olmadığı ke­
“Genel olarak her özellik, ne olur­ sindir. Evrimcilik değişimde bir ya­
sa olsun, kalıtımla taşınır, kalıtımla pıdan daha üst bir yapıya geçişi
taşınmama az görülen bir durum­ bildiren bir anlayış olarak en belir­
dur” der./Henri Poincare: “Bilimin gin biçimde ilkin Lamarck ve Dar-
gelişmesi çok iyi konmuş ilkeleri w in’in öğretilerinde açıklanmıştır.
bile, temel olarak belirlenmiş ilkeleri Bu öğretiler türlerin doğal dönü­
bile tehlikeye atıyor.(..)B ilim in şümle birbirinden çıktığını ileri sür­
ilerleyişini bir kentin dönüşümlerine mektedir. Spencer daha sonra ev­
benzetmek doğru olmaz. Bir kentte rim yasasının inorganik dünyadan
eskimiş yapılar acımasızca yıktırılır, düşünceye ve insan kurumlarına
onların yerine yeni yapılar kurulur. kadar tüm gerçeklikte etkin oldu­
Bilimin ilerleyişini hiç durmadan ğunu bildirdi. Lamarck hayvan tür­
gelişen ve sonunda sıradan bir göze lerinin kökenini açıklamaya çalış­
görünmez olan, geçmiş yüzyıllar­ mış, türleri basit bir organizmadan
daki eski çalışmanın izlerini her üç etkenle, ortalama uyum (dış ne­
zaman ancak usta bir gözün bulup den), alışkanlık (öznenin içsel tep­
çıkarabileceği zoolojik tiplerin kisi) ve kalıtım etkenleriyle türet­
aralıksız evrimine benzetmek doğru mişti. Darwin türlerin evrimi ko­
olur. Bu durum da elbet m odası nusunda daha köklü açıklamalar ge-
geçmiş kuramların verimsiz ve tirdi. Görüşleri 1830-1836 arasın­
boş k u ra m la r o ld u ğ u n u da da çıktığı bir dünya gezisinde be­
düşünm em ek gerekir.” (Bk. EV­ lirginleşmiştir. Gezip gördüğü her
RİMCİLİK) yerde canlı türlerin, özellikle hay­
van türlerinin birbirine çok benze­
E V R İM C İL İK (fr. evolutionisme; yişi, gene de bu türlerde ortama
alm. Evolutionismus', ing. evoluti- uyumla gelen başkalıkların bulunu­
onism). Gerçekliğin oluşumlarını şu Darwin’i derinden etkilemişti.
daha üst yapılara dönüşümle açık­ Darwin’e göre bugün varlığını sür­
layan bilimsel ya da felsefi öğreti. dürmekte olan canlı türlerin tümü
Lamarck ve Darwin’in dönüşüm­ bir ya da birkaç ilkel tipten türe­
cülüğüyle eşanlamlı olarak türlerin miştir, bu bir ya da birkaç ilkel tip
doğal dönüşümle birbirinden çıktı­ doğal ayıklanma yasasına göre ge­
ğını ileri süren öğreti. Evrimciliğin lişip çoğalmaya doğru gitmişlerdir.
kökenini belki de durallığı ve bü­ Darwin’in görüşleri Spencer’in dö­
tünselliği temel alan felsefelerin kar­ nüşümcü evrim fikriyle zenginleş­
şıtı olarak belirmiş oluşum felsefe­ miştir. Spencer’e göre evrim mad­
lerinde aramak doğru olur. Bunun­ dede herhangi bir durumdan daha
la birlikte değişim kavrayışının ev­ üst bir duruma geçişi belirler: “Bi­
EYLEM

zim kendisine verdiğimiz anlamda sudur ve bu anlamda davranışla öz­


evrim edimi, bütünsel bir katışma­ deşleşir. Ahlakın düşünce ve ey­
cın gelişimini, buna bağlı olarak bu lem ya da kuram ve uygulama ol­
katışmacın yayılımını sağlayarak mak üzere iki ayrı yüzü vardır. Es­
onu oluşturan maddelerin daha da­ ki ahlaklarda ahlakçının eylemi ku­
ğınık bir durumdan daha yoğun bir ram kadar önemlidir, çünkü ahlak
duruma geçmesini sağlar.” Spen- alanı görüşler ortaya koyduğumuz
cer evrimi şöyle tanımlayacaktır: bir alan olduğu kadar örnek olmak
“Evrim maddenin bir bütünleşme­ ya da örnek oluşturmak durumun­
si ve devinimin o sıra dağılması ol­ da olduğumuz bir alandır. Bazı ah­
gusudur, o anda madde belirsiz ve laklar, insanların özellikle bilgi yo­
tutarsız biryapılılıktan belirli ve tu­ luyla değil de eylem içinde ahlaki
tarlı bir çokyapılılığa geçer.” Buna yetkinliğe ulaşabileceklerini bildiri­
en güzel örnek canlı bir organiz­ yordu. Eylem felsefesi: M aurice
mada hücrenin döllenmesidir. Ev­ BlondeFin özellikle Eylem adlı ya­
rimcilik biyoloji alanında belirlen­ pıtında açıkladığı felsefi öğretisi.
mekle kalmamış, ruhbilim ve top­ Blondel’e göre “Eylem, istemin, ta­
lumbilime de uygulanmıştır. (Bk. nımanın ve olmanın bileşimidir. Ey­
EVRİM, DÖNÜŞÜMCÜLÜK) lem, düşüncede bile, nesnel bir su­
num o lm ak tan çok b ir iç b i­
E Y L E M (yun. praksis; lat. actio; leşimdir.” (Bk. EDİM)
fr. action; alm. Tat, Handlung; ing.
actiori). Bir varlığın kendi gücüyle E Y L E M SİZ L İK (lat. inertia; fr.
ya da olanaklarıyla gerçekleştirdiği inertie; alm. Trägheit, Beharrungs­
işlem. Bir varlığın bir başka varlık vermögen', ing. inertia). Eylem
üzerinde ortaya koyduğu etkileme yoksunluğu. Dinginlik ve devinim-
gücü. Bir maddesel ya da düşün­ sizlik durumu. Ruhsal ve bedensel
sel etkenin işlemi. Eylem özellikle e tk in liğ in en a z a in m esi.(B k .
ahlak alanının belirleyici bir konu­ EYLEM)

212
F
FABÜLASYON. Bk. MASALLA- konusunda derin kuşkular vardır.
MA. Bergson’un gösterdiği gibi, bir du­
yumla duyumun dış ölçüsü ara­
FANATİZM. Bk. DARKAFALI- sında bir ölçüt belirlemek olanak­
LIK. sızdır. Bizler uyaranlardaki küçük
değişimleri sezemeyiz. Bir elimiz­
F E C H N E R YASASI (fr. loi de de yüz gram öbüründe yüz iki
Fechner-, aim. Fechners Gesetz; gram tutuyorsak, arada hiçbir ay­
ing. Fechner ’s law). Alman ruh­ rım yok gibi algılarız. Bir duyu­
bilimcisi Fechner’in ortaya koy­ mun bizdeki etkisi kişilik yapımı­
duğu yasa: “Duyum, uyaranın lo­ za ve o anki durum um uza ba_ğlı
garitm asına göre değişir.” Bunu olacaktır. Duyumlar niceliksel ola­
şöyle formülleyebiliriz: S=C log E. rak değişselerdi Fechner’in ruhbi­
(S duyumun yoğunluğunu, E uya­ limi fiziğe indirme girişimi iyi bir
ranın yoğunluğunu, C de bir di­ sonuç verebilirdi.
rengeni yani değişik duyum sınıf­
larına göre, bireylere göre, birey­ FELSE FE (yun. philosophia; lat.
lerin durum larına göre değişeni philosophia-, fr. philosophie', alm.
göstermektedir.) Fechner’in orta­ Philosophie-, ing. philosophy). En
ya koyduğu bu yasaya göre uya­ genel anlamda, kavramsal düzey­
ran aritmetik bir artış gösterdiğinde de insanla ilgili geniş ve köklü araş­
(1,2,3 ,4 ,5 ,...) duyum geometrik tırma. Eski ve özel anlamında, ilk
b ir a rtış g ö s te rm e k te d ir ilkeler ve ilk nedenler araştırması.
(1,2,4,8,16,...). Fechner bu for­ XVIII. yüzyıla kadar felsefe ilk il­
mülü ortaya atm akla ruhbilimi fi­ keler ve ilk nedenlerle ilgili ussal
ziğe indirgiyor ya da daha doğru­ araştırmaya karşılık oldu, böyle ol­
su fiziğin bir bölüm ü durumuna makla metafizikle özdeşleşiyordu.
getiriyordu. Ancak bir duyumun M.Ö. VI. yüzyılda Pythagoras sop-
yoğunluğunun ölçülebilir olduğu hos yani “bilge” yerine philosop- 213
FELSEFE

hos yani “bilgisever” terimini kul­ macı düşüncenin gelişimi yunan


landı, böylece bilgeliğin savlılığın- düşüncesinin ilk büyük atılımı dö­
dan bilgiseverliğin alçakgönüllüğü- neminde yani VI. yüzyılda felse­
ne yöneldi ve p M as’layani “dost”la fenin oluşumuna olanak sağladı.
sophia yani “bilgelik”i birleştirerek İlk filozoflar diyebileceğimiz Yedi
en köklü insan araştırmasına ad ola­ Bilgeler giderek karmaşıklaşan ve
cak olan terimi belirlemiş oldu. İlk hatta bozulan yunan toplumunda
uygarlıkları yaratan en eski insan köklü ahlak araştırmaları ortaya
kendiyle ve dünyayla ilgili tüm me­ koydular. Bir bakıma mitoloji ya­
rakına karşın felsefi düşünceye ula­ lınlığın, felsefe karmaşıklığın ürü­
şamamıştı. Her olayı tanrısal gücün nüdür. M itoloji toplum ları XII.
istemine bağlı bir sonuç sayan ve yüzyıldan sonra yani demir döne­
ileri düzeyde nedensellik fikrine ula­ miyle birlikte gelişen tarım etkin­
şamadığı için doğa olayları arasın­ likleriyle belirgindir. Maden işleme
da etki-sonuç bağlantısı kurama­ sanatının, toplumlararası düzeyde
yan, gerçekliğin gizlerini sezgileriyle maden alımsatımının, her türlü ti­
çözmeye çalışan bu ilk uygar insan caretin ve özellikle sömürgeciliğin
tüm düşünme gücünü mitolojik sa­ gelişimi ve buna bağlı olarak top­
nıları ortaya koymakta kullanmış, lumsal sınıfların iyiden iyiye belir­
bu sanılarında örtülü bir biçimde in­ ginleşmesi ve çatışkılı duruma gel­
san ve evren araştırmasına yönel­ mesi felsefi gelişimin başlıca ne­
mişti. Bu yönelim birçok sorun or­ denidir. Toplumsal yapının karma­
taya koymakla birlikte ussal yanıt­ şıklaşması, buna bağlı olarak so­
lar getirmeyen bir yönelimdi. Mi­ runların çeşitlilenmesi insana mi­
toloji dönemindeki insanın ortaya tolojinin dar ve büyülü havasından
koyduğu nedensellik fikrine düşey köklü düşüncenin ussal araştırma­
nedensellik fikri diyebiliriz: bu in­ larına yönelme eğilimini kazandır­
san her olayı yukarıya, tanrısal güç­ mıştır. İlk ahlakçılar olan Yedi Bil-
lerin etkisine bağlıyordu. Giderek geler’i bir yana bırakırsak, felse­
yatay nedensellik fikri oluşmaya fenin ilk gerçek gelişimi özellikle
başladı, böylece mitoloji dönemin­ VI. ve V. yüzyıllarda egemen ol­
den felsefe dönemine yumuşak bir muş olan felsefe okullarıyla ger­
geçiş gerçekleşti. Yatay nedensel­ çekleşti. Bu okulların filozofları,
likte doğa olaylarının birbiri üstün­ bakış açıları ne olursa olsun, her
de etkisi öngörülüyor, bir olay bir şeyden önce evreni vareden ilk il­
başka olayın nedeni olarak ele alı­ ke' nin ne olup ne olamayacağı ko­
nıyordu. Yatay nedensellik uzun nusunda araştırmalara girmişlerdi.
yüzyıllar boyunca düşey nedensel­ Örneğin Thales her şeyin Su’dan,
likle birlikte varoldu ve giderek hep Herakleitos her şeyin Ateş’den gel­
onun zararına gelişti. Nedensellik diğini söylüyordu. İlk nedenlerin
fikrinin ve ona bağlı olarak tartış­ ortaya konulması dileğiyle başla­
FELSEFE

yan bu araştırma giderek çok yön­ yunca korumuştur. Her iki görüş
lü ve ayrıntılı bir araştırmaya dö­ de XVII. yüzyıla kadar metafizik
nüşmüştür. Bu gelişim içinde iki ay­ düzeyde varlığını sürdürmüş, bu
rı bakış biçimi ortaya çıkmıştır: ba­ dönemde felsefe yüzyıllar boyun­
zı filozoflar özellikle evren sorun­ ca özel bilimler diye dışladığı ve
larıyla ilgilenir ve buna bağlı ussal sorunlarını kuramsal düzeyde tar­
düşüncenin yolgöstericiliğinde so­ tıştığı bilimlere, olumlu bilimlere
mutun araştırmasına yönelirken ya yaklaşmaya başlamıştır. Bu yak­
da evrenle ilgili görüşler ortaya ko­ laşma felsefede ayrı ayrı alanlar
yarken bazı filozoflar da felsefeyi oluşturan bilim kurumlarının felse­
daha çok kuralkoyucu bir bilgi ala­ feden çıkıp özerk bilimler oluştu­
nı olarak gördüklerinden onu özel­ racak biçimde uygulamalı bilimle­
likle ahlak araştırmasına indirge­ re bağlanması sonucunu doğur­
mişlerdir. Ancak Yunanistan’da fel­ muştur. Bu dönüşümün ilk açık be­
sefenin yükseliş döneminde bu iki lirtileri Bacon ve Descartes’da gö­
eğilim giderek bir bütün oluştur­ rülür. Metafizikten fiziğe, mutlak­
maya başlamıştır. Özellikle Platon tan göreliye, “niçin” sorusundan
ve öğrencisi Aristoteles insanla ve “nasıl” sorusuna geçiş dönemi di­
evrenle ilgili tüm sorunları kucak­ yebileceğimiz bu dönemde, XVII.
layan ve tartışan felsefe arayışları yüzyılda ilk olarak Bacon ussal
geliştirmişlerdir. Bu gelişim içinde araştırmanın yetersizliğini görmüş,
felsefede iki ayrı bakış açısı ortaya matığın gerçek bilgi araştırmasına
çıkmıştır. Özellikle Platon’da belir­ yöntem oluşturamayacağını anla­
ginleşen ülkücü bakış açısında bil­ mış, Aristoteles’in mantığını içerin
ginin önceselliği ya da doğuştanlı- Organon'a (Alet) karşıt olarak bir
ğı benimsenmiş, daha çok Aristo­ yeni yöntem araştırması olan No-
teles’de anlatımını bulan gerçekçi vum Organum’u yani Yeni alet’i
bakış açısında öncesel ya da do­ yazmış, bu çerçevede ayrıca olduk­
ğuştan fikirlerin varlığı yadsına­ ça karmaşık bir bilimler sınıflama­
rak tüm bilgilerimizin deney yo­ sı yapmıştır. Ancak bu dönem ge­
luyla ya da duyu verileriyle sağ­ ne de eski metafiziğin tam anla­
landığı görüşü ortaya konmuştur. mında bırakıldığı bir dönem ol­
Öznenin nesneyi belirlediğini be­ madı. Yüzyılın en önemli filozofu
nimseyen birinci açıyı Platon’dan Descartes, Felsefenin ilkeleri’nde
sonra Descartes, Leibniz, Kant gi­ bir felsefe ağacı ya da bilgi ağacı
bi filozoflar, nesnenin özneyi belir­ oluşturuyor ve şöyle diyordu: “Fel­
lediğini benimseyen ikinci açıyı sefenin ilk bölümü bilginin ilk ilke­
Aristoteles’den sonra Bacon, Loc- lerini içeren metafiziktir, Tanrı’nın
ke, Comte gibi filozoflar geliştir­ başlıca niteliklerini, ruhum uzun
mişlerdir. Felsefe bu iki çizgiyi kar­ ölümsüzlüğünü, bizdeki tüm açık
şıt görüşler olarak tüm tarihi bo­ ve basit kavramları açıklamak da
FELSEFE

bu ilkeler arasındadır, ikinci bölüm daşlarımızın yeterince adaletli dav­


fiziktir, onda maddi şeylerin doğru ranmadıklarını, skolastik filozoflar­
ilkelerini bulduktan sonra genellik­ da ve dinbilimcilerde -yolunca yor-
le tüm evrenin nasıl oluşmuş oldu­ damınca kullanılmak koşuluyla- sa­
ğu incelenir, sonra da yeryüzünü nıldığından daha büyük bir sağlam­
ve onun çevresinde bulunan hava lık bulunduğunu görmemi sağlayan
gibi, su gibi, ateş gibi, mıknatıs gi­ çalışmalar yaptıktan sonra onları
bi, öbür madenler gibi tüm cisim­ kendime karşın ve zorla benimse­
lerin doğası araştırılır. Bundan son­ diğimi bilirlerse beni bir çırpıda suç­
ra bitkilerin, hayvanların özellikle layamazlar. Şuna da inanıyorum:
de insanın doğasını ele almak ge­ doğru ve derin düşünen bir kafa
rekir, insan için yararlı olan öbür bunların düşüncelerini analitik ge-
bilimleri ortaya koyabilmek için. ometricilerin yaptığı biçimde aydın­
Böylece tüm felsefe bir ağaç gibi­ latıcı ve sindirici bir tutumla ele al­
dir, kökleri metafiziktir, gövdesi fi­ mak güçlüğüne katlansa, onlarda
ziktir, bu gövdeden çıkan dallar da çok önemli ve tümüyle gösterilebi­
öbür bilimlerdir; bu bilimleri başlı­ lir nice doğrudan oluşan bir hazine
ca üç bilime, hekimliğe, mekaniğe bulacaktır.” Her ne olursa olsun,
ve ahlaka indirgeyebiliriz. Öbür bi­ artık kuşkuya dayanan ve yöntemi
limler arasında bütünsel bir bilgiyi temel alan yeni düşünce egemen­
öngören en yüksek en yetkin ah­ dir. Bacon, bundan böyle doğayı
lakı felsefenin son basamağı ola­ tanımanın, onun gizlerini ortaya çı­
rak alıyorum.” Eski düşünceyle ye­ karmanın önemli olduğunu bildirir,
ni düşünce arasındaki kavgada doğayı tanıyabilmek için sürekli
Leibniz, özellikle Descartes’ın tam olarak doğaya yönelmek gerekir di­
anlamında geçersiz saydığı skolas­ ye düşünür. Böylece salt kurgucu
tik düşünceyi yani Aristoteles man­ düşünceden araştırıcı yöntemli dü­
tığını temel alan hıristiyancı orta­ şünceye geçilir. Descartes Yöntem
çağ düşüncesini azçok savunur bir üzerine konuşmalar'da şöyle der:
tutum alacaktır: “Eski felsefeye bir “Okullarda öğretilen kurgusal fel­
anlamda eski değerini kazandırma­ sefe yerine, zanaatçılarımızın çeşitli
yı ve hemen tümüyle atılmış tözsel mesleklerini tanıdığımız kadar açık
biçimleri geri getirmeyi önermekle bir biçimde tanıyabileceğimiz, bizi
büyük bir tutarsızlığa düştüğümü doğanın efendisi ve sahibi kılacak
biliyorum; m odem felsefe üzerine olan, ateşin, suyun, havanın, yıl­
çok düşündüğümü, fizikte deney­ dızların, göklerin ve çevremizdeki
lere ve geometride göstermelere tüm öbür şeylerin gücünü ve ey­
çok zaman ayırdığımı, bü varlıkla­ lemlerini bilen bir uygulama alanı
rın hiçliğine uzun zaman inandığı­ ortaya konulabilir.” Böylece felse­
mı bilirlerse, Aziz Tommaso’ya ve fe ayrı ayrı bilimlerin gelişmesini
zamanın öbür büyük kişilerine çağ­ sağlar, ayrı ayrı bilimler felsefeden
FELSEFE

koparak, kendi konularını ve yön­ bildirir: “Bilim insan zihninin bir


temlerini belirleyerek özerk araş­ ürünüdür, bu ürün düşüncemizin
tırma alanları olurlar, deneyi ve göz­ yasalarına uygundur ve dış dünya­
lemi temel alırlar, felsefe de bu çer­ ya uygulanmıştır. Bilimin biri öznel
çevede bilimlerle bağını koparmak- öbürü nesnel olmak üzere iki yüzü
sızın ve onların elde ettiği verilere vardır, bizim için ne zihnimizin ya­
dayanarak bir genel insan araştır­ salarında ne dünyanın yasalarında
ması özelliği kazanır. Çağdaş fel­ herhangi bir şeyi değiştirme olası­
sefe bu gelişimi içinde, bugün, geç­ lığı vardır.” Bouty’nin bu belirle­
mişte pek açık bir biçimde ortaya mesine dayanarak Gaston Bache­
koyduğu usçuluk ve deneycilik kar­ lard şunları söyler: “Demek ki, bi­
şıtlığını da kaldırmış ya da enaza limsel felsefe için ne mutlak ger­
indirgemiş görünüyor. Bacon’ın şu çekçilik ne mutlak usçuluk vardır
belirlemesi bu karşıtlığa karşı alın­ ve bilimsel düşünceyi yargılamak
mış bir tutumu ortaya koymakta­ için genel bir felsefi tutumdan yola
dır: “Bilimleri incelemekte birbiri­ çıkmak gerekmez. Önünde sonun­
ne karışan filozoflar, deneyciler ve da felsefi düşüncenin temel konu­
dogmacılar olmak üzere iki sınıfa su bilimsel düşünce olacaktır; bu
ayrılırlar. Karıncaya benzeyen de­ düşünce sezgisel ve dolaysız me­
neyci yiyecekleri yığmakla, sonra tafiziklerin yerine, nesnel olarak
da onları tüketmekle yetinir. Dog­ doğrulanmış gidimli metafizikleri
macı örümcek gibidir, maddesini getirecektir. Bu doğrulamalara ba­
kendi varlığından çıkardığı ağları karak, örneğin bilimsel kuşkuyla
örer. Arı ortada yer alır, hammad­ yüzyüze gelen bir gerçekçiliğirT ar­
deyi tarlalarda ve bahçelerde çiçek­ tık dolaysız gerçekçilik olamayaca­
lerden toplar, sonra kendine özgü ğına inanılır. Geometrinin yeni uza­
bir sanatla onu işler ve sindirir. Ger­ nımları konusunda olduğu gibi, a
çek felsefe de buna benzer şeyler priori yargıları gözden geçirmiş bir
yapar, o yalnızca ve özellikle insan usçuluğun da artık kapalı usçuluk
ruhunun doğal güçleri üzerine te­ olamayacağına inanılır.” Yeni fel­
mellenmez ve doğal tarihten elde sefi düşünce, dünyaya hangi açı­
ettiği maddeyi bir iki kaynakta bul­ dan bakıyor olursa olsun bilgi edin­
duğu biçimiyle belleğe bırakıp çık­ me serüvenini tam anlamında özne-
maz, onu işledikten sonra depoya nesne uzlaşımına indirgemiş görü­
koyar. Böylece bizim en büyük da­ nen felsefelerin ortaya koyduğu bir
yanağımız, her şeyi umar durum­ dengeci düşüncedir. / Montaigne:
da olduğumuz dayanak, deneysel “Felsefe yapmak kuşkulanmaktır.”
yetiyle ussal yeti arasındaki işbirli­ / Bacon: “Filozoflar çok yüksekte
ğidir.” Bouty de, Bilimsel doğru- oldukları için çok az ışık veren yıl­
’da nesnelliğin ve öznelliğin bilgi­ dızlara benzerler.” / D ’Alembert:
nin giderilemez iki yüzü olduğunu “Felsefe, usun, kavramaya yönel­
FEODALLİK

diği çeşitli nesnelere uyarlanmasın­ aralarında anlaştıklarını göremezsi­


dan başka bir şey değildir. Böylece niz.” / Fontenelle: “Gerçek filozof­
felsefenin öğeleri tüm insani bilgi­ lar fillere benzerler, bir ayaklarını
lerin temel ilkelerini içerecektir.” / sağlam basmadan öbür ayaklarını
L. Goldmann: “Felsefi düşünce te­ yere koymazlar.” / Condillac: “Fi­
mel bir görüşün aranılması anlamı­ lozoflar ünlerini konularını işleyiş
na gelir, gerçekliğin ve düşünsel ya­ biçimlerinden çok işledikleri konu­
şamın çeşitli alanları bu temel gö­ ların önemine borçludurlar.” / A.
rüşten giderek anlaşılacak ve sezi- Camus: “İnsan imgelerle düşünür.
lecektir.” / Marx: “Felsefe nasıl F ilozof olmak istiyorsan rom an
proletaryada maddi silahını bulu­ yaz.” / Pascal: “Felsefeyle alay et­
yorsa, proletarya da felsefede ma­ mek gerçekten felsefe yapmaktır.”
nevi silahını buluyor.” “Almanların /Voltaire: “Okuyanların biri felsefe
kurtuluşu ancak insanın kurtulu­ okuyorsa yirmisi roman okuyor.
şuyla olasıdır. Felsefe bu kurtulu­ Düşünenlerin sayısı çok az, onlar
şun başı, proletarya yüreğidir.” / dünyayı kımıldatacak gibi değil.” /
J. Lequier: “Her şeyi açıklamak Diderot: “Dahiler günümüzde fel­
konusunda içgüdüsel eğilim fel­ sefeyi düşünülür dünyadan gerçek
sefenin ruhunu oluşturur.” / L. dünyaya indirdiler. Aynı işi lirik şiir
Lavelle: “Felsefe tümüyle düşünce alanında gerçekleştirip onu büyülü
yaşamına giriştir.” / J. Lacroix: “Fel­ alanlardan oturduğumuz dünyaya
sefe yaşanmışa uygulanan düşün­ indirebilecek bir kişi çıkmayacak
sel bir teknikten başka bir şey de­ mı?” “Felsefeyi halka indirmekte
ğildir.” / H. Gouhier: “Bir felsefe acele edelim. Filozoflar önde yü­
bir dünya görüşüdür ve ayrı ayrı rüsün istiyorsak halkı filozofların
felsefeler vardır, çünkü filozofla­ bulunduğu noktaya yaklaştıralım.”
rın gördüğü dünya aynı dünya de­ / Louis XVI: “Gözümüzü açalım,
ğildir. Filozoflar arasındaki gerçek filozofları ve görüşlerini serbest bı­
uyumsuzluk onların felsefelerinden raktığımız için bir gün kendimize
önce gelir; onların düşünceleri bir­ kızabiliriz. (...) Yüzyılın çok atıl­
birine kavuşmaz, çünkü bu düşün­ gan felsefesinin bir ard düşüncesi
celer aynı verilere dayanmazlar.” / var.” (Bk. DÜŞÜNCE, FİLOZOF)
G. Bachelard: “Şiirin ve bilimin da­
yanakları önce birbirine ters düşer. F E O D A L L İK (fr. féodalism e,
Felsefenin tüm umabildiği, şiiri ve féodalité', alm. Feodalismus; ing.
bilimi birbirinin tümleyicisi kılabil­ feudalism). Ortaçağ’da Avrupa’da
mek, onları iyi kurulmuş iki karşıt büyük toprak sahiplerinin ve serf
olarak birleştirmektir.” / Bossuet: denilen toprağa bağlı köylülerin
“Sıcakla soğuk çatışmasının bitti­ oluşturduğu iktisadi yaşam düze­
ğini görürsünüz de filozofların dog­ ni. Feodallik Roma imparatorluğu­
malarının doğrularıyla ilgili olarak nun çöküşüyle ortaya çıkan iktisa­
FEODALLİK

di kargaşa döneminde oluşmaya bandaki insanın sıkıntıları büyük


başlamış, çok değişik toplumsal ve boyutlara ulaşıyordu. Elemeğiyle
iktisadi yaşam özellikleri gösteren üretim daha çok aile çapındaydı: ev­
Od toplumun, roma toplumuyla ger­ lerde küçük dokuma tezgahlan var­
men toplumunun ürünü olmuştur. dı. Zanaat ilkel ölçülerde, tarımın
Feodallik M.S. V. yüzyılla XVII. bir kolu gibiydi. Ticaret yavaş ya­
yüzyıl arasında uzunca bir döeme vaş gelişiyordu, henüz üretimle ko­
yayılırken son derece yavaş bir şullanmış değildi, özellikle ganimetin
yükseliş ve gene son derece yavaş ve lüks eşyanın el değiştirmesiyle
bir düşüş grafiği çizmiştir. Erken belirgindi. XI. yüzyıl bir dönüm
Ortaçağ (V-XI. yüzyıl arası) feo­ noktası oldu: bundan böyle üretim
dalliğin kuruluş koşullarıyla, Asıl ilişkileri karmaşıklaşmaya başladı,
Ortaçağ (XI-XV. yüzyıl arası)-fe- buna bağlı olarak büyük kentler ya­
odalliğin gelişmesiyle ve feodalli­ ni yeni zanaat ve ticaret merkezleri
ğin sonunu getirecek sermayeci oluşmaya başladı. Eski kentler ta­
oluşumların alttan alta ve sessiz ge­ rihe karışmış, onlann özenle korud­
lişimiyle, Geç Ortaçağ (XV-XVII. uğu mimarlık yapıtları yıkıntı du­
yüzyıl arası) feodalliğin çözülmesi rumuna gelmişti. Demircilik, çöm­
ve sermayeci ilişkilerin büyük bo­ lekçilik, m arangozluk gelişirken
yutlara ulaşmasıyla belirgindir. Or- kentten kente satıcılar gider gelir
taçağ’ın başları tam anlam ında oldu. Dokumacılık ve madencilik
Frankların egemenliğinde geçti, bu büyük boyutlarda gelişmeye yüz
arada hıristiyan dininin yayılma ve luttu. Kırsal alanlardan kentlere ta­
kökleşme atılımlarını yaşadı. Feo­ rım ürünleri giderken kentlerden
dalliğin en parlak dönemi IX. ve kırsal alanlara zanaat ürünleri akı­
XVI. yüzyıl arasıdır. Bu dönemde yordu. Yeni kentlerin yeni zanaat­
üretim biçimleri ve toplumsal yapı çıları senyörlerden kaçm ış olan
karmaşıklaştı. Feodal düzenin itici serilerdi. Senyörün toprağında bi-
gücü köylü sınıfıydı. Artık eski tiveren bir kent senyörün malı sa­
görünümlerden iz kalmamış, koca­ yılıyordu, ama bu mal senyöre pek
man topraklara yayılı hantal impa­ de iyilik getirecek bir mal değildi.
ratorlukların yerini küçük küçük Kentliler senyöre hizmet etmek is­
devletler almıştı. Bu dönemde de­ temiyorlardı. Öte yandan kentler
mirin tarımda yaygın bir biçimde zenginleştikçe senyörlerin istekleri
kullanıldığını ve üretime büyük öl­ artıyordu. Kent senyör için kara­
çüde güç kattığını görüyoruz. Ta­ basan olm aya doğru gidiyordu.
rım etkinliği tarlalardan bağ ve bah­ Senyörlerin askerleriyle silahlı
çelere taşarken keten ekimi tarımla kentliler ikide bir çatışmaya giriyor­
henüz çok küçük olan sanayi ara­ lardı. Gene de senyörlük düzeni­
sında bağ kuruyordu. Serfliğin ya nin yıkılması çok uzun zaman aldı.
da koşullu köleliğin gelişmesiyle ta­ Çünkü bu düzen biraz da küçük
FETİŞİZM

devlet yapısının gereği oldukça sağ­ zır duruma gelmişti. Soylular şu ya


lam kurulmuş bir düzendi. Feodal da bu biçimde varlıklarını XVIII.
düzende toprağın tek sahibi sen- yüzyıla kadar korudular, ama feo­
yördü. Toprağı işleyen seriler ya dal düzen artık tümüyle yerle bir
senyörün topraklarında ya da sen- olmuştu. Küçük feodal devletlerin
yörün kendilerine bıraktığı toprak­ yerini bundan böyle büyük devlet­
larda çalışıyorlardı. Birinci koşulan ler, ulusal devletler aldı. (Bk. SER­
çok ikinci koşul yaygındı, çünkü MAYE)
daha kazançlıydı. Her iki durumda
da toprak senyöründü ve toprak FETİŞİZM . Bk. TAPINCAKÇI-
parçalan bir sıradüzeni içinde bir­ LIK.
birine bağlıydı, bu sıradüzeni ken­
diliğinden yönetim düzenini koşul- F İK İR (lat. ide a; fr. idée; alm.
luyordu. Senyörlük topraklarında­ Idee; ing. ide a). Zihinde bir varlığı
ki sıradüzeni, küçük toprak sahibi­ karşılayan bütünsel imge. Kavram­
nin korunabilmek için senyöre sı­ lara dayanılarak ortaya konulan ge­
ğınmasıyla gerçekleşiyordu: küçük nel görüş. En genel anlamda dü­
toprak sahibi kendi isteğiyle sen­ şünce. Bossuet’nin belirttiği gibi,
yörün vasal’i oluyordu. Senyör bu fikir terimini biz genel olarak bazı
durumda süzererı olarak vasaline bir özel nesneleri düşündüğümüzde,
toprak parçası yani fıef ayırıyor­ zihnimizde oluşan imgeleri belirle­
du. Sermaye düzeninin gelişmesi mek için kullanırız. Bu imgeler içi
feodal düzeni yavaş yavaş eritti. Bu dolu imgelerdir, fikirler ya da kav­
arada senyörler karşısında tüm ramlardır. Bazı filozoflar zihnimiz­
güçlerini yitirmiş olan krallar bun­ deki bu bütünsel yapılara “kavram”
dan böyle gelişmekte olan serma­ adını verirken bazıları “fikir” adını
ye düzeninin öncüsü olan burjuva verir. En genel anlamda fikir kav­
sınıfının desteğiyle mutlakyönetici ramı düşünce kavramıyla özdeşle­
durumuna gelmeye başladılar. Mut- şir. buna göre fikirler kavram lar
lakyöneticiler bu eski soylu sınıfını üzerine kurulmuş ya da kavram­
ortadan kaldıracak yeni oluşumlar­ larla kurulmuş bütünlüklerdir, dile
da büyük ölçüde belirleyici oldu­ bağlanarak insani iletişimi sağlar­
lar. Böylece Geç Ortaçağ’da feo­ lar ve böylece dünyanın dönüştü­
dallik yavaş yavaş kendi sonuna rülmesine katkıda bulunurlar. Dü­
doğru ilerlemeye başladı. Fransa ve şünce, böylece, eylemsel bir etkin­
İngiltere feodal düzenden daha ça­ lik kazanır. Fikir, ayrıca görüş an­
buk uzaklaştılar. Almanya XVI. lamına da gelir. Bir kişinin siyasal
yüzyılda feodal düzenin doruklan- fikirleri onun görüşleriyle ilgilidir.
nı yaşıyordu. Ne olursa olsun feo­ Bu anlamda doğru fikirler kadar
dallik Yeniçağ’ın başlarında yerini yanlış fikirlerden ya da boş fikir­
220 sermayeci düzene bırakmaya ha­ lerden de sözedebiliriz. Her ne olur­
sa olsun fikirlerimiz bilincimizin te­ tırmayı XVII. yüzyılda Descartes
mel etkinliklerini ya da yapıtaşları- yaptı. Descartes’da üç çeşit fikir
m oluştururlar. Onların oluşum bi- vardır: doğuştan fikirler (idées
çimleri kişiliğimizin özelliklerini ve innées) zihnimizde öncesel olarak
renklerini kurar. Bu anlamda fikir’i bulunan ve düşünmeyle ortaya çı­
daha çok kavram diye anlam ak karılan fikirlerdir; yapay fikirler
doğru olur. Bu anlamda fikirlerimiz, (idées factices) zihnimizin ürettiği
Claude Bem ard’ın dediği gibi, “ol­ fikirlerdir; edinilmiş fikirler (idées
gulara girmemizi sağlayan düşün­ adventices) duyular aracılığıyla sa­
sel araçlardır”. Kavram anlamında hip olduğumuz fikirlerdir. Böylece
fikir, duyulur sunumun kendisi olan Descartes fikir’i kavram yerine al­
imgenin karşıtıdır. Fikir ne kadar mış olur. Daha sonra Malebranche
dolgunsa imge o kadar yüzeysel­ “Fikirlerin ölümsüz ve zorunlu bir
dir. Platon’da Fikir ya da İdea du- varoluşu vardır” diyecektir. Spino-
yulurüstü gerçekliği belirler: İdea za’da fikir “zihnin bir kavramıdır,
duyulur şeylerin düşünsel ve ölüm­ zihni düşünen bir şey olarak biçim­
süz örneğidir. Bir başka deyişle, bu ler”. Locke “zihnin doğrudan doğ­
dünyadaki yani duyulur dünyadaki ruya algıladığı her nesneyi” fikir di­
şeyler İdea’lar dünyasının bir kop­ ye adlandırıyordu. Locke doğuş­
yası ya da bir türevidir. Bu ülkücü tan fikir anlayışına karşı çıktı, ona
bakışa göre bilgi önceseldir yani göre tüm fikirler deneyden gelmek­
dünyaya gelirken getirilmiştir. Bu­ teydi: duyum fikirlerini bize duyu
na göre bilgi edinme çabası da bir organları sağlıyordu, düşünce fi­
anımsamadan başka bir şey olma­ kirleri düşünme yetimizin bir so­
yacaktır. Bu görüşü benimseyen nucuydu, aynı zamanda sezgisel de­
bazı hıristiyan filozofları ölümsüz neyimin bir sonucuydu. Berkeley
Doğru’nun zihnimizde kendini gös­ “Duyularla doğrudan doğruya al­
termekte olduğunu ileri sürerler. Bu gılanan şeyler fikirlerdir” diyordu.
ölümsüz, değişmez, zorunlu şey­ Berkeley’e göre algıladığımız nes­
ler yani fikirler bizde tanrısal kay­ neler bize Tanrı’nm verdiği şeyler­
rayla açınmışlardır. Aziz Augusti- dir. Hume fıkir’den “izlenimlerin
nus’un ve M aleberanch’ın felsefe­ düşüncede bıraktığı zayıf imgeler”i
leri bu temele dayanır. Fikir soru­ anlıyordu. H um e’a göre insan zih­
nuna Platon’cu bakışın ötesinde bir ninin tüm algıları izlenimler ve fi­
bakış getiren Epikuros olmuştu. kirler olmak üzere ikiye ayrılır. Fi­
Epikuros fkir-im geler’den sözet- lozof şöyle der: “Bu iki tür arasın­
miştir. Bunlar çok küçük maddesel daki ayrım onların zihnimizi etkile-
parçacıklardır, nesnelerden gelirler yiş, düşüncemize ya da bilincimi­
ve duyu organlarımızı etkilerler, ze giriş güçlerinin derecesine bağ­
böylece beynimiz üzerinde etkili lıdır. Daha büyük güçle ya da daha
olurlar. Fikir üzerinde en geniş araş­ büyük şiddetle giren algıları izle­
FİLOZOF

nimler diye adlandırıyorum ve bu bu kavramı karşılayan nesneler du­


ad altmda ruhta ilk göründükleri bi­ yularda verilmiş değildir. Buna göre
çimiyle duyumları, tutkuları ve duy­ fikirler deneyin sağladığı belirleyi­
guları topluyorum. Fikirden, izle­ ci denetimden uzaktır, böyle olmak­
nimlerin düşüncede ve usavurma- la bunlar kanıtlanamaz şeylerdir.
da bıraktığı zayıf imgeleri anlıyo­ Ruhsal fikir de, evrensel fikir de,
rum .” Em ile B rehier şöyle der: dinbilimsel fikir de olguların son
“Locke’un felsefesine karşıtların­ açıklamalarını sağlarken baştan so­
ca fıkircilik adı verilmiştir. Fikir- na usun etkinliğini gerektirirler. He-
cilik, bilindiği gibi, anlığımızın tüm gel’de fikir oluşumun evrensel il­
nesnelerini basit ya da karmaşık fi­ kesidir: her şey dönüşür, önce do­
kirlere indirger. Fikir, bu sözcüğü ğa, sonra ruh olur. Kavramın öz­
felsefeye getirm iş olan Descar- nelliğine karşın fikir her zaman
tes’da bir gerçekliğin imgesi ya da nesneldir, kendindedir. Sabit fik ir :
sunumudur, zihinle nesne arasında fikirlerin akışı sırasında sık sık ken­
bir aracıdır yalnızca. Locke nesne dini gösteren ve istemle ortadan
olan fikirle nesne olan sunum ara­ kaldınlamayan hastalıklı zihinsel ol­
sında bir seçme yapmadı. (...) Hu- gu. Sabit fikir bir tür asalak fikir­
me da elbet fikircilik çizgisinde ka­ dir, her zaman bilinç alanına yayıl­
lır, ancak izlenimlerle fikirleri bir­ ma eğilimindedir. İstemli fikir akı­
birinden ayırır, bu ayrım güçlüğü şını engeller ya da saptırır. İçeriği
ortadan kaldırmaktadır. İzlenimler çekiciyse kişiyi atılgan bir duruma
kökellerdir ya da örneklerdir, onla­ getirebilir, böylece onun olağan et­
rın fikirleri de kopyalardır. Fikirler kinliğini artırabilir. Ancak o her za­
zayıftır ya da izlenimler güçlüdür. man kişiyi sıkıntıya sokmaya, hat­
Buna göre elbette her fikir sunum- ta bunalıma itmeye eğilimlidir. (Bk.
saldır, ama bir izlenimin sunucu­ DÜŞÜNCE, GERÇEKÇİLİK, ÜL­
sudur. İzlenim fikirle aynı yapıda­ KÜCÜLÜK)
dır. Ancak ondan yalnızca yoğun­
luk açısından üstündür. (...) Hu- F İL O Z O F (lat. philosophus; fr.
m e’un asıl konusu izlenim lerin philosophe; alm. Philosoph', ing.
araştırılması değildir, onun gözün­ philosopher). İlk ilkelerle ya da ne­
de böyle bir araştırma felsefeyle denlerle uğraşan. İnsan ve evren
değil de anatomiyle ve fizyolojiyle üzerine köklü araştırmalar yapan.
ilgilidir. Yalnız fikirler, izlenimlerin İnsan ve evren için son açıklama­
kopyalan olan fikirler, bu fikirlerin lar getirmeye çalışan. Tüm insan
kendi aralarındaki ilişkileri zihnin sorunlarını belli bir bilgi kuramı çer­
dokusunu oluştururlar.” Kant için çevesinde tartışan. Filozofun dün­
aşkın fikirler, Tanrı, ruh ve dün­ yaya yönelişi ilk ilkeleri aydınlata­
yayla ilgili fikirlerdir. Kant’a göre cak ve son açıklamaları getirecek
222 fikir “usun zorunlu bir kavramı”dır; biçimde köklü bir yöneliştir. Dün­
ya ve felsefe bir şeyin iki yüzü gi­ zof her şeyden önce köklü düşü­
bidir ya da felsefe dünyanın anla­ nen ve bir düşünce dizgesi ortaya
mı gibidir. Öyleyse filozof belli us­ koyandır, bu dizgeye göre dünya­
sal dayanaklar çerçevesinde dün­ ya bütünsel bir yorum ya da açık­
yayı açıklayan adamdır. “Dünya fel- lama getirendir. / Paul Valéry: “Han­
sefeleşirken felsefe dünyalaşır” der gi kültür düzeyinde olursa olsun,
Marx. Filozofa yalnızca dünyayı bildiklerine, özellikle de dolaysız iç
açıklayan değil dünyayı açıklayarak ya da dış deneyle bildiklerine genel
değiştiren de diyebiliriz. Marx şöyle bir bakış açısı kazandırmayı dene­
der: “Filozoflar dünyayuieğişik bi­ yen her kişiyi filozof sayıyorum.”
çimlerde yorumlamakla yetindiler, / Paul Foulquié: “Filozof tanıtlamak
ama şimdi önemli olan dünyayı dö­ için değil anlamak için gözlemler;
nüştürmektir.” Buna göre filozof duygu onun düşüncelerini etkilese
dünyayla sürekli bir alışveriş için­ de öngördüğü şey arı ussal bir dü­
de olacaktır. “Filozoflar yerden şüncedir. Nedenler araştırmasında
mantar gibi bitmezler. Onlar çağla­ filozof bilginden daha ileriye gider:
rının meyvalandırlar. Onların en in­ bilgin dolaysız nedenlerde sınırla­
ce, en değerli, en az görülür güç­ nır ve olguları birbiriyle açıklar
lülükleri felsefi fikirlerle kendini (kaynamayı ısıyla, ısıyı yanmayla
gösterir. Filozofların kafasında fel­ vb.); filozof sonuncu nedenleri
sefe değerlerini kuran ruh işçilerin araştırır.” (Bk. FELSEFE)
eliyle demiryollarını kuran ruhun
aynısıdır. Filozoflar dünyanın dışın­ F İZ İK (lat. physicus; fr. physique;
da değillerdir” (Marx). Filozof bi­ alm. Physik; ing. physics). Doğa­
linmezi bilinir kılmaya çalışır, sü­ nın bilimi. Devinim, ağırlık, basınç,
rekli bir aydınlatma çabası içinde­ ısı, ışık gibi doğal olguların bilimi
dir. M. Merleau-Ponty şöyle der: olan fizik matematikle ve metafi­
“Filozofları yaratan şey, insanı bil­ zikle karşıtlaşır: duyularla algılana­
giden bilmezliğe, bilmezlikten bil­ bilir maddesel gerçekliklerin alanı,
giye aralıksız yönelten devinimdir saf düşünselliğin alanından ayrıl­
ve bu devinim de bir çeşit dinleniş- malıdır. Fizik bu anlamda ruhsal­
tir.” Felsefi düşünce kılı kırk yarı­ lıkla da karşılaşacaktır. Yeniçağ’ın
şıyla yani her zaman öze yöneli­ başlarına kadar fizik felsefenin bir
şiyle ve her türlü ayrıntıyı göz dalıydı, doğanın kurgusal çerçeve­
önünde tutuşuyla gündelik dü­ de araştırılmasına adanmıştı. Dio-
şüncelerden ayrılır. Descartes şöyle genes Laertios’a göre Stoa’cılar
diyordu: “Filozoflar öylesine İnce­ felsefeyi üçe ayırıyorlardı: fizik, ah­
liklidirler ki, başka insanlara tümüy­ lak ve mantık. Descartes’ın bilgi
le aydınlık görünen şeylerde onlar ağacında fiziğe verdiği yer önemli­
çeşitli güçlükler bulabilirler.” Filo­ dir. Descartes’a göre ağacın kök­
FO Bİ

leri metafizik, gövdesi fizik, dalları FR EN O LO Jİ. Bk. KAFAYORU-


da matematik, hekimlik ve ahlak­ MU.
tır. (Bk. DOĞA, EVREN)
FRÜ STÜ RASYO N. Bk. YOK­
FO B İ. Bk. KORKU. SUNLUK.

FO R M . Bk. BİÇİM. FÜTÜRİZM . Bk. GELECEKÇİ­


LİK.

224
G
G E Ç E R L İL İK (lat. validitas; fr. olgudur. Hasta, yaşamının bir dö­
validité-, alm. Gültigkeif, ing. nemindeki bir kişiyle ya da kendiyle
v a lid ity ). Y ü rü rlü k te o lan ın ilgili duygularını hekime yansıtır. Bu
d urum u . D e ğ erin i y itirm e m iş duygular olumlu duygular olmadı­
olanın durum u. G eçerli olanın ğı zaman olumsuz geçişim, bu duy­
durumu. Düşünce alanında geçer­ gular olumlu duygular olduğu za­
lilik gerçeğe uygunlukla, gerçeklikle man olumlu geçişim sözkonusudur.
bağını koparmamışlıkla belirgindir. Aynı durum hekim den hastaya
En geniş anlamda geçerli düşünce doğru geliştiğinde bir karşı geçi­
evrensel çerçevede doğrulanabilir şim'den sözedebiliriz. Alışkanlıklar
düşüncedir ya da genel olarak be­ düzeyinde de geçişimden sözetmek
nimsenen düşüncedir. Bir düşün­ olasıdır. Keman çalan bir kimsenin
cenin geçerli olması onun zorunlu keman çalmakla ilgili deneyimleri­
olarak herkesçe benimsenmiş ol­ ni viyolonsel çalmakta kullanması
masını gerektirmez: geçerlilik yay­ da bir geçişim olgusudur. Geçişim
gınlıkla belirgindir. Geçerli olanı ev­ gündelik yaşam deneylerinde de sık
rensel olandan çok genel olan diye sık görülür: köpeğin ısırdığı bir ço­
düşünmek doğru olur. En yaygın cuk bütün hayvanlardan korkma­
geçerlilik özellikle ahlak için, daha ya başlayabilir. Ruhaynştırmasıyla
çok da ahlakın bazı belli kuralları ilgili geçişimin sağlıklılığı konusun­
için sözkonusudur. (Bk. EVREN­ da H. Ey şunları söyler: “Geçişim
SEL) sözkonusu olduğunda üzerinde en
çok durulan düzeneklerden biri ay-
G E Ç İŞ İM (fr. transfert-, alm. nştırmacayla özdeşleşme düzene­
Übertragung] ing. transference, ğidir, bu düzenek ayrıştırmanın so­
transfer). Bir şeye duyulan ilginin nuna kadar baskın bir rol oynar.
bir başka şeye yansıtılması. Bir ki­ Ayrıştırmacı kendi deneylerine da­
şiyle ilgili duyguların bir başka ki­ yanarak sağlam bir tutum alma işi­
şiye yöneltilmesi. Geçişim olgusu ni sürdürmezse hastayı davranış­
ruhayrıştırmasmda sık görülen bir larının bilincine ulaştırma konusun­ 225
GELECEKÇİLİK

da eksik kalacaktır, çünkü ilişki GELEN EK (lat. traditio; fr. tradi-


bundan böyle içinden çıkılmaz du­ tion; alm. Traditiorı, Überlieferung;
ruma gelecektir. Ayrıştırmanın ge­ ing. traditiorı). Bir toplumda yeni
lişiminde Önemli bir yer tutan bu kuşaklara eski kuşaklardan sözle,
ayrıştırmacıyla özdeşleşme olgusu yazıyla, davranışla geçen değerler.
hastanın ayrıştırmayla ilgili bir ta­ K uşaktan k u şağ a geçen sanat
sarısı olamaz, yalnızca son amacı ürünleri, anılar, görenekler, alışkan­
hastanın kendi ‘biçim ’ini bulması lıklar geleneği oluşturur ya da gele­
için bu dayanağın ortadan kaldırıl­ neğin konusudur. Halkların davra­
ması olan ayrıştırmacı imgesine sü­ nış özelliklerini oluşturan, halkların
rekli bir yaklaşım olabilir.” (Bk. RU- neden öyle yaptıklarına ve böyle
HAYRIŞTIRMASI) yapmadıklarına temel olan alışkılar
geleneğin özünü belirler. Alışkılar
G E L E C E K Ç İL İK (fr. futurisme\ toplumlann yaşam deneyleri içinde
alm. Futurismus; ing. futurism). benimsemiş ve varlığına sindirmiş
İtalyan Marinetti’nin akademici an­ olduğu kalıp davranışlardır. Birey­
layışa karşı ortaya koyduğu sanat sel kalıp davranışlar daha çok alış­
akımı. Marinetti ve arkadaşları sa­ kanlık çerçevesinde anlaşılırken top­
natta tam anlam ında bir devrim lumsal kalıp davranışlar alışkıları
yapmayı amaçlıyorlar, eski sanatla oluştururlar. Alışkılar insan yaşamını
bağlarını tümüyle koparmak isti­ bütünleştirici etkenler olarak kişile­
yorlardı. Onlara göre geçmişte tu­ rin davranışlarına sinmiş toplumsal
tulması, değerlendirilmesi, yücel­ özelliklerdir. Görenekler alışkıların
tilmesi gereken hiçbir değer yok­ kurallaşmış biçimleridirler. Bu yüz­
tu. Artık katışıksız yeni’yi başlat­ den görenekler alışkılar gibi kendi­
mak gerekiyordu. Makinelerle iyi­ liğinden değillerdir, onların toplum
den iyiye değişik görünümler almış üzerinde, ayrı ayrı bireyler üzerinde
bir dünyada hızın, savaşın, güçlü­ belli ağırlıkları, belli yükleri vardır.
lüğün sanatını yapmak bir kaçınıl­ Alışkıların ve göreneklerin geniş za­
mazlıktı. M arinetti’nin bildirisi 20 man boyutunda dönüşümüyle, bi­
şubat 1909’da yayımlandı, ama de­ rikimiyle ve aktarılasıyla ilgili olan
vinimi gerçekleştiren topluluk çok gelenekler gerçek anlamda bir top­
çabuk dağıldı. Marinetti hemen he­ lumsal değerler toplamıdır: bu de­
men tek başına kalmıştı ve gele­ ğerler özellikle ahlaki değerlerdir ya
cekçi şiirler yazmaya çalışıyordu. da en genel anlamda kültür değerle­
Bununla birlikte gelecekçiliğin et­ ridir. Bir ahlak kuralı gelenekler çer­
kisi geniş oldu, resimde ve müzik­ çevesinde ele alınırken herhangi bir
te özellikle kendini gösterdi. Mü­ hastalığı iyileştirmekle ilgili yöntem­
zikte gelecekçiler geleneksel armoni ler ya da uygulamalar da bu çerçe­
kurallarını tümüyle yok sayarak şa­ vede ele alınabilir. Buna göre tüm
şırtıcı müzik parçaları yazdılar. anılar, alışkılar, inanç biçimleri, gö­
226
GELİŞİM

renekler, yapıtlar, kurumlar geldigeç- tek. Bir sonuca ulaşmayan yöne­


ti özellikleri dışında yani dönüşüme lim. Amacına ilgisiz geçici eğilim.
uğrayarak geleceğe aktarılır olan Gerçekleşmeden sönen istek. Kla­
yanlarıyla geleneği oluştururlar. Ak­ sik felsefede Locke ve Leibniz gel-
tarılma ya da geleceğe ulaştırılma geçistek’i arzunun en aşağı dere­
geleneğin başlıca özelliğidir. Sözko- cesini belirtmek için kullandılar. Bu­
nusu aktarılma yazılı olduğu gibi söz­ günkü anlamda bu terim isteksiz­
lü de olabilir. Yazılı geleneği sözlü lik kadar beceriksizliği ortaya ko­
gelenekten ayıran onun saptanmış yar. Bir işe kalkan ama hiçbir za­
ya da büyük ölçüde saptanmış olu­ man o işi bitirmek için yeterli ça­
şudur. Sözlü gelenek kaygandır, ileri bayı gösteremeyen kişileri gelge-
ölçülerde değişkendir, yere ve za­ çistek sahibi kişiler diye nitelendi­
mana göre sürekli başkalıklar ya da rebiliriz. Bu terim istemin zayıf bir
çeşitlilikler gösterir. Gelenek sürek­ biçimini ortaya koyarken aynı za­
li değişen bir değerler toplamı ol­ manda isteme karşıt bir anlam be­
makla insan yaşamı üzerinde belir­ lirler gibidir, çünkü istem her şey­
leyici olur, hatta görenekleri de içe­ den önce gerçekleştirme eğilimi ola­
riyor olmakla belli bir baskı gücü rak kendini gösterir. (Bk. İSTEM)
oluşturur. (Bk. ALIŞKI, GELE­
NEKÇİLİK, GÖRENEK) G E L İŞ İM (fr. développement;
alm. Entwicklung, Wachsen; ing.
G E L E N E K Ç İL İK (fr. traditiona­ development). Daha üstün ve kar­
lisme; alm. Traditionalismus; ing. maşık bir duruma geçme. Eski fel­
traditionalism). Geleneğe bağlılık. sefelerde ya da daha doğrusu eski
Geleneğe aşırı bağlılık. Geçmişin toplumlarda gelişim fikri yoktu ya
değerlerine bağlılık. Geleneği doğ­ da sınırlıydı. Eski Yunanistan’da ge­
runun ölçütü sayan öğreti. Gele­ lişim çevrimsellikle belirgindi: her
nekçilik alışkıları ve görenekleri şey tam bir dönüş yaparak başla­
özellikle yücelten bir bakış ya da dığı yerde son bulacaktı. Bu elbet­
anlayış olmakla geçmişe bağımlı- te yalnız yunan insanının değil, tüm
lanmayı gerekli kılar. Böylesi bir doğal çevrimlerden, gece-gündüz
bakış kişinin dikkatini yalnızca ya­ karşıtlığından, mevsimlerin dönü­
şanmışa yöneltecek, onu bugün ve şümlerinden etkilenmiş tüm eski­
yarın karşısında ilgisiz kılacak, böy- lerin görüşüydü. A ristoteles’den
lece gerçeklikten koparacaktır. Ge­ sonra ardılları skolastikler başlan­
lenekçilik geniş çerçevede tutucu­ gıçla bitişi birleştiren dairesel devi­
lukla aynı anlama gelir. (Bk. GE­ nimin en yetkin devinim olduğunu
LENEK, TUTUCULUK) söylüyorlardı. Aristoteles ayüstü
evrende dairesel, ayaltı evrende
G E LG EÇ İSTEK (fr. velléité; alm. çizgisel devinimin olduğunu söy­
Velleitat; ing. velleity). Amacına lüyordu. Kesiksiz gelişim fikri ya
varmadan çabucak sönüveren is­ da başı sonuna bağlanmayan çiz­
GENEL

gisel gelişim fikri Yeniçağ’da, özel­ olarak şeylerle ilgili olan. Olasıya
likle XIX. yüzyılda ortaya çıkmış­ karşıt olarak etkin bir biçimde va­
tır. XIX. yüzyıl evrim felsefeleri, rolan. Ülküsele karşıt olarak varlı­
gelişen bir dünyada yaşadığımızı, ğı gösterilebilir olan. Gerçek olan
her şeyin dönülmez bir biçimde ara­ etkin bir biçimde verilmiş ya da su­
lıksız dönüştüğünü bildiriyorlardı. nulmuş olandır, varlığı araştırmayı
Dönüşüm fikrinin ya da daha ge­ gerektirmeyendir. G erçek’i doğ-
nel çerçevede gelişim fikrinin ilk bi­ ru ’yla karıştırmamak gerekir. Doğ­
çimine XVII. yüzyılda Leibniz’de ru, gerçek’in sezgisi ya da bilgisi­
raslıyoruz. Leibniz monad’lar ku­ dir. / A. de Musset: “Benim için
ramını geliştirirken her monad için tüm gerçek bir kurgudur.” / Alain:
bir geçmiş ve bir gelecek düşün­ “Hiçbir olası güzel değildir, yalnız­
müş ve şöyle demişti: “Her töz, ka­ ca gerçektir güzel olan.” / L. Blum:
rışık bir biçimde de olsa, evrende “Gerçek kendini ancak saçmayla
geçmişle, şimdiyle, gelecekle ilgili açıklayabilir.” / H. de Montherlant:
olarak her olanı açıklar, bu da son­ “Bana göre mutlak olan Tanrı de­
suz bir algıya ya da bilgiye ben­ ğildir, gerçekliktir, doğrudan ve ke­
zer.” (Bk. DEĞİŞİM, DÖNÜŞÜM, sin bir kavram a biçim idir.” / A.
EVRİM, MONAD) Breton: “Düşsel olan, gerçek olma­
ya yönelendir.” / M. Butor: “Ger­
G E N E L (fr. général, alm. Allge­ çek gerçeklik düşselle ilişkisi için­
mein-, ing. general). Birçok bireyle de varolabilir, düşselin gerçeklikte
ilgili olan. Bireysele karşıt olarak olduğunu, gerçeği düşselle gördü­
bütünle ilgili olan. Bir türle ilgili ğümüzü anladığımızda varolabilir.”
olan. Tüm bireyleri içeren. Bir / A. Gide: “Duyguların alanında
b ü tü n ü n tüm ö ğ e le rin i, bir gerçek düşselden ayrılmaz.” / J.
to p lu lu ğ u n tü m ü y elerin i Giraudoux: “Ancak güçlü bir ger­
ilgilendiren. Sık sık olan. (Bk. çekdışı yaşamı olan bir toplumun
ÖZEL) büyük bir gerçek yaşamı olabilir.”
/ Kierkegaard: “Gerçek olasıdan da­
G E N E L L E ŞT İR M E (fr. généra­ ha zorunlu değildir, çünkü zorunlu
lisation; alm. Verallgemeinerung her ikisinden kesin olarak ayrıdır.”
ing. generalization). Bireylerin or­ / H. Barbusse: “Gerçek ve doğa­
tak niteliklerini saptama. Belli bi­ üstü aynı şeydir.” (Bk. DOĞRU)
reylerde görülen bir özelliğin bü­
tün bireylerde ya da pekçok birey­ G E R Ç E K Ç İL İK (fr. réalisme;
de varolduğunu gösterm e. (Bk. alm. Realismus; ing. realism). Var­
GENEL) lığın düşünceden bağımsız olduğu­
nu öne süren öğreti. Varlığın dü­
G E R Ç E K (lat. realis; fr. réel; alm. şünsel nitelikli olmadığını, düşün­
wirklich; ing. real). Varlığı kesin ceden de geçmediğini öne süren öğ­
228 olan. Görüntüyle ilgili olana karşıt reti. Bilgi edinmede dış gerçeklikle
GERÇEKÇİLİK

ilgili koşulların baskın olduğunu, gerçekçilik yolunu izlediler. Ülkü­


buna göre düşünülen nesnenin dü­ cü sayılmakla birlikte ülkücülükle
şünen özne karşısında belirleyici ol- gerçekçilik arasında yer alan tek fi­
ihığunu ileri süren bilgi anlayışı. Sa­ lozof Descartes’dır. Descartes, do­
natta doğalcılığa karşıt olarak ger­ ğuştan fikirlerin yanma edinilmiş fi­
çekliği kaba bir aktarmacılığa düş­ kirleri koyarak ülkücülüğünü ılım-
meden belli bir kişisel yorumlama laştırdı. Estetikte ya da sanatta ger­
anlayışı içinde yansıtma eğilimi. En çekçilik gerçekliği ülküsel görü­
eski gerçekçilik Platon’un gerçek­ nümlerle bozmadan vermek eğilim­
çiliğidir. Platon İdea’ların gerçek lidir, bu anlamda doğalcılıkla karış­
gerçeklikler olduğunu, onların bi­ tığı olur. Gerçekçiliği doğalcılıktan
reysel varlıklardan ve duyulur şey­ ayıran başlıca özellik, gerçekçiliğin
lerden daha gerçek olduğunu bildi­ doğalcılığa karşıt olarak nesneye
riyordu. Ancak Platon’un İdea’lar yorum getirme tutarlılığında belir­
kuramı, her ne kadar gerçekçi diye ginleşir, oysa doğalcılık özneyi or­
nitelendirilse de, gerçekçiliğe tam tadan kaldırmak istercesine gerçe­
karşıt bir anlayışı, ülkücülüğü or­ ğe uyarlı kalma savındadır. Gerçek­
taya koyar. Çünkü her gerçek ger­ çilik insanla ilgili açıklamalarda duy­
çekçilik gerçekliğin bilgisini zihni­ gu abartmalarından kaçınma eğili­
mizden bağımsız olarak varsaya­ mi göstermekle duyguculukla kar­
caktır, buna göre gerçekçilik ülkü­ şıtlaşır. Gerçekçi bakış, maddesel
cülüğe karşıt olarak özne-nesne iliş­ gerçekliği ya da dış dünya gerçek­
kisi içinde nesneye ağırlık vermek­ liğini birinci planda önemsemekle
le başlar diyebiliriz. Buna göre hiç­ m ad d eciliğ e y ak laşır./ G a stç n
bir öncesel bilgiye ya da doğuştan Bachelard: “William James’den bu
bilgiye sahip olmayan zihin ancak yana her kültürlü insanın zorunlu
duyular yoluyla dış dünya bilgisini olarak bir metafiziğe bağlandığı sık
alma yeteneğine sahiptir. Gerçek­ sık yinelendi. Bizce şunu söylemek
çiliğin temelleri Aristoteles’le atıl­ d ah a d oğru o lacak : h er insan
mıştır. Aristoteles bilginin tek kay­ bilimsel kültüre ulaşma çabasında
nağı olarak duyu verilerini görüyor, bir değil iki metafiziğe dayanıyor;
öğretmeni Platon’un İdea’lar anla­ doğal ve inançsal, içsel ve direngen
yışına karşı çıkıyordu. Ortaçağ’da olan bu iki metafizik birbirleriyle
gerçekçilik tümelleri şeylerden ba­ çelişmekteler. Onlara hemen geçici
ğımsız sayma eğiliminde kendini bir ad vermek için, modem bilimsel
gösterdi. Gerçekçi düşünce Yeni- düşüncede sessiz sessiz bir araya
çağ’da özellikle İngiliz filozofların­ gelmiş olan bu iki temel felsefi
da, özellikle Locke’da anlatımını tutum u klasik etiketlerine göre
buldu. Felsefe tarihi boyunca he­ usçu lu k ve g erçek ç ilik o larak
men bütün filozoflar iki çizgiden bi­ belirleyelim.” (Bk. DOĞALCILIK,
rini, ya Platon’un açtığı ülkücülük DUYGUCULUK, FELSEFE, ÜL­
yolunu ya da Aristotoles’in açtığı KÜCÜLÜK) 229
GERÇEKLİK

G E R Ç E K L İK (fr. réalité; alm. yaşamın tek gerçeklikleridir” der.


Realität, Wirklichkeit', ing. reality). Bir bakıma düşsel öncelikli gibidir:
Gerçek olanın kendisi. Gerçek ola­ düş gerçekliğe ulaşmanın tek yolu
nın özyapısı. Dış dünyanın varlığı. gibi görünür. Düşte olası bir ger­
Varolan her şey. Etkin olarak varo­ çekliğin taslağı ya da tohumu var­
lan. Gerçeklik olan şeylerin tümüyle dır ve her düş gerçekliğin düşüdür.
ilgilidir. Gerçekliği doğrulukla ka­ İnsan düşlerini gerçekliğe dönüş­
rıştırmamak gerekir. Doğruluk yar­ türür ve hemen yeni düşlere yöne­
gıda kendini gösterir ve gerçekli­ lir. Jean-Jacques Rousseau şöyle
ğin düşünsel düzeyde ya da zihni­ diyordu: “Tüm düşlerim gerçekli­
m izde onaylanm asıyla ilgilidir. ğe dönüşseydi bana gene de yet­
Gerçeklik görülür yani algılanır ya meyecekti: daha da kuracak, düş-
da doğrudan doğruya düşünülür. leyecek, arzulayacaktım. Hiçbir şe­
Henri Delacroix şöyle der: “Ger­ yin dolduramayacağı anlatılmaz bir
çekliğin dünyası doğrunun dünya­ boşluk, bir başka tür sevince doğ­
sı değildir: gerçekliğin dünyası ru bir gönül atılımı buluyordum
doğrunun dünyası için bir koşul­ kendimde.” Sanatın konusu olan
dan başka bir şey değildir. Doğru gerçekliği de bu çerçevede değer­
yavaş yavaş özümlediği gerçeklik lendirmek gerekir. Sanata gerçekçi
karşısında düşüncenin işlevsel bir bakış gerçekliği olan’la sınırlandı­
konumudur. İnsanın manevi etkin­ rır, ona ülküsel bir anlam vermez.
liği olanı olmayanla aşar ve tümüyle Örneğin Guy de M aupassant yapı­
olasının alanına açılır.” Düşle ger­ tı gerçekliğe sıkı sıkıya bağlayarak
çekliğin ya da olasıyla gerçekliğin şöyle der: “Bir sanat yapıtı bir ger­
tam bir karşıtlık içinde görünmesi çekliğin hem simgesi hem tıpatıp
onların aynı zamanda birbirini tüm- anlatımı olduğu zaman değerlidir.”
leyen öğeler olmasını engellemez. Ancak, ne olursa olsun, sanat ger­
Özellikle düş gerçekliğin bir yüzü çekliği değil gerçekliğin bir yoru­
gibi görünür. J. Joubert “Düş bir munu verebilir. Bu konuda Hugo
gerçekliğin yansısıdır” der. Elbette şöyle der: “Sanatın doğruluğu hiç­
gerçeklik m utlak olan değil insana bir zaman mutlak gerçeklik olma­
görünen şeydir ya da insana mut­ yacaktır. Sanat şey’in kendisini ve­
lak yapısı içinde değil de insanın ya­ remez.” Ülkücü ya da doğrucu
pısına göre göreli ölçülerde görü­ bakış gerçekliği daha geniş çer­
nen şeydir. Alfred de Musset bunu çevede ya da aşkın anlamda alır.
“Gerçeklik bir görüdür” diye for­ George Sand şöyle der: “ Sanat
müller. Zaman zaman düşler ger­ olumlu gerçekliğin incelemesi de­
çekliği belirleyecek kadar etkin ğildir, ülküsel doğruların araştırıl­
olurlar ya da görünürler, öyle ki masıdır.” Benzer bir görüşü Paul
düşteki gerçeklikle gerçeklikteki Claudel’de buluruz: “Şiirin konusu
düşü birbirinden ayırmak olanak­ çok zaman sanıldığı gibi düşler, im­
sızlaşır. Xavier Fomeret “Düşler geler ya da fikirler değildir. Şiirin
GERÇEKÜSTÜCÜLÜK

konusu kutsal gerçekliktir, bir kere tın sınırlarını aştı, sanatın hemen
verilmiş olan, tam ortasına yerleşti­ tüm alanlarında etkili büyük bir de­
rildiğimiz kutsal gerçekliktir. O, gö­ vinime dönüştü. Fransız bestecisi
rünmez şeylerin evrenidir. Bu şey­ Eric Satie, Debussy’nin incelikli sa­
ler bize bakarlar ve biz bu şeylere natına karşı çıkarken daha çok ye­
bakarız.” (Bk. DOĞRU, DÜŞ) ni ressam lardan esinleniyordu.
G erçeküstücülüğü bir bildiriyle
G E R Ç E K Ü S T Ü C Ü L Ü K (fr. André Breton kurdu. Louis Ara­
surréalisme; alm. Surrealismus; gon, Paul Eluard, Antonin Artaud,
ing. surrealism). Usun denetimin­ Robert Desnos akımın öncüle­
den kurtulmuş ruhsal etkinlikleri ya­ riydiler. Saint-John Perse, Jules
ratmada başlıca kaynak olarak gö­ Supervielle, Biaise Cendrars, Jean
ren sanat akımı. “Gerçeküstücülük” Cocteau, Max Jacob da gerçeküs­
fikri fransız şairi Guillaume Apol- tücülüğe yakın duran şairler oldu­
linaire’den çıkmıştır. “Surréalisme” lar. Gerçeküstücülükten önce Da­
sözcüğünü ilk kullanan da odur. da akımı ortaya çıktı. Alışılmış dü­
(Les mamelles de Tîrésias, drame şünce düzenini tümüyle yıkmaya
surréaliste). Apollinaire’de gerçe­ yönelik bu akım gerçeküstücülü­
küstücülüğün ilk belirtileri vardır, ğün öncüsü gibiydi. 1919 martın­
bununla birlikte onu biçimbozma- da André Breton, Louis Aragon ve
ları zaman zaman aşırıya götürmüş P hilipp S o u p au lt’nun kurduğu
bir şair olarak görmek ve onu ger- Littérature (Edebiyat) dergisi da-
çeküstücü diye nitelendirmemek da’cılann sözcüsü oldu. Akımın ku­
doğru olur. Gerçekte biçimbozma- rucusu Tristan Tzara “dada hiçbir
ların kaynağı Apollinaire’den önce­ anlama gelmez” diyordu. 1919 ’da
lere, Rimbaud’ya kadar uzanır, hat­ Breton ve Soupault Les champs
ta tüm öbür simgeci şairlere kadar magnetiques\\ (Manyetik alanlar)
uzanır. Bu şairler doğaya bir insan yazdılar. Bu yapıt ilk gerçeküstücü
yorumu getirirken nesnenin alışıl­ yapıt olarak bilinir. Breton i 924’de
mış görünümlerini bozdular, ko­ Manifeste de surréalisme'i (Ger­
numlarını dağıttılar, sanatı doğaya çeküstücülüğün bildirisi) yayımla­
benzemez apayrı bir doğa olarak dı. Breton bu bildiride şöyle diyor­
belirlediler. Sanat böylece yeni an­ du: “Gerçeküstücülük arı ruhsal bo­
latım olanakları kazanırken yepye­ şalımdır, onunla insan düşüncenin
ni b ir dil ed in d i. D aha sonra gerçek işleyişini sözlü olarak, ya­
Guillaume Apollinaire yepyeni bir zılı olarak ya da bambaşka bir yol­
şiir anlayışı geliştirdi. O şiirine he­ la açıklamaya yönelir. Usun uygu­
men her şeyi, her konuyu sokabi­ ladığı her türlü denetimin dışında,
liyordu. Apollinaire’in yenilikçi ha­ her türlü estetik ya da ahlaki uğra­
vasını gerçeküstücülük izledi. Bi­ şın ötesinde gerçeküstücülük dü­
rinci Dünya Savaşı’nın ardından şüncenin kendini yazdırmasıdır.
kendini gösteren bu akım edebiya­ Gerçeküstücülük kendisine gelene 23
GEREKİRCİLİK

kadar gözden uzak tutulmuş bazı toplumcu çizgiyi seçince gerçeküs­


çağrışım biçimlerinin üstünlüğünün tücülük iyiden iyiye geriledi. (Bk.
gerçekliğine inanmaya, düş’ün gü­ GERÇEKÇİLİK)
cüne inanmaya dayanır. Tüm öbür
ruhsal düzenekleri kesinlikle yıkma­ G E R E K İR C İL İK Bk. BELİRLE­
ya ve yaşamın başlıca sorunlarının NİMCİLİK.
çözümünde onların yerine geçme­
ye yönelir.” Breton, daha sonra ya­ G ER EK LİLİK (lat. necessitas; fr.
yımladığı ikinci bir bildiride de şun­ nécessité; aim. Notwendigkeit; ing.
ları söylüyordu: “H er şey şuna necessity). Olmaması sözkonusu
inanmaya götürüyor bizi: ruhun bir olmayanın durumu. Varlığı ya da
noktası vardır ki, o noktada yaşam­ edimi kaçınılmaz olan şeyin duru­
la ölüm, gerçekle düşsel, geçmişle mu. Kesin olarak yararlı olanın du­
gelecek, iletilebilirle iletilemez, yük­ rumu. Gereklilik mutlak ya da var­
sekle alçak çelişkili şeyler olarak al­ sayımsal olabilir. Her durumda var­
gı lanmaktan çıkarlar. Buna göre, lığı kaçınılmaz olana mutlak olarak
gerçeküstücü etkinlikte, bu nokta­ gerekli, varlığı öngörülere bağlı ola­
nın belirlenmesi umudunun dışın­ na varsayımsal olarak gerekli di­
da bir etken aramaya çalışmak bo­ yebiliriz. Metafizik ya da matema­
şunadır.” Breton aynı metinde ger­ tik gereklilikler mutlaktır, varsayım­
çeküstücü yönelimi bir başkaldır­ sal ya da koşullu gereklilikler an­
ma ahlakını gerçekleştirme atılımı cak belli koşullar çerçevesinde ken­
gibi sunar: “En basit gerçeküstücü dini gösterecektir. Ahlaki gerekli­
edim elde tabanca sokağa düşmek lik, insanın yaşamı düzenlemek için
ve kalabalığa rasgele ateş etmektir. ortaya koyduğu davranış formül­
Yaşamında en azından bir defa yü­ leriyle ilgilidir, neyi yapmamız ve
rürlükteki bu alçaltıcı ve sersemle- neyi yapm am am ız gerek tiğ in i
tici küçüklükler düzeniyle bağları­ belirler. Gereklilik özgürlüğü kısıt­
nı koparmayı düşünmemiş olan in­ layan ya da belli koşullarda bağla­
sanın bu kalabalıkta kamı namlula­ yan bir durumdur. Ahlak alanı ge­
ra dönük olarak belli bir yeri var­ reklilikle özgürlüğün büyük ölçüde
dır.” Gerçeküstücü çıkış giderek karşıtlaştığı bir alandır. (Bk. ÖZ­
öbür sanatları, özellikle resim sa­ GÜRLÜK)
natım etkiledi. Gerçeküstücü devi­
nime Arp, Chirico, Masson, Tan- G ER EK SİN İM (fr. besoin; aim.
guy gibi ressam lar da katıldılar. Bedürfnis, Bedarf; ing. need, re­
1928’den sonra gerçeküstücülük quirement). Varlığı varlığımız için
tav sam ay a b aşlad ı. B re to n ’un gerekli olan bir şeye duyulan öz­
1930’dayayımladığı ikinci bildiri­ lem. Kendisi için gerekli olan şey­
ye karşın akıma ilgi giderek azalı­ den yoksun kalmış bireyin duru­
yordu. Siyasal yaşamdaki dönü­ mu. D oğal ya da to p lu m sa l
232 şümler üzerine Eluard ve Aragon gereklilik. Gereksinimlerin başında
GEREKSİNİM

doğal gereksinimler gelir. Uyku ge­ yardımcı olanları sever. Gereksi­


reksinimi, bannma gereksinimi, ye­ nimler dünyaya aşırı bir yönelişle
mek yeme gereksinimi doğal ge­ artış göstererek bireyin yaşamını
reksinimlerin başında gelir. Doğal zora sokabilirler, en azından gerek­
gereksinimlerin karşılanmaması bi­ sinimleri aza indirgenmiş insanla­
reyin yaşamında yıkıcı gelişmelere rın dünyası sonsuz gereksinimler
yol açabilir. “Ateşe gereksinimi olan ortaya koyan insanlarınkinden da­
onu avucuyla alır” sözü gereksi­ ha rahat ve daha az sorunlu ola­
nimlerin önemini belirtir. Organiz­ caktır. Fénelon şöyle der: “İnsan­
manın fizyolojik koşullarına bağlı lar her şeye sahip olmak isterler ve
olan bu tür gereksinimler yaşam­ aşırıya ulaşmak arzusuyla kendile­
sal düzeyde önem taşırlar. Toplum­ rini mutsuz kılarlar. Onlar basitçe
sal ya da manevi gereksinimler de yaşamayı bilselerdi ve gerçek ge­
fizyolojik ya da doğal gereksinim­ reksinimlerini karşılamakla yetinse-
ler kadar önemlidir, çünkü insan lerdi her yerde bolluk, sevinç, ba­
toplumsal bir varlıktır ve toplumda rış ve birlik olacaktı.” Gereksinim­
olma koşullarını her durumda ger­ lerin karşılanması insanı dünyaya
çekleştirmek zorundadır. Alışkan­ bağlar, erinçli kılar, oysa gereksi­
lıklar bizde ikinci bir doğa oluştur­ nimler karşılanmadığında insan çe­
duklarına göre, alışkanlıklardan ge­ şitli sarsıntıların ve yıkımların içine
len gereksinimler de oldukça ko- düşebilir. Gene de insanın tüm yö­
şullayıcıdır. Alkole alışmış biri için nelimlerinde gereksinimlerin belir­
alkol gereksinimi ekmek ve su ge­ leyiciliğini varsaymamak, bir takım
reksinimi kadar önemlidir. Hatta yönelimlerin de insani isteklerle
daha basit alışkanlıklarla ortaya çı­ gerçekleştiğini gözden uzak tutma­
kan gereksinimlerin karşılanmaması mak gerekir. “İnsan arzunun bir
bile insanda büyük sıkıntılar yara­ yaratısıdır, gereksinimin değil” der
tabilmektedir: üç öğün yemek ye­ Bachelard. Gene de insanın gerek­
meye alışmış bir kişi kendisine iki sinimlerini azımsamamalıyız. Top­
öğün yemek verildiğinde tedirgin lumsal bir varlık olan insan, en ge­
olacaktır. Gereksinimlerin toplum­ niş gereksinimler içinde, bir devlet
sal ve doğal bir yanı olduğu kadar düzeni ortaya koymuştur. Edmond
kişisel bir yanı vardır, buna göre Burke’ün belirttiği gibi, “Hükümet
bireylerin gereksinimleri büyük öl­ insan erdeminin insani gereksinim­
çüde değişiklik ya da çeşitlilik gös­ leri karşılamak için ortaya koydu­
terir. La Fontaine şöyle der: “Siz­ ğu bir buluştur” . Toplum yaşamı
den iyi kim bilir gereksinimlerinizi geliştikçe gereksinimler artmış, ge­
- Kendini tanımaya çalışmak özen­ reksinimler arttıkça toplum yaşa­
lerin başında gelir.” İnsan en çok mı gelişmiştir. Baron d ’Holbach
gereksinim duyan hayvandır ve şöyle der: “İnsan türünün bireyle­
Pascal ’in de belirlediği gibi yalnız­ rinde, bu arada siyasal toplumlar-
ca gereksinimlerini karşılamasına da gereksinimlerin gelişmesi zorun- 233
GERİCİ

lu bir durumdur; bu gelişim insa­ re, bileşikten basite yönelme. Top­


nın özü üzerine tem ellenm iştir: lumbilimde ilerlemeye karşıt olan
karşılanan doğal gereksinimlerin dönüşüm. Ruhbilimde bunamayla
yerine düşünsel dediğimiz gerek­ birlikte kendini gösteren anı yitiri-
sinimlerin ya da fikir gereksinim­ minin yeni’den eski’ye doğru iler­
lerinin geçmesi gerekir; bu İkinci­ lemesi; ayrıca ruhsal bir sarsıntıya
ler mutluluğumuz için birinciler ka­ uğrayan kişinin geçmişe sığınmak
dar gereklidirler.” (Bk. ALIŞKAN­ üzere davranışlarını geçm işteki
LIK, TOPLUM) davranışlanna benzetmeye çalışma­
sı (yatılı okula yerleştirilen ve böy­
G E R İC İ (fr. réactionnaire', alm. lece annesinden uzak kalan çocu­
Reaktionär-, ing. reactionary). Es­ ğun bebek gibi konuşmaşa başla­
ki değerleri savunan. Eski değerler ması). [Bk. EKSİKKALIŞ, GERİ­
üzerine toplumsal-siyasal bir ya­ EVRİM, SAVUNMA DÜZENEK­
şam düzeni kurmayı arzulayan. / LERİ]
J. Commerson: “Bir kaplumbağa
bazı tutucu gericilerden daha de­ G E R İL İK (fr. arriération', aim.
ğerlidir. En azından yürüdüğü za­ Rückständigkeit', ing. backward­
manlar.” / Mao: “Tüm gericiler ka­ ness). Gerekli gelişimi göstereme-
ğıttan kaplanlardır.” (Bk. GELE­ me durumu. Ruhsal işlevlerin geli­
NEK, GELENEKÇİLİK, TUTU­ şiminde yetersizlik. Zihinsel geri-
CULUK) lik’le duygusal gerilik’i birbirinden
ayırmak gerekir. Zihinsel gerilik dü­
G E R İE V R İM (fr. involition\ alm. şünsel etkinlikteki gelişimin doğuş­
Involition; ing. involition). Ters tan nedenlerle duraksamasıdır. Ge­
yönde evrim. Spencer’in biryapı- riliğin derecesine göre ahmaklık,
lıdan çokyapılıya geçişi öngöm ev­ alıklık, aptallık gibi değişik düzey­
rim anlayışına karşıt olarak çokya- ler belirlenebilir. Zihinsel gerilik be­
pılıdan biryapılıya geçişi öngören yindeki organik bir bozukluğa bağ-
evrim anlayışı. Özellikle İngiltere­ lanabilir. Bu bozukluk da annenin
’de, XIX. yüzyılın ikinci yarısında gebelik sırasında hastalanmış olma­
kullanılmış olan bu kavram evrime sına bağlı olabilir, doğum sırasında
ters olan dönüşümleri belirler. (Bk. beyinde bir zedelenme nedeniyle
EVRİM) olabilir (özellikle forseps uygulama­
larında bu tür zedelenmelere sık
G E R İL E M E (fr. régression-, alm. raslanılır). Ancak nedeni bilinme­
Regress, Regression, Rückgang-, yen pekçok zihinsel gerilik duru­
ing. régression). Daha alt bir dü­ mu vardır. Zihinsel bakımdan geri
şünceye ulaşma. Daha aşağı bir du­ çocukların eğitimi özel sınıflarda,
ruma geçme. Biyolojide canlı var­ kendi durumlarının gerektirdiği ko­
lıkların bir gerievrim durumuna gir­ şullar içinde gerçekleştirilmelidir.
mesi. Mantıkta sonuçlardan ilkele­ Böylece onların zihinsel gelişimle­
GİZEM

rini sağlamak olası olmasa da on­ eşit güç tarafından iki ayrı yöne çe­
ları toplumsal yaşama uyarlamak kilen insan gerilime uğrayacaktır.
olası olmaktadır. Duygusal gerilik Gerilim kişiyi gelişime uğratan ne­
normal zekalı kişilerde çok görü­ denler arasında yer alır. Freud’un
len bir durumdur ve ruhsal ya da tanımladığı gibi pekçok dış etken,
daha doğrusu duygusal bir yeter­ örneğin büyümeyle gelen fizyolo­
sizlikle belirgindir. Bu yetersizliğin jik olgular, dış tehditler, yoksunluk­
kaynaklarını çocukluktaki yetişme lar, çatışkılar bir gerilim nedeni ol­
koşullarında aramak olasıdır. Aile­ duğu ölçüde bir ilerleme kaynağı­
ye aşırı bağlılık, anne ya da baba dır.
baskısı gibi koşullar duygusal ge­
riliğe yol açabilir. Duygusal gerili­ “ GEŞTALT R U H B İL İM İ” . Bk.
ğe uğramış kişiler genellikle yetiş­ BİÇİM.
tirilme koşullarındaki olumsuzluk­
lar nedeniyle yaşama uyum göste­ G İD İM L İ (lat. discursus; fr.
remeyen kişilerdir. Cinsel yaşam, discursif, alm. diskursiv, ing.
toplumsal yaşam, evlilik yaşamı ve discursive). Bir önermeyi bir başka
meslek yaşamı onlar için büyük ön erm ed en u sav u rm a y o lu y la
güçlükler ortaya koymaktadır. Duy­ çıkaran düşünce. Sezgisel düşün­
gusal gerilik çok zaman bencillik, cenin tersine, önermeden önerme­
kıskançlık, şiddete eğilim, içekapa- ye geçerek yani aracı önermeler
nış, aşağılık duygusu, uydurmacı­ kullanarak ya da bir başka deyişle
lık, çevreye uyarsızlık biçiminde dolaylı çıkarımlar yaparak sonuca
kendini göstermektedir. Zihinsel ulaşan düşünce. Gidimli düşünce
gerilik iyileştirilemezken duygusal adım adım, usavurmalarla ilerleyen
gerilik ruhayrıştırması yöntemiyle düşüncedir. (Bk. SEZGİ, U SA ­
aşılabilmektedir. (Bk. AHMAKLIK, VURMA)
ALIKLIK, APTALLIK)
GİZEM (lat. mysterium\ fr. mystère;
G E R İL İM (fr. tension; alm. Span- alm. Mysterium\ ing. myster$). İn­
nung; ing. tenstion). Dış etkilerle san usunun kavrayamadığı. Eski din­
karşılaşan ruhun gerginlik durumu. lerde uygulamalar, kurallar ve öğre­
İnsanın karşılaştığı her sorun, bir tiler bütünü. Pagan Eskiçağ’da di­
bilimsel sorun ya da bi aile sorunu nin gizemlerine ancak o dine katıl­
ya da başka bir sorun insanın be­ mış kimseler erebilirlerdi. Bu dönem­
deniyle birlikte ruhunu gerginliğe de Yunanistan’da başlıca gizemler
iter. Trafiğin tıkanmasından enflas­ Eleusis gizemleri ve Orpheus gizem­
yonun artmasına kadar her sorun leriydi. Gabriel Marcel nesnel bir
bir gerginlik ya da gerilim nedeni­ kavramlamazlık ortaya koyan “so-
dir. Düşünsel düzeyde her araştır­ run”la tanıtlanamaz bir kavram lamaz-
ma insanı belli bir gerilim içine iter. lığı olan “gizem”i birbirinden ayırdı.
K. Lewin’in tanımladığı biçimde iki (Bk. GİZEMCİLİK) 235
GİZEMCİLİK

GİZEM CİLİK (fr. m ysticism e; G İZ LEM E (lat. dissimulatio; fr.


alm. Mystizismus, Mystik; ing. mys- dissimulation', aim. Verstellung-
ticism). İnsan ruhunun aşkın varlı­ kunst, Verstellung; ing. dissimula­
ğa gönül yoluyla yükselerek onunla tion). Duygularını ve düşünceleri­
özdeşliği andıran içten ve dolaysız ni düzenlenmiş bir bastırmayla sak­
bir yakınlık kurabileceği inancı ve bu lama. Gizlemede her zaman bir ko­
inançla ilgili öğretilerin tümü. Gizem­ runma eğilimi vardır. Bir İspanyol
ciler bizi sonsuza bağlayan gücün atasözü şöyle der: “Yaralı parma­
yalnızca gönül gücü ya da duygu gü­ ğını gösterme, herkes ona vurma­
cü olduğuna inanırlar, us bizi yanıl­ ya kalkar.” Ortaçağ’dan kalma bir
tır, bizi yanılsamalara ve çıkmaz yol­ atasözü de “Gizlemeyi bilmeyen
lara iter diye düşünürler. Gizemci dü­ egemen olmayı bilemez” der. An­
şünce Tanrı ışığının insan ruhunda cak gizleme kolayca gerçekleştiri­
var olduğuna inanır ve böylece tan­ lebilecek bir iş değildir. L. Lavelle-
rısallık karşısında hiçbir kuşkuya yer ’in dediği gibi “Gizleme, gizlenme­
bırakmayacak biçimde bir kesinliğe si en güç şeydir.” (Bk. BASTIR­
ya da hatta katılığa yönelir. O yüz­ MA)
den gizemci düşünceler genellikle
hoşgörüsüz düşüncelerdir. Öte yan­ G İZ L İB İL İM C İL İK (fr. occul­
dan Tanrı’ya yükselme çabası dün­ tisme', aim. Okkultismus; ing.
yadan el etek çekmeye varan bir yö­ occultism). Kuramı ve uygulaması
nelimi gerekli kılar. Buna göre gizem­ gizemci görüşlere dayalı araştırma­
cilik hemen her zaman çilecilikle bü­ cılık. Duyulurüstü gerçekliklerin
tünleşir. Gizemci-çileci felsefelerin varlığını araştırmaya yönelik bilgi
ilk büyük örneği Platon felsefesidir. alanı. Doğaüstü gerçeklikleri orta­
Estetikte gizemcilik somuttan çok ya çıkarma yöntemleri. Gizlibilim-
aşkın olana, ussaldan çok duygusala cilik özellikle Ortaçağ’da geçerli ol­
h a tta d ü şsele, D ü n y a’dan çok muş, bu alandaki araştırmalar Ye-
D oğ a’ya yönelm e eğilim leriyle niçağ’ın başlarında bilimlerin geli­
seçilir. Gizemci estetik olgulardan şim ine katkılarda bulunm uştur.
özellikle uzak durarak kendini üst bir Gizlibilimlerin başında simya gelir­
etkinlik olarak belirlemeye çalışır. di, bu bilim madenlerin birbirine dö­
Charles Lalo şöyle der: “Estetikle nüştürülmesiyle ilgilenirdi. Bir çe­
gizemciliğin sayısız biçimleri güzel şit büyü olan simya değişik maden­
araştırmasını olguların dışında bir lerden altın ve gümüş elde etmeye
düşlem durum una getiriyor, bu yönelmişti. Tanrı’nın yardımıyla
dü şlem bu o lg u ların yöntem li bakırdan, kalaydan, kurşundan de­
araştırmasının gerektirdiği iki büyük ğerli m adenler sağlanabilecekti.
alana, tarihe ve eleştiriye yabancı Gökbilgisi ya da astroloji de gizli-
k alıy o r h atta bazen düşm an bilimdi, yıldızların devinimlerine ba­
oluyor.”(Bk. ÇİLECİLİK, GİZEM) karak geleceği görm ek olasıydı.
236
GÖRELİ

Ruhçağırma yani ölülerin ruhlarıy­ yürek, düşüncenin katılığına karşı


la ilişki kurmak da gizlibilimcilikle duygunun yumuşaklığını duyurur.
igiliydi. Bu tür çabalar bugün eski­ / B. Franklin: “Delinin yüreği ağ-
ye göre iyiden iyiye azalmış ya da zındadır, bilgenin ağzı yüreğinde-
belli çevrelerle sınırlı kalmıştır. (Bk. dir.” / Marquise de Sevigné: “Yü­
BOŞİNANÇ) reğin kırışıklıkları yoktur.” / F.
Villon: “İki kişiydik, tek bir yüreği­
G Ö N Ü L (lat. cor; fr. coeur, alm. miz vardı.” / P. S. Toulet: “Hiçbir
Herz; ing. heart). Sezgisel düşün­ şey gönül kadar yırtıcı değildir.” /
ceyi sağladığı düşünülen düzenek. A ucassin et N icolette: “Erkeğin
Çıkarımlı ya da gidimli düşünceye kadını sevdiği kadar sevemez ka­
karşıt olarak sezgisel kavrayış. dın erkeği; çünkü kadının aşkı gö-
Ruhsallığımızın duygularla ilgili zündedir, m em esinin ucundadır,
yanı. Usçu filozofların tersine din­ ayak parmağının ucundadır; erke­
ci ya da gizemci filozoflar us kav­ ğin aşkı bir türlü çıkaramadığı yü­
ramının yanma ya da hatta üstüne reğinin derinliklerine işlemiştir.” /
gönül kavramını yerleştirirler. Us­ La Rochefoucauld: “Düşünce her
çu D escartes’ın görüşlerini eleş­ zaman gönlün oyuncağıdır.” / La
tiren Pascal bilginin temeline gö­ Fontaine: “Gönül her şeyi yapar,
nül kavramını yerleştirir: “Doğru­ kalanı boştur.” / Pascal: “Tanrı’yı
yu yalnızca usla değil, aynı zaman­ duyan us değil gönüldür. İnanç şu
da gönülle tanıyoruz: ilk ilkeleri bu anlama gelir: Tanrı gönülde açınır,
ikinci biçimde tanıyoruz... Usun usta değil.” / Fontenelle: “Gönül ge­
dayanması gereken ve tüm çabası­ reksinimimiz olan tüm yanılgıların
nı temellendirmesi gereken düşün­ kaynağıdır, o bu konuda bize hiç
ce bu gönül ya da içgüdü düşün­ güçlük çıkarmaz.” (Bk. US)
cesidir.” Gönül, bu felsefi anlamı­
nın dışında, tümüyle duygu dün­ G Ö R E C İL İK (fr. relativisme-,
yamızı karşılar. Bu çerçevede gö­ alm. Relativismus-, ing. relativism).
nül ya da yürek çok zaman söz ge- Her bilgiyi göreli sayan öğreti. Ah­
çirilemeyen bir güç olur. Marivaux laki görecilik, iyi ve kötü kavram­
“İnsan, gönlüne egemen olamaz” larının her kişiye göre değişebildiği
der. Gönül ve us ayrımı elbette ke­ gibi yere ve zamana yani toplum­
sin bir ayrım olmamalıdır. Özellik­ sal özelliklere göre de değişebile­
le duygusallıkla düşünselliğin bir ceğini benimseyen öğreti. (Bk. GÖ­
bütün oluşturduğunu bildiğimiz bu RELİ)
çağda böylesi bir ayrımcı tutum
yanlış olacaktır. Vauvenargues G Ö R E L İ (lat. relativus; fr. rela­
XVIII. yüzyılda “Büyük düşünce­ tif, alm. relativ, bezüglich, verhält­
ler gönülden gelir” diyerek düşün­ nismässig-, ing. relative). Mutlak
ce dünyamızda duygusallığın öne­ olmayan. Bir şeye bağımlı olan. İki
mini belirtmiş oldu. Gönül ya da ya da daha çok şey arasındaki iliş­ 237
GÖRELİLİK

kiyle ilgili olan. Olumsal ya da de­ yalnızca göreliye yönelinmiştir. Gö­


ğişken olan. Varlığı bir başka şeyin reli düşüncenin yaygınlaştırılması
varlığına bağlı bulunan. Bir ilişkiyi din düşürcesinin dışlanması anla­
içeren. Göreliliğin kaynağı eski fel­ mına gelecektir. “Mutlak olan bir
sefelerde olsa da gerçek anlamda şey vardır, o da mutlak diye bir şe­
benimsenişi Yeniçağ’da, özellikle yin olmadığıdır” diyen Comte böy-
XIX. yüzyılda olmuştur. Sofistler lesi bir yadsıyıcı tutum içindedir.
göreli düşüncenin ilk temsilcileri­ (Bk. MUTLAK, OLUMCULUK)
dirler. Protagoras şöyle diyordu:
“Tüm bilgilerimiz duyumdan gelir G Ö R E L İL İK (fr. relativité', alm.
ve duyum bireylere göre değişir. Relativität', ing. relativity). Göreli
Buna göre insan her şeyin ölçüsü­ olanın özyapısı. Görelilik kuramı:
dür. Bilge kişi ruhta en doğru dü­ Einstein’ın 1905’detemellendirme-
şünceleri uyandırabilecek güçte de­ ye başladığı fizik kuramı. Einstein
ğilse, en hoş ve en yararlı düşün­ 1905’de görelilik kuramının “sınırlı
celeri yaratabilir.” İnsan her şeyin görelilik” diye bilinen ve Newton
ölçüsü olurken bilgi de zorunlu ola­ mekaniğinin yasalarını değiştirme­
rak göreli olmaktadır. Buna göre ye yönelik olan ilk bilgilerini ortaya
göreli düşünceyle kuşkuculuk ara­ koydu. Buna göre Einstein kütley­
sında bir bağlantı olduğunu söyle­ le enerjinin eşdeğerli olduğunu bil­
yebiliriz, ancak göreciliğin kuşku­ diriyordu. Einstein 1913’den son­
culuk ve kuşkuculuğun da göreci- ra kuramını geliştirdi, “genelleşti­
lik olduğunu söylemek doğru de­ rilmiş görelilik” diye bilinen aşama­
ğildir. Göreli düşünce, metafiziğin yı gerçekleştirdi. Bu yeni çıkışında
amaçladığı mutlak’ı kökten yadsı­ Einstein eğrisel, sonlu ve dört bo­
yan bilimsel düşünce olarak özel­ yutlu bir evren kavrayışı getiriyor,
likle XIX. yüzyılda Auguste Comte bununla ilgili çekim kuramını orta­
olumculuğunda kendini gösterir. ya koyuyordu. Einstein’ın ileri sür­
Auguste Comte insan yaşamında düğü görüşler fizik biliminde bir
ve insanlık tarihinde Uç evre belir­ devrim sayıldı. M utlak zaman ve
ler ve sonuncu evreyi göreli dü­ mutlak kütle kavrayışları böylece
şünce evresi olarak nitelendirir. aşılmış oldu. Çeşitli devingen göz­
Com te’a göre insan düşüncesinin lemcilerin gözlemlediği bir olayın
birinci evresini oluşturan dinbilim- süresinin herbir gözlemciye göre
sel durum insanın doğa olaylarını değişiklik gösterdiği, bunun göz­
kavramak isterken gizemcilikte ta­ lemcinin konumuna ve hızına bağlı
kılıp kaldığı bir durumdur. Daha bulunduğu ortaya konulmuş oldu.
so n ra k i d u ru m d a, bir aray er Gerçekliğin bir uzay-zaman bileşi­
oluşturan metafizik durumda insan mi olduğu yani sürelerin ve uzak­
mutlak bilgiye yönelir. Olumlu du­ lıkların bir bileşimi olduğu belirlen­
rumda yani üçüncü durumda mut­ di. Einstein’ın bu çalışmalarını A.S.
238 lak araştırması bırakılmış, bilgide Eddington, H. Weyl, P. Langevin,
GÖRÜMCÜ

E. Cartan gibi bilginler sürdürdü­ göçtü.” Görenekleri toplumun or­


ler. (Bk. MUTLAK) tak ürünü saymak, onlann toplum-
dışı kaynaklardan geldiğini dü­
GÖRENEK (lat. mores; fr. şünm em ek gerekir. B ir atasözü
moeurs; alm. Sitte, Sitten; ing. şöyle der: “Halkın göreneklerini ki­
marmers). B ir toplumda temel dav­ şilerin erdemleri kurar.” Ayrı ayrı
ranış kuralları. Bir toplumda ortak fikirler giderek toplumsal değerler
değer durumuna gelmiş belli dav­ olarak billurlaşırlar ve yaşama ge­
ranış biçimleri. Bir toplumda iyi’y- çerler. Bunlar gerçekte yaşamın
le ve kötü’yle ilgili ortak alışkan­ ürünlerinden başka bir şey değil­
lıklar. Görenekler ortak ahlakı oluş­ lerdir. Anatole France “Dünün fi­
tururlar ve ortaya çıktıkları toplu­ kirleri yarının görenekleridir” der.
mun bütün kişilerini bağlarlar. On­ Görenekler toplumsal ilişkileri dü­
ları bir bakıma bir toplumun ön­ zenleyen ve koşul layan kurallar ol­
yargıları gibi görmek olasıdır. Gö­ makla ahlak yaşamının özünü oluş­
renek alışkının kurumlaşmış ya da tururlar. Görenekler yazılı olmayan
kurallaşmış biçimidir. Buna göre, yasalardır, yazılı yasaları da belir­
görenek alışkı gibi kendiliğinden de­ lerler. Montesquieu şöyle der: “Gö­
ğildir, belli bir yükü, belli bir ağırlı­ renekleri ve davranış biçimlerini de­
ğı vardır, insanı belli zorunlulukla­ ğiştirmek istediğimizde onları ya­
ra bağlar, belli yükümlülüklere ko­ salarla değiştirenleyiz.” (Bk. ALIŞ­
yar. Onun ağırlığından ancak ona KI, GELENEK)
uymakla kurtulunabilir. Ancak ona
uymak bir defalık bir iş olmadığın­ GÖ RÜ (lat. visio; fr. vision; ajm.
dan bu kurtuluş geçici bir kurtuluş Sehen; ing. vision). Görme işlevi.
olacaktır. Görenek, alışkının tersi­ Algıyı andıran imgesel sunum. Sez­
ne, dıştaki doğadır. Alışkı, buna gö­ gi alma gücü. Tanrı’nın istemiyle
re, içteki doğa diye belirlenebilir. insan zihnine açman. Estetikte görü
Görenek zorlayıcıdır, kesin biçim­ sa n a tç ın ın e ste tik n esn e y i
de kuralcıdır, getirdiği yükümlü­ belirlemede ve yapıtı oluşturmada
lüklerle kişiyi bunaltabilir ve açmaz­ etkin olan incelm iş kavrayışını
lara itebilir. Göreneklerle savaşmak düşündürür. (Bk. AÇINIM, SEZ­
görenekler karşısında kaçam ak Gİ)
davranm aktan çok daha zordur.
George de Porto-Riche “Yalan gö­ GÖRÜM CÜ (fr. théorétique; alm.
renekleri yumuşatır” der. Durkhe- Theoretisch; ing. theoretic). Gör­
im toplumbilimi “görenekler bilimi” meyle ilgili olan. Kuramla ilgili olan.
olarak tanımlamıştır. Montesquieu Aristoteles’in bilimler sınıflamasın­
göreneklerle ilgili olarak şunları da matematik, fizik ve dinbilim gö-
söyler: “Birçok devlet, yasaları rümcü bilimlerdir, bu bilimleri uy­
ayaklar altına alındığı için değil, gö­ gulamalı ve şiirsel bilimlerle karış­
renekleri ayaklar altına alındığı için tırm am ak gerekir. Görüm cü her 239
GÖRÜNÜM

zaman uygulamalının karşıtı olarak lerden çok kişisel görüşlerden sö-


düşünülmüş, kuramsalla özdeşleş- zedilir ve görüş çok zaman değiş­
tirilmiştir. Çağımızda, yalnızca ku­ tirilmeye hazır bir fikir görünümün­
ramla ilgili olan, uygulamayla hiç­ dedir. J.R. Lowell “Yalnız aptallar
bir ilintisi olmayan bilgi alanları gö- ve ölüler görüşlerini değiştirmez­
rümcü diye nitelendirilir. Bununla ler” der. Dünya görüşü: yaşam dü­
birlikte “görümcü” yerine çok za­ zeniyle ve insan ilişkileriyle ilgili ge­
man “kuramsal” kullanılmaktadır. nel fikir. Dünya görüşü toplumsal
(Bk. KURAM, KURGU) bir öngörüden çok kişisel bir kav­
rayış ortaya koyar, bu yüzden onu
G Ö R Ü N Ü M (lat. apparentia; fr. görenekle karıştırmamak gerekir.
apparence; alm. Schein\ ing. Her gelişmiş dünya görüşü azçok
appararıce). Bir şeyin dış yüzü. dizgesel bir bütündür, Böylesi bir
Her türlü sunum. Nesnelerin alda­ bütünlükten, böylesi bir bütünlü­
tıcı yüzü. Gerçeklikte karşılığı ol­ ğün sağladığı tutarlılıktan yoksun
mayan imge. Kendinde gerçekliğe bir görüş dünya görüşü diye nite­
karşıt olarak görünür gerçeklik ya lendirilemez. Sağlam bir dünya gö­
da olgu. (Bk. OLGU, SUNUM, YA­ rüşünün temelinde tutarlı bir felse­
NILSAMA) fe yani bilgi anlayışı olmalıdır. An­
cak dünya görüşü bir felsefe de­
G Ö R Ü Ş (lat. opinio\ fr. opinion\ ğildir, bir felsefe dizgesi hiç değil­
alm. M einung; ing. opiniori). Bir dir. Her dünya görüşünde insanın
fikrin ya da bir önermenin doğru­ düşünen ve eyleyen bir varlık ola­
luğunu onaylamaya dayalı ruh du­ rak dünyadaki yeri ve işlevi ya da
rumu. “Çok sağlam olmayan ilke­ yükümlülüğü belirir. Dünya görü­
lere yönelik her yargı bir görüştür” şüne sahip bir kişi düşünceden ey­
der Condillac. Böylece görüşte az- leme ve eylemden düşünceye uza­
çok sallantılı bir yan olması gerek­ nan yollan tartışacaktır. (Bk. GÖS­
tiğini ortaya koyar. Kant şöyle der: TERME, KESİNLİK)
“Görüş herhangi bir şeyi doğru di­
ye almaktır, bu arada bu yargıyla G Ö STER M E (lat. demonstratio;
ilgili hem öznel hem nesnel bir ye­ fr. démonstration', alm. Démonst­
tersizlik bilincine sahip olmaktır.” ration', ing. démonstration). Açık­
G örüş’de her zaman kesinlikten ça ortaya koyma. Bir bilginin doğ­
uzak ve öznellikle sarılmış bir şey­ ruluğunu deney verilerine dayana­
lerin bulunması olağandır. Bilimsel rak kanıtlama. Doğru olduğu var­
temellere dayalı kesinlikli açıklama­ say ılan ö n c ü lle rd e n k a lk a ra k
ları elbette görüş olarak düşünmek tümdengelim yoluyla doğru oldu­
doğru olmayacaktır. Görüş çok za­ ğu varsayılan bir sonuca ulaşma.
man gerçekliğin bir yüzüyle ilgili Gösterme kavramı özellikle Aris­
öznel-nesnel bir duygu ve düşünce toteles felsefesiyle ilgilidir. Aristo­
240 bütünüdür. Bu yüzden genel görüş­ teles bize bilimsel bilgiler ya da ke­
GÖZLEM

sin bilgiler sağlayan alan olarak gös­ G Ö ZLEM (lat. observatio; fr. ob­
termenin alanını belirlemiştir. Gös- servation; alm. Beobachtung; ing.
«mneci tasım, buna göre, olası gö­ observation). Bir olgunun dikkatle
rüşleri ortaya koyan diyalektiğe ve ayrıntılı bir biçimde incelenme­
karşıt olarak, kesin bilgiler sağla­ si. B ir yasaya ya da bir kurala
maktadır. Öncüllerin ve öncüller­ yükselm ek a d ın a b ir o lg u n u n
den çıkarılan sonucun değeri bakı­ incelenmesi. Gözlemleme edimi us­
mından Aristoteles tasımı diyalek­ la duyuların tam bir yoğunlaşma
tik tasım ve göstermeci tasım ola­ içinde bir olguya yönelmesiyle ger­
rak ikiye ayırır. Diyalektik tasım gö- çekleşir. İşte bu yüzden Auguste
rüş’ü sağlar, göstermeci tasım bi­ Comte “Gözlemlemekle usavur-
limi sağlar. Göstermeci tasımla el­ mak arasında kesin bir ayrım yok­
de edilen bilgiler diyalektik tasımla tur” der. Gözlem bilimsel çabada
ekle edilen bilgilerden daha önem­ ilk evreyi belirler. İkinci evre var­
lidir. Görüş’de zihin bir önermeye sayım evresidir. Üçüncü evrede
sakınık bir biçimde yönelir. Bilim­ varsayım doğrulanır, böylece ya­
deki kesinliği ya da genelgeçerliği saya yükselinmiş olur. “Gözlem”
diyalektikte bulamayız. Diyalekti­ ve “deney” terimleri çok zaman bir­
ğin alanı doğruluk olasılığı taşıyan likte kullanılmış ve bu iki kavram
bilgilerin alanıdır. Bilimde yanılma birbirine karıştırılmıştır. Claude Ber­
sözkonusu değildir, diyalektikte ya­ nard bu iki kavrama açıklık getirdi.
nılma olağandır. Bu yüzden bilimin Ünlü bilim adamı Introduction à
alanı diyalektiğin alanından daha l ’étude de la médecine expérimen­
dardır. Demek ki diyalektik, gös- tale (Deneysel hekimliğe giriş) ad­
terme’den biçimiyle değil içeriğiy­ lı yapıtında “Felsefi anlamda göz­
le ya da bilgi değeriyle ayrılmakta­ lem gösterir, deney öğretir” diye­
dır. Diyalektiğin olası ilkeleri çok rek iki yöntemi birbirinden ayırdı.
genel ilkelerdir, b u n lar halkın Claude Bernard’a göre Bacon bile
görüşlerinden derlenir. Gösterme, bu iki şeyi birbirine karıştırmıştır.
Hobbes’da birçok tasımın bir ara­ Bacon şöyle der: “Gözlem ve de­
ya gelmesinden oluşan bilimsel-fel- ney gereci toplamak, tümevarım ve
sefi belirlemedir. Hobbes düşünme tümdengelim bu gereci işlem ek
edimini bir toplama ya da çıkarma içindir; işte zihnin tek sağlam ma­
işlemi olarak değerlendirir. Bir yar­ kineleri.” Bazıları bu iki şeyi birbi­
gıda bulunmak iki adı toplamak ya rinden ayırırken gerçek anlamda ta­
da çıkarmaktır. Bir tasım ortaya nıma yükselememişlerdir. Örneğin
koymak iki önermeyi toplamak ya Zimmermann şöyle demiştir: “Bir
da çıkarmaktır. Bir gösterme de bir­ deney bir gözlemden şu anlamda
çok tasımın bir araya gelmesinden ayrılır: gözlemin bize sağladığı bil­
oluşur. (Bk. DİYALEKTİK, TA­ gi kendi kendisini sunar gibidir, oysa
SIM) bir deneyin bize sağladığı bilgi bir
241
GÖZLEM

şeyin olup olmadığını bilme tasarı­ “etkin deneyleri ve edilgin deney­


sı içinde yapılan bir girişimin mey- leri birbirinden ayırmak zorunda­
vasıdır.” Bu tanıma göre gözlemci yız”. Deneyciyi her zaman doğru­
olgular karşısında edilgin, deney­ dan doğruya elle müdahalede bu­
ci etkin olacaktır. Bu düşünceyi lunan kişi diye görmek doğru de­
Cuvier de paylaşır: “Gözlemci do­ ğildir. Böylece Claude Bemard de­
ğayı dinler, deneyci doğayı sor­ neysel gözlem’le bilimsel gözlem’i
guya çeker ve açılm aya zorlar.” birbirinden ayırır: “Deneysel göz­
Claude Bem ard gözlemin hem et­ lemler hiçbir öncesel fikir sözko-
kin hem edilgin olabileceğini söy­ nusu olmadan ve yalnızca olguyu
ler: “Diyelim ki, çok defa olduğu belirlemek amacıyla yapılmış göz­
gibi, bir ülkede birden herhangi bir lemlerdir. Ama deneysel gözlemle­
salgın hastalık çıkıyor ve kendini me olguları bir defa ortaya konul­
hekimin gözlemine sunuyor. Bura­ du mu, onlara bir anlam vermek,
da, hekimin zihninde önceden edi­ onların denek taşı demek olan var­
nilmiş bir fikrin etkisi olmadan ras- sayımlar ve gözlemlemeler yardı­
lantıyla yaptığı gözlem kendiliğin­ mıyla onlardan yasalar elde etmek
den yani edilgin gözlemdir. Ama gerekecektir. İşte bu ikinci tür
eğer ilk olguları gözlemledikten gözlemlere bilimsel gözlemler adı­
sonra, bu hekimin aklına bu hasta­ nı vermek gerekir. Bunlar doğru­
lığın ortaya çıkışının hava duru­ lanması sözkonusu olan önce­
muyla ya da özel sağlık koşullarıy­ sel bir fikir adına zorunlu olarak
la ilgili olabileceği fikri gelirse, o gerçekleştirilm işlerdir.” Claude
zaman hekim aynı hastalığın bulun­ Bernard’a göre oluşturulan göz­
duğu bir başka ülkeye, hastalığın lem ’le başvurulan gözlem ’i birbi­
orada da aynı koşullarda gelişip ge­ rinden ayırmak gerekir: “Gözlem­
lişmediğini görmeye gider. Hasta­ ci ve deneyci olağan iki gözlem
lığın doğası ve nedeni üzerine ön­ sözkonusuymuş gibi davranırlar.
ceden edinilmiş bir fikirle yapılmış Bu, gerçekte, her iki durumda da
olan bu ikinci gözlemin elbette ta­ olay saptamadan başka bir şey de­
sarlanmış ya da etkin gözlem ola­ ğildir. Tek ayrım vardır: deneyci­
rak adlandırılması gerekir.” Buna nin belirlemek durumunda olduğu
göre, Claude Bemard, doğa olgu­ olgu kendisine doğal olarak veril­
larının belirlenmesinde zihnin ba­ miş olmadığından, o bunu görünür
zen etkin bazen edilgin olabileceği­ kılmak yani ortaya çıkarmak zorun­
ni benimser, gözlemin “bazen edi­ dadır. Deney en sonunda denetim
nilmiş bir fikir olmaksızın ve ras- amacıyla ortaya konulmuş bir göz­
lantıyla bazen de önceden edinil­ lemden başka bir şey değildir den­
miş bir fikirle” yaratıldığını söyler. mesi bu yüzdendir. Ama bir göz­
Claude B em ard’a göre deneycinin lem doğal olarak ya da raslantısal
her zaman etkin olduğunu söyle­ olarak daha önce gerçekleşmişse,
242 mek de kolay değildir. Buna göre o tam olarak yapılmış bir şey diye
GÜÇ

alınacak, deney fikriyle doğrulama yöneticinin istemine verdi. Modem


sağlaması için basitçe ona başvu­ devlette erk yoktur erkler vardır ve
rulacaktır. Özet olarak söylenilir- bu erkler birbirlerinden kesin biçim­
se, bu durumda deney bir denetim de ayrılmışlardır. Çağdaş devlet
amacıyla başvurulmuş bir gözlem­ düzeni bu güçler ayrılığının sağladı­
den başka bir şey değildir.” Claude ğı dengede gerçekleşir. Locke için
Bem ard’ın tanıtlamaları konuya çe­ toplumsal yaşam düzeni bir sözleş­
şitli açılardan açıklık getirmiş olsa me düzenidir. Birey edilgin bir var­
da “gözlem” ve “deney” kavram­ lık değildir, kendi yazgısını ve top­
larını tam olarak belirginleştirmiş ol­ lumun yazgısını tartışması gereken
m ak tan uzaktır. (B k. DENEY, bir varlıktır, öyle olmalıdır. Locke’a
DOĞRULAMA, VARSAYIM) göre bir devlette yasama, yürütme
ve yargılama güçleri ya da erkleri
G Ü C Ü L LÜ K (fr. virtualité; aim. onları Tann’dan aldığı yetkeyle bil­
Virtualität', ing. virtualitÿ). Etkin diği gibi kullanacak birine verilme­
olabilmek için yeterli iç koşullara melidir. Bu erkler Tann’dan değil
sahip olmakla birlikte henüz etkin­ halktan gelen erklerdir. Devlet bu
leşmemiş olan şeyin durumu. Ger­ erkleri birbirinden ayırıp doğru dü­
çekleşmeye eğilimli oluş. Kendin­ rüst kullanamadığı zaman halk baş­
de olasılık taşıyan. Gücül olan, kaldırma hakkına sahip olacaktır. Bu
edimli olanın karşıtıdır. Gücüllük toplumsal anlamının dışında güç bi­
durumu edimlilikten önceki durum­ reyin yapabilme yatkınlığıyla ilgili­
dur. Böylece her gücüllük bir ön- dir. J.M. Guyau gücün bu bireysel
ceselliği düşündürür. Leibniz şöy­ anlamını şöyle belirler: “Güç söz­
le diyordu: “Tüm aritmetik ve tüm cüğünden öyleyse neyi anlamalı? O,
geometri bizde doğuştandır ve biz­ bireyin içindeki bir etkinlik ilkesidir,
de gücül bir biçimde vardır.” (Bk. dışandan gelen bir etkiye karşı ba­
EDİLİM, EDİM) sit bir tepki değildir.” / Diderot:
“Toplum olarak bir araya gelmiş in­
G ÜÇ (fr. pouvoir, aim. Vermögen, sanların anlaşması gücün temelini
Fähigkeit', ing. power). Eylemde oluşturur. Kendini güçle ortaya ko­
bulunma yetisi. Eylemde bulunma yan varlığını güçle sürdürür.” / H.
hakkı. Yetke ya da erk. Devletin en de Balzac: “Güç bir eylemdir, seçim
yüksek düzeyde eylemde bulunma ilkesi de tartışmadır. Sürekli tartış­
hakkı. Eski devletlerde güç ya da mayla sürebilecek siyaset yoktur.”
erk bir yöneticinin ya da yöneticiler / Meilhac ve Halevy: “Bakın baylar,
topluluğunun elinde toplanıyordu. ne kadar acı çekiyor - Güçlü olmayı
Bununla birlikte yöneticiyi ya da yö­ düşleyen in san lar.” / F ran ço is
neticileri denetleyen çeşitli güçler Mitterand: “Mutlakyönetimin neden­
vardı. Yeniçağ’ın başlarında gelişen leri cumhuriyetin tanımadığı neden­
mutlakyönetim düzenleri tüm dev­ lerdir.” (Bk. DEVLET, TOPLUM,
let gücünü tek bir kişinin, mutlak- YÖNETİMBİÇİMİ)
GÜDÜ

G Ü D Ü (fr. m otif, alm. Motiv, GÜDÜMCÜLÜKya da GÜDÜM­


Beweggrund', ing. motive). Bilinç­ LÜ İK TİSA T (fr. dirigisme, éco­
te istemli eylemlere yol açan her nomie dirigée-, alm. Planw irtsc­
türlü neden ya da etken. Bilinçteki haft-, ing. econom y controlled).
her türlü düşünsel etken. Bilinçteki Devletin sermayeci düzene gerekli
duygusal belirleyiciler olan dürtülere müdahaleleri yapmasmı öngören si-
karşıt olarak bilinçte istemli yöne­ yasal-iktisadi öğreti. Güdümcülü­
limi oluşturan düşünsel etken. Bir ğü toplumcu iktisat anlayışıyla ka­
kararı ya da bir tutumu belirleyen rıştırmamak gerekir. Güdümcülük
ussal etken. P. Janet şöyle der: bir tür onarımcılıktır, mutlak anlam­
“Her insan, eylemde bulunurken, da özgürlükçülükle karşıtlaşsa da
bilincinde olduğu ya da olmadığı sermayecilikle karşıtlaşmaz. (Bk.
güdülere uymak durumundadır. Bu DEVLETÇİLİK)
güdüler düşünsel düzeydeyseler
yani fikir düzeyindeyseler özellikle G Ü ZEL (fr. beau-, alm. Schöne-,
güdü adını alırlar. Onlar duyarlılık ing. beautiful). Sanatsal yetkinlik.
düzeyinde oldukları zaman daha Biçimsel ve özsel yapısıyla duygu
çok dürtü diye adlandırılırlar. Gü­ ve düşünce dünyamızda haz yara­
düler yönlendirir ya da yol göste­ tan. Yetkin ve uyumlu olan. Este­
rirler, dürtüler ele geçirir ya da sü­ tik haz ya da estetik heyecan uyan­
rüklerler, ama nasıl yaparlarsa yap­ dıran. Hayranlık ve doyum duygu­
sınlar, insan onlar olmadan kendini su oluşturan. En genel anlamda gü­
ortaya koyamaz.” Dürtüde her za­ zel, duyu organları aracılığıyla al­
m an bir başeğiş, güdüde her za­ gılanan ve algılayanda olumlu bir
man bir istemli yöneliş sözkonu- değer yargısına ve bir estetik he­
sudur. Bununla birlikte duygularla yecana yol açandır. Güzelliğin var­
düşünceleri birbirinden ayrı ele ala­ lığı, buna göre, doğrulanmayı de­
m adığım ız için dürtülerin hangi ğil algılanmayı bekler. Bu yüzden
noktada güdülere karıştığını ya da Fontenelle “İyi kanıt gerektirir,
güdülerin ne zaman dürtüleştiğini güzel kanıt istemez” der. Öyleyse,
iyi bilemiyoruz. Duygu ve düşün­ güzel her şeyden önce somut olan­
ce ayrımı bizim yaptığımız bir so­ dır, varlığı duyu organları aracılı­
yutlamadan başka bir şey değildir. ğıyla algılanan bir yapı ya da ya-
Bu yüzden pek haklı olarak daha p ıt’tır. “Algının dışında güzel yok­
XVII. yüzyılda La Rochefoucauld tur” der Jarocinski. Estetiği güze­
şöyle demişti: “En iyi eylemlerimiz­ lin bilimi, güzeli de estetiğin konusu
den çok zaman utanç duyacaktık, olarak anlamak doğru olur. Güzel
insanlar bu eylemlerimizi yaratan sorununu en genel çerçevede ele
güdüleri görebilseydi.” Buna göre aldığımızda elbette estetiğin dışına
güdüler bizim ussal davranışlarımı­ taşmış oluruz: güzel sorunu her in­
zın varoluş nedenleridirler. (Bk. sanın sorunudur, her insan güzelle
244 DÜRTÜ) ilgilidir; ama her insanın estetiğe ko-
GÜZEL

nu olan özel anlamda güzelle ilgili dur; izleyici için yapıt güzelin kay­
olduğunu söylemek güçtür. Her in­ nağıdır” der Jarocinski. Güzelin en
san saçını tarar ya da salatayı süs­ eski anlamıyla onun XIX. yüzyıl­
ler ya da batan güneşi hazla gözler dan bu yana gelişen anlamını elbette
ama her insan resimle, müzikle, şi­ birbirinden ayırmak gerekiyor. Pla­
irle ilgilenmez. Güzelin yaratılma­ ton’a göre güzel her şeyden önce
sında ve tüketilmesinde en etkili alış­ düşünülür dünyada ya da aşkın
veriş, güzelin asıl kurucusu olan sa­ dünyada v arolan b ir kendinde
natçı, güzelin yargılayıcısı olan es­ şey’di, buna göre bu dünyadaki
tetikçi, güzelin tüketicisi olan izle­ bütün göreli güzelliklerin kaynağıy­
yici arasında geçer. Güzel kavramı dı. Bu anlayış uzun yüzyıllar boyu
sanatı ve estetiği belirleyen bir kav­ varlığını korudu. Çağdaş filozoflar
ram olmakla her şeyden önce bu soruna daha değişik baktılar. Kant
üçlünün yaşam koşullarına göre de­ sanatta doğanın açınlandığını bildi­
ğişik anlamlar ve değerler kazanır. rerek “Doğa dehadan giderek sa­
Tüm değerler gibi “güzel”in de ye­ nata yasalarım verir” diyordu. Ona
re ve zamana göre büyük değişim­ göre “Nesneleri güzel diye yargıla­
ler geçirdiğini söylemek doğru olur. mak için beğeni gerekir, ancak sa­
Nasıl estetik sıkı sıkıya sanat tari­ natlar için de yani güzel nesnelerin
hinin ya da sanatların tarihinin ge­ üretilmesi için de deha gerekir.” Az-
lişimleri içinde dönüşüme uğruyor- çok Platon’cu bir kavrayış içinde
sa, estetiğin temeli olan güzel kav­ Hegel “Güzel, İdea’nın görünümü
ramı da estetiğin dönüşümüyle bir­ ya da duyulur yansısı olarak belir­
likte yeni anlamlar alıyor. Güzel bir lenir” derken güzele tanrısal bir an­
değer yargısıdır ve her değer yar­ lam yükler. Ona göre de sanatsal
gısı gibi kişiseldir ama gene de ye­ açınlamayı sağlayacak olan güç de­
rin ve zamanın özelliklerini taşır. La- hanın gücüdür. Hegel’e göre do­
lo şöyle der: “Güzel, sanatta olsun ğadaki güzel insanın yarattığı gü­
doğada olsun, dışarıdan benimse­ zel karşısında ya da sanatsal güzel
tilmiş edilgin bir veri değildir, tüm karşısında ikincil bir önem taşır. Fi­
öbür düzeylerde olduğu gibi bir ol­ lozofa göre doğal güzellik sav olur,
gu değildir, bir değer yargısıdır, ki­ bizim im gelem im izden doğm uş
şisel bir onaylama edimidir.” Gü­ olan düşsel güzellik ya da imgelem-
zel, bir bilinç etkinliği çerçevesin­ sel güzellik karşısav olur, bu ikisi
de, elbette o bilincin öznel ve nes­ bileşimde bir araya gelerek gerçek
nel koşullarına göre, bir yapıtı ger­ sanatsal güzeli oluşturur. Estetik fel­
çekleştirirken ortaya konulmuş olan sefeden ayrıldıkça güzelin anlamı
şeydir. B una göre güzelin hazır da iyiden iyiye somutlaşmaya baş­
varlığından giderek sanata ulaşıyor lamıştır. XIX. yüzyıldan bu yana
değiliz, tersine sanatsal arayış için­ güzel, aşkın bir gerçekliğin konu­
de güzeli bulup çıkarıyoruz. “Ya­ su değil, doğrudan doğruya sanat­
ratıcı için güzel, yapıtının sonucu­ sal etkinliğin konusudur. Onun tüm
GÜZEL

çözümlerini sanatçının yaratıcı ça­ taya koymuş olduğu tutkulardan


basında kendini ortaya koyan dış­ arınma yasası bizim kendisine borç­
laştırma biçimlerinde ve anlam kü­ lu olduğumuz en derin buluşlardan
melerinde anlamak gerekir. Bugün biridir ve modemler için bir araş­
için güzel uzamsal ve zamansal bir tırma konusu olmaya değer nite­
gerçekliktir, uzamda ve zamanda liktedir. Bu yasa en sonunda şu ge­
ortaya konulmuş bir uzam-zaman nel olguya dayanır: Aristoteles’in
bütünüdür.Bayer şöyle der: “Gü­ deyişiyle, düşünülmüş, kurulmuş,
zel gerçekte sürekli bir arayıştır, o ‘öykünülmüş’ tutkunun, bizim de­
bizim için ancak bulunabilir bir şey yişimizle yarargözetmez tutkunun
olarak vardır.” Güzel’in yararı ko­ tutkuları arındırıcı bir gücü vardır.
nusuna gelince, onun dolaysız ya­ Ben bu arındırma sözünden onun
rar ürettiği dönemler insanın ilk uy­ belirlediği yönde iki anlam çıkarı­
garlıkları ürettiği en eski zamanlar­ yorum: kötü olan tutkusal öğelerin
dı, hatta o zamanlardan çağımıza arındırılması ve bir de tutkuların ya
kadar uzanan değişik dönemlerdi. da uygulamalarının kötü yanlarının
Eskinin sanatçısı zanaatçıydı ve gü­ atılması.” Günümüzde sanatın ya­
zel’i bir yarar adına gerçekleştiri­ rarlılığı ya da güzelin işlevselliği
yordu. Güzel’in yararlılığı konusu­ kavrayışı dolaylı bir çerçevede bir
nu en geniş çerçevede ilk olarak insan araştırması olmaya indirgen­
Aristoteles ele aldı: sanatsal güzel miştir. Bugün için doğrudan doğ­
ahlaki bir arınm a sağlayabilirdi, ruya yararcı bir sanat daha çok öğ­
sağlamalıydı. Renouvier, Aristote­ retici bir bilgiçlik anlamına gelecek­
les’in arınma tanımıyla ilgili olarak tir. (Bk. ARINMA, ÇİRKİN, ES­
şunları söyler: “Aristoteles’in or­ TETİK, SANAT)

246
H
H A K Ö N ER M E (fr. revendicati­ le de belirgin olabilir, bazen aşırı bir
on; alm. Forderung, Anspruch; ing. kıskançlık duygusu öne çıkarken
d a im ). Bir şeye sahip çıkmak. bazen siyasal bir atılganlık kendini
Çocukta hakönerme daha çok düş­ gösterebilir. “Kavgacı, karşı koyu­
manlık duygusuyla belirir: çocuk cu olan hakönermeci ne çelişkiye
çevreye düşm anlık duygularıyla ne başarısızlığa katlanabilir. Kendi­
yönelirken sürekli homurdanır, su­ ni beğenmiş olan hakönermeci dik­
rat asar, büyüklere tebelleş olur, ya­ kat çekebilmek için her yolu dener
lağına ya da donuna çiş yapar. Bü­ ve her kişiye sorununu anlatabil­
yükte hakönerme özellikle ruhsal mek için rezalet çıkarır” (Charles
ya da bedensel bir zayıflığı örtmek Bardenat). Bu çerçevede düşman­
için vardır, çok zaman bir aşağı- lık duyguları kendini gösterir; söv­
lıkduygusunun gizlenmesini sağlar, gü, tehdit, şantaj düşmanlığın en
am a her durum da bir çevreyle basit belirtileridir. Haköneren kişi­
uyumsuzluk belirtisidir. Ahmaklar­ de genellikle iyi ve kötü ayrımı an­
da, melankoliklerde, bunalımlılar­ lamını yitirmiş, ahlak kuralları itil­
da, manyaklarda, saralılarda, alko­ miştir. H. Ey şöyle der: “Çılgınlık­
liklerde, bunaklarda hakönermenin ların en çok bilineni hakönerme çıl­
çeşitli biçimleri görülür. Hakönere- gınlığıdır. Burada canlı, çetrefil,
nin tutumu hemen her zaman ta­ kuşkucu ve alıngan özellikli kişiler
kıntılı ya da inatçıdır, o her zaman sözkonusudur. Onlar kinci ve inti­
konuyu sonuna kadar izlemeye eği­ kamcıdırlar; çok zaman tutkulu bir
limli olduğu gibi genellikle aceleci­ biçimde ‘ülkücü ’dürler; siyasette,
dir. Haköneren şu ya da bu biçim­ dinde, toplumsal düzenlemede fa­
de engellendiğini sezdiğinde vaz­ natiktirler.”
geçmeye eğilimli olmak yerine tam
bir atılganlığa bürünecektir. Hakö- H A LK SEV ER LİK (fr. populis­
nermede egemen düşünce bencil­ me; alm. Populismus; ing. popü­
likle belirgin olduğu gibi özgecilik­ lizm). Halk değerlerini yücelten ba­ 247
HAYRANLIK

kış açısı. Halkın düşünce ve sanat du ru m u n d ad ır. D e sc a rte s bu


ürünlerine gereğinden çok önem konuda şöyle der: “Hayranlık ru­
veren bakış açısı. Sanatta, özellikle hun ani bir şaşkınlığıdır, bu şaşkın­
roman sanatında halk insanlarının lıkta ruh kendisine az bulunur ve
yaşamını daha çok olumlu yönlerini olağanüstü görünen nesnelere on­
öne çıkararak doğalcılığa uygun ya ları dikkatle gözlemlemek üzere yö­
da yakın bir anlayışla ve ayrıntılı nelir.” Schopenhauer hayranlığı
bir biçimde tanıtlama eğilimi. Sa­ coşkunun en ilkel biçim i sayar.
natta burjuva duyarlılığına karşı çı­ Coşku bireyin kendinden çıkması­
karak halkın yaşamını anlatmaya dır. Hayranlık bir ara bizi sürekli
yönelik tüm anlayışları halksever- uğraşlarımızdan ve tutkulu arzula­
likle bağdaştırmak doğru olmaz. rımızdan uzaklaştırır, tanrısal sevin­
Halkseverlikte halk değerlerine ger­ ce ulaştırır. Hayranlık’ın bugünkü
çekle bağdaşmaz görüşler ortaya anlamı şaşkınlıktan çok haz içer­
koymayı getirecek ölçülerde aşırı mektedir. / M ontaigne: “Büyük
bir bağlılık sözkonusudur. Bunun­ hayranlığı gerektiren hiçbir şey ta­
la birlikte halkseverlik her şeyden nımıyorum.” / La Rochefoucauld:
önce bir gerçekçilik atılımıdır ve “Bize hayran olanları her zaman se­
özellikle romanda halkı olduğu gibi veriz; hayran olduklarımızı her za­
anlatmayı amaçlar. Halk düzeyin­ man sevmeyiz.” / M ontesquieu:
deki tüm gerçekleri açık etmek eği­ “Hayranlığın çöküşü bu yüzyılda
limi olmakla halkseverlik doğalcı bir k im b ilir ne ö lçü lerd e o ld u .” /
yönelimi kendiliğinden getirecektir. Vauvenargues: “İnsan çok aydın­
(Bk. DOĞALCILIK) lanmışsa büyük hayranlık duymaz,
hiç aydınlanmamışsa gene duymaz.
HAY RA NLIK (lat. admiratio; fr. Hayranlık bilgilerimizin bittiği yeri
adm iration; alm. Bew underung; gösterir ve genellike şeylerin yet­
ing. admiration). Güzel ya da yü­ kinliğinden çok ruhumuzun yeter­
ce diye belirlenen bir nesne karşı­ sizliğini ortaya koyar.” / Çen-Tuo-
sında duyduğumuz sevinç ya da haz San: “Ayın suladığı kayısı çiçeğin­
duygusu. Hayranlık Descartes fel­ den de güzelsin. Sen çiçeklersin,
sefesinde merakla karışık şaşkınlı­ kokularsın, dünyanın yüceliğisin.
ğı ortaya koyar. Tutkular incele- Seni düşündüğümde tanrıları özle­
m esi’nde Descartes hayranlığı fel­ mez oluyorum.” / Goethe: “Bir gök­
sefe için çok gerekli olan bir duy­ kuşağı on beş dakika sürdü mü
gu ya da tutku olarak gösterir: hay­ kim se o n a d ö n ü p b a k m a z .” /
ranlık filozofu araştırmaya yönel­ Chevalier de Méré: “Hayranlık ca­
ten itici güçtür. Şaşkınlıkla karışık hilliğin kardeşidir.” / J. Joubert: “Şa­
merak böylece Descartes’da este­ şılası olana insan bir kere şaşar,
tik düzeyde ve metafizik düzeyde hayran olunası olansa giderek da­
filozofça atılımı sağlayan bir etken ha da öyledir.” / J. Revard: “Dost­
luğun bitip hayranlığın sürmesi bü­ söylenebilir. Haz bedenden ruha,
yük bir soyluluk kanıtıdır.” / Honoré duygudan düşünceye uzanan bir
de Balzac: “Hayralık insan türü için genişlikte kendini gösterir. Bu
her zaman bir zahmettir.” / M. yüzden her şeyden önce bedensel
Jouhandeau: “Hayran olunmayı hiç hazlardan ya da dünya hazlanndan
istemedim, hayranlığa değer olmayı sözetmek olasıdır. Bu tür hazlar in­
hep istedim.” / A. Maurois: “Hay­ sanı aşırı davranışlara itişleriyle her
ranlık ve acıma karışımı en sağlam şeyden önce ahlakın konuşudurlar.
duygu reçetelerinden birisidir.” / S. Her bedensel haz bir duygusallık
de Beauvoir: “Bence, hayran olu­ etkeni olarak ru hsallığı koşul-
nacak kimse olmasaydı yeryüzü layabilir, duyum düzeyinde kendi­
oturulur olmayacaktı.” / Claudel: ni ortaya koyan her haz duygusal­
“Hayran olan hep haklıdır.” / R. lıkta açılımını bulabilir hatta düşün-
Martin du Gard: “Hayran olmak sellikte açıklığa kavuşabilir. İnsan
sevmek değildir.” / A. Camus: “İn­ ruhsallığını bir duygu-düşünce bü­
sanda hayran olunacak şeyler nef­ tünü olarak belirlediğimize, duygu­
ret edilecek şeylerden çoktur.” / sallığın dışında düşünsellik ve dü-
Mirabeau: “N e çok hayran olmalı şünselliğin dışında duygusallık ola­
ne çok nefret etmeliyiz.” / Buffon: mayacağını bildiğimize göre haz ol­
“Her zaman daha çok gözlemledik­ gusunun düşünsellikle karşılığım
çe ve daha az düşündükçe hayran bu lm ası doğ ald ır. H er h az zın
olur insan.” / Sainte-Beauve: “Sa­ zorunlu olarak duygusal-düşünsel
na hayran olanı söyle bana, kim ol­ bir uzanımı olması düşünülemez.
duğunu söyleyeyim sana.” (Bk. Buna karşılık bazı hazlar, kökleri
COŞKU, ESTETİK, SANAT) doğrudan doğruya duyumsallıkta
olsun olmasın, doğrudan doğruya
HA Z (yun. hedone; fr. plaisir, düşünselliğin konuşudurlar ya da
alm. Vergnügen; ing. pleasure). en sonunda düşünsellikte anlatım­
Hoşluk duygusu. Bir gereksinimin larını bulurlar. Dünya hazlarma ya
ya da bir isteğ in karşılanm ası da bedensel hazlara karşıt olarak
so n u cu o rta y a çık an h o şlu k üst düzeyde düşünsel hazları yüce
duygusu. Lalande “haz”ı şöyle ta­ hazlar diye belirleyebiliriz ve bu haz-
nımlar: “Temel duygu tiplerinden ların başında da estetik hazzın gel­
biri.” Ve hemen şunu ekler: “Onun diğini söyleyebiliriz. Her estetik de­
tanımlanıp tanımlanamayacağı so­ ney duyumsallıkta başlar ve duy­
rusu tartışmalıdır.” Lalande’a göre gu düzeyinden geçerek düşünsel­
onu sevinç’le ya da mutluluk’la ka­ likte açıklığa kavuşur, bir başka de­
rıştırmamak gerekir. Hazzı acı’nm yişle estetik deneyin temel özelliği
karşıtı olarak düşünmek olasıdır. duyumsallık düzeyinde elde edilen
Hazzın tanımına en uygun olacak verilerin kavram lara bağlanarak
kavramın “hoş” kavramı olduğu açıklanması koşuludur. Buna göre,
düşünsellikte karşılığı bulunmayan hazzı, isteme hazzı, düşünme haz­
hiçbir estetik deney sözkonusu de­ zı gibi): birinci durumda haz tü­
ğildir. Buna göre hazzı bir doyum müyle duyumsaldır, öbüründe de­
etkeni sayarsak, estetik deneyi bi­ rinden derine yaşamsaldır. (...) Ya­
linçli bir doyum olgusu olarak de­ rarcılar ve hazcılar birinci tür haz­
ğerlendirebiliriz. Estetik hazlar ka­ za daha çok ağırlık verdiler, oysa
dar ahlaki hazlardan da sözedebili- öbürünün üst düzeyde bir önemi
riz. Estetik hazda kökü duyumsal- vardır.” Her ne olursa olsun, her
lıkta bulunan ve buna göre biçim­ duygu gibi haz duygusu da geçici­
sellikte varlığına kavuşan bir veri­ dir, zamanda ve uzamda hazzı sağ­
nin kendisine en uygun kavramla­ layan m erkezden u za k la ştık ç a
ra götürülmesi sözkonusuyken ah­ denge bozulur ve haz duygusu yeri­
laki hazda bir eylemin ya da ey­ ni başka duygulara bırakır. André
lemle ilgili bir fikrin bir kurala Cresson’un dediği gibi, “Hazzın te­
bağlanması ya da kavramsal açık­ mel özelliği onun geçici bir durum
lığa kavuşturulması sözkonusudur. olmasıdır. (...) Sürekli bir haz fikri
Her iki durumda da deneysel veri­ çelişkili bir fikirdir.” Geniş çerçe­
nin fikir düzeyinde kavramına bağ­ veli alındığında haz duygusu kay­
lanması doğrudan doğruya hazzı nakları çok değişik bir duygu ola­
yaratıcı bir etki oluşturur ve bu haz rak görünür ve doğruca şehvete ka­
tüm bilinç alanını kaplarken bede­ dar uzanır. Ahlak alanı bu yüzden
ne doğru yayılır, hatta bireyin gö­ her zaman bir hazlar sınıflamasına
rünümünde ve davranışlarında ken­ yönelecek ve her zaman hazlar kar­
disiyle ilgili simgeler oluşturur. Bu şısında ölçülülüğü savunacaktır.
yüksek çerçevede hazzın oluştur­ Hazlar ve istem arasındaki karşıt­
duğu doyum elbette her şeyden ön­ lık yaşamsal dengeyi sağlayan bir
ce düşünsel bir doyumdur. Ama düzenleyici etken olarak görünür.
genel olarak hazda, düşünsellik be­ Hazlarla istem arasındaki yıkışma,
lirgin bir biçimde etkin olmadığın­ Vauvenargues’in “Hazlar bizi tüket­
dan doyum duygusu en önde ge­ tiğinde hazları tükettiğimizi sanırız”
len duygudur, hatta denilebilir ki do­ sözünde pek güzel açıklandığı gibi,
yum hazzın kanıtıdır. Genel olarak insan yaşamını tümüyle kaplayan
hazda dinginlikle belirgin bir doy­ bir yıkışmadır. / Publilius Syrus:
muşluk bütün bilinci kaplamış gi­ “Geç kalan haz hoş bir sıkıntıdır.”
bidir. Geçici olarak da olsa hiçbir / Vauvenargues: “Ruhun en büyük
şey eksik değildir ve her şey den­ yetkinliği hazlara yatkın olmasıdır.”
gededir. Guyeau şöyle der: “Haz ba­ / Barbey de’Aurevilly: “Haz çılgın­
zen etkinliğin özel ve yüzeysel bir ların mutluluğudur. Mutluluk bilge­
biçimini karşılar (yemek hazzı, iç­ lerin hazzıdır.” / Monaigne: “Bana
mek hazzı gibi), bazen de bu et­ göre, aşkın verdiği haz bedensel ya­
kinliğin temeliyle ilgilidir (yaşama şamla ilgili hazlann en güzelidir.” /
HAZCILIK

F. Villon: “Bir haz için bin acı.” / yollarını araştırıyordu. Bilimi ve top­
Lasphrise: “Hazsızyaşam berbat bir lumsal yaşamı yadsıyan Aristip-
ölümdür.” / Malebranche: “Tanrı pos’a göre mutluluğun erdemden,
sonsuz olarak her şeyin üstünde ol­ erdemin de bilgiden geldiği görüşü
duğuna göre, ona sahip olacakla­ doğru değildir, mutluluğun tek kay­
ra! hazzı elbette tüm hazları aşa­ nağı hazdır. Haz iyidir, iyi de haz-
caktır.” “Şeyleri oldukları gibi be­ dır. Erdemli olmak hazzın peşinde
lirlemek gerekir: Haz her zaman bir olmaktır. Her haz değerlidir, hazla-
iyiliktir ve acı her zaman bir kötü­ rı birbirinden ayıramayız. Dolaysız
lüktür, ne var ki haz duymak her hazlar yani duyumsal hazlar dolaylı
zaman yararlı değildir, acı çekmek hazlardanyani düşünsel hazlardan
de bazen yararlıdır.” / M. Mancini: daha değerli olabilir. Aristippos’a
“Kısa süren ve ardından mutluluk göre haz deneyi özgürlük deneyi­
gelen acılar hazların tadını yok et­ dir, insan ancak haz içinde özgür
mez, tersine artırır.” / J. Racine: olabilir. Ussal çerçevede en çok
“Kendime kaçınılmaz bir haz yap­ hazza ulaşmak Kyrene’linin başlı­
tım - Onu her gün görmeyi, sev­ ca amacıdır. Aristippos şöyle der:
m eyi, onun hoşuna gitm eyi.” / “Duyumlarımız tek bilgimizdir; du­
M ontesquieu: “Aşkın sefahattan yumlarımızın nesnesi de başka in­
üstün oluşu hazları çoğaltmasıdır.” sanların duyumları gibi kaçar biz­
/Voltaire: “Haz tüm ussal varlıkla­ den. Mutluluk erdemden gelmez,
rın konusu, ödevi ve amacıdır.” erdem de bilimden gelmez. Sokra-
“Bilgeliğin söz verdiği şeyi hazlar tes’in görüşü doğru değildir. Mut­
sağlar.” (Bk. HAZCILIK) luluk hazdadır, bu haz ne olursa ol­
sun, nereye götürürse götürsün.
H A Z C IL IK (fr. hédonisme-, alm. Ama her zaman hazzın efendisi ol­
Hedonismus; ing. hedonism). Haz- mak gerekir: erdem hazzın aranı-
lara ahlaki bir değer ulayan öğreti. şındadır, özgürlük hazların doyu-
Yaşamı hazların değerli kıldığını öne rulmasındadır.” Epikuros’çuluk da
süren öğreti. Hazzı aramayı ve acı­ bir çeşit hazcılıktır. Bununla birlikte
lardan kaçmayı yaşamın temel an­ bazı felsefe tarihçileri Aristippos’un
lamı sayan öğreti. Yunancada he- ve izleyicilerinin görüşleriyle Epi-
done haz demektir. Hazcılık Eski- k u ro s ’un g ö rü şleri arasın d ak i
çağ’m düşüncelerinde oldukça yay­ küçük ayrılıklardan giderek Epiku-
gın bir anlayıştır. Sokrates’çi okul­ ros’çuluğu hazcılıktan ayrı tutmak
lar arasında yer alan Kyrene oku­ gerektiğini düşünürler. Nedir ara­
lunun kurucusu Aristippos hazcı­ daki ayrılık? E. Brehier şöyle der:
lığın kurucusu sayılır. Aristippos “Epikuros, hazzı amaç diye alarak
uyumsuzluğun acıya uyumun haz­ insanı mutluluğun efendisi kılmayı
za yol açtığını bildiriyor, sıkıntıya düşündü. Varolan tek hazzın beden
uğramadan mutluluğa ulaşmanın hazzı olması yetecekti, ruh hazzı
HEPEVRENCİLİK

bütün hazların bir anısından ya da basitçe zamanın akıp geçişiyle anı­


öngörüsünden başka bir şey değil­ ların ve öngörülerin sağladığı haz-
di. İnsan anısına ve düşüncesine lardır. Bilge kişinin ruhu şimdiki bir
egemen olacak güçte olduğunda, acıyı her zaman etkisiz kılabilir, den­
hazları biriktirmek de olasıdır. Bu­ geyi ve mutluluğu sağlayabilir: bu­
rada Kyrene’li için geçersiz olan bir nu ya yaşamın kimseden esirgeme­
kurgu vardır: her şeyden önce ru­ diği geçmiş bazı hazları belleğinde
hun bedeninkiyle bir tutulamaya­ yeniden canlandırarak yapar ya da
cak hazları ve acıları vardır, yurdu gelecek bir hazzı arzuyla ve umut­
kurtarma hazzı gibi; ayrıca, zaman la yaşayarak yapar.” Epikuros’a
bedensel bir hazzın anısını çabucak göre dayanılmaz acılar kısa sürer,
siliverir. Gerçekte, bedensel hazlar dayanılır acılar uzun sürer. Kendi­
her zaman ruhun hazlarını aşarlar, si, çektiği böbrek ağrılarını dostla­
bunun gibi bedensel acılar da ruh­ rını anımsayarak yenmiştir. F.-J.
sal acılardan daha sıkıcıdır. Bu ko­ Thonnard Epikros’un ahlak öğre­
şullarda Kyrene okulu kiniklerin bil­ tisini şöyle özetler: “Bilge kişinin
ge kişiye sözverdiği tam anlamın­ mutluluğu dengeli ve ölçülü yaşam­
da acılardan arınık, tümüyle erdem­ dadır, hemen hemen tümüyle ru­
li, dirençli yaşama ulaşmayı öner­ hun özgür seçişleriyle elde edilmiş
mez. Gerçekte bilge kişi acılara tu­ yüce hazzın kaynağı olan yaşam­
tunabildiği gibi kötü kişi de bazen dadır.” Hazcı için temel sorun hazza
hazzı yaşayacaktır. Bilge kişi de tut­ egem en olm ak sorunudur. (Bk.
kulardan arınık olmayacaktır.” Epi- HAZ)
kuros’çulukda amaç en yüce iyiye
ulaşmaktır, en yüce iyi de hazdır. H E P E V R E N C İL İK (fr. pancos­
“Her iyinin ilkesi ve kökeni karın misme:; alm. Pankosmismus; ing.
hazzıdır” der Epikuros. Böylece, pancosmism). Dünyayı tek varlık
duyumsal hazlan ahlak anlayışının sayan, dünyanın dışında hiçbir şe­
temeline yerleştirir. Filozofa göre yin varolmadığını ileri süren öğre­
hazlan ikiye ayırmak gerekir: din­ ti. Tüm doğaüstünü yadsıyan öğ­
g in lik içinde hazlar ve devinim reti. Maddeci heptanncılık. Hepev-
içinde hazlar. Mutluluğu sağlayan renciliğin kökenleri E sk içağ ’m
hazlar dinginlik içinde gerçekleşti­ m ad d eci h e p ta n rıc ıla rı o lan
rilen hazlardır. Devinim içinde elde Stoa’cılardır. Stoa filozoflan Tan-
edilen hazlar acı veren hazlardır. F.- rı’yı evrende içkin kılarak madde-
J. Thonnard şöyle der: “Beden haz- dışı her şeyi yadsıyorlar, dünyanın
larının yanında, o, ruh hazlarını da dışında herhangi bir üst dünya dü­
varsayar, bu ruh hazları bir başka şünmüyorlardı. Spinoza’nın hep-
türden hazlar değildir; çünkü, o, tanrıcılığını da oir tür hepevrenci-
hazlann özgür bütünlüğünü benim­ lik olarak belirleyebiliriz. (Bk. HEP-
semektedir. Bu hazlar yalnızca ve TANRICILIK)
HEPTANRICILIK

HEPRUHSALLIK (fr. panpsy­ le özdeşleştirilen Tanrı sonunda her


chism e; alm. Panpsychismus-, ing. şeyi başladığı noktaya getirir. Tan-
panpsychism). Tüm maddeyi canlı n ’nın hem düşünce hem madde ol­
sayan (canlımaddecilik), ayrıca on­ duğu ve evrende içkin bulunduğu
da insan ruhuna benzer bir ruhsal­ Stoa’cı anlayış doğalcı bir heptan-
lık öngören öğreti. (Bk. CANLI- rıcılıktır. Türüm cü heptanrıcılık
MADDECİLIK) Plotinos’la gelişmiştir. Plotinos’a
göre evren Tanrı’dan türemiştir ve
HEPTANRICILIK (fr. pan-théis- Tanrı’dadır. Plotinos felsefesinde
me; alm. Pantheismus\ ing. pant- “Bir” ışığın saçılmasını andıran bir
heism). Tanrı’yı etkin yaratıcı güç türüm olayıyla kendi dışındaki her
olarak belirlemekle birlikte Tanrı’yla şeyi yaratmıştır. Tanrı ilk hyposta-
dünyayı özdeşleştiren öğreti. Hep- sis’dir, ilk töz ya da ilk dayanaktır.
tanncı anlayışta tek gerçek varlık Tanrı katında özne-nesne ayrılığı
Tanrı’dır, dünya onun bir yansısı­ sözkonusu değildir. İkinci hypos­
dır ya da türevidir. Buna göre dün­ tasis olan logos bu birinciden türe­
ya Tanrı’dan ayrı bir töz değildir. miştir. Bu ikinci katta hem yaratı­
Heptanrıcı görüş bazen Tanrı’yı lan şeylerin örnekleri olan idea’lar
azçok aşkın sayar ya da en azın­ hem de onları düşünen ilke Nous
dan ona ayrı bir varlık ular, bazen yer alır. Bu düşünsellikten üçüncü
de Tanrı’yı tümüyle onun yaratmış hypostasis olan ruh türemiştir. Ru­
olduğu dünyada içkinleştirir. Tan- hun altında cisim, onun altında mad­
n ’yı dünyayla bir sayanlar özellik­ de vardır. Bireysel ruh aşağıdan yu­
le doğalcı ya da maddeci heptanrı- karıya doğru bir devinimle Tan­
cıiardır. Buna göre heptanncıları tü- r ı’ya, o sonsuz ışık kaynağına yö­
riimcü, ülkücü, doğalcı gibi bölüm­ nelir. Plotinos şöyle der: “Bir göz
lere ayırabiliriz. Stoa filozofları ta­ güneşe benzer duruma gelmeden
rihin ilk gerçek heptanncıları oldu­ güneşi göremeyecektir, bir ruh da
lar. Stoa’cıya göre her şeyin us­ iyi olmadan iyiyi göremeyecektir.
sallıkla düzenlenmiş olduğu evren Her varlık Tanrı’yı ve iyi’yi gör­
fizik dünyadan başka bir şey de­ mek istiyorsa önce tanrısal ve iyi
ğildir. H er şeyin ussal düzende olmalıdır.” Spinoza’nın heptanrıcı-
akıp geçtiği bu dünyada raslantıya lığı da hemen hemen mutlaktır, on­
ya da geJişigüzelliğe yer yoktur. Bu da tek töz olan Tanrı evrenin içkin
dünya tek dünyadır, ondan daha nedenidir, buna göre Spinoza’nın
yetkin ya da ona benzer bir ikinci kendinde tüm varlığı ya da varolan
dünya yoktur. Her şeyin cisimsel şeylerin tümünü kapsayan sonsuz
olduğu bu tek dünyada us logos olarak sonsuz töz olan Tanrı’sı hiç­
da cisim seldir. Eski yunan dü­ bir alışkanlık belirtisi göstermez.
şüncesindeki sonsuz dönüşlülük Spinoza şöyle der: “Kendinin ne­
fikri Stoa’cılarda da geçerlidir. Ateş­ deni olandan, tözü varoluşu sara-
HEPTANRICILIK

nı, bir başka deyişle doğası varo­ sı gerekir yani kendi dışına çıkma­
lan olarak anlaşılanı anlıyorum. sı gerekir. Tam anlamında bilinçsiz
Tözden kendinde olanı ve kendiyle olan, arı olasılıktan başkası olma­
anlaşılanı yani kavramı varolabil­ yan Tanrı ancak açınlanarak bir an­
mek için bir başka şeyin kavramı­ lam kazanacaktır. Bu kendinde var­
na gereksinim göstermeyeni anlı­ lık, bu Tanrı, bu oluşumun evren­
yorum. (...) Tanrı’dan mutlak ola­ sel ilkesi sav durumundayken kar-
rak sonsuz bir varlığı, her biri son­ şısav durumuna geçerek bilinçten
suz ve ölümsüz bir özü açıklayan yoksun olan kendi içini yani Do-
bir nitelikler sonsuzluğuna sahip ğa’yı vareder, sonra bileşim evre­
olan bir özü anlıyorum.” Spino- sinde kendinde ve kendi için olan
za’nın heptanrıcılığı şu cümlede R uh’u oluşturur. Alman ülkücülü­
özetlenir: “Tüm doğa özü sonsuz ğünde Schelling’in heptanrıcılığı da­
olan tek bir tözdür: tüm şeyler, do­ ha aydınlık ve daha belirgindir ve
ğadan ötürü, Tanrı olan tek bir şey­ bazı yanlarıyla Plotinos’u bazı yan­
de bir araya gelmişlerdir.” Spino- larıyla da Spinoza’yı düşündürür.
za’nm heptanrıcılığı tanrıtanımaz­ Schelling’de tüm varlık mutlak’dan
lığı düşündüren tam anlam ında maddenin en alt katlarına kadar uza­
maddeci bir heptanncılıktır. Alman nan bir bütün oluşturur. Schelling
ülkücülerinin bakış açıları da hep- şöyle der: “Varolan şeylerin en ka­
tanrıcılığa oldukça uyarlıdır. Fich- ranlığı maddedir. Bazılarına göre
te’nin “öznel ülkücülük” diye ad­ madde karanlığın kendisi olmalıdır.
landırılan ülkücülüğünde heptanrı- Bununla birlikte doğanın tüm olu­
cılığı düşündüren öğeler vardır, her şumları ve tüm canlı olguları bu ka­
şeyden önce Fichte’de Hegel’de ol­ ranlık ve bilinmez kaynaktan çıkar.”
duğu gibi, evrenle ilkesi arasında Schelling’e göre felsefe M utlak’ın
zorunlu bir ilişki sözkonusudur. bilimidir. Schelling bize varlığı ol­
Fichte şöyle der: “Her gerçek is­ dukça soyut bir diyalektik ilişki için­
tem zorunlu olarak bir edimi ön­ de kavratmaya yönelir: “Böylece
görür, ancak her edim nesneler doğa gerçek ve nesnel görünümü
üzerinde bir edimdir. Buna göre, altında ağırlık ve bütünlüktür, ül­
nesneler dünyasında ben yalnızca küsel görünümü altında ışıktır, öz­
doğal güçle eylemde bulunmakta­ deşlik olarak da ışığın girdiği ağır­
yım ve bu güç bana ancak doğal lıktır ya da organizmadır. Öte yan­
eğilimle verilmiştir; o bende doğal dan ruh kendi gerçek görünümün­
eğilimden başka bir şey değildir.” de bilgidir, ülküsel ve öznel görü­
Hegel tam anlamında bir özne-nes- nümünde eylemdir, her ikisinin öz­
ne bütünlüğü içinde bir heptanrıcı deşliğinde de sanattır.” (Bk. HE-
anlayış geliştirir. Hegel’e göre Tanrı PEVRENCİLİK, TANRI, TEK-
başlangıçta bir hiçliktir, onun ken­ TANRICILIK)
254 di bilincine ulaşması için dışlaşma­
HEYECAN

H E PT A N R ID A C ILIK (fr. pan- H ETER O N O M İ. Bk. DIŞERK-


aithéism e; aim. Panentheismus; LİK.
mg. panentheism). Her şeyin Tan-
n ’da olduğunu öne süren öğreti. HEYECAN (fr. émotion-, alm. Af­
H e p ta n rıd a c ılık S c h e llin g ’in fekt, Gemütsbewegung-, ing. émo­
ö ğ ren cisi alm an filo zo fu Kari tion). Bireyin beklenmedik bir et­
Christian Friedrich Krause’nin kiye gösterdiği yoğun ve ani duy­
Schelling heptanrıcılığm a çokça gusal tepki. Bilincin bir etkiye hoş
yaklaşan öğretisine kendi verdiği ya da sıkıcı duygusallık çerçeve­
ad.Karl Krause’nin heptanndacılığı sinde gösterdiği ani tepki. Korku,
Schelling’in heptanrıcılığı kadar sevinç, taşkınlık, öfke gibi duygu­
Hegel felsefesinden etkilenmiştir. larla ortaya çıkan bilinç karışıklığı.
Karl Krause çıkış noktası olarak Fiziksel ve ruhsal gerilimle belirgin
Ben’i alır, onun nesnel ve öznel içe­ yoğun duygusallık. Heyecan, süresi
riğini ayrıştırarak şu sonuca varır: pek belli olmamakla birlikte, pek
gerçeklik üç öğeden, ruhtan, do­ uzun sürmeyen bir bilinç karışıklı­
ğadan ve insanlıktan oluşur, ancak ğıdır. Heyecanla bilincin dengesi
her üç öğenin temelinde yüce var­ bozulur ve bilinç kendi dışında bir
lık olan Tanrı vardır. Krause şöyle şey tarafından ele geçirilmiş gibi
der: “Dünya, Tanrı’yla ve Tan- olur. Heyecan yalnız içte olup ge­
n ’dadır. Tanrı’nm yanında değildir, çen bir olgu değildir, dıştan da ra­
andadır, onun bağımlılığı altındadır.” hatça gözlemlenebilir: ağzın kuru­
Krause’nin heptanndacılığı bir hep- ması, dudakların titremesi, yüzün
tanncılıktır. Bu heptanncılıkta in­ sararması ya da kızarması, derinin
sanlık en yaygın anlamını kazan­ iğnelenmesi heyecanın tanıkları­
mıştır: insanlık bu dünyayla da yer- dırlar. Heyecan anı gerçeklikle bağ­
yüzüyle de sınırlı değildir; insanlık lantının koptuğu ya da gerçeklikle
Tanrı ’dadır, dolayısıyla ölümsüzdür süregiden uyumun yittiği andır, o
ve tüm evrene yayılmıştır. (Bk. anda bilinç tümüyle dıştan gelme
HEPTANRICILIK) bir etkinin yarattığı bir duyguyla ele
geçmiş durumdadır: dikkat dağıl­
H E R Y E R D E L İK (fr. ubiquité, mış, kavramsal düzen geriye çe­
omniprésence', aim. Allgegenwart; kilmiştir. Bu dengesizlik sırasında
ing. ubiquity, omnipresence). Tek- ruhsallık ya tam anlamında şaşkın
tanrıcı din anlayışında Tanrı’nin ve edilgindir ya da etkin bir tutum
sonsuzluğunu belirleyen üç nitelik­ almaya hazırdır. Bazıları heyecanı
ten Tanrı’yı her yerde varsayanı. basit olarak haz ve acı düzeyine in­
(Bk. TAMBİLİRLİK, TAMGÜÇ- dirirler. Paul Janet şöyle der: “Duy­
LÜLÜK) gusal açıdan yani haz ve acı olarak
ele alınan duyumlan heyecanlar di­
H ETER O JEN . Bk. ÇOKYAPILI. ye adlandıracağız, duyum adını su­
HİÇÇİLİK

numla ilgili olgulara veriyoruz.” Bu HİÇÇİLİK (fr. nihilisme\ alm.


zayıf anlamında heyecan yoğunlu­ Nihilismus; ing. nihilism). Gerçek­
ğu büyük olmayan iyi ya da kötü likle ilgili hiçbir şeyi bilemeyeceği­
duygulanımlarla ilgilidir. Ama basit mizi ileri süren öğreti. Tüm ahlak
duygulanımları heyecan diye adlan­ kurallarını ve değer ölçülerini yok
dırmak her zaman uygun olmaya­ sayan öğreti. XIX. yüzyılda orta­
caktır. Çünkü heyecanda köklü bir ya çıkan ve kişinin toplum karşı­
bilinç karışıklığı yaşanmaktadır, he­ sında tam anlamında bağımsız ol­
yecana uğrayan bilinç kararlı du­ masını savunan, böylece kargaşa-
rumundan çıkmakta, bu arada el­ cılığa yaklaşan öğreti. Hiççiliğin bir
bet belli bir dönüşüme uğramakta yanı mutlak bilinemezciliğe, bir yanı
ve yeni bir kararlı duruma geçebil­ kargaşıcılığa açılır. Sofistlerden
mek için yoğun bir çaba harcamak­ A bdera’Iı Protagoras genelgeçer
tadır. Heyecanlar bizim için ne ka­ doğruların varlığını yadsıyordu:
dar olağan sayılsa da heyecan bi­ “Tüm bilgilerimiz duyumlardan ge­
lincin olağanüstü durumudur, bu­ lir ve duyum bireylere göre deği­
nalım durumudur. Heyecanla ge­ şir, buna göre insan her şeyin öl­
len duygu patlamasında birey dün­ çüsüdür.” Protagoras’a göre “doğ­
yayla sağlıklı ilişkisinin sarsıldığını ru her kişiye görünen şeydir.” So­
duyacak kadar özel bir durum içi­ fist Leontinoi’li Gorgias da genel­
ne girer. Bu durumda heyecan tüm geçer bilginin olmadığını söylüyor­
öbür duyguları ya da kendisiyle il­ du. Ona göre varlık var olsa da bi­
gili olmayan tüm duyguları ortadan linemezdi, bilinse de başkasına bil-
kaldırmış gibidir. Heyecan istemi et­ dirilem ezdi. Aynı tutum E lis’li
kisiz kılarken yargıgücünü bulan­ Pynhon’un kuşkuculuğunda ken­
dırır, gerektiğinde özel devinimleri dini gösterir. Elis’li Pyrrhon “Bili­
sağlayan keskin ve verimsiz dik­ necek hiçbir doğru yoktur” diyor,
kat geliştirir (ayıdan kaçanın kaçış­ buna göre yargının nesnel değerini
taki bilinçsiz ama çok belirgin dik­ yadsıyor, insanın tüm yargıları as­
kati gibi). Bu arada heyecansal tep­ kıya alması (epoke) gerektiğini bil­
kilerin kişilere göre değiştiğini de diriyor, kişiye düşen kendini din­
unutmamak gerekir. Heyecanlılık gin bir edilginliğe (ataraksiya) bı­
bazı kişilerde temel kişilik özellik­ rakmaktır diye düşünüyordu. Sok-
leri arasında belirir. Yoğun heye­ rates’çi okulların filozofları da bili­
canlan yaşamaya eğilimli kişiler dış mi yadsıyışlarıyla birer hiççiydiler.
etkenlerden çok çabuk etkilenen ki­ Ahlak kurallannı dışlayan bir öğre­
şi lerdir. (Bk. ACI, BİLİNÇ, DUY­ ti olarak hiççilik Yeniçağ’ın bir ürü­
GU, DUYGULULUK, HAZ, İS­ nüdür. Nietzsche şöyle der: “Hiç­
TEM, TUTKU) çilik: amaç yokluğu, niçin sorusu­
na yanıt yokluğu. Hiççilik en bü­
256 yük gücüne, şiddete dayalı yıkım
HİÇÇİLİK

gücü olarak, etkin hiççilikte varır. duktan sonra at bu kitabı - Ve çık.


Onun karşıtı artık hiçbir şeye sal­ Kitabım sana çıkmak arzusu ver­
dırmayan yorgun hiççilik olacak­ sin isterdim, nereden olursa olsun
tır” Hiççilik en yoğun ya da belirgin çıkmak, kentinden, ailenden, odan­
anlatımını çağımızın iki büyük dü­ dan, düşüncenden. Kitabımı yanın­
şünüründe N ietzsch e’de ve Gi- da taşıma.” Gide’e göre insan hiç­
de’de bulur. Nietzsche Also sprach bir değişmez kural tanımadan, hiç­
Zarathoustra' da (Böyle buyurdu bir sarsılmaz değere bağlanmadan,
Zerdüşt) tüm geçerli ahlak değer­ gönlünün yolundan giderek yaşa­
lerini yokedecek olan Üstinsan’ın malıdır: o ancak böyle yaparsa en
gelişini bildirir: “İnsan hayvanla yüce hazza ulaşabilir. “Önem ba­
Üstinsan arasına gerilmiş bir iptir, kışında olsun, baktığın şeyde de­
bir uçurumun üstündeki bir ip. On­ ğil.” Bu bakış, bireyselliği tüm de­
da yürümek tehlikelidir, yolda kal­ ğerlerin üstüne çıkarır: önemli olan
mak tehlikelidir, geriye bakmak teh­ kendi olabilmektir. “Her ruh ken­
likelidir, titremek ve durmak tehli­ dini başkalarından ayıran yanıyla il­
kelidir. İnsanda büyük olan şey gilendiriyordu beni.” Yapılması ge­
onun bir erek oluşu değil bir köp­ reken nedir? Her şeyden önce dün­
rü oluşudur.” Yeni insanın ahlakı, yaya aşkla yönelmektir. (“Hayır,
Nietzsche’ye göre, Tanrı’nın ölü­ sevgi değil Nathanagl, aşk.”) Ve ah­
m ü ü zerine insan değerlerinin laki değer yargılarına önem verme­
yeryüzünde egemen olmasını sağ­ mektir. (“Eylem iyi mi kötü mü
layacaktır. “Tanrı her şeyi görüyor­ diye yargılamadan davranmak. İyi
du, insanı bile. Bu Tanrı ölmeliydi. mi kötü mü diye kaygılanmadan
İnsan böyle bir tanığın yaşamasına sevmek.”) Bu tam anlamında bir
dayanamaz.” Nietzsche insanın te­ ahlaksızcılıktır ya da özgürlük ah­
mel niteliğini yaratıcılık olarak be­ lakıdır: “Yaşamıyla ilgilenmeyi her­
lirler, yaratıcılığı da onun istemi sağ­ kesin kendine bırak.” Bizi biz ya­
layacaktır. Gerçek ahlak istemle or­ pan eylemlerimizdir: “Işığı fosfora
taya konulmuş bir tehlikeler ahla­ nasıl bağlanıyorsa eylemlerimiz de
kıdır. “Zerdüşt uzun yolculuklar bize öyle bağlanıyor. Onlar bizi bi­
yapanların ve tehlikesiz yaşayama­ tiriyorlar., doğru: ama onlar bizim
yanların dostudur.” Böylece yaşam yüceliğimizi de oluşturuyorlar.”
sürekli aşılacaktır. N ietzsche’nin Böylece tam anlamında yeniye yö­
bu hiççi bakış açısı, daha sonra ah­ nelen, sürekli kendisini aşan bir in­
laksıza bir anlayış içinde André Gi- san imgesi çizilir: “Her gün yeni ol­
de’de ortaya çıkar. Gide Les nou- sun gördüğün - Bilge kişi her şeye
ritues terrestres'de (Dünya nimet­ şaşan kişidir.” XIX. yüzyıl Rus­
leri) Nietzsche’nin yapmış olduğu ya’sında hiççilik, özellikle İvan Tur-
gibi hıristiyan ahlakına karşı özgür­ genyev’in Babalar ve oğullar ro­
lük ahlakını savunur: “Beni oku­ manında yetkin anlatımını bulan bir
HİÇLİK

siyasal tutum özelliği kazanır. Si­ HİÇLİK (fr. neant; alm. Nichts,
yasal sıkıntılarla gelen umutsuzluk, Nichtseindes', ing. rıon-being). Va­
toplumsal dağınıklığın yarattığı kır­ rolmayan. Varlığı söz konusu ol­
gınlık aydınları varolan yaşam ko­ mayan. Gerçeklikte karşılığı olma­
şullarını tartışmaya ve bu koşulla­ y an. D e sc a rte s ve P ascal
ra karşı bir tutum almaya iter. Bu hıristiyancı bakış açısı çerçevesinde
yeni devinimde bilimsel bilgiden insanı tanıtlamak için, onu tanrısal­
başka bir şeye güvenmeyen Au- lıkla hiçlik arasında bir varlık ola­
guste Com te’un büyük etkisi var­ rak belirlediler. Descartes şöyle di­
dır. Dobrolyubov ve Pissarev gibi yordu: “Deneyin bana gösterdiği
yazarlar göreneklere ya da toplum­ üzere, ben varlıkla varolmayan ara­
sal önyargılara savaş açarlar. Amaç­ sında bir orta y er’im, yani yüce
ları kırık dökük bir toplumdan çağ­ varlıkla varolmayan arasına öyle­
daş bir toplum yaratmaktadır. On­ sine yerleştirilmişim ki, gerçekte
lar insanla ilgili her şeyi değil, yal­ bendeki hiçbir şey, ben bu yüce
nızca varolan toplumsal değerleri varlığın ürünü olduğuma göre, be­
hiçlerler. Çemişevski bu yeni ara­ ni yanılgıya itemez, ama öte yan­
yışın siyasal itici gücü ya da düşü­ dan kendimi şu ya da bu biçimde
nürü olur, R usya’daki toplumsal hiçliğe ya da ben olmayana katılan
yaşamı eleştirirken sermayeci dü­ bir varlık olarak ele aldığımda yani
zene de eleştiriler getirir. O durum­ yüce varlık olmayan bir varlık ola­
da hiççilerle kargaşacılar Rusya’da rak ele aldığımda bir eksiklikler
büyük bir kitle oluşturmaktadır. sonsuzluğu içinde bulunuyorum.”
Amaç çarlık rejim ini yıkmaktır. Pascal da şöyle der: “Öyleyse ne­
Turgenyev Babalar ve oğullar'dz dir doğada insan? Sonsuzluk kar­
bu çerçevede yeni kurallarla eski şısında bir hiçlik, hiçlik karşısında
kuralların kavgasını yansıttı. Roma­ bir bütünlük, hiçle bütün arasında
nın baş kişisi Bazarov bir hiççidir bir orta yer.” Henri Bergson mut­
ya da düzeni kıyasıya eleştiren bir lak hiçlik’i karşılığı olmayan bir fi­
olumcudur, tüm eski değerlere ve kir olarak gösterdi: “Mutlak hiçlik
eski kurallara savaş açmıştır, bu tu­ fikri, her şeyin ortadan silinmesi
tumu içinde giderek katılaşır, en te­ olarak anlaşıldığında, kendi kendi­
mel insani eğilimlere ve isteklere bile ni yok eden bir fikirdir, bir boş-
karşı çıkar ve sonunda kendiyle çe­ fıkirdir, karşılıksız bir sözdür.” Va­
lişir: aşka karşıdır ve aşık olur. Böy- roluşçular hiçlik kavramına özel bir
lece Rusya’da hiççilik, kargaşacı- yer verdiler. Heidegger’e göre hiç­
lıkla birlikte, toplumcu dünya gö­ lik, ölüm duygusunun verdiği bu­
rüşünün ilk savlarını oluşturmuş­ naltıda kendini göstermekteydi. O,
tur. (Bk. AHLAK, AHLAKSIZCI- Heidegger’e göre doğrudan doğ­
LIK, GERÇEKLİK, KARGAŞA, ruya varolanı sınırlayan şeydi: “Hiç­
KUŞKUCULUK) lik varolan karşısında belirsiz bir
H İSTER İ

karşıt değildir, bu varolanın varlı­ H İL EM O R FİZM . Bk. ÎKÎİLKE-


ğının bileşeni olarak kendini göste­ CİLİK.
rir.” Heidegger’e göre “Hiçlik va­
rolanın bütünlüğünün kökel olum- H ÎL E Z O İZ M Bk. CANLIMAD-
suzlanmasıdır” . Sartre L ‘être et le DECİLİK.
néant'1da (Varlık ve hiçlik) hiçlik de­
neyini özgürlük deneyiyle bir tut­ H İP E R E S T E Z İ. Bk. AŞIRIDU-
tu. Ona göre hiçlik deneyi olum- YARLILIK.
suzlama deneyiydi. Sartre’da hiç­
lik varoluşun tek dayanağı, tek çı­ HİPERMNEZİ. Bk. AŞIRIANIM-
kış noktasıdır. Sartre’a göre insan SAMA.
varlıkda bir kopma, bir ayrılma, bir
bozulma noktası ortaya koyar. Ek­ HİPNOZ. Bk. YAPAYUYKU.
siklik denilen şey dünyada insanla
ortaya çıkmıştır. Durmadan arzu- H İS T E R İ (fr. hystérie', alm. Hys­
luyan olmasının da gösterdiği gibi, térie, ing. hysteria). A şın duyarlı­
insan bir eksiklik ya da yoksunluk­ lıkla ve tepkisellikle belirgin ruh
tur. Bu yüzden eksikliğe doğru sü­ hastalığı. Histeri, organik görü­
rekli bir atılım içindedir. Varlık ve nümlü işlevsel gösterilere yol açan
bilinç yani kendinde ve kendi için bir hastalıktır: inmeler, duyum bo­
aynı şey olduğu gün tam dolgun­ zuklukları, uyku durumları, güç yi­
luk gerçekleşecek ve eksiklik bite­ timi bu hastalıkta sık görülür. Ge­
cektir. Bu da insanın tanrı olması çici biçimleri de sürekli biçimleri de
demektir. Sartre’a göre hiçlik de­ olan bu hastalık en eski zamanlar­
neyi bir özgürlük deneyidir. İnsan dan beri bilinmektedir. “Histeri” yu-
arzu içinde özgürlüğünü gerçekleş­ nancada “dölyatağı” demek olan
tirir. Maddeci ya da olumcu düşün­ hustera'âan gelir, uzun süre histe­
ce, bu arada M arx’çi bakış açısı rinin bu organdan kaynaklandığına
hiçlikle ilgili dinsel açıklamalarla da inanılmıştır, bu yüzden de o yal­
varoluşçu görüşlerle de tersleşir. nızca bir kadın hastalığı olarak dü­
“Hiçlik bir mitostur, tarihin ölüme şünülmüştür. Ortaçağ’da insanlar
mahkum ettiği sermayeci toplumun histeriyi şeytani etkilere bağlamış­
m itosudur” der Lukacs. Filozof lardı. XIX. yüzyılda histeri cinsel
hiçlik felsefesine kökten karşı çı­ taşkınlık anlam ında alınm ıştır.
kar: “Bu felsefeye temel olan de­ Charcot’nun ve Freud’un çalışma­
neyimi özetlemek pek de zor değil: ları bu hastalığın yalnızca kadınlar­
insan hiç’in, Hiçlik’in karşısında bu­ da değil erkeklerde de görülebildi­
lunmaktadır; insanla dünya ara­ ğini ortaya koymuştur. 1901’den
sındaki temel ilişki hiçbir şeyle karşı sonra Babinski hastalığı tüm özel­
karşıya oluş anlamına gelmekte­ likleriyle tanıtlamıştır. Bu arada has­
dir.” (Bk. VAROLUŞÇULUK) talığın hiçbir organik temele dayan-
HOMOJEN

madiğim, histeri bunalımlarında gö­ sağlayan bir simge gibidir. Bu yüz­


rülen kasılmaların, söz ve görme den bir şairin deyişiyle histerili kişi
yitimlerinin, daha başka tepkilerin “sevinmeden gülen ve üzülmeden
hiçbir organik temeli bulunmadığı­ ağlayan” kişidir. Histerili kişiler ge­
nı, hastalığın büyük ölçüde çevre nellikle telkine açık oldukları gibi
ve eğitim etkenleriyle ortaya çıktı­ kendi kendilerine telkin yapmaya
ğını göstermiştir. Babinski’ye göre da eğilimlidirler, bu anlamda son de­
histeriyle ortaya çıkan tüm uyum­ rece esnek bir yapıları vardır; bu
suzluklar dönüşlü uyumsuzluklar­ da onlarda kişilik özelliklerinin sağ­
dır ve telkin yoluyla başlatılabil- lam çizgilerle belirmiş olmadığını,
dikleri gibi inandırma yoluyla da kişilik özelliklerinde kayganlığın be­
giderilebilmektedirler. Bu yüzden lirleyici olduğunu gösterir. Bu za­
Babinski “hystérie”nm yerine “pit­ yıf kişilik yapısı içinde histerili kişi
hiatisme’^ önermiştir (yun. peithein masallamalar yapar, çeşitli yalanlar
“inandırmak”, iatos “iyileşebilir” uydurur, ilgi çekici imgeler kurar,
demektir). Histeri bunalımları her sahneler oluşturur. Öte yandan his­
zaman topluluk karşısında gerçek­ terili kişinin cinsel yaşamı bazen aşı­
leşmektedir. Buna göre bunalımın rı isteklilikle belirgin izlenimini ve­
her zaman danışıklı bir yanı var gi­ ren karışıklıklarla doludur. Histerili
bidir. Maurice Merleau-Ponty şöy­ erkeklerde donjuanlık, histerili ka­
le der: “Histeride ve bastırmada bir dınlarda messalinacılık çok görü­
şeyleri bilerek unutmaktayızdır.” len durumlardır: bunların altında çok
Düzensiz ve gürültülü taşkınlıklar, zaman soğukluk, isteksizlik ve ik­
gerilmeler, sıçramalar, çılgınca dav­ tidarsızlık yatar. Histerili kişilik el­
ranışlar çok zaman çığlıklarla, gül­ bette amaçladığı örneğe ulaşama­
melerle, ağlamalarla, yakınmalarla, mış kişiliktir, onda hepimizde az-
dövünmelerle güçlendirilir. Hasta çok bulunan bir özellik, olmak is­
b ir yandan çırpınır bir yandan tediğini olamamış olma özelliği da­
söylenir ya da sövüp sayar. Çev­ ha belirgin ve daha sorunludur.
renin olumsuz tutumu bu davra­ (Bk. BELLEKYİTİMİ)
nışların çoğalmasına yol açar. İn­
meler ve kasılmalar çok görülür, ya­ H O M O JEN . Bk. BİRYAPILI.
lancı körlükler ya da yalancı sa­
ğırlıklar ortaya çıkar. Çocuksu dav­ H O Ş (fr. agréable; alm. ange­
ranışlar, aptallık, devinimsizlik, ya­ nehm, gefällig, freundlich-, ing. ag-
lancı bilinç bulanıklığı, yalancı unut­ reeable). Arzuya, isteğe ya da be­
kanlıklar süreğen durumlardır. An­ ğeniye uygun düşen. Beğenilir olan.
cak her davranışın altında bir çev­ Olumlu duygular yaratan. Bize iti­
renin ilgisini çekme çabası sezilir. ci gelmeyen, ayrıca bizde iyi duy­
Hastanın her davranışı bir fikrin ya gular uyandıran her duyum hoş­
da bir isteğin ortaya konulmasını tur.
HOŞGÖ RÜ

H O ŞG Ö R Ü (lat. tolerantia; fr. D ’Alembert şöyle der: “Kimseye


tolérance; alm. Toleranz, Duldung; düşman olmamaya dayanan hoş­
ing. toleration, tolerance). İnsanın görü anlayışıyla tüm dinleri bir sa­
kendisine ters gelen bir tutum ya yan ilgisizlik anlayışını birbirinden
da bir düşünce karşısında bile bile iyice ayırmak gerekir.” Bugünkü
etkisiz kalması. Kişilerin alışılmış ya yaşam düzeni içinde hoşgörü insa­
da yürürlükteki bir kurala karşı ge­ na saygının en temel koşuludur.
lişlerinde yetkenin herhangi bir du­ Ancak onu bir güçlülük yansıması
rum almaması. Başkasının düşün­ olarak görenler de vardır. Marquis
me ve eylemde bulunma özgürlü­ de Sade “Hoşgörü zayıfın erdemi­
ğüne saygılı oluş. Başkasına saygılı dir” der. Her ne olursa olsun, gü­
olma tutumunu hiçbir tepki ve hatta nümüzün yavaş da olsa gelişmek­
tedirginlik ortaya koymadan benim­ te olan demokratik yaşam düzeni
seme. Eski toplumlarda varolan ku­ hoşgörüyü toplumsal sözleşmenin
rallara kesinlikle uymak gerekiyor­ ilk koşulu olarak görüyor. Bugün
du, bu yüzden Yeniçağ’m başları­ insan yaşamı yalnızca din çerçeve­
na kadar genel olarak bağışlama sinde değil, bütün alanlarda, özel­
çerçevesinde gerçekleşen davranış­ likle siyaset alanında hoşgörünün
lar dışında hoşgörü sözkonusu ol­ gereklerine göre düzenlenmektedir.
madı. Dinler, özellikle tektannlı din­ İnsan dünyasının bir karşıtlıklar ve
ler katıkuralcı tutumları içinde hiç­ çeşitlilikler dünyası olması hoşgö­
bir zaman hoşgörülü olmayı düşün­ rüyü zorunlu kılar ya da dünya kar­
mediler ve tüm insan yaşamını be­ maşıklaştıkça hoşgörü zorunlu bir
lirleme yolunu tuttular. Yeniçağ’ın yaşam koşulu olarak ortaya Çık­
başlarında bireyin katı ve olumsuz maktadır. Anatole France şöyle der:
toplumsallıktan kurtulmasıyla, öz­ “Herkesin bizim gibi düşünmesini
gürlük savlarının ortaya çıkmasıy­ ummayalım, duyguların birbiçim ol­
la hoşgörü fikri de gelişmeye başla­ ması çok kötü olurdu.” Bu yüzden
dı. Hoşgörü kavrayışının ilk köklü hoşgörü bir gönülden benimseme
biçimine XVI. yüzyılda katolik ve değildir ve Jean Rostand’ın dediği
protestan karşıtlığıyla gelen din sa­ gibi “Hoşgörüde her zaman söv­
vaşları çerçevesinde raslanır. Din güyü andıran bir ölçü vardır”. Hoş­
savaşları katoliklerin protestanları görü göstermekten çok görmek is­
ve protestanlarm da katolikleri hoş- tediğim iz bir şeydir. Jules Re-
görmesiyle bitmişti. Ancak bundan nard’da Tasladığımız şu söz bunu
böyle gelişen hoşgörü anlayışı hiç­ pek güzel anlatır: “Hoşgörüsüzlü­
bir zaman ilgisizlik anlamına gel­ ğümü hoşgörün.” Ne olursa olsun,
medi: o her şeyden önce modem hoşgörü demokratik yaşam biçimi­
toplumda başkasına katlanma zo­ nin zorunlu bir ilkesidir. (Bk. DAR-
runluluğunu ortaya koyuyordu. KAFALILIK, DEMOKRASİ)
HUKUK

HUKUK (fr. droit; alm. Recht; ing. hukuk kuralları tam anlamında zor­
right). Toplumsal sözleşmeyle or­ layıcı bir tutum alır. Ahlak kuralla­
taya konulmuş zorunlu davranış ku­ rına uymayan kişi en çok kınana­
ralları bütünü. Bir toplumda yapıl­ bilir, ama hukuk kurallarına uyma­
ması uygun olanla yapılmaması ge­ yan kişinin karşısına her zaman
rekenin sınırlarını belirleyen yasa­ yaptırımlar çıkacaktır. Hukuk bir
lar toplamı. Toplumsal yasaklar ve toplumda adaleti gerçekleştirmenin
onlarla ilgili yaptırımları belirleyen temel dayanağıdır, bununla birlikte
yazılı yasalar bütünü. Bir toplum­ hukuk kavramıyla adalet kavramı­
da bireylerarası ilişkiyi düzenleyen nı özdeşleştirmek yanlış olur. İn­
yasalar toplamı. Yasaları inceleyen sani gereklere göre düzenlenmemiş
bilim. Hukuku oluşturan kurallar bir hukuk adaleti değil adaletsizliği
toplumsal yaşamı düzenleyen ya da gerçekleştirecektir. Olumlu hukuk,
toplumsal yaşamdaki düzeni koru­ yazılı yasalann ve yazılı yasa değe­
yan formüllerdir. Ahlak kuralları gibi rinde kuralların oluşturduğu hukuk­
hukuk kuralları da, her ne kadar tur. Doğal hukuk, her türlü söz­
yasa diye adlandırılsalar da doğa­ leşmenin dışında insanların doğa­
nın zorunluluklarından değil insan sından geldiği düşünülen hukuktur.
yaşamının gereklerinden getirilmiş Hukuk devleti, gücünü baskılardan
olmakla bir uzlaşmanın ürünleridir­ değil yasalardan alan devlet düze­
ler, bu yüzden doğa bilimlerinde nidir, temelinde her zaman bir ana­
gördüğümüz yasa kavrayışına hiç yasa güvencesi yer alır. (Bk. ADA­
uymayacak biçimde yere ve zama­ LET, DENKSERLİK)
na göre değişiklikler gösterirler.
Ahlak kuralları kişiyi davranışında HÜMANİZM. Bk. İNSANCILIK.
ya da seçiminde serbest bırakırken

262
IR K (fr. race\ alm. Rasse; ing. konuyla ilgili olarak şunları söylü­
race). Ortak özellikleri olduğu var­ yor: “Eskiçağ dünyasının kanın arı­
sayılan toplumların oluşturduğu a- lığı konusundaki görüşü ne olursa
ile. İnsan türünü oluşturan ortak olsun, bu arılık çok az görülen bir
özellikli toplumlar bütünü. Irk kav­ şeydi. Tarihteki ulusların çoğu ta­
ramı oldukça bulanık bir kavram­ rihöncesi uluslarını yenilgiye uğrat­
dır ve bir gerçeklikten çok bir inancı tılar; onlar yenilenlerin büyük bir
karşılar görünm ektedir. İnsanın bölümünü boğazlamış olsalar da
kökenleriyle ilgili bilgilerimizin sı­ hepsini yokedemediler. Başeğen ır­
nırlı olması ve toplumlar arasında­ kın insanlarını köle durumuna ge­
ki ortak özelliklerin son derece gö­ tirdiler ve onların kadılarıyla evlen­
reli ya da hatta belirsiz olması ırk diler.” Toplumbilimci G. Palante’a
sorununun karşılıksız bir sorun ol­ göre “Irklar felsefesi sonunda» bir
duğunu düşündürüyor. İnsan tü­ tarihsel yazgıcılıktan, hiçbir soru­
rünün kökenlerini ortaya koyarak nu çözmeyen toplumsal bir gizem­
ırkları belirlemek yolunda çalışma­ cilikten ya da gerçekçilikten başka
lar XVIII. yüzyılda başlatılmıştır. bir şey değildir.” (Bk. IRKÇILIK)
Ancak bu çalışmalardan alınan so­
nuçların birbirini tutmazlığı, özel­ IR K Ç IL IK (fr. racism e; alm.
likle ırk sayısını saptamak açısın­ Rassismus\ ing. racism). Irk üstün­
dan uğranılan güçlükler ırk soru­ lüğü fikri. Irkçılık bir toplumun bir
nunun kolay çözülür bir sorun ol­ başka toplum üzerinde egemenlik
madığını ortaya koymuştur. Bugün kurma eğilimini ortaya koyar. Ayrı
çok kaba benzerliklerden giderek ayrı belirlenebilir insan ırkları bu­
üç ırk belirlenmektedir: beyaz ırk, lunduğu ve bu ırkların insani değer
san ırk, kara ırk. Ancak bu ayrı­ açısından eşit olmadığı, bazı ırkla­
mın da kabataslak bir ayrım oldu­ rın üstün olmakla öbür ırklar üze­
ğu kesindir. En eski zamanlardan rinde doğal egemenlik hakkının bu­
beri arı ırk düşüncesi bir inanç ola­ lunduğu fikri geçen yüzyılda epey­
rak çok yerde varlığını sürdürmüş­ ce yandaş bulmuştu. Hegel Kant’m
tür. Bagehot, Ulusların gelişiminin devletler topluluğu fikrine tam kar­
bilimsel yasaları adlı kitabında bu şıt bir biçimde, evrimin son aşa­
IRKÇILIK

masının devlette gerçekleşebilece­ ka yapısal özellikler hiçbir biçimde


ğini bildiriyor, buna göre savaşın bir insan topluluğunun öbüründen
toplumlar arasında kaçınılmaz ol­ daha yetkin ya da güçlü olduğunu
duğunu söylüyordu. Bireyler istem­ gösterecek özellikler değildir. İn­
lerini gerçekleştirmek adına nasıl san topluluklarının ya da toplumla-
birbirlerinin karşısına dikilirlerse, nnın yetkinlikleri, güçleri ya da ye­
devletler de istemlerini gerçekleş­ tenekleri onların sürdürmekte ol­
tirmek üzere birbirleriyle savaşa­ duğu yaşam biçimlerine sıkı sıkıya
caklardır. Bireyler arasındaki çatış­ bağlıdır, yaşam biçimleri değiştik­
mayı yasal düzen önleyecektir, ama çe onların insani değer diye ortaya
devletlerin çatışmalarını önleyecek konulabilecek özellikleri de değiş­
hiçbir güç yoktur. Tarihin her dö­ mektedir. Ayrıca toplumlar arasın­
neminde üstün devletler ya da top­ da görülen bazı ayrılıkların ya da
lumlar olmuştur. Bunlar güçlerini toplumlann sahip olduğu bazı özel­
öbürlerine rahatça benimsetmişler- liklerin bir ütünlük belirtisi ortaya
dir, zafer bunların görevidir. Dev­ koymadığı kesindir, beyaz insanın
letleri yargılayacak tek güç, Hegel’e usçu bakış açısına sahip olması, ka­
göre, tarihin mahkemesidir. Alman­ ra insanın daha duygusal bir ya­
y a ’da İngiliz düşünürü Stewart şam sürdürmesi, sarı derilinin da­
C ham berlain, F ransa’da A rthur ha çevik görünmesi gibi durumlar
Joseph Gobineau ırkçı görüşler ge­ bir toplumu öbürü üzerinde hak sa­
liştirdiler. Chamberlain, İngiliz kö­ hibi kılacak etkenler oluşturmazlar.
kenli olmakla birlikte Almanların üs­ Kısacası, ırkçılığın hiçbir gerçek te­
tünlüğünü savunuyor, ari ırkının meli ya da bilimsel gerekçesi yok­
üstün ırk olduğunu bildiriyordu. tur. Irkçılık bazı iktisadi koşulların
Ona göre insanlık değerlerini en belirleyiciliğinde yetkeci bir ruhsal-
yüksek düzeyde geliştirebilecek tek lığa bürünen toplum lann dünyayı
ırk ari ırkıydı. Böyle olmakla bu ırk kana bulayacak kadar tehlikeli ol­
başka ırklara ya da toplumlara ege­ makla birlikte hiçbir zaman gerçek­
men olma hakkına sahipti. Ahlak­ leşmeyecek olan bir düşüdür. Irk­
ta, estetikte, siyasette ari ırkının de­ çı ruhsallığın gelişiminde elbette Ye-
ğerlerini yaşatmak insanlığın tek il­ niçağ’ın başlarında sömürgeciliğe
kesi olmalıydı. Demokrasi düşma­ açılma dönemlerinde AvrupalIların
nı Gobineau da dünyada üstün ırk­ başka topraklarda yaşayan insan­
larla üstün olmayan ırklann yan- ların yaşamlarını görüp onları yü­
yana yaşadığını bildiriyor, ari ırkı­ zeyden tanımalarının, onlann kül­
nın üstünlüğünü savunuyordu. Nazi tür değerlerine girememelerinin bü­
partisinin önderlerinden Alfred Ro- yük payı olmuştur. Her ne olursa
senberg, Chamberlain’ın ve Gobi­ olsun ırkçılık ahlakdışı bir fikir ya
neau’nun görüşlerini geliştirmeye da eğilimdir. Bu eğilim aşırı biçim­
ve uygulamaya çalışıyordu. Biyo­ lerinde ırkıyoketme (fr. génocide)
lojik açıdan insan üstünlüğü fikri yani bir toplumu kökten ortadan
tümüyle karşılıksız bir fikirdir: ka­ kaldırma girişimlerine kadar uzan­
fatası yapısı, deri rengi, daha baş­ maktadır. (Bk IRK)
264
L Mantıkta tikel olumlu önerme­ zorunlu koşuludur ve hemen he­
lerin simgesi. Örnek: “Bazı insan­ men yüzyıllarca kullanılmış olan tek
lar ölümlüdür.” yöntemdir.” André Gide içebakışın
güçlüğünü şu sözlerle anlatır: “İçe-
İÇEBAKIŞ (fr. introspection', aim. bakışı karmaşıklaştırmayacak ve
Selbstbeobachtung', ing. introspec­ zora sokmayacak kadar basit bir
tion). Bir kişinin kendi bilinç olgu­ duygu yoktur.” Gerçekten yüzyıl­
larını gözlemlemesi. İnsanın kendi larca bu yöntem insan ruhsallığını
bilinç olgularını gözlemlemesinde tanımada başlıca yöntem olarak kul­
kendini tanıma isteği kadar insan lanılmıştır. Ancak kendini gözlem­
mhsallığının gizlerine ulaşma eğili­ lemek üzere kendine yönelen kişi­
mi de sözkonusu olabilir. Ruhbili­ nin o anda kendini elden kaçırması
min gelişme dönemlerinde bazı ruh­ olağandır. Sevinç duygusunu ince­
bilimciler içebakış yöntemini insan lemek üzere sevinçli bir anımda
nıhsallığmı tanımada önemli say­ kendime eğildiğimde sevinç duy­
dılar. Örneğin Binet şöyle diyordu: gusunu elden kaçırırım. Bireyin bi­
“Denilebilir ki içebakış ruhbilimin rinci kişi olarak kendini gözlemle­
temelidir. İçebakış ruhbilimi öyle­ mesi olanaksız denilebilecek kadar
sine aydınlık bir biçimde belirler ki, güç bir iştir, ayrıca bu gözlemle el­
içebakışla yapılan bir araştırma ruh- de edilebilecek öznel verileri bir
bilimsel diye adlandırılmaya değer başkasına ulaştırmaya çalışmak da­
bir araştırmadır ve başka bir yön­ ha da güç bir iş olacaktır. Öte yan­
temle yapılan bir araştırma başka dan kişi içebakışla ancak görünür
bir bilimle ilgili olacaktır.” Ribot da olanı inceleyebilecek, bilinçaltına el­
benzer bir görüş ileri sürer: “İçgöz- bette inemeyecektir. Ruhbilimde
lem ya da içebakış yöntemi (içten tam anlamında nesnel bir yöntem
bakma) öznel niteliğine karşın ve olan davranışçılık içebakış yönte­
bu yüzden tam anlamında bireysel minin sakıncalarım ortadan kaldır­
olmasına karşın ruhbilimin temel maktadır. Ruhbilimi tam anlamın­
yöntemidir, tüm öbür yöntemlerin da bir nesnel bilim yapmaya yöne­
İÇEDÖNÜKLÜK

len davranışçılar yalnızca gözlem­ likle özsevgisiyle belirgin bir kişi­


lenebilir dış olgularla ilgilenmekte­ liktir. İçedönükler dünya işleri kar­
dirler. Onların çabalarıyla ruhbilim şısında son derece ilgisizdirler, on­
bir deneysel bilim kimliği kazanmış­ ların çevreyle iyi bir uyum içinde
tır. Ancak bu gelişimlerin içebakış oldukları da söylenemez: dikkatle­
yöntemini tümüyle ortadan sildiği­ rini tümüyle kendilerine ya da iç ya­
ni söyleyemeyiz. Ancak tüm öbür şamlarına vermişlerdir. Böyle ol­
bilimlerde olduğu gibi ruhbilimde makla dışadönük kişilerle tam bir
de nesnellik değeri kazanmamış karşıtlık oluştururlar. Dışadönük ki­
hiçbir bilgiyi genelgeçer sayamayız. şi dış dünyanın doğal bir parçası
M. Merleau-Ponty şöyle der: “Bu­ gibidir, toplumsaldır, başkalarıyla
günün ruhbilimcileri içebakışm ger­ çok kolay ilişki kurar, dış dünya­
çekte hiçbir şey vermediği konu­ nın gereklerine büyük bir istekle
suna dikkat çekiyorlar. Arı içsel uyar. Çok zaman kendi üstüne ka­
gözlemle aşkı ya da kini inceleme­ panmayı yeğleyen içedönük ger­
ye çıkıyorsam, tanıtlanabilecek çok çekte bir içebakış tutkunu da de­
az şey bulacağım; birkaç boğuntu, ğildir, kendini belli bir kesinlikte,
birkaç yürek çarpıntısı, yani bana kendi özellikleriyle araştırıyor da
aşkın da kinin de özünü vermeyen değildir. O yalnızca kendi varolu­
bayağı karışıklıkları bulacağım. İl­ şunun tutkulu bir izleyicisidir, böyle
gi çekici belirlemelere her ulaş­ olmakla tüm insani gereksinimleri­
mamda, duygularımla çakışma be­ ni kendinden karşılama durumun­
nim için yeterli olmamıştır, duygu­ dadır. Suskunluğu hem dünyayla
larımı bir davranış olarak ele alma­ ilişkisinin bozukluğundan hem ken­
yı başarmışımdır, ilişkilerimin baş­ disiyle çok ilgili olmasından ileri ge­
kasıyla ve dünyayla değişmesi ola­ lir. Jung şöyle der: “Libido’nun öz­
rak ele almayı başarmışımdır, onu nenin iç dünyasına doğru devini­
tanığı olduğum bir başka kişinin mini içedönüklük olarak adlandırı­
davranışını düşündüğüm gibi dü­ yorum.” (Bk. DIŞADÖNÜKLÜK)
şünecek noktaya gelm işim dir.”
(Bk. DAVRANIŞÇILIK, RUHBİ­ İÇ E R İK (fr. contenu; alm. Inhalt;
LİM) ing. content). Bir içerende bulunan.
Bir biçimin iç yapısını oluşturan. Bir
İÇ E D Ö N Ü K L Ü K (fr. introver­ sanat yapıtında içerik, anlatımla il­
sion-, alm. Introversion; ing. intro­ gili olana karşıt oİarak anlamla ilgili
version). Dış dünyayla bağları ena- olandır. Anlatım ya da biçim özel
za indirerek dikkatini kendi ben’i olarak dışlaştırma yöntemleriyle il­
üzerinde toplama durumu. İçedö­ gili olurken içerik doğrudan doğ­
nüklük bir tutum olmaktan çok bir ruya fikri ya da duygu-düşünce bü­
k iş ilik ö ze lliğ id ir. J u n g ’un tününü karşılar. Bu ayrım elbette
Psychologische Typen (1924) adlı bir soyutlamadır, yoksa bir sanat
yapıtında tanımladığı bu kişilik özel­ yapıtında biçimi içerikten ve içeriği
İÇGÜDÜ

biçimden ayıran kesin sınırlar, açık sel ayrılıkları derinleştirir. Buna


belirtiler yoktur. Bir belirtilen ola­ karşılık bireyler arasında içgüdüsel
rak içerik belirtende yansırken bir davranış ayrılıkları eğitimle gideri­
anlamlar bileşimi olarak görünür. lebilir. Hayvan yetiştirenler hayvan­
Bilinç içeriği, belli bir anda bilinç­ ların içgüdüsel davranışlarında de­
le etkin ya da görünür olarak bulu­ ğişiklikler oluştururlar. Hayvanlar­
nan kavramlar ya da fikirler bütü­ da böylesi değişiklikler çevre etki­
nüdür. (Bk. BİÇİM) siyle de kendini gösterebilir. Tüm
hayvanlar dünyasında baş koşulla-
İÇ E R İL M İŞ L İK (fr. inclusion', yıcı durumunda olan içgüdü çok ke­
alm. Einschliessung; ing. inclusi­ sin bir amaca yöneliktir: yuva yap­
on). Aralarında cins ve tür ilişkisi ma, avı kovalama, kendini savun­
bulunan iki sınıfın ilişkisi. Bir şey­ ma, kaçma vb. Kendiliğinden ve bi­
de bulunma durumu. İki şeyden bi­ linçsiz oluşuyla içgüdü zekadan ay­
rinin öbüründe bulunmasıyla orta­ rıldığı gibi eğilimden de ayrılır. Eği­
ya çıkan ilişki. Bir başka şeye katı- limde en azından sezgisel ya da duy­
lanın durumu. gusal bir yöneliş sözkonusudur,
özelleştirilmiş bir amaca yönelme tu­
İÇ E R M E (fr. implication; alm. tumu belirgindir. Böylece içgüdü
Implikation; ing. implication). İki tam anlamında düşüncedışı bir güç­
şey arasında birbirinin varlığını ge­ tür, doğrudan doğruya hayvan do­
rektirme ilişkisi. Bir şeyin bir şeyi ğallığının kaynaklarından gelir: onun
kapsamında bulundurması. bireysellikle doğrudan doğruya il­
gili hiçbir yönü yoktur. Romanes,
İÇ G Ö Z L EM . Bk. İÇEBAKIŞ. doğrudan doğruya canlı varlığın do­
ğal özyapısından gelen ilksel içgü­
İÇGÜDÜ (fr. instinct; alm. Ins- dü' yle çevreye uyma çabalarının
tinkt; ing. instinct). Bir türün tüm getirdiği ikincil içgüdü'y ü birbirin­
bireylerinde aynı özellikleri gösteren den kesin olarak ayırır. Buna göre
ve bilinçsiz edimlerle belirgin olan içgüdüyü kör bir zeka olarak tanım­
davranışlar bütünü. İçgüdü ortama layabiliriz. Fabre “İçgüdü kendisi
uyarlanmanın ve varlığım sürdürme­ için çizilmiş olan yolların içinde her
nin tüm temel koşulunu belirler. İç­ şeyi bilir, bu yolların dışında hiçbir
güdü belli bir türde özgül ve birbi- şey bilmez” der. İçgüdü canlı varlı­
çimdir. Her türün kendi içgüdüleri ğı bir tür doğal zekayla donatır. Henri
vardır. Bununla birlikte bu durum Delacroix’ya göre “İçgüdü zekanın
mutlak değildir, bireysel ayrımlar her ilk biçimidir.” “İçgüdü bir eğilimler
zaman sözkonusu olacaktır. İki bi­ dengesidir, aynı zamanda canlı et­
rey hiçbir zaman özdeş değildir. An­ kinliğin anlatımıdır” der Delacroix.
cak bu olağan değişiklikler çok sı­ Ancak buradaki eğilimi daha çok
nırlıdır. Öte yandan eğitimle ilgili doğal bir yönelim olarak anlamak
özellikler bireyler arasındaki içgüdü­ gerekir. Mac Dougall “içgüdü”yle
“zeka”yı birbirine çok yaklaştırır: Stoa’cılar Tanrı’yı evrenin bütü­
“İçgüdü ve zeka evrimin iki ayrı yö­ nünde içkin saymışlardır. Spinoza
nünü oluşturmazlar. Tüm zihinsel da içkinci bir anlayış geliştirmiş ve
yaşamda onlar bizim ancak soyut- “Tanrı içkin nedendir” demiştir,
layıcı bir çabayla birbirinden ayırdı­ buna göre evrenin nedenini evren­
ğımız iki ayrı yüzü otaya koyarlar.” de varsaymıştır. Hegel felsefesi de
Ancak zekanın çok yönlü ya da çe­ Tanrı’yı gelişen insan yaşamında
şitli etkinliklerine karşın içgüdü her varsaymakla bir tür içkinlik felse­
zaman birbiçimdir, gelişmez, doğuş­ fesidir. İçkinlikle ilgili görüşler Tan-
tan gelir ve geldiği gibi kaliT, onun rı’yı tam anlamında özgür yaratıcı
özgün görünümleri bireylerle değil sayan felsefelerle, örneğin Descar­
türle ilgilidir. Ancak içgüdüler her tes felsefesiyle karşıtlaşırlar. İçkin-
zaman koşullu tepkimelerden yar­ lik ilkesi: Aziz Tommaso’nun or­
dım alırlar. İnsanda içgüdü toplum taya koyduğu metafizik ilke; buna
kurallarının denetimi altına girmiştir göre hiçbir varlık belli bir eğilim ol­
ve zekanın buluşlarıyla örtülmüştür. madan belli bir sona yönlendirile-
Bir başka deyişle insanda içgüdü “it­ mez./Maurice Blondel: “Her insani
ki” kılığına bürünmüştür. Bossuet d u y arlılık ta u sun bir içk in liğ i
şöyle der: “İçgüdü sözcüğü genel­ sözkonusudur.” (Bk. AŞKINLIK,
likle itkiyi karşılar ve seçimle kar­ HEPTANRICILIK)
şıtlaşır. Hayvanlar seçimden çok it­
kilerle eylemde bulunurlar demek İÇ L E M (lat. com prehensio; fr.
yanlış olmaz.” Jung da şu görüşü compréhension-, alm. Komprehen-
ortaya koyar: “İçgüdü terimi bence sion, Inhalt; ing. compréhension).
etkini iği bilinçle belirgin olmayan her Bir kavramı oluşturan niteliklerin
türlü ruhsal sürece uygun düşer.” tümü. Bir kavramda ayrıştırma yo­
(Bk. İÇTEPİ, İTKİ, TEPKİME) luyla ortaya konulan niteliklerin tü­
mü. Bir şeyin ne olduğu sorusuna
İÇ K İN (lat. immarıens; fr. imma- verilecek yanıtların tüm ü içlemi
nent; alm. immanent; ing. imma- oluşturur. (Bk. KAPSAM)
nent). Aşkına karşıt olarak varlığın
içinde bulunan. Bir varlıkça içerilmiş İÇ R E K (fr. ésotérique; alm. eso-
b u lu n a n , b ir dış ilkeye bağlı terisch\ ing. esoteric). Dışa açık ol­
bulunmayan. (Bk. AŞKIN) mayan. Özellikle eski Yunanis­
tan’daki felsefe okulları için kulla­
İÇ K İN L İK (fr. immanence\ alm. nılan “içrek” terimi yalnızca bir oku­
Immanenz', ing. ımmanence). İçkin lun üyelerine ya da çömezlerine açık
olma durumu. Öznenin öznede bu­ olan bilgileri belirler. (Bk. DIŞRAK)
lunması. İçkinlik yaratıcı etkenin
yaratıda bulunmasıyla belirgindir. İÇ SE L (lat. implicitus; fr. impli-
Aşkınlıkta yaratıcı etken yaratının cide; alm. implicit; ing. implicit).
dışında ya da uzağında bulunur. Bir önermede gücül olarak içeril­
miş bulunan. Bir önermede kapalı İÇ T E P İ (fr. pulsion; alm. Trieb;
bir biçimde bulunan, açık açık gös­ ing. drive, urge). Bireyi bazı nes­
terilmemiş olan. Bir şeyin kapsa­ neler aracılığıyla bazı amaçlara yö­
mında bulunmakla birlikte kendini nelmeye iten bedensel oluşum. Sü­
açıkça ortaya koymayan. Bir öner­ rekli etkide bulunarak bireyi belli
mede ya da bir nesnede içerilmiş bir davranışa iten bilinçsiz biyolo­
olmakla birlikte kendini doğrudan jik güç. Bilinçdışı ruhsal etkinliğin
doğruya göstermeyen, varlığı an­ kaynağı sayılabilecek olan parçalı
cak kapalı bir biçimde duyulan her içgüdüsel yönelim. Henri Pieron’a
şeyi içsel diye nitelendirebiliriz. g öre içtep i o rg a n iz m a y ı bazı
(Bk. DIŞSAL) nesneler aracılığıyla bazı amaçlara
y ö n elm ey e iten b e d e n se l
İÇ SELB A K IŞ (lat. contemplatio; oluşumdur. İçtepi biyolojiktir, iç
fr. contemplation; alm. Kontemp- güçlerle ilgilidir ya da onun kayna­
lation; ing. contemplation). Kendi ğı bedenseldir. İçtepi bir uyarılma
b en’ine yönelip tüm dış dünyayı durumudur (açlık, susuzluk, cin­
unutan kişin in ruhsal durum u. sel istek). Organizmayı belli bir nes­
Zihnin kendindeki bazı düşünce neye doğru iter. Bu nesne gerilimi
öğeleri üzerinde yoğunlaşması. İç- azaltacaktır. Freud içtepileri geniş
selbakış bir bakıma dünyadan tü­ olarak inceledi, ayrıca onların ah­
müyle uzaklaşmayı, tam bir sevinç­ laki etkenler karşısında uğradığı
le ve tam b ir dinginlikle kendi bastırmaları da inceledi. Buna göre
ben’ini gözlemlemeye yönelmeyi F reud’cu anlam da içtepiyi bazı
anlatır. Bu gizemci davranış gene edimleri gerçekleştirmeye bazıları­
de çilecilik düşüncesinden iyiden nı da yadsımaya dayanan içgüdü­
iyiye uzak değildir. Gizem ciler sel eğilim olarak anlamak doğru
içselbakışı gidimli düşüncenin üs­ olur. İçtepi içgüdüyle eşanlamlı gi­
tüne koyarlar. Onlara göre bizde bidir. B azı ru h a y rıştırm a cıla rı
bulunan bilgileri tam ve doğru ola­ içtepiyi som ut b ir olgu olarak
rak kavramanın tek yolu içselba- değerlendirirken içgüdüyü kuram­
kıştır. Gidimli düşünceyle ya da sal sayarlar. (Bk. İÇGÜDÜ, İTKİ)
usavurmalarla ancak parçalı bilgi­
ler elde edebiliriz. İçselbakış ülkü­ “ İDEA” (yun. söz.) Platon felse­
cülüğün ya da gizemciliğin başlıca fesinde şeylerin ölümsüz özleri ya
yöntemidir ve sezgisel düşünceye da gerçek gerçeklikler. Bu şeylere
y a k ın d ır y a d a o n u n ö zel b ir biz içselbakışla, aşkla, belli bir çile-
biçimidir. İçselbakış bizi dünyanın ci tutum la yöneliriz. Herbiri de­
gereksiz görünüşlerinden kurtarır­ ğişmez bir gerçekliği karşılayan ve
ken bizi acılardan, hatta bedensel duyulur dünyadaki gerçekliklerin
acılardan da uzaklaştıracaktır. (Bk. özünü oluşturan bu yetkin gerçek­
Ç İL E C İL İK , G İZ E M C İL İK , likler, tözsel, bireysel ve ruhsal şey­
SEZGİ) lerdir, herbiri bir sıradüzeni içinde,
İDEOLOJİ

en yukarıda İyi, onun altında Doğ­ şılır bir bütünlük ortaya koyar. İde­
ru ve Güzel ideaları olmak üzere olojiler her zaman uygulamaya yö­
birbirleri karşısında yer alırlar. De­ neliktirler, bununla birlikte onların
ğişimin dışında kalan bu ölümsüz uygulanabilirlik şansları her zaman
ya da öncesiz-sonrasız şeyler arı enine boyuna tartışılmış değildir.
varlıklardır, bunlara herhangi bir şey “İdeoloji” terimini XVIII. sonların­
eklenemez ve bunlardan herhangi da Destutt de Tracy ortaya attı. Fi­
bir şey çıkarılamaz. Biri öbüründen lozof bu ad altında fikirler araştır­
kesin bir biçimde ayrı olan İdea’lar masını ve fikirlerin kökenleriyle il­
ancak birbirlerine katılabilirler. Ör­ gili araştırmayı belirliyor, bir tür bil­
n eğ in “ B e y a z ” İd e a ’sı “ K a r” gi ruhbilimi çalışması öngörüyor­
İd ea’sm a katılır, ama “K öm ür” du. Sonradan bu düşünce Cabanis,
İd e a ’sına katılm az. A ristoteles Volney, Daunou gibi düşünürerce
M etaphysika’sında İdea öğretisini benimsendi. “İdeoloji” giderek fi­
uzun uzun eleştirir. Her şeyin bir kirlerin özelliklerini, yasalarını,
İdea’sı varsa, yalnızca tözlerin de­ k ö k en lerin i araştırm a anlayışı
ğil töz olmayanların da İdea’lan ol­ olmaktan çıkarak temel siyasal gö­
malıdır. Oysa İdea’lar, kendilerin­ rüş anlamına alınmaya başladı. Bir
den pay alman şey olduklarına gö­ toplumda ya da bir toplum sınıfın­
re, yalnızca töz olmalıdırlar. “İdea- da ortaya çıkan ve özellikle toplum­
ların örnekler olduğunu, öbür şey­ sal yaşam koşullarının düzenlenme­
lerin onlardan pay aldığını söyle­ sini ya da dönüştürülmesini öngö­
mek boş sözler etmektir, şiirsel ren bir belirleyici kurallar ve ilkeler
benzetmeler yapmaktır” der Aris­ toplamı olarak ideoloji her şeyden
toteles. (Bk. ÜLKÜCÜLÜK) önce belli bir felsefe anlayışına ya
da hiç değilse bir dünya görüşüne
İD E O L O Jİ (fr. idéologie; alm. bağlı olarak geliştirilmiş bir siyaset
Ideologie; ing. ideology). Bir top­ ö ğretisini g erektirir, bu öğreti
lum sınıfının, bir topluluğun ya da genellikle toplumsal bir örgütlen
bir siyasal grubun ortaya attığı özel­ meyi yaşam için zorunlu gören bir
likle siyasal eğilimli düşünce diz­ öğretidir. Engels şöyle der: “İdeoloji
gesi. Bir döneme, bir topluma, bir sözde düşünürün bilinçle ama baş­
toplumun bir kesimine ya da bir ka bir bilinçle gerçekleştirdiği bir
toplumda herhangi bir kişiye özgü süreçtir.” Genç M arx’a göre mut­
siyasal bakış açısı. Fikirleri metafi­ suz bilinç şim di’de, imgelemselin
zik anlamlarının dışında kendileri alanında, büyülü bir biçimde çelişki­
olarak ele alan düşünce dizgesi. Bir lerini ortadan kaldırır, ideoloji de
siyasal partinin ya da topluluğun bundan doğar. M arx’çı düşünce en
ortaya attığı bir fikirler dizgesi ola­ genel çerçevede ideolojiyi ahlaki,
rak ideoloji görüşlerden ve doğru­ felsefi ve dini düşüncelerin bütünü
lardan oluşmuş azçok açık ve anla­ olarak anlar.
270
İKTİSATÇILIK

İK İC İL İK (lat. dualis; fr. dua- yiciliğinde gerçekleşir. Bir şeyin tes­


lisme; alm. Dualismus; ing. dua- ti değil de saksı olması (raslantısal
lismi). Birbiri karşısında birbirinden biçim) ya da çam değil kayın ol­
bağımsız olarak konulan iki ayrı te­ ması (tözsel biçim) bu belirleyici­
rimin ilişkisi. Birbirine indirgenemez likle gerçekleşir. (Bk. BİÇİM ,
iki ayn ilkenin (beden ve ruh, us MADDE)
ve istem gibi) varlığını benimseyen
dinsel ya da felsefi öğreti. Birbirin­ İK İL E M (lat. dilemma', fr. dilem­
den bağımsız iki ayrı gerçekliğin me', alm. Dilemma-, ing. dilemma).
varlığını benimseyen öğreti. Ruh ve Çelişkili iki öncülden oluşarak iki
madde ya da ruh ve beden karşıt­ seçenek ortaya koyan ve her iki se­
lığı düşüncede oldukça eski bir iki­ çenekte de aynı sonuca vardıran
cilik örneğidir, bu ikicilik özellikle usavurma. İkilem denilen usavur-
Descartes felsefesinde önemli bir ma biçiminde bir öncül iki terimli
yer tutar. Belirlenimcilik ve özgür­ bir seçenek içerir, öbür öncüller se­
lükçülük fikri de tam anlamında bir çeneğin bu iki durumunun da aynı
ikicilik örneğidir. İkicilikte ruh ve sonucu ortaya koyduğunu göste­
madde, istem ve anlık, düşünce ve rir. Buna göre ya A ya B doğrudur.
eylem, us ve deney, iyilik ve kötü­ A doğruysa C de doğrudur ve B
lük, insan ve dünya karşı karşıya doğruysa C de doğrudur. Öyleyse
konulur. İkicilik Avesta’da anlatı­ C doğrudur. İkinci bir ikilem biçi­
mını bulan zerdüşt dininin özünü minde birinci öncül ve sonuç var­
oluşturur; bu dinde iyiliğin simgesi sayımsaldır. Buna göre A doğruy­
Ahuramazda’nın karşısına kötülü­ sa B ya da C doğrudur. B doğruy­
ğü simgeleyen Ahriman (Angra- sa D de doğrudur. C doğruysa D
manyu) konulmuştur. (Bk. TEK­ de doğrudur. Öyleyse A da doğru­
ÇİLİK) dur, D de doğrudur.

İK İİL K E C İL İK (fr. hylemorp- İK İLEŞTİR M E KANITI. Yunan


hisme; alm. Hylmorphismus; ing. filozofu Elea’lı Zenon’un varlığın
hylmorphism). Aristoteles’çi anla­ birliğini, devinimin olanaksızlığını
yış içinde varlıkları madde ve bi­ göstermek için ileri sürdüğü kanıt­
çim ilişkisinin sonucu sayan öğre­ lardan biri. Buna göre bir devingen
ti. Skolastiklerin de benimsediği bu varacağı yere varmak için ilkin yo­
öğretiye göre niteliksel özelliklerin lun yarısını geçmek zorundadır.
kaynağı olan maddeyle niceliksel Öyleyse varacağı yere varamaya­
özelliklerin kaynağı olan biçim bir­ caktır.
likte şeyleri oluştururlar. Madde
(yun. hyle) şeylerin belirsiz ilkesi, İK T İSA T Ç IL IK (fr. économis­
biçim (yun. morphe) şeylerin be­ me; alm. Ökonomismus; ing. eco-
lirleyici ilkesidir. Bir şeyin şöyle de­ nom ism ). Rus sosyal dem okrat
ğil de böyle olması biçimin belirle­ partisinde işçi sınıfının devrimci sa­ 27
İLERİSÜRME

vaşımına karşı çıkan akım. Proko- leme iyiye doğru olduğu gibi kö­
viç ve Kuskova gibi iktisatçılık yan­ tüye doğru da olur. Ancak uygar­
daşları işçi sınıfının yararına siya­ lıkların gelişimi anlamında ilerleme
sal tutum almayı yadsımıyorlar, ne her zaman iyiye doğru yürüyüşü
var ki sosyal demokrasi kavrayı­ düşündürecektir. Bilincin sürekli
şından uzaklaşarak sendikacı kav­ gelişimi, buna göre insan yaşamı­
rayışa yaklaşıyorlardı. Lenin’e gö­ nın daha ussal bir biçimde yeniden
re sosyal demokrasiyle iktisatçılığı düzenlenmesi, yeni yaşam biçim­
kesinlikle birbirinden ayırmak ge­ lerinin bilince yeni katkılar, yeni bil­
rekiyordu. Ona göre rus işçi sınıfı­ giler sağlaması ilerlemenin en ge­
nın kavgasıyla batı ülkelerinde iş­ nel koşullarını belirler. İlerleme ya
çilerin fabrika yaşamının koşul­ da gelişim düşünesi Yeniçağ’m bir
larına karşı tepkici bir tutum alışı ürünüdür, bu düşünce daha sonra
aynı zamanlarda ortaya çıkmış da evrim fikrini doğurmuştur. İlerle­
olsa aynı şey değildir. Gerçek sa­ meci anlayışın başlıca savunucu­
vaşımla hoşnutsuzluklar ortaya ko- ları XVIII. yüzyılın fransız aydm-
yuş arasında özdeşlik aramak bo­ lanmacılarıdır. Ancak bu düşünce­
şunadır. Elbet hoşnutsuzluğu orta­ nin temellerini daha eskilerde ara­
ya koyuşta da birçok yarar vardır. mak da pek yanlış olmayacaktır.
Ancak sosyal demokratların başlı­ Çok belirgin olmamakla birlikte F.
ca amacı “işçi sınıfının siyasal eği­ Bacon ilerleme fikrini getirir, en
timini etkin olarak sağlamak ve si­ azından doğanın bilgisinde adım
yasal bilincini geliştirmektir”. adım ilerleyişi düşündürür ve az-
çok bulanık bir çerçevede de olsa
İL E R İS Ü R M E (lat. assertio; fr. tarih fikrini geliştirir. Aydınlanma-
assertion; alm. Behauptung; ing. cılar ilerlemeyi özellikle siyasal an­
assertion). Olumlu ya da olumsuz lamda alırlar, olumcular için ilerle­
bir önermenin doğruluğunu bildir­ me daha çok bilimseldir. Auguste
me. Com te’a göre ilerleme, düşünce­
nin gelişimi ve toplumsallığın geli­
İL E R L E M E (lat. progressus; fr. şimi gibi iki temel üzerinde gerçek­
progrès; alm. F ortschritt; ing. leşecektir. İlerlemenin kurucusu ya
progress). Belli bir yönde ileriye da ilk belirleyicisi Leibniz’dir. Bu
doğru gidiş. Bir durumdan bir üst konuda Leibniz şöyle diyordu: “Bü­
duruma geçiş. Daha azdan daha ço­ tün evrende sürekli ve çok özgür
ğa doğru gelişen her oluşum. Au­ bir ilerleme belirlemek gerekir, bu
guste Comte olumculuğun formü­ ilerleme güzelliğin ve yetkinliğin en
lünü şöyle belirlemişti: “İlke olarak üst noktasına kadar giden bir iler­
aşk, temel olarak düzen, amaç ola­ lemedir, öyle ki o durmadan üst bir
rak ilerleme.” Olumcu anlamda iler­ kültür durumuna doğru ilerlemek­
leme her zaman iyiye doğru ola­ tedir. Şeylerin uçurumunda her za­
caktır. Ancak mantıksal açıdan iler­ man uyandın İması gereken uyu­
İLETİŞİM

muş parçalar vardır, bunlar hiçbir rur. Başkası ve ben ilişkisinde ileti­
zaman ilerlemenin sonuna ulaşa­ şimin en belirleyici biçimi kurul­
mayacak biçimde daha iyiye, en maktadır. Maurice Merleau-Ponty
iyiye yükseltilebilirler, yani en yük­ şöyle der: “Başkasının algısında
sek kültüre yükseltilebilirler.” (Bk. önemli bir rol oynayan bir kültür
DEĞİŞİM , DÖNÜŞÜM , GELİ­ nesnesi vardır, o da dildir. Karşı­
ŞİM, EVRİM) lıklı konuşma deneyinde başkasıy­
la benim aramda bir ortak alan olu­
İL E T İŞİM (lat. communicatio; fr. şur, benim düşüncem ve onun dü­
comm unication; alm. Kommunika- şüncesi tek bir doku oluşturur, be­
tion; ing. communication). Kişiler nim görüşlerim ve karşımdakinin
arasındaki ilişki. Bir bireyin ya da görüşleri tartışma durumuyla or­
bir topluluğun bilgi alışverişinde bu­ taya konulmuştur, onlar ikimizin de
lunması. Bir yerden bir yere git­ yaratıcısı olmadığımız ortak bir iş­
mek, bir yerden bir yere bilgi ulaş­ lemde birbirlerine geçerler. Burada
tırmak iletişimin en basit biçimidir. ikili bir varlık vardır ve başkası bu­
Çağdaş dünya tüm hızlı ulaşım ve rada benim için benim aşkın ala­
haberleşme araçlarıyla yetkin bir nımda basit bir davranış değildir,
iletişim ortamıdır. İletişimin en es­ ben de onunkinde öyle değilimdir.
ki ve en basit araçları oradan oraya Biz eksiksiz bir karşılıklı ilişkide bir­
gönderilen işaretlerdi, daha sonra birimiz için ortak durumundayız-
yazı bir iletişim aracı oldu. Buna dır, görüş açılarımız birbirine karı­
göre iletişim insan türünün bilinçli şır, onunla aynı dünyada birlikte va­
bir edimidir ve toplumsal yaşamın rolabiliriz. “ Dil ve davranışla orta­
temel belirleyenidir. Bununla birlikte ya çıkan özellikler kültürlere göre
hayvanlar arasında da sınırlı bir ile­ değişiklikler gösterecektir, hem
tişim etkinliğinin varolduğu kesin­ toplumlar için hem bireyler için ge­
dir. Üretimde, yavru büyütmede, çerli kültür özellikleri vardır. Bu
yaşam alanının denetiminde, tüm kültür özellikleri, bireysel çerçeve­
benzer etkinliklerde hayvanların de ve toplumsal çerçevede insan
birbirlerine işaretler sundukları gö­ yaşamının değerler düzenini orta­
rül Ur. İnsan dünyasında iletişimin ya koyacaktır ve ortak değerleri­
karmaşıklığı işaretlerin çokluğunu miz de kişisel değerlerimiz de an­
ya da çeşitliliğini getirmiştir. Beden cak iletilebildikleri ölçüde değer ola­
insanda bir işaretler ya da simgeler caklardır. Kısacası iletişim dışında
ortaya koyma aracı olarak görü­ toplum yaşamı olası değildir. Baş­
nür. Bu işaretler ve simgeler bilinç kasıyla iletişim kurma yeteneğini el­
koşullarına koşut olarak oldukça den kaçırmış olan şizofrenin dün­
karmaşık belirtenlerdir. Ayrıca in­ yaya yabancılaşması ve kendi da­
sanda en yetkin iletişim aracı dil­ racık dünyasına kapanması bun­
dir. Dil ve davranış insanlar ara­ dandır: o artık sağlıklı bir biçimde
sında yoğun bir iletişim ağı oluştu­ işaret alamamakta ve işaret vere­
İLG İA LAN I

memektedir. İletişim böylece top­ korkmak, arzulamak gibi duygusal


lumsal etkileşim düzeninin başlıca oluşumların uzağındadır.
aracı olur. Ortaya koyduğumuz her
işaret başkası ya da başkaları için İL İŞK İ (fr. rapport, alm. Verhält­
bir insani etki gücü taşımaktadır. nis-, ing. relation). Bir düşünce edi­
Buna göre her insan bireyi bir bilgi minde yer alan ayrı ayrı nedenlerin
yayıcısı ve bir bilgi alıcısıdır. Bu kar­ birbirleriyle bağlantısı. Her ilişki bir
maşık iletişim ortamında bütün işa­ yan yana geliş ya da birliktelik du­
retlerin açık ve belirgin olması ola­ rumudur. İlişki içindeki öğeler öz-
sı değildir. Dilin ortaya koyduğu an­ yapılarını yitirmeksizin bir bütün
lam da çok zaman bizim için sorun oluştururlar. O durumda iki ya da
yaratacaktır. Bilinçlerin alışverişi ol­ daha çok terim bir birlik oluştura­
dukça kaygan bir alışveriştir, hatta cak biçimde bağlanmışlardır. Bir
Freud bilinçdışından bilinçdışma bir düşünce bütününde o bütünün do­
alışverişten de sözetmiştir. Demek ğal düzeni gereği mantıksal bir bir­
ki bireylerin ortaya koyduğu ya da lik oluşturan her şey birbiriyle iliş­
aldığı işaretler her zaman bilinçli de- kilidir.
ğillerdir. O yüzden dili de bedenin
dilini de her zaman iyi bir iletici say­ İL K B İL G İ (fr. prenotion\ alm.
mak doğru olmaz. Dil iyi bir iletici Vorgreifen, Vorbegriff-, ing. preno-
olmasa da ileticilerin belki de en tion). Düşünce edimini önceleyen
nesneli ve en olanaklısıdır. (Bk. DİL, kendiliğinden bilgi. Deneyin düşün­
DİLBİLİM) cede belirlenmemiş kendiliğinden
bilgisi. Durkheim’da eylem sırasın­
İL G İA LA N I (lat. dominium\ fr. da kendiliğinden oluşan ve bilimsel
dom aine; alm. Bereich, Gebiet; incelemeyi önceleyen bilgi.Emile
ing. domain). Bir fikrin ya da bir Durkheim Toplum sal yöntem in
konunun uzanımı. Düşünmede ya kuralları adlı kitabında şöyle der:
da tartışmada bilincin kendini sı­ “Yeni bir olgular düzeni bilimin
nırladığı ortam. Dikkatin yöneldiği n esn esi o ld u ğ u n d a bu o lg u lar
konular bütünü. zihinde yalnızca duyulur imgelerle
değil geniş çerçevede oluşturulmuş
İL G İS İZ L İK (lat. ındifferentia\ kavram çeşitleriyle de sunulmuş
fr. indifférence; alm. Gleichgültig- bulunurlar. Fiziğin ve kimyanın ilk
keit; ing. indifférence). Bir nesne bilgilerinden önce insanlar fiziksel-
karşısında bilincin tepkisiz kalma­ kimyasal olgular üzerine arı algıyı
sı. Bir nesne ya da bir durum kar­ aşan kav ram lara ulaşm ışlardı.
şısında zihnin olumlu ya da olum­ (..)İnsanoğlu davranışını düzenle­
suz bir tutum almaması. İlgisizlik mek açısından dayanak olarak aldığı
her şeyden önce duygusal düzey­ eşyayla ilgili fikirlere ulaşmadan
de etkinliğin sözkonusu olmayışıyla eşyanın ortasında yaşayamaz. (..)
274 belirgindir. İlgisiz kişi acı çekmek, Şeyleri gözlem leyecek, tanıtla-
İLKE

ja c a k , k a rş ıla ş tıra c a k y erd e ri” yerine “ahlakın kuralları” demek


fikirlerimizin bilincine ulaşmakla, daha doğru olacaktır, çünkü ahlakta
onları ayrıştırm akla, ve düzen­ bir çıkış noktası ya da amaç olarak
lemekle yetiniriz. Bir gerçeklikler ilkeden çok bir gidiş yolu olarak ku­
bilimine ulaşacak yerde fiziksel bir ral geçerlidir. Buna göre kural özel­
ayrıştırma yapmakla sınırlanırız. Bu likle uygulama alanını ilgilendirir.
ayrıştırm a elbette tüm gözlemu Bir de felsefenin ilkeleri'nden ya
zorunlu olarak dışlayacak değildir. da metafiziğin ilkeleri'nden söze-
Bu k av ram ları y a da bu debiliriz. Bunlar da fılozoflann fel­
kavramlardan çıkarılan sonuçlan sefelerini dayandırdıkları tem el
doğrulam ak için o lg ulara b aş­ noktalardır, çıkış noktalarıdır.
vurulabilir. Ancak olgular bu işe Örneğin Demokritos için atomlar
ikincil olarak, örnek kimliğiyle ya ilke değeri taşır. Pythagoras için il­
da doğrulayıcı kimliğiyle katılırlar. ke sayılardır. Platon’un İdea’ları il­
Onlar bilimin nesneleri değillerdir, kedir. Felsefede son amaçların be­
bilim fikirlerden şeylere doğru lirlenmesi de ilkeci bir tutumu ge­
ilerler, şeylerden fikirlere doğru rektirir. İlke buna göre bir felsefe
değil.” anlayışını kapalı dizge durumuna
getiren şeydir, buna göre gelecek­
İL K E (lat. principium\ fr. prin- le ilgili kesin durumlar saptanabilir.
cipe\ alm. Grund, Prinzip; ing. Marx şöyle der: “Yeni bir ilke ge­
principle). Çıkış noktası. Başlıca tirmek üzere öğretici bir biçimde
amaç. Daha sonrakilerin kendisine yönelmiyoruz dünyaya. Ona ‘İşte
bağlandığı dayanak. Düşüncenin ilk doğru, eğilin karşısında’ demiyo»
terim olarak belirlediği öge. Bir ruz. Dünya için, dünyanın öz ilke­
şeyin kurucu öğesi. İlkeler çok çe­ lerinden giderek yeni ilkeler geliş­
şitlidir. Mantığın ilkeleri düşünce tiriy o ru z.” Ç ıkış n oktasıyla ve
düzenimizin yasalarını ya da kural- amaçla ilgili olarak ilkeler elbette
lannı ortaya koyarlar. Özdeşlik il­ uyulması gereken kesin formüller­
kesi'. “Bir şey kendinden başka bir dir. Ancak uygulamalı yaşamın ger­
şey değildir.” / Çelişki ilkesi ya da çekleri insandan katı bir ilkecilik-
çelişmezlik ilkesi'. “Doğrunun kar­ ten çok ilkelerini her durumda göz­
şıtı yanlıştır.” Üçüncü olasılığın den geçirebilen ve onları gerekti­
yokluğu ilkesi: “İki çelişkili öner­ ğinde yeni koşullara uydurabilen bir
meden biri doğruysa öbürü yanlış­ yatkınlık bekler. Bu anlamda katı
tır.” Tasım ilkesi: “A, B ’yi içeri­ ilkecilik ilkesizlik kadar tehlikeli ya
yorsa; B, C ’yi içeriyorsa; A, C ’yi da anlamsız olacaktır. R. Kipling’in
içermektedir.” Ahlakın ilkeleri bi­ düşündüğü gibi “Yolları kan gö­
reylerin uyması gereken davranış türse de ilkeler ilkelerdir” demek
kurallarıdır, bu kurallar göreneklerle pek de uygun değildir. İlkeler biraz
ya da toplumsal değerlerle belirlen­ da uyulmamak için vardır, ilkelerin
mişlerdir. Gerçekte “ahlakın ilkele­ üstünde her zaman insan usunun 275
İLKEL

sağduyulu araştırması bulunmak oldukları gibi kalırlar.” (Bk. AH­


gerekir. Haz ilkesi ve gerçeklik il­ LAK, FELSEFE, KURAL)
kesi'. Freud’a göre çocuğun tüm et­
kinlikleri acıdan kaçmaya ve hazza İL K E L (lat. primitivus; fr. primi­
yönelmeye göre düzenlenmiştir. tif,; alm. primitiv; ing. primitive).
Eğitim ve görgü çocuğa büyük bir En eski olan. Kendisinden önce hiç­
acıdan kaçmak için küçük acılara bir şey bulunmayan. Basit olan. İl­
katlanmayı ve küçük hazlan önem- kel olan ya zamansal açıdan ya da
semeyi öğretecektir. Bu da onun ço­ dizgesel açıdan en önce olandır, en
cukluğunu aşması olacaktır. / La başta bulunandır. Tarihsel açıdan en
Bruyère: “Kadınların çoğu ilkesiz­ eski insan toplulukları ya da uygar­
dir, onlar kendilerini gönülle yöne­ lıkta geri kalmış insan toplulukları
tirler ve davranışlarını sevdikleri­ için ilkeller (fr. primitifs', alm. Ur-
nin ilkelerine d ayandırırlar.” / menschen, Natıırvölker, Primiti-
Chamfort: “İlkesiz insan genelde ven; ing. prim itivem en) terimini
kişiliksiz insandır. Çünkü insan bir kullanmak daha doğru olur. İlkel
kişilikle doğmuşsa kendinde ilke­ toplumların insanlarında genel fi­
ler oluşturma gereksinimi duyacak­ kirler ya da soyut fikirler yoktur,
tır.” / Rousseau: “Ruhlarımızın de­ b ir b aşk a d e y işle k av ram sal
rininde doğuştan gelme bir adalet düşünce varolmakla birlikte onlar­
ve erdem ilkesi vardır, kendi ku­ da en genel kavramlarla düşünme
rallarımıza karşın eylemlerimizi ve yetkinliği ve yatkınlığı yoktur. Ko­
başkalarının eylemlerini bu ilkeye nuşmak ve yaşamı düzenlemek an­
göre yargılarız, işte buna vicdan cak gelişmiş bir zihnin temel taşla­
adını veriyorum .” / M ontaigne: rı olan genel kavramlarla olasıdır.
“Tanrısallık vermiş olmasaydı in­ İlkeller genel kavramlarla düşün­
sanda ilkeler bulunacak mıydı?” / mezler, örneğin sivriliği belirtmek
R Nicole: “İnsanlarda yanılmaların için bir sivri nesneden sözederler.
çoğu onların boş ilkelerle düşün­ Örneğin onlarda genel olarak kö­
mesinden geliyor, ilkelerini iyice iz­ pek kavramı yoktur, bu yüzden kö­
lemiyor olmalarından gelmiyor.” / pek cinslerini ayrı ayrı adlandırır­
Camille Demoulins: “İyi yurttaş ki­ lar. Onlarda et yemek, meyva ye­
şileri tanımaz, ilkeleri tanır.” / A. mek, ekmek yemek fiilleri vardır
de Vigny: “Size öğütleyecek tek şe­ ama yemek fiili yoktur. Çocukla­
yim var: bir insana değil bir ilkeye rın kavrayışı da ilkellerinkine çok
adanmanız.” / H. de Balzac: “Her benzer. Beniçinci dünyası içinde
aşırı ilke kendinde bir olumsuzla- çocuk kendine kapalıdır. Jean Pia-
marun ve ölüm belirtilerinin izini ta­ get’nin gözlemlediği gibi, çocuk
şır, yaşam iki gücün çatışması de­ soyutlamayı beceremez: on yaşın­
ğil midir?” / Cl. Bernard: “Bilimin dan küçük dört çocuktan biri ken­
ilkeleri ve yöntemi kuramı aşarlar, di bakış açısının dışına çıkmadığın­
onlar değişmezdirler ve her zaman dan erkek ve kız kardeşlerinin ayrı
İLKÖRNEK

ayn sayısını yani kaç erkek kaç kız sefesinde İdea’lar yetkin ve değiş­
kardeşi olduğunu söyleyememiştir. mez yapılarıyla duyulur şeylerin ül­
Beş yaşından küçük çocuklar sağ küsel tipleridir ya da ilkömekleri-
ellerini ve sol ellerini göstereme­ dir. M alebranche’da Tanrı’nın fi­
mektedirler. Çocuk yargıları yan kirleri ilkömekler diye adlandırılır:
yana getirebilmekte, ancak onları “Tanrı’nın tözü yaratıkların ilkör-
mantıksal bir usavurmada birbiri­ neğini ya da ölümsüz örneğini içe­
ne bağlayam am aktadır. Ç ünkü rir.” Locke’da ve Condillac’da il­
usavurma genelleme yapabilmeyi kömekler öbür fikirlere ömek olan
gerektirir, ancak çocuk bunu be­ fikirlerdir. Berkeley’de ilkörnekler
ceremez. / Leibniz: “Her doğru ya “yaratmadan önce tanrısal düşün­
ilkedir ya da türemiştir; ilkel doğ­ cede bulunduğu biçimiyle şeylerin
rular doğrulanamaz doğrulardır, öz­ fıkirleri”dir. Maine de Brian düş
deş doğrular ve doğrudan doğru­ ürünü olan tüm doğaüstü nesnele­
ya doğrular böyledir.” / Renouvi- re ilkömekler der. Jung’a göre il­
er: “Kaygan ama kullanılması he­ köm ekler ortak bilinçdışı’nı oluş­
men hemen kaçınılmaz olan bu te­ turan atadan kalma simgeler’dir, bu
rimden basit bir biçimde tanıdığı­ simgeler mitolojinin konuşudurlar.
mız en basit toplum lann üyelerini Jung şöyle der: “Eskinin özellikle­
anlıyoruz.” / Mircea Eliade: “Doğa, rini taşıyan ve bilinen mitoloji mo­
doğaüstü bir Varlık’ın yapıtıdır, tan­ tifleriyle görünür bir uyum ortaya
rısal yapıttır, dolayısıyla kendi ya­ koyan her türlü imgeyi ilksel diye
pısı içinde kutsaldır. İnsan doğa­ adlandınyorum. (...) Kişisel bir im­
üstü kökenli bir evrende yaşar, bu genin ne eskilik özelliği vardır ne
evren ‘biçim’inde de kutsaldır, hat­ de ortak bir anlamı vardır. O, bi-
ta tözünde de. Dünyanın bir ‘ta­ linçdışı kişisel içerikler ortaya ko­
rih’i vardır: dünyanın doğaüstü var- yar. Aynı zamanda ‘ilkömek’ diye
lıklarca yaratılışı, karşılaşmış oldu­ adlandırdığım ilksel imge tersine her
ğu tüm durumlar yani uygarlaştm- zaman toplumsaldır yani en azından
cı kahramanın ya da efsanevi atanın bir toplum ölçüsünde ve bir dönem
gelişi, onların kültür etkinlikleri, ölçüsünde ortaktır.” Böylece Jung
şeytani serüvenleri ve sonunda insanlığın en eski imgelerini (Te­
ç e k ip g itm e le ri.” (B k. B E N İ­ pegöz, Yitik Cennet, Yedi Cüceler)
ÇİNCİLİK, ÇOCUK) açıklamamızı sağlayacak bir zemin
hazırlamış olur. Bu imgeler evren­
İL K Ö R N E K (fr. archétype; alm. sel imgelerdir, her yerde ve bütün
Archetyp, Urbild; ing. archetyp). zamanlarda kişiler onlan kişisel anı-
Bir yapıtın ya da bir düşüncenin da­ lanyla birlikte taşırlar. Masallarla ve
yandığı örnek. Duyulur nesneler efsanelerle yaşayan ve oradan ora­
dünyasının asıl kaynağı olan fikir. ya iletilen ilkömekler düşlerde, çıl­
Model olarak alman özgün örnek. gınlıklarda ve sanatta değişik bi­
Yetkin tip ya da örnek. Platon fel­ çimlerde ortaya çıkarlar. Bunlar hep
İLKSEL

birlikte Jung’un “toplumsal bilinç- Bild, Vorstellung\ ing. image). Bir


d ış ı” d ed iğ i şeyi oluştururlar. duyumdan kalan iz. Bir duyumun
Jung’un düşündüğünden daha ge­ sağladığı ve o duyum ortadan kalk­
niş bir çerçevede düşünürsek zih­ tığında da varlığını sürdüren biçem-
nimizin tüm önbilinç ya da ilkbilinç sel öge. Bir duyulur nesnenin zihin­
(fr. precomcience) ürünleriyle tüm deki biçemsel karşılığı. Bir duyumun
bilinçdışı ürünleri ilkömeklerden zihinde yinelenmesiyle ortaya ko­
başka bir şey değildir. Bu ilkömekler nulmuş olan ve gerçeklikte karşılığı
doğrudan doğruya bilinçte bulun­ olabilen ya da olmayan sunum. İm­
mamakla birlikte her an bilince çı­ gelemin ortaya koyduğu her çeşit
kabilecek durumdadırlar. Özellikle ürün. İmge iki ayrı kaynakta varo­
önbilinç barındırdığı ilkömeklerle, luşunu kazanır. İmge önce dış dün­
bu ilkömeklere dayanarak anlam­ ya nesnelerinin algıyla gerçekleşen
ları simgelere dönüştürme gücüy­ basit bir sunumudur. Dünyayla do-
le sanatın kurucu kaynağı olur. İl­ kunuşmamızda ortaya çıkan ve içi
kömekler çoğu bilincin oluşumun­ dolu olmayan ilk bilgi ya da taslak
dan ya da daha başka bir deyişle da diyebiliriz ona. Algıda beliren bu
kavramlar düzeninin oluşumundan taslak kavramsal düşüncenin teme­
önce oluşmuş karmaşıklardan baş­ lini oluşturur ya da daha başka bir
ka bir şey değillerdir. Başlangıçta deyişle imgeler kavramların ilksel
yalnızca bir olumsallık olan bilinç biçimleridirler. Elbette her sunum
ilk deneyimlerle bir tabula rasa ol­ kavrama dönüşmez ya da kavramın
maktan çıkar ve bu noktada ilkör- oluşumuna katkıda bulunmaz. Bir
nekler oluşmaya başlar. Bilincin sunumun bilince katılabilmesi onun
dizgesel olarak ve tarihsel olarak üstalgıda belirlenmesiyle olasıdır
birinci tabakası ilkömekler tabaka­ yoksa elbette bizim dünyayla her do-
sıdır, bunun üzerinde ilkömeklerin kunuşmamızın basit düzeyde de ol­
gelişmiş ve tam anlamında ussal­ sa bir bilgi alışverişi olması düşü­
laşmış bir biçimi olan kavramlar ta­ nülemez. Bilince çıkmayacak kör al­
bakası oluşacaktır. Nasıl Titan’lar gılar vardır. İkinci olarak imge im­
tanrıların atalarıysalar, ilkömekler gelemin doğrudan doğruya yaratısı
de kavramların atalarıdırlar. (Bk. olarak vardır. İmgelem herhangi bir
KARMAŞIK) gereksinimle ya da boş bir edimle
herhangi bir şey tasarladığında ilge
İL K SE L (lat. primarius; fr. pri- oluşmuş olur. Ben bir kırk kulaklı
maire\ alm. Erst, primâr; ing. pri- kırk kuyruklu canavar düşleyebili-
mary). Birinci olan. Önce gelen. rim ya da mimar yeni bir yapı ta­
Ardışık düzende birinci olan. Za­ sarlayabilir. Buna göre dış kaynaklı
mansa! ve dizgesel açıdan ilk sıra­ imgeleri duyumsal imge ve imgele­
da yer alan.(Bk. İLKEL) min ürünü olan imgeleri zihinsel im­
ge diye ikiye ayırabiliriz. (Bk. AL­
278 İM G E (lat. imago\ fr. image; alm. GI, ÜSTALGI)
İM G EG Ü C Ü (lat. phantasia; fr. masını sağlar ve elbette bilimlerin,
fa n ta isie ; alm. P hantasie; ing. sanatların, felsefenin etkin verimi­
fancy). Dış nesnelerden elde edi­ ne kaynak olur. İmgelem büyük­
len imgelerin zihinde yeniden can­ ten çok çocukta, sağlıklıdan çok
landırılmasını sağlayan yeti (eski an­ hastalıklıda aşın verimli olur, an­
lamı). İmgeleme karşıt olarak her cak özellikle hastalıklı verim (san­
türlü ussal denetimin dışında ala­ rı, masal uydurma, histeri) gerçek
bildiğine ve tam anlamında ölçüsüz anlamda verimden çok uzaktır. Ya­
imgeler oluşturabilme yetisi. “İm- ratıcı imgelemle hastalıklı imgelem
gegücü” bir bakıma “imgelem”in arasındaki ayrım gene de çok bü­
eşanlamlısıdır, ancak ölçü tanımaz­ yük değildir. İmgelemin denetim­
lığıyla ondan ayrılır. En olumlu an­ siz bir verim gücü gibi görünmesi
lamda imgegücü, yeniye açık, ya­ bazı düşünürleri onunla ilgili olum­
ratmaya yönelik, hep yeni bileşim­ suz görüşler edinmeye götürmüş­
ler kurmaya eğilimli imgelemi kar­ tür. Örneğin Pascal onu insan ya­
şılar. Buna göre o her zaman çağ­ şamının aldatıcı ya da yanıltıcı bir
rışım düzeninin akışını izleyerek çok yanı olarak görür, bir yalan kayna­
değişik bileşimler ortaya koyan bir ğı olarak değerlendirir. Oysa insa­
güç olarak düşünülür. (Bk. ALGI, nı olan’dan olası’ya açan, onu ya­
İMGE, İMGELEM) ratıcı kılan başlıca güç imgelemdir.
(Bk. İMGE, İMGEGÜCÜ)
İM G E L E M (lat. imaginatio\ fr.
imagination; alm. Einbildungsk- İNAN (lat. fıdes; fr. foi; alm. Gla-
raft; ing. imagination). İmge oluş­ ube; ing. faith). Bir dine ya da Jjir
turma yetisi. İmgelem özellikle do­ düşünceye bağlanma. Tanrı’ya du­
ğa nesnelerini ve doğa olgularını yulan güven. “İnanç”ın eşanlamlı­
öykünen ancak doğrudan doğruya sı. “İnan”la “inanç”ı birbirinden ayı­
hiçbir gerçekliği karşılamayan im­ ran “inan”ın biraz daha nesnel
geler üretir. Kant imgelemi “Bir sayabileceğimiz içeriğidir. İnan bir
nesnenin o anda yokken bile sez­ dine ya da bir düşünceye inanmak
gide kendini gösterebilme yetisi” di­ olduğu kadar o dinle ya da o dü­
ye tanımlar. Descartes imgelemi şünceyle ilgili gerekleri yerine ge­
şöyle tanımlamıştı: “İmgelem tanı­ tirmektir. “Eylemde bulunmayan
ma yetisinin kendisine sunulan cis­ inan içtenlikli bir inan mıdır?” der
me belli bir uyarlanışından başka Racine. İnan bir tartışmadan çok bir
bir şey değildir.” Bousset’nin tanı­ bağlanmayı gerektirir ya da inan
mı daha belirleyicidir, o imgelemi çerçevesinde her tartışma köklü bir
“süren duyum” olarak tanımlar. Su­ araştırma olmaktan çok yeni bir
nucu imgelem, daha önce elde edil­ bağlanma denemesidir, bağlann sağ­
miş bir imgenin düşünülmesini sağ­ lamlığını gösterme denemesidir. Bu­
lar. Yaratıcı imgelem, kişinin yeni na göre inanda kuşku yoktur. Gene
ya da bilinmedik imgeler oluştur­ de inananlar kuşkuyu gerekli gö­
İNANCILIK

rürler. Aziz Augustinus kuşkusuz- cın doğrularını öneren dinsel öğre­


luğa kuşkudan ulaşmıştı. “Kuşku- tilerin tümü. İnancılık özellikle Her­
lamayan insan ölü bir insandır” der der ve Jacobi’nin düşüncelerinde
Unamuno. Kimileri inanı yaşamak anlatımını bulur. Her iki düşünce
için bir zorunluluk olarak değerlen­ de doğrunun bilgisine yalnızca us
dirir. “İnansız bir insan bilmem ne yoluyla ulaşılabileceğini bildiren ka-
işe yarar!” der Konfuçius. Öte yan­ tolik inancına aykındır. İnancılık ilk
dan inanın büyük bir etki gücü taşı­ doğrulann bilgisine ancak inan yo­
dığına inanılır. Matta İncili ’nde şöyle luyla ya da tanrısal açınımla ulaşı­
yazar: “İnan dağlan yerinden oyna­ labileceğini bildirir. Us bize şeyle­
tır.” Kuran’da şöyle bir belirleme rin doğasını öğretmez, usun tek
buluruz: “İnanı olmayanlar sesleri yaptığı iş görüntüleri sınıflamaktır.
anlamadan dinleyene benzerler.” Böylece inancılık gidimli düşünce­
Pascal inanı yaşamın temel öğele­ nin yerine sezgiyi koyar. (Bk.
rinden biri sayıyor, ona ulaşmak için İNAN)
üç yol belirtiyordu: us, görenek,
esin. Voltaire inanı dinbilimin insani İNANÇ (fr. croyance; alm. Glau­
zayıflıklar üzerindeki zaferi saymış­ be', ing. belief). Bir şeyin doğrulu­
tır. Felsefi açıdan önemli olan bil­ ğuna inanma edimi. Bir önermenin
mekle inanmak arasındaki ilişkidir. onanması. Doğaüstü gizlere inan­
Bazı filozoflar, örneğin Descartes, ma anlamında “inan”ın eşanlamlı­
Spinoza, Hegel bilme çabamızın önü­ sı. İnanç, en genel anlamında ke­
ne çıkabilecek bir engel bulunmadı­ sinliklerden çok olasılıklara yatkın
ğını düşünüyorlardı. Oysa Kant bi­ düşüncedir. Tam olarak doğrulan­
linebilirin alanını bilinemezin ala­ mış yani kesinleştirilmiş düşünce
nından ayırmıştı. Ortaçağ’ın eşiğin­ hiçbir zaman inanç diye nitelendi-
de Aziz Augustinus inanı bilginin te­ rilmeyecektir. D insel çerçevede
meline yerleştirmişti ve şöyle diyor­ inanç ussallıktan çok gönülle ilgili­
du: “İnanmak için anlamaya çalışı­ dir, bir görüş olmaktan çok bir bağ­
yor değilim, anlamak için inanıyo­ lanıştır, bir duygusal onamadır.
rum.” Aziz Augustinus bize şunu İnançla ilgili felsefi görüşler olduk­
öğütlüyordu: “İnanırsan anlayacak­ ça değişiktir. Kant için inanç bir bilgi
sın, inan öncedir, düşünce sonra.” biçimi değildir. Oysa Jacobi için
İnan ve bilgi karşıtlığı inancılık ve inanç insanı sonsuza açan tek kay­
bilinemezcilik adlı iki karşıt düşün­ naktır, gerçekliğin duygusunu sağ­
ceyi getirdi. (Bk. BİLİNEMEZCİ­ lar. Marx inancı bir yanılsama sa­
LİK, İNANCILIK, İNANÇ) yar, ona göre inanç zavallı insanla­
rın kurtuluş dilekleriyle ya da öbür
İN A N C IL IK (fr. fidéisme', alm. dünya düşleriyle ilgilidir. İnanç her
Glaubensphilosophie\ ing. faith- durumda kuşkuculuğun karşıtı gi­
philosophy). Usçuluğu çıkmaz bir bidir, bu yüzden tartışmacılıktan
yol olarak gören ve ona karşı inan­ çok benim seyiciliğe eğilimlidir.
İNDİRGEME

İnanç belirlemeyi ve onamayı se­ lerimizi gösterirse uyarlanırız. Do­


ver, kanıtlamayı sevmez; zaten o ğaya başeğdiren insan kendi düşün­
daha çok kanıtların geçerli olmadı­ cesinin tutsağı olmuştur.” / Allé-
ğı alanlara yönelir. İnanan kişi dü­ Laprune: “Her yerde tek bir us var­
şüncesini belli bir düşünce biçimi­ dır, bilgiyle inanç arasında, bilimle
ne ulamıştır ya da belli bir öğreti­ inan arasında ne çelişki ne uyum­
nin altına koymuştur. Her inanç suzluk vardır; ancak bir üst doğ­
sağlam bir güven duygusuna da­ rular düzeni sözkonusudur, bura­
yanır. /A lain: “İnanmanın derece­ da inan kesinliğin koşullarından bi­
leri şunlardır. En alt düzeyde kor­ ri olur.” / A. Camus: “Hiçbir şeye
kuyla ve arzuyla inanma vardır. inanılmıyorsa, hiçbir şeyin anlamı
Onun üstünde görenekle ve öy- yoksa, hiçbir değere var diyemi-
künmeyle inanma yer alır (kralla­ yorsak, o zaman her şey olasıdır
ra, hatiplere, zenginlere inanma). ve hiçbir şeyin önemi yoktur. O za­
Onun üstünde herkesin inandığına man ne bir şeyden yana olmak ne
inanma vardır (Paris onu görme­ bir şeye karşı olmak vardır. Cani o
sek de vardır). Onun üstünde bil­ zaman ne haklı ne haksızdır.” “Ey­
ginlerin kanıtlarla uyum içinde or­ lemi yönlendirecek bir üst değer ol­
taya koyduğu şeylere inanmak yer madığı zaman dolaysız etkinlik yo­
alır. (...) Bütün bunlar inancın ala­ luna gidilecektir. Hiçbir şey doğru
nını oluşturur.” / Demosthenes: ya da yanlış, iyi ya da kötü olama­
“İnsan inanmak istediği şeye ina­ yacağına göre daha etkin görün­
nır.” / Tacitus: “İnsan anlamadığı mek kural olacaktır. Dünya o za­
şeye çok kolay inanır.” / Michel man adaletliler ve adaletsizler a k ­
de Montaigne: “İnsan enaz bildi­ sında değil efendiler ve köleler ara­
ğine en sağlam inanır.” / La Fon- sında paylaşılacaktır.” (Bk. BOŞİ-
taine: “Herkes korktuğuna ve ar­ NANÇ, İNAN, İNANCILIK)
zuladığına çok kolay inanır.” /
Chateaubriand: “Dinin dışında hiç­ İN D İR G EM E (lat. réduction fr.
bir şeye inanm ıyorum .” / H. de réduction; alm. Reduktion; ing. ré­
Balzac: “Büyük heyecanlar veren duction). Daha alt bir düzeye gö­
büyük inançlar vardır.” / D. F. de türme. Basite götürme. Azaltma.
Coulanges: “Bir inanç bizim zihni­ Daraltma. Daha küçük boyutlara in­
mizin ürünüdür, ama onu canımı­ dirme. Matematikte ve mantıkta bir
zın istediği gibi eğip bükemeyiz. O nesnenin eşdeğer bir başka nesne­
bizim yaratımızdır, ama bunu bile­ ye çevrilmesi (paralelkenarın dik­
meyiz. O insani bir şeydir ve biz dörtgene dönüştürülmesi). Bir nes­
Tann’ya inanırız. O bizim gücümü­ nenin katışıklarından arındırılması.
zün bir sonucudur ve bizden daha Husserl felsefesinde indirgeme öze
güçlüdür. O bizdedir, bizi bırakmaz, inme, öze ulaşma, katışıklarından
her an bize bir şeyler söyler. Ba- arındırma anlamına gelir. Bu anlam­
şeğmemizi isterse başeğeriz, ödev­ da olgubilimsel indirgeme bir özü 281
İNSAN

ortaya çıkarabilmek için bir nesne­ lumsal ve tarihsel bir varlık olarak
de özle ilgili olmayan tüm nitelikle­ insan her zaman bir bütünde ele
ri, tüm raslantısal öğeleri dışlamak­ alınmasa da gerçek anlamda bir bü­
tır. Bu da “ paranteze alm ak” la tünlük ortaya koyar. Bu yüzden bir
(E in kla m m eru n g ) sağlanabilir. insanı bir açıdan ele almak onu ek­
Husserl bu indirgemeyi “aşkın” di­ sik hatta yanlış anlamamızı getire­
ye nitelendirir, çünkü o bizi indir­ cektir. Öyleyse, insanı hem tarih­
genemez tek gerçeklikle, aşkın ben- sel gelişim boyutu içinde toplum­
’le karşı karşıya bırakır. Husserl ol- sal bir varlık olarak incelemek hem
gubilimsel indirgemeyi aynı zaman­ de onu bilinçli bir varlık olarak tüm
da “gerçeklik yargısının askıya alın­ ruhsal etkinlikleri içinde gözlemle­
ması” anlamında “Epoke” diye ad­ mek gerekecektir. Bu araştırmada
landırır. Saçm aya indirgeme: bir insanı her şeyden önce biyolojik
önermenin doğruluğunu ya da yan­ gelişim tablosu içinde ele almak zo­
lışlığını sonucun yanlışlığıyla gös­ runludur: böyle bir çaba onun dün­
term e. (B k. O L G U B İL İM , yadaki yerini ve hatta kaynaklarını
PARANTEZE ALMAK) belirlemek açısından çok önemlidir.
Biyoloji bilimiyle uğraşanlar birhüc-
İN S A N (yun. a n tro p h o s; lat. relilerden insana kadar uzanan ge­
homo\ fr. homme\ alm. Mensch', lişim çizgisinde ilginç bir bağıntıyı
ing. man). Ussal canlı varlık. Yer­ yakalamışlardır: bir önceki hayvan
yüzünün en gelişmiş hayvan türü bir sonrakinin bazı gelişmiş özel­
ve o türün bireyi. İnsan toplumsal liklerini daha basit ölçülerde duyu­
düzende yaşayan bir memelidir, ge­ rur, bir öncekinin bir özelliği bir
lişmiş bir dil ve düşünce dizgesine sonrakinde yetkin olarak içerilmiş-
sahiptir. İnsan sorunu felsefenin, tir. Bu bakış insanın dikkatini ister
özellikle çağdaş felsefenin en temel istemez maymuna çevirmesine yol
sorunudur. XVIII. yüzyıldan son­ açmıştır. Tilney ve Yerkes adlı araş­
ra çeşitli bilgi alanlarının deneysel tırmacılar şempanze beyninin min­
bilim özelliği kazanarak felsefeden yatür bir insan beyni olduğunu gör­
ayrılması felsefeye insan sorunu­ müşlerdir. Eski doğabilimcilerin
na en genel kavramsal bakış özelli­ “vahşi insan” ya da “orman insa­
ği kazandırdı. XIX. yüzyılda insa­ nı” diye adlandırdıkları maymun bir
nı içten ve dıştan yani ruhsal ve top­ insan taslağı olarak görünür. Bazı
lumsal bir varlık olarak ele alan iki araştırmacılar şempanzelerin bazı
ayrı bilimin, ruhbilimin ve toplum­ özel durumlarda kullandıkları ge­
bilimin kurulması, bu arada insan- lişmemiş bir dile sahip olduklarını
bilim ve budunbilim alanındaki bü­ saptamışlardır. Ancak insanın may­
yük gelişmeler insan sorununu kök­ munla yakın özellikler gösterdiğini
ten ele almaya yönelen felsefeye düşünmek gene de yanlış olur: in­
çok önemli veriler sağladı. Ruhsal sanı maymundan ayıran şey ince
bir etkinlik alanı olarak insanla top­ bir duvar değil, çok uzun dönüşüm
İNSAN

evreleridir. Eski dünyada, son bu­ anlamında bir yinelenme midir? Bu


zul çağının kapanmasıyla ya da bu­ tür sorular insanlığın temel sorula­
zulların kuzeye çekilmesiyle başla­ rıdır ama birdenbire yanıt verilebi­
yan iklim yum uşam asında may­ lir sorular değildir. XVII. ve XVIII.
munla insan arasındaki geçiş türle­ yüzyılda düşünürler yeni dünyanın
rinden sonuncusu da ortadan çekil­ güç yaşam koşullan karşısında do­
di ve yerini insana, homo sapiens’e ğal durumdaki insanın yani homo
bıraktı. Göçebe homo sapierıs, otuz sapiens’m nasıl yaşadığını, onun
bin yıllarında ortaya çıktığı düşü­ gerçek bir mutlu mu yoksa gerçek
nülen bu yeni insan tam anlamında bir mutsuz mu olduğunu merak et­
doğal durumda yaşıyordu, ancak tiler. M.Ö. 254-180 arasında yaşa­
doğal durumdan uygar duruma ilk mış olan Titus M accius Plautus
adımlarını atmak üzere hayvan de­ “Lupus est homo hominV' (İnsan
risinden çadırlar yapmaya ya da ku­ insanın kurdudur) demişti. Hobbes
ru balçığa barınaklar kurmaya yö­ XVII. yüzyılda bu formülü doğal
neliyordu. İnsanın daha da insan­ durumdaki insana yansıttı. Filozo­
laşması on bin yıllarıyla beş bin fa göre doğal durumdaki insan tam
yılları arasında olmuştur. Toprağa anlamında bir vahşi yaşamını sür­
yerleşmekle belirgin bu dönemde dürüyordu, böyle bir yaşam için
insan tarıma ve dokumaya ağırlık “insan insanın kurdudur” formülü
verdi, pişmiş topraktan mutfak eş­ geçerli olmalıydı. Hobbes’a göre
yaları yaptı. 5000 dolaylarında baş­ uygarlaşma insanı kendi kendisinin
layan Cilalıtaş dönemini Bakır ve kurdu olmaktan çıkardı. Yasa dü­
Bronz dönemleri izledi. M.Ö. XII. zeninde insan, tüm bencilliklerine
yüzyılda Demir dönemi başladı. Bu karşın, başkalarıyla birlikte yaşa­
dönem ilk büyük uygarlık etkinlik­ mayı öğrendi. Oysa XVIII. yüz­
lerinde çok önemli aşamalar döne­ yılda Jean-Jacques Rousseau do­
mi oldu. İnsanın gerçek atası olan ğal durumda insanın tam anlamın­
homo sapiens böylece yerini ilk da mutlu insan olduğunu düşün­
gerçek insana bırakmış oldu. İnsa­ dü. Mutluluğu bozan uygarlaşmay­
n ın bu b ü y ü k serü v en için d e dı, mülkiyetti. Bununla birlikte in­
nereden nereye geldiği ve neyi ka­ san için artık doğal düzene dönmek
zanıp neyi yitirdiği, en eski insanla diye bir şey sözkonusu olamazdı.
en yeni insan arasında ne gibi Bundan böyle yapılacak olan şey
ayrılık ve benzerlik noktalarının bir toplumsal sözleşme düzeninde
saptanabileceği sorusu elbette ko­ hep birlikte yaşamak olmalıydı.
lay yanıtlanabilir bir soru değildir. İnsanbilimle ilgili son çalışmaların
İnsan gerçek anlamda bir ilerleme­ da ışığında, bu tür eski ve yeni kar­
yi mi gerçekleştirdi ya da ilerleyen şılaştırmalarının pek de anlamlı ol­
bir doğal düzende mi varoldu yok­ madığını görüyoruz. Belli dönem­
sa bilgi düzeyindeki bir takım ge­ lerin insanlarını mutlu ya da mut­
lişmelere karşın insan yaşamı tam suz diye belirlem e olasılığım ız
İNSAN

olmadığı gibi doğal durum diye bir vahşi ya da hayvani bir yan kala­
yaşam koşulu belirlemek de olası caktır diye düşünürler. Bir alman
değildir. İnsan her dönemde belli atasözü “Her insan kendinde bir
bir biçimde doğayla ve kendisiyle v ah şi hayvan g iz le r” der. Th.
yıkışmış, bu yıkışmadan sayısız Cariyle da insanın hayvani yanını
acılar ve sayısız sevinçler derlemiş­ şöyle belirlemiştir: “İnsan, don gi­
tir. Çünkü, M arx’ın diliyle söyler­ yen etçil-otçul ikiayaklıdır.” / G. le
sek, “İnsan dünyanın dışında so­ Bon: “İnsanın yaşamdaki yeri bil­
yut bir öz değildir. İnsan, insan diğiyle değil, istediğiyle ve yapa­
dünyası’dır, devlettir, toplumdur.” bildiğiyle belirgindir.” / Nietzsche:
Ancak, ne olura olsun, Aristote­ “İnsan, hayvanla üstinsan arasına
les’in de vaktiyle pek güzel belirle­ gerilmiş bir iptir, uçurumun üze­
diği gibi insan türü zayıf bir türdür rinde bir ip.” ‘“ Kendi kendini ta­
ve bu yüzden toplumsal yaşama nı’, işte bilim burada. Yalnızca şey­
mahkum kalmıştır. Hiçbir insan bi­ lerin bilgisine ulaşıldığı zaman in­
reyi yaşamını tek başına sürdüre­ san kendi kendini tanıyacak. Çün­
bilecek yapıda değildir. Buna göre kü şeyler insanın sınırlarıdır.” /
bir insan bireyinin yetişmesi nere­ Shelley: “Ben insanların sevdiği in­
deyse yirmi beş yılı gerektirmek­ sanlardan değilim, anımsadığı in­
tedir. Bu yüzden Homeros Odys- sanlardanım.” / Voltaire: “İnsanlar
seia’da “Yeıyüzünde insandan da­ uzaktan başka köpeklerin havlama­
ha zayıf hiçbir şey yoktur” demiş­ sını işitince havlayan köpeklere
tir. XVII. yüzyılda Pascal insanın benzerler.” / Boileau: “Göklerde
ne Tanrı ne de hiçlik olduğunu uçan, yerde yürüyen - Denizde yü­
söyleyecek, onu Tanrı’yla hiçlik zen tüm hayvanlardan - Paris’den
arasında bir orta yer diye belirle­ Peru’ya, Japonya’dan Rom a’ya -
yecektir. Pascal’e göre insan bir ka­ En ahmak hayvan insandır bence.”
mış kadar kırılgan bir varlıktır. Ge­ / Machiavelli: “İnsanlar ne tümüy­
ne de insan zayıflıkları yanında bü­ le iyi ne tümüyle kötü olmayı bile­
yük yetkinlikleri olan bir varlıktır, bilirler.” / Dostoyevski: “Her şeye
belki de insanı ussal bir hayvan ola­ alışan varlık: bence insan için yapı­
rak belirleyen Aristoteles’in dediği labilecek en doğru tanım budur.” /
gibi “İnsan tanrı ya da hayvandır”. F. le Dantec: “İnsan özgürlük düş­
Zaten insanı gelişmeye iten bu za­ leri gören bilinçli bir kukladır.” / O.
y ıf varlığı olmuştur. Nietzsche “İn­ Wilde: “İnsanın ussal bir hayvan ol­
san aşılması gereken bir şeydir” di­ duğunu nasıl söyleyebiliriz! O her
ye düşünürken onu çok daha güç­ şey olabilir ussal olamaz.” “İnsan
lü görmek istemiştir. Kutsal Kitap- öyle bir ussal hayvandır ki, usun
’ta şöyle yazar: “Tanrı insanı dos­ ilkelerine göre davranması isten­
doğru yarattı, ama insan birçok yet­ diğinde hemen öfkeye kapılıverir.”
kinlik aradı.” Kimileri, ne kadar in­ / Leibniz: “Öbür cisimlerin ruhları
284 celirse incelsin, insanda her zaman ve tözsel biçimleri ussal ruhlardan
İNSANBİLİM

çok ayrıdır: yalnız ussal ruhlar bi- uygun olarak bilgeliğe yönelmiş in-
Brier eylemlerini; bu ussal ruhlar san ın b ilg isid ir. İn sa n b ilim
doğal bir ölümle ölmedikleri gibi, 1870’den sonra insan bilimleri ara­
ne olduklarının bilgisinin temelini de sına katılmıştır. Genişliğiyle ya da
her zaman korurlar; bu da onları kapsayıcılığıyla, biraz da eksik yan­
cezaya ve ödüle yatkın kılar, onları larıyla insanbilim insan bilimleri sı­
T an n ’nın egemen olduğu evren ralamasında en üst yeri alır gibidir.
cum huriyetinin yurttaşları yapar, Gene de insan bilimleri arasında bir
dolayısıyla tüm öbür yaratıklar ona başatlık sözkonusu olacaksa, bu ba­
hizmet ederler.” (Bk. BİLİM, DÜ­ şatlığın toplumbilimde olması ge­
ŞÜNCE, FELSEFE, İNSAN Bİ­ rekir. Çünkü toplumbilim insanı
LİM, RUHBİLİM, TOPLUMBİ­ toplumsal varlık olarak bütünselli­
LİM) ği içinde ve değişen yaşam koşul­
ları çerçevesinde inceleyen bir bi­
İN SA N B İÇ İM C İLİK (fr. anth­ limdir. İnsanbilime gelince, o tüm
ropomorphisme ; alm. Anthropo­ insanı kucaklamaya çalışırken bi­
morphisme-, ing. anthropomorp- lim olma yolunda güçlüklere uğra­
hism). Tanrısal varlıklara insan mıştır. İnsanbilim ne ölçüde kap­
özellikleri ulamaya dayanan dinsel sayıcıysa, o ölçüde kaygandır, in­
öğreti ya da görüş. İnsanla ilgili ol­ sanı başlıbaşına bir bütün olarak ele
mayan şeyleri insan özellikleriyle alan bir bilim uçsuz bucaksızlığıyla
açıklama yöntemi. (Bk. TANRI, bilimden daha başka bir şey ola­
ÇOKTANRICILIK) caktır. Dinbilim kaynaklı insanbi­
lim giderek bir ırkbilim anlarçıı ka­
İNSAN BİLİM (fr. anthropo­ zandı. ırkları genel özellikleriyle,
logie-, alm. Anthropologie-, ing. kökenleri ve tarihleriyle, uygarlık
anthropology). En genel insan etkinlikleriyle ele almaya yöneldi,
araştırması. Tanrısal şeylerden in­ buna göre bir ara “insanlığın olu­
sani açıdan sözetme biçimi (Maleb- şum tarihi” diye tanımlandı. Onu
ranche: “Kutsal kitap insanbilimler- ilk o larak ders p ro g ram la rın a
le doludur”). İnsan varlığını bütü­ 1855’de Quatrefages de Breau kattı
nü içinde ele alma biçimi (ruh ve ve bu çok kapsamlı bilime “insanın
madde diye ayırmadan). Kant, in­ doğal tarihi” adını verdi. Auguste
sanbilimi insanla ilgili en genel bi­ Comte insanbilimi genel olarak in­
limsel araştırm a olarak düşünür. sanın ve yetilerinin bilimi diye gör­
Ona göre, kuramsal insanbilim bir dü. 1859’da İnsanbilim demeğini
tür deneysel ruhbilimdir, insanı ve kuran Broca, bu bilimi “insan top­
yetilerini en genel çerçevede ele alır; luluğunu bütünü içinde, ayrıntıla­
pragmatik insanbilim insani yat­ rıyla ve doğanın geri kalan yanıyla
kınlığını artırmaya yönelmiş insa­ ilişkileri içinde inceleyen bilim” ola­
nın bilgisidir; ahlaki insanbilim rak tanımladı. B u durumda insan­
görenekler metafiziğinin ilkelerine bilim uçsuz bucaksız bir bilim ola­
İNSANCILIK

bilirdi, anatomiyi, kazıbilimi, tari- yayılmaktadır. (BUDUNBİLİM ,


höncesini, budunbilimi, fosilbilimi, BUDUNBİLGİSİ)
biyocoğrafyayı ve daha başka bi­
limleri kapsayabilirdi. Bu bulanık İN S A N C IL IK (fr. humanisme;
gelişimi içinde insanbilim fizikselin- alm. H um anism us; ing. hüm a­
sanbilim ve kültürel insanbilim ol­ nizm). İnsanı daha yüce bir yaşam
mak üzere ikiye ayrıldı. Fiziksel in­ biçimine ulaştırmayı amaçlayan öğ­
sanbilim insan ırklarının fiziksel yapı retilerin tümü. İnsanın yetenekle­
özelliklerini araştırmayla sınırlandı: rini araştıran ve bu yetenekleri da­
insanı yaşadığı ortamda, evrimi ha ileri bir insanlık için geliştirme
içinde, doğal ya da hayvani koşul­ amacını güden öğretilerin genel adı.
larıyla incelemeye yöneldi; onun İnsancılık özel olarak Rönesans’da
boyunu, üyelerinin yapısını temel yani XV. ve XVI. yüzyıllarda Av­
özellikleriyle araştırmaya girişti: rupa’da ortaya çıkan ve insanın
böylece insanın hem fiziksel tari­ kendini araştırmasıyla, doğaüstü
hini hem bugünkü koşullarını orta­ saplantılarından sıyrılmaya çalışma­
ya koymaya çalıştı. Irkların belir­ sıyla, bunun için Eskiçağ’m düşün­
gin özellikleri olamadığı için, daha ce ve sanat kaynaklarını araştırma­
doğrusu bir takım biyolojik ırksal ya yönelmesiyle belirgin bir düşün­
ayrımlar olsa bile bunların insani ce devinimidir. Rönesans insanı bu
özellikleri belirleyici bir yanı olma­ çabası içinde hem gerçekçi ve eleş­
dığı için bu anlamda insanbilim her tirici bir bakış kazanmış hem de bu
zaman sallantılı bir bilim olacaktı. bakışı insanın gelişimi, mutluluğu,
Kültürel insanbilime gelince, o da esenliği, özgürlüğü için kullanma­
insanı toplumsal ortamla bağları ya özen göstermiştir. Tarihçi A.
içinde ele alacak; toplumsal insa­ Renaudet insancılıkla ilgili olarak
nın kültürünü, duygu ve düşünce şunları söyler: “İnsancılık insan do­
yapısını, davranış özelliklerini, ya­ ğasına güvenmeyle ilgili bir ahlak­
pıtlarını araştıracak; insanı bilgi, tır. Hem incelemeye hem yaşama
inanç, sanat, ahlak, alışkılar, göre­ yönelmiş olarak daha üstün bir ya­
nekler çerçevesinde inceleyecektir. şama doğru aralıksız yönelişi be­
O durumda halklarla ilgili kültür nimsetir. O, insana kendinde ülkü­
araştırmalarından başka bir anlama sel insan tipini yaratması için bir
gelmeyecek olan insanbilim budun- çaba, topluma da insan ilişkilerin­
bilime indirgenmiş olacaktır. Bu- deki yetkinliği gerçekleştirmesi için
dunbilim ve budunbilgisi halkbili­ gene güçlü bir çaba önerir. Bu an­
me iyiden iyiye yaklaşırken, insan­ layış içinde o geniş bir kültür atılı-
bilim halkbilimle ve budunbilimle mını gerektirir, bir insan ve dünya
özdeşleşmeye çalışır; bununla bir­ bilimini öngörür, bir ahlak ve hu­
likte, budunbilimin ve budunbilgi- kuk getirir ve siyasete bağlanır.”
sinin sınırları oldukça belirginken Buna göre insancı kendinde bütün
286 insanbilim belirsiz alanlara doğru bir dünyayı bulan ve yeniden kur-
İNSANCILIK

■taya yönelen kişidir. O, dünyada çimde tasarlıyordu. Örneğin Jean-


bir birey olm anın, zam anda ve Paul Sartre insancılığı varoluşçu
uzamda olabildiğince geniş çerçe­ açıdan şöyle belirliyordu: “İnsan­
veli bir düşünselliğe ve duygusallı­ cılıktan insanı amaç olarak ve yü­
ğa yönelmenin önemini bilir. O bir ce değer olarak alan bir kuramı an­
utan ya da bir soyun değil, bütün layabiliriz.” Sartre’a göre “İnsan
bir insanlığın akrabasıdır. İnsancı kendine kapanmış değildir, ama her
başkasındaki beni ve bendeki baş­ zaman insani bir evrende bulun­
kasını bir bütünün değişik açılım­ maktadır”. İnsancılığın kökenini in­
ları olarak kavrar. Onun için “ben” sanı konu edinen en eski filozofla­
ne kadar önemliyse “biz” de o ka­ rın, bu arada kendi kendini araştır­
dar önemlidir. Philippe Monnier in­ maya yönelen Sokrates’in düşün­
sancılık devinimini şöyle tanıtlar: ce çabasında aramak doğru olur.
“İnsancılık tam tamına bir eskiçağ “İnsan her şeyin ölçüsüdür” diye­
beğenisidir, bir eskiçağ inancıdır. rek bireysel yargıyı tek ölçüt alan
Bu inanç öylesine ileriye götürül­ Protagoras’ın bile bu kaynakta bu­
müştür ki, hiçbir zaman hayranlık lunduğunu düşünmek yanlış olmaz.
düzeyinde kalmadan yeniden üret­ Ancak bu eski bakış açılarından ger­
me çabasını ortaya koymuştur. İn­ çek anlamda bir insancılık eğilimi
sancı, eskileri tanıyan ve onlardan bulmaya çalışmak boşuna olacak­
esinlenen kişiden başka bir şey de­ tır. Tüm doğaüstü bağlarından kur­
ğildir, eskilerin değeri karşısında tulmuş, insanın geleceğine yönel­
öylesine büyülenm iştir ki onları miş, hoşgörüyü insan ilişkilerinin
kopya eder, öykünür, yineler, on­ temeline koymuş, bilgide usçuluğa
lardan örnek alır, onların biçimleri­ olduğu kadar kuşkuculuğa bağlan­
ni alır, örneklerini ve tanrılarını alır, mış yeni bireyin ilk belirtileri an­
düşüncelerini ve dillerini alır.” Paul cak Ortaçağ’ın ortalarında görül­
Foulquie de felsefi açıdan insancı­ meye başlar. Karolenjler Rönesan-
lığı şöyle tanıtlar: “Bu kavrayışa gö­ sı diye adlandırılan düşünce atılımı
re, insan yüce değerdir, mutlak ola­ insancılığın ilk ışıklarını getirmiştir
rak da (tanrıtanımaz insancılık), en diyebiliriz. Kari I Roma imparator­
azından deney düzeyinde de (din­ luğunu yeniden kurmaya çalışırken
sel olabilen insancılık, özellikle hı- sarayına topladığı bilginleri eski me­
ristiyan insancılığı); buna göre ah­ tinleri incelemekle görevlendirmiş,
laklılık kendinde ve başkalarında, İngiliz York’lu Alcuin’e, İtalyan Pa-
özgül olarak insani olanı geliştirmek ola Diacomo ve Pietri de Pisa’ya,
ve herkesin gerçek anlamda insani İspanyol T eodulfo’ya bu yolda
yaşam koşullarından yararlanabil­ önemli görevler vermişti. Karolenj­
mesi için elinden geleni yapmak­ ler Rönesansı çeşitli siyasi etken­
tır.” R önesans’dan sonra insancı lerle, özellikle de barbarların bas­
eğilimler eksik olmadı, bu eğilim­ kılarıyla sönüp gitmiş, ama Avru­
lerden herbiri insanı bir başka bi­ pa’da saray ve kilise düzeyinde de 287
İNSANCILIK

olsa eski kültürü arama eğilimi şu yandan Epikuros’çu bir ahlak an­
ya da bu biçimde sürdürülmüştür. layışına bağlanırken bir yandan
Barbar yayılmaları sırasında bir ik­ Sokrates’i yücelten Erasmus hoş­
tisadi ve toplumsal bunalımla bir­ görü fikrinin ilk büyük savunucu­
likte büyük bir kültür bunalımına su oldu. Gerçekte eski pagan ah­
düşmüş olan Avrupa’da bu yayıl­ laklarıyla hıristiyan ahlakını bağdaş­
malardan sonra latin yazarlarının tırmak olanaksızdı. Epikuros’un
dindışı yapıtlarını kopya etme işi hazcılığı, Pyrrhon’un kuşkuculu­
büyük bir hızla başlamıştır. Avru- ğu, Stoa’cıların insan anlayışı dü­
p a ’lı düşünce adamları tüm Orta­ şünceye egemen oldukça insancı­
çağ boyunca Cicero, Ovidius, Ho- lık dinsel niteliğini yitirmeye başla­
ratius, Vergilius, TerentiUs gibi ya­ dı ve Reform devinimi Rönesans
zarların yanında Platon’u ve Aris­ deviniminden ayrıldı, hatta onunla
to teles’i de latince m etinlerden karşıtlaşmaya başladı. Çünkü in­
okuyorlardı. Bu gelişim içinde yani sancılığın dindışı eğilimleri hıristi-
serm ayeci ilişkilerin kurulm aya yan ahlakını aşağılamaya ve tanrı­
başlamasıyla birlikte kilise çerçeve­ tanımazlığa dönüşmeye başlıyordu.
sinde, daha doğrusu manastır ve Luther ve Calvin insancıları İsa yo­
piskoposluk okulları çerçevesinde, lundan dönmüş, pagan inancını be­
daha sonra yeni kurulan üniversi­ nimsemiş insanlar olarak belirledi­
telerde Skolastik Rönesansı diye ler. Ortaçağ boyunca din merkez­
adlandırdığımız yeni arayışlar ken­ lerinde, özellikle Bizans’da yaşanan
dini gösterdi. Rönesans’ın eşiğin­ korku gerçekleşmiş, pagan ahlak­
de ve başlarında bizans ve yunan ları hem de hıristiyan inancını yok
kültürlerine ilgi arttı. XV. yüzyıl edecek biçimde yeniden ortaya çık­
İtalya’sında bu ilgi büyük boyutla­ mıştı. Gerçekten insancılar dünya­
ra ulaştı: birçok bizanslı bilgin İs­ yı ve insanı ikinci plana itmiş ve
tanbul’un fethi üzerine Rom a’da onu tümüyle doğaüstüne bağımla-
toplaşırken bizans ve yunan kültü­ mış olan hıristiyan ahlakından iyi­
rünün başlıca yapıtları büyük bir den iyiye kopmuşlar, insani özel­
hızla latinceye çevrildi, böylece Pla- likleri yücelterek insanı doğada öz­
ton’un ve Aristoteles’in daha iyi an­ gür bir varlık saymaya başlamış­
laşılabilmesi için zemin hazırlanmış lardı. Böylece çileci ve gizemci dü­
oldu. Tüm İtalya’da zenginler ki­ şünceyle bağlarını koparıp dünya­
taplıklarını eski yapıtlarla zenginleş­ nın bütün güzellikleriyle ilgilenen,
tirme yarışma girdiler. Rönesans kendindeki güzellikleri bu güzellik­
başlangıçta Reform düşüncesini de lerle doğrulamaya çalışan insan, in­
kapsayacak bir biçimde bir yenilik sancı tipinin ilk belirgin örneğini ve­
istemi olarak gelişti. Başta Erasmus rirken karşısında bütün katılığıyla
olmak üzere birçok yazar eskiçağ dini buldu. Bu dindışı gelişimin el­
ahlaklarıyla hıristiyan ahlakı arasın­ bette her şeyden önce iktisadi ve
da köprü kurmaya çalışıyordu. Bir toplumsal nedenleri vardı. İtalyan-
İNSANCILIK

lar daha XIII. yüzyılda Doğu’yla sancı insan tipi çıktı ortaya. Bu ça­
ticaret yaparken ya da Doğu’dan lışkan ve özverili insan acele yar­
Batı’ya ve Batı’dan Doğu’ya ge­ gılardan ve önyargılardan kaçan in­
milerle mal taşırken yeni düşünce sandı ve katıkuralcılığa kesinlikle
akımları geliştiren arap dünyasın­ karşıydı, öte yandan insan için ya­
dan kökü Platon ve Aristoteles’e rarlı olanı her şeyin üstünde tutu­
dayanan yeni değerler getirmişler­ yordu, gerçek olanla gerçek olma­
di. Colomb’un, Vasco de Gama’nın, yanı, değerli olanla değersiz olanı
M agellan’ın gezileriyle yeni ufuk­ birbirinden ayırmak için elinden ge­
lara açılan Avrupah giderek dünya­ leni yapıyordu. Bu tutum bazı ya­
nın da dünya görüşünün de sınır­ zarlarda, örneğin Rabelais’de “Ya­
larını genişletiyordu. Basım tekni­ şamak güzeldir ve senin hakkındır,
ğinin bulunması bu gelişimi hızlan­ canın ne istiyorsa onu yap” for­
dırdı ve yaydı. Evren tablosunun m ülüne kadar götürüldü. Orta-
değişmesi, dünyanın merkez ol­ çağ’da ağırlıklarını yavaş yavaş yi­
maktan kurtulması insanların dik­ tiren ve Rönesans’da büyük bir bu­
katlerini doğaüstünden doğaya çe­ nalımı yaşayan din kurumlan yeni­
virmesini sağlamıştı. Dindışı eğilim­ den eski güçlerini kazanınca insan­
ler içinde kendini gösteren kültür cılık korumasız kaldı, ayrıca geli­
değişimleri Fransa kralı François I şen mutlakyönetimler, özellikle Ric-
ve kızkardeşi Navarra kraliçesi An- helieu rejimi dindışılık ya da tanrı­
gouleme’li Margarita’nın çabalarıy­ tanımazlık karşısında bağışlayıcı ol­
la desteklendi. Yeni üretim ve alış­ mayı her şeyden önce siyasal bü­
veriş düzeni yeni büyük ve etkin tünleşmeye sakatlıklar getirecek bir
kent düzenini getirirken Ortaçağ’ın tutum olarak gördüğünden bir za­
belirgin insan tipi, toplumsallığın ya man sonra insancı olmak ateşle oy­
da daha doğrusu dinsel toplum dü­ namak anlamı kazandı. Bu arada
zeninin altında bireyselleşemeden din savaşlan da insancılık eğilimle­
kalmış ve ezildikçe ezilmiş insan ti­ rini büyük ölçüde geriletti. Bundan
pi, Tanrı’sına ve senyörüne karşı sonra insancılık her düşüncede ya
görevlerini yaparken çok az hakka da bazı düşüncelerde özel anlam­
sahip olmuş olan insan tipi tarihe lar kazanmaya başladı. Örneğin A-
karışıyordu. İnsancılık katı toplum­ uguste Comte “insanlık dini” kav­
sal bağlan yeni yaşam koşullannın rayışını getirerek yeni bir insancı
gerekleri çerçevesinde sarstı, hiç­ tutum alırken tüm doğaüstü katı­
bir önemi kalmamış olan insana şıklarından annmış bir dünya özle­
önemini anımsattı. Bu yeni yöneli­ mi içinde insanı insan için vazge­
min tohum lan ya da ilk biçimleri çilmez tek değer olarak benimsedi.
elbette insancılann canla başla oku­ Nietzsche’nin şu sözü çağdaş in­
yup özümlemeye koyulduğu eski sancı bakış açısını en güzel biçim­
metinlerde bol bol vardı. Buna gö­ de yansıtır gibidir: “Her zaman is­
re bir rönesans aydını tipi, bir in­ tediğinizi yapın, ama her şeyden
İNSANLIK

önce isteyebilenlerden olun.” (Bk. kendileri de tohum halinde insanlık


İNSAN, SKOLASTİK, TOPLUM, olan, gücül durumda insanlık olan
TOPLUMBİLİM, VAROLUŞÇU­ birçok gerçek varlıktan oluşmuş ül­
LUK) küsel bir varlıktır. Buna karşılık in­
san gerçek bir varlıktır, onda in­
İN SA N LIK (lat. humanitas\ fr. sanlık denilen varlık gücül olarak
hum anité-, alm . M e n sch h eit, yaşar.” Auguste Comte insanlığın
M enschlichkeit, Humanitâf, ing. üç aşamalı bir tarihi olduğunu be­
humanity). Tüm insanlara özgü ni­ lirtmişti: “Onun tüm Eskiçağ’ı dol­
telikler bütünü. İnsan türünün öz­ duran uzun çocukluğu temelde din­
gül ayrımını oluşturan özyapılar sel ve askeri oldu, gençliği Orta-
bütünü. İnsanı siyasal ve ahlaki çağ’da metafizik ve feodal oldu,
amaç durumuna getiren öğreti. İn­ aşağı yukarı birkaç yüzyıldır göz-
sanların tümü. İnsanlık terimi bize lemlenebilen olgunluğu da zorunlu
kuru ve anlamsız bir insan kalaba­ olarak olumludur ve sanayiyle ilgi­
lığını değil, canlı, gelişen, her adım­ lidir.” Auguste Comte buna göre
da biraz daha yetkinleşen, olum­ bu üçüncü dönem için bir insanlık
suz yanlarını gidererek üstün bir dini'nden sözedecektir. Ancak her­
am aca doğru ilerleyen bir insan kesin insanlıkla ilgili duyguları de­
toplumları birliğini düşündürür. O, ğişiktir, bu da insanın duygu ve dü­
insanla ilgili her iyiliğin kaynağı ve şünce açısından derin ya da kar­
sorumlusudur. “Gerçek onur in­ maşık bir bilinç yapısına ulaşmış ol­
sanlığın dışında değildir” der Féne- masıyla ilgilidir. Baudelaire ünlü Yol­
lon, insanlığın yapabileceği şeyi bü­ culuk şiirinde şunları yazar: “Ge­
yük adamlardan beklemek gerek­ veze insanlık dehasının sarhoşu -
tiğini söyler. Gerçekte pekçok in­ Eskiden deliydi şimdi de deli, - Öf­
san eylemlerini insanlık adına ger­ keyle can çekişirken haykırır Tan­
çekleştirdiği savundadır. Örneğin rı’ya: - Benzerim efendim lanetle­
Friedrich II, Machiavelli’ye karşı rim seni!” / Carlo Goldoni: “İnsan­
insanlığı savunmakta olduğunu bil­ lığın her yerde olduğu, kıskançlığa
dirir, “İnsanlığı yıkmak isteyen bu her yerde raslanıldığı, dingin ve so­
ucubeye karşı insanlığı savunmayı ğukkanlı insanları halkın alabildiği­
üstleniyorum” der. Kimileri insan­ ne sevdiği ve bu insanların düşma­
lığı amaçları kendi içinde olan ve nın kalleşliğini kırdığı kesindir.” /
iyilikleri kendinden getiren bir güç J. -J. Rousseau: “Bir günün filo­
olarak belirlerler. Pierre Leroux zofu! Kendine yeryüzünde yerine
şöyle der: “Hıristiyanlık geçmişin getirilmesi gereken bir ödev bul­
en büyük dinidir, ama Hıristiyan­ madan bir adım bile atamayacağını
lıktan daha büyük olan bir şey var­ ve her insanın insanlığa varoluşuyla
sa o da İnsanlık’tır.” Bu çerçevede yararlı olduğunu bilmiyor musun?”
insanlığın en uygun tanımını da belki /H enri Bergson: “İnsanlık gerçek­
290 Pierre Leroux yapar: “ İnsanlık, leştirdiği ilerlemenin ağırlığı altında
İNTİHAR

yarı ezik inliyor. Geleceğinin ken­ cesi olarak belirleyen öğreti. (Bk.
disine bağlı olduğunu yeterince bil­ İNSAN, İNSANCILIK)
miyor. Yaşamını sürdürmek istiyor­
sa her şeyden önce görmek zorun­ İNSANSEVERLİK (fr. philanth-
da olduğunu bilmiyor.” / Alfred ropie; alm. Philanthropie\ ing. phi-
Jarry: “Her toplum dünyanın en lanthropy). Eskiçağ’da ırk ya da
güçlü ve en yürekli toplumu oldu­ toplum ayrımı yapmadan tüm in­
ğunu, ‘en başta’ olduğunu söyle­ san ları bir say an ve ö ze llik le
yip duruyor. Ne yazık, insan çev­ Stoa’cılarda anlatımını bulan eşit­
resindeki başlarla bir tür yuvarlak lik öğretisi. İnsanın mutluluğunu
hayvandır.” / G. Berger: “Yaşlan­ başlıca amaç sayan öğretilerin tü­
mak bir yana, insanlık giderek her mü. (Bk. İNSANCILIK, MUTLU­
gün biraz daha gençleşiyor.” / Ed­ LUK)
ward Gibson: “Tarih bundan böy­
le insanlığın cinayetlerinin, çılgın­ İN T İH A R (fr. su ic id e ; alm .
lıklarının, mutsuzluklarının sicilin­ Selbstmord', ing. suicide). Kendini
den başka bir şey değildir.” / Dos- öldürme. Çok zaman dayanılmaz
toyevski: “Soyut insanlık aşkı he­ olmuş bir durumdan kurtulmak adı­
men her zaman bencillikten gelir.” na kendini kendi isteğiyle öldürme.
/ H .G. Wells: “ İnsanlığın tarihi Ruhbilim ve ruhhekimliği intiharda
özünde fikirlerin tarihidir.” “Bizim her zaman hastalıklı bir temel ara­
gerçek ulusum uz insanlıktır.” / ma eğilimindedir. Ancak her inti­
Publius Terentius Afer: “Ben insa­ har girişimini hastalıklı bir etkene
nım, insanlıkla ilgili hiçbir şey bana bağlamak da kolay değildir. Durk-
yabancı değil.” / Alfred Adler: “İz­ heim gibi bazı yazarlar intiharı uy­
lenmesi gereken doğru yol sorunu garlık gelişimleriyle ilgili toplumsal
karanlıkta düşe kalka ilerliyor ol­ bir olgu sayarlar, bunun için kent­
sak da çözülmüş görünüyor. So­ lerdeki intihar olaylarının köylerde-
runu kesin bir biçimde parçalamak kinden çok yüksek olduğunu bildi­
istiyor değiliz, ancak en azından şu­ rirler. Durkheim intiharı şöyle ta­
nu söylemek istiyoruz: biz bir bi­ nımlar: “Kurbanın kendisi tarafın­
reyin etkinliğini ve bir topluluğun dan gerçekleştirilen ve onun orta­
etkinliğini ancak sonsuzluk için ve ya çıkacak sonucu bildiği, aynı za­
tüm insanlığın en büyük gelişimi manda olumlu ya da olumsuz bir
için değerler yaratabildiği zaman de­ edimin dolaysız ya da dolaylı so­
ğerli sayarız.” (Bk. İNSAN) nucu olan her türlü ölüm olayı.”
Durkheim’a göre intiharın her za­
İN S A N M E R K E Z C İL İK (fr. man toplumsal-ahlaki bir temeli
anthropocerırisme', alm. Anthropo- vardır: “İstemli ölümlerin olumsal­
zentrismus; ing. anthropocentrism). lığını her an belirleyen toplumun ah­
İnsanı evrenin merkezi sayan ve in­ laki yapısıdır. Öyleyse her toplum
sanın iyiliğini tüm amaçların en yü­ için insanları kendilerini öldürme- 25
İNTİHAR

ye iten belli etkinlikte ortak bir güç ta gizemli fikirler intihar nedeni ola­
vardır.” Ne olursa olsun, intiharla­ bilirler. Sık sık gelen sanrı nöbetle­
rı hastalıklı temeli olan ve olmayan ri de kişiyi intihara sürükleyebilir.
diye ikiye ayırmak doğru olacak­ Melankolilerde intihar eğilimi çok
tır. Yaşama ve ahlak değerlerine belirgindir. A. Porot “Her melan­
olan saygı kişiyi intihara sürükle­ kolik gücül durumda bir intiharcı­
yebilir. İnsan “namussuz” diye ni­ dır” der. A. Porot’ya göre bu has­
telendirilmemek için ya da başka­ talar genellikle gecenin ikinci yarı­
sına yük olmamak için kendi yaşa­ sında, ilk düşlerini gördükten son­
mına kendi eliyle son verebilir. Din­ ra (bu kişiler çok az uyurlar) inti­
sel bir ülkü, toplumsal bir yüküm­ hara kalkışırlar. Ateşli silahlar, bı­
lülük de intihara yol açabilir. Bu gi­ çaklar, jiletler, cam kırıklan birer in­
bi durumlarda intihar bir “kendini tihar aracı olabilirler. Kendini asma
adama”dır. Ayrıca, kişilik yapısı ge­ ya da ırmağa ya da kuyuya atlama
reği yaşam değerleriyle tam anla­ melankoliklerde çok sık görülür. Aç
mında bir tesleşme içine düşmüş kalma ve verilen yemeği geri çe­
kişiler de yaşama olanaklarını tü­ virme de çok zaman bir intihar eği­
müyle elden kaçırmış oldukları duy­ limini belirtir. Yerleşik çılgınlıklar,
gusu içinde yaşamlarına son vere­ sara, alkol ve uyuşturucu alışkan­
bilirler; buna en güzel örnek Flau- lığı, bunama durumları da intihara
bert’in roman kişisi Madam Bo- yol açabilmektedir. Ne olursa ol­
vary’dir. Ayrıca intiharda toplum­ sun intihar bir dünyadan kopmuş-
sal etkenlerin ya da etkilenmelerin luk belirtisidir. Bu yüzden Elie Fa-
de payı büyük olmaktadır, zaman ure intihar’la çaba’yı iki karşıt kav­
zaman intihar salgınlarına raslanıl- ram gibi belirler: “İnsan ancak in­
maktadır. Bu salgınlarda intihar bi­ tiharla çaba arasında bir seçim ya­
çimi bile çok zaman aynıdır (de­ pabilir: sanatın üstün yararlılığı bu
miryoluna yatarak, damdan atlaya­ çabaya ahlakın eksik tuttuğu bir he­
rak...). Ruhsal bozukluklara bağlı yecan vurgusu eklemek ve ölümün
intiharlarda bireyin duygu dünya­ göğsüne bıkmadan usanmadan bir
sının büyük bozulmalara ve karı­ canlı yürek yerleştirmektir.” Ruh­
şıklıklara uğradığı kesindir. Kısa sü­ bilimin ve ruhhekimliğinin gelişme­
ren ama çok şiddetli bir heyecan- si çağdaş felsefeye insan araştır­
sal bozukluk, örneğin bir felaket ha­ masında insan ruhsallığının incelikli
beriyle gelen bir ruhsal bozukluk yanlarını özellikle gözlemleme ge­
kişinin özdenetimi elden kaçırma­ reksinimini duyururken intihar so­
sına ve kendini öldürmesine yol rununa da deşici bir gözle bakma
açabilir. Her türlü ruhsal bunalımı eğilimi kazandırdı. Felsefi açıdan
azçok intihara yöneltici bir etken intihar sorunu, Cam us’nün de or­
olarak görebiliriz. Öte yandan suç­ taya koyduğu gibi, yaşamın yaşan­
luluk, değersizlik, aşağılanmışlık maya değer olup olmadığı tartış­
292 duyguları, kendini suçlamalar, hat­ masını kendiliğinden getirecektir:
İNTİHAR

“Gerçek anlamda ciddi bir tek fel­ dir.” X. Fomeret şöyle der: “İnti­
sefi sorun vardır: intihar. Yaşam ya­ har doğruyu aramaya giden bir kuş­
şanmaya değer mi değmez mi diye kudur.” Konuyla ilgili en ağır yar­
düşünmek felsefenin temel soru­ gıyı M. Bontempelli verir: “İntihar
sunu yanıtlamaktır.” İnsanın “dün­ cinayetlerin en ahlakdışı olanıdır.”
yaya bırakılmış” olduğu fikrini öne Malraux intiharı bir yaşam deneyi
süren varoluşçu kötümserliğin yan­ gibi düşünür: “Kendini öldüren ki­
daşı Camus intihar kavramını böy- şi kendi kendine yarattığı bir imge­
lece yaşamın saçmalığına götüre­ nin peşinden gider: insan ancak va­
rek açıklamaya yönelir. Camus’nün rolmak için kendini öldürür.” Ne
deyişiyle, insanla yaşamı arasında­ olursa olsun toplumlar intiharı pek
ki boşanmayı getiren biraz da ya­ iyi karşılamamışlar, hatta intihar gi­
şamın tekdüzeliğiyle bizden uzak rişimlerinde bulunanlara pek katı
düşmesidir: “Kalkmak, tramvaya davranmışlardır. Montesquieu bu­
binm ek, dört saat büroda ya da nu şöyle belirler: “Kendi kendileri­
fabrikada çalışmak, yemek yemek, ni öldürenlere karşı Avrupa’da ya­
uyumak, pazartesi sah çarşamba salar çok katı: deyim yerindeyse
perşembe cuma ve cumartesi aynı onları ikinci bir defa öldürüyorlar,
ritimle hemen hemen aynı yolu iz­ onları yakışıksız bir biçimde sokak­
lemek. Ancak bir gün ‘niçin’ so­ larda sürüklüyorlar, onları namus­
rusu sorulur ve her şey şaşkınlıkla suz sayıyorlar, mallarına el koyu­
dolu bu yorgunlukta başlar.” Ge­ yorlar.” Felsefe tarihinde intihara
nel olarak filozoflar ya da düşü­ en olumlu anlamını kazandıranlar
nürler intihara olumsuz bir gözle Stoa’cılar oldu. Stoa ahlakı yaşa­
bakmışlardır. Aristoteles “İntihar mın tükendiği yerde ölümü seçmek
genellikle bir alçaklıktır” diyordu. gerektiğini bildirir. Yaşam doğaldır,
Alfieri “Yürekliliğin kanıtı ölmek yaşamın son bulması da doğaldır.
değil yaşamaktır” der. Alfred de Ağaçlar gibi insanlar da ölecektir.
Vigny’ye göre “İntihar dinsel ve İnsana yaraşan güzel bir ölümle öl­
toplumsal bir cinayettir”. Elsa Tri- mektir. Yaşam koşulları uyarsızlaş-
olet’ye göre de “İntiharlar yoktur, tığında Stoa’cı ölümü seçer. Stoa
cinayetler vardır”. E. Levinas şöy­ ahlakı kendi ölümünü yükümlen-
le söyler: “Ölüm hiçbir zaman is­ meyi zorunlu kılar: ölümü gecikti­
tenmez, gelir. İntihar çelişkili bir rip kötü durumlara düşmemek ge­
kavramdır.” Voltaire soruna şöyle rekir. Epiktetos şöyle diyordu: “Şu
bakar: “İntihar her zaman çılgınlık noktada mutsuzsam, benim için
değild ir, am a in san g enellikle sağlam bir yol vadır: ölüm. Yaşam­
akılcılık bunalımına girdiği için öl­ da hiçbir şey güç değildir. İstersen
dürmez kendini.” A. Vinet’ye göre çıkarsın, artık dumandan boğulmaz
“İntihar gerçekte Tanrı’sız bir ya­ olursun.” Daha sonra Marcus Au­
şamın dolaysız anlatımından ve in­ relius da şöyle dedi: “Evde ocak
ce özetinden başka bir şey değil­ tütüyor. Çok duman yoksa kalırım,
İONİA OKULU

çok duman varsa çıkar giderim. Ka­ ğın bize önerdiği şeyleri hiçbir dış
pının açık olduğunu anımsamak ve gücün belirleyiciliği sözkonusu ol­
hiç unutmamak gerekir.” Monta­ madan varsamak ya da yoksamak-
igne Stoa’cıların ölüme hazır olma tır. Malebranche’a göre istem ru­
fikrini candan benimser, ancak in­ hun genel olarak iyiye, Tanrı’ya yö­
tihar fikrine karşı durur. Şöyle der: nelimidir. Schopenhauer istem kav­
“Yaşamımızın süresini kendi eli­ ramını evrenin özü ya da temeli ola­
mizle ayarlama anlayışını benimse- rak belirler: onun kötümser felsefe­
yemiyorum. Genç Cato, intiharını sinde evren kör bir istemin ürünü­
önlemek isteyenlere, şu an yaşamı dür. Düşünülmüş ya da bilinçli bir
erkenden bıraktı gitti diye yargıla­ edim olarak her istemli davranış bir
nabilecek yaşta mıyım diyordu. O fikir temeline dayanır, bu yüzden onu
zaman ancak kırk sekiz yaşınday­ inatlaşmayla ya da körü körüne di­
dı.” (Bk. VAROLUŞÇULUK). renmeyle karıştırmamak gerekir. O
her şeyden önce düşünceli bir ka­
İO N İA O K U L U îonia’da yani rarlılığı ve bir eylemi gerektirir. Her
Anadolu’nun Ege kıyısında, Mile- istem usun belirleyici gücünü ge­
tos’la Phokaia arasındaki bölgede rektirir ya da istem ussallığın eylem
M.Ö. VI. yüzyılda ortaya çıkan fel­ düzeyinde açılımından başka bir şey
sefe etkinliği. İonia okulu pers ya­ değildir. Her istemli edim, buna gö­
yılmasına kadar (546) gelişimini re, bir sorumluluğun anlatımıdır. On­
sürdürdü. Miletos kentinde Thales, da yalnız bireysel bakış açısının de­
Anaksimandros ve Anaksimenes, ğil, toplumsal kuralların ya da göre­
Ephesos kentinde de Herakletios bu neklerin de belirleyici etkisi sezilir.
okulun ünlü filozofları oldular. İo­ İstemin karşısına alışkanlıklar çıkar
nia okulu filozofları evrenle ilgili ya da istem en büyük kavgasını alış­
araştırmalarında duyu verilerine da­ kanlıklara karşı verir. Henri Delac­
yanarak görüşler ortaya koydular. roix “Alışkanlık istemle doğa ara­
49 8 ’deki İonia ayaklanmasından sında bir orta yerdir” der. İstem çok
sonra İonia okulunun Miletos ka­ zaman alışkanlıkla başedemez ya da
nadı tümüyle çöktü, geriye Ephe­ en azından onunla çok zor koşullar­
sos kanadı kaldı. E phesos’Iular da savaşır: alışkanlık bilince kendi
Perslere karşı ayaklanmaya yanaş­ renklerini kattıkça istem geriye çe­
mamışlardı. (Bk. ATOMCULUK, kilir. İstemin başetmeye çalıştığı alış­
ELEA OKULU) kanlıklar gerçekte yoğun ve karma­
şık bir ruh dünyası üzerine, bir he­
İST E M (lat. voluntas; fr. volonté; yecanlar karmaşığı üzerine temel-
aim. Wille, Willenskraft, Willkür; lenmişlerdir. Bu yüzden istem her
ing. will). Seçim yapma eğilimi ya ne kadar başta alışkanlıklarla yıkışır
da yetisi. Bir şeyi yapmak ya da görünse de onun başlıca karşıtı
yapmamak konusunda belirli tutum. alışkanlıkları da doğuran tutkular
Descartes’çı anlayışta, istem, anlı­ dünyasıdır. Henri Delacroix’nm da
belirttiği gibi, yaşamımızın büyük bir istemin bozulmasını iki temel nede­
bölümü tutkuların belirleyiciliği al­ ne bağlıyordu: itkilerde artış (birden­
tındadır. Tutkular duygu dünyamı­ bire bir şeye kapılıp gitme) ve ya­
zın aşırı uçlandır ya da aşırıya götü­ saklama eksikliği (arzulara dayana-
rülmüş süreçleridir. Egemen olma mama). İstem, böylece her zaman
tutkusu, kendini gösterme arzusu, usu tutkulara egemen kılma gücü
yükselmek isteği her zaman bilinci olarak özgürlüğün kaynağı ya da dü­
kendi renklerine boyayacak, buna zeneği diye anlaşılabilir. Leibniz “Öz­
göre istemi ya ortadan kaldıracak gür ve istemli aynı anlama gelir” di­
ya da onun yönünü değiştirecektir. yordu. A. Charma şöyle der: “İs-
Parlak kanıtlar yargının yönünü sap­ tem ’den anladığım ız şey özgür-
tırdıkça istemin bilinç temeli zayıf­ lük’den anladığımız şeydir. İstemli
lar, tutarlılığı azalır, istem giderek bir ve özgür sözcükleri tam tamına ay­
seçme gücü olm aktan çıkar, bir nı anlamdadır.” A. Franck’a göre de
amaca ulaştırma aracına dönüşür. özgürlük istemliliğin bir biçimi’dir.
Bu da istemin istem olmaktan çık­ Genel istem: XVIII. yüzyılda özel­
ması demektir. Çünkü istem amaç­ likle Diderot ve Jean-Jacques Ro­
lar arasında ussal çerçevede bir se­ usseau’da gördüğümüz toplumsal
çim yapabildiği sürece istemdir. İs­ sözleşme düşüncesi. Bu dönemde
tem bir arzuyu bir arzuya kurban mutlakyönetimlerin iyiden iyiye sar­
eder, bir amacı bir amacın yerine sılmasıyla ortaya çıkan rejim tartış­
koyar, bunları yaparken insani kay­ maları içinde demokratik eğilimle­
gılarla, ahlaki öngörülerle hatta ön- rin artması genel istemin toplumsal
yaıgılarla davranır. Böylelikle o tut­ yaşamda belirleyici olması görüşü­
kuya karşı duracak tek güç olarak nü getirdi. Diderot şöyle der: “Özel
belirir. İstem bir sorunu amaçlan göz istemler kuşkugötürür istemler­
önünde tutarak çözer ya da amaçla- dir, genel istem her zaman iyidir.”
n açısından çözer, buna göre “Her Jean-Jacques Rousseau da şöyle
istem bir arzu yetersizliğini gerekti­ der: “Herkesin istemiyle genel istem
rir” (H. Delacroix), toplumsal çer­ arasında genellikle birçok aynlık var­
çevede bir tutuculuğu gerektirir. Za­ dır; genel istem genel yararı amaç­
ten göreneğin kuralları ya da ahla­ lar, öbürü özel yararı gözetir ve özel
kın kuralları istemli davranışta belli istemlerin toplamından başka bir şey
bir tutumluluğu getirirler: belli ko­ değildir. Birbirleriyle yıkışan bu az
nularda seçim yapmamız, istemli bir ya da çok ölçüdeki aynı istemleri dış­
tutum almamız gerekmez, nasıl dav­ layın, geriye sonuç olarak genel is­
ranmamız gerektiği bellidir. Gene de temin ayrımları kalacaktır.” “Her
kuralların yetmediği, istemin gerek­ egemenlik edimi yani her gerçek ge­
tiği durumlar vardır. Olumlu alışkan­ nel istem edimi tüm yurttaşları eşit
lıklar da istemde tutumluluğa ola­ ölçüde zorunlu kılar ya da kayırır,
nak verirler, bu anlamda onlar gö­ öyle ki egemen yalnızca ulusun ken­
reneklerle birlikte iş görürler. Ribot disini tanır ve onu oluşturanlardan
İSTEMCİLİK

hiçbirini öbüründen ayırmaz.” “Özel dir, özel istemlerin dışında bir genel
istem doğası gereği yeğlemelere yö­ istem düşünmek olası değildir. Ge­
nelir, genel istem eşitliğe yönelir.” nel istem, çoğunluğa aşın bir saygı­
Genel istemin gerçekleştiği düzen nın anlatımı olmalıdır. Güç istemi:
gerçekte tam anlamında demokra­ Nietzsche’de insanın kendini geliş­
tik bir yaşam düzeninden çok top­ tirme yolunda doğal eğilimi. Güç is­
lumun yararına göre düzenlenmiş ve temi Nietzsche’ye göre gerçek an­
belli bir yöneticinin yönetiminde var- lamda güçlü insanın, güçlü olmak
lığını sürdüren yasa düzenidir. isteyen insanın istemidir. Sıradan ve
Thonnard bunu şöyle açıklar: “Ya­ zayıf insanlar güçlü insanın güç is­
sa, düzenlenmiş bir genel istem ol­ temini ellerinden geldiğince sınırla­
makla devlet için adaletlinin ve ada­ maya çalışırlar. Sıradan ve zayıf in­
letsizin, ahlaki iyinin ve kötünün tek sanlar Nietzsche’ye göre özellikle
kuralıdır. Din de dogmalarıyla ve ta­ hıristiyan ahlakının izleyicileridirler.
pınma biçimleriyle işte bu yasayla Nietzsche şöyle der: “Üstün insan­
değerlenmiştir. (Dinin bağımsızlığı lar, benden şunu öğrenin: halkın top­
Rousseau’ya göre, katoliklikte gö­ landığı alanda konuşmak istiyorsa­
rüldüğü gibi karışıklıkların ve çatış­ nız konuşun. Ama halk göz kırpıp
maların kaynağıdır.) Ona uyup uy­ şöyle diyecektir: ‘Biz hepimiz eşi­
mamakta kimse özgür bırakılmaz, tiz.’ ‘Üstün insanlar m ı?’ Böyle der
ona uymayanlar devletten çıkarılma­ halk göz kırparak. ‘Üstün insanlar
lıdırlar, suçlular olarak değil toplu­ yoktur, biz hepimiz eşitiz. Her in­
ma uymayanlar olarak çıkarılmalı­ san öbürüyle eşdeğerlidir. Tann kar­
dırlar; yasaya uyacağına söz verdi­ şısında hepimiz eşitiz.” (Bk. Bİ­
ği halde ona uymayan kişi en bü­ LİNÇ, US)
yük cinayeti işlemiş ve ölümü ha-
ketmiş demektir.” V. Grigorieff de İS T E M C İL İK (fr. \olontarisme\
şöyle der: “Bilinç insan için neyse alm. Volontarismus; ing. volurıta-
genel istem de site için odur. İnsan rism). İstemi evrenin özü sayan
kendi bilincine başeğdiği gibi, ken­ öğreti. Yargıda istemin belirleyici
dine başeğercesine genel isteme ba- olduğunu savunan öğreti. Duygu­
şeğecektir, çünkü genel istem ege­ nun ve eylemin değerler açısından
men bir toplum oluşturan bilinçle­ düşünceden daha belirleyici oldu­
rin birliğidir, herkes için güvenliği ğunu ileri süren öğreti. Zihinsel su-
ve özgürlüğü sağlar.” Genel istemi numlann ve işlevlerin duygusal iş­
sağlayacak olan gerçek bir önder­ levlere bağlı olduğunu bildiren ruh-
dir, b ir üstü n insandır. R ous- bilim öğretisi. Duns Scotus’un tan­
seau’nun “genel istem”i ilk bakışta rısal istemin belirleyici özgürlüğü­
çok açık gibi görünür, ancak biraz nü tüm doğruların ve ahlak kural­
yakından bakınca onun bir düş ürü­ larının temel ilkesi sayan öğretisi.
nü olduğu görülecektir. Çünkü top­ Schopenhauer’ın olgular dünyası­
lum özel istemlerin bütünleştiği yer­ nın temeline istemi yerleştiren öğ-
İSTEMCİLİK

retisi. Yakıyı basit bir zihinsel be­ ancak tüm hayvanların herbirinin
lirleme olarak gören anlıkçılığa kar­ de özüdür” (A. Cresson). Maddi
şıt olarak istemcilik her yargılama yaşamın güçlerinde yansıyan da
edimini bir yükümlenme olarak de­ odur. O evrenin kendisidir, varlı­
ğerlendirir. İstemcilik öznenin ken­ ğın da kendisidir. Gerçekte istemin
di üzerinde ve dış dünya üzerinde uzamda ve zamanda olması bir gö­
belirleyici etkinliğini öngörür. Al­ rünümdür, yoksa istem hiçbir yer­
gıda istem sözkonusu değildir, an­ de değildir. İstem gelişmeyen bir
cak yargıda her zaman istemin be­ şeydir, çünkü o uzamın ve zama­
lirleyici bir gücü olmalıdır. İstem­ nın dışındadır. İstem tektir, çokluk
cilik bizi tüm eylemlerimizden, tüm ancak uzamda ve zamanda olası­
düşüncelerimizden, hatta tüm duy­ dır. İstemin nedeni yoktur, amacı
gularımızdan sorumlu tutar. Doğa­ da yoktur. Başlangıcı olmadığı gibi
üstü istemcilik istemi evrenin özü sonu da olmayacaktır. O vardır ve
olarak görür, fikirlerin temelinde ister. Duns Scotus’un özgürlüğü
şeyleri ya da sunumları değil yal­ her şeyin ilkesi sayan, doğruyu ve
nız istemi bulur. İstemciliğin en iyiyi bu ilkeye bağlayan öğretisi de
yaygın anlamı doğaüstü anlamıdır istemciliktir. Filozofa göre özgür­
ve S chopenhauer’e göre dünya lüğün kökeninde Tanrı vardır. Tanrı
benim sunum um dur, özneyi ve istemlidir, öyleyse dünyayı oluştu­
nesneyi içerir. O kör ve saçma bir ran şey tam anlamında olumsallık­
İstem’in varettiği bir yanılsamadan tır. Tanrı isteseydi dünyayı yarat­
başka bir şey değildir. Beden “gö­ mazdı, istedi ve dünyayı yarattı. İs­
rünür olmuş istem”dir, bu istem­ tese dünyayı başka türlü de yara­
den giderek Mutlak’ı, her şeyin kö­ tabilirdi; istese tüm değerleri altüst
keni olan Tek İstem’i belirleyebili­ edebilir, eğriyi doğru, kötüyü iyi kı­
riz. Schopenhauer’e göre istem labilirdi. Duns Scotus’agöre istem
kendi varlığımızda sezdiğimiz sü­ bizim en önemli yetimizdir, bizim
rekli bir eğilimdir, bizdeki yaşam gerçekliğe ulaşm am ızı sağlayan
isteğidir. Bu yaşam isteği ya da bu özerk ve özgür bir güçtür. Biz ger­
istem bizim en temel duygumuz- çekliğe ancak istemin etkin gücüyle
dur. Ruhta olduğu kadar bedende ulaşabiliriz. Yeni-Platon’cu ve Au-
de egemendir, ruhumuzun derinle­ gustinus’çu süreklilik kavrayışına
rine kök salmıştır. Bu duygu bizi karşı çıkan XIII. yüzyılın ünlü fi­
Mutlak’a bağlar, çünkü istem tek lozofu Tommaso’cu düşünceye de
bir şeydir, bir başka deyişle istem­ karşıdır. O hem maddeye kadar iş­
ler yoktur, istem vardır. Varolan her leyen düşünsellik fikrini yadsır,
şeyin temelinde yer alan bu tek is­ hem hiçbir gücün maddeye biçim
temdir. “Uzamda ve zamanda or­ olmadan varolma şansı veremeye­
taya çıktığını gördüğümüz şey onun ceği fikrini yadsır. Duns Scotus’a
görünümlerinden yalnızca biridir. göre, istem, Tommaso’nun sandı­
İstem bizim en içten özümüzdür, ğı gibi, kendisinden ayrı bir anlığa
İSTEMSİZLİK

bağımlı değildir. İyi, Tanrı’nındoğ- lıkların ötesinde bir girişim çabası


rudan doğruya istediği şeydir, is­ gerektirdiğini bildirirler.” Ruhaynş-
temle ortaya koyduğu şeydir. İn­ tırması özellikle eğitim ve çevre so­
sanda da istem anlığı belirlemekte­ runlarına sıkı sıkıya bağlı olan is­
dir. (Bk. ANLIK, ANLIKÇILIK, İS­ temsizlik durumlarında belli bir iyi­
TEM) leştirici etki oluşturacaktır. (Bk. İS­
TEM)
İST E M SİZ L İK (fr. aboulie; alm.
Abulie, W illenslosigkeit\ ing. İŞBÖLÜM Ü (fr. divisiorı du tra-
aboulia). İstem eksikliği, İstek ek­ vail', alm. Arbeitsteilung', ing. di-
sikliği. Tüm istemli davranışlarda, vision o f labour). Üretimde görev
karar ve dikkat gerektiren davra­ ve hizmetlerin paylaşılması. İşbö­
nışlarda yetersizlik. İstemsizlik du­ lümü insanın en eski etkinliklerin­
rumunda kişi düşünsel işlevler yö­ den biri olmalıdır. Avcılıkla ve mey-
nünden hiçbir bozukluk gösterme­ va toplayıcılığıyla geçinen en eski
mekle birlikte, karar vermede ya insan da belli bir düzeyde işbirliği
da dikkat göstermede eksikli kalır. yapmaktaydı. Bir başka deyişle,
İnsanı yaşamdan koparan istemsiz­ toplum sınıflarının sözkonusu ol­
lik uyuşturucu bağımlılığının da bir madığı ilksel tarihsel dönemlerde
göstergesi gibidir. Bu durumda bi­ basit ve doğal işbölümü vardı. Bu
rey karar oluşturamaz ya da dü­ işbölümü basit boy mülkiyetiyle be­
şünceden eyleme geçemez. İleri de­ lirgindi. Üretim güçlerinin gelişme­
recede uyuşturucu bağımlısı olan siyle doğal işbölümünden toplum­
kişi tam anlamında istemsiz kişi­ sal işbölümüne geçildi; bu dönem
dir, yalnızca uyuşturcu bulma ko­ toplumun sınıflara ayrılmasıyla be­
nusunda kararlı ve dikkatlidir. Yal­ lirgindir. İşbölümünün gelişmesiy­
nız düşünsel işlevlerin tam olarak le Özel mülkiyet doğdu ve devlet
sağlıklı olduğu durumlarda bir is­ ortaya çıktı. Adam Smith işbölü­
temsizlikten sözedebiliriz; aptallık­ münün makinelerin gelişmesinden
taki, ahm aklıktaki, bunaklıktaki önce de gerçek anlamda varoldu­
durgunlukları istemsizlikle karıştır­ ğunu benimser. Proudhon da bu
mamak gerekir. A. Porot şöyle der: görüştedir. Marx buna karşı çıkar:
“H afif durumlarda yalnızca istemli ona göre işbölümü adına yaraşır iş­
edim sıkıcı, ağır ve özensizdir. Ağır bölümü ancak gelişmiş makinala-
durumlarda en basit edimler hasta nn ortaya çıkmasıyla gerçekleşmiş­
için olanaksızlaşır ve hasta genç de tir. “Gerçek anlamda m akinalar
olsa tüm toplumsal etkinliği bırakır XVIII. yüzyıl sonlarında ortaya çık­
ve yatağa bağlı duruma gelir. P. Ja- mıştır” der Marx. Ona göre “işbö­
net ve Seglas pek haklı olarak is­ lümünün gelişimi işçilerin bir atöl­
temsizlerde eski edimlerin kendili­ yede toplanm asını g e re k tirir”.
ğinden davranışlarla henüz olası ol­ Marx ve Engels şöyle şöyle yazar­
duğunu, oysa yeni edimlerin olası­ lar: “Bir ulusta işbölümü başlangıçta
İŞLEVSEL

sanayi ve ticaret emeğiyle tarım İŞLEV (fr. fonction; alm. Funk-


emeğinin ayrılmasını gerektirir ve tion, ing. function). Belli bir ama­
bunların çıkarlarının karşıtlığını ge­ ca yönelik özel etkinlikler toplamı.
tirir. Onun sonraki gelişimi ticaret Bir toplumda ya da bir toplulukta
emeğiyle sanayi emeğinin ayrılma­ kişinin gerçekleştirmekle yükümlü
sın ı d o ğ u ru r.” İşb ö lü m ü n ü olduğu işlem. Bir toplumda bir ku­
Marx’tan önce Hegel “gereksinim” rumun ya da bir kurumda bir bire­
kavramından giderek açıklamaya yin etkin bir biçimde ortaya koy­
çalıştı. Ona göre gereksinim öznel mak durumunda olduğu etkinlik. Bir
olmakla birlikte dış nesnelerin ve karmaşık bütündeki bir parçanın o
emeğin varlığıyla evrensellik kaza­ bütünde etkin bir biçimde gerçek­
nır. Bu çerçevede işbölümü ortaya leştirmek zorunda olduğu yüküm­
çıkar. İşbölümü gereksinimleri kar­ lülük. Bir bütünde bir parçanın or­
şılayarak işini bitirmiş olmaz, ter­ taya koyduğu belli bir amaca yö­
sine yeni gereksinimleri getirir, ge­ nelik işlemler bütünü. Organik ya
reksinimleri daha da çeşitli lendirir. da toplumsal yaşamda kendini gös­
Ancak onun emeği daha mekanik teren işlemler bütünü. (Bk. EŞİŞ-
kıldığı da doğrudur. Emeğin yerine LEVLİLİK).
giderek makina geçmeye başlar.
Gereksinimler ve onların karşılan­ İŞLEV C İLİK (fr. fonctionalisme\
ma biçimleri böylece artan bir çe­ alm. Funktionalismus, ing. functi-
şitlilik kazanır. Michele Bertrand bu onalism). Toplumu bir karşılıklı ba­
konuda şöyle der: “İnsani gereksi­ ğımlılıklar ya da etkileşimler düzeni
nimlerin hayvani gereksinimlere olarak gören, toplumsal yaşamı bir
karşıt olarak çok çeşitli ve değişik başına belirleyecek herhangi bir te­
olduğunu söylemek yetmez, bu ge­ mel etkenin varlığını yoksayan öğ­
reksinimlerin ve onların karşılan­ reti. İşlevcilik yapılardan ve dural
ma biçimlerinin kendilerinde son­ özelliklerden çok işlevsel özyapılara
suz gelişimlerinin ilkesini taşıdığını ağırlık verir. Estetikte işlevsellik gü­
da söylemek gerekir.” Gerçekte ge­ zeli işlevselin belirleyiciliğine veren
lişmiş anlam da işbölümü Sanayi anlayıştır, buna göre bir sanat yapı­
Devrimi’yle ortaya çıkmıştır; Sa­ tının güzelliği onun işe yarar ya da
nayi Devrimi işbölümünü son de­ yararlı oluşuyla belirgindir. Bu an­
rece ayrıntılı ve oldukça karmaşık lamda işlevcilik daha çok mimarlık­
bir duruma sokmuştur, neredeyse ta geçerli bir anlayıştır. (Bk. İŞLEV)
insanı da makinanın bir parçası du­
rumuna indirgemiştir, öte yandan İŞLEV SEL (fr. fonctionnel; alm.
insan emeğinin önemini enaza in­ funktionell, ing. functiorıal). İşlev­
direcek gelişimler ortaya koymuş­ le ilgili. İşlevsel ruhbilim, zihinsel
tur. (Bk. SERMAYE) süreçleri dinamik açıdan ele alan
ruhbilimsel anlayıştır. Bu anlayışta
299
İTK İ

ruhsal yaşamın doğası değil de zi­ itkiler elbette sonradan, özellikle ço­
hinsel işlevlerin nasıl gerçekleştiği cukluk çağının duygu bozuklukları
araştırılır. İşlevsel ruhbilim ruhsal içinde varlığımıza siner ve içgüdü­
olguların anlamlarına ulaşmaya ça­ lerin denetimden çıkmaya başlama­
lışır, onların işlevlerini inceler; he­ sıyla belirginleşir. Normal kişilerde
yecanın, imgelemin, düşün bu çer­ itkiler hiçbir toplumsal sorun çıkar­
çevede ne gibi bir etkinlik ortaya mayacak biçimlerde yönlendirilmiş­
koyduğunu görmeye çalışır. İşlev­ tir. Bu yönlendirilmede başlıca et­
sel ruhbilim etkin ruhbilimdir, dav­ kiyi sağlıklı ve tutarlı bir eğitim sağ­
ranışın ya da eylemin incelenmesi­ lar. Bu konudaki başarı ne olursa
ne ağırlık verir. (Bk. İŞLEV) olsun, toplumsal yaşam itkileri bas­
kı altında tutacaktır. Toplumsallaş­
İT K İ (fr. impulsion; alm. Trieb, mış insan itkilerine söz geçirebilen
ing. impulse). Bir edimi gerçekleş­ yani biyolojik varlığının üstüne çı­
tirmek için duyulan karşı konulması kabilen insandır. Genel olarak tüm
güç istek. Düşünülmemiş ve de­ ahlak bilgisinin temelinde itkilerin
netlenmemiş eyleme yöneltici is- denetim altına alınabilmesi sorunu
temdışı eğilim. İtki bir düşünme­ yatar. (Bk. DÜRTÜ, GÜDÜ, İÇ­
den yapma eğilimidir, istemden tü­ GÜDÜ, İÇTEPİ)
müyle bağımsızdır, tümüyle içgü­
düsel ya da fizyolojik kökenlidir. İt­ İY E L İK (lat. possessio; fr. pos­
kinin başlıca özelliği birdenbire ger­ session-, alm. Besitzen, Besitz, Be-
çekleşmesi, böylece kişiyi katı ve sessenheit, ing. possession). Elde
tehlikeli davranışlara itebilmesidir. etme durumu. İyelik çılgınlığı, do­
Bazı durumlarda itkiler kendiliğin­ ğaüstü bir güç tarafından ele geçi­
den yani hiçbir dış koşullanma ol­ rilmiş olma sanısına dayanan çıl­
madan gerçekleşir, bazı durumlar­ gınlıktır. Bu çılgınlıkta hasta doğa­
da da tepkisel bir sorun sözkonu- üstü bir varlığın kendisini ele ge­
sudur. Ayrıca itkiler yapısal ve edi- çirdiğine, hatta kendi varlığına ka­
nilmiş olmak üzere iki bölümde tıldığına inanır, bu doğaüstü varlık
toplanabilir. Yapısal olanlar hasta­ çok zaman şeytandır: hasta onun
lıklı bir kalıtıma (kalıtımsal alkol tut­ diliyle konuşmakta, onun istemine
kusu), zeka ya da düşünme gerili­ göre davranmaktadır. İyelik çılgın­
ğine, özyapısal dengesizliklere, lığı buna göre bir kişilik bölünme­
içgüdüsel sapmalara bağlıdır. Sa­ siyle belirgindir, ayrıca sanrıların,
ralı kişilerin itkileri denetlemede çok özellikle görsel sanrıların etkinliğiy­
güçlük çektiği görülür. Bunun dı­ le belirgindir. Bazı iyelik çılgınlıkla­
şında çok kesin olmamakla birlik­ rında hasta kendisini bir hayvan ta­
te, itkilerin bazı ırksal ya da yerel rafından ele geçirilmiş duyar. Bir
özelliklere de bağlı olabildiği sanıl­ çılgınlık olmaktan çok bir fikir ola­
m aktadır (bir bölge halkının şidde­ rak bu durum bazı ilkel toplumlar-
300 te eğilimli olması gibi). Edinilmiş da sık görülür. Örneğin Kuzey Af­
İYİ

rika’nın yerlileri kendilerini bir kö­ şılması gereken yüce değerlerdi,


tü nıhun ele geçirmiş olduğunu dü­ bazı iyiler ya da iyilikler ikinci de­
şünürler. (Bk. MÜLKİYET) recede ele alınmalıydı, onlar bir ara­
cıdan başka bir şey değildi. Yüce
İY İ (lat. bene\ fr. bien; alm. Gut, iyiye ulaşmakla ya da ulaşmaya ça­
Wohl, ing. good). Yararlı olan. Uy­ lışmakla insan tannlara benzeyebi­
gun olan. Ahlakın temel kavramı lirdi. Eskiçağ yunan-latin düşünce­
olarak iyi tüm uyarlı davranışları sinde insanın tanrılaşması kavrayı­
belirler ve tüm uyarsız davranışları şı oldukça belirgindir. Bunun için
dışlar; burada uyarlılık elbette ev­ usun yolunu izlemek, bilgiyle do­
rensel bir geçerlilikte ele alınmalı­ nanmak gerekir. Bu çerçevede iyi­
dır. Ahlakın alanı bir kişi için ya­ ’nin yorumuyla ahlak alanında iki
rarlı ya da uygun olanı öngörmez, ayrı görüş ortaya çıkar: birinci gö­
bir kişi için yararlı ya da uygun ola­ rüşe göre her gerçek ahlaki edimin
nın genel olarak insan için de ya­ temelinde bilgi vardır, öbürüne gö­
rarlı ya da uygun olabildiği koşul­ re ahlak alanı bir seçimler alanıdır.
lan öngörür. Önemli olan iyi’nin ev­ Ahlakın temeline bilgiyi koymak
rensel planda geçerli olmasıdır. Ge­ daha çok bireyi kendi seçimleriyle,
ne de bireyin ahlak değerleriyle ev­ kendi sorum luluklarıyla başbaşa
rensel geçerlikli ahlak kurallan ara­ bırakmaktır; ikinci anlayış daha
sında tam anlamında kesin bir uyar- çok bir toplumsal ahlakla, görenek­
lılığın bulunabileceğini söylemek ler ahlakıyla ilgilidir, kişisel seçme­
güçtür. Ahlak alanı bir çatışkılar ala­ lerden çok göreneklerin belirleyi­
nıdır, buna göre iyi’nin anlamı bi­ ciliğinde gerçekleşir. Ancak, göre­
reylere, ayrıca yere ve zamana gö­ neklerin bilinçsizce benimsenmesi
re değişiklikler gösterecektir. Her bireyde ahlaki sapmaların ortaya
durumda “iyi” kavramı “kötü”yle çıkmasına yol açabilecektir. Her ne
karşıtlaşır ve “kötü” dışlanması ge­ olursa olsun, ahlak alanı bir körü
rekeni belirlerken “iyi” benimsene- körüne benimseme alanı değil bir
siyi ortaya koyar. İyi’nin kaynağı­ ussal seçim alanıdır. S okrates
nı da elbet usun belirleyiciliğinde “iyi”yi bir bilgi temeline dayandı-
aramak gerekir. Eski felsefeler in­ nr. Ona göre her insanda bir iyiye
sanın duygu dünyasını bir “tutku­ eğilimli olma özelliği vardır, önemli
lar” ortamı olarak görüyorlar, bu olan ondaki bu iyi tohumunu ye-
tutkuları dengeleyecek ya da diz­ şertebilmektir. Platon da aynı gö­
ginleyecek güç olarak us’u belirli­ rüştedir: “Şu iki şeyin dışında ne
yorlardı. Onlara göre “iyi”ye ulaş­ iyi ne kötü vardır; bilgililik iyi bir
manın başlıca yolu tutkuları yene­ şeydir ve bilgisizlik kötü bir şey­
bilmekten geçiyordu. Yunan filo­ dir.” Zaten Platon İyi İdea’sını dü­
zofları bir “yüce iyi” kavrayışı ge­ şünülür dünyada en yukanya yer­
liştirmişlerdi. Buna göre bazı iyiler leştirmiştir: “Düşünülür dünyanın
ya da iyilikler gerçek anlamda ula­ doruğunda İyi İdea’sı vardır ki onu 301
İYİ

görmek hiç de kolay değildir, onun tü şeyler de sonuçlarla da ilgili de­


doğruyla ve iyiyle ilgili her şeyin ğildir. Öyleyse iyi ve kötü doğada
nedeni olduğunu anlamadan onu y o k tu r.” H um e, B en th am ve
görmek olası değildir (...), öyle ki StuartMill iyi’yi yarar açısından ele
erdemli insan olarak davranabilmek aldılar. Kant onu tam anlamında ev­
için kişisel yaşamda da toplumsal rensel istemin konusu durumuna
yaşamda da onu görmüş olmak ge­ getirdi. Buna göre Kant bir ödev
rekir” (Devlet). Aristoteles’de iyi­ ahlakı geliştirdi. Bir davranış iyi ol­
yi gerçekleştiren kurgusal anlık de­ duğu için gerekli olamazdı, gerekli
ğil uygulamalı anlıktır. Aristoteles olduğu için iyi olabilirdi. İyiyi ger­
iyi’yi, buna göre, usun uygulamalı çekleştirmek ödevini yerine getir­
yönelimi olarak görür. Bu arada ba­ mekle aynı anlama geliyordu. Berg-
zı yunan filozofları en yüce iyi’yi son iyiyi gerçekleştirmede özgür
hazla özdeşleştirmişlerdir, bunların tutumları ve görenekçi tutumları
başında Aristippos ve Epikuros ge­ birbirinden ayırarak bir açık ahlak
lir. Stoa’cılar iyi’yi doğaya uygun ve kapalı ahlak ayırımı geliştirdi. /
yaşamakta buldular: doğal bir var­ Antisthenes: “İyiyi gerçekleştirmek
lık olan, hatta doğanın bir parçası ve hor görülmek önüne geçilmez
olan insan ne ölçüde doğayı izlerse bir yazgıdır.” / Elea’lı Zenon: “İyi­
o ölçüde iyi’yi elde edecekti. Des- lik büyüklükte değildir, büyüklük
cartes iyi’yi tümüyle usun bir ko­ iyiliktedir.” / Megara’lı Theogonis:
şulu olarak gördü, ona göre iyi in­ “Kötü kolaydır, iyi çok çaba ister.”
san usunun çizdiği yoldan giden, / AzizPaulus: “İstediğim iyiliği ya­
usunun buyurduğunu yapan insan­ pamıyorum, oysa istemediğim kö­
dır. Malebranche iyi’yi düzen’de tülüğü yapıyorum.” / Shakespea-
buldu. Leibniz’e göre iyi düşünsel- re: “İnsanların yaptığı kötülükler ar­
liğin en üst düzeyiydi. Spinoza ba­ kalarına kalır, iyilik çok zaman on­
zı şeylerin bu arada iyinin ve kötü­ larla birlikte gömülür.” / La Roc-
nün doğada bulunmadığını, anlığı­ hefoucauld: “Birazcık iyilik ettim,
mızdan geldiğini bildirir; anlığımı­ benim en iyi yapıtım budur.” / La
zın ürünü olan bu şeyler filozofa Fontaine: “Sonunda şunu derim size
göre ilişkilerdir. Bunları usun var­ - İnsan bir iyilik etti mi on hemen -
lıkları diye adlandırabiliriz. Spino­ Teniyle gömleği arasına yerleştir­
za şöyle der: “İyi ve kötü usun var­ meli.” / Kafka: “İyi bir anlamda tek­
lıklarıyla mı yoksa gerçek varlık­ düzedir.” /A.R. Lesage: “Bütün in­
larla mı ilgilidirler? Ancak iyinin ve sanlar başkalarının iyiliğini isterler,
kötünün ilişkilerden başka bir şey bu genel bir duygudur; yalnız bun­
olmadığını belirlediğimizden kuşku­ ları yapış biçimleri değişiktir.” /
suz onları usun varlıkları arasına Pascal: “İyiliğinize inansınlar mı is­
yerleştirmemiz gerekir. (...) Doğa­ tiyorsunuz? Ondan hiç söz etme­
da bulunan tüm nesneler ya şey­ yin.” / Spinoza: “İyi ve kötü tam
302 lerdir ya da sonuçlardır. İyi ve kö­ tamına göreli bir anlamda ortaya
İZLENİMCİLİK

konulurlar; bir şey ele alındığı ko­ dur. Rousseau’nun inşanın özden
şula göre iyi ve kötü diye adlandı­ iyi olduğuna inanan bakışı da iyim­
rılabilir.” “Bir şey aynı anda hem serliğe bir örnektir. İyimserlik ge­
iyi hem kötü, hem de ne iyi ne kö­ leceğe güvenli, geçmişe inanarak
tü olabilir. Örneğin melankolik için bakmayı sağlar. (Bk. KÖTÜ M ­
müzik iyidir, acı çeken için müzik SERLİK)
kötüdür, sağır için müzik ne iyi ne
kötüdür.” / A. Siegfried: “Birini yo- İZLEN İM (fr. impression; alm.£-
ketmek mi istiyorsunuz- Ona kö­ indruck, Reiz\ ing. impression, fe-
tülüklerden sözetmeyin, hep iyilik­ eling). Duyum yaratan fizyolojik
lerden sözedin.” / Fontenelle: “Mut­ edimlerin tümü. Dıştan gelen bir
luluğun en büyük gizi kendiyle iyi edimle duyu organları üzerinde bir
olmaktadır.” / La Beaumelle: “Her etki yaratılması. Hume “fikir” kav­
yerde iyilik yapan ve iyiliği çok kö­ ramıyla “ izlenim” kavramını birbi­
tü yapan insanlar görüyorum.” / rinden ayırır. Filozofa göre fikirler
Lautrémont: “İyilik yapmakta öz­ “izlenimlerin düşüncede bıraktığı
gürüz - Kötülük yapmakta özgür zayıf imgeler”dir. (Bk. DUYUM, Fİ­
değiliz.” / Lavelle: “Başkalarına KİR)
yapacağımız en büyük iyilik onlara
zenginliğimizi aktarmak değil on­ İZ L E N İM C İL İK (fr. impressio-
ların zenginliklerini ortaya çıkar­ rıisme', alm. lmpressionismus\ ing.
maktır.” (Bk. AHLAK, ERDEM, impressionism). Yaratmada izle­
KÖTÜ) nimleri temel alan sanat akımı. XIX.
yüzyılın son çeyreğinde ortaya çı­
İY İM S E R L İK (fr. optim ism e; kan ve bütün sanatları etkilemekle
alm. Optimismus; ing. optimism). birlikte en çok resimde etkin olan
Dünyanın iyiliklerle dolu olduğuna, bu sanat akımı ressamların küçük
iyiliklerin kötülüklere baskın oldu­ fırça vuruşlarla anlık izlenimleri ya­
ğuna inanan kişinin durumu. Her kalama çabalan içinde kendini gös­
şeyi iyi yanından alma eğilimi. Fel­ terdi. Ayrışık renklerin dizgesel bir
sefede iyimserliğin kökenleri Sok- biçimde kullanılışı resme büyük bir
rates’e, Platon’a ve Stoa’cılara da­ canlılık ve devingenlik getirdi. İz­
yanır. Bu felsefeler dünyada iyiyi lenimciliğin kökenlerini daha eski­
egemen gören ya da en azından iyi­ lerde, Ingres gibi duygucu ressam­
nin egemenliği için formüller öne­ ların arayışlarında aramak gerekir.
ren felsefelerdir. P lato n ’un İyi Eugene D elacroix’nın yum uşak
İdea’sınm İdea’lar dizgesinde en çizgilerle oluşturduğu aydınlık duy­
üstte durduğunu unutmamak ge­ gucu resimleri de izlenimcilik için
rekir. Felsefede iyimser bakış açısı bir geçiş yeri oluşturmaktadır. Ma-
en çok Leibniz’de ortaya çıkar. Fi­ net ve Courbet gibi ressamlar izle­
lozofa göre yaşadığımız dünya olası nimci akımın gerçek öncüleri ol­
dünyaların en iyisi ve en mutlusu­ dular. Daubigny, Corot, Millet, Bo- 3 0 3
İZLENİMCİLİK

udin, Constable, Tumer canlı renk­ layışının katıkuralcı tutumuna tam


lerle örülmüş ışıklı ve zaman za­ anlamında karşı koyan bu ressam­
m an sisli-buğulu resimleriyle bu lar bir akımın kurucuları olmaktan
akımın gelişmesine büyük katkılar­ çok bir anlayışın öncüleriydiler:
da bulundular. M anet’nin resimleri herbiri kendi sanatını yepyeni bir
akımın çıkış noktası olarak alınabi­ anlayış içinde, gerçek bir özgün­
lir. Manet, başlangıçta hiç ilgi gör­ lükte ortaya koyuyordu. Resimde­
memiş ve tümüyle yadırganmış olan ki bu gelişmeler öbür sanatları da
resim lerinde eski anlayışın ışık, etkiledi ve müzikte özellikle Clau-
renk, biçim düzenini altüst ediyor, de Debussy’nin sanatı izlenimci
dünyayı kendi gözüyle görmek ko­ görünümler kazandı. Müzikte Cla-
nusunda özen gösteriyordu. De­ ude Debussy’den başka, Deluis,
gas, Pissaro, Monet, Renoir, Ba- Satie, Roussel, Schmitt, Deodat,
zille, Sisley, Moriset, Cézanne re­ Severac, Ducas, Ravel, Aubert,
simde yepyeni bir anlayışın temsil­ Caplet, Respighi gibi adlar izlenim­
cileri oldular. Akademici resim an­ ciliğin ünlü temsilcileri oldular.

304
K
KAFATASÇILIK Bk. IRKÇILIK. nelmiş göründüğü zaman bile da­
ğınık, tutarsız, belirsiz bir bütün­
KAFAYORUM U (fr. phrenolo- dür. Kalabalık çok belirgin ve çok
gie; aim. Phrenologie; ing. ph­ kaba bir takım tepkiler gösterme­
renology). Kafatası çıkıntılarını yo­ ye yatkındır. (Bk. TOPLULUK,
rumlayarak yapılan kişilik ve zeka TOPLUM)
yorumu. Gali ve Spürzheim gibi
bazı yazarlar kafatası çıkıntılarına K A LIPSÖ Z (fr. slogan; alm. Slo­
bakarak kişilik özelliklerini ortaya gan; ing. slogan). Daha çok pro­
koymak ve zeka düzeyini belirle­ paganda amacıyla ortaya konulan
mek konusunda çalışmalar yaptı­ ve sık sık yinelenen kısa söz.Bir
lar. Gali buna dayanarak çeşitli ge­ fikri bir formüle indirgeyen ljısa
nel görüşler de geliştirdi, örneğin söz.
ona göre gözleri dışa doğru çıkık
olan çocuklar çok zeki oluyordu. K A LITIM (fr. hérédité; alm. Ve-
Bu görüşün bugün hiçbir geçerliği rerbung; ing. heredity). Bir canlı
kalmamıştır. varlıktan ardıllarına ulaşan özellik­
ler. Kalıtım yasalarının pekçoğunu
K A L A B A L IK (fr. foule; aim. Mendel açıkladı. MendePin bize öğ­
Menge, Volksmasse; ing. crowd). rettiğine göre bir bireyin yaşamın­
Gelişigüzel bir araya gelmiş insan da elde ettiği özellikler, kromozom­
topluluğu. Bilinçle ya da belli bir yö- lar düzeyinde bir dönüşüm gerçek­
nelgenlikle bir araya gelen insanlar leşmişse, bireyin ardıllarına geçe­
“toplumsal topluluk” oluştururlar. cektir. N. L. Munn kalıtımı şöyle
Böylesi bir topluluk belli ilkeleri olan açıklar: “Her hücrenin bir çekirde­
düzenli bir topluluktur, hatta bazen ği vardır, bu çekirdek stoplazma
belli bir kurum oluşturur ya da belli denilen jelatinimsi bir maddeyle sa­
bir kurumda bir araya gelmiştir. Ka­ rılmıştır. Çekirdeğin içinde çok kar­
labalık, tam tersine, bir amaca yö­ maşık kimyasal yapılar vardır, bun­
KANI

lar kalıtımsal belirleyicilerdir ve kro­ lir). Genlerin ya da belirleyicilerin


mozomlar ya da renkli cisimler di­ biçimleriyle ilgili çeşitli yorumlar
ye adlandırılırlar. Kromozomların yapılmıştır, ancak gen’in gözlem­
sayısı türden türe değişiklik göste­ lenmesi bugüne kadar olası olma­
rir. İnsanda kırk sekiz kromozom mıştır.
vardır, bunların yirmi dördü ana­
dan ve yirmi dördü babadan gelir. KANI (lat.convictio; fr. convicti-
Üremede bunların kırk sekizi de et­ on; alm. Überzeugung, Überfüh-
kindir. Mikroskopta kromozomla­ rung\ ing. conviction). Bilincin bir
rın ikişer ikişer dizildiği görülür. Di­ fikri kanıtlara dayanarak onaylama­
şilerde yirmi dört çift, erkeklerde sı. Zihnin bir doğruyu belirlemesi.
yirmi üç çift, iki de ayrı koromo- Bir şeyin zihinde kanıtlara ya da ta­
zom vardır. Bunlardan biri, Y kro­ nıklıklara göre doğru diye belirlen­
mozomu yalnız erkeklerde bulunur. mesi. Her kanı eyleme götürücü bir
Dişilerde bir çift X kromozomu var­ tutarlılık ya da kesinlik taşır. Bir ka­
dır. X ve Y kromozomları cinsel nının oluşmasında kanıtlar ya da ta­
kromozomlar diye adlandırılır, çün­ nıklıklar kadar duygular da belirle­
kü bizim cinselliğimiz XX ya da XY yici olur. Kanıda nesnel etkenler ka­
bileşimlerinin oluşumuna bağlıdır. dar öznel etkenler de, olanlar ka­
Aynı cinsten değişik insanların kro­ dar olasılıklar da etkili olduğu için
m ozom düzenleri hemen hemen onu azçok görüş’le özdeşleştirmek
aynı görünümü ortaya koyar. An­ yanlış olmaz, bu anlamda kanıyı
cak, özdeş ikizlerin kromozomları olası görüş olarak belirleyebiliriz.
dışında, benzer dış görünüşlü tüm Victor Hugo kanıları duygusal bir
kromozomlar içsel olarak değişik­ temele dayandırarak şöyle der: “Bir
lik gösterirler. Aralarında hiçbir ai­ duygulanım bir kanıdır.” George
le bağı bulunmayan bireylerde bu Sand da h e y e c a n la rım ız ın
değişiklik çok belirgindir.” Bizim temelindeki ussallığı şu sözlerle
çok değişik kalıtımsal özelliklerimiz b elirler: “ M utlu oluşum lar bir
kırk sekiz kromozomda ortaya ko­ heyecandan doğarlar. Bir heyecan
nulmuştur. Her kromozom kendin­ da b ir k an ıd an doğar. İnsan
de birçok belirleyiciyi barındırır. Bu tutkuyla inanm adığı bir şeyden
yüzden genetikçiler kromozomların h ey ecan a k a p ılm a z .” G ustave
iç yapılarının incelenmesini çok C o u rb et de k a n ıd a in an cın
önemserler. Bir kromozomun çe­ belirleyiciliğine şu sözlerle değinir:
şitli bölgeleri birçok ayrı özelliği be­ “Onlar gülerek öldüler, gelecekten
lirliyor olmalıdır. Gözlerin rengi, de­ güvenli insanlar olarak. Onların
rinin yapısı gibi özellikler buna kanılarında inanç vardı.” Roger
bağlıdır. Kromozomlarda gizlenen M artin du Gard her kanının bir
kalıtımsal etkenler gen diye adlan­ mantıksal kesinlik taşıdığını şöyle
dırılır (bu da belirleyici anlamına ge­ anlatır: “Karşıt bir kanının yasallığını
306
KAPSAM

benimsemekle işe başlayan bir kanı KAOS (yun. “Khaos ”). Evrenin
etkin olm am aya m ahkum dur.” yaratılmadan önceki karmaşık du­
R im y de G o u rm o n t g ö rü şle rumu. Evreni önceleyen sınırsız ve
kanının karşılıklı konumunu şöyle karanlık boşluk. M.Ö. VIII. yüz­
belirler: “Bir görüş kam durumuna yılda Yunanistan’da Hesiodos, ben­
geldiği zaman itici olur.” Kanıyla zerlerine daha önceki uygarlıklar­
flgili olarak en belirleyici yargılardan da Taslamadığımız oldukça gelişmiş
birini N ietzsch e ortaya koyar: bir evren açıklaması yaparken dü­
“K anılar doğrunun yalanlardan zenli evrenin yani Kosmos’un oluş­
daha tehlikeli düşmanlarıdırlar.” masından önce karanlık uzay gö­
(Bk. GÖRÜŞ) rünümünde ve tam bir düzensizlik
içinde yalnızca K aos’un varoldu­
K A N IT (yun. apodeiksis; lat. ğunu bildirdi. Demiurgos’un ya da
argumentum', fr. argument; alm. düzenleyici güçlerin işe karışmasıy­
Argument, Beweis; ing. argument). la Kaos K osm os’a dönüşm üştü.
Bir önermeyi onaylamaya ya da Evrenle ilgili ilk felsefi açıklama di­
yoksamaya dayanan usavurma. Bir ye değerlendirilen bu açıklamadan
önermeden çıkarılan sonuç. Bir savı onra “Kaos” düzensizliği, kargaşık
ya da karşısavı temellendirmeye ve dağınık olanı anlatmaya başladı.
vönelik belirleme. (Bk. GÖSTER­ (Bk. EVREN)
ME)
K A P A L IL IK (fr. hermétisme',
KANON (fr. canon; alm. Kanon; aim. Hermetismus', ing. herm e-
ing. canon). Uygulamaya yönelik tism). Anlaşılması güç olan şeyin
kural. “Kanon” hemen hemen tam niteliği. Kapalılık Ortaçağ’da sim­
olarak “kural” anlamında kullanılır, yacıların ilkesiydi. Bugün kapalılık
ancak daha çok yaşama ya da uy­ gizli bilimlerin ya da gizli inanç ör­
gulamaya dönük bir anlamda kul­ gütlerinin bir ilkesi olduğu kadar içi­
lanılır. Kanon Kant’da tanıma yeti­ ne kolay kolay girilemeyen felsefi
leriyle ilgili apriori ilkelerdir. Kant öğretilerin bir niteliğidir.
şöyle der: ‘Kanon’dan genel ola­
rak bazı tanıma yetilerinin yasal kul­ KAPİTAL. Bk. SERMAYE.
lanımını belirleyen a priori ilkele­
rin b ü tü n ü n ü an lıy o ru m .” J.S. KAPSAM (lat. extensio', fr. ex­
MilFde kanon yöntemin beş temel tension; aim. Ausdehnung; ing. ex­
kuralını belirler: uyum, ayrım, bi­ tent ion). Bir fikrin, bir kavramın
leşik uyum ve ayrım, aynı anda or­ içerdiği bireylerin tümü. Örneğin
a y a çıkan değişimler, kalıntılar. “canlı” kavramında tüm hayvanlar
(Bk. KURAL) ve tüm bitkiler içerilir; buna göre
her hayvan ve her bitki “canlı” kap­
samına girer. (Bk. İÇLEM)
307
KARANLIK

K A R A N L IK (lat. obscurus; fr. di kendim izle ya da başkasıyla


obscur, alm. dunkel\ing. obscure). yaptığımız tartışmanın kesin sonu­
Işıksız. Bulanık. Anlamı, dışlaştır­ cu. Karar vermek, varolan seçe­
ma açısından belli bir yetkinlik gös­ neklerden birini seçmektir. Her ka­
termeyen söylemin niteliği. Nesne­ rar bir yargıyı zorunlu kılar, dola­
sine tam anlamında uygun olma­ yısıyla usun belirleyiciliğinde ger­
yan bilginin niteliği. Locke’a göre çekleşir. Bununla birlikte kararda
nesneleri algılayan duyu organları duyguların payı büyüktür. İnsan
yetkin olmadığı zaman ya da nes­ belirgin bir fikre varmadan da ka­
neler zayıf izlenimler verdiği zaman rar verebilir, yorgunluk ya da öf­
basit fikirler karanlıktır. Belleğin kenin itmesiyle de karar verebilir.
anımsadığı nesneler sözkonusu ol­ Ancak gerçek anlamda karar çe­
duğunda bellek o nesnelerin ilksel şitli düşünce aşamalarından geçe
olarak sahip olduğu görünümü tam geçe oluşacaktır. Karar, bir düşün­
olarak ortaya koymuyorsa gene ba­ ce araştırmasının sona ulaşmasıdır.
sit fikirler karanlıktır. Karanlık fi­
kirlerden oluşan bileşik fikirler de, KARGA ŞA (fr. anarchie; alm.
fikirlerin belirsiz sayıda ve belirsiz Anarchie', ing. anarchy). Yetke
düzende bir araya gelmesiyle oluş­ yoksunluğundan ya da eksikliğin­
muş bileşik fikirler de karanlıktır. den gelen düzensizlik. Kurallara da­
Leibniz’e göre karanlık fikir nes­ yalı belli bir düzenin olmayışıyla
nesine uyarlı olmayan fikirdir. kendini gösteren dağınıklık. Yetke­
nin zayıflamasıyla devlet düzenin­
K A R A N L IK Ç IL IK (fr. obscu­ de ortaya çıkan karışıklık. Platon
rantisme', alm. Obskurantismus\ kargaşa düzenini demokrasinin aşı­
ing. obscurantism). Kültürün halk rı atılımlarında ortaya çıkan bir dü­
arasında yayılımını yararsız hatta zensiz yaşam biçimi olarak gö­
zararlı gören düşünce. Karanlıkçı­ rüyordu. Filozofa göre bir devlet
lık, insanın bilgilendirilerek karan­ düzeninde herkes kendi istemini
lıktan kurtulmasını öngören aydın­ gerçekleştirmek isterse ve devlet de
lıklar felsefesine karşıt olarak bil­ herkesi hoşnut etm eye çalışırsa
giye ancak belli bir kesimin gerek­ kargaşa doğacaktır, kargaşık bir
sinimi bulunduğuna inanır. (Bk. AY- düzen de en sonunda tiranlığa ge­
DINLANMACILIK) çit verecektir. Devlet ya da hükü­
met toplumsal ya da iktisadi sorun­
K A R A R (lat. decisio; fr. décisi­ larda hakem olabildiği zaman kar­
on', alm. Entscheidung; ing. déci­ gaşa ortadan kalkacaktır. Devletin
sion). Bir sonuca götüren yargı. Bir toplum yaşamına ve aynı zamanda
şeyi yapmak ya da yapmamak se­ bireylerin özgürlüklerine hiçbir
çeneklerinden birini istemli bir bi­ biçimde karışmamasını öngören,
çimde kesin olarak belirleme. Ken­ bireysel özgürlüklerin üstünde hiç-
308
KARMAŞIK

bîr değer tanımamakla her türlü yet­ K A R M A ŞIK (fr. complexe', aim.
keyi yadsıyan kargaşacılık XVIII. Komplex', ing. complex). Oldukça
yüzyıldan sonra ortaya çıkan yeni yoğun duygu yükü taşıyan ve bi­
yaşam koşulları içinde çeşitlilendi lincin dışında ya da kıyısında yer
ve özellikle XIX. yüzyılda Rus­ alan, bununla birlikte bilinci büyük
ya’da Bakunin ve Kropotkin gibi ölçüde etkileyen sunumlar dizgesi.
yazarlarca temellendirildi ve savu­ Bilinçaltıyla ilgili öğelerin tümü.
nuldu. Bu arada özellikle hiççilik’le Jung karmaşığı şöyle tanımlıyor­
bütünleştirilen ya da bütünleşen du: “Bir bütünde bir araya gelmiş
kargaşacılık tüm eski değerleri yık­ ve bir duygusal güç oluşturan su-
maya yönelik bir öğreti durumuna numsal öğeler topluluğu.” Nutten
geldi. Mülkiyeti ve devleti tümüyle de karmaşığı şöyle tanımlar: “Ço­
kaldırma yolunda görüşler üreten cukluk yıllarının özgün deneyimle­
Proudhon kargaşacılığın babası sa­ rinden sonra özne olarak güçlü bir
yılır. Proudhon’la Paris’te tanışan duygu yüküne sahip olan ve etki­
ve Orta Avrupa’da devrimci çalış­ lerini bilinçli ya da bilinçdışı biçim­
malara katılan Bakunin kargaşacı- lerde ruhsal gelişim süreçleri bo­
hğm başlıca öncüsüdür. Birçok defa yunca gösteren sunumsal içerikler
idama mahkum edilen ve Sibir­ ya da durumlar bütünü.” Bleuler’in
ya’dan kaçıp İsviçre’ye yerleşen ortaya attığı S. Freud ve Jung gibi
Bakunin 1878 La Haye kongresin­ ruhayrıştırmacılannın benimsediği
de M arx’dan kopunca kesin ola­ “karmaşık” terimi gerek ruhbilim­
rak kargaşacılıkta karar kıldı. Ba­ ciler ve ruhayrıştırmacıları arasın­
kunin tüm devletlerin ortadan kal­ da gerek halk arasında ruhumuzu
dırılmasını, sınıf ayrılıklarının yo- yöneten bilinmezler olarak çok bü­
kedilmesini, kadm-erkek eşitliğinin yük ilgi gördü. Ancak kavramın içe­
sağlanmasını, tüm toprakların ve riği pekçok kişi için bilinmez kaldı.
malların ortaklaşa kullanılmasını, di­ Çoklan onu cinsel itkilerle ahlak de­
nin ve her türlü yetkenin yokedil- ğerlerinin çatışm asından doğan
mesini istiyordu. Kropotkin de kar- ürünler olarak değerlendirdiler.
gaşacılığın geliştirilmesi yolunda Böylece “karmaşık” korkulası bir
büyük çabalar harcadı, La Révolte şey oldu, hatta neredeyse öldürü­
(Başkaldırı) gazetesini kurdu ve cü bir anlam kazandı. Hatta insan­
fransız kargaşacılarının başına geç­ lar birbirlerini, karmaşığı olmayan
ti. (Bk. HİÇÇİLİK) varmış gibi, karmaşıkları olmakla
suçlar oldular. Gerçekte karmaşığı
KARM AŞIK (İr. complexe', aim. heyecanlardan, arzulardan, tutku­
zusammengesetzf, ing. complex). lardan, korkulardan örülm üş bir
Birçok öğesi olan. Birbirine bağlan­ sunumlar bütünü olarak düşünmek
mış değişik öğelerden oluşan. Deği­ doğru olur. Bütün bu öğeler çözül­
şik türden öğelerle kurulmuş olan. mez bir bütün oluşturacak biçim­
KARMAŞIK

de ve kişilik özelliğini kuracak ya belirgindir; siyasal, dinsel, göre-


da en azından kişiliğe renklerini ve­ neksel baskılar karmaşıkların olum­
recek biçimde bir araya gelmişler­ suz koşullarda oluşmasında büyük
dir. Karmaşıkların verimli bir biçim­ ölçüde etkilidir. Olağan koşullarda
de oluştuğu dönem bilinçöncesi de­ oluşmamış olan karmaşıklar ço­
diğimiz ilk çocukluk dönemidir. O cukta kişilik bozukluklarına yol
dönemde henüz kendi temel taşlan açarken yetişkinde çeşitli bunalım­
olan kavramları oluşturmamış olan lar yaratabilirler. Çocuğun yaşa­
zihin, kavramların oluşumlarında mında her olay bir karmaşık yarat­
temel olacak olan ilk Öğeleri özel­ maya eğilimli gibidir, ama bazı olay­
likle dıştan gelen etkilerle başlıba- lar elbet bu konuda çok daha belir­
şına ya da apayrı yapılar olan su- • leyicidir. Annesinin durmadan ye­
numlar olarak biriktirmeye başlar. ni doğan kardeşiyle ilgilendiğini,
Demek ki, karmaşıklar daha çok kendisiyle ilgilenmediğini gören ço­
çocukluk yaşamı içinde, çevreyle cuk kardeşine kin beslemeye baş­
ilişkiler çerçevesinde oluşurlar ve lar ve bebeğe karşı kıskanç ve sal­
kişilik özelliklerimizin gelişiminde dırgan olur. İlgi çekmeye çalışır
örtülü bir etki ortaya koyarlar. Bun­ ama bebeğin özel ilgiyi gerektiren
lar herbiri özel duygularla ve özel durumu gereği bu ilgiyi bulamaz ve
anlam larla yüklü ilkörneklerden garip tepkiler göstermeye başlar:
başka bir şey değildir. Hep birlikte okula gitmek istemez, mastürbas­
önbilinci oluşturan bu ilkörnekle- yon yapar, böylece kendi kendini
rin oluşmasında aşk ve kin karşıt­ doyuma ulaştırmaya çalışır, bebek
lığı başlıca rolü oynar. Bu karma­ gibi konuşur, altını ıslatır, giderek
şıklar çok zaman sanıldığı gibi has­ haksızlığa uğramışlık karmaşığı
talıklı bütünlükler değildir, tersine oluşturur. Bebek büyüdükçe çocu­
onların varlığı zihni verimli ve sağ­ ğun durumu düzelir ama oluşan
lıklı kılar. Bu sağlıklılık elbette her karmaşık varlığını sürdürür, bu kar­
şeyden önce karmaşıkların oluşum maşık çeşitli yeni durumlar karşı­
koşullarına bağlı olacaktır. Karma­ sında sürekli olarak etkinleşir. Ço­
şıklığın kişiliği hastalıklı kılması on­ cukta haksızlığa karşı aşırı tepki­
ların oluşum koşullarındaki sakat­ ler, başkaldırma eğilimleri gelişir,
lıklarla ilgilidir. Buna göre karma­ onda eğitimin koşullarına göre aşı­
şıklar kişiliğin gelişimine katkıda rı bencillikler ya da özgecilikler or­
bulunurken bu gelişimi engelleye­ taya çıkar, yoksunluk duygulan be­
cek biçimde olumsuz etkide de bu­ lirginleşir. Bu onun tüm yaşamını
lunabilirler. Karmaşıkların olumsuz etkileyecek bir değişimdir. Ruhay-
etkisi altında gelişen bir kişilik çev­ rıştırması yöntemiyle karmaşıkları
reye uyum güçlükleri gösterecek­ bilinç düzeyine çıkararak kişilikleri
tir. Karmaşıkların sağlıklı oluşumu sakatlanmışlıktan kurtarmak olası­
her şeyden önce çevre koşullarıyla dır. Unutmamak gerekir ki birçok
310
KARŞILIKLILIK

başarının temelinde bireyin yok­ Bilimsel çalışma her şeyden önce


sunluklar karşısındaki tutarlı dire­ en başta ayrı ayrı tanıtlanış olguları
nişi vardır. Oidipus karmaşığı: Ço­ birbirine yaklaştırmak ve birbiri
cukta anneye karşı çekici, babaya karşısına koymaktır, onların ben­
karşı itici eğilimlerin oluşması. Ef­ zerliklerini ve ayrılıklarını göster­
saneye göre, Oidipus, yazgının iti­ mektir.” Bilimde bu kadar geçerli­
ci gücüyle babasını öldürür ve an­ liği olan karşılaştırma eğitim uygu­
nesiyle evlenir. Bu karmaşık erkek lamalarında kaçınılm ası gereken
çocuklarla ilgilidir. Elektra karma­ şeydir. Çocukları birbirleriyle kar­
şığı: Kız çocuklarda görülen ve ba­ şılaştırarak onlara çalışma isteği aşı­
baya aşırı düşkünlükle belirgin olan lamak düşüncesi son derece tehli­
ruh durumu. Elektra annesi Klym- keli bir düşüncedir. Jean-Jacques
nestra’nın öldürttüğü babası Aga- Rousseau çocuğu rekabet yaratmak
memnon’un intikamını almaya ça- üzere başka çocuklarla karşılaştır­
lışır. (Bk. İLKÖRNEK, RUHAY- manın çok yanlış olduğunu söyler
RIŞTIRMASI, YOKSUNLUK) ve şöyle der: “Hiç öğrenmeyen ço­
cuğu kıskançlıkla ve kendini beğen­
K A R Ş IL A Ş T IR M A (lat. mişlikle öğrenen çocuğa bin kere
comparatio; fr. comparison\ alm. yeğ tutarım.” (Bk. EĞİTİM)
Vergleichung-, ing. comparaison).
İki ya da daha çok nesnenin ben­ K A R Ş IL IK L IL IK (lat.
zerliklerini ya da ayrılıklarını belir­ reciprocitas\ fr. réciprocité', alm.
leme. Bu terimi özellikle Condillac Wechselseitigkeit', ing. reciprocity).
ve izleyicileri kullanır. Condillac Birbiri karşısına konmuş iki nes­
şöyle der: “Dikkatimizi tek bir nes­ nenin ya da iki terimin durumu.
neye verdiğimiz gibi aynı anda iki Raslantıyla karşı karşıya gelmiş ya
nesneye birden verebiliriz. O za­ da karşı karşıya getirilmiş iki nes­
man tek bir duyum alacağımıza iki nenin ya da iki kişinin birbiri karşı­
duyum birden alırız ve onları kar­ sındaki durumunu belirleyen kar­
şılaştırdığımızı söyleriz, çünkü biz şılıklılıkta her şeyden önce onların
onları sadece birbirlerinin yanında benzerliklerinin ya da karşıtlıkları­
görmek için ele almaktayızdır, bu nın ortaya çıktığı bir ortam sözko-
arada başka duyumlara da ilgisiz nusudur. Karşılıklılık kendiliğinden
kalmayız, işte karşılaştırma sözcü­ bir karşılaştırma eğilimi yaratacak­
ğü tam anlamında bunu anlatmak­ tır. M. Nadoncelle şöyle der: “İn-
tadır. Öyleyse karşılaştırma ikili bir sanlararası karşılıklılık kişilerin al­
dikkatten başka bir şey değildir.” gılanm asında bir ilksel v e ri'dir,
R. Maunier de şöyle der: “Karşı­ çünkü kişi kendisini gözlemleyene
laştırma her bilimsel arayışın teme­ herhangi bir biçimde bir şey ver­
lidir. Karşılaştırma kanıtlamadan miyorsa tanınamaz.” “Kişiliğin me­
sonra gelir ve açıklamayı önceler. tafizik yapısını tanımak isteyen ki-
KARŞISAL

şi için en basit yol karşılıklılığın yo­ karşıttır: “Bütün kediler dört ayak­
ludur.” lıdır.” “Hiçbir kedi dört ayaklı de­
ğildir.” (Bk. ÖNERME)
K ARŞISAL (lat. contradictorius;
fr. contradictoire; aim. kontra­ KAST (fr. caste; alm. Kas te; ing.
dikto risch; ing. contradictory). caste). Bir toplumda sıradüzenli bir
Aralarında karşı durumlar bulunan bölümlenme içinde ortaya çıkan
iki terim ya da önerme. “Ak” ve topluluklardan herbiri. Kendine
“ak olmayan” karşısal durumdadır. kapalı toplum sınıfı. Bu terim por-
Öznesi ve yüklemi aynı olan, nite­ tekizcede “karışmamış ırk” ya da
lik ve nicelik açısından birbirinden “an ırk” anlamına gelen casta söz­
ayrılan, biri olumlu öbürü olumsuz, cüğünden gelir. Günümüzde daha
biri tümel öbürü tikel olan önerme­ çok olumsuz ya da katı, kolay ko­
ler karşısal durumdadır: “Bütün lay girilemez toplumsal topluluklar
kuşlar uçucudur” “Bazı kuşlar uçu­ için kullanılır. Kast’ı genel anlamda
cu değildir” ya da “Hiçbir kuş uçu­ toplumsal sınıfla kanştırmamak ge­
cu değildir” “Bazı kuşlar uçucu­ rekir. Toplumsal sınıf özellikle ikti­
dur”. (Bk. ÖNERME) sadi koşulların belirleyiciliğinde
oluşmuş çok defa geniş çerçeveli
KARŞISAV (lat. antithesis', fr. toplumsal topluluklan anlatır. Kast
antithèse', aim. Antithese', ing. an­ sözcüğü özellikle Hindistan’da din­
tithesis). İki terim ya da iki öner­ sel gereklerle oluşturulmuş çok dar
me arasında karşıtlık. Kant’da ve çerçeveli ve katıkuralcı toplumsal
daha sonra Hegel ve Marx diya­ toplulukları belirler. B urada her
lektiklerinde bir çatışkının ikinci te­ kastın çok belirli ya da çok sınırlı
rimi (birinci terimi sav, üçüncü te­ toplumsal görevleri ya da yüküm­
rim bileşim). [Bk. BİLEŞİM, Dİ­ lülükleri vardır ve her kast baba­
YALEKTİK, SAV] dan oğula kendiliğinden geçen iliş­
kileri sürdürür. Kastlar arasında ke­
K A R ŞIT (lat. contrarius-, fr. cont­ sin çizgiler ya da sağlam duvarlar
raire', aim. konträr, ing. contrary). vardır, bu bölünmüşlük kurallarla
Bir şeye karşı olan. Birbirine tam kesin bir biçimde belirlenmiştir.
karşı olan iki terim ya da önerme. Toplumsal uyum bu kesin bölün­
Olabilecek en büyük ayrılığı ortaya müşlükte gerçekleşir. Bir kasttan
koyan iki şeyin durumu. “Doğru” öbürüne geçiş ancak çok belli ko­
ve “yanlış”, “sıcak” ve “soğuk” te­ şullarda evlilik yoluyla olabilir. Bu
rimleri karşıt terimlerdir. Her ikisi dizgenin sanayi toplumundaki ya­
yanlış olabilen, her ikisi doğru ola­ şam koşullarına pek uyarlı olduğu­
mayan, biri doğruysa öbürü yanlış nu söyleyemeyiz. Hindistan’da bu
olan, biri olumlu biri olumsuz ve katı toplumsal aynmlaşmışlık dü­
terimleri ortak iki temel önerme zeni tüm toplumsal, siyasal, dinsel
312
KATEGORİ

yaşamı belirlerken eğitim düzenini kisini azaltıcı bir tutum içinde ol­
de koşullar. Hindistan’da kast dü­ du. (Bk. SINIF)
zeni Arilerin getirdiği bir uygula­
madır. Doğu Akdeniz halkları ola­ K A TEG O R İ (yun. kategoria;
rak bilinen Ariler, Ganj vadisini el­ lat. categoría; fr. catégorie; alm.
lerine geçirdiler ve yerli halka kast Kategorie; ing. category). Birçok
düzenini benimsettiler. Böylece ül­ kavramı içeren genel kavram. Aynı
kede din adamlarını, savaşçıları, yapıdaki nesnelerin oluşturduğu
tüccarları toplumdan ayıran katı bir küme. Kategori kavramıyla ilk ola­
sınıflaşma biçimi ortaya çıktı. Bu­ rak Aristoteles felsefesinde karşı­
na göre brahman'\zx ya da rahip­ laşıyoruz. Bu felsefede kategoriler
ler, kshatriya’\aı ya da soylu as­ varlık’ın en genel cinsleridirler. Ka­
kerler, vaiçya’lar ya da burjuvalar, tegoriler bize kavramlar arasındaki
çudra'lar ya da zanaatçılar hint ilintilerin belli bir düzeni olması ge­
toplumunda tümüyle birbirinden ay­ rektiğini düşündürür. Kategori var-
rı bütünlükler oluşturdular. Sonra­ lık’ların sınıflanmasını sağlar, her­
dan kastlar çoğaldı ve birçok bölü­ hangi bir özneye ulayacağımız de­
me ayrıldı. Babadan oğula geçen ğişik yüklemlerin cinslerini oluştu­
ayrıcalıklar bir kasttan öbürüne ge­ rur. Buna göre kategoriler en geniş
çişi kesinlikle olanaksız kılıyordu. kapsamlı kavramlardır, başka kav­
Bir kişinin bir başka kasttan biriyle ramların arasındaki ilişkiyi kurar ve
evlenmesi yasaktı. Hatta bir kastın bütünlerler. Aristoteles’de on ka­
üyeleri bir takım toplumsal zorun­ tegori vardır. Filozof Organon’un
luluklar dışında başka bir kastın 1. kitabında (Kategoriai) şöyle der:
üyeleriyle birarada bulunamazlar, “Aralarında hiçbir ilişki bulunma­
aynı sofraya oturamazlardı, hatta yan anlatımlar töz’ü, nicelik’i, ni-
onların hazırladığı yemekleri yiye­ telik’i, bağıntı’yı, y er’i, zam an’ı,
mezlerdi. Kast düzenine uygunsuz durum ’u, iyelik’i, edim ’i, edilim ’i
davrananlar kast düzeninin dışına belirtirler. Kısaca söylersek, örne­
çıkarılırdı. Parya denilen bu kast- ğin, insan, at tözdür; örneğin iki
dışı kişiler hiçbir hakkı olmayan, üst kulaç, üç kulaç niceliktir; beyaz,
sınıf insanlarının hizmetçisi duru­ dilbilgisi niteliktir; çift, yarım, da­
munda bulunan kimselerdi. Parya­ ha büyük bağıntıdır; Lykeion’da,
lar üçe ayrılırdı: abhikastra'1lar (la­ Forum 'da yerdir; dün, geçen yıl
netliler), vraı^a’lar (aforozlular), zamandır; yatıyor, oturuyor durum­
a p a s a d a ’lar (iste n m e y e n le r). dur; ayakkabılı, silahlı iyeliktir;
Üçüncü topluluktan olanlar hiçbir kesiyor, yakıyor edimdir; kesilmiş,
dinsel eyleme katılamazlardı, ayrı­ yanmış edilimdir.” Kant’da katego­
ca kent dışında yaşamak zorunday­ riler arı anlığın temel kavramları­
dılar. Brahman’cılıktan sonra ya­ dırlar, a priori’dhler. “Kategoriler
yılan Budha’cılık kast düzeninin et­ anlık açısından genel olarak tüm de­
313
KATEGORİK

neyin olasılığının ilkelerini içerir” B ir şeyle bütünleşm e. B ir şeye


der Kant. Filozofa göre kategoriler eklenme. Bir şeyle ilişkiye girme.
“düşüncenin basit biçimleridirler, Platon felsefesinde katılma varlık­
bize herhangi bir nesneyi tanıtmaz­ ların İdea’larla ilişkisini belirlediği
lar”. “Kategoriler tüm gücünü dü­ kadar İdea’ların kendi aralarındaki
şünceden alan yani sezgide daha ilişkiyi de belirler. Güzel bir resim
önce verilmiş çeşitliliği bilinçlenme­ ya d a güzel bir ço cu k G üzel
nin birliğine götürme ediminden İdea’sınakıtılır. Kar İdea’sı Soğuk
alan ve dolayısıyla hiçbir şeyi ken­ İdea’sına katılır ama Sıcak İdea’sı-
diliğinden almasa da bilginin mad­ na ve K ara İd e a’sına katılm az.
desini yani sezgiyi, kendisine nes­ Lévy-Bruhl “katılma”yı aşağı uy­
nenin verdiği sezgiyi bağlamakla ve garlık düzeyindeki toplumların dü­
biraraya getirmekle yükümlü olan şünce biçimini belirlem ek üzere
bir anlık için kurallardan başka bir kullandı. Buna göre, ilkeller, apayrı
şey değildir.” “Şeyler olası dene­ kişiler olsalar da aralarında doğal
yin nesneleri olarak alındığı ölçüde ve gizemli bir birliğin olduğuna,
kategoriler şeylerin bilgisine göre kendilerini bir şeyin birbirlerine bağ­
bir kullanıma sahiptirler.” Algıya da ladığına inanırlar. (Bk. USÇULUK,
olasılık sağlayan her bileşim kate­ ÜLKÜCÜLÜK)
gorilere uyar. Deney birbirine bağ­
lı algıların biçimlediği bir bilgi ol­ KATIŞM AÇ (lat. aggregatum; fr.
duğundan kategoriler deneyin ola­ agrégat', alm. Aggregaf, ing. agg-
sılığının bir koşuludurlar. Bunlar de­ regate, aggregation). Bir bütün
neyin her nesnesine a priori ola­ oluşturmayacak biçimde yanyana
rak uyarlar. Kant’ın kategoriler tab­ gelmiş öğelerin toplamı. Biryapılı
losu şöyledir: Nicelik'. Birlik, Çok­ olmayan bir bütünde biraraya gel­
luk, Bütünsellik; Nitelik'. Gerçek­ m iş ö ğ elerin tüm ü. T ö z le rin
lik, Olumsuzlama, Sınırlama; Ba­ biryapılı olmayan birliği. Littré:
ğıntı'. Töz ve raslantı, Nedensellik “Oluşumları sırasında bir araya gel­
ve bağımlılık, Ortaklık; Kiplik: Ola- miş olan tözlerin sağladığı bütün­
sılık-olmazlık, Varoluş-varolmayış, lük.”
Zorunluluk-olumsallık. (Bk. AN­
LIK, KAVRAM, US) KAVRAM (yun. eidos, noema-,
lat. conceptum; fr. concept', alm.
KATEGORİK. Bk. KOŞULSUZ. Begriff, ing. concept). Bir nesne­
nin ya da bir varlığın zihindeki su­
“ K A TH A R SİS”. Bk. ARINMA. numu. Zihnin bir nesneyle ilgili ola­
rak sahip olduğu temel fikir. Var­
KATILM A (lat. participatio; fr. lıklardan herbirinin zihnimizdeki te­
participation', alm . Teilnahme, mel bilgisi. Kavramlar duyu organ­
Partizipation; ing. participation). ları aracılığıyla sağladığımız verile­
314
KAVRAM

rin anlığımızın belirleyiciliğinde iş­ ve bu ilksel kavramı bilinç düzenin­


lenmesiyle sağlanır. Duyu izlenimi­ de en doğru yere yerleştiririz. Bü­
ni kavramlara dönüştüren anlık sü­ tün bu kavram denetleme, kavram
rekli usavurmalar yapar, aralıksız geliştirme ya da kavram oluşturma
süren tümevarımlarla ve tümdenge­ edimleri usavurmalarla gerçekleşti­
limlerle sağladığı bileşimler ve ay­ rilir. Munn şöyle der: “Bir güçlük
rıştırmalarla kavramları oluşturur, karşısında bulunduğumuzda ya da
kavramların içeriklerini zenginleşti­ yanıtı verilemeyen bir soru ortaya
rir, kavramlar arasında ilişki kura­ çıktığında usavurma araya girer.
rak fikirlere yükselir, kavramların Usavurma deneylerimizde kullandı­
yanlış içeriklerini ayıklar, fikirleri ye­ ğımız fareler ve öbür hayvanlar bü­
niden doğrulamaya çalışır. Hiç bil­ yük bir olasılıkla yaşamlarında ilk
mediğimiz bir nesneyle yüzyüze gel­ olarak düşünmektedirler. Gene bü­
diğimizde algımız bu nesnenin im­ yük bir olasılıkla onlar deney bittik­
gesini elde eder. Bu nesnel kaynaklı ten sonra hiç düşünmemişlerdir. Ye­
imge bir biçimden, bir taslaktan, içi niden düşünmeye zorlamak için on­
doldurulmamış bir şemadan başka ları önceki çözümlerin basit bir bi­
bir şey değildir. Pekçok biçim algı­ çimde yinelenmesiyle, koşullanma­
lanır ve geçer, çok zaman algıları­ sıyla ya da deneme yanılmayla çözü­
mız üstalgı düzeyine herhangi bir veri lemeyen sorunlarla karşı karşıya ge­
ulaştırmazlar, burada da zihnin her tirmek gerekir. İnsanda usavurma
veriye açık olmaması koşulu belir­ alışılmış bir biçimde karşılaşılm a­
leyicidir. Bir nesneyle ilgili ilksel ve­ yan durumların ortaya çıkarılmasıyla
rinin üstalgıya ulaşması için bilinci­ kışkırtılır. Öngörülmez tepki leri>ge-
mizin bu veriyle özel olarak ilgileni­ rektiren durumların ortaya çıkma­
yor olması gerekir. Gündelik yaşam­ dığı alışılmış ve özel çaba gerektir­
da pekçok şeyi görürüz ama gör­ meyen bir işimiz varsa usavurma-
meyiz, duyarız ama duymayız. Bu lan yapmadan saatlerimizi hatta gün­
durum duyumsal verinin algı düze­ lerimizi geçirebiliriz. Ancak, alışıl­
yinde kaldığını gösterir. Bilincin özel mış tepkilerin yetmediği noktada
olarak ilgilendiği bir nesne ya bizde usavurma başlayacaktır.” Buna gö­
kavramı daha önce oluşmuş olan bir re kavramların oluşumu zihnin dış
nesnedir ya da bizde kavramı bu­ dünyaya uyarlanma çabası içinde
lunmayan yani hiç tanımadığımız bir yeni durumlara yeni çözümler ara­
nesnedir. Bu yeni veriyi ya kavra­ yışımızda gerçekleşir. Öyleyse kav­
mına götürerek onu yeni bir usa- ramları edilgin bir algının kendiliğin­
vurma çerçevesinde yeni bir bilgi he­ den ürünleri olarak değil, bilincin
saplaşması yaratacak biçimde ele alı­ nesnelliğe kavuştuğu noktada dış
rız ya da bu yeni verinin zihnimizde dünyanın bizde içselleşmesini sağ­
bir karşılığı yoksa ona bir dosya aça­ layan bilgi biçimleri olarak görmek
rız yani bir kavram temeli belirleriz doğru olur. Buna göre bilincimizin
315
KAVRAM

kavramlar düzeni dış dünyamn nes­ türde ağaçlardan sözederler, ama tü­
nel koşulları çerçevesinde oluştuğu mü için ortak olan şeyi açıklayacak
kadar iç dünyanın yönelgenliği çer­ sözcükten yoksundurlar. Bizim sa­
çevesinde de oluşmaktadır. Kavram hip olduğumuz gibi ‘ağaç’ kavra­
hem nesnel hem öznel içeriğiyle dış’ı mına sahip değildirler. ‘Köpek’kav­
iç’e ve iç’i dış’a bağlayan bir ka­ ramına sahip olmadan bir İspan­
vuşma noktasıdır; bilincimizin duy- yol’dan, bir senbemar’dan, bir fı-
gusal-düşünsel koşullan içinde ge­ no’dan sözeden çocuk da benzer bir
lişir ve dış’ı iç’te görünür kılar, sa­ karışıklık içindedir.” Kavramlar, bu­
hip olduğu düşünce ve duygu yü­ na göre, bilgi dünyamızın sürekli
küyle dış’a kendi özelliklerini duyu­ usavurmalarla aralıksız dönüşen yapı
rur, kendi renklerini ulaştırır. Her taşlarıdırlar. Her kavram zihnimiz­
kavram kişinin gelişim tarihi içinde de soyut ya da somut bir varlığın,
yaşadığı serüvenleri kendi açısından bir bireyin ya da bir cinsin, bir tü­
açıklayan bir anlam bütünüdür. Kav­ rün, bir topluluğun en genel bilgisi­
ram kişinin sahip olduğu ayrı bilinç ne karşılıktır. Zihnimiz sürekli ola­
çerçevesinde insanlığın tarihsel or­ rak duyu izlenimlerini imgelere ya
tak bilinç’me katılır, kendini onda da taslaklara, bu genel taslakları da
doğrular ve onunla açıklanır, ayrıca kavramlara dönüştürürken önceki
ona kendi özelliklerini yansıtır. Munn bilgilerinden ya da daha önce sahip
kavramla ilgili olarak şunları söyler: olduğu kavramlardan ve o kavram­
“Bir kavram, birbirinden ayrı nes­ ları birleştirerek elde ettiği fikirler­
nelerin, durumların, olguların ben­ den geniş ölçüde yararlanır. Bir uçak
zerliklerini ortaya koyan süreçtir. imgesiyle bir uçak kavramı arasın­
Kavramlar usavurmanm ürünleridir­ daki ayrım İkincinin birinciye göre
ler ve bir kere oluştular mı sonraki daha açık ve seçik, ayrıca daha dol­
düşünce üzerinde büyük bir rol oy­ gun içerikli olmasıdır. Tek bir kav­
narlar. Birçok sözcük her karmaşık ramın sınırlarından çıkıp usavurma-
dilde kavramları ortaya koyar. Ağaç, lar yoluyla kavramları karşılaştırma­
köpek, sıvı, güzellik ve daha başka­ ya yöneldiğimizde fikre ulaşmış ya
ları birbiriyle pek çok ayn ilişkisi olan da fikir üretmiş oluruz. Bazı filo­
şeylerin ortak görünümünü oluştu­ zoflar “kavram” yerine “fikir” de­
rurlar. Kavramlar bir anlamda geç­ meyi uygun bulurlar. P. Foulquie,
miş deneyimlerin yoğunlaşmış bi­ çağdaş bakış açısı içinde, kavram
çimleridirler. Onlar, deyim yerindey­ ve fikir ayrımını şöyle belirler: “Gün­
se, tek bir fikirde çeşitli şeylerin delik dille ilgili olan ‘fıkir’den ayn
özelliği üzerine öğrenilmiş olanı içe­ olarak ‘kavram’ felsefenin teknik bir
rirler. Örneğin ağaç kavramını ele terimidir, bu yüzden daha belirgin
alalım. Bu kavram bazı avustralya bir anlamı vardır. O aynı zamanda
yerlilerine yabancıdır. İlkeller zam- daha nesneldir; benim adalet üzeri­
kağacı gibi, ökaliptüs gibi değişik ne bir fikrim vardır, oysa adalet kav­
KAYGANLIK

ramı benden bağımsızdır ve bilinci­ çekliğe karşıdır ve bir yanıyla de­


min dışında gibidir. ‘Herkesin kendi neyciliğe bir yanıyla usçuluğa ya­
fikri vardır’ dediğimizde bu fikirler kın görünse de apayrı bir anlayış­
az ya da çok kişiseldirler, az ya da tır, gerçekçilikle adcılık arasında bir
çok belliğindirler, oysa kavramlar ki­ orta yer oluşturduğu da doğru de­
şisel değildir.” Gerçekte her fikir bir ğildir. (B k. A D C IL IK , G E R ­
kavram bileşimidir, kavramlardan ÇEKÇİLİK, DENEYCİLİK, US­
oluşmuş olan ve bir görüş ya da ÇULUK)
g en el b ilg i o rta y a koy an bir
bütünlüktür.Gerçekçi bakış açısına K A V R A N IL A M A Z L IK (yun.
göre tüm kavramlarımız dünya de­ akatelepsia). Pyrrhon’un ve öbür
neyleri içinde elde edilir. Oysa ülkü­ kuşkucuların doğrunun ölçütü ol­
cü bakış açısı fikir diye adlandırdığı madığını, buna göre doğruyu ara­
kavramların ya da en azından bazı maktan kaçınmak gerektiğini bildi­
temel kavramların zihnimizde a pri­ ren görüşü. (Bk. KUŞKUCULUK)
ori olarak ya da doğuştan bulundu­
ğunu bildirir. Kant’a göre kavram KAVRAYIŞ (lat. corıceptio; fr.
“mutlak olmayan genel fikir”dir. O, con cep tio n ; alm . K o n zep tio n ,
deneyden gelmeyen “arı kavram”ı Begriffsbildung; ing. conception).
(k a te g o ri) d en ey d en gelen Zihnin bir nesneye yönelme edimi.
kavramdan, deneysel kavramdan Zihnin bir kavramı belirlemesi. Zih­
yani a posteriori kavramından ayı­ nin duyu verilerinden giderek bir
rır. (Bk. BİLİNÇ, FİKİR, İMGE, kavramı oluşturması. Zihnin kav­
KAVRAMCILIK, ÜSTALGI) rama çabası içinde elde ettiği ürün.
Kavrama yetisi. Bir bilgi nesnesini
K A V RA M CILIK (fr. conceptu­ kavrama biçimi. Anlayış. “Kavra­
alisme-, alm. Konzeptualismus; ing. yış” aydınlığa çıkarılması zor bir
conceptualism). Kavram ların ve kavramdır. Bir yandan bir bilgi nes­
tümellerin (evrensellerin) kendin­ nesini belirlemeye dayanan tüm dü­
de varlık olmadığını, zihnin bir kur­ şünce edimlerini karşılar, öte yan­
gusu olduğunu bildiren skolastik dan bu edimlerin sağladığı ürünleri
öğreti. Abelardus’un ortaya koy­ anlatır. Bakış açısı anlamına da, kav­
duğu bu öğretiye göre zihnimizde­ ramayla ilgili edimleri ortaya koyan
ki kavramların kaynağı tek tek de­ zihin yetisi anlamına gelir. (Bk. AN­
neylerdir. İyi kavramı bizde önce- LAYIŞ)
sel olarak vardır ama, örtülü bir bi­
çimde vardır, ona biz ancak tek tek K AYGANLIK (lat. ambiguitas;
deneylerle, iyilik deneyleriyle ula­ fr. ambiguïté; alm. Zweideutigke­
şırız. Kavramcılık kavramları adla­ it; ing. ambiguity). Bir sözcüğün
ra indirgeyen adcılığa ve tümelleri ya da bir deyimin çift anlamlı olu­
nesnelerden bağımsız sayan ger­ şu. Yoruma açık olanın özyapısı.
KAYGI

Yoruma el vermeyecek biçimde ço- iki tür huzursuzluk belirlemiştir; bi­


kanlamlı olanın özyapısı. “Kaygan­ rincisi tedirginlik ya da hoşnutsuz­
lık” kavramının varoluşçu felsefe­ luk İkincisi kaygı ya da sıkıntı. Kay­
de özel bir yeri vardır. Simone de gı, çağdaş felsefede ve ruhbilimde
B e a u v o ir’ın belirttiği gibi onu çok kullanılır oldu ve azçok anlam
“olma eksikliği” diye anlamak ve değiştirdi. O bugün daha çok şim­
saçmayla karıştırmamak gerekir. diyle ilgili bir tedirginliği ve bir ile­
Varoluşun kaygan olması, onun an­ riye açılışı anlatmaktadır. Buna gö­
lamının kesin ve belirgin olmaması­ re kaygı özellikle şimdiki zamanın
dır, her an değişiyor olmasıdır. Kay­ aşılması duygusuyla birlikte tam ta­
ganlık varoluşçular arasında en çok mına istemci bir anlamda geleceğe
M erleau-Ponty’de belirleyicidir, ulaşma ve hatta geleceği tasarla­
hatta onun felsefesini kayganlık ma, hatta ilerleme duygusunu içer­
felsefesi diye adlandırmak olasıdır. mektedir. (BK. BUNALTI, KUŞ­
Buna göre insan hem düşünen hem KU)
eyleyen, hem dünyadan kaçan hem
dünyaya atılan bir varlıktır. (Bk. KAYRA (lat. providentia; fr. pro-
VAROLUŞÇULUK) vidence; alm. Versehung; ing. pro-
v id en c e). T a n rı’nın y a ra ttığ ı
KAYGI (lat. unquietudo; fr. in­ dünyayı yönetmesi. Tanrı’mn dün­
quiétude; alm. Unruhe, Unbeha- yayı öngördüğü am açlara doğru
gen; ing. uneasiness, restlessness). yönlendirmesi. Tanrı olayların akı­
Korkulası bir durumun ortaya çı­ şını öyle bir biçimde düzenler ki bu
kacağı duygusuyla uğranılan sıkın­ düzene göre yaratıklar amaçlarını
tı. Kesinliksizlik karşısında duyu­ gerçekleştirmiş olurlar. Malebranc-
lan rahatsızlık duygusu. Kaygı kuş­ he iki çeşit kayra belirliyordu: ev­
kuya yakın bir duygudur, ancak rensel oluşumu ya da akışı belirle­
kuşku fikirlerle ilgiliyken kaygı yen yasaların ortaya koyduğu ge­
doğrudan doğruya gelecekle ilgili­ nel kayra ve mucizelerle ortaya
dir. Onu bunaltıyla karıştırmamak çıkan özel kayra. Kayra Tanrı’nın
gerekir, ancak onda bunaltıya doğru yarattığı varlıklara kendinden ver­
bir eğilim olduğu da doğrudur. Kay­ diği her şeyi içerir. Aziz Matta İn­
gı sağlam gerekçeleri olmayan bir cirinde şu sözleri okuruz: “Gökte­
güvensizlik duygusudur, bu yanıyla ki kuşlar ne ekerler ne de biçerler,
bulantıdan çok daha hafiftir. Teri­ onları göklerin babası besler.” Dinci
mi ilk olarak Leibniz İngilizcedeki bakış her oluşumda bir kayra izi
uneasiness sözcüğünü karşılamak görmeye eğilimlidir. Epiktetos şöy­
üzere, bu sözcüğün anlamını istem­ le der: “Uzaktan bakıldığında ka­
li edimin belirleyici nedeni olarak dınlardan ayırt edilebilsinler diye
belirleyen Locke’a yanıt verirken kayra erkeklerin çenesine tüyler
kullanmıştır. Daha sonra Condillac koydu.” Kayraya güvenenler dün-
318
KENDİNDE

yadaki her durumun kayrayla be­ olarak bilinç. Kendinde şey’e kar­
lirlendiğini, eksiklikleri güçlülüklerle şıt olarak kendi kendinin bilincine
dengeleyenin de kayra olduğunu sahip varlık. Bilinçli varlığın kendi
düşünürler. Bir alman atasözü şöyle üzerine sahip olduğu bilgi. Sartre-
der: “Tanrı bayat ekmek verdi mi ’da kendini bilinçli olarak temellen­
sağlam diş de verir.” “Bir kapı ka­ dirmek üzere kendini yitiren ken­
pandı mı bir kapı açılır” der Cer- dinde. (Bk. KENDİNDE)
vantes de. Sadi, Bostan adlı ya­
pıtında şöyle yazar: “Bana dişleri KENDİLİĞİNDENLİK (fr. spon­
veren ekmek de verecektir.” (Bk. tanéité', alm . S p o n ta n e itä t,
AÇINIM, TANRI, YAZGI) Selbsttätigkeif, ing. spontaneity).
Görünür bir neden olmaksızın ya
K A ZA N Ç Ç IL IK (fr. mercanti- da hiçbir neden olmaksızın kendi
lisme; alm. Merkantilismus; ing. kendine gerçekleşenin durum u.
mercantilism). Her şeyi kazanma Kendi kendinin etkeni olanın duru­
eğilimine bağlayan görüş. Aşırı ka­ mu. Bir dış etkence zorlanmaksı-
zanç sağlamak üzere ticaret yap­ zın kendi kendine oluşanın duru­
ma eğilimi. Devletlerin gerçek zen­ mu. Kendi kendinin etkeni olanın
ginliklerini değerli madenlerin var­ durumu. Maddi ya da manevi her­
lığına bağlayan iktisat öğretisi. De­ hangi bir etki olmadan kendince ey­
ğerli madenlerle ilgili ticaretin çok lemde bulunanın durumu. Kendili-
büyük boyutlara ulaştığı XVII. ve ğindenliği özgür eylemle karıştır­
XVIII. yüzyıllarda Fransa’da Col- mam ak gerekir, özgür olm ayan
bert ve Richelieu, İngiltere’de D. kendiliğinden eylemler de vardır,
Hume, İspanya’da Ortiz güçlü bir bunların başında içgüdüyle gerçek­
devletin ancak zengin bir devlet ola­ leştirilen eylemler gelir. İnsan iç­
bileceğini, bu zenginliği de ancak güdüsel olarak davrandığı zaman
değerli madenlerin sağlayabileceği­ elbette kendiliğinden davranmış
ni öne sürdüler. Bu durumda mal olur.
satıp karşılığında altın ve gümüş al­
mak, buna karşılık altın ve gümüş KENDİNDE (fr. en soi; alm. An
ödememek için mal almaktan ka­ sich; ing. in self). Kendi ötesinde
çınmak kazanççılann temel ilkesi ol­ ya da kendi dışında bir uzanımı bu­
du. Ayrıca kazanççılar iyi bir ka­ lunmayan. Kant’da bizim için’e ya­
zancın ancak güçlü bir sanayi dü­ ni olguya karşıt olarak bilgilerimiz­
zeniyle sağlanabileceğini bildiriyor­ den ya da deneyden bağımsız olan
lardı. (Noumenon). Varoluşçu felsefede,
özellikle Sartre’da kendi için’e ya­
K EN D tİÇ İN (fr. pour soi; alm. ni bilinç’e karşıt olarak eşyanın ni­
fiir-sich-sein; ing. be ing fo r self). teliği. Kendinde’yi kendiyle’yle ya­
Kendinde şey’e yani eşyaya karşıt ni kendi özü gereği varolanla yani
319
KENDİNEKAPALILIK

Tanrı’yla karıştırm am ak gerekir. gerçekliğini oluşturur. Bu kişi için


Kendiyle (ir.par soî), varolmak için dış dünya bir boş görüntüler dün­
kendi dışında herhangi bir şeye ge­ yasıdır, onun bu dünyayla hiçbir
reksinimi olmayandır. Kant şöyle alışverişi olmaz. Bu durum daki
der: “N oum enon kavram ı yani hasta kapıları dışa tümüyle kapat­
hiçbir zaman duyuların nesnesi ol­ mış olduğu için, ayrıca davranışla­
mayacak olan ve kendinde bir şey rı da kolay kolay anlaşılır olmadığı
olarak düşünülmesi gerekenin kav­ için tümüyle anlaşılamaz durumda­
ramı çelişkili değildir: duyumlar al­ dır. Bleuler şöyle diyor: “İleri dere­
manın sezginin olası tek biçimi ol­ ce şizofrenlerin çevreyle hiçbir iliş­
duğunu kimse ileri süremez. Ama kisi yoktur, onlar yalnız kendileri­
gerçekte bu olası Noumenon ’un ala­ nin olan bir dünyada yaşarlar. On­
nına girebilmemiz için kesinlikle lar, deyim yerindeyse, gerçekleşti­
hiçbir olanağımız yoktur ve olgu­ ğini düşledikleri arzularıyla ve kur­
lar alanını çevreleyen her şey bi­ banı olduklarına inandıkları düş­
zim için boştur, bir başka deyişle manlıklardan gelen sıkıntılarla bu
zorunlu bir biçimde bu alanın dışı­ dünyaya kapatılmışlardır. Dış dün­
na çıkan bir anlığımız olsa da du­ yayla ilişkilerini olabildiğince ena-
yulur bilginin alanı dışında bize nes­ za indirgeyerek sınırlarlar. İç dün­
nelerin verilebileceği böyle bir sez­ yanın göreli ya da mutlak egemen­
gimiz kesinlikle yoktur.” (Bk. KEN- liğiyle birlikte görülen bu gerçek­
DİİÇÎN) likten kopuşu kendinekapalılık di­
ye adlandırıyoruz.” (Bk. ŞİZOF­
K E N D İN EK A PA LILIK (fr. au- RENİ)
tism e\alm. Autismus; ing. autism).
Kesin bir içedönüklükle belirgin dış KEN D İN EY ETM E (fr. autarcie;
dünyadan kopm a durum u. Dış alm. Autarkie; ing. autarky). Bir
dünyadan kopmayla belirgin ken­ toplumun ya da bir toplumsal top­
dine kapanış. Bleuler’in ortaya at­ luluğun kendi kendine yetmesi du­
tığı ve benimsettiği bu terim özel­ rumu. Kendine (yun. autos) yet­
likle şizofrenlerin ruh durumunu me (yun. arkei) tüketimde olduğu
ortaya koymaktadır. Kendinekapalı kadar üretimde de ya göreli ya da
kişi tam anlamında bir hücrede ya­ kesin bir kendine kapanmışlığı zo­
şar gibidir, onun için hücrenin dışı runlu kılar. Kendineyetme duru­
yoktur ya da hiç önemli değildir. munda devletler dışarıdan hiçbir
Kendinekapalı kişinin yoğun bir iç şey almazlar ve dışarıya hiçbir şey
yaşamı vardır, ona gerçeklikle bağ­ satmazlar. Bir toplumun ya da top­
ları koparttıran biraz da bu yoğun lumsal topluluğun kendine kapan­
iç yaşamdır. Bu iç yaşamda kişi ar­ masıyla ortaya çıkan bu uygulama­
zuları, bunalımları, düşleri, düşlem­ ya kapalı iktisat adı da verilir.
leriyle içli dışlıdır, bunlar onun tüm
320
[KISIRDÖNGÜ

KENDİNİİN ANDIRMA (fr. au- o lan la kesin olanı b irb irin d en


to-suggestion; alm. A utosugges­ ayırmak gerekir. “Güvenilir” daha
tion; ing. auto-suggestiori). Bilinç­ çok kişiler için kullanılır (güvenilir
li ya da bilinçsiz olarak kendini bir bir dost), “kesin” bilgiyle ilgilidir
fikrin doğruluğuna inandırma edi­ (Haşan’ın Ankara’dan dönmediği
mi. Bir fikri davranışlarımıza yön kesin). “Kesin”i “apaçık”la da ka­
verici ilke olarak benimseyişimiz. rıştırmamak gerekir. Kesin olan,
Kendiniinandırma kişinin bir duru­ özellikle sonuçlarla, kanıtlarla, gös­
mu gerçekleştirmek ya da amaca termelerle ilgilidir; oysa bir ilke apa­
ulaşabilmek için bir fikri doğru di­ çık olabilir yani hiçbir kuşkuyu
ye benimsemesidir. Hemen hemen gerektirmeyecek biçimde kendini
her kişinin yaşamı boyunca sık sık ortaya koyabilir. Kesin olan, insan­
kullandığı bu yöntem eğitimde ve da mutuluk ya da esenlik duygusu
nıhhekimliğinde oldukça etkin bir uyandırır. “Kesinliğe ulaştığımız za­
yöntemdir. man insan ruhunun duyabileceği en
büyük sevinçlerden birini duyarız”
KESİKLİ (fr. discontinu; alm. der Pasteur. Bununla birlikte kesin­
unstetig; ing. discontinuous). Ara­ lik kişisel değildir. Gene de kesin’i
lıksız sürer durumda olmayan. Ke­ kesin diye belirleyen bireyin ken­
sintili ya da aralıklı bir yapı göste­ disidir. (Bk. APAÇIKLIK)
ren. Ayrı ayrı öğelerden kurulmuş
olan. (Bk. KESİKSİZ) KESİŞME (fr. convergence; alm.
K onvengenz, Zusam m enlaufen;
KESİKSİZ (fr. contirıu; alm. ing. convergency|). İki ya da daha
stetig; ing. continuous). Ayrı ayrı çok çizginin bir noktada buluşma­
öğelerden kurulmuş olmayan. Sü­ sı. Aynı noktada son bulan doğru­
rerliği olan. Zamanda ya da uzam­ ların durumu. Tek bir noktaya doğ­
da bölünmüş ya da parçalanmış ol­ ru yönelen doğruların durumu. Ay­
mayan. (Bk. KESİKLİ) nı sonuca ya da aynı amaca yöne­
lenlerin durumu.
KESİNLİK (lat. certitudo; fr.
certutide; alm. Gewissheit; ing. KISIRDÖNGÜ (fr. çerle vicieux,
certitude). Kuşku gerektirmeyecek diallèle; alm. Zirkelbeweis, Dial-
biçimde belirgin olanın durumu. lele; ing. vicious circle). Verimsiz
Kuşku gerektirmeyecek kadar açık düşünce dizgesi. İçinden çıkılmaz
bir yargı karşısındaki ruh durumu. durum. Bir A’yı ancak kendisiyle
Zihnin hiçbir yanılma korkusuna belirlenebilen bir B ’yle gösterme.
düşmeden bir yargıyı benimseyişi. Aynı istenmeyen sonucu getiren
Kesin olan, varlığı kuşkugötürmez e y lem lerin sü re k li o la ra k
olandır, düşüncede sağlam daya­ yinelenmesi. Kısırdöngüde bilgiler
nak sayılabilir olandır. Güvenilir kapalı bir düzen oluşturur, bu dü­
321
KISKANÇLIK

zende bir bilgi öbürüyle kanıtlanır, oymak için planlar yapmaya başla­
buna göre gerçek anlamda belirle­ yabilir ve bu tasarısını gerçekleşti­
me hiçbir zaman gerçekleşmez. rebilir. Yetişkin kişiler çok örtülü ya
da belirsiz biçimlerde şiddetli kıs­
K ISK A N Ç L IK (fr. jalousie; alm. kançlık duygulan yaşarlar, ancak
Eifersucht; ing. jealousy). Kendisi onlarda çocuksu tepkilerin görül­
için istemeyi başlıca amaç durumu­ düğü pek olmaz. Bazı yazarlara gö­
na getirme eğilimi. Bir kişinin sağ­ re kıskançlık insanın özünde var­
ladığı bir yarardan rahatsız olma dır ve doğuştandır. Her insan, ne
yatkınlığı. Bir şeye tek başına sa­ kadar kendine egemen de olsa, buna
hip olma tutkusu. Aşırı ölçüde du­ göre kıskançlık duygusunu saçma
yulan sahip olma duygusu. Sevi­ bularak altetmiş de olsa belli du­
len şeyin bir başkasının olması kor­ rumlarda kıskançlıktan kendini ala­
kusu. LaRochefoucauld “Kıskanç­ mayacaktır. Linton bunun kanıtını
lıkta aşktan çok özsevgisi vardır” Markiz adalarında görülen şu ol­
der. Buna göre kıskançlığı sahip guda bulur: tam anlamında cinsel
olunmak istenilen nesnenin değe­ özgürlüğün yaşandığı, kim senin
rinden çok bizim o nesneye yükle­ kimseyi kimseden kıskanmadığı bu
diğimiz duyguyla ya da verdiğimiz adalarda yerliler sarhoş oldukları
anlamla açıklamak gerekir. Kabil zaman yani istemli denetimleri azal­
karmaşığı diye de adlandırılan kıs­ dığı ya da ortadan kalktığı zaman
kançlık insanın en eski duyguların­ k ısk an çlık d u y g u ların ı o rtay a
dan biridir. Tevrat’da anlatıldığına dökerler. O. Klineberg gibi ruhbi­
göre Adem ile Havva’nın büyük oğ­ limcilerse, tersine, bu duygunun
lu Kabil çiftçiydi, topraktan sağla­ kültür kökenli olduğunu söylerler
dığı ürünleri Tanrı’ya sundu. Kar­ ve gerçek anlamda yetkin bir bilin­
deşi Habil de çobandı, o da koyun- ce ulaşmış bir bireyin, bir başka
larını Tanrı’ya sundu. Tanrı Habil’in deyişle tam anlamında kişilikli bir
sunduklarıyla ilgilendi. Kabil’inki- bireyin böylesi bir duygudan uzak
lerle hiç ilgilenmedi. Bu durum Ka- kalacağını söylerler. Her ne olursa
bil’in kıskançlıkla Habil’i öldürme­ olsun kıskançlık duygusu insana
sine yol açtı. Kıskançlık duygusu boğuntu veren ve çok zaman ussal
sahip olunan ya da sahip olunmak açıklam alara götürülem eyen bir
istenilen bir şeyden yoksun kalma duygudur. / La R ochefoucauld:
korkusuyla belirgin son derece sı­ “Kıskançlık her zaman aşkla doğar
kıntı verici bir duygudur. Çocuk ama her zaman aşkla ölm ez.” /
için sevgili anneye yakın duran her Mme de la Fayette: “Aşkın henüz
kişi bir kıskançlık konusu ya da ne­ kendini açıklamadığı bir yürekte
denidir (Oidipus karmaşığı). Bu kıskançlığın getirdiği karışıklık an­
duygu çocuğu şiddete yöneltebilir: latılır gibi değildir.” “Aşık olduğu­
çocuk küçük kardeşinin gözlerini
322 mu bana yalnızca kıskançlık duyur­
KİPLİK

du.” “İnsan iyiden iyiye aşıksa ne­ nes’e göre en büyük bilge Herak-
densiz kıskanır.” / Mme Deshou- les’dir, çünkü sonuna kadar istemli
lteres: “B ir parça kıskançlık uyan­ ve sonuna kadar özgürdür. Antist-
dırır - Uyuyakalmış mutlu aşkı.” henes’in başlıca çömezi Sinop’lu
(Bk. AŞK) Diogenes’dir. Diogenes, İskender’e
ya da gerçek adıyla Aleksandros’a
K İN İK LER OKULU. Sokrates’in “Gölge etme başka iyilik istemem”
ölümünden sonra kurulmuş olan ve deyişiyle ünlüdür. Diogenes gö­
azçok onun yöntemini izlediği için rüşlerinden çok dünyadan el etek
Sokrates’çi okullar diye adlandırı­ çekm eye d ay a n an y a şa y ışıy la
lan okullardan biri. Kinikler okulu tanınmıştır. “Kinik” ya da “köpek­
belki de Sokrates’çi okulların en si” sıfatına yaşayışıyla en çok yak­
önemlisidir. Bu okul Atina’nın va­ laşmış olan odur.
roşlarından Kynosarges’de (yun.
“köpek anıtmezarı” anlamında) ku­ K İP (lat. modus; fr. m ode; alm.
rulmuştur. Okulun kurucusu An- Modus, Schlussmodus', ing. mode,
tisthenes K ynosarges gym nasi- mood). Bir öznenin ya da bir tözün
on’unda uzun süre dersler vermiş­ belirlenimi. Bir varlığın varoluş bi­
tir, öğretisi ve okulu da bu yüzden çimi. Bir varlığın eylemde bulun­
bu adla anılm ıştır (yun. kurıikos ma biçimi. Tasımda niteliğe ve ni­
“köpeksi” demektir). Okulun bu celiğe göre önermelerin aldığı bi­
adla anılmasının bir nedeni de Si- çim (tümel olumlu: A; tümel olum­
nop’lu Diogenes’in yaşadığı sefil suz: E; tikel olmlu: I; tikel olum­
koşullar nedeniyle “Köpek” (yun. suz: O). Tasımda düşünce kalıpla­
kuon) diye adlandırılmış olması ola­ rı. Bu kalıplar on dokuz tanedir: Bar­
bilir. Önce sofist Gorgias’ın sonra bara, Celarentvb. Spinoza’da kip,
Sokrates’in çömezi olan Antisthe- nitelik’e karşıt olarak yani tözün özü
nes’e göre en yüce iyi erdemdir. o lan şeye k arşıt o lara k tözün
Erdemin bilgisine bilimle ya da di­ dışavurumudur.
yalektikle ulaşam ayız. Erdem in
kaynağı düşüncede değil yaşamda­ K İP L İK (lat. modalitas; fr. m o­
dır. İnsana mutluluk verecek tek dalité', alm. Modalität; ing. mo-
şey erdemli yaşayıştır. İnsan tut­ dality). Bir varlığın biçimler alma
kularını altedebileceği, gereksinme­ özelliği. Bir varlığın özel biçimi.
leri önemsemeyebileceği zaman in­ Kant’da yargı biçimlerinden ve zih­
sandır. Bu da dünyadan uzaklaş­ nin kategorilerinden biri. K ant’da
makla, tanrısala yaklaşmaya çalış­ kiplik yargıları, sorunlu (olasıyla
makla gerçekleşir. İnsan acılarda, ilgili), savlı (olanla ilgili) ve zorun­
güçlüklerde, yorgunluklarda insan­ lu (kesin olanla ilgili) olmak üzere
laşır. Bilge kişi yanılgının ve güna­ üç çeşittir. “Yağmur yağarsa evde
hın uğramadığı kişidir. Antisthe- kalacağım” dediğim zaman bir so­
323
KİŞİ

runlu yargı ortaya koymuş olurum; Bu yüzden J. C hevalier “Birey


bu yargı her zaman olası ’yla ilgili­ amacını kendinde taşır, kişinin ken­
dir. “Yağmur yağıyor” dediğim za­ dini aşan amaçları vardır” der. Ona
man bir savlı yargı ya da bir varo­ göre “Kişinin özü, bireyinkinin ter­
luş yargısı ortaya koymuş olurum; sine, ben değildir, başkası’dır. İn­
bu yargı her zaman olan’la ilgilidir. san kişiliği en büyük gelişimini ya-
“Su yüz derecede kaynar” dediğim rargözetm ez bir aşkla başkasına
zaman bir yasayı dışlaştıran zorunlu bağlanarak ve başkasına vererek
bir yargı ortaya koymuş olurum, gerçekleştirir.” Bu çerçevede insan
bu yargı da her zaman kesin olan’la hem kendinin hem başkasının ya­
ilgilidir. K ant’da kiplik kavramları ratıcısı olarak anlaşılır, gerçek in­
da şunlardır: olasılık-olmazlık; va- san ilişkisi kişiden kişiye ilişkidir,
ro lu ş-v a ro lm a y ış; zorunluluk- bu ilişkide insan toplumunun yüce
olumsallık. Görüldüğü gibi Kant’da değerleri açınlanır ve yüce amaçla­
üç çeşit yargıya anlığın üç kavramı rı gerçekleşir. Kişi olmak biraz da
karşılık olmaktadır. insanın başkasına kavuşmak üzere
kendinden çıkmasıdır. Bu yüzden
K İŞİ (lat. persona; fr. personne; her kişi başka kişilerin varettiği in­
alm. Person\ ing. persori). Kendi sani ortamın bir üyesidir. (Bk. Bİ­
bilincinde olmakla kendi kendisinin REY, İNSAN, KİŞİLİK)
sorumlusu olan varlık. Özgül ola­
rak insan değerleriyle donanmış bi­ K İŞ İL İK (lat. personalitas', fr.
rey. Başka insanlara belli bir insani personnalité', alm. Persönlichkeif,
amaç çerçevesinde yetkin bir bilinç­ ing. personality). K işinin varlık
le bağlanmış insan. Birey herhangi özelliği. Kişinin kendini bir ben ola­
bir türün bir üyesidir, kişi insan tü­ rak ortaya koymasını sağlayan et­
rünün yetkin ve bilinçli bir üyesi­ kinliklerin bütünü. Kendini özgür
dir. Kişi olmak hem kendi öznel etkinlik olarak algılayan bilinçli bi­
özelliklerini hem de insan olmanın reysellik. “Kişi” belli bir bilinçliliği
nesnel koşullarını kendinde taşıyan ortaya koyarken “kişilik” özellikle
bir bilince sahip olmakla olasıdır. yetkin insani edimleri ve ona bağlı
Bu yüzden her kişi kendini yaşam­ olarak gerçekleşen saygınlığı dü­
da etkin kılan özgür seçişleriyle ya şündürür. N. L. Munn şöyle der:
da özgür edimleriyle dikkati çeker. “Kişilik bir bireyde yapıların, onun
Kişi özgürlük içinde kendini vare- davranış biçimlerinin, ilgilerinin, tu­
der ya da geliştirir ve kendini ge­ tumlarının, yeteneklerinin ve yat­
liştirdikçe özgürlüğünü geliştirir. kınlıklarının en belirgin bütünleşme­
Her kişi bir toplumsal varlıktır ve si olarak tanımlanabilir. ‘Belirgin
bir toplulukta ortak bir ülküye ka­ bütünleşme’ derken iki şeyi belirt­
tılan ve bu ülküyü geliştirmeye ve mek istiyoruz. İlkin birey başkala­
gerçekleştirmeye çalışan insandır. rından kişiliğiyle seçilir ve ayrılır.
324
KİŞİLİK

İkincisi kişilik terimi bireyin ve dav­ öznelleşmiş bireyselliktir. Herhan­


ranışının görünümlerini içerir, bun­ gi bir insan bireyi kendisini öbür
lar azçok sürekli diye düşünülen benzerlerine bağlayan ortak yetiler­
şeylerdir. Birey gerilim durumların­ le, ortak davranış biçimleriyle be­
da genellikle dinginse, ara sıra ‘par­ lirgindir. Bir birey kendi yaşam de­
lıyorsa’, onun kişiliğinin belirleye­ neyleri içinde kendi özelliklerini ka­
ni dinginliktir, kızgınlık değildir.” zandıkça kişileşir, buna göre ken­
Her kişilik kendi özellikleri çerçe­ dini başka insanlar arasında toplum-
vesinde bir etki gücü ortaya koyar sal-tarihsel bir varlık olarak kavra­
ve somut bir biçimde saptanması maya başlar, belli bir dünya görü­
ya da apaçık gösterilmesi olanak­ şüne bağlanır, kendi bakış açıları
sız bir çekim gücü oluşturur. Bu oluşur. Bu yüzden kişiliği bilinçli bi­
yetkinlik doğrudan doğruya ne ze­ reysellik diye de tanımlayabiliriz.
kaya, ne kalıtıma, hatta ne çevreye Scheldon’un tanımı bu konuda belki
ve ne de eğitime bağlanabilir, ama de en uyarlı tanımdır: “Kişilik, bi­
onların herbiriyle ayrı ayrı ilgilidir. reyin tanımayla, duymayla, eylem­
O daha çok başkalarının bizimle il­ le, ruhsallıkla ve oluşumla ilgili özel­
gili düşüncelerinde ve duyguların­ liklerinin etkin kuruluşudur.” A. Po-
da parıldar, bizimle ilgili değerlen­ rot ve Th. Kemmerer’in tanımı da
dirmelerinde kendini gösterir. M. oldukça kapsayıcıdır: “Kişilik, bir
Proust şöyle der: “Bizim toplum­ bireyin zihinsel yapısına o bireye
sal kişiliğimiz başkalarının düşün­ özel görünüm ünü kazandırm ak
cesinin bir yaratısıdır.” Kişilik her üzere katılan tüm öğelerin bileşi­
kişide kendine özgü olanla başka­ midir.” Kişileşmiş birey bir biîinç
sıyla ortak olanın birbiriyle bütün­ ve özgürlük etkinliği ortaya koyar.
leştiği noktada kendini gösterir. Normal bir kişiliğin başlıca nitelik­
Guthrie, kişiliği “durağan ve deği­ leri birliklilik, canlılık, bilinçlilik,
şime dirençli toplumsal önemdeki çevreye uyarlılıktır. Böylelikle kişi­
alışkanlıklar dizgesi” diye tanımlar. leşme her zaman yalnızca bireyse­
Kişiliğin bir alışkanlıklar dizgesi ol­ lin sınırlarında kalmaz, toplumsala
duğu kesindir ama onun durağan da ulaşır, hemen her yerde kişilikli
ve değişime dirençli olduğu tartışı­ toplumsal davranışlar görürüz. Ne
labilir. Her kişinin bilinci ayrı özel­ var ki toplumsal kişilik bireysel ki­
likler taşıdığından her kişiliğin özel­ şiliklerin bir bileşkesi olduğundan
likleri de başka başka olacaktır, bu sorun gene her zaman kişiliğin bi­
özelliklerin neler olabileceği kişilik reysel düzeyde araştırılmasına in-
testleri’yle ortaya konulabilmekte- dirgenecektir. Bu çerçevede Adler
dir. Bilgi, zeka ve yatkınlık testle­ dört tip kişilik belirlemiştir. Birinci
rinden ayrı olarak kişilik testleri ki­ kümedekiler topluma ya da yaşa­
şiliğin duygusal düşünsel özellikle­ ma “iyi uyarlanmış” kişiliklerdir,
rini gösterirler. Buna göre kişilik bunlar herhangi bir üstünlük gös­
325
KİŞİLİKÇİLİK

terisi içinde değillerdir ve kimseye su”na dayanıyordu. Kişilikçilik in­


baskı yapmayı düşünmezler. So­ san bireyinin kişiliğine büyük önem
runlarını çözerken kendi yararlan verir, onu her türlü toplumsal ve
kadar toplumun ya da başkalarının iktisadi değerin üstünde tutar, her
yararlannı da düşünürler. İkinci kü- şeyden önce insan saygısını gerek­
medekiler “egemen tip”i oluşturur­ tirir. Kişilikçilik daha sonra Emma­
lar, denetimi her zaman ellerinde bu­ nuel M ounier’nin 1947’de yayım­
lundurmak isterler. Başkalannı de­ ladığı Qu ’estce que le personnalis­
ğersiz görmek bu kişilerde özyapı m e? (Kişilikçilik nedir?) adlı yapı­
özelliklerinin başında gelir. Kendi­ tında geniş çerçeveli bir öğreti du­
leri toplumda düzeylerini yükselte­ rumuna geldi. Mounier, insan top­
mediklerinden bütün özenlerini baş­ lumsal birliğe kavuştukça kişiliğini
kalarını küçültmek için gösterirler. kazanır diye düşünüyordu. Şöyle
Aşağılıkduygusunun yolaçtığı bu diyordu: “İnsan kişisinin kendisini
yükseklikduygusu başkalarında geliştiren maddi gerekler ve ortak
aşağılıkduyguları oluşturmak gibi aygıtlar üzerindeki önceliğini be­
bir uygunsuzluğu getirir. Üçüncü nimseyen her öğretiyi ve her uy­
küm edekiler “alıcı bireyler”dir, garlığı kişilikçi diye adlandırıyo­
bunlar şımartılmış insanlar olarak rum.” Bu sol görüşlü hıristiyan fi­
her güzel şeyi ya da her yararlıyı lozofu “İnsan kendini verdikçe ken­
emek vermeden kendilerinin kılma­ dini kazanır” diye düşünüyordu.
ya bakarlar. Vermeyi düşünmeden Böylece kişilikçilik kişinin toplum­
hep almaya çalışırlar. Dördüncü kü­ da gerçek yükümlülüğünü öngörür.
medekiler “yükümlenmekten ka­ M ounier’ye göre “birey toplum
çan” tiplerdir, herhangi bir karar al­ içindir ve toplum kişi içindir”. Ki­
m ak istemeden, herhangi bir ey­ şilikçilik kişinin uyanışını ve top­
lemde bulunmadan yaşadıkları için lumsal düzeyde tam bir özgürlük
yanlış da yapmazlar. (Bk. İNSAN, içinde kendini yükümleyişini öngö­
KİŞİ, KİŞİLİKÇİLİK, TOPLUM) rür. (Bk.KİŞİ, KİŞİLİK)

K İŞ İL İK Ç İL İK (fr. personnalis­ KLAN (fr. elan', alm. Sippe\ ing.


me', aim. Personalismus; ing. per­ elan). Birkaç aileden oluşan ancak
sonalism). Kişiliği en yüce belirle­ tek bir aile gibi dayanışık bir bütün
yici sayan öğreti. Kişiliği mutlak de­ oluşturan toplumsal topluluk. Klan,
ğer durumuna getiren ahlak ve top­ öz anlamında, İskoçya’da ve İrlan­
lum öğretisi. “Kişilikçilik”i ilk kul­ da’da çeşitli ailelerin bir araya gel­
lanan Renouvier oldu. Renouvier mesinden oluşan boydur. Daha son­
bu terimi hemen hemen bireycilik­ ra “klan” geniş çerçevede bir ara­
le eşanlamlı olarak kullanıyordu. ya gelen ve daha çok tanm a ve hay­
Onun kişilikçiliği “tam anlamında vancılığa dayalı ilkel bir üretim dü­
bilinçli ve istemli bir kişilik duygu­ zeni uygulayan tüm toplumsal top­
326
¡KLASİKLİK

luluklar için kullanılmıştır. Klanda yıl, özellikle ikinci yansı düşünüle­


belirleyici özellik içten evliliğin ya­ rek Büyük yüzyıl diye adlandırılır.
sak olmasıdır. Boydan daha küçük Bu yüzden bu yüzyıl biraz da Fran­
olan klanda siyasal birliği “totem” sa’nın kültür planında Avrupa’ya
sağlar. (Bk. TOTEM) egemen olduğu yüzyıldır. Louis
X IV’ün saltanatıyla (1643-1715)
K L A S İK L İK (fr. classicism e; belirgin olan bu dönemde toplum­
alm. Klassizismus; ing. classicism). sal yaşam mutlakyönetimin kesin
XVII. yüzyılda ortaya çıkan ve ev­ belirleyiciliği akındadır. Saray gide­
rensel gerçekçi eğilimleriyle belli rek bir kültür merkezi olurken kül­
olan sanat anlayışı. Klasiklik röne- tür yuvalan olan salon’lar önemle­
sans değerleri içinde mayalandı ve rini yitirmeye başlarlar. Düzenin ye­
gelişti. Rönesans dediğimiz o bü­ ni seçkin insan tipi duygusal olmak­
yük atılım ve gelişim dönemi sa­ tan önce ussal, her anlam da dü­
natta eşsiz bir yetkinliği ortaya ko­ şünceli, her zaman ölçülü, her du­
yarken felsefede daha çok bir ge­ rumda ciddi ama canayakın insan
çiş dönemi özelliği gösteriyordu. tipidir. Artık soyluluk unvan olmak­
Klasiklik XVII. yüzyılda özellikle tan kişilik özelliği olmaya doğru git­
edebiyatta büyük bir atılım oldu. mektedir. Bu yeni seçkin insan tipi
Önceki yüzyılların daha çok süsle­ tüm insan sorunlarını enine boyu­
mecilikle belirgin barok değerlerin­ na tartışan öngörülü kişidir. Seç­
den süzülen klasiklik, Descartes kinlerden biri de Louis XIV’dür,
usçuluğunun da etkisiyle yavaş ya­ yetkisini hiçbir zaman sanatı yön­
vaş insan değerlerinin evrensel çer­ lendirmekte kullanmaz, sevmediği
çevede aranması ve irdelenmesi ola­ sanatçılara karşı tutum almayı hiç­
rak kendini gösterdi. F ransa’da bir zaman düşünmez. E. Henriot’ya
C orneille, R acine, M olière, La göre “klasik edebiyat mantıksaldır,
Rochefoucauld gibi yazarlar kendi ussaldır, düzen ve özgürlük kaygı­
toplumlannın özelliklerini yansıtan sı taşır”, buna göre buıjuva sınıfı
yapıtlar ortaya koyarken insanın ne incelikten uzaklaşmaksızın tartışma
olup ne olmadığını evrensel çerçe­ ruhunu, büyüklük ruhunu, yetke
vede enine boyuna tartıştılar. Kla­ saygısını klasiklikte bir araya ge­
siklik bir akım olmaktan çok bir be­ tirmiştir. André Gide klasikliği özel­
ğeni ortaklığını, bir bakış birliğini likle fransız ürünü sayar ve ne
duyuruyordu ve her şeyden önce Shakespeare ne Michelangelo ne
insanın abartılmış duygusallıkların­ B eethoven ne D ostoyevski ne
dan uzak bir biçimde kökten araş­ Rembrandt hatta ne Dante klasik­
tırılm asını öngörüyordu. Fransız tir diye düşünür. Ona göre yaban­
klasikliği bu özellikleriyle tüm dünya cılardan ancak Goethe klasik ola­
yazarlarını etkiledi hatta büyüledi. bilir. (Goethe klasiği sağlıklı duy-
Bu yüzden Fransa’da XVII. yüz­ gucuyu hastalıklı sayıyordu.) Gi­
“KLİNAMEN”

de’in tanımına göre klasiklik “enaz Coysevox gibi yontu sanatçıları;


söyleyip ençok anlatma” sanatıdır. Lebrun, Mignard, Nicolas Poussin,
“Evrensel gerçekçilik” diye adlan­ Claude Gelée gibi ressamlar klasik
dırabileceğimiz klasiklik her şeyden beğeninin yaratıcıları oldular. Ta­
önce tekte evrenseli yansıtan bir ba­ şıdığı tüm barok özelliklere karşın
kış biçimidir. Sainte-Beuve klasik Shakespeare’i İngiltere’nin en bü­
yazarı “insan ruhunu zenginleşti­ yük klasik yazarı saymak doğru
ren yazar” diye tanımlar. Bu özel­ olur. İngiltere’de Addison ve Pope
likleriyle klasiklik kendinden sonra klasik anlayışın sürdürücüleri oldu­
doğacak olan duyguculukla karşıt­ lar. Alman edebiyatında Sturm und
laşır. Tieghem “Klasik anlayış öze­ Drang akımının ortaya çıkışma ka­
li genelden çıkarmaya bakıyordu, dar klasik değerler büyük ölçüde
duygucu anlayış geneli özelden çı­ belirleyici oldu. Klasiklik öbür sa­
karmaya bakar” der. Klasik için bü­ natlarda da kendini gösterdi, özel­
tün insan, duygucu için insan bire­ likle resimde ve yontuda klasik eği­
yi yani tek kişi önemlidir. Klasiklik lim çok değerli ürünlerin ortaya çık­
daha çok “en güzel orta” fikrine da­ masına yol açtı. Müzikte klasiklik
yanır, bu yanıyla yunan düşünce­ J.S. Bach’ın ardından gelen verimli
sini düşündürür: onda her şey öl­ dönem de k en d in i g ö ste rd i ve
çülü, ılımlı ve insan boyundadır. Haydn, Mozart, Beethoven gibi bü­
“Klasikler genellikle dış dünyanın yük ustaların adıyla anıldı. (Bk.
öğelerine yükledikleri boyutlarda DUYGUCULUK, GERÇEKÇİLİK)
çok ölçülü görünürler. Onlar bu
nesnelerin ya da bu olguların in­ “ K LİN A M EN ” (yun. söz.). Epi-
sanla belli bir oranda uyuşmasını kuros felsefesinde kendiliğinden
isterler, insan ki onların edebi et­ sapma. Klinamen sayesinde atom­
kinliklerinin başlıca konusudur” lar, boşlukta düşerken, doğru çizgi
(Tieghem). Buna karşılık duygucu üzerinde yol almaktan çıkarak bir-
sınırsızda, sonsuzda, belirsizde, bü­ birleriyle karışırlar ya da basitçe
yüklüğüyle insanı aşanın görkemin­ çarpışırlar, bu çarpışm adan yeni
de sanatını oluşturmaya bakacak­ nesneler oluşur. İnsan ruhunu oluş­
tır. Duyguculuk hemen her zaman turan ince atomların sapmalarıyla
bir aşma duygusuyla belirgindir. da insan özgürlüğü gerçekleşir. Bu­
“Aşılmak hoş değil, kendini aşağı­ na göre klinamen özgür seçişin de
da duymak sıkıntılı iş” der Hugo. ilkesidir.
Yalnız edebiyata değil, mimarlığın,
resmin ve yontunun gelişiminde de K O M PLEKS. Bk. KARMAŞIK.
klasik anlayışın büyük katkısı var­
dır. Claude Perrault, François Man- KO M Ü N İZM (fr. communisme;
sart, Jules Harduin-M ansart gibi alm. Kommunismus; ing. commu-
mimarlar; Pierre Puget, Girerdon, nism). Ortak mülkiyete dayanan
KOMÜNİZM

yönetim biçimi. Üretim araçlarının ce ve eylemlerinde yaşama geçiri­


topluma ait olduğu siyasal ve top­ lecektir. Üretim araçlarının ortak­
lumsal düzen. Komünizm her şey­ laştırılmasına dayanan yeni bir üre­
den önce iktisadi bir öğretidir, bu­ tim düzeni ve buna bağlı yeni bir
nun yanında bilimsel verilere göre kültür düzeni amaçlayan komünizm
yeni bir toplum düzenlemesi öngö­ ancak devletin proletarya tarafın­
ren bir siyaset anlayışıdır. Komü­ dan ele geçirilmesiyle ve buna göre
nist toplum özel mülkiyetin bulun­ proletarya diktatörlüğünün kurul­
madığı, mülkiyetin birleşmiş birey­ masıyla gerçekleşecektir. “Uygula­
lere, tüm topluma ait olduğu sınıf­ macı maddeciler için yani komü­
sız bir toplum olarak düşünülür. nistler için varolan dünyayı devrim­
Marx ve Engels şöyle der: “Komü­ le geliştirmek, varolan şeyleri uy­
nizmi belirleyen şey genel olarak gulama düzeyinde sezmek ve dö­
mülkiyetin kaldırılması değil bur­ nüştürm ek sö zk o n u su d u r” der
juva mülkiyetinin kaldırılmasıdır.” Marx. Engels de şöyle der: “Ko­
Ortak mülkiyete dayalı olan ve özel münizm proletaryanın kurtuluş ko­
mülkiyeti dışlayan, böylece birey­ şullarının öğretimidir.” Marx komü­
selliği toplumsallıkla belirleyen ko­ nist düzeni insanlık evriminin son
münizm gelecekteki insanı tasarla­ aşaması olarak görmez: “Kom ü­
yan bir insancılık olarak belirir. Bir­ nizm yakın geleceğin zorunlu biçi­
çok batılı yazar komünizmin köke­ mi ve güçlü ilkesidir. Ama böyle ol­
nini Platon’un kurgusal devlet an­ makla insanlık evriminin sonu de­
layışında bulursa da, P laton’un ğildir, insan toplumunun bir biçi­
devleti tam anlamında sınıflaşmış midir.” Ancak Marx 1891 ’de'ya­
bir devlet olmakla oligarşik bir dü­ y ım lan an G otha p ro g ra m ın ın
zen gösterir. Gene de Platon’un eleştirisi'nde komünizmi insan top­
devletinde en azından komünizmin lumunun son biçimi gibi görme eği­
se z g isin e u laşm ak o la sıd ır limi gösterir ve düşsel bir tablo çi­
denilebilir. Platon’un, Thomas Mo- zer. Buna göre komünist toplumun
ru s’un, Saint-Sim on’un, Fourri- birinci evresi şöyle olacaktır: “Ser­
rer’nin öğretileri komünizmi duyur- mayeci toplumla komünist toplum
sa da komünist düzeni doğrudan arasında birinciden İkinciye doğru
doğruya gösterm ez. Komünizm devrimci dönüşüm evresi yer alır.
Karl M arx’in ve Friedrich En- Buna siyasal bir geçit dönemi kar­
gels’in birlikte kaleme aldıkları Ko­ şılık olacak, bu dönemde devlet
münist p arti bildirisi'nde (1848) proletarya diktatörlüğünün devleti
anlatımını bulur. Buna göre komü­ olacaktır.” Sosyalizm diye adlan­
nizm yükselen işçi sınıfının çökmek­ dırdığımız bu evrede üretilen mal­
te olan sermayeci düzen içinde sı­ ların dağıtımı sağlanan emeğin ni­
nıf savaşımına dayalı ama sınıfsız celiğine ve niteliğine göre gerçek­
bir toplum düzeni öngören düşün­ leşecek, böylece her kişi üretim
329
KONUT

güçlerinin gelişimine etkin olarak Kant’da kiplik kategorisine bağlı a


katılmış olacaktır. İkinci ve sonun­ priori üç önerme vardır. “ 1. Dene­
cu evre bu proletarya diktatörlüğü yin biçimsel koşullarıyla uyarlı olan
evresini izleyecektir. Bu evrede iş­ olası’dır (sezgi ve kavramlarla ilgi­
bölümü kaldırılacak, böylece birey­ li olarak), 2. Deneyin (yani duyu­
lerin bağımlılığı giderilecektir, in­ mun) koşullarına bağlı olan ger-
sanlar yaşamlarını sürdürmek için çek’tir. 3. Gerçekle bağlantısı de­
şu ya da bu işi gönülsüzce yap­ neyin genel koşullarıyla belirlenmiş
mak zorunda kalmayacaklardır. Ka­ olan zorunlu’dur (zorunlu olarak
fa emeğiyle el emeği arasındaki ay­ vardır).” [Bk. BELİT]
rımın giderildiği bu evrede ortak ça­
lışmanın sağladığı verim insan ya­ K O R K U (yun. phobos; fr. peur,
şamına güç katacak, bu arada ser­ crainte; alm. Furcht; ing. fear). Bir
mayecilikten kalan son izler temiz­ tehlikenin öngörülmesiyle başlayan
lenecek, tüm insanlar yaşamı hep heyecan. Yakın bir tehlikenin su­
birlikte sürdürecek, geliştirecek ve numuyla belirgin heyecan. Basit
denetleyecektir. Bu sınıfsızlaşmış anlamında korku her kişinin olacak
toplumda artık proletarya diktatör­ ya da olabilecek olumsuz bir du­
lüğü diye bir şey yoktur, “herkes rum karşısında kendi varlığını tü­
yeteneği kadar, herkese gereksini­ müyle ya da bir ölçüde tehlikeye
mi kadar” formülü geçerli olacak­ düşmüş görerek uğradığı kötülük
tır. (Bk. SOSYALİZM) duygusudur. Korku genellikle bir­
denbire başlar ve ağır bir düşüş
K O N U T (lat. postulatum\ ir.pos­ gösterir: etkenin ortadan kalkması
tulat', alm. Postulat, ing. postula- (yanılma, tehlikenin önlenmesi, teh­
te). Apaçık ve kanıtlanır olmamak­ didin son bulması vb.) korku duy­
la birlikte doğru diye benimsenen gusunu birdenbire siler. Korkunun
önerme. Belit kadar apaçık olma­ düşüş göstermesi korkutucu etke­
yan, doğruluğu kanıtlanamamakla ne alışılmasından ya da onun bi-
birlikte yanlışlığı da gösterilemeyen, linçlendirilmesindendir. Bazen kor­
ayrıca karşıtı usa aykırı düşen, gös­ kutucu etken varlığını sürdürse de
termelerde ilk ilke ya da çıkış nok­ korku duygusu kalkar, yerini kay­
tası olarak alman önerme. Uygula­ gılı bir bekleyişe bırakır. Korku duy­
malı usun konutları: Kant ahlak ya­ gusu hastalıklılığa yatkın olduğu için
sası için zorunlu üç konut belirer, korkulması gereken bir duygudur.
bunlar özgürlük, ruhun ölümsüz­ Eski pagan ahlakları, özellikle Epi-
lüğü ve Tanrı’nın varlığı konudan­ kuros ve Stoa ahlakları korkuyu,
dır. Bu doğrulanam az konutlar özellikle ölüm korkusunu kökten
Ödev’in ve Yüce İyi’nin gerçek­ mahkum ederler. Korkmama, özel­
leşmesi için zorunlu dayanaklardır. likle ölümden korkmama fikri Mon-
D eneysel düşüncenin konutları: taigne düşüncesinde de önemli bir
330
KORKU

yer tutar. Bu filozoflara göre kor­ damında ya da uçakta duyulan kor­


kulacak tek şey korkunun kendisi­ kudur. Hastalıkla, çıldırmayla, de­
dir. Gene de korku her insanın ya­ nizle, fırtınayla, hayvanlarla, çeşitli
şamında belli bir yer tutar. Cervan- nesnelerle (13 sayısı gibi) ilgili çe­
tes “Korkunun kocaman gözleri şitli hastalıklı korkular vardır. / C.
vardır” der. Her ne olursa olsun, Mölinand: “En basit biçimlerinde
M. Bedel gibi, korkuyu “istemin bir korku ilksel bir davranış ortaya ko­
tepkisi” olarak düşünmek gerekir. yar: kaçmak. Korku hiçbir engelle
Korkuda istem çözülür, bilinç bu­ karşılaşmadan gerçekleştiyse her
lanıklığa uğrar, öyle ki bilinçte kor­ şey olağan düzeninde olup geçer:
ku nesnesi bile belirginliğini yitirir. tehlikenin görülmesi, kaçış ve du­
Retz’in dediği gibi “Korkuda karar rulma. (...) Kaçış olanaksız oldu­
vermekten çok incelemenin geçer­ ğu zaman onun yerini alacak olan
li olması doğaldır”. Ne var ki kor­ bir başka davranış vardır: büzül­
kuyla yapılan inceleme de ussal ge­ me. Kişi o zaman saklanır, yuvası­
çerliliği belirgin olmayan bir ince­ na giren tavşan gibi gizlenir. Kor­
leme olacaktır. Ancak korkuyu zo­ kan çocuk başını çarşafların altına
runlu bir yaşam deneyi olarak gör­ sokar. Her durum da korku titre­
mek ve yürekliliklerin geçmiş kor­ meyle bazen pek açık, pek görü­
kularla elde edilmiş olabileceğini nür biçimdedir: bacaklar tir tir tit­
düşünmek olasıdır. Ferdinando Ga- rer, eller sallanır durur, beden bir
liani şöyle der: “Yüreklilik büyük gider bir gelir, titreme bazen pek
bir korkunun sonucudur. Gerçek­ ölçülüdür, yalnızca eylemlerde tu­
te bir ölüm korkusuna kapıldığımız tarlılığın yitimiyle belirginflir: o za­
zaman bacağımızın kesilmesine yü­ m an kişi incelikli bir davranışı
reklilikle izin veririz.” Korkunun gerçekleştiremez. (...) O (korku)
hastalıklı bir biçimi olan fobi (fr. kaçınılmazın açık b eklen işi'dir,
phobie; alm. Phobie; ing. phobia) kaçınılmaz’dan belli bir mutsuzlu­
bazı belli durumlar karşısında du­ ğu değil bizim kaçamayacağımız bir
yulan bunaltı duygusudur. Mantık­ mutsuzluğu anlamak gerekir. Ya­
sal temeli olmayan bu takıntılı duy­ pılacak hiçbir şey olmadığı zaman
gu çeşitli nesnelere yönelik olabilir, korku boğuntuya dönüşür. (...)
buna göre değişik adlar alır. Alan- Boğuntu elbette korkunun en acılı
korkusu (fr. agoraphobie) geniş biçimidir; gerçek bir işkencedir. Bu,
alanların verdiği korkudur. Kapa- hiçbir yararlı tepkinin, özellikle hiç­
lıyerkorkusu (fr. claustrophobie) bir kaçışın olası olmamasındandır.”
mezarlık, otobüs gibi kapalı yerler­ / J.R Richter: “Pısırık tehlike gel­
de duyulan korkudur. Yükseklik- meden önce korkar, yürekli tehli­
korkusu ya da yüksekyerkorkusu ke geçtikten sonra korkar.” / İs­
(fr. acropolophobie) yükseklere çı­ panyol atasözü: “Korku ve aşk ay­
kıldıkça, örneğin yüksek bir evin nı k a p ta n y iy e m e z le r.” / A.
KOŞUL

Daudet: “Kahramanlar hiç korkma- mıdır. Koşulların bütünlüğünü yal­


salardı onur nerede kalırdı?” / G. nızca koşullanmamış olası kıldığın­
von Le Fort: “Korku yüreklilikten dan, buna karşılık koşulların bütün­
daha derin bir şeydir.” / Céline: “Her lüğü de her zaman koşullanmamış
zaman insanlardan, yalnız insanlar­ olduğundan, arı bir ussal kavram
dan korkmalı.” / C. de Retz: “Kor­ genel olarak koşullanmışın bileşi­
ku tutkuların içinde yargıyı en çok mine ilke sağlamakla koşullanma-
zayıflatandır.” / H. Calet: “Ben söz­ mışın kavramı diye tanımlanır.” (Bk.
cü k lerd en korkm uyorum , söz­ KOŞULLANMIŞ)
cükler benden korkuyorlar.”
K O ŞU L L A N M IŞ (fr. conditi­
K O ŞU L (lat. conditio\ fr. condi­ onné; alm. Bedingte; ing. conditi-
tion; alm. Voraussetzung, Bedin- oned). Belli bir koşul altında bu­
gung\ ing. condition). Bir canlı lunan. Kant’da koşullanmış olan
varlığın içinde bulunduğu durum. anlıkla ilgili olandır. Anlık koşul­
Bir başka durumun gerçekleşebil­ lanmıştır, çünkü deneyin koşulları­
mesi için varolması gereken du­ na bağlıdır. (Bk. KOŞULLANMA­
rum. Bir başka durumu olanaklı kı­ MIŞ)
lan durum. Bir şeyin varoluş biçi­
mi. İnsanın dünyadaki ya da top­ KOŞULLU. Bk. VARSAYIMSAL.
lumdaki durumu. Varsayımsal iliş­
ki durumu (A doğruysa, B de doğ­ KOŞULSUZ (fr. catégorique', alm.
rudur; B yanlışsa A da yanlıştır). Kategorisek', ing. categorical).
Hiçbir koşul taşımayan. Kesin ola­
KO ŞU LLA N M A M IŞ (fr. incon­ rak geçerli olan. K ant’da koşulsuz
ditionné', alm. Unbedingt; ing. un- buyurucu ödev ahlakıyla ilgili mut­
conditional, unconditioned). Hiç­ lak ve evrensel yasadır. “Eylemi­
bir koşul altın d a bulunm ayan. nin ilkesi senin kendi isteminle bir
K ant’da us “koşullanmamış” diye evrensel yasa oluşturabilecek gibi
nitelendirilir, buna karşılık anlık davran. İnsanlığı her zaman ken­
“koşullanın ış”tır. Anlığın koşullan­ dinde ve başkalarında bir araç de­
mışlığı deneye bağımlılığından gelir. ğil de bir amaç olarak ele alabile­
Usun koşullanmamışlığı böyle bir cek gibi davran. Özgür ve ussal is­
bağımlılık içinde olmayışındandır. temlerin cumhuriyetinde hem ya-
Kant şöyle der: “Usun öz ilkesi, ge­ sakoyucu hem bireym işsin gibi
nel olarak mantıksal kullanımında davran.” Thonnard şöyle der: “Ko­
anlığın koşullu bilgisi için, bu bilgi­ şulsuz buyurucu, duyarlılığın ilke­
nin birliğini sağlayacak koşullanma­ lerinden ya da kurallarından ayrı ola­
mış terimi bulmaktır.” “Aşkın us­ rak tüm ahlak yasalarının a priori
sal kavram, belli bir koşullanmışın biçimidir, duyarlılığın ilkelerine ya
koşullarının bütünlüğünün kavra­
332 da kurallarına mutlak zorunluluk
KÖKTENCİLİK

değeri kazandırır, kavramlar olgu­ K O Z M O L O Jİ. Bk. EVRENBİ­


lara nasıl bilimsel değerlerini kazan- LİM.
dınyorlarsa.” (Bk. BUYURUCU,
ÖDEV) K OZM O S. Bk. EVREN.

KOŞUTÇULUK (fr. parallélisme-, K Ö K (fr. racine-, alm. Wurzel; ing.


alm. Parallelismus-, ing. paralle- root). Bir şeyin temeli, çıkış nokta­
lism). Ruhsal olgularla fiziksel ol­ sı. Bir şeyin çok zaman görünürde
gular arasında her basamakta tam |olmayan kaynağı. “Kök” daha çok
anlamında bir karşılıklı ilişki bulun­ “neden”, “ilke”, “köken” anlamın­
duğu varsayımı. Spinoza felsefesi da kullanılır. (Bk. KÖKEN)
bir çeşit koşutçulik felsefesidir. Spi­
noza şöyle der: “Doğayı ister uzam K Ö K EN (fr. origine; alm. Ursp­
niteliğiyle ister düşünce niteliğiyle rung; ing. origiri). Herhangi bir şe­
ele alalım, nedenlerin tek bir biçim­ yin başlangıcı, ilk ortaya çıkışı. Her­
de zincirlenişini bulacağız, öyle ki hangi bir oluşumun en eski biçimi.
bunlar birbirlerini karşılıklı olarak Bir şeylerin kendisinden çıkarak
izleyen aynı şeylerdir.” Koşutçuluk dönüşümle varlık kazandığı ana bi­
benzer bir anlatımını Spinoza’nm çim. Başlangıç. Çıkış noktası. İlke.
zamandaşı Leibniz’de buldu. Ona Bir kişinin geldiği toplum sınıfı. (Bk.
göre ruh ve beden birbiri üzerinde KÖK)
etkili olmayan iki saat gibidir. On­
ların birbirlerini etkilemeden aynı sa­ K Ö K TEN C İLİK (fr. radicalisme;
ati gösteriyor olmalarım sağlayan alm. Radikalismus; ing. radiea-
öncesel uyum ’dur. Çağdaş koşut- lism). Bilimde, dinde, siyasette kök­
çular Leibniz’in bu görüşünden yo­ ten yenilikler yapma eğilimi. Kök­
la çıkarlar. F echner şöyle der: ten değişiklik isteyenlerin görüşü
“R uhsalla bedenselin koşutluğu ya da tutumu. Felsefi köktencilik'.
kaynağını bizim şeylerle ilgili bakı­ Bentham, James Mili, John-Stuart
şımızda bulur.” Koşutçulara göre Mili gibi İngiliz filozoflarının ikti­
her ruhsal olgu bir fiziksel olguyu satta özgürlükçülüğü, ruhbilimde
karşılar, her fiziksel olgu da bir ruh­ çağrışımcılığı öneren, toplumsal
sal olguyu karşılar. Ancak çağdaş­ yaşamda sermayeci düzeni onarıcı
lar Leibniz’in öncesel uyum fikri­ ve onun tehlikeli gelişimlerini orta­
ne yani ruhla bedenin tanrısal güç dan kaldırıcı köklü değişiklikler ön­
aracılığıyla karşılıklı ilişkiye girdiği gören öğretileri. Ahlakta yararcılı­
fikrine uzak kalırlar. (Bk. BEDEN, ğı, bilgi kuramında çağrışımcılığı te­
ÖNCESEL UYUM, RUH) mel alan köktenciler usa tam anla­
mında bağlılıkla bireyciliği savunu­
KOZM OGONİ. Bk. EVRENDO- yorlar, siyasette temsili hükümetin
ĞUM. gerekliliğine inanıyorlar, sanayide ve
KÖLE

ticarette eksiksiz bir özgürlükçü­ K Ö L E L İK (fr. esclavage; alm.


lüğü destekliyorlardı. Bununla bir­ Sklavrei, Skla ven tu m ; ing. sla ­
likte nüfus artışından ve sermaye­ very). Köle olma durumu. Mutlak
ci gelişimlerin insanlıkdışı uzanım­ bir yetkeye başeğmiş kişinin ya da
larından kaygılıydılar. Buna göre kişilerin durum u. K ölelik Eski­
John-Stuart Mili bencilliğe karşı öz­ çağ’ın temel yaşam biçimiydi, üre­
geciliği savundu, büyük toprakla­ timde başlıca gücü kölelerin emeği
rın paylaştırılmasını önerdi, doğru­ sağlıyordu. M.S. 1. yüzyıl kölelik­
nun zorla değil de düşünce değer­ te bir dönüm noktası oldu. Sparta-
leriyle ve ahlak ölçüleriyle denet­ kus ayaklanm ası en büyük köle
lenmesini istedi. (Bk. ÇAĞRIŞIM­ ayaklanmasıdır. Köleliğin verimsiz­
CILIK, ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK) liği karşısında azatlı kölelik kuru­
mu yerleşti: efendi, iyi çalışan kö­
K Ö L E (lat. slavus, sclavus; fr. lesini, belli bir yaştan sonra özgür­
esclave; alm. Sklave] ing. slave). lüğüne kavuşturacaktı. Azatlı köle
Bir efendinin mutlak güdümünde düzeni de pek tutmadı ve kölelik
bulunan tutsak ya da satın alınmış yerini serfliğe bıraktı. Kölelik nasıl
kişi. Bir başkasına gönüllü olarak Eskiçağ’m temel yaşam biçimiyse,
ya da zorla sıkı sıkıya bağımlı kı­ serilik de Ortaçağ’m temel yaşam
lınmış kişi. Birine kesin bir biçim­ biçimidir. Kölelikle savaşım ancak
de bağımlı olmakla özgür koşullar­ XV. yüzyıl dolaylannda başladı. Or-
da bulunm ayan kişi. Aristoteles taçağ’da Avrupa’nın başlıca kent­
şöyle der: “N e olursa olsun, doğa lerinde (Venedik, Cenova, Sicilya)
özgür ve köle olmak üzere ikiye ayı­ insan pazarları vardı. Serilik düze­
rır insanları, (...) köleler için köle­ ninin gelişi köleliği kökten silmiş gö­
lik hem yararlı hem doğrudur.” türmüş değildi. İngiltere’de köle ti­
“Sonunda kölelerin kullanılışıyla careti 1807’de yasaklandı, ancak
hayvanların kullanılışı birbirinden 1838’de k a ld ırıla b ild i. F ran sa
çok az değişiktir. Kölelerden ve ev­ 1849’da, A.B.D. 1865’te köleliğe
cil hayvanlardan beklediğimiz, ya­ son verdi. (Bk. KÖLE)
şamın gereksinimlerini karşılayabil­
mekte bize bedensel güçleriyle yar­ K Ö TÜ ya da K Ö T Ü L Ü K
dım etm e le rid ir.” K öle ahlakı (\at.malum; fr. mal; alm. Übel\ ing.
Nietzsche’de efendi ahlakı ’na kar­ evil, wrong). Kendine ya da baş­
şıt olarak insanı küçülten ve alçal­ kasına zarar vermeye yönelik ey­
tan Incil ahlakını belirler. Güce ina­ lem. Birinin yararına ters düşen
nışla ve onun duygusuyla belirgin davranış. Leibniz kötülüğü üç ayrı
efendi ahlakı, kendinden vazgeç- alanla ilgili görüyor ve şöyle diyor­
mişliği ortaya koyan köle ahlakının du: “Kötülüğü metafizik açısından,
tam karşıtıdır. (Bk. KÖLELİK) fizik açısından ve ahlak açısından
334
KURAL

ele alabiliriz. Metafizik açısından kö­ kadar usta insan yoktur.” / La Fon­
tülük basitçe yetkin olmayışla ilgi­ taine: “Kötülüğe ancak geldiği za­
lidir, fizik açısından kötülük acıyla man inanırız.” /Aristoteles: “İki kö­
ilgilidir, ahlak açısından kötülük gü­ tülükten en az kötü olanını seçmek
nahla ilgilidir.” Kötülük daha çok gerekir.” (Bk. AHLAK, İYİ)
ahlakın konusudur. Bilgi kuramı
doğru’yla, estetik güzel’le, ahlak da KÖTÜ M SERLİK (fr. pessimisme;
iyi’yle ilgilidir. Kötülüğün temelin­ alm. Pessimismus; ing. pessimism).
de insanı zedelemek, ona zarar ver­ Her şeyi kötü yanından alma eğili­
mek eğilimi yatar. İnsan değerle­ mi. İyimserliğe karşıt olarak dün­
riyle bağdaşmayan her eylem kö­ yanın özünde kötü olduğunu, ya­
tülük kapsamına girecektir. Bunun şamda kötünün iyiye, acının hazza
kökeninde de insanın eksikli varo­ egemen olduğunu, aynca doğanın
luşu ya da tam yetkin olmayan bi­ insanda ahlaki yaşama ilgisiz kal­
linci yatar. Yetkin bilinç, doğruyu dığım bildiren öğreti. İyimserlik fel­
yanlıştan ayırabilme yatkınlığıyla sefelerinin en yetkin örneği Leib­
neyin iyi neyin kötü olduğunu göre­ niz felsefesiyse kötümserlik felse­
cektir. Kötülüğün oluşumunda bi­ felerinin en yetkin örneği de Scho-
linç eksikliği büyük rol oynar. Öte penhauer felsefesidir. Buna göre
yandan bile bile yapılan kötülüklerle dünya benim sunumumdur, özne­
bilmeden yapılan kötülükleri birbi­ yi de nesneyi de içerir, o kör ve
rinden ayırmak gerekir. Kötülüğün saçma bir İstem’in yarattığı bir ya­
bir biçimine başkasını altetme tut­ nılsamadır. (Bk. İYİMSERLİK)
kusunda raslarız. Bu tutku aşkın «

bir yüzünü, yıkıcı yüzünü oluştu­ K R İTİSİZ M . Bk. ELEŞTİRİCİ­


rur gibidir. Baudelaire şöyle der: LİK.
“Aşkın tek ve yüce şehveti kötülük
yapma kesinliğinde yatar. Kadın da K U R A L (lat. régula; fr. règle;
erkek de tüm şehvetin kötülükte alm. Regel\ ing. rule). Bir konuda
bulunduğunu doğuştan bilirler.” / ne yapılması gerektiğini ortaya ko­
Shakespeare: “İnsanların yaptığı yan formül. Bir uygulamanın gidiş
kötülük onlardan sonra da yaşar - yolunu belirleyen formül. Bir ama­
İyilik çok zaman onların külleriyle ca varmak için izlenmesi gereken
birlikte gömülür.” / Bion: “Cehen­ yollar diyebileceğimiz kurallar bize
nemin yolunda yürümek kolaydır, genellikle yöntemi ya da yöntemle
orada gözü kapalı yürünür.” / Pub- ilgili önermeleri düşündürür. İlke
lilius Syrus: “Gizli kötülük en bü­ daha çok çıkış yollarıyla ve amaç­
yük kötülüktür.” / S. Johnson: “Kö­ larla ilgiliyken kural daha çok bu
tülüğe uğramak kötülük yapmak­ amaçlara ulaştıracak sağlam gidiş
tan iyidir.” / La Rochefoucauld: yollarıyla ilgilidir. (Bk. İLKE)
“Yaptığı bütün kötülükleri bilecek
335
KURAM

K U R A M (fr. théorie; alm. Theo- rak dünyanın oluşumunu açıklayan


rie; ing. theory). Belli bir genişliği, kuramlar ortaya koydular. Onlar en
belli bir dizgesi olan bakış biçimi. çok yıldızların devinimlerini ince­
Uygulamaya karşıt olarak ussal ve lediler ve evrenin n e’den geldiğini
bütünsel bakış açısı. Sonuçlarma il­ göstermeye çalıştılar. Bu filozoflar
gisiz olan kurgusal düşünce. Ke­ deneyi doğrulayacak gelişmiş araç­
sin bilgiye karşıt olarak varsayım­ lara sahip olmadıklarından ussal
sal bilgi. Tek tek şeylere yönelik düzeyde de deneysel düzeyde de
ayrıntılı ya da ayrıştırıcı bakış biçi­ kurgusal açıklamalar yapmakla ye­
mine karşıt olarak bütünleyici ya tinmek zorunda kaldılar. Eskiçağ ve
da birleştirici bakış biçimi. Uygu­ Ortaçağ bilgi’nin edilgin bir çerçe­
lamada bir sonucu elde etmek için vede elde edilmeye çalışıldığı dö­
yo lgösterici olarak konulan ve nemlerdir. Ortaçağ’dan sonraya da
özellikle yöntemin kurallarını içe­ R önesans’la birlikte insan zihni
ren bütünsel bilgi ya da tasarım. olan’la yetinmeyip olası’nın alanı­
Claude Bernard kuramı usun de­ na yöneldi, görü’ye ağırlık verdi,
netimiyle ve deneye dayalı eleşti­ olacağı sezmeye çalıştı, bu yönde
riyle doğrulanmış varsayım olarak kuramlar geliştirdi, öte yandan ölç-
tanımlıyordu. Buna göre her kuram m e’ye dört elle sarıldı. Bundan
doğrulanmayı bekleyen bir bilgiler böyle tanıtlama yetmiyor, ölçmek
bütünüdür. Her kuram dizgesel bir de gerekiyordu. Önemli olan su­
çerçevede ortaya konulur ve geniş yun kaynadığını söylemek değildi,
çerçeveli bir sorunun köklü bir ya­ suyun hangi ortamda hangi basınç
nıtını içerir. Bu yanıt doğru olduğu altında kaç derecede kaynadığını
ya da gerçekliğe uygun olduğu öl­ belirtmekti. Bu da bilim düşünce­
çüde geçerli bir yanıt olacaktır. Bir sinin felsefeden ayrılması anlamı­
kuram bilimsel çerçevede ya doğ­ na geliyordu. Buna göre bilimde ku­
rulanacak ya da bırakılacaktır. Fel­ ram artık bir varsayımdan ya da
sefi düzeyde doğrulama sözkonu- bir varsayımlar toplamından başka
su olmadığından, her felsefe kura­ bir şey olmayacaktı ve bizden ke­
mı gelecek zamanların eleştirisine sin biçimde doğrulanmayı bekleye­
açık bir görüşler toplamı olarak ka­ cekti. (Bk. BİLGİ, BİLGİARAŞ-
lacaktır. Bir başka deyişle, felsefe TIRMASI, BİLGİBİLİM, BİLGİ-
ne ölçüde bilimin verilerine dayan­ K U R A M I, B İLİM , FELSE FE,
sa da, onun bilgileri en genel kav­ KURGU)
ramsal yorumlar ya da açıklamalar
düzeyinde kaldığından onda ku­ KURGU (lat. speculatio; fr. spécu­
ramsallık bir zorunluluk olarak be­ lation', alm. Spekulatiorr, ing. spé­
lirmektedir. Eskiçağ’da ilk filozof­ culation). Gerçeklikte karşılığı ol­
lar duyumun ya da düşüncenin ya mayan ya da gerçeklikte karşılığını
da her ikisinin verilerine dayana­ aramayan düşünce. Uygulamaya
KURUM

yönelik yararcı düşüncenin karşıtı düşünceyi kurgu diye belirlerken


olarak yalnızca ussal verilere da­ onun tutarlı olup olmadığına bak­
yanan yarargözetmez düşünce. De­ mamız gerekir. (Bk. KURAM)
neyden kaçan nesnelerle ilgili dü­
şünce. Descartes salt kurguya da­ KURTULUŞ (lat. salus\ fr. saluf,
yalı düşüncenin verimsizliğini şu alm. Heil, Erlösung; ing. safety,
sözlerle anlatıyordu: “Herkesin ken­ salvatiori). Bir kötülükten uzaklaş­
disi için önemli saydığı konularda ma ve uygun bir koşula ulaşma.
ortaya koyduğu ve kişi yanlış bir Bir cezadan, özellikle ölüm ceza­
yargıda bulunduğunda sonuçlan bir sından sıyrılma. Dinsel anlamda,
süre sonra cezalandmcı olacak olan günahlardan ve onların getireceği
usavurmalarda bir edebiyat adamı­ kötü koşullardan uzakta sonsuz
nın kendi odasında yaptığı o hiçbir mutluluğa eriş. Kurtuluş, tektanrı-
sonuç getirmeyen, olsa olsa onun cı dinlerin temel kavranılan arasın­
ortak duyunun çok uzağında bir ta­ da yer alır ve sonsuz mutluluğu be­
kım boş şeyler elde edeceği usa- lirler. Günahtan kurtulan kişi bu
vurmalardan daha çok doğruluk sonsuz mutluluğa erecektir. Spino-
bulunduğuna inanıyorum.” Kant za kurtuluşu dünyayla ilgili bir üst
deneyi aşan her düşünceyi kurgu aşama olarak değerlendirdi. Ona
olarak görüyor ve şöyle diyordu: göre üst düzeyde bilgiye ulaşan ki­
“Görümcü bir bilgi, hiçbir deneyle şi gerçek bir bilinç yetkinliğiyle bir­
ulaşılam ayan bir nesneyi ya da likte yalnızlık içinde mutluluğa ula­
böyle bir nesneyle ilgili kavranılan şacaktı. (Bk. DİN, TANRI)
öngördüğünde kurgusaldır.” Kur­
gu her zaman öznel bir açıklama­ KURUM (lat. institutio', fr. ins-
dır ya da öznel bir düşüncedir, ku­ titution] alm. Gründung, Errich-
ramla kurguyu birbirinden ayıran tung\ ing. institutiori). Görenekle
kuramın her ne kadar görüşe da­ ya da yasayla oluşturulmuş toplum­
yansa da nesnel temellere dayan­ sal yapı. Belli ortak amaçlara göre
masıdır. Kurgusal düşünceyi uygu­ oluşturulmuş toplumsal yapı. Do­
lamalı düşüncenin karşıtı değil de ğal olana karşıt olarak insanın oluş­
tümleyeni olarak görenler vardır. F. turduğu her şey bir kültür ürünü­
Gonseth şöyle der: “Bilimsel araş­ dür, böyle olmakla belli bir kurum­
tırma biri öbürü olmadan anlaşıla­ sal yapı ortaya koyar ya da belli bir
mayan şu iki kutup arasında, kur­ kurumsal yapıya bağlanır. Kendisi
guyla deney arasında gider gelir.” de bir kurum olan toplum gerçekte
Ne olursa olsun, kurgunun da sağ­ bireylerden değil bireylerin oluştur­
lam ussal temelleri olması gerekir. duğu kuramlardan oluşmuştur. Her
Uygulamayla ilgili olmayan, yalnız kurum bir amaca göre bir sözleş­
tanımaya ve açıklamaya yönelik meyle oluşur ve amaç ortadan kalk­
olan ya da arı bilgiyi öngören her tığı ya da sözleşme geçersiz oldu­
337
KUŞAK

ğu zaman dağılır. Her toplumsal ing. doubt). Zihnin kesinliksiz du­


topluluk ya da her toplaşma küçük rumu. Zihnin bir öneriyi benimse­
çapta bir kurumdur ya da bir ku­ mekte ya da yadsımakta kararsız
rum taslağıdır. (Bk. TOPLUM) kalışı. Olumlama ve olumsuzlama
arasında giderilem eyen denge.
K U Ş A K (la t. g e n e r a tio ; fr. Yöntem li kuşku: D e sc a rte s’da
génération-, alm . E rzeu g u n g , doğruya ulaşmanın ya da bilgide
Generation-, ing. génération). Çok sağlam bir dayanağa ulaşmanın bir
geniş olmayan belli bir zaman par­ aracıydı. Descartes’a göre her şey­
çasında dünyaya gelmiş bireylerin den kuşkulanabilirdim, hatta dış
toplamı. Babayı oğuldan ayıran çizgi dünyadan elde ettiğim algıların ger­
ya da zaman dilimi. Kuşak uzunlu­ çekliğinden bile kuşkulanabilirdim.
ğu ortalama otuz yıl olarak düşü­ Sonunda kuşkulanamayacağım tek
nülür. Ancak birey topluluklannı gerçek bu kuşkulanan ben’in ken­
birbirinden ayıran belli çizgiler ol­ disi olacaktır. Descartes şöyle der:
madığından kuşak kavramı olduk­ “içinde en küçük bir kuşku bulabi­
ça bulanık bir kavramdır. Kuşak leceğim her şeyi kesin olarak yan­
kavramı özellikle belli zaman dilim­ lış diye kaldırıp atmayı, bundan
leri içinde yeni gelen insanların ko­ sonra düşüncemde tümüyle kuş-
şullarına göre tüm kültür alanların­ kugötürmez olan bir şeylerin kalıp
da yepyeni anlayışların ortaya çık­ kalmayacağını düşündüm .” (Bk.
m akta olduğu görüşüyle beslenir. KUŞKUCULUK)
Ancak yenilerle eskiler arasında her
zaman bir eski-yeni çatışmasının KUŞKUCULUK (fr. scepticisme;
olmaması kültür değerlerinin kuşak­ alm. Skeptizismus; ing. scepticism).
larla çok belirgin dönüşümlere uğ­ İnsan zihninin hiçbir zaman kesin
raması gibi bir zorunluluğun ol­ doğrulara ulaşamayacağını, buna
madığım gösterebilir. Kısacası, her göre hiçbir düşünce alanında nes­
otuz yılda bir yeni bir bakış açısı nel bilginin sözkonusu olamaya­
gelecek diye düşünmek doğru ol­ cağını bildiren öğreti (olumsuz kuş­
mayabilir. Zamanı şu ya da bu ve­ kuculuk ya da sürekli kuşkuculuk).
riye dayanarak otuz yıllara böldü­ Her düşünce çabasında doğrulan
ğümüzde dilimler arasında birya- yanlışlardan ayırabilmek için tüm
pılı bir ilişkinin varolmadığını gö­ bilgilerin yeniden gözden geçirilme­
receğiz. Bu yüzden kuşak çatışma­ sini, doğru görünenin hemen doğ­
ları çok zaman bize değer değişim­ ru diye benimsenmemesini öngö­
lerinden çok yenilerin eskiler kar­ ren yöntem anlayışı (olumlu kuş­
şısındaki ve eskilerin de yeniler kar­ kuculuk ya da geçici kuşkuculuk).
şısındaki duyarlılıklarını duyurur. İnsan zihninin hiçbir zaman doğ­
rulara ulaşamayacağını bildiren eski
KUŞKU (fr. doute-, alm. Zweifel-, kuşkuculuk yerini kuşkuyu bir
338
KUTSAL

doğruya ulaşm a yöntem i olarak ya da yöntemin temeli olur. Bura­


benimseyen yeni kuşkuculuğa bı­ da kuşkudan yola çıkmak doğru bil­
raktığında insanlık Yeniçağ’ın ka­ ginin olamayacağını göstermek için
pısından girmiş bulunuyordu. Kuş­ değil doğru bilgiye giden sağlam
kuyu yöntem durumuna getirmiş yolları bulmak içindir. Descartes
olan D escartes eski kuşkucuları olumlu kuşkuculuğunu olum suz
şöyle eleştirdi: “Kuşkucular kuşku­ kuşkuculuktan kesin olarak ayırır:
lanmak için kuşkulanırlar.” Demek Descartes’çı düşüncede kuşku bil­
ki eskilerde kuşku bir amaç, yeni­ giye yönelişte ilk evreyi, geçici bir
lerde yalnızca bir araçtır. Buna göre dönemi oluşturur. K ant’ın kuşku­
Bacon, kuşkudan yola çıktığımız­ culuğu da doğru bilgiye varmada
da sağlam sonuçlara ulaşabileceği­ e le ştiric i bir yol tu ta ra k neyi
mizi, kesinliklerden yola çıktığımız­ bilebileceğimizi neyi bilemeyeceği­
da kuşkulanmakla işi bitireceğimi­ mizi ortaya koymaya dayanır. Bir
zi söylemiştir. Felsefe tarihinin en felsefe adamı Kant için “modem
eski kuşkucuları sofistlerdir. Başta kuşkucuların en derini, en ciddisi,
Protagoras ve Gorgias olmak üze­ en özgünü” der. (Bk. DOĞRU,
re tüm sofistler ortak doğruların KUŞKU, SOFİST, YÖNTEM)
olamayacağını, doğrunun her bire­
ye görünen şey olduğunu bildire­ KUTSAL (fr. sacré; alm. gewe­
rek felsefi düşünceyi olanaksız kıla­ iht, heilig', ing. sacred). Dinle ya
cak biçimde kuşkuculuğu aşırıya da dinsel inançla ilgili olan. Gizemli
götürmüşlerdir. Eskiçağ kuşkucu­ bir güç taşıyan. Mutlak bir saygıyı
larının en önem lisi Elis’li Pyrr- gerektiren. Kutsalda her zaman aş-
hon’dur. Bilimin değerini yücelten kınlık belirleyicidir: bizi aşan bir
Stoa’cılara ve Epikuros’çulara kar­ şeylerin kutsal olması gerekir. Bu
şıt olarak Pyrrhon’cu düşünce ke­ bizi aşan şey gerçek anlamda say­
sinliği öznel yorumla ilgili bir olgu gı ve hayranlık uyandıran şeydir.
sayıyor, şaşmaz kesinliklere ulaşı­ Bu saygı ve hayranlığa korkuya
lamayacağını bildiriyordu. Yeniçağ benzer bir şeyler de karışmıştır. R.
düşüncesinin belli başlı köprülerin­ R. Caillois şöyle der: “Kutsal inançlı
den biri olan M ontaigne’i de kuş­ kişide tam tamına ateşin çocukta
kucular arasında saymak olasıdır. uyandırdığı duyguya benzer bir
Bununla birlikte onun kuşkuculu­ duygu uyandırır: aynı yanma kor­
ğu P y rrh o n ’un kuşk u culu ğuna kusu, aynı yakma arzusu, yasak­
benzem ez, onda kuşku doğruyu lanmış eşya karşısında aynı heye­
bulma yolunda zorunlu bir adım­ can, başarının güç ve değer kata­
dır, katıkafalılığa karşı ortaya ko­ cağı ve başarısızlığın yaralanma ve
nulmuş bir araştırma isteğidir. Kuş­ ölüm getireceği konusunda aynı
kuculuk aynı olumlu biçimiyle Des- inanç.” Kutsal bize her zaman bi­
cartes’da yöntem anlayışına katılır linmezi duyurur ve bize bilinmez­
KÜÇÜKEVREN

den bir bildiri sunar gibidir: o ba­ len koşulun gerçekleşip gerçekleş­
zen bilinmezin kendisi bazen de be­ mediğini bildiren önerme: “Bu ci­
lirtisidir. Kutsal her zaman aşkını sim taşsa yere düşer / Bu cisim ye­
belirtirken ve korku, saygı, heye­ re düşmüyor / Öyleyse bu cisim
can duyguları yaratırken hiçbir özel taş değil.” (Bk. BÜYÜKÖNERME)
duygu esinlemekle yükümlü olma­
yan d in d ış ı’nd an ayrılır. / R. KÜÇÜKTERİM (lat. minör, fr.
Vailland: “İnsanın tüm ilerleyişi, bi­ mineur; alm. Unterbegriff', ing. mi­
limlerin tüm tarihi us’un kutsal’a nör). Tasımda sonuç önermesinde
karşı savaşımıyla belirgindir.” / E. özne olan terim. “Bütün insanlar
Durkheim: “Kutsal nesne bize kor­ ölüm lüdür / Sokrates insandır /
ku değilse bile en azından bir saygı Sokrates ölüm lüdür” tasım ında
esinler, bizi ondan uzak tutar; ve o “Sokrates” küçükterim dir. (Bk.
aynı zamanda aşk ve arzu nesnesi­ BÜYÜKTERİM)
dir.” (Bk. DİNDIŞI)
KÜÇÜKTOPLULUK (fr. groupe\
KÜÇÜKEVREN (fr. microcosme; alm. Gruppe', ing. group). Bir yer­
alm. M icrokosm us\ ing. micro- de bir araya gelmiş sınırlı sayıda
cosm). Bir bütünsel yapı ortaya ko- insanın oluşturduğu bütün. Bir kü-
yuşuyla evrenin indirgenmiş bir bi­ çüktopluluk, tıpkı kurumlarda ol­
çimi olarak ele alınan insan. Bir in­ duğu gibi, bir amaç için ve belli ku­
san ürünü olan ve tam anlamında rallara göre bir araya gelmiş sınırlı
bireysel ya da öznel özelliklerle do­ sayıda insandan oluşur. Amacı ve
nanmış olan sanat yapıtı da kücü- kuralları olmasıyla “kalabalık”dan
kevren diye nitelendirilebilir. (Bk. ayrılan küçüktopluluktam anlamın­
BÜYÜKEVREN) da organik bir bütünlük ortaya ko­
yar. Topluluk kendisini oluşturan
KÜÇÜKLÜKDUYGUSU. Bk. bireylerin toplamından çok daha
AŞAĞILIKDUYGUSU. başka bir şeydir, onun belli bir ya­
pısı ve buna bağlı olarak belli bir
KÜÇÜKÖNERME (lat. minör, fr. ruhu vardır. Toplumbilim küçük-
mineure; alm. Minör, Urıtersatz; topluluğu özgül bir yapı olarak ele
ing. minör). Tasımda öncüllerden alır ve inceler. (Bk. KALABALIK,
küçük olanı, küçük terimi içereni. TOPLUM)
Küçükönerme, doğal olarak büyü-
könermeden sonra gelir. “Bütün in­ KÜLTÜR (lat. cultura; fr. culture;
sanlar ölümlüdür” (büyükönerme), alm. Kultur, Bildung; ing. cultu­
“Sokrates insandır” (küçüköner­ re). İnsanın insanlıkla ilgili en ge­
me), “Sokrates ölümlüdür” (vargı nel bilgisi. Bir uygarlıkta ortaya
ya da sonuç). Ayrıca, koşullu ta­ konulan düşünsel etkinliklerin
sımda büyükönermede ileri sürü­ tümü. Kültür sözcüğü oldukça kar­
34 O
KÜLTÜR

maşık bir kavramın belirleyenidir: biçimde kendine bakmaya alışık in­


kültür kavramı toplumsal uzanımlı sanı gösterirse, kültür de bize in­
olmaktan çok bireysel uzanımlıdır sanı değil de tam tamına alçakgö­
ve uzmanlıktan çok bilinçliliği dü­ nüllü bir biçimde kültürlü olduğu
şündürür. Bir konuda derinleşmiş ölçüde kültürlü inşam gösterir.” Her
ya da uzmanlaşmış kişiden çok en toplum belli bir kültür ortamıdır,
geniş çerçevede bilinçlenmiş kişiyi bununla birlikte kültür yerelden ev­
kültür adamı diye nitelendiririz. Sel- rensele uzanan bir toplumsallık ze­
ma Lagerlöf “ Kültür tüm öğrenil­ mini üzerinde daha çok bireyin ba­
miş olanların unutulduğu yerde var­ kış, görüş, seziş, yargılayış özel­
lığını sürdüren şeydir” der. Kültür liklerini duyurur. Bu özelliklerin kö­
elbette diplomanın olmadığı değil de kü toplumda, giderek daha geniş
unutulduğu yerde başlamaktadır. bir çerçevede insanlıktadır. Ne var
Bu yüzden bazıları anlamı daha be­ ki bir toplumda varolan ve daha çok
lirgin kılmak için genel kültür de­ kuralları andıran ortalama kültür
yimini kullanırlar. Her kişi kendi ola­ değerleri bireylerde aynı özellikler­
nakları ve kendi eğilimleri çerçeve­ le açınmazlar ya da her bireyde ay­
sinde kültürlüdür. Buna göre rahatça nı renkleri taşımazlar. Bir başka de­
kültürsüz insan olmaz diyebiliriz. yişle bir toplumun kültür değerleri
Bilgi kültürün gerekli koşuludur bireyde içselleşir ve somut anlamı­
ama yeterli koşulu değildir: bilgi bi­ nı kazanır. Bu yüzden, her kişi kül­
linci geliştirdiği, dolayısıyla kişiliği türden belli bir pay alıyor olsa da,
geliştirdiği ölçüde kültüre dönüş­ kültürle ilişkileri bakımından insan­
müştür. Basit uygulamalar için edi­ ları kültürlü ve kültürsüz diye ayır­
nilmiş bilgiler ve ezber bilgiler bi­ mak alışkanlık olmuştur. Mutlak an­
lince yapıcı etkenler olarak ya da lamda kültürsüz insan olamayaca­
bileşenler olarak katılmazlar. Zihin ğına göre, yani en basit insan bile
evrensel boyutlarda kavrayıcı ol­ enaz düşünsellik içinde belli bir kül­
madığı sürece gerçek kültürün var­ tür etkinliği göstermekten geri kal­
lığından sözetmek olası değildir. madığına göre, insanları kültürlü ve
Kültür insana tüm insanlığı geçmi­ kültürsüz diye değil, kültürünü ge­
şi, bugünü ve hatta geleceği içinde liştiren ve kültürünü geliştirmeyen
görebilme gücü verir, insan değer­ diye ayırmak doğru olur. Bu ayrı­
lerini yakın çevreden tüm dünyaya mı yaparken bile sakınık olmak ge­
kadar uzanan bir genişlikte kavra­ rekir, çünkü kültür geliştirilen bir
ma olasılığı sağlar. Ancak bu genel şey olduğu kadar dünyaya yöne­
ya da evrensel görünüm bireyin bi­ lişimizle ya da başkalarıyla ilişki
linç özellikleri çerçevesinde kendi­ içinde sağlanan bir şeydir. Ne olur­
ni gösterir. André Malraux şöyle sa olsun, gerçek anlamda kültürlü
der: “îçebakış nasıl bize insanı de­ olma koşullarını birey kendi çaba­
ğil de tam tamına alçakgönüllü bir sıyla hem g eçm işten hem b u ­
341
KYRENE OKULU

günden, hem kitaplardan hem ya­ lan da kültür değerlerinin sürekli


şamdan getirir. Toplumsal yaşamın olarak dönüşümünü sağlarlar. Tüm
koşulları gereği bir kültür kalıtın­ kültür değerleri insanın davranış­
dan elbette her zaman sözedebili- larında, inançlarında, tapınmaların­
riz. Ancak bu kalıt kendinden ya­ da, yapıp ettiklerinde, söyledikle­
rarlanmak istediğimiz sürece var­ rinde, boyadıklarında, yonttukların­
dır. Bir başka deyişle, raflardaki ki­ da dışlaşır. Bu değerler toplumsal
taplar, müzedeki resimler, plaklar­ çerçevede her şeyden önce alışkı­
daki müzikler, hatta herkese açık larda, göreneklerde, geleneksel ya­
alanlardaki yontular ve mimarlık pıda anlatımını bulur. Kültür değer­
ürünleri bizim kültür gelişimimize leri son açıklamalarına birbiriyle
doğrudan doğruya katkıda buluna­ içiçe geçmiş dört ayrı alanda, fel­
mazlar. Ne olursa olsun, her kişi sefede, bilimde, sanatta ve siyaset­
bir kültür ortamına doğar ya da ken­ te kavuşur. Örneğin herhangi bir
dini b ir kültür ortam ında bulur. insan davranışı insan yaşamına ge­
“Ben yalnızca fiziksel bir dünyada nel açıklamalar getirdiği ölçüde fel­
değilim: ben yalnızca toprak, hava sefeyi, yasa değeri taşıyan doğru­
ve su arasında yaşıyor değilim: ları ortaya koymakta yardımcı ol­
çevremde anayollar, ekili alanlar, duğu ölçüde bilimi, insanı bir duy-
köyler, yollar, kiliseler, avadanlık­ gu-düşünce bütünü olarak açıkla­
lar, bir çan, bir pipo var” (Maurice yabildiği ölçüde sanatı ilgilendirir.
Merleau-Ponty). Her kişi böylece Tüm insan değerleri ve bu değer­
kendisini ufukları iyi seçilmeyen, lerin en yüksek düzeyde açıklandı­
oldukça kaygan ya da kaypak, çe­ ğı bu dört alan hep birlikte kültür
şitliliklerle ve karşıtlıklarla dolu bir dünyasını oluştururlar. (Bk. TEK­
kültür ortamında bulur. Her kişi bir NİK, UYGARLIK)
kültür ortamının üyesi olmakla bir
uygarlığa katılmaktadır. Uygarlık KYRENE OKULU. Aristippos’un
kavramı tüm insan etkinliklerini sa­ kurduğu okul. Sokrates’çi okullar
rar ya da kavrar. Yaşamı açıklayan diye adlandın lan okullardan biri olan
kültür değerleri ve yaşamı kolay­ Kyrene okulunun önderi Aristippos
laştıran uygulama usulleri uygarlı­ yüce iyiyi hazda arıyordu. Ona göre
ğın bileşenleridirler. Öyleyse üst­ haz iyidir, iyi de hazdır. Erdemli ol­
yapı alanı olan kültür, altyapı alanı mak hazzın peşinde olmaktır. Her
olan teknikle birlikte uygarlığı oluş­ haz değerlidir, hazları birbirinden
turur. Buna göre kültürle teknik ay­ ayıramayız. Haz deneyi özgürlük
rılmaz bir bütündür: ne teknik te­ deniyidir. En çok hazza akıllıca
meli olmayan bir kültür, ne kültür ulaşmayı bilmek gerekir. Kyrne
temeli olmayan bir teknik düşünü­ okulu M.Ö. IV. yüzyılın başlarında
lebilir. Kültür değerleri teknik ya­ etkisini tümüyle yitirdi ve silindi.
şam koşullarını sürekli olarak dö­ (Bk. HAZCILIK)
nüştürürken teknik yaşam koşul­
L
L A İK L İK (fr. laïcisme-, alm. La- şam düzeni öngörülerinin zorunlu
izismus; ing. secularism). Din işle­ koşullarından biri olarak görünmek­
rini devlet işlerinin dışında tutan yö­ tedir. Böylesi bir eğilimin XVII.
netim anlayışı. Tüm kurumlarda yüzyıldan önce kendini gösterme­
dinsel etkiyi dışlamayı öngören öğ­ si olası değildi, çünkü Yeniçağ’m
reti. Laiklik çağdaş yaşam düzeni­ başlarına kadar inanç düzeni siya­
nin zorunlu bir koşulu gibidir, an­ set alanım şu ya da bu biçimde ve
cak terimin kökeni eski yunan dün­ geniş ölçüde aralıksız belirlemişti.
yasına kadar uzanmaktadır. Yunan- Eskiçağ’m ve Ortaçağ’m toplum-
cada laikos “halkla ilgili olan” an­ ları bambaşka bir yapıdaydı. Eski
lamına geliyordu ve kleros’la yani toplumlarda daha çok dinsel köken-
“din adamları topluluğu”yla karşıt­ li yönetimler geçerliydi, bu düzen­
laşıyordu. Laiklik denilen anlayış lerde yöneticiler tanrı değillerse tan­
yalnızca din adamlarını siyasal ya­ rı vekiliydiler. Pekaz uygar toplum­
şamın dışında tutma eğilimini de­ da, örneğin Perslerde ve Yunanlı­
ğil, aynı zamanda dinle ilgili tüm larda yöneticinin tanrılık özelliği
ilkeleri ve kuralları yönetim aygıtı­ yoktur. Buna karşılık M ısır’da kral
nın dışında tutma eğilimini ortaya ya da firavun tanrıydı, Mezopotam­
koymaktadır; özellikle sivil kurum- ya’da yöneticiler tanrı vekiliydiler.
lann, daha belirgin olarak da eği­ Tanrı vekilleri tanrılarla insanlar ara­
tim kurumlarının ve yasama, yü­ sında aracıydılar, tanrıları hoşnut et­
rütme, yargılama erklerini gerçek­ mek için tanrılara başvurabiliyor­
leştiren kuramların tüm dinsel be­ lardı. Hitit’de başlangıçta kralların
lirlemelerin uzağında kalabilmesi tanrılıkla bir ilgisi yoktu, devletin
için devletin açık ve ödünsüz tutu­ değişen koşulları içinde zamanla
munu öngörmektedir. Laiklik dü­ “Güneş Kral” imgesi ortaya çıktı.
şüncesi XVII. yüzyıldan sonra öz­ Ortaçağ’m feodal düzeninde sen-
gürlükçü dönüşümler içinde orta­ yörler tanrısal herhangi bir sıfat ta­
ya çıkmıştır ve yeni demokratik ya­ şımamakla birlikte kilisenin belirle­ 3 4 3
“LAPSUS”

yici gücüyle karşı karşıyaydılar. çimde ve hiçbir koşulda birbirine


Senyörler ve daha sonra krallar, ki­ karıştırılmaması gerektiğini bildirir.
lisenin gücüne karşı koymakla bu Locke’a göre her iki kesim kendi
güce uymak arasında değişik tu­ içinde bağımsız kalabilmeli, dıştan
tumlar almak zorunda kalmışlardır. herhangi bir kısıtlamaya uğrama-
Feodalliğin karşıtı olarak gelişen malıdır, birbirleri için de kısıtlayıcı
mutlakyönetimlerde krallar tanrısal­ olmamalıdır. Buna karşılık Locke
lık adına etkindiler ve Tanrı’nın bu devlete dinin korunması gibi bir iş­
dünyadaki temsilcileri gibiydiler. lev de yükler. Ona göre devlet dini
Kilisenin Ortaçağ’daki toplumsal- korumadığı zaman din kuramları­
siyasal gücü Rönesans döneminde nın çeşitli dış etkiler altında özya-
özellikle Reform’undüzenleyici ko­ pılarını yitirmeleri hiç de zor olma­
şulları içinde gerilem iş olsa da yacaktır. Locke’a göre bir toplum­
XVII. yüzyılla birlikte yeniden tüm da ahlakın temelini oluşturmakta
kurumlar üzerinde, özellikle eğitim olan din düşüncesine karşı gelişti­
kurumlan üzerinde ağırlığını duyur­ rilecek tanntanımazlıkgibi anlayış­
maya başladı. XVII. yüzyılda daha lar karşılarında her zaman devleti
çok misyonerlik çabası içinde olan bulmalıdırlar. (Bk. DİNCİYÖNE-
tarikatlar eğitim alanını kendi bakış TİM)
açılarına göre koşullamak üzere he­
men tümüyle ele geçirmişlerdi. Bu “ LAPSUS” (lat. söz.). Konuşur­
çerçevede XVII. yüzyıl özgürlük­ ken ve yazarken yapılan yanlışlık.
çü eğilimler arasında yavaş yavaş Bir sözcüğün yerine yanlışlıkla bir
laik düşünceyi doğurdu. XVIII. başka sözcüğü kullanmak günde­
yüzyıldan sonra bu düşünce büyük lik yaşamda sık raslamlan bir olay­
ölçüde yaşama geçmeye başladı. dır. Freud’a göre bu olay gerçekte
Örneğin Fransa’da 1882’de çıkan bizim bilinçdışı eğilimlerimizi orta­
bir yasa rahiplerin ve rahibelerin il­ ya koyuyor olm akla son derece
kokullardan uzaklaştırılmasını zo­ önemlidir. Konuklanna hoşgeldiniz
runlu kıldı. Laik düşünceyle ilgili demek için kısa bir konuşma yap­
ilk belirleyici bilgileri XVII. yüzyı­ maya kalkan evsahibi “gelişinizle
lın ünlü İngiliz filozofu John Locke beni mutlu ettiniz” yerine “gidişi­
ortaya koydu. Avrupa düşüncesin­ nizle beni mutlu ettiniz” diyebilir.
de sivilleşmenin ilk gerçek savu­ R u h a y rıştırm a sı ç a lışm a la rı
nucusu olan ve görüşleriyle XVIII. lapsus'un iki karşıt eğilimin çarpış­
yüzyıl aydınlanma düşüncesine ön­ masıyla ortaya çıktığını göstermek­
cülük etmiş olan Locke, ılımlılaştı- tedir, bu eğilimlerden biri elbette bi-
rılmış mutlakyönetim anlayışı için­ linçdışıdır. Konuşmada ortaya çı­
de kilisenin işlevleriyle devletin iş­ kan lapsus’un (lapsus linguae) ya­
levlerini kesin bir biçimde birbirin­ zarken ortaya çıkan lapsus’dan
den ayırır, bu işlevlerin hiçbir bi­ (lapsus calami) daha belirgin ol­
“LYKEİON”

duğu kesindir; yazmada konuşma- ğunluğuna karşılık olan ruhsal enerji


dakinden daha çok bilinç denetimi diye anlar ve cinsellikle ilgili ruhsal
sözkonusudur. enerjiyi yok saymamakla birlikte li-
bido’ya özellikle cinsel bir anlam
“LİB İD O ” (“arzu” anlamında lat. yüklemekten kaçınır.
söz.). En genel anlamında cinsel ar­
zu. Yaşamsal içgüdülerin etkin “LO G O S” (“söz” anlamında yun.
enerjisi. Libido cinsel doyuma ulaş­ söz.). Evrenin temelindeki ussall-
maya yönelişi belirler. Libido 'nun lık. Evrensel us. Evrendeki akışı ya
insan davranışlarında çok bel irleyici {da oluşumları düzenleyici ilke. He-
bir ağırlığı vardır.O bu davdanışları rakleitos’da ve Stoa’cılarda logos
büyük ölçüde koşullar. Salt cinsel evrensel us anlamına gelir. Çeşitli­
organlarla ilgili değildir. Kişilere, liği bir birlik içinde tutan, düzenli
nesnelere, bedenlere yönelik olabilir. akışı sağlayan odur.
Ruhayrıştırmasında bu terim özel
anlamlar kazanmıştır. Freud’da li­ “LYK EİO N ” (yun. söz.). Aristo­
bido tüm duygusal yaşamı belirle­ teles’in M.Ö. 355’den sonra Ati­
yen içgüdüsel cinsellik enerjisidir. n a’da Lykabattos eteklerinde Ly-
Freud iki tür libido ayırır: Narkis- keion bölgesinde kurduğu felsefe
sos ’çu libido bireyi kendine, nes­ okulu. Lykeion’daPerikles’in yap­
nel libido dışa yöneltir. Terimin an­ tırdığı bir gymnasion vardı. Aris­
lamı Jung’da epeyce değişmiştir. toteles, Lykeion’da örtülü galeriler
Jung, libido'yu ruhsal sürecin yo­ altında dersler veriyordu.

345
M
M ADDE (yun. hyle\ \at.materia; K ant’da madde duyulur deneyin
fr. matière; alm. M aterie, S to ff; verisidir. Şöyle der Kant: “Olguda
ing. matter). Doğal nesneler dün­ duyuma karşılık olanı madde diye
yası. Mekanik bir kütleye sahip olan adlandınyorum. Olgular çeşitliliği­
cisimsel töz. Maddenin içinde ya­ ni bazı ilkelere göre sezgide birbi­
şadığımız ve maddenin kendisi ol­ rine bağlayan şeyi de olgunun biçi­
duğumuz halde onu kavramakta ve mi diye adlandırıyorum.” Descar-
dolayısıyla tanımlamakta güçlük çe­ tes maddeyi uzamla özdeşleştirir,
kiyoruz. K ant m addeyi basitçe böylece boşluk fikrini ortadan kal­
“uzayda devingen olan şey” diye dırır. /Piene de Ronsard: “Madde
tanımlar. Rousseau için “kendi dı­ kalır, biçim yitip gider.” / Buffon:
şımda duyduğum ve duyularımı et­ “M adde ruhum uzun bir biçfm i
k iley en ” her şey m addedir. La o la b ilird i, onun görm e
M ettrie m addeden sözederken biçimlerinden biri.” / Marquis de
“açıkça söyleyeyim ki onu kavra­ S ade: “ D oğa k en d i k en d in e
yamıyorum” der. Régnon’a göre deviniyorsa, pekiyi, devindirici
madde bir varlık değildir, varlığın neye yarar? Devindirici eğer madde
yapıldığı şeydir. Aristoteles felse­ ü z e rin d e etk in se m ad d ey i
fesinde ve skolastiklerde bir birin­ d e v in d irirk e n n asıl o lu y o r da
ci madde ve ikinci madde ayırımı k en d isi de m ad d e o lm u y o r?
vardır. Birinci madde ya da birin­ A nlay ab iliy o r m usunuz ruhun
cil madde an maddedir, herhangi m adde ü ze rin d ek i e tk isin i ve
bir belirlenim kazanmamış olan be­ m eddenin kendisi de hareketli
lirsiz ilkedir, an gücüllüktür. İkinci olmayan ruhtan devinim alışını?” /
madde ya da ikincil madde belirle­ Eugène Delacroix: “M adde her
nim kazanmış maddedir, cisimler zaman hüzne kapılır.” / Charles
olarak belirmiş maddedir. Bu eski Baudelaire: “Her yaratılmış biçim,
felsefelere göre “madde gücüllük­ in sa n ın y a ra ttığ ı b iç im le r de
tür, biçim ed im d ir” (R égnon). ö lüm süzdür. Ç ü nkü biçim 3 4 7
MADDEBİÇİMCİLİK

m ad d ed en bağım sızdır, biçim i kiçağ’ın ilk maddecileri duyumcu


k u ram m o le k ü lle r d e ğ ild ir.”/ İonia okuluyla usçu Elea okulu ara­
Lamarck: “Kaba maddelerle canlı sında orta bir çözüm bulmaya çalı­
maddeler arasında uçsuz bucaksız şan atomculardır. Atomcularla bir­
bir hiatus vardır, bu da bu iki cins likte XIX. yüzyıla kadar varlığını
cismi aynı çizgiye koymamıza engel sürdürecek olan ve tüm varlığı
çıkarır, onları herhangi bir ayrıntıda maddeye, tüm devinimi mekaniğe
bir araya getirmeye kalkmamız da indirgeyen mekanik maddecilik ku­
olanaksızdır, bunu yapmak boşa rulm uştur. D em okritos varlığın
çaba gösterm ektir.”(Bk. BİÇİM, atomlardan yani ölümsüz, özdeş,
DUYUM, OLGU) bölünmez uzamlı parçacıklardan
kurulmuş olduğunu bildiriyordu.
M A D D E B İÇ İM C İL İK Bk. İKİ- Bu parçacıklar boşlukta devingen
İLKECİLİK. durumdaydı. Böylece Demokritos,
Elea’lı usçu filozof Parmenides’in
M A D D EC İLİK (fr. matérialisme; “Bir Varlık”ını birçok varlık’a dö­
aim. Materialismus', ing. materia­ nüştürürken parçacıklar arasında
lism). Maddeden başka töz bulun­ bıraktığı boşlukla devinimi de olası
madığını öne süren öğreti. Ruhbi- kılmış oluyordu. Bu parçacıkların
limde tüm ruhsal olguları fizyolo­ ya da atomların birleşip ayrılmaları
jik olguların süreçleri olarak gören doğuşu ve ölüşü açıklamaktaydı.
öğreti. Tüm gerçekliği maddeye in­ Ne var ki Demokritos’un atomları
dirgeyen maddecilik Tanrı ’nm var­ ruhsal varlıklardır, bu yüzden belki
lığını ve ayrı bir töz olarak ruhun de ilk gerçek m addeci o larak
varlığını yadsır. Maddeciliğin tarihi E p ik u ro s’u b e lirle m e k d oğru
hemen hemen felsefenin tarihi ka­ olacaktır. Anaksagoras da varlığın
dar eskidir. Evren açıklamalarında “sperma” diye adlandırdığı bir tür
evren n e’den gelmektedir? sorusu­ atomla kurulduğunu bildiriyor, bu
nu duyumsal verilere dayanarak ya­ atomları bir araya getiren ilke ola­
nıtlamış olan İonia okulu filozofla­ rak “nous”u belirliyordu ve bu
rını elbette ilk maddeciler saymak “nous” da m addeseldi, en ince
doğru olmaz. Felsefi açıklamaları­ maddeden yapılmıştı. Epikuros için
nı duyu verilerine dayandırarak dış de varlık atomlardan, belli bir ağır­
dünyanın bize olduğu gibi görün­ lığı olan atomlardan kurulmuştu,
düğünü bildiren filozofları birazcık buna göre tam anlamında madde­
zorlamayla kendiliğinden madde­ seldi, öyle ki ona herhangi bir tan­
ciler, öğretilerini de kendiliğinden rısallık işlemezdi. XVII. yüzyılın
m addecilik diye adlandırabiliriz. ünlü Bacon, Hobbes, Descartes ve
Ancak madde nedir sorusunun tar­ Spinoza öğretileri maddeci bir ba­
tışılmadığı yerde gerçek anlamda kış açısı getirirler. XVIII. yüzyılda
348 maddecilik sözkonusu olamaz. Es­ Baron d ’Holbach, Helvetius, La
MADDECİLİK

Mettrie, Buchnes gibi maddeci fi­ toplumsal yaşamın temelinde yer


lozofların en özgünü sayılan Baron alır ve diyalektiğin üç a n ’ından
d ’Holbach ruhu ve maddeyi aynı geçerek ilerler. Tarihsel maddeci­
şey sayıyor, evrende mutlak bir be­ lik, diyalektik maddeciliğin bir baş­
lirlenim düzeni öngörüyordu. Ba­ ka anlatımı gibidir, iktisadi olgula­
ron d ’H olbach’a göre dinlerin in­ rın toplumsal üstyapıyı ve siyasal
san zararına işleyen bir baskı gücü üstyapıyı belirlemesiyle ilgili bakış
olm aktan öte bir anlamı yoktu. a ç ısıd ır. T arih se l m a d d e c ilik
Helvetius’un duyumculuğa daya­ M arx’la Engels’in 1848’de yayım­
nan bir maddecilik anlayışı vardı. ladıkları Komünist parti bildirisi'Ti­
Ona göre yalnızca maddesel nes­ de ilk anlatımını buldu, daha sonra
neler vardı, bilgi duyumlarımızın Marx’in Sermaye adlı yapıtında ay­
ürünüydü. XIX. yüzyılda ortaya çı­ rıntılı bir biçimde açıklığa kavuştu.
kan ve M arx’çı felsefenin özünü Bu görüşlere göre insanlık tarihi en
oluşturan diyalektik m addecilik başından beri sınıf savaşımları ta­
mekanikçi maddecilikten ayrı ola­ rihi olmuştur. Tarihte önce köleler
rak evreni sürekli evrimlenen bir efendilerle, sonra seriler senyör-
yapı diye belirler. Buna göre diya­ lerle savaşmışlardır, bugün de pro­
lektik süreçler boyunca kendini letarya burjuvalarla savaşmaktadır.
gösteren gelişim niceliksel değişim­ Demek ki insanlık tarihi sömürü­
lerin niteliksel değişimlere dönüş­ lenlerin sömürenlerden kurtulmak
m esiy le so m u tla şır. M arx ve için ortaya koyduğu direnişin tari­
Engels Hegel’in sav, karşısav ve bi­ hidir. İnsanlık tarihi boyunca çe­
leşimden oluşan üçlü dönüşüm fik­ şitli biçimlerde gelişen ve çeşitli bi­
rini doğrudan benimsemişlerdir, an­ çimlerde engellenmeye çalışılan bu
cak onu ruh dünyasından madde sömürü çağımızda proletaryanın ta­
dünyasına indirgemişlerdir. Engels rihsel görevini yapmasıyla son bu­
A n ti-D ü h r in g ’de şöyle der: lacaktır. Hiçbir şey üretmeyen, bu­
“M arx’la benim hemen hemen tek na karşılık her şeye sahip olmak
yaptığımız şey bilinçli diyalektiği bi­ isteyen sermayecilerin sömürü dü­
zim doğa ve tarih açısından mad­ zenini yıkacak olan proletarya,
deci kavrayışımıza geçirerek alman M arx’in deyişiyle “tarihin tanıdığı
ülkücü felsefesinden kurtarmak ol­ devrimci sınıfların en devrimcisi”
du.” Buna göre insanlığın tarihi do­ proletarya sonunda sınıfsız toplu­
ğanın belirleyici gücüne bağlıdır ve mu gerçekleştirecektir, bu gerçek­
bilimin ortaya koyabileceği yasa­ leştirme sürecinde özel mülkiyet tü­
larla koşullanmıştır. Bu yasalar in­ müyle ortadan kalkacaktır. Buna
san dünyası için iktisadi yaşam dü­ göre tarihsel maddecilik bizi çağ­
zeyinde kendini gösteren yasalar­ daş topluma ve gelecek toplumla-
dır. İktisadi yaşam insan dünyası ra açan bir düşünce biçimidir, bir
için tam anlamında belirleyicidir, öğreti olmaktan çok bir bakıştır, bir
MADDESÎZCÎLİK

dizge olmaktan çok bir görüştür ve de yorumlamaktan başka bir şey


elbette insanlık tarihiyle ilgili ola­ yapmadılar, oysa sözkonusu olan
rak yapılmış ve yapılabilecek son dünyayı değiştirm ektir” (Marx).
açıklama değildir. Çünkü M arx’çı Böylece tarihsel maddecilik durma­
felsefe her şeyden önce son açık­ dan gelişen bir dünya karşısında
lamaları öngören katı dizgeci tutu­ düşüncenin gücünü ve yükümlü­
mu kesinlikle yadsır, ona göre uç­ lüklerini araştırmaya yönelmiştir.
suz bucaksız bir geleceğe açılan in­ Marx şöyle der: “Tarihsel m adde­
sanlık tarihini tüm yarınları koşul- cilik bir an elinden bırakmadığı ger­
larcasına şimdiden belirlemek ola­ çek ilkelerden yola çıkar. Onun il­
sılığı yoktur. Değişmezlik fikrini keleri insanlardır; tam bir yalıtık-
gerçekdışı bulan M arx’çı görüş an­ lık, tam bir devinimsizlik içindeki
cak tarihin bir bölümünü aydınla­ insanlar değil, deneysel olarak ay­
tabilmek çabasındadır. Marx bu ko­ dınlık olan gerçek gelişimleri için­
nuda şu belirlemede bulunur: “Dün­ de belirgin koşullara uyan insan­
yaya öğretici insanlar olarak yeni lardır.” Lenin de şöyle der: “Marx’in
bir ilke getirmek üzere yönelmiş de­ tarihsel maddeciliği bilimsel düşün­
ğiliz. ‘İşte doğru, karşısında diz çö­ cenin en büyük zaferi oldu. Tarih
kün!’ demiyoruz. Dünyanın kendi ve siyaset kavrayışlarında o zama­
ilkelerinden giderek dünya için ye­ na kadar süren karmaşayı ve geli-
ni ilkeler geliştiriyoruz.” Gerçekte şigüzelliği büyük ölçüde tutarlı ve
diyalektik maddecilikten tarihsel uyumlu bilimsel bir kuram izledi.
maddeciliğe uzanan yol kuramdan Bu kuram üretim güçlerinin artışıyla
uygulamaya geçiş yoludur. Gelişi­ bir toplumsal örgütlenme biçimin­
mi yazgının üstüne çıkaran ve in­ den daha yüksek bir örgütlenme bi­
sanı gelişen bir dünyada etkin kı­ çiminin nasıl doğup geliştiğini gös­
lan bu bakış açısı insanın kendini termektedir.” (Bk. DİYALEKTİK,
kendi tarihi içinde arayışını ve bu FELSEFE, MADDESİZCİLİK)
arayış içinde bir bilinç devrimini
gerçekleştirerek kesin bir biçimde M ADDESİZCİLİK (fr. immateri-
doğrulara yönelm esini öngörür. alisme-, alm. Immaterialismns; ing.
“Bilinç düzenlemesi,” der Marx, immaterialism). Maddenin varlığı­
“dünyayı bilinçli kılmaya dayanır, nı yadsıyan, yalnızca ruhların ve fi­
dünyayı kendiyle ilgili uykusundan kirlerin varlığını varsayan öğreti.
uyandırmaya, ona kendi eylemle­ “Maddesizcilik” terimini ilk kulla­
rini açıklamaya dayanır.” Böylece nan Berkeley onunla maddeciliğin
düşünce dünya ya da insanlık üze­ tam karşıtı olan felsefesini açıkla­
rine herhangi bir düşünce olmak­ mış oluyordu. Berkeley’e göre mad­
tan çıkacak, dünyayı değiştirmek de diye adlandırılan şeyin algılan­
üzere etkin bir güç olacaktır: “Fi­ maktan öte bir varlığı yoktu, bu al­
lozoflar dünyayı değişik biçimler­ gı olgusu da doğrudan doğruya
M A N İC İL İK

Tanrı ’nın istemiyle gerçekleşiyor­ önemli belirti kararsızlıktır. Bütün


du. Berkeley’in ruhçu gerçekçilik bağlarından kurtulmuş olan imge­
diye de adlandırılan felsefesi baş­ lem birbirinden kopuk imgeler üre­
tan sona m addenin olm adığını tirken söz karmakarışık olur. Mani
göstermeye adanmıştır. Berkeley yapısal kökenli bir hastalıktır, bu­
“varlık bir algılamadır” (esse est nunla birlikte çeşitli duygusal ne­
percipî) der. (Bk. MADDE, MAD­ denler, alkol ve uyuşturucu kulla­
DECİLİK) nımı manide kolaylaştırıcı etkenler
olurlar. Bazı ruhsal bozukluklarda
M AĞARA B EN ZETM ESİ. Pla- mani’nin melankoli’yle dönüşümlü
ton’un Devlet’inde (VII. kitap) bil­ olarak ortaya çıktığı görülür. O
gimizi bir tutsağın bilgisiyle eş tut­ durum da m aniyle m elankoli bir
mak için kullandığı benzetme. Bir hastalığın iki ayrı yüzü olur. (Bk.
mağarada yüzü mağaranın duvarı­ MELANKOLİ)
na gelecek biçimde zincirlenmiş bir
tutsak duvarda yalnızca güneş ışı­ M A N İC İL İK (fr. manichéisme',
ğının vurmasıyla beliren gölgeleri alm. Manichdismus; ing. manicha-
görecek, ancak bu gölgeleri oluş­ eism). M.S. III. yüzyılda M ani’nin
turan nesneleri hiçbir zaman göre­ sonradan dinsel inanca dönüşen dü­
meyecek ve tanıyamayacaktır. Bu­ şünceleri. İran’da ortaya çıkan ma-
na göre bizler bu duyulur dünyada nicilik, Zerdüşt diniyle eski mezo-
İdea’ların kendilerini değil ancak potamya dinlerinin bir karışımıdır,
gölgelerini görebilmekteyiz. (Bk. hıristiyan diniyle ilgili birtakım öğe­
ÜLKÜCÜLÜK) leri de içermektedir. Zerdüşt dinin­
de İyi Tanrı (Ahuramazda) ve Kö­
M ANİ (lat. mania\ fr. manie; alm. tü Tanrı (Angramanyu) karşıtlığı
M anie; ing. mania). Şiddet devi­ vardı, evren bu iki ilkenin çatıştığı
nimleri oluşturacak kadar aşın uya­ alandı. Manicilikte de iyilik (Hayır)
rılmayla belirgin ruh hastalığı. Tu­ ile kötülük (Şer) çatışırlar: evrende
tarsız sevinç gösterileri, bıkmadan olduğu gibi insanda da bu iki ilke
usanmadan ileri geri konuşmalar, yıkışmaktadır. Birlik’de bu yıkışma
beklenmedik tutum değişiklikleri, son bulacaktır. Birlik’e yalnızca bil­
birdenbire ortaya çıkan öfkelilik giyle ulaşılacaktır. Maddi değerler­
maninin başlıca belirtileridir. Ma­ le ilgilenmeyen, gösterişten hoşlan­
nide yüz renkli ve canlıdır, gözler mayan, böbürlenmek nedir bilme­
pırıl pırıldır, davranış içtenlikli gibi­ yen, yalan söylemeyen, başkaları­
dir, aralıksız konuşmalar sık sık nı küçük görmeyen insanlar Birlik
kahkahalarla kesilir, şarkı söylemek yolunda insanlardır. Sevgi, Birlik’in
ve çığlık atmak gibi davranışlar çok asıl kaynağıdır. Manicilik, İran’dan
görülür. Hasta belli bir yerde dura­ başka ülkelerde de etkili oldu, özel-
maz, bir oraya bir buraya gider. En lik le T ü rk is ta n ’da, T ib e t’de,
MANTALİTE

Ç in’de, Hindistan’da, Ispanya’da tıkta değil mantıkla ulaşılır. Mantık


yayıldı. Roma İmparatorluğu için­ elbette bir toplumsal etkinlik alanı
de maniciliğin yayılması hıristiyan- olarak insan yaşamını olası kılan or­
ları korkuttu, bu yüzden bu top­ tak özelliktir, temel insani dayanak­
raklarda bu dinin yandaşları büyük tır. Her toplumsal düzenlenme, her
baskılar altında kaldılar. VI. yüz­ toplaşma zorunlu olarak bir man­
yıldan sonra Avrupa’da manicilik tık temeli üzerine kurulur. Uygar­
eriyip gitti. Ortadoğu’daki etkileri lık özelliklerine göre ortaya çıkan
de X. yüzyıldan sonra silindi. değişik yaşam biçimleri ne olursa
olsun, insanlığın ortak bir mantığı
M ANTALİTE Bk. ANLAYIŞ. vardır. “Mit düşüncesinde de bilim
düşüncesinde de aynı mantığın et­
M ANTIK(lat. logicia; fr. logique; kin olduğunu ve insanın her zaman
alm. Logik\ ing. logic). Doğruyu aynı biçimde düşünmüş olduğunu
ortaya koymak için güvenilir dü­ bir gün ortaya koyarız belki de” der
şünsel işlem biçimleri belirlemeye Lévi-Strauss. Buna göre ben’ini
d ay a n a n u sa v u rm a la r bilim i. başkasının b en ’ine bağlayan en
D oğrunun k u rallarını biçim sel güçlü araç olarak mantıkla donan­
açıdan araştıran bilim ya da bilgi mış bulunan insanoğlu zihin sağlı­
alanı. Jean Piaget mantığı “doğru­ ğını yitirdiği zaman gerçeklikten ko­
nun biçimsel koşullarıyla ilgili araş­ puk bir yeni mantığa bağlanırken
tırma” olarak tanımlar. Littré’ye gö­ toplumsal yaşamla bağlarını da yi­
re mantık “usavurma yöntemlerini tirecektir. Gene de genel mantık­
konu edinen bilim”dir. En genel an­ tan tümüyle uzaklaşma ya da kop­
lamda mantığı usavurmalar bilimi ma olası değildir. Shakespeare’e
olarak tanımlayabiliriz. Felsefenin Hamlet’de “Çılgınlık olsa da bu,
bir bölümü olarak mantık doğru bil­ mantıktan uzak değil” dedirten bu-
giye ulaşma yolunda zihnin işlev­ dur. Bununla birlikte, tam tamına
lerini ve hatta işlemlerini belirler­ ortak bir mantıktan sözederken çe­
ken belli koşullara göre hangi bil­ şitli mantıklardan sözetmemiz de
gilerimizin geçersiz olacağını da be­ olağandır. Genel mantığa ters düş­
lirlemeye çalışır. Mantık bize her meyen mantıklar olmalıdır, birey­
şeyden önce doğru düşünmenin lerin mantığı, sanatın mantığı, sa­
yollarım öğretecektir. Fernando da vaşın mantığı gibi. Özellikle este­
Rojas “Bir şeyin kara olmayışından tikçiler gündelik mantıktan ya da
onun beyaz olduğunu çıkarmamak bilimsel mantıktan ayrı bir sanatsal
gerekir” derken bize mantıklı dü­ mantığın varlığından sözettiklerin-
şünmenin inceliklerini duyurur. An­ de, sanatın anlatım olanaklarının,
cak hiçbir zaman mantığı doğru bil­ kavrama ve kavratma koşullarının
gi 1er üretme alanı diye düşünme­ gündelik yaşamdakinden ayrı ola­
mek gerekir. Doğru bilgiye man­ bileceğini, hatta olması gerektiğini
MANTIK

duyururlar. Dil gibi mantık da sa­ durmuş, tümdengelimi tasım ola­


natta özel bir kullanıma uğrar ya rak belirlemiştir. Bir tasım üç öğe­
da daha doğrusu sanatın özel man­ den oluşmaktadır: büyük önerme,
tığı özel anlatım olanaklarını, özel küçük önerme, vargı. Tasımda kü­
bir dili gerekli kılar. Lautréamont çük önerme aracılığıyla büyük öner­
şöyle der: “Şiirin bir mantığı var­ meden vargıyı çıkarırız. “Bütün in­
dır. Bu mantık felsefenin mantığıyla sanlar ölümlüdür” büyük önerme­
aynı şey değildir. Filozoflar şairler si, “Sokrates insandır” küçük öner­
gibi değillerdir. Şairlerin kendileri­ m esine göre, “ Sokrates ölüm lü­
ni filozoflardan üstün görme hak­ dür” sonucunu verir. Aristoteles’in
ları vardır.” Ancak ne olursa olsun tasım yöntemleri Ortaçağ’da özel­
her mantık mantıklı olduğu sürece likle Ortaçağ’ın ikinci döneminde,
ya da mantık olduğu sürece geçer- skolastik felsefe döneminde hıris-
lidir ve mantığın doğru kullanılma­ tiyan öğretisinin temellendirilme-
sı bilimde de, sanatta da, gündelik sinde bir araştırma yöntemi olarak
yaşamda da iletişimi kolaylaştırır ve kullanıldı, ancak bilinenin gösteril­
güçlü kılar. B una göre dilin bir mesi dışında bir amaca kullanılma­
mantığı olduğunu söylerken onun dığı için verimli olmadı. Aristoteles
bir mantık olduğunu da söyleyebi­ mantığının Ortaçağ’dan sonra hak­
liriz. Mantık anlayışlarının en eski­ sız eleştirilere uğramasının asıl ne­
si Aristoteles mantığıdır. Aristote­ deni budur, onun uzun süre bir gös­
les zihnin doğru bilgiye ulaştıran te­ terme aracı olarak kullanılmış ol­
mel işlevlerini Organon'da incele­ masıdır. Rönesans’la birlikte orta­
di, böylece mantığın, daha özel an­ ya çıkan yeni düşünce devinimleri
lamda biçimsel m antık'm kurucu­ ve bu devinimler içinden süzülüp
su oldu. Aristoteles mantığının özü gelen yeni bilimsel kavrayış birçok
bir bilgiden bir başka bilgiyi çıkar­ düşünürü Aristoteles mantığına,
maya dayanır. Buna göre mantık hatta tüm Aristoteles’çiliğe ya da
usavurmalar yapma sanatıdır, bir Aristoteles ’den sonra gelişen Aris-
bilgiden bir bilgiyi gidimli olarak çı­ toteles’çi eğilimlere karşı eleştirici
karma ya da Aristoteles’in deyişiyle bir tutum almaya götürürken tasım
bir bilinenden bir bilinmeyene geç­ yöntemlerini yürürlükten kaldırdı.
me sanatıdır. Aristoteles’de bilgi iki Çünkü yeni düşüncenin öncülerin­
yönlü bir işlemle elde edilir. Tüme­ den Descartes tümdengelime birinci
varımda tikelden tümele ya da özel­ planda yer vermiş olsa da bundan
den evrensele doğru, tümdengelim­ böyle tümevarım yöntemi genelde
de tümelden tikele ya da evrensel­ yeni bilimsel anlayışın yöntemi du­
den özele doğru ilerlenir. Aristote­ rumuna geliyordu. Bu değişim bi­
les daha çok tümdengelim üzerin­ raz da mantığın önemini yitirmesi,
de yani evrenselden özele doğru çı­ yöntem düşüncesinin önem kazan­
karımlar yapma yöntemi üzerinde ması olarak düşünülmelidir. Aris-
MANTIK

toteles’in Organon’una karşı Ba- özneden ayırmanın olası olmadığı


con’ın Novum Organum ’u yazması yargılara götürülebilirler. Burada
artık apayrı bir bilimsel kavrayışın K an t’ın yargıdan ne anladığını
dünyaya egemen olacağının çok anım sam akta yarar vardır. Kant
önemli bir belirtisiydi. Aristoteles yargıları hem a priori ve a posteri-
mantığı bir bilimsel yöntem olmak­ ori olmak üzere, hem de ayrıştır­
tan çıkarken mantığın temel kural­ m ak ve bileştirmeli olmak üzere
larını ortaya koyan en yetkin araş­ ikiye ayırır. Ayrıştırmalı yargılar
tırm a olm a değerini korumuştur. kavramları açıklamakta sınırlanır­
Değişiklik şuydu: mantık yöntem lar, bileştirmeli yargılar adından da
değildir, yöntem olarak mantığı kul­ anlaşılacağı gibi bileşim yoluyla bil­
lan m ak d o ğ ru olm az, elb ette gimizi genişleten yargılardır. Her a
m an tığ a ters düşm eyecek yeni priori önerme ayrıştırmalı önerme­
araştırma yöntemlerinin bulunma­ dir, her a posteriori önerme bileş­
sı gerekir görüşü öne geçiyordu. tirmeli önermedir. Birinciler zihin­
Böylece eski Organon'un yerini ye­ de öncesel olarak vardır, deneyden
nisi alırken yöntem sorunu bilim­ gelmez; İkinciler deneyle ilgilidir.
sel düşüncenin başta gelen sorunu Önemli olan hem a priori hem bi­
oluyordu. Kant, Aristoteles mantı­ leştirmeli yargılara ulaşabilmektir.
ğının doğru mantık olduğunu, man­ Öyleyse bileştirmeli yargıların a
tığın Aristoteles’den sonra büyük posteriori olanları dışında a priori
bir gelişme göstermediğini söyler­ olanları da varsa, o zaman bilim
ken haklıydı. Aristoteles’den son­ gerçek anlamda büyük b h ilerleme
ra mantık alamnda en önemli katkı içinde olacaktır. A posteriori olan
Kant’m katkısıdır. Kant’çı bilgi an­ yani deneyle ilgili olan bileşimsel
layışı deneyin alanıyla metafiziğin yargılarla zaten sürekli olarak yeni
alanını birbirinden ayınr. Deneysel bilgiler ediniriz. A priori olan bile­
düzeyde duyularla elde edilen izle­ şimsel yargılara gelince, bilimde asıl
nimler anlığın kategorileriyle bilgi­ amaçlanması gereken bu yargılar­
ye dönüştürülürken, metafizik dü­ dır. Böylece Kant mantığının kö­
zeyde us deneyi aşan fikirlere yö­ keninde ülkücü bir bakış açısı ya­
nelir. Buna göre Salt usun eleştiri- tar. Buna göre bilgimiz deneyle baş­
iz’nde Kant bize elbette birbiriyle lasa da, zihin kendi yapısının özel­
bağlantılı iki parçalı bir bilgi anlayı­ liklerini nesneye yüklemektedir.
şı verir. K ant’a göre bilimler, özel Kant mantığının temeli duyulur bil­
olarak da matematik ve fizik her ginin a priori biçimleriyle anlığın a
türlü metafizikten bağımsız olarak priori biçimlerini ortaya çıkarmak­
ilerler. Bilimlerin ilkeleri bileştirmeli tır. Duyulur olanla ilgili araştırma
a priori önermelere yani özneyle “aşkın estetik”in, anlıkla ilgili araş­
yüklemi zorunlu bir bağla birleşti­ tırma “aşkın ayrıştırma”nın konu­
354 ren ve ayrıştırma yoluyla yüklemi sudur. Birincide “uzay” ve “za-
MANTIKÖNCESİ

man”, İkincide “kategoriler” yani üçüncü bir kavram da birleşirler.


temel kavramlar ele alınır. Böylece Örneğin varlık kavramı karşıtını,
Kant ayrıştırma alanıyla ilgili ola­ hiçlik kavramını getirir, varlık ve
rak doğrular mantığı’m ortaya ko­ hiçlik de oluşum kavramında bir
yarken, bir de ayrıştırma alanına araya gelirler, bu da varlıkla hiçli­
karşıt ve diyalektiğin alanına karşı­ ğin bir bileşimidir. Simgesel m an­
lık olarak yani Noumenon alanıyla tık'. Kökü çok eskiye dayanmayan
ilgili olarak bir görünüşler mantığı simgesel mantık bütünleyici bir bi­
belirler. Görünüşler mantığı zorunlu lim olarak düşünülür. Çeşitli düşün­
olarak bir yanlışlar mantığıdır. Es­ ce biçimlerinden yola çıkan, bu bi­
kilerin mantığı tümüyle görünüşler çimleri işaretlerle belirleyen bu ye­
mantığıdır. Görünüş her öznelliğe ni mantık birçok bakımdan mate­
ayrı ayrı görünen şeyi karşılar ve matik bilimine yaklaşır, bu yüzden
fiziksel dünyanın herkes için ortak matematiksel mantık diye adlandı-
olan görünme biçimleriyle karşıt­ rıldığı gibi lojistik diye de adlandı­
laşır. Buna göre aşkın ayrıştırma rılır. (Bk. TASIM, TÜMDENGE­
“anlığın arı bilgisinin öğeleri içinde LİM, TÜMEVARIM)
apriori bilgilerimizin ayrıştırılma­
sı” için vardır, aşkın diyalektik de M A N TIK D IŞI (fr. illogique; alm.
zihnimizin usavurmalarlatüm olası unlogisch; ing. illogical). Mantık­
deneyin alanını aşarak düştüğü sal olmayan. M antık kurallarına
yanlışların giderilmesi için vardır. uyarlı olmayan. M antıksız olan (fr.
Kant mantığı şöyle tanımlar: “Anlı­ alogique; alm. alogisch; ing. alo-
ğın ve genel usun zorunlu yasala­ gical) yani mantıkla hiçbir bağlan­
rının bilimini ya da bir başka de­ tısı bulunmayan. (Bk. MANTIK)
yişle genel düşüncenin basit biçi­
minin zorunlu yasalarının bilimini M A N T IK L A Ş T IR IC IL IK (fr.
mantık diye adlandırıyoruz.” Kant logicisme; alm. Logizismus; ing.
mantığından sonra en önemli man­ /og/c/im).Felsefede mantığa belir­
tık Hegel mantığıdır. Hegel mantığı leyici bir yer veren ya da işlev yük­
Aristoteles ve Kant mantıklarından leyen öğreti. Her şeyi mantık açı­
oldukça değişiktir. “Kavramların sından ele alma eğilimi. Düşünce­
birbirine uyarlılığı ya da uyarsızlığı de ruhbilimci eğilimlere karşılık ola­
dışında mantık yoktur” diyen He­ rak mantıkla doğrulama eğilimi.
gel için mantık metafizikle karışan Matematiği mantığa indirgeme eği­
mutlak bir bilimdir. Bu Mantık, bir limi. (Bk. MANTIK)
bileşimi getirecek karşıtların man­
tığıdır. Buna göre sav olarak konu­ MANTIKÖNCESİ (fr.prélogique;
lan bir kavram çelişkili kavram ola­ alm. Praelogik; ing. prelogical).
rak zorunlu karşıtını gerektirir. İki Fransız düşünürü ve toplumbilim­
kavram, üst düzeyde bileşim olan cisi Lévi-BruhPiin uygar ve yetiş­
MASALCILIK

kin insanın düşünce biçiminden ayrı P. Léonardon masallamayı şöyle ta­


olarak ilk ellerin ve çocukların nımlar: “Bazen belli bir konu çer­
düşünce biçimini belirlemek üzere çevesinde azçok tutarlı öyküler
kullandığı terim. (Bk. MANTIK) biçiminde bazen yerin ve zamanın
koşullarına tam anlamında uymaz
M A SA L C IL IK (fr. mythomarıie; bir biçimde ortaya konulan imge-
alm. Mythomanie; ing. mythoma- lemsel ürünlere verilen ad.” Çocuk­
nia). Aşırı yalan söyleme eğilimi. ların ortaya koyduğu masallamalar
M asalcılık cinsel sorunlardan bes­ bir hastalık belirtisi olarak değer-
lenir ve özellikle boş böbürlenme­ lendirilmemelidir. Onlar imgelem­
lere dayanır. Çocuklarda görülen lerinin aşırı çalışmasıyla, kitapların
m asalcılıkla büyüklerde görülen ve filmlerin de etkisinde masalla­
masalcılığı birbirinden ayırmak ge­ malar yaparlar. Çocuk yaptığı ma-
rekir. İmgelemi aşırı ölçülerde çalı­ sallamalann bilincinde değildir. Oy­
şan çocuk usuyla imgelemini de- sa yetişkin kişi yaptığı masallama-
netleyemediği için sürekli masallar ların bilincindedir ve bu bir hasta­
uydurma eğilimindedir. Çocuğun lık belirtisidir. Masallama bir takım
bu durumunu kendi mitoslarına sı­ zihin bozukluklarının sonucunda
kı sıkıya bağlanmış ilkellerin duru­ ortaya çıkar. Geri zekalılık, buna­
muna benzetebiliriz. Gene de ço­ ma, Korsakoffhastalığı masallama-
cukta masalcılık eğiliminin bir eği­ lara olanak verir. (Bk. MAS ALCI-
timden geçirilmesi gerekir. Sağlıklı LIK)
yetişen çocuk büyüyüp gerçekler­
le karşı karşıya geldikçe masalcılı- M AZOHİZM ya da M AZOŞİZM
ğı bırakacaktır. Yetişkinlerde ma- (fr. masochisme; alm. Masochis-
salcılık elbette bir hastalık belirtisi­ mus; ing. masochism). Avustur­
dir ve “çok zaman başka ruhsal yalI romancı Sacher-M asoch’un
dengesizliklerle birlikte görülür” (A. romanlarından esinlenerek belirlen­
Porot). Bazı çok zeki bireyler bile, miş olan ve acıdan haz duymayla,
uslarını iyi kullanmayı öğreneme­ acıyı aramayla belirgin olan ruhsal
mişlerse, masalcılığa yatkın olacak­ bozukluk. Öykülerinde ve roman­
lardır. Masalcı, uydurduğu masal­ larında acıdan haz duyma teması­
lara inandırmayı çok iyi bilen kişi­ na çok sık raslanılan Sacher-Ma­
dir. Dupre, masalcılığın temelinde soch da gerçekte bir mazohistti.
üç ilke belirler: heyecanlılık, imge­ Mazohist kamçılanmaktan, işken­
lemini aşırı kullanma, inandırıcılık. ce görmekten, aşağılanmaktan, iti­
(Bk. MASALLAMA) lip kakılmaktan haz duyar. Mazo-
histin cinsel hazza ulaşması buna
M A SA L LA M A (fr. fabulation; göre şiddete bağlı olacaktır. Baş­
alm. Erfm durg; ing. fabulation). kasına eziyet etme hazzı diye belir­
Gerçek gibi sunulan uydurma olay. lenebilen sadizme çok yakın olan
MELANKOLİ

ve hatta çok zaman onunla birlikte okullar arasında adı geçen bu okul
görülen mazohizmin kaynakları el­ tartışmacı özelliğiyle bilinir. Eukle­
bette çocuk yaşlardaki eğitim bo­ ides’in düşüncesi Sokrates’in gö­
zukluklarında aranmalıdır. Bazen rüşleriyle Parmenides’in görüşle­
çocuğun dayak yem ekten ya da rinin bir karışımıdır. Megara oku­
herhangi bir biçimde cezalandırıl­ lunun filozofları Sokrates’in İyi ’sini
maktan haz duyduğu görülür. Ma­ Parmenides’in “Bir Varhk”ıyla öz­
zohizmin tam bir edilginliğe ya da deşleştiriyorlardı, bilgide evrensel­
başeğişe varan aşırı biçimleri çok lik diye bir şeyin sözkonusu ola­
sık görülmese de vardır. (Bk. SA- mayacağını bildiriyorlardı. Eubuli-
DİZM) des, Dioklides, Pasikles, Stilpon
okulun önde gelen adlarıdır.
M EC ZU PLU K (fr. illuminisme-,
alm. Illum inism us; ing. illum i- MEKANİKÇİLİK(fr. mécanisme;
nism). İçsel aydınlanmaya inanan­ alm. Mechanismus; ing. m echa-
ların öğretisi. Tanrı’yla inançlı bi­ nism). Olguların mekanik belirle­
rey arasında gizemli bir alışveriş ol­ nimlere indirgenebileceğini öngö­
duğuna inananların öğretisi. M ec­ ren felsefi bakış açısı. Her şeyi dü­
zupluk öğretisini ortaya atanlardan zenli devinimle açıklayan felsefi ba­
biri Swedenborg’dur. Swedenborg kış açısı. Felsefede mekanikçi gö­
İsa’nın ölüm ünü ışığın karanlık rüş atomcu Epikuros’a kadar uza­
üzerindeki zaferi olarak nitelendir­ nır. XVII. yüzyıl felsefeleri ruhçu
di. İsa’ya ulaşma aşkıyla arınabilir, eğilimlerini bırakmamakla birlikte
kendimizi İsa’da kutsallaştırabilir- büyük ölçüde mekanikçi oldular.
dik. Swedenborg’dan sonra XVIII. Descartes ruhsal tözden ayrı bir
yüzyılın ikinci yarısında bir başka maddesel töz belirledi ve maddesel
gizemci Louis-Claude de Saint- düzeyde her şeyi uzamla ve devi­
Martin doğruya sezgiyle ulaşılabi­ nimle açıklamaya yöneldi. Meka­
leceğini bildirdi. Saint-Martin bu nikçilik maddecilik değildir, yalnız­
düşünceleriyle XIX. yüzyıl dinci ca madde dünyasında mekanik olu­
düşünce dünyasını büyük ölçüde şumların varlığını benimser. (Bk.
etkiledi. (Bk. GİZEMCİLİK, SEZ­ MADDECİLİK, RUHÇULUK)
Gİ)
M E L A N K O L İ (fr. m élancolie;
M EG A LO M A N İ Bk. BÜYÜK- alm. Melankcholie; ing. melanc-
LÜKDUYGUSU holia). Aşırı üzüntüyle belirgin ruh­
sal bozukluk. Melankolide en önde
MEG ARA OKULU M Ö. IV. yüz­ gelen belirtiler yıkılmışlık, isteksiz­
yılda Eukleides’in Megara’da (Ati­ lik, düşünceden kaçış ve devinim-
na’nın batısı) kurduğu felsefe oku­ sizliktir. Melankoliklerde yaşama is­
lu. Sokrates’çi okullar diye bilinen teği neredeyse yokolmuş, onun ye­
MERKANTİLİZM

rini mutlak bir üzüntü almıştır. Has­ Sindirim düzeninde bozukluklar


ta nedeni belirsiz olan büyük bir acı sözkonusudur, özellikle kabızlıktan
içinde kıvranır, gene nedeni belir­ yakınılır. Melankoli genel olarak
siz suçluluk duygulan, aşağılanmış- maniyle birlikte görülmektedir. (Bk.
lık duyguları duyar. Bu acılı yaşam ACI, MANİ)
intihar arzusunu kendiliğinden ge­
tirebilir, bu yüzden melankoliklerin MERKANTİLİZM Bk. KAZANÇ-
yakından gözlemlenmesi gerekir. ÇILIK.
Bazı durumlarda başkalanm öldür­
me girişimleri de sözkonusu olabi­ M E T A FİZ İK (fr. m itaphisique\
lir; bir melankolik anne acıdan kur­ alm. M etaphysik; ing. metaphy-
tarmak gerekçesiyle çocuğunu öl­ sics). Duyular aracılığıyla kavranı-
dürebilir. İntiharda ya da öldürme­ lamayan şeylerin bilgisi. İlk neden­
de son derece etkin görünen me­ lerin ya da ilk ilkelerin bilgisi.
lankolik genelde istemli yönelimini Kant’da yalnızca us kaynağından
tümüyle yitirmiş gibidir. Bu duru­ gelen yani deneyin verilerine baş­
mun aşırı karamsarlığın mantıksal vurmaksızın ortaya konulan bilgi.
sonucu olduğu söylenebilir; hasta Auguste Com te’da dinsel düşün­
yaşamdan tümüyle kopmuştur, ne ceyle olumlu düşünce arasında yer
yapsa boşunadır. M elankolinin alan, bir geçiş yeri özelliği göste­
yoğunlaştığı durumlarda hasta an­ ren soyutlamacılık eğilimiyle belir­
cak kendini zorlayarak ayakta du­ gin olan düşünce. İnsanoğlu dü­
rabildiğini söyler. Bazı durumlarda şünmeye başlayalı beri kendisiyle
sann ya da duyu yanılsamalan gö­ ve evrenle ilgili köklü sorular so­
rülebilir, hasta hiç de öyle bir du­ rarken somut olanın, elle tutulur
rum yokken “birileri benden söze- gözle görülür olanın dışında ya da
diyor” diyebilir. Binlerinin kendisi­ ötesinde bir başka varlık alanının
ni öldürmek istediğini, bunun için bulunup bulunmadığı sorusunu da
bir idam sehpası hazırlanmakta ol­ sormuştur. Bu sorunun olumlu ya­
duğunu bildirebilir. Bu tür bozuk­ nıtları metafizik bilgisini oluşturur.
luklar bir yana, hastanın zihinsel et­ Adını Aristoteles’in bilgi kuramıyla
kinliği enaza inmiş durumdadır, dik­ ilgili yapıtına M.Ö. I. yüzyılda Ro-
kat hemen tümüyle dağılmıştır, es­ dos’lu Andronikos tarafından ve­
ki anılar canlı kalmakla birlikte has­ rilmiş olan Metaphysika (yun. me­
talığın belirdiği zamanlarla ilgili anı­ ta ta ph ysika , “fizikten sonra”)
lar ve daha sonrakiler hemen tü­ adından alan bu kavram uzun süre
müyle unutulmuştur, bellek karma­ felsefede şeyleri raslantılanyla değil
karışıktır. Uykusuzluk en çok ya­ de kendileri olarak ele alan temel
kınılan durumdur ve özellikle ge­ araştırma alanını belirlemiştir. Me­
cenin ikinci yarısında ortaya çıkar. tafizik terimini felsefesinde hiç kul­
Tepkimeler iyiden iyiye azalmıştır. lanmamış olan Aristoteles de me-
MİTOLOJİ

«fizikten varlık olarak varlık araş- lemek alışkanlık olmuştur. N e var


örmasını anlıyordu. Aristotles’den ki bazı çağdaş filo zo flar onun
sonra m etafizik terim i vaktiyle olumlu anlamını korum aya özen
Aristoteles’in “ilk felsefe” dediği göstererek ona insan yaşamıyla il­
köklü nedenler araştırmasına kar­ gili en genel araştırma anlamı ver­
şılık kullanılır oldu. Hıristiyan dog­ mişlerdir. Varoluşçu felsefede tüm
malarının XIII. yüzyıldaki Aristo- yaşarlığı içinde ya da yaşamla iliş­
teles’çi temellendiricisi AzizTom- kisi içinde ele alınan insanın araştı­
maso metafizik araştırmasını ya da rılması metafizik araştırma olarak
varlık olarak varlık araştırmasını fel­ değerlendirilir. M arx’çı felsefeye
sefenin temeli durumuna getirdi. göre dural olan, tarihsel olmayan,
Daha sonra metafizik terimi felse­ diyalektikle ilgisi bulunmayan tüm
fe tarihi boyunca oldukça değişik bilgiler metafizik bilgilerdir. (Bk.
anlamlar aldı. Bilginin öncesel ko­ FELSEFE, MANTIK)
fullarını benimseyen filozoflar için
metafizik bu koşullarla ilgili tüm us­ M İT O L O Jİ (fr. mytfıologie', alm.
sal araştırmayı içerir. Kant, meta­ Mythologie\ ing. mythology). Bir
fiziğe kendi felsefe anlayışına göre halkın ya da bir uygarlığın ortaya
değişik bir anlam yükler, buna gö- koyduğu mitoslar ya da efsaneler
le metafizik yalnızca us kaynağın­ toplamı. Eskiçağ’da tanrılar, yarı-
dan ya da kavramları a priori tanı­ tanrılar ve kahramanlarla ilgili an­
ma yetisinden gelen, yani deneysel latılar. Mitoloji felsefe öncesi top-
verilerle ilgisi olmadığı gibi zama­ lumlann temel düşünsel etkinlikle­
nın ve uzayın sezgileriyle de ilgisi rini içerir ve felsefi ve bilimsel ara­
olmayan tüm bilgileri içerir. “Me­ yışa karşılık olur. Eskiçağ’m ilk uy­
tafizik, gerçekte salt usla sahip ol­ garlıklarını oluşturan tüm toplum-
duğumuz her şeyin dizgesel bir bi­ ları mitoloji toplumlan diye tanım­
çimde düzenlenmiş bilançosudur” lamak yanlış olmaz. Felsefi araş­
der Kant. Auguste Comte’da me­ tırmaya konu olan temel sorunlar
tafizik deneyin alanını ya da olgu­ ilk karşılıklarını masalsı bir anlatım
lar alanını aşan şeydir. Auguste içinde ilkin mitolojide bulmuşlardır.
Comte olumlu dönemi önceleyen Bu yüzden mitolojiyi felsefenin ilk
ve olguların deneyine ulaşamaya­ biçimi diye nitelendirebiliriz. Her
cağımız bilgilerle açıklandığı döne­ toplumun eski ve yeni tüm toplum-
mi metafizik dönem diye adlandı­ ların mitolojileri vardır, bu mitolo­
rır. Böylece felsefe tarihi boyunca jiler ilgili oldukları toplumun altbi-
çeşitli anlamlar alan “metafizik” lincini oluştururlar, ortaya koyduk­
Auguste Comte’da olumsuz bir an­ ları simgelerle o toplumun acıları­
lam kazanmıştır. Günümüzde so­ nı, korkularım, saplantılarını dile ge­
yut, karmaşık, doğrulanamaz tüm tirirler ve böyle olmakla insanlığın
bilgileri metafizik bilgilerdiye nite­ bütünsel altbilincine bağlanırlar. Bir 359
M İTOS

toplumun altbi linçindeki ilkömek- dan ussal araştırm ay a g eçişte


ler evrensel altbilincin özel örnek­ önemli bir dönüşüm noktası oluş­
leri gibidirler; evrensel altbilinç top­ turan İliada ve Odysseia insanın
lumsal altbilincin en yüksek anlam­ düşünsel ve duygusal derinlikleri­
larını içerir. Böylece bireyselden ev­ ne ışık tutan, ayrıca ortaya çıktık­
rensele uzanan özel ve ilkel bir te­ ları toplumun yaşam koşullarını he­
mel bilinç çizgisi oluşur. Mitolojiler men tüm önemli ayrıntılarıyla yan­
bu özel ve ilkel bilincin enine bo­ sıtan birer inanç kitabıdırlar. Mito­
yuna açınlandığı anlatımlardır. En lojilerde düşünsel öğeler inanç öğe­
önemli değil am a en ilgi çekici ve leriyle bütünleşerek insanı açıkla­
felsefe açısından en incelenmeye maya yönelirler. (Bk. İLKÖRNEK,
değer mitoloji yunan mitolojisidir, MİTOS)
kendisinin çok genel bir yorumu­
nu içeren latin mitolojisiyle birlikte M İTO S (fr. mythe; alm. Mythe-,
insani altbilinç düzeyinde en yoğun ing. mythe). M itolojinin konusu
gereçleri barındırır ve derinden de­ olan anlatılar. Tanrıların, yantanrı-
rine felsefeyi, felsefe çağının yak­ lann, kahramanların yaşamlarıyla il­
laşmakta olduğunu duyurur, örtü­ gili gerçekdışı öyküler. Yunancada
lü bir köklü felsefi araştırmayı içe­ muthos “öykü” demektir. Mitoslar
rir. İlk uygarlıklardan hemen tümü­ bir mitolojiyi oluşturan öğelerdir.
nün verimli bir kalıtçısı olmuş olan Herbiri bir insanlık durumunu or­
yunan toplumu, ortaya koyduğu taya koymakla bir simge değeri ta­
mitolojik değerlerle ussal düşünce şır. Herbir mitosta insan gerçeğiy­
çerçevesinde gelişecek olan felse­ le ilgili, evrenle ilgili, insanın evren­
feye bir geçiş yeri olmuştur. Yu­ deki yeriyle ilgili, insanlık durum­
nan mitolojisinin kökeninde öbür larıyla ilgili simgesel felsefi açıkla­
toplumlann mitolojilerinden, mısır, malar buluruz. Bu açıklamalar duy­
hitit, girit vb. mitolojilerinden izler gu dolu açıklam alardır ve usun
vardır. Felsefenin gelişmesi, imge- göstermeci gücüyle olmaktan çok
lemsel araştırmanın yerine ussal imgelemin coşkun eğilimleriyle or­
araştırmanın geçmesi mitolojilerin taya konulmuştur. M itoslar daha
toplumsal altbilinç olma özellikleri çok insanlığın çocukluk dönemle­
onlarla ilgimizi sürdürmek zorun­ rinin ürünleridirler, o dönemde us
da b ırak m a k ta d ır bizi. H om e- henüz yetkinleşmemiştir ve imge­
ros’dan Hesiodos’a, Hesiodos’dan lemin belirleyiciliği altındadır. He­
H erotodos’a uzayan çizgi düşün­ nüz tartışmalı düşünce yani felsefi
cenin ussallaşma çabasının öykü­ düşünce ortada yoktur; mitoslar A.
sünü içerir. Öte yandan her mito­ Kojeve’nin de belirttiği gibi birer
loji, özellikle eski toplumlar için, “monolog” özelliği gösterirler, bu
dinsel bir ağırlık taşır, inanç öğele­ yüzden düşünceden çok inanca ya­
riyle doludur. Mitolojk araştırma­ kındırlar ya da inanç öğeleriyle do-
MONAD

hıdurlar. Örneğin dünyanın bir tan­ ğimiz özellikler bütününü oluştu­


ımın gözyaşlanndan oluşmuş olma­ rurlar. Bu yüzden mizaç daha çok
sı bu yüzden kimseyi inandırmasa kalıtımsal etkenlere bağlı diye dü­
da kimseyi yadırgatmaz: ortaya ko­ şünülür. Yunan hekimi Galien M.Ö.
nulmak istenen yalnızca ve yalnız­ II. yüzyılda dört temel mizaç belir­
ca oluşumun fikridir. Ne var ki dü­ lemiştir: kanlı, ağırkanlı, melanko­
şünce bu oluşumu ilkel yapısı ge­ lik, kaygılı. Kanlıda kan belirleyi­
reği somut bir çerçevede ya da elle ciyken, ağırkanlıda lenf belirleyici­
dokunulur bir biçim altında göste­ dir; m elankolik “kara safra”yla,
recektir. Bu yüzden G. Gusdorf’un kaygılı safrayla belirgindir. İnsan
dediği gibi “Mitosla ilgili bilinç hiç­ ruhsallığının biyolojik temellerini be­
bir şeye şaşmaz”. O her zaman şim­ lirlemek olası olmadığından mizaç
diye öncesel bir temel arar, bu yüz­ açıklamaları her zaman biraz kök­
den geriye gider ve olağanüstü bir süz kalmıştır. (Bk. İNSAN, KİŞİ­
başlangıç noktası yaratır. Her şe­ LİK)
yin başlangıcı şaşırtıcı bir olağanüs­
tülükte olmalıdır. Mitos böylece us­ MONAD (fr. monade; alm. Mo­
sal gelişimlere usdışı bir temel ku­ nade', ing. monade). Basit töz. Te­
rar, ussallığın varoluş nedeni bu us- rim oldukça eskidir, Pythagoras’a
dışında aranmalıdır; usdışının dış­ kadar dayanır. Platon Philebos'da
lanması ussalın kavranılmasına en bu terimi değişik anlamlarda kul­
azından tarihsel çerçevede güçlük lanmıştır, ancak İdea’lan açıklamak
çıkarır. Mitosçu simgecilikte bütün için kullanmıştır. Yunancada monas
bir insan usunun kendini varetme ya da monados “birlik” demektir.
serüveninin nedenleri yatar. Öte Terimi daha sonra, daha belirgin bir
yandan m itos’u kaldırdığım ızda biçimde kullanan Giordano Bruno
inanç tümüyle çöker gider: inancın olmuştur. Bruno şeylerin öğelerini
dayanakları mitosların somut gös­ minima ya da monades diye ad­
termelerinde bulunur. Her mitos, landırmıştır. XVI. yüzyılın ünlü
imgelemin bir sunumu olmakla, bir heptanrıcısı B runo’ya göre mad­
inanç öğesinin belirtenidir. (Bk. Mİ­ deyle biçim tam anlamında bir bir­
TOLOJİ) lik içindedirler. Evren Tann’nın ken­
disidir. Tanrı tüm birliklerin bir­
M İZA Ç (fr. tempérament', alm. liğidir. Tanrı monas monadum'dm,
Temperament; ing. temperament). hem enazdır hem ençoktur. Enaz-
Kişiliğin temelini oluşturan biyolo­ dır, çünkü her şey ondan gelir; en­
jik ve ruhsal etkenler. Bir bireyin çoktur, çünkü her şeyi içerir.Bru-
kişiliğinin temel nitelikleri. Kişilik no’nun monadıyla Leibniz’in mo­
yapısını belirleyen pekçok etken nadı arasında büyük bir aynm var­
vardır, bu etkenlerin özellikle biyo- dır. Bruno’nun monadı ruhsal öğe­
lojik kaynaklı olanları mizaç dedi­ dir, gerçekleşecek bir biçimdir, töz­
MONADCILIK

dür ve şeydir. Leibniz’in monadı şime uğrarlar, “monadların doğal


bir öznedir, tözdür ve öznedir; değişimleri bir iç ilke’den gelir, çün­
onun en belirgin özelliği algılayıcı kü dış bir neden onu içten etkile­
ve etkin olmasıdır. O her zaman da­ yemez.” Pekiyi, bu değişim nasıl
ha karmaşık bir algıdan daha az kar­ olur? “Her doğal değişim derece
maşık bir algıya geçme eğiliminde­ derece olduğundan, bazı şeyler de­
dir. Bu özgün bakışıyla Leibniz’i ğişir ve bazı şeyler değişmez. Bu­
monadın gerçek kurucusu saymak na göre basit bir tözde bir etkiler
doğru olur. “M o n ad ” terim ini ve ilişkiler çokluğu bulunmak ge­
Leibniz ilk olarak 1697’de Fardel- rekir, her ne kadar onun parçaları
la’ya yazdığı bir mektupta kullan­ yoksa da.” Basit tözdeki bu geçiş
mıştır. Leibniz monadıyla ilgili ola­ durumunu Leibniz algı diye adlan­
rak şunları söyler: “Monad bileşik­ dırır ve algıyı üstalgı’dan ve bi­
lere katılan basit bir tözden başka linç'Aen ayırır; bir algıdan bir baş­
bir şey değildir. Basit olması par­ ka algıya geçiş demek olan edimi,
çalanmamış olması demektir. Bile­ monadın bu iç ilkesini istek diye ad­
şikler varolduğuna göre basit töz­ landırır. Algısı ya da isteği olan her
lerin de olması gerekir. Çünkü bi­ şey ruhtur. “ Tüm basit tözler ya
leşik olan basitlerin bir yığılışma­ da yaratılmış monadlar ruh diye ad­
sından ya da agregatum 'undan landırılabilir.” Leibniz’e göre her
başka bir şey değildir. Bu durum­ şimdiki durum daha önceki duru­
da ne parçalar vardır, ne uzam, bi­ mun bir sonucudur; bunun gibi,
çim, ne olası bir bölünebilirlik söz- şimdi de geleceğe açıktır. (Bk. ÜL­
konusudur. Bu monadlar doğanın KÜCÜLÜK)
gerçek atomlarıdırlar, kısacası şey­
lerin öğeleridirler. (...) Monadların M O N A D C ILIK (fr. monadisme\
pencereleri yoktur, bu yüzden on­ alm. Monadismus; ing. monadism).
lara herhangi bir şey girip çıkamaz. Evrenin monadlardan oluşmuş ol­
Ne tö z ne raslantı bir m onada duğunu bildiren felsefe anlayışları­
dıştan girebilir. Bununla birlikte nın genel adı. Leibniz’in monadlar
monadların nitelikleri vardır, böyle felsefesi. Kant bu felsefeyi şöyle
olmasaydı onlar varlık olamayacak­ eleştirecektir: “Şeyler genel bir
lardı. (...) Niteliği olmayan monad- uyum içindedir. Ancak, bundan Le­
ları birbirinden ayırmak olanaksız ibniz’in tözlerin karşılıklı bağımlılı­
olacaktı.” Leibniz’e göre-“her mo­ ğını değil de uyarlılığını varsayan
nadın bir başka monaddan ayrılma­ öncesel uyum görüşü çıkm az.”
sı gerekir”, çünkü doğada birbiri­ “İnsan ruhu dış şeylerle olan bağ­
nin aynı olan iki varlık yoktur. Mo­ lantılarından kopan Idığı zaman ken­
nadlar sürekli bir değişimin özne- di iç durumunu değiştirmekte ye­
sidirler. Her yaratılmış varlık değiş­ tersiz kalır.” (Bk. MONAD, ÖN­
362 kendir, monadlar da aralıksız deği­ CESEL UYUM)
MUCİZE

M O N A D O L O Jİ (fr. monadolo- cizeye büyük yer verirler. Aziz


gie; alm. Monadologie; ing. mo- Tommaso şöyle der: “Nedeni her­
n ado lo g y). M o n ad lar ö ğretisi. kese kapalı olduğu için tam anla­
XVIII. yüzyıl başlarından sonra fel­ mında şaşkınlık yaratan bir olguyu
sefe adamlarının Leibniz felsefesi­ belirlemek üzere mucize deriz. Bu­
ne temel olan monadlar öğretisini radaki neden Tanrı’dır. öyleyse, bi­
belirlemek için, özel olarak da XIX. zim bildiğimiz nedenler dışında Tan­
yüzyılda Leibniz’in yapıtlarını ya­ rı’nın yaptığı şeyleri mucize diye
yına hazırlayan Erdmann’ın bu ya­ adlandırırız.” Buna göre mucizede
pıtları bütünü içinde adlandırmak de bir nedenlere dayalı açıklama
için kullandığı terim. (Bk. MO- vardır, ancak bu açıklama ne ka­
NAD) dar ussal görünürse görünsün tam
anlamında bilinçdışı bir açıklama­
MONARŞİ Bk. MUTLAKYÖNE- dır. İnsanlar yalnızca dinsel doğru­
TİM. ların belirleyiciliğinde değil, bilim­
sel açıklamalara ulaşamadıkları du­
M O R FO L O Jİ BkBİÇİMBİLÎM. rumda da mucizeyle açıklama yo­
lunu tutmuşlardı. XVII. yüzyılda
M U C İZE (lat. miraculum\ fr. mi- gökkuşağını oluşturan doğal neden­
racle; alm. Wunder, ing. miracle). ler bilinmiyordu, bu yüzden gök­
Şaşırtıcı olay. Olağan koşullarda kuşağının görünmesi bir mucize sa­
gerçekleşemeyecek, ancak tanrısal yılıyordu. Bilim getirdiği açıklama­
gücün istemiyle gerçekleşebilecek larla mucizenin anlamını ne ölçüde
görü lm ed ik olay. İn san usuna daraltmış olsa da insanlar inandık­
sığmayacak kadar değişik olay. Do­ ları sürece mucizeye bel bağlaya­
ğanın bilinen yasaları dışında ger­ caklardır. Belki de en büyük muci­
çekleşen olay. Mucize inancın vaz­ ze bilimsel araştırmalarla ortaya ko­
geçilmez bir yüzüdür. Her inanç us­ nulan buluşlardır. / Guez de Bal-
sal dayanakları yanında mucizeler­ zac: “Aziz olmamakla birlikte, aziz
le kendini doğrular. Bu yüzden Go­ görünümü taşımamakla birlikte ya­
ethe “Mucize inancın sevgili çocu­ şamları mucizelerle dopdolu olan
ğudur” der. Şaşkınlıkla hayranlığın insanlar varoldu. Tanrı onların bü­
bir araya gelmesiyle oluşan muci­ tün yanlışlarını bağışladı, tüm çıl­
ze inancı, insanları Tann’ya ya da gınlıklarım hoşgördü.” / B. Pascal:
tanrısal güçlere bağlamakta en kı­ “Tek bir Tanrı’yı sevmek gereği
sa ve dolaysız yoldur; yetkin var­ son derece görünür bir durumdur,
lık ya da yetkin varlıklar olağanüs­ bunu göstermek için mucizelere ge­
tü olayların etkin nedenidir, muci­ rek yoktur.” / Stendhal: “Aşk uy­
zelerin varlığı tanrısallığın varlığını garlığın mucizesidir.” / Lamartine:
doğrular ya da gösterir. Yalnız eski “Doğa ve mucize bir bütün değil
dinler değil, tektanncı dinler de mu­ mi?” /G . Duhamel: “Mucize yapıt
MUTÇULUK

değildir.” / M. Jouhandeau: “Mu­ ha sonra Auguste Comte mutlak


cize Tanrı değil, biziz.” (Bk. Bİ­ diye bir şeyin olmadığını bildirdi.
LİM, DİN) Ona göre bir tek mutlak vardır, o
da mutlak diye bir şeyin olmama­
M U TÇ U LU K (fr. eudémonisme; sıdır. (Bk. GÖRELİ)
alm. Eudämonismus’, ing. eudae-
monism). Mutluluğu en yüce iyi M UTLAK ÇILIK (fr. absolutisme',
olarak belirleyen ahlak kuramı. alm. A bsolutism us; ing. absolu-
Mutçuluk mutluluğu insan yaşamı­ tism). Tüm güçlerin tek bir yetke­
nın son ereği diye belirler. Mutçu­ ye başeğdiği siyasal rejim. Yöneti­
luk anlayışı Aristoteles’le başlar. cinin mutlak yetkeye sahip olduğu
Aristoteles’e göre mutluluk doğru­ yönetim biçimi. Mutlakyönetim de
yu izleyen zihinsel etkinlikle sağla­ içinde, tüm mutlakçılıklar, tek bir
nır. Mutçuluk düşünsel yönelime kişinin çok zaman Tanrı adına ege­
ağırlık vermekle duyumsal hazları men olduğu siyasal rejimlerdir. (Bk.
öngören hazcılıktan ayrılır. Aristo­ MUTLAKYÖNETİM)
teles’e göre insan mutluluğa er­
demle ulaşır. Bunun için insanın M UTLAKYÖNETİM (fr. monar-
mutluluğa uyarlı olması, bedensel chie\ alm. Monarchie', ing. mo-
ve ruhsal açıdan yetkin olması ge­ narchy). Tek kişinin yönetim i.
rekir. (Bk. HAZCILIK) Gücünü Tanrı’dan tek yöneticiyle
belirgin yönetim biçimi. Feodal dü­
M U TL A K (lat. absolutus; fr. ab­ zenin çöküşü ve sermayeci düze­
solu', alm. absolut', ing. absolute). nin kurulması dönemlerinde (XV.-
Tüm olasılıklardan bağımsız olan. XVII. yüzyıllar arasında) ortaya
Kendiyle ölçülen. Hiçbir eklemeye çıkan tekçi yönetimlerin genel adı.
ve çıkarmaya yatkın olmayan. Her Mutlakyöneticiler “krallığın yüce
koşulun dışında kendiyle varolan. yasaları”yla ve Tanrı adına devleti
Bir başka şeye bağlı olmayan. Kendi tam bir yetkeyle yönetirlerdi. Bu­
varoluş koşulunu kendinde taşıyan. nunla birlikte “krallığın yüce yasa­
Bir mutlak’ın varolup olmadığı so­ ları” diye yazılı bir takım yasalar
runu felsefenin en eski sorunların­ yoktu. Mutlakyönetimler sarayda
dandır. Felsefede mutlak araştır­ gelişen saray soyluluğunun oluş­
ması daha çok metafizik çerçeve­ turduğu tartışma ortamında yerle­
de bir araştırma oldu; onun var- rini yavaş yavaş demokratik yöne­
sanması ve yoksanması Tanrı’nın timlere bırakmaya başladılar. Fran­
varlığının benimsenmesiyle ve yad­ sız Devrimi bu dönüşüm ün kilit
sınmasıyla ilgiliydi. Mutlak’ın var­ noktalarından biridir. (Bk. FEO­
lığını bazı yeni felsefeler yadsıdılar. DALLİK, MUTLAKÇILIK, SER­
David Hum e’a göre mutlak’ın var­ MAYE)
lığım benimsemek olası değildi. Da­
MÜLKİYET

M U TLU LU K (yun. eudaimonia; ahlakları mutlulukla bilgelik arasın­


fr. bonheur, alm. Glück, Glückse- da bir bağlaşım belirlediler. Aristo­
ligkeif, ing. happiness). Yetkin teles “Mutluluk kendine yetenlerin
düzeyde doymuşluk duygusu. Ek­ işidir” diyordu. Platon da şöyle
siksiz esenlik duygusu. Mutluluk söylüyordu: “Mutluluğu sağlayan
insanın kendiyle ve dünyayla iliş­ şey bilime göre yaşamak değildir,
kisinde ortaya çıkan bir uyarlılık bütün bilimleri bir araya toplamak
durumudur ve bu durumun duygu da değildir. M utluluğu sağlayan
düzeyindeki yansısıdır. Olumsuz yalnızca iyinin ve kötünün bilimine
hiçbir koşulla karşı karşıya değilse sahip olm aktır.” / Çakya M uni:
insan kendini mutlu duyar, herhangi “Mutluluk özgecilikten, mutsuzluk
bir olumsuz koşul mutluluk duy­ bencillikten doğar,” / J.F. Ducis:
gusunu sakatlar ya da tümüyle da­ “Mutluluğumuz azçok avutulmuş
ğıtır. Mutluluk dış koşullardan çok bir m utsuzluktur.” / N ietzsche:
iç koşullara bağlı bir olgudur. Kü­ “Mutluluk bir kadındır.” / Byron:
çük şeylerle yetinebilenler ya da kü­ “Mutluluk ikiz doğar.” / Carmen
çük şeylerden sevinebilenler büyük Sylva: “Mutluluk yankı gibidir, ses
şeylerin peşine düşenlerden daha verir ama gelmez.” / M. Proust:
mutludurlar. Her türlü olumlu ko­ “Aşkla mutlu olan hangi kadın mut­
şul içinde bile mutlu olamayan in­ luluğunu tartışır? Ona mutluluğu
sanlar görürüz. Yaşamın sürekli veren erkek, insanlar arasında bi­
akışı ve değişkenliği mutluluğu el­ rincidir. Birileriyle karşılaştırmak
bet geçici kılar. Önemli olan mut­ gerekmez: kraldır o...” / Barbey
luluğun süresi değil yoğunluğudur d ’Aurevilly: “Haz çılgınların mut­
ya da anlamıdır. Mutluluğun bazı luluğudur.” / Çehov: “Mutlu deği­
koşullara bağlı olduğu doğrudur. liz, mutluluk yoktur. Biz yalnızca
M.Ö. V. yüzyılda Thales mutlulu­ onu arzuluyoruz.” / J. Soulary:
ğu üç koşula bağlıyordu: “Kimdir “Elimizin değmediği mutluluk bir
mutlu? Sağlıklı, zengin ve bilgili düştür.” / André Gide: “Kendini
olandır.” Epikuros da daha sonra m u tlu k ılm a k b ir g ö re v d ir.”
şöyle diyecektir: “Bilge, onurlu ve “Mutluluğun ilk koşulu insanın işte
dürüst olm adan m utlu yaşamak sevinç bulabilmesidir.”(Bk. HAZ,
olası değildir, mutlu olmadan da bil­ HAZCILIK, İYİ)
ge, onurlu ve dürüst olmak olası
değildir.” Eskiçağ ahlakları mutlu­ M Ü LK İY ET (lat. proprietas; fr.
luğu çokça önemserlerdi, hatta ba­ propriété', alm. Eigentum; ing.
zıları onu yaşamın son ereği olarak property, propriety). Sahip olma
gösterirlerdi. Hıristiyan ahlakı mut­ hakkı. Hukuk yoluyla sahip olunan
luluk ereğinin yerine ahlaki gerek­ şey. Yasanın belirleyiciliğinde bir
leri koydu: önemli olan öbür dün­ şeyi mutlak olarak elde etme hak­
yada mutluluğa ulaşmaktı. Eskiçağ kı. Mülkiyetin tarihi insanlığın tari­ 36
MÜTASYON

hi kadar eskidir. En eski atalarımız sanları zengin ve yoksul diye ikiye


mülkiyeti tanımıyorlardı, çünkü on­ ayırdı. Kölelik kurumlaştı böylece.
lar hep birlikte avcılıkla ve meyva Mülkiyet üzerine çetin tartışmalar
toplayıcılığıyla yaşıyorlardı. Mülki­ XVIII. ve XIX. yüzyıllarda sür­
yetin ortaya çıkması uygarlaşma­ dü. Proudhon “mülkiyet hırsızlık­
da ilk gerçek adımların atılmasıyla tır” formülünü ortaya attı. Mülki­
ve toprağa yerleşmeyle ortaya çık­ yet üzerine en ayrıntılı düşünceyi
tı. Avcılıkla belirgin doğal yaşam M arx’da buluruz. M arx’a ve En-
düzeninde mülkiyetin olmaması ne­ gels’e göre dört ayrı mülkiyet biçi­
deniyle insanın daha mutlu ya da mi yaşanmıştır: ilkel mülkiyet, es­
son derece mutlu olduğu görüşü kiçağ mülkiyeti, feodal mülkiyet ve
yaygın gibidir. Adam Smith bu gö­ buıjuva mülkiyeti. “Bugünkü biçi­
rüşe katılmaz. Adam Smith’e göre minde mülkiyet çatışkılı iki terim
avcılıkla, balıkçılıkla yaşayan ilkel arasında, sermayeyle emek arasın­
toplumlarda her birey azçok yararlı da devinir” der Marx ve Engels.
bir iş için emek harcar durumda­ M arx’a göre “Özel mülkiyet düze­
dır. Ne olursa olsun bu ilk toplum­ nindeki (...) her insan bir başka in­
lar yabanıl toplumlardır, bu yüzden sanda yeni bir gereksinme yarat­
çocukları, yaşlıları, hastalan yoket- manın yollarını arar, amacı onu yeni
meyi düşünürler. Buna karşılık uy­ bir adanmışlığa itmek, yeni bir ba­
gar ve gelişen uluslarda pekçok işe ğımlılığa atmak, onun gözünü yeni
yaramaz insan bulunsa da, üretme­ bir zevkle kamaştırmak ve böyle­
den tüketenler üreterek tüketenle­ ce onu iktisadi açıdan yıkmaktır.”
rin yanında oldukça kalabalık olsa I^arx’a göre insanın gerçek mutlu
da zenginlik daha büyüktür. Jean- yaşamı özel m ülkiyetin ortadan
Jacques Rousseau böyle düşün­ kalkmasıyla gerçekleşecektir. Şöyle
mez. R ousseau’ya göre uygarlık der Marx: “Özel mülkiyet fikrini or­
öncesi insan yani mülkiyeti tanıma­ tadan kaldırmak için kuramsal ko­
mış olan insan mutlu insandı, tam münizm tümüyle yetecektir. Ama
anlamında özgürdü, bağımsızdı ve gerçek özel mülkiyeti kaldırmak için
eşitti. Çeşitli nedenlerle insan do­ gerçek komünist eylem gerekecek­
ğal düzenden uzaklaştı ve mülki­ tir.” (Bk. KOMÜNİZM, SERMA­
yete dayalı uygar toplumu kurma­ YE)
ya yöneldi. Toplumsallaşma eşit­
sizliği getirdi. Tarım etkinliği mül­ MÜTASYON Bk. DEĞİŞİNİM.
kiyeti ortaya çıkardı. Mülkiyet in­

366
N
N A RK İSSO S’Ç U LU K (fr. nar­ dine, özellikle kendi bedenine hay­
cissisme; aim. Narzissmus; ing. nar­ ranlıkla belirgin N arkissos’çu eği­
cissism). Kendine aşırı hayranlık. limler ortaya çıkabilir. Bu eğilimler
Narkissos’çuluk eski Yunanistan­ bireyi dünyadan kopmaya kadar
’daki Narkissos mitosuna dayanır. götüren eğilimler olabilir. Narkis-
Narkissos pınara su içmeye indi­ sos’çuluğun olağan ya da hastalık­
ğinde kendi imgesini su yüzüne sız biçimleri aşırı olmayan ve özel­
vurmuş görür. Kendi kendine şöy­ likle sanatçılarda görülen biçimle­
le der: “Kendi aşkımdan yanıyo­ ridir. Charles Lalo şöyle der: “Nar­
rum. Suya vuran bu güzelliğe nasıl kissos bir kendiyle ilgilenir. Bencil
ulaşacağım? Bu imgeden uzaklaşa­ olarak değil sanatçı olarak. İnanç-
mıyorum. Beni yalnız ölüm kurta­ dışı bir şehvet adına değil bir gü­
racak.” Narkissos kendi imgesini zellik tapınması adına.” (Bk. BEN­
gözleye gözleye ölür. Ruhayrış- CİLİK)
ürmasında “libido” dediğimiz eneıji
önce kendi üstüne yönelir, sonra NATÜRALİZM Bk. DOĞALCI­
ben’le başkası arasında bölüştürü­ LIK.
lür, bu enerji daha sonra başkala­
rından uzaklaşıp ben’e bağlandığın­ NEDEN (lat. cansa; fr. cause; alm.
da Narkissos’çu eğilimler oluşur. Ursache; ing. cause). Bir şeyin olu­
Kişiliğin gelişiminde Narkissos’çu şumunu sağlayan. Bir sonucu ya­
evre ilksel evredir. Çocuk kişiliğini ratan etken. Felsefe nedenler araş­
dış dünyadan tümüyle ayırmadan tırmasıyla başlar diyebiliriz. İlk fi­
önce bir Narkissos’çu evreden ge­ lozofların ortaya koyduğu evreni
çer: düşüncelerinin ve eylemlerinin vareden ilksel ilke fikri nedensel
tam yetkinliğine, eşsizliğine inan­ düşüncenin temelini oluşturur. El­
mıştır. Yetişkinlik döneminde pısı­ bet felsefeden önceki düşünce bi­
rıklık gibi nedenlerle kendine ka­ çiminde yani mitolojik düşüncede
palı bir yaşam sürdürenlerde ken­ de mitoslar düzeyinde nedensellik 3 6 7
NEDENBİLİM

fikri vardı. Ancak gerçek anlamda gizli nedenlerini görebilenlere ne


nedenler araştırması ussal düşün­ mutlu.” / Montherlant: “Bir neden
ceyle birlikte başlamıştır. “Evren için ölmek bu nedenin doğruluğunu
n e’den geliyor?” sorusu nedensel gösterm ez.” / A uguste C om te:
düşüncenin tarihsel temelini oluştu­ “Hukuk kavramı siyaset alanından
rur diyebiliriz. Daha sonra Platon çıkarılmalıdır, felsefe alanından
duyulur dünyanın varlığını düşünü­ neden kavramının çıkarılması gibi.”
lür dünyanın varlığına bağlarken bir /Emile Meyerson: “Herhangi bir
nedenler açıklaması ortaya koyu­ olgu için nedenlere yükselm ek
yordu. Aristoteles dört tür neden sonuçsuz bir çaba demektir. Bu
belirledi; biçimsel neden, madde­ çabayı sın ırlam ak ve belli bir
sel neden, etkin neden ve sonuçsal so n u çla y etin m ek g e re k ir.”/
neden. Skolastikler Aristoteles’in Konfuçius: “Tek bir sözcük işi
nedenler arayışını sürdürdüler ve elden kaçırabilir, bir insan bir
çeşitlilendirdiler. Causa form alis im p ara to rlu ğ u n y az g ısın ı
(biçimsel neden), causa materialis b e lirle y e b ilir.” / M ile to s ’lu
(maddesel neden), causa effıciens Phokylides: “Bir kıvılcım bir ormanı
(etkin neden) ve causa fınalis (so­ yakmaya yeter.” / Publilius Syrus:
nuçsal neden) kavramlarına prima “Ateşin olduğu yerde duman eksik
causa (kendi kendinin nedeni olan olmaz.” (Bk. EVREN, FELSEFE,
neden), causa principalis (işçi), M EKANİKÇİLİK, M İTOLOJİ,
causa insturmentalis (araç), causa YASA)
directe (dolaysız neden), causa in­
directe (dolaylı neden) gibi kavram­ NEDENBİLİM (fr. étiologie; alm.
ları eklediler. Yeniçağ filozofları me­ Aetiologie; ing. etiology). Neden­
kanikçi bir dünya kavrayışı içinde leri araştıran bilim. Nedenlerle ilgili
öncelikle etkin neden’i benimsedi­ araştırma. Nedenbilim özellikle bi­
ler, dinci bir anlayış içinde ereklili­ yolojik organların oluşumuyla ilgili
ği önerirken sonuçsal neden fikrini araştırmadır. Patolojide nedenbilim
benimseyenler de oldu. Bacon ve bir hastalığın nedenleriyle ilgili araş­
Descartes nedenler araştırmasına tırmadır. Tarihte nedenbilim olay­
çokça önem verdiler. Bacon gerçek ların temelindeki etkenlerle ilgili
bilginin nedenlere dayalı bilgi oldu­ araştırmadır. (Bk. NEDEN)
ğunu bildirdi. Bacon’la başlayan
deneyci anlayışta “neden” kavra­ N ED EN SELLİK (fr. causalité',
yışı “yasa”yla özdeşleştirildi: bir ol­ alm. Kausalität', ing. causality). Bir
gunun nedenlerine inmek onun te­ nedenle bir sonucun ilgisi. Neden
melindeki yasaları belirlemektir. Bi­ olan şeyin özelliği. Nedensellik in­
limsel düşüncede nedenler araştır­ san düşüncesinin en belirgin, en te­
masının yerini giderek yasa araş­ mel etkinliğini ortaya koyar. Geliş­
tırması almıştır./Vergilius: “Şeylerin miş bir insan zihni tüm oluşumları
NESNE

neden-sonuç bağlantısı içinde kav­ bir dünyayı algılama biçimim var­


rar. Nedensellik ilkesi, her şeyin dır. “Dünyayı doğru olarak algıla­
bir nedeni bulunduğu, aynı koşul­ yıp algılayamadığımızı sormamalı-
larda aynı nedenlerin aynı sonuçla­ yız, tersine dünya bizim algıladı­
rı doğurduğu ilkesidir. İlkeller ne­ ğımız şeydir diyebilmeliyiz” der
densellik ilkesinden yoksundurlar. Merleau-Ponty. Bedenimle dünya­
Mircea Eliade bunu şöyle bir ör­ ya yerleşirim ve bilincimle, sürekli
nekle açıklar: “Avustralya yerli top- oluşmakta olan bilincimle bu dün­
lumlarının pekçoğu cinsel ilişkiyle yada bir açı oluştururum. “Dünya­
gebelik arasındaki ilişkiyi bilmez.” daki görüş noktası olan bedenimi
(Bk. NEDEN) bu dünyanın nesnelerinden biri ola­
rak belirliyorum” (Merleau-Ponty).
NESNE (lat. objectum; fr. objet; “Bedenimin karşısında değilim, be­
alm. Objekt, Gegenstand; ing. ob- denimin içindeyim, daha doğrusu
ject). Karşımızda bulunan, görüşü­ bedenimim” (Merleau-Ponty). Bu­
müze açık olan. Düşünen özneye na göre Condillac nesneyi şöyle ta­
karşıt olarak düşünülen şey. Bilgi­ nımlar: “Duyulara ve ruha kendini
sine ulaşabileceğimiz her gerçek­ sunan her şey. Her cisim duyula­
lik. Şeylerin bizim için algılanabilir rın önüne düşen bir nesnedir, sa­
ve kavranabilir olan yanlan, bize hip olunan her fikir kendini ruha
açık yüzleri. Nesne düşünebildiği­ sunan bir nesnedir.” Tanım ne ka­
miz her şeydir ya da düşüncemize dar belirgin de olsa nesne kaygan­
konu olabilen her şeydir. Bir özne­ dır. M. D ufrenne bu kayganlığı
nin karşısında bütün bir dünya nes­ şöyle belirler: “Algılanmış nesne­
ne olduğu gibi öznenin kendisi de nin kaygan bir yapısı vardır: o algı­
her düşünülür durumda ya da dü- ladığım şu nesnedir, çünkü bana
şünülebilen tüm yanlanyla nesne­ sunulmuştur, ama o aynı zamanda
dir. Özne dünyayı ve kendini dü­ başka bir şeydir, algının tüketeme-
şünürken yalnızca şey’leri değil, diği yabancı gerçekliktir.” Buna gö­
tüm durumları, konumları, ilişkile­ re düşüncemizin tüm içeriğini de
ri de nesneleştirir. Nesne buna gö­ dış dünyadan algımıza sunulan tüm
re kendisini özneye sunan şeydir, şeyleri de nesne diye belirlememiz
aynı zamanda dış dünyanın ya da gerekir. Bu çerçevede özneyle nes­
iç dünyanın ya da onlarla ilgili her­ ne bir bütün oluşturur, bilincimiz­
hangi bir şeyin öznedeki sunumu­ de nesnel dünya öznel dünyaya ka­
dur. “Nesnesiz düşünce ya da nes­ vuşur; kendi kendinin bilinci aynı
nesiz ussallık yoktur. Arı ussallık zamanda dünyanın bilincidir ve
gerçek ussallıktan yapılmış bir so­ dünyanın bilinci de aynı zamanda
yutlamadır” (Hegel). Dış dünyayı kendi kendinin bilincidir. (Bk. ÖZ­
kendi türümün yapısal koşullanna NE)
göre algıladığım kesindir. Buna göre
NESNEL

NESNEL (fr. objectif, alm. objek­ hem bedensel hem ruhsal çalışma­
tiv, ing. objective). Nesneyle iliş­ yı içerir (yoga).
kili olan. D escartes’çı anlamda,
kendini zihinde ortaya koyan her N İT E L İK (lat. qualitas; fr. qua­
şey nesneldir. Bu anlamda gerçek lité; aim. Qualität; ing. quality).
olanla nesnel olanı birbirinden Bir şeyin oluş biçimi. Nitelik ger­
ayırmak gerekir. Nesnel olan zihin­ çekliğin niceliğe indirgenelemeyen
de kendini göstermekle birlikte her­ bir yüzünü ortaya koyar. Locke zo­
hangi bir gerçekliği karşılamayabi­ runlu olarak varolan ilk nitelikler' i
lir. Dört başlı ve altı kuyruklu bir zorunlu olarak varolmayan ikincil
yaratık tasarlarım, benim bu tasa­ nitelikler'den ayırıyordu. İlk nite­
rımım gerçek değildir ama nesnel­ likler maddeden ayrılmayan, mad­
dir. Ancak nesnel olanı tam anla­ deye sıkı sıkıya bağlı niteliklerdir,
mında nesneyle ilgili saymak daha ikincil nitelikler birincilerden türe­
doğru olabilir, çünkü nesnel olan yen niteliklerdir. Locke’un bu ni­
gerçekte özneden bağımsız olandır. telikler ayrımını daha önce skolas­
(Bk. ÖZNEL) tikler yapmışlardır. Locke bu ayrı­
mı belirginleştirdi. Bu ayrımın ilk
N EV R O Z Bk. SİNİRLİLİK biçimini Demokritos’da buluruz.
Bu arada Leibniz de bu ayrımı be­
N İC E L İK (lat. quantitas; fr. qu­ nimsemiştir. (Bk. NİCELİK)
antité', alm. Quantität', ing. quan-
titiy). Ölçülebilir ya da sayılabilir “N O EM A ” (yun. söz.). Olgubi-
olanın niteliği. Artabilir ya da aza­ limsel dilde düşüncenin yöneldiği
labilir olanın niteliği. Aynı cinsten nesne ya da genel fikir. (Bk. OL-
şeylerin belli bir bölümünün sayılarla GUBİLİM)
belirlenmesi. (Bk. NİTELİK)
“N O ESİS” (yun. söz.). Olgubi-
N İH İL İZ M Bk. HİÇÇİLİK limsel dilde düşünce edimi, düşün­
cenin yönelgen etkinliği. “Somut
NİRVANA (sanskritçe sözcük). ruhsal gerçeklik noesis diye adlan­
Buddha’cılıkta ruhun en üstün yet­ dırılır, onda varolan anlam da noe-
kinliğe ulaşması. Schopenhauer’in m adiye adlandırılır” (Sartre). [OL-
yaygınlaştırdığı bu terim istemli ya­ GUBİLİM]
şam dan u zak laşm ay ı, duyulur
dünya nesnelerinden kopmayı, tam N O M İNALİZM Bk. ADCILIK.
anlamında bir dinginliğe ve esenli­
ğe ulaşmayı anlatır. “Acıdan kaçış” NORMAL Bk. OLAĞAN.
anlamında Nirvana tam tamına bir
yokluk durumudur. Nirvana’ya dü­ “NOUM ENON” (alm. söz.). Ken­
370 zenli bir çabayla ulaşılır, bu çaba dinde şey’in alanı. Deneysel ya da
“NOUMENON”

duyulur düzeyde bilgilerine sahip ların alanı görünürün alanıyken No­


olduğumuz olgular alanına karşıt umenon'’\ın alanı görünmezin ala­
olarak yalnızca usla araştırılabilir nıdır. Kant şöyle der: “Duyulur im­
olan şeylerin alanı. Kant’m olgular geler kategorilerin birliğini izleyen
alanına karşıt olarak koyduğu ve nesneler olarak düşünüldüklerinde
usla kavranılabilir olmakla birlikte olgular (Phaenomena) diye adlan­
algılanamaz diye belirlediği mutlak dırılırlar. Ama basitçe anlığın nes­
gerçekliğin ya da kendinde şey’in neleri olan ancak duyulur sezgide
alanı. Kant, Platon’un Tımaios di­ verilmiş olmayan şeyleri düşündü­
yalogunda kullandığı noumenon te­ ğümde onları Noum enon’la ilgili
rimini almancaya uyarlarken bili­ şeyler diye adlandırmak gerekir.”
nemezin alanını belirleyecek bir (Bk. OLGU)
sözcük ortaya koyuyordu. Olgu­

37
o ğıldı, filozoflar kendi görüşlerini or­
O . Mantıkta tikel olumsuz öner­
gelerin simgesi. Örnek: “Bazı in­ taya koyan bağımsız kişiler olma
a n la r ölümlü değildir.” yoluna gittiler. Bugün eski anlamın­
da felsefe okulları yoksa da aynı
O K K A N IT I Yunan filozofu öğretiyi benimsemiş filozoflar top­
Elea’Iı Zenon’un varlığın birliğini, luluğu için okul terimi kullanılmak­
devinimin olanaksızlığım göstermek tadır. (Bk. SKOLASTİK)
için ileri sürdüğü kanıt. Buna göre
■çan ok devinimsizdir. Çünkü bu OKU M AYİTİM İ (fr. alexie; alm.
ok uçarken her an belli bir noktada Alexie; ing. alexia). Yazılı dili an­
bulunacaktır. Belli bir noktada bu­ lama gücünün ortadan kalkması.
lunmak da durmak demektir. (Bk. Kişi konuşurken hiçbir olağandışı
ELEA OKULU) görünüm ortaya koymaz yani ra­
hat rahat konuşur ve söylenilenleri
O K K A ZY O N A LİZM B kA R A - kolayca anlar, hatta rahat rahat ya­
NEDENCİLİK. zar, buna karşılık kendisine verilen
bir yazıyı okuyamaz, çünkü yazı­
OKKÜLTİZM Bk. GİZLİBİLİM- daki sözcüklerin anlamlarını unut­
CİLİK. muştur. Bir algılama eksikliği olan
okumayitiminin organik nedenleri
OK U L (lat. schola; fr. école; alm. vardır. (Bk. YAZMAYİTİMİ)
Schule\ ing. schoot). Bir ortak öğ­
reti çerçevesinde bir araya gelmiş OLAĞAN (fr. normai, alm. nor­
filozoflar topluluğu. Felsefe okul­ mal-, ing. normal). Kurala ya da ya­
larında genellikle bir önder vardır saya uygun. Alışılagelmiş olana uy­
ve önderlik zinciri en bilgili ve en gun. Hiçbir özel durum gösterme­
yetenekli kişilerden oluşur. Eskiçağ yen. En geçerli tipe uygun. Türü­
felsefeleri özellikle okul felsefele­ nün özelliklerine uygun. Hiçbir özel
riydi. Giderek felsefe okulları da­ durum ortaya koymadan süren dü­
OLAĞANDIŞI

zenekler ve organizmalar olağan­ göre insanın yargılarını kesin bir


dır. Olağan olan her zaman genel biçimde ortaya koyması gerektiği­
olanla ve ortalama olanla bağdaşır ni bildiriyor, çeşitli olasılık derece­
olandır. (Bk. OLAĞANDIŞI) leri belirliyordu. Yeni Akadem i’ci-
lerin en ünlü filozofu Kameades
O LAĞ ANDIŞI (fr. anormal-, alm. usu sağlam bir ölçüt saymıyor, bil­
abnormisch; ing. abnormal). Ku­ ge kişiyi en uygun gördüğünü doğ­
rala ya da yasaya uygun olmayan. ru diye öneren kişi sayıyordu. Ona
Alışılagelenle bağdaşmayan. Bir ya göre de çeşitli olasılık dereceleri
da birkaç özel durum ortaya ko­ vardır ve hiçbir şeyi sonuna kadar
yan. Geçerli tipe uygun düşmeyen. kesin diye belirlememek gerekir. A.
(Bk. OLAĞAN) Coumot bu öğretiyi usçu çerçeve­
de geliştirdi.
O L A N A K (lat. possibilitas-, fr.
possibilité-, alm. Möglichkeit; ing. O LA SILIK (lat. probabilitas; fr.
possibility). Gerçekleşebilir olanın probabilité; alm . P robabilität,
özelliği. Varolabilir ya da yapılabilir Wahrscheinlichkeit; ing. probabi-
olanın özelliği. Leibniz’e göre, tan­ lity). Doğru olarak alınmak için ge­
rısal anlık, evreni yaratmadan önce çerli nedenleri bulunanın özelliği.
sonsuz dünyalar olanağına sahipti. G erçekleşebilir olm a açısından
Tanrısal istem bu olanaklardan bi­ geçerli nedenli olmakla birlikte yan­
rini, en yetkin olanını seçti. Leibniz lığı payı da taşıyanın durumu. Mut­
şöyle der: “Bir şeyin olanağını, kav­ lak ölçülerde kesin olmamakla bir­
ramını öğelerine ayırdığımızda ve likte yanlıştan çok doğruya, olmaz­
bu öğelere uyarsız bir şey karış­ dan çok olabilire yakın olanın du­
madığında, a priori olarak tanırız.” rumu. Gerçekleşebilmek için sağ­
Olanak her zaman bir gerçekleş­ lam nedenleri olmakla birlikte ger­
memişi iği düşündürür. Bir olana­ çekleşip gerçekleşmeyeceği biline­
ğın gerçekleşmesi elbette bazı ko­ mez olanın durumu. (Bk. OLUM­
şulların yerine gelmesine bağlıdır. SALLIK)

O L A S IC IL IK (fr. probabilisme-, O L G U (fr. ph én o m èn e; alm.


alm. Probabilismus; ing. probabi- Phänom en; ing. phenom enon).
lism). Dogm acılıkla kuşkuculuk Duyu organlarıyla algılanabilir olan.
arasında yer alan ve bilgide mutlak Ruhsal alanda da fiziksel alanda da
doğruluk olamayacağını, ancak biri kendini bilince açan. Hum e’da tek
öbürüne göre daha olası görüşler gerçeklik olan dolaysız deneysel ve­
bulunabileceğini bildiren eskiçağ ri. Kant’da “bizim için” olan ya da
ahlak öğretisi. Yeni Akademi’nin olası deneyin koşulu olan, buna gö­
kurucusu Arkesilaos gerçeğin ke­ re uzayda ve zamanda kendini gös­
sin bir göstergsi olmadığını, buna teren, böylece bilginin an gerecine
OLGUBİLİM

olduğu kadar kendinde şey’e yani serl’in felsefi yöntemi ve dizgesi.


Notımenon'a karşıt olan. Çağdaş Bugün olgubilim denilince özellikle
olgubilimcilerde gerçek varlık ola­ Husserl felsefesi ve bu felsefenin
rak değerlendirilen dolaysız deney­ özünü oluşturan yöntem anlayışı
sel veri. En genel anlamda olgu, bi­ anlaşılır. Husserl felsefede Descar-
limin konusunu oluşturan şeydir. tes gibi köktenci bir tutum almak
Bütün bilimler kendi alanlarının özel ister, eski metafiziği eleştirerek so­
koşullarına göre ya da konuları ve muta yönelmeyi öngörür. Somuta
yöntem leri çerçevesinde olgular dönüş gerçekte şeylerin ve fikirle­
araştırmasına yönelirler. Özellikle rin kökel sezgisine yöneliştir. Ol-
Kant olguyu “olası deneyin nesne­ gubilimin tek amacı olguların özle­
si” olarak anlar. Zaman ve uzay ka­ rini yakalam aktır diyebiliriz. M.
tegorileri çerçevesinde kendini or­ Merleau-Ponty şöyle der: “Olgu­
taya koyan her şey olguyla ilgilidir. bilim özler incelemesidir. Ona gö­
Böyle olmakla olgu bir belirlenim re, tüm sorunlar özlerin tanımlan­
alanı olan dış dünya koşullarıyla be­ masına götürülür, örneğin algının
lliğindir. Kısacası bilinçli özneye gö­ özünün, bilincin özünün tanımlan­
rünen ve kendini ya iç duyumda masına.” Husserl’e göre olgubilim
ya da dış duyumda ortaya koyan araştırması bilimsel nitelikli bir araş­
her şeye olgu diyebiliriz. Buna gö­ tırmadır, hatta filozof bu anlamda
re dışsal ya da fiziksel olgulardan felsefenin bilim olduğu inancında­
olduğu kadar içsel ya da ruhsal ol­ dır. Onun başlıca amacı varoluşun
gulardan da sözedebiliriz. Öyleyse ne olup ne olmadığını bilimsel dü­
bilincin çeşitli etkinliklerini, dü­ zeyde ortaya koymaktır. Husserl
şünceleri, duyguları, izlenimleri de için önemli olan kesin bilgiler orta­
birer olgu saymak yanlış olmaya­ ya koymak değil, Descartes’çı an­
caktır. (Bk. NOUM ENON, OL­ lamda kesin bir apaçıklığa ulaşmak­
GUBİLİM) tır. Bu apaçıklık da kendini bizim
düşünen ben’imizin varlık’ı varlık
O L G U B İL İM (fr. phénoménolo­ olarak sezme deneyinde göstere­
gie', alm. Phänomenologie', ing. cektir. K ısacası felsefe yapm ak
phenomenology). Olguların tanıt- Husserl için olguya yönelmektir.
lamalı incelemesi. Bir olgular bü­ Husserl Bir olgubilim için yöneti­
tünüyle ilgili tamtlamalı inceleme. ci fikirler adlı kitabında şöyle der:
Uzamda ve zamanda kendini gös­ “Ayrıcalı yerini öbür bilimler kar­
teren her türlü olguyla ilgili incele­ şısında belirleyerek giriş yaptığımız
me. Olguların yapılarını inceleme­ ve ayrıca felsefenin temel bilimi
ye ve tanıtlamaya, onların uzamda olarak kurmak istediğimiz arı ol­
ve zamanda bilince açılmalarının gubilim tam anlamında yeni bir bi­
koşullarım araştırmaya dayanan fel­ limdir, temel özellikleri onu doğal
sefe anlayışı ya da yöntemi. Hus- düşünceye yabancı kılar, öte yan­
OLGUCULUK

dan o yalnız günümüzde gelişme­ rilerden yola çıkarak düşüncenin


ye başlamıştır. O, olgular bilimi di­ birliğine ulaşmaya çalışır” (Höff-
ye adlandırılır. Çoktandır öbür bi­ ding). Olumculuk denilince Augus-
limler de olguya yöneliyorlar. Ruh- te Comte’un ve onun gibi düşünen
bilimde bir ruhsal görüntüler ya da bazı filozofların, bu arada John-
olgular bilimi bulmuyor muyuz?” Stuart M ill’in ve Spencer’in felse­
H usserl’e göre varoluş kendisini feleri düşünülür. O lum culuğun
öngören ya da kendisine yönelen kökleri çok eskiye, her şeyden ön­
bilince açılacaktır. Husserl olgubi- ce Rönesans’la birlikte gelen bilim­
limi dıştan içe yani varoluştan öze ci bakış açısına, Galileo Galilei’nin
giderek kurar. Husserl bizi olgular görüşlerine, daha çok B acon’ın ve
karşısında titiz bir gözlemci kılmak Descartes’ın felsefelerine dayanır.
ister: olgubilimci her türlü önyar­ Olumcu bakışa göre insan zihni
gıdan sıyrılmış olarak gözlemler şeyleri mutlak yapıları içinde kav­
yapacaktır ve bir olguyu bütün yan­ ramaya, onların gerçek nedenlerini
larıyla görmeye özen gösterecek­ ortaya koymaya yatkın değildir, bu
tir. (Bk. OLGU) yüzden olgulara, olgulararası gö­
reli ilişkileri kavramaya yönelme­
O L G U C U L U K (fr. phénoménis­ m iz gerekir. C om te şöyle der:
me', alm. Phünomenalismus\ ing. “Mutlak tek bir kural vardır, o da
phenomenalism). Yalnızca olgula­ mutlak diye bir şeyin olmadığıdır.”
rın yani nesnelerden aldığımız su­ Bacon gibi Comte da dünyayı de­
num ların varlığını gerçek sayan, ğiştirmek adına bilime ve felsefeye
kendinde şey ya da Noumenon kav­ büyük görevler düştüğüne inanır.
ramının boş olduğunu öne süren Olumculukta bilim kavramıyla fel­
öğreti. Bu öğretiye göre zamanda sefe kavramı birbirine oldukça ya­
ve uzamda kendini gösteren olgu­ kın durur. Com te’a göre bilim bize
ların dışında kalan ya da daha doğ­ doğruyu gösterir: doğruyu görmek
rusu varolduğu düşünülen her şey eylem için bir gerekliliktir. Filozofa
saçmadır. Olguculuk tüm töz kav­ göre bilimden öngörü doğar, ön­
rayışını yoksar. Örneğin Hum e’a görüden de eylem doğar. Özetle,
göre ne bedenin ne ruhun tözsel Comte olumcul uğu sonsuz bir bi­
bir gerçekliği vardır. (Bk. OLGU, lim inancına dayanır. Comte olum-
OLGUBİLİM) culukla ilgili görüşlerini 1830-1842
arasında oluşturduğu Olumlu fe l­
O LU M C U LU K (fr. positivisme', sefe derslerinde açıkladı, daha son­
alm. Positivismus; ing. positivism). ra 1844’de yayımladığı Olumlu dü­
Bilgide olgular dünyasını ve onla­ şünce üzerine konuşma'da geliştir­
rın temelindeki yasaları esas alan di. Felsefe dersleri'm n başında şu
ve tüm metafizik yönelimleri dışla­ sözlerle karşılaşırız: “Olumlu felse­
yan öğreti. “Olumculuk gerçek ve­ fenin gerçek doğasını ve özel öz-
OLUMLAMA

yapısını uygun bir biçimde açıkla­ yulan inanç dağılmış, böylece me­
yabilmek için önce bütünü içinde tafizik kavramların araştırılmasıyla
ele alman insan düşüncesinin geli­ insan zihni mutlak’ı bulmaya yö­
şen ilerleyişine bir göz atmak kaçı­ nelmiştir. Üçüncü dönemde, olum­
nılmazdır, çünkü herhangi bir kav­ cu dönemde, mutlak araştırması­
rayış en iyi tarihiyle anlaşılabilir. nın yerini göreli araştırması almış­
Böylece insan düşüncesinin bütün­ tır. Usun imgeleme baskın olduğu
sel gelişimini onun en basit ilk atılı- bu dönemde insanoğlu deney ol­
mından günümüze kadar çeşitli et­ gularıyla, bu olgular arasındaki
kinlik alanlarında inceleyerek, onun ilişkilerle, bu olguları belirleyen ya­
değişmez bir zorunlulukla bağlı ol­ salarla ilgilenmiştir. Bu noktada A-
duğu ve bana gerek bizim düzeni­ uguste Comte’un siyaset anlayışı
mizin bilgisiyle sağlanan ussal ka­ belirir: artık toplumları olumcu bir
nıtlarla gerek geçmişimizin dikkatli anlayışla yeniden düzenlemek ge­
bir biçimde gözlemlenmesiyle elde rekmektedir, bunun için düşünürle­
edilen tarihsel doğrulamalarla sağ­ rin ve sanatçıların etkin olduğu bir
lam bir biçimde ortaya konulabilir manevi ortam yaratmak gerekmek­
görünen bir büyük temel yasayı or­ tedir. Auguste Comte bu yeni dö­
taya çıkardığım a inanıyorum .” nem için yeni bir din önerir, bu da
Auguste Comte’un sözünü ettiği ya elbette olumcu din olacaktır. Her­
da temellendirdiği yasa üç durum hangi bir aşkın varlığı gerekli kıl­
y a s a s j’dır. A u g u ste C o m te’un mayan bu yeni dinde tek tapılası
olumculuğu her şeyden önce bir güç insanlık olacaktır. İngiltere’de
bilimler felsefesi, daha sonra da bir John- Stuart Mili olumculuğu uy­
siyaset ve din anlayışıdır, ne var ki gulamaya yönelik bir anlayışla ge­
bu üç alan birbirinden ayrı alanlar liştirmeye yöneldi. Onun felsefesi
değil, tersine birbirini tamamlayan çağrışımcılığa dayanan bir deney­
alanlardır. Bu alanların açıklanması ciliktir. Mili felsefesinde yararcı ah­
üç durum yasasında dile gelir. Bu­ lak anlayışı özgürlükçü siyaset an­
na göre insanlık dinbilimsel durum, layışıyla bütünlenir. Auguste Comte
metafizik durum ve olumcu durum anlayışını pekçok yönüyle benim­
olmak üzere üç dönem yaşamıştır. seyen Mili olumcu din anlayışına
Dinbilimsel durum insanlık yaşa­ karşı çıkar. (Bk. BİLİM, META­
mının ilk evresini oluşturur ve in­ FİZİK)
sanın her bilmediği, anlayamadığı
şeye aşkın bir yorum getirdiği dö­ OLUM LAM A (lat. affirmatio; fr.
nemdir. Bu dönem de insanoğlu affîrmation', alm. Behauptung, Be-
usundan çok imgelemini kullanmış, jahung; ing. affîrmation). Bir yar­
bununla açıklamalardan çok yakış­ gının doğru olarak belirlediği dü­
tırmalar yapmıştır. Metafizik du­ şünce edimi. Olumlu ya da olum­
rumda mitolojik tanrısal güçlere du­ suz bir yargının doğruluğunu be­ 377
OLUMSALLIK

lirleme. (Bk. OLUMSUZLAMA) belli bir yetkin yapı kazanması sü­


reci. Oluşum doğumla gelişimi içe­
OLUMSALLIK (lat. contingent', ren bir süreçtir. (Bk. OLUŞ)
fr. contingence; alm. Kontingenz,
Zufälligkeit', ing. contingency). ONÎRİZM Bk. DÜŞÇILGINLI-
Zorunluluğun karşıtı olan durum. ĞI.
Olabilir ya da olmayabilir olanın
özelliği. Varlığının nedeni kendisin­ ORGANCILIK (fr. organicisme;
de olmayanın özelliği. (Bk. OLA­ alm. Organizismus; ing. organi-
SILIK) cism). Canlıcılığa karşıt olarak ya­
şamı organlaşmanın sonucu sayan
OLUMSUZLAMA (lat. negatio; öğreti. Bu öğretiye göre yaşam or­
fr. négation', alm. Verneinung', ing. ganların basit etkinliğiyle ortaya çık­
négation). Bir yargının yanlışlığını mıştır. Oıgancılık aynı zamanda bir
belirten düşünce edimi. Bir öner­ toplum kuramıdır, buna göre top­
meyi yadsımaya dayanan düşünce lum bir organizm a gibidir. (Bk.
edimi. (Bk. OLUMLAMA) CANLICILIK)

OLUŞ (fr. devenir, alm. Werden; O RTAK (fr. com m un; alm .
ing. becoming). Bir durumdan bir gemein; ing. commori). Aynı anda
başka duruma geçmekle belirgin birçok varlıkla ilgili olan. Belli bir
değişim. Bir durumdan bir duru­ yerde ve belli bir zamanda birçok
ma, bir andan bir ana geçiş. Geçiş kişiyi ya d a b irç o k n esn e y i
anlam ında değişim. B ir varlığın ilgilendiren. Ortak duyu (fr. sens
sürekli değişimi. Oluşu gerçek an­ commun; alm. Gemeiner Verstand;
lamda ilk belirleyen Herakleitos ol­ ing. common sense), eski ruhbilim
du. Her şeyin tam bir oluş içinde kavrayışında çeşitli duyu organla­
akıp gitmekte olduğunu bildirdi. rının verilerini bir araya toplayan
“Aynı ırmağın suyunda iki kere yı­ ve onların bileşimini kuran duyu ya
kanılmaz” diyordu. Hegel felsefe­ da skolastiklerin deyişiyle “insanın
sinde oluş temel kavramlardan bi­ duyulur yaşamın olgularını alması­
rini oluşturur, bu felsefede sürekli nı ve duyu verilerini birleştirmesini
değişim içinde bulunan, sürekli oluş sağlayan duyulur bilinç”. Descar-
durumunda olan bir varlık sözko- tes bu kavramı olduğu gibi benim­
nusudur. Spencer’in evrimciliği de semiştir. (Bk. DUYU)
oluş fikri üzerine temellenmiştir.
(Bk. DEĞİŞİM, EVRİM, LOGOS) ORTAKLAŞMACILIK (fr. col-
lectivisme; alm. Kollektivismus;
OLUŞUM (lat. genesis; fr. genèse; ing. collectivism). Üretimde ve da­
alm. Genesis; ing. genesis). Bir şe­ ğıtımda devlet denetimini savunan,
yin belli bir duruma gelmesi ya da yalnızca bazı tarla, maden ocağı ve
OTARŞİ

fabrika gibi üretim araçlarında özel rafalar yapraklara uzanabilmek için


mülkiyeti tanımayan, başka alan­ çaba gösterdiler, bu yüzden onla-
larda özel m ülkiyeti sürdürmeyi nn boyunlan uzadı, bu arada ön ba­
amaçlayan iktisat öğretisi. Sosya­ cakları da uzadı. Lamarck’dan son­
listler M arsilya’da toplanan İşçi ra D arw in o rtam la organizm a
Kongresi’nde (1879) bazı üretim ilişkisini geniş çerçevede ele aldı.
araçlarının ortaklaştırılmasını iste­ Bugün ortam daha çok toplumbi­
mişlerdi. Daha önce, 1869’da Ba- limle ve ruhbilimle ilgilidir. Bugü­
sel’de toplanan sosyalistler bu te­ nün toplumbilim araştırmaları özel­
rimi ortaya atarken M arx’çıların likle ortamın bireysel yaşam üze­
devlet sosyalizmine karşı devletçi rindeki, bireyin duygusal ve düşün­
ve merkeziyetçi olmayan bir top­ sel yaşamı üzerindeki etkilerini ko­
lumsal düzen önermişlerdi. Zaman­ nu edinirler. Ruhbilim çerçevesin­
la “ortaklaşmacılık” sosyalizmi an­ de ortam her türlü ruhsal alışveri­
latmak için kullanılır oldu. (Bk. şin ya da ruhsal etkileşimin gerçek­
SOSYALİZM) leştiği yerdir. Ortam bireyi doğum­
dan ölüme kadar etkiler ve hatta
ORTAM (fr. millieu; alm. Mitte; biçimler. Birey çok zaman bu olu­
ing. middle). Birkaç şeyin ya da bir­ şumun farkında değildir. İnsan bi­
çok şeyin arasında kalan yer. Za­ reyi bir insani ortama değil de bir
manda ve uzamda iki ucun arasın­ doğal ortama doğsaydı bir yırtıcı
da kalan yer. Herhangi .bir şeyin olacaktı. Ancak insani bir ortamda
yerleştiği alan. Uçlardan eşit uzak­ bireyin insan olma koşullarını ger­
lıkta olan orta yer. Bir ya da birkaç çekleştirme şansı vardır. Yapılan
şeyin kapladığı alan. Fiziksel çev­ araştırmaların tümü bireyin yetiş­
re. Toplumsal çevre. Felsefede or­ mesinde ortamın birinci planda et­
tam sorunu XIX. yüzyılın evrimci kin olduğunu göstermektedir. (Bk.
eğilimleri arasında kendini göster­ EVRİM, UYMA)
di: organizma bulunduğu ortama
hangi koşullar altında uymaktaydı, ORTATERİM (fr. moyen terme;
buna göre ortam organizmada ka­ alm. M ittelbegriff, ing. m iddle
lıtımsal değişmeleri hangi koşullar terme). Mantıkta büyükterimle kü-
altında yaratmaktaydı? Organizma­ çükterim arasında bağlantı kuran
nın ortamda geçirdiği değişiklikler aracı terim . “İnsan m em elidir /
konusunu geniş çerçevede ilk ola­ Sokrates insandır / Sokrates me­
rak ele alan Lam arck oldu. La- melidir” tasımında “insan” ortate-
marck organizmanın ortamda uğ­ rimdir. (Bk. BÜYÜKTERİM, KÜ-
radığı değişimlere şu çok ilginç ol­ ÇÜKTERİM)
guyu örnek gösteriyordu: Afrika­
’da kuraklık başgösterince ve ağaç OTARŞİ Bk. KENDİNEYETME.
yapraklan yükseklere çıkınca zü­
OYUN

O T İZ M Bk. KENDİNEKAPALI- da, özellikle çocuğun yetişmesin­


LIK. de büyük bir önemi olduğunu gös­
terdi ve eski zamanlarda yararsız
O TO N O M İ Bk. ÖZERKLİK. ve hatta zararlı sayılan oyunu ye­
niden değerli kıldı. Bu yüzden oyun
OYUN (lat. jocus; fr. jeu; alm. giderek eğitimin vazgeçilmez bir
Spiel] ing. play). Doğrudan doğ­ öğesi durumuna geldi ve oyunla
ruya yarargözetir olmayan ruhsal eğitim yöntemlerinin geliştirilmesini
ve bedensel etkinlik. Haz almaya sağladı. Ruhhekimliğinde oyun iyi­
dayalı ruhsal ve bedensel etkinlik. leştirici bir etkinlik olarak düşünül­
Ruhsal ve bedensel etkinliğin ba­ dü ve bu çerçevede yöntemler ge­
şarı ve başarısızlık belirleyecek ku- liştirildi. Bu arada sanatın çocuk­
ra lla rla d ü ze n le n m iş b içim i. luktaki oyun deneyimlerinin veri­
Nietzsche “Gerçek insanın iki ar­ lerini kullanan bir tür oyun olarak
zusu vardır: tehlike ve oyun” diye­ değerlendirildiği görüldü. Buna gö­
rek insan yaşamında oyunun öne­ re oyun in san y a şa m ın ın çok
mini gösterdi. Latincede jocus, lu- önemli bir öğesidir, insanın dünyay­
d u s’a. yani “iş”e karşıt olarak “ey- la ilişkisinin ilk ve en köklü biçimi­
lenme”yi belirliyordu. Oyun, özel­ dir. Bebeğin nesnelere yönelişi oyu­
likle çocukta, amaçsız içgüdüsel et­ nun en doğal ve en yalın biçimi ola­
kinliği belirler. Çocuk oyununu ku­ rak görünür. Bebeklikten sonraki
rallardan çok kendiliğinden eylem­ dönemde oyun düşle eylemin bir­
lere dayandırır, bu eylemlerin ger­ likteliği olarak belirir. Oyunun en
çekleşmesinde imgegücü başlıca yetkin biçimi elbette sanatta ortaya
belirleyici güçtür. Buna göre çocuk çıkan biçimidir. Sanatsal oyunun
oyunları çok zaman düzenlenme­ amacı dünyayı tartışmak, dünyayı
miş yani kendiliğinden edimlerle açıklamaktır. Özgür eylem ve öz­
oluşur. Bu edimler bir enerji bo­ gür düşünce sanatta bireysel do­
şalımıyla birlikte çocuğa dünyayı ta­ yumun sınırlarını aşar ve bir insan
nıma eğilimi kazandırırlar. Çocuk araştırması özelliği kazanır. Oyun­
dünyayı oynayarak tanır, nesnele­ da birey dünyaya kavuşur, dünyay­
rin niteliklerini ve ilişkilerini oyna­ la bütünleşir. Oyun deneyi yarar-
yarak öğrenir. Buna göre oyun bü­ gözetmez bir deney de olsa en ya­
yük gelişimlere yol açan ciddi bir rarlı deneylerden biridir. (Bk. SA­
iştir. Çağdaş eğitimle ilgili araştır­ NAT)
malar bize oyunun insan yaşamın­

380
Ö D EV (fr. devoir; alm. Pjlicht;
o ■ ■

bir ayncalılık ortaya koymadan bü­


ing. d u ty ). T o p lu m sal o la ra k tün bireyleri, dünyadaki bütün in­
gerçekleştirilmesi gereken edim. sanları ilgilendirirler. Böylece ahlak
Ahlaki açıdan yerine getirilmesi ge­ yasaları insana eksiksiz ya da ke­
reken yükümlülük. Bireyin ahlak sin bir zorunluluk getirir. Kant bu­
açısından yapmak zorunda olduğu na koşulsuz buyurucu |der. Bu ko­
şey. Ödev duygusu ahlaki davra­ şulsuz buyurucu tüm ahlak yasa­
nışın temelinde yer alır ve toplum­ larının a priori biçimidir. Ahlaki ya­
sal yaşamın bir gereği olarak orta­ şamı kuran tek şey işte bu mutlak
ya çıkar. Kimi düşünürler ödevin buyurucudur. Bu koşulsuz buyu­
aşırı bağlayıcı görünümünden te­ rucuya dayanarak uygulamalı us
dirgin olmuşlardır. Başta Comte ol­ bir temel bileşimsel a priori yargı
mak üzere bazı filozoflar da ödevi ortaya koyar. Kant bundan üç for­
hakla özdeşleştirecek kadar ödev- mül elde eder: 1 . “İsteminin kuralı
cidirler. Örneğin Comte şöyle der: her zaman evrensel bir yasanın il­
“Kimse ödevini yapmanın ötesin­ kesi olarak alınacak biçimde dav­
de haklara sahip değildir.” Kant ran.” Ya da kısacası “Eylemin ev­
ödevi ahlaki yaşamın temeline yer­ rensel bir yasa ortaya koyabilecek­
leştirir ve şöyle der: “Dünyada iki miş gibi davran.” 2. “Kendi kişili­
güzel şey biliyorum: başımızın üs­ ğinde ve başkalarının kişiliğinde in­
tündeki yıldızlı gök ve yüreğimiz­ sanlığı hiçbir zaman basit bir araç
deki ödev duygusu.” Kant’a göre olarak değil de bir amaç olarak ele
Fikir’lere yönelen Us ( Vernunft) alabilecek biçimde davran.” 3. “İs­
uygulamalı us olarak ödevlere yö­ temin kendisini kurallarıyla evren­
nelir. A nlık’la elde edilen zorunlu sel yasalar ortaya koyan bir şey ola­
ve evrensel yasalar yanında U s’un rak algılayabilecek biçimde dav­
belirlediği ahlaki yasalar ya da ev­ ran.” (Bk. BUYURUCU)
rensel ve zorunlu ahlaki gerekler
yani ödevler vardır. Bu ödevler hiç­ Ö D EV B İLG İSİ (fr. déontologie', 381
alm. D éontologie; ing. deonto- birbirinden ayırmak gerekir. Öfke­
logy). Bir meslek topluluğuna bağlı de bir düşünsel tutarlılık bulmak da
insanların uyması gereken kuralla­ olasıdır. Buna göre Nietzsche şöy­
rı araştıran bilgi alanı. Terimi Bent- le der: “Aşkın ateşiyle öfkenin ate­
ham ortaya attı. 1834’de yani ölü­ şi tüm erdemlerde parıldar.” An­
münden iki yıl sonra yayımlanan cak öfke çok zaman duygusal kö­
yapıtının adı Deontology or the sci­ kenlidir ve yoksunluklardan besle­
en ce o f m o r a lity ’yd i (A h lak nir. Yoksunluklarını aşamayan kişi
biliminin ödevbilgisi). Ödevbilgisi öfkeye kapılır. Kişilik aksamaları­
kavramını ödev kavramına bağla­ nın kapatılmasında da öfke belirle­
yıp çıkm ak olm az. Ö devbilgisi yici görünür. Hatta çok zaman öf­
çeşitli mesleklerde davranışın ku­ ke kendisiyle ilgili nesneye değil de
rallarını koymaya çalışan bir bilgi bir başka nesneye yönelir. Kendi­
alanıdır. Bu bilgi alanı özellikle tıp sini kızdıran arkadaşını dövemeye-
bilimiyle ilgili gibidir. (Bk. ÖDEV) ceğini anlayan çocuk kediye ya da
masaya tekme atar. Öfke durumun­
Ö F K E (lat. choiera; fr. colère; da bilincin bulandığı, denetimin or­
alm. Zorn; ing. anger). Şiddete eği­ tadan kalktığı çok görülür. Kişi o
limli aşırı ve ani heyecan. Davra­ gibi durumlarla ilgili olarak daha
nışlarda açınlanan, yüz çizgilerin­ sonra “ne yaptığımı bilmiyorum”
de, el kol sallayışlarda kendini belli diyecektir. İyi eğitim görmekle ki­
eden taşkın öfkeyle davranışlara şilik aksamaları göstermeyen kişi­
çok az yansıyan, düşünce düzeyin­ ler herhangi bir olum suz durum
de olup geçen sessiz öfkeyi birbi­ karşısında kendilerini tutmayı ve
rinden ayırmak gerekir. Birincisi kı­ öfke bunalımına girmemeyi bilen
sa erimde şiddete eğilimliyken İkin­ kişilerdir./ Michel de Montaigne:
cisi şiddeti ancak uzun erimli bir “Yargıların içtenliğini öfke kadar
tasarımda gerçekleştirmeyi amaç­ sarsan birbaşka tutku yoktur.” /
lar ya da hiç böyle bir amaç güt­ Molière: “Tanrı katında korkacağın
mez. Öfke çok zaman bir haklılık bir şey yoksa onuru kırılmış bir
belirtisi gibi algılansa da, haksızlı­ kadının öfkesinden kork.” / C.-P.
ğa uğrayan kişinin olağan tepkisi C o la rd e a u : “ İyi in s a n la rın
gibi değerlendirilse de genellikle bir yüreğinde öfke güçlü bir bağışlama
sorumsuzluk yansımasıdır. Kişi bir gereksinim inden başka bir şey
sorunu çözmekte eksik kaldığı ve değildir.” / Simone de Beauvoir:
çeşitli nedenlerle kendini çaresiz “A şktan doğm uş öfkenin aşkı
duyduğu zaman öfkelenir. Düşü­ öldürmesi yaman bir çelişkidir.”/
nülmüş, tasarlanmış öfke öfke ol­ M arcu s A u re liu s: “ Ö fk e n in
maktan çıkar, gene de tam anlamın­ so n u çları n e d e n le rin d e n daha
da duygusal temellere dayalı öfkey­ ciddidir. / Publilius Syrus: “Öfkeyi
le düşünceden kaynaklanan öfkeyi yenm ek en b ü y ü k d ü şm an ın ı
ÖLÜM

yenmektir.” “ Öfkeden başka hiçbir lam bir bütünsellik ve mantıksal bir


şey gecikmeden kazançlı çıkmaz.” tutarlılık gösterir.B ilimle öğretiyi
/B. Franklin: “Öfkeli adam vahşi bir birbirinden ayıran, bilimin açıkla­
ata binm iştir.” / T ürk atasözü: yıcı, öğretinin önerici olmasıdır.
“ S u sk u n ad a m ın ö fk e sin d e n , Öğreti kuramla eşanlamlı olarak da
yumuşak başlı hayvanın çiftesinden alınmaktadır. (Bk. DOGMA, KU­
koru k e n d in i.” / L o uis XIV: RAM)
“K ral o lm asay d ım öfkeye
kapılabilirdim.” /Sokrates: “Öfkeli Ö Ğ R E T İC İ (fr. didactique; alm.
olmasaydım seni dövebilirdim.” / didaktisch; ing. didactics). Eğitim­
Euripides: “Öfkesinde çok ateşli bir le ilgili olan. Öğretimle ilgili olan.
toplum sönmeye hazır parlak ateş Bilgi geliştirici niteliği olan. Bir ko­
gibidir.” / Seneca: “Us doğru olan nuyu açıklamak için oluşturulmuş
üzerine karar vermek ister, öfke olan.Sanat kaygısı gütmeden salt
k arar v e rile n şey in doğru bilgi vermek ya da bir ahlak kuralını
bulunmasını ister.” (Bk. HEYE­ benim setm ek için oluşturulm uş
CAN, ŞİDDET) san a t y a p ıtla rı ö ğ re tic i diye
nitelendirilir.
Ö G E (fr. élément', alm. Element;
ing. element). Bir bütünün en kü­ Ö LÇÜ T (lat. critérium; fr. critère;
çük parçası. Bir sınıfın üyesi. İlk­ alm. Kriterium, Merbnatç, ing.
sel olan. İlksel bilgi. Bir bileşimin criterion). Bir şeyi anlamaya yara­
en basit bileşeni. yan belirti. Bir şeyi yargılamakta te­
mel alınabilecek belirti. Bir yargiÿa
Ö Ğ R E T İ (lat. doctrina; fr. doct­ temel olan dayanak. Doğru olanı
rine; alm. Lehre; ing. doctrine). yanlış olandan ayırmamızı sağlayan
Öğretilen şey. Felsefi ya da bilim­ ilke. Değerleri ortaya koymamızı
sel çerçevede doğru diye önerilen. sağlayan dayanak. Felsefede ölçü­
Öğreti doğru diye bilinen ya da tü sağlayan her filozofun ortaya
önerilen bütünlüklü bir fikirdir, bir koyduğu temel kavrayıştır, bu te­
bilgi alanıyla ilgili temel bilgileri or­ mel kavrayış ayrıntılarıyla bilgiku-
taya koyar. Öğreti genel bilgiye ya ramında içerilmiştir. Bilgikuramı bir
da genel kavrayışa temel olan az- felsefede tüm bilgiler için ölçüt oluş­
çok belirgin temel bilgiler toplamı­ turacaktır. (Bk. BİLGİKURAMI)
dır. Öğreti bir bilgi toplamının bü­
tününü değil ana çizgilerini belirler, Ö LÜ M (lat. mors; fr. mort; alm.
bu yanıyla tartışılmaktan çok gös­ Tod; ing. death). Yaşamın sonu.
terilmeye ya da hatta öğretilmeye Yaşamsal işlevlerin son bulması. İn­
açıktır. O bir dogma belirleyiciliğin­ sanlar ölüme her zaman kaygıyla
de olmasa da belirleyici yanlarıyla baktılar. Ölümden sonraki yaşam
belirgindir. Her gerçek öğreti sağ­ fikri bu kaygıyı elbette artırıyordu. 383
ÖLÜM

Ölümden sonraki yaşam gerçekten san ölümden başka bir şeyi düşü­
var mıydı, varsa nasıldı? Ölümden nür, bilgelik ölümü değil yaşamı dü­
sonraki yaşam fikrine günah fikri, şünmektir.” Oysa Stoa filozofları
cezalandırılma fikri bağlandı. Öbür yaşam kadar ölüm ü de önemse-
dünya buna göre adaletin gerçek­ mişlerdir. Yaşam karşısında tam
leştiği bir ölümsüzlük katı olacak­ anlamında soğukkanlı olan Stoa fi­
tı. Tüm eski uygarlıklarda ahiret lozofu ölüm karşısında da soğuk­
fikriyle birlikte ölüm korkusu yer kanlıdır. Yaşam kadar ölüm de do­
alır. Ölümden korkmamak gerek­ ğaldır ona göre. Ağaçlar gibi insan­
tiği düşüncesi ilkin eski Yunanis­ lar da ölecektir. İnsana düşen, gü­
tan ’da ortaya çıkmıştır. Atomcu­ zel bir ölümle, insana yaraşır bir
luk bir öbür dünya fikrini olanak­ ölümle ölmektir. Ölüm geciktiği za­
sızlaştırıyordu. Varolma bileşimle man Stoa’cı ölümünü kendi eliyle
açıklandığına göre ölüm de dağıl­ gerçekleştirir. Stoa’cı yaşamına son
m adan başka bir şey olmayacaktı. vermek konusunda kararlı ve be­
Epikuros’a göre yaşam bir bileşim, ceriklidir. Marcus Aurelius şöyle
ölüm bir ayrışımdır. Epikuros ölüm­ der: “Ölüm doğanın bir isteminden
den sonraki yaşamı olanaksız gö­ başka bir şey değildir, doğanın is­
rerek insanı ölüm korkusundan tem inden korkan da çocuktur.”
kurtarır. Epikuros şöyle der: “Her Epiktetos da şunları söyler: “Bili­
türlü kötülüğün en korkuncu ola­ yorum, doğan her şey ölmek zo­
rak görünen ölüm bir kuruntudan runda, bu bir doğa yasası. Öyley­
başka bir şey değildir, çünkü ya­ se ben de ölmeliyim. Ben ölümsüz­
şam sürdükçe o yoktur, o gelince lük değilim. Ben bir insanım, bütü­
de ruh artık yoktur. Bu yüzden nün bir parçasıyım, saat nasıl gü­
ölüm ne yaşayanları ne ölüleri et­ nün bir parçasıysa. Saat gelir ve
kiler. Yaşayanlar onun vuruşlarını geçer. Ben gelir ve geçerim. Geçiş
duymazlar, artık varolmayan ölü­ biçimi önemli değil. Ateşle ya da
lere de onun zararı dokunmaz.” Ay­ suyla. H epsi b ir.” M o n taig n e
nı görüşü latin filozofu Seneca sa­ Stoa’cıların intihar düşüncesine
vunur ve şöyle der: “Post mortem karşı çıkar. F elsefeyi ölüm den
n ih il est ip sa g u e m ors n ih il” korkmamayı öğreten bir bilgi alanı
(Ölümden sonra hiçbir şey yoktur olarak gören düşünüre göre yaşa­
ve ölüm hiçbir şey değildir). Önem­ mın baş düşmanı ölüm değil acı­
li olan ölümü düşünmemek ya da lardır, öte yandan insanın kendini
ölümü önemsememektir. M.T. Ci- ölüme hazırlaması gerekir. “Felse­
cero şöyle der: “Emori nola: sed fe yapmak ölmeyi öğrenm ektir”
me esse mortuum nihil aestumo” der Montaigne. “Dünyanın tüm er­
(Ölmek istemiyorum, ölmeyi de hiç demi ve tüm sözleri gelir bu nok­
önemsemiyorum). Aynı düşünce­ taya, ölümden korkmamak nokta­
384 yi Spinoza’da buluruz: “Özgür in­ sına dayanır.” M ontaigne’e göre
ÖNCESEL UYUM

ancak ölümden korkmamayı bece­ lığını sürdürenin durumu. Ölüm­


rebilen kişi ilerleyebilir. / Konfuçi- süzlük fikri insanın ya da ruhun
us: “Kuş ölüme yaklaştı mı şarkısı ölümden sonra da varlığını sürdü­
acı olur, insan ölüme yaklaştı mı receği inancına dayanır. Bu inanç
sözleri erdemle dolu olur.” / Publi- dinlerin tarihi kadar eskidir. Platon
lius Syrus: “Bir başkasının istemiy­ ruhun ölümsüzlüğünü Orpheus’çu-
le ölmek iki kere ölmektir.” / P.J. Pythagoras’çı inanç çerçevesinde
Martin: “Ölüme karşı duracak kale felsefenin temeline koymuştu. Tek-
yoktur.” / A. Comte: “İnsanlık di­ tanncı dinler, en başta hıristiyanlık
rilerden çok ölülerden oluşmuştur.” ve İslamlık ruhun ölümsüzlüğünü
t Maynard: “Burada bekliyorum benimsedi. (Bk. ÖLÜM, YAŞAM)
ölümü - Arzulamadan ve korkma­
dan.” / Voltaire: “Her şey yitip git­ ÖLÜSEVME (fr. nécrophilie\ alm.
tiğinde, umut yokolduğunda - Ya­ Nekrophilis; ing. nekrophilism).
şam bir yüzkarasıdır, ölüm de bir Cesetlerle cinsel ilişkide bulunma­
ödevdir.” / C. Delavigne: “Yaşam­ ya yönelik sapıklık. Ölüsevme sa-
da her adım ölüme doğru bir adım­ dizmin bir biçimidir ve özellikle ka­
dır.” / Montaigne: “Doğumumuz dından utanan erkek tipinde Tasla­
bize her şeyin doğumunu nasıl ge­ nılan bir hastalıktır. (Bk. SADİZM,
tirdiyse, ölümümüz de bize her şe­ MAZOHİZM)
yin ölümünü getirecek.” “En istemli
ölüm en iyi ölüm dür.” “Ölümü Ö N B İLG İ Bk. İLKBİLGİ.
önemseyerek yaşamı güçleştiriyo­
ruz, yaşamı önemseyerek de ölü­ Ö N C E L (lat. antecedens; fi.
mü.” “Ölüm yaşamın amacı değil antécédent', alm. Antecedent; ing.
sonudur.” / F. Maynard: “Ruhum, antecedent). Mantıkta sonucun çı­
artık gitmeli. İşimiz bitti artık, - Son karıldığı önerme. Mantıkta bir var­
günüm geçecek ufkun üstünde. - sayımsal yargıda koşulu bildiren
Ö zgürlükten korkuyorsun. Sahi önerm e. K oşullanm ışı bildiren
bıkmadın mı - Altmış yıl yaşadın ardıl’a karşılık öncel koşullayanı
duvarların içinde?” / Schopenhau- gösterir. “A doğruysa B de doğ-
er: “Ölüm olmasaydı insan felsefe rudur”da A öncel, B ardıldır. (Bk.
yapamayacaktı.” (Bk. İNTİHAR, ARDIL)
YAŞAM)
Ö N CESEL UYUM (fr. harmonie
ÖLÜM SÜZLÜ K (lat. préétablie', alm. Praestabilierte
vnmortalitas; fr. immortalité', alm. Harmonie', ing. p reesta b lish ed
Unsterblichkeif, ing. immortality). harmony). Leibniz öğretisinde ruh­
Ölümlü olmayanın durumu. Ölü­ la bedenin öncesel olarak düzen­
me konu olmayanın özelliği. İnsan­ lenmiş ilişkisi ve monadların kendi
ların belleğinde sürekli olarak var­ aralarında öncesel olarak düzenlen­ 385
ÖNCÜL

miş ilişkileri. Leibniz’de monad de­ proposition). Doğru ya da yanlış


ğişken niteliklidir. Monad devinir, herhangi bir yargıyı anlatan söz. Bi­
değişir, bir durumdan öbürüne ge­ çimsel mantıkta tümel olumlu öner­
çer. Her monad deviniminin ilkesi­ meler A ile, tümel olumsuz öner­
ni kendinde taşır, buna göre her meler E ile, tikel olumlu önermeler
m onadın devinimi ya da değişimi İ ile, tikel olumsuz önermeler O ile
kendiliğinden olur. Bu devinimde ya gösterilir. Tümel olumlu önermey­
da değişimde bir başka monadın le tümel olumsuz önerme arasın­
mekanik etkisi sözkonusu değildir. daki ilişki bir karşıtlık ilişkisidir. Tü­
Bir monad bir başka monadı doğ­ mel olumlu önermeyle tikel olumlu
rudan doğruya etkileyemez. Mo- önerme arasındaki ilişki de tümel
nadların değişimleri karşılıklı bir olumsuz önermeyle tikel olumsuz
düzen içinde olur. Bu düzenlen- önerme arasındaki ilişki de altıklık
mişliğe öncesel uyum diyebiliriz. ilişkisidir. Tikel olumlu önermeyle
Leibniz ruh ve beden ilişkisini de tikel olumsuz önerme arasında alt-
bu uyumla açıklar. Kökel bir karşı­ karşıtlık ilişkisi vardır. Tümel olum­
lıklılıktır bu. Leibniz şöyle der: lu önermeyle tikel olumsuz öner­
“Tanrı evren üzerinde sahip oldu­ me arasındaki ve tümel olumsuz
ğu değişik görüşlerine göre çeşitli önermeyle tikel olumlu önerme ara­
tözler yaratır. Tanrı’nın araya gi­ sındaki karşısallık ya da çelişkililik
rişleriyle her tözün kendine özgü durumu tümel olumsuz önermeyle
doğası şu özelliğe sahip olmuştur: tikel olumlu önerme arasında da
tözlerden birinde olan bir şey tüm vardır. (Bk. MANTIK, YARGI)
öbür tözlerde olan biteni karşılar,
ama tözler birbirleri üzerinde ey­ Ö N G Ö RÜ (fr. prévoyance-, alm.
lem de bulunam azlar.” Ö ncesel Voraussicht; ing. foresight). Ola­
uyum Tanrı’nın varlığını da göste­ cağı önceden sezme yatkınlığı. İn­
rir: “Organizmaların etkin sonsuz­ sanlar daha çok kötü bir durumla
luğunda her yana yayılmış olan karşılaşma korkusu içinde gelece­
uyum ve ruhla beden arasındaki ğin neler getireceğini merak eder­
uyum bir Yüce Uyumcu’nun var­ ler. Geleceği görebilmek şimdiyi iyi
lığına tanıklık eder.” (Bk. KOŞUT­ değerlendirme kolaylığı verecektir,
ÇULUK, MONAD) geleceği korkulan olmaktan çıka­
racaktır. Bir latin atasözü “Önce­
Ö N C Ü L (fr. p r é m is s e ; alm . den görülmüş darbe daha az ağır
Prämisse; ing. premiss). Tasımda olur” der. Bu yüzden geleceği ön­
sonucun çıkarıldığı önermelerden görme ve geleceğe özenle hazırlan­
herbiri. (Bk. TASIM) ma isteği insan ruhsallığının temel
özelliklerindendir. Ancak öngörü
ÖNERM E (lat. propositio\ fr. için donanımlı olmak gereklidir. Bir
386 proposition-, alm. Proposition-, ing. hint atasözü de “Tavşan avlamak
ÖNYARGI

için kaplanı öldürecek silahın olma­ lemeden ve ona uyarlanarak özel­


lı” der. Geleceği görme gücü, bir leştirir. Deneysellik ancak özeli or­
yanılsamadan kaynaklanmıyorsa, taya koyar: algı için yalnızca deney
gerçekliğin köklü ve sağlam bilgi­ vardır.” (Bk. SONSAL)
siyle elde edilmiş bir kavrayışlılık
olmalıdır. Ancak her zaman öngö- Ö N Y A N IL G IL A R (lat. dey.
riinün sınırlarını ya da ufkunu ger­ “idola”ya karşılık). B acon’da ger­
çeklerin ışığında doğru olarak be­ çeğe yönelmemizi engelleyen en de­
lirlemek ve öngörmekte ölçüyü ka­ rin ve en genel yanılgılar. B acon’a
çırmamak önemlidir.Jean-Jacques göre insan doğaya yönelmeden ön­
Rousseau bu sakınıklığm gereklili­ ce önyanılgılarını zihninden atma­
ğini şu sözlerle belirtir: “Her şeyi lıdır. İnsan kendisini bilime ancak
öngöremeyeceğimizi bilmek öngö­ böyle hazırlayabilir. Filozof insanın
rü için çok gereklidir.” Olumcu fel­ doğasından gelen önyargıları idola
sefenin kurucusu Auguste Comte, tribus yani soy önyanılgıları diye
eylem için öngörünün, öngörü için adlandırır. Biryapılı olan insan zih­
fcle bilimin gerekli olduğunu bildi­ ni karmaşığı basit diye görme yan­
rir. (Bk. SEZGİ) lışına düşebilir. Bu yanlışa düştü­
ğümüzde gerçekliği kendi ölçüleri­
Ö N SEL (lat. dey. “a priori ”ye mize göre anlamaya çalışırız. Ba­
karşılık). D eneyden önce gelen. con bireyin yapısmdan gelen yan­
D en ey sel’i karşılayan so n sal’a lışları Platon’un mağara simgesin­
(a posteriorî) karşıt olarak önsel den esinlenerek idola specus yani
(apriori) her türlü deneysel etkin­ mağara önyanılgıları diye adlan­
liği önceleyendir. Önsel olan tarih­ dırmıştır. Kişilik yapımız, eğitimi­
sel düzen açısından değil mantık­ miz, ortamımız bu yanılgılara düş­
sal açıdan öncelikli olandır. Leibniz memizi kolaylaştırabilir. Gündelik
bu çerçevede “önsel olarak değil de konuşmanın bozulmuş biçimlerin­
deneyle tanımak” diye bir söz kul­ den gelen önyanılgılar da çarşı ön-
lanmıştır. K ant’da önsel daha ge­ yanılgıları’dır (idola fori). Bu ön-
niş bir anlam kazanır, ona göre yal­ yanılgılar sözün düşünceyi etkile­
nız zaman ve uzay fikri değil, aynı mesinden doğar ve bizi olmayana
zamanda yargıya biçimini kazandı­ inandırır. Daha çok felsefede gö­
ran ya da deney verileriyle birlikle rülen tiyatro önyanılgıları (idola
bilgiyi sağlayan kategoriler de ön­ theatri) yetkeye aşırı bağlılıktan
seldir, ayrıca usun fikirleri de (ev­ kaynaklanır.
ren, töz) önseldir. Mikel Dufrenne
şöyle der: “Her olumlu araştırma Ö NYARGI (fr. préjugé; alm.
deneyselin üzerinde görülen önse­ Vorurteil; ing. prejudice). Öncesel
lin sezgisiyle yönlendirilir. Çünkü yargı. Gerçek bir araştırmanın so­
deneysel önseli özelleştirir, onu giz­ nucu olmayan yargı. Acele veril­ 387
ÖRTÜKTASIM

m iş y arg ı. Ö n y argı doğru ing. enthymeme). Ya büyük öner­


düşünceye ulaşm ak için gerekli mesi ya küçük önermesi ya da var­
d ü şü n ce a ra ştırm a sın ı göze gısı eksik olan usavurma. 1. Bü­
almayan ya da bilinci böylesi bir yük önermenin eksik olması: “Mer-
araştırm a için y eterli olm ayan nuş kedidir - M emuş dört ayaklı­
kişinin herhangi bir konuda ortaya dır” 2. Küçük önermenin eksik ol­
k o y d u ğ u te m e ls iz g ö rü ştü r. / ması: “Bütün kediler dört ayaklıdır
Malebranche: “Önyargılar zihnin - Memuş dört ayaklıdır” 3. Vargı­
bir bölümünü tutar ve kalan bölü­ nın eksik olması: “Bütün kediler
m ünü bozarlar.” / Montesquieu: dört ayaklıdır - Memuş kedidir.”
“İnsanların önyargılarından kurtu­ (Bk. TASIM)
labilmeleri için bir şeyler yapabil-
seydim kendimi insanların en mut­ ÖYKÜNM E (lat. imitatio\fr. imi-
lusu sayardım.” / Voltaire: “Önyar­ tation; alm. Nachahmung; ing. imi-
gılar, dostum, bayağının krallarıdır.” tatiori). Başkası gibi davranmak.
/ J-J. Rousseau: “Çelişkili biri ol­ Başkası gibi yapmak. Başkası gibi
mayı önyargılı biri olmaya yeğ tu­ düşünmek. Bile bile ya da bilinç­
tarım.” / A.L. Thomas: “Yaşamın sizce başkasını ömek almak. Baş­
akşam ına ışık gerekm ez artık - kasına benzemeye çalışmak. Öy­
Uzun önyargılarımız bizi mezara künme hayvanlarda da sık görülen
kadar izler.” / Duc de Levis: “Ön­ bir olgudur, ancak öykünme daha
yargılılar yabancı bir gök altında çok insanla ilgilidir. Öğrenme bir­
tüm güçlerini yitiren bitkilere ben­ çok bakımdan öykünmedin Birey
zerler.” / W. Hazlitt: “Önyargı ca­ kişiliğini öykünerek kazanır; önce
hilliğin çocuğudur.” / Publilius başkası ya da başkaları olur, sonra
Syrus: “Önyargı can sıkıcıdır, çün­ kendisi olur. Tarde’a göre toplum
kü h e r tü rlü yargıyı d ışla r.” / öykünmeyle sağlanmış birçok ben­
Friedrich II: “Önyargıları kapıdan zer davranışlar ortaya koyan bir in­
atın pencereden girerler.” / Carlo san topluluğudur: insanlar birbirle­
Goldoni: “Ülkesinden ayrılmamış ri karşısında öykünme davranışları
insan önyargılarla doludur.” / J. ortaya koyarlar, çünkü onlar basit­
Chardonne: “Özgünlük çok zaman çe öykünecek kadar alçakgönüllü
bir yığın önyargıdır.” / Hugo: “En olmadıkları gibi çok zaman yarata­
küçük hayvanların en küçük kurt­ cak güçte de değillerdir. Bazı ya­
ları vardır, en küçük ruhların en bü­ zarlar öykünmeye olumlu bakmaz­
yük önyargıları vardır.” / Proust: lar. Gide şöyle der: “Öykünme ya­
“Bugünün çelişkileri yarının önyar­ salarını ben korkunun yasaları di­
gılarıdır.” ye adlandırıyorum.” Aristoteles’e
göre tüm sanatsal etkinlik öykün­
ÖRTÜKTASIM (lat. enthymema', meye dayanır. Genel yapısı içinde
fr. enthymème\ alm. Enthymem\ tüm öykünme biçimlerini öykünme-
edik (fr. mimétisme', alm. Nachah­ renmeleri ve daha önce edinilmiş
mung; ing. mimetism) diye adlan­ alışkanlıklarını kullanmayı bilmeleri
dırabiliriz. Bu konuda Paul Guil- gerekir.” (Bk. Ö ZDEŞLEŞM E,
hum e şöyle der: “Öykünmenin in­ SANAT)
san yaşamında etkisi çok büyük­
tür. Sözcüğün en genel anlamıyla Ö Z (yun. ousia; lat. essentia; fr.
eğitimin en büyük bölümü, yani essence; alm. Wesen; ing. essence).
çevrenin davranma, sezme, düşün­ Raslantısala karşıt olarak değişme­
me biçimlerinin çocukta ve büyükte den kalan. Bir şeyin temelini oluş­
özüm lenm esi, gelenekle taşınan turan. Varoluşa karşıt olarak bir
tekniklerin, dilin, gereksinimlerin, varlığın doğasını kuran. Bir şeyin
inançların, tüm kültürel öğelerin ge­ doğası, kendine özgü özelliklerini
lişmesi öykünmeye dayanır.” C. kuran temel yapısı. Varoluş nede­
Mélinand öykünmenin alışkanlıkla ni. Bir şeyi vareden şey. Bir şeyin
aynı yapıda olduğunu bildirirken temel özyapılarının bütünü. “Öz”
şunları söyler: “Çocuklukta büyük her şeyden önce değişkenle, ras-
bir rol oynayan, onuncu ve onbi- lantısalla, gelgeç olanla karşıtlaşır.
rinci aylardan sonra tüm edintileri, Raslantısal olanı araladığımız za­
özellikle dilin edinilmesini açıklayan man geriye öz kalacaktır. Örneğin
öykünme aynı düzeneğin yeni bir “Sanat özünde bir insan araştırma­
biçimidir. Her zaman bir işaret ve sıdır” dediğimde sanatın başlıca
bir tepki v ardır: bu rada işaret özelliğinin insan araştırması oldu­
örnek'dir yani benzerlerimden bi­ ğunu, başka özelliklerinin daha son­
rinin gerçekleştirdiği eylemdir ya da ra geldiğini, hatta onlara raslantısal
içinde bulunduğum ortamdaki tüm özellikler yani olsa da olur olmasa
topluluğun gerçekleştirdiği bir ey­ da olur özellikler diyebileceğimi be­
lemdir. Tepki de benim gerçekleş­ lirtmiş olurum. “Öz” ve “varoluş”
tirdiğim aynı devinimdir. Örneğin ayrımı felsefede özellikle dinci ba­
bir toplantıda herkes ayağa kalkar, kış açısıyla ilgilidir ve Tanrı’yla
ayakta karşılanacak önemli kişinin onun yaratısı olan evren arasında­
kim olduğunu bilmeden ben de aya­ ki ayrımda Tanrı’yı belirler. Bu ba­
ğa kalkarım. Topluluğun devinimi kış açısına göre Tanrı’da öz ve va­
doğal işaretlerle eşdeğerli olan ve roluş bir bütün oluşturur. Ancak
onun yerini tutan bir işarettir: do­ Tanrı katından uzaklaştığım ızda
ğal işaret tplantıya giden kişinin Tann’mn varettiği, varoluş duru­
doğrudan doğruya algılanmasıyla munda olan, varoluşsal olan şey­
olur.” Munn şöyle der: “İnsanlar lerle karşılaşırız. Bu şeylerin özü
başkalarının eylemlerini gözlemle­ Tanrı’dır ya da Tanrı’dadır. Varo­
yerek ve öykünerek çok şey öğ­ luşçu felsefede öz varoluşu önce-
renirler, ancak bunun için onların lemez. Sartre’ın deyişiyle “Varoluş
her şeyden önce öykünmeyi öğ­ özden önce gelir”. Bu da insan ya­
ÖZCÜLÜK

şamının önceden belirlenmediğini, tification, identifying). Kendini bir


insanın yaşarken kendini yarattığı­ şeye özdeş kılmak. Kendini bir şe­
nı ya da özünü kurduğunu göste­ ye benzetmek. Bir kişinin bir baş­
rir. İnsan özünü özgür isteminin ka kişiye benzemesi ve bunu sağ­
seçişiyle vareder. Demek ki önce­ layan bilinçdışı ruhsal düzenek. Ço­
den verilmiş bir yaşam ya da bir cukta özdeşleşme ilk yaşın deney­
varoluş yoktur. / Descartes: “O za­ leri arasında yer alır ve anababaya
man ben tüm özü ya da doğası dü­ benzeme çabasıyla kendini göste­
şünmekten başka bir şey olmayan rir. Kişiliğin oluşumunda en önem­
bir töz olduğumu anladım.” “Tüm li düzeneklerden biri özdeşleşme
öbür şeylerde varoluş ve öz ayrı­ düzeneğidir. Özdeşleşme eksikliği
mını yapmaya alışmış olarak varo­ çok önemli ruhsal karışıklıklara ne­
luşun Tanrı’nın özünden ayrı ola­ den olabilir. Özdeşleşme konusun­
cağına ve böylece Tanrı’mn edim­ da H. Ey şunları söyler: “Özdeş­
sel olarak bir şey diye anlaşılabile­ leşme ‘başkası’nın oynadığı rolün
ceğine kolayca inandım. Ama da­ azçok bilinçdışı bir biçimde alınması
ha dikkatli olarak konuya yöneldi­ ya da edinilmesidir. Bu düzenek te­
ğimde varoluşun Tanrı’nın özün­ mel bir düzenektir, tüm eğitimin et­
den ayrı olamayacağını (...) açık kinliklerinden biridir (anababayla
açık gördüm.” / Spinoza: “Bir in­ özdeşleşme, öğretmenlerle özdeş­
san bir başka insanın varoluşunun leşme, büyüklerle özdeşleşme), ay­
nedenidir ama özünün nedeni de­ rıca kişiliğin kuruluşunu sağlayan
ğildir, çünkü bu öz ölümsüz bir eksendir. Hastalıklı biçimlerinde
doğrudur.” / J.J. Rousseau: “Ru­ düşsel özdeşleşme (histeride bir
humu seziyorum, onu duyguyla ve hastayla özdeşleşme, sadist-mazo-
düşünceyle tanıyorum. Özünün ne hist sapıklıkta bir saldırganla ya da
olduğunu bilmeden varolduğunu rakiple özdeşleşme) sinirli Ben’in
biliyorum .” (Bk. BİÇİM, RAS- özellikle kullandığı bir yoldur.” (Bk.
LANTI) ÖYKÜNME, SAVUNMA DÜZE­
NEKLERİ)
Ö Z C Ü L Ü K (fr. essentialisme).
Öze varoluş karşısında öncelik ta­ Ö Z D E Ş L İK (lat. identitas\ fr.
nıyan, özü hem gerçeklik hem de­ identité; alm. Identität; ing. iden-
ğer açısından varoluşun üstüne ko­ tity). Bir şeyin bir başka şeye ke­
yan, varlıkların varoluşlarını değil sin ölçülerde benzemesi. İki varlık
de özlerini incelemeyi öngören öğ­ arasındaki benzerlik. İki varlığın bir-
reti. (Bk. VAROLUŞ, VAROLUŞ­ yapılı bir bütün oluşturacak biçim­
ÇULUK) de ortak özelliklere sahip olması.
İki şeyin birbirine indirgenebilir ol­
Ö ZD EŞLEŞM E (fr. Identificati­ ması. Bir olanın özyapısı. Özdeşlik
on', alm. Identifıkation; ing. iden- ilkesi, mantığın varolanın varoldu­
ÖZERKLİK

ğunu, varolmayanın varolmadığı­ ni tüm ussal varlıkların istemleri


nı, her şeyin kendine özdeş oldu­ için geçerli sayıldığında bu ilkeler
ğunu, bir şeyin kendinden başka nesneldirler ve uygulamalı yasalar
bir şey olamayacağını bildiren te­ oluştururlar.” Descartes “Bilgelerin
mel ilkesidir; a=a formülüyle gös­ ö zd e y işle ri az say ıd a k u ra la
terilen bu ilke düşüncenin temel ya­ indirgenebilir” der. (Bk. ÖZLÜ-
sası gibidir. Özdeşlik yasası, doğ­ SÖZ)
ra bir usavurma için kavramların
usavurma boyunca aynı anlamda Ö ZEL (lat.particularis; fr. parti­
kullanılmaları zorunluluğunu ortaya culier; alm. partikulär; ing. parti-
koyan yasadır. Özdeşlik felsefesi, cular). Bir türün tüm bireyleriyle
Schell ing’in doğayla düşünceyi, ül­ ilgili olmayan. Tek bir bireyle ilgili
küyle gerçeği kökel olarak bir sa­ olan. Düzenli bir toplumsal toplu­
yan felsefesidir. (Bk. MANTIK) lukla ilgili olan. (Bk. GENEL)

Ö ZD EY İŞ (lat. maxima', fr. ma­ Ö Z E R K L İK (fr. autonomie; alm.


xime; aim. Maxime; ing. maxim). Autonomie; ing. autonomy). Ken­
Bir doğruyu ya da bir kuralı ortaya di yasalarını kendi koyanın duru­
koyan kısa formül. Geniş kapsamlı mu. Kendi kendini yöneten bir top­
bir düşünceyi açıklayan önerme. Fi­ lumun ya da toplumsal topluluğun
lo z o fla r ya da d ü şü n ü rle r bir durumu. Kendini kendi yasalarıyla
gerçeği, bir insanlık durumunu, bir yönetme erki. Özerklik kendi du­
duyguyu ya da bir davranış for­ rumunu ve kendi geleceğini kendi
mülünü ortaya koyan özdeyişler istemine göre belirleme istemi Ve
yazmış ya da söylemişlerdir. Çok gücüdür. Tüm özerklikler baskı ve
zaman bir özdeyiş bir yazıda ge­ kargaşa düzenlerinin karşıtı olarak
çen bir cümledir, ancak geniş kap­ vardırlar. Kendi kendine ya da ken­
samıyla özel olarak ilgimizi çeker. disi için karar verme yeteneğinde
Özel olarak özdeyiş yazmış La Roc­ olmayan kişi özerk olmayacaktır.
hefoucauld gibi Vauvenargues gibi Kant felsefesinde istemin özerkliği
düşünürler de vardır. Kant’da öz­ kendi kendini belirleyen an istemin
deyiş öznel ilkedir, bu öznel ilkeye özyapısıdır. Kişi tam anlam ında
göre birey davranışını düzenler ya kaygısız davrandığı yani hiçbir il­
da yönlendirir. Oysa yasa herkes keye uymak istemediği zaman tam
için geçerli nesnel ilkedir. Kant şöyle anlamında kargaşa sözkonusu ola­
der: “Salt uygulamalı usun ilkeleri caktır. Yasa bireye dışarıdan be-
özneldirler ya da özdeyişler oluş­ nimsetildiği zaman da dışerklik olu­
tururlar, bu durum öznenin koşulu şacaktır, buna göre doğru davra­
yalnızca kendi istemi için geçerli nışın ahlaki hiçbir anlamı, hiçbir ge­
sayması durum unda olur; ancak çerliliği olmayacaktır. Başeğen kişi
koşul nesnel olarak bilindiğinde ya­ özerklikle değil dışerklikle belirgin­
ÖZGECİLİK

dir. Kişi ancak yasalarını kendi is­ ya başlamıştır. İnsan için önemli
temiyle kendine benimsettiği zaman olan özgeciliği daha da geliştirmek
özerklik ya da özgür davranış söz- ve “başkası için yaşamak” formü­
konusu olacaktır. Dışerklik bir kö­ lünü geçerli kılmaktır. Dostoyevs-
lelik durumudur, özerklik bir ba­ ki için özgecilik insan olmanın ya
ğımsızlık ya da istemli bağımlılık da kişilikliliğin temel koşuludur:
durumudur. Özerk birey kuralsız “Tam bir bilinçle ve her türlü bas­
yaşayan insan değildir, kendi ku­ kının dışında istemli bir biçimde
rallarını kendi istemiyle belirlemiş adanmak, insanın kendisini başka­
insandır. (Bk. DIŞERKLİK) larının yararına adaması bence ki­
şiliğin en büyük gelişiminin, yüce­
Ö Z G E C İL İK (fr. altruisme; alm. liğinin, yetkin bir biçimde kendine
Altruismus; ing. altruism). Başka­ sahip olmanın, en büyük özgür se­
sının mutluluğunu amaç edinme çişin belirtisidir. Yaşamını isteyerek
eğilimi. Kendini başkalarına adama başkalarına adamak, başkaları için
yatkınlığı. Yarargözetmez biçimde çarmıha gerilmek, odun yığınları
başkasına yöneliş. Spencer’in ben­ üzerinde yakılmak, bütün bunlar an­
cillik anlayışına karşıt olarak terimi cak kişiliğin güçlü bir biçimde ge­
önce Auguste Comte kullandı. Bir lişmesiyle olasıdır. Güçlü bir biçim­
ahlak anlayışı olarak özgecilik ben­ de gelişmiş olan bir kişilik, bir kişi­
cilliğe karşıt olduğu gibi mutçulu­ lik olma hakkına tümüyle inanmış
ğun ve yararcılığın da büyük ölçü­ olan bir kişilik, artık kendisi için hiç­
de karşısındadır. Özgecilik özünde bir kuşkuya kapılm ayacağından
insan sevgisini hatta insanlığa aşk­ kendi kendisine başka bir şey ya­
la bağlanmayı gerektirir. Comte’un pamaz, kendini başkalarına adan­
“İlke olarak aşk, temel olarak dü­ maktan başka bir yolda kullana­
zen, amaç olarak ilerleme” formü­ maz, onun amacı tüm öbür insan­
lü olumculuğun formülünü ortaya ların kendisi gibi özgür ve mutlu
koyarken özgeciliğin önemini de kişiler olmasıdır. Doğanın yasası­
duyurur. Filozofa göre insanın iki dır bu: her olağan insan buna ulaş­
doğal eğiliminden biri kendi yara­ maya çalışır.” (Bk. BENCİLLİK,
rını düşünmeye dayanan bencillik, ÖZVERİ)
öbürü başkalarının yararını düşün­
meye dayanan özgeciliktir. Bu iki Ö ZGÜ (fr. propre; alm. Eigene;
temel duygu tüm tarih boyunca in­ ing. proper). Yalnız bir türde ya da
san yaşam ına egemen olmuştur, bir bireyde bulunan, başka bir tür­
kurumlar buna göre kurulmuştur, de ya da bireyde bulunmayan. Bir
savaşlar, fetihler, yenilgiler buna gö­ şeyi öbür şeylerden ayıran. Belli bir
re yaşanmıştır. Başlangıçta bencil­ nesneye bağlı olan. Özgü beş ev­
lik özgeciliğe baskınken insan ge­ renselden biridir (cins, tür, özgül
liştikçe özgeci tutumlar öne çıkma­ ayrım, özgü, raslantı). Lalande öz­
ÖZGÜRLÜK

güyü şöyle tanımlar: “Bir sınıfın Ö Z G Ü R LÜ K (lat. liber tas; fr. li­
tüm varlıklarına, yalnız onlara bağlı berté; alm. Freiheit; ing. liberty).
özyapı ya da özyapılar toplamı.” Köle ya da tutsak olmayanın duru­
mu. Bir başkasının istediğini değil
Ö ZG Ü L (fr. spécifique', alm. spe- de kendi istediğini yapabilenin du­
zifisch; ing. specific). Türü belir­ rumu. Herhangi bir baskı altında
leyen. Türü öbür türlerden ayıran. bulunmayan ve kendi istemine gö­
Bir türe özgü olan. Kendi özellikle­ re davrananın durumu. İyiyi de kö­
riyle belirgin olan. Bir türün tüm tüyü de kendi istemiyle gerçekleş-
bireyleriyle ilgili olan. Özgül ayrım'. tirenin durumu. Kendi ilkelerine
bir türü öbür türlerden ayıran. göre davrananın durumu. Latince-
de libertas, servus olmayanın yani
Ö Z G Ü L L E Ş T İR M E (fr. spécifi­ köle olmayanın durumunu belirli­
cation', alm. Spezifikation', ing. spé­ yordu; o durumda liber olmak ya­
cification). Aynı cinsin türlerini bir­ ni özgür olmak üst sınıf insanı ol­
birinden ayırma işlemi. Bir türü bir makla belirgindi. Eskiçağ’ın köle­
başka türden ayıran özelliği gös­ lik düzeninde özgür olabilenler yal­
terme işlemi. nızca üst sınıf insanlarıydılar. Or-
taçağ’da da durum değişmedi; ser-
ÖZGÜN (lat. originalis; fr. origi­ fın çok sınırlı hakları vardı, o hem
nal', alm. originell', ing. original). krala, hem senyöre, hem kiliseye
Kopya ya da öykünme ürünü ol­ bağlıydı. Özgürlük savları, ortaçağ
mayan. Kendinden başka bir şeye koşullarına son veren mutlakyöne-
benzemeyen, kendi özelliklerini timin hemen her sınıf için aşırı bas­
kendinden getiren. Doğrudan doğ­ kıcı tutumlarına karşı yepyeni bir
ruya yapıcısının elinden çıkmış tutumu belirlercesine gelişti. Yeni
olan. Sıradan olana ya da basit ola­ yükselen sınıf, burjuva sınıfı, her
na karşıt olarak belli bir değer taşı­ anlamda, siyasal anlamda da kül­
yan. Özgünlük her sanat yapıtının türel anlamda da iktisadi anlamda
başlıca niteliği olmalıdır ya da nite­ da özgürlüğü savunarak ortaya çık­
liğidir. Özgün olmayan yani ben­ tı. Özgür toplum ve özgür birey fik­
zersiz olmayan bir yapıta sanat ya­ ri Sanayi Devrim i’yle olgunluğa
pıtı demek doğru olmaz. Her yapıt erişti ve başı Fransız Devrimi’nin
benzersizliğiyle değer kazanır. Ben­ çektiği pekçok özgürlükçü atılımla
zersiz olan hiç görülmemiş olan­ yaşama geçmeye başladı. Özgür­
dır. Gene de onu basit bir düşgü- lük fikri yasa düzeni fikriyle birlik­
cünün ürünü olan garip’le karıştır­ te gelişti ve az sonra Jean-Jacques
mamak gerekir. Gerçek anlamda Rousseau’nun “toplumsal sözleş­
özgün bir yapıt elbette bir dehanın me” kavrayışında anlatımını buldu.
ürünü olacaktır. (Bk. ESTETİK, Özgürlük gelişigüzel davranma hak­
SANAT) kı olamazdı, özgürlük ancak yasa-
ÖZGÜRLÜK

lara uyma koşuluyla gerçekleşebi- ğünü başkalarından dilenemez. Öz­


lirdi. Buna göre Montesquieu “Öz­ g ü rlü ğ ü eld e etm ek g e re k ir.”
gürlük yasaların izin verdiği şeyle­ M arx’çı düşünce burjuva toplum
ri yapm a hakkıdır” der. N icola düzeninin özgürlük anlayışına eleş­
B erdiaeff daha da ileri giderek, öz­ tiriler getirdi. Bu eleştirilerin buıju-
gürlüğü insan yaşamı için bir zo­ vatoplumunu köktenci bir anlayış­
runluluk sayar. “Özgürlük bir hak la yargıladığı kesindir. Lenin şöyle
değil bir zorunluluktur” der. Bu ara­ diyordu: “Para gücüne dayalı bir
da çağdaş düşünürler özgürlüğü bi­ toplumda, kitlelerin sefalet içinde
reysel düzeyde değil toplumsal dü­ süründüğü bir toplumda, bir avuç
zeyde geçerli sayarlar, buna göre zengin insanın asalak olarak yaşa­
insan ancak başkalarıyla özgür ola­ dığı bir toplumda gerçek ve katı­
bilir ya da insan ancak başkalarıyla şıksız özgürlük varolamaz.” Marx
özgürse özgürdür düşüncesi yay­ ve Engels şu görüştedirler: “Bu­
gındır. “İnsan ancak başkaları öz­ günkü burjuva üretimi koşulların­
gür olduğu ölçüde özgür olur” der da özgürlükten ticaret özgürlüğü,
B. Whichcote. Çağdaş toplum öz­ alma ve satma özgürlüğü anlaşılır.”
gürlüğün tüm katlara, tüm kesim­ Tam anlamında özgür yaşam dü­
lere yayıldığı bir düzen ortaya ko­ zeninin kurulması M arx’çılara gö­
yacaktır, bundan böyle insanları re burjuva yaşam düzeninin gide­
özgür olanlar ve özgür olmayanlar rilmesinden sonra olacaktır. Lukacs
diye ikiye ayırma olasılığı yoktur. şunları söyler: “Faşizmin yıkılışın­
Abraham Lincoln şöyle diyordu: dan bu yana demokrasinin kurul­
“Kölelere özgürlük verirken özgür ması ve güçlendirilmesi tüm ülke­
insanların özgürlüğünü güvence al­ lerdeki halk oyunun ilgi odağında
tına alıyoruz.” Kimileri özgürlüğü yer alıyor. Tüm ciddi tartışmalar
bireysel düzeyde ele alırlar ve bir faşist barbarlığın bıraktığı yıkıntı­
bilinç sorununa indirgerler. Buna lar üzerinde kurulacak olan ve fa­
göre özgürlük bilinçli insanın ken­ şizme ve savaşa dönüşü sonsuza
dini varetme ve çevresiyle hesap­ kadar engellemekle yükümlü bulu­
laşma edimlerinde kendini göste­ nan bu özgürlük rejimine bağlı ye­
rir. I. Silone şöyle der: “Özgürlük ni demokrasinin yapısını belirleme­
size armağan edilmiş bir şey değil­ ye yöneliyor.” “Sermayeci toplu­
dir. İnsan diktatörlükle yönetilen bir mun daha ne kadar süreceğini ve
ülkede yaşayabilir ve özgür olabi­ sosyalizmin onu ne zaman izleye­
lir. Bunun için diktatörlüğe karşı bir ceğini bugün kimse bilemez. An­
yaşam sürm ek yeterlidir. Ancak cak bugün burjuvazinin özerk, ev­
kendi kafasıyla düşünen insan öz­ rensel ve ilerlemeci bir ideoloji ya­
gür insandır. İnandığı şey adına ratma gücüne sahip olduğunu gös­
kavga eden insan tam olarak öz­ terir hiçbir belirti yoktur.” M arx’çı-
gür insandır. İnsan kendi özgürlü­ ların toplumsal çerçevede ortaya
ÖZGÜRLÜK

koyduğu özgürlük anlayışı daha ne özgürlüklerini satıyorlar. Böyle-


sonra varoluşçuların benimsediği ce gençler yaşlıların, yoksullar zen­
özgürlük anlayışıyla karşıtlaşır. Öz­ ginlerin, köylüler soyluların, prens­
gürlük, varoluşçular için, bir ken­ ler mutlakyöneticilerin, mutlakyö-
dini varetme etkinliğidir. “Gerçek­ neticiler kendi koydukları yasala­
te biz seçen bir özgürlüğüz; ne var rın kölesi oluyorlar.” / Nicolas de
ki özgür olmayı seçmiyoruz, öz­ Malebranche: “Duyularımız sanıl­
gürlüğe mahkumuz biz” der Sart­ dığı kadar bozulmuş değildir, bo­
re. Varoluşçular için özgür olmak zulm uş olan ruhum uzun d erin­
toplumsal açılımı olmayan bir du­ liğ id ir, ö z g ü rlü ğ ü m ü z d ü r.” /
rumdur; herkes kendi özgürlüğü­ Fénelon: “İnsanların en özgürü kö­
nü yaşar ya da bu bir mahkumi­ leyken bile özgür olabilendir.” /
yetse herkes kendi özgürlüğüne Montesquieu: “Bir devlette yani ya­
mahkumdur. “Başkasının özgürlü­ saların bulunduğu bir toplumda öz­
ğüne saygı boş bir sözdür” der gürlük insanın yapabileceği şeyi
Sartre ( Varlık ve hiçlik). Gene de yapması, yapamayacağı şeyi yap­
Sartre bu konuda çelişkili gibidir. mamasıdır.” / J-J Rousseau: “Öz­
Varoluşçuluk insancılıktır'd a şu gürlüğünden vazgeçmek insan ol­
satırları okuruz: “Kendi özgürlüğü­ maktan vazgeçmektir, insanlık hak­
mü isterken başkalarının özgürlü­ larından vazgeçmektir, hatta ödev­
ğünü de istemek zorundayım.” / lerinden vazgeçmektir.” / Diderot:
Madame de Staël: “Ben her zaman “Hiçbir insan doğadan başka insan­
böyle oldum, canlı ve üzgün. Tan- lara egemen olma hakkını alama­
rı’yı, babam ı ve özgürlüğü sev­ mıştır.” / Baron d ’Holbach: “Dü­
dim.” / E. Einstein: “Terimin felse­ şünce özgürlüğü insanlara ruh yü­
fi anlam ında insan özgürlüğüne celiğini ve insanlığını verir.” / Ro­
inanmıyorum. Her kişi yalnızca bir bespierre: “Halkım, unutma, cum­
dış baskı altında değil, aynı zaman­ huriyette adalet mutlak bir güçle
da bir iç gerekliliğe göre davranır.” egemen olmadığı zaman özgürlük
/ Etienne de la Boétie: “Özgürlük boş bir söz olarak kalacaktır.” /
gene de çok iyi ve çok hoş bir şey­ Chateaubriand: “Devrim cinayetler­
dir, o yok oldu mu tüm kötülükler le başlamasaydı beni peşinden sü­
ardarda gelir.” / Montaigne: “Ölü­ rükleyecekti. Bir mızrağın ucunda
mün bizi nerede beklediği belli değil­ ilk kafayı görünce geriledim. Be­
dir, onu her yerde bekleyelim. Öl­ nim gözümde ölüm hiçbir zaman
meyi öğrenen kişi köle olmayı unu­ bir hayranlık konusu ve bir özgür­
tur.” / Corneille: “Herkes özgür ol­ lük kanıtı olmayacak. Bir terörist­
duğunda özgürlük bir hiçtir.” / ten daha adi, daha sefil, daha al­
Cyrano de Bergerac: “İnsanlar kö­ çak, daha ahmak hiçbir şey tanı­
leliğe o kadar yatkın ki, kölelik et­ m ıyorum .” “Ö zgürlükte aşırılık
mekten geri kalırız diye birbirleri­ zorbalığa yol açar, tiranlıkta aşırılık
ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK

an c ak tira n lığ a g ö tü re b ilir.” / mülünde anlatımını buldu. Fransız


Napoléon Bonaparte: “Size özgür­ devlet adamı Colbert bir sanayici­
lük verdik, onu korumayı bilin.” / ye ülkenin zenginleşmesi için ne
Lamennnais: “Özgürlük halkların yapmak gerektiğini sorar. Sanayi­
alın teriyle kazanabilecekleri emek­ ci Colbert’e “Bırakınız yapsınlar,
tir.” / Lamartine: “Aşk ve özgürlük bırakınız geçsinler” der. Bu söz da­
hiç ö lm e y e c e k ta n rıla rd ır.” / ha sonra iktisadi özgürlükçülüğün
Alfred de Vigny: “Bana yasa diyor­ temel ilkesi olur. Mutlakyönetimin
sunuz, ben özgürlük’üm .” (Bk. demir pençeleri altında gelişmeye
DEMOKRASİ,MUTLAKYÖNE- başlamış olan özgürlükçü eğilimler
TİM, ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK, YA­ gerçekte her zaman bir düşünce öz­
SA) gürlüğünden çok bir kazanç ve gi­
rişim özgürlüğünü öne çıkardı.
ÖZG Ü RLÜ K ÇÜ LÜ K (fr. libéra­ “Prens devletin mutlak efendisi ol­
lisme', alm . Liberalism us', ing. maktan ötede devletin birinci hiz­
liberalism). Özgür girişimden ya­ metçisidir” diyen Friedrich II ikti­
na olanların öğretisi. Siyasal ve dü­ sadi yaşamla ilgili temel görüşünü
şünsel özgürlükten yana olanların şöyle ortaya koyuyordu: “Nasıl is­
öğretisi. Yasama, yürütme ve yar­ terseniz öyle düşünün, yeter ki ba-
gılama erklerini kesin bir biçimde şeğin ve ödeyin.” Friedrich-Wil-
birbirinden ayırarak yurttaşlara bi­ helm soylulara vergi bindirince
reysel özgürlük güvencesi sağla­ “Tüm ülke yıkılacak” görüşü orta­
mayı öngören siyasal öğreti. Dev­ ya atılır. Kral bunu şu sözlerle ya­
letin başta sanayi ve ticaret olmak nıtlar: “Sanmıyorum. Yalnızca soy­
üzere tüm iktisadi alanlarda herhan­ luların yetkesi yıkılacak. Ben mut-
gi bir etkinliği olmaması gerektiği­ lakyönetimi bronzdan bir kaya üze­
ni öne süren iktisadi öğreti. Özgür­ rine kuruyorum.” Mutlakyönetimin
lükçülük çağdaş buıjuva sanayi top- yerini demokratik yaşam düzenleri
lumunun ülküsü ve yaşam biçimi­ almaya başladıkça özgürlükçülük
dir ve özünde tam bir bağımsızlık girişimde olduğu kadar kültür üre­
fikrini barındırır. Buna göre gerek timinde de belirleyici olma yoluna
iktisadi gerek siyasi anlamda birey­ girer. Ancak bunun uzun sürmedi­
ler hiçbir kısıtlanmaya uğramadan ği, yeni yönetimlerin düşüncede öz­
yaşamlarını sürdüreceklerdir. Ya­ gürlükçü girişimleri baltaladığı ya
tırımcı ya da girişimci bir iktisat an­ da bastırdığı görülür. Aşırı kazanç
layışını öngören bu öğreti her türlü tutkusu burjuva sınıfına sanayi
kısıtlam acılığa karşı olduğu gibi devrimiyle birlikte yalnızca iktisadi
devlet planlamacılığının da karşısın- özgürlükçülüğü benimsemeye da-
dadır. Özgürlükçülük en başta “’La­ yaan bir görüş darlığı getirir. Oysa
issez faire laissez passer” (Bırakı­ rekabet ve benzeri etkenler iktisadi
nız yapsınlar bırakınız geçsinler) for­ özgürlükçülüğü de sarsacak ve teh­
ÖZNE

likeye düşürecek boyutlara ulaş­ düşünülemez. Bu yüzden bu terim


mıştır. John-Stuart Mili gibi filo­ giderek eskimiş ve hatta “özgür­
zoflar özgürlükçülüğün aşırı atılım- lü k le karşıtlaşmaya başlamıştır.
lannı engellemeye çalışırlar. Mili D e sc a rte s “H a y v a n la rın bazı
toplumsal yaşamda bireyin özgür­ eylem lerinde gördüğüm üz aşırı
lüklerini savunurken nitelikleri ni­ yetkinlik onların bir özgürseçişi
celiklerden daha değerli saydı, bu olabileceği konusunda kuşkular
arada işçi haklarını savundu. Bü­ yaratır bizde” diyordu.(B k. İS­
yük toprakların bölüştürülmesini, TEM)
tarıma toplumcu bir düzen getiril­
mesini istedi. Onun öngörüleri böy- Ö ZLÜ SÖ Z (lat. aphorismus', fr.
lece yaralı sermayeciliği iyileştir­ aphorisme; alm. Aphorismus; ing.
m ekle ilg ili oldu. D aha sonra aphorism). A z sözcükle çok şey
M arx’çılar burjuva toplumuna ve anlatmayı öngören kısa önerme.
özgürlükçü anlayışa kökten eleşti­ Bir bakış açısını özetleyen ya da bir
riler getirdiler. M arx’çı anlayışta konuda görüş ortaya koyan kısa
proletarya diktatörlüğünün yönetim formül. (Bk. ÖZDEYİŞ)
biçimi sosyalist demokrasi olacak­
tır ve işçi sınıfının iktidarıyla başla­ Ö ZN E (lat. subjectus; fr. sujet;
yacaktır. Toplumcu üretim ilişkile­ alm. Gegenstand, Subjekt; ing.
rine d a y a n a n bu d em o k rasi subject). Birey. Düşünen varlık.
emekçilerin haklarını sağlarken hal­ Özne her şeyden önce tek bir bi­
kın maddi ve manevi yaşamını dü­ reydir, bir topluma katılan her kişi­
zenleyecektir. Proletarya diktatör­ yi özne diye nitelendirmek gerekir.
lüğüyle kurulan düzen elbette ge­ Özne, nesneyle ya da konuyla eşan­
çici bir düzen olacaktır ve bu dü­ lamlı olarak da kullanılır. Sözü edi­
zeni devletin ortadan kalkmasıyla len her şey öznedir. “İnsanı ilgilen­
belirgin gerçek demokrasi ve ger­ diren her şey bu küçük çalışmanın
çek özgürlük düzeni izleyecektir. öznesidir” dediğimde özne “nesne”
(Bk. ÖZGÜRLÜK, SERMAYE) ya da “konu” anlamına gelir. Gene
de ö z n e ’yi özgül anlam ı o lan
Ö ZG Ü R SEÇ İŞ (fr. libre arbitre, “ d ü şü n en v a r lık ” d ış ın d a
franc arbitre; alm. Freier Wille, kullanmamak doğru olur. Öznenin
Willensfreiheit', ing. free will). En en belirgin anlamı onun düşünülen
geniş anlamında istem. İyi niyete nesneye karşıt olarak düşünen var­
dayalı ahlaki özgürlük. Aziz Tom- lık olmasıdır. Her bilgi kuramı bir
maso şöyle diyordu: “İstem ve öz- özne-nesne karşıtlığı üzerine kuru­
gürseçiş iki ayrı yeti değil tek bir lur ve özneyle nesneye verdiği an­
yetidir.” Özgürlüğün temelinde il­ lamlara göre bir açı oluşturur. Ül­
kesizlik olamayacağından, özgür- kücü bakış açılan özellikle özneye
seçiş özgür eylemin kaynağı gibi ağırlık verirler ve genelde öncesel
ÖZNEL

bilgilerin ya da doğuştan fikirlerin Ancak öznel gerçekliği varsayan,


varlığına inanırlar, buna karşılık ger­ bunun dışında hiçbir gerçekliğin
çekçi bakış açıları bilgide belirleyi­ varlığını benimsemeyen bakış açı­
ci ağırlığın nesnede bulunduğunu sı. Değer yargılarını kişisel izlenim­
öne sürerler. Özne, dilbilgisi açısın­ lere indirgeyen estetik kavrayışı.
dan yüklemin dayanağı olan şey­ Öznelcilik bilgiyle, ahlakla, estetikle
dir. (Bk. NESNE) ilgili tüm yargıların, bir başka de­
yişle iyiyle kötünün, doğruyla yan­
ÖZNEL (lat. subjectivus; fr. lışın, güzelle çirkinin kişisel bakış
subjectif, alm. subjektiv, ing. sub- açılarına göre oluştuğunu ya da de­
jective). Özneyle ilgili. Tek bir öz­ ğiştiğini benimser. Buna göre öz­
neyle ilgili ya da tek bir özne için nelcilik bir tür güreciliktir ve nes­
geçerli. Nesnel geçerliliği olmayan, nel bilginin değeri açısından kuş­
evrensel boyutlu olmayan. Tek ki­ kuculuğu kendiliğinden getirir. İlk
şi olarak özneyle ilgili olan da ge- gerçek öznelci bakış açısını ortaya
nelgeçer anlamda özneyle ilgili olan koyan Protagoras olmuştur. Pro-
da özneldir. Öznel olan aynı zaman­ tagoras “İnsan her şeyin ölçüsü­
da evrensel olarak geçerli olmayan­ dür” diyerek evrensel nitelikli bil­
dır, tek kişinin ya da tek tek kişile­ giyi yadsıyordu. Birine göre güzel
rin ortaya koyduğu bir belirlenim olan öbürüne göre çirkin olabilir,
olmakla nesnel düzeyde bütün ki­ birinin doğru dediğine öbürü yan­
şilerce benimsenmiş olmayandır. lış diyebilir, hatta bir zaman bize
Evrensel düzeyde doğrulanamayan, şöyle görünen bir durum daha son­
nesnel diye belirlenemeyecek olan ra bir başka görünebilir. Giderek
her şey öznel olarak kalacaktır. Ör­ öznelcilik tüm varoluşu öznenin va­
neğin ruhbilim içebakış yöntemini roluşuna indirger. (Bk. KUŞKUCU­
kullandığı sürece öznel yargılar or­ LUK)
taya koymuştur, ancak laboratuva-
ra indikten ve bilimsel yöntemler Ö Z N İT E L İK (lat. attributum\ fr.
kullandıktan sonra nesnelliğe ula­ attribut; alm. Attribut; ing. attri-
şabilmiştir. (Bk. NESNEL) bute). Bir tözün temel özelliği ya
da özelliklerinden biri. Spinoza:
Ö Z N E L C İL İK (fr. subjektivisme; “Öznitelikten anlığın tözde kurucu
alm. Subjektivismus; ing. subjec- olarak algıladığı şeyi anlıyorum.”
tivism). Öznel olanın nesnel olan
karşısında öncelikli olduğunu bil­ ÖZSEV G İSİ (fr. amour-propre\
direrek öznel verilerin dışında ka­ alm. Eigenliebe; ing. self-love).
lan verileri geçersiz sayan öğreti. İnsanın kendisine karşı duyduğu
H er değer yargısını ve gerçeklik sevgi. Özsevgisi bireyin kendisine
yargısını bireysel bilinç durumları­ verdiği aşın değerle belirgindir. Öz­
na indirgeyen felsefi bakış açısı. sevgisi belli ölçülerde her kişide bu-
ÖZYAPI

hmur diyebiliriz. Özsevgisi kişi ol­ Fontenelle: “Özsevgisinin etkinliği


manın bir sonucudur. Ancak öz- bizim için öylesine doğaldır ki çok
«vgisinin belirgin bir ağırlık kazan­ zaman onu duymayız bile.” / Henry
ması benciliğe hatta bencilliğe açı­ de Montherlant: “Özsevgisini ya­
lan durumlar yaratabilir. Ancak öz- ralayabilirsiniz ama öldüremezsi-
sevgisini bencillikle özdeşleştirmek niz.” (Bk. BENCİLİK, BENCİL­
doğru olmaz. Özsevgisi kişiyi ken­ LİK)
dini aşırı yüceltmeye kadar götü­
recek bir ben olma duygusudur. Bu­ Ö Z V E R İ (lat. a b n e g a tio ; fr.
na karşılık bencillikte hep kendinin abnégation; alm. Entsagung', ing.
kılma, sürekli elde etme, hatta kendi abnégation, self-denial, self-sac-
çıkan için başkalarını rahatça ze- rifice). İnsanın kendisiyle ilgili bir­
deleyebilme eğilimi ağır basar. Öz- çok şeyden vazgeçip kendini kendi
sevgisine her kişide raslarız, ben­ dışında bir şeye adaması. Kendini
cillik hastalıklı bir kişiliğin belirtisi­ başkalarına adama. İnsanın üst de­
dir. / La Rochefoucauld: “Özsev­ ğerler adına bazı şeylerden vazgeç­
gisi ülkesinde ne çok keşif yapılır­ mesi. Özverili davranış, değerler
sa yapılsın, geriye gene de nice bi­ adına, özellikle yüce değerler adı­
linmedik yerler kalacaktır.” “Özsev­ na yaşamın hazlarmdan ve çekici
gisi tüm dalkavukların en büyüğü­ yanlarından, hatta yaşamsal gerek­
dür.” “Gurur yükümlenmek iste­ sinimleri karşılamaktan vazgeçme­
mez, özsevgisi ödemek istemez.” ye dayanır. Her özveri bir özgeci
■‘Doğadaki sertlik özsevgisinden eğilimi gerektirir. Özveride bulun­
daha az acımasızdır.” / Voltaire: mak bencil eğilimleri gidermekleya
“Tüm tutkular zamanla ölür - Öz­ da altetmekle olasıdır. / Saint-Jean
sevgisi öylece kalır.” “Aşkı kör di­ Chrysostome: “Arı yalnız kendisi
ye göstermek doğru değildir, kör için değil, herkes için çalıştığından
olan özsevgisidir.” / Bossuet: “Kar­ yüceltilir.” / H.G. Bohn: “Mum eri­
şıtlar kendilerini birbirleriyle tanır­ yerek aydınlatır.” /A . Oihenart: “İğ­
lar: özsevgisinin adaletsizliği ken­ ne başkalarını giydirir, kendisi çıp­
dini iyilikseverliğin adaletiyle tanır.” lak kalır.” (Bk. BENCİLLİK, ÖZ­
i Jules de Mascaron: “Kendi ken­ GECİLİK)
disiyle ilgilenmenin insan onuruna
ters düştüğüne inanan ve insanın ÖZYAPI (lat. character, fr. ca­
ancak sevdiğiyle ilgilenmesinin ge­ ractère', alm. Charakter; ing. cha­
rektiğini düşünen kişi özsevgisinin racter). Bir kişinin ya da toplulu­
onu her yerde izlemekte olduğunu ğun ruhsal yapısını oluşturan temel
görmemektedir.” / Malebranche: özelliklerin toplamı. Bir nesneyi be­
■‘Özsevgisinin etkinliğini gidermek lirlemeye yarayan ayırıcı özellikle­
olası değildir, ama onu tanrısal ya­ rin bütünü. Bir bireyin ya da bir
saya göre bir düzene sokabiliriz.” / topluluğun davranış biçimi. Özya-
ÖZYAPI

pıyla mizaç arasında büyük bir ya­ liklerin varolması gerekir. Özyapı
kınlık vardır, hatta bu iki terim ge­ benzerliklerinde ve ayrılıklarında
nellikle aynı kavramı karşılar gibi­ çevrenin, eğitimin, deneyimlerin
dir. Özyapı kişilerin ya da toplu­ büyük önemi vardır ve özyapı be­
lukların belirlenmesine ve bunların lirlemelerinde insanın değişen bir
birbirlerinden ayrılm asına temel varlık olduğunu unutm am am ız
olan dayanaktır. Bu da onların tu­ onun beşikten mezara kadar süre­
tumlarının kavranılmasıyla ve dav­ cek sarsılmaz özelliklere sahip ol­
ranışlarının gözlemlenmesi ve yo­ duğunu düşünmenin pek de doğru
rumlanmasıyla sağlanacaktır. Mi­ olmayacağını benimsememiz gere­
zaç belirlemelerinde olduğu gibi öz- kir. İnsan bazı özelliklerini doğuş­
yapıları da sınıflamak olasıdır. An­ tan bile getiriyor olsa pekçok özel­
cak bireysel özelliklerin ağırlığı dü­ liğini dünya deneyleri içinde kazan­
şünüldüğünde böylesi bir sınıfla­ maktadır. Gene de hem bireyler
manın ne ölçüde nesnel olacağı tar­ hem topluluklar için belli özellikler
tışılabilir. Bu tür sınıflamaların ya­ saptamanın zor olmadığı kesindir.
pılabilmesi için açık ve seçik ruhsal (Bk. MİZAÇ)
özelliklerin, genelgeçer ruhsal özel­

4 00
p
PANTEİZM . Bk. HEPTANRICI- zamanla çocukların eğitimiyle ilgi­
UK lenir oldular. Pedagoji bir çocuğu
ya da çocuklar topluluğunu bilgi­
PARANOYA. Bk. DÜZENLİÇIL- lendirmekten daha çok bir şeydir.
GINLIK. Pedagoglar bir çocuğun ya da ço­
cuklar topluluğunun fiziksel, dü­
PARANTEZE A LM A K (fr. mise şünsel ve ahlaki niteliklerini geliş­
entre parantheses; alm. Einklam­ tirmekle, çocuğa sağlam bir kişilik
merung). Olgubilim cinin dünya kazandırmakla, bu arada onların
karşısında belirleyici bir tutum al­ öğrenimlerini sağlamakla yüküm­
ması. H usserl’in felsefe diline ar­ lüdürler. Çağdaş dünyada her ka­
mağan ettiği bu deyim dünya kar­ demede görev yapan öğretmenin
şısında belirleyici olma tutumunu pedagog nitelikleriyle donanmış ol­
belirler. Olgubilimci için ne dünya­ ması gerekir. Her çocuk ayrı bir ki­
yı yadsım ak ne de onu kuşkuya şilik geliştirme özelliği ortaya ko­
koymak vardır. Paranteze almak yacağından, pedagojide şaşm az
henüz doğrulanmamış bir belirle­ ku rallard an çok y atk ın lık la rın
meyi doğru ya da yanlış saymadan önemli olduğu kesindir. Bu yüzden
önce yalıtmak ya da yansızlaştır­ bu alanı bir sanat saymak yanlış ol­
mak, eleştiriye açmak, bir başka maz. Gene de pedagojide geldigeçti
deyişle askıya almak işlemidir. (Bk. kurallar sözkonusu olamayacağına
OLGUBİLİM). göre, pedagojinin sağlam temelle­
re dayalı bir bilim olarak da düşü­
PE D A G O Jİ (fr. pédagogie-, alm. nülmesi doğru olur. Pedagog ço­
Pädagogik’, ing. pedagogy). Ço­ cuğun kişiliğini geliştirirken onun
cuk yetiştirme bilimi. Çocuk ye­ toplumsal çevreye uymasını sağla­
tiştirme sanatı. Eski Yunanistan’da yacak etkinlikleri göstermekle yü­
paidagogos çocukları okula götür­ kümlüdür. Çocuğu bir büyük adam
mekle görevli köleydi. Bu köleler örneği olarak görme kolaylığına 4 01
PERİPATETİKLER

düşmeden, basit bir biçimde “bu­ mıştır, bu merkezlerde ruhbilimci­


günün küçüğü yarının büyüğüdür” ler, ruhayrıştırmacıları, toplumbi­
gibi formüller kullanmaya kalkma­ limciler ve pedagoglar işbirliği ya­
dan her eğitimci çocuğun gelece­ parak geri kalmış çocukların eğiti­
ğini kurmasında yardımcı rolü oy­ mini sağlayabilmek için çaba göster­
nayacaktır. Bunun için çocuk dün­ mektedirler. Bu arada yetişkinlerin
yasının apayrı bir dünya olduğu­ eğitim koşullarını ve yöntemlerini
nu, çocuğun özgün bir varlık ol­ tartışan eğitimbilim pedagojiden ke­
duğunu unutmamak gerekir. Jean- sin olarak ayrılmıştır. (Bk. EĞİTİM)
Jeaques R ousseau’dan Piaget’ye
kadar pekçok düşünür ve bilim ada­ P E R İP A T E T İK L E R (fr. péri-
mı çocuk dünyasının apayrı özel­ patéticien; alm. Peripatetiker, ing.
likleri olduğunu görerek çocuk ye­ peripatetics). Aristoteles’in yan­
tiştirmede özel yöntemler geliştir­ daşları ve öğrencileri. Aristoteles
meye çalıştılar. Bunun için elbette Lykeion adlı okulunda derslerini
çocuğun ne olup ne olmadığını iyi oturarak değil gezinerek yaptığı için
bilmek gerekir. Bu yüzden peda­ okuldakiler p eripatetikos (yun.
goglar çocuk dünyasının özellikle­ söz.) yani gezinenler diye anılmış­
rini araştıran bir bilimden, çocuk- tır. Peripatetiklerin en önemlileri
bilim ’den (fr. pédologie) geniş öl­ Pontos’lu Herakleides, Rodos’lu E-
çüde yararlanmışlardır. Her yaşa udemos ve Aristoteles’den sonra
göre, bireyin eğilimlerine göre, or­ okulun yönetimini ele alan Midil-
tamın koşullarına göre eğitim yön­ li’liTheophrastos’dur. (Bk. LYKE­
temleri geliştirme zorunluluğu pe­ İON)
dagojinin ne kadar kaygan ve ne
kadar sorunlu bir bilim olduğunu PERSEPSİYON Bk. ALGI
göstermeye yetecektir. Ruhbilimin
gelişmesi pedagojide eski ölçülerin PERSEPSİY O N İZM Bk. ALGI-
bırakılmasına yol açmış, “tembel”, CILIK
“kötü niyetli”, “salak” gibi nitele­
melere hiç mi hiç yakınlık duyma­ P IS IR IK L IK (lat. timiditas] fr.
dan her çocuğu apayrı bir dünya timidité, alm. Schüchternheit; ing.
olarak kavramak gereğini duyur­ timidity). Atılganlıktan yoksun ki­
muştur. Öte yandan tek tip eğitim şinin durumu. Güvenlik duygusun­
anlayışı geride bırakılırken, geri ya dan yoksun oluşla belirgin edilgin-
da eksikli doğmuş çocukların da lik durumu. Pısırık kişi bir işi kötü
olabildiğince eğitilebilmesi için apay­ yapmaktan ve bu yüzden başına
rı yöntemlerin geliştirilmesine çalı­ kötü bir iş gelmesinden korkar. Pı­
şılmıştır. Pekçok ülkede aşağı yu­ sırıklık kekeleme, terleme, yüz kı­
karı yarım yüzyıldır çeşitli özel du­ zarması, titreme gibi durumlarla
402 rumlar için eğitim merkezleri açıl­ kendini belli eder. Pısırıklar başka
PRAGMACILIK

insanlar karşısında rahat değinler­ Töz


dir, sürekli olarak başkalarından Cisimsel Cisimsiz
kaçma duygusunu yaşarlar. Bun­
lar çocukluktaki yanlış eğitimin sa­
\Cisim
katladığı kişilerdir. Aşırı korunma, Canlı Cansız
sürekli azarlanma, sorumluluklar­ \
dan üzak tutulma, yeterli toplum­ Yasayan
sal çevre bulamama gibi durumlar Duyarlı Duyarsız
kişiyi pısırık yapar, onlan aşağılık \
duygusuna, yetersizlik, beceriksiz­ Hayvan
lik, suçluluk duygusuna iter. Pısı­ Ussal Usdışı
rıklık bazen bir geçici bunalım bi­
çiminde bazen de bir kişilik yapısı
\İnsan
olarak kendini gösterir. Pısırıklık
bunalımlarında kişi ne yapacağını POSTULAT Bk. KONUT
bilemez olur, neredeyse inmeli gibi
davranır, konuşam az ve yürüye­ P R A G M A C IL IK (fr. pragma­
mez duruma girer, birilerinin yü­ tism e; alm. P ragm atism us; ing.
züne bakmakta güçlük çeker. Ya­ pragmatism). Uygulamayı doğru­
fan dostlarıyla az önce rahat rahat nun ölçütü sayan ve buna göre ze­
gülüşüp konuşan kişi daha sonra kanın şeyleri tanımakla değil eylem­
bir başkasının yanında inmeli gibi lerimizin şeylere yönelimini düzen­
kalmıştır. Özellikle tanımadığı ya da lemekle yükümlü olduğunu savu­
az tanıdığı birilerinin kendisiyle il­ nan öğreti. Pragmacılık öncesel olâ-
gili dikkati onu kendinden geçirme­ rak Charles S. Peirce’in öğretisi­
ye yetecektir. Kişilik yapısı olarak dir. Peirce, 1897’de How to make
pısırıklık toplumsal çevreye uyum­ our ideas clear (Fikirlerimizi nasıl
suzlukla belirgin sürekli bir durum­ açık kılarız) adlı çalışmasında öğ­
dur. Pısırık kişilikli insanlar her za­ retisini geniş olarak açıkladı, ancak
man yalnızlığa eğilimlidirler. “pragmacılık” terimini kullanmadı,
daha doğrusu çok sonra, 1902’de
PO PÜ L İZM Bk. HALKSEVER- kullandı. Terimi ilk olarak kullanan
LİK W. Jam es’dir (1898). Bu öğretiye
göre “Doğru tümüyle insan dene­
P O R P H Y R İO S A Ğ A C I (fr. yinde içkindir; bilgi etkinliği sağla­
arbre de Porphyre; alm. Baum des yan bir araçtır, düşüncenin tam an­
Porphyris; ing. tree o f Porphyry). lamında ereksel bir özyapısı var­
Porphyrios’un kavramlar arasında­ dır” (Lalande). Buna göre bir öner­
ki ilişkiyi ortaya koymak için yap­ menin geçerliliği onun yararlı olu-
tığı ve latincede arbor porphyria- şundandır, doğru tümüyle bireysel
na diye adlandırdığı şema. yararla belirgindir, öyleyse bir ya­ 403
PRATİK

lan da gerektiğinde bir doğru de­ macılığa değişik yorumlar getirdi.


ğeri kazanabilir, biri için yanlış olan (Bk. ARAÇÇILIK)
bir başkası için doğru olabilir. Bu
çerçevede pragmacılığı bir tür de­ PRATİK Bk. UYGULAMA.
neycilik sayabiliriz. Bu öğretinin en
önde gelen savunucusu W. James “PRA X IS” (ıtheoria'ya yani “ku-
“Pragmacılığın ortaya koyduğu tu­ ram”a karşıt olarak “uygulama” an­
tum uzun zamandan beri pek iyi lamında yun. söz.). Bir amaca yö­
bilinen bir tutumdur, çünkü bu de­ nelik olan bedensel ve ruhsal et­
neycilerin tutumudur” der. W. Ja­ kinlik. “Uygulama”nın eşanlamlısı
mes yalnız deneye dayalı bilginin olan bu sözcük özellikle M arx’çi
güvenilir olduğuna inanır. Bilginin düşüncede dünyayı dönüştürmeye
uygulama değerini göz önünde tut­ yönelik eylemi ya da etkinliği belir­
mak pragmacının başlıca kaygısı ler. Buna göre “praxis” nesnel ger­
olacaktır. W. James’e göre bir öğ­ çekliği değiştirebilecek olan temel
reti yararlıysa ya da yararlı olduğu kategoridir. Tarihsel m addecilik
ölçüde doğrudur. Pragmacılık aynı “praxis” in dönüştürücü gücünü
zamanda bir tür göreciliktir: prag- gerektirir. Marx şöyle der: “İnsan
matik doğrunun mutlak değeri ola­ düşüncesinin nesnel bir doğruya
maz, bu doğru insanla birlikte de­ ulaşıp ulaşamayacağını bilmek so­
ğişebilen doğrudur. Mutlak da, son­ runu uygulamayla ilgili bir sorun­
suz da varolan şeyler değillerdir. dur. İnsan, düşüncesinin doğrulu­
Pragmacılık aynı zamanda bilin­ ğunu, gerçekliğini, gücünü, apaçık­
emezci bir bakışı da içerir: insan lığını praxis'de göstermelidir.” (Bk.
zihni bir yanıyla bir bilinemeze UYGULAMA)
mahkumdur. Am erikan düşünce
dünyasının temel öğretisi diyebile­ PRO LETARYA (fr. prolétariat;
ceğimiz pragmacılık bir öğreti ol­ aim. Proletariat; ing. proletariat).
duğu kadar genel bir bakış biçimi­ İşçi sın ıfı.Y a şam ın ı em eğiyle
dir, hatta pragmacılık değil prag­ sürdürenler kesim i. O rtaçağ ’ın
macılıklar vardır demek daha doğ­ sonlarında ve Yeniçağ’ın başlarında
ru olacaktır. Buna göre Peirce’i san a y ile şm e d e v in im le rin in
mantıksal pragmacılığın, G.H. Me- h ız la n m a sıy la o rta y a çıkan
ad’i toplumsal pragmacılığın kuru­ proletarya çağdaş üretimin en güçlü
cusu saymak doğru olur. Bu arada öğesi d u ru m u n a g eld i. Y alnız
M. Blondel ve H. Bergson gibi tran­ em eğiyle yaşayan ve em eğiyle
sız filozoflarını pragmacılığa yakın sermayeyi oluşturan ve güçlendiren
duran filozoflar olarak değerlendi­ proletarya özellikle sanayileşmiş
ren görüşler de vardır. F. Gonseth, ülkelerde iktisadi yaşama ağırlığını
E. Le Roy, M. Pradines, I. Labert- koydu. Ancak bu büyük kitle yere
404 honniere gibi birçok filozof prag­ ve zamana göre büyük değişiklikler
PSİKOZ

gösteren bir kitledir. Proletarya proleterlerin kaçınılm az desteği


içinde alm an to p lu m cu ların ın olm adığı sürece çok sevim siz
Lum penproletarya diye adlan­ görünecektir.” “Gerçekten felse­
dırdığı ve kültür açısından çokça fenin etkinliği d ışın d a yeni ve
geri k alm ış o lm ak la se ç ile n korkunç bir siyasal güç yakın
kesimler yanında son derece iyi zam an d a h er y erd e ö z e llik le
örgütlenmiş kesim ler de vardır. İn g ilte re ’de so ru n u n y ö n ü n ü
XX.yüzyihn özellikle ortalarında değiştirecek ve gidiş yollarını
proletaryadan ayrılan bir kesim k arşı k o n u lm az b ir b içim d e
işçiy le işv ere n a ra sın d a bir basitleştirecek gibi geliyor bana; bu
teknisyenler topluluğu oluişturdu, elbette proleter kitlelerinin yakında
bu topluluk zamanla işçi hakkına kaçınılm az bir biçim de siyaset
karşı serm a y e c in in ç ık arın ı sahnesine çıkm ası olacaktır, bu
sav u n a n ü st d ü zey y ö n etici sahnede onlar bugüne kadar bir
topluluğu niteliği kazandı./ Engels: araç olarak kaldılar, bu sahneye
■‘Proletarya ya da işçi sınıfı bu ça­ onların doğrudan doğruya girişi
ğın çalışan sınıfıdır.” “Köle bir de­ bugünkü kavgaların görünümünü
falığına satılmıştır, işçi her gün her d e ğ iş tire c e k .”/ E. Q u in et:
saat kendini satmak zorundadır.” “Aramızda pleb olmadığı gibi gerçek
/ Marx: “Fransa’da fabrika işçileri anlamda proletarya da yoktur; bu,
kanlarının ve kızlarının kötü yola kullanılmaması gereken eski bir
düşüşünü ek çalışm a saatlerine sözcüktür, çünkü gerçekten can
bağlarlar, bu kesinlikle doğrudur.” sıkıyor ve gerçeğ i hiç mi hiç
i Jean Jaurès: “B undan böyle k a rşıla m ıy o r.”/ L o u is Blanc*:
sosyalizm ve proletarya aynlmaz “Proletaryanın kendini kurtarması
b ir b ü tü n d ü r, so sy alizm tüm için bugün eksik olan şey çalışma
ülküsünü proletaryanın zaferiyle araçlandır: hükümetin görevi bunu
gerçekleştirecek ve proletarya tüm onlara sağlamaktır.”(Bk. KOMÜ­
varlığını sosyalizm in zaferiyle NİZM)
gerçekleştirecek.’VChateaubriand:
“Bireysel mülkiyet olmadan kimse PSİK A N A LİZ Bk. RUHAYRIŞ-
kölelikten kurtulm uş değildir; TIRMASI.
m ü lk iy eti o lm ay an b ağım sız
olamaz; o ancak proleter ya da PSİK A STEN İ Bk. RUHSALBİ-
ücretli o la b ilir.” / A. C om te: TİKLİK.
•“O lum lu fe ls e fe n in ku rduğu
düşünce alanının m antıksal ve P S İK O L O Jİ Bk. RUHBİLİM.
bilimsel temelleri ne kadar sağlam
olursa olsun bu ciddi anlayış PSİK O Z Bk. RUHSALBOZUK-
bugünün insanlanna kadınların ve LUK
405
R
RASLANTI (lat. accidens\ fr. REA LİTE Bk. GERÇEKLİK.
a ccid en t; alm . A kzid en s; ing.
accident). Öznede hiçbir değişikli­ R EA LİZM Bk. GERÇEKÇİLİK.
ğe neden olmaksızın ortaya çıkan
ve yitip giden. Beş evrenselden bi­ R EFLEK S Bk. TEPKİME.
ri. Olumsal ve geçici bir biçimde
kendini gösteren. Özle ilgisi olma­ R E JİM Bk. YÖNETİMBİÇİMİ.
yan. Töz’e karşıt olarak, kendinde
olmayan, bir başka şeyde olan. Bir REVELASYON Bk. AÇINIM.
varlığın özüyle ya da doğasıyla il­
gisi olmayan. Özsel olan, varlığını R İT M (lat. rhythmus\ fr. rythme;
öze bağlı olarak ya da özle ve özde alm. Rythmus; ing. rythm). Çev­
sürdürendir. Raslantısal olan geçi­ rimsel bir devinimin bizdeki izleni­
ci olandır, özde hiçbir değişikliğe mi. Sanatta ölçülen ya da ölçülebi­
yol açmadan geçip gidendir. Bir in­ lir olan. Doğada ya da dünyada de­
sanın özsel nitelikleri onun varlık vinim vardır, devinimin bizdeki iz­
nedenleridir, ama burada ya da şu­ lenimi ya da devinimden bizim al­
rada olması, bununla ya da şunun­ dığımız izlenim ritmiktir ya da ritm-
la olması, uzanmış ya da oturuyor dir. Ritm sanat yapıtının temel öğe­
olması bir raslantıdan başka bir şey sidir ve uzam-zaman diyalektiğin­
değildir. Aristoteles varlık olarak de kendini gösterir. Ritm bizim her­
varlık1la raslantısal olarak varlık’ı hangi bir çevrimsel devinime ver­
bu çerçevede kesin olara!' birbirin­ diğimiz anlamdır ya da bizim her­
den ayırmıştı. Mimarın ev yapma­ hangi bir çevrimsel devinimi ülkü-
sı onun özüyle ya da varlığıyla ilgi­ leştirmemizdir, bakışımlı kılmamız-
lidir, ama onun yemek yapması ras- dır. Doğada da, doğanın devinim­
lan tısald ır. A ris to te le s ’e göre lerinde de tam anlam ında bakı-
raslantının bilimi olmaz. (Bk. ÖZ) şımlılık yoktur, en mekanik devi­
nimlerde bile bakışımlılık bulmayız.
RİTM

Nasıl doğadaki yuvarlak cisimler­ vinimiyle hem yüreğinin atışıyla


den ülküsel daire fikrini çıkarıyor­ hem az önceki ayrılık sahnesinin
sak doğadaki devinimlerden de rit­ özellikleriyle ve daha başka etken­
me ulaşırız. Ritm duygusunun kö­ lerle belirgin bir ritmler karmaşığı
keninde elbette düzenli devinimler yaşar. Sanata yansıyan ve sanatı
vardır; günlerin geceleri ve gece­ vareden temel öge böylece yaşa­
lerin günleri izlemesi, mevsimlerin mın koşullanndan bizim bilincimi­
ardından mevsimlerin gelmesi, bir zin özellikleri çerçevesinde sağlan­
sertliğin ardından bir yumuşaklığın mış olur. Birey kendi iç yaşam dü­
kendini göstermesi, sevinçten son­ zeninin renkleriyle her zaman yeni
ra acının ve acıdan sonra sevincin ritmler oluşturmaya ya da yaşama­
ortaya çıkması, işin dinlenmeyle ya yatkındır. Ritmin varlığında tüm
kesilmesi, yüreğimizin çarpması, duyumsal yapı belirleyicidir. Tre­
gözlerimizi kırpmamız bizdeki ritm nin gidişi bende yalnızca ses ola­
duygusunun temel kaynaklarıdır. rak değil, bir duyumsanabilir bü­
Ritm uzam ve zaman bütününde tünsellik olarak kendini gösterir. Bir
ortaya çıkar ve öncesel olarak eşit başka deyişle trenin gidişi yalnızca
aralıkları, ama daha genel çerçeve­ kulağımla değil, tüm bedenimle il­
de eşitsiz aralıkları düşündürür. gilidir, hatta tüm varlığımla ilgilidir.
Ritm belli aralıklarla sürerlik kadar Bir senfoniyi dinlerken belli bir ritm­
belli aralıklarla inişler ve çıkışlar’la ler karmaşığına tüm bedenimle ka­
kurulmuştur. Bu yüzden ritmi za- tıldığımı duyarım. Piyanist piyano
mansallığa bağlayıp çıkamayız: ritm çalarken tüm bedenini kullanır. Pi­
zamansal ve uzamsal bir bileşim­ yano çalan kişiyle dans eden kişi
dir. Buna göre yalnızca zamansal arasında ruhsal ve bedensel işlev­
aralıklardan değil, aynı zamanda leri kullanma açısından bir ayrım
uzamsal aralıklardan da sözedebi- yoktur. Müzik sanatı sözkonusu ol­
liriz. Bu yüzden ritmi yalnızca işit­ duğunda bile ritm kulakta başlayıp
me duyusuyla değil, bütün bir be­ kulakta bitmez, müziği kulağa bağ­
densel duyum düzeneğiyle açıkla­ layıp çıkan görüşler ilkel görüşler­
mak doğru olur. Ritm bir uyumlu dir. Ritmde ne el, ne göz, ne kulak
düzenleniştir. Ona içselliğimizin za­ önceseldir. Ritmin oluşumunda yal­
mansal boyut içinde ve uzamsal ze­ nızca doğal devinim düzeni değil,
minde dışla ilgili bir yorumu diye­ bilincimin, tüm düşünselliğimin ve
biliriz. Yalın ya da katışıksız ritm duygusallığımın, anılarımın, karma­
yoktur, her yerde ritmler karmaşı­ şıklarımın, izlenimlerimin özellikleri
ğının ya da karmaşıklarının varol­ belirleyicidir. Bilinç her ediminde ol­
duğunu görürüz. Ritmler kimi öne duğu gibi ritmde de ayırıcı ve bü­
çıkarak kimi gerileyerek son dere­ tünleyicidir. Ritm yarattığımız, ya­
ce karmaşık bir yapı oluştururlar. şayarak yarattığımız bir şeydir; rit­
4 08 Trende giden adam hem trenin de­ min oluşumunda, duyumların da işe
RUH
karıştığı bir insani bütünsellik ken­ RUH (lat. anima, animus; fr. âme\
dini gösterir. Nesnel devingenin öz­ alm. Seele\ ing. soul). Yaşam ilke­
nelle buluştuğu yerde ritm başlar. si. Yaşam ve düşünce ilkesi. Mad-
Ritmde doğal etkene insani etken dedışı töz. Latincede anima ölüm­
katılır. Ritm özne-nesne diyalekti­ le birlikte çıkıp giden soluğu, ani­
ğinin kurulduğu yerde, insanlaşmış mus da düşünsel ve duygusal an­
doğanın akışı biçiminde kendini lamda ya da zihinsel anlamda ruhu
gösterir. Özne-nesne diyalektiğin­ anlatır. Ruh, en genel anlamda, be­
de varlığını ortaya koyan ritmik du­ denle bütünleşen ve bedenle kar­
yum kendi içinde de diyalektik bir şıtlaşan şeydir. D escartes ruhu
yapı ortaya koyar: yavaşın hızlıyla, ben’le özdeşleştiriyordu: “Öyle ki
koyunun açıkla, uzunun kısayla bu­ bu ben yani ruh beni ben yapan şey,
luştuğu bir yapıdır bu. Onda bir ya­ bedenden tümüyle ayrıdır.” Oysa
vaş bir hızlı için, bir koyu bir açık daha önce Eskiçağ’m maddecileri
için, bir uzun bir kısa için vardır. ruhu maddesel bir varlık olarak
Hatta her ritmik yapıda ritmik ol­ görmüşlerdi. Atomcu filozoflar De-
mayan bir şeylerin bulunabilmesi mokritos ve Epikuros ruhu ince
olağandır. Ritmik olmayan öğenin atomlardan yapılmış bir yapı ola­
ritme katılmasıdır bu. Ritm hiçbir rak görüyorlardı. E p ik u ro s’un
zaman birbiçim değildir, ritm bir- a to m ları tam an la m ın d a
biçimleştikçe doğala yaklaşır, insa­ maddeseldi, buna göre ruh tümüyle
ni özelliklerinden uzaklaşır, giderek maddeden oluşmuştu. Daha sonra
ritm olmaktan çıkar, devinim olma­ Yeniçağ’ın maddecileri de ruhu be­
ya başlar. Sanat bir ritmler kimya­ densel etkinliğin bir sonucu y& da
sıdır. Tüm yapıtlar ritmik yapılar­ fizyolojik işlevlerin bir süreci say­
dır, ritm demetleriyle kurulmuşlar­ dılar. Eskiçağ’ın ilk büyük filozofu
dır. Ritmlerden giderek sanatçı an­ Platon, ruhu düşünceyle donanımlı
lam birimleri ya da anlatım formül­ ve ölümsüz saymıştı, onun beden­
leri oluşturur, biz bu formülleri en le yakınlığı ya da buluşması geçiciy­
genel çerçevede simge diye adlan­ di. Aristoteles Yeniçağ maddecile­
dırırız. Simgeyi ayrıştırdığımızda rine çok yakın düşecek görüşler or­
onun bir ritmler bütünü olduğunu taya koyuyordu bu konuda. Yeni-
görürüz. (Bk. SİMGE) ç a ğ ’ın ün lü m ad d ec isi B aron
d ’H olbach şöyle der: “Ruhum u
ROM ANTİZM Bk.DUYGUCU- görmüyorum, ancak bedenimi ta­
LUK. nıyor ve duyabiliyorum. Öyleyse
düşünen, yargılayan, acı çeken ve
RÖFULM AN Bk. BASTIRMA. sevinen bedendir.” Oysa ruhçu bir
filozof olan Malebranche daha ön-
RÖVANDİKASYON Bk. HAKÖ- ce, XVII. yüzyılda “Ruhun varlı-
NERME. ğını tanımak kolaydır, onun özünü 4 0 9
RUH

ve doğasını tanımak zordur” diyor­ dır, yüreği belli bir ritme göre çar­
du. M alebranche ruhun bedenle pan insandır: ruhsal olguların her
ilişkisini şöyle belirliyordu: “İlk in­ zaman fizyolojik karşılıkları vardır.
sanın günahı ruhumuzun Tanrı’yla Öte yandan, düşünen ve duyan in­
birliğini öyle zayıflattı ki, bu birlik san kendi düşünceleri ve kendi duy­
ancak yüreği arınık, zihni aydınlık gulan olan bir topluma girmiştir, bu
kimselerde kendini gösterir oldu. toplumun ruhsal yaşamı ortak ruh­
Çünkü bu birlik duyuların yargıla­ sal yaşamda yankısını bulur: kişi­
rını ve tutkuların devinimlerini kö­ sel ruhsal yaşam bir anlamda or­
rü körüne izleyenler için bir düş ola­ tak ruhsal yaşamda varlığını sür­
rak görünmektedir. Buna karşılık dürür.” Paul Foulqui6 ruhsal olgu­
günah ruhumuzun bedenimizle bir­ larla bedensel olguların aynı biçim­
liğini güçlendirdi, öyle ki bizim bu de tanınamayacağını bildirerek şöy­
iki parçamız tek bir töz gibi görü­ le der: “Fizyolojik olgular ancak
nür oldu. Ya da bizi duyularımıza duyularla doğrudan doğruya tanı­
tutkularımıza öylesine köle yaptı ki nabilirler, ruhsal olgular ancak bi­
bedenimizin bizi oluşturan bu iki linçle doğrudan doğruya tanınabi­
parçadan başlıcası olduğuna inan­ lirler. Buna göre benim gözlerim al­
dık.” K ant’a göre ruh anlığın kav­ dığım yarayı görür ve bilincim on­
rayabileceği bir şey değildir, ancak dan doğan acıyı algılar. Ben elbette
o Noumenon olarak vardır, özgür­ duyduğum acıdan giderek, görme­
dür ve zamandışıdır. Deneyciler, diğim yaranın varolduğu sonucu­
Hume, John-Stuart Mili ve öbürle­ na varırım ya da arkadaşımın ya­
ri ruhu bilinç olgularına indirgedi­ rasını görürüm ve onun acı çektiği
ler. Bugün ruhtan daha çok bilinç sonucuna varırım ki bu acı benim
durumlarının ya da ruhsal olgula­ yaşam adığım bir acıdır, burada
rın bütünü anlaşılmaktadır. Dün ol­ doğrudan doğruya bir bilgi sözko-
duğu gibi bugün de “ruh” bazen nusu değildir.” Foulquie’ye göre
“zihin”le karıştırılmakta, bazen de ruhsal olgular kişiseldir, onları an­
ondan tümüyle ayrı olarak yaşam cak yaşayan kişi anlayabilir. Ruh­
ilkesi diye anlaşılmaktadır. Paul sal olgular yer kaplamayan ve öl­
Foulquiö ruh ve beden ilişkisini çüye gelmeyen olgulardır. Ayrıca
çağdaş ruhbilim açısından şöyle ruhsal olgular zamanda akıp geçer­
açıklar: “Ruhsal olguların fiziksel ol­ ler. Onlar süreri i, değişken ve ke­
gulara karşıt olan özyapıları varsa sintisizdir. Bununla birlikte ruhsal
da, her bireyin bilinç akışı kendine olgularla bedensel olgular arasında
göre bir özgünlük gösterse de ruh­ sıkı bir bağ vardır. (Bk. BEDEN,
sal olgular yalıtık olarak gözlemle- KOŞUTÇULU K, ÖNCESEL
nemezler. Düşünen ve duyan in­ UYUM, ZİHİN)
san aynı zamanda soluk alan insan­
410
RUHAYRIŞTIRMASI

R U HAY RIŞTIRM ASI (fr. psyc­ da kuşkuyla karşılandı, daha sonra


hanalyse; alm. Psychanalyse; ing. yavaş yavaş yaygın bir biçimde uy­
psychanalysis). Ruhsal hastalıkları gulanmaya başladı. Ruhaynştırması
derin ruhsal araştırmaya dayana­ yöntem inin özü hastayı sorguya
rak iyileştirme yöntemi. Klinik ruh- çekmeye değil de onu rahat biçim­
bilim yöntemi. Bu yöntem çağrışı­ de konuşmaya bırakmaya dayanır.
ma dayalı çeşitli yollardan giderek, Hastanın burada kendini son dere­
bilinçaltında çeşitli karmaşıklar ola­ ce özgür duyabilmesi, düşüncesi­
rak yer almış olan anıları, imgeleri, ni kendiliğinden boşalıma bıraka­
arzulan bilinçte görünür kılmaya cak kadar güven duygusu içinde
dayanır; bunların bilinçte görünür olması gerekir. Böylece hasta ken­
kılınması ya da bunların bilincine dini içten rahatsız eden şeyleri bul­
vanlması çeşitli ruhsal bozuklukla­ ma ve ortaya koyma olanağı kaza­
rın giderilm esini sağlayacaktır. nacaktır. Hastanın bu çabası yaşa­
Yöntemin en belirgin özelliği onun mının en eski olgularına kadar uza­
doğrudan doğruya soru sormaya narak tüm yaşamında, özellikle ço­
dayanıyor olmasıdır. Sorulan çeşitli cukluk çağında varlığına işlemiş
somlar bilinçaltında yer alan ve sağ­ olan bozucu etkileri ortaya çıkar­
lığı bozucu nitelik taşıyan bir öğe­ maya yönelecektir. Bu arada heki­
nin bilince yükseltilmesini sağla­ min tutumu basit bir tanıklık duru­
maktadır. Bu yüzden ruhaynştırma- munu aşmamaya özen göstermek
sma “bilinçaltının bilimi” diyenler olacaktır. Aylarca süren ortalama
vardır. Yöntemin kurucusu Freud bir saatlik oturumlarda “özgür çağ­
onu “bazı sinir hastalıklannı iyileş­ rışım” yoluyla kendini anlatmanın
tirme yöntemi” olarak tanımlıyor­ dışında düşlerin yorumuna da yö-
du. Bu yöntem Freud’un deyişiyle nelinecektir. Bütün bu görüşmeler
hastayı konuşturm aya dayanır: sırasında hekim hastanın ortaya
“Hasta geçmiş yaşamının olguları­ koyduğu tüm tepkileri not edecek­
nı ve şimdiki izlenimlerini anlatır, tir. Bu not alma sözlerin arasından
yakınır, arzulannı ve heyecanlannı sağlam verileri süzme amacına yö­
açıklar.” Freud ruhayrıştırm ası neliktir. Böylece hekim hastanın el­
yöntemiyle ilgili olarak şöyle der: bette pekçoğu cinsel kökenli olan
“Ne kurgusal felsefe, ne tanıtlamalı aksamaları üzerine bilinçlenmesini
ruhbilim, ne deneysel diye adlan- sağlayarak onu iyileştirmiş ya da
dınlan ve duyular fizyolojisine bağ­ onun iyileşmesine yardım etmiş
lanan ruhbilim (...) bedenle ruh iliş­ olacaktır. Ruhaynştırması yöntemi
kisi üzerine yararlı veriler sağlaya­ ruhhekimliğinin öbür yöntemleri
bilir ve herhangi bir ruhsal bozuk­ kadar etkili bir yöntem sayılır. An­
luğu anlama kolaylığı getirebilir.” cak hastanın ruhsal yapısını deş­
Freud’un ortaya attığı bu iyileştir­ meye yarayan böyle bir yöntemin
me yöntemi başlangıçta tıp alanın­ özel olarak ruhayrıştırmasında uz­
RUHBİLÎM

manlaşmamış bir hekim tarafından itkileri yüceltmeye yönelir ve iktiyle


kullanılması son derece tehlikelidir. b a stırm a a ra s ın d a b ir denge
Bu yöntem iyi kullanılmadığı zaman bulmaya çalışır, sinirli kişiyse bir
hastalığı derinleştiren ve hastanın uçtan öbür uca gider gelir.” (Bk.
çevresiyle ilişkisini daha da bozan RUHBİLİM)
bir yöntem olabilmektedir./ Freud:
“Ruhayrıştırm asının doldurmaya RUHBİLİM (fr. psychologie; alm.
çalıştığı şey bir boşluktur. Ru- Psychologie; ing. psychology).
hayrıştırması ruhhekimliğine onda Ruhsal olayları inceleyen bilim. İn­
eksik olan ruhsal temeli sağlıyor. san davranışları incelemesi ya da
(...) Bu amaca ulaşma yolunda o, bilimi. Ruhbilim XIX. yüzyıldan
anatomi, kimya, fizyoloji düzeyin­ önce felsefenin bilinç olgularıyla ya
de tüm önyargılardan uzak durmak da duygu ve düşünce araştırm a­
ve tümüyle ruhsal kavramlara da­ sıyla ilgili bölümüydü. XIX. yüz­
yanarak çalışm ak zorundadır.” / yıldan sonra ruhun yapısını ve ruh-
Kari Abraham: “Ruhayrıştırması sallığın yasalarını çeşitli nesnel yön­
y ö n te m i y aşa m k o ş u lla rın ı temlerle ve özellikle fizyolojik ve­
tanımakla ve sinirli kişinin klinik rilere göre araştıran bir deney bili­
tablosunu çıkarmakla yetinmez, o mi oldu. Ruhbilim tarih boyunca
aynı zamanda hastanın bilinçdışına felsefenin bir dalı olarak kaldı ve
g irer ve sin irlilik b elirtileriyle ruh olgularını incelemekle sınırlan­
b ilin çd ışın ın ilişkilerini ortaya dı. Nitekim, Akademi’nin sözlüğün­
koymaya çalışır. Hastayla işbirliği de “ruhu, ruhun yetilerini ve işlem­
içinde biz hastanın libido’sunun lerini inceleyen felsefe dalı” olarak
ta rih in i b e lirle riz yani onun tanımlandı, bu anlayış içinde o fel­
çocukluktaki durum unu, cinsel sefenin yöntemlerini kullanmakla
b a s tırm a n ın so n u cu n u ve yükümlüydü. Fizyoloji nasıl beden
b a s tırılm ış a rz u la ra d ö n ü şü olgularını inceliyorsa, ruhbilim de
belirleriz. (..) Ancak biliyoruz ki ruh olgularım ya da zihin olgularını
sağ lık lı insan da b ilin ç altın d a ele alıyordu. Ruhbilim biim olarak
sinirlinin itkisel güçlerinin tıpkısını ilk önemli atılımlarını XVIII. ve
barındırır, anababa karşısındaki XIX. yüzyıllarda kazandı. Bu alan­
bilinçdışı tutum onda da bir ‘temel da özellikle deneyci İngiliz filozof­
karmaşık’ oluşturur. Erkek çocuk larının çalışmaları anılmaya değer.
lib id o ’su n u n ö nce anneye Bu bilgi alanı XIX. yüzyıldan son­
y ö n elm esi o lg u su , o n d a ilk ra deney ve gözlem yöntemlerini
düşmanlık-kıskançlık duygularının kulanarak olumlu bilgiler arasına
babaya çevrilmiş oluşu her bireyde girmeye başladı. Ruhbilim araştır­
ortaya konulabilen bir gözlemdir. malarının hızlı gelişimi birçok ruh­
Ne var ki sağlıklı birey toplumsal bilim okulunun doğmasına yolaçtı.
n ed en leri b astırm ayı sağlayan Bu okullar içinde birçok bakış açı-
RUHBİLİM

sı, birçok kuram gelişti. Ruhbilim turulması yolunda çok önemli ve­
başlangıçta içebakış yöntem ine riler sağlar, sağlamaktadır. Buna gö­
ağırlık verdi. Nice sonra bu yönte­ re ruhbilimde başlıca yöntemin ta­
min yeterli olmadığı görüldü, ken­ nıtlama yöntemi olduğunu söyle­
di ruhsal durumunu gözlemleme­ yebiliriz. Bunun için hem ruhsal ol­
ye kalkan birey gözleme başlar baş­ guların hem de davranışların ayrın­
lamaz bu durumu elden kaçırıyor­ tılı biçimde gözlemlenmesi ve göz­
du. İçgözlemin ya da içebakış yön­ lemle elde edilen kalıcı verilerin sap­
teminin yetersizliği ruhbilimi zorun­ tanması gerekmektedir. Davranış
lu olarak davranış incelemesine yö­ gözlemlemesi bir laboratuvar etkin­
neltti. İnsanlar ruhbilimde içebakış- liği gerektirir; ölçmelere dayanmak­
la elde edemedikleri birçok bilgiyi sızın gelişigüzel yapılacak bir göz­
davranış gözlemlemesiyle elde et­ lem büyük yanılmalara yol açabilir.
tiler. Böylece ruhbilim giderek bir Ruhbilimciler insanlarla hayvanla­
davranış bilimine dönüştü, öyle ki rın, bireylerle toplumlann, hasta ki­
bazı bilim adamları ruhbilim yerine şilerle sağlıklı kişilerin, ilkellerle uy­
davranış bilimi' nin kullanılmasını garların, büyüklerle çocukların dav­
önerdiler. Ancak sözünü ettiğimiz ranışlarını gözlemleyerek insan ruh-
bu iki yöntemin birbirine taban ta­ sallığınm yasalarına yükselmeye ça­
bana karşıt olduğunu düşünmek de lıştılar. Bütün bu çabalar içinde bir
doğru olmaz. İnsan davranışlarını çocuk ruhbilimi ortaya çıktı. An­
doğru olarak kavrayabilmek ruh cak, çocuk ruhsallığını ortaya ko­
durumlarının incelenmesini de ge­ yabilmek için gerekli olan çalışma­
rekli kılar, öte yandan davranışlar ların, çocuk ruhsallığının giriltfıez-
kendileri olarak değil ruh durumla­ liği düşünüldüğünde hiç de kolay
rını açınlayan belirtiler olarak ele bir iş olmadığı anlaşılır. Ne olursa
alındıkları zaman ruhbilimin konu­ olsun laboratuvar çalışmaları son
su olabilirler. Elbet bunun karşıtı da derece bilimsel sonuçlar veren ça­
düşünülebilir: ruh durum larının lışmalar olmuştur. Olguları yeniden
kavranılması insan davranışlarının, yaratmakla deneye ulaşmak, böy­
toplumsal insanın etkinliklerinin an­ lece son derece ayrıntılı gözlemler
laşılabilmesi için önemlidir. Bugün yapabilmek çabası testlerle destek­
de pekçok alanda, özellikle felse­ lendiğinde insan ruhunun dıştan ele
fede ve estetikte pekçok şeyi doğru geçirilmesi serüveni gerçekleştiril­
anlayabilmek için insan zihninin et­ miş olmaktadır, en azından verimli
kinliklerini en ince ayrıntılarına ka­ bir temele oturtulmuş olmaktadır.
dar, hatta kurgunun sınırlarına ka­ Dikkat, bellek, zeka testleri ruhsal
dar gözlemlemek bir gerekliliktir. edimleri ölçmelere indirgeyen çağ­
Çeşitli ruh durumlarının, duygu ve daş ruhbilimin sık sık kullandığı
düşünce etkinliklerinin kavranılma­ araçlarıdır. Bu arada ruhbilim öbür
sı insan yaşamının aydınlığa kavuş­ insan bilimleriyle ve doğa bilimle­ 4 1 3
RUHBİLİM

riyle ilişkiler kurarak konusunu ge­ sefeye de her zaman gereksinim du­
nişletmeye ve yöntemlerini geliş­ yacağı kesindir. Ruhbilim olguları­
tirmeye çalıştı. Özellikle yaşam bi­ nı üç ayrı öbekte toplamak doğru
limi diye tanımlanan biyoloji ve top­ olur: 1. Etkinlik olguları', tepkim e­
lumsal olgular bilimi diye tanımla­ ler, içgüdüsel davranışlar, alışkan­
nan toplumbilim ruhbilimine bellek­ lıklar, istemli eylemler; 2. Duyu ol­
le, zekayla, kişilikle, heyecanlarla guları: hazlar, acılar, tutkular, ar­
ve daha başka yetilerle ve etkinlik­ zular, heyecanlar; 3. Düşünce ol­
lerle ilgili çalışmalarında çok önemli guları'. algılar, yargılar, imgeler, anı­
veriler sağladı. Munn ruhbilimin lar, fikirler. Böylece ruhbilim dü­
çağdaş gelişimi konusunda şunları şünen ve duyan insanla eylemde
söyler: “Deneyi ve davranışı orga­ bulunan insanı bir bütün olarak ele
nik işlevler olarak gören modem alır. Ruhbilimin büyük güçlüğü bi­
ruhbilim özellikle davranışın bilim­ linç olgularını ya da bilinçdışı olgu­
sel araştırmasıyla, yaptıklarımızla ve larını kavramaya çalışmakla ilgili­
dediklerimizle ilgileniyor.” Ruhbi­ dir. Bilincin bilgisi her şeye karşın
lim bu yolda tam anlamında bilim­ doğrudan doğruya bilgidir, sezgi­
sel yöntemlerle donanmış durum­ seldir ya da doğruca gözlemle elde
dadır: “Denilebilir ki ruhbilimde bi­ edilir. Bu tür bilgiler tam anlamın­
limsel yöntem öbür bilimlerin yön­ da öznel olmakla birlikte tam tamı­
temiyle özünde aynıdır, ancak onun na bilinç olgularının gözlemlenme­
bazı ruhsal sorunlara uygulanması sinden elde edildikleri için kendile­
öbürlerinde görülmeyen bir güçlü­ rince bir nesnellik değeri de taşır­
ğü getirmektedir. Bu durum özel­ lar. Bu tür bilgi ben’imizin kendisi­
likle şuradan geliyor: insan orga­ ni bir nesne olarak algılayabildiği
nizması daha çok dış dünyanın güç­ yerde kendini gösterir. Benim bi­
lüklerine ve sıkıntılarına karşı koy­ lincimi benden iyi kimse gözlemle-
mak zorunda kaldığı zaman herhan­ yemez. Bilinci gözlemlemek onun
gi bir olgudan daha karmaşıktır.” keşfine çıkmaktır. Bilinç denilen ka­
M unn’ın da belirttiği gibi ruhbili­ palı dünyaya tek giriş öznenin ka-
min asıl güçlüğü konusunun çetre­ pısındandır ya da bilinç bir kapalı
filliğinden gelmektedir. Bütün bu dünyadır, ona ancak sahibi girebi­
gelişmeler içinde ruhbilim eski ba­ lir. Bilincin herhangi bir nesneye
kış açısını tümüyle bırakmış mıdır? yönelişi basit bilinç'\, kendine yö­
Gene de bütün bu gelişmeler için­ nelişi de düşünülmüş bilinç'i orta­
de felsefeye bağımlılığın tam ola­ ya koyar. Bilinç edimleri genellikle
rak nerede bittiğini ve bilimselliğin basit bilinç edimleridir, bilincin ken­
nerede başladığını kestirmek zor­ dini kavramak üzere kendine yö­
dur. Ayrıca olumlu bir bilim olarak nelişi pek az görülür ya da özellikle
ruhbilimin yöntemlerini doğrula­ gerçekleştirilir. Bilinçaltına gelince,
414 makta enaz öbür bilimler kadar fel­ o varlığı uzun uzun tartışılmış ve
RUHÇULUK

pek güç benimsenmiş bir bilinç et­ Leibzig’de ilk ruhbilim laboratuva-
kinliğidir. XVII. yüzyılda Leibniz rını açarak attığı adımın payı bü­
Yeni denem e’de “ruhun karanlık yüktür. (Bk. BİLİNÇ, BİLİNÇAL­
bölgeleri”nden sözetmişti. Zaman­ TI, BİLİNÇDIŞI)
la bilincin derinlere doğru inildikçe
karanlıklaşan bir etkinliği olduğu R U H B İL İM C İL İK (fr. psycho-
anlaşıldı. Bilinç üst tabakalarında logisme; alm. Psychologism us; ing.
kargaşık ya da karmaşık bile olsa psychologism). Birçok bilgi alanın­
aydınlıktır. Bilinç bu üst kesimde da özellikle bilgi kuramında ve man­
kendini ya da kendindekini yetkin tıkta ruhbilimsel bakış açısını ge­
bir dikkatle rahatça kavrayabilir. En çerli kılma eğilimi. Felsefenin so­
derine indiğimizde en büyük dik­ runlarını ruhbilimsel çerçevede çöz­
kate bile kapalı kalabilen duygu ve me eğilimi. (Bk. RUHBİLİM)
düşünce bileşikleriyle ya da karma­
şıklarıyla karşılaşırız. Gelgelelim bu RU H Ç U LU K (fr. spiritualisme;
tabakalara inmek hiç de kolay değil­ alm. Spiritualismus; ing. spiritua-
dir. Orada uyuyan, kapalı, örtülü, lism). Ruhun bağımsız bir gerçek­
hatta ussallıkla tersleşen ya da ken­ lik olduğunu benimseyen öğreti. Zi­
dine göre ussal öğeler vardır. Bu hinsel etkinliklerin yalnızca fizyo­
bilinçaltı ya da bilinçdışı alan görü­ lojik işlevlere bağlı olmadığını, ayrı
nürde bilincin oluşumunu ve akı­ bir ruhsal lığın sözkonusu olması
şını hiç etkilemeyen, gerçekte her gerektiğini savunan öğreti. Ruhu
an bilinç üzerinde etkili olan alabil­ bedenden ya da maddeden üstün
diğine zengin ya da verimli alandır: sayan öğreti. Maddeciliğin karşıtı.
yaratmanın son derece pırıltılı ve­ Dar anlamda ruhçuluk ruhun apayrı
rileri kadar çok büyük sıkıntılar da yani organizmadan bağımsız oldu­
bu alanın ürünü olabilirler. Böylece ğunu benimser. Bu yanıyla ruhçu­
bilincin ve bilinçdışının tüm olgu­ luk ülkücülüğe çok yaklaşır. Geniş
larını ve bu olguların davranışları­ anlamda ruhçuluk Tanrı’nın varlı­
mız üzerindeki etkilerini incelemek ğını belirler ve yüce manevi değer­
ruhbilimin konusudur. Alışkanlık, lerin varolduğunu bildirir. Ahlak
istem, arzu, eğilim, heyecan, dik­ açısından ele alındığında insan iki
kat, algı, bellek, imgelem, yargı, yönlü bir varlıktır, birinci yön hay­
kavram, fikir, usavurma, daha pek­ van olmanın özellikleriyle ilgilidir,
çok öge ruhbilimin araştırma ala­ ikinci yön ruhsal yani duygusal-dü-
nını kurarlar. Ruhbilim bugünkü bü­ şünsel yöndür ve bu iki yön kar­
yük verimini elbette salt bilinç ol­ şıtlıklar içinde insan varlığını oluş­
gularının gözlemlenmesi düzeyin­ turur. Ahlakçılar insanın hayvansal
den laboratuvar araştırmaları dü­ özelliklerini değerler açısından ge­
zeyine yönelm ekle kazanmıştır. nellikle bir tehlike kaynağı olarak
B unda W u n d t’un 1 8 7 9 ’da görürler. Bu yüzden öteden beri be­ 4 1 5
RUHSAL

den aşağılanmış, ona bağlı olarak R U H SA L (fr. p sychique; alm.


hazlar ve tutkular hor görülmüş, psychisch; ing. psychical). Ruhla
insanın usuyla tutkularına egemen ilgili olan. Bilinç etkinlikleriyle ilgili
olması gerektiği düşünülmüştür. olan. Davranış olgularıyla ilgili olan.
Özellikle tektanrıcı dinler ruh olan Ruhsal olgular her şeyden önce en
insanı yüceltirken onun bedensel­ genel çerçevede bilinç olgularıdır.
liğine egemen olması gerektiğini bil­ Ancak ruhsal olan yalnızca bilinçle
dirm işlerdir. Oysa başta Epiku- değil, bilincin yansımalarıyla ya da
ro s’çuluk olmak üzere bazı eski­ dışlaşma alanlarıyla ve biçimleriyle
çağ ahlakçıları hazzı insan yaşamı­ de ilgilidir, bu yüzden onu davra­
nın olduğu kadar ahlakın da teme­ nışla da ilgili saymak gerekecektir.
line yerleştiriyorlardı. Getirdiği nous (Bk. RUH, RUHBİLİM)
kavramıyla Anaxagoras’i belki de
ilk ruhçu saym am ız doğru olur. R U H S A L B İT İK L İK (fr. psyc­
Ö zetle ruhun bağım sızlığını ve hasthénie', alm. Psychasthenie; ing.
m addeye üstünlüğünü varsayan psychasthenia). Ruhsal gerilimde
tüm öğretileri ruhçu saymamız ge­ aşın azalmayla belirgin sinir bozuk­
rekecektir. Lalande’nin belirlediği luğu. Yunancadaki psuche’yle (ruh)
gibi ruhçuluk “nitelikleriyle birbi­ asthenia’nın (zayıflık) birleştirilme­
rinden kökel olarak ayrılan iki tö­ siyle oluşturulmuş olan bu terimi
zün varlığını benimseyen öğreti”dir. ilk olarak Pierre Janet kullandı.
Bu tözlerden birinin temel niteliği Ruhsalbitiklik takılmalarla, aşın he­
düşünce ve özgürlüktür, öbürünün yecanlarla, kuşkularla, eksiklik
temel niteliği uzamsallıktır ve me­ duygularıyla kendini gösterir: dik­
kanik ilişkilerin ortamı oluştur. Ge­ kat ve karar eksikliği istemli edim­
ne de, hangi açılardan bakılırsa ba­ lerden kaçış, ölçüsüz utangaçlık ya
kılsın, ruh ve beden ya da ruh ve da pısınklık ruhsalbitiklikte çok be­
madde bir bütün oluşturur. Honoré lirgindir. Kişi gerçekliğe uyarlana-
de Balzac şöyle der: “Maddecilik maz duruma gelmiştir, düşsel bir
ve ruhçuluk sözcükleri belki de belli dünyaya sığınma eğilimindedir, ya­
bir şeyin iki ayrı yüzünü ortaya ko­ rarlı edimlerin yerine boş eylemleri
yuyor.” Théodore Jouffroy da şöy­ koym uştur (tik, gevezelik, vb.).
le der: “Maddeciliği en iyi yadsı­ Kararsızlık ortama uyma güçlüğüyle
yan ruhçuluktur, ruhçuluğu en iyi içiçe görülür. Bunaltı ya da boğun­
yadsıyan da maddeciliktir. Bu gö­ tu, korku, yabancılık duyguları,
rüşlerden birinin saçmalığını iyice sağlığıyla aşırı ilgilenme eğilimi,
anlayabilmek için karşıt bakış açı­ kendinden utanma gibi durumlara
sına yerleşm ek yeterlidir.” (Bk. bu hastalıkta çok raslanılır.
GERÇEKÇİLİK, MADDECİLİK,
ÜLKÜCÜLÜK) RUHSALBOZUKLUK (fr. psyc­
416 hose; alm. Psychose; ing. psycho-
RUHSALÇÖKÜNTÜ

sis). Gerçeklikten uzaklaşmayla ve gösterir. Çalışmada verim enaza in­


toplumsal uyumsuzlukla belirgin miş, başağrısı, dikkat toplayama­
nıh hastalığı. Kişisel durumunun ma, anılara takılma gibi belirtiler or­
bilincinde olan sinir hastalarına kar­ taya çıkmıştır. Bunaltıyı büyük bo­
şıt olarak, ruhsalbozukluğa uğra­ yutlarda yaşayan kişi bundan böy­
mış kişi kendi durumunun bilincin­ le en küçük bir güçlüğü kaldırabi­
de değildir. Ruhsalbozuklukta kişi lecek durumda değildir. İlgisi azal­
dış dünyadan hatta yakın çevresin­ mış, istemi iyiden iyiye zayıflamış­
den kopar, gerçek anlamda yalıtık tır. Zihin yetilerini yeterince kullana­
bir yaşam sürme eğilimi gösterir. mamaktan yakınmaktadır. Bütün bu
Onun kendine özgü bir dünyası sıkıntılar onu aşağılık duygularına
vardır, o bu azçok ayrıcalı dünya­ düşürür, melankoliye iter. Kalıcı ya
da yaşar. Bildiği gibi düzenlediği bu da sürekli ruhsalçöküntüler yanın­
düş dünyasında kendini son dere­ da gündelik yaşam güçlüklerinin
ce güçlü duyar. Şizofreni, mani- getirdiği geçici ruhsalçöküntüler de
melankoli, çılgınlık başlıca ruhsal- vardır, bir dostla bozuşma, işten çı­
bozukluk tipleridir. kartılma, aile bireylerinden biriyle
tersleşme, yalnız kalma gibi neden­
RUHSALÇÖKÜN TÜ (lat. ler geçici ruhsalçöküntülere yol
depressio; fr. dépression nerveuse; açabilir. A şın çalışmayla gelen zi­
aim. Nervenzusammenbruch; ing. hin durgunluğu da ruhsalçöküntü
break-down). Duygusal ve düşün­ yaratabilir, o durumda kişinin bir
sel gerilimin azalmasıyla belirgin ge­ klinikte dinlendirilmesi uygun olur.
çici ya da sürekli ruhsal yıkım du­ Yaşdönümü ve bunama da ruhsal-
rumu. Ruhsalçöküntü yorgunluk­ çöküntüye yolaçabilmektedir.
la, bıkkınlıkla, isteksizlikle kendini

417
SAÇM A (lat. absurdus; fr. absür­
s şisi Albert Camus’da buluruz: “Her
d e ; alm . Absürd', ing. absürd). şeyi bana açıklasınlar ya da hiçbir
Mantığın kurallarına aykırı olan. Us- şeyi açıklamasınlar isterim. Us yü­
dışı olan. Kendi içinde çelişkili olan. reğin bu çığlığı karşısında güçsüz
Anlamdan yoksun olan. Varoluşçu kalır. (...) Saçma, insanın çağrısıy­
felsefe saçma kavramını yaşamın la dünyanın anlaşılmaz sessizliği­
temel kavramlarından biri yaptı. Va­ nin bu çatışkısından doğar.” Bu ara­
roluşçu felsefe bu eğilimin kayna­ da “Saçma duygusu öbür duygu­
ğını Pascal’in bilinmez olan karşı­ lar arasında bir duygudur” diyen
sın d ak i te d irg in liğ in d e bulur. Camus saçma’yı bir tabula rasa sa­
Pascal şöyle diyordu: “Kavrayışı­ yar: “Yöntemli kuşku gibi saçma
mızı düşünülebilir uzayların ötesi­ da tabula rasa oluşturur. Saçma Bi­
ne boşuna taşıyor, şeylerin gerçek­ zi açmazda bırakır. Ama yöntemli
liğine karşılık yalnızca küçük şey­ kuşku gibi o da kendi üstüne dö­
ler elde ediyoruz. Merkezi her yer, nerek yeni bir araştırmayı başlata­
çevresi hiçbir yer olan sonsuz bir bilir.” Saçma, varoluşçu fılozofla-
büyüklüktür bu.” “Böylece insan nn herbirinde azçok değişik anlam­
yaşamı aralıksız bir yanılmadır, in­ lar alır. Örneğin Kierkegaard ve He-
sanlar birbirlerini yanıltırlar, birbir­ idegger bu dünyadaki yabancılığı
lerini överler. Biz varken kimse biz anlatm ak için onu kullanırlar.
yokken andığı gibi anmaz bizi.” Bu Gabriel Marcel için saçma insani
' deşiklik insanı zorda bırakan, tu- varoluşun gizidir. Sartre onu evre­
I tarsızlıklara iten bir eksikliktir. nin anlamsızlığı olarak görür. Sart­
[ Pascal’e göre insan bu eksikli du­ re şöyle der: “Varlığın ussal daya­
nunu aşamayacaktır: “İnsan ken- nağı yoktur, varlık nedensiz ve zo-
Ş disi için de başkaları için de örtülü- runluksuzdur: varlığın tanımı bile
[ lükten, yalandan, ikiyüzlülükten bize onun kökel olumsallığını gös­
' başka bir şey değildir.” Aynı kay­ terir.” Dinci varoluşçulan ayrı tu­
gıyı varoluşçu düşüncenin ünlü ki­ tarsak, tüm öbür varoluşçu fılozof- 419
SADİZM

lar yaşamı tümüyle saçmaya indir­ gulaması öldürmeye kadar gidebi­


gerler. Dünyaya geliş saçma oldu­ lir. En genel, en kaba biçim leri
ğu gibi ölüm de saçmadır. “Doğ­ kamçılama, ısırma, aşağılama olan
muş olmamız saçmadır, ölüyor ol­ sadik yönelimlerin kaynağını bazı
mamız da saçm adır” der Sartre. yazarlara göre doğuştan getirilen ki­
Em m anuel M ounier bu konuda şilik özellikleri oluşturmaktadır. Ba­
şunları söyler: “Her yaşam önüne zı yazarlar, özellikle ruhayrıştırma-
geçilemez bir biçimde ölüme doğ­ sıyla ilgilenenler sadizmi anal dö­
ru ilerler. Ölüm bir raslantı değil­ nemdeki bir takılmaya bağlarlar.
dir, dışarıdan gelmez. (...) İnsan Sadizm yalnızca karşı cinse yönel­
yaşamı ölüm için varlık’dır. Ger­ mez, bir eşcinse, bir hayvana ya
çekte kendi ölümümü ölmek kim­ da bir çocuğa da yönelebilir. Hatta
senin benim adıma hiçbir şey ya­ cinsel nesneye yönelmeyen sadik
pamayacağı tek şeydir. Benim ölü­ tutumlar da vardır: bazıları cinsel
müm en kişisel olasılıktır, en gerçek ilişkiye girmeden önce ilgisiz bin ­
olasılıktır, aynı zamanda en saçma lerine şiddet uygulayarak kendile­
olasılıktır. O benim yaşam ım ın rini bu ilişkiye hazırlarlar. Bir işken­
ucunda yer almaz, yaşamımın her ce olayım gözlemleyerek uyarılan
anında, hatta yaşam a edimimde sapıklar da vardır. Bu gibi durum­
kendini gösterir. Ben onu iyiden larda eşin varlığı da gerekmeyebi­
iyiye unutmak, ondan kaçmak, onu lir, doyum mastürbasyonla sağla­
eğlenceyle, ilgisizlikle ya da dinsel nabilir. Sadik kişi genellikle cinsel
mitoslarla değiştirmek isterim.” / konularda aşırı heyecanlı kişidir.
A.M. Barthélémy: “Saçma insan Ölüsevme ve vampirlik gibi aşırı sa­
hiçbir zaman değişmeyen insandır.” dik yönelimler yoğun bir cinsel he­
/ Raoul Rigault: “Tanrı saçmadır.” yecanın ürünü olarak görünür. Sa­
/ R Valéry: “Gerçek kendini ancak dizm birçok biçim lerinde mazo-
saçmayla açıklayabilir.” (Bk. VA­ hizmle birlikte görülür. Mazohizm
ROLUŞÇULUK) sadizmin öbür yüzü gibidir. (Bk.
MAZOŞİZM ya da MAZOHİZM,
SADİZM (fr. sadisme; alm. Sa- ÖLÜSEVME, SADOMAZOŞİZM
dismus; ing. sadism). Arzulanan ki­ ya da SADOMAZOHİZM)
şiye acı çektirmekle belirgin cinsel
sapıklık. Acı çektirme yoluyla cin­ SA D O M A Z O ŞİZ M ya da SA­
sel hazza ulaşma eğilimi. Fransız DOM A ZOHİZM (fr. sadomasoc­
yazarı Marquis de Sade’m yapıtla­ hisme; alm. Sadomaso chismus;
rında anlatımını bulan sadizm cin­ ing. sadom asochism ). Sadizm le
sel yönelimde şiddeti içeren tüm mazohizminyani cinsel hazza ulaş­
eğilimlerin genel adıdır. Sadizmde ma yolunda acı çektirme ve çekme
cinsel uyarı kesin olarak şiddete eğilimlerinin aynı kişide birleşme­
420 bağlıdır. Bazı durumlarda şiddet uy­ si. Ruhayrıştırmasıyla uğraşanlar
^SALDIRGANLIK

bu iki sapık eğilimiin birbirinden yıkma içgüdüsü. Saldırganlık dina­


ayrı olamayacağını düşünürler. On­ mikliği ya da haklılığı düşündüren
lara göre bir kişide sadik eğilimler bir takım nedenlere dayansa da bir
varsa mazohist eğilimler de olacak­ bozuk kişilik göstergesidir. Saldır­
tır. Örneğin eziyet etmekten hoşla­ ganlar genellikle doğrucu, etkin, ça­
nan kişinin aynı zamanda suçluluk lışkan, korumayı seven insanlar
duygularıyla kıvranıyor olması sa- olarak görünürler ya da görünme­
domazohizmin ahlaki düzeyde ke­ ye çalışırlar. Ne olursa olsun, sal­
sin bir belirtisidir. (Bk. MAZO- dırganlık temelinde yoksunluklar
HİZM, SADİZM) yatan bir ruh bozukluğudur. Sal­
dırganın adalet dağıtmaya çıkmış
SAĞDUYU (fr. bon sens; alm. Ge­ olması adalet adına değil saldırganlık
sunder Verstand, Gescheidtheit; adınadır. İnsanları saldırganlığa iten
ing. g o o d sense, right sense). Duy­ etkenlerin başında engellenmeler ve
guların dışına çıkarak doğru yargı­ şiddet uygulamaları gelir. Anne ço­
lar ortaya koyma yetisi. Descartes cuğunu çamurla oynamaktan en­
sağduyuyu us anlamında kullanı­ gellediğinde çocuk öfkeye kapılır
yor, onu dünyanın en iyi paylaştı­ ve saldırganlaşır. Taze diye aldığı
rılmış yetisi olarak görüyordu. Fi­ ekmeğin bayat olduğunu anlayan
lozof Yöntem üzerine konuşma'da kişi de hemen saldırganlık duygu­
şöyle der: “Özel olarak sağduyu ya suna kapılacaktır. Saldırganlık her
da us diye adlandırılan doğru yar­ zaman yoksunluğu yaratan nesne­
gılama ve doğruyu yanlıştan ayır­ ye yönelmez. Bir başka deyişle dı­
ma gücü tüm insanlarda doğal ola­ şa karşı saldırgan olamayan kişi
rak eşittir.” Descartes’ın bu belir­ kendine karşı saldırgan olur. Pek-
lemesine karşın “us”la “sağduyu- çok kişi yoksunluklar karşısında
”yu birbirinden ayırmak gerekir. şiddeti kendine uygulama yolunu
“Us” teknik bir terimdir, evrensel seçerek intihar etmiştir. Başkasının
genişliktedir. Oysa “sağduyu” her öfkesini uyandırmaktan çekinen ki­
kişideki doğruya yönelme istemi­ şi saldırganlığını kendine yönelte­
ni, dürüstlükle ve tam bir tutarlı­ cektir. Saldırgan aşık, kendisine kı­
lıkla doğruyu belirleme eğilimini or­ zını vermeyen babayı değil de ken­
taya koyar. (Bk. US) dini öldürecektir. Büyükte saldır­
ganlığı kışkırtan pekçok neden var­
SA LD IR G A N L IK (fr. agressi­ ken çocukta saldırganlığı yaratan
vité; alm . A g g re ssiv itä t; iııg. hemen yalnızca sevgisizliktir. Ço­
agressivity). Baskı ve şiddet uygu­ cuk kendisine üstünü ıslatmaması
lamaya eğilimli kişinin özyapısı. gerektiğini bildiren annesini sevgi­
Kaçma ya da ilgisiz kalmadan çok sizlikle suçlayacaktır. Öğrenciler
saldırıya geçmeye yatkın oluşla be­ çok zaman başarısızlıkları karşısın­
lirlenen kişilik özelliği. Freud’da da tedirginliğe kapılan anababaları 421
SANAT

sevgisizlikle suçlarlar. Bu yüzden lar: “Sinirli kişi yaşama güçlüğü çe­


büyüklerin çocukları anlamaya ça­ ken bir varlıktır: sinirli davranışın
lışması ve yargılamadan sevmesi bu yüzü elbette çevre için son de­
çok önemlidir. Ancak her insanda rece çarpıcıdır. O, kararsız, hoş­
belli bir saldırganlık eğiliminin bu­ görüsüz, çelişkili bir kişidir, hep
lunduğunu, böylesi bir eğilimin sa­ söylenildiği gibi kötü huyludur. Si­
natsal yaratmada baş etken oldu­ nirlinin klinik araştırmasında saldır­
ğunu da unutmamak gerekir. Sal­ ganlık sorunları birinci sırayı alır di­
dırganlık insan türünün temel özel­ yebiliriz.” Saldırganlığın iyileştiril­
liklerinden biridir. Buna göre bir sal­ mesi son derece güç bir hastalık
dırganlık içgüdüsünden sözetmek olduğu kesindir. Doğuştan ya da
olasıdır, insan tüm üst düzey hay­ yapısal diyebileceğimiz saldırgan­
vanları gibi varlığım saldırganlık lık en kalıcı saldırganlıktır. Saldır­
içinde gerçekleştirmeye eğilimlidir. gan kişilerin alkolden uzak durma­
Saldırganlık konusunu ele alırken ları ya da durdurulmaları gerekir.
bu temel özelliği gözden uzak tut­ (Bk. ŞİDDET)
mamak gerekir. Ancak istemli ve
ussal bir varlık olan insanın yaşa­ SANAT (fr. art-, alm. KunsV, ing.
mında saldırganlığın ne ölçüde ol­ art). Belli bir amaca ulaşmamızı
duğu ya da olabileceği hatta olma­ sağlayan yolların bütünü. Bir bilgi
sı gerektiği büyük bir tartışm a alanında bilgiler ve kurallar topla­
konusudur. Kimi yazarlar saldır­ mı. Güzeli gerçekleştirmek için or­
ganlığı tam tamına yıkıcı bir etken taya konulan özel etkinlik alanları­
sayarken kimileri bir zorunluluk nın herbiri. Sanat, Yeniçağ’a kadar
olarak görürler ve savunurlar. “İç­ toplumun ve dinin hizmetinde, ya-
güdüler kuramında Freud iki temel rargözetir bir etkinlik alanı olarak
içgüdüsel güç belirler: biri yaşam, kaldı ve kuramdan çok uygulamay­
öbürü ölüm. Cinsel içgüdü birinci­ la ilgili oldu, büyük ölçüde zanaata
yi temsil eder. Yıkıcı eğilimleriyle yakın durdu. H er çağın sanattan
saldırgan itkiler İkinciyi temsil eder­ anladığı ve sanattan beklediği baş­
ler. Bu iki içgüdü, bütünleşerek ya ka başka oldu. İlk uygarlıklar dö­
da karşıtlaşarak, tüm yaşam olgu­ neminde sanatın dinsel-toplumsal
larını üretirler. Çocuğun evriminin bir işlevselliği vardı. Bu çağın sa­
değişik evrelerinde bu iki içgüdü natçısı özgür yaratıcı değildi, sa­
arasında koşutluk ve hatta kaynaş­ natta bireysel etken tümüyle geri
m a vardır. Saldırgan itkiler cinsel itilmişti, sanatçı bir toplum hizmet-
itkilere güç ve etkinlik kazandırır­ lisiydi. Bu zamanlarda sanatsal in­
lar ve bu katkı sayesinde cinsel it­ celik sanatçının toplumsal gerekler
kiler amaçlarına ulaşabilirler” (A. çerçevesinde değil de kendiliğinden
Porort). Sinirli kişiliklerin saldırgan­ gerçekleştirdiği bir incelikti. Orta-
422 lığa yatkınlığını H. Ey şöyle açık­ çağ’da ars hem bugünkü anlamda
SANAT

sanatı hem her anlamda bilimsel, anlamı Rodin bize şu sözlerle açık­
felsefi, zanaatsal uygulamayı kar­ lar: “Sanat insanın en yüce görevi­
şılıyordu. Ortaçağ sonlarında orta­ dir, çünkü sanat dünyayı anlamak
ya çıkan üniversitelerde okutulan ve anlatmak isteyen düşüncenin ça­
dersler belli bir dizge içinde topar­ basıdır.” Voltaire bunu daha değişik
lanıyor ve özgür sanatlar diye ad­ bir biçimde şöyle açıklar: “Sanatla­
landırılıyordu. Bu özgür sanatlar ye­ rın gizi doğanın eksiğini kapamak­
di taneydi (trivium: dilbilgisi, bela­ tır.” Böylece sanat bir işlev yükle­
gat, diyalektik; quadrivium: aritme­ nir: sanatın eski işlevi doğaüstüyle
tik, müzik, geometri ve gökbilim). insan arasındaki bağı kurmaksa,
Ortaçağ’da sanat bizi belli bir so­ onun yeni işlevi insanı araştırmak
nuca ulaştıran usullerin toplamı ola­ ve dünyayı buna göre bir düzene
rak anlaşılıyordu: “Ars est systema koymaktır. Bu yolda sanat bilim­
praeceptorum universalum, vero- den ve felsefeden ayrı olarak salt
rum, utilitum, consantientum ad kavramsal düşünceyle yetinmez,
m u m eumdemque fınem tendenti- onda insan bir bütün olarak vardır.
tan” (Sanat bir ve aynı amaca yö­ Yüreğin etkinliği kafanın etkinliğiy­
nelik genel, doğru, yararlı, uyu- le bütünleşmedikçe gerçek sanat
şumlu bir genel kurallar dizgesidir). yapıtı ortaya çıkmaz. “El, baş ve
Buna göre ars yalnızca dilbilgisini, yürek birlikte çalışırsa sanat iyi
müziği, belagati... değil aynı za­ olur” der Ruskin. Bütün sanatlar,
manda resmi, yontuyu, marangoz­ kullandıkları gereçler ve uyguladık­
luğu, mimarlığı... içeriyordu. Ars ları yöntemler ayrı da olsa insanı
bu durumda Yunanlıların teksin’\y\e duygu-düşünce düzeyinde ortaya
eşanlamlı gibiydi. Yeniçağ’ın baş­ çıkarmakta ortak bir çaba ortaya
larında sanat bu genel anlamını yi­ koyarlar ve ortak özellikler taşır­
tirerek gerçek anlamda bir insan lar. Sanatları birbirinden ayrı alan­
araştırması olmaya başladı ve ya- lar saymak ve hele bunlardan biri­
rargözetirlikten uzaklaştı. Eski top- ni ya da birkaçını öbürlerinden öne
lumlarda, yukarıda da belirttiğimiz çıkarmak ancak sanattan uzak kal­
gibi sanatın özel bir işlevi vardı, in­ mış kişilerin yapabileceği bir iştir.
sanı doğaüstüne açan bir kapı gi­ “Tüm sanatlar kardeştir, her sanat
biydi. M ircea Eliade bunu şöyle ö bür sa n a tla ra ışık v e rir” der
açıklar: “Eski toplumlann gözünde Voltaire. Tüm sanatların ortak ama­
kültür insan ürünü değildir, doğa­ cı güzeli gerçekleştirmek ve güzel­
üstü kökenlidir. Ayrıca insanın tan­ de insan gerçeğini ortaya koymak­
rılar ve öbür doğaüstü varlıklar tır. “Sanatçı yazgımızı aydınlatır, ya­
dünyasıyla ilişki kurması ve onla­ şamımızı bulur çıkarır” der Bayer.
rın yaratıcı gücüne katılması sanat Sanatçı bunu yaparken donanımlı­
aracılığıyla olur.” Oysa sanatın çağ­ dır, apayrı bir görme gücüdür, bir
daş anlamı çok daha değişiktir. Bu göz’dür. “Sanatçının bize göster- 4 2 3
SANAT

diği o görünmez dünya çok zaman mak önce bir tasarıyı ya da fikri,
gözlerimizin önündeki dünyadır” sonra da bir eylemi gerçekleştir­
(Bayer). Buna göre sanatın tek ama­ mektir. Bu yolda sanatçı hem gi-
cı güzeli yaratmaktır diyebiliriz. Sa­ dimli düşünceyi hem de sezgisel
natın yarattığı güzel doğrudan doğ­ düşünceyi kullanacaktır. Hegel
ruya yararlı değildir, insanı insana şöyle der: “Belirlemeyi, ayırmayı,
gösterm ekle, dolayısıyla yararlı seçmeyi bilen düşünce olmaksızın
olur. Sanat kendi amaçlarını ken­ sanatçı ele almak istediği konuya
dinde taşıyan bir araştırma alanı­ egemen olamaz, buna göre gerçek
dır. Kendi dışında amaçları olması sanatçı ne yaptığını bilmez diye dü­
onu kendi olmaktan uzaklaştırabi­ şünmek gülünçtür.” / H. Delacro­
lir. Sanatsal yaratma yoktan varet- ix: “Sanatçı sanatında kendi evin­
me anlamı taşımaz, sanat düzeyin­ dedir. Bu bir dünyadır. Sanatçının
de yaratmak özgün bileşimler oluş­ yatkınlığı genellikle tam anlamında
turmaktır. Sanat hiçbir şeyi yoktan özelleşmiştir. Sanatçımn sanatında
varetmeyecektir. Sanatın iki temel da kendi özelliği, kendi özel tema­
zorunluluğu vardır: doğal gereci ları, kendi gereci vardır.” / Hippok-
kullanmak ve insan boyunda kur­ rates: “Yaşam kısa sanat uzundur.”
mak. Demek ki insana insanı gös­ / Quintillianus: “Sanat aşkı kimse­
teren bu etkinlik insan olmanın ko­ yi zengin etmedi.” / A. Bosse: “İyi
şulları içinde gerçekleşmelidir. Sa­ bir ressamın tüm öbür sanatları ta­
nat yaparken ne başka bir dünya­ nıması gerektiğini çok kişi söyledi
nın gerecini kullanabiliriz ne de bir ve yazdı, çünkü onun sanatı insa­
sanat yapıtını insanın algılayama­ nın gözüne çarpabilecek her şeyi
yacağı ölçülerde küçük ya da bü­ evrensel düzende ortaya koyabil­
yük yapabiliriz. Sanatçı bileşimle­ melidir.” / Cardinal de Retz: “Kü­
rini kurarken özgün bir yapı oluş­ çük kafalar sanatın yarattığı hiçbir
turma çabasındadır. Özgünlük sa­ şeyi doğal saymazlar.” / Fénelon:
nat yapıtını sanat yapıtı kılan birin­ “Sanat ne kadar büyük olursa ol­
ci koşuldur, özgün olmayan hiçbir sun gerçek bir tutku gibi konuş­
sanat yapıtı gerçek sanat yapıtı ola­ maz.” / Fontenelle: “Sanat uyruk­
maz. Henri Delacroix “Her bileşim larını sıkmayı seven ama onların sı­
kendini oluşturan kurucu öğeleri kılmış görünmesini istemeyen bir
aşar, her bileşim yaratıcıdır” der. tirandır.” / César Chesneau: “Bilim­
Hiçbir bileşim rasgele toparlama ler ve sanatlar uygulamayla ilgili
değildir, her bileşim bir fikrin ger­ gözlemlerden başka bir şey değil­
çekleşmiş biçimidir. Her sanat ya­ lerdir; kullanım ve uygulama tüm
pıtı b ir fikrin açınım ıdır, fikir bilimleri ve tüm sanatları önceledi,
gerçekleşti mi yaratıcı zihin o fikri ama bilimler ve sanatlar daha son­
en iyi biçimde dışlaştıracak olan bi­ ra uygulamayı yetkinleştirdiler.” /
424 leşimi aramaya çıkacaktır. Yarat­ J.-R. Bloch: “Sanatın yararlılığı
SANATÇI

maddesel düzeyde değildir. Sana­ rak sanatçı her şeyden önce bir in­
tın yararlılığı duygu, heyecan ve san araştırmacısıdır ve insanın duy­
yüksek kavrayış düzeyindedir. Sa­ gu ve düşünce dünyasını tanımak­
nat herhangi bir kesimden yana de­ la ve yansıtmakla ya da tanıtmakla
ğildir, ancak o hiçbir kesimi göz­ yükümlüdür. Böyle olmakla o ya­
den uzak tutmamalıdır, onların ne pıcı ve yaratıcı bir duyarlılığın in­
k a n ıtla rın ı ne b ü y ü k lü k lerin i sanıdır, bu duyarlılığını sanatını
görmezden gelmelidir. Sanat onla­ oluşturma serüveni içinde ya da ya­
ra egemen olur, onlarla yüzyüze ge­ ratma süreçleri boyunca ustalaşa-
lir, onların hakemi olur, herbirini ay­ rak kazanmıştır. O her şeyden ön­
rı ayrı açıklar. Sözcüğün en derin ce bir yaşam gözlem cisidir, bir
anlamında sanat bir açıklamadır. O yaşam ayrıştırmacısıdır, aynı za­
insanları birbirlerine açıklar, kadını manda bir yaşam yorumcusudur.
erkeğe ve erkeği kadına açıklar, bu­ “Bilgin için yaşam bilimde açıkla­
günün insanını yarının insanına nırken sanatçı için yaşam sanatta
açıklar, eski zamanların insanını yeni açılanır” der Henri Delacroix. Ona
yetişen genç insana açıklar.” / göre “Sanatçı duyguları estetik bi­
D escartes: “D erin düşüncelerle çimleri içinde ve estetik biçimleri­
filo z o fla rın y a z ıla rın d a n çok ne doğru yaşar.” Sanatçının sanatı
şairlerin yazılarında karşılaşıyor kendi sanatıdır, sanatçı sanatını
olm am ız şa şırtıc ı görü nebilir. dünyayla ilişkileri içinde özelleşti­
Bunun nedeni şairlerin heyecanla rerek kurar ya da kendi özellikleri­
ve im gelem gücünün etkisiyle nin belirleyiciliğinde oluşturur. Bir
yazıyor olmalarıdır. Çakmaktaşında anlamda estetik düzeyde dünyanın
nasıl k ıv ılc ım la r v a rsa (ateş içselleştirilmesidir bu. Sanatçı sa­
k ıv ılc ım ları) bizde de b ilim in natında kendi kurmuş olduğu özel­
kıvılcımları vardır. Filozoflar onları likli bir ortamdadır, kendi özel yur-
uslarıyla ortaya çıkarırlar; şairler dundadır. Sanatçının kurduğu bu
onları imgelemle ortaya koyarlar: dünya apayrı bir dünyadır. Bu an­
kıv ılcım lar o zam an d aha çok lamda sanatçı yatkınlıklarını özel­
parlar.” (Bk. GÜZEL, ESTETİK, leştirmiş kişidir. Sanatçının sana­
YARATMA) tında kendi kişiliğinin izleri vardır
ya da yansıları vardır. Buna göre
SANATÇI (fr. artiste; alm. Künst- her sanatçı kendi özel temalarıyla
ler; ing. artist). Duygu ve düşün­ ve kendi özel gereciyle belirgindir.
ce çerçevesinde güzeli gerçekleşti­ Her sanatçı sanatsal gereci kendi
ren. Sanat yapan. Kendini güzelin bilinç koşulları çerçevesinde kulla­
gerçekleştirilmesine adamış kişi. Bir nır, kendi öngörüleri çerçevesinde
sanat yapıtının yaratıcısı. Bir yapıtı kullanır. Böylece sanatçı kişiliğim
yorumlayan kişi. Güzeli kuran ya oluşturmuş olur. Sanatçı için birey­
da güzelden sorumlu olan kişi ola­ sel kişilikten ayn olarak ama elbet­
SANRI

te onun üzerinde temellenmiş olan rıyla ve sezişleriyle insanı kavra­


bir sanatçı kişiliğinden sözetmek hiç mak ve açıklamak açısından özel­
de yanlış olmayacaktır. Sanatçı bu likler edinmiş kişidir. (Bk. GÜZEL,
çerçevede özel bir duarlılığın insa­ ESTETİK, SANAT, YARATMA)
nıdır, onun çok zaman deha diye
tanınması ya da tanımlanması bu­ SANRI (fr. hallucination\ alm.
radan gelir. “Yalnızca sanatçılar ve Halluzination-, ing. hallucinatiori).
çocuklar yaşamı olduğu gibi görür­ Gerçeklikte karşılığı olmayan algı.
ler” der Hofmannstahl. Baudelaire Boş algı. Lalande: “Uyanık bir bi­
sanatçı etkinliğinde çocukluğun iz­ reyin, pek ender olarak da bir bi­
lerini bulur: “Olgun bir sanatçının reyler topluluğunun gerçekte varol­
yapıtlarıyla çocukluğundaki ruh mayan bir duyulur nesneden ya da
durumu arasında yapılacak bir fel­ gerçekte varolmayan bir olgudan
sefi karşılaştırma dehanın açık açık edindiği algı.” N. Sillamy: “Uyanık
ortaya konulmuş bir çocukluktan bir bireyin gerçeklikte varolmayan
başka bir şey olmadığım kolayca bir duyulur nesneden elde ettiği al­
kanıtlamaz mı?” Bu çerçevede çok­ gı. Basit sanrıları karmaşık sanrı­
ları sanatçıyı olağanüstü insan say­ lardan ayırmak gerekir. Basit san­
ma eğilimindedirler. Gide şöyle der: rılar genellikle basit ışık ve ses al­
“Gerçek sanatçı, yarattığı zaman­ gısı düzeyinde gerçekleşir. Karma­
lar yarı yarıya kendi bilincinden şık sanrılarda kişiler görülebilir,
uzakta gibidir. O kim olduğunu da cümleler işitilebilir. Sanrı beyinde­
tam olarak bilmez. O kendini an­ ki bir bozuklukla ilgili olabildiği gi­
cak yapıtında, yapıtıyla, yapıtından bi şizofreni gibi bir takım ruhsal
sonra tanıyabilir. Dostoyevski hiç­ hastalıklardan da gelebilir. Yerleşik
bir zaman kendini aramadı, o ken­ alkol tutkusunun da sanrılı rahat­
dini çılgınca yapıtına verdi. Kitap­ sızlıklara yol açtığı kesindir. J. M.
larındaki kişiliklerde yitip gitti. îşte Sutter sanrılı görünüm leri şöyle
bu yüzden bu kişiliklerin herbirin- özetler: “Sanrılar genellikle belirgin­
de onu buluruz,” Oysa Dostoyevs- dir: hasta kendisini tehdit eden düş­
k i’nin kişilerinden biri şöyle düşü­ manlardan kaçar, yırtıcı hayvanlar­
nür: “İnsanlar sıradan ve olağanüs­ dan korunur, olmayan seslere ya­
tü olmak üzere ikiye ayrılırlar. Bi­ nıt verir; tepkisi bazen gerçek ola­
rinciler başeğerek yaşamak duru­ bilir, o zaman gözlerini odanın bir
mundadırlar, bunların yasaları çiğ­ köşesine diker ya da görünür bir
neme hakları yoktur, çünkü onlar biçimde bazı seslere kulak verir, ba­
sıradan insanlardırlar. Öbürleri ola­ zen sessizlikte dudaklarını kıpırda­
ğanüstü insanlar olmakla tüm suç­ tır.” Bazen hastanın kullandığı bazı
ları işlemek, tüm yasaları hiçe say­ araçlar bizi sanrılar konusunda bil­
mak hakkına sahiptirler.” Elbette sa­ gilendirir: zaman zaman burnuna ya
426 natçı ayrıcalıklı değil ama duyuşla­ da kulağına pamuk tıkamış kişiler-
SAVAŞ

le karşılaşırız, bu kişilerin çoğu ne­ işidir” demiştir. Gene de savaşın bir


den böyle yaptıklarını açıklamak is­ gereklilik mi yoksa raslantı mı ol­
temezler. Topluluk sanrıları daha duğunu tartışmak gerekir. Bazı fi­
çok etki altında kalmaya ya da top­ lozoflar savaşı insani gelişimin ko­
lumsal histeriye dayanan sanrılar­ şulu saymışlardır. Herakleitos ev­
dır. (Bk. DÜŞÇILGINLIĞI) renin ya da doğanın bir savaş ala­
nı, bir çatışkılar alanı olduğunu bil­
SAV (lat. thesis\ fr. these\ alm. diriyor, savaşı varlığı vareden te­
These\ ing. thesis). Doğru olarak mel ilke olarak görüyor, “Savaş her
belirlenen ve savunulan önerme. şeyin anasıdır” diyordu. Ona göre
Aristoteles’de kanıtlanması gerek­ savaş bir toplumu sarstığı ölçüde
meyen, bir göstermede çıkış nok­ o toplumun kendi bilincine varma­
tası olan önerme. Kant’da çatışkıla­ sını sağlıyordu. Ancak insanlık sa­
rın birinci öğesi. Fichte’de özne’nin vaşa her zaman olumlu bakmadı.
mutlak eylemi, kendini mutlak bi­ Bir alman atasözü şöyle der: “Sa­
çimde koruyuşu. Hegel’de düşün­ vaş bir ülkeye üç ordu bırakır: bir
cenin karşısav ve bileşimden ön­ sakatlar ordusu, bir ağlayanlar or­
ceki evresi, ilk evresi. M arx’da di­ dusu, bir de hırsızlar ord u su .”
yalektik gelişimin karşısav ve bile­ Schiller “Savaş savaşı besler” di­
şimden önceki evresi, ilk evresi. yerek savaşçı eğilimin tehlikelerini
Her sav kendini tam bir parçalılıkta göstermek istemiştir. Savaş neler
ortaya koyar ve her ne kadar ek­ getirebileceği belli olamayan acılı ve
siksiz görünse de bir karşısavı ge­ tehlikeli bir kumardır, onu başlat­
rektirir. Savla karşısavın karşılıklı mak bitirmekten çok daha kolay­
durumundan bir bileşime ulaşılması dır. Machiavelli şöyle der: “İnsan
beklenir. Her türlü diyalektik dü­ savaşı istediği zaman başlatır, in­
şüncenin genel oluşum çizelgesi san savaşı bitirebildiği zaman biti­
böyledir. (Bk. BİLEŞİM, DİYA­ rir.” / H. Barbusse: “Tüm ülkelerin
LEKTİK, KARŞISAV) bağrında savaşı öldürmek gerek.”
/ V. Hugo: “Bir savaşın iyiliği orta­
SAVAŞ (fr. guerre\ alm. Krieg; ya koyduğu kötülüğe göre belirle­
ing. war). Devletler ya da toplum­ nir.” / Montaigne: “Askerlik sana­
lar arasında silahlı kavga. Savaşın tının en büyük erdemlerinden biri
tarihi insanlığın tarihi kadar eski­ düşmanı umutsuzluğa itmektir.” /
dir. Düşünürler baştan beri savaş Romaine Rolland: “Savaş beni tik­
o lg u su ü z e rin e e n in e b o y u n a sindiriyor, daha çok da savaşma­
düşünmüşlerdir. Hiçbir tür kendini dan savaş şarkısı söyleyenler tik­
yoketmezken, insan türü savaşlar­ sindiriyor.” / Sir A.N. Chamberla-
la kendini yokeden tek tür olma in: “Savaşta kazananlar yoktur, yal­
özelliği gösterir. Bu yüzden Home­ nız yitirenler vardır.” / S. Butter:
ros İliada'smda “Savaş insanların “Adaletsiz bir barışı adaletli bir sa-
SAVSÖZ

vaşayeğtutalım.’VB. Franklin: “İyi ya da bir fikre duyulan özel duy­


savaş da kötü barış da hiçbir za­ gu. Bir kişide ya da bir fikirde seç­
man olmadı.” / Nietzsche: “Barışı kin bir ahlaki değer ya da herhangi
yeni savaşların aracı olarak sevin, bir üstünlük bulmaktan gelen yü­
kısa barışı uzun barıştan daha çok celtme duygusu. Saygı insanlara-
sevin.” / A. Malraux: “Savaş an­ rası ilişkiyi düzenleyen ve toplum­
cak bir defa keşfedilir, ama yaşam sal yaşamı olası kılan temel duy­
birçok defa keşfedilir.” (Bk. BA­ gudur, her şeyden önce başkası­
RIŞ) nın varlığını onaylamaya, onu bir
değer saymaya dayanır. Başkaları­
SAVSÖZ Bk. KALIPSÖZ. nın varlığı benim için herhangi bir
durum değil insani varoluşun te­
SAVUNMA DÜZENEKLERİ (fr. mel koşuludur. Simone de Beau-
m é c a n ism e s de défense', alm . voir şöyle der: “Başkalarının özgür­
M ekanism us von A bw ehr, ing. lüğüne saygı soyut bir kural değil­
mechanisms o f defence). Kişinin dir, çabamın başarıya ulaşmasının
bunalım ını giderm esine yarayan tek koşuludur.” İnsana saygılı ol­
ruhsal çözümler. Savunma düze­ mak, birilerini şu ya da bu anlam­
nekleri iç çatışkı lann getirdiği sıkın­ da yargılamadan önce onları bir de­
tıları yapay biçimde giderme yolla­ ğer olarak belirlemeyi gerektirir.
rıdır. Savunma düzeneklerinin ba­ Buna göre, saygının bir yükümlü­
şında bastırma ve yüceltme gelir. lük olduğunu söyleyebiliriz, bu yü­
Bastırma, bir ruhsal öğenin bilinç- kümlülüğün temelinde “Her birey
dışına itilmesidir. Yüceltme, bazı insan olmakla değerlidir” formülü
aşağı duyguların bazı yüce duygu­ yatar. İnsan kendi varlığını ancak
lara dönüştürülmesidir. Bir başka başkalarının varlığıyla sezebilir, bu
savunma düzeneği gerileme eski yüzden “başkası” ben olmanın ko­
yaşlardaki bazı tutumların ve dav­ şuludur. Birini yok saymak, baskı
ranışların benimsenmesidir: anne­ altına almak, gidermeye çalışmak
sinden ayrılan bir çocuk tek başına kendi varlığının bilincine yeterince
yemek yemekten kaçınır ya da çok varamamış olmanın belirtisi olabi­
katı olmayan yiyecekler yiyebilir. lir. Kendine saygı başkasına saygı­
Yansıtma’âa kişi kendi duygularını yı, başkasına saygı kendine saygı­
başkalarıran yükler. Özdeşleşme, yı getirir. (Bk. ÖZSEVGİSİ)
kendini bir başka kişiye benzetme­
dir. (Bk. BASTIRMA, GERİLE­ SEÇ İK (lat. distinctus; fr. distinct;
ME, ÖZDEŞLEŞME, YANSITMA, alm. deutlich; ing. distinct). Ayrı
YÜCELTME) olarak kendini gösteren. Başka şey­
le karışmayan. Bir nesnenin seçik
SAYGI (fr. resp e ct; alm . fikrine sahip olmak için o nesneyi
428 Ehrfurcht; ing. respect). Bir kişiye öbür nesnelerden ayıran şeyleri
SEÇMECİLİK

kavramamız gerekir. Böyle bir kav­ sinden günümüze çok bir şey kal­
rayışa varamamışsak, elde ettiği­ mamışsa da bu felsefenin metafi­
m iz fik ir k a rm a şık o laca k tır. zik konularda Aristoteles’çi, ahlak
Descartes’da fikirlerin açık ve se­ konularında biraz Stoa’cı biraz Epi-
çik olması çok önemlidir. Bir fikir kuros’çu olduğu bilinir. Seçmeci­
açık olabilir yani kendini apaçık or­ likte adı en çok anılması gereken
taya koyabilir, ama seçik olmaya­ kişi elbette Leibniz’dir. Leibniz fel­
bilir yani başka fikirlerle karışabi­ sefesini kurarken seçmeci bir tu­
lir, oysa seçik olan ama açık olma­ tum almakla kalmamış, ayrıca seç­
yan fikir yoktur. Leibniz şöyle der: meciliği savunmuştur. Onun seç­
“Sahip olduğum işaretleri açıklaya­ meciliği biraz da kendinden önceki
bildiğim zaman bilgim seçiktir. Al­ felsefelere, özellikle skolastik fel­
tının tanımını veren bazı deney ve sefeye karşı kesin yadsıyıcı bir tu­
işaretler yardım ıyla gerçek altını tum almış olan Descartes’a yönel­
uydurma altından ayıran ayar uz­ tilmiş bir eleştiridir. Leibniz skolas­
manının bilgisi böyle birbilgidir.” tik felsefeye şöyle arka çıkar: “Sa­
(Bk. AÇIK) nırım, eskilerin de, derin düşünme
alışkanlığına ermiş, birkaç yüzyıl
S E Ç M E C İL İK (fr. éclectisme', önce dinbilim ve felsefe öğretmiş,
alm. Eklektizismus', ing. eclecti- içlerinden bazıları azizlik katına yük­
cisni). Çeşitli dizgelerin uygun gö­ selmiş usta kişilerin de sözünü et­
rünen yanlarını biraraya getirerek tiğimiz şeyler üzerine bilgisi olmuş­
bir dizge ortaya koyma tutumu ya tur; onları bugün gözden düşmüş
da eğilimi. Seçmecilik yeni bir şey bulunan tözsel biçimlerin varlığını
getirmekten çok ya da yeni bir şey benimsemeye ve korumaya yönel­
getirirken varolanlardan yararlan­ ten bu bilgidir. Ama onlar bizim ye­
ma öngörüsüyle gerçekleşir. Birbi- ni filozoflar topluluğunun sandığı
riyle karşıtlaşan dizgelerin bile bir- gibi ne öylesine doğruların uzağın­
biriyle uyuşan yanlan bulunabilir. dadırlar ne de öylesine gülünç du­
Dizgelerin birbiriyle uyuşan yanla­ rumdadırlar.” Seçmeciliği bir öğ­
rım alıp uyuşmayan yanlarını bıra­ reti olarak temellendiren XIX. yüz­
karak yeni bir dizge oluşturmaya yıl fra n sız filo z o fu V icto r
gidilebilir. Bununla birlikte seçme- Cousin’dir. Descartes’dan ve Kant-
ci tutum lara felsefe tarihinde az ’dan büyük ölçüde esinlenmiş olan,
raslanılır. Bu da elbette apayrı par­ felsefeyle dini birleştirmeye çalışan,
çalardan bir bütün kurmaktansa öz­ ruhbilim sel yöntem i kullanarak
gün bir dizge oluşturmayı yeğ tut­ kendine özgü bir ruhçuluk geliştir­
malarından gelir. Felsefe tarihinin miş olan ve “Dizgeler varsadıkları
bu konuda anılmaya değer ilk filo­ şeylerle doğru yoksadıklan şeyler­
zofu İskenderiye’n Potam on’dur le yanlıştırlar” diyen Cousin’in seç­
(M.S. I. yy). Potamon’un felsefe­ meciliği Fransa’da Temmuz Mut-
SEKİNCİLİK

lakyönetimi sırasında üniversitenin sözkonusudur. Bardenat bu konu­


resmi öğretisi durumuna gelmiştir. da şöyle der: “Gerçek anlamda ser-
C ousin’e göre tüm felsefe dizgele­ gilemecilik sergilemenin alışılmış
ri dört temel anlayışa indirgenebi­ biçimde gerçekleştirilmesiyle olur.
lir: ülkücülük, duyumculuk, kuş­ Bu iş daha çok erkeklere özgüdür,
kuculuk, gizemcilik. Seçmeci filo­ ama seyrek olarak kadınlarda da
zoflar bu dört bakış açısının olum­ görülür. Sergilenen bölüm genel­
lu yanlarını almalıdırlar. Taine ve likle cinsel organdır, bazen de kal­
Renouvier gibi filozoflar bu anla­ çalardır. Seçilen kurbanlar da ge­
yışı temelsizlikle eleştirdiler. Seç­ nellikle yetişkin kadınlardır, küçük
mecilik giderek küçültücü bir an­ kızlardır, bazen de delikanlılardır.”
lam kazandı. (Bk. BİRLEŞTİRME- Sergilemecilerin daha çok tapınak­
CİLİK) larda, parklarda, gezi yerlerinde,
apartman girişlerinde, pencere ön­
S E K İN C İL İK Bk. D İN G İN ­ lerinde cinsel organlarını başkala­
CİLİK. rına gösterdikleri görülür. Sergile­
me için özellikle açma kapama ko­
SELEKSİYON Bk. AYIKLAMA. laylığı nedeniyle palto ya da manto
gibi giyecekler kullanılır. Sergile-
SEM ANTİK Bk. ANLAMBİLİM. meci karşısındakini ya da karşısm-
dakileri şaşırtmakta büyük bir he­
S E M İY O L O Jİ Bk. BELİRTİBİ- yecan kaynağı bulur, ancak sergi­
LİM. leme aynı zamanda bir cinsel ilişki­
ye çağrı anlamı taşır. Sergilemeci-
SENTEZ Bk. BİLEŞİM. Iikte çocukluktaki N arkissos’çu
eğilimlere kadar uzanan bir çizgi
S E R G İL E M E C İL İK (fr. exhibi­ sözkonusudur. Kadında sergileme-
tionnisme: aim. Exhibitionismus', cilik cinsel organlardan bedenin
ing. exhibitionism). Cinsel organ­ öbür parçalarına kaymıştır ve çok
larını sergileme takıntısı, ö zel ya­ zaman bir sapıklık belirtisi olmak­
şamıyla ilgili olan ve gizli kalması tan ötede bir kadınca davranış özel­
gereken şeyleri uluorta açıklama liğidir.
eğilimi. Cinsel organların başkaları
karşısında açık açık sergilenmesi, SERMAYE (fr. capital\ alm. ka­
bir dalgınlık sonucu olmadığı za­ pital', ing. capital). Gelir sağlayan
man, bir takılma belirtisidir. Bazı ge­ zenginliklerin tümü. Uzun bir ça­
ri zekalılar ve bunaklar cinsel or­ badan sonra elde edilmiş manevi
ganlarını bilinçsizce sergilerler, an­ kazanım. Sermaye geniş çerçeveli
cak onların bu davranışını sergile- üretimin sonucunda elde edilen ka-
mecilik saymak doğru olmaz. Ser- zanımdır, yeni üretimlere olanak
430 gilemecilikte özel olarak cinsel haz sağlar. Eski toplumlarda geniş çer-
SEVİNÇ

çeveli üretim yoktu, buna göre çok patrona gider ve böylece artıkde-
büyük sermaye birikimleri de ol­ ğer oluşmuş olur. (Bk. ART1KDE-
m uyordu. O rtaçağ’ın sonlarında ĞER, DİYALEKTİK, MADDECİ­
başlayan yeni geniş çaplı üretim LİK)
düzeni büyük sermaye birikimleri­
ne yol açtı, uluslararası ticari ilişki­ SEVİNÇ (fr. joie; alm. Freude\
leri genişleterek sermayeye ulusla­ ing. joy). Yoğun esenlik duygusu.
rarası bir geçerlilik kazandırdı. Ser­ Olumlu duygularla belirgin derin
maye birikimleri üretim araçlarının heyecan. Sevinç bir iç doygunluk
üreticiden serm ayeciye geçmesi belirtisi olduğu kadar bir sonucu
sonucunu doğurdu. Dağınık üre­ elde etmiş olma belirtisidir. Olayla­
timden merkezi üretime geçişte tez­ ra bağlı olduğu kadar kişilik yapı­
gah sahibi işçi durum una düştü, sına da bağlıdır. Sevinmeye yatkın
böylece yeni üretici sınıf, işçi sınıfı kişilikler, iyimserlikleri içinde, en
oluştu. Giderek, yalnızca para de­ küçük bir olaydan bile sevinç payı
ğil, bütün kazanç kaynaklan ser­ çıkarırlar; buna karşılık sevinmeyi
maye birikimlerini oluştururken, pek bilmeyenler sevinebilecekleri
emekle sermayenin karşıtlaştığı ye­ şeylerden bile yeteri kadar sevinç
ni üretim düzenine, sermayecilik'e payı elde edemezler. Her duygu gi­
(fr. capitalism e\ alm. K apitalis­ bi sevinç duygusu da sürekli değil­
mus-, ing. capitalism) geçilmiş ol­ dir. Bu yüzden insanlar arasında
du. Sermaye böylece bir toplum­ “ Sevinç korku tu cu d u r” görüşü
sal değer olarak ortaya çıktı. Marx yaygındır, çünkü bir sevincin ar­
ve Engels şöyle der: “Sermaye or­ dından hemen bir acının geleceği
tak bir üründür. Öyleyse sermaye düşünülür. Sevinci yaratan başlıca
kişisel bir güç değil, toplumsal bir kaynak duygusal düzeydeki do­
güçtür.” Marx Sermaye adlı yapı­ yumlardır. Sevinç genellikle içte
tında sermayeci düzenin çelişkile­ olup biter, özellikle olgun insanlar
rini ortaya koymaya çalıştı, serma­ sevinçlerini yaşarlar ama göster­
yeci düzen enaz emekle ve en ucuz mezler. Çocukarda ve erginlerde
emekle en çok kazanç elde etmeye sevinç gösterilere bürünür. O du­
çalışan bir düzendir. Patron belli bir rumda sevinç el kol sallayışlarda,
işi yaptırmak için işçilere dört sa­ yüz çizgilerinde belirginleşir, hatta
atlik ücret öder, daha sonra aynı çelişkili bir biçimde ağlayışlarla or­
işi daha güçlü işçilere gördürerek taya konulabilir. Solunumun, kan
aynı iş için üç saatlik ücret ödeme dolaşımının, metabolizmanın hız­
yolunu bulmuş olur. Sonra onlara lanması gibi durumlar da sevince
daha kısa sürede daha çok iş çı- tanıklık edebilirler. Sevinç dışa taş­
karmalan için baskı yapar ve ek üc­ maya hazır oldukça yoğun bir duy­
ret öder, böylece işi daha ucuza ge­ gudur, onu kendisini çok andıran
tirmiştir. Artan kazanç her zaman duygularla, örneğin hazla karıştır- 431
SEZGİ

mamak gerekir. Çok zaman yalın gelimle tanıdığımızı söyleyebiliriz,


ve bütünseldir: başka duygularla ama ilk ilkelerin kendileri yalnızca
karışmamış olarak tüm bilince ya­ sezgiyle tanınabilirler, uzak sonuç­
yılır ve tüm ruhu ele geçirir. H. larsa yalnızca tümdengelimle ta­
Bergson, Bilincin doğrudan doğ­ nınabilirler.” Descartes’çı anlamı­
ruya verileri üzerine deneme'sin­ nın dışında sezgiyi üçe ayırabiliriz.
de sevinçle ilgili olarak şunları söy­ Birinci tür sezgi deneysel sezgi'dir,
ler: “Aşırı sevinç durumunda algı­ duyulardan ya da iç duyumdan ya­
larımız bir sıcaklıkla ya da bir ışık­ ni doğrudan doğruya bilinçten elde
la karşılaştırılabilecek bir nitelik ka­ edilir. Ussal sezgi, nedensellikle be­
zanırlar, bu öylesine yeni bir şey­ lirgindir, benzerlikleri ve ayrılıkları
dir ki bazı anlarda kendi üzerimize gösterir. Metafizik sezgi doğrudan
dönerken bir varolma şaşkınlığı ya­ doğruya düşüncenin Tanrı ya da
şarız.” Koyu sevinçleri anlatırken Ben gibi temel kavramlarına yöne­
P.J. Jouve “İnsanların sevinçleri de lik sezgidir. Felsefe adamlarının
acıları kadar korkunçtur” der. yaptığı bu üçlü ayırımın pek inan­
dırıcı olmadığı açıktır. Sezgiyi da­
SEZG İ (lat. intuitio\ fr. intuition-, ha çok bilincin kendinden getirdiği
alm. Anschauung; ing. intuition). doğrudan doğruya bilgiye karşılık
Zihnin herhangi bir doğruya usa- olarak düşünmek doğru olur. Des-
vurmalara başvurmadan doğrudan cartes’dan sonra sezgi iki filozof­
doğruya ulaşması. Descartes bize ta, Kant ve Bergson’da belirleyici
sezgiyi ilk olarak tanımladı. Des­ bir anlam kazandı. Kant’a göre uzay
cartes felsefesinde ilksel doğrular ve zaman çerçevesinde dış dünya­
da, onların arasındaki bağıntılar da dan elde ettiğimiz tüm veriler sez­
zihnin doğrudan doğruya edimi olan gilerdir. “Düşünceyi önceleyecek
sezgiyle elde edilebilir ya da görü­ biçimde verilmiş olan sunum sezgi
lebilir. Descartes şöyle der: “Sezgi diye adlandırılır” der Kant. Buna gö­
bir yandan tüm basit doğalara bir re sezgi bilginin gerecidir ve anlı­
yandan da onların aralarındaki zo­ ğın kategorileriyle bilgiye dönüşe­
runlu ilişkilerin bilgisine yönelir, ay­ cektir. Bu çerçevede Descartes’çı
rıca anlığın kendinde ve imgelem­ sezgiyle Kant’çı sezgi birbirinden
de apaçık bir biçimde varlığını be­ oldukça ayrıdır. Descartes düşün­
lirlediği tüm öbür şeylere yönelir.” cede varlığı bir sezgiyle, anlık bir
Böylece Descartes sezgiyi zihnin yakalayışla sezer, bunda hiçbir usa-
kendi içinde basit doğrulara ulaş­ vurma, hiçbir zamansal ardarda ge­
ması edimi olarak görür: “İlk ilke­ liş yoktur. Kant’çı düşüncede sez­
lerin doğrudan doğruya sonuçları gi anlığın bir edimi değil, yalnızca
olan önermeler konusunda, deği­ duyumsamayla elde edilen ilksel ya
şik biçimlerde ele alışımıza göre, on­ da hatta ilke veridir. “Zaman ve
432 ları bazen sezgiyle bazen tümden­ uzam özel sezgilerdir, onlar kav­
SINIF

ramlar değillerdir; bu sezgiler hiç­ larının felsefi temelini oluşturur.


bir nesneye yönelmez; onlar boş­ Sezgiciliğin en önemli adı Bergson-
tur, onlar sezgilerin basit biçimleri­ ’dur. Bergson sezgiyi şöyle tanım­
dir” der Kant. Bergson’da sezgi her lar: “B ir nesneye ulaşm am ızı, o
türlü ayrıştırmadan, her türlü us­ nesnedeki tek olanla yani anlatılmaz
sal kavrayıştan kaçan bir içdeney- olanla çakışmamızı sağlayan duy­
dir. “Daha sezgisel bir felsefeye ula­ gudaşlığı sezgi diye adlandırıyo­
şabilmek için kavramsal düşünce­ rum.” Böylece Bergson’da sezgi
yi dışlamak gerekir” diye düşünür özneyle öznelliğin ürünü olan nes­
Bergson. Onda sezgi zamansal bir ne arasında gizemli bir bağ kurul­
akış içinde bilinç’in ya da ben’in masını sağlayan bir yönelgenlik an­
doğrudan doğruya kavranılmasıdır lamı kazanmıştır. Bergson’un sez­
ya da daha doğrusu kendini kavra­ giciliği, bilimle ilgili olan kavram­
masıdır. (Bk. TÜMDENGELİM, sal düşünceye karşı, bir öznenin
TÜMEVARIM) özünü oluşturan anlamlara ulaşma­
yı öngörür. (Bk. SEZGİ)
S E Z G İC İL İK (fr. intuitionisme',
alm. Irıtuitionismus; ing. intuitio- SIN IF (lat. classis; fr. classe; alm.
nism). Sezginin bize mutlak bilgiyi Klasse\ ing. class). Ortak bir ya da
ya da gerçekliği sağladığını öne sü­ birkaç niteliği olan nesnelerin oluş­
ren öğreti. Zihnin deneysel doğru­ turduğu küme. Aynı toplumsal ve
lar dışındaki tüm aşkın doğrulara iktisadi koşullan yaşayan bireyle­
sezgi yoluyla ulaşabileceğini öne sü­ rin oluşturduğu topluluk. Doğal du­
ren öğreti. Sezgicilere göre sezgi rumda avcılıkla ve meyva toplayı­
bize mutlak bilgiyi ya da kendinde cılığıyla geçinen insan sınıflaşma­
gerçekliği sağlayabilir. Doğrudan mış insandır. Sınıflaşma doğal du­
doğruya iç algıya dayanan ve gi- rum dan uygar duruma, sürü du­
dimli düşünceye yani usavurmala- rumundan toplum durumuna geç­
ra gereksinme göstermeyen sezgi mekle ya da bir başka deyişle mül­
Descartes’çı yöntemin temel taşıy­ kiyetin oluşmasıyla başladı. İlk uy­
dı. D escartes’çı düşünce sezgiyi garlıkları kuran toplumlar katı sı-
düşünsel arayışın tem eline yer­ nıflaşmışlık düzenleriyle belirgindir,
leştirmekle birlikte sezgicilik değil­ bu toplumlarda bir sınıftan bir baş­
dir, çünkü onda sezgiyle elde edi­ ka sınıfa hatta bir meslekten bir
len doğrular gidimli düşünceye çı­ başka mesleğe geçiş olası değildi:
kış noktası sağlıyordu ve sezgisel sınıfsallık da meslek düzeni de ba­
yolla elde edilen bilgi tek bilgi de­ badan oğula geçiyordu. Yunan-la-
ğildi. Sezgicilik daha çok yüzyılı­ tin uygarlığıyla belirgin olan ikinci
mızın bir anlayışıdır ve geçen yüz­ uygar dönemde ya da Eskiçağ’m
yıldan beri gelişen ve varoluşçulu­ ikinci döneminde sınıfsallık varlı­
ğa kadar ulaşan öznelci bakış açı­ ğını korudu ve köle düzeni iyiden 433
SINIFLAMA

iyiye yaygınlaştı. Eşyayla ya da leri getirdi. Ne olursa olsun çağı­


hayvanla bir tutulan köle üretimin mızın, burjuva çağının ayırıcı özel­
tüm yükünü omuzluyordu. Orta- liği sınıf çatışmalarının basitleşmiş
çağ’da kölenin yerini serf aldı. Or- olmasıdır. Toplum giderek karşıt iki
taçağ’da toplumsal düzen serfın kesime, doğrudan doğruya birbiri­
alınteriyle ve ödediği ağır vergiler­ ne düşman iki karşıt sınıfa, burju­
le ayakta duruyordu. Yeniçağ’m va sınıfına ve proletaryaya bölünü­
sermayeci düzeninde üretici sınıf yor.” (Bk. TOPLUM)
işçi sınıfı oldu. Toplum sınıfı deni­
lince, kültür, yaşam düzeyi ve ikti­ SINIFLAM A (fr. classification;
sadi olanaklar açısından yan yana alm. Klassifıkation\ ing. classifi­
konabilecek bireylerin oluşturduğu cation). Nesneleri niteliklerine gö­
geniş kitle anlaşılır. Sınıf sorunu re ayırma. Ortak nitelikleri olan
üzerine en geniş düşünen Marx ol­ nesneleri belli kümelerde toplama.
muştur. M arx’a göre her çağın ege­ Sınıflara ayırma. Doğal sınıflama,
men düşünceleri egemen sınıfların şeyleri doğal niteliklerine göre sı­
düşünceleridir. Marx’m sınıf konu­ nıflara ayırmaktır. Yapay sınıflama,
sunda önemli belirlemeleri vardır: şeyleri kendi isteğimiz ya da öngö­
“Belli bir çağda devrimci düşünce­ rümüze göre sınıflara ayırmaktır.
lerin varolması her zaman devrim­ Bilim sınıflaması, birbirine yakın
ci bir sınıfın varolmasını gerekti­ bilimleri aynı kümede toplama ça­
rir.” “Devrimci sınıf, bir sınıfla kar­ basıdır. Aristoteles bilgiyi kesin bilgi
şılaştığı için kendini bir sınıf ola­ ve görüş olmak üzere ikiye ayır­
rak ortaya koymaz, tüm toplumun mıştı. Ortaçağ’da skolastikler bil­
temsilcisi olarak ortaya koyar, tek giyi mekanik sanatlar ve özgür sa­
egemen sınıf karşısında toplumun natlar olmak üzere ikiye ayırdılar.
bütünsel kitlesi olarak görünür.” Mesleğe hazırlayan mekanik sanat­
“Fransız burjuvazisi soyluluğun lara karşıt olarak özgür sanatlar in­
egemenliğini yıktığında birçok pro­ sanı özgür çalışma alanlarına ha­
letere proletaryanın üstüne yüksel­ zırlıyordu. Özgür sanatlar ikiye ay­
me hakları verdi, ama bu hakkı on­ rılırdı: trivium ve quadrivium. Tri­
lara yalnızca burjuva olmaları ko­ vium ya da üçlü dilbilgisi, belagat
şuluyla verdi. Her yeni sınıf, ege­ ve diyalektikten oluşuyordu. Qu­
menliğini eski egemen sınıfa göre adrivium ya da dörtlü aritmetik,
daha geniş bir temel üzerinde ku­ müzik, geometri ve gökbilimden
rar.” “Feodal toplumun yıkıntıları oluşuyordu. Descartes Yeniçağ’ın
üzerinde yükselen modem burju­ başlarında bir bilgi ağacı çizdi. Ağa­
va toplumu sınıf çatışmalarını or­ cın kökleri metafizik, gövdesi fi­
tadan kaldırmadı. O ancak eskile­ zik, dalları ahlak, mekanik ve he­
rin yerine yeni sınıflar koydu, yeni kimlikti. Aynı dönemde Bacon bi­
434 baskı koşulları, yeni kavga biçim­ limlerle ilgili çok karmaşık bir sı­
SİMGE

nıflama yaptı. Bacon’a göre bilim rinde bizim hiçbir değiştirici etki­
gerçek olanın yani somut olanın miz sözkonusu olamaz. Üçüncü sı­
araştırılmasıyla kurulacaktı. Bu da radaki fizik de sayılarla ve nesne­
deneysele, olgulara yönelmek de­ lerle ilgilidir, bu alanda nesneler de­
mekti. Bu yeni bilimin ilk ve en ğişkendir ve biz onlar üzerinde de­
önemli bölümü doğa olaylarını bir ğiştirici etkide bulunabiliriz. Kim­
bütün olarak ele alan ve bellek bili­ y a 'fa fiziğin karmaşıklığına özgül
mi diye nitelendirilebilecek olan ta- tepkilerde eklenir. Biyoloji'de kim­
rih’dir. Doğa olgularını sergileyen yanın karmaşıklığına yaşam olgu­
doğal ta rih '\q insanlık olaylarını ları eklenir. Sonuncu bilim en so­
sergileyen uygarlık tarihi'm birbi­ mut bilim olan ve insani olgularla
rinden ayırmak gerekir. Bacon ta­ ilgilenen toplumbilim'dır. Bugün bu
rihin yanına usla ilgili bilgi alanı di­ bilimler çokluğunda bir bilim sınıf­
ye belirlediği felsefe'yi ve imgelem laması yapmak kolay değildir. An­
bilimi diye belirlediği şiir' i koyar. cak bilimler doğa bilimleri ve in­
Felsefede üç ayrı bölüm belirler: san bilimleri diye ikiye ayırabiliriz.
dinbilim, doğabilimi (fizik) ve in­ (Bk. BİLİM)
san bilimi. Fizik ikiye ayrılır: ku­
ramsal fizik ve işlevsel fizik. Ku­ SIN IR (fr. limite', alm. Grenze; ing.
ramsal fizik Aristoteles’in belirle­ limit). Yanyana iki alanı ayıran
diği dört nedeni araştırır. Madde­ nokta, çizgi ya da yüzey. Kant No-
sel ve etkin nedenler özel fizik'm , umenon kavramını bir sınır-kavram
sonuçsal ve biçimsel nedenler me­ (ıein Grenzbegriff) olarak adlandı­
tafizik''m konusudur. İnsan bilimi rır. Felsefeyi bir bilgi eleştirisi <5la-
de ikiye ayrılır: bireysel insan bili­ rak gören Kant, onu kendi sınırla­
mi ve toplumsal insan bilimi. He­ rını bilen düşünce olarak nitelendi­
kimlik, mantık ve ahlak bireysel­ rir. (Bk. NOUMENON)
le, yönetim sanatı ve insan ilişki­
leri [toplumsalla ilgilidir. En yeni ve SİM ETR İ Bk. BAKIŞIMLILIK.
en belirgin olmakla birlikte bilimle­
rin çeşyitli dallara ayrılmasıyla ge­ SİM G E (lat. symbolum; fr. sym-
çerliliğini yitirmiş olan sınıflama bole\ alm. Symbol; ing. symbol).
Auguste Com te’un sınıflamasıdır. Bir anlamı dışlaştıran biçim. Bir
Comte bilimleri konulanna göre ya­ benzerlik ilişkisi altında bir başka
lından karmaşığa doğru sınıflar. Bi­ şeyi sunan işaret ya da biçim, im­
rinci sırada gerçek nesnelerle ilgisi ge ya da nesne. Biçimsel yapısıyla
olmayan, yalnızca sayılarla ilgile­ soyut bir şeyi ya da kendinden da­
nen matematik vardır, bu bilim en ha karmaşık bir şeyi düşündüren
soyut bilimdir. İkinci sırada sayı­ şey. Simge basit ya da karmaşık
larla ve nesnelerle ilgili olan gökbi­ herhangi bir imgedir. Basit simge­
lim yeralır; gökbilimin nesneleri üze­ ler daha çok gündelik yaşamda kul­ 435
SİMGE

lanılan ortak işaretlerdir (adaleti kazanmasını şöyle anlatıyor: “Çağ­


simgeleyen terazi, yolun daraldığı­ daş anlamda simge kavramını oluş­
nı gösteren yol işareti). Karmaşık turan değişik öğeler en eski zaman­
simgeler yalnızca sanatta kullanı­ lardan beri sanatta kendini göste­
lan simgelerdir. Simgesel anlatım rir. Ama bütün bu öğeler ancak
ussal anlatımdan dolaylı oluşuyla simgecilik çağında tek bir bütünde
ayrılır; ussal anlatımda bir fikir doğ­ bir araya geldi ve sanat yapıtı sim­
rudan doğruya ortaya konulurken geyle özdeşleşti.” Simge, buna gö­
simgesel anlatımda bu yapılmaz; re, yüzyılımızda sanatın her şeyi­
bunun yapılmamasının nedeni an­ dir. Sanat yapmak artık simgeler
latılacak şeyin ussal çerçevede an­ yaratmaktır, sanat izleyicisi olabil­
latılamayacak kadar karmaşık ol­ mek de simgeleri okuyabilecek yat­
masıdır. Özellikle sanatta dışlaşan kınlığa ulaşmış olmak demektir. Bu
ya da dışlaşacak duygu-düşünce yüzden bugünün sanatı izleyiciyi
bileşimlerini simgelere başvurma­ belli bir etkinliğe zorluyor, ondan
dan anlatma olasılığı yoktur. Buna belli bir yatkınlık bekliyor. Ancak
göre simge en eski zamandan beri simgeyi bizi bir çırpıda anlam a
sanatın kurucu öğesi olmuştur. ulaştıran açık bir kapı ya da kolay
Yüzyılımızda sanat baştanbaşa sim­ bir geçit gibi görmemek gerekir.
geci bir anlatıma bürünmüştür. S. Başlıca özelliğe karmaşıklık olan
Jarocinski şöyle der: “Eski kültür­ simge iletken olduğu kadar da ya­
lerde simge doğanın ve yaşamın lıtkandır, hem bizi anlama götüre­
büyük gizlerini bulmaya yarıyordu, cek tek yoldur hem de bu işte bize
hıristiyan Ortaçağ’ında düşünceyi engel çıkarır. Karmaşıklığıyla kay­
Tanrı’ya yükseltiyordu, duygucu gandır, çokanlamlılığa eğilimlidir,
dönem de sanatçının öznelliğini saydam göründüğü yerde bulanık­
açıklıyordu. Sanat dilinin özgüllü­ tır: o özel bir dildir, anlamı kucak­
ğünü ve anlatımın ilişkiler ağma layan biçimdir. Anlam ondadır ya
bağlı kayganlığını görebilen simge­ da onda görünür, ondan giderek
cilerde simge sanatla özdeşleşti. anlamı kavramak gerekir. Simge­
Bugünkü sanat gözlenmek için ya­ nin karmaşıklığı anlamın karmaşık­
pılanmıştır, onun yaşamın yaratıl­ lığından gelir biraz da. O aynı za­
m asına katılması gerekir, yalnız manda çok geniş bir anlamı kucak­
gündelik besin olarak kalmaması, layan küçücük bir yapı oluşturma­
aynı zamanda insanın gündelik ara­ ya yönelmiştir. Yapıt bir simgeler
cı, onun yaratma gereksinimlerinin bütünüdür. Simge bir aracıdır, iyi
bir yansısı olmak gerekir diyebili­ kurulduğu zaman iyi gösteren, ama
yorsak, bunu tüm güzelciliğine ve gene de bir şeyi bir çırpıda olduğu
yapmacıklığına karşın simgeciliğe gibi gösterm ek yerine duyuran,
borçluyuz.” Jarocinski çağımızda sezdiren bir aracıdır. “Simgeler her
436 sanatın tümüyle simgeci nitelikler zaman aydınlık olmaktan çok ka­
SİNİRLİLİK

ranlıktır ya da yarı karanlıktır” der |Henri de Régnier, Emile Verhaeren


Bayer. Sanatta simge, yaratıcı ça­ gibi şairlerin ardından Apollinaire
banın zorunlu bir yüzünü oluştu­ bir yıldız gibi doğar ve R im ba­
rur. İyi kurulmuş bir simge duy- ud ’nun gerçeküstücülüğe doğru
gu-düşünce bütününü en geniş çer­ açtığı yoldan korkusuzca ilerler. Bi­
çevede dışlaştırır. Simge anlatımın lincin yüzeysel etkinliklerinin ürün­
tek gerçek olanağını oluşturur. Yet­ lerini anlatmaktan çok bilincin de­
kin olamayan simge yapıtı açmaza rinliklerini gözlemlemeye çalışan
düşürür. Simgenin yeterli olmadığı Apollinaire bu yenilikçi atılımı için­
yerde bulanıklık ortaya çıkar. (Bk. de geleneğin verimli kaynakların­
RİTM) dan kopmayı düşünmez ve şöyle
der: “Hem biçimde hem özde yep­
S İM G E C İL İK (fr. symbolisme', yeni bir şair olmak istiyorum, ama
alm. Symbolismus', ing. sym bo- sanatlarını iyi kuramamış bazı ye­
lism). Simgeler kullanma eğilimi. nilerin tersine bende büyük çağla­
Simgelerle gösterme tutumu. Dış­ rın derin beğenisi var.” Böylece ge­
laştırma yöntemi olarak simgeler lişen simgecilik başka sanatları et­
kullanmayı benimseyen sanat an­ kiler, başka topraklara doğru ve sa­
layışı. Çağdaş simgeci sanat anla­ natın temel yöntemi olmaya doğru
yışı XIV. yüzyıl fransız edebiyatın­ gider. (Bk. ESTETİK, SANAT)
da kendini gösterdi. Baudelaire’in
doğalcı diye nitelendirilen şiirleri S İN İR L İL İK (fr. nevrose; alm.
yoğun simgelerle örülmüştü ve çağ­ Neurosis; ing. neurosis). Ruhsal ya­
daş simgeciliğin çıkış noktası ola­ pıda işlevsel bozukluklara yol açan
rak belirlendi. Paul Verlaine ve hastalıklı ruh durumu. Sinirlilik or­
Stephane Mallarmé simgeci şiirle­ taya çıktığı kişide kişilik bozukluk­
rin öncüleri oldular. Verlaine’in şii­ larına yol açmamakla birlikte onu
rinde giz dolu duyarlılıklar yoğun büyük ölçüde sıkıntıya uğratan bir
simgelerle dışlaştırılır. Mallarmé’nin durumdur. Bilinen bir fizyolojik ne­
simgelerinde dışlaşan oldukça ka­ deni olmayan, hastanın ruhsal özel­
palı bir düşünselliktir. Rimbaud’nun liklerinden gelen, ruhsalbozukluk-
şiirlerinde simgesel anlatım doru­ lar gibi kişilik kaym alarına yol
ğa ulaşmıştır. Rimbaud simgeleriy­ açmayan hastalıklı ruh durumları­
le bilinmezi bulup çıkarmaya çalı­ nın tümünü, saplantıları, takıntıla­
şır. Onun simgeleri yetkin ama şa­ rı, kuşkuları, tikleri, korkuları, bu­
şırtıcı simgelerdir; bu şaşırtıcı sim­ naltıları, boğuntuları vb. bu ad al­
geleriyle Rimbaud simgecilikten tında toplayabiliriz. Sinirlilik insan­
gerçekçiliğe doğru bir geçiş yapar. lar arasında oldukça yaygındır ve
Yetkin simgeler oluşturmakta en yüzde on gibi bir oran gösterir. Si­
çok ustalaşmış şairlerden biri de nirliler ortak özellikler ortaya ko­
A p o llin a ire ’dir. Jean M oréas, yarlar: kendilerini güven altında
SİNİRLİLİK

duymazlar, toplumla bütünleşme­ duruma şaşmaktadır. Sinirlilerin


de sıkıntı lan vardır, başkalanna ge­ iyileştirilmesinde en etkin yöntem
nellikle şiddete yatkın bir yönelim­ ruhayrıştırm ası yöntem i olabi-
leri vardır, en azından alaycıdırlar; lir.Herta Orgler şöyle der: “İşlerin
aynı uyarsız tutumu kendilerine de ters gitmesiyle para kaybeden, bir
gösterirler, intihar girişimi her za­ dostunu yitiren ya da sevdiği kişi
man olasıdır, uyku bozukluklan (uy­ tarafından aldatılan bir bireyin
kusuzluk, aşırı uyku) yaygındır, uğradığı sarsıntı tümüyle doğaldır,
cinsel yaşam larında bozukluklar an c ak bu b irey bu h ey ecan
vardır (mastürbasyon eğilimi, so­ geçtikten sonra da bedensel ve
ğukluk), her zaman bir şeylerden ruhsal acılardan yakınıyorsa bu bir
yakınırlar, hiçbir şey yapmadıkları sin irlilik belirtisid ir. A d ler bu
zaman bile kendilerini yorgun ve sinirliliğin ‘sanatsal yapısı’ üzerinde
bitkin duyarlar. Sinirliliğin neden­ durmakla birlikte, her sinirli kişide
leri genellikle içte, bilinçdışında ol­ onun özgünlüğünü ve özellikliliğini
duğu için sinirlinin neden şöyle de­ gösterm ekle birlikte tüm sinirli
ğil de böyle davrandığını kavramak b ire y le rin o rta k ö z e llik le rin i
genellikle çok zordur. Hemen bütün araştırmaktan da geri kalmadı. (..)
sinirlilerde duygu düzeyinde bir ol- O n lar (s in irlile r) d ü ş se l b ir
gunlaşmamışlık sözkonusudur: si­ dü n y ad a y aşam ay ı y eğ lerler.
nirli pekçok durumda, hatta mes­ Ç o cu k lu k la rın d a n b a şla y a ra k
lek konulannda ya da toplumsal iliş­ onlarda bir eylem eksikliği ve
kilerde çocuk gibi davranmaktan to p lu m sa l k av ra y ış e k sik liğ i
kendini alamaz, onun ne yapacağı görülür. Aşağılık karmaşıklarını
pek belli değildir, onun bu çocuk­ aşmak için bir yükseklik karmaşığı
su davranışlarının çocukluğuyla il­ g eliştirirler. B üyük b ir itkiyle
gili bazı öfkelere bağlı olduğu el­ yönlendirilmiş olarak onlar kişisel
bette düşünülebilir, ama gene de or­ üstünlüklerinin amacını en yüksek
tada kesin bir belirti yoktur. Bütün yere yerleştirirler. O nlarda aşırı
sinirlilik durumları yoğun duygu duyarlılık, sabırsızlık, yüreksizlik,
taşmalarına yol açabilecek özel ne­ kuşku, aşın ölçüde heyecanlılık gibi
denlerle ortaya çıkar (ölüm haberi, kişilik özelliklerine taslarız; daha
biriyle çatışma). Hasta her zaman ciddi durumlarda güvensizlik, hırs,
bilinçli olduğundan yakınları onun kıskançlık, açgözlülük kendini
sorumlu bir insan gibi davranma­ g ö sterir; o n lar çözm eye h azır
sını beklerler, hatta bu konuda ona olmadıkları kaçınılmaz yaşamsal
baskı yapabilirler: bu kadar iyi dü­ sorunlarla karşılaştıklarında bir
şünen, aklı başında bir kimsenin sarsıntı geçirirler ve bu sarsıntının
tam bir sormsuzluk içinde çocuk k o şu lla d ığ ı b e lirtile r o rtay a
gibi davranması olacak şey değil­ koyarlar.” (Bk.RUHAYRIŞTIR-
438 dir, çevredekiler kadar hasta da bu MASI, RUHSALBOZUKLUK)
SOMUT

SİSTEM Bk DİZGE. mektir), zengin çocuklarını siyaset


adamı olarak yetiştirme yükümlü­
SK O LA ST İK (Iat. scholasticus\ lüğü içinde felsefe kadar hemen her
fr. scolastique\ alm. Scholastik\ konudan anlıyorlar, ahlak, hukuk,
ing. scholastik). Okulla ilgili olan. iktisat, siyaset, felsefe ve özellikle
Avrupa’da X. yüzyılla XVII. yüz­ belagat öğretirken bol para kazanı­
yıl arasında kilise okulları ve daha yorlardı. Onlar için önemli olan
sonra üniversiteler çerçevesinde doğrunun bulunması değil, doğru
gelişen düşünce. Skolastik Aristo­ diye bilinenin iyi savunulmasıydı.
teles’in mantığını kullanarak gös­ Felsefe tarihinin ilk kuşkucuları
termeler ortaya koyan dinsel-fel- olan sofstlerin iki önemli temsilcisi
sefı düşüncedir. Bu düşünce ay­ vardır: Abdera’lı Protagoras ve Le-
rıntı tutkusuyla, tutuculukla, yet­ ontinoi’li Gorgias. Protagoras in­
keye aşın bağlılıkla belirgindir ve sanı her şeyin ölçüsü diye belirli­
hıristiyan dininin dogmalarını var- yordu, böylece kesin yargının, ge-
samayı öngörür. Kendi içinde tar­ nelgeçer yargının varlığını yadsı­
tışmacı ve araştırmacı görünen bu yordu. Gorgias da varlık’ın varol­
düşünce gerçekte bilinenin yinelen­ madığını bildiriyor, varlık varolsa
mesini yöntem edinmiştir. Tanrısal da bilinemezdi görüşünü ortaya ko-
açınımla usun doğal ışığı arasında­ oyuyordu. Sofistler okulu yunan
ki bağlantıyı ortaya koymaya da­ felsefesinde üç büyük okulun ar­
yanan skolastik düşüncenin başlı­ dından gelmiş olan bir umutsuzluk
ca temellendiricisi azizlerden Aqu- okuludur. B u okul P la to n ’dan,
ino’lu Tommaso’dur. Skolastik sö­ özellikle Aristoteles’den sonra öne­
zü zamanla küçültücü bir anlam ka­ mini yitirmiştir. Sofistlerin belki de
zanmış, katı ve kalıplayıcı tüm dü­ en önemli yanlan bunalımlı Yuna­
şünceleri skolastik diye belirlemek nistan’da insan sorunlanyla ilgilen­
alışkanlık olmuştur. (Bk. MANTIK) miş olmalandır. Platon’un sevgili
hocası Sokrates de bir sofisttir, onu
SLOGAN Bk. KALIPSÖZ. sofistlerden ayıran araştırmacı ya­
nı ve yöntemli düşünme eğilimidir.
SO FİST (lat. sophista; fr. sophis- Platon’un Symposion |diyaloğunda
te\ alm. Sophist; ing. sophist). Es­ Alkibiades Sokrates’le ilgili olarak
ki Yunanistan’da parayla ders ve­ “Bilgisizliği geneldir ve bilmediği bir
ren ve kişilere felsefe ve belagat şey yoktur, en azından görünüşü
öğreten filozof. Sofistler gençlere böyledir” der. (Bk. FELSEFE)
topluluk içinde rahat ve güzel ko­
nuşma ve herhangi bir konuyu in­ SO FİZM Bk. BİLGİCİLİK
celikle savunma dersleri veriyor­
lardı. M.Ö. V. yüzyılın bu tüccar SOM UT (lat. concreto', fr. corıc-
bilgeleri (yun. sophos “bilge” de­ ret; alm. konkref, ing. concrete).
SONSAL

Duyularla algılanabilir olan. Gerçek­ laki özgürlük kavramı yatar. Buna


lik te k a rş ılığ ı b u lu n an . (B k. göre ancak özerk olan, özgürce se­
SOYUT) çimler yapabilen sorumludur. Öz­
gürlükten ve özgürlüğü sağlayacak
SONSAL (lat. dey. “ a bilinçten yoksun olduğu için köle
posteriori"ye karşılık). Deneyle il­ sorumlu değildir, kendini sorumlu
gili olan. Deneyden önce gelene ya­ duyduğu anda da köle olmaktan çı­
ni önsel’e (a priori) karşıt olarak kar. Eksik bilinçle yaşayanlar so­
sonsal (a posteriori) deneyle ilgili rumlu tutulabilirler ama tam anla­
olandır. (Bk. ÖNSEL) mında sorumlu olamazlar. Yetkin
bilinç bireyi kendine egemen kılar.
SONSUZ (lat. infinitus; fr. infini', Sorumluluğun gerçekleşebilmesi
aim. Unendlich', ing. infinite). Sı­ için istemin özerkliği gerekir. Hiç­
nırları olmayan. Sonsuz çok zaman bir dış belirleme olmadan gerçek­
dinbiliminde Tanrı’yla, bilimde ev­ leşebilen istem olmaksızın gerçek
renle özdeşleştirilir. Felsefede son­ anlam ında sorum luluk oluşmaz.
suz bazen bir gerçeklik bazen bir Sorumlu birey tüm dış bağlantılar­
olasılık olarak düşünülmüştür. Aris­ dan bağımsız olarak seçimler ya­
toteles somut sonsuzu kavranıla- pabilen bireydir. Dışerklik sorum­
m az bir şey diye düşünüyordu. luluğu kaldırır ya da en azından sa­
Kant salt usun çatışkılarını tanım­ katlar. Sakatlanm ış sorum luluk
larken sonsuzu kavramanın ve son­ gerçek sorum luluk değildir. Dı-
luyu tasarlamanın olanaksız oldu­ şerklikle zedelenen sorumluluk so­
ğunu bildirdi. Sonluluk sınırlılıkla rum luluk değil, yüküm lülüktür.
ve geçicilikle, sonsuzluk sınırsız­ “Hiçbir şeye inanmadığımız zaman,
lıkla ve sürerlikle ilgilidir diye dü­ hiçbir şeyin anlamı olmadığı zaman,
şünülür. (Bk. TANRI) hiçbir değeri varsaymadığımız za­
man her şey olasıdır ve hiçbir şeyin
SORU (lat. quaestio; fir. questi­ önemi yoktur” der Camus. Zorla
on; aim. Frage, Befragung;, ing. yapılan iş sorumsuzca yapılan iş­
question). Tartışmaya konulmuş tir. O durumda sorumluluk başka-
olan. İçinde güçlükler barındıran, lannındır. Oysa kimse kimsenin ye­
tartışmaya açık konu. Bir yanıt ge­ rine sorumlu olamaz. Sorumsuz­
rektiren önerme. luk bilinçli bir kişi için yapabilecek­
ken yapm am ak anlam ına gelir.
SORU M LU LU K (fr. responsabi­ Antoine de Saint-Exupéry “İnsan
lité; aim. Verantwortlichkeit', ing. olmak her şeyden önce sorumlu ol­
responsability). Bir yanlışı düzelt­ maktır” der. Sorumluluk evrensel­
me ya da bir amacı gerçekleştirme dir, parçalı değildir. İnsan şundan
yükümlülüğü. Sorumluluk kavra­ ya da bundan olmaktan önce bü­
440 mının temelinde özerklik yani ah­ tün insanlıktan sorumludur. İnsa-
SOSYALİZM

na karşı olan her durum her so­ neklerinin çalışanlar yararına kul­
rumlu kişiyi ilgilendirecektir. So­ lanılmasını öngören siyasal-toplum-
rumluluk yazgı fikrinin aşıldığı yer­ sal öğreti. Sosyalizm üretimi ve de-
de başlar. İnsanın başına gelecek ğiştokuşu kesin kurallara bağlaya­
olanlar önceden belirlenmişse so­ rak toplumu tüm bireylerin yararı­
rumluluk sözkonusu olamaz. Sop- na yeniden düzenlemeyi öngören
hokles’in Oidipus epi Kolono’sun­ tüm siyasal ve iktisadi öğretilerin
da şu satırlarla karşılaşırız: “Eylem­ ortak adıdır. Sosyalizm kavramı bir­
lerim mi? Onlara ben katlandım, birinden uzak hatta birbirine azçok
onları ben yapmadım” “İzlediğim aykırı birçok düzenleme biçimine
yolu bir şey bilmeden izledim”. Ki­ karşılık olmakla oldukça kaygan
şinin insanlıktan sorumlu olması hatta bulanık bir kavramdır. Deyim
her şeyden önce kendinden sorum­ yerindeyse, değişik sosyalizmler
lu olmasını gerektirir. Her kişi ken­ vardır. Reformcu sosyalizm ya da
di olarak sorumludur. Eski Ahid’de evrimci sosyalizm şiddete dayan­
şunları okuruz: “Her kişi kendi ölü­ madan ya da devrim yapmadan ya­
münü ölecektir. Bir oğul babasının sal yollarla yeni bir düzen kurmayı
yanlışını yüklenemez. Bir baba da amaçlar. Devrimci sosyalizm işçi sı­
oğlunun yanlışlarını yüklenemez. nıfının yapacağı devrimle gerçek­
Doğru doğruluğunun, kötü kötü­ leşecek, toplumsal ve iktisadi ya­
lüğünün karşılığını görecektir.” Or­ pıda birdenbire değişmelerle yaşa­
tak sorum luluklar elbette vardır, ma geçirilecektir. Ütopyacı sosya­
ama ortak sorumluluklarda da her­ lizm gerçeklerden çok öngörüler ve
kes her şeyren önce kendinden so­ iyi dileklere göre tasarlanmış,‘uy­
rumludur. Sorumluluk insanı yaşa­ gulama şansı pek olmayan sosya­
ma bağlayan ve umutlu kılan güç­ list k u ra m la rın genel a d ıd ır
tür. Saint-Exupéry “İnsan hem so­ (Thom as M orus, S aint-S im on,
rumlu hem umutsuz duyamaz ken­ Fourier). Sosyalizm konusunda
dini” der. (Bk. BİLİNÇ) savlar XIX. yüzyılda gelişm eye
başlamıştır ve o yüzyılın sermaye­
SORUN (lir. problème; alm. Auf- ci düzen içinde gelişen toplumsal
gabe, Problem', ing. problem). Us­ adaletsizliklerini dengeleme dilek­
sal yöntemlerle yanıtlanması gere­ lerinden kaynaklamıştır. Bu anlam­
ken soru. Bilimsel açıdan çözüm da sosyalizm burjuva ve küçük bur­
bekleyen karmaşık durum. Kuram­ juva sınıflarının topluma yeni dü­
la ya da uygulamayla ilgili olan ve zenekler, yeni bir üretim ve değiş­
çözüm bekleyen karmaşık yapı. tokuş düzeni getirme çabasında an­
latımını bulur, bunda üretimi ve tü­
SO SY A LİZ M (fr. so cialism e; ketimi belli kurallara bağlama ve si­
alm. Sozialismus; ing. socialism). yasal dengesizlikleri ve olası patla­
Büyük üretim ve değiştokuş düze­ maları önleme isteği baskındır. Ser­
SOYUT

mayeci düzenin iyiden iyiye yer­ doğrudan doğruya tasarlamayla or­


leşmesiyle ve sanayi devrimiyle tüm taya konulmuş olan genel bir fik­
gelişimini kazanmış olan “bırakınız rin özyapısı. Soyut olan ya da ger­
yapsınlar, bırakınız geçsinler” an­ çeklikte karşılığı olan ya doğrudan
layışının sonucu olan serbest re­ doğruya düşüncenin ya da imgele­
kabet ve onun sonucu olan aşırı m in çabasıyla ortaya konulm uş
toplumsal dengesizlik böylece ye­ olandır. “Kedi” fikri soyuttur, ke­
ni önlemlerle giderilmiş olacaktı. Bu dilerden soyutlama yoluyla elde
düzenleme dilekleri XIX. yüzyıl dü­ edilmiştir. Ama “melek” fikri so­
şünürlerinde, özellikle İngiliz ikti­ yuttur ve düşüncede belirlenmiş­
satçılarında açık bir biçimde yer alır. tir, gerçeklikte karşılığı yoktur. (Bk.
İngiliz filozofu John Stuart Mili top­ SOMUT)
lumda kazanç ve tüketim denge­
sizliklerinin giderilebilmesi için bir SOYUTLAMA (lat. abstractio\ fr.
dizi önlem önerir. M arx’çı bağlam­ abstraction', alm. Abstraktion\ ing.
da sosyalizm sermayecilikle ko­ abstraction). Bir soyut fikre ulaş­
münizm arasındaki geçiş evresidir. ma. Bir şeyin herhangi bir niteliği­
Komünist düzende devletin kesin ni kendisiyle doğal bir bütünlük ku­
olarak ortadan kalkacağına inanan ran öbür niteliklerden ayrı olarak
M arx’çı düşünürler sosyalist evre­ belirlemeye dayanan zihin işlevi.
de devletin varlığını sürdüreceğini (Bk. SOYUT)
bildirirler. Bugün sosyalizm terimi
Batı Avrupa’daki sosyal adaletçi de­ SO Y U TLA M A C ILIK (fr.abst-
mokratik siyasetlere karşılıktır ve ractionnisme', alm. Abstraktionnis-
demokratik sosyalizm ya da sosyal mus\ ing. abstractionism). Aşın so­
demokrasi diye bilinen ve komü­ yutlama eğilimi. Soyutlamaları so­
nist eğilimli olmayan solcu siyaset mut gerçekliklere eşdeğer sayma
devinimlerinin genel adıdır. Bu da eğilimi. (Bk. SOYUTLAMA)
sosyalizmi yere ve zamana göre
çokça değişen ve belirgin kuralları SÖZLEŞM E (lat. contractus; fr.
olmayan bir dünya görüşü duru­ contrat-, alm. Vetrag, Kontacf, ing.
muna getirmektedir. Belki de sos­ contract). Bir kişinin ya da bir top­
yalizm gelecekteki yetkin insan top- luluğun başka kişi ya da kişilerle
lumlarının adaletli yaşam biçimle­ bir şeyi yapmak ya da yapmamak
rine karşılık olacaktır. (Bk. DİYA­ konusunda uzlaşması. B ir toplulu­
LEKTİK, KOMÜNİZM, MADDE­ ğun ya da bir toplumun kendi için­
CİLİK, ORTAKLAŞMACILIK) de bir şeyi yapmak ya da yapma­
mak konusunda uzlaşması. Top­
SOYUT (lat. obstractus; fr. abst- lumsal sözleşm e, Jean- Jacques
rait; alm. Abstrakf, ing. abstract). Rousseau’nun 1762’de yayımla­
Somut verilere dayanılarak ya da nan Toplumsal sözleşme y a da si­
STOA’C IU K

yasal hukukun ilkeleri adlı yapı­ SPİR İT U A L İZ M Bk. RUHÇU-


tında ortaya koyduğu görüşler için­ LUK.
de başlıca yeri alan ve insanların
ortak bir yaşam düzeninde bir ara­ STOA’C IL IK . M.Ö. IV. yüzyıl­
ya gelmelerini sağlayan temel ko­ da Kıbrıs’lı Zenon’la başlayan ve
şullardır. Toplumsal sözleşme bit­ M.S. III. yüzyıla kadar gelişen hep-
memiş büyük bir yapıtın bir bölü­ tanrıcı, usçu, maddeci felsefe oku­
müdür. Başlıbaşma bir yapıt özelli­ lu. Bu okul üç aşamada gelişti: Es­
ği kazanmış olan bu yazı bireylerin ki Stoa (Zenon, Kleanthes, Khry-
istekleriyle toplum sal gerekleri sippos) döneminde okulun tüm te­
dengeleme konusunda öneriler ge­ mel görüşleri ortaya kondu. Oku­
tirir. Rousseau bu yapıtta cumhu­ lun adı da bu dönemden kalmadır.
riyetçi görüşlerini dile getirirken, in­ K ıbns’lı Zenon Atina’da Stoa Poi-
sanın doğal durumda yani uygar­ kile'de, resimlerle süslü revaklı bir
laşmadan önce yaşadığı mutluluğa galeride dersler veriyordu. Orta
dönem eyeceğini, bundan böyle Stoa diye bilinen ikinci gelişim ev­
devlet düzeni içinde yani bir top­ resinde en önemli adlar Rodos’lu
lumsal sözleşme altında yaşayarak Panaitios ve Apameia’lı (Suriye)
eşitliği ve özgürlüğü sağlamaya ça­ Poseidonios’dur. Poseidosios’un
lışması gerektiğini bildirir. Toplum­ S toa’cılığı P laton’culuğa doğru
sal sözleşme düzeni elbette demok­ yaklaştırdığı bilinmektedir. Her iki
ratik bir yaşam düzeni olacak, bu­ dönemden elimizde birinci elden
nun için bir yasakoyucunun yasa­ metinler bulunmaması Stoa okulu-
larına gereksinim duyulacaktır. Bu nun kuruluş ve gelişim koşullan-
düzende, demokratik yaşam koşul­ mn neler olduğunu bilmemizi en­
ları çerçevesinde genel istem ger­ gelliyor. Elimizdeki metinler İmpa­
çekleşmiş olacaktır. Jean-Jacques ratorluk Stoa'sı diye bilinen üçün­
Rousseau şöyle der: “İnsanın top­ cü dönemden Seneca, Epiktetos,
lumsal sözleşmeyle yitirdiği doğal Marcus Aurelius gibi önemli filo-
özgürlüktür ve elinin erdiği her şey­ zoflann metinleridir. Stoa’cılar fel­
de sınırsız bir haktır; kazandığıysa sefeyi mantık, fizik, ahlak olmak
yasal özgürlüktür ve elde ettiği şe­ üzere üçe ayırdılar. Evrensel usun
ye sahip olm a hakkıdır.” Jean - (logos) varlığını benimsediler. Ev­
Jacques R ousseau’nun bu görüş­ renin dışında hiçbir varlık ya da var­
leri Fransız Devrimi’nin düşünce lık alanı kabul etmeyen Stoa’cılara
temelini oluştururken İnsan Hak­ göre insan doğanın bir parçası ol­
lan Bildirisi’nin özünü esinlemiştir. makla evrensel ustan pay alıyor­
(Bk. DOĞAL) du. Öyleyse en uygun yaşam do­
ğanın gereklerine göre sürdürülen
SPEKÜLASYON Bk. KURGU. yaşamdı.
443
SUBSTRATUM

SUBSTRATUM Bk. DAYANAK. lemesidir. Paul Foulquie süreyi


derin düşünsel yaşamın bir koşulu
SUNUM (lat. repraesentatio; fr. olarak belirler. Bilincimize her yeni
représentation', alm. Repräsen­ g elen öge b ir ta b u la r a s a 'ya
tation', ing. représentation). Bir y e rle şirc e s in e k en d in i o rta y a
nesneyi zihinde ya da imgelemde koym ayıp s ü re rli b ir b ilin c e
görünür kılan bilinç olgusu. Bir katılacaktır, bu bilinç o öğeye
imge aracılığıyla bir kavramı ya da re n k le rin i v erirk en o n u n la
bir görünür nesneyi duyulur kılma bütünleşecektir: “Kişiliği belirleyen
edimi. süre sürerliği de belirler. Derin
ruhsal yaşamda evrimler varsa da
SÜRE (fr. dureé; alm. Dauer, ing. devrimler yoktur. Elbet bazen bizi
duration). Zamanın sınırlı parçası. şaşırtan kararlar kendini gösterir,
Zamanın bir başlangıçla bir bitiş ancak burada zincirin bizden kaçan
arasında kalan parçası. Bergson’da birkaç halk ası sözk o n u su d u r.”
“zaman”la “süre” karşıtlaşır. Za­ A n c ak P aul F o u lq u ie sü re d e
man ölçülebilir olandır, matematik­ kendini ortaya koyan derin ben’in
seldir, öznellikle değil nesnellikle il­ kavranılması konusunda Bergson
gilidir, yaşamı kolaylaştırmak, ile­ kadar iyimser değildir. İnsanın derin
tişimi sağlamak için vardır. Nesnel y aşam ın ın in celen m esi b irço k
zamana karşılık sûre öznel zaman­ güçlük çıkaracaktır.(Bk. ZAMAN)
dır, “a n süre”dir, canlı zaman de­
neyidir, ruhbilimsel gerçekliktir, ya­ SÜREÇ (lat. processus; îr.proces,
şamın ya da öznelliğin kendisidir. processus; alm. Prozess; ing. pro-
Süre duygusallığın zamanıdır, so­ cess). Bir birlik ya da bir düzen or­
muttur, bekleyişlerde uzar, sevinç­ taya koyduğu gibi bir sonuca da
lerde kısalır. O, gerçek olarak ya­ yönelik olan olgular ve işlemler di­
şanılandır. Bergson’un tanımıyla zisi. Belli bir zamanda yer alan et­
süre “Ben kendini yaşamaya bırak­ kin ve düzenli olgular bütünü.
tığında bilinç durumlarımızın ardı­
şıklığının aldığı biçim”dir, buna göre SÜRREALİZM B k GERÇEKÜS­
niteliksel değişimlerin kesin sınır­ TÜCÜLÜK.
lar sözkonusu olmadan birbirini iz­

444
Ş
ŞAŞM A (fr. étonnem ent; alm. için oldukça yararlı olan” şaşma
Verwunderung; ing astonishment). bireysel kalamayacaktır. Ona göre
R uhsal sarsıntı. O lağandışı bir bir konuda şaşkınlığa uğrayan kişi
durum k a rş ıs ın d a du y u lan şaşkınlığını başkasına yansıtmak
değişiklik duygusu. Beklenmedik ister. Böylece insan şaşma yoluyla
bir olayın uyandırdığı ruhsal tepki. kendini eğitir. K arşılıklı eğitim
A lışılm adık bir durum özellikle b irb irin d e şa şm a d u y g u su
birdenbire karşılaştığımızda bizde yaratmaktan başka bir şey değildir.
şaşma duygusu yaratır. Bu duygu S p in o za K ısa in c e le m e 'sin d e
bizim bu yeni durumu kavramamıza şaşmayla ilgili şu örneği verir: “Hiç
ve ona biraz da olsa alışmamıza uzun kuyruklu koyun görmemiş
kadar sürecektir. H er yeni bizde o lan kişi uzun k u y ru k lu fas
azçok yoğun bir şaşm a duygusu k o y u n la rın ı g ö rd ü ğ ü zam an
yaratır. Yaratıcı insan etkinliğinin şaşacaktır. Anlatırlar, kendi tarlası
te m e lin d e işte bu d u y g u n u n dışında tarla olmadığını sanan bir
varolduğunu söyleyebiliriz. “Her kö y lü , ineği k a y b o lu n c a onu
gün yeni olsun gördüğün, bilge kişi uzaklarda aramak zorunda kalır ve
her şeye şaşan kişidir” der Gide. kendi tarlası dışında çok sayıda tarla
Birdenbire karşımıza çıkıp bizde olduğunu görüp şaşar.”
şaşm a d u y g u su uy an dıran şey
ortadan çekilmeye başladığında biz ŞEM A (fr. scheme-, alm. Schema;
de yavaş yavaş olağanın sınırlarına ing. scheme). Herhangi bir nesne­
çekilm eye başlarız. A ristoteles nin basitleştirilmiş sunumu. Leib-
M e ta p h y s ik a ’nın 1. k ita b ın d a n iz’de m onadların tem el ilkesi.
felsefenin m eraktan doğduğunu Kant’da kategorilerle olgular ara­
anlatırken “Gerçekte bugün olduğu sındaki aracı birim. K ant’a göre
gibi ilk filozofları felsefi kurgulara duyulur sezgide verilmiş olan ol­
iten ş a ş m a ’d ır” der. G asto n guyla anlığın kategorileri arasında
Bachelard’a göre “bilimsel kültür “bir üçüncü terim olm alıdır, bu
445
ŞEY

üçüncü terim bir yandan katego­ ŞİDDET (lat. terror, fr. terreur;
riyle biryapılıdır bir yandan da alm. Terror, ing. terror). A şın kor­
olgularla biryapılıdır ve böylece bi­ ku yaratma. Bir toplumun ya da bir
rincinin İkinciye uygulanmasını ola­ topluluğun hatta bir kişinin diren­
sı kılar. Bu ara sunum an olmalıdır cini kırmak için bozgun yaratıcı
(hiçbir deneysel öge banndırma- maddi ve manevi yöntemler uygu­
malıdır), bununla birlikte bir yan­ lama. Büyük korku yaratan nesne
dan düşünsel öbür yandan duyu­ ya da eylem. Şiddet dünyamızda
lur olmalıdır. Aşkın şema işte bu- başından beri bir sindirme yönte­
dur.” (Bk. ANLIK, SEZGİ) mi olarak kullanılıyor. Çağdaş top­
lumda şiddeti özellikle bürokrasi ay­
ŞEY (fr. chose; alm. Ding, Sache; gıtı üretiyor. İnsan için şiddetin kay­
ing. thing). Düşünceden bağımsız nağı usdışı düzenlerdedir. Şiddet
olan kendinde varlık. Varolduğu ya yalnızca dövmekle ya da öldürmek­
da varolmadığı düşünülen her var­ le olmuyor; şiddetin en büyüğü yu­
lık. Kişi olmayan her varlık. “Gün­ muşak görünümler altında uygula­
delik dilde bu sözcük düşünülen, nan manevi şiddettir. Amaç korku
varsayılan, varsanan ya da yoksa- yaratmaktır. İnsanoğlu okşamayı
nan her şeyi belirler” (Lalande). bile şiddet aracı olarak kullanabil­
Apayrı ele alınabilen dural durum­ mektedir. Pekçok tehdit yumuşak
daki her varlık, olaya ya da olguya bir dille gerçekleştirilir. Her türlü
karşılık olarak bir şey’dir (otomo­ tehdit insan yaşamında nesneye in­
bil bir şey’dir, otomobil kazası bir dirgeyici bir şiddet düzeneği oluş­
olaydır). Metafizik anlamında şey turmaktadır. Sevgi üretemeyenler,
kendinde varlığı ya da tözü karşı­ fikir üretemeyenler, sağlıklı ilişki
lar. D escartes “ruh düşünen bir üretemeyenler genellikle tehdit ya­
şeydir” diyordu. Kant’da şey, ol­ ni şiddet üretirler. İnsanın iç dün­
gunun karşıtı olan ya da olgu ol­ yasında baskı oluşturabilecek her
mayan şeydir, Noumenori dur, ken­ şey bir şiddet aracıdır. Her şiddet
disinden edindiğimiz sunumdan ba­ bütüncü ve köktencidir, sorunu bir
ğımsız olarak kendinde varlıktır, va­ çırpıda çözmek ister ve Machiavel-
rolan ama bilinemez olandır. Kant li’ci bir dizgede açıklığa kavuşur.
şöyle der: “Duyular dünyası ken­ Ş id d ete y ö n elen k işi, engel
dinde şeyler olmayan olguları içe­ gördüğü her şeyi niteliğine, anla­
rir; ama öbürlerini (Noumenori) an­ mına, değerine bakmadan giderme­
lık doğrudan doğruya benimsemek ye çalışır. Şiddetin mantığı toptan
zorundadır, çünkü o deney nesne­ giderme mantığıdır, ya hep ya hiç
lerini basit olgular olarak tanır.” mantığıdır, asla bir tartışma mantı­
(Bk. KENDİNDE, NOUMENON, ğı değildir. O en yüce değerleri bile
VARLIK) amaç edinebilir. Her şiddet bir ke-
446
ŞİZOFRENİ

sin sonuca göre düzenlenmiştir. (yun. schizein “yarılm a” , phren


Şiddet sanıldığı kadar kesin ve ve­ “ruh” demektir). E. Minkovski şi­
rimli bir yöntem değildir, her şid­ zofreniyi 1927’de “gerçeklikle canlı
det benzeri bir başka şiddeti yara­ bağlantının yitirilmesi” diye tanım­
tarak son bulur. Şiddet sonsuza ka­ ladı. Şizofren ilkel bir dünyada ya­
dar doğurgandır. Etkenin niteliği ne şar. Algıları ve düşünsel kazanım-
olursa olsun şiddette amaç ruhu ları sağlıklı olsa da şizofren genel-
kaldıramayacağı bir yükün altına geçer mantığın dışında bir mantığı
koymaktır. Şiddetin bedene yöne­ benimsemiş gibidir. Çevresiyle he­
lişi dolaylıdır, amaç ruhu zedele­ men bütün bağlarını koparmıştır.
mektir. Beden şiddete dayanıklıdır, Yalnızlık içinde tam tamına bir düş­
çözülen ruhtur. Bu yüzden şiddet ler dünyasına yerleşmiştir. Hastalı­
hıhsal koşullara göre düzenlenir. ğın organik bir temeli yoktur; bazı
Şiddeti şiddet yapan onun ruhta ya­ yazarlar hastalığı organik nedenle­
rattığı çözülmedir. Şiddet yaşamın re bağlamak istemişlerse de bunun
akışını değiştiremez. Solon “Şidde­ için sağlam bir dayanak göstere­
tin ürünleri kalıcı değildir” der. memişlerdir. Şizofreni gelişen bir
Tolstoy’un söylediği gibi “Doğru hastalıktır, bazen tam bir sürerlikle
kendini şiddete dayanmadan orta­ bazen sıçramalarla gelişir. Her şi­
ya koymalıdır”. Shakespeare Kral zofren garip davranışlarıyla ilgi çe­
Richard/ / ’de “Şiddet ateşleri ken­ ker. Düşünce akışında ve bilinç ala­
di kendilerini yakarlar” der. Ancak nında her zaman alışılm adık bir
gelişmiş bir bilinç şiddetin anlamı­ şeyler kendini gösterir. Bunun ya­
nı ya da anlamsızlığını kavrayabi­ nında, konuşmada düzensizlikler
lir. Yetkin bilinç şiddet üretmeyen ortaya çıkar. Şizofren sorulan so­
ve şiddete her durumda sonuna ka­ rulara genellikle “yandan” yanıtlar
dar karşı duran bilinçtir. (Bk. HE­ verir, bu yüzden onunla ilişki kur­
YECAN, ÖFKE, SALDIRGAN­ mak her zaman kolay değildir. Çok
LIK) zaman kendi kendine konuşur ve
kimseyi dinlemez, hızlı hızlı konuş­
ŞİZO FR EN İ (fr. schizophrenie\ tuğu olur, söyledikleri genellikle so­
alm. Schizophrenie; ing. schizoph- yut şeylerdir. Mantık düzeni bula­
renie). Kişiliğin parçalanmasıyla ve nıktır: duyarsız görünümler ortaya
gerçekliğe uyarlanamamayla belir­ koyar, genellikle tam bir soğukluk
gin ruh hastalığı. Terimi ilk olarak içindedir. Şizofrenlerin ruhayrıştır-
1911 ’de Bleuler kullandı. Şizofreni ması kadar ilaçla iyileştirme yöntem­
ruhsallıkta yarılma anlamına gelir lerinden yararlandıkları görülmüştür.

447
T
TABU (Polinezya’ca söz). Doku­ les başlangıçta zihnin hiçbir bilgi
nulması yasak olan. Tabu, Polinez- içermediğini, bilginin ancak duyu
ya’da, gündelik kullanımın dışında organları aracılığıyla, deney yoluyla
tutulan şeydir. Tabu olan bir ağacı sonradan sağlandığını benimsiyor­
kesmek yasaktır. Bu yasağa uyma­ du. Skolastikler Aristoteles’in bu
yan kişi doğaüstü güçlerin hışmına görüşüne göre zihni Tabula rasa
uğrayacak, böylece cezalandırıla­ in qua nihil est scriptum yani üs­
caktır. Tabu’nun bugünkü dillerde­ tünde hiçbir yazı bulunmayan düz
ki anlamı, dokunulması ya da kul­ bir levha olarak tanıtladılar. Bu ilke
lanılması yasak olan, kısaca doku­ felsefede ülkücü bakış açısına kar­
nulmaz olan kutsal nesne’dir. İnanç şıt olarak deneyci anlayışın temeli­
açısından ve ahlak açısından doku­ ni oluşturur. İlk gerçek anlatımını
nulmaz olan her şey tabudur. Aristoteles’in öğrencisi Platon’da
bulan ülkücülük her şeyden önce
TABULARASA (“Üstündeki bal­ öncesel bilginin varlığını benimser.
mumu dümdüz duruma getirilmiş Aristoteles’çi çizgide deneyci ya da
tablet” anlamında lat. söz.). Aris­ gerçekçi bir felsefe ortaya koymuş
toteles’den gelen, zihnin deneyden olan İngiliz filozofu Locke tabula
flnce boş bir levha olduğunu öne rasa'yı şöyle açıklar: “Başlangıçta
suren, böylece deneyciliğin teme­ ruh, tüm niteliklerden uzak, her­
lini belirleyerek doğuştancılıkla ve hangi bir fikirden yoksun, tabula
usçulukla karşıtlaşan formül. (Or­ rasa diye adlandırılan bir şeydir. Bu
taçağ’da Avrupa’da öğrenciler bal­ ruh fikirleri nasıl elde eder? Her za­
mumu kaplı bir levhayı bugünkü man sınırsız eylemde bulunan in­
defterlerin yerine kullanırlar, ucu san imgeleminin kendisine hemen
sivri bir madenle balmumu üzerine hemen sonsuz bir çeşitlilikte sun­
yazı yazarlar, sonra balmumunu duğu bu pekçok sayıdaki fikri bu
düzleyerek levhayı yeniden kulla­ ruh hangi araçlarla sağlar? Tüm
nılır duruma getirirlerdi.) Aristote­ usavurmalannın ve tüm bilgilerinin 4 4 9
TAKINTI

temelleri gibi olan bu gereçleri bu sudur, bazen metafizik bir konu­


ruh nereden getirir? Buna tek bir dur. Takıntılı kişi durumunun bi­
sözcükle yanıt vereceğim: deney­ lincinde olmakla birlikte kendini ta­
den. Tüm bilgilerimizin temeli odur kıntıdan kurtaramaz. R Janet şöy­
ve tüm bilgilerimiz kaynaklarını on­ le der: “Takıntı kendini dikkate su­
dan alırlar.” Ülkücü Leibnizbu gö­ nan, kişi azçok onun yararsız ve
rüşe karşı çıkar ve “Bu kadar konu saçma olduğunu anlasa da bunaltı­
ettikleri bu tabula rasa bana kalır­ cı olacak kadar uzun ve sıkıcı bir
sa bir yanılsamadan başka bir şey zihin işlevi gerektiren baskın bir dü­
değildir” der. Leibniz şu görüşü şüncedir.” Takıntıyla bunalan kişi
öne sürer: “Ruhun şu ya da bu dü­ istemini kullanarak onu gidermeye
şünceye uyarlanması için, bizdeki çalışır; takıntılı fikir ortaya çıktığında
fikirleri göz önüne alması için de­ utanır, kendini suçlu duyar, gülünç
ney zorunludur, tamam, ama de­ bulur. Suçlandırılma ya da aşağı­
neyin ve duyuların sağladığı olanak lanma korkusuna kapılır. Takıntılı
fikirleri vermeye yeterli mi?” Leib­ fikirler yalnızca hastalarda değil,
niz ruhumuzda duyuların bize hiç­ aşırı bir yorgunluğun sonucunda
bir zaman sağlayamayacağı fikir­ hiçbir sorunu olmayan kişilerde de
lerin, öncesel fikirlerin bulunduğu­ görülebilir. Ancak yalnızca sürekli
nu bildirir: “Ruh duyuların bize ve­ olan takıntıyı gerçek anlamda ta­
remeyeceği varlık, töz, bir, aynı, kıntı saymak doğru olur. A dler’e
neden, algı, usavurma gibi pekçok göre takıntıda bir gerçeklikten kaçış
kavramı içerir.” (Bk. GERÇEK­ sözkonusudur, kişi gerçeklikle ça­
ÇİLİK, ÜLKÜCÜLÜK) tışmanın yerine bir başka öğeyi ko­
yup çıkmıştır. Ruhaynştırmacılan-
T A K IN T I (fr. obsession; alm. na göre takıntı bir çocukluğa dö­
Belagerung; ing. obsession). Bir nüş belirtisidir: gereksinimlerini kar­
fikrin zihinde sık sık kendini gös­ şılayamayan ve ahlaki engellerle
termesi. Sıkıcı duygularla yüklü bir karşılaşan birey oral ve sadik-anal
fikrin bilinçte istemle önlenemeye­ dönemlere kadar gerilemektedir.
cek b içim d e ikide b ir kendini Melankolilerde, şizofreni başlangıç­
göstermesi. Takıntı yerli yersiz bi­ larında takıntı belirgin bir biçimde
linçte ortaya çıkan, içeriğiyle ve yi­ görülür.
nelenişiyle kişiye sıkıntılar yükle­
yen, istemin etkin gücüyle önlene­ TAMBİLlRLİK (fr. omniscience',
meyen bir asalak fikirdir. Bu bazen alm. Allwissenheit', ing. omnisci-
bir sözcüktür, bazen açıksaçık bir ence). Tektanrıcı din anlayışında
sahnedir, bazen saçma bir sorun­ tüm bilgilerinTann’da içerilmiş ol­
dur (acaba bu vagonda kaç kişi ması, onda hiçbir bilinmez yanın
var?), bazen bir cinayet işleme ya bulunmaması ilkesi. (Bk. HERYER-
450 da cinayete kurban gitme korku­ DELİK, TAMGÜÇLÜLÜK)
TANITLAMA

TA M G Ü ÇLÜ LÜ K (fr. omnipo­ TANIM LAM A (lat. defmitio; fr.


tence', alm. Allmacht; ing. omni­ définition', alm .D efinition, B eg­
potence). Tektanrıcı din anlayışın­ riffsbestimmung', ing. définition).
da, Tanrı’nın her şeyi gerçekleşti­ Bir varlığı doğasını oluşturan özel­
rebilecek yetkinlikte olması, Tanrı liklerin en önemlilerini sayarak ta­
gücünün sonsuz olması ilkesi. (Bk. nıtma. Bir nesnenin temel nitelikle­
HERYERDELİK, TAMBİLİRLİK) rini belirleyen zih in işlem i. P.
Foulquié: “Bir şeyin doğasını, bir
TAM M UTLULUK (lat. beatitudo; kavramın içeriğini, bir terimin an­
fr. beatitude; alm. Seligkeit; ing. lamını olabildiğince kısa bir biçim­
blessedness). Eski ahlaklarda hiç­ de belirleme.” Her tanımlama bir
bir eksikliği barındırmayan yetkin tümevarımla belirlenmiş olan genel
ahlaki doyum. Bir başka şeyi iste­ bir kavramın başlıca özellikleriyle
meyecek biçimde tam doygunluğa gösterilmesidir. Tanımlama bir var­
ulaşmışlık. Mutluluk geçici ve ras- lığın en önde gelen birkaç özelliğini
lantısal olarak düşünülür. Tammut- ortaya koyan genellikle bir cümle­
luluk raslantıyla yakalanmış her­ lik kısa açıklamadır. Formül görü­
hangi bir duygu değil, ussallıkla ula­ nümündeki bu açıklama ne kadar
şılmış bir ruh yetkinliğidir. Aristo­ uyarlı ya da ne ölçüde kapsayıcı
teles Nikomakhos ahlakı'ndatam - olursa olsun eksikli kalacaktır. Bu
mutluluğu bilge kişinin ülküsel ruh yüzden tanımlamalar şeylerin tanın­
durumu olarak gösteriyordu. Stoa masında ancak ilksel bilgiyi sağla­
filozofları ruhsal yetkinliğe ulaşan yabilirler. Tanımlamanın sağlıklılığı
insanın tammutuluğu sürekli ola­ tanımlanan nesnenin en belirleyici
rak yaşayacağını düşünüyorlardı. özelliklerinin öbür özelliklerinden
Spinoza yalnızca bilgeler için yal­ ayırt edilmesiyle sağlanır. Nesney­
nızlıkla belirgin bir tammutluluk dü­ le ilgili en genel şema olan tanımla­
şündü. (Bk. MUTLULUK) ma çok zaman bir kavram açıkla­
ması için giriş niteliği taşır. Geniş
TAMU YAR (lat. adaequatus; fr. çerçeveli açıklama tanımlama ol­
adéquate, alm. adàquaf, ing. adé­ maktan çıkar, tanıtlama olur. (Bk.
quat). Nesnesini eksiksiz bir biçim­ TANITLAMA)
de sunan fikrin niteliği. Spinoza için
tamuyar fikir gerçek fikrin tüm ni­ TANITLAM A (lat. deseriptio; fr.
teliklerini taşıyan fikirdir. Leibniz description', alm. Beschreibung',
için tamuyar olan seçik olandır. Le­ ing. description). Bir nesneyi ge­
ibniz şöyle der: “Seçik bir tanıma nel özellikleriyle belirleme. Bir sa­
ya da bilgiye giren her şey seçik vın doğruluğunu mantıksal çerçe­
olarak tanınıyorsa ben bu bilgiyi ta­ vede ortaya koymak üzere doğru
muyar bilgi diye adlandırırım.” (Bk. bilinen önermelerden giderek çıka­
DOSDOĞRU, SEÇİK) rım lar yapmak. Tanıtlam a geniş 451
TANRI

çerçeveli tanımlamadır. Onda tanım­ tektanrıcılık hıristiyan vi İslam din­


lamada olduğu gibi tutumlu olma lerinde anlatımını buldu. Bu yüce
zorunluluğu yoktur. Her tanıtlama Tanrı tambilir, tamgüçlü ve heryer-
geniş çerçeveli bir kavram ayrış­ de olan varlıktı. Rönesans’la bir­
tırmasıdır. Tanımlamada örneğin bir likte tanrıtanımazlık eğilimleri baş­
türün (insan) cinsi (hayvan) ve öz­ ladı. Feuerbach “Tanrı insanların
gül ayrımları (ussal) belirlenirken yetkin doğru olarak düşünülmüş
(insan, ussal bir hayvandır), tanıt­ özüdür” diyordu. XIX. yüzyılda
lamada bütün nitelikleri sayılır. (Bk. Nietzsche Tanrı’nm öldüğünü, üs­
TANIMLAMA) tün insanın ortaya çıkmaya başla­
dığını, Tanrı’nm yerine gelecekte
TANRI (lat. Dews; fr. Dieu\ alm. Üstinsan’m geçeceğini bildiriyor­
Gott\ ing. God). Evrenin tek ve yü­ du. “Tüm tanrılar öldü: şimdi Üs-
ce ilkesi. Doğaüstü yüce varlık. tinsan yaşasın istiyoruz” diyordu.
Evrenin tek ve yüce ilkesi olarak Ona göre Tanrı bir sanıdır. Şöyle
Tanrı tektanrıcı dinler çerçevesin­ der Nietzsche: “Tanrı bir sanıdır,
de ortaya konulmuştur. Doğaüstü ama ben sanınız yaratıcı isteminizi
yüce varlık fikri tektanrıcı dinler­ aşm asın isterim .” / Th. Fuller:
den önceki pagan dinleriyle ya da “Tann’mn ışığını görmek için o kü­
çoktanrıcı dinlerle ilgilidir. Eski uy­ çük mumunuzu söndürün.” / Mı­
garlıklarda inanç düzeni çoktanrılı sır atasözü: “Çöle Tanrı’sız gidile­
bir anlayışa dayanıyordu. Platon’un bilir, ama Nil vadisine onsuz dönü­
“İyi” İdea’sı, hatta daha önce Par- lemez.” / Pascal: “Tanrı’yı sezen
menides’in “Bir Varlık”ı tektanncı- us değil gönüldür.” / Voltaire: “Tann
lığa doğru geçişin ilk belirtilerini du­ varolmasaydı onu yaratmak gere­
yurur. M.Ö. V. yüzyılda Kenopha- kecekti.” “Saat saatçisiz olmaz.” /
nes bize çoktanrılı inanç dizgesinin AzizAugustinus: “Tanrı bir hıçkı­
bitmeye yüztuttuğunu şu sözlerle rığı bir çağrıdan daha çabuk duyar.”
belirtiyordu: “Tek bir Tanrı vardır, / Cervantes: “Tann kötülere acı
tanrıların ve insanların yüce efen­ çektirir, ama her zaman değil.” /
disidir, o ne bedeniyle ne düşünce­ Sophokles: “Tannların zan her za­
siyle ölümlülere benzer.” Stoa filo­ man iyi düşer.” / Descartes: “Çok
zofları, maddeci anlayış içinde Tan- zaman benim bir kural olarak be­
r ı ’yla E v re n ’i özdeşleştirdiler. nimsediğim şey yani çok açık ola­
Diogenes Laertios, Stoa okulunun rak ve seçik olarak kavradığımız
kurucusu olan Zenon’la ilgili ola­ şeylerin tümüyle gerçek olması an­
rak şöyle diyordu: “Tanrı’nın tözü cak ve ancak Tanrı’nın olmasıyla
Zenon için gökle yerin toplamıdır.” ya da varolmasıyla, yetkin bir var­
M.Ö. XII. yüzyıllarda ortaya çıkan lık olmasıyla, bizdeki her şeyin on­
yahudi dini tektanrılı inancın teme­ dan geliyor olmasıyla sağlanmıştır.”
452 lini kurdu. Ancak gerçek anlamda “Us bize gördüğümüz ya da düşle­
TANRIBİLİM

diğimiz şeyin gerçek olması gerek­ da iki kutbu olan Tanrı ve ben aynı
tiğini göstermez, ancak tüm fikir­ anda yok olurlar.” / Stendhal: “H ı­
lerimizin ve kavramlarımızın bir ristiyanların Tanrı’sım bulduğum
doğruluk temeli olması gerektiğini zaman kendimi yitiriyorum: o bir
gösterir; çünkü tam yetkin ve tam zorbadır ve zorba olmakla intikam
gerçek olan Tanrı’nın bunları bize fikirleriyle doludur; onun İncil’i yal­
bir temel olmadan koymuş olması nızca kaba cezalandırmalardan sö-
düşünülemez.” “Gene de çoktan­ zeder. Onu hiçbir zaman sevme­
dır zihnimde belli bir görüş var, o dim ve onun içtenlikle sevilebile-
da her şeyi yapabilen bir Tanrı’nın ceğine hiçbir zaman inanmak iste­
varolduğudur.” “Ben Tann’yla hiç­ medim.” (Bk. BİLİM, ÇOKTAN-
lik arasında bir orta yer’im.” “Çok RICILIK, DİN, HEPTANRICILIK,
açık olarak görüyorum ki tüm bi­ TANRIARAŞTIRMASI, TANRI­
lim gerçek Tanrı bilgisine bağlıdır.” TANIM AZLIK, TEKTANRICI-
/ La Bruyère: “Tanrı’nın yokluğu­ LIK, TÖZ)
nu kanıtlamanın olanaksızlığı ben­
de onun varlığını ortaya çıkarıyor.” TANRIA RA ŞTIRM A SI (fr. thé-
/ Fénelon: “İnsan Tanrı’yı sevdik­ odicée; alm. Theodizee; ing. theo-
çe aşkın da sevgilinin de Tanrı ol­ dicee). Metafiziğin Tanrı’yı araştı­
duğunu daha çok duyar.” / J.B. ran bölümü. Leibniz’in bulduğu ve
Masillon: “Ey Tanrı’m, günahlıyı Thodicée sur la bonté de Dieu, la
kendi körlüğüne bıraktığınızda ne liberte de l ’homme et l'origine du
kadar korkunçsunuz.” / Jean- mal (Tanrı’nın iyiliği, insanın öz­
Baptiste Rousseau: “Geçici büyük­ gürlüğü ve kötülüğün kökeni ü re­
lüklerimizi boşuna önemsedik - İn­ rine tanrıaraştırması) adlı yapıtın­
san külünü atalarının külüne kat­ da açıkladığı bu terim tanrıtanımaz­
malı - Hepimizi yargılayacak olan lık ve dünyanın kötülüğü savlarına
aynı Tanrı’dır çünkü.” / Bernardin karşı Tanrı’nın iyiliğini ortaya ko­
de Saint-Pierre: “Ben burada insa­ yan bir araştırma alanının adı oldu.
ni bilimlerden sözediyorum; çün­ (Bk. METAFİZİK, TANRI, TAN-
kü gerçek bilimlere gelince, onları RIBİLİM)
ancak Tanrı tanır; kendi bilgisinin
g izin e y a ln ız c a o s a h ip tir.” / TA N R IB İLİM (lat. theologia; fr.
Marquis de Sade: “Doğuştan bir théologie; alm. Theologie\ ing.
kör için renkler neyse insan için theology). Tanrı’nın niteliklerini,
Tanrı odur, körün renkleri gözün­ dünyayla ve insanla ilişkilerini araş­
de canlandırması olası değildir.” / tıran bilgi alanı. Tanrı’yla ve dinle
Camille Desmoulins: “Bir Tann ya­ ilgili felsefi araştırma. Tannbilim di­
ratanların bir çocuk yapabilmeleri nin dogmalarını kutsal metinlere
pek büyük bir iş değil.” / Maine de göre doğrulamaya çalışan bir bilgi
Biran: “İnsan biliminin iki terimi ya alanıdır. Tannbilim felsefenin bir da­ 453
TANRICILIK

lı olmaktan çok dine dayalı başlı- Gide’le yeni bir boyut kazandı. Ta-
başma bir araştırma alanıdır. Fel­ nırtanımazlığın asıl savunucuları
sefe bağımsız bir araştırma alanı­ Feuerbach ve M arx’dir. Onlar Tan­
dır, oysatanrıbilim ilgili olduğu din­ rı’ya inanmanın bir gerçeklikten ka­
sel kavrayışın dogmalarıyla belir­ çış olduğunu göstermeye çalıştılar.
lenmiştir. Felsefe tanrıbilime yak­ Marx “Din halkların afyonudur” di­
laştıkça bağımsızlığını yitirir, tan- yordu. / La Bruyère: “Tanrıtanımaz
rıbilim felsefeye yaklaştıkça dog­ kişi Tanrı’yı ve dini yadsımaz, an­
maları temellendirmekle sınırlı ama­ cak onları hiç düşünmez.” / Denis
cından uzaklaşır. Hemen her felse­ Diderot: “Evet, bana kalırsa, boşi-
fe Tanrı fikri konusunda kendi yo­ nanç Tanrı’yı tanrıtanımazlıktan da­
rumunu ortaya koyar, ancak bu du­ ha çok y aralar.” / M arquis de
rum felsefeyi dinin kurallarına zo­ Sade: “Tanrıtanımazlık şehitler is­
runlu bir biçimde bağımlı kılmaz. tiyorsa söylesin, kanım hazırdır.” /
Felsefe Ortaçağ’da büyük ölçüde Hugo: “Tanrıtanımazlığın sonsuz­
tanrıbilim anlamını kazanmıştı, da­ lukta açtığı yaralar bir bombanın
ha sonra eski genişliğini ya da denizde açtığı yaralara benzer. Hep­
özerkliğini kazanmaya başladı. (Bk. si kapanır ve böylece sürer gider.”
TANRI, TANRIARAŞTIRMASI) / Gustave Le Bon: “Tanrıtanımaz­
lık yayılsaydı eski dinlerden daha
T A N R IC IL IK (fr. théisme-, alm. ho şg ö rü sü z b ir din o lu rd u .” /
Theismus-, ing. theism). Dünyanın Blanqui: “Ne Tann ne efendi.” / G.
nedeni olan kişisel birTann’nın va­ Santayana: “Benim tanrıtanımazlı­
rolduğunu öne süren dinsel öğreti. ğım Spinoza’nınki gibi evren kar­
Bu öğretiye göre Tanrı canlıdır, ki­ şısında gerçek bir sofuluktur.” (Bk.
şiseldir, dünyadan ayrıdır. (Bk. AHLAK, AHLAKSIZCILIK, HİÇ­
TANRI) ÇİLİK, TANRI)

T A N R IT A N IM A Z L IK (fr.a^e«- T A PIN C A K Ç ILIK (fr. fétichis­


me; alm. Atheismus; ing. atheism). me-, alm. Fetichismus-, ing. fetis-
Tanrı’nın varlığını yadsıyan öğreti. hism). Bir kişiye ya da bir nesneye
Tanırtanımazlığın kökenlerini Rö­ duyulan aşırı hayranlık. Bir nesne­
nesans düşüncesinde aramak ge­ ye aşırı bağlılıkla belirgin cinsel sap­
rekir. Hıristiyan dogmalarına karşı ma. Tapıncakçı cinsel sapmada cin­
insancı aydınlar dünyayı ve insanı sel ilgi bedenin bir bölümüne (gö­
yüceltirken kutsalla olan bağları da ğüs, kalça, saç, el, ayak vb.) ya da
büyük ölçüde kopardılar. Tanrıta­ giysilere (göm lek, çorap, külot,
nımazlık bununla birlikle daha çok ayakkabı vb.) yönelir. Tapmcakçı-
XIX. yüzyılda gelişti ve özellikle lık pısırıklarda, bunalımlılarda, şi­
Nietzsche düşüncesinde anlatımı­ zofrenlerde sık görülen bir durum­
454 nı buldu, daha sonra XX. yüzyılda dur. Ona daha çok erkeklerde ras-
TARİH

lanılır. O kadınlarda çok az görü­ zamanda ve uzamda belirlenmiş bi­


lür. H. Ey bu konuda şöyle der: reylerdir. Çünkü doğal tarih türler­
“Cansız şeylere ya da başkasının le ilgili görünür, bu da genellikle do­
bedeninin parçalarına dokunmak ğal varlıkları tek bir türde bir araya
sözkonusudur. Belirgin tapıncakla- getiren benzerlikten gelmektedir,
n n çoğu erkeklik organı simgeleri­ öyle ki bunların birini tanımak tü­
dir (bot, kalem vb.). Tapıncakçı münü tanımaktır. Bütün bunlar bel­
davranış dışkıya, sidiğe, kökenleri lekle ilgilidir.” Tarih bireyseli im-
ya da anımsatıcı güçleriyle önemli gelemsel düzeyde ele alan şiirle ve
bir değer kazanan herhangi nesne­ ussal çerçevede genele yönelen fel­
lere (saçlar, giysiler vb.) yönelebi­ sefeyle karşıtlaşır. Bousset tarihi
lir.” Genel olarak tapıncakçılık ya tanrısal tasarımın gelişimi olarak
da herhangi bir nesneye tapınma gördü. Herder için tarih yazgısal bir
inancı olarak tapıncakçılık tüm il­ ilerlemenin konusuydu. Hegel onu
kel toplum ların dinsel inanç ve mantıksal bir dizgenin akışı diye an­
e d im le rin i k arşılar. A u g u ste ladı. Comte için tarih insanlık evri­
Comte da tapıncakçılığı dinsellik dö­ minin yasasında anlatımını buluyor­
neminin ilk biçimi saydı ve “bizim­ du. Marx’agöre insanlığın tarihi her
kine benzeyen ama bizimkinden da­ zaman üretimin ve değiştokuşun ta­
ha enerjik olan bir yaşama bağlan­ rihiyle ilişkisi içinde ele alınmalıdır.
m a” eğilim i o larak tan ım ladı. M arx’a göre ilk tarihsel olgu ge­
Marx’çı düşüncede tapıncakçılık reksinimleri karşılama araçlarının
metayla ilgili olarak ele alındı ve me­ üretimidir, böylece maddesel yaşa­
tanın değeri insanın üretici emeği­ mın üretimidir. İkinci tarihseHolgu
ne bağlı olduğu halde bu değeri iç­ karşılanan ilk gereksinimin yeni ge­
kin bir değermiş gibi gösterme eği­ reksinimleri getirmesidir. Üçüncü
limi olarak belirlendi. tarihsel olgu yaşamlarını her gün
yenileyen insanların yeni insanlar
TA RİH (lat. historia; fr. histoire\ yapm alarıdır yani ürem eliridir.
alm. G esch ich îe; ing. histçry). Marx ve Engels şöyle derler: “Mad­
Geçmişin belli bir açıdan ya da ge­ deci tarih kavrayışı ülkücü tarih
nel olarak incelenmesi. Eski top- kavrayışı gibi her dönem için bir
lumların en genel bilgisi. İnsanın kategori araştırmaz ama tarihin ger­
geçmişiyle ilgili en genel araştırma. çek toprağına sağlam bir biçimde
Aristoteles tarihi bir belgeler topla­ yerleşir. M addeci tarih kavrayışı
mı olarak görüyordu. Gerçekten ta­ uygulamayı fikirle açıklamaz, fikir­
rihi bir belge bilimi olarak tanımla­ lerin oluşumunu maddesel uygula­
yabiliriz. Bacon tarihi bireyselin bil­ maya göre açıklar.” XIX. yüzyıla
gisi olarak değerlendirdi: onun te­ kadarki tarih kavrayışı yinelemele­
mel aracı da bellekti. Bacon şöyle re bağlı tarih kavrayışıdır, bugün
diyordu: “Tarihin gerçek konusu bizim ilerlemeleri temel alan tarih 455
TARİH

kavrayışım ızdan uzaktır. XVII. mun neden öyle değil de böyle dav­
yüzyıla kadar gelişim fikri yoktu, randığını, yüzyıllar önceki bir ko­
buna göre gelişen bir insanlığın ta­ mutanın neden öyle değil de böyle
rihi de sözkonusu değildi. XVIII. yaptığını kestirmek zordur. Ayrıca
yüzyılın aydınlanmacı düşünürleri tarihi kavramakla yükümlü kişinin
bile tarihi birbirinden kopuk uygar­ yani tarihçinin de bir insan olduğu­
lıkların ayrı ayrı sergilendiği alan di­ nu, öznellikle belirgin oluşumları
ye gördüler. Völtaire’in şu sözün­ kavramakla yükümlü bir özne ol­
de bu görüş açık açık belirir: “Tra­ duğunu unutmamak gerekir. Tarih­
jedide olduğu gibi tarihte de bir se­ çi Seignobos bu yüzden oldukça
rim, bir düğüm, bir de sonuç ol­ karamsar bir tablo çizer: “Tarih ka­
malı.” Oysa çağdaş anlamda tarih dar kötü koşullarda çalışan bir baş­
bir ilerleme bilincidir, bizi körü kö­ ka bilim yoktur. Tarihte doğrudan
rüne geçm işe bağlamaz, tersine gözlemler yoktur, her zaman yitip
yetkin bir geleceğe açar: “İnsan için gitmiş olgular vardır; bütünsel ol­
insani değer olarak tarih geçmişi gular hiç yoktur, her zaman ras-
değil geleceği belirler” derL. Gold- lantıyla korunmuş dağınık parçalar
mann. İlk uygarlıkların insanların­ vardır, geçmişin döküntüleri var­
da da yalnızca ve yalnızca yazgıyla dır, tarihçi bir paçavracıdan başka
belirgin bir yaşam fikri vardı. Dü­ bir şey değildir.” Öte yandan tarih
şey nedensellik diyebileceğimiz bir her ne kadar birbirini anımsatsa da
nedensellik anlayışı içinde ilk uy­ birbirine benzemez olaylardan örül­
garlıkların insanları her olan biteni müştür. Tarih eskilerin sandığı gibi
tanrısal güçlerin istemine bağlıyor­ bir yinelemeler alanı değildir. Buna
du. Yunan-latin dünyasında ve hıris- göre tarihçinin her olguyu tarihsel
tiyan dünyasında dönüşlülük fikri zemin üzerinde apayrı bir yapı ola­
egemen oldu: başlangıçla bitişi bir­ rak kavraması gerekir. Paul Valéry
leştiren dairesel devinim en yetkin “Tarih yinelenmeyen şeylerin bili­
devinimdi, buna göre her şey tam midir” der. Thukydides’in “Tarih
bir yazgılılık içinde başladığı yerde sürekli bir yeniden başlayıştır” sö­
bitiyordu. Buna göre çağdaş anlam­ zü artık tarihin derinliklerinde kal­
da tarihi oldukça yeni bir bilim say­ mıştır. / Voltaire: “Büyük prensle­
mak doğru olur. Ancak onun her rin tarihi genellikle insanların ya­
anlamda çok rahat çalışan mutlu bir nılgılarının tarihidir.” / Chateaubri­
araştırma alanı olduğunu düşünme­ and: “Ben size olguların öbür yü­
m ek gerekir. “Tarih sonunda bir zünü göstereceğim, tarihin göster­
ruhbilim sorunudur” der Taine. mediği yüzünü.” / Napoléon Bo­
Ruhsal etkinlikler her zaman kay­ naparte: “Geçmişte sizin yürüyü­
gan ve anlaşılması güç etkinlikler­ şünüzü geciktirebilecek örnekler
dir, tarih de bu etkinliklerle örül­ aramak gerekmez. Tarihte hiçbir
müştür. Yüzıllar önceki bir toplu­ şey XVIII. yüzyıl sonlarına benze­
TARİHSELLİK

m ez, X V III. yüzyıl so nlarında onursuzluğu da tarihin olumsallığını


hiçbir şey şimdiki zamana benze­ gerektirir, bu olumsallık olmadan
mez.” / J. Michelet: “H er insan bir siyasette suçlu olmaz, tarihin us­
insanlıktır, bir evrensel tarihtir.” sallığı olmadan da ortada yalnızca
“Dünyanın yargıcı olan tarihin ilk deliler vardır.” (Bk. DİYALEKTİK,
görevi saygıyı elden bırakmaktır.” MADDECİLİK, OLGUBİLİM)
/ Flaubert: “Yaşam bitmez bir so­
run, tarih de her şey d e.” / A. T A R İH S E L C İL İK (fr. historis­
Daudet: “Roman insanların tarihi­ me', alm. Historismus', ing. histo-
dir, tarih kralların romanıdır.” / B. rism). Tüm olguları tarihsel koşul­
Disraeli: “Adam öldürme dünyanın lardan giderek anlamaya ve açıkla­
tarihini hiçbir zaman değiştirmedi.” maya çalışan düşünce biçimi. Ta­
/ Mao Çe Tung: “İnsanlığın tarihi rihe aşırı bağlılık ve bu bağlılıktan
zorunluluğun egemenliğinden öz­ giderek geçmiş değerleri abartıp
gürlüğün egemenliğine doğru sağ­ yüceltme ve geçmişi bugünden üs­
lam bir devinimdir.” / H. G. Wells: tün tutma eğilimi. Düşünceleri ta­
“İnsanlığın tarihi giderek eğitimle rihsel koşulların ürünü sayan tarih-
felaket arasında bir akış özelliği ka­ selcilik olguları açıklamakta ve de­
zanıyor.” “İnsanlık tarihi özü gere­ ğerlendirmekte tarihsel verileri bi­
ği fikirler tarihidir.” / A. Schopen- rinci planda önemser. (Bk. TARİH)
hauer: “Tarihin anlattığı gerçekte
uzun bir düştür, insanlığın uzun ve T A R İH SE L L İK (fr. historicité',
karmaşık düşüdür.” / Lukacs: “Ta­ alm. Geschichtlichkeit; ing. histo-
rihsel olarak eylemde bulunan in­ ricity). Tarihsel olanın, tarihlellgili
sanların kahraman ya da alçak, tra­ olanın özyapısı. Zamanla değişme
jik ya da gülünç özyapılı oluşu bü­ özelliğine sahip olamn özyapısı. Va­
yük ölçüde tarihin nesnel içeriğine roluşçu felsefede insanın zamana
ve gerçek yönelimine bağlıdır.” / M. ve geçmişe bağımlılığını geleceğe
Merleau-Ponty: “Tarihte bir çeşit doğru özgürce aşması. Tarihsellik
aldatıcı büyü vardır. Tarih insanla­ insana insanla ilgili temel soruları
rı büyüler, kendine çeker, insanlar sordurur: insan nedir ve nereden
tarihin gittiği yönde gittiklerini sa­ gelip nereye gitmektedir, yaşamak
nırlar, derken tarih oyunbozanlık nedir ve ölmek nedir? Varoluşçu fel­
eder, bir başka durum olası olduğu sefede genel anlamda nesnel tarih­
ölçüde olaylar yön değiştirir. Tari­ sellik fikri yoktur, onda her birey
hin yüzüstü bıraktığı insanlar, onun kendi olarak ele alınır. Bu felsefede
suç ortaklarından başka bir şey ol­ insan geçici bir varoluşu ölüme
madıklarını düşünen insanlar bir­ doğru aralıksız sürdürür. Buna gö­
den onun kendilerine esinlediği ci­ re insanın tarihsel varoluşu mutlak
nayetin elebaşları olurlar.” “Dire­ biçimde ölüme adanmıştır. (Bk. GE­
nenlerin onuru da işbirlikçilerin LİŞİM, TARİH, TARİHSELCİLİK, 457
TARİHSEL MADDECİLİK

VAROLUŞÇULUK) dikleri yasalar açısından (mantık­


sal ya da fiziksel yasalar) ya da ah­
T A R İH SE L M A D D E C İL İK Bk. lak açısından birliğe indirgenebilir
MADDECİLİK. gören felsefe dizgelerinin tümü” di­
ye tanımlar. Buna göre maddeci­
T A S IM (lat. sy llo g ism u s; fr. lik, ülkücülük, heptanrıcılık tekçi
syllogisme\ alm. Syllogismus-, ing. öğretilerdir; Leibniz, Hegel, Spino­
syllogism). Tümdengelimli usavur- za dizgeleri de tekçi dizgelerdir. Ba­
ma. Doğru sayılan iki önermeden zı filozoflar tekçiliği bir aşırılık ola­
üçüncü bir önerme çıkarmaya da­ rak görürler. J. Rostand şöyle der:
yanan usavurma yolu. (Bütün in­ “Maddeci tekçilikle ruhçu tekçilik
sanlar ölümlüdür büyükönerme- arasında ancak çok küçük bir ay­
sinden ve Sokrates insandır kü- rım görüyorum: her şeyin madde
çükönermesinden Sokrates ölüm­ diye adlandırılması ya da her şeyin
lüdür sonucunu çıkarabiliriz.) [Bk. düşünce diye adlandırılması hemen
MANTIK, TÜMDENGELİM] hemen aynı anlama gelir.” Bazen
tekçilikte maddeci yorumla ruhçu
T E K B E N C İL İK (fr. solipsisme-, yorum tek bir şeyin iki ayrı görü­
alm. Solipsismus; ing. solipsism). nümü gibi olur. Bunun en belirgin
B en’i tek gerçeklik diye alan ve bi­ örneğini Spinoza felsefesinde bu­
reysel düşüncenin dışında herhan­ luruz. Heptanrıcı bir anlayış içinde
gi bir gerçeklik kabul etmeyen aşı­ Tanrı’yla D oğa’yı özdeşleştiren
rı ülkücü öğreti. Bireysel gerçekli­ Spinoza bazen maddeci bazen ruh­
ği tek gerçeklik sayan Claude Bru- çu bir bakış açısı geliştirir. Gene de
net’nin öğretisi. Tekbenciliğin te­ onun felsefesi ruhçuluktan çok
m e lin d e k u şk u c u lu k y atar maddeciliğe yakındır. İngiliz ülkü­
denilebilir. Descartes gibi biz de cü filozoflarının, özellikle F.H. Brad-
kendim izden başka her şeyden ley’nin varlıkta birlik bulunan öğ­
kuşkuya düşebiliriz. (Bk. BEN, BE- retisini de tekçilik diye adlandırabi­
NOLMAYAN) liriz. B radley’e göre özne (that)
nesneden (what) ayrılmaz. Deney­
T E K Ç İL İK (fr. monisme\ alm. sel gerçeklik mutlak’ı yani gerçek
Monismus-, ing. monism). Her şeyi gerçekliği örten bir dış görünüştür.
bir birlik içinde gören felsefi bakış Haeckel’in öğretisi de tekçidir, on­
açısı. Gerçekliğin temeli olarak tek da evren kendini fiziksel ve kim­
bir ilkeyi özellikle yalnızca madde­ yasal güçlerle dışlaştırır. Tek ger­
yi ya da yalnızca ruhu varsayan öğ­ çeklik tözdür. Töz yasasının evren­
reti. Bu öğreti maddeyle ruh, bi­ sel bir değeri vardır. B u yasa mad­
linçle dünya ayrımını kaldırır. A. denin sakinimi yasasıyla gücün sa­
Lalande tekçiliği “Şeylerin bütünü­ kinimi yasasını içerir. (Bk. ÇOĞUL­
458 nü ya tözleri açısından ya yöneltil­ CULUK, İKİCİLİK)
TEKNİK

T E K İL (fr. s in g u lie r \ alm . sallıkla donattığı söylenebilir. İlkel


Einzelır, ing. singular). Tek olan. adamın bilimi yoktu, yalnızca tek­
Birey olan. Her türlü genellikten niği ya da teknikleri vardı, o tek­
uzak olan. Tek bir nesneyle ilgili niğin ya da tekniklerin içerdiği bilgi
olan. (Bk. ÇOĞUL) sezgilere ve deneysel arayışlara da­
yalı bir uygulama biçimiydi. Tek­
T E K N İK (fr. tech n iqu e; aim. nik bir el bilgisiydi, bir yapma ön-
Technik; ing. technics). Bazı yararlı görüsüydü. A lain’in deyişiyle “dü­
sonuçlar elde etmek için konulmuş şünceden korkan bir dü şü n ce”
usuller toplamı. Bilimsel olana ve ydi. Zanaatçı çok zaman kendi tek­
estetik olana karşıt olarak, kuram­ niklerine hapsolmuş insandı, iyiyi
sal bilgi dışında elde edilmiş uygu­ bulduğu zaman daha iyiyi ya da en
lama yöntemleri toplamı. Bilimin iyiyi aramak gereksinimi duyma­
uygulamalarıyla ilgili olan. Günü­ yan bir yapımcıydı. Bugünün tek­
müzde teknik, salt deneysel olma­ niği geniş çerçeveli üretim öngö­
yan, uygulamayla ilgili olmakla bir­ rüsü içinde otomatlıkla aynı anla­
likte bilimsel bilgiye dayanan her ma geliyor. Buna göre teknik her
türlü usul ve etkinliği içerir. Top­ ne kadar bilimsel arayışlarla dönüş­
lumsal yapı içinde tüm teknik et­ türülen bir etkinlik alanı olsa da çok
kinlikler üstyapı alanı olan kültüre zaman alışılm ışı düşündürüyor,
karşıt olarak altyapı alanını oluştu­ gündelik çarkları akla getiriyor. Bu­
rurlar. Bir uygarlık teknik ve kül­ na göre teknik bir yandan ussal çer­
tür olmak üzere ikili bir etkinliğin çevede ortaya konulmuş kurallarla
varlığını gerektirir. Yeniçağ’ın baş­ ilgili olurken bir yandan da uygula­
larına kadar teknik makinalarla ol­ ma biçimlerini içermektedir. Bu
maktan çok el becerileriyle, zana­ yüzden artık bugün teknik denilin­
atçılıkla ilgiliydi. Özellikle makina ce yalnızca ve yalnızca bilimsel tek­
üreten makinaların yaratıldığı Sa­ nikleri anlamak gerekir, geleneğin
nayi D evrim i’nden sonra teknik öngörüsüyle değil de düşünülmüş
doğrudan doğruya makinayla ve deneyle ortaya konulan etkinliği
toplu üretimle ilgili oldu. Zanaatçı­ anlamak gerekir. Böylece sürekli
nın bilimsel düzeyde tartışılmamış düşünülen teknik bir önceki usul­
babadan kalma usulleri yerlerini ge­ lerin aşıldığı yeni usullerle sürekli
niş çerçeveli sanayi usullerine bı­ olarak ilerler. Çağımızın en büyük
raktılar. Yunanlıların tekne’den (sa­ korkusu, tekniğin iyiden iyiye dü­
nat) gelen technikos'lan anlam de­ şünülüp tartışılmış, insan için ya­
ğiştirerek bundan böyle toplu üre­ rarlı olduğu kesin olan ereklere
timi anlatır oldu. Bu çerçevede tek­ doğru olmaktan çok kazanca doğ­
niğin bilimi doğurduğu, bilime kay­ ru, daha çok kazanca doğru ilerli­
naklık ettiği, bilimi öncelediği, bili­ yor olmasıdır. Bilimin denetiminden
min de tekniği genelgeçer bir us­ çıkmış ve paranın denetimine gir­
TEKTANRICILIK

miş bir tekniğin bu makinalar ça­ tektanncılığın bir başka biçimi olan
ğında insan yiyen makinaya dönüş­ ve resmi dinlerce sapkınlık sayılan
m esi işten bile değildir. Teknik heptanrıcılıkta olduğu gibi yarattı­
adam ya da teknisyen bir uygula­ ğı dünyayla karışmış değildir, onun
macıdır, bilim adamı değildir ve ar­ tümüyle dışındadır. Bir ressam na­
tık her yerde bilim adamlığı teknis­ sıl tablosunun dışındaysa Tanrı da
yenliğe doğru dönüşür durumda­ yaratısının dışındadır. Heptanncılık-
dır. Teknisyen bir işçi değildir, o ta yaratmadan çok bir türüm, bir
çağdaş dünyanın en sevilen, en ge­ türeme sözkonusudur, evren Tan­
çerli kişisidir. Gelişmiş her tekni­ rı’yı sürdürür durum dadır. (Bk.
ğin yoğun bir bilgi birikimiyle ya ÇOKTANRICILIK, DİN, HEP-
da bilimsellikle denetlenmesi gere­ TANRICILIK)
kir. Teknoloji'mn (fr. technologie;
alm. Technologie; ing. technology) TEM EL (lat. fondam entum ; fr.
varlığı tekniklerin sağlıklı gelişimi fondement; alm. Grund, Begrün­
için bir güvence olabilir mi? Bir tek­ dung, Grundlage; ing. fundation).
nikler bilgisi, bir teknik usullerle il­ Bir şeye varlığını kazandıran. Bir
gili araştırma, bir teknikler kuramı şeyin varoluş nedeni olan. Daya­
olarak teknolojinin bilimsel araştır­ nak. Çıkış noktası. Bir düşüncenin
manın yerini tutması, hızlı üretim ana ilkesi. Bir düşüncenin doğru­
ve kazanç yöntemlerinden çok in­ layıcı öğesi. (Bk. DAYANAK)
sani amaçları öngörmesi pek dü­
şünülemez. (Bk. KÜLTÜR, UY­ TEMELLENDİRMEK (fr. fonder;
GARLIK) aim. begründen; ing. to ground, to
found). Sağlam bir dayanağa oturt­
TEKTANRICILIK (fr. m ono­ mak. Bir bilginin, bir düşüncenin
théisme; alm. Monotheismus; ing. dayanaklarını göstermek. Bir dü­
monotheism). Dünyadan ayrı tek şünceye dizgesel bir tutarlılık ka­
bir Tanrı’nın varlığını öngören din zandırmak. (Bk. TEMEL)
anlayışı. Tektanrıcılık çoktanncılık-
tan sonra gelen ve özellikle hıristi- TEOKRASİ Bk. DİNCİYÖNE-
yan ve İslam dinlerinde anlatımını TİM.
bulan bir anlayıştır, bu anlayışın kö­
kenleri M.Ö. XII. yüzyıla, yahudi TEORETİKBk. GÖRÜMCÜ.
dinine kadar dayanır. Ancak tek-
tanrıcılığın gerçek gelişimi Eski- TEPKİME (lat. reflexus; fr. ref-
çağ’ın kapanıp Ortaçağ’ın başladı­ lexe; aim. Reflex; ing. reflex'). Be­
ğı dönemlerde olmuştur. Tektanrı- denin herhangi bir uyarana göster­
cılık her yerde bulunan, tamgüçlü diği doğal ya da edinilmiş dolaysız
olan ve her şeyi bilen mutlak bir tepki. Çevreden gelen bir uyarıya
Tanrı’nın varlığına inanır. Bu Tanrı istemsiz tepki. Organizmanın özel
TİP

bir uyarana gösterdiği dolaysız ve ortaya koymaya yarayan deneme


istemdışı yanıt. Dizkapağının he­ yöntemlerinin genel adı. Uyum test­
men altına sert bir cisimle vurul­ leri kişinin çevreye uyum özellik­
duğunda bacak ileriye fırlar, göze lerini belirler. Zeka testleri kişinin
üflendiğinde gözkapağı kapanır. Bu zeka düzeyini belirler. Kişilik test­
tepkiler herkesin doğuştan sahip ol­ leri kişinin kişilik özelliklerini sap­
duğu doğal tepkimelerdir. Koşullu tar. B ir sınama aracı olarak test
tepkimeler’e gelince, bunlar ger­ pekçok alanda kullanılır. Ribot şöyle
çek anlamda edinilmiş tepkimeler­ der: “Test yöntemi, normal bir ki­
dir. Kendi uyaranına değil de bu şide, o kişiye özgü fiziksel ve ruh­
uyarana bağlı bir başka uyarana sal özellikleri belirlemeye dayanır.”
karşılık veren her tepkime koşul­ Testler ruhhekimliğinin gelişmesi­
ludur. Önüne et koyulan bir köpek ne büyük katkıda bulunmuştur.
salya çıkarır. Köpeğe et verilirken
aynı anda bir kırmızı ışık yaksak T İK E L Bk. ÖZEL.
ve bu iki uyarıyı sık sık yinelesek
köpek kırmızı ışığı gördüğü ama T İP (lat. typus\ fr. type; alm. Ty-
kendisine et verilmediği zaman da pus; ing. type). Bir nesneler topla­
salya çıkaracaktır. Koşullu tepkime mını belirleyen örnek. Bir nesneler
her zaman bir doğal tepkime üze­ toplamının özünü belirleyen ve onu
rine kurulur ve yerleşmesi için uya­ başka nesnelerden ayırmayı sağla­
ranın bir süre yinelenmesi gerekir. yan özellikler toplamı. Bir nesneler
Koşullu tepkimelerin niteliğini bize toplamının temel özelliklerini en iyi
rus bilgini Ivan Pavlov (1849-1936) biçimde ortaya koyan örnek.* Bir
gösterdi. Doğduğumuz andan baş­ nesneler toplamının ayırıcı özellik­
layarak birçok koşullu tepkimenin lerinin bütünü. Bir türün özellikle­
yaşamımızda büyük bir yer tuttu­ rini en iyi gösteren birey. Lalande:
ğunu Pavlov’la öğrendik. Buna gö­ “Bir varlık sınıfını belirleyen ger­
re tüm alışkanlıklarımızın ve tüm çek ya da düşsel somut varlık.” Tıp-
davranışlarımızın temelinde koşul­ bilim (fr. typologie; alm. Typolo­
lu tepkimeler yatmaktaydı. “İnsa­ gie; ing. typology) fiziksel-ruhsal
nın gelişimi, doğumla birlikte ken­ oluşumları çerçevesinde insan tip­
dini gösteren tepkimelerden başla­ leri bilimidir. Tîpbilim, tip biçimle­
yarak, artan bir karmaşıklıkta bir rini ayrıştırmaya ve tanıtlamaya ça­
koşullanmış etkinlikler dizisidir” (A. lışır. Tîpbilim kişilerin yapılarıyla ol­
Porot). duğu kadar toplumlann yapılarıyla
da ilgilidir ve bir toplumun bir kül­
T E ST (“denem e" anlam ına ing. tür üreticisi olarak belirleyici kişili­
söz.Bu terimi ruhbilime 1890’da J. ğini ortaya koymaya çalışır.
Mc Keen Cattell sokmuştur). Bi­
reyin fiziksel ve ruhsal özelliklerini +61
TOLERANS

TOLERAN S Bk. HOŞGÖRÜ. “Serserilik suçun ilkokuludur, ha-


pisane yüksek okuludur, mahkeme
T O P L U Ç IL G IN L IK (fr. délinqu­ ilamı da diplomasıdır.” Serseriler
ance). Toplum yasalarına topluca cinsel suçlar işlemeye son derece
ve bilinçsizce karşı çıkış. Topluçıl- yatkındırlar. Serseriler arasında en
gınlık özellikle gençlerde görülen, çok görülen cinsel edim fahişelik­
garip davranışlarda bulunmaya, vu­ tir. Göreneklerin daha az belirleyi­
rup kırmaya dayanan, cinayete ka­ ci olduğu ülkelerde çocuk fahişe-
dar uzanabilen bir toplu davranış­ lerin sayısı çok yüksektir. Kız
tır. Her ülkede pek ciddiye alınma­ çocukları on iki yaştan sonra fahi­
sa da son derece önemli, sonuçlar şeliğe alışmaktadırlar ve hemen he­
yaratmaktadır. Topluçılgınlık “suçlu men her serseri kızın yazgısı fahi­
çocuk” sorunu yaratan bir kaynak­ şelikten geçmektedir. Serserilik er­
tır. Ceza düzeneklerinden çok top­ kek çocuklardan çok kız çocuklar
lumbilimcileri, ruhbilimcileri ilgilen­ için kolay ya da kazançlıdır diyebi­
dirmesi gereken bu sorun başlıca liriz. Bu yüzden İkinci Dünya Sa­
üç alanda suçlular ortaya çıkarmak­ vaşı’ndan sonra serseri erkekler
tadır; bu alanlar hırsızlık, fahişelik serseri kızların üçte biri kadardı.
ve serseriliktir. Bu üç sorundan iki­ Hırsızlık da serseriliğin vazgeçilmez
sinin, serseriliğin ve fahişeliğin hu­ bir yüzü gibidir ve serseri delikanlı
kukta pek karşılığı yoktur, oysa kendini cinsel anlamda pazarlama
hırsızlık doğrudan doğruya suç olanağını pek bulamadığından hır­
oluşturmaktadır. Ne var ki toplu- sızlık yapmak zorundadır. Hırsızlı­
çılgınlık sorunu cezalandırma yön­ ğın temelinde yalnızca maddi ge­
temiyle çözülebilecek kadar basit reksinim değil, özellikle başlangıç­
bir sorun değildir. Serseri topluluk­ ta ruhsal etkenler de belirleyicidir.
larına katılan kişilerden bazıları so­ Çocuk kıskandığı kardeşinin ve in­
rumluluk taşımayan kişilerdir: ge- tikam almak istediği babasının pa­
rizekalılar, saralılar ve şizofrenler rasını çalar. Serseriler bir tür top­
iyi kollanmadıkları zaman topluçıl- lum düşmanı ya da hatta insanlık
gınlığa eğilimli olmaktadırlar. Bu­ düşmanı oldukları için cinayete eği­
nun dışında serseriliği besleyen en limlidirler. Serserilerde cinayete yö­
büyük kaynaklardan biri aile uyuş­ neliş on beş yaştan sonra başla­
mazlıklarıdır: uyumsuz bir aile or­ maktadır. N. Sillamy şöyle der:
tamından kovulan ya da kendi is­ “Topluçılgınlık bir uyumsuzluktur.
temiyle ayrılan çocuklar için en ko­ Bireyi toplumun karşısına koyan
lay sığınma ortamları serseri top­ çatışkıyı açıklar.” Topluçılgınlık so­
luluklarıdır. Özellikle sinema ve te­ rununu hukuk yolundan çözmek
levizyon gibi araçlardan beslenen olası değildir. Bir küçük fahişeyi ve
serüvenci kişilikler de serseriliğe geri zekalı bir serseriyi cezalandır­
462 çokça eğilimlidirler. Healy şöyle der: mak hiçbir olumlu sonuç getirme­
TOPLUM

yecektir. Topluçılgınlık güçlü bir TO PLU M (lat. societas; fr. soci­


toplumsal düzenle ve iyi bir eğitim été; alm. Gesellschaft; ing. soci­
düzeniyle önlenebilir. Köyden ken­ ety). Aralarında köklü ve kolay ko­
te göç, sanayide hızlı değişim gibi lay giderilemez bağlar bulunan bi­
sorunlar topluçılgınlık eğilimlerini reyler topluluğu. Sınıflar halinde
artırmaktadır. Topluçılgınlığı güçlü yapılaşmış olan geniş insan toplu­
k ıla n ve to p lu m sa l b ir k orku luğu. Foulquié: “Aralarında düzen­
durumuna getiren başlıca etken ser­ li ilişkiler bulunan, bilinçli, özellikle
seri toplulukları içindeki ve hatta insan olmanın bilincinde olan birey­
arasındaki dayanışmadır. Ailesinden ler toplamı.” Toplum, bireyleri içe­
kopup toplumdışı bir yaşamı seçen ren düzenli ve sıradüzenli bir yapı­
ve böylece bir serseri topluluğuna dır. Böyle olmakla, çağdaş yaşam
katılan birey tıpkı klanda olduğu gibi düzeni çerçevesinde, “toplum” kav­
yüzde yüz korunm ası, savunulma­ ramı, “ulus” kavramına çok yakla­
sı ve iyileştirilmesi gereken kişidir. şır. “Toplum” kavramı, öte yandan,
(Bk. DEĞİŞKENLİK, ŞİDDET) “birey” kavramıyla bir karşıtlık ku­
rar. Foulquié toplumbilim kuramı­
T O PL U L U K (lat. communalitas\ nın temel ilkelerini şöyle belirler: “a.
fr. communauté; alm. Gemeinsc- Toplum kendisini oluşturan birey­
haft\ ing. community). Herhangi bir lerin toplamı değildir, onun manevi
nedenle ya da amaçla bir araya gel­ bir kişiliği vardır, onun kendi yaşa­
miş insanların oluşturduğu bütün­ mı, fikirleri, duyguları, istemleri
lük. Ortak çıkarlar adına bir araya vardır; b. İnsandaki her şey özgül
gelmiş insanların oluşturduğu bir­ olarak insanidir ve hayvanlafda bu­
lik. Toplum kavramı topluluk kav­ lunmayan şey toplumun manevi ya­
ramını içerir, öte yandan toplum şamına katılmadır; c. Böylece tüm
topluluğa göre daha köklü ve daha ahlakçıların belirlediği gibi insan iki
kalıcı nedenlerin varlığını duyurur. yönlüdür ve manevi yaşam bizi
Topluluk kendisini vareden neden oluşturan iki öge arasındaki bir kav­
ya da uğrunda kendisini varettiği gaya dayanır; ancak klasik ahlak­
amaç ortadan kalkınca anlamını yi­ çılar için bedene karşı savaşan şey
tirecek ve dağılıp gidecektir. Top­ ruh ya da us iken, toplumbilimci
luluk herhangi bir kurumdur, hatta okula göre bizde bedenin oluştur­
bazen kurum bile değildir. Yıkılmış duğu bireysel insana karşı savaşan
bir evi seyreden insanlar da bir top­ şey toplumsal insandır.” Özgürlük­
luluk oluştururlar ama bir kurum çü bakış açısı, bireyi, toplumsal ya­
oluşturmazlar. Toplum başta en kü­ pıyı aşan bir istemli varlık olarak
çük kurum olan aile kurumu olmak belirler. Bazı yükümleyici görüşler
üzere pekçok kurumu içeren en bü­ toplum için birey kavrayışını geliş­
yük kurumdur. (Bk. TOPLUM) tirirler. H. Spencer şöyle der: “Top­
lum insanların yaran için vardır, in­
TOPLUM

sanlar toplumun yararı için var de­ lar.” Jean-Jacques Rousseau top­
ğildir.” Bu karşıtlıkta hak ve ödev lumsallığın önemini şöyle belirler:
kavramları belirir. Kimileri toplum “İnsan toplum için doğmuştur. Onu
karşısında bireyden yana çıkıp hak­ toplumdan ayırın, toplumdan yalı­
kı, kimileri birey karşısında toplum­ tın, fikirleri dağılacak, özyapısı de­
dan yana çıkıp ödevleri savunur­ ğişecek, yüreğinde binlerce duygu
lar. Her ne olursa olsun bireyle top­ belirecektir, işlenmemiş topraktaki
lumu karşı karşıya koymak pek de dikenler gibi ruhunda garip düşün­
gerçekçi bir tutum gibi görünmü­ celer fılizlenecektir. İnsanı bir or­
yor, çünkü toplumsallık insan için mana koyun, orada o yırtıcı ola­
herhangi bir seçim konusu değil bir caktır; bir çitin içine kapatın, zo­
zorunluluktur. Aristoteles insanın runluluk fikrinin kölelik fikrine ka­
ussal bir hayvan olduğunu, toplum­ vuştuğu bu yerde yaşamak daha
sallığa mahkum olduğunu, çünkü da kötüdür. Bir ormandan çıkılır,
bir insan bireyinin toplumsallık dı­ bir çitin içinden çıkılmaz. İnsan or­
şında varolmasının olası olmadığı­ manda özgürdür, çitin içinde köle­
nı bildirmişti. Gerçekten her türün dir. Sefillikten çok yalnızlığa katla­
bireyi doğanın bağrında yaşamını nabilmek için belki de çok büyük
şu ya da bu koşulda tek başına sür­ bir ruh gücü gerekecektir. Sefillik
dürebilir, bu insan için olacak şey alçaltır, yalnızlık bozar.” Öte yan­
değildir. Yaşamının aşağı yukarı ya­ dan toplumsallık insanı tek bir top­
nsını yetkinleşmek için harcayan in­ lumun üyesi olmak ve onda sınır­
san bireyi son derece kırılgandır, o lamaktan ötede bütün bir dünyaya
ancak ve ancak türdeşleriyle yaşa­ açan bir özelliktir. Gerçek anlamda
yabilir. Buna göre toplumsallık in­ toplumsallaşmış insan kendini tek
sanın zorunlu bir niteliğidir diyebi­ bir toplumun değil bütün bir insan­
liriz. Ne ölçüde toplumsallaşabil- lığın üyesi sayacaktır ya da duya­
mişsek o ölçüde insanlaşmışız de­ caktır. Bem ardin de Saint-Pierre
mektir. Montesquieu, biraz da ken­ şöyle der: “İnsan toplumları karın­
di toplumuna bağlılıkla şöyle diyor­ ca toplumları gibi yalıtık olsalardı
du: “İnsanın toplumsal hayvan ol­ karınca toplumlarından daha bilge
duğunu söylerler. Buna göre ben­ olmayacaklardı.” Gerçekçi çerçe­
ce bir Fransız başka bir insandan vede Yeniçağ gerçek anlamda top­
daha insandır, eşsiz insandır, çün­ lumsallaşmış insan fikrini getirir­
kü yalnızca toplum için yaratılmış ken duygucu eğilimler ya da top­
gibidir.” Montesquieu insanın top­ lumsallığa aykırı tutumlar insana
lum içinde güçsüzlük duygusundan doğaya dönüşü düşündürdü. Mar­
sıyrıldığını söyler: “İnsanlar toplum quis de Sade “Ben toplumun insa­
içine girdikleri anda zayıf oldukları nı olmaktan önce doğanın insanı­
duygusunu yitirirler; aralarındaki yım” der. Ne olursa olsun birey
464 eşitlik kalkar ve savaş durumu baş­ toplumun zorunlu bir üyesidir, çün-
TOPLUMBİLİM

fcü insan toplumsallığa mahkum­ XIX. yüzyılın dönüşümleri insana


dur. “İnsan toplumla vardır, top­ şunu gösterdi: sürekli değişen, sü­
lum insanı kendi için biçim ler” rekli çeşitlilenen karmaşık toplum­
(Chamfort). / Honoré de Balzac: sal oluşumlar içinde genelgeçer ola­
“İnsan ne iyi ne kötüdür, içgüdü­ rak saptanabilir bir şeylerin, kalıcı
lerle ve yatkınlıklarla doğar; top­ bir şeylerin olması gerekirdi. Böy­
lum onu Rousseau’nun sandığı gi­ lece toplumbilimsel düşünce bir de­
bi bozmaz, yetkinleştirir, en iyi kı- ğişen ve değişmeyen karşıtlığı için­
b r, ancak çıkarlar onun kötü eği­ de gelişti. Dural dönemlerden çok
limlerini de geliştirir.” / Gobineau: devingen dönemler insanı toplum
“Bir toplum kendinde ne iyi ne kö­ üzerinde, toplumsal yapılaşma üze­
tüdür, ne akıllı ne çılgındır; o odur.” rinde düşünmeye itmiştir. Bu ko­
/ Proudhon: “Toplumları yöneten nuda G. Bouthoul şunları söyler:
insanlar değil ilkelerdir, ilkeler ol­ “Toplumsal olgular üzerine düşün­
madığı zaman da durumlardır.” / mede elde edilen en belirgin ilerle­
R. Queneau: “Toplumdaki insanın me bunalım dönemlerinde ya da bir
temel kavramlarından biri yırtıcı­ bunalım nedeniyle olaylar alışılmış
lıktır.” / Saint-Sim on: “Toplum çerçeveleri ve geleneksel çözümle­
olumsuz fikirlerle yaşamaz, olum­ ri aştığında ortaya çıkmıştır. Çün­
lu fikirlerle yaşar.” / Buffon: “İn­ kü biz ancak değişikliği doğrudan
san insanla birleşmeyi bildiği için algılarız. Birbiçim ve oturmuş bir
insandır.” / Eugène Delacroix: “İn­ devlette dikkatimiz çekilmez. Ön­
san benzerlerinden iğrenen toplum­ görülmemiş durumlar bir düşün­
sal bir h ay v an d ır.” / Louis de me, tasarlama, uyum çabası gerek­
Bonald: “Söz nasıl insanı anlatırsa tirir. Doğduğu andan başlayarak
edebiyat da toplum u anlatır.” / toplumbilim sürekli dönüşüm için­
Denis Diderot: “Doğada tüm tür­ de bulunan bir konunun araştırıl­
ler birbirlerini yerler, toplumda tüm masına ayrılmış tek bilimdir.” Top­
koşullar birbirlerini yerler.” (Bk. SI­ lumbilim bir ussal araştırma alanı
NIF, TOPLULUK) olarak felsefede baştan beri varlı­
ğını sürdürdü, bir başka deyişle fel­
T O P L U M B İL İM (fr. sociologie', sefenin içinde bir toplum felsefesi
alm. Soziologie; ing. sociology). her zaman varoldu. Çok zaman si­
Toplumsal olgular bilimi. İnsan yaset felsefesine dönüşen ve ütop­
toplumlannın yapılarını, oluşum ve yalara karışan bu felsefe daha çok
gelişim koşullarını inceleyen bilim. “Daha iyi bir yaşam düzeni nasıl
XIX. yüzyılın en büyük başarıla­ kurulabilir?” sorusuyla ilgiliydi, yok­
rından biri toplumbilimin bir bilim sa onun toplumsal yapıları ele al­
olarak kurulması olmuştur. Top­ mak gibi bir savı yoktu. Platon,
lumbilim son derece karmaşıklaş­ Aristoteles, M achiavelli, Bodin,
mış bir yaşam düzeninin ürünüdür. Hobbes, Locke, Montesquieu, Ro- 4 6 5
TOPLUMBİLİM

usseau, Diderot gibi adlar toplum ğımlılığın yaratabileceği sofistlikleri


sorunları üzerine kurgusal düzey­ bir çırpıda yıkacaktır. Daha sonra,
de de olsa enine boyuna düşünen eşzamanlı ya da ardzamanlı çeşitli
kimseler oldular ve toplumbilimin toplumsal durumların istemdışı kar­
kurulmasına elbette kendilerince şılaştırılması bile her insanın tüm
katkıda bulundular. İlk toplumbi­ öbür insanlar karşısındaki bağımlı­
lim ci o la ra k b elk i de S aint- lığını ortaya serecektir. Bugün ken­
Sim on’un adını anm am ız doğru dine en çok güvenen bir düşçü de
olur. Durkheim da onu ilk toplum­ zamanların ve ortamların bireysel
bilimci saymıştır. “Sınıf çatışma­ görüşler üzerindeki büyük etkisini
s ı n ı ilk olarak Saint-Simon kullan­ görmezden gelemez. Sonunda, en
mış, iktisadi olguların toplum ya­ doğal olgularımıza yönelik bir araş­
şamındaki önemini ilk olarak o gör­ tırma, kişisel duygularımızın ortak
müştür. 1789, 1830, 1848 olayları düzene bağlı olduğunu sugötürmez
bu bilincin oluşmasında elbette çok bir biçimde ortaya koyacaktır.” A-
önemli olmuştur, bu çerçevede in­ uguste Comte bu kavrayış içinde
san sıkı sıkıya topluma bağlı bir var­ bir bilimler sınıflaması yapmış, bi­
lık olduğunu görmüştür. Auguste limler dizisinin sonuna en yeni bi­
Comte bu bağımlılığı şöyle anlatır: lim olarak toplumsal fizik ' i ekle­
“Aramızda her kişi kendisini mate- miştir. Com te’un bilimler sınıfla­
matiksel-gökbilimsel düzenle ve ya­ ması şöyledir: matematik, gökbi­
şamsal düzenle belirlenmiş duyar. lim, fizik, kimya, biyoloji ve top­
Ancak çok derin bir ayrıştırma ona lumsal fizik. Daha sonra filozof
son bir boyunduruğun varolduğu­ toplumsal fizik deyimi yerine top­
nu gösterecektir. Azçok değiştiri­ lum bilim terim ini önerecektir.
lebilir olsa da daha az yenilmez ol­ “Doğal felsefenin toplumsal olgu­
mayan, toplumsal düzene bağlı du­ larla ilgili olan bu bölümünü tek bir
ral ve etkin yasaların bütününden adla belirleyebilmek için daha önce
çıkmış olan bir boyunduruktur bu. kullanmış olduğum toplumsal fizik
Tüm öbürleri gibi bu tümleyici ka­ deyimine tam anlamında eşdeğer
çınılmazlık da her şeyden önce ken­ olan bu yeni terimi şimdi kullan­
dini bize fiziksel sonuçlarıyla, son­ mam gerekir diye düşünüyorum.”
ra düşünsel etkisiyle, en sonunda Comte’a göre toplumbilim her şey­
da ahlaki üstünlüğüyle duyurur. den önce toplumsal yaşamda tüm
Uygarlığın gerçek anlamda ortaya düşünsel ve ahlaki olguları gözlem­
çıktığı zamandan beri her kişi ken­ lemek ve anlamakla yükümlüdür.
di yazgısının maddi olarak tüm çağ­ Ailenin yapısı, ailenin toplumda gö­
daşlarının yazgısına bağlı olduğu­ revleri, sanayi düzeninin koşullan,
nu gördü. İnsani üretimin kullanı­ kurumlarm özellikleri ve benzeri
lan ürünlerine yöneltilen sıradan bir tüm konular toplumbilimle ilgilidir.
4 66 bakış bile bu konuda düşsel bir ba­ Toplum bilim C o m te’dan sonra
TOPLUMSAL İKTİSAT

başka bilimlerden de yardım ala­ bilim küçük topluluklar arasındaki


rak toplumsal yapılan inceleyen bir belirgin ilişkileri toplumsal-ruhsal
deney bilimi olma özelliği kazan­ çerçevede ele alan bir bilgi alanıdır.
mıştır. Toplumbilimin en çok ya­ Küçüktoplumbilim araştırması top­
rarlandığı bilimlerden biri ruhbilim- lumun dar bir kesitinden yola çıka­
dir. Ruhsal bir varlık olan insanın rak toplumsal oluşumları kavrama­
oluşturduğu toplumsal bütünlüğü ya dayanır. Küçüktoplumbilim ala­
ruhsallık dışında ele alma olasılığı nında en önemli çalışmaları L.J.
yoktur. Bununla birlikte toplumbi­ Moreno yapmıştır ve ruhsal dra­
limi ruhbilime indirgemek gibi bir ma ya da toplumsal drama diye anı­
yanlışa da düşmemek gerekir, bu lan bir yöntemin kurucusu olmuş­
konuda Durkheim şunları söyler: tur. Onun yöntemi bir ruhayrıştır-
“Biyolojiyle fızik-kimya bilimleri ması yöntemidir, sahnede doğaç­
arasındaki sorun ruhbilimle top­ lamayla kuulan diyaloglarda top­
lumbilim arasında da var. Buna gö­ lumsal ve ruhsal sorunları tartışma­
re, bir toplumsal sorun doğrudan ya dayanır. (Bk. RUHBİLİM, TA­
doğruya bir ruhsal olguyla açıklan­ RİH, TOPLUM)
dığı zaman açıklamanın yanlış ol­
duğuna kesin gözüyle bakılabilir.” T O P L U M B İL İM C İL İK (fr. so­
Bu arada sık sık yapılan bir şeyi ciologisme; alm. Soziologismus;
yapmamak, toplumbilimi siyasetle ing. sociologism). Felsefenin temel
karıştırmamak gerekir. Toplumbi­ sorunlarını çözmek için toplumbi­
limci G. Palante’agöre her iki alan limsel bilgilerin yeterli olacağını öne
apayrı koşulları olan alanlardır: süren öğreti. Toplumbilimcilik? fel­
“Toplumbilim toplumlarla ilgili ger­ sefeyle ve hatta dinle, bunun ya­
çek bir incelemedir. Siyaset kural­ nında ahlak değerleriyle ilgili sorun-
lar koymaya çalışır, toplumsal bir lann toplumbilimin verileriyle çö­
ülkü belirlemeye çalışır. İki şey bir­ züleceğine inanır. (Bk. TOPLUM,
birinden iyiden iyiye ayndır. Sorun­ TOPLUMBİLİM)
ları pek iyi bilmeyen bazı kişilerin
yaptığı gibi yapmamak, bu iki teri­ T O PLU M C U LU K Bk. SOSYA­
mi, toplum bilim le toplumculuğu LİZM
birbirine karıştırm am ak gerekir.
Toplumsal bir inceleme başka şey­ TOPLUM SAL İK TİSA T (fr. éco­
dir, siyasal bir dizge başka şeydir.” nomie politique; alm. Volkswirtsc­
Bugün toplumbilim, deyim yerin­ haftslehre, Nationalökonomie; ing.
deyse, dallanıp budaklanmış bir bi­ political econom y). Zenginliğin
limdir ve toplumbilimin ya da bü- üretimi, dağılımı, dolaşımı ve kul­
yüktoplumbilimin yanında önemli lanımıyla ilgili olgulan inceleyen bi­
bir araştırma alanı olarak küçük- lim. Toplumsal iktisadın başlıca ko­
toplumbilim vardır, küçüktoplum- nusu üretim ve tüketimdir. Üretim
TOPLUMSALLIK

ve tüketim olgularım değerlendiriş na göre çokça aşağılık karmaşıkla­


biçim lerinin çok ayrı olması bu rı yüklenmemiş birey topluma bağ­
alanda değişik kuramların ortaya lanmakta güçlük çekmeyecektir.
çıkmasına yol açmıştır. Ricardo, K. Herta Orgler şöyle der: “Çocukta
Menger, Böhm-Bawerk, Coumot yürekliliği ve başkalarına ilgiyi ge­
gibi bazı düşünürler tümdengelim- liştirmek çok önemlidir. Yalnızca
ci bir tutumu benimseyerek iktisa­ kendilerini ve kişisel çıkarlarını dü­
di yaşamla ilgili temel kavramların şünenler her zaman yarı yolda ka­
a y rıştırm a sın a y ö n elm işlerd ir, lacaklardır. Her zaman söylediği­
Roscher ve Schmoller gibi düşü­ miz gibi, bu çerçevede kıyıcı, si­
nürler de tam tersi bir tutum ala­ nirli kişilerin toplumsallık anlayışı
rak yere ve zamana göre değişen çok sınırlıdır.” Toplumsallık bilin­
ilişkileri tanıtlamakla yetinmişlerdir. cine ulaşmış kişiler yalnızca ken­
B. Porchnev bu bilimin alanını şöy­ dini düşünenlerden çok daha mut­
le belirler: “Toplumsal iktisadın ko­ ludurlar, çünkü onlar dünyayla ba­
nusu tüm oluşumlar için aynıdır: ik­ rışıktırlar. Bir yanda kendileri dışın­
tisadi ve toplumsal ilişkilerin ince­ da değer tanımayan toplumdışı in­
lenmesi. (...) Ancak toplumsal ik­ sanlar öte yanda kendilerini başka­
tisat, alanına giren tüm sorunların larına adamış insanlar tam karşıt bir
çıkış noktası maddi üretim olduğu görünüm ortaya koyuyorlar. Bazı
halde üretimin teknik yanıyla ilgi­ kişilerde toplumsallık duygusu aile
lenmez. Toplumsal iktisat insan- çevresini aşmazken bazı kişilerde
doğa ilişkilerini ele almaz, insanlar bütün bir insanlığa ulaşıyor. Herta
arasındaki ilişkileri ele alır. Toplum­ Orgler şöyle diyor: “Bir gün Pro­
sal iktisat üretim ilişkilerini kendi­ fesör Adler’e ‘Neden bazı insanlar
leri olarak ele almaz, üretimin mad­ insanlık için hiçbir karşılık bekle­
di temelini oluşturan üretim güçle­ meden çalışacak kadar ileriye gi­
riyle organik ilişki içinde ele alır.” derken tek bir bireyle hiç mi hiç
ilgilenmiyorlar?’ diye sordum. Be­
T O PL U M SA L L IK ( fr. sociabi- ni şöyle yanıtladı: ‘Bütün bir dün­
lite; aim. Geselligkeit; ing. socia­ yayı kucaklamak tek bir bireyi ku­
bility). Toplumsal yaşama uyarlı- caklamaktan daha kolaydır.’ Bazı
lık durumu. İnsanlarla kolay ilişki insanlar ancak yalnız oldukları za­
kurabilenin durumu. Toplumsallık man ve başkalarıyla işbirliği yap­
insana özgüdür, bireyleri birbirle­ maya yatkın olmadıkları zaman ça­
rine bağlarken bireyi toplum karşı­ lışırlar. Bazı kişiler başkalarının il­
sında gönüllü biçimde yükümlü kı­ gisini dikkate aldıkları zaman hiç­
lar. Gerçek anlamda toplumsallık bir şey yapamayacaklarını düşünür­
sağlıklı insan bireylerinin işidir. ler. Bu büyük biryanılgıdır.” (Bk.
Yoksunluklar içinde büyümemiş, AŞAĞILIKDUYGUSU, TOPLUM,
sağlıklı bir çocukluk yaşamış, bu­ YÜKSEKLİKDUYGUSU)
T O P L U M S Ö Z L E Ş M E S İ Bk. rındandır ve değişenin altında de­
SÖZLEŞME. ğişmeden kalan bir şeylerin bulun­
ması inancından doğmuştur. Töz
TOPTANANILIŞ (fr. rédintégra­ kavramı çağdaş felsefelerde bu me­
tion; alm . R éd in tég ra tio n ; ing. tafizik anlamını tümüyle yitirmiş gi­
rédintégration). Bir anının bilinçte bidir. Platon’da İdea’lar tözü kar­
göründüğü anda kendisiyle ilgili şılayan gerçekliklerdi. Aristoteles
başka anıları da bilince çıkarması. tözü ikiye ayırdı: birincil töz yani
Toptananılışta anıların çağrışım ya­ bireysel varlık ve ikincil töz cinsle
sası kendini gösterir. Terimi ilk ola­ (hayvan) ve türle (insan) ilgili var­
rak Hamilton kullanmıştır. lık. Aristoteles birincil tözlerin ya
da ilk tözlerin bir öznede bulun­
TO TA LİTER Bk. BÜTÜNCÜ. madığını, bir özneye bağlanmadı­
ğını yani yüklem olmadığını, buna
T O T E M (fr. totem; alm. Totem; karşılık gene bir öznede bulunma­
ing. totem). Klanda egemen nes­ yan ikincil tözlerin bir özneye bağ­
ne. “Totem” sözcüğü Kuzey Ame­ landığını yani yüklem olduğunu bil­
rika yerlilerinin dilinden gelmedir. dirir. Aristoteles tözü azalmayan ve
Klanlara bölünmüş olan Amerika ve çoğalmayan bir şey olarak belirler,
Avustralya yerlileri bazı maddi nes­ onu “hep özdeş ve sayısal bakım­
neleri (hayvan, bitki, vb.) topluluk­ dan bir” sayar. Töz her zaman öz­
larının atası olarak belirler ve onu ne olan şeydir. Töz oluşturan şey­
tabu sayarlar. Totem klanın koru­ ler basit cisimler, onların bileşikleri
yucusudur. Durkheim şöyle der: ve parçalarıdır, ayrıca tanrısal var­
“Totem bir kurtsa, klanın tüm üye­ lıklardır. A ristoteles şöyle der:
leri atalarının bir kurt olduğuna ve “Dünya, ateş, su gibi basit cisim­
sonuç olarak kendilerinin de kurt­ lere ve benzer bütün şeylere, genel
tan bir şeyler taşıdığına inanırlar.” olarak cisimlere ve onların bileşik­
Totem kavrayışı üzerine temellen­ lerine, hayvanlara olduğu kadar
miş tüm toplumsal yaşam biçimle­ tanrısal varlıklara da töz denir, çün­
ri totemcilik (fr. totemisme; alm. kü onlar bir öznenin yüklemleri de­
Totemismus; ing. totemism) diye ğillerdir, tersine öbür şeyler bunla­
adlandırılır. rın yüklemleridirler. Bir başka an­
lamda, yapısı gereği bir özneye bağ­
T O T O L O Jİ Bk. EŞSÖZ. lı olmayan varlıkların varoluşunun
içkin nedeni olan her şey tözdür,
TÖ Z (lat. substantia; fr. substan­ örneğin hayvan için ruh böyledir.
ce; alm. Substanz; ing. substance). Bunlar aynı zamanda varlıkların iç­
Değişende değişmeden kalan şey. kin parçalarıdır, varlıkmarı sınırla­
Kendinde olan. Kendiyle olan. Töz yan ve onların bireyselliğini belir­
klasik felsefenin temel kavramla- ten parçalardır, bu parçaların yo-
TRANSFER

koluşu bütünün yokoloşunu geti­ Locke tözle ilgili olarak şunları söy­
rir. Bazı filozofların deyişiyle, ci­ ler: “Niteliklerin yalnız başlarına
sim için yüzeyin ve yüzey için çiz­ varlıklarım nasıl sürdürdüklerini an­
ginin durumu böyledir ve daha ge­ lamayarak onların kendilerine da­
nel düzeyde, bu filozoflar sayıyı bu yanak olan bazı ortak nesnelerde
yapıda bir töz olarak belirler, çün­ varolduklarını varsayıyoruz ve bu
kü sayı bir kere ortadan kalktı mı dayanağı da töz diye adlandırıyo­
artık hiçbir şey kalmayacaktır, çün­ ruz.” Öte yandan, olguculuğa kar­
kü her şeyi sınırlandıracak olan şıt olarak tözün ya da tözlerin va­
odur. Ayrıca tanımda ortaya konu­ rolduğunu bildiren öğretiye tözcü­
lan özelliklilik de her şeyin tözü­ lük (fr. substentialisme', alm. Subs-
dür.” Descartes için töz “varol­ tantialismus; ing. substantialism)
mak için kendinden başka bir şeye diyoruz. (Bk. DİYALEKTİK, DÜ­
g erek sin im i o lm a y a n ” şeydir. ŞÜNCE, FELSEFE, METAFİZİK)
Descartes’a göre, bazı şeyler, baş­
ka bazı şeyler varolmadan yarala­ TRANSFER Bk. GEÇİŞİM.
mazlar; bazı şeyler de varolmak
için yalnızca Tann’nın yardımından TR A N SFO R M İZM Bk. DÖNÜ­
başka başka bir şeyi gereksinmez­ ŞÜMCÜLÜK.
ler; işte bu İkincilere töz demek ge­
rekir. Spinoza için de töz kendinde TU TA R LILIK (lat. cohaerentia;
olan şeydir: “T öz’den kendinde fr. cohérence', alm. Zusam m en-
olan, kendiyle kavranılan, fikri bir hang; ing. consistency). Bir bilgide
başka şeyin fikrine gereksinim gös­ çelişki bulunmaması. Bir öğretiyi
termeden oluşan şeyi anlıyorum.” oluşturan fikirlerin arasında man­
Leibniz için töz monad’dır: “Bir töz tıksal bağlantının varolması. Bir bil­
ancak yaratılışla başlar ve yokoluş- ginin uyumlu bir birlik oluşturma­
la ölür; bir töz ikiye bölünemez; iki sı. Bir fikirler topluluğunun düzen­
tözden bir töz yapılmaz; tözler dö­ li bir birlik oluşturması. (Bk. YÖN­
nüşürler ama sayıları doğal olarak TEM)
ne artar ne eksilir. Ayrıca her töz
bütün bir dünya gibidir, her töz TUTK U (lat. passio', fr. passion',
Tanrı’yı ya da evreni kendine göre alm. Leiden; ing. passion). Bir nes­
açıklar.” “Tözsel olguların karşılıklı neye büyük bir istekle ya da heye­
uyumunun nedeni yalnızca Tan- canla yöneliş. Bir nesneye yöneliş­
rı’dır, birinde özel olanı tümünde te belirgin yoğun duygusallık. Tut­
genel kılan yalnızca Tanrı’dır, öyle ku yargıları askıya aldıracak ya da
olmasaydı hiçbir bağlantı olmazdı. yanış yargılar verdirecek kadar yo­
(...) Tek bir töz hiçbir zaman baş­ ğun bir duygudur. Bu yüzden Ri-
ka bir töz üzerinde etkide buluna­ bot; “Düşünce düzeninde sabit fi­
4 70 maz ve onun etkisinde kalamaz.” kir neyse duygu düzeninde tutku
TUTKU

odur” der. Descartes tutkulan duy­ yecek kadar yoğun olurlar. Tutku­
gusal olgular olarak tanımlamış, yu verimli kılmak onu bilincin de­
hayranlık, aşk, kin, arzu, sevinç, netimine almakla olasıdır. Bilinçle
acı olmak üzere altı ayrı tutku be­ denetlenen bir tutku da tutku ol­
lirlemişti. Melinand tutkunun her maktan çıkacaktır. Tutku cinayet­
şeyden önce bir itki olduğunu söy­ lere ve hırsızlıklara yo! açacak ka­
ler. Ona göre tutku bir varlığa ya dar koyu olduğu zaman tüm ussal
da bir nesneye doğru güçlü bir atı­ denetimin dışında gerçekleşiyor de­
lımdır, bu atılımı durdurmak zor­ mektir. Tutkunun bazen çılgınlık­
dur ya da olanaksızdır. O aynı za­ lara yol açtığı da görülür. Demop-
manda bir takıntı'dır. Tutkulu kişi hiles M.Ö. VI. yüzyılda “Güneş ba­
dikkatini tek bir şey üzerinde top­ zen bulutlarla kararır, us da bazen
lamaktadır. O bir alışkanlık değil­ tutkularla kararır” diyerek tutkula­
dir, ancak alışkanlıklara bağlı ola­ rın önemini göstermiştir. Publilius
bilir: her akşam kumar oynayan kişi Syrus “Tutkuların sana egemen ol­
için kum ar bir tutku olm uştur. sun istemiyorsan sen tutkularına
“Tutkuların kökeninde unutulmaz egemen ol” demiştir. Ribot tutku­
bir an vardır. Bizde bir gün öyle bir larla ilgili olarak şunları söyler: “He­
yaşama sevinci, öyle derin bir hay­ yecan ilksel ve kaba bir durumdur,
ranlık, öylesine bir sevinç -ya da tutku ikincil ve daha karmaşık bir
tersine öylesine bir başkaldırma, durumdur. Heyecan doğanın ürü­
öylesine bir tiksinti- uyanır ki, on­ nüdür, varlığımızın doğrudan doğ­
dan sonra bu eşsiz anın etkisinde ruya sonucudur, Tutku bir ölçüde
yaşarız. Bundan sonra arzu büyür doğal bir ölçüde yapaydır, düşün­
de büyür, bu arzu eşsiz heyecanı cenin ürünüdür, içgüdülerimize ve
yeniden yaşama arzusudur” (Meli­ eğilimlerimize uyarlanmış düşün­
nand). Tutkuda her zaman abart­ menin ürünüdür.” Buna göre tut­
ma ya da gerçeklikten uzaklaştır­ kuda her zaman bir aşırılık vardır.
ma vardır. Tutkulu kişi arzuladığı “Tüm tutkular abartılmıştır, onlar
nesneyi başkalarının gördüğünden abartılmış oldukları için tutkudur­
daha değişik görür, hatta bazen da­ lar” der Chamfort. Juffroy da “Tut­
ha iyi görür. Anne çocuğunun, aşık kularla düşünmek saçmadır: onlar
sevgilisinin özelliklerini çok zaman usu dinleselerdi tutku olmazlardı”
daha iyi kavrar. Ancak bu olumlu der. Tutkuda buna göre ussalla us-
görü tutkuda her zaman olası de­ dışı çarpışır. Tutku hem usdışıdır
ğildir. Tutku tüm bilinç alanına ya­ hem mantıksaldır, mantıksal oldu­
yılan ve onu ele geçiren, kendin­ ğu ölçüde usdışıdır, onda ussal
den başka her şeyi bulandıran ya öğelerle ussal olmayan öğeler bir
da etkisiz kılan bir duygudur. Tut­ bütün oluşturur. /Descartes: “Bir
kular bazen tüm eneıjimizi yönete­ tutkudan bir tutkuya geçiş komşu
cek, tüm davranışlarımızı belirle­ tutkular aracılığıyla olur. Bununla 471
TUTUCULUK

birlikte çok zaman karşıt tutkular amaçlarına ulaşmak için kullandığı


arasında çok şiddetli bir geçiş de araçlardır.” (Bk. DUYGU, HEYE­
olabilir: örneğin sevinçli bir şölende CAN)
b ize b ird e n a c ılı b ir h ab e r
verdiklerinde.”/ La Rochefoucauld: TU TU CULUK (fr. conformisme',
“Tutkularımıza direnebiliyorsak, bu alm. Konformismus; ing. confor-
bizim gücüm üzden çok onların mism). Yenilikten yana olmayanın,
güçsüzlüğünden gelir.” / Publilius varolan değerlerle yetinenin duru­
Syrus: “T utkularına egem en ol, mu. Tutuculuk varolan kurallara
onların sana egem en olm am ası uymaya, süregiden değerleri, ba­
için.”/W. Wander: “Yüreğinde ateş zen eskimiş değerleri benimseme­
taşıyan kişinin başı dumanlı olur.” ye ve alışkıların belirgin dünyasın­
/Guillargues: “Gene de bana ver­ da, göreneklerin yolgöstericiliğin-
diğiniz umutsuzluktan ötürü size de yaşamaya eğilimli olmak de­
bütün varlığımla teşekkür ederim, mektir. Tutucu kişide bulunduğu
sizi tanımadan önce yaşamış oldu­ ortama uyma, o ortamın koşulları­
ğum dinginlikten nefret ediyorum.” nı olduğu gibi benimseme yatkınlığı
“Yüreğimi dolduran bunca kin ve vardır. Aziz Augustinus “Rom a’da
bunca aşk olmasaydı ben ne ya­ olacaksan Romalılar gibi davran”
pardım.” / Fénelon: “Tutku sözün der. Tutuculuk gelenekçiliğin eşan­
ruhudur.” / Voltaire: “Tutkularım lamlısı gibidir. (Bk. GELENEKÇİ­
düzenlemek yerine onları yoketmek LİK)
isteyen bir melek yaratmak iste­
mektedir.” “Gerçek tutkular yü­ TÜ M D EN G ELİM (lat. deductio;
reklilik kazandırırken güç de kazan­ fr. déduction', alm. Deduktion; ing.
dırırlar.” / Crébellion: “Tutkuyu hiç déduction). Gidimli düşünce yoluy­
duymamış birine her şey tutku gö­ la bir kavramdan ya da bir ilkeden
rünür.” / J.-J. R ousseau: “Tüm özel bir bilgiyi çıkarmaya dayanan
büyük tutkular yalnızlıkta oluşur.” usavurma. Öncül olarak alman ge­
“Mutsuz büyük bir tutku büyük bir nel önermelerden gidimli düşünce
bilgelik aracıdır.” “Tutkular varlı­ yoluyla daha özel bir önermeye
ğımızın başlıca araçlarıdır, onları ulaşm ayı sağlayan zihin işlemi.
yıkmak istemek gülünç olduğu ka­ Tümdengelim her zaman evrensel­
dar da boş bir girişimdir.” “Kılıç kı­ den özele ya da genelden özele doğ­
lıfını eskitir derler bazen. İşte ben ru gelişen zihinsel çıkarımların adı­
bunu yaşadım. Tutkularım beni ya­ dır. İnsan zihni, deyim yerindeyse,
şattı ve beni öldürdü.” / Vauvenar- iki yönlü bir işleyişe sahiptir. O sü­
gues: “Düşünce ruhun gözüdür, rekli olarak özelden genele ve ge­
gücü değil. Onun gücü yürektedir nelden özele doğru yönelir ve böy­
yani tutkulardadır.” / Marquis de lece tek tek durumlardan bir genel
472 Sade: “İnsanın tutkuları doğanın duruma ulaşırken bir genel durum-
TÜMEVARIM

dan tek tek durumlara iner. Tüm­ gelimi temel aldı. Descartes’da sez­
dengelim tek bir önermeden yola gi anlık bir sunuma karşılık olan
çıkılarak yapılıyorsa dolaysız tüm­ bir zihin işleviyken, tümdengelim
dengelim, birkaç önermeden yola “kesinlikle bilinen bazı şeylerden
ç ık ıla ra k y a p ılıy o rs a d o la y lı zorunlu olarak çıkan her şey”di.
tüm dengelim diye adlandırılır. U sçu bir filozofun, örneğin bir
Tümdengelimi ve onun öbür yüzü D escartes’ın yöntem in temeline
yani eşi ya da bir bakıma karşıtı tümdengelimi koyması doğaldır. Bir
olan tüm evarım ı bize ilk olarak deneyci için bilgi duyu deneyleriy­
Aristoteles açıkladı. Aristoteles’e le tek tek toplanan şeydir, onun bu
göre tümdengelim denilince tasım yüzden tümevarımı birinci planda
yöntemleri anlaşılır. Tasımda küçük önemsemesi doğaldır. Usçu bir fi­
önerme aracılığıyla büyük önerme­ lozof, doğuştan fikirlerin varlığına
den sonuca ya da vargıya ulaşırız: inandığından, yöntemini kavram ya
“Bütün insanlar ölümlüdür” (büyük da fikir ayrıştırmasına dayandıra­
önerme), “Sokrates insandır” (kü­ cak, bu yüzden tümdengelimi bi­
çük önerme), “Sokrates ölümlü­ rinci planda önemseyecektir. Bu
dür” (vargı). Bu örnekte “ölümlü” çerçevede D escartes’m çağdaşı
büyük terim, “insan” orta terim, Francis Bacon yeni bir bilimsel
“Sokrates” küçük terimdir. Tasım­ yöntem kavrayışı geliştirirken tü­
da en önemli rol orta terimindir; o mevarımı tüm dengelim den daha
bir aracı ve bir dayanaktır. Tası­ önemli sayacaktır. Aşkın tümden­
mın değişik biçimleri vardır ve bu gelim, Kant’da ruhun ilksel yapı
biçimlerde orta terim her zaman be­ taşları olan ve tüm deneyi öncele-
lirleyicidir. Tasımın üç ayrı biçimi yen kategorilerden yola çıkarak bi­
vardır ve her biçim değişik tiplere limin genel ilkelerini ortaya koy­
ayrılır. Birinci tasım biçiminde orta maktır. (Bk. M ANTIK, SEZGİ,
terim büyük önermenin öznesi ve TASIM, TÜMEVARIM)
küçük önermenin yüklemidir. İkin­
ci tasım biçiminde orta terim bü­ TÜM EVARIM (lat. inductio\ fr.
yük önermenin ve küçük önerme­ induction-, alm. Induktion; ing.
nin yüklemidir. Üçüncü tasım biçi­ induction). Özel verilerden bu ve­
minde orta terim büyük önerme­ rileri içeren bir önermeyle geçme­
nin ve küçük önermenin öznesidir. mizi sağlayan usavurma. Belli sa­
Aristoteles felsefesinde yöntemin yıda özel veriden daha genel bir ya
özünü oluşturan tümdengelim yön­ da birkaç önermeye yükselme. Bazı
temi skolastik felsefede bol bol kul­ verilerden bazı genel sonuçları çı­
lanıldı. Descartes XVII. yüzyılda karmaya dayanan zihin işlemi. La-
yöntemini kurarken tümdengelim lande: “Bazen usavurarak bazen or­
ve tümevarıma sezgiyi ekledi, an­ taya koyarak bazı belirtilerden bu
cak bu üçünden sezgiyi ve tümden­ belirtilerin azçok olası kıldığı olgu- 4 7 3
TÜR

lara yükselmemizi sağlayan kuru­ TÜRÜM (lat. emanatio', fr. éma­


cu düşünce süreci.” Aristoteles nation', alm. Emanation', ing. éma­
Topika'nın 1. kitabında “tümeva­ nation). Evreni oluşturan varlıkla­
rım özelden evrensele geçiştir” der. rın tek bir yüce ilkeden ya da Tan-
Analytica I l’de de şunları yazar: rı’dan gelmesi. Türüm fikri yarat­
“Gerçekte ilkeleri bize tanıtan zo­ m a fikriyle karşıtlaşır. Yaratma
runlu olarak tümevarımdır, çünkü fikrinden uzak olan İonia’lı fizikçi
duyum da bizde evrenseli böyle filozofların evreni bir ilk ilkeden
oluşturur.” Bacon, yeni yöntem getiriyor olm aları bir tür türüm
kavrayışı içinde tümevarımı bilim­ anlayışı olarak yorum lanabilir.
sel araştırmaya temel alır. Bacon’a T ürüm en b e lirg in b içim d e
göre tümevarım olgulardan yasa­ Plotinos’un felsefesinde açıklığa
ların bilgisine geçmemizi sağlayan kavuşur. Bu heptanrıcı kavrayışta
yöntemdir. Goblot bununla ilgili tüm varlık tanrısallık kaynağından
olarak şöyle der: “Bacon’cı tüme­ türemiştir. Hıristiyan filozoflarında
varımın amacı olgularda bu olgu­ da, örneğin Leibniz’de de türüm
lara egemen olan yasaları bulmak fikriyle karşılaşırız. Leibniz şöyle
ya da kanıtlamaktır.” Descartes tü­ der: “Tanrı onları ardarda bir tür
mevarımı ikinci planda önemli say­ tü rü m le y a ra ttı, b iz nasıl
mış, yönteminin temeline tümden­ düşüncelerim izi y aratıy o rsak .”
gelimi koymuş, tümevarımı “say­ Hıristiyancı bakış açısı yaratm a
ma” diye adlandırmıştır. (Bk. MAN­ fikrinden uzaklaşam ayacağı için
TIK, TÜMDENGELİM) türüm k av ray ışıy la p ek kolay
b a ğ d a ştırıla m a z . B u yü zd en
TÜ R (lat. species; fr. espèce', aim. hıristiyan inancında türümcü bakış
Art', ing. species). Bir cins içinde çok gerilerde kalmıştır.Türümcü-
ayırıcı özellikleri olan topluluk. Or­ Iük (fr. émanationnisme, émana-
tak özellikler gösteren bireyler top­ tisme', alm. Emanationslehre, Ema-
luluğu. (Bk. CİNS) natismus; ing. emanatism) evrenin
bir türümle varolduğuna inanan her
T Ü R E V R İM İ (fr. phylogénèse', öğrettinin genel adıdır. (Bk. HEP-
aim. Phylogenesis', ing. phylogene­ TANRICILIK)
sis). Türün evrime uğraması. Bire-
yevrimine karşıt olarak türün geçir­
diği evrim. (Bk. BİREYEVRİMİ)

474
U Ç T E R İM (fr. extrême; alm. Ae-
u aim. Nationalismus-, ing. nationa­
usserste; ing. extreme). Mantıkta lism) ulusal değerlerin çokça yü­
ortaterime karşıt olan büyükterim celtilmesi eğilimidir. Böylesi bir yü­
ve küçükterim. Örnek: Bütün in­ celtm e aşırı biçim lerinde başka
sanlar ölümlüdür. Sokrates insan­ ulusları hiçe saymayı ve hor görme­
dır. Sokrates de ölümlüdür. Bu ta­ yi getirebilir. Georges Chastellain
sımda “insanlar” ortaterim, “Sok­ XV. yüzyılda şöyle diyordu: “Kral­
rates” ve “ölümlü” uçterimdir. (Bk. lar ölür, uluslar dağılır gider; insanı
BÜYÜKTERİM, KÜÇÜKTERİM, mezara kadar izleyen ve ona ölüm­
ORTATERİM) süz onuru kazandıran yalnızca er­
demdir.” Ulusçuluk, aşırı biçimle­
ULUS (fr. nation; alm. Nation; rinde erdemi umursamayan ve in­
ing. natioı\). Aralarında kültür bir­ san saygısından uzak düşen bir an­
liği bulunan bireylerin kurduğu top­ layıştır. / Montesquieu: “Tüm ulus­
lum. Bir devlet oluşturan toplum. ları inceleyin, göreceksiniz, çoğun­
Bir ülkede birlikte yaşayan yurttaş­ da ciddiyet, gurur ve tembellik uy­
lar topluluğu. Ulus bir kültür birliği gun adım ilerlemektedir.” / N apo­
ortaya koyuşuyla bir yönetim ay­ léon III: “Çıkarları uluslarının çı­
gıtı olan devletten ayrılır. Ulus kav­ karlarına bağlanmayan yöneticile­
ramı ulusal bütünlüklerin yani or­ re çok yazık!” / Louis Blanc: “İçin­
tak kültür değerleri ortaya koyan de bir sınıfın ezildiği bir toplum ya­
toplumlann ortaya çıktığı XVI. ve ralı bir adama benzer: yaralı bacak
hatta XVII. yüzyıldan sonra oluş­ sağlıklı bacağın çalışmasını engel­
maya başlamıştır. Gerçek anlamda ler.” / Baudelaire: “Ulusların kendi­
ulusal devletlerin kuruluşu XVIII. lerine karşın büyük adamları var­
yüzyılda olmuştur. Çağdaş toplum­ dır.” / Jean Giraudoux: “Uluslar da
da ulus en büyük yetkedir ve ege­ insanlar gibi görülmez kabalıklarla
menliğin tek sahibi ve temsilcisi­ yokolurlar.” / M. Prévost: “Kadın,
dir. Ulusçuluk (fr. nationalisme-, yorgun ulusların bağrında, yepye- 475
UNUTUŞ

ni k o sk o ca m a n b ir h a lk tır.” / kat eksikliği birinci planda etkin­


Madame de Staël: “Ancak özgür dir. Bizim için yaşamsal önem taşı­
olan bir ulusun belli bir özyapısı var­ yan bir buluşmayı unutmayız, ama
dır.” / Joseph de Maistre: “Her ulus bize yük yükleyecek bir buluşma­
kendine yaraşan biçimde yönetilir.” yı unutabiliriz. Birdenbire ortaya çı­
/ P. Merimee: “Ulusları yasalar kur­ kan şaşırtıcı olaylar ya da yoğun
maz, yasalar ulusların özyapılannı heyecanlar da unutuşu getirebilir.
gösterir.” (Bk. TOPLUM, TOP­ Bilgi edinmede ve yinelemede ye­
LUMBİLİM) tersiz kalış biçimindeki unutuşlar
daha çok yaşlılıkta, bunama durum­
UNUTUŞ (lat. oblitum; fr. oubli; larında görülen unutuşlardır. Anım­
alm. Vergessen, Vergessenheit; ing. sama güçlüğü yaşlılıkta çok sık gö­
forgetting). Bir bilginin ya da bir rülen bir durumdur, yeni anılar tü­
bilgiler topluluğunun bellekten si­ müyle unutulmuş gibidir. Bu tür
linmesi, bu yüzden bilinç alanına çı­ sağlıksız unutuşlar bir yana, unut­
kamaması. Anıların silinmesi. Bilgi ma zihnin sağlıklılığının bir belirti­
yitimi. Her bireyin kendi yaşam ko­ sidir ya da zihnin sağlıklı kalmasını
şulları çerçevesinde oluşmuş bir sağlar. İnsan unuta unuta ilerler.
belleği vardır. İyi bir bellek ancak U stalaşm anın tem elinde unutuş
iyi bir eğitimin ürünü olabilir. Eği­ vardır: bir önceki daha az yetkin
timden her şeyden önce bellek eği­ deneyin yerine koyduğumuz yeni
timini anlamamız gerekir. İyi ku­ deney ustalaşm ada bir aşamanın
rulmamış bir bellek, düzenli bir ya­ belirtisidir. Unutma olmasaydı bir
pıya ulaşmış olmadığı, bilgileri kar­ deneyde ya da birinci deneyde sı­
makarışık bir biçimde barındırdığı nırlanıp kalacak, daha yetkine ula­
için, neyi öğrenmesi gerektiğini, ne­ şam ayacaktık. /Publilius Syrus:
ye yönelmesi gerektiğini bilmeyen “ B ild iğ in i u n u tm ak b azen
dağınık bir yapı ortaya koyacaktır. yararlıdır.” /B . Gracian: “Unutmayı
Nitekim iyi bir bellek eğitiminden bilmek bir sanat olmaktan çok bir
geçmemiş insanlar gereksiz bilgi­ m u tlu lu k tu r.” / M o n taig n e:
leri inatla korudukları için son de­ “Unutmayı düşleyen anımsar.” / Ch.
rece karmaşık bir düşünce düze­ Dickens: “Unutmak elimde olsa
nine sahip olurlar. Dolu bir bellek­ unutacaktım. Tüm insan belleği
ten çok iyi bir bellek önemlidir. Fre­ acılarla ve karışıklıklarla doludur.”/
ud u n utuşta bir kötü anılardan La Bruyère: “Aşklar tiksintiyle ölür,
uzaklaşma eğilimi buluyordu. Ger­ unutuş da onları gömer.” / Victor
çekten bellek garip bir bencillikle Hugo: “Mutlu ve an tutkunun insanı
yalnızca tutmak istediklerini tutma­ yetkinliğe ulaştıracağını sanm ak
ya, tutmak istemediklerini unutma­ yanlıştır, o inşam doğrudan unutuşa
ya eğilimlidir, zaten unutuşta dik­ g ö tü rü r.” / R o b e rt D esn o s:
+ 76
“Belleğimi unutuşa karşı savunabilir lak us, deneyden ayrı olan ve du­
miyim?” (Bk. BELLEK, BELLEK- yulardan bağımsız doğrular ortaya
YİTİMİ) koyan ustur” . K ant’a kadar “us”
ve “anlık” kavramları tam çakışım ­
US (lat. ratio; fr. raison; alm. Ver- salar da birbirinden ayrı düşmeyen
nunft; ing. reasori). Yargılama yet­ kavramlardı, “us” daha genel bir
kisi. Gidimli bir biçimde karşılaş­ çerçevede bir düşünme gücünü be­
tırma, birleştirme ve ayrıştırma ye­ lirlerken “anlık” doğrudan doğru­
tisi. Gerçekliği tanıma yetisi. Us ya yargılama aygıtını belirliyordu.
üzerine enine boyuna düşünen ilk Kant bu iki kavramı ayrı ayrı an­
filozof Descartes oldu. Descartes lamlarda kullandı ve herbirine ayrı
“us”la “sağduyu”yu aynı anlamda bir işlev verdi. K ant’a göre “Tüm
alıyor, bu yetiyi “doğru yargılama bilgimiz duyularla başlar, ordan an­
ve doğruyu yanlıştan ayırma gü­ lığa geçer ve sonra usa ulaşır”. Kant
cü” olarak tanımlıyordu. Yöntem şöyle der: “Burada usu anlıktan ayı­
üzerine ko n u şm a 'da, D escartes rıyoruz ve onu ilkeler yetisi diye
“Sağduyu dünyanın en iyi paylaş­ adlandırıyoruz.” Kant’da anlık zih­
tırılmış şeyidir” der. Verilmiş bir şey nin doğuştan kavramlarla ya da ka­
olan bu sağduyu ya da us, doğru­ tegorilerle donanmış yetisidir, doğ­
yu yanlıştan, bir şeyi bir şeyden rudan doğruya deneye yönelir. De­
ayırma yetisidir. Descartes şöyle neyi aşan alana, Noumenon'a yö­
der: “ İyi yargılam a ve doğruyu nelen ustur. Us, deney bilgisini de
yanlıştan ayırabilme gücü, tam ta­ saracak biçimde bütünsel bir kav­
mına us ya da sağduyu diye adlan­ rayış içindedir. Kant ussal düşün­
dırdığımız güç elbette tüm insan­ cenin nesnelerine, Platon’a anıştır­
larda eşittir; ayrıca görüşlerimizin ma yaparak, Fikir ya da İdea der.
çeşitliliği bazı görüşlerimizin bazı Kant’da fikir duyularda karşılığı bu­
görüşlerimizden daha ussal oluşun­ lunmayan salt ussal bir kavramdır.
dan gelmez, düşüncelerimizi de­ Fikir koşullanmamış olan şeydir,
ğişik yollardan götürüyor olmamız­ oysa duyuların alanı koşullanmışın
dan gelir. İyi bir zihne sahip olmak alanıdır. Salt us, K ant’da a priori
yetmez, önemli olan onu iyi kulla­ olandır yani deneyden bağım sız
nabilmektir. En büyük ruhlar en bü­ olandır, kısaca usun kendisidir.
yük erdemlere sahip olacak yete­ Kant’da us yalnızca bilgiye yönel­
nekte oldukları gibi en büyük kö­ diği zaman kuramsal wj’dur ya da
tülüklere de sahip olacak yetenek­ kurgusal ws’dur, ahlaki eyleme yö­
tedirler; yavaş yürüyenler daha iyi neldiği zaman uygulamalı us’dur. /
ilerlerler.” Descartes’dan sonra Le- Marx: “Us her zaman varoldu ama
ibniz “us”la “duyarlılık”ı karşıtlaş­ her zaman ussal bir biçimde varol­
tırdı ve buna göre bir “an us” kav­ madı.” / La Bruyère: “Bilge kişi ne
ramı getirdi. Ona göre “Arı ve çıp­ kendini yönetilmeye bırakır ne baş-
USAVURMA

kal arını yönetmek ister: o yalnızca madan doğrulara ulaşabileceğini sa­


ve her zaman us yönetsin ister.” / vunan öğreti. Usçuluk insan usu­
J.R Regnard: “Aşk konuşmak is­ nun deneyden bağım sız olarak
tediği zaman us susmalıdır.” / Pub- doğrulara ulaşabileceğine inanan
lilius Syrus: “Us onları yönetirse öğretilerin genel adıdır. Bu çerçe­
gözler yanılmazlar.” / Voltaire: “Us, vede Descartes, Leibniz, Kant fel­
Zam an’ın kızıdır, her şeyi babasın­ sefeleri usçu felsefelerdir. Usçuluk
dan bekler.” / Vauvenargues: “Us tüm bilgilerimizi deneyden getiren,
bizi doğadan daha sık yanıltır.” / öncesel bilginin varlığını benimse­
La Rochefoucauld: “Tüm usumu­ yen deneyciliğin tam karşıtıdır. Hiç­
zu izleyecek kadar güçlü değiliz.” bir usçu felsefe usa mutlak bir ağır­
/ Malebranche: “Ele aldığımız us lık verme eğiliminde değildir, çün­
evrensel bir ustur, değişmez ve zo­ kü mutlak gerçekçilik gibi mutlak
runlu bir ustur, onun değişmez ve usçuluk da özne-nesne karşıtlığını
zorunlu olduğu doğruysa o Tan- ortadan kaldırarak bilgiyi tehlikeye
rı’nm usundan ayrı bir şey değil­ düşürecektir. Ilımlı anlamında us­
dir.” (Bk. ANLIK, SAĞDUYU) çuluk bilgi edinmede deney verile­
rinden çok usun ilkelerini ya da do­
USAVURMA (fr. raisonnement; ğuştan fikirleri belirleyici görür. Pla-
alm. Vernunftschluss; ing. reaso- ton’un İdea’ları, Descartes’ın do­
ning). Bir ya da birkaç önermeden ğuştan fikirleri, Kant’m apriori bi­
gidimli biçimde sonuç çıkarmaya çimleri öncesel bilgileri oluşturur.
dayanan zihin işlemi. Belli yargılar­ Bu felsefeler bilgi için deneysel ve­
dan belli sonuçlara gitmeye daya­ riyi de çokça önemserler. Descar­
nan zihin işlemi. Lagneau “Usavur- tes doğuştan fikirler yanında edi­
ma düşüncenin ardarda yargılarla nilmiş fikirleri varsayar. Kant’da
gerçekleştirdiği devinimdir” der. anlık duyumlarla sağlanan sunum­
Bousset de usavurmayı “Bir şeyin ların devindirdiği bir güç olur. Din­
bir şeyden çıkarıldığı zihin işlemi” sel çerçevede usçuluk açınıma ina­
olarak tanımlar. (Bk. GİDİMLİ, nır ve dinsel inancı doğrulamakta
YARGI) usun zorunlu olduğunu bildirir.
(Bk. ANLIK, DENEYCİLİK, US)
USÇULUK (fr. rationalisme', alm.
Rationalismus; ing. rationalism). USDIŞI (fr. irrationnel', alm. Ver-
Bilgi edinmede usun birinci dere­ nunftlos', ing. irrationnal). Usa ay­
cede belirleyici olduğunu bildiren kırı olan. Usa götürülemez olan.
öğreti. Bilgi edinmede deney veri­ Ussal olmayan. Usla ilgisi olmayan.
lerinden çok usun ilkelerini ya da Ussal olmayan her şey ya usa ay­
doğuştan fikirleri belirleyici sayan kırı ya da yabancıdır. Usdışı olan
öğreti. Deneyciliğe karşıt olarak şey ya yalnızca sezgiyle algılanabi­
478 usun hiçbir deneysel veriye başvur­ lir ya da tümüyle saçmadır. Bilinç-
UYGARLIK

dışı olgularını da usdışı diye nite­ lincinde ya da duygu ve düşünce


lendirebiliriz. Bu çerçevede bir in­ dünyasında kaynaklarını bulan az-
sanı tanımak, André M alraux’nun çok özgün bir değerler dizgesidir.
da dediği gibi, onda usdışı olanı, Bir yere ya da bir zamana götürü­
onun denetleyemediğini tanımak len bir uygarlık değeri olduğu gibi
demektir. Albert Camus “Bu dün­ kalmaz, gittiği yerin ve zamanın
ya kendinde ussal değildir, onunla renklerini giyinir, özgünlüğünü yi­
ilgili olarak söylenilebilecektek şey tirirken yeni bir özgünlük kazanır.
budur” der. (Bk. SAÇMA) Her uygarlık hem bir altyapı hem
bir üstyapı değerleri dizgesidir. Uy-
UYARAN (fr. stimulus', alm. Sti­ garlığı oluşturan güç birbirini etki­
m ulus; ing. stimulus). Bir canlı leyen ya da etkileşen bu iki karşıt
varlıkta tepkiler yaratan olgu. Bir­ güçtür. Bir uygarlık başka uygar­
denbire gözümüze vuran ve gözle­ lıklarla etkileşirken kendi içinde de
rimizi kapamamıza yol açan canlı bir etkileşim düzeni ortaya koyar,
ışık bir uyarandır. Uyarandan daha altyapı sürekli olarak üstyapıyı, üst­
çok fiziksel etken anlaşılır. (Bk. yapı sürekli olarak altyapıyı etkiler.
UYARIM) Eski tarih kavrayışı uygarlıkları za­
manda ve uzamda apayrı bütünlük­
UYARIM (lat. excitatio', fr. exci­ ler olarak yer alan ve birbirini he­
tation', alm. Reiz\ ing. excitation). men hiç etkilemeyen etkinlikler ola­
Bir uyaranın bir duyu organı üze­ rak görüyordu. Bugün etkilemeyen
rinde yarattığı etki. Bu etkinin oluş­ ve etkilenmeyen uygarlık fikrinin
masıyla kişi dış dünyadan izlenim­ son derece saçma olduğunu bili­
ler alacaktır. H. Piéron uyarımı “or­ yoruz. Bir uygarlıkta altyapıyı oluş­
ganizmanın etkin bir uyarana gös­ turan teknik değerler üstyapıyı
terdiği bir tepki” olarak tanımlar. oluşturan kültür değerlerinin nite­
(Bk. UYARAN) liklerini kesin bir biçimde belirler­
ken kültür değerleri de tekniğin olu­
U Y G A RLIK (fr. civilisation', alm. şumlarında koşullayıcı bir ağırlık
Zivilisieren, Zivilisation; ing. ci­ taşır. Bunu Auguste Comte şöyle
vilisation). Bir toplumun belli bir anlatır: “Gerçekten uygarlık bir yan­
yerde ve belli bir zamanda ortaya dan insan zihninin gelişimine, öte
koyduğu maddi ve manevi etkin­ yandan da bu gelişimin bir sonucu
likler toplamı. Her uygarlık taşına­ olan insan eyleminin gelişimine da­
bilir ya da ulaştırılabilir değerlerin yanır.” Buna göre kültür bir uygar­
bir toplamıdır: uygarlık değerleri bir lığın ruhu, teknik de bedenidir di­
yerden bir yere, bir zamandan bir yebiliriz. / J.B. d ’Aurevilly: “Geliş­
zamana geçerler, ulaştıkları yerde miş uygarlıkların cinayetleri geliş­
etki gücü oluştururlar ve dönüşür­ miş barbarlıkların cinayetlerinden
ler. Her uygarlık, bir toplumun bi­ daha korkunçtur.” / V. Dury: “Uy­
UYGULAMA

garlık doğru çizgi üstünde ilerle­ şöyle der: “Toplumsal yaşam özün­
mez; insanlık yaşamının uzun bir de uygulamalıdır. Kuramı gizemci­
yolda güç bir yolculuk olduğu, bu liğe doğru yönelten tüm gizler us­
yolda ölümsüz yolcunun her zaman sal çözümlerini insani uygulamada
ilerleyerek bir inip bir çıktığı bilin­ ve bu uygulamanın kavranılmasın­
mediğinde onun insanı mutsuz ede­ da bulurlar.” “İnsan düşüncesinin
cek durma ve gerileme zamanları nesnel bir doğruya ulaşıp ulaşama­
vardır.” / P. Bourget: “İnsan uy­ yacağını bilm ek sorunu uygula­
garlaşarak barbarlığını karmaşıklaş­ mayla ilgili bir sorundur.” (Bk. KU­
tırıp sefilliğini inceltmedi mi?” / L. RAM, PRAXİS)
Febvre: “Bir uygarlık ölebilir, uy­
garlık ölmez.” / George Duhamel: UYMA (fr. adaptation; alm. An­
“Uygarlık insanın yüreğinde değil­ passung; ing. adaptation). Orta­
se hiçbir yerde değildir.” / Paul mıyla uyum içinde olanın durumu.
Ricoeur: “Her insanın uygarlığı hem Bir organın ya da bir işlevin ortamla
bir iş uygarlığı hem bir söz uygar­ daha uygun bir ilişki adına değişik­
lığı o lacak tır.” (Bk. KÜLTÜR, liğe uğraması. Bir organizma yeni
TEKNİK) yaşam koşullarıyla uyum içinde ol­
mak üzere yavaş yavaş değişikliğe
UYGULAM A (lat. practice; fr. uğradığında uyma gerçekleşir. Uy­
pratique; alm. Praxis, Übung', ing. ma ya da ortama uyma konusunda
practice). Çevreyi dönüştürmeye başlıca iki kuram vardır. Bunlardan
yönelik istemli etkinlik. Somut so­ biri Darwin’in kuramıdır. Bu kura­
nuçları elde etmeyi öngören istem­ ma göre canlıda uymayı sağlayan
li etkinlik. Kuramsala karşıt olarak etki dıştan yani ortamdan gelmek­
edimsel olan etkinlik. Uygulama tedir. Öbürü Lamarck’ın kuramı­
dünyaya ya da somut gerçekliğe dır. Bu kurama göre de uyum or­
dönüşümler getirebilecek eylemle­ ganizmanın kendi etkinliğinin bir
rin ortak adıdır. Kant Salt usun sonucudur. Darwin’e göre Afrika
eleştirisi' nde şöyle diyordu: “Usu­ toprakları kuraklaşınca ve ağaç
mun (kurgusal ya da uygulamalı) yapraklan hayvanlann uzanamaya­
tüm ilişkisi şu üç soruda içerilmiş- cağı kadar yukarılara çıkınca yal­
tir: 1. Ne bilebilirim? 2. Ne yapabi­ nız bu yapraklara ulaşabilen uzun
lirim? 3. Ne umabilirim? Birinci so­ boylu hayvanlar (zürafalar) yaşa­
ru basitçe kurgusaldır. (...) İkinci m larını sürdürebilm işlerdir. La-
soru basitçe uygulamalıdır. (...) m arck’a göre hayvanlar yukarıda­
Üçüncü soru: yapmam gerekeni ki yapraklara uzanabilmek için ku­
yaptığımda ne umabilirim? hem uy­ şaklar boyunca yavaş yavaş bo­
gulamalı hem kuramsal bir soru­ yunlarını uzatmışlardır. Çevreye
dur.” Uygulama sorunuyla en çok uyma sorunu aynı zamanda ruhbi­
480 M arx’çi felsefe ilgilenmiştir. Marx limin de sorunudur. Toplumsal ya­
UYUŞMAZLIK

şam bireylere çevreye uyma zorun­ ler arasında karşıtlık. Karmaşıklaş­


luluğunu getirirken bu yolda güç­ mış toplumsal yaşam düzeni deği­
lükler de çıkarmaktadır. Ağır ya­ şik düşüncelerle ve kurumlarla bir
şam koşullan, eğitim başkalıklan, uyuşmazlık ortamı gibi görünür ya
kişisel yapı değişiklikleri pekçok bi­ da zaten bir uyuşmazlık ortamıdır.
reyi uyma güçlüğü içine sokmak­ Onu uyumlu bir bütün durumuna
tadır. Çağdaş toplumda uyma güç­ getiren ya da uyumlu bir bütünmüş
lüğü çeken kişilerin sayısı sanıldı­ gibi gösteren yüküm lülükleri ve
ğından çoktur. Kıskançlıklar, aşa­ haklan iyice belirlemiş olan yasa
ğılık duyguları, büyüklük duygula- düzenidir. Uyuşmazlıklar yasa dü­
n kişilerin birbirleriyle sağlıklı ilişki zeninin belirleyiciliğinde çözümle­
kurmalarını engellemektedir. Top­ nirler ya da en azından yıkıcı ol­
lum sal insan için sağlıklı ilişki maktan çıkanlırlar. Demokratik ya­
uyumla olduğu kadar çatışkıyla be­ şam düzeni uyuşmazlıkları kaldır­
lirgindir. Oysa uyma zorluğu çe­ mayı değil de onlan dengelemeyi
ken kişiler özellikle çevreden ko­ ve hatta toplum için yararlı kılmayı
parak yalnızlığa sığınmayı yeğ tu­ düşünür. Uyuşmazlık insanın özün­
tan kişiler olmaktadırlar. (Bk. DÖ­ deki bir özelliktir, bireyin ve dola­
NÜŞÜM , DÖNÜŞÜM CÜLÜK, yısıyla kurum lann ve giderek top­
EVRİM, EVRİMCİLİK, ORTAM) lumun gelişmesini sağlar. Uyuş­
mazlık ilerlemenin olumsuz etkeni
UYUM (lat. harmonia; fr. harmo- gibidir. Kant şöyle der: “Uyuşmaz­
nie; alm . H arm onie; ing. har- lıktan insanların toplumdışı toplum­
mony). Bir çokluğun düzenli birli­ sallığını, onların topluma katılftıa
ği. Düzenle bir araya gelmiş öğeler yatkınlığını anlıyorum; bununla bir­
arasındaki ilişki. Bir bütünde var­ likte bu yatkınlığa toplumu tam an­
lıkları ya da işlevleri birbirine ters lamında yıkma tehlikesi gösterecek
düşmeyen parçalann durumu. Par­ genel bir kaçış eklenmiştir. İnsanın
çalan birbiriyle uyuşan bir bütünün bir bağdaşma eğilimi vardır, çünkü
niteliği. Uyum gerçek sanat yapıtı­ böyle bir durumda insan doğal ye­
nın başlıca niteliği gibi görünür. Ya­ teneklerinin gelişmesiyle kendini
pıtı yapıt kılan tüm parçalarının bir­ daha insan duyar. Am a o aynı za­
biriyle uyumlu bir bütün oluştur­ manda büyük bir kopma eğilimi de
masıdır. Alfred de Musset şöyle der: gösterir, çünkü onda aynı zaman­
“Acının kızı! uyum! uyum! - De­ da toplumdışılık özelliği vardır, bu
hanın aşk için yarattığı dil.” (Bk. da onu her şeyi kendine göre dü­
ÖNCESEL, UYUM) zenlemek isteğine götürür; bu yüz­
den o her yandan direnişlerle kar­
UYUŞM AZLIK (fr. antagonisme; şılaşmayı bekler, bunun yanında
alm. Gegnet-schaft-, ing. antago- başkalarına direnmeye eğilimli ol­
nism). İlkeler, güçler ya da birey­ duğunu sezer. İnsanın tüm güçle­ 481
UZAM

rini uyandıran bu direniştir. (...) Bu mizle dokunduğumuz som ut or­


toplumdışılık nitelikleri olmasa (...) tamdır. Kant’a göre uzay duyarlılı­
tüm yetenekler tohum halinde ka­ ğın a priori biçimlerinden biridir:
lacaktır.” (Bk. İNSAN, TOPLUM) “Uzay ve zaman, nesnelerin bize
verilme olasılığının koşullan olarak
UZAM (fr. étendue', aim. Ausdeh- ancak duyu nesneleriyle ilişkilidir­
nung\ ing. extension). Uzayda yer ler.” Kant’a göre biz dış dünyanın
kaplayan cisimlerin niteliği. Cisim­ verilerini duyarlılığın a priori biçim­
lerin uzayda kapladığı yer. Boşluk leri olan uzay ve zaman çerçeve­
fikri. Görünür, algılanır, som ut sinde algılarız. K ant şöyle der:
uzay. Foulquié: “Soyut anlamda: “Zihnimizin dış duyuma karşılık
parçaları uzaya konmuş olan ve olan özelliği aracılığıyla nesneleri bi­
birbirinin dışında bulunan şeylerin zim dışımızda olarak ve tümünü
özyapısı. Somut anlamda: bir şe­ uzaya yerleşmiş olarak görüyoruz.
yin tüm boyutlarıyla tuttuğu uzay Böylece onların biçimleri, büyük­
parçası.” Descartes uzamı m ad­ lükleri ve karşılıklı ilişkileri belirlen­
deyle özdeşleştiriyor, boşluk fikri­ miş ya da belirlenebilir oluyor. Ru­
ni kökten yadsıyordu. (Bk. UZAY) hun kendisini sezgisel olarak algı­
lamasını ya da kendi iç durumunu
UZAY (lat. spatiurtï, fr. espace', algılamasını sağlayan iç duyum el­
aim. Raum\ ing. space). Duyulur bette ruhun kendisinden bize nes­
nesnelerin yer aldığı sonsuz ortam. ne olarak herhangi bir nesne sun­
Tüm sınırlı genişlikleri ya da uzam- maz, ancak burada kendi iç duru­
ları içeren b o şlu k . D e sc arte s mundan sezgi almayı olası kılan ve
“uzay’Ma “uzam”ı özdeşleştirerek onun iç belirlenimlerine bağlı bir şe­
şöyle der: “Uzay ya da içsel yer ve yin zaman ilişkilerine göre kavra­
onda içerilmiş cisim ancak düşün­ nılmasını sağlayan belli bir biçimin
cemizde birbirinden ayrılır. Çünkü varlığını benimsemek gerekir. Za­
gerçekte en, boy ve derinliğiyle man dışsal olarak algılanamaz, uzay
uzayı kuran, cisimleri kuran aynı da bizdeki herhangi bir şey gibi al­
uzamdır.” Leibniz’e göre uzay ci­ gılanamaz.” Kant’a göre zaman gibi
simlerle ilgili düzendir: “Uzayı tam uzay da bize bilgi sağlamaz, deney­
olarak zaman gibi göreli bir şey di­ sel bilginin temelini sağlar: Dış du­
ye aldığımı gördüm; zaman nasıl yulur sezginin basit bir biçimi ola­
ardardalığın düzeniyse uzay da rak uzay henüz bir bilgi değildir; o
yanyanalığın düzenidir.” Locke için olası bir bilgi için a priori sezginin
uzay gözümüzle gördüğümüz, eli­ çeşitli öğelerini verir. (Bk. UZAM)

482
u
Ü C R ET (lat. salarium; fr. salaire;
■ ■

mesini sağlar. Üretimin çoğalma­


alm. Lohn\ ing. salary). Bir eme­ sıyla birlikte zenginlikler artsa bile
ğin maddi karşılığı. Çalışana emeği ücretlinin durumunda bir değişik­
karşılığında ödenen para. Ücret so­ lik olmaz. (Bk. EMEK, İŞBÖLÜ­
lunu işbölümünün arttığı, üretimin MÜ, SERMAYE)
büyük boyutlara ulaştığı çağdaş
dünyanın önemli bir sorunudur. Es­ ÜLKÜ (fr. idéal; alm. ideal; ing.
ki uygarlıklar döneminde böyle bir ideal). Duygularımızı ve düşünce­
sorun yoktu: köle boğaz tokluğu­ lerimizi tam olarak karşılayan ve
na üretim yapmakla yükümlüydü. çok zaman bir amaç olarak belirle­
Ortaçağ’m serilik düzeninde de nen yetkin fikir. Ülkü gerçekliğin
böyle bir sorun olmadı. Üreticinin içinde olsa da ya da görünse de ger­
makinasmı sermayeciye kaptırıp iş­ çekliği aşan özellikle gösteren bir
çi durum una gelm esinden sonra fikirdir ya da fikirler toplamıdır. Her
ücretli işçi ortaya çıktı. Bugünkü ülkü gerçekliği dönüştürme istemi­
anlamında ücret sermayecinin iş­ ne göre düşünülmüş bir taslak ya
çiye belli bir iş zamanı için ödediği da tasırımdır. Her ülkü eksiksize
paradır. Böylece sermayeciyle işçi yaklaştığı ölçüde gerçekliğin dışına
arasında emek ve ücret değiştoku- düşme tehlikesine uğrar. Eylem-dü-
şu yapılır. Ücret emeğin fiyatıdır. şünce karşıtlığında ülkü düşünce­
İşçi çalışırken kendisi için ücret üre­ yi temsil eder ve gerçeklikten kop­
tir ve böylece sermayeye bağımlı tuğu ölçüde tehlikeli olur. Ülkü çok
bir varlık olur. M arx’in da belirle­ zaman renkli, güzel kokulu, parıl­
diği gibi, en yüksek ücret bile işçi­ tılı bir bileşimdir, ne var ki çok za­
nin yaşamını doğru dürüst sürdür­ man gerçekleşemeyecek tasarım­
mesine yetmez. Bununla birlikte iş­ larla örülmüştür. Her ülkü kendi
çi enaz yaşam koşullarında varlığı­ içinde insanlık, yurt, evren, sanat,
nı sürdürm ek zorunda bırakılır. ulus, uygarlık, bilim gibi kategori­
Ücretin azlığı sermayenin güçlen­ leri barındırır ve hatta onlara daya- 483
ÜLKÜCÜLÜK

nır, gelgeldim bu kavramlarla her belirleyici sayan felsefi bakış açısı.


zaman canlı ve gerçek bir ilişki için­ İnsanın ilerlemesi açısından düşsel
de değildir. D üş’ün gerçeği altet- tasanm lara ağırlık veren düşünce
meye başladığı yerde ülkü ışıkları biçimi. En eski ülkücüler Elea’lılar-
parlam aya başlar. Ülkü yetkine dır (K senophanes, Parm enides,
ulaşmak için zorunlu bir dayanak Elea’lı Zenon). Bu filozoflar bir
gibi görünse de daha çok bir ger­ çokluklar ve devinim ler dünyası
çeklikten kaçış dayanağıdır. Gon- olan duyulur dünyayı ancak usla
court kardeşler “Tüm büyük ülkü­ kavranılabilen düşünülür dünyadan
sel sanat yapıtları ülkü fikri taşı­ ayırıyorlar, düşü n ü lü r dünyayı
m ayan zam anların ve insanların mutlak ve evrensel bir bütünlük
ürünüdür” derler. Ne olursa olsun olarak belirliyorlardı. Onlara göre
gerçekliğin eksikli ya da yetersiz devinim ve oluşum olanaksızdı,
görünen yanlan insanlara, özellikle bunlar yanılsamalardan başka bir
de yetkin bir bilince sahip olmayan şey değillerdi. Felsefe tarihinin ilk
insanlara ülküler düşündürecektir. büyük ülkücüsü Platon’dur. O da
Ülkü çok yerde ayağı yere basma­ E lea’lılar gibi düşünülür dünyayı
yan siyasal ideolojilerin renkli düşü­ duyulur dünyadan ayınyor, duyu­
dür. Ü lküler çok zam an ütopya lur dünyanın bir gölgeler ya da gö­
özellikleri gösterirler. / Gérard de rüntüler dünyası olduğunu bildiri­
Nerval: “Afrika’da Hindistan düş­ yor, sarsılmaz gerçeklikler diye be­
leri görülür. Avrupa’da Afrika düş­ lirlediği İdea’larla donatılmış olan
leri görüldüğü gibi. Ülkü her za­ düşünülür dünyayı gerçek dünya
man bugünkü ufkumuzun ötesin­ olarak belirliyordu. Platon’un ülkü­
de parıldar.” / Paul Verlaine: “Ya­ cülüğünü Elea’lılannkinden ayıran
şam kazandı sonunda ülkü öldü.” / başlıca nokta, Platon’da duyulur
Albert Einstein: “Benim siyasal ül­ dünyanın bir yanılsama değil de
küm demokrasi ülküsüdür. Her in­ ikincil önemde bir gerçeklikler dün­
san kişi olarak saygı görmeli ve yası olmasıdır. Bu yüzden bu du­
kimse tanrılaştırılmamalıdır.” / V. yulur dünya, düşünülür dünyanın
Larbaud: “Her ülkü ortaya konul­ bilgisine ulaşmada bize bir çıkış yolu
duğu anda kötü bir biçimde bir okul sağlar, düşünülür dünyada edinmiş
görünümü kazanır.” (Bk. FİKİR, olduğumuz bilgileri anımsamada ilk
ÜTOPYA) itkiyi kazandırır. Platon’dan sonra
Plotinos, heptanncı bir anlayış için­
Ü L K Ü C Ü L Ü K (fr. idéalisme-, de, ülkücü bir felsefe geliştirdi.
alm. Idealism us; ing. idealism). Onun yeni-Platon’culuk diye anı­
B en’in dışındaki nesnel gerçekliği lan felsefesinde temele “Bir” adı al­
yadsıyarak tüm varoluşu düşünce­ tında Tann konulur. Tann ilk töz
ye indirgeyen öğretilerin tümü. Bilgi ya da ilk dayanaktır. Ondan ikinci
484 edinmede özneyi nesne karşısında töz olan düşünsellik türemiştir. Bu
ÜLKÜCÜLÜK

ikinci katta hem yaratılan şeylerin tür. Condillac maddi gerçekliğin


örnekleri olan İdea’lar hem de on­ doğrudan doğruya gözlemde sezi-
ları düşünen Nous yer alır. Bu dü- lemez olduğunu bildirir. Kant’m ül­
şünsellikten üçüncü töz olan ruh kücülüğünde dış dünya bilgisi du­
türemiştir. Böylece Plotinos kat kat yumsamanın ve anlığın apriori ko­
bir varlık tablosu çizer. Bilgi insan şullarına indirgenir. Kendinde şey­
ruhundan tanrısallığa kadar uzanan ler vardır ama biz bu kendinde şey­
çizgide içsel bir arayışla elde edile­ lerin bilgisine ya da doğrudan doğ­
cek tir. D ah a so n ra h ıristiy a n ruya bilgisine ulaşamayız. Bunlar
felsefesinin ilk önemli kişisi Aziz bizim deneylerimizi aşar. Biz ancak
Augustinus Plotinos’çu çizgide bir olguların bilgisine ulaşabiliriz, dış
ülkücülük geliştirir. Descartes’ın dünya üzerinde elde ettiğimiz bil­
ülkücülüğü kendinden öncekileri­ gileri de olgulardan elde ederiz. Bu
ne göre oldukça ılımlı bir ülkücü­ yönüyle Kant’ın ülkücülüğü biline­
lüktür. Çünkü Descartes madde­ mezci ülkücülüktür. Hegel’in hep-
sel ve mekanik bir dış dünyanın tanrıcı ülkücülüğü varlığı evrensel
varlığını benimserken doğuştan fi­ fikre indirger, bu fikrin gelişimi al­
kirler yanında dış dünyadan edinil­ gılanabilir varlıkların çeşitliliğini
miş bilgilerin varlığını da benimser, oluşturmaktadır. Buna göre evren
ayrıca deney dünyasını bize sağ­ gelişen bir mutlak varlık anlamı ka­
lam bilgi verileri sağlayan bir alan zanır. Schellingben’i ve ben olma­
olarak görür. Gene de doğuştan fi­ yan’ı ayrı ayrı şeyler saymakla bir­
kirlerle yüklü “ben”i bilgide belir­ likte onları bir mutlak’ın altında top­
leyici saymasıyla Descartes felse­ lar, bu mutlak özneyle nesrtenin,
fesi tam anlamında ülkücü bir fel­ maddeyle biçimin özdeşleştiği yer­
sefedir. Leibniz ülkücülük ve mad­ dir. Hegel mutlak’m yerine fıkir’i
decilik ayrımı yapan ilk filozoftur koyar, ama onu mutlak bir şey ola­
ve onun m onadlar öğretisine da­ rak koyar. Schelling’in ülkücülü­
yanan ülkücülüğü ruhçu ülkücülük ğüyle Hegel’in ülkücülüğü aynı ba­
diye adlandırılabilir. Berkeley’in ül­ kış açısına dayanır. Hegel’i yeni kı­
kücülüğü maddeyi yadsır yani dış lan evrensel oluşuma diyalektiği ge­
dünyanın varolmadığını söyler ve tirmiş olmaıdır. Özetle, ülkücülük
deyim yerindeyse varlığı varlığın m addeye karşı fikri koyuşuyla
fikrine indirger. Bu yüzden onun maddeciliğe tam karşı bir düşünce
felsefesine maddesizcilik adı veri­ biçimidir, ancak bilgi edinmede öz­
lir. Berkeley’e göre yalnız algı var­ neyi nesne karşısında belirleyici
dır ya da şeyler algılandıkları için saymakla birlikte deneyin bilgisini
vardır, bir başka deyişle şeylerin yadsımadığından hatta kendi ölçü­
varlığı onlardan elde ettiğimiz algı­ leri içinde zorunlu gördüğünden de­
dadır. Tanrı, insan düşüncesinde neyciliğe tam karşı bir görüş ola­
şeylerin varlığını yaratan aşkın güç­ rak belirmez. (Bk. DİYALEKTİK,
ÜRETİM

GERÇEKÇİLİK, MADDECİLİK, başladıkları andan sonra hayvan­


MADDESİZCİLİK, RUHÇULUK) lardan ayrılmaya başlıyorlar.” Kari
Marx’a göre toplumsal ilişkiler üre­
Ü R E T İM (lat. productio\ fr. pro­ tim güçlerine sıkı sıkıya bağlıdır. İn­
duction-, aim. Produktion-, ing. pro­ sanlar yeni üretim güçleri elde ede­
duction). Tüketim için işlenmiş rek üretim biçimlerini değiştirirler.
madde elde etmek. Hammadde ya Üretim araçları içinde en büyük
da işlenmiş tüketim maddesi elde üretici güç devrimci sınıfın kendi­
etmek. Tarım ve sanayi ürünü elde sidir. (Bk. EMEK, İŞBÖLÜMÜ,
etmek. Tarihin ilk belirgin olgusu SERMAYE, ÜCRET)
insanın yemek, içmek, barınmak gi­
bi gereksinimlerini karşılaması ol­ ÜSTALGI (fr. aperception, ap­
muştur. Tarihte her zaman üretim perception-, aim. Apperzeption-, ing.
biçimleri yaşam biçimlerini belirle­ apperception). Bilince açılan algı.
miştir. Öte yandan üretim güçleri Algının bilinçte görünümü. Bir nes­
üretim ilişkilerinin ve değiştokuşun nenin algısında zihnin kendisini al­
biçimini belirler. Gelişimlerinin belli gılayan özne olarak sezmesi. Littrö:
bir basamağında üretim güçleri va­ “Zihnin kendisini herhangi bir izle­
rolan değiştokuş biçimleriyle çeliş­ nimi algılayan ya da sezen bir nes­
kiye düşerler. Engelleyici duruma ne olarak duyması işlemi.” Üstalgı
gelen değiştokuş biçimlerinin yeri­ Leibniz’de bilinçdışı algıdan ayrı
ne yeni değiştokuş biçimi geçer, bu olarak bilinçli algı ya da düşünceye
da daha gelişmiş üretim güçlerine bağlı algıdır, iç durumun düşünce
karşılıktır. Marx’çi düşünce bu çer­ yoluyla elde edilm iş bilgisidir.
çevede üretim ilişkilerini geniş ola­ K ant’da üstalgı kendi kendinin bi­
rak ele alır. Marx ve Engels “Ta­ lincidir ya da düşünüyorum dene­
rihte tüm çatışmaların kökeni üre­ yidir. Kant tlstalgıyı deneysel üstalgı
tim güçleriyle değiştokuş biçimi ve aşkın üstalgı ya da arı üstalgı
arasındaki çelişkidedir” derler. On­ olmak üzere ikiye ayırır. Birincisi
lara göre “Bireylerin yaşamlarını gerçekliğin sezgisiyle, İkincisi tüm
dışlaştırma biçimi onların ne oldu­ olası deneyin dışında yer alan, bu­
ğunu da tam olarak belli eder. On­ nunla birlikte deneyi kuran birlik il­
ların ne olduğu üretimleriyle belli kesiyle yani ben’le ilgilidir. Kant an
olur, ürettikleri şeyle ve ürettikleri­ üstalgıyla ilgili olarak şöyle der:
ni üretme biçimiyle belli olur. Bi­ “Ben onu deneysel üstalgıdan ayır­
reylerin ne olduğu üretimlerinin mak üzere arı üstalgı diye adlandı­
maddi koşullarına bağlıdır.” Gene rıyorum; çünkü bu kendi kendinin
M arx’a ve Engels’e göre “İnsan­ bilinci, düşünüyorum 'un sunumu­
ları hayvanlardan bilinçle, dinle, da­ nu yaratarak tüm öbür sunumlara
ha başka şeylerle ayırabiliriz. İn­ eşlik etmektedir: her bilinçte bir ve
sanlar yaşama araçlarını üretmeye özdeş olan bu sunuma başka bir
ÜSTYAPI

sunum eşlik edemez.” “Gerçekte size yalvarıyorum, toprağa bağlı


belli bir sezgide verilmiş çeşitli su­ kalın ve size dünyaüstü umutlar­
numlar tümüyle bir kendi kendinin dan sözedenlere inanmayın. (...)
bilinciyle ilgili olmasalar tümüyle İnsan hayvanla üstinsan arasına ge­
benim sunumların olam azlardı.” rilmiş bir iptir, bir uçurumun üs­
Maine de Biran’da dolaysız içsel üs- tündeki bir ip. Onda yürümek teh­
talgı (aperception interne immédi­ likelidir, geriye bakmak tehlikelidir,
ate) etkin güç olarak kendi kendi­ titremek ve durmak tehlikeli. İn­
nin bilincidir. (Bk. ALGI) sanda büyük olan şey onun bir erek
oluşu değil bir köprü oluşudur.” Ni­
ÜSTİNSAN (fr. surhomme; alm. etzsche Üstinsan ortaya çıkana ka­
Übermensch; ing. superman). Ni­ dar üstün insanın, seçkin insanın
etzsche felsefesinde geleceğin güç­ egemen olması gerektiğini düşünür.
lü insanı. Terimi Goethe ve Herder Artık Tanrı ölmüştür ve onun yeri­
kullanmış, Nietzsche de onu felse­ ni insan alacaktır, bu da Üstinsa-
fesinin temel kavramlarından biri n’ın ortaya çıkmasıyla gerçekleşe­
durumuna getirmiştir.. Nietzsche cektir. Üstinsan’ın ortaya çıkması
şöyle der: “insanlıkta daha güçlü için de Zerdüşt gibi “büyük, ses­
bir tür, üstün bir tip ortaya çıkma­ siz, katı, yalnız” üstün insanlara ge­
lıdır, bu tipin ortalama insandaki reksinim vardır. Üstün insan Üs-
üretim ve yaşamı sürdürme koşul­ tinsamn ilk biçimi gibidir. Üstün in­
larından daha başka koşullan olma­ san her şeyden önce halktan olma­
lıdır. Fikrimin adı, bu tip için seçti­ yan yetkin kişiliktir. (Bk. İNSAN)
ğim simge, bilindiği gibi Üstin- «
san’dır.” Nietzsche’ye göre insan ÜSTYAPI (fr. superstructure', aim.
nasıl m aym unun yerini alm ışsa Superstruktur; ing. superstructure).
Üstinsan da insanın yerini alacak­ Teknik etkinlikleri belirleyen altya­
tır. Nietzsche, A Iso sprach Zarat­ pı alanına karşılık düşünce etkin­
houstra' da (Böyle buyurdu Zer­ likleri ya da kültür etkinlikleri ala­
düşt), Zerdüşt’ün ağzından şunla- nı. Bu kavram özellikle M arx’çı dü­
n söyler: “Size Üstinsanı öğretiyo­ şünceyle ilgilidir. Üstyapı ve altya­
rum. İnsan aşılm ası gereken bir pı alanları hep birlikte uygarlık et­
şeydir. Onu aşmak için ne yaptı­ kinliklerini oluştururlar. Üstyapı de­
nız? Bütün varlıklar şimdiye kadar nilince öncelikle bilim, sanat, fel­
kendilerini aşan bir şeyler yarattı­ sefe ve siyaset alanlarını düşünü­
lar. (...) Eskiden insan maymun­ rüz. Üstyapıyla altyapı sürekli bir
du, bugün insan herhangi bir may­ etkileşim içindedir. Altyapı gövdey-
m undan daha m aym undur. (...) se üstyapı beyindir. Her iki alan bir
Üstinsan toprağın anlamıdır. İste­ bütünün iki ayrı yüzünden ya da
mimiz şunu söylesin: Üstinsan top­ iki ayrı görünümünden başka bir
rağın anlamı olsun. Kardeşlerim, şey değildir. (Bk. ALTYAPI) 487
ÜTOPYA

ÜTOPYA (fr. utopie\ aim. Utopie; kurar, bu arada özel mülkiyeti her |
ing. utopia). Gerçeklikle ilgisi ol­ türlü kötülüğün kaynağı olarak be- j
mayan siyasal ve toplumsal düzen lirler. Thomas M orus’un tasarla- |
tasarımı. Ülküsel yaşam düzeni. dığı Utopia adasında özel mülkiyet i
Gerçekleşmesi olanaksız görünen de para da yoktur. Orada herkes j
tasarım. Terim İngiliz yazarı Tho­ emeğiyle yaşama katılır. Utopia’lı-
m as M o ru s ’un (1 4 7 8 -1 5 3 5 ) lar ürettiklerini ortak depolarda bi­
1516 ’da yayımlanan ve kısaca Uto­ riktirirler ve gerektiğinde kullanır­
pia diye bilinen De optimo reipub- lar. bu adada tam anlamında de­
licae statu deque nova insula Uto­ mokratik bir yaşam düzeni vardır.
pia adlı yapıtından gelmedir. Daha A. France şöyle der: “Ütopya her
sonra ülküsel ve uygulanamaz dev­ ilerlemenin ilkesidir, eskinin ütop-
let tasarımları getiren tüm yapıtlar yacılan olmasaydı insanlar bugün
“ütopya” diye nitelendirilmişlerdir, de mağaralarda sefil ve çıplak ya­
bu yapıtların başında da Tommaso şıyor olacaklardı. İlk sitenin çizgi­
Cam panella’mn Civitas solis (Gü­ lerini ütopyacılar çizdiler. İyiliğe açık
neş ülkesi) vardır. Thomas Morus gerçeklikler genel düşlerden çıkar.
Utopia'sında adaletli düzen düşleri (Bk. FİKİR, ÜLKÜ)

4 88
V
VARGI (lat. consequential fr. con­ ka bir şey olmayan bir varlığı biz
sequence; aim. Konsequenz; ing. ancak k en d im izd e b u lu y o ru z.
consequence). Bir usavurmada ön­ B en’le bedenim, ben’le dünya ara­
cüllerden çıkarılan sonuç. (Bk. ÖN­ sında geçişli bir ilişki yoktur, ben
CÜL) yalnızca ‘içe doğru’ taşabilir.” (Bk.
KENDİNDE, ŞEY)
VARLIK (fr. être; aim. Sein; ing.
being). Varolan her şey. Genel V A R LIK B İLİM (fr. ontologie;
olarak varoluş. Varolduğu düşü- alm. Ontologie; ing. ontology).
nülebilen her şey. Varlık sorunu fel­ Varlık üzerine ussal araştırma. Var­
sefenin en eski sorunlarından biri­ lığı varlık olarak ele alan araştırma.
dir. Varlıktan çok zaman yaratılmış Kendinde varlık araştırması. Var-
olan evren anlaşıldı. Varlık çok za­ lıkbilim varlık olarak varlık araştır­
man da Tanrı anlamında kullanıldı. ması yaparken varlıkla ilgili çeşitli
Varlıkla ilk ilgilenen filozof Parme­ kavramları tartışır, bu kavramların
nides oldu. O “Bir Varlık”ı varsayı­ başında “olası”, “gerçek”, “etkin”,
yor, onu her şeyin temeli olarak de­ “edilgin”, “olumsal”, “zorunlu”,
ğerlendiriyordu. Felsefe tarihi bo­ “belirlenm iş”, “belirlenm em iş”,
yunca filozoflar bu terime oldukça “sonlu”, “sonsuz”, “yetkin”, “ek­
değişik ama birbirine yakm anlam­ sikli”, “öz”, “biçim” gelir. Varlıkbi-
lar verdiler. Ayrılıklar ne olursa ol­ limin kurucusu “varlık olarak var-
sun o her zaman varolan’ı karşılı­ lık”la “raslantısal olarak varlık”ı bir­
yordu. / Hegel: “İnsanın gerçek birinden ayıran ve bilimi ya da fel­
varlık’ı özellikle onun işlemidir; bi­ sefeyi varlık olarak varlık araştır­
rey yalnızca bu işlemde etkin ola­ ması diye anlayan Aristoteles’dir.
rak gerçektir.” / M. Merleau-Ponty: Aristoteles şöyle der: “Varlık ola­
“Varlığın içine kendimizde, yalnız­ rak varlık’ı ve ona temelden bağlı
ca kendimizde dokunabiliriz, çün­ olan nitelikleri inceleyen bir bilim
kü bir içi olan ve hatta bir içten baş­ vardır. Bu bilim özel bilimler deni-
489
VARLIKBİLİMCİLİK

len bilimlerin hiçbiriyle karışmaz, rak olmaktır. İnsan için varoluş so­
çünkü özel bilimlerden hiçbiri ge­ mut ve bilinçli bir deneye sahip ol­
nellikle varlık olarak varlık’a yönel­ maktır. Bergson varoluşu sürekli
mez, ama varlık’m belli bir bölü­ değişme durumu olarak anlar. Va­
münü ayırarak, yalnızca bu bölü­ rolmak yapmaktır, ancak bu ikisi
mün niteliğini inceler: matematik bi­ gene de birbirinden ayrılabilecek
limlerinin durumu budur. İlk ilke­ şeylerdir: yaşamak daha çok ya­
leri ve en yüksek nedenleri aradı­ şamsal etkinliklerini gerçekleştir­
ğımıza göre, bu ilkelerin ve bu ne­ mek hatta biyolojik işlevlerini sür­
denlerin zorunlu olarak bağlı oldu­ dürmek olarak anlaşılabilirken va­
ğu bir gerçekliğin varolacağı kesin­ rolmak kendini bilinçle kendi ola­
dir; bu gerçekliğin özyapısı gereği, rak koymak anlamına gelir. Bu yüz­
bu ilkeler ve nedenler bu gerçekli­ den Gabriel Marcel şöyle der: “Ya­
ğe bağlıdırlar. Demek ki, varlıkla­ şamak diye bir şey var, bir de va­
rın öğelerini arayanlar, temelde, rolmak diye bir şey var: ben varol­
mutlak olarak ilk olan ilkeleri arı­ mayı seçtim.” Kierkegaard’a göre
yorlardı, aradıkları bu ilkeler zorun­ bir birey olarak varolmaktan daha
lu olarak varlık olarak varlık’m öğe­ korkunç bir şey yoktur. Varoluş bir
leriydi, raslantısal olarak varlık’ın olma biçimi, bir kendini ortaya ko-
değil. Bu yüzden biz de varlık ola­ yuş biçimi olarak ele alındığında,
rak varlık’m ilkelerini kavramılıyız.” öz’le karşıtlaşır. Varoluşa karşıt ola­
Gerçekte en genel çerçevede her rak öz varlığın doğasını kurandır.
felsefî araştırmanın bir varlıkbilim (Bk. ÖZ, VAROLUŞÇULUK)
araştırması olduğunu söyleyebiliriz.
(Bk. METAFİZİK, VARLIK) VAROLUŞÇULUK (fr. existen­
tialism e; alm. Existentialism us;
V A R L IK B İL İM C İL İK (fr. onto­ ing. existentialism). İnsanı varoluş-
logisme', alm. Ontologismus; ing. sal bir varlık olarak ele alan felse­
ontologism). Felsefede varlıkbilime felerin tümü. Bireysel varoluş araş­
yani varlık olarak varlık araştırma­ tırmalarının temeline yerleştirilen
sına yönelme eğilimi. İnsanın Tan­ felsefelerin tümü. Bireyi somut ger­
rı bilgisine sezgiyle ulaşabileceğini çeklik olarak ele alıp inceleyen fel­
ileri süren öğreti. Örneğin Maleb- sefi öğreti. İnsanın önceden belir­
ranche’m Tanrı’ya ulaşmayla ilgili lenmiş bir varlık olmadığını ve öz­
kuramı bir tür varlıkbilimciliktir. gür eylem içinde kendini varettiği-
(Bk. VARLIKBİLİM) ni öne süren fe lse fi ö ğ reti.
R. Vemeaux varoluşçuluğu “Ussal
VAROLUŞ (fr. existence; alm. felsefenin soyut düşüncesine kar­
Existenz, Dasein\ ing. existence). şıt olarak insan üzerine yoğunlaş­
Varolma durumu. Bir gerçekliği ol­ mış somut ve tanıtlamalı düşünce
490 ma durumu. Varolmak, somut ola­ çabası” olarak tanımlar. Varoluşçu
VAROLUŞÇULUK

felsefe çeşitliliğiyle olduğu kadar ilgi çekicisi olan varoluşçuluğun bu


karmaşıklığıyla dikkati çeken bir fel­ savı bize çok yeni gibi görünse de
sefedir, bu yüzden belki de varo­ neredeyse felsefenin tarihi kadar
luşçuluktan çok varoluşçuluklardan eskidir. Bu, Aristoteles’den beri yü­
sözetmek doğru olur. Varoluşçu fel­ rürlükte olan bir gerçekçilik ilkesi­
sefeler hep birlikte klasik felsefe­ dir. Bu görüş, öncesel bilginin var­
lere, özellikle klasik ülkücülüğe kar­ lığını benimseyen ülkücü bakış açı­
şıdırlar. Onlara göre olumculuk da larına karşıt olarak bilgi yaşam de­
bilimsel veri dışında sağlam da­ neyleriyle elde edilir görüşüdür.
yanak yo k tu r görüşüyle yaşamı Ancak arada şu küçük ayrım var­
dışlamaktadır. Varoluşçu felsefe dır: varoluşçunun bilinci, eski ger­
tüm eski ülkücü ya da dinci meta­ çekçiliklerde ya da deneyciliklerde
fiziklerin tersine özden değil de va­ olduğu gibi basit bir alıcı değildir.
roluştan yola çıkar, özden varolu­ O, her şeyden önce, Husserl’in di­
şa değil varoluştan öze ilerler. Bu­ liyle söylersek, bir yönelgenliktir.
nun bir başka anlatımı fikirlerin ya­ Bu temel üzerine kurulmuş olan va­
şamla varolduğudur, yaşamdan ön­ roluşçuluklar bu noktadan sonra
ce fikir olmadığıdır. Basitleştirmek kendine göre özelleşir ve çeşitlile-
üzere örneklersek şöyle diyebiliriz: nirler. Buna göre, J. Hyppolite’in
“ölüm”den önce “ben ölüyorum” de belirttiği gibi varoluşçuluk özel
vardır, “ö lüm ” de “ ben ölüyo- belli bir felsefe olmaktan çok ortak
rum”dan dolayı vardır. Sartre şöy­ bir anlayıştır. Fransız varoluşçulu­
le der: “Her nesnenin bir özü ve bir ğuyla alman varoluşçuluğunu, tan­
varoluşu vardır. Bir öz, yani bir de­ rıtanımaz varoluşçulukla diftci va­
ğişmez özellikler toplamı; bir va­ roluşçuluğu, tanrıtanım az varo­
roluş, yani dünyada belli bir etkin luşçuluklardan örneğin Heidegger
bulunuş. Çokları özün önce, varo­ varoluşçuluğuyla Sartre varoluşçu­
luşun sonra geldiğine inanırlar, bu luğunu aynı kaba koyamayız. Fran­
fikrin kökeni dinci düşüncededir. sız varoluşçuluğu sola yatkın öz­
Tanrı’nın insanları yaratmış oldu­ gürlükçü bir çizgi izlemiştir. Alman
ğuna inanan herkes için Tanrı’nın varoluşçuluğu da daha sağda, da­
bunu onlarla ilgili olarak sahip ol­ ha dinci bir tutum almıştır. Lukacs
duğu fikre başvurmakla yapmış ol­ şöyle der: “Fransız varoluşçuluğu
ması gerekir. Varoluşçuluk, tersi­ sol aydınların, toplumcuların, iler­
ne, insanda -yalnızca insanda- va­ leme ve demokrasi dostlarının fel­
roluşun özü öncelediğini benimser. sefesi olma eğilimi gösterdi.” Bu
Bu da, basitçe, insan önce vardır, moda olmuş çağdaş felsefenin kö­
sonra şudur ya da budur demektir. kenlerini nerede aramalıyız? Bu ara­
Kısaca insan kendi özünü yaratmak yışta Sokrates’e, Stoa’cılara, Aziz
zorundadır.” Çağdaş felsefelerin en Augustinus’a kadar gidenler var.
ilgi çekicilerinden biri, belki de en Bu felsefenin asıl temelini Pascal’in 491
VAROLUŞÇULUK

dinci düşüncesi oluşturuyor. Zin­ asıl kurucusuKierkegaard’dır. Pas­


cirin ikinci halkası Kierkegaard, cal’e ve K ierkegaard’a bakarak,
üçüncü halkası Nietzsche, dördün­ “Varoluşçuluk hıristiyanlığm Yeni-
cü halkası da Husserl’dir. Varoluş­ çağ’daki anlatımı mı?” sorusunu
çuluk için en büyük kaynak Pascal sorabiliriz. Bu soruyu sorarken
kaynağıdır, onun dünyaya bırakıl- tanrıtanımaz varoluşçulukların var­
mışlık fikridir. Pascal şunları söy­ lığını unutmamak gerekir. Kierke­
ler: “Beni dünyaya kimin bıraktığı­ gaard tam anlamında bir dizge düş­
nı, ayrıca dünyanın ne olduğunu, manıdır, bu yüzden Hegel’i kıyası­
benim ne olduğumu bilmiyorum. ya eleştirir, son büyük dizgenin ku­
Her şey üzerine korkunç bir bilgi­ rucusunu “çok büyük bir profesör”
sizlik içindeyim.” “Kavrayışımızı diye hafife alır. Öznelciliğin usçu­
düşünülebilir uzayların ötesine bo­ luğa tepkisidir bu. Çünkü öznedir
şuna taşırıyor, şeylerin gerçekliği­ önemli olan, bireyin kendisidir. Bu­
ne karşılık yalnızca çok küçük şey­ na göre N. Berdiaeff “Varoluşsal
ler elde ediyoruz. Merkezi her yer, felsefe kişilikçi bir felsefedir: bilgi­
çevresi hiçbir yer olan sonsuz bir nin konusu insan kişisidir” der. Va­
büyüklüktür bu.” “Öyleyse nedir roluşçulukta birey ayrı ya da ayrı­
insan doğada? Sonsuzluğun kar­ calıklı değildir, yalnızca özgündür,
şısında bir bütünlüktür, hiçlikle bü­ özeldir, eşsizdir, apayrı bir dünya­
tünlük arasında bir orta yer’dir. Uç­ dır. Varoluşçular “İnsan nedir?” so­
ları anlamaktan sonuna kadar uzak­ rusuna köklü ve ussal bir çözüm
tır. Nesnelerin sonları ve ilkeleri aramak yerine insanı öznelliği için­
onun için kesin bir biçimde giril­ de kavramaya ve olabildiğince ta­
mez olan bir gizde saklıdır. O çıktı­ nıtlamaya çalışırlar. Bu öznelci tu­
ğı hiçliği ve daldığı sonzuluğu gö­ tum her öznelcilikte olduğu gibi fel­
recek güçte değildir.” “İnsan bir ka­ sefeyi ussal bir araştırma olmak­
mıştır, doğanın en güçsüzüdür, ama tan çıkarıp sanata yaklaştınr. “Va­
düşünen bir kam ıştır o. Onu ez­ roluşçuluk insanın ne olduğunu bil­
mek için doğanın tepeden tırnağa meye yöneldiği noktada yitip gide­
silahlanması gerekmez: bir buğu, cektir” der Jaspers. E. M ounier’nin
bir dam la su yeter onu öldürme­ belirlediği gibi, insan olan ya da ol­
ye.” Pascal’in bu kötümser bakışı muş olan şey değildir, olmakta olan
varoluşçu felsefeye temel olmuş gi­ şeydir, dolayısıyla olacak olan şey­
bidir. Varoluşçuluk kötümser bir dir. Demek ki o henüz olmadığı şey­
yaşam ya da insan felsefesidir, in­ dir. Bu öznelci felsefede “insan” de­
sanı dünyaya bırakılmış bir varlık nilince dural bir dünya düşünmek
olarak düşünür. E. M ounier’nin de­ gerekir ya da dural olduğuna ina­
diği gibi, “H er varoluşçuluk bir nılmış bir dünyada, bir bakıma ta­
doğa felsefesi olmaktan önce bir rihi olmayan bir dünyada sürekli
492 insan felsefesidir”. Bu felsefenin olarak kendini yaratmak için tek ba-
VAROLUŞÇULUK

şma çırpınıp duran o gizemli tek ki­ evrenselliğin bireysellikle içselleş­


şiyi anlamak gerekir. Husserl’in ol- mesi olarak düşünülemez. Bilinç
gubilimini yönteminin özü durumu­ kendini hiçlik’e karşı kurar. Sart-
na getirmiş olan varoluşçu felsefe re’da düşünen özne ya da bilinç var-
tüm olgubilimcilerin yaptığı gibi top- lık’m karşıtı olan hiçlik’le ortaya ko­
lumsal-tarihsel insanı yadsıyacak- nulur. Heidegger’e göre hiçlik ölüm
tır. “Husserl varoluşçu değildi, an­ duygusunun verdiği bunaltıda ken­
cak onun olgubilimsel yöntemi va­ dini gösterir. O, varolanı sınırlayan
roluşçuluğu derinden etkiledi” der şeydir. Sartre da Heidegger de bi­
L u k acs. B erg so n d ü şü n ce sin i linç için hiçlik’i zorunlu bir kavram
uzaktan yakından anıştıran Hus- olarak belirlerler. Heidegger şöyle
serl’e göre kesin bilgiler aramak de­ der: “Hiçlik varolan karşısında be­
ğil kesin apaçıklığa ulaşmaya çalış­ lirsiz bir karşıt değildir, bu varola­
mak gerekir. Toplumsal insan va­ nın varlığının bileşeni olarak ken­
roluşçu filozoflar arasında yalnız­ dini gösterir.” “Hiçlik varolanın bü­
ca Maurice Merleau-Ponty’de var­ tünlüğünün kökel olumsuzlaması-
dır. Varoluşçu felsefenin bu sosyal- dır.” Hiçlik varoluşun tek dayana­
demokrat üyesi dünyayı ortak bir ğı, tek çıkış noktasıdır. Lukacs in­
kültür dünyası olarak belirler: “Kül­ sanı tarihten değil de hiçlikten geti­
tür dünyası kaygan bir dünyadır, ren bu anlayışı şu sözlerle eleştirir:
ama karşımda varolan bir dünya­ “Hiçlik bir mitostur, tarihin ölüme
dır. Orada tanınması gereken bir mahkum ettiği sermayeci toplumun
toplum vardır.” “Bir kültür nesne­ m itosudur.” “Bu felsefeye temel
sinde başkasının yakın varlığını bir olan deneyimi özetlemek pek<Ie zor
adsızlık örtüsü altında duyarım.” Va­ değil: insan hiç’in, hiçlik’in karşı­
roluşçu başka insanların varlığını el­ sında bulunmaktadır; insanla dün­
bette yadsımaz. Başkaları elbette ya arasındaki temel ilişki hiçbir şeyle
vardır. Ne var ki o bu varlığa karşı karşı karşıya oluş anlamına gelmek­
ilgisizdir ve hatta tedirgindir. “Ken­ tedir.” Sartre’a göre insan varlıkta
dimizi herhangi bir yalnızlıkta de­ bir ayrılma, bir kopma, bir bozul­
ğil, yolda, kentte, kalabalığın orta­ ma noktası ortaya koyar. Varlığın
sında, eşya varsa eşyada, insan biryapıhlığı insanla dağılmıştır. Ek­
varsa insanda ortaya çıkarıyoruz” siklik denilen şey insanla ortaya
der Sartre. A ncak, o, doğrudan çıkmıştır. Durmadan arzuluyor ol­
doğruya başkasmın varlığı sözko- masının da gösterdiği gibi insan bir
nusu olduğu noktada tedirginliğini eksikliktir ya da bir yoksunluktur.
açıkça ortaya koyar ve başkalarını Bu yüzden eksiksizliğe doğru sü­
cehennem sayar. Başkası cehen­ rekli bir atılım içindedir. Varlık ve
nemdir ya da hiçliktir. Hiçlik her du­ bilinç, yani kendinde ve kendi için
rumda belirleyicidir. Varoluşçu fel­ aynı şey olduğu gün tam dolgun­
sefede bilinç toplumsallığın ya da luk gerçekleşecek ve eksiklik bite-
VAROLUŞÇULUK

çektir. Bu da insanın Tanrı olması ni. İnsan bir ölüm için varlık’dn,
demektir. Sartre’a göre hiçlik de­ ölüme adanmıştır. Ölüm yaşamın
neyi bir özgürlük deneyidir. İnsan sonunda değil bütününde kendini
arzu içinde özgürlüğünü gerçekleş­ duyurur. “Varoluşçuluk yalnızca bir
tirir. Sartre bunu bize Varlık ve hiç­ ölüm felsefesi değil, aynı zamanda
liksin 655. sayfasında şöyle anla­ bir mutlak özgürlük felsefesidir”
tır: “Hiçleştirmenin varlık eksikli­ der Sartre. Saçma yaygındır. Sart­
ği olduğunu, başka bir şey olma­ re’ın dediği gibi “Doğuyor olma­
dığını biliyoruz. Özgürlük özellikle mız saçmadır, ölüyor olmamız da
kendini varlık eksikliği kılan var­ saçmadır”. Bu saçma bizi yalnızlı­
lıktır. Arzu varlık eksikliğiyle öz­ ğa ve umutsuzluğa iter. Yalnızlık
deş olduğu gibi, özgürlük de ken­ Sartre’da ve Heidegger’de mutlak­
dini varlık arzusu kılan varlık ola­ tır. Saçma’nm ve hiçlik’in korkunç
rak ortaya çıkacaktır, yani kendin- baskısı altında insan, tam anlamın­
de-kendi-için olmanın kendi-için-ta- da bunalan umutsuz bir varlıktır.
sarısı olarak ortaya çıkacaktır. Bu­ Umutsuzluk insanı mezara kadar iz­
rada hiçbir zaman özgürlüğün do­ ler. İnsan tümüyle, tüm varlığıyla
ğası ya da özü olarak ele alınama­ umutsuzdur. Gene de kendi varlı­
yacak soyut bir yapıya ulaştık, çün­ ğını özgürce gerçekleştirm ekten
kü özgürlük varoluştur ve varoluş başka sağlam yol yoktur. Saçma’ya
da kendinde özü inceler. Özgürlük karşı girişilen bu deney zor bir de­
doğrudan doğruya som ut görü­ neydir yani özgürlük kolay bir öz­
nümdür ve seçiminden ayrılamaz, gürlük değildir. Varoluşun ortasına
yani fciyz’den ayrılamaz. Ama ele salınmış olan insan (Heidegger bu
alınan yapıya özgürlüğün doğru’su salınmışlığa “Dasein” der) ölüm­
denilebilir, yani o özgürlüğün insa­ süzlüğü arayan Gılgamış gibidir.
ni anlamıdır.” Böylece dünyaya bı­ İnsan sürekli bir aşm a (Heideg­
rakılmış olmakla yaşamaya ve öl­ ger’e göre Ekstase) durum unda­
meye mahkum edilmiş insan tam dır, kendi dışına çıkma durumun­
anlamında saçma’yı yaşarken, saç- dadır. Sartre için insan bir’dir; sağcı
m a’nın getirdiği boğuntuyu ancak Heidegger insanı gerçek varoluş ve
kendini özgürce kurma deneyleri gerçek olmayan varoluş diye ikiye
içinde aşabilir. Özgür eylem saç- ayırır. Gerçek varoluş, bunalım de­
m a’nın panzehiridir, saçmayı yo- neyiyle gerçekleşen gerçek özgür­
kedemez ama bir ölçüde giderebi­ lük durumudur; gerçek olmayan
lir. Dünya yüzde yüz saçma olsay­ varoluş, insan topluluklarının var­
dı özgürlük deneyi de saçma ola­ lığında ortaya çıkan ve bunalım de­
caktı. Saçma mutlak değildir, ama neyinden kaçan varoluştur. Birin­
yaygındır, ayrıca yaşamın özünde cisi aydın insanın varoluşunu, öbü­
vardır. Öncesel hiçbir şey yoktur, rü kitle insanının varoluşunu kar­
494 insan özgürlük içinde kurar kendi­ şılar. Özetlersek, varoluşçu felse-
VERİ

fede insan, kendini tam bir eksik­ gerçeklere ulaşmak için verimli düş­
lik duygusu içinde ama tam bir Öz­ ler görebilmek gerekir. Alman kim­
gürlükle kuran tarihsiz ve toplum- yacısı Kekule von Stradonitz şöyle
suz bir varlıktır. (Bk. HİÇLİK, İN­ diyordu: “Beyler, düş görmeyi öğ­
SAN, Ö ZG Ü R L Ü K , SAÇM A, renelim. Ondan sonra belki doğru­
VARLIK) ya ulaşabiliriz. Ama düşlerim iz
usun uyanık denetiminden geçme­
VARSAMA Bk. OLUMLAMA. den onları ortaya dökmeyelim.” Bu
öneride varsayımların doğru diye
V A R SA Y IM (lat. h yp o th esis\ ele alınması titizliği yatmaktadır.
fr.hypothese; alm. Hypothese\ ing. Claude Bernard varsayım ortaya
hypothesis). Doğrulanmayı bekle­ koymakla ilgili bir anısını şöyle an­
yen sanı. Henüz doğruluğu kanıt­ latır: “Bir gün laboratuvarıma pa­
lanmamış olan önerme. Tüm bilim­ zardan alınmış tavşanlar getirdiler.
sel çaba varsayımdan doğrulanma­ Onları masanın üzerine koydular.
ya doğru gelişen bir çizgi izler. Var­ O sırada tavşanlar masaya işediler.
sayım bir fikirdir, doğrulanmayı Sidiklerinin beyaz ve asitli olduğu­
bekler, doğrulandığı anda da var­ nu raslantıyla gördüm. Tavşanla­
sayım olmaktan çıkar ve doğru ni­ rın sidiğindeki asitliliği gözlemle-
teliği kazanır. Doğrulamalar yeni yişim bana bu hayvanların etobur
varsayımları getirir ve bilimsel dü­ beslenme koşullarında olması ge­
şünce böylece ilerler. Sav her za­ rektiğini düşündürdü. O zaman şu­
man doğru diye öne sürülen ve bu nu anladım: bu hayvanlar uzun za­
yüzden doğrulanması düşünülme­ mandır bir şey yememişlerdi ve bu
yen şeydir. Buna karşılık varsayım yoksunlukla onlar kendi kanlarıyla
her zaman doğrulanmak adına so­ beslendiklerinden gerçek etobur
mut verileri gerektirir. Bu yüzden hayvanlara dönüşmüşlerdi. Bu ön­
her varsayımın bir geçicilik niteliği cesel fikri ya da bu varsayımı de­
vardır. Deneyin yöntemli denetimi neyle doğrulamak bundan böyle
onu ya giderecek ya da doğru diye çok kolaydı.” Buna göre bilim her
belirleyecektir. Bu çerçevede var­ zaman öngörüyü gerektirecek ve
sayımı kuram ’la eşanlamlı olarak öngörü de varsayım olarak ortaya
düşünebiliriz. Öncesel fikir olarak konulacaktır. R Lecomte’un dedi­
varsayım bir önyaıgı da olabilir. An­ ği gibi “Varsayımlar ortaya koya­
cak varsayım yoktan varedilmedi- mayan insan bir olgu saptayıcısın­
ğine, daha önce edinilmiş bilgiler­ dan başka bir şey değildir.” (Bk.
den çıkarıldığına göre doğrulanma KURAM)
şansına da sahiptir. Varsaymak
öncesel bilgilere göre tasarlamak­ V E R İ (fr. donné', alm. Gegeben;
tır. Bu yüzden varsayım biraz da ing. giveri). Bir düşünce işleminin
imgelemin bir ürünüdür. Sağlam dayanaklarını oluşturan bilgilerin ya 4 9 5
VİTALİZM

da koşulların herbiri. Veriler (fr. ma gerektirmeyen ilkelerdir.


données; alm. Data, Annahmen',
ing. data) bilinmezin bilinir kılına- V İTA LİZM Bk. YAŞAMSALCI-
bilmesi için gerekli dayanaklar ya LIK.
da çıkış noktalarıdır. Veriler tartış-

496
Y
YABANCILAŞMA (fr. alienati- içinde ürettiği şeye ters düşmesi­
on\ alm . Verausserung, Irrsinn', ne, giderek kendini şeylerin kölesi
ing. alienatiori). Bireyin yaşamıy­ gibi duymasına karşılıktır. Yaban­
la tersleşir duruma düşmesi. Bilin­ cılaşma özel mülkiyetin varlığından
cin tutarlı ve bütünsel bilinç niteli­ gelir: iktisadi yabancılaşma başka
ğini yitirerek dağılması. Yabancılaş­ alanlardaki yabancılaşmayı doğu­
ma kavram ı H egel felsefesinde rur. Böylece Marx felsefesinde ya­
önemli bir yer tutar. Hegel için ya­ bancılaşmış emek kavrayışı ortaya
bancılaşma bilincin kendi dışına çıkar. Bir nesneyi üretmek işçiye
çıkması ya da zihnin kendini kendi güç kazandırır, ama ürettiği nesne­
dışında duymasıdır, kendini başka yi başkasına kaptırmak ona yaban­
bir şey olarak algılamasıdır. Bu ge­ cılaşmayı getirir. Çünkü bu dılhım-
çici ve mutlu bir durumdur, çünkü da o nesne işçinin karşısına “ya­
sonunda bilinç yeni bilgiler derle­ bancı bir varlık olarak, üreticisin­
miş olarak kendine dönecek ve böy- den bağımsız bir güç” olarak çıka­
lece ilerleme gerçekleşmiş olacak­ caktır. Böylece üretenin çalışması
tır. Hegel’e göre, kendi dışına çı­ üretmeyene güç kazandırmış olur.
kan düşünce bilinçsiz olan şeyler Ürettiği ölçüde ürünüyle büyüyen
dünyasında kendini yoksunlaşmış sermayenin egemenliği altına giren
duyacak, boğuntuya düşecek, ye­ işçi giderek yoksullaşacak, böyle­
niden içselleşmenin, kendine dön­ ce emeğin yabancılaşması sorunu
menin yolunu arayacaktır. Marx ortaya çıkacaktır. Emeğin yaban­
felsefesinde yabancılaşma olumsuz cılaşması emekle sermaye arasın­
bir anlam kazanır: yabancılaşma bi­ da uçurum açılması anlamına gelir.
reyin çeşitli iç ve dış koşullar altın­ Bu durumda ücretli “kendini onay­
da kendini eşya gibi duymasıdır, lamaz, kendini yadsır, kendini esen­
eşyaya indirgenm iş duymasıdır. lik içinde duymaz, mutsuz duyar”,
Marx’da yabancılaşma üretim iliş­ giderek kendini köle saymaya baş­
kileriyle ilgilidir, bireyin bu ilişkiler lar. O artık yabancılaşmış yani bo­ 4 9 7
YABANCILAŞMA

zulmuş bir kişidir; ancak hayvani doğru diye benimsemişse, o du­


isteklerini giderdikçe ve çalışmadık­ rumda özünde kendine aykırı ol­
ça rahat duyar kendini. En genel ması gereken bir bilgiyle biçimsel
çerçevede yabancılaşma, Hegel’ci bir uyum içinde bütünleşmiş de­
ve M arx’çı anlamlarının ötesinde mektir. Bu bilginin bilince katılma­
bilincin sağlıksız bir gelişim içinde sı bilincin sağlıklı yapısını bozacak
gerçekliğe uymayan ve dolayısıyla ve onu kendine yabancılaştırmaya
kendinde tutarsız bir bilinç duru­ başlayacaktır. Bir bilinç kendi bü­
muna girmesidir. Bu tür yabancı­ tünlüğü ve özgül yapısı içinde tüm
laşmanın neredeyse dönüşsüz ol­ nesnel gelişimini geçici bir olgu olan
duğu ve ruhsal yabancılaşmaya ya yabancılaşma olgusuyla sağlarken
da hatta çılgınlığa temel olabileceği kendiyle kökel bir yabancılık için­
kesindir. Sorunu irdelemeye He- de değildir. Yanlış bilgi edinen bi­
gel’le aynı çıkış noktasından baş­ linç kökel yani dönüşsüz biçimde
lamak doğru olur. Bilinç herhangi kendine yabancı düşecektir. Her bi­
bir şeyi kendinin kılabilmek için ken­ linç kendinde barındırdığı uyarsız
di dışına çıkar. Bilincin kendi dışı­ bilgiler ölçüsünde gerçeklikle ters­
na çıkması onun dağılmaya uğra­ leşirken kendiyle de tersleşecektir,
ması demektir. Dağılmış olan bi­ giderek m utsuz ya da bunalımlı bi­
linç bütünlüğünü yitirmiş ve ken­ linç özellikleri gösterecektir. Kökel
dine yabancılaşmıştır. Bilinç bu da­ olarak kendine yabancılaşmış bir
ğılma serüveninin yöneldiği nesne­ bilinç, tutarsız ya da bütünlüksüz
yi kendinin kılarak bitirir ve bütün­ bilinç olmakla, yeni yanlışlara açık
lüğüne yeniden kavuşur. Bu girdi­ olacaktır. Ruhsal yabancılaşm a,
ği kendinden çıkm a ve kendine toplumsal yaşamı olanaksız kılan
dönme serüveni içinde bilinç ken­ bir durumdur ve çılgınlıkla eşan­
dini yenilemiş ve hatta yaşadığı dö­ lamlı olarak alınabilir. Yabancılaş­
nüşüm içinde yeni bir özyapı ka­ mış kişi olağan bir insan yaşamı
zanmıştır. Önemli olan bilincin ken­ sürdürmekte, özellikle kurallara
dine aldığı ve kendinde dizgesel ola­ uymakta yetersiz kişidir. O artık bir
rak kavramlar düzeni içinde en uy­ yabancıdır (latincede alienus “ya­
gun ya da en doğru yere yerleştir­ bancı” anlamına gelir), çevreyle iliş­
diği bu bilinç öğesinin bir yanılsa­ kileri kopuktur, tutumu ve dili an­
ma olmaması ya da gerçeklikte kar­ laşılır olmaktan uzaktır, davranış­
şılığının bulunmasıdır. Doğru diye ları tümüyle düzensizdir, toplum
alınan ama gerçeklikte karşılığı bu­ için tehlike oluşturabilir. Yabancı­
lunmayan her öge zihin için bozu­ laşma dehayla ilgili değilse tam ola­
cu ya da yabancılaştıncı bir etken­ rak uyumsuzlukla ilgilidir, bu ara­
dir. Bilinç bir yanlış yönelimle ger­ da elbette zihnin yetkin olmayışıy­
çeklikte karşılığı olmayan bir öğeyi la ilgilidir. (Bk. BİLİNÇ)
498
YANILSAMA

YANILGI (lat. error\ fr. erreur, olabilir. Lachelier şöyle der: “Fel­
aJm. Irrtum; ing. error). Zihnin bir sefe yanılgıları yavaş yavaş gider­
yanlışı doğru diye benimsemesi. mekten başka bir şey değildir, bel­
Yanlışı doğru diye belirleyen zihin ki de biz bu eleştirinin sonunda
işlevi. Malebranche şöyle der: “Ya­ doğruya ulaşabiliyoruz.” / Cicero:
nılgı insanların güçsüzlüğüne neden “Yanılmak insana özgüdür, yanıl­
olur. O dünyada kötülüğü üreten gılarında ayak direyen yalnızca de­
uygunsuz ilkedir. Bize acı veren lilerdir.” / Seneca: “Yanılgı cinayet
tüm kötülükleri ruhumuzda yara­ değildir.” /AzizAugustinus: “Yanıl­
tan ve sürdüren odur. Sağlam ve mak insanidir, yanılgısında ayak di­
gerçek mutluluğa ancak ondan cid­ remek şeytanidir.” / Pierre Char­
di olarak kaçınmakla ulaşabiliriz. ron: “En küçük yanılgılar her za­
Kutsal Kitap bize insanların günah­ man en iyi yanılgılardır.” / J. Jou-
kar ve suçlu oldukları için sefalete bert: “Tüm doğrulardan yanılgıya
düştüklerini öğretiyor: “Onlar ya­ giden kafalar vardır, tüm yanılgı­
nılgıya düşerek kendilerini günahın lardan büyük doğrulara ulaşanlar
kölesi kılmasalardı ne günahkar ne en m utlu kişilerdir.” / M asillon:
de suçlu olacaklardı.” Descartes “Acılarımızın kaynağı genellikle ya-
için yanılgının başlıca kaynağı du­ nılgılanmızdır.” / Fontenelle: “Ge­
yulardır. Duyu yanılmalarım usu­ reksinim duyduğumuz tüm yanıl­
muzun belirleyici ya da düzeltici gü­ gıların kaynağı gönlümüzdür.” / O.
cüyle etkisiz kılmamız gerekir. Kant Wilde: “Deney herkesin kendi ya­
yanılgıyı “duyarlılığın anlık üzerin­ nılgılarına verdiği addır.” / Leonar­
deki gizli etkisi” diye tanımlar. Bazı do da Vinci: “Az düşünen çolc ya­
filozoflar yanılgıyı sağlıklı bilginin nılır.” (Bk. YANILSAMA, YAN­
çıkış noktası sayarlar. “Yanılgıda şa­ LIŞ)
şılası bir yan yoktur, o her bilginin
ilk durumudur” der Alain. Gaston YANILSAMA (lat. illusio- fr. il­
Bachelard da şöyle der: “Bir içten lusion; alm. Illusion, Täuschung-,
ve ilk yanılgının bilinci olmadan ing. illusion). Her türlü algı ve yar­
nesnel apaçıklık olmaz.” Filozofa gı yanılgısı. Algıları değerlendirme
göre “Yanılgı diyalektiğin zorunlu biçimimizden gelen yanılgı. Algıla­
olarak geçilmesi gereken zamanla­ nanla ilgili yanlış yorum. “Duyu ve­
rından biridir. O çok açık arayışları rilerinin kötü yorumlanmasından
getirir, bilginin itici öğesidir.” Jean gelen yanılgılı algı” (Foulquié) ola­
WahFe göre biz “Doğrunun olum­ rak yanılsamada alışkanlıklar, ön­
lu fikrine ancak yanılgı deneyiyle yargılar, heyecanlar son derece be­
ulaşabiliyoruz.” Gene de elbet ya­ lirleyicidir. Korkak insan yandaki
nılgı kaçılması gereken bir şeydir odadan gelen bir çıtırtıyı hemen hır­
ve yanılgılarımızın kaynağı önyar­ sızın ayak sesleri olarak değerlen­
gılar, yöntemsizlikler, alışkanlıklar dirir. Bastonun yarısını suya batır- 4 9 9
YANKILAMA

dığımız zaman baston kırılmış gibi de Staël: “Fetih yenenin dehasın­


görünür. Bilinçli kişi bütün bunları dan çok belki de yenilenin yanlışla­
usunun belirleyiciliğinde yanılsama rından gelen raslantısal bir durum­
olmaktan çıkarır. Yanılsamanın has­ dur.” / E. Chatelain: “Siyasette her
talıklı bir biçimi de vardır. Hasta da­ yanlış bir cinayettir.” (Bk. YANIL­
ha önce bazı şeyleri görmüş ya da GI, YANILSAMA)
yapmış olduğuna inanır, bazı insan­
ları tanımış olduğunu sanır. A.Po- YANSITM A (ir.projection-, alm.
rot “Yanılsama algılayan kişinin bo­ Projektion-, ing. projection). Kişi­
zup çarpıttığı gerçek bir algıdır” der. nin kendi duygularını ya da duyum­
Joubert yanılsamayı duyumla, ya­ larını bilinçsiz bir biçimde kendi dı­
nılgıyı yargıyla ilgili sayar. (Bk. GÖ­ şındaki nesnelere ulaması. Kişinin
RÜNÜM, YANILGI, YANLIŞ) kendi duygularım başkalarında var
sanması ya da yapıtlarına dökme­
YANKILAM A (fr. echolalie\ alm. si. Yansıtma kişinin dayanılmaz gö­
Echolalie, Echosprache; ing. ec- rünen duygularından kurtulmasını
holalia, echochasia). Kişinin ken­ sağlar. Başka erkeklere eğilim du­
disine söylenilenleri hiçbir şey an­ yan evli bir kadın ikide bir kocasını
lamadan yinelemesi. Yankılama ze­ ihanetle suçlayabilir. Yansıtma bi-
ka geriliklerinde ve bunamalarda niçaltının önemli düzeneklerinden-
çok görülen bir durumdur. Yankı­ dir. bu düzenek yalnız hastalığa
lama altı ya da yedi yaşlarda sık eğilimli kişilerde değil herhangi ki­
görülür. Bunun dışında çabuk etki­ şilerde de belirleyicidir ve elbet ba­
lenen kişiler de her zaman söyleni­ zı yanlış yargılara yol açabilecek
lenleri yinelemeye eğilimlidirler. ağırlıktadır. Sağlıklı kişiler sağlam
(Bk. ÖYKÜNME, ÖZDEŞLEŞME) bir özeleştiriyle bu gibi yargılara
düşmekten kendilerini koruyabilir­
YANLIŞ (fr. faute; alm. Fehler, ler. Hastalıklı kişilerde yansıtma tü­
ing. fault). Ahlaki, mantıksal, bi­ müyle bilinç denetiminin dışında
limsel kurallara uymama durumu. gelişir, bu yüzden tehlikeli boyut­
Yanlışın temelinde bilgisizlik, dik­ lar ortaya koyabilir. (Bk. SAVUN­
katsizlik ya da sorumsuzluk yatar. MA DÜZENEKLERİ)
Yazma, konuşma, hesaplama, dav­
ranma yanlışlarının tümü kuralları YAPAYUYKU (fr. hypnose-, alm.
hiçe saym aktan gelir. / Diderot: Hypnose; ing. hypnosis). Fiziksel
“Dizgeler siyasette felsefedekinden ya da ruhsal etkenlerle yapay ola­
daha tehlikelidir. Filozofu şaşırtan rak gerçekleştirilmiş uyku durumu.
imgelem onu ancak yanılgılara dü­ Yapayuyku bazı unutulmuş bilin­
şürür, devlet adamını şaşırten im­ çaltı öğelerin o rtaya çıkm asını
gelem ona yanlışlar yaptırır ve baş­ sağlar. Yapayuykunun başlangıcı
500 kalarını mutsuz kılar.” / Madame 1776’ya dayanır. Viyana’lı hekim
YAPISALCILIK

Mesmer (1734-1815) bazı sinirli­ ğu bütün. Birlikteliği bir düzen or­


lik belirtilerini mıknatısla giderdiği­ taya koyan öğelerin toplamı. Kar­
ni açıklamıştı. M esmer’e göre mık­ şılıklı ilişkileri içinde bir dizge oluş­
natıstan çıkan güç hastanın bede­ turan parçaların ortaya koyduğu
nine giriyor ve hastayı uyutarak bütün. (Bk. BÜTÜNSELLİK, YA­
hastalığı gideriyordu. Mesmer bir PISALCILIK)
süre sonra hastayı uyutmak için
mıknatısın zorunlu olmadığını gör­ Y A PISA LC ILIK (fr. structura­
dü: aynı işi elleriyle de yapabiliyor­ lisme', alm. Strukturalismus; ing.
du. Bilginler Mesmer’i şarlatan ilan structuralism). Bir yapıtı, bir olgu­
ettiler. M esmer’den sonra yapayuy- yu, bir değeri toplumsal-tarihsel
ku unutulur gibi oldu. Daha sonra özellikleri içinde değil de bir bütün
kıgiliz hekimleri M esm er’in açtığı olarak kavramayı öngören öğreti.
yoldan ilerlediler. Yapayuyku artık Bir yapıtı öğelerinin karşılıklı ko­
belli bir etki altında zihnin yorulup numuna göre değerlendirmeyi ön­
uykuya dalması olarak anlaşılıyor gören eleştiri yöntemi. Yapısalcılık
w ağır ameliyatlarda “uyuşturucu” her şeyden önce bir eleştiri yönte­
olarak kullanılıyordu. Kloroform midir ve bir yapıtı toplumsal-tarih­
bu lu n d u k tan so n ra yapayuyku sel oluşum koşullarından kopar-
aneliyatlarda kullanılmaz oldu. Ya­ maksızın ele alıp inceleyen toplum­
payuyku hiçbir zaman tam anla­ sal eleştiri anlayışına karşıt bir an­
mında uyku değildir, o deyim ye­ layış içindedir. Yapısalcı bakış açısı
rindeyse eksikli uykudur; aşın dik­ dili, sanat yapıtını, toplum düzeni­
katle, kas geriliminin azaltılmasıy­ ni ve daha başka yapıları bağırfısız
la, bir takım el kol devinimleriyle ya da koşullanmamış bir dizge ola­
sağlanır; özellikle bakışları uyutu­ rak görür, bu yapıların kendi öğe­
lacak kişinin gözlerinde yoğunlaş­ leri arasındaki bağlarla kavranabi­
tırm anın yapayuyku sağlam ada leceğim düşünür. Yapısalcılık ilk an­
önemi büyüktür. Kısacası, yapa- latımını dilbilimci Ferdinand de
yuyku sağlayabilmek için uygun bir Saussure’ün öğretisinde bulmuş­
nıhsal ortam yaratabilmek gerekir. tur. Buna göre her dil yapılaşmış
Yapayuykuda uyuyan kişi uyutan bir bütündür, tüm dilbilgisi tanıtla­
kişiye tam bir yumuşakbaşlılıkla maları zorunlu olarak yapısal tanıt­
oymaktadır: onun tüm sorularım lamalardır. Yapısalcı dilbilim anla­
yanıtlar, böylece bilinçaltı öğeler bi­ yışına göre her dil kendi özellikle­
lince çıkarılır. (Bk. RUHBİLİM) riyle apayrı bir bütün oluşturur. Her
dil özgül bir dizge olmakla apayrı
YAPI (lat. atructura; fr. structu- bir yapıdadır. Saussure’ün öğretisi
re\ alm. Struktur, ing. structure). budunbilimci Levi-Strauss’un gö­
Bir bütün oluşturan öğelerin duru­ rüşleriyle bütünlenir. Levi-Strauss
mu. Dayanışık öğelerin oluşturdu­ budunbilimi düşünsel yapıların ge- 501
YAPTIRIM

niş çerçeveli araştırması olarak gö­ Y A RAD ANCILIK (fr. déisme;


rür. Budunbilimde en önemli araş­ alm . D eism u s; ing. d eism ).
tırmalar düşüncenin gizli ya da bir Tanrı’nın varlığını benimsemekle
çırpıda görünmeyen özellikleriyle il­ birlikte tanrısal açınımı ve dini yad­
gilidir. Buna göre budunbilimi bi­ sıyan öğreti. Terimi XVI. yüzyılda
linçaltı ruhsallığın bilimi olarak da Sozzini’çiler kendilerini tanrıtanı­
tanımlayabiliriz. Levi-Strauss’un mazlardan ayırmak için kullandılar.
geliştirdiği yapısalcı anlayış evrim Pascal tanrıtammazcılığı da yara-
düşüncesinin tümüyle dışında ka­ dancılığı da hıristiyan inancına ay­
larak her yapıyı indirgenemez bir kırı buluyordu: “Tanrı’yı İsa dışın­
dizge olarak değerlendirir. Yapısal­ da arayan tüm insanlar hıristiyan
cılık günümüzde en geniş boyut­ dininin tümüyle dışladığı iki şeye,
larda edebiyat eleştirisine uygulan­ tanrıtanımazlığa ya da yaradancılı-
maktadır. Rolland Barthes gibi ya­ ğa düşüyorlar.” (Bk. DİN, TANRI)
zarların öncülüğünde gelişen bu
eleştiri anlayışı yapıtı kendisi ola­ Y A R A R C ILIK (fr. utilitarisme;
rak tüm öğeleriyle kavrayıp değer­ alm. Utilitarismus; ing. utilitaria-
lendirmeyi öngörür. Ruhbilimde ya­ nism). Yararcı anlayış. En yüce de­
pısalcılık işlevsel ruhbilimin karşı­ ğeri yararlılıkta gören, eylemlerimi­
sında yer alır. İşlevsel ruhbilim zi­ zin temelinde kişinin ya da toplu­
hinsel süreçleri dinamik açıdan in­ mun yararına yönelik eğilimleri bu­
celer, buna karşılık yapısalcı ruh­ lan öğreti. İngiliz filozofları Bent-
bilimin yöntemi biçime yöneliktir, ham, John Stuart Mili ve Herbert
ruhsal olguları öğelerine (duyum, Spencer’in düşüncelerinde anlatı­
imge) ayırarak çözmeye, sonra bu mını bulan yararcılık yararı en yü­
öğelerin boyutlarını (yoğunluk, sü­ ce değer olarak belirler. Buna göre
re) belirtmeye dayanır. Böyle ol­ yararcılık her şeyden önce teme­
makla yapısalcı ruhbilim ayrıştır- linde haz ilkeleri bulunan bir ahlak
malı ruhbilimdir. (Bk. BİÇİM, DİL, anlayışıdır. Bentham ahlakla ilgili
DİLBİLİM, YAPI) görüşlerini “hazlar aritmetiği” for­
mülü üzerine kurar. Bentham’a gö­
Y A P T IR IM (fr. sanction; alm. re hazlar birbirlerinden niteliksel
Sanktion; ing. sanction). Bir yasa­ olarak ayrılmazlar, onları değerli kı­
yı geçerli kılma yolunda uygulanan lan yoğunlukları ve süreleridir. Mili
ceza, bazen de verilen ödül. Bir yüce hazlarla aşağı hazlan birbirin­
yanlışı dengelemek için verilen ce­ den ayırır, yüksek hazların temeli­
za. B ir yasaya ya da bir kurala ne iyilik ve doğruluk fikrini yerleşti­
karşıt bir eylemi önlemek üzere rir. Spencer evrim i m utluluğun
kurulmuş ceza uygulaması. (Bk. kaynağı olarak görür. Ona göre bi­
YASA) reylerin mutluluğu evrim içinde git­
502 tikçe artan bir genel mutluluğu ge-
YARATMA

tirecektir. M utluluklar arasında ğü gibi, Tanrı artık dünyanın va­


mutlak uyumun gerçekleşmesi in­ rolmasını istemese dünya yokolup
san toplumunu bir ödev toplumu gidecektir: “Dünya varlığını sürdü­
olmaktan ötede bir istek toplumu rüyorsa, Tanrı dünya varolsun is­
durumuna getirecektir. (Bk. EV­ teğini sürdürdüğü içindir.” Aziz
RİM, HAZ, HAZCILIK, MUTLU­ Tommaso dünyanın varlığını sür­
LUK) dürmesi için hep yeni bir eylem ge­
rekmediğini, ona varlığını veren ey­
Y A R A R LI (lat. utilis', fr. utile', lemin sürdüğünü düşünür. Kant için
alm. nützlich', ing. useful). Değeri yaratma sorunu usun çatışkılarıyla
kendinden değil bir amacı gerçek­ ilgilidir ve çözülemeyecek bir so­
leştirmekte iyi bir araç olmasından rundur. Spinoza şöyle der: “Yarat­
gelen. İnsan yaşamı için gerekli ma etkin nedenden başka nedenle­
olan, yaşamı kolaylaştıran ya da rin gerekmediği bir işlemdir, bir
yaşama m utluluk getiren. İnsani başka deyişle yaratılmış bir şey va­
gereksinim leri karşılayan. Marx rolmak için kendinden önce Tan-
şöyle der: “Sunulan ürün kendinde n ’dan başka bir şeyi gerektirme­
yararlı değildir. Onun yararını be­ yen şeydir.” Estetik anlamında ya­
lirleyen tüketicidir.” ratma doğal gereci kullanarak gü­
zeli gerçekleştirmek adına bir yapıt
YARATMA (lat. creatio', fr. créa­ ortaya koymaktır. Bu anlamda ya­
tion', alm. Schöpfung, Schaffen', ratma bileştirmeden başka bir şey
ing. création). Özgün bir şeyi do­ değildir. Dinci görüş bu bileştirmeyi
ğal gereçleri kullanarak üretme. Ya­ yoktan varetmekle bir tutarak za­
ratma kavramı hem dinle hem es­ m an zam an sanatsal yaratm ayı
tetikle ilgilidir. Dinsel anlamında ya­ mahkum etmiştir. Sanatçı doğal ge­
ratma en yüce varlığın tüm varlığı reci kullanarak insan boyunda ya­
hiçten varetmesi anlamına gelir. Yu­ ni küçüklüğüyle ve büyüklüğüyle
nan düşüncesinde yaratma kavra­ insan algısını aşmayan yapıtlar ku­
yışı yoktur: dünya türemiş bir dün­ rar. Bileştirmek bir araya toplamak
yadır, tanrılar da onda varolmuş bir değil, özgün bir yapı oluşturmak­
olan şeyler olarak bulunurlar, on­ tır. Bu yüzden Henri Delacroix şöy­
ların hiçbir yaratıcı hatta kökten de­ le der: “Her bileşim kendini oluştu­
ğiştirici gücü yoktur. Buna göre ran kurucu öğeleri aşar. Her bile­
Aristoteles de yaratma fikrinden şim yaratıcıdır.” Hiçbir bileşim ras­
uzaktır, onun dünyası öncesiz-son- gele toplama değildir. Her bileşim
rasız bir dünyadır. Descartes ve bir fikrin gerçekleşmiş bir biçimi­
skolastikler sürekli yaratma fikrini dir. H er sanat yapıtı b ir fikrin
getirmişlerdir, buna göre Tann her açınımıdır. Yapıttan önce fikir var­
an dünya üzerinde tam anlamında dır, yapıt bu fikre göre oluşturulur.
etkindir. Malebranche’m düşündü­ Fikir gerçekleşti mi yaratıcı zihin o 5 0 3
YARATMA

fikri en iyi dışlaştıracak bileşimi ara­ yapımı olabilir. Bilinç kendindeki ya


maya çıkacaktır. Buna göre yarat­ da kendi dışındaki bir nesneyi pa­
ma süreçleri boyuncagüzel’in olu­ ranteze aldığı zaman estetik nesne
şumunu iki ayrı çerçevede ele al­ gerçekleşmiş olur. Bu öznenin nes­
mak gerekecektir: fikrin gerçekleş­ neyi belirlemesi olduğu kadar nes­
mesi ve fikrin dışlaşması ya da so­ nenin özneyi belirlemesidir. Esinin
mutlaşması. Öyleyse yaratmak ön­ gerçekleşmesiyle ortaya çıkan fi­
ce bir düşünceyi sonra da bir eyle­ kir özneyle nesnenin bütünleştiği
mi gerçekleştirmektir. Sanatsal fi­ yerdir ya da ortamdır. O zaman öz­
kir ussal ya da gidimli düşünce çer­ ne kendini nesneyle sarılmış duyar,
çevesinde ortaya konulamaz: o an­ oysa o ne ölçüde nesneyle sarılmış­
cak bir sezgide zaman zaman us­ sa o ölçüde nesneyi kavramıştır.
sallığa da başvuran bir derin kav­ Estetik nesnenin gerçekleşmesi bir
rayışta kendini gösterir. Sanatsal fi­ heyecan konusudur ya da estetik
kir sezgide açılır ve duyulur duru­ nesne bir heyecanla kendini ortaya
ma girer. Fikir’in belirmesi esinle koyar. Flaubert şöyle der: “Miche-
ilgilidir ya da fikir esinde cisimle- langelo, ben yaklaştığımda mermer
şir. Esin zihnin bir fikri üretmesi titriyor derdi: gerçek olan Miche-
ve sonra onu görünür ya da duyu­ langelo’nun mermere yaklaştığın­
lur kılmasıdır. Hiçbir fikir yoktan da titrediğiydi.” Esin yalnızca bir
varolmaz, her fikir kavramların ve başlangıç noktası değildir, yalnızca
kavramlarla örülmüş başka fikirle­ ilk dizeyi yazdıran etkinlik değildir.
rin ürünüdür. Henri Delacroix şöyle Esin yaratm a süreçleri boyunca
der: “Birçok estetik esin durumuy­ karşı konulmaz bir heyecan içinde
la ilgili dikkatli bir inceleme sanırız sık sık kendini gösterir. Gerçekte
şunu ortaya koyacaktır: çok zaman sanatta dışlaştırılan şey bir fikir ol­
esinde yeni gibi görünen fikir sa­ maktan çok bir fikirler karmaşığı­
natçıyla yaşamış, onda gelişmiş ve dır. Henri D elacroix şöyle der:
bir an gelip yeni değeri kazanmış “Esinle yaratmayı karşıt durumlar
eski bir fikirdir. Çok zaman onun saymak doğru değildir. Yaratma sı­
örtülü, keşfedilmemiş kaldığı, son­ rasında esin yeniden kendini gös­
ra esin biçiminde kendini ortaya terebilir. Bazı sanatçılarda yaratma
koyduğu görülür: bilinçsiz ya da bi­ esin edimlerinin birbirini izleyişin­
linçli hazırlığı oluşturan budur, esin den başka bir şey değildir. Yapıtın
onun sonucundan başka bir şey de­ doğuşunu kendiliğinden bir güce,
ğildir.” Fikrin esinle oluşumu este­ gelişimini de düşünsel bir yetiye
tik nesnenin bir taslak olarak belir­ bağlayıp çıkmak doğru değildir.”
mesidir. Zihin fikir’i doğrudan doğ­ Esinde beliren fikir yapıtın basit bir
ruya kendinden getirebilir, kendi özeti ya da taslağı olmaktan çok bir
gereçlerinden derleyebilir, ayrıca fi­ çıkış noktasıdır. O kendine en uy­
kir zihin’le dış dünyanın ortak bir gun anlatım özelliklerini kazanarak
YARATMA

somutlaşmaya yani yapıtlaşmaya düzeyinde, duygu düzeyinde ve


eğilimlidir. Fikrin dışlaştırılmasına düşünce düzeyinde ama bir bütün
yani yapıta götürülmesine gelince, olarak kendim duyurur. Güzelliğiyle
bu oldukça uzun yaratma çabasını ilgimizi çeken şemayı ya da biçim­
gerektirebilir. Esin ya da fikrin sez­ sel yapıyı ayrıştırdığımızda, onun
gisi her şey demek değildir, ayrıca ritmik bir yapıya sahip olduğunu,
yaratmada gidimli düşüncenin de ritmik özellikler taşıyan simgeler­
belli bir katkısı vardır. Bir başka den kurulmuş olduğunu görürüz.
deyişle, yaratan düşünce yalnızca Buna göre güzel ritmik-simgesel bir
se z e n d ü şü n c e d eğ ild ir, aynı yapı ortaya koyar diyebiliriz. Her
za m a n d a ta rtış a n d ü şü n ced ir. yapıtın yaşamın çeşitli ritmlerinden
Hegel şöyle der: “Belirlemeyi, ayır­ gelen özel ritmik bir yapısı vardır,
mayı, seçmeyi bilen düşünme ol­ her yapıt bir ritmler karmaşığıdır.
maksızın sanatçı ele almak istediği Simgeler biçimbozmalarla ya da
konuya egemen olamaz, buna gö­ özel bileşimlerle elde edilir. Bayer
re gerçek sanatçı ne yaptığını bil­ şöyle der: “Her sunumsal görü ke­
mez diye düşünmek gülünçtür.” Bu sin biçimde simgeseldir: bu görü,
noktada, bilimde ve felsefede de ol­ büyük ölçüde simgelere başvurma
duğu gibi, düşsellikle ussallığın or­ gereksinimi içinde, gerçeğin imge­
tak çabasına gereksinim vardır. Fik­ sini elde etmek üzere gerçeğin bi­
rin dışlaştırılması ya da somutlaş­ çimini bozar.” Her simge içi anlamla
tırılması onun kendine en uygun şe­ dolu özel bir yapıdır. Simgelerin an­
maya götürülmesidir. Burada şe­ lamlan hep birlikte bizi kendilerini
mayı kaba bir belirleyen olarak dü­ yaratmış olan fikrin bir benzerine
şünmemek gerekir. Sanatın şema­ ulaştırır. Yaratmaya temel olan fi­
ları karmaşıktır, sanatsal şemacılık kir sanatçının kendi fikridir. Bizi
gerçekte şemacı olmayan bir şe- doğrudan o fikrin kendisine ulaştı­
macılıktır. Olmuş bitmiş bir bütün­ racak rahat ve düz yollar yoktur.
lük ya da yetkin bir bütünsellik ola­ H. Delacroix şöyle der: “Sanatçı sa­
rak sanat yapıtı öznel-nesnel bir natında kendi evindedir. Bu bir dün­
duygu-düşünce bütünü olan fikir’in yadır. Sanatçının yatkınlığı genel­
dışsallaşmış biçimidir. O izleyicinin likle tam anlamında özelleşmiştir.
algısında şema olmaktan öteye ge­ Sanatçının sanatında da kendi özel­
çecek ve içselliğe kavuşacaktır, du­ liği, kendi özel temaları, kendi ge­
yurduğu anlamlarla bir heyecan ko­ reci vardır.” Böylece güzel sanatçı­
nusu olacaktır. İşte güzel dediğimiz nın dünyasıyla bizim dünyamız ara­
şey bu şemanın duyu organlarımızla sında orta bir yerde durur. O bir
algılanan, yani duyumsal düzeyde soyutlamadır, aynı zamanda bir so-
kendini ortaya koyan, duygu ve dü­ mutlamadır. Yapaylığıyla ya da ger­
şünce düzeyinde haz veren oluşum çeğe aykırı düşen gerçekliğiyle
özellikleridir. Sanatta haz duyum gerçektir. Güzel hem bizimle bir 5 0 5
YARGI

birlik kurar, hem kendi içinde bü- lar yüklemin öznede içerilmiş ol­
tünlüklüdür. Güzel bizimle k a rşı­ duğu yargılardır, bunlar a p rio -
laşırken kendi içinde de çelişir. Res­ n ’dirler, deneyle ilgili değildirler. Bi­
sam Eugène Delacroix şöyle der: leştirmeli yargılar, tersine, yükle­
“Güzel, bir çiftliğin kalıtı gibi akta­ min öznede içerilmiş olmadığı yar­
rılmaz ya da verilmez. O, birbirini gılardır, bunlar a posteriorV dirler,
izleyen sürekli çabalardan başka bir deneyle ilgilidirler. “Yetkin varlık
şey olmayan dirençli bir esinin ürü­ doğrudur” dediğim zaman ayrıştır-
nüdür. Yaşamaya yönelen her şey malı, “Adam oturuyor” dediğim za­
gibi acılarla ve yırtılmalarla içten ge­ man bileştirmeli bir yargı ortaya
lir.” (Bk. ESİN, ESTETİK, GÜ­ koym uş olurum . B u sınıflam a
ZEL, RİTM, SANAT, SİMGE) mantıkta genelgeçer olan bir sınıf­
lamadır. Kant da bu sınıflamayı be­
Y A R G I (fr. jugem ent-, alm . nimser. Kant’ın getirdiği yenilik bi-
Urteil; ing. judgement). Kavram­ leşimsel a priori yargılar’in varlı­
lar ya da fikirler arasındaki ilişkiyi ğını benimsemek olmuştur. Bunlar
belirleyen zihin işlemi. İki ya da da­ hem bileşimseldirler: bunlarda yük­
ha çok terim arasındaki ilişkiyi be­ lem öznede içerilmiştir, hem de a
lirleyen zihin işlemi. İki ya da daha prz'orf dirler,bunların zorunlulukları
çok nesne arasındaki ilişkinin ger­ deneyi aşmaktadır. Bilimin asıl ama­
çekliğini benimseyen ya da yadsı­ cı bu tür yargılar ortaya koymak
yan önerme. U savurm a yargılar olmalıdır. Örneğin “Her olumsal
arasındaki ilişkiyi belirlerken yargı varlığın bir nedeni vardır” dediğim­
da kavramlar ya da fikirler arasın­ de bu tür bir yargı belirlemiş olu­
daki ilişkiyi belirler. Kant yargıyı rum. Varoluş yargılarıyla değer yar­
“kuralların altına koyma gücü” ola­ gılarım da birbirinden ayırmamız ge­
rak tanımlar ve “Bir yargı belli bil­ rekir. Varoluş yargıları herhangi bir
gileri bilinçlenmenin nesnel birliği­ gerçekliği ortaya koyan yargılardır
ne götürme biçiminden başka bir (yağmur yağıyor). Değer yargıla­
şey değildir” der. Buna göre Kant rı niteliksel çerçevede bir değer be­
için yargıda bulunmak bir şeyin bel­ lirleyen yargılardır (bu tablo çok gü­
li bir kurala uyup uymadığını belir­ zel). Değer yargıları özellikle ahla­
lemektir. Kant yargılan dörde ayı­ kın ve sanatın alanında geçerlidir.
rır: nicelik yargıları (evrensel, özel, (Bk. USAVURMA)
tekil), nitelik yargıları (olumlu,
olumsuz, belgisiz), bağıntı yargı­ Y A R G IG Ü C Ü (alm . Urteils-
ları (belirleyici, varsayımsal, bağ­ kraft). Kant’da değer yargısı orta­
laçlı), kiplik yargıları (sorunlu, ya koyabilme gücü. Kant estetikle
savlı, zorunlu). Kant yargıları ay- ilgili görüşlerini 1790’da yayımla­
rıştırmalı ve bileştirmeli olmak üze­ nan Kritik der Urteilskraft'da (Yar-
506 re ikiye ayırır. Ayrıştırmak yargı­ gıgücünün eleştirisi) açıklamıştır.
Kant 1781’de yayımlanan Kritik GÜZEL, SANAT)
der reinen Vemunft’da (Salt usun
eleştirisi) deneysel düşüncenin ya YASA (lat. lex; fr. loi; alm.
da bilim düşüncesinin, olguların Gesetz; ing. law). Genel ve buyu­
belirlenim düzeniyle ilgili düşünce­ rucu kural. Bir toplumun yetkele­
nin, ayrıca özgür arayışı belirleyen rince çıkarılan ve tüm üyelerin uy­
ussal düşüncenin koşullarını gös­ mak zorunda bulunduğu formül ya
termişti; 1788’de çıkan Kritik der da formüller toplamı. Doğa olgu­
praktischen Vernunft'da (Uygula­ ları arasındaki zorunlu ve sarsılmaz
malı usun eleştirisi) ahlak sorunları ilişki. “Yasa” kavramıyla “kural”
çerçevesinde özgür düşüncenin ko­ kavramı çok yerde birbirine karışı­
şullarını göstermişti. Yargıgücü bi­ yor. “Yasa” terimi daha çok doğa
lim düşüncesiyle özgür düşünce olguları arasındaki değişmez ilişki­
arasında yer alır. Salt usun eleşti­ lerle ilgili olmak gerekir. Yetkeler-
risi’nde yer alan anlık bir kavram­ ce çıkarılan uyulması zorunlu for­
lara dayanarak kavrama yetişiy­ müller özellikle “kural” olarak be­
ken anlığın bir edimi olan yargıgü­ lirlenebilir. Çünkü kural bilincin ve
cü bir şeyin bir kurala uyup uy­ istemin gereklerine göre koyulan
madığım belirleme yetisidir. Kant şeydir, yasa da bilincin ve doğanın
Yargıgücünün eleştirisi’nde iki çe­ koşullan çerçevesinde ortaya çıka-
şit yargı belirler: belirleyici yargı rılan’dır. Ne var ki gündelik ko­
ve yansıtıcı yargı. Bilimle ilgili olan nuşmanın gerekleri hukukla ilgili ku­
belirleyici yargıda bir nesneyi va­ rallara da yasa demeyi gerektir­
rolan bir kuralın altına yerleştiririz, mektedir. Ahlak, din, hukuk; este­
oysa estetikle ilgili olan yansıtıcı tik gibi kuralkoyucu (fr. normatif,
yargıda bir nesneden bir kurala aim. normativ; ing. normative) bil­
yükseliriz. Bir başka deyişle bir gi alanları yaşam koşullannın özel­
ö z e ld e b ir ev re n se li bu lu p liklerine göre uyulması gereken bir
çıkarmaya yöneliriz. Yansıtıcı yar­ takım kurallar belirlerler. Bilim çer­
gıda yani beğeni yargısında öznelle çevesinde yasa deney yoluyla ol­
nesnel bütünleşir. Kant şöyle der: gular arasındaki zorunlu ilişkilerin
“Genel olarak anlık kurallar yetisi belirlenmesi sonucu ortaya çıkan
olarak tanımlanırsa, yargıgücü ku­ formüllerdir. Bu çerçevede her ya­
rallar altına koyma yetisi yani bir sa tümevanmla elde edilir: aynı ol­
şeyin belli bir kural altında olup ol­ guyu birçok defa gözlemleriz ve de­
madığını anlama yetisidir.” Belirle­ ğişmezdi bulduğumuz anda yasaya
yici yargıda bir özeli bir evrensele yükselmiş oluruz. Yasanın doğru­
bağlarız ya da onun zorunlu olarak lanması gene deney yoluyla olacak­
bağlandığı evrenseli gösteririz. tır: yasadan olguya yöneliş bir tüm­
Yansıtıcı yargıda bir özele uygun dengelim çabasını gerektirecektir.
evrenseli ararız. (Bk. ESTETİK, Bu da ya sözkonusu olgunun labo-
YASA

ratuvarda yeniden oluşturulmasıy­ Toplum yasalarına gelince, bunlar


la ya da doğada yeniden gözlem- her toplumun kendi yapışma, ken­
lenmesiyle olacaktır. En eski top­ di anlayışına, kendi değerlerine uy­
lumlar doğa yasası kavrayışına gök­ gun olarak ortaya koymuş olduğu
leri gözlemleyerek ve böylece gök­ yaşam formülleridir. Bu formüller
bilimin temelini atarak ulaştılar. uygulanabilir oldukları ölçüde kalı­
Henri Poincare “Gökbilim bize ya­ cı olacaklar, yaşam koşullan değiş­
saların varlığını öğretmekle kalma­ tikçe de geçerliliklerini yitirecekler­
dı, bu yasaların zorunlu olduklarını dir. Bu yüzden her yasa ortaya çık­
da öğretti”der. Poincarö’ye göre tığı toplumun renklerini taşır. “Ya­
“B ilim sel yasalar yapay yasalar salar güçlerini göreneklerden alır”
değillerdir. Onları olum sal diye der Helvetius. “Yasalar alışkının kö­
belirlem em iz için hiçbir neden leleridir” der Plautus da. Her yasa
yoktur.(..) İnsan zihninin doğada kesinliğiyle ya da katılığıyla belir­
bulduğuna inandığı uyum zihnin gindir. Bir latin atasözü bunu şöyle
dışında varolabilir mi? Hayır, elbette belirtir: D ura lex se d lex (Yasa
kendisini kavrayan, gören, sezen katıdır ama yasadır). Yasalann katı
düşünceden tümüyle bağımsız bir olmasından yana olanlar vardır. J.L.
gerçeklik olası değildir. (..) Ancak Mercier “Pısırık bir yasa her za­
nesnel gerçeklik dediğim iz şey man kötü bir yasadır” der. Danton
sonunda birçok düşünen varlıkta “Yasa korkunç olsun, her şey düze­
ortak olan ve herkes için ortak nine girsin” ister. Vaktiyle Sparte
olabilecek olan şeydir. Bu ortak yan kralı Pausanias şöyle demiştir: “Ya­
(..) belki de matematiğin yasalarıyla sa insanlar üzerinde yetke olmalı­
açıklanmış uyumdan başka bir şey dır, insanlar yasa üzerinde değil.”
değildir. “ Bergson şöyle der: “Do­ Ancak yasalara güven genelgeçer
ğanın belli bir düzeni var, bu düzen gibidir: hemen herkes yasadan ya­
kendini yasalarla ortaya koyuyor: nadır. “Yasanın bittiği yerde zor­
olgular bu düzene uymak için bu balık başlar” der W. Pitt. “Bir halk
yasalara ‘başeğeceklerdir’. Bilim yasalar güçlü olduğu zaman güç-
adamı yasanın olgulara egemen ol­ lüdür” der Publilius Syrus. Öte
duğuna, sonuç olarak Platon’da yandan Anatole France yasaların
şeylerin düzenlerini kurmalarını ahlaki yönünü belirlemek için şöy­
sağlayan İdea gibi onları önceledi- le der. “Yasalar doğru olursa insan­
ğine inanmaktan kendini alamaz.” lar da doğru olur.” Camille Des­
L. de Broglie de şöyle der: “Doğa moulins sorunu istem açısından ele
yasaları vardır demek olgular de­ alır:“Bir ulusun istemi yasadır.” Ya­
ğişmez bir düzende birbirlerine bağ­ salara güvenmeyenler de vardır. A.
lanırlar ve bir koşullar toplamı ger­ Vermorel şöyle der: “Siyasal dilde
çekleştiğinde şu olgu zorunlu ola­ özgürlük denilen şey yasalar yap­
508 rak kendini gösterir dem ektir.” ma hakkıdır yani özgürlüğü zinci­
re vurma hakkıdır.” Tacitus da vak­ ruhu adlı yapıtı çağdaş yasa düze­
tiyle şöyle demişti: “Devlet bozul­ ninin temel kitabı gibidir. “Yasa ge­
dukça yasa çıkar.” Yasa düzeni en nel olarak yeryüzünün tüm halkla­
eski uygarlıklardan bu yana tüm rını yöneten insan usudur” der
toplumlarda şu ya da bu biçimde Montesquieu. Ona göre “Yasalar­
geçerli olmuştur. Eski toplumlarda da belli bir saflık olmalıdır. İnsan­
kargaşık bir düzen ortaya çıktığın­ ların kötülüklerini cezalandırmak
da yani toplumsal denge bozuldu­ için yapılmış olan yasalar kendile­
ğunda yöneticiler yasakoyucu ol­ rinde büyük bir masumluk taşıma­
muşlardır. Sümerlerde Urukagina, lıdırlar.” M ontesquieu şöyle der:
Ur-Nammu, Lipit-İştar, Asurlular “Yasalar en yaygın anlamında şey­
döneminde Babil kralı Hammurabi lerin doğasından türemiş ilişkiler­
yasakoyucu krallar oldular. Yuna­ dir; bu anlamda tüm varlıkların ya­
nistan’da tiranlık görevi yapan ki­ saları vardır, tanrısallığın yasaları
şilerin en ünlüsü olan Atina’lı So­ vardır, maddi dünyanın yasaları
lon Atina’nın kargaşık bir dönemin­ vardır, insandan üstün ruhların ya­
de koyduğu ve uyguladığı yasala­ saları vardır, hayvanların yasaları
rıyla ünlü oldu. Gerçek anlamda ya­ vardır, insanın yasaları vardır.”
sa gereksinimi Yeniçağ’ın karma­ Montesquieu, Spinoza gibi düşü­
şık yapılı toplumlannda ortaya çık­ nür. Tann’nm evreni gelişigüzel bir
mıştır. Yeniçağ’m başlarındaki mut- istemle değil kendi yasalarına göre
lakyönetimlerde kralın sözü yasa yarattığına ve kurduğuna inanır:
yerine geçiyordu. Her mutlakyöne- “Yaratan bu kurallar olmadan da
tim düzeninde krallığın yüce yasa­ dünyayı yönetebilirdi görüşü saç­
larından sözedilse de yazılı herhangi madır, çünkü dünya bu kuralların
bir yasa yoktu, daha doğrusu kra­ dışında varolmayacaktı.” Montes-
lın yetkesini azaltacak ya da sınır­ quieu’ye göre, yasalardan ötürü
layacak herhangi bir anayasa dü­ “Her çeşitlilik bir tekbiçimciliktir,
zeni yoktu. Yasa gereksinimi özel­ her değişim birkalıcılıktır”. Gerçek­
likle XVIII. yüzyıldan sonra ken­ te “İnsan dünyasının da fiziksel
dini gösterdi. Biz bu gereksinimin dünya gibi iyi yönetilmesi gerekir.
en yoğun anlamını Montesquieu’de Çünkü insan dünyası doğası gere­
buluyoruz. Montesquieu özellikle ği değişmez olan yasalara sahip ol­
çağın kurumlarım eleştirir, özgür­ makla birlikte bu yasaları fizik dün­
lüğün önemini ve değerini tartışır: yanın kendi yasalarını izlediği gibi
ona göre insan Tann’nın koyduğu izlemez. Çünkü düşünen tek tek
yasaları durm adan bozar, kendi varlıklar kendi doğalarıyla sınırlıdır­
koyduğu yasaları durmadan değiş­ lar ve buna göre yanılmaya eğilim­
tirir. M ontesquieu “Ben yasaların lidirler, öte yandan kendilerine gö­
bedenini değil ruhunu arıyorum” re eylemde bulunmaları doğaları
der. M ontesquieu’nün Yasaların gereğidir. Bu yüzden onlar kendi
YAŞAM

ilkel yasalarım sıkı sıkıya izlemez­ gök, yüreğimin derininde ahlakın


ler ve kendileri için koydukları ya­ yasaları.” / Shakespeare: “Yasa
salara her zaman uymazlar.” Kısa­ uyuyor olsa da ölm em işti.” / J.
cası, insanın uyduğu yasallık do­ Swift: “Yasalar örümcek ağlarına
ğanın uyduğu yasallık kadar belir­ benzerler, küçük sinekleri tutar,
lenmiş ya da belirleyici değildir. “İn­ eşekanlarını veyabananlarım geçi­
san, fiziksel bir varlık olarak, tüm rirler.” / Şolohof: “Yaşam insanla­
öbür varlıklar gibi, değişmez yasa­ ra hiçbir yerde yazılı olmayan ya­
larla yönetilmektedir, ancak, düşü­ salarını yazdırır.” / Diderot: “A n­
nen bir varlık olarak o, Tanrı’nın lamsız yasalara bu yasalar düzelti­
koyduğu yasaları değiştirir. Onun lene kadar karşı çıkacağız ve o za­
kendini yönetmesi gerekir, bunun­ mana kadar onlara körükörüne ba-
la birlikte o sınırlı bir varlıktır, tüm şeğeceğiz.” / Camus: “İnsanın en
sınırlı varlıklar gibi bilgisizliğe ve büyük sıkıntısı yasasız yargılan­
yanılgıya yatkındır.” Şöyle der maktır.” / Vauvenargues: “Yasalar­
Montesquieu: “Ben bir ülkeye git­ dan daha ciddi olan insan tirandır.”
tiğim zaman burada iyi yasalar var (Bk. ADALET, HUKUK)
mı diye araştırmıyorum, olan ya­
salar uygulanıyor mu uygulanmı­ YAŞAM (lat. vita\ fr. vie; aim.
yor mu diye araştırıyorum, çünkü Leben; ing. life). Canlı varlıkların
her yerde çok iyi yasalar var.” Mon- varlıklarını sürdürme etkinliklerinin
tesquieu’ye göre “Yararsız yasalar bütünü. Bir bireyin varlığını sürdür­
gerekli yasaları zayıflatmaktadır.” me etkinliklerinin başladığı noktayla
/ Honoré de Balzac: “İnsan yasala­ bittiği nokta arasında kalan süre ve
rı tutkuların ışığında yargılar.” / E. bu süreyle ilgili olaylar. Canlıların
Burke: “Yasalar da evler gibi bir­ doğumdan ölüme kadar süren va­
birlerine yaslanırlar.” / Pindare: “Ya­ roluş etkinlikleri toplamı. Canlıla­
sa, dünyanın, insanların ve tanrıla­ rın, özellikle insanın varoluş etkin­
rın kraliçesi.” / Caius Petronius Ar- liklerini sürdürm e biçim i. Paul
biter: “Paranın egemen olduğu yer­ Foulquie yaşamı “Varoluşun ve or­
de ne yapabilir yasalar?” / Plautus: ganik etkinliğin belirleyici olguları­
“Yasa zenginlerle yoksullara aynı nın, incelenmesi biyolojinin konu­
hakkı vermez.” / C.C. Colton: “Ya­ su olan o lg u la rın ilk e si diye
sa ve dürüstlük Tanrı’mn birleştir­ tanımlar.” Yaşam denilince her şey­
diği, insanın ayırdığı iki şeydir.” / den önce canlıların başta üreme ve
J. Perk: “Gerçek özgürlük yasala­ beslenme olmak üzere tüm varo­
ra başeğer.” / Lope de Vega: “Ya­ luş etkinliklerini düşünürüz. Ancak
sanın kötülüğü doğurduğunu gör­ insan için yaşam biyolojik çerçe­
müyor musun?” / Carlo Dossi: “Ya­ vede kalmaz, duygusal ve düşün­
sa tüm sefiller için aynı şeydir.” / sel etkinlikleri de içerir. Çünkü in­
1. Kant: “Başımın üstünde yıldızlı san yalnızca biyolojik bir varlık de­
YAŞAMSALATILIM

ğil aynı zamanda bilinçli bir varlık­ culuktur” der. K onfuçius sorar:
tır. Platon’un A>/'fo«’unda şu sözü “Yaşamın ne olduğunu bilmeyince
okuruz: “Önemli olan yaşamak de­ ölümü nasıl tanıyacağız?” / Samuel
ğil iyi yaşamaktır.” İnsan yaşamı Butler: “Yaşam yetersiz öncüller­
hayvanların yaşamı gibi tek boyut­ den yeterli sonuçları çıkarma sa­
lu değil üç boyutludur: onun bir natıdır.” / H. Havelock Ellis: “Ya­
geçmişi, bir şimdisi, bir de gelece­ şam bir sanat gibi alınabilir.” /
ği vardır. Her insan bireyi geleceğe Shakespeare: “Yeterince yaşadım;
açık bir varlıktır yani uman ve ta­ yaşamımın yolu şimdi sararmış ve
sarlayan bir varlıktır. İnsan saygı­ kurumuş yapraklar arasında yitip
sının temelinde de bir somut ger­ gidiyor.” / H.F. Amiel : “Her yaşam
çeklik yatar: geleceği olan bir var­ kendi sonunu k u ra r.” / S aint-
lık umut eder, umut eden her var­ Exupéry: “Sonsuzluk için değil de
lık saygıdeğerdir. M.Ö. IV. yüzyıl­ kendi yaşamı için çalışıyorsa insan­
da Theokritos “Yaşam varsa umut dan h iç b ir şey u m m a.” / R.
da vardır” diyordu. Montaigne ya­ Vailland: “Yaşam bana tüm biçim­
şamın insan etkinlikleriyle bir an­ lerinde (..) dramatik olarak düşü­
lam kazandığını düşünür ve “Ya­ nülebilir ve açıklanabilir görünü­
şam kendinde ne iyi ne kötüdür, yor.” / A. Camus: “Çözüm ölümse
yaşam sizin yapıp ettiklerinize gö­ doğru yolda değiliz demektir. Doğ­
re iyinin ve kötünün yeridir” der. ru yol yaşama, güneşe götüren yol­
Yaşamak, her durumda insani et­ dur.” (Bk. ÖLÜM)
kinlikler ortaya koymaktır. “Yalnız
varolmak yetmez, yaşamak da ge­ YAŞAM ADÖNÜŞ (fr. révivis­
rekir” der Plutharkos. Filozoflar cence; alm. Wiederaufleben; ing.
yaşamın kolay bir iş olmadığını, er­ reviving). Bir süre unutulmuş olan
demli yaşamanın bir sanat olduğu­ ruhsal durumların yeniden ortaya
nu düşünürler. “Yaşamı öğrenmek çıkması.
için bütün bir yaşam gerekir” der
Seneca. Yaşamı kısa ve geldigeçti YAŞAMSAL A T IL IM (fr. élan
görenler çoğunluktadır. Varron “İn­ vital). Bergson felsefesinde yaşa­
san bir sabun köpüğü gibidir” der. mın kökel atılımı. Bergson şöyle
Latinler yaşamı düşüncenin teme­ der: “Bu yaşamın kökel atılımıdır,
line yerleştiren formülü verdiler: terimler arasında bağlantı çizgisi
“Primum vivere, deinde philosop- oluşturan gelişmiş organizmaların
hari” (Önce yaşamak sonra felse­ aracılığıyla bir tohum oluşumundan
fe yapm ak). Yaşam her zam an sonraki bir tohum oluşumuna ge­
ölümle birlikte anılır. Düşünürler de çer.” Bergson’a göre evrende her
herkes gibi ölümü yaşamın bir ger- şeyi yaşamla, yaşam sal atılım la
çekliği o larak yaşarlar. Seneca açıklamak gerekir. Bergson’a göre
“Tüm yaşam ölüme doğru bir yol­ yaşam bizim şu küçük dünyamızla
YAŞAMSALCILIK

sınırlı değildir, evrenseldir. Her şe­ kinliği kadar resim yapma ya da şiir
yi, maddeyi de yaşamsal atılımla yazma yeteneği de yatkınlıklar ara­
açıklamamız gerekir. Yaşamsal atı­ sına girmektedir. Birey yatkınlıkla­
lıma canlı atılım da diyebiliriz. rını çocukluğun ilk deneyimleri ara­
sında bilinçsiz ve gözle görülmez
Y A ŞA M SA LCILIK (fr. vitalism; bir biçimde kazanmakta ve onları
alm. Vıtalismus', ing. vitalism).Ya- dokuz ya da on yaşlarından sonra
şam olgularının fiziksel ve kimya­ geliştirebilmektedir. Daha çok ge­
sal olgulara indirgenemeyeceğini liştirilmiş düşünsel kazanımlarla il­
öne süren öğretilerin tümü. Her bi­ gili olan “yatkınlık” kavramım özel­
reyde ruhun ve organizmanın dı­ likle yanlış bir kavrayışla doğuştan
şında yaşam olgularını belirleyici bir diye belirlenen yetenek'den (fr.
yaşamsallık ilkesinin varolduğunu habileté', alm. G eschicklichkeit\
ileri süren öğreti. Pythagoras ve ing. ability) ayırmak gerekir. Ye­
A ristoteles’den sonra Bordeu ve tenek oldukça bulanık ve gizemli
Barthez gibi filozoflar yaşamsalcı- bir kavramdır. Her kişinin apayrı
lığın sürdürücüleri oldular. Claude yatkınlıkları vardır, bazı kişiler bazı
Bemard daha sonra yaşamsalcılar- kişilerden daha yatkındırlar. “Biz
dan yana çıktı: “Yaşamsalalar canlı hepimiz her şeyi yapamayız” der
varlıkların kaba doğada bulunma­ Vergilius. (Bk. EĞİTİM)
yan ve dolayısıyla kendilerine öz­
gü olan olgular ortaya koydukları­ YAZGI (lat. fatalitas-, fr. fatalite-,
nı söylemek istiyorlarsa ben de on­ alm. Fatalitat, ing. fatality). Ger­
lardan yanayım. Ben de gerçekten çekleşmesi kaçınılmaz olan şeyin
canlı oluşum ların yalnızca kaba özyapısı. Tümolgulan önceden be­
maddede tanınan fıziksel-kimyasal lirlediği düşünülen gizil güç. İnsan­
olgularla aydınlatılamayacağına ina­ lar en eski zamanlardan beri doğa­
nıyorum.” (Bk. YAŞAM) üstü gizil güçlere ve dolayısıyla yaz­
gıya inanmışlardır. Bu inanca göre
YATK IN LIK (fr. aptitude\ alm. tam olarak belirleyici bir biçimde
Eignung; ing. ability). Bir işi ger­ yaşam şu ya da bu aşkın güç tara­
çekleştirmekte kişiyi güçlü kılan fından tüm geleceğiyle belirlenmiş­
özellik. Beceri isteyen çabalan ger­ tir ve insanın buna karşı herhangi
çekleştirmekte doğal ya da edinil­ bir şey yapması olasılığı yoktur. Her
miş özellik. Çağdaş ruhbilim “yat­ yazgı fikri “yazılan yazılmıştır” for­
kınlık” kavramına ayrı bir yer veri­ mülü üstüne kurulmuştur. A. Vi-
yor. Özellikle Edouard Claparede’in net “Yazgı ve kayra aynı şeydir”
işlediği bu kavram bireyleri birbi­ der. Erik Satie’ye göre “Yazgı bi­
rinden ayırmayı sağlayan özellikle­ zim istediğimiz şeydir”. Antoine de
ri belirliyor. Dikkat gösterme gü­ Saint-Exupéry şöyle der: “Dışsal
cü, yargılar ortaya koyabilme yet­ yazgı diye bir şey yoktur. Ancak
YAZGICILIK

bir içsel yazgı vardır: bir an gelir, felsefesindedir. Yunan uygarlığın­


insan kendini kırılgan duyar, o za­ dan önceki uygarlıklarda da yazgı
man yanlışlar sizi bir başdönmesi fikri vardır. Yunanlı, evreni bir kar-
gibi kendilerine çekerler.” (Bk. Dİ­ şıkonulmaz dönüşlülükler alanı ola­
YALEKTİK, DÜŞÜNCE, KAYRA) rak görüyordu. Bu görüşün oluş­
masında elbette evrendeki çevrim­
Y A ZG IC ILIK (fr. fatalisme; alm. sel düzenin (gece-gündüz, yaz-
Fatalismus; ing. fatalism). Evren­ kış...) etkisi büyük olmuştur. Bu­
de tüm olguların önceden belirlen­ na bağlı olarak yunan trajedisi yaz­
miş olduğunu öne süren öğretile­ gı fikri üzerine kurulmuştur: başa
rin tümü. Evrenin ve insanın yaz­ gelecek olanlar önceden belirlen­
gısını Tann’nın önceden belirlemiş miştir, kişi ne yapsa bunları önle­
olduğunu, insanların bunu değişti­ yemez. Sophokles’in Oidipus epi
remeyeceğini benimseyen tüm öğ­ Kolono ’sunda şu satırlarla karşıla­
retileri yazgıcılık adı altında topla­ şırız: “Eylemlerim mi? Onlara ben
yabiliriz. Özellikle bir din öğretisi katlandım, onları ben yapmadım.”
olan ve hemen hemen bütün dinle­ “İzlediğim yolu hiçbir şey bilme­
rin, daha çok da tektanrıcı dinlerin den izledim.” Stoa’cılık da doğacı
özünü oluşturan yazgıcılık insanın anlayışı içinde bir yazgıcılıktı. Bu
kendi yaşamıyla ilgili dönüştürücü maddeci felsefe insanın doğadaki
kararlar alamayacağını bildirir; bu­ yasallık (logos) karşısında herhan­
na göre yaşam tam tamına bir be- gi bir değiştirici güç taşımadığına,
lirlenmişlikler alanıdır. Bu yüzden erdemli yaşamanın doğayı sıkı sı­
maddeci belirlenimciliğe karşıt ola­ kıya izlemekle sağlanacağına ina­
rak ruhçu belirlenimciliği dinselli- nıyordu. Tektanrıcı dinler yazgıcı­
ğin temel anlatımı olarak görebili­ lık inancını geliştirmişlerdir. Bu din­
riz. Yazgı konusunda dinci bakış ler insanı her zaman tanrısallık kar­
açıları çelişkili görünürler: bazı din­ şısında güçsüz, başeğen bir varlık
ciler insanda tanrısal istemden pay olarak göstermişlerdir. Felsefe ala­
alan bir insani istemin varlığını be­ nında belirlenimciliğe yaslanıldığı
nimserken (Aziz Tommaso), bazı ölçüde zorunlu olarak yazgıcılığa
dinciler evrende her anlamda ke­ yönelinmiştir. Örneğin Spinoza’mn
sin bir belirlenim düzeninin geçerli her şeyi tanrı istemine dayandıran
olduğunu, insan için özgürlük ya heptanncı felsefesi özgürlüğü ke­
da istemlilik diye bir şeyin sözko- sinlikle yoksayarak tam anlamında
nusu olmadığını benimserler (Aziz yazgıcı olur. Gene de dinsel belir­
Augustinus). Böylece yazgıcılık in­ lenimcilik demek olan yazgıcılığı
san özgürlüğünü kökten yadsıya­ genel anlamda belirlenimcilikten
rak insanı belli bir yazgıya doğru ayırmak gerekir. (Bk. DİYALEK­
ilerleyen bir varlık olarak belirler. TİK, DÜŞÜNCE, KAYRA, LO­
Yazgıcı düşüncenin kökleri yunan GOS, YAZGI) 513
YAZMAYİTİMİ

Y A Z M A Y İT İM İ (fr. agraphie\ YENİDENYAŞAMA (fr. param-


alm. A g ra p h ie; ing. agraphia). nesie\ alm. Paramnesie; ing. pa-
Yazma yeteneğinin yitirilmesi. Yaz- ramnesia). Daha önce yaşanmış
mayitimi organik bir nedene, bazı bir durumu tüm ayrıntılarıyla yeni­
beyin bozukluklarına bağlı olarak den yaşama duygusu uyandıran ya­
gelişir. (Bk. OKUMAYİTİMİ) nılsama.

YED İ B İL G E L E R İlk yunan filo­ YETENEK Bk. YATKINLIK.


zofları ve felsefe tarihinin ilk filo­
zofları. Bu ahlak filozofları hep ye­ Y E T E R NEDEN İL K E S İ (fr.
di kişi sayılmış, ancak değişik ad­ principe de raison suffisantee; alm.
larla belirlenmiştir. Daha çok şu yedi Satz vom zureichenden G runde;
kişinin adı geçer: Kleobulos, Solon, ing. principle o f sufficient reason).
Khilon, Pittakos, Thaïes, Bias, Pe- Varolan her şeyin bir nedeni oldu­
riandros. İlk felsefe tarihçisi ola­ ğu ilkesi. Yeter neden ilkesini
rak anılan Diogenes Laertios İskit Leibniz ortaya koymuştur ve onu
filozofu Anakharsis, Khen’li (Pe- aynı zamanda belirleyici neden il­
loponnesos) Myson, Syros adasın­ kesi (fr. principe de raison deter-
dan Pherekydes ve Knossos’lu (Gi­ minante) diye adlandırmıştır. Le­
rit) Epimenides’i de bu filozoflar ibniz şöyle der: “Hiçbir doğru ya
arasında sayabileceğimizi söyler. da varlık, hiçbir gerçek önerme
Bazıları tiranlık da yapmış olan bu onun neden böyle olduğunu ve baş­
filozoflar evren sorunlarıyla hemen ka türlü olmadığını belirleyen ye­
hemen hiç ilgilenmeden ahlak so­ terli bir neden olmaksızın varola-
runlarına yönelm işler, Yunanis­ maz, bu nedenler genellikle bizce
tan’ın sömürgeleştirme dönemle­ bilinm ese d e .” L e ib n iz ’e göre
rine girerek sağladığı aşırı ve den­ ruhum uz yalnızca fikirleri değil
gesiz zenginlikle gelen ahlak sorun­ ilkeleri de barındırır. Özdeşlik ilkesi,
larını toplumsal çerçevede tartışa­ çelişmezlik ilkesi, yeter neden ilkesi
rak çözmeye çalışmışlardır. gibi ilkelerden başka ilkeler de
vardır. Bunlar anlığın kendinden
Y EN İD EN C İSİM LEŞM E (fr. elde ettiği ölüm süz doğrulardır.
réincarnation, palingenesie; alm. U sun d o ğ ru la rı z o ru n lu y k e n
Wiedergeburt, Palingenesie', ing. olgunun doğruları olum saldır,
réincarnation, palingenesis). Olay­ bunlar başka türlü de olabilirdi diye
ların çevrimsel biçimde yinelendiği d ü şü n d ü ğ ü m ü z d o ğ ru la rd ır.
inancı. Varlıkların ve insanların ye­ O lgunun doğruları yeter neden
niden dünyaya geldiği inancı. Daha ilkesine bağlıdır. Bir başka deyişle
önce herhangi bir bedende bulunan zorunlu önerm eler tanrısal usa,
bir ruhun bu defa bir başka bedene olumsal önermeler tanrısal isteme
514 girmesi. (Bk. ÇEVRİMLİLİK) bağlıdır. Schopenhauer’e göre ye-
YETİŞKİNLİK

ter neden ilesinin iki biçimi vardır: nın geçerli olduğunu düşünebiliriz.
biri, “doğru olmak için zorunlu ola­ Ancak eski ruhbilim yetileri birbi­
rak her zaman bir nedeni olması rinden bağımsız, apayrı güçler ola­
gereken yargılar”, öbürü “zorunlu rak alma eğilimindeydi. Gerçekte
olarak bir nedeni olması gereken insan ruhsallığı tüm yetileriyle bir
gerçek nesne oluşumları”. Arthur bütün oluşturur ve yetiler sınıfla­
Schopenhauer’e göre yeter neden ması bu durumda azçok yapay bir
ilkesi oluş'la, tanıma' yla, varlık' la sınıflama olarak kalır, çünkü örne­
ve eylem 'le ilgilidir. Schopenhauer ğin duyumsamanın nerede bitip dü­
şöyle der: “Bilgide bilinç kendini dış şünmenin nerede başladığını kes­
ve iç duyarlılık (alırlık) olarak, anlık tirmek olası değildir. (Bk. EYLEM,
ve us olarak ortaya koyarken öz­ DUYUM, DÜŞÜNCE)
neye ve nesneye ayrılır ve başka
bir şey içermez. Özne için nesne Y ET İŞK İN L İK (fr. adolescence;
olmak ve sunumumuz olmak aynı d\m.Jugendalter\mg. adolescence).
anlama gelir. Tüm sunumlarımız Erginlik dönemini izleyen gençkız-
öznenin nesneleridir ve öznenin lık ya da delikanlılık dönemi. Er­
tüm nesneleri bizim sunumlanmız- ginlik dönemi çocuklukla yetişkin­
dır. Gerçekte, tüm sunumlarımız lik arasında yer alan çok sorunlu
arasında belli bir kurala uyan bir bir dönemdir ve başlama ve son
ilişki vardır. (...) Bu ilişki yeter ne­ bulma noktaları kişiye göre deği­
den ilkesiyle açıklanır.” (Bk. ÇE­ şiklikler gösterir. Bu yüzden yetiş­
LİŞKİ, ÖNCESEL UYUM, ÖZ­ kinliğin şu ya da bu yaşta başladı­
DEŞLİK) ğını kesin olarak belirtme olasılığı
yoktur. İklim, aile, kültür koşulları
Y E T İ (lat. facultas', fr. faculté', yanında bireysel koşullar da son
alm. Fähigkeit, Vermögen', ing. derece belirleyicidir. Yetişkinliğin
faculty). Türsel düzeyde yapabil­ temel özelliği cinsel içgüdünün be­
me gücü. Yetenek ve yatkınlık ka- lirgin bir biçimde kendini göster­
zanımlarla ilgilidir ve bireysel dü­ mesi ve düşünsel hatta metafizik
zeyde sözkonusudur. Yeti, doğru­ sorunların kişinin bilincinde baş yeri
dan doğruya türle ilgilidir ve türün almasıdır. Erginlikle başlayan ye­
tüm sağlıklı bireylerinde etkindir. tişkinlik dönemi ortalam a yirmi
Klasik ruhbilimde insan türü için üç yaşlann sonlarında bitmiş olacak,
ayrı yeti belirlenirdi: düşünme yeti­ kişi bundan böyle çok uzun bir ye­
si tüm düşünsel yaşamın temelini tişme ve olgunlaşma dönemini tüm
oluştururdu; duyumsama yetisi dış çetrefil sorunlarıyla birlikte geride
dünyadan duyumlar almakla belir­ bırakarak yetişmiş birey durumu­
gindi; eyleme yetisi istem, özgür­ na girecektir. O artık toplumun bi­
lük, eğilim gibi etkinlikleri sağlama linçli bir üyesi olacak, toplumsal,
yetişiydi. Bugün de bu sımflama- ahlaki, estetik değerleri olan bir 515
YETKE

varlık olarak bilinecektir. Ancak bu şük ailelerde yetke olmak baskı uy­
durum elbette sağlıklı bir çocukluk gulamak anlamına geldiğinden bu
ve sağlıklı bir erginlik geçirenler için ailelerin birçoğu çocukların başıboş
sözkonusudur. (Bk. ÇOCUKLUK, bir yaşam biçimini seçmesiyle hat­
ERGİNLİK) ta evden kaçmasıyla tam bir yıkı­
ma ya da parçalanmaya uğramak­
Y E T K E (lat. auctoritas', fr. auto­ tadır. Yetke yokluğunun çocukları
rité; alm. Autorität', ing. authority). ve gençleri bunalıma düşürdüğü,
Başkasını yönetme, başkasına ege­ onları ahlakdışı eğilimlere ittiği ke­
men olma gücü. Kendine başeğ- sindir. Bu yüzden yanlış bir yetke­
dirme gücü. Yetke bir toplumun ya­ nin bir yetke eksikliğinden daha kö­
şam düzenini belirler ve. yetkenin tü sonuçları olabileceğini unutma­
bittiği yerde kargaşa başlar. Her mak gerekir. Ç ocuklarından ve
yetke bireyleri kendine uymaya zor­ özellikle çocuklarının tüm gelece­
lar. Yetke ne kadar ussalsa ve top­ ğinden kendilerini sorumlu sayan
lumun yararına göre oluşmuşsa bi­ bir takım katı anababalar çocukla­
rey yetkeye uymakta o ölçüde is­ rına gitmeleri gereken yolu göste­
tekli olacaktır. Yetke sözü yasadan rirken onlann özelliklerini, yatkın­
çok bir yönetici kişiyi ya da yöne­ lıklarını, eğilimlerini hesaba katma­
tici kişiler topluluğunu düşündürür. yarak gelişigüzel davranabilmekte­
Yasanın gerçek anlamda yetke ola­ dirler. Gerçek bir yetke zorla be­
bildiği yerde zorbalık sözkonusu nimseten değil tartışarak doğru yolu
olmayacaktır. Paul-Louis Courier bulduran yetkedir. (Bk. AHLAK,
şöyle der: “Baylar, Fransa’da en EĞİTİM)
büyük sözcük yetkedir. Başka yer­
de yasa derler bizde yetke.” Baskı­ YOKSAM A Bk. OLUMSUZLA-
cı yetkeye karşı koyabilecek tek MA.
güç insan usudur. Voltaire şöyle
der: “Yalnızca usun egemen olduğu Y O K SU N LU K (fr. frustration\
yerde yetkeye başvurmaya kalkış­ alm. Enttäuschung, Unbefriedigt­
mayın.” Yetke çağdaş ruhbilimde sein', ing. frustration). Bir kişinin
ve eğitimbilimde önemli bir yer tu­ beklediğini elde edememesi duru­
tar. Eğitimbilimciler çocuk yetiştir­ mu. Gerekli doyuma ulaşamamış,
mede yetkenin sevgi kadar önemli umduklarını bulamamış kişinin du­
olduğunu söylerler. Toplumbilim­ rumu. Ruhbilimcilerin belirttiği gi­
cilerin ve ruhbilimcilerin pekçok ül­ bi yoksunluk onarılamayan bir du­
kede yapmış olduğu soruşturma­ rumdur, bu yanıyla adaletsizliğe
lar gençlerde ruhsal ve ahlaki bo­ benzer. Çokları yoksunluğun pek
zuklukların büyük ölçüde yetke ek­ erken, anneyle ilişkilerde başladı­
sikliğinden ortaya çıktığını göster­ ğım, anne sevgisindeki azlığın ya
516 miştir. Özellikle kültür düzeyi dü­ da tutarsızlığın kişiyi ileride şidde­
YÖNELGENLİK

te itecek yoksunluklara yolaçtığını Spitz anneden yoksun kalan çocuk-


bildirirler. Yoksunluğun ürünü yal­ lann mikroplu hastalıklara çok ko­
nızca şiddet eğilimi değildir, aynı lay tutulabildiklerini saptamıştır.
zam an d a ken d in e kapanm a is­ Yoksunluk duygusuyla büyüyen
teğidir. Şiddet uygulayamayan kişi çocuklar bencil, yırtıcı, aşın duyarlı
bir çeşit sessiz şiddet uygulayarak ve bağımlı olmaktadırlar. İyi bir eği­
ya da şiddetin yönünü kendine çe­ tim yoksunluğu gideremese de yok­
virerek dünyadan uzaklaşır ve ken­ sunluğun açtığı yaralan sarabilecek,
di dünyasına sığınır. Yoksunluğa kişiyi bunalımlı ya da boğuntulu ol­
uğramış kişi arzularını yerine geti­ maktan çıkarabilecektir. (Bk. EK-
rememiş kişidir, ayrıca arzularını SİKKALIŞ)
gerçekleştirmenin kendisi için bir
hak olduğuna inanmış kişidir. O Y Ö N ELG EN LİK (fr. intention-
kendisini suyun başında susuz kal­ nalite; alm. Intentionalität', ing.
mış duyar ya da o meyva ağacının intentionality). Yönelim durumun­
dibinde köpek olduğu için meyva- da olma. Yönelime yatkın olma.
ya uzanamayan aç ve susuz kal­ Zihnin bir nesneye etkin bir yöne­
mış kişidir. Yoksun bırakan neden­ lim içinde olması. Kökü skolastik
ler çok zaman dıştadır, ama bunlar felsefeye dayanan yönelgenlik Hus-
içte de olabilir. Ahlak anlayışı gere­ serl’in ve öbür olgubilimcilerin ve
ği karşı cinsle rahat ilişki kurama­ onların izinden giden varoluşçula­
yan kişi kendi içinde yoksunluk rın temel kavramlarından biri du­
kaynaklan bulundurmaktadır. Dı- rum una geldi. Çağdaş felsefede
şadönük kişiler yoksunluğu kendi­ “yönelgenlik” geniş ölçüde Franz
ne kapalı kişilerden daha çok du­ Brentano’nun düşüncelerinde yer
yacaklardır. “Yoksunluğa tepkiler tutar. Aristoteles’in ve skolastikle­
değişiktir: bunlar yoksun bırakan rin etkisinde yapıtlar vermiş olan
etkenin doğasına bağlı olduklan gi­ Brentano, özne ve nesne ilişkilerin­
bi yoksun kalan kişinin kişiliğine de de yönelgenliği belirleyici bir kav­
bağlı olabilirler” (N. Sillamy). Okul ram olarak ele alır, bilenin bilinenle
çağındaki çocuklar arasında pekçok bir yönelgenlik düzeyinde özdeş­
intihar girişiminin nedeni yoksun­ leştiğini bildirir. Brentano için yö­
luklardır. Bu konuda hayvanlar ara­ nelgenlik bir şeye yönelen bilincin
sında yapılan deneyler de ilginç so­ temel özelliğidir. Husserl de yönel­
nuçlar vermiştir. Karanlıkta anne­ genliği aynı anlamda ele alır. (Bk.
lerinin memesini emmeye bırakılan OLGUBİLİM)
iki oğlaktan biri bir süre annesinin
yanından alınmakta, öbürü bütün Y Ö N ELİM (lat. intentio', fr. Inten­
gün annesiyle bırakılmaktadır. An­ tion; alm. Absicht; ing. intention).
nesiyle bırakılan uyum sağlarken, Engellerle dolu olabilecek bir yol­
annesinden alman ölmektedir. R. da bir yere ulaşabilmek için çaba
YÖNELİM

gösterme eğilimi. Kendi için bir sel koşullar olgunlaşmalı, yani üre­
amaç belirleme ve o amaca doğru tim ilişkileri varolan siyasal üstya­
ilerleme. Skolastikler iki çeşit yö­ pıyla tam anlamında çelişkiye düş-
nelim belirlerdi: ilk yönelim zihnin melidir. Aristoteles Politika'nın 4.
bir bilgi nesnesine uyarlanmasıydı; kitabında yönetimle ilgili olarak şun­
ikinci yönelim zihnin kendi düşün­ ları söyler: “Tekçi yönetimler ara­
ce edimleri üzerine yönelmesiydi. sında ortak çıkarı göz önünde tu­
Yönelimde her zaman birdüşünsel tana genellikle krallık denir. Az ki­
ve bir de eylemsel yan var gibidir şinin yönetimine soyluluk denir.
ya da yönelimleri düşünselolanlar Çoğunluk ortak çıkarı gözeterek
ve eylemsel olanlar diye ikiye ayı­ egemen oluyorsa buna tüm yöne-
rabiliriz. İnsan, sürekli tasarlayan timbiçimlerinde ortak olan adı ve­
bir varlık olmakla her zaman bir yö­ ririz: cumhuriyet.” Aristoteles’e gö­
nelim içindedir. Her yönelim bir ta­ re krallığın sapmış biçimi tiranlık,
sarıyı ve bir istemli çıkışı gerekti­ soyluluğun sapmış biçimi oligarşi,
rir. İstemsiz yönelimler kadar iyi cum huriyetin sapm ış biçimi de­
tasarlanmamış yönelimler de ayrı mokrasidir. Montesquieu üç yöne­
yolda kalmaya mahkumdur. Ancak tim biçimi belirledi: despotluk, mut-
“istem”le “yönelim”i birbirine ka­ lakyönetim, demokrasi. Despotluk
rıştırmamak gerekir. İstem belirgin­ korkuya dayanır ve Doğu’nun bü­
dir, tutarlıdır, inatçıdır; oysa yöne­ yük ülkelerine uygun düşer. Mut-
lim daha az belirgindir hatta bula­ lakyönetim onura dayanır. Filozo­
nıktır. fa göre kendi ülkesi Fransa için en
uygun yönetimbiçimi mutlakyöne-
Y Ö N E T İM B İÇ İM İ (fr. régime-, timdir. Demokrasi iyi bir rejimdir
alm. Regime; ing. regime). Bir dev­ ama küçük ülkelere uygundur. (Bk.
letin toplumsal, siyasal ve iktisadi DEVLET, D EM O K R A Sİ,TO P­
yapılanışı. Roger Martin du Gard LUM)
“Her toplumsal yönetimbiçimi in­
san doğasında iyileşmez biçimde va­ YÖN TEM (lat. methodus', fr. mét­
rolan şeyi kaçınılmaz biçimde yan­ hode; alm. Methode; ing. method).
sıtmaya mahkumdur” diyerek bize Düşünceyi bir amaca yönelten iş­
ülküsel yönetimbiçimlerinin varo- lemlerin toplamı. Öngörülmüş bir
lamayacağını duyurur. M arx’a gö­ sonuca ulaştıran usullerin toplamı.
re üretim ilişkilerini siyasal yöne­ Önceden belirlenmiş bir tasarıma
timler belirlemez, tersine siyasal yö­ göre ortaya konulan ussal işlemler
netimleri üretim ilişkileri belirler. Bu bütünü. Bir araştırmanın en sağ­
yüzden herhangi bir siyasal yöne- lıklı biçimde ve en kısa yoldan ger­
timbiçimini istediğimiz anda gön­ çekleşmesini sağlayan usuller top­
lümüze göre ortadan kaldıramayız. lamı. Zihnin bir doğruyu ortaya ko­
518 Bunun için gerekli iktisadi ve tarih­ yabilmek için izlediği kurallar top­
YÖNTEM

lamı. Yöntem sorunu bilimsel dü­ hip değildir. Onlarda yöntem us­
şüncenin ve felsefi düşüncenin en sallığın bir etkinliği, bir uzantısı, bir
temel sorunudur. Her bilimsel ve uygulama biçimi olarak ortaya ko­
felsefi araştırma yöntemli bir yö­ nulur. Yeniçağ’la birlikte gelişme­
nelimi gerektirir. Çok zaman sanıl­ ye başlayan yeni bilimsel düşünce
dığı gibi yöntem her kapıyı açan bir her şeyden önce yöntemin kendi­
anahtar değildir, onu her araştırma sini tartışm ay a y öneldi. U sun
için genelgeçer olan bir kalıp dü­ işlemlerini ya da mantığın kalıpla­
şünce olarak belirleyemeyiz. Yön­ rını yöntem diye kullanmak, bir
temin koşulları araştırmanın koşul­ başka deyişle sorunları salt usla çöz­
larıyla belirlenmiştir. Her araştırma meye çalışmak bundan böyle ye­
kendi yöntemini gerektirir. “Ger­ terli olmayacaktı. Yeni yöntem kav­
çek yöntemler araştırmanın bir par- rayışının kurucularından biri Fran-
çasıdırlar, araştırmayla onlar araş­ cis Bacon’dır. Bacon doğayla in­
tırmadan önce verilmiş değillerdir, san zihninin ayrı yapılarda olduğu­
ortaya çıkarlar; çünkü bir devinimin nu bildirir. Filozofa göre bu iki şey
yönü devinimden nasıl ayrı değilse ayrı yapılarda olmakla apayrı özel­
bu yöntemler de araştırmadan ayrı likler gösterirler. İnsan zihni belli
değillerdir. Bir bilimin yöntemi, koşullar altında doğayı tanıyabilir.
yaşayan bilim bu devinimin kendisi Böylece Bacon yöntem sorununu
olduğuna göre, onun deviniminin köklü bir biçimde ele almış olur.
yönünden başka bir şey değildir” Ona göre bilgi edinmenin tek yolu
(Charles Lalo). Aristoteles M.Ö. doğaya yöntemle yönelmektir. Bu
IV. yüzyılda “Şeyleri incelemek için yolda Bacon yeni bir mantık ge­
tek bir yöntem yoktur” diyordu. liştirmeye yönelir ve Aristoteles’in
Araştırmanın karmaşıklığı ölçüsün­ Organon’una karşılık Novum or-
de yöntem bir zorunluluk olur. O ganum ’u yazar. B acon’in öngör­
durumda yöntem karmaşık yapıyı düğü yeni yöntem somuta yönele­
sınıflamalarla yalına indirgemenin, cek, skolastiğin hor gördüğü tek-
böylece çözümü kolaylaştırmanın tek şeylerin bilgisinden evrensel bil­
yollarını gösterecektir. Eski felse­ giye yükselmeye çalışacaktır. Ba­
felerde yöntem kaygısı Sokrates’le con’m çağdaşı ve ardılı olan Des-
başlar. Sokrates tartışm alarında cartes yöntem sorununu köklü bir
y a n lışa d ü şm em ey e, d oğru y u biçimde ele aldı. Yöntem Descar-
özenle bulup çıkarmaya çalışıyor­ tes’da doğruya ulaşmanın birinci
du. Platon diyalektiğini temellendi­ koşuludur. Descartes’çı yöntem an­
rirken belli bir yöntem kavrayışı ge­ layışının kökeninde usu iyi kullan­
tirdi, tümevarımı ve tümdengelimi ma düşüncesi vardır. Bu konuda
tanımladı. Ne olursa olsun eskiçağ Descartes şöyle der: “İyi yargıla­
düşüncelerinin hiçbiri gerçek an­ ma ve doğruyu yanlıştan ayırabil­
lamda bir yöntem kavrayışına sa­ me gücü tam tamına us ya da sağ-
YÖNTEM

duyu diye adlandırdığımız gilç el­ XVII. yüzyılın bir özelliğidir. An­
bette tüm insanlarda eşittir; ayrıca cak bazen y ap ıld ığ ı gibi D e s­
görüşlerimizin çeşitliliği bazı görüş­ cartes’in yöntemini matematiksel
lerimizin bazı görüşlerimizden da­ yöntem diye belirlemek yanlış olur.
ha ussal oluşundan gelmez, düşün­ Descartes’ın yöntemi apaçık olana
celerimizi değişik yollardan götürü­ ulaşm ayı öngörür: apaçık olan,
yor olmamızdan ve aynı şeyleri ele doğruluğu tartışılmaz olandır. Apa­
almıyor olmamızdan gelir. İyi bir çık bilmediğim, apaçık görmediğim
zihne sahip olmak yetmez, önemli şeyleri doğru diye almamam gere­
olan onu iyi kullanabilmektir. En bü­ kir. Bunun için acelecilikten ve ön­
yük ruhlar en büyük erdemlere sa­ yargıdan özenle kaçınmam gerekir.
hip olacak yetenekte oldukları gibi Ayrıca insan zihni ancak belli bü­
en büyük kötülüklere de sahip ola­ yüklükte bir bütün üzerinde yoğun­
cak yetenektedirler; yavaş yürü­ laşabileceği için inceleyeceğim şey­
yenler daha iyi ilerlerler.” Descar- leri bölerek, parçalayarak, bölüm­
tes’çı yöntem kuşkudan yola çıkar leri ya da parçaları ayrı ayrı ele
ve m atem atik inancına dayanır. alarak incelemem gerekir. Yapılma­
Yöntem üzerine konuşma'da filo­ sı gereken basiti yakalamak, basit­
zof “Doğruyu araştırmak için her ten bileşiğe doğru adım adım iler­
kişi her şeyi yaşamında bir defa lemektir. “Bütün yöntem, bazı doğ­
kuşkuya koymalıdır” der. “Büyük ruları bulabilmek için zihnin bakı­
adam olmadan önce çocuk olduk, şının kendilerine doğru çevrilmesi
o zaman duyularımıza kendini su­ gereken nesnelerin konumundadır.
nan şeyleri gün oldu doğru yargı­ Eğer karmaşık ve karanlık önerme­
ladık gün oldu yanlış yargıladık, leri derece derece en basit öner­
çünkü o zam anlar usum uzu tü­ melere indirgiyorsak ve daha son­
müyle kullanamıyorduk, böylece ra tümünün en basit sezgilerinden
oluşan birçok yargı bizim doğru­ kalkarak aynı derecelerde kendimizi
nun bilgisine ulaşmamızı engelli­ bütün öbür önermelerin bilgisine
yor.” M.S. IV. yüzyılda Aziz Agus- k adar yükseltm eyi den iy o rsak
tinus’un yaptığını, kuşkudan yola yöntemi tam olarak bulmuşuz de­
çıkarak kesinliğe ulaşma deneyini mektir.” Yöntem üzerine düşünmüş
Descartes da yapar ve cogito'ya filozoflardan biri de John-Stuart
ulaşır. Bacon Descartes gibi yap­ Mill’dir. Mili, felsefeden çok bilimi
maz: özel olarak bir kuşkulanma ilgilendiren dört aşamalı bir yön­
deneyine başvurmadan, kuşkudan tem geliştirmiştir: uygunluk yön-
yola çıktığımızda kesinliklere, ke­ temi’nde, açıklanacak olgunun her
sinliklerden yola çıktığımızda kuş­ zaman aynı önselden sonra gerçek­
kulu sonuçlara varacağımızı bildi­ leştiği benimsenir ve öbür durum­
rir. Matematik inancına gelince, o lar değişken olduklarından dışlanır.
520 Descartes çağının, daha doğrusu Bu yöntem ya da yöntemin bu bi­
YÖNTEMBİLÎM

rinci aşaması, gözlemde değişmez cü tablo olan dereceler tablosu’n-


olanın saptanmasını, öbürlerinin da da olay değiştikçe ortaya çıkan
dışlanmasını sağlar. İkinci aşama benzer olaylar belirlenir. Bacon’ın
olan ayrılık yöntem i’nde açıklana­ tablosu da Mili ’in tablosu da tüme­
cak olgunun ortadan kaldırılması varımın dikkatli ve verimli kullanıl­
neden olarak alınan önselin de or­ masıyla ilgilidir. / Spinoza: “Doğ­
tadan kalkması sonucunu getirece­ ruyu araştırmanın en iyi yöntemini
ğinden olgu varolduğunda yapılan bulabilmek için, bu araştırma yön­
gözlemlerin listesi olgu yokoldu- tem ini araştırm am ıza yarayacak
ğunda yapılan gözlemlerin listesiy­ ikinci bir yöntem e, bu yöntem i
le karşı laştınlır, böylece iki ayrı lis­ araştırmak için de üçüncü bir yön­
tede ortak olan durumlar dışlanır. teme ve onun için de başka bir
Eşzamanlı değişimler yöntem i'n- yönteme gereksinmem iz yoktur;
de olgunun her değişimi için deği­ böyle yapmakla hiçbir zaman doğ­
şen ya da değişmeyen eşzamanlı runun bilgisine varamayacağımız
koşullar belirlenir ve değişmeden gibi, herhangi bir bilgiye de vara­
kalanlar dışlanır; açıklanacak olgu­ mayız. (...) Anlık doğuştan gücüyle
daki değişim önsel nedendeki ben­ düşünsel araçlar oluşturur, onlara
zer değişimleri getirecektir. Dör­ dayanarak başka düşünsel yapıtlar
düncü aşama olan artıklar yönte­ oluşturma yolunda güçlerini artırır,
mi, etkisi bilinen koşulların dışlan­ bu güçlerle başka araçlar elde eder
masından sonra bir olgunun açık­ yani araştırmasını daha ileriye gö­
lanmamış olan yüzünün ortaya ko­ türme gücünü elde eder, böylece
nulmasıyla ilgilidir. Önceki tüme­ gelişimini sürdürür, sonunda bilge­
varımlarla bir olgunun bilinir kılı­ liğin doruğuna ulaşır.” (Bk. DİYA­
nan yönü çıkarıldıktan sonra olgu­ LEKTİK, FELSEFE)
nun geriye kalanı kalan önsellerin
nedeni olarak belirlenir. MilPin XIX. Y Ö N TEM B İLÎM (fr. méthodo­
yüzyılda çizdiği bu deney tablosu logie', alm. Methodologie', ing. met-
XVII. yüzyılda B acon’ın çizdiği hodology). Mantığın bilimsel araş­
tablonun geliştirilmiş bir biçimidir. tırma yöntemlerini ele alan bölümü.
B acon’a göre olguların arasından Yöntembilim çeşitli bilimlerin yön­
doğa yasalarını okuyabilmemiz için temlerini a posteriori olarak yani
üç tablo yasası’nı kullanmamız ge­ deneyle ve uygulamayla bağlantısı
rekir. Birinci tablo olanlar tab­ içinde ele alır. Biçimsel mantık yar­
losu' dur, burada bir olayın gerçek­ gının ya da usavurmanın yapısını a
leşmesi sırasında ortaya çıkan du­ priori olarak ayrıştırırken, yöntem­
rumlar gözlemlenir. İkinci tabloda, bilim her zaman ilgilendiği uygula­
olmayanlar tablosu'nda olayın ol­ malı düşünce biçimlerini araştırır.
madığı zam anlarda ortaya çıkan Demek ki yöntembilimci bir bilim
benzer olaylar gözlemlenir. Üçün­ alanında geçerli olan ya da o sıra
YÜCE

kullanılmakta olan yöntemlerin de­ değerdir. O çok zaman doğayla il­


ğerlendirilmesini yapmakla yüküm­ gili bir izlenimde kendini gösterir.
lüdür. Yöntembilim elbette çağdaş “Yüceyi biz doğanın bir düşüncesi
düşüncenin açmış olduğu bir ça­ gibi sezeriz” der Jean Prévost. Yü­
lışma alanıdır. Felsefe tarihinde yön- ce çok zaman gülünç olanla karşıt­
temli düşünme çabası Sokrates ka­ laştırılır. Yüce olan, kendisine gü-
dar eski de olsa yöntem üzerine dü­ lemediğimiz şeydir. “Yüceyle gü­
şünceler ancak Bacon’la ve Des­ lünç arasında ve gülünçle yüce ara­
cartes’la başlamıştır. Yöntem kav­ sında bir adımlık yol vardır” diye­
rayışından yöntembilim kavrayışı­ rek Th. Payne bu iki kavramı bir­
na doğru ilerleyiş özel bilimlerin a- birine yaklaştırır. Güzelle yüce ara­
payrı çalışma alanı oluşturmasın­ sında her zaman bir yakınlık seze­
dan sonra olmuştur. Yöntembilimin riz. Güzel olanda yüceyi duyuran,
yöntemi ya da yöntemleri sorunu­ yüce olanda güzeli andıran bir şey­
na gelince, bu sorun yöntembili­ ler vardır. Yüce gibi güzel de gü-
min en temel sorunu olacaktır. (Bk. lünç’le karşıtlaşır. “Güzel tanrısal­
YÖNTEM) dır, yüce insanidir” der Théodore
Jouffroy. Amiel’e göre “Güzel, yü­
YÜCE (fr. sublime; aim. Erha- ceden üstündür, çünkü süreklidir
bene; ing. sublime). Olağan olanı ve doymak bilmez; yüce görelidir,
aşan. Sıradan olamayan. Yüksek geçicidir ve katıdır” . Théodore
durumda olan. Ulaşılamayacak ka­ Juffroy yücenin tem eline “kav-
dar yüksekte bulunan. Yüksekliğiy­ ga”kavramım koyar, yüceyi gelişi­
le bize korku ve heyecan veren. mi engelleyenlerle yıkışmakta olan
Burke, A plilosophical inquiry in­ güç diye anlar. Voltaire’e göre in­
to the origin o f our ideas o f the san duyarlı değilse her zaman yü­
sublime and beatiful (Yüceyle ve cedir. “Kötülük gibi yüce de bula­
güzelle ilgili fikirlerimizin kökeni şıcıdır” der Balzac. Yüce üzerine
üzerine felsefi bir araştırma) adlı en geniş ve köklü çalışma Kant’ın
incelemesinde “yüce”yi ruhun du­ 1790’da yayımlanan ünlü Kritik der
yabileceği en yüksek heyecan diye Urteilskraft (Yargıgücünün eleşti­
tanımlar: “Herhangi bir biçimde acı risi) adlı yapıtının bir bölümüdür.
ve tehlike fikri yaratabilen yani şu Kant bu yapıtında güzelden sonra
ya da bu biçimde korku duyurabi­ yüceyi tartışır, onu da güzel gibi
lir ya da korkunç nesnelerle ilgili beğeni yargısına bağlar. Yüce bize
olan ya da şiddete benzer bir biçim­ hiçbir aracı kavramı gerektirmek­
de davranan her şey yücenin kay­ sizin doğrudan doğruya haz verir
nağıdır yani ruhun duyabileceği en ve bu yanıyla güzele benzer. Gü­
yüksek heyecanı yaratandır.” Yü­ zelde sınırlılık belirginken yüce in­
ce, her zaman bizi aşan şeydir, bi­ san kavrayışını aşacak biçim de
522 zim için erişilmez ya da uzakta olan sonsuza açılır. Bu yüzden sonsuz
YÜKSEKLİKDUYGUSU

ve smırsız yüce anlıkla değil usla gilidir. Th. Kammerer şöyle der:
ilgilidir. Her zaman imgelemi zor­ “Yüceltme bir çatışkının çözümü gi­
layan yüce öznelliğin bir ürünüdür bi görünür ve genellikle kişiye bas­
yani nesneden değil ruhtan gelir. tırmadan ve sinirlilikten kaçma ola­
“Tüm duyu ölçülerini aşan ruhun nağı verir.” (Bk. SAVUNMA DÜ­
bir yetisinin göstergesi” der Kant ZENEKLERİ)
onun için. Yüce bazen matematik
büyüklükle, bazen de güçlülükle il­ YÜ K LEM (lat. praedicatum; fr.
gilidir. Yüksek dağlar karşısında prédicat', aim. Pradikàf, ing. pre­
duyduğumuz yücelik duygusu ma­ dicate). Bir önermede ya da bir yar­
tematiksel, gök gürültüsü karşısın­ gıda özneyi olumlayan ya da olum-
da duyduğumuz yücelik duygusu suzlayan öge. (Bk. BAĞINTI)
güçseldir. (Bk. GÜZEL)
Y Ü K S E K L İK D U Y G U S U (fr.
Y Ü C E L T M E (fr. sublim ation; sen tim en t de supériorité; aim.
alm. Sublimierung', ing. sublima­ Ü b e rle g e n h e itsg e fü h l; ing.
tion). Bazı aşağı duyguların bazı su p erio rity com plex). K endini
yüce duygulara dönüştürülmesi. İç­ yüksek görme duygusu. Yükseklik
güdüsel bir enerjinin yüksek bir duygusunu Adler belirledi, onun
amaca dönüştürülmesi. Terimi ilk aşağılıkduygusunun bir biçimi ya
olarak Freud kullandı. Freud, in­ d a onu b a s tırm a k la ya da
sanın gerçekleştirmek istemediği gizlemekle ilgili bir tutum olarak
bir takım doğal eğilimlerin yerine gösterdi. Bu duygunun hastalıklı
toplumsal ve ahlaki anlamda yüce biçimlerini üstünlük karmadığı diye
olan değerler koyduğunu gözlem­ adlandırdı. Adler, Yaşamın anlamı
ledi. Karmaşık cinsel sorunları olan adlı kitabında şöyle der: “Tanıtlamış
bir kişinin kendini sanata vermesi olduğum gibi yükseklikduygusu
ona göre bir yüceltmeden başka bir g en e llik le b irey in tu tum unda,
şey değildi. Şiddete eğilimli kişile­ özyapı özelliklerinde ve görüşünde
rin adam bıçaklayacak yerde cer­ kendini gösterir, bu birey kendi
rah olmayı seçmeleri de bir yücelt­ özel yeteneklerine ve insanlık
me edimiydi. Yüceltme kişinin top­ o rta la m a sın ı aşan g ü ç le rin e
lumsal yaşama uyabilmesi için çok inanmıştır. Bu arada kendiyle ve
önemlidir. P. Bovet’nin belirlediği başkalarıyla ilgili abartısız istekleri
gibi yüceltmeyi ruhbilimden çok vardır. Dış görünüşle ilgili olarak
hekimlikle ve pedagojiyle ilgili gör­ övünme ve süslülük görülür, dış
mek doğru olur, o her zaman bir görünüş özenli ya da döküntüdür,
değer yargısını gerektirir ve gide­ giyim acaiptir, kadınlarda aşırı
rek ahlaki bir değer kazanır. Bu çer­ erkeksi tav ır, erk ek lerd e aşırı
çevede aşağı duygular diye belirle­ k a d ın sı ta v ır göze ça rp ar;
diğimiz şey daha çok cinsellikle il­ küçümseme, taşkınlık, züppelik,
YÜREK

palavracılık, despot davranışları, hayranlık gibi duygusal abartmalar;


ö z e llik le b e lirle y ic i o lara k a lışk a n lık d u ru m u n a gelm iş
tan ıtlad ığ ım d eğerini düşürm e kahkahalarla gülme, kaçak bakışlar,
eğilimi, kahramanlara aşırı bağlılık, b ir k o n u şm ay ı d in le m e k te
önemli kişiliklerle bir arada olma, dikkatsizlik, konuşma konusundan
zayıfları, hastaları, önemsiz kişileri uzaklaşıp kendine kapanma, ikide
yönetme eğilimi, üstün özelliklere bir basmakalıp bir kendinden geçme
önem verm e, değerli görüşleri d u ru m u g e n e llik le y ü k se k lik
kötüye kullanm a, başkalarının karm aşığına varan bir aşağılık-
değerini düşürücü fikir akımlarını duygusunun belirtileridirler.” (Bk.
kötüye kullanma dikkat çeker ve AŞAĞELIKDUYGUSU)
bu y ükseklikduygusunu ortaya
çık arm ay a yarar. A yrıca öfke, YÜ R EK Bk. GÖNÜL.
in tik a m a rz u su , acı çekm e,

524
ZAM AN (lat. tempus\ fr. temps\
z umutsuzluğun, sıkıntının zamanı­
alm. Zeit\ ing. time). Önce ve son­ dır. Nesnel zaman ya da işlevsel za­
ra kavrayışı içinde ele alınan süre. man niceliksel zamandır, ölçülebi­
Ardarda gelişin sezgisi ya da fikri. lir zamandır. / Ovidius: “Zaman her
Önceki olayla sonraki olay arasın­ şeyi yer bitirir.” / Cervantes: “Za­
da kalan dönem. Sürekli değişimin mana zaman tanım ak gerekir.” /
ölçülebilir bilgisi. Olayların birbiri­ Rabelais: “Zaman her şeyi olgun­
ni izlediği biryapılı ortam. Descar- laştırır, zamanla her şey açıklığa ka­
tes zamanı sürenin düşünülmüş bi­ vuşur, zaman doğrunun babasıdır.”
çimi diye tanımlıyordu. Leibniz’e / Comeille: “Zaman büyük bir us­
göre zaman “birbirini izleyen olgu­ tadır, çok şeyi düzene koyar.” /
ların düzeni”dir. Kant’agöre zaman Pascal: “Zaman acıları ve çekişme­
bizde izlenimleri olası kılan bir özel leri giderir.” /Theophastos: “En bü­
koşuldur, duyarlılığın a priori bir yük harcama zaman yitirmektir.” /
biçimidir, “tüm izlenimlerin teme­ Goethe: “Zamanı iyi kullanırsan za­
linde yer alan zorunlu bir sunum­ man her zaman vardır.” / Thales:
dur”, buna göre “ayrı zamanlar tek “Zaman her şeyi aydınlatır.” / Pin-
bir zamanın parçalarından başka bir dare: “Zaman dürüst insanların en
şey değillerdir” . Zaman bazen sü- iyi kurtarıcısıdır.” / Perikles: “Za­
re’yle eşanlamlı alınır, bazen de süre man öğüt verenlerin en bilgesidir.”
zamanın bir parçası olarak düşü­ / Euripides: “Zaman her şeyi açığa
nülür. Bergson süreyi gerçek za­ çıkarır; o sormadan söyleyen bir
man olarak belirler. Filozofa göre, gevezedir.” / Philon: “Zaman ru­
öbürü, matematiksel zamandır ya hun hekimidir.” / Epiktetos: “İncir
da ölçülebilen zamandır. Daha ge­ ağacının meyvası bir anda olgun­
nel çerçevede öznel zamanı nesnel laşmaz.” / Baudelaire: “Ey acı! Ey
zamandan ayırabiliriz. Öznel zaman acı! Zam an yaşam ı yiyor,- Ve
ya da varoluşsal zaman yaşanılan y ü re ğ im izi k em ire n k a ra n lık
zamandır, beklemenin, umudun, düşm an - Y itird iğ im iz k a n la 5 2 5
büyüyor besleniyor.”(Bk. SÜRE, alanında büyük kolaylıklar sağlar­
UZAM) ken zekayı bir ölçüde de olsa geliş­
tirebilme çabalarına katkıda bulun­
ZEK A (lat. intelligentia; fr. intel- maktadır. Her kişi zihnini geliştire­
l\g en ce\ alm . In tellig en z\ ing. rek zekasını bir ölçüde ilerletebilir,
intelligerıce). Durumlarla ve ilişki­ ancak geri bir zeka düzeyinden ile­
lerle ilgili belirtileri kavrama yetisi. ri ya da ortalama bir zeka düzeyine
Tanıma, bileştirme, ayrıştırma, seç­ ulaşma olasılığı yoktur. Kişilerin ze­
me y e tisi. Z ek a V icom te de ka ortalaması'm bulmak için zeka
Bonald’ın belirlediği gibi “Nesne­ yaşını gerçek yaşa bölmek gerekir.
ler arasındaki doğru ve gerekli iliş­ On yaşında bir çocuğun zihni zeka
kileri görebilme yetisi”dir. Zeka testlerine göre on iki yaş düzeyin­
kavramı düşüncenin tarihsel geli­ deyse bu çocuğun zeka ortalaması
şimi boyunca değişik anlamlar al­ 1.20’dir (12/10=1.20), genellikle
mıştır. Eski felsefede zeka hemen bu sonuç yüzle çarpılarak kullanılır
hemen zihnin tüm işlevlerini karşı­ ve verdiğimiz örnekteki çocuğun
lardı, düşünsel yaşamın tüm edim­ zeka ortalaması 120 olarak belir­
lerini içerirdi. Zamanla bu terim zih­ lenmek gerekir. (Bk. DÜŞÜNCE,
nin yalnızca kavrayışla ilgili edim­ RUHBİLİM)
lerini karşılar oldu. Zekayı anlıktan
ayıran şey zekanın gidimli düşün­ ZİH İN (fr. esprit; alm. Geist; ing.
ceden çok sezgisel düşünceye ya­ spirit). Ruhun düşünsellikle ilgili
kın oluşudur, ayrıca çağrışımsal ve yanı. Düşünsel gerçeklik. “Zihin”
duygusal düzeyde usdışı öğelere de hemen hemen “ruh”un eşanlamlı­
açık oluşudur. Zeka bir kavrama sıdır. Ruh düşünsel-duygusal bü­
gücü olduğuna göre, kavrayışın hızı tünlüğü karşılarken zihin daha çok
ve derinliğiyle belirlenir. Ne var ki düşünsellikle ilgilidir. (Bk. RUH)
hızlı bir kavrayış yüzeysel olabile­
ceği gibi derinlikli bir kavrayış belli ZO R B A LIK (fr. despotisme\ alm.
bir zamanı gerektirebilir. Zekayı uy­ Alleinherrschaft; ing. despotism).
gulamalı zeka ve kuramsal zeka Baskıcı mutlak yönetim. Tüm erk­
diye ayırmak alışkanlık olmuştur. lerin tek kişide toplandığı yönetim
Kuramsal zeka kavramlara ve ya­ biçimi. Zorbalığı mutlakyönetimler-
salara yönelmeye yatkınken uygu­ le karıştırmamak gerekir. Mutlak-
lamalı zeka somuta yönelmeye yat­ yöneticiler zaman zaman zorbaca
kındır. Elbette bu ayrım bu yetide tutumlar almış olsalar da onlar bir
gerçek bir bölünmeden çok kişile­ takım aracı güçler kullanmışlardır
rin uygulamayla ya da kuramla da­ ve devleti “krallığın temel yasaları”
ha çok ya da daha âz ilgili oluşları­ diye bilinen ilkelere göre yönetmiş­
na bağlıdır. Zekayı ölçmek için dü­ lerdir. Zorbalık her zaman kişinin
zenlenmiş testler eğitim ve meslek istemiyle gerçekleşir. Zorbalığı en
ZORBALIK

iyi tanımlayan Montesquieu olmuş­ ba kendini zorba kılarken köle


tur. “Irmaklar denizde birbirlerine olur.”Öte yandan Louis Blanc top­
kavuşmak üzere akarlar, mutlak- lum sal örgütlenm eyi zorbalığın
yönetimler de zorbalıkta yitip gi­ panzehiri olarak görür: “Bir ülkede
derler” diyerek m utlakyönetim i hiçbir yerde örgütlenmiş güç yok­
zorbalıkla özdeşleştirmiş olan Mon­ sa her yerde zorbalık vardır.” En
tesquieu zorbalığa somut bir ör­ zorba yönetimler örneklerini Eski-
nekle birlikte şöyle bir tanım geti­ çağ’da Yunanistan’da ve Ortaçağ’ın
rir: “Luisiana yerlileri canlan mey- sonlarında İtalya’da gördüğümüz
va isteyince ağacı dipten keserler tiranlık (fr. tyrannie', alm. Tyran­
ve meyvayı toplarlar; işte zorba yö­ nie', ing. tyranny) yönetimleridir.
netim budur.” Filozofa göre “Aşırı Adamlarıyla devleti basıp yetkeyi
eşitlik düşüncesi tek kişinin zorba­ ele geçiren tiranlar soylulara karşı
lığına yol açar”. Fransa’nın ünlü halkın koruyucuları olarak görü­
devrimcisi Jean-Paul Marat zorba­ nürler, sonra tüm toplumu pençe­
lık konusuna biraz karamsar bakar: leri içine alarak acımasız bir yöne­
“Hiçbir yerde özgür olamamak ben­ tim düzeni kurarlar. Tiran her za­
ce insanın kaçınılmaz yazgısıdır: man korkulası kişidir. W illiam
yöneticiler her yerde zorbalığa, Shakespeare’in oyunlanndan birin­
halklar da köleliğe doğru ilerliyor­ de şu sözlerle karşılaşırız: “Bir ti­
lar.” Marquis de Sade zorbalığı in­ ran sizi kurtarmak istedi mi kork­
sanın kökel bir eğilimi sayarak şöyle mak zamanı gelmiş demektir.” Ti­
der: “Bütün insanlar zorbalığa yö­ ranlar her zaman düşürülme kor­
nelebilirler, bize doğanın esinlediği kusu içindedirler, genellikle de'gel-
ilk istek budur.” Victor Hugo zor­ dikleri yoldan giderler, daha doğ­
balığa karşı çıkar, “N e zorbalık ne rusu öldürülürler. Thaïes şöyle der:
şiddet. Yumuşak bir eğimde ilerle­ “Bir tiranın yaşlanmasından daha
mek istiyoruz” der. P. Leroux’ya az görülen bir şey yoktur.” (Bk.
göre zorbanın da işi zordur: “Zor­ ŞİDDET, YASA)

527
DİZİN
İngilizce/Türkçe
Ability Yatkınlık Antecedent Öncel
Abnegation Özveri Anthropocentrism İnsanmerkezdlik
Abnomial Olağandışı Anthropology lnsanbilim
Aboulia İstemsizlik Anthropomorphism İnsanbiçimcilik
Absolute Mutlak Antinomy Çatışkı
Absolutism Mutlakçılık Antithesis Karşısav
Abstract Soyut Anxiety Bunaltı
Abstraction Soyutlama Apathy Duyumsamazlık
Abstractionism Soyutlamacılık Aphorism Özlüsöz
Abstruse Çapraşık Aporia Çıkmaz
Absurd Saçma Apparanœ Görünüm
Accident Raslantı Apperception Üstalgı
Act Edim Apreciation Değerlendirme
Action Eylem Archetyp İlkömek
Activism Edimcilik Argument1 Kanıt
Activity Etkinlik Ait Sanal
Actualism Edimselcilik Artist Sanatçı
Adaptation Uyma Ascetism Çilecilik
Adequate Tamuyar Assertion HerisOrme
Admiration Hayranlık Association Çağrışım
Adolescence Yetişkinlik Associationism Çağnmşıcılık
Aequipollency Eşgeçerlilik Astonishment Şaşma
Aesthetics Estetik Atheism Tanntanımazlık
Affectivity Duygululuk Atom Atom
Affirmation Olumlama Atomism Atomculuk
Agent Etmen Attention Dikkat
Aggregate, aggregation Katışmaç Attribute Oznitelik
Agnosticism Bilinemezcilik A na Esim
Agtaphia Yazmayitimi Autarky Kendineyetme
Agreeable. Hoş Authority Yetke
Agressivity Saldırganlık Autism Kendinekapalılık
Alexia Okumayitimi Autonomy Özerklik
Alienation Yabancılaşma Auto-suggestion Kendiniinandırma
Allegory Biçimsimge Axiology DeğerOğretisi
Ambiguity Kayganlık Axiom Belit
Altruism Özgecilik Backwardness Gerilik
Amnesia Bellekyitimi Barbarism Barbarlık
Analogy Benzeşim Beautiful Güzel
Analysis Ayrıştırma Becoming Oluş
Anarchy Kargaşa Behavior Davranış
Andventitious Dıştan Behaviorism Davranışçılık
Anger 06te Being \brlık
Anguish Boğuntu Being for self Kendiiçin
Animisim Canlıcılık Belief İnanç
Antagonism Uyuşmazlık Blessedness Tammutluluk
Body Beden Continuous Kesiksiz
Body Cisim Contract Sözleşme
Bourgeoisie Burjuvalık Contradiction Çelişki
Break-down Ruhsalçöküntû Contradictory Karşısal
Bureaucracy Bürokrasi Contrary Karşıt
Buridans’s donkey Buridan’ın eşeği Convergency Kesişme
Canon Kanon Conversion Evirme
Capital Sermaye Conviction Kanı
Characteristic Belirleyici Corpuscle Cisimcik
Caste Kast Correlation Bağlılaşım
Casuistry BilinççözOmlemesi Cosmogony Evrendoğum
Categorical Koşulsuz Cosmology Evrenbilim
Category Kategori Creation Yaratma
Causality Nedensellik Criterion Ölçüt
Cause Neden Criticism Eleştiricilik
Certitude Kesinlik Critique Eleştiri
Change Değişim Crowd Kalabalık
Character Özyapı Culture Kültür
Childhood Çocukluk Custom Alışkı
Civilisation Uygarlık Death Ölüm
Claim HakOnerme Debility Ahmaklık
Clan Klan Decision Karar
Class Sınıf Deduction Tümdengelim
Classicism Klasiklik Definition Tanımlama
Classification Sınıflama Deism Yaradancılık
Clear Açık Delirium Çılgınlık
Collectivism Ortaklaşmacılık Dementia Bunama
Common Ortak Democracy Demokrasi
Communication İletişim Demonstration Gösterme
Communism Komünizm Deontology Ödevbilgisi
Community Topluluk Dereliction Bırakılmıştık
Comparaison Karşılaştırma Description Tanıtlama
Compensation Dengeleme Desire Arzu
Complex Karmaşık Despotism Zorbalık
Complex Karmaşık Determinate, definite Belirli
Comprehension Içlem Determination Belirleme .
Concept Kavram Determinism Belirlenimcilik
Conception Kavrayış Development Gelişim
Conceptualism Kavramcılık Dialectic Diyalektik
Concrete Somut Didactics Öğretici
Condition Koşul Difference Ayrım
Conditioned Koşullanmış Dignity Değerlilik
Conflict Çatışma Dilemma İkilem
Conformism Tutuculuk Dimension Boyut
Confusion Bulanıklık Discontinuous Kesikli
Conjunctive Bitiştirici Discursive Gidimli
Consciousness Bilinç Disjunction Ayrıklık
Consequence Vargı Dissimulation Gizleme
Consequent Ardıl Dissolution Dağılışım
Consistency Tutarlılık Distinct Seçik
Contemplation lçselbalaş Distraction Dağılma
Content İçerik Division Bölme
Context Bağlam Division of labour İşbölümü
Contingency Olumsallık Doctrine Öğreti
530
Dogma Dogma Excitation Uyarım
Dogmatism Dogmacılık Exhibitionism Sergilemecilik
Domain llgialam Existence Varoluş
Doubt Kuşku Existentialism Varoluşçuluk
Dream Düş Exoteric Dışrak
Dreaming Düşlem Experiment Deneyim
Drive, urge İçtepi Experimentation Deney
Dualism İkicilik Explicit Dışsal
Duration Süre Expression Anlatım
Duty Ûdev Extension Uzam
Echolalia, echochasia Yankılama Extention Kapsam
Eclecticism Seçmecilik Externalization Dışlaşma
Economism İktisatçılık Extravasion Dışadönüklük
Economy controlled Gûdümcülûk- Extreme Uçterim
güdümlü iktisat Fabulation Masallama
Ecstasy Coşku Factor Etken
Education Eğitim Faculty Yeti
Efficacy Etkililik Faith İnan
Effort Çaba Faith-philosophy İnancılık
Egoaltmism Benözgecilik Family Aile
Egocentrism Beniçincilik Fanaticism Darkafalılık
Egoism Bencillik Fancy îmgegücü
Element Oge Fatalism Yazgıcılık
Emanation Türüm Fatality Yazgı
Emotion Heyecan Fault Yanlış
Empirism Deneycilik Fear Korku
Emptiness, void Boşluk Fechner’s law Fechner yasası
Encyclopedia Ansiklopedi Feeling İzlenim
End, purpose Erek Fetishism Tapıncakçılık
Enlightment Aydınlanmacılık Feudalism Feodallik
Enthusiasm Coşkunluk Field Alan
Enthymeme Örtüktasım Finalism Erekçilik
Entity Bütünlük Finality Ereklilik
Environment Çevre Foresight Öngörü
Epistemology Bilgibilim Forgetting Unutuş
Equality Eşitlik . Form Biçim
Equity Denkserlik Formalism Biçimcilik
Equivalency Eşdeğerlilik Freewill Özgürseçiş
Equivocal Çokanlamlı Friendship Dostluk
Eiror Yanılgı Frustration Yoksunluk
Eschatology Erekbilgisi Function İşlev
Esoteric İçrek Functional İşlevsel
Essence Ûz Functionalism İşlevcilik
Ethnography Budunbilgisi Fundation Temel
Ethnology Budunbilim Futurism Gelecekçilik
Etiology Nedenbilim Gemus Cins
Eudaemonism Mutçuluk General Genel
Euphory Esenlikduygusu Generalization Genelleştirme
Evhemerism Evhemeros’çuluk Generation Kuşak
Evidence Apaçıklık Genesis Oluşum
Evil, wrong Kötü-kötülük Genius Deha
Evolution Evrim Given \feri
Evolutionism Evrimcilik Gnosiology Bilgiaraştırması
Exact Dosdoğru Gnosticism Bilinircilik
531
God Tanrı Improvisation Doğaçlama
Good İyi Impulse İtki
Good sense, right sense Sağduyu Inclusion İçerilmişlik
Greatness Büyüklük Indefinite Belirsiz
Group Küçüktopluluk Indeterminism Belirlenmezcilik
Habit Alışkanlık IndiSèrenDe İlgisizlik
Hallucination Sanrı Individual Birey
Happiness Mutluluk Individualism Bireycilik
Harmony Uyum Individuation Bireyleşme
Heart Gönül Induction Tümevanm
Hedonism Hazcılık Inertia Eylemsizlik
Heredity Kalıtım inferiority complex Aşağılıkduygusu
Hermetism Kapalılık Infinite Sonsuz
Heterogeneous Çokyapılı Influence Etki
Heteronomy Dışerklik Infrastructure Altyapı
Heuristic Bulgulama Insanity Delilik
Historicity Tarihsellik Insolvency Eksikkalı;
Historism Tarihselcilik Inspiration Esin
History Tarih Instability Değişkenlik
Homogeneous Biryapılı Instant, moment An
Humanism İnsancılık Instinct İçgüdü
Humanity İnsanlık Institution Kurum
Hylmorphism lkiilkecilik Instrumentalisme Araççılık
Hylozoism Canlımaddecilik Intellectual Aydın
Hyperaestesia Aşırıduyarlılık Intellectualism Düşünselcilik
Hypermnaesia Aşınanımsama Intelligence Zeka
Hypnosis Yapayuyku Intelligible Düşünülür
Hypothesis \fcrsayım Intention Yönelim
Hysteria Histeri Intentionality Yönelgenlik
Idea Fikir Introspection İçebakış
Ideal Ülkü Introversion İçedönüklük
Idealism Ülkücülük Intuition Sezgi
Identification, identifying özdeşleşme Intuitionism Sezgicilik
Identity Özdeşlik Involition Gerievrim
Ideology İdeoloji Irony Alay
Idiocy Aptallık Irrationrial Usdışı
Illation Çıkaısama-çıkanm Isomorphism Eşbiçimcilik
Illogical Mantıkdışı Jealousy Kıskançlık
llluminism Meczupluk Joy Sevinç
Illusion Yanılsama Judgement Yargı
Image İmge Justice Adalet
Imagination İmgelem Katharsis Anııma
Imbecility Alıklık Kenlore Bilgikuramı
Imitation Öykünme Knowledge Bilgi
Immanence İçkinlik. Labour Emek
Immanent İçkin Language Dil
Immaterialism Maddesizcilik Law Yasa
Immediate Dolaysız Learned man Bilgin
Immoral ism Ahlaksızcılık Liberalism Özgürlükçülük
Immortality Ölümsüzlük Liberty Özgürlük
Imperative Buyurucu Life Yaşam
Implication İçerme Limit Sınır
Implicit İçsel Linguistics Dilbilim
Impressionism İzlenimcilik Logic Mantık
532
Narcissism Narkissos’çuluk
Nation Ulus Logicism Mantıklaştıncılık
Nativism Doğuştancılık Love Aşk
Natural Doğal Macrocosm Büyükevren
Naturalism Doğalcılık Magic, spell Büyü
Natue Doğa Maieutics Doğurtma
Naturism Doğacılık Major Büyükönerme
Necessity Gereklilik Major Büyükterim
Need, requirement Gereksinim Man İnsan
Negation Olumsuzlama Mania Mani
Nekrophilism ölüsevme Manichaeism Manicitik
Neurosis Sinirlilik Manners Görenek
Nihilism Hiççilik Masochism Mazohizm-mazoşizm
Nominalism Adcılık Materialism Maddecilik
Non-being Hiçlik Matter Madde
Non-ego Benolmayan Maxim Özdeyiş
Norma] Olağan Me, myself Ben
Object Nesne Mechanisms of defence Savunma düzenekleri
Objective Nesnel Mechanism Mekanikçilik
Obscurantism Karanlıkçılık Mediation Aracılık
Obscure Karanlık Megolomania Büyüklükduygusu
Observation Gözlem Melancholia Melankoli
Obsession Takıntı Memory Bellek
Occasionalism Aranedencilik Mentality Anlayış
Occultism Gizlibilimcilik Mercantilism Kazanççılık
Omnipotence Tamgüçlulük Metaphysics Metafizik
Omniscience Tambilirlik Method Yöntem
Ontogenesis, ontogeny Bireyevrimi Methodology Yöntembilim
Ontologism Vartıkbilimcilik Microcosm Küçükevren
Ontology Varlıkbilim Middle Ortam
Opinion Görüş Middle terme Ortaterim •
Optimism İyimserlik Minor Küçükûnerme
Order Düzen Minor Küçüklerim
Organicism Organcılık Miracle Mucize
Origin Kök Mobile Dürtü
Original Özgün Modality Kiplik
Other Başkası Mode, mood Kip
Overtaking Aşma Monade Monad
Paidology Çocukbilim Monadism Monadcılık
Pain Aa Monadology Monadoloji
Palingenesis Çevrimcilik Monarchy Mutlakyönetim
Pancosmism Hepevrendlik Monism Tekçilik
Panentheism Heptanndacılık Monotheism Teklanncılık
Panpsychism Hepıuhsallık Moral Ahlak
Pantheism Heptanncılık Moralism Ahlakçılık
Parallelism Koşutçuluk Morphology Biçimbilim
Paramnesia Yenidenyaşama Motive Güdü
Paranoia DOzenliçılgınlık Movement Devinim
Participation Katılma Mutation Değişinim
Particular Özel Mystery Gizem
Passion Tutku Mysticism Gizemcilik
Passion Edilim Mythe Mitos
Passivity Edilginlik Mythology Mitoloji
Peace Barış Mythomania Masalcı!ık
533
Pedagogy Pedagoji Providence Kayra
Perception Algı Psychanalysis Ruhaynştuması
Perceptionism Algıcıltk Psychasthenia Ruhsalbitiklik
Peripatetics Peripatetikler Psychical Ruhsal
Person Kişi Psychologism Ruhbilimcilik
Personalism Kişilikçilik Psychology Ruhbilim
Personality Kişilik Psychosis Ruhsal bozukluk
Perspectivism Bakışçılık Puberty Erginlik
Pessimism Kötümserlik Puluralism Çoğulculuk-çokçuluk
Phenomenalism Olguculuk Pure An
Phenomenology Olgubilim Quality Nitelik
Phenomenon Olgu Quantitiy Nicelik
Philanthropy Insanseveriik Question Soru
Philosopher Filozof Quietism Dingincilik
Philosophy Felsefe Quintessence Beşinciöz
Phrenology Kafâyonmu Race Irk
Phylogenesis Türevrimi Racism Irkçılık
Physics Fizik Radicalism Köktencilik
Play Oyun Rationalism Usçuluk
Pleasure He Reactionary Gerici
Plural Çoğul Real Gerçek
Political economy Toplumsal iktisat Realism Gerçekçilik
Polysyllogisim Çoklutasım Reality Gerçeklik
Polytheism Çoktanncılık Reason Us
Populism Halkseverlik Reasoning Usavurma
Positivism Olumculuk Receptivity Alırlık
Possession İyelik ■ Reciprocity Karşılıklılık
Possibility Olanak Recurrency Dönüşlülük
Postulate Konut Redintegration Toptananılış
Power Güç Reduction İndirgeme
Practice Uygulama Reflection Düşünme
Pragmatism Pragmacılık Reflex Tepkime
Predicate Yüklem Refutation Çürütme
Preestablished harmony öncesel uyum Regime Yönetimbiçimi
Prejudice Önyargı Regression Gerileme
Prelogical Mantıköncesi Reincamalion, palingenesis Yenidencisimleşme
Premiss öncül Relation Bağıntı
Prenotion İlkbilgi Relation İlişki
Primary İlksel Relatism Görecilik
Primitive İlkel Relative Göreli
Principle İlke Relativity Görelilik
Principle of sufficient reason Yeter neden ilkesi Religion Din
Probabilism Olasıcılık Remembrence Ara
Probability Olasılık Reminiscense Anımsama
Problem Sorun Representation Sunum
Process Süreç Repression Bastırma
Production Üretim Resemblance Benzerlik
Profane Dindışı Resolution Çözümleme
Progress İlerleme Respect Saygı
Projection Yansıtma Responsability Sorumluluk
Proletariat Proletarya Revelation Açınım
Proper Özgü Reviving Yaşamadönüş
Properly, propriety Mülkiyet Revolt Başkaldırma
Pfoposition önerme Revolution Devrim
534
Right Hukuk Stage Evre
Romanticism Duyguculuk State Devlet
Rule Kural State Durum
Rythm Ritm State control Devletçilik
Sacred Kutsal Stimulus Uyaran
Sadism Sadizm Structuralism Yapısalcılık
Sadomasochism Sadomazoşizm- Structure Yapı
sadomazohizm Subaltern Altık
Safety, salvation Kurtuluş Subconsciousness Bilinçaltı
Salary Ücret Subcontrary Altkarşıt
Sanction Yaptırım Subject özne
Satisfaction, fulfilment Doyum Subjective Öznel
Scepticism Kuşkuculuk Subjectivism Öznelcilik
Scheme Şema Sublimation Yüceltme
Schizophrenie Şizofreni Sublime Yüce
Scholastik Skolastik Subordination Altasııalama
School Okul Substance Töz
Science Bilim Substrate Dayanak
Scientism Bilimcilik Subsumption Altakoyma
Selection Ayıklanma Suicide İntihar
Self Kendinde Superiority complex Yükseklikduygusu
Self-love Özsevgisi Superman Üstinsan
Semantics Anlambüim Superstition Boşinanç
Semiology Belirti bilim Superstructure Üstyapı
Sensation Duyum Surplus value Arbkdeğer
Sense Duyu Surrealism Gerçeküstücülük
Sensibility Duyarlılık Syllogism Tasım
Sensible Duyulur Symbol Simge
Sensualism Duyumculuk Symbolism Simgecilik
Sentiment Duygu Symmetry Bakışımlılık
Sexuality Cinsellik Syncretism Birleştirmecilik»
Sign Belirti Synergy Eşişlevlilik
Simple Basit Synthesis Bileşim
Singular Tekil System Dizge
Slave Köle Target Amaç
Slaveiy Kölelik Taste Beğeni
Sociability Toplumsalltk Tautology Eşsöz
Socialism Sosyalizm Technics Teknik
Society Toplum Teleology Erekbilim
Sociologism Toplumbilimcilik Temperament Mizaç
Sociology Toplumbilim Tendency Eğilim
Solidarity Dayanışma Tenstion Gerilim
Solipsism Tekbencilik Terror Şiddet
Sophism Bilgicilik Theism Tanrıcılık
Sophist Sofist Theocracy Dinciyönetim
Soul Ruh Theodicee Tannaıaştirması
Space Uzay Theology Tanrıbilim
Species Tür Theoretic Görümcü
Specific Özgül Theory Kuram
Specification Özgülleştirme Theosophy Ermişlik
Speculation Kurgu Thesis Sav
Spirit Zihin Thing Şey
Spiritualism Ruhçuluk Thought Düşünce
Spontaneity Kendiliğindeni ik Threshold Eşik
Time Zaman Understanding, intellect Anlık
Timidity Pısırıklık Uneasiness, restlessness Kaygı
To explain Açıklamak Universal Evrensel
To ground, to1found Temellendirmek Universalism Evrenselcilik
Toleration, tolerance Hoşgörü Universe Evren
Totalitarian Bütüncü Useful Yararlı
Totality Bütünsellik Utilitarianism Yararcılık
Totem Totem Utopia Ütopya
Tradition Gelenek Validity Geçerlilik
Traditionalism Gelenekçilik \felue, worth Değer
Transcendence Aşkınlık 'Ariation Çeşitleme
Transcendent Aşkın Velleity Gelgeçistek
Transcendental Aşkınsal Veracily Doğruculuk
Transcendentalism Aşkmcılık \feibalism Boşsözcülük
Transference, transfer Geçişim Verification Doğrulama
Transformation Dönüşüm Vicious circle Kısırdöngü
Transfbrmism Dönüşümcülük Virtuality GücOllük
Tree of Porphyry Porphyrios ağacı Virtue Erdem
Truth Doğru Vision G ttü
Type Tip Vitalism Yaşamsalcılık
Ubiquity, omnipresence Heryerdelik Voluntarism Istemcilik
Ugly Çirkin Vfcr Savaş
Unconditional Koşullanmamış Will İstem
Unconscious Bilinçdışı Wisdom Bilgelik
World Dünya

536
Almanca/Türkçe
Ausdehnung Uzam Analyse Ayrıştırma
Verallgemeinerung Genelleştirme Anamnese Anımsama
Aberglaube Boşinanç Anarchie Anarchie
Abnormisch Olağandışı Andere Başkası
Absicht Yönelim Angenehm, Gefällig, Freundlich Hoş
Absolut Mutlak Angst Boğuntu
Absolutismus Mutlakçılık Animismus Canlıcılık
Abstrakt Soyut Anpassung Uyma
Abstraktion Soyutlama Anschauung Sezgi
Abstraktionnismus Soyutlamacılık Antecedent öncel
Abstrus Çapraşık Anthropologie İnsanbilim
Absurd Saçma Anthropomorphismus İnsanbiçimcilik
Abulie, Willenslosigkeit İstemsizlik Anthropozentrismus tnsanmerkezcilik
Adäquat Tamuyar Antinomie Çatışkı
Aehnlichkeit, Gleichheit Benzerlik Antithese Karşısav
Aenderung, Veraendenmg Değişim Apathie Duyumsamazlık
Aequipollenz Eşgeçerlilik Aphorismus Özlüsöz
Aequivalenz Eşdeğerlilik Aporie Çıkmaz
Aequivok Çokanlamlı Apperzeption Üstalgı
Aesthetik Estetik Arbeit Emek
Aetiologie Nedenbilim Arbeitsteilung İşbölümü
Aeusserste Uçterim Archetyp, Urbild İlkömek *
Affekt, Gemütsbewegung He>ecan Argument, Beweis Kanıt
Affektivität, Gemütsleben Duygululuk Art Tür
Aggregat Katışmaç Asketik Çilecilik
Aggressivität Saldırganlık Assoziation Çağrışım
Agnostizismus Bilinemezcilik Assoziationspsychologie Çağnmşıcılık
Agraphie Yazmayitimi Atheismus Tanrıtanımazlık
Aktivismus Edimcilik Atom Atom
Aktivität, Tätigkeit Etkinlik Atomistik Atomculuk
Aktualismus Edimselcilik Attribut Öznitelik
Akzidens Raslantı Aufgabe Sorun
Akzidentell Dıştan Aufleben Aşma
Alexie Okumayitimi Aufklärung Aydınlanmacılık
Allegemein Evrensel Auflösung Dağılışım
Allegone Biçimsimge Aufmerksamkeit Dikkat
Alleinherrschaft Zorbalık Augenblick, Moment An
Allgegenwart Heryerdelik Aura Esim
Allgemein Genel Ausdehnung Kapsam
Allmacht Tamgüçlülük Ausdruck Anlatım
Allwissenheit Allwissenheit Ausgleich Dengeleme
Altruismus Özgecilik Autarkie Kendineyetme
Amnesie Bellekyitimi Autismus Kendinekapalılık
An sich Kendinde Autonomie Özerklik
Analogie Benzeşim Autorität Yetke 537
Autosuggestion Kendiniinandırma Disjunktion Ayrıklık
Axiologie Değeıöğredsi Diskursiv Giditnli
Axiom Belit Dogma Dogma
Barbarei, Barbarismus Barbarlık Dogmatismus Dogmacılık
Baum des Porphyris Porphyrios Ağacı Dualismus İkicilik
Bedingte Koşullanmış Dunkel Karanlık
Bedürfnis, Bedarf Gereksinim Echolalie, Echosprache Yankılama
Befriedigung, Zufriedenheit Doyum Egoaltmismus Benözgecilik
Begeisterung Coşkunluk Egoismus Bencillik
Begriff Kavram Egozentrismus Beniçincilik
Begründen Temellendirmek Ehrfurcht Saygı
Behauptung llerisürme Eifersucht Kıskançlık
Behauptung, Bejahung Olumlama Eigene Ûzgü
Behaviorismus Davranışçılık Eigenliebe Özsevgisi
Begehrung, Begehren Arzu Eigentum Mülkiyet
Beklemmung Bunaltı Eignung Yatkınlık
Belagerung Takıntı Einbildungskraft İmgelem
Beobachtung Gözlem Eindruck, Reiz İzlenim
Bereich, Gebiet tlgialanı Einfach Basit
Beschreibung Tanıtlama Einfluss Etki
Besitzen, Besitz, Besessenheit İyelik Einklammerung Paranteze Almak
Bestimmen, Bestimmung Belirleme Einschliessung tçerilmişlik
Bestimmt Belirli Einteilung Bölme
Bewegung Devinim Einzeln Tekil
Bewunderung Hayranlık Eklektizismus Seçmecilik
Beziehung, Relation Bağınu Ekstase Coşku
Bild, Vorstellung İmge Element Ûge
Billigkeit Denkserlik Emanation Türüm
Blödsinn, Schwachsinn Bunama Empfindung Duyum
Blödsinnigkeit Aptallık Empirismus Deneycilik
Brauch Alışkı Ende, Zweck, Endzweck Erek
Buridans Esel Buridan’ın Eşeği Enthymem Ortüktasım
Bürgertum Buıjuvalık Entsagung Özveri
Bürokratie, Bürokratismus Bürokrasi Entscheidung Karar
Kapital Sermaye Enttäuschung, Unbefriedigtsein Yoksunluk
Casuistik Bilinççözümlemesi Entwicklung, Wachsen Gelişim
Charakter Cteyapı Enzyklopädie Ansiklopedi
Charakteristik Belirleyici Erfindung Masallama
Dauer Sttç Erhabene Yüce
Deduktion Tümdengelim Erinnerung Anı
Definition, Begriffsbestimmung Tanımlama Erkenntnis, Kenntnis Bilgi
Deismus Yaradancılık Erkenntnistheorie Bilgikuramı
Delirium Çılgınlık Erklären Açıklamak
Demokratie Demokrasi Erst, primär İlksel
Demonstration Gösterme Erzeugung, Generation Kuşak
Deontologie Ödevbilgisi Erziehung Eğitim
Determinismus Belirlenimcilik Eschatologie Erekbilgisi
Deutlich Seçik Esoterisch İçrek
Dialektik Diyalektik Etatismus Devletçilik
Didaktisch Öğretici Ethnographie Budunbilgisi
Differenz Ayrım Ethnologie Budunbilim
Dilemma ikilem Eudämonismus Mutçuluk
Dimension Boyut Euphorie Esenlikduygusu
Ding, Sache Şey Evhemerismus Evhemeros’çuluk
538
Evidenz Apaçıklık Genie Deha
Evolution, Entwicklung Evrim Gerechtigkeit Adalet
Evolutionismus Evrimcilik Geschichte Tarih
Exakt Dosdoğru Geschichtlichkeit Tarihsellik
Exhibitionismus Sergilemecilik Geschmack Beğeni
Existentialismus \faroluşçuluk Geselligkeit Toplumsallık
Existenz, Dasein Varoluş Gesellschaft Toplum
Exoterisch Dışrak Gesetz Yasa
Experiment Deneyim Gesunder Verstand, Gescheidtheit Sağduyu
Experimentation Deney Geweiht, Heilig Kutsal
Explicit Dışsal Gewissheit Kesinlik
Extraversión Dışadönüklük Gewohnheit Alışkanlık
Fähigkeit, Vermögen Yeti Geworfenheit Bırakılmışı ık
Faktor Etken Glaube İnan
Familie Aile Glaube İnanç
Fanatismus Darkafalılık Glaubensphilosophie İnancılık
Fatalismus Yazgıcılık Gleichgültigkeit İlgisizlik
Fatalität Yazgı Gleichheit Eşitlik
Fechners Gesetz Fechner Yasası Glück, Glückseligkeit Mutluluk
Fehler Yanlış Gnoseologie Bilgiaraştınnası
Feld Alan Gnostizismus Bilinircilik
Feodalismus Feodallik Gott Tanrı
Fetichismus Tapıncakçüık Grenze Sınır
Finalismus Erekçilik Grösse Büyüklük
Finalität Ereklilik Grund, Begründung, Grundlage Temel
Forderung, Anspruch Hakönerme Grund, Prinzip İlke
Form Biçim Gruppe Küçüktopluluk
Formalismus Biçimcilik Gründung, Errichtung Kurum
Fortschritt İlerleme Gut, Wohl İyi
Frage, Befragung Soru Gültigkeit Geçerlilik
Freier Wille, Willensfreiheit Ozgürseçiş Halluzination Sanrı •
Freiheit özgürlük Harmonie Uyum
Freude Sevinç Hässlich Çirkin
Freundschaft Dostluk Hedonismus Hazcılık
Frieden Barış Heil, Erlösung Kurtuluş
Funktion İşlev Hermetismus Kapalılık
Funktionalismus İşlevcilik Heiz Gönül
Funktionell İşlevsel Heterogen Çokyapılı
Furcht Korku Heteronomie Dışerklik
Futurismus Gelecekçilik Heuristik Bulgulama
Für-sich-sein Kendiiçin Historismus Tarihselcilik
Gattung Cins Homogen Biryapılı
Gedächtnis, Erinnerung Bellek Humanismus İnsancılık
Gedanke, Denken Düşünce Hylmorphismus tkiilkecilik
Gefühl Duygu Hylozoismus Canlımaddecilik
Gegeben \feri Hyperästhesie Aşınduyarlılık
Gegenstand, Subjekt Özne Hypermnesie Aşınanımsama
Gegnerschaft Uyuşmazlık Hypnose Yapayuyku
Geist Zihin Hypothese Varsayım
Geistesschwäche Alıklık Hysterie Histeri
Gelehrte Bilgin Ich Ben
Gemein Ortak Ideal Ülkü
Gemeinschaft Topluluk Idealismus Ülkücülük
Genesis Oluşum Idee Fikir
Identifikation Özdeşleşme Konkret Somut
Identität Özdeşlik Konsequent Ardıl
Ideologie İdeoloji Konsequenz Vargı
Illuminismus Meczupluk Kontemplation İçselbakış
Illusion, Täuschung Yanılsama Kontext Bağlam
Immanent İçkin Kontingenz, Zufälligkeit Olumsallık
Immanenz İçkinlik Kontradiktorisch Karşısal
Immaterialismus Maddesizcilik Konträr Karşıt
Immoralismus Ahlaksızcılık Konvengenz, Zusammenlaufen Kesişme
Imperativ Buyurucu Konzceptualismus Kavramcılık
Implikation İçerme Konzeption, Begriffsbildung Kavrayış
Implicit İçsel Korpuskel, Körperlein Cisimcik
Improvisation Doğaçlama Korrelation Bağlılaşım
Indeterminismus Belirlenmezcilik Kosmogonie Evrendoğum
Individualismus Bireycilik Kosmologie Evrenbilim
Individuation Bireyleşme Körper Beden
Individuum. Einzelding Birey Körper Cisim
Induktion Tümevarım Kraftlosigkeit Ahmaklık
Inferiren Çıkarsama-Çıkanm Krieg Savaş
Infrastruktur Altyapı Kriterium, Merkmal Ölçüt
Inhalt İçerik Kritik Eleştiri
Inspiration Esin Kritizismus Eleştiricilik
Instinkt İçgüdü Kultur, Bildung Kültür
Instrumentalismus Araççılık Kunst Sanat
Intellektualismus Düşünselcilik Künstler Sanatçı
Intellektueller Aydın Leben Yaşam
Intelligenz Zeka Leere Boşluk
Intelligibel Düşünülür Lehre Öğreti
Intentionalität Yönelgenlik Leiden Tutku
Introversion İçedönüklük Leidenschaft Edilim
Intuitionismus Sezgicilik Liberalismus Özgürlükçülük
Involition Gerievrim Liebe Aşk
Ironie Alay Linguistik Dilbilim
Irrtum Yanılgı Logik Mantık
Isomorphismus Eşbiçimcilik Logizismus Mantıklaştıncılık
Jugendalter Yetişkinlik Lohn Ücret
Kanon Kanon Mackrokosmus Büyükevren
Kaste Kast Magie Büyü
Kategorie Kategori Maieutik Doğurtma
Kategorisch Koşulsuz ¡Major, Oberbegriff Büyükterim
Katharsis Arınma Major, Obersatz Büyükönerme
Kausalität Nedensellik Manichäismus Manicilik
Kindheit Çocukluk Manie Mani
Klar Açık Masochismus Mazohizm
Klasse Sınıf Materialismus Maddecilik
Klassifikation Sınıflama Materie, Stoff Madde
Klassizismus Klasiklik Maxime (geleyi;
Kollektivismus Oıtaklaşmacılık Mechanismus Mekanikçilik
Kommunikation İletişim Megalomanie Büyüldükduygusıj
Kommunismus Komünizm Mehrwert Amkdeğer
Komplex Karmaşık Meinung Görüş
Komprehension, Inhalt lçlem Mekanismus von Abwehr SavumaDûsrekb
Konformismus Tutuculuk Melankcholie Melankoli
Konjunktiv Bitiştirici Menge, \blksmasse Kalabalık
540
Mensch İnsan Obskurantismus Karanlıkçılık
Menschheit, Offenbarung Açınım
Menschlichkeit, Humanität İnsanlık Okkasionalismus Aıanedencilik
Mentalität, Geistesrichtung Anlayış Okkultismus Gizlibilimcilik
Merkantilismus Kazanççılık Ontogenesis Bireyevrimi
Metaphysik Metafizik Ontologie Varlıkbilim
Methode Yöntem Ontologismus Varlıkbilimcilik
Methodologie Yöntembilim Optimismus İyimserlik
Microkosmus Küçükevren Ordnung Düzen
Minderwertigkeitsgefühl Aşağılıkduygusu Organizismus Organcılık
Minor, Untersatz Kûçûkûnerme Originell Özgün
Mitte Ortam Ökonomismus İktisatçılık
Mittelbegriff Onaterim Pädagogik Pedagoji
Modalität Kiplik Paidologie Çocukbilim
Modus, Schlussmodus Kip Palingenesie Çevrimcilik
Monade Monad Panentheismus Heptanndacılık
Monadismus Monadcılık Pankosmismus Hepevrencilik
Monadologie Monadoloji Panpsychismus Hepruhsallık
Monarchie Mutlakyönetim Pantheismus Heptanncılık
Monismus Tekçilik Parallelismus Koşutçuluk
Monotheismus Tektanncılık Paramnesie Yenidenyaşama
Moral Ahlak Paranoia Düzenliçılgınlık
Moralismus Ahlakçılık Partikulär özel
Morphologie Biçimbilim Passivität Edilginlik
Motiv, Beweggrund Güdü Peripatetiker Peripatetikler
Möglichkeit Olanak Person Kişi
Mutation Değişinim Personalismus Kişilikçilik
Mysterium Gizem Persönlichkeit Kişilik
Mystizismus, Mystik Gizemcilik Perspektivismus Bakışçılık
Mythe Mitos Perzeption Algı
Mythologie Mitoloji Perzeptionnismus Algıcılık
Mythomanie Masalcılık Pessimismus Kötümserlik
Nachahmung Öykünme Pflicht Ödev
Narzissmus Narkissos’çuluk Phänomen Olgu
Nation Ulus Phänomenalismus Olguculuk
Nativismus Doğuştancılık Phänomenologie Olgubilim
Natur Doğa Phantasie İmgegücü
Naturalismus Doğalcılık Philanthoropie tnsanseverlik
Naturismus Doğacılık Philosoph Filozof
Natürlich Doğal Philosophie Felsefe
Nebenordnung, Koordination Düzenleşiklik Phrenologie Kafayonmu
Nichts, Nichtseindes Hiçlik Phylogenesis Türevlimi
Nekrophilis Ölüsevme Physik Fizik
Nervenzusammenbruch Ruhsalçöküntü Planwirtschaft Güdümcülük-
Neurosis Sinirlilik Güdümlü İktisat
Nicht-Ich Benolmayan Plural Çoğul
Nichtvorhandensein Eksikkalış Pluralismus Çoğulculuk
Nihilismus Hiççilik Polysyllogismus Çoklutasım
Nominalismus Adcılık Polytheismus Çoktanncılık
Normal Olağan Populismus Halkseverlik
Notwendigkeit Gereklilik Positivismus Olumculuk
Nützlich Yarariı Postulat Konut
Objekt, Gegenstand Nesne Pradikäl Yüklem
Objektiv Nesnel Praelogik Mantıköncesi
Praestabilierte Harmonie Öncesel Uyum Rückständigkeit Gerilik
Pragmatismus Pragmacılık Rythmus Ritm
Prämisse Öncül Sadismus Sadizm
Praxis, Übung Uygulama Sadomasochismus Sadomazoşizm
Primitiv İlkel Sanktion Yaptırım
Probabilität, Wahrscheinlichkeit Olasılık Satz vom zureichenden Grunde Yeter Neden İlkesi
Probabilismus Olasıcılık Schein Görünüm
Produktion Üretim Schema Şema
Piofen Dindışı Schizophrenie Şizofreni
Projektion Yansıtma Schmerz Acı
Proletariat Proletarya Scholastik Skolastik
Proposition önerme Schöne Güzel
Prozess Süreç Schöpftmg, Schaffen Yaratma
Psychanalyse Ruhaynşürması Schule Okul
Psychasthenie Ruhsalbitiklik Schüchternheit Pısırıklık
Psychisch Ruhsal Schwelle, Reizschwelle Eşik
Psychologie Ruhbilim Scientismus Bilimcilik
Psychologismus Ruhbilimcilik Seele Ruh
Psychose Ruhsalbozukluk Sehen Görü
Pubertät Erginlik Sein \ferlık
Qualität Nitelik Selbstbeobachtung İçebakış
Quantität Nicelik Selbstbewusstsein Bilinç
Quietismus Dingincilik Selbstmord İntihar
Quintessenz Beşinciöz Selektion Ayıklanma
Radikalismus Köktencilik Seligkeit Tammutluluk
Rasse Irk Semantik Anlambilim
Rassismus Irkçılık Semiologie Belirtibilim
Rationalismus Usçuluk Sensibilität Duyarlılık
Raum Uzay Sensualismus Duyumculuk
Reaktionär Gerici Sexualität Cinsellik
Realismus Gerçekçilik Sinn, Sinnlichkeit Duyu
Realität, Wirklichkeit Gerçeklik Sinnlich, Fühlbar Duyulur
Recht Hukuk Sippe Klan
Redintegration Toptananılış Sitte, Sitten Görenek
Reduktion İndirgeme Skeptizismus Kuşkuculuk
Reflexion, Überlegung Düşünme Sklave Köle
Reflex Tepkime Sklavrei, Sklaventum Kölelik
Regel Kural Slogan Kalıpsöz
Regime Yönetimbiçimi Solidarität Dayanışma
Regress, Regression, Rückgang Gerileme Solipsismus Tekbencilik
Rein An Sophisma Bilgicilik
Reiz Uyarım Sophist Sofist
Rekurrcnz Dönüşlülük Sozialismus Sosyalizm
Relativ, Bezüglich, Soziologie Toplumbilim
Verhältnismässig Göreli Soziologismus Toplumbilimcilik
Relativismus Görecilik Spannung Gerilim
Relativität Görelilik Spekulation Kurgu
Religion Din Spezifikation Özgülleştirme
Repräsentation Sunum Spezifisch Özgül
Resolution Çözümleme Spiel Oyun
Revolte, Empörung Başkaldırma Spiritualismus Ruhçuluk
Revolution Devrim Spontaneität, Selbsttätigkeit Kendiliğindenlik
Rezeptivität Alırlık Sprache Dil
Romantik Duyguculuk Staat Devlet
542
Stadium Evre Transzendenz Aşkınlık
Stetig Kesiksiz Traum Düş
Stimmung Çevre Träumerei Düşlem
Stimulus Uyaran Trieb lçtepi
Streben, Anstrengung Çaba Trieb İtki
Streben, Tendenz Eğilim Trieb, Beweggrund Dürtü
Struktur Yapı Tugend Erdem
Strukturalismus Yapısalcılık Typus Tip
Subaltem Altık Umkehrung Evirme
Subjektiv Öznel Umwandlung, Transformation Dönüşüm
Subjetivismus öznelcilik Unbedingt Koşullanmamış
Subkonträr Altkarşıt Unbestaendigkeit Değişkenlik
Sublimierung Yüceltme Unbestimmt Belirsiz
Substanz Töz Unbewusst Bilinçdışı
Substrat Dayanak Unendlich Sonsuz
Subsumtion Altakoyma Universal ismus Evrenselcilik
Superstruktur Üstyapı Unlogisch Mantıkdışı
Surrealismus Gerçeküstücülük Unmittelbar Dolaysız
Syllogismus Tasım Unruhe, Unbehagen Kaygı
Symbol Simge Unsterblichkeit Ölümsüzlük
Symbolismus Simgecilik Unstetig Kesikli
Symetrie Bakışımlılık Untertiegriff Küçükterim
Synergie Eşişlevlilik Unterbewusstsein Bilinçaltı
Synkretismus Birleştirmecilik Unterordnung Altasıralama
Synthese Bileşim Untersuchung Doğrulama
System Dizge Ursache Neden
Tat, Handlung Edim Ursprung Köken
Tat, Handlung Eylem Urteil Yargı
Tautologie Eşsöz Urteilskraft Yarçpgücü
Technik Teknik Utilitarismus Yararcılık
Teilnahme, Partizipation Katılma Utopie Ütopya
Teleologie Erekbilim Übel Kötü-Kötülük
Temperament Mizaç Überiegenheitsgeftlhl Yükseklikduygusu
Tenor Şiddet Übermensch Üstinsan
Theismus Tanrıcılık Übertragung Geçişim
Theodizee Tannaraşbrması Überzeugung Kanı
Theokraöe Dinciyönetim Velleität Gelgeçistek
Theologie Tannbilim Veränderung Çeşitleme
Theoretisch Görümcü Verantwortlichkeit Sorumluluk
Theorie Kuram Verausserfichung Dışlaşma
Theosophie Ermişlik Verausserung, Irrsinn Yabana taşma
These Sav Verdrängung Bastırma
Tod Ölüm Vfererbung Kalıtım
Toleranz, Duldung Hoşgörü Vergessen, Vergessenheit Unutuş
Totalitär Bütüncü Vergleichung Karşılaştırma
Totalität, Ganzheit, Allheit Bütünsellik Vfeignügen Haz
Totem Totem Verhalten Davranış
Tradition, Überlieferung Gelenek Verhältnis İlişki
Traditionalisms Gelenekçilik Vermittlung Aracılık
Trägheit, Beharrungsvermögen Eylemsizlik Vermögen, Fähigkeit Güç
Transformismus Dönüşümcülük Verneinung Olumsuzlama
Transzendent Aşkın Vernunft Us
Transzendental Aşkınsal Vemunftlos Usdışı
Transzendentalismus Aşkıncılık Vemunftschluss Usavurma
543
Versehung Kayra Widertegmg Çürütme
Verstand, Intellekt Anlık Widerspruch, Kontradiktion Çelişki
Verstellungkunst, Verstellung Gizleme Widerstreit Çatışma
Verworrenheit, Vermengung Bulanıklık Wiederaufleben Yaşamadönüş
'Sferwunderung Şaşma Wiedergeburt, Palingenesie Yenidencisimleşme
Vetrag, Kontrakt Sözleşme Wille, Willenskraft, Willkür İstem
Virtualität Gücütlük Wirkende Etmen
Vitalismus Yaşamsalcılık Wirklich Gerçek
Volkswirtschaftslehre, Wirksamkeit Etkililik
Nationalökonomie Toplumsal İktisat Wissen, Wissenschaft Bilim
Volontarismus lstemcilik Wissenschaftslehre Bilgibilim
Voraussetzung, Bedingung Koşul Wortklauberei Boşsözcülük
Voraussicht Öngörü Wunder Mucize
Vorgreifen, Vorbegriff İlkbilgi Wurzel Kök
Vorurteil Önyargı Würde Değerlilik
Wahn, Irrsinn, Narrheit Delilik Zeichen Belirti
Wahrhaftigkeit Doğruculuk Zeit Zaman
Wahrheit Doğru Zerstreutheit Dağılma
Wechselseitigkeit Karşılıklılık Ziel Amaç
Weisheit Bilgelik Zirkelbeweis, Diallele Kısırdöngü
Welt Dünya Zivilisieren, Zivilisation Uygarlık
Weltall, Universum Evren Zorn Öfke
Werden Oluş Zusammengesetzt Karmaşık
Wert Değer Zusammenhang Tutarlılık
Wertschätzung Değerlendirme Zustand Durum
Wesen Öz Zweideutigkeit Kayganlık
Wesenheit, Entität Bütünlük Zueifel Kuşku

544
Fransızca/Türkçe
Abnégation Özveri Anormal Olağandışı
Aboulie tstemsizlik Antagonisme Uyuşmazlık
Absolu Mutlak Antécédent Öncel
Absolutisme Mutlakçılık Anthropocenrisme İnsanmerkezcilik
Abstraction Soyutlama Anthropologie İnsanbilim
Abstractionnisme Soyutlamacılık Anthropomorphisme tnsanbiçimcilik
Abstrait Soyut Antinomie Çatışkı
Abstrus Çapraşık Antithèse Karşısav
Absurde Saçma Anxiété Bunaltı
Accident Raslantı Apathie Duyumsamazlık
Acte Edim Aperception Üstalgı
Action Eylem Aphorisme Özlüsüz
Activisme Edimcilik Aporie Çıkmaz
Activité Etkinlik Apparence Görünüm
Actualisme Edimselcilik Appréciation Değerlendirme
Adaplation Uyma Aptitude Yatkınlık
Adéquat Tamuyar Arbre de Porphyre Porphyrios ağacı
Admiration Hayranlık Archétype Ukömek
Adolescence Yetişkinlik Argument Kanıt
Adventice Dıştan Arriération Gerilik
Affectivité Duygululuk Art Sanat
Affirmation Olumlama Artiste Sanatçı
Agent Etmen Ascétisme Çilecilik
Agnosticisme Bilinemezcilik Assertion İlerisürme
Agraphie Yazmayitimi Associationisme Çağnmşıcılık
Agréable Hoş Association Çağrışım
Agrégat Katışmaç Athéisme Tanrıtanımazlık
Agressivité Saldırganlık Atome Atom
Alexie Okumayitimi Atomisme Atomculuk
Aliénation Yabancılaşma Attention Dikkat
Allégorie Biçimsimge Attribut Öznitelik
Altruisme Özgecilik Aura Esim
Ambiance Çevre Autarcie Kendineyetme
Ambiguïté Kayganlık Autisme Kendinekapaltlık
Ame Ruh Autonomie ÖzErklik
Amitié Dostluk Autorité Yetke
Amnésie Bellekyitimi Auto-suggestion Kendiniinandırma
Amour Aşk Autrui Başkası
Amour-propre Özsevgisi Axiologie Değerüğretisi
Analogie Benzeşim Axiome Belit
Analyse Ayrıştırma Baibarie Barbarlık
Anarchie Kargaşa Béatitude Tammutluluk
Âne de Buridan Buridan’ın eşeği Beau Güzel
Angoisse Boğuntu Behaviorisme Davranışçılık
Animisme Canlıcılık Besoin Gereksinim
Bien İyi Conscience Bilinç
Bon sens Sağduyu Consequence Vargı
Bonheur Mutluluk • Conséquent Ardıl
Bourgeoisie Burjuvalık Contemplation İçselbakış
Bovarysme Bovary’cilik Contenu İçerik
Bureaucratie Bürokrasi Contexte Bağlam
But Amaç Contingence Olumsallık
Canon Kanon Continu Kesiksiz
Capital Sermaye Contradiction Çelişki
Caractère Özyapı Contradictoire Karşısal
Caractéristique Belirleyici Contraire Karşıt
Carence Eksikkalı; Contrat Sözleşme
Caste Kast Convergence Kesişme
Casuistique Bilinççözümlemesi Conversion Evirme
Catégorie Kategori Conviction Kanı
Catégorique Koşulsuz Corps Beden
Catharsis Arınma Corps Cisim
Causalité Nedensellik Corpuscule Cisimcik
Cerle vicieux, diallèle Kısırdöngü Corrélation Bağlılaşım
Certutide Kesinlik Cosmogonie Evrendoğum
Champ Alan Cosmologie Evrenbilim
Changement Değişim Coutume Alışkı
Chose Şey Création Yaratma
Civilisation Uygarlık Critère Ölçüt
Clair Açık Criticisme Eleştiricilik
Clan Klan Critique Eleştiri
Classe Sınıf Croyance İnanç
Classicisme Klasiklik Culture Kültür
Classification Sınıflama Débilité Ahmaklık
Coeur Gönül Décision Karar
Cohérence Tutarlılık Déduction Tümdengelim
Colère Öfke Définition Tanımlama
Collectivisme Ortaklaşmacılık Deisme Yaradancılık
Commun Ortak Délinquance Topluçılgınlık
Communauté Topluluk Délire Çılgınlık
Communication İletişim Démence Bunama
Communisme Komünizm Démocratie Demokrasi
Comparison Karşılaştııma Démonstration Gösterme
Compensation Dengeleme Déontologie Ödevbilgisi
Complexe Karmaşık Dépassement Aşma
Complexe Karmaşık Dépression nerveuse Ruhsalçöküntü
Comportement Davranış Déréliction Bırakılmıştık
Compréhension lçlem Description Tanıtlama
Concept Kavram Désir Aızu
Conception Kavrayış Despotisme Zorbalık
Conceptualisme Kavramcılık Détermination Belirleme
Concret Somut Déterminé Belirli
Condition Koşul Déterminisme Belirlenimcilik
Conditionné Koşullanmış Développement Gelişim
Conflit Çatışma Devenir Oluş
Conformisme Tutuculuk Devoir Ödev
Confusion Bulanıklık- Dialectique Diyalektik
Conjonctif Bitiştirici Didactique Öğretici
Connaissance Bilgi Dieu Tanrı
546
Différence Ayrım Équivalence Eşdeğerlilik
Dignité Değerlilik Équivoque Çokanlamlı
Dilemme İkilem Eneur Yanılgı
Dimension Boyut Eschatologie Erekbilgisi
Dirigisme, Esclavage Kölelik
Économie dirigée Güdümcülük Esclave Köle
Discontinu Kesikli Ésotérique İçrek
Discursif Gidimli Espace Uzay
Disjonction Ayrıklık Espèce Tür
Dissimulation Gideme Esprit Zihin
Dissolution Dağılışım Essence Öz
Distinct Seçik Essentialisme Özcülük
Distraction Dağılma Esthétique Estetik
Division Bölme État Devlet
Division du travail işbölümü État Durum
Doctrine Öğreti Étatisme Devletçilik
Dogmatisme Dogmacılık Étendue Uzam
Dogme Dogma Ethnographie Budunbilgisi
Dolorisme Acıcılık Ethnologie Budunbilim
Domaine İlgialanı Étiologie Nedenbilim
Donné Veri Étonnement Şaşma
Douleur Acı Être \ferlık
Doute Kuşku Eudémonisme Mutçuluk
Droit Hukuk Euphorie Esenlikduygusu
Dualisme İkicilik Evhémérisme Evhemeros’çuluk
Durée Süre Évidence Apaçıklık
Écholalie Yankılama Evolution Evrim
Éclectisme Seçmecilik Évolutionisme Evrimcilik
École Okul Exact Dosdoğru
Économie politique Toplumsal iktisat Excitation Uyarım
Économisme İktisatçılık Exhibitionnisme Sergilemecilik
Éducation Eğitim Existence Varoluş
Efficacité Etkililik Existentialisme Varoluşçuluk
Effort Çaba Exotérique Dı^ak
Égalité Eşitlik Expérience Deneyim
Égo-altniisme Benözgecilik Expérimentation Deney
Égocentrisme Beniçincilik Explicite Dışsal
Égoisme Bencillik Expliquer Açıklamak
Égotisme Bencilik Expression Anlatım
Élan vital Yaşamsal adlım Exlase Coşku
Élément Öge Extension Kapsam
Émanation Türüm Extériorisation Dışlaşma
Émotion Heyecan Extraversión Dışadönüklük
Empirisme Deneycilik Extrême Uçterim
En soi Kendinde Fabulation Masallama
Encyclopédie Ansiklopedi Facteur Etken
Enfance Çocukluk Faculté Yeti
Entendement, Intellekt Anlık Famille Aile
Enthousiasme Coşkunluk Fanatisme Darkafâlılık
Enthymème Örtüktasım Fantaisie İmgegücü
Entité Bütünlük Fatalisme Yazgıcılık
Épistémologie Bilgibilim Fatalité Yazgı
Equipollence Eşgeçeriilik Faute Yanlış
Équité Denkseriik Féodalisme, Féodalité Feodallik
547
Fétichisme Taptncakçılık Idéalisme Ülkücülük
Fidéisme İnancılık Idée Fikir
Fin Erek Identification Özdeşleşme
Finalisme Erekçilik Identité özdeşlik
Finalité Ereklilik Idéologie İdeoloji
Foi İnan Idiotie Aptallık
Folie Delilik Illogique Mantıkdışı
Fonction İşlev Illuminisme Meczupluk
Fonctionalisme İşlevcilik Illusion Yanılsama
Fonctionnel İşlevsel Image İmge
Fondement Temel Imagination İmgelem
Fonder Temellendirmek Imbérilité Alıklık
Formalisme Biçimcilik Imitation Öykünme
Forme Biçim Immanence İçkinlik
Foule Kalabalık Immanent İçkin
Frustration Yoksunluk Immatérialisme Maddesizcilik
Futurisme Gelecekçilik Immédiat Dolaysız
Général Genel Immoralisme Ahlaksızcılık
Généralisation Genelleştirme Immortalité Ölümsüzlük
Génération Kuşak Impératif Buyurucu
Genèse Oluşum Implication İçerme
Génie Deha Implicide İçsel
Genre Cins Impression İzlenim
Gnoséologie Bilgiaraştırması Impressionisme İzlenimcilik
Gnosticisme Bilinircilik Improvisation Doğaçlama
Goût Beğeni Impulsion İtki
Grandeure Büyüklük Inclusion İçerilmişlik
Groupe Küçüktopluluk Inconditionné Koşullanmamış
Guene Savaş Inconscient Bilinçdışı
Habitude Alışkanlık Indéterminé Belirsiz
Hallucination Sanrı Indéterminisme Belirlenmezcilik
Harmonia Uyum Indiflëraxe İlgisizlik
Harmonie préétablie Öncesel uyum Individu Birey
Hédonisme Hazcılık Individualisme Bireycilik
Hérédité Kalıtım Individuation Bireyleşme
Hermétisme Kapalılık Induction Tümevarım
Hétérogène Çokyapılı Inertie Eylemsizlik
Hétéronomie Dışerklik Inférence Çıkarsama-çıkanm
Heuristique Bulgulama Infini Sonsuz
Histoire Tarih Influence Etki
Historicité Tarihsellik Infrastructure Altyapı
Historisme Tarihselcilik Inquiétude Kaygı
Homme İnsan Inspiration Esin
Homogène Biryapılı Instabilité Değişkenlik
Humanisme İnsancılık Instant An
Humanité İnsanlık Instinct İçgüdü
Hylémorphisme İkiilkecilik Instrumentalisme Araççılık
Hylosoisme Canlımaddecilik Institution Kurum
Hyperesthésie Aşınduyarlılık Intellectualisme Düşünselcilik
Hypermnésie Aşınanımsama Intellectuel Aydın
Hypnose Yapayuyku Intellekt Anlık
Hypothèse Varsayım Intelligence Zeka
Hystérie Histeri Intelligible Düşünülür
Idéal Ülkü Intention Yönelim
548
Intentionnalité Yönelgenlik Mise entre parantheses Paranteze almak
Interaction Etkileşim Mobile Dürtü
Introspection İçebakış Modalité Kiplik
Introversion İçedönüklük Mode Kip
Intuition Sezgi Moeurs Görenek
Intuitionisme Sezgicilik Moi Ben
Involition Gerievrim Moment An
Ironie Alay Monade Monad
Irrationnel Usdışı Monadisme Monadcılık
Isomorphisme Eşbiçimcilik Monadologie Monadoloji
Jalousie Kıskançlık Monarchie Mutlakyönetim
Jeu Oyun Monde Dünya
Joie Sevinç Monisme Tekçilik
Jugement Yargı Monothéisme Tektanncılık
Justice Adalet Morale Ahlak
Laid Çirkin Moralisme Ahlakçılık
Langue Dil Morphologie Biçimbilim
Libéralisme Özgürlükçülük Mort Ölüm
Liberté Özgürlük . Motif Güdü
Libre arbitre, Franc arbitre Özgürseçiş Mouvement Devinim
Limite Sınır Moyen teime Ortatenm
Linguistique Dilbilim Mutation Değişinim
Logicisme Manüklaştıncılık Mystère Gizem
Logique Mantık Mysticisme Gizemcilik
Loi Yasa Mythe Mitos
Loi de Fechner Fechner yasası Mythologie Mitoloji
Macrocosme Büyükevren Mythomanie Masalcılık
Magie Büyü Narcissisme Nartdssos’çuluk
Maieutique Doğurtma Nation Ulus
Majeur Büyükterim Nativisme Doğuştancılık
Majeure Büyükönerme Naturalism Doğalcılık
Mal Kötü ya da kttülük Natue Doğa
Manichéisme Manicflik Naturel Doğal
Manie Mani Natnisme Doğacılık
Masochisme Mazohizm Néant Hiçlik
Matérialisme Maddecilik Nécessité Gereklilik
Matière Madde Nécrophilie Ölüsevme
Maxime Özdeyiş Négation Olumsuzlama
Mécanisme Mekanikçilik Névrosé Sinirlilik
Mécanismes de défense Savunma düzenekleri Nihilisme Hiççilik
Médiation Aracılık Nominalisme Adcılık
Mégalomanie Büyüklükduygusu Non-moi Benolmayan
Mélancolie Melankoli Normal Olağan
Mémoire Bellek Objectif Nesnel
Mentalité Anlayış Objet Nesıe
Mercantilisme Kazanççılık Obscur Karanlık
Métaphisique Metafizik Obscurantisme Karanlıkçılık
Méthode Yöntem Observation Gözlem
Méthodologie Yöntembilim Obsession Takıntı
Microcosme Küçükevren Occasionalisme Aranedencilik
Millieu Ortam Occultisme Gizlibilimcilik
Mineur Küçüklerim Omnipotence Tamgüçlülük
Mineure Küçükönenrıe Omniscience Tambilirlik
Miracle Mucize Onirisme Düşçılgmlığı
Ontogenèse Bireyevrimi Possession İyelik
Ontologie Varlıkbilim Possibilité Olanak
Ontologisme Varhkbilimcilik Postulat Konut
Opinion Görüş Pour soi Kendiiçin
Optimisme iyimserlik • Pouvoir Güç
Ordre Düzen Pragmatisme Pragmacılık
Organicisme Organcılık Pratique Uygulama
Original özgün Prédicat Yüklem
Origine Köken Préjugé Önyargı
Oubli Unutuş Prélogique Mantıköncesi
Panenthéisme Heptanndacılık Prémisse Öncül
Paix Ban; Prénotion İlkbilgi
Palingénésie Çevrimcilik Prévoyance Öngörü
Pancosmisme Hepevrencilik Primaire İlksel
Panpsychisme Hepruhsallık Primitif İlkel
Panthéisme Heptanncılık Principe İlke
Parallélisme Koşutçuluk Principe de
Paramnesie Yenidenyaşama raison suflisanteè Yeter neden ilkesi
Paranoia Düzenliçılgınlık Probabilisme Olasıcılık
Participation Kaülma Probabilip Olasılık
Particulier Özel Problème Sorun
Passion Edilim Procès, Processus Süreç
Passion Tutku Production Üretim
Passivité Edilginlik Profane Dindışı
Pédaggie Pedagoji Progrès İlerleme
Pédologie Çocukbilim Projection Yansıtma
Pensée Düşünce Prolétariat Proletarya
Perception Algı Proposition Önerme
Perceptionnisme Algıcılık Propre Özgü
Péripatéticien Peripatetikler Propriété Mülkiyet
Personnalisme Kişilikçilik Providence Kayra
Personnalité Kişilik Psychanalyse Ruhaynştırması
Personne Kişi Psychasthénie Ruhsalbitiklik
Perspectivisme Bakışçılık Psychique Ruhsal
Pessimisme Kötümserlik Psychologie Ruhbilim
Peur, Crainte Korku Psychologisme Ruhbilimcilik
Phénomène Olgu Psychose; Ruhsalbozukluk
Phénoménisme Olguculuk Puberté Erginlik
Phénoménologie Olgubilim Pulsion İçtepi
Philanthropie İnsanseverlik Pur An
Philosophe Filozof Qualité Nitelik
Philosophie Felsefe Quantité Nicelik
Philosophie des lumières Aydinianmacilik Question Soru
Phrenologie Kafeyorumu Quiétisme Dingincilik
Phylogénèse Türevrimi Quintessence Beşinciöz
Physique Fizik Race Irk
Plaisir Haz Racine Kök
Plural Çoğul Racisme Irkçılık
Pluralisme Çoğulculuk, çokçuluk Radicalisme Köktencilik
Plus-value Artıkdeğer Raison Us
Polysyllogisme Çokl utasım Raisonnement Usavurma
Polythéisme Çoktanncılık Rapport İlişki
Populisme Halkseverlik Rationalisme Usçuluk
Positivisme Olumculuk Réactionnaire Gerici
550
Réalisme Gerçekçilik Sémiologie Belirtibilim
Réalité Gerçeklik Sens Duyu
Récéptivité Alırlık Sensation Duyum
Réciprocité Karşılıklılık Sensibilité Duyarlılık
Recuirence Dönüşlülük Sensible Duyulur
Rédintégration Toptananılış Sensualisme Duyumculuk
Réduction İndirgeme Sentiment Duygu
Réel Gerçek Sentiment d’infériorité Aşağılıkduygusu
Reflexe Tepkime Sentiment de supériorité Yükseklikduygusu
Réflexion Düşünme Seuil Eşik
Refoulement Bastırma Sexualité Cinsellik
Réfutation Çürütme Signe Belirti
Regimé Yönetimbiçimi Simple Basit
Règle Kural Singulier Tekil
Régression Gerileme Slogan Kalıpsöz
Réincarnation, Sociabilité Toplumsallık
Palingenesie Yenidencisimleşme Socialisme Sosyalizm
Relatif Göreli Société Toplum
Relation Bağıntı Sociologie Toplumbilim
Relativisme Gürecilik Sociologisme Toplumbilimcilik
Relativité Görelilik Solidarité Dayanışma
Religion Din Solipsisme Tekbencilik
Réminiscence Anımsama Sophisme Bilgicilik
Représentation Sunum Sophiste Sofist
Résolution Çözümleme Souvenir Anı
Respect Saygı Spécification Özgülleştirme
Responsabilité Sorumluluk Spécifique Özgül
Ressemblance Benzerlik Spéculation Kurgu
Rêve Düş Spiritualisme Ruhçuluk
Révélation Açınım Spontanéité Kendiliğindeni ik
Revendication Hakönerme Stade Evre
Rêverie Düşlem Stimulus Uyaran
Réviviscence Yaşamadönüş Structuralisme Yapısalcılık
Révolte Başkaldırma Structure Yapı
Révolution Devrim Subalterne Altık
Romantisme Duyguculuk Subconscience Bilinçaltı
Rythme Ritm Subcontraire Altkarşıt
Sacré Kutsal Subjectivisme Öznelcilik
Sadisme Sadizm Subjectif Öznel
Sadomasochisme Sadomazoşizm Sublimation Yüceltme
Sagesse Bilgelik Sublime Yüce
Salaire Ücret Subordination Altasıralama
Salut Kurtuluş Subsomption Altakoyma
Sanction Yaptınm Substance Töz
Satisfaction Doyum Substrat Dayanak
Savant Bilgin Suicide İntihar
Scepticisme Kuşkuculuk Sujet Özne
Schéme Şema Superstition Boşinanç
Schizophrénie Şizofreni Superstructure Üstyapı
Sciènce Bilim Surhomme Üstinsan
Scientisme Bilimcilik Surréalisme Gerçeküstücülük
Scolastique Skolastik Syllogisme Tasım
Sélection Ayıklanma Symbole Simge
Sémantique Anlambilim Symbolisme Simgecilik
551
Symétrie Bakışımlılık Transcendental Aşkınsal
Syncrétisme Birleştirmecilik Transcendental isme Aşkıncılık
Eşişlevlilik Transfert Geçişim
Synergie
Bileşim Transformation Dönüşüm
Synthèse
Dizge Transformisme Dönüşümcülük
Système
Tautologie Eşsöz Travail Emek
Technique Teknik Type Tip
Téléologie Erekbilim Ubiquité, Omniprésence Heryerdelik
Tempérament Mizaç Univers Evren
Zaman Universalisme Evrensel
Temps
Eğilim Universalisme Evrenselcilik
Tendance
Gerilim Utile Yararlı
Tension
Teneur Şiddet Utilitarisme Yararcılık
Théisme Tanrıcılık Utopie Ütopya
Théocratie Dinciyönetim \fcleir Değer
Theodicée Tannaraştırması Validité Geçerlilik
Théologie Tanrı bilim Variation Çeşitleme
Théorétique Görümcü Velléité Gelgeçistek
Kuram Véracité Doğruculuk
Théorie
Théorie de connaissance Bilgikuramı Verbalisme Boşsözcülük
Théosophie Ermişlik Vérification Doğrulama
Sav Vérité Doğru
Thèse
Pısırıklık Vertu Erdem
Timidité
Hoşgörü Vide Boşluk
Tolérance
Totalitaire Bütünca Vie Yaşam
Totalité Bütünsellik Virtualité Gücüllük
Totem Totem Vision Görü
Tradition Gelenek Vital ism Yaşamsalcılık
Traditionalisme Gelenekçilik Volontarisme İstemcilik
Transcendance Aşkınlık Volonté İstem
Transcendant Aşkın

552
Felsefenin tarihi b o y u n c a
oluşturduğu kavramları, her
a ş a m a d a kazandığı içerikleriyle
bize tanıtan bu sözlük, aynı
z a m a n d a bir felsefe el kitabıdır.
Felsefenin te m e l konularına
girm ek isteyen her kişi için bir
ba şla n g ıç kitabı niteliği taşıyan
felsefe sözlüğü, binlerce örnekle
zenginleştirilmiştir,
Bu sözlükte yalnızca felsefeyle
sınırlı kalınmamış, felsefeyi
ilgilendiren estetik, toplum bilim ,
ruhbilim kavram larına d a yer
verilmiştir.
Ayrıca sözlüğün sonunda
İngllizce-Türkçe, Alm anca-Türkçe
ve Fransızca-Türkçe dizin d e yer
alm aktadır.

You might also like