You are on page 1of 135

Amin Maalouf

Doğunun Limanları
ROMAN
Amin Maalouf, 1949'da Lübnan'da doğdu. Ekonomi ve toplumbilim
okuduktan sonra gazeteciliğe başladı; 1976'dan beri Paris'te yaşıyor.
Çeşitli yayın organlarında yöneticilik ve köşe yazarlığı yapmış olan
Maalouf, bugün vaktinin çoğunu kitaplarını yazmaya ayırmaktadır.
Yapıtlarında çok iyi bildiği Asya ve Akdeniz çevresi kültürlerinin
söylencelerini başarıyla işleyen Maalouf, ilk kitabi Les Croisades vues par
les Ârabes (1983, Arapların Gözüyle Haçlılar) ile tanındı ve bu kitabın
çevrildiği dillerde de büyük bir başarı kazandı. 1986'da yayımlanan ve
aynı yıl Fransız-Arap Dostluk Ödülü'nü kazanan ikinci kitabı (ilk romanı)
Leon l'Africain (Afrikalı Leo) ise bugün bir "klasik" kabul edilmektedir.
Maalouf un 1988'de yayımlanan ikinci romanı Samarcande (Semerkant)
da coşkuyla karşılandı ve pek çok dile çevrildi. Maalouf un sonraki
kitapları yine romandı: Les Jardins de lumiere (1991, Işık Bahçeleri) ve
Le Premier Slide apres Beatrice (1992, Beatrice'den Sonra Birinci
Yüzyıl). Amin Maalouf, 1993'te yayımlanan romanı Le Rocher de Tanios
(Tanios Kayası) ile Goncourt Ödülü'nü kazandı. Son romanı Echelles du
1
Levant (Doğunun Limanları) ise 1996'da yayımlandı.
Amin Maalouf’un dört romanı yayınevimizce Türkçeye kazandırılmıştır:
Afrikalı Leo (1993), Semerkant (1993), Tanios Kayası (1995) ve Doğunun
Limanları (1996).
Bu öykü bana ait değil, bir başkasının yaşamını anlatıyor. Kendine özgü
sözcükleriyle, onları sadece belirsiz veya tutarsız bulduğumda düzelttim.
Kendine özgü gerçekleriyle, bütün gerçekler birbirine eşdeğerde.
Ara sıra bana yalan söylemiş midir? Bilemem. Ama herhalde kendisi
hakkında, sevdiği kadın hakkında, buluşmaları, şaşkınlıkları, inançları,
düş kırıklıkları hakkında söylememiştir. Bunun kanıtı elimde. Ama
yaşamının her aşamasında kendi davranışları, hiç de alelade olmayan
ailesi, mantığının değişik dalgaları -demek istiyorum ki delilikten bilgeliğe,
bilgelikten deliliğe gidip gelen o bitmez tükenmez gelgitler- hakkında her
şeyi söylememiş olması mümkündür. Yine de iyi niyetli olduğunu
düşünüyorum. Belleğine olduğu kadar yargılamasına da güvenemediğini
kabul edebilirim ama, hep iyi niyetli olmuştur.
Ona 1976 Haziran'ında metroda rastladım. Kendi kendime "Bu, O!" diye
mırıldandığımı anımsıyorum. Onu tanımak birkaç saniyemi almıştı. O
güne kadar ona ne rastlamıştım ne de adını duymuştum. Sadece birkaç
yıl önce, bir kitapta resmini görmüştüm. Tanınmış biri değildi. Gerçi, resmi
bir tarih dersi kitabında olduğuna göre, bir bakıma tanınmış biriydi. Ama
bu, resmin altında adı yazılan bir büyük adamın portresi değildi. Resim,
bir rıhtımda toplanmış bir kalabalığı gösteriyordu; arka planda, sadece
küçük bir parçası dışında, bütün bir ufku kaplayan bir gemi vardı; resmin
altında, Eski Dünya'dan insanların 2. Dünya Savaşı'nda Avrupa'ya
gelerek Direniş saflarına katıldıklarını ve dönüşlerinde birer kahraman
olarak karşılandıkları yazılıydı.
Gerçekten de kalabalığın ortasında, gözleri kamaşmış genç bir adam
vardı. Açık renk saçlı, biraz çocuksu çizgilere sahip, çiçekten girlandı o
an takılmış gibi, boynu azıcık yana uzamış.
Ne kadar zaman bu resmi seyre dalmıştım! Okulda üst üste dört sene
aynı tarih kitabından ders gördük: her yıl bir çağı öğrenmek
durumundaydık. Önce şanlı Antik çağı; İskender'in fethettiği Fenike
kentleri; sonra Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Haçlılar, Memluklar; daha
sonra dört yüz yıllık Osmanlı egemenliği; nihayet iki dünya savaşı,
Fransız mandası: bağımsızlık... Bana gelince ben, programın nasıl
ilerlediğini bekleyemeyecek kadar sabırsızdım. Tarih tutkumdu. Daha ilk
günlerde bütün kitabı gözden geçirmiştim, tekrar tekrar okumaktan
bıkmamıştım. Sayfaların her biri kıvrık, buruşuk, köşeleri yenik, satırların
altları çizik, kargacık burgacık yazılı, yorum yerine ünlemlerle dolu idi.
Bütün bunları, o resmi iyice incelemiş olduğumu göstermek için
söylüyorum. Beni ne büyülemişti? Kuşkusuz bir avcun içi büyüklüğündeki
resimde, o yaşta ne hayal ediyorsam hepsi vardı: deniz yolculuğu,
serüven, yüce bir özveri, zafer ve belki de hepsinden çok, o muzaffer-
tanrıya bakan genç kızlar...
Şimdi ise, tanrı burada. Karşımda, Paris'te, metroda ayakta, bir sütuna
dayanmış, kim oldukları bilinmeyen bir sürü adamın ortasında
tanınmamış bir adam. Ama hep o hayran bakış, hep o çocuksu çizgiler,
bugün artık kırlaşmış hep o açık renk saçlar. Ve hep o yana eğik baş.
Nasıl tanımazsın?
Volontaires istasyonunda indiğinde, arkasından gittim. O gün biriyle
buluşacaktım ama tercihimi yapmıştım: göreceğim kişiyi akşama doğru
veya ertesi günü arayabilirdim, ama onu bir kere kaybedersem bir daha
göremeyeceğimden emindim. Asla.
Metro istasyonundan çıkmadan önce semt haritasının önünde durdu.
Burnunu yapıştıracak kadar yaklaştı, sonra, mesafeyi ayarlayacak
biçimde geriledi. Gözleri onu ele veriyordu. Şansımı denemeliydim, ona
doğru yürüdüm.
— Size belki yardım edebilirim...
Doğu şivesiyle konuşmuştum, hoş bir gülümseme ve bir iki güzel
sözcükle anladığım belli etti. Ama yine de hayret etmekten geri kalmadı.
O zaman bir çekinme belirtisi fark ettim, sanırım yanılmamıştım. Evet
çekingenlik ve hattâ bir çeşit utanç dolu korku. İzinin sürüldüğünü ama
bundan pek de emin olmayan yine de boş yere sert veya kaba olmak
istemeyen bir insanın utanç dolu korkusu.
— Yakınlarda olan bir sokağı arıyorum, dedi. Sokağın adı Hubert
Hughes.
Onu bulmakta zorluk çekmedim.
— İşte, dedim. Sadece H. Hughes yazmışlar, okunmaz bir yazı ile...
— Yardımınıza teşekkürler! Yaşlanan gözlerimi değil de haritayı
yapanları suçladığınız için de teşekkürler...
Tatlı bir yavaşlıkla konuşuyordu, sanki söylemeden önce her sözcüğü
silkmesi gerekiyormuş gibi. Ancak cümleleri doğru, sözcükleri seçilmiş,
eksiği, çelişkisi olmayan cümlelerdi. Laubali olmayan bir dil! Hattâ
insanlarla değil de kitaplarla konuşurmuş gibi, modası geçmiş, çok
eskimiş sözcükler!
— Eskiden olsaydı haritaya, plana gerek kalmaksızın, içgüdümle
yolumu bulurdum...
— Uzak değil. Sizi götürebilirim; buraları bilirim.
Rahatsız olmamamı söyledi ama nezaketen. Israr ettim; üç dakika sonra
oradaydık. Sokağın başında durdu, gözleriyle sokağı taradı ve biraz
küçümseyici bir biçimde:
— Küçük bir sokak, dedi. Pek küçük bir sokak. Ama alt tarafı sokak işte.
Sözlerindeki aleladelik ona benim gözümde bir özgünlük kazandırmıştı.
— Hangi numarayı arıyorsunuz?
Ona sağduyu dalı uzatmaktaydım. Dala tutunmadı.
— Özel bir numara değil. Sadece sokağı görmeye geldim. Önce
çıkacağım sonra da karşı kaldırımdan ineceğim. Ama sizi alıkoymak
istemem, işiniz vardır. Buraya kadar eşlik ettiğiniz için teşekkürler!
Bu noktaya geldikten sonra böyle ayrılmak istemiyordum, bilmeliydim.
Tuhaf görüntüsü merakımı büsbütün artırmıştı. Fazladan nezaket
gösterisiymiş gibi son sözlerini duymazlıktan geldim.
— Bu sokakta anılarınız olmalı!
— Hayır. Daha önce hiç gelmedim.
Yeniden yan yana yürümeğe başlamıştık. Ben sık sık ona bakarak, onu
inceliyordum; o da, burnu havada, binalara hayranlıkla bakıyordu.
— Anıtsal sütunlar. Sağlam ve güven verici bir sanat. Güzel bir burjuva
sokağı. Biraz dar... Alt katlar loş olmalı. Belki orası, cadde tarafı öyle
değildir.
— Mimarsınız.
Sözüm, bir bulmacanın cevabı gibi çıkmıştı! Fazla samimi bir görüntü
vermemek için, soru sorar gibi de çıkmıştı.
— Hiç de değil.
Sokağın ucuna varmıştık, aniden durdu. Mavi beyaz plakayı okumak
için gözlerini kaldırdı, sonra saygı ifadesi olarak indirdi, iki yanına sarkmış
olan elleri önünde birleşti, parmakları hayali bir şapkayı tutmak
istercesine, tuhaf biçimde kenetlendi.
Arkasına geçtim.
Hubert Hughes Sokağı Direnişçi 1919-1944
Gevşemesini ve bana doğru dönmesini bekledim. Bir cenazedeymiş gibi
fısıldayarak:
— Onu tanır mıydınız? diye sordum. Aynı tonda yanıtladı:
— Adı bir şey ifade etmiyor.
Şaşkınlığıma aldırmayarak cebinden bir küçük defter çıkardı ve notlar
almağa başladı. Sonra da:
— Bana, Paris'te direnişçilerin adını taşıyan otuz dokuz sokak, cadde
veya alan olduğunu söylediler, dedi. Bundan önce yirmi birini ziyaret
ettim. Geriye on yedi kaldı. Adı "Etoile" iken gittiğim Charles-de Gaulle
meydanını saymazsak, on altı.
— Hepsini ziyaret edecek misiniz?
— Dört günde, bol bol vaktim var.
Neden dört gün? Tek bir açıklaması vardı bana göre:
— Sonra da memlekete dönüyorsunuz?
— Sanmıyorum...
Birden, söz konusu Hubert-Hughes Sokağı'nda benden bir hayli uzakta
düşüncelere dalmış göründü. Memleketten, dönüşten söz etmekle hata
mı ermiştim?
Belki de bu "dört gün"den söz etmekle böyle düşünceye dalmıştı.
Ruhuna henüz nüfuz edemiyordum. Bunun için sözü değiştirmeyi
yeğledim.
— Hubert Hughes'ı tanımadınız ama Direniş ile ilgilenmeniz bir rastlantı
olmasa gerek...
Cevap vermesi gecikti. Yeryüzüne inmesi vakit aldı.
— Ne demiştiniz?
Sözlerimi tekrar etmek zorunda kaldım.
— Doğru, okumak için savaşta Fransa'ya gelmiştim. Direnişçiler
tanıdım.
Az daha resimden, tarih kitabından söz edecektim. Çabucak vazgeçtim.
Onu bilerek izlemiş olduğumu anlamış olurdu. Onu gözetlediğimi anlamış
olurdu, belki günlerden beri kötü bir niyet beslediğimi... En iyisi
bilmezlikten gelmekti.
— O yıllar belki de bazı arkadaşlarınızı yitirdiniz.
— Bazılarını, doğru.
— Siz de silah altında değil miydiniz?
— Hayır
— Belki de derslerinize devam etmeyi tercih ettiniz...
— Tam olarak değil... Ben de gizlilik içinde yaşadım. Herkes gibi.
— Herkes direnme örgütünde değildi o devirde. Çok alçakgönüllüsünüz.
Karşı koyacak sandım. Bir şey söylemedi. Bunun üzerine üsteledim:
"Bence çok alçakgönüllüsünüz". Bu bir soru olmaktan çok, varılmış bir
sonuçmuş gibi sevimli bir tonda söylenmişti. Her zaman iyi sonuç veren
eski gazeteci kurnazlığı; nitekim çenesi açıldı. Cümleleri yavaş olmakla
birlikte, heyecandan yoksun değildi;
— Size sadece gerçeği söylüyorum! Binlerce insan gibi gizliliğe
gömülmüştüm. Ne daha genç, ne daha yaşlı, ne daha korkak ne daha
kahramandım. Akılda kalacak hiçbir şey yapmadım...
Sözlerindeki ve davranışlarındaki kibarlıkla, hiçbir düşmanlık
göstermeden, benim gibi ısrarlı muhatabına gücendiğini göstermeyi
başarmıştı.
— Ne okuyordunuz?
— Tıp.
— Sanırım savaştan sonra devam ettiniz.
— Hayır.
Fazlasıyla kuru bir "hayır". Bu adamda bir şeyi incitmiştim.
— Yapacak çok işiniz vardır. Size engel olmak istemem, dedi ve
yeniden düşüncelerine daldı. Bana kibarca yol veriyordu. Hiç kuşkusuz
yaralı bir yanına dokunmuştum. Ama askıntı olmayı sürdürdüm:
— Üç yıldan beri o döneme, Savaşa, Direnişe büyük ilgi duyuyorum...
Bu konuda onlarca kitap yuttum. Bunları yaşamış olan biriyle
konuşmanın, benim için ne demek olduğunu bilemezsiniz!
Yalan söylemiyordum. Bakışından onu yumuşatmış olduğumu anladım.

— Biliyor musunuz? dedi, uzun zamandır koyuverilmeyen bir ırmak


gibiyim. Bir yarık açılmaya görsün. Susana aşkolsun! Üstelik önümüzdeki
günlerde yapılacak işim yokken...
— Geriye kalan on altı ya da on yedi sokağın ziyaretlerinden başka...
Güldü.
— Onu günlerimi doldurmak için yapıyorum, bu arada...
Ne beklediğini yeniden sormak isteği duydum. Düşüncelerine yeniden
dalmasından ve hiç çıkmamasından korktum. Komşu caddedeki
kahvelerden birine gidip oturmayı önermek, bana daha akılcı geldi.
Köpüklü iki bira ile terasta yerlerimize oturduğumuzda konuya döndüm.
Yarım kalan eğitimine...
— Kurtuluş'un ertesi günü sarhoş gibiydim. Kendime gelmem vakit aldı.
Çok vakit. Ayrıca, artık kafamı eğitime verebilecek durumda değildim.
— Ya aileniz? Israr etmediler mi?
— Doktor olmak isteyen bendim. Babamın her zaman benim hakkımda
başka tasardan vardı, o isterdi ki...
Durdu. Belki de son tereddütüydü. Konuşmadan önce, beni gün ışığına
çıkartmak istercesine bana uzun uzun baktı.
— Babam büyük bir ihtilalci olmamı isterdi.
Gülümsemekten kendimi alamadım.
— Evet, biliyorum, normal ailelerde baba çocuğunun tıp okumasını ister,
çocuk da devrim hayalleri görür. Ama benim ailem "normal" diye
tanımlanabilecek bir aile değildi...
— Anladığım kadarı ile babanız ilk ihtilalcilerden olmalı.
— Herhalde o da kendini böyle tanımlardı. Daha doğrusu devrimci bir
ruha sahipti diyebiliriz. Asla hırçın değildi. Hattâ neşeli, yaşamayı seven
biriydi. Ama tam bir isyancı.
— Neye karşı?
— Her şeye karşı! Yasalara, dine, geleneklere, paraya, siyasete, okula...
saymak uzun sürer. Değişen ne varsa ve değişmeyen ne varsa karşıydı.
Kendisinin dediği gibi "Aptallığa ve zevksizliğe ve kireçlenmiş beyinlere"
karşı! Muazzam karışıklıklar hayal ederdi...
— Böyle davranmasına ne yol açtı?
— Söylemesi zor. Ama çok gençken, kinleneceği durumlarla karşılaştığı
bir gerçek.
— Herhalde elverişiz bir ortamda yetişmişti...
— Yoksul mu demek istiyorsunuz? İşte burada yanıldınız dostum. Bu
sözleri söyleyince, utanırmış gibi gözlerini indirdi. Ama sanırım daha çok
gururlanmasını gizlemek istiyordu:
Evet, bugün tekrar düşündüğümde, gururlanmasından utanıyordu, dedi
ki:
— Ben, uzun süre Doğu'ya hükmetmiş bir aileden geliyorum.
O gün, gecenin geç vaktine kadar konuştuk, konuştuk. Önce kahvede;
sonra aydınlanmış kentteki gezinti sırasında; nihayet gece Bastille
alanında bir birahanede.
Hayatını, baştan sona anlattırmak düşüncesi aklıma tam olarak ne
zaman geldi? Sanırım daha ilk sözlerinde, bölümleri mahcup bir biçimde
sergilemeye başladığı vakit. Bu hiç de yapmacıklı olmayan
alçakgönüllülüğü çok sevimliydi, gülümseyişindeki o kırılganlık da öyle;
onayımı bekleyen ve ender bıkkınlık gösterdiğimde kaygılanan bakışları
da; ve yine hiç iş görmedikleri anlaşılan, durmadan kıpırdayan, dönüp
duran ve neye yarayacaklarım kestiremediği elleri de öyleydi.
Onu nasıl razı ettiğimi anlatmam usanç verir. Usanç verir ve yanıltıcı
olur çünkü artık bugün, bu oyuna katılmak isteyişinde benim sözlerimin
veya becerikliliğimin bir etkisi olmadığını biliyorum.
Açıklayayım: dört gün beklemesi gereken ve ne olduğunu sormaya
cesaret edemediğim o malûm şey onu devamlı rahatsız etmekteydi;
düşünmek istemiyor ama aynı zamanda başka bir şey de
düşünemiyordu. Kendisiyle başbaşa kalma korkusu yüzünden Direniş
kahramanlarının adlarını taşıyan sokakları dolaşıyordu, yoksa özlemden
değil. Benimle karşılaşması, oyalanması için en güçlü etken olmuştu.
Onu bu uzun bekleme günlerinde sarsmış, gıdıklamış, tedirgin etmiş ve
geleceği geveleyip duracağı yerde, geçmişi saat saat yaşatmış
olacaktım.
Perşembe Sabahı
Notlarıma göre ona bir çarşamba rastlamıştım. Ertesi sabah, saat
dokuzdan itibaren dar ama yüksek, duvarları üzerinde papatyalar
serpiştirilmiş yemyeşil bir kumaşla kaplı ve tuhaf bir çimenlik gibi görünen
otel odasındaydık;
Odadaki tek koltuğa beni oturttu, kendisi odayı arşınlamayı tercih etti.
— Önce neden konuşalım? diye sordu.
— Sanırım en kolayı ta başından başlamak olacak, dedim.
Doğumunuz...
İki dakika sessiz durdu sonra bir soru ile yanıtladı.
— Bir insan hayatının doğumu ile başladığından emin misiniz? Yanıt
beklemiyordu. Öyküsüne başlama biçimiydi sadece. Sözü ona bıraktım
ve mümkün olduğunca az araya girmeye karar verdim.
Hayatım, doğumumdan yarım yüzyıl önce başladı. Asla ziyaret
etmediğim bir odada, Boğaziçi kıyısında. Bir felâket oldu, bir çığlık atıldı,
bir delilik dalgası yayıldı ve hiç durmadı. Öyle ki dünyaya geldiğimde,
yaşamaya çok eskiden başlamıştım.
İstanbul'da bazı olaylar olmuştu. O günü yaşayanlar için vahim, bizler
için sıradan bir olay. Bir padişah hal edilmiş, yerine yeğeni tahta
oturmuştu. Babam bundan en az yirmi kez söz etti; isimler, tarihler verdi.
Hepsini unuttum ya da hemen hemen unuttum. Zaten pek önemi yok.
Benim öz öyküm için önemli olan, o gün genç bir kadının attığı çığlık,
haykırıştır.
Tahttan indirilen sultan, başkent çevresinde bir yerde ikamete
zorlanmıştı. Dört uşağı dışında, yakınlarından ayırmışlardı. Adam, ne
yapacağını şaşırmıştı. Melankolik, afallamış, bunalmıştı. Şimdiden yok
olmuştu. İmparatorluk için büyük hayaller kurmuş, yeniden ilerleme, eski
azametine kavuşma düşleri görmüştü; herkes tarafından sevildiğini
sanıyordu, çevresindeki suskunluğu anlayamıyordu. Nelere üzülmüşse,
kafasından geçirip duruyordu: adamlarını seçememişti, hepsi kötü
tavsiyelerde bulunmuşlardı, eli açıklığını istismar etmişlerdi. Evet, hepsi
kendisine ihanet etmişti;
Odasına kapanmıştı. "Artık kimsenin bana itaat etmek istemediğini
biliyorum ama buraya bir giren olursa ellerimle boğarım," diyordu. Onu
bütün gece, sonra bütün sabah tek başına bırakmışlardı. Yemek saatine
kadar. O zaman kapısını çalmışlardı. Cevap bile vermemişti.
Kaygılanmışlardı, ama kim emirlerine karşı gelebilirdi? Hizmetkârlar
birbirlerine danışmışlardı. Bir tek kişi, onu kırmadan, emirlerine karşı
gelebilirdi. Kızı, sevgili yavrusu İffet. İkisi birbirlerine derinden bağlı idi,
hiçbir isteğini reddetmezdi. Piyano öğretmenleri, saz, Fransızca, Almanca
hocaları vardı. Onun huzurunda Avrupalılar gibi giyinmeye bile cesaret
etmişti. Giysileri Viyana'dan veya Paris'ten geliyordu. Tahttan indirilen
Sultanın kapısını korkmadan açabilecek tek kişi oydu.
Yeni yönetimden izin istenmiş ve kız getirtilmişti. Önce usulca kapı
tokmağını çevirmeye çalıştı ama kapı açılmadı. Yanındakilerden
uzaklaşmalarını istedi ve seslendi: "Baba, benim, İffet. Yalnızım." Cevap
yok. Titreyerek, muhafızlardan kapıyı zorlamalarını istedi ve bütün
sorumluluğu üzerine almaya yemin etti. İki güçlü omuz darbesi. Kapı
açıldı. İki muhafız, içeri bakmadan, kaçtı.
Kız içeriye girdi. Seslenmeye devam etti: "Baba!" İki adım attı. İşte o
zaman odaya, koridora, hole, İstanbul sokaklarına, bütün İmparatorluğa
ve oradan büyük devletlerin bakanlıklarına yayılan o çığlığı attı.
Tahttan indirilen Padişah damarlarını açmış boğazı, morarmıştı. Giysileri
kanını çoktan emmişti.
İntihar mı? Belki. Belki de bir cinayet. Katiller pekâlâ bahçeden geçmiş
olabilirlerdi. Gerçek asla bilinmedi. Zaten, birkaç tarihçi dışında, olayın
kimse için önemi kalmadı...
İffet orada kalakalmıştı. Korku içinde... Haykırışını, soluk soluğa kalışı
izlemişti. Yıllar sonra bile, gözlerinde o korkuyu okumak kabildi.
Matem günleri geçtikten sonra bile, koridorlarda aynı bakış, aynı
soluklanmayla dolaşıp durdu. O zaman bir şeyi kabul etmek zorunda
kaldılar. Artık en sevilen, şımartılan, onca neşeli, onca hoş kız, sevdiği
birinin kaybına ağlamıyordu, düpedüz aklını yitirmişti. Belki de ilelebet.
Annesinin, yaşlı hekim Kitabdar'a başvurmaktan başka çaresi
kalmamıştı. Okumuş bir Acem ailesine mensuptu ve İstanbul
konaklarında, delilik belirtileri gösterenleri tedavi ederdi; ona başvurmak,
umutsuzluğun itiraf edilmesi anlamına gelirdi zaten.
Hekim, hastayı tanıyordu, onu altı ay önce bir başka ortamda tanımıştı.
Histerik bir hizmetçiyi tedaviye gelmiş ve sultanın piyano çalışını
dinlemişti. Viyana havaları çalmaktaydı; kapının önünde, ayakta durup
dinlemişti. Durduğunda onu Fransızca konuşarak teşvik etmişti.
Gülümseyerek cevap vermişti. Biraz konuşmuşlar ve yaşlı adam memnun
ayrılmıştı. O karşılaşmayı, o müziği, o kaygan elleri, o yüzü, o sesi hiç
unutmamıştı.
O gün piyanonun bulunduğu odaya tekrar girdiğinde, aynı genç kızı
büyük bir sıkıntı ile dolaşırken gördüğünde, gözleri dalgın, parmakları
sıkılmış olarak delice söylendiğini duyduğunda gözyaşlarını tutamamıştı.
İffet'in annesi bunu görmüş ve hıçkırmaya başlamıştı. Kendi yüzünden
olduğunu düşünen yaşlı adam, özür dilemişti. Hastalarının ailelerini
yatıştırması söz konusu idi yoksa daha fazla telaşlandırması değil.
Annesi "Onu İstanbul'dan uzaklara görürsem?" diye sormuştu. Örneğin
Montreux'ye... Yaşlı adam: "Ne yazık ki hayır. Yolculuk bir işe yaramaz,"
demişti. Şayet kafasındakileri değiştirmek, felaketi hatırlatacak şeylerden
uzaklaştırmak söz konusu ise, bu yeterli değildi. Bulunduğu durumda, ehil
eller ona bakmalıydı. Annesi yumruklarını göğsünde sıkmıştı. "Kızımı
asla bir tımarhaneye sokmam, ölürüm daha iyi!" Hekim, daha iyi bir çare
düşüneceğini söylemişti.
O akşam, Galata'nın gürültülü yollarından faytonu ile evine dönerken
doktor Kitabdar saçma bir hayal kurdu. Ancak ertesi gün bunu İffet'in
annesine söyledi: mademki kızı uzun yıllar sürecek bir bakıma muhtaçtı
ve onu bir yere kapatmak söz konusu değildi, onu Anadolu'nun
güneyindeki Adana'ya, oradaki evine götürmeyi öneriyordu; ona gece
gündüz, aylar, yıllar süresince bakardı, tek hastası olurdu ve yavaş
yavaş, Allah'ın izniyle, kendine gelirdi.
Onunla gece gündüz, yıllar boyu meşgul olmak mı? Hem de kendi
evinde! Başka koşullarda olsaydı anne, hekimin bu önerisinin uygunsuz
ve küstahça olduğunu düşünürdü. Çünkü kimse, gözlerden ırak, gece
gündüz aynı damın altında oturan bir kadın ile bir erkeğin arasındaki
evliliğin görünüşü kurtarmak için olduğundan şüphe etmezdi. Aslında
özverili bir davranış. Evet, hekim açısından merhametli bir davranıştı bu.
Ne var ki günün birinde İffet gebe kaldı.
Bu, bir kaçamak mıydı? Yoksa cesur bir tedavi yöntemi mi? Sorulacak
soru!
Bu çiftin çocuğuna inanmak gerekirse, ki babamdan başkası değildi,
ikinci açıklama geçerlidir. Doktor Kitabdar’ın kendine göre kuramları
vardı; bir şokun etkisiyle aklını yitirmiş olan kendininki gibi bir kadının, bir
başka şokun etkisiyle iyileşebileceğini düşünüyordu. Gebelik, analık, ama
esas doğum. Ani hayat şoku, ani ölüm şokunu giderebilecekti. Kan kanı
yok eder. Kuramlar... Kuramlar...
Tersini düşünmek de pekâlâ mümkün: doktor koca durmadan karısının
yanında, onu giydiren, soyan, yıkayan, ömrünün her saniyesini vakfettiği,
derinden sevdiği güzel bir kadın; heyecan duymadan onu nasıl
seyredebilirdi? Elleriyle, gözleriyle, kaygan vücuduna dokunduğunda
nasıl istek duymayabilirdi?
Kaldı ki kadın her zaman da hasta değildi. Üstelik ara sıra berrak bir
kafaya sahip olduğunu gösteren işaretler vardı. Tam olarak berrak bir
kafa değil! Onu ömrünün sonuna doğru tanımış, incelemiştim. Böylesi
daha iyi idi yoksa çok acı çekerdi. Ama haykırmadığı, iç çekmediği uzun,
rahat zamanları olurdu ve o zaman çevresindekilere büyük sevgi
gösterirdi.
Bazen, çetrefilli ama uyumlu bir sesle şarkı söylerdi. Kulağımda hâlâ
Üsküdar kıyılarında İstanbullu kızların gezisini anlatan bir Türk şarkısının
ezgileri var. Bir başkası da Trabzon'dan, ve ölümden söz eden iç karartan
bir şarkıydı. Büyükannem şarkı söylediğinde bütün ev susar, onu dinlerdi.
Öylesine sevecen olurdu ki. Ömrünün sonuna kadar sakin bir yüzü ve
zarif bir endamı oldu. Kocasının, onu kollarının arasına almak arzusunu
gözlerimin önüne getirebiliyorum. Onun da küçük, uslu bir kız gülücüğü
ile kucağına sığınmasını. Bütün bunlardan sonra, işi kendi gözlerinde
haklı kılmak için, doktor Kitabdar uygun kuramlar geliştirmiş olabilir. İyi
niyetle...
Ne var ki bu kuramlar pek sonuç vermedi, çünkü büyükannem ömrünün
sonuna dek iyileşmiş değildi! Bu o kadar basit değil! İyileşmediği doğru,
iyileştirici şok olmadı. Ama oğluna sevecen bir anne olmasını bildi. Daha
sonra bizlerle aynı evde yaşadığında, ağırlığını hiç hissetmedik. Krizleri
daha ender oluyor ve kalıcı sonuçlar vermiyordu. Anne olmak onu
iyileştirmemiş olsa da, durumunu ağırlaştırmış değildi ve sanırım ona iyi
gelmişti. Ama durumu bu açıdan gören pek az insan vardı.
Yaşlı doktor eleştirildi, eleştirilmek ne söz, çamura bulandırıldı. Tam bir
köpürme! Mırıldanmalar, beddualar, hakaretler, karalamalar. Tabii ki
nikâhlıydı, kimse de çocuğun meşru olmadığını söyleyemezdi. Ama
koşullar gereği, bir çeşit ahlaki akit vardı ortada ve bu aklını yitirmiş
kadını gebe bırakmakla doktor Kitabdar bir bakıma onu kullanmış,
sorumsuz ve uygunsuz davranmıştı. Meslek ahlakına aykırı davranmış,
kendi aşağılık arzularına göre hareket etmişti.
Kendisini savunmak için garip kuramlarını ortaya attığında, büsbütün
gözden düşmüştü. Ne? Karısını bir laboratuvar kobayı mı sanıyordu bu
adam?
Her taraftan gelen suçlamaların altında ezilmiş olarak, yaşlı doktor
kendini kabahatli bulmaya başlamış, mesleğine ihanet ettiğine ve
alçaldığına inanmıştı.
Hiçbir meslektaşı, "haşmetli ailenin" hiçbir ferdi, Adana’nın eşraftan
hiçbir ailesi kapısından adım atmaz olmuştu. Babam demişti ki: "Bize
vebalı muamelesi yapıyorlardı!"
Sonra da kahkahayı basıyordu!
Adana'daki evimizi tanımadım, hayır, hiç görmedim. Ama yaşam
yoluma, yukarlarda bir yerde hep çıktı karşıma ve sanırım benim için
oturduğum evler kadar değeri oldu.
Kentin merkezinde olduğu halde kuytu bir yerdeydi. Yüksek duvarları ve
gölge veren büyük ağaçları olan bir bahçesi vardı. Kerpiçten yapılmıştı;
yağmurda kızarır, kuru havada arı bir toz kaplardı. İnsanlar önünden
geçerken görmezlikten gelirlerdi. Onlar için anlaşılmaz korkular beldesi
olmalıydı; hükümdar ailesine ait evlere duyulan korkuydu, delilikten
duyulan korkuydu; büyücülük yaptığı söylenen doktor Kitapdar’dan
duyulan korkuydu.
Böyle bir evde, böyle bir çiftin kollarında çocuk, durumun gerçek
dışılığına ek olarak, tuhaf kaçan bir varlıktı. Bir bakıma doğa karşıtı bir
varlıktı ve onu Tanrı’nın bir ihsanı olarak değil, Şeytan'la yapılan ticaretin
bir ürünü olarak görüyorlardı.
O çocuk, yani babam, dışarı az çıkardı. Okula hiç gitmemişti. Osmanlı
soyundan gelen diğer çocuklarla ortak yanı, okulun ona gelmesiydi. İlk
yıllar daimi bir hocası olmuştu; sonra, büyüdükçe, her konu için ayrı bir
öğretmeni oldu. Kendi yaşındaki çocuklar hiç gelmezdi, o da hiçbirine
gitmezdi. Arkadaşı yoktu, öğretmenlerinin dışında kimseyle görüşmezdi.
Öğretmenleri başkalarına benzemezdi. Her gün "lanetlenmiş" bir eve
gelmeyi kabul eden insanların kendileri de zamanın âdetlerine pek
uymayan kimselerdi. Türkçe hocası papaz eskisi bir imam, Arapça hocası
evinden kovulmuş Halepli bir Yahudi, Fransızca hocası, Anadolu'nun bir
yöresine nereden düştüğü belli olmayan bir Polonyalı idi ve hiç kuşkusuz
üç misli daha uzun bir adın kısaltılmışı olarak Wassa diye çağırılıyordu...
Doktor Kitabdar hayatta olduğu sürece, hocalar öğretmekle yetindiler.
Hep aynı saatte. Hiçbir gecikme hoş görülmezdi. Hiçbir taşkınlık kabul
görmezdi. Talimatları dinlerler, çocuğun kaydettiği ilerlemeler hakkında
bilgi verirler ve her cuma nezaket ziyaretinde bulunarak, ücretlerini
alırlardı.
Yaşlı hekim ölünce, bu disiplin gevşedi. Babam on altı yaşlarında
olmalıydı. Onu gemleyen kalmamıştı artık. Ders saatleri bitmeyen
tartışmalarla uzuyor, hocalar genellikle öğle ya da akşam yemeklerine
alıkoyuluyorlardı, hepsi birden. Genç adamın çevresinde küçük bir saray
erkânı oluşmuştu. Her konudan konuşuluyordu, sıradan düşünceler öne
sürmek, Padişah sülalesini övmek ya da dinin yüksek değerlerini
yüceltmek hoş karşılanmıyordu, o yıllar.
İmparatorluğun bütün kentlerinde olduğu gibi orası da, serbest düşünce
odağı idi. Ancak Adana'daki evimizde komplolar düzenlendiği
sanılmamalı. Siyasetin dikkatle dışında kalmıyordu; Grupta çok fazla
yabancı, çok fazla azınlık -Ermeni, Rum- vardı ve Osmanlı yöneticilerinin
eleştirilmeleri onları rahatsız ederdi. Konuşulsa konuşulsa ancak ilerici
kadınlardan, zorunlu eğitimden, Rus-Japon savaşından ya da uzaklardaki
Meksika, İran, İspanya veya Çin'deki isyanlardan söz edilirdi. Bambaşka
şeylere ilgi duyulurdu: keşifler, yeni teknikler. Fotoğraf şeref köşesindeydi
ve bir gün bir tartışma sırasında bu topluluğa bir isim takmak akıllarına
geldi ve tereddütsüz "Fotoğrafçılık Derneği" adını aldı.
Mali olanaklara sahip tek adam babam olduğu için -sanırım Leipzig'den-
en yeni gereçleri ve fotoğrafçılık kitaplarını getirten o olmuştu.
Derneğin pek çok üyesi bu sanatı denemek durumundaydı ve aralarında
en yeteneklisi, bir Ermeni olan Fen öğretmeni Nubar'dı. Öğretmenlerin en
genci de oydu, öğrencisinden sadece altı-yedi yaş büyüktü. Aralarında
devamlı bir dostluk kurulacaktı.
Bir Türk ile bir Ermeni arasında böyle bağların kurulması o tarihte bile
alışılagelmişliğin dışındaydı. Neredeyse "çağdışı" diyecektim. Üstelik
şüphe nedeniydi. İş ilişkisi, nazik toplumsal ilişkiler, karşılıklı saygı, evet,
bazı çevrelerde geçiyordu da, gerçek bir arkadaşlık, derin bir işbirliği,
hayır. İki topluluk arasındaki ilişkiler, gözle görülür biçimde bozuluyordu,
Adana'da da her yerden fazla.
Ancak evin dışında cereyan edenler, içerde olanları hiç etkilemiyordu.
Hattâ belki de ters etki yapıyordu: çünkü bir Türk ile bir
Ermeni arasındaki dostluk, çok ender bir şey olmuştu ve bu yüzden iki
genç için daha büyük değer taşıyordu; pek çok kişi yüksek sesle farklı
olduklarını söylerken, onlar tek farkın arkadaşlıkları olduğunu söylüyordu.
Biraz çocuksu bir ciddiyetle, hiçbir şekilde ayrılmamaya ant içiyorlardı.
Üstelik hiçbir işin onları, ortak tutkuları olan fotoğrafçılıktan
ayırmayacağını söylüyorlardı.
Bazen, Dernek toplantısında, büyükannem odasından çıkıp aralarına
katılırdı. Onlar tartışmaya devam ederler, bazen konuşurken ona
bakarlardı; o da onlara bakar, ilgiyle dinler görünürdü; dudakları
kıpırdardı; sonra, görünürde hiçbir neden olmaksızın, bir konuşmanın
ortasında ayağa kalkar ve gidip odasına kapanırdı.
Başka zamanlar sinirli olur, odasından çığlık sesleri gelirdi. O zaman
oğlu kalkıp onu bulur ve babasının öğrettiği gibi tedavi ederdi. Annesi
durulur durulmaz arkadaşlarının yanına döner ve konuşmalarına
bıraktıkları yerden devam ederlerdi.
Bu talihsizliğe rağmen, uzun mutlu yıllar yaşanmıştı. O tarihteki
fotoğraflardan bu anlaşılıyor. Babam yüzlercesini saklamıştı. Bir bavul
dolusu. Üzerlerine, solmuş mürekkeple, iftiharla şöyle yazmıştı;
"Fotoğrafçılık Derneği -Adana".
Onları bazen, değer verdiği kimselere gösterirdi. Her fotoğrafın hangi
koşullarda çekildiğini, hangi tekniklerin kullanıldığını, görüntü
çerçevelemesinin, ışıklandırmanın inceliklerini ayrıntısı ile anlatırdı. Bu
konulardan hiç bıkmazdı, bir fuar çığırtkanı gibi... Öyle ki, bir gün bir
konuk niyetlerini ters anlamış, ev sahibinin bu resimleri satmak istediğini
sanmış ve bir fiyat söylemişti. Babamın onu kapıya koymasına ramak
kalmıştı, adamcağız utancından ağlamıştı.
Sonunda bütün fotoğraflar o bavulda kaldı, o ölene dek. Çerçevelediği
bir ikisinin dışında. Biri de annesinin dikkat çeken bir resmiydi. Bir koltuğa
oturmuş azıcık dik, yaramaz bir öğrenci gibi bakışları pencereye kaymış...
Onu kendisi çekmişti, tabii, içinde bulunduğu durum yüzünden,
arkadaşlarından hiçbiri resmi çekmeye cesaret edemezdi. Çok tehlikeli ve
fazla samimi bir davranış!
Bu bir yana, bavuldaki klişelerin çoğu ona ait değildi. Nubar’ınkiler vardı
ve Derneğin beş-altı üyesininkiler.
En eskileri 1901 yılına aitti. En yenisi 1909'a, 1909 Nisan'ına. Çok kesin,
öyle değil mi? Daha da kesin olabilirim. 6 Nisan. Babam, unutmamam
için yeterince sözünü etmişti. Bu tarihten sonra eline bir daha fotoğraf
makinesi almak istemedi.
O gün ne olmuştu? Bir çeşit kıyamet! Sayesinde doğduğum kıyamet.
Adana'da ayaklanmalar olmuştu. Kalabalık, Ermeni mahallesini
yağmalamıştı. Altı yıl sonra çok daha büyük çapta olacakların provası gibi
bir şeydi. Ama bu bile dehşetti. Yüzlerce ölü. Belki de binlerce. Pek çok
yer yakılmıştı, aralarında Nubar'ın da evi vardı. Ama karısı, on yaşındaki
kızı ve dört yaşındaki oğlu ile kaçacak vakit bulmuştu. Karısının az
bulunur bir adı vardı: Arsinoye.
Yegâne Türk dostundan başka kimin evine sığınabilirlerdi? Ertesi gün,
Kitapdar’ın geniş evinde, hep birlikte gizlenmişlerdi. Ama daha ertesi gün,
yani 6 Nisan'da etraf sakinleşti dendiği için Nubar birkaç kitabını, birkaç
fotoğrafı kurtarabilir miyim diye evine 'bakmak istedi. Portatif bir fotoğraf
makinesi almıştı ve babam da ona benzer bir makine ile ona eşlik etmişti.
Sokaklar gerçekten de sakin görünüyordu. Birkaç yüz metrelik yolları
kalmıştı ve iki arkadaş, yol boyunca birkaç resim çekmişlerdi.
Nubar'ın evine, daha doğrusu tüten küllerine ulaşacakları sırada bir
uğultu koptu. Birkaç sokak ötede, sağ tarafta, bir kalabalık yürüyor ve
güpegündüz meşaleler ve sopalar taşıyordu. Bizim fotoğrafçılar gerisin
geriye dönmüşler, Nubar var hızıyla koşmaya başlamış, babam ise
sultani bir ağırlığa bürünmüştü. Niye koşacaktı? Kalabalık henüz
uzaktaydı. Tam tersine, durup resim çekmiş, hattâ önde giden bazı
isyancıların resmini çekmişti.
Nubar deliye dönmüş, avaz avaz bağırmıştı. Bunun üzerine babam da
fotoğraf makinesini bir çocuk gibi bağrına basarak, koşmaya başlamıştı.
Her ikisi bahçe kapısından sağ salim geçebilmişlerdi.
Ama kalabalık peşlerindeydi. Binlerce gözü dönmüş kuduruk, toz
toprakta tepiniyor, parmaklıkları sarsıyordu. Birkaç saniye sonra
öldürmek, yağmalamak, yakmak için içeriye girmiş olacaklardı. Ama belki
hâlâ tereddüt ediyorlardı. Parmaklıkların arkasında, bu heybetli ev,
zengin bir Ermeninin değil, hanedan ailesinden birinin eviydi.
Tereddüt sürecek miydi? Gittikçe kuvvetli salladıkları parmaklıklar
isyancılara ve tereddütlerine yol vermeyecek miydi? Kalabalık artıyor,
ölüm çığlıkları daha kuvvetle çıkıyordu.
İşte o sırada bir askeri müfreze çıkagelmişti. Tek bir subay, bir avuç
adamla ortaya çıkmış ama etkisi olmamış değildi. Atının üstünde, kılıcı
elinde, yün kalpağı başında, kumandan, elebaşlarından biriyle konuşmuş
sonra bahçıvana, girmesi için kapıyı açmasını işaret etmişti.
Babam onu bir kurtarıcı olarak karşılamıştı ama askerin nezaket
gösterilerine vakti yoktu. Kuruca, tüm bu kargaşalığa yol açan fotoğraf
gereçlerinin teslim edilmesini istemişti. Babam reddedince, diğeri daha da
tehdit edici olmuştu; itaat edilmeyecek olunursa adamları ile uzaklaşacak,
hiçbir şeyden sorumlu olmayacaktı. Babam:
— Kim olduğumu biliyor musunuz, kimin torunu olduğumu biliyor
musunuz? diye sormuştu.
— Evet, diye yanıtlamıştı subay. Büyükbabanız soylu bir hakan idi,
ölümü korkunç oldu. Allah rahmet eylesin!
Böyle konuşurken, bakışlarında acımadan çok kin okunmaktaydı.
Babam, kabul etmek zorunda kalmıştı. Fotoğrafçılık Derneği için büyük
masraflarla ithal edilmiş ne varsa teslim edildi. Bir düzineden az olmayan
en yeni makineler... Babam, o sırada kullandığı makineyi saklayacak
vakti bulmuş, ayağı ile koltuğun altına itmişti; makinenin içinde hayatına
mal olabilecek olayların resmi vardı.
Askerler geriye kalanları götürmüşlerdi. Birinci katın penceresinden,
Nubar ve babam, bu mücevherleri yere fırlattıklarını, isyancıların önünde
ezdiklerini, bir tekmeyle parçaladıklarını, artıkları elleriyle parmaklığın
ötesine fırlattıklarını görebilmişlerdi.
İşte ancak o zaman kalabalık sakinleşmiş ve dağılmayı kabul etmişti.
İki arkadaş birbirlerine şaşkın şaşkın bakmışlardı. Ölümden kurtuldukları
için rahatladıkları halde üzüntüleri büyüktü.
Güzel yıllar bitmişti. Dernekli yıllar bitmişti. Onun için birlikte hayatlarını
tehlikeye attıkları, ortak gönüldaşları, Avrupalı saf sevgilileri, fotoğrafçılığı
artık eskisi gibi kucaklayamayacaklardı. Babam sadece koleksiyoncu
olmuş, artık en ufak bir resim çekmemişti. İsyancıların fotoğrafı, son
çektiği resim olmuştu. Tersine, Nubar ise profesyonel fotoğrafçı oldu, ama
Adana'da değil. Onun için evini onarmak söz konusu değildi. Ermeni
mahallesinin korkulu sokaklarına çıkmak düşüncesine bile tahammül
edemiyordu. Bu kentte doğmuştu ama gelecek, geçmişin duvarları içinde
değildi.
Geriye, göçeceği yeri seçmek kalıyordu.
Ermenilerin çoğu Adana'dan ve diğer taşra kentlerinden kaçıyor,
başkent İstanbul'da toplanıyordu. Nubar "Kaplanın pençesinden kaçıp,
ağzına sığınmak! Benden yok!" demişti.
O, kafasına Amerika'yı koymuştu. Ama böyle bir işe girişmek için çok
para bulmak, ilişkiler kurmak, bazı işleri önceden çözümlemek, birtakım
evrak sağlamak gerekiyordu. Yani kısacası zaman gerekiyordu, oysa
Nubar’ın acelesi vardı. Arkadaşının evinde birkaç günden fazla kalmak
istemiyordu; Kitabdar’ın evinden de, ancak ülkeyi terk etmek için çıkmaya
kararlıydı.
Çözümü fısıldayan karısı -evet Arsinoye- oldu. O söz konusu olunca,
fısıldamak yerinde bir deyim! Yeryüzüne gelmiş en çekingen, en silik
insandı, ayakları birbirine bitişik, elleri bağlı, gözleri yerde, onu
ilgilendirmeyen konuda, yani hayatı ile ilgili olarak bir şey söylemeye
cesaret etmeden önce binbir özür dilemiş ve yerin dibine geçmişti.
Yıllardır Lübnan Dağı'nda yaşayan bir kuzeni vardı. Ara sıra, cesaret
verici mektuplar yollardı. Belki de Amerika olana kadar, bir süre orada
beklemek doğru olabilirdi?
Gerçi orası da Osmanlı toprağıydı. Ama yarım yüzyıldan beri Dağ'a bir
çeşit özerklik verilmişti. Özerklik statüsü, Büyük devletlerin teminatı
altındaydı ve onlarca yakından gözleniyordu. Ermeniler için ideal sığmak
olmasa bile, yine de en az tehlikeli yerdi. Herhalde en az girilecek yer!
Nubar bu düşünceyi iki gün süreyle kafasında evirdi çevirdi. Bir kez
karar verince, arkadaşına haber verdi. Babam:
— Yani beni terk etmeye karar verdin. Evim senin için yeterince geniş
değil herhalde, demiş olmalı.
— Evin geniş, ülke dar.
— Ülke, en iyi arkadaşıma dar geliyorsa, bana neden gelmesin?
Nubar, bir Ermeni öğretmenle bir Türk prensi için koşulların aynı
olmayacağını anlatacak havada olmamalı... Zaten babam cevabını
beklememiş bile. Bahçeye, ceviz ağaçlarının altına gezinmeye çıkmış,
koca dumanlar çıkartacak biçimde sigarasını tüttürerek... Nubar onu ara
sıra pencereden gözlüyormuş. Sonra yanına gitmeye karar vermiş. Ne
yapacağını bilmediğini hissetmiş.
— En sevgili dostsun, en cömert ev sahibisin, senden vicdan azabı
duyulmadan ayrılınamaz. Şunu bil, başımıza gelenleri ne sen istedin, ne
de ben! Ama ne sen, ne de ben önleyebiliriz. Bunu yapmalıydım...
Arkadaşı ve ev sahibi onu dinlemiyordu. Bir saatten beri kafasındaki
düşünceyi olgunlaştırmaktaydı.
— Ben de seninle gelsem?
— Lübnan'a mı?
— Belki...
— Gelirsen... Benimle gelecek olursan... Verebileceğim...
— Ne verirdin?
İki arkadaş neşesini, gençliğini bulmuştu. Zekâ oyunlarına
düşkünlüklerini de... Ama bu seferki oyun onları uzaklara götürecekti...
Nubar yüksek sesle:
— Sana ne verebilirim? diye sordu. Toprağın var, kaç tane köyün var, bir
saray yavrusu evin var; oysa benim mütevazı evimden geriye, taş
üstünde taş kalmadı! Sana en değerli kitaplarımı verebilirdim; her şeye
sahip birine bile eski bir kitap hediye edilebilir. En güzel, en başarılı, en
övündüğüm fotoğrafları verebilirdim. Ama hiçbirini veremem, hepsi yandı;
kitaplar, klişeler, eşyalar, giysiler, her şeyi kaybettim. Sana ancak kızımı
verebilirim.
Babam:
— Kabul! demiş. Seninle geliyorum.
İki arkadaş bu konuda ciddi miydi? Sanırım ilk başta her ikisi için de
şakaydı. Ama sanırım daha sonra hiçbiri, diğeri kırılır korkusu ile
sözünden dönmek istememiş.
Nubar’ın kızı on yaşındaydı. Yaşına göre uzun boylu, ama kara kuru,
berbat giysiler içinde, bir kadın müsveddesi olmaktan çok, sulak yerde
bitmiş bir çocuktu. Adı Cecile idi. Beş yıl sonra, babasının arkadaşı ile
evlendi. 1914'te. Savaştan az önce. Görkemli bir düğün yapıldı. Türkler
ile Ermenilerin belki de son kez bir arada şarkı söyleyip, dans ettikleri bir
şölen oldu. Binlerce kişi arasında, o zaman Ermeni olan Dağ Valisi
Ohannes Paşa da düğüne gelmişti. Eski Osmanlı memurlarından olan
Ohannes Paşa, o vesileyle İmparatorluk topluluklarından Sultanın yüce
elinin beş parmağı olan Türkler, Ermeniler, Araplar, Rumlar ve Yahudiler
arasında yeniden kurulmuş olan kardeşlik hakkında bir nutuk söylemiş ve
uzun uzun alkışlanmıştı.
Nubar, eğlence arasında bile kaygılarından kurtulamıyordu, ama damat
bir mahalle kopili kadar neşeliydi: "Haydi kayınpeder, kafandakilerden
kurtul da aramıza katıl! Çevrende gülüp eğlenenlere bak. Burada,
Adana'da eksikliğini duyduğumuz şeyleri bulmadık mı? Artık Amerika'ya
göç etmenize ne gerek var?"
Gerçekten de her şey iyiye gider gibiydi. Babam, evlenmeden hemen
önce, Beyrut yakınlarındaki Çamlık Tepe'de, terk etmiş olduğunun
benzeri kâgir bir kâşane yaptırmıştı. Adana'dan, aileden kalma eşyaları,
annesinin mücevherlerini, babasının eski âletlerini, halıları, kasalar
dolusu tapu ile fermanı ve tabiatıyla fotoğraflarını getirtmişti.
Yeni Kitapdar malikânesinin salondaki büyük duvarına, resimlerden en
beklenmedik olanı asılmıştı: meşalelerin kindar alevleri arasından görülen
başları sarıklı, suratları terli isyancıların resmi; bu tuhaf av tablosu,
babamın ömür boyu gözleri önünden silinmeyecekti. Yıllar boyu,
ziyaretçiler dalga dalga gelip bu yüzlere bakacak, tanıdık bir yüz
arayacaktı. Bardam da bocalayıp durmalarını uzun süre seyredecek,
sonra da "Hiç aramayın, tanıdık bir yüz çıkmaz; bu halktır, bu yazgıdır"
diyecekti.
Onlara sırtını dönen ve odaya her girdiğinde onları görmemek için
gözlüklerini indiren Nubar'ın aksine, babam her zaman o adamların
karşısına otururdu.
Babam, arkadaşının kendisiyle birlikte oturmasını istemişti ama Nubar,
aynı zamanda atölye olarak da kullandığı çok daha mütevazı bir ev
kiralamıştı yanı başında. Valinin resmî fotoğrafçısı olmuş ve birkaç ay
içinde işleri büyük gelişme göstermişti. Tıpkı şu dağlardaki baharın kısa
olacağını bildiği için, büyümekte acele eden buğday başağı gibi.
1914 Savaşı o yaz başladı. Onu bilenler, her zaman Büyük Savaş diye
anarlar. Bizim oralarda, ne siper, ne insan kaybı, ne zehirli gaz vardı.
Çatışmalardan, açlık ve salgın hastalıklara oranla, daha az etkilenilecekti.
Sonra, köyleri boşaltan göçler oldu. Artık Dağ'da uzun süre, ocağı
tütmeyen pek çok ev olacaktı.
Bu arada Adana'da ve bütün Anadolu'da kıyım başlamıştı. Doğu toprağı
en kötü günlerini yaşamaktaydı. İmparatorluğumuz, utanç içinde can
çekişiyordu; herkes kendi tanrısına, diğerlerinin dualarını susturması için
yakarıyordu. Sağ kalanların kuyrukları, yollarda uzayıp gidiyordu.
Vakit ölüm vaktiydi. Annem hamileydi. Ablama hamileydi. Ben savaştan
sonra doğmuşum. On dokuzda.
Annemden sık söz etmem. Çünkü onu pek az tanıdım. Erkek kardeşimi
doğururken öldü. Dört yaşında bile değildim.
Ondan tek bir anım var. Odasına gitmiştim, yalınayak. Aynanın
karşısında, gecelikleydi. Elimi tutmuş, şiş karnına götürmüştü. Belki de
çocuğun kıpırdadığını hissetmemi istiyordu. Anlamadan yüzüne
bakmıştım, yanaklarında gözyaşı vardı. Bir yerinin ağrıyıp ağrımadığını
sormuştum. Elinde buruşturduğu mendiliyle gözlerini silmiş sonra beni
yerden kaldırarak kollarına almış, bağrına basmıştı. Gözlerimi kapayarak
sıcacık kokusunu içime çekmiştim. Beni yere indirmesini hiç
istememiştim.
Neden ağlıyordu? Bir sancı mı? Kadınca bir üzüntü mü? Geçici bir
hüzün mü? Bugün bile bunu öğrenmeyi o kadar çok isterdim ki!
Onu bir başka türlü de hatırlar gibiyim ama pek emin değilim. Annemi,
kapının yanında durmuş, bileklerine doğru genişleyen, beline tam
oturmuş beyaz giysisi ve tüllü şapkası ile görür gibiyim. Bir hayır
kuruluşunun toplantısına gidiyormuş gibi... ama işte, dediğim gibi, pek
emin değilim. Belki de, daha sonra fotoğrafını gördüm de, kendisini
gördüğümü sandım. Hareket etmiyor gibiydi. Durması donuk,
gülümsemesi yavan ve tek sözü yok! Baktığı ben değildim!
İşte bu kadar. Başka anı yok. Çektiği acılardan ya da ölümünden hiçbir
iz yok. Bütün bunları benden gizlemişlerdi.
Sonraları, bazen böylesine söz kesilmesini, geleceğin şakadan edilen
bir söze bağlanmış olmasını, ruhunda fırtınalar esmeden kabul etmiş
miydi diye düşünürüm. Belki de her şeye karşın kabullenmiştir. O tarihte
böyle şeyler olağandı. Babalar söz verir, kızlar uyardı. Bazı hallerde,
kendileri için seçilen kocayı çok çirkin bulurlarsa ya da bir başkasına
gönül vermişlerse, direnebilirlerdi... Bazen de böyle bir şey hayatlarına
mal olurdu. Anneme gelince, kendisi için yapılan seçimden üzüntü
duyduğunu sanmıyorum. Kocası eli açık bir adamdı. Birlikte yaşamak pek
kolay iş değildi çünkü tek çocuk, sultan çocuğu olmanın verdiği şımarıklık
vardı. Ama hiç de dırdırcı, öfkeli; sinsi bir adam değildi. Birinden nefret
etmesi gerekse, üzülürdü; üstelik yakışıklı adamdı. Her zaman iyi giyinir,
biraz hatta birazdan da öte züppe, hele de şapkaları, kolalı yakalan,
ceketinin pilileri, san bıyığının uzunluğu söz konusu olduğunda
manyaklaşırdı.
Annemin ona olan duygularını tahmin etmek için, yanıltıcı olmayan bir
göstergem var: kendi ailesi. Nubar ve anneannem, ömür boyu babama
büyük saygı gösterdiler, ona bakışlarını görmek yeterliydi, o neşelenince
neşeli olurlar, endişeliyse kaygılanırlar, en kötü kusurlarını hoş görürler,
bu da onun, kızlarına kötü kocalık ermediğini anlamak için yeterliydi.
Yine de annem, kısa ömründe fazla neşeli günler yaşamadı. Her biri zor
üç gebelik geçirdi. Birincisi 1915'te idi. Bugün, bir Ermeninin bir Osmanlı
Türkünün çocuğunu taşımasının ne demek olduğu anlaşılabilir mi,
bilmiyorum. Elbette ki kocası herhangi bir Osmanlı Türkü değildi. Ve
davranışları her zaman örnek davranışlar olmuştu. Nubar’a karşı
sarsılmaz dostluğu da öyle. Ama o tarihte, her bireyin davranışlarını kim
inceleyecekti ki? Kim, gerçek düşünceleri öğrenmeye çalışırdı? Öyle
zamanlarda, soyunuzun düşünceleri, topyekûn size mal edilir. Yaşlı
Ermeni Vali, hanedanımıza çok bağlı olduğu halde, bir gün içinde
azlediliverdi. Dağ'ın özerklik statüsü bir kalemde yok edildi. Osmanlı
makamlarından kaçmak için oraya sığman Ermeniler, bütün o insanlar, bir
anda kendilerini kapana kısılmış hissettiler. Nubar, yeni baştan Amerika
düşleri kurmaya başladı ama artık kızı evli ve çocuklu bir kadındı ve
onsuz ve küçük ailesi olmadan gitmek söz konusu değildi. Oysa babam,
gitmek sözünü duymak bile istemiyordu.
İlk başlarda, vakit kazanmak için, karısının doğurmasını ve iyileşmesini
beklemek gerektiğini söylüyordu. Daha sonra, kendi annesinin bu
durumda Amerika'ya girmesine izin verilmeyeceğini, onu bırakmanın söz
konusu olamayacağını bahane etti...
Esas neden bu değildi. Daha doğrusu tek neden bu değildi. Atlantik'i
geçen ilk ruh hastası, büyükannem olmayacaktı. Sanırım babam, soylu
ailesi ile mesafeli ilişkilerine karşın, ara sıra açığa vurduğu
küçümsemelerine karşın, soyuna ilgisiz değildi. Doğu toprakları üzerinde
olduğu sürece Prens idi, hükümdar torunu idi, yüce fatihlerin
sülalesindendi. Bunları sergilemesine de gerek yoktu. Oysa Amerika'da,
sadece sokaktaki adam olacaktı. Bunu asla kaldıramazdı.
Dün ondan söz ederken, soyluluk ünvanlarına, sülaleye, ya da
mevkilere gösterilen itibara isyan ettiğini belirttiğimi sanıyorum. Bir
bakıma, tam olmasa da, isyancıydı. Tutarsız olduğunu söylemek
istemiyorum. Kendi kendisiyle tutarlıydı da... Osmanlı sülalesine, kendi
sülalesine sövse de, asıl kızış nedeni çökmesi, yıkıma doğru gitmesiydi.
Gelecekten çok, geçmişe mi bakıyordu? Bunu söylemek kolay değil. Alt
tarafı gelecek, özlemlerimizden kuruludur, başka neden olacak?
Her kökten insanın yaşadığı Doğu limanlarında, yan yana yaşanan ve
dillerin birbirine karıştığı o dönem, geçmişin anımsanması mı? Geleceğin
habercisi mi? Bu düşü görenler, geçmişe bağlı olanlar mı yoksa geleceği
hayal edenler mi? Buna cevap veremeyeceğim. Ama babam buna
inanırdı. Soluk renkli bir dünyada bir Türk ile bir Ermeni'nin kardeş
olması...
Kendi dünyasını ona iade ettikleri takdirde, Tanrı'ya, o dünyanın
değişmemesi için dua etmiş olurdu; bunun olmayacağını bildiği için, ömür
boyu, bitmez tükenmez bir soylu ayaklanmasından yana oldu. Prens
olmasaydı, ihtilalci olmazdı. Rayları üzerinde ilerleyen değişmez bir
dünya istemiyordu, çığımdan çıkmış ne varsa onu hoşnut ediyordu:
bozguncu sanat, yıpratıcı başkaldırılar, abartılı buluşlar, delice hevesler,
gariplikler, deliliğe varana dek...
Yalnız ara sıra, en ihtilalci fikirler onda aristokratik duyguları harekete
geçiriyordu. Gerçekten de -ki bu bir sürü örnekten sadece biridir-
çocuklarının okula gitmelerini hiç istememiştir. Kendisinin geçtiği yoldan
geçmemizi istiyordu: bir eğitmen, eve gelen hocalar! Biri çıkıp da bunun,
ilerici düşünceleriyle bağdaşmadığını söyleyecek olsa, hararetle karşı
koyuyordu. İnsanların asi doğduklarını, okulların onları uysal, yumuşak
başlı, kapıkulu kimseler olarak yetiştirdiklerini söylüyordu. Geleceğin
ihtilalcileri böyle bir yoldan geçemezdi. Sürünün içinde boğulup
gidemezlerdi!
Çocukları için, Kitabdar’ın önerdiği öğretmenleri tutmak istiyordu...
Gerçek öğretmenler diyordu, size değişik gerçekler öğretenlerdir Sanırım
babam böylece, kendi gençliğinde en iyi olan ne varsa, onu tekrar etmek
istiyordu. Nubar ve Fotoğrafçılık Derneği'nin diğer üyeleriyle olan
gönüldaşlığı ve fikirdaşlığı! Bunları tekrar bulup bizlere aktarmak
istiyordu. Bunu kısmen başardı, sabahları öğretmenlerin geliş saati,
benim için korkulacak bir saat değildi, bazı tartışmalarımızı ve bazı sırları
paylaşmamızı anımsıyorum... Belki biriyle, ya da diğeri ile bir suç ortaklığı
da kurmuşuzdur... Ancak iki Kitapdar evi arasındaki, Adana'daki ile
Beyrut'taki evler arasındaki benzerlik bundan ibaretti. Adana'daki ev,
dünyanın dışında, kilitli kafesler ardında, bir avuç yenilmez adamın gidip
geldiği bir evdi, aksine ikincisi, güneşe bakan bir arı kovanı idi. Açık
salon, açık sofra, açık kucak... Daimi dostlara olduğu kadar günlük
arkadaşlara da açık... Anlaşılmamış ressamlar, kadın şairler, gelip
geçmekte olan Mısırlı yazarlar, Şarkiyatçılar, bitmez tükenmez bir
uğultu...
Benim gibi bir çocuk için bu, devamlı bir şölen olabilirdi. Oysa bir
işkence oldu, süregelen bir musibet! Sabahın erken saatlerinden gece
yarısına kadar çevremiz sürekli kaynıyordu. Bazen şaşırtıcı, tuhaf ya da
bilge adamlardı ama çoğunlukla babamın servetinin, aşın yenilik
arayışının ve fark gözetmemek tutkusunun çektiği önemsiz asalaklar,
düzenbazlardı... Çocukluğumun neşesini başka yerlerde buluyordum.
Çok çok ender olarak, ailemin evinden uzaklara kaçtığım zamanlar.
O günlerden kalan en güzel anılarım mı? Üç yıl üst üste, yaz tatillerinde,
anneannem ve dedemle, Bakus'ün Kanalı denilen Kanat Bakış köyüne
giderdik. Her sabah, uyanır uyanmaz, dedemle birlikte tepelere
tırmanırdık. Sadece yürümek için aldığımız sopalar ve açlığımızı
gidermek için aldığımız meyvalar ve çöreklerle... İki saatlik tırmanıştan
sonra, Romalılar zamanında yapıldığı söylenen, ama eski çağın
güzelliğinden hiçbir şeye sahip olmayan kaba taştan yapılma bir çoban
evine varırdık; kapısı o kadar alçaktı ki, ben bile o yaşta, eğilerek
girerdim. İçerde, hasırları patlamış, sallanan bir iskemle ve bir de keçi
kokusu ile karşılaşırdık. Ama orası benim için bir saray, bir cennetti.
İçeriye girer girmez kendime bir yer bulurdum, büyükbabam dışarda,
yüksekçe bir taşın üzerine oturur, iki eliyle bastonuna dayanırdı. Beni,
hayal kurmam için, rahat bırakırdı. Tanrım, öyle bir kendimden geçer, öyle
bir dünyanın hâkimi olurdum ki... Evrenin ılık sevinçleri karnımı gıdıklardı.
Yaz bitip de yeryüzüne indiğimde, mutluluğum yukarda, o kulübede
kalırdı. Geniş evimizde, çevremde duvar haklan, oymalı kılıçlar, Osmanlı
ibrikleri ile işlemeli örtüler altında yatarken hep o kulübeyi düşlerdim.
Zaten bugüne kadar, ömrümün bütün aşamalarında, çocukluğumun
geçtiği toprakları rüyamda gördüğümde, hep o kulübe karşıma çıkar.
Oraya üst üste üç yaz gittim. On, on bir, on iki yaşlarımda... Sonra büyü
bozuldu. Büyükbabamın bazı sağlık sorunları çıktı, bu yükseklere
tırmanışları yapmaması söylendi. Oysa bana, tek bir gümüş tel olmayan
simsiyah saçlan, kapkara bıyıkları ile ne de güçlü gelirdi. Ama o bir
büyükbaba idi, haylazlıklarımız ona yaramaz olmuştu. Yazlığımızı
değiştirmek zorunda kaldık. Güzel, yüzme havuzlu, gazinolu, balolu
otellere gider olmuştuk ama çocukluğumun cenneti uçup gitmişti.
Hayır, babam hiçbir zaman bizimle gelmezdi. Tatil demek, zaten onunla
olmamak demekti... Evden uzaklaştıkça, giderek tüy gibi hafiflerdik. O,
evde kalırdı. Bu "yaylacılığı", bu belirli dönemlerde kıyı yörelerinin
sıcağından kaçan kentliler kalabalığını küçümserdi. Aslında, belki de
haklıydı. Yaşım ilerledikçe, her konuda babama hak verir olacağım.
Sanırım diğer erkekler için de bu böyledir. Benim delice heveslerim,
zamanla onunkilerle aynı olacaktı. Soyaçekimden ya da pişmanlıktan...
Ama bir konuda ona hep kızgınlık duyacağım, belki de ondan sürekli
kaçış nedenim de budur: o da beni büyük bir devrimci yapma isteği! Bu,
diğer ailelerin oğulları için isteyebileceği aptalca bir tutku değildi. Bu bir
saplantı idi. Belki bugün, gülümsememe neden oluyor ama
çocukluğumda, yetişme çağımda beni hiç de gülümsetmedi. Daha
sonraları da, beni bir uğursuzluk gibi izledi.
Anlıyor musunuz, babam, aydın despot diye tanımlanacak biriydi. Aydın,
çünkü bizleri özgür insanlar olarak yetiştirmek isterdi. Aydın, çünkü kızını
da oğulları gibi yetiştirmek istemişti. Aydın, çünkü çağdaş bilimlere ve
sanata tutkuyla bağlıydı. Ama despot! Düşüncelerini yüksek sesle, kesin,
geriye dönmeden söyleyiş biçimi ile despot! Bizden istedikleri ile
geleceğimizden bekledikleri ile despot! Amacının soylu bir amaç
olduğunun inancı içinde, çocuklarının buna uymak isteyip
istemeyeceklerine ya da yapabilip yapamayacaklarına aldırış bile
etmezdi.
Başlangıçta, üç kardeş üzerindeki baskısı aynıydı. Ama yavaş yavaş
ablam ve kardeşim, bu baskıdan sıyrılmasını bildiler ve beni ömür boyu,
babamın bu saplantısının ağırlığını çekmek üzere tek başıma bıraktılar.
Annem 1922 Eylül'ünde, üçüncü çocuğunu doğururken öldüğünde,
ablam sadece yedi yaşındaydı. Ama o saat evin hanımı olmuştu.
Annemin uzun bir yolculuğa çıktığını ve o uzak beldede onu üzmemek
için uslu durmam gerektiğini, kupkuru gözlerle söyleyen o oldu. Sanırım
bunu söyledikten sonra, yatağına kapanıp var gücüyle ağlamıştır.
Üçümüz arasında, çocukluğundan itibaren, sadece ablam yerini
doldurmasını bilmiştir. Derlermiş ki, babam ablam için evinin çatısı
olmuştur, benim için sadece bir tavan! Babamın sesindeki aynı vurgular,
aynı ifadeler ablama güven verirken beni boğuyor ve dengemi
bozuyordu.
Gözlerimin önünde hâlâ, binlerce kez tekrar etmiş olması muhtemel bir
sahne durmaktadır.
Babam sabah kalktığında, tıraş olmadan, taranıp giyinmeden, kokusunu
sürünmeden, yani çıkmaya hazır olmadan bana bile görünmezdi. Önce
berberi gelirdi, sonra hazır olduğunda, kapısını aralar ve ablamı aynalık
etmesi için çağırırdı. Yani, bir aynanın karşısındaymış gibi dimdik, sessiz
dururdu. Ablam da onu incelerdi. Bir düğümü düzeltir, bir tozu silkeler, bir
lekenin koyuluğuna yakından bakardı. Bunları yaparken, kuşkulu bir hal
takınır, sonunda bir baş hareketi ile onayını verirken de hiç acele
etmezdi. Babam da kararını kendinden emin olmayan biçimde bekler
görünürdü.
Bu merasim tamamlandıktan sonra odasından çıkardı, ilk adımlarını
duraksayarak atar sonra kendinden emin yürüyüş biçimine kavuşurdu.
Salona kadar. Orada, kahvesi onu beklerdi. Demin, "çıkmaya hazır
olmadan" dedim, aslında "oturmaya hazır olmadan" demeliydim. Babam
az çıkardı. Sabahları kalktığında, açık pencereden bakar, sabah havasını
içine çeker, denize, kente, çamlara, orada duruyorlar mı dercesine bir göz
atardı. Sonra, merdivenlerden inip, salona geçerdi. İlk ziyaretçiler
gecikmezdi. Hattâ bazen, onu bekliyor olurlardı.
Sanırım annem hayatta iken, her sabah "ayna olmak" görevini o
yüklenirdi. Onun yerini almakla ablam, babamın üstünde öyle bir nüfuz
sahibi oldu ki, bu kadarını düşlemem bile olanaksızdı. Öyle ki, babam,
ablama bir şey kabul ettirmeye bile girişmedi.
Erkek kardeşim de, tıpkı ablam gibi, onun boyunduruğundan
sıyrılmasını bildi. Ama başka yoldan, sinsice. Babamızı, kendisini
yükseklere oturtmaya kalkışmasından vazgeçirmek için her şeyi denedi.
Babasının, annemizin ölümüne neden olduğu için kendisinden nefret
ettiğinden emindi. Babam, bile bile böyle aşağılık bir duyguya asla sahip
olamazdı. Ama bir çocuk, doğumundan itibaren sevilmediği duygusuna
kapılırsa, asla tam olarak yanılmaz.
Daha başlangıcından itibaren, kardeşimle bizim aramızda -biz derken
bütün aileyi kastediyorum- bir farklılık göze çarpardı. Herkes ince, boylu,
endamlı, sanki doğuştan gösterişli ve zarifti. Herkes! Olgun yaştaki
erkeklerde ister istemez çıkan göbeği dışında incecik olan babam, bir
vakitler annem, Nubar, her iki büyükannem, ablam ve ben, hepimiz
hemen hemen aynı biçimdeydik. Bir ortak aile havamız vardı işte! Erkek
kardeşim dışında. Daha küçüklüğünden itibaren şişkoydu ve hep öyle
kaldı. Bir domuz gibi durmadan tikindi.
Sanırım şu ana kadar adını söylemedim: Salem! Zaten onun ilk kızma
nedeni buydu, diğerleri gibi bir isim! Üç isim arasında yadırganmayan tek
addı! Benimkini yeryüzünde başka hiç kimse taşımaz. Elli yedi yıl sonra
bile, adıma alışamadım. Kendimi tanıttığımda, adımı gizlemeye
çalışıyorum.
Dün karşılaştığımızda, hatırlarsanız sadece "Kitabdar" dedim, öyle değil
mi? Babamın bana yüklediği ismi, asla tahmin edemezsiniz: İsyan! Evet
ya İsyan! "Boyun eğmezlik", "Başkaldırı", "İtaatsizlik"! Hiç oğlunu İsyan
diye çağıran görülmüş müdür? Fransa'da bulunduğum sıralar, adımı
çarçabuk söylerdim. İnsanlar beni bir İskoçyalı ozan sanırlardı. Babamın
kaprislerini açıklayacağıma, kafamı sallamayı yeğlerdim.
Geçelim. Sadece, adımın taşınamayacak kadar ağır olduğunu belirtmek
istedim. Ablamın ismi -babaanneminki gibi- İffet idi.
Beyrut'ta az görünür isimlerdendi. Çoğu insan "Yvette" sanıyordu. İki
savaş arasında ülke, Fransız mandası altındaydı... Aslında dört yüz yıllık
Osmanlı egemenliğinden sonra Fransız mandasına geçilmişti. Ama
aniden, kimse Türkçeyi duymak istemez olmuştu. Sonunda, her şeye
rağmen, Osmanlı ailesinden olan bizler için, Lübnan'a yerleşmenin hiç
sırası değildi ama ne yaparsınız ki, seçimi bizler için biz değil, Tarih yaptı.
Yine de nankör ya da insafsız olmak istemem. Beyrutlular Türkçeyi
unutup Fransızca konuşmayı yeğleseler de, bizlere tek bir gün
istenmeyebileceğimizi hissettirmediler. Tam aksine, dünün "işgalcisinin"
aralarına konuk olarak gelmesinden gururlanıyor ve eğleniyorlardı. Bana
her zaman, yakınlarımız ve yabancılar, bir çeşit küçük prens gibi
davrandılar. Kökenimi asla saklamak gereğini duymadım.
Ama başka şeyden konuşuyorduk... Ha evet, kardeşim Salem'in
adından! Benimkisi kadar yadırganır olmadığını söylemiştim. Hattâ
yaygın, kulağa hoş gelen bir isimdi. Bildiğiniz gibi "sağlam" anlamına gelir
ki, bu da, kendisini doğururken annesi ölen bir çocuk için acı veren bir
çağrışımdır.
Kardeşime göre, ona bu ismi, annesinin ardından yaşadığı ömür boyu
hatırlansın diye ve belki de onu öldürdüğü için cezalandırılsın diye
takmışlardı. Oysa babamın böyle bir niyeti olmamıştı. Kesinlikle
olmamıştı! Ona göre bu isimle, trajik bir doğumun tek mutlu olayını,
çocuğun sağ salim kalışını kutlamak söz konusuydu. Öyle olmasına
öyleydi de, ailelerin çocuklara düşüncelerini, o anlık sevinçlerini ya da
kaygılarını belirten isimler vermeleri çok kötü bir alışkanlık. Herhalde siz
de kabul edersiniz ki bir isim, insanın ömrü boyunca yazacağını
yazabilmesi için bembeyaz bir sayfa olmalı. Kardeşime bu ismi vermek,
bence talihsiz bir düşünceydi. Ancak maksat cezalandırmak ya da
yermek değildi. Kaldı ki başlangıçta babam, benim için taşıdığı garip
niyetlerin aynını kardeşim için de taşımıştı.
Kardeşim bundan kurtulmak için elinden geleni yaptı. Derslerini boşladı,
her biri değilse de çoğu mükemmel olan öğretmenlerine serserice
davrandı. Tıkınarak öç aldı, bunu söylemiştim. Ama daha da kötüsünü
yaptı. Örneğin on iki yaşındayken, 17. yüzyıla ait minyatürlü, nefis bir
kitap çalıp sahaflara sattı, suçu da bahçıvanın oğluna attı. Gerçeği
öğrendiğinde, babamın onuru kırıldı; hayatında ilk kez çocuğunu dövdü,
hem de vahşice, kemerinin tokasıyla kanatana dek...
Onu evden kovacağına, odasını da, çocuğun gönlünü almak için
bahçıvanın oğluna vereceğine yemin etti. Ancak çocuk da, ailesi de bunu,
ihtiyatlı davranarak, reddetti. Oğlunu evden kovacağı yerde, düşlerinden
kovdu. Belki de onu bu şekilde cezalandırdığını sanıyordu, oysa aksine,
onu kurtarmıştı.
Ne yazık ki benimle öyle olmadı. Babamın bütün düşleri benim
omuzlarıma bindi.
Hem de ne düşler! En benzer biçimde karikatürlerini çizecek olsam
diyebilirim ki düşlediği dünya, sadece kibar ve cömert, son derece güzel
giyinmiş, hanımları nezaketle selamlayan, ırk, dil ve din farklılıklarını
ellerinin tersiyle iten, fotoğrafçılığa, uçaklara, sinematografiye çocuklar
gibi merak saran insanların yaşadığı bir dünya idi.
Sözlerimi, bir çeşit asabi gülüş olarak kabul edin. Ya da utanç dolu bir
sırıtış olarak. Çünkü düşünü gördüğü, en soylu yönleriyle 19. yüzyılın
uzantısı olabilecek yirminci yüzyılın düşünü ben de gördüm. Bugün, düş
kurma cesaretine sahip olsam, bu işi sürdürürüm. İşin bu yönüyle, baba-
oğul benzeşiyoruz. Dünyanın, kendisini uyandırıp yolunu çizmesi için
bazı olağanüstü insanlara, ayakları Doğu'da, bakışları Batı'da
devrimcilere ihtiyacı olduğunu söylemeye başladığında, ona benzemez
oluyorum.
O ise, bakışlarını bana çevirmişti. Anladığım kadarıyla, Tanrı'nın
yolladığı, kendisinden mucizeler beklenen adam, bendim.
Bazen ikisi birleşirdi, Nubar ve babam. İki saf, iyi niyetli, iki onanmaz
saf! Sen, büyük bir devrimci olacaksın oğlum! Bu bakışlar altında tek
arzum: kaçmaktı. İsim değiştirmek, yer değiştirmek istiyordum. Bana olan
sevgilerinin, aşın güvenlerinin, vakitsiz hayranlıklarının beni korkuttuğunu
ve soluksuz bıraktığını onlara nasıl anlatmalıydım? Gelecek için başka
tasarılarım olabileceğini nasıl söylemeliydim? Bu tasarılarım daha az
iddialı değillerdi üstelik! Ben de, kendime göre, dünyanın değişmesini
istiyordum. Babam, İskender ve Sezar’dan Napolyon'a kadar, Sun Yat
Sen'den Lenin'e kadar fatihlerin ve devrimcilerin ve kendi atamız
Muhteşem Süleyman'ın yaşam öykülerini okumam için ısrar ederken,
benim kahramanlarım Pasteur, Freud, Pavlov ve özellikle Charcot idi.
Bu yönümle, Charcot gibi nörolog olan ve onu İsviçre'de gördüğünü
söyleyen babamın babasına benziyordum. Çocukluğum boyunca evde,
aklını yitirmiş bir büyükannenin varlığı, dikkatimi ve merakımı psikolojiye
ve nörolojiye yönlendirmiş olmalı.
Hemen hemen on iki yaşımdayken kararımı vermiştim. Kendi kendime
söz vermiştim ve her gece odama kapandığında bu yeminimi
tekrarlıyordum: doktor olacaktım! Ne bir fatih ne de bir devrimci, doktor
olacaktım! Tek duraksamam, bilimin son aşamasında nasıl bir yol
izleyeceğimdi. Bazen hayalimde bir pratisyen oluyor ve Dr. Schweitzer
gibi kuş uçmaz, kervan geçmez yerlere gidiyordum, bazen de aksine, bir
araştırmacı, bir deneyci olarak bir laboratuvarda, bir mikroskobun üzerine
eğilmiş, çalışıyordum.
İlk önceleri kimseye bundan söz etmedim. Bu sun ne kadar sakladığımı
bilemiyorum. Sanırım iki-üç yıl, sonra ablama bir parça açıldım. Ona
güvenebilirdim. Bana ihanet ermeyeceğine ve yardım edeceğine
güvenebilirdim. "Şundan emin ol", demişti. "Günü geldiğinde neye karar
verdinse, yalnız onu yapacaksın. Babana nasıl kabul ettireceğini değil, ne
istediğini düşün ve istediğinden emin ol. Gerekirse babamı bana bırak."
Gerçekten de babamı üzerine alan o oldu. Bir kere, okulun son iki
yılında, kabul edilir bir diploma alabilmem için okula gitmem için onu ikna
etti. Bunu hemen başarabilmiş değildi ama Nubar, girişimini desteklemiş
ve sonunda babam kabul etmişti. Bundan bir büyük iftihar payı
çıkartacaktı. Evdeki öğretmenlerimden öğrendiklerimle, daha okula girer
girmez, sınıfımdaki çocuklardan o kadar üstün oldum ki, dersler bir oyun
gibi geldi; dil bilgisi, edebiyat, retorik, fen, tarih... Bütün konulara öylesine
hâkimdim ki, babamın garip düşüncelerinin doğruluğu ortaya çıkıyordu.
Onun sayesinde olağanüstü bir eğitim görmüştüm; o eğitimi bunca kötü
kullanmam bir talihsizliktir!
Bakaloryanın birinci ve ikinci sınavlarında, başkasından daha fazla
çalışma gereği duymadan, ülkenin en iyi notunu aldım. 1936-37 yıllarıydı.
Adım gazetelerin ilk sayfasında yer almıştı. Bu, babamın zaferiydi! Oğlu,
şimdiden diğerlerinin önünde "at sürüyordu". Bana gelince, aldığım bu
sonuçlar, içimde işi sonuna kadar götürme isteği doğurmuştu. Evden ve
babamın büyük taleplerinden uzakta bu işi tamamlamaya kararlıydım.
Gün geçtikçe en ünlü tıp fakültesine sahip Montpellier'yi düşünür
olmuştum.
Bu kez de "babamı üzerine alan" ablam oldu. Bunu büyük bir beceriyle
gerçekleştirdi. Tıbbın, insanı değiştirmek isteyenler için ideal bir dal
olduğunu savundu. Kısa zamanda bilgin, bilge, veli nimet hattâ kurtarıcı
görünümü kazandığını ve zamanı gelince insanları yöneten kişi
olabileceğimi ileri sürdü. Benim için düşlediği geleceğe ulaşmanın en
uygun yolu tıp okumak mıydı? Babam bu düşünceyi ters bulmadı.
Temmuz sonunda, Champollion gemisine, babamın hayır duaları ile
bindim. Hedef: Marsilya idi.
Beyrut limanının binaları ufukta kaybolur kaybolmaz, aşağıya inip bir
şezlonga yorgun, bitkin, özgür uzanıverdim. Babam, gizlice devrim
liderliğine hazırlandığımı sanabilirdi. Benim tek bir arzum vardı: Okumak,
okumak, okumak! Tabii ara sıra da dinlenmek. Ama artık hiç kimse
devrimden, Doğu'nun dirilişinden, nurlu gelecekten söz etmesindi!
Hattâ kendi kendime gazete bile okumamaya söz vermiştim!
Perşembe Akşamı
Kendi anılarımı canlandırmak için, İsyan'ın anlattıklarını kesmek
istemedim. Çamlık Tepe'deki kâgir evi görmüştüm. İçine hiç girmemiştim
ama her gün önünden geçmiştim çünkü okulun yolu üzerindeydi.
Gözlerimin önüne geliyor. Hiçbir eve benzemezdi: ne tam anlamıyla
çağdaş, ne dağ evi, ne Osmanlı idi, bütün üslupların bir karışımı idi. Yine
de, hatırlayabildiğim kadarıyla, bütünüyle hoş... Demir parmaklıkları
gözümün önünde, her zaman kapalı, ara sıra siyah-beyaz bir DeSoto'nun
geçmesi için açılırdı. Bir de, hiçbir çocuğun oynamadığı çimli bahçesi...
Anılarım, ellili yılların ortalarına kadar gidiyor; İsyan'ın gelip benimle
konuştuğu günler bile geride kaldı. Ancak eski dergilerde, eski sanat
kataloglarında, çevremdeki konuşmalarda; Kitabdar malikânesinden söz
edildiğini duydum. Bu malikâne, iki dünya savaşı arası dönemde,
Doğu'nun yüksek sanat ocağı olarak hatırlarda kaldı. O evde, konserler,
şiir geceleri, fotoğraf sergileri ve her türlü açılış yapılırdı.
Karşımdaki sözünü fazla etmemişti. Onun anılarında tüm bu zenginlik
pek az yer tutuyor olmalıydı. O sesler onu sağır, o ışıklar kör ediyordu.
İçine kapanıyor ve yolculuk düşlüyordu.
İlk konuşmamız beş saat sürmüştü. Bazen sohbet biçimimizi bile
tartıştığımız oldu. Pek az soru sorduğum halde, fikir alışverişi yaptığımız
da oldu. Ama daha çok, kafasında tasarladığını yazdırıyordu. Otelinin
barında hafif bir öğle yemeği yemiştik ve o dinlenmeye çıkmıştı. Yorgun
düştüğünden ertesi güne randevu vereceğini sanmıyordum. Öyle olmadı,
aksine akşam saat altıdan sonra buluşmamızı önerdi.
Bah'da, öğleden sonraları uyumak alışkanlığını yitirmiş olduğumdan bir
kahveye giderek notlarımı düzene soktum. Sonra, söylediği saatte oda
kapısını çaldım.
Giyinmişti, beni beklerken odayı arşınlıyordu. İlk cümleleri hazırdı.
Fransa'da kendi düşlerimi gerçekleştirebilirdim. Kendi soframda
yiyebilirdim. Bu sadece bir görüntü değildi. İlk kez, bir birahanenin
terasında oturduğum günü hatırlıyorum. Gemi Marsilya'ya vardıktan
sonra idi, Montpellier trenine binmeden az önce... masa küçük, tahta bir
masaydı, üzerine çakı ile bir şeyler çizilmişti. Kendi kendime işte
mutluluk! demiştim. Başka bir yerde olma mutluluğu! Aile sofrasına
oturmama mutluluğu! Ağız kalabalığı ya da bilgileri ile parlamaya çalışan
davetliler yok! Baba gölgesi yok. Bakışlarıma, tabağıma, düşüncelerime
dikilmiş bakışları yok! Mutsuz bir çocukluğum olmadı, yo hayır!
Şımartılmış, yoksulluk çekmemiş! Ama bir bakışın ağırlığını sürekli
üzerimde hissetmek. Muazzam bir sevgi, umut dolu bir bakış, ama aynı
zamanda beklenti dolu bir bakış. Ağır. Tükendirici.
O gün, Fransa toprağına ayak bastığım ilk gün, kendimi hafiflemiş
hissediyordum. Önümden üç genç kız geçmişti. Uçuşan giysileri ve tuhaf
hasır şapkaları vardı. Bir şenlikten kaçmış, bir tablonun içinden çıkmış
gibiydiler. Gülüyorlardı. Hiçbiri bana bakmamıştı ama sanki benim için
kılık değiştirmişler, sanki benim için geçit resmi yapmaktaydılar.
Yakında, bir kadınla tanışacağımdan emindim. Bu üç genç kızdan daha
güzel, herkesten daha güzel biriyle. Birbirimizi sevecek, birbirimize
sarılmış halde saatlerce kalacaktık. Sonra el ele plaja gezmeğe
gidecektik. Daha sonra da, okumam tamamlandığında gemiye tekrar
bindiğimde kolunda girmiş olacaktı ve ben onu usulca koklamak için
başımı eğecektim.
Sekiz yıl sonra Fransa'dan aynı gemiyle, Tıp diploması almadan ama
direniş madalyası ile döneceğimi söyleselerdi... Bu babamın rüyası idi,
benimki değil!
Montpellier'de, tıp öğrencileri arasında, adım kısa sürede "inek"e çıktı.
Diğerlerinden çok çalışmıyordum ama daha iyi çalışıyordum. Hocalarım,
ince eleyip sık dokumayı öğretmişlerdi. Asla yarım anlamakla
yetinmemeyi. Gerekli zamanı ayırmayı ve bu zaman içinde anlamayı,
özümlemeyi öğretmişlerdi. Öte yandan mükemmel bir belleğim vardı.
Bunu da, en azından bir kısmını hocalarıma borçluydum. Bir kere
öğrendiğimi, bir daha unutmuyordum.
Bunları övünmek için söylemiyorum. Alt tarafı parlak bir öğrenci olmam,
asla doktor olamadığıma göre, ne işime yaradı? Bunu söylüyorsam,
orada belirli bir saygı gördüğümü belirtmek için. Ben yabana mucize idim,
öğrenciler arasında en genci, her zaman en iyi not alanı! Öte yandan,
güler yüzlü, sevimli, çekingen... Aslında, hiçbir şeyin gözümü
kamaştırmadığı ama bir sürü şeye şaştığım bu yeni dünyada mutluydum.
Nelerden konuşuyorduk? Derslerimizden, öğretmenlerimizden,
öğrencilerden, tatil projelerinden! Tabii ki, erkekler arasında
olduğumuzdan, kızlardan da söz ediyorduk. O zaman hemen susuyor,
afallıyordum. Ne söyleyebilirdim ki? Diğerleri, gerçek ya da hayali
serüvenlerini anlatıyorlardı. Benimse sadece düşlerim ve yaşımın basit
istekleri vardı. Onları dinliyor, onlarla gülüyor, kadınların vücutlarını
anlattıklarında bazen kızarıyordum.
Arkadaşlar "durum"dan konuştuklarında da söze karışmıyordum. Çoğu
tanıdık isimler tekrar edilip duruyordu. Daladier, Chautemps, Blum,
Maginot; Siegfried, Franco, Azana, Stalin, Chamberlaine, Schuschnigg,
Hitler, Horty, Beneş, Zogu, Mussolini... Bütün bu insanları azıcık
tanıyordum ama haklarında diğerlerinden daha az bilgi sahibi olduğuma
inanıyordum. Hepsi, söyledikleri şeylerden çok emindi. Yabancı olan, yeni
gelen ben, dinlemekle yetiniyordum. Bazen dikkatli, bazen dalgın!
Uluslararası konferanslara, ateşli beyanlara, özellikle birliklerin
durumlarına göre gerginlik artıyor ya da azalıyordu.
Tabii ki kayıtsız değildim, nasıl olabilirdim ki? Arkadaşlarımın
sandığından çok daha fazlasını biliyordum. Ama kendilerine özgü bir
tartışma biçimleri vardı, üstelik kendi vatanlarındaydılar... Sessizce
dinleme alışkanlığına sahiptim. Aile sofrasında her zaman benden yaşlı,
benden bilgili, kendilerine benden daha çok güvenen insanlar olurdu.
Söyledikleri hakkında bir düşüncem varsa, kafamın içinde evirip
çevirirdim, hele babamın "Ya sen ne diyorsun İsyan?" demesinden nefret
ederdim. Çünkü o an hiçbir şey düşünemez olurdum. Kafamda bir boşluk,
tutarsız sözcükler oluşur, aptalca şeyler söylerdim. Konuklar da kendi
aralarında konuşmaya devam ederlerdi.
Bu bir yana, Montpellier'de, arkadaşlarımın beni dinledikleri, belirli bir
saygınlık kazandığım kendi dünyam vardı. Derslerimizden
konuştuğumuzda -ki kaygılarımızın başında yer alıyorlardı-en çok ağırlığı
olan benim görüşlerim olurdu. Diğerleri, benden büyük de olsalar, saygı
gösterirlerdi. Biyolojiden ya da kimyadan konuşuldu mu, bir vatandaş ile
bir yabancı arasında fark kalmaz...
Yabancı olduğum için sıkıntı çektim mi? Aslında hayır. Size böyle bir
izlenim verdimse, iyi anlatamamış olmamdandır. Yabancılık, dikkate
almam gereken, hayatımın bir gerçeği idi. Yani kadın yerine erkek olmak,
on yaşında veya altmış yaşında olmak yerine yirmi yaşında olmak gibi.
Aslında bu pek kötü bir şey değildi. Bu, birtakım şeyler yerine, başka
birtakım şeyler söylemem ve yapmamdı. Benim köklerim, tarihim,
dillerim, sırlarım, iftihar edebileceğim nice konular, belki kendime özgü
sevimliliğim vardı... Hayır, yabana olmak beni rahatsız etmiyordu ve evde
olmamaktan memnundum.
Bazen ülkemi özlüyordum, orası kesin. Ama aile ocağını değil. Oraya
dönmeye hiç acelem yoktu. İlk yaz dönüp bir iki ay geçirmeye söz
vermiştim. Ancak yaz tatili yaklaşırken, babama, Fas ile Cezayir'i görmek
istediğimi yazmıştım. Kendime çok yakın hissettiğim ama ancak
kitaplardan ve resimlerden tanıdığım bu ülkeleri görmeye can
atıyordum... Sonunda, oraya da gidemedim. Sağlık sorunları yüzünden
bütün yaz odamdan çıkamadım.
Aslında, tuhaf sorunlar. Öksürük krizleri tutardı ve bazı geceler, nefes
almakta zorluk çekerdim. Doktorlar anlamamışlardı. Kâh astımdan, kâh
veremden söz ediyorlardı. Fransa'ya gelmeden önce, bu hastalıklardan
hiçbirinin olmamasını anlayamıyorlardı. Bir ara bütün bunların, numara
olup olmadığını düşündüler. Numara değildi. Hayır, hiç değildi.
Anlayacaksınız... Ama önce kafamın içini, o döneme göre, kronolojik bir
sıraya sokayım... Acele edeceğim. 1938 Eylül'ünde, Münih'te savaş
uzaklaştırılmıştı. 1939 Mart ayında Prag'da savaş yaklaşıyordu. Artık
kimsenin kuşkusu kalmamıştı ve çevremdeki gençlerden çoğu, ordunun
gücünü ve düşmanın güçsüzlüğünü kıyaslamada yanşıyorlardı,
patlayacak bir balon! Ancak başka türlü konuşmak, yakışık almazdı!
Ben başka türlü mü konuşmak istiyordum? Dürüst olmak gerekirse,
hayır. O sırada değil. Onları zevkle dinlediğimi ve görüşlerini paylaştığımı
söylemeliyim. Onlar gibi güveniyordum. 1940 Haziran’ında, Alman işgali
sırasında, onlar gibi ağladım. Yıkılmıştım. Birdenbire, yabancı olmaktan
çıkmıştım, artık hiç değildim. Bu bir defin töreniydi ve ben ölenin
ailesinden biriydim. Ağlıyordum, başkalarını teselli etmeye çalışıyordum,
onlar da beni teselli ediyorlardı.
Petain konuştuğu vakit, onu dinledik. Özetle şöyle demişti: İş er kotu
gitti. Hepimiz kötü günlerden geçiyoruz ama sizlere en korusunu
yaşatmamaya çalışacağım. Bizim anladığımız bu oldu
De Gaulle'e gelince, o ünlü Haziran günü yaptığı çağrıyı duymamıştım,
arkadaşlarımdan hiçbiri de duymamıştı. Ama sanının hemen ertesi günü,
içeriğini öğrendik. O tarihte, bir tercih yapma durumunda kalacağımızı
sanmıyorduk. Bir yandan, kurtarılabilecek ne varsa kurtarmak
gerekiyordu; bunun için de en iyisi bir süre işgalci ile iyi geçinmekti.
Petain'in yaptığı buydu. Öte yandan Müttefiklerin desteği ile hiçbir
uzlaşmaya, ödüne gitmeksizin öç almaya hazırlanmak gerekiyordu. De
Gaulle'ün Londra'da yaptığı buydu. Bu görüntü, bizim gibi yasta olanlara
azıcık güven veriyordu. Bu durum ne kadar sürdü? Kimileri için dört yıl.
Kimileri için de birkaç gün.
Masanın çevresinde altı yedi kişiydik. Vichy'de, Yahudilerle ilgili yasa
ilan edilmişti. Yahudilerin durumunu ve bundan böyle giremeyecekleri
yerleri -eğitim kurumları- saptıyordu. Bir öğrenci, yasanın çok kurnaz
olduğunu savunuyordu. Onu hâlâ anımsıyorum, bizden büyüktü,
çenesinde sakalı vardı ve hep baston ile dolaşırdı. Her zaman birlikte
olduğumuz biri değildi ama ara sıra bize katılırdı. Ona göre Almanlar
Petain'den, "Serbest bölgeye girmeleri ve Yahudilerle meşgul olmaları
için izin vermesini" istemişti. Manevrayı anlayan mareşal de; yasayı
kendisi çıkartarak yollarını kesmişti.
Bu yorumda bulunmaktan memnun, bira bardağını boşaltmış, bir
parmak işareti ile bir yenisini ısmarlamış, sonra bana dönerek yüzümü
incelemeye başlamıştı. Neden ben? Karşısında oturuyordum ama
bakışlarımda hoşuna gitmeyen bir şey olmalıydı. "Sen ne düşünüyorsun
Kitabdar? Hiç sesin çıkmıyor. Bir kere olsun konuş, bu önlemin kurnazca
olduğunu itiraf et!"
Diğerleri de ısrarla bana bakar olmuşlardı. En yakın arkadaşlarım bile,
suskunluğumun gizlediği görüşü öğrenmek istiyorlardı. Bunun üzerine,
gülünç olmamak için, "bir kereye mahsus" konuştum. Çok uysal biçimde,
aşağı yukarı şunları söyledim: "Seni iyi anladımsa, durum şuna benziyor:
Bu birahaneye seni gebertmek için bir herif gelmiş, yaklaştığını
görüyorum, şişeyi kaptığım gibi senin beynini dağıtıyorum. Burada
yapılacak işi kalmadığını gören adam omuzlarını silkip gidiyor. Numara iyi
söküyor?"
En ufak biçimde gülümsemeden, alçak sesle, öğretmeninin karşısında
duraksayan öğrenci gibi konuştuğum için, karşımdaki alay ettiğimi hemen
anlamadı. Hatta: "Evet, aferin, bunun gibi..." diye laflar etti. Ancak
diğerleri, kahkahayı bastı. Ancak o zaman kızardı, yumruklarını sıktı.
Kavga olmadı, hayır. İki biçimsiz söz söyledi sonra gürültüyle iskemlesini
oynatıp, sırtını bana döndü. Bense hemen kalkmıştım.
Sadece çocukça bir kavga, öyle değil mi? Ama çok sarsılmıştım. Bir
hoparlöre konuşmuş ve bütün kent beni duymuş gibiydi. Bir başkası
olsaydı, dağarcığını boşaltmaktan ferahlık duyardı... Ben duymadım!
Öfkeliydim, kendime karşı öfkeli. Hep böyle olurum. Aylarca sessiz
kalırım, neredeyse konuşmayı unutacak kadar, sonra birden baraj yıkılır
ve ne varsa; neyi tutmuşsam her şeyi koyuveririm, bitmez tükenmez bir
gevezelik başlar ve daha susmadan pişman olurum.
O gün, Montpellier sokaklarında kendime nasihat edip durdum. Kendimi
kontrol etmem gerekirdi! Duygularıma hâkim olmayı öğrenmeliydim!
Özellikle insanların şaşkın oldukları savaş dönemlerinde. Kentte
yürümekteydim ve pişmanlığımı bastırmakla o denli meşguldüm ki gözüm
bir şey görmüyordu.
Geniş ama yarım döşenmiş bir çatı katı kiralamıştım. Madam Berroy
adında bir kadından. Bitmez tükenmez merdivenlerden çıkarken de,
kocaman anahtarı kilidinde döndürürken de kendime öğütler vermeyi
sürdürüyordum. O birahaneye bir daha asla gitmeyecektim! Bir daha asla
böyle tartışmalara karışmayacaktım! Kendi kendime, bütün vaktimi
derslerime vereceğime söz vermemiş miydim? Yabancı bir ülkede
olduğumu unutmakla, hata etmiştim. Üstüne üstlük yenik düşmüş, yansı
işgal edilmiş bir ülke. Alçalmış, pusulasını şaşırmış bir ülke.
Kızgınlıkla hücrebilim kitaplarımı açmış, içine dalmaya karar vermişken,
kapım çalındı. O günü, Ballon d'Alsace birahanesinde gördüğüm biriydi;
yanımızdaki masaya, patronun oğlu ile oturmuştu. "Sizi birahaneden beri
izliyorum" dedi. Açık konuşan biriydi. "Tartışmanızı dinledim. Özür dilerim;
çok yakınınızdaydım ve yüksek sesle konuşuyordunuz. Beni ilgilendiren
bir konuydu. Sanırım hepimizi ilgilendiren bir konu."
Bir şey söylemiyordum. Tetikteydim. Onu gözlüyordum. Süzülmüş bir
yüzü, kapkara, taranmamış saçları, saçlarının ortasında havaya kalkmış
bir tutam, yakmadığı ama parmaklarının arasında oynayıp durduğu bir
sigarası vardı. O tarihte yirmi bir yaşımdaydım, o otuzuna merdiven
dayamıştı.
— Ben konuşsaydım, demin söylediklerinizin aynını söylerdim. Kelimesi
kelimesine, dedi.
Yüzü bir gülümsemeyle aydınlandı ama gülümseyişi geçici oldu.
— Ne var ki susmayı yeğliyorum. En azından kalabalık yerlerde. Çok
yüksek sesle konuşanlar, hareket yeteneklerini yitirirler. Bu zor günlerde,
sözlerini ölçmek, kiminle konuştuğunu bilmek, her an ne istediğini ve
nereye gittiğini bilmek gerekir. Daha henüz her şey yıkılmış değil.
Dayanışma içinde bulunmak koşuluyla ve de ihtiyatlı olmak...
Elini uzattı, kendimi tanıttım:
— Adım Kitabdar.
— Bana Bertrand deyin.
Elimi uzun uzun tuttu, üstü kapalı bir anlaşmayı mühürlemek ister
gibiydi. Sonra gitmek üzere kapıyı açtı:
— Tekrar geleceğim...
Pek bir şey söylememişti, ancak bu kısa ziyareti Direniş örgütüne giriş
tarihimin başlangıcı oldu. Hatırımda kalan en değerli sözü neydi, biliyor
musunuz? "Bana Bertrand deyin" demiş olması. Ben ona gerçek adımı
söylemiştim, o ise takma adını! Görünüşe bakılırsa gizleniyordu. Oysa
aslında tam tersiydi. Kendini açığa çıkartıyordu. "Bana öyle deyin"
demekle, bu sadece savaştaki adım, başkalarına karşı gerçek adımmış
gibi davran, ama artık bizlerden biri olan sana, yalanı gerçek diye
yutturacak değilim demek istiyordu.
Henüz bir şey yapmamıştım ama değiştiğimi hissediyordum.
Sokaklarda, değişik biçimde yürüdüğümü, değişik biçimde baktığımı ve
bakıldığımı, değişik biçimde konuştuğumu hissediyordum. Dersten sonra,
Bertrand'ı beklemek üzere çatı katıma dönmek için acele ediyordum. Her
merdiven gıcırtısında, kapıya seğirtirdim.
Onu fazla beklememiştim. Ertesi günü uğradı. Tek sandalyeye oturdu,
ben de yatağıma. "Haberler o kadar kötü değil!" demişti. "İngiliz pilotları
mucizeler yaratıyor!" Düşürülen birkaç uçağın sayısını söylemiş, ikimizin
de keyfi yerine gelmişti. Ayrıca, İngilizlerin Cherbourg'u bombaladıklarını
söylemişti, bu işe de yarı yarıya sevinmişti: "Askeri açıdan herhalde
gerekliydi, ancak halkımız düşmanı konusunda yanılmamalı..."
Sonra geçmişim, düşüncelerim hakkında sorular sormuştu. Kibarca. Bir
çeşit giriş sınavından geçtiğimin farkındaydım ama bunu birbirini daha
fazla tanımak isteyen arkadaşların sohbeti gibi yürütmüştü.
Cevaplarımdan birine sıçramıştı, belki de iyi anlatamamıştım.
Almanlar ile Fransızlar arasındaki ezeli kavgaya pek aldırmadığımı ya
da bunun, kanımı kaynatmaya yeterli olmadığını söylemiştim. Benim
ailemde geleneksel olarak, atalarımdan biri Bavyeralı bir serüvenci ile
evleneli beri, hem Fransızca hem Almanca konuşulmuştur. Her iki kültüre
aynı değeri vermişizdir. Hattâ belki maksadımı ve düşüncemi aşarak,
işgal ve işgalci sözcüklerinin benim üzerimde, bir Fransız'ın üzerinde
yaptığı etkiyi yapmadığını söyledim. Ben, yüzyıllar boyu işgallerin
yapıldığı bir yöreden geliyordum ama işgali yapanlar atalarımdı,
yüzyıllardır Akdeniz havzasını işgal etmişlerdi. Buna karşılık ırk
düşmanlığı nedir bilmezlerdi. Babam Türk, annem Ermeni. Kıyamın tam
ortalık yerinde, el ele tutuşabildilerse, nefreti reddetmede birleştikleri
içindi. Bu husus, bana da miras kaldı. Benim vatanım işte bu.
Nazizmden, Fransa'yı işgal ettiği gün değil, Almanya'yı işgal ettiği gün
nefret ettim. Fransa'da ya da Rusya'da ya da kendi ülkemde doğmuş
olsaydı, aynı derecede nefret ederdim.
Bunun üzerine Bertrand ayağa kalkmış, ikinci kez elimi sıkmıştı.
Görünmez bir makama rapor sunar gibi kısık bir sesle ve yüzüme
bakmadan "Anlıyorum" demişti. Ne yaptığını, varsa örgütünün ne
olduğunu, benden ne beklediğini söylemedi. Gördüğünüz gibi Direniş
Örgütü ile ilk ilişkilerim gevşek oldu.
Bir ay sonra tekrar geldi. Ona, beni habersiz bıraktığı için tatlı tatlı sitem
ettiğimde gülümsedi ve cebinden morumtırak kâğıtçıkların bulunduğu
küçük bir paket çıkarttı. Onlara kelebek dendiğini henüz bilmiyordum.
Okumam için birini bana verdi. Üzerinde sadece şunlar yazılıydı: "1
Kasım günü, hür Fransa pilotlarından biri, bir Alman deniz uçağı düşürdü.
Siz hangi yandasınız?" Altında, sağ yanda köşede: "Özgürlük!" sözcüğü
vardı, tırnak içinde bir ünlem işareti ile birlikte. Bunun sadece bir çığlık
değil bir imza olduğu anlaşılsın diye.
— Ne dersin?
Ben ne diyeceğimi düşünürken, hemen eklemişti:
— Bu sadece bir başlangıç.
Sonra, ne yapmam gerektiğini açıklamaya başladı. Küçük kâğıtları
usulca posta kutularına, kapı altlarına, hemen her yere koymak. Ama
Fakülteye değil, henüz değil, dikkati çekmemesi için kendi mahalleme de
değil, İlk görev, bir çeşit antrenman olacaktı benim için. Önemli olan
dikkati üzerime çekmemekti. "Yüz adet kelebek var, cebine koy ve
sonuncusuna kadar dağıt. Özellikle evine götürme. Tabii bir tekini,
sokakta toplamışsın gibi, kirleterek alıkoyabilirsin. Ama asla eve paketle
dönme. Dağıtamadıklarını fırlat at."
Dediklerini harfi harfine yerine getirdim ve işler pek fena yürümedi.
Bertrand birkaç defa bana kelebekler, ya da el ilanları getirdi, metinleri
daha dolgundu. Onları ya dağıtmak ya da duvara yapıştırmak
gerekiyordu. Bu da pek hoşuma gitmiyordu çünkü bu işi yaparken her
yanıma, ellerime, giysilerime tutkal yapışıyordu, yakalanacak olsam suç
kanıtları üzerimdeydi. Propaganda alanında hemen her işi yaptım, kent
duvarlarına tebeşirle yazı yazmak da dâhil... Bunun da ellerde ve
ceplerde izi kalıyordu.
Fransa'ya geldiğimde kendi kendime gazete bile okumayacağıma dair
söz verdiğim düşünülürse, söz vermekte pek acele etmişim; doğumum,
eğitimim itibarıyla olan bitene ilgisiz kalamazdım. Ama birtakım koşullar
da gerekiyordu. Birahanedeki kavgadan sonra, söylediğim gibi, bir daha
asla bu gibi tartışmalara katılmamaya karar vermiştim. Bertrand geldiği
vakit, ciddi kararlar almaya hazırlanıyordum. Rastlantı, öyle değil mi? Ya
da isterseniz kısmet deyin. Gelmeyebilirdi. Ertesi aylar derslerime
kapanırdım. O birahanede, yandaki masada oturması, söylediklerimizi
duyması, beni izlemesi ve beni örgüte sokması gerekiyormuş! Usulca.
Eğer bana, bu işe girmek isteyip istemediğimi sorsaydı, düşünmek için
süre ister, belki de hayır derdim. Ama o kadar ustaca davrandı ki, direniş
şebekesine girecek miyim diye kendime soracak vakti bulamadım.
Onunla her şey, fark edilmez biçimde olup bittiye geliyordu. Bir gün, bir
sürü görev üstlendiğim bir sırada bana uğradı, bir sürü şeyden konuştuk,
ayrılacağı sırada "diğer arkadaşlarla görüştüm" dedi. "Gerçek adını
kullanmaman yerinde olacak. Seni nasıl çağıralım." Kafasında bir isim
arıyormuş gibi yaptı. Ben "Baku" dedim. Artık benim de bir savaş adım
vardı.
Evet Baku, kentin adı gibi. Ama kentle hiç ilgisi yok. Aslında bu, dedem
Nubar'ın sevecenlikle bana taktığı bir isimdi. Yalnız o böyle derdi, başkası
değil. İlk önceleri bana "Abaka" derdi. Ermenice "gelecek" demek. Bana
bağladığı tüm ümitleri topladığı söz dik. O da babam gibiydi işte! Sonra,
bir okşayıştan diğerine geçerken, bu isim "Baku"ye dönüşüverdi.
Bertrand'ın yönettiği şebekede herkesin bir savaş adı ve belirli görevleri
vardı. Kelebekler, ilanlar, geçirdiğim acemilik günleri geride kalmıştı, daha
üst aşamaya geçmiştim. Yakında kendi gazetemiz olacaktı, her ay
çıkartacağımız, belki olaylar gerektirdiğinde daha sık yayınlayacağımız
gerçek bir gazete.
Adı: Özgürlük! Örgütün adı da öyleydi. O karanlık ve kötü günlerde, bize
ışıklı bir isim gerekliydi. İlk sayısını teslim almak üzere Lyon'a, kent
merkezinde varlıklı bir eve gitmem gerekti. Yanımda bir arkadaş vardı.
Birahane patronunun oğlu Bruno! Yaşından önce gelişmiş, bir boksörünki
gibi kırık burunlu bir çocuktu, yanında yürümek bana tuhaf bir güven hissi
veriyordu.
İkinci sayısından sonra, bir başka dağıtım yöntemi bulduk. Bira dağıtan
bir kamyon, gazeteleri Ballon d'Alsace birahanesine getiriyordu, bizler
birahaneye gidiyorduk. Biz diyorum çünkü Bertrand, benden başka
öğrenciler de bulmuştu. Etkili ama bir süre sonra dağılacak bir gruptu.
Birahaneye geliyorduk. Bruno bize işaret ediyordu, mahzene iniyorduk,
her birimiz elli kadar gazete alıyorduk, hiçbir şey olmamış gibi çıkıyorduk.
Bu sistem, bir yıl boyunca tıkır tıkır işledi. Üniversitede, kentin hemen
her yerinde insanların Özgürlük'ten söz ettiklerini, yazılarını
yorumladıklarını, birbirlerine posta kutularında son sayıyı bulup
bulmadıklarını sorduklarını görüyordum. Kamuoyu hareketleniyordu. Bu
hissediliyordu. Petain'e saygı duymaya devam edenler vardı ama
rejimine ve bakanlarına değil! Petain'i savunmaya devam edenler,
hareketlerinde özgür olmadığını söylüyorlardı. Çok yaşlı oluşu ve geçmiş
hizmetleri, bazı hareketlerini mazur gösteriyordu.
Grubun dışında kimsenin, eylemlerimden kuşkulanmadığından
emindim. Ancak bir gün, son sayıyı almak için Ballon d'Alsace
birahanesine gittiğimde, jandarmanın bira kamyonunu sardığını gördüm.
Askerler gidip geliyor, gazete tomarlarını taşıyorlardı, birahane, çınar
ağaçları ile çevrili bir meydana bakıyordu ve patron, güzel havalarda
dışarıya masalar koyardı. Meydana altı küçük sokaktan çıkılırdı. Gerekli
bir önlem olarak, her zaman aynı sokaktan gelmezdim. O gün,
birahaneye bir hayli uzak bir sokak tan gitmiş ve neler olup bittiğini
zamanında görebilmiştim. Dümdüz yürümeye devam etmiş, önce yavaş,
sonra hızlı daha sonra da koşarak yoluma devam etmiştim.
İçimde korkudan başka, başarısız olmanın verdiği üzüntüden başka, bir
de suçluluk duygusu vardı. Böyle durumlarda bu her zaman hissedilir
ama bende hafif bir duygudan öte bir şeydi. Jandarmaların dikkatini
çeken ve peşine düştükleri ben miyim, birahanedeki gizli yerin ortaya
çıkması benim yüzümden mi diye durmadan düşünüp duruyordum.
Neden ben? Çünkü birkaç hafta önce beni endişelendiren ama daha
sonra üzerinde durmadığım bir olay olmuştu. Bir öğleden sonra, evden
çıktığımda, nöbet tuttuğu açıkça belli olan bir jandarma ile burun buruna
geldim; beni görünce allak bullak olmuş, merdivenin altına saklanmaya
kalkışmıştı. Önce merak etmiş, dikkatli olmam gerektiğini düşünmüş ama
sonra omuzlarımı silkmiş, bu olaydan ne Bruno'ya ne Bertrand'a söz
etmiştim. Oysa şimdi vicdan azabı çekiyordum. Bu gerçek bir işkenceydi.
O gün, birahaneden uzaklaşınca, oturduğum semte yöneldim,
Montpellier'de adına "Yumurta" denilen Komedi Alanı'nın yanıbaşına...
Ama doğrusu bu muydu? Aslında, üç türlü hareket edebilirdim: hemen
yok olabilir, gara gidip ilk trene atlar, yakalanmaktansa bilinmeyen bir
yere gidebilirdim. Soğukkanlılıkla odama gider, tehlikeli olabilecek her
kâğıdı yok eder, kimse beni ihbar etmeyecek ümidiyle normal yaşamıma
dönebilirdim. Bir de orta yol vardı: odama gider, düzene sokar, ihtiyacım
olabilecek birkaç parçayı yanıma alır, ev sahibi Madam Berroy'a
arkadaşlarımın beni sayfiyeye davet ettiklerini söyler, bu da aniden yok
oluşumla ilgili kuşkuları dağıtmış olurdu.
Bu sonuncusunu seçtim. Panik ile güven arası bir duyguyla. Yolda sağa
sola sapmış, beni izlemiş olanların işlerini zorlaştırmak istemiştim...
Evimden birkaç metre ötede, üniformalı bir jandarmanın oturduğum
binaya girdiğini gördüm. Onu, gözünden çenesine uzanan ustura
yarasından ancak tanıyabildim. Bu, geçen seferki jandarmaydı. Geri
döndüm, dosdoğru gara gittim.
Nereye gitmeli? Kafamda tek bir adres vardı: birkaç ay önce, Bruno ile
birlikte gazeteleri almaya gittiğim Lyon'daki varlıklı ev! Evde genç bir çift
oturuyordu: Daniele ve Edouard. Biraz şansım varsa evde olurlar ve beni
Bertrand ve örgütün diğer üyeleri ile buluşurlardı.
O akşam, kapılarını çaldığımda saat dokuz dolaylarında olmalıydı.
Adam, sıkıntılı bir ifadeyle içeri girmemi söyledi. Önceki karşılaşmamızı
hatırlatıp, olup biteni anlattım. Başını salladı, nazik ama gergindi;
özellikle, izlenip izlenmediğimi bilmek istiyordu. "Öyle bir izlenim
almadım" dediğimde, "izlenim yetmez!" anlamına gelecek biçimde
yüzünü ekşitti. Karısı Daniele, daha nazikçe araya girdi: "Hemen telaşa
kapılmamalı. Her şey yoluna girer. Herhalde yemek yemediniz..." Sofrada
üç kişiydiler. Ev sahiplerim ve bir genç kız.
Kız kendini tanıttı. Bileşik bir isimdi ve üstünkörü söylenmişti. Kuşkusuz
onun da kod adıydı. Ben de kendimi tanıttım: "Baku". Ev sahibesi: "Güzel
isim" dedi. "Büyükbabam takmıştı. Gelecek demek olan bir sözcüğün
kısaltılmışı. Bu adı tekrar ede ede, güzel bir gelecek için kısmet kapılarını
açılacağına inanıyordu."
Konuk kız şaşırdı:
— Yani bu, sizin gerçek adınız mı?
— Hayır, adım yanlış ama öykü doğru.
Hepsi birkaç saniye bana bakakaldı, sonra hep birlikte güldük.
Konuk kız:
— Aylardır gülmemiştim, dedi.
Bunu söylerken, gülmeye devam ediyordu ama diğer ikisi aniden
susmuştu.
Yemeğin sonuna kadar konuşmalar günün önemli olayı çevresinde
döndü: Sivastopol savaşı ve Berlin'in kentte Rus direncinin kırıldığını
açıklaması! Ev sahipleri, Almanların ilerlemelerine karşın Doğu
cephesinin açılmasının etkilerinin, Amerika'nın da savaşa girmesiyle,
yakında hissedileceğini söylüyordu. Konuşmalarından, komünist eğilimli
olduklarını anlamıştım. Buna biraz şaşmıştım çünkü arkadaşım Bertrand,
De Gaulle'cü ve Katolikti, komünistlerden kuşkuyla söz ederdi.
Yemek biter bitmez, Edouard odasına çekildi. Daniele, yatacağım odayı
gösterdi; yatağımın üzerine kocasına ait bir pijama ile temiz bir havlu
koymuştu. Sonra, konuk kızla bana, salona geçip konyak içmemizi
önerdi.
Genç kız ilgimi çekmişti. Ufak tefek, kısa kesilmiş simsiyah saçlı, her
gülümseyişinde kapanan çekik yeşil gözlüydü. Yüzü pırıl pırıldı ama
gözlerinin çevresinde, kapandıkları vakit güneş ışınları gibi çizgiler vardı.
Ona devamlı bakmamak için kendimi zorluyordum ama başka yere
bakmam da kolay olmuyordu. Bakışlarım, gözlerinden saçlarına,
saçlarından gözlerine inip çıkıyordu. Öyle tatlı ve güven verici bir havası
vardı ki...
Fransızcayı düzgün konuşuyordu ama benimkinden daha belirgin ve
nereli olduğunu tahmin edemediğim bir şivesi vardı. Kim olduğunu,
nereden geldiğini, Lyon'daki bu evde ne aradığını sormak istiyordum...
Ama içinde bulunduğumuz durumda, böyle sorular sorulmazdı. Savaşın
gidişatından, kamuoyunun durumundan, direnme ruhundan, birtakım
parlak eylemlerden konuşuldu ama kendimizle ilgili olarak sadece savaş
adlarımızın belirtilmesiyle yetinildi. Şiveye göre nereli olunduğu tahmine
çalışıldı. Ülkesi, bölgesi, çevresi, topluluğu...
Konuşmalarımızda sıra Kuzey Afrika savaşlarına ve Mussolini'nin
Mısır'a gireceğine dair son haberlere geldi. Bir süredir esnemekte olan ev
sahibemiz de odasına çekilmişti. "Hemen yatmanız gerekmez, rahatça
içkinizi bitirin" demişti.
Dışan çıktı. Sessiz kaldık. Nereden söz açacağımızı bilmiyorduk.
Kitaptan bir şey okurcasına:
— Daniele giderken sohbetimizi de birlikte götürdü, dedim.
Sofradaki gibi gülmeye başladı. Hem neşeli, hem üzüntülü, hem tutuk,
hem coşkun... Evrenin en tatlı müziği! Ve o dalgın gözler! Aniden:
— Ne düşünüyorsunuz? diye sordu.
"Sizi" demek için çok pişkin olmam gerekirdi, dolambaçlı yoldan gitmeyi
yeğledim:
"Şu savaşa lanet ediyordum. Şurada oturmuş, konyağımızı
yudumlarken, şu karabasan, şu korku, şu izlenmek korkusu olmadan
sohbet edebilseydik..."
— Biliyor musunuz? dedi. İzlenmemiş olsaydık, burada, bu dairede, bu
konyağı birlikte içer olmazdık...
Sessizlik. Gözlerimi indirdim çünkü inceleme sırası ona gelmişti.
Kadehimin dibindeki kahverengi damlacığa gözlerimi diktim.
Birden:
— Gerçek adım Clara. Clara Emden, dedi.
Bu koşullarda, bu cümlenin benim için ne anlama geldiğini nasıl
söylemeli. Tedbirli olma kurallarını bu biçimde bozmakla, çok daha büyük
bir kapalılığa, mahremiyete bürünüyorduk.
Ben de adımı açıkladım. Olduğu gibi. Sonra ailem, kökenim, okumam,
emellerim hakkında bir sürü şey anlattım, bunları daha önce, anlattığım
biçimiyle, kendime bile açıklamamıştım. Evet, içimde gizli kalmış bazı
şeyleri, o gece, onunla konuşurken keşfettim.
Sonra o konuştu. Kendisinden, çocukluğundan. Doğduğu kent olan
Avusturya'daki Graz'dan. Ailesinden. Başlangıçta birlikte güldük, sonra
hayallerimizde gezindik; tüm o garip huylu, acayip meslekli büyükbabalar,
uzaktan insana hayal kurduran tüm o isimler, Lublin, Odessa, Vitez,
Pilsen, Memel. Sonra birden başka şeylerden söz etmeye başladı. Başka
yerlerden. Oturulan ya da göçülen yerlerden değil ama cehenneme giden
yollardan. Geziler yarım kalıyordu. Yollar, bir kentten diğerine gitmiyordu.
Trenler, bir gardan diğerine seyretmiyordu. Coğrafya bulanıklaşıyordu,
yerleri bilemiyor, yüzleri tanıyamıyordum, düşüncemde sadece dikenli
teller ardında, kodeste üniformalı ya da mahpus kılıklı adamlar vardı.
Clara bütün yakınlarının izlerini yitirmişti.
O tarihte, kampları bilmediğimiz sanılmasın. Gazetemiz Özgürlük olan
biteni, yapılan kıyamı sürekli açıklıyordu. Pek çok şey biliyorduk. Pek çok
şey ama asıl bilinmesi gerekeni değil. Her şeyi biliyorduk ama Naziler
tarafından bile korkunç addedilen, o elle tutulamaz şeyi bilmiyorduk:
topyekûn soykırımı! Onca şey görmüş olan Clara bile, bunu
konuşmuyordu. Tarihin en vahşi kıyıcılığından söz ediyor ama, "nihai
çözüm"den bahsetmiyordu. Böyle bir şeyi hayal bile etmek, canavarca
duygular gerektiriyordu.
Bütün ailesini yitirmişti. Kelimenin tam anlamı ile yitirmişti. Kimileri
ölmüş, kimileri vahşet beldelerine yollanmıştı. Belki bazıları kurtulabilirdi.
Clara, hâlâ ümit ediyordu.
Ailesi yakalandığında, onu gizleyip İsviçre'ye geçirmiş olan katolik bir
arkadaşındaymış o sıra. Evet, İsviçre'ye. Tam bir güvenlik içinde iken
yine de Lyon'a gelmeyi seçmişti. İnsanların, ailesinin savaştığı, öldüğü bir
sırada bir yere sığınmış olmayı kendine yediremiyordu. Örgütümüzden
biriyle ilişki kurmuş, buraya geçişini sağlamıştı.
Karşılaştığımız gece, kimlik belgelerini bekliyordu. Nereye gitmek için?
Ne yapmak için? Açıklamalar bu noktaya takılıp, kesildi. Geçmişi
hakkında her şey, geleceği hakkında hiçbir şey! Şurası açıktı ki, özgür
İsviçre'den yenik Fransa'ya, vuruşmak için geliyordu.
"Yarın biri gelip kâğıtlarımı getirecek. Sanırım sizinkileri hazırlamadan
önce size birkaç soru sormak isteyecektir. Takma adı Kalpazan Jacques
imiş!"
Sabahın yedisinde kapımızı çaldığında, Clara ile konuşmaya dalmıştık.
Hiçbirimiz koltuğumuzdan kıpırdamamıştık.
Adam her birimizle ayrı görüşmek istedi. Birbirimizi yanaktan öpüp belli
belirsiz bir "görüşürüz" diyerek, ayrıldık.
Kalpazan Jacques, bana yeni bir kimlik vermek için, bir fotoğrafımı ve
bazı ayrıntıları bilmek istiyordu. Yaşım ve görünüşüm bir yana, örneğin
şivem ve tahsilim vardı. Dikkate alınması gerekiyordu. Ayrıca, sünnetli
olup olmadığımı sordu.
Bir deftere not aldı. Usulca yok oldu. Üç gün sonra, belgelerimle geri
geldi. Yeni yaşamım konusundaki kesin bilgilerle de... 1919'da Beyrut'ta
doğmuş oluyordum. Babam bir Fransız subayı, annem Müslümandı.
Çeşitli özelliklerimi açıklayan bir kimlikti bu! Soyadım: Picard, adım:
Pierre Emile idi. İşin dâhiyane yönü, bana uygun gördüğü meslekti:
elektrikçi, daha doğrusu tıp aletleri tamircisi! Çünkü bana bir işveren
bulmuştu. Toulouse dolaylarında, hastanelere ve muayenehanelere tıp
aletleri yapan Direniş Örgütü'nden biriydi. Orada çalıştığımı, evinde
kaldığımı söylemeye hazırdı. Aletleri onarmak, kontrol etmek, bakımlarını
yapmak için bütün Fransa'da dolaştığımı söyleyecekti. İnanılır kılınması
gereken zekice bir buluş! Gidip patronumu gördüm, bana aletlerin
çalışma biçimini öğretti ve kullanma tariflerini ezbere öğrenmemi istedi.
Bu gizleniş biçimini bulan Bertrand olmuş. Montpellier'de yaptıklarımdan
etkilenmiş, tehlike karşısında davranış biçimimi beğenmiş, bağlantı ajanı
ya da daha basit bir deyimle kurye olarak, biçilmiş kaftan olacağımı
düşünmüş.
Tam olarak ne mi yapıyordum? Örgütümüzün ulusal düzeydeki
yöneticileri, bölge sorumluları, birbirlerinden uzak direniş grupları
arasında haberleşme, emir yollama, isteklerde bulunma, bilgi, belge,
sahte evrak ara sıra da silah gönderme gerekiyordu. Bu nitelikleri taşıyan
benim gibi biri için, Bertrand işte bu ideal kimliği uygun görmüştü. Yıl
boyu, bir sürü prospektüs ve kullanma rehberi ile dolaşabilecektim. İşi
daha da güvenceye almak için, her gittiğim yerde onarımda bulunuyor ya
da aletleri kontrol etmek üzere bir muayenehaneye uğruyordum. Sık sık,
gerçekten de onarım yaptığım oluyordu. Sistem iyi ayarlanmıştı. Önemli
bir belge ulaştırmak gerektiğinde onu bana, Baku'ye veriyorlardı. Hayır,
Picard değil, Baku'ye. Diğeri benim resmi adımdı. Herkesin önünde beni
o şekilde çağırmaya dikkat ediyorlardı. Ama örgütte, benden söz
ettiklerinde, bir belgede adım geçtiğinde, özellikle Picard denmemeli idi.
Picard'ı kimsenin bilmesi şart değildi, önemli olan Baku idi. Efsanevi
Baku!
Bunu şaka diye söylüyorum. Ama bizim küçük çevremizde bir efsane
olduğum doğruydu. Baku, her mektubu yerine ulaştırır, her düşman
barajını, ağzında bir çiçek, rahatlıkla aşabilir. Bir çeşit fırlama...
Bunu belirttikten sonra, iddia edilen başarılarımı gerçek boyutuna
indirgeyelim. Bir kere, üzerimde hiç silah taşımazdım, bu da
yolculuklarımda tehlikeli olurdu. Bu nedenle dün, "Silah altında
mıydınız?" ya da "Dağa çıktınız mı?" diye sorduğunuzda size evet
diyemedim. Sözcükler uygun değildi. Bazen, savaşı trenlerde geçirmişim
gibi geliyor... bir postacıydım, bir dağıtıcı, gölgede kalmış bir kurye...
Katkım pek öyle önemli değildi ama sanırım yararlıydı. Bana uyuyordu.
Babamın ruhu incinmesin ama ben hiçbir zaman lider ya da kahraman
olacak adam değildim. Çalışkan, sorumlu bir çocuk olmaktan ileri
gitmedim. Direniş örgütünün bir taşeronu... Biliyor musunuz, ona da
gerek var.
Düş kırıklığına uğradınızsa, bunu anlarım. Müthiş şeyler anlatacak nice
insan var. Ben, gerçekten görkemli, o dönemin en kahramanca
söylemlerinden birine karıştım ama ondan sadece pay çıkarttım, en ufak
bir rolüm olmadı. Onun için de o olayı, benim aktif haneme yazmayın.
1943 Ekim ayındaydık. On beş aydan beri, hiçbir engele takılmadan,
kuryelik yapmaktaydım. Marsilya'da karşılaştığım Bertrand bana bir
mektup vermişti, Lyon'da Direniş'e katılan bir kurmay subaya acele
iletmem gerekiyordu. Sanırım mektup, Cezayir'den General De
Gaulle'den geliyordu.
Söz konusu adrese vardığımda, endişe verici bir şeye rastlamadım.
Merdivenlere yöneldim. Merdivenlere kırmızı hah serilmişti ve üzerlerinde
çamur izleri vardı. O gün yağmur yağdığından, bana anormal gelmedi.
Yine de, ara sıra yaptığım gibi, basit bir önlem aldım. Subay üçüncü katta
oturuyordu. Ben, ikinci katta durdum, çantamdan mektubu çıkardım,
paspasın altına soktum, tehlikeli bir durum olmadığını "yolun açık
olduğunu" anladıktan sonra, on saniye içinde onu geri alabilirdim.
"Yol açık" değildi. Kapıyı milis üniformalı biri açtı. Elinde bir tabanca
vardı.
— Doktor burada mı?
— Hangi doktor?
— Doktor Lefevre. Kardiyografı onarmaya geldim. Beni bekliyor.
— Burada doktor Lefevre diye biri yok.
— Öyle mi? Bana üçüncü kat, on numara demişlerdi...
— Burası sekiz numara.
— Özür dilerim, yanılmış olacağım.
İşin içinden sıyrıldığımı sandım. Adam, çantamı açmamı söylediğinde
bile... içinde tehlikeli bir şey yoktu. Prospektüslere uykulu gözlerle
bakarken, içerden biri seslendi:
— Getir onu!
Kaçabilirdim. Ama sonuna kadar masum rolü oynamak daha
mantıklıydı. İçeriye girdim. Görmeye geldiğim subay, bir koltuğa
oturtulmuş, elleri bağlı, ensesine bir tabanca dayanmış durumdaydı.
— Onu tanıyor musunuz?
— Hayır, hiç görmedim.
Doğru söylüyordu. Belki de beni beklemiyordu bile ve kim olabileceğimi
belli belirsiz tahmin ediyordu. Ama kapısını çalmıştım bir kez ve milisler
hata yapmaya hiç niyetli değillerdi.
Subayla beni, otuz kadar adamın toplandığı bir hapishaneye götürdüler.
Bazılarını tanıyordum ama tam anlamıyla masum bir insan olarak hiçbirini
tanımadım. Gestapo'nun dindeydik.
Usullerine uygun bir soruşturma bekliyordum ve gizli örgüte
katıldığımdan beri, kendi kendime bin kez sorduğum soruyu bir kere daha
sordum: işkence altında konuşmayabilecek miydim? Örgütü ortaya
çıkaracak ve yüzlerce arkadaşın tutuklanmasına yol açacak bildiğim onca
adresi vermeyebilecek miydim? Hayatta her zaman en iyi dostum olan
belleğim, aniden düşmanım kesilmişti; onu bir yok edebilseydim, bomboş
kılabilseydim!
Tek bir savunma yolum vardı: her şeyi yadsımak! Ben bir tıbbi gereç
tamircisiyim, işte o kadar! Elektrik kesintileri yüzünden aletler sık sık
bozuluyordu, işim başımdan aşkındı. Tabii, Toulouse'daki patronuma
kadar giderek, onu konuşturmaya kalkışabilirlerdi. Ancak, o kadar önemli
biri değildim; benden hareketle uzaklara ulaşmayı denemezlerdi. Bir gece
hapiste yattım, ertesi günü öğleden sonra, aramızdan on beş kişiyi alıp
bir yük vagonuna bindirdiler. Sanırım bizleri, sorgulayacakları yere
götüreceklerdi. Oraya hiç varmadık.
Hareket edeli birkaç dakika olmuştu ki, yaylım ateş başladı. Vagona,
Lyon'un ortalık yerinde, direnişçiler saldırmıştı. Diğer ayrıntıları sonradan
öğrendim. O an sadece kapının açıldığını ve birinin: "Özgürsünüz! Haydi
koşun! Dağılın!" diye bağırdığını anımsıyorum. Çıkmış koşmuştum,
arkamdan bir salvo ateşi bekleye bekleye... Salvo ateşi olmadı. Birkaç
saniye için bir kiliseye gizlendim, sonra bir ara sokağa daldım. Paçayı
kurtarmıştım. Şimdilik. Çünkü bütün kâğıtlarımı almışlardı ve gittiğim
yerlerdekileri tehlikeye armadan nereye gidebileceğimi bilmiyordum.
Çorabımın içinde sakladığım biraz param vardı, doğru dürüst bir yemek
yemek için küçük bir lokantanın kapısından girdim. Karnım doyunca,
geleceği daha aydınlık görürüm diye düşünüyordum.
Tek müşteri bendim. Yemek saati değildi. Öğle yemeği için çok geç,
akşam yemeği için biraz erken. Yine de masanın üzerindeki listeyi alıp
içine gömüldüm. Patron gelince, kulağa hoş gelen üç yemek ismi
seçmiştim.
— Yemek yemek istiyordum. Çok mu erken geldim?
— Açığız.
— Güzel. İstediklerim...
Ağzımı sulandıran yemekleri sıraladım. Patron, sözümü kesmeden
dinliyordu, not da almıyordu. Tatmin olmuş bir adamın gülümsemesi vardı
yüzünde, bu yemeklerin isimlerinin söylenmesi bile onu gururlandırıyor
gibiydi. Siparişim bittiğinde, kımıldamadı, aynı gülümsemeyle durdu. İşleri
çabuklaştırmak için, boğazımı temizleyerek:
— Hepsi bu kadar dedim.
Adam doğruldu, hazırola geçer gibi bir tavır takındı:
— Dört gündür erzak gelmiyor. Sadece mercimek çorbası ve bayat
ekmek var, dedi.
O kadar üzgün görünüyordu ki, onu teselli etmek istedim:
— Çok iyi, çorba tam istediğim şeydi. Kalkıp gidecek değildim ya!
Dumanları tüte tüte çorba geldi. İçmeye başladım. İlk kaşık, gerçekten
mercimek, ama öyle herkesin bildiği değil! Kimyonlu mercimek! Bizim
oralarda yapıldığı gibi, bol kimyonlu mercimek. . Tuhaf diye düşündüm.
Yoksa bu Lyon yemeği mi? Hayır, bu tat adamı yanıltmaz, nereye ait
olduğunu pekâlâ biliyordum. Patrona sormak istedim. Neredeyse onu
çağıracaktım, kendimi tuttum. Ona ne diyebilirdim? Çorbasında, ülkemin
tadını bulduğumu mu? Hangi ülke? Oradan ne zaman ayrıldım? Ne
zamandır Lyon'dayım? Aman, sakın! Benim durumumda, kimliksiz bir
kaçak durumunda, yapılmaması gereken, tanımadık biriyle gevezelik
etmektir. Hele de kimliğimi açığa vuracak bir konuda! Sorularımı yuttum,
bayat ekmek parçalarını içine banarak çorbamı içmekle yetindim.
Patron gitti, az sonra karısı tabağımı almaya geldi. Öylesine silip
süpürmüştüm ki, tabağın dibi parlıyordu. Tabağımı aldı, bana hiçbir şey
sormadan dolusunu getirdi.
— Teşekkür ederim, nefis olmuş.
— Köyümde yapıldığı gibi, dedi.
Yüce Tanrım! Benim şivemle konuşuyordu! Eski Kıta'nın şivesi! Hangi
köy olduğunu o kadar sormak isterdim ki... hayır, buna hakkım yoktu,
kendimi tutmam gerekiyordu. Heyecansız bir biçimde:
— Teşekkürler! Nefis olmuş, diye tekrarladım.
Hemen yemeye başladım, gözlerim tabağa dikili, mutfağa dönmesini
bekleyerek. Ama dönmedi. Orada durup, yüzümü incelemeye başladı.
Her şeyi anlamış olduğundan emindim. Nereden geldiğimi, neden bir şey
söylemediğimi... bir ara gözlerimi kaldırdım. Büyük bir sevecenlikle bana
bakıyordu. Hiç kimse bana böylesine uzun, bir ana sevgisiyle
bakmamıştı. Omzuna dayanıp ağlamak istedim.
Sonra, sessiz sorularımı anlamış gibi, konuşmaya başladı. Kocası
eskiden, General Gouraud ile birlikte Doğu Ordusu'nda askermiş.
Karargâhları, yaşadığı köyden uzakta değilmiş. Bazen, ailesinin çiftliğine
gelip, yumurta satın alırmış. Ara sıra, birbirleriyle işaretle konuşurlarmış.
Savaştan hemen sonra evlenmişler, 1928'de Fransa'ya gelip bu lokantayı
açmadan önce, on yıl Beyrut'ta yaşamışlar.
O konuşurken, ben durmadan kendi kendime tekrar etmekteydim: belki
de bu kadınla kocası, "Picard" ailesi idi. Yani benim sözde ailem!
Büyülenmiş bir çocuk gibi, boğazım kupkuruydu. Yine de bir şey
söylemiyor, bir şey açıklamıyordum, ama artık kaçamak bakışlar
atmıyordum. Bu bir günlük annenin gözlerinde kaybolmuş gibiydim.
Sormuş olsaydı, her şeyi anlatırdım. Hiçbir şey sormadı, sadece o
geleneksel "Allah'a emanet ol!" sözlerini söyledi, sonra da yok oldu.
Bir daha ortaya çıkmadı. Yemeğin sonuna kadar kocası servis yaptı. O
da tek söz etmedi, suç ortaklarının yüz ifadesiyle yetindi. Ama o kadın, o
kısa karşılaşma beni altüst etmişti. Artık bir suçlu değildim, artık
izlenmiyordum, o anlık korkularımın kat kat üstüne çıkmıştım, benliğimin
çok üstüne; dakika dakika ufkum genişliyordu.
Hattâ olayların hiç de kötü gitmediğine kendi kendimi inandırmaya
başlamıştım. Hiç kuşkusuz izim sürülüyordu ama özgür olduğum için!
Daha o sabah en kötüsü, işkenceyi, aşağılanmayı, ölümü beklerken
akşam bir lokantada özgürce sipariş veriyor, içiyor, yiyor, keyfini
çıkartıyordum. Üstelik hepsinden daha önemlisi, çok daha önemlisi, öyle
denebilirse, savaşı kazanmak üzereyken! Birkaç gün önce Korsika'nın
kurtulduğunu haber almıştık, İtalya’da Mussolini devrilmiş, hatta ülke
Müttefiklerden yana geçip Nazi Almanya'sına savaş ilan etmişti. Doğu'da
Ruslar taarruza geçmiş, Kafkasya'yı geri almış, Kırım'a doğru
ilerliyorlardı. Öte yandan bütün Amerikalılar o müthiş askeri güçleriyle
bütün cephelere yayılmaktaydılar. İngiltere sahillerinde çıkartma
hazırlıkları yapılıyordu. Fransa'da, kamuoyu hemen tamamen bizden
yanaydı. Bazı insanların yaşlı Mareşal'e gösterdikleri hoşgörü, var ile yok
arasındaydı; onu hâlâ mazur görenler vardı ama peşinden giden
kalmamıştı. Direniş, gün geçtikçe daha güçleniyor, cesareti artıyordu;
kanıtı; kurtulmamı sağlayan eylemdi.
Yemek bittiğinde, kahve geldiğinde, artık başka bir adamdım. Atalarıma
layık bir fatihtim, kapalı dudaklarımın ardında türküler söylüyordum.
Korkum geçmişti, endişem hafiflemişti. Geriye özgür olma keyfi kalmıştı...
O küçük lokantada ömür boyu kalmak isterdim. Kendimi güvenlikte
hissediyordum. Kaldı ki, örgütü tehlikeye atmadan nereye gideceğimi,
hangi kapıyı çalacağımı bilemiyordum. Belgelerim olmadan trene bile
binemezdim; ilk kontrolde yakalanırdım.
Şansa inanır mısınız? Ya da kısmete? Bizim oralarda, insan ancak
lambasının fitili bittiğinde ölür diye bir deyim vardır. Galiba benim fitilim
henüz bitmemişti. Lokantadan çıktığımda kimi gördüm dersiniz?
Jacques'i! Kalpazan Jacques'i! Göz göze geldik ve hemen başka yere
baktık. Onunkilerde bir şaşkınlık, benimkilerde mutluluk ifadesi! Onu
izledim. Uzağa gitmedi. Lokantaya bitişik binanın ikinci katında "atölyesi"
vardı. Devamlı sekiz kişi çalışıyordu. Ona içinde bulunduğum durumu
anlatmam gerekmedi. Zaten her şeyi biliyordu. Vagondan çıktığımda beni
tanımışlar ama benimle uğraşacak vakit bulamamışlardı. Jacques, uzağa
gitmemiş olmamdan kuşkulanıyormuş zaten.
Tabii yola koyulmak için yeni belgelere, yeni bir kimliğe ihtiyacım vardı.
Ama kurtarıcımın aklına aniden daha iyi bir fikir geldi: beni işe almak!
Ona, yapabileceğinden çok iş yüklüyorlardı. Tek başına iş görürken, şimdi
her yaştan yedi yamağı vardı. Bir yenisi hoş karşılanacaktı. "Yeter ki
yazın, doktorların yazısına benzemesin!" Beni denedi. Özen gösterdim.
Kalpazanlığa müthiş yatkınmışım. Ancak barış döneminde ne yazık ki bu
yeteneğimden yararlanmayacak kadar ilke sahibiymişim. "Kimse
mükemmel değildir." Bunları söyleyen Jacques idi. Bana çok şey öğretti
ama kara mizah anlayışına varana kadar, ondan çok şey öğrenmek
isterdim.
Sahte belge atölyesini her zaman heyecanla anacağım. Yeri
doldurulamayacak bir karınca yuvası gibiydi. Sadece sahte belge
düzenlenmiyordu, güçlü bir düşmanın karşısında duracak bir evreni
yaratmak, yönetmek söz konusuydu. Jacques ve arkadaşlarının, kılı kırk
yaran çalışmaları olmasaydı, hiçbir direniş eylemi yapılamazdı, gizli bir
örgüt kurulması bile düşünülemezdi. Oysa adları hep gölgede kaldı. Her
an ölümle burun buruna olan insanların maddi-manevi karşılık
beklemeden böylesi nankör bir işte çalışmalarını neyle açıklarsınız? Bu
insanların bir kısmı Tanrı'ya inanmıyorlardı ki ahrette ödüllendirmeyi
beklesinler!
Onların kaderini paylaşmaktan iftihar ediyor muydum? Evet, ediyordum,
söylemekte sakınca yok. Bazen, savaştan sonra, Direniş'in bu gizli
kalmış yönüne ilgi gösteren birine rastladığımda saatlerce ne yaptığımızı
ayrıntısıyla anlatıyordum. Buna karşılık, "muhteşem" kaçışımı yüz yirmi
altıncı kez anlatmamı istediklerinde canım sıkılıyordu. Alt tarafı ne
yapmıştım ki? Altmış metrelik bir koşu, iyi bir yemek, şans eseri bir
karşılaşma! Bunun için kahraman olmuştum! Gerçi, bir kez, elimde kopya
kalemi bir şey yazmak ya da bir haber iletmek için hayatımı tehlikeye
atmıştım...
Dikkat ettiyseniz, feylesofluğum üzerimde. Pek aza indirgenen binlerce
eylem; bin kez şişirilen tek bir eylem, toplarsanız kârlı çıkıyorum!
Kimyonlu çorba yapılan lokantanın sahiplerini ne yazık ki bir daha
görmedim. İlk zamanlar, atölyeden dışan çıkmıyordum, yemeğimi
getiriyorlardı, orada yatıyordum; birkaç ay sonra dışarı çıkmaya
başladım, sokaklarda biraz biraz dolaşmaya başladım ama lokantanın
önünden geçmeye hep kaçındım. O tarihte, içinde bulunduğum durumda,
birine yakınlık duymuşsam, en iyisi başına dert açmamak için ondan uzak
durmaktı. Ancak Kurtuluş'tan sonra oraya gittim. Lokanta kapalıydı.
Görünüşe göre, aylardan beri kapalıydı. Bir komşusu, "teğmenin"
Grenoble yakınlarındaki evine döndüğünü söyledi.
Bana gelince, sahte belge atölyesinde gizlenmeye devam ettim. Hiç
kımıldamadan, Kurtuluş'a kadar. Kurtuluşu, birkaç şişe şampanya
patlatarak kutladık; Jacques, şişeleri haftalarca önceden soğutmaya
başlamıştı zaten. Hepimiz mutlu, biraz da hüzünlüydük. Gizliliğin
kalkması ile biraz da serüvenimiz son buluyordu. İnsanın her zaman
başına, iyi bir dava uğruna kötü adam olmak gibi bir durum gelmez.
Daha sonra, Montpellier'ye gittim. Ama hemen değil. Bertrand, çeşitli
görevler için daha üç ay beni Lyon'da alıkoydu. Montpellier'ye gidince,
sanki evime ilk kez girmiş gibiydim. Savaştan önce, henüz Baku olmadan
yaşadığım yere dönüyordum. Tabii arada, haberlerini almıştım. Bira
kamyonu olayında tutuklanmış olan Bruno ile babasının sadece iki ay
hapis yattıklarını biliyordum. Ancak bir yıl sonra, çok daha ciddi
nedenlerden yakalanıp, toplama kampına gönderilmişlerdi. Baba
dönmüştü ama Bruno yoktu. Birahanenin yanındaki alan; bugün adını
taşıyor.
İlk önce oraya gittim. Patron beni görünce, oğlunu bulmuşçasına bana
uzun uzun sarıldı, bağrına bastı. O güne kadar belki de sadece iki üç kez
el sıkışmıştık, bira ısmarlamanın ya da hesap istemenin dışında onunla
konuştuğumu bile hatırlamıyorum. Karısı da savaş sırasında ölmüştü.
Belki de oğlunun hiç dönmeyeceğini hissetmişti.
Birahaneden çıkınca, ev sahibem Madam Berroy'a gittim. O da beni
kucakladı. Kentte, hakkımda hikâyeler anlatıldığını haber verdi; Tıp
Fakültesi'ne gidince, bunun doğru olduğunu anladım. Aniden ortadan
kayboluşum, kökenim, ya da söylentilerle olayların birleşmesi yüzünden
mi bilmiyorum ama Kitapdar adlı insan, bir Direniş kahramanı olmuştu.
Pek çok olayın şerefini bana yüklüyorlardı, bunların bir kısmı uydurmaydı,
diğerleri gerçek de olsa, oynadığım rol inanılmaz derecede abartılmıştı.
Madam Berroy'a gelince, karşılaşmalarımızdaki heyecan dindikten
sonra, kentte benim hakkımda anlatılanlar üzerine nasıl olup da
soruşturmaya gelmediklerine akıl erdiremiyordu.
— Yani ben gittikten sonra, buraya gelip eşyalarımı karıştıran olmadı
mı?
— Hiç kimse gelmedi.
— Ne milis, ne jandarma, ne de Almanlar, öyle mi?
— Hiç kimse diyorum. Bütün eşyanız mahzende saklı, kimse
dokunmadı. Onları kaldırmak zorundaydım, odayı kiraya verebilmek için,
anlarsınız ya...
Bu, resmî makamların bana pek önem vermediklerini göstermekteydi.
Ama ev sahibem için, imalarından anladığım kadarıyla, bu bana atfedilen
efsanevi becerikliliğimin bir kanıtıydı: Baku asla kapana kıstırılamaz!
Ya o kaçtığım gün, bizim binaya giren jandarma neyin nesiydi diye
soracaksınız. Zaten o konuya geliyorum. Size, madam Berroy’un, pek de
parlak bir ünü olmayan çıtı pıtı bir kızı olduğunu, bilmem söylemiş
miydim? Hayır, ondan söz etmedim hiç. Bu benim Doğulu yönüm, aile
terbiyem... arkadaşlarım sık sık ondan söz eder, bana takılır, onunla bir
şey olup olmadığını... sorarlardı. Aslında ben her zaman, kadınlarla çok
utangaç olmuşumdur, hiçbir maceraya girişemezdim. Ara sıra Germaine
ile karşılaştığımızda, ona nazikçe gülümserdim, o da aynını yapardı.
Yanaklarım hafifçe kızarır, merdivenleri çıkmaya devam ederdim.
O gün Madam Berroy: "Biliyor musunuz, siz yokken kızım evlendi" dedi.
"Size damadımı tanıtacağım, sizin gibi birinin elini sıkmaktan onur
duyacaktır."
Salona girdim, gerisini tahmin edin... Germaine'nin kocası, jandarma
üniforması giymişti. Yüzünde, gözünden çenesine kadar inen bir bıçak
yarası vardı. Ayağa kalktı, gülümseyerek elini uzattı:
— Sanırım bir iki kere merdivenlerde karşılaştık, dedi. Germaine ile
flörtleştiğim günler. Beni o kadar korkutmuştunuz ki...
Demek boş yere kaçmışım! O günü, jandarmayı binadan içeri girerken
görmeseydim, hayatım bambaşka olacaktı. Bundan daha mı iyi, daha mı
kötü? Bu soruyu soracak kadar yaşama şansı olmuşsa, buna pek de kötü
denilemez.
Ama beni bekleyen bir başka sürpriz vardı. Ev sahibemle, eski odama
nostaljik bir bakış fırlatmak üzere merdivenlerden çıkarken, burnuma
aniden bir küf kokusu çarptı. Nefes almakta zorluk çektim. Bu evden
çıktıktan sonra, en ufak bir nefes alma zorluğu çekmediğimi anımsadım.
Bu küf kokusunu buraya geldiğimde hissetmiş ama daha sonra duymaz
olmuştum. Şimdi yeniden beni boğuyordu. Son nefesimi verircesine:
— İniyorum, dedim.
Kapıyı kapattı, endişeyle bana baktı:
— Gördüğüm kadarıyla astım krizleriniz devam ediyor.
— Ara sıra.
— Yalnız siz değilsiniz! Sizden sonra odayı kiralayan delikanlının da
astımı vardı. İki gece, doktor çağırmak zorunda kaldım.
Sonra devam etti:
— Şimdi oda boşken, isterseniz bu gece yatabilirsiniz, kiracı olarak
değil, bu kez davetlim olarak.
— Çok naziksiniz, ancak bu gece Marsilya trenine binmeliyim.
Tabii ki yalan söylüyordum. Ancak ertesi gün gidecektim. Ama o lanet
olası çatı aralığına gereğinden çok para vermişim...
Geceyi, tıbbiyeli bir arkadaşın odasında, uykusuz geçirdim, benim için
tüm anlatılanları yapmadığıma onu inandırmak için. Boş çaba! Bana
yaramayan ya da yerine göre yarayan bir olay, bir yanlış anlama, bütün
söylenenleri doğru çıkarır oldu.
Kurtuluş'un ertesi günü çeşitli direniş hareketleri arasında, çeşitli
sorunları çözümlemek üzere toplantılar yapıldı. Temizlik hareketi,
sürgüne yollananların ne olacakları, direnişçilerin silahsızlanmaları,
yiyecek içecek sağlanması gibi sorunlar. Bu toplantılardan birine,
Özgürlük örgütünden hiçbir eleman katılamadığı için, Bertrand benim
gitmemi ve söylenenleri not etmemi istemişti. Onun tahmininin aksine,
diğer örgütler birinci derece sorumlularını göndermişti, üstelik Lyon
basınının foto muhabirleri de oradaydı. Çünkü bir gece önce önemli bir
işbirlikçi tutuklanmış ve toplantı aniden önem kazanmıştı. Böylece benim
resmim de, Direniş örgütünün gizli yöneticilerinden biri olarak, Progres
gazetesinin ilk sayfasında çıkmıştı.
Motpellier'de hiç kimse yanlışlık olduğuna inanmak istemedi. Kahraman
olduğunuzu yadsımaya kalktıkça ününüz büyür, üstelik
alçakgönüllüsünüz diye saygınlığınız artar. Söylendiğine göre,
alçakgönüllülük, kahramanların yüce erdemidir.
Cuma Sabahı
Eylemlerini küçümsemeye çalışırken, İsyan'ın samimi olduğundan
eminim. Onu bir "lider" sanmak, çocukluğundan beri katlanamadığı bir
düşünceydi. Böyle bir şey söylendiğinde tam tersini iddia eder,
yadsımalarında o denli ısrarcı olurdu ki, karşısındakiler şaşkınlık ve
şüphe içinde kalırlardı.
En azından, benim tepkim öyle oldu. Birbirimizden ayrıldıktan çok sonra
notlarımı okurken, olaylara daha yakından bakmak istedim. Fransa'nın
güneyine giderek o dönemi, gizli örgüte giriş biçimi, baskınlar,
fısıldaşmalar, gizli örgüt şebekeleri hakkında bilgi topladım. Bir ay süren
olağanüstü çalışmalardan, karşılaşmalardan, zararsız sorulardan, birbirini
doğrulayan ifadelerden sonra, bazı çevrelerde bir "Baku" efsanesi
olduğunu ve onun, Direniş örgütündeki rolünün basit bir "kurye"likten
ibaret olmadığını öğrendim.
Ama acaba bunun önemi var mıydı? Rolün önemi, alt tarafı bir
değerlendirme işidir. O insan bana, kendi gerçeğini anlatmıştı. Yani
olayları ve bunların yanı sıra hissedilenleri, insan kendini anlatmaya
başladığında, nesnellik, yalanın süslenmişi olmuyor mu?
Kendi kendime, daha fazla araştırmamaya söz verdim. Onun sözleri ve
kendi yazarlığımla yetinecektim. Gerçeklerin yaratıcısı, efsanelerin
yaratıcısı, ne fark ama!
— Ülkenize dönmek üzere, Fransa'dan ayrılmanızda kalmıştık. Sanırım
Beyrut'ta sizi bekliyorlardı...
Hangi gemiyle döneceğimi kimseye söylememiştim ama babam, bunu
nasıl öğrendiğini Tanrı bilir, bütün kente haber vermişti. Direniş
örgütündeki eylemim konusunda binlerce öykü üretilmişti. Kod adım
Baku, ağızdan ağıza dolaşıyordu.
Baku, Jacques, Bertrand, kalpazanlık, savaş, Direniş. Henüz yirmi yedi
yaşında değildim ama sanki hayatım tamamlanmıştı. Belki.
Limana varış. Rıhtımda bekleyen kalabalık. Merdivenlerden inecekken
yaşlanan gözlerim. Boynuma çiçek gerdanlık takmak üzere yaklaşan,
saçları kıpır kıpır genç kız. Başımı eğiyorum, çıplak kolları yanaklarıma
değiyor. Doğruluyorum. Arkamda tanımadığım sesler birbirine karışıyor.
Bir fotoğrafçı kımıldamamamı, aynı biçimde gülümsemeye devam
etmemi, objektife bakmamı işaret ediyor. Herkes hareketsiz kalıyor,
nefesini tutuyor, uzun saniyeler. Sessizlik. Sonra yavaş yavaş, sahne
aynı hareketlerle tekrarlanıyor, çığlıklar yükseliyor. Alkışlar, yaşasın
sesleri! İşte, babam ilerliyor. Başında kırmızı fötr bir şapka. Bir bayram
şapkası. Kalabalık, geçmesi için yol veriyor. Bakışlarımız karşılaşıyor.
Eskiden, omuzlarıma yük gibi binen bu bakışlar, o gün bana hafif geliyor.
Babam şapkasını çıkarıp beni kucaklıyor. Sıkı sıkı bağrına basıyor.
Yeniden alkışlar. Beni kendinden uzaklaştırıp yüzüme bakıyor. Ben onun
gözlerinde, beklediğim sevinçten, beklediğim gururdan başka bir şey
okuyorum birden. Beni tekrar kendine çektiğinde, bir soru geveliyorum.
Cevap veriyor: "Daha sonra, evde her şeyi anlatırım."
Birdenbire, yoğun ama pek hak edilmemiş bir coşkunun ortalık yerinde
duyulan kaygıyı duyuyorum. Köşe başında, kıskanç bir rakip gibi felaketin
pusu kurduğu kaygısını duymak! Ama önsezilerime de gerek kalmadan,
bu kalabalığın içinde pek çok kişinin olmadığını görüyorum.
Ailemden bir tek babam gelmişti. Ya diğerleri, onlar neredeydi? Bir kere,
ülkenin en iyi fotoğrafçısı, bizleri sıraya dizmek, azarlamak, flaşına
hayran bırakmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan büyükbabam yoktu. Böyle
bir klişeyi dünyada kaçırmazdı!
Evet, neşemi önce bu bozdu, bu fotoğrafta fotoğrafçı eksikti. Beni
bekleyen arabaya binerken, gözlerim onu aradı.
— Büyükbabam nerede? Onu göremiyorum.
— Nubar gitti.
Yetmiş yaşında birinden söz ederken, insanın içini karartan sözler!
Korktuğumu duyacağım diye bir şey sormaya cesaret edemedim. Babam
devam etti:
— Büyükannen ve dayın Aram ile birlikte Amerika'ya gitti.
Büyükbabam bana yeniden iade edilmiş gibi rahatladım, neşem yerine
geldi. Sevilen birinin ölümünden sonra, yaşanan olayların bir
karabasandan ibaret olduğu düşü kurulmaz mı? Bir saniyelik bir zaman
içinde, bir mucize yaşamış gibiydim.
Yine de merak ettim. Büyükbabamın göç etme tasarısını çoktan terk
ettiğini sanıyordum. Birden, bir başka korkuya kapıldım:
— Ya İffet? O nerede? Onu da göremedim?
— Ablan Mısır'da. Savaşın başında evlendi. Sana haber veremedik.
— Kocası kim?
— Tanımıyorsun. Mahmut; Hayfa'da eski bir ailenin, Karmalî’lerin oğlu.
Burada bir İngiliz bankasında çalışıyordu, Kahire'ye atandı. Babası da,
İstanbul'da Osmanlı Bankası'nda çalışıyordu. Damadımız iyi bir çocuk,
dürüst, sevimli ama biraz...
Bu son sözleri söylerken, ara sıra yaptığı bir hareketi yaptığını gördüm.
Avuçlarını ve yüzünü gökyüzüne sonra da yere, sonra yine gökyüzüne,
üç kere üst üste ve büyük bir hızla secdeye varır gibi çevirdi. Kendine
göre "Yobaz" ya da "Softa" demenin bir yoluydu. Onu pek ciddiye
almamak gerekirdi, sokakta, elinde tespihi, dudakları kıpırdayan her
adam, ona göre bu sıfata layıktı.
— Ablam mutsuz değil ya?
— Hayır, zaten kocasını kendi seçti. Sanırım iyi anlaşıyorlar. İffet için
kaygılanma, kendini saydırmasını biliyor. Beni üzen o değil... Üzüntü mü
dedim? Bu son yıllar çektiklerim, üzüntüden de öte! Dönüş sevincini
bozmak istemem ama bilmen gerek; üzerimize büyük bir felaket çöktü.
Şu an, dört yıldan beri ilk kez mutluyum. Göreceksin, evimiz yine dolup
taşacak.
Onu tanıdığım gibiydi. Kendi kendime öfkeyle ama için için eğlenerek
bunu düşündüm. O dolup taşmalar, o kaynaşma, o bitmeyen gidip
gelmeler bende iyi bir anı bırakmış değildi ki!
Babam için durum çok başkaydı. Gözleri aniden doluvermişti, elleri
öfkeyle birbirine kenetlenmişti.
— Dört yıldır, kapımızdan içeri kimse girmiyor. Çocukluğumda,
Adana'da olduğu gibi. Vebalıymışız gibi!
Elimi ellerinin üzerine koydum, bizi nasıl bir felaketin vurduğunu daha
öğrenmeden önce, dertlenmiştim.
— Kardeşin Salem... doğduğu güne lanet olsun!
— Böyle söyleme!
— Neden söylemeyecek misim? Benim etimden ve kanımdan olduğu
için mi? içimde, beni kemiren bir tümör olsa, etimden ve kanundandır
diye onu sevecek miyim?
Sözünü kesmekten vazgeçtim. Karşı koymalarım da âdet yerini bulsun
diye idi. Yoksa benim de kardeşime düşkünlüğüm ve sevgim yoktu.
Savaştan önce, gittiğim sıralarda, Salem, lenfatik ve şişko bir çocuktu;
derslerinde geri, işe yaramazın tekiydi. Herkes, onun adam
olmayacağından emindi. Nasıl bir geleceği olacaktı? Kendisine düşen
serveti har vurup harman savuracak, ondan sonra da ağabeyinin ya da
ablasının sırtından geçinecekti...
Onu hiçbirimiz önemsememiştik. Yani, kötülük yapma yetisini
önemsememiştik demek istiyorum. Bilindiği gibi savaş, bazı insanların
zekâsını ve enerjisini uyandırır. Bazen iyi yolda ama genellikle kötü yolda!
Savaş yıllarında, her yerde olduğu gibi ülkemizde de yokluklar çekildi,
karneye bağlanmalar oldu. Karaborsanın yanı sıra, her türlü kaçakçılık
başını alıp yürüdü. Kimileri yaşamak, kimileri zenginleşmek için bu işi
yaptı. Kardeşim de bu işe girişti ama ne yaşamak ne zenginleşmek için.
Sık sık yok oluyordu. Günün ve gecenin her saatinde! Odası evin bir
ucunda olduğundan gizli bir kapıdan girip çıkabiliyordu. Babam hiçbir
şeyin farkında değildi. Ablam onlarla oturmuş olsaydı, bir şeylerin
döndüğünü fark ederdi. Belki Salem de bu kadar ileri gidemezdi. Ablam
gidince, baş aşağı yuvarlanmasını hiçbir şey durduramadı. Günün
birinde, olanlar oldu: Fransız askerleri gelip evimizi sardı ve bir
hoparlörle, içerdekilerin elleri havada, dışarı çıkmalarını istedi.
Bu, düşman hatlarını yıkarcasına yapılan usulüne uygun bir saldırıydı.
Babam hiçbir şey anlamamıştı. Penceresinden, avaz avaz bir yanlışlık
yapıldığını haykırıyordu. Sonra hayretle, askerlerin tavan arasından
çuvallar, kasalar, metal bidonlar, karton kurular çıkarttıklarını gördü.
Bunlardan, kullanılmayan garajda, merdiven altında hatta kardeşimin
odasındaki dolapta ve yatağının altında da vardı. Herif, evimizi
karaborsacıların deposu haline getirmiş ve babam hiçbir şeyden
kuşkulanmamıştı. Salem aynı zamanda, aynı yoldan satılacak bir sürü
eşyayı büyükbabamın fotoğraf atölyesine sokmuştu.
Konuyu daha da vahim kılan, bir gece önce kentin güneyinde,
karaborsacıların sık sık kullandıkları koyun yanı başında bir çarpışma
olmasıydı. Bir gümrükçü ölmüş, iki kaçakçı yaralanmış ve yakalanmış ve
gece boyunca sorguya çekildiklerinde, kardeşimin adı ortaya çıkmıştı.
Kardeşim -soylu Kitapdar ailesi için ne büyük onur!- çetenin beyinlerinden
biriydi; çatışma sırasında, malı teslim almak üzere sahilde bekleyenler
arasındaymış. Kaçmadan önce, gümrükçüye ateş edenler arasında. Ateş
eden o muydu? Bunu yadsıdı ve kimse kanıtlayamadı. Gerçi evde pek
çok silah vardı ama hiçbiri kasalarından çıkartılmış değildi. Cinayet aleti
asla bulunmadı.
Herkes hapise atılmıştı. Kardeşim, babam, büyükbabam ve formüllerin
arasında kaybolmuş ne olup bittiğini babamdan da az anlayan, Amerikan
Üniversitesi'nde kimya profesörü olan dayım Aram. Bahçıvan ile oğlu da
hapisteydi.
"Kardeşinin hiçbir eksiği olmamıştı. Bunu bize neden yaptı?" deyip
duruyordu babam.
Kardeşimin neyinin eksik olduğunu babama nasıl anlatmalı? Ben de,
çocukluğumda o evde, kendimi kaçış ümidi olmayan bir mahkûm gibi
hissetmemiş miydim? Her şeyi, eşyaları, ziyaretçileri, duvarları yok etmek
istememiş miydim? Beni tutan ne olmuştu? Sevildiğimi biliyordum. Aşırı
bir sevgiyle karşı karşıya idim ve beni, onca uzağa gitmeye iten de bu
olmuştu; ancak olgunlaştıktan sonra geri gelmiştim. Sevildiğimden emin
olmasaydım, içimdeki acılık büyüyüp dururdu ve savaşın da yardımı ile
yanlış bir adım atardım. Bir cinayet işlemek ya da intihar etmek gibi -
çünkü Salem'in yaptıkları her ikisine de uyuyordu.
Cinayet ve intihar neredeyse başarılı oldu. O savaş yıllarında, kaçakçılık
hiç de hafife alınan bir şey değildi, hele de silah ve cep hane kaçakçılığı!
Neyse ki konuyla görevlendirilen Fransız subayı Albay Heloire, babamı iyi
tanıyordu. Savaştan önce kaç kez evimize gelmişti. Doğu dillerinin eski
bir öğrencisi idi ve kültürlü bir adamdı. Fotoğraf koleksiyoncusuydu.
Babam ile Nubar’ın ne hoş insanlar olduklarını ve kardeşimin
doğumundan itibaren başlarına nasıl bela olduğunu yakından biliyordu.
Babamla büyükbabamı, süratle hapisten çıkartmaya çalıştı. Yine de otuz
beş gün hapiste kalmışlardı. Diğerleri -ki dayım Aram da aralarındaydı-
birkaç ay sonra serbest kalabildi. Tabii kardeşim dışında; ama Albay,
yaşını dikkate alarak -olaylar sırasında yirmi yaşında bile değildi-
kardeşimin kellesini kurtarmayı başardı. Kaçakçıların üçü idam edildi;
Salem on beş yıl hapse mahkûm oldu, çeşitli aflar cezasını üçte iki
indirdi.
Bütün ailem için, bu olay çok küçültücü oldu. Evimize gelip giden pek
çok kişi, uzun süre, yakalanırız korkusuyla yaşamış. Kitabdar'ın evi,
kaçakçıların sığınağı ve mallarının deposu olmuşsa, oraya her girenden
kuşkulanılmaz mıydı? Babam hapisten çıkınca, pek az kişi, ama
gerçekten pek az kişi, geçmiş olsun demeye gelmişti. Sayıları, bir elin
parmağı kadar olan bu insanlara karşı büyük bir minnet duyuyordu.
Sofrasından kalkmamış olan bütün o diğerleri ile görüşmemeye yemin
etmişti.
İşte anne tarafım bu hava içinde Amerika'ya gitmeye karar verdi. Yüz
kızartıcı bir suçla hapise atılmış olan oğullarının, öğrencilerinin karşısına
çıkacak yüzü kalmamıştı. Üniversite rektörü, kendisini o kadar methedici
bir tavsiye mektubu yazmıştı ki, birkaç gün içinde ailesiyle göç etme izni
gelmişti. O savaş günlerinde, olağanüstü bir kimyacı olmasının, hiç
kuşkusuz büyük etkisi olmuştu. Amerika'ya gider gitmez, Delaware'de
patlayıcı maddeler imal eden bir fabrika tarafından hemen işe alınmıştı.
Babam yalnız kalmıştı. Ablamsız, Nubar’sız, bensiz, çevresinde
alışageldiği erkânsız! Yaşlı, kaçık annesiyle başbaşa... yanında sürekli
nedime görevi gören bir hemşire olduğu halde, ara sıra annesine kendisi
de bakıyordu.
Hapisten çıktıktan birkaç gün sonra, Albay Heloire kendisine, büyük
oğlu İsyan'ın Direniş hareketinin kahramanlarından olduğu haberini
getirmeseydi, o onursuzluk içinde yaşayabileceğini sanmıyorum. Albay
bunu nasıl öğrenmişti? Tamamıyla rastlantı sonucu. Heloire, 1941'de
İngilizlerin yardımı ile Doğu'yu Petain’cilerden almış Özgür Fransa
kuvvetlerindendi. Kaçakçılık işini bitir dikten kısa bir süre sonra Fransa'da
Provence'e gizlice gitmiş ve Bertrand'a rastlamıştı. Eski Kıta'yı, geçmişini,
Osmanlı hanedanını konuşmuşlar ve adım böylece ortaya atılmıştı...
Babama dönelim. Onun için, Direniş'e katılmam, o günü limana
vardığımda tahmin edemeyeceğim bir anlam taşıyordu. Her zaman,
inançları ve beni bir "devrim lideri" yapma düşü nedeniyle,
davranışlarımdan hoşlanacağını biliyordum. O düş ölmüş değildi, içinde
yaşıyordu ama öncelikli kaygıları vardı: beni, saygınlığını yeniden
kazanmanın bir aracı olarak görüyordu. Kardeşim, adımızı, evimizi
lekelememiş miydi? Benim Direnişçiliğim işte bu pisliği temizliyordu.
Yüzkarası, insanları kapımızdan uzaklaştırmamış mıydı? Başımdaki hale
ile geri dönmem, onları geri getirecekti. Onları, hiç kin duymadan tekrar
kabule hazırdı, sadece yazgıdan öç almak istiyordu.
Gelişimin ertesi günü büyük bir ziyafet düzenlendi. Evimiz ziyaretçilerle
dolup taştı, kimileri davetli, kimileri davetsiz. Salona, hole, merdivenlere
dağılmış durumdaydılar. Kimileri de bahçede gizli görüşmeler yapmak
için dolaşıyordu.
Babam kasılıp duruyordu. Ben de bu koşullarda, sanılan kahraman
olmadığımı söyleyemiyordum. O gün alçakgönüllülüğe veya kibarlığa yer
yoktu, gün babama ve evimize saygınlığını geri verme günüydü. Elbette
ki bir şeyi yanlış, ya da süsleyerek anlatmıyordum, çeşitli kusurlarım
arasında övünmemin yeri yoktu. Hayır, yalan söylemiyordum ama gerçeği
de söylemiyordum. Bırakıyordum konuşsunlar, inansınlar! Babamın tekrar
güldüğünü görmekle mutluydum.
On gün sonra, babam annesini kaybetti. Talihsiz İffet, seksen yedi
yaşındaydı ve bir aydan beri yatağından çıkmaz olmuştu. Babamın ilk
tepkisi:
— Geçen yıl ölseydi, tek başıma defnedecektim, oldu.
Önce rahatladı ama anne sevgisine hiç de ters düşmeden! Sonra
ağladı.
Her zaman akıl hastası olarak tanıdığı annesiyle, sadece onun bildiği
gizli bir anlaşmaları vardı. Bazen şaşırtıcı sahnelere tanık olmuştum.
Ama asla soru sormazdım. Örneğin, Fransa'ya gidip gitmemem
konusunda ona da danışmıştı. Bu ilk kez oluyordu. Bu kadar açık
hatırlamamın nedeni, benim önümde cereyan etmesin dendi. Kulağına bir
şeyler fısıldamıştı. Büyükannemin büyük bir dikkatle dinler gibi bir hali
vardı. Sonra ağzını açmıştı. Konuşacak gibi. Ama ağzı öylece
kalakalmıştı, yuvarlak ve kara gölgeli, hiç bir söz çıkmadan! Babam
bekliyordu. Sabırla. Bunun üzerine, bazı belirsiz sesler çıkarttı, bana
kalırsa zırvadan başka bir şey değildi. Babam dinlemişti. Başını ciddi
ciddi sallayarak. Sonra yanıma gelip, babaannemin sakınca görmediğini
söylemişti. Bu, aralarında bir oyun muydu? Öyleye benziyordu ama öyle
değildi. Bunu doğrulayabilirim. Babam, yaşlı İffet'i asla gülünç duruma
düşürmek istemezdi. Evet, düşüncesini bu biçimde alıyordu, bu annesiyle
arasında tek köprüydü ve kabul etmek gerekir ki ayrı bir dilleri vardı ve
birbirlerini anlıyorlardı.
Ona ağlayan tek insan babam değildi. Ben de birden onu özler
olmuştum. Yetmiş yıldan beri bu soylu ama deli hanımefendi, evde
kutsanmış bir varlıktı. Saf, bir hayalet gibi, mırıldanarak konuşan,
çocuksu bir varlık. Onun sayesinde hayata, zamana, mantığa, ussallığa
karşı kuşkucu ve alaycı bir felsefeye sahip olmuştuk.
Her zaman saklı yaşadı; babam onu utanca boğmak istemedi.
Cenazesi, ülkenin yüksek görevlilerine yapıldığı gibi, bütün dini
cemaatlerin temsilcilerinin hazır bulundukları biçimde kaldırıldı. Benim
sözde başarılarım, görkemli dönüşüm, bunu sağlamış oldu. İşte bu
yüzden, biraz önce "rahatlamaktan" söz ettim. Defin töreninde, bir
padişah kızı ve bir kahramanın büyükannesi olduğu unutulmadı.
Babam, annesini kaybetmenin üzüntüsü ve mevkiine layık bir cenaze
töreninin tatmini arasında, karışık duygular içindeydi. Onu gözlüyordum.
Bazen düşüncelere dalıyor, omuzları çökmüş, ağlamamak için kendini
tutar haldeydi, bazen de bakışlarını kalabalığa, önemli kişilere çeviriyor
ve yas tutan birinin vakan içinde doğruluyordu. Normal zamanda böyle
davranmazdı. Yaralıydı...
Definin ertesi günü, taziyeleri kabul etmek üzere babamın sağında
oturuyordum. Biri gelip bir "yabancı"nın beni görmek istediğini, durumdan
dolayı içeriye girmeye cesaret edemediğini söyledi. "Yabancı"; Clara idi!
Onu kollarıma alıp, sarılmak, sarılmak istedim. Hiçbir şey böyle bir
davranışa izin vermiyordu. Ne geçmişteki ilişkilerimiz, -her birimiz kendi
yolumuza girmeden önce koltuklarımızda karşılıklı oturup sadece bir
gece konuşmuştuk- ne de bugünkü durumumuz- yas içinde oluşumuz,
karalar giymiş taziyeye gelenler buna elvermiyordu. Buluşma sevincini
fazlasıyla açığa vuramazdık bile. Önce, böyle acılı bir günde geldiği için
özür dilemekle söze başladı; bahçeye çıkmayı önerdim.
Sadece oradan geçiyormuş. Vapuru bir gece önce Beyrut limanına
demir atmış, akşam aynı yoldan Hayfa'ya gidecekti. Filistin'de kalmak
istediğinden emin değildi, yaşlı dayısına eşlik etmek üzere gelmişti.
Kendimizden söz ermekten sanki korkuyormuş gibi, konuşmalarımız
dayının çevresinde dolanıp durdu." Ailem, dayımın daha gençken bile
kırk yıllık bekâr alışkanlıklarına sahip olduğunu söylerdi. Altı kızdan sonra
doğmuş, ömür boyu çalışmasına gerek kalmayan bir miras edinmiş tek
erkek çocuktu."
— Tıpkı babam gibi, dedim, eve bir bakış fırlatarak.
— Ne var ki dayım Stefan, bir aileye hiç sahip olmak istemedi. Graz'daki
evinde hayatını, fevkalade yetişmiş bir uşak düzenliyordu. Hangi saatte
kahvesini getireceğini, akşamları viskisini nasıl hazırlayacağını biliyordu.
Ömür boyu iflahı kesilmiş olan babam, dayımdan onu öldürecekmiş gibi
söz eder, annemse, çocuklara bu denli körü örnek olan öz kardeşini
savunmaya bile kalkışmazdı. Zaten Graz'daki bütün Yahudilerin, Stefan
Temerles hakkında pek olumlu düşünceleri yoktu. Onun da buna cevabı,
hiçbir Yahudi dostu olmayışı idi. Bununla iftihar ederdi.
Kampa atıldığını öğrendiğimde buna nasıl dayanacağını düşünüp
durdum. Mantıken, ilk ölenler arasında olmalıydı. Hepsi öldü; ailemde kim
varsa... Stefan dayının dışında...
Nasıl hayatta kalabildiğini bilmiyorum. Ben de bu kâbusu hatırlatmak
istemiyorum. Sadece mutlu yıllardan söz ediyorum, asla geçmişten değil.
Onun yanında, durmadan hayali bir albümün yapraklarını çevirir gibiyim.
O da en ufak bir söz söylemeden, en küçük bir heyecan göstermeden
"bakıyor". Ne sevinç, ne şaşkınlık, ne geçmişin özlemi, hiç! Bazen, belki
de uyuşukluğu sayesinde hayatta kaldı diye düşünüyorum. Evet,
uyuşukluk. Diğerlerinin istekleri, emelleri, tutkuları, ümitleri vardı ve
kendilerine uygulandığında onları paramparça etmişlerdi. Dayımın böyle
şeyleri yoktu. Hiçbir beklediği yoktu, kendisine sunulanın dışında. Şansı
varmış ki, kimse ona ölümü sunmadı. Bugün, ailemden kalan tek varlık o.
Benim için, yaşlı bir akraba mı yoksa ihtiyar bir evlat mı, bilemiyorum.
Galiba her ikisinden birer parça.
Kampa atılanlarla meşgul olan bir dernek aracılığı ile onu bulduğumda,
bundan sonra ne yapmak istediğini sordum. Artık Graz'a dönmesi söz
konusu değildi. Filistin'e gitmek istedi, onu götürüyorum. Onu şu anda,
otelin terasında bir duble viski ile başbaşa bıraktım. Barmenle dostluk
kurdu. Bu sabah onları, uzun bir konuşmaya dalmış buldum, oysa
benimle olduğunda konuşacak pek bir şey bulamaz. Savaştan önceki
kadın şapkalarından ve imbikten daha iyi geçirilmiş viskiden söz ediyor
olmalılar.
Clara, kendisini bizim eve götürecek birini bulmakta hiç güçlük
çekmemişti. "Sanırım bu kentte seni herkes tanıyor."
Ona dönüşümden, karşılanmamdan, hakkımdaki küçük efsaneden söz
ettim. Benden çok heyecan gösterdi: "Ne güzel bir serüven!" Omuzlarımı
silktim. Sonra birlikte, "eski muharipler" gibi, anılardan söz ettik.
Gezintimiz bir saatten fazla sürdü. Günler ve geceler boyu, en ufak bir
yorgunluk hissetmeden yürüyebilirdim. Kendi hakkımızda, Tarih'in
çevrilen ve açılacak olan sayfaları hakkında, dünyanın gidişatı hakkında
söylediğimiz her söz bizi birbirimize yakınlaştırıyordu. Dört yıl önce,
aramızda bir mesafe olduğu halde, birbirimize sarılmış gibiydik. Oysa
ellerimiz bile birbirine ancak dokunuyordu.
O an "seni seviyorum" diyemedim. Ne kendime ne de tabii ki, ona! Yaşlı
birinin bunu söylemesi belki gülünç gelecektir. Delice bir aşkla tutulduğum
her halimden belliydi ama sözcükler aklıma gelmiyordu. Böyle
zamanlarda, sizinle alay bile etse ya da kötülük bile düşünse, "aşk"ı
söyleyeceğiniz bir sırdaşa ihtiyacınız vardır. Kendi kendinize, cevabı belli
olan soruyu sorabilmeniz için.
Saatine baktı, sanki damarlarımı kopartmıştı. Kalbim gerçekten
acıyordu. Yalvarır gibi: "Henüz değil!" dedim. Yürümeye, konuşmaya
devam etti. Birkaç dakika sonra, yeniden saatine baktı, durdu.
— Dayımı uzun süre yalnız bırakamam. Seni de içerden bekliyorlar...
Evin giriş kapısına gelmiştik, ziyaretçiler gelmeye devam ediyorlardı.
Onların önünde öpüşemedik bile, Fransa'da değildik... sadece elini
sıktım. Sonra arkasından baktım.
Salona dönüp, babamın yanına oturdum. Ben yokken gelmiş ve şimdi
odada çepeçevre oturmakta olanlar, beni öpmek ve taziyede bulunmak
için art arda yanıma geldiler. Kafam başka yerdeydi ama her birine nazik
davranmaya çalıştım. Tabii ki onu düşünüyordum, geçirdiğimiz nefis
anları yeniden hayalimde yaşamak ve gidişine üzülmekle yetiniyordum.
İçimde bir öfke yükselmekteydi. Kendi kendime: ilk seferinde her birimiz
kendi yolumuza gittik, tekrar buluşmak için kadere güvendik diyordum.
Savaş zamanıydı, gizlenmek gerekiyordu, başka türlü yapamazdık.
Bugün ise, mucize eseri birbirimizi bulmuştuk ve kendimizi yeniden
kaderin ellerine bırakıyorduk.
Ya kader bizden yana olmazsa? Ya Clara'yı bir daha görmezsem? Onun
böyle gitmesine seyirci kalmakla, akılsızlık etmiyor muydum? Bir
tokalaşma ve hayatım, mutluluğum belki de sonsuza kadar uçup gitmiş
olacaktı.
Ona yazamayacaktım çünkü Filistin'de nerede kalacağını,ne kadar
kalacağını bilmiyordu. Belki ona birini gönderebilirdim ama böyle bir şeyi
düşünmemiştik bile. Birlikte olduğumuz sürece bir sürü şeyden -özellikle
dayısından- söz etmiştik, ömür boyu bir arada olacakmışız gibi! Sonra,
vedalaşmayı zorlaştırmamak için, birkaç saniye içinde ayrılmıştık.
Aklıma geldikçe kuduruyordum. Yine de bir şey belli etmemeye çalıştım.
Sonra aniden, bir konuşmanın ortalık yerinde, ayağa kalktım. Benimle
konuşana, sonra da babama birkaç özür sözcüğü geveledim. Neredeyse
koşarak dışarı çıktım. Bir taksiye atladım: "Rıhtımdaki Palmir Oteli'ne"
dedim.
Yolda şoförün sözlerine düşünmeden yanıt verirken, Clara'ya bu ani
gelişim hakkında ne diyeceğimi düşünüyordum. Otelde, uşak onu
çağırmak üzere gittiğinde, söyleyeceklerimin provasını yapmaktaydım.
Biraz kaygılı aşağıya indiğinde:
— Bana yazmaya söz ver demeyi unutmuştum, diyebildim.
İtiraf edeyim, pek aptalcaydı. Ama ne yapalım, bu koşullarda ne kadar
aptal olunursa, o denli duygulandırın olunuyor.
Clara, kendisine çok vahim bir şey haber veriyormuşum gibi, kaşlarını
çatarak ve başını sallayarak beni dinledi. Sonra sağa, sola baktı ve
dudaklarıma, kuş gagalaması kadar kaçamak bir öpücük kondurdu.
Şaşkınlığım geçince, koşarak merdivenlerden çıktı. Ben de eve
döndüm.
Tanrım, gökyüzü o gün ne kadar maviydi!
İki ay sonra bana yazdı. Yedi-sekiz sayfalık bir mektuptu ama yine de
düşkırıklığına uğramıştım. Hayır, tam anlamıyla düşkırıklığı değil, diyelim
ki tatmin olmamıştım. Nedenini biliyordum. O öpücük olmamış gibi
davranıyordu. Daha da kötüsü, bahçede dolaşırken bana sen dediği
2
halde, mektubunda "Du bist" yerine "Sie sind" diyordu. Bir adım geri...
Evet ya, Almanca yazıyordu. Oysa Lyon'da karşılaştığımızdan beri
Fransızca konuşmaktaydık; ara sıra yanlış yapsa da düzgün
konuşuyordu. Ama iş yazmaya gelince, Chateaubriand yerine Goethe'yi
tercih ediyordu...
O öpücükten pişmanmış gibi bana siz diyordu. Kişisel hiçbir şey
yazmamıştı, ikimiz hakkında da hiçbir şey... Yine dayısından söz ediyor,
ona uygun bir ev bulmanın zorluğunu anlatıyordu. Dayısı Graz'daki evin
eşini bulacağını mı sanıyordu yoksa? Ona, alelacele yapılmış bir binanın
giriş katında iki odalı, mutfağı salonun içinde olan bir ev göstermişlerdi.
Üstelik Hayfa’nın Yahudiler ile Araplar arasındaki gerginliğin çok yüksek
olduğu ve hemen her gün bir çatışmaya ya da cinayete rastlanılan
semtinde! Clara, bu derece şiddet beklemiyordu, mektubunun iki üç
yerinde, "çözülmesi gereken trajik bir anlaşmazlık" diyordu.
Nazizmin bozguna uğramasının ertesinde, Hitler'in nefret ettiği iki
halkın, her biri haklı olduğunu ve kendine haksızlık yapıldığını düşünerek
birbirini öldürecek duruma gelmesini, düşüncede bile kabul edemiyordu.
Yahudiler, bir halkın görebileceği en büyük zulmü, yok edilme girişimini
gördükleri için haksızlığa uğradıklarını düşünüyorlardı ve böyle bir şeyin
bir daha olmaması için ne varsa harekete geçirmeye hazırdılar; Araplar
da, kötülüğün kendi sırtlarından onarıldığını oysa Avrupa'da işlenen
cinayetler de en ufak bir sorumlulukları olmadığı halde haksızlığa
uğradıklarını düşünüyorlardı.
Clara, mektubunda, hiçbir yan tutmadan, durumu sakince yorumluyordu
oysa Yahudiler ile Araplar arasındaki düşmanlık başını alıp gitmişti. Zaten
o da bunu incelemekle yerinmiyordu. Harekete geçmişti, savaştaki gibi
direnmekteydi. Ama bu kez direndiği, savaşın kendisiydi.
Bu mektubun beni düşkırıklığına uğrattığını söyledimse, bir aşk mektubu
beklediğim, en azından doğmakta olan ilişkimiz hakkında bir şeyler
söyleyeceğini sandığım içindi. Oysa elimdeki, bir "silah arkadaşından"
gelen bir mektuptu.
Clara, çevresindeki savaştan derinlemesine etkilenmiş görünüyordu ve
bütün gücüyle onu "alt etmek" için çabalayacağını söylüyordu. Ayrıca
büyük bir resmiyetle PAJUW Komitesi'ne girdiğini bildiriyordu. Palestine
Arab and Jewish United Workers'in (Filistin Arap ve Yahudi İşçiler Birliği)
baş harflerinden oluşan PAJUW'un amaçlarından uzun uzadıya söz
ediyordu. Kuşkusuz hepsi çok iyi niyetliydi. Çok az sayıda olmalarına
karşın -asla hayatiyet gösteren bir örgüt olmadı- tarihin akışını
değiştirmeyi umuyorlardı.
Bunlara ben de inanıyor muydum? Bugünkünden az! Otuz yıllık bir
savaştan sonra, yiğit PAJUW Komitesinin var olduğunu düşünmek bile
insanı güldürüyor. Bazıları alay ederek gülüyor, bense sevecenlikle. O
tarihte böyle değildim. O tarihteki düşünüş biçimime dönecek olursam -ki
bu pek kolay bir iş değil, sanırım Clara ve arkadaşlarının projesini
alkışlamıştım. Çünkü ideallerime uygundu. Sadece Clara'dan geldiği için
değil.
Adından da anlaşılacağı gibi, komite tam anlamıyla solcuydu. Ne
yaparsınız, o tarihte ırk ve din düşmanlığına karşı gelmek isteyenlerin:
"İşçiler, birleşiniz!" demekten başka çareleri yoktu. Bu bizleri pek uzağa
götürmedi ama, "Birbirinizi öldürmeyin!" demenin başka bir biçimiydi.
Clara'ya ve mektubuna dönelim. Hemen yanıtlamıştım. Aynı gün ya da
ertesi günü. Fransızca. Ona "sen" dedim, aynı şeyi yapacağı ümidiyle.
Başka bir samimiyet belirtisi yoktu. Birkaç haftadır neler yaptığımı
anlatarak, onun gibi davrandım. Yani, konferanslara katılıp "kendi
savaşımı" anlatıyordum.
Daha önce söylemedim ama bu konferanslar yaptığım tek işti. Bu
sayede bütün ülkede tanınmış biri oldum. Bu iş, beklenmedik bir aksilik
yüzünden, tesadüfen başladı. Evimizin yanında bir spor ve kültür derneği
vardı ve babamı tanıyan yöneticileri, "değerli direnişçi" onuruna bir şenlik
düzenlemek istemişlerdi. Bir salon tutmuşlar, masrafa girmişlerdi.
Belirlenen tarihten bir hafta önce büyükannem ölmüştü. Şenlik de suya
düştü. Ne dans, ne kotiyon! Ancak, her şeyi iptal edecekleri yerde,
dereden tepeden konuşurcasına "benim savaşımı" anlatmamı, birtakım
fıkralar anlatmamı ve soruları sorulara yanıt vermemi istediler. Yas
süresince böyle bir şey yapmama engel yoktu.
Dans pistine sıra sıra sandalyeler konulmuştu. Benim için de küçük bir
masa, üzerinde de bir bardak su. Hiçbir hazırlığım yoktu. Birkaç anı
anlatmaya başladım, aklıma ne geliyorsa, basit sözcüklerle ve bir sır
verircesine... Söylevlere alışık insanlar şaşırmışlardı. Suskunluklarından,
nefes alışlarından, iç çekmelerinden, bazen de onaylama ya da şaşkınlık
anlamına gelen seslerinden, kalabalık ile aramda bir akımın varlığını
hissettim. Aynı akşam, konuşmak için üç çağrı daha aldım. Ertesi
haftalar, başkentin çeşitli semtlerinde, tüm kıyı kentlerinde ve bazı dağ
köylerinde konuşmak için onlarca çağrı geldi.
İnsanlar her yerde, iki üç saat boyunca, dikkatleri dağılmadan beni
dinliyorlardı. Ben de, o güne kadar tanımadığım bir zevk duyuyordum.
Onlar kendinden geçmiş, onları kendinden geçiren ben de mest olmuş
durumdaydık. Vaktime hiç acımıyordum.
Babama gelince benim için beslediği hayaller düşünülürse, o
toplantılarda bana hangi gözle baktığını söylemeye gerek yok. İşin "yeni"
olan yönü, benim de "lider" yazgısına sahip olduğuma inanmaya
başlamamdı. Direnişteki serüvenimin izinden giderken, bu yeni deneyim
bende ilk defa babam ile Nubar'ın, hakkımdaki önsezilerinin doğru
olabileceği düşüncesini yarattı. Belki de her şeye rağmen, yazgının
ördüğü bir geleceğe sahiptim. Belki diyorum çünkü bu düşünceye sahip
olsam da direnmiyor değildim.
Dün söylemiştim. Ya da evvelki gün müydü? Savaştan sonra tahsilime
devam etmek istemedim. Belki de bu çeşit bir gevşeme içinde
olduğumdandı. Evet, işler herhalde böyle başladı. Artık yoluma hiçbir
engel çıkmayacağı duygusuna sahiptim. Engel yokmuşçasına yürümem
yeterliydi. Düşüş işte böyle başlar.
Sanırım biraz hızlı gittim. Düşüşe henüz geçmemiştim, henüz bütün
kanatlarıma sahiptim, bütün keyfim kaçmış değildi.

Bir gün, bir semt sinemasındaki konferanslarımdan birinde, salonun ta


dibinde birinin, Clara gibi baktığını görür gibi oldum. Geleceğini
bildirmemişti. Yerimde duramıyordum. Bir âşık için mutluluk budur işte!
Bir konferansçı için de felaket budur! Benim konuştuğum gibi konuşmak,
bir aktörün sahnede kendini vermesi gibi, dikkatini yoğunlaştırmayı
gerektiriyordu. O gün, onu gördüğüm andan itibaren, aklım başımdan
gitti. Çok fazla soru, çok fazla sabırsızlık, kısa kesip sonunu getirmiştim.
Sonra dinleyicilerden beni affetmelerini, sorulara cevap veremeyeceğimi
söyledim. Toplantıyı yöneten, döneceğime söz verdikten sonra, "aile
işleri" diye bir açıklama yaptı.
Yarım saat sonra, evde, salonda oturuyorduk. Önce Clara'yı babama
tanıştırdım. Babam onunla birkaç kelime konuşmuş, kibarca çekilmişti.
Clara, bir projeyle gelmişti. Komitesinin çıkardığı gazetenin ilk sayısı
için, işgal görmüş ülkelerde Nazilere karşı savaşmış Arap ve Yahudi
direnişçilerinin öykülerini yayınlamayı düşünüyordu. Amaç açıktı: her iki
tarafı, aynı safta olduklarına, ortak gelecekleri için mücadeleye
inandırmak. Bu açıdan, benim tanıklığımın önemi olabilirdi.
Salonda en dik koltuğa oturmuştu. Bir başkasına oturmasını önerdimse
de, yazmak için, o koltuğun daha iyi olduğunu söyledi. Sonra bir not
defteri çıkartıp dizlerine koydu. Uzun, plise bir eteği vardı, yeşil-siyah
ekose bir etek ve beyaz bir bluz. Bir okulluya benziyordu. Fransa'ya
gelişimden ülkeye dönüşüme kadar süren serüvenimi anlatmamı
istiyordu. Haftalardan beri, giderek artan bir kalabalığa aynı hikâyeyi
anlatan benim gibi biri için bu çok basit bir işti. Oysa sessiz duruyor,
nereden başlayacağımı bilemiyordum.
Sessizlik uzayınca, işimi kolaylaştırmak istedi: "Dolu bir salonda,
hayatını hiç bilmeyen insanların karşısında olduğunu farzet ve başla..."
dedi.
— Tamam, başlayacağım. Ama böyle ikimiz, bir salonda, sen o döneme
ait bunca şey bilirken, kolay iş değil. Ama deneyeceğim. Kendimi
toparlamama izin ver.
Yine uzun bir sessizlik.
— Clara, bana bir söz vermeni istiyorum. Ne anlatırsam anlatayım, bitti
demeden sözümü kesme ve bana hiç bakma.
— Söz!
Çocukluklarıma gülümsüyordu. Şaşkın. Belki de duygulanmış. Yeniden
sessizlik. Sonra, bugüne kadar unutamadığım şu sözler ağzımdan
döküldü:
— Son karşılaşmamızdan sonra çok düşündüm ve şimdi sana âşık
olduğuma kesinlikle eminim. Sen, hayatımın kadınısın, bir başkası
olmayacak. Burada olduğun zaman seni bütün varlığımla seviyorum.
Aynı şeyleri hissetmiyorsan, ısrar etmem. Bu öyle güçlü ve ani bir duygu
ki, seni esir almalıdır, bu, zamanla alışılan bir eğilim değil. Onun için,
böyle bir duygun yoksa, bir dakika sonra başka şeylerden konuşuruz ve
seni bir daha rahatsız etmem. Ama şansıma, bir şeyler hissediyorsan, o
zaman dünyanın en mutlu insanıyım ve sana: "Clara, karım olmak ister
misin? Seni son nefesime kadar seveceğim" derim.
Sözümü kesecek korkusu, sözcükler ağzımda dolanacak korkusu ile her
şeyi bir anda söyleyiverdim. Bir kez olsun ona bakmadım. Sustuğum
vakit de ona bakmadım. Gözlerinde kayıtsızlığa ya da acımaya benzer bir
şeyler görmekten korkuyordum. Hattâ şaşırmasından da korkuyordum
çünkü göstereceği her türlü şaşkınlık belirtisi, aynı niyette olmadığımızı
anlatırdı ve bundan sonra söyleyeceği her şey sadece terbiye ya da
acıma gereği olurdu.
Bu yüzden ona bakamıyordum, gözlerim gibi kulaklarımı da kaçırmak
istiyordum. Çünkü bakışları kadar sözlerinden de korkuyordum, sesindeki
tondan, kayıtsızlığından, acımasından... sadece nefes alışma kulak
vermiştim, bir soluk... sıcacık.
— Evet.
"Evet" demişti.
En güzel, en sade yanıttı ve en az beklediğimdi.
Çapraşık birtakım şeyler söyleyerek, bu koşullarda pek olası
bulmadığını... söyleyebilirdi. Onu hemen durdurur: "Sözünü etmeyelim"
derdim. Her şeye rağmen arkadaş kalacağımıza söz verdirtirse "Tabii"
derdim ama bir kere daha adını bile duymak istemezdim.
Aksine, kendisinin de aynı şeyleri daha ilk karşılaşmamızda duyduğunu
söyleyebilir, ben de ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilmezdim. Ama bu
yalın "evet", bu kuru "evet", beni soluksuz bırakmıştı.
Neredeyse ona "Neye evet?" diye soracaktım. Çünkü sadece "Evet,
duydum", "Evet, bilgi edindim", "Evet düşüneceğim" diyebilirdi.
Ona endişeyle, kuşkuyla baktım.
Bu gerçek "evet" idi. Bu en saf "evet" idi. Yaşlı gözler ve sevilen bir
kadının gülümsemesiyle...
Cuma Akşamı
Şu anda İsyan'dan ayrıldım. Rastgele bir bahane ile iptal etmem
gereken bir randevu... Ortadan yok olmam gerektiğini hissediyordum.
Gözlerinde canlandırdığı o anıyla onu başbaşa bırakmak. O saniyeyi
uzatmasına, söylenenleri tekrar duymasına, sevdiği kadının yüzünü
görmeye devam etmesine olanak tanımak. Gerisi çabuk gelir.
Kapıyı minnetle açtı ve asansöre kadar dar, sarı koridor halısının
üstünde benimle birkaç adım attı.
Akşama doğru döndüğümde, sevinci henüz yok olmamıştı. Bana
"Nerede kalmıştık?" diye sorması, işin ucunu kaçırdığı için değil, ama
sanırım benim: "Evet demişti" diye tekrar etmemi duymak içindi.
Bundan önceki üç görüşmemizde yaptığım gibi, dolmakalemimin
kapağını açmış, yeni bir deftere başlamıştım. Birinci sayfaya "Cuma
Akşamı" diye yazmıştım. Oysa o, sanki söyleyeceğine zorlanır gibiydi:
— Hemen yazmamanızı isteyebilir miyim?
Dolmakalemimi kapattım. Bekledim. Bekledim. Sesi sanki uzaktan
geliyordu:
— Clara ve ben, öpüştük.
Bu itirafta bulunurken kızardığına bahse girerim. Ben de gözlerimi
indirdim. Böyle açılmak ağrına gidiyordu. Zaten bu çabadan sonra, başka
bir şey söylemeden odayı arşınlamaya başladı. Sonra, iç dünyasında hoş
bir gezintiden dönmüş ve aniden orada olduğumu fark etmiş gibi!
— İşte! diye bir işaret yaptı! Sanırım bu özel faslı kapatmıştı.
Defterimin sayfalarını, alışık olduğum biçimde düzelttim ve anlattıklarını
yazmaya hazırlandım. Ama duruverdim. Gözlerinin ışıldamasından,
kafasındaki gezintiyi henüz tamamlamadığını anladım. Dolmakalemimi
tekrar kapattım ve ceketimin iç cebine yerleştirdim. Defteri kapatıp
kollarımı kavuşturdum. Gülümsedi. Yakasını kaldırdı. Gözlerimi ona
diktim.
Hayatının bu faslını anlatmak, sanırım onu gençleştirmiş, coşturmuş,
biraz da becerikli kılmıştı.
Bana itiraf ettiklerini, ona ihanet etmeden, nasıl nakledecektim? Yo
hayır, Doğu terbiyesine uymayan tek şey söylememişti. Yine de, onun
yanında yazmadığım sözleri ağzından söylettiysem, kendimi affetmem.
Sahneyi, büyük çizgileriyle çizersem, kendime daha az kızarım. İlk
gelişinde olduğu gibi yine Palmir Oteli'ne inmiş olan Clara'yı görmeye
gitmiş ve dudaklarına öpücük kondurduğu yere gelmişler. Bu kez de
ortalıkta kimsecikler yokmuş. İşte o zaman İsyan, Clara’nın öpücüğüne
cevap vermiş. Aynını, bir kuş gagalaması kadar hafif. Sonra da
merdivenleri çıkmak üzere birbirlerinin parmaklarını tutmuşlar, bakışları
birbirlerinden kopmaz olmuş.
Üçüncü kattaki odanın geniş bir penceresi varmış; solunda rıhtım
binaları, sağında deniz... Clara pencereyi açmış. Kentin gürültüsüyle
birlikte ılık bir rüzgâr dalmış odaya. Nemli eller birbirine güç vermiş,
gözleri sevinçten ve utançtan kapanmış.
O konuşurken; not tutmadığım için onu izleyebiliyordum. İnce, uzun
olduğunu fark etmiştim ama bu kez gözüme gerilerek uzatılmış gibi
gelmişti. Evet, tamamıyla gerilmiş, bacakları, kolları, tüm bedeni ve
özellikle boynu, küçük kafasına oranla görülmemiş biçimde uzamış
gibiydi. Belki de bu yüzden kafasını hep yana eğiyordu. Eskiden, Tarih
kitabındaki fotoğrafta olduğu gibi; şimdi karşımda da eğikti.
O ise, bakışlarıma aldırmadan, sevgilisi kolunda, yoluna devam
ediyordu.
— Akşam olunca, Saint-Georges körfezine doğru, kordonda yürümeye
çıktık ve evliliğimizi konuştuk.
Evet, hemen o akşam. Niye bekleyecektik ki? Mutluluk, avuçlarımızın
arasından sert bir ip gibi kayıyordu, yakalamak için ellerimizi kapatıp,
sıkıca tutmamız gerekiyordu. Bundan sonraki karşılaşmalarımızı artık
rastlantıya bırakamazdık. Gelecekteki her saniyeyi birlikte yaşamaya
niyetliydik. Sonsuza dek. Engel varsa, kaldırılacaktı. Bize göre,
başedemeyeceğimiz şey yoktu. Alınacak birkaç karar, yapılacak birkaç
tercih! İşte o kadar! Önce nasıl bir evlilik! Beyrut'ta medeni nikâh yoktu.
Oysa dini nikâh istemiyorduk. Birleşmek için yalan söylemeye niyetimiz
yoktu. Ne onun, ne de benim çevremizdeki dinler hakkında fazla bilgimiz
yoktu. Ne diye bilir gibi davranacaktık? Her iki olasılık, çözümden çok
sorun yaratıyordu. Benim çok daha iyi bir fikrim vardı: Kalpazan Jacques!
Clara dehşet içinde:
— Sahte evlilik belgeleri mi isteyeceksin? diye sordu.
Onu yanıltmıştım. Jacques, barış döneminde, Paris'in küçük
yörelerinden birinde belediye başkanıydı. Bir kere bundan söz etmişti, o
da savaş bittikten sonra. Tekrar eski görevine dönmeyi düşünüyordu.
Bizi, bilmeden tanıştıran ondan başka kim nikâhımızı kıyabilirdi? O gece
Lyon'da her ikimiz de ondan başkasını beklemiyorduk ki! Çabucak karar
verdik: Fransa'ya, nikâhların en sadesi için yalnız gidecek sonra dönüp
yakınlarımızla olayı kutlayacaktık.
Tasarımızı babama anlattığımda hiç duraksamadı: "Zeki, güzel, sevecen
ve Devrimci! Daha ne isteyebilirim?" Çok sevinçliydi. Daha ilk
saniyesinden itibaren Clara'yı benimsemişti. Clara ise, eğlenceli, gür
sesli, hassas bir babaya sahip olmuştu, ona tapıyordu.
Geriye Stefan dayı kalmıştı. Clara ne tepki vereceğinden emin değildi.
Sırf saygısından dolayı, onayını almak istiyordu ama hayır diyecek
olursa, dayısını dikkate almamaya kararlıydı. Birkaç haftalığına her
birimiz hazırlıklarımızı tamamlayıp, yakınlarımıza haber vermek, gerekli
belgeleri toplamak için ayrılmıştık. Sonra Paris'te şu gün, şu yerde, şu
saatte, yani 20 Haziran, öğle, Horloge rıhtımında buluşacaktık. Neden
Horloge rıhtımı? Çünkü Lyon'daki "atölyede" çalışırken bir arkadaş bana,
savaş öncesinden bir hikâye anlatmıştı. Hikâyede iki sevgili, Horloge
rıhtımında iki kule arasında buluşuyorlardı. Arkadaş bir kent planı açıp
Seine kıyısındaki yeri göstermişti. Aklımda kalmış, belki uğurdur dedim,
buluşacağımız yeri seçmem gerektiğinde aklıma gelen yer orası oldu.
Paris'te her şey öngörüldüğü gibi geçti, hattâ daha da iyi. Clara ile ben,
kulelerin yanına hemen hemen aynı anda vardık, o rıhtımın bir yanından,
ben öte yanından. Kalpazan Jacques -eski görevine dönmüş olduğu
halde onu böyle çağırmaktan vazgeçemiyordum- tanıklarla ilişki kurup,
getirtmişti. Benim tanığım Bertrand, Clara'nınki Lyon'daki ev sahibemiz
Daniele olacaktı.
Belediye binası o kadar kalabalık ve sessizdi ki, yeraltı dünyasına
dönmüş gibiydik. Bu da arkadaşlarımın hoşuna gitmişti, her hareketin bir
anlamı olduğu o eski günleri hatırlarken yürekleri sızlamıştı. Örneğin,
tanınmadan sokakta yürümek, her seferinde yenilenen bir maceraydı;
oysa şimdi tanınmadan sokakta yürümek üzüntü konusu! Dört yıl
boyunca baharatlı yemekler yemişken, şimdi perhiz yemeğinden nasıl
zevk alınır?
O dönemde benim böyle üzüntülerim yoktu. Direniş örgütü'nün büyük
isimlerinden biri değildim, olsa olsa bir isimciktim. Dolayısı ile düşten
gerçeğe geçişteki yuvarlanmayı hissetmiş değildim. Yeraltından çıkar
çıkmaz, herkesin herkesi tanıdığı ülkeme dönmüştüm.
Sonra, Clara vardı. Birleşmemiz savaş sayesinde olmuşsa da, onunla
barışta yaşamak istiyordum. Geçmişe özlem, benim için sadece bir saygı
ifadesiydi, sevdiğim, taptığım ise gelecek idi. Birlikte geçireceğimiz
yılların geleceği, özellikle yakın günlerin geleceği! Artık adımı taşıyan
insan ile atacağımız o ilk adımlar. İlk kez birlikte yapacağımız bütün o
işler! Sevgililerin birbirlerine verdikleri söz, ve tutulan söz! Daha önce
görmüştüm, daha önce yapmıştım, daha önce gerçekleştirmiştim
duygusu ile Clara'yı öpmedim hiç, hatta elini bile tutmadım. Daha önce
sevmiştim duygusuyla da! Aşk, el değmemiş olarak kalabilir, heyecan da
öyle. Aylar da geçse, yıllar da geçse! Hayat, bıkılacak kadar uzun değil!
Fransa'dan dönüşümüzde babam, Kitapdar malikânesinin o güne kadar
görmediği bir davet verdi. Gitmeden önce, delilikler yapmaması için
yalvarmıştım. Sadece: "Bu zevki benden esirgeme!" demişti. Ben de ses
çıkartamamıştım. Korktuğum bütün delilikleri yaptı. İki orkestra tuttu, biri
Doğu diğeri Batı müziği çalacaktı, yüzlerce insan çağırdı, yemek odasının
kapısından geçirebilmek için yere kadar indirmek zorunda kalınan
muazzam bir pasta ısmarladı. Işıklandırmadaki zenginliği, yiyeceklerdeki
bolluğu anlatmaya utanırım. Ömür boyu, sonradan görmelere söylenip
durmuş olan babam, sonradan görme biri gibi davranmıştı. Ama işte,
mutluydu, Clara da mutluydu, başka ne isteyebilirdim?
Ya ben? Mutlu değil miydim? Surat asar görünmek istemiyordum ama
şatafata ilgisizdim. Kutlanan olaydan dolayı mutluydum, ara sıra Clara’nın
elini tuttuğum için mutluydum, onunla bakıştığım, güldüğünü duyduğum
ve gece bitince başını gelip omzuma dayayacağını söylediği için
mutluydum. Uzun süredir görmediğim insanları gördüğüm için de
mutluydum, bunların da başında, Mısır'dan, o güne kadar görmediğim
kocasıyla gelen ablam vardı...
Tabii bir de Stefan dayı vardı. Babam ona yazmış, sonra da bir araba
gönderip aldırtmıştı. Hayfa ile Beyrut arası 150 km. idi ve o tarihte,
aradaki molalar ile dört saat sürüyordu. Stefan dayı erken gelmişti, öğle
üzeri. Kalabalık gelmeden, tanışma olanağı bulmuştuk. Bu
karşılaşmadan korkuyor muydum? Tam anlamıyla değil. Asıl sinirli olan
Clara idi. Dayısına karşı, anne ve babasından miras edindiği bir
çekingenliği vardı. Dayıda buldukları kusur neydi? Zengin, manyak ve
işsiz güçsüz takımından olması mı? Ben, babamla iyi anlaşacağından
emindim. Her ikisi de, bu yüzyılla barışını kuramamış on dokuzuncu
yüzyıl insanıydı ancak birbirlerine anlatabilecekleri ortak nostaljileri
olabilirdi.
Küçük bir korku duydumsa, oda ablamın bir süre görünmedikten sonra
kocasının kolunda salona girdiği sırada duymuşumdur. Sahneyi bir
düşünün: bir yanda, Araplarla Yahudiler arasındaki gerginlik yüzünden
Hayfa'yı terk etmek zorunda kalan ve bir daha hiç dönmeyeceğini
anlayan, köklü bir Müslüman aileden gelen Mahmut; öte yandan bu kente
yerleşmek üzere gelmiş Orta Avrupalı Stefan; her ikisi de yeni evlilerin
yakın akrabası...
Tanıştırma faslını kısa kesmeye kararlıydım: "Mahmut Hayfalı, eniştem.
Stefan Temerles, Clara’nın dayısı." Tokalaştılar.
O an babam, Fransızca olarak yüksek sesle:
— Ortak bir yanınız var, dedi. Mahmut Hayfalı. Gelinimizin dayısı da
Hayfa'da oturuyor.
Clara ile bakıştık. Fırtınayı daha iyi atlatabilmek için el ele tutuşuyorduk.
Babam devamla:
— Yan yana oturun. Birbirinize anlatacaklarınız vardır, dedi.
Üstelik bir de ısrar ediyordu, öyle değil mi? Ancak bunu dalgınlığından
ya da kabalığından yapmıyordu. Bir anlamda kafa tutmak, meydan
okumak için yapıyordu. Babam, Doğu'da bir hayli yaygın olan, insanların
kökenleri ile ilgili konularda alınmasınlar diye ölçülü davranılması
alışkanlığından nefret ederdi. Örneğin, insanların her zaman kullandıkları
sözcükleri, "kendi aralarında" iken sarf ettikleri kelimeleri, "Dikkat filanca
Yahudidir", "Falanca Hıristiyandır", "Feşmekan Müslümandır" uyarıları
üzerine sansür etmelerine, içerlerdi.
Peki ya, yan yana oturttuğu iki adam vuruşmaya kalkışırsa. Ne yapalım,
bunu hak etmişler demektir, işte o kadar! Onun görevi, aynı büyük
serüvenin içinde yer alan bu adamlara insanca davranmaktır. Buna layık
değillerse, kendilerinin bileceği şeydir. Ya bu yüzden düğün berbat
olursa? Demek ki böyle bir düğüne layık değilmişiz, işte o kadar!
Clara ile benim ilk tepkimiz, bir rezalet çıkmasından korkmak oldu. Bu
pek cesurca değildi ama kendinizi bizim yerimize koyun. Ailelerimiz
arasında herhangi bir düşmanlık olsun istemiyorduk, içinde
bulunduğumuz günlerde, evliliğimiz zaten kolay bir iş değildi. Özellikle,
çevremizdeki düşmanlıklardan korunmaya muhtaçtık.
Ama bu sadece ilk tepkiydi. İçgüdüsel. Clara ile bakışlarımızda, endişe
kadar eğlenme de vardı. Sonra, hiçbir şey demeden, geri geri gidip
oradan ayrılıverdik.
Döndüğümüzde, aradan bir saat geçmişti. Her ikisi de bıraktığımız gibi,
yalnız, karşılıklı kahkaha atmaktaydı. Tabii nedenini biliyorduk. Biz de
Clara ile rahatlamış ve endişe duymanın utancı içinde, kahkahalarına
katılmıştık.
Bir süre sonra, orada olduğumuzu fark eden Mahmut ve Stefan dayı,
bizimle birlikte mutluluğumuza kadeh kaldırdılar.
Onları gören, dünyanın en iyi arkadaşları derdi. Öyle olmasını o kadar
isterdim ki... ama ne yazık ki hayır! Belki de artık, çok geçti!
Şunu bilin, kavga da etmeyeceklerdi. Yo hiç de değil. Sonuna kadar
birbirlerine nazik davranacaklardı. Birbirinin eşi koltuklarda oturmuş
centilmenler kulübündeki gibi, birbirlerine İngilizce fıkra anlatacaklardı.
Asıl konuşan, karşısındakinin neşesini görüp coşarak fıkralar anlatan, el
kol işaretleri, mimikler ile anlattıklarını süsleyen eniştemdi.
Bir ara, görünürde hiçbir neden yokken, tu hava değişti. Başka davetliler
onlara yaklaşmış, tanıştırılmış, karşılıklı eğilip bükülmüş ve o sıra
Mahmut, bir özür mırıldanarak çekilmişti.
Bir süre sonra hava serinleyince, birinci kata bir hırka almaya çıktım.
Eniştem orada, karanlıkta bir divana oturmuştu. Çökmüş bir hali vardı.
Nesi olduğunu soracak oldum ama kendimi tuttum, onu rahatsız ederim
korkusuyla görmezlikten geldim. Bütün gece bir daha ortaya çıkmadı.
Onu bu hale sokan ne olabilirdi. Aşağıya indiğimde, ablama anlattım.
Endişelendi ama şaşırmadı. Son zamanlarda kocası sık sık böyle
oluyormuş, önünde ne zaman Hayfa'dan söz edilse önce coşuyor, uzak
geçmişe, çocukluğuna ait binlerce hikâye anlatıyor, gözleri parlıyormuş.
Onu seyretmek bir zevkmiş. Ama ardından en ufak sessizlikte, aniden
kaşları çatılıyor ve hüzünleniyormuş.
Kendi ruh hallerinden hiç söz etmiyormuş. Bir gün ablam, bütün bu
anlattığı anılarını bir kitap haline getirmesini önermiş, bu düşünceyi iki
eliyle birden kovarak: "Anılarım mı? Mezarcının küreği ile yaptığı gibi,
güneşe tezek yığınları atıyorum." demiş.
Stefan dayıya gelince, Mahmut ile yaptığı konuşmalar, onun üzerinde
bambaşka bir etki bırakmıştı. Ters etki diyebilirim. Genelde asık suratlı ve
homurdanan bir adam olan Stefan dayı gecenin geriye kalan kısmında;
neşeli, gençlerle şakalaşan, hanımlara takılan ve birdenbire ortadan
kaybolan arkadaşını gözleriyle arayıp duran bir adam olup çıkmıştı.
Gece biterken Clara'yı görmüş, ona doğru koşmuş, bir kenara çekmiş
ve bir sır verir gibi:
— Onlarla... barışmanın, sence bir yolu yok mu? diye sormuştu.
— Çevrene bak, Stefan dayı. Barıştık bile.
— Ben buradan söz etmiyorum, beni pekâlâ anladın!
Yıllardan beri ilk kez o akşam ablamla konuşurken, kocasının, babamın
dediği gibi namaz seccadesine kapanmış bir softa olup olmadığını
sordum. Güldü. Bir gün babam, din hakkında ileri geri konuşurken,
Mahmut bozulmuş, işte olan bundan ibaret! Bu, babam ile benim
aramızdaki fark. İkimiz de aynı şeyi düşünürüz ama ben, orada
bulunanları kırabilir diye, düşündüklerimi söylemem. O ise, burnunun
dikine gider; gerçeği kendisinin söylediğine emin olarak...
Hangi davranış daha iyi? Bugün için, onun gibi olmadığıma üzülüyorum.
Ama güçlü bir sesin gölgesinde yaşadığım içindir ki, umduğu ve
arzuladığı gibi isyancı olmadım.
Bu davetten sonra bir ikincisi de Hayfa'da yapıldı. İlk önceleri bu ikincisi,
hem Clara'ya hem bana gereksiz göründü. Çünkü Stefan dayı Beyrut'a
gelebilmişti. Ama PAJUW üyeleri ısrar etmişlerdi. Onlar için bunun önemi
vardı ve onları kırmak istememiştik.
Yirmi kişi kadardılar. Yahudiler ve Araplar. Belki Yahudiler, Araplardan
biraz daha fazla. Toplantıyı düzenleyenlerden biri olan Naim, bir konuşma
yapmış ve birleşmemizi, örnek alınacak bir olay, aşkımızı kin ve nefretin
yalanlaması olarak nitelemişti.
Her an yakıp durduğu Halep vişnesi kokan piposu ve kır saçlarıyla tuhaf
bir insandı Nairn! Ne tam bir işçi ne tam bir aydın idi - iflas etmiş bir
sanayici idi. Diğerleri, sınıf kökeni konusunda kitapların söylediklerine
bakacak olurlarsa, ona güven duymamalıydılar. Ama hiç kimse, onu
harekete geçiren nedenlerden, özverisinden kuşkulanmıyor ve hattâ
toplantılarda belirli bir ağırlığı olduğuna inanıyordu, İddia edildiğine göre,
Naim'in ailesi, bir vakitler kentin yansına sahipmiş. Yani bir vakitler zengin
olduklarını söylemenin doğucası! Naim her şeyi satmış, nesi var nesi
yoksa yitirmiş, sadece Osmanlılar döneminden kalma deniz kıyısında bir
evi vardı. Geniş ve şahane bir yapı olan bu eve bakacak olanakları
kalmamıştı ve evi gördüğüm günlerde, hali perişandı. Duvarların sıvası
dökülmüş, yer yer yıkık, bahçesi ot bürümüş, odalarında eşya yerine
hasır ve eski şilteler, açık bir çatı her şeye karşın soylu, huzurlu, büyülü
bir ev! Onurumuza verilen davet de işte bu evde yapıldı.
O davet gecesi, uzaklardan iki patlama sesi geldi. Heyecanlanan tek
insan bendim. Diğerleri duruma alışıktılar, kayıtsız biçimde, gürültünün
nereden geleceğini tahmin ediyorlardı. Dans etmeye sadece birkaç
saniye ara verilmişti. Sonra, kiralık bir fonografın sesiyle, dansa devam
edildi.
O yaz; ne kadar da çok davet verildi! Bir girdaba sürüklenmiş giderken,
Clara ile her an kafamızda olan ama ciddi olarak sormadığımız soruyu
sormaktan kaçınmaktaydık: nerede yaşayacaktık. Emin olduğumuz tek
şey, birlikte olmamız gerektiği idi. Evet, ama nerede?
Bu kararı bugün almam gerekseydi, ne yapacağımı çok iyi biliyorum.
Yaz sonu Montpellier'ye dönerdik, ben tıp tahsilime, Clara da tarih
derslerine devam ederdi. Bugün, tek yapacağım şeyin bu olduğuna
eminim. Şayet o günkü genç adamın kafasında, bugünkü yaşlı adamın
aklı olsaydı; yaşlı adamın sesi "Kaç! Karını al, koş, buralardan kaç!"
derdi. Ama o günlerin iki genci olarak, hayallerimiz vardı. Doğu'da bir
fırtına esecekti ve biz, çıplak ellerimizle bu fırtınayı durdurmak istiyorduk.
Durum, tam anlamıyla buydu. Bütün dünya, Araplar ile Yahudilerin yıllar
boyu, hatta yüzyıllar boyu birbirlerini öldürmelerini bekliyordu, herkes bir
karara varmıştı bile... İngilizler, Sovyetler, Amerikalılar ve Türkler...
Herkes. Biz ikimiz dışında! Biz, bu anlaşmazlığı önlemek istiyorduk,
aşkımızın simgesinin "bir başka yol" olmasını istiyorduk.
Cesurca mı dediniz? Hayır, mantıksızca! Bir barış, bir uzlaşma umudu
beslemek olasıdır, bu çok övünç verici, güzel, saygın bir davranış...
Ancak yaşamımızı buna bağlamak, mutluluğumuzu, aşkımızı,
birlikteliğimizi, geleceğimizi ortaya sürmek ve tek bir saniye bile
kaybedebileceğimizi düşünmemek... buna bugün takacağım ad:
"saçmalık", "yanılgı", "mantıksızlık", "aptallık", "intihar" olur! Ama o tarihte
başka şey söylüyordum. Fransa'da üç-dört yıl geçirebileceğimizi
düşünmemiştim bile. Yıl 1946 idi. Fırtınanın geçmesini bekleyebilirdik...
beni lütfen durdurun, bu konuda durmadan konuşabilirim!
Kararımızı vermiştik; Doğu'da yerleşecektik! Hayfa ile Beyrut arasında,
sınırın açık olduğu, kıyı yolundan mesafenin çok az olduğu dönemde... İki
limanımız vardı, eskiden dendiği gibi iki "merdivenimiz" ve bir dizi konut,
ama hiçbiri yalnızca bize ait değil! Hayfa'da kâh Stefan dayıda, kâh
Naim'de kalıyorduk. Beyrut'ta da, baba evi vardı ve başka yerde
kalmamız söz konusu değildi. Babam, malikânede tek başına yaşıyordu.
Biz de, çok doğal olarak oraya yerleşmiştik. Clara'nın evi olmuştu, ev
sahibesi o idi. Ben ona tutkundum ve babam onu çok seviyordu.
En sevdiğimiz ev, Lübnan'daki evimiz miydi? Belki... artık bilemiyorum...
çünkü ilk zamanlar Hayfa'ya düzenli olarak gidiyorduk. Clara dayısına, iki
ayda bir geleceğine söz vermişti. Komite toplantılarını da terk etmek
niyetinde değildi. Üstelik Naim'i kendimize iyice yakın hissetmeye
başlamıştık. İkimizin en iyi arkadaşı olmuştu. Evi de çok sevimliydi... ot
bürümüş bahçesi denize kadar uzanıyordu. Oraya her gittiğimizde
büyüleniyorduk. Ne var ki, yine de esas konutumuz Beyrut'taydı.
Tahsilimize de orada devam etmeye başladık.
Benim açımdan, devam etmeye çalıştım desem daha doğru olacak.
Cizvit papazlarının yönettiği Fransız Tıp Fakültesine kaydımı
yaptırmıştım. Eğitimin kalitesi, Montpellier'dekinden daha az iyi değildi.
Daha ta başlangıçta orada okuyabilirdim. Ama on sekiz yaşımdayken,
babamın gölgesinden kurtulmak istiyordum. Gitmiş olmak için okumaya
karar vermiştim yoksa okumak için gitmiş değildim.
Ne var ki artık aynı insan değildim. Babamı yalnız bırakmak
istemiyordum, sözüm ona bir Direniş kahramanı olduğumdan bu yana,
ilişkilerimiz tamamen değişmişti. Evliliğimden sonra daha da değişmişti.
Babam yaşlanmıştı ve evin hanımı, benim karımdı.
Clara da üniversiteye yazılmıştı ve her zamanki gibi orada da çok faal
idi. Çalışkan bir öğrenci ve bir militan! Arapçayı da öğrenmeye
başlamıştı.
Bana gelince, eğitimimi tamamlamaya çalışıyordum dedim. Evet,
sadece "denedim!" Daha sıralara oturur oturmaz, kendimi okumaya
vermekte güçlük çektim. Herhangi bir şeyi bellemek olanaksızdı. İlk
başlarda, beş-altı yıllık aradan sonra; bunun normal olduğunu
söylüyordum, o süre içinde kafamı eğitimle ilgisi olmayan o kadar çok şey
kurcalamıştı ki... ancak dikkatimi verememe sorunu devam etti ve giderek
öfkelenmeye başladım. Eskiden belleğimle ve kavrama yeteneğimle onca
övünen ben, aniden güçsüz biri oluverdim. Utanıyordum...
Bunun çaresini bulmam gerekiyordu. Ancak, tedavisi gereken bir
anormallik olduğunu kabul etmiyordum. Zamanla her şey yoluna girecek
diyordum. Oyalanmaya bakıyordum.
Neyle oyalanmak. Önce konferanslarımla, bazılarını tekrar ettim, yine
Direniş anıları hakkında. Sonra mutluluğum... mutluluktan, bir
oyalamaymış gibi söz etmek yersiz kaçsa da yine de bu işi görüyordu.
Clara'nın yanında o kadar mutluydum ki, duygusal yaşamım dışında
olabileceklerin beni etkilemesine izin vermiyordum. Birbirimizin elini her
tutuşta, kalplerimiz çarpıyordu ve ben ne korkularımı, ne de dış dünyanın
uğultusunu duyuyordum. Kendimi, her şeyin yolunda gittiğine
inandırmaya çalışıyordum.
Bir bakıma, her şey yolundaydı... Hayır, doğru değil. Çevremizde hiçbir
şey iyi gitmiyordu. Çok geçmeden olacaklar karşısında, biz hâlâ cennette
yaşıyorduk.
Hatırlayacaksınız bu, Filistin'in Yahudilerle Araplara verilmek üzere iki
devlet olarak bölünmesinden çok söz edildiği dönemdi. 1947. Daha o
tarihte kırgınlıklar o kadar büyüktü ki, uzlaşmacı görüşleri yüksek sesle
ileriye sürmek olanaksızdı. Her yerde suikastler, gösteriler, çarpışmalar,
savaş çığlıkları! Hayfa'ya gidip gelmek için, yollar her seferinde daha
tehlikeli oluyordu.
Clara ve ben, kurban edilmeye henüz sırası gelmeyenlerdendik. Sonra,
birkaç pençe darbesi, bizi sığındığımız yerden çıkarttı.
Belki de dönüm noktası, genel af ilanı ile kardeşimin hapisten çıktığı gün
oldu.
Öğleden sonra erken saatte, henüz sofradan kalkmamış, gevezelik
ediyorduk. İkimiz ve babam. O sabah, haberlerin en güzelini almıştık:
Clara hamileydi. Midesi bulanınca doktoruna gitmiş, oradan dönmüştü.
Hepimiz çok neşeliydik, özellikle, torununu kollarına aldığını şimdiden
görür gibi olan babam. Ona, armağanların en güzelini vermişiz gibi
konuşuyordu. Birden bir araba sesi duyduk. Araba durdu, sonra tekrar
hareket etti; bir kapı çarptı, merdivende hızlı ayak sesleri... Kardeşim
Salem eve dönmüştü.
Onu hapiste ziyaret etmiş miydim? Hayır. Tek bir kez bile hayır. O
serserinin nasıl davrandığını unutmayın. Ya babam? Gidip görmüşse bile,
bana bir şey anlatmamıştı. Kısacası hepimiz bu sayfayı kapatmaya
niyetliydik. Aramızda olmasını en az istediğimiz bir sırada, çıkagelmişti!
Hapisten doğru eve! Odasına. Kapısını da kilitlemişti. Gidip kendisiyle
konuşmayalım diye.
Aniden buz gibi bir hava esti. Ev, aynı ev değildi. Artık bizim evimiz
değildi. Konuşurken sesimizi alçaltıyorduk. Babam bir anda, bambaşka
bir adam olmuştu. Keyfi kaçmış, yüzü asılmıştı. Hiçbir şey söylemiyordu.
Ne şikâyet ediyor, ne Salem'i lanetliyor, ne kovuyor, ne de affediyordu.
Bize, Clara ile bana gelince, hafta sonu bitmeden Hayfa'ya hareket ettik.
Kardeşimle bir olay olmuş değildi, çatışmış da değildik. Birbirimize
sadece birkaç söz söylemiştik. Buna rağmen gittik. Şaşkınlığınızı
anlıyorum. Belki de size bir itirafta bulunmam gerekecek. Bunu söylemek
ağrıma gidiyor, kendi kendime kabul etmem bile vakit aldı, ancak
saklamaya kalkışırsam pek çok olayı anlamak olanaksızlasın
Kardeşimden her zaman korkmuşumdur.
Yok, korkmak biraz abartılı bir söz. Diyelim ki, onunla birlikte olduğumda
huzurum kaçıyordu. Bakışlarımızın karşılaşmasından kaçıyordum.
Hangi nedenden ötürü? Karmaşık açıklamalara girişmek istemiyorum...
Biz aynı biçimde yetiştirilmedik. Onda köpek dişleri ve tırnakları oluştu,
bende böyle bir şey olmadı. El üstünde tutulan hep ben oldum. Hiç
çabalamak zorunda kalmadım. Her şey kolaylıkla sağlandı. Her şey,
kahramanlık bile, tutku bile! Bana her şey, rüyadaymışım gibi
sunuluyordu, evet demem yeterliydi. Her yerde, Direniş örgütünde bile
pohpohlanan çocuk oldum. Yerimi elde etmek için hiç mücadele etmek
zorunda kalmadım. Yoluma ne zaman bir engel çıksa, mucize gibi, daha
geniş, daha iyi bir başka yol çıkıyordu. Yani hiç savaşmak zorunda
kalmadım. Bu, düşüncelerime de yansıdı. Ben hep uzlaşmadan, barıştan
yana oldum. İsyan edecek olsam bile, nefrete karşı isyan ederdim.
Kardeşim için bunun tersi geçerliydi. Neredeyse, öldürmek için doğdu
diyebilirim. Her zaman dövüşmeyi yeğledi: babama karşı, bana karşı
veya daha çok gölgeme karşı. Onun için her şey bir hırçın savaş
nedeniydi. Tıkındığı yiyecekler bile. Bazen, kardeşim bir kurt diye
düşündüğüm olmuştur. Ama doğru değil. Kurtlar, yalnızca yaşamak ve
özgür olmak için savaşır. Tehdit edilmediği sürece yoluna devam eder.
Kardeşim ise, yaban köpeklere benzer daha çok... içinde büyüdükleri evi
hem özlerler hem nefret ederler. Hayattaki yolları hep bir olumsuzlukla
çizilmiştir: bir terk ediş, bir ihanet, bir sadakatsizlik! Bu olumsuzluk onların
ikinci doğuşlarıdır, geçerli olan tek doğuş!
Kardeşimle aramızdaki savaş, dengesiz bir savaştı. Ben kaçmayı
yeğledim, evet kaçmayı, başka türlü söylenemez.
Clara ile Hayfa'ya gittik. Bir süreden beri zaten niyetimiz vardı ama
birkaç kere ertelemiştik çünkü Galile yolu güvenli değildi. Ancak evdeki
hava, gitmemizi hızlandırdı. Tehlikelere rağmen! Bu pek ihtiyatlı bir
davranış değildi, üstelik karım hamileydi. Ama biz asla ihtiyatlı
olmamıştık; öyle olsaydı her ikimiz de Direniş örgütüne katılır mıydık?
Karşılaşmış da olmazdık, öyle değil mi? İhtiyatsızlık ve gözüpeklik, bizde
bir huy, bir gelenek olmuştu.
O gün, yollar özellikle ıssızdı. Bu bile bizi alıkoyamamıştı. Dosdoğru
araba sürmekteydik. Ara sıra endişe verici tak tak sesleri geliyordu.
Patlamaya benziyordu ama uzaktaydı, bir şey duymamış gibi yapıyorduk.
Galile'de, yolculuğumuzun son kısmında sesler daha yakından ve daha
belirgin gelmeye başladı. Ateş, patlama sesleri ve yanık kokusu. Ama
artık yolumuzu değiştirmek için çok geçti.
Hayfa'nın girişine, Faysal ile Kingsway sokağının köşesine gelmiştik,
demiryoluna yakın... Hayfa'yı bilmiyorsanız, bunlar bir şey ifade ermez...
Kısacası kentin kuzey girişi, orada arabaya iki serseri kurşun isabet etti.
Sonra bir patlama, bizi dört teker üzerinden havaya sıçrattı. İkimiz de
yeryüzünün en anlamsız sözlerini söylemekteydik, o an akla ilk gelen
sözler: "Dikkat!" gibi ya da "O taraftan geldi!" gibi. Sanki dikkat etmek ya
da nereden ateş açıldığını bilmek bir işe yararmış gibi.
Direksiyona yapışmış, burnumun doğrusuna gidiyordum. Sağa sola
sapmak olanaksızdı, Çenem titriyor ama "Korkma! Korkma! Korkma!"
diye tekrar edip duruyordum. Durmadan taşlara, araba lastiklerine, araba
iskeletlerine, belki de insan vücutlarına çarpıyordum; bilemeyeceğim,
hiçbir şey görmüyor, sadece bütün hızımla gidiyordum. Nasıl olduğunu
Tanrı bilir, sonunda kentin öteki ucunda, Stella Maris'e doğru, Naim'in
evinin önüne geldiğimizde, ellerimi direksiyondan kaldırmam için birkaç
dakikanın geçmesi gerekti.
O günkü korku kadar körü bir korku duymamıştık. Gerçi
yaralanmamıştık, ama korku başka bir şeymiş! Her yandan gelen ateş ve
patlamalar ortasında, kırıntı ve döküntülerle dolu dumanlı bir yolda, bir
turist arabasının içinde duyulan o acizlik kadar berbat ne olabilir? Biz
korkak insanlar değildik ama bu bizi aşıyordu. Söz konusu olan ikimizin
hayatı idi, hatta üçümüzün hayatı, geleceğimiz, aşkımız, mutluluğumuz.
Bütün bunları hafife almak, cinayet değil miydi? Bu olay Clara ile beni
sarsmıştı. Aniden, sükûnetin, hatta hareketsizliğin özlemini çektik.
Haftalar boyu evden çıkmak istemedik. Bahçede, plaja kadar birkaç adım
atmak bile olsa...
Günlerimiz, bir köşede büzülüp kalmakla geçiyordu. Cıvıldaşıyorduk.
Durmadan, doğacak olan çocuğumuzdan söz ediyorduk. Farklı bir dünya
hayal ederek, oyalanıyorduk. Şaşkınlığımız ne oranda büyükse,
umudumuz o oranda büyüktü. Yarınlar ne denli karanlıksa öbür günler o
denli aydınlıktı.
Size, çevremizdeki gerginliklere, öfkelere karşın Clara ile aramızda hiç
kavga, tartışma olmuyordu gibi bir izlenim verdim belki de... Tabii ki
oluyordu, ama sanılan konularda değil. Hatta diyebilirim ki olaylar her
zaman, her zaman alışılagelmiş beklentinin tersine cereyan ediyordu.
Clara, söylediklerimin aksini söylediğinde, Arapların görüşlerini daha çok
tutmam içindi, onları daha iyi anlamam gerektiğini söylemek içindi. Ben
de ona karşı geldiğimde, dindaşlarına karşı çok sert davrandığını
söylemek içindi. Tartışma asla başka türlü olmuyordu. Bu, bir uzlaşma, iyi
geçinme antlaşması gibi bir şey değildi, içten gelen, samimi bir
davranıştı. Her birimiz, kendimizi diğerinin yerine koyuyorduk.
Birkaç gün önce, Paris radyosunda, bir Yahudi ile bir Araplar arasındaki
tartışmayı dinlemiştik. İtiraf edeyim ki utanmıştım. Her biri kendi takımı
adına konuşan, kötü niyetli bir rekabet içine giren kişileri karşı karşıya
getirmek düşüncesi, beni utandırıyor ve tiksindiriyordu.
Ben bu düelloları kaba, barbarca; zevksiz buluyordum ve şunu da
ekleyebilirim, kibar bulmuyordum. Bütün fark da bu! Ahlaken kibar olan:
Clara ile bendik. En kötü Arabi anlamaya çalışan ve Yahudilere hoşgörülü
olmayan, ancak uzak-yakın işkenceleri anımsayarak Yahudilerin
aşırılıklarını mazur gören Clara!
Biliyorum, ikimiz de iflah olmaz saflardık! Ama sanıldığından daha aklı
başında! Hayal ettiğimiz o geleceğin, bizim için olmadığını biliyorduk
artık. En fazla, çocuklarımız için olabilirdi. Belki bir çocuğumuz olacağı
için, ufkun ötesine bakabiliyorduk.
Her sabah, Clara'nın büyüyen karnına elimi koyuyor ve gözlerimi
kapatıyordum. Radyodan, sahil yolunun hâlâ açılmadığını duydukça, artık
aldırmaz olmuştum. Kanlı sokaklardan uzaktı bulunan bu kırık dökük
Osmanlı yapısından hiç çıkmak istemiyordum. Dış dünyayı unutmuştum,
tahsilimi unutmuştum, savaşı unutmuştum, çocuğumun doğacağı yer o
yapı idi.
Ve sonra, gittim.
Cumartesi Sabahı
İsyan'ın Hayfa'daki günleri, Clara ile gezintileri, günlük yaşamlarının
ayrıntıları, ortak inançları ve düşleri hakkında söylediklerinin tümünü
nakletmedim. Bana olduğu yerde dönenip duruyor gibi geldi. Yeni bir
konuya geçtiği her defasında, aniden geriye dönüyor, sözü uzatıyordu.
Sabırla onu dinliyor ama not almıyordum. Daha doğrusu onu
inceliyordum. Kuşku yok ki, sabaha karşı gördüğü rüyadan uyanmamak
için gözlerini kapalı tutan biri gibi mücadele ediyordu.
Son cümlesi, savaştan yorulmuş, havlu atan adamınki gibiydi:
— Ve sonra, gittim.
Yatağın kenarına oturmak için, dolaşmasını kesti. O akşam, ne o, ne
ben, başka bir şey söylemedik. Ancak ertesi günü, bir çeşit sorgulamayı
sürdürdüm:
— Yani, yalnız gittim mi demek istediniz?
Evet, yalnız, Clara'sız. Beni ondan uzaklaştıran ne miydi? Babamın
ölmekte olduğunu bildiren bir telgraf. Bunlar tam anlamıyla doğru olan
sözcükler değil. Ama ben öyle anlamıştım.
Çocukluğumdan beri, günün birinde babamın ölmekte olduğu haberini
almaktan korktum. Yıllardan beri en korktuğum şey buydu. Büyüdükten
sonra daha az düşündüm ama kafamdan tam silmemiştim, ısırmaya hazır
bekliyordu...
3
Telgraf sadece "Father ill" diyordu. Kahire'den gönderilmişti. Ablam
Beyrut'a gitmek üzere uçağa binerken, Mahmut'tan göndermesini
istemişti. Ona da kardeşim haber vermiş. Ablam, haklı olarak, bana da
haber vermeyeceğini düşünmüş. Beni nerede, nasıl bulacağını
bilmediğini iddia etti sonradan. Ama sızlanma vakti değildi, babamın
başucunda bulunmamız gerekiyordu.
Felç inmiş, ağzı çarpılmıştı ama konuşmaya çaba sarf ediyordu. Yanı
başına oturup, kulağınızı uzattığınızda, ne dediğini anlayabiliyordunuz.
İlk sorusu, bu koşullarda karımı neden bıraktığım idi. "Ölmekte olan bir
babanın başucuna gelmek için!" diyemezdim ya! En iyisi kaçamak yanıt
vermekti. "Onu merak etme. Oturduğu semt sakin." "Dokuzuncu ayında,
öyle değil mi?" Sadece yedinci ayında idi ama onu yalanlayacak
değildim. Onun için hesap yapmanın anlamı, benim için aynı değildi. O
ölmeden önce, torununu görüp görmeyeceğini bilmek istiyordu.
Görebilirdi. Clara doğurduğunda, babam hayattaydı ama çocuğu
göremedi...
Anlaşılır bir şey olan bu hesaplama yanılgısı bir yana, aklı başındaydı.
— Bütün olan bitene karşın nasıl gelebildin?
— Deniz yoluyla.
Hayfa'dan Beyrut'a, karayolunda maceraya atılmak artık söz konusu
değildi. Denemeye bile kalkışmamıştım. Daha kentten çıkmadan geri
dönmek zorunda kalırdım. Limana gidip, dünyanın parasına, Kuzeye
giden bir Romen gemisinde bir yer bulmuştum...
Daha sonraki haftalarda babamın sağlığı inişler ve çıkışlar gösterdi.
Muazzam yatağında, dağınık beyaz saçları, çarpılmış yüzü ile bir
hükümdar gibi yatarken, buna pek aldırır görünmüyordu. Hatta bazen
bana, bu yeni durumdan keyif alıyor gibi geliyordu. Doktoru, bu gibi
durumlarda öğrenmiş olduğum şeyleri tekrar etmişti, yani: "Bu gece de
ölebilir, birkaç haftada iyileşip bir bastonla da yürüyebilir... daha da on yıl
yaşayarak. Özellikle büyük heyecanlardan uzak tutmalı, çok
konuşmamalı, fazla hareket etmemeli."
Ne var ki, onu kırmadan nasıl susturacak, bir çocukmuş gibi
davranmamaya nasıl çalışacaktık? Hepimizin kafasında bu soru vardı,
yanıtını ablam buldu.
Evde iki radyomuz vardı. Babamın savaştan önce satın aldığı cilalı
möblesi içinde iki kocaman radyo! Biri odasında, diğeri salondaydı.
Birincisine hiçbirimiz dokunmamıştık. Gece odasına çekildiğinde ya da
öğleden sonra yatmaya çıktığında, düğmeleriyle oynar, kısa dalgadan
uzak ülkelerin yayınlarını dinlerdi: Karaşi, Sofya; Varşova, Bombay, veya
Hilversum ve bir not defterine yayın saatini, dilini, netliğini kaydederdi.
Salondaki radyo bu yayınları almazdı. İbresi genellikle Yakın Doğu
İstasyonu, BBC'nin Kıbrıs'tan yaptığı yayın ya da ara sıra Beyrut, Şam
veya Kahire üzerinde dururdu.
Radyo, ayindeymişiz gibi dinlenirdi. Konuşma olduğu sürece, kimse
ağzını açmıyordu. En vahim haberler, en garip düşünceler ileri sürülse
de, kimse onaylamıyor ya da karşı çıkmıyordu. Hatta "Ya!" diye
şaşırdığını belli etmek bile hoş karşılanmıyordu. Bazen salonda, bu kuralı
bilmeyen ziyaretçiler ağızlarını açar açmaz, babam seslice "Şıtt" der,
eliyle anlamlı bir işaret yapar hatta bazen, tekrar edecek olurlarsa
yumruğu ile biraz kaba bir işaret yapardı. Şayet tartışılacağa, ancak
radyo sustuktan sonra tartışılabilinirdi.
Babamın sağlam kolunu sallayarak konuşmaya çalıştığı ve İffet’in hırsla
kalkıp düğmeyi kapattığı anı çok iyi hatırlıyorum. Hasta, refleksle aniden
susuvermişti. Ablama, aldığı bu ani sonuçtan ötürü, hayran bir bakış
fırlatmıştım. O tarihte, radyoların sesleri çıkmadan önce birkaç saniye
ısınmaları gerekiyordu. Ses geldiğinde, önce çok zayıf çıkıyor, çok
uzaklardan, bir tünelin içinden geliyormuş gibi oluyordu...
O günü anlaşılır ilk sözleri asla unutmadım: "Patlak veren savaş..."
Ablamın eli henüz düğmenin üzerindeydi, acele ile başka yere çevirmişti.
Babam, yatağında doğrulmuştu bile...
— Karın...
Yüzü titriyordu. Onu heyecanlandırmamaya çalışılan en iyi yol, herhalde
bu değildi!
İlk İsrail-Arap savaşını her düşünüşümde, gözlerimin önüne bu sahne
gelir. 1948'deydi. Mayıs ortası. Olaylar hızlanmıştı: Filistin üzerindeki
İngiliz mandası sona ermişti; Yahudi Halk Konseyi Tel-Aviv müzesinde
toplanarak İsrail Devletini kurduğunu ilan etmişti; bunu izleyen saatlerde
Arap ülkeleri savaşa girmişti.
Doğru konuşmak gerekirse, bu siyasi ve askeri gelişmeler beni artık
heyecanlandırmıyordu. Herkes çoktandır, bölgenin yanacağını biliyordu.
O günler tek bir endişem vardı, tek bir şey aklımı başımdan almıştı: Clara
ile doğacak çocuğun yazgısı, çünkü artık bizi ayıran bir sınır vardı,
aşılmaz bir sınır ve uzun zaman için...
Zaten vardı diyeceksiniz, bir süreden beri gidip gelmek olanaksızdı.
Ama aynı şey değildi. Galile yollarında yolculuk etmek, zaten tehlikeliydi,
orası doğru ama her zaman, denizden, havadan, çapraşık yollardan bir
çözüm bulunuyordu. Savaşın patlamasından birkaç gün önce, Hayfa
Komitesi üyesi bir gazeteci Beyrut'a! gelmiş ve Clara'dan bir mektup
getirmişti. Merak etmememi, iyi olduğunu, yakınlarda deneyimli bir ebe
bulunduğunu, kadının doğuma gelmeyi söz verdiğini yazıyordu. Babamın
sağlığını soruyor, doğacak çocuk adına ona cesaret verici sözler
yazıyordu. Gördünüz ya, henüz gidip gelinebiliyor, haberleşiliyordu. Ama
bu durum savaşla son buldu. Sınırlar tam kapandı. Ne insan, ne mektup,
ne telgraf, ne telefon... geçebiliyordu. Hep aynı mesafedeydik,
karayolundan üç-dört saatlik bir yoldu ama bu üç dört saat artık bir
varsayımdan ibaretti. Sanki artık ışık yıllarındaydık, aynı dünyalarda
yaşamıyorduk.
Ben, bu aşılmaz sınırın öbür yanında, dünyadaki en değerli varlığımı
bırakmıştım. Yazgının karşısında, kedinin öldürmeden önce oynadığı fare
gibiydim. Farenin, o anda, çıldırarak, kaçmayı beceremeyerek, bir çıkış
yolu bulamayarak, kendi çevresinde dönüp durduğu söylenmez mi?
Başkaları, savaştaki gelişmeleri izlemekteydi, ben değil. Kim
kazanacak? Kim kaybedecek? Umurumda değildi. Kendi savaşımı, diğeri
başladığı anda yitirmiştim.
Bildirileri ve askeri marşları dinlemeyi o an kestim. Salonda radyo
açıldığında, odama kapanıyordum. Dolabın, Clara’nın giysilerinin
bulunduğu kısmını açıyordum ve kokusunu içime çekiyordum. Ve de
ağlıyordum. Adını on kez, yirmi kez, üst üste tekrarlıyordum. Sonra
karşımdaymış gibi onunla konuşuyordum, ona aşk dolu, umutsuzluk dolu
söylevler veriyordum.
Ara sıra, kendimi toparlıyor, kendime öğütler veriyordum. O zaman
gözyaşlarımı siliyor ve babamın başucuna gidiyordum. O, yaşama
asılmayı sürdürüyordu. Ben de, güçlükle de olsa, ümit beslemeyi
sürdürüyordum. Hangimizin, diğerini daha çok merak ettiğini bilemiyorum.
Bazen bana sorular soruyordu: Kim ilerliyor. Kim geriliyor? Çarpışmalar
nerede oluyor? İngilizler ne yapıyor? Stalin ne diyor? Ya Amerikalılar?
Bilmiyordum. Başlangıçta, onu üzmemek için söylemediğimi sandı.
Sonunda bir şey gizlemediğimi anladı. İkimiz de bilmiyorduk. Herhalde
ikimiz de aynı derecede duyarlıydık.
Onunla aynı anda çökeceğimiz yazılı imiş.
Babam Temmuzda öldü. Kuzey ülkelerini özleten o sıcak günlerden
birinde. Savaş devam ediyor, ilerliyordu. Mezarlığa giden yolda, milliyetçi
bir ses hoparlörden yalan bir zaferi ilan ediyordu. Çalan marş, cenazeye
saygı için susturulmuştu. Yol kenarında erkekler, gölge bir siper bularak,
başlıklarını çıkartmışlardı. Benim başım yanıyordu. Sadece ara sıra elimi
alnımda tutuyordum, geçici bir önlem!
Mezarlığa, kortejin başında girdim. Her yer doluydu: Mezar taşları,
kalabalıktan görünmez olmuştu. Açık havadaydık ama boğulur gibiydim.
Güneş o kadar alçaktı ki, enseme, omuzlarıma, şakaklarıma konmuştu.
Gözlerim yanıyordu. Birisi, babamın yatacağı yere götürmek üzere,
kolumdan tuttu.
Dualar henüz başlamıştı ki, bayılmışım. Aklımda kalan, gözlerimin
lahitin beyazlığı ile kamaştığı... Acıyan gözlerimi kapatmış, bir daha
açmamıştım.
Yatakta bir ay kaldım. Güneş çarpması. Bütün göstergeler öyleydi. Ateş,
başağrısı, sayıklama, kusma, ayakta duramama. Ama tek suçlu güneş
değildi. Onca olay beni zaafa uğratmıştı. Hayfa yolundaki patlama, uzun
süre sonra bile düşlerimi kaplıyordu. Babamın ölümü, Clara'dan zoraki
ayrılışım; bir de haftalar ve haftalar süresince, belki de doğurmuş
olabileceği, iyi olup olmadığı, çocuğun yaşayıp yaşamadığı, kız mı oğlan
mı olduğu düşüncesinin beni yiyip bitirmesi. Hele çocuğun cinsiyeti
konusundaki merakım saçma gelebilir ama beni bitiriyordu, bunu
hissedebiliyordum.
Tabii güneş, durumumu ağırlaştıran etken oldu. Ateşim düştüğünde,
iyileşmediğimi fark ettiler. Dengesi bozuk, kaçık, üşütük dedikleri biri
olmuştum. Bunun için söylenen pek çok sözcük var, "deli" denmesi de
diğerleri gibi beni rahatsız etmiyor. Diyelim ki tuhaf davranıyordum.
En sıkıcı olanı -belki de sonunda beni kurtaran bu oldu- aklımı tamamen
yitirmemiş olmamdı. Tamamen diyorum, üçte ikisini, dörtte üçünü, onda
dokuzunu kaybettiğim oldu; bu kesirler bir şey ifade edecekse... ama her
zaman, eh karanlık anlarda bile, kafamın içinde, saklanmış ve beni
sarsan fırtınalardan korumuş olan, benden bir zerrecik vardı. Ona,
doktor-ben demek geliyor içimden. Biraz da öyle idi: tam olarak hasta
değildim, içimde hastaya hasta gözüyle bakan ve bir gün onu iyileştirmesi
gerektiğini düşünen öteki varlık vardı.
Daha ilk bakışta, hareketlerimi kontrol edemediğim zaman bile,
durumun farkındaydım. O günler hissettiklerimi bugün anlatabilir miyim
bilmiyorum ama deneyeceğim.
Bir gece, kafamda bir saplantıyla uykudan fırladım. Clara'ya hemen
haber göndermeliydim. Beyrut ile Hayfa arasında posta işlemediğinden,
bir mektup yazıp bunu Fransa'ya, Jacques'a göndermeye karar verdim. O
da mektubu Clara'ya kolaylıkla ulaştırabilirdi. Fikir gerçekten iyi idi.
Aklıma gelir gelmez heyecan içinde kaldım. Aynı zamanda, bu kadar
önemli bir mektubu yazamayacağımı biliyordum, korkunç başağrılarım
vardı, sinir hücrelerimden her birinin yandığını hissediyordum. Bu yüzden
fikri benimsemeye ancak yazabilmek için iyileşmemi beklemeye karar
verdim. Gece idi, uzandım, sakinleştim. Birkaç dakika sonra yataktan
fırladım, başucu lambamı yaktım, bir dolmakalemle kâğıt aldım ve
yazmaya başladım. Sonra yeniden okuyup, düzeltip, çizip, bozup,
yazmaya devam ettim. Birinci cümleye sıkışıp kaldım gibi bir duygu vardı
içimde. Ara verip, yattım. İkinci kez kalktım... sizi her hareketimin ayrıntısı
içinde boğacak değilim, hemen sonuca geçeceğim: şafak söker sökmez,
kapının önünde postacıyı beklemeye başladım. Mektubu, pul parasını, -
genelde böyle yapılmaz ama hasta olunduğunda yapılabilir- postacıya
verdim, sonra yatağıma döndüm. Öğleye doğru büyük bir telaşla
uyandım, mektupta ne yazdığımı anımsamıyordum ve geri almak üzere
postacıyı aramaya karar verdim.
Onu bulamadım tabii. Yıllarca vicdan azabı çektim. Bugün ise bütün
bunların bir şey değiştirmemiş olacağını söyleyebiliyorum kendi kendime.
Kafamdan kötü bir düşünce geçecek olsa, vazgeçene ya da harekete
geçene kadar, beynimin içinde vızıldayıp dururdu.
Clara'ya yazdığım mektup konusunda, daha da batacaktım. Ona ne
yazdığımı kesinlikle bilmiyordum. Bugün de biliyor değilim. İçinde
bulunduğum durumda, bir gece öncesinin karalamalarını da göndermiş
olabilirdim. Koca bir aptallık yaptığımı biliyordum sadece... hemen
ardından, söylediklerimi açıklayacak ikinci bir mektup yazmam gerektiğini
de biliyordum... İkincisinin, birincisinden de anlaşılmaz olduğunu
söylememe gerek var mı? Onu da yollar yollamaz, korkunç pişmanlıklar
duydum, bunun üzerine bir üçüncüsünü yazdım, belki diğerlerinden de
kötü, sonra bir dördüncüsünü... düşününce içimden haykırmak geliyor!
Battığımı bile bile batıyordum.
Sonra duruldum, taşkınlık duruldu demek istiyorum. Bu kez bir başka
konu tutturdum: bütün günümü bahçede dönenip durmakla geçiriyordum.
Otuz kere, kırk kere, üst üste... kafamın içinde hayali mektuplar yazarak,
planlar kurarak...
O şekilde dönenip dururken de yüksek sesle, kendi kendime
konuşuyordum. Yanımdan geçenleri, bir sis perdesinin arkasındalarmış
gibi hayal meyal görebiliyordum. Bana seslenenleri duymuyordum.
Benimle karşılaşmış olanlar, selamlamak zahmetine katlanmıyordu. Esef
edici birkaç söz etmekle ya da, dağa taşa, kendilerinden ırak olsun diye-
birkaç dua okumakla yetiniyorlardı. Bütün ülkenin hayran olduğu, yakışıklı
delikanlı... ne talihsizlik! Kimileri, güneştendir diyordu. Kimileri, yazgı
diyordu. Diğerleri okumayı suçluyordu, başkaları da irsî diyordu. Deli
büyükannenin anısı, hâlâ belleklerdeydi.
İlgisizlik göstermediğim tek ziyaretçi postacıydı. Onu görür görmez ona
koşuyor, sorular soruyordum. Belki de bahçede bu kadar dolaşmam,
yolunu gözlediğim içindi... belki. Artık bilemiyorum. O dönemden kalma
anılarım hep puslu. En azından bugün, bir başkasının davranışını
izlercesine sözünü edebiliyor ya da bir önceki bir yaşammış gibi
konuşabiliyorum. Bu iyileştiğimi göstermez mi?
Postacıdan beklediğim, Clara'nın yanıtı idi. Gelmesi bir ay sürdü. O
tarihte bu bana o kadar uzun gelmişti ki, artık geleceğinden umudu
kesmiştim. Oysa, nerelerden dolanıp geldiği düşünülürse, hiç de uzun
değildi. Beyrut'tan Paris'e, Paris'ten Hayfa'ya, Hayfa'dan Paris'e, Paris'ten
Beyrut'a! Demek ki çok çabuk yanıt vermiş! Çok da ağlamış olmalı.
Yazdıklarım, daha ilk satırından itibaren, içinde bulunduğum zihinsel
durumu ona göstermiş olmalı. Daha tek bir kelimesini okumadan, yazımı
görür görmez durumu anlamış olmalı.
Cevabı tatlıydı. Daha çok acıma dolu bir tatlılık. Bir kadının sevdiği
adama gösterdiği tatlılıktan çok, bir ananın hasta yavrusuna gösterdiği
tatlılık.
"Sevgili Bakucüğüm" diyordu. Yalnız olduğumuz zaman beni böyle
çağırırdı. "Bir kızımız oldu. Sağlığı iyi ve sana benziyor. Sana ilk
fotoğrafını gönderiyorum. Adını, senin istediğin gibi, Nadya koydum.
Bizim resimlerimizden birini -Bertrand'ın nikâh dairesinden çıkarken
çektiğini- çerçeveletip beşiğin başucuna koydum, bazen seni gösteriyor
ve "Baba" diyorum. Kızımız da gülümsüyor."
İlk cümleler beni çok mutlu etmeliydi, öyle değil mi? Hele de kızımızın
fotoğrafı! Uzun uzun bakmış, yüzüne bir öpücük kondurmuş, iç cebime
yerleştirmiştim. O günden beri, hep yanımdadır, kalbimin üstünde.
Okumayı bıraktım, ağlıyordum. Sevinçten. Mektubu yeniden elime
aldığımda, işler bozuldu. Clara:
"Hepimiz zor günler geçirdik" diyordu. "Babanın kaybı, uzun ayrılığımız,
çevremizde olup bitenler, dayanılması zor şeylerdi. Dinlenmen gerek,
kendine bakman gerek. Bu mektubu alır almaz, iyileşmen için sana
yardımcı olacak iyi bir doktora gideceğine söz ver. Nadya'yı ve beni hiç
merak etme, iyiyiz. Burada artık her şey sakin. Birlikte, nerede
yaşayacağımızı soruyorsun. Birbirimizi sevdiğimize göre, mutlaka bir
çözüm buluruz. Şimdi, kendine bakmanı istiyorum, sen iyileşir iyileşmez,
bütün bunları sakin kafa ile konuşuruz."
Mektubun burasına gelince; ağlamaya, hıçkırmaya başladım. Başlarda
olduğu gibi sevinçten değil, hırsımdan. Bir cümlesi beni mahvetmişti:
"İyileşir iyileşmez konuşuruz" diyordu. Her geçen gün daha da battığımı
biliyordum ve Clara yardım etsin istiyordum. Bana "Şurada, örneğin
Fransa'da buluşalım, tekrar birlikte yaşayalım, o zaman iyileşirsin"
diyeceği yerde, tersini yapıyordu: "İyileşince konuşuruz" diyordu. Ne
kadar zamanda iyileşecektim. Bir yıl mı? İki yıl mı? On yıl mı? Ondan
uzakta, kızımdan uzakta iyileşeceğimi hiç düşünmüyordum.
Dünya kararıyordu.
O küçücük cümleyi yanlış yorumlamadığıma bugün de emin miyim?
Evet, o günkü gibi eminim. Ama şimdi, Clara'nın tutumunu daha iyi
anlıyorum. Mektuplarım onu ürkütmüştü. Benimle buluşmak, kızımızla
birlikte benimle yaşamak tehlikesini göze almadan, aklımın başında
olduğundan emin olmak istiyordu.
Evet, bugün onu anlıyorum; ama o dönemde, ona gücenmiştim. İhanete
uğramış gibiydim. Başımı suyun üstünde tutmak için çırpındığım bir
sırada elimi bırakıyor hissine kapılmıştım. Onun için de çok körü tepki
verdim: uçuruma yavaş yavaş kayacağım yerde, yuvarlandım.
O tarihte, bir saplantıdan diğerine geçiyordum. Yeni saplantım da; gidip
Clara'yı bulmak ve onunla konuşmaktı.
Kararlıydım. Kafamın içinde ne savaş, ne sınır, ne engel kalmıştı. Hepsi
yok olmuştu. Bavulumu topladım, aşağıya indim. Biri beni görüp
kardeşime haber vermiş olmalı. Çünkü ben kapıdayken, koşup geldi ve:
— Nereye gidiyorsun? diye sordu.
— Hayfa'ya. Karımla konuşmam gerek.
— Haklısın, yapılacak en iyi iş bu. Otur, bir araba çağırayım, seni doğru
oraya götürür.
Ciddiyetle oturdum. Antrede bir iskemleye. Dimdik, bavulum ayaklarımın
arasında, bir istasyonda bekler gibi. Birden kapı açıldı. Beyazlar içinde
dört adam üstüme çullandı, sarıp sarmaladı, kemerimi çıkarttı. Kaba
etime bir iğne yapıldı. Kendimden geçtim. Belleğimdeki son görüntü, yaşlı
bahçıvan ile karısının ağladığı idi. Ablamı imdadıma çağırdığımı
anımsıyorum. Çoktandır yoktu ama ben farkında değildim. Babamın
ölümünden bir hafta sonra Mısır'a dönmüştü. Kocası ile çocuklarından
daha fazla ayrı kalamazdı. Yanımızda olsaydı, belki de kardeşim bana
böyle bir şey yapmaya cesaret edemezdi.
Gerçi o tarihte bile kafasının dikine giderdi. Baba ocağımız, artık
herkesin gözünde, onun eviydi. Delirdiğim haberi kente ve herhalde
bütün ülkeye yayılmış olmalı. Direniş öykülerimin yayılmasından çok
daha hızlı biçimde. Salem, aczimi kabul ettirmek ve bana vasi olmak için
çaba sarf etmek zorunda kalmadı. Mirasıma el koyma yetkisini de almıştı.
O, o serseri, bana vasi oluyordu!
O, üst üste gelen aflar olmasaydı, hâlâ hapiste yatacak olan kaçakçı,
bana vasi!
İşte geldiğimiz nokta!
İşte soylu Kitabdar aile ocağının akıbeti!
Böylece, yirmi dokuz yaşında, Yeni Yol Malikânesi denilen klinikte
kendimi buluverdim. Bir tımarhane olduğu doğruydu ama, yüksek
düzeyde, zenginlere özgü bir tımarhane! Uyandığımda, temiz, madeni
beyazlıkta duvarlar, camlı bir kapı gördüm. Oda kâfuru kokuyordu. Hiçbir
yerim ağrımıyordu. Hatta rahatlamıştım, hiç kuşkusuz bana verilen
sakinleştiricinin etkisiydi. Ne var ki, doğrulmak istediğimde, bağlı
olduğumu anladım. Tam bağıracağım sırada kapı açıldı.
Beyaz gömlekli bir adam içeri girdi ve hemen bağlarımı çözmeye
başladı. Gece çok fazla kımıldadığımı, düşerim korkusuyla beni
bağladıklarını söyledi. Yalandı ama kavga edecek halim yoktu. Kibarca
gidip gidemeyeceğimi sordum. "Elbette," dedi. "Ama önce kahvenizi için."
Artık hep böyle devam edecekti. Uyandığımda, bir bakıcının -kadın
olsun erkek olsun- gözetiminde, adına kahve denilen bir şey içecektim.
İlaç kokan bir şey. Sonra, ertesi sabaha kadar, bir kadavra kadar
hareketsiz oluyordum. Ne arzum ne sabırsızlığım kalıyordu. İçimde ne
varsa ağırlaşmış, uyuşmuştu. Çok yavaş konuşuyordum. Belki fark
etmişsinizdir, bu yavaşlık bugün de sürüyor. Malikânedeyken daha da
yavaş konuşuyordum. Yavaş yürüyordum. Yavaş yiyordum, tatsız tatsız
çorbaları, kaşık kaşık içiyordum. Hiç karşı koymadan.
Kahvenin içine ne koyduklarını hiç bilmedim. Daha sonraları, bütün
zalimlerin rüyası olan, insanları yumuşak başlı kılmak için oradakiler
üzerinde deneyim yapıp yapmadıklarını çok düşündüm. Kuşkusuz bol
miktarda bromür ve bir miktar da uyuşturucu koyuyorlardı... olmayacak
şeyler mi kuruyordum yoksa? Doktor Dawwab’ın kliniği, her şeyden önce
bir para makinesiydi. Yirmi kadar kaçık zengin vardı, aileleri, başlarına
gelen felakete fakirleri de ortak etmek istemedikleri için, buraya
yatırılmışlardı.
Dawwab mı? Hayır, ilk günü uyandığımda gördüğüm beyazlar içindeki
adam o değildi. O adam, hastabakıcıydı. Dawwab müdürdü.
Oraya geldikten on gün sonra beni odasına çağırttı. On gün!
Düşünebiliyor musunuz? Beni acil olarak hastaneye kaldırıyorlar, sonra
da muayene etmek için on gün bekletiyorlar! Onun tarzı buydu! Bizleri
uzaktan inceler ve pek ender görünürdü. Bütün gün bizleri
"koyuverdikleri" geniş salonun yanında küçük bir oda yaptırmıştı. Oraya
loşlukta gelir oturur, kaim gözlükleriyle, tiyatro izler gibi bizleri izlerdi.
Bana kalırsa, adam bir şarlatandı. Duyduğum kin yüzünden böyle
konuştuğumu sanmayın. Elbetteki kin duyuyorum ve duymakta da
haklıyım çünkü o herif ve birkaç kişi daha, hayatımın akışını değiştirdi.
Bunu düşünmeme yol açan, öfkeden bir şeyi görmez hale gelişim değil
tam aksine aklımın başına gelmesidir. Şarlatan diyorum çünkü sözde
klinik olan bu yerde beni asla iyileştirmeye çalışmadılar. Ne beni ne de
diğer hastaları.
O bir doktor muydu? Yeni Yol Malikânesi bir klinik miydi? Daha çok,
çevresi çitli bir ağıl. Bakıcıları, birer hayvan terbiyecisi, biz hastalar da,
hapsedilmiş, zincirlenmiş hayvanlar! Hayır, ayağımıza takılmış
prangalarla değil, pastel rengi ilaçlarla, ruhu ve beyni kanatana kadar
sıkıştıran prangalarla zincirlenmiş!
O adamı bu yola itenin ne olduğunu hiç bilemedim. Para olmalı, ama
yalnız para değil! Mutsuzlukları gözetleyerek zevk alma arzusu da
olmasa gerek. Belki iktidar hırsı, otorite kurma isteği. Pek çok zengin
ailenin üzerinde, onları istemedikleri bir beladan kurtardığı için, büyük
etkisi vardı.
Malikânede, derebeyliğindeki bir zorba gibiydi. Koridordan geçmesi,
personelin ve hastaların nefeslerini tutmaları için yeterliydi. İstediklerini
yerine getirmemiz için, ağzını açmasına bile gerek yoktu.
Kurumunun, çağının ilerisinde olduğuna, dünyaya örnek olduğuna
kendini inandırmıştı. Basit bir ilkesi vardı: hastalarını, her türlü karışıklığın
dışında tutardı. Heyecan yaratıcı, duyguları altüst edici ne varsa, içeri
sokulmazdı. Dışardan içeriye hiçbir haber sızmamalıydı, ya da çok
sonraları ve hafiflemiş olarak girmeliydi. Ne mektup, ne telefon, özellikle
ne de radyo! Personelin, bizim önümüzde yeni bir olaydan söz etmeleri
yasaktı. Dışan da çıkılmıyordu, ziyaretçi kabul edilmiyordu ya da pek
ender olarak ediliyordu. Hastanın duygusal sorunları varsa, onları
çözümlemektense, bastırma yoluna gidiyorlardı.
Sıkılıyor muydum? Hiç sıkılmıyordum. İnsan, özlediği zevkleri
edinemediğinde sıkılır. Dawwab hastalığı kaynağında ele almaktaydı:
bizleri, özlemlerimizden arındırıyordu! Gün boyunca, kâğıt ya da tavla
oynuyorduk. Tatlı bir müziğin eşliğinde. Hiç durmadan tatlı bir müzik
çalıyordu, geceleri bile! Okumamız da serbestti. Ancak asla yeni kitap ya
da gazete vermiyorlardı... Eski bir kütüphanede on kadar Arapça ve
Fransızca kitap ve eski ciltli dergiler vardı. Hepsini, istisnasız hepsini
okudum, bazılarını iki hattâ üç kez...
Başka ne mi yapıyorduk? Pek bir şey değil! Gezintiler mi? Bahçede
birkaç adım, asla uzaklara gitmeden ve daima gözetim altında... şunu
itiraf etmeliyim, sabah kahvesinin de yardımı ile, bu yaşama alışmıştım.
Gözlerinizin hayretle açıldığını görüyorum. Yanılmayın, böyle bir
yaşamın da çekici bir yanı vardır. Tabii ki daha iyisi düşünülebilir ama
daha kötüsü de olabilir. Milyonlarca insan için, cennet bile sayılabilir. Ama
"ben hayatımı ne yapmaktayım?" diye sorulursa, o zaman isyan etmek
işten değil! Ama işte, Malikânedeki insanlar, kendilerine böyle sorular
sormuyorlardı. Zaten yeryüzünde acaba kaç kişi, ömründe hiç değilse bir
kez, kendine böyle bir soru sormuştur?
O günlerde, içinde bocaladığım çalkantılarda, bu yeni yaşam biçimi beni
hemen isyan ettirmedi. Şeytanlarımdan, saplantılarımdan,
taşkınlıklarımdan, başkalarının acıyan bakışlarından kurtulmuştum. Evet,
Malikânedeki yaşam tarzından memnundum, kendimi uyuşukluğa
koyuvermiştim, karda, bir daha uyanmamak üzere uykuya dalanların
duydukları zevk ile. Ben de bir daha uyanmayabilirdim. Dış dünya beni
korkutuyor, tiksindiriyordu. Dış dünya, kardeşimin yaşadığı evdi bundan
böyle...
Bir zaman gelmiş, dünyanın bana ait olduğuna inanmıştım. Nazizmle
savaşmam. Savaş sonrasındaki umutlar. Konferansıma gelen bütün o
kalabalık. Hapise giren serseriler; kalbime bastırdığım, hayalimdeki
kadın. Hiçbir şey benim için olanaksız değildi.
Ama artık o zamanlar çok uzaklarda kalmıştı. Dışarıda, kardeşim alıp
yürümüştü. "Dışarda" dedim, bu klinikte kullanılan deyimdi. "Dışarısı"
esrarlı bir yerdi, özlemden çok korku ile sözünü etmekteydik. Ben de mi?
Evet, bir bakıma ben de. Dışarıya çıkıp kaybolmaktan korkan sadece
diğer hastalar değildi. "Bir bakıma" dedim, çünkü söz konusu olan hangi
bendim? İsyan mı? Baku mü? Direnişteki insan artık ben değildim ya da
kısmen bendim. Çünkü bilinçli bir biçimde, boyun eğmeye asla razı
olmadım.
Böyle söyleyince, şaşırmanızı anlıyorum. Çok direnmediğim doğru!
Geriye bakınca, nedenini biliyorum. Hayatımda ne varsa karışmıştı. Artık
okuyamayacağımı biliyordum. Parlak bir şekilde başladığım halde artık
dikkatimi toparlayamıyordum, artık eski heyecanım yoktu. Otuz
yaşımdaydım ve hâlâ bir baltaya sap olamamıştım, eski hayatımdan
kopamamış, bilinmez bir geleceğin arayışı içine girmiştim. İlk ruhsal
bunalımlarım olduğunda, asla doktor olamayacağımı anlamıştım. Fazla
düşünmek istemiyordum ama bu başarısızlık beni bitiriyordu.
Clara'ya gelince, yargılama ve davranma biçimlerimde bir dinginliğe
kavuşmadığım sürece, onu geri alamayacağımı biliyordum. Bir çılgın gibi
çırpınmaktan, rezalet çıkartmaktan korkuyordum. Hayatımda her şey kötü
gidiyordu ama inat edecek olursam, daha da kötüye gideceğine
inanmıştım. Şunu da ekleyeyim: baş eğmek ile isyan etmek arasında bir
karar veremedimse, bana verilen ilaçlar yüzündendi. Terazinin kefesinde
ağır basmışlardı.
Erken gelen yaşlılığıma sığınmıştım artık. İçimde, sabırsızlık diye bir şey
kalmamıştı pek. Zaman akıp gidiyordu. Bütün bunlar ne kadar sürecekti?
Kafamın içinde belirli bir süre yoktu. Birkaç ay mı? Birkaç yıl mı?
Sonsuzluktu. Ama hissediyordum ki sonsuzluk bu yerde değildi.
Beklediğim bir şey vardı. Diyelim ki bir işaret. Mucize dememek için.
İçimde hâlâ yaşayan ben, buna inanıyordu.
Cumartesi Akşamı
Ve mucize oldu. Daha belirgin olmak için şöyle söyleyeyim: yavaş yavaş
oluştu. Uzun süre, hiçbir şey olmadı. Çünkü mucize beklediğim yerden
gelmedi.
Cumartesi günü oteline gittiğimde, İsyan:
— Yarın akşamdan sonra görüşemeyeceğiz, dedi.
— Ya anlattıklarınız bitmezse?
— Bu akşam anlatabildiğim kadar anlatırım. Mümkün olduğu kadar geç
yatarız. Söylenecek şey kalmışsa, ne yapalım, onlar da askıda kalır.
— Belki bir seferlik...
— Vakit kaybetmeyelim, çabuk gitmeye çalışacağım.
Günün birinde, kardeşim gelip, beni klinikten aldı. Öğleye doğru. Dört
yıldan beri ilk çıkışımdı. Hayır, beni kapattıklarından beri hiç
çıkmamıştım. Fazla ziyaretçim de yoktu. Salem yılda bir kere, iyi olup
olmadığımı sormaya geliyordu. "İyiyim" diyordum, hemen gidiyordu.
Ablamı daha sık görüyordum. Mısır'daki büyük sıcaklardan kaçmak için
Lübnan dağlarına, yazı geçirmeye geldiğinde, birkaç kez bana uğruyordu.
Sanırım böyle günlerde, sersemleticilerin dozunu arttırıyorlardı. Çünkü
karşısına geçer, ağzı açık ona bakardım, benimle istediği kadar
konuşsun, anıları tazelesin, sorular sorsun, tek hece ile cevap verirdim. O
zaman gözlerini silerek giderdi.
Bu ilk çıkış benim için bir olay olmalıydı. Oysa ne sevinçli ne de
üzüntülüydüm. Olsa olsa, kuşkulu olabilirdim, o da belki! Müdür son
dakikada haber vermişti, alışkanlıklarımı bozmamıştım. Beni
çağırdıklarında kâğıt oynuyordum. Yerimi birine bırakıp, gittim. Şoför,
siyah-beyaz koca bir arabanın kapısını açtı. Salem içindeydi. Her
zamankinden daha sevimliydi. Eve, yemeğe önemli konukların geleceğini
ve benim de bulunmamı istediğini söyledi. Bir kez daha yalan söylüyordu.
Önemli bir yemek olunca: "Gidip ağabeyimi tımarhaneden alayım" diye
büyüklük gösterecek hali yoktu ya...
Gerçek başkaydı. Salem, ülkenin en önemli adamlarından biri olmuştu.
Bunu üzülerek söylemiyor değilim, ama işte öyleydi... Dünün küçük
kaçakçısı unutulmuş gibiydi. Meslek değişimi mi? Basamak sıçrayışı mı?
Her neyse, kucak dolusu milyonlar kazanıyordu. Bir uçaktan diğerine
koşup duruyordu. Ünlü ve saygın bir kişi olmuştu.
İzlerini evimizde görmek mümkündü. Yeni bir servet, eskisini
unutturmuştu. Bir zamanlar vahşi ve bakımsız olan bahçemiz şimdi çimler
içindeydi. Manzaranın özünü oluşturan incir ağaçları kesilmişti, sadece
birkaç yaşlı çam ağacı kalmıştı.
İçerde Adana'dan gelmiş olan eski eşyalar yok olmuş, yerlerine yaldızlı
yayvan koltuklar gelmişti. Yüz elli yıldan beri üzerine basılan halılar da
gitmişti. Bir tek benim odam aynı kalmıştı. Kimse girmemişti, tozunu
almak için bile! Yine de yatağa uzanmış ve uyumuştum. Birkaç dakikalık
yolculuk beni yormuştu.
Ok konuklar gelince, gelip beni uyandırdılar. Kim olduklarını
bilmiyordum. Hiçbir soru sormamıştım, kardeşim de bir şey söylememişti,
belki de sürpriz yapmak istiyordu. Fazla kalabalık değillerdi ama önemli
kişilerdi, çünkü Salem bir metrdotel tutmuştu.
İlk gelen araba, Fransa büyükelçisinin arabası idi. Yanında, Fransa
hükümet üyelerinden biri vardı. Evet, Bertrand idi. Yani, Direnişteki adı ile
Bertrand!
Sanırım beni sormuş. Clara'ya yazmış, o da bildiklerini nakletmiş. Sonra
büyükelçisine yazmış. Büyükelçi araştırmış, nereye kapatıldığımı ve ne
olduğumu öğrenince, Bakanına beni görmemesi tavsiyesinde bulunmuş.
Ama Bertrand, ısrar etmesini bilirdi. Ona karşı gelmek istemeyen
diplomat, bu öğle yemeğini tasarlamış. Kardeşimin, şeref ve minnet bir
yana, bir Bakanı kabul etmenin ilgisini çekeceğini düşünmüş. Ne var ki
Bakan ancak, ben olursam gelecekti. Resmi ziyarette bulunan bir
Bakanın, yabancı bir ülkede bir yabancının, üstelik geçmişi karanlık bir
yabancının evine gidip yemek yemesi düşünülemezdi bile. Buna karşılık,
eski bir direniş örgütü şefi, pekâlâ bir silah arkadaşı ile yan yana, aynı
masaya oturabilirdi. Yemek sürdüğü kadar; Kitabdar malikânesi, yeni
baştan benim evim oldu.
Bir maskaralık. Çirkin bir alışveriş. Üstelik aşağılayıcı bir gün. Ama
sonucu bakımından, bana yararı dokundu.
Neden aşağılayıcı?
Aradaki fark yüzünden... anlayacaksınız.
O gün gelip beni aldıklarında, aktif hanemde" -öyle denilebilirse- dört
yıllık zoraki uysallaştırma mevcuttu. O sabah da, vazgeçilmez içkimi
içmiştim. Son saatlerimi, hantal hantal iskambilleri karmak üzere, diğer
hastalarla geçirmiştim. Hepimiz aynı biçimde yaşıyorduk, aynı biçimde
konuşuyor, aynı ritimle hareket ediyorduk. Dışardan bakan biri için bu,
rölantide oynayan bir film gibi olmalı. Dokunaklı ya da komik! Bizler
içinse, normal yaşam biçimi!
Oysa o gün öğleyin, sofrada, gerçek dünyanın ritminde yaşayan
insanlarla bir arada oldum. Elçilikten insanlar vardı, gazete yazı işleri
müdürleri; bir bankacı... Hepsi çok çabuk konuşuyorlardı, benim için fazla
çabuk, bana bir şey demeyen isimler sıralıyorlardı: Panmunjom,
McCarthy, RFA, Musaddık; hiç duymadığım olaylar hakkında yorumlar
yapıyorlardı; bana bir şey söylemeyen konularda gülüyorlardı. Bertrand
sürekli bana bakıyordu. Önce sevinçle. Sonra hayretle. Daha sonra
hüzünle. Ben sadece yemek yiyordum, gözlerim tabağımda...
İki üç kere bana bir şey söyledi, fark edene kadar, ne demek istediğini
anlayana kadar, çatalımı bırakana kadar, kafamın içinde bir yanıt
hazırlayana kadar... ben konuşmaya başlamadan, uzun süren
sessizlikten sıkılan diğerleri, konuyu değiştiriyorlardı. Tanrım, ne alçalma!
Yerin dibine girmek istedim!
Sonra, yemeğin sonuna doğru, toparlanmaya çalıştım. Bütün kafamı
toplayarak, bir cümle hazırlamıştım, kendi kendime olabildiğince hızlı
söylemeye söz vermiştim. Bir sessizlik olsun diye bekliyordum. Olmadı.
Ya da fırsatı yakalayamadım. Büyükelçi saatine bakarak, bir sonraki
randevuyu hatırlattı...
Herkes kalkmıştı. Ben, kendi ritmimle kalkıyordum. Hepsi yemek
odasından çıkmış kapıya yöneliyordu. Oysa ben ancak, sofraya abanarak
ayağa kalkabilmiştim. Otuz üç yaşımda olduğuma kim inanırdı?
Bertrand aniden, pişman olmuş gibi döndü. Bana doğru geldi, sarıldı,
kucakladı. Uzun süre. Bana konuşma süresi tanımak ister gibi. Sofrada
söyleyemediklerimi, içimde kaynayan, boğazıma takılmış olan,
dudaklarımın ucuna gelen, anlamasını istediğim her şeyi söylemenin
fırsatı idi.
Hiçbir şey söyleyemedim. En ufak bir kelime bile! Geri geldiğini
görmenin verdiği heyecanı ve şaşkınlığı göstermekten başka... omzunun
ardından, beklediklerini gördüğüm ötekiler! Bu kez de ağzımı açamadım.
Önemli olduğunu, yaşayanların dünyasına dönmek için tek şansım
olduğunu hissediyordum. Ama belki de konu onca yaşamsal olduğu için,
felce uğramış gibiydim.
Konuşamadım ama, son anda, görünmeyen bağlarımdan kurtularak
minicik bir harekette bulundum. Bertrand'ın gitmesini önlemek için elini
tuttum, cebimde bir resim aradım. Kızımın resmi, Clara’nın gönderdiği.
Evet, dünyanın bütün yeni doğan bebeklerine benzeyen yeni doğmuş bir
bebek resmi. Sonra fotoğrafı çevirdim, arkasını okuyabilsin diye: Nadya!
Kafasını salladı, omzuma vurdu, bir şeyler mırıldandı, sonra gitti.
Gözlerinde hüzün, acıma ve bir an önce gitmenin telaşı okunuyordu.
Bunun bir yardım çağrısı olduğunu anlamış mıydı? Hayır, hiçbir şey
anlamamıştı. Ona bir şeyler söyleyecek vaktim olmuştu. Usulca
söyleyebilirdim, o resmi çekip çıkartmaktan çok daha usulca.
Uzaklaştığında gözlerinde, görülebilecek her şeyi gördüm: hüzün ve
acıma. Şimdi, Fransa'ya döner dönmez Clara'ya yazdığını biliyorum artık.
Cenaze ilanı gibi bir şey! Zavallı Baku'nun tanınmayacak hale geldiğini,
kendisinin tanıdığı ve Clara’nın tanıdığı Özgürlük örgütündeki delikanlının
artık yaşamadığını yazmış olmalı. Onu unutup, yeni bir hayat kurmasını
söylemiş olmalı.
Kardeşimin şoförü beni geri götürürken, ben de yıkılmış durumdayım.
Bütün fırsatları kaçırmıştım. Salem'e gelince, sevinçten uçmalıydı. Beni
hapsettiğinden kuşkulanmışlar mıydı? İşte, iyi niyetini göstermiş,
serbestçe gelmeme izin verilmiş, yemeğe katılmamı, davetlilerle
konuşmamı -öyle söylenebilirse- sağlamış ve herkes zihinsel durumumun
berbat olduğunu, uzmanlaşmış bir klinikte bulunmamın yanlış bir şey
olmadığını, hatta kardeşimin yasal mirasım üzerindeki vesayet hakkının
yerinde olduğunu saptamıştı...
Bu öğle yemeği sayesinde kardeşim, bir başka pislikten kurtulmuştu:
hapse girmesine yol açan eski kaçakçılık hikâyesinden!
Serveti sayesinde yeterince saygınlık kazanmıştı; kabul edersiniz ki
saygınlık, satılık bir kadın gibidir, bu kez itibarını tam anlamıyla kazanmış
bulunuyordu. Onu on yıl önce mahkûm eden Fransızlar, şimdi
büyükelçilerinin ve bakanlarının evinde gidip yemek yemelerini kabul
ediyorlarsa, o zaman masum olduğuna onlar da inanmışlardır, aksini kim
iddia edebilir?
Benim kurtuluşum için amaçlanmış bu yemek daveti, kardeşimin bir
basamak daha yükselmesine yol açmıştı. Sanırım o tarihte pek çok kişi,
aynı kandan, aynı evden, böylesi dikkat çekici bir adamla, benim gibi bir
paçavranın nasıl çıktığını kendi kendilerine sormuşlardır... Benim yazgımı
bilenler, ailesinde böyle bir lekenin bulunmasından acı çekecek olan
yüksek şahsiyetin hatırına, bundan söz etmemekteydiler. Çoğu var
olduğumu unutmuştu. Beni, törensiz, duasız, çoktan gömmüşlerdi.
Yalnız yabancılar değil! Yakınlarım bile! Benim için bir şeyler
yapabilecek tek bir kişi vardı: o da ablamdı. Başka kimse değil.
Büyükbabam Nubar ve büyükannem Amerika'ya vardıktan az sonra
ölmüşlerdi; ülkeden aşağılayın koşullarda ayrılmış olan oğulları Aram ise,
aile ile ya da aileden geri kalan ile ilişkiye girmek istememişti.
Başka kim vardı. Direniş Örgütündeki arkadaşlarım mı? Beni tanımış
olanlar, Bertrand'dan ne olduğumu öğrenmiş olmalılardı. Sanırım
üzülmüşlerdir de, ama sonra unutmuşlardır. Onlara gücenmek mümkün
mü? Zaferden sonra, sebepsiz yere yıkılan ilk arkadaşları ben değildim...
Bazen savaşın da sonbaharları vardır!
Başka kim? Clara mı? İlk önceleri, söylendiğine göre, bana yazmış, hiç
elime geçmeyen mektuplar... Ablama da haber göndermiş, o da beni
bulmamasını tavsiye etmiş. Neden? İffet, karımın beni, yazları geldiğinde
kendisinin gördüğü gibi görmesini istememiş. Hayfa'dan Beyrut'a geçmek
olanaksızdı, sahte belgeler sağlamak, suç ortakları bulmak gerekiyordu.
Hem Arapların hem İsraillilerin şüphesini çekerdi. Ablam, Clara'nın, kızını
bırakarak ya da daha kötüsü kızını bu serüvene birlikte sürükleyerek,
bütün engelleri aşıp, konuşmaktan aciz, hareket etmekten aciz, ayak
süren bir varlıkla karşılaşacak olursa, ömür boyu düş kırıklığına
uğrayacağını düşünmüş olmalı. Daha iyi bir zamanı, biraz kendime
gelmemi beklemek daha iyi olmayacak mıydı? Belki de o zaman, Clara
ile Nadya ile karşılaşmamın şoku yararlı olabildi. O günler ablam,
iyileşeceğimi umuyordu... henüz. Ama her ziyaretinde da ha az inanmaya
başladı. Gün geldi, inanmaz oldu. En kötü sırada. Tam bir şeyler
beklemeye başladığım sırada. Ama ona kırgın değilim, Clara'ya da
değilim, kendi içime hapsolduğumu, diri diri gömüldüğümü nasıl
bilebilirlerdi? İmdat dememiştim ki!
O berbat öğle yemeğinin akşamında, yanlışımı düzeltmek için, konuşma
yeteneğime güvenmeyerek, bir kâğıt parçasına şu basit cümleyi yazmaya
çalıştım: "Buradan çıkmak ve normal yaşama dönmek istiyorum."
Bertrand'a iletemediğim için üzgün olduğum ve geldiğinde İffet'e
ulaştırmak istediğim bir yardım çağrısı idi. Bu kâğıdı, Nadya'nın resmi
yanında, cebimde tutuyordum.
Bunu yazmamdaki neden, yalnızca, sırası geldiğinde konuşamamam
korkusu değildi. Çünkü her zaman aynı zihinsel durumda değildim.
İçimdeki öfkeyi de biriktirmeye ihtiyacım vardı. Tıpkı çölde kaybolan ve
susuzluk tehlikesi karşısında kalan insanların bazen, yaprakların
üzerindeki şebnemleri içmek üzere damla damla biriktirdikleri gibi. Öfke,
tiksinti, pek ender isyan tepkileri, hantallaşmış onuruma kavuşmak için
değerli birer yakıt gibiydiler.
Ablam o yaz, tatilini geçirmek üzere Dağ'a gelmedi. Ertesi yaz da
gelmedi. Onu bir daha görmedim.
Salem bir gün, eniştemiz Mahmut'un Mısır makamları ile başının dertte
olduğunu söylemişti. Başka bankacılarla birlikte sekiz ay tutuklu kalmış,
sonra kırgın ve bezgin, Orta Doğu'dan olanca uzağa göç etmeye karar
vermiş. Avustralya'ya, Melbourne'e!
Başka bir şeyden de kuşkulanmaktayım; çünkü ablam, en azından bize
vedaya gelirdi. Sanırım kardeşim, birtakım dalaverelerle İffet'i miras dışı
bıraktı. İçimdeki sezgiden başka ve orda burda kokusu çıkan birkaç
gösterge dışında kanıtım yok. Neyse, iğrenç konulardan söz etmeyelim!
Ziyaretlerini değerlendirebilecek durumda olsaydım, ablamla beni belki
yine görmeye gelirdi ama karşısında heceleyen birini görmekten ve
ağlayarak yanından ayrılmaktan başka bir şey yapamıyordu ki!
Avustralya'dan vapura veya uçağa binip gelmek ne işe yarayacaktı?
Kaldı ki hiç gelmedi. Yine de, yaz yaklaşırken onu bekledim. Ama her yıl
biraz daha az ümitlenerek. Son umudumu da kaybetmekteydim.
Şayet hayatta kalabil d imse, hayatta kalmamak da bir iradeyi
gerektirdiği içindir. O iradem bile yoktu. Ölüme el uzatmak iradesi hatta
gücü bile yoktu. Birkaç şişe ilaç çalmak veya merdivenlere kadar koşmak,
çatıya çıkmak, boşluğa atlamak... sadece iki kat, biraz şans ile, her yanım
kırılabilirdi.
Bunu söylememeliyim. Benim şansım, tam tersine, sonuncu ümidim de
söndüğünde, işi bitirme gücüne sahip olmayışımdı. Tünelin ucunda ışık
görünmese bile, ışık varmış gibi yürümek ve ışığın görüneceğine
inanmak gerekir.
Bazıları, geleceğe inanmaya devam ettikleri için sabrederler. Bazıları, işi
bitirmeye cesaret edemezler. Korkaklık, kuşkusuz hor görülmeli ama o da
yaşamın bir parçası. Kabullenmek gibi, hayatta kalma araçlarından biri.
Ancak beni hayatta tutan korkaklık ya da kabullenmek gibi bir şey
olmadı. Bunlardan böyle söz etmem yanlış. Lobo vardı. Malikânenin
"müşterilerinden" biriydi. Genellikle bir arada gevezelik ederdik,
vazgeçilmeyen dost olmuştu. Yegâne arkadaş. Ondan biraz sonra söz
edeceğim. Yıllar boyu, hayatımda kimsenin sahip olmadığı öneme sahip
oldu. Ama önce beni, ölmekten nasıl caydırdığını anlatmalıyım.
İntihar konusundaki kararsızlıklarımı anlatmak, benim için kolay değil.
Malikânede öylesine bir çocukça jurnalcilik vardı ki, kendimi yok etme
isteğimden kuşkulanacak olsalardı, gece yatağa bağlarlardı... ancak
Lobo, belki de bir şeyden kuşkulanmış olduğu ve beni konuşturmak
istediği için, hayatına son vermeyi birden çok düşünmüş olduğunu itiraf
etti. Benim için de öyle oldu dediğim zaman, yirmi yıllık tımarhane
kıdeminin ve yirmi yıllık yaş farkının verdiği üstünlükle nasihatte bulundu:
"Ölüme son çare olarak bakmalısın. Hiç kimsenin seni
alıkoyamayacağını bil. Ama ölüme gidebileceğin için, onu yedekte tut;
sonuna kadar. Diyelim ki gece bir kâbus gördün. Bunun bir kâbus
olduğunu bilirsin ve kurtulmak için başını biraz oynatman yeter. Her şey
daha basit, daha dayanılır hale gelir ve bir bakarsın en korktuğun şeyden
zevk alır olmuşsun. Hayat seni korkutuyorsa, içini yakıyorsa, en
yakınların çirkin maskeler takmışsa... hayat budur de, ikinci kez
çağrılmayacağın bir oyun olduğunu söyle. Zevk verici ve acı çektirici bir
oyun, inanç ve aldatma oyunu, maskeler oyunu, onu sonuna kadar oyna,
ister oyuncu olarak ister izleyici olarak. İzleyici olman daha iyi, içinden
kolay çıkarsın. 'Son kurtuluş çaresi' yaşamama hep yardımcı olmuştur.
Elimin altında olduğu için, bu çareye hiç başvurmadım. Ama ahretin
direksiyonu elimin altında olmasaydı, kendimi tuzağa düşmüş hisseder ve
bir an önce kaçmaya bakardım."
Lobo, başka insanlardan daha hasta değildi. Ama sadece, nasıl denir,
"özel huylan" vardı ve ailesi ya onu iyileştirmek ya da rezaletten korumak
için buraya kapatmıştı. Hayatının büyük bir kısmını birkaç ünlü kurumda
geçirmişti ve sanırım burası, geldiği dördüncü ya da beşinci yerdi.
Başından pek çok şey geçmişti. Hattâ doktorun biri, kötü huylarını
çıkartmak için onu lop lop doğramaya kalkışmış ve annesi bilinçli ya da
içgüdüsel olarak onu kurtarmıştı. Bu kötü serüvenden lakabı "lobo"yu
edinmişti. Kendisi bile bunu alay konusu ederdi... Çevresindeki her şeye,
yaşamına, geçmişine büyük bir kayıtsızlıkla bakardı.
Malikânede, Lobo'nun ayrı bir konumu vardı. Odasına bir piyano
konulmuştu. Bazen, bütün bir gün, ayağında terlikler, boynunda yeşil ipek
fuları ile oturur, ezbere çalar ya da taburesinden kalkmadan benimle
gevezelik ederdi. Bizlerin aksine, telefon görüşmeleri yapabilir, mektup
alabilirdi. Aslında kimse, deli olduğunu düşünmüyordu.
Kardeşimin, bir hükümet değişiminde bakan olduğunu da o haber verdi.
Evet ya, bakan! Lobo, afallayacağımı biliyordu; Salem'in nasıl bir adam
olduğunu ona anlatabilmiştim. "Kahve"mi tamamıyla içtiğimden emin
olduktan sonra, haberi verdi.
Sersemlemiştim, aslında sersemlik günlük halimiz olduğuna göre, her
zamankinden çok sersemlemiştim demek istiyorum. Lobo, kendine göre
beni teselli etmişti:
— Olan biten seni şaşırtmamalı İsyan. Kendi kendine, kardeşinin sana
göre, bir üstünlüğü olduğunu tekrar et.
— Nasıl bir üstünlük?
— O, eski bir direnişçinin kardeşi, sense eski bir kaçakçının!
Gülmüştüm. Burukluğum geçmişti.
Böylece, kardeşim para ve saygınlık kazanırken, ben salakların gülüşü
dudaklarımda, batmaktaydım... Yıllar geçiyordu ve uzun zamandan beri,
çok uzun zamandan beri artık ümit etmez olmuştum.
Oysa durum birden değişti. Talih kuşu, tozlu bir kutunun içinden
ömrümün dosyasını çıkartmış ve daha dikkatlice bakmıştı.
Talih kuşu, kızım Nadya'dan başkası değildi. Üniversiteye yazılmak
üzere, Paris'e yeni varmıştı.
Evet, Nadya! Ben de, onun bebekliğindeki resmim ile belleğinde
kalmıştım. Ama artık yirmi yaşındaydı ve içinde binbir türlü isyan vardı.
Savaşların birbiri ardından geldiği Doğu'dan bıkmıştı. Oradan
uzaklaşmakta acele ediyordu. Onu yanında tutmayı başaramayan, yalnız
gitmesini de içine sindiremeyen Clara, kahramanlık döneminin eski
dostlarını göreceğine dair ona söz verdirmişti. Bertrand'ı böyle buldu.
Sanırım Bertrand, artık bakan değildi ama yine de etkili ve Direniş'in
büyük isimlerinden biriydi.
Nadya, içine gömülünen koltukların olduğu zengin bir salonda kabul
eden ve hafif bir gülümsemeyle inceleyen insanın karşısında, neden
orada bulunduğunu açıklamak zorunda kalmıştı: oysa Bertrand onda
annesi ile babasının benzerliğini keşfe çalışıyordu.
— Annem sizi görmem için ısrar etti. Sanırım onu savaş sırasında
tanımışsınız...
— Demek sen Nadya'sın. Nadya Kitapdar. Tabii ki anneni tanıdım,
babanı da. Her ikisi de, İşgal sırasında olağanüstüydüler. İki mükemmel
arkadaş. Unutulmayacak dostlar.
Bertrand "babanı da" dediğinde bir huzursuzluk hissetmiş. Şimşek gibi,
çabucak geçen... sonra da benden söz etmeyi ağırdan almış.
Montpellier'de karşılaşmamızdan, tartışmalarımızdan, korkularımızdan,
Baku'nun, ele geçmez Baku'nun başarılarından konuşmuş. Nadya
sözlerine yapışıp kalmış. Annesinden bazı şeyler öğrenmişti ama
bilmediği çok şey vardı. Babası olacak delikanlıyı gözlerinin önüne
getirmeye çalışıyordu.
Bertrand daha sonra, daha hızlı bir biçimde hastalığımı ve kliniğe
kapatılışımı anlatmış. İşte o zaman, denize attığım imdat şişesi aklına
gelmiş, kızıma ayrıntılarıyla, o berbat öğle yemeğini, cebimden
çıkarttığım fotoğraf hikâyesini anlatmış. Kendisine acıklı ve gülünç geldiği
için Clara'ya anlatmaktan vazgeçtiğini, belleğinde arkadaşının hazin
görüntüsü kalmasın diye o fotoğraf hikâyesini kafasından söküp attığını...
Ölmemiş bir babanın yetim kızı karşısında durup, büyüklerin dünyasına
adım atmaya hazırlanırken, o fotoğraf hikâyesi birden bambaşka bir
anlam kazanmıştı.
Nadya’nın gözleri yaş içindeymiş. O güne kadar sadece, soyundan
biriydim, oysa artık etinden biri olmuştum. Ona yönelik ve onca geç
ulaşan bu mesaj, onun gözlerinde, boğulan birinin son çağrısı gibiydi. O
tarihten beri ne olduğumu ve sudan kurtarmak için ne yapabileceğini
düşünmeye başlamıştı.
Bertrand, yanından ayrılan genç kızın arkasından sevecenlikle baktı.
Çocuksu yürüyüşü aniden kayboluvermişti. Bense, o gün, mızıkçılık
yapan üç hasta ile on sekizinci iskambil oyunumu oynuyor olmalıydım.
Resmini bir tılsım gibi kalbinin üstünde taşıyan o hasta adamı, Nadya
nasıl düşünmesindi? O akıl hastası -evet, evet sözcüklerden neden
korkayım?- en iyi arkadaşına kendi resmini, bir azizenin resmini gösterir
gibi sunan o akıl hastası! Yeni doğmuş bebeğin o sevimli yüzü,
yeryüzünün neşesi!
Kızım için, onun yaşında ideal olabilecek, düş sayılabilecek her şey,
ama her şey, artık bu tımarhaneye tıkılmış genç ihtiyarda odaklanıyordu.
Üniversite yurdunda, oda arkadaşına hiç durmadan tekrarlıyordu: "O
benim babam, hücrelerimin yansı, kanımın yarısı, gözlerimin rengi,
çenemin biçimi ondan geliyor. O benim babam." Bu sözcüğün lezzetini
seviyordu…
Ya o baba, koruyucu koca bir yaratık olmak yerine, zayıf, yaralı, terk
edilmiş bir hayvancıksa? Ya kızı koruması altında olacak yerde, onu
koruması altına alan bir anne olursa?
Nadya beni, yaşının sevecenliği ile düşünüyordu. Ama hayalleri bundan
ibaret değildi. Bana ulaşabilecek, bir işaret verebilecek bir yol arıyordu.
Ona gönderdiğim işaretle, on beş - on altı yıl sonra yanıt vermek üzere...
Babasını bulmak, kurtarmak onda bir saplantı olmuştu. İçine kapandığı
ve ilaçlar yüzünden sağlığı bozulduğu için, artık iyileşecek durumda değil
miydi? Bu soruyu kendi kendine sormaktaydı. Bundan hayırlı bir
basiretsizlik doğdu.
Annesine söylemiş miydi? Tek kelime ermemişti. O tarihte, ilişkileri pek
parlak değildi. Clara'nın, bir geçmişe sahip, ağır basan bir kişiliği vardı.
Nadya, kendi serüvenini, kendi direnişini yaşamak istiyordu. Annesinin
havlu attığı yerden başlamak istiyordu...
Niyetini, Bertrand'a da hemen açmış değildi. Tek basma hareket etmeye
kararlıydı. Bu onun serüveni, onun savaşıydı. Söz konusu olan, onun
babasıydı.
Ne yapacağının duyulmasını istememekte haklıydı. O kadar tuhaftır ki,
gerçekleştirmesine ne Bertrand ne de Clara izin verirdi. Daha sonra
öğrendiğime göre, bundan sadece oda arkadaşına söz etmişti.
Arkadaşının adı Christine idi ve soyadı, Paris'in en büyük
kuyumcularından birine aitti.
Nadya ona, bir değiş-tokuş önerisinde bulundu. İki genç kız birbirlerine
çok benziyordu. Kimlik kartlarındaki resimleri birbirine karıştıracak kadar,
Kalpazan Jacques'a layık yöntemlerle. Christine, Nadya'nın fotoğrafı ile
yeni bir pasaport çıkarmış, pasaport dairesindeki memur hiçbir şey
anlamamıştı. Kızımın, Christine adına kendi resmiyle düzenlenmiş bir
pasaportu vardı artık, hiç kimse gerçek adından, milliyetinden, doğduğu
kentten kuşkulanmadan, sınırdan sınıra geçebilirdi. Ailesi ile bağlarını
kopartmış olan arkadaşına gelince, bir süre ağırlığı olan bir adı
taşımaktansa, hem Müslüman hem Yahudi olan bir kızın kimliğine girmeyi
eğlenceli buluyordu.
Evet, tam anlamıyla, hem Müslüman hem Yahudi! Babası olan ben, en
azından kâğıt üzerinde Müslümanım; annesi, en azından nazari olarak
Yahudi. Bizim oralarda, babanın dini geçerlidir, Yahudilerde ise annenin.
Müslümanlara göre Nadya Müslüman, Yahudilere göre de Yahudi idi.
Kendisi birinden birini seçebilirdi ya da hiçbirini seçmezdi veya ikisini
birden seçmek isteyebilirdi... evet, ikisini birden ve daha birçok şey.
Kendisine kadar gelmiş bütün o soy çizgileriyle, Orta Asya'dan,
Anadolu'dan, Ukrayna'dan, Arabistan'dan, Beserabya'dan,
Ermenistan'dan, Bavyera'dan gelen fetih ya da kaçış yollarıyla iftihar
ediyordu. Kan damlaları arasında, ruhunun her bir zerresi arasında bir
tercih yapmaya hiç niyeti yoktu.
Yıl 1968 idi. Bana anlatıldığına göre, Fransa'daki öğrenciler için
heyecan verici bir yıl! Ama Nadya'nın tek düşüncesi yola çıkmaktı. Nefret
ettiği Doğu'ya! Vizesini, uçak biletini almış, otel rezervasyonunu
yaptırmıştı, hepsi arkadaşının adına.
Beyrut'a varışının ertesi günü bir taksiyle Yeni Yol Malikânesine gelmişti.
Orada olup olmadığımı öğrenememişti ama oradan kıpırdayıp bir yere
çıkmadığımı tahmin etmişti.
Müdürün odasına kabul edildiğinde sahte adını söylemiş, Dawwab da
ister istemez ünlü kuyumcu ailesiyle ilgisi olup olmadığını sormuştu. Tam
kararında, ne çok ne da az bir ilgisizlikle, "Evet" demişti. Aynı soruyu
sorduklarında Christine'nin yaptığı gibi...
— Zaten biraz da onun için buradayım, demişti kızım. Hassas bir konu
ama sadede doğrudan gelmeyi yeğlerim.
Halalarımdan biri birkaç yıl önce Lübnan'da yaşıyordu. Kurumunuz
hakkında çok övücü sözler duymuş. Sizi gelip görmemi o tavsiye etti.
Babam için. Birkaç yıldır, bir hayli ciddi ruhsal sorunları var, uzmanların
gözetimi altında...
— Örneğin kimler?
Nadya hazırlıklıydı, ünlü birkaç isim vermiş, Müdür de başıyla onaylayıp
konuşmasını sürdürmesini rica etmiş...
— Bir süre yurt dışında yaşaması babama iyi gelecek diye düşündük.
Babama ve bütün aileye. Biliyorsunuz bizler tanınmış insanlarız, bu
durum ailemizin ününe zarar veriyor. Babam da bunun farkında. Onu
burada tedavi ettirme düşüncesini henüz ona açmadım ama iyi bir yere,
karşı koyacağını sanmam. Burada bütün istediklerinin var olduğunu
sanıyorum: güneş, huzurlu bir çevre, iyi bir bakım... Onun için de nasıl bir
yerde yaşayacağını görmek üzere gelmiş bir çeşit öncüyüm diyelim. Son
karan vermeden önce, belki sizin Paris'e gelmeniz iyi olacak, tabii
masrafları bize ait olmak üzere...
Balık yemi yutmuştu! Doktor Dawwab, zevkten dört köşe, zengin
mirasçıya kurumunu gezdirmeyi önermişti.
Önce bahçeden başlandı. Fikir edinsin diye ufak bir gezinti. Dağ
manzarası, hemen ötesinde deniz manzarası. Hiç kullanılmadığı için
yepyeni duran tıbbi gereçler! Ayrıca odalar - piyanosunun başında olan
Lobo'nun odası. Sonra yeşil bitkilerin süslediği geniş salon. Bu gibi
ziyaretlere alışık olmayan hastalar, konuğa yaklaşmak için iskambilleri
bırakmışlardı.
Dawwab:
— Endişe etmeyin, size bir kötülükleri dokunmaz, dedi.
Nadya onu yatıştırdı. Titiz müfettiş havalarını korumaya çalışıyordu.
Fazlasıyla temiz salonun köşesinde bucağında toz kalmış mı diye sağa,
sola, yukarı aşağıya bakıyordu. Onu sarsan duyguları anlamak kolaydı
aslında, bu hastalar arasında o güne kadar hiç görmediği babasını
arıyordu.
O gün kâğıt oynamıyordum, ne de dama veya tavla. Lobo ile azıcık
şurdan burdan konuşmuştuk, sonra o piyanosuna gitmiş ben de bir kitap
almıştım. Ziyaretçi geldiğinde kitabıma dalmış, diğerleri gibi ona
yaklaşmamıştım. Sadece, yerimden kalkmadan başımı kaldırmıştım.
Yabancıyı görmek için.
Bakışlarımız karşılaşmıştı. O kızın kim olabileceğine dair en ufak bir
fikrim yoktu. Oysa o beni tanımıştı. Eski resimlerdeki gibiydim. Gözleri
donup kalmıştı. Benimkiler de öyle, ama meraktan... Biraz da
akvaryumlardaki balıklarmışız gibi bizi incelemeye gelen bu yabancıya
kızgınlığımdan. Surat etmiş olacağım ki, Dawwab hafifçe gülerek, özür
diler gibi:
— Onu okurken rahatsız ettik, dedi.
Ama aynı zamanda, bakışlarıyla beni bombardıman eder gibiydi.
— Bu bey sadece okur, sabahtan akşama kadar. Tutkusu budur.
Pek doğru değildi, durumu biraz süslemişti, sözde entelektüel bir yer
olan kurumunun saygınlığını arttırmak için. Nadya:
— Eğer öyleyse, ben de ona bir kitap vereyim. Yeni bitirdim, dedi. El
çantasını açıp bana yöneldi. Müdür:
— Gerekmez diyecek oldu ama Nadya yanıma gelmişti.
Kitabı bana uzatmadan önce içine bir şey tıkıştırdığını gördüm. Sonra
sırıtmakta olan Dawwab'a gitti. Şaşkınlıktan kendime gelmemişken kitabı
açtım. Başlığını okuyabilme fırsatını bile bulmadan, sağ tarafında, üst
kısımda, yazarın adının üstünde sahibin adının yazılmış olduğunu
gördüm: Nadya K.
Aniden ayağa kalktım. Ona tuhaf bir biçimde bakmaya başladım.
Yüzünde, Clara'yı anımsatan çizgiler vardı. O an, hiç kuşku duymadan,
orada duranın kızım olduğunu anladım. Dawwab’ın kim olduğunu
bilmediğini de hissettim. Onu ele vermeyeceğime dair kendi kendime söz
verip ona doğru yürüdüm. Benim bir robot gibi ilerlediğimi gören Nadya
panikledi. Kendisini tanıdığımı anladı, kurduğu çatının çökmesinden
ürktü.
Ona yetiştim ve kitabı göstererek "mersi" dedim. Elini tuttum, yakaladı,
ben de hiç durmadan "mersi, mersi, mersi, mersi" diyerek elini salladım.
Müdür sinirli bir gülüşle:
— Kitabınız onu duygulandırdı, dedi.
Nadya'yı öpmek için daha da yaklaştım. Adam avazı çıktığı kadar:
— Yeter, ileri gidiyorsunuz, diye bağırıyordu. Soğukkanlılığını korumaya
çalışan Nadya:
— Bırakın, bunda bir kötülük yok, dedi.
Bunun üzerine onu bağrıma bastım. Kısa bir süre. Kokusunu duydum.
Ama Dawwab bizi ayırmıştı bile.
Nadya ise üstlendiği işi, duygusallığa kapılarak berbat etmemek için
benden ayrıldı ve:
— Bu bey çok duygulu, dedi ve doktora dönerek -ki cesaret isterdi-
babam da okumaya bayılır, ona olanları anlatacağım. Bu hasta ile çok iyi
anlaşacağından eminim.
Aslında, doktorun beni davranışımdan ötürü cezalandırmasından ve
kitabı elimden almasından korkmuştu... bunun için de, bu dokunaklı
sahnenin -sonradan öğrendiğime göre- son tereddütlerini de yok ettiğini
ve başka hiçbir kurumun babasına bunun kadar uygun olmayacağını
söylemiş.
Babadan kastettiği kuyumcu tabii ki!
Dawwab’ın ağzı kulaklarındaydı. Ben ve kitap kurtulmuştuk. Bir de
kitaba sokuşturduğu mektup...
Zaten mektubu acele giysilerimin arasına gizlemiştim. Tuvalete gitmiş
ve kitabın ilk sayfasını yırtınıştım. İhtiyat, ihtiyat... Zarfın üzerinde adım
yazılıydı. Nadya, mektubu doğrudan elime verebileceğini düşünmemiş,
bana ileteceği umuduyla güvenebileceği bir hastaya vermeyi tasarlamış.
Mektup ne mi diyordu? Yaşama sevincime kavuşabilmem için gerekli
birkaç sözü!
"Baba,
Ben senin yokluğunda doğmuş olan, kalbinin üstünde resmini taşıdığın ama
yine de senden uzakta büyümüş olan kızınım. Uzakta mı? Aslında bizi
birbirimizden birkaç kilometrelik nefis bir sahil yolu ayırıyordu ama aramızda
lanet olası bir sınır, kin ve anlayışsızlık duvarı yükselmişti. Bir de hayal gücünün
yokluğu...
Ben doğmadan önce, sen ve annem savaşa ve kine karşı başkaldırmıştınız.
Savaş çok güçlü görünüyordu ama sonunda annem ve senin gibiler direndiler ve
kazandılar. Hayatta her zaman bir yol bulunur, mecrasından çıkmış kendine bir
başka yol yapan nehirler gibi.
Sen, annem ve diğerleri başkaldırmış, yazgıyı aldatmak için savaş adları
edinmiştiniz. Benim savaşım o kadar görkemli değil ama bu benim savaşım ve
sonunda kazanacağım. Ben de sınırları geçmek için bir savaş adı edindim. Seni
gelip görmek ve sana: 'Bil ki dışarıda bir kızın var ve sen onun en değerli
varlığısın ve seni sabırsızlıkla bekliyor' diyebilmek için..."

Bu sade sözcükler beni daha okurken değiştirdi. Bana erkeklik ve


babalık onurumu, yaşama zevkimi geri verdi. Hiçbir sürprizi olmayan
yarınlardan beni ayıran saatleri çekip uzatmakla yetinmiyordum artık.
Beni bekleyen sevgi idi. Benim hayatımın bana hiçbir yaran kalmamışsa
da, Nadya için onu koruyacak ve güzelleştirecektim. Kızımı bir baba
sevgisiyle, bir yetişmekte olan insan sevgisiyle seviyorum. Eskiden
sevilen, beğenilen Baku'yu onun için canlandırıp özgürlüğe kavuşturmak,
onun için, koluna girip iftiharla gezeceği bir baba olmak istiyordum.
Yine de, hayatla barışmak istemem, bunun gerçekleşmesi için yeterli
değildi. Bu, kendini öldürmeye kalkışan bir babaya kızının gelip elini
tutarak: "Baba, istemediğin bu hayatı, benim için koru!" demesi üzerine
intihar projelerinden vazgeçmeye benzemiyordu. Durum daha karmaşıktı.
Tabii ki başıma gelenleri anlıyordum ve mutluluk duyuyordum. Ama bütün
bunları bir sis perdesinin ardından görmekteydim. Puslu bir kafanın
ardından. Yirmi yıllık, zoraki de olsa, kabul edilmiş, rıza gösterilmiş bir
tımarhaneye sokuluşun pusu ve pası ardından.
Moral bozucu yirmi yıllık bir yaşam, yirmi yıllık çelimsiz irade! Yirmi yıllık
yavaşlatılmış, hantallaştırılmış düşünce ve konuşma!
Bir daha belirteyim, sadece ölmekten vazgeçmek, uçurumun kenarına
gelip tam atlayacakken geriye bir adım atmak ve titreyerek uzatılan sıcak
eli tutmak söz konusu değildi. O kadar basit değildi. Aynı örneği verecek
olsam derdim ki, sağlam toprağa basarak değil ama dar bir taş geçit
üzerinde bir şişe viski içerek uçurumun kenarında duruyordum. Geriye
dönmek için karar vermem yetmiyordu, çünkü benim durumumda,
selamete ulaşıyorum diye uçuruma yuvarlanmak da vardı. Önce
ayılmam, açık bir görüşe, berrak düşüncelere sahip olmam ve attığım her
adımı nereye attığımı bilmem gerekiyordu.
Benim durumum buydu. Oysa yalnız ben değildim söz konusu olan...
beni içeri atmış olanlar vardı. Kitabdar Konağını tekrar almamı ve miras
hakkımı elde etmemi istemeyen kardeşim vardı. Gelir kaynağını
oluşturduğum ve aracı olduğum Dawwab vardı. Onların egemenlikleri
altında bulunduğum sürece, kuşkulanmalarını önlemek gerekiyordu. Aşın
ihtiyatlı olmalıydım.
İşte size bir örnek: Kafamı toparlayabilmem için, sabah kahve sindeki
ilaçlardan kurtulmam gerekiyordu. Kurnazlık göstermeliydim, gözetim her
gün çok sıkı değildi: biraz çabayla, aklımı da başıma toplayarak bunu
başarabilirdim. Şayet ilaçları aniden kesmiş olsaydım felaket olurdu. Kırk
sekiz saat içinde o kadar sinirli olurdum ki, kendimi ele verirdim; bu kez
doktor, aynı ilaçları iğne ile vermeye kalkışırdı ve beni daha yakından
gözetlerdi.
En mantıklı davranış, ilaç dozunu yavaş yavaş azaltmaktı. Sabah
"kahvelerinde" ilaç tadının son damlalarda daha fazla olduğunu fark
etmiştim. Fincanın dibindeki damlaları ağzımda tutmayı daha sonra
lavaboya tükürmeyi becerebildim. Birkaç hafta sonra, çok daha iyiydim.
Sakin olmakla birlikte, kafam daha berraktı. Okurken, başkalarının
davranışlarına bakarken bunu hissedebiliyordum. Tuhaf bir izlenimim
vardı. Eskimiş duygularımı yenileriyle değiştirmişim gibi bir duygu
içindeydim. Ya da yedek bir duygu edinmiş gibiydim.
Kafamı toparlayınca fark ettiğim şey, bakıcıların, hastaların önünde,
bazıları tamamıyla tıbbi, diğerleri alaylı yorumlar yaptıkları ve bunları çok
hızlı, eksik sözcüklerle ya da kısaltmalarla yaptıkları idi. O kahrolası
sersemliğe sahip olduğum dönemde, bütün bunlar, tek bir sözcüğünü bile
anlamadan, burnumun dibinde cereyan etmekte idi. Oysa şimdi, küçük bir
çabayla anlıyordum. Bazen hastalara takılan isimler ya da birinden birinin
sağlık durumu hakkında endişe verici açıklamalar ya da ömürlerinin
geriye kalan kısımları üstünde bahse girişmeler oluyordu, tepki
vermemeye çalışıyordum.
Hayır kafamda bir plan yoktu, gerçekten yoktu! Hiçbir kaçış planı
yapmamıştım, hele böyle bir şey hiç yoktu. Sadece kendime gelmeye,
kafamı toparlamaya çalıyordum, kızım beni çağırdığında cevap
verebilmem için.
Ah evet, bir şey daha... beynimi çalıştırmaya, bellek alıştırması
yapmaya çaba gösteriyordum. Bir gün, gittikçe sık yaptığım gibi,
okuyordum. Eski bir macera romanıydı ve Lehçeden çevrilmişti; öykü
güzel işlenmişti ve sonunu merak ediyordum. Sayfalarını hızlı hızlı
çeviriyordum. Birden, başımı kaldırdığımda, bakıcının meraklı
gösterileriyle karşılaştım. Her zamanki yavaşlığımdan kurtulmuştum,
hareketlerim canlı, sinirli, enerjik olmuştum ve bakıcı kadın bunu fark
etmişti. Doktora haber vermeden önce, emin olmak için bana bakmaya
devam ediyordu. Bunun üzerine, ritmimi yavaşlatmaya çalıştım ve bunun
için de bazı paragrafları iki ke re okumaya başladım. İşte o zaman, bütün
paragrafları ezberlemeye karar verdim. Benim "zihinsel eğitimim" için
yararlı mıydı bilmiyorum ama yeteneklerime güvenmeme yardımcı
oluyordu.
Evet, evet, beni iyi anladınız. O bakıcı normal ritimle okuduğum için beni
Dawwab'a ihbar edebilirdi!
Malikânedeki düşünce, hastanın ajitasyon potansiyeline sahip oldukları
ve şiddetli buhran geçirebilecekleriydi. Rölantide oldukları sürece, tehlike
yoktu. Her ani hareket, her ajitasyon belirtisi bir buhranın habercisi
olabilirdi.
Bu yüzden, Nadya'yı ya da ondan gelecek bir işareti beklerken dikkatli
olmalıydım. Sanırım kızımın da en büyük isteği beni kurtarmaktı. Ama bu
nasıl olacaktı? Beni görmek için hapishaneme sızmak başka, beni
oradan kaçırtmak başkaydı.
Kızım, işini başarmış olmaktan, klinik müdürüne oyun etmekten gurur
duyuyordu. Hele, mucize kabilinden, mektubu elime tutuşturmuş
olabilmekten. Benimle konuşmuş olmaktan, kucaklaşmış olmaktan...
Beni, bir yabancıyı kucaklar gibi, daha da kötüsü, can sıkıcı biriyle
tokalaşır gibi kucaklamıştı. Ama her ikimiz için, bu ilk öpüşmemizdi. Sanki
sevgilimden söz eder gibi konuşuyorum. Kızıma ilk öpücüğüm idi, yirmi
yıl içinde tek öpücüğüm! Haftalar geçtikten sonra bile etkisindeydim!
Şimdi bile, o anları yeniden yaşayınca...
Özür dilerim, nerede kalmıştık?
Ah evet, kızımın başarılarından söz ediyorduk. Ziyaretinin çok
mükemmel geçtiğini söylemiştik. O kadar ki... her şeyde başarılı
olacağına inanmaya başlayacak kadar... ertesi haftaları, plan kurarak
geçirmişti. Gözüpek planlar... kaçırma planları! Kurnazlığın yeterli
olmadığı, başka araçlar kullanılması gerektiği sonucuna varmıştı. Evet,
kaçırma!
Zavallı yavrum, gönlü aklını çelmişti!
Yeniden Bertrand'a gitmişti, yardımını sağlamak amacıyla. Dönüşünden
bu yana, onu ilk kez görüyordu ve Malikâneye nasıl girdiğini ve benimle
nasıl karşılaştığını anlatmıştı. Bertrand, onu önce sevgiyle hattâ
hayranlıkla dinlemişti. Kızımda, ses tonunda, kendi gençliğini,
Clara'nınkini ve benimkini bulmuştu. Ancak kızım, olumlu tepki alıp yeni
tasarılarından söz edince, Bertrand’ın yüzü asılmıştı:
— Buraya kadar yaptıkların onurlandırıcı. Bundan gurur duyabilirsin ve
benim, annenle babanın eski bir arkadaşı olarak gurur duymamam
elimde değil! Ama dikkat! Baban hakkında anlattıkların, bana onunla son
karşılaşmamızı anımsattı. Böylesi ciddi bir konuda gerçek izlenimlerimi
senden saklayacak olursam, gerçek bir dost değilim demektir. Baban
yarım bir adam, heyecanlarını sevecen davranışlarla, gözyaşlarıyla
gösterebiliyor ama daha öteye gidemiyor. Seninle konuştu mu?
— Sadece mersi dedi. Başka bir şey diyemezdi çünkü Müdür bize
bakıyordu. Durumu, özellikle belli etmemek gerekiyordu.
— Sen bunu, özverili ve yiğit ruhunla böyle değerlendiriyorsun. Oysa ne
yazık ki gerçek, çok farklı. Ben babanı gördüm, onunla yan yana üç saat
geçirdim. Konuşabileceğini biliyordu, tehlike yoktu. Bana "beni yanında
götür" diyebilirdi. Yanında ben ve büyükelçi olmak üzere, hemen
gidebilirdik, üçkâğıtçı kardeşinin diyebileceği hiçbir şey olmazdı. Ama
hayır, İsyan hiçbir şey söyleyemedi, tek bir sözcük etmedi. Ayrılacağım
sırada son bir ümitle ona doğru gittiğimde, istediği her şeyi söyleyebilirdi,
yalnızdık. Yine bir şey söylemedi. Sadece senin resmini cebinden
çıkartabildi. Sevecen, dokunaklı bir davranış ama yarım bir adamın
davranışları.
Seni, yirmi yaşında, babasını hiç görmemiş bir genç kız olarak karşımda
görüp bu sahneyi anlattığımda, gözlerim dolmuştu; sense benden yüz kat
daha heyecanlıydın. Harikuladeydin. Onu kucaklamak, unutmadığını
söylemek için görmeye gittin. Çok iyi. Alkışlıyorum. İki mükemmel
arkadaşıma layık bir kızsın. Ama şimdi gerçekle yüzyüze gelmek sırası.
O adam, yarım bir adam, bu büyük haksızlık ama gerçek bu! Onu son
gördüğümde, artık aynı adam değildi. Heyecanlarını ancak gözyaşları ile
ya da kucaklamayla gösteriyordu, işte o kadar! O tarihten sonra
tımarhanede geçirdiği on altı yıl, durumu daha iyileştirmemiştir.
Böyle bir planı uygulamaya kalkıştığında ne gibi tehlikelerle
karşılaşacağını düşünmek bile istemiyorum. Tehlike gözünü korkutmuyor,
emin ol, beni de korkutmaz. Diyelim ki kaçırma olayı düşündüğün gibi
gerçekleşti, diyelim ki babanı, yakalanıp çift kilit altına konulmadan
oradan çekip çıkardın, hattâ daha ileri gideyim, diyelim ki buraya, bu
daireye geldi, şu koltukta oturdu... ne olacak? Durumunu anlayacak ve
onu benzer bir yere kapatmak zorunda kalacaksın. Bir evladın, bir dostun
çözemeyecekleri tıbbi, zihinsel, ruhsal sorunlar vardır. Alışkanlıkları,
arkadaştan olan bir ortamdan onu koparıp alacak ve belki de daha az
sevecen, daha kapalı bir başka kuruluşa yerleştireceksin."
Kızım, Bertrand’ın yanından sövüp sayarak ayrılmış. Bir kez daha tek
başına hareket etmeye karar vermiş. Ancak kararlılığı sarsılmış
bulunuyordu. Duyduğu sözler kafasını karıştıracaktı.
Beni bırakmayacağı vaadine asılarak yokuşu çıkmaya başladığım bir
sırada, o -henüz açıkça kendisine itiraf etmemiş bile olsa- vazgeçmişti.
Ama ben bulunduğum yerde bunu bilemezdim. Günün birinde çıkıp
geleceğinden emindim ve hazır olmak istiyordum.
Nadya'yı bekleyerek yaşadım. Yıllar boyu, her gece uykuya dalmadan
önce, ertesi günü geldiğini görecek miyim, hangi kimliğe gizlenerek ve ne
gibi şeyler uydurarak gelecek diye düşünüyordum.
Ama beklediğim yarınlar, dünde kaldı. Hayır; kızım bir daha hiç gelmedi.
Ona kırgın değilim, neden gelsindi? Beni kurtarmak için mi? Beni bir kez
kurtarmıştı. İyileştirici sözler söylemişti. Yokuşu tırmanmaya başlamıştım.
İçimdeki dipsiz kuyunun duvarlarından yavaş yavaş tırmanıyordum.
Savaşıyordum! Sisi dağıtmak, aklımı başıma toplamak, belleğimi
güçlendirmek, isteklerimi uyandırmak için savaşıyordum! Bu artık benim
savaşımdı, yalnızca benim!
Bu savaşı, iki kat özenle sürdürmeliydim. Talihsiz dostlarımı,
davranışlarını taklit etmek için gözlemeye devam ederek... çünkü her
geçen gün, sersemlik durumum ile uyanıklık durumumun hiç de aynı
olmadığını fark edebiliyordum. Nitekim, konuşurken yalnızca sözlerimin
hızı, yalnızca vurgusu, yalnızca o bitmez tükenmez, cümleleri uzatan
"eeee'ler değil, sözcük dağarcığı da değişiyordu. Anımsattığı istekler
körletilmişse, sözcükler de unutuluyordu. Her şey, söz, bakış, bir şey
yerken yüz buruşturma ya da buruşturmama, binlerce küçük ayrıntı,
hastanın usul usul sersemleştirici dozu yutan ile yutar gibi yapanı
birbirinden ayırıyordu.
Bütün bunlara karşın, kaçmayı düşünmüyordum, henüz değil. Elde
ettiğim, sabırsız bir davranışla yitirilemeyecek kadar değerliydi. Ne yani?
Bir yük kamyonuna gizlenerek mi? Duvarı atlayıp, muhafızlardan daha
hızlı koşarak mı? Hayır, şansımı bu yollardan deneyemezdim.
Gitmek, Tanrı'nın günü bunu düşünüyordum. Tımarhaneden
uzaklaşmak, başka bir yerde olmak, özlemini çektiğim buydu. Ama bir
engeli aşmak için fiziksel bir çaba harcamak? Yo, hayır. Kızımı
bekliyordum.
Diyeceksiniz ki, gelmeyince ne oldu? Yanıtı, sorunuzun içinde. Sonu
gelmeyen an, ulaşılmayan an yoktur. Büyük bir tutku ile beklenilirse,
zaman geçtikçe beklenilen günün yaklaştığı sanılır... Bir yıl mı geçti?
Daha iyi denilir, hazırlanacak zamana ihtiyacı vardı. İki yıl mı geçti?
Gelmesi yakın...
Kaldı ki, Malikânedeki zaman, dışarısı gibi geçmiyordu. Kimse
hapishanedeki gibi çentik atmıyordu. Hepimiz, ömür boyu hapistik. Ömür
boyu, birbirinin eşi günler... gün saymanın ne yararı vardı?
Son Gece
Saat gecenin on biri, belki de on bir buçuğu olmuştu, acıkmıştık,
dinlenmemiz iyi olacaktı. İsyan ile birlikte, gece açık bir birahanede soğan
çorbası içmeye çıktık.
Yemekte, aramızda bir sessizlik olduğu sırada, iç cebinden, kırmızı deri
kaplı, yaldızlı bir dille kilitlenen eski bir ajanda çıkarttı. Sayfalarını
çevirmem için bana uzattı:
— Aklımdan geçenleri yazmıştım. Son zamanlarda, Malikânedeyken
yazdım.
Sayfaları gözden geçirdim. Çoğu beyazdı, diğerlerine başlıksız,
noktasız, uyaksız şeyler yazmıştı. Onun izniyle şu birkaç satırı
naklediyorum:
Ardımda cennetin kapıları çarptı dönmedim Ayaklarımda ayaklarımın gölgesi
yolum boyunca duvara kadar uzanıyor
Kapalı gözkapaklarımın altında gölgeme basıyorum tıpkı kan damarlarına
benzeyen Anadolu yollarındaki gibi Belleğimde kâgir ve hayal camlı daha güzel
bir evin anısı, Kulaklarımda kentin uğultusu Babil'in tatlı uğultusu Eskiden
eskiden çöllerde yok olmuş ulusların ileri karakolları Eskiden eskiden
gökyüzünün merdivenleri eskiden eskiden sabırsızlık çağı eskiden gelecek

Sonra birlikte otel odasına döndük. İkimiz de çok yorgunduk ama


zamanımız azalmıştı, gerdanlığın son parçasını tamamlamak
gerekiyordu. Beni yatıştırmak istercesine:
— Hikâyemden az bir parça kaldı, dedi. Yetmişli yıllara geliyorum.
Dışarda, sesi bize kadar ulaşan bazı olaylar oluyordu. Ses derken, silah
sesi demek istiyorum. Patlamalar, yoğun ateş, ambulans sirenleri.
Henüz savaş yok. Sadece habercisi salvolar. Gürültülü, gittikçe sıklaşan
şiddet olayları. Dışarda insanlar ne olup bittiğini belki anlıyorlardı, bize
sadece gürültü ile yetinmek kalıyordu. Sonra bu gürültü bizi rahatsız
etmeye başladı. Size "Sıkkın" denilen hastadan daha önce söz ettim mi?
Sanmıyorum. Talihsiz arkadaşlarım arasından, sanırım sadece Lobo'dan
söz ettim. Sıkkın, Lobo'nun tam tersiydi. Lobo, ince, hassas, zararsız
biriydi, bana, ailesi ısrar ettiği o da onları kırmak istemediği için orada
bulunduğu izlenimini verirdi; dünyanın kendisine göre olmadığını, çok
erken ya da çok geç geldiğini, ya da dünyanın kötü bir yerine geldiğini
düşünürdü. Kısacası, sessiz sedasız, elini ayağını çekmiş biriydi, tek
istediği şey, ara sıra piyanonun taburesine oturmaktı.
Sıkkın için durum öyle değildi. O buraya, bambaşka bir "güzergâhtan" -
öyle denilebilirse- gelmişti: Cinayetten! Bir gün, bir delilik anında, elinde
kasap bıçağı ile sokaklarda koşmuş, geçerken on kadar insanı yaralamış
ve yakalanmadan önce bir de kadını ağır yaralamıştı. Avukatı sorumsuz
olduğunu ileriye sürmüş, bu görüş kabul edilmişti. Ailesi onu doktor
Dawwab'in örnek kliniğinde yatırana kadar, birkaç ay resmî bir kuruluşta
yatmıştı. Ara sıra, dudakları titrer, öldürme isteğinin teptiği anlaşılırdı.
Ancak sakinleştiriciler sayesinde -sanırım ona benden daha fazla
veriyorlardı- yatıştırılıyordu.
Şimdi ondan söz ediyorsam, o dönemde, endişe verici bir davranışı
olduğu içindi. Bu bir şiddet gösterisi değildi, doktorlar buna çare
bulurlardı, bir çeşit sessiz, için için sevinçti. Ne zaman bir yaylım ateşi
duyulsa, Sıkkın, bir suç ortağından şifreli bir mesaj alıyormuşçasına
sevinirdi. Ya da dış dünya kendisine uzun süre kötü davrandıktan sonra,
sonunda iyi yönlerini kabul etmiş gibi sevinç duyardı. Adam uzun boylu,
gür kızıl saçlı, kalın enseli, çıkık çeneliydi. Güçlü elleri vardı ve bu elleri
bir bıçakla korkmadan düşünmek olanaksızdı. Gülümsediğinde, başkaları
benim kadar endişelenir miydi bilmem? Bakıcılar, ilk buhran belirtisinde
onu bağlamak için yakından izlerlerdi. Ama o hiç hareket etmezdi.
Gülümsemekle yetinirdi.
Çatışmalar sıklaşıp, bulunduğumuz yere kadar geldiğinde, Sıkkın
kendinden geçmeye başladı. Diğerleri, hastalar ve bakıcılar,
Malikânenin işgal edileceği korkusu içinde yaşamaktaydılar. Gerçi
Malikâne bir kale gibiydi, sağlam ve yüksek duvarları ve çatıda gözetleme
yuvaları vardı. Çevremizdeki milislerden her biri, Malikâneyi bir kale gibi,
genel karargâhları gibi kullanmak isteyebilirlerdi. Ya da silahlı birkaç
serseri orayı yağmalamaya kalkışabilirdi; bu deli zenginlerin barınağında
hazineler saklanıyor olamaz mıydı? Ya da en azından para eden değerli
birkaç parça eşya? Dawwab, kendisini korusunlar diye semtteki çete
başlarına para veriyordu.
Malikânedekilerin "dışarısı" ve "dışardaki insanlar" hakkında fazla
bilgileri olmadığını söylemiştim. Sadece Sıkkın zafer havalarına
bürünmüş olsa da, aramızdan çoğu başını "böyle biteceğini biliyordum"
der gibi sallıyordu. Hastalar arasında korkuya kapılan tek kişi bendim.
Lobo'nun dışında kimsenin tahmin edemeyeceği bir nedenden ötürü...
Lobo'ya açılmıştım ve o da beni yatıştırmaya çalışıyordu: çevremizde
olanları haber alan Nadya'nın, hayatımın tehlikeye düşmesinden endişe
ederek gelmesinden korkuyordum. Hayır, gelmesini istemiyordum. Böyle
bir tehlikeye atılmasını istemiyordum. Ortalık sakinleşmeden önce değil!
Bugün, böyle bir maceraya atılmayacak olduğunu öğrendim. Genç bir
adamla tanışmış ve kısa bir süre önce evlenmiş. Kocası ile Brezilya'ya
gitti. Bir delilik yapmasından en korktuğum an, Atlantik'in öte yakasında
hamileymiş... Birkaç gün önce, çocuğu ister kız olsun ister oğlan, adına
Baku diyeceğini haber aldım... Benim anımı böyle sürdürecekti. Artık
kuryelikler, tuhaf maceralar tarih olmuştu...
Allahtan kliniğin çevresindeki olaylar kötüye gitmekteydi. Milisler, daha
gürültülü silahlar edinmişlerdi, ne uyuyabiliyor, ne yiyebiliyor, ne
okuyabiliyor ne de eskisi gibi iskambil oynayabiliyorduk. Kulağımız
pencerelerde, her top atışı ile sıçrayıp, bağrışıyorduk.
Sonra bir gün Dawwab yok oldu. Silahların ara vermesinden yararlanıp,
arabasına bindi, kaçtı. Meslektaşlarına haber vermiş olmalı çünkü aynı
akşam, bütün personel, buhar oluverdi! Ama biz hastalara bir şey
söylememeye karar vermişlerdi. Hayır, tek bir sözcük bile. Bizi,
nakledilemeyecek kadar ağır bir yük, gerçeği söyleyemeyecek kadar ne
yapacağı belli olmaz yaratıklar diye nitelemiş olmalılar... bizi kendi
kendimize bırakıvermişlerdi.
Bunu fark ettiğimizde gece olmuştu. Yaylım ateşi yeniden başlamıştı.
Klinik, iki düşman milis kuvveti arasındaki tampon bölgede, kimseye ait
olmayan topraklar üzerinde bulunduğu için, işgal edilmemişti. Her iki taraf
bunca hırsla çatışıyorsa, her biri diğerinden önce kliniği ele geçirmek
istediği içindi. Korkunç günler bekleniyordu. O uğursuz yatıştırıcıların
verilmeyeceği günün ertesinde de korkunç şeyler bekleniyordu. Uğursuz
ama ne yazık ki gerekli; hastalar yatıştırıcılardan aniden yoksun
kaldıklarında, birbiri ardından buhran geçirdiklerinde neler olacağını
düşünmek bile istemiyordum.
O geceyi ömür boyu anımsayacağım. Birinci katta, sütunlu, balkonumsu
bir yerdeydik. Orası sağlık personeline aitti ama Lobo ile birlikte gelip
oturmuştuk ve diğerleri, iskemleleri sürerek bizi izlemişlerdi.
Karanlıktaydık, tepemizden san, sonra kırmızı, sonra gene sarı, daha
sonra yeşil izler bırakan mermiler geçiyordu. Ara sıra ortalık işiyor,
ardından patlamalar oluyordu. Gözlerimi Sıkkın'ın mest olmuş yüzünden
ayıramıyordum ve kendi kendime, ilaç verilmediğinden ertesi günü nasıl
bir canavar kesileceğini soruyordum.
Bütün gece sandalyelerimizin üzerinde mıhlanıp kaldık. Genelde, bizleri
gelip alırlar ve akşam yemeğine götürürlerdi, yemekten sonra biraz
oturur, sonra da bizleri odalarımıza götürüp ışığı söndürürlerdi. Ne
yapacağımızı söyleyecek kimse kalmadığı için, hiçbir şey yapmıyorduk.
Öylece oturuyorduk. Orada, yemeden, yatmadan, kımıldamadan,
sonsuza dek durabilirdik.
Sonra, dağların ardından güneş doğdu. Gün ışığı ile yalnız ateş değil
sesler de yok olmuştu. Birkaç kısa dakika süresince, tam bir sessizlik.
Manzara muhteşemdi! Tepeleri, köyleri, uzak kentleri, tan ağarırken hafif
mavi, beyazımtırak olan sahili ve denizi bir bakışta kucaklamak olasıydı.
Her yerde yıkılmış evler, sokaklarda cesetler, barikatların üzerinde
kirlenmiş bayraklar olmalıydı... çıplak gözle bunları görmek olanaksızdı.
Sadece huzur verici sonsuzluk! Mavi, yeşil ve hatta kuş cıvıltıları.
Birden art arda patlama sesleri. Bir daha, bir yenisi daha. Her şey
yeniden başlayacaktı. Ayağa kalktım. Yüksek sesle "Gidiyorum" dedim.
Kimse tepki vermedi. Sıkkın'ın gülümsemesi arttı.
Lobo'ya dönüp bakışlarımla sordum. Bunun üzerine o da kalktı ama
sadece omzuma vurup "Talihin açık olsun" demek için. Arkasını dönüp
gitti. Birkaç saniye sonra piyanosundan Varşova konçertosu duyuldu.
Bombardımanlar enikonu yoğunlaşmıştı ama müziğin sesi bastırıyor,
eşlik ediyordu.
Odama gittim, birkaç parça eşya topladım. Ne bavul, ne çanta, yalnız
cebe girecek şeyler. Bazı kâğıtlar, biraz para, ajandam, ve ilaçlar, başka
bir şey değil. Yola koyuldum.
Evet, yaya. Ana kapıdan geçtim ve yolun kenarından, başkente doğru
yürümeye başladım. On beş kilometre kadar vardı. Normal zamanda
kimse bu mesafeyi yaya gitmeyi düşünmez. Ancak o sabah hiçbir şey
normal değildi. Ne ben, ne yol, ne insanlar, ne koşullar. Yürüdüm. Her
zamanki yürüyüşümle. Acele etmeden ama hiç durmadan. Hiçbir şey
işitmeden, hiçbir şey görmeden. Ayakkabılarımın ucuna ve yoldaki çakıl
taşlarına bakarak yürüyordum. Tek başıma. Ne yaya, ne de araç.
Yerleşim yerlerinde bile insanlar adeta gömülmüşlerdi ya da daha
uyuyorlardı.
Yolum, aile evimizin önünden geçiyordu. Ya da evden geriye kalmış
olandan... İçeri girdim. Bir tur attım, tekrar yola koyuldum.
— Bekleyiniz!
(Bu parantezi açmadan önce çok duraksadım, kahramanımı sahnede,
sözünü ettiği kişilerle başbaşa bırakmaya niyetliydim. Ancak bundan
sonran hakkında susacak olursam, rolümü iyi oynamamış olacaktım.
Konuşmamızın başında, perşembe günü, İsyan ilk kez kardeşinin adını
söylediğinde, yerimden sıçramıştım. Bir süre önce, bir gazete haberinde,
ellili yıllarda kısa bir süre Bakanlık yapmış Salem Kitabdar adlı bir iş
adamının, Beyrut yakınlarında, çatışmaların olduğu bir tepede bulunan
evinin yıkıntıları arasında ölü bulunduğunu okumuştum.
Olayı birkaç kez karşımdakine anlatmak istedim ama her seferinde yeri
geldiğinde anlatmak üzere kendimi tuttum. Doğduğu evi ve sevilmeyen
kardeşinin yazgısını ne zaman söyleyeceğini merak ediyordum ve ev ile
kardeşin aynı anda yok oluşunun, ülkeden ayrılmasıyla ilgisi olup
olmadığını bilmek istiyordum.
Öykünün burasına geldiğinde, söylemezlik edemeyecekti. Onu
gözlüyordum. Eve uğradığını kaçınarak söylemişti. Fazlasıyla kaçınarak.
Yoluna devam etmeye hazırlanıyordu. Onu durdurmalıydım.)
— Bekleyiniz!
Huzursuzdum, beraber geçirdiğimiz son üç dört gün olmadığım kadar
huzursuz. Olayları aceleye getirmek, öyküsünü başka yöne çevirmek
istemiyordum, söylediklerinin kendi akışı içinde devam etmesini
istiyordum... yine de suskunluğunu sonuna kadar sürdürmesini kabul
edemezdim, zaman damlıyordu.
Bunun için de sordum:
— Eviniz ne durumdaydı?
— Haraptı. Duvarlar yıkılmamıştı ama alevler yüzünden is içindeydi ve
delik deşikti...
— Orada çok kalmadınız...
— Hayır, bir tur attım, anahtarları aldım ve gittim.
— Hangi anahtarları?
— Bütün anahtarları. Bakın!
Bavulundan eski bir okul çantası çıkarttı, içindekileri yatağın üzerine
boşalttı. Elli kadar anahtar vardı. Ne ellisi, yatağın üzerine savrulmuş
anahtar sayısı belki yüz, iki yüz kadardı. Bazıları demet halinde, bazıları
tek... bazıları görkemli, eski zaman usulü, dökme, işlemeli... dolapların,
sandıkların, çekmecelerin, oda kapılarının, sokak kapısının anahtarlarını
toplamıştı; teneke kutulara atılmış paslanmış anahtarları da... onları
toplayıp yanına almasının nedenini anlayamıyordum; onun için "canını
kurtarmanın" yararı mutlaktı, ona karşı gelmek istemedim.
Ne var ki, kafamın içindeki sorular bitmiyordu. Neden kardeşinden söz
etmiyordu ki? Onu ölmüş, yüzü kanlı ya da can çekişirken gördüğü için,
unutmaya mı çalışıyordu? Başına gelenleri hâlâ bilmiyor muydu? Yoksa...
böyle bir şey aptalca ama, dürüst davranmam gerektiği için aklımdan
geçeni söylemeliyim: karşımda duran adam, yıkıntı halindeki evine
uğradığında, kardeş katili olabilir miydi?
Ona daha yakından, çekinmeden baktım. Pırıl pırıl gözlerini, iş
görmemiş ellerini, yaşlı çocuk kafasını, huzurlu ve parlak dudaklarını
inceledim... vicdan azabı çeken bir adama hiç benzemiyordu, hele
soğukkanlılıkla adam öldürecek birine hiç. Ona ne kadar baksam, sadece
saflık ve dürüstlük görüyordum. Kuşku çekecek bir şey yoktu, ya da olsa
olsa yüzünde hafif bir titreme ve bakışlarında zaman zaman bir
dalgınlık... uzun çilesinin yansıttığının dışında hiçbir şey...
Hayır, Habil'den, Kabil'i öldürdüğü için kuşkulanmayacağım! Bu kara
düşünceleri kafamdan attım. Her şey, kardeşinin durumunu bilmediğini
gösteriyordu; .kimse ona haber vermemiş, gazeteleri okumamış
olmalıydı.
Kendi kendime, üzerinde durmayalım dedim! Benim şaşkınlığımı fark
etmediğini umarım; böyle alçakça bir kuşku ile ondan ayrılacak olursam,
üzülürüm...
Sırf vicdanımı rahatlatmak için son bir soru yönelttim:
— Evde kimse yok muydu?
— Hiç kimse. Yoluma devam ettim.
Başkentin varoşları daha canlıydı. Gürültülü ama olaysız bir banliyöye
gelmiştim. En azından o gün için olaysız. Bir taksi beni Fransa
Büyükelçiliği'ne götürmeyi kabul etti. Oraya vardığımda, Bertrand'ın adını
verdim. Benim Susam'ım Bertrand idi. Kapılar açıldı. Makineler tıkırdadı
ve ertesi gün Paris'teydim. Şansım varmış. Arkadaşım üç haftalığına
Japonya'ya gitmeye hazırlanıyormuş. Beni görmek için yolculuğunu kırk
sekiz saat erteledi.
Karşılaştık. Biraz mahcuptu diyebilirim. Benim kayıp biri olduğumu
düşünmüş olmaktan ve özellikle bunu, ona buna ve hattâ Clara'ya
yazmaktan mahcup... ama suçlanabilir mi? Her şey, benim
iyileşmeyeceğimi gösterir gibiydi. Kaldı ki, hiç kimseye kırgın değilim...
Bertrand ile uzun bir gün geçirdim, eskisi gibi söyleştik. Gece uçacaktı,
kalan birkaç saati en iyi biçimde kullanmaya çalıştık. Anlatacak o kadar
çok şey vardı ki... Bana Nadya'yı anlattı, tasarılarını, neler konuştuklarını,
evliliğini, çocuğunu...
Sonra Clara'dan söz etmek istedi. Sözünü kestim. Ben yokken neler
yaptığını bilmek istemiyordum. Herhalde yirmi sekiz yıl boyunca beni
bekleyip, sızlanmamıştır. Soyadlar, tarihler, adlar... bir vakitler birbirimizi
sevdik ve bizi ayıran ne varsa, bizim kusurumuz değil. Geriye bakacak
vaktim kalmadı.
Bertrand'dan sadece karımın adresini istedim. Ona yazdım. Yazmak için
koca bir gün harcadım. Başıma gelen her şeyi, nasıl yaşamışsam olduğu
gibi yazdım. Nasıl düştüğümü, Nadya sayesinde nasıl ayağa kalktığımı...
Sonra ona randevu verdim.
Hayır, bana cevap vermedi, vereceği bir adres bırakmamıştım.
Gerçi ona telefon edebilirdim ama telefonda çok heyecanlanırdım,
kullanmaya o kadar az alışıktım ki... zihinsel durumum hakkında ona
anlattıklarımdan sonra, heyecanımı yanlış yorumlayabilirdi...
Bana çok acele cevap vermesini de istemiyordum. Olumlu ya da
olumsuz, cevabının candan olup olmayacağından emin değilim.
Onun için ona sadece randevu verdim. Uygun olabilecek en yakın
tarihte, gelmesi için gerekli vakti vererek... gelecek olursa.
Hangi gün, neresi olsun diye düşündüm. Sonra çözüm, apaçık
gözlerimin önüne serildi. Sadece eski buluşmamızı tekrar edecektik. 20
Haziran, öğle vakti, Horloge rıhtımı. İki kule arası.
Evet, 20 Haziran yarın.
Öbür randevuya gelmişti, buna neden gelmesin? Ne dersiniz?
Birbirimizden sabaha karşı ayrıldık. Sıcak, sevecen bir tokalaşma,
ikimizde de minnet duygusu ve bir daha görüşme düşüncesine sahip
olmayış... beklediğim sorunun da gelmeyişi: bütün bu notlarla ne yapmak
niyetindeydim. Çalakalem doldurulmuş altı defter. Ne yapacağımı henüz
bilmiyorum diye cevap verirdim. Öyküsünün, yirmi yıl bir dosyada uykuya
yatacağını bilemezdim ki... Ama hiçbir şey sormadı. Sanırım, onurunu
yollara düşürmek ve eğilip toplamamak alışkanlığını edinmişti.
Ona son bir endişeli bakış fırlattığımı fark edecek miydi? Neler
tasarladığımdan kuşkulanmış mıydı? Sanırım yapacağı buluşma ile,
başka bir şeye dikkat edemeyecek kadar meşguldü. Saatlerin geçmek
bilmediği bir sırada karşısına çıkmıştım. Bir boşluğu doldurmuştum, belki
yaşamını kâğıt üzerine dökmek gibi gizli bir niyetini gerçekleştirmiştim.
Artık kendisini bırakmamı istiyordu. Otel odasından çıktım.
Yapmayı tasarladığım iş bana ne gurur vermekteydi ne de utanç!
Öğleden birkaç dakika önce, buluşacağı yere gittim. Hayır Horloge
rıhtımına değil, ama tam karşısına, Seine nehrinin öteki yakasına, Inr
kafenin birinci katına geçip oturdum. Başka türlü davranabilir miydim?
Geçirdiğimiz günlerin kaçınılmaz sonucuydu. O kadının var olup
olmadığını, neye benzediğini, gelip gelmeyeceğini ve yirmi sekiz yıl sonra
nasıl karşılaşacaklarını merak ediyordum.
Ne gurur duyuyordum ne de utanç demiştim. Oysa utandığım bir şey
vardı; yanıma bir dürbün almıştım. Gerekliydi. Rehberlerin, nehrin bu
kısmının genişliği hakkında ne dediklerini bilmiyorum ama karşısının
kolayca görünmeyeceğini bilecek kadar buralarda gezinmişliğim vardı.
Orada olacağını bildiğiniz birini dolaşırken tanımak, beyaz saçlarını,
boyunu, endamım, yana eğik kafasını saptamak başka, yüzünü sabırsız
gözlerini, ovalayıp durduğu bileğini, geç açmış inci çiçeklerinden bukete
benzeyen bir şeyi elinde tuttuğunu görmek başka...
Saatim tam on iki, endişeli değilim diyemem. Gelirse, bir hayata yeniden
başlanacak. Yıllar ve yıllar geçti ama zaman, bir yansımadır: geçmiş
saatler ve günler, haftalar ve yıllar sonunda aynı kül yığınına sahip
olurlar. Gelecek, sonsuzluğa kadar gitse de, saniye saniye yaşanır. Clara
gelirse, bir an kesintiye uğramış öyküleri devam edecektir.
Ya gelmezse? Beni endişelendiren de buydu. İsyan, sadece bu buluşma
için yaşıyordu, gelmezse ne yapacağını düşünmüş müydü?
Buluşma yerini seçmedeki gerçek neden konusunda kuşkulanmaya
başlamıştım. O rampa, o şuracıktaki köprü, yüzyıllardır sonu gelmeyen
vaatlere tanık olmuş nehir...
On ikiyi üç geçiyor. Dürbünümle her bakışımda, komşu masadaki genç
çift fısıldaşıyor. Ne sallıyorlar, bilmiyorum. Yaptığım şey onları
ilgilendirmez ama yine de huzursuzlanıyorum. Karşıda, adamımda bir
hareket var. Uzaktan verdiği izlenim en azından öyle Kendi çevresinde
birkaç kez döndü, bir teknenin geçmekte olduğu nehire sarkarak baktı.
Köprünün üzerindeki turistler, bir şeyler işaret ediyorlar, belki de ona1.
Cevap vermiyor, arkasını dönüyor. Yüzünü görmez oldum. Sanki
omuzları çökmüş...
Masaya kahve parasını bırakıp, kalkıyorum. Hızlı yürüyorum. Belki beni
gördüğüne memnun olmayacaktır, belki nezaketi bir yana bırakıp, daha
fazla hayatına karışmamamı isteyecektir. Yine de bu kentte, şimdilik, tek
dostu ya da en azından yazgısına ilgisiz kalmayan tek insan benim.
Köprüye yöneliyorum, ona bir bakış fırlatıyorum. On ikiyi dokuz geçiyor.
Adımlarımı hızlandırıyorum. Köprünün ortasına geldiğimde
duruveriyorum. Soluğumu tutuyorum. Önünde bir kadın var. Ufak tefek,
kır saçlı, ağırbaşlı bir giysisi olan ama yüzü gülen, şimdiden gözleri
kapanmış. Erkeğin başı hâlâ eğik, sırtı hâlâ pervaza dayalı... onu
görmedi. Kadın yaklaşıyor. Sanırım birkaç sözcük mırıldanıyor, çünkü
İsyan başına kaldırdı. Kollarını da kaldırdı, uzun süre uçmamış bir kuşun
kanatları gibi...
Şu anda birbirlerine yapışmış durumdalar. Başlarını aynı biçimde
sallıyorlar, onları ayıran yazgıyı utandırmak istercesine... birbirlerini hırsla
tutuyorlar. Sanırım henüz konuşmadılar, çünkü ağlıyorlar. Dudaklarımın
titrediğini hissediyorum.
Sonra birbirlerini bırakmadan biraz ayrılıyorlar. Dört el, içiçe ama artık
gülümsemiyorlar. Clara uzun bir açıklama yapıyor gibi, İsyan dinliyor, öne
eğilmiş, ağzı aralık... Clara ne diyor? Belki de sonsuz geçmişin nasıl
olduğunu anlatıyor. Belki gelecekten söz ediyor, birlikte geçirecekleri
gelecekten. Belki de, son derece dikkatli biçimde, artık neden
arkadaşlıklarının olanaksız olduğunu söylüyor.
Elele mi gidecekler yoksa her biri kendi yoluna mı? Beklemeye niyet
ediyorum, o kadar merak ediyorum ki... ama hayır, bu kadarı yeter,
uzaklaşmam gerek. .
Yoldan geçenler var, durmuş onlara bakıyorlar, meraklı, duygulanmış...
ama ben onlara aynı biçimde bakamam. Ben yoldan geçen biri değilim
ki...
Notlar
[←1]
Ç.N.:"Les fichelles du Levant": Kelime anlamı olarak "Doğunun
Merdivenleri" olup, bazı Akdeniz limanlarına Fransızların taktığı ad.
[←2]
Metinde Almanca
[←3]
Metinde İngilizce: "Baba hasta."

You might also like