You are on page 1of 21

VE RÜZGÂR HER ŞEYİ ALIP GÖTÜRMEDİ

EVREN DEMİRYÜREK
VE RÜZGÂR HER ŞEYİ ALIP GÖTÜRMEDİ
EVREN DEMİRYÜREK
Nika Yayınevi - 70
1. Baskı: Temmuz 2018
ISBN: 978-605-9386-35-7
Sertifika No: 26357

Kitap Editörü: İlke Dündar


Kapak Tasarım/İllustrasyon: Metin Dilek, Mehmet C. Keleş
Sayfa Düzeni: İlhan Ulusoy

Bu kitabın basım, yayın, satış hakları © Fita Petrol, Madencilik, Yayıncılık Tic. Ltd. Şti.’ye
aittir. Anılan kuruluşun izni alınmadan kitabın tümü ya da bölümleri, mekanik, elektronik,
manyetik ya da başka yöntemlerle çoğaltılamaz, basılamaz. Nika Yayınevi Fita Petrol, Ma-
dencilik, Yayıncılık Tic. Ltd. Şti.’nin markasıdır.

Baskı ve Cilt: ERS Matbaacılık


Sertifika No: 33885
Nika Yayınevi
Yüksel Cad. 30/8 Kızılay Ankara
T: 0312 433 71 15 F: 0 312 433 71 15
www.nikayayinevi.com info@nikayayinevi.com
VE RÜZGÂR HER ŞEYİ ALIP
GÖTÜRMEDİ
Evren Demiryürek

Nika Yayınevi
Evren Demiryürek, 27 Ekim 1988’de Ankara’da doğdu. Çocuk-
luk ve ilk gençlik yıllarını dünya dışlanma şampiyonluğu ipi-
ni göğüsleyerek atlatan Evren Demiryürek, Gazi Üniversitesi
Ekonometri bölümünü kazanmakla sınandı. Söz konusu sınav
tam sekiz yıl sürdü ve diplomasını aldığında hâlâ şaşkın ol-
duğu gözlerden kaçmadı. Rivayet odur ki mezuniyetin (2015)
üzerinden geçen üç yıla rağmen Ekonometri bölümünü gerçek-
ten bitirebildiğinden emin olmak için arada sırada diplomasına
bakmakta ve rahatlamaktadır. Bu süreçte hanesine gelmiş geç-
miş en başarısız blues-rock gruplarından birisinde ritm gitarist-
lik ve yarı-vokalistlik unvanını yazdırmayı ihmal etmemiştir.
KPSS’ye, daha doğrusu bütün akrabalarının ve ailesinin, onun
memur olması dileğine direnerek geçirdiği üç yıl boyunca ve
lisans hayatının sürdüğü o karanlık yıllarda kimi öyküleri fan-
zinlerde, edebiyat ve bar dergilerinde yayınlandı. Elinizde tut-
tuğunuz kitabın, KPSS direnişinde önemli bir yapı taşı olduğu-
nu düşünüyor. Hâlen, Ankara Tuzluçayır’da yaşıyor ve Mamak
semalarına Pink Floyd ezgileri göndermekten büyük bir keyif
alıyor. Yazar olma arzusuna ise ne o yenildi ne de yazarlık mü-
essesesi onu kapı dışarı atabildi; şimdi, dansı başlıyor.
‘Üretim kolektiftir’ düsturuyla birçok fikrin ortaya çıkması-
nın önünü açan ve bu kitabın yazılması süreci başta olmak
üzere daima yanımda olan yüce İlke Dündar’a (Kitaptaki
İlke şüphesiz ki kurgusaldır); beni iteklemekten tek bir sa-
niye bile bıkmayan kararlılığı ve samimi inancı için sonsuz
teşekkürler.
On altı yıllık dostum, sevgili Mehmet C. Keleş’e; kitabın ka-
pağı konusu başta olmak üzere her konuda gösterdiği yoğun
özveri ve samimiyet için sonsuz teşekkürler.
Sevgili Özlem Çetinkaya’ya; son okuma, kitabın yazılmasın-
dan yayımlanmasına kadarki süreçte fazlasıyla içten katkı-
ları ve editör gözüyle getirdiği eleştirileri için sonsuz teşek-
kürler.
Son olarak, muhteşem Büşra Bozdemir! Senin de iyi bildi-
ğin nedenlerden ötürü, eğer olmasaydın böyle bir kitap hiç-
bir zaman ortaya çıkmayacaktı. Mutluluk bir çimendir bastığın
yerde biter, yalnızlık gittiğin yoldan gelir; gitmediğin, kaldığın
için sonsuz teşekkürler!
Anneme, babama ve Musti’ye
"Dünyayı öfkeli düşünceleri ve eylemleri ile sarsmaları gerekir-
ken dünyadan kaçmanın yollarını arayan bu gençlere ne oldu? Bu
gençler neden zamanından önce yaşlanıyor, daha özgür olmaları
gerekirken hüsrana uğruyorlar? Onlarda hayat mücadelesinde ya-
rarsız, yeteneksiz oldukları fikrini uyandıran ne?"
Henry Miller
SUNUŞ

Arkasında duracağı fikirleri olmayan, bu nedenle çareyi


ya lafı dolaştırmakta ya da herkesçe kabul gören düşüncele-
rin neferliğini yürütmekte arayan ve anlaşılacağı üzere, bir
konuda net tavır takınmaktan ölesiye korkan insandan daha
sefil bir canlı olabilir mi?
Öz saygıdan ve belli bir kütleden söz edilebilmesi için,
insanın durduğu bir yer ya da kendi inşâ ettiği bir düşünsel
zemin olması gerekmez mi?
Oturup bir insanı dinlersiniz ya da saatlerinizi ayırır bir
kitabı okursunuz ancak çoğunlukla, aslında söylenmek is-
tenenin etrafında dönüp duran, bundan başka bir şey yap-
mayan hayaletlere maruz kalırsınız. Dünya ve diğer insanlar
tarafından korkutulmuş, sindirilmiş, başkalarına karşı özgür-
leşememiş ya da hiçbir zaman kafasını gökyüzüne kaldır-
mamış bir yığınla kuşatıldığınızı anlamanız uzun sürmez.
Ateşsiz, cür’et etmek nedir bilmeyen, insanın nerede başlayıp
nerede bittiği üzerine hiç düşünmemiş bu hayalet ordusu-
nun hükümranlığını, sanki yazgımızmış gibi, kabul etmek
zorunda mıyız sorusu belirir kafanızda. Hemen ardından
insana yaraşır yanıta ulaşırsınız: Değiliz.
11
Bin dokuz yüz seksen sekiz yılında Ankara’da doğdum
ve pek de tuhaf sayılamayacak biçimde, yaşadığım hemen
her talihsizliğin, zamanla, aslında kişisel anlamda ilerletici
nitelikte olduğunu gördüm. Dışlanmış, kimsenin konuşmak
istemediği, kendi içinden çıkamayan ve bu nedenle varlığı
ile yokluğu belirsiz bir tip olarak büyüdüm. Aile konusunda
şanslı olduğum gibi, başlarda acı veren şeylerin de bir şans
olduklarını süreç bittiğinde anladım. Dünya dışlanma şam-
piyonluğuna oynadığım çocukluk ve ilk gençlik dönemlerin-
de, neden kimse benimle konuşmuyor diye hüzünlenirken,
aslında, derinlerde, başkalarını yok saymak mecburiyeti filiz-
lenmişti örneğin. Diğerlerinin olmaması demek, Sartre’ın,
“cehennem başkalarıdır,” sözünü anımsayarak, özgür dü-
şüncenin yeşermesi demekti ve neredeyse hiçbir şeyi, her-
kesin mükemmel bir uyumla kavradığı hiçbir şeyi, anlaya-
mıyordum. Anlaşılamayana, açıklanamayana uyumlanmanın
imkânsızlığı bir çocuk için öyle büyük bir şanstı ki, diğer-
lerinden farklı hiçbir özelliğiniz olmasa bile, zehirli fikirle-
rin ve o fikirlerin inşâ ettiği toplumsal reflekslerin dışında
kalabiliyordunuz. Yirmili yaşlarımın ortalarına geldiğimde,
sanki o güne kadar doktorlar tarafından uyutulmuş ve ar-
dından uyandırılmış gibiydim. Dolayısıyla, fizikî sürtüşme-
lerden, bağırış çağırışlardan korksam da; mahiyeti ne olursa
olsun bir şeyi dile getirmekten korku duymuyordum. Çünkü
bana göre, bu, herkesin söylemekten çekindiği şeyler üzerine
konuşmak, dünyanın en doğal şeyiydi ve insanın kendisini,
ona öğretilenleri aşmasının önkoşuluydu. Hatta daha da ileri
giderek; sadece ve sadece korkulan, bilinçli ya da bilinçsiz-
ce halı altına süpürülen meseleler üzerine konuşmanın bir
anlamı olabilirdi. Öyleyse ayıp addedilen, öne sürülen dü-
şünceler yüzünden hicap duymamak değil, fanatikleşmek
olabilirdi sadece.
12
İlk bakışta, provokatör, patavatsız, terbiyesiz, uçkuruna
düşkün, ayyaş, bir baltaya sap olamamış ve büyüyememiş bir
yaratık olarak nitelendirildiğimi anlayabiliyordum. Ne var ki
bir savaştan farksız hâle gelen fikrî mücadeleden ve her ko-
nuda kendi fenerini yakabilecek yetkinliğe ulaşmaktan başka pek
bir şeyi düşünmüyordum. Öyle ki bu uğurda yürümeye ça-
lışmaktan lisans eğitimimi sekiz yılda tamamlamıştım; dün-
yanın başka bir yerde olduğuna inanmıyor, bunu biliyordum.
İşsizdim ama iş aramıyordum, birkaç öyküm dergilerde ya-
yımlansa da ilk roman denememde çuvallamıştım. Sefaletle
sınanıyordum fakat bununla yaşamayı öğrenmiştim. -Gün-
lerce evde otururdum.- Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’nin
en alt basamaklarında takılmaktan utanç duymuyordum.
Kaybeden, tutunamayan olarak ifade edilen kabın şeklini al-
mak kolaycılıktı, insan onuruyla bağdaşmıyordu ve ben, o
tuzağa bir kere düşmüş, neyse ki sonra geri çıkmayı başar-
mıştım. Bu nedenle, bir kaybeden ya da tutunamayan olma-
yı katî suretle reddetmekle kalmıyor, o tiksindirici sığınağa
koşanlardan nefret ediyordum! Kuşatıldığımız pespayelik-
ten kurtulabilmek için, kafa patlatarak, okuduklarımızı, göz-
lemlerimizi ve izlediklerimizi yorumlayarak ürettiğimiz el
bombalarını çağımızın hayaletlerinin üzerine yağdırmaktan
başka hiçbir çıkar yol olmadığına inanıyordum; kim, neyden
kaçıyorsa, o şeyle yüzleştirilmeliydi! Tüm bunlarla neyi he-
deflediğimi kendime saklayarak; dürüstçe, tek hedefimin,
düşümün, bir yerlerden kafamı uzatmakla, insanların sini-
rini bozmakla sınırlı olmadığını açıkça ortaya koymaktan da
çekinmiyordum.
Sonuç itibariyle, insan sözcüğünü bir kavram olarak dü-
şündüğümüzde, o, ancak gayenin, yolun, hedefin, düşlerin,
artık adına ne diyorsanız onun olduğu yerde başlardı. Diğer
13
türlüsü sürüklenmekten öteye gidemezdi ve rüzgârda sav-
rulan yapraklardan farksız olmak, insan kavramıyla uyuş-
mazdı. Bize gereken anlam duygusunu kendi ellerimizle
inşâ etmek dışında bir seçenek gözükmüyordu. Yüzyıllardır
anlamı arayıp duran VE BULAMAYAN insanlığa bakmak
bize bir şeyler söylüyordu aslında: Ölüm kaçınılmaz son ve
öbür dünya iddiası bir yalandan fazlası değilse, insana düşen
tek şey anlamın izini sürmek değil, onu üretmek olabilirdi. O
anlam ise, kişinin bütün hayatına yaydığı özne olma müca-
delesinden başka bir şey değildi benim için. Çünkü, gidişat
üzerinde söz sahibi olan o kahrolası, ehliyetsiz hayaletlerin
dışında kalmayı tercih etmiş bir insan, eğer kendi kendisini
güdemiyorsa; onu ötekinin, başka bir şeylerin güttüğünü iyi
bilirdim. Kişisel ya da kolektif bir savaştan söz edilecekse,
savaş, işte tam olarak buydu. Birinci noktaya böylece ulaşmış
oluyordum.
Ne var ki o ilk noktada insan, düşlerinin, yani kendisi
için anlamlı olanın izinden gittiğini zannetse de eylemleri
tam tersi bir şeyi işaret ediyordu genelde: Teoride düşleri-
ni kucaklamak istiyor ama pratikte onları tekmelediğini fark
edemiyordu. Çoğunlukla bilinçsizce ortaya çıkan bu durum,
bana göre, her şey açıklandığında ve arzusu duyulana ula-
şıldığında dünyanın büyüsünün kaçacağına yönelik bir algı
yanılgısının korku duvarına dönüşmesinden ileri geliyordu.
Filmlerde ya da başka hayatlarda harikulade duran şeyler,
insanın kendi hayatında o kadar da leziz durmuyor gibiy-
di. Ancak asıl sorun, fazlasıyla istenene ulaşıldıktan sonra
ne yapılacağının düşünülmemesi, dolayısıyla düşün ardında
kişiyi bir belirsizliğin beklediği sanrısıydı. Herkes, arzu duy-
duğu şeyi elde etmek için ne yapması gerektiğini bilir ama
yapmazdı. Uyuşukluk ya da yeteneksizlik değildi bunun
14
sebebi, “Ya sonra?” sorusuyla ortaya çıkan belirsizlik ve her
türlü belirsizliğin içerisinde saklanmış gibi duran ürkütücü
sonuçlardı. Kendi gerçekliğini terk etmeye ya da değiştirme-
ye bir kez olsun bile cesaret edememiş her insanın trajedi-
siydi bu: Düşlenen, hemen ileride, güneşin tam karşısında,
devasa bir yapı misali öylece duruyor; düşleyen ise birkaç
adım daha atıp hedefe varmaktansa o yapının gölgesinde
konaklamakla sınırlandırıyordu kendisini. Çok geçmeden,
güneşini kapattığını zannettiği için düşlerini yıkmakta arı-
yordu çareyi, koca bir binayı tekme atarak yıkmaya çalışma-
ya benziyordu olay; derinlerde olduğundan görülemeyen ve
fark edilemeyen trajedinin açık seçik bir komediye döndüğü
yerdi burası: Tekmelerin adresi, orada olmayan bir şeydi.
İşte ikinci nokta, tam da trajedi ile komedi arasındaki o
ince çizgiden dolayı, yaşamın içerisindeki çoğu şeyin miza-
hın konusu olmaktan öteye gitmediği gerçeğiydi. Gülünç
olarak nitelendirilebilecek birçok durumdan en gülüncü ise,
bana göre, insanlar arasındaki ilişkilerde ve iletişimde ortaya
çıkıyordu. Sözgelimi, ilişkilerinde ikinci senelerini deviren
ve bu uzun zaman diliminden aldıkları güçle fazlasıyla ra-
hatlamış olan bir çiftin önce bugünlerine sonra da ilk günle-
rine bakmak, bir araya gelebilmek adına âdeta süründükleri
o hüzünlü ilk günlerle şimdiki ânı kıyaslamak, dünyanın en
komik manzaralarından birisini önümüze sermez mi? Za-
man, tarafların bütün foyalarını ortaya çıkartmış, ilk günler-
de gerçekleştirilen reklam ve pazarlama çalışmalarını utanç
nehrine savurmuştur çünkü.
Diğer bir durum olarak yanılgılarımızı düşündüğümüzde
yine bir gülünçlüğe varmaz mıyız? Çünkü yanılgıda bir “san-
ma” durumu söz konusudur ve aslında olanla bizim sandığı-
mız arasındaki korkunç farkı anladığımız an, kendimizi çok
15
kötü hissederiz. İşte bu komiktir; geçmiş yıllarda, evlenme-
ye niyetlendiği kadınla değil, asıl istediği kişinin kardeşiy-
le evlendiğini ertesi gün fark eden erkekler olurmuş, böyle
punduna getirilme hadiselerine sonsuza dek gülmekten baş-
ka elden ne gelir? Kahkahalarımız yatışmanın ne olduğunu
unutsun diye, söz konusu talihsiz damadın düğünde sergile-
diği şovları, insanları zorla piste sürüklediği o anları düşün-
mek, felâketine koşanın bunu bilmemesinden kaynaklanan
neşesine şöyle bir bakmak yeter!
Düşünsel anlamdaki yanılgıda ise, geri adım atan ya da
yenilmesine rağmen bunu kabul etmeyen insanın hâlleri ko-
miktir. Benzer şekilde, sosyalleşme pratiklerindeki o ilk ge-
rilim yine çok komiktir. Sonuçta insan yaşamı hem önemli
ve ciddidir hem de gülünç bir serüvendir ve kişi kendisini
bu gülünçlüğün dışında tutmak gibi bir hata yaptığında,
herkesten daha gülünç biri olup çıkar. Dolayısıyla meseleye
böyle bir açıdan bakıldığında, dünyaya iddialı laflar savur-
makta da hem ciddi hem de gülünç bir yan olduğu keşfedile-
cektir. İşte tüm bunlardan hareketle, kişisel uyanışın yöntemi
iyice belirginleşiyordu: Gülümsemeyi, en çok da kendimize
gülümsemeyi öğrenmek, mizahı kucaklayarak yaşamak ve
iddialı sözleri, mizahı parantez içine almadan dile getirmek.
Çünkü dans edilebilecek bir devrimin koşulu onu mizahla yap-
maktır. Böyle bir yargıya varma nedenim, kendi kendilerine
mevcut koşullarda kurtartılmış bölgelerinde dans etme büyü-
süne kapılıp kolektiviteyi bir kenara koyanların, politik doğ-
ruculuklarıyla mizahı boğmaya kast etmiş durumda olduk-
larını görmem ve bu tablo karşısında mizahın daha da önem
kazanmasıdır. İşte bu!
Son olarak, her insana yalnız olmadığını hissettiren kimi
mükemmel şahsiyetler vardır bu dünyada. Kişinin karakter
16
inşâsının sessiz kahramanlarıdır onlar, öyle ki, bilindiği üze-
re, bir insanın kimlerden etkilendiğine bakılarak, o insanla
ilgili bazı yargılara varmak bile mümkündür. Ayrıca, aydın-
lanma, kişisel çabalarla gerçekleştiği gibi, dışsal etkilerle de
ortaya çıkar, bu durumda, her aydınlananın bir de aydınla-
tıcısı/aydınlatıcıları vardır ve onlar, asla unutulmamalıdır.
İşte benim için bu şekilde değerlendirilebilecek birkaç isim
şunlardı: Kadir Cangızbay, Yalçın Küçük, Lemmy Kilmister,
Louis-Ferdinand Céline, Arthur Schopenhauer, Charles Bu-
kowski ve Marquis de Sade. Onlar, coşkularıyla, tutkularıy-
la, provokatif sözleri, eylemleri, savaşçı ruhları ve gerçekleri
ortaya dökmekteki maharetleriyle beni her seferinde sonsuza
dek koşma isteğiyle dolduran harika insanlardı. Bu cevher-
lerden ne gibi şeyler kazandığıma da biraz açıklık getirmeli-
yim.
Kadir Cangızbay’ın, kendisinden ders almamama rağmen
bütün derslerine, konferanslarına iştirak ettiğim bu mükem-
mel sosyoloğun peşine kişisel ahlâk nedir, nasıl inşâ edilir
gibi soruların cevapları için takılmıştım. Kadir Cangızbay,
beni bir imkânsızlığa inandıran, yaşamımı derinden sarsan
ve kişiliğimi oluşturmamda büyük etkileri bulunan bir
adamdı. İnsan, ilk gençliğinde sistemin çarklarına bakıyor ve
kendisini çaresiz hissediyordu; rüşvet olağanlaştığına göre
rüşvet almaktan başka çaresinin olmadığına hükmediyordu
örneğin. İşte Kadir Cangızbay, başka bir yolu, haysiyetli bir
seçeneği mümkün kılan adamdı. Bunu tavsiye vererek, nu-
tuk atarak yapmıyordu; yaşamındaki her hareketi haysiyet
süzgecinden geçirdiğini ortaya koyarak gerçekleştiriyordu.
Ona baktığınızda, yalan söylediğiniz, hak yediğiniz, alçakça
numaralara giriştiğiniz her andan utanıyordunuz. Çünkü bir
tane adam çıkmıştı ve “Böyle de yaşanır ve hatta asıl böyle
17
yaşanır,” diyordu. Herkesin konuştuğu ama pratikte başka
şeyler yaptığı yerde, Kadir Cangızbay, sözlerinin ve eylemle-
rinin tutarlılığıyla, her bir eylemi temellendirme biçimindeki
sihirle kalplerimizi ısıtıyor, ruhlarımızı tutuşturuyor, insana
kendisini o hep arzuladığı başka dünyanın içerisinde hisset-
tiriyordu.
Onun dersine ilk kez girdiğim gün bütün hayatım değiş-
mişti dersem abartmış olmam. O günü hiç unutmuyorum.
Üzerinde eski püskü giysilerle, hafif kambur, gözlüklü, se-
vimli ve yaşlı bir adam girmişti içeri; bir profesörden çok ara-
ba tamircisini andırıyordu. Masasına oturduktan sonra, çok
ağır hareketlerle, yanında taşıdığı poşetini karıştırmış, için-
den araba şeklindeki kül tablasını çıkartıp masaya koymuş,
diğer hocaların aksine defter, kalem, tahta gibi materyalleri
yok saymış ve sigarasını yaktıktan sonra konuşmaya başla-
mıştı. İlk bombası, o günlerde gündemde olan, üniversiteye
giriş sınavı sorularının çalındığı haberlerinden dolayı şuydu:
“Soruların çalındığı, arkadaşlarınızın haklarının ve hayalle-
rinin gasp edildiği ama sorumluların istifa etmediği ülkede,
sizin bu dersliklere işemeniz lazım lan!” Sınıfta gülüşmeler
olunca sesini yükseltmişti: “BU SINIFLARA İŞEMİYORSA-
NIZ, BİR DE ÜSTÜNE GÜLÜYORSANIZ, SİZ DE EN AZ O
SORULARI ÇALANLAR KADAR ALÇAKSINIZ!” Ve de-
vam etmişti: “Ha, yeri gelmişken belirteyim, yine sınıfta az
kişi var. Derse gelmeyenler orospu çocuğudur! Geçen haf-
ta gelmemiş olup bugün sınıfta olanları da kastediyorum!
Çünkü üniversite okumak isteyen ama siz kazandığınız için
burada olamayan diğerlerinin hakkını yiyor bunlar, açık mı
arkadaşlar? Derse gelmeyenlere iletin bu söylediğimi.”
Kadir Cangızbay, sarsılmaz değer yargılarıyla hareket
eden, konu ne olursa olsun hiçbir gedik bırakmadan mesele-
18
yi kapatabilen, sihirli, komik, çocuksu, inanılmaz bir adamdı.
Her bir cümlesi insanın ruhunu ve aklını coştururdu. Ders
bittiğinde, sınav, okul gibi şeyleri düşünemezdim, sanki bir
savaşa hazırlık süreci tamamlanmış gibi hissederdim. Büyük
önder son konuşmasını yapmıştı sanki ve gidin, haklayın
yaşamınızı çalanları diyordu. O olmasaydı, onur/haysiyet
gibi şeyler hiçbir zaman zihnimde ifadelerini bu kadar net
şekilde bulamayabilirdi. Onu dinleme şansına erişemesey-
dim, bir fikrin ortaya atılmasının nasıl bir şey olduğunu, ne
gibi süreçlerden geçmek gerektiğini bilemezdim. Bana te-
mellendirmeyi, ölçüt belirlemeyi, metodu, yorumlamayı ve
en önemlisi, iyi bir insan olmayı öğretmişti bu adam. Diğer
yandan, onun, içindeki çocuğu öldürmediğini görmek, miza-
hı asla kenara atmayan yapısını izlemek, zamanla insandan
talep edilen ve naifliği katletmek pahasıyla gerçekleştirilmesi
istenen “büyüme” baskısını ortadan kaldırıyordu. Çocuklu-
ğu terk etmeme gücü veriyordu insana. Bu, masumiyeti ku-
caklamak anlamına geliyordu.
Yalçın Küçük ise, bir televizyon programında, “Biz coş-
kulu insanlarız,” demişti. “Öyle her şeyi soğukkanlı şekilde
ifade edemeyiz.” Onun, insanın yüzüne sıcak bir gülümseme
oturtan heyecanı, tükenmek bilmeyen enerjisi ve benzer ni-
telikleri, kendi coşkumu anlamlandırabilmeme imkân tanı-
mıştı. Çünkü bazı şeyler karşısında öyle büyük heyecanlara
kapılırdım ki o hâllerime maruz kalan insanların kınayıcı ba-
kışlarının hedefi olurdum. Kendimi kötü hissetmemek için,
“Biz coşkulu insanlarız” açıklamasına tutunmuştum. Bunu
yapan, benim gibi olan birisi var bu dünyada, yalnız değilim
diye düşünmüştüm.
Yalçın Küçük, iki yönlü değerlendirilmesi gereken bir in-
sandı. Bence fikirlerinden çok daha önemli olan şey, onun
19
kimi yargılara nasıl ulaştığı, yani iz sürme biçimiydi. Bir ki-
tabını okumaya karar verdiğim zaman, büyülenmemek gibi
bir seçeneğin olamayacağını bilirdim. Kendi fenerini yakı-
yordu çünkü. Resmen iz sürüyordu ve kademe kademe bir
yargı nasıl inşâ edilir, tüm kitaplarında aslında bunun der-
sini veriyordu. Sadece yaşamını incelemek ise, savaşçı nedir
sorusunun yanıtına götürüyordu sizi.
Lemmy Kilmister, başlı başına tavrın, sarsılmaz duruşun
ve kendini bir şeye adamanın ne olduğunu gösteren örnek-
lerden birisiydi benim için. Onun müziğini dinlediğimde,
sizlere ilerleyen bölümlerde bahsedeceğim dostum İlke’nin
de dediği gibi: Önümdeki masayı kaldırıp atasım geliyordu.
-Masanın neyin metaforu olduğu ise, her insanın kendi haya-
tındaki engellere göre değişirdi.-
Schopenhauer, gerçekleri ortaya koymaktaki acımasızlı-
ğıyla tavlamıştı beni. Schopenhauer’u okurken bir süre sonra
gülmeye başlamayan insanın, onu anlamayan insan olduğu-
na hükmedecek kadar eğlendirirdi bu adam beni. Nitelikli
mizahın keşfinde, çok önemli bir yapı taşıydı Schopenhauer.
Benzer şekilde, Céline de öyleydi. O mükemmel kitabı, Ge-
cenin Sonuna Yolculuk’u üç kere okumuştum ve kahkahalar-
la, sanki bir yoldaşım aptallığın, düşünsel sefaletin üzerine
bombalarımızı yağdırıyormuş gibi, kendimden geçmiştim
her seferinde.
Charles Bukowski ise, yaşamının bütününe yaydığı mü-
cadelesi ile hiçbir zaman aklımdan çıkmayan bir örnekti.
Yazdıkları önemli değildi, “Bir gün benim dansım başlaya-
cak,” demesi ve bunu başarmasıydı benim için önemli olan.
Postu sererek hayata meydan okuyan ve sağ çıkan mükem-
mel insanlardan birisiydi o. Bukowski: Born into This adlı bel-
20
geselde, “Her şeyi yitirsen de o küçük kıvılcımı sakla,” diyor-
du. “Onu asla yitirme, saklı tut, bir gün tutuşması için.” -Ve
tutuşmuştu.
Son olarak, Marquis de Sade… Sade, insanların ahmaklı-
ğının en iyi anlaşılabileceği, turnusol kâğıdı işlevi gören bir
filozoftu benim için. Onu eserlerinin içeriğine hapsedenler,
iflah olmaz ahmaklardı, bunu bilirdim. Gerçekten bir derdi
olan insanlara, bu uğurda girişilen savaşta nasıl ayakta ka-
lınır, bir savaş nasıl yürütülür, tutku nedir, haz ve ihtişam
nedir, önyargılı yaratıklar nasıl maskara edilir gibi şeyleri
Sade’da ve onun mücadelesinde bulmak mümkündü. Bil-
hassa yaşamını adadığı ve bedelini de ödediği o mücadelesi
önünde saygı duruşunda bulunmayı asla ihmâl etmezdim.
Hepsinde, mizahın, derinliğin, fikir inşâsının, devrimcili-
ğin ve savaşçılığın izlerine rastladığım bu adamlar sayesinde
hiçbir zaman yalnız olduğumu hissetmedim.
Aydınlandığını düşünen her insanın yapması gerektiği-
ne inandığım, aydınlatıcılarına selam durmak ve onları asla
unutmamak gerekliliğini de böylece yerine getirmiş oldum.
Evet, fazlasıyla sıkıcı, kendimi izah etme faslının
ardından, şimdi, sizlere dünyanın en güzel ve en hüzünlü
yanılgılarından birisinin öyküsünü anlatacağım.

21

You might also like