Professional Documents
Culture Documents
Edebi Türler
* Edebiyat türlerini önce ikiye ayırmak mümkündür. Birincisi nazım, ikincisi nesir. Nazım
belli bir ölçü ve kalıp esas alınarak üretilmiş edebi ürünlerdir. Ya da kısaca bütün şiir ve
şiirler metinlerdir. Hece vezni gibi belli bir kalıp ve ölçü kaygısı güdülerek yazılır. Nesir ise
serbest, ölçüsüz düz yazıdır. Nazım genel olarak bütün şiir türlerini kapsar. Nesir ise
edebiyatın şiir dışındaki tüm biçimlerini kapsar. Roman, öykü, tiyatro, deneme gibi.
ŞİİR
* Dilin anlam, ses ve ritim öğelerini belli düzen içinde kullanarak bir olayı, ya da bir
duygusal ve düşünsel deneyimi yoğunlaşmış ve sıradanlıktan uzaklaşmış bir biçimde
ifade etme sanatıdır.
Lirik şiir
Aşk, ayrılık, hasret, özlem konularını işleyen duygusal şiirlerdir. Okurun duygularına,
kalbine seslenir. Eskiden Yunanlılarda "lir" denen sazlarla söylendiğinden bu adı almıştır.
Tanzimat döneminde de bir saz adı olan "rebab" dan dolayı bu tür şiirlere rebabi
denmiştir. Divan edebiyatında gazel, şarkı; Halk edebiyatında güzelleme türündeki
koşma, semai lirik şiire girer.
Epik şiir
Destansı özellikler gösteren şiirlerdir. Kahramanlık, savaş, yiğitlik konuları işlenir.
Okuyanda coşku, yiğitlik duygusu, savaşma arzusu uyandırır. Daha çok, uzun olarak
söylenir. Divan edebiyatında kasideler, Halk edebiyatında koçaklama, destan, varsağı
türleri de epik özellik gösterir. Tarihimizde birçok şanlı zaferler yaşadığımızdan, epik şiir
yönüyle bir hayli zengin bir edebiyatımız vardır.
Didaktik şiir
Aşk, ayrılık, hasret, özlem konularını işleyen duygusal şiirlerdir. Okurun duygularına,
kalbine seslenir. Eskiden Yunanlılarda "lir" denen sazlarla söylendiğinden bu adı almıştır.
Tanzimat döneminde de bir saz adı olan "rebab" dan dolayı bu tür şiirlere rebabi
denmiştir. Divan edebiyatında gazel, şarkı; Halk edebiyatında güzelleme türündeki
koşma, semai lirik şiire girer.
Pastoral şiir
Doğa şiirlerini, çobanların doğadaki yaşayışlarını anlatan şiirlerdir. Doğaya karşı bir sevgi,
bir imrenme söz konusudur bunlarda. Eğer şair doğa karşısındaki duygulanmasını
anlatıyorsa "idil", bir çobanla karşılıklı konuşuyormuş gibi anlatırsa "eglog" adını alır
Satirik şiir
Eleştirici bir anlatımı olan şiirlerdir. Bir kişi, olay, durum, iğneleyici sözlerle, alaylı
ifadelerle eleştirilir. Bunlarda didaktik özellikler de görüldüğünden, didaktik şiir içinde de
incelenebilir. Ancak açık bir eleştiri olduğundan ayrı bir sınıfa alınması daha doğru olur.
Bu tür şiirlere Divan edebiyatında hiciv, Halk edebiyatında taşlama, yeni edebiyatımızda
ise yergi verilir.
Dramatik şiir
Tiyatroda kullanılan şiir türüdür. Eski Yunan edebiyatında oyuncuların sahnede
söyleyecekleri sözler şiir haline getirilir ve onlara ezberletilirdi. Bu durum dram tiyatro
türünün ( 19. yy. ) çıkışına kadar sürer. Bundan sonra tiyatro metinleri düz yazıyla
yazılmaya başlanır.
Dramatik şiir harekete çevrilebilen şiir türüdür. Başlangıçta trajedi ve kommedi olmak
üzere iki tür olan bu şiir türü dramın eklenmesiyle üç kere çıkmıştır. Bizde dramatik şiir
2
türüne örnek verilmemiştir. Çünkü bizim Batı'ya açıldığımız dönemde ( Tanzimat ) Batı'da
da bu tür şiirler yazılmıyordu; nesir kullanılıyordu tiyatroda. Bizim tiyatrocularımız da
tiyatro eserlerini bundan dolayı nesirle yazmışlardır. Ancak nadirde olsa nazımla tiyatro
yazan da olmuştur. Abdülhak Hamit Tarhan gibi...
DESTAN
Sözlü destanlar
* Diğerleri: Eski İngilizce halk destanı Beowulf, Eski Almanca Heldenlieder (kahramanlık
türküleri), Almanca Nibelungenlied , Kudrunlied, Fransa'da Chanson de Geste
(kahramanlık şarkısı), Chanson de Roland (Frank kralı Charlemagne’ın savaşlarını anlatır),
İspanya’da El Cantar de Mio Cid, Hindistan'da Mahabharata, Ramayana, Japonya’da Heike
Monogatari.
Edebi destanlar
* Belirli bir yazar tarafından eski örneklere uygun olarak ve okunmak üzere kaleme
alınmış destanlardır.
Örnekler:
* Asya kıtasının çeşitli bölgelerinde yaşayan Türk boyları arasında zengin bir destan
geleneği vardır. Bilinen Türk destanları arasında en eskisi Yaratılış Destanı’dır. Altay
Türkleri arasında söylenmektedir. V. Radlov tarafından saptanıp yazıya geçirilmiştir.
Saka Destanı, İskit Türkleri’ne aittir. Bu destan zinciri içinde Alp Er Tunga ve Şu
parçaları bulunur. Bunlar Kaşgarlı Mahmud’u Divanü Lugati-t-Türk adlı eserinde yer
almıştır.
Oğuz Kağan Destanı 14’üncü yüzyılda derlenmiş özet nitelikte bir metindir. Oğuz
Kağan’ın doğumu ve üstün nitelikleri, askeri başarıları ve ülkeyi oğulları arasında pay
edişi anlatılır.
Oğuz Türkleri’nden günümüze gelen tek destan metni ise Dede Korkut Kitabı’dır.
Bayındır Han soyundan geldikleri sanılan Akkoyunlular’ın egemen olduğu Kuzeydoğu
Anadolu’daki olaylar ve Müslüman Oğuzlar’ın yaşamı anlatılır. Göktürk Destanları çeşitli
parçalardan oluşmuştur. Bozkurt parçasında Göktürkler’in bir boz kurdun soyundan
geldikleri, Ergenekon parçasında ise Ergenkon’a sığınmaları, çoğalıp buraya sığmayınca
dağı eriterek dış dünyaya çıkmaları anlatılır. Köroğlu parçasında, göçebe Oğuzlar’ın
Horasan ve Hazar’da İranlılarla savaşlarından sözedilir.
Manas Destanı’nda Kırgız Türkleri'nin putperest Kalmuk ve Çinliler’le savaşları vardır.
Cengiz Han Destanı, Moğol istilasından sonra Kıpçak bozkırlarında ve eski Uygurların
yaşadığı bölgelerdeki olayları anlatır.
Timur Destanı, Timur’un savaşları ve kişiliğine yer verir. Danişmend Gazi Destanı’nda
Türklerin Anadolu’yu ele geçirmeleri anlatılır.
Battal Gazi Destanı’nda da Anadolu’daki Türk-Bizans savaşları yer alır.
AĞIT
* Genellikle bir ölünün ya da acı, üzücü bir olayın ardından söylenen halk türküsü.
Ağıtlar, başından acı bir olay geçen ya da ölen kişinin iyiliklerinden, yiğitçe
davranışlarından ve yaşamındaki önemli olaylardan söz eder. Belli geleneksel hareketler
eşliğinde kendine özgü ölçü ve uyaklarla söylenir.
Türklerde ağıt geleneği çok eskidir. Anadolu’nun hemen her yerinde söylenir. Ağıtlar yarı
anonim folklor ürünleri arasında da sayılabilir. Türkçede 7, 8 ve 10 heceli ağıtlar
yaygındır. En çok rastlanılanı 8 hecelilerdir. Erkeklerin söylediği ağıtlar varsa da ağıtları
daha çok kadınlar söyler. Gösteri bölümüyle tiyatro, söyleniş biçimiyle şiirseldir. Ağıtlar
türkü ve destanla yakın ilişki içindedir.
MESNEVİ
* Özellikle Arap, Fars ve Osmanlı edebiyatında kendi aralarında uyaklı beyitlerden oluşan
ve aruz ölçüsüyle yazılan şiir biçimidir. Arapçada "müzdevice" denilen mesnevi türü ilk
olarak 10’uncu yüzyılda İran edebiyatında ortaya çıkmıştır. Türk edebiyatına girişi 11’inci
yüzyılda Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig adlı yapıtıyla başlar. Her beytinin ayrı uyaklı
olması yazma kolaylığı sağlar. Bu nedenle uzun aşk öykülerinde, destanlarda mesnevi
kullanılmıştır. Mesnevi bir eser başlıca tevhid, münacat, na’t, miraciye bölümlerinden
oluşur. Mesneviler aşk mesnevileri, dinsel-tasavvufi mesneviler, ahlaksal ve öğretici
mesneviler, savaş ve kahramanlık konusunu işleyen gazavatnameler, bir kentin
4
ELEJİ
* Tanınmış bir kişinin, bir arkadaşın ya da sevilen bir kişinin ölümünden duyulan
üzüntüyü anlatan lirik şiir türüdür. Genel anlamda, insanın ölümlülüğü temasını işleyen,
birbirini izleyen bir vurgulu iki vurgusuz heceli ayaklardan oluşan beşli ve altılı ölçüyle
yazılan ve konuyla sınırlı olmayan şiire verilen addır. Modern batı edebiyatında bu terim
şiirin içeriğinden çok ölçüsünü belirtir. Alman edebiyatında ölçü özelliği öne çıkarken,
İngiliz edebiyatında şiir türü olarak tanınır. Örneğin, Milton’un okul arkadaşı Edward
King’in ölümü üzerine yazdığı "Lycidas" (1838) bu kapsamdadır. Eleji, modern şiirde de
sık rastlanan önemi bir şiirsel anlatım biçimidir.
ROMAN
* Belli bir tarihsel ya da coğrafi çevre içindeki belli bir kişi ya da bir grup insanın
başından geçenleri, bu insan ya da insanların iç ve dış yaşantılarını belli bir kronolojik,
mantıksal, duygusal ya da sanatsal ilişkiyi gözeterek öyküleyen ve belli bir uzunluğu aşan
anlatılar için kullanılan edebi terimdir. Edebi türler içinde en yenisidir. Çünkü matbaanın
bulunması ve kentsoylu bir okur kitlesinin ortaya çıkmasından sonra gelişmiştir.
Roman türleri
Romantik roman
* Kişilerin duygularını, arzularını, düşüncelerini yalnızca kendilerine ait, içten gelen doğal
ve gerçek olgular gibi görür. Örneğin Sir Walter Scott’un tarihsel romanları, Jean Jack
Rousseau’nun eserleri ve Goethe’nin Genç Verther’in Acıları romanı gibi.
Gerçekçi roman
* Romantik romandan ayrı olarak kuru ve kuşkucu bir anlatım ve düşünce yapısı taşır.
Balzac ve Stendhal’in romanları bu üsluptadır.
Doğalcı roman
* Üslup bakımından gerçekçi romana benzer. Olanın olduğu gibi yazılmasını öngörür.
Emile Zola ve Maupassant romanları doğalcı romanlardır.
Estetik roman
* Belli biçim ve anlatım kaygıları ile yazılmış romanlardır. Gustave Flaubert estetik
romanın en önemli yazarıdır.
İzlenimci roman
* Diğer üsluplardan ayrı olarak eşyanın ve dış olayların kendi nesnel gerçeklikleriyle
insanların bunları algılama biçimleri arasındaki farkları ortaya çıkarmaya yönelir. Yani dış
gerçeklerden çok, duyu ve duygulara, iç yaşantının betimlenmesine öncelik verir. Ford
Madox Ford’un romanları izlenimciliğin en sistemli ürünleridir.
Dışavurumcu roman
* 20. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Dışavurumculuk toplumsal kimliklerin reddedilmesi ve
insan yaşamını belirleyen toplum karşıtı ya da uygarlık karşıtı güçlerin öne çıkarılmasıyla
belirlenir. Dışavurumculuk, şiddetli, fırtınalı ve tanımsız duyguları vurgulamasıyla,
abartma, karikatürleştirme, çarpıtma ve soyutlama tekniklerinden yararlanmasıyla bir tür
"yeni romantizm" olarak da değerlendirilir. Dostoyevski, Kafka, Beckett ve Brecth’in
romanları bu türün örneklerindendir.
Yeni roman
* Aslında dışavurumculuğun izlerini taşır. Özellikle 1930 sonrasında ilk örnekleri
görülmeye başlandı. Kendisinden önceki akımlardan hiçbirine benzemeyen, yazma
deneyini, hatta romanın olanaksızlığını romanın asıl konusu haline getiren romanlardır.
Yeni roman, yazma eyleminin kendisini sorgulamaya yönelir. Alain Robbe-Grillet,
Michel Butor, Claude Simon, Philippe Soller, Julio Cortazar gibi yazarlar bunu
denemişlerdir.
Konusu bakımından roman "tarihsel roman", "pikaresk roman", "duygusal roman", "gotik
roman", "ruhbilimsel roman", "töre romanı", "oluşum romanı" türlerine ayrılır.
Tarihsel roman
* Uzak bir geçmişte yaşanan olayları konu alır. Ama tarihten daha derinlerde yatan
insanla ilgili daha evresel bir gerçeği araştırmak amacıyla da yazılmış olabililer. Tarihi
romanların örnekleri arasında Walter Scott’un romanlarını, Tolstoy’un Savaş ve
Barış’ını, Stendhal’in Parma Manastarı’nı sayabiliriz.
Pikaresk roman
* İsmini, İspanyolca alt tabakadan serüvenci ya da serseri anlamına gelen sözcükten alır.
Çoğunlukla ahlaksız, rezil bir kahramanın başıboş gezginlik yaşamında yaşadığı olayları
gevşek ve rahat bir üslupla anlatır. Bu türün önemli örnekleri arasında Lesage’nin Gil
Blas de Santilane’ın Serüvenleri, Defoe’nun Talihli Metres’i, Thomas Mann’ın Dolandırıcı
Felix Krull’un İtirafları’nı sayabiliriz.
Duygusal roman
* İnsanın duygusal yaşamını yüksek ve özenli bir üslupla betimleyen romanlardır. Bazen
bu türde yazarın kendi duygularıyla, okurun duygularını sömürmesi ön plana çıkar.
Laurence Sterne’in Fransa ve İtalya’da Hissi Seyahat adlı eseri, Rousseau’nun
6
Gotik roman
* Gotik roman, İngiliz ve Amerikan romancılığına özgü bir türdür. 18. yüzyılın akılcılığına
karşı çıkan bir türdür. Karanlık, korkutucu, çılgınlıklarla dolu bir ortamda geçen kanlı,
şeytani, büyülü olayları konu alır. Horace Walpole’un Otranto Şatosu, Mary Shelley’in
Frankenstein adlı romanları bu türün örnekleridir. Gotik romanın günümüzdeki uzantıları
bilimkurgu ve fantastik roman olarak gösterilebilir.
Ruhbilimsel roman
* Kişilerin ruhsal durumlarını ayrıntılarıyla çözümlemeye çalışan romanlardır. Daha
serinkanlı ve denetimli oluşuyla duygusal romandan ayrılır. Abbe Prevost’un Manon
Lasko adlı eseriyla Fransız edebiyatında açılan psikolojik roman çığırı diğer ülke
romancılarını da etkilemiştir. Paul Bourget’in romanları da bu türe örnektir.
Töre romanı
* İnsanların en dolaysız biçimde toplumsal olan davranışlarını, adetlerini, geleneklerini ön
plana çıkarır. Moda, yaygın konuşma ve ifade biçimleri, toplu olarak yapılan her şey bu
tür romanların konusunu oluşturur. Toplumun derin yapısından çok, yüzeysel
görüntüleriyle ilgilenir. En tipik temsilcileri olarak Arnold Bennet ve Evelyn Waugh’tur.
ÖYKÜ
* Gerçek ya da düş ürünü bir olayı aktaran kısa düz yazı şeklindeki anlatıdır. Kısa oluşu,
yalın bir olay örgüsüne sahip olması, genellikle önemli bir olay ya da sahne aracılığıyla
tek ve yoğun bir etki uyandırması ve az sayıda karaktere yer vermesiyle roman ve diğer
anlatı türlerinden ayrılır.
* Öyküde, olayın geçtiği yer sınırlı, anlatım özlü ve yoğundur. Karakterler belli bir olay
içinde gösterilir. Bu karakterlerin de çoğu zaman sadece belli özellikleri yansıtılır. Konu
tümüyle düş ürünü olabilir, ya da son derece gerçekçidir. Genellikle ironik bir rastlantı
yoluyla yaratılan özel bir an üzerindeki yoğunlaşma sürpriz sonlara olanak verir.
7
* Eski Yunan’daki fabl ve kısa romanslar, Binbir Gece Masalları öykünün habercileridir.
Ama öykü ancak 19. yüzyılda romantizm ve gerçekçilik akımlarının yaygınlaşmasıyla
edebi bir tür haline gelebildi. Edgar Allan Poe’nin Grotesk ve Arabesk öyküleri adlı
eseriyle yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’nde değil Avrupa’da da etkili oldu.
Almanya’da Heinrch von Kleist, ve E. T. A. Hoffmann, psikolojik ve metafizik sorunları
öykülerinde masalsı bir anlatımla yansıttılar.
* 20. yüzyıla girildiğinde öyküler ilk kez genellikle gazete ve dergilerde yayınlanıyor ve
bu yüzden gazeteciliğe özgü yerel renkler taşıyordu. Bret Harte’nin öyküleri, Ruyard
Kipling’in Hindistan’daki yaşamı anlatan öyküleri, Mark Twain’in Missisippi öyküleri bu
özelliktedir.
* Türk edebiyatında Batılı anlamdaki ilk öyküler Tanzimat döneminde yazıldı. İlk öykü
yazarları, Ahmed Midhat, Emin Nihat, Samipaşazade Sezai ve Nabizade Nazım’dı.
Türk öykücülüğünü yetkinliğe kavuşturan yazar ise Halit Ziya Uşaklıgil oldu. Edebiyat-ı
Cedide döneminde yalın diliyle dikkat çeken Uşaklıgil, titiz gözlemciliğiyle gerçekçi öykü
geleneğini başlatan yazardır. Bu dönemin diğer yazarları Hüseyin Rahmi Gürpınar,
Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Saffeti Ziya idi.
* Cumhuriyet dönemi 1930’lar sonrasını kapsar. Bu dönemde alışılmışın dışında bir öykü
dünyası kuran Sait Faik Abasıyanık, Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaç),
diyalogların usta yazarı Orhan Kemal, Mehmet Seyda, Samet Ağaoğlu, Sabahattin
Kudret Aksal, Kemal Bilbaşar, Kemal Tahir ve Ahmet Hamdi Tanpınar öykü
yazarları olarak ön plana çıktı. Günümüzde Türk öykücülüğü geniş bir konu ve üslup
zenginliğiyle sürmektedir.
MASAL
* Olağanüstü öğe, kahraman ve olaylara yer veren öykülerdir. Masal terimi öncelikle,
Sindirella, Çizmeli Kedi gibi sözlü geleneğin ürünleri olan halk öykülerini kapsar. Ama
sözlü gelenekle ilişkisi olmayan edebi yönü ağır basan bazı eserler de bu türün içinde yer
alır. Halk masalları 4 temel grupta toplanır. Hayvan masalları, olağanüstü ve gerçekçi
masallar, güldürücü öyküler, zincirlemeli masallar.
* Olağanüstü masallarda, olağan varlıkların yanı sıra cin, peri, dev, ejderha gibi
olağanüstü varlıklara da yer verilir. Gerçekçi masalların başlıca kahramanları ise
8
* Zincirleme masallarda sıkı bir mantık bağıyla birbirine bağlanan, küçük ve önemsiz bir
dizi olay art arda sıralanır.
TİYATRO
* Bir öyküyü, sahne olarak ayrılmış bir yerde oyuncuların söz ve hareketleriyle
canlandırma sanatıdır. Çoğu zaman yazılı bir metne dayanır. Be metnin adı senaryodur.
Ancak tiyatronun tek öğesi edebiyat değildir. Oyunculuk, sahne düzeni, dekor, köstüm,
aydınlatma, müzik ve dans gibi öğeleri de vardır. Burada tiyatro terimi, eser olarak edebi
yönüyle ele alınmaktadır.
* Başka bazı sanatlar gibi tiyatro da dinsel törelerden doğmuştur. Daha sonra dinden
bağımsızlaşarak bir sanat olmuştur. Temelinde, ilke insanın doğa olaylarını kendi
bedensel hareketleriyle simgesel olarak canlandırma çabaları yatar. Doğa üstü güçlerin
insanlara görünmesine aracılık etme çabaları da tiyatronun bir diğer amacıdır.
Tiyatro eserleri de diğer edebi eserler gibi genel edebi akımların etkisinde kalır. İlk insan
topluluklarıyla birlikte ortaya çıkan tiyatro, antik çağlarda asıl kimliğine kavuşmaya
başladı. İlk tiyatro şenliği MÖ 534’te Atina’da düzenlendi.
DENEME
* Tek bir konuyu rahat ve akıcı bir biçimde ele alan, çoğu kez yazarının kişisel bakış açısı
ve deneyimini aktaran orta uzunluktaki edebi metinlerdir. Bu türün yaratıcısı 16. Yüzyıl
Fansız yazarı Michel de Montaigne’dir. Yazdığı metinlerin kişisel düşünce ve
deneyimlerinin iletilmesine yönelik edebi parçalar olduğunu vurgulamak için deneme
(essai) adını seçmiştir. Türk edebiyatına deneme, diğer edebi türler gibi Tanzimat’tan
sonra Batı’nın etkisiyle girdi. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Haşim, Falih
Rıfkı Atay, Yahya Kemal Beyatlı deneme türününde eserler veren önemli
yazarlarımızdır. Ancak deneme türünün en önemi yazarı Nurullah Ataç’tır. Ataç,
denemelerinde kişisel tavrını açıkça ortaya koyan, dilde yenilikçi ve titiz, üslupta akıcı bir
yazardır.
BİYOGRAFİ
* "Yaşam öyküsü" de denebilir. Bir kişinin yaşamını anlatmayı konu alan edebiyat
türüdür. Yazarın kendi yaşamını anlattığı oto biyografiler de bu türün içinde yer alır.
Yaşam öyküsü kişisel anılara ya da araştırma sonucu edinilmiş sözlü ve yazılı
malzemelerin düzenlenmesine ve yorumlanmasına dayandığı için tarihin bir dalı olarak
da görülebilir. Ama konu alınan kişinin bireyselliğini, yaratıcı ve duygudaş bir kavrayışla
aktarmaya çalıştığı için aynı zamanda edebiyatın bir koludur.
*Yaşam öyküsünün bir başka özelliği, yazarının tarafsız olmamasıdır. Yaşamını yazdığı
kişiyi sunar ve yorumlarken kendi kişiliğini de eserine yansıtır. Otobiyografi türünde bu
özellik daha da belirgindir.
MAKALE
* Yazarın belli bir konuda, genellikle günlük politika ile ilgili görüşlerini dile getirdiği kısa
metinlerdir. Makale, asıl gazetelerin yaygınlaşması ve gelişmesiyle kendini gösteren bir
edebi türdür. Yazar bu kısa yazılarda çeşitli konulara ilişkin kişisel görüş eleştiri ve
önerilerini sıralayabilir. Ya da politik veya toplumsal sorunlara değinebilir. Konular
politikanın yanı sıra, bilim, dil, kültür gibi yazarın tercih ettiği herhangi bir alan da olabilir.
Makalenin amacı, açıklama, eleştiri, tanıtım, bilgilendirme de olabilir. Ama genellikle
eleştirel tutum ön plandadır. Makaleler, günlük yazıldıktan sonra bir araya getirilerek
makale kitapları şeklinde yayınlanabilir.
ELEŞTİRİ
* Herhangi bir kişiyi, bir eseri, bir konuyu doğru ve yanlışlarını dile getirerek göstermek
amacıyla yazılan kısa metinlerdir. Hedeflenen öğeyi doğru ve yanlış yönleriyle tanıtmayı
amaçlayabileceği gibi, bu öğenin doğru tanıtılmasını sağlamayı ve bir değerlendirmeyi de
hedef alabilir. Edebiyat sorunlarını ve yapıtlarını konu alan inceleme, yorum ya da
değerlendirme olarak da tanımlanabilir.
ANI
MİZAH
*Mizahı bedensel şiddetten ayırıp keskin dilli bir sanata dönüştüren Atinalılar olmuştur.
Ortaçağda kilise ve kralları alaya alan masallarıyla şenliklerde halkı eğlendiren öykü
anlatıcıları jonglörler ve gezgin minstrel’le birlikte açık cinsel çağrışımları da olan yeni bir
mizah türü yagınlaştı. 20. yüzyılda yeni bir mizah türü doğdu. Komik öğelerin yanı sıra
ürkütücü ve korkunç öğelere de yer veren kara mizah ortaya çıktı. Siyasal mizah da bu
dönemde önem kazandı.
* Türk edebiyatında ise gerçek anlamda ilk mizah ürünleri masallar, fıkralar ve seyirlik
oyunlardır. Divan edebiyatında da sık rastlanmamakla birlikte mizah yer almıştır.
Tanzimat döneminde Türk mizahının çehresi geniş ölçüde değişti. Teodor Kasap ve
Direktör Ali Bey’in Fransız edebiyatının etkisiyle yazdıkları tiyatro eserleri önem
kazandı. Şinasi’nin Şair Evlenmesi, Ziya Paşa’nın Zafername Şerhi, Namık Kemal’in
imzasız fıkra ve yergileri bu tiyatro eserlerini izledi. 2. Meşrutiyet’le birlikte Türk mizah
edebiyatı büyük gelişme gösterdi. Baha Tevfik, Peyami Safa, Ömer Seyfettin, Yusuf
Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon gibi birçok yazar mizah yazılarıyla ünlendi.
* Cumhuriyetle birlikte Türk mizahı yeni bir kimlik kazandı. Bu dönem yazarları geçmişi
eleştiren, yani dönemi savunan bir tutum benimsedi. Çok partili dönemle birlikte mizah
kapsam ve konu bakamından büyük zenginlik kazandı. Aziz Nesin, Sabahattin Ali,
Rifat Ilgaz, Orhan Kemal, Bedii Faik, Haldun Taner, Muzaffer İzgü, Çetin Altan
gibi yazarlar bu dönemin önemli isimleridir.
Sözü daha etkili duruma getirmek için aralarında ilgi bulunan iki unsurdan güçsüzü olanı
güçlü olana benzetmektir.
Benzetmede dört unsur bulunur:
a)Benzenen b)Benzetilen c)Benzetme Yönü d)Benzetme Edatı
Bu öğelerin kullanılıp kullanılmaması açısından da üç çeşit benzetme vardır:
--- Çocuk tilki gibi kurnaz biriydi.
---Minik yavrucak elma gibi kıpkırmızı yanaklarıyla gülücükler saçıyordu.
2) İSTİARE(EĞRETİLEME)
Benzetmenin asıl unsuru olan benzeyen ve benzetilenden yalnızca biri kullanılarak yapılır.
3) KİNAYE
Benzetme amaç güdülmeden bir sözün ilgili olduğu başka bir söz yerine kullanılmasıdır.
---İşe alınman için dün şirketle görüştüm.(İnsan)
---Yarın sınıfı 9/H sınıfı yapacak.(Öğrenci)
---Toplantıya Milliyet gazetesinin güçlü kalemleri de geldi.(Yazar)
---Nihatın golüyle tüm stat ayağa kalktı.(Seyirci)
---O evine çok bağlı bir insandır.(Ailesi)
---Bu olay üzerine bütün köy ayaklandı.(Halk)
---İstanbul'dan kalkan uçak az önce Adana'ya indi.(Havaalanı)
5)TEŞHİS(KİŞİLEŞTİRME)
6)İNTAK(KONUŞTURMA)
7)TECAHÜL-İ ARİF
Anlam inceliği oluşturmak için herkesçe bilinen bir gerçeği bilmiyormuş gibi aktarmalıdır.
---Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz.
---Sular mı yandı,neden tunca benziyor mermer?
Geç fark ettim taşın sert olduğunu.
---Gökyüzünün başka rengi de varmış,
Su insanı boğar,ateş yakarmış.
---Şu karşıma göğüs geren,
Taş bağırlı dağlar mısın?
---Saçların dalgalı,boya mı sürdün?
Gelmiyorsun artık,bana mı küstün?
---İçimde kar donar,buzlar tutuşur,
Yağan ateş midir,kar mıdır bilmem.
8)HÜSN-İ TA'LİL
Sebebi bilinen bir olayın meydana gelişini,gerçek sebebinin dışında başka,güzel bir
nedene bağlamadır.
---Gül bahçesi sevgiliden haber geldiği için
Süslendi ve güzel kokular süründü.
---Yoksun diye bahçemde çiçekler açmıyor bak.
---Senin o gül yüzünü görmek için
Sana güneş bakmak için doğuyor.
---Benim kaderime ve yalnızlığıma
Irmaklar bile ağladı.
---Rüzgar gökte bir gezinti,
Üşürüz her akşam vakti,
Ne sıcak vücutlar gitti,
Toprağı ısıtmak için.
---Güller kızarır utancından o gonca gül gülünce
Sümbül bükülür kıskancından kakül bükülünce.
---Bir an önce görülsün diye Akdeniz,
Toroslarda ağaçlar hep çocuk kalır.
---Toros dağlarının üstüne
Ay, un eledi bütün gece.
9) MÜBALAĞA (ABARTMA)
Sözün etkisini güçlendirmek için bir şeyi olduğundan daha çok ya da olduğundan daha az
göstermektir.
---Manda yuva yapmış söğüt dalına,
Yavrusunu sinek kapmış.
---Alem sele gitti gözüm yaşından.
---Bir ah çeksem dağı taşı eritir,
Gözüm yaşı değirmeni yürütür.
---Bir gün gökyüzüne otursam,
Evlerin tavanlarını birer birer açsam.
---Sıladan ayrıyım,gözümde yaşlar,
Sel olup taşacak bir gün derinden.
---Sana olan aşkım dağı taşı eritir,
Gözümdeki yaşlardan bir deniz olur.
---Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü Kaf dağı.
---Sekizimiz odun çeker,
13
İki değişik anlamı olan bir sözcüğün bir dize ya da beyitte iki anlamının da kullanılmasıdır.
---Tahir Efendi bize kelp demiz (Tahir:özel ad.)
İltifatı bu sözde zahirdir
Maliki mezhebim benim zira
İtikadımca kelp Tahirdir.
Söz arasında herkesin bildiği bir olaya ya da kişiye işaret etme sanatı.
---Vefasız Aslıya yol gösteren bu,
Keremin sazına cevap veren bu.
---Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor teshidi,
Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi.
---Ekmek Leyla oldu bire dostlarım,
Mecnun olup ardı sıra giderim.
---Şu Boğaz harbı nedir?Var mı ki dünyada eşi?
14
Bir kişiyi iğneleme,bir konuyla alay etme veya sözün tam tersini kastetmedir.
---Müftü Efendi bize kafir demiş.
---Tutalım ben ona diyem müselman.
---Lakin varıldıktan ruz-ı mahşere,
İkimiz çıkarız orda yalan.
---Bu ne kudret ki elifbayı okur ezberden.
---Tahir Efendi bize kelp demiş,
İltifatı bu sözde zehirdir,
Maliki mezhebim benim zira,
İtikadımca kelp Tahirdir.
---Bir nasihatım var zamana uygun,
Tut sözümü yattıkça yat uyuma,
Meşhur bir kelamdır sen kazan sen ye,
El için yok yere yanma.
---O kadar zeki ki bütün sınıfları çift dikiş gidiyor.
14) TEKRİR
---Arım,balım,peteğim,
Gülüm,dalım,çiçeğim,
Bilsem ki öleceğim,
Yine seni seveceğim,
Bir dizede iki ya da daha fazla kavramdan bahsettikten sonra diğer dizede onlarla ilgili
açıklama yapmaktır.
---Bakışların fırtına,
Duruşun durgun su,
Biri alabora eder,
Biri boğar.
Anlatımı daha etkili hale getirmek için cevap alma amacı gütmeden soru sormaktır.
---Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
---Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
---Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
---Şu karşıma göğüs geren
Taş bağırlı dağlar mısın?
---Hangi çılgın bana zincir vuracakmış?Şaşarım!
---Her gün bu kadar güzel mi bu deniz?
Böyle mi görünür gökyüzü her zaman?
18) TEDRİC
20) CİNAS
---Böyle bağlar,
Yar başın böyle bağlar,
Gül açmaz,bülbül ötmez,
Yıkılsın böyle bağlar.
21) ALİTERASYON
22) SECİ
1. TEŞBİH (BENZETME): Aralarında türlü yönlerden benzerlik ilgisi bulunan iki şeyden,
benzerlik bakımından güçsüz durumda olanı daha üstün olana benzetmektir. Dört ögesi
vardır. (Benzeyen, kendisine benzetilen, benzetme yönü, benzetme edatı).
Edatı yönü
Edatı yönü
17
Edatı yönü
Gürz ayaklı
Kalkan elli
Sancaktar olduğu
Sancak tutuşundan belli
F.H.Dağlarca
ÇINAR
Tevfik Fikret
Yukarıdaki örnekte askerler, aslana benzetilmiştir. Güçlü olan öge yani aslan
(benzetilen)söylenmemiş, sadece benzeyen söylenmiş olduğundan bu benzetme bir
“kapalı istiare”dir. (Kişileştirme sanatının bulunduğu her dizede kapalı istiare de vardır).
Yunus Emre
Anavarza at oynağı
Kana bulanmış gömleği
Kıyman a zalimler kıyman
Kör karının bir deyneği
4) MECAZ-I MÜRSEL (MÜRSEL MECAZ): Bir sözün benzetme amacı gütmeden gerçek
anlamının dışında başka bir sözün ya da kavramın yerine kullanılmasıdır. Kavramlar
arasında benzetmenin dışında, gerçek veya mecazlı anlamlar arasında parça-bütün, özel-
genel, neden-sonuç.....gibi ilgiler bulunur.
Cumhurbaşkanlığı
makamı
Yunus Emre
Yukarıdaki dörtlüklerde altı çizili sözcükler hem gerçek hem de mecaz anlamlarını
düşündürecek şekilde kullanılmıştır.
6) TEVRİYE: İki ya da daha çok anlamı olan bir sözün yakın ve uzak anlamlarını birlikte
kastetme sanatıdır.
Kelp: Köpek
7) TARİZ: Söylenen sözün ya da kavramın gerçek ve mecazlı anlamı dışında büsbütün
tersini kastetmektir. Genelliklebir kişiyi ya da durumu iğnelemek, alaya almak için yapılır.
Huzuri
20
(Hârname, Şeyhi)
Bu beyitte lâle, sümbül, gül, hâr (diken) arasında ayrıca zevk, şevk ve âh, zâr sözcükleri
arasında tenasüp sanatı vardır.
10) LEFF Ü NEŞR: Genellikle bir beyit içinde birinci dizede en az iki şey söyleyip, ikinci
dizede bunlarla ilgili benzerlik ve karşılıkları verme sanatıdır.
Bu dizelerde bârana (yağmur) karşılık olarak gözyaşı, şafağa (güneşe batarkenki kızıllık)
karşılık olarak ciğer kanı, ebr-i seher’e (sabah bulutu) karşılık olarak dud-ı ah (ah’ın
dumanı) verilmiştir.
Nahifi
Nedim
Yukarıdaki dizelerde şairler kendi yaşadıkları olayları bilmiyormuş gibi sorarak tecahül-i
arif sanatı yapmışlardır.
12) HÜSN-İ TALİL (GÜZEL NEDENE BAĞLAMA): Herhangi bir gerçek olayın meydana
gelmesini hayali ve güzel bir nedene bağlamaktır.Ancak bu nedenin kesin bir yargıya
dayanması gerekir. Hüsn-i talil’de de tecâhül-i arif’te olduğu gibi gerçek bir nedeni
bilmezlikten gelme gibi bir durum vardır. Hüsn-i talil’i, tecâhül-i ariften ayıran yön, gerçek
21
Nedim
Namık Kemal
Abdülhak Hamit
(Nasiye: alın)
Namık Kemal
Necip Fazıl
22
Fuzuli
Orhan Veli
18) TELMİH (HATIRLATMA): Söz arasında herkesçe bilinen geçmişteki bir olaya, ünlü
bir kişiye bir inanca ya da yaygın bir atasözüne işaret etmek, onu anımsatmaktır. Telmih
edilen şey uzun uzadıya açıklanmaz, bir iki sözcükle anımsatılır.
Yunus Emre
(Birinci dizede “Hz. İsa’nın göğe çıktığı inancı”na, ikinci dizede “Hz. Musa’nın Tur-ı Sinâ
dağında Tanrı ile konuşması” olayına ve üçüncü dizede de yine “Hz. Musa’nın yere atınca
yılan olan asasıyla gösterdiği mucizelere” telmih vardır).
SÖZ SANATLARI
19) CİNAS: Söyleniş ve yazılışları bir, anlamları farklı sözcükleri (sesteş, eşsesli) bir
arada kullanma sanatıdır. (Aynı zamanda bir uyak türüdür).
İbni Kemal
23
Lâedri
Fuzuli
Dede Korkut
21) SECİ: Nesirde yapılan kafiyeye “seci” denir.
“İlahi her neyi gülzâr ettinse anı ittim. İlahi elime her ne sundunsa anı tattım. İlahi
gönlüm oduna ne yaktınsa o tüter. İlahi vücudum bahçesine ne diktinse o biter.”
Sinan Paşa
22) SEHL-İ MÜMTENİ: Söylenmesi kolay göründüğü halde, benzerinin yazılması veya
söylenmesi çok güç olan sözlere ya da yazılara denir.
Yunus Emre
(Şair bütün tasavvuf felsefesini, az sözle çok güçlü bir şekilde ifade etmiştir).
23) İCAZ: Bir düşünceyi çok az sözcükle özlü bir şekilde anlatmadır. Kısaltmanın anlamı
güçleştirmemesine dikkat edilir. Buna icaz-ı muhil denir. Az söz yüklü anlamla ifadeye
makbul icaz denir. Atasözleri, vecizeler, hikmetli sözler bu gruba girer. Makbul icaz iki
türdür: Hafz yoluyla icaz: Anlama zarar vermeyecek şekilde bazı sözcükler atılır. Bu
cümle çıkarılarak da yapılabilir. Sözcük çıkarmaya icaz bil-harf denir. Örnek:
Ziya Paşa
İvaz bi'l-kasr: Hiçbir sözcük atılmadan anlamca zengindir. Örneğin "Akacak kan
damarda durmaz" gibi.
Edebi Akımlar
Dünya Edebiyatında Edebî Akımlar
Klasizm
* Edebiyatta eski Yunan ve Roma sanatını temel alan tarihselci yaklaşım ve estetik
tutumdur. Yeniden doğuş diye adlandırılan Rönesans döneminde gelişmiştir. Bu akımın
izleri bir önceki dönemde Rebelais ve Montaigne’de, hatta Aristoteles’tedir. Klasizmin
temel öğeleri kendi içinde soyluluk, akılcılık, uyum, açıklık, sınırlılık, evrensellik, idealizm,
denge, ölçülülük, güzellik, görkemliliktir. Yani bir eserin klasik sayılabilmesi için bu
özellikleri barındırması gerekmektedir. Kısaca klasik bir eser, bir üslubun en yetkin ve en
uyumlu ifadesini bulduğu eserdir. Klasizm temellerini Rönesans aristokrasisinden alır.
Klasizm bir bakıma aristokrasinin akımıdır.
Romantizm
* 18. yüzyılın sonunda başlar ve 19. yüzyılın ortalarına kadar sürer. Kendisinden önceki
klasizme bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Önce ön-romantizm dönemi denilen
gelişmeler yaşanmıştır. Bu gelişmelerin en önemlisi, halkın beğenisinin klasizmin
görkemli, katı, soylu, idealize edilmiş ve yüce anlatım biçiminden, daha yalın ve içten ve
doğal anlatım biçimlerine kaymış olmasıydı. Romantizm, klasizmin düzenlilik, uyumluluk,
dengelilik, akılcılık ve idealleştirme gibi özelliklerine bir başkaldırı niteliğindedir.
Romantizm, doğduğu çağın akılcılığı ve maddeciliğine tepki olarak bireye, öznelliğe, akıl
dışılığa, düş gücüne, kişiselliğe, kendiliğindenciliğe ve aşkınlığa, yani sınırları zorlayıp
geçmeye önem verir. Tarisel olarak bu dönemde gelişen orta soylu sınıfın, yani
burjuvazinin duygu, düşünce ve yaşam tarzını ön plana çıkarır.
Soyluların zarif sanat biçimlerini yapay ve aşırı incelikli bulan bu yeni sınıf, duygusal
açıdan kendisine yakın hissettiği daha gerçekçi sanat biçimlerinden yanaydı. Böylece
romantizm gelişme ve yaygınlaşma şansı buldu.
Romantizmin en önemli habercisi Fransız filozof ve yazar Jean Jacques
Rousseau’dur. Ama İngiliz yazarlar William Wordsworth ve Samuel Taylor
Coleridge’nin 1790 yılında birlikte yayınladığı Lirik Balatlar adlı eser romantizmin
bildirgesi sayılır. Yine İngiltere’de William Blake, Almanya’da Friedrich Hölderlin,
Johann Wolfgang von Goethe, Jean Paul, Novalis, Fransa’da Chateaubriand ve
Madame de Stael romantizmin ilk temsilcileridir. Victor Hugo, Alphonse de
Lamartine, Alfred de Vigny, Nodier, Soumet, Deschamp, Alfred de Musset
romantik akımın önemli yazarlarıdır.
Realizm (Gerçekçilik)
* Bir estetik kavram olarak 19. yüzyıl ortalarında Fransa’da ortaya çıkmıştır. Nasıl ki
romantizm klasizme bir başkaldırı niteliğinde ise gerçekçilik yani realizm, hem klasizme
hem de romantizme bir başkaldırıdır. Amaç, sanatı klasik ve romantik akımların
yapaylığından kurtarmak, çağdaş eserler üretmek ve konularını öncelikle yüksek sınıflar
ve temalarla ilgili değil, toplumsal sınıflar ve temalar arasından seçmekti. Realizmin
amacı, günlük yaşamın önyargısız, bilimsel bir tutumla incelenmesi ve edebi eserlerin bir
bilim adamının klinik bulgularına benzer nesnel bir bakış açısıyla ortaya konmasıdır.
Örneğin, realizmin iki güçlü temsilcisi Gustave Flaubert’in Madame Bovary adlı romanı
ile Emile Zola’nın Nana adlı romanında cinsellik ve şiddet edebi bir mikroskop altında
incelenerek olanca çıplaklığıyla ortaya konulmuştur. Realizm felsefesinin altında güçlü bir
felsefi belirlenimcilik yatar. Fransız edebiyatında Flaubert ile Zola’nın yanısıra Honore
25
Parnasizm
* Adını, Louis Xavier de Richard ile Catulle Mendes’in hazırlayıp Alphonse
Lemerre’in bastığı Le Parnasse Contemporain (Çağdaş Parnasçılık) adlı eserden alır.
Klasizm, romantizm ve realizmin bütününe tepkili bir akımdır. 1830’lu yıllarda ortaya
çıkmıştır. Temel kuramı "sanat sanat içindir" diye özetlenebilir. Aslında realizmin katı
toplumculuğu ve gerçekçiliğine bir karşı çıkıştır. Daha çok şiirde kendini gösterir. Sanatsal
biçim ve sanatsal içerik kaygısı ön plandadır. Bu akımın etkisindeki edebi eserlerde ölçülü
ve nesnel bir anlatım, teknik kusursuzluk ve kesin betimlemeler kullanılır. Parnas şiir için
"biçimciliği amaçlayan" şiir de denebilir. Parnasizm, bir yönüyle kendisinden sonraki
doğalcılığa kaynak olmuştur. Zengin bir dil, zengin bir biçim, zengin ve yoğun bir
duygusallık işlenir. Theophile Gautier’in şiirlerini, Theodore de Banville, Leconte de
Lisle izlemiştir. Parnasizm, edebiyat tarihinde Leconte de Lisle ile özdeşleştirilir.
Doğalcılık (Natüralizm)
* 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında etkili olmuştur. Doğa bilimlerinin, özellikle de
Darwinci doğa anlayışının ilke ve yöntemlerinin edebiyata uyarlanmasıyla gelişmiştir.
Edebiyatta gerçekçilik geleneğini daha da ileri götüren doğalcılar, gerçekleri ahlaksal
yargılardan, seçici bir bakıştan uzak bir tutum ve tam bir bağlılıkla anlatmayı amaçlar.
Doğalcılık, bilimsel belirlenimciliği benimsemesiyle gerçekçilikten ayrılır. Doğalcı yazarlar,
insanı ahlaksal ve akılsal nitelikleriyle değil, rastlantısal ve fizyolojik özellileriyle ele alır.
Doğalcı yaklaşıma göre, çevrenin ve kalıtımın ürünü olan bireyler, dıştan gelen toplumsal
ve ekonomik baskılar altında ezilir, içten gelen güçlü içgüdüsel dürtülerle davranırlar.
Yazgılarını belirleyebilme gücünden yoksun oldukları için yaptıklarından sorumlu
değillerdir.
Doğalcılığın kuramsal temelini Hippolyte Taine’in Historei de la Litterature Anglaise
(İngiliz edebiyatı tarihi) adlı eseri oluşturur. İlk doğalcı roman Goncourt Kardeşler’in bir
hizmetçi kızın yaşamını konu alan Germinie Lacarteux adlı yapıtıdır. Ama Emile Zola’nın
Le Roman Experimental (Deneysel Roman) adlı eseri akımın edebi bildirgesi sayılır.
Zola’nın yanısıra Guy de Maupassant, J. K. Huysmans, Leon Hennique, Henry
Ceard, Paul Alexis, Alphonse Daudet doğalcı eserler veren yazarlardır.
Sembolizm (Simgecilik)
* 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da ortaya çıkmış ve 20. yüzyıl edebiyatını önemli ölçüde
etkilemiştir. Bireyin duygusal yaşantısını dolaysız bir anlatım yerine simgelerle yüklü ve
örtük bir dille anlatmayı amaçlar. Simgecilik, geleneksel Fransız şiirini hem teknik hem de
tema açısından belirleyen katı kurallara bir tepki olarak başladı. Simgeciler, şiiri açıklayıcı
işlevinden ve kalıplaşmış bir hitabetten kurtarmayı, şiirle insanın yaşantısındaki anlık ve
geçici duyguları betimlemeyi amaçladı. Simgeciler, dile getirilmesi güç sezgi ve
izlenimleri canlandırmaya, şairin ruhsal durumunu ve gerçekliğin belirsiz ve karmaşık
birliğini dolaylı biçimde yansıtacak özgür ve kişisel eğretileme ve imgeler aracılığıyla
varoluşun gizemini aktarmaya çalıştılar.
Simgeci şiirin başlıca temsilcileri Charles Baudelaire’nin şiir ve görüşlerinden
fazlaca etkilenen Fransız Stephane Mallarme, Paul Verlaine, Arthur Rimbaud’dur.
Sembolik yazarlar arasında Jules Laforgue, Henry de Regnier, Rene Ghil, Gustave
Kahn, Belçikalı Emile Verhaeren, ABD’li Stuart Merrill, Francis Viele Griffin yer alır.
İdealizm
26
Gelecekçilik (Fütürizm)
* 20. yüzyılın başlarında İtalya’da ortaya çıkmıştır. Edebiyatta devrim ve dinamizmi
vurgulayan akım olarak değerlendirilir. İtalyan şair, romancı, oyun yazarı ve yayın
yönetmeni Filippo Tommaso Marinetti’nin 1909’de Paris’te Le Figaro gazetesinde
yayınladığı bildiri gelecekçiliğin manifestosu oldu. Bildiride, "Bizler müzeleri,
kütüphaneleri yerle bir edip ahlakçılık, feminizm ve bütün yararcı korkaklıklarla
savaşacağız" deniyordu. Bu geçmişin bütünüyle reddi demekti. Aynı bildiride, "Biz
dünyadaki gerçekten sağlıklı tek şeyi, yani savaşa ve ölüme götüren güzel düşünceleri
yüceltiyoruz" sözleri, siyasal alanda o dönemde gelişen faşizmden yana bir tavrın da açık
göstergesiydi.
Gelecekçiliğin kurucusu Marinetti, Avrupa’da birçok yazarı etkiledi. Rusya’da
Velemir Hlebinikov ve Mayakovski gelecekçiliğe yöneldi. Rus gelecekçiler kendi
bildirgelerini yayınladı. Puşkin, Tolstoy, Dostoyevski reddedildi. Şiirde sokak dilinin
kullanılması istendi. 1917 Ekim devriminden sonra da gelecekçi akım güçlendi.
Mayakovski’nin ölümüne kadar etkisini sürdürdü. İtalya’daki gelecekçiler ilk şiir
antolojisini 1912’de yayınladı. Gelecekçilik faşizm ile özdeşleşti. Ve 1920’lerin ortalarına
doğru etkisini yitirdi. Eserlerinde mantıklı cümleler kurmayı reddeden gelecekçilerin
parolası, "sozcüklere özgürlük"tü. Ezra Pound, D. H. Lawrence ve Giovanni Papini bu
akımdan etkilenen yazarlardır.
Dadaizm
* Jean Arp, Richard Hülsenbeck, Tristan Tzara, Marcel Janco ve Emmy
Hennings’in aralarında bulunduğu bir grup genç sanatçı ve savaş karşıtı 1916 yılında
Zürih’te Hugo Ball’in açtığı cafe’de toplandı. Fransızca’da oyuncak tahta at anlamına
gelen "Dada" akımın ismi olarak seçildi. Bildirisi de burada açıklandı. Bu akım, dünyanın,
insanların yıkılışından umutsuzluğa düşmüş, hiçbir şeyin sağlam ve sürekli olduğuna
inanmayan bir felsefi yapıdan etkilenir. 1. Dünya Savaşı’nın ardından gelen boğuntu ve
dengesizliğin akımıdır. Dada’cı yazarlar, Kamuoyunu şaşkınlığa düşürmek ve sarsmak
istiyorlardı. Yapıtlarında alışılmış estetikçiliğe karşı çıkıyor, burjuva değerlerinin
tiksinçliğini vurguluyorlardı.
Toplumda yerleşmiş anlam ve düzen kavramlarına karşı çıkarak dil ve biçimde yeni
deneylere giriştiler. Çıkardıkları çok sayıda derginin içinde en önemlisi 1919-1924
arasında yayınlanan ve Andre Breton, Louis Aragon, Philippe Soupauld, Paul
Eluard ile Georges Ribemont-Dessaignes’in yazılarının yer aldığı Litterature'dü.
Dadacılık 1922 sonrasında etkinliğini yitirmeye başladı. Dadacılar gerçeküstücülüğe
yöneldi.
Gerçeküstücülük (Sürrealizm)
Avrupa’da bir ve 2’nci dünya savaşları arasında gelişti. Bu akım temelini, akılcılığı
yadsıyan ve karşı-sanat için çalışan ilk dadacıların eserlerinden alır. 1924’te "Manifeste
27
Harfçilik (Letrizm)
* Öncülüğünü Romen asıllı şair Isidore Isou'nun yaptığı, 2’nci Dünya Savaşı sonrasında
ortaya çıkan bir akımdır. Şiirde en küçük birim olarak sözcükleri değil harfleri temel alır.
Bu yolla da yeni bir şiir ve yeni bir müzik yazmayı amaçlayan bir karşı-akım niteliğindedir.
Isou’ya göre, "harf olmayan ya da harf olmayacak hiç bir şey tinsel olarak da var
olamaz." Harfçilik, edebiyatın yanısıra sinemayı, dansı, müziği ve resmi de etkilemiştir.
Çıkış noktaları, "sesleri, sözcükleri, imgeleri aynı anda topluca bir araya getirecek yeni
anlatım yollarının araştırılması"dır. Francois Dufrene, Maurice Lemaitre gibi şairler bu
akımın önemli isimleridir.
Varoluşçuluk (Egzistansiyalizm)
* Yirminci yüzyılın ilk yarısının sonlarına doğru Fransa’da ortaya çıktı. Öncelikle bir felsefi
akımdır. En önemli temsilcileri Martin Heidegger, Karl Jaspers, Jean-Paul Sartre,
Gabriel Marcel ve Maurice Merleau-Ponty olmuştur. Felsefi bakımdan temelleri ise
bunlardan önce Nietzsche, Kierkegaard ve Husserl gibi düşünürler tarafından
atılmıştır. Varoluşçuluk 4 temel fikri savunur:
1. Varoluş her zaman tek ve bireyseldir. Bu görüş bilinç, tin, us ve düşünceye öncelik
veren idealizm biçimlerinin karşıtıdır.
2. Varoluş, öncelikle varoluş sorununu içinde taşır ve dolayısıyla varlık'ın anlamının
araştırılmasını da içerir.
3. Varoluş insanın içinden bir tanesini seçebileceği bir olanaklar bütünüdür. Bu görüş
her türlü gerekirciliğin karşıtıdır.
4. İnsanın önündeki olanaklar bütünü öteki insanlarla ve nesnelerle ilişkilerinden
oluştuğundan varoluş her zaman bir "dünyada var olma"dır. Bir başka deyişle insan her
zaman seçimini sınırlayan ve koşullandıran somut tarihsel bir durum içindedir.
Varoluşçuluğun etkileri çağdaş kültürün çeşitli alanlarında görüldü. Kierkegaard’ı
izleyen Franz Kafka, Das Schools, Şato, Der Prozess, Dava adlı eserlerinde insanın
varoluşunu bir türlü ulaşamadığı istikrarlı, güvenli ve parlak bir gerçeklik arayışı olarak
betimledi. Çağdaş varoluşçuluğun özgün temaları, Sartre’ın oyunları ve romanlarında,
Simone de Beauvoir’in yapıtlarında, Albert Camus’nün roman ve oyunlarında,
özellikle de L’Homme Revolte (Başkaldıran İnsan) adlı denemesinde işlendi.
Kişiselcilik
* Kişiselcilik, soyut düşüncülükle özdekçiliğin karşısına tinsel gerçekliği, sözü geçen iki
bakış açısının da parçalara böldüğü birliği yeniden yaratacak sürekli çabayı koyar.
Kişiselcilik, Descartes'in "Düşünüyorum öyleyse varım" (Cogito ergo sum) geleneği içinde
yer alır. Kişiselciliğin ana yapısı şöyle özetlenebilir: Kişilik, bilinç, kendi yargısını özgürce
28
Asıl yeni olan da budur. Nesnelerle, genel anlamda dünyayla kurulan bağ, yaşama karşı
takınılan tutum onu yeni yapar. Nedim’in şarkı biçimini yeniden canlandırması, bu biçimin
en güzel örneklerini vermesi de bu tutuma bağlanmalıdır. Yansıttığı dünya ne ölçüde
gerçekse, gerçekliğe yaklaşırsa; duyguları ne ölçüde içten ve yürekten geliyorsa, dili de o
ölçüde gerçeğe yaklaşır. İstanbul Türkçesi’nin en güzel örnekleri sayılabilecek,
benzeri yüzlerce dize buna örnek gösterilebilir. Ayrıca divanında rastlanan heceyle
yazılmış bir türkü, tek örnek olsa da, kimi denemelere giriştiğini göstermesi açısından
ilginçtir.
Ama Nedim’in açtığı bu çığır da yaygınlık kazanamaz. Geleneğin dışına çıkamaz
çünkü. Ardında onu hazırlayan ya da dayanabileceği yeni bir düşünce devinimi, kültürel
bir birikim yoktur. Lale döneminin (1718-1730) ozanıdır ve dönemin Patrona
Ayaklanmasıyla kapanması onun da sonu olur. Bir başka büyük ozanın, Şeyh Galip’in
(1757-1799) Nedim öncesi şiirle bağlantı kurması ve Sebk-i Hindi’den etkilenmesi, onun
şiirinin yanlış yorumlanmasına, salt uçarı özüyle ve dış görünüşüyle alınmasına yol açar.
Bayram-ı Veli, Dukakinzade Ahmet, Ahmet Sarban, Kaygusuz Vizeli Alaeddin, İdris-i
Muhtefi, Emir Osman Haşimi, Muhyi, Oğlanlar Şeyh İbrahim, Gaybi Sunullah bu yolda
ürün veren ozanların başlıcalarıdır.
Alevi-Bektaşı yazını
Alevi-Bektaşi halk yazını ise daha değişik bir nitelik taşır. Aleviliğe ve Bektaşiliğe
özgü terim ve deyimlerin kullanılması, tarikat ilkelerinin dile getirilmesi, şiirlere şii-batıni
inançların egemen olması gibi özellikleriyle tasvvufi halk yazını içinde özel bir yer
tutarken; yaşama sevincini, doğa segisini, dünyaya bağlılığı dile getiren ürünleriyle de din
dışı halk yazınına bağlanır. Bunun nedeni, Alevilik ve Bektaşiliğin tarikat olarak daha çok
kırsal kesimlerde yaygınlık kazanmasıdır. Tarikatın bu özelliği Alevi-Bektaşi ozanların
ürünlerine de yansır. Eytişimsel bir gelişim sonucu dinselle din dışı olan bir noktada
kesişir. Ozanların kırsal kesimden oluşu, halk yazını geleneği içinde yetişmeleri de bu
durumu besler. Böylece Alevi-Bektaşi şiirleri ikili bir görünüm kazanır. Sözgelimi Pir
Sultan Abdal,
diyerek toprağa, doğaya bağlı bir halk ozanı oluverir. Bir akım görünümündeki tekke
şiirinin, halk yazını içinde ele alınan ürünlerinin çoğunun Alevi-Bektaşi kökenli olması da
buna bağlanmalıdır.
Gerçekçilik
Buradan yola çıkarak varacağımız sonuçlar şunlardır: Türk yazınında bir anlatım
yöntemi olarak gerçekçilik XIX. yüzyılın sonlarında görülür. Daha önceki örnekler, öteki
ulusların yazınlarında da olduğu gibi, dış gerçekliğin görüldüğü biçimiyle yansıtılmasından
öteye geçmez. Bu yapıtlar için gerçekçi sözcüğünü sıfat olarak kullanabiliriz yalnızca. Söz
konusu olan, yaşananın, görülenin betimlenmesidir çünkü. Örneğin gerek destanlarda,
gerekse bunların süreği sayabileceğimiz Dede Korkut öykülerinde ya da sözlü gelenekte
doğup yazıya geçmiş halk öyküleri benzeri destansı anlatılarda eski Türk topluluklarının
günlük yaşayışından görüntüler bulmak olasıdır. giderek bu tür ürünlerden yola çıkıp
göçebe yaşayış biçiminin özellikleri bile saptanabilir. Ama bu, o yapıtların gerçekçi
kavramıyla nitelenmesi için yetmez. Homeros’un yapıtlarında da eski Yunan sitelerinin
yaşamını buluruz, ama onları gerçekçi olarak nitelemeyi düşünmeyiz. Bu nedenle XIX.
yüzyıl öncesi Türk yazınını gerçekçilik açısından değerlendirirken gerçekçiliğin bir yöntem
olduğunu unutmamak gerekmektedir.
Divan yazınında, özellikle mesnevilerde, şehrengizlerde rastlanan gerçekçi
betimlemeler de bu açıdan ele alınmalıdır. Bu yapıtlarda, "çağın günlük yaşamı, yeme,
içme, giyinme, gezme, eğlenme biçimleri, toplum yaşamının mesire, meyhane,
kahvehane gibi yerlerdeki görüntüleri yansıtılır. Yaygın tipler canlandırılır. Zulüm,
haksızlık, rüşvet, halkı sıkıntı içinde kıvrandıran pahalılık gibi sorunlar üzerinde durulur"
(Konur Ertop). Bu, yalnızca gerçekçi bir tutumdur. Gerçekçi bir bakış açısını ve bakış
açısına bağlı bir anlatım biçimi içermez. Sözgelimi divan sanatçısı yöneticilerin
ahlaksızlığından, yönetimin bozukluğundan yakınırken, bu gerçeğin toplum yapısından
gelen nedenlerini görmez. İyilik, kötülük gibi soyut, görece kavramlara sığınır. Somutu
soyutla açıklar. Oysa biliyoruz ki, batıdaki ilk gerçekçiler bile gerçeği somut bir olgu
olarak ele alıyor, bilimin verileriyle kavrayıp yansıtmayı amaçlıyorlardı.
Gerçekçilik açısından Türk yazınını değerlendirirken unutulmaması gereken en
önemli nokta ise, gerçekçiliğin temelde roman türüne özgü bir anlatım yöntemi
olduğudur. Üstelik batı toplumlarının kapitalistleşme sürecinde doğup gelişmiştir.
Gerçekçi yönelişlerin XIX. yüzyılda görülmesi bu nedenle rastlantı sayılamaz. Ernst
Fischer’in şu saptaması doğrudur: "Kimsesiz ben’in romantik başkaldırışından, burjuva
değerlerine karşı soyluların ve halkın tepkilerinin garip karışımından eleşltirel gerçekçilik
ortaya çıktı. Burjuva topluma romantikçe karşı çıkış, zamanla,karşı çıkan ben’in niteliğini
yitirmeden, o toplumun bir eleştirisine dönüştü. Romantizmle gerçekçilik doğrudan
doğruya birbirine aykırı olan görüşler değildir; romantizm, daha çok, eleştirel
gerçekçiliğin ilk evrelerinden biridir. Tutum tümüyle değşimemiş, sadece yöntem daha
soğukkanlı, daha nesnel, daha uzaktan bakan bir yöntem olmuştur."
Ama Tanzimatçılar bu inceliğin ayrımına varamazlardı. Gerçekçiliği kavrayamamaları
bir yana tam anlamıyla coşumcu da olamadılar. Örneğin, divan yazınını "hakikat ve tabiat
alemlerinden hariç bir cihan-ı evhamdan iktibas olunmuş birtakım na-merbut
tasavvurlardan ibaret" (Celalettin-i Harzemşah önsözü) olduğu için eleştiren Namık
Kemal, düşsü bir tutuma kapılmaktan, gerçekdışılıktan kurtulamaz. Bir yapıtı
"Müşahedat" (Gözlemler) adını taşıyan Ahmet Mithat da Fransız gerçekçilerinin toplumun,
insanların hep kötü yanlarını konu almalarını eleştirir.
Ayrıca Tanzimat sanatçıları gerçekçilikle doğalcılığı (naturalisme) bir tutmuşlardır.
Nitekim hakikiyyun terimi hem gerçekçiler, hem de doğalcılar karşılığı kullanılmıştır. İlk
gerçekçi ürünlerden sayılan, Nabizade Nazım’ın Karabibik’i (1890) de bu yolda yazılmıştır.
Nabizade yapıtın önsözünde, gerçekçi romana bir örnek vermek istediğini söyler ve Emile
Zola ile Alphonse Daudet’in adlarını anar. Yani doğalcıların. Zehra’da (1896) ise
bütünüyle doğalcılığın ilkelerine dayanır. Dönemin kuramcısı Beşir Fuat da doğalcılığın
savunucusudur.
34
Doğaya yönelirler. Ama bir resimdir doğa onlar için. Düşle gerçek çatışması, karamsarlık,
kaçış egemendir şiirlerine. Hem benimsedikleri sanat anlayışı, hem de dönemin siyasal
koşulları içine kapanık, bireyci bir şiire yönelmelerine yol açmıştır. Çözüm, topluluğun
1900’lerde dağılması olur. Yazılıp çizilemeyen 1901-1908 yıllarında yalnız biri ayakta
kalır: Tevfik Fikret. Biçim tutsaklığından sıyrılıp özü öne aldığı, karamsarlığı bireysellikten
soyup toplumsalla özdeşleştirdiği için başarılı olur o da.
Nisan 1911’de yayımlanan Genç Kalemler, daha önce çıkarılan Hüsn ve Şiir adlı
derginin süreğidir. Ad değişikliğinin gerekçesi ilk sayıda şöyle açıklanır: "Evet, gazetenin
heyet-i tahririyesi (yazı kurulu) sizin evvelce tanıdığınız gençlerdir. Onlar düşünüyorlardı
ki Hüsn ve Şiir namı yalnız ihtisasata müteallik mevada (duygulara ilişkin konulara)
taalluk ediyor. Halbuki maksatları yalnız bu değildir. Hüsn ve Şiir’in şumul-i manasından
maada (anlamının kapsamı dışında) mahsulat-ı fikriyye (düşünce ürünleri) de
gazetelerinde geniş bir mevki haizdir. Binaenaleyh risalenin ismini değiştirdiler, ona Genç
Kalemler dediler."
Genç Kalemler’in ilk sayısında yer alan "Yeni Lisan" başlıklı imzasız yazı Ömer
Seyfettin’ce yazılmıştır. Dilde özleşmenin savunulduğu yazıda, ulusal bir yazın
oluşturabilmek için önce ulusal bir dilin gerekliliği üzerinde durulur. Derginin sonraki
sayılarında da "Yeni Lisan" genel başlıklı yazılar sürer. Beşinci sayıdan başlayarak
yazıların altındaki soru imi yerine "Genç Kalemler Tahrir Heyeti" imzası konulur.
Başlangıçta Ömer Seyfettin ve Ali Canip Yöntem’in çabalarıyla çıkarılan derginin
etkinliği Ziya Gökalp’ın da katılmasından sonra artar. "Milliyet, kavmiyyet kavramlarına
dayalı Türkçülük düşüncesinin geliştirildiği görülür. Meşrutiyet’in ertesinde İstanbul’da
kurulan Türk Derneği, Türk Ocağı gibi kuruluşlarca da bu düşünsel temel beslenir. Türk
yazın tarihinde "Genç Kalemler" ya da "Yeni Lisan Hareketi" adlarıyla anılan bu girişim
Milli Edebiyat akımını hazırlamış, konuşulan İstanbul Türkçesi’nin kullanıldığı, ulusal
kaynaklara yönelik yeni bir edebiyat anlayışının başlangıcı olmuştur.
Milli Edebiyat yolundaki ilk örnekler, kuşkusuz akımı başlatanlarca verilir. İlkeler
bellidir: Dilde yalınlık, halk yazını şiir biçimlerinden yararlanma ve hece ölçüsü, konu
seçiminde yerlilik. Çok önemli bir yenilik de, daha yüzyılın başında Mehmet Emin
Yudakul’un gerçekleştirdiği şiirin İstanbul dışına çıkması, Anadolu’ya açılması olgusudur.
Nabizade Nazım, bunu gerçekçi bir ürün ortaya koyabilmek amacıyla Karabibik’te
yapmış, ama bu deneme orada kalmıştır. Türkçülerdeyse bu seçiş, bilinçli bir tutumun
ürünüdür.
Benzeri bilinç, konu olarak Türk tarihinin seçilmesinde de görülür. Siyasal durum,
dolayısıyla bağlanılan ideoloji, Türkçüleri Osmanlı tarihini atlayıp uzak geçmişe, Anadolu
öncesine gtimeye iter. Siyasal Osmancılığa tepkidir bu. Şiirde Ziya Gökalp, öykü ve
romanda Ahmet Hikmet Müftüoğlu bu seçişin en belirgin örneklerini verirler. O yıllarda
Türk Ocağı’nın çalışmalarına katılan Halide Edip Adıvar da bu eğilime kapılır. Ama
Türkçülük akımı etkisindeki romanı Yeni Turan (1912) yapıtları arasında bu yolda yazılmış
tek örnek olarak kalacaktır.
gelirken, Milli Edebiyat akımı, şiirden öykü ve romana, kuramsal yazılardan yazın
araştırmalarına, bütünüyle egemen bir akım görünümündedir. Ama artık, başlangıçtaki
ideolojik içeriğinden, Turancılık ülküsünden soyulmuş olarak. Yalın bir dille yazma,
konularını yaşamdan, ülke gerçeklerinden seçme ve ulusal kaynaklara yönelme
ilkelerinde birleşilmiştir.
Öyle bir bütünleşmedir ki bu, anılan akım içinde İslamcı, Osmanlıcı ve gelenekçi
eğilimlerden bireysel eğilimlere dek çeşitli görüşlerde sanatçılara rastlamak olasıdır.
Örneğin, Mehmet Akif de, Yahya Kemal de, yazın tarihi araştırmalarında aynı bağlamda
ele alınmaktadırlar bugün. Belli bir akımın belli bir döneme damgasını vurmasının
sonucudur bu. Artık söz konusu olan Milli Edebiyat akımı kavramı değil, Milli Edebiyat
dönemidir. Oysa konuya yazın akımları açısından bakıldığında Milli Edebiyat kavramı
altında topladığımız sanatçıları değişik kümelere ayırmak gerekmektedir. Bu ayırmada
ölçü, bağlanılan dünya görüşüdür.
İslamcı Mehmet Akif Ersoy, anlaşılır bir dille yazmayı benimsemesine, aruzla yazdığı
şiirlerinde günlük konuşma dilini başarıyla kullanmasına ve gerçekçi bir tutumla yaşama
açılmasına karşın, hem batıcılara, hem de Türkçülere bütünüyle karşıdır. Meşrutiyet
döneminde batıcılığın en güçlü temsilcisi Tevfik Fikret’in usçuluk (rationalisme) ve
gerekircilikle (determinisme) beslenen, bir yanıyla Tanrıtanımazlığa atheisme) ulaşan
düşüncelerini eleştirir. Bir İslam düzeltimcisi olduğu için de Türkçülerle çatışır. "Kavim
fikri"dir karşı olduğu. Milli Edebiyat akımının belirleyici kavramları olan ulus, ulusallık
sözcükleri yoktur onda. Belerleyici kavramı ümmettir.
Yahya Kemal ise bir başka bileşimin ardındadır. Temelde Osmanlıca ve gelenekçidir.
Tanpınar’ın deyişiyle, "Ona göre Türkçülük davası, Türkiye meselesidir. 1071’deki
malazgirt zaferiyle yeni bir vatanda, yeni bir millet doğmuştur. Bu milletin dil ve kültürü
bu yeni vatanın malıdır." Böylece, tarih anlayışı onu Osmancılıkla Türkçülüğün bileşimine
götürür. Mallarme, Valery gibi Fransız ozanlarına bağlayabileceğimiz sanat anlayışı bu
görüşleriyle birleşerek neo klasik bir şiiri geliştirmesine yol açar.
Üçüncü belirgin çizgi Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın girişimlerine bağlanabilir. Ulusal
kaynaklara dönüşü, halk yazınını, özellikle tarikatlar ve tekkeler çevresinde gelişen yazını
örnek almak biçiminde yorumlar Rıza Tevfik. Daha önce Mehmet Emin Yurdakul’u
kullandığı, Türkçülerin elinde basit bir "parmak hesabı" olan hece ölçüsü onun girişimiyle
değişik bir boyut kazanır. Gerek halk yazınında derlediği, gerekse yazdığı koşma ve
nefeslerle hece ölçüsünün değişik kullanım biçimlerinin örneklerini verir.
Bu çeşitli arayışların, öz ve biçimde ayrı eğilimler taşımakla birlikte, daha önce
sözünü etiğim ana ilkeler çevresinde birleşip Milli Edebiyat kavramı altında toplanmaları
1917’yi izleyen yıllarda gerçekleşmiştir. Ziya Gökalp’ın 1917’de çıkardığı Yeni Mecmua
dergisiyle sağlanır bu bütünleşme. İttihat ve Terakkice desteklenen dergide dönemin
hemen bütün bellibaşlı sanatçıları görünürler. İttihat ve Terakki’ye karşı olduğu için
sürgünde bulunan Refik Halit Karay, Ziya Gökalp’ın girişimiyle bağışlanarak İstanbul’a
getirtilir ve dergide yazması sağlanır. Milli Edebiyat akımını başlatanların egemen
ideolojisi Türkçülük aşılmıştır artık. Yine Ziya Gökalp, bir yapıtının adıyla varılan bileşimi
şu sav sözle özetler: Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak. Günümüzde yapılacak bir
değerlendirmede, 1908-1923 yılları arasında gelişen ve Cumhuriyet sonrasına da sarkan
Milli Edebiyat akımının genel bir kavrama dönüşerek bir dönemde bütün Türk yazınını
kapsaması, ideolojik alandaki bu geçişe bağlanmalıdır. Birbirine karşıt, giderek tepki
olarak doğmuş ideolojilerin birleştirilmesi, yazında da değişik eğilimlerin ana ilkelerde
birleşmesini doğurmuştur.
Memleketçi edebiyat
Anadolucu yazın da diyebileceğimiz bu "memleketçi edebiyat" Cumhuriyet’in ilk
yıllarında da sürmüştür. Ayrıca dönemin büyük ozanları Yahya Kemal, Ahmet Haşim
aruzla yazmakta direnseler de utku hecenindir. Ali Mümtaz Arolat, Necmettin Halil Onan,
Ömer Bedrettin Uşaklı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Cahit Sıtkı Tarancı,
Ahmet Muhip Dıranas gibi ozanlar, değişik şiir anlayışlarına bağlanmakla birlikte heceyi
sürdürürler. Bu ozanlardan yalnız Arolat’a, Onan’ı, Uşaklı’yı Hececilerle birlikte
"memleketçi edebiyat"ın süreği sayabiliriz. Kemalettin Kamu da bu akım içinde ele
alınabilir. Ama Tanpınar, Dıranas, Kısakürek, Tarancı gibi ozanlar bir akım içinde değil tek
tek değerlendirilmelidirler. Necip Fazıl gizemciliğin, Tanpınar Yahya Kemal’in, Dıranas ile
Tarancı Baudelaire’in ve simgecilerin etkisindedirler, ama kendilerine özgü bir şiiri
geliştirirler.
1930’lara gelirken yeni bir yazın çığırı açmak girişimiyle karşılaşılır. Milli
Edebiyatçıların sığlıklarına, gerçekçilikten uzak memleketçiliklerine bir tepkidir bu.
Yazın tarihimize Yedi Meşaleciler adıyla geçen topluluk şu adlardan oluşmaktadır:
Sabri Esat Siyavuşgil, Ziya Osman Saba, Yaşar Nabi Nayır, Muammer Lütfi, Vasfi Mahir
Kocatürk, Cevdet Kudret, Kenan Hulusi Koray. Ortak bir kitap çıkararak (Yedi Meşale,
1928) Hececilerin elinde tıkanan Türk şiirini yeni ufuklara açmaktır amaçları: "Yazılarımızı
müşterek neşretmemizin sebebi, memleketimizde son edebi cereyanları gösterecek toplu
bir eser vücuda getirmek arzusudur (...). Yazılarımızda ne dünün mızmız ve soluk
hislerini, ne son zamanların renksiz ve dar Ayşe, Fatma terennümünü bulacaksınız. Biz
her şeyden evvel duygularımızı başkalarının manevi yardımına muhtaç kalmadan ifade
etmeye çalıştık." (Yedi Meşale’nin önsözünden).
Ama tıpkı, Edebiyat-ı Cedide’ye karşı çıkıp Edebiyat-ı Cedide’nin kanatları altına
sığınan Fecr-i Aticiler gibi, Yedi Meşaleciler de Yusuf Ziya Ortaç’ın Meşale dergisine
39
istiyorum. (...) Ben kendi toplumsal sınıf çevreme karşıt ve çelişmeli değilim. Bundan
ötürü de sanat için değildir diyorum. Şiirde bileşik, diyalektik gerçekçiliğe ulaşmak
istiyorum." (Her Ay, Nisan 1937)
Nitekim şiirsel eyleminde biçimle ilgili tartışmalara girmez Nazım Hikmet. Öze uygun
biçimi bulmaktır amacı. Bunun için yalnız Türk yazınının değil, tanıdığı bütün yazınların
geleneklerine açıktır. Hepsinden yararlanabilir. Çünkü ona göre, "Her sanatkar ömrünün
sonuna kadar arayacaktır. Bu arama seyrinde her konkre öze en uygun şekli bulmaya,
kendi kendini tekrarlamamaya, şahsiyetini muhafaza etmekle beraber taklit etmemeye
çalışacaktır. Hiçbir değişmez, mutlak sanat kaidesi tanımayacaktır." (Babayef’le
konuşma). Bu ise biçimin öze bağlı olarak sürekli değişmesi, bir değişkenlik içinde
olmasıdır. Değişmeyen sanata yüklediği işlevdir. İşlevi belirleyen de toplumcu dünya
görüştü.
Nazım Hikmet’in toplumcu yazının gelişmesi yolundaki eylemi, asıl 1929’da, Resimli
Ay’da çalıştığı yıllarda yoğunlaşacak, egemen sanat anlayışlarına karşı gerçek kavga,
yalnız şiirde değil, bütün yazın dallarında bu dönemde başlatılacaktır. Asım Bezirci bu
gelişimi şöyle özetler:
"1928’de Takrir-i Sükun Kanunu yürürlükten kalkınca, baskı da hafiflemeye başlar.
Bundan yararlanarak, toplumcu yazarlar Sabiha Zekeriya’nın 1 Şubat 1924’ten beri
çıkarmakta olduğu Resimli Ay dergisi çevresinde toplanmaya çalışırlar. 1928’den sonra
Vala Nurettin, Suat Derviş, Sadri Ertem Resimli Ay’da yazarlar. Almanya’dan gelen
Sabahattin Ali ile Rusya’dan dönen Nazım Hikmet de onlara katılırlar. Resimli Ay, 15 Ocak
1931 tarihinde kapanıncaya değin toplumcu bir edebiyatın kurulup yayılmasına hizmet
eder.
de, daha iktidarının ilk yıllarında yalnız toplumculara değil, bütün ilerici güçlere karşı bir
tutum takınır. Köy Enstitülerini kapatır. Ardından, Kore Savaşı’nın yarattığı ortamdan
yararlanarak toplumcuları ezer. CHP’de kurtulamaz bu sindirme eyleminden. Gidiş,
"dikensiz gül bahçesi"nedir.
Kısaca özetlemek gerekirse, İkinci Yeni, Garip’in tam tersi bir noktadan yola çıkar.
Söyleyişteki rahatlığın yerine şiir dilini zorlamayı, anlaşılırlık yerine anlamca kapalılığı,
somuta karşılık soyutlamayı getirir. Halk şiirine sırt çevrilir. Öteyandan dize anlayışına,
sözcüklerle oynamaya yönelinerek eski şiirle zayıf da olsa bağlantı kurulur. İkinci Yeniciler
için önce biçim gelir. Cemal Süreya bunu şöyle belirtir: 2Biz şiir salt biçimdir, demiyoruz,
belki en çok biçimdir diyoruz. Bunu belirtebilmek için de soyut bir metodla diğer her şey
aynı kaldığı takdirde biçimin beklenebilir değişmelerini arıyoruz. Biçimi önemsiyoruz.
Bunu da gerekli buluyoruz." (Pazar Postası, s. 41, 1958).
İkinci Yeni bir kaçış şiiri midir? Siyasal ortam düşünüldüğünde, evet. Ama yaşanılan
toplumsal durum göz önüne alındığında, bireyin toplumla çatışmasının, yabancılaşmanın;
yerleşik değerlerin bireyi bunaltmasının ve dış dünyayla, insanlarla kurulan ilişkilerin
yozlaşmasının İkinci Yeni’yi beslediği söylenemez mi? Çağdaş düşünce akımlarıyla
(varoluşçuluk gibi) beslenen İkinci Yeni deviniminin siyasal eylemi dışlaması, gerici bir
sanat akımı olarak damgalanması için yeterli midir? Kaldı ki, her akımın çıkışında ve
gelişim sürecinde rastlanan aşırı örnekler, öykünmecilerin, yenilik için yenilik ardında
koşanların yoz ürünleri de o akımı olumsuzlaşmanın nedeni olmaz.
Nitekim 1960’tan sonra İkinci Yeni akımı da, kendi içinde biçimsel aşırılıklardan
arınarak, yeni imgelere, dize işçiliğine dayanan ve şiirsel bir yapı kurmayı amaçlayan
arayışlarla gelişimini sürdürdü. İkinci Yenicilerin uzak çağrışımlar yaratmaya yönelik, şiire
özgü bir dil oluşturma çabaları genelde Türk şiirini de etkiledi. Anlamsızlık değil, yeni
anlamlar yakalamaktı artık amaç.
43