You are on page 1of 95

38 (38).

SÛRE
SÂD SÛRESİ

38 (38). SÂD SÛRESİ


MEKKÎ, 88 ÂYET
GİRİŞ
Adını 1. âyetteki ‫[ص‬sâd] kesik harfinden ya da bu harfin temsil ettiği 90 sayısından
alan ve kendinden önceki sûrelerin devamı niteliğinde bulunan Sâd sûresi'nde de –diğer
Mekkî sûrelerde olduğu gibi– inanç esasları üzerinde durulmaktadır ve Kur’ân'ın kanıt
gösterilmesiyle başlayan sûrede, müşriklerin Peygamberimize karşı muhalif tavırları dile
getirilmiş ve eski tarihlerde yaşamış kavimlerin hayatlarından bazı kesitler verilmiştir. Ayrıca,
Kur’ân'da önemli bir bölüm teşkil eden Âdem, İblis ve melekler ile ilgili kıssaya da ilk kez bu
sûrede yer verilmiştir. Sûrenin sonunda ise, Peygamberimizin esas görevi vurgulanmıştır.
İNİŞ ZAMANI: Bilindiği gibi, Peygamberimizin Mekke'de İslâm'ı açıkça anlatarak
yaptığı davet, Kureyş'in ileri gelenleri arasında sarsıcı bir etki meydana getirmişti. Özellikle
güçlü kişiliği ile herkes tarafından tanınan Ömer'in de İslâm'ı benimsemesi, Mekkeli
kodamanları iyice telâşlandırmıştı. Sûrede müşriklerin telâşlarından bahsediliyor olması,
sûrenin Ömer'in Müslüman olduğu dönemde indiği ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
Kureyş ileri gelenlerinin içine düştüğü bu telâş, İmâm Ahmed, Neseî, Tirmizî, İbn-i
Cerîr, İbn-i Şeybe, İbn-i Ebî Hatim ve İbn-i İshâk'ın eserlerinde yer alan nakillerde ise şöyle
dile getirilmiştir:
Kureyş'in ileri gelenleri bir araya gelip aralarında istişâre etmişler ve yeğeni Muhammed
(a.s) ile aralarını düzeltmesi için Ebû Tâlib'e arabuluculuk teklifinde bulunmayı
kararlaştırmışlardır. Çünkü, Ebû Tâlib öldükten sonra Hz. Muhammed'e (a.s) dokunacak
olurlarsa, tüm Arap kabilelerinin, kendileri için, “Amcası hayatta iken, Muhammed'e
dokunmaya cesaret edemediler; Ebû Tâlib öldükten sonra o'na saldırdılar” diye
eleştirilmekten çekinmişlerdir.[BLOK11pt.]
Bu karar üzerine, Kureyş'in ileri gelenlerinden 25 kişilik bir heyet Ebû Tâlib ile
görüşmeye gitmişir. Heyetin içinde, Ebû Cehl, Ebû Süfyân, Umeyye b. Halef, Âs b. Vâil,
Esved b. Muttalib, Ukbe b. Muayt, Utbe ve Şeybe gibi ileri gelen kâfirler vardı. Bu heyet
doğruca Ebû Tâlib'in yanına giderek, her zaman yaptıkları gibi, Hz. Peygamber'i amcasına
şikâyet ettiler ve ona şöyle dediler: “Muhammed kendi dini üzerinde kalsın, biz de kendi
dinimiz üzerinde kalalım. O bizim dinimize karışmazsa biz de o'nu kendi dininde serbest
bırakır ve kime ibâdet ederse etsin o'na dokunmayız. Ama o da bizim tanrılarımızı
kötülemesin ve halk arasında dinini yaymaya çalışmasın.”[BLOK11pt.]
Bunun üzerine Ebû Tâlib, Hz. Peygamber'i (s.a) yanına çağırarak o'na, “Ey yeğenim!
Kavmimizin ileri gelenleri bana geldiler. Onlar, aranızda âdilâne bir anlaşmanın olup, bu
çekişmenin sona ermesini istiyorlar” dedi ve sonra yeğenine Kureyşlilerin teklifini iletti. Hz.
Peygamber (s.a) ise amcasına şöyle bir cevap verdi: “Ey amcacığım! Ben onlara öyle bir
kelimeyi kabul ettirmeye çalışıyorum ki, bu kelimeyi kabul ettikleri takdirde, onlara sadece
Araplar değil, tüm dünya tâbi olur.”
Kureyş heyetine Hz. Peygamber'in (s.a) bu cevabı iletilince fena halde bozuldular ve bir
süre ne cevap vereceklerini bilemediler. Böylesine makul bir teklifi reddedebilecek kelimeleri
hemen bulamamışlardı. Fakat kendilerine geldikten sonra, “Biz bir kelime değil, bin kelime
bile söylemeye razıyız, ama o kelime nedir?” diye sordular. Resûlullah (s.a), “O kelime, lâ
ilâhe illallâh'tır” diye cevap verdi. Bu cevabı duyar duymaz, Kureyş heyeti âniden
hiddetlenerek ayağa kalktı ve söylenerek çıkıp gittiler.[BLOK11pt.]
Kureyş müşrikleri, İslâm'ın her gün biraz daha yayılması nedeniyle oldukça kızgın ve ne
yapacaklarını bilemez bir haldeydiler. Ömer'in de Müslüman oluşu onları iyice perişan
etmişti. İslâm'ın davetçisi, şerefli, lekesiz bir geçmişe sahip, akıl ve ciddiyet bakımından tüm
Kureyş'in en seçkin kimselerindendi. Onun sağ kolu Hz. Ebû Bekr ise, değil sadece
Mekke'nin, çevredeki kabilelerin de şerefli, dürüst ve zeki bir insan olarak tanıdıkları bir
şahsiyetti. Şimdi de Hz. Ömer gibi cesur ve azametli kişiliğe sahip birinin de onlarla
birleştiğini görünce, tehlikenin boyutlarının büyüdüğünü hissetmişlerdir.[BLOK11pt.]
Tarihçi İbn-i Sa‘d da, Tabakât adlı eserinde, bu olayın tümünü, sadece, “Bu, Ebû
Tâlib'in son hastalığı değildi” ibaresi farkıyla yukarıdaki gibi anlatmıştır. Ona göre; bu olay,
“Filân şahıs Müslüman olmuş, filân şahıs İslâm'a girmiş” şeklindeki haberlerin kulaktan
kulağa yayıldığı ilk dönemde vukû bulmuştur. Öyle ki, bu haberler halk arasında
yaygınlaşınca, Kureyş'in ileri gelenleri, Ebû Tâlib'e, Hz. Peygamber'i (s.a.) İslâm'ı
anlatmaktan vazgeçirmesi için peşpeşe heyetler gönderdiler. İşte bu heyetlerden biri de
yukarıda zikredilen heyettir.1
Zemahşerî, Râzî, Nisâburî ve bazı müfessirlere göre, bu heyet, Hz. Ömer İslâm'ı
kabullendiği zaman Ebû Tâlib'e gitmiştir.
Sûrenin ilk âyetlerinde Kureyşli inkârcıların o günlerdeki telaş ve şaşkınlıklarına,
Peygamberimize olan kibirli yaklaşımlarına değinilmektedir. Bu âyetlerden anlaşılmaktadır
ki, kâfirler İslâm'ı Peygamberimizin görevini yapmasında bir eksiklik, bir yanlışlık
görmelerinden dolayı reddetmemişlerdir. Atalarının dinlerini körü körüne takip eden bu
kâfirler, esasında kendi içlerinden bir peygambere tâbi olmayı hazmedememişler ve
Peygamberimizin davetine bu yüzden kin ve hasetle yaklaşmışlardır.
RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA
MEAL:
1-3. Sâd/90. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki, fakat o inkâr
edenler bir gurur ve bölünme [muhalefet, ayrılıkçılık] içindedirler. Onlardan önce nice
kuşakları helâk ettik Biz. Onlar da çağırıştılar. Ama artık kurtuluş vakti değildi.
4-5. Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler, “Bu bir
sihirbazdır, çok çok yalan söyleyen birisidir. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı kılmış? Bu
gerçekten şaşılacak [çok tuhaf] bir şey!” dediler.
6-8. Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler (ve dediler ki): “İlâhlarınız üzerinde
sabır ve sebat edin. Bu, gerçekten, istenen [sizden beklenen] bir şeydir! Biz bunu son [başka
bir] dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır. Zikir [öğüt] aramızdan o'nun üzerine mi
indirildi?” –Aksine onlar Benim Zikrimden bir kuşku içindeler, aksine onlar henüz azabımı
tatmadılar.–
9-10. Yoksa çok güçlü ve çok bağış yapan Rabbinin rahmet hazineleri onların
yanında mıdır? Ya da bütün o göklerin, yerin ve aralarında olanların mülkü onların mıdır?
Öyle ise sebeplerin içinde yükselsinler!
11. (Onlar) burada, çeşitli gruplardan oluşmuş, bozguna uğramış bir ordudur!
12-13. Onlardan önce Nûh'un kavmi, Âd, kazıklar sahibi Firavun, Semûd, Lût'un
kavmi ve Eyke ashâbı [Şu‘ayb'ın kavmi] da yalanladılar. İşte onlar, hiziplerdir.
14. Onların hepsi, sadece elçileri yalanladılar. Bu sebeple azabım hakk oldu.
15. Ve bunlar devenin iki sağımlığı kadar dahi gecikmesi olmayan bir çığlıktan
başkasını beklemiyorlar.
16. Ve dediler ki: “Rabbimiz! Hesap gününden önce bizim azaptan payımızı
acele ver bize!”
17. Sen onların dediklerine sabret ve güçlerin sahibi kulumuz Dâvûd'u hatırla.
Şüphesiz o, (Rabbine) çokça dönendi.
18. Gerçekten Biz dağlara boyun eğdirdik; akşam ve sabah [daima, her zaman]
o'nunla birlikte tesbîh ederlerdi.
19. Kuşları da toplu olarak (o'na boyun eğdirmiştik). Hepsi o'na dönücü idi.

1
İbn-i Sa‘d, Tabakât.
20. Biz o'nun mülkünü de pekiştirdik. Ve o'na hikmeti [yasayı] ve fasl-ı hıtabı
[hakkı bâtıldan ayıran sözü söyleme imkânını] verdik.
21. Ve sana şu hasımların [davacıların] haberi geldi mi? Hani onlar mihraba çıkıp
varmışlardı.
22-23. Dâvûd'un yanına girdiklerinde o, onlardan korkuvermişti. (Ona,) “Korkma!
(Biz) iki hasımız [davacıyız]. Bazımız, bazımıza haksızlık etti. Şimdi sen aramızda hakk ile
hüküm ver, haksızlık etme ve bizi doğru yolun ortasına yönelt” dediler. (Birisi de) dedi ki:
“İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu var, benim ise bir tek koyunum var.
Böyle iken, ‘Onu da bana ver’ dedi ve konuşmada bana üstün geldi [tartışmada beni yendi].”
24. O [Dâvûd] dedi ki: “Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak
istemesiyle o sana zulmetmiştir. Gerçekten de katanların [ortakların, bir cemiyette
yaşayanların] çoğu mutlaka birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edenler ve sâlihâtı
işleyenler haksızlık etmezler. Ama onlar da ne kadar azdır!” Ve Dâvûd, Bizim kendisini arı
duru [has] hâle getirdiğimize kesin kanat getirdi ve anladı. Hemen Rabbinden (zulmeden kişi
için) bağışlanma diledi, rükû ederek yere kapandı ve döndü.
25. Biz de o'nun için bunu bağışladık/Biz de onu bağışladık. İşte böyle! Şüphesiz
yanımızda o'nun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.
26. Ey Dâvûd! Gerçekten Biz seni yeryüzünde bir halîfe kıldık [yaptık]. O hâlde
insanlar arasında hakk ile hüküm ver [hakk aracılığıyla zulüm ve kargaşayı engelleyip adaleti
sağla]. Hevâya [keyfe, arzuya] uyma. O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır. Muhakkak
Allah yolundan sapanlar; hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir
azap vardır.
27. Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna yaratmadık. Bu,
şu küfretmiş olan kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı vay şu küfretmiş olan
kişilerin hâline!
28. Yoksa, iman eden ve de sâlihâtı işleyenleri Biz, o yeryüzündeki bozguncular
gibi mi kılarız? Yoksa o takvâ sahiplerini azgın günahkârlar gibi mi kılarız?
29. (Bu,) temiz akıl sahipleri onun âyetlerini düşünsünler ve öğüt alsınlar diye
sana indirdiğimiz bereketli bir kitaptır.
30. Dâvûd'a Süleymân'ı da bahşettik. (O) ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça
dönendi.
31. Hani kendisine akşam üstü iyi cins ve rahvan atlar sunulmuştu;
32. “Ben, hayır [servet, çıkar] sevgisini, Rabbimin zikrinden dolayı sevdim.” –
Sonunda onlar perdenin arkasına girdiler.–
33. “Geri getirin onları bana!” (dedi). Hemen onların bacaklarını, boyunlarını
sıvazlamaya başladı.
34-35. And olsun ki Biz Süleymân'ı da fitneye düşürmüştük [çeşitli badirelerden
geçirerek saflaştırmıştık, olgunlaştırmıştık]. Ve tahtının üzerine bir ceset bırakmıştık. Sonra o,
döndü; “Ey Rabbim! Beni koru [maddî ve manevî pislik bulaştırma] ve bana, benden sonra
hiç kimseye yaraşmayan bir mülk ihsan et! Şüphesiz ki Sen, bol bol ihsan edensin” dedi.
36-38. Bunun üzerine Biz de, o'nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp giden
rüzgârı, şeytânları; tüm dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış olan diğerlerini o'nun
emrine verdik.
39. İşte bu, Bizim hesaba gelmez ihsanımızdır. Artık sen dilersen başkalarına ver
veya vermeyip tut.
40. Şüphesiz ki o'nun için yanımızda bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.
41. Kulumuz Eyyûb'u da hatırla! Bir zaman o, Rabbine seslenmişti: “Meşakkat
ve acı ile bana şeytân dokundu [şeytân bana acı ve meşakkat dokundurdu].”
42. “Ayağın ile topukla [yere vur, mahmuzla, yaya olarak hemen oradan
uzaklaş]! İşte yıkanılacak bir yer, soğuk içecek!”
43. Ve Biz o'na, ailesini ve onlarla birlikte olanların bir mislini daha tarafımızdan
bir rahmet ve tüm akıl sahipleri [kavrama yeteneği olanlar] için bir ibret olarak bahşettik.
44. “Ve eline bir tutam bitki al, onunla hemen, rızk aramak için sefere çık ve
hanis olma [kararsız olma, doğrudan sapma, günah işleme].” Gerçekten Biz o'nu sabredici
bulduk. O, ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça dönendir.
45. Güç ve basîret sahibi kullarımız İbrâhîm'i, İshâk'ı ve Ya‘kûb'u da hatırla!
46. Şüphesiz Biz onları Yurt düşüncesi saflığıyla saflaştırdık [arı-duru hâle
getirdik].
47. Ve şüphesiz onlar, yanımızda seçilmiş en hayırlı kimselerdendir.
48- İsmâîl'i, Elyasa'yı, Zülkifl'i de an. Hepsi de hayırlı kimselerdendir.
49-52. İşte bu bir öğüttür/şereftir/hatırlatmadır. Şüphesiz ki takvâ sahipleri için güzel
bir dönüş yeri; içlerinde yaslanarak bir çok meyve ve içecekler istedikleri ve de yanlarında
hepsi de aynı yaşta bakışları dikililerin olduğu [gözleri karşılarındakinden başkasını görmeyen
hizmetçilerin bulunduğu] kapıları kendilerine açılmış olan Adn cennetleri vardır.
53. İşte bu, hesap günü için size vaat edilendir.
54. –Hiç şüphesiz ki işte bu, Bizim rızkımızdır; ona hiç tükenmek yoktur.–
55-56. İşte! Şüphesiz azgınlar için de en kötü dönüş yeri; kendisine yaslandıkları
cehennem vardır. –O ne kötü yataktır!–
57. İşte o kaynar su ve irindir. Artık onu tatsınlar [tatıp dursunlar]!
58. Ve onun şeklinden çifter çifter diğerleri vardır.
59. İşte bunlar da sizinle birlikte atılırcasına giren bir gruptur. Onlara bir merhaba
[rahat] yok. Şüphesiz onlar cehenneme sallandılar [atıldılar].
60. Derler ki: “Hayır, asıl size merhaba yok. Onu [cehennemi] önümüze siz
getirdiniz. O ne kötü bir duraktır!”
61. Derler ki: “Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun ateşteki
azabını kat kat arttır!”
62. Ve yine derler ki: “Kendilerini kötülerden saydığımız bir takım adamları niye
göremiyoruz?
63. Biz onları alaya almıştık/aşağılamıştık. Yoksa gözler onlardan kaydı mı?”
64. Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması/davalaşması gerçektir.
65-66. De ki: “Ben ancak bir uyarıcıyım. Ve O bir tek ve kahredici, göklerin, yerin
ve ikisi arasında olan şeylerin Rabbi, çok güçlü, çok bağışlayıcı olan Allah'tan başka tanrı
yoktur.”
67. De ki: “O, çok büyük, önemli bir haberdir.
68. Siz ondan yüz çeviriyorsunuz.
69. Onlar birbirileriyle tartışırken, benim mele-i A‘lâ'ya dair bir bilgim yok idi.
70. Ancak ben, evet ben apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor.”
71-72. Hani Rabbin bir zaman meleklere, “Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer
yaratıcıyım. Onu tesviye edip, rûhumdan kendisine üflediğim zaman derhal ona secdeye
kapanın” demişti.
73. Bunun üzerine meleklerin tümü hep birlikte secde ettiler,
74. İblis etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden [görmezden gelenlerden] oldu.
75. (Allah,) “Ey İblis! O benim iki elimle/kudretimle yarattığıma secde etmene ne
engel oldu? Büyüklendin mi? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?” buyurdu.
76. (İblis) dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise
çamurdan yarattın.”
77. (Allah,) “Hemen çık oradan, artık sen kesinlikle racîmsin” dedi.
78. “Ve elbette lânetim [hayırdan uzak tutmam], karşılık gününe kadar senin
üzerindedir.”
79. (İblis,) “Rabbim! O hâlde tekrar diriltilecekleri güne kadar beni bakıt [beni
karşında tut, mühlet ver]” dedi.
80-81. (Allah,) “Haydi sen belirli bir vakte kadar bakıtılanlardansın [karşıda
duranlardansın/mühlet verilenlerdensin]” buyurdu.
82. (İblis,) “Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini
mutlaka azdıracağım,
83. ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesnâ” dedi.
84. (Allah) buyurdu ki: “Hakk budur. Ben de şu hakkı söylüyorum:
85. And olsun ki, cehennemi mutlaka senden ve onların sana uyanlarından;
hepinizden dolduracağım.”
86. De ki: “Ben ona [Kur’ân'a] karşı sizden bir ücret istemiyorum. Ben
yükümlülük getirenlerden [kendiliğinden bir şeyler uyduranlardan, külfet getirenlerden, başa
iş çıkaranlardan] de değilim.
87. O [Kur’ân], bütün âlemler için bir zikirdir/bir öğüttür ancak.
88. Ve onun müthiş haberini bir zaman sonra mutlaka bileceksiniz.”
TAHLİL:
1-3. Sad/90. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki, –fakat, o inkâr
edenler bir gurur ve bölünme [muhalefet, ayrılıkçılık] içindedirler– onlardan önce nice
kuşakları helâk ettik Biz. Onlar da çağrıştılar. Ama artık kurtuluş vakti değildi.
Sâd/90
Daha evvel, Kalem sûresi'nin başında bulunan ‫[ن‬nun] ve Kaf sûresi'nin başında bulunan
‫[ق‬kaf] harfleri ile ilgili açıklamalarımızda “hurûf-ı mukattaa’” denilen kesik harfler hakkında
bazı bilgiler vermiştik. İşte, bu sûrenin başındaki sâd harfi de “hurûf-ı mukattaa”dan biridir.
Bize göre bu ‫[ص‬sâd] harfi; ya Kur’ân'ın yapısı yönünden bir kod, ya bir sayı [90], ya da
uyarı harfidir.
‫[ص‬sâd] harfinin ne anlama geldiği ile ilgili olarak; “Mekke'deki bir denizdir”; “ölülerin
diriltileceği denizdir”; “Allah'ın isimlerinden biridir”; “Kur’ân'ın isimlerinden biridir” 2 gibi
bazı yakıştırmalar yapılmışsa da, bu görüşlerin itibar edilecek, güvenilecek bir dayanağı
mevcut değildir.
Diğer taraftan, klâsik kaynakların bir kısmında “sâd” harfiyle ilgili kıraat [okuyuş]
farklılıkları dikkat çekmektedir ki, bu kıraat farklılıklarından bazısı “sâd”ı harf olmaktan
çıkarıp fiil [emir] konumuna sokmaktadır. Bunun sonucu olarak da “sâd”, anlamlı bir sözcük
hâline gelmektedir. Bu kıraatler ve bu kıraatlere göre “sâd”ın kazandığı anlamları Kurtubî
şöyle sıralamıştır:
Ubey b. Ka‘b, el-Hasen, İbn-i Ebî İshâk ve Nasr b. Âsım tenvinsiz olarak ‫[د‬dal] harfi
esreli ‫[ صاد‬sâdi] diye okumuşlardır. Buna göre ‫[صصاد يصصصادى‬sâdi, yusadî=karşı çıktı, karşı
çıkar]dan gelmektedir. Sadâ [yankı] sözcüğü de buradan gelmektedir. Buna göre sâdi emrinin
manası, “sen amelinle Kur’ân'a karşılık ver” demektir. Yani, sen amelinle ona karşı dur,
amelinle ona karşılık ver. Emirlerinin gereğini yap, yasaklarından uzak dur” demektir.
[BLOK11pt.]
Nehhâs ise bunun anlamının, “Kur’ân'ı oku ve onu okumaya kalkış” olduğunu
söylemiştir.[BLOK11pt.]
Îsâ b. Ömer ise ‫[صاد‬sâde] diye “dal” harfini üstün olarak okumuştur. Bu okunuşun da
üç türlü açıklaması vardır: Birincisine göre bu “oku” anlamında olur, ikincisinde arka arkaya
iki sakin [sesi olmayan harf] gelmesi dolayısıyla üstün okunmuş olabilir. Üçüncüsü ise yemin
harfi kullanılmaksızın yemin olması dolayısıyla nasb ile gelmesidir. Bir kimsenin, Allâhe le-
ef‘alenne [Allah'a yemin ederim ki mutlaka yapacağım] demesine benzer.[BLOK11pt.]
Bunun iğra/teşvik olmak üzere üstün olarak okunduğu da söylenmiştir. Buna göre
sözcüğün anlamı fiil olarak, “avladı” şeklindedir.[BLOK11pt.]
2
Anlamının, “Muhammed, insanların kalplerini kendisine iman edinceye kadar avladı ve
kendisine meylettirdi” olduğu da söylenmiştir.[BLOK11pt.]
Yine İbn-i Ebî İshâk, ‫[د‬dal] harfini esre ve tenvinli olmak üzere sâdin şeklinde, yemin
harfinin hazfedilmiş olması esasına göre mecrur okumuştur. Ancak bu okuyuş hoş
bulunmamıştır. Söylenme imkânı bulunamayan seslere ve daha başkalarına benzetilmiş
olması da mümkündür.3[BLOK11pt.]
Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki
Bu sûre de kasem cümlesiyle başlamıştır ve 1. âyet kasem cümlesinin “kasem
bölümü”dür. “Kaseme cevap bölümü”nün hangi âyet olduğu ise, mevcut âyet sıralamasına
göre tartışılacak durumdadır. Çünkü, sûrenin 2. âyetinin başında bulunan bel [fakat, bilakis]
edatı, bu âyetin, kasem cümlesinin, “kaseme cevap bölümü” olmasına engel teşkil etmektedir.
Anlatılan bir meseleyi, anlam bakımından tam tersine çevirmek için kullanılan ‫[بل‬bel]
edatı Arapça'da durup dururken kullanılmaz. Bu edat, kendisinden evvelki yargıyı bozar ve
yeni bir yargı ortaya çıkarır.4 Mevcut âyet sıralamasında ise böyle bir şey söz konusu değildir
ve ‫[بل‬bel] edatı yapılmış yemini bozmaya yaramamaktadır.
O halde, kasem cümlesinin “kaseme cevap bölümü”nün, 2. âyetten başka bir âyet olması
gerekmekte ve 2. âyetteki ‫[بصصل‬bel] edatı 1. âyetin değil, başka bir âyetin yargısını
nakzetmektedir. Bu durumda, kasem cümlesi, tabiri caizse askıda kalmış olmaktadır. Zira,
gramer kurallarına göre kasem cümlesinin “kaseme cevap bölümü”nün, “kasem bölümü”nün
hemen arkasında olması gerekir.5
Hatırlanacak olursa aynı mesele Kaf sûresi'nde de karşımıza çıkmış ve orada kasem
cümlesinin “kaseme cevap bölümü” olabilecek âyetleri sûre içinde araştırmıştık.
Mevcut meal ve tefsirlerde bu ciddî sorunu yine görmezden gelinmiş ve ne kaseme ne
de “bel” edatına dikkat edilmiştir. Konu geçiştirildiği için sûrelerin anlaşılırlığı da tartışılır
hâle gelmiştir.
Tebyînu'l-Kur’ân/İşte Kur’ân'ın “Sunuş” bölümünde açıkladığımız gibi; elimizdeki
mushafın sûre ve âyet sıralaması sahabe tarafından, kendi anlayışlarına göre yapılmıştır. Bu
yapılandırmada ne Allah'ın bir emri, ne de Peygamberimizin bir öngörüsü söz konusudur. Bu,
mevcut Mushaf sıralamasının herhangi bir bağlayıcılığı bulunmadığı anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla burada da meselenin çözümü için, kasem cümlesinin “kaseme cevap bölümü”nü
teşkil edebilecek âyet, sûredeki diğer âyetler arasında araştırılmalıdır. Sûre baştan sona
tarandığı zaman, yapısal özellik itibariyle kaseme cevap olabilecek âyetin; 3., 14., 54. veya
64. âyetlerden birisinin olabileceği görülmektedir. Bu âyetlerle aşağıdakiler gibi kasem
cümleleri oluşturmak mümkündür:
1. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki,[BLOK12, iki taraflı]
3. onlardan önce nice kuşakları helâk ettik Biz. Onlar da çağırıştılar. Ama artık
kurtuluş vakti değildi.[BLOK12, iki taraflı]
1. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki,[BLOK12, iki taraflı]
14. onların hepsi elçileri yalanladılar. Bu sebeple azabım hakk oldu.
[BLOK12, iki taraflı]
1. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki,[BLOK12, iki taraflı]
54. işte bu, bizim rızkımız; ona hiç tükenmek yoktur.[BLOK12, iki taraflı]
1. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki,[BLOK12, iki taraflı]
64. şüphesiz ki bu; ateş ehlinin birbiriyle tartışması hakktır.[BLOK12, iki
taraflı]
Bize göre kasemin cevabı 3. âyettir. Zira diğer âyetler, bulundukları pasajlardaki söz
akışına uyumludurlar. 3. âyet dışındaki âyetlerin, “kaseme cevap bölümü” olarak 1. âyetin

3
Kurtubî, Ahkâmu'l-Kur’ân.
4

5
hemen arkasına taşınmaları hâlinde, bulundukları pasajların anlamları bozulmaktadır.
Dolayısıyla bu âyetleri başka bir yere taşımanın gereği yoktur.
1. âyetteki kasemin cevabının hangi âyet olduğu konusu, bir çok âlim tarafından
tartışılmıştır. Mehdevî ve Ferrâ 3. âyeti kasemin cevabı olarak tercih etmişler, 6 İbn-i Enbarî
ise kasemin cevabının “sâd” olduğunu söylemiş, ama 3. âyetin de kasemin cevabı olmasında
bir sakınca olmadığını belirtmiştir.7 Bunlardan başka kasemin cevabı olarak, Ahfeş 14. âyeti,8
Kisaî 64. âyeti9 öngörmüş, 54. âyeti de kasemin cevabı olarak kabul edenler olmuştur.10
Katâde ise, kasemin cevabının hazfedildiğini söylemiş ve cevabı şöyle takdir etmiştir: “Sen
peygamberliğinde doğrusun, sana söylenen gerçektir, o vaat ve tehdit mutlaka yerini
bulacaktır.”11
Bizim görüşümüz doğrultusunda 3. âyetin kasemin cevabı olarak kabul edilmesi
durumunda, sûrenin başındaki 3 âyetin dizilimi aşağıdaki gibi olmaktadır:
1-3. Zikir [öğüt/şeref] sahibi Kur’ân'a kasem olsun ki, onlardan önce nice kuşakları
helâk ettik Biz. Onlar da çağrıştılar. Ama artık kurtuluş vakti değildi. Aksine o inkâr edenler
bir gurur ve bölünme içindedirler.[BLOK12, iki taraflı]
Bu âyet dizilimine göre, sûre, hatırlatan, öğüt olan şerefli Kur’ân'ın tanıklığı ile ifade
edilmiş bir kasem cümlesi ile başlamaktadır. Bu kasem cümlesi Mekkeli kodamanlara ciddî
bir tehdit konumundadır. Kasemin cevap bölümünde geçen onlardan önce nicelerini
ifadesinin ayrıntıları, hatırlanacak olursa, bu sûreden evvelki sûrelerde anlatılan geçmiş
kavimlerin yaşantıları ve âkıbetleri arasında da konu edilmişti.
ZİKR'İN MANASI: Âyetteki ‫[ال صّذكر‬zikr] sözcüğünün üç anlamda değerlendirilmesi
mümkündür:
1) Zikr: “Şeref, kıymet.”
Araplar bir kimsenin şanını, şöhretini ve kıymetini anlatmak için zikrsözcüğünü
kullanırlar. Kur’ân'da da zikr'in bu anlamda kullanıldığı bir çok âyet vardır:
Hiç kuşkusuz size, öğüdünüz/şan şerefiniz içinde olan bir kitap indirdik. Buna rağmen
hâlâ akıllanmayacak mısınız? (Enbiyâ/10)[BLOK11pt.]
Ve o [Kur’ân], senin için de, kavmin için de gerçekten bir öğüttür/şan şereftir, siz ondan
sorgulanacaksınız. (Zuhruf/44)[BLOK11pt.]
Senin zikrini/şanını da senin için yüceltmedik mi? (İnşirah/4)[BLOK11pt.]
2) Zikr: “Anmak, hatırlatmak, öğüt.”
Bu anlama göre Kur’ân'daki ilkeler, hükümler, vaatler, tehditler, geçmiş toplumların
yaşamlarındaki ibret alınacak kıssalar ve haberler hep zikr'dir. Muhkemleri, müteşâbihleri ve
kıssaları ile Kur’ân âyetlerinin hepsi ahlâkî öğütler içerdiği gibi, aynı zamanda da birer
hatırlatmadır. Kur’ân'da daima ön plânda tutulmuş olan zikr [öğüt, hatırlatma], insanların
akıllarını başlarına alarak sadece Allah'a yönelmeleri içindir.
3) Zikr: “Dinin gereklerini anlatmak.”
Zikr sözcüğünün yukarıdaki anlamları içerdiğini göz önüne alarak, zikr sahibi Kur’ân
ifadesini; “şanlı, öğütlü, din öğreten, ibret veren Kur’ân” olarak anlamak gerekir.
Onlar da çağrıştılar
Bu ifade, “onlar, kendilerine dünyada azap geldiğinde, belâya tutulduklarında yardım
görmek için feryat ettiler, yalvarıp yakardılar; çığlık kopardılar” anlamına gelmektedir. Zira,
başlarına azap gelen kimselerin çağrışması; yardım umarak feryat etmeleri, çığlık atmaları
şeklinde olur.
Ama artık kurtuluş vakti değildi
6

10

11
Bu ifade ise, “o vakit, onlar imana geldiler ama iş işten geçmişti. Onların bu imanları işe
yaramamıştı” demektir. Kâfirlerin ilâhî azabı görüp hissettikleri zaman iman ve teslimiyetleri
[iman-ı ye’s ve iman-ı be’s], Kıyâmet sûresi'nde “Zoraki İman” başlığı altında açıklanmıştır.12
Rabbimizin bu konudaki mesajı aşağıdaki âyetlerde de görülebilir:
Nihâyet, onların konfor içinde olanlarını azapla yakaladığımızda hemen feryadı
basıverirler. (Müminûn/64)[BLOK11pt.]
Ama hışmımızı gördükleri zamanki imanları kendilerine fayda verecek değildi. Allah'ın,
kulları hakkındaki sürüp giden tutumu [kanunu] budur. İşte o kâfirler burada hüsrana düştüler
[kaybettiler, zarara uğradılar]. (Mümin/85)[BLOK11pt.]
4-5. Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler, “Bu bir
sihirbazdır, çok çok yalan söyleyen birisidir. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı kılmış? Bu
gerçekten şaşılacak [çok tuhaf] bir şey!” dediler.
Âyetlerden anlaşıldığına göre kâfirlerin şaşkınlıkları, mantıksızlıkları yanında
kıskançlıklarından da kaynaklanmaktadır. Aslında bu durum, Kur’ân'ın bir çok âyetinde
bildirildiği gibi sadece Mekkelilerde değil, geçmiş toplumlarda da görülmüştür. Yani,
Mekkeliler de geçmiş toplumlar gibi kendi içlerinden birisinin peygamberliğini
hazmedememişlerdir. Kendi kavimlerinden ve aşiretlerinden olan Allah'ın Elçisi dünyevî ve
insanî işleri bakımdan tıpkı kendileri gibidir. Bu sebeple Mekke kodamanları, o'na itaat edip,
tekliflerine boyun eğmekten ar duymuşlar, Allah'ın elçiliğinin içlerinden o'na verilmesini,
yani bu kıymetli özellik ile kendi aralarından o'nun seçilmesini kabul edememişlerdir. Kabul
etmeme gerekçesi olarak ise Peygamberimizin bir insan oluşunu ileri sürmüşler ve demişlerdir
ki: “O da bizim gibi bir beşerdir. Gerek nesebi bakımından, gerekse yemesi-içmesi, giyim
kuşamı ve gündelik işleriyle meşguliyeti bakımından bize benzemektedir. Bu durumda, böyle
yüce bir makamın ve üstün derecenin, içimizden o'na verilmiş olması nasıl düşünülebilir? Bu
tuhaf, şaşılacak bir şeydir.”
Mekkeli kodamanların Peygamberimize karşı gösterdikleri bu tepki, başka bir çok âyette
daha dile getirilmiş olup, bunlardan bir tanesi şudur:
Onlar Sözü [Kur’ân'ı/Allah'ın cehennemi dolduracağına dair kararını] hiç düşünmediler
mi? Yoksa kendilerine, daha önce geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi? Ya da
elçilerini tanıyamadılar mı da o'nu [kendilerine gelen elçiyi] inkâr ediyorlar? (Müminûn/68-
69)[BLOK11pt.]
Diğer taraftan Mekkeli kodamanlar maddî şeylerden ibaret dünyalarında, tek bir failin
kudretinin ve yapabileceklerinin bütün mahlûkatın korunmasına yetmediğini gördükleri için,
kendilerine haber verilen görülmeyen âlemi de, görülenle kıyaslamışlar ve bu büyük âlemi
korumak için, mutlaka her biri, bir tür korumayı üstlenmiş pek çok ilâhın bulunması gerektiği
şeklinde bir kanaate saplanmışlardır. Böylece de, geçmişlerinde bir çok başarıları olan, bir çok
yönden kendini yetiştirmiş bu birikimli kişiler, aklın ve fıtratın reddettiği şirk üzerinde ittifak
etme ayıbına düşmekten kurtulamamışlardır. Batağa saplanmış bu mantık yürütme tarzlarıyla,
bir de hayret göstererek, “İnsanlar asırlardan beri birden çok ilâha inanmış iken, içlerinden bir
kişinin ortaya çıkıp da halka bir tek ilâha inanılması gerektiğini söylemesi şaşılacak şeydir!”
demişlerdir.
Oysa asıl şaşılması gereken, farklı bir boyuttan farklı bir yaratığın veya başka bir
toplumdan hiç tanımadıkları, aynı kültürü paylaşmadıkları birinin peygamber olarak
gönderilmesidir. Zira, gönderildiği toplumun bireyleri ile aynı özden olmayan, onlarla aynı
duyguları paylaşmayan, onların problemlerini bilmeyen birinin o topluma peygamber olarak
gelmesinin bir mantığı ve yararı olamaz. Akla ve mantığa uygun olan, uyarıcının
[peygamberin] kendileriyle aynı kuşaktan olması, onların kavramlarını, alışkanlıklarını,
geleneklerini, hayatlarının detaylarını bilmesi, onlarla aynı dili konuşmasıdır, ki karşılıklı
ilişki içine girilebilsin ve işlevini yerine getirebilsin. Casusların seçiminde bile aynı kural
12
Bkz. Tebyînu'l-Kur'ân/İşte Kur’ân, c. 1, Kıyâmet sûresi
geçerlidir; eğer gönderileceği ülkede yetişmiş biri bulunamıyorsa, casusluk yapacak kişiye o
ülkenin ve insanlarının konuştukları dilden başlanarak bütün özellikleri ayrıntılarına varıncaya
kadar öğretilir. Ancak böyle bir ilişki sayesinde uyarıcı [peygamber], insanların nasıl
düşündüklerini; ne hissettiklerini; içlerinde neler dolaştığını; ne gibi eksiklikler ve zaaflarla
mücâdele ettiklerini; ne tür eğilimleri, arzuları, istekleri olduğunu; hangi işe, hangi çabaya
güçlerinin yettiğini, hangilerine yetmediğini; ne gibi problemlerle karşı karşıya
bulunduklarını; nelerin etkisinde kaldıklarını; nelere karşı hassas olduklarını... bilebilir ve o
topluma yararlı olabilir. İki yönlü [hem insanlar bakımından hem de peygamber bakımından]
başarı buna bağlıdır.
TEVHİD: 5. âyette, “birçok ilâhın bir tek ilâha indirilmesi” ifadesi ile yer alan tevhîd
inancı, bütün kâinatın temelini oluşturan en önemli ve en başta gelen ilkedir. İnsan hayatı ve
dolayısıyla toplum düzeni ancak bu ilke ile huzura kavuşur. Aksi hâlde bireysel hayatlarda ve
toplumsal düzenlerde huzurun olabilmesi mümkün değildir. İşte bu sebeple tevhîd inancının
yerleştirilmesine özen gösterilmiştir. Tarihin her döneminde peygamberler tevhîd kavramı
üzerinde son derece ısrarlı olmuşlar ve tevhîd inancının yerleşmesi yolunda amansız bir
mücâdele vermişlerdir.
Yüce Allah, daha önceki peygamberlerin öğretilerinde olmasına rağmen tevhîd
inancında sonradan meydana gelen sapmaları düzeltmek, bu inanca karışan asılsız eklentileri
çıkarmak, sapmaların en ileri boyutu olan mitolojik safsataları temizlemek üzere insanlığa son
uyarıcı olarak Peygamberimiz Muhammed'i (a.s) göndermiş, o'na indirdiği Kur’ân'ı da tevhîd
inancının berrak ve açık seçik kılavuzu kılmıştır. Başta Mekke'de inen âyetler olmak üzere,
Kur’ân'ın tüm dokusuna nüfuz ettirilen tevhîd inancı, Rabbimizin bu konuya ne kadar önem
verdiğini gösteren çok açık bir göstergedir.
Tevhîd inancının bütün gerekleriyle içselleştirilmesine bu kadar önem verilmesi, huzur
ve mutluluğa ancak Allah tarafından evrene yerleştirilen fiziksel, biyolojik ve toplumsal
yasalarla uyum içinde yaşamakla kavuşulabileceğinden dolayıdır. “Birlemek” demek olan
tevhîd, evrenin işleyişiyle ilgili yasalar ile insanın işlemesi gereken eylemlerin ortak yasasının
aynı kaynak tarafından belirlendiğinin kabulünü ve bu ortak yasaya teslim olmayı ifade
etmektedir. Evrenin insan dışındaki üyelerince doğrudan kabul edilen bu birlik yasası, insanın
ancak bilinçli tercihi ve övgüye değer çabası ile kabullenilmesi gereken bir olgudur. Kur’ân,
tüm insanlığı bu bilinçli tercihe, bu övgüye değer çabaya davet etmektedir.
Bu konuya 6-8. âyetlerin tahlilinde tekrar değinilecektir.
SİHİRBAZLIK, YALANCILIK İDDİASI: İslâm güneşi karşısında temelsiz inançları ve
sistemleri sarsılan, bu yüzden de ne yapacaklarını şaşıran kâfirler Peygamberimize karşı,
aslında kendilerinin bile inanmadığı yalanlara dayanan bir propaganda savaşı başlatmışlardı.
Ancak herkesin çok yakından tanıdığı Abdullah oğlu Muhammed'e yönelik itirazları ve “O
sihirbazdır, çok yalancıdır” şeklindeki iftiraları fayda vermemişti. Gerek fiziksel ve zihinsel
işkenceye maruz kalan yoksul ve güçsüzler, gerekse inandıkları için maddî kayıplara uğrayan
zengin ve güçlüler, Müslüman olduktan sonra Peygamberimizin yanından ayrılmıyorlardı.
Erkekler karılarından, kadınlar kocalarından, babalar oğullarından, oğullar babalarından
ayrılmayı göze alıyorlar, hatta ana yurtlarından göçmeyi bile düşünüyorlar, ama hiçbir şey
Müslümanları Peygamberimizin davetinden uzaklaştıramıyordu.
Bu duruma âdeta çıldıran Mekke kodamanları, –daha önceki sûrelerde de açıkladığımız
gibi– kendi çıkarlarını korumak için gösterdikleri çabalara ilâve olarak kitleler arasındaki
konumlarını da düşünerek, bu defa hacc mevsiminde Mekke'ye gelen kabileleri hedef aldılar
ve propaganda faaliyetlerini onları da kapsayacak biçimde genişlettiler. Bu yola başvurmakla
kitleler arasındaki konumlarını koruyabileceklerini ummaktaydılar. Peygamberimizin büyücü
ve yalancı olmadığını bildikleri hâlde Mekke kodamanlarının, “Bu bir sihirbazdır, çok yalan
söyleyen biridir” şeklindeki iftiralarının altındaki asıl sebep budur. Çirkin hesapları, hacc
mevsiminde Mekke'ye gelenleri yeni dine ve Peygamberimize karşı şartlandırmak ve onların
Peygamberimizin önderlik yaptığı gerçeğe meyletmelerini engellemekti.
Bu hususlar, tarihçi İbn-i İshâk tarafından şöyle anlatılmıştır:
Hacc mevsimi geldiğinde, Kureyş'in ileri gelenleri, yaşlı ve deneyimli olan Velîd ibn-i
Muğîre etrafında toplandılar. Velîd onlara dedi ki: “Hacc mevsimi yaklaştı. Bu sezonda
Arapların elçileri size geleceklerdir. Onlar şimdi Muhammed'in yaptıklarını duymuşlardır.
Siz, o'nun hakkında görüş birliğine varın. Ayrılığa düşüp birbirinizi yalanlamayın. Sözleriniz
birbiriyle çelişmesin.”[BLOK11pt.]
Onlar dediler ki: “Ey Velîd! Sen buyur söyle. Tutarlı bir görüş ortaya at da, biz de öyle
söyleyelim.” Velîd, “Aslında siz söyleyin, ben sizi dinliyorum” dedi. Onlar dediler ki: “Kâhin
diyelim.” Velîd, “Hayır. Allah'a yemin ederim ki, o kâhin değildir. Biz çok kâhin gördük. Bu,
kâhinlerin uzaktan geldiği zannedilen, anlaşılmayan, kâfiyeli sözleri değildir” dedi. Onlar
dediler ki: “Cinn çarpmış diyelim.” Velîd, “O deli değildir. Çok cinn çarpmış gördük, onları
biliyoruz. Onun sözleri boğuk seslerine, insanların içlerine nüfuz etmelerine ve vesveselerine
benzemektedir” dedi. Onlar dediler ki: “Şâir diyelim.” Velîd, “Bu şiir değil. Biz beyitleriyle,
kıtalarıyla, açığı-kapalısı ve uzunuyla şiirin her çeşidini biliyoruz. O yüzden bu şiir değildir”
dedi. Onlar, “Büyüdür diyelim” dediler. Velîd, “Büyücüleri de büyülerini de çok gördük. Bu,
onların üfürüklerine ve düğümlerine benzememektedir" dedi. Bunun üzerine onlar, “Velîd ya
ne diyelim?” diye sordular. Velîd, “Allah'a yemin ederim ki, o'nun sözünün bir tatlılığı var.
Kökü sağlam biçimde oturmuştur. Dalları meyve vermiştir. Siz, o'nun hakkında ne söylerseniz
söyleyin, mutlaka bu sözünüzün saçma olduğu ortaya çıkacaktır. Bu konuda söylenebilecek
en yakın söz, ‘Bu adam bir büyücüdür. Büyü gibi etki eden bir söz söylüyor, böylece oğul ile
babasını, kardeş ile kardeşini, koca ile karısını, insan ile akrabalarını birbirinden ayırıyor’
demenizdir” dedi. Bu konuda anlaşan Kureyş'in ileri gelenleri kalkıp gittiler. Hacc
mevsiminde hacılar gelmeye başladığında insanların yollarına oturuyor, oradan gelip-geçen
herkese Muhammed'in yaptıklarını anlatıp, o'ndan sakınmalarını söylüyorlardı...13
[BLOK11pt.]
6-8. Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler (ve dediler ki): “İlâhlarınız üzerinde
sabır ve sebat edin. Bu, gerçekten, istenen [sizden beklenen] bir şeydir! Biz bunu son [başka
bir] dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır. Zikir [öğüt] aramızdan o'nun üzerine mi
indirildi?” –Aksine onlar benim Zikrimden bir kuşku içindeler, aksine onlar henüz azabımı
tatmadılar.–
Ve içlerinden ileri gelenler...
Mekke'de yaygın olan görüşü, yani bir tek Allah yerine birçok ilâhın olması gerektiği
düşüncesini devam ettirmek ve Peygamberimizin açtığı tevhîd bayrağını indirtebilmek için
çeşitli girişimlerde bulunanlar, –yukarıda da belirttiğimiz gibi– Kureyş'in ileri gelenleri idi.
MELE’ [İLERİ GELENLER/KONSEY]: “Dolmak” anlamına gelen ‫[ملصصصئ‬mil’]
sözcüğünden türemiş olan ‫[ ملء‬mele’] sözcüğünün esas anlamı, “dolu olan” [depo] demektir.
Zaman içinde “reisler/başkanlar, bir toplumun ileri gelenleri, toplumun erdemlileri” için de
mecâz anlamla mele’ denilir olmuştur. Bunlara mele’ denilmesinin sebebi, “kendilerinin
ihtiyaç duyulan bilgi, deneyim ve anlayışla dolu” olmalarından, yani “boş adam”
olmayışlarındandır. Sözcük bu anlamıyla Kur’ân'da 28 kez yer almıştır. Araplar, “ahlâk”a da
mele’ derler.14
Bu sözcük ileride ‫[ملئ اعلى‬mele-i a‘lâ] olarak yine karşımıza çıkacak ve orada daha
geniş olarak açıklanacaktır.
Mekke'nin bu zavallı mele’leri [ileri gelenleri]; halktan, atalarından kalma geleneklerine
bağlı kalmalarını, bilinen ilâhlarına tapmaya devam etmelerini, bu yeni çağrı ile ortaya konan
ilkelere kulak asmamalarını, onunla ilgilenmemelerini istemektedirler. Çünkü bu konularla
13
İbn-i İshâk, Sîret.
14
Lisânü'l-Arab; c. 8, s. 344-346.
bizzat kendileri ilgilenecekler; halkın ilâhlarını, inançlarını, çıkarlarını en güzel şekilde
kendileri kollayacaklardır. Bu Firavun tıynetli zatlara göre, yönetilenlerin düşünceleri,
inançları, toplumsal davranışları olmamalı, insanlar sadece onlara kulluk etmelidirler.
Bu zihniyet tarih boyunca hiç yok olmamış ve inisiyatifi elde tutmak için kullanılan
plânlar özde hiç değişmemiştir. Nitekim günümüzdeki zâlim yöneticiler de, kamuoyunu
ilgilendiren meselelerde, halkı o konularla ilgilenmekten, o konularda düşünmekten
alıkoymak için benzer yöntemler kullanmaktadırlar. Zira, gayr-i meşru yönetimler varlıklarını
ancak, kitleleri temelsiz plânlar ve lüzumsuz meseleler içinde boğarak sürdürebilirler. Halkın
kendi sorunlarına eğilmeleri sonucunda gerçekleri görmeleri, bu zâlimlerin işine asla
gelmemektedir.
Mekke'de o günlerde bu zorbaları bekleyen en ciddî tehlike; halkın, yeni gelmekte olan
ilâhî mesaja kulak vermesidir.
Biz bunu son/başka bir dinde işitmedik
SON DİN/BAŞKA DİN: Âyetteki bu ifadeden anlaşıldığına göre, Peygamberimizin
üzerinde titizlikle durduğu tevhîd inancına karşı Mekkeli müşriklerin ileri sürdükleri
bahanelerden bir tanesi de ‫[ اخصصر‬ahar=son/başka] dinde böyle bir inancın bulunmadığı
olmuştur.
Ahar sözcüğü, “son” ve “başka” anlamlarına gelmektedir.15 Buradaki anlamın, “son”
olduğu kabul edilirse, son din tabiri ile “Hıristiyanlık” kasdedilmiş olmaktadır. Müşrikler;
“Son dinde de böyle bir tevhîd anlayışı yok, o dinde teslis var. Aynı bizim, Lat'ın, Menat'ın,
Uzza'nın yağmur, bereket tanrısı, meleklerin de Allah'ın kızları oldukları yolundaki
inançlarımız gibi, son dindeki inanca göre de Îsâ Allah'ın oğludur” diyerek tahrif olmuş,
efsanelerle orijinalliğini yitirmiş olan Hıristiyanlığı kendilerine yakın görüp, İslâm'a karşı
Hıristiyanlık'tan medet ummaktadırlar.
Ahar sözcüğü, “başka” anlamında kabul edilecek olursa, Kureyş ileri gelenleri bu kez;
“Muhammed'in, Allah'ı mutlak anlamda birleme [tevhîd] çağrısını şimdiye kadar hiç
kimseden, komşu ülkelerdeki dinlerde de duymadık. Öyleyse o'nun bu çağrısı uydurma bir
çağrıdan başka bir şey değildir” demiş olurlar. Gerçekten de o güne kadar, ne civardaki
Hıristiyanlar, ne İran ve Irak'taki Mecusîler, ne de ataları ve o günkü Araplar, “Bir olan
Allah'tan başka ilâh yoktur” dememişlerdir. Çevredeki değişik dinlere mensup insanlar da,
Mekkeli müşrikler gibi türbelere yüz sürmekte, evlât sahibi olmak ve rızıklarının artması gibi
isteklerle çeşitli ilâhlara dua etmekte, adakta bulunmakta, kurban kesmekte ve feyz aldıklarına
inandıkları bu ilâhların bütün sorunlarını çözeceklerini zannetmektedirler. Dolayısıyla
Mekkeli müşriklerin, “Biz bunu başka bir dinde işitmedik” sözleri şu anlama gelmektedir:
“Muhammed'in, ne bizim ilâhlarımızın ne de çevrede yaşayan insanların ilâhlarının, Allah'ın
saltanatında hiçbir paylarının olmadığı ve tüm yetkinin Allah'ın elinde olduğu yolundaki
sözleri, bugüne kadar hiç kimsenin söylemediği uydurma bir iddiadır. Yani, atalarımızdan
duymadığımız ve başka dinlerde de olmayan tevhîd inancının bâtıl olması gerekir.”
Zikir [öğüt] aramızdan o'nun üzerine mi indirildi?
Bu ifadeden açıkça anlaşılmaktadır ki, peygamberlik gibi yüce bir makamın, yüksek bir
derecenin, Muhammed gibi fizikî yapı olarak diğer insanlardan bir farkı bulunmayan birine
verilmesi, Mekkeli müşriklerin hiç anlayamadıkları ve hazmedemedikleri bir şeydir. Çünkü
bu söz, istifham-ı inkârî olup, “peygamberlik o'na verilmemeliydi” anlamına gelmektedir.
Onlara göre, bir insanın ulaşabileceği en yüksek derece olan peygamberlik, eğer bir insana ve
içlerinden birine verilecekse, bu kişi insanların en şereflisi olmalıdır. Muhammed ise zengin
olmadığı, başkaca makam ve sosyal imkânlara da sahip bulunmadığı gerekçesiyle onların
nezdinde insanların en şereflisi ve kıymetlisi değildi. Dolayısıyla peygamberliğin o'na
verilmemesi gerektiği kanaatindeydiler. Şerefin ancak mal, makam ve taraftar ile elde
edilebileceğini sanan bu zavallılar, sıradan bir insanın da şerefli olabileceğini kabul
15
edememekteydiler.
Kâfirlerin Peygamberimize karşı olan bu tutumları başka âyetlerde de dile getirilmiştir:
Ve, “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin
hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar
akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin, yahut
Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut
göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar,
asla inanmayız” dediler. De ki: “Rabbimin şanı yücedir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey
miyim ki?!” Ve insanlara hüdâ [yol gösterme] gelince, kendilerinin iman etmelerine engel
olan sebep sadece, “Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?” demeleridir. De ki: “Eğer yeryüzünde
huzur içinde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette onlara gökten elçi olarak bir melek
indirirdik.” (İsrâ/90-95)[BLOK11pt.]
Kâfirlerin bu ölçüleri, yöntemleri ve değer yargıları günümüzde de değişmemiştir.
Mekkeli inkârcıların maksatlarının ne olduğu Rabbimiz tarafından şöyle açıklanmıştır:
Bilakis, Ben bunları da babalarını da kendilerine hakk/gerçek ve açıklayıcı bir elçi
gelinceye kadar faydalandırıp geçindirdim. Ve hakk/gerçek kendilerine geldiği zaman onlar,
“Bu bir büyüdür ve biz onu inkâr ediyoruz” dediler. Yine onlar, “Bu Kur’ân, şu iki şehirden
bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler. Rabbinin rahmetini onlar mı
paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz
paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının
üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha
hayırlıdır. (Zuhruf/29-32)[BLOK11pt.]
Müşriklerin yukarıdaki âyette geçen iki şehir ifadesi, “Mekke” ve “Tâif”i işaret
etmektedir. Çünkü onların ileri gelenleri, yönetimi ellerinde bulunduran kodamanları, bu iki
şehirde yaşamaktadırlar. Bu tipler, gelen her yeni peygamberin davetini duyduklarında
eskiden beri aynı tepkiyi vermişler ve hemen din yolu ile liderliklerini korumaya ya da lider
değillerse onu elde etmeye kalkmışlardır. Bu iki şehrin kodamanları da Yüce Allah'ın bilerek
Muhammed'i peygamber seçtiğini, yalnız o'nun bu işe lâyık olduğunu bildiklerinden, Allah'ın
rahmetinin hazinelerini o'na açtığını duyduklarında hem kıskançlıklarından kudurmuşlar, hem
de iktidarlarının sarsılacağı düşüncesiyle büyük bir endişeye kapılmışlardır.
Müşriklerin Peygamberimize karşı uyguladıkları yöntem, –daha evvel Kamer sûresi'nde
görüldüğü gibi– Sâlih peygamber için de kullanılmıştı:
Semûd da o uyarıları yalanladılar: “Bizden bir tek insana mı, o'na mı uyacağız? O
takdirde biz kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz” dediler. “Zikir/öğüt, aramızdan
o'na mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır.” (Kamer/23-25)[BLOK11pt.]
Müşriklerin hiç değişmeyen bu tutumları, ileride Nûh peygamberle halkı arasında geçen
olaylarda tekrar karşımıza çıkacaktır:
And olsun ki Biz, Nûh'u da kavmine elçi gönderdik. Sonra o, “Ey kavmim! Allah'a
kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Hâlâ takvâlı davranmayacak mısınız?” dedi.
Bunun üzerine, kavminden kâfir ileri gelenler, “Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey
değildir. Size üstünlük sağlamak istiyor. Eğer Allah isteseydi, kesinlikle melekleri indirirdi.
Biz evvelki atalarımızda bunu duymadık. Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir adamdır.
Öyle ise, bir süreye kadar o'nu umutla bekleyin” dediler. (Müminûn/23-25)[BLOK11pt.]
Tahlilini yaptığımız pasajda, kâfirlerin dikkat çekilmiş özelliklerinden biri de
kıskançlıklarıdır. Tarihçi İbn-i İshâk, onların bu kıskançlıkları hakkında şunları nakletmiştir:
Ebû Süfyân ibn-i Harb, Ebû Cehl ibn-i Hişâm ve Zühre oğulları'ndan müttefiki Ahnes
ibn-i Şüreyk İbn-i Amr ibn-i Vehb es-Sakafî evinde namaz kılmakta olan Peygamberimizi
(salât ve selâm üzerine olsun) dinlemek için çıkıp gittiler. Her biri kendisine uygun bir yer
bulup dinlemeye koyuldu. Kimsenin kimseden haberi yoktu. Bütün gece boyunca şafak atana
kadar o'nu dinlediler. Tanyeri ağarınca ayrılıp gittiler. Yolda karşılaştılar. Birbirlerini
kınadılar. “Bir daha böyle yapmayalım. Eğer milletin alt tabakasından bazıları sizi böyle
yaparken görürlerse bu onları etkiler” deyip ayrıldılar. İkinci gece de tekrar herkes gelip
yerini aldı. Yine o'nu dinlemeye koyuldular. Sabah olana kadar o'nu dinlediler. Tan yerinin
ağarması üzerine dağıldılar. Yolda yine karşılaştılar. Birbirlerine önceki gün söylediklerinin
aynısını söylediler. Sonra ayrılıp gittiler. Üçüncü gece olunca yine herkes eski yerini aldı.
Bütün bir gece o'nu dinlediler. Tan yeri ağarınca oradan ayrıldılar. Yolda tekrar karşılaştılar.
Birbirlerine, “Bir daha böyle bir iş yapmayacağımız üzerine anlaşmadan buradan
ayrılmayacağız” deyip bu konuda anlaştılar. Sonra ayrılıp gittiler... Sabah olunca Ahnes ibn-i
Şüreyk bastonunu aldı, kalktı. Ebû Süfyân'a gitti. Ebû Süfyân evindeydi Ahnes, "Ey Ebû
Hanzala! Muhammed'den duydukların hakkındaki görüşün nedir? Söyle bakalım” dedi. Ebû
Süfyân dedi ki: "Ey Ebû Sa‘labe! Allah'a yemin ederim ki, bildiğim ve anlamını anladığım
şeyler işittiğim gibi, anlamını anlamadığım ve ne demek olduğunu çıkaramadığım şeyler de
duydum.” Ahnes dedi ki: “Yemin ettiğin Allah'a ben de yemin ederim ki, ben de öyleyim!
Ahnes daha sonra oradan ayrıldı. Ebû Cehl'e gitti. Onu da evinde buldu. “Ey Ebû Hakem!
Muhammed'den duydukların hakkındaki kanaatin nedir?” diye sordu. Ebû Cehl, “Ne
işitmişim?” diye söze girdi, “Biz Abdulmenaf oğulları ile şan-şerefte yarışıyorduk. Onlar
yedirdiler biz de yedirdik, onlar taşıdılar [yüklendiler], biz de taşıdık [yüklendik], onlar
verdiler biz de verdik. Nihâyet her alanda onlarla eşit biçimde atbaşı gidiyorduk. Yarışan iki
süvari gibiydik. Onlar tam bu sırada, “Gökten kendisine vahiy gelen bir Peygamberimiz var”
dediler. Buna ne zaman ulaşacağız? Allah'a yemin ederim ki, asla o'na inanmayacak ve o'nu
doğrulamayacağız! Bunun üzerine Ahnes kalktı ve çekip gitti...16[BLOK11pt.]
Bu tarihî belgeye göre, Mekkeli müşriklerin tavrı kıskançlıktan başka bir şey değildir.
Ebû Cehl, üç gün boyunca mücâdele ettiği ve her defasında yenik düştüğü gerçeği,
kıskançlığından ötürü kabul edememiştir! Peygamberimizin hiç kimsenin ulaşmasına imkân
bulunmayan yüce bir makama ulaşması, Ebû Cehl gibi diğer Mekkeli ileri gelenlerin de
kıskançlık ve hasetlerini çekmiştir.
Yukarıdaki âyetler, tarihçi İbn-i İshâk'ın, bu sûrenin “Giriş” bölümünde aktardığımız
nakilleri dikkate alınarak değerlendirilirse hayalimizde şu manzara canlanır: Peygamberimiz
tarafından susturulan Kureyş ileri gelenleri birbirlerine, “Haydi yürüyün, ilâhlarınız üzerinde
sabır ve sebat edin. Bu, gerçekten arzu edilen bir şeydir! Yani, Muhammed'in gayesi, dinini
anlatmak değil, aksine bize hâkim olup, çoluk çocuğumuz hakkında istediği gibi
hükmetmektir. O nedenle Muhammed'in işini bitirmek için başka bir çareniz yok. İşte sizden
beklenen budur” diyerek, Ebû Tâlib'in evindeki toplantıdan ayrılmışlardır.
Aksine onlar Benim Zikrimden bir kuşku içindeler,
Bu ifade ile kâfirlerin davranışlarının esas sebebi ortaya konmuştur. Çünkü bu ifade,
onların ileri sürdükleri reddetme gerekçelerinin tümünün aslında birer bahane olduğu
anlamına gelmektedir. Yüce Allah'ın, Onlar Benim Zikrimden bir kuşku içindeler ifadesinin
takdirini şu şekilde yapmak mümkündür: “Onlar seni değil Bizi yalanlıyorlar. Senin
doğruluğundan asla şüphe etmiş değillerdir. Fakat sen, gönderdiğim Zikr doğrultusunda,
emrolunduğun gibi onlara tebliğ edince, hemen şüphelenmeye başladılar. Oysa daha önce
senin doğruluğun hakkında tereddütsüz yemin ediyorlardı.”
Gerçekten de Mekkeli kodamanların ileri sürdükleri şüphelerin tamamı tutarsız birtakım
sözlerden ibarettir. Buna karşılık Muhammed'in (a.s) doğruluğunu gösteren deliller ise, apaçık
ve kesindir. Dolayısıyla kâfirlerin, Muhammed'in (a.s) peygamberliğini doğrulayan delillerin
doğruluğunu ve o'nun peygamberliği hususunda ileri sürdükleri bahanelerin tutarsızlığını
görmemeleri mümkün değildir. Ama onların asıl kuşkuları, “zikr” diye ifade edilen
Kur’ân'dır. Kur’ân'ın, insan sözleri ile mukayese kabul etmeyen ifadesi ve ortaya koyduğu
gerçekler onları şaşırtmaktadır. Ancak onlar yine de Kur’ân'ın Allah katından geldiğine
inanmamaktadırlar.
16
İbn-i İshâk, Sîret.
Mekkeli kodamanların bu inkârları, En‘âm sûresi'nde biraz daha ayrıntılı olarak yer
almıştır:
Biz onların söylediklerinin seni mutlaka üzdüğünü elbette biliyoruz. Ama onlar aslında
seni yalanlamıyorlar; ama o zâlimler Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlar. Elbette ki
senden önce de peygamberler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar
yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir
kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki sana, peygamberlerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir de.
(En‘âm/33-34)[BLOK11pt.]
...aksine onlar henüz azabımı tatmadılar
Kur’ân hakkında şüphe duyan kâfirler, bu ifade ile doğrudan azap tehdidiyle yüz yüze
getirilmişlerdir. Bu ifadenin takdiri şöyle yapılabilir: “Onlar, Ben onlara azabımı
tattırmadığım, onları özgür bıraktığım için sağlıklı bir şekilde olayları araştırmayı, sağ duyulu
yaklaşmayı ve tefekkürü terk ettiler. Eğer onlar o azabı tatmış olsalardı, böyle
davranmazlardı. Şimdilik azaptan uzakta bulunuyorlar. Ama onu bir tattılar mı artık böyle bir
şeyi asla söylemezler. Çünkü o zaman onlar her şeyi anlayacaklardır. Onlar da eski kavimler
gibi çağrışacaklar, ama iş işten geçmiş olacaktır.”
Bilindiği gibi Peygamberimiz onlara, küfürlerinde ısrar etmeleri hâlinde başlarına ilâhî
azabın geleceğini ihtar etmekte idi. Fakat küfürlerindeki ısrara rağmen azabın hemen
gelmemesi, Muhammed'in (a.s) doğruluğu hususunda kâfirleri şüpheye düşürüyordu. Bu
durum Kur’ân'da Enfâl sûresi'nde şöyle anlatılmıştır:
Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman, “Şüphesiz işittik, dilersek bunun gibisini biz de
söyleriz, bu, evvelkilerin efsanelerinden başka bir şey değildir” demişlerdi. Bir vakit de, “Ey
Allahım! Eğer bu Senin katından gelmiş bir hakk/gerçek ise, hiç durma üstümüze gökten
taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi. Halbuki sen içlerinde iken,
Allah onlara azap edecek değildi. İstiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir.
(Enfâl/31-33)[BLOK11pt.]
Şüpheci kâfirlerin azapla tehdit edilmelerinden sonra Yüce Allah, onların arasından
Abdullah oğlu Muhammed'i, Kendisine peygamber olarak seçmesini çok görmelerine karşılık,
verdiği cevaba, onlara bir soru yönelterek başlamıştır:
9-11. Yoksa çok güçlü ve çok bağış yapan Rabbinin rahmet hazineleri onların
yanında mıdır? Ya da bütün o göklerin, yerin ve aralarında olanların mülkü onların mıdır?
Öyle ise sebeplerin içinde yükselsinler! (Onlar) burada, çeşitli gruplardan oluşmuş, bozguna
uğramış bir ordudur!
Bu âyetler, kâfirlerin, “Muhammed'in dışında, Allah'ın peygamber olarak göndereceği
başka kimse yok muydu? Zikr ine ine o'na mı indi?” şeklindeki tepkilerine verilen bir
cevaptır. Bu cevabın takdiri şöyle yapılabilir: “Bunlar ne zamandan beri yetki sahibidirler ki,
peygamber gönderme konusunda ileri geri konuşuyorlar; kimin peygamber olarak
gönderilmesi gerektiğine burunlarını sokuyorlar. Peygamber göndermek yetkisi ve gücü, yerin
ve göğün hükümranlığı elinde olanındır. Şâyet onların böyle bir iddiaları ve güçleri varsa
buyursunlar sebeplerin içinde yükselsinler [yerin göğün hükümranlığını ele geçirsinler]!
Yani, göklere, yere ve bu ikisi arasında bulunan varlıklara el koysunlar, Allah'ın hazinelerine
hükmetsinler. O zaman peygamberi onlar gönderir ve dilediklerini peygamber yaparlar.”
Kureyş ileri gelenlerinin ikide bir tekrarladıkları, peygamberlik makamına Kureyş'in
zengin ve güçlü kişilerinden birinin değil de, neden Muhammed'in lâyık görüldüğüne dair
sözleri, Kur’ân'da çeşitli yerlerde zikredilmiştir:
De ki: “Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, harcama endişesiyle
kesinlikle elinizde tutardınız” Ve insan çok cimridir. (İsrâ/100)[BLOK11pt.]
Yine onlar, “Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?”
dediler. Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında]
onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye
Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti
onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zuhruf/31-32)[BLOK11pt.]
Ve and olsun bunlar, bela ve fenalık yağmuruna tutulmuş olan beldeye gittiler.Peki onu
da görmüyorlar mıydı? Aksine bunlar öldükten sonra dirilmeyi ummamaktaydılar. Seni
gördükleri zaman da, “Bu mu Allah'ın elçi olarak gönderdiği? Şâyet tanrılarımıza inanmakta
sebat göstermeseydik, gerçekten de bizi neredeyse tanrılarımızdan saptıracaktı” diye seni
alaya almaktan başka bir şey yapmıyorlar.Ve onlar yakında azabı gördükleri zaman, kimin
yolca daha sapık olduğunu bilecekler! (Furkân/40-42)[BLOK11pt.]
BÜYÜK MUCİZE: MEKKE'NİN FETHİNİN MÜJDELENİŞİ: 11. âyetin, (Onlar)
burada, çeşitli gruplardan oluşmuş, bozguna uğramış bir ordudur! şeklindeki ifadesi,
kâfirlerin aslında zavallılardan başka bir şey olmadıklarını bildirmektedir. Bunun iki türlü
anlaşılması mümkündür: A) Onlar akıllı düşünememiş, ortaya belge sunamamış olduklarından
fikir tartışması sonucunda yenik düşmüş, rezil olmuş bir gruptur. B) Onlar çeşitli gruplardan
meydana gelmiş derme çatma, çok zayıf bir ordudur; dolayısıyla bozguna uğratılacaklar ve
sahip olduklarını koruyamayacaklardır.
Âyetteki burada ifadesi ile, onların inkâr ettikleri yerde hezimete uğrayacakları
vurgulanmaktadır ki, o yer Mekke'dir. Yani âyette, “Bunlar yine aynı şehirde mağlûp
olacaklardır. Onlar belki Allah'ın Elçisi'ni hor ve hakir görerek reddediyorlar ama öyle bir
zaman gelecek ki, kendilerini Peygamber'in ayakları altında bulacaklardır” denilmekte ve bize
göre Mekke'nin fethine işaret edilmektedir.
Hatırlanacak olursa 11. âyetin mesajı farklı sözcükler ve farklı üslûpla Kamer sûresi'nde
de verilmişti:
Sizin kâfirleriniz, onlardan hayırlı mı? Yoksa yazıtlarda [kayıtlarda, kitaplarda] sizin
için bir berâet [kurtulacaklarına dair Allah tarafından verilmiş bir senet veya ferman] mi var?
Yoksa onlar, “Biz birbirine yardım eden/intikam alabilen bir topluluğuz” mu diyorlar?
Yakında o topluluk bozulacak [hezimete uğrayacak] ve arkalarını dönerek kaçacaklardır.
(Kamer/43-45)[BLOK11pt.]
Allah ve elçilerinin düşmanları, ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, imkânları ne kadar
geniş olursa olsun, sonuç olarak “bozguna uğramış bir ordu” durumuna düşmeye
mahkûmdurlar. Onlar bir süre için yeryüzünde zorbalıkla hâkimiyetlerini sürdürseler de, er-
geç Allah'ın âyette tasvir ettiği duruma düşeceklerdir. Bu zorbaların Kur’ân inmeden önceki
türdeşlerinden bir kısmı, Yüce Allah tarafından sonraki âyetlerde sıralanmıştır. Ne var ki, bu
zorbaların Kur’ân indikten sonraki örneklerinin de araştırılarak İslâm güneşi karşısında nasıl
perişan olduklarının ortaya konmasında büyük yararlar vardır. Meselâ, “Haçlı orduları” diye
adlandırılan ve onlarca ülkeden, yüzlerce kavimden oluşmuş ordular, Çanakkale savaşı'ndaki
karma askerlerden müteşekkil ordular ve Kurtuluş savaşı'nda karşımıza çıkan “yedi düvel”e
ait ordular, bu âyetlerin medlûlüne kanıt gösterilecek en belirgin örneklerdir.
12-14. Onlardan önce Nûh'un kavmi, Âd, kazıklar sahibi Firavun, Semûd, Lût'un
kavmi ve Eyke ashâbı [Şu‘ayb'ın kavmi] da yalanladılar. İşte onlar, hiziplerdir. Onların
hepsi, sadece elçileri yalanladılar. Bu sebeple azabım hakk oldu.
Bu âyetlerde Mekkeli müşriklere, kendilerinden evvel akılsızlık etmiş ve cezaya
çarptırılmış bir takım toplumlar örnek gösterilerek, benzer cezaların kendilerine de verileceği
yolunda uyarıda bulunulmaktadır. Kureyş'ten önce yaşamış ve yukarıdaki âyetlerde sadece
altı tanesinin ismi verilmiş olan hiziplerin örnekleri, aslında Mekkeli müşrikler için iyiden
iyiye bir tehdit mâhiyetindedir.
Âyette Firavun için kullanılan kazıklar sahibi tanımlaması, daha önce Fecr sûresi'nde de
kullanılmıştır. Arapça'da eski bir Bedevî terimi olarak kullanılan kazıklar sahibi deyimi
mecâzen, “güçlü bir otorite”yi yahut “sarsılmaz, yıkılmaz bir güc”ü ifade etmektedir. 17 O
dönemde bir Bedevî çadırının büyüklüğü, sahibinin gücüne göre değiştiği ve bir çadırı ayakta
17
tutan kazıkların sayısı o çadırın büyüklüğü ile doğru orantılı olduğu için, güçlü bir kabile reisi
çoğu zaman, “sayısız direkler üstünde duran çadırın sahibi” olarak tanımlanmakta idi.
Deyimin, “statü” ve “güc”ü temsil eden bu mecâzî anlamı doğrultusunda, kazıklar
sahibi Firavun ifadesinden; “Firavun'un çok güçlü olduğu”; “Firavun'un ordusunun büyük ve
donanımının ihtişamlı olduğu, dolayısıyla bu donanımın korunduğu çadırların da ihtişamlı
[büyük, çok kazıklı] olduğu”; “Firavun'un ordusunun konakladığı yerde çok fazla kazık
kullanıldığı, çünkü ordudaki asker sayısının çok fazla olduğu” anlaşılabilir.
“Direk” ve “çadır” arasındaki ilişkiye değişik bir yaklaşımla, bu ifadedeki kazık
sözcüğünün, Firavun'un askerlerini ya da yakın çevresini nitelediğini düşünmek de
mümkündür. Çünkü, nasıl direkler çadırı güçlendiriyorsa, askerler ve taraftarlar da saltanatları
güçlendiren unsurlardır.
“Firavun” ile “kazık” arasında, Firavun'un zâlimliği yönüyle de bir ilişki kurulabilir:
“İnsanları yere çakılı kazıklara bağlayarak üzerlerine akrep ve yılanları bırakması”; “insanları
ellerinden ve ayaklarından kazıklara çivileyerek onları bu şekilde ölüme terk etmesi”;
“insanları sivri kazıklar üstüne oturtması” sebepleri ile bu ifadeden Firavun'un çok zâlim
olduğu anlamı çıkarılabilir.
Bunlardan başka bu ifade ile, piramitleri yeryüzüne kazık gibi çakmış olan firavunların
her birinin kasdedildiğini de düşünmek mümkündür.
15-16. Ve bunlar devenin iki sağımlığı kadar dahi gecikmesi olmayan bir çığlıktan
başkasını beklemiyorlar. Ve dediler ki: “Rabbimiz! Hesap gününden önce bizim azaptan
payımızı acele ver bize!”
BEKLENEN ÇIĞLIK: Âyette geçen beklenen çığlık ifadesinden iki değişik anlam
çıkarmak mümkündür:
1) ‫صيحة‬
ّ ‫[ ال‬sayha] sözcüğü, “bir topluluğa hücum edildiğinde ortaya çıkan bağrışma”
olarak kabul edilirse, bu ifadeden; kâfirlerin dünyada başlarına gelecek felâketler sebebiyle
bağrışacakları, çığlık atacakları anlaşılır. Sözcüğün bu anlamı, Yûnus sûresi'ndeki âyetlerle de
desteklenmektedir:
De ki: “Göklerde ve yerde ne var bir bakın!” –Ve iman etmeyen bir topluluğa apaçık
âyetler ve uyarmalar bir şey sağlamaz.– Onlar, kendilerinden önce gelmiş geçmiş olanların
uğradıkları felâket günleri gibisinden başkasını mı bekliyorlar? De ki: “Bekleyin, ben de
sizinle beraber bekleyenlerdenim.” (Yûnus/101-102)[BLOK11pt.]
Buna göre, tek bir patlama onları yok etmek için yeterlidir ve sonra da onlara hiçbir
fırsat verilmeyecektir. Yani, bu ifade ile, onların başına tek bir defada ve ansızın gelen bir
azap kasdedilmiştir.
2) Sayha sözcüğü; “sûr'a [boruya] ilk üflendiği zamanki kıyâmet çığlığı”dır. 18 Buna göre
ifade, “onlar her ne kadar dünyada Benim azabımı tatmadıysalar da, bu azap kıyâmette onlar
için hazırdır, kendilerini kıyâmete hazırlasınlar!” şeklinde anlaşılabilir. Sayha sözcüğünün,
“kıyâmet çığlığı” olarak kabul edilebileceğini gösteren de bir çok âyet mevcut olup, bunlardan
bir tanesi şudur:
Onlar birbiriyle çekişip dururlarken sadece, kendilerini yakalayacak bir tek çığlıkla karşı
karşıya kalacaklardır. (Yâ-Sîn/49)[BLOK11pt.]
FEVÂK: ‫[ الفواق‬fevâk] sözcüğü, klâsik Arapça'da bir deyim olup, “devenin iki sağımı
arasındaki zaman” manasındadır.19 Bu sözcük, Türkçe'deki “göz açıp kapayıncaya kadar”
deyimi gibi çok kısa bir zamanı anlatır.
Ve dediler ki: “Rabbimiz! Hesap gününden önce bizim azaptan payımızı acele ver
bize!”
Müşriklerin bu ifadelerinde bir alay söz konusudur. Yani onlar, “Din Günü”ne
inanmadıkları için akılsızca davranarak Allah'tan, vaat edilen azabı hemen indirmesini ve o
18

19
çok dehşetli azaptaki paylarını vermesini istemişlerdir. Halbuki azabın hemen gelmemesi,
Allah'ın onlara olan rahmet ve acımasından kaynaklanmaktadır. Onlar ise bu rahmetin
değerini bilmeyerek bu bağışa karşı O'na şükretmemektedirler. Müşriklerin bu alaycı tavırları
Kur’ân'da bir çok kez zikredilmiş olup Enfâl sûresi'ndeki ifadesi şöyledir:
Bir vakit de, “Ey Allahım! Eğer bu Senin katından gelmiş bir hakk/gerçek ise, hiç durma
üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi. Halbuki sen
içlerinde iken Allah, onlara azap edecek değildi. İstiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azap
edici değildir. (Enfâl/32-33)[BLOK11pt.]
17. Sen onların dediklerine sabret ve güçlerin sahibi kulumuz Dâvûd'u hatırla.
Şüphesiz o, (Rabbine) çokça dönendi.
Sûrenin bu bölümünde anlatım, haber cümlesinden, dilek veya emir kipi ile kurulan inşa
cümlesine dönüşmüştür. Bu âyette Peygamberimize hitap edilmiş ve Peygamberimiz, Mekkeli
müşriklerin anlayışsızlıklarına, şımarıklıklarına, Allah'ın cezasını yalan sayarak cezayı hemen
istemelerine ve Allah'ın rahmetini inkâr etmelerine karşı teselli edilmiştir.
İlerleyen âyetlerde Peygamberimize, kendisinden önce yaşamış ve aynı sıkıntılara
katlanmış olan peygamberlerden bazıları [Dâvûd, Süleymân, Eyyûb, İbrâhîm, İshâk, Ya‘kûb,
İsmâîl, Elyesea ve Zülküfl] hatırlatılarak bu peygamberlerin hem Rabb'leriyle hem de kendi
toplumlarıyla olan ilişkileri anlatılmıştır. Bundan maksat da Peygamberimizin, geçmiş
peygamberlerin kıssalarını örnek alarak kendi toplumundan gördüğü yalanlama, itham, iftira
gibi insanın içini daraltan sıkıntılara karşı sabretme [göğüs germe] gücünü arttırmak olsa
gerektir. Çünkü bu kıssalar, Yüce Allah'ın yönlendirmek, talimat vermek ve eğitmek sûretiyle
elçilerini sürekli olarak nasıl gözetip koruduğunu, onları hayatlarının her aşamasında nasıl
koruyup kolladığını açıkça gözler önüne sermektedir. Böylece Peygamberimize sanki şöyle
bir mesaj verilmektedir: “Onların dediklerine sabret ve diğer peygamberlerin durumların
nazarı dikkate al. Onlar, onca güç ve servete rağmen, sıkıntıdan kurtulup rahat yaşamış
değillerdi. Bu durumda sen, dünyanın; kederlerden, üzüntülerden uzak olmadığını, Allah
katında elde edilen o yüce derecelerin ancak dünyada çeşitli sıkıntı ve yorgunluklara
katlanmakla elde edildiğini anlamış olursun!”
Hatırlanacağı üzere daha önce, Peygamberimize Kalem sûresi'nde, Yûnus peygamber
gibi görevi bırakıp kaçmaması emredilmişti. Beled sûresi'nde de her insan gibi o'nun da sıkıntı
ve meşakkatler içinde olacağı bildirilmişti. Böylelikle Peygamberimiz, güçlüklere karşı
önceden haberdar ediliyor ve kendisine vahyedilen kıssalar sayesinde de diğer
peygamberlerin korunup kollandığı gibi Yüce Allah'ın kendisini de koruyacağına, hayatının
her anında O'nun gözetimi ve himâyesinde olduğuna bütün kalbiyle inanması ve sadece O'na
güvenmesi sağlanıyordu.
Sen onların dediklerine sabret
Rabbimizin bildirdiği kıssalardan anlaşılmaktadır ki, peygamberlerin hepsinin hayatları
sınavlar, sıkıntılar ve acılarla geçmiştir. Ama onlar, bütün zorluklara karşı sabrederek [göğüs
gererek] olgunlaşmışlar ve toplumlarına karşı görevlerini bu sayede mükemmelen yerine
getirmişlerdir. Âyetteki bu ifade, peygamberlerin başarılarındaki “sabr” faktörünü ön plâna
çıkarmaktadır.
İLK ÖRNEK DÂVÛD PEYGAMBER: Bu sûrede Yüce Allah'ın Peygamberimize, diğer
peygamberler arasından gösterdiği ilk örnek Dâvûd peygamberdir. Ama burada Dâvûd
peygamber sadece örnek olarak gösterilmekle kalmamış, ayrıca “kulumuz Dâvûd”, “güçlerin
sahibi” ve “evvâb” nitelemeleriyle de onurlandırılmıştır.
Dâvûd peygamberin adı, Kur’ân'da ilk kez bu âyette yer almıştır. Dâvûd peygamber ile
oğlu Süleymân peygamber, tarih boyunca, hakklarında en çok asılsız söylenti üretilen
peygamberlerin başında gelmektedirler. Dikkat çekici olan, bu söylentilerin hiç birinin de
Kur’ân'dan onay almadığıdır. Söz konusu söylentilerin tümüne yer verme imkânımız olmadığı
için burada sadece konumuz olan âyetler çerçevesindekilere dikkat çekecek ve onları Kur’ân
ışığında değerlendirmekle yetineceğiz. Amacımız Peygamberimize, neden Dâvûd
peygamberin örnek gösterildiğini ve o'nun gibi olmasının istendiğini anlamaktır.
Dâvûd peygamber, Kur’ân'da ilk kez kendisinden söz edilen bu sûrenin 17-30.
âyetlerinden başlayarak, Kur’ân'ın iniş sırasına göre aşağıdaki âyetlerde de yer almıştır:
Sen onların dediklerine sabret ve güçlerin sahibi kulumuz Dâvûd'u hatırla. Şüphesiz o,
(Rabbine) çokça dönendi. Gerçekten Biz dağlara boyun eğdirdik; akşam ve sabah [daima, her
zaman] o'nunla birlikte tesbîh ederlerdi. Kuşları da toplu olarak (o'na boyun eğdirmiştik).
Hepsi o'na dönücü idi. Biz o'nun mülkünü de pekiştirdik. Ve o'na hikmeti [yasayı] ve fasl-ı
hıtabı [hakkı bâtıldan ayıran sözü söyleme imkânını] verdik. Ve sana şu hasımların
[davacıların] haberi geldi mi? Hani onlar mihraba çıkıp varmışlardı. Dâvûd'un yanına
girdiklerinde o, onlardan korkuvermişti. (Ona,) “Korkma! (Biz) iki hasımız [davacıyız].
Birimiz, birimize haksızlık etti. Şimdi sen aramızda hakk ile hüküm ver, hakksızlık etme ve
bizi doğru yolun ortasına yönelt” dediler. (Birisi de) dedi ki: “İşte bu benim kardeşim. Onun
doksan dokuz koyunu var, benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, ‘Onu da bana ver’ dedi
ve konuşmada bana üstün geldi [tartışmada beni yendi].” (Dâvûd) dedi ki: “Doğrusu senin bir
koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle o sana zulmetmiştir. Gerçekten de katanların
[ortakların, bir cemiyette yaşayanların] çoğu mutlaka birbirlerine hakksızlık ediyorlar. Ancak
iman edenler ve sâlihâtı işleyenler hakksızlık etmezler. Ama onlar da ne kadar azdır!” Ve
Dâvûd, Bizim kendisini arı duru [has] hâle getirdiğimizi iyice anladı. Hemen Rabbinden
(zulmeden kişi için) bağışlama diledi, rükû ederek yere kapandı ve döndü. Biz de o'nun için
bunu bağışladık. Şüphesiz yanımızda o'nun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır. Ey
Dâvûd! Gerçekten Biz seni yeryüzünde bir halîfe kıldık. O hâlde insanlar arasında hakk ile
hüküm ver [hakk aracılığıyla zulüm ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla]. Hevâya [keyfe,
arzuya] uyma. O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır. Muhakkak Allah yolundan sapanlar,
hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır. Biz göğü, yeri
ve aralarında olanları boşuna yaratmadık da. Bu, şu küfretmiş olan kişilerin zannıdır.
Cehennem ateşinden dolayı vay şu küfretmiş olan kişilerin hâline! Yoksa, iman eden ve de
sâlihâtı işleyenleri Biz, o yeryüzündeki bozguncular gibi mi yaparız? Yoksa o takvâ
sahiplerini azgın günahkârlar gibi mi yaparız? (Bu,) temiz akıl sahipleri onun âyetlerini
düşünsünler ve öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübârek bir kitaptır. Dâvûd'a Süleymân'ı
da bahşettik. (O) ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça dönendi. (Sâd/17-30)[BLOK11pt.]
Ve and olsun ki Biz, Dâvûd'a ve Süleymân'a ilim verdik. Onlar da, “Bizi mümin
kullarının bir çoğuna fazlalıklı kılan Allah'a hamd olsun” dediler. Ve Süleymân Dâvûd'a vâris
oldu. Ve, “Ey insanlar! Bize kuş mantığı öğretildi ve bize her şeyden verildi” dedi. –Doğrusu
bu apaçık bir lütuftur.– (Neml/15-16)[BLOK11pt.]
Ve Rabbin göklerde ve yerde olan kimseleri en iyi bilendir. Ve and olsun ki Biz,
peygamberlerin kimini kiminin üzerine fazlalıklı kıldık. Dâvûd'a da Zebûr'u verdik. (İsrâ/55)
[BLOK11pt.]
Ve Biz o'na İshâk'ı ve Ya‘kûb'u da bağışladık. Hepsine doğru yolu gösterdik. Daha önce
Nûh'a ve o'nun soyundan Dâvûd'a, Süleymân'a, Eyyûb'a, Yûsuf'a, Mûsâ'ya ve Hârûn'a da
doğru yolu göstermiştik. Ve Biz güzel davrananlara böyle karşılık veririz. (En‘âm/84)
[BLOK11pt.]
Ve and olsun ki, Biz Dâvûd'a tarafımızdan bir fazlalık verdik; “Ey dağlar! Onunla
beraber dönün! Ve kuşları da.” Ve o'nun için demiri yumuşattık. Bol bol zırhlar yap ve
biçimlemede ölçülendir. Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben yaptıklarınızı en iyi görenim.
(Sebe/10-11)[BLOK11pt.]
Dâvûd ve Süleymân'ı da (hatırla). Hani onlar ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Hani
kavmin koyunları içinde yayılmıştı, Biz onların hükmüne şâhittik [kavmin yasalarının ne
olduğunu biliyorduk]. Biz o'nu Süleymân'a hemen iyice kavratmıştık. Ve hepsine yasa ve ilim
vermiştik. Dâvûd'la beraber tesbîh etsinler diye dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Ve Biz
faillerizdir. Ve Biz, sizin kötülüğünüzden sizi korumak için, sizin için zırh yapımını o'na
öğrettik. Artık siz şükreder misiniz? (Enbiyâ/78-80)[BLOK11pt.]
Derken, Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar ve Dâvûd, Calut'u öldürdü. Allah da,
kendisine hükümdarlık ve hikmet [yasa] verdi, o'na dilediği şeylerden de öğretti. Ve eğer
Allah'ın, insanları birbirleriyle savması olmasaydı, yeryüzü kesinlikle bozulur giderdi. Ve
Allah, bütün âlemlere karşı büyük bir fazlalık sahibidir. (Bakara/251)[BLOK11pt.]
Muhakkak Biz, Nûh'a ve o'ndan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da
vahyettik. İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a, torunlarına, Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a,
Hârûn'a ve Süleymân'a da vahyetmiştik. Dâvûd'a da Zebûr'u verdik. (Nisâ/163)[BLOK11pt.]
Bütün bu âyetlerden anlaşılmaktadır ki, Dâvûd peygamber; çok sabırlı, Allah'ın,
kulumuz diye onurlandırdığı, çok güçlü, evvâb [sürekli Allah'a yönelen], dağlarda bile Allah'ı
kötü niteliklerden arındırmış, yaratıklar üzerinde iyi gözlemler yaparak Rabbinin yüceliğini
iyi kavramış, mülkü güçlendirilmiş, kendisine hikmet [yasalar] ve fasl-ı hıtâb verilmiş bir
kişidir. Ayrıca iman ve sâlihâtı işlemede bilinçli, Allah'a secde eden [boyun eğen], Allah'ın
koruması altında bulunan, Allah katında yakınlığı ve güzel bir yeri olan, bu nitelikleri
nedeniyle halîfeliğe lâyık görülüp halîfe seçilen, ne güzel kuldu o diye övülen Süleymân'ın
kendisine bağışlandığı, kendisine demiri yumuşatma ve zırh yapma sanatı öğretilmiş, “çok
güzel bir kul!”dur. Bu sebeple de Peygamberimize örnek gösterilmiş ve kendisinden o'nun
gibi olması istenmiştir.
güçler sahibi
Âyetteki ‫[ذا اليصصد‬ze'l-eydi=eller sahibi] ifadesi, “kuvvetler sahibi” anlamına gelir ve
burada mecâzen kullanılmıştır.20 Kur’ân'daki açıklamalardan, bu sıfatın Dâvûd peygambere,
o'nun fizikî ve ahlâkî yapısının çok güçlü olması yanında, askerî ve siyasî alanlarda da çok
yetenekli olması sebebiyle verildiği anlaşılmaktadır.
EVVÂB: “Çokça dönen, çokça yönelen” demek olan ‫[اّواب‬evvâb] sözcüğü, –Kaf/33'ün
tahlilinde açıkladığımız gibi– “günahlarından pişman olup çokça dönen ve çokça istiğfar
eden”; “Allah'a tefekkürüyle çokça dönen, çokça yönelen”; “Allah'ın dışındaki varlıklara
yönelirken, hevâ ü heveslerine [tutkularına] uymaktan çokça dönen [kendini alıkoyan]”;
“Allah'tan başkasını kabullenmeyen, Allah'ın dışındaki her şeyden kesinlikle el-etek çeken”
anlamlarına gelmektedir.21 Yani, evvâb olan kimse, arzularını ve isyanı terk edip Allah'a itaat
ve rızayı seçen kimsedir. O, Allah'ın hoşlanmadığı şeyleri terk eder, Allah'ın tavsiye ettiği
yola tâbi olur. Bu yoldan küçük bir sapma bile onu korkutur. Çokça tevbe eder. Allah'a ibâdet
yapar, O'nu hatırlar ve her işinde O'na yönelir.
Kur’ân, Dâvûd'un (a.s) bu anlamda “evvâb” bir kul olduğunu bildirmektedir.
18-20. Gerçekten Biz dağlara boyun eğdirdik; akşam ve sabah [daima; her zaman]
o'nunla birlikte tesbîh ederlerdi. Kuşları da toplu olarak (o'na boyun eğdirmiştik). Hepsi o'na
dönücü idi. Biz o'nun mülkünü de pekiştirdik. Ve o'na hikmeti [yasayı] ve fasl-ı hitâbı [hakkı
bâtıldan ayıran sözü söyleme imkânını] verdik.
DAĞLARIN BOYUN EĞİŞİ ve TESBÎHİ: 18. âyetteki, dağların tesbîh ettiğini bildiren
ifadenin benzerleri Kur’ân'da iki sûrede daha geçmektedir:
Ve and olsun ki, Biz Dâvûd'a tarafımızdan bir fazlalık verdik; “Ey dağlar! Onunla
beraber dönün! Ve kuşları da.” Ve o'nun için demiri yumuşattık. (Sebe/10)[BLOK11pt.]
Biz onu Süleymân'a hemen iyice kavratmıştık. Ve hepsine yasa ve ilim vermiştik.
Dâvûd'la beraber tesbîh etsinler diye dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Ve Biz faillerizdir.
(Enbiyâ/79)[BLOK11pt.]
TESBÎH: Tesbîh'in ne demek olduğu ve 33'lük, 99'luk imâmeli tesbîhlerle ve Ebû
Hüreyre'nin namazlardan sonra 33 kere “sübhânallâh” dedirtmesiyle hiç alâkasının olmadığı
hakkında daha evvel, Kalem, A‘lâ ve Kaf sûrelerinde bilgi verilmişti. Yeri geldiği için ve
20

21
konunun önemine binâen burada da bu bilgileri kısaca hatırlatmakta yarar görüyoruz:
‫[ تسبيح‬tesbîh] sözcüğü, sözlük anlamı; “havada ve suda hareket etmek, geçip gitmek,
yüzerek uzaklara gitmek” demek olan ‫[ سبح‬sebh] kökünden türemiştir.22 Tesbîh sözcüğünün
Kur’ân'daki anlamı, “Allah'ı, O'na yakışmayan şeylerden uzak tutmak, Allah'ı yüceltmek,
O'nun her türlü kemâl sıfatlarla donanmış olduğunu iyi kavramak ve bunu her vesileyle
yüksek sesle söylemek”tir.23 Kısaca ifade etmek gerekirse tesbîh, “Yaratan'ı tüm nitelikleriyle
tanımak ve tanıtmaktır.”
Tesbîh sözcüğünün iyi anlaşılmaması hâlinde, 18. âyetteki dağların tesbîhi ifadesi de
doğru anlaşılamayacaktır. Nitekim bu ifade zamanla iyice anlam kaybına uğramış, dağların
nasıl tesbîh ettiğiyle ilgili bir takım temelsiz iddia ve açıklamalar sanki Allah'tan gelme
bilgilermiş gibi insanlara kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Bunlardan birkaç tanesini örnek
olarak sunuyoruz:
Allah Teâlâ Dâvûd'a (a.s), sesinin gür ve güzel oluşundan ötürü, dağda hoş bir yankı ve
yine sesinin güzelliğinden ötürü, kuşların kendisine kulak vereceği bir özellik vermiştir.
Böylece dağın yankısı ve kuşların Dâvûd (a.s) ile beraber cıvıldayışları, âdeta bir tesbîh
olmuştur. Muhammed b. İshâk şunu anlatmıştır: “Allah Teâlâ, hiçbir mahlûkuna, Dâvûd'a
(a.s) verdiği gibi güzel bir ses vermemiştir, öyle ki o, Zebûr'u okurken, vahşî hayvanlar,
Dâvûd'un (a.s) onları boyunlarından yakalayabileceği bir mesafeye kadar
yaklaşırlardı.”[BLOK11pt.]
Allah Teâlâ, dağları o'nun emrine âmâde kılmıştır. Bundan dolayı onlar, o'nun istediği
yöne-yere hareket ediyorlardı. İşte dağların böyle, o'nun istediği yere gitmeleri bir tesbîhtir.
Çünkü onların bu hareketi, Allah'ın kudret ve hikmetinin mükemmelliğine delâlet eder.
[BLOK11pt.]
İbn-i Abbâs (r.a) şöyle der: “Dâvûd (a.s) tesbîhâta başladığında, dağlar o'na uyar, kuşlar
o'na doğru gelip toplanır ve o'nunla birlikte tesbîhâtta bulunurlardı. ”[BLOK11pt.]
Eğer, “Akılları olmadığı halde, kuşlar Allah'ı nasıl tesbîh edebilirler?” denilirse, biz
deriz ki: Bu hususta şöyle denebilir: “Allah Teâlâ, onlarda, Kendisini bilebilecekleri kadar
akıl yaratmıştır. İşte bu durumda onlar Allah'ı tesbîh etmişlerdir. Bütün bunlar (aslında), Hz.
Dâvûd'un (a.s) birer mucizesidir.”24[BLOK11pt.]
Bu tarz anlayışlar maalesef eski ve yeni tefsirciler tarafından da kabul görmüştür.
Ancak, işin gerçeği bu değildir.
DAĞLARIN TESBÎHİ: Kur’ân'ın bir çok âyetinde bildirilmektedir ki, dağların
tesbîhinin ötesinde, evrende ne varsa, canlı-cansız, akıllı-akılsız, her şey Allah'ı tesbîh
etmektedir:
Göklerde ve yeryüzünde bulunan her şey Allah'ı tesbîh etmektedir. O, çok güçlüdür,
yasa koyucudur. (Hadîd/1)[BLOK11pt.]
Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı tesbîh ederler. O'nu hamd ile
tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların tesbîhlerini iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz
ki O, halîmdir çok bağışlayandır. (İsrâ/44)[BLOK11pt.]
Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi kuşların Allah'ı tesbîh ettiklerini
görmedin mi? Hepsi kendi tesbîhini ve niyazını mutlaka bilmektedir. Allah da, onların
yapmakta olduklarını hakkıyla bilir. (Nûr/41)[BLOK11pt.]
Ayrıca, Hadîd/1; Haşr/1, 24; Saff/1; İsrâ/44; Ra'd/13; Nûr/41; Cuma/1; Teğâbün/1;
Enbiyâ/79; Zümer/75; Mümin/7; Fussılet/38; Şûrâ/5; A‘râf/206'ya da bakılabilir.)
Yukarıda açıklandığı gibi tesbîh, “yaratanı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmak”
olduğuna göre, cansız varlıkların Allah'ı tesbîh etmelerinin dil ile değil, hâl ile olacağı
ortadadır. Cansız varlıkların hâl dili, daima iç ve dış yapılarını teşkil eden kendi öz nitelikleri

22

23

24
Keffal Tefsiri.
doğrultusunda davranmalarıdır. İşlevlerini, Yaratıcı tarafından kendilerine verilen bu öz
nitelikler doğrultusunda yerine getiren tüm cansız varlıklar, bu halleriyle Allah'ı tüm kemâl
sıfatlarıyla nitelemiş ve O'nu tüm noksanlıklardan tenzih etmiş olmaktadırlar. Daha da açık
ifade etmek gerekirse, insan bilinci dışındaki tüm varlıklar Allah'ı kendi yaratılış özelliklerini
yerine getirmekle ve O'nun koyduğu düzenin içindeki rolleri ile tesbîh etmiş olmaktadırlar.
İnsanın değil, “insan bilinci”nin istisnâ edilmesinin nedeni, insan bedenindeki biyolojik
mekanizmaların da aynı yasaya tâbi olarak Allah'ı tesbîh etmekte oluşundan dolayıdır. Kalbin
durmaksızın çalışması, mitokondri organellerinin biteviye vücuda enerji üretmesi veya
kardiyo-vasküler sistemin vücudun beslenme sürecindeki işlevini eksiksiz yerine getirmesi,
bu biyolojik organ ve sistemlerin Yaratıcı'yı tesbîh etme şekilleridir. Yalnızca insan bilinci,
Rabbini ancak bilinçli bir istem ve çaba ile tesbîh edebilir. Zaten bu da onu diğer varlıklardan
ayıran temel özelliklerinden biridir.
Gerçekten de evrendeki olağanüstü düzen, Yüce Yaratıcı'nın gücünü anlatmaktadır.
Doğada renk renk açan çiçekler, ormanlarda cıvıl cıvıl öten kuşlar, su kaynaklarından
buharlaşıp göğe çıktıktan sonra yağmur, kar veya dolu olarak yeryüzüne dönen sular, gökte
dolaşan sayısız yıldızlar, ... düşünenlere Allah'ı tanıtan birer âyettir.
Meselâ, maddelerin en küçük parçası olarak kabul edilen atom ele alınacak olursa, her
atomun, içinde pozitif elektrik yüklü proton ve elektrik yükü olmayan nötronlar bulunan bir
çekirdekten ve bu çekirdek etrafında büyük hızlarla dönen negatif elektrik yüklü
elektronlardan oluştuğu görülür. Yani, cansız olarak kabul edilen nesnelerde bile, bizim
duyularımızla algılayamadığımız bir hareket söz konusudur:
Bu parçacıkların birbirlerine uyguladığı ve atom çekirdeğini bir arada tutan kuvvetler
öylesine güçlü ki, bu parçacıkların çekirdek içindeki ve dışındaki hızları yaklaşık 300.000
km./saniye olan ışık hızına yaklaşır.25[BLOK11pt.]
Gezegenler uzayda kolayca bulunabilen konumlarda bulunurlar; belirli bir andaki
konum ve hızlarını biliyorsak, zaman içinde bu konum ve hızların nasıl değişeceğini kesin
olarak belirleyebiliriz. Ancak elektronlar için durum tamamen farklı… Öyle görünüyor ki
elektronlar aynı anda değişik yerlerde bulunabiliyorlar.26[BLOK11pt.]
Görüldüğü gibi, cansız kabul edilen eşyaların atomlarındaki hareket, canlı kabul edilen
varlıklarınkine göre kıyaslanamaz bir derecededir. Zaten bazı bilim adamları da bu fiziksel
gerçeğe dayanarak her varlığın canlı olduğunu söylemişlerdir. Maddenin en küçük parçası
denilen atomdaki bu hareketler, Yaratıcı'nın yüceliğinin bir delilidir. Atomun içindeki her
zerrecik kendi yapısının özelliğini ortaya koyarak Allah'ın yüceliğini, noksanlıklardan uzak
olduğunu kanıtlamaktadır. Çünkü her “şey”, Allah'ın kendisine yüklediği görevi yapmakta,
her canlı Allah'ın içine koyduğu ilham ile hareket etmekte, yani Allah'ı tesbîh etmektedir.
Aynı gerçek, çevremizde yaşayan arıların ve karıncaların yaşamları içinde de geçerlidir. Bu
küçük canlıların yaşamları incelendiğinde, ustaca yaptıkları işlerin Allah'ın kudret ve
büyüklüğünün kanıtları olduğu açıkça görülür. Onlar da kendi hâl dilleriyle Allah'ı tesbîh
etmektedirler. İşte, dağların tesbîhi ifadesi de bu perspektif içinde anlaşılmalıdır.
18. ayetteki akşam-sabah ifadesi, işlenen fiillere “daima, her zaman” gibi süreklilik
anlamı kazandıran bir anlatım aracıdır. Yoksa sadece bir sabah, bir de akşam demek değildir.
Bu konudaki daha ayrıntılı bilgi Nâs sûresi'nin tahlilinde verilmiştir.
Kuşları da toplu olarak (o'na boyun eğdirmiştik)
Kuşların Dâvûd peygamberin emrine verilişi de, aynı dağların tesbîhi meselesine benzer
şekilde dejenere edilmiş, tabiri caizse kuşlardan bir koro oluşturularak, bu koroya Dâvûd
peygamberin şefliğinde gece-gündüz “sübhânallâh...” ilâhîleri söylettirilmiştir.
Kuşların Dâvûd peygamberin emrine verilmesinin ne anlama geldiğini doğru
anlayabilmek için Dâvûd peygamberin yaşamı ile ilgili bir takım bilgilere sahip olmak
25
Maddenin Son Yapıtaşları, Gerard’t Hooft, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1. basım, Eylül 2000, s. 28.
26
Maddenin Son Yapıtaşları, Gerard’t Hooft, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1. basım, Eylül 2000, s. 16.
gerekir. Ancak her şeyden önce Kur’ân'daki kıssalara özel bir dikkat göstermek ve içlerinde
tarihsel gerçeklere yönelik değini ve işaretler olabileceğini göz önünde bulundurmak şarttır.
İbrânî tarihinden alınan bilgilere göre, Dâvûd peygamber hayatının bir kısmını dağlarda
gerilla olarak geçirmiştir. Yani, dağlar o'nun yaşamının bir parçasıdır. Dâvûd peygamber ile
dağlar arasındaki ilişkinin Kur’ân'da, Dağları da Dâvûd'a musahhar kıldık şeklinde ortaya
konması da bu sebeple olsa gerektir.
Kuşların Dâvûd peygambere boyun eğdirilişini iyi anlamak için de Kur’ân'daki
Süleymân peygamber ile kuşların ilişkisini anlatan ve Süleymân peygamberin Dâvûd
peygambere mirasçı olduğunu bildiren âyetlerin dikkate alınması gerekir. Aşağıda görüleceği
gibi, sûrenin 30. âyetinde, Ve Dâvûd'a Süleymân'ı bağışladık ifadesi yer almakta, Neml/16'da
da kendisine kuşların mantığının öğretildiği ve daha bir çok şeyin verildiği bildirilmektedir.
Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, Süleymân peygamber kuşlardan yararlanmayı, babası Dâvûd
peygamberden öğrenmiştir. Yani, kuşlardan yararlanma bilgisi önce Dâvûd peygambere
verilmiş ve bu bilgi Süleymân peygambere babasından miras kalmıştır.
Âyetlere dayanarak çıkardığımız bu sonuca göre, kuşların Dâvûd peygamberin emrine
verilmesi, o'na kuşlardan yararlanma bilgisinin verilmesi anlamındadır.
Neml sûresi'ndeki hüdhüd isminden yola çıkarak ve hüthüd kuşunun su kaynaklarını, su
yataklarını fark etme özelliği olduğunu (benzer şekilde doğan ve şahin kuşlarının avcılığını,
güvercin kuşunun uzun süre uçabildiğini ve yön bulma yeteneğini) göz önüne alarak, Dâvûd
peygamberin kuşların çeşitli özelliklerinden yararlanmayı dağ hayatında Allah'ın yardımıyla
keşfedip uyguladığını rahatlıkla söylemek mümkündür.
DÂVÛD'A (a.s) VERİLEN DİĞER NİMETLER:
HİKMET: Kur’ân'da ilk kez Kamer sûresi'nde geçmiş olan ‫[الحكمة‬hikmet] sözcüğü,
burada ikinci kez geçmektedir. Ayrıntılarını Kamer sûresi'nde verdiğimiz hikmet, kısaca
“toplumda zulüm ve kargaşayı önleyip adaleti sağlayan düstur, ilke, yasa” demektir.27
Buradan anlaşılıyor ki, Kur’ân'da olduğu gibi, Dâvûd peygambere verilen kitapta da aynı
türden ilkeler, hükümler, yasalar mevcuttur. Bunu kendisine halîfelik [hükümet başkanlığı]
görevi verilmesi de doğrulamaktadır. Zira yasasız bir devletin, hükümetin, dolayısıyla da
hükümet başkanının düşünülmesi mümkün değildir.
Hikmet [hükümler, yasalar] ve hilâfet [hükümet başkanlığı] verilmiş bir elçi olan
Dâvûd'un (a.s) Peygamberimize örnek gösterilmesi, ileride Peygamberimize de devlet
başkanlığı yolunun açılacağının önceden verilmiş bir işareti gibidir.
FASL-I HITÂB: Bilindiği gibi, insanların düşüncelerini ifade etme yetenekleri
birbirlerinden farklıdır. Kimilerinin hitâbeti iyidir ve bu yetenekleriyle mesajlarını
dinleyenlerin zevk alacağı etkileyici anlatımlarla insanlara daha rahat iletirler, çevreyle
iletişimlerini daha iyi kurarlar. Kimilerinin de hitâbetleri zayıftır, ne dedikleri anlaşılmaz,
konuşmaları muhataplarını sıkar. Bunlar mesajlarını gereği kadar iyi iletemezler ve
çevreleriyle sağlıklı iletişim kuramazlar.
Âyetteki ‫[فصل الحطاب‬fasl-ı hıtâb] ifadesinden anlaşılmaktadır ki, Dâvûd peygamber çok
fasih ve beliğ konuşan, hükümlerini açık bir şekilde dile getiren ve muhataplarına ne demek
istediğini gâyet net olarak anlatan bir kişidir.
Fasl-ı hıtâb deyimi ayrıca, hükümlerdeki tereddütsüzlüğü; kesin kararlılığı ve
kararlardaki isabeti de ifade etmektedir.28
NOT: 18. âyetteki ‫[اشراق‬işrâk] sözcüğünden yola çıkılarak “kuşluk namazı” adıyla bir
namaz icat edilmiştir. Taberanî'de, Müslim'de, Müsned ve Tirmizî'de yer alan ve İbn-i Abbâs,
Ka‘bü'l-Ahbar ve Ebû Hüreyre'ye nisbet edilen rivâyetlerde; “kuşluk namazı kılanların,
cennette altın köşk kazanacağı, kuşluk namazının her türlü sadakadan üstün olduğu, kuşluk
namazının emr-i bi'l-ma‘rûf ve her türlü sâlihâtı işlemenin yerini tuttuğu, iki rekat kuşluk
27

28
namazı kılanların, günahları denizlerin köpükleri kadar dahi olsa bağışlanacağı” ileri
sürülmüştür.
21-26. Ve sana şu hasımların [davacıların] haberi geldi mi? Hani onlar mihraba
çıkıp varmışlardı. Dâvûd'un yanına girdiklerinde o, onlardan korkuvermişti. (Ona,)
“Korkma! (Biz) iki hasımız [davacıyız]. Birimiz, birimize hakksızlık etti. Şimdi sen aramızda
hakk ile hüküm ver, hakksızlık etme ve bizi doğru yolun ortasına yönelt” dediler. (Birisi de)
dedi ki: “İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu var, benim ise bir tek koyunum
var. Böyle iken, ‘Onu da bana ver’ dedi ve konuşmada bana üstün geldi” [tartışmada beni
yendi]. (Dâvûd) dedi ki: “Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle
o sana zulmetmiştir. Gerçekten de katanların [ortakların, bir cemiyette yaşayanların] çoğu
mutlaka birbirlerine hakksızlık ediyorlar. Ancak iman edenler ve sâlihâtı işleyenler hakksızlık
etmezler. Ama onlar da ne kadar azdır!” Ve Dâvûd, Bizim kendisini arı-duru [has] hâle
getirdiğimizi iyice anladı. Hemen Rabbinden (zulmeden kişi için) bağışlanma diledi, rükû
ederek yere kapandı ve döndü. Biz de o'nun için bunu bağışladık. Şüphesiz yanımızda o'nun
için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır. Ey Dâvûd! Gerçekten Biz seni yeryüzünde bir
halîfe kıldık. O hâlde insanlar arasında hakk ile hüküm ver [hakk aracılığıyla zulüm ve
kargaşayı engelleyip adaleti sağla], hevâya [keyfe, arzuya] uyma. O takdirde seni Allah'ın
yolundan saptırır. Muhakkak Allah yolundan sapanlar; hesap gününü umursamadıklarından
kendileri için çok şiddetli bir azap vardır.
Bu sûrede adı geçen peygamberlerden özellikle üçü hakkında iyice bilgi edinmek
gerekmektedir. Zira bu peygamberler [Nûh, Lût ve Dâvûd] ile ilgili olarak çok sayıda hikâye
uydurulmuştur. Bu yakışıksız hikâyelerin tümü İsrâîliyât kaynaklıdır. İsrâîliyâtın kaynağı ise
Kitab-ı Mukaddes adıyla ortada dolaşan kitaptır. Nitekim Kitab-ı Mukaddes'te, en rezil insana
bile yakıştırılamayacak olayların bu seçkin, saygın ve örnek peygamberlere revâ görüldüğü
anlatımlar yer almaktadır. Meselâ, Tekvin 9:20-29'da, Nûh'un küçük oğlu Hâm'ın, tufan
sonrasında babasına tasallut ettiği; Tekvin 19:30-38'da, Lût peygamberin kızlarının gebe
kalabilmek amacıyla babalarını sarhoş ederek o'nunla cinsel ilişkide bulundukları
yazmaktadır. Dâvûd peygamber ile ilgili olan iğrenç hikâyeler ise Kitab-ı Mukaddes'in II.
Samuel 11-12. bölümlerindedir. Bu bölümlerde anlatılanlara göre Dâvûd peygamber, Hititli
Urya'nın karısıyla zina yapmış ve daha sonra da Urya'yı kasten savaşa göndererek âdeta onun
ölmesini sağlamıştır. Böylece dul kalan kadını kendisi nikâhlamış ve Süleymân peygamber de
bu kadından olmuştur.
Kur’ân'ın inişinden asırlar önce Kitab-ı Mukaddes'te kayıtlı olan bu olaylara dünyadaki
tüm Yahudi ve Hıristiyanların inanıp inanmadıkları bilinmemekle birlikte, bu çirkin iftiraların
hâlâ okunmakta olduğu bir gerçektir. Hatta Batı ülkelerinde yayınlanmış olan İsrâîloğulları'na
ait dinî eserler içinde, bu ithamların geçmediği bir kitap bulmak neredeyse imkânsızdır.
Yahudi dinî kültürünün, Sâd sûresi'nin bu pasajındaki olaylarla ilgili anlatımları
maalesef Müslümanların tefsir geleneğine de bulaşmıştır. Tefsircilerin bir kısmı bu efsaneleri
benimseyerek İsrâîloğulları'nın rivâyetlerini aynen kabul etmiş, bir kısmı da söz konusu
rivâyetleri yumuşatarak nakletmeyi tercih etmiştir. Meselâ Dâvûd peygamberin zina yaptığı
ve kadının da hamile kaldığı yönündeki bölümler bu ikinci grup tefsirciler tarafından
eserlerine alınmamıştır.
Okumaktan utanç duyduğumuz bu yalanları Kitab-ı Mukaddes'ten nakledip tahlilini
yapmayı uygun görüyoruz. Böylece İsrâîliyât kaynaklı rivâyetleri benimseyerek Kur’ân
ifadelerinin nasıl yozlaştırılmak istendiğini gözler önüne sermek istiyoruz:
DÂVÛD'LA BAT-ŞEVA:
İlkbaharda, kralların savaşa gittiği dönemde, Dâvûd kendi subaylarıyla birlikte Yoav'ı
ve bütün İsrâîl ordusunu savaşa gönderdi. Onlar Ammonlular'ı yenilgiye uğratıp Rabba
Kenti'ni kuşatırken, Dâvûd Yeruşalim'de kalıyordu. Bir akşam üstü Dâvûd yatağından kalktı,
sarayın damına çıkıp gezinmeye başladı. Damdan yıkanan bir kadın gördü. Kadın çok güzeldi.
Dâvûd onun kim olduğunu öğrenmek için birini gönderdi. Adam, “Kadın Eliam'ın kızı Hititli
Uriya'nın karısı Bat-Şeva'dır” dedi. Dâvûd kadını getirmeleri için ulaklar gönderdi. Kadın
Dâvûd'un yanına geldi. Dâvûd aybaşı kirliliğinden yeni arınmış olan kadınla yattı. Sonra
kadın evine döndü. Gebe kalan kadın Dâvûd'a, “Gebe kaldım” diye haber gönderdi. Bunun
üzerine Dâvûd Hititli Uriya'yı kendisine göndermesi için Yoav'a haber yolladı. Yoav da
Uriya'yı Dâvûd'a gönderdi. Uriya yanına varınca, Dâvûd Yoav'ın, ordunun ve savaşın
durumunu sordu. Sonra Uriya'ya, “Evine git, rahatına bak” dedi. Uriya saraydan çıkınca, kral
ardından bir armağan gönderdi. Ne var ki, Uriya evine gitmedi, efendisinin bütün adamlarıyla
birlikte sarayın kapısında uyudu. Dâvûd Uriya'nın evine gitmediğini öğrenince, ona,
“Yolculuktan geldin. Neden evine gitmedin?” diye sordu. Uriya, “Sandık da, İsrâîlliler'le
Yahudalılar da çardaklarda kalıyor” diye karşılık verdi, “komutanım Yoav'la efendimin
adamları kırlarda konaklıyor. Bu durumda nasıl olur da ben yiyip içmek, karımla yatmak için
evime giderim? Yaşamın hakkı için, böyle bir şeyi kesinlikle yapmayacağım.” Bunun üzerine
Dâvûd, “Bugün de burada kal, yarın seni göndereceğim” dedi. Uriya o gün de, ertesi gün de
Yeruşalim'de kaldı. Dâvûd Uriya'yı çağırdı. Onu sarhoş edene dek yedirip içirdi. Akşam
olunca Uriya efendisinin adamlarıyla birlikte uyumak üzere yattığı yere gitti. Yine evine
gitmedi. Sabahleyin Dâvûd Yoav'a bir mektup yazıp Uriya aracılığıyla gönderdi. Mektupta
şöyle yazdı: “Uriya'yı savaşın en şiddetli olduğu cepheye yerleştir ve yanından çekil ki,
vurulup ölsün.” Böylece Yoav kenti kuşatırken Uriya'yı yiğit adamların bulunduğunu bildiği
yere yerleştirdi. Kent halkı çıkıp Yoav'ın askerleriyle savaştı. Dâvûd'un askerlerinden ölenler
oldu. Hititli Uriya da ölenler arasındaydı. Yoav savaşla ilgili ayrıntılı haberleri Dâvûd'a
iletmek üzere bir ulak gönderdi. Ulağı şöyle uyardı: “Sen savaşla ilgili ayrıntılı haberleri krala
iletmeyi bitirdikten sonra, kral öfkelenip sana şunu sorabilir: ‘Onlarla savaşmak için kente
neden o kadar çok yaklaştınız? Surdan ok atacaklarını bilmiyor muydunuz? Yerubbeşet
[Yerubbaal ya da Gidyon] oğlu Avimelek'i kim öldürdü? Teves'te surun üstünden bir kadın
üzerine bir değirmen üst taşını atıp onu öldürmedi mi? Öyleyse niçin sura o kadar çok
yaklaştınız?’ O zaman, kulun Hititli Uriya da öldü dersin.” Ulak yola koyuldu. Dâvûd'un
yanına varınca, Yoav'ın kendisine söylediklerinin tümünü ona iletti. “Adamlar bizden üstün
çıktılar” dedi, “kentten çıkıp bizimle kırda savaştılar. Ama onları kent kapısına kadar geri
püskürttük. Bunun üzerine okçular adamlarına surdan ok attılar. Kralın adamlarından bazıları
öldü; kulun Hititli Uriya da öldü.” Dâvûd ulağa şöyle dedi: “Yoav'a de ki: ‘Bu olay seni
üzmesin! Savaşta kimin öleceği belli olmaz.’ Kente karşı saldırınızı güçlendirin ve kenti yerle
bir edin! Bu sözlerle onu yüreklendir.” Uriya'nın karısı, kocasının öldüğünü duyunca, onun
için yas tuttu. Yas süresi geçince, Dâvûd onu sarayına getirtti. Kadın Dâvûd'un karısı oldu ve
ona bir oğul doğurdu. Ancak, Dâvûd'un bu yaptığı RABB'in hoşuna gitmedi.29[BLOK11pt.]
NATAN DÂVÛD'U PAYLIYOR:
RABB Natan'ı Dâvûd'a gönderdi. Natan Dâvûd'un yanına gelince ona, “Bir kentte biri
zengin, öbürü yoksul iki adam vardı” dedi, “zengin adamın birçok koyunu, sığırı vardı. Ama
yoksul adamın satın alıp beslediği küçük bir dişi kuzudan başka bir hayvanı yoktu. Kuzu
adamın yanında, çocuklarıyla birlikte büyüdü. Adamın yemeğinden yer, tasından içer,
koynunda uyurdu. Yoksulun kızı gibiydi. Derken, zengin adama bir yolcu uğradı. Adam gelen
konuğa yemek hazırlamak için kendi koyunlarından, sığırlarından birini almaya
kıyamadığından yoksulun kuzusunu alıp yolcuya yemek hazırladı.” Zengin adama çok
öfkelenen Dâvûd Natan'a, “Yaşayan RABB'in adıyla derim ki, bunu yapan ölümü hakk
etmiştir!” dedi, “Bunu yaptığı ve acımadığı için kuzuya karşılık dört katını ödemeli.” Bunun
üzerine Natan Dâvûd'a, “O adam sensin” dedi, “İsrâîl'in Tanrısı RABB diyor ki, ‘Ben seni
İsrâîl'e kral olarak meshettim ve Saul'un elinden kurtardım. Sana efendinin evini verdim,
karılarını da koynuna verdim. İsrâîl ve Yahuda halkını da sana verdim. Bu az gelseydi, sana
daha neler neler verirdim! Öyleyse neden RABB'in gözünde kötü olanı yaparak, O'nun
29
Kitab-ı Mukaddes, II. Samuel, 11:1-27.
sözünü küçümsedin? Hititli Uriya'yı kılıçla öldürdün, Ammonlular'ın kılıcıyla canına kıydın.
Karısını da kendine eş olarak aldın. Bundan böyle, kılıç senin soyundan sonsuza dek eksik
olmayacak. Çünkü Beni küçümsedin ve Hititli Uriya'nın karısını kendine eş olarak aldın.’
RABB şöyle diyor: ‘Sana kendi soyundan kötülük getireceğim. Senin gözünün önünde
karılarını alıp bir yakınına vereceğim; güpegündüz karılarının koynuna girecek. Evet, sen o işi
gizlice yaptın, ama Ben bunu bütün İsrâîl halkının gözü önünde güpegündüz yapacağım!”
Dâvûd, “RABB'e karşı günah işledim” dedi. Natan, “RABB günahını bağışladı,
ölmeyeceksin” diye karşılık verdi, “ama sen bunu yapmakla, RABB'in düşmanlarının O'nu
küçümsemesine neden oldun. Bu yüzden doğan çocuğun kesinlikle ölecek.” Bundan sonra
Natan evine döndü. RABB Uriya'nın karısının Dâvûd'dan doğan çocuğunun hastalanmasına
neden oldu. Dâvûd çocuk için Tanrı'ya yalvarıp oruç tuttu; evine gidip gecelerini yerde
yatarak geçirdi. Sarayın ileri gelenleri o'nu yerden kaldırmaya geldiler. Ama Dâvûd kalkmak
istemedi, onlarla yemek de yemedi. Yedinci gün çocuk öldü. Dâvûd'un görevlileri çocuğun
öldüğünü Dâvûd'a bildirmekten çekindiler. Çünkü, “Çocuk daha yaşarken o'nunla konuştuk
ama bizi dinlemedi” diyorlardı, “şimdi çocuğun öldüğünü o'na nasıl söyleriz? Kendisine zarar
verebilir!” Dâvûd görevlilerinin fısıldaştığını görünce, çocuğun öldüğünü anladı. Onlara,
“Çocuk öldü mü?” diye sordu. “Evet, öldü” dediler. Bunun üzerine Dâvûd yerden kalktı.
Yıkandı, güzel kokular sürünüp giysilerini değiştirdi. RABB'in tapınağı'na gidip tapındı.
Sonra evine döndü ve yemek istedi. Önüne konan yemeği yedi. Hizmetkârları, “Neden böyle
davranıyorsun?” diye sordular, “Çocuk yaşarken oruç tuttun, ağladın; ama ölünce kalkıp
yemek yemeye başladın.” Dâvûd şöyle yanıtladı: “Çocuk yaşarken oruç tutup ağladım.
Çünkü, kim bilir, RABB bana lütfeder de çocuk yaşar diye düşünüyordum. Ama çocuk öldü.
Artık neden oruç tutayım? Onu geri getirebilir miyim ki? Ben onun yanına gideceğim, ama o
bana geri dönmeyecek.” Dâvûd karısı Bat-Şeva'yı avuttu. Yanına girip onunla yattı. Bat-Şeva
bir oğul doğurdu. Çocuğun adını Süleymân koydu. Çocuğu seven RABB peygamber Natan
aracılığıyla haber gönderdi ve hatırı için çocuğun adını Yedidyah koydu. Bu sırada
Ammonlular'ın Rabba Kenti'ne karşı savaşı sürdüren Yoav, saray semtini ele geçirdi. Sonra
Dâvûd'a ulaklar göndererek, “Rabba Kenti'ne karşı savaşıp su kaynaklarını ele geçirdim”
dedi, “şimdi sen ordunun geri kalanlarını topla, kenti kuşatıp ele geçir; öyle ki, kenti ben ele
geçirmeyeyim ve kent adımla anılmasın.” Dâvûd bütün askerlerini toplayıp Rabba Kenti'ne
gitti, kente karşı savaşıp ele geçirdi. Ammon Kralı'nın başındaki tacı aldı. Değerli taşlarla
süslü, ağırlığı bir talant altını bulan tacı Dâvûd'un başına koydular. Dâvûd kentten çok
miktarda mal yağmalayıp götürdü. Orada yaşayan halkı dışarı çıkarıp testereyle, demir kazma
ve baltayla yapılan işlerde, tuğla yapımında çalıştırdı. Dâvûd bunu bütün Ammon kentlerinde
uyguladı. Sonra bütün ordusuyla birlikte Yeruşalim'e döndü.30[BLOK11pt.]
Kitab-ı Mukaddes'te yukarıdaki şekilde yer alan olay, bazı tefsirciler tarafından
yumuşatılmaya çalışılmış, zorlama yorumlarla makul ve makbul gösterilmek istenmiştir:
Ayrıca bu olayın hiç de Ehl-i Kitab'ın anlattığı gibi olmadığı da zikredilmiştir. Asıl olay,
Kur’ân'da açıkça anlaşılacağı üzere Hz. Dâvûd'un Urya'dan (ya da ismi ne ise), karısıyla
evlenme isteğinde bulunmuş olmasıdır. Bu istek, sıradan bir insan tarafından değil, güçlü bir
hükümdar ve önemli bir şahsiyet tarafından yapılmıştır. Kadının kocası ise sıradan bir
vatandaştı. Hz. Dâvûd böyle bir teklifte bulunmuş olmasına rağmen, teklifinin ardında bir
cebr unsuru bulunmuyordu, ama yine de sıradan bir vatandaşın böyle bir teklifin altında
ezilmemiş olması mümkün değildir. Urya Hz. Dâvûd'a belki de olumlu bir cevap verecek
iken, halktan iki sâlih insan âniden Dâvûd'un huzuruna girmiş ve güya o'ndan aralarındaki
hâdise ile ilgili karar vermesini istemiş olabilirler. Hz. Dâvûd önce aralarındaki davayı, gerçek
bir hâdise sanmış ve davacıyı dinledikten sonra hükmünü vermiştir. Ancak bu hükmü verirken
vicdanında muhasebe yaparak, “İşte senin Urya'ya yaptığın teklif ile, bu güçlü adamın yaptığı
teklif arasında bir fark yoktur. Ben onun bu teklifini zulüm diye niteleyip, karar verdikten
30
Kitab-ı Mukaddes, II. Samuel, 12:1-31.
sonra, aynı zulmü neredeyse irtikap edeceğim” diye düşünmüş olacak ki, bu gerçeği hemen
anladığında secdeye gitmiş ve Allah'a tevbe ederek bu teklifinden vazgeçmiştir.31
[BLOK11pt.]
Biraz düşünecek olursak olayın şöyle cereyan ettiğini anlayabiliriz. Hz. Dâvûd, o
kadının sıradan birinin yerine, bir hükümdarın karısı olmasının daha münasip düşeceğini
düşünmüş olabilir. Ve böyle bir düşünceden hareketle kadının [Urya'nın karısının] üstün
özelliklerini duymuş ve –muhtemelen– böyle bir kadının kocasına söz konusu teklifi
iletmiştir. O dönemde bu tür şeyler, toplumda normal karşılanıyordu. Çünkü başka birinin
karısını beğenen şahıs hiç çekinmeden kadının kocasına, “Karını boşa onunla ben evleneyim”
diyebiliyordu. Böyle bir teklifle karşılaşan kimse, hiçbir şekilde gocunmaz, hatta dost hatırı
için sırf arkadaşı evlenebilsin diye karısını boşardı. Ancak Hz. Dâvûd böyle bir teklifte
bulunacağı zaman karşısındaki kimsenin sıradan bir insan olduğunu hesap etmemiştir. Zira,
Hz. Dâvûd sıradan bir insan olmadığı gibi, ayrıca bir hükümdardır.[BLOK11pt.]
Yaptığı teklifte bir cebr söz konusu olmasa dahi, sırf sahip oldukları nitelikler
bakımından, karşısındaki kişi o'nun bu teklifini emir olarak telakki edebilirdi. Temsilî bir
davaysa, Hz. Dâvûd'un bu olayı vicdanen muhasebe etmesine ve hatasını farkeder etmez
teklifinden vazgeçmesine neden oldu. Böylece bu iş de kapandı. Fakat bir süre sonra kadının
kocası bir savaş esnasında şehit düştü. Adamın şehit düşmesi üzerine karısı dul kaldığı için,
Hz. Dâvûd onu kendisine nikâhladı.[BLOK11pt.]
Ancak Yahudilerin habis zihniyeti bu olayı efsane hâline sokmuştur. Ayrıca böylesine
çirkin bir olayın ortaya atılma nedenlerinden biri de bir grup Yahudinin Hz. Süleymân'a cephe
alıp düşman kesilmiş olmalarıdır. Dolayısıyla bu kimseler olayı abartarak Hz. Süleymân'ı
karalamaya çalışmışlardı (bkz. Neml, an: 56). Yahudiler bu yüzden –maazallah– Hz.
Dâvûd'un Urya'nın hanımını kendi sarayının çatısı üzerinde çırılçıplak yıkanırken gördüğü ve
kadını sarayına getirterek onunla zina ettiği ve kadının hamile kalması üzerine de kocasını
Benu Amum'lularla yapılan bir savaşa gönderdiği şeklinde bir hikâye düzmüşlerdir. Güya
komutan Yuab'a, “Urya'yı, öldürülebileceği bir yere tayin etmesini” emretmiştir. Urya
öldürülünce de Hz. Dâvûd onun karısını kendisine nikahlamış ve bu kadından Hz. Süleymân
doğmuştur. İşte tüm bu yalan iftira ve zulmü Yahudiler Kitab-ı Mukaddes'e kaydetmişlerdir.
Ve ne yazık ki hâlâ okunup durmaktadır. Binaenaleyh Hz. Mûsâ'dan sonra İsrâîloğulları'na
ihsan edilen bu iki büyük insanı bu şekilde zelîl etmeye çalışmışlardır.32[BLOK11pt.]
Mesruk ve Sa‘îd b. Cübeyr'in İbn-i Abbâs'dan rivâyet ettiklerine göre, Hz. Dâvûd bir
adama, “Karını boşa da onunla ben evleneyim” şeklinde bir teklifte bulunmuştur, o kadar.33
[BLOK11pt.]
Zemahşerî, “Allah'ın Hz. Dâvûd kıssasını anlatımından, Hz. Dâvûd'un bir kimseden
karısını boşaması için ricada bulunması anlaşılmaktadır”demiştir.34
Cessas, “Hz. Dâvûd'un evlenmek istediği kadın o adamın karısı değil nişanlısı idi. Hz.
Dâvûd kadına kendisiyle evlenmesi teklifinde bulunmuştur. Bunun üzerine de Allah,
kendisini “Bir mü'min kardeşinin nişanlısına evlenme teklifinde bulunuyorsun. Oysa senin
birçok hanımın var” diye uyardı” demiştir.35
Bazı müfessirler bu görüşün Kur’ân ile uyuşmadığını söylemişlerdir. Çünkü Kur’ân'da
olay, Benim bir tek koyunum var, onu da bana ver dedi şeklinde ifade edilmektedir. Ve Hz.
Dâvûd, O, senin koyununu kendi koyunlarına katmayı istemekle sana zulmetmiştir şeklinde bir
hüküm vermiştir. Dolayısıyla bu örnek, bu kadının Urya'nın karısı olduğu takdirde bir anlam

31
İbn-i Cerîr.
32

33

34

35
Cessas, Ahkâmu'l-Kur’ân.
ifade eder. Eğer onun nişanlısı olsaydı, âyetteki ifadenin şöyle olması gerekirdi: “Ben bir
koyun almak istiyorum, ama o ‘Bırak o koyunu da ben alayım’ diyor.”36
Kadı İbnü'l-Arabî, bu olayı oldukça ayrıntılı bir şekilde ele almıştır:
Olayın aslı Hz. Dâvûd'un bir şahsa, “Hanımını boşa da onu ben alayım” şeklinde ciddî
bir teklifinden ibarettir. Kur’ân'da o şahsın Hz. Dâvûd'un teklifini kabul edip etmediği
belirtilmemiştir. Ayrıca, Hz. Dâvûd'un o kadınla evlendiği ve ondan Hz. Süleymân'ın
doğduğu da açıklanmamıştır. Hz. Dâvûd'un uyarıldığı mesele, o kadının kocasına, boşanması
için yaptığı tekliften başka bir şey değildi. Çünkü böyle bir davranış her ne kadar caiz ise de,
bir peygambere bu şekilde davranması yakışmazdı. Bu yüzden Allah o'nu uyardı ve nasihatte
bulundu.[BLOK11pt.]
Bu yorum, âyetlerin siyak ve sibakına uygun düşmektedir. Nitekim bu kıssa üzerinde
düşündüğümüzde, Allah'ın bu olayı iki nedenden ötürü beyan ettiği sonucuna varırız:
Birincisi, Hz. Muhammed'e, kâfirlerin “sihirbaz ve yalancı” şeklindeki ithamlarına sabretmesi
ve zâlimlerin zina ve cinâyet suçuyla itham ettikleri Hz. Dâvûd'u hatırlaması öğütlenerek,
o'ndan, kâfirlerin söylediklerine göğüs germesi istenmektedir. İkincisi, kâfirler şu şekilde
korkutulmaktadır: “Sizler bu dünyada hiç çekinmeden zulüm yapmakta, yalan ve iftira
düzmektesiniz. Ama Allah'ın yanında bu yaptıklarınızdan hesaba çekilmeden
bırakılmayacaksınız. Çünkü Allah en makbul ve sevgili kullarını bile, yaptıklarından hesaba
çekmeden bırakmayacaktır.” Sonuç olarak Hz. Peygamber'e, (s.a) sanki şöyle demesi
emredilmiştir: “Dâvûd'un kıssasını anlat ki, ne kadar seçkin özelliklere sahip olursa olsun yine
de o'nu yaptıklarından hesaba çektiğimiz bilinsin.”[BLOK11pt.]
Bu noktada yanlış bir anlayışı düzeltmekte yarar görüyoruz. Davacı kimse, din
kardeşinin 99 koyunu olduğunu ve onun kendisinde bulunan bir koyunu da istediğini
söylemektedir. Bundan Hz. Dâvûd'un 99 hanımı olduğu ve o'nun bir hanım daha alarak
eşlerinin sayısını 100'e tamamlamak istediği anlaşılmaktadır. Fakat bu örnekle, Hz. Dâvûd ile
Hititli Urya arasındaki olayın kelimesi kelimesine mutabakat arzettiğini düşünmek zorunda
değiliz. Çünkü bizler de, günlük hayatımızda 40-50-60 gibi tabirleri çokluk ifade etmek için
bir deyim şeklinde kullanırız. Ünlü müfessir Nisâburî, Hasan Basrî'den, “Hz. Dâvûd'un
hanımlarının sayısının 99 olmadığını, bu ifadenin sadece temsîlen kullanıldığını” rivâyet
eder.37[BLOK11pt.]
Bu iğrenç, düzmece rivâyetler o boyutlara ulaşmıştır ki, Ali'nin, Dâvûd peygamber
hakkında ileri sürülen uydurmalara tahammül edemediği ve “Her kim Dâvûd hâdisesini
hikâyecilerin rivâyet ettiği gibi anlatırsa ona 160 değnek vururum” dediği nakledilmiştir.
Oysa “ filanca demiş ki, falanca da ondan duymuş ki” şeklinde sürüp giden rivâyetlerin
anlattıklarına karşılık, Peygamberimize örnek gösterilen Dâvûd peygamberin Kur’ân'daki
nitelikleri bambaşkadır:
Dâvûd peygamber, Allah'ın, “çok sabırlı, kulumuz” diye onurlandırdığı, çok güçlü,
evvâb [sürekli Allah'a yönelen], dağlarda bile Allah'ı kötü niteliklerden arındırmış, yaratıklar
üzerinde iyi gözlemler yaparak Rabbinin yüceliğini kavramış, mülkü güçlendirilmiş,
kendisine hikmet [yasalar] ve fasl-ı hıtâb verilmiş bir kişidir. Ayrıca iman ve sâlihâtı işlemede
bilinçli, Allah'a secde eden [boyun eğen], Allah'ın koruması altında bulunan, Allah katında
yakınlığı ve güzel bir yeri olan, bu nitelikleri nedeniyle halîfeliğe lâyık olup halîfe seçilen,
demiri yumuşatma ve zırh yapma sanatı öğretilen, Kur’ân'da Ne güzel kuldu o! diye övülen
Süleymân gibi bir evlat bağışlanan çok güzel bir kul.

36

37
Kadı İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur’ân
İşte Kur’ân'daki Dâvûd (a.s) böyle bir kişidir!
Şimdi düşünelim: Eğer Dâvûd peygamber, hikâyelerde anlatıldığı gibi, şehvetinin esiri,
zina yapabilen, cinâyet işleyebilen bir kimse ise, böyle birisinin “sabır” timsali olarak
Peygamberimize örnek gösterilmesi mümkün müdür? Ya da Rabbimizin, “kulum” diyerek
şereflendirdiği ve Peygamberimize örnek gösterdiği birisinin, hikâyelerdeki gibi, cani, zani ve
zalim biri olması akla mantığa sığar mı? Kur’ân'da “evvâb” [Allah'a çokça dönen] olarak
nitelenen bir kimsenin kalbinin fısk u fücurla dolu olduğu, cinâyet işleyebildiği nasıl
düşünülebilir?
Rabbimizin, Onun mülkünü de kuvvetlendirdik demesi, Dâvûd peygamberin hem dinî
hem de dünyevî konularda kuvvetli bir yönetim sergilediği anlamına gelir. Bu durumda Yüce
Allah, evli bir kadına duyduğu şehevî arzularını gerçekleştirmek için adam öldürtebilen
birisini mi ödüllendirerek mülkünü kuvvetlendirmiştir?
Dâvûd peygamber için Kur’ân'da, “kuvvetler sahibi” denilmiştir. Bu ifadeyle Dâvûd'un
(a.s) dinî yönden kuvvetli biri olduğunun kasdedildiğinde şüphe yoktur. Çünkü dinin dışında
kalan alanlardaki kuvvet, kâfir krallarda da vardır. Din yönünden kuvvetli olmanın manası ise,
yapılması istenen şeyleri yapma ve yapılmaması istenen şeylerden de sakınma hususunda
gösterilen irade kuvvetidir. Bu durumda, kendisini adam öldürmekten ve bir din kardeşinin
karısına göz dikmekten alamayan bir kimse mi “kuvvetler sahibi” olarak tanımlanmış ve
örnek gösterilmiştir?
Rabbimiz tarafından kendisine “hıkmet” ve “fasl-ı hıtâb” verilen birisinin, yani Yüce
Allah'ın toplumu çirkinliklerden, hakksızlıklardan kurtarmak üzere kendisine yasalar ve bu
yasaları uygulamak için özel yetenekler verdiği bir kişinin bu yasaları çiğnemesi düşünülebilir
mi?
Rabbimizin, Katımızda bir yakınlığı ve güzel bir yeri vardır ifadesi ile övdüğü kişinin,
hikâyelerdeki Dâvûd olma imkânı var mıdır?
Kur’ân'dan öğrendiğimize göre Dâvûd peygamber mahkeme duruşmasında, Gerçekten
de katanların [ortakların, bir cemiyette yaşayanların] çoğu mutlaka birbirlerine hakksızlık
ediyorlar. Ancak iman edenler ve sâlihâtı işleyenler hakksızlık etmezler. Ama onlar da ne
kadar azdır! diyerek iman edenlerin hakksızlık etmeyeceklerini vurgulamıştır. Eğer Dâvûd
peygamber, hikâyelerdeki gibi hakksızlıklar yaparsa kendisinin de imansız biri olduğunu
davranışlarıyla itiraf etmiş olmaz mı?
Bütün bunlara rağmen hâlâ Dâvûd peygamberin hikâyelerdeki davranışlarda
bulunduğuna inanmak, Rabbimizin zani, cani ve zalim bir kişiyi yönetici kıldığını kabul
etmek gibi hatalı bir davranışı –hâşâ–Yüce Allah'a atfetmek olmaz mı?
Yukarıda sıraladığımız sorulara verilecek akıl ve mantığa uygun cevaplar bizi şu sonuca
ulaştırmaktadır: Kur’ân'da bahsedilen mahkeme duruşması ile Kitab-ı Mukaddes'te bahsedilen
olayın hiçbir alâkası yoktur. Esas olay, normal toplumlarda cereyan eden ticarî bir
uyuşmazlıktır. Bu âyetlerin Kitab-ı Mukaddes'teki utanç verici olayla özdeşleştirilmesinin bir
sebebi, âyetlerdeki “zann, istiğfar, ğufran, enab” gibi sözcüklerin müellifler tarafından gerçek
anlamları dışında yorumlanması veya çarpıtılmasıdır. Bu durum aşağıdaki tahlillerde açıkça
gösterilecektir.
Sonuç olarak şunu söylemek gerekir ki, insanların en haysiyetsizine, en şerefsizine
nisbet edilse, onun bile kabul etmeyeceği ölçüde çirkin olan bu davranışların Dâvûd
peygamberle hiçbir alâkası yoktur.
Bu tesbitten sonra, Dâvûd peygamber kıssasının anlatıldığı 21-26. âyetlerden oluşan
pasajın yukarıdaki bilgiler ışığında yeniden okunmasını öneriyor, pasajdaki âyetlerin tahliline
geçiyoruz.
21. Ve sana şu hasımların [davacıların] haberi geldi mi? Hani onlar mihraba
çıkıp varmışlardı.
Âyetin, Ve sana şu hasımların [davacıların] haberi geldi mi? denilmek sûretiyle soru
cümlesiyle başlaması ve “haber” kavramının, önemli haberler için kullanılan ‫[نبصصاء‬nebe]
sözcüğüyle ifade edilmesi, verilecek bilginin, anlatılacak kıssanın önemine dikkat çekmek
içindir.
GELENLERİN “MELEK” VEYA “İNSAN” OLDUĞU: Âyette geçen “iki hasım”ın,
aslında iki melek oldukları ve Dâvûd peygamberin yaptığı ağır hatayı yüzüne vurmak ve o'nu
uyarmak için böyle bir mizansen hazırladıkları gibi zorlama açıklamalar yapılmıştır. “Melek”
kavramının Kur’ân bağlamında ne anlamlara geldiği yönünde daha önce verdiğimiz
bilgilerden dolayı, bu tarz yaklaşımları tartışmaya bile değer görmüyor ve ayrıntılara
girmiyoruz. (“Melek” kavramına, Tekvîr ve Necm sûrelerinin tahlillerinde özetler hâlinde
değinilmiştir. Bkz. Tebyînu'l-Kur’ân/İşte Kur’ân, c. 1.)
TESEVVERU: ‫سور‬ ّ ‫[ ال‬tesevveru=sûr], “yüksek duvar”, ‫[ تسّور‬tesevvür] de, “yüksek yere
çıkmak” demektir. Âyette, çıkılan yer olarak bildirilen mihrâb ise; “köşk, balkon, özel
çalışma yeri [karargâh]” anlamlarına gelmektedir.38
HASIMLAR [DÂVÛD'UN YANINA GİRİP DAVALAŞANLAR], İKİ KİŞİ DEĞİL,
ÇOĞULDUR: Âyette geçen ‫[اذ تسّوروا‬iz tesevverû], ‫[ اذ دخلوا‬iz dehalû], ‫[ منهم‬minhum] ve ‫قالوا‬
[kâlû] sözcüklerinin hepsi çoğul olarak ifade edilmiştir. Bundan da anlaşılıyor ki, Dâvûd'un
makamına çıkanlar iki kişi değil, daha kalabalıktırlar. Ancak, Dâvûd (a.s) karşısında halkın
sıkıntılarını dile getirenleri, aralarından bir tanesidir.
İlerideki âyetlerden anlaşıldığına göre halkın talebi, ölen Tâlût'un yerine Dâvûd'un (a.s)
yönetici olmasıdır. Bu amaçla Dâvûd'un (a.s) makamına çıkan halk, kamusal işleri halletmesi
için o'na vekâlet ve yetki verip biat etmiştir. Böylece de Dâvûd, Tâlût'un halîfesi olmuştur.
Bu konu, aşağıda 26. âyetin tahlilinde verdiğimiz, Kitab-ı Mukaddes'in II. Samuel 5:1-4
ve I. Tarihler 11:1-4'de de aynı şekilde geçmektedir.
22-23. Dâvûd'un yanına girdiklerinde o, onlardan korkuvermişti. (Ona,) “Korkma!
(Biz) iki hasımız [davacıyız]. Bazımız, bazımıza hakksızlık etti. Şimdi sen aramızda hakk ile
hüküm ver, hakksızlık etme ve bizi doğru yolun ortasına yönelt” dediler. (Birisi de) dedi ki:
“İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu var, benim ise bir tek koyunum var.
Böyle iken, “Onu da bana ver” dedi ve, “konuşmada bana üstün geldi” [tartışmada beni
yendi].
Âyette Dâvûd'un (a.s) korktuğu söylenmektedir ki, bu doğaldır. Çünkü Kitab-ı
Mukaddes’in I. Samuel bölümündeki anlatıma göre, o sırada Dâvûd (as), kayınpederinin
kendisini öldürtmesinden korkarak dağlarda yaşamaktadır. Böyle bir ortamdayken Dâvûd’un
(as) halktan bir kısım topluluğun dağlarda kendi makamına girerek etrafında sur
oluşturmalarını normal karşılaması beklenemez. Nitekim Dâvûd’un (as) makamına girenler de
bu durumun farkında oldukları için konuşmalarına Dâvûd’a (as) korkmamasını söyleyerek
başlamışlar ve ona sorunlarının çözümü için geldiklerini; haksızlık yapmaması, güçlüden yana
olmaması, doğruya karar vermesi yönünde kendisinden beklenti içinde olduklarını ifade
etmişlerdir. Onların bu beklentileri zımnen Dâvûd’dan (a.s) iyi bir yönetici olmasını
istedikleri şeklinde anlaşılmalıdır.
Âyette geçen ‫[نعجصصة‬na‘ce] sözcüğü, “dişi koyun”a ve “dişi sülün”e denildiği gibi,
“kadın”a da istiare edilir.39 Leys, na‘ce sözcüğünün, koyunun, keçinin ve vahşî sığırın
dişilerinin çoğulu için kullanıldığını ve Arap örfünde ise, “dişi hayvan” ve “ceylân”
kelimelerinin kadından kinâye olarak konuşulup algılandığını söylemiştir. 40 Na‘ce
sözcüğünün zihinlere “kadın” olarak yerleşmiş olması, İsrâîliyâta da uygun düşmektedir, ama
âyetteki na‘ce sözcüğü ile o günkü tarım toplumunun en gözde ticaret emtiası olan “koyun”un
kasdedilmiş olması daha mantıklıdır.

38

39

40
İşte bu benim kardeşim
Âyetteki kardeşim sözcüğü ile ilgili olarak, Keşşaf sahibi şunları söylemiştir:
Bu âyetteki kardeşim/birâderim kelimesi, ya hâzâ kelimesinden bedeldir, ya da inne
edatının haberidir ki bununla, ya “din kardeşliği” veya “dostluk ve samimiyetten kaynaklanan
kardeşlik” veyahut da, Ortak iş yapanların çoğu mutlaka birbirine hakksızlık eder âyetinin
delâletiyle, “ortaklık ve iştirak kardeşliği” kasdedilmiştir. Ki, bu kardeşliklerden her biri,
zulümden ve hakksızlıklardan kaçınmayı gerektirir.41BLOK]
Dikkat edilecek olursa, Dâvûd'un (a.s) karşısında konuşma yapan şahıs, davacı olduğu
kimse için, “Benim koyunumu zorla aldı” dememiştir. Buradaki, Kardeşimin doksan dokuz
koyunu var, benimse bir tek koyunum ifadesi, “Kardeşim büyük güce sahip bir zengin, bense
fakir bir kimseyim. Bu yüzden de, onun isteklerine karşı çıkma cesaretini kendimde
bulamıyorum. Bu konuda bana ve güçsüzlere sen yardımcı ol!” anlamına gelmekte42 ve
böylece o toplumda yaşanan hakksızlıklar dile getirilmiş olmaktadır.
24. O [Dâvûd] dedi ki: “Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak
istemesiyle o sana zulmetmiştir. Gerçekten de katanların [ortakların, bir cemiyette
yaşayanların] çoğu mutlaka birbirlerine hakksızlık ediyorlar. Ancak iman edenler ve sâlihâtı
işleyenler hakksızlık etmezler. Ama onlar da ne kadar azdır!” Ve Dâvûd, Bizim kendisini arı-
duru [has] hâle getirdiğimize kesin kanaat getirdi, anladı. Hemen Rabbinden (zulmeden kişi
için) bağışlama diledi, rükû ederek yere kapandı ve döndü.
DÂVÛD'UN KARARI: Kendisine yapılan talep üzerine, Dâvûd kararını, Doğrusu
senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle o sana zulmetmiştir demek sûretiyle
bildirmiş ve güçlüden yana olmadığını, hakk yoldan sapmadığını göstermiştir. Hemen
arkasından da toplumdaki genel hastalığı dile getirerek, çözümün “iman”da ve “sâlihâtı
işlemek”te olduğunu açıklamıştır.
‫[ الخلطاء‬HULATÂ]: Bu sözcüğün yalnızca “ortaklar” diye anlamlandırılması durumunda
sözcüğe eksik bir açıklama getirilmiş olmaktadır. Âyetteki “kardeş” tabirinden de
anlaşıldığına göre, huletâ sözcüğü, “karışık hâlde bulunan”, yani “bir toplumda iç içe yaşayan
insanlar, kardeşler, dostlar, arkadaşlar, yoldaşlar” demektir.43 Bu anlama göre âyetin takdiri
şöyle yapılabilir: “Toplumda içiçe yaşayanlardan bir çoğu mutlaka birbirlerine hakksızlık
ediyorlar. Hassasiyetle ortaklık ilişkisini sürdürmek çok zordur. Ancak iman edip, sâlihâtı
işleyenler başkadır, onlar hakksızlık etmezler. Onlar da pek azdır.”
Verilen bu genel hükümden, “iman edip sâlihâtı işleyenler”in istisnâ edilmeleri, iman
edip sâlihâtı işleyenlerin ortaklıklarında münâkaşa, çekişme ve hasımlaşma olmayacağı, bu
özellikteki ortakların birbirlerinin hakk ve hukukuna riâyetkâr davranacakları anlamına
gelmektedir.
İYİLERİN AZLIĞI: Hakksızlık etmeyenlerin iman edip sâlihâtı işleyenler olduğunu
bildiren sözlerinden sonra Dâvûd peygamberin, Ama onlar da ne kadar azdır! diye eklemesi,
insanların ekserisinin inanmadığı anlamına gelmektedir. Nitekim Kur’ân'da insanların
çoğunun inanmayacaklarından, yalancılıklarından, fâsıklıklarından, şükretmeyeceklerinden,
akletmeyeceklerinden ve bilgilerini doğru alanlarda kullanmayacaklarından bahseden yetmiş
civarında âyet vardır. İnsanların çokça dikkatleri çekilerek uyarıldığı bu önemli husus, insanın
içindeki varoluşsal çatışmayı dramatize eden Âdem-İblis kıssasında da yer almaktadır:
“Sonra yine and olsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından
onlara sokulacağım ve sen, çoklarını şükredenler bulmayacaksın” dedi. (A‘râf/17)
[BLOK11pt.]
Onlar, o'na mihrablar, timsaller [heykeller] ve havuzlar gibi çanaklar ve sabit
kazanlardan her ne isterse yaparlar. –Ey Dâvûd hanedanı, şükür için çalışın!– Ama kullarım

41
Zemahşerî, Keşşaf, c. 3, s. 368-369.
42

43
içinde şükreden de çok azdır. (Sebe/13)[BLOK11pt.]
Artık onlar [dünyayı isteyenler], hiç Rabbinden açık bir belge üzere olan ve kendisini
Allah'tan bir şâhidin takip ettiği ve de kendinden önce bir önder ve rahmet olarak Mûsâ'nın
kitabı bulunan kimse gibi midir? İşte onlar [böyle olanlar], ona [Kur’ân'a] inanırlar. Hangi
hizipten olursa olsun kim onu inkâr ederse, ona vaat edilen yer ateştir. İşte bütün bunlardan
dolayı sen de bundan [Kur’ân'dan] şüphe içinde olma. Kesinlikle o Rabbinden bir
hakktır/gerçektir. Fakat insanların çoğu iman etmiyorlar. (Hûd/17)[BLOK11pt.]
O saat [kıyâmet] mutlaka gelecektir. Onda hiç şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu
inanmıyorlar. (Mümin/59)[BLOK11pt.]
Elif, Lâm, Mim, Ra. İşte bunlar Kitab'ın âyetleridir ve sana Rabbinden indirilen şey
hakktır/gerçektir. Lâkin insanların çoğu iman etmiyorlar. (Ra‘d/1)[BLOK11pt.]
Sen şiddetle arzulasan da, insanların çoğu iman edecek değildir. (Yûsuf/103)
[BLOK11pt.]
Bu gerçeği bilen Rabbimiz, hem Peygamberimizi hem de insanlığı aşağıdaki mesajla
uyarmıştır:
Ve eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü
onlar sadece “zann”a uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar. (En‘âm/116)[BLOK11pt.]
İnsanlar arasında kötülerin sayıca fazla olmasının sebebi, (bize göre), insanı basit dünya
hayatına davet eden faktörlerin çok olmasıdır. İnsan, yapısal özellikleri gereği bu dünya ile
uyum içindedir. Çünkü dünya nimetleri ile insanın beğenileri birbirlerine göre yaratılmıştır.
Dolayısıyla bu dünyadaki bütün “şey”ler ve insanın yaradılışından gelen bütün dürtüler,
beğeni ve zevkler insanı bu dünyaya bağlayan birer faktördür. Buna karşılık, insanı Allah'ın
gösterdiği yola davet eden bir tek şey vardır: Akıl. İnsanları bu dünya hayatına çeken ve
maddî zevklerin esiri olmasına sebep olabilecek “pek çok” sebep varken, onları bu esaretten
kurtaracak ve sadece Allah'ın kölesi yapacak bu “tek” şey, insanın çoğu zaman kullanmadığı
bir donanımdır. İşte, insanların çoğunun basit dünya zevklerinin kölesi olmalarının ve pek
azının da iman edip sâlihâtı işleyenlerden olmalarının sebebi budur.
…Ve Dâvûd, Bizim kendisini arı-duru [has] hâle getirdiğimize kesin kanaat getirdi.
Hemen Rabbinden (zulmeden kişi için) bağışlama diledi, rükû ederek yere kapandı ve döndü.
24. âyetin bu bölümü, zann, fitnelendirme ve istiğfar sözcükleri üzerinde yeterli tahlil
yapılmaması sebebiyle yanlış anlaşılmıştır. Bizim kendisini arı-duru [has] hâle getirdiğimize
kesin kanaat getirdi şeklinde çevirdiğimiz cümlenin, Yahudi efsaneleri etkisi altında nasıl
anlamlandırıldığını gösteren iki örnek şunlardır:
A) “Girdikleri zaman veya bu bağy [tecavüz] sözünü söylerken sanmıştı ki, Biz
kendisini sırf bir fitneye düşürdük.”
B) “Sezmişti ki, kendisine sadece bir imtihan yaptık. Hemen Rabbinden bağışlanma
diledi. Mağfiretini niyaz etti. Ve rükû ederek secdeye kapandı ve tevbe ile Allah'a sığındı.”
Âyet böyle anlamlandırıldıktan sonra İsrâîliyâtın önü açılmış ve Dâvûd peygamberin
nasıl sınandığı üzerine ayrıntılı destanlar düzülmüştür. Verdiğimiz bu iki meal örneği, âyetlere
İsrâîliyât kaynaklarından bakanların düştükleri en hafifletilmiş yanlışları içermektedir.
Peygamberlik gerçeği ile asla bağdaşmayan bu düzmecelerden Dâvûd peygamberi, tüm
peygamberleri, hatta tüm insanları tenzih ediyor ve âyetin bu bölümünün doğru
anlaşılabilmesi için yukarıda saydığımız sözcüklerin tahliline geçiyoruz:
FİTNE, FİTNELENDİRMEK: ‫[ الفتنة‬fitne], “ateşe atmak; belli aşamalardan, sıkıntılardan
geçirmek sûretiyle eğitmek, olgunlaştırmak, arı-duru hâle getirmek” demektir.44 Bu sözcüğün
ayrıntılı açıklaması, sûrenin sonundadır.

44
ZANN: ‫ن‬ ّ ‫ظصصص‬
ّ ‫[ ال‬zann] sözcüğü, hem “yakîn” [kesin bilgi], hem de “kuşku, sanı”
anlamlarında kullanılabilen bir sözcüktür.45 Sözcüğün Kur’ân'da da her iki anlamda
kullanıldığına dair örnekler, sûrenin sonunda bulunan “Zann” yazımızda mevcuttur.
Sözcük 24. âyette, “yakîn” [kesin bilgi] anlamında kullanılmıştır. Çünkü Dâvûd
peygamber bu olayla kendisinin; olgunlaşmış, eğitimini tamamlamış, hizmete hazır bir hâle
getirilmiş olduğunu kesinlikle anlamıştır.46
RÜKÛ: Mürselât sûresi'nin tahlilinde değindiğimiz gibi rükû, zihinlerimize kazınan
“namazdaki rükû” anlamından daha başka anlamlara da gelmektedir:
1) Rükû, “hudû” [eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim olup itaat etmek, sözü
yumuşatmak; kibar tatlı söylemek] demektir.47
2) Rükû, “inhina” [iki büklüm olmak] demektir. Yaşlılıktan beli bükülmüş ihtiyarlara,
rakea'ş-şeyhu [ihtiyar iki büklüm oldu] denir.48
3) Rükû, “zengin kimsenin sonradan fakirleşmesi” demektir.49 (“Beli kırılmak” deyimine
eş bir anlam.)
4) Rükû, “putlara tapmayıp Allah'a boyun eğmek” [hanîflik etmek] demektir. Câhiliye
Arapları aralarında puta tapmayıp yalnızca Allah'a tapanlara, raki [rükû eden], rakea ilellâh
[Allah'a rükû etti] derlerdi.50
Âyetteki rakian ifadesi, bize göre Dâvûd peygamberin, Rabbinin hükümlerini can-ı
gönülden uygulayacağını, hep hanîf olarak Allah'a teslim olacağını anlatmaktadır.
İSTİĞFAR: Âyette istiğfarın [bağışlanmanın] kim için yapıldığı bildirilmemiştir. O
kişiye bundan sonraki âyette işaret edilecektir. Ancak İsrâîliyât etkisi altındaki yazarlar,
kendisine yamanan onca günah sebebiyle Dâvûd peygamberin kendi nefsi için bağışlanma
talebinde bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Konuyla ilgili olarak Râzî'nin yorumu şöyledir:
1) Onlar Dâvûd'u (a.s) öldürmek maksadıyla, işte bu yolla, o'nun yanına girip, Dâvûd
(a.s) da onların maksatlarını anlayınca, öfkesi, Dâvûd'u (a.s), onlardan intikam alma
düşüncesine sevketti. Ancak ne var ki, Allah'ın rızasını elde etmek maksadıyla onları
affetmeye yöneldi ve, “Bu hâdise, işte o fitnedir. Çünkü bu, bir deneme ve bir mübtelâ kılma
gibidir” dedi, sonra da, Rabbinden, onlardan intikam almayı aklından geçirdiği için,
bağışlanmasını istedi, bu düşüncesinden vazgeçti, Allah'a döndü ve Cenâb-ı Hakk da, o'ndan
kaynaklanan bu kadarcık azîm ve niyyeti bağışladı.[BLOK11pt.]
2) Dâvûd (a.s) her ne kadar onların kendisini öldürmek için yanına girdiklerine zann-ı
galipte bulunmuş ise de, bu zann-ı galibinden dolayı pişman olmuş ve durumun böyle
olduğuna bir delâlet ve emare olmadığı halde, hakklarında kötü bir zanda bulunduğu için,
“Onlar hakkında ne kötü davrandım!” demiştir, ki işte bu, Dâvûd sandı ki, Biz kendisine
mutlaka bir azab hazırladık. Bunun üzerine o, Rabbinden bağışlanmasını diledi, rükû ile yere
kapanıp, bu zannından döndü âyetinden kasdedilendir. Böylece de Allah bunu, Dâvûd'dan
(a.s) bağışladı.[BLOK11pt.]
3) Onların Dâvûd'un (a.s) yanına girmesi, Dâvûd (a.s) için bir fitne olmuştur. Ancak ne
var ki Dâvûd (a.s), bu giren ve kendisini öldürmeye kasdeden kimselerin bağışlanmasını
Allah'tan istemiştir, ki bu tıpkı Hz. Muhammed (s.a.v) hakkında Cenâb-ı Hakk'ın, Hem
kendinin, hem erkek mü'minlerle kadın mü'minlerin günahının bağışlanmasını iste...
(Muhammed/19) buyurmasına benzer. Binâenaleyh Dâvûd (a.s) onların bağışlanmasını
istemiş, kendisini öldürmeyi kafalarına koyan ve içeri giren bu kimselerin bağışlanmasını
isteme hususunda Allah'a yönelmiştir. Bu izaha göre âyetteki, Biz de bunu o'nun için affettik
cümlesinin manası da, “Dâvûd'un hatırı için Biz, onun [bu girenin] günahını bağışladık”
45

46

47

48

49

50
Lisanü'l-Arab; c. 4, s. 232-233. “Rekaa” mad.
demek olur.[BLOK11pt.]
4) Farz edelim ki, Dâvûd (a.s) kendisinden sudûr eden bir zelleden dolayı tevbe etmiştir.
Ancak ne var ki biz, bu zellenin, o kadın sebebiyle meydana geldiğini kabul etmiyoruz. Bu
zellenin, davalı olan iki şahıstan diğerinin ifadesini almadan önce, birisinin lehine olarak
hükmetmiş olmasından dolayı meydana gelmiş olduğunun söylenmesi niçin mümkün
olmasın? Çünkü Dâvûd (a.s), Andolsun ki o, senin koyununu kendi koyunlarına (katmak)
istemesiyle sana zulmetmiştir deyince, verdiği bu hüküm doğru olana uymadığı için, bir delil
ve şâhit bulunmadan, karşı tarafın mücerred iddiasıyla, berikinin zâlim olduğuna hükmetmiş
oldu. İşte bu esnada, jstiğfar ve tevbe ile meşgul oldu. Ancak ne var ki, Dâvûd'un (a.s) bu
hareket tarzı terk-i evlâ [daha efdal ve uygun olanı terk etmek] babındandır.[BLOK11pt.]
Yaptığımız bu izahlarla, âyetleri bu manaya hamlettiğimizde, Dâvûd'a (a.s) herhangi bir
günahın isnad edilmesi şöyle dursun, tam aksine bu, taatlerin en büyüğünün o'na isnad
edilmesini gerektirir.51[BLOK11pt.]
İsrâîliyât etkisindeki yazarların bazıları ise, Dâvûd peygamberin, Urya'nın karısına göz
diktiğinden ve Urya'yı öldürttüğünden dolayı affını istemiş olduğunu ileri sürmüşlerdir.
GÜNAHA GÖRE İSTİĞFAR: Ne yazık ki, bazı müfessirler Dâvûd peygambere asla
yakıştırılamayacak suç ve günahlar isnad eden İsrâîliyâtın etkisinde kalmışlar, o'nu bu çirkin
iftiralardan temizleyeceklerine, ettiği tevbe ve istiğfarın niteliğini yorumlamakla
yetinmişlerdir. Üstelik bu tevbe ve istiğfarın Dâvûd'un (a.s) şanına uygun türden olması
gerektiğini düşünerek akla ve mantığa uymayan gerçek dışı açıklamalar yapmışlardır:
Atâ el-Horasanî ve başkaları dedi ki: ‘Dâvûd yüzünün etrafında ot bitip başını örtünceye
kadar kırk gün süreyle secdede kaldı. Sonra o'na şöyle seslenildi’: “Aç mısın, sana yemek
verilsin; çıplak mısın, giydirilesin? Bunun üzerine öyle bir hıçkırarak ağladı ki, içinden gelen
hararetle o mera coşup büyüdü. Böylelikle o'na mağfiret olundu ve bu sebeple günahı
örtüldü.” Bu sefer dedi ki: “Rabbim! Bu benimle Senin arandaki günahım. Onu bağışlamış
bulunuyorsun, peki İsrâîloğullar'ından olan şu adamların durumu ne olacak? Ben onların
çocuklarını yetim, hanımlarını dul bıraktım.” Buyurdu ki: “Ey Dâvûd! Kıyâmet gününde
senin tarafından gelmiş her bir zulmü cennetin sevabı karşılığında o kişiden sana
bağışlamasını isteyeceğim.” Dâvûd dedi ki: “Rabbim! Kolay mağfiret işte böyle olur.” Sonra
da, “Ey Dâvûd! Başını kaldır” denildi. Başını kaldırmak istedi, ancak yere batmış olduğunu
gördü. Cebrâîl gelip ağaçtan zamkın koparıldığı gibi, o'nu yerin üzerinden söküp çıkardı.52
[BLOK11pt.]
Velîd dedi ki: Ayrıca Münir b. ez-Zübeyr bana haber verdi, dedi ki: “Dâvûd'un secde
yerleri yere yapıştı. Yüzünden de Allah'ın dilediği miktar yapışmıştı.” el-Velîd dedi ki: İbn-i
Lehia dedi ki: “Secdesi sırasında, ‘Seni tenzih ederim, işte benim içeceğim olan göz yaşlarım
ve işte benim yiyeceğim önümdeki bir külün içerisinde’ diyordu.” Bir rivâyette belirtildiğine
göre o kırk gün secde de kaldı. Farz namaz dışında başını kaldırmadı. Göz yaşlarından ot
bitinceye kadar ağlayıp durdu.53[BLOK11pt.]
Ebû Hüreyre'den nakledildiğine göre, Peygamber buyurdu ki: “Dâvûd kırk gün süreyle
secdede kaldı. O kadar ki göz yaşlarından biten otlar başını örttü. Yer o'nun alnını aşındırdı.
Secdesinde de, ‘Rabbim! Dâvûd bir defa yanıldı ve bu yanılması sebebiyle doğu ile batı
arasındaki mesafe kadar uzaklaştı. Rabbim! Eğer Dâvûd'un zayıflığına merhamet buyurmaz,
günahını bağışlamazsan, Sen o’ndan sonra insanlar arasında günahını konuşulacak biz söz
kılarsın.’ Kırk sene sonra Cebrâîl o'na dedi ki: ‘Ey Dâvûd! Şüphesiz Allah senin içinden
işlemeyi geçirdiğin günahı sana bağışlamış bulunuyor.’”54[BLOK11pt.]

51
Razî, Mefâtihu'l-Ğayb.
52

53

54
Tirmizî, el-Hakim, Nevâdirü'l-Usûl, II/178.
Vehb dedi ki: ‘Dâvûd'a şöyle seslenildi’: “Şüphesiz Ben sana mağfiret buyurdum.”
Ancak Cebrâîl gelip kendisine, “Rabbin sana mağfiret buyurmuşken, ne diye başını
kaldırmıyorsun?” deyinceye kadar başını kaldırmadı.55[BLOK11pt.]
Bunlardan başka, rivâyet tefsirlerinde, Dâvûd peygamberin affedilmesine rağmen başını
yerden kaldırmadığına, her içtiği suya mutlaka gözyaşı karıştırdığına, arpa ekmeğini göz
yaşıyla ıslatıp yediğine, günah işlemeden evvel gecenin yarısında namaz kılıp senenin
yarısında oruç tuttuğuna, günah işledikten sonra gecelerin tamamında namaz kılıp senenin de
tamamında oruç tuttuğuna, günahının bir işareti olarak avucuna dövme yaptırıp yerken
içerken sürekli günahını hatırlayıp ağladığına, içerisi kül ile doldurulmuş yedi tane lif yatak
üzerinde oturduğuna ve sürekli ağlamaktan göz yaşlarının yedi kat döşekten yere kadar
geçtiğine dair birçok saçma rivâyet yer almıştır. Biz, bu saygın peygamberi ve adına bunun
gibi birçok rivâyet uydurulan Peygamberimizi bütün bu saçmalıklardan tenzih ediyoruz.
Yukarıda da söylediğimiz gibi, bu âyette Dâvûd peygamberin kim için bağışlanma
talebinde bulunduğu bildirilmemiştir. Örnekleri âyetlerde de görüldüğü üzere, kişinin kendisi
dışında bir başkası için de istiğfar etmesi mümkündür. Öyleyse, edildiği bildirilen istiğfarın
kime yönelik olduğu hususuna cevap aranmalıdır.
Söz konusu istiğfarın suç işlemiş birisi için yapıldığı noktasından hareket edilecek
olursa, ilgili âyetlerde hatalı bir kişiden bahsediliyor olması gerekir. Nitekim pasajda suçlu
olan bir şahıstan bahsedilmekte ve söz akışı içinde suç işleyen bu şahsın işlediği suç da açıkça
belirtilmektedir. Bu kişi, mal varlığını daha da arttırmak isteyen zengin kişidir. Hâl böyle
iken, İsrâîliyât uydurmalarına dayanarak bizzat Rabbimiz tarafından üstün nitelikleriyle
övülmüş olan Dâvûd peygamberi suçlu ilan etmek, kelimenin tam anlamıyla insafsızlıktır.
Dâvûd peygamber suçu işleyen değil, sahip olduğu “hikmet” ve “fasl-ı hıtâb” sayesinde bu
suçluyu saptayan kişidir. O, mal varlığını daha da arttırmak için ortağının malına göz diken bu
zengin kişinin affedilmesi için Allah'tan talepte bulunmuştur.
Burada, Dâvûd peygamberin kendi yaptığı veya yapması muhtemel kusurları için
istiğfar ettiği, Allah'tan koruma talebinde bulunduğu da söylenebilir. Ancak o'na uygunsuz
suçlar yüklemek bize göre büyük hatadır, insafsızlıktır.
25. Biz de o'nun için bunu bağışladık/Biz de onu [suçluyu] bağışladık. İşte böyle!
Şüphesiz yanımızda o'nun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.
Âyetin ilk bölümündeki ‫[فغفرنا له ذالك‬feğafernâ lehü zâlik] bölümünü ‫[ فغفرنا له‬feğafernâ
lehü] ve ‫[ذالك‬zâlik] olarak iki kısma ayırarak anlamlandırmak mümkün olup, el-Kuşeyrî de bu
şekilde anlamlandırılmasının uygunluğunu ifade etmiştir. Bunun bir diğer örneği de, 55.
âyette karşımıza gelecektir.
Dâvûd peygamberin bir önceki âyette, hakkında istiğfar ettiği kişiye bu âyette, bu zamiri
ile işaret edilmiştir, ki bu kişi, ortaklardan hatalı olanıdır.
Aslında sûredeki bu kıssa, Dâvûd peygambere sürülmeye çalışılan lekeleri tümüyle
ortadan kaldırmaktadır. 25. âyetin ikinci bölümü ise, Dâvûd peygamberin üzerine sıçratılmak
istenen İsrâîliyât pisliklerinin hepsinin yıkanıp atıldığını, o'nu herkesin gıpta edeceği şekilde
onurlandıran Yüce Allah'ın sözleriyle en kesin şekilde doğrulanmaktadır: Şüphesiz yanımızda
o'nun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.
26. Ey Dâvûd! Gerçekten Biz seni yeryüzünde bir halîfe kıldık [yaptık]. O hâlde
insanlar arasında hakk ile hüküm ver [hakk aracılığıyla zulüm ve kargaşayı engelleyip
adaleti sağla], hevâya [keyfe, arzuya] uyma. O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır.
Muhakkak Allah yolundan sapanlar, hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok
şiddetli bir azap vardır.
Bu âyette anlatım üslûbu değişmiş ve doğrudan muhataba seslenilerek, Dâvûd
peygambere bahşedilen halîfelik görevine ve o görevde nasıl davranması gerektiğine
değinilmiştir.
55
Halîfe ve hilâfet sözcükleri, sonraki dönemlerde kendi öz anlamlarından farklılaşarak
kavramlaşmış ve âyetlerde geçen halîfe sözcükleri de hep bu kavramlarla açıklanmaya
çalışılmıştır. Bunun sonucu olarak da yine yanlış inançlar ve hurafeler ortaya çıkmıştır.
Özellikle belirtmek gerekir ki, bu sözcükleri yanlış anlamlandırma alışkanlığı günümüzde de
kısmen devam etmektedir. Bu nedenle halîfe sözcüğünün Kur’ân'daki kullanımlarının iyi
bilinmesi gerekir.
Halîfe sözcüğü, yaygın olarak kavramlaşmış anlamı ile, “Allah'ın yeryüzündeki adalet
temsilcisi, yeryüzünü adaletle yönetmek için görevlendirilmiş yönetici” olarak bilinir.
Nitekim İslâm ülkelerindeki devlet başkanlarına ve Yavuz Sultan Selim sonrasındaki Osmanlı
padişahlarına bir süre “halîfe-i rûy-i zemin” denilmiştir.
Halîfe sözcüğü, sözlük anlamı olarak, “arkadan gelen” demektir.56 Nitekim Dâvûd
peygamber de kendisinden önce İsrâîloğulları'nın yöneticisi olan Tâlût'tan sonra devlet
başkanı olmak sûretiyle Tâlût'un halîfesi olmuştur. Buna göre âyetteki Biz seni yeryüzünde bir
halîfe yaptık ifadesi, kulların işlerinin yaratma açısından Allah'a nisbet edildiği göz önünde
bulundurularak, “Biz senin, Tâlût'tan sonra devlet başkanı olmanı sağladık, Tâlût'un yerine
seni geçirdik” anlamına gelmektedir. (Sûrenin sonunda “Halîfe ve Hilâfet” başlıklı bir
yazımız bulunmaktadır.)
Dâvûd peygamberin halîfe seçilişi, 21. âyette, iz tesevverü'l-mihrâbe [hani onlar
mihraba çıkıp varmışlardı] cümlesi ile başlayan olaylar sonucu olmuştur. İsrâîloğulları'nın bu
seçimi, Kitab-ı Mukaddes'de şöyle anlatılmıştır:
İsrâîl'in bütün oymakları Hevron'da bulunan Dâvûd'a gelip şöyle dediler: “Biz senin
etin, kemiğiniz. Geçmişte Saul kralımızken, savaşta İsrâîl'e komuta eden sendin. RABB sana,
‘Halkım İsrâîl'i sen güdecek, onlara sen önder olacaksın’ diye söz verdi.” İsrâîl'in bütün ileri
gelenleri Hevron'a, Kral Dâvûd'un yanına gelince, kral RABB'in önünde orada onlarla bir
antlaşma yaptı. Onlar da Dâvûd'u İsrâîl kralı olarak meshettiler. Dâvûd otuz yaşında kral oldu
ve kırk yıl krallık yaptı.57[BLOK11pt.]
İsrâîlliler'in tümü Hevron'da bulunan Dâvûd'a gelip şöyle dediler: “Biz senin etin,
kemiğiniz. Geçmişte Saul kralımızken, savaşta İsrâîl'e komuta eden sendin. Tanrın RABB
sana, ‘Halkım İsrâîl'i sen güdecek, onlara sen önder olacaksın’ diye söz verdi.” İsrâîl'in bütün
ileri gelenleri Hevron'a, Kral Dâvûd'un yanına gelince, Dâvûd RABB'in önünde orada onlarla
bir antlaşma yaptı. Onlar da RABB'in Samuel aracılığıyla söylediği söz uyarınca, Dâvûd'u
İsrâîl kralı olarak meshettiler.58[BLOK11pt.]
DEVLETLEŞME ve DEVLET BAŞKANININ GEREKLİLİĞİ: Şüphesiz ki insan
sosyal bir varlıktır. Bu özellik onun çok sayıdaki ihtiyaçlarını tek başına karşılayamayacak
şekilde yaratılmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, istese de toplu hâlde yaşamaktan
vazgeçemez. Yüce Allah insanı, değişik ihtiyaçlarını toplum içinde farklı meslekler icra
ederek ve aralarında iş bölümü yaparak gidermelerini sağlayacak beceri ve yeteneklerle
donatmıştır. Her insan kendi beceri ve yeteneği doğrultusunda sosyal hayata katılmakta ve
diğer insanlarla her alanda ve her düzeyde çeşitli ilişkiler kurmaktadır. Sonuçta insanların
maddî ve manevî ihtiyaçları birbirleriyle kurdukları bu ilişkiler sayesinde giderilmiş
olmaktadır. Ancak toplum içindeki bu alma-verme ilişkisi âdil bir düzen içinde
gerçekleşmelidir ki, insanlar barış içinde yaşayabilsinler, hayırlarda yarışabilsinler. Bu
düzenin sağlanabilmesi ve insanlar arasında çıkabilecek anlaşmazlıkların giderilebilmesi için
herkesin tartışmasız olarak kabul edeceği bir otoriteye ihtiyaç vardır. İşte, bu otorite “devlet”,
devletin en üst makamında bulunan kişi de “devlet başkanı”dır.
Hatırlanacak olursa, 22-23. âyetlerde, Dâvûd peygamberin yanına gelip o'na yönetim
görevini veren halkın talebi, kendi içlerinde birbirlerine yaptıkları hakksızlıkların giderilmesi

56

57
II. Samuel 5:1-4.
58
I. Tarihler 11:1-4.
ve kendilerinin doğru yolun ortasına yöneltilmesi şeklindeydi. Konumuz olan 26. âyette ise
Yüce Allah Dâvûd peygambere yönetimin nasıl olması gerektiğini bildirmiştir. Rabbimiz bu
âyetlerle bir taraftan yöneticilerimizden ne istememiz gerektiği konusunda bizleri eğitmekte,
diğer taraftan da örnek bir yöneticinin halkını nasıl yönetmesi gerektiğini Dâvûd peygambere
ve o'nun şahsında tüm yöneticilere öğretmektedir. Yüce Allah'ın kurulmasını istediği düzenin
ana ilkelerini belirleyen bu âyetlere göre, yöneticiler toplumlarını hakk üzere yönetmeli,
hevâlarına teslim olmamalıdırlar. Eğer bir devlette iktidarın kullanılma biçimi yönetenlerin
hevâlarına göreyse, yöneticilerin kendi menfaatlerine yönelik davranışları halkın büyük
zararlara uğramasına neden olur. Çünkü böyle bir iktidar düzeni, halkın daima yöneticilerin
menfaatleri doğrultusunda kullanılıp yönlendirilmesi sonucunu doğurur. İktidar bir bakıma
yöneticilerin çıkar elde etme ve bunu sürdürme manivelası haline geldiği gibi, halk da iktidarı
kullanan yöneticilerin hevâ ve heveslerini tatmin aracı haline dönüşür. Bu durum toplumla
devlet arasında olması gereken karşılıklı rızanın bozulmasına yol açacağından, bir gün her şey
rayından çıkar ve toplum sosyal karışıklıkların eşiğine gelir. Eğer yeniden âdil bir uzlaşma
sağlanamazsa, karışıklıklar önü alınamayan sosyal felaketlere dönüşerek halkı da, yöneticileri
de perişan eden bir yıkılış süreciyle noktalanır.
Âyette, O hâlde insanlar arasında hakk ile hüküm ver [hakk aracılığıyla zulüm ve
kargaşayı engelleyip adaleti sağla] şeklinde Dâvûd peygambere verilen talimat, böyle kötü
sonuçların ortaya çıkmaması için yöneticilerin hakka uygun, adaletli uygulamalar
sergilemelerinin gerektiğini bildirmektedir.
HEVÂ YOLDAN ÇIKARIR, YOLDAN ÇIKMAK İSE AZABA GÖTÜRÜR: Hevâ,
kişiyi, basit dünya lezzetlerine kapılarak onların içine batmaya çağırır. Bunların içine batmak
ise kişiyi, gerçek mutlulukları elde etmek için yapılması gerekli olan sâlih amellerden
uzaklaştırır. Çünkü, “basit dünya lezzetlerinin içine batmak” ile “sâlih ameller işlemek”,
birbirine zıt davranışlardır ve bunlardan biri artarsa diğeri azalır, biri gerçekleşirse diğeri yok
olur.
Bu sebeple Dâvûd peygambere, Hevâya [keyfe, arzuya] uyma. O takdirde seni Allah'ın
yolundan saptırır denilmiştir. Hevâya tâbi olmanın sonu, adım adım Allah yolundan
sapmaktır. Allah yolundan sapmak ise, azapların en kötüsüyle karşı karşıya kalmak demektir.
Hevâlarına uyarak Allah'ın yolundan sapanlar, çok kötü bir azaba davetiye çıkarmış olurlar.
Oysa hesap gününü göz önünde bulunduranlar, yaptıklarının hesabını verememekten ve
cezaya çarptırılmaktan korkarlar. Böylece ne hevâlarına uyarlar, ne de basit dünya
lezzetlerinin esiri olurlar.
BİR İBRET TABLOSU: Bir peygamber olan Dâvûd'a (a.s) bile hevâya uymamasının
öğütlendiği, o'nun gibi bir halîfenin bile sorumlu tutulacağının bildirildiği 26. âyet Kur’ân'da
duruyorken, bazıları “hilâfet” diye kutsal bir makam ve “halîfe” diye de kutsal bir kişi
oluşturmuşlardır. Bu makam ve kişilerin nasıl kutsallaştırıldığının bir ibret vesikası olarak,
halîfelerin günahları sebebiyle sorumlu tutulmayacağına dair ifadelerin bulunduğu bir rivâyete
atıfta bulunulan ve klâsik eserlerin hemen hepsinde yer alan bir rivâyeti okuyuculara
aktarmayı yararlı görüyoruz:
Mervanoğulları halîfelerinden birisi, Ömer ibn-i Abdülaziz'e, “Bize, ‘Halîfe olan
kimselerin aleyhine kader kalemi hareket etmez ve ona günah yazılmaz’ (yani padişahlar,
krallar günah işleseler de onlara günah yazılmaz) şeklinde ulaşmış olan haberi [rivâyeti] sen
de duydun mu?” demiş, bunun üzerine de, Ömer ibn-i Abdülaziz, “Ey müminlerin emîri!
Halîfe mi daha üstündür, yoksa peygamber mi?” deyip, sonra da, Ey Dâvûd! Gerçekten Biz
seni yeryüzünde bir halîfe kıldık. O halde insanlar arasında hakk ile hüküm ver [hakk
aracılığıyla zulüm ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla], hevâya [keyfe, arzuya] uyma. O
takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır. Muhakkak Allah yolundan sapanlar, hesap gününü
umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır âyetini okumuştur.59
[BLOK11pt.]
27-29. Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna yaratmadık. Bu,
şu küfretmiş olan kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı vay şu küfretmiş olan
kişilerin hâline! Yoksa, iman eden ve de sâlihâtı işleyenleri Biz, o yeryüzündeki bozguncular
gibi mi yaparız? Yoksa o takvâ sahiplerini azgın günahkârlar gibi mi yaparız? (Bu,) temiz
akıl sahipleri O'nun âyetlerini düşünsünler ve öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübârek
bir kitaptır.
Bu âyet grubu [27-29. âyetler] ayrı bir necm'dir. İçerdiği mesajlar evrensel bir
beyanname mahiyetinde olup bu necm'in kendinden önceki ve sonraki âyetlerle herhangi bir
bağı bulunmamaktadır. Ne var ki, sahabe Kur’ân'ı tertip ederken necm ayrımı yapmamış ve
bu necm'i Dâvûd peygamber ile Süleymân peygamber kıssalarının arasına yerleştirmiştir.
Böylece Peygamberimize örnek verilen kıssalar bölünmüş ve pasaj zor anlaşılır hâle gelmiştir.
Bu necm'in, Dâvûd peygamber kıssası çerçevesinde olmadığı kesin olup pasaj içindeki
konumu da anlaşılmaz hâldedir. Dolayısıyla, bu sûreyi ve bu âyetleri iyi anlayabilmek için 27-
29. âyetlerin bağımsız olarak ele alınması gerekir.
Ancak tarih boyunca Kur’ân ile ilgili çalışma yapanlar konuya bu şekilde
yaklaşmamışlardır. Bize göre bu kişiler ya mushafın sahabe tarafından tertip edildiğini
bilmemekte ve tertibin Allah tarafından yapıldığına inanmaktaydılar ya da gerçeği bilmelerine
rağmen bunu açıkça ifade etme cesaretini gösterememişlerdir.
Râzî'nin bu âyet grubu ile ilgili zorlama yorumunu alıntılayarak takdiri okuyucuya
bırakıyoruz:
ÂYETLER ARASI MÜNÂSEBET:[BLOK11pt.]
Biz diyoruz ki: Birisi şöyle bir soru sorabilir: “Allah Teâlâ, bu sûrenin başında,
kâfirlerden alaycı olan kimselerin, öldükten sonra dirilme ile Kıyâmeti inkâr etme hususunda,
alabildiğince ileri gittiklerini ve Ey Rabbimiz! Hesap gününden evvel bizim amel defterimizi
acele ver (Sâd/16) dediklerini nakletmiştir. Allah Teâlâ, onların böyle söylediklerini
nakledince, bunun cevâbını vermemiş, tam aksine, Onlar ne derlerse sabret. Kulumuz
Dâvûd'u hatırla (Sâd/17) demiştir. Halbuki, Kıyâmetin hakk oluşu ile, Dâvûd'dan (a.s)
bahsetme arasında bir münasebetin olmadığı malumdur. Derken, Cenâb-ı Hakk, Dâvûd (a.s)
kıssasını açıklamaya geniş yer vermiş, bu kıssanın akabinde de, Göğü, yeri ve bunların
arasında bulunan şeyleri ifadesini getirmiştir. Allah'ın hikmetini isbat etmenin, Dâvûd (a.s)
kıssasıyla bir münasebeti olmadığı da malûmdur. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, gökleri ve yeri
yaratmasında hikmet bulunduğundan bahsedip, haşir ve neşrin hakk olduğu meselesinin
isbatını da buna dayayınca, bundan sonra, Kur’ân'ın şerefli, üstün, faydası ve hayrı çok bir
kitap olduğunu belirten beyana yer vermiştir. Halbuki, bu kısmın da, önceki sözlerle ilgisi
olmadığı meydandadır. Durum böyle olunca, bu bölümler birbirleriyle alâkası olmayan,
birbirinden uzak birtakım bölüm ve fasıllar olmuş olur. Durum böyle olunca, burada bu
noktada Kur’ân'ı kıymetli ve şerefli bir kitap olarak nitelemek nasıl yerinde
olur?”[BLOK11pt.]
İşte sorunun tamamı bundan ibarettir. Buna cevap vererek şöyle deriz:[BLOK11pt.]
Hukemâ şöyle demiştir: “Bir kimse, câhil, ısrarlı, mutaassıp bir kimse ile karşı karşıya
gelir ve bu kimsenin, o taassup ve ısrarına iyice daldığını görürse, bu kimsenin, o mesele ile
ilgili olan sözünü yarıda kesmesi gerekir. Çünkü, bu kimse her ne zaman, o meseleyi daha çok
izah etmek isterse, karşı tarafın, o meseleyi kabul hususunda duyacağı nefret de o nisbette
fazlalaşır. Binâenaleyh, bu durumda uygulanacak metod, o meseleyle ilgili sözü burada
kesmek ve o birinci meseleden tamamen uzak, yeni bir söze geçmek ve bu sözü, o mutaassıp
kimseye, birinci meseleyi unutturacak bir biçimde uzatmaktır. Karşı tarafın zihni, bu yeni
mesele ile meşgul olup, birinci meseleyi unuttuğunda, beri taraf, söz esnasında, bu yeni
59
mesele içinde, birinci mesele ve matlûba uygun mukaddimeler sokar. Çünkü, bu mutaassıp
kimse, bu esnada bu mukaddimeyi kabul edecektir. O bunu kabul edince de, beri taraf, o ilk
meseleyi isbat hususunda bu uygun mukaddimeye tutunur. Böylece, o mutaassıp karşı taraf,
susturulmuş ve yenilmiş olur.” Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Kâfirler,
haşri, neşri ve Kıyâmeti inkâr hususunda istihzâvâri, Ey Rabbimiz! Hesap gününden evvel
bizim amel defterimizi acele ver (Sâd/16) deme noktasına gelince, Cenâb-ı Hakk, “Ey
Muhammed! Bu meseledeki sözü burada kes ve bu meseleden tamamen uzak olan başka bir
söze başla, geç” demiştir ki, işte bu başka söz de Dâvûd (a.s) kıssasıdır. Çünkü, bu kıssanın
haşr ve neşr meselesiyle alâkası olmadığı malumdur. Cenâb-ı Hakk bu kıssayı genişçe
açıklayıp, kıssanın sonunda da, “Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde bir halîfe yaptık. Öyleyse sen
de insanlar arasında adalet ile hükmet” (Sâd/26) buyurmuştur. Bu sözü duyan herkes, “Ne
güzel yaptı! Çünkü o'na, adalet ile hükmetmesini emretti” diyecektir. Daha sonra Cenâb-ı
Hakk sanki, “Ben sana, sadece hakkı emretmedim. Tam aksine, Ben alemlerin Rabbi olmamın
yanısıra, bir de, ancak adalet ile iş yaparım ve bâtıl ile hükmetmem!” demiştir. İşte bu noktada
da, karşı taraf yine, “Ne güzel yaptı! Çünkü, ancak hakk ile hükmetti!” diyecektir.
Binâenaleyh, bu noktada (karşı tarafa) “Allah'ın hükmünün, bâtıl ile değil, adalet ile olması
gerektiğini kabul ettiğine göre, senin, haşr ve neşrin vâki olacağını da kabul etmen gerekir.
Çünkü, şâyet böyle olmasa, o zaman, hayırlara kendisini ulaştırma hususunda kâfirin
Müslümana tercih edilmiş olması gerekirdi ki, işte bu durum hikmetin zıddı ve bâtılın da tâ
kendisi olurdu” denilir. Binâenaleyh, işte bu güzel ve ince metodla Cenâb-ı Hakk, karşı
tarafın, kendisinden kurtulması mümkün olmayacak bir biçimde, haşri ve neşri inkâr edenlere
karşı, kesin bir ilzam ve susturmayı murad etmiştir. Böylece, Kıyâmeti inkâr hususunda,
onunla istihza etme derecesine çıkan bu karşı taraf işte bu yolla susturulmuş ve ilzam edilmiş
olur. Cenâb-ı Hakk, Kur’ân'da, ilzam etme hususunda işte bu ince metoddan bahsedince, pek
yerinde olarak, Kur’ân'ı mükemmel ve üstün olarak tavsif ederek, İndirdiğimiz mübârek bir
kitap buyurmuştur. Çünkü düşünmeyen, tefekkür etmeyen ve ilâhî muvaffakiyet kendisinin
yardımına koşmayan kimseler, bu büyük Kur’ân'ın yüce sırlarına vakıf olamaz. Zira Kur’ân,
gerçekte, âyetler arasındaki tertibin en mükemmelini ihtiva etmişken, o, işin zâhirine bakarak,
Kur’ân'da bir sıranın bulunmadığını iddia etmektedir. Bu âyetlerin tefsiri hususunda
kafamızda mevcut olan şeylerin tamamı bundan ibarettir. Muvaffakiyet Allah'dandır.60
[BLOK11pt.]
Görüldüğü gibi Râzî, beşerî ilişkilerden örnek vermek sûretiyle “birbiri ile alâkası
olmayan bölümler”e anlam kazandırma çabasındadır. İki kişi arasındaki tartışma için “belki”
kabul edilebilir olan bu yöntem, Peygamberimiz ile müşrikler arasındaki tartışmanın konu
edildiği ve Peygamberimizin maneviyatını yükseltmek ve o'nu yönlendirmek için kendisine
geçmişten örneklerin verildiği bu pasajda, Yüce Allah'ın, verdiği iki örneğin arasında konu ile
alâkasız bir bildiride bulunduğu anlamına gelir ki, bu kabul edilemez. Çünkü bu durum,
Kur’ân'ın iniş ve tebliğ ölçüleriyle bağdaşmaz.
Bu genel açıklamadan sonra tekrar âyetlerin tahliline dönüyoruz.
27. Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna yaratmadık. Bu,
şu küfretmiş olan kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı vay şu küfretmiş olan
kişilerin hâline!
Evrenin amaçsız yaratılmadığı, aksi düşüncenin ise belirli birkaç kâfirin zannı [sanısı]
olduğu vurgulanan âyette, iki ince nokta daha vardır. Bu iki noktayı şöyle açıklayabiliriz:
Birinci nokta, Türkçe'ye “şu” işaret zamiri ile çevirdiğimiz ellezîne ism-i mevsulüdür.
İsm-i mevsul, muarrafattan [belirtili varlıklar için kullanılan sözcüklerden] olduğu için âyette
ellezîne ism-i mevsulü ile işaret edilen kişilerin o gün toplum içinde tanınan bir takım
beyinsizler olduğu anlaşılmaktadır.

60
Râzî; Mefâtihu'l-Ğayb.
İkinci nokta da zann sözcüğüdür. Cümledeki konumu itibariyle buradaki zann sözcüğü,
24. âyetteki zann sözcüğünden farklı anlamdadır. Dikkat edilirse burada sözcük hem bir
“yergi cümlesi” içinde yer almış, hem de te’kitsiz [“inne” veya “enne” olmadan]
kullanılmıştır. Dolayısıyla 24. âyette “yakîn” [kesin bilgi] anlamına gelen sözcük burada zann
sözcüğünün diğeri anlamı olan “sanı, kuşku” anlamına gelmektedir. Bu anlama göre, evrenin
boşuna yaratılmadığı gerçeğinin aksini savunan “şu inançsızlar”ın bu iddiaları bilimsel
değildir [kesin bilgiye dayanmamaktadır], sadece kendi sanılarıdır. Çünkü bilimsel olarak
incelenip “yakîn” ölçüsünde bilgiye sahip olunduğunda tesbit edilebilir ki, evren boş ve
gereksiz yere yaratılmamıştır.
Evrenin yaratılma amacıyla ilgili Kur’ân'da birçok âyet bulunmaktadır:
Öyleyse sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten yalnızca Bize
döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? (Müminûn/115)[BLOK11pt.]
Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındakileri bir oyun ve eğlence olsun diye
yaratmadık. Biz onları sadece hak/gerçek ile yarattık. Fakat onların çoğu bunu bilmiyorlar.
Şüphesiz ki “Ayırma Günü” onların hepsinin buluşma yeridir/kararlaştırılmış buluşma
vaktidir. (Duhân/38-40)[BLOK11pt.]
Kendi içlerinde hiç düşünmediler mi ki, Allah göklerde, yerde ve bu ikisi arasında
bulunan her şeyi ancak hakk ile ve belirlenmiş bir süre için yaratmıştır? Gerçekten insanların
çoğu, Rabb'lerine kavuşmayı inkâr etmektedirler. (Rûm/8)[BLOK11pt.]
Biz gökleri, yeryüzünü ve aralarındaki şeyleri ancak hakk/gerçek ile yarattık ve elbette
ki, o saat [kıyâmet] mutlaka gelecektir [kopacaktır]. Şimdi sen onlara yumuşak davran ve
güzel muamele et. (Hicr/85)[BLOK11pt.]
Yoksa o insan başıboş bırakılacağını mı sanır? (Kıyâmet/36)[BLOK11pt.]
Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette akl-ı selim
sahipleri için ibret verici deliller vardır. Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken
Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler [düşünürler].
“Rabbimiz!” (derler,) “Bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateş azabından koru!”
(Âl-i İmrân/190-191)[BLOK11pt.]
28. Yoksa, iman eden ve de sâlihâtı işleyenleri Biz, o yeryüzündeki bozguncular
gibi mi kılarız? Yoksa o takvâ sahiplerini azgın günahkârlar gibi mi kılarız?
Yani, siz iyi bir insan ile kötü bir insanın sonunun aynı olacağını mı sanıyorsunuz? Bu
ifadeler, âhirette kötülerin iyilerle bir tutulacağına, hatta belki de iyilerden daha üstün
konumda olacaklarına inanan ve “Mürcie” adıyla bilinen kimselerin61 bu inançlarının bâtıl
olduğunu göstermektedir.
Âhirette ceza ve mükâfatın olmaması hâli, Allah'ın adaletine kesinlikle ters düşen bir
durumdur. Bu çarpık anlayışa göre, iman edip her türlü musibeti ve belâyı göze alarak doğru
davranışlarda bulunanların aptal, günahı meslek edinip her türlü kötülüğü işleyenlerin de
akıllı sayılmaları gerekir. Böyle bir anlayış, Yüce Allah'a yapılan pervasızca bir bühtan olur.
29. (Bu,) temiz akıl sahipleri onun âyetlerini düşünsünler ve öğüt alsınlar diye
sana indirdiğimiz bereketli bir kitaptır.
‫[ مبارك‬mübârek] sözcüğü, “hayır ve mutluluğu bollaştıran” demektir.62 Âyet kısaca, bu
eşsiz Kitap ile ilişki kuranların, her türlü yararı; maddî ve manevî bolluğu elde edeceğini
bildirmektedir.
30-40. Dâvûd'a Süleymân'ı da bahşettik. (O) ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça
dönendi. Bir zaman kendisine akşam üstü iyi cins ve rahvan atlar sunulmuştu; “Ben, hayır
[servet, çıkar] sevgisini, Rabbimin zikrinden dolayı sevdim.” –Sonunda onlar perdenin
arkasına girdiler.– “Geri getirin onları bana!” (dedi.) Hemen onların bacaklarını,
boyunlarını sıvazlamaya başladı. And olsun ki Biz Süleymân'ı da fitneye düşürmüştük [çeşitli
61

62
badirelerden geçirerek saflaştırmıştık, olgunlaştırmıştık]. Ve tahtının üzerine bir ceset
bırakmıştık. Sonra o döndü, “Ey Rabbim! Beni koru [maddî ve manevî pislik bulaştırma] ve
bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan bir mülk ihsan et! Şüphesiz ki Sen, bol bol ihsan
edensin” dedi. Bunun üzerine Biz de, o'nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp giden
rüzgârı, şeytânları; tüm dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış olan diğerlerini
o'nun emrine verdik. İşte bu, Bizim hesaba gelmez ihsanımızdır. Artık sen dilersen
başkalarına ver veya vermeyip tut. Şüphesiz ki o'nun için nezdimizde bir yakınlık ve güzel bir
dönüş yeri vardır.
Peygamberimizin eğitimine bu pasajda da devam edilmektedir. Geçmişte gönderilmiş
elçilerin tebliğ sürecinde gösterdikleri sabır ve sebat anlatılmakta, böylece Peygamberimiz de
bu örneklere göre davranmaya yönlendirilmektedir.
Bu âyet grubunda Peygamberimize verilen örnek, Süleymân peygamberdir. Süleymân
(a.s) da babası Dâvûd (a.s) gibi, hakkında çok fazla efsane uydurulmuş bir peygamberdir.
Âyetlerin tahliline başlamadan önce, Kur’ân âyetlerini asılsız hikâyelerine malzeme
yapmaktan kaçınmayan bazı uydurmacıların dinî kitaplara geçmiş hikâyelerinden konuyla
ilgili bir kaçını teşhir ve uyarı maksadıyla kısaca nakletmek istiyoruz:
Süleymân'ın atları muayene ederken ve onları koştururken, ikindi namazını kılmayı
unuttuğu anlamını çıkarmışlardır. Bazıları ise, Hz. Süleymân'ın ikindi ve akşam namazı
sırasında bir virdi olduğunu ve virdlerini unutup güneş battığı için, atların getirilmesini
emrettiğini, sonra da atlar getirildiğinde, onların ayaklarını kestiğini, başka bir deyişle atları
Allah'a kurban ettiğini söylemişlerdir. Zira atlar o'nu Allah'ı anmaktan alıkoymuştur. 63
[BLOK11pt.]
Bazı müfessirler, hattâ tevârat bi'l-hicâb [perdenin arkasına gizlendiler] ve ruddûhâ
aleyye [onu bana getirin] şeklindeki ifadelerde geçen zamirlerin, güneşe işaret ettiğini
söylemektedirler. Yani, ikindi vakti geçmiş ve güneş batmıştı. Hz. Süleymân bunun üzerine
kâinatı idare eden meleklere, güya, “Güneşi geri getirin de, ikindi namazını eda edebileyim”
demiştir. Böylece güneş geri gelmiş ve Hz. Süleymân namazını eda etmiştir.64[BLOK11pt.]
Bu tefsiri desteklemek için bazı zevat, birtakım hadisleri öne sürerek, güneşin battıktan
sonra geri gelme olayının birkaç kez vukû bulduğunu iddia etmişlerdir. Bu yüzden mirac
mucizesini, güneşin geri gelmesi olarak zikrederler. Hendek savaşı sırasında Hz.
Peygamber'in (s.a.), battıktan sonra güneşi geri getirdiğini, yine Hz. Ali, Hz. Peygamber'in
(s.a.) kucağında uyuduğu için ikindi namazını kılamadığından dolayı, Hz. Peygamber'in dua
ederek güneşi geri getirdiğini söylerler.65[BLOK11pt.]
Müfessirlerden bir başka grup da bu âyetlerin anlamını, ön yargısız bir kimsenin okuyup
anladığı gibi anlamışlardır. Bu müfessirlerin yorumuna göre bu hadise şöyledir: “Hz.
Süleymân bir dizi yağız atı sürdüğü zaman, “Bu atları sadece Allah rızası için seviyorum.
Öyle ki onlarla cihad edilerek Allah'ın kelimesi yükselsin” demiştir. Sonra atları koşturdu.
Atlar o kadar hızlı koşmuşlardır ki gözden kaybolmuşlardır. Daha sonra atları geri
getirmiştir.” İbn-i Abbâs'a göre Hz. Süleymân onların bacaklarını ve boyunlarını okşamıştır.66
[BLOK11pt.]
1) Hz. Süleymân'a (a.s), bir adada bulunan bir şehrin haberi ulaşır. Böylece o, ordusuyla
birlikte, rüzgâra binerek oraya çıkar. O şehri alıp, kralını öldürür. Bu arada, insanların en
güzel yüzlüsü olan, Cerâde ismindeki kral kızını da ele geçirir ve onu kendisine ayırır. Bu kız
Müslüman olur. Süleymân (a.s) onu sever. Ama kız, hep babası için ağlar. Bunun üzerine, Hz.
Süleymân (a.s) bir cinne emir verir ve o kız için babası şeklinde bir heykel yaptırtır. Heykele
kızın babasının elbiselerinden giydirir. Kız, sabah-akşam hizmetçileriyle birlikte hep o

63

64

65

66
heykelin yanına gidip ona secde ederler. Derken Âsaf, bu durumu Süleymân'a (a.s) haber
verir. Bunun üzerine Hz. Süleymân (a.s) o heykeli kırdırtıp, kadını cezalandırır. Daha sonra
tek başına bir sahraya çıkıp, oraya kül yaydırıp, Allah'a tevbe için, külün üzerine oturur.
[BLOK11pt.]
Süleymân'ın (a.s), Emine adında bir ümm-i veledi [çocuğunun annesi olan bir câriyesi]
vardı. Tuvalete gittiğinde, yahut hanımlarıyla yatmak istediğinde mührünü ona emanet ederdi.
Hz. Süleymân'ın (a.s) mülkünün kuvveti de, o mühründe saklı idi. Yine bir gün mührünü o
kadının yanına bıraktı. Şeytân, Hz. Süleymân (a.s) şeklinde, bir denizci kıyafetiyle kadının
yanına gelip, “Emine! Mührümü ver” dedi. Böylece mührü eline geçirip, Süleymân'ın (a.s)
tahtına oturdu. Kuşlar, cinnler ve insanlar, ona gelip gitmeye başladı. O (sahrada), Hz.
Süleymân'ın (a.s) görünümü değişmişti. Bu sırada mührünü almak için, Emine'nin yanına
vardı. Ama Emine o'nu tanımadı ve kovdu. Böylece Hz. Süleymân (a.s) bir suç işlemiş
olduğunu anladı. Derken ev ev el açıp dilenmeye başladı. “Ben Süleymân'ım” dediğinde,
insanlar üzerine toprak atıp, o'na sövüp sayıyorlardı. Daha sonra, balıklarını taşımak sûretiyle,
balıkçıların yanında çalışmaya başladı. Onlar, (ücret olarak) o'na her gün iki balık
veriyorlardı.[BLOK11pt.]
Hz. Süleymân (a.s), evinde o puta tapıldığı gün sayısınca, yani kırk gün bu hâl üzere
oldu. Âsâf ve İsrâîloğulları'nın ileri gelenleri, Hz. Süleymân'ın (a.s) kılığına girmiş olan
şeytânın verdiği hükümleri ve kararları yadırgamaya başladı. Bunun üzerine Âsâf, Hz.
Süleymân'ın (a.s) hanımlarına birtakım sorular sormaya başladı. Onlar, “Bu, bizler hayızlı
iken de bizlerle birleşiyor. Üstelik, cünüplükten ötürü de yıkanmıyor” dediler. –Şeytânın
hükmünün bu kadınlar hariç, diğer bütün konularda geçerli olduğu da ileri sürülmüştür.–
Derken uçup kaçtı ve o mührü denize attı. Mührü bir balık yuttu ve bu balık neticede, Hz.
Süleymân'ın (a.s) eline geçti. Hz. Süleymân (a.s) balığın karnını yardı, bir de baktı ki mührü
orada. Mührünü alıp, Allah'a secdeye kapandı. Böylece mülkü yeniden eline geçti. O şeytânı
yakalayıp, bir kaya parçasının içine tıkayıp, o kayayı denize attı.[BLOK11pt.]
2) O hükümdarın kızı, bu heykele ibâdete başlayınca, Hz. Süleymân (a.s) fitneye
düşmüş oldu. Mührü elinden düştü ve mührü eline alamadı. Bunun üzerine Âsâf, “Sen bir
günahından [hatandan] ötürü bu fitneye düşürüldün. Binâenaleyh Allah'a tevbe et” dedi.
[BLOK11pt.]
3) Süleymân (a.s), şeytânlardan birisine, “İnsanları nasıl fitneye düşürüyorsunuz?” dedi.
Bunun üzerine şeytân, “Mührünü bana ver de, sana göstereyim” dedi. Hz. Süleymân (a.s),
mührünü ona verince, şeytân mührü denize attı. Böylece Hz. Süleymân'ın (a.s) elinden mülkü
gitti. Şeytân böylece Hz. Süleymân'ın (a.s) tahtına oturdu.[BLOK11pt.]
Bu rivâyetleri anladığına göre, bu görüşte olanlar, “Âyetteki, Andolsun ki Biz,
Süleymân'ı imtihan ettik [fitneye düşürdük] ifadesinden, Allah Teâlâ'nın o'nu bu şekilde
imtihan etmesi; ve tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik ifadesinden de, bu şeytânın o'nun
tahtı üzerine oturması kasdedilmiştir” derler.[BLOK11pt.]
4) Hz. Süleymân'ın (a.s) fitneye düşüşünün sebebi, üç gün insanlara gözükmemesidir.
Bundan dolayı o'nun mülkü elinden alındı, bir ceza olmak üzere, tahtına bir şeytân
oturtturuldu.67[BLOK11pt.]
Üçüncü bir grup müfessire göre ise, Hz. Süleymân, “Bu gece, 70 hanımımla birden
yatacağım ve her hanımımdan bir mücahid doğacak” diye yemin etmiştir. Ancak bu yemini
yaparken “inşâallah” demediği için o gece sadece bir hanımı hamile kalmış ve ondan da yarısı
ceset bir çocuk doğmuştur. Bunu üzerine hanımı bu çocuğu Hz. Süleymân'ın tahtı üzerine
bırakmıştır. Bu hadisi Ebû Hüreyre'nin Hz. Peygamber'den (s.a.) rivâyet ettiği nakledilir. Bu
hadisi Buharî, Müslim ve diğer muhaddisler çeşitli senetlerle nakletmişlerdir. Buharî'de bile
muhtelif yerlerde ve muhtelif senetlerle bu hadis nakledilmiştir. Bu hadislerde Hz.

67
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
Süleymân'ın hanımlarının sayısı bazan 60, bazan 70, bazan 90 veya 99, bazan da 100'e kadar
varmıştır.68[BLOK11pt.]
Diğer bir yorum ise İmâm Râzî tarafından yapılmıştır: “Hz. Süleymân bir hastalığa
yakalanmış veya başka bir tehlike dolayısıyla sıkıntı ve üzüntü içinde zayıflayarak bir deri bir
kemik kalmıştı. Yani, öyle bir hâle gelmiş ki, cansız ceset denecek kadar zayıflamıştır.” Fakat
bu yorum Kur’ân'a uymaz. Çünkü Kur’ân'daki ifade aynen şöyledir: Andolsun Biz Süleymân'ı
imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bıraktık, sonra Bize yöneldi. Bu âyeti okuyan herhangi
bir kimse, söz konusu cesedin Hz. Süleymân'ın cesedi olmadığını hemen anlar. Anlaşılan odur
ki, Hz. Süleymân bir hata yapmış ve bunun üzerine Allah kendisini uyarmıştır. Sonuçta ise
hatasını idrak eden Hz. Süleymân, Allah'a yönelmiştir.69[BLOK11pt.]
1) Hz. Süleymân'ın (a.s) başına gelen fitne [imtihan] şöyledir: Onun bir oğlu oldu.
Bunun üzerine şeytânlar, “Eğer bu yaşarsa, aynen babası gibi bize hükümran olur. Öyleyse ne
yapıp edip, onu öldürmemiz gerekir” dediler. Hz. Süleymân (a.s) bu komployu öğrenip, o
oğlunu, bulutlar arasında büyütmeye başladı. Bir gün işleriyle meşgulken, o çocuk ölü olarak,
tahtının önüne düşüverdi. Hz. Süleymân (a.s) o anda, bu konuda Allah'a tevekkül etmediği
için, hata etmiş olduğunu anlayıp, Rabbinden bağışlanmasını istedi ve O'na rücû etti.
[BLOK11pt.]
2) Hz. Peygamber'in (s.a.v) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Hz. Süleymân (a.s), ‘Ben,
her biri Allah yolunda mücahede eden bir arslan doğursun diye, her gece 70 hanımımı ziyaret
edeceğim’ dedi. Fakat bu arada “inşâallah” demedi. Derken, bütün kadınlarını dolaştı, hiçbiri
hamile kalmadı; bunlardan sadece birisi hamile kaldı ki, o da, yarım adam doğurdu. Derken
bu çocuk, Hz. Süleymân (a.s) tahtında otururken, o'nun yanına getirildi ve kucağına verildi.
''Nefsim, kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, şâyet Hz. Süleymân (a.s), “inşâallah”
[eğer Allah dilerse] demiş olsaydı, onların hepsi de, birer arslan gibi, Allah yolunda cihâd
ederlerdi.” İşte, âyetteki, Biz Süleymân'ı imtihan ettik ifadesinden kasdedilen budur.
[BLOK11pt.]
3) “Allah'ın, kendisine verdiği şiddetli bir hastalık sebebiyle, biz Süleymân'ı imtihan
ettik ve o'nun kürsîsi üzerine, ondan olan bir ceset atıverdik. Bu, hastalığın şiddetinden
ötürüdür” demektir. Çünkü Araplar, zayıf ve çelimsiz çocuklar hakkında, “Bu, kasabın kütüğü
üzerindeki bir et ve ruhsuz bir ceseddir” derler. “Sümme enâbe” ifadesi, “sıhhatli ve sağlıklı
durumuna döndü” demektir. Binâenaleyh lâfız, bu tür izahlara muhtemel iken, onu, biraz önce
söylediğimiz o tutarsız izahlara hamletmeye gerek yoktur.70[BLOK11pt.]
Abartılı uydurmalarla insanların ne hâle getirilmek istendiğini daha iyi gösterebilmek
için, listeye bir de bu âyetlerle ilgili meşhur bir rivâyeti ekliyoruz:
Ebû Hüreyre'den rivâyet edildiğine göre Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
“Cinn taifesinden bir ifrit dün gece namazımı bozdurmak için bana ansızın hücum etti –
yahut Peygamber buna benzer bir kelime söyledi–. Lakin Allah beni galip getirip ona
istediğimi yapmaya fırsat verdi. Sabah olunca hepiniz onu göresiniz diye mescidin
direklerinden birine bağlamak istedim. Fakat kardeşim Süleymân peygamberin, Yâ Rabbi!
Beni mağfiret et ve bana benden sonra kimseye olmayacak bir mülkü bağışla! demiş olduğu
hatırıma geldi.” Ravi Ravh, “Peygamber o ifriti hor olarak kovdu” demiştir.71[BLOK11pt.]
BU İTHAMLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ: Yukarıdaki safsataların içinde bir
yorumu yer alan Râzî bile, bu konuda uydurulanların asılsızlığı yönünde bazı tespitlerde
bulunmuştur ki, bu tespitler de ayrı bir ibret vesikası durumundadır. Aynen aktarıyoruz:
1) Eğer şeytân, gerek şekil, gerek fonksiyonel olarak, peygamberlerin kılığına
girebilseydi, bu durumda, şeriatın hiçbir hükmü hususunda bir güven kalmazdı. İnsanların

68

69

70
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
71
Sahîh-i Buharî; “Tefsir Kitabı”, 253. bab (Sâd/35. âyet tefsiri), no: 330.
rüyalarında Hz. Mûsâ (a.s), Hz. Îsâ (a.s), Hz. Muhammed (s.a.v) şeklinde gördüğü kimseler,
bu durumda adı geçen peygamberler değil, aksine, saptırmak ve iğva etmek için bunların
suretine bürünmüş şeytanlar olduğu kabul edilebilirdi. Böyle bir kabulün ise bütün hakk
dinleri kökünden bâtıl kılacağı malumdur.[BLOK11pt.]
2) Eğer şeytân, Allah'ın peygamberi olan Hz. Süleymân'a (a.s) bunları yapabilseydi,
o'nun bütün âlim ve zâhid kimselere karşı da bunları yapabilmesi gerekirdi. Bu durumda da,
onun onları öldürebilmesi, eserlerini paramparça etmesi ve evlerini-barklarını yıkıp
dökebilmesi gerekirdi. Bunun herhangi bir âlim hakkında söz konusu olması imkânsız
olduğuna göre, böyle şeyler, yüce peygamberler hakkında haydi haydi imkânsız olur.
[BLOK11pt.]
3) Allah'ın hikmet ve ihsanına, şeytânı, Hz. Süleymân'ın (a.s) hanımlarına musallat
kılması nasıl uygun düşer? Böyle bir şeyin çirkin olduğunda şüphe yoktur.[BLOK11pt.]
4) Eğer Süleymân'ın (a.s), o hükümdarın kızına o heykele tapma hususunda müsaade
ettiğini söylersek, bu, bizzat Hz. Süleymân'dan (a.s) kaynaklanan bir küfür olur. Yok eğer o
buna kesinlikle müsaade etmemiş ise, bu günah o kadına aittir. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakk,
o'ndan kaynaklanmayan bir fiil yüzünden Hz. Süleymân'ı (a.s) neden cezalandırsın?72
[BLOK11pt.]
Çoğunluğunun rivâyet senetleri kuvvetli hadislerdir. Bu yüzden hadisin sıhhat
bakımından reddedilmesi [tenkit edilmesi] mümkün değildir. Fakat hadisin aklen kabul
edilmesi ise imkân haricidir. Çünkü bizzat hadisin muhtevası, Resûlullah'ın (s.a) böyle bir şey
söylemediğini âdeta haykırıyor. Çok kuvvetli bir ihtimale göre Hz. Peygamber (s.a.) bu olayı
Yahudilere istinaden ve başka birine misal olarak anlatmıştır. Dinleyenler de yanlış anlamışlar
ve Hz. Peygamber'den (s.a.) bu olayı gerçek bir hâdiseymiş gibi rivâyet etmişlerdir. Böylesine
akla aykırı hadisleri, sırf kuvvetli senet dolayısıyla kabul ettirmeye çalışırsak din bir eğlence
hâline gelir. Herkes bizzat kış mevsiminde gecelerin, 10-11 saatten fazla olmayacağını
hesaplayabilir. Hz. Süleymân'ın en az 60 hanımı olduğunu kabul eder, bir saatte de hiç nefes
almadan 6 hanımına uğradığını ve 10-11 saat sürekli onlarla birlikte olduğunu düşünecek
olursak bunun fiilen mümkün olmadığı sonucuna varırız. Sanıyorum Hz. Peygamber (s.a.) bu
kadar mantıksız bir hikâyeyi gerçek bir olay olarak anlatmamıştır. Ayrıca hadislerin hiçbir
bölümünde Hz. Süleymân'ın tahtı üzerine atılmış olan ceset ile yarı ceset çocuğun bir ilgisi
olduğuna dair bir ima bile yoktur.[BLOK11pt.]
Dolayısıyla Hz. Peygamber'in (s.a.) bu olayı, bu âyetin tefsiri münasebetiyle anlattığını
iddia etmek mümkün değildir. Belki bu çocuğun doğuşundan sonra Hz. Süleymân'ın tevbe-
istiğfar etmesini makul karşılayabiliriz, ama, Ey Allahım! Bana benden sonra hiç kimseye
nasip olmayan bir saltanat ver şeklindeki duasını makul karşılamak mümkün değildir.
[BLOK11pt.]
Bu rivâyetler yukarıdaki yorumu desteklemek için zikredilmelerine rağmen, yukarıdaki
yorumdan daha da anlamsızdırlar. Hz. Ali ile ilgili hadisi İmâm İbn-i Teymiyye, her yönüyle
ele aldıktan sonra uydurma olduğunu isbatlamıştır. İmâm Ahmed b.Hanbel, “Bu hadis
asılsızdır”, İbn-i Cevzi ise “Kuşkusuz bu hadis uydurmadır” demişlerdir. Hendek savaşı ile
ilgili hadis, bazılarına göre zayıf, bazılarına göreyse uydurmadır. Mirac hadisesine gelince bu
olayın anlatımı şöyledir: “Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber'den mirac'ı isbatlamasını
isteyince o, “Kudüs yolunda falan kafilede filan hâdise vukû buldu” demiştir. Mekkeli
müşrikler o kafilenin Mekke'ye ne zaman varacağını sorduklarında Hz. Peygamber, “Şu gün
gelecektir” diye cevap vermiştir. O gün geldiğinde, Kureyş kâfirleri bütün gün o kafileyi
beklemiş ve akşam olmuştur. Bunun üzerine Resûlullah kafile gelmeden önce güneş batmasın
diye dua etmiş ve gerçekten de kafile güneş batmadan önce gelmiştir. Bazı raviler bu hâdiseyi
rivâyet ederlerken, o gün güneşin bir saat geç battığını söylemişlerdir. Böylesine önemli bir
hadis için, bu kadar zayıf şâhitliklerin kabul edilmesi mümkün mü? Yukarıda da ifade
72
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
ettiğimiz gibi güneşin geri gelmesi ve günün bir saat uzaması büyük bir olay olduğu için, tüm
dünyanın bu olayları bilmiş olması gerekirdi ve sadece birkaç insanla sınırlı kalmazdı. 73
[BLOK11pt.]
Konumuz olan âyetlerle ilgili asılsız rivâyetleri ve bu rivâyetler yüzünden klasik
kaynaklara giren sayfalarca gereksiz açıklamayı ibret nazarlarına sunduktan sonra, kaldığımız
yerden âyetlerin tahliline dönüyoruz:
30. Dâvûd'a Süleymân'ı da bahşettik. (O) ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça
dönendi.
Bu âyet, Peygamberimize ve tüm insanlığa örnek olarak gösterilen Süleymân
peygamberin tanıtıldığı pasajın ilk âyetidir. Âyetin ilk cümlesinden, önceki âyetlerde sayılmış
nimetlere ilâve olarak Süleymân'ın (a.s) da Dâvûd peygambere lütfedilmiş bir nimet olduğu
anlaşılmaktadır.
Bu pasajda Süleymân peygamber, tekâmül sürecinde geçirmiş olduğu “pişme” ve
“olgunlaşma” aşamaları ön plâna çıkarılarak anlatılmıştır.
(O) ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça dönendi.
Âyetin ikinci cümlesindeki “mahsûs bi'l-medh” [övülen şahıs] mahzûftur [gizlidir], yani
adı cümlede sözcük olarak yer almamıştır. Bu kişinin Dâvûd veya Süleymân peygamberden
herhangi birisinin olabileceği ileri sürülebilirse de, bize göre Süleymân peygamber olması
daha uygundur. Zira öncelikle dil bilgisi kuralları oradaki zamirin yakına raci [dönük]
olmasını, dolayısıyla hemen bir önceki şahıs olan Süleymân'a (a.s) yönelik olarak
anlaşılmasını gerektirmektedir. Ayrıca, buradaki evvâb sıfatının Dâvûd peygambere ait
olduğu kabul edilirse, evvâb olduğu daha önce aynı sûrenin 17. âyetinde de bildirilen Dâvûd
(a.s) için bu sıfat lüzumsuz bir tekrar niteliği arz etmiş olur. Hâlbuki evvâb sıfatının Süleymân
peygambere ait olması durumunda, Süleymân peygamberin de babası gibi erdemli bir kişi
olduğu anlaşılır ve bu anlayış, Süleymân peygamberin Dâvûd peygambere verilmiş bir nimet
olduğunu bildiren 30. âyetle de bire bir örtüşür.
31-33. Hani kendisine akşam üstü iyi cins ve rahvan atlar sunulmuştu; “Ben, hayır
[servet, çıkar] sevgisini, Rabbimin zikrinden dolayı sevdim.” –Sonunda onlar perdenin
arkasına girdiler.– “Geri getirin onları bana!” (dedi.) Hemen onların bacaklarını,
boyunlarını sıvazlamaya başladı.
Bu âyetlerdeki mecaz ve kinâyeler, cehlin elinde hurafelere dönüşmüş ve Süleymân
peygamber ile ilgili gerçek dışı uydurmalar üretilmiştir. Dâvûd, Süleymân ve Eyyûb
peygamberler hakkındaki asılsız hikâyeler Kur’ân'ın inişinden önceki dönemlerde oluştuğu
için, Rabbimiz bu elçilerine sürülen lekeleri silmek ve onları aklamak üzere Kur’ân'da onlara
ait bazı ayrıntılar bildirmiştir.
Hani kendisine akşam üstü iyi cins ve rahvan atlar sunulmuştu;
Âyette, icazen ifade edilmiş olan akşam üstü deyimi, Süleymân peygamberin ömrünün
veya iktidarının son dönemini işaret etmektedir.74 Hatırlanacak olursa, Asr sûresi'nin
tahlilinde de asr sözcüğü ile normal ikindi vaktinin değil, ömrün son dönemlerinin
kastedildiğini söylemiştik.
iyi cins ve rahvan atlar,
Süleymân peygamberin atları âyette ‫صصصصافنات‬ ّ ‫[ال‬sâfinât] ve ‫[الجيصصصاد‬ciyâd] olarak
nitelenmiştir. Sâfin, “bir ayağını tırnağı üzerine diken ve üç ayak üstünde duran” ve ciyâd da;
“hızlı koşan” demektir.75 Atların bu sıfatlarla anlatılması, onların hem duruşlarının hem de
hareketlerinin mükemmelliğini göstermektedir. Bize göre Süleymân peygamberin atları, o'nun
ordusundan kinâyedir, atların kalitesi de ordunun gücünü ve kabiliyetini simgelemektedir.
Çünkü, bugün iyi bir ordu, nasıl hava filoları, zırhlı araçları, güdümlü füzeleri ve uçak

73

74

75
gemileri ile ifade ediliyorsa, o günlerde de (hatta yakın döneme kadar) iyi bir ordunun
göstergesi atlar, süvari birlikleri idi.
Rivâyetlerle, dinin akılla ilişkisini kesmek ya da kaynağını bulandırmak isteyenler,
Süleymân peygamberin atları ile ilgili olarak da epeyce rivâyet üretmeyi ihmal etmemişlerdir.
Bu rivâyetlerden atların 1.000 tane olduğu, Süleymân'a (a.s) babası Dâvûd'dan (a.s) miras
kaldıkları şeklinde olanları olduğu gibi, Hasan Basrî'nin ağzından bu atların denizden
çıktıklarını, hepsinin kanatlı ve nakışlı olduğunu ileri sürenleri de vardır. Ali adı kullanılarak
bu atların 20 tane olduğu, İbrâhîm et-Teymî adı kullanılarak da 20.000 tane olduğu diğer
iddialar arasındadır. İbn-i Zeyd adına uydurulan ve Eski Yunan mitolojilerindeki Poseidon ve
Pegasus'u çağrıştıran rivâyet ise daha da ilginçtir: Süleymân (a.s) bu atları şeytânlara denizden
çıkarttırmıştır ve hepsi de kanatlıdır.
“Ben, hayır [servet, çıkar] sevgisini, Rabbimin zikrinden dolayı sevdim.”
Süleymân peygamberin önemli bir özelliğini dile getiren bu ifadeden, o'nun servet
düşkünü, hevâsına uyan, zevk ü sefa meraklısı biri olmadığı anlaşılmaktadır. Onun serveti
[zenginliği, çok nitelikli ordusunu] sevmesinin sebebi, “Rabbini anmak”tır, “i'lâ-yı
kelimetullah”tır, “cihat”tır. Yani o, iyi bir orduyu çapulculuk, yağmacılık veya baskı kurma
amacıyla değil, Rabbini zikretmek için, Allah adına cihat etmek için kurmuştur. Nitekim Sebe
kraliçesi'ne yazdığı davet mektubunda da Süleymân'ın (a.s) Allah adına hareket ettiği açık ve
net olarak görülmektedir:
Süleymân'ın mektubunu alan Sebe melikesi, “Ey ileri gelenler! Bana kesinlikle çok
saygın/yüce bir mektup bırakıldı. Şüphesiz ki o [mektup] Süleymân'dandır ve ‘Rahmân,
Rahîm Allah adınadır: Bana karşı büyüklük taslamayın, teslimiyet göstererek [Müslüman
olarak] bana gelin!’ diye yazmaktadır” dedi. (Neml/29-31)[BLOK11pt.]
–Sonunda onlar perdenin arkasına girdiler.–
Bu ifadeden, Süleymân peygamberin o görkemli ordusunun bir dönem zayıfladığı ve
Süleymân peygamberin cihadı bıraktığı anlaşılmaktadır.76 Yani, o dönemde Süleymân
peygamberin ordusu işe yaramaz hâle gelmiş; o mükemmel atları gözden kaybolmuştur.
“Geri getirin onları bana!” (dedi.)
Bu ifadeden de, ordusu zayıflayan Süleymân peygamberin, hemen aklını başına
topladığı ve yeniden güçlü bir orduya sahip olmak için gayret göstermeye başladığı
anlaşılmaktadır.77
Hemen onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı.
Bu ifade ise, Süleymân peygamberin yine o mükemmel atlara sahip olduğunu, yani
yeniden güçlü bir ordu kurduğunu ve bu sebeple çok mutlu olduğunu anlatmaktadır.78 Atların
bacaklarını ve boyunlarını okşaması, duyduğu bu mutluluğu veya orduya verdiği değeri
göstermektedir.
BU PASAJDAKİ BAZI ZAMİRLERİN MERCİİ: Bazıları 33. âyetteki, Geri getirin
onları ifadesini çarpıtarak, “Güneşi bana geri getirin!” şeklinde değiştirmişler ve buradan yola
çıkarak da şu hikâyeyi uydurmuşlardır:
Süleymân ikindi namazını kaçırmıştı, gün battıktan sonra hatırladı ve “Güneşi bana geri
getirin!” dedi. Güneş geri geldi, o da ikindi namazını kıldı.[BLOK11pt.]
Hatırlanacak olursa, zihinlere sokulmaya çalışılan bu safsatanın benzer bir versiyonu iki
kez de Peygamberimiz için dile getirilmişti. Halbuki söz konusu âyette ne güneşten ne de
namazdan söz edilmektedir. Dolayısıyla âyetten, teknik olarak böyle bir anlam çıkarılması
mümkün değildir. Zaten böyle bir olayın gerçekleşebileceğini her şeyden önce akıl kabul
etmez. Ayrıca âyette Süleymân peygamberin geri getirilmesini istediği şey onları zamiri ile
ifade edilmiştir. Dilbilgisi kurallarına göre cümlenin anlaşılması için zamirin merciinin lâfzen

76

77

78
veya takdiren paragrafta mevcut olması zorunludur. Paragrafta ise “güneş” değil, sâfinât
[atlar] sözcüğü mevcuttur.
Güneşin geri geldiği safsatasını uyduranlar, –tabir yerinde ise– kaş yapayım derken göz
çıkarmışlar, Süleymân peygamberi tebcil edelim derken o'nun Kur’ân'da bildirilen kişilik
yapısına ve sözlerine ters düşmüşlerdir. Şöyle ki:
Rabbimiz Süleymân peygamberi, “Allah'a dönen, yaptığını Allah'ın zikri için yapan,
güzel bir kul” olarak nitelemiştir. Hikâyede geçen namazı savsaklama davranışı ise Süleymân
peygamberin Kur’ân'da bildirilen niteliklerine uymamaktadır. Çünkü Kur’ân'da bize tanıtılan
Süleymân peygamber –her ne kadar ikindi namazı ile yükümlü olduğunu sanmasak da–
yükümlü olduğu namazı savsaklamaz.
Âyetteki ifadeye göre Süleymân peygamber, Hemen geri getirin bana onları! demiştir.
Çevresindeki insanların, güneşi geri getirmeleri imkânsız olduğuna göre, acaba Süleymân
peygamber bu emri kime vermiştir? Güneşi geri getirebilmek sadece Rabbimizin kudretinde
olduğuna göre, bunu istediği iddia edilen Süleymân'ın (a.s) bu isteğini doğrudan Allah'a
yöneltmesi, bunu da bir emir şeklinde değil, “Rabbim güneşi geri gönder!” diye dua şeklinde
belirtmesi gerekir. Onun bir emir üslûbuyla Allah'a karşı böyle bir küstahlık yapması ise asla
düşünülemez.
Âyetteki zamirin güneşi işaret ettiğini söyleyen uydurmacıları boşlukta bırakan bir
diğer nokta da, Süleymân peygamberin emir verdiği muhatapların çoğul olmasıdır. Eğer
Süleymân peygamber Allah'a hitap etse idi, ifadenin tekil olması gerekirdi.
Âyetlere göre Süleymân peygamberin isteği yerine gelmiştir. Safsatacıların iddia ettiği
gibi, eğer Süleymân peygamber güneşin geri getirilmesini istemiş olsa ve bu isteğine uygun
olarak güneş de gerçekten geri gelseydi, bu olay dünyanın her tarafından görülür ve sadece bu
safsatacıların kitaplarında değil, pek çok tarihî belgede de yer almış olurdu.
Bu uydurmacılar, Süleymân peygamberin atları okşamasını da çarpıtıp atların
ayaklarını ve boyunlarını kılıçla vurduğunu söylemişlerdir. Güya bu atlar Süleymân
peygamberin ikindi namazını geçirmesine sebep olmuşlar, o da atları suçlu bularak onları
cezalandırmıştır. Hâlbuki Süleymân peygamberin atları okşamasının anlamı, tekrar kavuştuğu
atlardan [yeni baştan kurduğu nitelikli ordudan] duyduğu mutluluğu ifade etmek, onların
düşmanı savuşturmada en önemli, en değerli vasıtalar olduğunu göstermektir.
Âyetteki sözcüklerin hiç birinden, güneşle veya atlarla ilgili hikâyeleri doğrulayan tek
bir anlam çıkmamasına rağmen, bu konudaki uydurmalar ciltlere sığmayacak kadar çoktur.
Ancak daha fazla ayrıntıya girmeyi gereksiz görüyor, bu safsataların Kur’ân ile
uyumsuzluklarının gösterilmesine harcanacak çabayı, âyetlerin daha iyi anlaşılması için
harcamanın daha yararlı olacağına inanıyoruz.
34-35. And olsun ki Biz Süleymân'ı da fitneye düşürmüştük [çeşitli badirelerden
geçirerek saflaştırmıştık, olgunlaştırmıştık]. Ve tahtının üzerine bir ceset bırakmıştık. Sonra
o, döndü, “Ey Rabbim! Beni koru [maddî ve manevî pislik bulaştırma] ve bana, benden sonra
hiç kimseye yaraşmayan bir mülk ihsan et! Şüphesiz ki Sen, bol bol ihsan edensin” dedi.
SÜLEYMÂN'IN FİTNELENDİRİLMESİ: Âyetteki, And olsun ki Biz Süleymân'ı da
fitneye düşürmüştük [çeşitli badirelerden geçirerek saflaştırmıştık, olgunlaştırmıştık]
ifadesinden, Süleymân peygamberin de tıpkı babası Dâvûd peygamber gibi, bir takım eğitici
süreçlerden geçirilmiş olduğu anlaşılmaktadır.79 Bize göre o'nun düşürüldüğü fitnenin bir
bölümü, babası Dâvûd peygamberden yönetimi devralmadan önceki dönemde yaşamış olduğu
acılardır. Yoksa, âyetleri yanlış yorumlamaları sonucu, Kur’ân'da bildirilenin dışına çıkarak
karanlığa taş atanların uydurdukları olaylar değildir. Çünkü Süleymân'ın (a.s) fitnesi hakkında
Kur’ân'da ayrıntı verilmemiştir.
TAHTIN ÜSTÜNDEKİ CESET: Âyetteki, Ve tahtının üzerine bir ceset bırakmıştık
ifadesi, fitnelendirmeden bahseden cümlenin devamı değildir. Bu, Süleymân peygamberin
79
tahtının üzerine bir ceset bırakılmasıyla ve o'nun da bu cesedi bulmasıyla fitnelendirilmediği
anlamına gelmektedir. Süleymân (a.s) bu şekilde imtihan edilmemiştir. Tahtın üzerine ceset
bırakıldığını bildiren cümle, o'nun fitneye düşürüldüğünü bildiren cümleden ayrı bir cümledir.
Eğer aksi olsa idi, cümlenin başında takip ve tertip anlamı ifade eden ‫[ف‬fe] bağlacının olması
gerekirdi. Oysa orijinal metinde âyetin başında ‫[ و‬vav] bağlacı bulunmaktadır.
Süleymân peygamberin tahtının üzerine bir ceset bırakılması, bize göre kinâye yollu bir
anlatımdır. Süleymân peygamberin bir dönem iktidarda işe yarar işler yapmadığından kinâye
olabilir. Nitekim toplumda işe yaramayan kişilere Arapça'da, ‫[ المّيصصصت المتحصصصّرك‬meyyit-i
müteharrik=hareketli ölü] denmektedir. Muhtemelen Süleymân peygamber bir dönem için
elinde olarak veya olmayarak pasifleşmiş, çok zayıf düşmüştür, iktidarda olmasına rağmen
muktedir değildir, âdeta yaşayan bir ölü durumuna düşmüştür.
Süleymân peygamberin neden böyle kötü bir dönem yaşamış olabileceğine dair birden
fazla gerekçe göstermek mümkündür: Sebep, belki Süleymân peygamberin liyakatsiz
yardımcılar ve danışmanlar edinmesidir, belki de Bakara/102'de bildirildiği gibi kötü
düşünceli insanların yaptıkları “o kâfir oldu, o'na itaat edilmez” cinsinden olumsuz
propagandalardır. Ya da Sebe/14'den anlaşılacağı gibi, kendisinden sonra devletinin yıkılışına
seyirci kalan dirâyetsiz oğludur.
SÜLEYMÂN'IN DÖNÜŞÜ: 35. âyetten anlaşılıyor ki, muktedir olamadığı iktidarının
kötüye gidişini fark eden Süleymân peygamber, aklını başını alıp işlere azîmle sarılmaya
karar vermiş ve bu aşamada Yüce Allah'a dua etmiştir: Ey Rabbim! Beni koru [maddî ve
manevî pislik bulaştırma] ve bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan bir mülk ihsan et!
Şüphesiz ki Sen, bol bol ihsan edensin.
MÜLK: ‫[ الملك‬mülk] sözcüğü, “kudret” demek olup burada varlık ve zenginlik anlamında
değil, “devlet”, “iktidar” anlamındadır.80 Nitekim, “Adalet mülkün temelidir” özdeyişindeki
mülk sözcüğü de buradaki gibi “devlet” veya “yönetim” anlamına gelir. Çünkü adalet her
devletin temelidir; adaletin olmadığı devletler [yönetimler] temelsiz oldukları için yıkılmaya,
yok olmaya mahkûmdurlar.
36-40. Bunun üzerine Biz de, o'nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp giden
rüzgârı, şeytânları; tüm dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış olan diğerlerini
o'nun emrine verdik. İşte bu, Bizim hesaba gelmez ihsanımızdır. Artık sen dilersen
başkalarına ver veya vermeyip tut. Şüphesiz ki o'nun için nezdimizde bir yakınlık ve güzel bir
dönüş yeri vardır.
36. âyetin başında bulunan ve bizim “bunun üzerine” diye çevirdiğimiz ‫[ف‬fe] takip
edatı, Süleymân peygambere verilen nimetlerin sayıldığı cümleyi, 35. âyetteki Süleymân
peygamberin duasının yer aldığı cümleye bağlamaktadır. Buradan anlaşıldığına göre, Yüce
Allah Süleymân peygamberin duasına cevap vermiş ve o'nun mülkünü [devletini, yönetimini]
ticarî, iktisadî ve siyasî yönlerden çok güçlendirmiştir.
RÜZGÂRIN SÜLEYMÂN'IN HİZMETİN OLUŞU: Rüzgârın Süleymân peygamberin
emrinde olması, o'nun rüzgârı binit olarak kullanması veya ordusunu bir yerden bir yere
rüzgârla sevk etmesi demek değildir. Rüzgârın o'nun emrinde olması, rüzgâr marifetiyle hızla
hareket edebilen yelkenli gemilere sahip olması ve bu gemilerle deniz aşırı ülkelere
gidebiliyor olmasıdır. Nitekim Ana Britannica ansiklopedisi de, Süleymân peygamberin
denizcilikte ulaştığı noktayı şu cümlelerle anlatmaktadır:
Hiram ile Hz. Süleymân'ın ortak deniz ticaret filosu, o çağda bilinen denizlerin
neredeyse en uç noktasına ulaştı. Düzenli seferlerin bazıları gidiş dönüş üç yıl sürüyordu.81
[BLOK11pt.]
Kitab-ı Mukaddes de Süleymân peygamberin büyük bir deniz ticareti geliştirdiğini ve
ticaret filosunun yanı sıra Tarsis adı verilen donanmasının da bu denizlerde etkin olduğunu
80

81
Ana Britannica; c. 28, s. 435.
kaydetmektedir. Ayrıca Süleymân peygamberin Edon bölgesinde bulunan Akabe'deki maden
ocaklarından çıkarılan bakır ve demiri eritmek ve işlemek için Ezion-Geber [Etsyon-
Geber]'de kurduğu fırın, bugünkü arkeolojik araştırmalarla da doğrulanmıştır:
Etsyon-geber'den, hem Ofir'le yapılan ticarette bir liman, hem de büyük ölçekli bir bakır
arıtma merkezi olarak yararlanan Hz. Süleymân'ın, bu kenti İ.Ö. 950 dolayında kurduğu
hemen hemen kesinlikle bilinmektedir.82[BLOK11pt.]
Bu konuda Kur’ân şu bilgileri vermektedir:
Süleymân için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı (boyun
eğdirdik); erimiş bakır madenini o'na sel gibi akıttık. Ve cinnlerden eli altında Rabbinin
izniyle iş görmekte olan kişileri. Ve onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona
çılgın ateşin azabından tattırırdık. Ona dilediği şekilde kaleler/mihraplar, heykeller/manzara
resimleri/güzel motifler, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar
yaparlardı. “Ey Dâvûd ailesi, şükrederek çalışın.” Kullarımdan şükretmekte olanlar azdır.
(Sebe/12-13)[BLOK11pt.]
Süleymân peygamberin sahip olduğu güçler ve o'nun zenginliği, Kitab-ı Mukaddes'in I.
Krallar bölümünün 10. Bab'ında ayrıntılı olarak şöyle anlatılmıştır:
Saba kraliçesi, RABB'in adından ötürü Süleymân'ın artan ününü duyunca, o'nu çetin
sorularla sınamaya geldi. Çeşitli baharat, çok miktarda altın ve değerli taşlarla yüklü büyük
bir kervan eşliğinde Yeruşalim'e gelen kraliçe, aklından geçen her şeyi Süleymân'la konuştu.
Süleymân onun bütün sorularına karşılık verdi. Kralın ona yanıt bulmakta güçlük çektiği
hiçbir konu olmadı. Süleymân'ın bilgeliğini, yaptırdığı sarayı, sofrasının zenginliğini,
görevlilerinin oturup kalkışını, hizmetkârlarının özel giysileriyle yaptığı hizmeti, sakilerini ve
RABB'in Tapınağı'nda sunduğu yakmalık sunuları gören Saba kraliçesi hayranlık içinde kaldı.
Krala, “Ülkemdeyken yaptıklarınla ve bilgeliğinle ilgili duyduklarım doğruymuş” dedi, “ama
gelip kendi gözlerimle görünceye dek inanmamıştım. Bunların yarısı bile bana anlatılmadı.
Bilgeliğin de, zenginliğin de duyduklarımdan kat kat fazla. Ne mutlu adamlarına! Ne mutlu
sana hizmet eden görevlilere! Çünkü sürekli bilgeliğine tanık oluyorlar. Senden hoşnut kalan,
seni İsrâîl tahtına oturtan Tanrın RABB'e övgüler olsun! RABB İsrâîl'e sonsuz sevgi
duyduğundan, adaleti ve doğruluğu sağlaman için seni kral yaptı.” Saba kraliçesi krala 120
talant altın, çok büyük miktarda baharat ve değerli taşlar armağan etti. Krala o kadar baharat
armağan etti ki, bir daha bu kadar çok baharat görülmedi.[BLOK11pt.]
Bu arada Hiram'ın gemileri Ofir'den altın ve büyük miktarda almug kerestesiyle değerli
taşlar getirdiler. Kral, RABB'in Tapınağı'yla sarayın tırabzanlarını, çalgıcıların lirleriyle
çenklerini bu almug kerestesinden yaptırdı. Bugüne dek o kadar almug ağacı ne gelmiş, ne de
görülmüştür. Kral Süleymân Saba Kraliçesi'nin her isteğini, her dileğini yerine getirdi. Ayrıca
ona gönülden kopan birçok armağan verdi. Bundan sonra kraliçe adamlarıyla birlikte oradan
ayrılıp kendi ülkesine döndü.[BLOK11pt.]
Süleymân'a bir yılda gelen altının miktarı 666 talantı buluyordu. Alım-satımla
uğraşanlarla tüccarların kazançlarından ve Arabistan'ın bütün krallarıyla İsrâîl vâlilerinden
gelenler bunun dışındaydı. Kral Süleymân her biri 600 şekel ağırlığında dövme altından 200
büyük kalkan yaptırdı. Ayrıca her biri üç mina ağırlığında dövme altından 300 küçük kalkan
yaptırdı. Kral bu kalkanları Lübnan Ormanı adındaki saraya koydu. Kral fildişinden büyük bir
taht yaptırıp saf altınla kaplattı. Tahtın altı basamağı, arka kısmında yuvarlak bir başlığı vardı.
Oturulan yerin iki yanında kollar, her kolun yanında birer aslan heykeli bulunuyordu. Altı
basamağın iki yanında on iki aslan heykeli vardı. Hiçbir krallıkta böylesi yapılmamıştı. Kral
Süleymân'ın kadehleriyle Lübnan Ormanı adındaki sarayın bütün eşyaları saf altından
yapılmış, hiç gümüş kullanılmamıştı. Çünkü Süleymân'ın döneminde gümüşün değeri yoktu.
Hiram'ın gemilerinin yanısıra, kralın da denizde ticaret gemileri vardı. Bu gemiler üç yılda bir
altın, gümüş, fildişi ve türlü maymunlarla yüklü olarak dönerlerdi. Kral Süleymân dünyanın
82
Ana Britannica; c. 11, s. 428.
bütün krallarından daha zengin, daha bilgeydi. Tanrı'nın Süleymân'a verdiği bilgeliği
dinlemek için bütün dünya o'nu görmek isterdi. Onu görmeye gelenler her yıl armağan olarak
altın ve gümüş eşya, giysi, silah, baharat, at, katır getirirlerdi.[BLOK11pt.]
Süleymân savaş arabalarıyla atlarını topladı. 1.400 savaş arabası, 12.000 atı vardı.
Bunların bir kısmını savaş arabaları için ayrılan kentlere, bir kısmını da kendi yanına,
Yeruşalim'e yerleştirdi. Krallığı döneminde Yeruşalim'de gümüş, taş değerine düştü. Sedir
ağaçları Şefela'daki yabanıl incir ağaçları kadar bollaştı. Süleymân'ın atları Mısır ve Keve'den
getirilirdi. Kralın tüccarları atları Keve'den satın alırdı. Mısır'dan 1 savaş arabası 600, bir at
150 şekel gümüşe getirilirdi. Bunları bütün Hitit ve Aram krallarına satarlardı.83[BLOK11pt.]
SÜLEYMÂN PEYGAMBERİN EMRİNDEKİ ŞEYTÂNLAR/CİNNLER: Süleymân
peygamberle ilgili bu âyetlerdeki gerçek ve ibret verici bilgiler, bazı kimseler tarafından yine
saptırılmış ve birçok asılsız, gerçek dışı hikâye ortaya çıkmıştır. Süleymân peygamberin
emrindeki şeytânlar konusunda düzülen efsanelerin tümü, âyetteki şeytânlar ifadesinin,
Kur’ân'daki tanımı dışında, halk kültürüne yerleşmiş hayalî yaratıklar olarak kabulüne
dayanmaktadır. Oysa Kur’ân'daki şeytân ile halk kültüründeki “şeytân” arasında hiçbir alâka
bulunmamaktadır.
Hatırlanacak olursa, Tekvîr ve Nâs sûrelerinin tahlili yapılırken “şeytân” konusuna da
değinilmiş ve okuyucu bir miktar bilgilendirilmişti. Orada yapılan açıklamalarda şeytân'ın
sözlük anlamının kısaca, “hakktan uzak olan” demek olduğu; bir kavram olarak şeytân'ın ise
“hakka ve akla aykırı hareket eden her türlü kişi, güç ve kurumun ortak ve karakteristik adı”
olduğu belirtilmişti. Süleymân peygamber kıssasında sözü edilen şeytânlar da, bu tip
şeytânlardır. Yani, Süleymân peygamber hakkında sürekli gerçek dışı sözler söyleyip iftiralar
yayan ve o'nun aleyhinde plânlar kuran kişilerdir.
Bu durumun iyi anlaşılabilmesi için, konuyu anlatan Kur’ân âyetlerini topluca
sunuyoruz:
Bunun üzerine Biz de, o'nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp giden rüzgârı,
şeytânları; tüm dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış olan diğerlerini o'nun emrine
verdik. (Sâd/36-38)[BLOK11pt.]
Ve cinn, ins [yerli ve yabancılar] ve kuşlardan (müteşekkil) orduları Süleymân için bir
araya getirildi. Sonra onlar düzenli olarak sevk ediliyordu. Nihâyet karınca vâdisine geldikleri
zaman, bir karınca, “Ey karıncalar! Meskenlerinize [evlerinize] girin; Süleymân ve orduları
bilinçsizce sizi ezmesin!” dedi. Ve (Süleymân) onun kararına/sözüne gülümseyerek, “Ey
Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın sâlihi işlememi
gönlüme getir ve rahmetinle beni iyi kulların içine kat!” dedi. (Neml/17-19)[BLOK11pt.]
Süleymân için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı (boyun
eğdirdik); erimiş bakır madenini o'na sel gibi akıttık. Ve cinnlerden eli altında Rabbinin
izniyle iş görmekte olan kişileri. Ve onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona
çılgın ateşin azabından tattırırdık. Ona dilediği şekilde kaleler/mihraplar, heykeller/manzara
resimleri/güzel motifler, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar
yaparlardı. “Ey Dâvûd ailesi, şükrederek çalışın.” Kullarımdan şükretmekte olanlar azdır.
(Sebe/12-13)[BLOK11pt.]
Ve o'nun için dalgıçlık yapan ve bundan aşağı işler de gören şeytânlardan da o'nun
buyruğu altına verdik. Ve Biz onlar için koruyucuyduk. (Enbiyâ/82)[BLOK11pt.]
Ve onlar [Yahudiler] Süleymân mülküne dair şeytânların okuyup durdukları şeylere
uydular. Halbuki Süleymân kâfir değildi. Ama o şeytânlar kâfir idiler; insanlara sihri ve
Bâbil'de iki meleğe/iki krala; Hârût ve Mârût'a indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi [Hârût
ve Mârût], “Biz fitneyiz, sakın kâfir olma!” demedikçe hiç kimseye hiçbir şey öğretmezlerdi.
İnsanlar o ikisinden erkekle eşinin arasını açtıkları şeyleri öğreniyorlardı. –Ne var ki, onlar
onunla Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler.– Onlar kendilerine zarar vereni,
83
I. Krallar, 10. Bab. Ayrıca II. Tarihler, 1 ve 9. Bab'a da bakılabilir.
yarar vermeyeni öğreniyorlardı. And olsun ki, onu satın alanın âhirette hiçbir nasibi
olmayacağını da kesinlikle biliyorlardı. Ve öz benliklerini sattıkları şey ne çirkin bir şeydi!
Keşke bilmiş olsalardı. (Bakara/102)[BLOK11pt.]
Yukarıdaki âyetlere dikkat edilirse, Süleymân peygamberin emri altında olan kişiler için
bazı âyetlerde (Neml/17 ve Sebe/12) cinn, bazı âyetlerde de (Sâd/37, Enbiyâ/82 ve
Bakara/102) şeytân sözcüğü kullanılmıştır. Yani, bu âyetlerde cinn ve şeytân olarak
nitelenenler, aslında aynı kişilerdir. Demek oluyor ki, Süleymân peygamberin emrinde
bulunan cinnler, “hakka ve akla aykırı hareket eden” kişiler olmaları nedeniyle, –tıpkı
Mekkeli müşriklerin ve Medineli münâfıkların bazılarının nitelendirildiği gibi– şeytân diye
nitelendirilmişlerdir. (“Kur’ân'da Şeytân” başlıklı çalışmamız bu sûrenin sonundadır.)
BUNLARIN KİMLİĞİ: Yukarıdaki âyetlerde, Süleymân peygamberin emrinde çalışan
ve o'na zoraki hizmet eden şeytân nitelikli cinnler hakkında, sadece hünerli zanaatkâr
kimseler oldukları şeklinde bir bilgi verilmiş, ama nereden geldikleri ve fizikî yapıları
hakkında herhangi bir ayrıntı verilmemiştir.
Cinn olarak nitelenen bu varlıkların kimler olduğu konusunda doğru bir tahlil
yapılabilmesi için öncelikle “dinler tarihi” bilgisine ihtiyaç vardır. Babası Dâvûd
peygamberden sonra o'nun mirasçısı olarak ülkesinin hükümdarı olan Süleymân peygamber,
Ya‘kûb peygamberin soyundan gelen bir Benî İsrâîl peygamberidir. Bu nedenle hem
Müslümanların hem de Ehl-i Kitab'ın [Yahudi ve Hıristiyanların] inandığı ve değer verdiği bir
kişidir. Süleymân peygamber ile ilgili haberler Ehl-i Kitap'ta da mevcuttur. Eldeki Tevrât'ın
muharref [bozulmuş] olması sebebiyle dinî bir kaynak olarak dikkate alınması mümkün
değilse de, tarihî bir kaynak olarak ele alınmasında hiçbir sakınca yoktur. Çünkü yazılı dinî
metinler de tarihin temel kaynakları arasındadır. Nitekim Ana Britannica ansiklopedisi de,
Süleymân peygamberle ilgili olarak verdiği bilgilerin kaynağını Eski Ahit olarak göstermiştir:
Hz. Süleymân'ın yaşamı ile ilgili bilgilerin hemen tümü Eski Ahit'ten kaynaklanır. 84
[BLOK11pt.]
Dolayısıyla bu konunun, eldeki Kitab-ı Mukaddes'ten de incelenmesinde yarar vardır.
Bu konu Tevrât'ın I. Krallar ve II. Tarihler bölümlerinde yer almakta olup, biz burada II.
Tarihler'in 11. Bab'ını aynen aktarıyoruz:
Ve Süleymân RABBİN ismine bir ev, ve kendi krallığı için bir ev yapmaya niyet etti.
Ve Süleymân yük taşıyan 70.000 adam, ve dağlarda taş kesen 80.000 adam, ve onların
üzerinde iş başı olan 3.600 adam saydı. Ve Süleymân Sur kralı Huram’a gönderip dedi:
“Babam Dâvûd'a yaptığın gibi, ve içinde oturmak için kendisine ev yapsın diye o'na erz
ağaç1arı gönderdiğin gibi, bana da öyle yap. İşte, ben Allah'a tahsis edeyim, ve O'nun önünde
hoş kokulu buhur yakayım diye, Allahım RABBİN ismine bir ev yapacağım; ve o daimi
huzur ekmeği için, ve sabah-akşam, Sebtlerde, ve ay başlarında ve Allahımız RABBİN belli
bayramlarında yakılan takdimeler için olacaktır. Bunlar İsrâîl üzerine ebedî kanundur. Ve
yapmak üzere olduğum ev büyüktür, çünkü Allahımız bütün ilâhlardan büyüktür. Ve kimin
kudreti var ki, O'na bir evyapsın? Çünkü gök ve göklerin göğü O'nu alamaz. Ve ben kimim ki,
O'na bir ev yapayım? Ancak O'nun önünde buhur yakmak için yapıyorum. Ve şimdi, babam
Dâvûd'un hazırlamış olduğu Yahuda'da ve Yeruşalim'de yanımda bulunan hünerli adamlarla
beraber olmak üzere bana bir adam gönder, altın, ve gümüş, ve tunç, ve demir ve erguvani, ve
kırmızı, ve lacivert işlerinde hünerli olsun, ve her türlü oyma işlerini oyabilsin. Ve bana
Libnan'dan erz ağacı, ve servi, ve sandal ağacı gönder: çünkü bilirim ki, senin kulların
Libnan'dan kereste kesmeyi bilirler. Ve iste bana bol kereste hazırlasınlar diye kullarım senin
kullarınla beraber olacaklar: çünkü yapacağım ev büyük ve şaşılacak bir şey olacaktır. Ve işte,
senin kullarına, kereste kesenlere, 20.000 ölçek dövülmüş buğday, ve 20.000 ölçek arpa, ve
20.000 bat şarap, ve 20.000 bat zeytin yağı veririm.” Ve Sur kralı Huram, Süleymân'a
gönderdiği yazı ile cevap verdi: “RABB kavmini sevdiği için seni onların üzerine kral etti.”
84
Ana Britannica; c. 28, s. 434.
Ve Huram dedi: “RABB için bir ev, ve kendi krallığı için bir ev yapacak olan basîret ve
anlayış sahibi akıllı bir oğulu, kral Dâvûd'a veren, göğü ve yeri yaratan RABB, İsrâîl'in
Allah'ı mübârek olsun. Ve işte, senin hünerli adamlarınla ve baban efendim Dâvûd'un hünerli
adamları ile beraber kendisine bir yer verilsin diye, hüner ve an1ayış sahibi bir adamı, benim
Huram Babayı gönderdim. Dan kızlarından bir kadının oğludur, ve babası Surlu bir adamdı;
altın, ve gümüş, tunç, demir, taç, ve kereste, erguvani, lacivert, ve ince keten, ve kırmızı
işlemede, ve her çeşit oyma işinde, ve her çeşit icatta hünerlidir. Ve efendimin söylemiş
olduğu buğdayı ve arpayı, zeytin yağını ve şarabı kullarına göndersin; ve sana lazım olduğu
kadar Libnan'dan kereste keseriz; ve onu sallarla denizden Yafa'ya kadar sana getiririz ve sen
onuYerüşalim'e çıkarırsın.” Ve Süleymân, babası Dâvûd'un İsrâîl diyarında olan bütün
garipleri saydığı sayıdan sonra onları saydı; ve 153.600 kişi bulundular. Ve onlardan yük
taşıyan 70.000, ve dağlarda taş kesen 80.000, ve kavmi işletmek için iş başı olarak 3.600 kişi
koydu.85[BLOK11pt.]
Görüldüğü gibi, Kitab-ı Mukaddes, Süleymân peygamberin hizmetinde olan kişilerin,
babası Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ile onlara usta başılık yapan Sur
kralının gönderdiği Huram Baba ve emrindeki hünerli kişiler, zanaatkârlar olduğunu
kaydetmektedir. Süleymân peygamberin emrindeki şeytân nitelikli cinnlerin hünerli
zanaatkârlar olduğunu bildiren Kur’ân âyetleri ile, bir tarihî kaynak olarak değerlendirdiğimiz
Tevrât'ın bilgileri bu konuda aynıdır. Zaten Kur’ân'ın bu âyetlerini duyan Ehl-i Kitap da, bu
anlatıma itiraz etmemiştir. Bütün bunlar, Süleymân'a hizmet eden cinnleri, halk kültüründeki
hayalî cinler olarak açıklayanların hiçbir kaynak ve dayanaklarının olmadığını
göstermektedir.
Süleymân peygamber hakkında yalan ve iftira kampanyaları düzenleyen, o'ndan
kurtulmak ve iktidarını devirmek için ellerinden gelen her şeyi yapan şeytân nitelikli cinnler,
bu hünerli ama zoraki çalışan zanaatkârlardır. Süleymân peygamber, bu durumun bilincinde
olarak onlardan zoraki de olsa yararlanmayı sonuna kadar sürdürmüştür:
Böylece o'nun ölümünü gerçekleştirdiğimiz zaman, ölümünü, onlara asasını yemekte
olan bir ağaç kurdundan başkası haber vermedi. Artık o, yere yıkılıp düşünce, açıkça ortaya
çıktı ki, şâyet cinnler gaybı [Süleymân'ın öldüğünü] bilmiş olsalardı, böylesine aşağılayıcı bir
azap içinde kalıp yaşamazlardı. (Sebe/14)[BLOK11pt.]
38. âyette geçen zincire vurulmuş ifadesi, onların bildiğimiz zincirlere bağlandığı
anlamına gelmez. Bu ifade, onların kontrol altında tutulduklarından kinâyedir.86
Bunun üzerine Biz de, o'nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp giden rüzgârı,
şeytânları; tüm dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış olan diğerlerini o'nun
emrine verdik.
Yukarıdaki âyet grubundaki altı çizili ifadeler, Süleymân peygamberin sözü edilen
nimetlere, Allah'ın bahşetmesi ile ulaştığını belirtmektedir. Allah'ın Süleymân peygambere
böyle güzel ihsanlarda bulunması, hayatının bu nimetlere sahip olmadan önceki dönemde
o'nun, evvâb [Allah'a dönen, Allah'a gönülden bağlı olan] olması sebebiyledir.
İşte bu, Bizim hesaba gelmez ihsanımızdır. Artık sen dilersen başkalarına ver veya
vermeyip tut.
Yani, sana sayısız nimetler bağışladık. Artık dilersen ikram et; dilediğine ver, bağışla,
ihsan et; dilersen de tut; dilediğinden men et. Sana hesap sorulmayacaktır.
Burada Süleymân peygambere verilen mülk ve diğer lütuflar anlatılmasına rağmen
İslâm düşmanları bu âyeti kullanarak çok çirkin rivâyetler uydurmuş ve bunu da maalesef
Peygamberimizin adını kullanarak yapmışlardır:

85
II. Tarihler, 11:1-18.
86
Yüce Allah'ın, İşte bu Bizim … bağışımızdır buyruğunda, Süleymân'a verilen cima
gücüne işaret edilmektedir. Onun 300 hanımı, 700 câriyesi vardı. Sırtında yüz erkeğin suyu
vardı.87
Buna benzer rivâyetlerde, âyetteki Artık sen dilersen başkalarına ver veya vermeyip tut
ifadesinin anlamı maalesef “belden aşağı”ya çekilmiş ve âyete “ister menini akıt; o hanımlarla
cinsel ilişkide bulun, ister bulunma, serbestsin” açıklaması getirilmiştir.
Şüphesiz ki o'nun için nezdimizde bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.
Bundan önceki âyetlerde Süleymân peygambere dünyada verdiği nimetlerden bahseden
Rabbimiz, bu cümle ile de o'nun âhiretteki durumunu açıklamış ve nimetler içinde olacağını
bildirmiştir.
41-44. Kulumuz Eyyûb'u da hatırla! Bir zaman o, Rabbine seslenmişti: “Meşakkat ve
acı ile bana şeytân dokundu” [şeytân bana acı ve meşakkat dokundurdu]. “Ayağın ile topukla
[yere vur, mahmuzla, yaya olarak hemen oradan uzaklaş]! İşte yıkanılacak bir yer, soğuk
içecek!” Ve Biz o'na, ailesini ve onlarla birlikte olanların bir mislini daha tarafımızdan bir
rahmet ve tüm akıl sahipleri [kavrama yeteneği olanlar] için bir ibret olarak bahşettik. “Ve
eline bir tutam bitki al, onunla hemen rızık aramak için sefere çık ve hânis olma” [kararsız
olma, doğrudan sapma, günah işleme]. Gerçekten Biz o'nu sabredici bulduk. O ne güzel
kuldu! Şüphesiz o çokça dönendir.
Eyyûb kıssası, bu sûredeki kıssaların üçüncüsüdür. Âyetlerden anlaşıldığına göre, bu
kıssalarda adı geçen peygamberlerin üçü de [Dâvûd, Süleymân ve Eyyûb peygamberler]
belâlandırılmak, fitnelendirilmek ve saflaştırılmak sûretiyle arı-duru hâle getirilmiştir.
Sonunda da hem bu dünyada hem de âhirette büyük nimetlere mazhar olmuşlardır. Bu
kıssaların maksadı, Peygamberimizin ve aynı zamanda bütün insanlığın kıssalardaki
olaylardan ve kıssa kahramanlarının özelliklerinden ibret almalarını sağlamaktır. Yüce Allah
sanki, “Ey Muhammed! Kavminin beyinsizliğine sabret! İnsanın kötülük ve sıkıntılara karşı
mutlaka sabretmesi gerektiğini anlayabilmen için, işte bu kimselerin durumunu bir düşün!”
demek istemiştir.
Tıpkı Dâvûd ve Süleymân peygamberler gibi, Eyyûb peygamber de Peygamberimize
örnek gösterilebilecek ölçüde bir şahsiyettir. Ne var ki, Eyyûb peygamberin tarihî kimliği ile
ilgili henüz sağlam bir bilgi elde edilememiştir. Tarihçi Vâkıdî, künyesi Ebû Abdullah olan
Eyyûb peygamberin kimine göre el Besniyye [Şam ile Ezriat arasında bir yer]'de yaşamış bir
“Rûm” olduğunu yazmaktadır. Kurtubî'de yer alan bir nakle göre ise Ya‘kûb peygamber
döneminde yaşamıştır ve Ya‘kûb'un oğlu Yûsuf'un oğlu İfraim kızı Rahme ile evlenmiştir.
Kimine göre ise annesi Lût'un kızı, hanımı ise Ya‘kûb'un kızı Leyla'dır.
Eyyûb peygamberin kıssası da maalesef Dâvûd ve Süleymân peygamberlerin kıssaları
gibi çarpıtılmış ve pek çok asılsız rivâyetle dejenere edilerek ahlâkî özü karanlıkta
bırakılmıştır. Eyyûb peygamberin yaşadığı iddia edilen olaylar uzun uzadıya Kitab-ı
Mukaddes'te de yer aldığından, Kur’ân'ın indiği dönemde Eyyûb (a.s) zaten efsaneleşmiş bir
durumda idi.
Kur’ân'da Eyyûb peygamber hakkında da fazla ayrıntı verilmemiştir. Kur’ân'ın o'nunla
ilgili ifadeleri, daha çok halk arasında yaygınlaşmış bulunan yanlışları düzeltmeye yöneliktir.
Bu nedenle, konunun iyi anlaşılması için önce Eyyûb peygamberin ne olmadığının bilinmesi
gerektiği kanısındayız. Bu görüş doğrultusunda önce kıssanın çarpıtılmış halini, sonra da
klâsik eserlerde kıssa üzerine yapılmış açıklamaları naklettikten sonra, Kitab-ı Mukaddes'te
anlatılan Eyyûb kıssasının ilk ve son bölümlerini aynen aktarmayı uygun görüyoruz:
EYYÛB KISSASI:[BLOK11pt.]
Rivâyet olunduğuna göre İblis'in yedinci kat semâda bir makamı vardı., Rabbine bir
soru sorarak, “Kulların arasında, beni kendisine musallat etmen durumunda, benden
kaçınacak ve bana yaklaşmayacak kimseler var mıdır?” der. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk da,
87
Katâde-İkrime-İbn-i Abbâs kanalıyla rivâyet edilmiştir. Bu anlamda bir rivâyet de Buharî'de vardır.
“Evet, kulum Eyyûb!” cevabını verir. Derken şeytân, Eyyûb'a (a.s) vesvese vermeye başlar.
Eyyûb (a.s) ise, İblis'i bizzat görür ama ona iltifat etmez.[BLOK11pt.]
Bunun üzerine İblis, “Yâ Rabbi! O benden kaçınıp bana iltifat etmedi; beni, o'nun
malına musallat et” dedi. Ve Eyyûb'a (a.s) gelerek, “Malından, şunlar şunlar yok oldu gitti”
dedi. Bunun üzerine Eyyûb (a.s), “Allah verdi; Allah aldı” dedi ve Allah'a hamd ü senada
bulundu.[BLOK11pt.]
Derken, şeytân, “Yâ Rabbi! Eyyûb, malına da aldırış etmedi. Beni o'nun çocuklarına
musallat et” dedi. Ve, gelerek, Eyyûb'un (a.s) evini yıktı. Bunun üzerine de, Eyyûb'un (a.s)
çocuklarının tamamı öldü. Peşinden de gelerek, durumu Eyyûb'a (a.s) bildirdi, ama o, buna da
aldırmadı.[BLOK11pt.]
Derken şeytân, “Yâ Rabbi! O malına ve çocuklarına aldırış etmedi. Beni, o'nun bedenine
musallat kıl” dedi. Cenâb-ı Hakk da buna müsaade etti. O da, Eyyûb'un (a.s) derisine üfledi,
bunun üzerine Eyyûb'da (a.s) şiddetli hastalıklar ve yoğun acılar meydana geldi. Eyyûb (a.s),
bu belâ ve sıkıntı içinde yıllarca kaldı. Ve, o şehir halkının kendisinden tiksineceği bir hâle
geldi.[BLOK11pt.]
Bunun üzerine, tenhâ bir yere götürüldü ve artık kendisine hiç kimse de yaklaşmadı.
Derken şeytân, Eyyûb'un (a.s) hanımına gelerek, “Şâyet kocan, benden yardım isterse, o'nu bu
sıkıntıdan kurtarırım” dedi. Hanımı bu hususu kocasına anlatınca, Eyyûb (a.s), Allah'ın
kendisine sıhhat ve âfiyet vermesi hâlinde, hanımına yüz değnek vuracağına yemin etti. İşte o
zaman Eyyûb (a.s), Gerçekten, şeytân beni, yorgunluğa ve azaba uğrattı dedi. Bunun üzerine
Allah, duasına icabet ederek, o'na, Ayağınla vur diye vahyetti. Bunun üzerine Allah, o'nun
ayağının altından soğuk ve güzel bir su fışkırttı. Derken, Eyyûb (a.s) o suyla yıkandı. Bunun
üzerine Allah Teâlâ da, o'nun içindeki ve dışındaki bütün hastalıkları o'ndan giderdi; ailesini
ve malını o'na yeniden verdi.88[BLOK11pt.]
ŞEYTÂN EYYÛB PEYGAMBERİ NASIL ETKİLEMİŞ?[BLOK11pt.]
1) Onun hastalığı, son derece acı veren bir hastalık idi. Bu hastalığın zamanı uzayıp
insanlar o'ndan tiksinip, o'na yaklaşmaktan iğrenip, mal namına hiçbir şeyi kalmayıp; hanımı
insanlara hizmet etmek sûretiyle o'nun için bir miktar azık elde edip, insanların o'ndan nefret
ve iğrenmesi de, hanımını kendi yanına girmekten ve kendilerine hizmetten men edecek
dereceye ulaşıp, bu arada şeytân da, kendisine, içinde bulunduğu önceki nimetlerle şimdi
içinde bulunduğu sıkıntıları hatırlatıp, Eyyûb (a.s) da, bu vesveseleri def etme çabasına düşüp
ve bu vesveseler o'nun kalbinde gittikçe kuvvet kazanınca, Eyyûb (a.s) korktu ve Allah'a
yalvarıp yakararak, Gerçekten şeytân beni, yorgunluğa ve azaba uğrattı demiştir. Çünkü, bu
tür düşünceler her ne zaman ileri safhaya varırsa, onun bunlardan ötürü kalbinin elemi de o
nisbette artardı.[BLOK11pt.]
2) Eyyûb'un (a.s) hastalığının süresi uzayınca, şeytân o'na geldi, o'nu, Rabbi konusunda
ümitsizliğe düşürmeye çalıştı ve sabırsızlanmayı o'na süslemeye başladı. İşte bu sebeple de,
Eyyûb (a.s), kalbinde, ümitsizliğe düşme vehminin kuvvet kazanacağından endişelendi de,
bunun üzerine Allah'a yalvararak, Gerçekten, şeytân beni, yorgunluğa ve azaba uğrattı dedi.
[BLOK11pt.]
3) Denildiğine göre şeytân, Hz. Eyyûb'un (a.s) hanımına, “Şâyet kocan bana itaat eder,
benim sözümü dinlerse, o'ndaki bu âfetleri gideririm” deyip, hanımı da bunu o'na anlatınca,
şeytânın, dinine şaşacağı hususunu zann-ı galible anladı ve bu husus kendisine son derece ağır
geldi de Allah'a yalvarıp yakararak, Gerçekten şeytân beni, yorgunluğa ve azaba uğratti dedi.
[BLOK11pt.]
4) Rivâyet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: Eyyûb (a.s), on
sekiz yıl, bu belâ içinde kaldı. Öyle ki, iki kişi hariç, yakını ve uzağı, herkes o'nu terk etti.
Daha sonra da, bu iki kişiden biri diğerine, “And olsun ki, Eyyûb (a.s), bu âlemde, hiç
kimsenin işlemediği bir günah işlemiştir. Şâyet o böylesi bir günah işlemeseydi, bu tür
88
sıkıntılara düşmezdi” dedi. Ve onlar bunu, Eyyûb'a (a.s) açtılar. Bunun üzerine Eyyûb (a.s),
“Sizin ne dediğinizi bilmem, ama şu var ki, Allah Teâlâ, benim münâkaşa eden ve bu arada
Allah'ı zikreden iki kişiye uğrayıp, evime döndüğümde, onların, hakk olan şeyler dışında
Allah'ı anmalarını kerih gördüğümden dolayı onlardan nefret etmiş olduğumu bilir” dedi.
[BLOK11pt.]
5) Denildiğine göre, Eyyûb'un (a.s) hanımı, insanların yanında çalışıyor, onlardan azık
miktarı kadar ücret alıyor ve azığı da Eyyûb'a (a.s) getiriyordu. Derken, insanlar, onu artık
hiçbir zaman çalıştırmayacakları hususunda anlaştılar. Bunun üzerine kadınlardan birisi,
kendisine bir miktar azık vermek mukabilinde, iki örüğünden birisini kesmesini istedi. O da,
bunu yaptı. Daha sonra, ikinci günde de aynı şeyi yaptı. Derken kendisinin hiçbir örüğü
kalmadı. Eyyûb (a.s) yatağında yan dönmek istediğinde, o örüklere tutunurdu. Eyyûb (a.s)
örükleri bulamayınca, kalbine, kendisine eziyet veren düşünceler yerleşti, gitgide kederi arttı
da, işte bunun üzerine, Gerçekten, şeytân beni yorgunluğa ve azaba uğrattı dedi.
[BLOK11pt.]
6) Eyyûb (a.s), zaman zaman, “Yâ Rabbî! Andolsun ki, üzerimde, iki şeyin birleştiğini
biliyorum. Sen bana, o malı verdiğinde, ben, muhtaçlar için dayanak, yolcular için yardımcı,
yetimler için de baba oldum” dedi. Bunun üzerine, bir buluttan, “Ey Eyyûb! Bu muvaffakiyet
kimden?” diye kendisine nida edildi de, bunun üzerine Eyyûb (a.s), yerden toprak aldı, başına
saçarak, “Senden yâ Rabbî!” dedi.[BLOK11pt.]
Daha sonra da, kalbine gelen ilk düşüncenin yeniden geleceğinden endişelenerek ve
bundan korkarak, Gerçekten, şeytân beni, yorgunluğa ve azaba uğrattı dedi. Alimler, daha
değişik görüşler de ileri sürmüştür. Allah, durumun iç yüzünü en iyi bilendir.89[BLOK11pt.]
Şeytân bu dar günlerinde Hz. Eyyûb'a vefakâr kalan bir avuç dostları –ki bu
dostlarından biri de eşiydi– aracılığıyla bir takım kötü telkinlerde bulundu. “Eğer yüce Allah
Hz. Eyyûb'u sevseydi, o'nun başına bunca belayı yağdırmazdı” şeklindeki sözler ile şüphe
yaymaya çalıştı. Hz. Eyyûb'un dostları da bu sözleri o'nunla konuşuyorlardı. Bu ise Hz.
Eyyûb'u uğradığı sıkıntı ve belalardan daha fazla üzüyor, rahatsız ediyordu.[BLOK11pt.]
Bu şeytânî telkinlerden bazılarını eşi kendisiyle konuşurken dile getirince Hz. Eyyûb,
eğer Allah'ın izniyle sağlığına kavuşursa bu eşine –bir söylentiye göre sayısı yüz diye bilinen–
belli sayıda dayak atacağına yemin etti.[BLOK11pt.]
Bu sırada Hz. Eyyûb şeytânın eziyetlerine ve dostlarını kandırarak onları etkisi altına
alışına karşı uğradığı sıkıntıları Rabbine şikâyet etti.90[BLOK11pt.]
Kitab-ı Mukaddes'te anlatılan Eyyûb kıssası:
EYYÛB:[BLOK11pt.]
Uts ülkesinde Eyyûb adında bir adam yaşardı. Kusursuz, doğru bir adamdı. Tanrı'dan
korkar, kötülükten kaçınırdı. 7 oğlu, 3 kızı vardı. 7.000 koyuna, 3.000 deveye, 500 çift öküze,
500 çift eşeğe ve pek çok köleye sahipti. Doğudaki insanların en zengini oydu. Oğulları
sırayla evlerinde şölen verir, birlikte yiyip içmek için üç kız kardeşlerini de çağırırlardı. Bu
şölen dönemi bitince Eyyûb onları çağırtıp kutsardı. Sabah erkenden kalkar, “Çocuklarım
günah işlemiş, içlerinden Tanrı'ya sövmüş olabilirler” diyerek her biri için yakmalık sunu
sunardı. Eyyûb hep böyle yapardı.91[BLOK11pt.]
EYYÛB PEYGAMBERİN İLK SINAVI:[BLOK11pt.]
Bir gün ilâhî varlıklar RABB'in huzuruna çıkmak için geldiklerinde, Şeytân da onlarla
geldi. RABB Şeytân'a, “Nereden geliyorsun?” dedi. Şeytân, “Dünyada gezip dolaşmaktan”
diye yanıtladı. RABB, “Kulum Eyyûb'a bakıp da düşündün mü?” dedi, “Çünkü dünyada o'nun
gibisi yoktur. Kusursuz, doğru bir adamdır. Tanrı'dan korkar, kötülükten kaçınır.” Şeytân,
“Eyyûb Tanrı'dan boşuna mı korkuyor?” diye yanıtladı. “Onu, ev halkını, sahip olduğu her

89
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
90

91
Eyyûb, 1:1-5.
şeyi Sen çitle çevirip korumadın mı? Elleriyle yaptığı her şeyi bereketli kıldın. Sürüleri bütün
ülkeye yayıldı. Ama elini uzatır da sahip olduğu her şeyi yok edersen, yüzüne karşı
sövecektir.” RABB Şeytân'a, “Peki” dedi, “sahip olduğu her şeyi senin eline bırakıyorum,
yalnız kendisine dokunma.” Böylece Şeytân RABB'in huzurundan ayrıldı. Bir gün Eyyûb'un
oğullarıyla kızları ağabeylerinin evinde yemek yiyip şarap içerken bir ulak gelip Eyyûb'a
şöyle dedi: “Öküzler çift sürüyor, eşekler onların yanında otluyordu. Sabalılar baskın yaptı,
hepsini alıp götürdü. Uşakları kılıçtan geçirdiler. Yalnız ben kaçıp kurtuldum sana durumu
bildirmek için.” O daha sözünü bitirmeden başka bir ulak gelip, “Tanrı ateş yağdırdı” dedi,
“koyunlarla uşakları yakıp küle çevirdi. Yalnızca ben kaçıp kurtuldum durumu sana bildirmek
için.” O daha sözünü bitirmeden başka bir ulak gelip, “Kildaniler üç bölük hâlinde develere
saldırdı” dedi, “hepsini alıp götürdüler, uşakları kılıçtan geçirdiler. Yalnızca ben kurtuldum
durumu sana bildirmek için.” O daha sözünü bitirmeden başka bir ulak gelip, “Oğullarınla
kızların ağabeylerinin evinde yemek yiyip şarap içerken ansızın çölden şiddetli bir rüzgâr
esti” dedi, “evin dört köşesine çarptı; ev gençlerin üzerine yıkıldı, hepsi öldü. Yalnız ben
kurtuldum durumu sana bildirmek için.” Bunun üzerine Eyyûb kalktı, kaftanını yırtıp saçını
sakalını kesti, yere kapanıp tapındı. Dedi ki: “Bu dünyaya çıplak geldim, çıplak gideceğim.
RABB verdi, RABB aldı, RABB'in adına övgüler olsun!” Bütün bu olaylara karşın Eyyûb
günah işlemedi ve Tanrı'yı suçlamadı.92[BLOK11pt.]
EYYÛB PEYGAMBERİN İKİNCİ SINAVI:[BLOK11pt.]
Başka bir gün ilâhî varlıklar RABB'in huzuruna çıkmak için geldiklerinde Şeytân da
RABB'in huzuruna çıkmak için onlarla gelmişti. RABB Şeytân'a, “Nereden geliyorsun?”
dedi. Şeytân, “Dünyada gezip dolaşmaktan” diye yanıtladı. RABB, “Kulum Eyyûb'a bakıp da
düşündün mü?” dedi, “Çünkü dünyada o'nun gibisi yoktur. Kusursuz, doğru bir adamdır.
Tanrı'dan korkar, kötülükten kaçınır. Onu boş yere yok etmek için Beni kışkırttın, ama o
doğruluğunu hâlâ sürdürüyor.” “Cana can!” diye yanıtladı Şeytân, “insan canı için her şeyini
verir. Elini uzat da, o'nun etine, kemiğine dokun, yüzüne karşı sövecektir.” RABB, “Peki”
dedi, “o'nu senin eline bırakıyorum. Yalnız canına dokunma.” Böylece Şeytân RABB'in
huzurundan ayrıldı. Eyyûb'un bedeninde tepeden tırnağa kadar kötü çıbanlar çıkardı. Eyyûb
çıbanlarını kaşımak için bir çömlek parçası aldı. Kül içinde oturuyordu. Karısı, “Hâlâ
doğruluğunu sürdürüyor musun?” dedi, “Tanrı'ya söv de öl bari!” Eyyûb, “Aptal kadınlar gibi
konuşuyorsun” diye karşılık verdi, “nasıl olur? Tanrı'dan gelen iyiliği kabul edelim de
kötülüğü kabul etmeyelim mi?” Bütün bu olaylara karşın Eyyûb'un ağzından günah
sayılabilecek bir söz çıkmadı.93[BLOK11pt.]
EYYÛB PEYGAMBERİN ÜÇ ARKADAŞI:[BLOK11pt.]
Eyyûb'un üç dostu –Temanlı Elifaz, Şuahlı Bildat, Naamalı Sofar– Eyyûb'un başına
gelen bunca kötülüğü duyunca kalkıp bir araya geldiler. Acısını paylaşmak, o'nu avutmak için
yanına gitmek üzere anlaştılar. Uzaktan o'nu tanıyamadılar; yüksek sesle ağlayıp kaftanlarını
yırtarak başlarına toprak saçtılar. Yedi gün yedi gece o'nunla birlikte yere oturdular. Kimse
ağzını açmadı, çünkü ne denli acı çektiğini görüyorlardı.94[BLOK11pt.]
EYYÛB PEYGAMBERİN YENİ BİR YAŞAMA DÖNÜŞÜ:[BLOK11pt.]
O zaman Eyyûb RABB'i şöyle yanıtladı: “Senin her şeyi yapabileceğini biliyorum,
hiçbir amacına engel olunmaz. ‘Tasarımı bilgisizce karartan bu adam kim?’ diye sordun.
Kuşkusuz anlamadığım şeyleri konuştum, beni aşan, bilmediğim şaşılası işleri. ‘Dinle de
konuşayım’ dedin, Ben sorayım, Sen anlat. Kulaktan duymaydı bildiklerim Senin hakkında,
şimdiyse gözlerimle gördüm Seni. Bu yüzden kendimi hor görüyor, toz ve kül içinde tevbe
ediyorum.”95[BLOK11pt.]

92
Eyyûb, 1:6-22.
93
Eyyûb, 2:1-10.
94
Eyyûb, 2:11-13.
95
Eyyûb, 42:1-6.
RABB'İN KARARI:[BLOK11pt.]
RABB Eyyûb'la konuştuktan sonra, Temanlı Elifaz'a, “Sana ve iki dostuna karşı öfkem
alevlendi” dedi, “çünkü kulum Eyyûb gibi hakkımda doğruyu konuşmadınız. Şimdi yedi
boğa, yedi koç alıp kulum Eyyûb'un yanına gidin, kendiniz için yakmalık sunu sunun. Kulum
Eyyûb sizin için dua etsin. Çünkü o'nun duasını kabul eder, aptallığınızın karşılığını vermem.
Kulum Eyyûb gibi hakkımda doğruyu konuşmadınız.” Temanlı Elifaz, Şuahlı Bildat, Naamalı
Sofar gidip RABB'in söylediğini yaptılar. RABB de Eyyûb'un duasını kabul etti.96
[BLOK11pt.]
TANRI EYYÛB PEYGAMBERİ YENİDEN BOLLUĞA KAVUŞTURUYOR:
[BLOK11pt.]
Eyyûb dostları için dua ettikten sonra, Eyyûb'un sürgününü Rabb döndürdü. Ve RABB
o'nu eski gönencine kavuşturup o'na önceki varlığının iki katını verdi. Bütün erkek ve kız
kardeşleri, eski tanıdıklarının hepsi Eyyûb'un yanına gelip evinde o'nunla birlikte yemek
yediler. Acısını paylaşıp RABB'in başına getirmiş olduğu felaketlerden ötürü o'nu avuttular.
Her biri o'na bir parça gümüş, bir de altın halka verdi. RABB Eyyûb'un sonunu başından
bereketli kıldı. 14.000 koyuna, 6.000 deveye, 1.000 çift öküze, 1.000 eşeğe sahip oldu. 7
oğlu, 3 kızı oldu. İlk kızının adını Yemima, ikincisinin Kesia, üçüncüsünün Keren-Happuk
koydu. Ülkenin hiçbir yerinde Eyyûb'un kızları kadar güzel kızlar yoktu. Babaları,
kardeşlerinin yanı sıra onlara da miras verdi. Bundan sonra Eyyûb 140 yıl daha yaşadı,
oğullarını, dört göbek torunlarını gördü. Kocayıp yaşama doyarak öldü.97[BLOK11pt.]
EYYÛB KISSASIYLA İLGİLİ ÂYETLERİN TAHLİLİ:
41. Kulumuz Eyyûb'u da hatırla! Bir zaman o, Rabbine seslenmişti: “Meşakkat ve
acı ile bana şeytân dokundu” [şeytân bana acı ve meşakkat dokundurdu].
‫[ نصب‬nusb] sözcüğü, “meşakkat, bedende zahmet” ve ‫[عذاب‬azâb] sözcüğü de, “acı, mal
ve evlât acısı” demektir.98
Dâvûd ve Süleymân peygamberler gibi fitnelerden, belâlardan geçirilmiş ve böylece
saflaştırılarak arı-duru hâle getirilmiş olan Eyyûb peygamber, âyetten anlaşıldığına göre nusb
ve azâb ile fitnelendirilmiştir. Nusb ve azâb sözcüklerinin anlamları, bu fitnelenmenin
[sınanmanın] Eyyûb'un (a.s) bütün malını, ailesini ve sağlığını aynı dönemde yitirmesi
şeklinde olduğunu göstermektedir. Fakat o, bütün bunlara rağmen Rabbi ile bağını
gevşetmemiş, Rabbine olan güveninden hiç bir şey kaybetmemiş ve hep sabırlı olmuştur.
EYYÛB PEYGAMBERE MUSALLAT OLAN ŞEYTÂN: Kur’ân'da, şeytân'ın her
türlü kötülüğün sembolü olarak tanıtıldığı ve her kötü kişi ve güce şeytân dendiği
unutulmamalıdır. Fakat ne yazık ki, şeytân, genellikle halk kültüründeki o malûm yaratık
olarak algılanmakta ve âyette bildirilen işkencelerin de Eyyûb peygambere o şeytân tarafından
yapıldığı kabul edilmektedir. Hâlbuki Kur’ân'da birçok yerde şeytânın insan üzerinde
zorlayıcı bir gücünün bulunmadığı bildirilmiştir. Bu açık Kur’ân bildirisine rağmen,
insanların pek çoğu, ölümün, hayatın, sağlık ve hastalığın şeytân tarafından meydana
getirildiğini kabul etmekte, ama böyle bir kabulün bu konularda Allah'ı devre dışı bırakmak
anlamına geldiğini hiç düşünmemektedirler. Düşünülmeyen bir diğer şey ise, zannedilen
güçlere sahip olan şeytânın, bu güçlerini kullanarak neden peygamberleri saf dışı
bırakamadığı veya neden Allah rızası için mücadele edenleri yoldan çıkaramadığıdır.
Biz, yukarıda Süleymân peygamberin kıssasında değindiğimiz “şeytân” anlayışıyla,
Eyyûb peygamberi bu durumlara getirenin ya yakın çevresinden biri (özellikle de iş ortağı),
ya da Eyyûb peygamberin kendi şeytânı (yani, İblis) olduğu kanaatindeyiz. Bu kabule göre,
Eyyûb peygamberin başına bu dertleri bir yakını, iş ortağı veya kendi düşüncesizliği açmıştır.
O da uğradığı kayıplar karşısında hırsa kapılarak tekâsür peşinde koşarken, muhtemelen işleri

96
Eyyûb, 42:7-9.
97
Eyyûb, 42:10-17.
98
iyice ters dönmüş, iflâs etmiş, elinde avucunda bir şey kalmamıştır. Bu durumun sonucu
olarak yakınları çevresinden uzaklaşmış ve kendisi de düştüğü bunalımlar neticesinde fiziksel
ve zihinsel hastalıklara yakalanmıştır.
42. “Ayağın ile topukla” [yere vur, mahmuzla, yaya olarak hemen oradan
uzaklaş]!
Âyette geçen ‫[ركض‬rakz] sözcüğü, “topuklamak [atı mahmuzlamak], kanat çırpmak”
anlamına gelir. Sözcük burada mecâzen “acele etmeyi, çabuk gitmeyi” ifade etmektedir.99
Çünkü atın mahmuzlanması, onu hızlandırmak için yapılan bir harekettir ve kanat çırpmak da
bulunulan yerden süratle uzaklaşmayı ifade eder. Nitekim, konumuz olan âyetten başka
Enbiyâ/12-13'de geçen rakz sözcüğü, orada da bu âyetteki gibi “kaçmak, çabucak
uzaklaşmak” olarak mecâz anlamıyla yer almış ve genellikle tüm meal ve tefsirciler o âyetlere
bu manaları vermişlerdir:
Öyle ki onlar azabımızın şiddetini hissettikleri zaman ondan hızla uzaklaşıp
kaçıyorlardı. “Hızlı hızlı kaçmayın; içinde şımarıp azdığınız yurtlarınıza dönün. Belki
sorgulanacaksınız!” (Enbiyâ/12-13)[BLOK11pt.]
Konumuz olan Eyyûb kıssasındaki ürkuz sözcüğünün, “ayağını yere vur” anlamına
alınması sûretiyle, Allah'ın emriyle ayağını yere vurduğunda oradan su fışkırdığı ve Eyyûb
peygamberin o sudan içtikten ve banyo yaptıktan sonra hastalığının geçtiği, muhtemelen de
Eyyûb peygamberin bir cilt hastalığına yakalanmış olduğu yolunda yapılan açıklamalar
tamamen mesnetsiz, hayalî yakıştırmalardır. Bunlar, Kitab-ı Mukaddes'te yer alan ve
Müslümanların ölçüp tartmadan, sağlama yapmadan kabul ettikleri, Eyyûb peygamberin
vücudunun baştan aşağı sivilcelerle dolu olduğu yolundaki ifadelerden kaynaklanmaktadır.
Âyetteki ayağın ile ifadesi, bize göre Eyyûb peygamberin yaya olarak gitmekten başka
çaresinin kalmadığını göstermektedir. Çünkü pasajdaki anlatıma göre, Eyyûb peygamber tüm
mal varlığını, sağlığını, çevresini ve ailesini kaybetmiş, mahmuzlayacak ne atı ne de devesi
kalmıştır. Kanatlanacak imkânı da olmadığı için âyette “ayağın ile” ifadesi yer almıştır.
İşte yıkanılacak bir yer, soğuk içecek!”
Bu ifade genellikle “ayağını yere vurmasıyla yerden bir pınarın fışkırıverdiği ve Eyyûb
peygamberin de ondan içtiği ve onunla yıkandığı, sonunda da dertlerinden kurtulduğu”
şeklinde yorumlanmıştır. Bize göre ise bu ifade, Eyyûb peygambere istikâmet vermekte, kaçıp
gideceği yerlerdeki imkânlara işaret etmektedir. Yani, Eyyûb peygamber bulunduğu, yaşadığı
yerden ayrılarak “sulak, bitek ve serin bir bölgeye, yaylaya” gidecek, böylece o'nu sarmış olan
sıkıntılardan kurtulup selâmete erecektir.
43. Ve Biz o'na, ailesini ve onlarla birlikte olanların bir mislini daha tarafımızdan
bir rahmet ve tüm akıl sahipleri için bir ibret olarak bahşettik.
Bu âyet, Allah'tan gelen belâ ve musibetlere karşı sabırlı olanların nail olacakları
nimetlere dikkat çekmekte ve belâlanma sonucunda sabredenlere, kaybettiklerinin kat kat
fazlasının ikram edildiğini bildirmektedir. Bu ikramlar, –sûrenin sonundaki “Fitne” başlıklı
yazımızda da belirttiğimiz gibi– Bakara/155-156'da “müjde” olarak nitelendirilmiştir:
Ve de kesinlikle Biz sizi korkudan, açlıktan bir şeylerle; ve mallardan, canlardan ve
ürünlerden eksiltme ile belâlandıracağız [imtihan edeceğiz]. Başlarına bir musibet geldiği
zaman, “Biz şüphesiz Allah'a aidiz ve yalnız O'na döneceğiz” diyen şu sabredenleri müjdele!
Onlar başlarına bir musibet geldiği zaman, “Biz Allah içiniz ve yalnız O'na dönücüleriz”
diyenlerdir. (Bakara/155-156)[BLOK11pt.]
43. âyetle ilgili olarak bazı rivâyetlerde, “Allah o'nun önceki çocuklarını diriltti ve onlar
kadar daha verdi”100 şeklinde aşırı abartmalar yapılmıştır. Hâlbuki âyetin açık anlatımında
Yüce Allah'ın Eyyûb peygamberin çocuklarını öldürdüğüne ve sonra ölen çocuklarını
dirilttiğine dair hiçbir ifade yoktur.
99

100
Hasan el-Basrî'den naklen.
Burada anlatılan olay şudur: Eyyûb peygamber, Allah'tan gelen ve 44. âyette dile
getirilen, Hemen oradan uzaklaş, eline bir demet bitki al ve onunla rızık aramak için sulak ve
serin yere sefere çık, sakın günah da işleme! emrini alınca gereğini yapmış ve Rabbimiz de
o'na hem sağlığını geri vermiş, hem de maddî yönlerden geniş imkânlar bahşetmiştir. Allah'ın
bu bağışları sonucu herkes o'nun etrafında kümelenmiş ve Eyyûb peygamberin çevresi
eskisine nazaran kat be kat artmıştır.
43. âyet aslında anlam olarak Eyyûb kıssasının son âyetidir. Cümlelerin başında bulunan
“atıf vav'ı” [‘ve’ bağlacı] cümleye takip ve sıra anlamı değil, cem anlamı, yani birliktelik
anlamı kattığı için, ve eline bir demet ot al ibaresi ile başlayan 44. âyet, çabuk uzaklaş emrinin
verildiği 42. âyetin devamıdır. Buna göre pasajın normal takdiri şöyledir:
Kulumuz Eyyûb'u da hatırla! Bir zaman o, Rabbine nida etmişti: “Meşakkat ve acı ile
bana şeytân dokundu” [şeytân bana acı ve meşakkat dokundurdu].[BLOK12, çift taraflı]
“Ayağın ile topukla [yere vur, mahmuzla, yaya olarak hemen oradan uzaklaş]! İşte
yıkanılacak bir yer, soğuk içecek! Ve eline bir tutam bitki al, onunla hemen, rızık aramak için
sefere çık ve hânis olma” [kararsız olma, doğrudan sapma, günah işleme]. Gerçekten Biz o'nu
sabredici bulduk. O ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça dönendir.[BLOK12, çift taraflı]
Ve Biz o'na, ailesini ve onlarla birlikte olanların bir mislini daha tarafımızdan bir rahmet
ve tüm akıl sahipleri [kavrama yeteneği olanlar] için bir ibret olarak bahşettik.[BLOK12, çift
taraflı]
Bu ve bağlacının bir başka örneği de abdestin emredildiği Mâide/6'da görülmektedir.
Abdest alma esnasında, normal olarak önce ellerin sonra yüzün yıkanması söz konusu iken,
bu âyette yüzün yıkanması elin yıkanmasından önce zikredilmiştir. Buna rağmen bu âyetten
evvelâ yüzün yıkanacağı anlaşılmamış, abdestin tamamlanması için âyette sayılan dört
eylemin gerçekleştirilmesi yeterli görülmüştür. Yani âyetten, abdest alımında sıranın önemli
olmadığı ve organların tersten yıkanmasında da bir sakınca bulunmadığı anlaşılmıştır. Söz
konusu âyete yüklenen bu anlam, cümledeki ve bağlacının cem için olmasından
kaynaklanmaktadır.
44. âyetin, anlam olarak 42. âyetin devamı olması ve 43. âyetten önce gelmesi, bu
sûredeki kıssaların sunuşlarındaki anlam sıralamasına da uygun düşmektedir. Yüce Allah bu
kıssalarda, fitnelendirdiği, sınavdan geçirdiği kullarına, sabrettikleri ve O'nun hükmüne
gönülden razı oldukları takdirde çok büyük lütuflarda bulunduğu/bulunacağı mesajını
vermektedir. Dolayısıyla, –yukarıda pasajın takdirinde yaptığımız gibi– Eyyûb peygamberin
sabredici ve evvâb olduğunu bildiren 44. âyetin, Allah'ın kendisine bağışta bulunduğunu
bildiren 43. âyetin önüne alınması, kıssalardaki “önce kulun sabrı, sonra Allah'ın bağışı”
sıralamasına daha uygun düşmektedir.
Âyetteki, tarafımızdan bir rahmet ve tüm akıl sahipleri [kavrama yeteneği olanlar] için
bir ibret olarak bahşettik ifadesi, Allah'ın verdiği nimetlerin herhangi bir zorunluluktan değil,
bir lütuf, bir bağış olarak verildiğini anlatmaktadır.
Yine bu ifadeden anlaşılıyor ki, bu kıssada her akıl sahibi [kavrama yeteneği olan] için
bir ibret, bir ders vardır. Akıl sahibi her insan, hangi hâlde olursa olsun, Allah'a isyan
etmemeli, O'ndan ümidini kesmemeli ve ümit ettiğini sadece Allah'tan beklemelidir. Çünkü
iyilik de, kötülük de sadece Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ın elindedir. O, dilediğini
iyi bir durumdan kötü bir duruma düşürür, dilediğini de kötü bir durumdan iyi duruma çıkarır.
44. “Ve eline bir tutam bitki al, onunla hemen rızık aramak için sefere çık ve hânis
olma” [kararsız olma, doğrudan sapma]. Gerçekten Biz o'nu sabredici bulduk. O, ne güzel
kuldu! Şüphesiz o çokça dönendir.
Eyyûb peygamber ile ilgili gerçekleri kavrayabilmek için bu âyette geçen bazı
sözcükleri iyi anlamak zorunludur. Zira bu âyetteki bazı ifadeler, asılsız hikâyelerin
üretiminde kullanılmak üzere çarpıtılmıştır.
Bu âyetten; önce, hanımını sopayla dövmek üzere yemin eden Eyyûb peygamberin sopa
yerine bir demet otla vurarak bu yeminini yerine getirdiği ve bu yolun da kendisine bizzat
Allah tarafından öğretildiği yalanları üretilmiş, daha sonra da bu yalanlardan, adına “Eyyûb
ruhsatı” da denilen “hile-i şer’iyye” ortaya çıkarılmıştır.
Âyetin nasıl çarpıtıldığını gözler önüne serebilmek için, Eyyûb peygamberin yemini ve
hanımını dövmesi ile ilgili hikâyeyi ve bu gerçek dışı hikâyeden çıkarılan fetvaları
okuyucuların dikkatine sunuyoruz:
Bil ki bu söz, daha evvel, Hz. Eyyûb'dan (a.s) bir yeminin sâdır olduğuna delâlet
etmektedir. Bir hadiste, o'nun hanımına karşı yemin ettiği bildirilmiştir. Alimler, o'nun, hangi
sebepten ötürü hanımına karşı yemin ettiği hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bu yeminin, o
kadının, Hz. Eyyûb'u (a.s) şeytâna taate meylettirme gayretinden dolayı olduğunu söylemek
uzak bir ihtimal olduğu gibi, yine saç örüğünü kesip vermesinden ötürü olduğunu söylemek
de akıldan uzaktır. Çünkü yiyecek almaya mecbur olan birisinin böylesi bir harekette
bulunması mübahtır. Doğruya en yakın olan, hanımının, Hz. Eyyûb'a (a.s), bazı işlerinde
muhalefet etmesinden ötürü bu yeminin olmasıdır. Çünkü o kadın, bazı işlerini görmeye
gidiyor, bu yüzden gecikiyordu. Hz. Eyyûb (a.s), iyileştiğinde ona yüz sopa vuracağına dair
hasta iken yemin etti. O kadın, o'na çok güzel hizmet ettiği gibi, Cenâb-ı Hakk, Hz. Eyyûb'un
(a.s) yeminini, hem kendine hem hanımına kolay olan en basit yolla çözdü. Bu ruhsat, devam
etmektedir. Hz. Peygamber'e (s.a.v), bir câriyeyle zina eden sakat, sıska biri getirildi. Hz.
Peygamber (s.a.v), “İçinde yüz çöpü bulunan bir hurma salkımı alıp, ona onunla bir kere
vurun” buyurdu.101[BLOK11pt.]
Hz. Eyyûb'un eşine dayak atma yeminine gelince; yüce Allah o'na ve o'nu korumaya
çalışan, göğüsledikleri sınamaya sabreden eşine merhametinden dolayı kolay bir çözüm
göstermiştir. Hz. Eyyûb'un yemin ederken belirlediği sayıdaki sopaları birleştirerek onların
hepsiyle bir kere vurmasını emretmiştir. Böylece Hz. Eyyûb, yemininin gereğini yapmış ve
onu çiğnememiş olacaktı.102[BLOK11pt.]
Rivâyetlere göre, Hz. Eyyûb'un dışında herkes, hatta çocukları bile kendisinden
uzaklaşmışlardır. Bu yüzden, “Biz o'na şifa verdiğimizde ailesi o'na döndü. Ondan sonra Biz
kendisine eskisinden daha fazla mal ve evlat verdik” denilmiştir.103[BLOK11pt.]
Bu cümle üzerinde biraz durmak gerekir. Hz. Eyyûb hasta iken, bir miktar sopa vurarak
hanımını döveceğine yemin etmiştir. Ancak sağlığına kavuştuğunda, günahsız hanımını
dövmek üzere ettiği yeminden pişmanlık duymuştur. Dövmese yemin etmiş olduğu için
günaha girecektir, dövse masum ve vefakâr eşine boşuna hakksızlık edecektir. Allah bu
sorunu şöyle halletmiştir: “Kaç adet sopa vuracaksan eline o kadar çöp al ve bir demet yap,
sonra da o demetle eşine bir kez vur. Böylece hem yeminin yerine gelmiş olur, hem de eşin
boş yere eziyet görmez.” Bazı fakihler böyle bir yöntemin sadece Hz. Eyyûb'a mahsus
olduğunu söylerlerken, bazıları da, başka kimselerin de bu fırsattan yararlanabileceklerini
savunmuşlardır. İlk görüşü İbn-i Asâkir, İbn-i Abbâs'dan, el-Cessas ise Mücâhid'den
nakletmişlerdir. İbn-i Mâlik de aynı görüştedir.104[BLOK11pt.]
Diğer görüş ise İmâm Ebû Hanife, İmâm Yûsuf, İmâm Muhammed, İmâm Züfer ve
İmâm Şâfiî tarafından öne sürülmüştür. Onlara göre sözgelimi bir kimse hizmetçisine 10 sopa
vurmaya yemin ettiğinde, 10 sopayı birleştirerek ona vursa yemini yerine gelmiş olur. Ancak
10 sopanın hepsinin de hizmetçinin vücuduna değmiş olması gerekir. Nitekim. Hz.
Peygamber'den (s.a) rivâyet edilen bir hadisde, o, hasta bir zaniye böyle ceza vermiştir.
Çünkü zina eden şahıs o derece hasta idi ki 100 sopaya dayanması mümkün değildi. el-
Cessas'ın Sa‘d b. Ubâde'den rivâyet ettiğine göre, “Benî Sa‘d kabilesinden bir şahıs zina

101

102

103

104
etmişti. Ancak o kadar hastaydı ki bu şahıs, bir deri bir kemik kalmıştı. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a) bu zaniye, 100 çöpü olan bir hurma dalıyla bir kez vurulmasını emretmişti.
(Ahkâmu'l-Kur’ân, ayrıca bu hadis, Müsned-i Ahmed'de, Ebû Dâvûd, Neseî, İbn-i Mâce,
Taberânî, Abdurrezzak'ın kitaplarında ve daha birçok hadis kitabında kayıtlıdır.) Hz.
Peygamber (s.a) hasta ve zayıf olan biri üzerinde hadd cezasını bu şekilde tatbik etmiştir.
Ayrıca fukaha, bu tür bir ceza için çeşitli şartlar öne sürmüştür. Örneğin her çöpün suçlunun
vücuduna dokunması ve ayrıca da eziyet vermesi gibi.105[BLOK11pt.]
Bazı alimler, bu âyeti hile-i şer’iyyeye delil kabul etmişlerdir. Bunun Allah Teâlâ'nın
Hz. Eyyûb'a gösterdiği bir çözüm olduğundan da bir şüphe yoktur. Fakat bu, sorumluluktan
[farzdan] kurtulmak için gösterilen bir yol değil, sadece bir kötülükten kaçınmak içindi.106
[BLOK11pt.]
Dolayısıyla İslâm hukukunda bile, ancak kişinin kendisine veya bir başkasına yapacağı
zulüm, günah ve kötülüğü bertaraf etmesi şartıyla caizdir. Aksi takdirde haramı helâl kılmak,
farzdan kaçınmak ve iyiliği terk etmek için yapılan hile günah üstüne günahtır, hatta son
tahlilde küfre bile girebilir insan. Çünkü art niyetle hile yapmaya çalışan bir kimse, güya
Allah'ı kandırmaya çalışıyordur. Sözgelimi bir kimse zekât vermemek için, yılın bitiminden
önce malını başkasına devrederse, sadece farzı terk etmiş olmaz, aynı zamanda farzdan
kurtulduğunu da sanarak Allah'ı aldatmaya çalışmış olur. Bazı fakihlerin bu gibi hilelere
eserlerinde yer vermiş olmaları, şer'i hükümlerden nasıl kaçınılacağını göstermek için
değildir. Bilakis hile-i şer’iyeye başvuran bir adamın davasına bakarken hâkimin zâhire göre
hükmedip, sonucu Allah'a bırakması için yapılan hileyi bilmesini sağlamaktır.107[BLOK11pt.]
Kurtubî'ye göre Eyyûb'un yemini:
Eyyûb hastalığı esnasında hanımına yüz sopa vurmaya yemin etmişti. Bu yeminine
neyin sebep olduğu hususunda dört ayrı görüş vardır:[BLOK11pt.]
1) İbn-i Abbâs'ın rivâyet ettiğine göre, Eyyûb'un hanımı doktor sûretinde karşılaştığı
İblis'i Eyyûb'u tedavi etmek için çağırmış. İblis, “Şu şartla o'nu tedavi ederim” demiş,
“iyileşecek olursa, ‘Sen beni iyileştirdin’ diyecek, bunun dışında o'ndan hiçbir karşılık
istemiyorum.” Hanımı, “Peki” demiş ve Eyyûb'a böyle demesini öğütlemiş. Bunun üzerine
Eyyûb, hanımını döveceğine yemin etmiş ve, “Yazık sana, o dediğin kişi şeytândır” demişti.
[BLOK11pt.]
2) Sa‘îd b. el Müseyyeb'in dediğine göre önceden Eyyûb'a getirdiği ekmekten daha
fazlasını getirmiş. O hıyanet edeceğinden korkunca, mutlaka onu dövecek diye yemin etmiş.
[BLOK11pt.]
3) Yahyâ b. Selâm ve başkalarının naklettiğine göre de şeytân Eyyûb'un hanımını
Eyyûb'u kendisine kurban olarak bir keçi kesmeye mecbur etmesini ve bunun sonucunda da
iyileşeceğini belirterek telkinde bulunmuş. Hanımı bundan Eyyûb'a söz edince iyileştiği
takdirde ona yüz sopa vuracağına dair yemin etmiş.[BLOK11pt.]
4) Denildiğine göre hanımı saç örüklerini iki ekmek karşılığında satmış. Çünkü Eyyûb'a
yemek üzere götürecek hiçbir şey bulamamıştı. Eyyûb ise ayağa kalkmak istedi mi ona, yani
örüklere tutunurdu. İşte onu dövmeye yemin etmesinin sebebi bu olmuştu.108[BLOK11pt.]
Bu gerçek dışı hikâyelerden sonra Kur’ân'ın gerçeklerine dönüyoruz:
“Ve eline bir tutam bitki al,
‫[ ضغث‬dığs] sözcüğü, “ot, fesleğen ve benzeri şeylerden küçük bir demet” manasınadır.109
Âyetteki, Ve eline bir tutam bitki al ifadesi, 42. âyetteki Ayağın ile topukla [yere vur,
mahmuzla, yaya olarak hemen oradan uzaklaş]! ifadesine bağlanmıştır.

105
106

107

108
Kurtubî, Ahkâmu'l-Kur’ân.
109
Âyette konu edilen demetin ne demeti olduğu açıkça belirtilmediği için, bu ifade
hakkında daha geniş anlamlar düşünülebilir. Meselâ bu ifade ile Eyyûb peygamberden,
yaşadığı bölgedeki bazı bitkileri alıp işaret edilen sulak ve serin bölgeye götürmesi istenmiş
olabileceği gibi, artık çevresinde nitelikli kimse kalmadığı için elinin altında kalan “bir tutam
ot” mesabesindeki niteliksiz kimseleri alıp onlarla sulak ve serin bölgede bir topluluk
oluşturması da istenmiş olabilir.
onunla hemen rızık aramak için sefere çık
DARB: ‫ضرب‬ ّ ‫[ال‬darb] sözcüğü, iyi bir müteşâbih sözcük örneği olup, Lisânü'l-Arab ve
Tâcü'l-Arûs'un beyanlarına göre yüzlerce farklı anlamda kullanılmaktadır.
Darb sözcüğünün hakikî manası, “bir şeyin üzerinde bir şey oluşturmak” demektir. Bir
şey üzerinde bir şey oluşturmanın ise doğal olarak bir çok yolu ve yöntemi olduğu için sözcük
de mecâzen pek çok anlamda kullanılabilmektedir. Meselâ, herhangi bir nesne üzerinde el,
sopa, kılıç gibi bir çok şey vasıtasıyla bir şeyler oluşturmak mümkündür. Bir nesne üzerinde
el ile oluşturulan şey “dövmek” veya “çarpmak” sözleriyle, sopa ile oluşturulan şey “kırmak”
veya “devirmek” sözleriyle, kılıç ile oluşturulan şey “kesmek”, “yaralamak” veya “çizmek”
sözcükleriyle ifade edilen eylemler olabilir. İşte, tüm bu eylemler darb sözcüğünün anlamı
kapsamındadır. Başka bir örnek olarak, herhangi bir metal parçası üzerinde yapılacak oyma
veya kabartma eylemi de darb sözcüğüyle ifade edilir. Nitekim metal para basımına darb,
para basılan yere de darbhâne adı verilmiştir. Osmanlı paralarının üstünde yazılı olan ‫ضرب فى‬
‫[ قسصصصطنطنّيه‬duribe fî kostantıniyye] ibaresi de, “Kostantıniye'de [İstanbul'da] basılmıştır”
anlamına gelmektedir. Yine başka bir örnek olarak, yollarda ayakla iz oluşturmak ve bu anlam
ekseninde rızık, ticaret veya savaş için yola gitmek de darb sözcüğüyle ifade edilir. Ayrıca
Araplar misafire ‫[ضصصارب‬dârib=yol tepen] derler. Mecâz anlamları arasında “dövmek” ve
“çarpmak” anlamlarıyla meşhur olan darb sözcüğü; yağmurun topraktaki izi, Mûsâ
peygamberin İsrâîloğulları'na denizde asasıyla yol açması, tuvalete def-i hacet için hızlı
gitmek, çiş yapmak, bir yere bir şey dikmek, erkek hayvanın dişisinin üstüne çıkması, bir şeyi
bir şeye çarpmak, karıştırmak, koyun boyamak, suda yüzmek, akrep sokması, kalp atışı, nabız
vuruşu, bir şeyi kaldırmak, el ile işaret, sıkı tutmak, kavgadan-belâdan kaçmak, bir yere varıp
dikilmek, örnek vermek ve daha bir çok anlamlarda kullanılır.110
Darb sözcüğünün değişik anlamlarıyla ilgili Kur’ân'da bir çok örnek mevcut
olduğundan, Kur’ân üzerinde çalışanların bu sözcüğün geçtiği pasajdaki anlamı
yakalayabilmeleri için sözcük üzerinde iyi düşünmeleri gerekmektedir.
Görüldüğü üzere darb sözcüğü, müteşâbih anlamlı bir sözcüktür. Bu sebeple sözcük, yer
aldığı cümledeki veya bulunduğu pasajdaki söz ve anlam akışı dikkate alınarak te’vîl edilmeli,
yani sözcüğün değişik anlamlarından birisi tercih edilmelidir.
Bu pasajdaki konu akışı dikkate alındığında, bize göre darb sözcüğü için en uygun
anlam (emir kipi olarak), “Rızık aramak için yola çık, hicret et, bulunduğun yerden ayrıl!”
anlamıdır. Kitab-ı Mukaddes'teki, “Eyyûb, dostları için dua ettikten sonra, Eyyûb'un
sürgününü Rabb döndürdü. Ve Rabb o'nu eski gönencine kavuşturup o'na önceki varlığının iki
katını verdi”111 ifadesi de, Eyyûb peygamberin memleketinden ayrıldığını, gurbette çok geniş
imkânlara ve lütuflara mahzar olduğunu ve sonra memleketine geri döndüğünü anlatmakta,
dolayısıyla bizim önerdiğimiz anlam uygun düşmektedir.
ve hânis olma [kararsız olma, doğrudan sapma]
HINS: ‫[ الحنصث‬hıns] sözcüğü asıl olarak, “hakktan bâtıla kaymak; günah işlemek” ve
“kararsızlık” anlamlarına gelmektedir.112 Yemin eden birisinin yemininden caymasına da,
“hakktan bâtıla kaymak” manasında hânis olma denir. Âyette ve pasajda yemine dair başkaca
bir söz olmadığı gibi, Eyyûb peygamberin, elindeki bir tutam ot ile hanımına vurması

110
Lisânü'l-Arab, 5/477, 483; Tâcü'l-Arus, 2/166-175; Müfredât, s. 294.
111
Eyyûb, 42:10.
112
istendiği yönünde ima ve işaret sayılabilecek açık veya kapalı herhangi bir söz de yoktur.
Dolayısıyla buradaki hıns sözcüğünün, “yeminden dönmek” anlamında değerlendirilmesi bize
göre yanlıştır. Âyetteki, bir dizi emrin sonuncusu olarak Eyyûb peygambere verilen ve lâ
tahnes ifadesi, “karasız olma, hakktan sapma, günah işleme!” anlamlarında
değerlendirilmelidir. Nitekim hıns sözcüğü Kur’ân'da bir kez daha geçmekte ve orada da,
“hakktan bâtıla sapış; günah” anlamında kullanılmaktadır:
Büyük hıns [günah] üzerine ısrar ediyorlardı. (Vâkıa/46)[BLOK11pt.]
Görüldüğü gibi, sözcükler asıl anlamlarında anlaşılıp pasajın bütünlüğü de dikkate
alındığında, âyetin başka zorlamalara gerek bırakmayan mesajı açıkça ortaya çıkmaktadır.
Sözcüklerin gerçek anlamları dışında anlaşılması durumunda ise ortaya bir de Eyyûb
peygambere bir yemin ayarlamak mecburiyeti çıkmakta ve böylece yukarıda aktardığımız
uydurma senaryoların sayısı, ayarlanan yemin gerekçeleri nisbetinde artmaktadır.
Bize göre, Eyyûb (a.s) kıssasının anlatıldığı âyetlere yakıştırılan anlamların mucize
mantığıyla izah edilmesinin de hiçbir makul gerekçesi yoktur. Zira Eyyûb peygamberin
karşısında ne o'nun peygamberliğini inkâr eden, ne de o'ndan mucize bekleyen herhangi bir
kişi veya zümre vardır.
Gerçekten Biz o'nu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça dönendir.
Eyyûb peygamber kıssası, Rabbimizin Eyyûb'u (a.s) çok güzel niteliklerle övüp
onurlandırdığı bu ifadelerle son bulmaktadır. Daha önce Dâvûd ve Süleymân peygamberler
için kullanılan evvâb sıfatının bu kez de Eyyûb peygamber için kullanılmış olması dikkat
çekicidir. Sûredeki kıssalarıyla Peygamberimize ve tüm insanlığa örnek gösterilen
peygamberlerin bu ortak özelliği, müminin övgüye lâyık diğer niteliklerinin de kaynağı
durumundadır. İsrâ/25'de çoğul hâliyle karşımıza gelecek olan evvâb sözcüğü, Kaf/32'de
genel anlamda kullanılmış ve tarafımızdan şu şekilde açıklanmıştı:
* ‫[ اّواب‬evvâb];
* Günahlarından pişman olup çokça dönen ve çokça istiğfar eden,
* Allah'a tefekkürüyle çokça dönen, çokça yönelen,
* Allah'ın dışındaki varlıklara yönelirken, hevâ ü heveslerine uymaktan çokça dönen
[kendini alıkoyan],
* Allah'tan başkasını kabullenmeyen, Allah'ın dışındaki her şeyden kesinlikle el etek
çeken demektir.
Dolayısıyla evvâb olan kimse, arzularını ve isyanı terk edip Allah'a itaat ve rızayı seçen
kimsedir. O, Allah'ın hoşlanmadığı şeyleri terk eder, Allah'ın tavsiye ettiği yola tâbi olur. Bu
yoldan küçük bir sapma bile onu korkutur. O, Allah'a çokça tevbe ve kulluk eder, O'nu
hatırlar ve her işinde O'na yönelir.
Kur’ân'da ilk kez bu sûrede yer alan Eyyûb peygamber, daha sonra En‘âm/84 ve
Enbiyâ/83-84'de de zikredilecektir.
BU KISSALARIN MESAJI: Bir kul bilmelidir ki, Allah'tan af dilerse, Allah kendisini
bağışlar. Nitekim kıssalarda da Yüce Allah'ın Dâvûd, Süleymân ve Eyyûb peygamberleri
bağışladığı ve onlara eskisinden kat be kat fazla imkânlar verdiği anlatılmaktadır.
Bu kıssaların bir başka mesajı da, Peygamberimizin tıpkı Eyyûb peygamber gibi, bir
avuç insanla başka bir diyara gideceği ve orada güçlenip geri döneceğidir.
Yakıştırdıkları anlamları uydurma hikâyelerle besleyip peygamber kıssalarını efsaneye
çevirenler ve onları hiç sorgulamadan kabul edenler, kendilerine şu soruyu sormak
durumundadırlar: Acaba Süleymân ve Eyyûb peygamberlere musallat olan şeytânlar şimdi
nerededirler ve ne yapmaktadırlar?
45-47. Güç ve basîret sahibi kullarımız İbrâhîm'i, İshâk'ı ve Ya‘kûb'u da hatırla!
Şüphesiz Biz onları bu Yurt'un düşüncesi saflığıyla saflaştırdık [arı-duru hâle getirdik]. Ve
şüphesiz onlar, yanımızda seçilmiş en hayırlı kimselerdendir.
Bu âyet grubuyla Peygamberimizin yönlendirilmesine ve yüreklendirilmesine devam
edilmektedir. Bu âyetlerde, daha önce yaşamış ve fitnelendirilerek arı-duru hâle getirilmiş
peygamberlerden üçünün daha ismi sayılmış ve dolayısıyla kendisinin de aynı yollardan
geçirildiği ve geçirileceği, bu nedenle onlar gibi sabırlı olması gerektiği bildirilmiştir.
Güç ve basîret sahibi
Bilindiği gibi, insanın bir bedensel bir de zihinsel gücü vardır. Bedensel güç, genellikle
el yardımı ile yapılan işlerle ortaya konduğu için el sözcüğü “güç”ten kinâye olarak kullanılır.
İnsanın zihinsel gücü ise “görüş, görme, göz”e izafeten basîret sözcüğüyle ifade edilir. Bu
nedenle, iki gözü olan ve onlarla çevreye bakınıp durana değil de zihinsel fonksiyonlarını
kullanan, yani akleden, tefekkür eden, bakar kör olmayan kimselere basîret sahibi denilir.
Dolayısıyla 45. âyette adı geçen peygamberlerin “güç ve basîret sahibi kullar” olarak
nitelenmesi, onların dirâyetli, gayretli, doğru yolu gören ve gösteren kimseler olduğunu
anlatmaktadır.
ZİKRE'D-DÂR [YURT DÜŞÜNCESİ]: Zikre'd-dâr tamlaması, bazı eserlerde yer aldığı
gibi “yurt hatırlatması” değil, “yurt hatırlaması” [yurdun akıldan çıkmaması] demektir. 45.
âyette adı geçen peygamberlerin hem Kur’ân'da anlatılan hayat hikâyeleri, hem de
hakklarında tarih kitaplarında yer alan bilgiler dikkate alındığında, bunların sabit bir
vatanlarının olmadığı ve diyar diyar dolaştırıldıkları görülür. Bu durum göz önüne
alındığında, âyette adı geçen peygamberlerin arıtılıp olgunlaştırılmak üzere birçok zorluğa
maruz bırakıldıkları anlaşılmaktadır. Bu zorluklar hem gittikleri ülkelerde ateşe atılmışçasına
sıkıntılarla boğuşmak, hem de öz memleketlerinden uzakta kalmaları sebebiyle yurt hasreti
çekmek şeklinde gerçekleşmiştir.
‫[ الّدار‬ed-dâr] ifadesini, “yurt” yerine “âhiret” anlamına almak, hem pasajdaki söz akışına
uymaz, hem de “arıtma” kavramıyla bağdaşmaz. Çünkü âhireti hatırlamak, ateşe atılmak
değildir ve insana acı vermez. Acı; hasrette, gurbette ve çilededir.
SAFLAŞTIRMA [ARI-DURU HÂLE GETİRME]: Sûrenin sonundaki “Fitne” başlıklı
yazımızda da görüleceği gibi, bu sözcük daha evvel Dâvûd ve Süleymân peygamberler için
kullanılan fetennâ sözcüğünün farklı bir şeklidir ve süzmeyi, saflaştırmayı, sabırlı olmayı,
metanetli davranmayı, öğretmeyi, bilgilendirmeyi, görgülendirmeyi, deneyim kazandırmayı
ifade eder.113
48. İsmâîl'i, Elyasa'yı, Zülkifl'i de an. Hepsi de hayırlı kimselerdendir.
Bu âyette Rabbimiz, İsmâîl, Elyesa ve Zülkifl'in de arıtılmışlardan olduğunu
açıklamakta ve Peygamberimizin onları her zaman hatırlamasını istemektedir. Bu
peygamberler de Allah'ın dini uğruna sıkıntılara göğüs germiş peygamberler olmalıdırlar ki,
Yüce Allah Peygamberimizden onların sabırlarını ve sabırları karşılığı Allah'tan gördükleri
merhameti düşünmesini, onları örnek alarak yalanlayıcı ve sapık olan toplumundan gördüğü
sıkıntılara karşı sabretmesini istemektedir.
ELYESA: ‫[ اليسع‬Elyesa] ismi, biri burada, diğeride En‘âm/86'da olmak üzere Kur’ân'da
2 kez geçmektedir. Her iki âyette de bu isim diğer peygamberlerle birlikte zikredilmiş,
başkaca bir açıklama yapılmamıştır.
Elyesa, İsrâîloğulları'nın büyük peygamberlerinden biridir. Hakkında Kitab-ı
Mukaddes'in, II. Krallar, 2-13. bölümlerinde oldukça ayrıntılı anlatılar mevcut olan ve
Yahudilerin “Elisha” dedikleri bu peygamber, Ürdün nehrinin sahil kenarında, “Abel
Meholah” denilen bir beldenin sakinlerinden olup, İlyas peygamberin Şam ve Filistin'e
tebliğde bulunmak üzere gittiğinde yerine bıraktığı kişidir. Kitab-ı Mukaddes'e göre bir gün
Elyesa'nın köyünden geçen İlyas peygamber, o'nu 12 çift öküzle arazisini sürerken görür ve
abasını üzerine atar. Bunun üzerine Elyesa tarlasını bırakır ve İlyas'ın yanında kalır. Allah
İlyas'ı göğe alınca da, o'nun görevini Elyesa sürdürür.

113
ZÜLKİFL: ‫[ ذوالكفل‬Zülkifl] ismi de, yine biri burada, diğeride Enbiyâ sûresi'nde olmak
üzere Kur’ân'da 2 kez geçmektedir. Zülkifl sözcüğü, “nasip ve kısmet sahibi” anlamına
gelmekte olup,114 bu sözcükle âyette kasdedilen, o sâlih adamın ismi değil, lâkabıdır. Fakat bu
lâkap burada, o kişinin dünyevî zenginliğini değil, üstün şahsiyetini ve âhiretteki derecesini
ifade etmektedir.115
“Zülkifl”in kimliği ve milliyeti hakkında birçok farklı görüş ileri sürülmüştür. Onun;
Zekeriyyâ, İlyas, Nûh'un oğlu Yeşu veya Elyasa olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Eyyûb
peygamberin kendinden sonra peygamber olan Bişr adındaki oğlu olduğunu söyleyenler de
vardır.116
Allame Alusî ise, “Yahudiler o'nun, İsrâîloğulları'nın esareti sırasında (M.Ö. 597)
peygamber tayin edilen ve vazifesini Habur ırmağı yakınlarında bir bölgede yapan Hezekiel
olduğunu iddia ederler” demiştir.117
Kitab-ı Mukaddes'teki anlatımlar dikkate alındığında, bu kişinin Hezekiel olduğu
yolundaki görüş en uygun görüş gibi durmaktadır. Çünkü Hezekiel'in özellikleri, âyette
bildirilen niteliğe ters değildir ve Hezekiel kitabı da fazla tahrifata uğramamış yazılardan biri
olarak kabul edilmektedir:
Sonradan eklenmiş az sayıda parçayı ötekilerden ayırt etmek olanaklıdır, ama metnin
büyük bölümünün gerçekliği kuşkusuzdur.118[BLOK11pt.]
Kitab-ı Mukaddes'e göre, Kudüs'ü işgal eden Bahtunnasr'ın, İsrâîloğulları'ndan aldığı ve
Irak'ta Habur ırmağı yakınlarındaki Tel-abib'e yerleştirdiği esirlerden biri olan Hezekiel, en
fazla 30 yaşındayken peygamberlik görevini almış ve tam 22 yıl boyunca gerek esaretteki
İsrâîloğulları'na ve gerekse zalim yöneticiye ve adamlarına Allah'ın mesajını tebliğ etmiştir.
Görevinin 9. yılında “gözlerimin sevgilisi” diye adlandırdığı karısı ölen Hezekiel, ertesi gün
karısının ölümüne ağlamaya gelenleri Allah'ın gazabıyla ve dünyada gelecek olan yakın
azapla uyarmıştır.119
49-54. İşte bu bir öğüttür/şereftir/hatırlatmadır. Şüphesiz ki takvâ sahipleri için güzel
bir dönüş yeri; içlerinde yaslanarak birçok meyve ve içecekler istedikleri, ve de yanlarında
hepsi de aynı yaşta bakışları dikililerin olduğu [gözleri karşılarındakinden başkasını
görmeyen hizmetçilerin bulunduğu] kapıları kendilerine açılmış olan Adn cennetleri vardır.
İşte bu, hesap günü için size vaat edilendir. –Hiç şüphesiz ki işte bu, Bizim rızkımızdır; ona
hiç tükenmek yoktur.–
49-64. âyetlerde Yüce Rabbimiz, –sûrelerin çoğunda olduğu gibi– dikkatleri yeniden
âhirete çekmektedir. Bu âyetler içinde yer alan ve 49-54. âyetlerden oluşan birinci grupta
“muttakîler tablosu”, 55-64. âyetlerden oluşan ikinci grupta da “azgınlar tablosu”
canlandırılmıştır.
“Muttakîler tablosu” olarak isimlendirdiğimiz cennet tasvirleri, ileride daha bir çok
âyette farklı ayrıntılarla karşımıza gelecektir. Bunlardan bir bölümünü, rağbet ettirmek
amacıyla burada aktarıyoruz:
Gerçekten cennetin ashâbı [cennetlik olanlar] bugün bir meşguliyet içinde sefa
sürmektedirler. Kendileri ve eşleri gölgeler içinde koltuklar üzerine kurulmuşlardır. Yalnızca
onlara, orada bir meyve vardır. İsteyecekleri her şey de onlarındır. (Yâ-Sîn/55-57)
[BLOK11pt.]
Kuşkusuz takvâ sahipleri için bir korunak var. Sulak bağlar-bahçeler, üzümler, hepsi bir
seviye tomurcuklar [çiçek bahçeleri]. Dolu dolu su kapları. Orada boş bir söz ve yalan
duymazlar. Rabbinden bir karşılık ve yeterli bir bağış olarak. (Nebe/32-36)[BLOK11pt.]
114

115

116

117

118
Ana Britannica; c. 15, s. 241.
119
Hezekiel Kitabı, 24:15-27.
Biz onları (özenli) inşa ile inşa ettik [yarattık]: Ki onları, sağın ashâbı için eşlerine
düşkün ve hepsi bir ayarda bakireler [dokunulmamış] yaptık. (Vâkıa/35-38)[BLOK11pt.]
Oralarda, daha önce insan ve cinn tarafından dokunulmamış [elle ve gözle değilmemiş],
bakışlarını eşine diken eşler vardır. (Rahmân/56)[BLOK11pt.]
Yeşil yastıklara ve Abkari sergilere [harikulâde güzel işlemeli döşeklere] yaslanırlar.
(Rahmân/76)[BLOK11pt.]
Yanlarında gözlerini kendilerine dikmiş iri gözlüler vardır. Korunmuş yumurta gibidir
onlar. (Sâffat/48-49)[BLOK11pt.]
Burada dikkat edilmesi gereken iki husus vardır. Bunlardan birincisi, cennet tasvirlerinin
birer örnekleme olduğu (Bakara/25, Ra‘d/35, Muhammed/15) hususu, diğeri de bu tasvirlerin
çok sıcak olan ve suyu, sebzesi, meyvesi kıt bir ülkede yaşayan Araplara yönelik yapıldığı
hususudur. Kur’ân'ın iniş dönemindeki muhatapların Araplar değil de yeşilliği, suyu, sebzesi,
meyvesi bol ve serin bir ülkenin halkı olması durumunda, cennet tasvirlerinin de o ülke
halkını imrendirecek nitelikler içereceğinin düşünülmesi gerekir. Burada asıl anlatılmak
istenen, insanları mutlu edecek her türlü imkânın cennette mevcut olduğudur.
55-58. İşte! Şüphesiz azgınlar için de en kötü dönüş yeri; kendisine yaslandıkları
cehennem vardır. –O ne kötü yataktır!– İşte o kaynar su ve irindir. Artık onu tatsınlar [tadıp
dursunlar]! Ve onun şeklinden çifter çifter diğerleri vardır.
Bu âyet grubunda mükezziblerin [yalanlayanların] karşılaşacakları şartlar kısaca
anlatılmaktadır. Böylece, diğer sûrelerdeki gibi, burada da önce vaat, arkasından vaîd; yani
önce terğîb [özendirme], sonra da terhîb [korkutma] sıralaması uygulanmış olmaktadır.
HAMÎM ve ĞASSÂK: ‫[حميم‬hamîm], “kaynar su”; ‫ساق‬ ّ ‫[ غ‬ğassâk] ise, “yaradan akan sarı
su; irin, cerahat akıntısı” demektir. Ğassâk sözcüğü bundan başka, “tiksindirici derecede
kokan, kokuşmuş nesne” ve “yılan ve akrep zehiri” için de kullanılır.120
Demek oluyor ki, muttakîler cennette her türlü konfor ve nimetler içinde mutlu
yaşarlarken, mükezzibler cehennemde, kaynar su, irin, iğrenç kokular ve yiyecekler içinde
bulunacaklardır.
Mükezziblerin cehennemde hamîm ve ğassâk ile (ikisi bir arada) cezalandırılmaları, bir
başka sûrede daha yer almıştır:
Kuşkusuz cehennem gözetleme/pusu yeri olmuştur. Azgınlar için son varılacak yer
olarak. Orada çağlarca kalacaklardır. Orada bir serinlik ve içecek bir şey tatmazlar. Ancak
yaptıklarına uygun bir ceza olarak bir kaynar su ve irin (tadarlar). Ve onlar hesabı
ummazlardı. Ve âyetlerimizi yalanladıkça yalanladılar. Oysa Biz her şeyi yazarak saydık
döktük: “Öyleyse tadın! Bundan böyle size azaptan başka bir şey arttırmayacağız.” (Nebe/21-
30)[BLOK11pt.]
Ğasak sözcüğünün bir de “aşırı derecede soğuk” anlamı vardır121 ki, âyette sözcüğün bu
anlamda kullanıldığı düşünülürse, cehennemde hamîm'in karşıtı olarak soğuk ile de azap
edileceği anlaşılır. Nitekim Rabbimizin, cennette muttakîlerin soğuk [zemherir]
görmeyeceklerini bildirmesi; ğassâk'ın, “aşırı soğuk” anlamında kabul edilmesinin yanlış
olmadığını göstermektedir:
Orada tahtlar üzerine dayanmış olarak kalacaklar; orada yakıcı güneş ve de zemherir
[şiddetli soğuk] görmezler. (İnsan/13)[BLOK11pt.]
Ve onun şeklinden çifter çifter diğerleri vardır.
Bu âyet, cehennemde başka azapların da var olduğunu bildirmektedir. Âyetteki, Ve
onun şeklinden ifadesi, tadılan azaba benzer ama değişik, çok çeşitli başka azaplar olduğunu
veya 57. âyette zikredilen “kaynar su” ve “irin” gibi içecek cinsinden daha nicelerinin var
olduğunu anlatmaktadır.

120

121
Bu konuda, kıraat [okunuş] farklılıkları sebebiyle oluşan değişik görüşleri Râzî şöyle
aktarmıştır:
Ebû Amr, ‫[آخر‬âharu] sözcüğünü ‫[ُاخرى‬uhrâ] kelimesinin çoğulu olarak, elif'in zammesi
ile ‫[ُاخُر‬uharu] şeklinde okumuştur. Buna göre mana, “çeşitli diğer azablar” şeklindedir. Bu
aynı zamanda, Mücâhid'in de kıraatidir. Diğer kıraat imâmları ise bunu, müfred sîga ile,
“diğer bir azab” şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraate göre mana, “Tadılan bu azabın
şeklinde, tadılacak diğer azablar, yani, şiddet ve korkunçluk bakımından bunun gibi
azablar...” şeklindedir. Buna göre, âyetteki ezvâc, “ecnâs” [aynı cinsten azablar] manasınadır.
İkinci kıraate göre ise mana, “Ya diğer bir azab, yahut tadılacak diğer bir şey...” manasınadır.
Bu durumda ‫[ أزواج‬ezvâc], âher'in sıfatı olur. Çünkü bu azabın çeşitli olması mümkündür.
(Dolayısıyla sıfatı cemî olarak gelmiştir.) Yahut da, her üç kelimenin, yani hamîm, gassâk ve
âher kelimelerinin hepsinin birden sıfatıdır.122[BLOK11pt.]
59-64. İşte bunlar da sizinle birlikte atılırcasına giren bir gruptur. Onlara bir
merhaba [rahat] yok. Şüphesiz onlar cehenneme sallandılar. Derler ki: “Hayır, asıl size
merhaba yok. Onu [cehennemi] önümüze siz getirdiniz. O ne kötü bir duraktır!” Derler ki:
“Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun ateşteki azabını kat kat artır!” Ve yine
derler ki: “Kendilerini kötülerden saydığımız bir takım adamları niye göremiyoruz? Biz
onları alaya almıştık/aşağılamıştık. Yoksa gözler onlardan kaydı mı?” Şüphesiz ki bu, ateş
ehlinin birbiriyle tartışması/davalaşması gerçektir.
Bu âyet grubunda gözler önüne bir cehennem sahnesi getirilmiş ve canlı bir anlatım
sergilenmiştir. Sahnedeki oyuncular, dünyada iken müminlere karşı birbirleriyle işbirliği
yapan, onlara üstünlük taslayan, onların cennete ilişkin inançlarını alaya alan ve çağrılarına
gülüp geçen, buna karşılık birbirlerini seven, birbirlerinin dostu ve birbirlerini ayartan
kişilerdir. Bu kişiler cehennemde birbirlerini suçlamaya başlamışlar, birbirlerine düşmüşler,
birbirlerini görmek istemez bir hâle gelmişlerdir.
Âyette geçen ‫[مقتحم‬muktehimün] sözcüğünün kökü, –daha önce Beled sûresi'nde de
geçmiş olan– ‫[اقتحام‬iktihâm] sözcüğüdür. İktihâm, “kendisi için zor ve meşakkatli bir işe
yönelmek, çetin bir işe girişmek” demek olup, bu sözcükten türemiş olan kahame, yekhumu,
kuhumen, iktehâme, iktihâmen, tekahheme, tekahhumen gibi ifadelerin hepsi de kişinin, büyük
işlere giriştiğini, zor görevlere teşebbüs ettiğini, zorlukları göğüslediğini ifade eder.123
Buradan anlaşılmaktadır ki, cehenneme girenler, oraya girebilmek için bir hayli emek
sarf etmişler, ter dökmüşlerdir. Kısacası, bilinçli bir çalışma ile hakk ederek oraya
girmişlerdir. Yoksa orada kendi istekleri dışında bulunmamaktadırlar. Bu ifadelerdeki alaycı
üslûp dikkat çekicidir.
İşte bunlar da sizinle birlikte atılırcasına giren bir gruptur. Onlara bir merhaba
[rahat] yok.
Bu ifade, cehennemliklerin liderlerinin söyledikleri sözleri nakletmektedir. Bunun böyle
olduğunun delili, sonraki âyette, bu liderlere tâbi olanların, Hayır, asıl size merhaba yok. Onu
[cehennemi] önümüze siz getirdiniz sözleriyle onlara cevap vermeleridir.
Buradaki ‫[ ل مرحبا‬merhabâ yok] deyimi, liderlerin, kendilerine tâbi olanlara yönelttikleri
bedduayı dile getirmektedir. Merhabâ sözcüğü, “darlık ve sıkıntı olmayan, rahat bir yere
geldin” veya “Sen yurduna geldin” manasında olup,124 lehlerine dua edilen kimselere söylenir.
Bu sözcüğü beddua hâline dönüştürmek için ise, başına lâ edatı getirilir.
Tâbi olanların, uğradıkları beddua karşısında, Hayır, asıl size merhaba yok demeleri,
“Ey liderler! Bize beddua ettiğiniz bu söze siz daha lâyıksınız” anlamına gelmektedir. Tâbi
olanlar bu sözlerinin gerekçesini de hemen açıklamışlardır: Onu [cehennemi] önümüze siz
getirdiniz.

122
Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
123

124
Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun ateşteki azabını kat kat artır!
Tâbi olanların 61. âyette dile getirdikleri bu talep, benzer sözlerle A‘râf ve Ahzâb
sûrelerinde de yer almaktadır:
(Allah onlara,) “Sizden önce geçmiş cinn ve insden [tanıdığınız-tanımadığınız] ateş
içindeki ümmetlerin [toplumların] içine girin!” dedi [der]. Her toplum girdikçe kardeşine
lânet etti [eder]. Nihâyet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında,
“Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdı. Onlara ateşten kat kat azap ver” dediler [derler]. (Allah,)
“Herkese kat kattır, fakat siz bilmiyorsunuz” dedi [der]. Öncekiler de sonrakilere, “Sizin bize
karşı fazlalığınız yoktur. O hâlde yaptıklarınızdan dolayı azabı tadın” dediler [derler].
(A‘râf/38-39)[BLOK11pt.]
Kesinlikle Allah kâfirleri hayırdan uzak tutmuş ve içinde ebedî olarak kalmak üzere
onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada, bir yakın ve yardımcı bulamazlar. O gün
yüzleri ateş içinde çevrilirken, “Ah keşke Allah'a itaat etseydik ve Elçi'ye itaat etseydik!”
derler. Yine derler ki: “Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi
onlar yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki katı ver ve kendilerini büyük bir
lânet ile lânetle.” (Ahzâb/64-68)[BLOK11pt.]
Ve yine derler ki: “Kendilerini kötülerden saydığımız bir takım adamları niye
göremiyoruz? Biz onları alaya almıştık/aşağılamıştık. Yoksa gözler onlardan kaydı mı?”
Bu âyetle sahne değişmiş ve cehennemlikler dünyada kendilerine karşı üstünlük
tasladıkları, hakklarında kötü düşündükleri, cennete ilişkin inançlarını alaya aldıkları
müminleri aramaya başlamışlardır. Ne var ki, alaya alıp aşağıladıkları ve cehennemde
kendileri ile birlikte olmaları gerektiğini düşündükleri bu kişileri orada görememenin
şaşkınlığını yaşamaktadırlar.
Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması/davalaşması gerçektir.
Cehennemlikler arasındaki bu suçlamalar Rabbimiz tarafından “davalaşma” olarak
isimlendirilmiştir. Çünkü bu kişilerin birbirleri aleyhinde taleplerde bulunması ve yapılan
karşılıklı suçlamalar, birbirini dava etmiş kişilerin mahkeme salonundaki çekişmelerini
andırmaktadır.
65-66. De ki: “Ben ancak bir uyarıcıyım. Ve O, bir tek ve kahredici, göklerin, yerin ve
ikisi arasında olan şeylerin Rabbi, çok güçlü, çok bağışlayıcı olan Allah'tan başka tanrı
yoktur.”
Bu bölümde sûrenin başındaki konuya dönülmüştür. Dolayısıyla, bu iki âyet, sûrenin
başlangıcındaki âyetler hatırda tutularak okunmalıdır. Yüce Allah sûrenin başında kâfirlerin
tevhîd, nübüvvet ve öldükten sonra dirilme konularındaki inkârcı tavırlarına karşı
Peygamberimize sabretmesini [göğüs germesini] öğütlemiş, örnek almasını istediği kişilerin
kıssalarını hatırlattıktan sonra da o'na bu iki âyetten oluşan bildiriyi ilân etmesini emretmiştir:
Ben ancak bir uyarıcıyım. O bir tek ve kahredici, göklerin, yerin ve ikisi arasında olan
şeylerin Rabbi, çok güçlü, çok bağışlayıcı olan Allah'tan başka tanrı yoktur.
BURADAKİ İLÂHÎ VASIFLAR: Bu âyetlerde Rabbimizden sadece “Allah” veya
“Rabbiniz” diye bahsedilmekle kalmamış, O'nun kâfirleri tehdit edici, müminlere ise ümit
verici bir takım sıfatları da zikredilmiştir: “Bir tek”, “kahredici”, “göklerin, yerin ve ikisinin
arasındakilerin Rabbi”, “çok güçlü”, “çok bağışlayan.”
Buradaki “kahhâr” ve “evrenin Rabbi” sıfatları, hiç kimsenin Allah'tan kaçamayacağını;
“çok bağışlayıcı” sıfatı da, Kendisine yönelenleri bağışlayacağını ifade etmektedir.
67-70. De ki: “O, çok büyük, önemli bir haberdir. Siz ondan yüz çeviriyorsunuz.
Onlar birbirileriyle tartışırken, benim mele-i a‘lâ'ya dair bir bilgim yok idi. Ancak ben, evet
ben apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor.”
Bu âyet grubu da, 27-29. âyetlerden oluşan necm gibi ayrı bir necm olup kendisinden
önceki ve sonraki paragraflarla ilgisi yoktur. Hatta, işlenen konu itibariyle 27-29. âyetlerden
oluşan necm'den sonra geldiği de söylenebilir.
Kur’ân ile Peygamberimiz arasındaki ilişkinin çok farklı bir üslûp ile işlendiği bu
necm'de, konunun doğru anlaşılması için üzerinde durulması gereken iki önemli husus vardır:
A) Kur’ân'ın “çok büyük, önemli bir haber” oluşu; B) Âyetteki mele-i a‘lâ ifadesi.
KUR'ÂN'IN ÇOK BÜYÜK, ÖNEMLİ BİR HABER [OLAY] OLUŞUNUN SEBEBİ:
Kur’ân'ın çok büyük, önemli bir haber olması konusunda çok fazla delil göstermek
mümkündür. Ancak bu delillerin tamamının iki başlık altında özetlenmesi mümkündür:
Birinci olarak: Kur’ân mucize bir kitaptır. Böyle mucize bir kitap, Mekkeli sıradan bir
kişi tarafından topluma sunulmuş, bu sıradan kişi de mucizeyi kendisine mal etmeyip kitabın
kendisine vahyedildiğini, kendisinin sadece bir elçi konumunda olduğunu söylemiştir. Bu,
akıl sahiplerinin vurdum duymazlık yapmamaları ve üzerinde düşünmeleri gereken bir
durumdur. Bu durumun oluşmasının tek sebebi olan Kur’ân ise çok önemli bir gerçektir.
İkinci olarak: Kur’ân hem dünyadaki hem de âhiretteki mutluluğun anahtarıdır. Çünkü
Kur’ân'da yer verilen konular, insanlığın dünya ve âhiretteki mutluluğunu sağlayan ilkeleri
öğretmektedir. Dolayısıyla her iki dünyadaki mutluluğun da reçetesi olan bu ilkelerin
insanlığa haber verilmesi, hiçbir akıllı insanın göz ardı edemeyeceği çok önemli ve çok büyük
bir haberdir.
‫[ المل اعلى‬MELE-İ A‘LÂ]: Yukarıda 6. âyetin tahlilinde ‫[ملء‬mele’] sözcüğünün esas
anlamının, “dolu olan” [depo] demek olduğunu ve zaman içerisinde “reisler/başkanlar, bir
toplumun ileri gelenleri, toplumun erdemlileri” için de mecâz anlamda kullanıldığını ifade
etmiş, bu kişilere mele’ denilmesinin sebebinin, onların bilgi, deneyim ve anlayışla dolu
olmalarından kaynaklandığını belirtmiştik.
Eski tefsirciler, mele’ sözcüğünün “reisler, ileri gelenler” [konsey] şeklindeki mecaz
anlamından yola çıkarak âyetteki, ‫[ المل اعلى‬el-mele'il-a‘lâ] tamlamasını, içindeki a‘lâ [yüce]
sıfatından dolayı “yüce konsey” olarak değerlendirmişlerdir. Ancak, bu yüce konseyin ne
olduğu hakkında ortada sağlam bir kanıt bulunmadığından, bunların “göklerdeki melekler”,
“kerrûbiyûn/mukarrebûn” [Allah'a en yakın olan melekler] olduklarına dair mesnetsiz bir
takım görüşler ileri sürmüşlerdir. Ama iş bununla kalmamış, Allah'ın baş ucundaki meleklerin
[yüce konseyin] muhabbetlerini dinlemek üzere şeytânlar da göklere çıkarılmış ve orada
yıldızlarla bombardımana tutulmuşlardır.
Bize göre ise, sözlük anlamı “yüce dolu, yüce depo” demek olan mele-i a‘lâ ile
kasdedilen, “vahiydir, Kur’ân âyetleri”dir.125 Çünkü Kur’ân, herkesin ihtiyacını karşılayacağı
her şey ile dopdoludur; herkesin ihtiyaç duyduğu/duyacağı bilgiler, eksiksiz olarak Kur’ân'da
depo edilmiştir. Kur’ân'ın içindekiler ıvır-zıvır şeyler olmayıp, en değerli, en yüce şeylerdir.
Zaten 69. âyetin önü ve arkası iyi anlaşıldığında, ‫[ المل اعلى‬mele-i a‘lâ] ifadesi ile “Kur’ân”ın
kasdedildiği hemen görülür. Zira, 70. âyette “vahyedildiği” bildirilen ve 68. âyette de
kâfirlerin “yüz çevirdikleri” şey Kur’ân'dır. Şimdiye kadar tahlilini yaptığımız sûrelerde hep
gördüğümüz ve aşağıdaki âyetlerde de göreceğimiz gibi, müşrikler daima Kur’ân'ı tartışma
konusu yapmışlardır:
Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar: “Bundan
başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir” dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem
benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan
edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.” De ki: “Allah dileseydi, ben onu
size okumazdım ve O [Allah] onu [Kur’an'ı] size bildirmemiş olurdu. Ben de ondan
[Kur’an'dan] önce kesinlikle içinizde bir ömür kalmıştım. Hâlâ aklınızı kullanmayacak
mısınız?” (Yûnus/15-16)[BLOK11pt.]

125
Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını Bize isnad
edesin diye fitneye düşüreceklerdi [sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı]. İşte o
takdirde seni halîl [izdaş, yoldaş, dost] edinirlerdi. Ve eğer Biz seni sağlamlaştırmamış
olsaydık, gerçekten onlara birazcık meylediverecektin. O durumda sana hayatın da ölümün de
iki katını tattırırdık. Sonra Bize karşı kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın. (İsrâ/73-75)
[BLOK11pt.]
‫[ المل اعلى‬mele-i a‘lâ] ifadesinin, “Kur’ân” anlamında olduğunu gösteren diğer bir kanıt
da, âyette Peygamberimize yaptırılan beyandır: Benim mele-i a‘lâ'ya dair bir bilgim yok idi.
Gerçekten de kendisine ilk vahiy gelene kadar Peygamberimizin Kur’ân'a ait hiçbir bilgisi, alt
yapısı, ön hazırlığı yoktu. Kur’ân o'na sürpriz olarak gelmiştir. Peygamberimizin bu konuda
duyarsız ve bilgisiz olduğu Kur’ân'da açık bir ifade ile bildirilmiştir:
Kesinlikle sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün
gözün keskindir. (Kâf/22)[BLOK11pt.]
Ve sen Kitab'ın sana verileceğini umuyor değildin. (O) Ancak Rabbinden bir rahmet
olarak (verildi). Öyleyse sakın kâfirlere arka çıkma [yardımcı olma]. (Kasas/86)[BLOK11pt.]
Sana bu Kur’ân'ı vahyetmekle Biz, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Halbuki sen
bundan önce kesinlikle gâfillerden [duyarsız olanlardan, bilgisizlerden] idin. (Yûsuf/3)
[BLOK11pt.]
‫[ المل اعلصصى‬mele-i a‘la] ifadesi, Sâffat/8'de de yer almış ve orada da “yüce depo”
anlamında ve Kur’ân'ın bir niteliği olarak zikredilmiştir.
71-72. Hani Rabbin bir zaman meleklere, “Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer
yaratıcıyım. Onu tesviye edip, rûhumdan kendisine üflediğim zaman derhal ona secdeye
kapanın” demişti.
71-85. âyetlerin oluşturduğu pasaj da bağımsız bir necm olup insan soyunun ilk
yaratılış aşamalarına dair özellik arz eden noktalar Kur’ân'da ilk kez bu pasajda yer almıştır.
Daha sonra A‘râf, Hicr, İsrâ, Kehf ve Bakara sûrelerinde de değinilen bu konuya, Kur’ân'ın
iniş sırasına göre ilk defa bu sûrede yer verildiğinden, biz de ayrıntılı tahlilimizi burada
yapacak ve konu ile sonraki karşılaşmalarımızda buraya atıfta bulunacağız.
Hemen belirtmek gerekir ki, insanoğlunun yeryüzündeki sorumluluk sınavının nasıl
başladığı ile ilgili olay, burada ve konunun yer aldığı diğer sûrelerde temsilî olarak
anlatılmıştır. Olayın bir tiyatro sahnesi gibi canlandırılarak anlatılması, evrenin, dünyanın ve
canlıların varoluş aşamaları hakkında bilgi sahibi olmayanların konuyu iyi anlamalarını
sağlamaya yöneliktir.
Konunun Allah, melekler, Âdem ve İblis arasında geçen diyaloglarla anlatılması, olayın
tamamen temsilî olduğunu göstermektedir. Çünkü Yüce Allah'ın bir insanla bu tarz
konuşması veya Kendi yarattığı bir şeyin O'na isyan etmesi, bizzat Kendisinin Kur’ân'da
bildirdiğine göre mümkün değildir.
71. âyette ifade edilen “çamurdan yaratılış”, “tesviye”, “rûhun üfürülmesi” ve
“meleklerin secdesi”, bir anda olup bitmiş olaylar değildir. Kur’ân'da verilen ayrıntılara göre,
bu olaylar milyarlarca yıllık bir süreçte gerçekleşmiştir. Yani, bu anlatımlardan, “Allah,
melekleri ve İblis'i çağırdığı bir toplantıda, birkaç dakika içinde hemen Âdem'i yaratacağını
söyledi ve yaratıverdi. Sonra meleklere secde etmelerini söyledi, onlar da derhal secde ettiler.
Ama İblis secde etmedi” şeklinde, her şeyin çok kısa bir zamanda gerçekleştiği anlamında bir
sonuç çıkarılmamalıdır.
Bizim bu konuyla ilgili olarak Kur’ân'dan yaptığımız tesbitler şunlardır:
İNSAN TOPRAKTAN-SUDAN [MADDEDEN] YARATILMIŞTIR:
And olsun, insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık. Ve cann'ı da
daha önce nüfuz eden kavurucu ateşten yaratmıştık. Hani Rabbin meleklere, “Ben, kuru bir
çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratıcıyım” demişti. “Ona bir biçim
verdiğimde ve rûhumdan üfürdüğümde hemen ona secde ederek (yere) kapanın.” (Hicr/26-29)
[BLOK11pt.]
Bu konu için ayrıca Sâd/71, Sâffat/11, Müminûn/12-14, Enbiyâ/30, Furkân/54,
Mürselât/20, Nûr/45, Hacc/5, Mümin/67, Kehf/37, Kıyâmet/36-38'e de bakılabilir.
İNSANIN YARATILIŞINA TOPRAK [MADDE] İLE BAŞLANMIŞTIR:
Ki O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır.
Sonra onun soyunu bir özden [sülâle'den], basbayağı bir sudan yapmıştır. (Secde/7)
[BLOK11pt.]
İNSAN BİR ANDA BUGÜNKÜ YAPISI İLE YARATILMAMIŞ, AŞAMA AŞAMA
YARATILMIŞTIR:
Oysa O, sizi gerçekten tavır tavır/aşama aşama yaratmıştır. (Nûh/14)[BLOK11pt.]
İnsanın yaratılış aşamalarından birisi de bitkilik evresidir:
Ve Allah sizi yeryüzünde bitki olarak bitirdi. (Nûh/17)[BLOK11pt.]
Söz konusu aşamalar, Müminûn/12-14, Mümin/67, Hacc/5, Kehf/37 ve Kıyâmet/36-
38'de belirtildiği gibi, toprakla başlayıp bugünkü hâlimize gelinceye kadarki aşamalardır.
Bu sistem bugün için de aynıdır. Önce toprak, su, yenilip içilenler, teneffüs edilen hava
gibi cansız maddeler canlıya dönüşerek dişide yumurta, erkekte sperm hücresi hâline
gelmekte, sonra da alaka, mudğa, kemik ve et oluşumları bir şekillenme ile sürüp gitmektedir.
Âyetlerden anlaşıldığına göre, ilk hayat da aynı sistemle, doğada önce basit bir canlıdan
başlamış ve sonra alaka, mudğa gelişimine benzer bir seyirle bugünkü hâline gelmiştir. Bu
gelişimler arasındaki zaman aralıkları ise belki milyonlarca yıl sürmüştür.
İNSAN ÖNCE YARATILMIŞ, SONRA DÜZENLENMİŞTİR: Yani, insanın
düzenlenmesi, ilk yaratılıştan sonra olmuştur:
Ki O, yarattı, bir düzen içinde biçim verdi. (A‘lâ/2)[BLOK11pt.]
Ey insan! Üstün kerem sahibi olan Rabbine karşı seni aldatıp yanıltan nedir? Ki O, seni
yarattı, sana bir düzen içinde biçim verdi ve seni bir itidal üzere kıldı. Dilediği bir sûrette
seni tertip etti. (İnfitar/6-8)[BLOK11pt.]
Bir damla sudan yarattı da onu bir ölçüyle biçime soktu. (Abese/19)[BLOK11pt.]
İLK YARATILIŞTAN SONRAKİ YARATILIŞ [EŞİN YARATILMASI], EŞEYSİZ
ÜREMEDİR: İlk yaratılış bir nefisten gerçekleşmiş, bu nefsin eşi, nefsin kendisinden (eşeysiz
olarak) yaratılmıştır. Eşeyli üremeler, bu ilk yaratılış ve eşeysiz olan ilk üremeden sonra
başlamıştır:
Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok
erkek ve kadın türetip-yayan Rabbinizden korkup sakının. Ve (yine) kendisiyle birbirinizle
dilekleştiğiniz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının. Şüphesiz Allah, sizin
üzerinizde gözeticidir. (Nisâ/1)[BLOK11pt.]
Ayrıca A‘râf/189 ve Zümer/6'ya da bakılabilir.
DUYMA, GÖRME VE DUYGU [ZİHİNSEL FONKSİYONLAR] İNSANA
SONRADAN KAZANDIRILMIŞTIR:
Sonra onu düzeltip bir biçime soktu ve ona rûhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler
ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz? (Secde/9)[BLOK11pt.]
Allah, sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezken çıkardı ve umulur ki
şükredersiniz diye işitme, görme (duyularını) ve gönüller verdi. (Nahl/78)[BLOK11pt.]
De ki: “Sizi inşa eden [yaratan], size kulak, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne az
şükrediyorsunuz?” (Mülk/2-3)[BLOK11pt.]
Ve hiç kuşkusuz Biz, sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da meleklere,
“Âdem'e secde edin” dedik; İblis hariç onlar hemen secde ettiler; o secde edenlerden olmadı.
(A‘râf/11)[BLOK11pt.]
Ve sizin için duymayı, gözleri ve kalpleri yaratan O'dur. Pek az şükrediyorsunuz.
(Müminûn/78)[BLOK11pt.]
ERKEKLİK ve DİŞİLİK MENİ İLE BELİRLENİR:
Doğrusu, çiftleri; erkek ve dişiyi, yaratan O'dur. Bir damla sudan (döl yatağına) meni
döküldüğü zaman. (Necm/45-46)[BLOK11pt.]
İNSANIN YAPISI BAKIMINDAN DEĞERSİZ OLDUĞU DÖNEM
MİLYONLARCA-MİLYARLARCA YIL [DEHR] DEVAM ETMİŞTİR:
İnsan üzerine, henüz kendisi anılabilecek bir şey değilken, dehrden bir süre geldi mi?
Doğrusu Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan edeceğiz bu nedenle onu işitici,
görücü yaptık. (İnsan/1-2)[BLOK11pt.]
Biz, onları Biz yarattık. Bedenlerini Biz sağlam yaptık. Dilediğimizde de benzerleriyle
öyle bir değiştiririz ki! (İnsan/28)[BLOK11pt.]
ALLAH İNSANI BİLGİLENDİRMİŞ; ONA RÛHUNDAN ÜFÜRMÜŞ; VAHİY
GÖNDERMİŞ; BİRAZ BİLGİ KOKLATMIŞTIR: Âyette geçen, rûhun üfürülmesi/üflenmesi
ifadesi, “Allah'ın insanı bilgilendirmesi, ona vahiy göndermesi, az bir bilgi vermesi” [bilgi
koklatması] anlamına gelmektedir.126 Konunun önemine binâen ruh üfürülmesi/üflenmesi ile
ilgili olarak Kadr sûresi'nde yapmış olduğumuz tahlili burada da aynen aktarıyoruz:
RÛHUN ÜFÜRÜLMESİ:
Onu amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp rûhumdan içine üflediğim zaman, hemen ona
secdeye kapanın. (Sâd/72)[BLOK11pt.]
Onu amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp rûhumdan içine üflediğim zaman, hemen ona
secdeye kapanın. (Hicr/29)[BLOK11pt.]
Sonra da ona bir biçim verdi ve ona rûhundan üfledi. Sizin için işitme gücü, gözler ve
gönüller [bilgiye ulaşma yolları] var etti.Ne kadar az şükrediyorsunuz! (Secde/9)
[BLOK11pt.]
Allah'ın gerçek anlamda üfürmeyeceği bilindiğine göre, “üfürmek” ifadesinin mecâz
olduğu hemen anlaşılmaktadır. Üfürmek ise, mecâzen bir başkasına verilen şeyin en az
miktarını ifade eder.127 Türkçe'de bu eylem “koklatmak” olarak yer almıştır. Bu durumda
rûhun üfürülmesi, “çok az miktarda bilgi verilmesi, bilginin koklatılması” anlamına
gelmektedir. Nitekim İsrâ/85'de de, De ki: “Ruh Rabbimin işindendir. Ve size bilgiden ancak
çok az verilmiştir denilerek, bu husus açıkça belirtilmiştir.
Ruhun Âdem'e üfürülmesinden ne kasdedildiği de yine Kur’ân'da açıklanmıştır:
Ve bir zamanlar Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım” demişti de
onlar, “Orada bozgunculuk yapan ve kan döken birini mi kılacaksın? Oysaki bizler, Seni
hamd ile tesbîh ediyoruz, Seni kutsayıp yüceltiyoruz” demişlerdi. O, “Şu bir gerçek ki Ben
sizin bilmediklerinizi bilmekteyim” dedi. Ve Âdem'e isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları
meleklere sundu ve, “Hadi, haber verin bana şunların isimlerini, eğer doğru sözlüler iseniz”
dedi. Dediler ki: “Yücedir şanın Senin. Bize öğretmiş olduğunun dışında bilgimiz yok bizim.
Sen, yalnız Sen alîmsin, her şeyi en iyi şekilde bilirsin; hakîmsin, her şeyin bütün
hikmetlerine sahipsin.” Dedi: “Ey Âdem! Haber ver onlara onların adlarını.” O onlara onların
adlarını haber verince, “Dememiş miydim Ben size! Ki Ben, göklerin ve yerin gaybını en iyi
bilenim. Ve Ben, sizin açığa vurduklarınızı da sakladıklarınızı da en iyi biçimde bilmekteyim”
dedi. Ve o vakit Biz meleklere, “Âdem'e secde edin” demiştik de İblis dışındaki melekler
hemen secde etmişti. İblis yan çizmiş, kibre sapmış ve nankörlerden olmuştu. (Bakara/30-34)
[BLOK11pt.]
Dikkat edilecek olursa Sâd/72 ve Hicr/29'a göre meleklerin secde etmesi, Âdem'in
belirli aşamalardan geçirilerek [amaçlanan düzgünlüğe ulaştırılarak] nihaî şekle getirilip,
kendisine ruh üfürülmesinden sonradır. Bakara/30-34'de ise meleklerin secde etmesinden
önce Âdem'in geçirdiği değişim ya da aşama, “Âdem'in bilgilendirilmesi ve bilgisinin
meleklerin bilgisi ile karşılaştırılması” olarak açıklanmıştır. Yani, Sâd ve Hicr sûrelerinde
126

127
kullanılan ruh üfürme tabiri, Bakara sûresi'nde yerini bilgi ile bilgilendirme'ye bırakmış,
böylece ruh üfürme tabirinin, “bilgi ile bilgilendirmek” anlamına geldiği açıklanmıştır.
Ruh üfürülmesi tabirinin, Âdem'e verilen bilginin “koklatma” anlamına geldiğinin kanıtı
ise, İsrâ/85 âyetidir. Burada hemen belirtmek gerekir ki, Âdem'e verilen bilginin azlığı, sadece
Rabbimizin sonsuz bilgisine nisbetledir. Şöyle ki:
De ki: “Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa Rabbimin sözleri bitmeden önce
deniz tükenirdi, hatta bir o kadarını daha getirsek bile.” (Kehf/109)[BLOK11pt.]
Şâyet yeryüzünde ağaçtan ne varsa kalem olsa, deniz de arkasından yedi deniz katılarak
(mürekkep olsa) yine Allah'ın sözleri tükenmezdi. Şüphe yok ki Allah azîzdir, hakîmdir.
(Lokmân/27)[BLOK11pt.]
Durum böyle olunca, Rabbimizin ilkinden en sonuncusuna kadar tüm peygamberlerine
gönderdiği vahiyler [kitaplar ile bildirdiklerinin toplamı], koklatmadan [üfürmeden] başka bir
şey değildir.
73. Bunun üzerine meleklerin tümü hep birlikte secde ettiler,
Pasajın bu bölümünde İblis ve insan ilişkisi açıklanmaktadır. Bu ilişkiyi anlamak,
insanın zihnindeki sorulara cevap bulması ve bu konuyla ilgili sorunlarını çözmesi
bakımından çok önemlidir. Bu ilişki anlaşılmadığında cevapsız kalan sorular, konuyu
anlamadan geçiştiren kişilerin hayat boyu aynı durumda kalmalarına yol açmaktadır. Bu
sebepledir ki, İnsan-İblis ilişkisinin doğru anlaşılması çok önemlidir. İlişkinin doğru
anlaşılması için de öncelikle bu ilişkiyi açıklayan sözcüklerin ve kavramların doğru
anlamlarının bilinmesi gerekir.
Ruh ve rûhun üfürülmesi/üflenmesi konusu Kadr sûresi'nde; melek kavramı Necm ve
Kadr sûrelerinde; İblis konusu da Tekvîr sûresi'nde tahlil edildiği için, konunun esasını teşkil
eden İblis, melek ve ruh hakkındaki bilgilerin oralardan yeniden okunması yararlı olacaktır.
SECDE: ‫سجدة‬ ّ ‫[ال‬secde] denince ilk olarak, namazın erkânından olan ve ibâdet kastı ile
alnın yere konulması şeklinde yapılan eylem akla gelmektedir. Dolayısıyla da secde etmek
eyleminden, “ibâdet etmek” anlamı çıkarılmaktadır. Halbuki secde sözcüğünün esas anlamı,
“boyun eğmek, itaat etmek” demektir. İbâdet ve saygı için alnın yere konması ise, itaat ve
boyun eğmenin sadece bir simgesidir. (Secde hakkında detaylı bilgi için bkz. Tebyînu'l-
Kur’ân/İşte Kur’ân, c. 1)
ÂDEM'E SECDE EDEN MELEKLER: Necm sûresi'nin tahlilinde melek sözcüğünün
sözlük anlamı olarak “kuvvet, yönetim gücü, elçi, haber verici” anlamlarına geldiğini; terim
olarak da Allah'ın bütün emirlerine uyan, O'na hiç isyan etmeyen varlıkları ifade ettiğini
belirtmiş, ayrıca Kur’ân'daki melek sözcüğünün değişik şeyler için kullanıldığını; insanın
yararına çalışmakla görevlendirilmiş değişik zihinsel fonksiyonlara, iradesiz canlılara ve
doğal güçlere de “melek” dendiğini örnekleriyle aktarmıştık. Bu konuda verdiğimiz bilgiler
ışığında, Âdem'e secde eden meleklerin, halk kültürüne yerleşmiş şekli ile sürekli namaz ve
niyazda olan melekler olmadığı; insandaki akıl, zekâ, ar, hayâ, hâfıza, dikkat gibi zihinsel
fonksiyonlar ile yağmur, bulut, rüzgâr, soğuk, sıcak, ağaç, nebat gibi insan dışında doğada
mevcut diğer canlılar ve güçler olduğu hemen anlaşılmaktadır. Çünkü bu sayılanların hepsi
Âdem'e [insana] boyun eğmişlerdir [secde etmişlerdir], hâlen de eğmektedirler ve kıyâmete
kadar da eğmeye devam edeceklerdir. Şöyle ki:
İnsana ruh/bilgi üfürüldüğü zaman, insan bu bilgiyle doğadaki tüm canlı ve cansız
varlıkları kontrol edebilir bir güce sahip duruma gelmiş ve bilgilendiği zamandan itibaren
bilgisi oranında doğaya hükmetmeye başlamıştır. Hayvanları evcilleştirmiş, onların etinden,
sütünden, yumurtasından, gücünden yararlanmış hatta en vahşîlerini bile kafeslerde, hayvanat
bahçelerinde seyir amacıyla emri altına almıştır. Rüzgâra değirmen taşlarını döndürtmüş,
gemilerini yüzdürmek için yelkenleri şişirtmiştir. Akıp giden ırmakların suyunu barajlarla
kontrol altına almış, içmede ve sulamada kullandığı bu sudan elektrik üretmiştir. Doğadaki
madenlerden her alanda sayısız yararlar sağlamış, ormandaki ağaçlar ise insanın arzusu
doğrultusunda yakacak, mobilya, kâğıt olmuştur. Havadaki oksijen sayesinde yaktığı ateş ile
kendisini ısıtmış, yemeğini pişirmiş ve daha pek çok alanda kendine yarar sağlamıştır. İnsanın
doğadaki birçok şeyi kontrol edişine dair verilebilecek örnekler saymakla bitmez. İnsanın
doğaya hâkim oluşu ile ilgili bütün bu örnekler, doğa varlıklarının ve güçlerinin [meleklerin],
Âdem'e [insana] boyun eğip itaat ettiğini [secde ettiğini] gösteren birer delil niteliğindedir.
Burada gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır ki, o da Âdem'in “bilgilendirilmiş
insan” olduğudur.
Sonuç olarak, melekler/yönetim güçleri sıradan insana değil, kendisine ruh üfürülmüş
[Rabbimizin sonsuz bilgisine nisbetle az bir bilgi ile bilgilendirilmiş], yani Adam/Âdem
olmuş insana secde etmektedirler [boyun eğmektedirler].
74-75. İblis etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden [görmezden gelenlerden] oldu.
(Allah,) “Ey İblis! O Benim iki elimle/kudretimle yarattığıma secde etmene ne engel oldu?
Büyüklendin mi? Yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun?” buyurdu.
İKİ EL İLE YARATMA: 75. âyetteki iki elimle ifadesi, kesinlikle Allah'ın elleri olduğu
anlamına gelmez. Ne var ki, birçok düşünür burada ve başka âyetlerde geçen “iki elim”,
“gözlerimiz” veya “yüz” ifadelerinden, Allah'ın el, yüz ve göz gibi organları olduğuna
inanmıştır.
Bu ifade, insanın önemli, faziletli ve şerefli bir varlık oluşuna delâlet eder. Çünkü bir
kral bile sıradan işlerini hizmetkârlarına yaptırırken, önemli işlerini bizzat kendisi yapar.
Kralın böyle yapması, onun o işe ne kadar önem verdiğini gösterir. Âyetteki iki elimle ifadesi
de Yüce Allah'ın insanın yaratılışını emrinde olanlara bırakmadığını ve bizzat Kendisinin
yaptığını bildirerek insanın önemli ve değerli bir varlık olduğunu vurgulamaktadır. Bu
önemlilik ve değerlilik vurgusu insanın sadece zihinsel fonksiyonlarına yönelik olabileceği
gibi, hem zihinsel fonksiyonlarına hem beden yapısına yönelik de olabilir.
İki el ile yaratma ifadesinin, “özel bir itina ile yaratmak” manasından kinâye olduğunu
düşünmek de mümkündür. Çünkü insan, bütün normal sebeplerin üstünde en yüksek seçimle,
yani Allah'ın seçimi ile yaratılmıştır.
Bazıları da bu ifadeyi “kudret” manasıyla te’vîl etmişler ve iki el ifadesindeki tesniyenin
[ikilemenin], sadece tekit [pekiştirme] için olduğunu, çünkü Âdem'in yaratılışında Allah'ın
kudretinin tecellilerinin tekitli ve kat kat bulunduğunu söylemişlerdir.128
İBLİS'İN KÂFİRLERDEN OLUŞU: İblis, ilk yaratılışından beri kâfirlerdendir, yoksa
Âdem'e [insana] secde etmediği için kâfir olmamıştır. Arap dilinin özelliklerini bilmeyenler,
kulaktan dolma bilgilerle İblis'in Âdem'e secde etmediği için kâfir olduğunu sanmaktadırlar.
Oysa âyetin orijinali konunun bu şekilde anlaşılmasına engeldir. Az seviyede bile olsa Arap
diline vakıf olanlar hemen fark ederler ki, âyette ‫[ف‬fe] değil, ‫[ و‬vav] bağlacı kullanılmış ve,
‫[ وكان من الكافرين‬ve kâne mine'l-kâfirîn=ve o kâfirlerden idi/o, kâfirlerdendir] denilmiştir. Şâyet
‫[ ف‬fe] bağlacıyla ‫[ من الكافرين فكان‬fe kâne mine'l-kâfirîn=... de kafirlerden oldu] denilmiş
olsaydı, ancak o zaman İblis'in kâfirleşmesi, secde etmemesine bağlanabilirdi. Nitekim
Rabbimiz Kur’ân'da Kendisini nitelerken yüzlerce yerde, ‫ل عليما حكيما‬ ّ ‫[ وكان ا‬ve kânellâhü
alîmen hakîmâ], ‫ل غفورا رحيما‬ ّ ‫[ وكان ا‬ve kânellâhü gafûran rahîmen] tarzında ifadeler
kullanmıştır. Bu ifadelerin hiçbiri, “Allah şimdi alîm, hakîm oldu” veya “Allah şimdi gafûr ve
rahîm oldu” şeklinde anlaşılmaz, “Allah alîmdir, hakîmdir”, “Allah gafûrdur, rahîmdir”
şeklinde anlaşılır.
İBLİS'İN DAYATMA GEREKÇESİ: Rabbimiz, İblis'in neden büyüklendiğini
bilmiyormuş ve bu davranışının sebebini İblis'ten öğrenmek istiyormuş gibi, Büyüklük
taslamak mı istedin, yoksa yüksek derecelerde bulunanlardan mı oldun? diye sorular
yöneltmiştir. Rabbimizin zaten bildiği bir konuda böyle sualler sorması, bize göre, temsilî
diyalog yöntemi ile işin gerçeğini anlatmak içindir. Bu nedenle bu ifadelere çok dikkat
edilmelidir. Rabbimizin buradaki sorusu, İblis'e, büyüklenmesinin yeni bir davranış mı yoksa
128
eskiden beri mi olduğunu söyletmeye yöneliktir. Nitekim diyalog sürmüş ve İblis de
Rabbimizin bu sorusunu yanıtlamıştır:
76. (İblis) dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan
yarattın.”
Görüldüğü gibi, İblis cevap olarak büyüklenmesinin yeni bir şey olmadığını, insanın
çamurdan [maddeden], kendisinin ise ateşten [enerjiden] yaratıldığını, dolayısıyla yaradılıştan
gelme üstünlüğü sebebiyle böyle davrandığını söylemiştir. Dikkat edilirse, İblis'in bu tezi
[enerjinin maddeden daha hayırlı ve daha iyi olduğu iddiası] Rabbimiz tarafından
reddedilmemiştir. Bu da demektir ki, İblis doğruyu söylemiştir. Bir başka ifade ile, burada
enerjinin maddeden üstün olduğu bize bizzat Rabbimiz tarafından açıklanmaktadır.
Bu konuya daha sonra A‘râf ve Hicr sûrelerinde tekrar değinilecektir.
77-78. (Allah,) “Hemen çık oradan, artık sen kesinlikle racîmsin” dedi, “ve elbette
lânetim [hayırdan uzak tutmam], karşılık gününe kadar senin üzerindedir.”
RACÎM: ‫[ رجيم‬racîm] sözcüğünün mastarı ‫[ رجم‬recm] olup, bu sözcüğün ilk anlamı, ‫قتل‬
[öldürmek] demektir. Öldürmeye recm denmesinin sebebi, Arapların öldürecekleri kimseyi
taşlamak sûretiyle öldürmelerindendir. Sonradan her öldürme işine recm denilir olmuştur.129
Kur’ân'da ve dolayısıyla dinde yeri olmamasına rağmen, zina suçlularına verilen cezanın adı
da buradan gelmektedir.
Recm sözcüğü ve türevleri Kur’ân'da 14 kez yer almasına rağmen hiçbir yerde
“öldürmek” anlamında kullanılmamıştır. “Öldürmek” anlamı dışında ise recm sözcüğü, “taş
atmak”, “lânet etmek”, “sövmek, yermek”, “hicran”, “tart etmek, kovmak”, “zann ve zanna
dayalı söz söylemek” anlamlarında da kullanılır olmuştur.130
Şeytân için bu anlamların hepsi de uygun görülmüş ve ism-i mef‘ul anlamıyla şeytâna;
“taşlanmış şeytân”, “lânetlenmiş şeytân”, “kovulmuş şeytân”, “sövülmüş şeytân”... gibi
isimler verilmiştir.
Bize göre buradaki racîm sözcüğü, 77. âyetin başındaki, Hemen çık oradan ifadesinin
delâletiyle, “kovulmuş” anlamındadır ve konumuz itibariyle şeytânı tanımlayan en uygun
ifade de, “kovulmuş şeytân”dır.
ŞEYTAN NEREDEN KOVULMUŞTUR: Bu konu Kur’ân'da Hicr/16-18 ve Sâffat/6-
10'da yer almaktadır. Bu âyetler, eski müfessirlere göre müteşâbih olduğu için iyi
anlaşılamamış ve bu konuda mantıksız, akıl ve din dışı açıklamalar ortaya çıkmıştır. Ne yazık
ki, günümüzdeki meal ve tefsir çalışmalarının hepsi de konuyu aşağı yukarı aynı anlamda ve
eski tefsircilerin anlayışları doğrultusunda açıklamışlardır. Ortaya çıkan bu yanlış inanç ve
anlayışları kısaca özetleyerek okuyucuyu bu görüşler hakkında bilgilendirmenin yararlı
olacağı kanısındayız:
Bu anlayış ve inanışlara göre, Kur’ân inmeye başlamadan önce şeytânlar diledikleri gibi
göklerde dolaşırlar, meleklerin arasına sızarak onların Allah'tan öğrendikleri gayba [geleceğe]
ait bilgileri kaparlar, bu bilgilerin içine biraz da yalan katarak kâhinlere anlatırlar, kâhinler de
bu bilgileri halka anlatırlarmış. Böylece peygamberler ile şeytânlar arasında bir sürtüşmedir
devam edip gidermiş. Bazılarına göre o zamanlar gökyüzünde yıldız yokmuş, bazılarına göre
de yıldızlar varmış ama kovalamaca yokmuş. Sonradan yıldızlar yaratılmış ve şeytânlar
gökyüzüne sokulamaz olmuş. Fakat yine de içlerinden bazıları, meleklerden bir şeyler
öğrenmek için onların aralarına sızmaya çalışırmış. İşte, meleklerin arasına sızmaya çalışan
bu şeytânlara yıldız fırlatılırmış ve alev topu hâlinde üzerilerine gelen yıldızı gören şeytânlar
gerisin geri dünyaya kaçarlar, elleri boş kalırmış. Burada net olmayan şöyle bir nokta varmış:
Acaba yıldızlar yeni mi yaratılmışlar yoksa eskiden beri varlarmış da şeytânlara karşı silâh
olarak yeni mi kullanılmaya başlanmışlar?

129

130
Lisânü'l-Arab; c. 4, s. 90.
İbn-i Abbâs'a göre, şeytânlar önceleri göğe çıkmaktan men edilmemişti. Bundan dolayı
göklerde dolaşıyor, meleklerden gaybın haberlerini duyuyor ve haberleri kâhinlere
ulaştırıyorlardı. Kâhinler de bu aldıkları kelimelere dokuz daha katarak bunları
yeryüzündekilere anlatıyorlardı. Bu kelimelerin dokuzu bâtıl birisi hakk idi. Îsâ peygamber
doğunca, onlar üç kat gökten men edildiler. Peygamberimiz doğunca da bütün göklerden men
edildiler. Dolayısıyla bu şeytânlar, kulak hırsızlığı yapmak istedikleri her seferinde ateş
parçaları ile taşlanmakta, uzaklaştırılmaktadırlar.131[BLOK11pt.]
Özetlediğimiz bu inançlar ve özellikle İbn-i Abbâs'a isnad edilen açıklamalar
doğrultusunda âyetlerin Türkçe'ye nasıl hatalı bir şekilde çevrildiğinin tipik örneği, çağımızın
muteber ilim adamlarından Elmalılı M. Hamdi Yazır'ın mealidir:
Şanım hakkı için, Biz semâda burclar yaptık ve onu ehl-i nazar için tezyin eyledik
[süsledik], hem onu her şeytân-ı racîmden hıfzettik [koruduk]; ancak kulak hırsızlığı eden
olur, onu da parlak bir şihâb takip etmektedir. (Hicr/16-18)[BLOK11pt.]
Bakınız Biz o dünya semâyı [yakın göğü] bir zinetle donattık: kevâkib [yıldızlar]. Hem,
mütemerrid [itaate yanaşmaz] her şeytândan koruduk; onlar mele-i a‘lâ'yı dinleyemezler, tard
için her taraftan sıkıya tutulurlar; –ve onlara ayrılmaz bir azab vardır– ancak bir çalıp çarpan,
onun da peşine bir şihâb-ı sâkıb takılır. (Sâffat/6-10)[BLOK11pt.]
Biz bu âyetlerin aşağıdaki şekilde çevrilmesi gerektiği kanaatindeyiz:
Hiç kuşkusuz, gökte burclar oluşturduk ve seyredenler için onu süsledik. Ve onu
Şeytân-ı Racîm'in hepsinden koruduk; az da olsa vahye kulak veren ve kendisini apaçık bir
alev takip edenler hariç. (Hicr/16-18)[BLOK11pt.]
18. âyetin, 17. âyetin devamı olması münasebetiyle iki âyeti tek bir cümle hâlinde ifade
edersek cümle şöyle şekillenir: Ve onu, az da olsa vahye kulak veren ve kendisini açık bir
alevin takip ettiklerinin haricindeki tüm Şeytân-ı Racîm'lerden koruduk.
Yani semâ, “azıcık da olsa vahye kulak veren ve kendini açık alev takip edenlerin
dışındaki tüm Şeytân-ı Racîmlere” kapalıdır. Az da olsa vahye kulak kabartanlara ise açıktır,
onlara serbesttir, onlardan korunmamıştır.
Gerçekten Biz en alt semâyı zinetlerle; yıldızlarla süsledik. Âsi inatçı şeytânın tümünden
koruduk; onlar mele-i a‘lâ'ya hiç kulak vermezler ve her taraftan taşlanırlar, kovulmak için...
Ve onlara sürekli azab vardır, ancak bir kırıntı kapan ve kendisini şihâb-ı sâkıb takip eden
hariç. (Sâffat/6-10)[BLOK11pt.]
Sâffat/7-10 âyetleri tek bir cümle olduğu için bunları toplu halde ifade etmek
mümkündür: Biz semâyı, mele-i a‘lâ'dan bir kırıntı kapan ve kendisini şihâb-ı sâkıb takip
edenler hariç, sürekli azap içinde olan, kovulmak için her taraftan taşlanan ve mele-i a‘lâ'ya
hiç kulak vermeyen şeytân-ı marid'in tümünden koruduk.
Âyetin özetini alırsak, gökyüzü, “şeytân-ı mârid”e kapalı olup, mele-i a‘lâ'dan azıcık
bilgi kırıntısı sağlayan ve kendilerini delici alevin takip ettiklerine açıktır.
Âyetlerin daha iyi anlaşılabilmesi için, âyetlerde yer alan bazı sözcüklerin açılımlarının
yapılması gerekir:
AZ DA OLSA VAHYE KULAK VERMEK [KULAK HIRSIZLIĞI]: Hicr/18'deki
istereka fiili, genellikle “kulak hırsızlığı yapan” diye çevrilmiş olup, Kur’ân'da sadece bu
âyette geçer. Fiilin üç harfli hâli olan seraka'nın anlamı; “çaldı, hırsızlık etti” demektir.
Konumuz olan beş harfli kalıptaki anlamı ise, “kulak kabarttı, kulak misafiri oldu, kaş
altından baktı, çaktırmadan gözüyle izledi” demektir.132 Yani, istirak, “hem kulak hem de
gözle sinsice bir şeyler öğrenmek” demektir.
Bu fiil konumuz olan âyette, men istereka's-sem’a [sem’a kulak kabartan] cümlesi
içinde yer almıştır. Burada sem’ sözcüğü tümleç yapılmış olduğundan, isteraka fiili, “dinleme

131
İmâm Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb; Kurtubi, Ahkâmu'l-Kur’ân.
132
Lisânü'l-Arab; c. 4, s. 565.
yoluyla az bir bilgi edinen” (kulak kabartılarak ne kadar öğrenilebilirse) veya “(göz ucuyla) az
bir şey öğrenen” demektir.133
Cümlede geçen sem’a sözcüğü, “vahy”i/Kur’ân”ı işaret etmekte ve aşağıdaki âyetler de
bu yargıya delâlet etmektedir:
Ve yine derler ki: “Eğer kulak vermiş olsaydık veya akletmiş olsaydık, saîr/cehennem
halkı arasında olmazdık.” (Mülk/10)[BLOK11pt.]
Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (vahye kulak) vereceğini yahut akıllarını
kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir. Aslında yol bakımından
daha sapıktırlar/şaşkındırlar [aşağıdırlar]. (Furkân/44)[BLOK11pt.]
Bu konu ile ilgili olarak ayrıca, şu âyetler de tetkik edilebilr: A‘râf/100, Yûnus/67,
Nahl/65-69, Rûm/21-24, Secde; 26, Enfâl/21-22, Kehf/101, Kâf/37.
BURÛC: Âyette geçen ‫[بصصروج‬burûc] sözcüğü, burc sözcüğünün çoğuludur. Burc,
“yüksek köşk” demektir. Gökte toplanan yıldız kümelerine de burc adı verilmiştir.134 Âyette
çoğul olarak kullanılmış olduğundan gökyüzünde birçok burcun olduğu anlaşılır. Bazı
tefsirciler on iki burcun varlığını ileri sürmüş ve bunları koç, balık, kova… burcları olarak
adlandırmışlardır. Henüz kozmoloji tam gelişmeden burcların sayısını kesin ifade etmek
doğru olmaz kanaatindeyiz.
İSTİSNÂ: Konumuz olan pasajlardaki [Hicr/18 ve Sâffat/10] âyetler, illâ istisnâ edatıyla
başlamaktadır. Böyle olunca istisnâ edatından sonraki bölüm, daha evvelki yargıdan
dışlanmaktadır. Âyetleri birlikte değerlendirirsek âyetlerin anlamı, “semâyı … şeytândan
koruduk ama, vahye kulak veren [mele-i a‘lâ'dan bir parça alan] ve kendisini şihâbın takip
ettiği kişilerden korumadık” demek olur.
Maalesef günümüzdeki meal ve tefsirler bu anlamı tesbit etmede başarılı
olamamışlardır. Âyetlerdeki ‫ل‬ ّ ‫[ا‬illâ] edatı yokmuş gibi davranılmış ve “men” ism-i mevsulü,
şart edatı gibi değerlendirilerek söz konusu cümleye “Kim kulak hırsızlığı yaparsa alev topu
onu yakalayıverir” şeklinde “şart cümlesi” anlamı verilmiştir. Bunun nedeni, bize göre,
“istisnâ cümlesi”nin anlamının hafsalaya sığdırılamamış olmasıdır. Çünkü o dönemlerde bir
insanın, kendisine parlak, delici bir alev makinesi yaparak onunla gökyüzüne çıkabileceği
düşünülememiş, dolayısıyla Kur’ân'daki bu ifadenin buna işaret ettiği anlaşılamamıştır.
Sonuç olarak: Bize göre şeytânın kovulduğu yer “uzay”dır, “semâ”dır. Çünkü şeytânın
temsil ettiği “ham fikir”, uzay hakkında bir şey üretemez. Ama insan Kur’ân'dan bir şeyler
kaparak “ham fikr”i “tefekkür” boyutuna ulaştırırsa, kendisini uzaya götürecek bir alev topu
[roket] yapabilir ve semâya gidebilir. Artık ona gökyüzü açıktır.
LÂNET [LA‘NET]: ‫[ اللعنة‬la‘net] sözcüğü, “kovmak, uzaklaştırmak, iyilik ve faydadan
mahrum bırakmak” anlamındaki la‘n sözcüğünden türemiş isimdir. Eski Araplar bu sözcüğü,
“ailenin veya sülalenin bir ferdinin dışlanması” anlamına kullanırlardı. ‫[ لعين‬la‘în] ve ‫ملعون‬
[mel‘ûn] sözcükleri de buradan gelmiştir. La‘net Allah tarafından olursa, “dünyada iyilikten,
âhirette de lütuf ve merhametten mahrum bırakma”; insanlar tarafından olursa, “küfür,
dışlama, sövme, hakaret ve beddua” anlamında kullanılır.135
ALLAH TARAFINDAN İYİLİKTEN UZAKLAŞTIRILDIĞI İÇİN İBLİS'E “LA‘ÎN”
ve “MEL‘ÛN” DENİR: Âyetlerden anlaşıldığına göre İblis'in lânetlenmesinin sebebi Âdem'e
secde etmemesi değildir. Tam aksine İblis, racîm [kovulmuş] ve mel‘ûn [sürekli iyilikten
uzaklaştırıcı] olarak yaratıldığı, programlandığı için Âdem'e secde etmemiştir.
Dikkat edilecek olursa, yaptıkları hatalar için kullarına tevbe imkânı vermiş olan
Rabbimiz İblis'e tevbe hakkı vermemiş, zaten İblis de Âdem'e secde etmediği için tevbeye
yönelmemiştir.

133

134

135
Lisânü'l-Arab; c. 8, s. 91-92.
İblis'e, “Karşılık [Din] Günü”ne kadar süre verilmesi, onun bu fonksiyonlarını, Allah'tan
aldığı güç ve izinle hiç değiştirmeden sürdüreceği anlamına gelmektedir. Bu da demektir ki,
İblis, Rabbini tanımaktadır ve O'nun kendisine verdiği görevi yerine getirmektedir. Yani İblis,
Allah'ın onu o şekilde yaratması sebebiyle kâfirdir. Bundan dolayı da, o şekilde yaratılmayıp
kendi iradesiyle kâfir olanlarla karıştırılmamalı, kesin olarak onlardan ayrı tutulmalıdır.
(İblis,) “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, and olsun ki, ben onlar için Senin
dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine and olsun ki onların önlerinden, arkalarından,
sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını şükredenler bulmayacaksın”
dedi. (A‘raf/16-17)[BLOK11pt.]
Eğer bu hususa dikkat edilmezse, konunun yanlış anlaşılması ve İblis'in Allah ile
rekabet ve inatlaşma durumunda olduğunun zannedilmesi ihtimali ortaya çıkabilir. Hatta
İblis'in, İnsanların çoğunu şükreder bulmayacaksın ifadesinden yola çıkarak ve Kur’ân'ın
insanların bir çoğunun iman etmeyeceğini, şükretmeyeceğini bildiren âyetlerine dayanarak,
ayarttıklarının sâlihlerden çok olması sebebiyle İblis'in, bu konuda Allah'a karşı üstün
olduğunu bile düşünenler çıkabilir. (Haşa!)
İblis, Rabbimizin programlaması gereği zihinlerde, çevreden aldığı her etkiye karşı
tepkiler ve ham dürtüler oluşturacaktır. Ancak, İblis'in insan üzerinde herhangi bir otoritesi
veya zora dayalı bir egemenliği söz konusu olmayıp onun saldırılarına boyun eğmek veya
direnmek insanın kendi elindedir. Bu durumda insana düşen İblis'e lânet etmek değil, onun
dürtülerine karşı sürekli akıllı davranmaktır. Çünkü İblis'e yapılacak beddualar, edilecek
lânetler hiçbir netice vermeyecek, Rabbimizin bildirdiğine göre İblis, “Karşılık [Din]
Günü”ne kadar çizgisini hiç değiştirmeden işlevini sürdürecektir.
79-81. (İblis,) “Rabbim! O hâlde tekrar diriltilecekleri güne kadar beni bakıt” [beni
karşında tut/mühlet ver] dedi. (Allah,) “Haydi sen belirli bir vakte kadar bakıtılanlardansın”
[karşıda duranlardansın/mühlet verilenlerdensin] buyurdu.
RABB: Daha önce birçok kez açıkladığımız gibi, rabb sözcüğü, “terbiye edip eğiten,
yarattıklarını belirli bir programa göre uygun olarak bir takım hedeflere götüren, tekâmülü
[gelişmeyi] programlayıp yöneten” demektir. İblis'in “Rabbim!” demesi de, bulunduğu
konumun bizzat Allah tarafından programlandığını göstermektedir. İblis, “tepki”ye
programlanmıştır. Başka bir ifade ile “tepki” İblis'in kaderidir, bu konuda özgürlüğü yoktur.
Bu durumu iyi bilen İblis, kendisini böyle programlayan Allah'a saygılı davranarak “Rabbim”
diye hitap etmektedir. Yoksa İblis'in kendi iradesiyle Allah'tan herhangi bir talepte bulunması
söz konusu değildir.
NAZAR: Lisânü'l-Arab'a göre ‫[ نظر‬nazar] sözcüğü, “karşı karşıya gelmek” demektir.
Nazar etmek için, gözle bakıp görmeye gerek yoktur, gözleri görmeyenler de nazar ederler.
Buradan hareketle, bir işin yapılması için, bu işi yapacak kimsenin veya makamın karşısına
çıkmaya, göz bebeğini ona yöneltmeye de nazar denilir olmuştur.136
Bu durumda, “bir kimsenin karşısında beklemek, kapısının önünde durmak”, nazar
etmek anlamına geldiği gibi, “Allah'ın huzurunda ümitvar olarak, nimetler umarak beklemek”
de, Allah'a nazar etmek anlamındadır.137

136

137
SÜRELİ LÂNET: Arapça'da ‫[الصى‬ilâ] edatı [harf-i cerri], intiha-i gâyeyi [mesafenin
sonunu] gösterir. Âyetteki, ilâ yevmi'd-dîn ifadesi de, “din gününe kadar” demektir ve bu ilâhî
lânetin, “Kıyâmet Günü”nde son bulacağı anlamına gelir. Yani lânet, dünya hayatında devam
edecek ve İblis iğva işini kıyâmete kadar devamlı sürdürecektir. İblis âhirette de hazır
bulundurulacak olmasına rağmen orada iğva vermeyecektir. Onun âhiretteki işi, sorgu ânında
birlikte olduğu kişi aleyhine tanıklık etmek olacaktır (bkz. Kâf/21, 23 ve 27 âyetleri). Âhirette
Allah'ın hitaplarını hiç itiraz etmeden aynen kabul edecek olan İblis, sorgulama sonunda
maddeden oluşmuş sahibi ile beraber cehenneme girecektir. İblis'in cehennemdeki durum ve
konumu hakkında ise Kur’ân'da herhangi bir bilgi verilmemiştir. Dikkat çekicidir ki,
Kur’ân'daki cehennem sahnelerinde hep insan vardır.
82-83. (İblis,) “Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka
azdıracağım, ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesnâ” dedi.
İblis'in bu âyetlerdeki ifadesi, azdırma yetkisi ve gücünün kendisine bizzat Allah
tarafından verildiğini, kendisinin sırf bu iş için yaratıldığını göstermektedir. İblis'in her
hâlükârda işlevini yapacağını belirttiği bu ifadesindeki kasem [yemin], aslında Allah'ın
kendisine verdiği görevi yine Allah'tan aldığı güç ve destek ile yerine getireceğine dair O'na
verdiği bir söz mahiyetindedir. Yoksa İblis'in bu ifadesi, birçok eserde açıklandığı gibi Allah'a
isyan anlamına gelmez. Bu ifadelerin Allah'a bir karşı çıkış olarak değerlendirilmesi, İblis'i
Allah'a rakip olarak görmeyi ve insanların çoğunun doğru yoldan çıkması nedeniyle onun
Allah'a karşı galip geldiğini kabul etmeyi gerektirir.
ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesnâ
Yapılan bu istisnâ ile, İblis'in dürtülerinden ‫[مخلصين‬muhleslerin=arıtılmış, arı-duru hâle
getirilmiş kimselerin] etkilenmeyeceği açıklanmıştır. Muhles kimselerin kim olduklarına dair
verilen örnekler ise, sadece bu sûrede sayılan isimlerden [Dâvûd, Süleymân, İbrâhîm,
İsmâîl...] ibaret değildir. Meselâ, Yûsuf peygamberin de muhles olduğu bildirilmiştir:
Gerçekten o [Yûsuf], Bizim arıtılmış kullarımızdandı. (Yûsuf/24)[BLOK11pt.]
Ancak Rabbimizin Kur’ân'da muhles olarak belirttiği peygamberlerden başka hiç
kimsenin muhles olmayacağını düşünerek bu niteliği sadece peygamberlere özgü saymak
isabetli bir kanaat değildir. Fitnelenen, belâ ve musibetlerle sınanmaya sabreden, arınma
isteğiyle kendini eğitip olgunlaştıran, tefekkür ve akletme gibi zihnî donanımlarını
güçlendirerek kendini yetiştiren herkes muhles olup İblis'in iğvalarından korunabilir.
Âyette “azdırma” olarak ifade edilen İblisçe dürtüleri ve somut sonuçlarını, bireysel ve
sosyal hayatta karşılaşılan her türlü suç, kusur ve hataları inceleyerek görmek mümkündür.
Gerek ölçüp biçmeden akla ilk geleni yapmaktan, gerekse dürtüleri kontrol etme başarısını
gösterememekten dolayı pek çok insanın çeşitli zararlara uğradığı çokça gözlenmiş bir
durumdur. Rabbimiz, İblis'in iğvalarına uyanların kayıpları hakkında geçmişten şöyle somut
bir örnek vermektedir:
And olsun ki Sebe kavmi için oturdukları yerde bir ibret vardı: Sağ ve soldan iki bahçe!
(Onlara,) “Rabbinizin rızkından yiyin de O'na şükredin, ne güzel bir belde ve çok bağışlayıcı
bir Rabb!” (denildi.) Fakat onlar (şükürden yüz çevirdiler) bakmadılar. Biz de üzerlerine Arim
selini salıverdik ve o güzelim iki bahçelerini buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sidir
ağacı bulunan iki harap bahçeye çevirdik. Bunu onlara nankörlüklerinin cezası yaptık ve Biz
hep böyle çok nankör olanları cezalandırırız. Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler
arasında, sırt sırta şehirler meydana getirmiştik. Ve onlara da muntazam gidiş geliş
düzenledik. (Onlara,) “Buralarda gecelerce ve gündüzlerce emniyet içinde gezip yürüyün”
(dedik). Buna karşı onlar, “Ey Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır” dediler ve
nefislerine zulmettiler. Biz de onları efsanelere çevirdik ve tamamen didik didik dağıttık.
Şüphesiz ki bunda çok şükredecek her sabırlı için elbette ibretler vardır. Yine yemin ederim
ki, İblis onlar hakkındaki zannını hakikaten doğru buldu da içlerinde müminlerden ibaret bir
gruptan başkası ona uydular. Halbuki İblis'in onlar üzerinde hiçbir saltanat kudreti yoktu.
Fakat Biz âhirete imanı olanı belli edecek, ondan şüphe içinde bulunandan ayırt edecektik.
Öyle ya Rabbin her şeyi gözetleyendir. (Sebe/15-21)[BLOK11pt.]
84-85. (Allah) buyurdu ki: “Hakk budur. Ben de şu hakkı söylüyorum: “And olsun ki,
cehennemi mutlaka senden ve onların sana uyanlarından; hepinizden dolduracağım.”
Yüce Allah 84. âyette, daha önce İblis'in, ihlâslı kulların istisnâ edileceğini bildiren
ifadesini doğrulamaktadır.
85. âyetteki ‫[ منك‬minke=senden] sözcüğü, “senin cinsinden” anlamına gelir. Buna göre,
İblis'in cinsinden olanlar ile, İblis nitelikli insanlar ve onların sana uyanlarından ifadesiyle
de, insan soyundan İblis'e uyanlar kasdedilmektedir. 138 Âyetteki hepinizden vurgusu ise, İblis
nitelikli insanların ve bunlara uyanların hiç birisinin yakalarının bırakılmayacağını,
cehennemin istisnâsız olarak bunların hepsiyle doldurulacağını belirtmektedir. (Hatırlanacak
olursa, İblis'in de, sevk ettiği kişi ile birlikte cehenneme sürüleceği, Kaf sûresi'ndeki âyetlerde
bildirilmişti.)
Rabbimizin karşılıklı diyalog yöntemi ile bu pasajda verdiği mesaj, başka sûrelerde de
yer almıştır:
Bir zamanlar Rabbinin meleklere, “Ben, kuru balçıktan, şekil verilmiş (işlenebilen) bir
çamurdan bir beşer yaratıcıyım. Ben, ona biçim verdiğimde ve ona rûhumdan üfürdüğümde,
siz hemen onun için secde ederek yere kapanın” demişti. Bunun üzerine meleklerin hepsi
topluca secde ettiler. İblis hariç. O, secde edenlerle beraber olmaya dayattı. (Allah) dedi ki:
“Ey İblis! Ne oluyor sana da, secde edenlerle beraber olmuyorsun?” (İblis cevap olarak,)
“Kuru balçıktan, şekil verilmiş (işlenebilen) bir çamurdan yarattığın bir beşere secde etmem
için olmadım [yaratılmadım]” dedi. (Allah,) “Öyle ise oradan çık! Sen, artık kesinlikle
racîmsin ve kesinlikle Din Günü'ne kadar lânet sadece senin üzerindedir” dedi. (İblis,)
“Rabbim! Öyle ise onların yeniden dirilecekleri güne kadar beni karşında tut [bana mühlet
ver]” dedi. (Allah,) “Öyleyse sen kesinlikle bilinen vaktin gününe kadar karşıda
tutulanlardansın [mühlet verilenlerdensin]” dedi. (İblis) dedi ki: “Rabbim! Beni Sen
azdırdığın [beni azdırmak için yarattığın] için, mutlaka ben de yeryüzünde onlara
süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini mutlaka azdıracağım!” (Allah) dedi ki:
“İşte bu Benim üzerime aldığım dosdoğru bir yoldur. Sana uyan azgınlardan başka, kullarımın
üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Şüphesiz ki onların hepsine vaat edilen yer de
cehennemdir. Onun için yedi kapı vardır. O kapıların her biri için onlardan bir parça
ayrılmıştır.” (Hicr/28-44)[BLOK11pt.]
Ve hiç kuşkusuz Biz, sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da meleklere,
“Âdem'e secde edin” dedik; İblis hariç onlar hemen secde ettiler; o secde edenlerden olmadı.
(Allah,) “Sana emrettiğim zaman, seni secde etmekten ne alıkoydu/seni secde etmemeye
götüren şey nedir?” dedi. (İblis de,) “Ben, ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu da
çamurdan yarattın” dedi. (Allah,) “Öyleyse oradan hemen alçal, senin için orada büyüklük
taslamak olmaz, hemen çık, sen kesinlikle aşağılıklardansın” dedi. (İblis,) “Yeniden
diriltilecekleri güne kadar bana süre ver” dedi. (Allah,) “Sen süre verilmişlerdensin” dedi.
(İblis,) “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, and olsun ki, ben onlar için Senin dosdoğru
yoluna oturacağım, sonra yine and olsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından,
sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını şükredenler bulmayacaksın” dedi. (Allah,)
“Haydi, sen, yerilmiş ve itilmiş olarak oradan çık. Onlardan sana kim uyarsa, and olsun ki,
sizin hepinizden cehennemi dolduracağım” dedi. (A‘raf/11-18)[BLOK11pt.]
86. De ki: “Ben ona [Kur’ân'a] karşı sizden bir ücret istemiyorum. Ve ben
yükümlülük getirenlerden [kendiliğinden bir şeyler uyduranlardan, külfet getirenlerden, başa
iş çıkaranlardan] değilim.”
Sûrenin bu âyetinde hitap Peygamberimize yöneltilmiş ve çok önemli bir ilke
bildirilmiştir: Tebliğden ücret alınmaz, tebliğci ücret alamaz.
138
Bu ilke, ortaya atılan davanın ciddiyetini ve dava sahibinin samimiyetini gösterir. Hakk
davetçisi, bu ilkeye göre davetine karşılık bir ücret isteyemez. Bazı yalancı davetçiler ise ücret
istemekten, mal talep etmekten, makam-mevki beklemekten asla vazgeçmezler.
Yüce Allah, bu âyetin halka deklare edilmesini buyurmakla sanki Peygamberimize, “Bu
işte hiçbir şahsî çıkarım yoktur; size çıkarlarım için tebliğde bulunmuyorum. Ben liderlik hırsı
için sahte iddialar peşine düşen bir kimse değilim” dedirtmek istemiştir.
KÜLFETSİZLİK NEDİR: ‫[ كلففففة‬külfet], “genellikle kişinin bilmediği, anlamadığı
konularda kendisini zorlaması” demek olup; ‫[تكّلففف‬tekellüf] de, “kendi isteğiyle külfete
girmek, zorluğa katlanmak, gösterişe kapılmak, özenmek, yapmacık hâl ve hareketlerde
bulunmak, zoraki hareket” anlamlarına gelir. Âyette geçen ‫[متكّلف‬mütekellif] ise, “sorumlu
olmadığı hâlde bir görevi üstüne yapmacık olarak vazife bilen” demektir.139
86. âyetin ilk cümlesinde “ücret istememe” ilkesini bildiren Rabbimiz, âyetin ikinci
cümlesinde de “mütekellif olmama” ilkesini bildirmiş ve bu ilke ile Peygamberimize, “Ben
kendiliğinden bir şeyler uyduranlardan, külfet getirenlerden, başa iş çıkaranlardan değilim”
açıklamasını yaptırmıştır.
Gerçekten de Peygamberimizin din adına tebliğ ettiği her şey Allah tarafından
gönderilmiştir. Bunların tümü insanlığın yararına olup aralarında topluma iş olsun diye
buyurulan hiçbir şey yoktur. Ayrıca Peygamberimiz, kendisinde olmayan bir şeye özenerek
zoraki ve yapmacık hareketlerle olduğundan farklı görünmek isteyen birisi de değildir.
87. O [Kur’ân], bütün âlemler için bir zikir/bir öğüttür ancak.
Yani, o Kur’ân, bütün âlemler [milletler, insanlar] için bir zikir, ilâhî bir hatırlatma ve
öğütten başka bir şey değildir.
Kur’ân'ın mesajı evrenseldir. Anlamı ve içeriği ile bütün insanlığa hitap etmekte ve
herkese doğru yolu göstermektedir. Bu sebeple, Kur’ân tüm dünya dillerine çevrilmeli ve
Rabbimizin mesajı tüm dünya insanlarına kendi dilleriyle iletilmelidir. İnsanların
anlamadıkları bir dil ile Kur’ân'ı sadece telâffuz etmek veya ezberlemekle yetinmesi, bu
kitabın insanları aydınlatma, doğru yola iletme amacına ters düşer. Böyle bir davranış, bize
göre kendini aldatmaktır, oyalanmaktır, Kur’ân'ın gönderiliş amacını hiç anlamamış olmaktır.
88. Ve onun müthiş haberini bir zaman sonra mutlaka bileceksiniz.
Yani, siz cehâlet, inat ve küfürde ısrar edip anlattığımız bu çok net şeyleri kabule
yanaşmazsanız, bir müddet sonra bu seçiminizde isabetli mi, yoksa hatalı mı olduğunuzu
anlayacaksınız. Sizlerden ömrü vefa edenler, birkaç sene sonra, verdiğim haberlerin
gerçekleştiğini bizzat göreceklerdir. Dünya ve âhiretle ilgili olarak verdiğim vaat ve tehdit
haberlerini bir zaman sonra muhakkak bileceksiniz.
Bu âyet bize Sâd/11 ile Kamer/44-45'deki ifadeleri hatırlatmaktadır. Söz konusu
âyetlerde inkârcıların çeşitli guruplardan oluşmuş bir ordu olduğu, yakında hezimete
uğrayarak kaçacakları bildirilmişti. Bu âyetler konumuz olan Sâd/88 ile birlikte
değerlendirildiğinde, verilen haberlerin mutlaka gerçekleşeceği ve bir süre sonra hem
Peygamberimiz hem de Müslüman kitleyle ilgili önemli gelişmelerin olacağı anlaşılmaktadır.
Bir bakıma, İslâm'ın zaferinin yakın olduğu müjdelenmektedir.
Sûre burada sona ermekle beraber konu, A‘râf sûresi'nde de devam etmektedir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
FİTNE
Lisânü'l-Arab'da verilen bilgilere göre, “ateşte yakmak” anlamındaki ‫[ فتصصصن‬fetn]
kökünden türemiş bir ismü'n-nevi [tür adı] olan ‫[الفتنصصة‬fitne]; “altın, gümüş gibi kıymetli
madenlerin kendisiyle kaynaşmış olan değersiz maddelerinden [curufundan] ayrıştırılması,
yani saflaştırılması amacı ile yüksek ateşte yakılması [potada eritilmesi]” işlemidir. Bu

139
manadan hareketle; madeni yakıp eriten [fitne işlemini yapan] ustaya, ‫[ الفّتان‬fettân] denildiği
gibi, kişilerin gönüllerini sevda ateşi ile yakan kadınlara da fettân denilir.140
‫[الفتنصصة‬fitne] sözcüğü, sadece kıymetli madenlerin saflaştırma işleminin adı olarak
kullanılmakla kalmamış, kişilerin inançlarının, iç yüzlerinin ortaya çıkarılmasında bir araç
olan; mal yokluğu [fakirlik], mal çokluğu [zenginlik], hastalık, ölüm gibi durumlar ile körlük,
topallık, sağırlık gibi bedensel kusurlar ve kıtlık, savaş gibi toplumsal olaylar da fitne olarak
isimlendirilmiştir.141
Sözcük daha sonraları “yakma” anlamı ekseninde, “acı çektirme, işkence, zayıf
düşürme, saptırma, tartışma, deneme ve sınama” anlamlarında da kullanılır olmuştur.142
‫[ الفتنة‬fitne] sözcüğünün ifade ettiği eylemlere bakıldığında, bu eylemlerin iki kaynağı
olduğu görülmektedir:
A) İnsan kaynaklı fitneler, –bazılarının “şeytân kaynaklı” olarak tanımladıkları da bu
kapsamda olmak üzere– bizzat insanlar tarafından yapılan zulüm, işkence gibi başkalarına acı
veren eylemler ile yine bizzat insanlar tarafından yapılan ve yaptırılan kışkırtma, ayartma,
yanlış yönlendirme gibi toplumlarda karışıklığa, kargaşaya yol açan ve toplumun düzenini
bozan eylemlerdir. Herkes tarafından görülen ve bilinen bu fitneler Kur’ân'da bir çok âyette
konu edilmiştir.
B) Allah kaynaklı fitneler, insanların saflaştırılmasına yönelik olan ve Müslümanların iyi
bilmeleri gereken fitnelerdir. Yüce Rabbimiz, gönderdiği elçiler dahil herkesi [Müslümanları,
insanları, toplumları] fitnelendirmekte; onları ateşe atıp eritmekte, curuflarını dışa attırıp, saf,
arı-duru hâle getirmektedir. Nitekim İbrâhîm, İshâk ve Ya‘kûb peygamberlerin bu anlamdaki
tekâmülleri Kur’ân'da fitne sözcüğüyle değil, ehlesnâ bi hâlisatin [mükemmel bir saflıkla
saflaştırdık] ifadesiyle anlatılmıştır. Yani, fitne eylemi için ‫[ خالصة‬hâlisa] sözcüğü kullanılmak
sûretiyle, bu sözcüklerin anlamdaş olarak kullanıldıkları belirtilmiştir.
Rabbimiz, nimet veya külfet cinsinden sabır ve sebatı gerçekleştirecek her şeyin, fitne
için bir araç olduğunu bildirmiştir:
Her can ölümü mutlaka tadacaktır. Fitne olmak üzere sizi Biz, şer ve hayır ile
belâlandırırız. Ve siz yalnız Bize döndürüleceksiniz. (Enbiyâ/35)[BLOK11pt.]
“Denemek, sınamak, bitkin düşürmek” anlamlarına gelen belâlandırmak sözcüğü,143
birçok âyette ‫[بلء‬belâ] ve bu sözcüğün türevleri şeklinde fitne sözcüğü olmaksızın yer
almıştır. Ancak yukarıdaki âyetin ipucu olmasıyla anlaşılmaktadır ki, ‫[بلء‬belâ] sözcüğü ve
türevleri, bu âyetlerin hepsinde fitneye yönelik olarak kullanılmıştır. Aşağıdaki örneklerde de
görüleceği gibi, gerek elçilerin gerekse insanların tekâmülleri amaçlanarak yapılmış iyi ya da
kötü tüm belâlandırmalar birer fitneye yöneliktir.
Allah'ın fitnelendirmesi elçilerin, kişilerin ve toplumların olgunlaşmasına, olumlu yönde
değişmesine, gelişmesine yönelik olduğu için fitneler, tekâmül ve fiilî eğitim işlevi görmekte,
fitneden geçenler sabır ve sebat bakımından güçlenmektedirler. Nitekim Kur’ân'da İblis'in ve
diğer şeytânların etki edemediği kullar olarak bildirilen “muhles kullar” da, fitne ve belâlarla
arıtılmış, saf, arı-duru hâle getirilmiş kullardır.
Rabbimiz elçilerini ve diğer insanları niçin fitnelendirdiğini şu âyetlerde açıklamıştır:
İnsanlar, fitnelendirilmeden, “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?
And olsun ki, Biz onlardan öncekileri de fitnelendirmiştik. Ki elbette Allah, doğru kimseleri
bilmektedir ve elbette yalancıları da mutlaka bilmektedir. (Ankebût/2-3)[BLOK11pt.]
Biz senden evvel de sadece yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik. Sizin
bir kısmınızı bir diğerine fitne yaptık ki, bakalım sabredecek misiniz ve Rabbin çok iyi
görendir. (Furkân/20)[BLOK11pt.]

140
Lisânü'l-Arab; c. 7, s. 18-21.
141

142

143
Kur’ân'da fitne ve fitnelendirmeyle ilgili daha pek çok âyet bulunmaktadır. Bu
âyetlerden bir kısmı aşağıya çıkarılmıştır. Rabbimizin nasıl ve ne ile fitnelendirdiği bu
âyetlerden kolayca anlaşılmaktadır:
Ve biliniz ki, mallarınız ve evlâtlarınız kesinlikle fitnedir. Kesinlikle de Allah katında
çok büyük ecir vardır. (Enfâl/28)[BLOK11pt.]
Ve kendilerini fitnelemek için basit hayatın çiçeği olarak, onlardan kimi çiftleri
kendileriyle yararlandırdığımız şeylere [mal, mülk, evlât ve saltanata] sakın gözlerini dikme
[rağbetle bakma]. Ve Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir. (Tâ-Hâ/131)[BLOK11pt.]
Kesinlikle mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir. Allah ise, büyük ecir Kendi
katında olandır. (Tegâbün/15)[BLOK11pt.]
Ve Biz, “Allah aramızdan bunlara mı iyilikte bulundu” desinler diye, onlardan bazısını
bazısı ile fitnelendirdik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir? (En‘âm/53)
[BLOK11pt.]
Kesinlikle Biz, içinizden cihad edenleri ve sabredenleri bilinceye kadar sizi
belâlandıracağız. Haberlerinizi de belâlandıracağız. (Muhammed/31)[BLOK11pt.]
Ve de kesinlikle Biz sizi korkudan, açlıktan bir şeylerle; ve mallardan, canlardan ve
ürünlerden eksiltme ile belâlandıracağız [imtihan edeceğiz]. Başlarına bir musibet geldiği
zaman, “Biz şüphesiz Allah'a aidiz ve yalnız O'na döneceğiz” diyen şu sabredenleri müjdele!
(Bakara/155-156)[BLOK11pt.]
Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız hususunda belâlanacaksınız [imtihan
olunacaksınız]. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a ortak koşanlardan siz
bir çok eza da işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah'a takvâlı davranırsanız, şüphesiz işte bu
azmi gerektiren işlerdendir. (Âl-i İmrân/186)[BLOK11pt.]
Ve O sizi yeryüzünün halîfeleri kılan, verdikleriyle sizi belâlandırmak [sınamak] için,
kiminizi kiminizin üzerine derecelerle yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk
olandır ve şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (En‘âm/165)[BLOK11pt.]
Biz yeryüzündeki kendisine süs olan şeyleri, onların hangisinin daha güzel amel
edeceğini belâlandırmamız [sınamamız] için yaptık. (Kehf/7)[BLOK11pt.]
O ki, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı belâlandırmak [sınamak] için ölümü ve
hayatı yarattı. O, çok üstündür ve çok bağışlayandır. (Mülk/2)[BLOK11pt.]
Kur’ân'dan öğrendiğimize göre Rabbimiz, en başta ve en çok elçilerini fitnelendirmiş;
onları eritmiş, süzmüş, arı-duru, saf, katışıksız hâle getirmiştir:
İBRÂHÎM PEYGAMBER:
Ve hani Rabbi İbrâhîm'i, bir takım kelimeler ile belâlandırmış [sınamış], o, onları tam
olarak yerine getirince (Rabbi o'na), “Ben seni insanlara imâm [önder] yapacağım” demişti.
O da, “Zürriyetimden de (yap!)” dedi. (Rabbi o'na,) “Benim ahdim zâlimlere nail olmaz!”
dedi. (Bakara/124)[BLOK11pt.]
DÂVÛD PEYGAMBER:
Ve Dâvûd, Bizim kendisini fitnelendirdiğimizi [arı-duru, has hâle getirdiğimizi] iyice
anladı. (Sâd/24)[BLOK11pt.]
SÜLEYMÂN PEYGAMBER:
And olsun ki Biz Süleymân'ı da fitneye düşürmüştük [çeşitli badirelerden geçirerek
saflaştırmıştık, olgunlaştırmıştık]. Ve tahtının üzerine bir ceset bırakmıştık. Sonra o,
döndü;”Rabbim! Beni koru [maddî ve manevî pislik bulaştırma] ve bana, benden sonra hiç
kimseye yaraşmayan bir mülk ihsan et! Şüphesiz ki Sen, bol bol ihsan edensin” dedi. (Sâd/34-
35)[BLOK11pt.]
EYYÛB PEYGAMBER:
Kulumuz Eyyûb'u da hatırla! Bir zaman o, Rabbine seslenmişti: “Meşakkat ve acı ile
bana şeytân dokundu.” (Sâd/41)[BLOK11pt.]
İBRÂHÎM, İSHÂK ve YA‘KÛB PEYGAMBERLER:
Güç ve basîret sahibi kullarımız İbrâhîm'i, İshâk'ı ve Ya‘kûb'u da hatırla! Şüphesiz Biz
onları Yurt düşüncesi saflığıyla saflaştırdık [arı-duru hale getirdik]. (Sâd/45-46)[BLOK11pt.]
MÛSÂ PEYGAMBER:
Hani kız kardeşin yürüyordu da, “Sizi onun bakımını üstlenecek birine götüreyim mi!”
diyordu. Böylece gözü aydın olsun da kederlenmesin diye seni annene geri döndürdük. Hem
sen, bir adam öldürmüştün de seni gamdan kurtarmıştık. Ve seni çeşitli fitnelerle
fitnelendirdik. Sonra da yıllarca Medyen halkı içinde kaldın. Sonra bir karara göre geldin, ey
Mûsâ! (Tâ-Hâ/40)[BLOK11pt.]
Ve Kitab'ta Mûsâ'yı da an/hatırlat. Şüphesiz o arıtılmıştı, bir elçi ve peygamber idi.
(Meryem/51)[BLOK11pt.]
Yûsuf peygamberin Yûsuf sûresi'nde anlatılan hayatı, ailesinden ayrılışı, kuyuya atılışı,
köle olarak satılışı, zindana kapatılışı da âdeta bir fitneler zinciridir.
Peygamberimiz ile ilgili fitneler zinciri ise babasının ölmesi yüzünden dünyaya yetim
olarak gelmesiyle başlamış, küçük bir çocukken annesini de kaybederek öksüzlüğünün
perçinlenmesi, dedesinin ve amcasının himayesinde kaldığı hüzün dolu yıllar, evlenene kadar
çektiği fakirlik, çocuklarının ölümleri, müşriklerin sözlü ve fiilî tacizleri şeklinde sürmüş,
Kur’ân'da ve tarih kitaplarında yer alan daha nice sıkıntılar ile hayatının sonuna kadar devam
etmiştir.
Toplum önüne gönderilen peygamberlerin tümü, yukarıda anlatılanlara benzer şekilde
Allah kaynaklı fitnelerden geçerek fiilen eğitilmişler, saflaştırılıp olgunlaştırılmışlardır.
Çünkü onların sabır ve sebat konusunda iyi, dayanıklı duruma gelmeleri ve davet görevlerinde
duygusal olmamaları, hevâlarına uymamaları, hakktan sapmamaları, kısacası görevlerinde
başarılı olmaları gerekmektedir.
Rabbimizin insanlar için uygun görüp uyguladığı bu sistem, bir buğday tohumunun
nimet hâline gelme süreci ile büyük benzerlik göstermektedir. Ekilerek toprağın içine
hapsedilen buğday tohumu, toprağın içinde çatlar ve toprağı delerek dışarıya doğru hareket
eder. Toprağın üzerine çıkar çıkmaz yağmurla, soğukla karşılaşır, kızgın güneşin altında
sararıp olgunlaşır. Fakat bu olgunluk yeterli değildir; orakla beli kesilir, harmanda dövülür,
değirmende ezilip öğütülür, bu da yetmez, fırında ateşe atılır. İşte, bir buğday tohumu bile
ancak bunca aşamadan sonra sofrada nimet olarak yerini alır.
Sonuç olarak, Kur’ân'da 85 yerde geçen ‫[ الفتنة‬fitne] ve bu kökten gelen diğer sözcükler;
“ateşte yakma, acı çekme, saflaştırma” anlamı ekseninde anlaşılmalıdır.
ZANN
ّ‫ظ‬
‫ن‬ ّ ‫[ال‬zann] sözcüğü, “racih itikat” [tercih edilen inanç, kanaat] demektir. Bu kanaat,
bilgisizlikten kaynaklanan şekk, kuşku, sanı olabileceği gibi, “yakîn”e [kesin bilgiye] de
dayanabilir. Dolayısıyla ‫ن‬ ّ ‫ظص‬
ّ ‫[ ال‬zann] sözcüğü, birbirinin zıddı olan bu her iki anlamda da
kullanılabilir.144 Fakat sözcük, Türkçe'ye olumsuz anlamı ile geçmiştir ve sadece “sanı”
anlamında kullanılmaktadır. Bu sebeple, Arapça metinlerin, özellikle de Kur’ân âyetlerinin
anlaşılmasında ve Türkçe'ye çevrilmesinde yanlışlıklar ortaya çıkmaktadır. ‫ن‬ ّ ‫ظصص‬
ّ ‫[ ال‬zann]
sözcüğünün çevirisinden kaynaklanan hatalara düşmemek için, sözcüğün hangi âyette hangi
anlamda kullanıldığının bilinmesi gerekir.
ّ‫ظ‬
‫ن‬ ّ ‫[ ال‬zann] sözcüğünün Kur’ân'da, nerede ve hangi manada kullanıldığını anlayabilmek
için iki kriter mevcuttur:
Birinci kritere göre, sözcüğün içinde yer aldığı cümlenin övgü cümlesi mi, yoksa yergi
cümlesi mi olduğuna bakılır. Eğer cümle, anlam bakımından övgü cümlesi ise, ‫ن‬ ّ‫ظ‬ّ ‫[ ال‬zann]
sözcüğü “yakîn” [kesin bilgi] anlamında; yergi cümlesi ise “şekk, sanı” anlamında kullanılmış
demektir.
İkinci kritere göre, sözcükten sonra “en-i müşeddede” edatının mı, yoksa “en-i
muhaffefe” edatının mı geldiğine bakılır. Eğer cümlede ‫ن‬ ّ ‫ظصص‬
ّ ‫[ ال‬zann] sözcüğünü, “en-i
144
müşeddede” edatı olan ‫ن‬ ّ ‫[ِا‬inne], ‫ن‬ َّ ‫[ َا‬enne] takip ediyorsa, zann sözcüğü “yakîn” anlamında,
“en-i muhaffefe” edatı olan ‫ن‬ ْ ‫[ِا‬in], ‫ن‬ ْ ‫[ َا‬en] takip ediyorsa, “şekk, sanı” anlamında kullanılmış
demektir. Çünkü, ‫ن‬ ّ ‫[إ‬inne] ve ‫ن‬ ّ ‫[ أ‬enne] tekit edatıdır, “sanı”nın ise tekidi yapılmaz.145
Kur’ân'da geçen ‫ن‬ ّ‫ظ‬ّ ‫[ ال‬zann] sözcükleri bu kriterlere göre tasnif edilecek olursa, şu tablo
ortaya çıkar:
Sözcüğün yakîn anlamında olduğu âyetler:
Yûnus/22, 24; Yûsuf/42, 110; Sâd/24; Kıyâmet/28; Hâkka/20; Fussılet/22, 50;
A‘râf/171; Kehf/53; Kasas/38-39; İsrâ/102; Mümin/37; A‘râf/66; Muttaffifîn/4; Bakara/46,
249.
Sözcüğün şekk [sanı] anlamında olduğu âyetler: Enbiyâ/87, İnşikâk/14; Bakara/78, 230;
Fussılet/23, 48, 50; Fetih/6, 12; Cinn/5, 7, 12; Tevbe/118; Kehf/35-36; İsrâ/52, 101; Sebe/20;
Kıyâmet/25; Ahzâb/10; Câsiye/24, 32; Şu‘arâ/186; Hûd/27; Hacc/15; Nûr/12; Âl-i İmrân/154;
Nisâ/157; En‘âm/116, 148; Yûnus/36, 60, 66; Sâd/27; Hucurât/12; Necm/23, 28; Sâffat/87.
Haşr/2'de bulunan birinci ‫ن‬ ّ‫ظ‬
ّ ‫[ ال‬zann] sözcüğü, “sanı” anlamında, ikinci zann sözcüğü ise
“yakîn” anlamındadır.
KUR’ÂN'DA HALÎFE SÖZCÜĞÜ
VEYA
KUR’ÂN'DAKİ HALÎFE
Hilâfet sözcüğünün, “Allah'ın yeryüzündeki temsilciliği, vekîlliği” olarak anlaşılması ve
halîfe'nin de, “Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi, vekîli” sayılması sonucunda, bu sözcükler öz
anlamları dışında kavramlaşmış ve sözcüklerin anlamları konusunda, bilenler arasında bile
ayrılıklar oluşmuştur.
Üzerinde ciltler dolusu kitaplar yazılmış olan “halîfe” ve “hilâfet” kavramları, kimileri
tarafından su-i istimal edilerek sömürü konusu yapılmış ve tarihteki bir çok kanlı olay da bu
kavramların yanlış yorumlanması yüzünden meydana gelmiştir.
‫[ الخليفصصة‬halîfe] ve ‫[الخلفصصة‬hilâfet] sözcüklerinin, lügatlerdeki sözcük anlamları dışında
kullanılması ve sözcüklerin zamanla bu anlamlar doğrultusunda kavramlaşması, erken
dönemde önemli bir sosyo-politik sorunu da beraberinde getirmiştir. Siyasî taraflarca istismar
kapısı yapılan bu önemli sorun, konuyla ilgili olarak Müslümanlar arasında yayılan birçok
yanlış inanç ve hurafenin ortaya çıkmasıdır. Bundan dolayı bu iki sözcüğün Kur’ân'daki
kullanımlarının iyice araştırılması ve anlamlarının doğru bir şekilde tesbit edilmesi gereği
vardır. Bu gereklilik dikkate alınarak her iki sözcüğün de Kur’ân'daki anlam ve konumlarının
gözler önüne serilmesine çalışılacaktır:
‫[ الخليفة‬halîfe] sözcüğü, “arka” demek olan ‫[خلف‬hlf] kökünden ism-i fail kalıbında bir
sözcüktür. Aslı halîfetün olan sözcüğün sonundaki ‫[ة‬te] harfi mübalâğa için olup, sözcük halk
arasında halîfe şekline dönüşmüştür. Sözcüğün anlamı, “arkadan gelen” yani “zaman itibariyle
bir başkasının arkasından gelip onun yerine geçen” demektir.146 Örneğin bir ülkenin 16.
başkanı, 15. başkanının halîfesidir. Keza bir kurumun mevcut yöneticisi, kendisinden evvelki
yöneticinin halîfesidir. Türkçe'deki “kalfa” sözcüğü de halîfe sözcüğünün değişime uğramış
bir biçimidir.
Hilâfet sözcüğü ise, “zaman itibariyle bir başkasının arkasından gelip onun yerine
geçmek” demektir.147
Sözcüklerin kökü olan ‫[خلصصف‬hlf] harflerinin ‫ف‬ ْ ‫خَل ف‬
َ [halef] diye okunması, sonradan
gelenlerin “iyi”, ‫ف‬ ْ ‫خْلف‬
َ [half] diye okunması ise sonradan gelenlerin “kötü” olduğunu ifade
eder:148

145
Zerkeşî, el-Bürhân, c. 4, s. 156-157; Suyutî, el-İtkan, c. 1, s. 512-513.
146

147

148
Sonra bunların ardından half [kötü bir nesil] geldi ki, namazı kaybettiler [hayatlarından
çıkarıp attılar]. Ve şehvetlerine uydular. Bundan dolayı onlar azgınlıklarının cezasıyla
karşılaşacaklardır. (Meryem/59)[BLOK11pt.]
Derken onların ardından half [kötü bir nesil] gelip onların yerlerine geçti. Kitab'a da
mirasçı oldular. (A‘râf/169)[BLOK11pt.]
Half sözcüğünün ismü'n-nevisi olan hilfet sözcüğü, “birbiri ardından gelme, birbirini
izleme” anlamındadır149 ve Kur’ân'da sadece bir yerde geçmektedir:
İbret almak veya şükretmek dileyen kimseler için gece ile gündüzü hılfeten [birbiri
ardınca] getiren de O'dur. (Furkân/62)[BLOK11pt.]
Bunlardan başka ‫ف‬ ْ ‫خْل‬
َ [half] sözcüğü, zarf tümleci olarak da şu âyetlerde geçmektedir:
Yûnus/92; Yâ-Sîn/9, 45; Bakara/66, 255; Cinn/27; Meryem/64; Ra‘d/11; Fussılet/14, 25, 42;
Ahkâf/21; Âl-i İmrân/176; Nisâ/9; A‘râf/17; Enfâl/57; Tâ-Hâ/110; Enbiyâ/28; Hacc/76;
Sebe/9.
ْ ‫خْل‬
‫ف‬ َ [half] sözcüğünün türevlerinden olan ihtilâf, muhalif, muhtelif, muhalefet sözcükleri
Türkçe'ye de geçmiş olup, hepsinin anlamları türedikleri kökün anlamına uygun olarak “zıtlık”
eksenlidir. Yani, sözcükler yüz yüze, yan yana değil de, arka arkaya, sırt sırta olmayı, zıt
yönlere yönelmeyi, aykırılığı ifade etmektedir.150 Half sözcüğünün bu kalıplardaki türevleri ise
Kur’ân'da 90'a yakın yerde geçmektedir.
‫[ الخليفة‬halîfe] sözcüğü tekil olarak Kur’ân'da 2 kez yer alırken, çoğulu olan ‫[خلفاء‬hulefâ]
ve ‫[خلئف‬halâif] sözcükleri 7 kez yer almıştır. Konumuz olan halîfe sözcüğünün iyi
anlaşılması için, önce sözcüğün çoğul olarak geçtiği âyetleri hatırlatmakta yarar görüyoruz:
Ve O sizi yeryüzünün halîfeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, bazınızı
bazınızın üstüne yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve O, kesinlikle
çok bağışlayandır, rahîmdir. (En‘âm/165)[BLOK11pt.]
Düşünün ki Âd'dan sonra sizi halîfeler yaptı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun
düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın
nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak taşkınlık yapmayın. (A‘râf/74)
[BLOK11pt.]
Sizi uyarması için içinizden bir adam üzerine Rabbinizden, size bir zikir [öğüt/kitap]
gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nûh kavminden sonra halîfeler yaptı ve yaratılışta
boy bos itibariyle sizi artırdı. Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki, kurtuluşa erdirilesiniz.
(A‘râf/69)[BLOK11pt.]
Buna rağmen yine de o'nu yalanladılar. Biz de o'nu ve gemide kendisiyle beraber olanları
kurtardık. Ve onları halîfeler yaptık. Âyetlerimizi inkâr edenleri ise suda boğduk. O
uyarılanların âkıbetinin nasıl olduğuna bir bakıver. (Yûnus/73)[BLOK11pt.]
O, sizi yeryüzünde halîfeler yapandır. (Fâtır/39)[BLOK11pt.]
Ve and olsun ki, sizden önceki bir çok kavmi, elçileri kendilerine bir çok açık belge ile
geldiklerinde zulmettikleri için helâk ettik. Zaten onlar inanacak değillerdi. İşte günahkârlar
topluluğunu biz böyle karşılıklandırırız. Sonra nasıl amel edeceğinize bakalım diye onların
sonrasından sizi yeryüzüne halîfeler yaptık. (Yûnus/13-14)[BLOK11pt.]
(Onlar mı hayırlı) yoksa, Kendine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve
kötülüğü gideren, sizi yeryüzünün halîfeleri yapan mı? Allah'ın yanında başka bir ilâh mı var?
Çok az düşünüyorsunuz! (Neml/62)[BLOK11pt.]
Görüldüğü gibi bu âyetlerde yer alan halîfeler sözcüklerinin hepsi de, “arkadan gelip
eskilerin yerini alanlar” manasındadır. Yani, hepsi de sözcük anlamı ile kullanılmış olup,
hiçbiri, “yeryüzünde Allah'ın yerini alan, O'na vekâlet eden, O'nun adına hareket eden”
anlamında değildir.

149

150
Yukarıdaki âyetler haricinde bir de ‫[خلف‬half] kökünün istif‘âl kalıbıyla kullanıldığı
âyetler vardır ki, bu âyetlerdeki sözcükler de yine “halef, halîfe bırakmak, birisini başkasının
yerine geçirmek” anlamındadır:
Allah, sizlerden iman etmiş ve sâlihâtı işlemiş olanlara, kendilerinden öncekileri halîfeler
kıldığı gibi, yeryüzünde onları da halîfe kılacağını [başkalarının yerine geçireceğini] vaat
etmiştir. (Nûr/55)[BLOK11pt.]
Ve senin Rabbin, ğanidir [hiçbir şeye muhtaç değildir], merhamet sahibidir. Sizi, başka
bir kavimlerin soyundan getirdiği gibi, dilerse, sizi de giderir [yok eder] ve sizden sonra
yerinize dilediğini halîfe yapar. (En‘âm/133)[BLOK11pt.]
“Buna rağmen yine de yüz çevirirseniz, ben size ne ile gönderilmişsem, işte onu tebliğ
ettim. Ve benim Rabbim, sizin yerinize başka bir kavmi halîfe yapar. Siz O'na hiçbir şeyce
zarar veremezsiniz. Hiç şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir.” (Hûd/57)
[BLOK11pt.]
(Kavmi de) dediler ki: “Sen bize gelmeden önce de eziyet gördük, sen geldikten sonra
da.” (Mûsâ) dedi ki: “Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı helâk edecek ve sizi yeryüzünde
halîfe kılacaktır. O zaman da sizin nasıl davranacağınıza bakar.” (A‘râf/129)[BLOK11pt.]
Gerek halîfeler sözcüğünün geçtiği âyetlerde, gerekse ‫[خلف‬half] sözcüğünün istif‘âl
kalıbında olanlarının geçtiği âyetlerde hilâfet, “kendinden evvelkinin yerine geçmek”
anlamına gelmektedir. Bütün bu âyetlerde halîfeliği söz konusu edilen kişi veya toplumlar, hep
başka kişilerin veya yok edilmiş toplumların yerini almışlar, ama hiç Allah'ın halîfesi,
temsilcisi, vekîli olmamışlardır.
‫[ الخليفة‬halîfe] şeklinde tekil hâliyle Kur’ân'da sadece 2 kez yer alan sözcüklerin ilki, iniş
sırasına göre Sâd sûresi'nde geçmektedir:
Ey Dâvûd! Gerçekten Biz seni yeryüzünde bir halîfe kıldık [yaptık]. O hâlde insanlar
arasında hakk ile hüküm ver [hakk aracılığıyla zulüm ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla],
hevâya [keyfe, arzuya] uyma. O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır. Muhakkak Allah
yolundan sapanlar, hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap
vardır. (Sâd/26)[BLOK11pt.]
Acaba bu âyette halîfe yapıldığı söylenen Dâvûd peygamber, Allah'ın yerini mi almış,
O'nun yerine mi halîfe olmuştur? Sorunun cevabı elbette ki “hayır!” olmalıdır. Çünkü hem
Kur’ân hem de tarihî bilgiler bize Dâvûd peygamberin, İsrâîloğulları'nın o günkü yöneticisi
olan Tâlût'un yerini aldığını bildirmektedir. Kitab-ı Mukaddes ve İbrânî tarihinde de Dâvûd
peygamberin yönetimi kayınpederi Saul'den aldığı bilgisi yer almaktadır. Yani, Dâvûd
peygamber Allah'ın halîfesi değildir, yeryüzünde O'nun yerini almamıştır; Tâlût [Saul]'un
ölümü üzerine onun yerine İsrâîloğulları'na kral olmuştur.
Kur’ân'da yer alan ‫[ الخليفة‬halîfe] sözcüklerinin ikincisi Bakara sûresi'ndedir:
Ve bir zaman Rabbin, meleklere, “Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım [yapacağım]”
demişti. “Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi kılacaksın [yapacaksın]? Oysa biz
Seni överek tesbîh ediyor ve Seni takdis ediyoruz” demişlerdi. “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri
çok iyi bilirim” dedi. (Bakara/30)[BLOK11pt.]
Bu âyette, bir çoklarının anladığı gibi, insanın ilk yaratılışı değil, halîfe yapılışı
anlatılmaktadır. Çünkü insanın halîfe yapılışı, “takdir etmek, biçim vermek, yaratmak”
anlamındaki ‫[خلق‬halk] fiiliyle151 değil, “bir hâlden başka bir hâle dönüştürmek” anlamındaki
‫[ جعل‬ca‘l] fiiliyle152 anlatılmıştır. Ayrıca âyetten, halîfe kılınacak olanın, daha önce yaratılmış,
melekler tarafından tanınıp bilindiği anlaşılmaktadır ki, bu husus da âyetin ilk yaratılışı
anlatmadığını göstermektedir.
Bakara/30'da kimin halîfe yapılacağının açıkça belirtilmemesine rağmen, bir sonraki
âyette Allah'ın Âdem'e konuşmanın temeli olan kelimeleri [isimleri] öğrettiği ve bunları
151

152
meleklerin bilmeyip Âdem'in bildiği, bu nedenle de halîfeliğe ehil olduğu anlatıldığından,
halîfe yapılanın “insan” olduğu anlaşılmaktadır. Ancak kimin halîfe kılındığı anlaşılmakla
beraber, bu “insan halîfe”nin kime halîfe kılındığı belli değildir. Bir insanın (Âdem'in veya
Dâvûd'un) Allah'tan sonra gelip O'nun yerine geçmesi söz konusu edilemeyeceğine göre, bu
âyetteki halîfenin de kime halîfe kılındığı düşünülmeli ve araştırılmalıdır.
Bu noktada, Rabbimizin geçmişte birçok kavimleri yok edip onların arkasından
yenilerini getirdiği [halîfeler kıldığı] ve gelecekte de dilediği takdirde toplumları yok edip
onların yerine yenilerini getireceği [halîfeler kılacağı] yolundaki mesajlarını hatırlamakta
yarar vardır. Bu mesajlardan, insan türü veya insan dışı türlerden başka varlıkların daha evvel
yeryüzüne hâkim oldukları, o dönemde insan denen ve kan döküp fesat çıkaran varlıkların da
bilgilendirilmemiş hâlde mevcut oldukları, Yüce Allah'ın hâkim olan türü ortadan
kaldırmasından sonra onların arkasından kan döküp fesat çıkaran insanoğlunun yeryüzüne
halîfe kılındığı, daha sonra da bu kan döküp fesat çıkaranların Allah'ın lütfu ile
bilgilendirilmeleri, yani kendilerine ruh üfürülmesi [vahiy gönderilmesi] sayesinde erdemli bir
konuma geldikleri anlaşılmaktadır. Fakat insanoğlunun kimlerin ya da nelerin halefleri olduğu,
seleflerinin kimler ya da neler oldukları bu mesajlardan anlaşılamamaktadır. Bunların ne tür
yaratıklar olduğu belki ilerideki zamanlar içinde anlaşılabilecektir.
Sonuç olarak, ‫[ الخليفة‬halîfe] ve ‫[ الخلفة‬hilâfet] sözcükleri, Kur’ân'da bu bağlamda yer
almıştır. Dolayısıyla Kur’ân'daki halîfe sözcüğünden yola çıkılarak “halîfe” adı verilen
yöneticilerin, yeryüzünü adaletle yönetmede Allah'ın vekili ya da temsilcisi olduğu anlayışına
ulaşılamaz.
KUR’ÂN'DA/İSLÂM'DA ŞEYTAN
Halk kültüründe şeytân, gözle görülmeyen, aldatan, kandıran, kötülük aşılayan, acayip
bir varlık olarak tanınır. Modern zamanlarda bu imaja ilaveler yapılmış ve özellikle Hıristiyan
ülkelerin ürettiği film ve karikatürlerde eli çatal mızraklı, kuyruklu, boynuzlu, satanist
ayinlerin kahramanı, Îsâ Mesih'in fiilî düşmanı bir yaratık olarak tasvir edilir olmuştur.
Küreselleşme sürecinin Hıristiyan kültür imgelerinin dünyaya yayılmasını da kolaylaştırdığı
bilinen bir olgudur. Vahiy kökenli dinlere mensup toplumların dinî kültürlerinin birbiriyle
etkileşerek pekiştirdiği bu yanlış algı, “şeytân” kavramının Kur’ân doğrultusunda yeniden ele
alınmasını ve Müslümanların bu konuda doğru bilgilere kavuşturulmasını gerektirmektedir.
Herkes şeytândan korkup Allah'a sığınırken zihinlerdeki bu mevhum [sanal] varlığı
itibara almaktadır. Her türlü kötülüğün kendisine izafe edildiği şeytân, âdeta bir şamar oğlanı
gibi görülmekte, insan eylemlerinin ahlâkî sonuçlarından bizzat insanın değil, şeytânın
sorumlu olduğu şeklinde yanlış bir anlayışa ulaşılmaktadır. Ama gerçekte böyle müşahhas bir
varlık olmadığı için, bu varlığı suçlayanlar, ona türlü iftiralar atanlar, kimse tarafından
sorgulanmamaktadır. Sözde herkese kötülük yapan bu yaratık, kendine yapılan kötülüklere,
sövgülere, lânetlere karşı duyarsızdır, kendini hiç savunmaz, öç almaz.

ÖYLEYSE NEDİR BU ŞEYTÂN DENİLEN YARATIK: ‫شيطان‬ ّ ‫[ال‬şeytân] sözcüğünün


Arapça olmayıp Habeşçe ve İbrânice olduğu ileri sürülmüştür. İbrânice ve Lâtince'de satan
olarak yer alan bu sözcük, bu dillerde Tevrât ve İncillerin verdiği bilgiye göre “rakip, karşıt”
anlamına gelmektedir.153
Arap dilinde ise şeytân sözcüğüne kök olabilecek ‫[شطن‬ş-t-n] ve ‫[شيط‬ş-y-t] olmak üzere
iki sözcük vardır. Bu sebeple biz, şeytân sözcüğünün Arapça olduğu kanaatini taşıyor ve bu
konuda işi uzmanlarına bırakıyoruz:
Şeytân sözcüğü ş-t-n kökünden gelir. Ş-t-n sözcüğü, “ip; derin kuyulardan kovaya
bağlanılarak su çekilen, hayvanların bağlandığı ip” demektir. Bu ip uzak ve derin işlerde
kullanıldığından bunun fiili olan ‫[شصصطن‬şatana] fiili, ‫[بعصصد‬ba‘ude=uzak oldu] anlamında
kullanılmıştır. fey‘alün kalıbındaki şeytân sözcüğü, “iyiden, güzelden uzak olan her şey” için
153
Sayılar 22:22, Eyyûb 1:6, 2:7, Yuhanna 16:11, Efesoslulara Mektup 2:2.
kullanılır olmuştur. Nitekim başında yelesi olan çirkin bir yılan cinsine de şeytân adı
verilmiştir. Sâffat sûresi'nde geçen sanki şeytânların başı gibi ifadesindeki şeytânlar, sözü
edilen bu “çirkin yılanlar”dır.154
Bu sözcüğün “yanma”, özellikle de “zeytin yağının ve işlem görmüş üzümün yanması”
anlamındaki ‫[شيط‬ş-y-t] kökünden geldiği de varsayılmakla birlikte birincisi asıl olandır.155
Yukarıdaki açıklamalar ışığında Kur’ân âyetleri dikkate alındığı zaman şeytân kavramı,
“hakka ve akla aykırı hareket eden, uzak olan her türlü kişi, güç ve kurumun karakteristik adı”
olarak tanımlanabilir. Bu tanımın içine, insanları hakka ve akla aykırı davranmaya iten öfke,
kıskançlık gibi kötü huyların da dâhil edilmesi mümkündür. Buna göre şeytân'ın, başka
boyuttan bir varlık olarak kabulü söz konusu olamaz. O hâlde şeytân ya insandır, ya da
insanın içindeki düşünce yetisidir: İblis'tir.
Şeytân sözcüğü Kur’ân'da 70'i tekil, 18'i çoğul olmak üzere toplam 88 kez geçmektedir.
Bu âyetlere bakarak şeytânın kim ya da ne olabileceği, özellikleri, nitelikleri, alâmet-i
farikaları [ayırt edilecek işaretleri] kolayca tesbit edilebilir:
Ey insanlar! Yeryüzündeki helâl ve tayyib [temiz, hoş, yararlı] şeylerden yiyin ve
şeytânın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır. O, size yalnızca
kötülüğü, aşırılığı [çirkin hayâsızlığı] ve Allah üzerine bilmediğiniz şeyleri söylemenizi
emreder. (Bakara/168-169)[BLOK11pt.]
Şeytân, sizi fakirlikle korkutur ve size aşırılığı [çirkin hayâsızlığı] emreder. Allah ise,
size kendisinden bağışlama ve bol ihsan vaat eder. Ve Allah vâsidir [ilmi ve rahmeti sonsuz
geniş olandır], en iyi bilendir. (Bakara/268)[BLOK11pt.]
Ve o gün, o zâlim kimse ellerini ısırarak, “Eyvah, keşke elçi ile beraber bir yol
tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı izdaş edinmeseydim. Hiç şüphesiz bana geldikten sonra,
beni Zikir'den o saptırdı. Ve şeytân insan için bir rezil edenmiş!” der. (Furkân/27-29)
[BLOK11pt.]
Onlar, Allah'ın astlarından, yalnızca dişilere yakarırlar. Ve onlar ancak inatçı şeytâna
yakarırlar. Allah ona [şeytâna] lânet etti. Ve o, “Elbette senin kullarından belirli bir pay
alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara
emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın
yaratışını bozacaklar” dedi. Ve her kim Allah'ın astından şeytânı velî edinirse, şüphesiz o,
apaçık bir ziyan ile ziyana uğrar. O [şeytân] onlara vaat eder ve onları kuruntulandırır. Oysa
şeytân onlara aldatmadan başka bir şey vadetmez. (Nisâ/117-120)[BLOK11pt.]
İnkâr etmekle emrolundukları tâğutu aralarında hakem yapmak isteyerek kendilerinin,
sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri süren şu kişileri görmedin mi?
Şeytân da onları uzak [geri dönülmez] bir sapıklıkla sapıttırmak istiyor. (Nisâ/60)
[BLOK11pt.]
Onlara, zorlu azabımız geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların
kalpleri katılaştı ve şeytân onlara yapmakta olduklarını çekici gösterdi [süsledi]. (En‘âm/43)
[BLOK11pt.]
Ve işte öyle. Biz her peygamber için cinn ve ins şeytânlarını düşman kıldık. Ki dünya
malına aldanmaktan bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü vahyeder [gizlice telkinde
bulunur, fısıldar]. –Ve şâyet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları bırak
uydurdukları şeyleri de.– Âhirete inanmayan kimselerin kalplerine ona kansın, ondan
memnun olsunlar ve de yapmakta olduklarını yapsınlar diye de. (En‘âm/112-113)
[BLOK11pt.]
Biz senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey arzuladığı
zaman, şeytân onun arzusuna bir şeyler atmış olmasın. Bunun üzerine Allah şeytânın attığı
şeyleri şüpheyi giderir. Sonra da Allah, âyetlerini tahkim eder [güçlendirir]. Ve Allah alîmdir
154

155
Lisânü'l-Arab; 5/114-115.
[en iyi bilen], hakîmdir [yasalar koyan]. (Hacc/52)[BLOK11pt.]
Ey iman etmiş kişiler! Şeytânın adımlarını izlemeyin. Ve kim şeytânın adımlarını
izlerse, hiç şüphesiz o, fahşâyı [çirkin utanmazlıkları] ve kötülüğü emreder. Ve eğer ki
üzerinizde Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, sizden hiçbiri ebedî olarak temize çıkamazdı.
Ama Allah, dilediği kimseyi temize çıkarır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Nûr/21)
[BLOK11pt.]
O zaman şeytân onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara, “Bugün sizi insanlardan
bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım” demişti. Ne zaman ki, iki
topluluk birbirini görür oldu o, iki topuğu üstünde geri döndü ve, “Şüphesiz ben sizden
uzağım. Çünkü ben sizin görmediğinizi görmekteyim, ben Allah'tan da korkmaktayım” dedi.
Allah sonuçlandırması pek şiddetli olandır. (Enfâl/48)[BLOK11pt.]
Onların durumu) tıpkı, hani, insana, “Küfret” deyip de o küfür edince, inkâra sapınca
da “Kesinlikle ben senden uzağım; şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım”
diyen şeytânın durumu gibidir. (Haşr/16)[BLOK11pt.](
Şeytân onları istilâ etmişti de onlara Allah'ı anmayı unutturmuştu. Onlar, şeytânın
hizbidir [grubudur]. İyi bilin ki şeytânın hizbi kesinlikle kaybedenlerdir. (Mücâdele/19)
[BLOK11pt.]
Şüphesiz saçıp savuranlar, şeytânların kardeşleridir. Şeytân ise Rabbine karşı çok
nankördür. (İsrâ/27)[BLOK11pt.]
Ve iş bitince şeytân onlara, “Şüphesiz ki Allah size gerçek vaadi vaat etti, ben de size
vaat ettim, hemen de caydım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi
çağırdım, siz de icabet ettiniz. O nedenle beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın! Ben sizi
kurtaramam, siz de benim kurtarıcım değilsiniz! Ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı
da kabul etmemiştim” dedi. Kesinlikle zâlimler için acı bir azap vardır! (İbrâhîm/22)
[BLOK11pt.]
Ey iman etmiş kişiler! Hamr [içki, uyuşturucu], kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak
şeytân işlerinden pisliklerdir. Öyleyse bunlardan kaçının; umulur ki, kurtuluşa erersiniz.
Gerçekten şeytân, içki ve kumarda sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi, Allah'ın
zikrinden ve salâttan [namazdan ve sosyal destekten] alıkoymak ister. Öyleyse sona
erdirmişler [vazgeçmişler] misiniz? (Mâide/90-91)[BLOK11pt.]
Yukarıdaki âyetlerde bildirilen özellikleri sıralayarak “şeytân”ı şöyle tanımlamak
mümkündür:
* Haramın yenmesini, hakksız kazanç elde edilmesini emreden ve öneren,
* Kötülük, hayâsızlık ve Allah'a karşı bilmediğimiz şeyleri söylememizi emreden,
* Bizi fakirlikle korkutan,
* Bizi kuruntulara düşüren,
* Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emreden,
* Bizleri kandırmak üzere yaldızlı sözler fısıldayan,
* Bize vesvese verip, kışkırtarak kafa bulandıran,
* Yaptığımız amellerimizle bizi şımartan,
* Bizi azdıran,
* İçki/uyuşturucu ve kumarla aramıza düşmanlık ve kin sokmak isteyen,
* Allah'ı anmaktan ve namazdan, sosyal destekten bizi geri durdurmak isteyen kişiler ve
güçler.
Kur’ân, şeytân'ların hem “ins”ten hem de “cinn”den olabileceğini bildirmektedir.
“İns”ten olanlar, bilinen, tanınan, görünen, insan türündeki şeytânları; “cinn”den olanlar ise
gizli, kapalı, İblis veya gerçek kimliği bilinmeyen ajanlar şeklindeki şeytânları ifade
etmektedir:
Ve işte öyle. Biz her peygamber için cinn ve ins şeytânlarını düşman kıldık. Ki dünya
malına aldanmaktan bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü vahyeder [gizlice telkinde
bulunur, fısıldar]. (En‘âm/112)[BLOK11pt.]
“Cinn ve insten, insanların akıllarında, sinsice kötülük fısıldayan hannasın kötü
fısıltılarının şerrinden, insanların ilâhına, insanların hükümdarına ve insanların Rabbine
sığınırım” de! (Nâs/1-6)[BLOK11pt.]
Kur’ân'da şeytân ve şeytânlar sözcüklerinin insanlar için kullanılmasına örnekler:
Ve o gün, o zâlim kimse ellerini ısırarak, “Eyvah, keşke elçi ile beraber bir yol
tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı izdaş edinmeseydim. Hiç şüphesiz bana geldikten sonra,
beni Zikir’den o saptırdı. Ve şeytân insan için bir rezil edenmiş!” der. (Furkân/27-29)
[BLOK11pt.]
O zaman şeytân onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara, “Bugün sizi insanlardan
bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım” demişti. Ne zaman ki, iki
topluluk birbirini görür oldu o, iki topuğu üstünde geri döndü ve, “Şüphesiz ben sizden
uzağım. Çünkü ben sizin görmediğinizi görmekteyim, ben Allah'tan da korkmaktayım” dedi.
Allah sonuçlandırması pek şiddetli olandır. (Enfâl/48)[BLOK11pt.]
Tarih ve siyer kitaplarına göre, bu âyette geçen şeytân, Bedir savaşı'nda Mekkelileri
kışkırtan Benî Kinâne kabilesi, Müdlic oğulları'ndan Sürâka b. Mâlik b. Cu’şum'dur. Eski
tefsirciler de bu âyette geçen şeytân'ın, o gün yüzlerce Mekkeli ile elele tutuşan Sürâka
olduğunu kabul etmişler, fakat onun gerçek Sürâka olmayıp, Sürâka kılığına girmiş şeytân
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu iddialarını da yine bir rivâyete dayandırmışlardır. Rivâyete
göre, bozguna uğrayan Mekkeliler Bedir'deki yenilgilerinin sebebini, korkup kaçarak
Mekkelilerin manevîyatını bozan Sürâka'ya bağlamışlardı. Bunu duyan Sürâka da, kendisinin
savaşa gitmediğini, hatta Mekkelilerin savaşa gittiğinden bile haberinin olmadığını söyler.
Rivâyetin özü bundan ibarettir. Sürâka'nın Bedir'e gitmediğini bildiren bu rivâyete itibar
edilmiş ve Bedir'deki Sürâka'nın Sürâka kılığındaki şeytân olduğuna karar verilmiştir.156
Rivâyetin içeriği yerine biçimini önemseyenler, ne yazık ki tarihî hakikatlerin dejenere
edilmesi yönünde zaman zaman zararlı bir işlev görmek durumunda kalmışlardır. Her şeyden
önce, söz konusu rivâyet hiç de inandırıcı değildir. Çünkü askerî bir otorite olan Sürâka'nın, o
günkü Mekke halkı içinde yaşayıp da günümüzdeki askerî mızıka veya bando takımına
benzeyen gruplarca çalınan cenk havalarını ve şâir kadınlarca sergilenen savaşa tahrik edici
şiir ve gösterileri duymaması, kısacası savaştan bihaber olması mantık dışıdır.
Rivâyetler bir tarafa, bu âyette söz edilen “şeytân”ın, Sürâka olduğu yargısı; âyette
anlatılan davranışı, Bedir savaşı'nda aynen ortaya koyan bir kişinin [Sürâka] varlığından
bahseden tarih kitaplarına dayanmaktadır. Yukarıdaki âyette bildirilen davranış, Haşr/16'da da
konu edilmiş ve bu davranışı gösteren kişiye orada da “şeytân” denilmiştir.
Şeytânî özellikleri olan insanları, “şeytân” olarak isimlendiren Kur’ân'dan bir diğer
örnek de Bakara/14 âyetidir:
Ve inananlara rastladıkları vakit “inandık” dediler. Şeytânlarıyla baş başa kaldıklarında
ise, “Biz kesin olarak sizinleyiz ve onlarla yalnızca alay ediyoruz” dediler. (Bakara/14)
[BLOK11pt.]
Bu âyette de söz konusu edilen şeytânlar, ikiyüzlüleri o duruma düşüren ve yine onlar
gibi “insan olan akıl hocaları”dır.
Şüphesiz ki o şeytân kendi yakınlarını korkutur. Onlardan korkmayın, eğer mümin
iseniz Benden korkun. (Âl-i İmrân/175)[BLOK11pt.]
Klâsik kaynaklara göre burada konu edilen şeytân, Nuaym ibn-i Mes‘ûd adında bir
kâfirdir. Aynı kaynaklarda bu şeytânın, Peygamberimizi ziyarete gelen Ebû Süfyân'ı
caydırmak isteyen grup olduğuna dair nakiller de vardır. Ancak, “şeytân” sözcüğünün âyette
tekil olarak geçmesi sebebiyle buradaki şeytânın bir “grup” olması mümkün değildir.
Ve onlar [Yahudiler] Süleymân mülküne dair şeytânların okuyup durdukları şeylere
uydular. Hâlbuki Süleymân kâfir değildi. Ama o şeytânlar kâfir idiler; insanlara sihri ve
156
Bâbil'de iki meleğe/iki krala; Hârût ve Mârût'a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o ikisi [Hârût
ve Mârût], “Biz fitneyiz, sakın kâfir olma!” demedikçe hiç kimseye hiçbir şey öğretmezlerdi.
İnsanlar o ikisinden erkekle eşinin arasını açtıkları şeyleri öğreniyorlardı. –Ne var ki, onlar
onunla Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler.– Onlar kendilerine zarar vereni,
yarar vermeyeni öğreniyorlardı. And olsun ki, onu satın alanın âhirette hiçbir nasibi
olmayacağını da kesinlikle biliyorlardı. Ve öz benliklerini sattıkları şey ne çirkin bir şeydi!
Keşke bilmiş olsalardı. (Bakara/102)[BLOK11pt.]
Bu âyette geçen Süleymân peygamber ile ilgili şeytânlar, halk kültüründeki şeytân
olmayıp, Süleymân peygamberin emri altında zoraki çalışan yabancı işçilerdir. Anlaşıldığına
göre bunlar, Süleymân peygamberin sultasından kurtulabilmek için her türlü çabayı
harcıyorlar, her yolu deniyorlardı. Denedikleri yollardan bir de Süleymân peygamberin kâfir
olduğu söylentisini yaymaktı. Âyette işaret edilen konu budur ve işin aslı insanlığa,
dolayısıyla da Ehl-i Kitab'a bildirilmektedir. Süleymân peygambere tuzak kuranların, iftira
edenlerin “şeytân” diye adlandırılmaları, Enbiyâ/82 ve Sâd/38'de de yer almaktadır. Bu olay,
muharref Tevrât'ta ise, 1. Krallar 11:7'de de geçmektedir.
Ve işte öyle. Biz her peygamber için cinn ve ins şeytânlarını düşman kıldık. Ki dünya
malına aldanmaktan bunların bazısı bazısına sözün süslüsünü vahyeder [gizlice telkinde
bulunur, fısıldar]. –Ve şâyet Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Öyleyse onları bırak
uydurdukları şeyleri de.– Âhirete inanmayan kimselerin kalpleri ona kansın, ondan memnun
olsunlar ve de yapmakta olduklarını yapsınlar diye de. (En‘âm/112-113)[BLOK11pt.]
Bu âyette konu edilen şeytânlar ise, yine “Peygamberimizin karşıtı olan Mekkeliler”dir.
ŞEYTÂNLARIN GÜCÜ YOKTUR: Kur’ân'da şeytânın yaptırım gücü olmadığı, sadece
vesvese ve iğva [teşvik, kışkırtma], telkin ettiği, zorlamadığı ve zorlayamadığı açık açık
vurgulanmış ve buna hem dünyadan hem de âhiretten örnekler verilmiştir.
Şeytân ancak, ham, câhil, olgunlaşmamış kişileri etkiler:
(İblis,) “Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka
azdıracağım, ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesnâ” dedi. (Sâd/82-83)[BLOK11pt.]
Öyleyse Kur’ân okuduğun zaman racîm şeytândan [İblis'ten] Allah'a sığın. Şüphesiz ki
iman edip de Rabb'lerine tevekkül edenler üzerinde o şeytânın hiçbir gücü yoktur. Onun gücü,
ancak onu velî [yol gösteren, yardım eden ve koruyan yakın] edinenler ve Allah'a ortak
koşanlar üzerinedir. (Nahl/98-100)[BLOK11pt.]
Ve iş bitince şeytân onlara, “Şüphesiz ki Allah size gerçek vaadi vaat etti, ben de size
vaat ettim, hemen de caydım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi
çağırdım, siz de icabet ettiniz. O nedenle beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın! Ben sizi
kurtaramam, siz de benim kurtarıcım değilsiniz! Ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı
da kabul etmemiştim” dedi. Kesinlikle zâlimler için acı bir azap vardır! (İbrâhîm/22)
[BLOK11pt.]
İman etmiş kimseler Allah yolunda savaşırlar. Küfür etmiş kişiler de tâğût yolunda
savaşırlar. O hâlde siz şeytânın velîleri ile savaşın. Hiç kuşkusuz şeytânın tuzağı çok zayıftır.
(Nisâ/76)[BLOK11pt.]
ŞEYTÂN-I RACÎM [LÂNETLENMİŞ, KOVULMUŞ ŞEYTÂN]: İBLİS: Birçok kişi
şeytân ile İblis'i birbirine karıştırmaktadır. İblis, Kehf/50'de bildirildiği üzere, şeytânın cinn
grubundandır. Yani, gözle görülemeyen ateşten/enerjiden yaratılmıştır. Gözle görülemeyen ve
ateşten/enerjiden yaratılma bir varlık olan İblis, bize göre zihinsel faaliyetlerimizden biri olan
“düşünme yetisi”dir. Şeytân ise bir kötülük karakteri ve sembolüdür. Şeytânî karaktere sahip
olan İblis de bu sebeple birçok âyette “şeytân” diye nitelenmiştir.
Kur’ân'da şeytân sözcüğüyle, “İblis”in kasdedildiğine birkaç örnek:
“Onlardan gücünü yetirdiklerini sesinle sars. Atlıların ve yayalarınla onların üzerine
yaygara kopar! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve onlara vaatlerde bulun.” Ve şeytân
onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez. (İsrâ/64)[BLOK11pt.]
Ey Âdemoğulları! Şeytân, ana-babanızı, kendi çirkinliklerini kendilerine göstermek için
elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de bir fitneye düşürmesin! Çünkü o ve
kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz şeytânları, inanmayanlara
velîler [yol gösteren, yardım eden ve koruyan yakınlar] yaptık. (A‘râf/27)[BLOK11pt.]
Ve o [Yûsuf], o iki kişiden, kurtulacağını düşündüğüne: “Rabbinin [efendi, hükümdar
edindiğin kişinin] yanında beni an” dedi. Sonra şeytân ona, hatırlatmayı terk ettirdi. Böylece
o [Yûsuf], yıllarca zindanda kaldı. (Yûsuf/42)[BLOK11pt.]
Bu âyette sözü edilen ve Yûsuf peygamberden bahsetmeyi o adama terk ettiren şeytân,
aslında o kişinin kötü düşüncesidir. Kötü düşüncesinin etkisinde kalan adam, Yûsuf
peygamberin saraya gelmesini kıskanmış, istememiş olmalıdır. Aynı şekilde, Yûsuf/100'de
konu edilen ve Yûsuf peygamber ile kardeşlerinin arasını bozan şeytân da İblis'tir, yani
kardeşlerinin içindeki vesvesecidir.
(Genç adam) dedi ki: “Bak sen şu işe, hani kayaya sığınmıştık ya, işte o sırada ben
kesinlikle hût'u terk ettim. Onu anmamı bana sadece şeytân terk ettirdi. O [hût], denizin
içinde acayip bir biçimde yolunu tuttu. (Kehf/63)[BLOK11pt.]
Burada da “hût'u söylettirmeyen şeytân, gencin kötü düşüncesidir, yani İblis'idir.157
Görülüyor ki, insanların kendi arzuları ile yaptıkları kötülükleri şeytânın üzerine
atmaları çok eskilere dayanmaktadır. İnsanlar kendilerinin şeytâna uyduklarını, kendilerine o
kötülükleri şeytânın yaptırdığını ileri sürerler. Hâlbuki o işleri yaptıran kendilerinin
kontrolsüz düşünceleridir.
EYYÛB PEYGAMBER ZARAR VEREN ŞEYTÂN:
Kulumuz Eyyûb'u da hatırla! Bir zaman o, Rabbine seslenmişti: “Meşakkat ve acı ile
bana şeytân dokundu” [şeytân bana acı ve meşakkat dokundurdu]. (Sâd/41)[BLOK11pt.]
Burada Eyyûb peygamberin şikâyet ettiği şeytân, birinci plânda kendi İblis'idir.158 Ama
bu şeytân, Eyyûb peygamberi aldatan ve zararına neden olan bir arkadaşı, iş ortağı da olabilir.
Ayrıca, Hicr/16-18 ve Sâffat/6-10'da konu edilen şeytân'lar da “İblis”tir. Bu konuda,
“Kulak Hırsızlığı Yapan Şeytânlar” adlı makalemizin okunmasını öneriyoruz.
KUR’ÂN'DA ŞEYTÂNIN ARKADAŞI OLARAK SAYILANLAR:
Şeytân onları istilâ etmişti de onlara Allah'ı anmayı unutturmuştu. Onlar, şeytânın
hizbidir [grubudur]. İyi bilin ki şeytânın hizbi kesinlikle kaybedenlerdir. (Mücâdele/19)
[BLOK11pt.]
Ve Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları hâlde mallarını insanlara gösteriş yapmak
için harcayan kimseleri (Allah sevmez). Şeytân kim için arkadaş olursa, o ne kötü arkadaştır!
(Nisâ/38)[BLOK11pt.]
Ve Biz onlara bir takım karînler [yakın arkadaşlar] musallat ettik de onlar kendilerine,
önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini güzel gösterdiler. Kendilerinden önce gelip geçmiş
olan cinn ve insan toplulukları [herkes] hakkındaki söz, onlar için de hakk oldu. Doğrusu
onların hepsi de kendilerine yazık etmiş olanlardır. (Fussilet/25)[BLOK11pt.]
Ve her kim Rahmân'ın zikrinden yüz çevirirse Biz ona bir şeytân musallat ederiz. Artık
o, onun için karîndir [yaştaş, yakın arkadaştır]; ve şüphesiz ki onlar, onları yoldan çıkarırlar.
Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. Nihâyet Bize gelince, “Keşke seninle
benim aramda doğu ile batı arasındaki kadar bir uzaklık olsaydı” der. –Öyleyse bu ne kötü bir
karîndir [yaştaş, yakın arkadaştır].– (Zuhruf/36-38)[BLOK11pt.]
Şeytân, Kur’ân'da iyiden iyiye tanıtılmış ve onun insanlara verebileceği zararlar
ayrıntılarıyla bildirilmiştir. Rabbimiz de, kitabında çok iyi tanıttığı böylelerinin arkasına
düşülmemesini ve onlara kul olunmamasını emretmiştir:
Ve üzerine Allah'ın adı anılmayan şeylerden yemeyin. Ve şüphesiz o fısktır [tam bir
yoldan çıkıştır]. Ve şüphesiz şeytânlar kendi velîlerine sizinle mücâdele etmeleri için
157

158
vahyederler [gizlice telkinde bulunurlar]. Ve eğer onlara boyun eğerseniz şüphesiz siz
müşrikler oldunuz demektir. (En‘âm/121)[BLOK11pt.]
Bir zaman o, babasına, “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası
olmayan şeylere niçin ibâdet ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir ilim bana
geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytâna kulluk
etme. Şüphesiz şeytân Rahmân'a asi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahmân'dan bir
azap dokunur da şeytân için bir velî [yol gösteren, yardım eden ve koruyan yakın] olursun
diye korkuyorum” demişti. (Meryem/42-45)[BLOK11pt.]
Ben, “Ey Âdemoğulları! Şeytâna kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır
ve Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve and olsun ki o [şeytân] sizden bir çok
nesilleri saptırdı” diye, size ahd vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz! İşte bu,
sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir. (Yâ-Sîn/60-63)[BLOK11pt.]
Ey Âdemoğulları! Şeytân, ana-babanızı, kendi çirkinliklerini kendilerine göstermek için
elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de bir fitneye düşürmesin! Çünkü o ve
kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytânları, inanmayanlara
velîler [yol gösteren, yardım eden ve koruyan yakınlar] yaptık. (A‘râf/27)[BLOK11pt.]
Ve hayvanlardan da yük taşıyan, yününden döşek yapılan (yaratandır). Allah'ın sizi
rızıklandırdığı şeylerden yiyin ve şeytânın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık
bir düşmandır. (En‘âm/142)[BLOK11pt.]
Ve sakın şeytân sizi doğru yoldan alıkoymasın. Şüphesiz o sizin için apaçık bir
düşmandır. (Zuhruf/62)[BLOK11pt.]
Şüphesiz o şeytân, sizin için düşmandır. Onun için siz de onu düşman edinin. Şüphesiz
o [şeytân], kendi taraftarlarını alevli ateşin ashâbından olmaları için çağırır. (Fâtır/6)
[BLOK11pt.]
Ve Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları hâlde mallarını insanlara gösteriş yapmak
için harcayan kimseleri (Allah sevmez). Şeytân kim için arkadaş olursa, o ne kötü arkadaştır!
(Nisâ/38)[BLOK11pt.]
Ey iman etmiş kişiler! Hepiniz toptan silm'e [İslâm'a, barışa, güvenliğe] girin ve
şeytânın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o, sizin için apaçık bir düşmandır. (Bakara/208)
[BLOK11pt.]
Ey iman etmiş kişiler! Şeytânın adımlarını izlemeyin. Ve kim şeytânın adımlarını
izlerse, hiç şüphesiz o, fahşâyı [çirkin utanmazlıkları] ve kötülüğü emreder. Ve eğer ki
üzerinizde Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, sizden hiçbiri ebedî olarak temize çıkamazdı.
Ama Allah, dilediği kimseyi temize çıkarır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Nûr/21)
[BLOK11pt.]
ŞEYTÂNA KARŞI ÖNLEM:
Eğer sana şeytândan bir vesvese gelirse de hemen Allah'a sığın. Muhakkak ki O, en iyi
işiten, en iyi bilendir. (A‘râf/200)[BLOK11pt.]
Sen, kötülüğü en güzel bir tutumla sav, Biz onların yakıştırmakta oldukları şeyleri çok
iyi biliriz. Ve de ki: “Rabbim! Şeytânların kışkırtmalarından Sana sığınırım! Onların yanımda
bulunmalarından da Sana sığınırım.” (Müminûn/96-98)[BLOK11pt.]
Hem iyilik de bir değildir, kötülük de. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. O zaman
seninle kendi arasında bir düşmanlık olan kişinin, sanki samimî bir dost gibi olduğunu
görürsün. Bu olgunluğa ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak hayırdan büyük bir pay
sahibi olan kavuşturulur. Ve eğer şeytândan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa
hemen Allah'a sığın. Şüphesiz ki O, en iyi duyan ve en çok bilendir. (Fussilet/34-36)
[BLOK11pt.]
Öyleyse Kur’ân okuduğun zaman, kovulmuş şeytândan Allah'a sığın. Gerçek şu ki, iman
edenler ve Rabb'lerine tevekkül edenler üzerinde onun hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onun
zorlayıcı gücü ancak onu dost edinenlere, onunla Allah'a ortak koşanlar üzerindedir.
(Nahl/98-100)[BLOK11pt.]
Bu âyetlerde konu edilen şeytân da, “İblis” olup, bundan herkesin Allah'a sığınması
istenmiştir.
ŞEYTÂNDAN ALLAH'A SIĞINMAK: Şeytândan Allah'a sığınmak, ‫ل من اّليطان‬ ّ ‫اعوذ با‬
‫[ الّرجيصصم‬e‘ûzü billâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm=kovulmuş şeytândan Allah'a sığınırım/Allahım
şeytândan Sana sığınırım, beni ondan koru] demek değildir.
Şeytândan Allah'a sığınmak;
* Şeytân kişiler ve güçler tarafından dayatılan düşünce ve amelleri, hemen, Allah'ın bize
gönderdiği Kur’ân terazisinde tartmaktır.
* Şeytânın aklımıza, fikrimize zerk ettiği zehirleri, Allah'ın Kur’ân'da bize ikram ettiği
panzehirle tedavi etmektir.
* Doğruyu Allah'tan öğrenip, şeytânın bizi saptırmasına engel olmaktır.
* Fırtınaya tutulan geminin hemen limana sığındığı gibi, hemen Kur’ân'a sarılıp
problemleri Kur’ân ile çözmektir. Anlamadan Kur’ân okumak bu problemleri çözmez.
İnsanoğlu her an şeytânî vesveselerle karşı karşıyadır. Bu nedenle herkes Rabbimizin
“Allah'a sığın!” emrini iyi anlamak, sonra da bu emrin muktezasınca davranmak sorumluluğu
ile karşı karşıyadır. Günlük yaşamda şeytânî vesveselere örnek olabilecek o kadar çok örnek
vardır ki, hepsini saymak mümkün değildir. Ancak, birey ve toplumun dinî hayatını ve ahlâkî
sorumluluk duygusunu etkileyen; birey ve toplumu Allah'ın mesajları konusunda yanlış
arayışlara yönelten vesvese türlerini tanıtmak üzere somut bir örnek vermeyi gerekli
görüyoruz:
Bilerek ya da bilmeyerek, bilinçli ya da bilinçsiz olarak yüzyıllardır Müslümanlara şöyle
telkinlerde bulunulmaktadır: “Şu kandil gecesinde şu kadar rekât namaz kılar, şu kadar sayıda
tesbîh çekerseniz, bütün günahlarınız affolunur ve cennete gidersiniz!” Bu teklif ilk bakışta
insanların hoşuna gitmekte, daha doğrusu işlerine gelmektedir. Çünkü insanın dünyaya
gelişinden itibaren onun “karîn”i olarak faaliyet gösteren şeytân [İblis], bu teklif ile hemen
harekete geçip bir ham düşünce üretmekte ve telkin edilen bu kolay davranışları yaparak
cenneti ucuza elde etme fikrini insana “süslü” göstermektedir. Maruz kaldığı bu telkin ve
teklife kulak kabartan insan, hem Allah'ın bildirdiği dışında bir yolla cennet vaat eden
şeytânların, hem de bu yolu kendince süslü gösteren beynindeki İblis'in vesveseleri ile karşı
karşıya kalmaktadır. İşte Rabbimizin, Kendisine sığınılmasını istediği şeytânî vesveselerin
tümü buna benzer kuruntulardan oluşmaktadır. Ancak bu sığınma, âyetteki ifadelerden
anlaşıldığına göre, kuru sözle gerçekleşebilecek bir tavır değildir. Zira âyette, “Allah'a
sığınırım de!” veya “Allah'a sığınmak istiyorum de!” değil, “Allah'a sığın!” denmektedir.
O hâlde yapılacak iş, insanın kendisini sadece Allah'ın sözlerine teslim etmesidir.
Nitekim yukarıda verdiğimiz örneğe uygun olarak biri çıkar da kolay cennet vaatleriyle
zihinleri çelmeye çalışanlara kapılmadan, “Yâ Rabbi! Cennetin bedeli nedir!” diye Allah'a
sığınmak isterse, Allah'ın cevabını Kur’ân'da bulacak ve bu bedelin “muttakî olmak, ebrardan
olmak, malını ve canını Allah'a satmak” olduğunu öğrenerek, hem o teklifi yapan yalancı
şeytânların, hem de beynindeki İblis'in vesvesesinden kendini kurtarabilecektir.
Sonuç olarak insan, aklını çalıştırmalı ve bu tarz yalanlarla sürekli vesvese veren
şeytânlardan korunmak için Allah'a, yani O'nun kitabına sığınmalıdır ki, Âdem ve eşi gibi
hataya düşmesin.
ŞEYTÂNIN ÇARPMASI:
De ki: “Allah'ın astlarından bize yarar sağlamayan ve zarar vermeyen şeylere mi
yakaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, kendisinin “Bize gel!” diye doğruya ve
güzele çağıran arkadaşları varken şeytânların kendisini ayartıp yeryüzünde şaşkın dolaşır
hâle getirdiği kimseler gibi gerisin geri mi döndürülelim? De ki: “Şüphesiz Allah'ın doğru
yolu, gerçek doğru yolun ta kendisidir. Ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla
emrolunduk.” (En‘âm/71)[BLOK11pt.]
Görmedin mi? Şüphesiz Biz şeytânları o kâfirler üzerine gönderdik. Onları kışkırttıkça
kışkırtıyorlar. (Meryem/83)[BLOK11pt.]
O, ribayı yiyen kişiler, şeytânın bir dokunuşuyla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü
kalkamazlar. Bu, şüphesiz onların, “Alış-veriş, riba gibidir” demeleriyledir. Oysaki Allah,
alış-verişi helâl, ribayı haram kılmıştır. Kendisine Rabbinden bir öğüt gelip de yaptığından
vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah'adır. Ve kim ki yeniden dönerse, işte o dönenler
ateşin dostlarıdır. Onlar orada sürekli kalacaklardır. (Bakara/275)[BLOK11pt.]
Âyetin orijinalindeki ‫س‬ ّ ‫شيطان من الم‬
ّ ‫[ليقومون ال كما يقوم اّلذى يتخّبطه ال‬lâ yekûmûne illâ kemâ
yekûmullezî yetehabbetühü'ş-şeytânü mine'l-messi] ifadesi aslında, “şeytânın dokunuşuyla
düşürdüğü, aklını azalttığı, normal durumunu bozduğu kimse gibi” demektir.159 Ama bu ifade
tefsirciler tarafından pratik olarak “şeytânın çarptığı kimse” olarak meallendirilip geçilmiştir.
Hâlbuki insanların, “Nedir bu şeytânın aklı azaltması, düşürmesi, normal durumu bozması?”
diye düşünmelerini sağlamak için orijinal anlamın aynen verilmesi çok daha iyi olacaktır.
Halk dilinde “şeytân çarpması” diye, kişinin ağzının, yüzünün eğilmesine denmektedir.
Meselâ, yüz felci geçiren kişi de bu anlamda, “şeytân çarpmış” olarak nitelenmektedir. Halk
arasında yaygınlaşmış olan bu anlamdaki bir çarpılmanın, Kur’ân'da bahsedilen “şeytân
çarpması” ile bir alâkası yoktur. Halk arasında “şeytân” sözcüğünün yanlış anlaşılması, doğal
olarak “şeytân çarpması”nın da yanlış anlaşılmasına yol açmaktadır.
Kur’ân'ın bildirdiği şeytân çarpması, yukarıdaki âyetlerde tanıtılmış olan şeytânî
karakterleri taşıyan şeytânların/insanların bu olumsuzlukları bir kişiye telkin edip onu kontrol
altına almasıdır. Yani, şeytânî özellikte olan şeylerin bir kişiyi ele geçirmesidir. İşte o zaman
o kişiyi şeytân çarpmış demektir. Şeytânın çarptığı bir kişi ise;
* Allah'a karşı gelir.
* Hayâsızdır, edepsizdir, kötüleşmiştir.
* Hakksız kazanç peşinde koşar.
* Bilmediği şeyleri konuşur.
* Fakirlikten, fakir düşmekten korkar.
* Savurgandır.
* Kuruntuludur, şımarıktır, kışkırtılmıştır.
* Aldanmıştır.
* Azmıştır, çevresiyle arası bozulmuştur.
* Dönektir.
* Bilgilenmeye, aydınlanmaya kapalıdır.
Herhangi bir insanın yukarıdaki özellikleri taşıyor olması, onun bu hâle şeytan
tarafından getirildiğini gösteren temel ölçüttür. Bu özellikleri taşıyan kişiler ise, “Onu şeytan
çarpmış”, “Onu şeytan oyununa getirmiş, aklını azaltmış, düşürmüş” şeklinde tasvir edilirler.
Geçimlerini faiz yiyerek/tefecilik yaparak kazanan kimseler, aslında varlıklarını
şeytânın kontrolüne girerek sürdüren ve bu şekilde ayakta kalan kimselerdir. Bu kişiler,
Bakara/279'daki ifade ile, “Allah ve Elçisi'ne savaş açmış” kimselerdir. Bu konuyu iyi
anlamak için, 279. âyetin bulunduğu tüm pasajın [261-281. âyetler] bir bütünlük içerisinde
okunup düşünülmesi gerekir. Bu pasajda konu, muhtaçlara karşılıksız yardım [sadaka, infak]
ile muhtaçları sömürü [ribâ/faiz] arasındaki karşıtlık ilişkisi içinde açıklanmaktadır.
Tefsircilerin pek çoğu 279. âyetin ihtarını kıyâmet gününe hamledip, “Faiz yiyenler
kıyâmet günü, saralılar gibi dengeleri bozulmuş/şeytân çarpmış gibi kalkarlar ve bu halleriyle
faiz yiyenlerden oldukları belli olur” şeklinde açıklamışlardır. Hâlbuki âyetin zâhirî [sözel]
manası, böyle değildir. Olay tamamen dünya ile ilgilidir. Bize göre bu hatalı yorumlar, şeytân
ve şeytân çarpması ifadelerinin, Kur’ân dışı kabullerinden kaynaklanmaktadır.

159

You might also like