You are on page 1of 142

85 ANKEBUT [DİŞİ ÖRÜMCEK] SURESİ

GİRİŞ:

Ankebut suresi Mekke’de 85. sırada inmiş olup adını 41. ayette geçen “ ‫العنكبوت‬
Ankebut” sözcüğünden almıştır.
1-11. ayetler ile 60. ayetin Medeni olduğuna dair nakiller mevcuttur. (Süyuti;
el-İtkan)
Surede genel olarak tevhid, elçilik, öldükten sonra dirilme ve hesap gibi dinin
temel inanç konularından bahsedilmektedir.
Ayrıca iman-amel ilişkisi, dünya hayatındaki sıkıntılar ve bunların amacı,
Allah'ın mesajlarını tebliğ hususunda peygamberlerin karşılaştıkları şiddet ve
zorluklar üzerinde durulmaktadır. Resulullah’ın Mekke müşrikleri ile mücadelesine
çok benzemeleri nedeniyle çok kısa ve öz olarak Nuh, İbrahim, Lût ve Şuayb
peygamberlerin tevhid mücadelelerinden örnekler verilmektedir. Âd ve Semûd gibi
zorba ve azgın milletlerin; Karun, Firavun ve Hâmân gibi azgın kişiliklerin helakleri
hatırlatılarak inkârcılar uyarılmaktadır.

1
MEAL:

RAHMAN RAHÎM ALLAH ADINA

1- ‫ا‬Elif [1], ‫ل‬Lâm [30], ‫م‬Mim [40].


2- 3- İnsanlar, fitnelendirilmeden, “İman ettik” demeleriyle,
bırakılıvereceklerini mi sandılar? Ve ant olsun ki Biz, onlardan öncekileri de
fitnelendirmiştik. Artık elbette Allah, doğru kimseleri bildirecektir ve elbette
yalancıları da mutlaka bildirecektir.
4- 6- Yoksa kötülük yapanlar, Bizi öne geçebileceklerini [Bizden
kaçabileceklerini] mi sanıyorlar? İlke olarak benimsedikleri şey, ne kötüdür! Kim
Allah’a kavuşmayı umuyorsa, hiç şüphesiz ki, Allah’ın belirlediği zaman kesinlikle
gelicidir. Ve O, en iyi duyandır, en iyi bilendir. Ve kim gayret gösterirse, ancak
kendisi için gayret gösterir. Şüphesiz Allah, kesinlikle âlemlerden zengindir.
7- Ve inanan ve salihatı işleyen kimseler, onların kötülüklerini elbette
örteceğiz ve kesinlikle onlara yaptıklarının daha güzeli ile karşılık vereceğiz.
8 – Ve Biz, insana, ana -babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Eğer o ikisi,
seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi Bana ortak koşman için gayret ederlerse,
artık o ikisine itaat etme. Dönüşünüz ancak Banadır. O zaman, size yapmış
olduklarınızı haber vereceğim.
9- İman eden ve salihatı işleyen kimseleri de; kesinlikle onları salih kişiler
içine katacağız.
10 - İnsanlardan kimi de vardır ki, ‘Allah'a inandık’ der; sonra da Allah
uğrunda eziyet olunduğu zaman, insanların fitnesini Allah'ın azabı gibi tutar. Ve
eğer Rabbinden bir yardım gelecek olsa, kesinlikle, ‘Şüphesiz biz sizinle beraber
idik’ diyeceklerdir. Hâlbuki Allah, onların göğüslerindekileri en iyi bilen değil
midir?
11 – Ve Allah, elbette iman etmiş kişileri bilir/ bildirir, elbette münafıkları
[ikiyüzlüleri] de bilir/bildirir.
12- Ve kâfirler müminlere: “Bizim yolumuza uyun, kesinlikle sizin
hatalarınızı/günahlarınızı biz yüklenelim” dediler. Oysa onların hatalarından, ne
olursa olsun hiçbir şeyi onlar taşıyıcı değillerdir. Onlar, kesinlikle, yalancıdırlar.
13 – Onlar, elbette kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte nice yükleri de
taşıyacaklar. Ve uydurup durdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka
sorgulanacaklardır.
18- Ve eğer siz yalanlarsanız bilin ki, sizden önceki birtakım ümmetler de
yalanlamıştı. Elçiye düşen de apaçık tebliğden başka bir şey değildir.
19 – Onlar, Allah'ın yaratmayı nasıl başlattığını, sonra da bunu tekrarladığını
da mı görmediler? Şüphesiz bu, Allah'a göre çok kolaydır.
20 – 22- De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da, O’nun yaratmaya nasıl
başladığına bir bakın. Sonra Allah, son yapıyı inşa edecektir. Şüphesiz Allah, her
şeye güç yetirendir. O, dilediği kimseye azap eder, dilediği kimseye de rahmet eder.
Ve siz yalnızca O'na döndürüleceksiniz. Ve siz yeryüzünde ve gökte aciz bırakanlar
değilsiniz. Ve sizin için Allah’ın astlarından bir veli ve yardımcı yoktur.”
23 – Ve Allah'ın ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden kimseler; işte onlar
Benim rahmetimden ümitlerini kesmişlerdir ve onlar, kendileri için acıklı bir azap
olanlardır.

2
14 – Ve ant olsun ki Biz, Nuh’u kendi kavmine elçi gönderdik de, içlerinde
elli yıl hariç bin sene kaldı. Sonunda, onlar zalimler iken tufan kendilerini
yakalayıverdi.
15 – Böylece Biz, onu ve gemi halkını kurtardık ve onu [gemiyi/ cezayı/
kurtuluşu] âlemlere bir ayet kıldık.
16, 17- İbrahim’i de [elçi gönderdik/kurtardık]. Hani o, kavmine: “Allah’a
ibadet edin ve O’na takvalı davranın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır
Şüphesiz siz Allah’ın astlarından bir takım taştan, ağaçtan putlara tapıyorsunuz ve
yalan uyduruyorsunuz. Haberiniz olsun ki o, sizin Allah’ın astlarından mabut diye
taptıklarınız, sizin için bir rızık vermeye güç yetiremezler. Onun için rızkı Allah
yanında arayın ve O’na kulluk edin ve O’na şükredin. Yalnızca O’na
döndürüleceksiniz.” demişti.
24 – Sonra onun [İbrahim’in] toplumunun cevabı, yalnızca: “Onu öldürün
veya tahrik edin [yandırın]” demeleri oldu. Sonra da Allah onu ateşten kurtardı.
Şüphesiz bunda, iman edecek bir toplum için ibretler vardır.
25 – Ve O [İbrahim], dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için
Allah’ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz
kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi lanetleyecektir. Varacağınız yer de
cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan da yoktur.”
26 - Bunun üzerine ona Lut inandı. Ve o [İbrahim] dedi ki: “Ben Rabbime
hicret ediciyim. Şüphesiz O, Azîz ve Hakîm’in ta kendisidir.
27 – Ve Biz ona İshak’ı ve Yakub'u bağışladık. Ve soyu içinde Peygamberlik
ve Kitap kıldık. Ve Biz ona dünyada ücretini verdik. Şüphesiz o, ahirette de
salihlerdendir.
28, 29 - Lut'u da [gönderdik]. Hani o kavmine: “Şüphesiz siz, kesinlikle
âlemlerden sizden önce geçmiş olanların yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz!
Siz, şüphesiz, mutlaka erkeklere gidecek, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlik
yapacak mısınız?” demişti. Bunun üzerine kavminin cevabı, sadece, “Doğru
söyleyenlerden isen Allah'ın azabını bize getir!” demeleri oldu.
30- O [Lut]: “Rabbim! Şu bozguncular toplumuna karşı bana yardım et!” dedi.
31 – Ve elçilerimiz İbrahim'e müjdeyi getirdiklerinde: “Biz bu kentin halkını
helak edeceğiz” dediler. -Şüphesiz oranın halkı zalimler idiler.-
32 – O [İbrahim]: “Şüphesiz orada Lut var!” dedi. Onlar: “Biz orada kimlerin
bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Onu ve o geride kalanlardan biri olan karısı
dışındaki ailesini elbette kurtaracağız” dediler.
33, 34 - Elçilerimiz Lut'a geldiklerinde de o, onlar hakkında tasalandı. Ve onlar
sebebiyle kolu darardı. Ve onlar [elçiler]: “Korkma, tasalanma! Şüphesiz biz, seni
ve geride kalanlardan olan karın hariç yakınlarını kurtaracağız. Şüphesiz biz, bu
kent halkının üzerine, fasıklık yapıp durmaları nedeniyle semadan bir azap
indireceğiz” dediler.
35 – Ve ant olsun ki Biz, aklını kullanacak bir kavim için oradan apaçık bir
ayet bıraktık.
36 - Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı [gönderdik]. Sonra o [Şuayb], “Ey
kavmim! Allah'a kulluk edin, ahiret gününü ümit edin, yeryüzünde bozguncular
olarak karışıklık çıkarmayın!” dedi.
37 – Bunun üzerine onu yalanladılar, sonra da kendilerini bir sarsıntı
yakalayıverdi ve yurtlarında diz üstü çökekaldılar.
38- Ad ve Semûd’u da [kavimlerini de helak ettik]. Bu [Onların helaki],
onların meskenlerinden [yurtlarından] size kesinlikle besbelli olmuştur. Ve şeytan

3
onlara kendi işlerini süsledi de onları yoldan alıkoydu. Hâlbuki onlar görüp anlayan
kimselerdi.
39 – Karun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da (helak ettik). Ant olsun ki, Musa
onlara apaçık deliller ile gelmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı.
Hâlbuki onlar, geçiciler değillerdi.
40 – İşte hepsini günahları sebebiyle yakaladık: onlardan kiminin üzerine taşlar
savuran rüzgârlar gönderdik, onlardan kimini korkunç bir ses yakaladı, onlardan
kimini yerin dibine geçirdik, onlardan kimini de suda boğduk. Ve Allah onlara
zulmetmiyordu velâkin onlar kendilerine zulmediyorlardı.
41 – Allah’ın astlarından Veli [koruyucu, yol gösterici] edinenlerin durumu, ev
edinen dişi örümceğin durumu gibidir. Şüphesiz evlerin en çürüğü de kesinlikle
dişi örümcek evidir. Keşke onlar, bilselerdi.
42 – Şüphesiz Allah, onların, Kendisinin astlarından hangi şeye yalvardıklarını
bilir. Ve O, Azîz’dir, Hakîm’dir.
43- Ve Biz, bu örnekleri insanlara veriyoruz. Onlara da bilginlerden başkası
akıl erdiremez.
44 – Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Şüphesiz bunda, iman edenler için
kesinlikle bir ayet vardır.
45 – Sen, sana kitaptan vahyedileni oku/izle ve Salâtı [eğitimi, öğretimi, sosyal
destek kurumlarını] ikame et [oluştur, ayakta tut]. Muhakkak ki salât [eğitim,
öğretim, sosyal destek kurumları], fahşadan ve kötülükten alıkoyar. Ve Allah’ın
anılması, elbette daha büyüktür. Ve Allah, yapıp ürettiğiniz şeyleri bilir.
46- Kendilerinden, zulmedenler hariç, Kitap ehli ile ancak en güzel bir yolla
mücadele edin ve: “Biz, bize indirilene ve size indirilene inandık. Bizim ilahımız ve
sizin ilahınız birdir. Biz sadece ona teslim olmuş kimseleriz” deyiniz.
47- Ve işte böylece Biz, sana Kitab’ı indirdik de kendilerine Kitap
verdiklerimiz ona inanıyorlar. Ve bunlardan [Ehlikitap’ın dışındakilerden;
Araplardan] da ona inananlar vardır. Ve Bizim ayetlerimizi, ancak, inkârcılar bile
bile reddeder.
48- Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun; sen onu
[Kur’an’ı] sağ elinle de [kendinden; bilginle, birikiminle] yazmıyorsun. Eğer böyle
olsaydı batılcılar [batıla inananlar] mutlaka kuşku duyacaklardı.
49- Bilakis o [Kur’an], kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde apaçık
ayetlerdir. Bizim ayetlerimizi de ancak zalimler bile bile reddederler.
50- Ve onlar, “Ona Rabbinden ayetler [mucizeler] indirilmeli değil miydi?”
dediler. De ki: “Ayetler [Mucizeler] ancak Allah’ın katındadır. Ben ise ancak apaçık
bir uyarıcıyım.”
51- Kendilerine okunan Kitap’ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara
yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.’
52 - De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve
yerde olan şeyleri bilir. Batıla inanan ve Allah’ı inkâr eden kimseler; işte onlar,
hüsrana uğrayanların ta kendileridir.
53- Ve senden azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer belirlenmiş/adı konmuş bir ecel
[vade] olmasaydı, azap onlara elbette gelmişti. Ve o, hiç farkında olmadıkları bir
sırada kendilerine ansızın elbette gelecektir.
54, 55 - Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Şüphesiz cehennem de kesinlikle,
kendilerini üstlerinden ve ayaklarının altından bürüdüğü günde kâfirleri kuşatıcıdır.
Ve ‘ o yapmış olduklarınızı tadın!” der.
56 - Ey iman etmiş kullarım! Şüphesiz Benim yeryüzüm geniştir. O halde
yalnız bana kulluk edin.

4
57 - Her nefis [kimliği olan varlık] ölümü tadıcıdır. Sonra da yalnızca Bize
döndürüleceksiniz.
58, 59- Ve iman etmiş, salihatı işlemiş kimseler; elbette Biz, onları, içinde
sürekli kalacakları cennette, altlarından ırmaklar akan köşklere yerleştireceğiz.
Çalışanların; sabretmiş olan ve sadece Rablerine tevekkül etmiş olan kişilerin ödülü
ne güzeldir!
60- Kendi rızkını taşıyamayan nice dâbbeh [canlı] da vardır ki onları da, sizi de
Allah rızıklandırır. Ve O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.
61 – Yine ant olsun ki onlara sorsan: “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve
ayı kim kontrol altına aldı?” Kesinlikle, “Allah” diyeceklerdir. O halde nasıl
çevriliyorlar?
62 - Allah, kullarından dilediğine rızkı genişletir ve onun için ayarlar. Şüphesiz
Allah, her şeyi en iyi bilendir.
63- Ve Ant olsun, eğer onlara sorsan: “Kim gökten suyu indirip de onunla
yeryüzünü ölümünden sonra diriltti?” Kesinlikle, “Allah” diyeceklerdir. De ki:
“Hamd Allah’a özgüdür”. Bilakis onların çoğu akıllarını kullanmazlar.
64 – Ve bu iğreti yaşam, sadece bir eğlence ve oyundur. Şüphesiz son yurt ise
kesinlikle hayatın ta kendisidir. Keşke onlar, bilmiş olsalardı.
65, 66- İşte onlar, gemiye bindiklerinde, dini yalnız Allah’a özgü kılarak O’na
yalvarırlar. Sonra ne zaman ki onları karaya çıkarıp kurtardı, bir de bakarsın ki
onlar, kendilerine verdiklerimize nankörlük etmek ve kazançlı çıkmak için şirk
koşuyorlar. Artık onlar, yakında bilecekler.
67- Yoksa kıyılarında, insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen, orayı
[Mekke’yi], güvenli, harem [dokunulmaz] yaptığımızı da görmediler mi? Hâlâ
batıla mı inanıyorlar ve Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?
68- Ve Allah’a karşı yalan uyduran yahut kendisine geldiğinde, hakkı
yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Kâfirler için cehennemde bir yer mi yok!
69 – Ve Biz, Bizim yolumuzda gayret gösterenleri, elbette Kendi yollarımıza
kılavuzlayacağız. Ve şüphesiz Allah muhsinlerle [iyilik-güzellik üretenlerle]
beraberdir.

5
TAHLİL:

1- Elif [1], Lâm [30], Mim [40].

Sure “ ‫ا‬elif, ‫ل‬lam ‫ م‬mim” kesik harfleri ile başlamıştır. Kesik [Mukatta’] harfler
ile ilgili daha evvelki surelerin tahlilinde açıklama yapıldığından, detayın oralardan
okunmasını öneriyoruz.

2- 3- İnsanlar, fitnelendirilmeden, “İman ettik” demeleriyle


bırakılıvereceklerini mi sandılar? Ve ant olsun ki Biz, onlardan öncekileri de
fitnelendirmiştik. Artık elbette Allah, doğru kimseleri bildirecektir ve elbette
yalancıları da mutlaka bildirecektir.

Bu ayetlerde, insanların sadece “iman ettik” demelerinin yetmediği; gerçekten


imanlı iseler imanlarını dışa vurmaları ve bu uğurda bir takım sıkıntılara göğüs
germeleri gerektiği vurgulandıktan sonra geçmişte yaşamış kişilerin de
fitnelendirildiği, bir takım görevlerle görevlendirildikleri, işlerine gelmese de bu
görevler nedeniyle sınandıkları, bu sınamanın inananlar ile yalancıların ortaya
konulup herkesçe bilinmesini sağlamaya yönelik olduğu mesajı verilmektedir.
Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hali size gelmeden cennete gireceğinizi mi
sandınız? Onlara yoksulluklar, sıkıntılar dokundu ve sarsıldılar; hatta Peygamber ve beraberinde
iman edenler: “Allah’ın yardımı ne zaman?” derlerdi. - Dikkat edin! Gerçekten Allah’ın yardımı pek
yakındır. – (Bakara/214)

Allah, içinizden çaba harcayanları, Allah’tan, O’nun elçisinden ve inananlardan başka dost/
yardımcı edinmeyenleri bilmeden [ortaya çıkarmadan] bırakılacağınızı mı sandınız? Ve Allah,
yaptıklarınızdan çok iyi haberi olandır. (Tevbe/16)

Yoksa Allah, içinizden çaba harcayanları bildirmeden ve sabredenleri de bildirmeden


Cennet’e gireceğinizi mi sandınız.” (Al-i İmran/142)

Allah, murdar olanı, temiz olandan ayırt edinceye kadar müminleri, sizin kendisi üzerinde
bulunduğunuz şey üzerinde bırakacak değildir. Allah sizleri gayb üzerine muttali kılacak da
değildir. Velâkin Allah, elçilerinden dilediğini seçer. Öyleyse Allah’a ve elçisine iman edin. Ve eğer
iman eder ve takvalı davranırsanız, işte o zaman sizin için büyük bir karşılık vardır. (Al-i İmran/179)

Esbab-ı nüzul kayıtlarında bu ayetlerin inişi ile ilgili şunlar nakledilmiştir:


Mukatil dedi ki: Bu âyet-i kerime Ömer b, el-Hattab'ın azatlısı Mihca' hakkında nazil olmuştur.
O, Bedir günü müslümanlar arasından öldürülen ilk kişidir. Âmir b. el-Hadramî'nin ona attığı bir
okla şehit olmuştur. Peygamber (sav) de o gün şöyle buyurmuştur: "Şehitlerin efendisi Mihca'dır. O,
cennetin kapısına bu ümmet arasından çağırılacak ilk kişidir.”
Annesi, babası ve hanımı onun acısına dayanamadılar. Bunun üzerine: "Elif. Lâm. Mim.
İnsanlar yalnızca iman ettik demeleri ile bırakılıverileceklerini mi sandılar?" ayeti nazil oldu. Onlara
“hakkınızda bir âyet-i kerime indi” diye yazdılar. Bu sefer şu kararı verdiler: Biz [Mekke'den] çıkıp
gideceğiz, arkamızdan gelen olursa da onunla çarpışırız. Müşrikler arkalarından geldiler, onlarla
çarpıştılar. Kimileri öldürüldü, kimileri de kurtuldu. Bunların hakkında da Yüce Allah'ın: "Ayrıca
Rabbin işkencelere uğratıldıktan sonra hicret edenlere... Ğafûr'dur, Rahîm'dir. (Nahl/110)” buyruğu
nazil oldu.
"Ve imtihan, edilmeyeceklerini …" yani, “şu müşriklerin eziyetlerinden dolayı çokça sızlanan
kimseler, "biz iman ettik" diyerek imanları dolayısıyla canlarında, mallarında, imanlarının
hakikatlerini açıkça ortaya koyacak şekilde sınanmadan sadece "biz mü'miniz" demekle

6
bırakılıverileceklerini ve bu kadarıyla yetinileceğini mi zannettiler?” (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l
Kur’an)

Bu nakillere itibar edildiği takdirde, “Gİriş” bölümünde de değindiğimiz gibi,


bu ayetlerin Medeni olduğu kabul edilmiş olur.
Ayetteki “fitnelendirilmeden …” ifadesi, “bedenî ve malî bir takım
mükellefiyetlere tabi tutulmadan, bolluk veya sıkıntı gibi durumlarla sınanmadan
…” demektir. “Fitne” ifadesi ile ilgili Sad suresinin sonunda ayrıntılı açıklama
yapılmıştı. (Tebyinü’l Kur’an; c. 2, s.452- 456)
Eldeki mushafta, ayette “ ‫ن‬ ّ ‫وليعَلم م‬ve leya’lemenne [elbette bilir, bilecek]”
şeklinde okunan kelime, geçmişte "Allah elbette gösterecektir", "Allah ortaya
çıkaracaktır" ve “Allah, bunları birbirinden iyice ayırıp, seçecektir” anlamlarına
taşınmıştır. Bize göre ise mushaftaki bu kelimeyi “ ‫ن‬ ّ ‫ولُيْعِلَم‬ve leyu’limenne [elbette
bildirir, bildirecek]” formunda okumak en isabetli olanıdır.
Bu paragraf, kuru kuru “Ben inandım” demenin yetersizliğini, imanın mutlak
surette amel olarak yansıması gerektiğini göstermektedir. Nitekim Kur’an’da
imansız amelin işe yaramayacağına dair onlarca ayet vardır. Amelsiz bir imanın
yetersizliği bu ayette de böyle ifade edilmiştir. Anlaşılması gereken şudur ki, iman
mutlaka dışa yansımalı, salihatı işleme ve takva olarak kendini kişinin hal ve
hareketlerinde açıkça göstermelidir.
Bu ayetlerde ayrıca ödüllendirmenin ve cezalandırmanın sadece Allah’ın
bilgisine göre yapılmayıp herkesin bilgisi dâhilinde yapılacağı açıklanmaktadır.
Yani kimin nasıl bir insan olduğu; kişilerin iman ve amel durumları hem
kendilerince hem de çevrelerindeki insanlarca da bilinecektir. Kısacası herkes
birbirinin nasıl birisi olduğunu bilecektir. Rabbimiz, şaşmaz adaletini ve lütfunu bu
şartlar altında tecelli ettirecektir.
Konumuz olan Ankebut/3’te verilen bu mesajlar Muhammed suresinde de
verilmiştir.
Kesinlikle Biz, içinizden cihad edenleri ve sabredenleri bilinceye kadar sizi belalandıracağız.
Haberlerinizi de belalandıracağız. (Muhammed/31)

İMAN AMEL İLİŞKİSİ

Konumuz olan ayetlerden anlaşıldığına göre, insanlar kesinlikle “inandık”


demekle kurtulamayacaklardır. Çünkü iman aynı zamanda inandığını yaşamaktır
da... Yaşanmayan kuru bir imanın ne anlamı ne de önemi vardır. İslâm’dan başka
din arayan kimselerden bu dinlerin kabul edilmeyeceğini hatırlatan Rabbimiz, “Biz
iman ettik” diyen bedevîlerin Dipnot: (Hucurat/14) imanlarını bile onların yüzlerine
çarpmakta ve “Hayır, siz henüz iman etmediniz, iman henüz kalplerinize
yerleşmedi” buyurmaktadır. Zira eğer gerçekten iman etmiş olsalardı, Allah yolunda
canlarıyla, mallarıyla mücadele ederlerdi. Rabbimiz o bedevilere “eslemna [teslim
olduk, Müslüman olduk]” demeleri gerektiğini öğütlemektedir. Bu öğüt zımnen şu
anlama gelmektedir: “Kimlik belgenize Müslüman yazdırmanızda bir sakınca
yoktur. Kimliğinizi belirtmek bakımından Mecusî, Hıristiyan, Yahudi, Zerdüşt veya
benzer bir dinden olmayıp Medine’deki Müslüman toplumdan olduğunuzu
söylüyorsunuz ki, bu doğrudur. Ama size gerçek anlamda mümin denemez.” Gerçek
müminlerden olmanın yolu, dinin gerekli gördüğü eylem ve davranışları da yerine
getirmekten geçmektedir.
Bu çok önemli konuyu daha evvel Fatır suresinin tahlilinde “İman-Amel
İlişkisi” başlığı altında (Tebyinü’l-Kur’an; c: 3, s: 426-431) genişçe ele almış ve

7
açıklamıştık. Bu açıklamanın bir kez daha okunmasının son derece yararlı olacağına
inanıyor, bunu önemle öneriyoruz.

4- 6- Yoksa kötülük yapanlar, Bizi öne geçebileceklerini [Bizden


kaçabileceklerini] mi sanıyorlar? İlke olarak benimsedikleri şey, ne kötüdür! Kim
Allah’a kavuşmayı umuyorsa, hiç şüphesiz ki Allah’ın belirlediği zaman kesinlikle
gelicidir. Ve O, en iyi duyandır, en iyi bilendir. Ve kim gayret gösterirse, ancak
kendisi için gayret gösterir. Şüphesiz Allah, kesinlikle âlemlerden zengindir.
7- Ve inanan ve salihatı işleyen kimseler, onların kötülüklerini, elbette
örteceğiz ve kesinlikle onlara yaptıklarının daha güzeli ile karşılık vereceğiz.

Dünyada herkesin bir takım yükümlülüklerinin bulunduğu ve bu


yükümlülüklerin yerine getirilip getirilmediğinin herkesçe bilinmesi gerektiği
açıklandıktan sonra bu ayetlerde de bu yükümlülüklerin sonuçlarına dair bilgiler
verilmektedir:
Kimse Allah’ı öne geçemez [Allah’tan kaçamaz]. Kurtulabileceklerini sananlar
yanlış yapıyorlar, kötüyü tercih ediyorlar. Allah’ın belirlediği ecel [kıyamet],
kesinlikle gelecektir. Allah her şeyi en iyi şekilde görmüş ve duymuştur;
bilmektedir. Herkesi yaptığı işin cinsine göre karşılıklandıracaktır. Kimse Allah’a
bir şey yapmış olmaz; herkes yaptığını kendisi için yapar. İnanan ve salihatı
işleyenler, yaptıklarının karşılığını değil, yaptıklarının kat kat üstünde ve daha güzel
bir karşılık alacaklardır.
Ayetteki “kim Allah’a kavuşmayı umuyorsa” ifadesi, “Ölümden korkan” veya
“Allah'ın mükâfatını umuyorsa” anlamındadır.
İman etmiş kişilere söyle: “O’nun [Allah’ın] her kavmi kazandıklarıyla cezalandırması için,
Allah'ın günlerini ummayanları bağışlasınlar. Her kim salihi işlerse işte kendi lehinedir. Kim de
kötülük yaparsa işte kendi aleyhinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.” (Casiye/14, 15)

-Eğer iyilik ettiyseniz, kendinize iyilik etmişsinizdir ve eğer kötülük ettiyseniz o da onun
[kendisi] içindir.- Artık diğer fesadınızın zamanı gelince de yüzlerinizi kötülemeleri [size kötülük
yapmaları], ilk kez girdikleri gibi yine mescide [Beytü’l-Makdis’e] girmeleri, ele geçirdikleri yerleri
harap etmeleri için [üzerinize güçlü kullarımızı tekrar göndereceğiz]. (İsra/7)

6. ayetin sonundaki “Şüphesiz Allah, kesinlikle âlemlerden zengindir” cümlesi,


Allah’ın insanlara yüklediği yükümlülüklerin yarar bakımından Kendisiyle herhangi
bir ilgisinin olmadığını, aksine hepsinin insanların yararına olan görevler olduğunu
ifade etmektedir.
Sizin yanınızdaki tükenir, Allah’ın katındaki ise kalıcıdır. Ve Biz kesinlikle sabredenlere
ecirlerini, yaptıklarının daha güzeli olarak karşılık vereceğiz.
Erkekten ve dişiden, mümin olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel bir hayat ile
yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini, yapmış oldukları amellerin daha güzeliyle
karşılıklandıracağız [ödüllendireceğiz].
Öyleyse Kur’an okuduğun zaman Racim Şeytan’dan [İblis’ten] Allah’a sığın. (Nahl/96- 98)

Şüphesiz ki Allah, zerre kadar zulüm etmez. Ve eğer iyilik ise onu kat kat artırır. Ve kendi
katından büyük bir ecir verir. (Nisa/40)

Kim iyilik getirirse, artık ona onun [getirdiğinin] on misli vardır. Kim de kötülük getirirse,
artık o, sadece onun misliyle cezalandırılır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. (Enam/160)

Mallarını Allah yolunda harcayan kimselerin örneği, yedi başak bitiren ve her başağında yüz
adet tane bulunan tane örneği gibidir. Allah dilediğine katlar. Ve Allah Vasi’’dir, Alîm’dir.

8
Şu, Allah yolunda mallarını bağışlayan, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve
incitmeyen kimselerin mükâfatları Rablerinin yanındadır. Onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar,
üzülmeyeceklerdir. (Bakara/261, 262)

Konumuz olan paragraf ile ilgili olarak Merhum İzzet Derveze şu


açıklamalarda bulunmaktadır:
Tefsircilcr, bu ayetlerin iniş sebepleriyle ilgili olarak çok sayıda hadis rivayet etmişlerdir.
Bunlardan birine göre, söz konusu ayetler, bazı mü'minlerin Bedir savaşında şehid düşmeleri ve
ailelerinin bundan son derece etkilenmiş olmaları üzerine inmiştir. Bir diğerine göre, ayetlerin iniş
sebebi, Ammar b. Yasir'in efendisi tarafından işkenceye uğratılmasıdır. Bir diğer rivayet, bu
ayetlerin Kureyş kabilesine mensup bir grup mü'min hakkında indiğini ifade etmektedir. Bu rivayete
göre, söz konusu grubun Rasulullah (s) ve mü'minlerin hicret ettikleri Medine'ye hicret etmeleri
aileleri tarafından engellenmişti. Daha sonra Rasulullah'ın ashabı bunlara “hicret etmedikleri sürece,
Müslümanlık iddialarının geçersiz olacağı” şeklinde mesajlar gönderiyorlardı. Hicret etmeleri
engellenen bu grubun içinde Seleme b. Hişam,. Ayaş b. Ebu Rebia ve Velid b. Velid gibiler ismen
zikredilir. Tefsirimize esas aldığımız "Mushaf'ta bu ayetlerin ve bunları izleyen dört ayetin
Medine'de indiği rivayet edilir. Bu görüşü Beğavi ve başkaları Şa'bi kanalıyla Tabiin âlimlerinden
rivayet etmişlerdir.
İlk iki rivayetle üçüncü rivayet, sûrenin Medine inişli olduğuna ilişkin görüşü destekler
nitelikte olmakla beraber, biz sûrenin tümüyle Mekke inişli olduğuna ilişkin görüşü tercih ediyoruz.
Sûrenin inişine neden olan ortam ise ikinci rivayette işaret edilen türdendir. Ayrıca bu sûre Kur'an'ın
Mekke'de inen kısmında yer alan sûrelerin sonuncularındandır. Sûre, kâfirler tarafından
müslümanlara yöneltilen şiddet ve baskının iyice hissedildiği bir atmosferde inmiştir. Bu nedenle
ikinci rivayet üzerinde durulmaya değerdir. Bununla beraber, sûrenin indiği atmosferin, Ammar'a
yönelik işkence olayından çok daha genel kapsamlı olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bu işkence olayı,
ilgili rivayetlerden ve Buruc sûresinde yer alan konuya ilişkin ayetlerden algıladığımız kadarıyla,
İslam çağrısının erken dönemlerinde gerçekleşmiştir. Bu bağlamda elimize ulaşan ve Ammar'ın anne
ve babası ile birlikte işkenceye uğratıldığını, bu işkence seanslarında anne ve babasının şehid
olduğunu, Ebubekir (r)'in Ammar’ı satın alarak özgürlüğüne kavuşturduğunu anlatan rivayeti sûrenin
akışı içinde değerlendirdik. Ayetlerin ifade tarzı ve içerdikleri tablolar, Kur'an'ın Mekke dönemi
ifade tarzını ve Mekke döneminde inen ayetlerin içerdiği tabloları andırmaktadır. Arada ifade
tarzıyla ya da içerikle ilgili bir bağlantı söz konusu olmaksızın Mekke döneminde inmiş bulunan bir
sûrenin başına, Medine döneminde inmiş birkaç ayeti koymanın belirgin bir hikmeti olmasa gerektir.
Bu ayetler grubunu izleyen ayetlerin, bunlara atfedilmiş olup da kâfirlere yönelik hitaplar içeren
diğer ayetlerin Mekke inişli olduklarında kuşku yoktur. Kaldı ki, ayetlerin Medine inişli olduğunu
ifade eden rivayetlerin isnad zincirleri de sahih değildir.
Ayetlerin konjonktürel özellikler taşımalarına karşın bir müslüman, bunlarda zamanla
sınırlandırılmayan evrensel nitelikli güçlü direktifler de algılayabilir. Çünkü insanların işleri, her
zaman arzuladıkları biçimde gelişmezler. Zorluklarla, meşakkatlerle ve eziyetlerle her zaman burun
burunadırlar. Bu süreçlerde ruhlar adeta bir potada eritilerek güçlüsü zayıfından, sağlamı çürüğünden
ve doğrusu yalanından ayırt edilir. İnsanlar ve değerleri hakkında bir yargıya varma, ancak onların
zorluk, meşakkat ve eziyetlerle sınanmaları sonrasında bir anlam ifade edebilir. Sınavda sarsılmayan,
eziyetler karşısında sabreden kimse güçlüdür, doğru sözlüdür. Sınama amaçlı meşakkatlere katla-
namayan, baskılar karşısında sarsılan ve paniğe kapılan kimse de zayıf karakterlidir, yalancıdır.
Dinden döndürme amaçlı baskılara direnç gösteren, karşı koyan, meşakkatlere rağmen doğruyu ve
gerçeği ifade etmekten çekinmeyen, sabırla ve metanetle öz nefislerinin tutkularına savaş açan
kimseler öncelikle kendilerine yarar sağlamış olurlar. Kötülük işleyen asla kurtulamaz, bundan
yakasını sıyıramaz. İnanıp salih ameller işleyenlerin ise hiç bir amelleri zayi olmaz. (Derveze; et
Tefsirü’l Hadis)

8 – Ve Biz, insana, ana -babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Eğer o ikisi,
seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi Bana ortak koşman için gayret ederlerse,
artık o ikisine itaat etme. Dönüşünüz ancak Banadır. O zaman, size yapmış
olduklarınızı haber vereceğim.
9- İman eden ve salihatı işleyen kimseleri de; kesinlikle onları Salih kişiler
içine katacağız.

9
Bu ayetlerde Rabbimiz, evlatlar ile ebeveynleri arasındaki ilişkiyi gündeme
getirmiş ve ana-babalara iyi davranılması gerektiğini tavsiye ettiğini bildirmiştir. Bu
ahlakî yükümlülük daha evvel de bildirilmekle beraber bu ayette konuyla ilgili
farklı bir hususa daha değinilmiştir: “Eğer o ikisi, seni, hakkında bilgin olmayan bir
şeyi Bana ortak koşman için gayret ederlerse, artık o ikisine itaat etme!”
Allah insana anne-babasına iyi davranmasını emretmekle beraber, şirke
zorladıkları takdirde evlatların onlara itaat etmemelerini de şart koşmaktadır. Ancak
anne-baba Allah’a savaş açmadıkça evlatları tarafından düşman muamelesi de
görmemelidir:
Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik
etmekten, onlara hakkaniyetle davranmaktan men etmez. Şüphesiz ki Allah adalet yapanları sever.
(Mümtehıne/8)

Ey iman etmiş kimseler! Eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana karşılık küfürü seviyorlarsa,
onları veliler edinmeyiniz. Sizden her kim de onları velileştirirse artık işte onlar, zalimlerin ta
kendileridir. (Tevbe/23)

Anne-baba hakkında insana bu emir verildikten sonra, Rabbimiz “Dönüşünüz


ancak Banadır. O zaman, size yapmış olduklarınızı haber vereceğim. İman eden ve
salihatı işleyen kimseleri de; kesinlikle onları Salih kişiler içine katacağız”
buyurarak öldükten sonra herkesin Kendisine hesap vereceğini ve iman edenleri
Salih kişiler arasına katarak ödüllendirileceğini bildirmiştir.
Kim de Allah'a ve Elçi’ye itaat ederse artık onlar, Allah'ın, peygamberlerden, sıdıklardan
şehitlerden ve salihlerden kendilerine nimet verdiği kişilerle beraberdir. Ve bunlar arkadaş olarak ne
güzeldir! Bu lütuf, Allah'tandır. Bilen olarak Allah yeter. (Nisa/69, 70)

Ey iman etmiş kimseler! Allah'a takvalı davranın ve doğru kimselerle birlikte olun.
(Tevbe/119)

“Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında bu ayet grubu ile ilgili şu nakillere


rastlanmaktadır:
“Biz insana ana-babasına iyi davranmasını tavsiye ettik (Ankebut/8)." Tirmizî'nin rivayetine
göre bu âyet-i kerime Sa'd b. Ebi Vakkas hakkında nâzil olmuştur. Sa'd b. Ebi Vakkas: “Hakkımda
dört âyet-i kerime nazil olmuştur” deyip bir olay anlattı. Sa'd'ın anası dedi ki: Allah (anne babaya) iyi
davranmayı emretmedi mi? Allah'a yemin ederim, ben ölünceye yahut sen kâfir oluncaya
(Muhammed'i inkâr edinceye) kadar bir şey yemeyecek, bir şey içmeyeceğim. (Sa'd) dedi ki: Ona bir
şeyler yedirmek istedikleri vakit ağzını açmak için bir tahta parçası sokarlardı. Bunun üzerine "Biz
insana ana-babasına iyi davranmasını tavsiye ettik" âyeti nazil oldu.
Yine Sa'd'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir. Ben anneme karşı çok iyi davranırdım, Müslüman
oldum, bu sefer o; Ya dinini terk edersin yahut ben de ölünceye kadar bir şey yemeyecek ve
içmeyeceğim. Böylece bana bu yaptıkların dolayısıyla sen de ayıplanacaksın; ‘ey anasının katili!’
denilecek. Bir kaç gün bu şekilde kaldı, sonunda ona: Anacağım, dedim. Senin yüz tane canın olsa
ve bunların biri diğerinin arkasına çıksa yine de ben bu dinimi terk edecek değilim. İstersen ye,
istemiyorsan yeme. Benim halimi görünce yemek yedi ve: "Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan bir
şeyi sana ortak koşman için seni zorlarlarsa..." âyeti nazil oldu. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l
Kur’an, İbni Kesir)

Kur’an’da ana-baba ile evlat ilişkisi hakkında birçok direktif yer almıştır:
Ve senin Rabbin kesin olarak şunları gerçekleştirdi [karar altına aldı]: Kendisinden başkasına
kul olmayın, anne ve babaya iyi davranın. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa
ererse, sakın onlara “öf” deme, onları azarlama. Ve ikisine de kerim [onurlu, tatlı ve güzel] söz
söyle. Ve merhametinden dolayı onlar için alçak gönüllülük kanatlarını indir. Ve de ki: “Rabbim!
Onların beni küçükten terbiye ettikleri gibi, onlara rahmet et.” (İsrâ/23, 24)

10
Ve Biz insana, anası ve babasını tavsiye ettik: - Anası onu zayıflık üstüne zayıflıkla taşıdı.
Onun sütten ayrılması da iki yıl içindedir. – “Bana, anana ve babana şükret [karşılık öde]!” Dönüş,
ancak Banadır.
Ve eğer ki o ikisi [ana-baba] bilmediğin bir şeyi bana ortak koşman üzerinde seni zorlarlarsa,
onlara itaat etme. Ve dünyada onlarla iyi geçin ve bana yönelen kimselerin yolunu tut. Sonra
dönüşünüz ancak banadır. Sonra da Ben size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim.
(Lokman/14)

Ve Biz insana, ana ve babasına ihsanı [iyilik yapmayı/ güzel davranmayı] tavsiye ettik. Anası
onu zahmetle taşıdı ve zahmetle bıraktı [doğurdu]. Ve onun taşınması ve ayrılması otuz aydır.
Nihayet insan, olgunluk çağına ulaştığı ve kırk seneye geldiğinde: “Rabbim! Bana ve anama-babama
ihsan ettiğin nimetlerine şükretmemi ve senin hoşnut olacağın salihi işlememi sağla. Benim için
soyumun içinde düzeltmeler yap [salih kimseler ver]. Şüphesiz ben Sana yöneldim. Ve ben şüphesiz
teslim olanlardanım” dedi. (Ahkâf/15)

10 - İnsanlardan kimi de vardır ki, ‘Allah'a inandık’ der; sonra da Allah


uğrunda eziyet olunduğu zaman, insanların fitnesini Allah'ın azabı gibi tutar. Ve
eğer Rabbinden bir yardım gelecek olsa, kesinlikle, ‘Şüphesiz biz sizinle beraber
idik’ diyeceklerdir. Hâlbuki Allah, onların göğüslerindekileri en iyi bilen değil
midir?
11 – Ve Allah, elbette iman etmiş kişileri bilir/ bildirir, elbette münafıkları
[ikiyüzlüleri] de bilir/bildirir.

Bu ayetlerde, 2 ve 3. ayetlerdeki “İnsanların fitnelendirilmeden ‘İman ettik’


demeleriyle bırakılıvermeyecekleri; çeşitli şekillerde imtihan edilerek kimin ne mal
olduğunun herkese bildirileceği” ilkesi detaylandırılmaktadır. Benzer bir açıklama
Hacc suresinde de görülmektedir:

İnsanlardan kimi de Allah'a bir yar kenarı üzerinde ibadet eder. O nedenle eğer kendisine bir
iyilik gelirse onunla mutmain olur. Ve eğer kendisine bir fitne gelirse yüzü üstü dönüverir. O,
dünyayı da ahireti de kaybetti. İşte bu, apaçık kayıbın ta kendisidir. (Hacc/11)

Bu ayet grubu ile ilgili olarak “Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında şu nakiller


mevcuttur:
Mücahid dedi ki: Bu âyet-i kerime dilleriyle iman eden bir takım kimseler hakkında inmiştir.
Bunlara Allah'tan bir belâ ya da nefislerinde bir musibet gelip çatınca fitneye düştüler. Dahhak da
şöyle demiştir: Âyet-i kerime Mekke'de iken iman eden münafık bir takım kimseler hakkında inmiş-
tir. Bunlara eziyet ve işkence yapılınca tekrar şirke geri döndüler.
İkrime de şöyle demiştir: Bunlar İslam'a girmiş bir topluluk idi. Müşrikler onları kendileri ile
birlikte Bedir'e çıkmaya zorladılar. Bazıları Bedir'de öldürüldü. Bunun üzerine Yüce Allah:
"Nefislerine zulmedenler olarak canlarını alacağı kimselere melekler ... (Nisa/97)” buyruğunu
indirdi. Medine'deki müslümanlar bu âyeti yazıp Mekke'deki müslümanlara gönderdi. Onlar da
Mekke'den çıktılar, müşrikler arkalarından yetiştiler. Bazıları fitneye düştüler. İşte bu âyet-i kerime
onların hakkında nazil oldu.
Âyet-i kerimenin Ayyaş b. Ebi Rebia hakkında indiği de söylenmiştir. O, müslüman
olduktan sonra hicret etmişti, sonra da eziyete uğratıldı, dövüldü ve irtidat etti. Ebu Cehil ile el-
Haris onu işkencelere maruz bıraktılar ki, anne bir kardeşleri idiler. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l
Kur’an)

11. ayette bazı insanların “münafık” olarak nitelendiği görülmektedir. Nüzul


sırasına göre “nifak” ve “münafık” kavramı ilk kez geçtiğinden bu sözcüklerin
ayrıntılı olarak tahlil edilmesini gerekli görüyoruz.

“NİFAK” VE “MÜNAFIK”

11
“ ‫منافق‬Münafık” sözcüğü, “yer altındaki ev, barınak, in” anlamına gelen “ ‫نفق‬
nefeka” sözcüğünden gelir. Kertenkele ve yaban faresinin yer altındaki yuvalarına “
‫ نفقة‬nüfeka” ve “ ‫نافقة‬nâfika” denir.
Yaban faresinin yer altında birden çok yuvası olur. Başını birinden çıkarır,
kaçtığı zaman yer altındaki yuvalardan hangisine gittiği bilinmez. O nedenle de
yakalanmaz.
Münafığa bu ismin verilmesinin sebebi, birden çok inancının olmasıdır. O, bir
bakarsın İslam dinine girmiş, bir bakarsın ondan çıkmış bir başka inanca girmiştir.
(Lisanü’l Arab, c. 8, s. 656, 657 nfk” mad.)
Dini bir terim olarak “Nifak”, inanmadığı halde çeşitli sebeplerden dolayı ve
menfaati icabı kendini müslüman göstermek; Allah'a, Resulüne ve müminlere
düşmanlığını gizlemek” demektir. Bunu yapan kişiye de “münafık” denir.
Ayetten anlaşıldığına göre, münafığın burada ön plana çıkan özelliği,
yükümlülüklerden kolayca sıyrılıp çıkmaya teşebbüs etmesidir. Toplum içinde
fesatçı olmaları, akılları sıra Allah’a oyun etmeye kalkmaları, gösterişçi olmaları,
salât görevine gönülsüz, üşene üşene katılmaları, bu önemli görevden kaçmaları,
döneklikleri, maddî kazanç sağlamak için ahlâk dışı davranışlara başvurmaları, kötü
sözlerin müslümanlar arasında yayılmasını istemeleri, kötülük yapınca sevinmeleri,
övünmekten hoşlanmaları gibi başka özellikleri de vardır. Bu özelliklerinden
inşallah Bakara, Al-i Imran, Nisa ve Maide surelerinin tahlillerinde bahsedilecektir.
Bu özellikleri nedeniyle münafık tipler tüm toplumların her zaman en büyük
problemi, belaları olmuştur.
11. ayetin bir diğer işlevi de hicret hazırlığında olan Resulullah’ı Medine’de
karşılaşacağı yeni ortama hazırlamaktır.
2 ve 3. ayetlerdeki ifadeler, burada “Ve Allah, elbette iman etmiş kişileri bilir/
bildirir, elbette münafıkları [ikiyüzlüleri] de bilir/bildirir” şeklinde yer almaktadır.
Yani, "Allah müminlerin imanının ve münafıkların nifakının ortaya çıkması ve
kalplerde gizli olanların açığa çıkması için defalarca imtihan fırsatları öne sürer."
Aynı noktaya Al-i İmran Suresi 179. ayette de değinilmiştir.
Allah, murdar olanı, temiz olandan ayırt edinceye kadar müminleri, sizin kendisi üzerinde
bulunduğunuz şey üzerinde bırakacak değildir. Allah sizleri gayb üzerine muttali kılacak da değildir.
Velâkin Allah, elçilerinden dilediğini seçer. Öyleyse Allah’a ve elçisine iman edin. Ve eğer iman eder
ve takvalı davranırsanız, işte o zaman sizin için büyük bir karşılık vardır. (Ali Imran/179)

Münafıkların karakterleri Kur’an’da birçok kez ortaya konmuştur. Bunun birkaç


örneği şu ayetlerdir:
Ve onlar; “Biz seninle beraber hidayete uyarsak, yurdumuzdan atılırız” dediler. Biz onları, kendi
katımızdan bir rızık olarak, her şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, haram
[dokunulmaz] bir yere [Mekke’ye] yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler. (Kasas/57l)

Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: "Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun -Ki
bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]- çalışanın amelini zayi etmem. Binaen aleyh göç edenler,
yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette
onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan
cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır. (Al-i Imran/195)
İnsanlardan bir kısmı da; inanan kişiler olmamalarına rağmen, “Allah’a ve ahiret gününe
inandık” derler.
Allah’ı ve inanmış kimseleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki onlar, sadece kendilerini aldatırlar da
bilincine ermezler.

12
Onların kalplerinde hastalık vardır da Allah, onlara hastalığı artırdı. Yalan söylemekte
olduklarından dolayı da onlar için acı bir azap vardır.
Onlara, “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde de, “Biz ancak ıslah edicileriz” derler.
Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, fesatçıların ta kendileridir, fakat bilincine ermiyorlar.
Ve onlara, “İnsanların inandığı gibi inanın” denilince, “Biz, o aklı ermezlerin inandığı gibi mi
inanacağız!” derler. Dikkatli olun! Şüphesiz onlar, aklı ermezlerin ta kendileridir. Velâkin
bilmiyorlar.
Onlar, inanmış kimselere rastladıkları zaman da, “inandık” dediler. Şeytanlarıyla baş başa
kaldıklarında ise, “Şüphesiz biz sizinle beraberiz, biz sadece alay edenleriz” dediler.
Allah, onlarla alay eder ve tuğyanları içinde serserice dolaşmalarına mühlet verir.
İşte onlar, hidayet karşılığında sapıklığı satın alan kimselerdir de onların ticaretleri kâr etmedi ve
onlar doğru yolu bulamadılar.
Onların durumu, bir ateş yakmak isteyen kimsenin durumu gibidir. O [ateş], onun [ateş yakan
kimsenin] kenarını aydınlatınca, Allah, onların nurlarını giderdi ve onları karanlıklar içinde görmez
olarak bıraktı.
Sağırdırlar! Dilsizdirler! Kördürler! Artık onlar dönmezler.
Yahut [onların durumu]; içinde karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek olan, gökten boşanan, bir
yağmura tutulmuş gibidir. Ölüm korkusuyla yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. —Oysa
Allah, inkârcıları çepeçevre kuşatandır. –
O şimşek nerdeyse gözlerini kapıverecek. O [şimşek] önlerini aydınlattı mı onun [aydınlığın]
içinde yürürler, karanlık üzerlerine çöktü mü de dikilip kalırlar. Allah dilemiş olsaydı işitmelerini,
görmelerini de giderirdi. Şüphesiz Allah, her şeye en çok güç yetirendir. (Bakara/8-20)
Sizi gözetleyip duran kimseler [münafıklar ve kâfirler]… Artık Allah tarafından size bir zafer
olursa onlar: “Biz sizinle beraber değil miydik?" derler. Kâfirler için bir pay olunca da: "Size
üstünlük sağlamadık mı, sizi müminlerden korumadık mı?" derler. Artık Allah, kıyamet gününde
aranızda hükmünü verecektir. Allah, müminlerin aleyhine kâfirlere asla bir yol kılmayacaktır.
(Nisa/141)

12- Ve kâfirler müminlere: “Bizim yolumuza uyun, kesinlikle sizin


hatalarınızı/günahlarınızı biz yüklenelim” dediler. Oysa onların hatalarından, ne
olursa olsun hiçbir şeyi onlar taşıyıcı değillerdir. Onlar, kesinlikle, yalancıdırlar.
13 – Onlar, elbette kendi yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte nice yükleri de
taşıyacaklar. Ve uydurup durdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka
sorgulanacaklardır.

Bu ayetlerde, ikiyüzlü davranan ve gerçek iman etmiş kimseleri yollarından


döndürmeye çalışan inkârcılar tehdit edilmektedir.
Ayetlerden anlaşıldığına göre, birileri çıkmış ve inanmış kimselere “Bizim
yolumuza uyun, kesinlikle sizin hatalarınızı/günahlarınızı biz yüklenelim” deyip
onları kandırmaya çalışmaktadırlar. Aslında onlar, öldükten sonra dirilme, ahiret ve
hesap günü gibi şeylere inanmadıklarını; bunların olmadığını söylemek istiyorlardı.
Ama yine de gariban kesime “İnsanların yaptıklarından hesap verecekleri bir din
günü olduğunu kabul etsek bile, biz sizin cezanızı yükleneceğimize dair size söz
veriyoruz. Bu nedenle bizi dinlemeli, elçi olduğunu ileri süren o kişinin dediklerine
inanmamalısınız; inananlarınız bundan vazgeçmeli ve atalarımızın dinine geri
dönmelisiniz” diyorlardı.
Kimsenin başka bir kimsenin günahını çekmeyeceği birçok ayette yer almıştır:
Gerçek şu ki, hiçbir günahkâr bir başka günahkârın günahını çekmez. (Necm/38)

De ki: Allah her şeyin Rabbi iken, ben O’ndan başka Rabb mi arayayım? Herkesin kazandığı
yalnız kendisine aittir. Kendi yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Sonra sadece
Rabbinizedir dönüşünüz. Böylece O, ayrılığa düştüğünüz şeyi size haber verecektir. (En’âm/164)

13
Sonra, şiddetle çarpanın çıkardığı korkunç ses geldiği zaman; bir gün ki o, kişi kaçar
kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden, oğullarından. O gün onlardan her kişi için kendisini
boş bırakmayacak bir uğraş vardır. (Abese/33–37)

Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse, hiç kimsenin yerine bir şey ödemez, kimseden
fidye kabul edilmez. Ve ona şefaat de fayda vermez, onlar yardım da olunmazlar. (Bakara/123)

İman eden kullarıma söyle: “Salâtı ikame etsinler, alış-veriş ve dostluğun olmadığı bir günün
gelmesinden önce, kendilerini rızklandırdığımız şeylerden açık ve gizli olarak infakta bulunsunlar.”
(İbrahim/31)

Ey insanlar! Rabbinize takvalı davranın. Ve babanın çocuğuna hiçbir fayda vermediği,


çocuğun da babasına hiçbir şeyle fayda sağlamadığı günden ürperin. Şüphesiz Allah’ın vaadi
gerçektir. O hâlde basit yaşam sizi aldatmasın. Ve sakın o çok aldatıcı şeytan sizi Allah ile
aldatmasın. (Lokman/33)

Kim doğru yola gelirse sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar.
Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü çekmez. Ve Biz bir Peygamber göndermedikçe, azap
ediciler olmadık. (İsra/15)

Eğer inkâr edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size hiç bir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları
için küfre rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin [yararınız] için ondan razı olur. Hiçbir
günahkâr [suçlu], bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz,
böylece yaptıklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı bilendir.
(Zümer/7)

Bu sahtekârların iddiaları reddedilerek tehdit edilmektedirler. Onlar kendi


suçlarının cezasını çekecekleri gibi, ayarttıkları kişilerin de cezalarını çekeceklerdir.
İnsanların helakine vesile olanlar, hem kendi suçlarının günahını yüklenir, hem
de ayarttığı kimselerin günahını… Bununla birlikte hiçbirisinin günahından da bir
şey eksiltilmiş olmaz.
Ve onlara: “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman, onlar, kıyamet günü, kendi günahlarını tam
olarak yüklenmek ve bilgisizlikleri yüzünden saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir
kısmını da yüklenmeleri için, “Öncekilerin efsaneleri…” dediler. Dikkat edin, yüklendikleri şey ne
kötüdür! (Nahl/24, 25)

Kim güzel bir işte aracılık ederse, onun için bundan [aracılıktan] bir pay vardır. Kim de kötü
bir şeyde aracılık yaparsa, onun için de bundan bir pay vardır. Ve Allah her şeyin karşılığını
verendir. (Nisa/85)

Ve yük çeken bir kimse, başkasının yükünü yüklenmez. Eğer ağır yüklü bir kimse, onun
yüklenilmesine çağırsa da ondan hiç bir şey yüklenilmeyecek. -Bir akrabası olsa bile- Şüphesiz sen
ancak Rabblerine karşı gaybde haşyet duyan ve salatı ikame edenleri uyarırsın. Her kim arınırsa
ancak kendisi için arınır. Dönüş de yalnızca Allah’adır. (Fatır/18)

18- Ve eğer siz yalanlarsanız bilin ki, sizden önceki birtakım ümmetler de
yalanlamıştı. Elçiye düşen de apaçık tebliğden başka bir şey değildir.
19 – Onlar, Allah'ın yaratmayı nasıl başlattığını, sonra da bunu tekrarladığını
da mı görmediler? Şüphesiz bu, Allah'a göre çok kolaydır.
20 – 22- De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da, O’nun yaratmaya nasıl
başladığına bir bakın. Sonra Allah, son yapıyı inşa edecektir. Şüphesiz Allah, her
şeye güç yetirendir. O, dilediği kimseye azap eder, dilediği kimseye de rahmet eder.
Ve siz yalnızca O'na döndürüleceksiniz. Ve siz yeryüzünde ve gökte aciz bırakanlar
değilsiniz. Ve sizin için Allah’ın astlarından bir veli ve yardımcı yoktur.”

14
23 – Ve Allah'ın ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden kimseler; işte onlar
Benim rahmetimden ümitlerini kesmişlerdir ve onlar, kendileri için acıklı bir azap
olanlardır.

Bu pasaj, 13. ayetin devamı olup bir uyarı beyannamesidir. Müşriklerin 12.
ayette konu edilmiş olan “Bizim yolumuza uyun, kesinlikle sizin
hatalarınızı/günahlarınızı biz yüklenelim” şeklindeki boş sözlerine Rabbimiz “Ve
eğer siz yalanlarsanız bilin ki, sizden önceki birtakım ümmetler de yalanlamıştı.
Elçiye düşen de apaçık tebliğden başka bir şey değildir. Onlar, Allah'ın yaratmayı
nasıl başlattığını, sonra da bunu tekrarladığını da mı görmediler? Şüphesiz bu,
Allah'a göre çok kolaydır” diyerek cevap vermiş ve duyarsızlıklarını, çevrelerindeki
ayetlerden ibret almayışlarını kınamıştır. Bu kınama hem tehdit hem uyarı
içermektedir.
Rabbimiz, elçisine söylemesini emrettiği şu sözlerle mesajlarına devam ederek
“De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, O’nun yaratmaya nasıl başladığına bir bakın.
Sonra Allah, son yapıyı inşa edecektir. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir. O,
dilediği kimseye azap eder, dilediği kimseye de rahmet eder. Ve siz yalnızca O'na
döndürüleceksiniz. Ve siz yeryüzünde ve gökte aciz bırakanlar değilsiniz. Ve sizin
için Allah’ın astlarından bir veli ve yardımcı yoktur. Ve Allah'ın ayetlerini ve O'na
kavuşmayı inkâr eden kimseler; işte onlar Benim rahmetimden ümitlerini
kesmişlerdir ve onlar, kendileri için acıklı bir azap olanlardır” şeklindeki beyanıyla
inkârcıların kesin akıbetini haber vermiştir.
18. ayette konu edilen “sizden önceki bir takım ümmetler” ifadesiyle Nuh
kavminden bu yana gelip geçmiş tüm toplumlar, medeniyetler kastedilmiştir.
Önceki peygamberlerin de aynı muamele ile karşılaşmış olmaları olgusu
Kur’an’da birçok kez konu edilmiştir:
Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar
yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah’ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse
yoktur. Hiç şüphesiz ki, sana, gönderilmişlerin [elçilerin] haberlerinden bir kısmı gelmiştir de.
(En’am/34)

“Yeryüzünde gezip dolaşın da, O’nun yaratmaya nasıl başladığına bir bakın.
Sonra Allah, son yapıyı inşa edecektir. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir”
ifadesiyle insanlık ilk yaratılışı incelemeye davet edilmiş, ilk yaratılışı
anlayabilenlerin ikinci yaratılışı da rahatlıkla kabullenecekleri bildirilmiştir.
Ve O, yaratmayı başlatan, sonra onu çevirip yeniden yapandır. Ve bu O'na çok kolaydır. Ve
göklerde ve yerde en yüce örnek O'nundur. Ve O, Azîz’dir, Hakîm’dir. (Rum/27)

14 – Ve ant olsun ki Biz, Nuh’u kendi kavmine elçi gönderdik de, içlerinde elli
yıl hariç bin sene kaldı. Sonunda, onlar zalimler iken tufan kendilerini
yakalayıverdi.
15 – Böylece Biz, onu ve gemi halkını kurtardık ve onu
[gemiyi/cezayı/kurtuluşu] âlemlere bir ayet kıldık.

Surenin bundan sonraki bölümünde fitnelendirmeye örnek olmak üzere kısaca


geçmiş elçilerin kıssalarına değinilmiştir. İlk değinilen kıssa Nuh (as) ve kavmi ile
ilgilidir. Bu kısa değini ile Resulullah’a ve inananlara moral verilmiş, inkârcılar
tehdit edilmiştir.
Nuh’un (as) konu edildiği bu bölüm ile ilgili olarak klasik kaynaklarda şu

15
nakiller görülmektedir:
Katade'nin Enes'ten rivayetine göre, Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "İlk resul peygamber
Nûh'tur."
Katade dedi ki: Nûh (a.s) el-Cezire'de peygamber olarak gönderilmiştir. Kaç yıl ömür sürdüğü
hususunda farklı görüşler vardır. Yaşının, şanı yüce Allah'ın Kitab’ında zikrettiği kadar olduğu
söylenmiştir. Katade dedi ki: O kendilerini davete başlamadan önce aralarında üç yüz yıl kaldı.
Onları üç yüz yıl davet etti, Tufan'dan sonra da üç yüz elli yıl yaşadı.
İbn Abbas dedi ki: Nûh (a.s) kırk yaşında peygamber oldu. Kavmi arasında ise elli yıl eksiği
ile bin yıl süreyle kaldı. Tufan'dan sonra ise insanlar çoğalıp etrafa yayılıncaya kadar altmış yıl
yaşadı. Yine İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: İki yüz elli yaşında iken peygamber oldu,
aralarında elli yıl eksiği ile bin yıl kaldı. Tufan'dan sonra da iki yüz yıl yaşadı. Vehb dedi ki: Nûh
(a.s) iki bin dört yüz yıl yaşadı. Ka'b el-Ahbar dedi ki: Nûh kavmi arasında elli yıl eksiği ile bin yıl
kaldı. Tufan'dan sonra ise yetmiş yıl yaşadı. Böylelikle onun toplam yaşı bin yirmi yıldır.
Avn b. Ebi Şeddad dedi ki: Nûh (a.s) üç yüz elli yaşında iken peygamber oldu. Kavmi arasında
ise elli yıl eksiği ile bin yıl kaldı. Tufan'dan sonra ise üç yüz elli yıl yaşadı. Böylelikle toplam yaşı
bin altı yüz elli yıl etmektedir. Buna yakın bir rivayet de el-Hasen'den gelmiştir. el-Hasen dedi ki:
Ölüm meleği Nûh (a.s)'ın ruhunu kabzetmek üzere geldiğinde “Ey Nûh!” dedi. “Dünyada kaç yıl
yaşadın?” O: “Peygamberlikten önce üç yüz yıl, kavmim arasında elli eksiği ile bin yıl, Tufan'dan
sonra da üç yüz elli yıl…” dedi. Ölüm meleği dedi ki: “Dünyayı nasıl buldun?” Nûh dedi ki: “İki
kapısı olan bir ev gibi. Buradan girdim, öbüründen çıktım.”
Enes'in de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Yüce Allah, Nûh
(a.s)'ı kavmine peygamber olarak göndereceğinde o iki yüz elli yaşında idi. Kavmi arasında elli yıl
eksiği ile bin yıl kaldı. Tufan'dan sonra da iki yüz elli yıl kaldı. Ona ölüm meleği gelince: “Ey
Nûh!” dedi, “Ey peygamberlerin en büyüğü ve ey ömrü pek uzun, duası makbul olan kişi! Dünyayı
nasıl buldun?” diye sordu. O şu cevabı verdi: Kendisine iki kapılı bir ev yapılmış bir adamın, bir
kapıdan girip diğerinden çıkması gibi" dedi. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

Nûh (a.s)'ın geriye doğru soyu şöyledir: Nûh b. Lâmek b. Müteveşlih b. İdris -ki o Ahnûh'dur-
b. Yered b. Mehlayil b. Kaynân b. Enuş b. Şit b. Âdem. Nuh'un ismi "es-Seken" idi. Ona es-Seken
denilmesinin sebebi insanların Âdem’den sonra ona ulaşmaları, sakin olmalarıdır. O da onların
babalarıdır. Onun Sam, Ham ve Yafes diye üç oğlu oldu. Sam'dan Araplar, Farslar ve Rumlar
dünyaya geldi. Bunların hepsinde de hayır vardır. Ham'ın soyundan Kıptiler, Sudanlılar ve Berberiler
dünyaya geldi. Yafes'in soyundan ise Türkler, İskitler, Ye'cuc ile Me'cuc dünyaya geldi. Bunlarda
hayır yoktur.
İbn Abbas dedi ki: Sam'ın soyundan gelenler arasında beyaz tenlilikle, buğday tenlilik vardır.
Ham'ın soyundan gelenler ise siyahtırlar, beyaz tenliler azdır. Yafes'in çocukları -ki bunlar Türklerle,
İskitlerdir- bunlarda sarı ve kırmızı tenlilik vardır. Onun dördüncü bir oğlu daha vardı ki, bu da suda
boğulan Ken'an idi. Araplar da onu Yâm diye adlandırırlar.
Nûh’a bu ismin veriliş sebebi, onun elli yıl eksiği ile bin yıl süreyle kavmini Allah'a davet
ederek nevhetmesi [feryad etmesi]'dir. Onların kâfir olmaları üzerine ağladı ve onlar için feryad etti.
el-Kuşeyrî Ebu'l-Kasım Abdu'l-Kerim "et-Tahbîr" adlı eserinde şöyle demektedir: Rivayet
olunduğuna göre Nûh (a.s)'ın adı Yeşkur idi. Fakat günahı için çokça ağladığından ötürü Yüce Allah
ona: Ey Nûh, daha ne kadar ağlayacaksın, diye vahyetti. Bundan dolayı da ona Nûh denildi. Bunun
üzerine: Ey Allah'ın Rasûlü, onun günahı neydi? diye soruldu. O da şöyle dedi: Yolda geçerken bir
köpek gördü, kendi içinden ne kadar da çirkindir, diye geçirdi. Yüce Allah ona: Haydi sen ondan
daha güzelini yarat! diye vahyetti.
Yezid er-Rukaşî dedi ki: Ona Nûh adının veriliş sebebi, kendisi hakkında çokça nevh
[âhufîgân] etmesidir.
Burada niçin "Elli yıl eksik olmak üzere bin yıl" diye buyrularak, dokuz yüz elli yıl
denilmedi?” diye sorulacak olursa, buna iki türlü cevap verilir:
1- Bundan maksat sayının çoğaltılmasıdır. Burada "bin" denilmesi hem lafız itibariyle hem de
sayı itibariyle daha çok söylemeyi gerektirmektedir,
2- Rivayet olunduğuna göre, ona bin yıllık ömür verilmişti. O ömründen elli yılı çocuklarından
birisine bağışlamıştı. Ölüm vakti gelince, bu sefer bini tamamlamaya döndü. Şanı yüce Allah bu
eksiltmenin onun tarafından olduğuna dikkat çekmek üzere bunu böylece zikretti. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır. (Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)

16
Nuh peygamber ve kavmi ile olan mücadelesi daha evvel birçok surede detaylı
olarak yer almıştı. Tavırları bakımından Nuh’un kavmi Mekke müşriklerine,
Nuh’un (as) mücadelesi de Resulullah’ın mücadelesine benzemekte idi.
Nuh ile ilgili Al-i Imran/33-34, Nisa/163, En'am/84, A'raf/59-64, Yunus/71-
73, Hud/25-48, Enbiya/76-77, Müminun/23-30, Furkan/37, Şuara/105-123,
Saffat/75-82, Kamer/9-15, Hakka/11-12 ve Nuh suresinin tamamına bakılabilir.
Özellikle üzerinde duracağımız nokta, ayetteki “içlerinde elli yıl hariç bin sene
kaldı” ifadesidir.
Bu ifade, Kitabı Mukaddes'in Tekvin IX, 28, 29'daki “Nuh tufandan sonra üç
yüz elli yıl daha yaşadı. Toplam dokuz yüz elli yıl yaşadıktan sonra öldü”
ifadesinin de desteğiyle Nuh’un 950 sene ömür sürdüğü veya daha fazla sürüp de
950 sene peygamberlik yaptığı şeklinde anlaşılagelmiştir.
Ayette “yıl” sözcüğü, “ ‫عمام‬am” ve “ ‫سمنة‬sene” diye iki ayrı kelime ile yer
almıştır. Biz her ikisini de her ne kadar “yıl” diye çevirsek de bunların aslında
anlamları ayrıdır.

‫السنة‬SENE
Bu sözcük aslında “şiddet, kıtlık, zorlu, iyiliğin azlığı” demektir. Ki, zorlu,
meşakkatli geçen yıllara denir. (Lisanü’l-Arab; 4/720, “sene” mad.)
Kur’an’a baktığımızda da A’raf/130, Yusuf/42, 47, Ta Ha/40’ta da “sene”
sözcüğünün “zorlu, sıkıntılı, kıtlıklı yıllar” anlamında kullanıldığını görmekteyiz.

‫العام‬ÂM
Bu sözcük, “yaz ve kışı kapsayan dönem” olarak tarif edilir. (Lisanü’l-Arab;
6/530, “avm” mad.) Yani bizim bildiğimiz gerçek “sene” [on iki ay/365 gün], “âm”
sözcüğüyle ifade edilir.
Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da “bin sene” ifadesidir. Bu
ifade Kur’an’da birkaç kez yer almıştır.
Ve sen kesinlikle onları insanların yaşamaya en hırslısı; şirk koşmuş olan kimselerden de daha
hırslı bulacaksın. Onların her biri bin sene ömürlendirilmeyi arzular, oysa ömürlenmek kendisini
azaptan uzaklaştırıcı değildir. Allah, onların yapmakta oldukları şeyleri çok iyi görücüdür.
(Bakara/96)

Ve senden azabı çabuklaştırmanı istiyorlar. Hâlbuki Allah sözünden asla caymayacaktır.


Bununla beraber Rabbinin katında bir gün, sizin sayacaklarınızdan bin sene gibidir. (Hacc/47)

O [Allah], gökten yere işleri düzenler, sonra da o [işler], ölçüsü sizin saydıklarınızdan bin yıl
olan bir günde O'na [Allah’a] yükselir. (Secde/5)

Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl olan bir gün içinde O’na yükselir [yeryüzünden çekilir].
(Meariç/4)

Bu ayetlerde de görüldüğü üzere, “bin sene” ifadesi, sayısal değer itibariyle


değil, “çok uzun süre” anlamında kullanılmıştır.
Bu açıklamalardan sonra diyebiliriz ki, ayet, Nuh’un 950 sene yaşadığını veya
peygamberlik ettiğini değil, çok uzun süre sıkıntılı yaşadığını, ömrünün elli
senesinin de normal koşullarda geçtiğini ifade etmektedir. Kanaatimize göre,
normal koşullarda geçen bu elli sene de onun peygamber olmazdan evvelki sivil
hayatıdır.
Bir de ayette “ve onu âlemlere bir ayet kıldık” ifadesi yer almıştır. Kur’an’daki
işaretlerden hareketle, bu cümledeki “onu” zamiri ile gösterilenin “gemi”, “ceza”,
“kurtuluş” gibi seçeneklerden her üçünü de kapsadığı kanaatine sahip olabiliriz.

17
Onu [Nûh'u] da, nankörlük edilen kişiye bir mükâfat olmak üzere, korumamız/gözetimimiz
altında akıp giden levhaları [tahtaları] ve çivileri/urganları olan [sal] üzerinde taşıdık.
Ve and olsun Biz, bunu bir ayet olarak bıraktık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen? (Kamer/13-
15)

Bizim, şüphesiz onların zürriyetini [soyunu] dopdolu bir gemide taşımamız ve şüphesiz
kendileri için onun gibi binecekleri şeyleri yaratmamız da onlar [duyarsız kavim] için bir delildir.
Ve eğer Bizden bir rahmet ve bir zamana kadar yararlanma yoksa, Biz dilersek onları suda
boğarız da o zaman onların feryadına hiç yetişen olmaz. Onlar kurtarılamazlar da. (Ya Sin/41-44)

Şüphesiz Biz; onu size bir ibret yapalım ve belleyici kulaklar bellesin diye sular kabarınca sizi
akanda [gemide] Biz taşıdık. (Hakka/11,12)

16, 17- İbrahim’i de [elçi gönderdik/kurtardık]. Hani o, kavmine: “Allah’a


ibadet edin ve O’na takvalı davranın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır
Şüphesiz siz Allah’ın astlarından bir takım taştan, ağaçtan putlara tapıyorsunuz ve
yalan uyduruyorsunuz. Haberiniz olsun ki o, sizin Allah’ın astlarından mabut diye
taptıklarınız, sizin için bir rızık vermeye güç yetiremezler. Onun için rızkı Allah
yanında arayın ve O’na kulluk edin ve O’na şükredin. Yalnızca O’na
döndürüleceksiniz.” demişti.
24 – Sonra onun [İbrahim’in] toplumunun cevabı, yalnızca: “Onu öldürün
veya tahrik edin [yandırın]” demeleri oldu. Sonra da Allah onu ateşten kurtardı.
Şüphesiz bunda, iman edecek bir toplum için ibretler vardır.
25 – Ve O [İbrahim], dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için
Allah’ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi
tanımayacak, kiminiz kiminizi lanetleyecektir. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve
sizin için yardımcılardan da yoktur.”
26 - Bunun üzerine ona Lut inandı. Ve o [İbrahim] dedi ki: “Ben Rabbime
hicret ediciyim. Şüphesiz O, Azîz ve Hakîm’in ta kendisidir.
27 – Ve Biz ona İshak’ı ve Yakub'u bağışladık. Ve soyu içinde Peygamberlik ve
Kitap kıldık. Ve Biz ona dünyada ücretini verdik. Şüphesiz o, ahirette de
salihlerdendir.

İkinci olarak surenin bu ayetlerinde İbrahim peygambere değinilmiştir. Bu


değinide, İbrahim’in (as) kavmine yaptığı uyarılar ve bu uyarılara karşı kavminden
gördüğü tepki nakledilmiştir. İbrahim peygamber kavmine akıllarını harekete
geçirici sözler söyleyerek onları hakikate çağırdığı halde, onlar katı bir tutum
takınarak İbrahim peygamber için ne kadar kötü planlar kurduklarını dile
getirmişlerdir. Ancak kavmi hangi planları kurmuş olurlarsa olsun, Rabbimiz
kendisi için hicret eden İbrahim’i korumuş ve ona birçok lütuflarda bulunmuştur:
Sonra o [İbrahim], onlardan [kavminden] ve onların Allah’ın astlarından ibadet ettikleri
şeylerden uzaklaşınca, Biz ona İshak’ı ve Yakub’u ihsan ettik. Hepsini de peygamber kıldık [yaptık].
(Meryem/49)

Ve Biz ona İshak’ı, ilave olarak da Yakub’u bağışladık. Ve hepsini iyi kimseler yaptık.
(Enbiya/72)

Ve onun [İbrahim'in] karısı ayaklanmıştı, gülüverdi. Sonra ona İshak'ı, İshak'ın arkasından da
Yakub'u müjdeledik. (Hûd/71)

Yoksa siz Yakub’a ölüm hali gelip çattığı zaman, oğullarına: “Benden sonra neye ibadet
edeceksiniz?” dediği zaman, onları; “Biz, bir tek ilah olarak senin ilahına ve ataların İbrahim, İsmail

18
ve İshak'ın ilahına ibadet edeceğiz. Ve biz sadece O'na teslim olanlarız” dediklerine tanıklar mı
idiniz. (Bakara/133)

Şüphesiz İbrahim içtenlikle Allah’a boyun eğen, hanif [dönmüş], O’nun [Allah'ın] nimetlerine
şükreden başlı başına bir ümmet idi. Ve o, müşriklerden olmadı. Ve O [Allah], onu seçti ve dosdoğru
yola kılavuzladı.
Ve Biz ona [İbrahim'e] dünyada iyilik-güzellik verdik. Ve şüphesiz o, ahirette de kesinlikle
salihlerdendir. (Nahl/120-122)

İbrahim’in kavmine yaptığı uyarılar birçok ayette yer almıştır: Bakara/122-


141, 258-260, Al-i İmran/64-71, En'am/71-82, Hûd/69-83, İbrahim/35-41, Hicr/45-
60, Meryem/41-50, Enbiya/51-75, Şuara/69-104, Saffat/75-113, Zuhruf/26-35,
Zariyat/24-46.
Burada İbrahim peygamber ile ilgili sadece birkaç ayeti hatırlatmakla
yetiniyoruz:
Ve Biz ona [İbrahim'e] dünyada iyilik-güzellik verdik. Ve şüphesiz o, ahirette de kesinlikle
salihlerdendir. (Nahl/122)

Ve İbrahim’in milletinden, kendini bilmezden başka kim yüz çevirir? Ve Biz onu dünyada
seçkin birisi yaptık. Hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir. (Bakara/130)

Biz: “Ey ateş! İbrahim'e karşı soğuk ve güvenli ol” dedik. (Enbiya/69)

Onlar: “Şunun için bir duvar yapın da bunu Cahim’in [çılgınca yanan ateşin] içine atın!”
dediler.
Onlar, ona [İbrahim’e] tuzak kurmak istediler de Biz onları aşağılıklar kılıverdik. (Saffat/97-
98)

26. ayette Lût’un (as) İbrâhîm'e (as) iman etmiş olduğundan bahsedilmektedir.
Bu konu ile ilgili klasik kaynaklarda şu nakiller yer almaktadır:
Hz. Lût'un Hz. İbrahim'in kardeşinin oğlu olduğu söylenir. Söylendiğine göre onun nesebi
şöyledir: Lût b. Hârân b. Âzer. Yani Hz. İbrâhîm'e kavminden onun ve Hz. İbrahim'in eşi Sâre'nin
dışında kimse iman etmemişti. Sahih bir hadîste şöyle anlatılıyor: Hz. İbrahim, o zorba [kral]ın
bulunduğu yere uğradığı zaman Hz. İbrahim'e Sâre'nin kim olduğunu sormuştu. Hz. İbrâhîm bu
soruya: Kız kardeşimdir, diye cevap vermişti. Sonra Hz. İbrâhîm Sâre'ye gelip: Şüphesiz ben ona, o
benim kız kardeşimdir, dedim. Beni yalancı çıkarma. Şüphe yok ki, yeryüzünde benim ile senin
dışında inanan yok. Sen benim dinde kız kardeşimsin, demişti. İşte bu hadîs-i şerif ile bu âyetin arası
nasıl bulunacak diye bir soru sorulacak olursa şöyle denebilir: En doğrusunu Allah bilir ama Hz.
İbrahim'in hadîste Sâre'ye hitaben söylediği sözden maksadı şu olmalıdır. Yeryüzünde benimle senin
dışında İslâm üzere olan bir çift daha yoktur. Hz. Lût (a.s), kavmi içinden Hz. İbrâhîm'e îmân etmiş
ve onunla birlikte Şam ülkesine hicret etmişti. Sonra Hz. İbrâhîm Halil hayatta iken, Hz. Lût Sodom
ve havalisi halkına peygamber olarak gönderilmiştir. Kavmi ile aralarında geçenler daha önce geçtiği
gibi ilerde gelecektir. [İbni Kesir]

Katade der ki: İkisi birden [Hz. İbrâhîm ve Lût] Kûfe topraklarındaki Kûsâ'dan Şam'a hicret
ettiler. Bize anlatıldığına göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuş; Şüphesiz hicretten sonra hicret
olacaktır. Yeryüzü halkı Hz. İbrahim'in hicret ettiği yere yönelecek ve yeryüzünde yeryüzü halkının
sadece kötüleri kalacaktır. Nihayet yerleri onları atacak, Rûhullah onlardan hoşlanmayıp uzak
duracak ve ateş onları maymunlar ve domuzlarla beraber toplayıp sürecektir. Ateş, onlar nerede
gecelerse; onlarla beraber geceleyecek, onlar öğle istirahatine çekildikleri zaman onlarla beraber
duracak, onlardan (arkada kalıp) düşenleri yiyecektir. İmâm Ahmed bu hadîsi müsned olarak daha
uzunca ve Abdullah b. Amr b. Âs'dan rivayetle zikredip der ki: Bize Abdürrezzâk'ın... Şehr b.
Havşeb'den rivayetinde o, şöyle anlatıyor: Yezîd b. Muâviye'nin bîatı [ona biat etmemiz emri] bize
geldiğinde Şam'a geldim. Nef el-Bekâlî'nin durduğu yeri öğrendim ve oraya gittim. Bir adam geldi
ve insanlardan ayrı bir yere oturdu. Üzerinde dört köşe siyah bir aba vardı. Bir de baktık ki, Abdullah
b. Amr b. Âs göründü. Nef onu görünce, sözünü kesti. Abdullah dedi ki: Allah Rasûlünü (s.a) şöyle
buyururken işittim: Muhakkak ki hicretten sonra hicret olacaktır. İnsanlar Hz. İbrahim'in hicret

19
yerine yönelecekler (ve orada toplanacaklar), yeryüzünde sadece yeryüzü halkının en kötüleri
kalacak. Yerleri onları atacak, Rahmân'ın nefesi onlardan hoşlanmayıp uzak duracak; ateş
maymunlar ve domuzlarla beraber onları toplayıp sürecek, onlar geceledikleri zaman bu ateş onlarla
beraber geceleyecek, onlar öğle istirâhatine çekildiği zaman onlarla beraber dinlenecek, onlardan
geride kalanları yiyecek. Allah Rasûlünü (s.a) bir de şöyle buyururken işittim: Doğu tarafından
ümmetim içinden birtakım insanlar çıkacak. Onlar Kur'ân'ı okuyacaklar da hançerelerinden aşağıya
geçmeyecek. Onlardan ne zaman bir nesil çıksa arkası kesilecek. Onlardan ne zaman bir nesil çıksa
arkalan kesilecek. Allah Rasûlü “onlardan her bir nesil çıktıkça arkaları kesilecek” sözünü yirmiden
fazla tekrar etti ve sonunda şöyle buyurdu: Nihayet, onların kalıntıları içinde Deccâl çıkacaktır.
İmam Ahmed, hadîsi Ebu Dâvûd ve Abdüssamed'den, bu ikisi Hişâm ed-Destevâî'den, o da
Katâde’den rivayet etmiştir. Aynca Ebu Dâvûd, hadîsi Sünen'inin cihâd bölümünde rivayet etmiştir.
Ebu Dâvûd burada der ki: Bize Ubeydullah b. Ömer'in ... Abdullah b. Amr'dan rivayetinde o, Allah
RasûIünü (as) şöyle buyururken işitmiş: Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzü halkının
hayırlıları, Hz. İbrahim'in hicret yerine sığınacaklardır. Yeryüzünde halkın en kötüleri kalacak ve
yerleri onları atacak, Rahmân'ın nefesi onlardan hoşlanmayıp uzak duracak; ateş, maymunlar ve
domuzlarla beraber onları toplayıp sürecektir. (İbni Kesir)

Yine 26. ayette İbrahim’in (as) “Ben Rabbime hicret ediciyim. Şüphesiz O,
Azîz ve Hakîm’in ta kendisidir” dediği görülmektedir. Bu ifadeden İbrahim’in (as)
“Ben Rabbim uğrunda vatanımı terk edeceğim ve Rabbim beni nereye götürürse
oraya gideceğim” demek istediğini anlıyoruz.
Pasajda inkârcıların ağzından nakledilen ifadelerden, kavminin İbrahim’i (as)
öldürmek ya da yakmak üzere aralarında gizli bir toplantı düzenledikleri
anlaşılmaktadır. Bu olay detaylı olarak “Enbiya” sûresinde de yer almıştı:
Ve ant olsun ki Biz daha önce İbrahim’e rüşdünü vermiştik. Ve Biz onu bilenler idik.
Hani o [İbrahim], babasına ve kavmine: “Israrla kendisine tapınıp durduğunuz heykeller
nedir?” demişti.
Onlar: “Biz atalarımızı bunlara tapanlar olarak bulduk” dediler.
O [İbrahim]: “Ant olsun ki sizler ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi.
Onlar: “Sen bize hakkı mı getirdin, yoksa sen oyun oynayanlardan mısın?” dediler.
O [İbrahim] dedi ki: “Bilakis, Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki onları O yaratmıştır. Ben
de buna şahitlik edenlerdenim. Allah’a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben
putlarınıza kesinlikle bir tuzak kuracağım.”
Sonra da o [İbrahim], ona müraceat etsinler diye kendilerine ait büyükleri dışında bunları parça
parça etti.
Onlar [Kavmi], “Bizim tanrılarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, kesinlikle zalimlerdendir.”
dediler.
Onlar [Bazıları] “Onları anıp duran bir genç duyduk. Onun için “İbrahim” deniliyor” dediler.
Onlar, “O halde ona tanık olmaları için onu [İbrahim’i] insanların gözleri önüne getirin”
dediler.
Onlar, “Ey İbrahim! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?” dediler
O [İbrahim]: “Aksine, onu şu büyükleri yaptı. Konuşabiliyorlarsa haydiyin onlara sorun” dedi.
Bunun üzerine kendi kafalarına [vicdanlarına] döndüler de: “Şüphesiz siz, zalimlerin ta
kendisisiniz” dediler.
Sonra onlar yine kendi kafalarına döndüler: “Ant olsun ki bunların konuşmayacağını bilirdin.”
dediler.
O [İbrahim]: “O halde, Allah’ın astlarından size hiçbir şeyce fayda vermeyen ve size zarar
vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Size de, Allah’n astlarından taptıklarınıza da üff [yazıklar
olsun]! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dedi.
Onlar [kavmi]: “Eğer yapanlarsanız, şunu tahrik edin [yandırın] ve tanrılarınıza yardım edin”
dediler.
Biz: “Ey ateş! İbrahim'e karşı soğuk ve güvenli ol” dedik.
Ve ona bir düzen kurmak istediler de Biz kendilerini daha fazla hüsrana uğramışlar kıldık.
Onu da, Lût'u da, âlemler için, içinde bolluklar bulunan topraklara kurtardık.
Ve Biz ona İshak’ı, ilave olarak da Yakub’u bağışladık. Ve hepsini iyi kimseler yaptık.
Ve Biz onları, bizim emrimizle kılavuzluk yapan önderler kıldık. Ve Biz onlara hayırlar

20
işlemeyi, salâtı ikame etmeyi, zekâtı vermeyi vahyettik. Ve onlar, sadece Bize kulluk yapanlar idiler.
(Enbiya/51-73)

İbrahim peygamber hakkında daha evvel Saffat suresinin tahlilinde geniş


açıklama yapıldığından, detayın oradan (Tebyinü’l-Kur’an; c:5, s:538-542)
okunmasını öneriyoruz.
İbrahim peygamberin yakılması konusunda klasik kaynaklarda yer alan
efsaneler ile Talmud’un bu konuda kaydettiği anlatımı Enbiya suresinin tahlili
esnasında uzun uzadıya alıntıladığımız için detayın oradan (Tebyinü’l-Kur’an; c: 7,
s: 477-485) okunmasını öneriyoruz.
Konumuz olan pasajda başka mesajlar da söz konusudur. Bunlardan biri,
Rabbimizin Resulullah’ı hicrete hazırlamasıdır. Bilindiği üzere bu sure, Mekke’de
inen son surelerden biridir. Bu dönem, İbrahim’in kavminin İbrahim’e yaptıkları
gibi, Mekkeli müşriklerin de Allah elçisine eziyetlerini artırdıkları bir dönemdir. Bu
günlere Enfal suresinde şöyle değinilmiştir:
Hani bir zaman, şu küfretmiş olan kimseler, seni tutup bağlamak veya öldürmek veya sürüp
çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Ve onlar tuzak kurarken Allah da tuzak kuruyordu. Ve Allah,
tuzak kuranların en hayırlısıdır. (Enfal/30)

İbrahim sıkıntıdan, yandırılmaktan kurtulunca, surenin 26. ayetinde “ben


Rabbime hicret edeceğim” dediği nakledilmişti. Burada Resulullah’a “Haydi, sen de
hicret et!” denilmek istenmektedir.
Bir başka mesaj da, Mekke müşriklerine yapılan tehdittir: “İbrahim’in
putperest kavmi nasıl yok olup gittiyse, Allah elçisine karşı çıkan sizler de aynen
yok olup gideceksiniz. O, bu gün doğup büyüdüğü anayurdunu eli boş bırakıp gitse
de zafer onun olacaktır.”
Nitekim öyle de olmuştur. Yesrip halkı; Müslüman’ıyla, Hıristiyan’ıyla,
Yahudi’siyle Resulullah’ı bağrına basmış, Resulullah orada her türlü
teşkilatlanmayı başarmış, Yesrip ve çevrede İslam’ın yayılmasını sağlamıştır.
Ayrıca putperestlerin kalesi olan Mekke’yi de fethetmiştir. İslam bugün tüm
ihtişamıyla yaşarken, o günün müşriklerinin izleri bile yoktur.

28, 29 - Lut'u da [gönderdik]. Hani o kavmine: “Şüphesiz siz, kesinlikle


âlemlerden sizden önce geçmiş olanların yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz!
Siz, şüphesiz, mutlaka erkeklere gidecek, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlik
yapacak mısınız?” demişti. Bunun üzerine kavminin cevabı, sadece, “Doğru
söyleyenlerden isen Allah'ın azabını bize getir!” demeleri oldu.
30- O [Lut]: “Rabbim! Şu bozguncular toplumuna karşı bana yardım et!”
dedi.
31 – Ve elçilerimiz İbrahim'e müjdeyi getirdiklerinde: “Biz bu kentin halkını
helak edeceğiz” dediler. —Şüphesiz oranın halkı zalimler idiler.-
32 – O [İbrahim]: “Şüphesiz orada Lut var!” dedi. Onlar: “Biz orada
kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Onu ve o, geride kalanlardan biri olan
karısı dışındaki ailesini elbette kurtaracağız” dediler.
33, 34 - Elçilerimiz Lut'a geldiklerinde de o, onlar hakkında tasalandı. Ve
onlar sebebiyle kolu daraldı. Ve onlar [elçiler]: “Korkma, tasalanma! Şüphesiz biz,
seni ve geride kalanlardan olan karın hariç yakınlarını kurtaracağız. Şüphesiz biz,
bu kent halkının üzerine, fâsıklık yapıp durmaları nedeniyle semadan bir azap
indireceğiz” dediler.
35 – Ve ant olsun ki Biz, aklını kullanacak bir kavim için oradan apaçık bir
ayet bıraktık.

21
Bu ayet grubunda, Lut’a (as) ve kavmi ile yaşadığı olaylara, İbrahim’e
uğradıktan sonra Lut’un (as) kavmine giden elçilere ve orada cereyan eden olaylara
kısaca değinilmiştir. Burada zikredilen olaylar daha evvel Hud ve Zariyat
surelerinde geçmiş idi:
Ve ant olsun ki, İbrahim'e de elçilerimiz müjde ile geldiler, “Selâm!” dediler. O; “Selâm!”
dedi, sonra da saf hale getirilmiş buzağıyı getirmeye gecikmedi.
Sonra da onların ona uzanmadığını görünce, onları yadırgadı ve içinde onlara karşı bir korku
uyandı. Onlar: “Korkma, şüphesiz biz Lut’un kavmine gönderildik” dediler.
Ve onun [İbrahim'in] karısı ayaklanmıştı, gülüverdi. Sonra ona İshak'ı, İshak'ın arkasından da
Yakub'u müjdeledik.
O [İbrahim’in karısı] Dedi ki: “Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir “acuz”um [kocası işe
yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım]. Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf
bir şey!”
Onlar [elçiler]: “Sen Allah'ın işinden dolayı mı şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bollukları
üzerinizdedir. Ey ev halkı! Şüphesiz ki O, Hamid’tir [övülmeye lâyıktır], Mecid’tir [cömertliği
boldur]” dediler.
Sonra İbrahim’den korku iyice geçip gidince ve kendisine müjde gelince, Bizimle Lut kavmi
hakkında mücadeleye başladı.
Şüphesiz İbrahim, çok yumuşak huylu, çok ah vah eden [yufka yürekli], yönelen biri idi.
-“Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Şüphesiz Rabbinin emri kesin olarak geldi ve hiç şüphesiz
onlar; onlara geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azap gelecektir.-
Ve ne zaman ki elçilerimiz Lut’a geldiler, bunlar yüzünden o üzüldü, bunlar yüzünden kolu
daraldı [sıkıntıya düştü] ve “Bu, müthiş bir gündür!” dedi.
Ve onun kavmi hızlıca ona geldiler. Onlar daha önce de çirkinlikler yaparlardı. O [Lut]: “Ey
kavmim! İşte bunlar kızlarım. Onlar sizin için daha temizdirler. Gelin Allah’a takvalı davranın, beni
misafirlerim ile ilgili olarak rezil rüsvay etmeyin. Sizden hiç reşit [aklı başında] bir adam yok mu?”
dedi.
Onlar: “Hiç şüphesiz sen, senin kızlarında bizim için herhangi bir hak olmadığını bildin. Ve
şüphesiz ki sen bizim ne istediğimizi kesinlikle biliyorsun.” dediler.
O [Lut]: “Keşke size karşı bir gücüm olsaydı, ya da çok çetin bir rükne [ulaşılmaz bir
bölgeye/güçlü bir topluma] sığınabilseydim!” dedi.
Onlar [misafir elçiler]: “Ey Lut! Şüphesiz ki, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla
dokunamayacaklar. Sen, gecenin bir parçasında ailenle birlikte hemen yola çık. Ve içinizden hiç
kimse geri bakmasın, eşin başka. Şüphesiz onlara isabet eden ona da isabet edecektir. Şüphesiz vaat
edilenin zamanı, sabah vaktidir. Sabah vakti yakın değil mi?” dediler.
Nihayet emrimiz gelince, oranın üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine, istif edilmiş pişmiş
çamurdan Rabbinin katında işaretlenmiş taşlar yağdırdık. Ve bunlar, zalimlerden uzak değildir.
(Hud/69- 83)

İbrahim’in saygınlaştırılmış misafirlerinin haberi sana geldi mi?


Hani onlar, onun [İbrahim'in] üzerine girmişlerdi de "Selâm!" demişlerdi. O [İbrahim]:
“Selâm, tanınmamış topluluk!” dedi.
O [İbrahim], sonra ehline gitti de semin [güç veren] buzağı ile geldi.
Sonra onu [güç veren buzağıyı] onlara yaklaştırdı: “Nasiplenmez misiniz?” dedi.
Sonra onlardan çekindi. Onlar: “Korkma!” dediler ve onu çok bilgili bir oğul ile müjdelediler.
Bunun üzerine karısı bağırarak öne geldi de elini yüzüne vurarak: “Bir bahtsız, bir kısır!” dedi.
Onlar [Misafirler]: “Rabbin işte böyle buyurdu. Şüphesiz O [Rabbin], hikmet sahibidir. En iyi
bilenin ta kendisidir” dediler.
Bunun üzerine o [İbrahim], “Sizin önemli işiniz nedir ey elçiler?” dedi.
Onlar [elçiler]: “Şüphesiz biz, Rabbin katından aşırı gidenler için işaretlenmiş, çamurdan
pişirilmiş sert taşları üzerlerine yağdırmamız için günahkâr bir kavime gönderildik” dediler.
Bunun üzerine Biz müminlerden orada bulunan kimseleri çıkardık.
Fakat Biz orada müslümanlardan bir evden başkasını bulmadık.
Ve Biz orada acı bir azaptan korkan kimseler için bir ayet bıraktık. (Zariyat/24- 37)

Lut’un toplumuna yönelttiği nakledilen “yol kesecek misiniz?” sorusunu,


“eşkiyalık yaparak yol kesme”, ya da “yoldan geçenlere cinsel tacizde bulunma”

22
olarak anlayabileceğimiz gibi, “ahlaksızlıkları yüzünden artık üremeyi
umursamamaları, nesillerinin kesilmesi, yok olması” olarak anlamak da
mümkündür. Bilindiği üzere cinsel sapıklığın geliştiği yerlerde doğum ve nüfus
artışı söz konusu olmaz.
Dünyanın değişik yerlerinde yaygınlaşan bu illeti, Kur’an’ın öngördüğü hedef
doğrultusunda, Lut kavmi örnek verilmek suretiyle anlatarak toplumları uyarmak
her müminin iman borcudur.
Ayetteki “kolu daraldı” ifadesi, Türkçedeki “eli kolu bağlandı”, “kolu kısaldı”
deyimlerine benzemektedir. Bu Lut’un çaresiz kaldığını, elinden bir şey gelmediğini
bildirmektedir.
Lut kavmi ile ilgili detay A'raf/80-84, Hud/69-83, Hicr/57-79, Enbiya/71-75,
Şuara/160-175, Neml/54-59, Saffat/113-138 ve Kamer/33-40’ta yer almaktadır.
Ayetlerde Lut’un karısı için “Korkma, tasalanma! Şüphesiz biz, seni ve geride
kalanlardan olan karın hariç yakınlarını kurtaracağız” diye açıklama yapılmıştır.
Tahrim suresinde verilen bilgiye göre Lut’un karısı Lut’a inanmayanlardandı.
Allah, inkâr edenlere, Nuh'un karısı ile Lut'un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki
salih kulun [nikâhı] altında idiler, onlara hıyanet ettiler. O ikisi [Kocaları,] Allah’tan hiçbir şeyi
onlardan savamadı. Ve [onlara]: “Girenlerle birlikte siz de ateşe girin!” denildi. (Tahrim/10)

Bu ayetlerden, bir insanın Allah hidayet nasip etmediyse peygamber hanımı


bile olsa inanmayacağı; imansız olduğu takdirde peygamber hanımı olmanın bile
insanı azaptan kurtaramayacağı anlaşılmaktadır.
35. ayetteki “Ve ant olsun ki, Biz, aklını kullanacak bir kavim için oradan
apaçık bir ayet bıraktık” ifadesinde geçen “ayet”, bu kavme ait arkeolojik
kalıntılardır. Bu kalıntılar “Ölü Deniz” denen Lut Gölü civarındadır. Kur’an’da
birçok yerde bu kalıntıların ziyaret edilmesi ve onlardan ibret alınması istenmiştir.
Güneş doğarken o korkunç çığlık onları yakalayıverdi.
Böylece Biz, onların üstünü altı kıldık ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.
Şüphesiz bunda, düşünen keskin anlayışlılar için kesinlikle ayetler vardır.
Ve şüphesiz o [Lut kavminin bulunduğu şehir harabesi], kesinlikle bir yol üzerinde
durmaktadır.
Şüphesiz ki, bunda iman edenler için kesinlikle bir ayet vardır. (Hıcr/73-77)

Şüphesiz Lût da gönderilenlerdendir [elçilerdendir].


Hani Biz, onu ve geride kalıp batanlar içinde kalan bahtsız kadın hariç ehlinin tamamını
kurtarmıştık. Sonra diğerlerini helak etmiştik.
Ve siz elbette sabahleyin ve geceleyin onların üzerine uğrayıp duruyorsunuz. Hâlâ akletmiyor
musunuz? (Saffat/133, 138)

36 - Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Sonra o [Şuayb], “Ey


kavmim! Allah'a kulluk edin, ahiret gününü ümit edin, yeryüzünde bozguncular
olarak karışıklık çıkarmayın!” dedi.
37 – Bunun üzerine onu yalanladılar sonra da kendilerini bir sarsıntı
yakalayıverdi ve yurtlarında diz üstü çökekaldılar.

Bu ayetlerde de kısaca Şuayb kıssasına değinilmektedir. O da kavmine: “Ey


kavmim! Allah'a kulluk edin, ahiret gününü ümit edin, yeryüzünde bozguncular
olarak karışıklık çıkarmayın!” demiş, kavmi ise onu yalanlamıştı. Sonuç olarak da
Allah o toplumu cezalandırmıştı.
Daha evvel Şuayb peygambere ve kavmine A’raf, Hud ve Şuara surelerinde
yer verilmişti:

23
(And olsun ki) Medyen'e de kardeşleri Şu‘ayb'ı (elçi gönderdik). Dedi ki: “Ey kavmim, Allah'a
kulluk edin, sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi: Artık
ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyasını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde
bozgunculuk yapmayın; eğer inanan kimseler iseniz, bu sizin için daha hayırlıdır! Tehdit ederek,
inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolun eğriliğini arayarak her yolun başında oturmayın.
Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Ve bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın! Ve
eğer içinizden bir grup benimle gönderilene inanmış, bir grup da inanmamışsa, o takdirde Allah
aramızda hükmedinceye kadar sabredin! Ve O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”
Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: “Ey Şu‘ayb! Ya seni ve seninle beraber
inananları kentimizden muhakkak çıkarırız, ya da bizim milletimize dönersiniz!” [Şu‘ayb da] dedi
ki: “İstemesek de mi! Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin milletinize dönersek, kesinlikle
Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah'ın dilemesi hariç ona geri dönmemiz bizim için
olacak şey değildir. Rabbimiz ilmi ile her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah'a güvenip dayandık.” –
Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hakk ile hükmet. Çünkü Sen hükmedenlerin en
hayırlısısın!–
Ve o'nun kavminden, kâfir olan ileri gelenler dediler ki: “Eğer Şu‘ayb'a uyarsanız o takdirde
siz kesinlikle ziyana uğrayanlardan olursunuz.”
Bunun üzerine o müthiş sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çöke kaldılar.
Şu‘ayb'ı yalanlayanlar, sanki orada hiç oturmamış/zenginlik sürmemiş gibi oldular. Şu‘ayb'ı
yalanlayanlar var ya, işte ziyana uğrayanlar, kendileri oldular.
Bunun üzerine [Şu‘ayb] onlara sırt çevirdi ve dedi ki: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin
gönderilerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, hâl böyleyken kâfir bir kavme/topluma nasıl
tasalanayım [üzüleyim]?” (A’raf/85-93)

Medyen’e de kardeşleri Şuayb’i (gönderdik). O [Şuayb]: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin.
Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Ölçeği ve teraziyi eksik tutmayın. Şüphesiz ben sizi hayır ile
görüyorum. Ve ben kuşatacak bir günün azabından sizin için korkuyorum. Ve ey kavmim! Ölçerken
ve tartarken adaleti yerine getirin. İnsanların eşyalarını eksiltmeyin ve yeryüzünde fesatçılar olarak
fenalık etmeyin. Eğer mümin iseniz, Allah’ın bıraktığı [helâlinden size ihsan ettiği kâr] sizin için
daha hayırlıdır. Ve ben sizin üzerinize bir koruyucu değilim” dedi.
Onlar dediler ki: “Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını veya mallarımızda dilediğimizi yapmayı
terk etmeyi sana senin salatın mı emrediyor? Şüphesiz sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir
adamsın.”
O [Şuayb]: “Ey kavmim! Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Şayet ben Rabbimden bir delil
üzerinde bulunuyorsam ve şayet O bana kendi katından güzel bir rızk ihsan etmişse!? Ve Ben size
karşı çıkmakla sizi menettiğim şeylere kendim düşmek istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği
kadar ıslah etmeyi istiyorum. Muvaffakiyetim de ancak Allah iledir. Ben yalnızca O’na tevekkül
ettim ve ancak O’na yönelirim. Ve ey kavmim! Bana karşı gelmeniz sakın sizi, Nuh kavminin veya
Hud kavminin veya Salih kavminin başlarına gelen musibetler gibi bir musibete uğratmasın. Ve Lut
kavmi sizden pek uzak değildir. Ve Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tövbe edin. Şüphesiz
ki, benim Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir” dedi.
Onlar [Şuayb’in kavmi] dediler ki: “Ey Şuayb! Biz senin söylediklerinin çoğunu iyice
anlamıyoruz. Seni içimizde çok zayıf olarak görüyoruz. Eğer senin grubun [akrabaların, taraftarların]
olmasaydı mutlaka seni recm ederdik [taşa tutar öldürürdük]. Ve senin bize karşı hiçbir üstün gücün
[galip gelecek durumun] yoktur.”
O [Şuayb]: “Ey kavmim! Benim grubum [akrabalarım, taraftarlarım] size karşı Allah’tan daha
mı güçlü/ değerli? Ve O’nu [Allah’ı] arkanıza atılmış bir şey edindiniz. Şüphesiz ki, Rabbim bütün
yaptıklarınızı çepeçevre kuşatıcıdır. Ve ey kavmim! Var gücünüzle yapacağınız ne varsa yapın!
Şüphesiz ben yapanım. Perişan edecek azabın kime geleceğini ve yalancının kim olduğunu yakında
bileceksiniz. Gözetleyiniz, şüphesiz ben sizinle beraber gözetleyiciyim” dedi.
Ve ne zaman ki, emrimiz geldi, Şuayb’i ve onunla birlikte inanmış olan kişileri, tarafımızdan
bir rahmet ile kurtardık. Ve o zalim kişileri korkunç bir gürültü yakaladı da yurtlarında çöküp
kaldılar.
Sanki onlar orada hiç yaşamadılar. Haberiniz olsun! Semud kavmi nasıl uzaklaştı ise
Medyen’e de öyle uzaklık vardır. (Hûd/84-96)

Hani Şuayb onlara demişti ki: “Siz takvalı davranmayacak mısınız? Şüphesiz ki, ben sizin için
güvenilir bir elçiyim. Bu nedenle Allah’a takvalı davranın ve bana itaat edin. Buna karşılık ben
sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim yalnız âlemlerin Rabbi üzerinedir. Ölçeği tam

24
ölçün ve hak yiyenlerden olmayın. Ve doğru terazi ile tartın. Halkın eşyalarını değerinden
düşürmeyin ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Ve O, sizi ve sizden önceki
nesilleri yaratan kişiye [Allah’a] takvalı davranın.”
Onlar: “Sen, kesinlikle büyülenmişlerden birisin. Sen de bizim gibi bir beşerden başka bir şey
değilsin. Biz senin kesinlikle yalancılardan biri olduğundan eminiz. Şayet doğrulardan isen,
üstümüze gökten bir parça düşürüver!” dediler.
O [Şuayb]: “Rabbim, yaptıklarınızı en iyi bilendir” dedi.
Bunun üzerine onu yalanladılar da kendilerini o gölge gününün azabı yakalayıverdi. Şüphesiz
o büyük bir günün azabı idi.
Şüphesiz bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman ediciler değillerdi.
Ve şüphesiz Rabbin, kesinlikle Aziz [mutlak üstün olan] ve Rahîm’in [engin merhametli
olanın] ta kendisidir. (Şuara/177-191)

38- Ad ve Semûd’u da (helak ettik). Bu [Onların helaki], onların


meskenlerinden [yurtlarından] size kesinlikle besbelli olmuştur. Ve şeytan onlara
kendi işlerini süsledi de onları yoldan alıkoydu. Hâlbuki onlar görüp anlayan
kimselerdi.
39 – Karun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da [helak ettik]. Ant olsun ki, Musa
onlara apaçık deliller ile gelmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı.
Hâlbuki onlar, geçiciler değillerdi.
40 – İşte hepsini günahları sebebiyle yakaladık: onlardan kiminin üzerine
taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, onlardan kimini korkunç bir ses yakaladı,
onlardan kimini yerin dibine geçirdik, onlardan kimini de suda boğduk. Ve Allah
onlara zulmetmiyordu velâkin onlar kendilerine zulmediyorlardı.

Bu ayet grubunda Ad ve Semud, Karun, Firavun ve Haman grubu


hatırlatılmıştır. Helak edilmiş olan bu toplumların kalıntıları ortadadır. Bu toplumlar
şeytana uymuşlardı, şeytan her yaptıklarını kendilerine güzel göstermekteydi. Onlar,
şeytanın bu tuzağına düştüler. Hâlbuki görüp anlayan kimselerdi, kendilerini
kurtaracak akla da sahiplerdi. Ne var ki, kendi değerlerini bilmemişler, kendilerine
verilen aklı ve zekâyı değerlendirmemişlerdir.
Rabbimiz, geçmişte elçiliği yalanlayan bu toplumları kasırga, sayha [çığlık],
yere batırma, suda boğma gibi yollarla cezalandırdığını açıklamıştır.
40. ayette Rabbimiz “Ve Allah onlara zulmetmiyordu, velâkin onlar
kendilerine zulmediyorlardı” buyurarak onların kendi kendilerine yazık ettiklerini
bildirmiştir. Çünkü Rabbimiz insanı onurlu ve donanımlı kılmıştır.
Ve ant olsun ki Biz, insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık ve karada, denizde taşıtlara
yükledik ve temiz-hoş yiyeceklerden onları rızıklandırdık. Ve onları yarattıklarımızın birçoğundan
oldukça fazlalıklı kıldık. (İsra/70)

38. ayetteki “Bu [Onların helaki], onların meskenlerinden [yurtlarından] size


kesinlikle besbelli olmuştur” ifadesinden, o günün Araplarının helak edilen bu
toplumların yurtlarının kalıntılarını iyi bildikleri anlaşılmaktadır. Bugün Ahkâf,
Yemen ve Hadramut olarak bilinen Güney Arabistan'ın tümü eskiden Ad kavminin
topraklarıydı. Hicaz'ın kuzeyinde, Rabiğ'den Akabe'ye, Medine ve Hayber'den
Teyma ve Tebük'e kadar uzanan topraklar da Semud kavminin yaşadığı yerlerdi.
Eskisi kadar olmasa da, bu toplumların kalıntılarının emareleri bugün de mevcuttur.
Bu kıssalar ile müminlere moral verilirken müşrikler de tehdit edilmektedir.
Müminler sıkıntılı ortamlarda elçiler gibi sabrederlerse zafere ulaşacaklardır.
İnkârcılar da ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar hakkın karşısında duramayıp Nuh
kavmi, Lut kavmi, Şuayb’in kavmi, Ad, Semud, Karun ve Firavun gibi perişan
olacaklardır.

25
41 – Allah’ın astlarından veli [koruyucu, yol gösterici] edinenlerin durumu, ev
edinen dişi örümceğin durumu gibidir. Şüphesiz evlerin en çürüğü de kesinlikle dişi
örümcek evidir. Keşke onlar, bilselerdi.
42 – Şüphesiz Allah, onların, Kendisinin astlarından hangi şeye
yalvardıklarını bilir. Ve O, Azîz’dir, Hakîm’dir.
43- Ve Biz, bu örnekleri insanlara veriyoruz. Onlara da bilginlerden
başkası akıl erdiremez.
44 – Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Şüphesiz bunda, iman edenler için
kesinlikle bir ayet vardır.

Bu ayet grubunda şirk koşanların durumu ilginç bir örnekle ortaya konmuş ve
Allah’ın astlarından veli edinenler, evlerin en çürüğü olan örümcek yuvasını ev
edinen dişi örümceğe benzetilmiştir. Burada a-dişi örümceğe, b-dişi örümcek
yuvasının en çürük ev oluşuna, c-ev edinme noktalarına dikkat çekilmiştir.
Ev denince insanın aklına soğuktan, sıcaktan, güneş yakmasından, yağmurdan,
fırtınadan, düşmandan koruyan sağlam, güvenli bir yapı gelir. Örümcek evinin
böyle özellikleri yoktur. Çok dayanıksızdır; yağmurla, rüzgârla ve en ufak bir
dokunmayla yıkılıp gider. Sığınılacak bir niteliği yoktur.
Bu açıdan bakıldığında, bu örnekle ibadet edilecek varlığın da yaratıcı, rızık
verici, fayda verici ve zararı defedici olması gerektiği mesajı verilmektedir. Bu
husus onlarca ayette yer almıştır:
Onlar, Allah'ın astlarından, kendilerine zarar vermeyen ve kendilerine yarar sağlamayan
şeylere tapıyorlar ve “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" diyorlar. De ki: "Siz Allah'a
göklerde ve yerde kendisinin bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?" Allah, onların ortak
koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir ve çok yücedir. (Yunus/18)

Onlar da Allah’ın astlarından kendisine fayda vermeyen ve zarar vermeyen şeylere tapıyorlar.
Ve o kâfir, Rabbinin aleyhine arka çıkandır. (Furkan/55)

O [İbrahim]: “O halde, Allah’ın astlarından size hiçbir şeyce fayda vermeyen ve size zarar
vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Size de, Allah’ın astlarından taptıklarınıza da üff [yazıklar
olsun]! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dedi. (Enbiya/66, 67)

İkinci bir nokta, örümceğin bu çürük eve, bir sinek avlayabilmek için çok
emek vermiş olmasıdır. Burada ima edilen, az bir yararlanma için bu kadar yatırıma
değmeyeceğidir. Örümcek, sinek yakalayabilmek için harcadığı emekle, o çürük
yuvanın getireceğinden daha fazla yarar sağlayacak şeyler yapabilirdi.
Burada müşrikler, geçici dünya için aşırı umut bağlamaktan, aşırı yatırım
yapmaktan, kısacası, akıllarını kullanmamaktan dolayı kınanmaktadırlar. Dünyanın
bu kadar emeğe değmeyeceği ve ona bu kadar bel bağlanmaması gerektiği mesajı
verilmektedir.
Ayetteki bir başka dikkat çekici nokta, “örümcek” değil de “dişi örümcek”
denilmesidir. Dişi örümcek, yaptığı evde, çiftleştikten sonra erkek örümceği
öldürmektedir. Bu açıdan bakıldığında, dişi örümcek yuvası sinekler, böcekler şöyle
dursun, en yakın dost için bile bir felaket tuzağıdır. Öyleyse Allah’ın astlarından
kişilere ve nesnelere tapanlar da kendilerine örümcek yuvasına benzer birer felaket
tuzağı hazırlamış olmaktadırlar.
Şirkin çürük eve benzetilmesine karşılık, iman da İbrahim suresinde sağlam
köklü bir ağaca benzetilmiştir:

26
Görmedin mi, Allah nasıl bir misal verdi? Güzel bir söz, aslı [kökü], sabit, dalı-budağı gökte
olan, Rabbinin izniyle her an ürün veren güzel bir ağaç gibidir. Ve onlar öğüt alsınlar diye Allah
insanlara böyle misaller verir.
“Kötü bir söz”ün durumu da, yerden koparılmış, sabit kalma imkânı olmayan kötü bir ağaca
benzer.
Allah, iman edenleri, basit yaşamda [bu dünyada] ve ahirette sabit bir söze [imana] sabitler.
Allah, zalimleri de saptırır. Ve Allah, dilediği şeyi yapar.
Allah'ın nimetlerini nankörlüğe değiştiren ve toplumlarını helak yurduna; cehenneme sokanları
görmedin mi? Onlar, ona [cehenneme] girecekler. O ne kötü bir karargâhtır!
Ve onlar [nankörler], O’nun yolundan saptırmak için Allah’a eşler kıldılar [oluşturdular]. De
ki: “Yararlanınız, artık, şüphesiz dönüşünüz ateşedir.” (İbrahim/24-30)

Sureye ismini veren “Ankebut [Dişi Örümcek]” ile ilgili bir yazıyı
okuyucuların dikkatine sunuyoruz:

EN GÜVENİLMEZ DİŞİ: ANKEBUT

“Allah'tan başka dostlar edinenlerin örneği, kendisine ev edinen dişi örümceğin örneğine
benzer. Gerçek şu ki, evlerin en çürüğü [en güvensizi] dişi örümceğin evidir. Keşke bilselerdi!”
(Ankebut/41)

Ayette “ankebut” kelimesi ile dişi örümcek kastedilmektedir. Ayetteki çekimlerin dişiliğe
göre yapılması da bunu gösterir [Arapçada erkek ve dişi çekimleri farklıdır]. Ne yazık ki
çevirmenlerin bir kısmı ayetteki bu ayrıntıya özen göstermemişlerdir.”
Hayvanlar üzerine yapılan araştırmalarda örümcekler ile ilgili çok ilginç saptamalar yapıldı.
Bu saptamalar, Kuran'da en güvenilmez ev olarak neden özellikle dişi örümceğin evinin
gösterildiğini ortaya koymaktadır.
Canlıların çok büyük bir bölümünde erkekler dişilere nazaran daha iri, daha kuvvetlidir.
Örümcekler dişilerin erkeklerden daha büyük olduğu azınlıktaki canlı türlerinden biridir. Örneğin
örümceklerin "Saatli Karadul [Latrodectus Mactons]" türünde dişilerin uzunluğu erkeklerin
uzunluğunun dört katına kadar ulaşabilmektedir.
Canlı türleri genelde evlerini sıcaktan, soğuktan, düşmanlardan ve her türlü zarardan korumak
için inşa ederler. Oysa örümcek, evini yok etmek, zarar vermek, evine yanlışlıkla uğrayanları
yemek için inşa eder. Bu yüzden evlerin en güvenilmezi, örümceğin evidir. Dişi örümcek, cinsel
ilişkiye girdikten sonra kendi erkeğini de yemektedir. Bu yüzden dişi örümceğin evi bırakın
başkalarını, kendi erkeği için bile güvenilmezdir. Eğer erkek örümcek cinsel ilişkiden sonra
kaçmayı başarabilen ender şanslı erkeklerden değilse, dişisinin evi kendi mezarı olacaktır.
DİŞİLİK TAKISI BİLE MUCİZE
Bu konuda da görüldüğü gibi, Kuran'da dişilik ile ilgili bir belirti bile bir mucize ortaya
koymaktadır. Kuran, bir ayette Uzay'ın genişlediğini belirterek, bir ayette Dünya'nın Atmosfer'inin
korunmuş tavan kılındığını söyleyerek, bir ayette denizlerin altındaki dalgalara işaretle, bir ayette
sivrisineğin, bir ayette arının, bir ayette örümceğin dişilerinin ve erkeklerinin ayrımını yaparak
mucizeler gösterir. Bu kadar farklı alanlarda bu kadar çok açıklamalar yapan Kuran, hiçbir alanda
hata yapmamış, tam tersine her alanda gözleri ve gönülleri körelmemişleri hayran bırakacak
mucizeler sergilemiştir. Peygamberimiz'in dönemindeki bir insanın Uzay'ın genişlediğini
bilebilmesi, denizlerin altındaki dalgaları tespit edebilmesi, örümceğin dişisinin ve erkeğinin
yaptıklarını ayırt edebilmesi mümkün değildir. Hele hele tüm bu farklı konularda, tüm bu
becerilerin birden gösterilmesi hiç mi hiç mümkün değildir. Kuran'ı indiren, hem Uzay'ı genişleten,
hem denizleri oluşturan, hem doğayı arısıyla, örümceğiyle yaratan olduğu için; tüm bunların 1400
sene önce nasıl açıklanmış olduğunu anlamak, inananlara hiç de zor gelmemektedir. Tüm bu
oluşumlar bize Kuran'ın iddiası olan "Kuran'ı indirenin ve Evren'i yaratanın Allah olduğu"
iddiasının ne kadar doğru olduğunu ispatlamaktadır.

“Kitabın indirilmesi, üstün ve Bilge olan Allah'tandır.” (Zumer/1)

“Elif, Ram, Ra. Bu bir kitaptır ki; Efendinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa
çıkarasın diye onu sana indirdik. O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna…” (İbrahim/1)

SAHTE EVLİYAYA DİKKAT

27
"Dostlar" kelimesinin Arapça karşılığı "evliya"dır. Bu kelime Arapçada "dost" anlamına gelen
"veli" kelimesinin çoğuludur. İncelediğimiz ayet bizi Allah'ı unutup da Allah'tan başka dostlar
[evliya] edinenlere karşı uyarmaktadır. Allah'tan başka dostlara sığınanlar örümceğin evine
sığınanlar gibi mahvolmaya mahkûmdur. Dişi örümcek kendisine en dostane yaklaşan erkeğini bile
hiç acımadan öldürür. İşte dişi örümceğe benzetilen, Allah dışındaki dostlar, kendilerine sığınanları,
kendilerine güvenenleri böyle mahvederler.
Örümceğin, evinin yapımında kullandığı iplikler bir yaratılış harikasıdır. Günümüzde
kurşungeçirmez yelek yapımında bu iplikler taklit edilmeye çalışılmaktadır. Bu iplikler kendi
kalınlığındaki çelik telden daha dayanıklı, daha sağlamdır. Örümcek bu ipliklerini çok çeşitli
şekillerde kullanır. Bazı örümceklerin bu iplikleri paraşüt şeklinde kullanıp 350 km kadar uzağa
sürüklenebildiği saptanmıştır. Ağını atıp avını yakalayan örümcekler olduğu gibi [Dinopis
örümceği], suların yüzeyinde balık avlayan örümcekler de vardır [Dolmades örümceği].
Örümceklerin hayatını inceleyenler örümceklerin diğer canlılar gibi yaratılış harikası olduklarına
tanık olacaklardır.
İlginçtir ki, en sağlam ham maddeden yapılan dişi örümceğin evi, en az güvenilir evdir. Kendi
hemcinsine bile ihanetin gerçekleştiği bu ev, büyük bir tutarsızlığın sergisidir. Yaratıcısı Allah olan
insanın Allah dışında sığınaklar araması, bu sığınaklar her kim olursa olsun aklen bir tutarsızlıktır.
Her şey Allah'ın elindedir, fakat Allah'ın yarattığı kul, Allah'ın dışında dostlar arayıp onlardan
yardım ummaktadır! Allah dışındaki dostların [evliyanın] insanların başına getireceği felaket,
Ankebut Suresi'nin incelediğimiz ayetinde çok güzel bir benzetmeyle gösterilmiştir. Allah dışı
dostlara karşı bizi uyaran bir başka ayet ise şöyledir:

“Efendinizden size indirilene uyun. O'ndan başka dostlara[evliya] uymayın. Siz ne kadar da
az öğüt alıyorsunuz.” (Araf/3)
(Kuran Araştırmaları Grubu)

45 – Sen, sana kitaptan vahyedileni oku/izle ve Salâtı [eğitimi, öğretimi, sosyal


destek kurumlarını] ikame et [oluştur, ayakta tut]. Muhakkak ki salât [eğitim,
öğretim, sosyal destek kurumları], fahşadan ve kötülükten alıkoyar. Ve Allah’ın
anılması, elbette daha büyüktür. Ve Allah, yapıp ürettiğiniz şeyleri bilir.

Hatırlanacağı üzere, İbrahim/31’de “İman eden kullarıma söyle: “Salâtı ikame


etsinler, alış-veriş ve dostluğun olmadığı bir günün gelmesinden önce, kendilerini
rızıklandırdığımız şeylerden açık ve gizli olarak infakta bulunsunlar” denilmişti. Bu
ayette ise özellikle Resulullah’a yönelinmiş, ondan kendisine vahyedilene; Kitab’a
uyması, ondan başka bir yol izlememesi ve salâtı ikame etmesi [sosyal yardım ve
destek birimleri oluşturması] istenmiştir.
Ayetteki “ ‫ل اكبر‬
ّ ‫ولذكر ا‬velezikrüllahi ekber” ifadesini “Allah’ın anması elbette
daha büyüktür” veya “Allah’ın anılması elbette daha büyüktür” şeklinde
manalandırmak mümkündür. Ancak biz, ikinci şıkkı tercih ediyor ve “Allah’ın
anılması elbette daha büyüktür” ifadesi ile toplantı günü [Cuma günü] icra edilen
“Allah’ın anılması”nın kastedildiğini düşünüyoruz:
Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman, Allah’ın anılmasına hemen
koşun, alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, işte bu, sizin için daha hayırlıdır. ” (Cuma/9)

Yine 45. ayette salâtın insanları tüm aşırılıklardan ve çirkinliklerden


alıkoyacağı açıklanmıştır.
Bilindiği gibi, “Salât” kavramı “namaz” olarak ele alınmış ve bu ayet
“namazın namaz kılanı fahşa ve münkerden alıkoyduğu” şeklinde açıklanmıştır. Biz
“Salât”ın, “toplumsal sorunları maddi ve manevi açıdan üstlenmek” olduğunu,
“salâtın ikamesi”nin de “sosyal sorunların sırtlanmasında eğitim-öğretim
kurumlarının oluşturulması, iş alanlarının, sosyal güvence kurumlarının
oluşturulması ve ayakta tutulması” olduğunu birçok kez dile getirdik.

28
Bu konuya dair kapsamlı bir çalışmamız, bu surenin sonunda “Salât ve
Namaz” adıyla yer almaktadır. “Salât” ve “Salâtın ikamesi” ile ilgili detayın oradan
okunmasını öneriyoruz.
Ayetteki “Salâtı [eğitimi, öğretimi, sosyal destek kurumlarını] ikame et
[oluştur, ayakta tut]. Muhakkak ki salât [eğitim, öğretim, sosyal destek kurumları],
fahşadan ve kötülükten alıkoyar” ifadesi ile insanlığa yol gösterilmektedir.
Toplumlarda ne kadar aşırılık ve münker [dinin, aklın çirkin gördüğü davranış]
varsa, hepsi de ya eğitimsizlikten ya da yoksulluktan kaynaklanmaktadır. Salâtı
ikame eden toplumlarda fahşa ve münker olmaz. Yoksulluk ortadan kalkar, herkes
Allah’ı tanıyan ve saygı duyan birer aydın olur.

FAHŞA [HAYÂSIZLIK]

“ ‫ ءءءءء‬Fahşa” sözcüğü “çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış, olması
gereken sınırı aşmak, söz ve cevapta taşkınlık etmek” anlamlarına gelmektedir.
Sözcüğün çoğulu “ ‫ ءءءءء‬fevahiş”tir.
Dilci Ragıb el-İsfehanî de“Fuhş”, “fahşa” ve “fahişe” sözcüklerini kendi
lügatinde “son derece çirkin söz ve fiiller” olarak tanımlamıştır. (el-Müfredat; Fahşa
mad.)
Âl-i Imran/135’de “fena iş” olarak nitelenen “fahişe” sözcüğü, Kur`an`da on
üç yerde, çoğulu “fevahiş” sözcüğü ise dört yerde geçmektedir. Sözcük genel olarak
Kur`an`da birden çok aşırılık için kullanılmıştır. Gerek bu aşırılıkların ne olduğu,
gerekse bu kavramla ilgili diğer açıklamalarımız daha önce Necm suresinin tahlilinde
verildiğinden, detayın oradan (Tebyinü’l-Kur’an; c: 1, s: 427-430) okunmasını
öneriyoruz.

MÜNKER [KÖTÜLÜK]

“Münker”, insanlık tarafından kötü olarak kabul edildiği gibi, Yüce Allah
tarafından da çirkin görülen şeylerdir.
Rabbimiz Kur’an’da “ma’rûfu emr” ve “münkerden nehy” emriyle insanlığın
iyi ve kötü, yararlı ve zararlı, güzel ve çirkin, olumlu ve olumsuz şeyler, davranışlar
ve olgular arasında doğru ayrım yapabilecek bir vicdanî yetiyle donatıldığına işaret
etmektedir. Neyin iyi neyin kötü olduğunu doğasına yerleştirilen bu vicdanî yetiyle
değerlendirebilen insan, kendisini sınırlayan ilahî kaynaklı değer ölçüleri olmadan bu
içsel mekanizmayı özenli kullanamamakta, tam tersine, çeşitli psikolojik
mekanizmalar kullanarak kötüyü, çirkini, yanlışı meşrulaştırma çabasına
girişmektedir. “Şeytanın kişiye kendi yaptıklarını güzel, süslü göstermesi”, bu
meşrulaştırıcı psikolojik mekanizmaları fark etmeyen insanın içine düştüğü içsel bir
tuzak olarak da değerlendirilebilir. Rabbimiz insanın sağduyusu ile doğru olarak
tanıdığı “münker”i kendisi de yasaklayarak insanlığın vicdanî tanısını desteklemekte
ve ona kötüyü ve kötülüğü önlemeyi sağlayacak güçlü bir dinî müeyyide
kazandırmaktadır. Çünkü insan mutlak zararlı olduğunu bildiği şeylerden kaçınma
konusunda bile kendini yeterince denetleyememektedir. 1930’lu yıllarda ABD’de
getirilen alkollü içki yasağının tüm yasal zorlamalara rağmen başarılı olamayışı, buna
karşılık İslam toplumlarında alkollü içki kullanma oranındaki belirgin düşüklük,
“kötü” olanı engellemede dinî müeyyidenin ne denli etkili olduğunu gösteren iyi bir
örnektir.

ALLAH’IN ANILMASI

29
Allah’ın anılması, “Allah’ın biz kulları üzerindeki haklarını ve bize sunduğu
nimetleri düşünmek, O’na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizi
ikide bir kontrol etmek, verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı
şükredip nankörlük etmemek ve daima bu bilinç içerisinde olmak” demektir. Bu
konuya dair A’raf suresinin sonunda “Zikir, Zikrullah” başlığı altında bir yazımız
vardır. (Tebyinü’l Kur’an; c.3, s. 137-145) Detayın oradan okunmasını öneriyoruz.

46- Kendilerinden, zulmedenler hariç, Kitap ehli ile ancak en güzel bir yolla
mücadele edin ve: “Biz, bize indirilene ve size indirilene inandık. Bizim ilahımız ve
sizin ilahınız birdir. Biz sadece ona teslim olmuş kimseleriz” deyiniz.
47- Ve işte böylece Biz, sana Kitab’ı indirdik de kendilerine Kitap
verdiklerimiz ona inanıyorlar. Ve bunlardan [ehlikitabın dışındakilerden;
Araplardan] da ona inananlar vardır. Ve Bizim ayetlerimizi, ancak, inkârcılar bile
bile reddeder.

Bu ayetlerde inananlara müşrik olmayan Kitap Ehli ile yapılacak mücadelenin,


tartışmanın usulü ve sınırları bildirilmektedir.
Bilindiği gibi, bir süre sonra müminler Medine’ye hicret edecek ve orada
Ehlikitap’tan kimselerle karşılaşacaklardır. Bu ayette, hicretten sonra Medine’de
muhatap olunacak olan bu insanlar ile nasıl mücadele edilmesi gerektiğinin temel
prensipleri vaz’edilmektedir. Onlarla en güzel şekilde mücadele edilecek ve onlara
ilk önce “Biz, bize indirilene ve size indirilene inandık. Bizim ilahımız ve sizin
ilahınız birdir. Biz sadece ona teslim olmuş kimseleriz” denilecektir. Böylece onlara
kendi hedefleri ile müminlerin hedeflerinin aynı olduğu mesajı verilecektir. Bu ayet
ile verilen mesaj Ali Imran’da şöyle teyit edilmiştir:
De ki: “Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına
kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ın astlarından bazımız bazımızı rabler
edinmeyelim.” Buna rağmen eğer onlar, yüz çevirirlerse, artık “Şüphesiz bizim Müslümanlar
olduğumuza şahit olun” deyin. Al-i Imran; 64:

Bu mücadele en güzel bir biçimde; sert ve kaba davranmadan yapılmalıdır:

Rabbinin yoluna hikmetle [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve
ilkelerle] ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi
yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayette olanları da en iyi bilendir. (Nahl/125)

Her ikiniz gidin Firavuna. O, gerçekten azdı. Sonra ona öğüt alması ve haşyet duyması için
yumuşak söz söyleyin.” (Ta Ha/43, 44):

Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri
kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri,
üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları o
Ümmî Peygamber, o Elçi'ye uyarlar. O hâlde, o'na iman eden, o'na kuvvetle saygı gösteren, o'na
yardımcı olan ve o'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa
erenlerin ta kendileridir. (A’raf/157)

Ve Allah’a çağırıp/yakarıp salihi işleyen ve “Ben müslümanlardanım” diyen kimseden daha


güzel sözlü kim vardır? Ve güzellikle çirkinlik/iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel şeyle
sav. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir Yakın’dır. (Fussilet/33,
34)

Sen, kötülüğü en güzel bir şeyle sav, Biz onların yakıştırmakta oldukları şeyleri çok iyi biliriz.
(Müminun/96)

30
Sen afvı/malın fazlasını al, ‘urf [örf, Kur’ân ayetleri öbeği] ile emret ve cahillerden de yüz
çevir.
Eğer sana şeytandan bir vesvese gelirse de hemen Allah'a sığın. Muhakkak ki O, en iyi işiten,
en iyi bilendir. (A’raf/199-200)

Konumuz olan ayetteki “Kendilerinden, zulmedenler hariç” ifadesindeki


“zulmedenler”, bile bile küfreden, küfürde ısrar eden ve şirk içinde olanlardır.
Bunların kimliğini şu ayetlerden öğrenmekteyiz:
Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Elçi’sinin
haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyen kimseler ile, alçalmış oldukları halde,
elden, cizye verene kadar savaşın. (Tevbe/29)

Ve Yahudiler “Allah’ın eli sıkıdır” dediler. —Söyledikleri şeyler sebebiyle onların elleri
bağlandı ve onlar lanetlendi.- Aksine O’nun [Allah’ın iki eli açıktır; dilediği gibi harcar. Ve ant
olsun ki, Rabbinden sana indirilen, onların çoğunda azgınlık ve küfürce artış yapar. Ve Biz, onların
aralarına kıyamete kadar düşmanlık ve kin attık. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu
söndürmüştür. Ve onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Oysa Allah bozguncuları sevmez.
(Maide/64)

Allah, "Şüphesiz Allah fakirdir, biz zenginiz." diyen kimselerin sözünü kesinlikle duydu.
Onların söyledikleri şeyleri ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız. Ve Biz: "Tadın o
yakıcının azabını!" diyeceğiz. (Al-i İmran/181)

Şüphesiz ki, “Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’in ta kendisidir” diyen kimseler kâfir
olmuşlardır. De ki: “Peki, Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helak
etmek istese, O'na karşı kim bir şey yapabilir. Ve göklerin, yeryüzünün ve ikisi arasındakilerin
mülkiyeti sadece Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Ve Allah, her şeye güç yetirendir.
Ve Yahudiler, Hıristiyanlar, "Biz Allah'ın oğullarıyız ve O’nun sevgilileriyiz" dediler. De ki: "
Madem öyle niçin günahlarınız sebebiyle O [Allah ] size azap ediyor?" Bilakis, siz O'nun
yaratıklarından birer beşersiniz. O dilediği kişiyi bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve
ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü de Allah'ındır. Dönüş de yalnızca O'nadır. (Maide/17, 18)

Ve Biz onda [Tevrat’ta] onlara, Zata zat, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş
yazdık. Yaralara kısas vardır. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendisi için keffaret
olur. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. (Mâide/45)

Ve siz onları salata çağırdığınız zaman, onu alay ve eğlence edinirler. Bu, onların, akıllarını
kullanmayan bir kavim olmalarındandır. (Mâide/58)

“Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’in kendisidir” diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır.
Hâlbuki Mesih, “Ey İsrailoğulları! Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz Allah’a kulluk edin. Şüphesiz
kim Allah’a ortak koşarsa kesinlikle Allah ona cenneti haram eder onun barınağı da ateştir. Ve
zalimler için yardımcılardan kimse yoktur.
“Allah, üçün üçüncüsüdür” diyen kimseler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Oysa tek ilâhtan başka
ilâh yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, kesinlikle onlardan kâfir olan kimselere acı veren
bir azap dokunacaktır. (Mâide/72, 73)

Ve onlar, “Rahman, çocuk edindi” dediler.


Ant olsun ki, siz çok çirkin bir şey söylediniz.
Az kalsın bundan; Rahman’a çocuk isnat ettiler diye gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar
parçalanıp dağılacaktı.
Hâlbuki Rahman için çocuk edinmek yaraşmaz.
Göklerde ve yerde bulunan tüm herkes Rahman’a, yalnızca kul olarak gelecektir. (Meryem/88-
93)

Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri
kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri,
üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları o

31
Ümmî Peygamber, o Elçi'ye uyarlar. O hâlde, o'na iman eden, o'na kuvvetle saygı gösteren, o'na
yardımcı olan ve o'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa
erenlerin ta kendileridir. (A’raf/157)

48- Ve sen bundan evvel herhangi bir kitaptan okumuyordun; sen onu
[Kur’an’ı] sağ elinle de [kendiliğinden; bilginle, birikiminle] yazmıyorsun. Eğer
böyle olsaydı batılcılar [batıla inananlar] mutlaka kuşku duyacaklardı.
49- Bilakis o [Kur’an], kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde apaçık
ayetlerdir. Bizim ayetlerimizi de ancak zalimler bile bile reddederler.
50- Ve onlar, “Ona Rabbinden ayetler [mucizeler] indirilmeli değil miydi?”
dediler. De ki: “Ayetler [Mucizeler] ancak Allah’ın katındadır. Ben ise ancak
apaçık bir uyarıcıyım.”
51- Kendilerine okunan Kitap’ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara
yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.’
52 - De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve
yerde olan şeyleri bilir. Batıla inanan ve Allah’ı inkar eden kimseler; işte onlar,
hüsrana uğrayanların ta kendileridir.

Bu ayetlerde, Ehlikitap ve Mekkelilerden bir kısmının Kur’an’a inandığı;


aslında herkesin normal olarak inanması gerektiği; çünkü Resulullah’ın insanlara
daha evvel herhangi bir kitapla iştigal etmeden Kur’an’ı tebliğ ettiği; bunun
Kur’an’ın Allah tarafından vahyedildiğine kanıt olarak yeterli olacağı açıklanmıştır.
Bu kesin olmasına rağmen onların bir de tabiat olaylarından mucize istemeleri
akletmemelerinden dolayıdır.
51. ayetteki “Kendilerine okunan Kitap’ı şüphesiz Bizim sana indirmiş
olmamız onlara yetmedi mi?” ifadesiyle Kur'ân'ın onların bekledikleri mucizelerden
daha büyük ve daha mükemmel bir mucize olduğu beyan edilmektedir.
Kur’an en büyük mucizedir. Zira Rabbimizin yarattığı daha evvelki mucizeler
süreli olarak ve belirli bir yerde tahakkuk etmiştir. Hiç birinin sürekliliği yoktur.
Musa’nın (as) değneğinin bir yılana dönüşmesi, Elinin kusursuz beyazlaşması,
denizin yarılması gibi mucizeler anlık olarak cereyan etmiştir. Kur’an ise inişinden
kıyamete kadar her yörede, yapısal yönleriyle, içerdiği hikmetlerle, bilime ve
geleceğe dair içerdiği bilgilerle taptaze ortadadır. Kimse de buna “sihirdir”,
“efsundur” gibi itirazlar ileri süremez.
Peygamberimiz ve Kur’an hakkında yapılan itirazlara başka surelerde de cevap
verilmişti:
Buna rağmen eğer seninle tartışırlarsa de ki: “Ben kendimi Allah’a teslim ettim. Bana uyanlar
da.” Kitap verilenlere ve ümmilere/Anakentliler’e: “Siz de teslim oldunuz mu?” de! Eğer teslim
olurlarsa doğru yola ermişlerdir. Ve eğer sırt çevirirlerse sana düşen sadece tebliğ etmektir/mesajı
iletmektir. Allah, kullarını en iyi şekilde görendir. (Al-i Imran/20)

Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin
hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar
akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar halinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah’ı ve
melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe
yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla
inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka
bir şey miyim ki!” (İsra/90- 93)

Ve “O [Kur’an], yazılı hâle getirilmiş öncekilerin masallarıdır; şimdi de o, sabah akşam


[sürekli] kendisine okunmaktadır” dediler.
De ki: “Onu, göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirmiştir. Şüphesiz O, bağışlayandır,
merhamet edendir.” (Furkan/5, 6)

32
And olsun Biz Kur’ân'ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp
düşünen? (Kamer/40)

Şüphesiz, şu, aleyhlerinde Rabbinin Kelime’si hakk olmuş olan kimseler, kendilerine bütün
mucizeler hep birden gelse, yine de o acıklı azabı görünceye kadar iman etmezler. (Yûnus/96,97)

Ve Bizi, ayetleri [mucizeleri] göndermekten ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları


alıkoydu. Ve Semud’a, açık, gözle görülebilir biçimde o dişi deveyi vermiştik de onun sebep
olmasıyla zulmetmişlerdi. Ve Biz, o mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz. (İsra/59)

Ve İsrailoğulları bilginlerinin onu [kendi kitaplarında sağlam bilginin varlığını] bilmesi, onlar
için bir ayet olmadı mı? (Şuara/197)

Ve [inkâr edenler]: “Rabbinden bize bir ayet [mucize] getirse ya!” dediler. Onlara ilk
sahifelerde olan apaçık deliller gelmedi mi? Ve eğer Biz, onları bundan önce bir azap ile helâk
etseydik, muhakkak “Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de, alçak ve rezil olmadan
önce Senin ayetlerine uysaydık!” diyeceklerdi. (Tâ-Ha/133)

Ve onlar [müşrikler], kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka iman edeceklerine dair en
ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. De ki: “Mucizeler ancak Allah katındadır.” Onlara mucizeler
geldiğinde de iman etmeyeceklerini anlamıyor musunuz? (En’am/109)

Yeryüzünde, bütün ayetleri görseler de onlara iman etmeyen, doğrunun yolunu görseler de o
yolu tutup gitmeyen, eğer sapıklığın yolunu görürlerse onu yol edinen şu haksız yere büyüklük
taslayanları, ayetlerimizden uzak tutacağım.” –Bu, onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan
gâfil oluşlarındandır [umursamayışlarındandır].– (A’raf/146)

Ve onlar “Ona Rabbinden bir ayet [mucize] indirilseydi ya!” diyorlar. “Gayb kesinlikle
Allah’a aittir. Hadi bekleyin. Şüphesiz ben sizinle birlikte bekleyenlerdenim” deyiver! (Yunus/20)

Ve şu inkâr eden kimseler: “Rabbinden ona bir ayet indirilmeli değil miydi?” diyorlar. Sen
ancak bir uyarıcısın. Ve her kavim için bir yol gösteren vardır. (Ra’d/7)

53- Ve senden azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer belirlenmiş/adı konmuş bir ecel
[vade] olmasaydı, azap onlara elbette gelmişti. Ve o, hiç farkında olmadıkları bir
sırada kendilerine ansızın elbette gelecektir.
54, 55 - Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Şüphesiz cehennem de kesinlikle,
kendilerini üstlerinden ve ayaklarının altından bürüdüğü günde kâfirleri
kuşatıcıdır. Ve ‘ o yapmış olduklarınızı tadın!” der.

Bu ayetlerde, Resulullah’tan hem dünyada hem de ahirette karşılaşacakları


azabı çarçabuk istedikleri nakledilen müşrik inkârcılara cevap verilmektedir.
Müşriklerin bu tutumları Kur’an’da birçok kez dile getirilmiştir:
Onlar için cehennemden yataklar, üstlerinden de örtüler vardır. Ve Biz, zalimleri işte böyle
cezalandırırız. (A’raf/41)

De ki, “Dinimi yalnız kendisine arındırarak Allah’a kulluk ediyorum. Buna rağmen siz, O’nun
astlarından dilediğinize kulluk yapınız.” De ki: “Şüphesiz asıl kaybedenler, kıyamet gününde
kendilerini ve ehillerini [ailelerini ve yakınlarını] kayba uğratanlardır.” -Dikkatli olun! İşte bu,
apaçık bir kaybın ta kendisidir. Onların üstlerinden ateşten tabakalar, altlarından da tabakalar vardır.
İşte Allah, kullarını bununla korkutuyor: Ey kullarım! Bana takvalı davranın.- (Zümer/16)

Bu küfretmiş kişiler, ateşi, yüzlerinden ve sırtlarından men edemeyecekleri ve kesinlikle


yardım da olunmayacakları zamanı, bir bilseler! (Enbiya/39)

33
55. ayetin sonundaki “Ve, ‘ o yapmış olduklarınızı tadın!” ifadesi bir tehdit,
suçlama ve azarlamadır ki, bu da nefislere manevî bir azap olacaktır.
O gün yüzleri üzere ateşte sürüklenirler: “Sekar’ın [cehennemin] dokunuşunu tadın!”
Şüphesiz ki, Biz her şeyi; evet onu [her şeyi] bir kader [ölçü, ayar] ile yarattık. (Kamer/ 48-49)

O gün onlar [yalanlayıcılar], cehennem ateşine itildikçe itilirler. —İşte bu, yalanlayıp
durduğunuz ateştir! Peki, bu da mı bir sihir? Yoksa siz görmüyor musunuz? Yaslanın oraya! İster
sabredin ister sabretmeyin, artık sizin için birdir. Siz sadece yaptıklarınızın karşılığını alacaksınız! –
(Tur/13-16)

Nihayet onu, vadilerine doğru gelen geniş bir bulut halinde gördüklerinde: “Ha işte! Bu, bize
yağmur getirecek bir bulut!” dediler, Hayır, aksine o, çabuklaştırmaya çalıştığınız şeyin ta kendisi;
Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eden, içinde acıklı bir azap olan rüzgâr... Sonunda o hale geldiler
ki, konutlarından başka hiçbir şey görünmüyordu. Biz, günahkârlar topluluğunu işte böyle
cezalandırırız. (Ahkaf/24, 25)

De ki: “Gördünüz mü [ne düşünürsünüz]? O’nun azabı size geceleyin uykuda veya gündüzün
gelecek olsa!” Suçlular bundan neyi acele isterler? (Yunus/50)

Allah, bu kitabı ve teraziyi/ ölçüyü hakla indiren Zat’tır. Ve sana ne bildirir ki, belki de o Saat
[kıyamet] çok yakındır!
O’na inanmayan kimseler onun [kıyametin] çabuk gelmesini istiyorlar. İnananlar ise ondan
korkuyla titrerler ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki, saat [kıyamet] hakkında tartışanlar
kesinlikle uzak [geri dönüşü olmayan] bir sapıklık içindedirler. (Şura/17-18)

Ve senden azabı çabuklaştırmanı istiyorlar. Hâlbuki Allah sözünden asla caymayacaktır.


Bununla beraber Rabbinin katında bir gün, sizin sayacaklarınızdan bin sene gibidir. (Hacc/47)

56 - Ey iman etmiş kullarım! Şüphesiz Benim yeryüzüm geniştir. O halde


yalnız bana kulluk edin.
57 - Her nefis [kimliği olan varlık] ölümü tadıcıdır. Sonra da yalnızca Bize
döndürüleceksiniz.
58, 59- Ve iman etmiş, salihatı işlemiş kimseler; elbette Biz, onları, içinde
sürekli kalacakları cennette, altlarından ırmaklar akan köşklere yerleştireceğiz.
Çalışanların; sabretmiş olan ve sadece Rablerine tevekkül etmiş olan kişilerin
ödülü ne güzeldir!
60- Kendi rızkını taşıyamayan nice dâbbeh [canlı] da vardır ki, onları da, sizi
de Allah rızıklandırır. Ve O, en iyi işitendir, en iyi bilendir.

Hatırlanacağı üzere, surenin başından bu yana ısrarla tevhid ilkesi


vurgulanmıştır. Bu ısrarın bir devamı olarak bu ayetlerde de bazı zorbaların
baskısıyla tevhidi yaşayamayanlara başka yerlere göç etmeleri mesajı verilerek
kesinlikle tağuta itaat etmemeleri emredilmektedir
Müminlere Ehlikitap ile nasıl mücadele edeceklerini emreden 46, 47. ayetlerde
olduğu gibi, bu ayetlerde de Mekke’de sıkıntı içindeki Resulullah’a ve arkadaşlarına
üstü kapalı olarak hicret işaret edilmektedir. Bir bakıma Müslümanlara: “Sizler
bulunduğunuz yerde imanınızı açıkça ortaya koymakta sıkıntı çekiyor ve
zorlanıyorsanız, o takdirde başka ülkelere gidiniz! Oralarda şirk koşmadan
yaşayınız. Emeğiniz, gayretiniz boşa gitmeyecek; her nefis ölümü tadıp Bize
dönecektir” denilmektedir. Gerek bu ayetten, gerekse aşağıdaki ayetlerden de
anlaşıldığı gibi, şirk için hiçbir mazeret söz konusu değildir:

34
Şu, kesinlikle meleklerin, kendilerine zulmederlerken vefat ettirdikleri kimseler; Onlar
[melekler], "Ne işte idiniz?" derler. Onlar: "Biz yeryüzünde güçsüzleştirilmiş kimselerdik." derler.
Onlar [Melekler]: "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, siz orada hicret etseydiniz ya?" derler. Artık,
-erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan göçe güç yetiremeyen, yol bulamayan kimseler hariç- işte
bunların varacakları yer cehennemdir. Ve o ne kötü gidiş yeridir. (Nisa/97, 98)

Ve zulme uğradıklarından sonra Allah yolunda hicret eden kişiler; kesinlikle Biz onları; şu
sabretmiş ve sadece Rablerine tevekkül eden kimseleri bu dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz.
Ötekinin [ahiretin] ücreti ise daha büyüktür. Keşke onlar, bilselerdi. (Nahl/41, 42)

58 ve 59. ayetlerde ise, Allah yolunda yokluğu, kıtlığı, her türlü sıkıntıyı ve
ölümü göze alarak ve sonucu Allah’a havale ederek yola çıkan o “inanan ve salihatı
işleyen” kimseleri bekleyen ödül açıklanmaktadır. O nedenle Allah’ın mesajlarını
dünyaya ulaştırmaya çalışan yiğitler, hiçbir dünya sıkıntısını göz önünde
bulundurmaksızın, hayatlarını sadece Allah'a emanet edip tevekkül ederek yola
koyulmalıdırlar. Zafer sabırdadır.
Bu ayetlerde konu edilen ödülü Duhan suresinde de görmüştük:
Şüphesiz ki takvalı davrananlar Rabbinden bir lütuf olarak güvenli bir makamdadırlar;
Bahçelerde ve pınardadırlar. Onlar karşılıklı oturarak ince ipekten ve parlak atlastan elbiseler
giyerler. İşte böyle! Biz onları iri siyah gözlülerle eşleştirdik. Onlar orada güven içinde her çeşit
meyveyi isteyebilirler. Onlar orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Ve O [Allah] onları
cehennem azabından korumuştur. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. (Duhan/51-57)

Çok enteresandır ki, bu pasajda yer alan İslami öğreti eldeki İncillerde de yer
almakta ve İsa peygamberin ağzından insanlığa iletilmektedir:
19- Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin. Burada güve ve pas onları yiyip bitirir,
hırsızlar da girip çalarlar.
20- Bunun yerine kendinize gökte hazineler biriktirin. Orada ne güve ne pas onları yiyip bitirir,
ne de hırsızlar girip çalar.
21- Hazineniz neredeyse, yüreğiniz de orada olacak.
22- Bedenin ışığı gözdür. Gözünüz sağlamsa tüm bedeniniz aydınlık olur.
23- Gözünüz bozuksa tüm bedeniniz karanlık olur. Buna göre, içinizdeki `ışık' karanlıksa, ne
korkunçtur o karanlık!
24- Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya birinden nefret edip öbürünü sever, ya da birine
bağlanıp öbürünü hor görür. Siz hem Tanrı'ya, hem de paraya kulluk edemezsiniz.
25- Bu nedenle size şunu söylüyorum: `Ne yiyip ne içeceğiz?' diye canınız için, ya da `Ne
giyeceğiz?' diye bedeniniz için kaygılanmayın. Can yiyecekten, beden de giyecekten daha önemli
değil mi?
26- Gökte uçan kuşlara bakın! Ne eker, ne biçer, ne de ambarlarda yiyecek biriktirirler. Göksel
Babanız yine de onları doyurur. Siz onlardan çok daha değerli değil misiniz?
27- Hangi biriniz kaygılanmakla ömrünü bir anlık uzatabilir?
28- Giyecek konusunda neden kaygılanıyorsunuz? Kır zambaklarının nasıl büyüdüğüne bakın!
Ne çalışırlar, ne de iplik eğirirler.
29- Ama size şunu söyleyeyim, tüm görkemine rağmen Süleyman bile bunlardan biri gibi
giyinmiş değildi.
30- Bugün var olup yarın ocağa atılacak olan kır otunu böyle giydiren Tanrı'nın sizi de
giydireceği çok daha kesin değil mi, ey imanı kıt olanlar?
31- Öyleyse, `Ne yiyeceğiz?' `Ne içeceğiz?' ya da `Ne giyeceğiz?' diyerek kaygılanmayın.
32- Uluslar hep bu şeylerin peşinden giderler. Oysa göksel Babanız tüm bunları
gereksindiğinizi bilir.
33- Siz önce O'nun egemenliğinin ve O'ndaki doğruluğun ardından gidin, o zaman size tüm
bunlar da verilecektir.
34- O halde yarın için kaygılanmayın. Yarının kaygısı yarının olsun. Her günün derdi kendine
yeter. (Matta; 6.Bab; 19-34. Cümleler)

35
22- İsa öğrencilerine şöyle dedi: «Bu nedenle size şunu söylüyorum: `Ne yiyeceğiz?' diye
canınız için, ya da `Ne giyeceğiz?' diye bedeniniz için kaygılanmayın.
23- Can yiyecekten, beden de giyecekten daha önemlidir.
24- Kargalara bakın! Ne eker, ne biçerler; ne kilerleri, ne ambarları vardır. Tanrı yine de onları
doyurur. Siz kuşlardan ne kadar daha değerlisiniz!
25- Hangi biriniz kaygılanmakla ömrünü bir anlık uzatabilir?
26- Bu küçücük işe bile gücünüz yetmediğine göre, öbür konularda neden kaygılanıyorsunuz?
27- Zambakların nasıl büyüdüğüne bakın! Ne çalışırlar, ne de iplik eğirirler. Ama size şunu
söyleyeyim, tüm görkemine rağmen Süleyman bile bunlardan biri gibi giyinmiş değildi.
28- Bugün var olup yarın ocağa atılacak olan kır otunu böyle giydiren Tanrı'nın sizi de
giydireceği ne kadar daha kesindir, ey imanı kıt olanlar!
29- Ne yiyeceğiz, ne içeceğiz?' diye düşünüp tasalanmayın.
30- Dünya ulusları hep bu şeylerin peşinden giderler. Oysa Babanız, bunları gereksindiğinizi
bilir.
31- Siz O'nun egemenliğinin ardından gidin, o zaman size bunlar da verilecektir.
32- Korkma, ey küçük sürü! Çünkü Babanız, egemenliği size vermeyi uygun gördü.
33- Mallarınızı satın, sadaka olarak verin. Kendinize eskimeyen keseler, göklerde tükenmeyen
bir hazine edinin. Orada ne hırsız ona yaklaşır, ne de güve onu yer.
34- Hazineniz neredeyse, yüreğiniz de orada olacak.
35- Kuşaklarınız belinizde bağlı ve kandilleriniz yanar durumda hazır olun.
36- Düğün şenliğinden dönecek olan efendilerinin gelip kapıyı çaldığı an kapıyı ona hemen
açmaya hazır bekleyenler gibi olun.
37- Efendileri geldiğinde uyanık bulunan kölelere ne mutlu! Size doğrusunu söyleyeyim,
efendileri beline kuşağını bağlayacak, kölelerini sofraya oturtacak ve gelip onlara hizmet edecek.
38- Efendi gecenin ister ikinci, ister üçüncü nöbetinde gelsin, uyanık bulacağı kölelere ne
mutlu!
39- Ama şunu bilin ki, ev sahibi, hırsızın hangi saatte geleceğini bilse, evinin soyulmasına
fırsat vermez.
40- Siz de hazır olun. Çünkü İnsanoğlu, ummadığınız bir saatte gelecektir.»
41- Petrus, «Rab» dedi, «bu benzetmeyi bizim için mi anlatıyorsun, yoksa herkes için mi?»
42- Rab da şöyle dedi: «Efendinin, uşaklarına yemek paylarını vaktinde vermek için
üzerlerinde yetkili kılacağı güvenilir ve akıllı kâhya kimdir?
43- Efendisi eve döndüğünde işinin başında bulacağı o köleye ne mutlu!
44- Size gerçeği söyleyeyim, efendisi onu tüm malının üzerinde yetkili kılacak.
45, 46- Ama o köle kendi kendine, `Efendim gelmekte gecikiyor' derse ve kadın erkek diğer
hizmetkârları dövmeye, yiyip içip sarhoş olmaya başlarsa, efendisi, onun beklemediği bir günde,
ummadığı bir saatte gelecek, onu şiddetle cezalandıracak ve imansızlarla bir tutacaktır.
47- «Efendisinin isteğini bilip de hazırlık yapmayan, onun isteğini yerine getirmeyen köle çok
dayak yiyecek.
48- Oysa bilmeden köteği hak eden davranışlarda bulunan, az dayak yiyecek. Kime çok
verilmişse, ondan çok istenecek. Kime çok şey emanet edilmişse, kendisinden daha fazlası
istenecektir.
49- «Ben dünyaya ateş yağdırmaya geldim. Keşke bu ateş daha şimdiden alevlenmiş olsaydı!
50- Katlanmam gereken bir vaftiz var. Bu vaftiz gerçekleşinceye dek nasıl da sıkıntı
çekiyorum!
51- Yeryüzüne barış getirmeye mi geldiğimi sanıyorsunuz? Size hayır diyorum, ben ayrılık
getirmeye geldim.
52- Bundan böyle bir evde beş kişi, ikiye karşı üç, üçe karşı iki bölünmüş olacak.
53- Baba oğluna karşı, oğul babasına karşı, anne kızına karşı, kız annesine karşı, kaynana
gelinine karşı, gelin kaynanasına karşı olacaktır.» (Luka; 12. Bab, 22-53. Cümleler)

61 – Yine ant olsun ki, onlara sorsan: “Gökleri ve yeri kim yarattı, Güneş’i ve
Ay’ı kim kontrol altına aldı?” Kesinlikle, “Allah” diyeceklerdir. O halde nasıl
çevriliyorlar?
62 - Allah, kullarından dilediğine rızkı genişletir ve onun için ayarlar.
Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi bilendir.

36
63- Ve Ant olsun, eğer onlara sorsan: “Kim gökten suyu indirip de onunla
yeryüzünü ölümünden sonra diriltti?” Kesinlikle, “Allah” diyeceklerdir. De ki:
“Hamd Allah’a özgüdür.” Bilakis onların çoğu akıllarını kullanmazlar.

Bu ayetlerde Rabbimiz müşrikleri ilzam ederek evreni yaratanın, güneş ve ayı


kontrol edenin, gökten su indirerek yeryüzünü onunla canlandıranın Allah olduğunu
kabul etmelerine rağmen onların tevhidden yüz çevirmiş olmalarını hayret edilecek
bir akılsızlık olarak ayıplamaktadır. Hayret ifadeleriyle yapılan bu kınama,
tevhidden uzak olan ve tevhide karşı duran müşrikleri ikna etmek içindir.
62. ayette ise Rabbimiz rızkın da Kendi kontrolünde olduğu, onu da istediği
gibi ayarladığı mesajını vermektedir.
Ve daha dün onun yerinde olmayı isteyenler, “Demek ki Allah kullarından dilediğine rızkı
genişletiyor ve daraltıyor. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine
geçirirdi. Ve demek ki inkârcılar felâh bulmuyorlar” diyerek sabahladılar. (Kasas/82)

64 – Ve bu iğreti yaşam, sadece bir eğlence ve oyundur. Şüphesiz son yurt ise
kesinlikle hayatın ta kendisidir. Keşke onlar, bilmiş olsalardı.

Bu ayette, hâlihazırdaki statü ve çıkarlarını kaybetme endişesiyle tevhid


inancına yönelmekten kaçınanlara açık bir uyarı mesajı vardır: Sımsıkı sarıldıkları
basit hayatın gerçek yüzü hatırlatılarak insanlara dünya hayatının bir oyun ve
oyalanmadan ibaret olduğu anlatılmaktadır. Dünya hayatı geçici olduğu gibi,
değersizdir de… İçinde bulunulan iyi ya da kötü hallerden hiç biri ebedi değildir.
Makamlar, mevkiler, zenginlik, sağlık, fakirlik, hastalık, hepsi geçicidir.
Bu ayetle insanlığa dünya hayatının sanki tiyatro sahnesiymiş gibi algılanması
gerektiği; rollerin ve hallerin sürekli değişeceği; hangi rol ve halde olunursa olunsun
hepsinin bir gün sona ereceği mesajı verilmektedir.
“Bilin ki, iğreti yaşam ancak bir oyun, ‘[eğlence türünden] tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi
aranızda bir övünme [süresi ve konusu], mal ve çocuklarda bir çoğaltma yarışıdır. Bir yağmur örneği
gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin [veya kâfirlerin] hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de
bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azap; Allah’tan
bir mağfiret ve bir hoşnutluk [rıza] vardır. İğreti yaşam, aldanış metaından [malından,
malzemesinden] başka bir şey değildir.” (Hadid/20)

Ve basit hayat [dünya hayatı], sadece eğlence ve oyundur. Son Yurt [Ahiret yurdu] ise, takvalı
davrananlar için kesinlikle daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız? (En’am/32)

Ancak dinleyenler icabet eder. Ölüleri; onları da Allah diriltir. Sonra yalnızca O'na
döndürülürler. (En’am/36)

De ki: “Kendinizi gördünüz mü [düşündünüz mü], Allah’ın azabı size ansızın veya açıkça
gelirse, zalimler kavminden başkası mı helake uğratılmış olur?” (En’am/47)

Dünya hayatının misali, “Bizim gökten indirdiğimiz su gibidir. Ki gökten indirdiğimiz suyla
insanların ve hayvanların yediği bitkiler birbirine karışmıştır. Nihayet yeryüzü süslerini takınıp
süslendiği, sahipleri de kendilerinin ona gücü yetenler olduklarına inandıkları bir sırada, geceleyin
veya gündüzün ona emrimiz gelivermiştir de ansızın, sanki dün orada hiçbir şenlik yokmuş gibi onu
ta kökünden biçivermiştir.” Biz ayetlerimizi düşünecek bir toplum için işte böyle detaylandırırız.
(Yunus/24)

Şüphesiz şu, basit hayat [Dünya hayatı] ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve
takvalı davranırsanız o [Allah], size ödüllerinizi verir, sizden mallarınızı da istemez.
Eğer O [Allah], sizden onları [mallarınızı] isteyip de sizi zorlasaydı cimrilik ederdiniz. Sizin
kinlerinizi de çıkarırdı.

37
İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılan kimselersiniz. Öyleyken sizden kimileri cimrilik
ediyor. Ve kim cimrilik ederse kendi benliğinden cimrilik ediyordur. Ve Allah zengindir, siz ise
fakirlersiniz. Eğer siz yüz çevirirseniz O [Allah], yerinize sizden başka bir toplum getirir. Sonra
onlar, sizlin benzerleriniz olmazlar. (Muhammed/36- 39)

İşte, verilen herhangi bir şey basit hayatın kazanımıdır. Sadece dünya hayatının geçici bir
menfaatidir. Allah katında bulunanlar ise; iman etmiş ve sadece Rablerine tevekkül eden kimseler,
günahın büyüklerinden ve hayâsızlıktan kaçınan ve öfkelendikleri zaman bağışlayan kimseler,
Rablerinin çağrısına cevap veren, salâtı ikame eden, işleri de kendi aralarında Şura [görüşme,
danışma] olan, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden kimseler ve kendilerine bağy [bir
zulüm ve saldırı] isabet ettiği zaman birbirleriyle yardımlaşan/ intikam alan kimseler için daha
hayırlı ve daha kalıcıdır. (Şura/36)

Ve sen onlara basit hayatın misalini ver: O [basit hayat], gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki,
bu su sebebiyle yeryüzünün bitkileri birbirine karışmış sonra da rüzgârın savurup durduğu bir çöp
kırıntısı oluvermiştir. Ve Allah her şeye muktedirdir.
Mal ve oğullar, basit hayatın süsüdür. Bakî [kalıcı] salihat ise, Rabbinin katında sevapça daha
hayırlıdır, ümit bağlama yönünden de daha hayırlıdır. (Kehf/45, 46)

Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve
ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara süslü ve çekici kılındı. Bunlar basit hayatın kazanımıdır
[Zâlike metâu’l-hayati’d-dünya]. Ve Allah, varılacak güzel yer kendi katında olandır.
De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Takva sahibi olan kişiler için Rablerinin
katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah’tan
hoşnutluk vardır. Allah kulları en iyi görendir.” (Ali Imran/14, 15)

Ve Allah, dilediği kimseye rızkı genişletir de ölçülendirir de. Onlar ise basit hayat ile
ferahladılar. Oysa basit hayat, ahrette sadece bir kazanımdır. (Ra’d/26)

65, 66- İşte onlar, gemiye bindiklerinde, dini yalnız Allah’a özgü kılarak O’na
yalvarırlar. Sonra ne zaman ki onları karaya çıkarıp kurtardı, bir de bakarsın ki
onlar, kendilerine verdiklerimize nankörlük etmek ve kazançlı çıkmak için şirk
koşuyorlar. Artık onlar, yakında bilecekler.

Bu ayetlerde müşriklerin kaypaklık, nankörlük ve döneklik özelliklerine vurgu


yapılarak ortak koşanların bu psikolojik zaafların pençesine çarçabuk düştükleri
açıklanmaktadır. Şöyle ki: Müşrikler tehlikelerle dolu deniz yolculuklarının riskini
azaltma endişesiyle gemide dini yalnız Allah’a özgü kılarak O’na yalvarırlar. Ne
var ki, ayakları karaya değip kendilerini güven içinde hisseder hissetmez, çıkarları
uğruna nankörlüğü tercih edip Rabblerine şirk koşmaya başlarlar. Müşrik
inkârcıların deniz yolculuklarındaki bu tavırlarıyla dünya hayatlarındaki temel
davranışları arasında her zaman bir paralellik vardır. “Gemideki mümin halleri” ile
“karaya çıkar çıkmaz şirke yönelmeleri” arasındaki bu geçişkenlik, inkârcıların
“korku” ve “menfaat düşkünlüğü” gibi iki psikolojik etken yüzünden hayattaki
ahlakî savrulmalarına da işaret eder niteliktedir.
Putperestlerin denizdeki ve karadaki bu iki farklı tavırları başka ayetlerde de
konu edilmiştir:
Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup giderler. O,
müstesna [kaybolmaz]. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok
nankördür! (İsrâ/67)

Ve insana sıkıntı dokunduğu zaman, yan yatarken, otururken, dikilirken Bize yalvardı.
Kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi de sanki kendisine dokunan o sıkıntı için Bize hiç
yalvarmamış gibi aldırmadan geçip gitti. Haddi aşanlara yaptıkları şeyler işte böyle süslenmiştir.
(Yunus/12)

38
Ve iyilik olarak sahip olduğunuz ne varsa, işte Allah’tandır. Sonra size bir zarar
dokunduğunda, hemen yalnız O’na sığınırsınız.
Sonra, zararı sizden giderince, sizden bir gurup, kendilerine verdiklerimizi inkâr
etmek/verdiklerimize nankörlük etmek için Rabblerine şirk koşarlar. – Hadi şimdi faydalanın! Fakat
yakında bileceksiniz.- (Nahl/53-54)

O, sizi bir candan yaratan ve ondan da kendisine ısınsın diye eşini yapandır. Ne zaman ki o,
onu örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki zevce
ağırlaştı o zaman onlar [o ikisi] Rabblerine dua ettiler: “Eğer bize sâlih [bir çocuk] verirsen, and
olsun ki [kesinlikle] şükredenlerden olacağız.”
Ne zaman ki onlara [o ikisine] sâlih [bir çocuk] verdi, o ikisine verdiği şey hakkında O'nun için
ortaklar kıldılar. Onların ortak koştuğu şeylerden Allah münezzehtir, yücedir. (Araf/189, 190)

67- Yoksa kıyılarında, insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen, orayı


[Mekke’yi] güvenli harem [dokunulmaz] yaptığımızı da görmediler mi? Hâlâ batıla
mı inanıyorlar ve Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?
68- Ve Allah’a karşı yalan uyduran yahut kendisine geldiğinde, hakkı
yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Kâfirler için cehennemde bir yer mi yok!

Rabbimiz Mekkeli müşrikleri bu ayetlerde de kınamaya devam etmektedir.


Çünkü onlar Rabblerinin kendilerine verdiği nimetlerin bilincinde değilmiş gibi
davranmaktadırlar. Çevrelerindeki hiçbir kentin güvenliği ve bereketi yokken, ilahi
program gereği Mekke “dokunulmaz” kent yapılmış, bu sayede orası hem güvenli,
hem de ticaret ve ziyaret merkezi olmuştur. Bu sayede oraya bolluk ve bereket
akmıştır. Bütün bunları görmezden gelmeleri hayret edilecek bir nankörlüktür.
Bu konu, İslam’ın ilk yıllarında Kureyş suresinde de gündeme getirilmişti:
Kureyş’in güvenliği esenliği için -kış ve yaz seferlerinde güvenlik esenlikleri-… Öyleyse
kendilerini açlıktan kurtararak beslemiş olan ve her korkudan onları güvene kavuşturmuş olan bu
Beyt’in Rabbine kulluk etsinler. (Kureyş/1-4)

Cahiliye döneminde hiçbir kabilenin güvende olmadığı bir ortamda,


Mekke’deki Kureyşliler bütün bu tehlikelerden tamamen emindiler. Çünkü
Mekke’ye bir düşman saldırısı olması söz konusu değildi. Kureyşliler “Kâbe’nin
hizmetçileri” sıfatıyla ülkenin her tarafında serbestçe dolaşırlar, büyük veya küçük
kafilelerle gittikleri herhangi bir bölgede hiçbir tacizle karşılaşmazlardı. Hatta tek
başına seyahat eden bir Kureyşlinin “Ben Haremliyim” ya da “Ben Allah’ın
haremindenim” demesi bile, saldırılardan kurtulması için ona yeterli bir güvence
sağlardı.
Kureyşliler, Kâbe’ye hacc ve umre için gelen binlerce insana verilen hizmetleri
kendi aralarında paylaşmışlardı. Her sülâlenin belirli bir görevi vardı. Kâbe’nin
bekçiliği, bakıcılığı, hacılara su dağıtımı, hacılara yardım, hacılara para toplama,
yemek yedirme, hacıların mahkemeleşmesi gibi birçok iş Kureyş tarafından
yapılmaktaydı. Bu kutsal turizm, Kureyşlilere tarifi zor bir üstünlük ve saygınlığın
yanında, bol kazanç da sağlıyordu. Ne var ki, Kureyşlilerin Mekke’de sürdükleri bu
sefa onların kendi gayretlerinin değil, Allah’ın Kâbe ile ilgili plânlarının bir
sonucuydu.
Bu konu daha evvel Kureyş suresinin tahlilinde ele alındığından, detayın
oradan (Tebyinü’l-Kur’an; c: 1, s: 581-585) okunmasını öneriyoruz:

69 – Ve Biz, Bizim yolumuzda gayret gösterenleri, elbette Kendi yollarımıza


kılavuzlayacağız. Ve şüphesiz Allah muhsinlerle [iyilik-güzellik üretenlerle]
beraberdir.

39
Bu ayet, surede verilen mesajların tümünü içermektedir. Allah yolunda gayret
sarf edenler, Allah’ın nimetlerine ulaşan yollara mutlaka kılavuzlanacaktır. Allah
iyilik güzellik üretenler ile beraberdir. Onlara dünyada ve ahirette rahmet edecektir.
Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: "Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun
-Ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]- çalışanın amelini zayi etmem. Binaen aleyh göç
edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler;
elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar
akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır. (Al-i Imran/195)

“Kuşkusuz şu inanan ve hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanlar ve


barındırıp yardım edenler, evet işte bunlar, bazısı bazısının velisi olanlardır. İnanan ve hicret
etmeyenlere gelince, hicret edene kadar, onlara yakınlık söz konusu değildir. Ve din uğrunda yardım
isterlerse, aranızda antlaşma bulunan bir halk zararına olmaksızın, onlara yardım etmeniz gerekir. Ve
Allah yaptıklarınızı çok iyi görür.” (Enfal/72)

Ve zulme uğradıklarından sonra Allah yolunda hicret eden kişiler; kesinlikle Biz onları; şu
sabretmiş ve sadece Rablerine tevekkül eden kimseleri bu dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz.
Ötekinin [ahiretin] ücreti ise daha büyüktür. Keşke onlar, bilselerdi. (Nahl/41)

Sonra şüphesiz senin Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret eden, sonra cihad eden ve sabreden
kimseler içindir. Şüphesiz senin Rabbin bundan sonra kesinlikle çok bağışlayıcıdır, çok
merhametlidir. (Nahl/110)

Allah, doğrusunu en iyi bilendir.

SALÂT ve NAMAZ
‫صلوة‬
ّ ‫[ال‬SALÂT]
ANLAMI
‫صلوة‬
ّ ‫[ ال‬salât] sözcüğünün yapı olarak, ‫[ ص ل ى‬saly] ve ‫[ ص ل و‬salv] köklerinden
türemiş olması mümkün görünmektedir. Dilbilgisi kurallarına göre her iki kökten de
türemiş olabilir. Zira hem ‫[ ص ل ى‬saly] hem de ‫[ ص ل و‬salv] sözcükleri, son
harflerinin “harf-i illet” olması sebebiyle “nâkıs”tırlar ve bu köklerden bir sözcük
türediğinde, köklerin sonundaki harf-i illetler düşerek başka harfe dönüşür. Bu
durumda, türeyen yeni sözcüğün, bu köklerin hangisinden türediği konusunda ciddi
bir araştırma yapılmadığı takdirde ortaya bazı karışıklıklar çıkabilmektedir. Nitekim
‫[ ص ل و‬salv] kökünden olan kalıpların bir çoğunun çekimlerinde ‫[ و‬vav] harfi,
“galb” [değişim] neticesi ‫] ى‬ya]ya dönüşmekte ve bu şekilde türeyen sözcükler, ilk
bakışta ‫[ ص ل ى‬saly] kökünden türemiş gibi görünmektedir.
Bu gibi durumlarda Kur’ân'ın mesajını doğru anlamak için yapılacak ilk iş,
sözcüğün türemiş olabileceği köklerin anlamlarına bakmaktır. Bu sebeple biz de
tahlilimize, ‫صمملوة‬
ّ ‫[ ال‬salât] sözcüğünün türemiş olabileceği ‫[ ص ل ى‬saly] ve ‫ص ل و‬
[salv] köklerinin anlamları ile başladık.
‫[ صمملى‬saly, sıla]; “pişirmek, yakmak, ateşe atmak-ateşe girmek, yaslamak”
anlamına gelir. Sözcük bu manada Hâkka sûresi'nde geçmektedir:
Sonra cahîme [cehennem] sallayın onu [‫صّلوه‬/sallûhû]. (Hâkka/31)
Bundan başka, sözcük Kur’ân'da birçok kez, bu kökten türemiş olan ‫إصملوها‬
[islavhâ], ‫[ يصمملى‬yeslâ], ‫[ وسيصمملون‬veseyeslavne], ‫[ ساصممليه‬seüslîhi], ‫[ ليصمملها‬lâ
yeslâhâ] gibi farklı kalıplar hâlinde yine aynı anlamda yer almıştır. Meselâ, ‫[ صلى‬s-

40
l-y] kökünden türemiş olan ‫[ المصّلين‬musallîn] sözcüğü, “destek veren, yardım eden”
anlamında değil, “hayvanının sırtına, uyluğuna yaslanan” anlamında
kullanılmaktadır.1
‫[صلى‬saly] sözcüğü, Türkçe'deki “sallamak” ve “yaslamak” sözcüklerinin de
kaynağıdır.
Ancak, konumuz olan salât sözcüğünün kökünün saly olduğu varsayılırsa,
Kur’ân'da geçen tüm ‫صمملوة‬ ّ ‫[ ال‬salât] sözcüklerinin ve türevlerinin “ateşe atmak,
yaslamak” anlamında olduğunu kabul etmek gerekecektir ki bu durumda, meselâ
Kevser sûresi'ndeki ‫ل‬ ّ ‫[ ص‬salli] emrinden, “onu ateşe at” veya Ahzâb/56'daki ‫صّلواعليه‬
[sallû aleyhi] ifadesinden, “o'nu [Muhammed'i] ateşe sallayın/atın” anlamı
çıkarmak gerekecektir. Sonuç olarak, “yardım, destek, çaba, gayret” anlamlarına
gelen ‫صلوة‬ ّ ‫[ ال‬salât] sözcüğüyle, “ateşe atmak, ateşe yaslamak, pişirmek, yakmak”
anlamındaki ‫[ صلى‬saly] sözcüğü arasında herhangi bir mana ilişkisi kurma imkânı
yoktur.
‫[ص ل و‬salv]: İsim olarak “uyluk, sırt” demek olan sözcük şöyle açıklanır: ‫صلو‬
[salv], “insanın ve dört ayaklı hayvanların sırtı, kalça ile diz arası” anlamına gelir.2
Bu anlam doğrultusunda fiil olarak kullanıldığında sözcük; “uyluklamak,
sırtlamak” anlamına gelir ki, uyluğun [bacağın, diz ile kalça arasındaki bölümünün]
yatay duruma getirilerek bir yükün altına uzatılması şeklinde bir hareket olan
“uyluklamak” da, bir yükü sırta almak demek olan “sırtlamak” da, yük altına
girmeyi, yüke destek vermeyi ifade eder.
Bize göre salât sözcüğünün kökü saly değil, salv'dir. Sözcüğün aslı ise ‫صلوة‬
[salvet] olup, kök sözcük nâkıs [son harfi illetli] olduğundan, genel dilbilgisi
kuralları gereği ‫[ صلوة‬salvet] sözcüğü,‫صلوة‬ ّ ‫[ ال‬salât] şekline dönüşmüştür. Nitekim
sözcüğün çoğulu olan ‫[ صلوات‬salavât] sözcüğünde, kök sözcüğün asıl harfi olan ‫و‬
[vav] açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu durum, başka birçok sözcük için de geçerlidir.
Meselâ, ğazâ [savaştı] sözcüğünün mastarı ‫[ غممزوة‬ğazve]dir ve ğazve'nin çoğulu
‫[ غزوات‬ğazevât] olarak gelir. Diğer fiil çekimlerinde de ğazâ'nın “vav”ı, ya ‫[ ى‬ya]ya
dönüşür yahut da düşer. Zaten salât sözcüğünün, s-l-v kökünden türediği hususunda
ittifak olduğu içindir ki, bir anlam karışıklığı olmasın diye mushaflarda salât
sözcüğü, ‫ الصلة‬şeklinde ‫[ ا‬elif] ile değil, ‫صلوة‬ ّ ‫ ال‬şeklinde ‫[ و‬vav] ile yazılır.
Diğer taraftan, ‫[ صلو‬s-l-v] kökünden türemiş olan ‫[ صّلى‬sallâ] (mastarı salât)
sözcüğünün anlamı, Kıyâmet/31-32'de, hiçbir yanlış anlamaya meydan vermeyecek
şekilde net olarak açıklanmıştır:
‫[ فل ص مّدق ول ص مّلى ولكممن ك مّذب و تمموّلى‬felâ saddaqa velâ sallâ velâkin
kezzebe ve tevellâ=O, ne tasdik etti ne de çaba harcadı/destekledi. Ama
yalanladı ve geri durdu].
Görüldüğü gibi yukarıdaki cümlede dört eylem zikredilmiş, bu eylemlerden
ikisi diğer ikisinin karşıtı olarak gösterilmiştir. Şöyle ki: ‫[ صّدق‬saddaqa]nın karşıtı
olarak ‫[ كّذب‬kezzebe], yani “tasdik etme”nin karşıtı olarak “tekzib etme, yalanlama”
fiili kullanılırken, ‫[ صمممّلى‬sallâ] fiilinin karşıtı olarak da ‫[ تممموّلى‬tevellâ] fiili
kullanılmıştır. Kalıbı itibariyle “süreklilik” anlamı taşıyan tevellâ sözcüğü; “sürekli
geri durmak, sürekli yüz dönmek, lakayt kalmak, ilgisizlik, pasiflik ve yapılmakta
olan girişimleri kösteklemek” demek olduğuna göre, ‫[ توّلى‬tevellâ]nın karşıtı olan
‫[ صمممّلى‬sallâ] da; “sürekli olarak destek olmak, seyirci kalmamak” anlamına
gelmektedir.

1
Lisân, 5/387; Tâc, 19/606.
2
Lisân, 5/387; Tâc, 19/606.

41
Anlamı Kur’ân'da bu kadar açık olarak belirtilmesine rağmen salât sözcüğü,
ünlü bilgin Râgıb el-İsfehânî'nin Müfredât adlı eserinde, “Lügat ehlinin çoğu, salât;
‘dua, tebrik ve temcit’tir demiştir” ifadesiyle âdeta geçiştirilmiştir.
Sonuç olarak ‫صلوة‬ ّ ‫[ ال‬salât] sözcüğünün anlamını; “destek olmak, yardım etmek,
sorunları sırtlamak; sorunların çözümünü üzerine almak” şeklinde özetlemek
mümkündür. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, buradaki sorunlar, sadece bireysel
sorunları değil, aynı zamanda toplumsal sorunları da kapsamaktadır. Dolayısıyla
‫صملوة‬
ّ ‫[ ال‬salât] sözcüğünün anlamını, “yakın çevrede bulunan muhtaçlara yardım”
boyutuna indirgemek doğru olmayıp, “topluma destek olmak, toplumu aydınlatmak,
toplumun sorunlarını sırtlamak, üstlenmek ve gidermek” boyutunu da içine alacak
şekilde geniş düşünmek gerekir. Yapılacak yardımın, sağlanacak desteğin
gerçekleştirilme şeklinin ise “zihnî” ve “mâlî” olmak üzere iki yönü bulunmaktadır:
• Zihnî yönü ile salât; eğitim ve öğretimle bireyleri, dolayısıyla da toplumu
aydınlatmak, rüşde erdirmek; en sağlam yola iletmek;
• Mâlî yönü ile salât; iş imkânları ve güvence sistemleri ile ihtiyaç sahiplerine
yardım etmek, onları zor günlerinde sırtlamak, böylece de toplumun sıkıntılarını
gidermektir.
‫صلوة‬
ّ ‫[إقام اًل‬İQÂMİ'S-SALÂT=SALÂT'IN İKÂMESİ]
Kur’ân'daki, “salât'ın ikâmesi” ile ilgili emir ve haber cümlesi niteliğindeki
ifadeler genellikle “namazı doğru kılın, namazlarını dosdoğru kılarlar” şeklinde
çevirilegelmiştir. Bizim, sözcüklerin anlamları üzerinden yaptığımız tahlil ise bu
çevirilerin, ifadenin anlamını yansıtması bakımından yetersiz kaldığını, hatta yanlış
olduğunu göstermektedir.
Görüldüğü gibi ifade ‫[إقمممام‬iqâm] ve ‫صممملوة‬
ّ ‫[ ال‬es-salât] sözcüklerinden
oluşmaktadır. Salât sözcüğünün ne anlama geldiği yukarıda açıklandığı için, burada
‫[إقام‬iqâm] sözcüğünü tahlil edeceğiz.
‫[ ء ء ء‬q-v-m] harflerinden oluşan ‫[إقممام‬iqâm] sözcüğü, “oturmak” fiilinin
karşıtı olan qıyâm sözcüğünün if‘âl babından mastarıdır ve lügatlerde bu kalıbın
anlamı; “ayağa kaldırmak, dikmek, ayakta tutmak” olarak belirtilmiştir.
Buna göre ‫صمملوة‬ ّ ‫[ إقممام ال‬iqâmi's-salât] tamlamasının anlamı da; “zihnî ve mâlî
yönlerden yapılan yardım ve destekle sorunların üstlenilerek giderilmesi işlerinin
gerçekleştirilmesi ve bunun sürdürülmesi, yani ayakta tutulması” demektir. Bunu
somutlaştırarak ifade etmek gerekirse “salâtın iqâmesi”;
• Zihnî yönü ile, eğitim ve öğretimin yapılması için okullar, halk evleri, halk
eğitim merkezleri açılması ve bunların ayakta tutulması,
• Mâlî yönü ile, iş alanları açılması, Emekli Sandığı, Bağkur, SSK gibi sosyal
güvenlik sistemlerinin teşkil edilmesi, yoksul ve yetimlerin desteklenerek -bekâr ve
dulların evlendirilmesi de dâhil- sorunlarının sırtlanması, dertlerine deva olunması
için kurumlar oluşturulması ve bunların yaşatılarak ayakta tutulması demektir.
SALÂT'IN AMACI NEDİR, SALÂTI KİMLER İKÂME EDER?
Zihnî yönüyle salâtın amacı; ikna etmek sûretiyle insanı aydınlatmak, rüşde
erdirmek ve Allah ile kul arasındaki ilişkiyi canlı tutmaktır:
Rüşd sözcüğü, “doğru ve eğriyi ayırt etme bilinci, zihinsel olgunluk, doğru yolu
bulup ona girmek, iyi ve doğru olan şeyleri yapabilme olgunluğuna ulaşmak”
demektir. Nitekim Rabbimiz, Kur’ân'ın insanları, “rüşd”e (Cinn/2) ve “en doğru ve
en sağlam şeye” (İsrâ/9) kılavuzladığını ifade etmek sûretiyle rüşd'ün, “en doğru ve
en sağlam şey” olduğunu bildirmiştir. Buna göre rüşd sözcüğünün Kur’ân açısından
manasını; “İslâm'ın öngördüğü olgunluğa ulaşmak ve yaşamak” diye tarif etmek
mümkündür. Ancak, insanın rüşde kılavuzlanması Kur’ân'da, “beyin yıkama veya
büyüleme” şeklinde değil, “aklı kullandırmak sûretiyle bilinçlendirme”, yani “ikna

42
etme” şeklinde gerçekleştirilmektedir. O hâlde, Kur’ân tebyini ile yapılan salâtın
[zihnî desteğin] amacı da, insanları ikna ederek rüşde erdirmekten başka birşey
değildir. Bu hususu Rabbimiz, Kendisinin ve meleklerinin ettiği salâtın [sağladığı
desteğin] amacının, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak olduğunu bildirerek
teyit etmiştir:
O, sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size destek verendir.
O'nun melekleri de destek verirler. Ve O, mü’minlere çok
merhametlidir. (Ahzâb/43)
Oluşturulmuş eğitim-öğretim kurumlarında, insanlar reşit olurlarken, bir taraftan
da kendileri ile Allah arasındaki ilişkileri sorgularlar ve böylece de, toplumun
özlemini duyduğu “ideal insan” oluşur.
Hiç şüphesiz ki Ben, Allah'ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur
Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikâme
et. (Tâ-Hâ/14)
Zikrullâh [Allah'ın anılması], “Allah'ın bizler üzerindeki haklarını, bize sunduğu
nimetleri düşünmek, kul olarak O'na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip
getirmediğimizin kontrolünü yapmak ve verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek,
nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemektir. Daima bu bilinç içerisinde
olmak”tır.
SALÂT, ZEKÂT [VERGİ] ve İNFAK [BAĞIŞ] İLE İKÂME EDİLİR
Kur’ân'da, Salâtı ikâme edin, Salâtı ikâme ettiler ve Salâtı ikâme ederler
ifadeleri ile birlikte Zekâtı da verin, Zekâtı da verdiler ve Zekâtı da versinler
ifadelerinin de yer almasının nedeni, mâlî destek olmadan salâtın ikâme
edilemeyeceğidir, yani sosyal destek ve eğitim-öğretim kurumlarının parasız, mâlî
yardımsız oluşturulamayacağı ve yaşatılamayacağı gerçeğidir.
Konuya ait şu âyetler dikkate alınmalıdır:
Şüphesiz iman eden ve sâlihâtı işleyen, salâtı ikâme eden ve zekâtı
verenlerin Rabb'leri katında mükâfâtları vardır. Ve onlar üzerine hiçbir
korku yoktur, onlar üzülmezler de. (Bakara/277)
İşte bu kitap –kendisinde kuşku yoktur–; gaybda iman eden, salâtı
ikâme eden, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden, sana
indirilene ve senden önce indirilene iman eden muttakiler –ki bunlar,
âhirete de kesinlikle inanırlar– için bir kılavuzdur. (Bakara/2-4)
Salâtı [eğitim-öğretimi, sosyal yardım kurumunu] dikiniz/ayakta tutun,
zekâtı verin, rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin! (Bakara/43)
Ve hani Biz, İsrâîloğulları'nın mîsakını [kesin sözünü] almıştık:
“Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlığı
olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik yapacaksınız, insanlara
güzelliği söyleyin, salâtı ikâme edin ve zekâtı verin.” Sonra çok azınız
müstesna olmak üzere yüz çevirdiniz. Ve siz yüz çevirenlersiniz.
(Bakara/83)
Ve siz salâtı ikâme edin ve zekâtı verin! Kendiniz için önceden her ne
iyilik yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah,
yaptıklarınızı en iyi görendir. (Bakara/110)
Şu haram aylar çıktığı zaman o müşrikleri nerede bulursanız öldürün,
onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde onlar için oturun.
Artık, eğer tevbe ederlerse, salâtı ikâme ederlerse ve zekâtı verirlerse,
artık onların yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah, gafûr'dur,
rahîm'dir. (Tevbe/5)

43
Eğer tevbe ederlerse, salâtı ikâme ederlerse ve zekâtı verirlerse,
bundan sonra onlar, dinde kardeşleriniz olurlar. Ve Biz, âyetleri, bilen
bir kavm için detaylandırıyoruz. (Tevbe/11)
İnanan erkekler ve inanan kadınlar; bunların bazısı bazılarının
velîleridirler. Bunlar ma‘rûfu emrederler, münkerden vazgeçirirler,
salâtı ikâme ederler, zekâtı verirler, Allah'a ve O'nun Elçisi'ne itaat
ederler. İşte bunlar, Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz Allah,
azîz'dir, hakîm'dir. (Tevbe/71)
Peki, Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör
olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak Allah'ın ahdini yerine getiren,
antlaşmayı bozmayan, Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi
birleştiren, Rabb'lerine haşyet duyan ve hesabın kötülüğünden korkan,
Rabb'lerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabreden, salâtı ikâme eden
ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak eden ve
çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler.
İşte bu yurdun akıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar,
atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar oraya [adn
cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler:
“Sabrettiğiniz şeylere karşılık sizeselâm olsun! Bu yurdun sonu ne
güzeldir!” (Ra‘d/19-24)
Ve Biz, her ümmet için, Allah'ın kendilerine hayvanların behiminden
rızık olarak verdikleri üzerine O'nun adını ansınlar diye bir mensek
[ibadet yeri/ibadet biçimi] kıldık. İşte, sizin ilâhınız, bir tek ilâhtır.
Onun için yalnız O'na teslim olun. Allah anıldığı vakit kalpleri
titreyen, kendilerine isabet edene sabreden, salâtı ikâme eden ve
kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden, Allah'a içtenlikle
boyun eğenlere müjdele. (Hacc/34-55)
İşte o kimseler [Allah'a yardım ettikleri için Allah'ın yardımına mazhar
olmuş kimseler], eğer kendilerine yeryüzünde bir güç verilirse, salâtı
ikâme etmişlerdir, zekâtı vermişlerdir, ma‘rûfu emretmişlerdir ve
münkerden alıkoymuşlardır. İşlerin sonucu sadece Allah'a âittir.
(Hacc/41)
Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. O, sizi O seçti ve dinde;
babanız İbrâhîm'in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha
önce ve işte bunda [Kur’ân'da], Elçi'nin size şâhid olması, sizin de
insanlara şâhid olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi.
Öyleyse, salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve Allah'a sarılın. O, sizin
mevlanızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne
güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78)
Evlerinizde vakarla oturun, ilk câhiliye kadınlarının süslerini açığa
vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın; salâtı ikâme edin,
zekâtı verin, Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin. Ey ehl-i beyt! Gerçekten
Allah, sizden ricsi [kiri; rahatsızlık veren şeyleri] gidermek ve sizi
tertemiz kılmak ister. (Ahzâb/33)
Ve yük çeken bir kimse, başkasının yükünü yüklenmez. Eğer ağır
yüklü bir kimse, onun yüklenilmesine çağırsa da ondan hiçbir şey
yüklenilmeyecek; bir akrabası olsa bile. Şüphesiz sen ancak
Rabb'lerine karşı gaybda haşyet duyan ve salâtı ikâme edenleri
uyarırsın. Her kim arınırsa ancak kendisi için arınır. Dönüş de yalnızca
Allah'adır. (Fâtır/18)

44
İşte, verilen herhangi bir şey basit hayatın kazanımıdır. Sadece dünya
hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar ise; iman
eden ve sadece Rabb'lerine tevekkül eden, günahın büyüklerinden ve
hayâsızlıktan kaçınan ve öfkelendikleri zaman bağışlayan, Rabb'lerinin
çağrısına cevap veren, salâtı ikâme eden, işleri de kendi aralarında şûrâ
[görüşme, danışma] olan, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden
infak eden ve kendilerine bağy [bir zulüm ve saldırı] isabet ettiği
zaman birbirleriyle yardımlaşan/intikam alan kimseler için daha hayırlı
ve daha kalıcıdır. (Şûrâ/36-39)
İman eden kullarıma söyle: “Salâtı ikâme etsinler, alış-veriş ve
dostluğun olmadığı bir günün gelmesinden önce, kendilerini
rızıklandırdığımız şeylerden açık ve gizli olarak infakta bulunsunlar.”
(İbrâhîm/31)
Ve hani bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve
oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz onlar
[putlar] insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa,
artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse, … Artık Sen
şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz!
Şüphesiz ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikâme etmeleri için,
Senin dokunulmazlaşmış Evinin yanında, ekinsiz bir vâdiye
yerleştirdim. Rabbimiz! Şükretmeleri için artık Sen de insanlardan bir
kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden
rızıklandır. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz şeyleri ve
açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. –Ve yerde ve gökte, hiçbir şey
Allah'a gizli kalmaz.– İhtiyarlık halimde bana İsmâîl'i ve İshâk'ı
lütfeden Allah'a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi
işitendir. Rabbim! Beni salâtı ikâme eden kıl! Soyumdan da.
Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde
benim için, anam-babam için ve mü’minler için mağfirette bulun!”
demişti. (İbrâhîm/35-41)
Oysaki onlara sadece, dini yalnız Allah için arındıran kişiler halinde
sadece Allah'a kulluk etmeleri, salâtı ikâme etmeleri, zekâtı vermeleri
emredilmişti. Ve işte bu, doğru/eksiksiz/aşınmaz dindir. (Beyine/5)
Sizin velîniz [size yakın olan] Allah'tır, O'nun Rasûlu'dür, bir de rükû
eder bir halde [hanif olarak] salâtı ikâme eden, zekâtı veren iman eden
kimselerdir. (Mâide/55)
Ta-Sin. Bunlar, salâtı ikâme eden, zekâtı veren ve âhirete de kesin
olarak inanan kişilerin ta kendileri olan mü’minler için hidâyet rehberi
ve müjdeci olmak üzere Kur’ân'ın ve apaçık/açıklayıcı bir kitabın
âyetleridir. (Neml/1-3)
İşte bunlar, salâtı ikâme eden, zekâtı veren, âhirete de kesin olarak
inananların ta kendileri olan muhsinler [güzellik-iyilik üretenler] –ki
işte bunlar, Rabb'leri tarafından bir hidâyet üzeredirler. Ve onlar
kurtuluşa erecek olanların ta kendileridir– için bir hidâyet ve rahmet
olmak üzere yasalar içeren o kitabın âyetleridir. (Lokmân/2-5)
Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikâme edin, zekâtı verin” denenleri
görmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup,
Allah'ın haşyeti gibi yahut haşyetçe daha şiddetli olarak insanlara
haşyet duyarlar. Ve, “Rabbimiz! Ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi
yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın

45
kazanımı çok azdır. Âhiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz bir
hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar bile haksızlığa
uğratılmayacaksınız.” (Nisâ/77)
Sonra (korku halindeki) salâtı tamamlayınca, artık Allah'ı ayakta,
oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene
erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki salât, mü’minler üzerine
vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/103)
Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana
indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, salâtı
ikâme eden, zekâtı veren, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlerdir.
İşte onlar, Bizim büyük bir mükâfât vereceklerimizdir. (Nisâ/162)
Ve rahmet olunmanız için salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve o Elçi'ye
itaat edin. (Nûr/56)
Başbaşa konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz mu?
İşte, yapmadınız. Ve Allah, sizin tevbenizi kabul etti. Artık salâtı
ikâme edin, zekâtı verin, Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin. Ve Allah,
yaptıklarınızdan en çok haberi olandır. (Mücâdele/13)
Hiç kuşkun olmasın, Rabbin senin gecenin üçte-ikisinden daha azını,
yarısını, üçte-birini ayakta geçirmekte olduğunu biliyor. Seninle
beraber olanlardan bir grup da öyle. Allah, geceyi de gündüzü de
ölçüye bağlar. Sizin onu kuşatamayacağınızı bildi de size tevbe nasip
etti. O hâlde Kur’ân'dan kolay geleni okuyun! Sizden hastalar
olacağını bildi. Bir kısmının yeryüzünde dolaşıp Allah'ın fazlından bir
şeyler isteyeceklerini, diğer bir kısmının da Allah yolunda
çarpışacaklarını bildi. O hâlde ondan kolay geleni okuyun! Salâtı
ikâme edin, zekâtı verin! Güzel bir ödünçle Allah'a ödünç verin! Öz
benlikleriniz için önden gönderdiğiniz iyiliğin, Allah katında hayrını
daha çok, ödülünü daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan af
dileyin! Hiç kuşkusuz Allah çok affedici, çok esirgeyicidir.
(Müzzemmil/20)
Gerçekte inananlar, Allah anıldığında kalpleri ürperen ve âyetleri
onlara okunduğunda, bunun, inançlarını artırdığı ve sadece Rabb'lerine
güvenen kimselerdir. Onlar, salâtı ikâme ederler ve kendilerini
rızıklandırdığımız şeylerden infakta bulunurlar. İşte bunlar,
inananların ta kendisidir. Onlara Rabb'leri katında dereceler, bağışlama
ve saygın bir rızık vardır. (Enfâl/3)
SALÂTI MÜ’MİNLER İKÂME EDERLER
Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve âhiret gününe inanan, salâtı
ikâme eden [zihnî ve mâlî desteği oluşturup ayakta tutan], zekâtı veren
ve sadece Allah'a haşyet duyan kimseler imar ederler. Artık işte
onların, hidâyet üzere olanlardan olmaları umulur. (Tevbe/18)
Ve yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfir kimselerin sizi
fitnelendirmesinden [size bir kötülük yapacağından] korkarsanız,
salâtan kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz kâfirler
sizin için apaçık düşmandırlar. Ve sen onların içinde bulunup da onlar
için salât ikâme ettiğin zaman [eğitim, öğretim verdiğin zaman],
içlerinden bir kısmı seninle beraber dikilsinler [eğitime katılsınlar],
silahlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar boyun eğdiklerine [ikna
olduklarında], arka tarafınıza geçsinler. Sonra salâta katılmamış
[eğitim-öğretim almamış] diğer bir kısmı gelsin seninle beraber salât

46
etsinler [eğitim, öğretim yapsınlar] ve tedbirlerini ve silahlarını
alsınlar. Kâfirler, silahlarınızdan ve eşyanızdan gâfil olsanız da size
ani bir baskın yapsınlar isterler. Eğer size yağmurdan bir eziyet erişir
veya hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakınca
yoktur. Tedbirinizi de alın. Şüphesiz Allah, kâfirlere alçaltıcı bir azap
hazırlamıştır. Sonra (korku halindeki) salâtı tamamlayınca, artık
Allah'ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet
bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki
salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/101-103)
ALLAH'IN PEYGAMBER'E ve İNSANLARA SALÂTI
O, sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size destek verendir.
O'nun melekleri de destek verirler. Ve O, mü’minlere çok
merhametlidir. (Ahzâb/43)
Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'i destekliyorlar [yardım
ediyorlar]. Ey mü’minler! Siz de o'na destek olun [yardım edin] ve
o'nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın! (Ahzâb/56)
O [Allah], sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık
âyetlei indirendir. Ve şüphesiz Allah, size çok şefkatli, çok
merhametlidir. (Hadîd/9)
Ve de kesinlikle Biz sizi korkudan, açlıktan bir şeylerle; ve mallardan,
canlardan ve ürünlerden eksiltme ile belalandıracağız [imtihan
edeceğiz]. Başlarına bir musibet geldiği zaman, “Biz şüphesiz Allah'a
aidiz ve yalnız O'na döneceğiz” diyen şu sabredenleri müjdele! İşte
onlar var ya, Rabb'lerinden, destekler ve rahmet onlaradır. İşte
hidâyete erenler de onlardır. (Bakara/155-157)
BUNUN ÖRNEKLERİ
Ve hani sen, sabah erkenden mü’minleri savaş mevzilerine
yerleştirmek için ehlinden ayrılmıştın. –Ve Allah, en iyi işitendir, ve
en iyi bilendir.– O zaman sizden iki grup, Allah, kendilerinin velîsi
olmasına rağmen bozulmaya yüz tutmuştu. Artık inananlar, yalnızca
Allah'a tevekkül etsinler. Ve andolsun, sizler güçsüz iken, Allah,
şükredesiniz diye size Bedir'de yardım etti. Öyleyse Allah'a takvâlı
davranın. Hani sen inananlara, “Rabbinizin, indirilen/hulûl ettirilen
üçbin melekle size yardım etmesi size yetmez mi?” diyordun. Eğer
sabrederseniz ve takvâlı davranırsanız, evet (sizi Rabbiniz destekler).
Ve eğer onlar, ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size
işaretlenmiş/eğiten/gönderilmiş beşbin melekle yardım eder. Ve Allah,
bunu [yardımı] size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın
diye yaptı. Ve bu yardım, sırf, O [Allah], küfretmiş olan kimselerden
bir kısmının kökünü kessin yahut onları perişan etsin de kaybeden
kimseler olarak dönüp gitsinler diye azîz ve hakîm Allah katındandır.
(Âl-i İmrân/121-127)
Hani siz Rabbinizden yardım diliyordunuz da O [Rabbiniz], “Şüphesiz
Ben işte ardarda bin melekle size yardım ediyorum” diye cevap
vermişti. Ve Allah bunu sırf size bir müjde olsun ve bununla
kalbleriniz yatışsın diye yapmıştı. Ve zafer ancak Allah katındandır.
Şüphesiz Allah, azîz'dir, hakîm'dir. O sırada size, yine katından bir
güven olarak bir uyku sardırıyordu, sizi temizlemek, şeytanın pisliğini
sizden gidermek, yüreklerinize kuvvet vermek ve ayaklarınızı sağlam
durdurmak için gökten üzerinize yağmur indiriyordu. İşte o anda

47
Rabbin meleklere, “Şüphesiz Ben, sizinle beraberim, inanmış
kimselere sebat verin. Ben, küfretmiş kimselerin yüreğine korku
salacağım, hemen boyunların üstüne vurun, onlardan tüm parmak
uçlarına [eklemlerine] da!” (Enfal/9-12)
Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak, “Tadın bakalım
kızgın ateşin azabını” diye onları vefat ettirirken bir görseydin.
(Enfâl/50)
Hiç kuşkusuz, Allah, birçok yerde ve Huneyn Günü size yardım etti.
Hani çokluğunuz size güven vermişti de onun size bir faydası olmamış
ve yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonra da arkası
dönenler halinde kaçmıştınız. Sonra Allah, Elçisi'nin üzerine ve
mü’minlerin üzerine huzurunu indirdi ve sizin görmediğiniz ordular
indirdi. Küfreden kimseleri de azaba uğrattı. Ve işte bu, o kâfirlerin
cezasıdır. Sonra, bunun [bütün bu olup bitenlerin] arkasından Allah,
dilediği kimseye dönüş nasib eder. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok
merhamet edicidir. (Tevbe/25-27)
Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın.
Hani size ordular gelmişti de Biz, onların üzerlerine bir rüzgâr ve sizin
görmediğiniz ordular göndermiştik. Ve Allah, işlemiş olduklarınızı
hakkıyla görüyordu. Hani onlar, üst tarafınızdan ve sizden daha
aşağıdan size gelmişlerdi. Ve hani gözler kaymıştı, yürekler gırtlaklara
ulaşmıştı. Ve siz Allah hakkında zan yaptıkça zan yapıyordunuz. Ve o
vakit münâfıklar ve kalblerinde bir hastalık bulunanlar, “Allah ve
Elçisi bize bir aldanıştan başka bir vaad yapmamış” diyorlardı. Ve
hani bunlardan bir grup, “Ey Yesrib [Medîne] halkı! Sizin için duracak
yer yok, hemen dönün” diyorlardı. Onlardan bir kısmı da, “Evlerimiz
gerçekten savunmasızdır” diyerek Peygamber'den izin istiyorlardı.
Halbuki onlar [evleri] savunmasız değildi. Onlar sadece kaçmak
istiyorlardı. Eğer onların üzerine, onların [evlerinin] her bir
bucağından girilseydi, sonra da fitne çıkarmaları istenilseydi kesinlikle
bunu yerine getirirlerdi. Buna fazla da beklemezlerdi. Ve hiç kuşkusuz
onlar, bundan önce, arkalarını dönüp kaçmayacaklarına Allah'a ahid
vermişlerdi. Ve Allah'ın ahdi sorumluluktur. (Ahzâb/9-15)
Ve Allah, o küfreden kişileri herhangi bir hayra ulaşmadan kinleriyle
geri çevirdi. Ve Allah, mü’minlere savaşta kâfi geldi. Ve Allah kavî'dir
[çok güçlüdür], azîz'dir [mutlak üstün olandır]. Hem de O [Allah],
Kitap Ehlinden, onlarla [kâfirlerle/müşriklerle] yardımlaşanları
kalelerinden indirdi. Ve kalplerine korku saldı: Siz onların bir kısmını
katlediyordunuz, bir kısmını da esir alıyordunuz. (Ahzâb/25-26)
PEYGAMBER'İN SALÂTI: TESBİH ve ÖĞÜT; EĞİTİM-ÖĞRETİM, İSLÂM
İLKELERİNİ KURUMLAŞTIRMAK
Peygamber'in ve tüm peygamberlerin tebliğ ve tebyin [müjde, uyarı, öğüt]
görevi kapsamındaki en önemli işlerinden biri “tesbîh”; Allah'ı noksan sıfatlardan
arındırmak, tevhidi yerleştirmektir. Bu Rasûlullah'ın salâtı olduğu kadar diğer
peygamberlerin de salâtıdır.
Güneşin dülûkundan [batmasından, kaybolmasından] gecenin
kararmasına kadar salâtı ikâme et ve sabah Kur’ân'ını da. Çünkü sabah
Kur’ân'ı görülecek şeydir. Ve geceden de. Ayrıca, sana özgü bir
fazlalık olarak sen, onu [gece salâtını] teheccüd et [uyanıp ikâme et]!
Rabbinin, seni güzel bir makama ulaştıracağı umulur. (İsrâ/78-79)

48
Sonra o [Zekeriyyâ] mihrabda dikilmiş destek verirken [eğitim,
öğretim yaptırırken] melekler o'na, “Şüphesiz Allah sana, Allah'tan bir
kelimeyi doğrulayıcı, efendi [bir önder], iffetli bir peygamber olarak,
sâlihlerden müjdeliyor” diye seslendiler. (Âl-i İmrân/39)
TESBÎH
‫[ تسممبيح‬tesbîh] kelimesinin sözlükte, “havada ve suda hareket etmek, geçip
gitmek, yüzerek uzaklara gitmek” demek olan ‫[ سممبح‬sebh] kökünden türediğini;
Kur’ân'daki anlamının da, Allah'ı O'na yakışmayan şeylerden uzak tutmak,
yüceltmek, O'nun her türlü kemal sıfatlarla donanmış olduğunu kavramak ve bunu
her vesile ile yüksek sesle söylemek olduğunu, Kalem/29'un tahlilinde belirtmiştik.
Kısaca ‫[ تسمممبيح‬tesbîh], “yaratanı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmak”tır.
Dolayısıyla tesbîh'in, 33'lük ve 99'luk tesbîhlerle de, –Ebû Hureyre'ye nisbet edilen
rivâyetlerde zikredildiği üzere– namazlardan sonra 33 kere “sübhânallâh”
denilmesiyle de bir alâkası yoktur.
İSMİN TESBÎHİ
Bir ismi tesbîh etmek [noksanlıklardan uzak tutup yüceltmek], aslında o ismin
sahibini tesbîh etmektir. Çünkü bir ismin sahibinin yüceliği ve kutsallığı, ismin
yüceliği ve arınmışlığı ile ifade edilir. Bir kısım âlimler, “İsim ile sahibi aynıdır”
demişlerse de, hepsi ismin arındırılmasındaki maksadın, sadece ismin değil, ismin
sahibinin arındırılmasına yönelik olduğunu kabul etmişlerdir. Dolayısıyla burada
“ismin tesbîhi”nden maksat, kendisine yakışmayan isim ve sıfatların, Rabbimizden
uzak tutulmasıdır.
Kur’ân'ın indiği dönemde Araplar arasında;
• Meleklerin, Allah'ın kızları olduğu,
• Üzeyr'in ve Îsâ'nın Allah'ın oğlu olduğu,
• Bazı melek ve putların Allah'a yaklaştırıcı olduğu,
• Cinnler ile Allah arasında bir neseb [soy bağı] ilişkisi bulunduğu gibi yanlış ve
saçma inanışlar yaygındı. İşte, “ismin tesbîhi” emri, bu tarz inançları yansıtan isim
ve sıfatların Rabbimizin isim ve sıfatları arasından derhal çıkartılıp atılmasını
gerektirir.
Peygamber'in toplumu ilk önce bu açıdan bilgilendirip eğitmesi, yani Allah'ı
doğru olarak tanıtması gerekir.
O [Zekeriyyâ], “Rabbim! Benim için bir âyet [alâmet] kıl” dedi. O
[Allah], “Senin âyetin [alâmetin], işaretle hariç, insanlara üç gün,
konuşmamandır. Ve Rabbini çok an, sabah-akşam [daima] tesbîh et”
dedi. (Âl-i İmrân/41)
O hâlde sana yakîn gelmesi için Rabbini hamd ile tesbîh et, secde
edenlerden [boyun eğenlerden, teslim olanlardan] ol ve Rabbine kulluk
et! (Hicr/98-99)
Artık onların söylediklerine sabret, hoşnutluğa erebilmen için güneşin
doğuşundan önce de batışından önce de Rabbinin hamdi ile tesbîh et.
Gecenin bazı saatleriyle gündüzün iki ucunda da tesbîh et! (Tâ-
Hâ/130)
Ve sen, ölmeyen hayy'e [daima diri olana] güvenip dayan. Ve O'nu
övgü ile arındır. Kullarının günahlarından haberdar olarak O [daima
diri olan] yeter. (Furkân/58)
O halde sabret. Şüphesiz Allah'ın vaadi haktır. Günahın için affedilme
iste ve akşam-sabah [her zaman] Rabbini hamdiyle tesbîh et.
(Mü’min/55)

49
O nedenle, sen onların söylediklerine karşı sabret. Ve güneşin
doğmasından önce ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbîh et, ve
geceden bir bölümde. Ve secdelerin artlarında da O'nu tesbîh et.
(Kaf/39-40)
Ve Rabbinin hükmüne sabret. Artık şüphesiz sen Bizim gözlerimizin
önündesin. Kalktığın zamanda, gecenin bir kısmında ve yıldızların
batışında Rabbinin övgüsü ile tesbîh et. Hadi O'nu tesbîh et! (Tûr/48-
49)
Öyleyse büyük Rabbinin adını tesbîh et! (Vâkıa/74 ve 96)
Rabbinin Yüce adını tesbîh et! (A‘lâ/1)
Allah'ın yardımı ve zaferi geldiği ve insanları dalga dalga Allah'ın
dinine girdiklerini gördüğün zaman, hemen Rabbinin övgüsüyle tesbîh
et ve O'ndan bağışlanma dile. Şüphesiz O, tevbeleri çok kabul edendir.
(Nasr/1-3)
O halde, çok büyük Rabbinin ismini tesbîh et [temize çıkar]!
(Hâkka/52)
ÖĞÜT
Haydi öğüt ver/hatırlat; şüphesiz sen sadece bir
öğütçüsün/hatırlatıcısın. Sen onların üzerinde bir zorba değilsin.
(Ğâşiye/21-22)
Ve dinlerini oyun ve eğlence edinmiş/oyun ve eğlenceyi kendilerine
din edinmiş, dünya hayatı kendilerini aldatmış olan kimseleri bırak ve
onunla [Kur’ân ile] hatırlat/öğüt ver: Bir kişi, kendi elinin üretip
kazandığıyla helake düşerse, onun için Allah'ın astlarından bir velî
[yakın kimse] ve şefaatçi söz konusu olmaz. Her türlü dengi
denkleştirse de [suçuna karşı her türlü bedeli ödemeyi istese de] ondan
alınmaz. İşte bunlar, kazandıkları ile helake düşen kimselerdir.
Nankörlük ettiklerinden ötürü onlar için kaynar sudan bir içecek ve
can yakıcı bir azap vardır. (En‘âm/70)
Biz onların söylediklerini daha iyi biliriz. Ve sen onların üzerinde
zorlayıcı değilsin. O halde sen, Benim tehdidimden korkan kimselere
Kur’ân ile öğüt ver. (Kaf/45)
Artık sen onlardan yüz çevir. Artık sen kınanacak değilsin. Ve sen
öğüt ver/hatırlat. Çünkü şüphesiz öğüt/hatırlatmak, mü’minlere fayda
verir. (Zâriyât/55-55)
Hadi sen öğüt ver! Artık sen Rabbinin nimeti sayesinde kâhin ve
mecnun biri değilsin. (Tûr/29)
Bundan dolayı hemen öğüt ver, eğer öğüt fayda veriyorsa/verecekse,
saygısı olan öğüt alacaktır. (A‘lâ/9-10)
Öyleyse kâfirlere itaat etme ve onunla [Furkân ile] onlara karşı olanca
gücünle büyük bir cihad yap! (Furkân/52)
ALLAH ve MELEKLERİ GİBİ MÜ’MİNLERİN DE PEYGAMBER'E SALÂT
ETMELERİ [DESTEK VERMELERİ] GEREKİR
Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'i destekliyorlar. Ey iman
etmiş kişiler! Siz de o'na destek olun ve o'nun güvenliğini tam bir
güvenlikle sağlayın! (Ahzâb/56)
SALÂT LÂF İLE OLMAZ HARCAMA İLE OLUR
İnsanın oturduğu yerden, lâfla salâtta bulunamayacağı, salât için mutlaka
“harcama” gerektiği, Kur’ân'da çok açık bir ifade ile belirtilmiştir:

50
Yine bedevilerden kimi de vardır ki, onlar, Allah'a ve âhiret gününe
inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklar ve Elçi'nin destekleri
edinir [sayar]. Gözünüzü açın! Şüphesiz bu, onlar için bir yakınlıktır.
Allah onları yakında rahmetine girdirecektir. Şüphesiz Allah,
gafûr'dur, rahîm'dir. (Tevbe/99)
Salâtın “harcama” ile yapılacağını bildiren bu âyet, dinimizin yegâne kaynağı
Kur’ân'da duruyorken, “lâf”tan ibaret bir salât uygulaması, maalesef din diye
inanılan ve yaşanılanların arasına girmiş durumdadır. Dil-din ilişkisi açısından
hareketle kavramların içi boşaltılmak ve sözcüklerin anlamı saptırılmak sûretiyle
din tüccarları tarafından icat edilen ucûbe bir din kapsamında pek revaçta olan bu
uygulamaya; “salâvât getirme”, “salâvâtı şerîfe okuma” denmektedir. Bu konudaki
çarpıklık öyle boyutlara ulaşmıştır ki, “Salâte'n-Tünciye”, “Salâte'n-Nâriye”, “Salât-
ı Tefriciye” vs. gibi çeşit çeşit “salâvât” modelleri oluşturulmuş ve bunları okumak
bütün ibadetlerin önüne geçirilmiştir. Meselâ, camilerde imamın namaz bitiminde
okuduğu duadan sonra “Lillâhi'l-Fâtiha” demesine karşılık, cemaat, Fâtiha
okuyacağı yerde, “Allahümme salli alâ seyyidinâ…” diye salâvât okur hâle
gelmiştir. Çünkü salâvât getirmekle ilgili binlerce hadîs uydurulmuş ve şefaat de
buna bağlanmıştır.
Salâvatla ilgili bu kadar çarpık yönlendirmeye delil olarak ise, –tahrif edilerek
çevirilen ve yanlış tebyin (onlar tefsir diyorlar) edilen– Ahzâb/56 âyeti
gösterilmiştir.
Yanlış çevirilen bu meallerden; Allah ve meleklerin Peygamber'e salâvât
getirdikleri, müslümanların da salâvât getirmeleri gerektiği şeklinde bir anlam
çıkmaktadır.
“Salâvât getirmek nedir?” sorusu ise, ilmihâllerde ve “Allahümme salli ...” vb.
demek olarak cevaplandırılmıştır.
“Salâvât getirme” ya da “salâvâtı şerîfe okuma”nın ne manaya geldiğini
anlamak için, –salât sözcüğünün “zihnî ve mâlî destek” demek olduğunu akıldan
çıkarmadan– yine Kur’ân'a müracaat etmek gerekmektedir:
SALÂVÂT
Kur’ân'a bakıldığında görülür ki, Allah ve melekler, sadece Peygamberimize
değil, mü’minlere de –karanlıklardan nûra çıkarmak için– salât etmektedirler:
O, odur ki sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye Kendisi ve
melekleri sizin için gerekeni yapıyor/size destek oluyor [yusalli
aleykum]. Zaten O, inananlara karşı çok acıyıcıdır. (Ahzâb/43)
Bu âyet, aşağıdaki şu âyetle karşılaştırıldığında, Allah'ın salâtının nasıl
ve ne demek olduğu daha iyi anlaşılır:
O, odur ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye kulu üzerine
gerçeği apaçık gösteren âyetler indiriyor. Allah size karşı gerçekten
çok şefkatli, çok acıyıcıdır. (Hadîd/9)
Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi kuşların Allah'ı tesbîh
ettiklerini görmedin mi? Hepsi kendi tesbîhini ve salâtını mutlaka
bilmektedir. Allah da, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir.
(Nûr/41)
Görüldüğü gibi Allah'ın salavâtından, yani yardımlarından, desteklerinden biri
de, “kulu üzerine gerçeği apaçık gösteren âyetler indirmesi”dir.
Ayrıca, Allah'ın korku, açlık, mal, can ve ürün noksanlığı ile denediği zaman
sabredip, kendilerine bir musibet isabet ettiği vakit teslim olup, “Muhakkak biz,
Allah içiniz ve şüphesiz O'na dönücüleriz” diyenlere, “Rabb'lerinden rahmet ve
salavât vardır” (Bakara/157) olduğu belirtilmektedir.

51
Bunlardan başka yukarıda, “Peygamber'e Salât [destek]” başlığı altında mealini
verdiğimiz birçok âyette de Peygamberimizin salâvâtından bahsedilmektedir.
Fakat ne acıdır ki, bütün bu âyetlere rağmen bugüne kadar Müslümanlar
arasında “salâvât”ı bir tekerleme şekline sokan anlayış hâkim olmuş, bu anlayışın
yarattığı istifhamlar ise düşünülüp sorgulanmamıştır. Meselâ Allah, Peygamber'i ve
kulları için kime, niçin, nasıl salavât getirecektir? Zira yaratan, yaşatan, affedecek
olan, mâlik-i yevmi'd-dîn O'dur. Bütün yetkileri elinde bulunduran Allah'ın salâvât
getirmesinin mantığı nedir? Yoksa, Allah ve melekler bir salâvât korosu kurmuşlar
da bizi de o koroya katılmaya mı davet etmektedirler? İnsanların her gün onlarca
defa getirdiği salâvâtın kime ne faydası vardır? Yüce Allah, Peygamberi'ne
merhamet edecek ve o'nu affedecek ise, bizi o'nun için yalvarttırmadan doğrudan
Kendisi affetse olmaz mı?
Gerçi bu soruların bazılarına kılıf hazırlanmış; salât Allah'a nisbet edildiğinde
“kullarına rahmet etme”; meleklere nisbet edildiğinde “kullar için af dileme”;
kullara nisbet edildiğinde “dua” anlamına geldiği söylenmiştir. Ama bunların
gerçeklerle ilgisi yoktur ve sırf işin içinden çıkılamadığı için uydurulmuştur. Sonuç
olarak da bu tarz hileler, meselenin daha karmaşık hâle gelmesinden başka bir işe
yaramamıştır. Çünkü Bakara sûresi'nde, İşte böyleleri üzerine Rabb'lerinden
salavât [destekler, yardımlar] ve bir rahmet vardır (Bakara/157) buyurularak,
rahmet ve salâvât'ın ayrı şeyler olduğu ifade edilmiştir.
O halde, meselenin esasından uzaklaşmamak için salât sözcüğünün hakiki
anlamına dönmek ve ondan sapmamak gerekmektedir.
Ancak iş burada bitmemektedir. Çünkü salât sözcüğü gibi, ‫[ سلم‬selâm] ve ‫تسليم‬
[teslîm] sözcükleri de kültürümüze yanlış anlamla girmiştir. Dolayısıyla, ve sellimû
teslîmen (Ahzâb/56) ibaresinin de açıklanıp aydınlatılma zarureti vardır. Mevcut
meallerde ibareye –bazı kelime farklılıklarıyla–, ...ve tam bir teslimiyetle selâm
verin şeklinde karşılık verildiği görülür. Hâlbuki sözcüklerin gerçek manalarına
göre ifadeden bu anlam çıkmamaktadır. Zira âyetteki ‫[ س مّلموا‬sellimû] ve ‫تسممليمًا‬
[teslîmen] sözcüklerinin kökü, ‫[ س ل م‬s-l-m] harflerinden oluşan ve muhtelif
harekelerle de ifade edilebilen selm, silm kökleridir. Hangisi kabul edilirse edilsin
bu kökler, “selâmetlik”, yani –eski tabirle– “isabet-i mekruhtan emîn olmak”
anlamını taşır.
Sellimû ve teslîmen ifadeleri ise, mezidattan “tef’il” babından emr-i hazır ve
mastardır. Bu babda anlam; “emîn kılmak, korumak, güvenlik sağlamak”tır.
Meselâ, sellemehullâh ifadesi; “Allah onu korudu, onun güvenliğini sağladı”
demektir. Dolayısıyla konumuz olan âyetteki ibarenin manası, “ve tam bir güvenlik
sağlamak sûretiyle Peygamber'in güvenliğini sağlayın” demektir. Peygamber'in tam
olarak güvenliğini sağlamak için ise, o'nun çevresindekilerin canla-başla çaba
harcamaları gerekir. Yoksa Peygamber'in güvenliğinin lâfla, birtakım tekerleme
şeklindeki temennilerle sağlanması mümkün değildir. Nitekim bu âyetler indiği
zaman sahabe-i kiram bir köşeye çekilip, “Allahumme salli ve sellim…” dememiş,
varıyla-yoğuyla, canıyla harekete geçip Allah yolunda Peygamberimize destek
olmuş, o'nun güvenliğini bu şekilde sağlamışlardır.
Bu izahattan sonra konumuz olan âyetin çevirisi şöyle olmalıdır:
Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'i destekliyorlar [yardım
ediyorlar]. Ey mü’minler! Siz de o'na destek olun [o'na yardım edin]
ve o'nun güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayın! (Ahzâb/56)
Bu âyetin yer aldığı sûrede, Peygamberimizin özel hayatı, aile hayatı, sırları,
misyonu, eşlerinin konumu, görevleri ve ayrıcalıkları yer alır. Konumuz olan âyeti
doğru anlayabilmek için sûrenin tamamının dikkate alınması gerekir. Sûrenin, konu

52
ve pasaj bütünlüğü bozulmadan okunması hâlinde hem salâvât kavramı daha iyi
anlaşılacak, hem de Allah'ın emri doğrultusunda destek ve güvenlik sağlama
görevlerini yapmayarak Peygamber'i üzenlerin akıbeti (57-58. âyetlerde)
görülecektir.
Âyette geçen ‫[ يصمممّلون‬yusallûne] sözcüğü, fiil-i muzâri sîgasıyla vârid
olduğundan, ifadeye Allah ve meleklerin Peygamber için gerekeni, “sürekli yapıp
durdukları” vurgusu katar. Dolayısıyla destek olmakla, Peygamber'in güvenliğini
sağlamakla, bu işe çaba harcamakla yükümlü olan mü’minlerin, yerlerinde
oturmamaları; sürekli görev başında olmaları gerekir. Peygamber bugün aramızda
olmadığına göre bu görev [destek ve güvenlik sağlama görevi], toplumda salâtı
ikâme eden [zihnî ve mâlî desteği oluşturup ayakta tutan] kişi ve kurumlara karşı
yapılmalıdır.
Bu açıklamalardan sonra bir de, Allah'ın bizden istediği bu iken, ya ihanetten ya
cehaletten ortaya atılmış olan rivâyetlere uyup, “Padişahım çok yaşa!” benzeri
tekerlemeleri söyleyerek salâvât getirdiğini zannedenlerin durumuna bakmakta
yarar vardır. Bize göre manzara şudur:
Allah, Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber'i destekliyorlar [yardım
ediyorlar]. Ey mü’minler! Siz de o'na destek olun [yardım edin] ve o'nun
güvenliğini tam bir güvenlikle sağlayınız! buyuruyor, ama onlar; “Allahumme salli
alâ muhammed ve sellim… [Ey Allahım! Muhammed'e Sen yardım et, gerekli
desteği Sen yap ve o'nun güvenliğini Sen sağla...]” diyorlar.
Ne büyük çelişki ve ne iğrenç küstahlık!
Hâlbuki, Peygamberimize yapılacak salâtın niteliği, Kur’ân'da gayet açık olarak
belirtilmiştir:
Yine bedevilerden kimi de vardır ki, onlar, Allah'a ve âhiret gününe
inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklar ve Elçi'nin destekleri
edinir [sayar]. Gözünüzü açın! Şüphesiz bu, onlar için bir yakınlıktır.
Allah onları yakında rahmetine girdirecektir. Şüphesiz Allah,
gafûr'dur, rahîm'dir. (Tevbe/99)
Ucûbe din kapsamında “salâvât getirmek” diye adlandırılan sözler,
İsrâîloğulları'nın, Ey Mûsâ! Onlar orada oldukça biz oraya asla girmeyeceğiz. Hadi
sen git, Rabbinle birlikte savaşın. Biz şuracıkta oturacağız (Mâide/24) şeklindeki
sözlerine benzemektedir, ki İsrâîloğulları bunun bedelini çok ağır ödediler. Bu
olaylar, Kur’ân'da Mâide sûresi'nde ve Kitab-ı Mukaddes'in Sayılar; 13-14.
bölümlerinde anlatılır. Müslümanlar, salât ve salâvâtı Kur’ân'daki şekliyle
anladıkları takdirde, salât kapsamında olan –Enfâl sûresi'ndeki– şu görevi yerine
getireceklerdir:
Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet
biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki, onlarla hem Allah'ın
düşmanlarını, hem de kendi düşmanlarınızı, ayrıca Allah'ın bilip de
sizin bilmediğiniz daha başkalarını korkutasınız. Ve Allah yolunda her
ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz haksızlığa
uğratılmayacaksınız. (Enfâl/60)
Bu sayede, bugün içinde bulunulan zilletten kurtulmak müyesser olacak, aksi
halde târih tekerrür edip duracaktır.
NOT: Hacc/40'daki salâvât sözcüğü, salât sözcüğünün çoğulu olmayıp, kalıp
hâlinde İbrânîce'den gelme bir sözcük olduğundan konumuz dışında tutulmuştur.
EVRENDEKİ VARLIKLARIN SALÂTLARI
Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi uçanların [kuşların,
arıların, bulutların, boranların] Allah'ı tesbîh ettiklerini görmedin mi?

53
Hepsi kendi tesbîhini ve salâtını mutlaka bilmektedir. Allah da, onların
yapmakta olduklarını hakkıyla bilir. (Nûr/41)
Bu âyette, göklerde ve yerde bulunan tüm varlıkların Allah'ı tesbîh ettikleri
[Allah'ın tüm kemal sıfatları ile muttasıf olup tüm noksanlıklarından münezzeh
olduğuna kanıt oldukları] bildirilmektedir. Bunu İsrâ sûresi'nde de görmüştük:
Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı tesbîh
ederler. O'nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz,
onların tesbîhlerini iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, halîmdir, çok
bağışlayandır. (İsrâ/44)
Ancak burada, Hepsi kendi tesbîhini ve salâtını mutlaka bilmektedir buyrularak,
her varlığın bir salâtının [desteğinin] olduğu ve bunu da yerine getirdikleri
bildirilmektedir. Biz evrendeki her şeyin bir sebebe mebni yaratıldığını ve batıl, boş
yere yaratılmadığını biliyoruz.
Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna
yaratmadık. Bu, şu küfretmiş olan kişilerin zannıdır. Cehennem
ateşinden dolayı vay şu küfretmiş olan kişilerin hâline! (Sâd/27)
Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde
elbette akl-ı selim sahipleri için ibret verici deliller vardır. O kişiler ki
ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar;
göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler: “Rabbimiz! Sen
bunu boş yere yaratmadın, Sen noksanlıklardan münezzehsin. Artık
bizi ateşin azabından koru! (Âl-i İmrân/190-191)
Ayrıca, En‘âm/73, Yûnus/5, İbrâhîm/19, Hicr/85, Nahl/3, Ankebût/44, Rûm/8,
Zümer/5, Ahkâf/3, Duhân/39, Câsiye/22 ve Teğâbün/3'e de bakılabilir.
Burada üzerinde durmak istediğimiz husus, âyetteki “dizi dizi uçanlar”
ifadesidir. Âyette yer alan ‫[ طير‬tayr] sözcüğü, sadece “kuş” anlamını ifade etmez,
bu sözcük küçük bir böcekten, arıdan, kuştan uçağa ve bulutlara kadar her türlü
uçan cismi kapsar. Burada aklımıza gelenlerden birkaçı ile ilgili biraz bilgi sunmak
istiyoruz.
ARILAR
Bunlar, birinci planda bal üreterek insanlığa katkıda bulunurlar. Ama bal
üretmekten daha önemli bir görevleri vardır: Bitkilerin döllenmesi. Dünyadaki
bitkilerin döllenmesinin % 90'ı arılar tarafından gerçekleştirilir. Arılar olmasa
yeryüzünde meyve, sebze, tahıl vs. hiçbir şey yetişmez.
KUŞLAR
Kuşlar besin zincirinin önemli bir halkasını oluştururlar. Ayrıca eko-sistemin
sağlık ve devamlılığı için inanılmaz ölçüde destek sağlarlar.
KARGALAR
Ormanda yaşayan türleri, meşe tohumlarını alarak sonra yemek için ağaç
kovuklarına saklar ya da toprağa gömer, sonra da nereye gömdüklerini unuturlar.
Bu tohumlar zamanla çimlenir, fidan olur, ağaç olur. Cevizle beslenen türleri de,
cevizleri kırıp içini yemek için aşağıya atarlar, kırılmayanları ise zaman içinde
yeşerip ağaç olur; böylece ceviz ağaçlarının çoğalmasını sağlarlar. Ayrıca diğer
tohumları ağızlarıyla ya da dışkılarıyla taşıyarak ormanlaşmada ve ormanların
yenilenmesinde önemli rol oynarlar.
Güvercinler, haberleşmede, doğan ve şahin avcılıkta insanlara destek olurlar.
Yırtıcı kuşlar; kemirgenler, sürüngenler, kurbağalar ve küçük kuşlar gibi canlıları
avlayarak, onların doğadaki sayılarını kontrol altında tutarlar. Böcek yiyen kuş
türleri birçok tarım zararlısını yiyerek ekonomik yarar sağlamalarının dışında

54
sivrisinekleri de yiyerek sıtma gibi hastalık vakalarını azaltmaktadırlar. Leş
yiyiciler olan akbabalar, potansiyel birçok hastalık tehlikesini bertaraf ederler.
Doğadaki fosfor döngüsü de balıkçıl kuşlar vasıtasıyla gerçekleşir. Fosforun
denizlerden karalara dönüşü, balıkçılık ve balık yiyen deniz kuşlarının dışkıları
yoluyla olur.
Rüzgârdan elde edilen enerji, bulutların yağmur taşımasındaki destekleri de
herkesçe bilinen bir gerçektir.
EN HAYIRLI SALÂT [ES SALÂTU'L-VUSTA]: CUMA
Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik koruyun] ve Allah
için sürekli saygıda durarak kalkın (işe koyulun; eğitim-öğretim ve
sosyal yardım kurumunu işletin). Ama, eğer korktuysanız, o zaman
yaya veya binekli olarak giderken işe koyulun. Sonra da güvene
erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah'ı hemen
zikredin [salâtlarınızı yine her zamanki gibi huşû ile ikâme edin].
(Bakara/238-239)
Bu âyette geçen ‫صلوة الوسطى‬ ّ ‫[ ال‬es-salâtu'l-vusta] ifadesi, Müslümanlar arasında
çok tartışılmasına rağmen bugüne kadar net bir şekilde açıklığa
kavuşturulamamıştır. Bu ifadenin “orta namaz” olarak anlaşılmasında bir mutabakat
olmasına karşılık, “orta namaz” ile hangi namazın kasdedildiği hususunda 40
civarında rivâyet ve 19 farklı görüş ortaya çıkmıştır.‫صلوة الوسطى‬ ّ ‫[ ال‬es-salâtu'l-vusta],
kimine göre “sabah namazı”, kimine göre “öğle namazı”, kimine göre de “ikindi
namazı”dır. Sonuç olarak, es-salâtu'l-vusta hususunda, ne salâtı “namaz” olarak
değerlendiren klâsik anlayışla, ne de sorgulayıcı zihniyetin mantıkî yaklaşımlarıyla,
herkesin kabul edebileceği bir sonuca ve gerçeğe ulaşılamamıştır.
Biz de, derin bir araştırma yapmadığımız bu konuda, mevcut görüşlerden en
sağlamını doğru olarak kabul etmek durumunda kalmıştık. Ancak, Kur’ân ve dil
yönünden yaptığımız çalışmalar, meseleyi daha iyi anlamamıza sebep oldu ve
ulaştığımız sonucu burada paylaşıyoruz.
Şunu hemen belirtelim ki biz, Peygamberimizin ve ilk Müslümanların salâtu'l-
vusta'nın ne olduğunu gayet iyi bildikleri kanaatindeyiz. Çünkü salâtu'l-vusta
hakkında Peygamberimiz ve sahabe döneminde ne Peygamberimize bir soru
yöneltilmiş, ne de bir tartışma meydana gelmiştir.
Konunun tahliline başlarken, öncelikle âyetlerdeki ifadelerle ilgili olarak iki
hususun göz önüne alınması gerekir:
1) Âyetteki ‫صممملوة الوسمممطى‬ّ ‫[ ال‬es-salâtu'l-vusta], muarref [belirtili] bir sıfat
tamlamasıdır. Bir başka ifade ile sıfat ve mevsuf, lam-ı tarifli olup nekre [belgisiz]
değildir. Yani, muarref bir ifade olan salâtu'l-vusta, özel isim konumunda olup
herkesin bildiği bir salâttır.
2) Âyetteki, Salâtları ve salâtu'l-vusta'yı koruyun ifadesinde, iki mef’ul [tümleç;
belirtili nesne] bulunduğundan, salâtu'l-vusta'nın bildiğimiz salâtlardan ayrı, başka
bir salât olduğu anlaşılmaktadır. Bu yüzden, salâtu'l-vusta'yı, günlük salâtlardan
biri olarak kabul etmek bir hatadır.
SALÂTU'L-VUSTA NEDİR?
Bir konuyu doğru anlamak için gerekli olan ilk şartın, sözkonusu konunun
orijinal dilini iyi bilmek olduğunda kuşku yoktur. Dolayısıyla meseleyi çözmek için
yapılacak ilk iş; ‫[ الوسممطى‬el-vusta] sözcüğünün Arap dilindeki doğru anlamını
bulmaktır. Ancak, sözcüğün doğru anlamını bulmak da meseleyi çözmek için
yetmemekte, ayrıca sözcüğün Kur’ân'da da bu anlamda kullandığını yine Kur’ân ile
teyit etmek gerekmektedir.

55
Öyleyse tahlile, ‫[ الوسطى‬el-vusta] sözcüğünün türediği ‫[ وسط‬v-s-t] sözcüğünden
başlamak gerekir. Arap dilinin tartışmasız en muteber iki kaynağı olan Lisânu'l-
Arab ve Tâcu'l-Arûs bu konuda aşağıdaki açıklamaları vermiştir:
‫[ وسممط‬v-s-t] kök sözcüğü, vesat ve vest şekillerinde okunur. Vesat
şeklinde okununca isim, vest şeklinde okununca zarf olarak kullanılır.
Bu sözcük, “bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı” anlamına
gelir. (Biz bunu, bir şeyin kendi ortası olarak anlayabiliriz.) “İpi
ortasından kavradım”, “Oku ortasından kırdım” şeklinde kullanılır.
Arap örfünde bir şeyin ortası, o şeyin en hayırlı, en yararlı bölümü
demektir. At veya devesine binecek bedevi için at veya devesinin en
hayırlı yeri at ve devenin boyun ve kıçı olmayıp belinin ortasıdır. Yine
devesi için kuracağı ağıl için en hayırlı yer, otlağın ortasıdır.
Gerdanlığın, inci veya elmas takılacak en hayırlı [güzel ve uygun] yeri
gerdanlığın ortasıdır. Ayrıca her güzel ve yararlı davranış, kendi
cinsinden olan davranışların ortada olanıdır. Meselâ cömertlik,
cimrilik ve savurganlığın ortasında bir davranıştır. Cesaret, korkaklık
ve saldırganlık arasında bir davranıştır.
İşte bu nedenle ‫[ ءء ء‬vest] sözcüğü; “hayırlı, yararlı, üstün”
anlamına genelleşmiştir. Araplar, “O, kavminin evsatındadır”
dediklerinde, “O, kavminin hayırlı, yararlı, şerefli olanıdır” demek
isterler. Veya, “Şu vesît kişiye bir bakın” dediklerinde, “Şu hayırlı,
şerefli kişiye bir bakın” demek isterler.
Ve Rabbimizin, Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhidler
olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhid olsun diye sizi vasat bir
ümmet kıldık (Bakara/143) ifadesi, “ve işte böyle sizi hayırlı, yararlı ve
şerefli bir ümmet kıldık” demektir.
Bakara/238'de yer alan es-salâtu'l-vusta ile ilgili 40 civarında
rivâyet olup bunlar 19 farklı görüşü içermektedir. Bunlardan en
kuvvetli görüş,“salât-ı vusta'nın ikindi salâtı, sabah salâtı ve Cum‘a
salâtı olduğu” görüşleridir.
Ebu'l-Hasen,“es-Salâtu'l-vusta, Cum‘a salâtıdır. Salâtların en hayırlısı
Cum‘a salâtıdır. Kim buna muhalefet ederse hata eder” demiştir.
Ayrca İbn Side, el-Muhkem kitabında yer aldığına göre, “Kim salât-ı
vusta Cum‘a'dan başka bir şey derse hata eder” demiştir.3
Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre “orta” demek olan vesat sözcüğü, Araplar
arasında; “hayırlı, yararlı” anlamında kullanılmaktadır. O hâlde, ‫[ وسمممط‬v-s-t]
sözcüğünün ism-i tafdili ve müennes [dişil] kalıbı olan ‫[ الوسممطى‬el-vusta] ile
müzekker [eril] kalıbı olan evsat sözcükleri de, “en hayırlı, en yararlı” anlamına
gelmektedir; aynı, ekber ve kübra; hasen ve hüsna sözcüklerinde olduğu gibi.
‫[ الوسطى‬el-vusta] sözcüğünün türevleri, ikisi müzekker (Kalem/28 ve Mâide/89)
olmak üzere Kur’ân'da 5 yerde geçmektedir.
Evsatları [en hayırlı, en şerefli olanları], “Ben size ‘tesbîh etmiyor
musunuz!’ dememiş miydim?” dedi. (Kalem/28)
Allah sizi, yeminlerinizdeki lağv ile [kasıtsız olarak yaptığınız
yeminlerinizden] sorumlu tutmaz. Fakat yeminleri düğümlediğiniz
şeylerle [kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden] sizi sorumlu tutar; onun
keffareti, ehlinize yedirdiğinizin evsatından [en hayırlısından, en
iyisinden] on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir
köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç
3
Lisânu'l-Arab, c. 9, s. 297-301; Tâcu'l-Arûs, c. 10, s. 442-448.

56
gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin keffaretidir.
Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah âyetlerini sizin için böyle açığa
kor ki, belki şükredesiniz [karşılığını ödersiniz]. (Mâide/89)
Sonra bir topluluğun ‫[ فوسممطن‬fevesatne/orta yerine: en değerli, en
hayırlı yerine] kadar dalanlara… (Âdiyât/5)
Sözcük Kur’ân'da, Bakara/143 ve Bakara/238'de de geçmektedir.
Vusta sözcüğünün, “en değerli, en yararlı” demek olduğu, Kur’ân âyetleri ile de
tesbit ve tescil edildiğine göre, artık Bakara/238'de geçen, ‫[ الوسطى‬el-vusta] ile ‫الصلوة‬
[es-salât] sözcüğünün birleşmesinden meydana gelen ‫صمملوة الوسممطى‬ ّ ‫[ ال‬es-salâtu'l-
vusta] tamlamasını, “en yararlı, en hayırlı salât” olarak anlamak gerekir.
KUR’ÂN, “EN YARARLI, EN HAYIRLI SALÂT”I BİLDİRMİŞTİR
Kur’ân'da belirgin olarak zikredilmiş bir ifade anlaşılamayacak olsaydı, bu,
Kur’ân için bir nâkısa –ki mübîn ve mufassal olan Kur’ân bundan münezzehtir–
mü’minler için de bir eksiklik teşkil ederdi. Kanaatimize göre Peygamberimiz ve
sahabe tarafından anlaşılan bu ifade, zaman içinde rivâyetlerle oluşan kaosta
anlaşılamaz hâle gelmiştir. Kur’ân'dan anlaşıldığına göre, salâtu'l-vusta [en hayırlı
salât, toplantı günü salâtı], Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik
koruyun] (Bakara/238) emriyle farz kılınmıştır. Daha sonra da Cum‘a sûresi'nde
buna gönderme yapılmıştır.
Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman,
Allah'ın anılmasına hemen koşun, alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz
işte bu sizin için en hayırlıdır. (Cum‘a/9)
Bu âyetle, Bakara/238'de ‫صلوة الوسطى‬ ّ ‫[ ال‬es-salâtu'l/vusta] olarak zikredilen salât;
“Cum‘a/toplantı günü yapılan salât”tır.
İşte, es-salâtu'l-vusta ifadesinin Kur’ân'a göre anlamı budur.
Kur’ân'daki bu delilden sonra, artık salâtu'l-vusta'nın hangi salât olduğuna dair
başka delil ve rivâyet aramak beyhudedir!

CUM‘A [YEREL GÜNDEM TOPLANTISI, KONGRE, KONFERANS,


MİTİNG]

Cum‘a sözcüğü, “toplanma” anlamındaki ‫[ ع ع ع‬c-m-a] kökünden gelir.


Dilbilimcilerden A’meş ‫عع ع‬‫[ عععع‬cum‘a], Âsım ve Hicazlı dil bilimciler
‫عع ع‬ ‫[ عععع‬cumu‘a] diye okurlar. “Cum‘a” diye okumak Ukayloğulları
lehçesine göredir.

‫[ععع عععععع‬YEVMU'L-CUM‘A]
Yevm [gün] ve cem‘ [toplanma] sözcüklerinden oluşan yevmu'l-cum‘a
tamlaması, “toplanma günü, toplantı günü” demektir. Arapların haftanın
günlerinden “el-Arube” dedikleri gün, sonradan ‫[ يوم الجمعة‬yevmu'l-cumu‘a/toplantı
günü] olarak değiştirilmiştir.

57
“Arube” adını, “Cumu‘a”ya dönüştüren kişinin kimliği hakkında bir netlik
yoktur. Bazıları bunu, Daru'n-Nedve'de toplantı için Kureyş'in, bazıları da
Rasûlullah'ın atalarından Ka‘b b. Lüey'in değiştirdiğini ileri sürmüşlerdir.
Doğruya en yakın olanı ise bunun Medîne'de Müslümanlar tarafından
değiştirildiğidir.4

Kılasik kaynaklarda olay şöyle yer alır:


İbn Sîrîn şöyle dedi:
-- Medîneliler Peygamber (s.a) Medîne'ye gelmeden ve cum‘a (farzı)
inmeden önce cum‘a için toplandılar. Bugüne cum‘a adını verenler de
onlardır. Şöyle ki: Onlar dediler ki: “Yahudilerin yedi günde bir ara ya
gelip toplandıkları bir günleri vardır: Cum‘artesi; Hristiyanların da
böyle bir günleri vardır: Pazar. Gelin biz de kendimiz için bir araya
gelip toplanacağımız, Allah'ı anıp namaz kılacağımız ve birtakım
hatırlatmalarda bulunacağımız bir gün kararlaştıralım”, ya da buna
benzer sözler söylediler. Yine dediler ki: “Cum‘artesi yahudilerin,
Pazar hristiyanlann günüdür; siz de bu günü Arube günü olarak tesbit
ediniz. Bunun üzerine (Ebû Umâme künyeli) Es‘ad b. Zurâre'nin (r.a)
etrafında toplandılar. O da o gün onlara iki rekât namaz kıldırdı, onlara
öğüt verdi. Bir araya gelip toplandıkları vakit, bugüne “cum‘a” adını
verdiler. Es‘ad onlara bir koyun kesti, sayıca az oldukları için öğlen ve
akşam onu yediler. İşte İslâm târihindeki ilk cum‘a budur.
Derim ki: İleride de geleceği üzere rivâyet edildiğine göre o vakit 12
kişi idiler. Yine bu rivâyette belirtildiğine göre onları bir araya
toplayıp onlara namaz kıldıran kişi Es‘ad b. Zurâre'dir. Abdu'r-
Rahmân b. Ka‘b b. Mâlik'in babası Ka‘b'dan rivâyet ettiği hadiste de –
geleceği üzere– böyledir.
el-Beyhakî de şöyle demektedir:
-- Bize Mûsâ b. Ukbe'den, o İbn Şibab ez-Zühri'den rivâyet ettiğine
göre Mus‘ab b. Umeyr Rasûlullah (s.a) Medîne'ye gelmeden önce
Medîne'de müslümanları Cum‘a namazı için toplayan ilk kişidir.
el-Beyhakî dedi ki:
-- Mus‘ab'ın Cum‘a namazı için müslümanları Es‘ad b. Zurâre'nin
yardımıyla toplamış olması ve bundan dolayı Ka‘b'ın bu işi ona
[Mus‘ab'a] izafe etmiş olması da mümkündür.5
Hicretten önce Medîne'deki müslümanlara İslâm'ı öğretmek için
gönderilmiş olan Mus‘ab İbn Umeyr'e mektup yazarak, “Yahudilerin
açıktan Zebur okudukları güne bak, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı
toplayın da zeval vaktinden sonra Allah'a iki rekât (namaz) ile takarrub
edin.” Bu emir üzerine Mus‘ab, Medîne'de ilk Cum‘a kıldıran kişi
olmuştur. Bu görevi Peygamber Medîne'ye gelinceye kadar

4
Lisân, 2/204; Tâc, 11/73, “C-m-a” mad.
5
Kurtubî.

58
sürdürmüştür." Mus‘ab'ın (r.a) Cum‘a namazı kıldırdığı ilk cemaatin
sayısı, 12 idi.6
Peygamberimiz henüz hicret etmeden Yesribli [Medîne'nin o zamanki adı]
Müslümanlar Es‘ad ibn Zurâre ile birlikte toplanıp, istişarede bulunurlardı.
“Yahudiler ve Hristiyanlar haftada bir gün toplanıyorlar, biz de haftada bir
toplanalım” diye karar alıp toplanmaya başladılar. Ve toplantı gününün haftanın
altıncı günü (bize göre beşinci gün) olmasına karar verdiler. Çünkü o gün Yesrib'de
pazar kuruluyor; çevreden, yakın mesafelerden halk pazara geliyordu. Böylece
toplantıya katılım daha çok olacaktı. İşte böylece “yevmu'l-arube”, “yevmu'l-
cumu‘a/toplantı günü” oldu. Sonradan eski adıyla değil de yeni adı söylenir oldu.
Târihî belgelere göre Rasûlullah, ilk Cum‘ayı, Ranuna denilen yerde Sâlim ibn
Avf mescidinde icra etmiştir. Rasûlullah, Medîne'ye hicret ettiğinde ilk olarak
Kuba'da Amr ibn Avfoğulları'na misafir oldu. Orada pazartesi, salı, çarşamba ve
perşembe günleri kalıp, Kuba Mescidi'nin temelini attı; sonra Cum‘a günü
Medîne'ye gitmek için yola çıktı. Benu Sâlim yurduna gelince orada hutbe okuyup
ilk defa Cum‘a günü salâtı icra etti. Bu, Rasûlullah'ın ilk Cum‘a salâtı
uygulamasıdır.
‫[ يوم الجمعة‬yevmu'l-Cum‘a] terkibini, “Cum‘a günü” şeklinde çevirmek, Arapça
iki kelimenin birini Türkçeleştirip diğerini Arapça olarak bırakmaktır, ki bu, hem
yanlıştır, hem de anlamın kapalı kalmasına sebeb olur. Bu da, beraberinde birçok
yanlış inanç ve ameli getirir. O nedenle yevmu'l-Cum‘a terkibine, “toplantı günü”
anlamının verilmesi gerekir.
Toplantı günü'nün hangi gün, hangi saat olacağı ve bu toplantıda salâtın nasıl
icra edileceği, katılma koşulları vs. gibi detay Kur’ân'da verilmemiştir. Kur’ân'da
öncelikle toplantı günü uygulanacak salât'ın, salâtların en hayırlısı olduğu ve bu
salâtın kesinlikle korunması gerektiği bildirilmiştir.
Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik koruyun]. Ve
Allah için sürekli saygıda durarak kalkın (işe koyulun; eğitim-öğretim
ve sosyal yardım kurumunu işletin). Ama, eğer korktuysanız, o zaman
yaya veya binekli olarak giderken işe koyulun. Sonra da güvene
erdiğinizde, bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah'ı hemen
zikredin. (Bakara/238-239)
Cum‘ayı farz kılan âyet, işte budur, Cum‘a/9 âyeti değildir.
Sonra da toplantı günü, salât için çağrılınca, “Allah'ın anılmasına hemen
koşulması” istenmiştir.
Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman,
Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz,
işte bu, sizin için daha hayırlıdır. (Cum‘a/9)
Demek oluyor ki, toplantı günü, uygulanacak olan salâtta, “Allah'ın anılması”
sağlanılacaktır. Mü’minler, bunun en iyi şartlarda gerçekleşmesi, en iyi verimin
alınabilmesi için gerekli önlemleri alacaklardır. Toplantı günü yapılan salât için
fıkıhçılar, “vücubunun şartları” ve “edasının şartları” adı altında birtakım koşullar
belirlemişlerdir. Bunların detayı, fıkıh kitaplarında bulunmaktadır.7
Bu koşulların ileri sürülmesinin nedeni, Cum‘a'nın [toplantının; kongrenin,
konferans veya mitingin] en sağlıklı, en verimli şekilde gerçekleşmesini
sağlayabilmektir.

6
Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, VI, 218; Dârekutnî'den naklen: İbn Sa‘d, Tabakât, III, 118.
7
es-Serahsî, II/22-23; İbnü'l-Humam, Fethu'l-Kadir, I/417.

59
Fıkıh kitaplarında Cum‘a'nın vücubunun şartları [zorunlu görev olmasının
koşulları] şöyle sıralanır:
• Erkek olmak,
• Hür olmak,
• Şehirde oturmak,
• Sıhhatli olmak,
• Güvende olmak.
Ayrıca bu şartlar için de birtakım aklî nedenler, Rasûlullah, sahabe ve ilk dönem
İslâm târihinden birtakım uygulamalar delil gösterilir.
Biz bu maddeler üzerinde kısaca açıklamalarda bulunacağız.
Hürriyet/özgürlük:
Bu şart, yerindedir. Zira salâtın icra edileceği mûsâllalar ve mescidler [toplantı
yerleri], Allah evidir. Orada kral-köle ayırımı yoktur; herkes özgür ve eşit statüde
olup özgürce fikrini beyan eder, kimsenin düşüncesi kısıtlanamaz ve fikrinden
dolayı kimse takibata uğratılmaz. Özgür olmayan, bağlı bulunduğu efendinin; kişi
ya da kurumun görüşüne karşıt bir görüş ileri sürdüğünde bundan kendisi zarar
görür. O nedenle, özgür olmayan ya efendisinin fikri paralelinde fikir beyan eder,
ya da çekimser kalır. Bu yüzden hukuken, siyaseten ve fikren özgür olmayıp
güdümlü olanların böyle ciddi toplantılarda yer almalarına gerek yoktur.
Şehirde ikâmet:
Toplantı, beldenin yerli nüfusu için, kadın-erkek ayırımı olmadan zorunlu bir
görevdir. Misafirler, yolcular için ise zorunlu bir görev değildir. Çünkü dışarıdan
geçici olarak gelenler o beldenin sorunlarını bilmezler, toplantıya katılanları
tanımazlar. Onun için toplantıya katılmasalar da olur. Katılmaları durumunda ise,
dinleyici sıfatıyla bulunup bilgilenirler.
Sağlıklı ve güven içinde olma; kör, topal ve hasta olmama şartlarını açıklamaya
gerek yoktur. Bunlar, her işte önemsenen hususlardır. Bizim üzerinde duracağımız
husus, “erkek olma” şartıdır.
Klasik eserlerde bu konu ile ilgili şunlar yazılıdır:
Allah'a ve âhiret gününe inananlara Cum‘a namazı farzdır. Ancak
yolcu, köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnadır.8
Cum‘a namazı kadınlara farz değildir. Ancak namazı cemaatle
kılarlarsa bu yeterli olup, öğle namazını kılmaları gerekmez.9
Allah Teâlâ tüm emir ve yasaklarını milliyet, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmadan
genel ve mutlak olarak bildirmiştir. İslâm, fıtrat dini olup evrenseldir; her ırkı, her
toplumu, her cinsi ve her ülkeyi kapsar. Kulluk ve görev yönünden kadını erkekten
ayırmamıştır. Kadını asla ikinci sınıf insan, aklı ve dini noksan Müslüman
saymamıştır. (Bu tarz kabuller, kendini bilmezler tarafından İslâm'a maledilmiş,
gâfiller tarafından da kabul görmüştür. Bu tip inanç ve kabuller büyük bir gaflettir.)
Kur’ân'da kadının, toplantı günü uygulanan salâta katılmasının farz olmadığını
bildiren bir âyet yoktur.
Sünen ve İslâm Târihi kitaplarına bakıldığında, Rasûlullah'ın, kadınların
mescidlere gitmelerini ve eşlerinin bu duruma engel olmamalarını istediğini,

8
Ebû Dâvud, I/644, hadis no: 1067; Dârekutnî, II/3; Bağavî, Şerhu's-Sünne, I/225.
9
es-Serahsî, II/22-23; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, I/591, 851-852.

60
Emeviler dönemine kadar da kadınların Cum‘a/Toplantı'lara iştirak ettiği görülür.
Ama, siyasî otorite sağlayabilmek için yazdırılmış bazı kitaplarda hadis olarak
nakledilen bir rivâyet, bu hususta malzeme olarak kullanılmıştır: Bu hadiste güya
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuş:
Cum‘a salâtı, cemaat içinde bulunan her Müslüman üzerine Allah
Teâlâ'nın bir hakkı olup farzdır. Ancak köleler, kadınlar, çocuklar ve
hastalar bundan müstesnadır.
Hadis bilginleri, bu hadisin râvîsi olan Târık b. Şihâb'ın Rasûlullah'ı gördüğü,
ama o'ndan bir şey işitmediğini ifade ederler.
İşin aslı şu: O günkü siyasî otorite haksız iktidarlarını sürdürebilmek için,
toplumdaki direnci kırmayı düşünür; toplumun yarısını oluşturan kadınları, fitneye
sebep olabilecekleri bahaneleriyle Cum‘a'dan/toplantı'dan uzaklaştırıp evlerine
kapatırlar. O gün bu gün böyle devam edip gidiyor...
Yine fıkıh kitapları birtakım târihî olayları delil kabul ederek, toplantı günü
salâtının edasının şartları olarak şunları belirlemişlerdir:
• Veliyyu'l-emr,
• İzn-i âm,
• Vakit,
• Cemaat,
• Hutbe.
Bunları kısaca açalım:
1) Veliyyu'l-emr: Resmî otoritenin başı, devlet başkanı ya da nâibi.
2) İzn-i âmm: Toplantının yapılacağı yerin herkese açık olması ve mülkî âmirin
izin verdiği yerde (miting izni gibi) uygulanması.
Bu ikisi, bugünkü siyâsî yapı gereği uygulama imkânı bulunmayan şartlardır.
Esasan böyle şartlar İslâm'da zaten yoktur. Müslümanlar nerede olsa toplanır; (ilk
Müslümanlar koyun ağılında toplanmışlardı) Cum‘a/toplantı başkanını [kongre
divan başkanını] aralarından seçer; “Allah'ın anılması” işini icra eder, ardından da
Allah'ın nimetlerini aramak üzere yeryüzüne dağılırlar. İslâm, Allah'ın koyduğu
sınırlarda yaşanır; onun-bunun himmeti ve izni oranında değil. Bu iki şartı, resmî
otorite ve mülkî idareye bağlayanlar, laik sistemde işin içinden çıkamamışlardır.
İnançları gereği, “Bu şartlarda Cum‘a salâtı ikâme edilmez/Cum‘a namazı
kılınmaz” diyemedikleri gibi, kıldıkları Cum‘a'nın kabul olmama endişesini de
içlerinden atamamışlardır. Onun için iki rekât namaz ve hutbeden ibaret olan
Cum‘a'yı/toplantıyı, hutbe ve 16 rekâta çıkarmışlardır. 16 rekâta nasıl niyet
edileceği sorusuna ise bir türlü ikna edici bir cevap bulamamışlardır.
Bu şartlar, Müslümanları kontrol altında tutmaya çalışan sonraki siyâsîlerce
İslâm'a sokulmuştur. Böylece arı-duru olan İslâm; Arap, Acem, Selçuklu, Osmanlı
Müslümanlık'ı olarak dejenere edilmiştir. Her Müslüman bu toplantının doğal
üyesidir. Hiçbir Müslüman'a katılımda kısıtlama konamaz. Herhangi bir nedenle
katılımı kısıtlanmış kişiye, katılmadığı için sorumluluk yoktur.
3) Vakit: Bugünkü uygulamada haftanın beşinci günü Yevmu'l-Cum‘a'dır
[Toplantı Günü'dür].

61
Cum‘a gününü Allah tesbit etmemiştir. İlk Cum‘a'yı uygulayan Medîneli
Müslümanlar, içerisinde bulundukları sosyal ve ekonomik şartları dikkate alarak
haftanın altıncı gününü (bize göre beşinci günüdür; zira Araplar haftayı Pazar'dan
başlatırlar) Yevmu'l-Cum‘a/Toplantı Günü olarak kararlaştırmışlar; o günden bu
güne aynı uygulama devam edip gelmektedir. Herhangi bir bölgedeki Müslümanlar,
içinde bulundukları şartlar gereği Yevmu'l-Cum‘a'yı/Toplantı Günü'nü haftanın
başka bir gününde veya günün değişik saatlerinde uygulamayı uygun görürlerse,
buna da saygı duymak gerekir.
Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman,
Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz,
işte bu, sizin için daha hayırlıdır. (Cum‘a/9)
Bu âyette günün tümüne işaret edildiğine göre, günün herhangi bir vaktinde
Cum‘a/Toplantı uygulanabilir. Bunu da yine bölge Müslümanları, sosyal ve
ekonomik koşullarına göre ayarlayabilirler. Bugüne kadarki gün ve saat
uygulamaları bir teâmüldür. Allah tarafından tesbit edilip zorunlu tutulmamıştır.
Fıkıh kitapları bu vakti, Cum‘a/Toplantı gününün öğle vakti olarak belirleseler
de, Rasûlullah'ın (s.a) öğleden evvel, öğlen sonrası uyguladığı sahih hadislerde
bildirilmektedir. Ayrıca, âyette “yevmu'l-Cum‘a/toplantı günü” ifadesi yer aldığına
göre, günün herhangi bir saatinin olabileceğine ilâhî bir ruhsat var demektir.
4) Cemaat: Bu şart; âlimler arasında tartışılmış; ellerindeki rivâyetlere göre
kimi 3 kişi, kimi 7 kişi, kimi 40 kişi olması gerektiğini söylemiştir. Bunlardan,
Cum‘a'nın 3 kişiyle de 7 kişiyle de 40 kişiyle de uygulandığını anlıyoruz. Ama işin
özü; Arapça'daki çoğul ifade eden sayıdır ki o da 3'tür. Âyette, çoğul olarak Allah'ın
zikrine koşun diye buyurulduğuna, çoğulun en azı da 3 olduğuna göre, toplantı için
3 Müslümanın bulunması yeterlidir; bunların kadın ya da erkek olması, veya kadın-
erkek karışık olması durumu değiştirmez.
Burada Müslümanların, yukarıda açıkladığımız salâta katılış şartlarını dikkate
almaları; cünüb ve sarhoş olmamaları, ayrıca su; su bulamayanların ise temiz toprak
ile temizlenmeleri, kirli, pis kokulu olarak toplantıya gelmemeleri, ziynetlerini
takınarak gelmeleri gerekir.
Târih ve Sünen kitaplarından öğrendiğimize göre Cum‘a için Rasûlullah boy
abdesti alıyor, beyaz ve temiz elbisesini giyiyor, güzel kokular sürünüyordu.
Bunları herkese de tavsiye ediyordu.
5) Mısr/Yerleşim birimi: Her yerleşim biriminde tek bir yerde Cum‘a/Toplantı
icra edilir. Bu günkü gibi her 100 metrede bir Cum‘a/Toplantı yapmak yanlıştır. Bir
beldenin her camisinde ayrı ayrı Cum‘a/Toplantı yapmak, Cum‘a'nın/Toplantının
amacına aykırıdır. Böyle uygulamalardan maksat hâsıl olmaz. Onun içindir ki, “Bir
beldede birden fazla Cum‘a/Toplantı icra edilecek olursa, ilk Cum‘a'ya başlayan
cemaatin Cum‘a'sı olur; diğerlerininki olmaz” denilmiştir. İmam A‘zam Ebû
Hanîfe, bir beldede değişik yerlerde birden fazla cemaat olunup Cum‘a icra edilmez
dedidiği halde, Hanefî mezhebinden olduklarını iddia edenlerin, diğer mezhep
mensuplarından daha fazla bu hatayı yapmaları dikkat çekicidir.
6) Hutbe: Hutbe, Cum‘a/9'da geçen, “zikrullâh/Allah'ın anılması”dır.

62
Bu şart, mezhepler ve mezhep içi imamlar arasında değişik şekillerde
yorumlanmıştır. Bunların en güzeli, İmam A‘zam Ebû Hanîfe'ye aittir. O, “Hutbe
zikrullâhtır/Allah'ı anmaktır” demiştir ki, âyetin açık beyanı da bunu
doğrulamaktadır. Ama Ebû Hanîfe'nin bu sözünü, “İmam minbere çıkıp ‘Allah’
derse hutbe tamam olur” diye anlamışlar.
Hutbe belirli bir gündemle icra edilir. Hutbeyi okuyan, bir nevi kongredeki
divan başkanı görevini yürütür. Herkesin söz hakkı vardır; hem de sansürsüz. Orada
görüşülen her konu Zikrullâh'a yönelik ve “Haksızlık karşısında susan, dilsiz
şeytandır” anlayışı çerçevesinde olduğundan, hiçbir Müslüman görüş ve
eleştirisinden ötürü takibata alınamaz, ayıplanamaz. Tam bir dokunulmazlık
hakkına sahiptir.
“Mescidde dünya kelâmı konuşulmaz”, “Hutbe esnasında konuşulmaz” vb.
sözler, İlmihallerde yer alsa da, bunlar, eleştiriye tahammülü olmayan güçler
tarafından piyasaya sürdürülmüş şeylerdir. Böylece, toplantı mahallinde konuşmak
yasaklanmış, katılımcıların diline kilit vurulmuştur. Buhârî'de yer aldığına göre
katılımcılardan birinin arkadaşına “sus” demesi bile suç sayılmıştır.10
İslâm'ın aslı ile alakası olmayan bu gibi şeyler; aktif, cevval ve uyanık olmaları
lazım gelen Müslümanları koyun sürüsü haline getirmek için birileri tarafından icat
edilmiş, bunda da muvaffak olmuşlardır: Mescidlerde bugün bilinçli cemaat yoktur;
imamın söyledikleri yalan-yanlış da olsa ses çıkarılmaz. Halife Ömer, hutbe
okurken “Susun ve beni dinleyin” dediğinde, “Üzerindeki elbiseyi nerden
bulduğunu, nasıl ona sahip olduğunu bize açıklayıp bizi ikna etmeden sana itaat
etmeyiz” diyen erkek cemâat da, “Allah'ın sınır koymadığı mehirde sen nasıl
kısıtlamaya gidebilirsin ?” diye itiraz eden kadın cemâat da târih oldu.
Yukarıda, toplantının amacının, zikrullâh olduğunu ifade etmiştik. Zikrullâh
hakkında A‘râf sûresi'nin sonundaki özel yazımıza11 bakılabilir. Kısacası
zikrullâh/Allah'ın anılması, bir tesbîh alıp dil ile “Allah, Allah, Allah…” demek
değil, “Allah'ın üzerimizdeki hakklarını, bize sunduğu nimetleri düşünmek, kul
olarak O'na karşı sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizin muhâsebesini
yapmak ve verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip
nankörlük etmemek; daima bu bilinç içerisinde olmak”tır.
Böyle bir uygulama ile hiç şüphesiz Müslümanların bir nevi haftalık bakımları
yapılıyor; inanç ve amelleri revize ediliyor; ileriki hafta için işleri programlanıyor;
aralarındaki ihtilaflar, yaşamlarındaki aksaklıklar, yapılması lazım gelen işler,
dertler, tasalar, eleştiriler orada hiç kimseye alet olmadan her Müslüman'ın katılımı
ile özgürce ve tam bir dokunulmazlıkla istişare edilip karara bağlanıyor. Ayrıca bu
toplantı vesilesi ile Müslümanlar tanışıp konuşuyorlar, dostluk tazeliyor; bilgileri,
bilinçleri artıyor; kenetleniyor; güç birliği yapıyor ve bunu da dosta-düşmana
gösteriyorlar. Sürü gibi câmiye doluşarak uyuklayıp uyuklayıp dağılmıyorlar. –İşte
onun içindir ki toplantı günü salâtı, es-Salâtu'l-Vusta'dır [en hayırlı salâttır].– Sonra
da, bu dinamizmle, Allah'ın nimetlerini aramak için yeryüzüne yayılıyorlar. Ne
kadar güzel ve anlamlı...
Sahîh sünnete ve târihî belgelere bakılırsa Peygamberimizin mescidi, her türlü
kamu hizmeti ve sosyal aktivite için kullandığı görülür. Bugün de mescidler/câmiler
10
Sahîh-i Buhârî, “Kitâbu'l-Cum‘a”, Bâb: 35, No: 57.
11
Tebyînu'l,Kur’ân; c. 3, s. 137-145.

63
kongre, konferans, sergi solonu, kütüphane, eğitim-öğretim gibi tüm sosyal ve
kültürel aktivitelere açık olmalıdır. Mescidler/câmiler uyuma ve uyutma mekânları,
mahalleri ve merkezleri olmaktan çıkarılmalı, İslâm'daki özgün kimliğine
kavuşturulmalıdır. Yâni, mescidler/câmiler salât mahalli; bilgilenme, bilinçlenme
ve aydınlanma yerleri olmalıdır.
İşte İslâm'ın Cum‘ası... Müslümanların yerel gündem toplantısı böyle olmalı!
SALÂTIN [ZİHNÎ ve MÂLÎ DESTEĞİN] VAKİTLERİ
Güneşin dülûkundan [batmasından, kaybolmasından] gecenin
kararmasına kadar salâtı ikâme et [zihinsel ve mâlî desteği oluştur ve
ayakta tut] ve sabah Kur’ân'ını da. Çünkü sabah Kur’ân'ı görülecek
şeydir. Ve geceden de. Ayrıca, sana özgü bir fazlalık olarak sen, onu
[gece salâtını] teheccüd et [uyanıp ikâme et]! Rabbinin, seni güzel bir
makama ulaştıracağı umulur. (İsrâ/78-79)
Bunlar, salât [zihnî ve mâlî destek] vakitlerini belirleyen ilk âyetlerdir. Her ne
kadar Mekkî bir sûre içinde bulunuyor iseler de, bu âyetler Medîne dönemine aittir.
Yukarıda da vurguladığımız gibi, salâtın [zihnî ve mâlî desteğin] amacı, kişiyi –
zihnî ve mâlî yönlerden destekleyerek– kendisine ve topluma yararlı bir insan
hâline getirmektir. Özellikle salâtın zihnî yönü, insanın rüşde ermesini
sağladığından, Rabbimiz, bu çok önemli amacı gerçekleştirmenin yolu olan eğitim
ve öğretime ne kadar önem verdiğini, düşman saldırısı riski altında iken bile salâtın
zihnî yönünün terk edilmemesi gerektiği talimatı ile göstermiştir:
Ve yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfirlerin sizi
fitnelendirmesinden [size bir kötülük yapacağından] korkarsanız
salâttan kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz kâfirler
sizin için apaçık düşmandırlar. Ve sen onların içinde bulunup da onlar
için salât ikâme ettiğin zaman [eğitim, öğretim verdiğin zaman]
içlerinden bir kısmı seninle beraber dikilsinler [eğitime katılsınlar].
Silahlarını da yanlarına alsınlar. Bunlar boyun eğdiklerinde [ikna
olduklarında] arka tarafınıza geçsinler. Sonra salâta katılmamış
[eğitim-öğretim almamış] diğer bir kısmı arkanızda beklesin. Sonra o
salât ikâme etmemiş olan diğer kısım gelsin seninle beraber salât
etsinler [eğitim-öğretim yapsınlar] ve tedbirlerini ve silahlarını
alsınlar. Kâfirler, silahlarınızdan ve eşyanızdan gâfil olsanız da size
ani bir baskın yapsınlar isterler. Eğer size yağmurdan bir eziyet erişir
veya hasta olursanız silahlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakınca
yoktur. Tedbirinizi de alın. Şüphesiz Allah, kâfirlere alçaltıcı bir azap
hazırlamıştır. Sonra (korku halindeki) salâtı tamamlayınca, artık
Allah'ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet
bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki
salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/101-103)
Yukarıdaki âyetlerde konu edilen, salâtın zihnî yönüdür. Çünkü can emniyetinin
ön plana çıktığı bir ortamda, salâtın mâlî yönünün önemini kaybetmesi doğaldır.
Ama Yüce Allah, salâtın zihinsel yönünün bu durumda dahi terk edilmemesini
emretmektedir. İşte bu sebepledir ki salât, vücudun beslenmesindeki üç öğün gıda
gibi öğünleştirilmiş, belirli vakitlerde salâtın ikâme edilmesi istenerek, insanın
manevî beslenmesinin sürekliliği sağlanmıştır. “Salât”ın, mü’minler için günün
belli vakitlerinde yerine getirilecek bir görev olması, öncelikle, insan şuurunda
Allah inancının devamlılığını gerçekleştirme gayesine yöneliktir. Din psikolojisi
araştırmaları ortaya koymaktadır ki, insanın içsel yönelişlerinin ihmal edilmesi onu

64
manen kör bir varlık haline getirmekte, bunun sonucu olarak da kişi iyi bir “yapıcı
toplum elemanı” olamamaktadır. Dolayısıyla, salâtı ikâme etmek [zihnî ve mâlî
destek oluşturup ayakta tutmak] insan için çok önemli bir ödev mahiyetindedir. Bu
öneminden dolayı da günün belli vakitlerinde [sabah, akşam ve gece] zorunlu
olarak bu ödevin yerine getirilmesi istenmektedir:
Sonra (korku hâlindeki) salâtı tamamlayınca, artık Allah'ı ayakta,
oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene
erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki, salât, mü’minler
üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/103)
Âyetteki, ‫[ كتابمما موقوتمما‬kitâben mevqûten/vakti belirlenmiş yazgı] ifadesinden
anlaşılmaktadır ki; salât, belirli vakitlerde icra edilmeli, geri bırakılmamalıdır.
Vaktinde ikâme edilmemiş salât, vaktinde yenilmemiş yemek veya vaktinde
alınmamış ilaç gibidir.
Salâtı ikâme etmeyi emreden Allah, bunların hangi vakitlerde ikâme edileceğini
de Kur’ân'da açıkça bildirmiştir:
Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde salâtı ikâme et
[zihnî ve mâlî desteği oluştur ve ayakta tut]; çünkü iyilikler kötülükleri
giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür. (Hûd/114)
Bu âyette Peygamberimize gündüzün iki tarafında [sabah ile akşam] ve gecenin
yakın zamanlarında [yatsı] olmak üzere toplam 3 vakitte salât ikâme etmesi
emredilmiştir.
Güneşin dülûkundan [batmasından, kaybolmasından] gecenin
kararmasına kadar salâtı ikâme et [zihnî ve mâlî destek oluştur ve
ayakta tut] ve sabah Kur’ân'ını da. Çünkü sabah Kur’ân'ı görülecek
şeydir. Ve geceden de. Ayrıca, sana özgü bir fazlalık olarak sen, onu
[gece salâtını] teheccüd et [uyanıp ikâme et]! Rabbinin, seni güzel bir
makama ulaştıracağı umulur. (İsrâ/78-79)
Bu âyetlerde de yine Peygamberimize güneşin batmasından gecenin karanlığına
değin [akşam], tanyeri ağarırken [sabah] ve geceden bir bölümde [yatsı] salât ikâme
etmesi emredilmiştir. Yani, emredilen vakitler sabah, akşam ve gecedir. Ayrıca
Peygamberimize özgü bir ayrıcalık olarak fazladan [ek görev olarak] gece salâtını
teheccüd etmesi [gece uyuyup uyanarak salât ikâme etmesi] emredilmiştir.
Dikkat edilirse, Hûd/114 ile İsrâ/78-79'daki ifadeler aynı olup bu âyetler salâtın
vakitlerini belirtmektedir. Ancak bu vakitler Kur’ân'ın genel üslûbuna uygun olarak
değişik üslûp ve özdeş sözcüklerle ifade edilmiştir. Dikkat edilmesi gereken nokta,
bu farklı sözcüklerin hepsinin de aynı anlamı taşıyor olmasıdır.
Meselenin aslını öğrenebilmek için bu âyetleri iyi anlamak, âyetleri iyi anlamak
için de âyetlerde geçen ‫شمس‬ ّ ‫[ دلوك ال‬dülûku'ş-şems], ‫[ قرآن الفجر‬qur’âne'l-fecr], ‫طرف‬
[taraf], ‫جد‬ّ ‫[ ته‬teheccüd] ve ‫[ نافلة‬nâfile] sözcüklerinin anlamını iyi bilmek gerekir.
‫شمممس‬ّ ‫[ دلمموك ال‬dülûku'ş-şems]: Dülûk ve şems sözcüklerinden oluşan bu isim
tamlaması, “güneşin batması, gözden kaybolması” demektir. Ancak bazı
yorumcular, söz konusu ifadeye, “güneşin eğilmesi” anlamını vermişlerdir. Tâcu'l-
Arûs ve Lisânu'l-Arab adlı lügatlerde konuyla ilgili dikkat çekici bir ayrıntı verilmiş
ve dülûk sözcüğüne, “eğilme” anlamının verilme sebebinin, salâtın beş vakit olarak
anlaşılmasını sağlama amacına yönelik olduğu belirtilmiştir.12
Dülûk sözcüğünün asıl anlamına göre dülûku'ş-şems tamlaması “akşam” vaktini
ifade eder. Nitekim dördüncü halife Ali, Abdullah b. Mes‘ûd, Sa‘îd b. Cübeyr,
Nehâî, Mukâtil, Dahhâk, Süddî, İbn Abbâs ve Mücâhid bu anlamı tercih etmişlerdir.

12
Tâcu'l-Arûs, c. 13, s. 560-561 ve Lisânu'l-Arab, c. 3, s. 398-399.

65
Buna karşılık dülûk sözcüğüne, “eğilme” anlamı vererek sözcükten “öğle
vaktini” anlayanlar da olmuştur. Klâsik kaynaklarda İbn Ömer, Câbir, Atâ, Katâde
ve Hasan'ın bu görüşü benimsedikleri bildirilir.
İsrâ/78'de yer alan bu deyimden her iki anlamın birden anlaşılabileceği ileri
sürülse de, salâtın vakitlerini belirleyen Hûd/114'teki ifadeler, söz konusu deyimden
“güneşin eğilmesi” anlamının çıkarılmasına ve bu anlamdan da öğle salâtının
kasdedildiğinin sanılmasına engel olur. Çünkü Hûd/114'te Peygamberimize,
“Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın bir zamanda salât ikâme etmesi”
emredilmiş ve anlam netleşmiştir. Zira Hûd/114'te geçen zülefen sözcüğü, İsrâ/78'de
geçen ğasaq sözcüğü ile aynı anlamda olup “ortalığın karardığı zaman, gecenin ilk
saatleri” demektir. Yani, her iki sözcük de “yatsı” vaktine karşılıktır. Bu durumdan
kesin olarak anlaşılmaktadır ki, İsrâ/78-79'daki emir ile Hûd/114'teki emir aynıdır.
Yani, bu âyetlerin üçünde de, salât ikâme edilecek vakitler, özdeş kelimeler
kullanılmak sûretiyle değişik üslûplarla ifade edilmiştir.
Diğer taraftan, birçok yorumcu, dülûku'ş-şems ile ğasakı'l-leyl deyimlerinin ayrı
zamanları ifade ettiğini ileri sürmüştür. Oysa bu deyimler ayrı zamanları değil, bir
vaktin başını ve sonunu ifade etmektedirler. Şöyle ki: İsrâ/78'de, “Güneşin
batmasından itibaren karanlığa kadar” salât ikâme edilmesi emredilmiştir. Bu ifade,
iki salâtın değil, bir tek salâtın [akşam salâtının] vaktini belirlemektedir.
‫[ قرآن الفجر‬qur’âne'l-fecr]: “Sabah okuması” anlamına gelen bu ifade ile sabah
salâtı kasdedilmiş olup, bu salât eğitim-öğretim ağırlıklıdır.
‫[ طرف‬taraf]: Bu sözcük “nahiye, yan bölge” demektir. Bir şeyin “taraf”ından
söz edildiği zaman, o şeyin içi değil, dışı anlaşılır.13 Nitekim Fıkıh'ta “İnsanın iki
tarafı” ifadesinden, bir taraf olarak insanın anası, babası, dedesi, yani atası; diğer
taraf olarak da çocukları ve torunları anlaşılır. Benzer şekilde “masanın iki tarafı”
denildiğinde de masanın ikiye ayrılmış hâldeki iki parçası anlaşılmaz, masanın
sağında ve solundaki şeyler anlaşılır.
Taraf sözcüğünün çoğulu etraf sözcüğüdür. Bu sözcük de Türkçe'ye aynen
Arapça'daki anlamı ile geçmiştir. Etraf sözcüğü, yöneltildiği şeyin dışı ile ilgilidir.
Meselâ, bir kimseye “Etrafına bak” dendiği zaman, o kişi eline, yüzüne, vücuduna
değil, sağına, soluna, önüne ve arkasına bakar. Bu örneği “ülkenin etrafı”
dendiğinde ülkenin dışının kasdedildiği ve anlaşıldığı, “Dünyanın etrafı”
dendiğinde, dünyanın dışının kasdedildiği ve anlaşıldığı şeklinde çoğaltmak
mümkündür.
Âyetteki, Gündüzün iki tarafı ifadesinden de “gündüz”ün dışında kalan “sabah”
ve “akşam” vakitleri anlaşılır; “gündüz”ün kısımları, birer parçası olan “kuşluk” ve
“ikindi” vakitleri demek değil.
‫جد‬
ّ ‫[ ته‬teheccüd] sözcüğünün kökü olan ‫[ هجد‬hecd] sözcüğü, “ezdad”dan olup iki
zıd anlamı da ifade eder. Yani, hem “uyumak” hem de “uyanmak” demektir. Hecd
sözcüğünün bazı türevleri şöyle meşhurlaşmıştır: Hâcid, “uyuyan”; tehcid, “uykuyu
gidermek, uyandırmak”; teheccüd, “uykudan uyanıp salât ikâme etmek”;
müteheccid, “geceleyin uyanıp salât ikâme eden kimse.”14
‫[ نافلة‬nâfile]: Bu sözcük “asıl üzerine yapılan ziyade [ek]” demektir. 15 Âyetten
anlaşıldığına göre, Peygamberimiz, gece salâtını herkes gibi karanlığın başladığı
zaman ile tan ağarma zamanı arasında ikâme etmeyecek, uykusundan kalkıp ikâme
edecektir. Bundan anlaşılıyor ki, topluma önderlik, rehberlik; öğretmenlik yapacak

13
Lisânu'l-Arab, c. 5, s. 589.
14
Lisânu'l-Arab, c. 9, s. 31-32.
15
Lisânu'l-Arab, c. 8, s. 658-660.

66
olan Allah Elçisi (ve o'nun varisleri) geceleyin tek başına eğitim-öğretim için plan-
program hazırlayacaktır. Teheccüdün gerçek anlamı budur.
Kur’ân'a göre 3 vakit olarak vakitlenmiş olan salâtların 2'si, başka bir âyette
isimleriyle de anılmıştır:
Ey iman etmiş olan kimseler! Yeminlerinizin sahip olduğu kimseler,
sizden erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız üç durumda; sabah
salâtından önce, öğle vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, ışa [gece]
salâtından sonra izin istesinler. Bunlar sizin için üç avrettir [açık ve
korumasız, üç zamandır].” Bunlar dışında ne size ne de onlara bir
günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, birbirinize bakabilirsiniz. Allah,
âyetleri size işte böyle açıklıyor. Allah alîm'dir, hakîm'dir. (Nûr/58)
Sonuç olarak, İsrâ/78-79'da 3 vakitte; sabah, akşam ve gece vaktinde 3 salât
emredildiği gibi, Hûd/114'te de aynı şeyler emredilmiş; 3 vakit [sabah, akşam ve
yatsı] salât ikâme edilmesi [eğitim-öğretimle zihnî yönden, sıkıntıların
giderilmesiyle mâlî yönden destek sağlanması ve bu desteğin sürekli kılınması]
emredilmiştir. Rasûlullah, genelde “salât ve namaz”ı birlikte icra ettiği için salât
vakitleri, maalesef “namaz vakitleri” olarak yanlış yerleşmiştir.
Vakitleri bildiren âyetlerde ilk muhatap Peygamberimiz olmasına rağmen, emir
tüm ümmeti kapsamaktadır. Çünkü ümmete verilen emirler, ümmetin örneği,
rehberi, imamı olmak sıfatıyla önce o'nun şahsında yer tutmaktadır:
De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin
olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem
öldüren Allah'ın size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde Allah'a ve
O'nun sözlerine iman eden, ümmî Peygamber olan Elçisi'ne iman edin
ve o'na uyun ki, doğru yolu bulmuş olasınız.” (A‘râf/158)
Salât, oruç, hacc ve zekât görevleri, İbrâhîm peygamberden sonraki
peygamberlerin şeriatlarında da mevcuttu. Mâûn sûresi'nden ve Enfâl/35'den
Mekkelilerin de salât ikâme ettikleri [zihnî ve mâlî destek oluşturarak bunu
sürdürdükleri] anlaşılmaktadır. Hattâ Alak/9-10'a göre Peygamberimiz de
peygamber olmazdan evvel salât ediyordu [çevresine zihnî ve mâlî destek
veriyordu]. Fakat bu salâtlar, Kur’ân'dan öğrendiğimiz kadarıyla, özelliğini yitirmiş
salâtlardır. Kur’ân, sonuçları bakımından önemli olmayan, şakşakçılar eşliğinde bir
gösteri biçiminde yapılan bu salâtları kınamış, salâtı [zihnî ve mâlî desteği] huşû
ekseni üzerinde yeniden yapılandırmıştır.
ÂYETLERDE SALÂTLAR NİÇİN GECEYE TAHSİS EDİLMİŞTİR?
Hûd ve İsrâ sûrelerindeki âyetlerle belirlenen salât vakitleri [sabah, akşam ve
gece], günün gece dilimindedir. Bu durumun hikmeti de yine Kur’ân'da mevcuttur:
Ey örtüsüne bürünen! Geceleyin kalk! Kısa bir süre hariç, gecenin
yarısını ayakta geçir veya bundan biraz eksilt. Ya da buna biraz ekle!
Ve Kur’ân'ı düzgünce düzene koy! Doğrusu, Biz senin üzerine ağır bir
söz bırakacağız. Şu bir gerçek ki, yeni bir oluşa koyulmak üzere
geceleyin kalkan, yer tutma bakımından daha güçlüdür [söz
bakımından daha etkilidir]. Kuşkusuz gündüz boyu senin için uzun bir
dolaşma/uzun bir uğraşı vardır. (Müzzemmil/1-7)
Gündüz, peygamber için bile çeşitli telaşların yaşandığı bir zaman dilimidir.
Salât [zihnî ve mâlî destek] ise, insanın kendini vermesi, konsantrasyon [huşû ve
hudû] içinde olması gereken bir faaliyettir. Ama iş-güç, borç-harç gibi telaşların
gündüz cereyan etmesi nedeniyle günün bu diliminde insanların kendilerini
bütünüyle salâta vermeleri mümkün olamamaktadır. Çünkü gündelik işlerin bitmesi
gerektiğinden gündüz herkesin aklı-fikri işindedir. Bu yüzden, “Gıllugış [gönül

67
sıkıntısı] ile salât olmaz” demişlerdir. Tabiî, bununla kasdedilen salât, İslâm'ın
emrettiği salâttır, yoksa çoğunluğun yasak savmak kabilinden ikâme ettiği veya
ikâme ettiğini sandığı şeklî salât değildir. Çünkü zihnin binbir gaile ile meşgul
olduğu anlarda ikâme edilen salât gerçek salât değil, bir şekilden ibarettir. Gerçek
salât, kulun gönül huzuru ile kendisini Allah'a teslim ederek ikâme ettiği salâttır.
Bu sebepledir ki, Yüce Allah salât için vakit olarak sabah, akşam ve gece
saatlerini belirlemiş, gündüzü de maişet için çalışmaya ayırmıştır.
Görüldüğü gibi bu hususlar Müzzemmil/1-7'de net olarak ifade edilmiştir.
Gündüz herkes için bağda-bahçede, işyerinde zorunlu ve uzun uğraşılar vardır.
Günün sona ermesiyle beraber dışarıdaki bütün işler biter ve insanlar bu üç vakitte
sükûnet için evlerine dönmüş olurlar. Böylece câmiye gelebilmeleri, cemaat
olabilmeleri mümkün olur.
Âyetlerdeki, Şu bir gerçek ki, yeni bir oluşa koyulmak üzere geceleyin kalkan,
yer tutma bakımından daha güçlüdür [söz bakımından daha etkilidir]. Kuşkusuz
gündüz boyu senin için uzun bir dolaşma/uzun bir uğraşı vardır ifadeleri, o gün
için, halkın eğitim ve öğretimine “en uygun” zamanı belirtmektedir.
Binâenaleyh, bu vakitleme o günün Arabistan'ının coğrafî ve sosyal koşulları
çerçevesinde öngörülmüş olup, bize göre, farklı coğrafya ve sosyal ortamlarda salât
için en uygun zamanlar belirlenebilir.
SALÂTIN YARARLARI
Rabbimiz salâtın yararlarını Kur’ân'da şöyle belirtmiştir:
Sana kitaptan vahyedileni oku ve salâtı ikâme et. Muhakkak ki salât,
fahşâ'dan ve kötülükten alıkoyar. Ve Allah'ın anılması, elbette daha
büyüktür. Ve Allah ürettiğiniz [yaptığınız] şeyleri bilir. (Ankebût/45)
Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde salâtı ikâme et
[zihnî ve mâlî desteği oluştur ve ayakta tut]; çünkü iyilikler kötülükleri
giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür. (Hûd/114)
Ve siz salâtı ikâme edin ve zekâtı verin! Kendiniz için önceden her ne
iyilik yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah,
yaptıklarınızı en iyi görendir. (Bakara/110)
Onların mallarından sadaka al ki, onun [sadaka] ile kendilerini
temizlersin ve arındırırsın. Bir de onlara destek ol. Şüphesiz senin
desteğin onlar için bir huzurdur. Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir.
(Tevbe/103)
Bu âyetlerden anlaşılan odur ki, “salât”, toplumdan aşırılık ve çirkinlikleri
kaldırmaktadır. Eğitilen, sosyal güvencesi ve desteği olan kimselerin cürüm
işlemesi sözkonusu olamaz. “Güneş giren eve hekim girmez” atasözünde olduğu
gibi, salâtın girdiği eve, mahalleye, kent ve ülkeye suç girmez.
FAHŞÂ’ [HAYASIZLIK]
‫[ ءءءءء‬fahşâ’] sözcüğü, “çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış, sınırı
aşmak, söz ve cevapta taşkınlık etmek” anlamlarına gelir. Sözcüğün çoğulu
‫[ ءءءءء‬fevâhiş]tir.
Dilci Râgıb el-İsfehânî, fuhş, fahşâ’ ve fâhişe sözcüklerini, “son derece çirkin
söz ve fiiller” olarak tanımlamıştır.16
Âl-i İmrân/135'de, “fena iş” olarak nitelenen fâhişe sözcüğü, Kur’ân'da 13
yerde, çoğulu fevâhiş sözcüğü ise 4 yerde geçmektedir. Sözcük genel olarak
Kur’ân'da birden çok aşırılık için kullanılmıştır. Gerek bu aşırılıkların ne olduğu,

16
el-Müfredât, “Fahşâ’” mad.

68
gerekse bu kavramla ilgili diğer açıklamalarımız daha önce Necm sûresi'nin
tahlilinde verildiğinden,17 detayın oradan okunmasını öneriyoruz.
MÜNKER [KÖTÜLÜK]
Münker, insanlık tarafından kötü olarak kabul edildiği gibi, Yüce Allah
tarafından da çirkin görülen şeylerdir.
Rabbimiz Kur’ân'da, ma‘rûfu emr ve münkerden nehy emriyle, insanlığın iyi ve
kötü, yararlı ve zararlı, güzel ve çirkin, olumlu ve olumsuz şeyler arasında ayrım
yapabilecek vicdanî bir yetiyle donatıldığına işaret etmektedir. Neyin iyi neyin kötü
olduğunu doğasına yerleştirilen bu vicdanî yetiyle değerlendirebilen insan,
kendisini sınırlayan müteal [aşkın, transandantal, ilâhî] kaynaklı değer ölçüleri
olmadan bu içsel mekânizmayı özenli kullanamamakta, bilakis çeşitli psikolojik
mekânizmalarla kötüyü, çirkini ve yanlışı meşrulaştırma çabasına girişmektedir.
“Şeytanın insana yaptıklarını güzel göstermesi”, bu meşrulaştırıcı psikolojik
mekânizmaları fark etmeyen insanın içine düştüğü içsel bir tuzak olarak
değerlendirilebilir. İnsanın sağduyusu ile doğru olarak tanıdığı “münker”i Rabbimiz
de yasaklayarak insanlığın vicdanî tanısını desteklemekte ve ona kötüyü ve
kötülüğü önlemeyi sağlayacak güçlü bir dinî müeyyide kazandırmaktadır. Çünkü
insan mutlak zararlı olduğunu bildiği şeylerden kaçınma konusunda bile kendini
yeterince denetleyememektedir. 1930'lu yıllarda ABD'de getirilen alkollü içki
yasağının tüm yasal zorlamalara rağmen başarılı olamayışı, buna karşılık İslâm
toplumlarında alkollü içki kullanma oranındaki belirgin düşüklük, kötü olanı
engellemede dinî müeyyidenin ne denli etkili olduğunu gösteren iyi bir örnektir.
Allah, salâtı ikâme edenleri; “Allah'a yardım etmiş”, “kendini kurtarmış”,
“hidâyet üzere olanlar” diye nitelemekte ve onlara birçok vaatte bulunmaktadır:
İşte o kimseler [Allah'a yardım ettikleri için Allah'ın yardımına mazhar
olmuş kimseler], eğer kendilerine yeryüzünde bir güç verilirse salâtı
ikâme etmişlerdir, zekâtı vermişlerdir, ma‘rûfu emretmişlerdir ve
münkerden alıkoymuşlardır. İşlerin sonucu sadece Allah'a âittir.
(Hacc/41)
Doğrusu kendini kurtarmıştır: Arınan kimse, Rabbinin adını anıp
sosyal destek sağlayan kimse. (A‘la/14-15)
İşte bunlar, salâtı ikâme eden, zekâtı veren, âhirete de kesin olarak
inananların ta kendileri olan muhsinler [güzellik-iyilik üretenler] –ki
işte bunlar, Rabb'leri tarafından bir hidâyet üzeredirler ve onlar
kurtuluşa erecek olanların ta kendileridir– için bir hidâyet ve rahmet
olmak üzere yasalar içeren o kitabın âyetleridir. (Lokmân/2-5)
Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve âhiret gününe inanan, salâtı
ikâme eden [zihnî ve mâlî desteği oluşturup ayakta tutan], zekâtı veren
ve sadece Allah'a haşyet duyan kimseler imar ederler. Artık işte
onların, hidâyet üzere olanlardan olmaları umulur. (Tevbe/18)
İnanan erkekler ve inanan kadınlar; bunların bazısı bazılarının
velîleridirler. Bunlar ma‘rûfu emrederler, münkerden vazgeçirirler,
salâtı ikâme ederler, zekâtı verirler, Allah'a ve O'nun Elçisi'ne itaat
ederler. İşte bunlar; Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz Allah,
azîz'dir, hakîm'dir. (Tevbe/71)
Yine bedevilerden kimi de vardır ki, onlar, Allah'a ve âhiret gününe
inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklar ve Elçi'nin destekleri
edinir [sayar]. Gözünüzü açın! Şüphesiz bu, onlar için bir yakınlıktır.

17
Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 427-430.

69
Allah onları yakında rahmetine girdirecektir. Şüphesiz Allah,
gafûr'dur, rahîm'dir. (Tevbe/99)
Kesinlikle iman eden ve sâlihatı işleyen, salâtı ikâme eden ve zekâtı
veren kişilerin Rabb'leri katında mükâfatları vardır. Ve onlar üzerine
hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar. (Bakara/277)
Ve o kişiler, Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştirirler.
Rabb'lerine haşyet duyarlar ve hesabın kötülüğünden korkarlar. Ve o
kişiler Rabb'lerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmişler, salâtı
ikâme etmişler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak
etmişlerdir. Ve onlar çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldırırlar. İşte
bu yurdun akıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar,
atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar oraya [adn
cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler,
“Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne
güzeldir!” (Ra‘d/21-24)
Allah, İsrâîloğulları'ndan söz almıştı. İçlerinden on iki nakib
[müfettiş/başkan] göndermiştik. Ve Allah demişti ki: “Ben, muhakkak
sizinle beraberim. Salâtı ikâme eder, zekâtı verir, peygamberlerime
iman eder, onları destekler ve Allah'a güzelce borç verirseniz,
andolsun ki sizin günahlarınızı örteceğim ve sizi altından ırmaklar
akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra
küfrederse, gerçekten dosdoğru yoldan sapmış olur.” (Mâide/12)
Ve Kitab'a sımsıkı sarılanlara ve salâtı ikâme edenlere [zihnî ve mâlî
destek oluşturup, bu desteği sürdürenlere] gelince, Biz o düzeltenlerin
[iyileştirenlerin] ödülünü zayi etmeyiz. (A‘râf/170)
Gerçekte inananlar, Allah anıldığında, kalpleri ürperen ve âyetleri
onlara okunduğunda, bunun, inançlarını artırdığı ve sadece Rabb'lerine
güvenen kimselerdir. Onlar, salâtı ikâme ederler ve kendilerini
rızklandırdığımız şeylerden infakta bulunurlar. İşte bunlar, inananların
ta kendisidir. Onlara Rabb'leri katında dereceler, bağışlama ve saygın
bir rızk vardır. (Enfâl/2-4)
SALÂT ALLAH'IN YARDIMININ VESİLESİDİR
Rabbimiz, kullara yardımı nasıl ve hangi vesilelerle göndereceğini açıklamış ve
bunun sabır ve salâtla olacağını, kuru yakarışla olmayacağını bildirmiştir.
Bir de sabırla, salâtla [eğitimle, öğretimle, sosyal destek kurumlarıyla]
yardım isteyin. Şüphesiz bu [salât ve sabırla yardım isteme], saygılı
olanlardan; gerçekten Rabb'lerine kavuşacaklarına ve gerçekten
kendilerinin O'na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına
çok ağır gelir. (Bakara/45-46)
Ey iman etmiş kimseler! Sabır ve salâtla yardım isteyin. Şüphesiz
Allah, sabredenlerle beraberdir. (Bakara/153)
SALÂT'IN ORTADAN KALKMASININ KÖTÜ SONUÇLARI
Salât'ın ortadan kalkması; insanların salâtı [zihnî ve mâlî desteği] hayatlarından
çıkarıp uygulamadan kaldırmaları ile gerçekleşir. Yüce Allah, salâta
yanaşmayanları ve engel olanları, “yüz çevirenler” olarak kınamakta, onlara
azgınlıklarının cezasını mutlaka göreceklerini ihtar etmekte ve destek veren, yardım
edenlerden olmayanların cehenneme gireceklerini bildirmektedir:
Ve hani bir vakitler İsrâîloğulları'ndan misak [kesin bir söz] almıştık:
“Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya iyilik,
yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik yapacaksınız,

70
insanlara güzellikle söz söyleyiniz salâtı ikâme ediniz ve zekâtı
veriniz. Sonra çok azınız müstesna olmak üzere sırt çevirdiniz. Ve siz
yüz çevirenlersiniz. (Bakara/83)
Sonra onların ardından half [kötü bir nesil] geldi ki, salâtı [sosyal
desteği] kaybettiler [hayatlarından çıkarıp attılar]. Ve şehvetlerine
uydular. Bundan dolayı tevbe eden ve iman eden ve sâlihi işleyenler
hariç onlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır. İşte bunlar
[tevbe eden, iman eden ve sâlihi işleyenler] cennete; Rahman'ın
kullarına görmedikleri hâlde vaadettiği Adn cennetlerine girecekler ve
hiçbir şeyce haksızlığa uğratılmayacaklardır. Şüphesiz O'nun vaadi
mutlaka yerini bulacaktır. (Meryem/59)
Salât ettiği [eğitim-öğretim verdiği, sosyal destek sağladığı] zaman bir kulu
engelleyen kişiyi gördün mü? Gördün mü, eğer o kul doğru yol
üzerinde idiyse ya da takvâyı emrettiyse! Gördün mü, eğer o
yalanlamış ve yüz çevirmiş ise! (Alak/9-13)
Sağın yâranı hariç. Bahçelerdedirler. Soruşur dururlar, suçlulardan.
“Sizi Sekar'a sürükleyen nedir?” Dediler ki: “Biz musallînden [sosyal
destek sağlayanlardan] değildik, miskini de yiyeceklendirmiyorduk.
Ve biz dalanlarla birlikte dalar idik [boşa uğraşanlarla beraber boşa
uğraşırdık]. Ve Din Günü'nü yalanlıyorduk. Tartışılmaz ve karşı
çıkılmaz olan bize gelene kadar.” (Müddessir/39-47)
Rabbimizin, Meryem/59'daki “salâtı kaybedenlerin, azgınlıklarının cezasıyla
karşılaşacaklarına” ve Kehf/59'daki “zulme sapan kentlerin helâk edildiğine” dair
sözlerinin nasıl gerçekleştiğini görmek için İslâm dünyasının bugünkü durumuna
bakmak yeterlidir. Bu dünya içinde yer alan ülkelerin bilimde, teknolojide,
ekonomide, sanatta ve ahlâkta… kısaca insan hayatının standartlarını belirleyen her
alanda geri olmalarının en önde gelen sebebi bizce, halklarının 1500 seneden beri
salâtı dışlamış olmalarından başka bir şey değildir.
SÂLİH PEYGAMBER ve SEMÛD KAVMİ KISSASINDA KONU EDİLEN
“ALLAH'IN DEVESİ” DE SALÂTTIR
Kur’ân'da, Sâlih peygamber ile Semûd kavminin kıssası anlatılırken “Allah'ın
devesi” ve onun “su payı”ndan bahsedilir. Burada “deve” ile sembolize edilen de
salâttır. Semûd kavmi devenin payını vermeyerek onun ayaklarını budamışlar ve bu
yüzden helak olmuşlardır. Yani, bu kavim, sosyal yardım ve destek kurumlarını
yaşatmak için zekât vermemişler, infakta bulunmamışlar ve bu durum onların
helakine sebep olmuştur.
Bu konu ile ilgili, Tebyînu'l-Kur’ân'ın Şems sûresi tahlilinde yaptığımız
açıklamaları burada da sunuyoruz:
Semûd azgınlığı sebebiyle yalanladı; en zorlu bedbahtları bunun
sonucundan korkmayarak görevi kabul edip gittiği zaman, Allah'ın
elçisi onlara demişti ki: “Allah'ın devesi!” ve “onun su içmesi!” Fakat
onlar, onu yalanladılar ve deveyi de inciklerini kesip öldürdüler.
Rabb'leri de günahları dolayısıyla onları yerle bir etti, kırıp geçirdi.
(Şems/11-16)
Sûrenin ilk bölümünde iyi ve kötü her şeyi yapabilecek fiziksel ve
zihinsel güçlerle donatıldığı ve dilediğini yapabilmek için kendisine
irade özgürlüğü verildiği bildirilen insan, 8-9. âyetlerde verilen
yargıya göre, nefsini arındırdığı takdirde kendini kurtarabilecek,
güçlerini kötüye kullandığı takdirde ise perişan olacaktır. 11-15.
âyetler, gerek yaşamları gerekse sonları itibariyle o günkü halk

71
tarafından iyi bilinen Semûd kavminin bu yargının örneği olduğunu
bildirmektedir. Semûd kavminin öyküsü daha önce özet olarak Fecr
ve Necm sûrelerinin tahlilinde de verilmişti. Ancak önemine binaen
orada değinilmeyen yönleriyle tekrar ele alınmasının yararlı olacağı
düşünülmüştür.
SEMÛD KAVMİ: Semûd kavmi, Hicaz ile Sûriye arasında Vadi'l-
Kura'da yaşamış eski bir Arap kabilesidir. Kur’ân'da bu kabilenin
ismi 26 yerde geçmektedir. Ayrıca Sâlih peygamberden bahseden
âyetler de o'nun kavmi olan Semûd ile ilgilidir.
Arap kaynaklı olmayan târihi belgelerde de Semûd kavminden
bahsedilmektedir:
M.Ö. 715 târihli Sargon kitabesinde Semûd kavmi, Asurluların
hâkimiyet altına aldıkları Şarkî ve Merkezî Arabistan kavimleri
arasında zikredilmektedir. Aristo, Batlamyus ve Plinus, Semûd
kavminden “Thamudaei” olarak belirtilen isim ile bahsetmişlerdir.
Plinus'un Semûd kavminin oturduğu yer olarak zikrettiği Domatha ve
Hegra'nın, İslâmî kaynaklarda bu kavmin oturduğu yer olarak
kaydedilen Hicr ile aynı yer olduğu kabul edilebilir. (H. N. Brau,
İslam Ans, “Semûd” mad.)
Bu kavme peygamber olarak Sâlih gönderilmiştir. Semûd kavmi de
Âd kavmi gibi Kur’ân'da ibret tablosu olarak sunulmuştur. Semûd
kavmi ile Sâlih peygamber arasındaki mücadele hakkında Taberî'nin,
İbnü'l-Esir'in ve İbn-i Kesir'in eserlerinde rivâyetlere dayanılarak
hazırlanmış detaylar bulunmaktadır. Biz, bizi ilgilendirecek bilgileri
Kur’ân'dan izleyelim:
Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i (gönderdik). Dedi ki: “Ey
kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka tanrı yoktur. O,
sizi yeryüzünden yarattı. Ve sizi orada yaşattı. O hâlde O'ndan
mağfiret isteyin; sonra da O'na tevbe edin. Çünkü Rabbim çok
yakındır, kabul edendir.” Dediler ki: “Ey Sâlih! Sen bundan önce
içimizde aranan birisiydin. Babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi
engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine çağırdığın şeyden
ciddî bir şüphe içindeyiz.” (Hûd/61-62)
Dediler: “Sen ve beraberindekiler yüzünden başımıza uğursuzluk
geldi/sen ve beraberindekileri uğursuzluk belirtisi sayıyoruz.” Dedi:
“Uğursuzluk kuşunuz Allah katındadır. Daha doğrusu siz, imtihana
çekilen bir topluluksunuz.” (Neml/47)
Bir imtihan aracı olarak kendilerine dişi deveyi göndereceğiz. Artık
gözetle onları ve sabret. Suyun, aralarında bölüştürüleceğini onlara
bildir. Her su alış, içiş nöbetlidir/içilecek her miktar hazırlanmıştır.
(Kamer/27-28)
Kibre sapanlar şöyle konuştu: “Biz sizin inandığınızı inkâr
edenleriz.” Bu arada dişi deveyi boğazladılar. Ve Rabb'lerinin
emrinden dışarı çıkıp şöyle dediler: “Ey Sâlih! Eğer Allah tarafından
gönderilenlerdensen, bizi tehdit ettiğin şeyi önümüze getiriver.”
(A‘râf/76-77)
Biz, onlar üzerine bir tek korkunç ses gönderdik de ağılcının topladığı
çalı çırpı gibi oluverdiler. (Kamer/31)
Ve zulmedenleri de o korkunç ses yakaladı ve yurtlarında diz üstü
çökekaldılar. Sanki orada hiç kalmamışlardı. Biliniz ki, Semûd kavmi

72
gerçekten Rabb'lerini inkâr ettiler. Biliniz ki, uzak Semûd içindir.
(Hûd 67-68)
İşte sana onların, işledikleri zulümler yüzünden çöküp ıpıssız kalmış
evleri. Hiç kuşkusuz bunda, ilmi kullanan bir topluluk için kesin bir
ibret vardır. (Neml/52)
11-15. âyetleri anlayabilmemiz için âyetlerde geçen ipuçlarını iyi
değerlendirmek gerekmektedir. Bize göre bu ipucu ifadeler:
• Semûd'un yalanlamalarına neden olan inançları,
• Dişi deve,
• Bu dişi devenin Allah'ın dişi devesi olması gibi olgulardır.
YALANLAMALARINA SEBEP: TUĞYAN: Tuğyan ile ilgili geniş
açıklama Alak sûresi'nin tahlilinde verilmiştir. Özetleyerek tekrar
etmek gerekirse tuğyan, “insanın çok para-pul, mal-mülk, köle-kul
sahibi olarak kendini her türlü ihtiyacın üstünde görmesi, bu yeterlilik
duygusuna kapılarak baronlaşması, lordlaşması, rableşmesi”dir.
Kur’ân bu sözcüğü Firavun ve Mekke yöneticileri için kullanmıştır.
Âyetlerden anlaşıldığına göre Semûd kavmi de aynı dalâlet içine
düşmüştür.
DİŞİ DEVE: Bu dişi deve hakkında, “halkının Sâlih'ten bir mucize
istemesi üzerine o'nun da kayalardan bir dişi deve çıkarması” gibi bir
çok efsane uydurulmuş ve bu efsaneler ekseninde ortaya atılan
rivâyetler [söylentiler] ile olur olmaz açıklamalar yapılmıştır.
Âyette geçen ‫ءءءء‬ ‫[ ءءء‬en-nâkah] sözcüğü “dişi deve” demektir.
Ancak Araplar her dişi deveye değil, sadece beş yaşına basan dişi
develere en-nâkah derlerdi. Âyetin mesajının doğru anlaşılması için
bu ayrıntının daima göz önünde bulundurulması gerekir.
Beş yaşına girmiş dişi deve, eti, sütü ve gücü itibariyle göçebe ve
hayvancılıkla geçinenler için çok önemli bir ekonomik değeri ifade
etmektedir.
ALLAH'IN DEVESİ: Rivâyetlere dayalı anlatımlarda “Sâlih'in
Devesi” olarak geçen dişi deve, âyette doğrudan Allah'a izafe
edilerek ‫ءء‬ ‫[ ءءء ءءءء‬Allah'ın Devesi] olarak adlandırılmıştır.
Devenin Allah'a izafe edilişi, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken
bir husustur. Devenin Allah'a izafe edilmesinden maksat, onun Allah
tarafından yaratılması veya devenin Allah'ın varlık ve birliğine kanıt
olması değildir. Zaten evrendeki her şeyin yaratıcısı Allah'tır ve
evrendeki tüm varlıklar da Allah'ın varlığına ve birliğine kanıttır. Bu
nedenle, kasdedilenin bundan daha başka bir şey olduğu iyi
anlaşılmalıdır.
Bilindiği gibi, Kur’ân'da Ka‘be'ye ‫ءء‬ ‫[ ءءء ءءء‬Beytullâh=Allah'ın
evi] denilmekte ve o da Allah'a izafe edilmektedir (İbrâhîm/37,
Bakara/125, Hacc/26, Kureyş/3). Bundan dolayıdır ki, “Allah'ın Dişi
Devesi” ifadesini doğru anlamak için önce Ka‘be'ye neden “Allah'ın
evi” dendiğinin anlaşılması gerekmektedir.
Beytullâh [Allah'ın evi], “Allah'tan başka hiç kimsenin olmayan,
kimsenin sahiplenemeyeceği ev” demektir. Bu özellik onun tüm
insanlığa, kamuya ait olduğunu göstermektedir. Allah'ın evi, kamuya
açık, kamu yararlarının konuşulduğu, kamu haklarının gözetildiği,
herkesin hür ve eşit olduğu bir yerdir. Bu anlamda bütün
camiler/mescidler de “beytullâh”tır. Ne var ki, cami ve mescidlerin

73
takvâ üzere inşa edilmeleri, Allah'ın dinine uygun olmayan işlevlerle
kullanılmamaları gerekir.
Bir varlığın Allah'a izafe edilmesinin ne anlama geldiği anlaşıldığına
göre, âyetteki ‫ءء‬ ‫[ ءءء ءءءء‬Allah'ın Devesi] tamlamasından ne
anlaşılması gerektiği de anlaşılmış olmalıdır. en-Nâqah, sözcük
anlamıyla o dönemde toplumun fakirlerinin, yetimlerinin,
miskinlerinin, kısaca ihtiyacı olan herkesin ortaklaşa sahip olduğu,
serbestçe sütünden, gücünden ve yavrusundan istifade edeceği, kamu
malı olan beş yaşında güçlü bir dişi devedir. Günümüzde bu deyim
hayır kurumlarına, sosyal yardım vakıflarına, sosyal güvenlik
sigortalarına karşılık gelmektedir.
Aç ve yoksul insanların bu kurum [en-nâkah] sayesinde açlıktan,
sefaletten, kula kulluktan kurtulmaları o günkü Semûd kavmi ileri
gelenlerinin hoşuna gitmemiştir. Çünkü kendilerine kulluk edenlerin
kulluktan kurtulması, kendilerini bütün ihtiyaçların üzerinde gören bu
tağutların işine gelmemiştir. Kur’ân tağutların bu tutumuna ve
sonrasına değişik sûrelerde tekrar tekrar dikkat çekmektedir:
Semûd'a da kardeşleri Sâlih'i (gönderdik). Dedi ki: “Ey kavmim!
Allah'a kulluk edin, sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Size
Rabbinizden açık bir delil geldi. İşte şu, Allah'ın dişi devesi, size bir
mucizedir; bırakın onu Allah'ın yeryüzünde yesin, sakın ona
kötülükle dokunmayın, yoksa sizi acıklı bir azap yakalayıverir. Ve
düşünün [hatırlayın] ki, Âd'dan sonra sizi halifeler yaptı. Ve
yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinde saraylar
yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın
nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak taşkınlık
yapmayın.” Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinden
zayıf görünen inanmış kimselere dediler ki: “Siz, Sâlih’in gerçekten
Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu biliyor musunuz?”
(Onlar da,) “Doğrusu biz o'nunla gönderilene inananlarız!” dediler. O
büyüklük taslayan kimseler, “Biz, sizin inandığınızı gerçekten inkâr
edenleriz!” dediler. Hemencecik de o dişi deveyi inciklerini kesip
öldürdüler ve büyüklenerek Rabb'lerinin buyruğundan dışarı çıktılar;
“Ey Sâlih! Eğer hakikaten gönderilen elçilerden isen, bizi tehdit
ettiğini bize getir!” dediler. Bunun üzerine hemen onları, şiddetli
sarsıntı yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çökekaldılar. (Sâlih de)
o zaman onlardan yüz çevirdi ve “Ey kavmim! And olsun ki, ben size
Rabbimin gönderilerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim, fakat siz
öğüt verenleri sevmiyorsunuz” dedi. (A‘râf/73-79)
Semûd da o uyarıları/uyarıcıları yalanladı: “Bizden bir tek insana mı,
o'na mı uyacağız? O takdirde biz kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık
içinde oluruz” dediler. “Zikir/öğüt, aramızdan o'na mı bırakıldı?
Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır.” Yarın onlar, çok yalancı,
küstahın kim olduğunu bileceklerdir. Biz onlara, kendilerine fitne
olmak üzere dişi deveyi göndereceğiz. Onun için sen onları gözetle
ve sabırlı ol. Ve onlara suyun, aralarında pay edilmiş olduğunu haber
ver; her içiş hazır kılınmıştır. Bunun üzerine arkadaşlarına
seslendiler. O da alacağını alıp inciklerini keserek öldürüverdi. Peki,
azabım ve uyarılar nasılmış? Biz onların üzerine tek sayha [korkunç
bir ses] gönderdik; ağılcının topladığı çalı çırpı gibi oluverdiler. And

74
olsun ki biz Kur’ân'ı öğüt için kolaylaştırdık. O halde var mı ibret alıp
düşünen? (Kamer/23-32)
Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i (gönderdik). Dedi ki: “Ey
kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka tanrı yoktur. O
sizi yeryüzünden yarattı. Ve sizi orada yaşattı. O hâlde O'ndan
mağfiret isteyin; sonra da O'na tevbe edin. Çünkü Rabbim çok
yakındır, kabul edendir.” Dediler ki: “Ey Sâlih! Sen bundan önce
içimizde aranan birisiydin. Babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi
engelliyor musun? Doğrusu biz, bizi kendisine çağırdığın şeyden
ciddî bir şüphe içindeyiz.” (Sâlih) dedi ki: “Ey kavmim! Eğer ben
Rabbimden apaçık bir delil üzerinde isem ve O bana kendinden bir
rahmet vermişse, buna ne dersiniz? Bu durum karşısında O'na asi
olursam beni Allah'tan kim korur? O zaman sizin de bana zarardan
başka katkınız olmaz. Ey kavmim! İşte size âyet olarak Allah'ın dişi
devesi. Artık onu bırakın, Allah'ın yeryüzünde yesin. Ve ona kötülük
dokundurmayın; sonra sizi yakın bir azap yakalayıverir.” Fakat
(Semûd kavmi) onu, inciklerini keserek öldürdüler. Bunun üzerine
(Sâlih) dedi ki: “Yurdunuzda üç gün daha yararlanın! İşte bu,
yalanlanmamış bir tehdittir.” Emrimiz gelince, Sâlih'i ve o'nunla
beraber iman edenleri, bir rahmet ile Bizden ve o günün zilletinden
kurtardık. Şüphesiz Rabbin çok kuvvetlidir, galip gelendir. Ve
zulmedenleri de o korkunç ses yakaladı ve yurtlarında diz üstü
çökekaldılar. Sanki orada hiç kalmamışlardı. Biliniz ki, Semûd kavmi
gerçekten Rabb'lerini inkâr ettiler. Biliniz ki, uzak Semûd içindir.
(Hûd/61-68)
Semûd gönderilmişleri yalanladı: Hani kardeşleri Sâlih onlara şöyle
demişti: “Sakınmaz mısınız? Gerçekten, ben sizin için güvenilir bir
elçiyim. Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Ben
sizden hiçbir ücret istemiyorum da. Benim ücretim, ancak âlemlerin
Rabbine aittir. Siz burada, güven içinde bırakılacak mısınız?
Bahçelerde ve pınarlarda? Ve ekinlerin, salkımları sarkmış
hurmalıkların arasında? Ve siz dağlardan ustaca evler yontuyorsunuz.
Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Ve
yeryüzünde bozgunculuk yapıp ıslah etmeyen o aşırı gidenlerin
emrine uymayın.” Dediler ki: “Sen, kesinlikle büyülenmişlerdensin!
Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söyleyenlerden isen,
haydi bize bir âyet getir.” (Sâlih,) “İşte bu dişi devedir; onun bir su
içme hakkı vardır, belli bir günün içme hakkı da sizindir, ona bir
kötülükle ilişmeyin, yoksa sizi muazzam bir günün azabı
yakalayıverir” dedi. Buna rağmen onlar deveyi inciklerini kesip
öldürdüler; ama pişman da oldular. Bunun üzerine onları azap
yakalayıverdi. Doğrusu bunda, büyük bir ders vardır; ama onların
çoğu iman etmediler. Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin
merhametlidir. (Şu‘arâ/141-159)
ALLAH'IN ELÇİSİ: Âyette ‫ءء‬ ‫[ ءءءء ءءء‬Allah'ın Elçisi] ifadesi
ile kasdedilen Sâlih peygamberdir. Burada adı anılmamış olsa da, bu
olayın anlatıldığı Hûd, Kamer, A‘râf, Şu‘arâ sûrelerinde olaydaki
elçinin Sâlih peygamber olduğu bildirilmiştir.
13. âyetteki Allah'ın devesi ve onun su içmesi ifadeleri tahzirdir, yani
uyarı için bir sesleniştir. Burada Elçi'nin, Allah'ın devesi ve onun su

75
içmesi demesi, yaşamasında herkes için yararlar olan bu deveye özen
gösterilmesini, onun ihmal edilmemesini hatırlatmak anlamındadır.
Bu durum, örnek vermek gerekirse, yanındaki çocuğun tehlikede
olduğunun farkında olmayan birine tehlikeyi kısa yoldan bildirmek
için “Çocuk! Çocuk!” diye seslenilmesine benzemektedir.
15. âyette Ve o bunun sonucundan korkmayarak şeklinde geçen
ifadenin en uygun anlamı, bu ifadenin “en zorlu bedbahtları kalkıp
gittiği zaman” sözlerinin yer aldığı 12. âyete durum bildiren “hâl
zarfı” olması durumunda ortaya çıkmaktadır. 15. âyetteki o zamirinin,
hemen hemen bütün meallerde yapıldığı gibi, 14. âyetteki Rabb'e irca
edilmesi dil tekniği bakımından mümkün olsa bile anlam bakımından
uygun değildir. Çünkü Allah'ın korkması söz konusu edilemez.
Anlatılan olay dikkatle izlenirse, korkması gerekirken yaptığı işin
sonucundan korkmayan kişi herhangi biri değil, 12. âyette zikredilen
bedbaht kişidir. Dolayısıyla 15. âyetteki o zamirinin merciinin 12.
âyetteki bedbaht olması gerekir.
Âyetlerde geçen bazı sözcüklerin anlamlarına bir tek sözcükle
karşılık bulmak maalesef her zaman mümkün olamamaktadır.
Genellikle yanlış olarak “kalkıp gitmek” şeklinde çevrilen inbe‘ase
sözcüğü de bunlardan birisidir.
Üç harfli kökü ‫[ ءءء‬be‘ase] olan ‫[ ءءءءء‬inbe‘ase] sözcüğü,
bulunduğu kalıp itibariyle mutavaat [dönüşlülük] anlamı kazanmakta
ve “göndermek” olan kök anlamı da “gönderilmeyi kabul edip
gitmek” şeklinde değişmektedir.
İnbe‘ase sözcüğü doğru anlamıyla değerlendirildiğinde Semûd'un en
azgını olan kişinin Allah'ın devesini kendi iradesiyle yok etmediği, bu
görevin ona başkalarınca verildiği, onun da bu görevi kabul ettiği
anlaşılmaktadır. Nitekim yukarıda verilen Kamer sûresinin 29.
âyetindeki, Bunun üzerine arkadaşlarına bağırdılar. O da alacağını
alıp inciklerini kesip öldürüverdi şeklindeki açıklama, deveyi
öldürme kararının ortak alındığını, infaz işinin ise bu karar
doğrultusunda içlerinden biri tarafından gerçekleştirildiğini
göstermektedir. Bu durumda Semûd'un bir kişinin işlediği bir suç
yüzünden değil, kavmin tağutlarınca ortak alınan bir infaz kararından
dolayı cezalandırıldığı net olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece
inbe‘ase sözcüğünün yanlış anlamlandırılması nedeniyle ortaya çıkan
ve bir kişinin işlediği suçtan dolayı bütün bir toplumun
cezalandırıldığı yönünde adalet ilkelerine ters bir izlenim veren yanlış
algı da ortadan kalkmış olmaktadır.
DEVENİN KESİLİŞ TARZI: Semûd kavmi ve Sâlih peygamberin
konu edildiği pasajlarda devenin öldürülüşü ‫‘[ ءءء‬akara] fiili ile
ifade edilmiştir. Bu sözcük de önemli ayrıntılar içermektedir.
Lisânü'l-Arab adlı eserde aşağıdaki bilgilere ulaşılmaktadır:
‘Akara fiilinin türediği ‘akr, ‘ukr köklerinin esas anlamı, “kadının
hamile kalmaması için önlem alması, doğum kontrolü” demektir.
Doğum kontrolü yapmak üzere içilen nesnelere de ‘ukr denilmiştir.
Bu bağlamda sözcüğün “bir şeyin doğasını değiştirmek, orijinalliğini
bozmak” gibi anlamlara geldiği anlaşılmaktadır. Nitekim ‘akr
sözcüğü bu anlam ekseninde “yaralamak” manasında kullanılır
olmuştur. Zira yaralama da doğallığı, orijinalliği bozmaktır.

76
‘Akr sözcüğü daha sonraları genel anlamda “yaralama” anlamını
kaybederek özellikle deve, at, koyun gibi hayvanların ayaklarının
[inciklerinin, diz ile topuk aralarının] kesilmesi anlamında
kullanılmaya başlanmıştır. Araplar deve, at, sığır ve koyun gibi
hayvanları keserken önce kılıçla hayvanın inciklerini kesip sonra da
yere yıkılan hayvanı boğazladıklarından, bu sözcük de hayvan kesim
işinin birinci aşamasını anlatmak için kullanılır olmuştur.
‘Akr sözcüğünün anlamı için bugünkü Türkçe'de bir karşılık aranacak
olursa, bizce en uygun karşılık “tırpanlamak” sözcüğüdür.
Bütün bu bilgiler ışığında, kamu yararına çalışan bir hayvan
olduğunu düşündüğümüz “Allah'ın devesi”nin Semûd kavmi
tarafından ayakta durmasını sağlayan organları kesilerek ortadan
kaldırıldığı anlaşılmaktadır. “Allah'ın devesi” ifadesinin işaret ettiği
anlam bugüne taşındığında, bu devenin işlev bakımından kamu
yararına çalışan bugünkü kamu kurumları niteliğinde olduğu izlenimi
ortaya çıkmaktadır. Devenin yok edilmesi ise bu kurumları ayakta
tutan vergi, aidat, bağış gibi gelir kaynaklarının kesilmesini,
ödenmemesini ya da yolsuzluklarla zayi edilmesini
düşündürmektedir.
A‘râf sûresi'nde daha ayrıntılı olarak görülecektir ki, Semûd kavmi
Allah'ın devesini ortadan kaldırdığı için topyekûn yok edilmemiş ama
perişan hâle getirilmiştir. Dolayısıyla açgözlülükleri yüzünden sosyal
adaleti sağlamakta ihmalkâr davranan günümüzün tağutlaşmış
toplumlarını da böyle bir perişanlık beklemektedir.18
SALÂT HERKESİN HARCI DEĞİLDİR
HUŞÛ ve RİYA
Salât her kişinin değil, er kişinin harcıdır. Bu huhsuta şu âyetler dikkatimizi
çekmektedir:
Bir de sabıra, salâta [ğitime, öğretime, sosyal destek kurumlarına]
yardım isteyin. Şüphesiz bu [salât ve sabra yardım isteme], saygılı
olanlardan; gerçekten Rabb'lerine kavuşacaklarına ve gerçekten
kendilerinin O'na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına
çok ağır gelir. (Bakara/45-46)
Öyle er kişiler ki, ticaret ve alış-veriş Allah'ı anmaktan, salâtı ikâme
etmekten ve zekât vermekten onları alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve
gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. (Nûr/37)
Şimdi de müşrik ve münâfıkların salâta yaklaşımlarıyla ilgili olan şu âyetlere
göz atalım:
Şüphesiz ki münâfıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki O,
onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta kalktıkları zaman tembel tembel
kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah'ı ancak, pek az olarak
anarlar. (Nisâ/142)
Bu nedenle, şu destekçilerin vay haline! Onlar destek verişlerinden
gâfildirler, onlar, gösteriş yaparlar, ve mâûnu vermezler. (Mâûn/4-7)
Bu âyetlerden anlaşıldığına göre toplumda iki tür salât edenler vardır. Biri, salâtı
huşû ile yapanlar, diğeri de riya için yapanlar. O nedenle huşû ifadesini iyi anlamak
durumundayız.

18
Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 511-519.

77
HUŞÛ: Huşû, “kişinin bakışını yere çevirmesi, gözünü kısması, sesi genzinden
çıkarması” demektir.19
Kur’ân'da huşû kelimesi şu âyetlerde yer almaktadır:
Kesinlikle, inananlar felah buldular [durumlarını korudular/zafer
kazandılar]. Onlar, salâtlarında huşûlu olan kimselerdir. (Mü’minûn/1-
2)
Şüphe yok ki müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min
erkekler ve mü’min kadınlar, saygıda duran erkekler ve saygıda duran
kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve
sabreden kadınlar, huşûlu erkekler ve huşûlu kadınlar, sadaka veren
erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan
kadınlar, ırzlarını muhafaza eden erkekler ve ırzlarını muhafaza eden
kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve Allah'ı çok zikreden
kadınlar; Allah, onlar için bir mağfiret ve büyük bir ödül hazırlamıştır.
(Ahzâb/35)
Ve şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah'a inananlar, size indirilene ve
kendilerine indirilene Allah'a huşû [saygı] duyanlar olarak inananlar
vardır. Onlar Allah'ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar,
ücretleri Rabb'leri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk
görendir. (Âl-i İmrân/199)
De ki: Siz ona [Kur’ân'a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce
kendilerine ilim verilenler; o [Kur’ân] onlara okunduğunda onlar,
secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve,
“Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir”
derler. Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’ân]
onların huşûunu [saygılarını, alçak gönüllüğünü] artırır. (İsrâ/107-109)
Şüphesiz senin yeryüzünü huşûlu [boynu bükük] görüp de Bizim onun
üzerine suyu indirdiğimiz zaman onun titreşmesi ve kabarması da
O'nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki ona hayat veren kesinlikle ölüleri
de diriltir. Şüphesiz O, her şeye gücü yetendir. (Fussılet/39)
Ve Zekeriyyâ; hani o, Rabbine, “Rabbim! Beni tek başıma bırakma,
Sen vârislerin en hayırlısısın” diye seslenmişti de Biz, o'nun için icabet
etmiştik. Ve kendisine Yahyâ'yı ihsan ettik. Ve o'nun için eşini
düzelttik [doğum yapmaya elverişli hale getirdik]. Şüphesiz onlar
hayırlarda yarışıyorlar, umarak ve korkarak Bize yalvarıyorlardı. Ve
Bize karşı derin saygı duyuyorlardı. (Enbiyâ/89-90)
Eğer Biz bu Kur’ân'ı bir dağa indirseydik, Allah'ın haşyetinden onu
huşû yapar [saygı duyar, baş eğmiş], parça, parça olmuş görürdün. Ve
Biz bu misalleri tefekkür ederler diye insanlara veriyoruz. (Haşr/21)
Yüzler [kişiler] var ki, o gün çalışmış, yorulmuş olmasına rağmen
eğilmiş, zillete düşmüştür. (Ğaşiye/2-4)
Baldırın çıplak kalacağı [gerçeğin bütün çıplaklığıyla ortaya konulup
işin büyümeye başladığı/işin ciddîleştiği] ve secdeye davet edildikleri
gün artık güçleri yetmez. Gözleri yere eğilmiş, kendilerini bir zillet/hor
görülme/alçalma sarmış bulunur. Oysa onlar, sağ-salim iken de
secdeye davet ediliyorlardı. O halde bu sözü yalanlayanları Bana
bırak! Biz onları bilmedikleri yerden yakalayacağız. (Kalem/42-44)
O hâlde onlardan geri dur [sırt çevir]. O günde çağırıcı'nın, nüküre
[bilinmedik, inkâr edilen, yadırganan bir şeye] çağırdığı o günde
19
Lisân, 3/101-102.

78
gözleri düşkün düşkün, o davetçiye hızlıca koşarak kabirlerinden
çıkarlar, sanki onlar darmadağın çekirgeler gibidirler. O kâfirler, “Bu,
zor bir gündür” derler. (Kamer/6-8)
Ve sen, onları zilletten dolayı başları öne eğilmiş, göz ucuyla gizli
gizli etrafa bakarlarken ona [ateşe] sunulduklarını göreceksin. İman
etmiş kimseler de, “Şüphesiz zarara uğrayanlar, kendilerini ve
ehillerini [ailelerini, yakınlarını] kıyâmet günü zarara uğratmış olan
kimselerdir” dediler. Gözünüzü açın! Şüphesiz zâlimler devamlı bir
azap içerisindedirler. (Şûrâ/45)
O gün onlar, kabirlerinden fırlaya fırlaya çıkarlar. Sanki dikili bir şeye
koşuyorlar gibi. Gözleri horluktan aşağı düşmüş ve kendileri zillete
bürünmüş bir halde. İşte bu, onların tehdit edilegeldikleri gündür!
(Me‘âric/43-44)
Yürekler o gün titreyerek çarpar. Onların gözleri saygılıdır. (Nâziât/8-
9)
O gün, hiçbir eğriliği olmayan o davetçiye uyarlar ve Rahmân için
sesler kısılmıştır. Artık sadece hafif bir ses duyacaksın. (Tâ-Hâ/108)
Ve sen kalktığın [elçilik görevini yapmak için ortaya çıktığın] ve
boyun eğenler arasında dolaştığın zaman seni gören Azîz [mutlak
galip] ve Rahîm'e [engin merhamet sahibine] güvenip dayan.
(Şu‘arâ/217-219)
İnananlar için hâlâ vakti gelmedi mi ki, kalpleri Allah'ı anmak ve
Hakk'tan gelen için ürpersin de, daha önce kendilerine kitap verilmiş,
sonra üzerlerinden uzun zaman geçmiş, dolaysıyla kalpleri katılaşmış
kimseler gibi olmasınlar. Onların çoğu da yoldan çıkmıştır. (Hadîd/16)
Bu âyetlerde görülüyor ki huşû, çoğunlukla “vücut organlarının saygısı”
anlamına kullanılmakla birlikte, “genel saygı” anlamını ifade etmektedir. Öyleyse
huşû kavramını, “gözlerimizle, sesimizle, yüzümüzle, gönlümüzle yüce
yaratanımıza karşı bilinçli olarak ve içtenlikle göstereceğimiz saygı” şeklinde
tanımlayabiliriz.
Müşrik ve münâfıklar da salât ediyorlar, ama bunu “gösteriş” amaçlı yapıyorlar:
Ve Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları halde mallarını insanlara
gösteriş yapmak için harcayan kimseleri (Allah sevmez). Şeytan kim
için arkadaş olursa, o ne kötü arkadaştır! Bir de bunlar, Allah'a ve
âhiret gününe iman etselerdi ve Allah'ın kendilerini rızıklandırdığı
şeylerden infak etselerdi ne kendilerinin aleyhlerine olurdu ki? Allah
onları çok iyi bilendir. (Nisâ/38-39)
Şüphesiz ki münâfıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki O,
onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta kalktıkları zaman tembel tembel
kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah'ı ancak, pek az olarak
anarlar. (Nisâ/142)
Bu nedenle, şu destekçilerin vay haline! Onlar destek verişlerinden
gâfildirler, onlar, gösteriş yaparlar, ve mâûnu vermezler. (Mâûn/4-7)
Ve onların Beyt'in [Ka‘be'nin] yanındaki salâtları, sadece, ıslık
çalmak ve el çırpmaktır. –Öyleyse küfretmiş olduğunuzdan dolayı bu
azabı tadınız!– (Enfâl/35)
Şu, Allah yolunda mallarını bağışlayan, sonra verdiklerinin arkasından
başa kakmayan ve incitmeyen kimselerin mükâfâtları Rabb'lerinin
yanındadır. Onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar
üzülmeyeceklerdir. Ma‘rûf söz [bir tatlı dil, güzel söz] ve bağışlamak,

79
kendisini eza [incitme, başa kakma] izleyen bir sadakadan daha
hayırlıdır. Allah, ğanî'dir [zengindir; hiçbir şeye muhtaç değildir],
halîm'dir [yumuşak davranandır]. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a ve
son güne inanmadığı halde malını insanlara gösteriş için bağışlayan
kimse gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ederek boşa
çıkarmayın. İşte onun durumu, üzerinde biraz toprak bulunup da
üzerine bir sağanak isabet ettiği zaman, sağanağın cascavlak olarak
bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey
elde edemezler. Ve Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez.
(Bakara/262-264)
Bu âyetlere dikkat edildiğinde, kâfirlerin de salât ettikleri, ama onların salâtı,
birtakım kötü amaçlar için yaptıkları ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki: Bu âyetlerde
sadaka verenlerin (sadaka da salât kapsamındadır; sosyal destektir), sırf insanlara
gösteriş yapma, caka satma amacı güttükleri ve sadaka verdikleri kişileri minnet
duygusu altında bırakmayı ve bundan maddî ve manevî çıkar sağlamayı
hedefledikleri bildirilmektedir.
Bu âyetlerden anlaşılan o ki, kişi, yaptığı salâtı, şükür ve Allah'ı hoşnut etmek
için yapmalıdır. Allah'ın kendisine verdiği akıl, fikir, bilgi, deneyim, mal, mülk,
servet, sağlık gibi nimetlerin karşılığını huşû ile, tepeden tırnağa Allah'a saygıyla
ödemelidir. Kendisine verilmiş nimetlerin gerçek sahibinin kendisi olmayıp Allah
olduğunu bilmelidir. Sebe halkı ve Kârûn gibi şımarmamalıdır. Rabbimiz bunların
durumunu bize örnek olarak vermiştir:
Şüphesiz Kârûn, Mûsâ'nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık
etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, şüphesiz onun anahtarları
güçlü kuvvetli bir topluluğa ağır gelirdi. Bir zaman kavmi ona demişti
ki: “Şımarma! Şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez. Ve Allah'ın sana
verdiğinde âhiret yurdunu iste, dünyadan da nasibini unutma! Allah'ın
sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun. Ve yeryüzünde
bozgunculuğu isteme. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” O
[Kârûn], “O [servet], bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi”
dedi. Bilmez miydi ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha
güçlü, ondan daha çok topluluğu [taraftarı, birikimi] olan kimseleri
kesinlikle helâk etmişti. Ve günahkârlar günahlarından sorulmaz
[Allah onların hepsini bilir]. Derken o [Kârûn], ziynet [ihtişam] içinde
kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyen kimseler, “Keşke
Kârûn'a verilen gibi bizim de olsaydı! Şüphesiz ki o [Kârûn], çok
büyük bir nasip sahibidir” dediler. Ve kendilerine ilim verilmiş olan
kimseler ise, “Yazıklar olsun size! İman eden ve sâlihi işleyen
kimseler için Allah'ın mükâfatı daha hayırlıdır. Ona da ancak
sabredenler kavuşabilir” dediler. Sonunda Biz onu ve evini yere
geçirdik. Artık Allah'ın astlarından kendisine yardım edecek bir
taraftar da olmadı ve o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de
değildi. Ve daha dün onun yerinde olmayı isteyenler, “Demek ki Allah
kullarından dilediğine rızkı genişletiyor ve daraltıyor. Şayet Allah bize
lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Ve demek
ki inkârcılar felâh bulmuyorlar” diyerek sabahladılar. İşte âhiret yurdu!
Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan
kimseler için kılarız. Ve akıbet, takvâ sahipleri içindir. (Kasas/76-83)
Andolsun ki, Sebe kavmi için iskan ettikleri yerde bir âyet vardı:
Sağdan ve soldan iki bahçe! –“Rabbinizin rızkından yiyin ve O'nun

80
için şükredin [karşılığını ödeyin]! Ne güzel bir belde ve çok
bağışlayıcı bir Rabb!”– Fakat onlar yüz çevirdiler [karşılığını
vermediler]. Biz de üzerlerine arim [barajların] selini salıverdik ve iki
bahçelerini onlara buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sidir ağacı
bulunan iki bahçeye çevirdik. Bu, onların küfretmeleri nedeniyle
Bizim onları cezalandırmamızdır. Ve Biz sadece çok nankör olanları
cezalandırırız. Ve Biz onlarla o bereket verdiğimiz memleketler
arasında, sırt sırta şehirler meydana getirmiştik. Ve onlara da
muntazam gidiş-geliş düzenledik: –Buralarda gecelerce ve
gündüzlerce [sürekli] emniyet içinde gidin-gelin!– Sonra da onlar,
“Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır!” dediler ve nefislerine
zulmettiler. Şimdi de Biz onları ehadis [efsaneler] kıldık ve tamamen
didik-didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda tüm çok şükreden sabırlı için
elbette âyetler vardır. Ve andolsun ki, İblis onlar hakkındaki zannını
tasdik etti de mü’minlerden ibaret bir kesimden başkası ona [İblis'e]
uydular. Halbuki onun [İblis] için onlar üzerinde hiçbir sultan [kudret]
yoktu. Fakat Biz âhirete imanı olanı, ondan şekk içinde bulunandan
[yeterli bilgisi olmayandan] ayırt edecektik. Ve senin Rabbin her şeyi
iyice koruyandır. (Sebe/15-21)
Ve onlara, iki adamı örnek ver: Biz bunlardan birine her türlü
üzümlerden iki bağ kıldık ve ikisinin [iki bağın] etrafını hurmalarla
donattık. Aralarında da bir ekinlik kıldık. Her iki bahçe de, hiçbir şeyi
eksik bırakmaksızın, ürünlerini verdiler. Aralarında da ırmak
yardık/akıttık. Bu kişi [iki bağın sahibi] için ayrıca başka gelir de
vardı. Bundan dolayı bu adam arkadaşına konuşarak, “Ben, malca
senden daha çok, insan sayısı bakımından da senden daha güçlüyüm”
dedi. Ve bu adam, kendine zulmederek bağına girdi: “Ben, bunun hiç
yok olacağını sanmıyorum. Ben Saat'in kopacağını da zannetmiyorum.
Velev ki Rabbime geri götürüldüm, kesinlikle orada bundan daha iyi
bir sonuç bulurum” dedi. Arkadaşı konuşarak ona, “Seni topraktan,
sonra bir damla sudan yaratan, daha sonra da seni olgun insan haline
getireni mi inkâr ediyorsun? Fakat ben; O, benim Rabbim Allah'tır. Ve
ben Rabbime kimseyi ortak koşmam. Kendi bağına girdiğin zaman,
“Maşallâh, lâ kuvvete illâ billâh [Allah ne isterse o olur. Allah'tan
başka hiçbir güç yoktur]” deseydin ya! Sen her ne kadar beni, malca
ve evlatça kendinden az görüyorsan da, belki Rabbim, bana, senin
bağından daha hayırlısını verir. Seninkinin üstüne de gökten felaketler
gönderir de o [senin bağ], kaygan bir toprak haline geliverir. Yahut
bağının suyu yerin dibine çekilir de bir daha onu aramaya güç
yetiremezsin” dedi. Ve o, serveti ile kuşatma altına alındı [bitirildi].
Bunun üzerine onda [bağında] yaptığı harcamalara karşı ellerini
ovuşturmaya başladı. O [bahçe], çardakları üzerine yıkılmış kalmıştı,
O da, “Ah n’olaydım! Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmasaydım”
diyordu. O kişi için Allah'ın astlarından yardım edecek bir topluluk
olmadı. Ve kendisi de öç alacak biri değildi. (Kehf/32-43)
Görülüyor ki, yaptığı salâtı huşû ile yapmayıp, salât malzemesinin Allah'tan
olduğunu kabul etmeyerek, saygısızca ve kişisel çıkarı için gösterişle yapanlara
yaptıklarının hayrı dokunmayacaktır.
Bakara/264'ün son bölümündeki, İşte onun durumu, üzerinde biraz toprak
bulunup da üzerine bir sağanak isabet ettiği zaman, sağanağın cascavlak olarak

81
bıraktığı kayanın durumu gibidir. Onlar, kazandıklarından hiçbir şey elde
edemezler ifadeleriyle muazzam bir benzetme yapılarak, bununla riyakârların
inanmadan yaptıkları salât ve hayırların Allâh nezdinde geçersiz olacağı, hiçbir işe
yaramayacağı gerçeği öğretilmektedir.
Ve kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o takdirde hiçbir zaman ondan
kabul edilmeyecektir. Ve o [İslâm'dan başka din arayan kimse] âhirette
zarar edenlerden olacaktır. (Âl-i İmrân/85)
Peki o kâfirler, Benim astlarımdan birtakım velîler edineceklerini mi
sandılar? Şüphesiz Biz cehennemi o kâfirlere bir konukluk olarak
hazırladık. De ki: “Ameller bakımından en çok zarara uğrayanları
haber verelim mi? Onlar, kendileri sanat/sanayi olarak, güzellik
ürettiklerini sanırken basit hayatta çalışmaları da boşa gitmiş olan
kimselerdir.” İşte onlar, Rabb'lerinin âyetlerini ve O'na ulaşmayı inkâr
etmiş kimselerdi de bu yüzden yaptıkları bütün amelleri boşa gitti.
Artık kıyâmet günü onlar için hiçbir ölçü tutturmayız [hiçbir değer
vermeyiz]. İşte, inkâr etmeleri, Benim âyetlerimi ve elçilerimi alaya
almaları sebebiyle, onların cezaları cehennemdir. (Kehf/102-106)
ALLAH SALÂTI HER ELÇİ İLE İLETMİŞTİR
Rabbimiz, “salâtı ikâme et” emrini tüm insanlığa her elçisiyle ilettiğini beyan
etmiştir.
Peygamberimize:
Öyleyse Rabbin için salât et [zihnî ve mâlî destek sağla, sosyal yardım
yap, şirke ve tağuta karşı çaba göster] ve nahr yap! (Kevser/2)
İman eden kullarıma söyle: “Salâtı ikâme etsinler, alış-veriş ve
dostluğun olmadığı bir günün gelmesinden önce, kendilerini
rızklandırdığımız şeylerden açık ve gizli olarak infakta bulunsunlar.”
(İbrâhîm/31)
Onların mallarından sadaka al ki, onunla [sadaka ile] kendilerini
temizlersin ve arındırırsın. Bir de onlara destek ol. Şüphesiz senin
desteğin onlar için bir huzurdur. Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir.
(Tevbe/103)
Ve ehline salâtı emret, kendin de ona sabırla devam et. Biz senden bir
rızk istemiyoruz. Seni Biz rızklandırıyoruz. Akıbet takvâ içindir. (Tâ-
Hâ/132)
Sana kitaptan vahyedileni oku ve salâtı ikâme et. Muhakkak ki salât
fahşâ'dan ve kötülükten alıkoyar. Ve Allah'ın anılması, elbette daha
büyüktür. Ve Allah ürettiğiniz [yaptığınız] şeyleri bilir. (Ankebût/45)
De ki: “Benim salâtım [sosyal desteğim], ibadetim, hayatım ve
ölümüm sadece Kendisinin ortağı olmayan âlemlerin Rabbi Allah
içindir. Ve ben böyle emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.”
(En‘âm/162-163)
Mûsâ peygambere:
Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi: “Mûsâ! Ben, senin Rabbin
olan Ben'im. Hemen iki nalınını çıkar, şüphesiz sen temizlenmiş
vâdide, Tuva’dasın/iki kere temizlenmiş bir vâdidesin. Ve Ben seni
seçtim; O hâlde vahyedilecek olan şeye kulak ver. Hiç şüphesiz ki
Ben, Allah'ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O
hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikâme et. Şüphesiz ki o
saat [kıyâmet] gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın
diye neredeyse gizleyeceğim.” (Tâ-Hâ/11-15)

82
Ve Biz Mûsâ ile kardeşine, “Kavminiz için Mısır'da birtakım evler
hazırlayın ve evlerinizi kıble kılın ve salâtı ikâme edin ve mü’minlere
müjde verin!” diye vahyettik. (Yûnus/87)
Îsâ peygambere:
O [beşikteki çocuk] dedi ki: “Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. O bana
kitabı verdi ve beni bir peygamber kıldı [yaptı]. Beni, ben nerede
olursam olayım mübarek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe bana
salâtı [sosyal desteği] ve zekâtı tavsiye etti. Ve beni, anneme iyi
davranan bir kimse (kıldı). Ve beni bir zorba, bir mutsuz kılmadı. Ve
doğurulduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak ba‘s olacağım
[yeniden diriltileceğim] gün, selâm benim üzerimedir. Ve şüphesiz
Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde O'na ibadet
edin, işte bu, dosdoğru yoldur.” (Meryem/30-33, 36)
İbrâhîm peygambere:
Ve hani bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve
oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz onlar
[putlar] insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa,
artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse, … Artık Sen
şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz!
Şüphesiz ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikâme etmeleri için,
senin dokunulmazlaşmış Ev'inin yanında, ekinsiz bir vâdiye
yerleştirdim. Rabbimiz! Onların şükretmeleri için artık Sen de
insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı
meyvelerden rızklandır. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz
şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. –Ve yerde ve gökte,
hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.– İhtiyarlık halimde bana İsmâîl'i ve
İsâak'ı lütfeden Allah'a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi
işitendir. Rabbim! Beni salâtı ikâme eden kıl, soyumdan da. Rabbimiz!
Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde benim için,
anam-babam için ve mü’minler için mağfirette bulun!” demişti.
(İbrâhîm/35-41)
İshâk ve Ya‘kûb peygamberlere:
Ve Biz o'na İshâk'ı, ilave olarak da Ya‘kûb'u bağışladık. Ve hepsini iyi
kimseler yaptık. Ve Biz onları, Bizim emrimizle kılavuzluk yapan
önderler kıldık. Ve Biz onlara hayırlar işlemeyi, salâtı ikâme etmeyi,
zekâtı vermeyi vahyettik. Ve onlar, sadece Bize kulluk yapanlar idiler.
(Enbiyâ/72-73)
Zekeriyyâ peygambere:
Sonra o [Zekeriyyâ] mihrabda dikilmiş destek verirken [eğitim,
öğretim yaptırırken] melekler o'na, “Şüphesiz Allah sana, Allah'tan bir
kelimeyi doğrulayıcı, efendi [bir önder], iffetli bir peygamber olarak,
sâlihlerden müjdeliyor” diye seslendiler. (Âl-i İmrân/39)
İsmâîl peygambere:
Ve o ehline [ailesine, çevresine] salâtı [sosyal desteği] ve zekâtı
emrederdi. Ve o Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti. (Meryem/55)
Lokmân peygambere:
Ve hani bir zaman Lokmân, oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum!
Allah'a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah'a ortak koşmak],
kesinlikle büyük bir zulümdür. Ey oğulcuğum! Şüphesiz o [şirk,
işlenen kötülük] bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde

83
yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir.
Şüphesiz Allah en latif, hakkıyla haberdar olandır. Yavrucuğum! Salâtı
ikâme et, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Sana isabet edene de
sabret. Şüphesiz bunlar, işlerin kesin olanlarındandır. Ve insanlar için
avurdunu şişirme [suratını asma] ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme.
Şüphesiz ki Allah bütün övünen ve kuruntu edenleri sevmez. Ve
yürüyüşünde mutedil ol, sesinden kıs. Şüphesiz seslerin en yadırgananı
kesinlikle eşeklerin sesidir” demişti. (Lokmân/13, 16-19)
Şu‘ayb peygambere:
Onlar dediler ki: “Ey Şu‘ayb! Atalarımızın taptıklarını veya
mallarımızda dilediğimizi yapmayı terk etmeyi sana senin salâtın mı
emrediyor? Şüphesiz sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir
adamsın.” (Hûd/87)
İsrâîloğulları'na:
Ve hani bir vakitler İsrâîloğulları'ndan misak [kesin bir söz] almıştık:
“Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya iyilik,
yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik yapacaksınız,
insanlara güzellikle söz söyleyiniz salâtı ikâme ediniz ve zekâtı
veriniz. Sonra çok azınız müstesna olmak üzere sırt çevirdiniz. Ve siz
yüz çevirenlersiniz. (Bakara/83)
Allah, İsrâîloğulları'ndan söz almıştı. İçlerinden on iki nakib
[müfettiş/başkan] göndermiştik. Ve Allah demişti ki: “Ben, muhakkak
sizinle beraberim. Salâtı ikâme eder, zekâtı verir, peygamberlerime
iman eder, onları destekler ve Allah'a güzelce borç verirseniz,
andolsun ki sizin günahlarınızı örteceğim ve sizi altından ırmaklar
akan cennetlere girdireceğim. İşte sizden her kim de, bundan sonra
küfrederse, gerçekten dosdoğru yoldan sapmış olur. (Mâide/12)
İman edenlere:
Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. O, sizi O seçti ve dinde;
babanız İbrâhîm'in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha
önce ve işte bunda [Kur’ân'da], Elçi'nin size şâhid olması, sizin de
insanlara şâhid olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi.
Öyleyse, salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve Allah'a sarılın. O, sizin
mevlanızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır[. O, ne
güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78)
Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman,
Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz,
işte bu, sizin için en hayırlıdır. Sonra da salât gerçekleştirildiğinde
yeryüzünde dağılın ve Allah'ın lütfundan arayın. Ve felah bulmanız
[zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız] için Allah'ı çok anın.
(Cum‘a/9-10)
Hiç kuşkun olmasın, Rabbin senin gecenin üçte-ikisinden daha azını,
yarısını, üçte-birini ayakta geçirmekte olduğunu biliyor. Seninle
beraber olanlardan bir grup da öyle. Allah, geceyi de gündüzü de
ölçüye bağlar. Sizin onu kuşatamayacağınızı bildi de size tevbe nasip
etti. O hâlde Kur’ân'dan kolay geleni okuyun! Sizden hastalar
olacağını bildi. Bir kısmının yeryüzünde dolaşıp Allah'ın fazlından bir
şeyler isteyeceklerini, diğer bir kısmının da Allah yolunda
çarpışacaklarını bildi. O hâlde ondan kolay geleni okuyun! Salâtı
ikâme edin, zekâtı verin! Güzel bir ödünçle Allah'a ödünç verin! Öz

84
benlikleriniz için önden gönderdiğiniz iyiliğin, Allah katında hayrını
daha çok, ödülünü daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan af
dileyin! Hiç kuşkusuz Allah çok affedici, çok esirgeyicidir.
(Müzzemmil/20)
Tüm insanlığa:
Ve rahmet olunmanız için salâtı ikâme edin [zihnî ve mâlî desteği
oluşturun ve ayakta tutun[, zekâtı verin ve o Elçi'ye itaat edin.
(Nûr/56)
Kalben O'na yönelenler olarak, O'na takvâlı davranın, salâtı ikâme
edin, müşriklerden; dinlerini parça parça bölmüş, fırka fırka olmuş
kimselerden de olmayın. –Her fırka kendi yanlarındaki şeylerle
böbürlenmektedir.– (Rûm/31-32)
Ve siz salâtı ikâme edin ve zekâtı verin! Kendiniz için önceden her ne
iyilik yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah,
yaptıklarınızı en iyi görendir. (Bakara/110)
SALÂT DİNİN VİTRİNİDİR
Salâtın; dini temsil ettiği, dinin vitrini olduğu hususu en açık biçimde, Şu‘ayb
peygamberin salâtı ile ilgili âyette belirtilmiştir:
Onlar dediler ki: “Ey Şu‘ayb! Atalarımızın taptıklarını veya
mallarımızda dilediğimizi yapmayı terk etmeyi sana senin salâtın mı
emrediyor? Şüphesiz sen yumuşak huylusun ve aklı başında bir
adamsın.” (Hûd/87)
Bu âyette geçen, Mallarımız konusunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi
sana salâtın mı emrediyor? ifadesindeki salât sözcüğü, “din”i temsil etmektedir.
Çünkü nasıl bir insanın yüzünün fotoğrafı, o insanın kimliğinin belirlenmesinde
yeterli ve geçerli bir delil sayılıyorsa, sosyal yardım inancı ve ameli olan salât da,
“din”in dışa yansıyan en önemli özelliği olarak “din”i temsil etmekte, “din”in en
belirleyici göstergelerinden birini teşkil etmektedir.
Rabbimiz salâtın, dini temsil ettiğini, değişik ifadelerle (meselâ, salâtı
mü’minlerin, muttakilerin, uyarıyı kabul edebilecek kişilerin özelliklerinden
göstererek, rahmet olunmak için gerekli olduğunu söyleyerek, imanın belirtisi
sayarak, salâtın “birr” sayılan davranışlardan olduğunu bildirerek) başka âyetlerde
de dile getirmiştir:
İşte bu kitap; kendisinde kuşku yoktur, gaybda iman eden, salâtı
ikâme eden, kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infak eden, sana
indirilene ve senden önce indirilene iman eden muttakiler –ki bunlar,
âhirete de kesinlikle inanırlar– için bir kılavuzdur. (Bakara/2-4)
Ve onlar [mü’minler], salâtlarını koruyan kimselerdir. (Mü’minûn/9)
Ve yük çeken bir kimse, başkasının yükünü yüklenmez. Eğer ağır
yüklü bir kimse, onun yüklenilmesine çağırsa da ondan hiç bir şey
yüklenilmeyecek; bir akrabası olsa bile. Şüphesiz sen ancak
Rabblerine karşı gaybda haşyet duyan ve salâtı ikâme edenleri
uyarırsın. Her kim arınırsa ancak kendisi için arınır. Dönüş de yalnızca
Allah'adır. (Fâtır/18)
Hiç şüphesiz şu, Allah'ın kitabını okuyan, salâtı ikâme eden ve
kendilerini rızklandırdığımız şeylerden gizli ve açık olarak veren
kimseler, O [Allah], mükâfatlarını kendilerine tastamam versin ve
lütfundan kendilerine artırsın diye, kesinlikle batma ihtimali olmayan
bir ticareti umarlar. Hiç şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve karşılık
vericidir. (Fâtır/29-30)

85
Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler, sana
indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler. Onlar, salâtı
ikâme eden, zekâtı veren, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlerdir.
İşte onlar, Bizim büyük bir mükâfât vereceklerimizdir. (Nisâ/162)
Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz birr değildir. Ama birr,
Allah'a, Âhiret Günü'ne/Son Gün'e, meleklere, Kitab'a, peygamberlere
inanmak; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve
dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], Allah sevgisi için
vermek ve salâtı ikâme etmek, zekâtı vermektir. Ve sözleştiklerinde,
sözlerini tastamam yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş
zamanlarında sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. Ve işte onlar
takvâlı olanların ta kendileridir. (Bakara/177)
Ve rahmet olunmanız için salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve o Elçi'ye
itaat edin. (Nûr/56)
SALÂTA KATILMANIN ŞARTLARI
Salât'ı, “namaz” olarak kabul eden anlayış sahipleri, Mâide/6'daki yıkanmayı,
namazın olmazsa olmazı görmüş ve Mâide/6 âyetini de “abdest âyeti” ilan
etmişlerdir:
Ey iman etmiş kişiler! Salâta [eğitime-öğretime, sosyal yardım
çalışmasına] doğru kalktığınız zaman, hemen yüzlerinizi ve dirseklere
kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı ve iki topuğa kadar ayaklarınızı el
ile silin. Ve eğer cünüb [kopuk; şehveti kabarık] iseniz temizlik üstüne
temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, sükûnete erin ve yıkanın]. Ve eğer
hasta iseniz yahut yolculukta iseniz, yahut sizden birisi çukurdan
[tuvaletten] gelmişse yahut kadınlarla temaslaştıysanız [cinsel ilişkiye
girdiyseniz], sonra da su bulamamışsanız, hemen temiz bir toprağa
yönelin. Sonra da ondan [temiz topraktan] yüzlerinizi ve ellerinizi el
ile silin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi
temizlemek ve şükredesiniz diye üzerinizdeki nimetini tamamlamak
ister. (Mâide/6)
Oysa, Kur’ân'daki Hucurât, Mücâdele ve Nûr sûreleri ile târih kitaplarının
verdiği bilgilere göre, Kur’ân'ın indiği dönemdeki Arap toplumu; kapı çalmasını ve
başkasının evine nasıl girileceğini bilmeyen, konuşup görüşme saygısından bihaber,
topluca yemek yeme adabından yoksun, toplum içi ilişkileri yok denecek kadar
zayıf ve en kötüsü de temizlik kültürü olmayan bir kitledir. Nitekim bu, üstü-başı
kirli, ayağı çamurlu, eli hamurlu, ağzı soğan-sarımsak kokan insanların mescide de
bu hâlleriyle geldikleri, hatta hacetlerini bile mescidin ortasına yaptıkları hakkında
birçok belge mevcuttur. İşte “abdest âyeti” denen Mâide/6 âyeti, aslında o günkü
Araplara, toplum içine temiz olarak çıkmalarını öğretmeye yönelik bir âyettir. Bu
durum ayrıca şu âyetle de vurgulanmıştır:
Ey Âdemoğulları! Her mescidin yanında süslerinizi alın, yiyin-için
fakat savurganlık etmeyin; kesinlikle Allah savurganları sevmez. De
ki: “Allah'ın kulları için çıkardığı ziynetleri ve tertemiz rızkları kim
haram etmiş?” De ki: “Bunlar, iğreti hayatta inananlar içindir, –
kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–.” İşte böylece Biz,
âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz. (A‘râf/31-32)
Bu âyetlerden açıkça anlaşıldığına göre, insanların temizlenmeleri, temiz elbise
giymeleri ve ziynetlerini takınmaları kendi aralarındaki ilişkilere yöneliktir.
Birbirlerini sevip sayabilmeleri için bunlar da gereklidir.

86
Bazılarının, Allah'ı da vâliye, kaymakama kıyas ederek bunların huzuruna
çıkıldığı sıradaki giyim, kuşam ve temizlik olgusunu Allah'a da uyarlamaları,
Allah'ı hakkıyla takdir edememekten kaynaklanmaktadır. Hâlbuki Allah insanların
dış görünümünü dikkate almaz, aksine kalplere nazar eder. Ve insan, her an, her
yerde ve her durumda O'nun huzurundadır. Allah, huzuruna kabul için herhangi bir
işlem talep etmez.
Diğer taraftan, yine aynı anlayış sahipleri, gerek Mâide/6 ve Nisâ/43'de geçen
“cünüblük”, gerekse Nisâ/43'de geçen “sarhoşluk” hâlleri ile ilgili olarak yanlış
tanımlar vermek sûretiyle müslümanları yanlış yönlendirmişlerdir. İşin doğrusu ise
aşağıdaki tahlililerimizde yer almaktadır:
Ey iman etmiş kişiler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar,
cünüb [kopuk; şehveti kabarık] iken de –yolcu olanlar müstesna–
yıkandırılıncaya kadar salâta yaklaşmayın. Eğer hasta iseniz veya
yolculukta bulunursanız veyahut biriniz çukurdan [tuvaletten[ geldiyse
veya kadınlarla dokunuştuysa, su da bulamamışsanız o zaman, hemen
tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile
silin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır. (Nisâ/43)
CÜNÜBLÜK ve CENÂBET
Fıkıh ve İlmihal kitaplarında cünüblük “boy abdesti almayı gerektiren durum;
büyük abdestsizlik hâli”; cenâbet de, “bu durumda olup da henüz gusletmemiş olan
kimse” olarak tanımlanmış ve “Cinsel ilişkide bulunmuş yahut rüyada ihtilâm
olmuş veya birine bakmakla ya da dokunmakla kendisinden şehvetle inzal vaki
olmuş kimseye cünüb, bu durumuna da cenâbet denir” şeklinde açıklamalar
getirilmiştir.
Bu tanım ve açıklamalardan hareketle; meni gelmese bile cinsel ilişkiye giren
erkek ve kadının cünüb olacakları, erkeğin menisinin gelmesiyle, kadının da
oynaşma, bakma, düşünme veya benzeri sebeplerle iğtilâm/ihtilâm olmasıyla cünüb
sayılacakları, rüya veya başka bir yolla tatmin sonucu meydana gelen boşalmanın
cünüblüğe yol açacağı hükme bağlanmıştır.
Bu hükümlerden yola çıkarak da cünübün; mescide girmesi, namaz kılması,
namaz kıldırması, oruç tutması, Kur’ân okuması, Kur’ân'a el sürmesi, kendisine
Kur’ân okunması, Ka‘be'yi tavaf etmesi haram sayılmıştır.
Bu yasaklamaların yanısıra, cünüblüğün kötülüğü hakkında da; “Cünübün
bulunduğu yere melek girmez”, “Cünübün bastığı toprakta ot bitmez”,
“Yıkanıncaya kadar bastığı toprak, yattığı yatak cünübe lânet eder” gibi tehditler –
hem de Peygamberimize isnad edilerek– savrulmuştur.
Hâlbuki Kur’ân'da zikredilen cünüblük, yukarıda tanımlanan cünüblük-
cenâbetlik değildir. Bize göre bunlar, insanları dinden ve eğitimden uzak tutabilmek
için uydurulmuştur ve ne acıdır ki Peygamberimizin adı buna alet edilmiştir.
Bu yanlışlık öyle yaygın bir hâle gelmiştir ki, cünüb sözcüğüne, sözlüklerde de
–sanki İslâm'dan evvel bu sözcük Arap dilinde yokmuş gibi– yukarıda naklettiğimiz
terimsel anlam çerçevesinde karşılıklar verilmiş, dolayısıyla klasik kaynaklarda da
aynı minvalde bilgiler yer almıştır:
Cünüb lafzının müennesi de yoktur, tesniye ve çoğulu da yoktur.
Çünkü bu kelime, buud ve kurb [uzaklık ve yakınlık] kelimesi gibi
mastar veznindedir. Bazan bu kelimeyi hafifleterek, cenb derler.
Kelimeyi bu şekilde okuyanlar da olmuştur.
el-Ferrâ der ki: Kişi cünüb oldu ifadesi, cenâbet'ten gelmektedir. Bir
şivede cünüb kelimesinin, tıpkı unk ve a’nâk, tunub ve etnab [boyun,
boyunlar, çadır kazığı ve kazıklar] gibi çoğul yapıldığı da

87
söylenmiştir. Tekili kasdederek cânib diye bu kelimeyi kullanmak
halinde, çoğul için cünnab tabiri kullanılır. Binici ve biniciler için
râkib ve rukkâb demek gibi. Kelime asıl itibariyle “uzaklık” demektir.
Âdeta cünüb, şehvetle çıkardığı su dolayısıyla namaz halinden
uzaklaşmış gibi olduğundan bu ismi alır. Şair der ki:
Beni (yanında esir bulunan) kardeşimden uzak tutarak mahrum etme!
Çünkü ben, çadırlar ortasında garip kalmış bir kimseyim.
Cünüb adam, “yabancı adam” anlamına da kullanılır. Aynı şekilde
cenâbet [mücânebet], “erkeğin kadın ile içli-dışlı olması” demektir.20
SÖZCÜĞÜN ESAS ANLAMI
‫[جنب‬cenb] sözcüğünün türevlerinden olan ‫ب‬ ْ ‫جُن‬
ُ [cünüb] sözcüğü ile ilgili olarak
klasik eserlerde şu bilgiler görülmektedir:
Cenb sözcüğü ise, “bir şeyin parçası, küçük-büyük bir şeyden
koparılan parça” demektir. Canib ve cünüb sözcükleri, “ğarîb” [çok
uzak olan] demektir. Cenebe'r-raculü ifadesi, “kişi onu defetti,
uzaklaştırdı” demektir. Ezherî şöyle demiştir: “Salât mevzilerine
yaklaşması yasaklandığı için ‘cünüb’ denmiştir.” İbn Esîr dedi ki:
“Cünüb, ‘cima ve meninin çıkışı ile üzerine yıkanmak vacib olan kişi’;
cenâbet, ‘meni’ demektir.”21
Ancak, Lisân'da zikredilen Ezherî ve İbn Esîr'e ait görüşleri kabul etmek
mümkün değildir; zira bu sözcük, Kur’ân'dan evvel de Arap dilinde mevcuttu.
Cünüb olarak salât mevzilerine [musallâya; eğitim-öğretim ve sosyal yardım, destek
yerlerine] yaklaşılması, Kur’ân ile yasaklanmıştır.
CÜNÜBLÜK ve KUR’ÂN
Cünüb sözcüğü Kur’ân'da 2 âyette aynen olmak üzere, farklı türevleriyle toplam
33 kez yer alır. Sözcüğün türevlerinin hepsi de “ana maddeden uzak parça” anlamı
ekseninde olup, bunların Nisâ/36, 43; Kasas/11 ve Mâide/6 âyetlerindekileri cünüb
kalıbında, diğerleri farklı kalıplardadır. Meselâ, farklı kalıplarda olanlardan
Zümer/17, Nisâ/31, Şûrâ/37, Necm/53, Nahl/36, Hacc/30, Hucurât/12, Mâide/90 ve
İbrâhîm/35 âyetlerindeki sözcükler, Türkçe'ye de aynen Arapça'daki anlamıyla
girmiş olan, “uzak durma, kaçınma” anlamındaki “ictinab” formuyla yer almıştır:
Ve hani bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve
oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!” (İbrâhîm/35)
Bu sözcüğün türevlerinden, cânib, ecnebi, cenâb formaları da aynı anlamda
Türkçeleşmiş olup, cânib; “yan, kenar”, ecnebi; “yurdundan kopmuş; yabancı”
demektir. Cenâb sözcüğü ise “eksikliklerden uzaklaşmış” anlamındadır ki bu
sözcük başta Allah için “Cenâb-ı Hakk, Cenâb-ı Allah” diye kullanılmakta, bazen
saygın kimselere, “… cenâbları” denmektedir.
Özetlersek cünüb sözcüğü kısaca; “uzak olan, kopuk olan” anlamına gelir.
Nisâ/43 ve Mâide/6 âyetleri ışığında değerlendirilecek olursa bu sözcüğün;
“şehvetin kabarması, nefsin uyanması sebebiyle hayattan kopuk olan, dengesini
yitirmiş, sağduyulu davranamayan” demek olduğu anlaşılır. Zira herkesin bildiği
gibi, bu hâldeki insan hayattan, dünyadan kopuk olur, sağduyusunu yitirir. Nitekim
böyle kişilere halk arasında, “Aklı bilmem neyinde” denir ve insanın bu duruma
gelmesine sebep olan fizikî hazların tatmin aracı olan organlar için de “dini-imanı
olmaz” tabiri kullanılır.
Buradan anlaşılan odur ki cünüblük, “meninin gelmesi ile yıkanma arasındaki
hâl” değil, “şehvetin kabarması ile meninin inmesi arasındaki gergin hâl”dir.
20
Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur’ân.
21
Lisân, 2/216-222; Tâc, 1/377, 86.

88
İşte Rabbimiz, hem Nisâ/43 hem de Mâide/6 âyetlerinde, kişilerin bu gergin
hâlde iken salâta çıkmamalarını, yani eğitim-öğretim ve sosyal destek mahallerine
gelmemelerini öngörmüştür. Bir başka ifade ile, şehvet kabarması sebebiyle
hayattan kopuk olan ve sağduyulu davranamayan insanların bu gibi sosyal
faaliyetlere katılmalarını yasaklamış, gergin olanların önce nefislerini
söndürmelerini, sonra da yıkanıp toplum huzuruna çıkmalarını emretmiştir. Çünkü
sükûnete eren insanın zihninde cünüblük hâlinin yol açtığı dikkat toplama sorunu
olmayacak; aksine sakin ve anlayışlı olarak salâtın gereğini yerine getirebilecektir.
Zaten sükûnete ererek dinginleşmiş insanın kimseye zararı dokunmayacağından,
onun toplumdan uzak tutulmasının da bir anlamı yoktur, lanetlenmeleri anlamsızdır.
SARHOŞLUK
Âyette geçen ‫[ سكارى‬sükârâ] sözcüğü, ‫[ سكر‬sekr] sözcüğünün türevlerindendir
ve sekr sözcüğü Lisânu'l-Arab'da sahv'ın karşıtı olarak gösterilmiştir.22 Bu durumda
sekr sözcüğünü daha iyi anlamak için, sahv sözcüğünün de ne anlama geldiğini
bilmek gerekmektedir.
Allâme İbn Manzur ‫[ صحو‬sahv] sözcüğünü şöyle açıklamıştır:
Sahv; “bulutun gitmesi, gökyüzünün berraklığı, sarhoşluğun gitmesi,
bâtılın, kontrolsüzlüğün bırakılması” demektir.23
Buradan anlaşıldığına göre, sözcüğün ilk vazı, doğadaki olaylar ile olmuş;
günün aydınlığı, yani gökyüzünün buluttan, sisten, tozdan, dumandan arınıklığı
sahv olarak, bunun tersi, yani gökyüzünün bulutlu, sisli, tozlu, dumanlı olması da
sekr olarak isimlendirilmiştir.
Görüldüğü gibi, sükârâ sözcüğü, sadece alkol türü nesnelerin etkisiyle meydana
gelen sarhoşluğu, kafanın dumanlı oluşunu kapsamaz. Sukr terimi geniş anlamıyla,
insanın zihinsel melekelerini tam olarak kullanmasını engelleyen bütün zihinsel
bulanıklığı, kirliliği ifade eder. Çünkü akıl bulanıklığı, herhangi bir uyuşturucu
etkisiyle meydana gelebileceği gibi; uyku, şehvet, korku, acı, panik, stres gibi
şeylerle de meydana gelebilir. Nitekim Kur’ân'da, alkol türü nesnelerin etkisi
dışında oluşan sarhoşlukla ilgili birçok âyet mevcuttur:
Ölümün sarhoşluğu gerçekten hakk ile gelmiştir de, –“(Ey insan!) İşte
bu, senin kaçıp durduğun şeydir.”– (Kaf/19)
Ve Biz onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak da onlar oradan
yukarı yükselseler bile, mutlaka “Gözlerimiz döndürüldü/bulandırıldı.
Aslında biz büyülenmiş bir topluluğuz” diyeceklerdir. (Hicr/14-15)
–Ömrüne kasem olsun ki, gerçekten onlar, sarhoşlukları içinde
bocalayıp duruyorlardı [Sen ömründe bunlar gibi şehvet çılgınlığı
içinde bocalayıp duran rezilleri hiç görmedin].– (Hicr/72)
Ey insanlar! Rabbinizden sakının; şüphesiz o Saat'ın sarsıntısı çok
büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın
emzirdiğinden vazgeçer. Ve her hamile kadın taşıdığını düşürür. Ve
sen insanları sarhoş olmadıkları halde hep sarhoş görürsün. Ama
Allah'ın azabı çok şiddetlidir. (Hacc/1-2)
Sonuç olarak insanlar; içki veya uyuşturucunun etkisindeyken, uykulu, korkulu,
acılı, ağrılı ve stresli iken salâta katılmamalıdırlar.
Nisâ/43 ve Mâide/6 âyetlerinden başka Kur’ân'da, salâta katılma şartı
niteliğinde (salâtın; sadece Allah için, Allah'a yönelen bir kalp ve huşû ile
gösterişten uzak, ne açık ne gizli olarak, bilinçli ve vakitli olarak, eğlence
edinmeden, üşenmeden ve devamlı yapılmasını bildiren) pek çok âyet vardır:
22
Lisân, 4/623, “Skr” mad.
23
Lisân, 5/285, “Sahv” mad.

89
De ki: “Benim salâtım [sosyal desteğim], ibadetim, hayatım ve
ölümüm sadece Kendisinin ortağı olmayan âlemlerin Rabbi Allah
içindir. Ve ben böyle emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.”
(En‘âm/162-163)
Kalben O'na yönelenler olarak, O'na takvâlı davranın, salâtı ikâme
edin, müşriklerden; dinlerini parça parça bölmüş, fırka fırka olmuş
kimselerden de olmayın. –Her fırka kendi yanlarındaki şeylerle
böbürlenmektedir.– (Rûm/31-32)
Onlar, salâtlarında huşûlu olan kimselerdir. (Mü’minûn/2)
Şüphesiz ki münâfıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O,
onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta kalktıkları zaman tembel tembel
kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah'ı ancak, pek az olarak
anarlar. (Nisâ/142)
Dini yalanlayan şu kimseyi gördün mü? İşte odur, yetimi itip kakan ve
yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse. Bu nedenle, şu salâtı
ikâme edenlerin [destekçilerin] vay haline! Onlar salâtlarından [destek
verişlerinden] gâfildirler, onlar, gösteriş yaparlar ve mâûnu vermezler.
(Mâûn/1-7)
Ve siz onları salâta çağırdığınız zaman, onu alay ve eğlence edinirler.
Bu, onların, akıllarını kullanmayan bir kavim olmalarındandır.
(Mâide/58)
Ve onların Beyt'in [Ka‘be'nin] yanındaki salâtları, sadece, ıslık çalmak
ve el çırpmaktır. –Öyleyse küfretmiş olduğunuzdan dolayı bu azabı
tadınız!– (Enfâl/35)
Ve onların infaklarının kendilerinden kabul olunmasına, sadece,
onların Allah'a ve O'nun Elçisi'ne küfretmeleri ve salâta sadece tembel
tembel gitmeleri, bağışlarını da ancak istemeyerek yapmaları engel
oldu. (Tevbe/54)
De ki: “Allah diye çağırın veyahut Rahmân diye çağırın. Hangi şeyle
çağırırsanız çağırın en güzel isimler O'nundur. Salâtını açıkça yapma,
gizli de yapma. Ve bu ikisi arasında bir yol ara.” (İsrâ/110)
İşte bu da Bizim kentlerin anasını [Anakent'i] ve yanı başındaki
kişileri uyarman için indirdiğimiz, kendinden öncekini doğrulayıcı,
mübarek [bolluk dolu] bir Kitaptır. Âhirete inananlar ona da inanırlar
ve onlar salâtlarında da koruyucudurlar [desteklerini de sürdürürler].
(En‘âm/92)
Ve onlar, salâtlarını koruyan kimselerdir. (Mü’minûn/9)
Ancak destekçiler bunun dışındadır. Onlar [destekçiler] ki salâtlarını
sürdürenlerdir. Ve onlar [o musalliler, yani destekçiler], kendi
mallarında, isteyen ve mahrumlar (istemekten utanan yoksullar) için
belli bir hak olan kimselerdir. Ve onlar ceza gününü tasdik ederler. Ve
onlar Rabb'lerinin azabından korkanlardır. –Şüphesiz Rabb'lerinin
azabından emîn olunmaz.– Ve onlar ırzlarını koruyanlardır, –ancak
eşleri ve sözleşmelerinin sahip oldukları hariçtir. Çünkü onlara
yaklaştıklarında kınanmazlar. Artık ötesini isteyenler; işte onlar haddi
aşanların ta kendileridir.– Ve onlar, emanetlerine ve ahitlerine riayet
ederler. Ve onlar, şâhidliklerini yerine getirirler. Ve onlar, salâtları
üzerine korumacıdırlar. İşte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar.
(Me‘âric/22-35)

90
Salâta katılmanın şartlarını böyle belirten Rabbimiz, salâtın vakitli olduğunu ve
alış-verişin salâta tercih edilmemesi gerektiğini de şu âyetlerle bildirmiştir:
Sonra (korku hâlindeki) salâtı tamamlayınca, artık Allah'ı ayakta,
oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene
erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki salât, mü’minler üzerine
vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/103)
Güneşin dülûkundan [batmasından, kaybolmasından] gecenin
kararmasına kadar salâtı ikâme et ve sabah Kur’ân'ını da. Çünkü sabah
Kur’ân'ı görülecek şeydir. Ve geceden de. Ayrıca, sana özgü bir
fazlalık olarak sen, onu [gece salâtını] teheccüd et [uyanıp ikâme et]!
Rabbinin, seni güzel bir makama ulaştıracağı umulur. (İsrâ/78-79)
Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde salâtı ikâme et;
çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara/Allah'ı
unutmayanlara bir öğüttür. (Hûd/114)
Öyle kimseler ki, ticaret ve alış-veriş Allah'ı anmaktan, salâtı ikâme
etmekten ve zekât vermekten onları alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve
gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. (Nûr/37)
Ey iman etmiş kişiler! Toplantı günü salât için seslenildiği zaman,
Allah'ın anılmasına hemen koşun, alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz,
işte bu, sizin için en hayırlıdır. Sonra da salât gerçekleştirildiğinde
yeryüzünde dağılın ve Allah'ın lütfundan arayın. Ve felah bulmanız
[zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız] için Allah'ı çok anın.
(Cum‘a/9-10)
SALÂTA KİMLER ENGEL OLUR?
Gerçekten şeytan, içki ve kumarda sizin aranıza düşmanlık ve kin
sokmak ve sizi, Allah'ın zikrinden ve salâttan [eğitim-öğretimden ve
sosyal destekten] alıkoymak ister. Öyleyse sona erdirmişler
[vazgeçmişler] misiniz? (Mâide/91)
Salât ettiği [eğitim-öğretim verdiği, sosyal destek sağladığı] zaman bir kulu
engelleyen kişiyi gördün mü? Gördün mü, eğer o kul doğru yol
üzerinde idiyse ya da takvâyı emrettiyse!Gördün mü, eğer o yalanlamış
ve yüz çevirmiş ise! (Alak/9-13)
SALÂT İMANIN DIŞA VURUMUDUR
Şu haram aylar çıktığı zaman o müşrikleri nerede bulursanız öldürün,
onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde onlar için oturun.
Artık, eğer tevbe ederlerse, salâtı ikâme ederlerse ve zekâtı verirlerse
artık onların yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah, gafûr'dur,
rahîm'dir. (Tevbe/5)
Bundan sonra eğer tevbe ederlerse, salâtı ikâme ederlerse ve zekâtı
verirlerse, bundan sonra onlar, dinde kardeşleriniz olurlar. Ve Biz,
âyetleri, bilen bir kavm için detaylandırıyoruz. (Tevbe/11)
Salâtı [eğitim öğretimi, sosyal yardım kurumunu] dikin-ayakta tutun,
zekâtı verin, rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin. (Bakara/43)
Bir de sabırla, salâtla [eğitimle, öğretimle, sosyal destek kurumuyla]
yardım isteyin. Şüphesiz bu [salât], saygılı olanlardan; gerçekten
Rabb'lerine kavuşacaklarına ve gerçekten kendilerinin O'na dönücü
olduklarına inanan kimselerden başkasına çok ağır gelir. (Bakara/45-
46)
Ve Biz bir zaman bu Beyt'i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir
güven yeri kılmıştık. Siz de İbrâhîm'in makamından kendinize bir

91
salâtgâh edinin. Ve Biz İbrâhîm ile İsmâîl'e, “Beytimi, hem tavaf
edenler için, hem ibadete kapananlar için, hem de secde edişin
hanifleri [Allah'a boyun eğmeyi sağlayan hanifler] için tertemiz
tutunuz” diye ahit almıştık (Bakara/125)
Ey iman etmiş kimseler! Sabır ve salâta yardım isteyin. Şüphesiz
Allah, sabredenlerle beraberdir. (Bakara/153)
Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikâme edin, zekâtı verin” denenleri
görmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup,
Allah'ın haşyeti gibi yahut haşyetçe daha şiddetli olarak insanlara
haşyet duyarlar. Ve “Rabbimiz! Ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi
yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın
kazanımı çok azdır. Âhiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz bir
hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar bile haksızlığa
uğratılmayacaksınız.” (Nisâ/77)
Ta-Sin. Bunlar, salâtı ikâme eden, zekâtı veren ve âhirete de kesin
olarak inanan kişilerin ta kendileri olan mü’minler için hidâyet rehberi
ve müjdeci olmak üzere Kur’ân'ın ve apaçık/açıklayıcı bir kitabın
âyetleridir. (Neml/1-3)
Ey Peygamber! Eşlerine söyle: “Eğer siz dünya hayatını ve onun süslü
çekiciliğini istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım [size boşanma
bedeli ödeyeyim] ve güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim. Eğer siz
Allah'ı, Elçisi'ni ve âhiret yurdunu istiyorsanız, artık hiç şüphesiz
Allah, içinizden güzellikte bulunanlar için büyük bir ecir
hazırlamıştır.” Ey Peygamber'in kadınları! Sizden kim açık bir çirkin
utanmazlıkta bulunursa, onun azabı iki kat olarak artırılır. Bu da
Allah'a göre pek kolaydır. Ama sizden kim Allah'a ve Elçisi'ne
gönülden itaat eder ve sâlih bir amelde bulunursa, ona da ecrini iki kat
veririz. Ve Biz ona üstün bir rızık da hazırlamışızdır. Ey Peygamber'in
kadınları! Siz kadınlardan herhangi biri değilsiniz; eğer sakınıyorsanız,
artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan
kimse tamah eder. Sözü ma‘rûf bir tarzda söyleyin. Evlerinizde
vakarla oturun, ilk câhiliye kadınlarının süslerini açığa vurması gibi,
siz de süslerinizi açığa vurmayın; salâtı ikâme edin, zekâtı verin,
Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin. Ey ehl-i beyt! Gerçekten Allah, sizden
kiri gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister. Evlerinizde okunmakta
olan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Hiç şüphesiz Allah,
lâtiftir, haberdar olandır. (Ahzâb/28-34)
İşte, verilen herhangi bir şey basit hayatın kazanımıdır. Sadece dünya
hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar ise; iman
etmiş ve sadece Rabb'lerine tevekkül eden kimseler, günahın
büyüklerinden ve hayasızlıktan kaçınan ve öfkelendikleri zaman
bağışlayan kimseler, Rabb'lerinin çağrısına cevap veren, salâtı ikâme
eden, işleri de kendi aralarında şûrâ [görüşme, danışma] olan,
kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infak eden kimseler ve
kendilerine bağy ]bir zulüm ve saldırı] isabet ettiği zaman birbirleriyle
yardımlaşan/intikam alan kimseler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır.
(Şûrâ36-39)
Ey iman etmiş kişiler! Elçi ile başbaşa konuşacağınız zaman bu
konuşmanızdan önce hemen bir sadaka veriniz. Bu, sizin için daha
hayırlı ve daha temizdir. Böyle olmasına rağmen eğer birşey

92
bulamazsanız, artık, şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet
edendir. Başbaşa konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz
mu? İşte, yapmadınız. Ve Allah, sizin tevbenizi kabul etti. Artık salâtı
ikâme edin, zekâtı verin, Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin. Ve Allah,
yaptıklarınıza en çok haberi olandır. (Mücâdele/12-13)
Oysa ki onlara sadece, dini yalnız Allah için arındıran kişiler halinde
sadece Allah'a kulluk etmeleri, salâtı ikâme etmeleri, zekâtı vermeleri
emredilmişti. Ve işte bu, doğru/eksiksiz/aşınmaz dindir. (Beyine/5)
De ki: “Allah'ın astlarından bize yarar sağlamayan ve zarar vermeyen
şeylere mi yakaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra,
kendisinin ‘Bize gel’ diye doğruya ve güzele çağıran arkadaşları
varken şeytanların kendisini ayartıp yeryüzünde şaşkın dolaşır hâle
getirdiği kimseler gibi gerisin geri mi döndürülelim?” De ki:
“Şüphesiz Allah'ın doğru yolu, gerçek doğru yolun ta kendisidir. Ve
biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla ve ‘salâtı ikâme ediniz ve O'na
takvâlı olunuz’ diye emrolunduk. Ve O [Allah], sadece Kendisine
toplanacağımız kimsedir.” (En‘âm/71-72)
MÜŞRİK VE MÜNÂFIKLAR İÇİN SALÂT EDİLMEZ
Ve onlardan ölen biri için destek olma, onun kabrinin üzerine durma.
Şüphesiz onlar, Allah'a ve O'nun Elçisi'ne küfredenlerdir. Ve onlar,
fâsık olarak ölmüşlerdir. (Tevbe/84)
Bu âyette, bugünkü cenaze namazı diye uygulanan ritüelin orijinalinden
bahsedilmektedir. Peygamber ve mü’minler kesinlikle, kâfir olarak öldüğü bilinen
biri için salât icra etmemelidir; destek vermemelidir, kabri başında durmamalıdır.
Klasik kaynaklarda, bu âyetin iniş nedeni olarak, Rasûlullah'ın, münâfık
olduğunu bilmesine rağmen Abdullah b. Ubeyy b. Selül'ün cenaze namazını
kıldırması gösterilir. Halbuki bu âyette zikri geçen de namaz değil salâttır.
Âyetlerden anlaşıldığına göre ölüm hâdiselerinde, ölenin kabrinde toplanılır,
onun için salât edilirmiş; yani onun borcu-harcı, terekesi, mirası, vasiyeti, geriye
bıraktığı ailesine yönelik gerekli yardımlar organize edilirmiş. Bu âyette Rabbimiz,
müşrikler ve münâfıklar hakkında, salât icra edilmemesini emretmektedir.
Bu tip kimseler için istiğfar edilmesi [bağışlanma dilenmesi] de yasaklanmıştır:
Tevbe/80, 113.
KÜFÜR VE NİFAKTAN DÖNENLERE SALÂT EDİLİR [HER TÜRLÜ
DESTEK VERİLİR]
Ve çevrenizdeki bedevilerden/bilgiçlik taslayanlardan münâfıklar var,
Medîne halkından da münâfıklığa iyice alışmış olanlar var. Onları sen
bilmezsin, Biz biliriz onları. İki kez azap edeceğiz onlara, sonra da çok
büyük bir azaba itilecekler. Diğerleri de günahlarını itiraf ettiler. Ve
sâlih bir amelle diğer kötüyü karıştırdılar. Allah onların tevbelerini
mutlaka kabul eder. Şüphesiz Allah gafûrdur, rahîmdir. Onların
mallarından sadaka al ki, onunla [sadaka ile] kendilerini temizlersin ve
arındırırsın. Bir de onlara destek ol. Şüphesiz senin desteğin onlar için
bir huzurdur. Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. Onlar, Allah'ın,
kullarından tevbeyi kabul ettiğini, sadakaları aldığını ve Allah'ın,
tevbeleri çok kabul edenin ve çok merhamet edenin ta kendisi
olduğunu bilmediler mi? (Tevbe/101-104)
SALÂT, EN ZOR KOŞULLARDA BİLE İHMAL EDİLMEZ
Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin. Ve Allah için sürekli
saygıda durarak kalkın (işe koyulun; eğitim-öğretim ve sosyal yardım

93
kurumunu işletin). Ama, eğer korktuysanız, o zaman yaya veya binekli
olarak giderken işe koyulun. Sonra da güvene erdiğinizde bilmediğiniz
şeyleri size öğrettiği gibi Allah'ı hemen zikredin []. (Bakara/238-239)
Ve yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfir kimselerin sizi
fitnelendirmesinden [size bir kötülük yapacağından] korkarsanız,
salâttan kısaltmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Şüphesiz kâfirler
sizin için apaçık düşmandırlar. Ve sen onların içinde bulunup da onlar
için salât ikâme ettiğin [eğitim-öğretim verdiğin] zaman içlerinden bir
kısmı seninle beraber dikilsinler [eğitime katılsınlar], silahlarını da
yanlarına alsınlar. Bunlar boyun eğdiklerine [ikna olduklarında] arka
tarafınıza geçsinler. Sonra salâta katılmamış [eğitim-öğretim almamış]
diğer bir kısmı gelsin seninle beraber salât etsinler [eğitim-öğretim
yapsınlar] ve tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. Kâfirler,
silahlarınızdan ve eşyanızdan gâfil olsanız da size ani bir baskın
yapsınlar isterler. Eğer size yağmurdan bir eziyet erişir veya hasta
olursanız silahlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakınca yoktur.
Tedbirinizi de alın. Şüphesiz Allah, kâfirlere alçaltıcı bir azap
hazırlamıştır. Sonra (korku halindeki) salâtı tamamlayınca, artık
Allah'ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet
bulduğunuzda/güvene erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki
salât, mü’minler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/101-103)
MUSALLÂ
‫[ مص مّلى‬musallâ] sözcüğü, ‫[ ص ل و‬salv] kökünden ‫[ ص مّلى‬sallâ], ‫[ يص مّلى‬yusallî]
fillerinin mimli mastarı olup “salât edilen yer, mekân” anlamındadır. Salât sözcüğü,
“namaz” olarak algılanınca, bu sözcük de “namazgâh” [namaz kılınan yer] olarak
kabul edilmiştir.
Oysa ki musallâ, “zihnî ve mâlî sosyal desteklerin, aktivitelerin yapılacağı
yer”dir. Bu sözcük Bakara sûresi'nde yer alır:
Ve Biz bir zaman bu Beyt'i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir
güven yeri kılmıştık. –Siz de İbrâhîm'in makamından kendinize bir
musallâ [salât gerçekleştirilecek yer] edinin.– Ve Biz İbrâhîm ile
İsmâîl'e, “Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için
hem de rükû edenler, secde edenler için tertemiz tutunuz” diye ahit
almıştık. (Bakara/125)
Bu âyette İbrâhîm anlatılırken bir parantez cümle ile, Siz de İbrâhîm'in
makamından kendinize bir musallâ [salât gerçekleştirilecek yer] edinin
buyurulmuştur ki bununla, İbrâhîm'in açtığı tevhid okulunun bulunduğu Mekke'de
uluslararası bir musallâ [eğitim ve sosyal destek merkezi] oluşturulması
emredilmektedir. Şu âyetlerde de Musallânın önem ve işlevine işaret edilmiştir:
Ey iman etmiş kişiler! İçinizden birine ölüm hazır olduğu zaman,
vasiyet sırasında aranızdaki şâhidlik, kendi içinizden adalet sahibi iki
kişidir. Yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, sonra da ölümün
musıbeti size gelip çatmışsa, sizden olmayan iki kişidir. Eğer şüpheye
düşerseniz, salâttan sonra onları alıkoyarsınız. Sonra da onları,
“Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın
şâhidliğini gizlemeyeceğiz. Aksi halde günahkârlardan oluruz” diye
Allah'a yemin ettirirsiniz. (Mâide/106)

94
Ve Biz, her ümmet için, Allah'ın kendilerine hayvanların behiminden
rızık olarak verdikleri üzerine O'nun adını ansınlar diye bir mensek
[ibadet yeri/ibadet biçimi] kıldık. İşte, sizin ilâhınız, bir tek ilâhtır.
Onun için yalnız O'na teslim olun. Allah anıldığı vakit kalpleri
titreyen, kendilerine isabet edene sabreden, salâtı ikâme eden ve
kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden, Allah'a içtenlikle
boyun eğenlere müjdele. (Hacc/34-55)
Târihî belgelere bakıldığında Mekke döneminde serbest bir musallâ
edinilemediği, muhasara döneminde değişik yerlerin; evlerin, bahçelerin, ağılların
musallâ, mescid olarak kullanıldığı, mü’minlerin buluşma ve toplantılarını, eğitim
ve öğretimlerini buralarda yaptıkları, sosyal sorunlarını buralarda çözdükleri
görülür. Medîne'de ise mescide yaklaşık 650 metre uzaklıkta, mescidin batısında,
bugünkü ‫[ مسممجد الغمامممة‬Mescid-i Ğamâme/Bulut Mescidi] denilen câminin olduğu
alan “musallâ” olarak tayin edilmiş ve salât [tüm sosyal destek faaliyetleri] burada
icra edilmiştir.
Bu konuya, dinin yozlaştırılmasına ve kavramların içinin boşaltılmasına kanıt
olarak Buhârî'den şu bilgiyi naklediyoruz:
Ebû Sa‘îd Hudrî (r.a) şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a) Ramazân
bayramı günü ile Kurbân bayramı gününde musallâya çıkardı. İlk
başladığı şey salât olurdu. Sonra salâttan döner, cemâat saflarında
otururlarken ayağa kalkar, onlara yönelerek kendilerine va‘zeder,
tavsiyelerde bulunur ve emirler verirdi. Hattâ o esnada bir askerî birlik
göndermek isterse gönderir, yahud başka bir şeyin yapılmasını
emredecek olursa emreder ve ondan sonra musallâdan Medîne'ye
dönerdi.”
Ebû Sa‘îd şöyle dedi: “İnsanlar (sünnete uygun olarak) hep böyle
yapıp dururlarken, nihayet ya bir Kurbân bayramında veya bir
Ramazân bayramı gününde Mervân ibn Hakem ile birlikte musallâya
çıktım. O zaman Mervân, Medîne Emîri idi. Musallâya geldiğimizde
bir de baktım ki, orada Kesîr ibnu's-Salt'ın yaptığı bir minber var. Bir
de gördüm ki, Mervân salât etmeden evvel o minberin üzerine
yükselmeye davranıyor! Ben hemen (engel olmak için) elbisesinden
yakalayıp çektim. O da beni çekti. Nihâyet o minbere çıktı ve salâttan
evvel hutbe îrâd etti. Ben ona dedim ki:
— Vallahi siz (Rasûl'ün sünnetini) değiştirmiş oldunuz.
O da şöyle karşılık verdi:
— Yâ Ebâ Sa‘îd! Senin o bildiğin şey gitmiştir (yani, onun hükmü
kalmamıştır).
Ben de dedim ki:
— Benim bildiğim şey, (dediğine göre) bilmediğim şeyden vallâhi
daha hayırlıdır.
Bunun üzerine Mervân şöyle dedi:
— Salâtttan sonra insanlar bizim için oturmayacakları için, ben onu
[hutbeyi] salâttan önceye aldım.24
SECDE
Secde sözcüğünün vaz’ı [ilk ortaya çıkışı], “devenin sahibini üstüne çıkarması
için boynunu eğmesi” ve “meyve yüklü hurma dallarının, sahibinin rahat uzanıp
24
Buhârî, “İki Bayram”, Bab: 6, No: 8.

95
toplamasına elverişli olarak eğilmesi” anlamındadır. Daha sonra sözcük, “kralların
bastırdıkları para üstündeki kabartma resimlere tebaanın baş eğerek bağlılık
göstermesi” anlamında kullanılmıştır.25
Bu durumda ‫[ سجدة‬secde], “kişinin bilinçli olarak bir başkasına –kendisinden
daha güçlü olduğunu kabul ederek– teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesi
dışına çıkmaması” demektir. Kur’ân'da zikredilen, “meleklerin Âdem'e secde
etmeleri” de bu anlamdadır. Yani, melekler [tabiat güçleri], –kendilerinden daha
güçlü olduğu için– Âdem'e [bilgili kimseye] boyun eğip teslim olmuşlardır.
Secde kelimesinde, “yere kapanmak” anlamı yoktur. Bu eylem, ‫[ خرور‬harûr]
sözcüğü ile ifade edilir. Nitekim bazı âyetlerde ‫جدا‬
ّ ‫[ خّروا س‬harrû sücceden] şeklinde
geçer ki bu, “secde ederek [teslim olarak] yere kapandılar” demektir.
“Teslim olarak yere kapanma” ifadesinin yer aldığı âyetler şunlardır:
Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi o'na
teslim olarak yere kapandılar. Ve (Yûsuf), “Babacığım! İşte bu
durum, o rüyamın tevilidir. Gerçekten Rabbim onu hak kıldı. Şeytan
benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan
çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan
buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediği şeye lütfedicidir. Şüphesiz O, en
iyi bilen, hüküm koyandır. (Yûsuf/100)
İşte bunlar, Âdem'in soyundan, Nûh ile beraber taşıdıklarımızdan,
İbrâhîm ve İsrâîl'in soyundan ve hidâyete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz
peygamberlerden Allah'ın kendilerine nimetler verdiği kimselerdir.
Onlar kendilerine Rahman'ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak ve
secde ederek [teslimiyet göstererek] yere kapanırlardı. (Meryem/58)
Gerçekten Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği zaman
secde ederek yerlere kapanan ve Rabb'lerine hamd ile tesbîh edenler
ve büyüklük taslamayanlar inanırlar. (Secde/15)
De ki: Siz ona [Kur’ân'a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce
kendilerine ilim verilenler; o [Kur’ân] onlara okunduğunda onlar,
secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve,
“Rabbimizi tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir”
derler. Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’ân]
onların huşûunu [alçak gönüllüğünü] artırır. (İsrâ/107-109)
Bir de korkudan yere kapanmak vardır ki, bu secde değildir:
Ne zaman ki Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbi o'na konuştu.
(Mûsâ,) “Ey Rabbim! Göster bana Kendini de bakayım Sana!” dedi.
(Rabbi o'na) dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak,
eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin.” Daha sonra Rabbi
dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Mûsâ da baygın olarak
yere kapandı [yığıldı]. Ayılıp kendine gelince de, “Seni tenzih ederim,
Sana döndüm [tevbe ettim] ve ben inananların ilkiyim” dedi.
(A‘râf/143)
Mü’minlerin namazda yere kapanmaları ise, geçmişte, bağlılık ve teslimiyetin
dışa vurulması, yere kapanmak sûretiyle olduğundan, onlar da, Rabbinize alçala
alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin (A‘râf/55) emrini yerine getirmek için
Allah'a teslimiyetlerini bu şekilde göstermişlerdir.
Secde kelimesinin anlamı bu şekilde açığa kavuştuktan sonra Kur’ân'daki
“secde” sözcüklerinin doğru anlaşılması da kolaylaşmaktadır.

25
Lisânu'l-Arab; c. 4, s. 497.

96
Meselâ, şu âyetlerdeki secde sözcükleri, “bilinçli olarak bir başkasına –güçlü
olması sebebiyle– teslim olmak, boyun eğmek” demektir:
Hani bir zaman Yûsuf babasına, “Babacığım! Şüphesiz ben onbir
yıldız, güneş ve ay'ı gördüm; onları bana secde ederken [boyun
eğerken] gördüm” demişti. (Yûsuf/4)
Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi o'na
teslim olarak yere kapandılar. Ve (Yûsuf), “Babacığım! İşte bu
durum, o rüyamın te’vîlidir. Gerçekten Rabbim onu hakk kıldı. Şeytan
benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan
çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan
buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediği şeye lütfedicidir. Şüphesiz O, en
iyi bilen, hüküm koyandır. (Yûsuf/100)
Kardeşlerinin ve ana-babasının Yûsuf'a secde etmeleri/teslim olmaları, “yaşam
düzenlerini o'nun kontrolüne verip o'nun otoritesi dışına çıkmamaları” anlamına
gelir.
Ve bir zaman onlara, “Şu kente yerleşin ve oradan dilediğiniz şeyleri
yiyin ve ‘Hıtta’ [günahlarımızı bağışla] deyin ve secde ederek [teslim
olmuş olarak] kapıdan girin. Biz suçlarınızı bağışlayacağız, iyilere
arttıracağız” denilmişti. (A‘râf/161)
Buradaki secde, şehrin kapısında yere kapanmak değil, “o şehrin otoritesine
teslim olmak”tır. Aynı husus, Bakara/58 ve Nisâ/154'de de konu edilmiştir.
Bilinçli olarak yapılan secdeden başka Kur’ân'da bir de teshirî [ister-istemez
yapılan] secde vardır ki bu, “insanın dışındaki varlıkların yaratılışları, kaderleri
gereği ister-istemez yaptıkları teslimiyet ve boyun eğme”dir:
Ve yerde ve göklerde olan kimseler ve gölgeleri ister-istemez de
sabah-akşam yalnızca Allah'a secde ederler. (Ra‘d/15)
Göklerde ve yerde olan dâbbehden/canlılardan ne varsa ve melekler
Allah'a secde ederler [boyun eğerler, teslimiyet gösterirler] ve onlar
büyüklük taslamazlar. (Nahl/49)
Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, tüm
kıpırdayan canlılar/hayvanlar ve insanların çoğunun Allah'a secde
ettiklerini [boyun eğdiklerini, teslimiyet gösterdiklerini] görmüyor
musun? (Hacc/18)
MESCİD
‫[ مسجد‬mescid], ‫[ سجد يسجد‬secede, yescüdü] fiilinin mimli mastarı [mekân ismi]
olup, “secde edilen/ettirtilen yer” demektir ki bunun, bugün kılınan namazlardaki
secde yeri ile alâkası yoktur. Bu; “aykırı düşünen, aykırı hareket eden kimselerin
ikna edildikleri, gerçeğe boyun eğdirildikleri, onların da teslim olup gerçeğe boyun
eğdikleri yer”; kısaca “eğitim-öğretim, ikna alanı” demektir.
Bu anlamı itibariyle mescid, “salâtın zihnî boyutlarının uygulandığı alanlar”dır.
Musallâ ise, salâtın hem zihnî hem de sosyal desteğin mâlî yönlerinin geniş
katılımla uygulandığı alan”dır. Rasûlullah, salâtı, dar çerçevede mescidde; geniş
çerçevede [bayram, haftalık toplantı, cenaze, savaş hazırlığı gibi kalabalık
katılımlarda] ise “musallâ”da icra etmiştir.
Öyleyse, ‫[ ص ل و‬salv] kökünden türeyen salât ve türevlerinin, malum
“namaz”la hiçbir ilgisi yoktur. Evet, salât'tan başka birşey olmakla birlikte “namaz”
da Kur’ân'da mevcuttur; o da Allah'ın emridir. Dolayısıyla, her mü’minin namaz
görevini de yerine getirmesi gerekir.

97
RÜKÛ
Rükû denince, herkesin aklına “namazda ayaktayken eğilip belin bükülmesi”
gelmektedir. Çünkü kelime asırlar önce zihinlere bu anlamla kazınmıştır. Klâsik
eserlerde de âyette geçen rükû'dan maksadın, “namazın tamamı” olduğu, “cüz’iyet
mecâz-ı mürseli” sanatı ile namazın cüzünün anılıp bütününün kasdedildiği ifade
edilmiştir. Bütün meal ve tefsirlerde de sözcük bu anlam ile kullanılmış ve rükû
edin ifadesi, “namaz kılın” diye anlaşılmıştır. Bu durumda âyetin manası, “Onlara
‘namaz kılın’ denildiği zaman namaz kılmazlar. O gün yalanlayanların vay
hâline!” şekline gelmiştir.
Bize göre âyetin bu şekilde anlaşılması yanlıştır. Çünkü bu sûrenin indiği
dönemde namaz ile ilgili herhangi bir emir söz konusu değildir. Zaten henüz
inanmamış kimselere, “namaz kılın” denilmesinin de bir mantığı yoktur. Âyetin
doğru anlaşılabilmesi için önce sözcüklerin doğru anlamlarının bilinmesi
gerektiğinden, rükû sözcüğü için Lisânu'l-Arab'a başvurulmuş ve aşağıdaki
anlamlara ulaşılmıştır:
1) ‫[ الّركوع‬rükû], “hudû” [eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim
olup itaat etmek, sözü yumuşatmak; kibar, tatlı söylemek] demektir.
2) Rükû, “inhina” [iki büklüm olmak] demektir. Yaşlılıktan beli
bükülmüş ihtiyarlara, rakea'ş-şeyhu [ihtiyar iki büklüm oldu] denir.
3) Rükû, “zengin kimsenin sonradan fakirleşmesi” demektir (“beli
kırılmak” deyimine eş bir anlam).
4) Rükû, “putlara tapmayıp Allah'a boyun eğmek” [haniflik etmek]
demektir. Câhiliye Arapları, aralarında puta tapmayıp yalnızca
Allah'a tapanlara, raki [rükû eden] ve rakea ilellâh [Allah'a rükû etti]
derlerdi.26
Bize göre 4. maddedeki anlam, âyetin doğru anlaşılmasını sağlayan anlamdır.
Bu durumda âyetin şu şekillerde çevirilmesi mümkündür: “Onlara, ‘Hanifler olun’
[puta tapmayın, tek Allah'a tapın] denildiği zaman hanif olmazlar” veya “Onlara,
‘Hakka teslim olup itaat edin’ denildiği zaman hakka teslim olup itaat etmezler.”
Bu yargıdan sonra yine, O günü yalanlayanların vay hâline denilerek
yalanlayıcılara, onuncu ve sonuncu tehdit yapılmıştır. Buna göre onlara âdeta
şunlar söylenmek istenmiştir: “Siz dünyayı ve onun lezzetlerini seviyordunuz.
Ama iman edip yaratıcınıza hizmetten yüz çevirmeseydiniz, O'na boyun
eğseydiniz ve bu imanınızın yanı sıra dünyevî lezzetleri isteme ve bilmeden
günahlar işleme durumunda kalsaydınız, cehennem azabından kurtulma ve
mükâfât elde etme ümidiniz olurdu.27
EZAN [DUYURU]
Salât ve salâtın ikâmesi izah edildikten sonra, bunlar için mü’minlerin ne
zaman bir araya gelecekleri sorusu gündeme gelmektedir. Bugün bu çağrı/duyuru
için mektup, telefon, telgraf, gazete, radyo ve televizyon, elektronik posta, sms vs.
gibi birçok modern yollar vardır. Ama “ezan”ın yeri başkadır. Ezan, salt bir
duyuru değil, aynı zamanda içeriği ile toplumlar için bir öğreti ve uyarı mesajıdır.
Bazan, “Türkçe ezan olur mu olmaz mı?” yaygaraları yapıldığından, ezan da
toplumdaki ruh ve işlevini yitirdiğinden biz de bu konuyu dile getirme gereği
duyduk.
Dinî birçok umdenin yozlaştığı gibi ezan da yozlaştırılmış, aslından
saptırılmış, özünü-ruhunu yitirmiştir. Bugün sadece kiliselerin çan sesleri veya
sivil savunma sirenleri gibi yalnız bir şeyin vaktini; namaz vaktinin ilanını
26
Lisânu'l-Arab; c. 4, s. 232-233, “Rakea” mad.
27
Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 69-71.

98
bildirme durumuna gelmiştir. Aktüel tartışmalarda da böyle olduğu kabulünden
yola çıkılıp şu tarzda açıklamalar yapılmaktadır:
Ezan, İslâm'ın değişmez bir simgesidir. Dünyanın neresinde olursa
olsun Müslüman varlığının ve kimliğinin bir göstergesidir. Özgün
dilinde okunması konusunda onbeş asırlık bir gelenek ve ittifak
sözkonusudur. Ezanın asıl amacı, vaktin girdiğini bildirip salâta davet
olduğundan, değişik dilleri konuşan müslümanların hepsine bu
davetin ulaştırılması, ancak yine hepsinin ortak bilincine hitap
etmekle olur ki, bunun yolu da bilinen aslî lafızlarıyla okunmasından
geçer.28
Durum bu olunca da, ezanı güzel sesli hafızların okuması, bilmem hangi vaktin
ezanının hangi musiki makamında okunacağı, kargaşaya da merkezi sistemle son
verilebileceği vs. tarzında tartışmalar gündemde yer almaktadır. Bu mantıkla
hareket edince mübarek ezanın çandan-sirenden farkı kalmıyor.
Evet bugün ezan, sadece namaz vakitlerini bildiren birtakım kalıp sözcükler
yığını olup musikî makamlarıyla icra edilen bir güftedir. Anlamı kaybolmuş,
mesajı dikkate alınmaz olmuştur. Okuyan da dinleyen de anlamını bilmemekte,
mesajını alamamaktadır. Sadece namaz vakti bildirilmiş olmakta, duyanlar
tarafından da namaz vaktinin geldiği anlaşılmaktadır. Gelelim sadede:
Lügatte ezan, “seslenme, duyurma, anons etme” demektir. Kavram olarak
ezan, “salâtların ne zaman gerçekleşeceğini, yani Müslümanların bir araya
gelmeleri gerektiğini duyurmak için okunan özel ifadeler”dir.
Ezan sözcüğü Kur’ân'da, lügat anlamıyla çeşitli kalıplar halinde yer alır.
Kavram olarak ezan sözcüğü yerine nidâ sözcüğü kullanılır: Mâide/58, Cum‘a/9.
Ezan müslümanlara ait özel bir davet şeklidir. Sözleri Rasûlullah ve sahabe-i
kiramın ortak kararlarıyla tesbit edilmiştir. Ezan Medîne döneminde uygulanmaya
başlamıştır. Medîne'de müslümanlar salât vakitlerini evlerinde beklerler, ezanı
duydukları vakit sokağa çıkarlar, “es-Salât, es-Salât!” diye çağrıda bulunurlardı.
Müslümanlar çoğalıp etrafa yayılınca herkese duyurabilmek için bir çözüm yolu
arandı, istişâreler yapıldı. Farklı teklifler ve görüşler incelendi. Sonunda bugünkü
ezan uygulamaya konuldu.29
Şiî kaynaklarda ezanın aslında, “hayye ale'l-hayri'l-amel” [haydi hayırlı işe]
ibaresinin de bulunduğu, Hz. Ömer'in bunu kaldırdığı iddia edilir. Hz. Bilal,
Neccaroğulları'ndan bir kadına ait yüksek bir evin damına çıkıp ilk olarak sabah
ezanını okudu.30 Böylece ezan hicrî II. yılda uygulanmaya başladı. Daha sonra
Mescid-i Nebevî'nin arka tarafına ezan okumak için özel bir yer yapıldı.
Müslümanların ezanı, Hırıstiyan ve Mecusilerinki gibi salt ilan ve duyurudan
ibaret değildir. Derin bir anlamı, yüce bir mesajı bulunan, mü’minleri Allah'a
itaate, bilinçlenmeye, uyanıklığa, takvâya ve İslâmî şahlanışa davet eden ezan,
aynı zamanda da bir özgürlük manifestosudur.
Ama bugün, okuyan ne dediğini bilmiyor, duyan da derin manasını ve yüce
mesajını anlayamıyor. Sadece öğle, ikindi, akşam vaktinin girdiğini anlamış
oluyor. Bu tip ezanın, İslâm'ın hedeflediği ezanla bir ilgisi yoktur. Ezan sadece
namaz için toplanma çağrısı değildir. Esasen namaz için çağrıya gerek de yoktur.
Aşağıda namaz bahsinde görüleceği üzere namaz, her an yapılabilen bir ibadettir.
Dolayısıyla ezan, bir iman duyurusu, bir iman güçlendirme daveti, bir birlik ilanı
olup müslümanları tek bir Allah'a, tek bir öndere çağırmak ve salâtı önplana

28
Güncel Dinî Meseleler İstişare Toplantısı 1, Sonuç Bildirgesi 36. madde.
29
Geniş bilgi için bkz. Sünen kitapları.
30
Ebû Dâvûd, “Salât”, 3.

99
çıkarmak sûretiyle onlara kurtuluşun yolunu göstermektedir. Ezan aynı zamanda
bir tebliğdir; müslümanları Allah'a ibadete davet ederken, gayr-i müslimleri de
Allah'a teslim olmaya çağırır. Salât, Allah'a kulluğun simgesi, dinin temel
direklerindendir.
Unutmamak gerekir ki, ezan sadece dinlenmez, aynı zamanda müezzinle
birlikte bilinçli olarak okunur.
Öyleyse ezan, hem salât vakitlerini bildirmeli, hem de kalpleri heyecanlandırıp
imanı güçlendirerek kurtuluşa götürmelidir.
EZAN TÜRKÇE OLUR MU? (OKUNUR MU DEĞİL)
Ezanın birebir sözcüklerle tercümesi mümkün olmadığından, tercüme,
orijinalindeki ahengi, etkiyi ve derin anlamı yansıtamaz. Ama lafızlar tercüme
edilebilir, böylece meram anlatılabilir, mesaj iletilebilir.
Dinleyenler, dinledikleri sözcükleri bilmezler, anlamazlar ve anlayamazlar ise
ezandan maksat hâsıl olmaz, kimse etkilenmez. Sadece salât (bugün için namaz)
vaktinin girdiği bilinir. Eğer maksat bu olsaydı, bugün modern cihazlarla bu işi
yapmak daha kolay ve pratik olurdu. Öyleyse ezanın, orijinalinin yanı sıra
tercümesi de verilmelidir. Çağrı iki dilden birlikte yapılarak dinin mesajları
kitlelere iletilmelidir.
Arapça'sı Türkçe'si birlikte ezan şöyle okunabilir:
Allahu ekber [Allah, …den daha büyüktür]
Eşhedü enlâ ilâhe illallah [Ben kesinlikle Allah'tan başka ilâh diye
bir şey olmadığına şehadet ederim]
Eşhedü enne muhammeden rasûlullah [Ben, kesinlikle Muhammed'in
Allah'ın elçisi olduğuna şehadet ederim]
Hayye ale's-salât [Haydin salâta]
Hayye ale'l-felâh [Haydin kurtulmaya/başarıya/zafere]
Allahu ekber [Allah, …den daha büyüktür]
Lâ ilâhe illallah [Allah'tan başka ilâh diye bir şey yoktur]
Bu önemli mesajlar, senfonik ve armonik özelliklere boğdurtulmadan, hitabet
yeteneği olan kimseler; münâdiler, müezzinler tarafından kitlelere iletilmelidir.
Yıllar evvel uygulanmış Türkçe Ezan, dehşet verici hatalarla doluydu. Meselâ,
“Tanrı uludur! Tanrı uludur” (bazıları, “ulutur” diye okurlardı).
Ulu olan hangi tanrıdır?
“Allah” özel adının karşılığı Türkçe'de verilemiyor, “tanrı”, ilâh kelimesinin
karşılığıdır. O nedenle ezandaki “Allah” sözcüğü aynen korunmak zorundadır.
Ayrıca ekber kelimesi de, “ulu” olarak karşılanamaz.
Ya lâ ilâhe illallah kelime-i tevhidinin anlamına ne demeli: “Tanrıdan başka
yoktur tapacak.”
Allah lafzının karşılığının “tanrı” olamayacağını yukarıda söylemiştik.
“Tapacak” ifadesine ne demeli? Bari “Tapılacak” deseydiniz!
“Haydin kurtuluşa!” Ankaralılar, “Haydin Ulus'a, haydin Kızılay'a” (Kurtuluş
da, Ulus ve Kızılay gibi Ankara'da birer semt adıdır) diyerek alay ediyorlar.
İzmirliler de, “Haydin Basmane'ye, haydin Çankaya'ya!” diyor.
Târihte ezan ile ilgili bazı operasyonlar olmuştur. Ömer, ezandaki hayye ale'l-
hayri'l-amel lafzını kaldırtmış, sabah ezanı için es-salâtu hayru'n-mine'n-nevm
[Namaz uykudan hayırlıdır] eklemesini yapmıştır. Şiiler de ezan üzerinde
farklılıklar oluşturmuşlardır. Onlar, hayye ale'l-hayri'l-amel ifadelerini
korurlarken, eşhedü enne aliyyen veliyyullah, eşhedü enne aliyyen huccetullah
eklemelerini yapmışlardır.

100
Ezanın lafızları, değişmez bir nass değildir. Salât için nida etmek, Allah
tarafından da tasvip görmüştür: Mâide/58 ve Cum‘a/9. Esas olan, şeklen ve ruhen
mesajın ulaştırılmasıdır.
CEMAAT ve SALÂTIN CEMAAT İLE İKÂMESİ
Cemaat kelimesinin aslı, “toplamak, bir araya getirmek” anlamındaki cem’
sözcüğüdür. Cemaat, sözlükte, “insan topluluğu, bir araya gelen insan grubu”
demektir. Geniş anlamıyla cemaat, “bir fikir ve inanç etrafında toplanan insan
topluluğu”dur.
Fıkıh terimi olarak cemaat, “salâtı bir önder ile birlikte ikâme eden mü’minler
topluluğu”dur.
En geniş anlamıyla da, İslâm ümmeti topluluğunu ifade eden bir kavramdır.
Dünyadaki bütün müslümanlar bu anlamda bir bütün halinde “cemaat”tirler. Bu
cemaatin ana özelliği, aynı dine, aynı inanca sahip olmalarıdır. Dünyanın neresinde
yaşarlarsa yaşasınlar, bütün müslümanlar İslâm cemaatinin mensubudurlar.
Cemaat, tesadüfen veya şartların bir araya getirdiği insanlar değildir. Cemaatin
üyeleri de yaptıklarını bilmeyen, hangi şartlar altında bir araya geldiklerinden
habersiz ve şuursuz kimseler değildir. Cemaat, şuurlu bir birlikteliktir, kuru
kalabalık değildir. Kuru kalabalık, şartların bir araya getirdiği kitle olup yolu ve
hedefi belli değildir. Belki bir çıkarın, belki etkili bir rüzgârın, belki gözü açık bir
propagandacının bir araya topladığı bir sürüdür. Sürüyü, akıllı ve gözü açık
çobanlar istediği gibi sürükleyip götürürler.
Bir topluluğun cemaat olabilmesi için, belli bir fikir etrafında, belli bir hedefe
ulaşmak üzere bir araya gelmesi, muayyen ilkelere bağlı olması ve başlarında
cemaat ile özdeşleşmiş yetkin bir önderin bulunması gerekir.
CEMAAT OLMANIN ÖNEMİ
İnsan, yaratılışı gereği toplum halinde yaşamak zorundadır. İslâm,
müslümanları bilinçli bir toplum olarak yetiştirmeyi ve yaşatmayı irade ediyor. Bu
arada, yaşama bilincini, fedakârlığı, başkalarını önemsemeyi, hakk ve hukuka
uymayı, yardımlaşmayı, acıları paylaşmayı, nimet ve külfetleri bölüşmeyi
yerleştirip geliştiriyor. Dinimiz bu ideallerin en güzel şekilde yerine getirilmesini,
bunların bir ibadet bilinciyle yapılmasını istiyor.
Bir cemaat dini olan İslâm'ın ilke ve prensipleri, en güzel ve mükemmel
şekilde cemaat ile uygulanır. Dinimiz, müslümanların bilinçli bir cemaat olmalarını
emretmiştir. Peygamberimiz, bu örnek cemaati bizzat teşkil ederek göstermiştir.
Cemaat, bireyler için koruyucu bir zırh ve sağlam bir kale mesabesindedir.
Cemaat olan kimseler birbirlerini daha iyi tanır, sever-sayar, birbirlerine destek
ve yardımcı olurlar. Böylece birbirlerinin eksik taraflarını tamamlarlar; tıpkı bir
vücut gibi birbirlerinin acısını paylaşırlar.
Rabbimiz bu hususta şöyle buyuruyor:
Kuşkusuz Allah, Kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf
halinde savaşan kimseleri sever. (Saff/4)
Bakınız Rasûlullah Efendimiz nasıl açıklıyor:
Ebû Mûsâ el-Eş‘arî haber verdi: Rasûlullah bir hutbesinde,
“Mü’minin mü’mine bağlılığı, taşları birbirine kenetleyen duvar
gibidir” buyurmuş, sonra iki elinin parmaklarını birbirine geçirmiştir.
Peygamber mescidde otururdu, bu sırada kendisine bir kimse gelip
birşey ister yahut bir hacet dileğinde bulunan olur ise yüzünü
bizlerden yana döndürür ve şöyle derdi:

101
-- Bana delâlet edin, size bunun ücreti/sevabı verilir. Bununla beraber
Allah, Peygamberi'nin isteği üzerine dilediği şeyi muhakkak yerine
getirir.31
Müslümanlar, Kur’ân anlayışı üzerinde cemaatleşirler. Onların arasında
kardeşlik, yardımlaşma, dayanışma, fedakârlık ve saygı vardır. Onların arasında
soy, sınıf, kabile, meslek, bölge üstünlüğü gibi şeyler yoktur.
Kur’ân, Müslümanları, Kur’ân etrafında bir araya gelmeye davet ediyor.
Hep birlikte Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın/tefrikaya düşmeyin.
(Âl-i İmrân/103)
Allah'ın, Hep birlikte Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın/tefrikaya düşmeyin
sözüne ittibâen, “Cemaat rahmettir, tefrika azaptır” diyen Rasûlullah'a,
“Ümmetimin ihtilafı rahmettir” rivâyetini isnad edip Müslümanlığı dejenere
edenlere Allah müstehaklarını versin!
SALÂT'IN NAMAZLAŞMASI
Yukarıda, namazın [tazarrulu niyazın] da Allah'ın emri olduğunu ifade etmiştik.
Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin (A‘râf/55) âyetindeki
ifadelerin çoğul olmasından, namazın; samimiyeti, heyecanı, galeyanı artırması
açısından topluca uyum içerisinde icra edilmsi gerektiğini de anlıyoruz.
Bununla birlikte yukarıda salât konusunu işlerken, salâtın da huşû ile icra
edilmesi gerektiğini, riya bulaşmış salâtın işe yaramayacağını detaylı olarak izah
etmiştik. Anlaşılıyor ki Kur’ân'da huşû ile icra edilecek bir salât ile hudû ve tazarru
ile icra edilecek bir niyaz vardır ki makul ve makbul olan, bu iki ödevi birlikte icra
etmektir. Böylece salât, riyadan arındırılıp kişiye de yararlı hale gelecektir. Nitekim
Rasûlullah da böyle yapmış ve yaptırmıştır. Eldeki nakillere göre Rasûlullah her
toplantıda topluca “tazarrulu niyaz” icra etmiş [namaz kıldırmış], sonra da “salât”ı
[zihnî ve mâlî destek programını] icra etmiştir.
Ne var ki yukarıda “Musalla” bölümünde açıkladığımız gibi Mervan ve
benzerlerinin baskısı sayesinde Rasûlullah'ın uygulamaları değişmiş, “salât”
kavramının içini boşamış, musallâ ve mescidlerde salât yok olmuş, sadece “namaz”
icra edilmiştir. Böylece salât sözcüğü, literatüre “namaz” diye geçmiştir.
Bilindiği gibi musallâ ve mescidler, “beytullâh” [Allah'ın evi] kabul edilir.
Yukarıda Cum‘a konusunda açıkladığımız gibi, beytullâh'da toplananlar, özgürce,
kovuşturmaya maruz kalmadan orada İslâmî sınırlar dâhilinde her türlü siyâsî ve
idarî eleştiri ve öneride bulunabilirler. İslâm'dan sapıp da eleştiriden rahatsız olan
zorba iktidar sahipleri mescid ve musallâlarda salâtın icrasını yasakladılar, sadece
tazarrulu namaza izin verdiler. Gündüz kılınan namazlarda kıraatin gizli okunması
da, o baskı dönemlerinden intikal eden bir uygulamadır.
Sonraları “salât” denildiğinde sadece “namaz” [tazarrulu dua/niyaz] anlaşılır
olmuştur. Saray beslemeleri de kitaplarına, “Salât, duadır, namazdır” diye
yazmışlar, Râgıb gibi nisbeten dürüst olanlar ise, “Ehl-i lugat, ‘salât, duadır,
tebriktir, temcidddir’ demiştir” diyerek vebali başkasına atmıştır.
Şurası hiç unutulmamalı ki, İslâmî kuralların yeryüzüne hâkim olmasıyla pek
çok kesimin [Ümeyyeoğulları ve Hâşimoğulları'ndan bir çoğunun, inkârcıların,
münâfıkların] menfaatleri baltalanmıştı. Bunlar, doğrudan İslâm'a karşı çıkmak
yerine, İslâm'ı yozlaştırarak çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırma cihetine
gittiler. Saray ulemasının marifeti [Din'in kaynağının çoğaltılması ve hadis
uydurmacılığı] ile Din'in temel kavramları saptırıldı, “salât” örneğinde olduğu gibi
kavramlara yeni anlamlar yüklendi, böylece İslâm dini tersyüz edildi. Kurdukları
baskıcı yönetimlerle de, oluşturulan bu “sahte din” toplumlara dayatıldı. Daha sonra
31
Buhârî, “Edeb Kitabı”, Bab: 36, No: 56.

102
da Emevî anlayışını sürdüren yönetimler [Abbâsîler, Memlukîler ve Yavuz
Selim'den sonra Osmanlılar] bu yanlış anlayış ve uygulamayı sürdürdüler. İslâm'a
ve Kur’ân'a sarılmak isteyenlere (ki bir çoğu Rasûlullah'ın akrabası ve
arkadaşlarıdır) her türlü zulmü reva gördüler. Öyle ki, Mekke'yi kuşatarak Ka‘be'yi
yıkıp binlerce müslümanı katlettiler. Bu sebebledir ki, dönemin vâlileri târihe,
“zalim” olarak geçtiler. Böylece, sahte din sistemleşti, bugün hâlâ çok geniş bir
coğrafyada varlığını sürdürmektedir.32
KIBLE
Salât konusunda açıklığa kavuşturulması gereken bir diğer önemli husus da
“kıble”dir. Çünkü bazıları, kıblenin konu edildiği Bakara/142-151 âyetlerinin,
“yönelişte birliği sağlamak üzere namazda yüzün Ka‘be'ye çevrilmesi şartını
getirdiği” yolunda iddialar ortaya atmış ve “salât” kavramı gibi “kıble” kavramının
da içini boşaltarak asırlardır bu şekilde dayatmışlardır. Hâlbuki aşağıdaki
tahlillerinde görüleceği gibi, zikredilen âyetlerde “namaz”, hatta “salât” diye bir
sözcük bulunmadığı gibi, kıble konusunun da namaz ile uzaktan-yakından bir
alakası bulunmamaktadır.
‫[ القبلة‬qıble] sözcüğünün aslı, ‫[ق ب ل‬q-b-l] köküdür. Bu sözcüğün ‫[َقبل‬qabl]
kalıbı, “önce”; ‫[ُقبممل‬qubl] kalıbı ise, “ön” anlamında olup ‫[ُدُبممر‬dübür/arka]
sözcüğünün karşıtıdır. Qıble sözcüğü de “ön” anlamı ekseninde, ‫[ جهة‬cihet=yüzün
gösterdiği yön; ön yön] demektir.33
Qıble sözcüğün türevlerinden olan qabîle [sık yüz yüze gelen halk], muqâbil,
muqâbele [karşılık, karşılık verme] gibi türevleri Arapça'daki anlamlarıyla
Türkçe'ye de geçmiştir.
Kur’ân'da geçtiği âyetlere dikkat edildiğinde qıble sözcüğünün, fiziksel
konuma göre “ön yön” anlamında değil; “görüş, inanç, ilke olarak üzerinde
bulunulan, bakılan ve gidilen yön”, yani “sosyal- siyasal hedef; strateji” anlamında
kullanıldığı görülür. Öyleyse qıble sözcüğüne, kısaca, “hedef” veya “strateji”
demek daha uygundur.
İnsanlardan sefihler [aklı ermeyenler]; “Bunları, üzerinde
bulundukları kıbleden [hedeften, stratejiden] çeviren nedir?”
diyecekler. De ki: “Doğu ve batı yalnız Allah'ındır. O,
dilediği/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar.” (Bakara/142)
Bu âyette, aklı ermezlerin, mü’minleri, Bunları, üzerinde bulundukları
kıbleden [hedeften, stratejiden] çeviren nedir? diye itham edecekleri önceden
açıklanmakta, dolayısıyla gaybdan haber verilmek sûretiyle bir mucize ortaya
konulmaktadır. Diğer taraftan Rasûlullah ve mü’minler, yapılacak ithamları ve
bunlara verilmesi gereken cevabı Allah'ın haber vermesi sayesinde, kendilerine
yeni hedefler gösterileceğini, bu hedeflere yürürken bazı fikrî saldırılara maruz
kalacaklarını anlıyor ve bunlara karşı koymaya hazırlanıyorlar.
‫[سممفيه‬sefîh] kelimesi, “aklı kıt ve hafif olan” demek olup, âyette süfehâ
[sefihler/aklı ermezler] şeklinde çoğul olarak zikredilmiştir. Bilerek ya da
bilmeyerek gerçek dışı konuşan, yalan söyleyip iftira atan bu “sefihler” ile
kasdedilenler ise, Medîne'deki Yahudiler ve münâfıklardır:
Ve onlara, “İnsanların inandığı gibi inanın” denilince, “Biz, o aklı
ermezlerin inandığı gibi mi inanacağız!” derler. Dikkatli olun!
Şüphesiz onlar, aklı ermezlerin ta kendileridir. Velâkin bilmiyorlar.
(Bakara/13)

32
Konunun detayı için târih kitaplarına bakılabilir.
33
Lisân; 7/227-234 “Qbl” mad.

103
Kıble konusu ile ilgili âyetlerin ilki olan Bakara/142'nin iniş sebebi ve ortamı
hakkında klasik kaynaklarda şu nakil ve görüşler yer almaktadır:
Hadis imamlarının rivâyet ettiklerine göre İbn Ömer –lafız Mâlik'e
aittir– şöyle demiştir: Müslümanların Kuba'da sabah namazını
kıldıkları bir sırada birisi yanlarına gelip şöyle dedi:
-- Bu gece Rasûlullah'a (s.a) Kur’ân-ı Kerîm nâzil oldu ve Ka‘be'ye
yönelmesi emredildi.
Onlar da oraya yöneldiler. O sırada yüzleri Şam tarafına [Beytu'l-
Makdis'e doğru] yönelmiş idi, Ka‘be'ye doğru döndüler.
Buhârî'nin el-Bera'dan rivâyetine göre Rasûlullah (s.a) Beytu'l
Makdis'e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Ancak
kıblesinin Beytullâh'a doğru olmasını arzu ediyordu. Onun
(Beytullâh'a doğru) kıldığı ilk namaz ikindi namazıydı. Onunla
birlikte bir topluluk da namaz kılmıştı. Peygamber (s.a) ile birlikte
namaz kılanlardan birisi, rükûda olan bir mescid halkının yanından
geçti ve şöyle dedi:
--Allah adına şâhidlik ederim ki ben Peygamber (s.a) ile birlikte
Mekke'ye doğru namaz kıldım.
Bunun üzerine onlar da oldukları gibi Beytullâh'a doğru yöneldiler.
Kıble, Beytullâh'a doğru değiştirilmeden önce (eski) kıbleye doğru
namaz kılıp öldürülmüş [şehid düşmüş] birtakım kimseler vardı ki
onlar hakkında ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Bunun üzerine yüce
Allah, Allah imanınızı zayi edecek değildir (Bakara/143) âyetini inzâl
buyurdu.
Görüldüğü gibi bu rivâyette ikindi namazından, Mâlik'in rivâyetinde
ise sabah namazından söz edilmektedir: Bu buyruk, Peygamber'e (s.a)
Selemeoğulları Mescidinde farzın iki rekâtini kıldıktan sonra nâzil
olmuş, o da namazda iken yüzünü Ka‘be'ye doğru çevirmiştir. O
bakımdan bu mescide, Mescidu'l-Kıbleteyn [iki kıbleli mescid] adı
verilmiştir. Ebu'l-Ferec'in zikrettiğine göre Abbad b. Nehîk bu
namazda Peygamber (s.a) ile birlikte bulunuyordu. Ebû Ömer, et-
Temhîd adlı eserinde, Akabe beyatında bulunan kadınlardan birisi
olan Eslem kızı Nuveyle'den şöyle dediğini zikretmektedir:
-- Öğlen namazını kılıyordum. Bu sırada Abbad b. Bişr b. Kayzî gelip
şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a) kıbleye –veya Beytu'l Harâm'a– doğru
yöneldi. Bunun üzerine, erkekler kadınların yerine, kadınlar da
erkeklerin yerine geçti.”
Bu âyet-i kerîmenin namaz kılınmadığı bir sırada nâzil olduğu da
söylenmiştir. Çoğunluğun rivâyeti bu şekildedir. Ka‘be'ye doğru
kılınan ilk namaz ise, ikindi namazı olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Başkası ise şöyle demektedir: “Peygamber (s.a) Medîne'ye geldiğinde
Yahudilerin kalplerini ısındırmak istedi. Onların imana gelmelerini
daha da teşvik etmesi için onların kıblelerine doğru yöneldi. Onların
inatları açıkça ortaya çıkıp da onlardan ümidini kesince Ka‘be'ye
döndürülmeyi arzu ettiğinden semaya doğru bakıp dururdu. Hz.
İbrâhîm'in kıblesi olduğundan dolayı Ka‘be'yi seviyordu.”
Bu açıklama da İbn Abbâs'tan nakledilmiştir.34

34
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

104
Burada hemen belirtelim ki, Kur’ân'da konu edilen “kıble”nin, bu nakillerde
yer alan “namazda yönelinen yön” ile; kıble değişikliğinin de, Mescid-i Aksa'dan
Mescid-i Harâm'a dönmekle hiçbir alakası yoktur. Bu anlayışlar, Müslümanlığı
yozlaştırmak, dinin ilkelerini işe yaramaz hâle getirmek için zaman içerisinde
yerleştirilmiştir. Çünkü, kulluk için bir yön tayin etmeye kalkışmak, her şeyden
önce Kur’ân'a aykırıdır:
Ve doğu, batı yalnızca Allah'ındır. Öyleyse her nereye yönelirseniz
artık orası Allah'ın yüzüdür. Şüphesiz Allah, vâsi'dir, O, en iyi
bilendir. (Bakara/115)
“Tazarruan dua hâlindeki [namazdaki] yönelme”nin ise, yüzün fizikî olarak bir
yöne çevrilmesi ile alâkası yoktur; bu, manevî bir yönelmedir ve böyle olduğu da
aşağıdaki âyetlerden anlaşılmaktadır:
Kalben O'na yönelenler olarak, O'na takvâlı davranın, salâtı ikâme
edin, müşriklerden; dinlerini parça parça bölmüş, fırka fırka olmuş
kimselerden de olmayın. –Her fırka kendi yanlarındaki şeylerle
böbürlenmektedir.– (Rûm/31-32)
İbrâhîm'de ve o'nunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek
vardır. Hani onlar kavimlerine, “Biz sizden ve sizin Allah'ın
astlarından taptıklarınızdan uzağız. Biz sizi inkâr ettik. Ve siz bir tek
olarak Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda ebedî bir
düşmanlık ve buğz belirmiştir” demişlerdi. Yalnız İbrâhîm'in babası
için, “Senin için mutlaka mağfiret dileyeceğim. Ve Allah'tan olan
hiçbir şeye gücüm yetmez” demesi hariç. –Rabbimiz! Yalnız Sana
dayandık, Sana yöneldik. Ve dönüş ancak Sanadır. Rabbimiz! Bizi
inkâr edenler için bir fitne kılma! Bizi bağışla! Rabbimiz! Şüphesiz
Sen azîz ve hakîm'in ta kendisisin!– (Mümtehine/4-5)
Allah'a kulluk için mutlaka bir yön tayin etmeye kalkışmanın Kur’ân'a aykırı
olduğu ortaya konulduktan sonra, Bakara/142'nin tahlili çerçevesinde yapılması
gereken bir diğer iş de, bu âyette geçen Yahudi ve münâfıkların, Bunları, üzerinde
bulundukları kıbleden [hedeften, sosyal-siyasal stratejiden] çeviren nedir? sözleri
ile kasdedilenin [Müslümanların kıblesinin ne olduğunun ve onların neye
yöneldiklerinin] tesbit edilmesidir. Ancak bu tesbit yapılırken gözden
kaçırılmaması gereken bir husus vardır: “Kıbleden çevrilme” kavramı, kesinlikle
eski hedef ve stratejilerin bir tarafa bırakıldığı anlamına değil, ilk hedef ve
stratejilere ilâveten, yeni hedef ve stratejilerin belirlendiği anlamına gelir!
İLK KIBLE [SOSYAL HEDEF, STRATEJİ]:
Kur’ân'a bakıldığında, ilk vahiyden bu âyetlerin indiği döneme kadarki
âyetlerde hedef ve stratejinin; “tevhidin öğretilmesi, öğüt, uyarı, Kur’ân ile cihad,
müjdeleme, sabretme, af ve hoşgörü ile muamele” olduğu görülür.
YENİ KIBLE:
Aşağıdaki âyetlerde açıkça görüleceği gibi, Müslümanların yeni hedef ve
stratejilerini ise, salâtın ikâmesi [okulların açılması, sosyal destek kurumlarının
oluşturulması ve ayakta tutulması], zekâtın alınması, ma‘rûfun emredilip
münkerden nehyedilmesi, hikmet [zulmü engelleyip adaleti sağlayan ilkeler] ile
hareket edilmesi, gerektiğinde de savaşılması… kısaca İbrâhîm'in Mescid-i
Harâm'daki uygulamalarının tatbik edilmesi; eğitim-öğretim eksenli bir yapılanma
ile devlet hâline gelinmesi oluşturmaktadır.
Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhidler olasınız, Peygamber
de sizin üzerinize şâhid olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık.
Üzerinde olduğun bu kıbleyi kılmamız da yalnızca; elçilere uyan

105
kimseleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım diyedir. Bu
[tesbit ettiğimiz kıble], elbette, Allah'ın hidâyet ettiği kimselerin
dışındakilere çok büyüktür. Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir.
Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara çok şefkatlidir, çok
merhametlidir. (Bakara/143)
Bu âyette, kıble [hedef] büyütülmesi sebebiyle, son ümmetin diğer ümmetlere
şâhid olan hayırlı bir ümmet olacağı ve bu sayede inananla inanmış gözükenlerin
ayrışacağı, yeni hedefin inanmamış kimselere çok ağır ve zor geleceği
bildirilmiştir.
Gerçekten de, yeni hedefler arasında yer alan “salâtın ikâmesi”, huşûdan
yoksun olanlara çok ağır gelmiş ve bu durum değişik âyetlerde net olarak ifade
edilmiştir:
Bir de sabırla, salâtla [eğitime, öğretimle, sosyal destek kurumlarıyla]
yardım isteyin. Şüphesiz bu [salât ve sabırla yardım isteme], saygılı
olanlardan; gerçekten Rabb'lerine kavuşacaklarına ve gerçekten
kendilerinin O'na dönücü olduklarına inanan kimselerden başkasına
çok ağır gelir. (Bakara/45-46)
Şüphesiz ki münâfıklar, Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O,
onların aldatıcısıdır. Ve onlar, salâta kalktıkları zaman tembel tembel
kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Ve Allah'ı ancak, pek az olarak
anarlar. (Nisâ/142)
Ayrıca bu inançsız kimseler, Tevbe ve Enfâl sûrelerinde açıklandığı gibi,
savaşa gitmemek veya Müslümanları savaştan caydırmak için ellerinden geleni
artlarına koymamışlar, her vesileyle gerisin geri dönmüşlerdir:
Ve Muhammed, ancak bir elçi. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir.
Şimdi eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz?
Kim de geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah
şükredenleri mükâfatlandıracaktır. (Âl-i İmrân/144)
Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz şu küfretmiş kimselere uyarsanız,
onlar, sizi topuklarınız üstünde gerisin geriye çevirirler de siz
kaybedenlerden oluverirsiniz. (Âl-i İmrân/149)
Yeni kıble sayesinde, bu kıbleye yönelen ümmetin hayırlı bir ümmet
olacağının açıklanması, bu ümmetin, kendilerine verilen hedef ve stratejileri
gerçekleştirmek üzere “emr-i bi'l-ma‘rûf ve nehy-i ani'l-münker” yapmaları ve
i‘lâ-i kelimetullah için dışa açılmaları esasına dayanmaktadır.
Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten
vazgeçirmeye çalışır ve Allah'a inanırsınız. Kitap Ehli de inansaydı, kendileri için
elbette daha hayırlı olurdu. Onların bazıları mü’mindirler, pek çoğu da yoldan
çıkmış kimsedirler. (Âl-i İmrân/110)
VASAT ÜMMET
‫[ وسممط‬v-s-t] kök sözcüğü, vesat ve vest şekillerinde okunur; vesat şeklinde
okununca isim, vest şeklinde okununca zarf olarak kullanılır.
Bu sözcüğün anlamı, “bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı” demek
olup, “bir şeyin kendi ortası” olarak anlaşılır ve sözcük “ipi ortasından kavradım”,
“oku ortasından kırdım” cümlelerindeki gibi kullanılır.
Arap örfünde bir şeyin ortası, o şeyin en hayırlı, en yararlı bölümü demektir.
Meselâ, at veya devesine binecek bedevi için at veya devesinin en hayırlı yeri,
belinin ortasıdır. Yine, bedevinin devesine yapacağı ağıl için en hayırlı yer, otlağın
ortasıdır. Gerdanlığın, inci veya elmas takılacak en hayırlı [güzel ve uygun] yeri
gerdanlığın ortasıdır. Ayrıca her güzel ve yararlı davranış, kendi cinsinden olan

106
davranışların ortada olanıdır. Meselâ, cömertlik, cimrilik ve savurganlığın
ortasında bir davranıştır. Cesaret, korkaklık ve saldırganlık arasında bir davranıştır.
İşte bu nedenle ‫[وسممط‬vest] sözcüğü; “hayırlı, yararlı, üstün” anlamına
genelleşmiştir. Araplar, “O, kavminin evsatındadır” sözüyle, “o, kavminin hayırlı,
yararlı, şerefli olanıdır” demek isterler. Veya, “Şu vesît kişiye bir bakın” sözüyle,
“şu hayırlı, şerefli kişiye bir bakın” demek isterler.
Dolayısıyla, bu âyetteki, Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhidler
olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhid olsun diye sizi hayırlı bir ümmet
kıldık ifadesi, “ve işte böyle sizi hayırlı, yararlı ve şerefli bir ümmet kıldık”
demektir.
BU ÜMMETİN İNSANLARA ŞAHİTLİĞİ
Bu ümmetin diğer insanlara tanık yapılacağı, konumuz olan âyetten başka
Hacc sûresi'nde de geçmektedir:
Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. O, sizi O seçti ve dinde;
babanız İbrâhîm'in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha
önce ve işte bunda [Kur’ân'da], Elçi'nin size şâhid olması, sizin de
insanlara şâhid olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi.
Öyleyse, salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve Allah'a sarılın. O, sizin
mevlânızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne
güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78)
Malum olduğu üzere İslâm'daki ilk strateji, önce yakınların, sonra Ümmü'l-
Kurâ [Mekke] ve civarının uyarılması idi. Yeni kıblenin belirlenmesi [–tabiri
caizse– hedef ve strateji çıtasının yükseltilmesi] sonucunda ise; yakınların ve
Mekke halkının uyarılması yetmeyecek, uzak diyardaki halkların da İslâm'a davet
edilmesi gerekecektir. Yani, vahiy onlara da ulaştırılacak, emir ve nehyler
bildirilecek, onlar da ikna edilmeye uğraşılacak, onların da yapılan davete karşı
tavırları izlenecek, böylece bu ümmet, diğer ümmetlerin hakka uyup uymadığının
tanığı olacaktır.
Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur.
Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük
taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber
göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsrâ/15)
Uyarılmadan ceza verilmeyeceği sebebiyle, bu ümmet, diğer ümmetlere
tebliğin ulaştırılıp ulaştırılmadığının da tanığı olacaktır.
İşte Rasûlullah, bu yeni kıble [hedef, strateji] belirlenmesi nedeniyle sınır ötesi
tebliğlere, emir ve nehylere başlamış, çevredeki toplumların üst düzey
yöneticilerine mektuplar yazmış ve bunlar, Habeşistan Necaşisi'ne, Mısır'da
Mukavkıs'a, Bizans İmparatoru Heraklius'a, İran İmparatoru Kisra'ya, Uman
Melikleri Ceyfer ve Abd'e ve el-Ahsa vâlisi el-Münzir'e gönderilmiştir. Bunlardan
dönemin Mısır hükümdarı Mukavkıs'a gönderilen mektubu örnek olarak
sunuyoruz:
MISIR'DA MUKAVKIS'A GÖNDERİLEN MEKTUP
Rahmân, rahîm Allah adına. Allah'ın kulu ve elçisi Muhammed'den,
Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs'a. Selâm, hidâyet yoluna tâbi olan
kimseler üzerine olsun.
Buna göre ben seni tam bir İslâm daveti ile çağırıyorum. İslâm'a gir.
Sonunda emniyet ve selâmet içinde olursun. Allah sana ecrini iki kere
verecektir. Şayet bundan geri duracak olursan bütün Kıbtîlerin günahı
senin üzerinde toplanacaktır. De ki: “Ey Kitap Ehli! Sizinle bizim
aramızda ortak olan bir söze gelin. Allah'tan başkasına kulluk

107
etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ın astlarından
bazımız bazımızı rabbler edinmeyelim.” Buna rağmen eğer onlar, yüz
çevirirlerse, artık “Şüphesiz bizim müslümanlar olduğumuza şâhid
olun” deyin. (Âl-i İmrân/64)
Allah'ın elçisi Muhammed.
Netice olarak bu ümmet, Allah'ın mesajlarını tüm insanlara ulaştıracak ve
onların iman edip etmediklerini izleyecek ve Îsâ peygamberin tanıklığı gibi
tanıklık edecektir.
Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; ‘benim ve
sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben aralarında
olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni
vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun Sen. Ve şüphesiz
Sen gaybları en iyi bilensin. (Mâide/117)
Ve yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanmış, kitap konulmuş,
peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hakk ile karar
verilmiştir. Ve onlar zulmolunmazlar [onlara hakksızlık edilmez].
(Zümer/69)
Onların [bu iddiayı ortaya atanların], buna dair dört şâhid getirmeleri
gerekmez miydi? Mâdem ki şâhidler getirmediler, öyle ise onlar
Allah nezdinde yalancıların ta kendisidirler. (Nûr/13)
Ve Allah imanınızı kaybedecek değildir. Hiç şüphesiz Allah, bütün insanlara
çok şefkatlidir, çok merhametlidir (Bakara/143) ifadesiyle, mü’minler her zaman
olduğu gibi hizmete teşvik edilmektedir.
Bunun üzerine Rabb'leri onlara karşılık verdi: “Şüphesiz Ben, sizden
erkek olsun, kadın olsun –ki bazınız bazınızdandır [hepiniz
aynısınızdır]– çalışanın amelini zayi etmem. Binaenaleyh göç
edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler,
savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim
ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan
cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında
olandır. (Âl-i İmrân/195)
Kim iyilik, güzellik getirirse, onun için ondan [getirdiğinden] daha
hayırlısı/getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün
korkudan güvende olanlardır. (Neml/89)
Onları doğru yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah
dilediği kimseyi doğru yola getirir. Ve hayırdan infak ettiğiniz şeyler
sırf kendiniz içindir. Ve siz yalnızca Allah rızasını gözetmenin
dışında infak etmezsiniz. Ve hayırdan ne infak ederseniz o size
tastamam ödenecektir. Ve siz, zulmedilmeyeceksiniz. (Bakara/272)
Biz, yüzünü semaya evirip çevirdiğini kesinlikle görüyoruz. Artık
seni hoşnut olacağın bir kıbleye [hedefe, stratejiye] çevireceğiz.
Haydi, yüzünü Mescid-i Harâm yönüne çevir. Siz de, nerede
olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin! Kendilerine kitap
verilmiş olan kimseler de kesinlikle, şüphesiz onun, Rabbinden gelen
bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah, onların yapıp durduklarından
gâfil değildir. (Bakara/144)
Bu âyette, Rasûlullah'ın bazı sıkıntılarının giderileceği, o'nun da hoşnut olacağı
müjdesi verilirken, hedef ve stratejileri tam olarak açıklanmamakla beraber yeni
kıbleye işaret edilerek, önce Peygamberimize, sonra da tüm Müslümanlara
yüzlerini “Mescid-i Harâm yönü”ne çevirmeleri emri verilmiştir. Burada dikkat

108
edilmesi gereken çok önemli bir nokta vardır ki o da, yüzlerin “Mescid-i Harâm”a
değil, “Mescid-i Harâm yönüne” çevrileceğidir.
Âyetteki vech lafzı, sadece “yüz” demek değil, “tüm benlik ve varlık”
demektir. Çünkü vech [yüz], Arapça'da “cüz’iyyet mecaz-ı mürseli” sanatı
gereğince, vesikalık bir fotoğrafın insanın kimliğini temsil etmesi gibi, canlı
varlıkların en belirleyici organıdır. Yüzün semaya çevrilmesi ise; “duada
bulunmak, beklenti içinde olmak” demektir. Bu ifadedeki sema ile
evrenin/yaratıkların ötesi [en üst nokta] kasdedilmiştir.35 Zira insan, fıtraten,
Allah'ı düşünürken yere değil, göğe bakar. Nitekim dua ederken ellerini semaya
doğru kaldıran kişi, sıkıntıya düştüğünde de yüzünü semaya çevirerek Allah'a
yalvarır. Örfte de, olağan dışı olaylarda, “gökten düştü” tabiri kullanılır, hatta
Allah'tan gelen dinlere ve kitaplara, “semavî dinler, semavî kitaplar” denir.
Dolayısıyla, Peygamberimizin yüzünü semaya çevirmesi, tüm benlik ve varlığıyla
Allah'a yönelerek dua etmesini ifade eder.
Konumuz olan âyetle ilgili klasik anlayışlardan birkaç örnek şöyledir:
Hoşnud olacağın, “seveceğin” anlamındadır. es-Süddî der ki: “Hz.
Peygamber Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldığında başını semaya
doğru kaldırır, kendisine neyin emrolunacağına bakardı. Ka‘be'ye
doğru namaz kılmayı seviyor ve arzu ediyordu. Bunun üzerine Yüce
Allah, Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz buyruğunu
indirdi.” Ebû îshak da el-Bera'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir:
“Rasûlullah (s.a) Beyt-i Makdis'e doğru onaltı ya da onyedi ay
süreyle namaz kıldı. Rasûlullah (s.a) kıblesinin Ka‘be'ye doğru
döndürülmesini arzu ediyordu. Bunun üzerine yüce Allah, Biz yüzünü
göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz buyruğunu indirdi.”36
Hz. Peygamber (s.a) Beyt-i Makdis'e dönmekten hoşlanmıyor,
Ka‘be'ye yönelmeyi arzuluyordu. Ne var ki o, bunu diliyle
belirtmiyordu, bu sebeple de yüzünü gökyüzüne döndürüyordu. İbn
Abbâs'dan Hz. Peygamber'in şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
-- Ey Cebrâîl! Allah'ın beni Yahudilerin kıblesinden başka bir kıbleye
döndürmesini arzuluyorum. Çünkü oraya yönelmekten artık
hoşlanmıyorum.
Bunun üzerine Cebrâîl o'na şöyle dedi:
-- Ben de senin gibi bir kulum; bunu Rabbinden iste!
Artık bundan sonra Hz. Peygamber Cebrâîl'in, istediği şeyi
getireceğini umarak, devamlı göklere doğru bakıyordu. İşte bu
sebeple Cenâb-ı Hak bu âyeti indirdi.37
İbn Merdûyeh Kasım el-Ömerî'nin İbn Abbâs'tan naklettiği hadîsi
rivâyet ederek der ki: “Rasûlullah (s.a) Kudüs'e doğru namazı
kıldıktan sonra selâm verdi ve başını semâya kaldırdı. O esnada Allah
Teâlâ'nın, Yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir âyeti nâzil oldu.
Cebrâîl (a.s) o'na rehberlik ederek, yüzünü Ka‘be'nin oluk tarafına
döndürdü. Hâkim, Müstedrek'inde Ya‘lâ ibn Atâ kanalıyla Şu‘be'nin
naklettiği hadîste Yahyâ ibn Kumta der ki: “Ben Abdullah ibn Amr'ı
Mescid-i Harâm'da oluk hizasında otururken gördüm ve o, Şimdi seni
hoşnûd olacağın bir kıbleye çevireceğiz âyetini okudu. Sonra bunun
Ka‘be'nin oluğu olduğunu söyledi.” Hâkim der ki: “Bu hadîsin isnadı

35
Sema sözcüğünün detaylı anlamı için bkz. Tebyinu'l-Kur’ân; c. 1, s. 526-527.
36
Kurtubî, el-Camiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
37
Râzî, el-Mefâtihu'l-Gayb.

109
sahihtir. Ancak Buhârî ve Müslim onu tahrîc etmemiştir. Bu hadîsi
İbn Ebî Hatim Hasan kanalıyla Huşeym ve Ya‘lâ ibn Atâ'dan
nakleder.” Başkaları da böyle demişlerdir. Nitekim Şâfiî merhumun
iki görüşünden biri böyledir. Buna göre maksad, Kıble'nin kendisini
tutturmaktır. Şâfiî'nin diğer görüşüne göre –ki ekseriyet bu
kanâattadır– maksad “yönelme”dir. Hâkim, Muhammed ibn İshâk
kanalıyla Hz. Ali'den (r.a) nakleder ki: Yüzünü Mescid-i Harâm
tarafına çevir âyeti konusunda, “o yöne” demiştir. Ve ardından da,
“Bu hadîsin isnadı sahihtir, ancak Buhârî ve Müslim tahrîc
etmemişlerdir” der. Bu kanâat Ebu'l-Âliye, Mücâhid, İkrime, Sa‘îd
ibn Cübeyr, Katâde, Rebî ibn Enes ve diğerlerinin görüşüdür. Bir
başka hadîste vârid olduğuna göre, kıble, doğu ile batı arasıdır. Ebû
Nu‘aym der ki: “Bize Züheyr, Berrâ'dan nakletti ki: Rasûlullah (s.a)
onaltı veya onyedi ay boyunca Kudüs'ü kıble edindi. Ancak içinden
Ka‘be'nin kıble olmasını istiyordu. O, ikindi namazını kıldı.
Beraberinde bir topluluk da vardı. Onunla beraber namaz kılanlardan
bir kişi çıktı ve rükû'da olan bir mescid halkına rastladı. Adam,
“Allah adına şâhidlik ederim ki ben Rasûlullah (s.a) ile Mekke
yönüne doğru namaz kıldım” dedi. Bunun üzerine onlar oldukları gibi
Mekke yönüne döndüler. Abdurezzâk der ki: “Bize İsrâîl Berrâ'dan
nakletti ki: Rasûlullah (s.a) Medîne'ye geldiğinde onaltı veya onyedi
ay boyunca Kudüs'e doğru namaz kılmıştır. Ancak Rasûlullah (s.a)
Ka‘be'ye yöneltilmesini arzuluyordu. Nihayet, Doğrusu Biz senin
yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu görüyoruz... âyeti nâzil
oldu ve böylece Ka‘be'ye döndürüldü. Neseî de, Sa‘îd ibn el-
Muallâ'nın şöyle dediğini nakleder: “Biz Rasûlullah (s.a) devrinde
erkence mescide giderdik ve namazımızı kılardık. Bir gün mescide
uğradık. Rasûlullah (s.a) minberde oturuyordu. Ben dedim ki: “Yeni
birşey olmuş ki Rasûlullah minberde oturuyor.” O sırada Rasûlullah
(s.a), Doğrusu Biz senin yüzünün semâya doğru çevrilip durduğunu
görüyoruz... âyetini okudu. Âyeti bitirince arkadaşıma, “Rasûlullah
(s.a) minberden inmeden önce gel iki rekât namaz kılalım ve ilk
namaz kılanlar biz olalım” dedim. Arka arkaya geçtik ve iki rekât
namaz kıldık. Sonra Rasûlullah (s.a) minberden indi ve insanlara
namaz kıldırdı. O gün kılınan öğle namazı idi. İbn Merdûyeh
Abdullah ibn Ömer'den nakleder ki: Rasûlullah'ın (s.a) Ka‘be'ye
doğru yönelerek kıldığı ilk namaz öğle namazıdır ve o orta namazdır.
Ancak meşhur olan görüş Rasûlullah'ın Ka‘be'ye doğru yönelerek
kıldığı ilk namazının ikindi namazı olduğudur. Bu sebeple haber
Kubâ halkına gecikmeli olarak ancak sabah namazında ulaşmıştır.38
Hâlbuki konumuz olan âyette de bu pasajda yer alan diğer âyetlerde de, salât
veya namaz [tazarrulu dua] kelimesinin olmadığı görülmektedir. Ama ne yazık ki
birileri, “yüzün Mescid-i Harâm yönüne, hoşnut olunacak kıbleye çevrilmesi”ni,
“müslümanların, namaz kılarken Mescid-i Harâm yönüne dönmeleri” olarak
zihinlere yerleştirmişlerdir. Bize göre bu davranış, gafletin de ötesinde bir ihanet
olup dini saptırma, bozma girişimidir.
Ve andolsun ki sen, o kitap verilmiş olan kimselere, bütün âyetleri de
getirsen, yine de senin kıblene tâbi olmazlar. Sen de onların kıblesine
uyan biri değilsin. Zaten onlar da birbirlerinin kıblesine tâbi değiller.
38
İbn Kesîr.

110
Yine andolsun ki, sana gelen bunca bilgiden sonra, sen onların
hevalarına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, zâlimlerden
olursun. (Bakara/145)
Bu âyette, bir önceki âyetteki, Kendilerine kitap verilmiş olan kimseler de
kesinlikle, şüphesiz onun, Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Ve Allah,
onların yapıp durduklarından gâfil değildir ifadeleri açılmakta ve Rasûlullah'ın
muhatap aldığı-alacağı Yahudiler ile ilgili bilgiler verilmektedir. Daha sonra da
Rasûlullah'ın izleyeceği stratejinin önemi açıklanmakta ve bu stratejiden taviz
vermemesi sert bir şekilde ihtar edilmektedir.
Görüldüğü gibi âyette, onların kendilerine göre birer kıblelerinin [hedeflerinin,
stratejilerinin] bulunduğu, birçok kanıt gösterse de onların bundan
vazgeçmeyecekleri ve Rasûlullah'ın kıblesine uymayacakları bildirilmiştir.
Malum olduğu veçhile Yahudilerin kıblesi, “sarı sığır-buzağı, yani altın'dır.
Mü’minlerin kıblesi de, tevhid ve adalettir. Bunu gerçekleştirmek için ise; salâtı
ikâme etmek, zekâtı vermek, emr-i bi'l-ma‘rûf ve nehy-i ani'l-münkerde bulunmak,
cihad etmek, lüzumunda da savaşmak gerekmektedir. Durum böyle olunca, ne
kıblesi “altın” olan Yahudilerin ne de inanmayanların mal ve can verme gibi bir
stratejiyi benimsemeleri mümkün değildir.
Burada “sen” ifadesiyle Rasûlullah muhatap alınmış gözükse de asıl muhatap,
mü’minlerdir. Âyetteki, Yine andolsun ki, sana gelen bunca bilgiden sonra, sen
onların hevalarına uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz sen, zâlimlerden olursun
ifadesiyle de, Kur’ân dışı bir yol haritası edinilmemesi emredilmektedir.
Peki, sen, kendi hevasını ilâh edinen ve Allah'ın bir ilim üzere
kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir
perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim
hidâyet verecektir? Yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?
(Câsiye/23)
Aslında o insan, önünü fücurla geçirmek istiyor. (Kıyâmet/5)
Klasik kaynaklar bu âyetle ilgili olarak şunu nakletmişlerdir:
Rivâyet edildiğine göre Medîne yahudileri ile Necrân hristiyanları Hz.
Peygamber'e (s.a), “Senden önceki peygamberlerin getirdiği gibi, sen de bize bir
mucize getir!” demişler; bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyeti indirmiştir. Doğruya
en yakın olan, bu âyetin yeni başlayan bir hâdise hakkında nâzil olmadığı, aksine
bunun kıblenin değiştirilmesiyle ilgili hükümlerin geriye kalanlarından
olduğudur.39
Şu, kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, o'nu [Peygamberi] kendi
oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Şüphesiz onlardan bir kesim de
bilip durmalarına rağmen, kesinlikle hakkı gizliyorlar. Hak,
Rabbindendir. O hâlde, şüpheye düşenlerden olma sakın!
(Bakara/146-147)
Bu âyette, beşerî olan her şeye kuşku ile yaklaşılabileceği, Allah'tan gelen
şeylerde ise tereddüt edilmemesi gerektiği ilkesi öğretilmektedir. Çünkü Hakk'tan,
ancak hakk [gerçek] sâdır olur.
Ayrıca bu âyetlerde, Yahudilerin kendini beğenmişliğine, kibrine dikkat
çekilmekte; onların, Rasûlullah'ın gerçek peygamber, yaptıklarının da hakk
olduğunu, tıpkı oğullarını tanıdıkları gibi tanımalarına rağmen içlerinden bir
grubun bu gerçeği gizledikleri ifşa edilmektedir. Onların bu davranışlarının
gerekçesi ise başka sûrelerde verilmektedir:

39
İbn Kesîr.

111
Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, zulüm ve
kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların
sonunun nice olduğuna bir bak!– (Neml/14)
Onlara Allah katından kendileri ile birlikte olanı tasdik eden bir kitap
gelince de –ki bunlar daha önceleri inanmayanlara karşı zafer
kazanmak istemişlerdi de o tanıdıkları kendilerine gelmişti– onu
inkâr ettiler. Artık Allah’ın laneti kâfirler üzerinedir. (Bakara/89)
Klasik kaynaklar bu âyet ile ilgili de şu olayları nakletmişlerdir:
Rivayete göre Hz. Ömer, Abdullah b. Selâm'a şöyle demiş: “Sen gerçekten
oğlunu tanıdığın gibi Muhammed'i (s.a) tanıyor musun? O da şu cevabı vermiş:
Evet, hatta bundan da öte. Allah semasındaki emînini yeryüzündeki emînine
niteliklerini belirterek gönderdi ve ben de onu bu nitelikleriyle tanıdım. Oğluma
gelince, annesinin neler yaptığını bilemiyorum.”40
Hz. Ömer'den (r.a) rivâyet edildiğine göre o, Abdullah ibn Selâm'dan (r.a)
Hz. Peygamber'i (s.a) sordu. Abdullah ibn Selâm cevaben şöyle dedi: “Ben o'nu,
oğlumdan daha iyi tanırım.” Hz. Ömer, “Niçin?” deyince, O, “Çünkü ben Hz.
Muhammed'in (s.a) peygamber olduğundan şüphe etmem. Fakat çocuğumdan
şüphe edebilirim; çünkü annesi hainlik etmiş olabilir.” Bunun üzerine Hz. Ömer
onun başını öptü.41
Ve herkes için bir yön vardır; o, ona yönelendir. O nedenle hep
hayırlara koşun, yarışın. Her nerede olsanız Allah, tümünüzü bir
araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye en iyi güç yetirendir. Ve her
nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir.
Şüphesiz bu, Rabbinden gelen bir hakktır. Allah, yaptıklarınıza gâfil
de değildir. Ve her nereden çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm
tarafına çevir. Ve siz, her nerede olsanız, insanlardan, –onlardan
zulmeden kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil olmaması için,
Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size
kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun,
düstur ve ilkeleri] öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi
göndermemiz gibi, size olan nimetimi tamamlamam için ve doğru
yolu bulabilmeniz için hemen yüzünüzü onun tarafına çevirin. Artık
onlara haşyet duymayın, Bana haşyet duyun. (Bakara/148-151)
Bu âyet grubunda, her halkın benimsediği bir ideal hedef, sosyal ve siyasal
strateji olduğu ve herkesin de kendi hedefine yöneldiği açıklandıktan sonra
mü’minlere; hayırlara koşun, yarışın denilmekte, sonra da her nereden çıkarsanız
çıkın yüzünüzü Mescid-i Harâm yönüne çevirin talimatı tekrarlanarak “Mescid-i
Harâm tarafı”nın kıble edinilmesi emredilmektedir.
Âyetin orijinalindeki viche sözcüğü, “yüzün döndüğü yön” anlamında olup
“kıble” sözcüğünün anlamdaşıdır. Buradaki yön de sosyolojik-siyasal yöndür; yani
hedeftir, idealdir, mefkûredir, stratejidir.
Bu paragrafta dikkat edilecek en önemli nokta, “Mescid-i Harâm tarafı”nın
“kıble” [hedef, sosyal siyasal strateji] yapılmasının gerekçesidir. Yukarıdaki
âyetlerde sayılan gerekçeler şunlardır:
1) İnsanlardan, –onlardan zulmeden kimseler hariç– sizin aleyhinizde bir delil
olmaması için, yani; herkesten güçlü olmanız, kimsenin sizi ezmemesi için.
2) Benim size, içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve
hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri]
40
Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
41
Râzî, Mefâtihu'l-Gayb.

112
öğreten ve size bilmediğiniz şeyleri öğreten bir elçi göndermemiz gibi, size olan
nimetimi tamamlamam için, yani; Allah'ın dininin yayılması nedeniyle tüm
insanların kitaptan, hikmetten yararlanmaları ve bilgisizlikten kurtulmaları için.
3) Doğru yolu bulabilmeniz için, yani; kurtuluşa erebilmeniz için.
İşte Allah, Mescid-i Harâm tarafının kıble/hedef edinilmesi için bu hususları
gerekçe olarak göstermektedir. Biraz düşünülecek olursa, namazda yüzün fizikî
olarak Mescid-i Harâm tarafına çevrilmesiyle bu gerekçelerin tahakkuk
ettirilemeyeceği, yani öyle yapmakla Allah'ın bizler için istediklerinin
sağlanamayacağı, her dürüst insanın kabul edeceği bir gerçektir.
O hâlde, “Mescid-i Harâm tarafı” ifadesinden ne anlaşılması gerekmektedir?
Bu sorunun cevabı Kur’ân'da şöyle verilmektedir:
Ve Biz bir zaman bu Beyt'i, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş
yeri ve bir güven yeri kılmıştık. –Siz de İbrâhîm'in makamından bir
musallâ [salât gerçekleştirilecek yer] edinin.– Ve Biz İbrâhîm ile
İsmâîl'e, “Beytimi, dolaşanlar, ibadete kapananlar ve secde edenler,
rükû edenler için tertemiz tutun” diye ahit almıştık. (Bakara/125)
Şüphesiz, insanlar için mübarek ve âlemlere yol gösterme olarak
konulan ilk ev, Bekke'dekidir [Mekke'dekidir]. Onda apaçık deliller;
İbrâhîm'in makamı vardır. Oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve
yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i haccetmesi Allah'ın insanlar
üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün
âlemlerden zengindir. (Âl-i İmrân/96-97)
Allah, Ka‘be'yi; o Beyt-i Harâm'ı, haram ayı, hedyi [hacda oraya
hediye olarak kesilen hayvanı] ve (kurbanlardaki) gerdanlıkları
insanlar için bir ayağa kalkış kıldı. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde
olan her şeyi bildiğini ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu
sizin de bilmeniz içindir. (Mâide/97)
Yukarıdaki âyetlerde yer alan vurgular dikkate alındığında, “Mescid-i
Harâm”ın özellikleri hakkında şu tesbitler yapılabilmektedir:
• Mescid-i Harâm veya Beytullâh veya Ka‘be (üçü de aynı şeyi ifade ediyor),
insanlar için (bir tek insan için değil), yeryüzünde hazırlanan evdir [okuldur].
• Orada İbrâhîm peygamberin makamı [ayaklandığı, zâlimlere karşı kıyam
ettiği, mücadele ettiği yer] vardır.
• Orada herkes güvende, dokunulmaz, hür olmalıdır, orada baskı ve zulüm
olmamalıdır.
• Orada hikmetler [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve
ilkeler] yürürlüğe sokulmalı, herkes bilmediğini öğrenmelidir.
• Orası, orada dolaşanlar, âkifler, kâimler, rükû ve secde edenler için tertemiz
tutulmalıdır.
• Müslümanlar, İbrâhîm'in makamından bir musallâ [salâtın ikâme edildiği yer,
alan] edinmelidir.
• Gidip gelmeye imkân bulanlar da oraya gidip gelmelidir.
“Mescid-i Harâm”ın Kur’ân'da bildirilen özellikleri yukarıdaki gibi tesbit
edilince görülmektedir ki, yapılan vurgular Mescid-i Harâm, Beytullâh veya
Ka‘be'nin fizikî yapısı ile ilgili değil, işlevleriyle ilgilidir ve İbrâhîm peygamberin
Ka‘be yapması da, tevhid okulunu açması ve işletmesidir. Buna göre, “Mescid-i
Harâm tarafı” ifadesinden ne anlaşılması gerektiği ve “Mescid-i Harâm tarafına
yönelmek” için nelerin yapılması lâzım geldiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır:

113
• Özerk ilâhiyat okulları [“Tabii Bilimler”in tümü doğal olarak ilâhiyât
okuludur] açılmalı ve bu okullardaki ilâhiyâtı, tevhidi öğreten öğretmenler [rükû
edenler] ile öğrenciler [ilâhiyat eğitimi alarak ikna olanlar] gözetilmelidir.
• Salâtın ikâmesi için, sosyal destek kurumları kurulmalıdır.
• Gerekli askerî güç ve organizasyon kurularak düşmanlardan üstün
olunmalıdır. Bu alanda da iyi eğitimciler ve subaylar yetiştirilmelidir.
İşte Kur’ân'da yer alan, Allah'ın emrettiği kıble/strateji budur. Yoksa, namaz
kılarken insanların yönlerini fizikî olarak Mekke'ye çevirmesi değildir.
Bu strateji ile Rasûlullah topluma Allah'ın hikmetlerini öğretecek ve toplumda
yönetici sıfatını kazanacaktır. Zaten bu âyetlerden sonra, yani Medîne döneminde
Peygamberimiz fiilen “Melik Elçi” olmuştur [hem elçilik, hem de komutanlık
dâhil yöneticilik görevlerini yürütmüştür].
Şu âyetler onun bu görevlerine yöneliktir:
De ki: “Eğer siz Allah'ı seviyorsanız o zaman bana uyun ki Allah da
sizi sevsin ve günahlarınızı sizin için bağışlasın. Ve Allah gafûrdur,
rahîm'dir. (Âl-i İmrân/31)
Kim Elçi'ye itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse,
Biz seni onlara bekçi olarak göndermedik. (Nisâ/80)
Allah'ın, o kent halkından, Rasûlü'ne verdiği ganimetler, içinizden
yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah'a, Elçi'ye, yakınlık
sahiplerine, göç eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın lütuf ve rızasını
ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve
Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–,
yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen
alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'a da takvâlı
davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması çok çetin olandır. (Haşr/7-8)
Ey iman etmiş kimseler! Allah'a itaat edin, Elçi'ye ve sizden olan
emir sahibine itaat edin. Sonra eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa
düşerseniz; Allah'a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu
Allah ve Elçi'ye havâle edin. Bu, daha iyidir ve ilk iş olma
bakımından daha güzeldir. (Nisâ/59)
Netice olarak diyoruz ki: Kıble, uygulandığı gibi namazın rüknü değil,
müslümanın hayattaki sosyal ve siyasal hedefidir.
NAMAZ
“Namaz” sözcüğü Hindçe'den Farsça'ya, Farsça'dan da Selçuklular döneminde
Türkçe'ye geçmiştir. Farsça'daki ilk anlamı, “ateş önünde saygıyla eğilmek”
demektir. Sanskritçe, “saygı sunmak” anlamına gelen namaste kelimesinin
Farsça'ya geçmiş şekli olması muhtemeldir. Bu kelime de, “selam vermek”
anlamına gelen nam kelimesinden türemiş olmalıdır. Hem nam [selam] ve hem de
namaste [saygı sunmak] günümüz Hind kültüründe de görülebileceği üzere
“eğilerek” yapılan bir fiildir.
Namaz” sözcüğünün Farsça'daki bu “eğilerek saygı ile dua etmek” anlamı,
Arapça ve Kur’ân'da ‫[ بالّتضممّرع الممّدعاء‬ed-du‘au bi't-tezarru‘=alçala alçala/sürekli
alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir.
Bunu da Rabbimiz şu âyetiyle emretmiştir.
Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin.
Kesinlikle O, haddi aşanları sevmez. (A‘râf/55)
Âyetin orjinalindeki ‫[تضممّرعا‬tezarru‘an] ifadesi, ‫[ض ر ع‬d-r-a] kökünden
türemiş “tefe‘ul” babından bir sözcüktür. Kök sözcüğün anlamı “zillet ve tevazu

114
göstermek”tir.42 Tazarru‘an sözcüğü, kalıp ve cümledeki “hal” ögeliği itibariyle
“zillet üstüne zillet, zillet üstüne zillet” [alçala, alçala, alçala alçala] demektir.
Âyetin orjinalinde yine ‫[و‬vav] bağlacıyla cümlede ikinci “hal” konumunda
bulunan hufyeten sözcüğü, h-f-v kökünden türemedir ve ezdâd'dandır. Yani, iki zıt
anlamı da içeren bir sözcük olup “açıkça göstererek, parıl parıl parlatarak” ve
“gizleyerek” demektir.43
Bu durumda âyetten her iki mana da anlaşılmalı ve her iki hal ile de bu görev
yapılmalıdır. Biz de önce dua hakkında bilgi verdikten sonra tazarru ile yapılan
duaya [namaza] geçeceğiz.
DUA: İnsan kişiliğindeki zaafların yol açabileceği kaymaları önlemek için olsa
gerektir ki, ilâhî dinlerde, insanda yaratılıştan var olan dinî yöneliş duygusunun
mümkün olduğu kadar canlı ve etkili bir hâlde bulunmasını sağlayacak bazı
davranışlar görev hâline getirilmiştir. Bu davranışlar, yapılması zorunlu kılınan
ibadetlerdir ve özellikle de ibadetlerin özü olan duadır. Dua ile insanın bilhassa
refahta ve rahat ortamda iken Allah'ı hatırlaması öngörülmüş, böylece bencil
isteklerine kapılmasının engellenmesi hedeflenmiştir.
İbadet ve dua sayesinde Allah'a yönelme güdüsünü canlı tutan insan, Allah'a
boyun eğmekten [kulluktan] hiç çıkmayacağı gibi, bu şekilde gösterdiği küçülme ve
saygı da Allah'ın rahmet ve bereketinin hep onun üzerinde kalmasını sağlayacaktır.
Böylece ilk bakışta insanın Allah'a doğru bir yönelişi olarak görünen dua, Allah'ın
rahmet ve şefkatini celbetmek sûretiyle Allah ile kul arasında karşılıklı bir ilişkinin
başlangıcı hâline dönüşecek, bir başka boyut kazanacaktır.
Bu sebeple dua, kulluğun en ileri mertebesi ve ibadetlerin özü ve en
önemlisidir. Rabbimiz kulun ancak duası ile değer kazanacağını bildirerek duanın
önemini şöyle vurgulamıştır:
De ki: “Duanız olmasa Rabbim size kıymet verir mi ki de siz
kesinkes yalanladınız? Artık size o kaçınılmaz olacaktır.” (Furkân/77)
Allah ile kul arasındaki böyle bir ilişkide bir vasıtanın olamayacağı
ortadayken, aracısız yapılacak duaların Allah tarafından kabul edilip edilmeyeceği
hakkında Peygamberimize soru sorulmuş olmalı ki, Rabbimiz bu sorulara, dua
edenlere çok yakın olduğunu ve onların dualarına karşılık vereceğini bildiren
âyetlerle cevap vermiştir:
Ve sizin Rabbiniz, “Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim.
Şüphesiz Bana ibadet etmekten büyüklenen kimseler yakında
horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir” dedi. (Mü’min/60)
Ve kullarım, sana Benden sordukları zaman, biliniz ki şüphesiz Ben
çok yakınımdır. Bana dua edince, duacının duasına cevap veririm. O
hâlde reşit olmaları için onlar da Bana karşılık versinler ve bana
inansınlar. (Bakara/186)
Yüce Allah, kuluna cevap vermek için ondan sadece Kendisine başvurmasını
istemektedir. İnsanın Allah'a başvurması için pek çok sebebi olabilir. Bu sebepler
hayranlık, hamd, şükür olabileceği gibi, herhangi bir şeye ihtiyaç, korkulandan
kurtulma ve yapılan hataların bağışlanması isteği de olabilir.
SÖZCÜK ANLAMI: Dua, “da’vet” ve “da’va” sözcükleri gibi mastar olup
“çağırmak, seslenmek” demektir.
İslâmî terim olarak “dua” ise, “yaratıklardan alâkayı keserek Allah'a yönelip
O'ndan hayır istemek [hayır istemek için O'na yakarmak]” demektir.

42
Lisânu'l-Arab, 5/494-495, “Dra” mad.
43
Lisân, 3/162-165, “Hfv” mad.

115
Dinlerdeki duaların; içerik ve biçimleri değişik olsa da, asıl olan dua yalvarıp
yakarmaktır. Çünkü insan, kendisinden daha üstün olan bir varlıkla irtibat kurma
ihtiyacı duyar. Bu sebeple, dua ederek varlığını kabul ettiği o Yüce Güç karşısında
duyduğu saygı ve ümit hislerini açıklar, böylece bu ihtiyacını en üst seviyede
karşılayarak gönlü huzura kavuşur. Dolayısıyla dua, Allah ile O'na inanan ve hâlini
arz edip O'ndan niyazda bulunan kul arasındaki yakın ilişkinin nişanesi olan bir
konuşmadır. Zaten bu sebeple duaya “münâcât” [Allah ile gizliden ve ruhsal
konuşma] adı da verilmiştir.
İSLÂM'DAN ÖNCE DUA:
İlkel topluluklardaki dua; aile reisi, kabile başkanı veya rahibin yakarışlarına
cemaatin “âmin” diyerek katılması şeklindedir. Bu en iptidai şeklinde bile
“kötülüklerden korunma” veya “dünya nimetlerinden faydalanma isteği”, duanın en
belirleyici özelliğidir. Hind mistisizminde Upanişad'lardan kaynaklanan ve yoganın
psiko-tekniğine dayanan ibadetsiz bir dua türü vardır. Hinduizm'de dua inandırıcı
sözlerle yapılır; ortak dua sembolü bir çeşit besmele olan “om”dur. Budizm'de yüce
varlığa karşı belirli bir dua söz konusu olmamakla beraber Buda'ya dua etmek ve
ondan istekte bulunmak geleneği hâkimdir. Şintoizm'de dua, mabette veya evde
tanrılara pirinç ve pirinç şarabı sunmakla yerine getirilir.
Eski Meksika, Sümer, Bâbil, Mısır ve Yunan dinlerinde birbirine benzeyen ve
dua yerine kullanılan kolektif şiirler vardı. Maniheizm'deki duada ruhu etkileyen
düalist bir görüş hâkimdir. Romalılar dualarını genellikle Jüpiter mabedinde
yapmışlardır. Germen dininde büyünün dua üzerinde üstün bir gücü vardır. Ancak
ilkel toplumlarda büyü ile dua arasındaki sınırı belirlemek oldukça güçtür. Yunan
dininde dua, geleneksel temizlikle başlar ve klasik yalvarma ile sona ererdi.
Sümerler dua esnasında ellerini başlarının üzerine koyarlar, sevinçlerini göstermek
ve duanın inandırıcı olmasını sağlamak için ellerini alınlarına çarparlar, böylece
ölülerine de saygı göstermiş olurlardı. Bu durum Doğu Asya'da özellikle Hind
yogasında da görülmektedir.
Dua esnasında kutsal eşyanın öpülmesi, okşanması, çıplak ayakla etrafında
dönülmesi gibi hususlar ilkel kabile dinlerinin özelliklerindendir. Hemen bütün ilkel
kabile dinlerinde güneş doğarken ve batarken, ekim ve hasat zamanlarında kurallara
bağlı olarak dua edilmiştir.
YAHUDİLİKTE DUA
Yahudilikte dua, Allah'a yaklaşma vesilesi kabul edilir. İbranice tephillah,
“dua” anlamına gelir. Tevrat'ta dua için genel bir kavram ve belli bir sıra olmamakla
birlikte, 66 cümle doğrudan veya dolaylı olarak dua ile ilgilidir. Yahudiler ayakları
bitiştirmek, diz çökmek, baş eğmek, elleri göğe açmak ve Kudüs'e yönelmek
sûretiyle dua ederler. Bilhassa II. Tapınak'ın yıkılışından sonra Yahudilerde toplu
dua da yaygınlaşmıştır. Günümüzde Yahudiler günde 3 defa [sabah, öğle ve akşam]
dua ederler. Ayrıca sinagogda Cum‘artesi [sabbat] ve bayram günlerinde bunlara ek
olarak dualar yapılır. Sabah duasında dua atkısı talet [tallit] kullanılır, dua kayışı da
sol pazuya ve alına takılır. Dua dili İbranice olmakla birlikte bazı eski Aramice
dualar da okunur. Dua öncesinde temizlik yapmak ve özel ayin elbisesi giymek
gerekir. Duaların büyük bir kısmını ihtiva eden Mezmurlar hem Yahudi hem de
Hristiyanlarca dua sırasında okunmaktadır.
HRİSTİYANLIKTA DUA
Hristiyanlıkta dua, dinî hayat açısından büyük bir önem taşır. Dua, Tanrı'ya
ulaşma, O'nu tanıma ve vicdanın sesi olarak nitelendirilir. Duanın temelinde Allah'a
güven ve yüce bir inanış vardır. Luther'e göre dua inancın eseri, Calvin'e göre Allah'ı
kavrayabilme inancının her gün tekrarlanışıdır. İncillerde tavsiye edilen belli bir dua

116
şekli yoktur; sadece putperestler gibi dua edilmesi yasaklanmıştır (Matta, Vl/7).
İncillerin tamamında duayı ilgilendiren 75 kadar cümle tesbit edilebilmektedir.
Hristiyanlıkta duanın belli esaslar çerçevesinde yapılması ilk defa İznik Konsili'nde
(M. 325) kararlaştırılmış, daha sonra Vatikan bu esaslar üzerinde bazı değişiklikler
yapmıştır. Hristiyan dualarında temel unsuru Îsâ peygamber teşkil etmekle beraber
Allah ve Ruhu'l-Kudüs de duanın önemli rükünlerindendir.
Günümüzde Hristiyanların günlük [sabah, öğle ve akşam], haftalık [pazar], ve
yıllık [paskalya] olarak keşişler ve rahipler gözetiminde manastırlarda yaptıkları dua
geleneği oldukça uzun bir geçmişe sahiptir (M.S. 150). “Rabbin duası”, Hristiyanlık
için toplu ibadetin doruk noktasını teşkil eder. Katolik Kilisesi'nde günde 7 ayrı dua
saati bulunmaktadır. Ortodoks Kilisesi'nin geleneğinde gün batarken okunan
“Vesperum”, günün ilk duasını teşkil eder. Genel olarak kiliselerdeki dua şekilleri
pek fazla değişiklik göstermez.44
İSLÂM'DA DUA
Kur’ân'da dua ile ilgili âyetler oldukça geniş yer tutmaktadır. Doğrudan dua ile
ilgili olan 200 kadar âyetten başka Kur’ân'da ayrıca tevbe, istiğfar gibi kulun Allah'a
yönelişini ve O'ndan dileklerini ifade eden çok sayıda âyet vardır. Dua ile ilgili
âyetlerin bir kısmında insanların Allah'a dua etmeleri emredilmiş, bir kısmında ise
duanın usûl, adap ve tesirleri üzerinde durulmuştur.
DUANIN GEREĞİ: İnsan davranışlarına bakıldığında, ateist ve din karşıtı
olanların bile dara düştükleri zaman gayr-i ihtiyarî Allah'a sığındıkları görülür. Bu
davranış, insanlardaki dinî eğilimin, kulluğun, Allah'a sığınıp yalvarmanın fıtrî
[yaratılıştan gelen] bir özellik olduğunu gösterir. Zaten Rabbimiz de insana hem
fücur hem takvâ ilham ettiğini bildirmiştir:
Nefse ve onu düzenleyene; –ki O, ona fücurunu ve takvâsını ilham
etti– (andolsun ki,) (Şems/7-8)
İşte bu ilham gerekçesiyledir ki, insan, inkârcı olduğunu söylese bile sıkıntı
anlarında Allah'a yönelir. Çünkü evrendeki canlı-cansız her şey Allah ile fıtrî bir
ilişki içindedir:
Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı tesbîh
ederler. O'nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz,
onların tesbîhlerini iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, halîmdir çok
bağışlayandır. (İsrâ/44)
İnsanın zor şartlarda ve çaresizlik içindeyken Allah'a yönelip duaya
başvurması şeklinde ortaya çıkan genel psikolojik mekânizma, Kur’ân'ın ısrarla
üzerinde durduğu bir konudur. İnsan tabiatında fıtrî ve küllî bir motif olarak bulunan
bu yönelişin [dua etme ihtiyacının] hangi durumlarda belirginleşip zayıfladığı
Kur’ân'da örneklerle açıklanmıştır. Bu açıklamalardan bir genelleme yapmak
gerekirse; insan, bir tehlike karşısında iken veya sıkıntıya düştüğünde bütün
samimiyetiyle Allah'a yönelip, yatarken, otururken, ayakta dururken, bıkıp
usanmadan iyilik ve başarı dileyerek dua etmekte, tehlike geçtikten veya sıkıntısı
giderildikten sonra kendisini emniyette gördüğü veya sıkıntının üstesinden gelmeyi
kendisinin başardığına inandığında ise Allah'tan yüz çevirerek duadan
uzaklaşmaktadır. Bu ikinci durumda kendi güç ve yeterliliğini gözünde büyütüp
bencilleşerek nankör ve zâlim bir tavır sergilemektedir:
Ve insana sıkıntı dokunduğu zaman, yan yatarken, otururken,
dikilirken Bize yalvardı. Kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi de
sanki kendisine dokunan o sıkıntı için Bize hiç yalvarmamış gibi

44
Çeşitli Ansiklopediler.

117
aldırmadan geçip gitti. Haddi aşanlara, yaptıkları şeyler işte böyle
süslenmiştir. (Yûnus/12)
Ve gölgeler gibi bir dalga onları bürüdüğünde, O'nun için dini
arındırarak Allah'a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak
kurtardı, onlardan bir kısmı orta yolu tutar [iman-küfür arasında bir
yol tutar]. Ve Bizim âyetlerimizi ancak, tam hain ve tam nankör bile
bile inkâr eder. (Lokmân/32)
İnsan hayır istemekten usanmaz, kendisine bir kötülük dokununca da
hemen, karamsardır, ümitsizdir. (Fussilet/49)
İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, bütün gönlünü O'na vererek
Rabbine dua eder. Sonra kendisine tarafından bir nimet lütfettiği
zaman da önceden O'na dua ettiği hâli unutur da, Allah'ın yolundan
sapıtmak için O'na ortaklar kılar [oluşturur]. De ki: “Küfrünle biraz
yararlan! Şüphesiz sen ateşin ashabındansın.” (Zümer/8)
Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman o yüz çevirir, yan çizer.
Kendisine bir kötülük dokunduğu zaman da geniş geniş yalvarır.
(Fussilet/51)
O, sizi bir candan yaratan, ve ondan da, kendisine ısınsın diye eşini
yapandır. Ne zaman ki o, onu örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük
yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki zevce ağırlaştı o
zaman onlar [o ikisi] Rabb'lerine dua ettiler: “Eğer bize sâlih [bir
çocuk] verirsen, andolsun ki [kesinlikle] şükredenlerden olacağız.”
Ne zaman ki onlara [o ikisine] sâlih [bir çocuk] verdi, o ikisine
verdiği şey hakkında O'nun için ortaklar kıldılar. Onların ortak
koştuğu şeylerden Allah münezzehtir, yücedir. (A‘râf/189-190)
Ve onlardan, “Eğer Allah lütfundan bize verirse, mutlaka bağışta
bulunacağız ve kesinlikle iyilerden olacağız” diye Allah'a söz
verenler vardır. Sonra, ne zaman ki Allah, onlara lütfundan verir,
onda cimrilik ederler ve yüz çevirerek geri dururlar. (Tevbe/75-76)
O [Allah], size karada ve denizde yolculuk ettirendir. Gemilerde
bulunduğunuzda gemiler içindekileri tatlı bir rüzgârla götürür. Onlar
[yolcular] neşelendiklerinde, şiddetli bir fırtına gelip çatar, dalgalar
her mekândan gelir. Ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca,
dini Allah için arındıranlar olarak O'na yalvarırlar: “Bizi bundan
kurtarırsan, hiç kuşkusuz, şükredenlerden [karşılığını ödeyenlerden]
oluruz.” Sonra ne zaman ki Biz onları oradan kurtardık, kurtulur
kurtulmaz yeryüzünde haksız yere taşkınlıklar yaparlar. –Ey insanlar
taşkınlığınız şu basit hayatın kazanımı olarak sırf kendi zararınızadır.
Sonra dönüşünüz sadece Bizedir. Sonra Biz yapmış olduklarınızı size
haber vereceğiz.– (Yunus/22-23)
Ve iyilik olarak sahip olduğunuz ne varsa, işte Allah'tandır. Sonra
size bir zarar dokunduğunda, hemen yalnız O'na sığınırsınız. Sonra,
zararı sizden giderince, sizden bir grup, Rabb'lerine şirk koşarlar.
(Nahl/53-54)
Âyetlerini size göstermek için, şüphesiz, Allah'ın nimetiyle geminin
denizde kayıp gittiğini görmedin mi? Şüphesiz bunda, tüm çok sabırlı
ve çok şükreden için âyetler vardır. Ve gölgeler gibi bir dalga onları
bürüdüğünde, O'nun için dini arındırarak Allah'a yalvarırlar. Ama ne
zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı orta yolu tutar

118
[iman-küfür arasında bir yol tutar]. Ve Bizim âyetlerimizi ancak, tam
hain ve tam nankör bile bile inkâr eder. (Lokmân/31-32)
İşte, insana bir sıkıntı dokunuverince Bize yalvarır, sonra kendisine
tarafımızdan bir nimet bahşettiğimiz zaman da, “O, bana bir bilgi
üzerine verildi” der. Aslında o [verilen nimetler], bir fitnedir. Velakin
onların çoğu bilmezler. (Zümer/49)
Ve insanlara bir sıkıntı dokununca, Rabb'lerine yönelerek O'na
yalvarırlar. Sonra, onlara Kendinden bir rahmet tattırınca, bir de
bakarsın ki, içlerinden bir grup, Rabb'lerine şirk koşarlar. (Rûm/33)
İşte gemiye bindiklerinde, dini yalnız O'na özgü kılarak Allah'a
yalvarırlar. Sonra ne zaman ki onları karaya çıkarıp kurtardı, bir de
bakarsın ki onlar, şirk koşuyorlar. (Ankebut/65)
Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler
kaybolup giderler. O, müstesna [kaybolmaz]. Sonra O, sizi karaya
çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok nankördür!
(İsrâ/67)
DUA YALNIZCA ALLAH'A YAPILIR: Kur’ân'da duanın sadece Allah'a
yapılması gerektiği açıkça vurgulanmış ve Allah'tan başkalarına [putlara veya
kendilerine kutsallık izafe edilmiş kişi ve meleklere] dua edilmesi yasaklanmıştır:
O hâlde sakın Allah ile beraber başka ilâha yalvarma, sonra
azaplandırılmışlardan olursun. (Şu‘arâ/213)
Ve Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. O'ndan başka hiçbir
ilâh yoktur. O'nun yüzünden [zatından] başka her şey yok olacaktır.
Hüküm [yasa-ilke] yalnızca O'nundur. Siz de ancak O'na
döndürüleceksiniz. (Kasas/88)
Ayrıca, Allah'tan başkasına dua edenler kınanmış ve uyarılmışlardır:
Allah'ın astlarından yakardığınız kimseler, tıpkı sizin gibi kullardır.
Eğer doğru iseniz haydi onları çağırın da size karşılık versinler.
Onların kendileriyle yürüyecek ayakları, tutacak elleri, görecek
gözleri veya işitecek kulakları mı var? De ki: “Çağırın ortaklarınızı,
sonra bana tuzak kurun ve bana mühlet vermeyin.” (A‘râf/194-195)
Gerçeğin daveti yalnızca O'nadır. Onların, O'nun astlarından yalvarıp
durdukları kimseler onlara hiçbir şeyle cevap veremezler. Onlar,
ancak ağzına gelmemesine rağmen ağzına su gelsin diye iki avucunu
açan gibidir. Ve kâfirlerin duası sadece bir sapıklık içindedir.
(Ra‘d/14)
Onların, Allah'ın astlarından yalvardıkları kimseler de herhangi bir
şey yaratamazlar, kendileri yaratılmışlardır. (Nahl/20)
Onlar, Allah'ın astlarından, yalnızca dişilere yakarırlar. Ve onlar
ancak inatçı şeytana yakarırlar. (Nisâ/117)
Allah'ın astlarından da kendine zarar ve menfaat veremeyecek şeylere
yalvarır. İşte bu, çok uzak sapıklığın ta kendisidir. O, zararı
faydasından daha yakın olana yalvarıyor. O [yalvardığı şey] ne kötü
mevla [yardımcı, koruyucu] ve ne kötü yoldaştır. (Hacc/12-13)
DUANIN ADABI: Dua edilirken takınılacak tavır hakkında pek çok şey
söylenmiştir. Ancak bunları aktarmanın bir yararı yoktur. Çünkü bu konuda göz
önünde tutulması gereken tek ölçü, Allah'ın bildirdikleridir. Bu nedenle biz,
Peygamberimizin de kesinlikle dışına çıkmadığına emîn olduğumuz şu âyetleri ve
içerdiği kuralları aktarmakla yetiniyoruz:

119
Ve Allah'ın bazınıza, diğerlerinizden fazla verdiği şeyleri temenni
etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır, kadınlara da
kazandıklarından bir pay vardır. Ve Allah'ın fazlından isteyin.
Şüphesiz Allah her şeyi en iyi bilendir. (Nisâ/32)
Kim dünya sevabını istiyor idiyse; bilsin ki dünya ve âhiret sevabı
yalnızca Allah katındadır. Ve Allah çok iyi işiten ve çok iyi görendir.
(Nisâ/134)
De ki: “Rabbim adaleti emretti. Her mescidde yüzünüzü O'na
doğrultun ve dini yalnız Kendisine has kılarak O'na yalvarın. İlkin
sizi yarattığı gibi O'na döneceksiniz.” (A‘râf/29)
Rabbinize yalvara-yakara ve gizlice dua edin. Kesinlikle O, haddi
aşanları sevmez. Ve düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk
yapmayın. O'na, ürpererek ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak
ki Allah'ın rahmeti, muhsinlere [iyileştirenlere-güzelleştirenlere] çok
yakındır. (A‘râf/55-56)
Ve en güzel isimler Allah'ındır. Öyleyse O'nu onlarla çağırın. O'nun
isimlerinde eğriliğe sapanları da terk edin. Onlar yapmakta
olduklarının karşılığını yakında görecekler. (A‘râf/180)
Ve sabah-akşam [her zaman] kendi içinden, korkarak ve yalvararak,
yüksek olmayan bir sesle Rabbini an ve umursamazlardan olma!
(A‘râf/205)
Ve kullarım, sana Benden sordukları zaman; biliniz ki şüphesiz Ben
çok yakınımdır. Bana dua edince, duacının duasına cevap veririm. O
halde reşit olmaları için onlar da Bana karşılık versinler ve Bana
inansınlar. (Bakara/186)
O [Ya‘kûb] dedi ki: “Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi
Allah'a şikâyet ediyorum. Ve ben Allah tarafından sizin bilmediğiniz
şeyleri biliyorum. Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf'u ve kardeşini
araştırın. Allah'ın vereceği ferahlıktan ümit kesmeyin; kesinlikle
kâfirler kavminden başkası Allah'ın vereceği ferahlıktan ümit
kesmez. (Yûsuf/86-87)
Ve sizin Rabbiniz, “Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim.
Şüphesiz Bana ibadet etmekten büyüklenen kimseler yakında
horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir” dedi. (Mü’min/60)
Biz de o'nun için icabet ettik de kendisine Yahyâ'yı ihsan ettik. Ve
o'nun için eşini düzelttik [doğum yapmaya elverişli hale getirdik].
Şüphesiz onlar hayırlarda yarışıyorlar, umarak ve korkarak Bize
yalvarıyorlardı. Ve Bize karşı derin saygı duyuyorlardı. (Enbiyâ/90)
Bir zamanlar o, Rabbine gizli olarak seslenmişti. (Meryem/3)
İlâhî ilkelere ilk teslim olan, onları ilk uygulayan, vahiy ile terbiyelenen
Rasûlullah da muhataplarına, “Ey insanlar! Nefislerinize yumuşak davranın [sesinizi
yükseltmeyin]! Çünkü sizler sağırı ve gâibi [uzakta, sizden haberi olmayan birisini]
çağırmıyorsunuz. Lakin sizler semî‘ ve basîr Allah'a dua ediyorsunuz!” 45 demiş;
secili, kafiyeli ve ısmarlama, basmakalıp dua etmeyi uygun görmemiştir.
Mealleri verilen âyetler göz önüne alındığında, duada olması gereken adab ve
kurallar şu şekilde sıralanabilir:

45
Sahîh-i Buhârî, “Kitabu'd-Da‘vât”, Bab: 50, Hadis No: 77; Sahîh-i Buhârî, “Kitabu'd-Da‘vât”, Bab: 19, Hadis
No: 33.

120
• Dua edilirken önce Allah üstün vasıflarıyla anılıp O'na hamd edilmeli, sonra
kişisel istekler dile getirilmelidir. Fâtiha sûresi'nde öğretilen dua buna en güzel
örnektir.
• Dua, Allah'ın en güzel isimleriyle yapılmalıdır. Çünkü Rabbimiz, Ve en güzel
isimler Allah'ındır. Öyleyse O'nu onlarla çağırın (A‘râf/180) buyurarak Kendisine
en güzel isimleriyle yakarmamızı istemiştir. Nitekim Şu‘arâ/78-82'ye bakıldığında,
İbrâhîm peygamberin de Allah'a Esma-i Hüsna'sı ile hitap ederek yakardığı görülür:
Ancak âlemlerin Rabbi ayrı... O, beni yaratandır. Ve bana doğru yolu
O gösterir. Ve O, beni yediren, içirenin ta kendisidir. Hastalandığım
zaman O bana şifa verir. Ve O, beni öldürecek, sonra beni
diriltecektir. Ve O, din günü, hatamı bağışlayacağını umduğumdur.
(Şu‘arâ/77-82)
• Dua, hudû ve huşû içinde, umarak, korkarak ve ürpererek yapılmalıdır. Bu
kuralın en iyi uygulanma zamanlarının, günlük gailelerden uzak bulunulan gece ve
seher vakitleri olduğu kanaatindeyiz. Toplu olarak dua etmenin de hudû ve huşû
duygularını canlandırması bakımından etkili olacağını düşünüyoruz.
• Dua sadece dil ile değil, gönül ve tüm beden dilleriyle de yapılmalı, ama
dualarda Allah'ın koyduğu hadler aşılmamalıdır. Çünkü Rabbimiz, haddi aşanları
sevmediğini açık bir şekilde ifade etmiştir.
• Dua ederken edebiyat yapma gayretine girilmemeli, kafiyeli, secili ifadeler
kullanılmamalı ve yapmacık tavırlardan kaçınılmalıdır.
• Dua, Allah tarafından kabul edileceğine kesinlikle inanılarak yapılmalıdır.
• Duada kimsenin zararı istenmemeli, haksız ve yersiz isteklerde
bulunulmamalıdır. Dua; Kur’ân'da yer almış, Allah'ın tasvip ettiği türden, yani
günahların affı, kötülüklerin def’i ve örtülmesi, canın iman ile ve iyilerle beraber
alınması, kıyâmet gününde rezil ve rüsvay olmamak, hidâyet, tevbenin kabulü,
hayırlı bir nesle sahip olmak, iyi ve güzel işler yapabilmek, cehennem azabından
korunmak, ilim ve sağlık istemek için olmalıdır.
Dua âyetlerinde yer alan bu kurallar dikkate alındığında, camilerde, televizyon
ve radyolarda, değişik törenlerde artistik gösteriler eşliğinde, âdeta Allah'a emirler
yağdıran düzmecelerin dua olmadığı anlaşılmaktadır.
Yukarıda zikrettiğimiz, Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek
dua edin. Kesinlikle O, haddi aşanları sevmez (A‘râf/55) emri, namaz adıyla
meşhurlaşan niyaz şeklini ifade etmektedir. Bir kere daha ifade edelim ki,
Kur’ân'daki namaz, işte bu âyetle emredilmiştir. Daha önce de defalarca
zikrettiğimiz üzere “salât” sözcüklerinin malum namaz ile alakası yoktur.
Girişte de açıkladığımız üzere “namaz” sözcüğünün Farsça'daki “eğilerek saygı
ile dua etmek” anlamı Arapça'da ve Kur’ân'da ‫[ بالّتضمممّرع المممّدعاء‬ed-du‘au bi't-
tezarru‘=alçala alçala; sürekli alçalarak yakarma] şeklinde ifade edilir. Nitekim bu
ritüelin ana hatları, Rasûlullah'tan bize intikal etmiştir. Ne var ki, bunların bazıları,
anlam ve kavram olarak mecrasından çıkarılmıştır.
Âyetten anlaşıldığına göre namazda [Rabbimizin huzurunda dua anında] sürekli
bir alçalma sergilenmelidir. Şöyle ki:
Kul;
• Saygılı bir şekilde durarak,
• Ta’zim ve tekbir ile [Allah'ı büyükleyerek, Allah'ın her şeyden daha yüce
olduğunu ifade ederek],
• Bel bükerek,
• Yere kapanarak,
• Oturup boyun bükerek Allah'a yakaracaktır.

121
Bu sürekli alçalış şekli, bizzat Rasûlullah'tan bize intikal etmiş bulunmaktadır.
Nitekim günümüzde kılınan namazın şekli böyledir.
Zaman içerisinde birileri namazla ilgili birtakım şartlar ileri sürmüşler ve,
“Bunlardan biri dahi eksik olsa namaz bâtıl olur. Vâcibler ise, namazın ikinci
derecede kuvvetli bölümleridir. Farzları tamam olan bir namazın vâcibleri
bulunmasa da namaz sahih sayılır, ancak eksik bir namaz olur. Vâcibleri bilerek
terkederse günah işlemiş olur, ama namaz yine tamamdır” demişlerdir. Önce bu
şartları maddeler halinde sunup sonra da tahlillerini yapacağız:
NAMAZIN ŞARTLARI [BAŞLAMADAN ÖNCEKİ ŞARTLAR]:
l) Hadesten [hükmî pislikten] taharet/temizlik.
2) Necasetten [hakiki pislikten] taharet.
3) Avret sayılan bölgeleri örtmek.
4) Namazı kıbleye dönerek kılmak.
5) Her namazı kendi vaktinde kılmak.
NAMAZIN RÜKÜNLERİ [BAŞLADIKTAN SONRAKİ ŞARTLAR]:
1) Niyet [kılınan namazın hangi namaz olduğunu bilmek].
2) Başlangıç tekbiri.
3) Farz namazları ayakta kılmak.
4) Namazda Kur’ân'dan mutlaka bir parça okumak.
5) Rükû [ayakta iken belden eğilmek].
6) Secde [alnını yere koymak].
7) Son oturuşta “tahiyyât” okuyacak kadar durmak.
Evet, birileri tarafından bunlar şart koşulmuş; “bunların tümü farz olduğu için,
bunlarsız farz namaz düşünülemez. Biri dahi eksik olsa namaz bâtıl olur” anlayışı
hâkim kılınmıştır.
BU KOŞULLARIN TAHLİLİ
HÜKMÎ PİSLİKTEN [HADESTEN] TAHARET/TEMZLİK
Bu madde, “hükmî [varsayılan ya da manevî] pislik” olarak açıklanmış ve
cünüblük ve abdestsizlik, hayız ve nifas [lohusalık] bu kapsamda sayılmıştır. Birileri
tarafından bu durumlarda namaz kılınamayacağı, kılınırsa kabul edilmeyeceği kuralı
konulmuştur.
GERÇEK PİSLİKTEN [NECASETTEN] TAHARET/TEMİZLİK
Bu şart ile de, “namaz kılanın hem vücudu ve elbisesinin, hem de namaz
kılacağı yerin temiz olması” kuralı konulmuştur.

122
Halbuki namaz görevini bize yükleyen Allah, Kendisine yakarmak için böyle
şartlar koşmamıştır. O, her halukârda bizden Kendisine yakarmamızı istemiştir.
Yukarıda da naklettiğimiz gibi, görünürdeki temizlik ve ziynet, salât için
emredilmiştir. Yani, toplum içine çıkıldığı zaman temiz olunması ve süslenilmesi
istenmiştir. Bireysel olarak kılınan namaz için herhangi bir şart yoktur; insan her
durum ve şertte namazını icra edebilir.
AVRET OLAN YERLERİNİ ÖRTMEK
Bu şart ile de, “namazda kadının yüz, el ve ayakları dışındaki yerlerinden,
erkeğin ise göbekle diz kapağı arasındaki bir yerinden, bir organın dörtte-biri kadar
açık olması namaza engeldir. Tenin rengini gösteren elbise, hiç giyilmemiş gibidir”
kuralı oluşturulmuştur.
Allah, namaz için böyle bir şart da koymamıştır. Rabbimiz insanların toplum
içine çıkacakları zaman, avretlerini örtmelerini, ziynetlerini dışa vurmamalarını
emretmiştir:
Mü’min erkeklere, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını
korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah,
onların yapıp ürettiklerine haberdardır. Mü’min kadınlara da,
bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle.
Ziynetlerini de –görünenler hariç– belli etmesinler. Örtülerini göğüs
yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Ve süslerini, kocaları, babaları,
kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri,
erkek kardeşlerinin oğulları, kızkardeşin oğulları, kadınlar,
yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş
erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların
avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş
çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş
olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler!
Başarıya ermeniz için hepiniz topluca Allah'a tevbe edin! (Nûr/30-31)
O halde, evinde münferit niyazda bulunan kimse için böyle bir şart söz konusu
değildir. Bu, yukarıda da değindiğimiz gibi salâtın şartlarındandır. Salât ikâme
edilirken, salâtın ikâme edileceği yerlere [musallâ ve mescidlere] çıkılırken mutlaka
temiz olunmalı ve ziynet takılmalıdır. Bu hususlar yukarıda salât konusu
çerçevesinde açıklanmıştır. Hatta bireysel tazarrulu niyazda bulunurken, basit-sade
bir giyim tercih edilmelidir. Zira gösterişli ve değerli elbiseler, kibre sebebiyet
verebilir.
KIBLEYE DÖNMEK
Bu şart ile, namaz kılarken Ka‘be'ye dönmek zorunlu kılınmış ve Ka‘be'nin
etrafında bulunanların kıblesi ise, bizzat Ka‘be'nin kendisi sayılmıştır. Ka‘be'den
uzaklarda olup onu göremeyecek olanların kıblesi ise Ka‘be'nin bulunduğu yön
kabul edilmiş; ancak Ka‘be'ye tam olarak isabet edememenin bir zarar vermeyeceği
söylenmiştir.
Bu şart da, İslâm'ı yozlaştırma çabasının bir ürünüdür. Yukarıda detaylıca
açıkladığımız gibi, kıbleye yönelme, namazda Ka‘be'ye dönmek değildir.

123
Müslümanların siyâsî, iktisadî ve askerî stratejileridir. Bu konu yukarıda “Salât”
bölümünde genişçe açıklanmıştı.
Allah her yönde bizimledir. Allah'a niyazı, belirli bir yöne bağlamak, Kur’ân
ile çelişen bir düşünce olup İslâm'a da ihanettir. Kul hangi hal üzerinde ve hangi yön
üzerinde ise Rabbine niyazda bulunur, belirli bir yön aramaz.
VAKİT
Bu şartla da namaz, birileri tarafından vakitlere bağlanmış, farz ve nafile diye
kısımlara ayrılmış ve vaktinde kılınmayan namazın başka zaman kaza edileceği
kuralı getirilmiştir. Klasik görüşe göre namaz vakitleri şöyledir:
Sabah namazının vakti; ikinci fecir, yani şafağın doğuşundan güneşin
doğuşuna kadar olan süredir. Öğlenin vakti; zevâlden, yani gölgenin
en kısa olup uzamaya başladığı andan, her şeyin gölgesi, zevâl
gölgesi dışında, kendisinin iki misline ulaştığı ana kadardır. İmam
A‘zam dışındaki imamlara göre ise, her şeyin gölgesi, zevâl gölgesi
dışında, kendisinin bir misli olmasına kadardır. İkindinin vakti; öğle
vaktinin bitiminden güneşin batışına kadarki süredir. Akşamın vakti;
güneşin batışından, batıdaki kızıllığın ve onun arkasından beliren
beyaz şafağın kayboluşuna kadarki süredir. Yatsının ve vitrin vakti;
akşam vaktinin bitişinden, ikinci fecire, yani şafağın doğuşuna
kadarki süredir.
Vakitler hakkındaki diğer görüşler:
A) MÜSTEHAB VAKİTLER:
Bazı vakitlerde namazı geciktirmek, ya da acele etmek müstehabtır:
Meselâ;
1. Sabah namazını, selâmdan sonra abdest alıp Fâtiha dışında 40 âyet
okunacak kadar bir zaman kalacak şekilde geciktirmek.
2. Öğleyi, yaz sıcaklarında gün ortası harareti geçinceye kadar
ertelemek.
3. İkindiyi, güneşin sararma zamanına kalmayacak kadar geciktirmek.
4. Yatsıyı, gecenin son üçte-birine kadar geciktirmek.
5. Uyanabileceğinden eminse, vitri gecenin sonuna kadar
geciktirmek.
6. Kışın, öğleyi acele kılmak.
7. Akşamı, yıldız karışımından önce kılmak.
8. Bulutlu günlerde, ikindi ve yatsı namazlarını acele kılmak.
9. Bulutlu günlerde, ikindi ve yatsının dışındaki namazları
geciktirmek müstehabdır. (Bu son iki madde zamanın takvimsiz
hesaplanmasına göredir.)

124
B) MEKRUH YA DA HARAM VAKİTLER:
Namazın kılınmayacağı vakitler:
1. Güneşin doğmaya başlamasından, bir mızrak boyu yükselişine
kadar. (Ülkemizde yaklaşık 45 dakika.)
2. Öğleyin güneş tam tepede bulunduğu zaman, (ögleden yaklaşık 15
dakika öncesinden öğle ezanına kadar.)
3. Güneş, sararmaya başladığı andan batıncaya kadar, (yaklaşık 45
dakika). O anda yalnız o günün ikindisinin farzı kılınabilir.
4. Sabah ve ikindi namazlarından sonra tavaf ve nafile namazı
kılmak. (Kaza ve cenaze namazı kılınabilir, tilâvet secdesi yapılır.)
5. İkinci fecrin doğuşundan sabahın farzını kılıncaya kadar, sabahın
sünnetinden başka nafile namaz kılmak.
6. Akşamın vaktinde, akşamı kılmadan önce nafile kılmak.
7. Hutbe okunurken nafile kılmak.
8. Bayram günü bayram namazından önce namaz kılmak.
9. Arefe ve Müzdelife'den başka bir yerde, bir özürle de olsa iki vakti
birleştirerek kılmak.
Bunların ilk üçü haram, geri kalanları mekruhtur.
Doğrusu, Allah namazı bir vakte bağlamamıştır. Kul, dilediği anda ve dilediği
sürece tazarrulu duada bulunabilir, yani namaz kılabilir. Namazların vakte
bağlanması, salât ile namazın karıştırılması sebebiyledir. Kur’ân'a göre salâtın
vakitleri vardır, namazın vakti yoktur. Rasûlullah, genellikle salâtı ve namazı mescid
veya musallâda birlikte icra ediyordu. Sonradan salât ortadan kaldırılınca, salât
vakitleri, namaz vakitleri olarak kabul ettirildi. Netice olarak namazın vakti
olmayınca, doğal olarak kazası da söz konusu değildir.
Namaza engel olan tek şey, bilinçsizliktir. Rabbimiz, bilinçsiz [sarhoş ve
cünüb] iken salâta yaklaşmayı yasaklamıştır. Çünkü bilinçsiz bir kimsenin salâta
katılmasının bir anlamı yoktur; zira topluma maddî ve manevî bir katkısı olamaz.
Bilinçsiz insanın da tazarrulu bir niyazda bulunması mümkün değildir. Burada
konu ettiğimiz bilinçsizlik, “uyku, unutmak, sarhoşluk, baygınlık, bunaklık ve
deliliktir.”
NOT: Tebyîn çalışmamızda, İsrâ/78-79 ve Hûd/114. âyetlerin tahlilinde
“Namaz vakitleri” hakkındaki açıklamamız, Rasûlullah'ın “Salât” ile “Namaz”ı
birlikte icra etmesine yönelik olup –yukarıda da açıkladığımız gibi– salt “namaz
vakti” demek değildir. Âyetlerdeki açık ifade, “salât vakitleri”dir”. Bunun ne ve
nasıl olduğu yukarıda detaylıca açıklanmıştır.
KAZA NAMAZI
KAZANIN TARİFİ

125
Kaza, “herhangi bir mazeret dolayısıyla vaktinde yapılamayan ibadetin, vakti
çıktıktan sonra başka bir vakitte yapılması”dır.
Peki, vaktinde kılınmayan namazın kazası olur mu? Diğer bir ifadeyle; geçmiş
namazlar kaza edilir mi? İşte bu konuda Müslümanlar, İslâm'ın tasvip etmediği
yanlış inanç ve uygulamalar içindedirler. Toplumdaki bu yanlışın dinimizdeki doğru
şeklini, ana kaynağığımız Kur’ân ve onu en iyi anlayıp uygulayan Rasûlullah'ı
dikkate alarak açıklayacağız.
Vaktinde kılınmamış namazların kazasına dair Kur’ân'da bir âyet olmadığı
gibi, buna bir işaret de sözkonusu değildir.
Kanaatimiz odur ki, bizim bu konuda sunacağımız görüş, hem din bilginlerince
ortaya konulmuş görüşlerin bir hâsılası, hem de en doğrusudur.
Konuyla ilgili teknik açıklamalara geçmeden önce, kaza namazı kılacak bir
müslüman portresi çizmekte fayda vardır: Anadan doğma müslüman, ekserisi hacı-
hoca çocuğu, sağlıklı, genç, dinamik, aklı başında, vakti bol, ama kırkına kadar
namaz kılmamış, belki bayramdan bayrama veya Cum‘adan Cum‘aya kılmış. Şimdi
geçmişte kılmadıklarını kılıyor.
Yukarıda verdiğimiz kaza tarifinde, “bir mazeret nedeniyle” ifadesi yer
almaktaydı. Ne var ki, Kur’ân'daki âyetlere ve Peygamber'in bu âyetleri
uygulamasına dikkat edilirse, akıl nimetinden yoksun olma dışında namaz
kılmamaya herhangi bir mazeret veya ruhsat olmadığını görürüz. Ancak mazeret,
oruç için sözkonusudur, fakat mazeret sona erdiğinde oruç kaza edilir.
Ramazan ayı ki, Kur’ân, bir kılavuz olarak ve furkândan, yol
göstermeden açık açık açıklamalar olarak kendisinde indirilmiştir. Bu
nedenle sizden her kim bu aya şâhid olursa hemen onda oruç tutsun.
Kim de hasta veya yolculukta ise diğer günlerden sayısıncadır. Allah,
size kolaylık diler, size zorluk dilemez. (Bu kolaylık, takvâlı
davranmanız) ve sayıyı tamamlamanız, size yol gösterdiğinden dolayı
Allah'ı büyüklemeniz ve şükretmeniz içindir. (Bakara/185)
Yine vaktinde korku sebebiyle icra edilemeyen veya eksik icra edilen salâtlar
da koşullar normale dönünce icra, yani kaza edilir:
Sonra (korku halindeki) salâtı tamamlayınca, artık Allah'ı ayakta,
oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene
erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki salât, mü’minler
üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/103)
Salâtları ve en hayırlı salâtı muhafaza edin [el birlik koruyun]. Ve
Allah için sürekli saygıda durarak kalkın (işe koyulun; eğitim-
öğretim ve sosyal yardım kurumunu işletin). Ama, eğer korktuysanız,
o zaman yaya veya binekli olarak giderken muhafaza edin. Sonra da
güvene erdiğinizde bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah'ı
hemen zikredin. (Bakara/238-239)
Dikkat edilirse orucun kazaya bırakılması, ancak hastalık ve yolculuk
sebepleriyle; salâtın kazası ise korku nedeniyle olmaktadır. Keyfi olarak vaktinde
tutulmayan oruçları ve ikâme edilmeyen salâtları, kaza etme ruhsatı verilmiyor.
Mazeretsiz olarak terkedilen ibadetin kazası olmaz, cezası olur. Bu suç da Allah ile
kulu arasında olduğundan kulun tevbe etmesi gerekir.
Namazın da kaza edilmesi gerektiğini düşünenler, namazı oruca kıyas etmek
sûretiyle bu sonuca ulaşmaktadırlar. Oysa, oruç ve namaz birbirine kıyas edilemez.
Mahiyetleri ve amaçları farklı olması nedeniyle kıyasdaki ana neden/ortak illet
burada söz konusu olamaz. Ayrıca kıyas, zannî bir delil olup kesinlik ifade etmez.

126
Zann ise dinde bir değer taşımaz. Zann üzerine inanç ve amel bina edilmez. İşte
Allah'ın beyanı:
Ve onların çoğu, ancak bir zanna uyarlar. Şüphesiz ki zann, hakktan
hiçbir şey kazandırmaz. Şüphesiz Allah onların yaptıklarını çok iyi
bilir. (Yûnus/36)
Halbuki onların bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Onlar yalnızca zanna
uyuyorlar. Zann [sanı] ise hakktan hiçbir şey kazandırmaz.
(Necm/28)
De ki: “Ey Kitap Ehli! Dininizde aşırılığa; hakktan başkasına
gitmeyin. Daha evvel sapmış, bir çoklarını sapıtmış ve yolun
ortasından uzaklaşmış toplumun tutkularına da uymayın.” (Mâide/77)
Yukarıda ifade ettiğimiz vechile orucun kazaya bırakılması, ancak hastalık ve
yolculuk sebebiyle mümkündür. Namaz, oruç ve salâta benzemez. Namazın
kılınmaması ise, ancak uyku, unutmak, bayılmak, sarhoş olmak, bunamak ve
delirmek gibi yükümlülüğü ortadan kaldıran mazeretler bulunduğunda
sözkonusudur. Aklı başında olan, kulluk bilinci bulunan mü’min, her zaman, her yer
ve ortamda tazarrulu dua yapabilir. Zikri geçen bilinçsizlik halleri ortadan
kalktığında kişi, namaz kılmakla mükellef olur; bilinçsizlik vaktindeki kulluk
görevlerindeki eksiklik Allah'a bırakılır.
Netice itibariyle, hiçbir şey namazı kılmaya engel değildir. Diğer bir deyişle,
namaz kılmama hususunda; iş-güç, alış-veriş, işçilik-patronluk, yolculuk, esirlik,
askerlik, savaş, hastalık, hayız, nifas, dermansızlık, ihtiyarlık, mal-mülk, çoluk-
çocuk, yersizlik-yurtsuzluk, kirlilik vs. mazeret sayılamaz; mükellefiyeti düşüren
sebepler [uyku, unutmak, bayılmak, bunamak, delirmek] olmadan, hiç kimse namazı
terkedemez.
NAMAZIN KAZASI NİÇİN OLMAZ?
Âyet-i celîlerden anlıyoruz ki, her müslümanın bu gıdaya ihtiyacı vardır. Nasıl
ki, maddî hayatlarında büyüme ve gelişme çağlarında yeterli, dengeli
beslenemeyenler hastalıklı, cılız ve güçsüz olurlar ise, manevî gıdalarını düzenli
almayanlar da manevî açıdan sağlıksız; yani câhil, zâlim, cimri, şehvet-perest,
nankör, aciz, hırslı, huysuz, zayıf, egoist, tembel, vahşi, sadist vb. olurlar.
Öyleyse, maddî bedenin gelişmesi için günde üç öğün yemek yendiği gibi,
manevîyâtın gelişmesi için de kişinin Rabbine itaatkâr olması, dua ve niyazda
bulunması; namaz kılması gerekir.
Nasıl ki, gıdasını zamanında almamış bir insana, yıllar sonra, vaktinde
yemediği besinleri toptan yedirmek, onu güçlü ve sağlıklı yapmıyorsa veya hastalıklı
bir adamın vaktinde almadığı ilaçlar yıllar sonra topluca ona içirildiğinde onu tedavi
etmiyorsa, mazeretsiz olarak terkedilen namazlar da daha sonra toptan kılınmakla
insanın geçmişini temizlemez.
Kılınmamış namazları, Allah'a ödenmemiş bir borç kabul edip sonra da topluca
kılıverip, ‘ben namazlarımı kaza ettim, namaz borcum yok’ gibi ödeşme mantığı,
namazın farz oluş gayesine ve esprisine de aykırıdır.
Bu açıklamalarımız yanlış anlaşılmamalı ve başka mecralara çekilmemelidir.
İnsan çetele tutmadan, Allah'ın rızasını kazanmak ve O'nu memnun etmek için (borç
alış-verişi, ödeşme düşünmeden) bol bol namaz kılmalıdır. Namazsız geçen
dönemleri için de Allah'a çokça tevbe etmelidir.
NİYYET

127
Birileri tarafından namazlar; sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı ve vitir namazı;
farz, vâcib, sünnet ve nafile namazlar diye kategorilere ayrılmış, ayrıca bir de niyet
şartı eklenmiştir. Niyet şu şekilde izah edilmiştir:
Namazın niyyeti, yapmakta olduğu hareketin namaz kılmak olduğunu
ve hangi namazı kılacağını söylemektir. Meselâ, ikindi namazını
kılmak için kıbleye dönen bir adam tekbir için ellerini kaldırırken
ikindinin, meselâ, sünnetini düşünüp, kendisi için tekbir almakta
olduğu bu kılacağı namazın, ikindinin sünneti olduğuna içinden veya
diliyle karar vermesidir.
Din, Allah'ın dini olmaktan çıkarılmış, her önüne gelen din ve ibadetlere
kendince bir şeyler eklemiştir. Oysa ki Allah, açığı ve gizliyi, zihinlerdeki
düşünceleri bilir. Bu gibi şartlar, Allah'ı hakkıyla tanımamaktan ileri gelmektedir.
BAŞLANGIÇ [İFTİTAH] TEKBİRİ
Bu şart, İlmihal kitaplarında, “namaza, Allah'ın yüceliğini bildiren bir kelime
ile başlamak, namazın şartlarındandır” şeklinde tarif edilmiştir. İşin aslı, niyazda
bulunacak kişinin, zihinsel olarak tazarruya hazırlanması ve başlamasıdır. Kul,
tazarruya, önce kendini psikolojik olarak hazırlamalıdır.
Günlük hayatta insanlar kılık-kıyafetlerini, görüşecekleri kimsenin kimliğine
göre seçerler. Görüşülecek kişi sıradan birisiyse, görüntüye pek önem verilmez.
Ama önemli biri ise, o zaman özene bezene hazırlık yapılır.
İşsizin işverene, hastanın hekime, suçlunun hâkime, borçlunun alacaklıya karşı
tutumunu düşünün, sonra da kimin huzuruna çıkacağınızı düşünün:
O ki, yaratan; yaşatan; söz-fiil ve düşünceleri işiten, gören ve bilen; her
isteyene istediğini veren, her şeyin, cennet ve cehennemin sahibi olan, suçluları
affeden, yardım edecek olan, bağışı sınırsız olan, acıyan, terbiye eden, kahreden ve
huzuruna çıkılacak ve hesap soracak... olan Allah'tır.
Hakikatte Allah bize şah damarımızdan yakındır ve her an bizimle beraberdir.
Ama lütuf buyurmuş, bizim Kendisine belirli vakitlerde niyazda bulunmamızı
istemiş. Öyleyse bu randevu çok önemlidir, çünkü Rabbimizle buluşacak, O'nun tüm
sıfatlarıyla tecelli ederek bizi kuşattığını hissedecek, aklımızı-fikrimizi buna
odaklayacak, azameti karşısında elpençe divan duracak ve “Allahu ekber” diyeceğiz.
ALLAHU EKBER!
Allah en büyüktür, Allah her şeyden büyüktür!
Bu noktada bilinçli olmak gerekir. Allah nelerden, hangi şeylerden büyüktür?
Allah;
Sahte ilahlardan, yapay tanrılardan,
Maldan, mülkten, çıkardan, tutkudan, paradan, puldan, kadından, kızdan,
çocuktan, aşktan... daha büyüktür.
Namazın başlangıcında içtenlikle bu ilan yapılırken, hareketlerle de bu
desteklenir. “Allahu ekber” derken eller baş hizasına kaldırılarak Allah'ın dışındaki
herşey elin tersiyle arkaya atılır, ki buna “nahr” denir. Detayı, Kevser sûresi'nde
verilmiştir.46
Kulun Rabbine niyaza bu şekilde başlaması, niyazının hudûlu olması ve kabul
edilmesi için önemli bir adımdır.

46
Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 286-289.

128
Kul Allah'ı büyükledikten sonra, Rabbine karşı bir neviselâmlamaya geçer:
Sübhanekellahümme ve bihamdike ve tebarekesmüke ve teâlâ
ceddüke ve lâ ilâhe ğayrüke [Allahım! Seni her türlü noksanlıklardan
tenzih ederim. Ve Seni hamdinle tesbîh ederim. Ve Senin adın
mübarektir. Ve Senin şanın çok yücedir. Ve Senden başka hiçbir ilâh
yoktur].
Bu, olmazsa olmaz bir kural değildir. Bu, Rabbimizi büyüklemek açısından bu
aciz kula ait bir görüştür. Herkes Rabbini kendi kavrayışına göre ta’zim ve tekbir
edebilir ve aslında öyle de olmalıdır. Bunlar kurallaştırılamaz.
AYAKTA DURMAK [KIYAM]
Bu şart İlmihal kitaplarına, “bir özrü olmayan mükellefin farz ve vâcib olan
namazları ayakta kılması da farzdır. Nafile namazları ise ayakta kılmak şart değildir,
oturarak da kılabilir, ancak sevabı daha az olur” şeklinde girmiştir.
Halbuki Allah'ın, namazda ayakta durma emri yoktur; insanın her durumda
Kendisini anabileceğini bildirmiştir:
O kişiler ki ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı
anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler:
“Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen noksanlıklardan
münezzehsin. Artık bizi ateşin azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz
Sen kimi ateşe girdirisen, artık onu kesinlikle rezil etmişsindir.
Zâlimler için hiç yardımcılardan da yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki
biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen
inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla,
kötülüklerimizi ört ve bizi ebrâr [iyiler/yardımseverler] ile birlikte
vefat ettir. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaad ettiğin şeyleri
ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen verdiğin sözden
dönmezsin.” (Âl-i İmrân/191-194)
Sonra (korku halindeki) salâtı tamamlayınca, artık Allah'ı ayakta,
oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/güvene
erdiğinizde, salâtı ikâme edin. Hiç şüphesiz ki salât, mü’minler
üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisâ/103)
Onlar [Rahman'ın kulları], Rabb'lerine secdeler ve kıyamlar ederek
gecelerler. (Furkân/64)
Niyazda/namazda kıyam [ayakta durmak], tazarru [Allah huzurunda sürekli
alçalma] kapsamında ele alınmalıdır.
Namazda kıyam, yalnızca bir şekil değildir. Kul, Allah'ın huzuruna tam bir
teslimiyet, derin bir alçak gönüllülük, bir saygı anlayışıyla çıkar, çıkmalıdır.
Yeryüzünde nice insanlar kibirle başlarını yukarı kaldırır, büyüklük taslarlar, namaz
kılan kimse ise başını Allah'ın önünde eğer, sakin ve vakarlı bir şekilde O'nun
önünde dikilir. Bu kıyam, Allah'ın dışında her şeyin bir tarafa atıldığı bir buluşmanın
başlangıcıdır. Müslüman sadece ibadet için Allah'ın huzurunda ayakta dikilir. Bu
hareket Allah'a karşı duyulacak bütün saygı ifadelerini, zikirleri, duâları kapsar.
Çünkü kul, yalnızca O'na karşı olan saygısından dolayı ayağa kalkmıştır, O'nun
karşısında emre hazır bir asker gibi “hazır ol” duruşuna geçmiştir.
Namazdaki kıyamın iki yüzü vardır:

129
A) Allah'tan başka hiç kimsenin huzurunda böyle durulmayacağının ilanı.
B) Bütün dünya kayıtlarından sıyrılmanın, Allah'tan başka hiçbir şeyi
önemsememenin, Allah'tan başkasının önünde eğilmemenin gösterilmesi.
Bunun bir diğer adı da “kunut”tur. Kunut, huşû ve hudû gibi namazın önemli
özelliklerindendir. Kunut, “itaat, saygı ve sakinlik” anlamlarını ifade eder. Bu
anlamıyla kunut, “Allah'a karşı saygıdan dolayı alçak gönüllü olarak uzun süre
ayakta durmak ve O'na yakarmak”tır.
KUR’ÂN OKUMAK [KIRAAT]
Bu madde ilmihal kitaplarında, “farz namazların ilk iki rekâtlarında Kur’ân-ı
Kerîm'den bir parça okumak da farzdır. Dolayısı ile bu farzın yerine gelmesine
yetecek kadar Kur’ân âyetini ezbere bilmek de farz olmuş olur. Bu farz, Kur’ân'ın
neresinden olursa olsun, üç kısa âyet okumakla yerine gelmiş olur” şeklinde yer alır.
Ve buna, O hâlde Kur’ân'dan kolay geleni okuyun! Sizden hastalar olacağını bildi.
Bir kısmının yeryüzünde dolaşıp Allah'ın fazlından bir şeyler isteyeceklerini, diğer
bir kısmının da Allah yolunda çarpışacaklarını bildi. O hâlde ondan kolay geleni
okuyun! (Müzzemmil/20) âyeti kanıt olarak ileri sürülür.
Oysaki bu âyetin namaz ile alakası yoktur. Bu âyette, mü’minlerin Kur’ân
çalışmaları, dinlerini Kur’ân'dan öğrenmeleri istenmektedir.
Konumuz, din dersi olmadığından, namaz süresince Kur’ân âyetleri
okunmayıp, gönülden niyazda bulunulmalıdır. Kur’ân'daki dua içerikli âyetler
namazda dua olarak okunur, din dersi olarak okunmaz. Veya Felâk ve Nas sûreleri,
başındaki “De ki” ifadeleri kaldırılarak; Yarattığı şeylerin şerrinden ve çöktüğü
zaman karanlığın şerrinden ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden ve
kıskandığı zaman kıskananın şerrinden felâkın Rabbi'ne sığınırım ve Cinn ve insten,
insanların akıllarında, sinsice kötülük fısıldayan hannasın kötü fısıltılarının
şerrinden, insanların ilâhına, insanların hükümdarına ve insanların Rabbine
sığınırım şeklinde dualaştırılarak okunmalıdır.
Fıkıh bilginleri, namazda Fâtiha sûresi'nin okunmasının, farz ya da vâcib
olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bununla birlikte, namazda Fâtiha'nın tek
başına okunması yeterli görülmemiştir. Buna, kısa bir sûre daha ilave etmenin
lüzumu ileri sürülmüştür.
Mushaf'ın son sûreleri olan Fil, Kureyş, Mâûn, Kevser, Kâfirûn, Nasr, Tebbet,
İhlas ve Muavvezeteyn sûrelerine, “Namaz Sûreleri” adını vermişlerdir.
Müslümanlar mektep ve medreselerinde çoluk-çocuklarına bu adla öğretir,
ezberletirler. Oysaki bu adlandırma yanlıştır; Kitap ve sünnette dayanağı yoktur.
Namazın dindeki hakiki anlam ve uygulamasını izaha çalıştığımız için kıraat
konusunu da Kur’ân açısından ele almamız gerekir:
NAMAZDA NELER OKUNMALIDIR?
Bu sorunun cevabı, yapacağımız ibadetin adında, yani namaz/niyaz
sözcüğünün içinde mevcuttur. Namaz'ın anlamı, “sürekli alçalarak Allah'a yakarış”
olduğuna göre, namazda Rabbimize hitabımız, yakarışımız, kulluğumuzu arz
edişimiz duâ ve niyaz ölçüleri içerisinde olmak durumundadır.
Namazda duâ içerikli âyetleri okumalıyız (bu âyetleri ‘Dua’ başlığında ve
‘Örnek Dualar’ bölümünde naklettik); çünkü duâ ve niyazda, tüm gönlümüz,
dilimiz ve bedenimiz ile yakarıştayız. O zaman kıssa anlatan veya hukuki
hükümlerden ya da hayız-nifas ve cinsel ilişkiden bahseden âyetler, bulunduğumuz
konuma uygun düşmez. Bu durumda namaz, dua ve niyaz olma esprisini kaybeder,

130
târih, hukuk ve sosyoloji dersine dönüşür, dikkat dağılır, hudû ve huşû kalmaz.
Onların okunacağı ortamlar ve zamanlar başkadır. Rasûlullah'ın mescid ve
musallâlarda okuduğu Kur’ân âyetleri, namaz kapsamında olmayıp salât
kapsamındadır ve toplumu eğitip aydınlatmaya yöneliktir.
RÜKÛ [EĞİLMEK]
Bu şart, “rükû, eğilmek demektir. Namazların her rekâtında en az eller dizlere
ulaşacak kadar eğilmek farzdır. Rükû, mükemmel şekliyle baş ile göğüs yere paralel
oluncaya kadar eğilmekle olur. Yalnız bu, erkek içindir. Kadın ise sadece elleri
dizlerine ulaşacak kadar eğilir” diye açıklanır.
Aslında Kur’ânda geçen “rükû”, sözcüğünün namazdaki eğilmek ile alakası
yoktur. Namazdaki eğilme, normal duayı, namaz şekline sokan tazarru ifadesinin bir
başka aşamasıdır. İnsanoğlu zaman zaman sapıtmış, putlara, ceberrut yöneticilere,
tağutlara ya da çıkar sağlamak için birilerine boyun eğmiş, bel bükmüştür. Kısacası
Allah'ın astlarının önünde eğilmiştir. Halbuki akıllı insan, sadece Allah'ın karşısında
bunu yapar, ki bu, Allah'ı büyük tanımanın bir göstergesidir.
Namazda eğilmek, saygı ve alçak gönüllülüğü yansıtır. Mü’min kulun Rabbine
hürmetinin, O'nun karşısında küçülüşünün bir ifadesidir. Saygısından dolayı
Rabbinin önünde eğilerek iki büklüm olur, böylece O'nun büyüklüğünü kabul eder.
Allah'tan başka hiç kimsenin, hiçbir makam ve çıkarın önünde eğilmek mü’mine
yakışmaz. Çünkü böylesine bir hürmet, ancak Allah'a yapılır. İnsanın böylesine
küçülmesi, acizleşmesi ancak Allah'a karşı olabilir. Rükû yapmak, şüphesiz ki
mü’minler için son derece önemli bir iman borcu olup mü’min olmanın
nişanesidir.
Namaz kılan mü’min, kıyamda Allah'a hamd ettikten sonra, Allah'tan dilediği
şeyleri ister, niyazda bulunur. Sonra, Allah sanki kendisine, “Hep istek olmaz. Biraz
da içini-dışına vur. Geçen namaz vaktinden bu ana kadarki sürede yaptıklarını göz
önüne getir hesap ver” der. Kul, olan-biteni, yaptıklarını bir bir düşünür. Bunca
nimet ve lütfa karşı yaptığı nankörlükler gelir aklına. Mahcup olur, utanır. Huzurda
durmaya bunca nimetleri verenin yüzüne bakmaya yüzü olmaz ve beli bükülür.
Hemen, tekbir: Allahu Ekber [Allahım! Sen her şeyden... daha büyüksün]
Beli bükükken de niyazını sürdürür. Terkedilmemeyi, yardım edilmeyi diler,
Sübhane rabbiye'l-azîm [her türlü noksanlıktan münezzeh Rabbim Sen çok
büyüksün] der.
Peygamber Efendimizin rükûda çeşitli tesbîh duaları okuduğu nakledilir.
Bunların hemen tamamı Allah'ı büyüklemek, O'nun azametini dile getirmeye
yönelik ifadelerdir ki biz bunu bugün, Sübhane rabbiye'l-azîm [her türlü
noksanlıktan münezzeh Rabbim Sen çok büyüksün] diyerek ifade ediyoruz. Bu
tesbîhi kaç kez söyleyeceğimize gelince, içinde bulunduğumuz halet-i ruhiyeye
göre bu değişebilir; 3, 5, 500, 5.000... Bu, sevdiğimiz, hayran olduğumuz bir
kimseyle ne kadar süreyle kalmak istediğimize bağlıdır.
Kul rükûda bu halet-i ruhiye içerisinde iken sanki, Allah, “Kalk, başını kaldır,
karşımda dik dur!” der.
Kul başını kaldırır ve şöyle der: Semiallahu limen hamideh [Allah, Kendine
hamd eden kuluna kulak verir/dikkate alır/onun isteklerini kabul eder].
Fakat kul, Allah'ın istediği gibi yaşamadığından, öyle bir Rabb'e yaraşır bir kul
olamadığından daha da çok utanır. Ayakta duramaz. Bu defa yüz üstü düşer, yere
kapanır: Allahu Ekber!
SECDE (!) YERE KAPANMA

131
Bu şart şöyle açıklanmıştır: “Namazın ana bölümlerinden biri de secdedir.
Secde, Allah'ı ululayarak alnı yere koymaktır. Bu kadarı farzdır. Alınla beraber
burnun da yere değmesi, ellerin de yere konması vâcibdir, yani secdenin tam ve
mükemmel olması için gereklidır. Secde edilen yerin temiz ve katı olması gerekir;
pamuk, kar, saman gibi yumuşak olup yerin sertliğini duyurmayan şeyler üzerine
secde yapılmaz. Ayrıca secde yeri, ayakların basıldığı yerden yarım zira'dan [20- 30
cm.'den] yüksek olmamalıdır.”
Halbuki secde, “kişinin bilinçli olarak bir başkasına –kendisinden daha güçlü
olduğunu kabul ederek– teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesi dışına
çıkmaması” demektir. Namazda yere kapanılması, tazarrunun bir başka
aşamasıdır. Allah'ı tazim ve O'na itaat etmenin en iyi göstergesidir. Allah'tan
başkasının önünde kesinlikle yere kapanılmaz. Allah'tan başkasının huzurunda
yere kapananlar, önünde yere kapandıkları varlığı tanrı edinmiş olurlar. Birinin
karşısında yere kapanan kişi, ona karşı sınırsız bir saygı duyuyor, onu en yüce
olarak tanıyor ve ona derin sevgi duyuyor demektir. Çünkü yere kapanma, insanın
kendisini en aşağı, en küçük, en güçsüz gördüğü bir hiçlik halidir.
Tarihte birçok zorba, insanları kendlerine ya da makamlarına karşı yere
kapanmaya zorlamış; onların kendilerine teslimiyetlerinden ve boyun
büküşlerinden zevk almışlardır.
Allah'a samimiyetle inananlar, Allah'ın dışında hiçbir varlığın, makamın,
çıkarın, gücün önünde boyun eğmez ve yere kapanmazlar. Başlarını dik tutarlar,
haysiyet ve şereflerini koruyup, zorbalar karşısında onurlarını rencide etmezler.
Allah'ın karşısında yere kapanmayanlar ise kibirli, burnu havada olan kimselerdir.
Onlar Allah'a karşı yere kapanmayı gururlarına yediremezler, ama çıkarın,
makamın ve zorba yönetimin önünde eğilirler; küçücük bir menfeat için süklüm-
püklüm olurlar.
Secdenin toprağa yapılması daha anlamlıdır. Çünkü toprakla insanın birleşmesi
tazarru ve tevazuun, hiçliğin en güzel göstergesidir. İnsan, toprak misali kendini
Rabbinin karşısında küçültürse, en büyük makama: Allah'a yakınlaşır.
Yere kapanmış halde iken kul, Sübhane Rabbiye'l-a‘lâ [Ey, her türlü
noksanlıktan münezzeh Rabbim! Sen yüceler yücesisin, Sen, en yüce olansın] der.
Secdenin süresi ve bu tesbîhin kaç defa söyleneceği kişinin takdirine kalmıştır.
SON OTURUŞ
Bu şart da İlmihal kitaplarında, “Kıldığı namaza göre son rekâtın bitiminde
tahiyyât okuyacak kadar oturmak da farzdır. Tahiyyâtı okumak ise vâcibdir”
şeklinde zikredilir.
Halbuki Kur’ân'da, namazda oturmayı ve tahiyyât okumayı emreden bir âyet
yoktur.
Kul yere kapanıştan sonra oturur, bir müddet de oturarak, boynunu bükerek
Rabbine niyazda bulunur. Bu da Allah'ın huzurunda sürekli alçalmanın bir başka
şeklidir. Bu niyazında da arzu ettiği yakarışı yapar, Allah'tan dilediğini ister.
Son oturuş ile ilgili olarak konulan kuralların tahlili:
TEŞEHHÜD/TAHİYYAT
Teşehhüd, sözlükte “şehadet getirmek” demektir. Bundan maksat, Kelime-i
Şehadet denilen, Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve
rasûluhu cümlesini söylemektir.

132
Terim olarak ise, namaz kılarken ‘ka’de’ denilen oturmada, içerisinde Kelime-i
Şehadet'in de bulunduğu et-Tahıyyatu lillahi ve's-salâvâtu ve't-tayyibatu...
cümlelerini okumaktır.
Biz, içerisinde Kelime-i Şehâdet bulunan, et-Tahiyyâtu lillahi ve's-salâvâtu...
diye devam eden sözcüklerin tahlili üzerinde duracağız.
Önce tahiyyât'ın metnini aktaralım:
et-Tahıyyâtu lillahi ve's-salevâtu ve't-tayyibâtu es-selâmu aleyke
eyyühe'n-nebiyyü ve rahmetullâhi ve berakâtuhu es-selâmu aleynâ ve
alâ ibâdillâhi's-sâlihîn. Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne
muhammeden abduhu ve rasuluh.47
Tahiyyâtın anlamı:
Tahiyyât [dil ile yapılan karşılama övgüleri], salâvât [yapılan maddî
ve manevî destekler] ve tayyibât [temiz mallar ile yapılan kulluklar]
Allah içindir. Ey Peygamber! Selâm, Allah'ın rahmeti ve bereketleri
senin üzerine olsun. Selâm, bizim ve Allah'ın sâlih kulları üzerine
olsun. Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilâh/tanrı yoktur. Yine
şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın rasûlüdür.
Şâfii mezhebine göre bu tahiyyâtın giriş bölümü farklıdır. Onlar şöyle okurlar:
et-Tahıyyâtü'l-mübârekâtü's-salavâtü't-tayyibâtü lillâh [tüm mübarek
dil ile yapılan karşılama övgüleri, tüm temiz hoş destekler, Allah
içindir].
Yukarıda, genel olarak dua'nın ne olup olmadığını, Allah'tan başkasına dua
edilemeyeceğini, namazın da Allah'ın huzurunda sürekli alçalarak niyazda bulunmak
olduğunu ve namazda iken muhatabın sadece Allah olduğunu ve olması gerektiğini
açıklamıştık.
İşin gerçeği ve olması lazım geleni bu olmasına rağmen, tahiyyât metninde de
görüldüğü üzere müslümanlar, es-selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyü [sana selâm
olsun ey Peygamber] diye namazda Peygamber'i de muhatap almakta ve o'na da
seslenmektedirler.
Arapça bilenimiz de bilmeyenimiz de namaz kılarken ağzından çıkanı kulağı
duymuyor; ne dediğini ne okuduğunu bilmiyor.
Bugünkü kitaplarda yer alan Tahiyyât metni, İbn Mes‘ûd kanalıyla rivâyet
edilenidir. Daha başka rivâyetler de vardır. Ama hepsinde de, es-Selâmü aleyke...
[Selâm sana ey peygamber...] ibaresi mevcuttur.
Bu ravilerin, konuya tevhid ve namazın esprisi açısından bakmadıkları
anlaşılıyor.
Bir de ‘et-Tahiyyatü’ metnine daha bir kutsallık verenler var. Onlara göre güya
bu, Mirac'ta Allah ile Muhammed arasında geçen diyalogmuş. Şöyle ki:
Hz. Muhammed Allah'ın karşısına varınca selâm verir:
-- et-Tahıyyâtü lillahi vesalâvâtü ve't-tayyibâtü.
Allah da Hz. Muhammed'e karşılık verir:
-- es-Selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyü ve rahmetüllahi ve berekâtuhu.
Hz. Muhammed sadece kendisinin esenlikte olmasına pek râzı
olmayarak şöyle der:
-- es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillahi's-sâlihîn.
Bu manzarayı izleyen Cebrâîl ve melekler de şöyle derler:

47
Buhârî; “Kitabu't-Tevhid”, Bab: 5, No: 10.

133
Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve
rasûluhu.
İlk dönemde hiçbir kaynakta ciddi bir nakil olmamasına rağmen daha sonraları,
–başta tarikatlar tarafından olmak üzere– malumat adı altında dilden dile dolaşan
yakıştırmalar üretilmiş, bu yakıştırmalar son dönemdeki belirli eserlerde de yer
almıştır. Örneğin: Said Nursî, Şualar, 6. Şua; Muhammed Hamidullah, İslâm
Peygamberi; İsmâîl Hakkı Bursevî, Ruhu'l-Beyan, c. 5, s. 121.
Teşehhüd/tahiyyât konusunda en doğru yaklaşımı İmam Mâlik göstermiştir.
Meşhur hadis kitabı Muvatta'da İbn Ömer'den şu rivâyeti görüyoruz:
Nafi der ki: İbn Ömer (r.a) şöyle teşehhüt okurdu:
Bismillahi, et-tahıyyâtu lillahi ve's-salâvâtu lillahi. ez-Zakiyatü lillahi
es-selâmü ale'n-nebiyyi ve rahmetullahi ve berekâtuhu es-selâmü
aleynâ ve alâ ibadillahi's-sâlihîn. Şehidtü enlâ ilâhe illallahu ve
şehidtü enne muhammeden rasûlillahi.
Bunu ilk iki rekâtın ka’desinde okur ve teşehhüdünü tamamlayınca
duâ ederdi. Namazın sonunda oturunca da yine böyle teşehhüd de
bulunur ve teşehhüdü öne alırdı. Sonra dilediği duâyı yapardı.
Teşehhüdü tamamlayıp selâm vermek isteyince şöyle derdi:
es-Selâmü ale'n-nebiyyi ve rahmetullahi ve berekâtuhu. es-Selâmü
aleynâ ve alâ ıbâdillahi's-sâlihîn.
Sonra sağına, ‘es-selâmü aleyküm’ derdi. Sonra karşılık olarak
imama selâm verirdi. Solundan biri kendisine selâm verirse karşılık
olarak ona da selâm verirdi.
Rezin şunu ilave etti. “Ve dedi ki: “Rasûlullah (s.a) böyle yapılmasını
emretti.”48
Bazı sözcük farklılıkları da olsa, (duâ olduğu için hiçbir şey fark etmez) es-selâmü
ale'n-nebiyyi [Peygamber'e selâm olsun] diye gramerde muhatap/ikinci şahıs olarak değil,
ğaib/üçüncü şahıs ibaresiyle aktarılır. Yine muteber hadis kitaplarından Sünen-i Ebû
Dâvûd'da da böyle yer alır.
Ayrıca hadis kitaplarını şerh edenler de kitaplarında İbn Mes‘ûd'un rivâyetindeki
hitabın Peygamber öldükten sonra değiştirildiğini, artık ‘Selâm sana’ diye Peygamber'e
yönelmediklerini, ‘Allah Peygamber'e selâmet versin’ tarzında okuduklarını yazarlar.
Ama bu da özrün kabahatten büyük olmasından başka bir şey değildir.
Namaz, Peygamber'e de farzdı. O da namaz kılardı. Peki o nasıl okurdu?
Kaynaklardaki bilgilere göre, Rasûlullah teşehhüdü gizli okurmuş, hiç kimse
Peygamber'in namazda teşehhüdü nasıl okuduğunu duymamış. Bugün okunan teşehhüd,
rivâyet edenlerin namaz dışında öğrendikleri teşehhüdmüş.
Yapılan hatalar, sadece namazdaki tahiyyâtla sınırlı değildir. Cum‘a günleri öğleyin,
kandil gecelerinde yatsı vakitleri ve cenazelerde minarelerden okunan salâda da aynı
hatalar yapılmakta; es-Salâtü ve's-selâmü aleyke yâ rasûlallah [salât ve selâm senin
üzerine olun ey Allah'ın Elçisi] diye seslenilmektedir. Asırlar evvel dünyadan irtihal etmiş
olan Peygamber'e, sağmış ve yanımızda hazırmış gibi seslenilmektedir. Böylece
Peygamber Efendimize, beşer üstü bir sıfat yakıştırılmaktadır ki bu da şirke sürükler.
Salâda da salât ve selâmı, tahiyyâttaki gibi gaybî olarak ifade etmek gerekir. Meselâ, es-
Salâtü ves-selâmü alâ rasûlillah veya Allahümme salli ve sellim alâ muhahammed veya
Eyyühe'l-mü’minûn sallû ve sellimû alâ Muhammed gibi.
Bugünkü kitaplarda yer aldığı gibi teşehhüd/tahiyyât okumak, yanlış ve günahtır. O
nedenle, es-Selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyü bölümünü, es-Selâmü ale'n-nebiyyi diye
değiştirerek okunmalı veya herkes gönlünden geldiği gibi Allah'a niyazda bulunmalıdır.
48
Muvatta, “Salât”, 54; Ebû Dâvûd, “Salât”, 182.

134
NAMAZ KAÇ REKÂTTIR?
Kur’ân'da namazın kaç rekât olduğu yer almaz. Bunu, niyazda bulunan kişiler,
psikolojik durumlarına göre yaparlar. Namaz, tekbirden oturuşa hudû ve tazarru ile
uzun süreli olabileceği gibi, şekilciliğe düşmemek şartıyla arzu edildiği kadar
uzatabilir.
Ayrıca bu niyazda, konu ettiğimiz aşamaların hepsini yapmak da gerekmez.
İmkân ölçüsünde ortama göre birkaçı yapıldığı zaman da tazarru yerine gelmiş olur.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere dua; hudû [eğilmek, bükülmek,
küçülmek ve tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak, kibar, tatlı söylemek;
tevazu göstermek] ile namaz da tazarru [sürekli alçalma] ile yapılmalıdır. Bunlar, en
önemli özelliklerdir. Hudû ve tazarru, şekilciliğin bilince ermesidir.
Yukarıda tekrar tekrar açıklamıştık ki namaz, “tazarrulu duâ” demektir. Duâ
da, “kulun, ihtiyacını, gönlünden gelen düşünce ve isteği Allah'a arzetmesi”dir.
Onun için duâ, kulluk görevlerinin en hasıdır. Hiç şüphesiz Allah, kalplerden geçeni,
dertleri, sıkıntıları, istek ve ihtiyaçları bilir. Onun için insan onu, saygı ve edep
çerçevesinde Allah'a arz edip O'ndan istekte bulunmalıdır. Bunu yaparken en fazla
dikkat edilecek husus, samimiyet ve saygıdır.
Namazın mahiyeti ve nasıl kılınacağı, hudû ve tazarru yönünden
bilinmediğinden, namaz kılanların sayısı azalmıştır. Profesyonel namaz kılanlar ve
imamlar türemiştir. Ruhsuz kılınması sebebiyle namaz anlamsız hareketlere
dönüşmüş, kılanların da namazı niçin kıldıkları tartışılır ve merak edilir olmuştur.
Bu âyet indiği zamanlarda da şimdiki gibi riyakâr, ısmarlama duâ yapan, süslü
sözlerle emir verir gibi bağırıp çağırarak duâ yapan duâcılar vardı. Bu âyetle Cenâb-ı
Hakk, duânın nasıl yapılması gerektiğini bildirmektedir. Dolayısıyla, bağırarak,
çağırarak, emreder gibi, hele hele ne denildiği bilinmeden yapılan duâlar duâ
olmadığı gibi Allah'a karşı da saygısızlık, edepsizlik ve haddi aşmaktır. Allah ise
haddi aşanları, saygısızları ve edepsizleri sevmez. Burada, Kütüb-i Sitte'de yer alan
sahih bir rivâyeti nakletmek istiyorum:
Ebû Mûsa el-Eş‘ari şöyle demiştir: Bizler Rasûlullah'ın maiyyetinde
bir gazvede bulunduk. Yolda ilerlerken yüksek bir mevkie çıktıkça,
bir yüksek yola yükseldikçe, bir vâdi içine indikçe buralarda tekbir
getirerek seslerimizi yükseltmeye başladık. Rasûlullah bizim
yanımıza yaklaştı ve dedi ki:
-- Ey insanlar! Nefislerinize yumuşak davranın [seslerinizi çok
yükseltmeyin]! Şüphesiz ki, sizler bir sağırı ve bir gâibi
çağırmıyorsunuz. Sizler şüphesiz semî‘ ve basîr olan Allah'a duâ
ediyorsunuz.49
Evet, kulluğun özü ve göstergesi duâdır. Duânın özü ve göstergesi de hudû ve
tazarrudur. Namaz, yapılabilecek duâların en üstünü olduğundan [hem gönül hem
beden hem de dil ile yapılan komple bir duâ olduğundan], hudû ve tazarrusuz
olmamalıdır. Hudû ve tazarru namazın ruhudur. Hudû ve tazarrusuz namazın yararı
olmak şöyle dursun, insana yük bile olur.
Gösteriş olarak yapılan hudû ve tazarru hiçbir işe yaramaz.
HUDÛ ve TAZARRU NASIL SAĞLANIR?
Hudû ve tazarrunun ne olduğuna dair izahattan sonra sıra, nasıl sağlanabileceği
hususuna geldi. Burada, psikoloji'de, “Bir ferdin, neyi gözleyeceğine dair bir seçme

49
Buhârî, “Tevhid Kitabı”, Bab: 6, No: 16.

135
faaliyeti” olarak tanımlanan “dikkat” konusu ön plana çıkmaktadır. Öyleyse, hudû
ve tazarru için namazda dikkati dağıtan iç ve dış faktörleri uzaklaştırmak, dikkati
celbeden iç ve dış amilleri de oluşturmak gerekir. Şöyle ki:
Önce amaçladığımız şeyi belirlememiz ve onu diğer şeylerden ayırıp ilk sıraya
koymamız gerekir. Vakti geldiğinde yapacağımız en önemli görev namaz olmalı,
diğer iş ve ihtiyaçlarımız geri plana itilmelidir.
Fıtratı gereği insan, duyduğu, gördüğü, dokunduğu, kokladığı ve tattığı her
şeye ilgi duyar ve akıl yürütür. Onlarla ilgili olumlu-olumsuz birçok düşünce üretir.
Onun için, dua ederken, namaz kılarken, birşey duymamalı, dikkat çekici birşey
görmemelidir. Namaz kıldığı yer sakin ve sade olmalıdır. Özellikle önünde ve
namaz kıldığı yerin zemininde renkli, motifli, desenli halılar, seccadeler, duvarlarda
yazılar, süslemeler, kilise çanı gibi dan dan vuran saatler bulunmamalıdır. Namaz
kıldığı yer bir sanat galerisi niteliğinde olmamalıdır. Sakin bir yerde olup değişik
seslerden, gürültü ve patırtıdan uzak durmalıdır.
Müslümanlar evlerinin bir noktasını namaz için tahsis etmeli, bu mekânda sık
sık değişiklik yapmamalıdır. Zira insan her gördüğü yeni şey için de fikir yürütür,
namaz kılarken zihni Allah'tan başka şeylere yönelir. Dolayısıyla dikkati dağılır,
hudû ve tazarruu bozulur. Oysa, alıştığı ve âşina olduğu eski şeyler dikkatini fazla
dağıtmaz.
Toplu, cemaat halinde namaz kılmaya gayret etmelidir. Birlik ve beraberlik
içindeki hazırlık da hudu’ ve huşu’ oluşmasına yardım edecektir. Safta durmak
insanın psikolojisini etkiler. Zira namaz safında, insanlar arasındaki zenginlik-
fakirlik, şahlık-gedalık, âlimlik-câhillik, gençlik-ihtiyarlık, dil, ırk, makam ve mevki
farkları yok olur. Kral ile hizmetçi, beyaz ile zenci vs. omuz omuza durur. Bunlar da
hudû ve tazarrua neden olur.
Namaz kılınacağı zaman zihinsel birçok düşünce altında kalınacağı, onların da
hudû ve tazarruyu bozacağı dikkate alınmalıdır. Bu bilince sahip olanlar, hazırlıklı
olduklarından kolay kolay dikkatleri dağılmaz.
Dikkatin dağılmamasını temin eden bir yol da şudur: Namazda okunan her
kelimenin anlamı düşünülmeli, sözcükler yavaş okunmalı ve sözcük ile anlamı aynı
anda düşünülmelidir. Bir kelimenin anlamı zihinde canlanmadan diğer sözcüğe
geçilmemelidir.
Namaz kılarken Rasûlullah Efendimizin de önerdiği gibi göz yere kapanılan
yere odaklanmalıdır. Çünkü duyular bir yere yoğunlaştığı zaman diğer duyular
zayıflar dış âlemden etkilenmez.
“Kıraat” bahsinde açıkladığımız gibi, namazda dua mahiyetindeki âyetler
okunmalı, kıssa ve ahkâm âyetleri okunmamalıdır. Kıssa âyetlerinde zihin târihin
derinliklerine, ahkâm âyetlerinde de sosyolojik düşüncelere dalar; namaz, dua ve
niyaz olma esprisini kaybeder, târih ve sosyoloji dersine dönüşür.
En önemlisi de, biz Allah'ı görmüyorsak da O şüphesiz bizi görüyor. Öyleyse
O'nu görüyormuş ve önünde duruyormuşuzcasına namaz kılmalı, dua etmeliyiz.
Gerektiğinde bir psikologdan destek almalıyız. Bu hususu ciddiye alıp sorun
haline getirmeliyiz. Zira bu, basit takıntı ve saplantılardan daha önemlidir.
Hudû ve tazarrunun temini şüphesiz zordur, ama mümkündür. Sadece
devamlılık ve çaba ister. Allah yardımcımız olsun!
ÖRNEK DUALAR
En iyi dua örnekleri Kur’ân'da bulunmaktadır. Kur’ân'da dua sözleri içeren 200
civarında âyet mevcuttur. Meselâ, Fâtiha sûresi, önce Allah'ı veciz bir şekilde
niteleyen, sonra da tevhid ilkesini özümsemiş bir kul olarak insanlığın en çok
muhtaç olduğu hidâyeti [doğru yola ulaşmayı] samimiyetle dileyen eşsiz üsluptaki

136
ifadesiyle müslümanların en çok okudukları dua metnidir. Fâtiha'dan sonra en çok
okunan dua ise, yine bir Kur’ân âyeti olan, Ey Rabbimiz! Bize dünyada da güzellik
ver, âhirette de güzellik ver; bizi cehennem azabından koru! (Bakara/201)
mealindeki ifadedir.
“RABB” İSMİ İLE DUA:
Kur’ân'da, Yüce Allah'ın yapılacak dualarda “Rabb” sıfatının kullanılmasını
emrettiği görülür. Bütün peygamberler buna uygun davranmış ve dualarını daima
Allah'ın “Rabb” sıfatına yöneltmişlerdir.
Rabb, “terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak
birtakım hedeflere götüren, gelişmeyi programlayıp yöneten” demektir. Allah'ın
“rabb” sıfatı, O'nun her şey üzerindeki “belirleyiciliği” anlamına gelir. Bu
belirleyicilik, bir şeyin ilk var oluşundan varlık âlemindeki son noktasına kadar
devam eden mutlak bir durumdur. Hiçbir varlık O'nun belirlediği programın dışına
çıkamaz. Bu sebeple “rabb”, Esma-i Hüsna'daki anlamların hepsini kapsayan bir
sıfattır.
Kur’ân'da tam 903 kez yer alan “rabb” sıfatı, Allah'ın Kendisi hakkında en çok
kullandığı sıfatıdır. Kur’ân'da bu sıfat kullanılarak yapılan duaların bazı örnekleri
şunlardır:
“Yarattığı şeylerin şerrinden ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden
ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden ve kıskandığı zaman
kıskananın şerrinden felâkın rabbine sığınırım” de! (Felâk/1-5)
“Cinn ve insten, insanların akıllarında, sinsice kötülük fısıldayan
hannasın kötü fısıltılarının şerrinden, insanların ilâhına, insanların
hükümdarına ve insanların rabbine sığınırım” de! (Nas/1-6)
İşte hakk olan, biricik hükümdar olan Allah ne yücedir! Onun vahyi
sana tamamlanmadan evvel, okumayı acele etme ve “Rabbim, bana
bilgiyi artır!” de. (Tâ-Hâ/114)
Ve de ki: “Rabbim! Onların beni küçükten terbiye ettikleri gibi,
onlara rahmet et!” (İsrâ/24)
Ve de ki: “Rabbim! Beni bolluk olan bir yere indir/bana bolca
ikramda bulun. Sen, indirenlerin/ikramda bulunanların en iyisisin.”
(Mü’minûn/29)
Ve de ki: “Rabbim! Bağışla ve merhamet et! Ve Sen merhametlilerin
en hayırlısısın.” (Mü’minun/118)
PEYGAMBER DUALARINDAN ÖRNEKLER:
ÂDEM
(Onlar/her ikisi,) “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik ve eğer bizi
bağışlamazsan ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak
zarara uğrayacaklardan oluruz!” dediler. (A‘râf/23)
NÛH
O [Nuh], “Ey Rabbim! Ben hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemiş
olmaktan dolayı Sana sığınırım. Ve eğer Sen beni bağışlamazsan,
bana merhamet etmezsen ben hüsrana uğrayanlardan olurum” dedi.
(Hûd/47)
O [Nuh], “Rabbim! Şüphesiz ben kavmimi gece-gündüz davet ettim.
Fakat benim çağırmam, onların sadece kaçmalarını artırdı” dedi.
(Nûh/5-6)
Rabbim! Benim için, anam-babam için, mü’min olarak evime giren
kişiler için ve mü’min erkekler ve mü’min kadınlar için mağfiret et!
Zâlimlere de sadece yok oluşu arttır. (Nûh/28)

137
İBRÂHÎM
Ve hani bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve
oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz onlar
[putlar] insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa,
artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse… Artık Sen
şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Ben
çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikâme etmeleri için, Senin
dokunulmazlaşmış Ev'inin yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim.
Rabbimiz! Artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara
meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızklandır. Umulur ki
şükrederler [karşılığını öderler]. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim
gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. –Ve yerde
ve gökte, hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.– İhtiyarlık hâlimde bana
İsmâîl'i ve İshâk'ı lütfeden Allah'a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim
duamı çok iyi işitir. Rabbim! Beni salâtı ikâme eden kıl! Soyumdan
da. Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu
günde benim, anam-babam için ve mü’minler için mağfirette bulun!”
demişti. (İbrâhîm/35-41)
Ve o [İbrâhîm], “Kuşkunuz ben Rabbime gideceğim, O, bana yol
gösterecek. Rabbim! Bana sâlihlerden birini lütfet” demişti.
(Saffat/99-100)
Bir zamanlar İbrâhîm de, “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana
göster!” demişti. (Allah,) “İnanmadın mı ki?” dedi [buyurdu].
(İbrâhîm,) “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye” dedi. (Allah)
buyurdu ki: “Öyle ise kuşlardan dördünü tut da onları kendine alıştır.
Sonra her dağın üzerine onlardan bir parça kıl [bırak]. Sonra da onları
çağır, koşa koşa sana gelecekler. Ve bil ki, Allah gerçekten çok
güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara/260)
Ve hani Rabbi İbrâhîm'i, birtakım kelimeler ile belalandırmış
[sınamış], o, onları tam olarak yerine getirince (Rabbi o'na,) “Ben
seni insanlara imam [önder] yapacağım.” demişti. O da;
“Zürriyetimden de ( yap!)” dedi. (Rabbi o'na,) “Benim ahdim
zâlimlere nail olmaz!” dedi. Ve Biz bir zaman bu Beyt'i, insanlar için
bir sevap kazanma ve bir güven yeri kılmıştık. Siz de İbrâhîm'in
makamından kendinize bir namazgâh edinin. Ve Biz İbrâhîm ile
İsmâîl'e, “Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar
için, hem de secde edişin hanifleri [Allah'a boyun eğmeyi sağlayan
hanifler] için tertemiz tutun” diye ahit almıştık. Ve bir zaman
İbrâhîm, “Rabbim! Burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan
Allah'a ve son güne inananları meyvelerle rızklandır” demişti. O
[Allah] dedi ki: “Küfreden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım,
sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!”
Ve hani İbrâhîm, Beyt'ten temelleri yükseltirler: Rabbimiz! Bizden
kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin.
Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için teslim olanlar kıl. Soyumuzdan
da senin için teslim olan bir ümmet kıl [getir]. Ve bize kulluk
yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen tevbeleri
çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin.
Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara
Senin âyetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı

138
engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğretsin, onları
arındırsın. Hiç şüphesiz azîz Sensin, hikmet sahibi [zulüm ve fesada
engel olacak yasaları koyan] Sensin.” Ve İbrâhîm'in milletinden,
kendini bilmezden başka kim yüz çevirir? Ve Biz o'nu dünyada
seçkin birisi yaptık. Hiç şüphesiz o, âhirette de iyilerden biridir.
Rabbi o'na, “İslâm ol!” dediği zaman o [İbrâhîm], “Ben âlemlerin
Rabbi için İslâm oldum” dedi. (Bakara/124-131)
YÛSUF
Rabbim! Sen bana mülk verdin ve bana ehadisin
[olacakların/sözlerin] te’vîlinden öğrettin. Gökleri ve yeri yoktan var
eden! Sen, benim velîm Sensin, benim canımı müslüman olarak al ve
beni dünya ve âhirette sâlihler arasına kat! (Yûsuf/101)
MÛSÂ
Ne zaman ki, Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbi o'na
konuştu. (Mûsâ,) “Ey Rabbim! Göster bana Kendini de bakayım
Sana!” dedi. (Rabbi o'na) dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin
şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin.”
Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Mûsâ
da baygın olarak yere yığıldı. Ayılıp kendine gelince de, “Seni tenzih
ederim, Sana döndüm [tevbe ettim] ve ben inananların ilkiyim” dedi.
(A‘râf/143)
O [Mûsâ], “Rabbim! Şüphesiz kendime zulmettim. Artık beni
bağışla!” dedi de O [Allah], o'nu bağışladı. Şüphesiz O, çok
bağışlayıcının, çok merhamet edicinin ta kendisidir. O [Mûsâ],
“Rabbim! Bana nimet olarak verdiğin şeylere andolsun ki, artık hiçbir
zaman suçlulara arka olmayacağım” dedi. (Kasas/16-17)
(Mûsâ) dedi ki: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin
içine al. Ve Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (A‘râf/151)
DÂVÛD
Ve Dâvûd, Bizim kendisini arı-duru [has] hâle getirdiğimize kesin
kanaat getirdi ve anladı. Hemen Rabbinden (zulmeden kişi için)
bağışlanma diledi, rükû ederek yere kapandı ve döndü. (Sâd/24)
SÜLEYMÂN
Andolsun ki Biz Süleyman'ı da fitneye düşürmüştük [çeşitli
badirelerden geçirerek saflaştırmıştık, olgunlaştırmıştık]. Ve tahtının
üzerine bir ceset bırakmıştık. Sonra o, döndü, “Ey Rabbim! Beni koru
[maddî ve manevî pislik bulaştırma] ve bana, benden sonra hiç
kimseye yaraşmayan bir mülk ihsan et! Şüphesiz ki Sen, bol bol ihsan
edensin” dedi. (Sâd/34-35)
ZEKERİYYÂ
Bir zamanlar o, Rabbine gizli olarak seslenmişti. Dedi ki: “Rabbim!
Şüphesiz benim kemiğim zayıflayıp gevşedi ve başım ağarmış saçıyla
alev gibi tutuştu. Sana dua etmekle de Rabbim, bedbaht olmadım. Ve
gerçekten ben, arkamdan, mevalimden [yakınlarımdan,
amcaoğullarımdan] endişedeyim, karım da kısırdır. Onun için
katından bana, bana da mirasçı olacak, Ya‘kûb ailesine de mirasçı
olacak bir velî [yakın, yardımcı] bağışla. Rabbim, o'nu Sen rızanı
kazanan biri kıl!” (Meryem/3-6)
Orada Zekeriyyâ, Rabbine yakardı: “Rabbim! Bana katından temiz
bir nesil ver. Şüphesiz Sen, duayı en iyi işitensin” dedi. (Âl-i

139
İmrân/38)
ÎSÂ
Meryemoğlu Îsâ; “Allahım, Rabbimiz, bizim üzerimize, bizim için,
öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bir bayram ve Senden bir âyet
olarak gökten bir sofra indir. Ve bizi rızklandır. Ve sen
rızklandıranların en hayırlısısın!” dedi. (Mâide/114)
MUHAMMED
Ve de ki: “Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından Sana sığınırım!”
(Mü’minûn/97)
Ve de ki: “Rabbim! Bağışla ve merhamet et! Ve Sen merhametlilerin en
hayırlısısın.” (Mü’minun/118)
MÜ’MİNLERİN YAPTIKLARI DUA ÖRNEKLERİ:
O kişiler ki, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı
anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler:
“Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen noksanlıklardan
münezzehsin. Artık bizi ateşin azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz
Sen kimi ateşe girdirisen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir.
Zâlimler için hiç yardımcılardan da yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki
biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen
inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla,
kötülüklerimizi ört ve bizi ebrâr [iyiler/yardımseverler] ile birlikte
vefat ettir. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri
ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen verdiğin sözden
dönmezsin.” (Âl-i İmrân/191-194)
Sonra da ibadetlerinizi bitirdiğinizde yine Allah'ı anın, tıpkı
babalarınızı andığınız gibi. Hatta daha kuvvetli bir anışla anın.
İnsanlardan bazısı, “Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!” diyen
kimselerdir. Ve onun için âhirette bir nasip yoktur. Yine onlardan,
“Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik ve âhirette de bir güzellik ver
ve bizi ateşin azabından koru!” diyenler vardır. (Bakara/200-201)
O kişiler ki, “Rabbimiz! Biz inandık, iman getirdik, artık bizim
suçlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru!” derler. (Âl-i
İmrân/17)
Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez.
Herkesin kazandığı kendi yararına ve kendi yaptığı zararınadır. Ey
Rabbimiz! Eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme!
Ey Rabbimiz! Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük
yükleme! Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de
yükleme! Ve bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Sen bizim
mevlamızsın. Ve de kâfir kavimlere karşı yardım et bize.
(Bakara/286)
FİRAVUN'UN KARISININ DUASI:
Allah, inananlara da Firavun'un karısını örnek gösterdi. Bir zaman o
demişti ki: “Rabbim! Bana nezdinde cennetin içinde bir ev yap, beni
Firavun'dan ve onun işinden kurtar. Ve beni şu zâlimler toplumundan
kurtar!” (Tahrîm/11)
Kur’ân'da Allah'ın “rabb” sıfatının geçtiği daha birçok dua örneği mevcuttur.
Bu dualardan biri de mü’minlerin cennette, suçluların ise cehennemde “Rabbim!”
diyerek ettikleri duadır. İblis'in aynı hitapla başlayan duaları da yine Kur’ân'da yer
alan dualar arasındadır:

140
(İblis,) “Rabbim! O hâlde tekrar diriltilecekleri güne kadar beni bakıt
[beni karşında tut/mühlet ver]” dedi. (Sâd/79)
O [İblis], “Rabbim! Öyle ise onların yeniden dirilecekleri güne kadar
beni karşında tut [bana mühlet ver]” dedi. (Hicr/36)
Allah'a, Esma-i Hüsna'sındaki özel isimleri ile dua etmek de mümkündür.
Meselâ bir kişi;
• Hasta ise, “Yâ Şâfi” [ey şifa veren]!
• Geçim sıkıntısı çekiyorsa, “Yâ Rezzâk” [rızk ihsan edici, tekrar tekrar, bol
bol rızk veren]!
• Günahlarının bağışlanmasını istiyorsa, “Yâ Gaffâr” [günahları tekrar tekrar,
çokça bağışlayan]!
• Tevbe ediyorsa, “Yâ Tevvâb [tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı
veren]!”
• Ayıplarının örtülmesini istiyorsa, “Yâ Settâra'l-Uyub” [ayıpları örten]!
• Nimet ihsanı istiyorsa, “Yâ Vehhâb” [karşılıksız veren, sonu gelmeyen
bağışların sahibi] şeklinde de dua edebilir. Allah'a bu isimleriyle dua etmek uygun
bir davranıştır.
Kur’ân'da dua mahiyetinde olan âyetlerin siyâkına dikkat edildiğinde görülür
ki, o dua sahipleri daima içinde bulundukları koşul ve ortama göre niyazda
bulunmuşlardır. O hâlde müslümanlar da bunu örnek alarak kendi şart ve
ortamlarına göre niyazda bulunmalıdırlar. Başka bir ifade ile müslümanlar,
ısmarlama, basmakalıp, bir çoğu uydurma, yalan-yanlış şablon dualar [Ramazan
Duası, Kenzü'l-Arş Duası, İsm-i A‘zam Duası, Hacet Duası, Karınca Duası, Bereket
Duası, İstihare Duası, Nazar Duası, ağrı-sancı duaları] yerine, kendi dil ve
üsluplarıyla özel durumlarını dile getirdikleri, duygu ve düşüncelerini
seslendirdikleri dualar etmelidirler.
Kur’ân'da dua mahiyetinde 200 civarında âyet vardır. Bazı sûre ve âyetler
örnek dua mahiyetindir. Dua konusu hadislerde de önemli bir yer tutar. Dua ile ilgili
birçok hadis kitapları oluşturulmuştur. Ayrıca “Me’sur Dualar” adıyla birçok örnek
belirlenmiş, bunların çoğu da kitaplaşmıştır. Burada şunu bir kez daha vurgulayalım:
Dua; okunmaz, edilir/yapılır; yani bilinçli olarak Allah'a yakarılır.
Yukarıda bir kısmını arzettiğimiz yüzlerce âyetten dua örnekleri alabiliriz:
Fâtiha sûresi, A‘râf/23, 47, 89, 126, 143, 151, 155; Furkân/65, 74; Tâ-Hâ 25-35,
114; Şu‘arâ/83, 169; Neml/19; Kasas/16, 21; İsrâ/24, 80; Yûnus 85; Hûd/47,
Yûsuf/01; Saffat/100; Mü’min/7-9; Duhân/12; Ahkâf/15; Nûh/26-28; İbrâhîm/35-
41; Enbiyâ/83, 87, 89; Mü’minûn/26, 29, 93-94, 97-98, 109, 118; Ankebût/30;
Bakara/126-129, 201, 285-286; Âl-i İmrân/8-9, 16, 38, 53, 147, 191-194; Haşr/10;
Tahrim/8; Mâide/114; Mümtehine/4-5.
NAMAZIN CEMAATLE KILINMASI:
Yukarıda “cemaat” kavramını ve İslâm'daki yerini açıklamıştık.
Müslümanların cemaat olmalarının en güzel örneklerinden biri topluca namaz
kılmalarıdır. Cemaatle namaz, İslâm cemaati olmanın temelini atar, cemaat olma
bilincini kazandırır. Hudû ve tazarru bölümlerinde açıkladığımız gibi, seferberlik
halindeki uygulama, hudû ve tazarruyu da artırır. Toplu uygulamalarda, insanlar,
düşüncelerini Allah'a doğru yükselterek adale ve uzuvlarını dinlendirme,
zihinlerinin gerginliğini giderme, fikirlerini billurlaştırma ve medeniyetin ezici bir
yük haline getirdiği çetin hayata tahammül kuvvetini kazanma imkânını
bulabilmektedir.
Cemaat düzeni, bir eşitlik ve kardeşlik düzenidir. İslâm toplumunda soylular,
seçkinler sınıfı yoktur; hiç kimse diğerinden üstün değildir.

141
Mescidde toplanan müslümanlar, Kur’ân'ı en iyi okuma, dini en iyi şekilde
yaşama, takvâ, yaş gibi özellikleri göz önüne alarak aralarında, en uygun olan
kişiyi “namaz imamı” olarak seçer ve onun arkasında saf tutarlar. İmamın
işaretleriyle (bir nevi komut ki tekbir ile yapılır) tazarru aşamalarını
gerçekleştirirler.
Cemaatle namazdaki imaj, müslümanların oluşturması gereken toplum
düzenine bir işarettir. Seçtikleri imam bile onlardan biridir. Sadece görevi gereği
diğerlerinden bir adım önde durmaktadır.
NAMAZIN BOZULMASI
İlmihal kitaplarında, “Namazı bozan şeyler” başlığı altında yüze yakın
davranışın namazı bozduğu yer alır. Bunların tümü, özünden uzaklaştırılıp sırf
şekle hasredilen namaza ait şeylerdir. İlmihalciler, namaz kılanları, sürekli düşme
korkusu taşıyan ip üstündeki cambaza dönüştürmüşlerdir. Namaza duran kişi,
“namazım ha bozuldu ha bozulacak” derken aklında ne Allah kalır, ne niyaz kalır
ne de hudû ve tazarru kalır. Kur’ân'daki namaz ise ya icra edilir, ya icra edilmez;
icra edildiği zaman da kesinlikle bozulmaz. Çünkü İslâm'daki namazın bozulacak
bir yapısı yoktur.

142

You might also like