Professional Documents
Culture Documents
ÖĞRENCi? HAREKET?
Ancak bir yabancı gibi bakar kampüsün dışına. İşçileri bilir, gönülden
birliktedir onlarla kantin masalarında ama hiç "işçiyim" dememiştir. Kimisi
kadındır. Kadın sorununun bir ucundadır ama hiç "feministim"
diyememiştir. Hatta ekolojistleri de destekler, eşcinselleri de ama hep
kıyısından, köşesinden, toplumsal hareketin savrulmaya en yakın
yerinden...
Saydığım iki öğrenci kategorisi hem yaşama hem birbirine yabancıdır. Bir
öğrenci hareketi kamusal alanda etkin olabilecek seviyeye gelse de bu,
kısa süreli olacaktır. Çünkü eylem sokaktadır, öğrenci kampüste. Dışarının
yüzünü ve diğer kategorideki arkadaşının yüzünü ilk defa görmektedir.
Nasıl yeni tanıdığımız birine selam verirsek, öğrenci de dışarıya ve
arkadaşına selam verip, geçecektir amfideki sırasına! Ona diploma ve
statü sunan korunaklı yuvasına dönecektir! Aslıhan Ġnci
şimdi, burada
kadın olmak, anarşist olmak, yürümek. eğer bir yol varsa. karşı kültür
olmayan bir kültürün tanımlanmasında önemli meselelerden biri olsa
gerek, kadınların, kendini hem anarşist hem de feminist diye tanımlayan,
tanımlamasa da yaşamı öyle tanımlanan kadınların kendilerine yol açma
çabaları.
herhangi bir kültür, karşı kültür, hatta kapitalist kültür içinde yaşama içkin
bir biçimde işleyen varsayımlardan, ezme ezilme pratiklerinden azat
edilmeye çalışılan bir yol. o sınırlar içinde, kişinin oraya bir şey
katamayacağı bilinciyle, gücü ve gerekliliğine inandığı ölçüde kurabileceği
savunma mekanizmalarının ağırlığından omuzları kurtaran bir yol. ait
hissedilmeyen bir yol. aidiyetin duygusunun gizli mülkiyetinden,
im'lemenin açık, gizli tehditlerinden, ki tehdit, görünmez olsa da, sevilerek
boyun eğilse de tehdittir ve tehlikesini var oluşunda barındırır, kurtulmuş,
var'lığı ifadelendirmeyi olası kılan bir kültür. eğer varsa, ya da var
edilecekse. kendi üzerine kapanıp süreçleri öğüten, dili susturan amaçsal
kaygılardan uzak olduğu, sonuç süreç çelişkisinde durulan yerin iyi
saptanmış olduğuna güvenilerek kabul edilebilecek bir yol. bir yerde
konumlanmamış, bir yere ya da şeye göre tanımlanmamış kimlik
kurgularının, var oluşlarımızın, içinde nefes alabileceği kadar rahat ve
geniş bir yol. Geçmişle ya da gelecekle hapsedilmeyen, geçmişin
yapılandırılmışlıklarının ya da geleceğin belirsizlik korkusunun ötesinde,
ancak yaşamın şimdi ve burada var olduğu bilgisiyle kendini şimdi ve
burada'ya yaslayan bir yol. yan yana gelişleri, belirlenmemiş,
sınırlanmamış uzandığı ütopyanın açıklığını şimdiye taşımaya yetecek
genişlikte bir kültür. şehirde, dağda, denizde, nefes alıp verişiyle aynı
ütopya güneşinin ışıklarını saçacak bir kültür. sessizliği öğretmeyen,
sesleri dillendiren bir yol.
sıkıştırılmış alanlar değil yaşamın geniş soluğu için. eğer olacaksa, karşı
olmayan, kendisi adına var olan bir kültür. İletişim. Eğer kurulacaksa.
RAKAM
Her şey bir kenara, bana sorarsanız en iyisi toplumsal rollerimizin bize
giydirdiği maskeleri fırlatıp atalım hemen (8), nasıl olsa slogan bulmak da
kolay:
1) İlyada'nın başlangıcı, "Öfkenin şarkısını söyle Tanrıça..." (İtiraf edilmeli ki, başlıca
entellektüel ukalalık metotlarından birisi de Latince alıntılar yapmaktır!)
2) "Özgürlüğün Ekolojisi", Murray Bookchin
3) "Düşünceler onları düşünenlerden sorumlu değildir." (19. yy sonlarında Fransız bir
aristokratın lafı) Bu arada yeri gelmişken anarşistlerin kadın özgürlüğü konusundaki
"teorik" katkılarından birisini hatırlatmakta yarar var: Sayılı Osmanlı anarşistlerinden
Baha Tevfik'in 1912'de yaptığı çevirilerden birisi de Odette Lacquerre'in Feminizm - Alem-
i Nisvan kitabıymış.
4) "Bayrağımızın neden kırmızı-siyah olduğunu biliyor musun? Kırmızı bu savaştır ve
siyaha gelince; çünkü insan ruhu karanlıktır." İspanya İç Savaşından bir anarşistin
sözleri-aktaran İlya Ehrenburg (Anarşinin Kısa Yazı, Hans Magnus Enzensberger)
5) "There is a war!" (Leonard Cohen)
6) Anneler oğullarına özel yemek pişirmekten vazgeçmediği sürece bu düzen
değişmeyecek! (Yanılıyor muyum Hatice? Bir defa daha oku Samuel!)
7) Anarşist bir anne olsaydı belki... Bkz. "Zorunlu Eğitime Hayır!" (Catherine Baker)
8) Jean Genet
imam'ın günlüğü - I
(imam sokakta yaşar. mesleği değil, adı imam. arkadaşımız teybin kayıt
düğmesine basıverdi. bakalım imam ne demiş?
şu da aynı bu da aynı, farkı ara bul. sendeki gözle benimkinin farkı var mı,
yook, aynı göz, aynı allah gibi. yani arkada şehir var, şehir. kör adamın
sana denk olması için bir şehrin yok olması lazım. ovanın her tarafını sen
görüyorsun, kör adam hiç görmüyor. farkı gör. gördün mü farkı? senin bu
foturaf makinen her zaman geçerli, dünya çapında bir iş amına goyum.
yeter ki kullanan olsun da kullansın. sen uçağa bakar adamsan, insanlarla
geçinmeyi bilmeyen adamsan, belli mi olur, icabında tek gözümü yumdum
mu tren kadar büyük resimler yaptırdım. olabilir, senin makinen tek gözü
kör adama yer arar.
bu göz işi, bir tek göz, bir iki gözü kör adama yarar. şimdi ayakta duran
kör adam öbürleri yok. harcamış kendilerini. tek gözü kör adam kendini
harcayamıyor, foturaf çektiriyor. körün sahibi allah. uçağa bak, ev sesini
gördün mü? bazı evlerde düdük sesi olur, bunun gibi. amına goyum bir
uçağa binemedim gitti.
bak foturaf gibi tenike kimin aklına gelir, bu tenike foturafın yerine geçer,
belli mi olur.
şimdi senin foturafını en aşağı bir tren kadar değerlendiriyorum işte. tek
gözümü yumuyom, iki göz arkamdan çekiyor. tren bak arkada ben hiç
görmüyorum, ben burayı ne bilecem mesela. görüyon mu foturaf çıkmadı.
arkamı ben nasıl görüyüm.
bu üzüm yerine göre balon sayılır. dolu yağar üzüm gibi, yağmur yağar
üzüm gibi...
evin sandalyesi yok. sandalyede adam asıyorlar. öyle kolay olsa asılmak
ben de asılırım amına koyayım. ben denedim de. zor yav... heee, soluğum
kesildi, amına goyum. çok zor iş. o şöyledir, şimdi mezarlıkta ölü var.
mezar olsa, ölüyü hemen arayacak. hemen beş dakkada foturafını çek, gir
mezarın içine, anasını satıyim. ölüyü getirsek keşke mavi binanın orda,
resmini çeksek ölünün. bu resimcilik geçmiyor işte. para kadar hükmeder
mi, eder. mezarlıkta ölü buldun çektin resmini. oraların resmi sana nasıl
geliyor yani, iyi mi, kötü mü resimi acaba? oraya bak oranın yeri iyidir
işte. orada araya araya ölü gelir, resmini çekersin. hep bunlar kuşa
dayanıyor işte. amına goyum bu işi yapanın, ben de bilemiyom ki bu
kuşları.
makineyi iyi yere saklayasın, bak onu da yakıyor bu kafir. benim derdim
onda, güneşte. dışarı oturuyom öyle yakıyor ki beni, benim derdim de
senin derdin de o işte. güneş yakıyor bizi, gece neye yakıyor de mi! ağzım
kuruyor, niye kuruyor bu avradını siktiğim ağız. balon, uçan balon var
gardaş. ne senden, ne benden uçan balondan. bu lastiği görüyon mu, bu
lastiği giyince nasıl yorgunluğum gitti. ağzım kuruyor, gece sıcak bizi
yakacak. buradan su akıyor gece gündüz, çeşmenin tersi işte. kedilere bak
gördün mü? onları çek. kediler daha iyi duruyor bizden. bak, bak, öküz
niyetine de olabilir. öküz... inek... öküz de dört ayak bu da dört ayak. öküz
yerde gezer, bunlar çatıda gezer.
benim ağzım kurudu niyeyse laa... bu kedileri çeksek amına goyum, ağız
kuruması belki geçerdi. ağzım öyle kurudu ki, bir yorgunluk geliyor ki...
(devam edecek)
Dikkafalar
Sürü Hepbirağızdan
Biz birbirimizi yeriz
Başkan gevreyerek:
Hem kurt da kapar sizi
Hem de çiğ süt emmişsiniz, çiğ çiğ yersiniz birbirinizi
Hem sadece ben mi?
Köpeklerim olmazsa yoldan çıkar kaybolursuz billahi
TEKNO-LOJİ, TEKNO-LOJİ
PARA-LOJİ, PARA-LOJİ
İDEO-LOJİ, İDEO-LOJİ
TEO-LOJİ, TEO-LOJİ
Diye havlar köpeklerim,
Sizi böyle idare ederim�
Kim karşı çıkabilir TEKNO-loji'ye?
O değil mi ki; sütünüzü attırmak için sizi sağlıklı tutan?
O değil mi ki; sizin yaşamınızı kolaylaştıran?
İşte araba; çalışmaya kolayca gidiyorsunuz (ahmaklıktan trafik kazasında
ölüyorsunuz)
İşte traktör; yiyecek üretiyor aç kalmıyorsunuz (hormonu salaklığınızdan
katıyorsunuz)
İşte elektrik; geceleri TV seyrediyor ( ne tüketeceğinizi öğreniyorsunuz)
İşte cep telefonu (beyninize yakın tutsanıza biraz!)
PARA-loji değil midir, kitaplarınız, tarihiniz, düş-ün-ce-leriniz,
Umutlarınız, isyancıbaşlarınız, zindancılarınız, hokkabazlarınız ve
madrabazlarınız?
Dikkafa:
Korkmuyorum köpeklerinizden havlasalar da herkesin önünde
Isıramazlar mındar giderim sonra
TEO-loji engel buna
İDEO-lojinize ter düşersiniz sonra ha ha ha!
TEKNO-loji kaçar sonra ısırırsa köpekleriniz ha ha ha
PARA-loji gelmez mındar gidersem öbür tarafa ha ha ha
Batıyla doğu arasına kalınca bir çizgi koymuyorum, böyle bir çizgi zaten
var. Özel olarak "küreselleşen" kapitalizme karşı çıkmayı anlamsız
bulanlar, bu topraklardaki ekonomik krizin son TC hükümetince
"kotarıldığını" zannedecek kadar saflar mı yoksa? Ladinci güçlerin 11 Eylül
saldırısı batı kapitalizmine başkaldırının trajik bir dışavurumuydu, "aklı-
başında" ekonomistlerin son yıllarda dillendiregeldikleri "core-periphery"
(merkez-çeper) teorilerinin doğrulanması birazcık da. Kapitalizme
"merkez"den karşı çıkışı ifade eden biçimiyle anarşizm, toplumsal
radikalizmin sesi olmanın ötesinde "geniş toplum kesimleri"ne yayılmayı
becerebildiği ölçüde yaygınlaşacak; işçicilik oynamadan, reformizme
bulaşmadan ve entellektüelizme sapmadan. Profesyonelleşmediği sürece
sendikalarda olmalıyız, kapitalistleşmediği sürece STKlarda ve eylemenin
önünü tıkamadığı sürece sonsuza kadar teori üretmeliyiz.
BATUR ÖZDĠNÇ
NESR-Ġ DĠLRĠġ
Baha Tiktak
"Sizi bilmem ama sürekli bir ağırlık çöküyor benim üstüme ve kalbimi
sıkıştırıyor. Bana lütfedilen kostümlerin verdiği bir ağırlık olmalı diye
düşünüp soyunuyorum. Kostümlerden, rollerden sıyrılmak isteğiyle
çırılçıplak kalana kadar soyunuyorum."
Burada devreye bir şey giriyor, vazgeçmek. Bu olmazsa olmaz bir durum,
gereklilik ama zorunluluk çerçevesinde olabilecek bir şey de değil. Bu
ironik ya da çıkmaz gibi görülse de, durum hiç de öyle değil. Evet,
özgürlüğün anlamı vazgeçmekte yatıyor ve vazgeçebildiğimiz ölçüde
özgürleşmeye yaklaşabiliyoruz. Bu vazgeçmek aslında kurtulmakla aynı
anlama geliyor ama bu durumlar farkındalıkla ve çabayla hallolabiliyor.
Ama farkındalık ya da kurtulunması gereken bir şey oldukları konusunda
kişinin kendini iknası gerekli ve her durumda bu kolay olamıyor ne yazık
ki. Çünkü anarşistlerin en zorlandıkları ve belki de en anarşistçe yıkım,
kendini yıkma herkes tarafından göze alınamıyor.
Bir anarşistin işi yıkmaktır doğru ve bu " işe" kendisiyle başlamalıdır ama
kendisini unutmamasına bile razı olunabiliyor ne yazık ki. Her türlü
anarşist yıkım anarşistin işi olan yıkımın bir yansımasıdır sadece, devleti
yıkmak da buna dahil. Bu yıkım konusunda anarşistlerin kendine sorması
gerektiği şeyler olduğunu düşünüyorum. İlgimizi çeken anarşi mi,
anarşizan olan mı? Anarşizmi anlamamak ya da bilmemek değil,
anarşizmin umursanmaması mevzu bence. Ben bu sözün ciddiyetinin
farkındayım ve isteyen bunu bir iç sızısı, isteyen de hakaret olarak
algılayabilir. Anarşizan olana sempati duyan ama anarşist olmayan
insanlarla olan ilişkilerimiz, anarşizm ile anarşizan olan arasındaki bağ
hakkında düşünmek için çok iyi bir fırsat bence. Birçok insan kendi yaşamı
ya da çabaları içinde eksikliğini hissettiği şeyler doğrultusunda anarşizan
tarzlara sempati duyabilir. Otorite ve hiyerarşiden sıkılan sosyalistlerin
(anarşizme değil) anarşizan olana sempati duyması doğaldır. Bu onların en
doğal hakkı, duysunlar. Ama bu sempati, anarşistlerin onlarla iş yapma
konusunda başka sosyalistlere (hem de anarşistlere) nazaran daha fazla
ilgi göstermesine sebep oluyorsa, bu duruma gülmekten başka yapılması
gerekenlerden ben emin olamıyorum. Aynı şekilde anarşistlerin özgürlük
ve otoritesizlik tutkularının yansıdığı yaşamlarına, anarşizan yaşama,
kendi yaşam ve ilişkilerinde baskı gören ve mülk konumuna getirilen
insanların sempati duyması var. Çok da haklılar tabii ki. Ama insanların
sadece bir kaç anarşizan tarza sempati duymaları, onlara bir başka
tanıştan daha fazla yüreğimizi açmak için bir neden mi? Tabii ki benim asıl
dert edindiğim bu değil. Belki sadece bir çeşit beyin cimlastiii bu. Asıl
merakım biz anarşizme mi, anarşizan olana mı tutkuluyuz? Anarşist
olmaya, anarşizmi var etmeye mi çalışıyoruz yoksa anarşizmi kendi
takıntılarımıza araç olarak mı kullanıyoruz? Bu devlete karşı duyulan yalnız
bir öfkeden, özgür aşkı yaşamaya kadar uzayan bir liste oluşturur.
Bu arada tutkunun bir gereklilik ya da başka bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bu sadece
kişisel bir bakış, belki de özde gizli bir şey. Tutkunun hep aradığım bir şey olması bir
yana, tutkulu olmadığını düşündüğüm ya da tutkululuğu tehlikeli bulan pek çok kişinin
yaptığına olan inancı ve uğraşının tutkulu pek çok kişiden fazla olabileceğine de
inanıyorum. Bu bendeki belki de bir alışkanlık ama emin olun üzerine hala kafa
patlattığım bir şey.
- Heyy! Küçük bir kaplumbağanın büyük bir cinsel organla nasıl bir bağı
olabilir? İkisi de korktuğunda kendi kabuğuna çekilir. Hah hayt! Gerçekten
bunu düşünememiş miydin? Hadi be anneciğim neden benden nefret
ediyorsun? Kolonyalarından sürünmene yardımcı olmamı ister misin? Bu
pis kokudan kurtulursun. Aklıma gelmişken kimbilir kimden olma kızın dün
yine şu herifle konuşuyordu. Kızının aklına birşeyler sokacağından
korkuyorum. Gerçi bunun için yeterli beyin hücresine sahip olduğunu da
sanmıyorum ama... Hah! Neyse. Hadi gecikme. Kışkırtman gereken bir
sürü göbekli herif var... Hahh hah hah!
- Annem nerede?
- Allahın rahmetine kavuştu desem?
- Üfff! Hiç komik değil.
- Ya bu komik mi?
- Canımı acıtıyorsun. Çek şu ingiliz anahtarını anüsümden!
- Nusret de kim?
- Abim olacak sapık tabii ki.
- Siz komşu hanım! Burada Nusret diye biri yaşıyor mu?
- Hayır hayır. Sadece Gülsüm hanım ve bu bu şeytan...
"Kimin konuştuğunun bir önemi yok, birisi kimin konuştuğunun bir önemi
yok dedi. Bir gidiş olacak, ben gidiş olacağım, bu ben olmayacağım, ben
burada olacağım, kendi kendime "uzak" diyeceğim, bu ben olmayacağım,
hiçbir şey söylemeyeceğim, orada bir hikaye olacak; her şey yanlış,
kimsecikler yok... Hiçkimse yok !...
Bizler, kentlerde yaşayan insanlar, her türlü iktidarın yanı sıra, zamanın
tutsaklarıyız. Çalışmak, öğrenim görmek, yolculuk etmek... her şey
dilimlere ayrılmış, çelik hücrelerde mahpus düşüyor. Artık zaman insana
değil, insan zamana hizmet etmeye yükümlüdür. Var oluşumuzu devam
ettirebilmemiz için saniyelerle başlayıp, yıllarla biten bu hiyerarşik
kurgunun binlerce gereğine boyun eğmek; yani aylarımızı, yıllarımızı
"vatan borcu" için, eğitim için, kölelik için sisteme adamak zorunda olmak,
acıklı ve anlamsız değil midir? İnsanın yalnızca ve yalnızca bir kerecik
yaşadığını unutmaksızın bu dehşet kurgusunu "normal" olarak kabul
etmek, akıl almaz bir durumdur. Gece uyuyan ve gündüz her türlü hizmet
ve itaat çarkı içerisinde eriyen insanoğlu, yaşamış olmanın haz ya da
keyifsizliğine nasıl erişebilir ki? Nice insan bütün ömrünü bu dakikalar ve
saatler imparatorluğuna vakfederek, boyun eğerek, bu kan emici sistemi
her gün yeniden yaratıyor. Aramızdan kaç kişi, "izin(?)" günlerinde tv
izlemek... vs. şeyler dışında kendisini ifade eden ve yeniden yaratan bir
meşgale sahibi ki?.. Bize "bahşedilen" zaman aralıkları bile tüketimi
azdırmak ve bizi aptallaştırmaya devam etmek üzere kurgulanmıştır.
Yaptığımız her şey, yine sistemin içinde ve sistemin var oluşunun devamı
içindir. Aptal Cumartesi alışverişleri, Pazar günleri eve hapsolup maç
izlemeler, haftalık temizlik faaliyetleri, tiyatro-sinema kür'leri... hangisinin
içinde "ben" bir öznedir, eyleyendir, bilmiyorum... Sabah 7'de kalkıp sıkış-
tepiş otobüslerle patronumuza-öğretmenlerimize itaat edip, üç-beş kuruş
kazanabilmek için 30 senemizi yok sayıyoruz. Ne zaman yaşamaya vakit
buluyoruz, bunu da bilmiyorum. Her gün "geç kalma" korkusu, uyanık
olarak gördüğümüz bir kabus değil midir? İşten atılıp geç kalma, okuldan
uzak kalıp diplomasız bir "vatandaş" olma korkusu, zamana uyum
gösteremeyip "başarısız" olmanın dehşeti, beynimizi her an kemiriyor. Bir
sürü takıntı edinerek, git gide huzursuz, sabırsız, saldırgan ve ne istediğini
ayırt edemeyen "kütle"ler haline getirildik. Ve bu sistemin "zaman"
kurgusu, beynimizi ve kanımızı emen otoritenin en incelikli kırbacıdır.
Yalnızca bir kere yaşamak, bu durumla yan yana geldiğinde korkunç bir
ironi yaratmaktadır. Hiç bir zaman "var olmaya ve yaratmaya" fırsatı
olmayan insan, böyle bir şansı olduğu durumda da kendini çoğaltmak
yerine "işlevsizlik" gibi aptal bir duygunun tutsağı olmaktadır. Yani zaman
bize ait olduğunda, "insan" olma şansı şiddetle geri çevrilmektedir.
Belki de... Yani... Belki öyle, belki de değil. Belki yanlış düşünüyorum,
yanlış düşünüyoruz. Belki de yanlış yapıyorum, yapıyoruz. Belki de
düşündüğüm ve yaptığım, düşündüklerimiz ve yaptıklarımız doğru.
Belki bu çok da gerekli değil, belki de yapılması gereken bir şey. Belki çok
önceleri yapılmalıydı ya da daha vakti gelmedi. Kim bilir belki hiç
yapılmamalı, yapılmamalıydı.
Belki bu çok açık değil ya da hiç bu kadar açık olmadı. Peki bu böyle mi
olmalıydı? Belki evet, belki hayır. Belki, belkiler çok belirsiz, belki de fazla
belirli.
Belki bir de bunu denemek lazımdı. Belki işe yarar, belki yaramaz. Belki
hiç de gerek yoktu. Bilmem. Belki cevabı bulabilirim, belki de bulamam.
Belki çoktan bulundu, belki de hiç bulunmayacak. Bilmem. Ya sen? Hesre
Soro
YUNANĠSTAN VE ANARġĠZM
Resmi dini Ortodoksluk olan ülkenin hemen her köşesinde adak için
ayrılmış küçük kutucuklara rastlıyorsunuz, "güzel hatunmuş!" dediğiniz
birinin beklenmedik anda istavroz çıkarması karşısında afallıyorsunuz.
Laiklik ve temsili demokrasinin mutlaka bir arada olması gerektiğini
savunan TCli Kemalistleri yalanlarcasına, Yunanistan'da resmi din ve
"temsili" demokrasi bir arada yürüyor.
Peki ya sıradan insanlar...? Ortalama bir Yunanlı için Türkiye potansiyel bir
tehdit. Eee pek de haksız sayılmazlar tam 500 yıl, dile kolay! Bi' de bu
yetmezmiş gibi Kıbrıs'ın kuzeyinin işgali. Onlara göre '80 darbesinin
etkileri halen ağır şekilde sürüyor, faşizan-militarist bir yönetim var
Türkiye'de. Bu yüzden "yarın Ege Adalarının işgaliyle uyanırsak!" korkusu
hüküm sürüyor. Kuşkusuz bu paranoya AB süreciyle birlikte epeyce aşılmış
diyebiliriz. Yine de tarih hala her iki kıyıda farklı anlatılıyor; mesela onlara
sorarsanız İzmir'i Türkler yaktı, Yunan ordusu değil! Milliyetçilik öylesine
güçlü bir virüs ki, tartıştığınız (ortalamanın altında) bir anarşist de olsa ve
siz kuzeyin TC tarafından işgali konusunda onunla hemfikir de olsanız,
Kıbrıs'ı bölen yeşil hattın karşı tarafındaki Kıbrıs bayrağının yanında
gördüğünüz Yunan bayrağının, adadaki TC varlığıyla benzeri bi' anlam
taşıdığını anlatamıyorsunuz�
Son olarak...
"Sokrates'e adamın birinin çok seyahat ettiğini ama hiç değişmediğini,
hala eskisi gibi katı ve çekilmez olduğunu söylemişler. Bilirim demiş,
giderken yanında kendisini de götürmüştür." BaSuR GEZER
Bişiiy daha: Çoğu zaman sesler, sözler, sokaklar kendini anlama ve anlamlandırma çabası
olduğu kadar yardım çağrısıdır da. Ve yine çoğu zaman kızgınlıklar ve küfürler bile hoş bir
gülümseme kadar davet saklar içinde. Bir tebessüm, bir selam, sevgiyle uzanan bir el,
anlama ve anlamlandırma içerdiği kadar moral aşılamaktır da. Benim için "Bir oyunun
örgütlenmesi" biraz da bu aslına bakarsanız. En çok korktukları da bu zaten ve bu yüzden
var tecrit mekanları. En çok katlanamadıkları da eğlenmemiz. Eylemek ve eğlenmeye...
Madem ille de "bence" demek gerekli, derim: ben yardım istiyorum. Ve belki de sırf bu
yüzden nefret ediyorum çoğunuzdan. Sevginin ironisi (?)
ANARġĠ VE GÜVEN
Tüm sistematikçilere güvensizliğim var.
Sisteme götüren istenç bir dürüstlük eksikliğidir. (Nietzsche)
Hayatın süregiden sistematikleşme, metalaşma, globalleşme,
post(modernleşme, kapitalistleşme, endüstriyelleşme) süreci insani
varoluşumuzu şeyleştirerek, nesneleştirerek bizleri muğlak, çarpık
kişiliklere, nihai olarak denetlenebilen robotlara dönüştürmektedir.
Tahakkümün, üretimin, dağıtımın tüm formlarını elinde bulunduran sistem
aynı zamanda bilimi, tıbbı (genom) ve teknolojiyi de dogmatikleştirerek,
tek boyutlaştırarak varolan sömürüyü ve yabancılaşmayı
derinleştirmektedir. Sistemin bir diğer boyutu ise alternatifi ve değişim
niteliği içeren düşünceleri, söylemleri ve yaşam biçimlerini
anlamsızlaştırarak içeriklerini boşaltarak altkültür ve çokkültürlülük
söylemleriyle kendine eklemlemesidir (accumulating).
Aşina olduğumuz bu realitenin toplumu yığınlaştırmasına ve bireyi
şeyleştirmesine bir itiraz olarak vicdani karşı çıkışın YANYANALIK'ında
yaşadığımız iletişimsizliği sorunsallaştırmak ereğinde bir öz-eleştiri olarak
güven sözcesini irdeleyelim.
Güven sözcesini sorunsallaştırırken yaşadığımız alt YANYANALIK'ın
betimlenmesinin yanı sıra üst bir bütünlük arz eden sistemin de yeniden
tanımlanmasının kritiğinde alt bir biçim olarak özgüven ile bağlantılı olarak
üst bir biçim olan güven ya da sosyal-güven ikirciği iktidar konjonktüründe
değerlendirilmelidir. Yaşadığımız YANYANALIK betimsel anlamda farklı
bireylerin, buluşmamızdan önceki yaşantılarında politik, sosyal, psikolojik,
ailevi, cinsi (gender) vb. bağlamda deneyimlerini salt gerçeklik olarak
içselleştirmelerinden kaynaklı olarak şimdiki yaşantımıza temkini elden
bırakmamak haklılığında farkında olarak ya da farkında olmayarak
dayatması veya sürece çekimser kalmasıdır. Bu durum bireysel
farklılıklardan kaynaklı olarak kimi zaman politik bir duruş şeklinde;
sendikalist, etnie (etnik), feminist, anarko-komünist vb. kimi zaman
dedikodu olarak; bilgiç, ukala, şarlatan, geveze vb. kimi zaman da espri
söylencesi olarak; erkçi, pragmatik, oportünist, kafatasçı vb. tanımlama ve
etiketleme biçiminde aramızda süregitmektedir. Bu nedensellikten dolayı
yaşadığımız süreci, sosyalliği yeniden üretememe olarak tanımlayabiliriz.
Bu anlamda herkes baktığı boyuttan dolayı kendisince haklıdır aynı
zamanda başkasına göre haksızdır. Bu durum güven sorununa nedensellik
teşkil eder. Çünkü hepimiz ahkam kesildiğimiz köşemizde birer erkiz,
iktidarız ve tahakkkümcüyüz. Öyle ki hepimiz "içimizde inceden inceye her
şeyden sakınarak yarattığı çocuktan (iktidar)" öyle kolay kolay vazgeçecek
değiliz, sadece slogan atıyoruz. Biz aynı zamanda tanrının külli iradesinin
yanında kendimize en azından bile olsa cüzzi irade vermedik mi, hatta
enel-hak söylemi ile bu külli iradeye ortaklıkta bulunmadık mı (?). Buradan
anlaşılan gerçeklik, yaşamın ikamesi ve devamlılığı iktidarı zorunlu
kılmaktadır. Fakat bu iktidar varoluşumuzdur, bireyseldir, canlı olmanın bir
sonucudur. Dolayısıyla irdelenebileceği alan öz-iktidar konjonktüründe
özgüvendir. Öyleyse özgüven; bireysel varoluşumuzun bilincinde olup
zorunlu olarak yaşadığımız doğada doğa ile birlikte kendi kendine
yetebilme sorumluluğunun farkına ulaşmaktır. Özgüven bireyin doğa ile
yaşam bağlamında, ölüm ve kalım meselesi kritiğinde varlık temelinde
intihar ya da süreli bir yaşam istencinin bireyin özgür iradesine bağlı olan
durumdur. Sonuç olarak verilmiş bir yaşamı bireysel boyutta anlamak,
anlamlandırmak ya da bu yaşamı sürdürmek içgüdüsel olarak bireysel
iktidarı (öz-iktidar) gerektirir, bu durumun bilinç durumu ise özgüvendir.
Bu süreç doğaldır, fakat rekabetçi, tahakkümcü, sömürücü değildir.
Dolayısıyla yaşadığımız ilişki ağında bu duruma ilişkin olgu bunalım,
münzevilik ve köşesine çekilmek olur. Ne var ki YANYANALIK'ımızda sorun
olan durum bu değil daha önce betimlediğimiz olaylardır. Öyleyse sorun
sosyal-güven ve üst bir bütünlük arz eden sistem içerisinde tahakküm
konjonktüründe çözümlenmelidir.
Üst bir yapı olarak sistem farklı düzeylerde ve perspektiflerde
tanıtlanmıştır. Fakat biz sistemi tahakkümün, baskının ve sömürünün
merkezi olarak lanse ediyor ve kavramsallaştırılan boyutları dahilinde bir
bütün olarak kabul ediyoruz. Yani, sistem hem modernizm hem kapitalizm
hem de devlettir. Dolayısıyla sistem bir üst yapı olarak dayatmalar,
yönetmelikler ve yasalar çerçevesinde kurulmuş elit ve militarist yapının
doğal olmayan ihtiyaçlarının karşılanabilmesi ölçütünde doğayı onun
muhteviyatını kendi çıkarları uğruna fütursuzca kullanan bu anlamda karşı
çıkışları terörizm olarak beyan eden ve şiddet kullanımını kendi tekeline
alan bir kurumlar bütünüdür. Sistem kendi nesnesini güven
konjonktüründe Hobbesvari söylemde "toplum sözleşmesi" olarak beyan
edip "insan insan kurdudur" ibaresiyle meşrulaştırmaktadır. Öyle ki,
sistem, güveni, kendi sürecine eklemlemek ve kendini meşrulaştırmak
ereğinde sosyal güvenliğe ve polisliğe (policy) kadar indirgeyecektir.
Dolayısıyla doğallık, sistem söylemiyle rekabet, reklam ve güçlünün
kazandığı dünyadır. Bu anlamda YANYANALIK'ımızda yaşanan güven
sorunu tamamıyla sistemin, anaokulundan başlayıp kışlada son bulan
zorunlu eğitim süreciyle bize dayattığı kasti değişikliğin bir sonucudur.
Buna karşın anarşist duruş, güveni sorunsallaştırarak aşkın
(transandantal) bir metodolojiyle özgüven olarak belirler. Yani güven
sözcesi, sosyal güvenlikten ziyade ilksel anlamda öz (essence) olarak
aslında özgüvendir. Sistem, yabancılaşma süreci olarak varlığı özünden
kopartarak varlığın kendisini unutmaya mahkum etmedir. "Modernleşme,
varlığın unutulması sürecinin zirvesidir" (Heidegger). Bu sürecin,
yabancılaşmanın bizdeki güven boyutu ise tahakküm, cehalet ve esarettir.
"Yabancılaşma daha fazla cehalete ve esarete götürür" (Zerzan). Anarşist
düşünün güvene dair tutumu bireyin doğada doğa ile birlikte varlık
temelinde kandi kendine yetebilirliğinin bilinci olarak özgüvendir. Bunun
toplumsal boyutu karşılıklı yardımlaşmadır ve doğal biçimi ise ekolojik
sözleşmedir.
Burada yaptığımız sadece dil çözümlemesi olarak güvenin sistem içerisinde
içerik olarak nasıl değiştirildiğidir. Çünkü "dil sadece metaforiktir, özne
sadece dilin ve düşüncenin bir ürünüdür". Aynı şekilde dil sistem olarak
gramer ise sorunun temelini sistematikçiler belirler. Dolayısıyla, güven
ihtiyacına dair çözümlemeyi dürüstlük perspektifinden yapmak gerekir.
"Tüm sistematikçilere güvensizliğim var. Sisteme götüren istenç bir
dürüstlük eksikliğidir" (Nietzsche). Güven ihtiyacı sosyallik içerisinde
bulunan bir iktidar olarak öznenin ilişkiler ağında ortaya çıkan tahakküme
karşı kendini koruma içgüdüsüdür. Oysa bir nesneleştirme süreci olan
sistem bireyin katatonik (irade kitlenmesi) korkusudur. Ne var ki bizler
yaşantımızda ister istemez birileriyle herhangi bir platformda ilişki kurmak
ihtiyacını da aynı zamanda hissetmekteyiz. Bu anlamda ilişkiler ağında
güven nasıl çözümlenmelidir ki tahakküm, baskı ve sömürü odağı olan
sistem yaratılmasın? Eğer sisteme götüren istenç (irade) dürüstlük
eksikliği ise o zaman biz dürüst olmak durumundayız. Dolayısıyla
dürüstlük; iyinin ve kötünün ötesinde bilinemezlik (agnostizm) ile hakikat
arasına gerilmiş iptir. Yani dürüst olmak ahlaki bir tutum olarak salt iyilik
kaynaklı bir erdemli olma çabası değildir ya da başkalarının
kötülüklerinden dolayı cezalandırma olarak öç alma da değildir. Çünkü
iyinin ve kötünün kriterlerini söyleyen egemene itibar etmemektir. Aksine
bir arayış süreci olarak yaşamda kendi haysiyetini koruyarak kimsenin
haysiyetine zarar vermeksizin kesin belirleyici olmaktan kaçınmaktır.
Dürüstlük varoluşun (becoming) süreli durumunda bilinemezlik ile hakikat
arasında bir arayış süreci ve özgüven yaratımıdır. Ancak sosyallik
durumunda tüm anlamlandırma formlarının öznesi olmaktan kendini
soyutlayarak aynı zamanda bu formların nesnesi olmaktan da kaçınmaktır.
Yani sözü söyleyen olmamakla beraber sözü, söyleyenin egemenliğinden
de çıkarmaktır.
Doğruluk istencimizi sorgulamak olagelmiş kimliğini söyleme yeniden
kazandırmak nihayet anlamlandıranın egemenliğine son vermektir.
(Foucault)
Netice itibariyle güven duyumu istemin ve sistemetikçilerin dürüstlük
eksikliğidir. Buna karşın bize düşen sisteme ve sitematikçilere güvensizlik
duyumunda dürüst olmaktır. Fakat kendi YANYANALIK'ımızda güven
sorununu özgüven kritiğinde dürüstlük konjonktüründe irdelemektir.
Qıjıkaresh A Bextresh