You are on page 1of 30

MODERNDEN POSTMODERNE GEÇİŞTE

SOSYAL BİLİMLERİN FELSEFİ TEMELLERİNİN SARSILIŞI

Adem Sağır*

THE QUAKE OF THE SOCIAL SCIENCES’ PHILOSOPHICAL


FOUNDATIONS IN THE TRANSITION FROM MODERN TO POSTMODERN

ABSTRACT
Mind which built by modernism via dreamed up the idea of Enlightenment
could dominate individual interpretation, upon holistic/universal premises.
The postmodern condition strongly opposed to this aspect of mind; besides the
subject portrayed at the side of the receiving society as so in the classical period,
allows to subjects giving meaning to their relationship bear on objects. In this
case the root of social theory, which is the product of the modern paradigm,
is investigated. In this questioning process which postmodern discourse is in
the center, some of claims that it would be got rid of crisis when intention and
self-critique of sociology’s own, while others emphasized that new sociological
discourses is needed. The structural problems of modern theory encountered
as ‘irony’ when passing to postmodern condition, while as ‘black irony’ is in
the postmodernism. In this context, the study, when analyzing the historical
roots of social sciences and especially sociology in relation to modernism
and postmodernism, also sheds light on the conceptual confusion emerging
postmodern period.
Key Words: Social theory, modernism, postmodernism, sociology

* Karabük Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi


Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi, Sayı 21, Mart 2012, s. 25-54
26 Adem Sağır

ÖZET
Aydınlanma düşüncesinin yürütücülüğünde modernizmin kurguladığı akıl, bi-
reysel yorumları bütünsel/evrensel önermeleriyle egemenliği altına alabilmek-
teydi. Postmodern durum aklın bu yönüne şiddetle karşı çıkmakta; özneyi, kla-
sik dönemde olduğu gibi toplumun alıcı ucunda resmetmekle birlikte, öznenin
nesnelerle kurduğu ilişkisinde onlara anlam yüklemesine izin vermektedir. Mo-
dern paradigmanın ürünü olan sosyal teori ise şu halde köklerinden sorgulan-
maktadır. Postmodern söylemlerin merkezde olduğu bu sorgulamada, kimileri
sosyolojinin kendi üzerine düşünmesiyle ve kendini eleştirisiyle kriz halinden
kurtulacağını iddia ederken; kimileri de yeni sosyolojik söylemlere ihtiyaç ol-
duğuna vurgu yapmaktadır. Modern teorinin yapısal sorunları, postmoderne ge-
çildiğinde karşımıza ‘ironi’ olarak çıkarken, postmodernlikte ‘kara ironi’ olarak
çıkmaktadır. Çalışma bu bağlamda sosyal bilimlerin ve özellikle sosyolojinin
tarihi köklerini modernizm-postmodernizm ilişkiselliğinde analiz ederken, post-
modern dönemde ortaya çıkan kavramsal karışıklığa da ışık tutmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Sosyal Teori, Modernizm, Postmodernizm, Sosyoloji.

...

BİR DÜŞÜN GİRİŞİMİ: SOSYAL TEORİ VE GÜNDEMİNE GİRERKEN

“Bir devin omuzlarına çıkan cüce, devin gördüğünden


daha uzak mesafeleri görür”
Bernard De Chartres

Düşüncenin, imgelem yetisinin sahibi ve kullanıcısı olan tek bir yaratık mevcut:
İnsan. Sokrates bundan ikibin beşyüz yıl önceleri “Kimdir İnsan? İnsan Nedir?” diye
sormuş; Agora’daki gönüllü öğrencileri; “Bunu bilmeyecek ne var(?!), iki ayaklı,
tüysüz bir yaratık!” demişler. Ertesi gün, Pazaryerine1 tüyleri yolunmuş bir horozla
gelen Sokrates, canlı hayvanı ortalık yere dikip sorusunu yinelemiş: “İnsan dediğiniz
böyle bir şey miydi?..”2
Sokrates’in o gün sorduğu “İnsan nedir? Doğası nedir?” sorusunu çözmeye hatta

1
Antik metinlerde pazaryeri; agora toplantı alanı veya konuşma alanı anlamlarında kullanılmaktadır.
2
Sokrates bu soruya insanı tanımlayarak değil, insanın niteliklerini sayarak yanıt getirmeye çalışmıştır.
O, insanı kendisine ussal olarak sorulan sorulara ussal yanıtlar verme yetisiyle betimlemektedir. Daha
ayrıntılı bilgi için bkz. İlhan Tekeli; “Toplum Bilimlerin Önünü Açmaya İnsan Modellerini Tartışarak
Başlamak”, (iç) Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek, Metis Yayınları, 2001, İstanbul, s.16.; Bozkurt
Güvenç; İnsan ve Kültür, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1996, s.316.
Modernden Postmoderne Geçişte Sosyal Bilimlerin Felsefi Temellerinin Sarsılışı 27

belki anlamaya başladığımızda, ‘sosyal teori’nin krizini de sorgulamaya başlamış


oluruz. Çünkü sosyal teorinin bugün kendini sorguladığı yerin, aynı zamanda, insa-
nın ‘içten dışa doğru’ kendini sorguladığı noktayla kesiştiğini görmekteyiz.
Aydınlanma ve Modernlik fikrinin; yeryüzünün insana ait olduğu düşüncesinden
hareketle kurduğu “cennet şehri”ni bir “yeryüzü şehri”3 haline getirme vehmi, insanı
Tanrı’ya uzaklaştırmış, ‘modern’ düşünce/yöntemle de birlikte dünya kaosun ve ag-
nostisizm’4in içine düşmüştü. İnsan-Tanrı ve doğa üçleminde yeni oluşmaya başlayan
dengede insanın Tanrı’yı konumlandırdığı yer aynı zamanda bilimin ‘etik’ bağlamda
sorgulanması için gerekli argümanları vermekteydi. Bu argüman temelde ise, ‘sosyal
teori’nin rasyonelliğinin değer ve inançlarla ne kadar karışık olabileceği anlatısı üze-
rine kurulmakta ve ‘modernitenin ahlakı’ sorgusuyla aynı paralellikte ilerlemektedir.
Bu durum aynı zamanda modernitenin ‘ilerleme’ fikrine bağımlı olarak ortaya çıkan
diyalektiğini de akla getirmektedir.
Buna göre, maddi alanda özellikle ‘teknolojik araçlar/teknik akıl’ ve ‘bilimsel
düşünce/yöntem’de yaşanan gelişmeler, ‘etik’ alanda insanı hiç beklenilmediği kadar
geri götürdü. Bunun anlamı, bir taraftan gelişmişlik ve zenginlik seviyesi artarken,
diğer taraftan toplumlararası ve sınıflararası farklılıkların artması veya bu farklılık-
ların hegomanya dayatmak için bir sebep olmasıdır. Sonrasında ise bu çağ, soykırım
yüzyılı, dünya çapında bunalımın yaşandığı ve zengin-fakir arasındaki uçurumun
arttığı bir çağ olarak tarihe geçerken; ‘bilimin etikselliği ve yöntemi’ içten içe sorgu-
lanmaya başlandı. ‘Etik’ kavramının sosyal teorilerde bu denli ön plana çıkmasında
kuşkusuz modernitenin yaşadığı krizin; “modern akılcı toplumda”, “uygarlığın yük-
sek sahnesinde” ve “insanoğlunun kültürel zaferinin zirvesinde” 5 doğmuş olmasının
anlamı büyüktü.
Modern paradigmanın akılsal-düşünsel bulanıklığının insanlara ‘sona mı yak-
laştık?’ sorusunu sordurduğu bu dönem, Tanrıyla savaşan bir dünyanın eşiğinde ol-
duğumuz gerçeğini de suratımıza çarptı. “Tanrının olmadığı yerde her şeyin mubah”6

3
Tanrı ile Şeytan arasındaki mücadeleyi, her insanın kendi içinde yaşadığı mücadele olarak yorumlayan
Augustine; aynı mücadeleyi tarihsel düzeyde Tanrının şehri ile Yeryüzü şehri arasındaki çatışmada
bulur. Tıpkı her bireyin yaşamı kurtuluş ve günah arasındaki bir mücadeleden ibaretse, aynı şekilde
tarih de iyi devlet ile kötü devlet arasındaki mücadeleden oluşmuştur. Bu öğreti klise ile imparatorluk
arasındaki kavgayı betimlemek için kullanılmıştı. Klise, iyiyi ve Tanrının devletini temsil ederken
imparatorluk yeryüzü devletini temsil ediyordu. Aydınlanma felsefesi bu bağlamda Tanrı’nın kendi
ülkesinde kalması gerektiğini ifadelendiren perspektiflerle çizilmiştir. Daha ayrıntılı bilgi için bkz.
Gunnar Skirberkk, Nils Gilje; Antik Yunan’dan Modern Döneme Felsefe Tarihi, çev: Emrullah Akbaş
& Şule Mutlu, Üniversite Kitabevi, İstanbul, 2006, sf.155-166
4
Bilinememezcilik. Belirsizlik ve kaos postmodern dönemin iki çılgın hayaletidir. Hakikat yoksa yanlış
da mevcut değildir.
5
Vurgulamalar bana aittir. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Zygmunt Bauman; Modernite ve Holocaust,
Sarmal Yayınevi, 1997, İstanbul, s.8-11.
6
…günümüzde “psikolojiden arındırılmış bir insan ve toplum” inşasına yönelik küresel bir toplum
mühendisliği sözkonusu.” Tanrı olmadığı için her şey mübah”… Fyodor Mihailoviç Dostoyevski;
28 Adem Sağır

olacağından hareket eden modern insan, postmodern dönüşümle birlikte, “toplum-


salı sona erdirme, toplumsalı bir simülasyonu altında gömme”7 ve “kendi öznesini
yeniden kurma” sürecine girişmiştir. Bu aynı zamanda Nietzsche’nin 1882 tarihli
‘Tanrı’nın Ölümü’ ile ilgili mecazi anlatımında yakalayabileceğimiz ‘anlam’ krizinin
yolda olduğu kehanetinin de habercisiydi.
Böylece son çeyrek asırda medeniyet(ler)in hangi köşesini adımlasak -modern
paradigmanın doğal bir sonucu olarak kabul edilmeli8- ‘yahu bizim mahalleye neler
oluyor?’ gibi ‘postmodern kampa sığınmaya zorlayacak’ denli güçlü bir soru kar-
şısında, her alana yayılan kriz gerçeği kabul edildiğinde, birey başını önüne eğip
gerçeği onaylamaktan başka bir şey yapamaz oldu. Modern öznenin geçmişe ait olan
her şeyi ‘dogma’ kabul edip hayatından kovmak için gösterdiği azim, postmodern
öznenin tutkusuyla ‘kutsal bir fenomen’e dönüştü. Modern özne bir hiyerarşinin adı
ve yeryüzü krallığının hükümdarlığına aday iken; postmodern süreçte bir pastiş’e9
dönüştü. Artık özne karmakarışık, çılgın ve yamalı bir bohçadır. Tarihsel bağlamında
yeniden kurulan özne ve toplum düşüncesi ise, sosyal teoride yaşanan krizi de gözler
önüne sermiş ve kriz gerçeği, postmodern dönemde ‘sosyal teori’nin temel hareket
noktası olmuştur.
Teorik olarak bakıldığında modernite, dünyanın bütün araçlarıyla tekeline aldığı
insan hayatına ve düşüncesine, sekülerliği ve pozitivizmi ekledikten sonra bir sonraki
adımda refaha ve huzura erişeceğine umut bağlamıştı. Ancak bilgi denen nesnenin
güç10 olmadığı çok geçmeden anlaşıldı.11 Oysa dünyanın ‘düz bir tepsi’ olduğuna ya
da ‘öküzün boynuzlarında durduğu’na duyulan inanç, atomu parçalayan teknoloji ve
bilgiden daha zararsızdı. ‘Daha çok bilgi sahibi oldukça insanın cehaletinin arttığı-
na’ inanan Nietzsche’yi haklı çıkarırcasına, moderniteyi belirleyen bilimsel, siyasal,
kültürel ve endüstriyel devrimlerin doğadaki gizemi ifşa edeceğine duyulan tutku,

Beyaz Geceler, Sabri Gürses, Bordo-Siyah Yayınevi, 2004, İstanbul.


7
Jean Baudrillard; Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu, çev: Oğuz Adanır, Ayrıntı
Yayınları, 1991, İstanbul, s.8-24
8
Geçtiğimiz yüzyılda modernizmin sorgulanması “İnsan-Tanrı ve Doğa” üçleminde gerçekleşirken, bu
sorgulama aynı zamanda Batı merkezli yaşanan medeniyet krizinin de sosyal bilimlerde tartışılmasına
zemin hazırlamıştır.
9
“Pastiş, fikirlerin ya da görüşlerin gelişigüzel, karmakarışık, darmadağınık, kolajı andırır biçimde bir
araya gelerek oluşturdukları kırkyamadır. Pastiş eski-yeni gibi karşıt unsurları bünyesinde barındırır.
Düzenliliği, mantığı ya da simetriyi yadsır. Çelişki ve karşıtlığı yüceltir.” Daha ayrıntılı için bkz.
Pauline Marie Rosenau; Post-modernizm ve Toplum Bilimleri, çev: Tuncay Birkan, Bilim ve Sanat
Yayınevi, 2004, Ankara, s.16.
10
F. Bacon’un “bilgi güçtür” sloganıyla başlayan yeni çağ bilgi ve bilim anlayışı, meşruiyeti güç olan
felsefeler ve ideolojiler için de iyi bir kalkan oldu. Böylece yeniçağ akılcı ve deneyci bilim anlayışına
bağlı felsefeler, aydınlama ve modernlik gibi sihirli kavramların arkasından bütün bilim, felsefe ve din
yorumlarını etkilemeye hatta belirlemeye başladı.
11
Bilgi-İktidar ve Güç kavramları arasında gidip gelme Foucault’ta sıkça karşılaştığımız bir durum.
Posmodern iktidar çözümlemelerinde Foucault’un bilgi-iktidar ilişkisi önemlidir. Özne; bilgi-iktidar
arasındaki ilişki ile şekillenmektedir.
Modernden Postmoderne Geçişte Sosyal Bilimlerin Felsefi Temellerinin Sarsılışı 29

geleneksel bilgi paradigmasının iğdiş edilmesine yol açtı ve geleneksel epistemolo-


jinin de temellerini sarstı.
Geleneksel paradigmadan kopuş aynı zamanda; ‘gördüğümüz şeyin ne olduğu-
nu düşünmemizin o şeyin gerçekte ne olduğuna etki edebileceğinin kabul edilmesi’
ve buna bağlı olarak ‘bilginin ampirik temelleri hakkındaki tüm teorilerin tehlikeye
düşmesi’nin yol açtığı iddiasını taşır. Bundan maksat; ‘yorumlarımızın verilerin do-
ğasına yön verebildiği kabul edildikten sonra, amprik bilginin kaya gibi sağlam te-
mellerinin de en az insani akıl yürütmenin diğer kısımları kadar bataklık bir zeminde’
olduğunun ortaya çıkmasıydı.12
Geleneksel epistemolojiden kopuşu simgeleyen ve modernizmin bilişsel hari-
tasını çizen “sosyal teori”13, gelenekselden moderne geçişte; ‘ekonominin, psikolo-
jinin, kültürel antropolojinin, tarihin, siyaset biliminin ve sosyolojinin çeşitli kav-
ramları, yöntemleri, kabulleri ve hedefleri ile belirlenen gündemi, moderniteyi an-
lamak ve onu kontrol etmek’14; modernden-postmoderne geçişte ise “modernliğin
sıkıntıları”15nı çözümlemek ve “modernliğin eleştirisi”16ni yapmak için tasarlanmış-
tır. Her iki durumda da sosyal teorinin bir geçiş süreci kavramsallaştırmalarından
kurulu olduğu ve bu süreci ‘en az zarar’ ile atlatmanın mantıksallığını kurguladığı
görülmektedir.
Postmodern durum ise modern dünyayı güncellemeyi vaat ederken, Tanrı’ya gö-
reli bir anlam yüklemiş ve kutsalı yeniden yeryüzüne indirmeyi amaçlamıştı. Ancak
modernite çağının entelektüel alacakaranlık’ı ve modern kültürün trajedisi devam
ederken, postmoderniteye geçiş yapan insanoğlu, bu sürecin sonunda, artık neyi is-
tediğini tam olarak kestirememeye başladı. Evrenin gerçekliğini ‘akıl’da arayan in-
sanın, artık kendisi ‘tanımlanamaz bir gerçeklik’ haline geldi. Böylece ortaya çıkan
hakikat karmaşası ve arayışı, Aydınlanma yüzyılından başlayarak üç asırlık bir çağa
damgasını vurmuştur.
Bu bağlamda geçtiğimiz yüzyılda modern paradigmanın çöküşünü ve postmo-
dern döneme geçildiğini ilan eden Batı entelijansiyası, her ne kadar post’larla öncül-
lediği kavramlarla dünyaya yeni bir değişim ve dönüşüm algısı yüklese de, aslında
modernitenin kusurları üzerinden kaybedilen gerçeklik ya da ‘modern olanı güncel-
leme’17 arayışına girişmişti. Post-dönemler’in peşisıra; aydınlanmış rasyonalizm ve

12
Roger Trigg; Sosyal Bilimleri Anlamak/Sosyal Bilimlere Felsefi Bir Yaklaşım, çev: Beyza Sümer, Filiz
Ürgüt, Babil Yayınları, 2005, İstanbul, s.15
13
Peter Wagner; Modernliğin Sosyolojisi, çev: Mehmet Küçük, Doruk Yayıncılık, İstanbul, 2003.
14
Robert Hollinger; Postmodernizm ve Sosyal Bilimler, çev: Ahmet Cevizci, Paradigma Yayınları, İstan-
bul, 2005, s.12-14
15
Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Charles Taylor; Modernliğin Sıkıntıları, çev: Uğur Canbilen, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul, Birinci Baskı, 1995
16
Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Alain Touraine; Modernliğin Eleştirisi, çev: Hülya Tufan, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, 1994.
17
Habermas’a göre “gecikmiş modernlik” bağlamında kullanılabilecek bir karşılık. Habermas, hayatı-
30 Adem Sağır

onun pozitivist değerlerinin dünyasının çözülüşü ilan edilmiş; bilgi/iktidar/benlik


sınırlarının birbirine karıştığı, farklılıklara ve kültürel çoğulluğa yapılan vurguların
ön plana çıktığı post-modern kavramının, yükselişe geçtiği görülmüştür. Bir dönem
Avrupa’nın başında dolaşan ‘modernite hayaleti’, yerini ‘postmodernite siluetine’
bırakmıştır, kavramlar fludur, insanın kavram/zihin dünyası eskisinden belirsiz ve
karmaşıktır artık.
Çalışmanın ilk bölümünde, geçiş süreçlerindeki ayrıntıları görebilmek için sü-
recin başına, yeni bir dönemin başladığı aydınlanma çağı ve bir anlamda Avrupa’nın
yeniden doğuşunu simgeleyen modernleşme kavramı işlenecektir. Bu bölümde, mo-
dernleşme kuramının genel hatları ortaya konulduktan sonra, evren algılamasında ve
toplumsal yaşamda ortaya çıkardığı değişimler farklı perspektiflerden ele alınacak
ve temel dinamikleri tartışılacaktır. Sosyal teorinin modernite ile iç içeliği; “moder-
nitenin krizini hem modern sosyal teori için potansiyel bir kriz haline getirir hem de
topluma ilişkin araştırmaya postmodern bir yaklaşımı içerir.”18
Çalışmanın devamında ise modernitenin bilişsel haritasını çizen ‘sosyal teo-
ri’nin temel mantığı tartışılacak, modernitenin yaşadığı dönüşüm ise sosyal teorinin
‘öznesi/bireyi’ kavramı üzerinden okunmaya çalışılacaktır. Özneye yapılan bu vurgu,
aynı zamanda onun, sosyal teoride yapılan kavramsal açıklamaların ve düşünme ya-
pısının merkezinde yer aldığını göstermesindendir. Özneyi ele alış tarzı ise, öznenin
bugün konumlandığı yerde akılla girdiği mücadele sonucu yerleşmiş olması ve mo-
dernitenin ‘yabancısı’ olarak karşımızda durmasıdır. Buna göre öznenin dışsal parça-
lanmışlığı, Tanrı ile girdiği mücadelede yenik düşmesi, aklın tanıdığı özgürleşmeyi
yeterince kaldıramaması, kendini sığınacak bir liman olarak görememesi ‘sosyal te-
ori’nin postmodern perspektiflerce kurgulanmasına imkân vermiştir. Bu bağlamdan
hareketle son bölüm postmodern sosyal teorinin imkân ve sorunlarına değinilecek,
sosyal teorinin yaşadığı krizin özne kavramı üzerinden okuması yapılacaktır.

1. Tarih Bir Dönemi Aydınlattı: Modernite

Modern, modernite ve modernizm kavramları, tarihi süreç içerisinde çeşitli an-


lamlarda kullanıla gelmiştir. Bu nedenden dolayıdır ki modernliğin kavramsal şema-
sı, pek çok düşünür için bir hareketin, değişmenin ve belirsizliğin konusu olmuştur.

mızı idare eden nihai normlara bir zemin hazırlanabileceğini ve böylece modernleşmenin dünyaya
getirdiği memnuniyetsizlik tarafından bırakılan boşluğun doldurulabileceğini söylemektedir. Haber-
mas’ın “akıl”a olan sonsuz inancı dolasıyla modernliğin kendi kendini iyileştirebileceğini ileri sür-
mektedir. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Ruth A. Wallace, Alison Wolf; Çağdaş Sosyoloji Kuramları,
çev: Leyla Elburuz & M. Rami Ayas, Punto Yayıncılık, İzmir, 2004, s.209.
18
David West; Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, çev: Ahmet Cevizci, Paradigma Yayınları, İstanbul,
1998, s.287
Modernden Postmoderne Geçişte Sosyal Bilimlerin Felsefi Temellerinin Sarsılışı 31

Bu bağlamda “modern” tanımlarken, bir eski’nin silik ilan edilmesi, bir yeni’nin
kutsanması söz konusu iken, sürekli varolan hareket ve dönüşüm de eskiyi yeniyle
değiştirmeyi yüceltmektedir.
Modernliğin başlangıç noktası bilgi üzerinde yaşanan değişimler ve bunun be-
raberinde getirdiği epistemolojik kopuştur. Özellikle Bacon’un, ‘bilginin insanın du-
rumunun iyileşmesini temin etmek için varolduğu’19 düşüncesi, teknokrasi, bilimsel
ütopyacılık ve toplum mühendisliği, pratik ve moral olanın teknik olana indirgenmesi
doğrultusunda ilk adım ve böylelikle de modern araçsal ya da teknolojik rasyonali-
tenin başlangıcıdır.20
Modern kelimesinin etimolojik kökenine inildiğinde, beşinci yüzyıla kadar gi-
dilmiş olduğu görülür. Modern kelimesinin Latince modernus biçimiyle ilk defa 5.
yüzyılda Hıristiyan olan bir dönemi, Romalı ve Pagan geçmişten ayırmak için kul-
lanıldığı görülmektedir. Buna göre dinsizliğin reddedilmesi bağlamında herkes mo-
dernus kavramının içeriğine girmekteydi. Rönesans düşünürleri ise modern ve antik
toplum ve devlet ayrımı yaparak kelimenin anlamını genelleştirmişlerdir. Buna göre,
modern kavramının ilk anlamı Hıristiyan olmaksa; günümüzde ulaştığı anlam Batılı
olmaktır.21 Ancak içeriği sürekli değişmiş de olsa modern kelimesinin hep eskiden
yeniye bir geçişin sonucu olarak algılandığı görülmektedir. Bu geçiş yaşam biçimle-
rinden teknolojik değişmelere, dinsel inançlar ve tutumlardan bilgi paradigmalarına
kadar bir dizi değişimi kapsamaktadır.
Değişim evrenin kaçınılmaz gerçekliğiyse, moderniteden beklenen de yeni bir
evren paradigması yaratmasıdır. Geçişler, krizler, anomiler bu yaratımın ortaya çık-
ması için olması gereken potansiyel durumlardır. Her biri içerisinde yeni bir düzen
mantığı taşır ve eskiyi ötelemeyi hesap eder. Birey yeni bir düzene ayak basmaktadır,
Marx’ın deyişiyle ‘katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği bir evrenin parçası olmak’
üzeredir.
Moderniteyi anlatırken “katı olan her şeyin buharlaşması”22 metafor olduğunda
Berman, modernliği üç evreye ayırarak tanımlar: 16. yüzyılın başlarından 18. yüzyıla
dek uzanan ilk evrede insanlar, modern hayatı algılamaya yeni başlamışlardır, onlara
neyin çarpmış olduğunu anlayamazlar henüz. Umutsuzca, el yordamıyla uygun söz-
cükleri bulmak için çırpınırlar; deneyim ve umutlarını paylaşabilecekleri modern bir

19
Francis Bacon; Novum Organum, çev:Sema Ö. Akkaş, Doruk Yayıncılık, Anakara, 1999, s.48
20
Hollinger, age, s.38
21
Jürgen Habermas; “Modernlik: Tamamlanmamış Bir Proje”, (iç) Postmodernizm, (haz: Nemci Kaya),
Kıyı Yayınları, İstanbul, 1994, s.31.
22
Marks, Komünist Manifesto’da modern dönemi; “…bütün sabit donmuş ilişkiler beraberlerinde getir-
dikleri eki ve saygıdeğer önyargılar ve görüşlerle birlikte tavsiye oluyorlar, bütün yeni oluşmuş olanlar
kemikleşmeden eskiyorlar. Yerleşmiş olan ne varsa eriyip gidiyor, kutsal olan ne varsa lanetleniyor…”
şeklinde betimlemektedir. daha ayrıntılı bilgi için bkz. Karl Marks, Friedrich Engels; Komünist Mani-
festo, çev: Levent Kavas, İthaki Yayınları, İstanbul, 2003, s.25
32 Adem Sağır

kamu alanının ne olabileceği konusunda pek fikirleri yoktur. İkinci evrede, 1790’la-
rın Fransız devrimi modern bir kamu alanı olarak bir anda dramatik bir biçimde do-
ğuverir. 20. yüzyılda ki üçüncü ve son evrede ise, modernleşme süreci nerdeyse tüm
dünyayı kaplayacak kadar yayılmıştır. Öte yandan modern kamu genişledikçe sayıla-
mayacak kadar çok özel dillerde konuşan bir sürü parçaya ayrılır; sayısız bölük pör-
çük şekillerde ele alınan modernlik düşüncesi canlılığından, tınısından ve derinliğin-
den çok şey kaybeder; örgütlenme ve insanların hayatlarına bir anlam verme yetisini
kaybeder. Bunun sonucunda ise insan kendisini, modern bir çağın ortasında bulur.23
Modernliğin ‘yaratısı’ söz konusu edildiğinde ise modernliğin ‘açık uçlu bir
kavram’ olduğu düşüncesi karşımıza çıkar. Yeni şeylerin sürekli olarak yaratılması
nosyonu söz konusudur modernite içinde. Yaratım aynı zamanda modernliğin özün-
deki devrimci yana da göndermede bulunur. Bu bağlamda söz konusu edilen, düşün-
celerin ve kurumların sürekli olarak devrime uğratılmasıdır moderniteden bahsedil-
diğinde açığa çıkan bu devrimle, insan/toplumların gözlerinden gizlenmiş evrenin
tarihi sırlarını da ifşa edecektir artık.24
Zaman perspektifinden bir süreçler toplamı olarak ifade edilmek istense de mo-
dernite bu defa; Batı Avrupa merkezli olarak Orta Çağ’ın sonlarında başlayıp bugüne
kadar devam eden ve sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal alanlarda yaşanan büyük
dönüşüm sürecini tanımlamak için toplum bilimciler ve tarihçilerin kullandıkları ge-
niş açılımlı bir kavram olarak karşımızda durur. Bu değişim süreci bir sonraki adımda
Batı merkezi dışına çıktığında ‘modernleşme’ kavramı altında tanımlanmaya başla-
yacaktır. Modernite Batı dışında geleneksel olandan köklü bir kopuşu ifade edecektir
artık. Bu bağlamda modernleşme; “pozitivizm, ulusçuluk, kapitalizm, sanayileşme,
kentleşme, söyleyerek kartezyen felsefeyi inşa eder (…) Beden ve ruh veya zihin ve
madde arasındaki bu ayrım bir müddet sonra maddenin ruha veya zihne galebe çal-
masıyla sonuçlanacaktır (…) Kartezyen felsefe, ontolojik yapıyı ikiye ayırarak varlık
alanında bir parçalanma oluşturmuştur. Bu parçalanma modern bilimin akıl ve madde
anlayışının temellerini atmıştır.”25
Modernitenin savunucuları ve kurucu düşünürleri olarak kabul edilen Durkhe-
im, Simmel ve Parsons gibi sosyologlara göre modernlik, “farklılaşmanın, uzmanlaş-
manın, bireyselleşmenin, karmaşıklığın, sözleşmeye dayalı ilişkilerin, bilimsel bil-
ginin ve teknolojinin hâkim olduğu bir yaşam şekli” olarak tanımlanmaktadır. Aynı
zamanda sosyal teorilerin de temel argümanlarını oluşturan bu kavramlar, modern
toplumun çözümlenmesinde temel parametrelerdir. Buna göre “ussallık, bilimsel bil-
gi, kapitalizm, endüstriyalizm, kentlilik, teknoloji, demokrasi, özgürlük, bürokrasi,

23
Marshall Berman; Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev: Ümit Altuğ, Bülent Peker, İletişim Yayınları,
İstanbul, 1994, s.11-14
24
Krishan Kumar; Sanayi Sonrası Toplumdan Postmodern Topluma Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları,
çev: Mehmet Küçük, Dost Kibabevi, Ankara, 1995, s.102.
25
Jurgen Habermas; “Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akıbeti”, www.sayhadergi.com
Modernden Postmoderne Geçişte Sosyal Bilimlerin Felsefi Temellerinin Sarsılışı 33

uzmanlaşma, farklılaşma ve ulus devlet” modern toplumun temel özellikleridir. Mo-


dernlik bu bağlamda çoğu zaman “geleneksel olanın normalleştirici fonksiyonlarına
başkaldırır ve her başlangıcını insan deneyimiyle yapar”.26
Modernizmin kavramsal şeması ise, yaygın bir biçimde Rönesans dönemini ve
Aydınlanma yüzyılını işaret etmektedir. Rönesans, Batı’da uzun süren karanlığın ve
yoksulluğun hüküm sürdüğü, ‘hastalık olarak algılanan Ortaçağ’dan çıkışa ilişkin bir
umudun ve canlanmanın yaşandığı yeni bir döneme verilen ad iken; aydınlanma ise
insanın ‘kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulması’27na
verilen addır. Daha sonra Hegel bu uğrağı –aklın rehberliğinde özgürlüğe ulaşma–
‘aklın muhteşem şafağı’28 olarak felsefeleştirmişti.
Modernitenin akıl ideasına atfettiği bahsi geçen kutsallık, Descartes’i ve Kant’ı
modern çağın anahtarı konumuna yükseltmiştir. Descartes’in düşünme aksiyonuy-
la kendini keşfetmesi öznenin var olma egosuna duyduğu tutkuyu kutsallaştırmış;
Kant’ın “aydınlanma nedir?” sorusuna verdiği yanıt ise aklı doğa üzerinde tek geçerli
bilgi kaynağı haline dönüştürmüştü. Artık akıl, gerçek ve doğru bilginin merkezî ara-
cı haline gelmiştir. Bu süreçte ‘değerlerin, yargıların, öznel kanaatlerin, yorumların
ve duyguların göreli değişken, bir zihin ya da özneye bağımlı olduğu yerde, akıl
mutlak, bağımsız ve değişmez olduğu için, değerlerin, öznel hal, kanaat, yorum ve
duyguların ayıklanması ya da en azından askıya alınması’29 gerektiği düşüncesi ön
plana çıkmıştır.
Modernliğin diğer bir ayağı olan Aydınlanmanın ilk akla gelen biçimi, 18. yüz-
yılın Alman sanatçısı Daniel Chodowiecki’nin bakır üzerine yapmış olduğu bir gra-
vürde karşımıza çıkar. Chodowiecki kendi “aydınlanma gravürünü” şu sözleriyle
yorumlamıştır; “mantığın bu yüce yapıtının değin (belki kanunun kendisi hala geri
olduğu için) ayakta yükselen güneşten başka hiçbir genel, anlaşılır ve alegorik simge-
si olmamıştır.” Chodowiecki’nin ifadesiyle ilahi olan ışık kavramı 18. yüzyılda geç-
mişten farklı olarak Aydınlanma düşüncesiyle birlikte kaynağını akılda, özgürlükten
ya da insan mutluluğundan alan bir kavram haline gelmiştir.
Söz konusu olan ve yaşanan süreç Batı insanının ‘Antik-Hıristiyan bir temele
dayanan’, gerçekteyse ‘yüzyıllardan bu yana ulus ve inanç düzeni’yle farklılaşma-
sından kaynaklanır. Çoğu görüşe göre “Ortaçağ gecenin üstüne çöktüğü cahil ‘ka-
ranlık çağlar’ halinde yorumlanırken, modernlik ise karanlıktan çıkılan bir zaman
olarak, aydınlık bir geleceği müjdeleyen bir uyanış ve yeniden doğuş zamanı olarak

26
Vurgulamalar bana aittir. Seyfettin Aslan, Abdullah Yılmaz; “Modernizme Bir Başkaldırı Aracı Olarak
Postmodernizm”, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, cilt 2. sayı 2.,
s.98.
27
IMMANUEL KANT, Aydınlanma nedir? Sorusuna bir yanıt çev: Nejat Bozkurt Yazko Felsefe yayın-
ları, İstanbul Üniversitesi Yayınları İstanbul 82’sayı 4 (s.f. 139)
28
Kumar, age, s.103.
29
Hollinger, age, s.92
34 Adem Sağır

ifadelendirilir”30 yukarda bahsi geçtiği anlamda ışık kavramına bir kutsallık atfedil-
mişti. Yani ışıkla artık ‘çeşitli örtme ve gizlemeleri’ ortadan kaldırmak gerekmektey-
di. Bu anlamda ışık, ‘köleliği ve Batıl inançları’ yok etmeli ‘gölgeleri’ dağıtmalıydı.
Bu durumda ışığın kaynağı da ‘akıl ve bilgi’ olarak ortaya çıkmalıydı. Entelektüelle-
rin ‘kendinden menkul akıl/ışık’ kavramıyla özetledikleri 18. yüzyıla olan katkıların-
da, buna ilaveten 18. yüzyılı geçmiş ile kıyasladıklarında, insanlık tarihi artık dün-
yanın sonuna ve mahşer gününe bir yol olarak değil gittikçe gelişen bir varoluş için
‘ilkel’ kabul edilen başlangıçların yavaş yavaş ilerleyişi olarak kabul edilmektedir.31
Bu çerçevede aydınlanma çağının düşünce dünyasına üç değişim getirdiği görül-
müştür. Bunlardan ilkinde, ‘doğa-üstünün/metafiziğin doğa’ ile ‘dinin/tanrısal kurgu-
nun bilimle’, ‘Tanrısal buyruğun/ahlakın doğa yasasıyla’ ve ‘din adamlarının/rahip-
lerin filozoflarla’ yer değiştirmesi söz konusuydu. İkincisinde ise sosyal, siyasal hatta
dinsel bütün sorunların çözümünde bir araç olarak “deneyin rehberliğindeki aklın/
araçsal aklın (Teknoloji ya da teknik akıl olarak düşünülmeli) yüceltilmesi” gelmek-
tedir. Son olarak ise insanın ve toplumun “mükemmelleştirilebileceğine/ilerleme dü-
şüncesine” duyulan inanç ve dolayısıyla insan soyunun gelişmesine/toplumsal evri-
me inanılıyordu.32 Bu noktada karşımıza modernliğin zaman ve mekan kavramlarına
yüklediği anlam çıkmaktadır.
Modernliğin zaman algısı son derece disiplinli ve planlanmıştı. Geçmiş, gelecek
ve şimdi daha anlamlı bir dizilişte bir araya gelmişti. Gelecek amacı olan bir yaşamın
nihai hedefi olarak karşımıza çıkmaktadır. Geçmiş ise “geleceğe yaptığı katkı bağla-
mında” dikkate değerdir. Hırıstiyanlık, bugünü ise “bir beklenti duygusuyla doldurur,
böylelikle bugün ve gelecek arasında sürekli bir gerilim” tesis eder. Geçmiş yalnız-
ca “gelecek vaadini yerine getirme yolunda olan bugüne bir giriş”33 olarak görülür.
Bu nokta, Modernlik fikrinin, bugün anladığımız manada temel göstergelerinden biri
olarak karşımıza çıkar. Ancak modernlik daha sonraki süreçte yukarda bahsi geçen
anlamından oldukça uzaklaşmış farklı anlamlarda kullanılagelmiştir.
Modernizm düşüncesi ‘zamanı disiplinli bir şekilde tasarladıktan sonra ilerleme
düşüncesiyle bu sürecin belli bir amaca doğru yöneleceği/gelişeceği’ iddiasına sahip-
ti. Rönesans düşüncesi ve bir aydınlanma projesi olarak ortaya çıktığı andan itibaren
sürekli ve doğrusal bir ilerleme anlayışı üzerine oturmuştur. Bu ilerlemenin aydın-
lanma felsefesine göre belli bir amacı vardı ve söz konusu amaç, ideal toplum düze-
nine ulaşmak olarak ifade edilmekteydi. Comte’nin ‘üç hal yasası’, Marks’ın sınıfsız
bir topluma doğru ‘tarihsel materyalizmi’, Spencer ve Durkheim’in sanayi kavramı

30
Kumar, age, s.95
31
Ulrich İm Hof; Avrupa’da Aydınlanma, çev: Şebnem Sunar, Afa-İntermedia Yayınları, Ankara, 1999,
s.11-15
32
Vurgulamalar bana aittir. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Tom Bottomore, Robert Nispet; Sosyolojik
Çözümlemenin Tarihi, haz. Mete Tunçay-Aydın Uğur, Ayraç Yayınları, Ankara, 1997, s.19
33
Kumar, age, s.90
Modernden Postmoderne Geçişte Sosyal Bilimlerin Felsefi Temellerinin Sarsılışı 35

üzerinde yaptığı sınıflama ve diğer sınıflamalar hem ilerleme fikrinin geleceği tasar-
lamasının yansıması, hem de modernliğin kavramsal şemasını çözümleme amaçlıydı.
Modernleşmeyle ilişkilendirilen büyük dönüşüm süreci, aynı zamanda “hareket-
lilik” kavramı ile de ifade edilmektedir ki bu noktada kastedilen, anlam dönüşümü-
nün ortaya çıkardığı sosyal değişmelerin toplumda yarattığı etkilerdir. Modernizm
düşüncesi söz konusu olduğunda hareketlilik kavramına atfedilen anlam da o ölçüde
geçerliliğini dayatır. Örneğin, Taylor’a göre hareketlilikle; “eski bağlar kopar, aynı
zamanda kentsel yerleşim, modern metropollerin nüfus yoğunluğundaki büyük artış-
la değişime uğrar. Yapısı gereği eskilerin daha yoğun, yüz yüze ilişkilerinin yerine,
çok daha gayrı şahsi ve rastlantısal ilişkiler içerir.’34 Modernleşme böylece özü gereği
eskinin yerine koyulacak yeniyi üretme amacını üstlenir.
Modernliğin ‘zaman’ ve ‘mekan’ kavramını kullanırken ki problemi; anlaşıldı-
ğı üzere geçmiş/gelenek ile ilgilidir. Ortaçağ dâhilinde önemsenen geçmiş, bugüne
yönelik bir hazırlık olmanın dışında anlamsız hale gelmişti. Geçmiş bize örnek ola-
rak ders vermemektedir. Daha öncede bahsi geçtiği anlamda geçmişin tek yararlı-
lığı olduğumuz halin niteliğini anlamaya yardım etmesidir.35 Aydınlanma felsefesi
doğrultusunda ‘daha geç cereyan eden, daha fazla aydınlanmış olduğu için daha iyi-
dir’ anlayışı tarih anlayışının esasını oluşturmaktadır. Ayrıca Tocqueville; “bir çağ-
dan öbürüne sıçrayarak en uzak eski çağlara ulaşıyorum, ama gözlerimin önünde
olup bitenin bir paralelini bulamıyorum, geçmiş ışığını geleceğin üzerine düşürmeyi
bıraktı”36 ifadesiyle de modernitenin özgürlük gayretini ortaya koymaktadır.
Modernite ve modernizm ile ilgili bütün tartışmalar, anlaşıldığı üzere Batı’nın
kendi özüne dönerek yeni bir dünya algısını oluşturduğu dönemi işaret etmektedir.
Aydınlanma çağıyla Tanrı’nın ölümünü ilan eden insan, artık gözünü kendisine ve
doğaya dikmiştir. Tanrı-doğa-insan üçleminde kurulan ortaçağ paradigması, Aydın-
lanmanın akla verdiği öncelikle birlikte insan-doğa ikilemine inmiştir. Artık aşkın
olan sadece dini günlerde bir takım ritüellerle hatırlanacak, gelenek ise nostalji ola-
rak varlığına devam edecektir. İnsan zihnine pozitivizmin beyaz gömleğini giydi-
ren modernite, bundan sonra toplumsal yaşamın tamamına sızmaya başlayacak ve
medeniyete deli gömleğini giydirecektir. Bu süreci yöneten temel araç ise moderni-
te-sosyal teori ve özne arasındaki ilişki biçimidir. Bu bağlamda modernitenin temel
paradigması kabul edilen ‘sosyal teori’ ve onun hedeflerinden biri olan ‘özne/birey’
kavramının aynı doğrultuda ele alınması gerekir.
Çünkü; Modernitenin özünde yatan şey, akılla ve akılda kurulan farklı türden bir
düzen, nesne dünyasının yeniden biçimlendiriliş formudur. Toplumun da biçimlen-

34
Charles Taylor; Modernliğin Sıkıntıları, çev: Uğur Canbilen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, Birinci Baskı,
1995, s.53
35
Kumar, age, s.101
36
Kumar, age, s.103
36 Adem Sağır

dirme nesnesi haline gelmesi sosyal teorinin modernlik projesinde kullanılmasının


yolunu açmıştır. Ve onu doğal olarak çok önemli bir konuma’37 yerleştirirken özneyi
de bu konumun merkezine oturtmuştur.

2. Sosyal Teorinin Moderniteden Sancılı Kopuşu

Tarih, teorilerin öngöremediği şekilde Batı’nın sosyo-ekonomik ve kültürel ya-


pısını değiştirmiştir. Batı’da yaşanan değişim(ler)i açıklayabilmek için yeni bir te-
oriye ihtiyaç duyulmaktadır. Postmodern dönem, bu bağlamda modern dönemden
radikal bir kopuşu ifade ederken sosyolojik düşüncenin içine girdiği krizden de çıkış
yollarına işaret etmektedir. Bir başka ifadeyle, geçtiğimiz yüzyılda sosyal teori kriz
ve belirsizlik yaşayan bir gerçeklik durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Krizin varlığı,
klasik sosyolojik teorilerin, günümüzde ortaya çıkan sosyal gerçekliği açıklamada
yetersiz kaldığı inancından kaynaklanmıştır.38 Bu bağlamda sosyal teoriyi başarısız
kılan dönüşümler, onun varlık amacını ortaya çıkaran koşullarla paralellik göster-
mektedir.
Mills’e göre ‘sosyal teori’ içerisinde ortaya çıkan üç ana eğilim, yaşanan krizi
anlama bağlamında önemli bir açılım sağlamaktadır. Bu eğilimlerden ilki, sosyolojik
teorinin insanın sosyal hayatını tümüyle değerlendirmeye çalışan ansiklopedik bir
analiz biçimi olarak algılanmasıdır. İkinci eğilim; sosyal teorinin sistematik bir teori
olarak düşünülmesi, onu genellikle sosyal yapının öğelerini inceleyen, fakat bunu

37
Milay Köktürk; “Kültür Bilimi Olarak Sosyoloji”, iç. Sorgulanan Sosyoloji, hz. M. Çağatay Özdemir,
Eylül Yayınları, Ankara, 2002, s.70
38
Sosyolojik teorinin kriz içerisinde olduğunu düşünen sosyologların sayısı gün geçtikçe artmaktadır.
Bu konuda yapılan çalışmaların en güncelleri için bkz. Zygmunt Bauman, “Bir Postmodern Sosyoloji
Var mıdır?”, Retorik, Hermeneutik ve Sosyal Bilimler: İnsan Bilimlerinde Retoriğe Dönüş (iç), çev
ve der: Hüsamattin Arslan, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2002, s.105-126; Steven Seidman, “Sos-
yolojik Teorinin Sonu mu?”, Retorik, Hermeneutik ve Sosyal Bilimler: İnsan Bilimlerinde Retoriğe
Dönüş (iç), çev ve der: Hüsamattin Arslan, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2002, s.79-104; Ralf Dah-
rendorf, “Bürokratikleşmiş Bir Bilin Dalı”, Sosyoloji ve Geleceği (iç), Der. Ve Çev. Çağatay Özdemir,
Eylül Yayınları, Ankara, 2002, s. 21-16; Peter Wagner, “Sosyolog Bir Mütercim mi?”, Sosyoloji ve
Geleceği (iç), Der. Ve Çev. Çağatay Özdemir, Eylül Yayınları, Ankara, 2002, s.35-41; Jurgen Haber-
mas, Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine, çev: M. Tüzel, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1998; Gulbenkian
Komisyonu, Sosyal Bilimleri Açın, çev: Ş. Tekeli, Metis Yayınları, İstanbul, 2000; Suzan Hekman,
Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik, çev: H. Arslan ve B. Balkız, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999;
Immanuel Wallerstein, Sosyal Bilimleri Düşünmemek- 19. Yüzyıl Paradigmasının Sınırları, çev: T.
Doğan, Avesta Yayınları, İstanbul, 1999; Marie Rosenau, Postmodernizm ve Toplumbilimleri, çev: T.
Birkan, Ark Yayınları, Ankara, 1998; Alan Swingewood, Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, çev: O.
Akınhay, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1998; Pierre Bourdieu, Toplumbilimsel Sorunlar, çev: İ.
Ergüden, Kesit Yayınları, İstanbul, 1997; Derek Layder, Sosyal Teoriye Giriş, çev: Ü. Tatlıcan, Küre
Yayınları, İstanbul, 2006; Martin Slattery, Sosyolojide Temel Fikirler, Yayına haz. Ü. Tatlıcan ve G.
Demiriz, Sentez Yayıncılık, İstanbul, 2007.
Modernden Postmoderne Geçişte Sosyal Bilimlerin Felsefi Temellerinin Sarsılışı 37

daha çok statik ve soyut yaklaşımlarla ele alan bir konuma itmesi ve grand teori-
ye dönüştürülme çabasıdır. Bunun sonucunda da sosyolojik teori, sonu gelmez bir
kavramlar yığınına dönüşmekten ve biçimselliğe saplanmaktan kurtulamamaktadır.
Üçüncü eğilim ise; çağdaş olguların ve problemlerin ampirik incelemelerle anlaşıl-
ması gerektiği yönünde gelişen yaygın anlayıştır. 39
Mills’in bahsettiği bağlamda ve postmodernistlerin üstünde durdukları biçimde
sosyal teorinin “grand teorilerin”in40, artık görevlerini tamamlamış olduklarına du-
yulan inanç, bugün gelinen noktada, sosyal gerçekliği açıklayacak yeni söylem ve
kavramlara ihtiyaç hissettirmiştir. Bu teorilerin en önemli yanı başlangıçtaki tercihle,
sonunda çok yüksek genellemeye dayanan bir düşünce sistemi kurmuş olmalarıdır.
Ayrıca hepsi de büyük teori oldukları için bu üst düzey genelleme düzeyini bıra-
kıp da gündelik hayatlara eğilememektedir. Bu bağlamda grand teorilerin en büyük
eksikliği toplumu total ve organizmacı bir perspektif içerisinde açıkladıklarından;
sosyal değişmelerle yüzleşme noktasında başarısız kalmış olmalarıdır. Mills’e göre
gerçekliği olan yaşanan sorunlara karşı gösterdikleri bu ilgisizlikler, modern kuram-
lar tarafından yazılanların, ihtiyaçları karşılayamadığı bir sonuca yol açmaktadır.41
Klasik metinlerin özneye bakışı ve onun varlığını toplumsal durumun alıcı ucun-
da resmetmesi bu sorunun diğer bir uzantısı olarak karşımıza çıkar. Çünkü öznenin
toplumdaki konumu bu şekilde tasvir edildiğinde, toplumun bireyi bütün öncülleriy-
le kuşatmış olduğu görülür. Aslında modern sosyal teorinin çözülüşünün en önemli
ayağı da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Modern paradigmanın bireye verdiği değer,
toplumun yaşam alanını çizdiği sınırlardadır. Yani birey yalnız toplumsal duruşuyla
anlamlandırılır ve gerisindekiler görmezden gelinir.
Buradan hareketle farklı bir açılım yapıldığında klasik teorilerin, “toplum-bi-
rey ikilemi”42 üzerinde sıkça durduğu görülür. Bu duruş, daha öncede bahsi geçtiği
üzere sosyal teorinin de ontolojik zeminini oluşturmaktadır. Buna göre toplum ya da
toplumsal durum, her seferinde bireyin bir adım önündedir. Sosyolojik düşünce top-
luma verdiği önceliği bireyi öteleyerek anlamlandırır. Toplumsal durumun bireysel
duruma olan üstünlüğünün klasik sosyoloji metinlerinin tamamına yayıldığı görülür.
Klasik teorilerin “bütünsellik” vurgusu, “işlevselci” yaklaşımları ya da “evrensellik”

39
Mills, Age, s.44-46
40
Üst anlatılar moderndir ve kendi hakikat iddialarının geçerli olduğunu varsayarlar. Oysa mikro anlatı-
lar ya da yerel anlatılar hiçbir hakikat iddiasında bulunmayan ve bu yüzden postmodernistlerce kabul
edilirler. Klasik söylemler ya da grand teoriler, aynı zamanda modernliğin kurucu söylemleri kabul
edilen, Saint-Simaon, Auguste Comte, Emile Durkheim, Max Weber, Karl Marks ve Simmel gibi
sosyologların metinlerine gönderme yapmaktadır. Klasik sosyolojik teorilerde toplumbilim, insanın
toplumsal hayatını tümüyle değerlendirmeye çalışan ansiklopedik bir çalışma görünümü taşımaktadır.
Daha ayrıntılı biligi için bkz. Mills, age, s.44
41
C. Wright Mills; Toplumbilimsel Düşün, çev: Ünsal Oskay, Der Yayınları, İstanbul, 2000, s.62
42
Roger Trigg; Sosyal Bilimleri Anlamak/Sosyal Bilimlere Felsefi Bir Yaklaşım, çev: Beyza Sümer, Filiz
Ürgüt, Babil Yayınları, 2005, İstanbul, s.65.
38 Adem Sağır

açıklamaları toplumsal duruma yapılan bu vurguyla ilişkilendirilebilir.


Ancak sosyal teorinin tarihi seyrine bakıldığında bu durumun hem modern pa-
radigmanın tıkanmasına yol açtığı hem de postmodern söylemlere eleştiri alanı açtığı
görülmektedir. Çünkü yapı merkezli teorilerin, ‘yapı, sistem ve kurum’ gibi makro
ölçekli konulara önem verirken ‘birey ve etkileşim’ gibi mikro düzeydeki kavramları
göz ardı ettikleri görülmektedir. Eylemi ya da bireyi merkeze koyan teorilerin ise
klasik teorilerin aksine ‘bireyin dünyası, benliği, bireyler arası etkileşimler ve davra-
nışlar’ gibi mikro ölçekli konulara öncelik verirken ‘yapı ve sistem’ kavramını geri
plana attığı görülmektedir. Sosyolojik düşüncenin tarihsel sürecinde bu paradoks,
ontolojik anlamda merkezi bir rol oynarken; aynı zamanda postmodernizm ile mo-
dernizm arasındaki temel farklılığı da ortaya koymaktadır. Aynı paradoks, epistemo-
lojik düzeyde ise pozitivizm ile kendini ifade ederken, postmodernizmde hermeneu-
tik kavramıyla karşılık bulmakta ve modern-postmodern metinler bu ikilem arasında
gidip gelmektedir.
Modern sosyal teorinin egemen metodolojik yönelimi pozitivizmdi. Toplum bu
bağlamda, bütüncül ve organizmacı bir temelde tanımlanıyor, doğa ve toplum alan-
ları arasında karşılıklı paralellik olduğuna vurgu yapılıyordu. Bu bağlamda modern
paradigma içerisinde birey, ‘aklını kullandığı’ ve ‘evreni nesnel perspektiflerle açık-
ladığı’ sürece önemliydi. Postmodern durumda ise işe duygular ve tutkular da karışa-
bilmektedir. Postmodern sosyolojinin söylem analizi, anlama ve açıklama perspekti-
finden toplumsal durumu değerlendirmesi, aynı zamanda bireyi akıldan öte duygusal
bir varlık olarak gördüğünü göstermektedir.
Bu noktadan hareket etmek bizi doğrudan postmodern sosyolojinin kendini kur-
duğu zemine götürecektir. Postmodern sosyolojinin özne yorumu, parçalanmış bir
özne de olsa modern algının birey anlayışından oldukça farklıdır. Birey, postmodern
sosyoloji içerisinde varoluş alanının çevresine yerleşmiştir. Bireyin kendi varoluşuy-
la ve toplumsal konumuna fazla bulaşmadan hareket edebildiği iddia edilmekte ve bu
bağlamda toplumun birey tarafından kurgulandığı ileri sürülmektedir.

3. Sosyolojik Bağlamda Özne(ler) Kuramı: Postmodern Teorinin


Ayak Sesleri

Levi-Strauss varlığın merkezi konumundaki insan öznesini “felsefenin şımarık


veleti” olarak adlandırmıştır. Sosyal teorilerinin değişmez amacının insanı; “oluştur-
mak” değil, onu “çözüştürmek” olduğunu ileri sürmüştür.43 Modernlik fikrinin getir-
diği temel argüman ise, özneyi yeniden tanımlamak ve sosyal teorileri bu belirlenim

43
Madan Sarup; Postyapısalcılık ve Postmodernizm, çev: A. B. Güçlü, Ark Yayınları, Ankara, 1995, age,
s.9.
Modernden Postmoderne Geçişte Sosyal Bilimlerin Felsefi Temellerinin Sarsılışı 39

üzerine kurmaktı. Her iki şekilde de öznenin temel hareket noktası olduğu ve sosyal
teorilerin merkezine yerleştirildiği görülür. Sosyal teori içerisinde öznenin önemi
farklı teorilerle birlikte dile getirilmiştir. Bartaux’un ‘hayat hikayesi yaklaşımı’; Gar-
finkel’in ‘etnometodolojisi’; Weber’in ‘Verstehen’i özneye yüklenen anlamı kutsa-
maktadır. Bu bağlamda ‘özne ne düşünüyor, ne söylüyor ve ne yapıyorsa O’dur’.44
Özne modern dönemde, ‘yapı, sistem ve kurum’ gibi kavramlar arasına sıkı-
şırken, postmodernizm ile birlikte, “öznenin kendi dünyası, benliği ve öznelerarası
etkileşim ve davranış perspektifi’45 gibi kavramlarla sınırsız bir özgürlüğe kavuşur.
Sosyal teorilerin özellikle de sosyolojik düşüncenin tarihsel sürecinde öznenin bu
durumu, postmodernizm ile modernizm arasındaki temel farklılığı da ortaya koy-
maktadır. Sosyal teorilerin özneye bu bakışı, epistemolojik düzeyde pozitivizm,
postmodernizmde hermeneutik kavramıyla karşılık bulmakta ve modern-postmodern
sosyolojik metinler bu ikilem arasında gidip gelmektedir.
Modern özne çalışkan, disiplinli ve sorumlu bir kişiliktir. Bu özne zorlama altın-
dadır ve kendine ilişkin imgesi sıkı çalışma ve elinden gelenin en iyisini yapma gibi
tabirlerle kurulmuştur. İleriyi planlar, organizedir ve haz almayı erteler; modern özne
kolektifin iyiliği için kendi çıkarlarını ikinci plana atmaya razıdır. Modern özne akla,
rasyonaliteye ve bilime güvenmekte ve bütün bunları duyguların önüne koymakta-
dır.46 Aynı zamanda kendisini Tanrı’ya ya da geleneğe müracaat etmeksizin olum-
lar veya yaratır.47 Bu yaratıcı özne aynı zamanda, bütün aydınlanma ve modernite
boyunca sanattan ekonomiye, sosyal çevresinden fiziki çevresine kadar her alanda
kendi varlığını pratikleştirmek için mücadelesini verir.

Şey İçin/Mi Özne

Sosyal teorilerin en başına dönersek; modernlik fikriyle birlikte, özne kavramı-


nın yeniden oluşturularak değerlendirildiği görülür. Bu bağlamda “Özne ve nesne
terimlerinin anlamı modern felsefenin başlangıcından itibaren kökten bir değişikliğe
uğrar. Buna göre özne artık; algı, tasarım, izlenim, düşünce ve duyulara dayanak
olan, düşünen, hisseden, bir şeylerin bilincinde olan şey olarak ben ya da zihin an-
lamına gelir.”48 Özne, boş bir levha olan zihnine doğadan gelen izlenimleri aynen
kaydeder. Böylelikle doğanın yasaları yine doğadan gelen izlenimlere dayandığın-

44
P. Marie Rosenau; Postmodernizm ve Toplumbilimleri, çev: T. Birkan, Ark Yayınları, Ankara, 1998,
s.85
45
Alan Swingewood, Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, çev: O. Akınhay, Bilim ve Sanat Yayınları,
Ankara, 1998, s.171
46
Rosenau, age, s.74-75
47
Hollinger, age, s.69
48
Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999, s.668.
40 Adem Sağır

dan özne tarafından en doğru biçimde anlaşılır.49 Sosyolojik düşüncenin de merkezi


kavramlarından biri olan öznenin anlaşılması için nesne kavramının da içeriğinden
bahsetmek gerekir. Çünkü bir yerde özneden bahsedildiğinde onun varlığını olumla-
yacak başka bir varlıktan nesne/özneden de bahsetmek gerekir.
Özne, en basit anlatımla, kendisini düşünme ile tanımlayan ve düşünme yasala-
rının dünyanın anlaşılması için yeterli olduğunu savunan bir varlığa işaret eder. Nes-
ne ise özneden nitelikçe farklı ama öznenin açıklayabileceği anlamları işaret eder.50
Aydınlanma çağında insan/özne anlayışının değiştiği görülür. Buna göre daha önceki
özne modeli; Tanrı’ya göre kendini tanımlamıştır. Tanrı’nın insan aklının üstünde ol-
duğu inancı, insan aklının aydınlatılması ve yol gösterilmesi düşüncesini beraberinde
getirmiştir. Ayrıca zamansal olarak sınırlı bir özne pratiğinin karşımızda durduğu gö-
rülür. Bu bağlamda ruh-beden ikileminde kurulmuş bir özne karşımızdadır. Bedenin
ezeli ruhun ebedi olması pratiği. İnsan zaman ve mekana bu şekilde yerleşilmiştir.
Aydınlanma çağında ise bilen özne/nesne olan insan anlayışıyla birlikte evrensel bir
özne algılamasının yerleştiği görülür.
Modernizmle birlikte ortaya çıkan özne-nesne ayrımı, insanı geleneksel Batı
metafiziğinin dışında bir anlam dünyasına sokmuş ve bahsedilen ayrımın belirlediği
ölçülerde olması şartıyla başrolünü özneye vermiştir. Modernizm için özne kavramı
ile dünyanın yeniden anlamlandırılması söz konusu olmuştur. Bu yüzden özne ile
dünyayı sistematik olarak, metodolojik olarak anlamaya yönelik her çaba, bir yerden
başlamak; herhangi bir şeyi anlamak için temel araçlar olarak bazı kavramları ve
ayrımları kullanmak zorundadır.51
Özne ile nesne arasında yapılan bu ayrım, öznenin çevresini ve evrene bakışı-
nı değiştirmekte, aynı zamanda pozitivist bir yorumu da beraberinde getirmektedir.
Novum Organum’un, “İnsan, doğanın yöneticisi ve yorumcusu olarak, doğa düzeni
üzerindeki gözlemlerinin izin verdiği kadar eylemde bulunabilir ve nedenleri anlaya-
bilir. Daha ötesini ne bilir, ne de bilebilir” felsefesi ana hareket noktasıydı. Buna göre
doğa belirli yasalar altında düzenli bir işleyişe sahipken, ‘akıl’ da mevcut şartlarla
bu yasaları anlamak zorunda kabul edilmiştir. Bu ön kabul, aynı zamanda doğanın
büyüsünün de akıl tarafından bozulduğudur. Buradan hareketle özne dünyayı nesne-
özne-benlik olarak tanımlarken evreni de bilinemez niteliğinden çıkartır. Sosyolojik
düşüncenin modernlik perspektifi ise akla sınırsız bir güç vererek öznenin bu yoru-
munu onaylar ve evrenin gerçekliğini ortaya koyma iddiasını taşır.
Öncesinde evrenin bilinemezliğini ya da gizli hakikatini ‘dini tutumlar ve algı-

49
Doğan Özlem, “Tarih, Bilim, Bilinç”, Felsefe Tartışmaları Dergisi, 25. Kitap, Panorama yayınları,
İstanbul, Temmuz 1999, s.20
50
Lawrance E. Cahoone, Modernliğin Çıkmazı, çev: Ahmet Demirhan-Erol Çatalbaş, İnsan Yayınları,
İstanbul, 2001, s.30-35
51
Lawrence E. Cahoone, a.g.e., s.44
Modernden Postmoderne Geçişte Sosyal Bilimlerin Felsefi Temellerinin Sarsılışı 41

larla’ açıklayan ve Tanrı’ya yaptığı göndermelerle evrendeki ontolojisini kuran özne,


tekeline aldığı ‘bilgi’ algısıyla birlikte Tanrı’nın varlığını da sorgulamaya başlamış,
böylece Tanrı’nın varlığı, evrenin yasalarının akıl tarafından anlaşılabilecek ve gize-
minin ifşa olması nedeniyle gereksiz hale gelmişti. Tanrı’nın modernlik öncesindeki
konumu evreni açıkladığı ve hakikati tekelinde tuttuğu için sahiplik konumunday-
ken, öznenin evreni yeniden düzenleme tutkusuyla birlikte dönüşmüş ve Sartre’nin
‘Tanrı olma arzusu’52 dediği şey ile dünyanın efendiliği kendine ve aklına yüklediği
bir nitelik olmuştur. Böylece ‘modern bilim dinin yerini alınca, rasyonel birey ya da
modern özne Tanrı’nın yerine geçmiştir’.53
Descartes’in ‘cogito ergo sum/düşünüyorum o halde varım’ iddiası, öznenin ve
özne-nesne ayrımının oluşmasında etkili olmuştur. Çünkü bu iddia ile insanın te-
mel özelliğinin düşünmek olduğu, varlığın aynı zamanda doğanın da belirleniminde
temel kıstasın düşünebilmek olduğu açığa çıkar. Tanrı ile insandaki Tanrı fikri ara-
sındaki Descartes’in kurduğu uyum Tanrı’nın yarattığı dünyanın aklın yasaları tara-
fından açıklanabileceği düşüncesine zemin hazırlamıştır. Düşünen özne, varlığı par-
çalayarak anlamaya çalışır. Bu anlamda özne-nesne ayrımı, insanın kendisini özne,
dünyayı ise nesne olarak görmesine yardımcı olur. Bu ayrım ile dünya nesneleştirilir.
Bu ayrım, dünyanın kendisini parçalar ama aynı zamanda bu parçalanmayı dünyanın
bütününe yayarak, geniş bir şekilde kullanmasına olanak tanır.

Yapı/ların Arasında Özne

Sosyolojik teori içerisinde, sosyal yapı ya da toplumun nasıl bir anlam taşıdığı;
sosyal yapının nasıl oluştuğu; toplumla fert arasındaki ilişkinin boyutu ve bir adım
daha öteye geçerek toplumsal durumun mu yoksa bireyin mi ayrıcalıklı bir konuma
sahip olduğu soruları önem taşımaktadır.54 Sosyolojik bağlamda özne kuramı denil-
diğinde ise; ‘yapı’ ile ‘özne’ birbirlerine bağımlı kategoriler olarak düşünülmelidir.
Modernlik fikrinin bir taraftan sosyal teorilerin merkezinde yer alması diğer taraftan
ise ‘özne’ fikriyle olan paralelliği göz önünde bulundurulduğunda, özneye yapılacak
bir saldırı(eleştiri)nın aynı zamanda baştan aşağı yapı(yı)/toplumu da altüst etmek
anlamına geldiği görülecektir.55 Çünkü yapısalcı geleneğe göre özne kayıp bir kişi-

52
Hollinger, age, s.71
53
Rosenau;, age, s.79
54
Buradaki ayrım önemlidir. Çünkü bize göre, aktör bireye istediği yaşam alanını veren onu mümkün
olduğunca toplumsal bağlamı dışına taşıran kavramlaştırmalara ve kuramlara gönderme yapmaktadır.
Bireyi doğrudan sosyal yapının düzenleyicisi merkezine yerleştirmektedir. Özne kavramı ise birey
için tam tersi bir durumu ortaya koymaktadır. Özne, doğrudan bireyin sosyal yapı tarafından şekil-
lendirildiği bir duruma gönderme yapmaktadır. Burada ise inşa edilmiş bir varlık olarak karşımıza
çıkmaktadır.
55
Postmodern felsefenin en önemli ayaklarından birisi bütün yapıları baş aşağı etmeyi amaçlayan yapı-
42 Adem Sağır

dir.56 İnsanı çözmek değil kurmak önemlidir. Postmodern gelenekte ise onu çözmek.
Genel olarak ele alındığında sosyolojik düşüncenin, fert ile toplum arasında-
ki gerilim üzerine kurulmuş olduğu görülmektedir. Sanayileşme, modernleşme ve
Fransız devrimi ile ortaya çıkmış olan sosyal sorunlara cevap arayan sosyolojik teo-
riler, temelde ferdin dünyasında yaşanan sorunlara da uzak kalmamıştır. Çoğu zaman
modern sosyolojik bakışın, “bireyin ve topluma ait olanın karşı karşıya geldiği yerde
ortaya çıkan gerilimi hafifletme”57 misyonunu üstlenmiş olarak görürüz.
Sosyal yapı kavramı derinlemesine betimlendiğinde, aslında statikleşmiş ya da
durağanlaşmış bir sosyal gerçekliğe dikkat çektiği görülmektedir. Buna göre toplum-
lar, en küçük yapı taşları olan bireyler arası ilişkilerden sosyal ilişkilere kadar, statik
bir yapıya kavuşana kadar sürekli bir gerilim içerisinde ve dönüşüm halindedir. Sos-
yal yapı bu bağlamıyla ‘sosyal bir evrim’ sonucu oluşan kurumsal şemanın adı olarak
karşımıza çıkmakta ve bireyin ontolojik zeminini hazırlamaktadır.
Birey ise bu süreçte “özne” olarak yaşamına devam etmekte ve kimliğini oluştur-
maktadır. Birey, doğrudan sosyal yapının hedef aldığı ve tasarladığı yaşamsal alanda
kendi amaçlarını toplumsal ilişkilerle uzlaştırarak sosyalleşmektedir. Özne-evren-
toplum ilişkisinin ilk boyutu sosyal teorilerdeki modern paradigmaların ve meta-an-
latıların ortaya çıkışına zemin hazırlamaktadır. Klasik sosyolojide Weber, “kendisi
için bir bürokratik karabasan olan dünyayı” anlatırken bu ikiliği anlatmaktadır. Karl
Marks, kendi “yabancılaşma ve insansızlaşma”58 dünyasını anlatırken, Durkheim ise
‘anomi’ kavramından bahsederken bu noktaya dikkat çekmişti. Tocqueville ise de-
mokrat toplumu çözümlerken karşılaştığı sorunsalı ‘çoğunluğun despotizmi’ olarak
gündeme getirirken aynı gerçekliği ifade etmekteydi.

“Öz”ünde Özne

Modern dönemden postmodern dünyaya doğru kayış, öznenin yabancılaşması

söküm kavramıdır. Yapısöküm, herhangi bir metin içerisinde geçen kavramların metnin bütünlüğü
açısından tutarsız ve ikircikli kullanımlarından yola çıkarak metnin yazarının kurduğu kavramsal
ayrımların başarısızlığını açıklamak amacıyla geliştirilen bir metin okuma yöntemidir.(daha ayrıntılı
bilgi için bkz. Sarup, age, s.55)
56
Rosenau; age, s.78
57
Alan Dawe; “Toplumsal Eylem Kuramları”, çev: Füsun Akatlı, Arda Uykur, (iç) Sosyolojik Çözümle-
menin Tarihi, haz. Tom Bottomore-Robert Nisbet, AyraçYayınları, Ankara,1997, s.370
58
Marksın yabancılaşma ve insansızlaşma kavramları üretim ilişkilerinde ön plana çıkmaya başlayan
makineleşme sürecine gönderme yapmaktadır. Buna göre insan/makine anlayışı, yapılacak işin doğa-
sına göre kapitalist işçileri yeteneklerine göre ayırır ve ardından o yetenekleri üretimin gereksinimle-
rine göre geliştirir. İçinde her işçinin bir makine parçası düzenliliğiyle çalıştığı kolektif emekçiyi bir
insan-makine olarak yaratır. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Jean Pierre Durand; Marx’ın Sosyolojisi,
çev: Ali Aktaş, Birikim Yayınları, İstanbul, 2002, s.98-99
Modernden Postmoderne Geçişte Sosyal Bilimlerin Felsefi Temellerinin Sarsılışı 43

düşüncesinin yerini öznenin parçalanması düşüncesine bıraktığı bir dönem olarak ni-
telendirilebilir. Birey öznenin yokoluşu, eşsiz ve kişisel bir biçimine erişilmez oluşu
bu anlamda yeni bir pratiğe yol açmıştır: pastişe.59 Özne sadece bir maskedir, bir rol
bir kurbandır. En kötü durumda ideolojik bir inşa, en iyi durumdaysa nostaljik bir su-
rettir.60 Öznenin ‘pastiş’ kabul edilmesi onu yeniden kurmak için bir yol açar. Bu bağ-
lamda ‘özneyi yeniden konumlamanın bir yolu, Derrida ve Foucault’un yaptığı gibi,
insanın sonundan söz etmektir… Özne düşüncesinden uzaklaşıp, bireyin, bir “ne”
değil, bir “kim” olduğu düşüncesi üzerinde odaklaşmaktır.’61 Heidegger’in Being and
Time (Varlık ve Zaman)’da ortaya koyduğu gerçeklik anlayışı, bireyin bir “ne” değil,
fakat bir “kim” olduğu düşüncesine vurgu yapar. Sahici bireyin, burada, geleceğini
hayat yolculuğunun birleştirici boyutu haline getiren eşsiz bir benlik olduğu ortaya
çıkar. Özne kendi olanaklarını tasarlayıp geleceğe yansıtır ve bunu yaparken de bütün
bir dünyayı yorumlar.62
Nietzsche öznenin kendi kendini kandıran, bilinçten yoksun, söz dinlemez, kinci
ve güç isteyen biri olduğunu ve bastırılmış nihilistçe bir güç istemini dışa vurduğunu
ileri sürmüştür. Özne her şekilde bir kurmacadan ibarettir. Freud’un öznesi ise bilen
bir özne değil, her şeyden çok; çokluk, dağınıklık ve kendi kendini aldatma ile nite-
lenen psikanalatik bir özneydi.63
Postmodern sosyolojik perspektifte ise; “toplumsal çözülmelerin yaşandığı, alış-
kanlıkların ve geleneklerin erozyona uğradığı, ilişkilerin gayri resmileştiği, kamusal
alanla özel alan arasındaki sınırların bulanıklaştığı ve iletişim araçlarında bir patla-
manın yaşandığı günümüz toplumunda”64 yine aynı ilişkileri açıklamak ve gerilim-
leri dengelemek için ön plana çıktığı görülmektedir. Anlaşıldığı üzere her ikisinin de
ortak yönü, kendilerini bu ikilem üzerinde kurgulamalarıdır. Bu noktada genel bir
sosyolojik eğilimden bahsedilebileceği görülmektedir. Foucault’un ‘panopticon’65u,
Bauman’ın ‘Holocaust66’u ya da Bourdieu’un ‘habitus’67u bu paradoksu açıklamak
için yapılmış kavramlaştırmalardı.

59
Sarup, age, s.257
60
Rosenau;, age, s.74
61
Hollinger, age, s.169
62
Hollinger, age, s.171
63
Rosenau;, age, s.76
64
John Field; Sosyal Sermaye, çev:Bahar Bilgen, Bayram Şen, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul,
2006, s.11
65
Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Michel Foucault, İktidar ve Direnme Odakları, hz. Ali Akay, Bağlam
Yayınları, İstanbul, 1995
66
Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Zygmunt Bauman; Modernite ve Holocaust, çev: Süha Sertabiboğlu,Sarmal
Yayınları, İstanbul, 1997
67
Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Pierre Bourdieu; Toplumbilim Sorunları, çev: Işık Ergüden, Kesit Yayın-
cılık, İstanbul, 1997
44 Adem Sağır

4. Postmodern Aynada Sosyal Teorileri Yeniden Kurgulamak

Postmodernistlere gelene kadar moderniteye yönelik tepkiler farklı düşünürler


tarafından dile getirilmiştir. Sosyal teori gelenekleri içinde ortaya çıkan bu tepkileri
postmodernizm de dahil birkaç başlık altında sınıflamak mümkündür.
Bu kategoride ilk sırada Saint-Simon, Comte, Pozitivistler ve Parsons gibi sos-
yologların ‘modernite hep aynı tarzda veya eşbiçimli olarak iyidir ve geleneksel top-
lumlar, hep aynı şekilde kötüdür’ önermeleridir. İkinci kategoride Heidegger, Ro-
mantikler, Tonnies, Simmel ve Tepkisel modernistler yer alır. Bunların da temel iddi-
aları ‘modernite, hep aynı tarzda kötüdür ve geleneksel toplumlar iyidir’ önermesidir.
Üçüncü kategori de karşımıza, Weber, Marx, Freud, Hegel Nietzsche, Habermas ve
Bauman çıkar. Buna göre, ‘modernitenin kendisi diyalektiktir. Eleştirmenler, moder-
nite ve modernite öncesiyle ilgili kesin olmayan sonuçlar çıkartırlar.’ İfadesi temel
hareket noktaları olmuştur. Bir sonraki kategoride Giddens ve Durkheim yer alır ve
temel iddiaları ‘modernite farklıdır, ama potansiyel olarak hayırlıdır ve moderniteden
yeni bir Gemeinscahft şekli çıkacaktır’ düşüncesidir. Son olarak ise son dönemlerin
popüler bir kavramı olan postmodernizm ve bunun savunucusu postmodernistler yer
alır. Temel önermeleri ise ‘modernite ve geleneksel toplumla ilgili çatışmaların aşıl-
ması gerekir ve bizler, yöre ya da bölgeye uygun düşen iyimserlik ve kötümserlikten
ideoloji ve ütopyadan uzaklaşmalıyız’68dır. Bu şekilde postmodernizm sosyal teori
içindeki yerini almış olur.
Postmodernizm tartışmaları belli başlı üç yaklaşımdan kaynaklanmaktadır; ilki,
içinde gelecek kestirimleri de bulunan yeni durum ya da aşama saptamalarıdır. İnsanı
ve toplumu belli bir tarihsellik içinde açıklamak iddiasında olan kuramlar bir gele-
cek kestiriminde bulunurlar. Postmodernizm çözümlemelerine kaynaklık eden ikinci
yaklaşım; kültür ve sanat, sanatsal estetik alanında ortaya çıkmıştır. Postmodernizm
söyleminin üçüncü kaynağı; bilime ve bilgiye yaklaşımın radikal bir kritiği ya da
epistemolojinin sorgulanması olmuştur.69

Postmodernlik…

Postmodernlik, modernliğin tıkandığı yerde ortaya atılan bir fikir. Dick Hebdi-
ge’e göre ise; “modernliği katlanabilir kılmış olan umutlardan ve hayallerden yoksun
modernlik”. Temelde hedefi insanın ve ona bağlı olarak da dünyanın yaşadığı krizi
çözmek. Krizin başladığı yer kuşkusuz insanın yaşadığı akıl tutulması. Aklın reh-

68
Hollinger, age, s.50
69
Nesrin Kale; “Modernizmden Postmodernist Söylemlere Doğru”, Doğu-Batı Dergisi, yıl:5, sayı:19,
2002, s.33
Modernden Postmoderne Geçişte Sosyal Bilimlerin Felsefi Temellerinin Sarsılışı 45

berliğinde dünyayı daha kullanılabilir hale getirmeye çalışan insanın yaşadığı hayal
kırıklığının en önemli göstergesi. Modernlik gibi postmodernliğin başladığı yer de
Fransa. Hiç kuşkusuz postmodern felsefenin oluşumunda Fransız yapısalcılığının
önde gelen düşünürleri, dilbilimci Saussure, insanbilimci Levi-Strauss, ruhbilim-
ci Lacan, göstergebilimci Barthes’in yaptıkları çalışmaların da büyük katkıları var.
Yapısalcılığın hümanizm’i reddedişi, yerelliğin ya da ötekiliğin önünün açılmasına
neden olması bağlamında da dikkate değer. Özne bu bağlamda yeniden kuruluyor.
Artık modern öznenin karşısına postmodern özne çıkmıştır. Modern özne, Batı
için ‘yabancı’dır ve araştırılması ve çözümlenmesi gereken bir ‘nesne’ olarak sosyal
teori içerisindeki yerini almıştır. Ancak postmodern öznenin farklılığı kendini ‘öteki’
ile kurmasıdır. Öznenin başka öznelerle etkileşimiyle kendini tanımlayacağını sa-
vunan postmodern söylemler, klasik sosyal teorilerdeki ‘kendini akıl ve bilinç’ ile
kuran özneden farklılaşmıştır. Freudçu yansımalarla ‘bilinçdışı ya da bilinçaltı’na
hitap eden sosyal teori, prodüksiyonunu bu kez, dışarıda bırakılmış ötekinin anlam
mücadelesine projeksiyonunu çevirecektir. Postmodern sosyal teorinin bu duyarlı-
lığı, ‘çokkültürcülük, feminizm, kadın, lezbiyen ve gay çalışmaları, üçüncü dünya
araştırmaları” gibi çalışmalara yansımış ve ‘öteki’nin yeniden ele alındığı ve bilgi
perspektiflerine sokulduğu bir duruma yansımıştır. Postmodernizm, ‘dikkatimizi gü-
nümüz toplumunda ve kültüründe yer alan değişimler yanında büyük dönüşümlere de
yönelttiğinden dolayı pek çok insanın da dikkatini’70 çekmektedir.
Postmodernizm, önemli olan her şeyin sosyal teoriler ya da doğal bilimler ta-
rafından ifade edilebileceği ve bu bilimlerin yöntemleriyle kanıtlanabileceği veya
yalnışlanabileceği ve onlar tarafından ifade edilemeyenin –her ne ise– hiçbir değeri
olmadığı düşüncesinin bir eleştirisi olarak okunabilmektedir.71 Postmodern felsefenin
en temel görüşlerinden birine karşılık gelen, “insanın ölümü”ne bağlı olarak meta-
fizik insanlığın sonuna gelinmiş olması düşüncesi, postmodern durum diye anılan
genel insanlık durumunun da en ayırt edici özelliğidir. Kuşkusuz bu durumun en
iyi anlamı Nietzsche’nin ‘nihilizm’i bir anlamıyla ‘her şey yorumlamadan ibarettir’
duyurusu ile ‘ontolojik nihilizm’ çözümlemelerinde bulunmaktadır. Bu anlamıyla ol-
guların, değerlerin yok sayıldığı bir evrende pozitivizmin ve modernizmin olgu ve
kavramları eleştirilmeye başlanmıştır.
1979 yılında yayımladığı Postmodern Durum başlıklı kitabında önemli postmo-
dern felsefecilerden Lyotard, postmodern felsefenin felsefi anlamına yönelik oldukça
yararlı açılımlarda bulunmaktadır. Lyotard burada postmodern felsefenin, bütün her
şeyi açıklama savıyla ortaya çıkan bütüncül (totaliter) üst anlatılara duyulan genel
güvensizlik durumunun değişik biçimlerde dile getirilmesi olarak anlaşılabileceğini
ileri sürmektedir. Foucault’nun soykütük çıkarmaya yönelik kazıbilimsel çalışmala-

70
Sarup, age, s.85
71
Hollinger, age, s.34
46 Adem Sağır

rı, Derrida’nın Batı felsefesinin sorunlu metafizik tasarımlarının yapısını sökmeye


yönelik yaptığı okumalar, Deleuze’ün göçebe düşünceleriyle ortaya koyduğu şizo-
analizleri, postmodern felsefenin içerden nasıl yapıldığının görüp izlenerek en iyi
öğrenilebileceği yerlerdir.
Postmodern bağlamda her şey birer metin olarak tanımlanır. Ama metin her-
hangi bir somut ve elle tutulur içerikten yoksundur.72 Buna göre okur nereye bakarsa
baksın sadece metinler görür, metinlerde de sadece kendini… Postmodern söylem,
daha çok bir metnin silinip bir ikincisiyle kaplandığında geride kalan karalamalara
benzer. Böylesi karalamalarda ilk metin ikinci metnin bıraktığı boşluklardan belli
belirsiz seçilebilir. İlk metin modern söylem tarafından yazılmıştı. Ancak modern
söylem, geride bırakılan yüzyılda yoğun eleştiriler altında kaldığından, yerini yavaş
yavaş yeni söylemlere bırakmaya başladı. Akıl yeniden tanımlandı. Özne kavramı
parçalandı ve birey-toplum ilişkisi yeniden sorgulanmaya başladı. Sonuç postmodern
dönem ve sonrası post-mortem dönem.

Postmodernistler…

Gouldner, postmodernistlerin durumuyla ilgili betimlenmesi şu şekildedir:


“Postmodernistler, tatmin edicilikten uzak bir günle, kullanışsız bir geçmiş arasın-
daki alacakaranlık bir geçiş dünyasında, bilinen toplumsal haritaların artık işe yara-
madığı bir dünyada, yeni haritaların da henüz yapılmadığı bir dönemde yaşadıklarını
hissederler.”73
Postmodernistler, dünyadaki değişimi çeşitli kavramlarla adlandırırlar. Medya
toplumu, gösteri toplumu, sanayi sonrası toplumu, tüketim toplumu ve bürokrasi top-
lumu gibi değişik başlıklar altında sınıflamalar yapılmaktadır. Ancak hepsinin ortak
noktası postmodern bir topluma göndermede bulunmalarıdır.74 Her ne kadar post-
modern bir toplumdan bahsediliyor da olsa postmodernistlerin ‘bir fenomen olarak
toplum’ düşüncesini terk ettikleri görülür. Bu karşı koyuş Foucault’a iktidar analizi
ve iktidar olarak bilgi analizi üzerinde ‘öznenin direnişi’ bağlamında çıkarken Baud-
rillard’da ‘simülasyon’ olarak çıkar ve toplumun bizzat varoluşu problemli hale gelir.
Lyotard için toplum bilginin ticarileşmesi üzerinden yaşanan meşruiyet krizine denk
gelirken; Derrida için ise bütünlük ‘ötekinin dışlanması ve marjinalleştirilmesi’ an-
lamına gelmektedir. Deleuze ve Guattari için bütünlük ve birlik düşüncesi, paronaya
ve faşizm anlamına gelirken, postmodernistlerin temel tezleri olan farklılık, çoğulluk
ve başkalık toplumsal durumu hedef alan söylemler olarak karşımıza çıkmaktadır.

72
Rosenau, age, s.41
73
Rosenau, age, s.34
74
Sarup, age, s.189
Modernden Postmoderne Geçişte Sosyal Bilimlerin Felsefi Temellerinin Sarsılışı 47

Postmodern Düşünce/Postmodernizm

Postmodernizmin neden ihtiyaç olduğu sorusuna odaklandığımızda karşımıza


birkaç nokta çıkmaktadır. Yaygın kanaate göre bu görüşlerden ilki; modern bilimin
suistimalleri ve zararları üzerine odaklanma düşüncesi; ikincisi bilimin can alıcı so-
nuçlarının neden gerçekleşmediği sorusu; son olarak ise modernliğin düşünsel zayıf-
lıkları, aşırılıkları ve suistimallerinin neler olduğu tartışmasıdır. Bu soruların yanıtları
postmodern perspektifte oldukça serttir: Modern bilim bir mittir ve aydınlanma mi-
rası tahakkümcü ve totaliterdir.
Lyotard’a göre eğer postmodern olarak adlandırılan düşünceden söz edilecek ve
belirgin bir özelliğiyle tanımlanacaksa, bunun ‘üst anlatılara karşı duyulan kuşku’ ol-
duğunu söylemektedir. Üst anlatı ise bütün insanlık ve toplum durumuna ilişkin olup
tekil toplumların ve öznelerin niyetlerinden bağımsızca onları da içine alan örneğin
Marxizm, İşlevselcilik, yapısalcılık, dinsel dünya görüşünde ya da ilerleme inancında
görülen tarihin gidişatını açıklayan önermeleri içeren düşünceler olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bu görüşler aynı zamanda sosyal teorinin, modern paradigma çerçe-
vesinde ortaya konan teorilerini ifade etmektedir. Bu bağlamda Marx, Durkheim,
Parsons ve diğerlerinin pabuçları dama atılır ve tersyüz edilir.
Postmodernist bakış açıları, pozitivizmin koyu bir eleştiricisidir. Pozitivizmin
‘kendinden menkul akıl’ nosyonundan hareketle bu paradigmanın toplumun içini bo-
şalttığını iddia etmektedir. Toplumu bireysel akılların ürettiklerine dayandırarak hem
zihnin özel olduğunu savunan hem de toplumun kaynağı olarak bireyin üstünlüğüne
vurgu yapmaktadır.75
Bireyler gerçeklik olarak karşımızdadır. Bu nedenle pozitivizm sosyolojik ger-
çekliği açıklamada yetersizdir. Özellikle pozitivizmin evrensellik çabası buna en-
geldir. Çünkü evrensellik, farklılıkların açıklanmasına uygun değildir. Evrensellik
ve nesnellik iddiaları, sosyolojinin ilgi alanına giren bireysel eylemlerdeki anlamı/
amaçları da göz ardı etmektedir; çünkü her toplumun özgünlüğü vardır ve bu bahsi
geçen iddiaların özgünlük içinde ele alınması gerektiğini ileri sürer. ‘Tikellik ve fark-
lılığa yapılan vurgu; farklı halk ve kültürlerin, diğerlerinden ne daha iyi ne daha kötü,
fakat sadece farklı oldukları iması; yargılayıcı olmayı reddetme ve refleksif bir fark-
lılık bilinci’76… bu nedenle postmodernizm vardır ve yine o meta anlatılara saldırır.
Postmoderni özel kılan da sosyal teorideki metinlerin aşılması için gösterdiği
performanstır. Bu noktanın sonrasında ise bireye metnin yorumlama özgürlüğü ve-
rilmektedir. Derridacı çizgilerle ‘Yazar, yazısını yazdıktan sonra ölmüştür’ ve metin-
lerin yorumu okuyucuya kalmıştır. Çünkü okuyucu salt nesnel perspektiflerle evrene
yaklaştığında, karşılaştığı dünyanın geldiği nokta, aynı zamanda insanın ‘pastırma

75
Trigg, age, s.65
76
Hollinger, age, s.104
48 Adem Sağır

yazı’ yaşadığı dönemi hazırlamıştı. Oysa geçerli olan, Gadamer’in de ifade ettiği bi-
çimiyle, insanın evrene önyargılarla ya da bilinçlerindeki belli kalıplarla yaklaştıkları
düşüncesidir. Postmodern olan, aynı zamanda öznel ve bilinçdışı olandır.
İnsanların sahip olduklarını küçümsemek kolay değildir. İnsanlar sadece hareket
etmezler, bilinçli bir şekilde davranırlar ve davranışları daha geniş bir sosyal bağlam
içindeki önemlerinin kavranması ile ortaya çıkar. İnsan davranışlarının bir anlamı
vardır ve bu anlam kavranmadan insan gerektiği gibi anlaşılamaz.77 Özne modern
sosyolojik paradigma içerisinde öznel perspektifleriyle, anlamın ve açıklamanın dı-
şında tutulmuştur. Bu bağlamda öznenin sade gözlemlenebilecek ve ölçülebilecek
yönleri dikkate alınırken, öznel olanın kontrollü olarak dışlandığı görülmektedir.
Bu noktada sosyal teorilerin amacı ve yönteminin ne olması gerektiği sorusu
dikkati çekmektedir. Buradan hareketle sosyal teorileri doğa bilimlerinden ayıran te-
oriler, nedensel ve gerekirci açıklamaların ‘anlama’ nosyonuyla değiştirilmesi gerek-
tiğini öngörürler. Toplumsal gerçekliğin fiziksel gerçeklikten farklı olduğunu iddia
eden bu görüşler, toplumsal gerçekliğin birey ile ilişkisini sorgulama perspektiflerine
almaktadır.78 Öznenin bu paradigma içerisinde yeniden ele alındığı görülür ve aslolan
anlamın; “verstehen ile bireyin beyninin içine girip gözleri vasıtasıyla onun hare-
ketlerine bakmak”79 olduğu öne sürülür. Bu bağlamdan hareketle Weber sosyolojiyi,
“soysal davranışı yorumlayıcı bir şekilde kavrayan bir bilim”80 olarak tanımlamak-
tadır.
Postmodernizm ile birlikte; ‘duygular, coşkular, sezgiler, tefekkür, spekülasyon,
kişisel deneyim, adet, şiddet, metafizik, gelenek, kozmoloji, büyü, mit, dini hisler ve
mistik deneyim’81 geri gelmiştir. Ayrıca bu bağlamdan hareket ederek postmodern
toplumbilimleri ‘sorgusuz sualsiz benimsenmiş olan, ihmal edilmiş olan şeyler, unu-
tulmuş olan, direniş bölgeleri, akıldışı, önemsiz ya da bastırılmış, sınır durumundaki
klasik, kutsal, geleneksel, ayrıksı, yüceltilmiş, boyun eğdirilmiş, reddedilmiş, özel
olamayan, marjinal, çevresel, dışlanmış, yerleşmiş, susturulmuş, arızi, dağıtılmış,
niteliksiz, ertelenmiş ve parçalanmış şeyler’82 üzerine ‘teori’ kurmaktansa ‘söylem’
oluşturur.

77
Trigg, age, s.63
78
Trigg, age, s.63
79
Trigg, age, s.63
80
Julien Freund; “Max Weber Zamanında Alman Sosyolojisi”, (iç) Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi,
age, s.174
81
Roseau, s.24
82
Roseau, age, s.26
Modernden Postmoderne Geçişte Sosyal Bilimlerin Felsefi Temellerinin Sarsılışı 49

Sonuç Yerine: Sonuç Yerine: Postmodern(ist) olmak…

Ve insan aklı keşfetti, insan için ‘ironi’ dolu bir serüven de böylelikle başlamış
oldu. İnsan denen varlığın öyküsü uzun ve karışık, kendi varlığı üzerine düşündükçe
ve özünü keşfettikçe dünyanın değişimini de etkileme gücüne sahip. Çünkü insan
elindekiyle yetinmesini bilmeyen hep daha fazlasını isteyen, daha iyisini daha güze-
lini arayan ‘doyumsuz’ bir varlık. Yapısı ve yaratıcılığı itibariyle keşfettiği şeyleri ve
nesneleri, icatlarını değiştirir ve geliştirir. İnsan hep gelişmekte, hep geliştirip değiş-
tirmekte. Bilgisi, kültürü ve yaşam deneyimi arttıkça varolduğu mekânı ve zamanı
da değiştirmekte. Ancak sakin ve sessiz başlayan insanlığın öyküsü, “öznesi” ile “aş-
kın” olan arasına koyduğu sınırla tepe/taklak oldu. Kuşkusuz insanın kendine olan
bu güveninin nedeni, modernitenin insan aklına verdiği özgürlük ve evreni keşfetme
rolüydü.
Modernitenin akla verdiği bu ‘keşif’ rolü, bir müddet sonra dünya çapında baş
gösterecek bir dağınıklığın da başlangıcı oldu. Bauman bu durumu Postmodernlik
ve Hoşnutsuzlukları eserinde; ‘bizim yaşam mücadelemiz var olmanın dayanılmaz
hafifliğinde çözülüyor…Biz ne zaman ağlayıp ne zaman güleceğimizi asla tam ola-
rak bilmiyoruz ve yaşamımızda, karanlık önsezilerden ari olarak “işte geldim” di-
yebileceğimiz bir an pek yok’83 diyerek bugünkü halimize ışık tutuyor. Bunun anla-
mı, gerçekten bilişsel bir haritaya sahip olup olmadığımız problemi ve modernden
postmoderne geçerken öznenin içinde bulunduğu belirsizlik halidir. İnsan zihnine
ait kompartımanların sınırları belli olmayınca, bu belirsizlik insanın evrende kendini
konumlandırdığı yerle alakalı olmasından daha çok, ne düşüncelerinden, ne amaçla-
rından, ne duygularından ne de varlığından emin olabiliyor.
Bauman’ın söylediği bağlamda postmodernizm tam da bu noktada karşımıza
çıkmakta. Hakikat yoksa yanlışların da olmayacağı zihinsel bir belirsizlik halinin
sosyal teoriye yansıması. Bir diğer ifadeyle ne kadar çok farklı inanç varsa o kadar
çok gerçeklik olduğu düşüncesi sosyal teorinin pozitivist yöntemini tahtından eder.
Çok kültürlülük kavramı dönüp dolaşır ve yöntemsel çoğulculuğa dönüşür. Gerçek-
liğin böyle bir perspektifle yorumlanması, Avrupa’nın bilgi üzerindeki tekelinin kı-
rılmasına zemin hazırladı. Batı’nın modern dönemde bilgiye sahip oluşu ve bilgiyi
kullanma biçimi, diğer toplumlar üzerinde belirleyici iken sosyal teorinin de temel
hareket mantığı, Batı mantalitesi üzerinden diğer toplumları yorumlamak ve aynı
evrensel yasalara ulaşmaktı.
Ancak bu yorum, Batı-dışı toplumlarda modernitenin sıkıntıları olarak karşımıza
çıkmıştı. Çünkü modernlik fikrinde, Batılı toplumların kültür, bilim ve eylemleriyle
şekillenmiş bunun dışında kalanlar ise modernliğin tarihin yazımında kenarda ve za-
yıf kalmışlardı. Bu nokta dikkate alındığında Batı-dışı toplumlar, Batı modernliğinin

83
Zygmunt Bauman; Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları, Ayrıntı Yayınları, 2000, İstanbul, s.122
50 Adem Sağır

dışında, kenarında, gerisinde kaldıkları için, modernleşme tarihleri boyunca “kendi


tarih ve kültür güzergâhlarının yolunda evrilerek değil, o yolu arkalarında bırakarak
ilerleyebileceklerine inanmışlardı.”84 Yani içinde bulunulan varlık durumu itibarıyla
geçmişin reddedilmesi gerektiğine dayanan bu algı, Batı dışındaki modernleşme ça-
lışmalarını sürekli bir bunalım ile karşı karşıya getirmişti.
Böylece bütün toplumların benzer süreçlerden ve şartlardan geçtiği iddiasını
taşıyan modern sosyal teori, ‘öteki’nin oluşmasına kaynaklık ettiğinde köklerinden
itibaren sorgulanmaya başlanmıştı. Çünkü sosyal teori kendine ait modern öznesini
yarattığında, aynı zamanda onu konumlandırdığı modern toplumu da yaratır. Ve bu
ontolojik konumlandırma, Batı-dışındaki toplumlara da uygulandığında öznelerden
yapılara kadar her kademeyi egemenlik altına almayı hedefler. Modernitenin sosyal
teori aracılığıyla ‘bedeni ve özneyi disipline etmesi’, ‘Uygarlıkla tımarhaneleri kom-
şu’ yapmış ve bu bağlamda ortaya çıkan toplumsal durum modernitenin bilinç altına
marjinalleşmiş bir ötekinin varlığını ortaya çıkarmıştır.
Modern toplumun ve ‘küreselleştirilmeye’ başlayacak dünyanın ‘bilinçüstü’,
bahsi geçtiği üzere sosyal teorinin meta-anlatıları tarafından çizilmişti. Ancak sos-
yal teorinin görmezden geldiği ‘bilinçaltı’ görünenden daha büyüktü ve burada ‘di-
sipline’ olmaktan sıkılmış bir ‘öteki’ ve ‘yerel’ varlığını konumlandırmak için hazır
bekliyordu. Milliyetçi tepkiler, etnik söylemler ve yükselen mistik/dini değerler bu
başkaldırının ‘geliyorum’ diyen tarafıyken; 20. yüzyılın savaşları, meta-anlatıların
çöküşlerini ilan etmesi, soykırımlar ve hemen hemen dünyanın her tarafında yaşanan
bunalımlar ise bilinçaltının bilinci etkilemeye başladığının işaretiydi. Çünkü öteki-
nin geleneği, kültürü ve içselliği ile bastırılması modern toplumun dört bir tarafında
sıkışmış bir basınç yaratmıştır. Küreselleşme tepkileri, bu basıncın merkeze doğru
sızdığı noktada, yasa koyucunun yasama gücüyle çatışmasından doğmuştur. Bu bağ-
lamda modernitenin ön plana çıkarttığı her kavram ve bilimin giderek bilinçaltı du-
rumlara hizmet eder hale gelmesi, modern felsefenin açmazlarından biriydi. Albert
Schweitzer’e göre modern insan “bir karanlık çağında bir karanlık yolculuğa çıkmış”
durumdaydı.
Buradan hareketle hazırlanan çalışmada görüldüğü üzere postmodern sosyal te-
oriye geçiş belli bir evrimsel süreci yansıtmaktadır. Çünkü modernitenin hedefleri ve
yöntemi, her toplumu kucaklamaktan çok bazılarını daha üstün yapıyordu. Nietzsche
bu durum karşısında “Avrupa gerilemekte,” diyor. “Bencillik, bayağılık ve korkaklık
devri” modernitenin getirdikleri. Ona göre ‘kötülüğü’ genişletmenin adı “ilerleme”
koyulmuştu. Halbuki bozulma çoktan başlamıştı. Avrupa “Batıyordu, Luther kurtardı
yazık!” diye hayıflanırken Foucault’a avantgarde olarak “Uygarlıkla tımarhanele-
ri komşu yapan dünya”yı sorgulamaya girişmişti. “Yoksa üst varlık olmak yerine,

84
Nilüfer Göle; “Batı Dışı Modernlik Kavramı Üzerine”, (iç) Modernleşme ve Batılıcılık, cilt:3, İletişim
Yayınları, İstanbul, İkinci Baskı, 2002, s.61
Modernden Postmoderne Geçişte Sosyal Bilimlerin Felsefi Temellerinin Sarsılışı 51

hayvanlığa geri mi dönmek istiyor insan?” diye soruyor köprünün üstünde. İnsanlık
sonunu sorgularken bu durum postmodern sosyal söylemlerin de önünü açıyordu.
Postmodern sosyal söylemlerin modern sosyal teoriye yönelttiği en önemli eleş-
tiri bilimin pozitivist yöntemine idi. Bu yöntem kuramları evrensel düzleme yayarken
aynı zamanda bütün toplumların tarihsel süreçlerini benzer kılıyor ve ilerleme mantı-
ğını da bu bağlamda harekete geçiriyordu. Ancak modernitenin göremediği; insanın
çoğu defa öznel perspektiflerini kullanırken akılı saf dışı bırakabildiği özelliğidir.
Aydınlanmanın ve modernizmin kurguladığı şekliyle ise akıl, bireysel yorumları bü-
tünsel ya da evrensel önermeleriyle egemenliği altına alabilmektedir. Buna göre mo-
dern paradigmanın aynı zamanda sosyal teorinin aklı; bireyin duygusal konumunu
bilinçaltına ötelemiştir. Postmodern durum aklın bu yönüne şiddetle karşı çıkmıştı.
Duygusal insan kabulü ise yeni olmamakla birlikte postmodern sosyolojinin özne
perspektifine yerleştirilebilmektedir. Bu bağlamdan hareketle özne, klasik dönemde
olduğu gibi yine toplumun alıcı ucunda resmedilir, ancak nesnelerle kurduğu ilişkide
onlara kendi perspektifinden anlam yüklemeye başlamıştır. Parçasal analiz ve yorum
kabulü ön plandadır. Postmodern söylemin bu kabulü aynı zamanda sosyal teori-
nin değerler alanı ile temas mecburiyetinin olduğu düşüncesi üzerine kurulmuştur.
Çünkü sosyal teorinin inceleme alanı olan toplum aynı zamanda değerlerin kaynağı
ve barınağıdır da. Kendi kültürel alanının penceresinden bakanlar ile başka kültürel
alanların penceresinden bakanlar arasında farklılık olacaktır. Bu durum ise kuşkusuz
daha önce de ifade edildiği gibi ‘öteki’nin ortaya çıkış süreciyle ilişkilidir.
Modern paradigmanın bilişsel haritası olan sosyal teori, bugün geldiği noktada
köklerinden sorgulanmaktadır. Postmodern söylemler bu sorgulamanın merkezinde
yer alırken, kimileri sosyolojinin kendi üzerine düşünmesiyle ve kendini eleştirisiyle
kriz halinden kurtulacağını iddia ederken; kimileri de yeni sosyolojik söylemlere ih-
tiyaç olduğuna vurgu yapmaktadır. Modern teorinin yapısal sorunları, postmoderne
geçildiğinde karşımıza ‘ironi’ olarak çıkarken, postmodern ‘kara ironi’ olarak çık-
maktadır. Çünkü postmodern toplumun içerisinde taşıdığı belirsizlik ve kaos pratiği
sosyolojik söylemlerin yeni problemi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ayrıca postmodern toplumu bir anlamıyla Batı’yı saran nihilizm eğilimi; insan-
lığın büyüklüğü, ilerlemenin sonsuzluğu ve aklın hükümranlığı gibi onsekizinci ve
ondukuzuncu yüzyıllara özgü inançların egemenliğini izleyen şüphe havasının yeni
bir ifadesi olarak karşımızda durmaktadır. Tanrı’nın ya da yaslanabileceği başka
mutlakların olmadığı bir toplumda karaya oturmuş bir insanlık metaforu tam da bu
duruma denk gelmektedir. Ayrıca Batı’nın kendi egosuna olan tutkunluğu, ideoloji,
tarih, insan gibi kavramların sonunu ilan etmesine yol açmaktadır. Bu şekilde kendi
içerisinde yaşadığı krizi, yine kendi içerisinde çözmeyi hedeflemekte ve ‘öteki’ne
pek fazla söz sahibi yapma istememektedir. Batı’da postmodern söylemlerle ayyuka
çıkan kriz havası, aynı zamanda kendi potansiyelini tükettiğini gösterirken yeni bir
açılımın da doğum sancısını çektiğini göstermektedir.
52 Adem Sağır

Her dönemin kendi içerisinde yumuşak noktaları vardır. Bunun anlamı tarihin
her dönemi kendi fikrini üretiyor, bu fikir gizli hükümdar oluyor. Klasik Yunan’da
Varlık, Ortaçağ’da Tanrı, Rönesans’ta Doğa, Onyedinci yüzyıl’da Doğa’nın Kanu-
nu, onsekizinci yüzyıl’da Birey düşüncesi, sonrasında ise kuşkusuz yaşam ve anlamı
düşüncesi merkezi kavramları oluşturmaktadır. Görüldüğü üzere öznenin dışardan
yani üst varlıktan içeriye doğru yaptığı okuma sonucu ulaştığı ‘ben’ düşüncesi aynı
zamanda krizin başladığı noktayı da işaret etmesi açısından dikkate değerdir. Kendi
özünü keşfeden insan, zaman ve mekan kavramları arasında bütün dünyayı etkileme
gücüne sahip olmaktadır. Buradan hareketle modern paradigmanın pozitivist sosyal
teorisi, postmodern dönemde anlam ve yaşam diyalektiğini çözmeye çalışan söylem-
lerden örülmeye başlanmıştır.
Küresel söylemlerin en üst seviyeye çıktığı postmodern dönemde Batı’nın kendi
öznesi dışındaki ‘öteki’ ile karşılaşması, sosyal teorinin ‘öteki’yi anlaması gerektiği
üzerine yoğunlaşmaya başlamıştır.85 Çünkü öteki, toplumsal ilişkilere nüfuz eder-
ken küresel düzeyde çıktığı göç serüveninde bütün toplumları etkilemektedir. Öteki,
modern Batı öznesini sloganlarıyla yerinden etmeye başlamıştır bu sürecin sonunda.
“Askere gitme, sinemaya git; savaşsız bir dünya mümkün; savaş, savaş, bok var, bok
var; çürük değil, eşcinseliz, askere de gitmeyeceğiz; milyonlar aç, milyonlar işgal
altında; yaşasın küresel intifada; kâr değil insan; kapitalizm öldürür, kapitalizmi öl-
dürelim; kahrolsun ABD emperyalizmi.”86 Modern özne, Postmodern öteki ile yer
değiştirmiştir.

KAYNAKLAR

Ahmet Cevizci (1999), Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul.


Alan Dawe (1997), “Toplumsal Eylem Kuramları”, çev:Füsun Akatlı, Arda Uykur, (iç) Sosyo-
lojik Çözümlemenin Tarihi, haz. Tom Bottomore-Robert Nisbet, AyraçYayınları, Ankara.
Alan Swingewood (1998), Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, çev: O. Akınhay, Bilim ve
Sanat Yayınları, Ankara.
Alain Touraine (1994), Modernliğin Eleştirisi, çev:Hülya Tufan, Yapı Kredi Yayınları, İstan-
bul.
Bozkurt Güvenç (1996), İnsan ve Kültür, Remzi Kitabevi, İstanbul.
Charles Taylor (1995), Modernliğin Sıkıntıları, (çev) Uğur Canbilen, Ayrıntı Yayınları, İstan-
bul.
C. Wright Mills (2000), Toplumbilimsel Düşün, çev: Ünsal Oskay, Der Yayınları, İstanbul.
David West (1998), Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, çev: Ahmet Cevizci, Paradigma Yayın-
ları, İstanbul.

85
Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Fatih Yıldız; “Küreselleşme ve Karşıtları, (iç), ed. Mustafa Kemal Şan,
Kızıl Elma Yayıncılık, İstanbul, 2007, s.106
86
Yıldız, age, s.111
Modernden Postmoderne Geçişte Sosyal Bilimlerin Felsefi Temellerinin Sarsılışı 53

Doğan Özlem (1999), “Tarih, Bilim, Bilinç”, Felsefe Tartışmaları Dergisi, 25. Kitap, Panora-
ma yayınları, İstanbul.
Fatih Yıldız (2007), “Küreselleşme ve Karşıtları, (iç) Sosyoloji Yazıları, Kızıl Elma Yayıncı-
lık, İstanbul.
Francis Bacon (1999), Novum Organum, çev:Sema Ö. Akkaş, Doruk Yayıncılık, Anakara.
Fyodor Mihailoviç Dostoyevski (2004), Beyaz Geceler, Sabri Gürses, Bordo-Siyah Yayınevi,
İstanbul.
Gunnar Skirberkk, Nils Gilje (2006), Antik Yunan’dan Modern Döneme Felsefe Tarihi, çev:
Emrullah Akbaş&Şule Mutlu, Üniversite Kitabevi, İstanbul.
Immanuel Kant (1982), Aydınlanma nedir? Sorusuna Bir Yanıt çev: Nejat Bozkurt Yazko Fel-
sefe Yayınları, sayı 4, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
İlhan Tekeli (2001), “Toplum Bilimlerin Önünü Açmaya İnsan Modellerini Tartışarak Başla-
mak”, (iç)Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek, Metis Yayınları, İstanbul.
Jean Baudrillard (1991), Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu, çev:Oğuz
Adanır, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
John Field (2006), Sosyal Sermaye, çev:Bahar Bilgen, Bayram Şen, Bilgi Üniversitesi Yayın-
ları, İstanbul.
Julien Freund (1997), “Max Weber Zamanında Alman Sosyolojisi”, (iç) Sosyolojik Çözümle-
menin Tarihi, haz. Tom Bottomore-Robert Nisbet, AyraçYayınları, Ankara.
Jurgen Habermas; “Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akıbeti”, www.sayhadergi.com
Jürgen Habermas (1994); “Modernlik: Tamamlanmamış Bir Proje”, (iç) Postmodernizm,
(haz: Nemci Kaya), Kıyı Yayınları, İstanbul.
Karl Marks, Friedrich Engels (2003), Komünist Manifesto, çev:Levent Kavas, İthaki Yayın-
ları, İstanbul.
Krishan Kumar (1995), Sanayi Sonrası Toplumdan Postmodern Topluma Çağdaş Dünyanın
Yeni Kuramları, çev:Mehmet Küçük, Dost Kibabevi, Ankara.
Lawrance E. Cahoone (2001), Modernliğin Çıkmazı, çev: Ahmet Demirhan-Erol Çatalbaş,
İnsan Yayınları, İstanbul.
Madan Sarup (1995), Postyapısalcılık ve Postmodernizm, çev: A. B. Güçlü, Ark Yayınları,
Ankara.
Marshall Berman (1994), Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, çev: Ümit Altuğ, Bülent Peker,
İletişim Yayınları, İstanbul.
Michel Foucault (1995), İktidar ve Direnme Odakları, hz. Ali Akay, Bağlam Yayınları, İstan-
bul.
Milay Köktürk (2002), “Kültür Bilimi Olarak Sosyoloji”, iç. Sorgulanan Sosyoloji, hz. M.
Çağatay Özdemir, Eylül Yayınları, Ankara.
Nesrin Kale (2002), “Modernizmden Postmodernist Söylemlere Doğru”, Doğu-Batı Dergisi,
yıl:5, sayı:19.
Nilüfer Göle (2002), “Batı Dışı Modernlik Kavramı Üzerine”, (iç) Modernleşme ve Batılıcı-
lık, cilt:3, İletişim Yayınları, İstanbul.
Pauline Marie Rosenau (2004), Post-modernizm ve Toplum Bilimleri, çev: Tuncay Birkan,
Bilim ve Sanat Yayınevi, Ankara.
Peter Wagner (2003), Modernliğin Sosyolojisi, çev: Mehmet Küçük, Doruk Yayıncılık, İstan-
bul.
Pierre Bourdieu (1997), Toplumbilim Sorunları, çev:Işık Ergüden, Kesit Yayıncılık, İstanbul.
Roger Trigg (2005), Sosyal Bilimleri Anlamak/Sosyal Bilimlere Felsefi Bir Yaklaşım,
çev:Beyza Sümer, Filiz Ürgüt, Babil Yayınları, İstanbul.
Robert Hollinger (2005), Postmodernizm ve Sosyal Bilimler, çev:Ahmet Cevizci, Paradigma
54 Adem Sağır

Yayınları, İstanbul.
Ruth A. Wallace, Alison Wolf (2004), Çağdaş Sosyoloji Kuramları, çev: Leyla Elburuz&M.
Rami Ayas, Punto Yayıncılık, İzmir.
Seyfettin Aslan, Abdullah Yılmaz; “Modernizme Bir Başkaldırı Aracı Olarak Postmoder-
nizm”, Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, cilt 2. sayı 2
Ulrich İm Hof (1999), Avrupa’da Aydınlanma, çev.Şebnem Sunar, Afa-İntermedia Yayınları,
Ankara.
Zygmunt Bauman (1997), Modernite ve Holocaust, Sarmal Yayınevi, İstanbul.
Zygmunt Bauman (2000), Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları, Ayrıntı Yayınları, İstan-
bul.

You might also like