Professional Documents
Culture Documents
Ahmet Demirhan
Heidegger'in Varlığını Tanrı ya da Logos ile değiştirirsek, onu daha mı iyi an-
lamış oluruz?.! Bu soru, Heidegger'in bir biçimde teoloji yaptığını iç~rmese bi-
le ima eder. Ama gerçekten tealog mudur, eğer bu soruya verilen cevap olum-
luysa, ne tür bir tealogtur Heidegger? Modern zamanlarm sekülerleşmiş bir te-
ologu mu, yoksa bir inanç adamı olarak mı teolog? Hem, Heidegger teoloji
hakkında, Tanrı hak~mda hiç söz söylememiş midir de, onun Varlık analizini,
Tanrı ya da Logos'la ikamet etmekten söz edebiliyoruz?
.,
* Bu makale, yakında Paradigına Yayınlan tarafından yayınlanacak Heidegger ve Teoloji adlı bir der-
lerneye giriş niyetine yazılmış bir makalenin ilk bölümüdür.
Bu ifade, İskender Savaş'ın Defter'in 40. sayısında yayınlanan "Heidegger'in lşliği" yazısında yer
alan bir ifadenin soru biçimine dönüştürülmüş bir halL Savaşır, bu ifadenin, George Steiner'in
Türkçeye de çevrilen Heidegger (Vadi Yayınlan, çev. Süleyman Kalkan, 1996) kitabının, Ingilizce-
deki ikinci baskısı için yazılmış "199l'de Heidegger" adlı yeni girişinde yer aldığını; Türkçe baskı
da yer almayan yeni girişteki bu ifadenin Steiner'ın tüm kitap boyunca söylediklerinden daha
önemli olduğunu belirtir. Aslında Savaşır, Steiner'ı, yeterinde dikkatli okumamış görünüyor. Çün-
kü Türkçe çeviride de·buna benzer bölümler var: Heidegger'e yöneltilebilecek eleştirileri üç başlık
altında inceleyen Sieiner, bunlardan üçüncüsünün, onun bir felsefeci değil, teolog olduğunu iddia
etmek olduğunu belirtir (s. 73); '"Bir'in, "Ilk llke'nin, "mutlak'ın veya .... 'Iann'nın Heidegger me-
tinlerindeki çoğu anahtar satırlarda Seiıı ve Seiıı des Seieııdeıı ile ikamesi su götürmez ölçüde ma-
kuldür" (s. 75) der ve hatta bununla da kalmaz, hayli abartılı bir yorum olarak değerlendirilebile
cek bir iddia ortaya atarak, Heidegger'in Tann anlayışı konusunda Kabala'dan yararianmış olabile-
ceğini bile belirtir: "Heidegger, Tann'yı bütün eşya içre kendini-saklayan ancak onlar ile ışıyan, açı
ğa çıkan olarak kavramlaştıran Kabala'dan da yararianmış olabilir." (s.77)
Burada amacımız Savaşırı eleştirrnek değil. Sadece, Heidegger ile Tann ilişkisine, daha genel ola-
rak teoloji ilişkisine dair bazı gözlemlerde bulunmak. Yalnız, Savaşır'a şu soruyu sormak yerinde
görünüyor: Steiner'ın 199l'deki baskıda söylediği bu ifade ile Heidegger'in "işliği" arasındaki ilişki
ne? Varlığın Tann ya da Logos ile ikame edilmesi ile Heidegger'de bulunan "pragmatizm" arasında
bir ilişki mi varsayılıyor yoksa? Ya da Hubert Dreyfus'un pragmatizmle mistisizm ve teolojinin içi-
t ez k i r e , düşünce, siyaset, sosyal bilim dergisi, yıl11, sayı 25, mart! rıisarı2002, s. 118-135
Ahmet Demirhan 1 Heidegger ve Teoloji 119
Heidegger, aslında buna kendisi cevap verir: "Eğer bir teoloji yazmak duru-
munda olsaydım, ... 'Varlık' kelimesi onun içinde olmazdı".2 Ama şurasıkesin
ki kendisinin bu türden cevapları ya da teolojiyi veya Tanrı'yı başlı başına ko-
nu edinen seminer ya da dersleri, birçoklarını, Heidegger'in düşüncesini teolo-
jiyle irtibatlandırmaktan vazgeçirmemiştir haklı olarak. Ancak buradaki haklı
lık payı, Varlık'ın Tanrı ya da Logos'la yer değiştirmesini değil, başka noktala-
rı içerir.
çe geçmiş olması diye betimlediği ve Savaşır'ın alımıladığı şey ne? Rorty'nin Heideggeı'i ve başka
bir takım Kıta Avrupası felsefecilerini "pragmatist" bir gözle okuma çabası, nasıl bir çabadır? He-
idegger eğer pragmatistse, katışıksız bir pragmatist mi yoksa Savaşır'ın ima etmeye çalıştığı gibi
Amerikan pragmatist geleneğiyle bağlan olan bir pragrrıatist mi? Heidegger bir mistik mi, tealog
mu, pragmatist mi? Bunlar, Savaşır'ın yazısında muğlak-kalmış şeylere dair sorular.
Son olarak, bir not: Savaşır, Heidegger'in Being and Time'ın 64-69. paragraflannda "ustanın bilinci"
diye kavradığı durumu anlatırken, "(g)erçi daha 1927 yazında verdiği ve Fenomenolojinin Temel So~
nınlan başlığıyla yayımlanan seminerlerinde bile Heidegger"in bu tür kavrayışla meşgul olduğunu
belirtiyor. Eğer yanlış anlamadıysam, Savaşır, Fenomenolojinin Temel Sorunlan'nın Being and Tı
me'dan evvel yazıldığını işaret ediyor. Ancak, bu eser Being and Time'dan sonraki bir evreye teka-
bül eder ve Kanı and ılı e Problem of Metaplıysics'le birlikte Being and Time'ın bir türlü yazılayaman
ikinci bölümü olarak kabul edilir.
2 Bu cümleyi, Heidegger, Zürih Üniversitesi öğrencilerinin bir sorusuna cevaben ifade etmiştir. Ben
Dernda'nın Of Spirit: Heidegger and Question'ından (çev. G. Bennington ve R. Bowbley, The Univer-
sity of Chicago Press, s.2) alıntılıyorum. Derrida, aynca Heidegger'in "düşünce içinde, inançta ya
da lütufta olan şeyler konusundaki hüküm için hazırlık olabilen ya da katkıda bulunabilen hiç bir
şey elde edilemez. Eğer inanç beni bu şekilde çağırmış olsaydı, dükkanı kapatmak durumunda ka-
lırdım" dediğini alıntılar. (s. llS, n.3)
120 tezkir e
ci'l.dinde.3 Jürgen Habermas ise "... Avrupalılar olarak bizlerin, ahlak ile etik ha-
yat, kişi ile bireysellik, ya da özgürlük ile özgürleşirn gibi kavramları, Yahudi-
Hristiyan tarih anlayışının özünü hurtuluş olarak alırnlarnaksızın ciddi anlarn-
da anlayabileceğirnize inanrnıyorurn"4 der "Metaphysics after Kant" adlı maka-
lesinde (her iki alıntıcia da vurgu, bana ait). Batı tarihini "rnetafiziğin tarihi" ve
"Varlığın unutuluşu" olarak nitelendiren Heidegger ile onu "Batı rasyonelliği
nin mezar kazıcısı" olarak değerlendiren Haberrnas'ı, böyle ortak bir paydada
buluşturan nedir? Ortak bir kültür iklimini paylaşınaları mıdır, aynı geleneğe
ait olmaları mıdır? Yoksa daha farklı bir usül mü işlemektedir burada? Ya
Heidegger'in ifadesindeki "olumsuz" tım ile Habermas'ın ifadesindeki "olum-
lu" havayı nasıl yorumlamalı (çünkü Habermas aksi bir dururnun söz konusu
olarnayacağına "inanrnaktadır"; Heidegger ise, yargısına bir "ama" ekler)? De-
ğil mi ki Heidegger'in teolojiyle ilişkisini inceleyeceğiz, öyleyse bu "olumsuz"
tım niye ve öte yandan, Habermas'ın o yılmaz modernlik savunusuna karşın,
bu "olurnlayıcı" hava nereden esrnektedir?5
Haberrnas, sözkonusu ifadeyi, sözünü ettiği kavrarnlar "anlaşılsın diye"
kaydıyla, "rnetafiziksel ve dinsel soruların soykütüğü açısından bir çerçeve içi-
ne alına" bağlamında dile getirir. Bu "çerçeve"nin smırlannı da çizer: "Başkala
rı, kendimizi anlamamızı yap ilanciıran bu gibi kavramlarda içerilen arilam zen-
ginliğine yol bulmak için başka geleneiderden başlar. Ancak toplumsaliaşma ve
büyük dünya dinlerinin herhangi birinip felsefesi vasıtasıyla aktarılmaları ol-
maksızın, bu seınantih potansiyel bir gün erişilemez olurdu." (altını ben çiz-
dim). Dernek ki bunlar, sernantik potansiyel çerçevesinden bir geleneğin kav-
rarnlarıdır ve o geleneğe ait olanların kendisini anlaması için önemlidir. Ancak
"gelenek" nedir? Ayrıca, neden "rnetafiziksel ve dinsel soykütüğü"? Ve niye se-
mantik potansiyel? Bu konularda, Habermas fazla bir açıklama yapmaz, ne bu-
rada ne de bilebildiğim kadarıyla başka bir yazısında.
Bir kaç sayfa ilerde, felsefenin görevine ilişkin olarak, artık "felsefe, kendi-
sinin seçmediği rasyonellik şartları altında iş görrnelidir" dedikten sonra, felse-
fenin bu görevinin üç veçhesinin altını çizer Haberrnas: Birincisi; "artık felse-
fe, bilim, sanat ve ahiakla ilgili olarak iıntiyazlı olan temel fikirlere" erişme ko-
onu bir de bu şekilde olağandışı bir hale getirmek niye, insan merak ediyor.
Habermas'ın bu tür görüşlerinin yakın· yıllarda Almanya'da kamuoyunu bir
hayli oyalayan ve faaliyetlerinin yasaklanmasının doğru olup olmadığı tartışı
lan "Scientoloji" tarikatı bağlamında tartışarak sınamak gerçekten ilginç so-
nuçlar ortaya çıkarabilir. Ne de olsa teolojisi olmasa bile, semantik bir içeriği
var "Scientoloji"nin. Ama bu ayrı bir mesele.)
Peki ama felsefeye ne olmuştur? Neden felsefe artık kendisinin seçmediği
rasyonellik şartları altında iş görmelidir? Çünkü artık felsefe, bizatihi kendi
elinde olmayan geçerlilik ölçütlerine bakarak kamuoyunu elbette ki ~'teorik
olarak" aydınlatma, yorumda bulunma göreviyle yükümlüdür; öyle sistem fa-
lan kurmaya kalkmamalıdır; zaten sistem kurulacak şartlar da kalmamıştır ar-
tık. Çünkü parçalanmış hayat alanları vardır ama bunlar, birbirlerinden kopuk
olarak var olmak durumunda değillerdir. Her bir hayat alanı, kendi meşruluk
ve rasyonellik ölçütlerine sahip olabilir; her bir söylem, bir diğerinden farklı
rasyonellik ölçütlerine sahip olabilir. Ama, modernliğin doğasında var olan,
ancak kendisine kadar hiç bir teorisyenin, felsefecinin ya da düşünürün dikkat
etmediği iletişimsel bir rasyonellik altında, bu farklı ölçütler, birbirlerini ania-
yabilir ve aklın öncülüğünde kendilerine bir yol bulabilirler. Bu parçalanmış
lık neticesinde ister felsefe adı altında, ister din adı altında ya da isterse meta-
fizik adı altında olsun, "nihai" ya da "bütünleştirici" bir sistem mümkün ola-
maz; modernlik, dinin de, felsefenin de, metafiziğin de bütünleştirici bütün
tarzlarını parçalamış; ancak modern il~Üşimsel eylem ile parçalanan alanlar
arasında etkileşim kapısını açık bırakmıŞtır.
Demek ki Habermas'ın geleneği aslında ait olunan anlamıyla bir gelenek
değildir, bir zamanlar ait olunmuş bir gelenektir; ne olmuşsa olmuş, semantik
potansiyel dışında artık dışarda kalmıştır o gelenek. Felsefenin artık kendi elin-
de olmayan şartlar altında farklı alanlar arasındaki farklı düşüncelerin arasını
bulan bir yerumcu olması hasebiyle, can dostu olan metafizik de "sonra"sını
bulmuştur. (Bu noktada bir not: Habermas'ın "sonra" ya da "post" ekini yalnız
ca metafizik için kullanması, dikkate değer.)
Heidegger'in ifadesine dönmeden önce Habermas'ta kullanıldığı anlamıyla
geleneğin, Heidegger'de ne anlama geldiğine bakmakta yarar var. Being and Ti-
me'ın başındaki ikinci girişte, "Ontoloji Tarihini Yıkma Görevi" adlı bölümde,9
Heidegger, Dasein'ın Varlık açısından zaman ve tarihle ilişkisini inceler. Dase-
in'ın Varlığı, anlamını, muvakkatlık (temporality)lO içinde bulmaktadır; ama
9 Manin Heidegger, Beiııg aııd Time, çev.]. Macquarrie ve E. Robinson, Basil Blackwell, 1995, s. 41.
10 Vakitten türeyen muvakkat, aslında "vakitli, geçici, fani, devamlı olmayan" anlamlarına gelir. Va-
kit, muayyen, belirli bir zamanı içerir. Zaman ise, devir, çağ, mevsim, mehil gibi anlamlar içerir. Bu-
rada gittikçe nüansını kaydeden Türkçedeaslında hayli zengin bir zaman kavrayışı ile karşı karşı
ya olduğumuz anlaşılıyor. Mesela, mehil kelimesi. Anık sadece mühlet şeklinde kullanılan bu ke-
lime de "bana mühlet ver" şeklindeki kullanırnın "bana zaman ver" şekline bürünüp hem "zaman"
kelimesinin içinin boşatılmasına ve hem de kendinin barındırdığı zenginliğin silinip gitmesine yol
Ahmet Demirhan 1 Heidegger ve Teoloji 123
aynı muvakkatlık, Heidegger'e göre, "Dasein'ın 'vakit' içre bir kendilik mi de-
ğil mi ve nasıl 'vakit' içre olduğuna bakılmaksızın, bizatihi Dasein'ın sahip ol-
duğu muvakkat bir Varlık türü olarak tarihselliği mümkün kılar. Tarihsellik 'ta-
rih' denilen şeyden öncedir".
Heidegger, Dasein'ı böyle bir bağlama yerleştirdikten sonra, bunlarla Dase-
in'ın ilişkisini açımlamaya çalışır. Dasein, çevresinde karşılaştığı mevcut olan
şeylerle ilişkisinde, "her zaman zaten olmuş olandır ve zaten olmuş olan
'şey' dir. Bu onun, ister aşikar olsun isterse de olmasın, onun geçmişi dir". Bu
durum, Dasein'a bir geçmişi vermekle kalmaz, aynı zamanda belirli bir geleneh
yorumu içinde yetişmesinin de arkaplanını oluşturur. Heidegger, hem geçmişi
ve hem de geleneği olmanın Dasein'ın kendini anlamasına sağladığı imkanın
"yakınsal ve belirli bir alan içinde sürekli" olduğunu ifade eder. Bu, Dasein'ın
peşinden gelen bir şey de değildir, her zaman onunla ileri doğru gittiği bir şey
dir. Ancak, bu gelenek, Dasein'ı, araştırarak ya dr;ı seÇim yaparak, kendi rehbe-
rini bulmasından ırak tutar. Çünkü gelenek hakim olduğunda, geleneğin için-
den 'aktarılan' şeylerin neliğini erişilmez kılacak bir biçimde hakim olur; asli
kaynaklara ulaşılmasını engeller, örter onları. Hatta böyle bir köken olup olma-
dığını unutmamızı sağlar, artık bu asli kaynaklan anlamaya ihtiyacımız olmadı
ğını varsayacak bir duruma sokar bizi. Böylece Dasein "gelenek tarafından bü-
tünüyle öyle kökünden sökülmüş" bir tarihselliğe sahiptir ki bu, "onun ilgisi-
ni, kültürlerin en garip ve yabancısında felsefi faaliyetin olası biçimlerinin, yö-
nelimlerinin ve bakış açılannın çokbiçimliliğiyle sınırlandırır; ve salt bu ilgiy-
le, üzerinde ayakta durabiieceği hiç bir zemine sahip olmadığı olgusunu ört-
ıneye çalışır." (Karışık bir cümle. ltiraf edelim ki İngilizce çevirisi de biraz tu-
haf. Muarızlar var ortada, ama kim bunlar, belli değil. Belki kanşıklığın nede-
ni bundan kaynaklanıyor. Ancak, geleneğin nasıl bir takım şeyleri örttüğüne,
asli kaynaklara erişmenin yolunu tıkadığına değinilirken, birden felsefi faaliye-
te geçilmiş olması ve bu faaliyetin, adı konulmamış ve hatta olup olmadıklan
nı bile ancak varsayabileceğimiz muanzların algıladığı bir biçimde, ama haki-
katen garip bir biçimde tanımlanmış olması da, bu karışıklığın kaynağı. Yine
de, bu noktayı aklımızcia tutalım; birazdan döneceğiz çünkü).
Heidegger, işte bütün bu nedenlerden dolayı, Dasein'ın "olumlu bir tarzda"
geçmişe geri dönmesine ve onu üretken bir biçimde kendisinin kılmasına im-
açtığını gösteren örnekte olduğu gibi, "mühlet"ini doldurmuş görünüyor. "Zaman" az bir müddet
için de çok bir müddet için de kullanılabildiği için, onu çeşitlendiren diğer kelimeler olmadan mu-
kayyetliğini kaybetme tehlikesi altında. Burada ben, "Temporality; Temporalitat"ı "geçici, muayyen
bir süreliğine" anlamlannı daha iyi vurgulayabilmek için, "muvakkat"la karşılamayı yeğledim. He-
idegger, aynca "Zeitlichkeit" kelimesini de kullanır ki Temporalitat ile bu kelimeyi ayırdetmek için,
Beiııg and Time'ın Ingilizce çevirmenleri, "Zeitlichkeit"in lngilizcede "vakitli"li anlamına gelen "ti-
mely" olarak çevrilebileceğini belirtseler de küçük harfli "temporality" ile çevirmeyi tercih ettikle-
rini; "Temporalitat"ı ise büyük harfli "Temporality" ile çevirdiklerini belirtiyor. Aslında bu iki ke-
limenin başka bir çevirisi de "geçici olma" şeklinde qe çevrilebiliyor; ama "geçici" zamanla bağlan
tıyı geçip gitme dolayımıyla kurabiliyor ancak. Oysa muvakkat, zamanla içkin bir bağlantıya sahip.
124 tezkir e
ll Habermas'ın Heidegger'in Nazizm'le ilişkisini inceleyen Fransız Viktor Farias'ın Heidegger et le Na-
zisnıe kitabının Almanca baskısına yazdığı bir girişte, biraz biyografik özellikler taşısa da, şunu öğ
reniyoruz: Özellikle ilk dönem Heidegger'in -ki bu Being and Time'ın Heidegger'i a·nlamına geliyor;
Ahmet Demirhan 1 Heidegger ve Teoloji 125
Heidegger ile Habermas arasındaki ilk çakışrnanın, birden derin bir uçuru~
ma dönüştüğü açık. Farklı vurgularla da olsa, aynı anlama gelebilen ifadeler,
farklı kutuplara doğru seyretrneye başlar. Habermas'ın parçalanmış ve yerini
farklı ölçütlere sahip farklı alanlara bırakmış geleneği, Heidegger'de süregiden
bir şeye dönüşür. Sanki yıkılmamıştır o ve yıkılınası için sıkı bir darbeye ihti-
yaç duyrnaktadır. Ve en önemlisi de, Heidegger, Habermas'ın rnodernliğini de
"gelenek" dediği şeyin içine alıverir, ancak modernliğin kendi kendini nitelen-
dirrnesinin de hakkını verir: "modern dönernde yeni olan şey, insanın, bağım
sız olarak ve kendi gayretiyle, bir bütün olarak varlıkların ortasında beşeri var-
lığını kesinleştirrnek ve emin kılmak için çabalaması olgusunda yatar" der He-
idegger çünkü.
Ancak, birden aralarında büyük ve derin bir uçurum olacak denli uzakla-
şan bu iki Alman'ın ilk çakışrna noktası, öyle birbirlerine teğet geçen bir çakış
ma gibi durrnarnaktadır. Her şeyden önce, her ikisinde de, modern olanı tanırn
layan bir arkaplandır Hristiyani "kurtuluş" düşüncesi. Haberrnas, bu düşünce
nin bir çok modern kavrarnın soykütüksel anlaşılması için önemli olduğunu
"olumlu" bir edayla belirtirken, Heidegger bunu insanın konumu açısından
yorumlar. İnsan, varlıkların ortasında, kendi yolunu bulmaya çalışan, kendi
beşeri varlığını kesinleştirrneye çalışan bir arayış içinde olarak bulur kendini
Heidegger'de. Dolayısıyla, Habermas için geleneksel olsa da bir veridir bu du-
rum ve günümüzde kendisini ancak sernantik bir potansiyel olarak sunmakta-
dır. Heidegger de, onu böyle adlandırmasa da, böyle bir sernantik potansiyelin
varlığını inkar etmez. Ancak bu sernantik potansiyelle tatmin de olmaz, onun
ötesine geçrnek ister; ona sorular sorar; bunu da felsefe karmlıyla, felsefenin ha-
kiki, unutulmuş sorusunu sorarak yapmak ister. İşte uçurum da bu noktada
· başlar: Habermas için, modernlik kendisine içkin bir şeyken, Heidegger'de iç-
kin olan bizatihi felsefedir. Dolayısıyla Habermas için felsefe, diğer düşünce
sistemleri gibi, modernliğin içkinliği içinde kendi zerninini yitirirken; Heideg-
ger, felsefenin kurban edilmesinin yalnızca modernliğin içkinliğine terkedil-
mesiyle başlamadığını, bunun öncesinin de bulunduğunu ileri sürer. Dolayısıy
la, Habermas'taki "olumlu" tım modernliğe dışsal bir şeydir; rnodernlikte yal-
nızca semantik kalıntı olarak bulunan, parçalanmış hayat alanları için ölçüt ol-
maktan çıkmış, daha iyisi bulunduğunda bu kalıntılardan da kurtulmanın
muhtemel olduğu bir kendine güvenin, modernliğin kendine güveninin yol aç-
Heidegger'in özellikle Il. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında düşüncesinde bir "dönüşüm" geçir-
diği varsayı larak- Nazi döneminde Hitler yönetimiyle hem düşünsel hem de kişisel anlamda yakın
bir ilişki kurmuş olmasına rağmen, kendi neslinden bir çok akademisyeni etkilerneye devam etti-
ğini belirtiyor Habermas ve bir kaç önemli ismi zikrediyor. Ve buraya bir dipnot düşüyor: "lik dö-
nem Heidegger'le yoğun bir meşguliyet, Knowledge and Hımıan Interest'e kadarki eserleri m üzerine
damgasını vurdu." Yine de, bu etkinin, Herbert Marcuse'nin Heideggerci Marxizmi kanalıyla oldu-
ğunu da ekliyor. Ancak, yeniden vurgulayalım, sadece düştüğü bir dipnotta. ("Work and Weltansc-
hauung", New Conservatisnı içinde, Polity Press, 1994, s. 168)
tezkir e
tığı "olumlu" bir tınıdır. Geçmişte sının çizilmiş bir şey, şimdide de sınır çizi-
ci olmayı sürdürür. Ancak bu kez coğrafi bir sınır çizer: Avrupalıların gelene-
ğini, diğer geleneklerden ayıran bir sınır çizgisidir bu. Dinsel kavramlar ya da
teoloji, aradaki bu mesafelerin korunması için vardır.
Oysa Heidegger'de çizilen sınır, tarihsel ve coğrafi olarak arada belirli bir
mesafe olduğu bilinciyle çizilen sınırları ortadan kaldırır. Heidegger için asıl
meseleburada başlar; Heidegger, felsefeyi asli konumuna geri yerleştirmeye ça-
lışır ve bunu yaparken, ileride göreceğimiz gibi, teolojiyi de yerli yerine oturt-
ma göreviyle karşı karşıya bulur kendini.
İşte yukarıda bahsedilen muarızlar sanki burada devreye girer gibidir. He-
idegger, Dasein'ın tarihselliğini ele alırken, onun "gelenek tarafından bütünüy-
le .... kökünden sökülmüş" bir nitelikte ortaya çıktığını belirterek, bu tarihsel-
liğin Dasein'ın ilgisini "kültürlerin en garip ve yabancısında felsefi faaliyetin
olası biçimlerinin, yönelimlerinin ve bakış açılarının çokbiçimliliğiyle" sınır
landırdığını ve neticede Dasein'a, üzerinde sağlam bir biçimde durabiieceği bir
zemin bırakmadığını belirtir. Bu, Habermas'ın farklı rasyonellikleresahip hayat
alanları görüşünün bir eleştirisi gibi durur. Dasein, sağlam bir zemine sahip ol-
madan, büyük harfli Felsefe'nin değil, çok biçimli "garip ve yabancı" felsefele-
rin zeminsizliğine terk~dilmiştir ve bunu. sağlayan da geleneğin tarihselliğidir.
Bu bölümde ele almayı vadettiğimiz meseleye dönersek, Heidegger'in de
Habermas'ın da aslında inançla ilgili,, teolojik bir meseleyi konu edinmeleri ne
demek? Felsefe ile teoloji arasındaki ilişki nasıl bir ilişkidir (ya da ilişkiydi) ki
Hristiyani "kurtuluş" düşüncesi, böylesine önemli bir rol oynayabilmektedir?
En önemlisi de, eğer "kurtuluş" düşüncesi bu kadar önemli bir role sahiptiyse,
felsefenin ve genel anlamda modern düşüncenin teolojik düşüncenin seküler-
leşmesi neticesi ortaya çıktığından söz edilebilir mi?
Heidegger'in bu sorularla ilişkili tavrını şimdilik bir kenara bırakırsak, as-
lında bu tür sorular doğrudan modernliğin meşruluğu ile ilgili sorulardır.
Çünkü modernlik, Descartes'ten beri kendini hep felsefe yoluyla kurgulamış,
pratiğe felsefe kanaliyla anlam bulmaya çalışmıştır. Bu da, modernliğin önce-
likle felsefi bir sorun olması anlamına gelir ki Habermas, The Plıilosoplıical Dis-
course of Modemity adlı kitabında, 12 modernliğin felsefi söyleminin gelişimini
incelerken ve postmodernİst muarızlarına karşı cevaplar geliştirirken, bu teze
yaslanır ve sonra onu yukarıda belirttiğimiz gibi, felsefenin fazla hak iddiasın
da bulunmadığı bir hale dönüştürür.
Hans Blumemberg, hayli kapsamlı ve ufuk açıcı Tlıe Legitimacy of tlıe Mo-
dem Age adlı eserinde işte tam da bu meseleler etrafında döner. Blumemberg'in
bu eserdeki önemli tezlerinden birisi, "modern dünyanın felsefe vasıtasıyla
l2 Bkz. jürgen Haberrnas, Tlıe Plıilosoplıical Discourse oJModenıity, çev. Frederick Lawrence,, 2. bas-
kı, 1987, özellikle l. ve 2. bölümler).
Ahmet Demirhan 1 Heidegger ve Teoloji 127
mutlak bir başlangıç yaptığı iddiası, hiç de doğru değildir" tezidir. 13 Aslında,
Blumemberg, bunu, modern dönemin, Hristiyan teolojisinin ve eskatolojisinin
sekülerleşmesi sonucu ortaya çıktığını ileri sürenlere karŞı geliştirir. Çünkü as-
lında doğaları açısından birbirlerinden oldukça farklı olan hem modernliğin
doğasını felsefede arayanların ve hem de onun Hristiyanlığın sekülerleşmesi
nin sonucu ortaya çıktığını belirtenierin iddiaları, "koşulsuz" bir başlangıç
noktasını varsayrrıaktadır. Birincisinde "koşulsuz" başlangıç modern felsefenin
doğasında aranırken, ikincisinde de Hristiyan teolojide aranmaktadır ve her
ikisi de Blumemberg'in aradiğı modernliğin meşruluğunun kaynağını yansıt
maktan uzaktır.
Öyleyse Blumemberg, neyi kastetmektedir? Bu ifadeyi, Blumemberg'in tez-
lerini gözönüne alarak, iki yönlü olarak düşünebiliriz. Bunlardan ilki, modern-
liğin felsefeyle bağlantısını kurar. Tıpkı Habermas gibi Blumemberg de, mo-
dernliği, kendi kendini temin etme, kendi kendine güvenme, kendi ayakları
üzerinde durma (self-assurance) kavramıyla tanımlar, (aslında Heidegger de
öyle; ancak Heidegger, Habermas ya da Blumemberg gibi olumlayıcı bir edayla
yapmaz bunu). Ancak, Blumemberg, kendi hakkındaki verilerini yine kendi
içinden inceleyen ve karşılaşılan sorunlarını yine kendisinden kalkarak çözme-
ye çalışan hem içeriği ve hem de işlevi itibarıyla modem bir modernlik görüşü
ne sahip Habermas'ın yukarıda kısmen değindiğimiz görüşlerinin tersine, mo-
dernliğin yalnızca kendi içinden cevap arayışının "başarısız" kaldığını belirtir:
"Modern çağın başlangıcı için felsefe bir program olarak 'başarısız' oldu, çün-
kü kendini hazırlayan şartları analiz edip onları uzaklaştırama dı." Blumem-
berg, bizatihi bunun "felsefenin bir konusu" olduğunu belirtsedeve bu konu-
da Habermas'la aynı fikirde olsa da, tezinin ağırlık noktası, modernliğin içeriği
itibanyla modern olmasına rağmen, işlevi itibanyla Hristiyanlıktan ya da anti-
kiteden etkilendiğidir. Blumemberg için, modernliğin kendini kendi ayakları
üzerinde durdurma çabası konusundaki iddiasında bir sorun yoktur; ancak
onun "kendi gücünü kendinden alma" (self-empowerment) iddiasında bulu-
namamış olması, sorunlara yol açmaktadır. Modern çağ, akıl vasıtasıyla, yalnız
ca kendisini kendi içinden çıkardığını iddia etmektedir; ancak bu kendini ken-
di ayakları üzerinde tutma iddiasında aklın radikalliğini gösterir, mantığını de-
ği!.l4 Bu durumda, "modern dünyanın felsefe vasıtasıyla mutlak bir başlangıç
yaptığı iddiası, hiç de doğru değildir" ifadesi felsefe için ne gibi bir rol biçmek~
tedir? Blumemberg'in bu konudaki tavrı net değildir. Modernliğin "meşrulu
ğu"nu ve hatta otantikliğini ileri sürmekte, ancak Hristiyan teolojisinden ya da
ortaçağların teolojik mutlakiyetçiliğinden veya skolastisizmden gelen bir takım
13 Hans Blumemberg, Tlıe Legitimacy of tlıe Modenı Age, çev. Robert M. Wallace, The MIT Press, 1993,
s.74.
14 Blumemberg, age., s. 97.
128 tezkir e
goriler ..... metodolajik şüphe ile yalnizca kendisine dayanan mutlak bir baş
langıç kategorileridir" 16 Ancak, Descartes'in bu iddia edilen "mutlak başlangıç
noktası" nasıl bir noktadır? "Descartes elbette modern düşüncenin niteliğini ve
iddialarını temelden tanımlar; ancak bunu, gelenekle radikal bir iddia ve yeni
bir planın şiddetiyle yüzyüze gelerek değil, daha ziyade teolojik mutlakiyetçi-
liğin uzantılarını hayli canalıcı bir biçimde ızhar ederek. .... yapar"l7 Söz konu-
su "teolojik mutlakiyetçilik" de Orta çağların HristiyanY düşüncesini krize sü-
rükleyen ve böylece modern dünyanın kapısını arayalayan sorunların kaynağı
dır. Dolayısıyla, Descartes'in bu çabası, Orta çağların "teolojik mutlakiyetçili-
ği"nin barındırdığı sorunlara karşı çözüm ararken ortaya çıkan "cevap konu-
mu"ndan başka bir şey değildir.
Dolayısıyla, Blumemberg, belirli bir tarihsel dönemin iç mantığının, içhin
taıilısel durumun ortaya çıkardığı problemierin ve bunlara önerilen çözümlerin
bu iç mantık neticesi nasıl içinde sorunlar barındırdığını ve nasıl yeni çözüm
arayışlarına yol açtığını gösterir. İşte sorun da burada ortaya çıkar: Tam da bu
nokta Nietzsche'nin "nihilizm" dediği şeyle örtüşmez mi? Ayrıca yine Nietzsc-
he'nin her türlü teleolojinin, teolojiden türerne olduğ!J yönündeki teziyle de
bir biçimde örtüşmez mi?
Aslında Heidegger'i tam da bu noktada tabloya sokabiliriz. Ancak bunu
yapmadan önce, her ne kadar belirli açılardan farklılaşsalar da ortak bir mo-
dernlik fikrine sahip Habermas ile Blumemberg'in, modernlik ile teoloji ilişki
si açısından nasıl bir yerde durduklarü{a dair bazı gözlemler yapmakta fayda
var. Habermas için teoloji, tekabül edebileceği bir hayat alanı kalmadığı için,
bir sorun teşkil etmiyor görünür. Onun kalıntıları vardır yalnızca ve bunlar da
özellikle özne felsefesinin metafizikle bağlantılı olması ve metafiziğin de teolo-
jiyle yakın akrabaliğı nedeniyle mevcuttur. Ancak, özne felsefesinin yerine öz-
nelerarası bir anlayışın yerleşmesi, bu kalıntılardan da kurtulmanın bir yolunu
sağlamış görünmektedir. Belki teoloji, kendi uzmanlık alanı içinde kalarak ha-
yatta kalmayı sürdürebilir; ama zaten onun mesele edindiği şeyler, teolojinin
öngördüğü bütüncül bir hayat alanının, kendi iç mantıkianna sahip olan hayat
alanlarına parçalanması ve bu iç mantığın da bizzat bu hayat alanlarından ge-
len etki-tepkiyle beslenmesi nedeniyle, artık fazla bir değer taşımaz.
Blumemberg de teolojiye benzeri bir nazarla bakar. Ancak teoloji, onun
için, modernliğin sorunlarının kaynağında yatan zapdedilme meselesinde geri-
ye doğru okumanın bir uğrağıdır. Modernlik, teolojinin, cevaplarını değil so-
rularını, çözümlerini değil sorunlarını devralmıştır.
Burada, Habermas'ın ve Blumemberg'in düşüncelerine dair değerlendirme
lerden sonra yaptığımız bu kısa gözlemlerin amacı, bu iki düşünürde teoloji-
19 Denida,age,s. 78.
20 Denida, burada, yalnızca ölümün fenomenolojisi'ni yapmakla kalmaz; ama aynı zamanda ölüm
üzerine söylemin bir yapı-çözümünü de yapar. Başka bir ifadeyle, yalnızca Diısein'ın ölümünü ko-
nu edinmez. Aynca ölüm kültürü ya da politikası üzerine de gözlemlerde bulunur. Şu anlamda ki
"artık aşk öldü" cümlesindeki ya da benzeri ifadelerdeki ölüm de burada sözkonusudur. Derri-
da'nın ele aldığı çeşitlernelerin hepsini özetlemek mümkün olmadığından bu no ta gerek duyuldu.
Al11net Demirhan 1 Heidegger ve Teoloji 133
daha fazla izaha gerek yoktur. Ancak ölüm örneğine geçmeden önce, aporia'yı
aporia yapan sınır, hudut, uç nokta, hat gibi kavramlar üzerine daha önceki ya-
zılarına göndermelerde de bulunarak, bazı gözlemler yapar. Bunlar, imkansız
lığın imkanı olarak ölümün aporia'nın figürü (ya da belki de metaforu) olarak
tecrübesine hem dayanak olur ve hem de onsuz anlaşılmaz. Dayanaktır, çünkü
aporia'nın tecrübesinin en bariz örneğidir ölüm tecrübesi; onsuz anlaşılmaz,
çünkü aporia'nın en belirgin niteliği onda ortaya çıkar: hattın, hududun, sını
rın, uç noktanın, sonun imkansızlığıdır bu. Kişinin ölümünü imkansız kılan,
onun belirsizliğidir; kişinin ölümü beklemesi, ölümün nasıl ve ne zaman yaşa
nacağının belirsizliğiyle iç içedir ve bu da ölümün, Dasein'in kendisine en uy-
gun imkanının, muğlak niteliğidir. Ölüm hem kesin, hem de belirsizdir. Bu du-
rum, Dasein'ın, varoluşunun sınırının hem önünde olmasını hem de sınırsızlı
ğını çizer. Ölüm, Dasein'ın önünde durur, ama sınırı yoktur: "... geçitsizlik, kör-
düğüm (impasse) ya da aporia, ortada bir uç noktanın olmaması olgusundan
ortaya çıkar. Henüz ya da artık geçilecek sınır yoktur, iki taraf arasında tezat
yoktur: uç nokta hayli gözenekli dir. "21
Dernda'nın The Gift of Deatlı'ında iki sayfalık bir bölüm var ki burada ana
hatlarıyla çizmeye çalıştığımız aporia tecrübesini asıl sorunumuz olan felsefe
ile teoloji arasındaki sınır çizgisi bağlamında sorduğumuz sorulara bağlamamı
za yardım eder görünmektedir.22 Bu kez Çek felsefeci Jan J?atocka'nın düşün
celerini örnek olarak kullanan Derrida, bu düşünürün sorumluluk konusunda
geliştirdiği düşüncelerin sonsuz aşk, günah ve kurtuluş tevbe ve fedakarlık gi-
bi belirli Hristiyani temalar etrafında döndüğüne dikkat çekerek, bunların Pa-
tocka'da temelde bir vahye ihtiyaç duymayan bir mantıkla birbirine bağlandı
ğına vurgu yapar. Bu temalar, bir vahiy hadisesini değil, böyle bir hadisenin
· olasılığını gözönüne alan bir mantığa yaslanmaktadır. Vahiy hadisesi ile böyle
bir hadisenin olasılığı arasındaki fark, önemli bir farktır; çünkü .olasılık fikri,
bu düşüncderin, kurumsal bir dogma olarak dine· göndermede bulunmadan
geliştirmelerini mümkün kılarken, imanın şartını gözönüne almayan bir din-
sellik olasılığı ya da özü ile ilgili bir düşüncenin soykütüğünü dikkate alır. As-
lında, Patocka, bu konuda yalnız değildir; belirli açılardan Kant'ta da, Hegel'de
bulunur böyle bir izlek; Ki erkegaard böyle bir geleneğe aittir; Heidegger bile bu
çizgiye yerleştirilebilir. Bu gelenek, "dinsiz din olasılığını 'tekrar eden' bir dü-
şünce" geleneğidir.
Burası önemli bir nokta, belki de uç nokta. Ancak ben, örneğin Heideg-
ger'in bunun farkında olduğunu; Habermas gibi modemlerin ise farkında ol-
mak bir yana belli açılardan Kant'ta, Hegel'de ve bir çok filozoftamevcut olan
böyle bir izleği gözardı ettiklerini, görmezden geldiklerini; ama modernlikle
23 Derrida, Tlıe Otlıer Headiııg, çev. P. Brault ve M. B. Naas, Indiana University Press, 1192.
Ahmet Demirhan 1 Heidegger ve Teoloji 135
24 Habermas, "Neoconservative Cultural Criticism in the United States and West Germany", Tlıe New
Coııservaıism içinde, s. 44. Burada "dini duyguların yerine geçmiş görünen toplumsal bir vicdanla"
kendini rahatlatmaktan bahsetmemin nedeni, Habermas'ın sadece bir cümlesini andığım bu maka-
lesinde, bunu yapmıyorsa neyi yaptığını merak etmem. Çünkü "yeni-muhafazakarlar"ın kültürel
dayanak olarak "dejenere olmuş" bir kültüre yaslanmak zorunda olduklannın bir örneği olarak
sunmaktadır Habermas, Hristiyan Demokratların özel televizyon ağiannının çoğalmasına rıza gös-
termelerini. Dolayısıyla Habermas, sahih bir kültüre sahip çıkılarak kamunun özel televizyon ağia
nnın çoğalmasına karşı çıkması gerektiğini yine kamu adına ister görünmektedir ve bunu da Sos-
yal Demokratlar yapmaktadır. Dolayısıyla, eğer "dini duyguların yerine geçmiş görünen toplumsal
bir vicdan" dediysem, bunu, modemlik adına onca eserler üretmiş olan Habermas'ın ifadesinin
"pek eğlenceli" olduğunu belirtmemek için yaptım. Dikkat çekici bir şey de, araya hem tarihsel ve
hem de coğrafi bir mesafe koyarak "olumladığı" geleneğe, reel politika anlamında Sosyal Demok-
ratlar adına sahip çıkmasının sınıriann nasıl aşıldığının en bayağı örneği olup olmadığı sorusunu
ortaya çıkaracağıdır.