You are on page 1of 17

Share

Modernizm Postmodernizme Karşı: Çatışmanın Ortasındaki


Marksizm
Ali Osman Alayoğlu

1970’li yıllarda bir dizi düşünürün Marksizm adına başlattığı ‘hareket’, 1980’li yıllarda rüştünü ispat
ederek (ve açıkça Marksizmin dışına çıkarak) ‘postmodernizm’e dönüştü. Tarihsel gelişim açısından
bakıldığında, yaşanan, en çıplak (ve karikatürize) haliyle buydu. Postmodernizmin doğuşuna öncülük
edenlerde (Marksizm adına yola çıkmışlardı) ve postmodernistlerin kendilerini ifade etme biçiminde
(modernist gördükleri Marksizmin dışında konumlanma) Marksizmle, görmezden gelinemez bir iç içe
geçme hali bulunmakla beraber, postmodernizmin düşmanı (ya da dostu), Marksizm değil
modernizmdi. Marksizm kendisini modernizme (Aydınlanmaya) karşı şiddetli postmodern saldırının
yarattığı çatışmanın ortasında bulmuştu.

Çatışmayı başlatan postmodernistler eski Marksistti (Lyotard, Baudrillard). Postmodern teorisyenlerin,


modern değerlere modern yollarla ulaşmanın mümkün olduğunu savunan en ciddi modernist hasımları
da ya kendilerini bir şekilde ‘hala’ Marksist olarak adlandıran ya da Marksizmden gelen teorisyenlerdi
(Habermas, Benhabib). Kapitalizmin yeni bir aşamasının kültürel mantığının postmodernizm olduğunu
savunan, yani yeni bir evre olarak ‘postmodernlik’i benimseyen postmodern Marksistler çatışma
alanındaki önemli bir mevziyi elinde tutan bir başka ekipti (Jameson, Harvey, Marksizmle bağları artık
zayıf olmakla birlikte bir bağlamda Hardt ve Negri). Bunun yanı sıra, –aralarında bazı temel farklar
olmakla birlikte– yeni bir postmodernlik evresinde olunduğunu reddeden, yaşananı kapitalizmin daha
tam biçimi olarak görenler de bir tür doktriner ve modernist Marksizm savunusuyla belirli çevrelerin
beklentilerini karşılıyordu (Wood, Eagleton). Bir de, modernizmle postmodernizm arasındaki
çatışmadan ziyade Marksizmden koparak post-Marksist konum alışlarıyla öne çıkanlar bulunuyordu
(Laclau, Mouffe). Bu sonuncular, modern değerlere postmodern araçlarla varmayı önermekteydi.
Özetle çatışmanın aktörleri ‘hem biyografik hem de düşünsel olarak’ Marksizmle bulaşıktı.

Modernizmle (dolayısıyla Aydınlanma düşüncesiyle) ‘yeni’ ve ‘hoyrat’ postmodernizm arasındaki –


Marksizmle alabildiğine bulaşık– söz konusu çatışmada Marksist bir konum almanın ne anlama geldiği
yakıcılığını hala koruyan bir soru olarak karşımızda duruyor. Üstelik Marksizm tüm bu dönem boyunca
derin bir kriz içindeydi ve halihazırda kriz sürmektedir.

Yani Marksizmi konu bağlamında sağlıklı bir şekilde ele alabilmek için öncelikle postmodernizm
ile modernizm arasındaki çatışmanın nedenlerini, iki tarafın saldırı ve savunma araçlarını genel
hatlarıyla tanımlamak gerekmektedir. Postmodern bir evrede olduğumuzu açıkça –üstelik iktidarı da
dahil ederek– dile getiren, Avrupa’nın teorik ve politik açıdan önde gelen siması Negri’nin, Hardt ile
birlikte kaleme aldığı eserde, postmodern söylemlerin, dolayısıyla modernizme karşı postmodern
saldırının mahiyeti hakkında belirttikleri ön açıcıdır: “Postmodernizm bayrağı altında toplanmış sayısız
söylem hakkında bir genelleme yapmak zordur; ama bunların çoğu, en azından dolaylı bir biçimde,
Jean-François Lyotard’ın modernist büyük anlatılar eleştirisi, Jean Baudrillard’ın kültürel simülakrı
olumlaması ya da Jacques Derrida’nın Batı metafiziği eleştirisine dayanıyor. En temel ve indirgemeci
bir formüle döktüğümüzde, postmodernist teoriler birçok yandaşı tarafından tek bir ortak bölenle
tanımlanır: Genel bir Aydınlanma saldırısı. Bu açıdan bakarsak eylem çağrısı bellidir: Aydınlanma
sorundur, çözümü ise postmodernizmdir.”[1]
Asıl sorunun Aydınlanma (modernizm) olduğu ve postmodernizmin ona karşı argümanlar
geliştirdiği ortadadır. Aydınlanma merkeze alınarak bakıldığında ise söz konusu kamplaşma şöyle ifade
edilebilir: “Kimileri, Habermas gibi, hedefleri konusunda yüksek derecede bir kuşkuculuk, araçlar ve
amaçlar arasındaki ilişki konusunda epeyce tereddüt ve böyle bir projeyi günümüzün ekonomik ve
politik koşulları altında gerçekleştirme olanağı konusunda bir ölçüde karamsarlık besleseler bile, projeyi
desteklemeye devam ediyorlar. Kimileri ise insanlığın kurtuluşu adına Aydınlanma projesini bütünüyle
terk etmemiz gerektiğinde ısrar ediyorlar."[2]
Postmodernizme şüpheyle yaklaşan çağdaş Marksizan teorisyenlerden biri olan Perry
Anderson’ın, modernitenin kendini meşrulaştırmak için dayandığı iki büyük üst anlatıya, Fransız olan
insanın öyküsü ve Alman olan tinin serüvenine duyulan güvenin sarsılmasının postmodern durumun
tanımlayıcı özelliği olduğunu belirtirken[3] ifade ettiği de modernizme karşı postmodern bir
konumlanıştan, Hardt-Negri’nin dikkat çektiği “genel bir Aydınlanma saldırısı”ndan başka bir şey
değildir.
Eagleton, postmodern Aydınlanma saldırısını gerçekleştirenlerin saldırdıkları / savundukları
unsurları genel hatlarıyla ortaya koymaktadır: “Postmodernlik klasik hakikat, akıl, kimlik ve nesnellik
nosyonlarından, evrensel ilerleme ya da kurtuluş fikrinden, bilimsel açıklamanın başvurabileceği tekil
çerçeveler, büyük anlatılar ya da nihai zeminlerden kuşku duyan bir düşünce tarzıdır. Aydınlanma’nın
bu normlarına karşı dünyanın olumsal, temelsiz, çeşitli, istikrarsız, belirlenmemiş nitelikte ve bir dizi
dağınık kültürlerden ya da yorumlardan ibaret olduğunu bildirir;..."[4]
Söz konusu çatışma ve çatışmanın unsurları merkeze konularak Teori ve Politika’da benimsenen
Marksizm anlayışı ele alındığında, bizim Marksizm anlayışımızla ‘ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranmanın
mümkün olduğu’ açıkça görülecektir.
Bir modernist için Teori ve Politika’nın benimsediği Marksizm anlayışı postmoderndir.
Marksizmin özcü olmadığını Althusser’e katılarak açıkça savunuyor, özne kategorisini net bir
şekilde reddediyor, öznesiz ve ereksiz bir süreçten bahsediyoruz. Modernist ikiliklerin ve bu ikilikler
arasında kurulan felsefi ‘diyalektik’in (özne-nesne diyalektiği) karşısında yer alıyoruz. Bilginin gerçeğe
tekabüliyeti anlamına gelen doğruluk kategorisini (‘klasik hakikat’, ‘nesnellik’) reddediyor, bilimin bilgi
nesneleriyle yapıldığını belirtiyoruz. Politik düzeyde sınıfın ayrıcalıklı bir konumu olduğu iddiasını
benimsemiyoruz. Dolayısıyla, bırakalım 1968’de büyük sükse yapan ‘yeni toplumsal hareketleri’, tüm
ezilen hareketlerine politik dinamizm ve konjonktürel önem arz ettikleri oranda ‘eşit’ yaklaşıyoruz.
Politik düzeyin olumsal olduğunu ısrarla vurguluyoruz. Tinin diyalektiği ya da Marx’taki görüntüsüyle
özgürlükten zorunluluğa geçiş üzerine kurulu Hegelyan sistemi (bu “büyük anlatı”yı) net bir şekilde
reddediyoruz. Emperyalizmin yeni bir aşamasından (en çıplak şekliyle Yılmaz Sezer’in ‘tekelci
emperyalizm’[5] tanımında karşılığını bulur), yani yeni bir dönemden, dolayısıyla yeni döneme uygun
politika anlayışından bahsediyoruz.
Bir postmodernist için Teori ve Politika’nın benimsediği Marksizm anlayışı moderndir.
Marksizmin özcü olmadığını, ekonominin son kertede değil her kertede belirlediğini savunarak
(düzeyler arası hiyerarşinin reddini reddederek) dile getiriyoruz. Yani altyapı-üstyapı dikotomisini
koruyor, altyapının üstyapıyı belirlediğini ifade ediyoruz. Tarih bilimi dahilinde düşünüyor (yani bir
büyük “bilimsel anlatı”yı benimsiyor), tarihin zorunlu olarak bir yerden gelip bir başka yere doğru
gittiğini öne sürüyoruz. Özetle, özcü, dolayısıyla erekselci olmayan, ama sonuna kadar determinist bir
anlayışı benimsiyoruz. Nesnel bilginin olanaklılığını, “bilimsel olmayan bir bilgi bilgi değildir” (G.
Canguilhem) diyerek savunuyoruz. Bilimsel düzeyde tarihin motorunun üretici güçler olduğunu
belirtiyor, sınıfların varolduğu toplumsal düzeyde sınıfsal olmayan, sınıf üstü tek bir şeyin bile
bulunamayacağını dile getiriyor, ‘her şey sınıfsaldır’ diyoruz (Teoride sınıf-dışı unsurlara postmodern
ilginin karşısında yer alıyoruz). Yola çıkarken yayınladığımız ‘Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir
Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı’nın[6] ismi bile Fransız ekolünün hakim olduğu postmodern ekibin
yargıçlarının bizi mahkum edip giyotine göndermeleri için yeterlidir.
Teori ve Politika’nın benimsediği Marksizm anlayışı ne modern ne de postmoderndir.
Savunduğumuz Marksizm, modernist bir Marksistin postmodern, hatta post-Marksist diye
eleştireceği, postmodern düşünceye yakın olanların nezdinde ise ortodoks, ‘büyük anlatıcı’,
determinist, dolayısıyla indirgemeci olarak kaydedilecek bir Marksizmdir. Hatta, modernist Marksistlere,
bizi postmodernistlerden uzaklaştıran temel önermelerimiz huzur değil rahatsızlık verecektir.
Ekonominin son kertede değil her kertede belirlediği saptamamız, determinizm anlayışımız onlara
fazlasıyla diyalektik dışı gelecek, dahası sınıf dışı bazı çelişkilerin olabileceğini dile getirdikleri için
sınıfa teorik düzeydeki yaklaşımımızı da ‘aşırı’ bulacaklardır. Böylece büyük bir nefretle baktıkları
postmodern eleştiriyle ‘bir nebze de olsa’ ortaklaşacaklardır.
Marksizmin Descartes’e kadar uzanan modernizmle çağdaş olması zorunlu olarak modern bir
teori olmasını gerektirmez. Marksizm bir tür modern teori değildir ve bunun, modern bir teori olduğu için
onu eleştirerek mahkum eden postmodernistlerle, modern değerlere sarılarak onu modern bir teori
olarak savunan modernistlere karşı ısrarla dile getirilmesi gerekmektedir.

Marksizmin ne modernist ne de postmodernist olduğunu söylemek akmaz kokmaz bir varlık olarak
ikisine de bulaşmadan yaşayıp gittiği anlamına da gelmez. Bir çatışma varsa içinde olacağız, seyredip
ahkam kesmek bizden uzak olsun! Marksizm yaşamaktadır ve kendisini 'durum'lara (‘modern durum’
varsa ona, ‘postmodern durum’ varsa ona) uygun hale getirmektedir. Marksizm bu açıdan elbette hem
modernizm hem de postmodernizmdir.

Ryan, Marksizmi iyi kavramıştır: “Tarihsel bir teori ve pratik tarzı olarak Marksizm başlangıcından
itibaren tereddüt içindedir, yani, tarihin karşısına çıkardığı şeylere göre genişlemeye açıktır.”[7]
***
Best-Kellner, modernliği takip eden yeni bir çağı betimlemek için 'postmodernlik' terimini öneriyor.
Modernizm ile postmodernizm arasındaki epistemolojik tartışmaları içeren boyutu ise ‘modern teori’ ile
‘postmodern teori’ terimleriyle karşılıyor. Benzer bir şekilde ‘modern politika’ ile ‘postmodern politika’
tanımları dahilinde politik farklılıkları tanımlıyor.[8] Best-Kellner’in tasnifi uygundur ve kullanılacaktır.

Postmodernizmi, Lyotard, Baudrillard, Jameson, Laclau ile Mouffe ve Habermas üzerinden genel
hatlarıyla, postmodernlik ve postmodern teori ile modern teorinin karşılaştırılması temelinde ele
alacağız. Özellikle yeni bir çağ olarak postmodernlik üzerine odaklanacağız.

Bunun yanı sıra postmodernizmin doğuşunun politik gerekçelerini ortaya çıkardığı öne sürülen
1960'lara genel hatlarıyla değineceğiz.[9]
Yeni bir evre olarak postmodernlik tespitine Baudrillard ile Lyotard’ın tanımladığı kopuştan ziyade
özellikle Jameson’ın kapitalizmin yeni aşamasının kültürel mantığı olarak postmodernizm anlayışı
üzerinden eğileceğiz.
Jameson’ın postmodernliği tanımlayışından hareketle 1960'lara ilişkin yaklaşımı bağlamında
kendisinin sınıfçı, Hegelci Marksizm anlayışını sorgulayacağız. Bir anlamda da postmodernistler
tarafından hedef tahtasına konulanın Hegelci bir Marksizm anlayışı olduğuna dikkat çekerek,
postmodern eleştirilerin asıl muhatabının Hegelci Marksistler olduğunu belirtmiş olacağız.
Ayrıca yeni bir çağ olarak postmodernlik tespitinden destek alan postmodern teorideki öz ve sınıf
gibi terimlerin reddinin tarihselci bir nitelik taşıdığına dikkat çekeceğiz. (Bu saptamalar aynı zamanda
“modern bir teori olarak Marksizm”in reddi için de kullanılmaktadır.) Felsefi kategoriler tarihsel
gerekçelerle reddedilmekte ve yenileri kabul edilmektedir.
Son olarak, hem modernistler hem de postmodernistlerin bilgi ile gerçek arasında kurdukları
tarihselci ilişki sorunludur. Dolayısıyla modern ve postmodern teorinin determinizm, felsefi ikilikler,
doğruluk kategorisi vb. üzerinden eleştirel bir okumaya tabi tutulması gerekmektedir. Böylesine devasa
bir işi bu yazı karşılayamamaktadır; sadece yeri geldiğinde konuya vurgu yapılmaktadır.

Postmodernliğe geçişte 1960’lar

Yeni bir çağ olarak postmodernliğe geçişin başlangıcı diye büyük bir oydaşmayla 1960’lı yıllar
gösterilmektedir. Jameson o dönemin yarattığı etkiyi şu sözlerle ifade etmektedir: “1960’lar bir şekilde
daha ileri bir modernite demenin gereksiz görüldüğü her türden önemli değişiklikler getirdi.”[10] Ancak
denilebilir ki, söz konusu dönemde dünya genelinde yaşanan toplumsal hareketlilik ve ‘her türden
değişiklik’, postmodernlik bağlamında, sadece kıta Avrupa’sındaki, özellikle Fransa’daki ‘yeni toplumsal
hareketler’ ile sınırlı bir algılamanın konusu olmuştur. Modern-postmodern çatışmasında taraflardan biri
olan ya da konuyla ilgilenen hemen herkes, kendi yaklaşımını, söz konusu döneme, olumlu ya da
olumsuz anlamda, ama sınıfsal bağlamda gönderme yaparak inşa etmiştir.
Postmodernistlere sorarsanız 1960’larda ‘yeni toplumsal hareketler’ modern özneyi parçalamış,
böylece modern teori ve politika, özellikle “Marksist sınıf politikası”[11] miyadını doldurmuştur.

Postmodernizmi pek de sıcak karşılamayanlara, mesela Marksizmin sınıf politikasının geçerliliğini


koruduğunu (unutmamak gerekir ki postmodernizmi sıcak karşılayan Marksistler arasında da sınıf
ısrarı mevcuttur), modern değerlerin önemini hala sürdürdüğünü, yeni bir çağa girildiği iddialarının
anlamsız olduğunu savunanlara bakarsanız, 1960’ların en azından postmodernizm denilen ‘illetin’
sahneye çıktığı yıllar olarak görüldüğü, dolayısıyla önemsendiği ortaya çıkmaktadır.

Birçoğu postmodernizmi 1960’larda yaşanan politik yenilginin ürünü bir ideoloji olarak ifade
etmektedir. Mesela Alex Callinicos, postmodern söylemin Batılı işçi hareketinin geri çekilmesi ve ‘aşırı
tüketimci’ dinamiklerin karakterize ettiği bir dönemin ürünü olduğunu iddia eder. Perry Anderson da
genelde Batı solu ve özelde postyapısalcılık için bu tür gerekçeler öne sürer.[12] Eagleton’a göre ise
“Postmodernizm, kaynağı ne olursa olsun (...) bir politik fiyaskonun ürünüdür."[13]
Postmodern çağa geçişin miladı olarak görülen 1960’ları ve sonrasını Marksizmdeki
gelişmelerden ayrı ele almak mümkün görünmemektedir. Eğer yaşanmışsa, geçişin, Marksizmin
merkezde olduğu bir süreç dahilinde gerçekleştiği iddia edilebilir.
1960’lardan itibaren aydınların Marksizmden uzaklaşmasına tanık olunduğu açıktır.[14]Best-
Kellner, Fransa temelinde Marksizmden yüz çevirmeyi, Komünist Parti’nin dogmatik tavrı ve “Mayıs
1968’de rol oynayan politik güçlerin karmaşıklığı”na bağlar. Artık Marksizm aydınlara toplumsal
gerçeğin analizinde gereğinden fazla katı görülmektedir.[15] Ortaya çıkan ‘yeni sol’ “kendini, (özellikle
geleneksel komünist partilerin ve ‘ortodoks’ Marksizmin temsil ettiği) eski sol politika ile tekelci
sermayenin ve bürokratikleşmiş kurumların (devlet, üniversiteler, sendikalar vb.) çifte cenderesinden
kurtarma mücadelesiyle...”[16] ifade etmektedir.
Söz konusu dönemde Marksizmin yaşadığı başarısızlıklardan destek alarak 1970’li yılların
başında cepheden saldırıya geçen ‘yeni felsefeciler’ (Andre Glucksmann, Bernard Henri-Levy) ortaya
çıktığı gibi, Marksizmin sınıf politikasının açıklayamadığını düşündükleri şeyleri açıklama yönünde
–‘yeni felsefeciler’ gibi küfürbaz değil– olumlu bir çaba içine girenler de oldu. Yani, “1968’de rol
oynayan politik güçlerin karmaşıklığı”na bir anlam vermek isteyenler... Ama öyle görünüyor ki kimsenin
dönemin politik güçlerinin karmaşıklığından şüphesi yoktu. Aynı kişiler muhtemelen 1960’lardan
önceye denk düşen dönemlerdeki politik güçlerin sarih olduğundan da şüphe duymuyordu.
1960’lardan günümüze ‘kültür’ köprüsü
Eagleton, 1960’lardan günümüze uzanan dönemi Marksizmle ilişkisi bağlamında anlamlı bir şekilde
tasnif etmektedir. “1960’lar ve 70’lerde ortaya çıkmış olan kültür kuramı büyük oranda klasik
Marksizmin bir eleştirisi olarak görülebilir. Aslında geneline bakıldığında, bu düşmanca değil, yoldaşça
bir tepkiydi;”[17] “Bu hareket Marksizmi tam olarak terk etmeden, onun etrafından dolanan bir yol
bulma girişimi olarak başlamıştı ama Marksizmin tam olarak terk edilmesiyle sonuçlandı.”[18] Politik
güçlerin karmaşıklığına bir çözüm bulma, işleri yoluna koyma girişiminin sonu böyle oldu.
Eagleton, postmodernizmin doğuşuna kadar Marksizmin –bu şekilde de olsa– merkezi
konumunu korumaya devam ettiğine dikkat çeker, ardından postmodernizmin 1980'li ve 1990’lı
yıllardaki hakimiyetiyle birlikte çarpıcı bir biçimde Marksizmin birden konu dışı kalışının ortaya çıktığını
kaydeder.[19] Marksizmin bu saf dışı kalma biçiminin Marksizm dışındaki nesnel koşullardan
kaynaklandığını, sistemin yaşadığı bir reform nedeniyle Marksizmin dışarıda kalmadığını, aksine saf
dışı kalışın, sistemin yenilmesi çok zormuş gibi görünmesiyle bağlantılı olduğunu belirtir.[20] Bunun
yanı sıra Sovyetler Birliği’nin ve ardından bir dizi sosyalizm deneyiminin çöküşüyle birlikte Marksizmin
somut olarak yerküreden silinmesi olgusuna da dikkat çeker.[21]
Kısaca, Eagleton’ın anlattığı, Marksizmin krizinden başka bir şey değildir. “Marksizmin hala canlı
bir politik gerçeklik olduğu tafralarına sarınmak ya da sosyalist değişim ihtimalinin hiç değilse şu an için
aşırı uzak göründüğünü yadsımak, düşünsel bir sahtekarlık olsa olsa.”[22]
Eagleton ihmal edilemez bir gerçeğe dikkat çekmekte, solun bir zamanlar hor gördüğü konu
başlıklarını (sanat, cinsiyet, iktidar, dil, aile, beden, ekosistem, etnisite, hegemonya vb.) kültür
kuramının hatırlattığını teslim etmektedir: “Bu, neresinden baksanız, insan varoluşunun önemli bir
dilimidir. Bu kadar çok şeyi gözden kaçırmak için, ciddi derecede miyop olmak lazımdır.”[23]
Ancak aynı Eagleton’a göre, Marksizmin esnetilebileceğini düşünen kültür kuramcıları, Marksizmi
reddeden postmodern düşünürlere yolu açmıştır, dolayısıyla suçludurlar.[24]Öylece durmalıydılar!
Eagleton’ın ihtiyatlılıyla hareket eden bir kişinin hayatını sığ sulara mahkum edeceği ne kadar da
açıktır!

Postmodernlik: Bir kopuş, bir evre ya da sadece ideoloji

“Eğer bu modernlik sonuna gelmişse ve eğer emperyalist tahakküm ve sayısız savaşın ilk akla gelen
nedeni olan modern ulus-devlet dünya sahnesinden siliniyorsa, ne diyelim, uğurlar olsun! Yeter ki
kendimizi o modernliğin güzel günlerine ilişkin anlamsız bir nostaljiye kaptırmayalım.”[25]
Best-Kellner, yeni bir postmodern çağda yaşayıp yaşamadığımız sorusuna verilen üç yanıt
bulunduğunu belirtir. Birincisi, tamamıyla yeni bir çağda yaşandığı, modernlikten kopulduğu iddiasıdır
(Baudrillard); ikincisi, modernlikten bir kopuş yaşandığının yadsınması ve günümüzle modernlik
arasındaki sürekliliklere vurgu yapılmasıdır, dolayısıyla bir kopuş ve yeni dönem tespiti reddedilmekte
ve postmodernizm bir ideolojiye indirgenmektedir (Habermas); üçüncüsü, bir süreklilik ve kesinti
diyalektiği savunusudur, yani kopuşlarla birlikte modernlikten gelen süreklilikler de vurgulanmaktadır
(Jameson, Harvey, Laclau ve Mouffe).[26] Best-Kellner’in tasnifi en genel hatlarıyla postmodernlik
tartışmasındaki temel kamplaşmaları göstermektedir.
İster postmodernist ister modernist olun yeni bir dönemin geldiğini ya da aksini öne sürmek için
kapitalizmin içinde yeni bir aşama veya kapitalizmden öte yeni bir sisteme işaret etmek
durumundasınızdır. Bunu bir bilimsel analizle ya da felsefi aforizmalar şeklinde gerçekleştirebilirsiniz
ama nihayetinde yapmanız gerekmektedir. Elbette modernlikten postmodernliğe geçiş, bilimsel
kapitalizm analizi olmaksızın felsefi olmanın ötesinde bir anlam içeremeyecektir. Ancak sonuçta yeni
bir döneme geçildiği, kopuş yaşandığı tezleri bir analize girilmeksizin, öylece, tarih felsefesiyle de
ortaya konulabilir. Yani a priori bir önerme olarak var olabilir. Böyle olması halinde, eleştirinin, felsefi
önermeye bilimsel denk gelmeler olup olmamasından azade, öncelikle önermenin felsefiliğine dönük
gerçekleştirilmesi gerekecektir. Bu durum, Baudrillard gibi ‘sert’ postmodernistlerin felsefi kategorilerle
süslenmiş aforizmik iddiaları için fazlasıyla geçerlidir.
Postmodernizme yönelik –bir miktar totoloji kokan– meşhur ‘büyük anlatılara karşı çıkarken bir
tür büyük anlatı oluşturmak durumunda kalıyorsunuz’ eleştirisi postmodern teorisyenlerin postmodern
dönemi tanımlama, kopuşa anlam verme çabalarında da işlevlidir. Nitekim, Lyotard da dahil –ki o,
bundan kaçınmaya özellikle çalışmaktadır– neredeyse bütün postmodern teorisyenler yeni dönemi tarif
ederken kapitalizmin yaşadığı değişimlere –bilimsel veya felsefi bir dille– işaret etmişlerdir. Dolayısıyla
büyük anlatı kurma riskiyle karşı karşıya gelmişlerdir.
Postmodern düşünürlerin ısrarla vurguladığı modernlikten postmodernliğe geçiş, teorik ve politik
düzeylerde bir dizi temel kopuşu da beraberinde getirmektedir. Söz konusu tarihsel dönüşüme paralel
olarak modern teori artık geçerli değildir ve yerini postmodern teoriye bırakmıştır. Modern politikanın
toplumda karşılığı yoktur, o da yerini postmodern politikaya bırakmıştır.
Postmodern toplum teorilerinin 1970'lerin sonundan itibaren sahneye çıkan önde gelen simaları,
bir dönemin kapanıp yenisinin açıldığı tespitine dayanarak, modernitenin büyük umutlarının artık sona
erdiğine, geçmişin totalleştirici teorilerinin ve devrimci siyasetinin devamının olanaksızlığına işaret
etmektedir. Baudrillard'ın ‘postmodern toplum’u, Lyotard’ın ‘postmodern durum’u bu anlama
gelmektedir. Marksizmde ısrar eden Jameson'a göre postmodernizm "geç kapitalizmin kültürel
mantığı"[27] iken, Harvey'e göreyse “modernizmin bağrında özgül bir kriz”[28] olarak ortaya çıkan
postmodern dönem “Fordizmden daha ‘esnek’ bir birikim rejimi adı verilebilecek bir şeye...”[29] denk
düşmektedir. Hardt-Negri’ye göre postmodern, postkolonyal ve köktenci hareketler imparatorluğa
geçişin belirtileridir.[30]
Doğaldır ki, yeni bir evreye geçildiği tespitlerine karşı çıkanlar da bulunmaktadır. Bunların en
önemlisi olan Habermas postmodern kırılmayı reddetmekte ve muhafazakar bir yeni ideolojiden başka
bir şey olmadığını düşündüğü postmodernizme karşı tavır almaktadır.[31]
Hemen hepsi Marksizm kökenli “Postmodernlik teorisyenleri (Baudrillard, Lyotard, Harvey vb.),
bilgisayarlar ve medya gibi teknolojilerin, yeni bilgi biçimlerinin ve toplumsal ekonomik sistemdeki
değişimlerin bir postmodern toplumsal oluşum ürettiğini iddia eder. Baudrillard ve Lyotard bu
gelişmeleri yeni enformasyon, bilgi ve teknoloji biçimleri çerçevesinde yorumlarken, Jameson ve
Harvey gibi neo-Marksist teorisyenler ise postmoderni, sermayenin dünya çapında daha yüksek bir
derecede nüfus sağlaması ve homojenleşmesinin damgasını taşıyan kapitalizmin daha yüksek bir
aşamasının gelişimi çerçevesinde yorumlamaktadır.”[32]
Burada, eski Marksistler olmakla birlikte postmodern teorilerini geliştirirken Marksizmden
neredeyse hiç yararlanmamış olan Baudrillard ile Lyotard’ın yukarıdaki alıntıda aktarılandan öte bir
ayrıntıya girmeyen yeni dönem analizlerinden ziyade (onlardan kısaca bahsederek) Jameson’ın
yaklaşımlarına odaklanacağız. “Baudrillard ve Lyotard gibi Jameson da toplumsal gelişmede temel bir
kırılma olduğunu ve postmodern duruma benzer bir şeyin ortaya çıktığını öne sürmekte, ama bu
durumun bir neo-Marksizan çerçeve içinde teorileştirilebileceğine inanmaktadır.”[33]
***
“Tarihteki yeni bir çağ olarak postmodernlik anlayışının inşa edilmesi doğrultusundaki açık seçik ilk
girişimi Baudrillard” yapmıştır.[34] Bu arada yeni çağda kendilerini bekleyen zorluklar hakkında
Marksistleri uyarmadan da edememiştir: “Kapitalist evrende, Marksist çözümlemenin açıklayamadığı,
radikal bir değişim olmuştur. Bugün ölüp gitmek istemeyen bir Marksist çözümleme, Marx’tan bu yana
beceremediği şu ‘kendi içinde devrim yapma’ sorununu çözmelidir.”[35]
Baudrillard’ın ‘postmodern toplum’u –yıllar ilerledikçe kendini daha da net bir şekilde ortaya
koyacaktır– tarihi reddeden bir tarih felsefesinden mustariptir. Baudrillard’ın, Marksistleri de önlem
almaları konusunda uyarmasına neden olan değişimin radikallik boyutu kapitalizmin ötesine geçmeyi
içinde barındıracak bir düzeydedir. Simge toplumları ile üretimci toplumlar arasında ayrım yapan
Baudrillard, kapitalizmin simge toplumlarından, yani hediye, şenlik, dinsel ritüellerin etrafında
örgütlenen toplumlardan koptuğunu, öyle doğduğunu belirtmekte, kapitalizm öncesi toplumlara
duyduğu bir tür Altın Çağ özlemi de denilebilecek hayranlığı ona yeniden simge toplumlarını yaratacak
(geri getirecek) bir kapitalizmden kopuş tasarlatmaktadır.[36] Lyotard’a göre, Baudrillard’ın simgesel
mübadeleyi imtiyazlı kılışı arkaik toplumun nostaljik idealleştirilmesidir.[37] Yani, Baudrillard
kapitalizmden çıkıp ütopik bir yere ütopik bir gerekçeyle geçmektedir.
Marksizmi terk edişini tescil eden eserinde, kapitalist üretim tarzı hala geçerliyse bu dünyada
Marksist analize de yer olacağını belirten Baudrillard, eğer bütünüyle farklı bir üretim biçimine
geçildiyse durumun değişeceğini söylemekte, hatta üretim diye bir şeyin varlığının bile artık tartışılır
olduğunu, belki de üretimin hiç varolmadığını kaydetmektedir.[38]Baudrillard Marksizmle arasındaki
tüm bağları kopardığına göre, kopuşla birlikte kapitalizmin ötesine geçildiğini düşünmemiz gerekiyor!
Aksi olsaydı, kendisinin söylediklerinden hareketle, kapitalizm yaşadığı için yaşayacak olan Marksizme
kendi hayatında yer vermesini bekleyebilirdik.[39]
Lyotard açısından ise –her ne kadar postmodernizmi modernizmin “kendi içine kıvrılması” olarak
tanımlıyor, dolayısıyla ona yeni bir sayfa açmaktan çekiniyor olsa da– postmodernin doğuşu sanayi
sonrası toplumun ortaya çıkmasıyla ilişkilidir.[40] “Lyotard, iddialarını sağlam biçimde yeni iletişim
teknolojileri bağlamına yerleştirir ve Bell ve Touraine’in bilgi temelli bir ‘post-endüstriyel’ topluma geçişe
ilişkin tezlerinden hareketle, postmodern düşünceyi, ileri kapitalist ülkelerdeki iletişim dillerinde
gerçekleştiğini düşündüğü çarpıcı bir toplumsal ve politik geçişin tam merkezine koyar. Bu bilginin
üretimi, yayılması ve kullanımını sağlayan yeni teknolojilere, ‘temel bir üretim gücü’ niteliğiyle yakından
bakar. Ama sorun bugün bilginin çok çeşitli biçimlerde kodlaştırılmasının mümkün olmasıdır; bu
biçimlerin bazılarına daha kolay erişilebilir, bazılarına daha zor. Dolayısıyla, Lyotard’ın yapıtında,
modernizmin değişmesinin ardında, iletişimin teknik ve toplumsal koşullarının değişmesinin yattığı
yolunda epeyce açık bir görüş mevcuttur.”[41] Bu açık görüşlerine rağmen yine de Lyotard’ın
postmodern döneme geçiş hakkında mümkün olduğunca az konuşmayı tercih ettiği söylenebilir. O,
‘kopuş’u a priori bir veri olarak alıp ‘postmodern durum’ dediği şeye odaklanmakta, salvo atışlarını
postmodern teori (ama felsefe olarak teori) alanından gerçekleştirmektedir.

Jameson’da postmodernlik

Kapitalizmin yeni bir aşamasına girildiği tespiti tarih bilimsel ve politik bir argüman olarak yaygın şekilde
tartışılmakta, dile getirilmektedir. Emperyalizmin artık küresel iktidar yapılarını anlamakta yeterli
olmadığını söyleyen Hardt-Negri’nin ‘imparatorluk’unda, Jameson’ın Mandel’den benimseyerek aldığı
‘geç kapitalizm’inde, Harvey’in işaret ettiği fordizmden esnek üretim tarzına geçiş çağında, daha farklı
bir alandan olsa da Laclau ile Mouffe’un ‘radikal demokrasi’sinde postmodernizme bu temelde anlam
verilmektedir.[42] Elbette, postmodernizmle ilişkilenme, kapitalizmin yeni aşamasını tanımlama
anlamında aralarında derin farklılıklar bulunmaktadır. En temel fark, Laclau ile Mouffe, kendilerini
açıkça post-Marksist olarak ifade ederken Jameson, Harvey ve Hardt-Negri’nin böyle bir yaklaşımının
bulunmamasıdır. Fakat, nihayetinde hepsi yeni bir çağ olarak postmodernliği tanımaları bağlamında
postmodern düşünürler olarak tanımlanabilir. O deryanın içinde yüzmektedirler.
Elbette söz konusu olan postmodernizmse Jameson’a ayrı bir anlam vermek gerekir.
Anderson’ın dikkat çektiği gibi “Postmodernizmi, klasik Marksist terimler çerçevesinde, kapitalizmin
yeni bir aşaması olarak tanımlayan tek kişi oydu."[43] Her ne kadar ‘klasik Marksist’ terimler Hegelci
olsa da...
Marksizmle yakın temas içinde ya da Marksist olan teorisyenler arasında kapitalizmin yeni bir
aşamasını, dolayısıyla postmodernliği açıkça reddedenler de bulunmaktadır.[44]Mesela Ellen M. Wood
şunları söylemektedir: “1970’lerden beri yeni bir şeyler olduğunu görüyorsak, bu kapitalizmde önemli
bir sıçrama olduğu değil, aksine kapitalizmin kendisinin olgunluğa ulaşmasıdır.”[45] “Böylelikle, bu
kapitalizmin sadece bir safhası değil, tam da kapitalizm oluyor. (...) Eğer hikaye buysa, postmodernite
fikrine gerçekten ihtiyacımız yok. Uğraşmamız gereken tek konsept, bu yeni realite,
kapitalizmdir.”[46] İlginçtir, Jameson ile cepheden karşı konumlarda yer aldığı izlenimi veren Wood’un
mantığıyla Jameson’ınki bazı temel noktalarda (sınıfsal çatışmanın sadeleşmesi anlayışına dayanan
sınıfçılık, kapitalizmin kendini gerçekleştirmesi, daha tam hale gelmesi, Hegelcilik vb.) buluşmaktadır.
İki yaklaşım da, ileride değineceğimiz üzere, bir tür sadeleşme, ‘sınıfın kendini asıl göstereceği çağın
gelişi’ anlamını içsel olarak barındırmaktadır.
Jameson 1971’de postendüstriyel döneme denk düşecek bir postendüstriyel Marksizm için çağrı
yapıyordu. 1975 yılının sonunda modernliğin sonu tezini benimsedi. Postmodern düşünürlerin “çağdaş
toplumun kültürel ve toplumsal örgütlenmesinde temel bir kopuşun cereyan ettiği ve bizlerin şimdi bir
postmodern durumun ortasında bulunduğumuz” saptamasına katılıyordu.[47] Bir bütün olarak
kapitalizmi kültürel mantıkları temelinde üç aşamaya bölmüştü; “...gerçekçilik, modernizm ve
postmodernizm, sırasıyla piyasa kapitalizmi, tekelci kapitalizm ve çokuluslu kapitalizmin kültürel
düzeyleridir.”[48] Yakın dönemde kaleme aldığı Biricik Modernite’de görüldüğü üzere postmodernizm
bir anlamda ‘mükemmel’ kapitalizmin ürünü ‘mükemmel’ modernizmdir. Modernleşmemiş olanlarla
modernin çatışmasından gelen modernist itkinin son bulmasıdır. Belki de Jameson bunun için son
birkaç yılda modernizmin yeniden sahneye döndüğü saptaması yapmaktadır.[49]
Jameson’ın postmodernlik teorisi, Ernest Mandel’in, olduğu gibi kabul ettiği Geç
Kapitalizm  teorisine dayanır. Postmodernizm geç kapitalizmin kültürel mantığıdır. “Modenizme amacını
ve itici gücünü veren şey, hala modernleşmemiş olanın, sanayi öncesi dönemin bıraktığı mirasın
varlığını sürdürmesiyken, postmodernizm o mesafenin kapandığının, dünyada sermayenin
doldurmadığı tek bir boşluk kalmadığının göstergesidir.”[50] Jameson’ın modernizmin varlığının koşulu
olarak tanımladığı, modernler ile modernleşmemişler arasındaki çatışmanın başlıca modernleşmemiş
aktörleri –ki artık sahneden çekilmişlerdir– tarım ve kültürdür. Dolayısıyla “...postmodernite, eğilimsel
olarak, iki başarıda –tarımın sanayileşmesi, yani bütün geleneksel köylülüğün yıkımı ile Bilinçdışının
sömürgeleştirilmesi ve ticarileştirilmesi ya da başka bir deyişle kitle kültürü ve kültür endüstrisi–
özetlenebilecek daha tam bir modernizasyonda elde edilen şeydir.”[51]
Bu yaklaşım açıkça, Luxemburg’un kapitalizm dışı üretim biçimleri sayesinde var olan kapitalizm
tanımlamasının bir versiyonudur. Luxemburg kapitalist olmayan coğrafyaların bitmesiyle birlikte
kapitalizmin sonunun geleceğini belirtiyordu. Kapitalizmin merkezleri kapitalizm dışı üretim ilişkileriyle
beslenmektedir, böylece merkez ülkeler krizlerini ihraç edebilmektedir. Ancak süreç zorunlu olarak
dışarısı olanın içselleştirilmesini getirir. Dolayısıyla kapitalizmin krizlerini ihraç ettiği kapitalist olmayan
yerler hızla azalır. Luxemburg’a göre, böyle alanlar kalmadığında da kapitalizm zorunlu olarak
katastrofik çöküş yaşayacaktır.
Jameson bir anlamda, söz konusu duruma, kapitalizm dışı olan köylülüğün tamamen bitmesi,
kapitalizm dışı olan kültürün tamamen kapitalistleşmesi, sermayenin her yeri doldurması şeklinde
ulaşıldığını belirtmektedir. Sadece ortada katastrofik çöküş değil de geç kapitalizm ve onun kültürel
mantığı postmodernizm vardır. Yani söz konusu olan, modernizmin bir anlamda karşısındakini
kapitalistleştirerek varolduğu dönemlerin son bulmasıdır. Artık katastrofik çöküş sonrasında, ya da
kimbilir Kautsky’nin işaret ettiği anlamda ultra-emperyalizm çağında yaşanmaktadır. Hatta Bukharin ile
Lenin’in emperyalizmin ekonomik açıdan dünya tröstüne doğru yol aldığını söylerken tasarladıkları
yerdeyizdir. Belki de Hardt-Negri’nin açıkça kaydettiği gibi, emperyalizmin gelişimine paralel olarak
gelişen sosyalist alternatif temelli bir dünya devrimi gerçekleşememiştir, dolayısıyla Luxemburg'un
belirttiği katastrofik çöküş değil ama imparatorluk hayat bulmuştur. Emperyalizm kendini aşarak,
Luxemburg’un çöküş beklediği sınırların ötesine geçmeyi başarmıştır. Emperyalizm aşılmasaydı
kapitalizmin sonu gelecekti ama aşılmıştır ve dünya piyasası tam anlamıyla gerçekleşmiştir.
[52]  Böylece toplumda varolan birbirine dışsal modern ikilikler ortadan kalkmış, her şey içselleşmiştir.
Çatışılacak, dışarıda duran bir modernleşmemiş, kapitalizm dışı (belki sınıf dışı) unsur kalmamıştır.
Dolayısıyla modernin ötesine geçilmiştir. Zaten postmodernin en önemli belirtilerinden biri ikiliklerin
geçersizleşmesi değil midir?

Jameson’daki tarihselci sınıfçılık

Jameson’ın geç kapitalizm saptamasıyla kendini ortaya koyan postmodern dönem tanımı sınıfçı bir
içeriğe sahiptir. Özellikle 1960’lara ilişkin yazılarında klasik ‘Marksist sınıf siyaseti’ne (yani Hegelci,
özcü sınıf anlayışı) ne kadar da bağlı olduğu gün yüzüne çıkmaktadır.[53] Jameson 1960’ların yeni
öznelerini kapitalizmin gelişiminin bir ürünü olarak görür ve bu gelişmenin Marksizmi gerçekten de zor
durumda bıraktığını düşünür. Ancak Jameson yine de umudunu kaybetmemiştir: Marksizme kapitalist
gelişimin yaşattığı bu sorun ileride yine kapitalist gelişim aracılığıyla halledilecektir; nitekim öyle
olmuştur.
Jameson’a göre 1960’larda yaşanan parçalılık 1980’lerde yerini evrensel proleterleşmeye
bırakacaktır.[54] Çünkü küresel kapitalizm, sermayenin her yeri kaplamasıyla birlikte dünyanın en ücra
köşelerine kadar uzanan bir tür proleterleşmeyi, saf sınıf mücadelesini gündeme getirmiştir. Bu
proleterleşme süreci parçalı direnişleri birleştirme potansiyelini taşımaktadır. İşçici Marksizmin günü
asıl şimdi gelmiştir!
Yaşanan proleterleşme süreci “...Marksizmin krizine ve yaygın olarak işaret edilen bir nokta olan
Marksist sınıf analizi biçimlerinin 60’ların bizi yüz yüze getirdiği yeni toplumsal gerçekliklere
uygulanamazlığına çözümdür: ‘Geleneksel’ Marksizm eğer tarihin yeni öznelerinin çoğaldıkları bu
dönem boyunca ‘yalan’ idiyse, sömürünün kasvetli gerçeklikleri, artık değerin çekilmesi, proleterleşme
ve buna sınıf mücadelesi biçiminde direnme vb. hepsi birarada kendilerini (şu sıralar gerçekleşiyormuş
izlenimi verdikleri gibi) yavaş yavaş yeni ve genişlemiş bir dünya ölçeğinde ortaya koymaya
başladıkları vakit zorunlu olarak yeniden hakikate dönüşmelidir.”[55]
Jameson açık bir sınıfçı sorunsal dahilinde düşünmektedir. Dolayısıyla 1960’lardaki gibi
‘yerinden çıkmalar’, işçi sınıfının gözlerden kaybolması, alternatif ‘özne’lerin ortaya çıkışı Jameson’ın
benimsediği ‘Marksist sınıf politikası’nı gerçekten de geçersizleştirmektedir. ‘Marksist sınıf politikası'
konjonktürde işçi sınıfını aradığı için –oysa konjonktürde işçi sınıfı yoktur, işçiler vardır– ve teoriden
aldığı destekle asli olanın sınıf mücadelesi olduğunu iddia ettiği için, işçi sınıfının ortalıkta görünmediği
(aslında işçilerin görünmediği) bir politik dönem Marksist politikanın yanlışlandığı anlamına
gelebilmektedir. Marksist olan politika illa sınıf politikası olunca sonucun böyle olması gayet doğaldır.
Aslında Jameson, Marksizmi konjonktürlerin akışına bırakmaktadır. ‘Marksist sınıf politikası’ bir
dönem ‘yanlış’ken bir başka dönem ‘doğru’ olmakta, Marksizm, sınıf teorisine gerçekler uymadığında
krize girip uyduğunda da krizden çıkıvermektedir.
Bu yaklaşım kuşkusuz konjonktürde sınıfı arama ve konjonktürdeki sınıfa teoriden destek sunma
anlamında sınıfçılıkla, bir şekilde saf kapitalizme ulaşılmasıyla özün (yani proleterleşmenin) tecelli
etmesi bağlamında Hegelci bir özcülükle,[56] teorinin tarihsel olaylara bağlı olarak geçerliliğinin
onaylanıp onaylanmayabileceğini kabulü temelinde de tarihselcilikle maluldür.[57]
1960’lı yıllar ve ‘Marksist sınıf politikası’
1960’lı yıllardaki ‘yeni toplumsal hareketler’, işçi sınıfının hükmünü sona erdirdiği için selamlandı.
“Mayıs 1968’in heterojen başkaldırılarından derinden etkilenmiş olan Baudrillard ve dönemin öbür
Fransız düşünürleri, Marksist işçi sınıfı politikasından kesin olarak koptular ve devrimci politika için
alternatif perspektifler aradılar.”[58] Bir başka deyişle Marksizmin modern geleneğe ait bir üniter öznesi
bulunduğunu tereddütsüz bir şekilde varsaydılar ve o özneyle birlikte Marksizmi de reddettiler.[59]
Halbuki, işçi sınıfının hükmünü çok önceleri Bolşevik devrimi (Dünyanın bütün işçileri ve ezilen
halklar birleşin, işçi-köylü diktatörlüğü), daha sonra aktif politik bir güç olarak köylülere dayanan Çin
Devrimi bitirmişti. Aslında başarılı ve başarısız her devrim işçi sınıfının hükmünü bitirmişti, çünkü
tarihte hiç işçi sınıfı devrimi gerçekleşmemişti. Olsun, bir kez daha, bu sefer kıta Avrupa’sında işçi
sınıfının hesabı görüldü. Ve Marksistler revizyon işlemine girişti; –sınıfın merkezi konumunu
sürdürdüğünü kaydederek de olsa– sınıf dışı yeni dinamikler olduğunu kabul ettiler. Bu tavizlerine
rağmen postmodernistlerin özcülük eleştirileri haklı olarak devam etti.
Postmodern dönemde ırk, toplumsal cinsiyet, çevre, cinsel yönelim vb. gibi yeni muhalif
kimliklerin ortaya çıktığı –postmodern olanından en modernine kadar– ortak bir kabul haline geldi. Bu
gelişmenin beraberinde getirdiği 'Marksist sınıf politikası'nın yanlışlanmasının ağır sonuçlarından
kurtulma adına, Jameson’ın benimsediği türden Marksizmin savunulabilir olması için işçi sınıfı
dışındaki toplumsal hareketler sınıf dışı unsurlar olarak teoride işin içine katılarak işçi sınıfının
egemenliğinden kısmi de olsa feragat edildi.
Marksizmin sınıf politikası Eagleton’ın şu sözlerinde tam da bahsettiğimiz türden bir işleme tabi
tutulmaktadır: “Toplumsal dönüşümün tek bir faili (işçi sınıfı) olduğunu tahayyül etmek bazı
Neanderthal Marksistlerin bir hatası ise, bu failin bugün ‘yeni toplumsal hareketler’ tarafından geçersiz
kılındığını tahayyül etmek de son model postmodernistlerin hatasıdır.”[60] Kısaca, Eagleton biz sınıf
dışı unsurları kabul edelim siz de sınıfı, demektedir. Postmodern dönemde ırk, toplumsal cinsiyet,
çevre, cinsel yönelim vb. gibi yeni muhalif kimlik alanlarının ortaya çıktığı kabulü Anderson’da da
benzer bir anlama gelecek şekilde vardır.[61] Postmodernizmi geniş bir analizin konusu yapan ve
nihayetinde çözüm olarak Adornocu bir tarihselciliğe meyleden Best-Kellner da, postmodern politikayı
eleştirerek politik bir alternatif önerirken, Jameson’ın sınıfçılığındaki tarihselcilikle buluşan tipik bir anti-
kapitalist yaklaşım örneği sergilemektedirler. Onlara göre, sınıf dışında diğer ezilenlerin de kapitalizm
tarafından eziliyor olmaları ezilmiş grupların birleşmesini sağlayacaktır. Yani Jameson’ın proleterleşme
süreci anlayışına katılmaktadırlar. Aynı zamanda sınıfı imtiyazlı kılmadıklarını, diğer ezilme biçimlerinin
sınıfsal olmayan yanları olduğunu kabul ederek dile getirirler. Böylece sınıfçı olmamak adına teoride
sınıf analizini reddetme yönündeki bilindik tavrı da sergilemiş olurlar.[62]
‘Marksist revizyon’ çabaları sonucunda Marksizmin önemli teorik unsurlarından biri terk edilmiş,
sınıf dışı unsurların varlığı kabul edilmiştir. Üstelik postmodern (aynı zamanda post-Marksist) cephede
yerini alıp sınıfı terk edenlere de yaranılamamıştır. Mouffe’a göre , tarihselci, özcü bir tarzda
gerçekleştirilen bu ‘revizyonlar’ yetmez, çünkü sorun Marksizm içinde kalınarak çözülebilecek bir şey
değildir. O, Marksizme bakınca umutsuz bir vaka görmektedir. Ortaya çıkan yeni toplumsal hareketler
sınıf indirgemeciliğine meydan okumaktadır ve Marksizmin gelecekte bunları telafi edebilmesi mümkün
değildir.[63]
İşçi sınıfının konjonktürde ayrıcalığı olmadığı saptaması 1960'lı yıllardaki hareketlerin ardından,
postmodern döneme geçildiğinde ortaya çıkan yeni bir şey değil, konjonktürün gereğidir. Marx
zamanında da bugün de geçerlidir. Bir anlamda sorun 1960’lı yılların ‘Marksist’ hareketlerindedir,
çünkü onlar, eyleyenler işçi sınıfından olmadığı için eylemleri reddederek kendi ‘Marksist sınıf
siyasetleri’nin ölüm ilanını imzalamışlardır, yoksa Marksizmin sınıf anlayışının değil! Sorun dönemin
Marksizmini, Marksizmin bir biçimini (Hegelci) dikkate alarak Marksizmi reddeden postmodern
teorisyenlerdedir. Üstelik bu reddedişleri ‘Marksist sınıf politikası’nın modern dönemlerde işlevli,
postmodern dönemde geçersiz olduğu üzerine kuruludur, dolayısıyla tarihselcidir. Bilimle politika
arasındaki epistemolojik engel dönemlerin, çağların ötesindedir ve dönemlere, çağlara göre
değişemez. Marksizmi modernle postmodernin ötesinde yapan da budur.
Marksizmin bilimsel ayağı söz konusu olduğunda, tarihin motoru üretici güçlerdir ve tarihte
sınıfsal olmayan tek bir şey bile yoktur. Bu bağlamda, sınıf dışı bazı unsurların da varolduğunu kabul
ederek Marksizmi esnettiğini düşünen Marksist teorisyenlerin yaptığının Marksist bilimsel teoriden taviz
vermek olduğu açıktır. Dolayısıyla Laclau ve Mouffe, böyle bir taviz verenleri ya da ‘tavizsiz’ sınıfçılığını
gelecek günlerin saf kapitalizmine erteleyen Jameson’ı özcülükle eleştirirken elbette haklıdır.
Laclau ve Mouffe elbette haksızdır, çünkü bize sınıfsal olmayan tek bir şey gösteremezler!
Determinist Marksist teorik yaklaşım özcülüğün ve öznelciliğin en amansız düşmanıdır. Bu bağlamda
sınıf indirgemeciliği reddiyle çoközneliliklere yelken açan Laclau ile Mouffe’un da hesabını görebilecek
yetkinliktedir. Laclau ile Mouffe’un ‘yeni toplumsal hareketler’in Marksist sınıf indirgemeciliğine meydan
okuduğu yönündeki teorik iddiası gerçek dünyadan hareketle teoriye müdahale girişiminden başka bir
şey değildir.

Büyük anlatı olarak Marksizm

Başta Lyotard ve Baudrillard olmak üzere postmodern teorisyenlerin neredeyse hepsinin büyük
anlatıları (üst anlatı, meta anlatı vb.) reddinin başlıca muhatapları arasında Marksizm vardır, hatta
Marksizm bu reddin en önemli muhatabıdır. “Lyotard, büyük anlatılar dediği şeyi reddettiği zaman,
terimi ilk olarak Marksizmi kastetmek için kullanmıştı.”[64]
Ancak reddedilen Marksizm belirli bir şekilde anlaşılmış, Hegelci bir Marksizmdir. “Lyotard’ın
başlıca hedefi Hegelci-Marksist bütünlük kavramıdır.”[65] Genellikle Marksizm zorunluluk alanından
özgürlük alanına doğru geçmek için verilen savaş anlayışı üzerine kurulu bir büyük anlatı olarak
algılanır. Yani, postmodern teorisyenlerin reddettiği Marksizm modern ikiliklerden birinin (özgürlük-
zorunluluk diyalektiği) sürdürücüsü olan Marksizmdir. Çünkü postmodernizm modernizmle girdiği
çatışmada bir bütün olarak ikiciliğe, ikilikler üzerinden hareket eden modern teorilere saldırmaktadır.
Postmodernizmi “meta-anlatılara inanmazlık” olarak tanımlayan Lyotard moderni şöyle anlatır:
“Modern terimini, kendini tinin diyalektiği, anlamın yorumbilgisi, rasyonal öznenin ya da çalışan öznenin
özgürleşimi ya da zenginliğin yaratımı türünden herhangi bir büyük anlatıya açık bir müracatta
bulunarak... bir meta-söyleme gönderme yaparak meşrulaştıran herhangi bir bilimi betimlemek için
kullanacağım.”[66]
‘Çalışan öznenin özgürleşimi’, açıkça işçi sınıfı aracılığıyla Marksizmi işaret eder. Kısaca
Lyotard’ın hedefi hem Hegel hem Hegelci Marksizmdir. Ona sorarsanız ikisinin de artık hükmü yoktur,
dolayısıyla tüm büyük anlatılar hükümsüzdür: “Bundan böyle büyük anlatılara başvuramayız –
postmodern bilimsel söylemin geçerli kılınması için ne Tin’in diyalektiğine ne de insanlığın
özgürleşimine başvurabiliriz.”[67]
Büyük anlatılara başvurma hakkımızın artık bulunmadığını düşünen Lyotard, benimsediği bir
anlatının büyük anlatı olmadığını, aksine postmodern olduğunu iddia ettiğinde kanıt olarak onun
özgürleşme yönünde herhangi bir ereksellik taşımamasını göstermiştir.[68]Lyotard’ın yaklaşımıyla
hareket edersek, erekselci, özcü olmayan bir Marksizm varsa, ki var, o Marksizmin (öznesiz ve ereksiz
süreç anlayışına sahip olan Marksizm) postmodern olduğu –hem de yeni bir evre olarak postmodernlik
doğmadan önce– ortadadır. Yani bizzat Lyotard’ın yaklaşımı bir tür Marksizmin modernizmin parçası
olmadığını göstermektedir.
“Althusser sorunsalı... birçok yönüyle ‘Tarih öznesiz ve ereksiz bir süreçtir’ önermesinden itibaren
postmoderndi.”[69] Bu iddiayı benimseyen ve biz Marksistlere acı geleceğini ancak gerçek olduğunu
itinayla kaydeden Mehmet Küçük’ü şöyle yanıtlamak gerekiyor; Althusser’de ‘postmodern’ olan şey,
yani aslında Althusser’in modernizm sonrası değil, modernizm ötesi olmasını sağlayan şey, Marx’ın
Althusser’in yetkiyle gösterdiği şekliyle Hegelci olmayan hali, modernizmin ötesine geçen Marksizmdir.
Dolayısıyla Marksizmin, modernizm olarak tarif edilen bir çağla, o çağın içinde yaşayan Marksistler (en
başta kurucu Marksistler Marx ve Engels) aracılığıyla fani bağı, birçok Marksist düşünürün kendisini
modernizmin neferi olarak görmesi ile oluşan bağ dışında, teorik olan bir içsel bağ içermediği açıkça
belirlenmelidir. Marksizm modernizm dahilinde bir akım değildir. Dolayısıyla, Çetinkaya’nın iddia ettiği
bağlamda Marksizm gerçekten de postmoderndir. Üstelik Althusser’den değil Marx-Engels’ten bu yana
öyledir.
Postmodern teorisyenlerin Marksizm eleştirilerine bakıldığında görülen şey her neyse aslında
onların modernizm eleştirilerinde de bulunmaktadır. Hardt-Negri’nin yetkiyle dikkatimizi çektiği gibi,
postmodernizmin modernizm eleştirilerinde bir tür darlık mevcuttur; eleştiriler tek bir modernizmi, o
modernizmin izlerini taşıyan tek bir Marksizmi görmektedir.
Hardt-Negri, modernizme postmodern saldırının aslında modern egemenlik geleneğine bir saldırı
olduğunu, ikilikler üzerinden ilerleyen modernizmi hedef aldığını kaydeder. Söz konusu saldırının
Spinoza’da kendini bulan modernizmi ihmal ettiğine dikkat çeker.[70] Bu ihmal, Marx-Engels ile
başlayan, ardından Althusser’le devam eden Marksizmin ihmalini de beraberinde getirir. ‘Büyük
anlatı’yı reddeden postmodern teorisyenlerin modern ikiciliğe dayanan anlatıların dışındaki anlatıları
ele alma zamanı geldi ve geçiyor.

Postmodern tarihselci yaklaşım

Postmodern teorisyenlerin Hegelci Marksizmi modern ikilikleri reddedişleri bağlamında reddetmeleri,


neredeyse Hegelci bir tarihselci yaklaşımın ürünüdür. Postmodern teorisyenler, üniter özneyi, temsili,
doğruluk kategorisini, bilimsel bilgiyi vb. tarihsel bir kopuş momentinden sonra, yeni çağa girilince
oluşan yeni duruma paralel olarak reddederler. Yani, reddedilenler modern dönemde ‘doğru’ olup artık
‘yanlış’ olan şeylerdir.

Postmodernlikten çok postmodern bilgi teorisi ile ilgili olan Lyotard, bilgi’nin statüsünün değişimini
nasıl anladığını belirtirken bahsettiğimiz tarihselciliğin tipik bir örneğini verir: “Hipotezimize göre
toplumlar postendüstriyel olarak bilinen –ve kültürde postmodern diye adlandırılan– çağa girerken
bilginin statüsü başkalaşır.”[71] Baudrillard’da da tezler kendini ‘önceden öyleydi ama artık değil’
sözleriyle özetlenebilecek aynı tarihsel gerekçeye dayandırır.
Özne önceden üniterdir ama yeni postmodern çağda parçalı hale gelmiştir, temsilin önceden
karşılığı vardır ama artık yoktur. Postmodern dönemde “...bilim de, diğerleri arasında bir dil oyunu
haline gel[miştir]: Artık modern dönemde olduğu gibi diğer bilgi türleri arasında ayrıcalıklı bir yere sahip
olduğunu iddia edemeyecek[tir].”[72] Hatta ekonomi önceden belirlemekteydi ama değişen çağda
belirlememektedir.
Postmodern düşüncenin güçlü savunucularından olan ve postmodern cephede kabul edilen
Jameson’ın Hegelyan Marksist bir sistematikle hareket ettiğini saptayan Ryan, onun sistematiğini
postmodernizm açısından pek hayırlı bulmayıp temsil yaklaşımının örneği olduğu için eleştirirken yeni
bir evreye geçildiği düşüncesinden desteğini alan bir tür tarihselciliği devreye sokar. Böylece
postmodern tarihselciliğin tipik örneklerinden birini sergiler. Eleştirisini Jameson’ın geç kapitalizmden
hareketle benimsediği “yeni çağın kültürel mantığı olarak postmodernizm” tanımına yöneltmektedir ve
vardığı sonuç oldukça bilindik bir ‘ekonomi önceden belirliyordu, ama artık değişen çağda
belirlememektedir’ sözleriyle anlatılabilecek türden postmodern tarihselciliktir.
Ryan şunları söyler: “Marksizm gibi modern ilerici hareketlerin kaynaklandığı epistemolojik
çerçevelerin postmodern reddi, bazı Marksistlerin postmodern harekete olumsuz bir tepki
göstermelerine neden oldu. Örneğin, Jameson, klasik Marksizan bir jestle, postmodernizmin, geç
kapitalizmin kültürel ifadesi olduğunu savunur. Bu yargı kültürün hala ekonomik fenomenleri doğrudan
ifade edeceğini varsayar. Başka bir anlatımla, bu yargı, postmodernizmde eleştirilmekte olan temsil
teorisinin bir örneğidir. Postmodernizmin önerdiği; geç kapitalizmin, ekonomik zorunluluklar
dünyasından ve kültürü önceleyen bir töz tarafından söylem-aşırı belirlenme mantığından kopmuş
kültürel imkanlar yaratma etkisi olduğudur. Sözkonusu öneriye göre, bu imkanlar, önceki kültürel
biçimleri kısıtlayan ve Jameson’ın argümanını şekillendiren ifade mantığını ve maddi üstbelirlenmeyi
altüst eder.”[73]

Görülebileceği gibi, Jameson’ın geç kapitalizminde ekonominin belirleyiciliğinin –Hegelci bir özcülükle
olsa da– korunduğunu saptayan Ryan, postmodernizmle birlikte bir evrenin sona erdiğini ancak
Jameson'ın düşündüğü şekliyle bunun gerçekleşmediğini kaydeder. Aksine Jameson’ın düşündüğü
şekliyle postmodernlik süreklilikten başka bir şey değildir. Ryan’ın benimsediği, kuşkusuz Baudrillard’ın
‘kapitalizmin üretimciliği’ni reddedişinde de içkin olan, postmodern teoriye göre adı modernizm olan
tarihsel bir evre sona ererken ekonominin belirleyenliği de sona ermektedir, maddenin önceliği de.
Yani ekonomi daha önce belirlemekteydi ama artık belirlememektedir. Tarih nihayet belirleme
zincirlerinden kurtulmuştur.

Modernizmin tarihselci, özcü yaklaşımına karşı postmodernizmin geliştirdiği tarihselciliği,


modernizminkiyle birlikte reddetmek gerekmektedir. Tarih dün de, bugün de öznesiz ve ereksiz bir
süreçtir. Ekonomi kapitalizmde de, daha önceki toplumsal formasyonlarda da belirleyendir. Gelecekte
de öyle olacaktır. Ayrıca varlığın maddiliği tarihsel gerekçelerle değişmez: Her şey maddidir ve maddi
formlar arasında belirleme ilişkisi vardır.
Postmodernizmin olasılık ve belirsizliği aradığı açıktır. Ancak olasılık ve belirsizlik
postmodernizmin aradığı yerde, teoride yoktur. Teoride gerçekten de bilardo topuna benzeyen ‘yapı’,
‘sistem’, ‘belirleme’ gibi ortodoks kelimeler vardır.[74] Belirsizliğin yeri ise konjonktürdür ve orada
gerçekten de ekonominin belirlemesine, sınıfın ayrıcalığına vb. yer bulunmamaktadır. Konjonktür
olumsalın mekanıdır.

Genel bir karşılaştırma: Marksizm cephesinden modern ve postmodern

Marksizm, yaygın bir şekilde modernizmin dahilinde, onun bir parçası olarak tanımlanmaktadır. Bu
tanımlamada postmodern teorisyenlerle bazı Marksist teorisyenler arasında konsensus sağlanmıştır.
Fark, birinin modernizmi reddederken diğerinin sahiplenmesindedir. Marksizmi modern teori olarak
görenler arasında varolan kimi ayrımlar ise aslen Aydınlanma ile modernizm arasındaki 'fark'a
ilişkindir. Bir miktar karikatürize edip söylemek gerekirse, Marksizmi modern geleneğin bir parçası
olarak görenler için onun modernizmden farkı en gelişkin, belki en muhalif modern olmasıdır.

Ken Post, “Aydınlanmanın asi çocuğu olan Marksizm”[75] der ve ekler: “Marksizm de dahil olmak
üzere tüm Aydınlanma geleneği son yirmi yılda ‘postmodernizm’ adında (kökenleri çok daha eskiye
dayanan) güçlü bir entelektüel saldırıya uğramıştır."[76] Best-Kellner, Marksizmi tereddüte yer
bırakmayacak şekilde modern bir teori olarak görür.[77]Wood için Marksizm modernizm olmasa bile en
azından Aydınlanma’nın değerlerinin sürdürücüsüdür.
Wood, modernizmin günahlarından arınmış bir Marksizm arayışındadır. Postmodernizmin
Aydınlanma eleştirisine, modernizmle Aydınlanma’yı ayırıp, Aydınlanma’nın sonucu olarak gördüğü
Fransız Devrimi’nin desteğini alarak karşı durmaktadır. Fransız Devrimi’nin aktörlerinin bildiğimiz
anlamda burjuvalar olmadığına dikkat çekerek haklılığına destek bulmaya çalışmakta, modernlik
tasarısından Aydınlanma tasarısını ayrı tutarak bir tür evrenselciliği hayata geçirmeye çalışmaktadır.
[78]
Hal böyle olunca, postmodern saldırılara yanıt verirken diğer yandan da ‘modernizmin parçası
olarak Marksizm’ anlayışıyla da ayrımın ısrarla çizilmesi gerekmektedir. Aynı anda iki cephede
savaşmak zorunludur.
Modernizmle ilişkilerini açıkça kopardıklarını deklare eden Baudrillard ile Lyotard’ın[79]çizdikleri
modernizm-postmodernizm ayrımına dönük olarak Habermas, Jameson ve Laclau ile Mouffe’un
aldıkları konumlar Marksizm ile post-Marksizm ve modernizm ile postmodernizm bağlamında anlamlı
sonuçlar çıkarmaya olanak tanımaktadır.
“Habermas ve izleyicilerinin postmodernizm söylemine verdikleri yanıt savunmacı ve
düşmancadır.”[80] Habermas, “Postmodernizm teorilerine karşı, gerçekleştirilmemiş özgürleştirimci bir
potansiyel içeren ‘tamamlanmamış bir proje’ olduğuna inandığı ‘modernite projesi’ni
savundu.”[81] Ardından da modernizmi modernist bir proje adına alabildiğine eleştirdi. Habermas, bu
anlamıyla Frankfurt Okulu’nun modernist modernizm muhalefetinin (Zizek’e göre Frankfurt Okulu ile
birlikte “modernist proje özeleştirel zirvesine ulaşır”) bir devamcısıdır. Ancak bunu Marksizmle son
derecede ilişkisiz bir tarzda yapmayı başardı. Bu anlamıyla Habermas, devamcısı olduğu Frankfurt
Okulu'nun aksine Marksizmle ilişkisi zayıf bir modernist olarak tanımlanabilir. Belki de Zizek’in dikkat
çektiği üzere, Habermas Frankfurt Okulu’nun süreklilik arz eden bir devamcısı değildir. Bir başka
deyişle modernizm dahilinde kalabilecek Frankfurt Okulu’nkinden daha öte bir modernizme muhalefet
pratiği söz konusu olamaz, yani Habermas postmodernizme aittir: “‘Yapıbozumcu’ çevrelerde
‘postmodernizm’ konusu tartışıldığında, Habermas’a olumsuz bir göndermede bulunarak, onunla araya
bir tür mesafe koyarak işe başlamak elzemdir –deyim yerindeyse, adap gereğidir. Biz de bu adete
uyarken yeni bir vurgu eklemek, Habermas’ın kendisinin de kendine özgü bir biçimde, farkında
olmadan Postmodernist olduğunu ileri sürmek istiyoruz.”[82] “...Frankfurt Okulu’nun birinci ve ikinci
kuşakları arasındaki, yani bir yanda Adorno, Horkheimer ve Marcuse ile öte yanda Habermas
arasındaki kopuş, tam da modernizm ile postmodernizm arasındaki kopuşa tekabül eder.”[83]
Mouffe ise (aynı zamanda Laclau da böyledir) kendi teorisinin ne postmodern ne de modern
olduğunu belirterek Habermas'ın kastettiği anlamda "tamamlanmamış bir proje”yi dikkate aldıklarını,
ama ondan farklı olarak bu projenin hayata geçirilmesinde Aydınlanma’nın epistemolojik perspektifinin
bir rol oynayamayacağını kaydeder. Aydınlanma günümüzde yeni siyaset biçimlerini anlamayı
engelleyici rol oynayacaktır. Dolayısıyla Mouffe postmodernizmin teorik avadanlığındaki malzemeleri
kullanarak rasyonalizm ve öznelcilik eleştirilerini yerine getirmemiz gerektiğini kaydeder.[84]
Laclau ve Mouffe için şu söylenebilir: “Özcülüğün ve temelciliğin bir eleştirisi ve bir farklılık,
çokkatlılık ve hiyerarşik olmayan eklemlenme mantığının kullanıma sokulması aracılığıyla postmodern
teori, onların çalışmasını donatır.”[85] Dolayısıyla Habermas’ın iki teorinin (modern ve postmodern)
uyuşmaz olduğunu düşündüğü yerde onlar modern politik değerlerin postmodern bir mantık yoluyla
gerçekleştirilebileceğini kaydeder. Mouffe şöyle konuşur: "radikal demokrasi, postmodern felsefenin
gelişimini bir tehdit olarak görmek şöyle dursun, amaçlarının gerçekleştirilmesinde onu zaruri bir araç
olarak hoşnutlukla karşılar.”[86]Laclau ise Aydınlanma ve Marksizmin önerdiği özgürleşimci imkanları
postmodernizmin radikalleştirdiğini kaydeder.
“Laclau ve Mouffe, sosyalist politikayı benimserken Marksizmi reddeder ve sosyalist ideali
‘radikal çoğul demokrasi’ çerçevesinde yeniden tanımlamak için postmodern teoriye ve modern liberal
geleneğe yönelir. Bunun tersine Jameson, tüm muarızlar karşısında Marksizmin üstünlüğünü ilan eder
ve içinde yaşadığımız çağa ilişkin güncelleştirilmiş bir Marksist teori oluşturabilmek için postyapısalcı
ve postmodern teorinin en iyi içgörülerini Marksizm içerisinde özümsemeye girişir.”[87] Best-Kellner’in
yaptığı bu ayrım önemlidir çünkü kendisini modernizmle özdeşleştiren bir Marksist için postmodernizm
daha baştan karşı saftadır ve Marksizme orada yer yoktur. Oysa Jameson böyle bir konumdan uzak
durmakta, ezberi bozmaktadır. Laclau ile Mouffe modernizme karşı postmodern ve post-Marksist bir
konumda dururken Jameson postmodern ve Marksist konumda durmaktadır. Ancak ikisinin de
modernizm eleştirisi kategorik karşı duruş içermemektedir.
"Jameson’ın postmodernizmi kapsayarak / olumsuzlayarak aşıp (Aufhebung) Marksizme
geçmesi, yeni toplumsal ve kültürel değişimleri analiz etmesine ve Marksizmi bu koşulların ışığında
yeniden düşünmesine yardım ediyor...” Bu temelde anlamlı bir yerde duran “Jameson’ın çalışması
klasik Marksizm ve aşırı postmodernizm arasında huzursuz bir ittifak ürettiği...”[88] için, zorunlu olarak
iki arada bir derededir. Çünkü gösterdiğimiz gibi “klasik Marksizm”i Hegelci, yani moderndir!
Jameson’ın klasik Marksizm ile postmodernizm arasında kaldığı yerde, post-Marksist Laclau-Mouffe
modernizm ile postmodernizm arasında kalmaktadır.
Postmodern ve Marksist, postmodern ve post-Marksist, modern ve Marksist, modern ve post-
Marksist örneklerin kendileri bile tek başlarına Marksizmi nasıl konumlandırmak gerektiği konusunda
önaçıcıdır.
 
 

[1] M. Hardt ve A. Negri, İmparatorluk, Çev.: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay., İstanbul 2001, Birinci
Baskı, s.158-9.

[2] David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Çev.: Sungur Savran, Metis Yayınları, 3. Baskı, İstanbul


2003, s.27.

[3] Perry Anderson, Postmodernitenin Kökenleri, Çev.: Elçin Gen, İletişim Yay., İstanbul 2002, İkinci
Baskı, s.41. Althusser’in Marksizmi, Fransız hümanizmi ve yabancılaşma kategorisine dayanan Alman
tinini açıkça reddeder, ancak postmodernist değildir. Bu çelişkiyi çözen bir açıklama, Marksizmin
çatışmadaki yeri anlamında önemli bir adımın atılmasına olanak verecektir.

[4] Terry Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları, Çev.: Mehmet Küçük, Ayrıntı Yay., İstanbul


1999, Birinci Baskı, s.9. Eagleton, bir başka eserinde de benzer bir tanımlama yapar: “‘Postmodern’le,
kabaca açıklamam gerekirse, bütünlükleri, evrensel değerleri, büyük tarihsel anlatıları, insan varoluşu
için bulunabilecek sağlam dayanak noktalarını ve nesnel bilginin olanaklılığını reddeden çağdaş
düşünce hareketinin tümünü kastediyorum. Postmodernizm, hakikate, bütünlüğe ve ilerlemeye
şüpheyle yaklaşır; kültür seçkinciliği olarak gördüğü şeye karşı çıkar; kültürel göreciliğe yakın durur ve
çoğulculuğu, devamsızlığı ve heterojenliği savunur.” (Eagleton, Kuramdan Sonra, Çev.: Uygar Abacı,
İstanbul 2004, Birinci Baskı, s. 13.)

[5] Bkz.: Yılmaz Sezer, “Emperyalizmin En Yüksek Aşaması”, Teori ve Politika 22, Bahar 2001, ss. 3-
19

[6] Melik Kara, İ. Mert, S. Sahra, Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel
Çerçeve Taslağı, Ankara 1995.

[7] Michael Ryan’dan akt.: Ken Post, “Bir Orta Yaş Krizi”, Çev.: Özgür Yakupoğlu, Teori ve Politika
32-33, Güz 2003 - Kış 2004, s.126.

[8] Steven Best-Douglas Kellner, Postmodern Teori, Çev.: Mehmet Küçük, Ayrıntı Yay., İstanbul


1998, Birinci Baskı, s.18. Best-Kellner, sanat alanında yeni evreye geçişi 'postmodernizm' terimiyle
betimliyor. Burada sanat alanı ele alınmadığı için ‘postmodernizm’ Best-Kellner’in önerdiği sanata
ilişkin anlamıyla kullanılmayacaktır.

[9] Postmodernistler özellikle 1960'lardaki ‘yeni toplumsal hareketler’den desteklerini alarak 'modern


politika' denilince Marksizm bağlamında ‘sınıf politikası’nda kendini bulan –bizim de şiddetle eleştiriyor
olduğumuz– modern (üniter) özneye dayanan politikaları eleştirir. Önerdikleri çoközneliliği ise özne
kategorisini reddimiz bağlamında teorik ve politik olarak eleştirmek mümkündür. Bu yazıda, özne
kategorisi reddimiz ve postmodern ‘parçalı özne’nin eleştirel analizine girilmeyecektir. 1960’lar
sınıfçılığın reddi ve postmodern eleştirilerin yetersizliği temelinde ele alınacaktır.

[10] Fredric Jameson, Biricik Modernite: Şimdinin Ontolojisi Üzerine Bir İnceleme, Çev.: Sami


Oğuz, Epos Yay., Ankara 2004, Birinci Baskı, s.34.

[11] ‘Marksist sınıf politikası’ deyişini olumsuz anlamda kullanıyoruz. Postmodernistlerin eleştirdiği


sınıfçı Marksistlerin ise benimsediği politika anlayışı Marksizmin politika anlayışı olarak algılanmamak
durumundadır.

[12] Mehmet Küçük, “Postmodernin Modern Karakteri ya da Dönemleştirmenin İronisi",Modernite


Versus Postmodernite, Der.: Mehmet Küçük, Vadi Yay., Ankara 2000, Üçüncü Baskı, s.27. “Batı
Marksizminin bir bütün olarak taşıdığı gizli özelliği bir yenilginin ürünü oluşudur.” (Perry Anderson, Batı
Marksizmi Üzerine Düşünceler, Çev.: Bülent Aksoy, Birikim Yay., 1. Baskı, İstanbul 2004, s.76-7.)

[13] Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları, a.g.e., s.35.

[14] Bir şekilde yapımına başlanan ve postmodernizme giden yolun, aynı zamanda post-Marksizme de
gittiğini belirtmek gerekmektedir. Bu, ‘Marksizm versus postmodernizm’ şeklinde bir tarihsel görüntü
yaratabilmektedir. Marksizmin modernizmle özdeşleştirildiği bir yaklaşım bundan hareketle
tereddütsüz kabul edilebilmektedir.

[15] Best-Kellner, a.g.e., s.104-5.

[16] Harvey, a.g.e., s. 387.

[17] Eagleton, Kuramdan Sonra, a.g.e., s.34.

[18] A.g.e., s.35-6.

[19] A.g.e., s.41.

[20] A.g.e., s.42.

[21] A.g.e., s.43-4.

[22] Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları, a.g.e., s.11.

[23] Eagleton, Kuramdan Sonra, a.g.e., s.30.

[24] Eagleton postmodernizme yolu açan kültür kuramcılarının içine Althusser’i de yerleştirmektedir.


Althusser’in suçu, her nasıl oluyorsa, Marksizm içinde kalmasına rağmen bu yolu açmış olmasıdır.
(A.g.e., s.37-8.) Marksist Althusser ‘Marksizmin çevresinde dolananlar’dan kategorik olarak farklı bir
yerde durmakta, dolayısıyla bu temelde Eagleton eleştiriyi hak etmektedir. Eagleton’ın Althusser’i
ısrarla olayın içine katma çabası manidardır. Ama bunu anlayışla karşılamak gerekir, çünkü ‘Öznesiz
ve ereksiz süreç'in mimarı, Eagleton’ın Marksizm anlayışından bakıldığında kuşkusuz postmodern
saflara hizmet etmiş olmalıdır.

[25] Hardt-Negri, a.g.e., s.71.

[26] Best-Kellner, a.g.e., s.331-2.

[27] Kellner, “Toplumsal Teori Olarak Postmodernizm: Bazı Meydan Okumalar ve Sorunlar”,Modenite


Versus Postmodernite, a.g.e., s.368-9.

[28] Harvey, a.g.e., s.137.
[29] A.g.e., s.146.

[30] Hardt-Negri, a.g.e., s.165. “postmodernist söylemler ağırlıklı olarak küreselleşme süreçlerindeki


kazananlara, köktenci söylemler de kaybedenlere cazip gelmiştir.” (A.g.e.,s.168) Hardt-Negri’nin
dikkat çektiği nokta politiktir. Postmodernizmin kitlelerle bağ kurduğu coğrafya ve bu temelde politik
anlamına işaret eder.

[31] İleride göstereceğimiz gibi, daha çok 1960’lı yıllara dayandırılan kopuş, postmodern teorinin
inşasında tarihselci bir anlamaya konu olmaktadır. Baudrillard, Lyotard, Jameson ve Laclau ile
Mouffe’un kopuşa ilişkin geliştirdikleri yaklaşımlar, kopuşun karşısında yer alan Habermas’ın
yaklaşımıyla birlikte bir bütün olarak tarihselci konumda durmaktadır. Yani, 1960’lardan destek alan bir
1980’lere ait akımdan bahsetmek mümkündür.

[32] Best-Kellner, a.g.e., s.16.

[33] Kellner, a.g.e., s.390. Jameson’ı Negri, Harvey, Laclau ve Mouffe, aynı zamanda yeni bir çağ
olarak postmodernliğe karşı çıkan Marksistlere de değinerek tartışacağız. Sonuçta, ‘postmodern
dönem’i benimseyen ya da benimsemeyen ancak ‘kapitalizmin bir aşaması’ deyişine anlam vermekte
ortaklaşan kişilerden bahsetmekteyiz. Sırf bu nedenle bir tür postmodernizmin tutarlı savunucuları,
Jameson’ı da modernler cephesine katmaktadır. Jameson, postmodernliği geç kapitalizmin mantığı
olarak tanımlayınca temsil teorisi geliştirdiğine, ekonominin belirlediği bir türde özcülük yaptığına
dikkat çekilmektedir.

[34] Best-Kellner, a.g.e., s.138.

[35] J. Baudrillard, Üretimin Aynası, Çev.: Oğuz Adanır, Dokuz Eylül Yay., İzmir 1998, Birinci Baskı,
s.107. Baudrillard, en azından ilk dönemlerinde Marksizme bu kadar da olsa bir şans vermektedir,
daha sonra politika da dahil olmak üzere her şeyin kendi içine çöktüğü ve yok olduğu teziyle birlikte
nihilizme yelken açacaktır. Hatta, Marksizmin baş düşmanları arasında yer alan ‘yeni felsefeci’
Bernard Henri Levy’nin editörlüğünü yaptığı bir dizi çerçevesinde kitaplarının birkaçını basmakta da
sakınca görmemiştir. (Best-Kellner, a.g.e., s.177.)

[36] Best-Kellner, a.g.e., s.144-5.

[37] A.g.e., s.193.

[38] Baudrillard, a.g.e., s.112.

[39] Baudrillard ilkel toplumlara hayranlığı böyle bir kopuşun gerçekleştiğini varsaymasını beraberinde
getirmiştir. Ona göre, “İlkel toplumlarda ne üretim vardır ne de üretim biçimleri. İlkel
toplumlarda bilinçaltı yoktur. Bütün bu kavramlarla ancak bizim gibi ekonomi politiğin denetimi altında
bulunan toplumları çözümleyebilirsiniz.” (A.g.e., s.43.) İlkel insanın zorunluluk yasasından bihaber
olduğunu belirten Baudrillard, (A.g.e., s.53.) zorunluluktan bihaberliğin zorunluluğun yokluğu için yeter
koşul olduğunu düşünmektedir. Zaten Baudrillard’ın önerdiği “...karşılıklılık ve simgesel değiş tokuş
düzeyinde ne Yasa vardır ne de Zorunluluk.” (A.g.e., s.55.) Tüm ikilikler kendi içine çökmüş, yasalar
geçersizleşmiş, bizlere kırıntılar kalmıştır. Politikanın kendisi bile artık anlamsızdır.

[40] Anderson, Postmodernitenin Kökenleri, a.g.e., s.68.

[41] Harvey, a.g.e., s.65.

[42] ‘Tekelci emperyalizm’i öneren Yılmaz Sezer de benzer bir ilişkilendirme yapmaktadır.

[43] Anderson, a.g.e., s.94.

[44] Habermas postmodernizme karşı modern cepheden verdiği mücadelede Marksizmi neredeyse hiç
kullanmamaktadır. Dolayısıyla bunların arasında sayılması pek mümkün değildir. Lyotard ve
Habermas’ın “Her ikisi de Marksist kökenli düşünürlerdi, ama postmoderniteye ilişkin
değerlendirmelerinde Marksizmden neredeyse hiç yararlanmamış olmaları şaşırtıcıdır.” (A.g.e., s.67.)

[45] Ellen M. Wood, “Modernlik Postmodernlik ya da Kapitalizm”, Modernizm Post-Modernizm ya da


Kapitalizm, Çev.: Ali Türker Erdağı-Çağla Ünal, Bilim Yayıncılık, İstanbul (tarihsiz), s.50.

[46] A.g.e., s.51.

[47] Best-Kellner, a.g.e., s.223.

[48] A.g.e., s.226.

[49] “Son birkaç yılda çok farklı bir düzen olgusuna, bütün eski şeylerin toptan ortadan kaldırılması
yerine, onlara dönülmesini ve onların yeniden kurulmasını öngören bir olguya tanıklık etmeye
başladık. (...) Bütün dünyada, etik gibi alt dallarından başlayarak geleneksel felsefenin geri dönüşüne
tanık oluyoruz..." (Jameson, a.g.e., s.7-8.)

[50] Anderson, a.g.e., s.82. Jameson “Sistemin iki önemli veçhesini Ernest Mandel’in Geç Kapitalizm
(Late Capitalism) adlı çalışmasından alır: (1) kapitalizmin aşamaları dahilinde bir dönemselleştirme ve
(2) kapitalizmin geç veya “üçüncü aşaması”nın aslında Marx’ın tanık olduğundan daha saf bir
kapitalizm biçimi olduğu görüşü.” (Jonathan Clark, “Fredric Jameson’ın Postmodern Marksizmi”, Çev.:
Özgür Yakupoğlu, Teori ve Politika 34.)

[51] Jameson, a.g.e., s.17.

[52] Hardt-Negri, a.g.e., s.342.

[53] Kellner, a.g.e., s.394-5.

[54] Jameson’ın 1960’ları postmodernizmin parçalı öznesinin çağı olarak ilan edip 1980’lere kendi sınıf
öznesini taşımasının anlamı gayet açıktır. Postmodern teorisyenler 1980’lerin teorisyenleridir ve
Jameson onlara geçmişi hediye edip şimdiyi ve geleceği almaktadır. Postmodern düşünürlerin onu
postmodern kabul etmemeleri gayet doğaldır.

[55] Jameson’dan akt.: Kellner, a.g.e., s.395.

[56] Jameson postyapısalcı ve postmodern temsil eleştirilerine karşı Hegelyan-Marksist bir tutum


almaktadır. (Kellner, a.g.e., s.393.)

[57] Aynı tarihselcilik postmodern teorisyenlerin yaptıkları epistemolojik tartışmalarda da


görülmektedir.

[58] Best-Kellner, a.g.e., s.147.

[59] “Baudrillard, öznelerin içe dönük bir infilakla yığınlara karıştığını ileri sürerken, Jameson bölük
pörçük, bağlantısız ve kesintili bir yaşantı tarzının postmodern öznelliğin temel bir özelliği olduğunu
savunur. Deleuze ve Guattari ise modern öznenin tuzla buz olmasına değer verirken arzunun ve
öznelliğin şizofrenik, göçebe dağılışlarına alkış tutar.” (Best-Kellner, a.g.e., s.339.) Kısaca şöyle
denilebilir: “Postmodern teori, toplumsal ve dilsel olarak merkezsizleşmiş (decentered) ve parçalanmış
özneden yana çıkarak modern teorinin büyük çoğunluğunun koyutladığı (postulate) rasyonel ve
birleşik (unified) özneyi iptal eder.” (A.g.e.,s.18.) Marksizmin özne kategorisini reddi bu temelde hem
modern hem postmodern teorinin ötesindedir. Çünkü üniter özne kadar öznelerarasılık da teorik
hümanizmin bir örneğidir: “Ne zaman öznelerarasılık sloganı atılsa, hala temel olarak hümanist bir
söylemsel dünya içinde olduğunuzdan emin olabilirsiniz.” (Jameson, a.g.e., s.56.)

[60] Eagleton, Postmodernizmin Yanılsamaları, a.g.e., s.78.

[61] Anderson, a.g.e., s.145.
[62] Best-Kellner, a.g.e., s.348-9

[63] Chantal Mouffe, “Radikal Demokrasi: Modern mi, Postmodern mi?”, Modernite Versus


Postmodernite, a.g.e., s.297.

[64] Eagleton, Kuramdan Sonra, a.g.e., s.38.

[65] Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm, Çev.: A. Baki Güçlü, Ark Yay., Ankara


1995, s.183.

[66] Lyotard’dan akt.: Richard Rorty, “Habermas, Lyotard ve Postmodernite”, Modernite Versus


Postmodernite, a.g.e., s.263.

[67] Lyotard’dan akt.: Sarup, a.g.e., s.184.

[68] Anderson, a.g.e., s.53.

[69] Hüsamettin Çetinkaya’dan akt.: Mehmet Küçük, a.g.e., s.46.

[70] Hardt-Negri, a.g.e., s.159.

[71] Lyotard’dan akt.: Best-Kellner, a.g.e., s.205.

[72] Anderson, a.g.e., s.41. Postmodern bilgi teorisi, bilgi ile gerçek arasında modernizmin kurduğu
belirtilen temsil ilişkisini reddetmektedir. Postmodernistler bilgi ile gerçek arasındaki ilişkiyi en iyi
bilimin kurduğu iddiasının şiddetle karşısında yer almaktadır. Onlara göre bilim de diğer dil
oyunlarından biridir. Postmodernist teorisyenlerin modernizme yönelttikleri eleştiri, bilginin gerçeğin
bilgisi olması anlamında doğruluk kategorisinin bir tür eleştirisidir. Postmodern bilgi teorisi, bilginin
gerçeğe tekabüliyetinin ‘bilinemezliğini’ vurgulayarak kendini inşa etmektedir. Dolayısıyla, Althusser’in
bilgi nesnesi ile gerçek nesne ayrımı, bilgi ile gerçek arasında epistemolojik engel bulunduğu vurgusu
ve bilimlerin doğuşuna gönderme yapan epistemolojik kopuş tanımlamaları da bilgi ile gerçeğin
tekabüliyetine işaret eden doğruluk kategorisini reddedişiyle modernizmin ötesinde olduğu için
postmodern bilgi teorisiyle ortaklaşıyormuş gibi görünmektedir. Doğruluk kategorisinin reddedilişi
temelinde düşünüldüğünde gerçekten de Althusseryen bilgi teorisi postmodernist okumaların konusu
olabilir. Nitekim Benton, bilgi ile gerçek arasındaki ilişkisizlik üzerine kurulu Althusserci teorinin
Althusser’e rağmen kötü sonuçlar doğurduğunu belirtirken bu temelde haklıdır. Benton’a göre gerçeğe
dolaysız erişme imkanının bulunmaması, gerçek hakkında ileri sürülen bilginin doğruluğunu bilmeyi de
imkansızlaştırmaktadır. Postyapısalcı ve post-Marksist irrealizm ve irrasyonalizmlere yol açan bu
epistemolojik başarısızlıktır. (M. Küçük,a.g.e., s.47.) Yani, Benton'a göre, Althusser’in bilgi nesnesi ile
gerçek nesneyi ayırıp aralarına epistemolojik engel koyması, bilimin bilgi nesneleriyle bilgi nesnesi
üretme pratiği olduğunu vurgulaması, gerçekle ilişkisizliğe dikkat çektiği için postmodern tezlere arka
çıkmaktadır. İşler hiç de öyle değildir. Doğruluk kategorisinin reddi, bilgi olarak bilgi tanımı, ancak aynı
zamanda postmodernistlerin şiddetle reddedeceği bir şeyi yaparak teorik düzlemde determinizm,
belirleme vb. kavramların tanımlanması Benton’da bir örneğini gördüğümüz söz konusu Hegelci
endişelerin üstesinden postmodern olmayan bir tarzda gelmenin imkanlarını ortaya koyabilmektedir.
Sanıldığı gibi, bilgi ile gerçeğin tekabüliyeti olarak ‘doğruluk’u reddetmek, bilginin nesnelliğini
reddetmek değildir. Aksine nesnelliğe imkan tanımaktadır.

[73] Michael Ryan, “Postmodern Siyaset”, Modernite Versus Postmodernite, a.g.e., s.451-2.

[74] Zygmunt Bauman’ın, Aytaç Yıldız’ın çevirisiyle Doğu Batı dergisinde yayınlanan bir röportajında
postmodernizmin farkına ilişkin verdiği yanıtlara gönderme yapılmaktadır. Bkz.:www.uzaklar.de

[75] Ken Post, a.g.e., s.117.

[76] A.g.e.

[77] Best-Kellner, a.g.e., s.270.
[78] Wood, a.g.e., s.40-1-2.

[79] Gerçi Jameson, yakın zamanda yayınlanan bir eserinde Lyotard’ın modern olduğunu söylemiştir:
“Aslında Deleuze gibi Lyotard da, gerçekten, radikal olarak ve hatta buna da cesaret edebiliriz, otantik
olarak Yeni’nin patlamasına tutkuyla bağlanmış, birçok yönden özsel bir modernist idi...”
(Jameson, a.g.e., s.10.)

[80] Kellner, a.g.e., s.396-7.

[81] A.g.e., s.397.

[82] Slavoj Zizek, Yamuk Bakmak: Popüler Kültürden Jacques Lacan’a Giriş, Çev.: Tuncay Birkan,
Metis Yay., İstanbul 2004, Birinci Baskı, s.190.

[83] A.g.e., s.191.

[84] Mouffe, a.g.e., s.299. Mouffe’un bu anlatımının temel problemlerinden biri de özcülük reddinin


daha önce değil de bugün gerekli olduğuna dair tarihsel bir gerekçeyle teorik savını destekleme
arzusudur. Yani postmodern teorisyenlerin tarihselci gerekçelendirmelerini paylaşmaktadır.

[85] Best-Kellner, a.g.e., s.241.

[86] Mouffe’dan akt.: A.g.e., s.243.

[87] A.g.e., s.221.

[88] A.g.e., s.233-4.

You might also like