You are on page 1of 100

.

Öteki
SOSYOLOJİ

Yayına Hazırlık
ERTAN ALTAN

Kapak Tasarımı
ALİ İMREN

Redaksiyon
KEMAL KUTU

Baskı ve Cilt
HİLMİ USTA MATBAASI

Birinci Basım
MART2004

YÖNETİM YERİ
Menekşe Sok. 31/5
Kızılay/ ANKARA
Tel: 0312418 67 88
Fax: 0312418 66 57

ISBN 975-584-196·2
GABRIEL DE TARDE

MONADOLOJİ VE SOSYOLOJİ

Fransızca'dan Çeviren
Özcan Doğan
TARDE SOSYOLOJİSİ

Bir kişi aynı anda nasıl hem sosyolog hem de metafizikç i


olabilir? H iç kuşkusuz köklerinde hiç değilse Aydınlanma
felsefesinin, ama eş ölçüde de Devrim sonrası karşı-Aydın­
lanmacı muhafazakar düşünceni n yattığı sosyoloj i ders ki­
taplarının ilk cümlelerinden biri . . .
Ütopyacı sosyalizmin Saint-Si mon i le, pozitif felsefenin
ise Auguste Comte ile yeşerdiği de bilin iyor. Fransa'da ölü­
münden yaklaşık yüz yıl sonra bütün eserlerinin basımına
yeni den girişi len Gabriel Tarde yine de kanıksadığımız bu
tür bir felsefe-sosyal bi lim etkileşiminde günümüz için son
derecede önemli olduğunu düşündüğüm bir "tuhaflık", hiç
değilse bir "anomali" sunuyor. Yeniden basımı yapılan erken
dönem kitaplarından Monadologie et sociologie ("Mona­
doloj i ve Sosyoloj i"), Leibnizci metafiziğe hangi yollardan
bağlanıyor?
Liberation'da yayımlanan tanıtım yazısında Bruno
Latour' un Tarde'ı rasyonal izmin karşısında bir ir rasyona­
li zme doğru itmesi hangi oranda kabul edi leb i l i r? Tarde gibi
bir taşra hukukçusu günümüz sosyolojisi n i hareketlendiren
hangi düşünceleri beslemiş olabilir?
Okuduğunuz yazıda Tarde' ın günümüz sosyal bilimlerinin
en yeni ve aktüel tartışma alanlarında, i letişim, medya-:

5
tizasyon, mikro-politika, mikro-ekonomide neden yeniden
kabul görmeye başlad ığını tartışmaya çal ışacağım.
Gabriel Tarde ( 1843-1904) yalnızca kriminoloj inin ,değil,
sosyal-psikoloj inin, mikro-sosyoloj inin, gruplar sosyoloj isi­
nin, sosyometrinin de kurucusu olarak anılmalı . Beşeri bi­
l i mler alanının Kıta Avrupa' sı ve Anglosakson coğrafyala­
rındaki dağı lımı içinde kendine uzun süre (ve herhalde
Durkheimcı lığın akademik başarısı yüzünden) yer bulama­
mıştı. U zun süre Durkheim' la yapmış olduğu polemiğin sı­
nırları dahil inde ciddiye alındı. Bir de etkili takipçisi Henri
Bergson tarafından . Uzun süre Fransa taşrasının muhteli_f
yerlerinde yürüttüğü yargıçlık görevi sırasında (biraz da suça
i l işkin devlet arşivlerinin başında bulunması sayesinde)
"Karşılaştırmalı Krimino loj i " başlıklı geniş bir araştırma
yayımladı. Belki de gizli niyeti dönemin etkil i kriminologu
Lombroso'nun psiko-biyo loj i k tiplemelere dayalı "suçluluk"
anlayışıyla mücadele etmekti . Ama bunun için tartışıpasının
kuramsal ufkunu bütün bir tarihsel-toplumsal düzleme
yayması gerekecekti. Olgunluk dönemi eserleri işte bunu
gerçekleştirmeye yönelik: Les Lois de l'imitation ("Taklidin
Yasaları", 1890), La. Logique sociale (".Toplumsal Mantık",
1895) ve 'Opposition universelle ("Evrensel KarŞıtlık",
1897) adlı kitaplar.
Durkheim' la teorik ve metodolojik polemikleri özellikle
"Monadoloj i ve Sosyo loji" baş lıklı uzun metninde ortaya
çıkıyor. Durkheim sosyoloj i sinin zaaflarını tespit ettiği bir­
kaç noktayı hatırlatalım: Durkheim'ın sosyoloj isi, çok yalı n
b i r formülle söylemeye çalışırsak, "fait social", yan i "top­
lumsal olgu" adını verdiği bir tespit kriterine dayanır; buna
göre eğer birey kendi üzerinde nedenini kendinde bulama­
dığı, dolayısıyla dışarıdan gelen herhangi bir yaptırım gücü,
i stediğiniz kadar içselleştiri lmiş olduğunu düşünün, herhangi
6
bir dışsal etken hissediyorsa işte buna "toplum" adını vermek
gerekir.
Durkheim'ın toplumun "sui generis" bir varlık olduğunu
söylemesi aslında bu varsayıma dayanıyor. Toplumsal olgu­
nun kendi başına anlaşılabilir ayrıksılığı temellendirilmek
zorun-daydı, çünkü daha intihar üstüne ünlü araştırmasından
itibaren Durkheim sosyolojiyi Wundt'un içebakışının, Fran­
sa'da ise biyo-fizyolojinin yönlendirdiği psikolojiden ayırt
etmeliydi. Böylece toplumsal olan her şey salt sosyolojinin,
bireysel olan her şey ise psikolojinin alanlarına gönderilebi­
lecekti -ve toplumsal olan şeyler, işbölümü, ahlak, din ...
"Monadoloji"sinde Tarde Durkheim'ı her şeyden önce
esas olarak metodoloji alanında gerçekleştirdiği bir ayrımı
ontolojik bir alana taşımakla suçluyor. Bir tarafta toplum var,
öte tarafta birey...
Durkheim sonuçta bireyler kolektivitesinden, bireysel iliş­
kilerden tümüyle s.oyutlanabilir bir toplum fikrine varıyor.
Oysa toplumun hangi anlamda bireylerden oluştuğu
banalitesinin sorgulanması gerekir: Fransız sosyolojisine o
sıralar en uygun düşen temaların neler olduğunu hatırlayalım
-kalabalıkların bireysel hallerden farklı olarak nasıl davran·­
dıkları (Gustave Le Bon, ama bir o kadar da Le Play sosyo­
lojileri). Tabii devrimci çıkışların, ulusal irade temasının gi­
derek güçlendirilmesi uğruna gösterilen çabaların arttığı bir
çağda bu temalar temellerini rahatça bulabiliyorlardı.
Bireyin aynı zamanda bir kalabalık içinde oluşu sosyoloji­
nin kuruluş fikirlerinden birisidir. Ancak her zaman bunun
zaten besbelli olduğu söylenebilir. Tarde'ın önemi, belli· bir
oranda Spinoza'dan, önemli ölçüde de Leibniz felsefesin'den
türettiği bir principium individuationis'i, yani "bireyleştirme
ilkesini" sosyal psikolojinin temel metodolojik kriteri olarak
seferber edebilmesine dayanır: Toplum-birey ilişkisi gibi bir

7
problem yerine bireyin içindeki toplumları, toplumlar için­
deki bireylikleri keşfe çıkmak...
Nasıl? Eğer kiiinatta değişmez olduğu ve her şeye gücü
yettiği durağan dengeleri hedeflediği farz edilen yasalardan
ve bu yasaların uygulandığı kabul edilen homojen bir tözden
başka bir şey )'Oksa nasıl olur da bu yasaların bu töz üstün­
deki eylemi her an kiiinatı gençleştiren bu harika değişken­
likleri ve kii inatı dönüştüren şu devrimler serisini üreti)'Or?
Nasıl en küçük bir nota süslemesi bile bu katı ritimler bo­
yunca kayarak dünyanın ezeli-ebedi kutsal şarkısını söyle­
yebil iyor ? Bunca monoton ve homojen bir rahimden sıkın­
tıdan başka ne doğabilir ki? Her şey özdeşlikten {bugün
sos)'Olojide ayrıcalıklı mefhumlardan olduğu için aslında
"kimlik" diye de okumanızı öneririm] geliyorsa ve ona
doğru gitmişse, gidecekse bizi kapıp götüren bu çeşitlil ikler
ırmağının kaynağı ne? Emin olun, ne kadar renksizmiş gibi
kabul edilse bile şeylerin dibi o kadar da yoksul, o kadar da
kısır değil.
Tipler frenlerden, yasalar ise devrimci, içsel farklılıkların
önüne boşuna dikilen raptiye/erden başka şey değil. Orada
gizliden gizliye yarının yasaları ve tipleri hazırlanmakta ve
-

bunlar ço k sayıda boyundurukla istendiği kadar ket vurul­


maya çabşılsın, kimyevi ve hayati disipline rağmen, akla
rağmen, gökler mekaniğine rağmen, günün birinde bir ulu­
sun insanları gibi, bütün engelleri parçalayıp kendi kalmtıla­
rmı bile daha üst düzey bir çeşitliliğin aracı yapmayı başa­
racaklar.
Anlaşıldığı kadarıyla Bergson'un ünlü "süre" meflmmu­
nun ilk belirişlerinden biri, tarihsel-toplumsal süreçleri hiç
değilse Hegelci bir tarzda anlamayan birinin eserinde bulu­
nuyor. Bu, belirgin haliyle Tarde tarih düşüncesini ele alır­
ken ortaya çıkıyor:

8
Tarihte bireysel nedenler teorisinin karşıtlarına hak verdi­
ren şey çoğu kez çok sade ve küçük insanlarda beliren büyük
fi kirle rden bahsetmek gerekirken hep b üy ü k insanlardan
bahseden böyle bir teorinin çoktan yanlışlanmış olmasıdır.
Ama küçük adamların "büyük" fikirlerini kolektif bir sü­
recin üretmesi, devralması ve sürekli olarak "yeni"yi sunan
bir dünya zaman-mekanında işlemesi gerekir. Söz konusu
olan şey, tarihteki bir ilerleme veya "tarih"in i lerleyişi değil­
dir; tarihin "açık" olduğu ve sonsuz sayıda monadoloj ik bi­
reyliklerin eyledikleri, yayıldıkları bir "plan", b ir "düzlem"
oluşturduğudur. Böylece hiçbir zaman bir "biz"den başlan­
maz -"doğa"nın uluslar, kavimler yaratmadığını, yalnızca
bireyler yarattığını söyleyen Spinoza'ydı . Ancak Spino­
za 'dan Leibniz'e, oradan Tarde' a aktarılan bir anlayış doğ­
ru ltusunda: Sonsuz sayıda bireyin oluşturduğu sonsuz sayıda
birey - ve gene söylemek gerekir ki , bu durumda bir toplum
da bireydir. İşte monadolojik bireylikler teorisinin Tar­
de' daki ifadesi :
"Biz"in arka planuıda, eğer iyi ararsanız, çoğalarak çatı­
şan birleşen, yuvarlanıp giden belli bir sayıda "onlar" ve
"bunlar"dan başka bir şey bulamazsınız. (. .. ) Gerçekte bu
türden açıklamalar yanıltıcıdır ve bunları yapanlar, kolektif
bir kudreti, milyonlarca insanın üstelik birtakım ilişkiler bo­
yunca bir benzerliğini postüla olarak ortaya attıkları zaman,
en büyük zorluktan, yani bu gene yutulmanm nasıl olup bitti­
ğini bilmeye çalışma zorluğundan kaçabildiklerini sanırlar.
Nasıl ki bir cümle oluşturduğu konuşmadan, bir konuşma
ise bir konuşmalar topluluğundan, bir söylemden daha man­
tıklıysa, bireylik de sonsuz çeşitliliklerin bir süreci içinde
kavranmal ıdır.
Böyle bir yaklaşı mın taçlandığı yer ise Tarde' ın iki ciltlik
dev Psychologie-economique'inde, "Ekonominin Psikolo-
9
jisi"nde bulunuyor. Georg Simmel'in Philosophie des
Geldes' iyle ("Paranın Felsefesi") yaklaşık olarak aynı dö­
nemde kaleme alınan bu çalışma, Marx'tan sonra ekonomi­
politiğin yaşadığı ikinci bir devrim olarak düşünülebilir -
tabii ki etkisini ancak çok geç hissedebiliyoruz ("tarde" ke­
limesi Fransızca'da zaten "geç" anlamına gelir)... İlk devrimi
Marx gerçekleştirmişti tabii: Adam Smith ile Ricardo önce­
sinde bir "ekonomi-politiğin" varlığından bahsedilemeyeceği
konusunda ısrarlıydı, çünkü merkantilizmden fizyokrasiye
kadar bakışlar emeğe ve üretim sürecine, yani sermaye ile
emek-gücüne değil, zenginliklere, yani nesnelere, yani büyük
toprak mülkiyetine, hazinedeki altın miktarına, nehirlere,
ormanlara yönelikti -bütün bir "ulusların zenginliği"
kavrayışı... Özellikle Ricardo'nuı.ı emek-değer kuramıyla
bütün ölçütler büyük, kıymetli nesneler dünyasından öznel­
liğin alanına aktarılır. Artık kaynaklar emek ve sermayedir­
ta ki Marx sermayenin kaynağını ("kristalleşmiş . emek"
olarak sermaye) sorgulamaya girişene· kadar. Artık ekonomi­
politik antagonistik iki sınıf çerçevesinde tartışılacaktır,
çünkü sermaye olsa olsa yutmuş olduğu emeğin öznelliğini
taşırken başka bir sınıfın mülküdür.
Kıymetin kaynağı sorunu üzerinde işleyen ekonomi-politik
alanına Frans&. taşrasından ne gibi bir katkı gelebilirdi ki?
Tarde'ın katkısı Simmel'e paralel olarak ekonomi sorusunu
kültüre ilişkin olarak sormaya girişmesinden geliyor. Hatır­
lanabileceği gibi, Simmel'in güçlü sezgisi onu kültürün eko­
nomik üretim tarzı ve bu tarza tekabül eden sosyalizasyon
süreçleri karşısındaki özerkliği talebinin (ki bu talep kültür,
sanat ve edebiyat dünyasında bol bol dile getirilir) yerine
kültüre ait olan üretim ve sosyalizasyon tarzlarının ekono­
miye dahil edilmesi talebine vardırmıştı. Tarde bir adım daha
atmayı öneriyor: Bunu kültürel emeğin taşıyıcılarının ira-

10
desinden bekleyemeyeceğimiz belli olduğuna göre, en azın­
dan şu gözlemi dikkate almamız gerekir: Kapitalizmin· daha
ileri safhalarında "entelektüel üretim" zenginlikler üretiminin
düzenlenmesini ve örgütlenmesini daha yoğun bir şekilde
üstlenmeye meyleder. Ekonomik gelişme adı verilen şey bir
tür "bilme isteğini" er geç içermeye başlayacaktır. Bilgi ve
"güzelliğe", yani "sanata" yönelik sevgi gittikçe daha belir­
gin bir şekilde arzular düzleminde talepkar motiflere dönüşe­
ceklerdir. Henüz 1902 yılında yayımlanan "Ekonominin Psi­
kolojisi" dönemin Avrupa ufkunda -kolayca unutulduğuna
göre- gerçek bir yer alamamıştı. Oysa, son yüzyıl boyunca
gerek Marksizm içinde, gerekse dışında ekonomi-politiğe
yöneltilen eleştirileri sezgisel bir nüve halinde de olsa barın­
dırıyordu: Öncelikle ekonomik çözümlemenin çıkış noktasını
ve yönünü tersine çevirerek - bu çıkış noktası artık "kulla­
nım değeri" üretimi olmayacaktı; yani Aydınlanmanın ünlü
"Ansiklopedi"sinden Adam Smith'e varıncaya dek pek çok
yerde rastlanabilecek ideal "iğne fabrikası" (maddi üretim)
modelinin yerine Tarde "bir kitap nasıl üretiliyor?" sorusunu
soruyordu. Bu dolaysızca "bilgi nasıl üretiliyor?" sorusudur
ve ekonomi-politiğin tartışma alanına Tarde'dan yüz yıl
sonra girmeye başlamıştır: "Bir kitap nasıl imal edilir? Bu bir
iğnenin ya da düğmenin nasıl imal edildiğinden daha az il­
ginç değil." Tahmin edilebileceği gibi bugün bu tür sorular
post-fordist üretim kalıplarının bir modeli, hatta bir paradig­
ması olarak soruluyorlar -yani enformasyon üretiminin, ya­
zılımlar üretiminin ve kültür üretiminin dayattığı sorular ola­
rak. Tarde hayli erken bir dönemde valeurs-verites kelimesi­
ni kavramlaştırır- hakikat-değerleri diye tercüme edebilirsi­
niz bunu. Bu terim doğrudan "bilgi"ye gönderiyor.
Bilgi hangi bakımlardan ve hangi biçimler altında üretil­
mektedir? kapitalizmin geliştirdiği aygıtlar bilginin üretimini

11
ve tüketimini gittikçe homojenleştirilebilir ve yeniden­
üreti lebi lir kılmaktalar. Bu noktada Tarde "basın"dan ve "ka­
muoyu"ndan bahsetmeye başlayacaktır- bu yol televiz­
yondan geçerek bi lgisayar şebekelerine ve internete kadar
varacaktır. Tarde' a göre basın ve kamuoyu gibi aygıtlar "git­
gide sağlamlaşan bir 'niceliksel' karaktere sahip olmaktalar;
böylece mübadele-değeriyle karşılaştırılmaları gittikçe daha
zorunlu bir hale geliyor" . Peki ama bunlar her şey gibi birer
meta olabili rler mi?
Ekonominin bakış açısın dan bilgi her şey gibi ekonomik
zenginl iğin kalemlerinden biri olarak göründüğü için, elbette
her şey gibi kul lanım-değeri olarak eie alınmaya devam eder.
Oysa Tarde' a göre bi lgi "işbölümüne" indirgenemeyecek bir
üretim tarzıdır.
Durkheim 'ın perspektifinden görülemeyecek kadar bir
"sosyalleşme" ve "sosyal iletişim" tar;zıdır. Dolayısıyla ürün­
leri, üretim ve tüketim değerleri "çarpıtı lmadan" pazar meka­
n izmalarıyla ve mübadeleyle üretilemez.
Ekonomi-politik hakikat-değerlerini diğer mallar gibi gör­
meye devam etmek zorunda kalır. Bunun nedeni hep kulla­
nım-değeri üretimi çerçevesinde ele alınmış bir metoda bağlı
kal ışıd ır. Ama esas önemli neden ekonomi-politiğin hakikat­
değerlerine maddi üriin lermiş gibi bakmak zorunda oluşudur,
çünkü böyle yapmasayd ı kuramsal, özellikle de siyasi mef­
humları tümüyle yıkıma uğrardı : "Bilginin ışı ltı ları" eko­
nomi-pol itiğin kıymete, ekonomiye ve zenginliğe dair mef­
humlarını altüst eder, çünkü bütün bu mefhumlar ekonomi
b i l iminde genel geçer olan tüm bir eksiklik, ihtiyaç, yokluk,
kıtlık, özveri ve feda retoriğinin sonuç larıdırlar. Ekonomi­
pol itiğin yaptığı gibi elbette üretimle başlayalım -ama i ğne­
lerin değil, kitapların üretimiyle . . .

12
Bir kitap nasıl üretilir? İğnenin üretiminden farkı nedir?
ilke olarak üretim tarzıyla mülkiyet rejimlerinin düzenini tam
tersine çevirmeniz gerekir:
Kitap meselesinde kural bireysel üretimdir, oysa mülk edi­
nilmesi esas olarak kolektiftir; çünkü eserlere mal muamelesi
yapılmasaydı "edebi mülkiyet"in bireysel bir anlamı ola­
mazdı; ayrıca kitabın fikri yayımlanmadan önce, yani top­
lumsal dünyaya henüz yabancıyken sadece ve tümüyle yazara
ait de değildir zaten. Diğer taraftan malların üretimi de git­
tikçe daha fazla kolektif, mülk edinilmeleri de gittikçe daha
fazla bireyseldir ve hep öyle kalacaktır -toprağı ve _serma­
yeyi kanıusallaştırsanız bile ... Öyleyse bu kitap meselesinde
özgürce üretimin en iyi üretim ortamı olarak hayati bir önem
taşıdığına hiç kuşku yok. Bu alanda deneysel araştırmayı
düzenle-yecek bilimsel bir emek örgütlenmesi � da yasama­
/ar üzerindeki felsefi bir düşünce olsa olsa acınası sonuçlar
vermekle kalacaktır.
Günümüz enformasyon sektörünün büyük uluslararası şir­
ketleri, IBM, Microsoft, büyük yayı nevleri ve televizyon ka­
nalları üretimin artık "bilimsel işletme" metotlarıyla örgütle­
nemeyeceğini kabul ediyorlar; oysa mülkiyet rejimleri açı­
sından tek bir sorgulamayı telaffuz ettikleri yok. Yüzeydeki
bu sorun Tarde'ın derinliğine indirildiğinde bize şu soruyu
sordurmalı: Mülkiyet mefhumu bütün değer türlerine -kulla­
nım-değerinden güzellik-değerine ve hakikat-değerine varın­
caya kadar- gerçekten uygulanabilir mi?
Bilgi, tıpkı bir i ğne gibi mi ait olur bize? Belki öyle olur,
ama Tarde'a göre ekonominin ve hukukun kabul ettiği gibi
bir "serbest hazır-bulunuş" tarzı altında değil: Yaşayan bir
varlık olmayı sürdürdükçe kimse bedeninin uzuvlarını başka­
sına vermez. Aynı şekilde "şerefini, haysiyetini, soylulu­
ğunu" da...

13
Demek ki bu değerlerin başkaları tarcifından mülk edinil­
mesinden çekinilecek hiç�ir taraf yoktur - hepsinden daha
önemli olan kamusallaştırılmaları, ulusallaştırılma/arı en
zor olan bu değerlerin .. .
Oysa ekonomi-politiğin bakış tarzı onu "maddi olmayan
ürünleri" "maddi ürünlere" dönüştürmeye zorluyor...
Tüketim cephesinden bakıldığında da Tarde'ın yine bir so­
rusu var: Zenginliklerin tüketimi hakikat ve güzellik değerle­
rinin tüketimiyle aynı mıdır? "Düşünürken kanaatleri, inanç­
ları, seyrederken hayran olduğumuz şaheserleri mi tüketi­
yoruz?'! Hissedilebileceği gibi, yalnızca maddi zenginlik
piyasa ve bireysel mülk rejimi tarafından koşullandırılabilen
bir "yıkıcı tüketime" açılabilir. Bilgi ve güzellik tüketimi ise
ne belirgin bir yabancılaşmaya ne de yıkıcı tüketime bağ­
lanmak zorundadır. Tarde' a göre, bilginin bilme arzusunu
gidermek için birisinin mülkü olması ve "pazarlanması",
yani ürünün yabancılaşması" gerekmiyor. Genel olarak
toplumsal iletişimin çerçevesinden bakarsak bilginin ileti­
minin üretenden de, edinenden de hiçbir şey azaltmadığını
görebiliyoruz. Aksine, iletilmekte bilgi ve güzellik hem
yaratıcısının değerini hem de bilginin ve güzelliğin
kendisinin değerini artırıyor:
Diyalog halindeki iki kişinin fikirlerini veya hayranlıkla­
rını "mübadele ettiklerini" söylediğimizde bu bir metafor
veya dilin kötüye kullanılmasıdır. Bilgi ışıltılarının ve güzel­
liğin açısmdan mübadele bir feda anlamı taşımaz: O daha
çok karşılıklı etkileme, hediye alışverişindeki karşılıklılıktır
-tabii ki bu, zenginliklerle hiç alakası olmayan bir hediyedir;
burada veren kişi verdikçe alır; hakikatleri ve güzellikleri
hem verir hem elinde tutar. Bazan iktidar, güç-kudret mese­
lesinde de aynı durum söz konusudur...

14
Fikirlerin serbest mübadelesine gelince, tıpkı dini inançlar,
sanat ve edebiyat, kurumlar ve ahlaklar gibi: İld kişi ya da
halk arasında mübadele edilmeleri, birilerinin mutlaka fakir­
leşmesiyle sonuçlanan serbest meta mübadelesi gibi suçlana­
bilir değildir.
Bu durum, "kitabın üretimi" ve fikirlerin serbest mübade­
lesi meselesini iktisadi değil, doğrudan doğruya etik bir me­
sele kılıyor:
Pazar meselesi değil, bir ahlak meselesi... Elbette ki bilgiyi
ve güzelliği kazanabilir, yitirebilirsiniz - ama bu bir pazar
sistemi boyutunda gerçekleşmez; bilginizi çaldırırsınız veya
hediye edersiniz...
Öte yandan, doğası itibariyle.fikirlerin serbest ticareti, bir
yerine-geçme değil karşılıklı bir ekleme olduğundan, bir
araya getirdiği homojen olmayan şeyler arasında ya verimli
karşılaşmalar ya da ölümcül şoklar, çatışmalar yaratır.Bu
yüzden iyi bir şeyler üretemezse büyük felaketlere neden
olur. Ve nasıl bu entelektüel ve ahlaki serbest ticaret kaçınıl­
maz bir şekilde ekonomik serbest ticarete eşlik ediyorsa, bu­
nu n tersi de doğrudur.Birbirlerinden kopartıldıklarmda her
biri etkisiz ve lüzumsuz kalırdı ...
Burada önemli olan şey, Tarde'ın yaklaşımıyla ele alındığı
zaman bilginin üretim ve iletiminin bizi aslında ekonominin
(ve ona tekabül eden ekonomizmin) ve işbölümü, para ve
mülkiyetin ötesine taşımasıdır. Bu toplumsal alanlardaki ik­
tidar ilişkilerinin devreden çıktığı anlamına gelmiyor: "Ve­
rimli buluşmalar" ya da "ölümcül çatışmalar"... Tarde'ın
eğitim kurumlarına yönelik çalışmaları böyle bir tartışmanın
para-digmasını yeterince oluşturuyorlar:
Hakikat-değerleriyle zenginlik-değerleri arasındaki zo­
runlu ama ikisini birbirinden ayırmaktan geri kalmayan bağ
pedagojinin alanında beliriyor -özellikle hocanın aktaracağı

15
bilgiyle öğrencinin çaba ve yetenekleri arasında nasıl verimli
bir etkileşim oluşturulacağı konusunda...
Doğrusu eğitim alanındaki bütün bu çabalar öyle çok
fazla yararlı görünmüyorlar. Her şeyin üstünde, iyi eğitim
için ilk şart -öğretmenle öğrencinin psikolojik şartları bir
kez yola koyulduktan sonra- iyi bir okul programıdır, ve bir
program her şeyden önce bir fikirler sisteminin, bir inancın
bulunmasını varsayar. Aynt şekilde, iyi bir ekonomik üretim
için de herkesin üzerinde uzlaştığı bir ahlaki kodun
bulımması şarttır. Moral bir kod endüstriyel üretim için,
yani tüketim için bir programdır - çünkü ikisi asla bir­
birinden bağımsız değil...
Böylece Tarde'ın gözettiği "entelektüel üretim biçimi" sa­
dece bilgiye ve sanat eserine layık bir ahlakı devreye _sok­
mayı, ekonomiye dahil ve üstün kılmayı amaçlıyor değil -
daha çok üretime gittikçe daha özgür, daha. özgürleştirici bir
tan verebilecek olmasıdır söz konusu olan... Kapitalizmin
muhteşem bir tarifiyle karşı karşıyayız o halde:
Uygarlığın etkisi iş ve ticaret dünyasına -yani ekonomistin
i lgi alanına- önceden fiyatı bulunmayan bir şeyler yığınını,
hatta haklarla insan güçleri n i b i le mütem..� diyen sürüp d ur­
masıdır.
Böylece, zenginlikler teorisi sürekli olarak hak teorisinin
ve iktidar teorisinin üzerine abanıp duruyor -yani huk-ukun
ve siyasetin üzerine.
Ve, t ıp kı çağdaşı Siınmel'in kaydettiği gibi, kültür ile sa­
natın üzerine ...
Simınel herkesin yaptığının tersine kültür ve sanat alanla­
rının "özerkliğini" asla talep etmemekle yeterince akıllı dav­
ranmıştı. Kapitalizmin kültür hayatı üzerine çöreklenmesine
öyle dosdoğru karşı çıkmanın pek bir sonuç getirmeyeceği­
nin farkındaydı. Öte yandan, estetik değer tipinin en yoğun,

16
en bulaşıcı, bulaştıkça artan ama eş ölçüde değişken ve
özelleşmiş bir değer olduğunu kaydedebiliyordu. Tarde ise
doğrudan "bulaşıcılığın" teorisini yapmaya girişmişti: Her
güzellik ve hakikat değerinin iletim sürecinde artıyor oluşu
alıştığımız ekonomik alanın kurallarından farklı bir ekonomi
tasavvurunu uyandıracaktı. Simmel'in de kaçındığı "kültürel
özerklik" arayışı sınai emekle sanatsal ve entelektüel emek
arasında niteliksel bir fark bulunduğunun kabulüne dayanı­
yordu.
Oysa "maddi-olmayan" emeğin üretirken aslında ne üretti­
ğini sorgulamak gerekir: O zaman onun Simmel'in söylediği
gibi tüketim sürecinde "uyarılar" ve "duyuşlar'', yani aslında
"iletilemez", dolayısıyla ekonomik bölüşüme konu olamaya­
cak şeyler ürettiği sonucuna zorunlu olarak varırız. Aynı şe­
kilde Tarde için de "temsili olmayan" bu duyuşlar, en üstün
olan sanatsal formları içinde din, ahlak, hukuk ve ekonomi
gibi değer sistemlerinin duyguları "manipüle" etmekteki üs­
tün yeteneklerine karşın, onları "yetiştirmede", "beslemede"
ve "eğitmede" en büyük rolü oynamalıydılar. Tabii ki bunun
için kapitalizmin belli bir döneminde devreye soktuğu "kafa
emeği/kol emeği" aynını klişesini yalnızca alt etmeye çalış­
mak yetmez, aynı zamanda varsayımlar arasından çıkarmak
da gerekir.•

Ulus Baker

17
GABRIEL TARDE ( 1893)

MONADOLOJİ VE SOSYOLOJİ

Leibniz'in monadları, babalarından bu yana hayli yol


aldı, ilerledi ler. Bilginlerin kendi leri bile farkına varmadan
değişik bağımsız yollarla, çağdaş bilimin kalbine giriveri
yorlar. İçerdiği temel şeyler açısından -ya da Leibnizci
açıdan- önemli olan bu hipotezde yer alan bütün ikincil hi­
potezlerin bilimsel olarak inşa edilme yolunda olmaları
dikkate değerd ir. Gerçekte bu hipotez, ikincisinde karışmış
olan bu iki antitenin 1 , madde ve ruhun bir tekine indirgen­
mesini içeri r i lkin ve ayn ı zamanda dünyanın bütünüyle
tinsel etken lerinin artışını içerir. Başka bir deyişle, öğelerin
devamsızlığını, kopukluğun u ve onların varl ıklarının tür-

1 B ireyl iği, benl iği olan bir va'\-l ık gibi düşünülen şey. Ör.: Toplum,
devlet, madde. (Çev.)
19
GABRIEL TARDE

deş tiğini içerir doğal olarak. Ayrıca, sadece bu çifte ko­


şul ladır ki evren zeka bakımından derin liklerine kadar yarı
saydamdır. Oysa bir yandan, defalarca incelendikten ve
inilemez olarak kabul edildikten sonra, hareketi ve bilinci,
objeyi ve süjeyi, mekaniği ve mantığı ayıran uçurumla i l­
g il i şüpheler sonunda ortadan kalkmıştır. Açık o larak b i li­
nen bir şüphedir bu fakat her yerde ses getiren gözü pek ki­
şi ler deği ldir bunu yapan. Diğer yandan kimyanın i l erle­
mesi, bizi atomun doğru lanmasına, maddenin fiziksel ve
can l ı tezahürlerinin, uzanım, hareketin ve büyümenin de­
vamlı karakterinin yüzeysel olarak açımladığı düşünülen
maddesel devam l ı lığın o l umsuzlamasına götünnektedir.
Ara oranlar hariç, kimyasal maddelerin belirli oranlarda
bi leşimlerinden daha şaşırtıcı bir şey yoktur, asl ında. Hiçbir
evrim, hiçbir geçiş yoktur burada, her şey açık, ani, sert ve
kesindir ve bununla birlikte, dalgalanan, değişken o lan ve
olgular içerisinde uyumlu bir şekilde kademelendiri lmiş
olan ne varsa, buradan gel ir; renklerin devamsızlığı olma­
dan, tonların devam l ı l ığının imkansız olması gibi hemen
h emen. Fakat i lerleyerek bizi monadlara götüren tek şey
kimya değildir, sadece. Fizik de öyledir, doğal b i limler de,
tarih ve matematiğin kendisi de. "Newton'un hipotezi çok
önemli o lmuştur," diyor Lange; ki buna göre bir gök cis­
minin çekimi, meydana geldiği bütün yığınların çekiminin
toplamından başka bir şey değildir. Yeryüzündeki y ığınla­
rın birbirlerini karşılıklı olarak kendilerine doğru çektikleri
ve dahası bunların en küçük molekülleri için de aynı şeyin
geçerl i o lduğu sonucunu çıkarıyordu bundan, direkt ola­
rak ." Bu bakış açısı, bize olduğundan daha özgün görün­
mektedir. Newton, gök cisimlerini n bireyselliğini darma­
dağın ediyordu, ki bu gök cisimleri o ana kadar iç i lişkileri
yabancı cisimlerle olan ilişkilerine hiçbir şeki lde benzeme-
20
MONADOLOJİ VE SOSYOLOJİ

yen, üstün birer bütün olarak görülüyordu . Bu gorunen


bütünü, başka katışmaç ların öğeleriyle olduğu gibi kendi
aralarında bağlı olan b irçok farklı öğe halinde dağıtmak
için büyük bir zihin gücü gerekiyordu. Bu bakış tarzı, karşıt
önyargını n yerini aldığında, fiziğin ve astronominin i lerle­
yişi başlar.
Hücre teorisinin kurucuları Newton'un takipçileri oldu­
lar bu konuda. Can l ı cismin birliğini ayn ı şekilde parçala­
dılar, bu birliği, tek başına olduklarında sadece kendileri
için varolmaya çalışan ve dışarının zararına gelişmeye ve
büyümeye devam eden, çok sayıda basit organizmalara
ayırdılar. D ışarı dendiğinde bundan, inorganik hava, su
veya tüm diğer madde parçacıkları gibi yakın ve kardeş
hücreleri anlıyorlardı. Schwann'ın görüşü, bu konuda New­
ton'un görüşü kadar zengin ve verimli o lmuştur. Onun
hücre teorisi sayesinde b il iyoruz ki, "Yaşamsal güç madde­
den ayrı temel bir i lke ol arak, ne organizmanın bütününde,
ne de her bir hücrede vardır. Bitkisel veya luıyvansal haya­
tın bütün fenomenleri atomların özellikleriyle açıklanmalı­
dır (atomların meydana geldiği son öğeler deyin); bun lar
ister cansız doğanın b i l inen güçleri isterse şimdiye kadar
bilinmeyen güçler olsunlar." Yaşamsal i lkeni n bu radikal
o lumsuzlamasından daha pozitivist ve sağlam ve ciddi bi­
lime daha uygun bir şey yoktur kuşkusuz; ki kaba tinselci­
lik buna sık sık karşı çıkmı ştır. Bununla birlikte sınırları
zorlanan bu eğil imin bizi nereye götürdüğünü görüyoruz:
Leibnizci spiritüal izmin en büyük i steğini yerine getiren
monadlara. Eski hekimler tarafından bir kişiymiş gibi mu­
amele edilen hastalık -b ir diğer antite- yaşamsal i lke gibi,
sonsuz-küçük dokusal öğe düzensizlikleri halin de dağıl ı r,
ve bunun ötesinde, özel l ikle Pasteur'ün keşifleri sayesinde,
hastalıklarla ilgili parazit teorisi (bu düzensizlikleri küçük
21
GABRIEL TARDE

organizmaların iç çatışmalarıyla açıklayan parazit teorisi)


günden güne genel leşip yaygınlaşır, bir reaksiyon doğura­
cak kadar aşırıdır bu hatta. Ama parazitlerin de, kendi pa­
razitleri vardır. Ve bu böyle devam eder. Yine sonsuz-kü­
çük !
Yeni kimyasal teoriler benzer b i r şekilde o luşmuştur.
"Temel ve yeni bir noktadır bu," d iyor Wurts. "Elementle­
rin kendilerine köklerin özelliklerini veriyoruz. Eskiden bu
kökler bütün hali nde düşünülüyordu, bir bütün olarak dü­
şünülen köke birleşme veya basit cisimlerin yeri n i alma
yeteneği atfediliyordu. Bu Gerhardt'ın türler teorisinin te­
mel bakış açısıydı . Bu gün daha ileri gidiyoruz. Köklerin
özelliklerini keşfetmek ve tanımlamak için onları oluşturan
atomlara kadar uzanıyoruz. " (Atom teorisi, s.194) Değerli
kimyacının düşünceleri, az önceki sözlerden daha i leriye
gidiyor. Aktardığı örneklerden, bir kökün atomları arasında
özel likle bir tanesinin o lduğunu ve bunun atom sayısının -
ki bu henüz doyuma u l aşmamıştır ve diğerlerinin doyuma
ulaşmasıyla varolmaya devam etmektedi r- meydana gelen
b i leşimin son varl ık nedeni olduğunu çıkarıyor sonuç ola­
rak.
Yıldızlar gibi, yaşayan bireyler gibi, hastalıklar ve kim­
yasal kökler gibi, uluslar, filozof denilen tarihçilerin iddialı
ve kuru teorilerinde uzun süre gerçek varlıklar olduğu sa­
n ı lan antitelerdi r sadece. Örneğin siyasi veya sosyal bir
devrimin nedenini, yazarların, devlet adamların ı n ve her
türden mucidin yarattığı etkide araman ın bir soysuzluk ve
bayağılık olduğunu ve bunun [bu nedenin] insan ırkının
dehasından, anonim ve insanüstü aktör olan halkın içinden
kendiliğinden geldiğini, yeterince tekrar etmedik mi? Fa­
kat, gerçekten yeni olan, önceden öngörülemeyen ve ger­
çek varlıkların karşı laşmasının yarattığı yeni bir varlığın
22
MONADOLOJİ VE SOSYOLOJİ

ortaya çıkışını gerçeğe aykırı bir şekilde olgularda aramaya


dayanan ve elveri şli gibi görünen bu bakış açısı, sadece ge­
çici olarak işe yarayabilir. Yapılan edebi suiistimallerle ça­
bucak tüketildi mi bir kez, bu bakış açısı, daha açık ve daha
gerçekçi açıklamalara doğru ciddi bir geri dönüşe götürür
bizleri, bu açıklamalar sadece bireysel eylem lerle ve özel­
likle de diğer insanlara model teşkil eden. ve toplumsal ya­
pının ana-hücreleri gibi olan binlerce örnek halinde yeni­
den üretilen, yaratıcı insan eylemleriyle herhangi bir tarih­
sel olaya açıklama getirmektedirler.
Hepsi bu değil: Her bilimin vardığı bu son öğeler, sos­
yal birey, canlı hücre ve kimyasal atom sadece kendi özel
bilimleri açısından sonuncu olabilirler. Bunlar da oluştu­
rulmuşlardır bir şekilde, bunu biliyoruz; Thompson'un bu
konuda ileri sürül�n tahminlerin en mantıklısı ve en kabul
edilebiliri olan atom fı rtın aları hipotezine göre, çok daha
basit elementlerin dönen bir yığını olan atom da dahil . M.
Lockyer'in güneşin ve yıldızların tayfı üzerinde yaptığı
araştırmaları, onun, kendisi tarafından gözlenen kimi zayıf
dizilerin gezegenimizin üzerinde ayrışmaz olarak gördü­
ğümüz maddelerin yapı taşlarından ileri geldiğini sanma­
sına neden oldu.
Elementlerle iç içe yaşayan bilginler, onl arın karmaşık­
l ığından şüphe etmiyorlar. Wurts kendisi ni Thompson'un
hipotezinden yana gösterirken, sayın Berthelot kendi köşe­
sinden şöyle diyor: "Şu anki basit vücutlarımızı oluşturan
basit yığınlarla ilgili olarak yapılan derinleştirilmiş çal ış­
malar, bunları bölünmez ve homojen olan ve sadece bütün­
sel hareketleri yapabilen atomlara ve ayn ı zamanda çok
kompleks olan, özgün bir mimariyle donatılmış ve çok de­
ğişik iç hareketlerle canlandırılmış yap ı lara benzetme eği ­
limindedirler giderek." Diğer taraftan fizyolojistler protop-
23
GABRIBL TARDE

lazmanın homojenliğine inanmıyorlardı ve hücrenin içinde


sadece katı bölümü aktif ve gerçekten canlı olarak düşün­
mektedirler. Hemen hemen bütün çözünür bölüm bir yakıt
ve besin yedeğinden başka bir şey değildir (ya da bir süp­
rüntü yığını). Katı böl ümde de -eğer bunu daha iyi biliyor
olsaydık- hemen hemen her şey d ışarıda bırakı lmak zo­
runda kalın ı rd ı şüphesiz. Peki böyle elemeden elemeye bir
geometrik noktaya, yani saf hiç liğe değilse nereye varaca­
ğız; bu nokta daha i leride açıklanacağı gibi bir merkez ol­
madıkça? Gerçekten de, gerçek bir dokusal öğede (ki hücre
kelimesi bunu tam olarak karşılamıyor) göz önünde bulun­
durulması gereken temel şey, sın ı rı ya da dış kabuğu deği l­
dir; dış engellerle ilgili korkunç deneyiminin ona ken disini
güvenceye almak için kapanmay ı zorunlu kıldığı ana kadar
dunnaksızın yayılmaya devam ettiği merkez, odaktır; an­
cak burada acele etmemiz gerekiyor.
Kuşkusuz beklenmedik bir şekilde bütün evrenin anah­
tarı haline gelen sonsuz-küçüğe kadar uzanan bu yamaçta
durmanın h içbir yolu yok. Sonsuz-küçük hesaplaman ı n her
geçen gün artan önemi buradan geliyor belki de ve aynı
nedenle, evrim düşüncesinin kısa süren büyük başarısı da
buradan gelmektedir. B u teoride spesifi k bir tip (bir geo­
metrici böyle derdi, büyük olas ı l ı kla) bireysel varyasyonlar
denilen sayısız diferansiye lin toplamıdır; bu bireysel var­
yasyonların kendileri de derin liklerinde binlerce küçük de­
ğişimin meydana geldiği hücresel varyasyonlara bağlıdır­
lar. Köken, varlık nedeni, sonlunun ve sınırlının neden i,
sonsuz-küçüğün, görünmezin içindedir: Leibniz'e ve aynı
şeki lde dönüşümcülerimize ilham veren derin kanı böyle­
d i r.
Peki ama açık ve belirgin farkl ılıklar toplamı olarak su­
n ulduğunda anlaş ı lmaz olan böyle bir transformasyon bir
24
MONADOLOJ İ VE SOSYOLOJİ

sonsuz-küçük farklılıklar toplamı olarak düşünüldüğünde,


niçin kolaylıkla anlaş ı lıyor? öncelikle bu karşıtlığın, bu
kontrastın oldukça reel olduğunu göstermemiz gerekiyor.
Farz ediyorum ki, bir cisim mucize eseri ortadan kaybolu­
yor; bulunduğu A noktasında yok oluyor, sonra ortaya çı­
kıyor ve birinciye bir metre uzakta olan Z noktasında yeni­
den dönüşüyor, ara konumları geçmeksizin: bu cismin bir
bağımsız konumlar çizgisi izleyerek A'dan Z'ye geçtiğini
görüp şaşırmak gibi bir düşüncemiz yoksa, bu tür bir yer
değiştirme zihnimizde yerleşemez. Bununla birl i kte şuna
dikkat etmek gerekir ki, bizim i lk şaşkınlığımız, eğer söz
konusu ani kaybolmanın ve yeniden ortaya çıkmanın yarım
metrelik, 30, 20, 10 veya 2 santimetrelik bir mesafede, ya
da milimetrenin algılanabilir herhangi bir kesiri mesafe­
sinde gerçekleştiğini görmüş olsaydık, h içbir şeki lde azal­
mazdı. Aklımız, ya da imgelemimiz, son duruma ilk du­
ruma olduğu kadar şaşardı. Aynı şekilde, eğer önümüze iki
farklı can l ı tür konulursa, çok uzak veya çok yakın, öneml i
değil, bir mantar v e bir labye1 veya aynı türden i k i labye,
birinin aniden ve geçişsiz olarak diğerine dönüşebilmesini
burada yukarda olduğundan daha iyi anlayamayız asla.
Ama eğer bize, bir ırk karışması nedeniyle birinin döl len­
miş yumurtasının alışıldık güzergahından ilkin son derece
hafif, sonra derece derece artmış olan bir sapmaya uğradığı
söylenirse, bunu kabul etmekte hiçbir zorluk çekmeyiz.
Denilecektir ki, ilk hipotezin an laşılmazlığı düşünce b irli­
ğinin bil incimizde neden olduğu bir önyargıdan ileri gel­
mektedir. Bundan daha doğru bir şey yoktur, ve bu haklı
olarak kanıtlıyor ki, gerçeklik, bu önyargının doğduğu de­
neyimin kaynağı, sonlunun, sonsuz-küçükle açıklanmasına

1 Taç yaprakları dudaksı olan bitki.


25
GABRIEL TARDE

uygundur. Zira saf akıl, çı plak akıl bunu asla bulamazdı


zaten; hatta küçüğün iç inde büyüğün kaynağından çok bü­
yüğün iç inde küçüğün kaynağını görmeye zorlanmış ola­
caktı ve dıştan içe küçük bir toprak yığınını aniden saran ve
içine giren ah initio hazır-yapım ilahi türlere inanmak ho­
şuna giderdi. Hatta seve seve Agassiile birlikte derdi ki,
daha başından itibaren ağaçlar orman oldu, arılar kovan,
insanlar mil let. Bu bakış açısı, sadece karşıt olgu ların baş­
kaldırışıyla bi limden uzaklaştırılabildi. Daha bayağı şey­
lerden bahsetmek gerekirse, uzaya dağı lmış büyük bir ışık
küresinin, havanın merkezi bir atomunun· artan ve yayılan
tek bir titreşimine bağlı olduğu -bir türün bütün nüfusunun
bir tür yayıcı ışıma olan ilk ve tek bir yumurta hücresinin
inanı lmaz derecede artmasından ileri geldiği- ve. milyon­
larca insanın beyn indeki gerçek astronomi teorisinin varl ı­
ğın ın, Newton'un beyninin bir hücresinde falan gün ortaya
çıkmış bir düşüncen in artarak tekrar etmesinden ileri gel­
diği bile oluyor, bunu söyleyebiliyor insanlar. Peki, bundan
ne tür bir sonuç çıkar? Eğer sonsuz-küçük sonludan sade ce
d e rece olarak farkldaşsaydı , eğer şeylerin temelinde an la­
şılabilir ve kavranabilir yüzeylerinde olduğu gibi sadece
kon umlar, aralıklar ve yer değiştirmeler olsaydı, sonlu gibi
anlaş ılmaz-ve kavranılmaz olan bir yer değiştirme (dep­
lasman) neden sonsuz-küçük hal ine gelerek yapısını
değiştirirdi? Sonsuz-küçük, demek ki, sonludan nitelik
bakımından farklılaşıyor; hareketin, kendi sinden başka bir
nedeni vard ır; fenomen, bütün varl ık değildir. Her şey son­
suz-küçükten çıkar ve her şey oraya geri döner; h içbir şey,
kimseyi şaşırtmayan şaşırtıcı bir şeydir bu, hiçbir şey son­
lunun, kompleks olanın çevresinde aniden ortaya çıkmaz;
ne de orada yok olur. Sonsuz derecede küçüğün, bir başka
deyi şle öğen in, her şeyin neden i ve tözü, kaynağı ve amacı
26
MONADOLOJİ VE SOS YOLOJİ

olduğu sonucunu değil ise, hangi sonucu çıkarmalı bun­


dan? Fiziğin ilerlemesi fizikçil eri doğayı onu anlamak için,
nicelendirmeye götürürken, matematiğin ilerlemesinin ma­
tematikçileri, niceliği anlamak içi n, onu nicel hiçbir şeye
sahip olmayan öğelere ayırmaya götürmesi, dikkate değer­
dir.
Bilginin artışıyla, sonsuz-küçüğe atfedilen bu artan
önem öylesine olağandışıdır ki, olağan şekliyle ele alındı­
ğında (monadlar hipotezi dışlandığından), basit bir çelişki­
ler yığınıdır sadece. Bun ları açıklama işini sayın Ren­
ouvier'e bırakıyorum. Absürd olan şey, hangi amaçla insan
zihnine dünyanın anahtarını verirdi ki? Bütünüyle olumsuz
olan bu kavram üzerinden, belki bizde olmayan ama
entelektüel aktifimi zi n envanterinde anı olarak yer alması
gereken oldukça pozitif bir kavramı elde etmeye çalıştı­
ğımız ama ulaşamadığımız ve bakmaya çalıştığımız ama
göremediğimiz için değil midir bu? Bu absürdite tanı­
dığımız her şeye yabancı, her şeye dışsal bir gerçekliğin
sadece d ı ş görünüşü olabi lirdi pekala, her şeye dışsal olan
bir gerçeklik, mekana ve zamana, maddeye ve ruha . . . Ruha
mı? Eğer böyle olsaydı, monad l ar hipotezinin reddedilmesi
gerekird i . . . Fakat bu deney gerektiriyor Her ne olursa ol­
.

sun, sonsuz-küçük oldukl arını söylediğimiz bu küçük var­


lıklar; gerçek ajanlar olurdu bu durumda, sonsuz-küçük
olduklarını söylediğimiz bu küçük varyasyonlar, gerçek
eylemler olurdu.
Buraya kadar söylenenlerden bu aj anların özerk olduğu,
bu varyasyonların yarıştıkça çarpıştıkları ve birbirini en­
gelledikleri sonucu çıkıyor gibi görünüyor aynı zamanda.
Eğer her şey sonsuz-küçükten çıkıyorsa, bu, bir öğe, tek bir
öğe, herhangi bir değişim ini siyatifine sahip olduğu içindir;
hareket, yaşamsal evrim, zihinsel veya sosyal dönüşüm .
27
GABRIEL TARDE

Eğer tüm bu değişimler kademeli ise ve görünüşte sürekl i


ise, b u gösteriyor ki, girişken öğenin inisiyatifi, yardım al­
mış olsa bile, dirençle karşılaşmıştır. Farz edelim ki bir
devletin istisnasız bütün vatandaşları, aralarından birinin
beyn inde, daha özel olarak bu beynin bir noktasında doğ­
muş bir politik yen iden düzenlenme programını bütünüyle
benimsiyorlar; devletin bu düzlemde bir bütün olarak elden
geçirilişi aralıksız ve parçal ı olmak yerine ani ve bütünsel
olacaktır, projenin radikali zmi ne olursa olsun. Sosyal de­
ğişimlerin yavaşlığını açıklayan tek şey, diğer reform plan­
larının veya bir milletin her bir üyesinin bilerek veya
farkında olmadan karıştığı diğer ideal devlet tiplerinin kar­
şıtlığıdır. Aynı şeki lde, eğer madde sand ığımız kadar pasif
ve devinimsiz ol saydı, hareket yani kademel i yer değiş­
tirme, neden olurdu, anlayamıyorum; bir organizmanın
oluşumu, neden, kendi embriyo fazlarının geç işine bağlı
olurdu, anlayam ıyorum, ki bu geçiş tohumun tepisinin ba­
şın dan itibaren amaçladığı ergin durumunun direkt olarak
gerçekleşmesinin önünde bir engel dir.
Düz çizgi düşüncesi, buna di kkat edelim, sırf geomet­
riye özgü deği ldir. Biyolojik bir düz doğrusal lık vardır,
mantıksal bir düz doğrusal lık da vardır. Nasıl ki gerçekte
bir noktadan diğerine geçmek için araya konmuş noktaların
kısalması veya azalması sınırsız olmaz ve düz çizgi den ilen
sın ırda durursa, aynı şekilde, spesifik bir formdan diğer bir
spesifik forma geçişte bireysel bir durumdan diğer bir bi­
reysel duruma geçişte, formlarda ve durumlarda geçi l mesi
gereken minimal, indirgenmez bir ara-durum vardır ve bu,
embriyonun ortaya çıktığı artç ıl tipler bölümünün emb(İ­
yon tarafından özet olarak tekrar ed ilişini açıklayan tek
şeydir ve benzer biçimde, bilimsel bir şey açıklanırken bir
tezden diğer bir teze, bir teoremden bir diğer teoreme, bir
28
MONADOLOJ İ VE SOSYOLOJİ

doğru gitme biçimi yok mudur, ve bu bun ları zorunlu ola­


rak ara konumlar olan mantıksa/ konumlar zinciriyle birbi­
rine bağlamaktan ibaret deği l midir? Gerçekten şaşırtıcı bir
zorunluluk. Birkaç asrın emeğini birkaç sayfada özetleyen
temel bilgi kitaplarında gördüğümüz ve izlediğimiz sergile­
rin bu rasyonel ve düz doğrusal sırası art arda gel en keşifle­
rin -ki bütün bir bilim bunun sentezidir- tarihsel olarak or­
taya çıkış sırasıyla hepsinde olmasa da bir çok noktada sık­
lıkla örtüşüyor, ama her zaman deği l. Filojenezin1 otojenez
tarafından özetlen işi için de aynı şey geçerlidir belki de; ki
otojenez, öncü formların, birikmiş olan ve yumurtacığa
bütün olarak intikal eden biyolojik keşiflerin önceki dö­
nemlerde birb iri ardına izlediği dolambaçlı yolu sadece ça­
buklaştırmakla kalmaz, aynı . zamanda düzenler bu yolu.
Evrim öğretisinin monado lojik hipotezlere verdiği asıl
destek, eğer bu büyük sistemi al mak üzere olduğu ve çok­
tan oluşmaya başlayan yeni biçimler üzerinden düşünsey­
dik, çok daha açık görünürdü. Zira evrimciliğin kendisi de,
evrim gösterir. Evrimcilik Sonuçsuz bir dizi denemeyle ya
da dönüşüm yöntemlerine -ki, bu yan lış bir biçimde ge­
nell ikle canlı doğaya atfedilmiştir- uygun olarak gözlemle­
nen olgulara uygulanan rastlantısal ve istem dışı adaptas­
yon larla deği l, bilginlerin ve ol dukça zeki ve atak olan ve
bilerek ve isteyerek temel teoriyi bil imin bilinen verilerine
ve de kendilerinin önem verdikleri düşüncelere mümkün
olan en iyi şekilde uydurmak için değiştirmekle meşgul
.
teorisyenlerin biriken çabalarıyla evrim gösterir. Bu teori
onlar için, herkesin kendine göre spesifik hale getirmeye
çalıştığı jenerik bir tiptir Fakat, Darwin ' in neden olduğu
.

olağanüstü kaynaşmanın bu çok çeşitli ürünleri arasında,

1 Soyların oluşumu, soyoluşum. (Çev.)


29
GABRIEL TARDE

üstadın kendi düşüncesine gerçek ve zengin bir yenilik ek­


leyen veya bu düşüncenin yerine gerçek bir yenilik koyan
sadece iki tane önerme vardır. Sayın Edmond Perrier tara­
fından formüle edilen ve ilkel organ izmalardan daha
kompleks organizmalara olan ortak ev ri mden bahsetmek
istiyorum ilkin, ve ikinci olarak, yıllar önce Cournot' nun
ileri görüşlü yazılarında belirti len ve öngörülen ve pek çok
çağdaş bilginin zihn inde tekrar filizlenen, krizli ve sıçra­
malı evrimden bahsetmek istiyorum. Bu bilginlerden birine
göre, önceden varol an bir tipin yeni bir adaptasyon ama­
cıyla spesifik olarak dönüşümü, verili bir anda bir bakıma
ani (yani, sanırım önceden oluşmuş olan türlerin olağa­
nüstü derecede uzun olan süresine göre çok kısa ama haya­
tımızın kısalığı göz önünde bulunduru lduğunda çok uzun)
bir biçimde gerçekleşmek zorunda kal mıştır ve bu dene­
meyle değil de düzenli bir süreçle olmuştur, diye ekliyor.
Benzer b içimde, bir diğer dönüşümcüye göre, tür, nispeten
hızlı bir şekil de gerçekleşen ol uşumundan aynı şekilde hızl ı
olan ayrışımına kadar, kimi sınırlarda gerçekten durağan
olarak kalır, çünkü sabit organik denge durumundadır ken­
disi temelde. Organizma, çevresi nin aşırı olarak değişmesi
neden iyle (veya bir öğenin yayılan bir tür isyanmdan ileri
gelen bir iç devrimle) kendi yapısı itibariyle ciddi bir bi­
çimde bozukl uğa uğradığında, kendi türünden, aynı şeki lde
sabit olarak dengelenmiş başka bir türiin üzerinden geçmek
için çıkar sadece ve bizim için bir sonsuzluk olabilecek bir
süre boyunca kal ır orada.
Bu tahminleri tartışmak durumunda deği lim elbette.
Şunu bel irtmem yeterli olacaktır: Doğal seçilim kend isini
tipleri yetkinleştirmekten çok geliştirmeye ve onları tek ba­
şma derin bir biçimde değiştirmekten çok yetkinleşti rmeye
özgü bir şey gibi göstererek gerilerken, bu teoriler gel iş-
30
MONADOLOJi VE SOSYOLOJİ

mekte veya alttan alttan yol almaktadırlar; yine mütevazı


fakat oldukça baskınlar. Belirtilen bu iki yoldan hangisiyle
olursa ol sun, can l ı vücutları tinsel veya yarı tinsel olan
atomlarla doldurmaya zorlandığımızı da ekleyeyim. Sayın
Perrier'in organik dünyanın ruhu olarak gördüğü bu toplum
i htiyacı nedir, gerçekte; eğer bu küçük kişiler olayı değilse?
Ve d iğerlerinin düşündüğü şu d irekt, düzenl i ve hızlı dönü­
şüm, ilk olarak aralarından biri tarafından tasarlanan ve is­
tenen bir spesifik yeniden düzenlenme planının gerçekleşti­
rilmesine katkıda bulunan gizli i şçilerin eseri değilse, ne­
dir?

il

Sanırım bilimin evreni paramparça etme ve varlıkları


durmaksızın çoğaltma eğil iminde olduğunu kanıtlamaya
yeter bu. Fakat yukarıda da dediğimiz gibi, aynı zamanda
maddenin ve ruhun kartezyen düalitesini birleştirme eği l i­
mindedir bilim. Bu nedenle, bir antropomorfizme ( insanbi­
çimcil iğe) demiyorum ama kaçınılmaz bir psikomotfizme
varır. Monizm; (bu birçok kez söylendi, biliyorum) sadece
üç şekilde kavrayabiliriz gerçekten: harekete ve b i lince ba­
karak, örneğin bir beyin hücresinin titreşimine ve karşılık
gelen ruh durumuna bakarak anlayabiliriz, -aynı bir olgu­
nun iki yüzü gibi-, (fakat antik Janus'1u bu şekilde hatırla­
makla, kendi kendimizi aldatırız) veya heterojen yapısını
kabu l ettiğimiz madde ve ruhu ortak bir kaynaktan, gizli ve
tan ınmayan bir ruhtan çıkararak anlayabil iriz, fakat bu­
nun la bir düalite yerine bir triniteden (üçlem) başka bir şey
kazanmayız; ya da, madde ruhtan gelir, başka bir şey de-

1 Mitolojide iki yüzü olan Tanrı. (Çev.)


31
GABRIEL TARDE

ğildir, diye kesin bir şekilde ortaya koyarak anlayabiliriz.


Bizim an layabildiğimiz ve istenen indirgemeyi gerçekten
veren tek tez bu sonuncu tezdir. Ancak bunu iki şeki lde
anlayabiliriz. İdealistlerle birlikte diyebiliriz ki, maddi ev­
ren diğer benler dah i l benimkidir, yalnız benimki, benim
ruh/zih in durumlarımdan veya onların olası lığından mey­
dana gelir; bu olasılık benim tarafımdan doğru landığı öç­
lüde yani kendisi de benim ruh/zihin durumlarımdan biri
o lduğu ölçüde. Eğer bu açıklamayı reddedersek, geriye,
monado loj i stlerle birlikte tüm dış evrenin benimkinden
başka ama temelde benimkine benzer diğer ruh lardan mey­
dana geldiğini kabul etmekten başka bir şey kalmaz. Bu
son bakış açısını kabul etmekle, bir öncekinin en sağlam
temel lerini ortadan kaldırabiliriz. Bir bitkinin, bir taşın
kendinde varllğmın ne olduğunu bi lmediğimizi kabul et­
mek ve ayn ı zamanda onun varolduğımu söylemekte di­
retmek, mantıksal olarak savunulmaz bir şeydir; bu konuda
sahip o lduğumuz düşüncenin içeriği -ki bunu göstermek
kolayd ır- bizim zihin durumlarımızdan ibarettir ve bizim
zihin durumlarımız dışında geriye bir şey kalmadığı için,
ya bu maddi ve bilinmeyen X'i kabul ederek sadece on ları
doğrularız, ya da başka bir şeyi doğru layarak hiçbir şeyi
doğru lamadığıınızı itiraf etmek zorunda kalırız. Ama eğer
kendinde varl ık temelde bizim varlığımıza benzerse, artık
bil inmez o lmadığından, doğrulanabilir hale gel ir.
Daha sonra, monizm, bizi evrensel psikomorfizme götü­
rür. Peki, monizmi doğru ladığımız gibi, onu kanıtlayabi le­
cek miyiz? Hayır. Doğrudur, Tyndall gibi fizikçilerin,
Hoeckel gibi doğa bilimcilerin ve Taine gibi tarihçi ve sa­
natçı fi lozofların ve de her ekolden teorisyen lerin içerinin
ve dışarının, sansasyonun veya titreşimin kopukl uğunun
aldatıcı olduğundan şüphe ettiklerini veya buna iyice inan-
32
MONADOLOJ İ VE SOSYOLOJİ

d ıklarını gördüğümüzde argüman larının etki li olmaması


önemli deği ldir; düşüncelerinin ve önsezi lerinin birbirine
uygun olması kendi başına önem arz etmektedir.
Fakat öne sürdükleri özdeşliği açık bir şekilde göster­
meye çalışsalar da, bu düşünce, tanımlanması söz konusu
o lan bağımsız ifadelerde -hareketi ve duyumu kastediyo­
rum- açık bir şekilde ortaya çıkan uyumsuzluğun karşısında
tüm değerini kaybetmektedir.
Bunun nedeni, bu ifadelerden en azından birinin ger­
çekte yanlış seçilmiş o lmasıdır. Hareketin salt nicel var­
yasyon ları (ki bunların sapmaları da hesaplanabilirler) ile
duyumun salt nitel varyasyonları arasında, söz konusu o lan
i ster renkler olsun, ister kokular, tatlar veya sesler olsun,
karşıtl ık son derece çarpıcıdır, bizim için. Fakat eğer bizim
duyumdan başka d iğer iç durum larımız arasında, bir varsa­
yım o larak, nicel o larak değişken olanlar bulunsayd ı, başka
yerde göstermeye çal ıştığım gibi, bu özgün karakter onlarla
birlikte evrenin tinselleştirilmesine olanak verirdi belki de.
Bana göre ruhun iki durumu, ya da daha doğrusu ruhun
inanç ve istek denilen iki gücü -ki doğrulama ve istenç hu­
radan doğar-, bu seçkin ve ayırt edici karakteri göstermek­
tedir. İnsanın veya hayvan ın tüm psiko loj i k o lgu larında ev­
rensel olarak varolmalarıyla, yapı ların ın homojenliğiyle
(sahip oldukları sınırsız ölçeğin bir ucundan diğerine, en
küçük bir inanma ve arzu lama eği liminden kesin inanca ve
tutkuya kadar). ve n ihayetinde karşılıkl ı nüfuzla ve aynı
şeki lde çarpıcı olan diğer benzerlik öze llikleriyle, inanç ve
istek ben de duyum lar aç ısından uzayın ve maddi öğe ler
,

açısından zaman ın dışsal rolünü oynarlar kesinlikle. Bu


benzerliğin bir özdeş lik içerip içermediğini, en büyük
analistlerden birinin ileri sürdüğü gibi uzayın ve zaman ın
duyumsall ığıınızın sadece çeşitl i formları olmak yerine
33
GABRIEL TARDE

rastlantısal bir biçimde i lkel kavramlar veya sürekli ve öz­


gün yarı-duyumlar olup olmayacağını incelemek ve araş­
tınnak gerekirdi; ki bizler bunlar aracılığıyla, bu yarı-du­
yumlar aracılığıyla, tüm düşüncelerin ve duygu ların ve de
tüm kavramların ortak kaynağı o lan bizim i nanma ve is­
teme yeteneğimiz sayesinde bizden başka fiziksel etkenle­
rin inanç ve istek derecelerini ve şekillerin i görebilirdik. Bu
hipotezde, cisimlerin hareketleri monadlarca o luşturulmuş
düşünce veya tasarılar olurlard ı, sadece1•
Görüyoruz ki, eğer böyle olsaydı evren kusursuz bir şe­
ki lde saydam olurdu ve çağdaş b i limin iki karşıt akımının
bel irgin çatışması çözümlenmiş o lurd u. Zira bu bizi bir ta­
raftan bitki psikoloj isine ve "hücre psikoloj isine", ve ar­
d ın dan atom psikoloj i sine, yani kısacası mekanik ve mad­
desel dünyan ın bütünüyle tinsel o lan bir yorumuna götüıii­
yorsa da; d i ğer taraftan bunun düşünce dahil her şeyi me­
kan ik olarak açıklama eği limi de aynı derecede açıktır.
Hoecke l ' i n "hücresel psikoloj i"sinde, bu çe lişki li iki bakış
aç ısının bir d iziden diğerine art arda dönüp geldiklerini
görmek oldukça i lginçtir. Ama çel işki bir önceki h ipotezle
oıtadan kalkmıştır ve bu başka türlü de olamazd ı.
B u hipotezde insan biçimsel bir şey yoktur zaten. İnanç
ve istek b i linçsiz durumlar içerme ayrıcalığına sahip tek
şeydirler. B i linçsiz istekler ve yargılar vard ır kuşkusuz.
Zevklerimi zde v e acılarımızda yer alan istekler, yerelleşme
düşünceleri ve de duyumlarım ıza eklenenler böyledirler.
Bunun tersine, hissedilmeyen bilinçsiz duyumlar, kesinlikle
imkansızd ırlar ve eğer bir iki zihin bunları kavramış ve

1 Lotze'a göre, eğer atomda tinsel b i r şeyler varsa, bu bir kavramdan

çok bir zevk ya da acı olmalıdır; ben tam tersini iddia edi yorum.
(Fizyolojik Psikoloji, Lotze, s. 1 33 ).
34
MONADOLOJ i VE SOSYOLOJİ

duymuşsa da, bunun nedeni şu ki, bu zihinler farkına var­


madan bundan doğru lanmamış ve ayırt edi lmemiş duyum­
ları an lamaktadırlar ya da ruhun b i l inçsiz durumlarını kabul
etmen in gerçekten zorunlu olduğunu anladıklarından, du­
yuml arın ayn ı durumda olabileceğini düşünmüşlerdir, an­
cak bu yanlıştır. Dahası, bil i nçsiz duyum hipotezinin da­
yandığı ve ayrıca o ldukça çarpıcı olan o lgular ortaya çıkan
bu sonucun çok ötesindedirler genell ikle. Bunlar göster­
miştir ki, yönetici monadlar (ki bunlar beynin baş-öğeleri­
dir) o lan, bi zim bilincimizde, zorunlu ve değişmez olan ve
hayatımız veya beyinsel yaşam boyunca varo lmaya devam
eden sayısız yardımcı bilinç vardır, bunlardaki değişiklikler
kendileri açısından içsel durumlardırlar fakat bizim açı­
mı zdan dışsaldırlar. "Psikoloj i i le ilgi lenen kimi fizyo­
loj i stler," diyor sayın Bai l, "hiçbir şeyi unutamayacağımızı
kanıtladılar. Daha önce edinilmiş izlen imlerin ve duygu­
larm izleri bizim beyin h ücrelerim izde birikirler ve orada
sonsuza dek gizli o larak kal ırlar; ta ki, büyük bir etkinin
on ları yattıkları yerden uyandırdığı güne kadar. Bir
künuşmanın ortasmda bir ismi, bir tarih i veya bir o layı ha­
tırlamaya çal ıştığımızda, aranan b i l gi çoğun lukla aklımıza
gelmez ve bir kaç saat sonra da, bizler bambaşka bir şeyi
düşünürken kend i liğinden aklımıza geliverir. Bu beklen­
medik esini nasıl açıklama lı? Şu şeki lde ki, zeka (bizim ze­
kamız demek gerekirdi, yönetici monad) bu ince aynntıları
ihmal ederken gizemli bir sekreter, becerikli bir robot bizim
için çalışmaktadır."
Ruh doktorlarının hafıza olguların ı açıklamak için bu
katip ve öz kütüphaneci karşı laştırmalarına başvurmak zo­
runda kalmaları, monadlar hipotezinin lehine o lan güç lü bir
kan ıttır diyebiliriz. Bu yüzden İngi l i z ve Alman psikologla­
nn bu konudaki argüman ları, kolay l ıkla monado loj i teori-
35
GABRIEL TARDE

sine atfedilebilir. Fakat madem ki nihayetinde kimi du­


rumlarda kimi ruh hallerine bilinçsiz olarak bakmak zo­
runlu görünüyor, şuna dikkat etmek gerekir ki, gerçekte bir
i stek veya bir inanç eylemi sadece h i ssedilmemiş o lmakla
kalmaz, aynı zamanda olduğu gibi de hissedi lemez, tıpkı
bir d uygu kendi başına aktif olamayacağı gib i . Oysa bu
önemli özel likle birlikte, bahsettiğimiz iki iç güç fazlasıyla
nesnel leştirilebilir olarak görünürler, bizlere. Madem ki bu
iki güç sıradan duyumlara uygu lanıyorlar (bu duyumlar ne
kadar farkl ı olursa olsun), do'ya veya re'ye olduğu gibi
kırmızıya, soğuğa veya sıcağa olduğu gibi, gül kokusuna
uygulan ıyorlar, bilinmeyen ve (itiraf ediyorum) bilinemez
o lan ve varsayım olarak duyumlardan başka o lan ancak
duyumlardan birbirlerinden olduklarından ne daha az ne
daha çok farklı olan olgulara, aynı şeki lde niçin uygulan­
masınlar? Duyuma nit elik türünün basit bir çeşidi olarak
niçin bakı lmasm, ve ayrıca dışımızda hiçbir şekilde duyum­
sal olmayan ve tıpkı bizim duyum larımız gibi fiziksel güç­
ler için (inanç deni len statik güç ve i stek denilen dinamik
güç) mükemmel bir şeki lde uygulama noktası o labilen nitel
belirtiler varolduğunu kabul t:demez miydik? Belki de b u
gerçekle ilgili içgüdüsel ve anlaşılmaz bir duyguyla, i steğin
yapısı i le ilgi li olarak güç düşünces ini uydurduk, ki bu
düşünceyle evrensel bilmecenin cevabı bulunmaya çal ı­
şılıyor. Schopenhauer bu nosyonun maskesini kaldırmıştır;
bunu yaparken de ona gerçek ad ını vermiştir hemen hemen,
yani istenç. Ama istenç, inancın ve isteğin bir bi leşimidir,
ve üstad ın öğrencileri (ki Hartmannlar arasında gel i r bun­
lar) istence düşünceyi eklemek zorunda kalmışlard ır. İs­
tenci parçalasalard ı ve bundan iki ayrı öğesini çı karsalardı
daha iyi yapmış ol urlardı. Şaşırmakta haklı olduğumuz şey
şu ki, onca felsefık tahminin arası ndan henüz hiç kimse, en

36
MONADOLOJ i VE SOSYOLOJİ

azından açık bir şekilde, isteğin değil de i nancın nesnel­


leşmesinde, fiziğin ve hayatın problemlerinin çözümünü
bulmayı aklından bile geçirmemiştir. Açıkça diyorum, zira
farkında olmadan maddeyi, tutarlı ve sağlam olan tözü,
tatmin edilmiş ve dinginleşmiş olan tözü, sadece kanı ları­
mızın yardımıyla değil, aynı zamanda bunun görünümü ve
benzerliğiyle kavramaktayız; gücü, çabalarımızın görünü­
müyle kavradığımız gibi. Sadece Hegel görebilmiştir bunu,
eğer bunu, onun dünyayı olumlama ve olumsuzlama serile­
riyle oluşturma iddiasıyla değerlendirirsek. Olağanüstü us­
tal ığa ve yanılgılara rağmen, harabe halinde olan eserindeki
bu mimari ve bilgeli k görüntüsü de buradan geli yor belki
de, ve genelde, Demokritos' tan, Descartes ' a kadar bütün
dönemlerdeki tözcü sistemlerin en büyük d inamist dokt­
rinlere olan üstünlüğünü gösteren de budur. Leibnizci güç
düşüncesinin sınırlarını zorlayan bugünkü parlak evrimcili­
gimizin altında monizmin, Spinoza'nın tözünü yenileştir­
meye ve modern leştirmeye çalıştığını görmedik mi? Zira
istenç inanca vard ığı gibi, gök cisimlerinin ve atomların ha­
. reketi açık bir biçimde yığışmalarına vardığı gibi, güç dü­
şüncesi de töz düşüncesine götürür bizleri, doğal olarak, ki
bu düşüncede, aldatıcı olguların çalkantılarından yorulmuş
olan ve sonunda değişmez denilen gerçeklikleri yakalayan
idealist veya materyalist bir düşünce yer alır sırasıyla. Peki,
bizim iki içsel niceliğim izin gizemli dış numenlerine yapı­
lan bu iki atıftan, hangisi doğru? Her ikisinin de doğru ol­
duğunu neden söyleyemeyeli m ki?
Bu psikomorjizmin çok kolay ama çok d aha aldatıcı bir
çözüm olduğu ve yaşamsal, fiziksel ve kimyasal fenomen­
lerin çok d aha kompleks olan psikoloj ik olgularla açı klan­
d ığını ileri sürmenin bir al � atmaca olduğu söylenecektir
belki de. Fakat, duyumların karmaşıklığını ve onların fiz-
37
GABRIEL TARDE

yoloj i k olaylarla açıklanmalarının meşru luğunu kabul et­


sem de, isteği n ve inancınkini aynı şekilde kabul edemem.
Analiz, indirgenemeyen bu nosyonları aşamaz kanımca.
Bir taraftan organizmanın salt mekani k yasalar gereği
oluşmuş bir mekanizma olduğunu ve diğer taraftan zihinsel
hayatın tüm olgularının (yukarıda adı verilen ikisi dahi l)
organizasyonun, kendisi tarafından yaratılan ve kendisin­
d e n önce varolmayan ürünleri o ldu ğ u n u i leri süren çelişkili
bir durum var ve bu gözden kaçan bir çelişkidir. Eğer ger­
çekten organize varl ık hayran olunacak bir makine ise sa­
dece, böyle bir makinenin varolması gerekir; tıpkı d i ğer
makine ler gi bi, ki bu makin e l er d e en yetkin mekanizmalar
bi l e hi ç bir yeni güç ve tamamen yeni hi ç bir ürün yarata­
maz. Bir makine, önceden varolan ve özünde değişmeksi­
zin kendisinden geçen güçlerin dağıtımından ve özel bir
yönetiminden başka bir şey deği ldir. Dışarıdan aldığı ve
özü değişmeyen hammaddelere veri lmiş bir biçim değişik­
l iğidir sadece. Demek ki eğer canlı cisimler, bir kez daha,
maki ne i seler, bun ların işleyişlerinden doğan ve derinlikle­
rine kadar bildiğimiz güçlerin ve ürün lerin temel doğası
(duyumlar, düşünceler, istemler) bize bunların besinlerinin
( karbon, azot, oksijen, h idrojen, vs.) gizli psişik öğeler
içerdiklerin i kan ıtlar. Yaşamsal fonksiyonların bu üstün
sonuçları arasında güç o lan ve beyinden çıktıkları için h üc­
rese l titreşimlerle mekanik olarak yaratılamayan iki tane
vardır ö ze l l i kle. İsteğin ve inancın güç oldukların ı yadsıya­
bilir m iyiz? Karşılıklı bileşimleriyle, tutkularla ve tasarı­
larla bunların tarihin fırtınalarını besleyen rüzgarlar ve po­
l itika değirmenlerin i döndüren çağlayan lar o lduklarını
görmüyor muyuz? Eğer dini veya diğer inanç lar değilse, ya
da ihtiraslar ve açgözlülükler değilse, nedir dünyayı yöne­
ten ve i l erl eten? Bu ürünler bal gibi de güçtür ler ; öyle ki,

38
MONADOLOJ"i VE SOSYOLOJİ

tek başlarına, bugün birçok filozofun gerçek organizmalar


olarak gördüğü toplumları yaratırlar. Böylelikle, alt bir or­
ganizmanın ürünleri, üst bir organizasyonun nedenleri ve
etkenleri olurlar! Bu iki ruh durumunun d inamik karakte­
rini kabul edersek, demek k� bunlara aynı zamanda ürün
olarak bakmakla hiçbir şekilde kaçınamayacağımız sonuç
daha ciddi bir sonuç haline gelir. Zira biliyoıuz ki, maki­
neler tarafından kullanılan güçler, ham maddelerine göre
çok daha az değişmiş olarak çıkarlar. Bunun sonucu olarak,
eğer istek ve inanç, güç iseler, zihinsel belirtilerimizin
içinde bedenden çıktıklannda, molekül yapışıklığı veya
moleküler yakınlık açısından giriştek; durumlarından pek
fazla farklılaşmamaları muhtemeldir. Maddi tözün son te­
meli bizim için görülebilir hale gelirdi bu sayede ve bu b a­
kış açısının sonuçlarını izleyerek, bilime kazandırılmış ol­
gıılarla hemfik ir kalıp kalmadığımızı inceleme zahmetine
değer. Burada, istencin değil de isteğin temel ve evrensel
karakterini göstermeyi bana göre başarmış olan Schope ·
nhauer'un, Hartmann'ın ve onların ekol lerinin birikmiş
çalışmalarından yararlanma avantaj ına sahibim.
Sadece bir örnek aktarmak gerekirse, hiçbir organizma
belirtisinin bulunamadığı küçük bir protoplazma yığıııını
alabiliriz örnek olarak, "Yumurtanın akı gibi berrak ve
saydam jöle," diyor sayın Perrier, bununla birlikte, diye
ekliyor, bu jöle hareketler yapıyor, hayvan/an yakalryor,
onları hazmediyor," vs. İştahı var, bu açık, ve sonuç olarak
da istediği şeyi az çok algılayabiliyor. Eğer istek ve inanç
organizasyonun ürünleriyse sadece, heterojen olan (bunu
seve seve kabul ederim) ama henüz organize olmamış bu
yığındaki bu algı ve bu iştah nereden geliyor? Sporların h a­
reketleri, diyor Londra Kraliyet Derneği 'nden sayın
Almann, "gerçek bir isteme boyun eğiyor gibi görünüyor
39
GABRIEL TARDE

çoğun lukla, eğer spor bir engelle karşılaşırsa yönünü de­


ğiştiriyor ve kirpiklerinin hareketini tersine çevirerek geri
çekiliyor." Bir demiryolu makinisti daha iyisini yapamazd ı .
Bununl a birlikte, b u spor, kendisinde tü m istenci ve tüm
zekayı reddettiğimiz hareketsiz ve duyumsuz bir bitkinin
kopmuş bir hücresinden başka bir şey deği ldir. Böylece, bir
yavru hücrede aniden ortaya çıkan ama ana hücrede potan­
siyel olarak bile varolmayan zeka ve istenci görüyoruz.
Daha iyisini söylemek gerekirse, işine geldiğinde, kendi
amacı için yani tüm hareketlerinin kaynağı o lan özel koz­
mik planı için faydalı olduğunda, yaşantsal öğe gizli zen­
ginl iklerini açığa ç ıkarır ve yayar. Protoplazmanın bölün­
mez yığın ı içinde sonsuz sayıda olan diğerleriyle bir araya
geldiğinde, istediği anda bölünmezl iğine son verdirir, yo­
ğun bir bağımlı grubuyla kendisini çevreler ve kendisini
hapseder, kalker surlarla donanır; ya da bir kayıkçının kü­
reklerini uzatışı gibi, ince telcikler uzatır ve avına doğru
harekete geçer. Bütün sularda kendi lerine "bir iskelet o l uş­
turan . . . Kristal kadar saydam olan ve kusursuz bir simetride
ve kusursuz bir güzell ikte o lan eşmerkezli küreler inşa
eden" bu birhücreli can l ılardan binlerce vardır. Kuşkusuz
söz konusu tek hücre bu mucizeleri tek başına ger­
çekleştirmez fakat onun sadece bir yığın işçinin ruhu o ldu­
ğuna da inanmak gerekir. Ama ne kadar fiziksel hareket
gerekir, böylesi zahmetli bir çalışma için!
Gerçekten de sanatımızı, sanayıımızı, müzelerde
sergilenen küçük keşiflerimizi, bir bahar gününün bize
sergilediği gibi hücre ile i lgili buluşlarla, hücredeki sana­
yiiyle ve hücredeki sanatla karşılaştırd ığımızda, bizim
zekamızın ve bizim istencimizin, büyük bir beyin duru­
munun engin zenginliklerine sahip büyük benin, hayvansal
ve hatta bitkisel bir hücrenin ufacık yapısı içerisinde kapalı
40
MONADOLOJİ VE SOSYOLOJ İ

olan küçük benlere üstün gel ip gelmediğini kendi kendi­


mize sormakta haklıyız. Kuşkusuz, eğer kendimizi her
şeyden üstün sanma önyargısı bizi kör etmeseyd i bu karşı­
laştırma bizim lehimize olmazdı. Monadlara inanmamızı
engelleyen bu önyargıdır aslı nda. Dahiyane özell ikler taşı­
yan şeyleri, yaşayan eserleri, yani kısacası her şeyi bizim
dışımızda mekanik olarak yorumlamak için sarf ettiği
asırlık çabasında, bizim zihnimiz kendisindeki tek bir
kıvılcım ve tek parıltı için dünyanın tüm ayd ın lıklarının
üzerinde esiyor adeta. Sayın Espinas arıl arın ve karın­
caların sosyal çalışmaların ı açıklamak için, az zekônm
yeterl i olduğunu söylemekte kesinlikle hakl ıdır. Ama eğer
bu azı kabul edersek ve bizim sanayiimizdeki ürün ler gibi
oldukça basit olan bu ürünleri açıklamak için gerekl i
olduğunu düşünürsek, b u böceklerin kompleksite aç ısın­
dan, zengin lik açısın dan ve adaptasyonlardaki ustalık açı­
sından tüm diğer eserlerinden çok daha üstün olan orga­
nizasyonunu gerçekleştirmek için çok zekaya ve zekalara
ihtiyaç duyulmuş old uğunu kabul etmek zorundayız. Ol­
dukça doğal olan şu düşünceyi kabul etmek gerekir: M a­
dem ki çok sıradan o lan ve yüzyıllardan beri daima tekdüLe
kalan basit bir sosyal fonksiyonun yerine getiril mesi, ya da
mesela bir tören alayının veya bir askeri alayın düzenli ve
bir bütün olarak hareketi, onca çalışma, onca söz, onca
çaba ve neredeyse boşu boşuna harcanmış onca zihinsel
güç gerektiriyor binlerce ve milyarlarca değişik aktör
tarafından (ki bunların hepsi özünde egoisttir, bunu
düşünmemizin hakl ı nedenleri var ve aynı zamanda geniş
bir imparatorlukta yaşayanlar kadar farklıdırlar bir­
birlerinden), eş zaman lı olarak gerçekleştirilen yaşamsal
fonksiyonların bu komplike manevralarını yapmak için

41
GABRIEL TARDE

inanı lmaz bir zihinsel ya da yarı-zihinsel enerj i neden ge­


rekmesin ki !
Eğer bel l i bir bedensel küçüklük derecesinin ötesinde
zekanın (bildiğimiz şekliyle duygu sal zeka demiyorum,
psişizm diyorum, b i ldiğimiz tüm zekası sadece tek çeşit
o lan tür) imkansız o lduğu ispatlanmış o lsaydı bu çıkarımı
reddetmek gerekirdi, şüphesiz. Tanıtlanan bu imkansızl ık­
tan, psişik o lguların kendi durumlarından · radikal bir şe­
k i lde farklı olan sonuçlar olduğu sonucunu çıkarabi lirdik
daha sonra, b izim gözlemlediğimiz tüm zeki veya genelde
psişik olan var lıklar benzer biçimde psişik olan soylardan
veya ebeveynlerden geliyor olsalar bile, ya da zekanın ken­
diliğinden olan o luşumu hayatın kendil iğinden o luşumuna
göre çok daha az kabu l edileb ilir bir varsayım olsa bile,
tabi, eğer bu mümkünse. Fakat sonsuz derecede küçüğün
mikroskobik, hatta u ltra-mikroskobik derinliklerine boşuna
daldık, burada eksiksiz organizmalar ve yaşayan tohu mlar
keşfederiz her zaman, ki gözlem veya tümevarım bizi bun­
ların b itkisellik ve hayvansal lık özelliklerini kabul etmeye
-götürür, çünkü bu iki dünya, minimumda karışıyor. " 1 /3 000
m i l i metrelik bir çap bir mikroskobun bize açı k seçik görme
olanağı verdiği en küçük çaptır, diyor sayın Spottiswoode.
"Ama güneş ışınları ve elektrik ışığı bu boyutların alabil­
diğine altında olan cisimlerin var lığını gösteriyor bize.
Mösyö Tyndall, bunları ışık dalgalarına .g öre ölçmeyi dü­
şündü . . . onları yığınlar halinde gözlemleyerek ve yaydıkları
renkleri izleyerek . . . Bu sonsuz-küçük cisimler gaz halin - .
deki moleküller değil ler sadece; bütünlüklü organizmalar
da içeriyorlar ve adını andığımız ünlü b ilgin bu küçük or­
ganizmaların hayat ekonomisinde yaptıkları dikkate değer
etki hakkında derinleştiri lmiş bir inceleme yapmıştır."

42
MONADOLO J İ VE SOSYOLOJİ

Ama diyeceksiniz, eğer psişiırnin sın ırlarına erişemi­


yorsak, sağduyu bize ortalama olarak bizden çok daha kü­
çük o lan varlıkların bize göre çok daha az zeki olduklarını
doğrular; ve bu i lerlemeyi devam ettirdiğimizde, artan kü­
çüklük yolunda mutlak zekasızlığa varacağımızdan emin iz­
dir. -Sağduyu! Geçelim. Sağduyu zekanın ölçüsüz boyla
bağdaşmadığını ve uyuşmadığını da söylüyor ve kabul et­
mek gerekir ki bu noktada deney ona hak veriyor. Ama
sağduyunun bu iki iddiasın ı birleştird iğinizde göreceksiniz
ki her ikisi de (ki biri temelsizdir ve diğeri gerçeğe yakın­
d ır) insan merkezci önyargıdan ileri gelmekted ir. Gerçekte
varl ıkların o kadar az zeki olduklarını düşünüyoruz ki on­
ları [giderek] daha az tanıyoruz, ve bilinmeyen şeyin zeka­
sız olduğunu düşünme yanı lgısı bilinmeyenin belirsiz, de­
ğişmemiş ve homojen o ld uğunu sanma yan ı lgısı ile yan
yana gider, daha ileride, bundan bahsedeceğiz.
Buraya kadar söylenen lerde, mevcut şekl iyle günü­
müzde haklı ol arak gözden düşen fınal ite ilkesinden yana
gizli bir savunma görmekten, kaçınmak gerekir. Belki de,
metod açısından, doğa için tüm amacı ve tüm düşünceyi
reddetmek, tlim amaçlarının ve tüm düşüncelerinin (ge­
nelde yap ı ldığı gibi) tek bir düşünceye, tek bir istence
bağlandığını i leri sürmekten daha iyidir, gerçekten. Tüm
varl ıkların birbirlerin i yed ikleri ve fonksiyonlardaki uyu­
munun (eğer var ise) her bir varl ıkta sadece bir ödünlü ç ı ­
karlar ve karş ıt istekler an laşması olduğu v e d e normal du­
rumda en iyi şeki lde dengelenmiş o lan bireyde (tı pkı en iyi
yöneti len devletlerde şurada burada her zaman mezhep
ayaklanmaları ve yurttaş lar tarafından dini olarak sürdürü­
len ve düşlenen birl iği bozsalar bi le, yönetenler tarafından
zorunlu olarak saygı gören taşraya özgü d urum lar meydana
geldiği gibi) yararsız fonksiyonların ve organların gözlem-
43
GABRIEL TARDE

lend iği bir dünyayla ilgi li olarak yapılan benzersiz bir


açıklama! Düşünceyi veya kutsal istenci ne kadar sınırsız
sanırsak sanalım, bunun bir olmasını istediğimizde, hemen
o anda yetersiz hale ge lir; tıpkı realitelerin açıklanışı gibi.
Çelişki l ilerin bir arada varolmasını gerektiren sın ırsızlığı
ve tam uyum i steyen birliği arasında seçmek gerekiyor,
mucizevi bir şekilde birini diğerinden yani sırayla birinciyi
ikinciden, sonra ikinciyi birinciden çıkartmadığımız müd­
detçe. Fakat bu sırların üzerinde durmamıza gerek yok.
Maddede veya ondan oluşmuş bir maddede hiç zeka yok­
tur; ara yol yoktur hiç. Ve doğrusunu söylemek gerekirse,
bil imsel olarak dönüp dolaşıp aynı yere gel ir bu. Zira bir an
için farz edelim ki, bir kaç bin değil, bir kaç katrilyon veya
kentrilyon kadar sımsıkı bir şekilde kapalı o lan ve bireysel
olarak erişi lmez olan insandan oluşan, insan devletlerimiz­
den birini (daha kalabalık ve daha kapal ı bir tür Çin)
istatikçilerin verileriyle tanıyoruz sadece, ve bu veri lerdeki
yüksek rakamlar büyük bir düzen lil ikle artıyor. Bize bu ra­
kamlarm bazılarının ani olarak büyümesiyle veya düşme­
siyle kendini gösterecek olan politik veya sosyal bir devrim
bu devlette meydana geldiğinde, burada düşüncelerin ve bi­
reysel tut� .. ..ıların neden olduğu bir o layın söz konusu oldu- ·
ğundan emin olmamız bir şeye yaramazd ı; bu reel ama an­
laşılmaz nedenlerin doğası üzerine yersiz tahminlerin
içinde kaybolmaktan kaçın mamız gerekirdi ve bu i statikçi­
lerden e n akı ll ısı, ustaca bir şeki lde ele alınan nonnal
rakam larla yapı lan düzgün karşılaştırmalarla anormal ra­
kam ları bize iyi kötü açıklard ı . Böylece en azından açık
sonuçlara ve sembo lik gerçekliklere varırdık. Bununla bir­
l ikte, bu gerçekliklerin salt sembolik özelliklerini hatırla­
mamız önemlidir bazen ve monad ların doğrulanmasının
bil ime sunacağı hizmet de budur kuşkusuz.
44
MONADO LO.Iİ VE SOSYOLOJİ

ili

B i l i min evreni toz haline getirdikten sonra, tozunu zo­


run lu o larak spiritüalize etmeye vardığını gördük az önce.
Bu konuda yapılan büyük itiraza gelelim bu arada.
Monado loj i k veya atomist herhangi bir sitemde her feno­
men küçük, görü lmez ve sayısız Tanrılar o lan çok sayıda
etkenden doğan aksiyonlar halinde çözü leb i len bir bulutsu­
dur sadece. Bu çoktanrıcı lık (bintanrıcılık diyecektim) fe­
nomenlerin evrensel uyumunu ne kadar eksik ve kusurlu
o lursa o lsun açıklamayı gerektiriyor. Eğer dünyayı oluştu­
ran öğeler bir birinden ayrı, bağımsız ve özerk o larak mey­
dana geldilerse, bunların büyük bir bölümü veya grupları­
nın büyük bir bölümü (örneğin tüm oksijen veya h idrojen
atom ları) kusursuz bir şeki lde değilse de (zira bunu dü­
şünmek için yeterl i bir neden imiz yok) en azından kararlı
diyebi leceğimiz sın ırlarda niçin birbi rine benziyor; bunla­
rın hepsi olmasa da, büyük bir bölümü neden yakalanmı ş,
boyun eğdi rilmiş ve sonsuz oluşlarının içerdi ği bu mutlak
özgürlükten vazgeçmiş gibi görünüyor ve nihayetinde, dü­
zensizlik değil de düzen lilik ve öncelikle de düzen l i l iğin i l k
koşulu ve gittikçe artan dağılma değil d e artan toplanma
neden bun ların i li şkiye girmelerinden doğuyor, bunu an la­
yamıyoruz. Bu yüzden yeni hipotezlere başvurmak gereki­
yor gibi görünüyor. Kapalı monadların tamamlayıcısı ola­
rak, Leibniz, her birinden diğer monad ların bütün bir evre­
n inin özel bir açıyla kend ini indirgediği karanlık bir oda
yaratıyor; ve bunun ötesinde önceden-kuru l u uyumu tasar­
lamak zorunda kal ıyor, ayn ı şeki lde, başıboş ve kör atomla­
rının tamam layıcısı o larak materyalistler, evrensel yasalara
veya bütün varlıkların itaat edeceği ve hiçbir varlığa bağlı
olmayan bir tür gizem li buyruk olan ve kimse tarafından
45
GABRIEL TARDE

hiç telaffuz edi lmemiş olsa da, her yerde ve her zaman yine
de dinlenecek bir tür söz olan ve içine tüm bu yasaların gi­
receği yegane formüle başvunnak zorunda kalıyorlar. Bu­
nun dışında, atomist veya monadoloj i st o l sun, ilk öğelerini
aynı şekilde tasarlıyorlar, ki buna tüm gerçekliğin kaynağı
diyorlar; benzersiz bir türde olan ve nüfuz edi lmez olarak
görülen maddi gerçekliklerin içine derinlemesine bir bi­
çimde ve bir taraftan diğerine giren ve bu sızmanın derinl i­
ğine rağmen bu maddi gerçekliklerden radikal bir biçimde
farklılaşan iki gerçeklik veya sözde-gerçekl ik o lan aynı
uzayda ve ayn ı zamanda yüzüyorlarmış gibi. Özel l ikle fi lo­
zofu güç d uruma düşüren ve kafasını karıştıran onca özel­
lik, onca gizem ! B irbirlerine dışsal o lmak yerine karşı l ıklı
olarak birbirlerine karışan açık monadlar tasarlayarak bun­
ları çözümleyebi l ir miyiz? Buna i nanıyorum, ve görüyorum
ki, yine bu yan ıyla, sadece çağdaş deği l, aynı zamanda mo­
dern bi limin i lerlemeleri yeni lenmiş bir monadoloj inin do­
ğuşunu kolaylaştırıyor. Newton' un maddi öğelerin birbirle­
rin i çekme kuvvetini keşfetmesi, maddi öğelerin uzak me­
safede ve her türlü uzaklıkta b irbirlerine doğru olan hare­
ketinin keşfedi lmesi, nüfuz edilemez o lmalarının yarattığı
durumu gösteriyor. Vaktiyle birer nokta olarak bakı lan
bunların her biri, s m ırsız bir biçimde genişlemiş bir aksi­
yon alanı haline gel ir (zira benzerlik bizi yer çekiminin tüm
d i ğer fiziksel güçler gibi, devam lı olarak çoğald ığına
inanmaya zorluyor) ve birbirine karışan tüm bu alanlar her
bir öğeye özgü sahalardırlar karışmış bile o lsalar, yan lış­
l ıkla tek bir alan sand ığımız alanlardırlar be lki de. B u
alanların her birinin merkezi kendi öze l l ikleriyle farklı hale
getiri lmiş bir noktadır, fakat nihayetinde bir diğerine ben­
zeyen bir noktadır; ve ayrıca aktivite her öğeni n ortak özü
o lduğundan, bunların her biri hareket ettiği yerde tam bir
46
MONADOLOJİ VE SOSYOLOJİ

bütündür. Doğrusunu söylemek gerekirse, atom , bu bakış


açısmın gelişmesiyle (ki bu hava itişleriyle zaman zaman
boşuna açıklanmaya çalışılan Newton yasasından etkilen­
miştir doğal olarak) atom olmaktan ç ıkar; evrensel olan
veya öyle olmaya çalışan bir ortamdır atom, kendisine ait
bir evren, Leibniz' in istediği gibi sadece bir m ikrokozmoz
olmayan, tek bir varlık tarafından fethedilmiş ve soğurul­
muş olan bütün bir evren. Eğer bir bakıma doğaüstü o lan
uzay böylece gerçek uzaylar veya basit alanlar haline gel­
diğinde, yegane olan zamanın içi boş antitesini aynı şekilde
çok sayıda gerçeklikler ve basit istekler haline getinneyi
başarsaydık, son sadeleştirme olarak, geriye, doğal yasa­
ları, benzerliği, olguların tekrarlanmasını ve benzer olgula­
rın artışını, (fiziksel dalgalar, canlı hücreler, sosyal kopya­
lar), bu yasaları i leri sürmüş, bu tipleri empoze etmiş, ba­
ğımlılıklarını ortaya koymuş ve kopyalarını aşmış olan bazı
monadların tekbiçimleştirilmiş ve köleleştirilmiş olan an­
cak hepsi özgür ve özgün olarak doğmuş ve hepsi kendile­
rini fethedenler gibi egemenliğe ve evrensel asimilasyona
susamış bir yığın monad karşısındaki zaferiyle açıklamak
kalıyor sadece. Uzay ve zaman gibi, yasalar ve diğer değiş­
ken ve gerçekdışı antiteler tartışılmaz gerçeklikler içinde
merkezlerini, konumlarını ve uygulama noktaların ı bulur­
lardı, bu şekilde. Sivil ve siyasi yasalarımız gibi projeler ve
bireysel tasarılar olarak ortaya çıkardı hepsi . Böylelikle
tüm atomist veya monadoloj ik girişimlere yapılabilecek
temel itiraz kolaylıkla ortadan kaldırılmış o lurdu, ki bu o l­
gusal devamlıl ığı basit ve ilkel devamsızl ık haline getirme
yönünde bir itirazdır. Son devamsızm içine devamlıyı koy­
mayacaksak, ne koyacağız gerçekten ? Daha ileride yeni den
açıklanacağı gibi, diğer varlıkların bütününü koyacağız

47
GABRIEL TARDE

oraya. Her şeyin temelinde gerçek veya muhtemel her şey


vard ır.

iV

Fakat bu öncelikle her şeyin bir topluluk olduğunu, her


olgunun sosyal bir olay olduğunu varsayar. Oysa dikkate
değerdir ki, bilim önceki eğilimlerinin mantıksal bir sonu­
cuyla, toplum kavramını son derece genelleştirme · eği l i­
mindedir. B i ze hayvansal topluluklardan (bu konuda sayın
Espinas ' ı n eşsiz kitabına bakınız) ve hücresel topluluklar­
dan bahsediyor bilim; peki, atomik topluluklardan neden
bahsetmiyor? Gökcismi topluluklarını unutuyordun:ı, güneş
ve y ı ldız sistemlerini. Tüm b i limler sosyoloj i n in dalları
olmaya yönelik gibi görünüyorlar. İyi biliyorum ki bu akı­
mın yönünün yanlış anlaşılması nedeniyle, kimi leri top­
lumda organ izmalar görmeye zorlandılar ama gerçek şu ki,
hücre teorisinden bu yana organizmalar tersine apayrı bir
yapıya sahip topluluklara, Lycurgue'da veya la Rou­
sseau ' da ayrı ve yabanıl s itelere ya da kendi kural larının
olağan üstü ve değişmez tuhaflığına denk olağanüstü bir
dayan ıklılığa ve sürekl i l iğe sahip dini topluluklara dönüş­
tüler, ki bu değişmezlik, bireysel çeşitlili klere ve üyelerinin
yaratıcı gücüne karşıt olarak zaten hiçbir şey kanıtlama­
maktadı r.
Spencer gibi bir fi lozof toplulukları organizmalarla bir
tutsun, bundan daha şaşııtıcı ve daha yen i bir şey olamaz,
eğer bu görüş yararına yapılmış olağanüstü hayalci bir bilgi
savurganlığı deği lse tabi: Fakat bir bi lginin, sayın Edmond
Perrier gibi ihtiyatlı bir doğa bil imcinin toplulukların orga­
nizmalara benzeti lmesinde yaşayan gizemlerin anahtarını

48
MONADOLOJf VE SOSYOLOJİ

ve evrimin son formülünü bulabilmesi, gerçekten dikkate


değerdir. Bir hayvanı veya bir bitkiyi çok sayıda birliğin
geliştiği kalabalık bir şehirle karşılaştırabileceğimizi ve
kan yuvar/arının, yüzdükleri sıvının içinde ticaretini yap­
tık/ arı komplike yükü peşlerinden sürükleyen gerçek tüc­
carlar olduklarmı söyledikten sonra, ekliyor: Yakınlık de­
recelerinin yapabi leceği tüm karşılaştırmaları hayvanların
kendi aralarında sergiledikleri ilişkileri açıklamak için
kullandığımız gibi (onların gerçek bir yakınlıkla b irleşti­
rilmiş olduklarını, gerçekten aynı kandan olduklarını var­
saymadan önce), aynı şekilde, şimdiye kadar organizmaları
topluluklarla veya toplulukları organizmalarla karşılaştır­
maya devam ettik, ancak bu karşılaştırmalarda zihnin gör­
düğü basit şeylerden başka bir şey göremedik. Tam ter­
sine. . . şu sonuca vardık ki, ortaklık organizmaların kade­
meli gelişimlerinde özel değilse de, dikkate değer bir rol
oynamıştır; vesaire.
Fakat bilimin giderek organizmaları da mekanizmalara
benzettiğine ve canlı ve inorganik dünyanın arasındaki eski
bariyerleri azalttığına dikkat edelim. Neden molekül, örne­
ğin bitki veya hayvan gibi bir topluluk olmasın ki? Göre­
celi düzenlilik ve devamlılıkta bize bu tahmini reddettire­
cek hiçbir şey yoktur (Cournot gibi insan topluluklarının
uygarlaşarak organik diyebileceğimiz barbar bir evreden
fiziksel ve mekanik bir evreye geçtiğini düşünürsek eğer),
ki bu ikisiyle birlikte moleküler düzen olguları hücresel
veya yaşamsal düzen olgularına karşıd ır, gibi görünmekte­
dir. Birincisi esnasında gerçekten de ş iirlerindeki, sanatla­
rındaki, dillerindeki, geleneklerindeki ve yasalarındaki us­
taca ve içgüdüsel gelişimleriyle ilgili tüm genel olaylar ya­
şamın özelliklerin i ve yöntemlerini anımsatmaktadırlar tu­
haf bir şekilde ve buradan derece derece ilerleyerek idari,
49
GABRIEL TARDE

endüstriyel, mantıklı, akla uygun ve tek kelimeyle mekanik


o lan ve içerdiği (ve de istatikçinin benzer yığınlarını yap­
tığı) büyük rakamlarla fiziğin ve özellikle statiğin yasala­
rına birçok açıdan oldukça benzer olan yasaların veya eko­
nomik yasa-benzerlerinin ortaya çıkışına yer veren bir ev­
reye geçerler. Bir yığın olguya dayanan bu benzetmeden
(ki bunun için Temel düşüncelerin zincilenişi hakkında ça­
lışmaya başvuruyorum) ilk olarak şu sonuç çıkar ki, i nor­
ganik varlıkların doğasıyla canl ı varlıkların doğası arasın­
daki uçurum aşılmaz değildir (Coumot'nun bu noktadaki
bir yanılgısının tersine), çünkü benzer bir evrimin yani
topluluklarımızın evriminin, sırasıyla ikinci lerin özellikle­
rini ve b irincilerin özell iklerini bir bakıma taklit ettiğini gö­
rüyoruz. İkinci olarak bundan, eğer can l ı bir varlık bir top­
l uluk ise, salt mekanik bir varlık da öyle olmal ıdır sonucu
çıkar, çünkü topluluklarımızın ilerlemesi mekanikleşmeye
dayanır. Bir organizmayla ve bir devletle karşılaştırıldı­
ğında, bir molekül bir tür millettir, o halde sadece, alabildi­
ğine kalabalık ve ilerlemiş olan ve Stuart Mi ll' in bizim için
tüm kalbiyle istediği bu du rağan safhaya ulaşmış b ir millet.
Organizmaların ve aynı şekilde fiziksel varlıkların top­
luluklara bu şekilde benzetilmesine karşı yapılmış en doğru
itiraz gibi görünen i tiraza gelelim, direkt olarak. Uluslar ve
canlı cisimler arasındaki en çarpıcı karşıtlık şudur ki, u lus­
ların sın ırları veya sitelerin çevreleri, toprağın üzerinde ön­
ceden çizilmiş p lanların yokluğunun kendisini hissettirdiği
kararsız bir düzensizlikle çizilirken, canlı cisimler belirgin
ve simetrik sınırlara sahiptirler. Sayın Spencer ve sayın
Espinas bu güç noktaya farklı biçimlerde cevap verdiler
ama inanıyorum ki başka bir cevap da önerebi l iriz.
Saptanan karşıtlığı yadsımamak gerekir, çok reel bir
karşıtlıktır bu fakat akla yatkın bir açıklamadan uzak gö-
50
MONADOLOJJ VE SOSYO LOJ·j

rünmektedir; daha iyi anlamak için, basitleştirelim bun u .


Organik formların belirgin ve simetrik karakterini b i r yana
bırakalım ve bir öncekine bağlı şu diğer karakterle i lgi le­
nelim sadece, yani şöyle ki, bir· organizmanın uzun l uğu,
gen işliği ve yüksekliği kendi aralarında aşırı bir şeki lde
orantısız değillerdir asla. Yılanlarda ve kavaklarda yüksek­
lik veya uzunluk, kayda değer bir şekilde üstün gel ir; yassı
balıklarda kalınlık, diğer ölçülere kıyasla çok azdır ama hiç
bir durumda, uç formların sergilediği oransızlık herhangi
bir sosyal katışmacın sergilediği oransızl ıkla karşı laştırıla­
maz, örnek olarak 3000 kilometre uzunluğa ve genişliğe,
ve sadece bir iki metre ortalama yüksekliğe sahip o lan Çin
Seti ' ni verebiliriz, zira Çinliler kısa boyl udurlar ve yap ıları
oldukça basıktır. Ama surlar içinde sıkışmış olan ve çok
katlı evlerin yolların üzerinde dışa doğru çıkıntı yaptığı
güçlü bir Orta Çağ şehrinden ibaret olan bir devlette derin­
lik genişl iğe oran la yine de çok azdır. Peki, bu son örnek
bizi aranan çözüme götürmez mi? D ışarıdan gelecek saldı­
rılara karşı daha iyi direnmek için bir şehir gücünü arttırır,
yığılma yapar ve katlar üst üste dizilir; eğer zamanın neden
o lduğu güvensizliğinin bu yumaklanmaya neden olmadığı
modern başkentlerde evler giderek yükselme eğilimindey­
se ler, sıklıkla öncekiyle birlikte giden bir nedenden dolayı­
dır bu, yani sürekli olarak artan sayıda insanın, en küçük
bir alan üzerinde mümkün olabilen en büyük i nsan
yığışmasının sunduğu sosyal avantaj ları paylaşma yönünde
duyduğu i htiyacı, tatmin etmek içindir. Eğer insanlara ken­
di lerini daha iyi korumak için, ya da daha bütünlüklü ola­
rak gelişmek için bir araya gelmeyi hayal ettiren bu güçlü
toplumsallık içgüdüsü yakın ve aşılmaz bir sınırla hiçbir
şeki lde karşılaşmazsa, havaya dikilmiş ve yayılmadan top­
rağa dayanan insan yığınlarından oluşmuş uluslar görme-
51
GABRIEL TARDE

miz muhtemeldir. Ama bunun neden imkansız olduğunu


belirtmenin pek yararı olmaz. Geniş olduğu kadar yüksekte
olan bir ulus atmosferin soluk alınabilir bölgesini fazlasıyla
geçerdi, ve yerkabuğu bu kentsel gelişimin dikey yönde ge­
rektirdiği devasa yapılar için yeterince katı olan maddeleri
üretemezdi hiçbir şekilde. Ayrıca, birkaç metre yükselme­
nin ötesinde buradan doğan aksilikler avantaj ların önüne
geçer, bunun neden i ise, insanın, tüm yönleri ve tüm or­
ganları salt yatay olan yayı lma ihtiyaçlarına cevap veren
fiziksel organizasyonudur. Yürümek var ama tırmanmak
yok, önünü görmek var ama yukarıyı görmek yok, veya
yukarıdan aşağıya, vs., işte böyle olur insan . Korkabileceği
düşmanlar havada gezmezler nihayetinde, yerde gezerler.
Bu açıdan, bir ul usun çok yüksek olması pek faydalı ol­
mazd ı demek ki. Hücresel, hayvansal veya bitkisel katış­
maçlar için aynı şey geçerli değil dir. Yanlardan olduğu gibi
yukarıdan ani den saldırıya uğrayabilirler, her yönde güçlü
olmak zorundadırlar. Sonra, can l ı cisimleri meydana geti­
ren anatomik öğeler sadece yatay bir düzenleme içerecek
şeki lde ol uşturulmamışlardır, kesinlikle. Sonuçta h içbir
şey, bizim onlara atfettiğimiz toplumsallık içgüdüsünün
devamlı olı,trak tatmin edilmesine karşı değildir.
Bunu ortaya koyduğumuzda, sosyal bir katışmaç yük­
sekliğini bu iki diğer ölçünün zararına ne denli arttırır ve
bu açıdan organi k formlara özgü olan formunun dikkate
değer olan mesafesini ne denli azaltırsa, düzenlilikle ve dış
yapısının ve de iç yapısının artan simetrisiyle, bu organik
formlara o denli yaklaşır, bunu göremiyor muyuz? Büyük
bir kamu kurumu, bir devlet okul u, bir kışla ve aynı za­
manda bir manastır da fazlasıyla merkezileşmiş ve di sip­
l inli olan ve bu görüş tarzın ı doğrulayan küçük devletler­
dirler. Tam tersine, organ ize bir varlık (örneğin liken gibi)
52
MONADOLOJİ VE SOSYOLOJİ

istisnai bir şekilde kendini fazlasıyla yayılmış i nce bir


hücre katmanı gibi gösterdiğinde, sınırlarının çok az
belirgin ve asimetrik olması kayda değerdir.
Can l ı formların genelde özendiği bu simetrinin anla­
mına gelince, bu anlamı toplumlarımızla ilgili başka dü­
şüncelerle yakalayab iliriz. Fonksiyonel yararlılıkla ilgili
basit gerekçelerle bunu açıklamaya çalışmamız boşunadır.
Sayın Spencer i le birlikte devinimin ışınsal simetriden daha
düşük ama daha yetkin olan iki yön l ü bir simetriye geçişi
gerektirdiğini ve simetrinin korunmasının ve sürdürülmesi­
nin bireyin sağlığıyla veya türün sürdürülmesiyle (mesela
yanyüzergillerde) bağdaşmaz olduğu yerde, simetrinin is­
tisnai bir şekilde bozulmuş olduğunu kanıtlayabiliriz, iste­
diğimiz müddetçe. Ama unutmamalıyız ki, muhtemelen
küresel olan, yani tam ve kapalı olan ve hayatın başladığı
yer olan i lkel simetriden kalanlar i le, açık ve gerçekten gü­
zel olan ve hayatın ilerleyerek yol aldığı simetriden elde
edilenler korunmuş veya hayata geçirilmiştir. Hayvanl ar
aleminin ve bitkiler aleminin bir ucundan diğerine, diyato­
melerden orkidelere, mercandan insana kadar simetriye
olan eğilim, oldukça açıktır. Bu eğilim nereden geliyor?
Sosyal dünyamızda, b irbirine engel olan değişik amaçlar
arasındaki yarışın değil de, kısıtlama olmaksızın gerçekleş­
tirilmiş kişisel bir planın eseri olan her şeyin simetrik ve
düzenl i olduğunu görmek gerekiyor. Kant'ın ciltlerin ve
bölümlerin birbirleriyle simetrik olduğu felsefik yapıtı; 1.
Napoleon 'un idari, mali ve askeri kuruluşları; Guienne'de
İ ngilizler tarafından inşa edilen ve dik açı i le kesişen, kare
biçiminde bir meydanda b iten ve alçak sütunlu girişlerle
çevri lmiş dümdüz yolları olan şehirler; kiliselerimiz, garla­
rımız, vesaire, vesaire; tekrar ediyorum, özgür, tutkulu ve
güçlü olan, kendisinin ve diğerlerinin efendisi olan bir dü-
53
GABRIEL TARDE

şünceden doğan her şey, çarpıcı bir düzenliliğin ve çarpıcı


bir simetrinin zenginl iğini göstermekle içsel bir zorunlu­
luğa boyun eğiyor gibi görünüyor. Her despot simetriyi se­
ver; yazar: Sürekli antitezler gerekir ona; filozof: Her defa­
sında ikiye veya üçe bölünen tekrarlanan bölümler; kral :
Tören yolları, teşrifatlar ve askeri teftişler. Eğer bu böy­
leyse ve eğer daha i leride gösterileceği gibi, büyük bir öl­
çekte kişisel bir planı eksiksiz olarak gerçekleştirme olası­
l ığı sosyal i lerlemenin bir işareti ise, kaçını lmaz sonuç şu
olacaktır ki, yaşayan yapıtların si metrik ve düzen l i karak­
teri hücresel topluluklar ve boyun eğdikleri aydın despo­
tizm tarafından erişilmiş olan yüksek yetkinlik derecesini
teyit eder. Hücresel topluluklar insan topl uluklarından bin
kat daha eski old uğundan, bu sonuncuların az o lmasında
şaşırtıcı bir şeyin olmadığını da gözden kaçınnamamız ge­
rekir. Ayrıca bu sonuncular gel işimlerinde çok az sayıda
insan tarafından sınırland ırılmışlardır. Dünyanın en gen iş
imparatorluğu olan Çin'de, sadece 300 ya da 400 milyon
kişi vardır. Eşit sayıda son anatomik öğeden başka bir şey
içermeyen bir organizma, bitki, dünyasının veya hayvan
d ünyasının alt basamaklarında yer alırdı, zorunlu olarak.
Organik formlarla ilgili olarak organizmaların sosyal
gruplara benzetilmesine karşı yapılan itiraz artık geçersiz
hale geldiğinden, önemli d iyebileceğimiz bir diğer itiraz
hakkında birkaç şey söylemek yeri nde olur. İnsan toplu­
l uklarının değişken liğinin karşısına, hatta değişmesi en ya­
vaş o lan insan toplulukların ın değişkenl iğinin karşısına,
organ ik türlerin değişmezliğini koyuyorlar. Ama eğer (ki
bu tanıtlanabilir) sosyal bir tipin içsel farklı laşmasının tek
nedenini üyelerinin extra-sosyal bağıntılarında, yani bunla­
rın i l işkilerinde aramak gerekirse (bu ilişkiler, i ster hayvan
toplul uklarıyla, bitki topluluklarıyla, toprakla ve bölgeleri-
54
MONADOLOJİ VE SOSYOLOJİ

nin atmosferiyle olsun, ister başka bir biçimde oluşturul­


muş yabancı toplulukların üyeleriyle olsun), üzerinde du­
rulan fark şaşırtıcı olmaz. Tümüyle yüzeysel olan, hiçbir şe­
kilde hacimli olmayan ve hemen hemen yoğu nluksuz olan
düzenlemesinin yapısıyla ve öğelerinin aşırı dağılımıyla ve
n ihayet halktan halka olan entelektüel ve endüstriyel değiş­
tokuşların çokluğuyla, i n sanların sosyal katışmacı üyeleri
arasındaki iç-sosyal ilişkilerin (ki bunlar temelde
muhafazakardırlar) çok zayıf bir orantısını içerir ve kendi
aralarında bir hücrenin veya bir organizmanın küremsi
şeklinin gerektirdiği tüm-yanlı topluluk ilişkilerini
sürdürmelerine engel olur.
Bundan önceki düşünceye destek olarak, dışsal hücrele­
rin, deri hücrelerin i n ve teme) extra-sosyaJ i l işkilerin teke­
line sahip olan hücrelerin her zaman çok kolay değişebi l ir
olmaları dikkate değerdir. Deriden ve onun uzantılarından
daha değişken bir şey yoktur; bitkilerde üst deri, sırasıyla
tüysüz, tüylü ve dikenlidir, vesaire. Dış ortamı n iç ortamın­
kine göre daha büyük olduğu düşünülen heterojen l iğiyle,
kolayca açıklanamayan bir şeydir bu. Bu son nokta, sağlam
ve oturmuş bir nokta değildir, hiç de. B unun ötesinde ve
sonuç olarak organizman ı n geri kalanında meydana gelen
değişikliklere ilk adımı attıran, dış hücrelerdir her zaman.
Bunun böyle olduğunun kanıtı, yeni türlerin iç organlannın
köken-türe oran la değişikliğe uğramış da olsalar, çevresel
organlara göre her zaman daha az değişmiş o lmalarıdır ve
organik ilerlemeye gecikmeli olarak başlamış gibi görün­
meleridir.
Benzer şekil de, bir devletteki köklü değişikl iklerin ço­
ğunun, sınırda yaşayan komşu toplulukların, denizcilerin
ve haçlı seferleri gibi uzak seferlerden dönen savaşçıların
gün gün dışardan getirdiği yeni düşüncelerin neden olduğu
55
GABRIEL TARDE

iç kaynaşmadan i leri geldiğini belirtmeye, gerek var mı?


Bir organizmayı kıskanç ve kapalı, eskilerin hayallerini iz­
leyen bir site olarak görmekle, hiç de yanılmayız.
Sosyoloj i k bakış açısını uygularken karşılaşılan, diğer
ikincil itirazların üzerinde durmuyorum. Madem ki nihaye­
tinde şeylerin temeli, bizim için gerektiğinde erişi lmezdir
ve içine girmek için hipotezler yaratma ihtiyacı bizim için
zorunludur, açıkça bu sonuncusunu alalım ve sonuna kadar
götürelim. Hipotez fingo diyeceğim, açık olarak. B i l imlerde
teh likeli o lan şey, di kkatle incelenen ve derinliklerine veya
en son noktasına kadar mantıksal olarak tutarlı olan tah­
minler deği ldir; zihinde kararsız halde olan düşünce haya­
letleridir. Evrensel sosyoloj ik bakış açısı, çağdaşlarımızın
beyni kurcalayıp duran bu hayaletlerden biridir, gibi gel i­
yor bana. B izi nereye götüreceğine bakalım, direkt olarak.
Kaçık olarak anılma pahasına, abartıcı olalım. Özellikle bu
konuda, gülünç olma korkusu en antifilozofik duygu olurdu
her halde.
Bu yüzden, izleyecek olan tüm çalışmaların amacı, her
türlü şeyin sosyoloj ik yorumunun bi lginin tüm alanlarını,
derinlemesine bir şekilde yeni leyeceğini göstermektir.
Giriş olarak rast gele bir örnek alal ım. Bizim bakış açı­
mızdan şu gerçeklik ne anlama geliyor: Her psişik aktivite,
bedensel bir aygıtın çal ışmasına bağl ıdır? Bu gerçeklik
şuna indirgenmektedir, bir toplu lukta hiçbir birey sosyal
o larak davranamaz, çoğu kez birinci birey tarafından bi­
linmeyen diğer bireylerin çoğunluğunun işbirliği o lmaksı­
zın, herhangi bir şekilde kend ini ortaya koyamaz. Bir
Newton, bir Cuvier veya bir Darwin tarafından formüle
edilmiş olan büyük bir bi limsel teorinin ortaya çıkışım, kü­
çük ve sıradan o layların birikmesiyle hazırlayan kiiçük
anonim işçiler, bu dahinin ruhu olduğu organizmayı mey-
56
MONADOLOJİ VE SOSYOLOJİ

dana getirirler bir bakıma ve çalışmaları da beyinsel titre­


şimlerdir, ki bu teori de, bu beyinsel titreşimlerin bilincidir.
Bilinç, beynin en etkili ve en güçlü öğesinin zihinsel ihti­
şamı demektir, bir bakıma. Kendi başına bırakıldığında, bir
monad, hiçbir şey yapamaz demek ki. Asıl olay budur işte,
ve bu bir başka olayı açıklamaya yarar direkt olarak,
monadların bir araya gelme eğilimini. Bu eğilim, maksi­
mum inanç ihtiyacını ifade ediyor kanımca. Evrensel tutar­
lılık bu maksimuma eriştiğinde, tüketilen yetkin istek yok
olacak ve zaman bitecek. Az önce bahsettiğim küçük işçile­
rin, kendilerinin çalışmalarından yararlanan kişi kadar,
hatta ondan daha çok yeteneğe, saygınlığa, bilgeliğe ve zi­
hin gücüne sahip olab ileceklerini de, ayrıca görmemiz ge­
rekir. Bizleri bütün dışsal monadları bizden aşağı olarak
düşünmeye iten önyargıya hitaben söylemiş olalım bunu,
geçerken. Eğer ben, aynı kafadaki binlerce kardeş monadın
arasında yönetici bir monad ise sadece, b u monadların
[bizlerden] aşağıda olduğuna inanmak için temelde nasıl
bir nedenimiz olabilir ki? Bir hükümdar, bakanlarından
veya sahip olduğu kişilerden daha mı zekidir, ille de?

Tüm bunlar çok tuhaf görünebil ir ama aslında şimdiye


kadar bi lginler ve filozoflarca kolaylıkla kabul edilmiş olan
bir diğer bakış açısından daha tuhaf değildir (ki bu bakış
açısının sosyoloj i k boyutunun bizleri [bundan] kurtarmak
gibi mantıksal bir etkisi olsa gerek). Her an hiçbir şey kendi
kendini yaratmaz, diye tekrar etmeye zorlanan bilim in­
san larının üstü kapal ı bir şeki lde değişik varlıklarm basit
ilişkilerinin kendilerinin de bu varlıklara sayısal olarak
eklenmiş yeni varlıklar haline gelebileceğini çok açık bir
57
GABRIEL TARDE

şeymiş gibi kabul ettiklerini görmek, gerçekten çok şaşırtı­


cıdır. B ununla birlikte bu, monadlar hipotezi reddedi ldi­
ğinden, bambaşka bir araçla ve özel likle de atomların oyu­
nuyla bu iki temel görüntüyü [yani] yeni bir can l ı bireyi ve
yen i bir beni açıklamaya çalıştığımızda, belki de şüphe
duymaksızın kabul ettiğimiz bir şeydir. Her türlü varl ık
kavramının bu iki prototip gerçekliği için varlık niteliğini
reddetmediğimiz müddetçe, belirli bir sayıdaki bazı meka­
nik öğeler bell i bir şekilde mekanik ilişki içerisine sokul­
d uğunda, önceden varolmayan yeni bir can lı varlığın [or­
taya çıkışının] ani bir şey olduğunu ve onların sayısına ek­
lendiğini kabul etmek zorunda kalırız; yine, daha kesin bir
şekilde kabul etmek gerekir ki, verili bir canlı öğe miktarı
bir başın çevresinde istenildiği gibi yakınlaşmış olarak bu­
lunduğunda, bu öğelerden daha gerçek deği lse de onlar ka­
dar gerçek bir şey bu yakınlaşmanın etkisiyle bunların
içinde meydana gelir; bir rakamın hareketli birimlerinin
tanzimiyle büyümesi gibi. Koşulların sonuçla olan bağıntı­
sıyla ilgili sıradan nosyonun altında gizlenmiş olsa bile (ki
doğal bilimler ve sosyal b ilimler bunu çok fazla suiistimal
ediyorlar) değindiğim m itoloj i k saçmalık aslında burada da
aynı derecede gizli kalmaktadır. Bir kere bu yola girildik­
ten sonra durmak için hiçbir neden yoktur; doğal öğeler
arasındak i her uyumlu, derin ve içten ilişki kendi sırası
geldiğinde, başka ve daha gelişmiş bir öğenin yaratılışına
katkıda bulunan yeni ve üstün bir öğenin yaratıcısı haline
gelir; atomdan ben'e olan olgusal komplikasyonlar ölçeği­
nin her seviyesinde, giderek daha kompleks olan molekül­
den, Hoeckel hücresinden veya plastidülünden, organdan
ve nihayet organizmadan geçerken yeni ortaya çıkmış üni­
teler kadar yeni yaratılmış varlıklar görürüz, ve ben ' e kadar
bu yol üzerinde hiçbir engelle karşılaşmadan gideriz, bizim
58
MONADOLOJİ VE SOSYOLOJİ

bir parçası olmadığımız dışsal öğeler sisteminde meydana


gelen ilkel ve basit i lişki lerin gerçek yapısını çok iyi b i r şe­
ki lde bi lmemizin imkansızlığı sayesinde. Fakat insan top­
luluklarına vardığımızda ciddi bir tehlike baş gösterir; bu­
rada kendi evimizdeyiz, site veya devlet denilen ya da alay
veya topluluk denilen yapıların tutarlı sistemlerinin gerçek
öğeleri bizleriz. Burada o l up biten her şeyi b i liyoruz. Oysa,
herhangi bir sosyal grup ne kadar içten. ne kadar derinlikli
ve ne kadar uyumlu olursa olsun, şaşkına dönen üyelerin
ortasında ex abrupto ani den hayali olmayan gerçek bir ko­
lektif benin ortaya çıktığını asla göremeyiz (ki bu ben ola­
ğanüstü bir sonuçtur ve kendileri bunun koşullarını oluştu­
racaklardır). Şüphesiz bütün grubu temsil eden ve onu kişi­
selleştiren bir üye vardır, her zaman (veya her biri ayrı bir
şeki lde grubu kendi içlerinde aynı şekilde b ütünlüklü o l a­
rak bireyselleştiren bir grup üye vardır, daima, bir devlet­
teki bakanlar gibi örneğin). Ama bu şef, ya da bu şefler de,
her zaman grubun üyeleridirler ayn ı şekilde, ancak bunlar
tebaalarını oluşturan kişilerden veya kolektif olarak yönet­
tikleri kişi lerden değil de anne ve babalarından doğmuşlar­
dır. Peki bununla b irl ikte, bilinçsiz sinir hücrelerinin
uyumu embriyon halindeki bir beyinde yoktan gün be gün
bir bilinç yaratma yeteneğine neden sahip olsunlar ki? Ki,
insan bilinçlerinin uyumu, herhangi bir toplulukta böyle bir
niteliğe asla sahip olamaz.

VI

Bu nedenle sosyoloj ik bakış açısının, oldukça aydın


olan bakış açımızın bütün fenomenlere yayılması, koşulla­
rın sonuca olan bilimsel bağıntısın ı radikal bir şekilde dö­
nüştürme yönündedir. Bir diğer yönüyle de ona derin bir
59
GABRIEL TARDE

değişimi empoze ediyor. Monadlar doktri nine karşı olan


temel itiraz, söylediğim gibi, bu doktrinin, olguların teme­
l inde en uç noktalarında olduğu gibi, birçok karmaş ıklık
yaratması veya yaratıyor gibi görünmesi ile i lgilidir. Her
şeyi açıklayabileceğine inand ığımız etken lerin tinsel kar­
maşıklığını kim açıklayacak, d iye sorulab i l ir. İleri sürülen
karmaş ıklığı yadsıyarak çoktan cevapladım bunu, inancın
ve isteğin monadların tüm varlığı olduğunu farz etmek ko­
şuluyla. Ama, ki bu benim düşüncem, içerikleri nin buna
indirgenmediğini söyleyeb il iriz. Bunun dışında onlara neler
atfetti ğimi birazdan söyleyeceğim. Belirtilen karşı çıkışı
yeniden ele alarak yine kaynağına itiraz edeceğim, böyle­
sine yaygın olan önyargıyla birl i kte, ki buna göre sonuç
koşullarına göre her zaman daha komplekstir, aksiyon et­
kenlere göre daha farklı laşm ıştır ve buradan da evrensel
evrimin zorunlu olarak homojen in heterojene olan bir ge­
l i şme, il erleyici ve sürekli bir farklılaşma olduğu sonucu
çıkar. Sayın Spencer, özellikle homojenin değişkenl iği üze­
rine olan bölümde, yasa haline gelen bu görüntüyü ustaca
bir şeki lde formüle etme onuruna sahiptir. Gerçek şu ki,
farklılık farkl ılaşarak gider, değişim değişerek gider, ve
böylece bunu kendilerine amaç edinerek farklılık ve deği­
şim zorunlu ve mutlak karakterlerini doğrularlar; ama
farkl ıl ığın ve değişimin dünyada arttığı veya azaldığı ne
kanıtlanmıştır ne de kanıtlanabilecektir. Eğer içeriden bil­
diğimiz tek dünya olan sosyal dünyaya bakarsak, bir araya
getiri lerek devam ettiri len sözlüklerden ve gramerlerden,
yönetimsel mekanizmalardan ve yasa veya inanç si stemle­
rinden çok daha farklılaşmış, bireysel olarak çok daha
karakterize edilmiş, devamlı varyasyonlar açısından daha
zengin olan ajan lar ve insanl ar görürüz. Tarihsel bir olay
aktörlerinin birinin herhangi bir zihin duru mundan daha
60
MONADOLOJİ VE SOS\'O LO.J İ

basit ve daha açıktır. Hatta, sosyal grup ların nüfusu arttıkça


ve üye lerin beyinleri düşünce ve yeni duygu larla zengin­
leştikçe, yönetimlerinin işleyişi, yasaları, din kitapları ve
d i l lerinin yapısı düzenl i hale gelir ve sadeleşir, b i limsel te­
ori ler daha çok ve daha çeşitli olaylarla dolduklarında ol­
duğu gibi, hemen hemen. Tren garlarımız orta çağın şatola­
rına göre daha basit ve daha tekdüze bir tip üzerine inşa
edi lmişlerdir, birinciler çok daha değişik çalışmalar yapmış
ve daha değişik yollar kul lanmış olsalar bile. A)'nı za­
manda görüyoruz ki, eğer uygarlığın gelişimi insanları kimi
bakımlardan farkl ı laştırıyorsa, on ları yasalarının, yaşantıla­
rın m, ahlaklarının, geleneklerinin ve d i l lerinin artan tekbi­
ç i m l i l iğiylt: başka i lişki ler açısından derece derede eşitle­
mek koş u l uyla olur, bu, sadece. Genelde bu ortak özellikle­
rin benzerliği, eylem alanını gen işlettiği bireylerin ente­
lektüel ve moral olarak benzeşmezl iğini ko laylaştırır ve ay­
rıca, uygarlaştırma hareketinin sonucunda kurumlar, gele­
nekler, giysi ler, endüstriyel ürünler, vs., veril i bir bölgede
bir noktadan diğerine çok daha az fark lı laşıyorlarsa, veri l i
bir zamanda bir andan diğerine çok daha fazla farklılaşır­
lar.
Honıojenin değişkenliği fonnülüne gelince, bir şey ne
denli homojense, iç dengesinin o den l i değişken o lduğunu
farz eder bu; öyle k i, mutlak homojen l i k hipotezinde, takip
eden iki zaman birimi boyunca değişmeden varl ığım sürdü­
remez. Bununla birlikte dikkate değerd ir ki, uzay, bi ldiği­
miz tek mutlak homojenlik tipi d i r, saym Spencer 'in bu­
nunla i lgi l i olarak ileri sürdüğü real iteyi kabul edersek
eğer. Nasıl oluyor da (eğer yasa doğru ise) bu noktalar sis­
temi, kusursuz bir şekilde homoj en hacim ler sistemi zama­
nın başlangıcından beri değişmez olarak varo lmaya devam
ediyor? Eğer uzayın ree l karakterini yadsırsak, argüman-
61
GABRIEL TARDE

tasyon artık işe yaramaz ama bu sözde yasa heterojenlikten


doğan göreli homojenl iği gösteren ve en çarpıcı ömeklerini
insan veya hayvan toplu luklarının gözleminin sağladığı
binlerce örnekle çelişmektedir. Çoğun lukla çok komplike
hayvanlar o lan poliplerin topaklanması, suda yaşayan en
i lkel bitki türlerinden olan polip öbeğini oluşturur. İnsan­
ların kabile veya u luslar halinde topaklanması, fi lozofların
kendi izlen imlerini ve duygulannı çalıştırmak için bitk­
isel/iğini, büyümesini ve tarihsel gelişimini inceledikleri alt
bir bitki türü olan d i l i ortaya çıkarır.
Tekrar ediyorum, sosyoloj ik bir anlayışın bi limler
·

içinde yayılmasının ve etkinleşmesinin özell ikle onlan be­


nim mücadele ettiğim önyargıdan kurtarmaya yönelik ol­
masının nedeni işte budur. Farklılaşma i le ilgi l i şu önemli
ilkenin hangi yönde anlaşılması gerektiğini görebiliriz bu
d urumda, sayın Spencer bu ilkeyi başarı lı bir şekilde yay­
gınlaştınnıştır ancak bunu ayn ı şeki lde kesin olan evrensel
düzenlenme i lkesiyle gerektiği gibi uzlaştırmayı sanırım
başaramamıştır. U zak ve puslu bir şekilde gördüğümüz ne­
bülöz, evrendoğumsal tüm teori lerin çıkış noktası olan ho­
mojenlik görüntüsünü, belki de bizim ondan uzak olıo ıa­
mıza borç l udur sadece. Elementlerin, benzer atomlar;
atomların, molekül ler ve göksel küreler, molekül lerin, hüc­
reler, vs. halinde yoğun laşmasınm daha sonra gelen, daha
üstün olan ve de genişleme an lam ın a gelmeyen değişiklik­
ler için gerektirdiği ve geçm iş değişikliklerin sunduğu
şeyleri bil iyor muyuz? İ lkel topluluklar hal inde toplanma­
larının özgür ve göçebe yabanıllara ve bir durağan kurum­
lar ekseni etrafında dönerek devinimsizleşmelerinin i lkel
topluluklara neye mal olduğunu biraz daha iyi biliyoruz
bugün, ama tamamen bilmiyoruz. Fakat gözleri mizin
önünde alışkan lıkların, geleneklerin, düşünceleri n, aksanla-
62
.MONADOLOJİ VE SOS\'OLOJi

rın ve fiziksel tiplerin taşraya özgü çeşitliliğin in yerin i


modem eşitleme, ağırlık v e ölçü birimlerinin birliği, dil bir­
liği, aksan birliği ve hatta konuşma birliği aldığında (ki bu
ili şkiye girmenin, yani tüm zihinlerin kullanılmasının ve
onların daha özgür ve daha açık yayılımının zorunlu ko­
şuludur) şairlerimizin ve sanatçılarımızın gözyaşları bu
avantajlar uğurunda harcanan sosyal renkliliğin değerini
gösterir bizlere. Ç ok daha büyük miktarda isteklere ce vap
vermelerinden dolayı daha avantajlı ve daha lehte oldukları
için yeni ortaya çıkan değişiklikler, eskilerine göre daha mı
önemlid ir ler? Hayır. Ne yazık ki, bilmediğimiz her şeyi
homojen sanma gibi, anlaşılmaz bir eğilimimiz var. Geze­
genin eski j eolojik durumlarını şimdiki durumundan daha
az bildiğimiz için daha az farklılaşmış olduklarına kesin
gözüyle bakıyoruz, Lyell'in sıklıkla karşı çıktığı bir
önyargıdır bu. Bulutsuların, yıldız tiplerinin, ikili ve değiş­
ken yıldızların çok biçimliliğini bize göstermiş olan teles­
koptan önce, b i r bütün olarak, bilinen gökyüzünün ötesinde
değişmez ve bozulmaz bir evren hayal e tmiyor muyduk?
Ve bizim için sonsuz büyüğe göre hala daha ulaşılmaz
olarak kalan sonsuz küçükte, binlerce şekilde felsefe taşını,
atomcuların atomunu · ve doğa bilimcilerin sözde homoj en
protoplazmasını hayal etmiyor muyuz? Görünen belirsiz­
liklerin altında bir bilim adamı, eşelec!iği her yerde beklen­
medik çok açık şeyler keşfeder. Mikroskobik hayvanlar
türdeş olarak biliniyorlardı. Ehrenberg mikroskopta bakar
onlara ve "Tüm bu çalışmaların temeli, tüm hayvanların
aynı derecede karmaşık oldukları yönündeki inançtır" der
sayın Perrier hemen, haşlamlılardan insana kadar tüm
hayvanlar. Katılar ve sıvılar duyularımız için gazlardan
daha algılanabilir olduğundan, ve bu sonuncular da saf
doğaya göre daha algılanabilir olduğundan katılara ve

63
GABRIEL TAIWE

sıvı lara kendi aralarında gazlara göre daha farklı lannış gibi
bakıyoruz ve fizikte havalar değil de hava diyoruz,
(Laplace bu çoğulu ku llanıyor olsa bile), gazlar değil de
gaz diyeceğimiz gibi tabi, eğer bu sonuncuları kimyasal
özel likleri d ışında sadece dikkate değer bir biçimde benzer
olan fiziksel etkileriyle bildiğimizi farz edersek. Su buharı
binlerce değişik nokta halinde kristal leştiğinde veya sadece
akan su halinde sıvılaştığında, bu, yoğunlaşma sa,ndığımız
gibi su molekü llerindeki farklılıkların bir artışı mıdır
gerçekten? Hayır, bu sonuncuların gaz halinde dağı lma
durumunda, önceden yararlandıkları serbestl iği, her yön­
deki hareketlerini, çarpışmalarını ve alabi ldiğine değişik
olan mesafelerini unutmayalım. Farklıl ığın azaldığı anl a­
mına mı gelir bu? Yine hayır ama belli bir türdeki içsel
fark l ı l ıklar başka türden olan ve birbirine dışsal olan
farklıl ıkların yerine geçmiştir sadece.
Varolmak, fark lıl aşmaktır; fark, doğrusunu söyl emek
gereki rse, bir anlamda şeylerin maddi yönüdür, sahip ol­
dukları hem daha özgün, hem daha ortak olan şeydir. Bura­
dan çıkmak ve bunu açıklamaktan kaçınmak lazım, ki her
şey buna indirgen ir; yanlış bir şekilde çıkış olarak aldığı­
mız benzerlik özdeş lik dahil. Zira özdeşlik bir minimumdur
ve bu yüzden çok nadir olan bir farklı lık türüdür sadece;
dinlenme bir hareket durumundan ve çember elipsin farklı
bir çeşidinden başka bir şey olmadığı gibi. Temel özdeş­
likten çıkmak baş langıç için fazlasıyla olasılık dışı olan bir
özgün lük, imkansız bir çoklu varlıklar rastlaşması (hem
farklı hem benzer olan varl ıklar) veya basit ve sonradan
neden bölündüğü bilinmeyen tek bir varlığın açıkl anmaz
gizemini varsaymaktır. Bu, bir an lamda güneş sistemiyle
ilgili hayali açıklamalarında, elipsten deği l de daha yetkin
bir şekil olduğu bahanesiy le çemberden başlayan eski ast-
64
MONADOLOJ İ VE SOSYOLOJİ

ronoml arı takl it etmektir. Evrenin alfası ve omegasıdır


fark; elementlerde her şey bununla başlar ki bu elementle­
rin fark l ı yapılardaki düşüncelerle olası hale getiri lmiş olan
doğuştan farklılıkları beni m gözümde bunların çokluğunu
doğrulayan tek şeydir; düşüncenin ve tarihin üstün olgula­
rında her şey bununla biter, ki tarihte kend isini çevreleyen
dar çemberleri, atomik ve yaşamsal döngüyü sonunda kıra­
rak ve kendi engeline dayanarak kendini aşar ve değişir.
Bütün benzerl ikler, bütün olgu sal tekrarl amalar, belli bir
ölçüde silinmiş o lan ilkel ve basit farkl ılıklar ile bu kısmi
ölümle ulaşılmış aşkın farklılıklar arasındaki kaçın ı lmaz
ara-yollardan başka bir şey deği l ler gibi geliyor bana.
Veya daha iyi anl atmak gerekirse, yeterince uzayan her
evrimde, sergiledikleri i l işkilerin düzenliliği ve değişkenli­
ğiyle, sürek l i l iği ve geçicil iğiyle dönüşümlü olarak d ikkat
çeken olgusal katmanlarının art arda geldiklerini ve kesiş­
tiklerini gözlemleriz. Topluluklar örneği bu öneml i olguyu
anlatmada ve aynı zamanda gerçek anlamın ı vermede ol­
d ukça yararl ı olmaktadır; özdeşl iğin ve farkl ıl ığın, helirsi­
zin ve lıelirginin aral ıksız olarak pek çok kez karşılıklı bir
şeki lde yer ald ığı seride başlangıçtaki ve finaldeki sınırın
farkl ı l ık olduğunu ve karakterin her şeyin temelinde çalka­
lanıp duran ve aıt arda gelen silinmelerin ardından her za­
man daha belirgin ve daha can l ı bir şeki lde yeniden ortaya
çıkan tuhaf ve açıklanamaz bir şey olduğunu gösteririz
bunu yaparken. Konuşan insanlar, tamamıyla farklı aksan­
lar, ses perde leri, tın ı ları: İ şte sosyal öğe, uyumsuz hetero­
jenliklerdeki gerçek kaos. Ama zamanla bu karmaşık Babil
kulesinden, gramatikal yasalar halinde formüle edilebilen
genel dil alışkanl ıkları çıkar. Bu sonuncul ar, sırası geldi­
ği nde, birl ikte konuşan çok daha fazla konuşmacının
ilişkiye sokulmasıyla, düşüncelerindeki gidişatı ortaya koy-
65
GABRIEL TARDE

maya yararlar sadece: Bu da başka bir tür uyumsuzluktur.


Ve bu şekilde zihinleri öylesine farkl ı laştırırlar ki, kendi leri
daha durağan ve daha tekdüze kal ırlar. Şairleri ele alal ım
örneğin. Kendi düzensiz fantezilerine uyd urmak için, doğ­
makta olan dili ele geçirirler. Bununla birlikte, bir keke­
leme dönem inden sonra ritimler ve dildeki sağ deyisel
yasalar şekil lenmeye başlar ve kendi lerin i k�bu l ettirirler;
Hindu şiiri, Yunan şi iri veya Fransız şi iri; önem li deği l.
Yeni bir tekbiçimlilik nöbeti kendini gösterir. Neye yarar
bu peki, tam olarak? Şairlerin hayal gücü zenginl iklerini
daha iyi bir şekilde sergilemelerine ve kendi öz renklerini
iyice açığa çıkarmalarına yarar. Ş i irin kanatlarındaki ritmik
vuruşlar düzene girdikçe, gel işimi (ki bu d ikkate değerdir)
daha kaprisli ve daha değişken hale gelir. Victor Hugo'nun
sağ deyisi, ince kuralları açısından Racine' inkine göre hem
daha komplike, hem daha kesin ve serttir. Şairleri deği l de
bi lginleri inceleyebilseydik, gözlem aynı sonuç ları verird i .
Her bi lgin diğerlerinden ayrı o larak çalışır, ortak d i lleri
sayesinde onlarm çal ışmalarını ku llanıyor olsa bile; kend ini
adad ığı araştırmalarına kendi mizacını ve kendi ruhunu
katar; burada her şey, karaktere özgü ve bireyseldir.
Oluşum ve ge li şme yolundaki bir bilimi (organik kimya
örneğin, meteoro loj i , dilbi lim) birlikte yaratan tüm araştır­
macıları ayn ı yerde toplayabilseydik, cehennem in hiçbir
yeri bu büyük bilim fırınından daha tuhaf olamazdı . Ama,
kendisini yaratacak o lan renkli psikolojik d urum ların izle­
rinin bile kesin olarak silineceği kişilikten uzak, soğuk ve
tekdüze bir yapıt ol uşur burada. Durun ama. B i lim, i lerle­
meni n son sözü olamaz. Bilimin tamamlanmış, b itmiş ve
hafızaların bir köşesine kalan bir tür din kitabında toplan­
mış olduğunu farz edelim, başka işler için kullanabileceği­
miz ve şu an hayal bile edemeyeceğimiz kadar enerj i ka-
66
MONADOLOJİ VE SOSYOLOJİ

l ırd ı insan beyninde. Bilimsel Ortodoks luğun yetkin sis­


tematizasyonunun ve evrensel yayıl ımın ın tek ve son varlı k
neden inin, kendi nüansın ı evrenselleştirme ve dünyaya
damgasını vurma yönündeki büyük ihtiyacın , her zihinde
nesnel bi lgi sayesinde bütünüyle tatmin olacağı olağanüstü
lirik ve dramatik fantezi leri, hipotezleri, felsefık sapkın­
l ıkları, kişisel ve alabi ldiğine çoğalm ış olan sistemleri ola­
ğanüstü bir şekilde yaymak o lduğu, açık olarak gö­
rülecektir. Sını rları zorlanan zeka sadece bir yardımcı-im­
gelem olmakla son bulacaktır.
Sosyal evrimi ekonomik, idari ve askeri şekliyle m i ele
al ıyonız? Yine ayn ı yasa. Herkesin işine geldiği şeyi yap­
tığı i lkel endüstriyel bir evreden, mesleklerin , loncaların ve
birliklerin, artık gereksiz ve rahatsız edici hale gelen dahiyi
boğazl amak için yapılmış gibi görü nen durağan ve gele­
n�kse l imalat yöntemleriyle kurulduğu, ikinci bir evreye
geçeriz çabucak fakat tersi ne bu zorlamayla bile buluşlar­
daki ve sanat:aki deha güçlenir ve çok daha verimli ve daha
zengin bir şeki lde çıkar. B i reysel incel iğin ve kurnazlığm
önem li o l duğu, hiçbir sabit veya genel fiyatın olmadığı ve
sürekli bir pazarl ığın olduğu ilkel ticari evreden, borsa de­
diğimiz öze l termometre lerle donatılm ış büyük m odern pa­
zarlarımızın tekbiçimli ve düzen l i seyrine geçeriz ve niha­
yetinde, bireyin yeteneğini bütünün otoritesi altında orta­
dan kaldırmak bir yana, bu düzenl i lik, bütün ekonomik ol­
guların fiziksel diyebi leceğimiz bu zoru n l u l uğu, spekülas­
yonun ve onu ele geçiren, onunla oynayan ve oyuncu ların
en küçük psikoloj ik öze l l iklerinin büyük başarılar veya
açıklanması imkansız ani felaketler halinde patlak verdiği
girişim mantığın ın dizginsiz h ızına destek verirler. Embri­
yon halindeki bir u l usun idari tutarsızlığının ve tuhaflığının
yerini, derece derece, yönetimin birliği, değişmezliği ve
67
G AllRIEL TARDE

iktidarın merkezi leşmesi alır; devlet adamların ın, bu maki­


nenin makinistlerinin, bunu tarihsel olayların (ki bu tarihse l
olaylar tıpkı aktörleri gib i sui generis gezegendeki o lağa­
nüstü rastlantılar ve kazalardırlar) tamamlanışında kul la­
nanların ihtişamı için gerekl i olan her şey. Sonunda bar­
barların d isiplinsiz sürüleri, bizim güzel mekanik orduları­
mıza bırakırlar yerlerini, ki burada basit bir araç olan birey,
başka hiçbir savaşa benzemeyen, bir adı ve bir tarih i olan
ve savaş meydanında gel i şen, özel psikoloj ik durumunun
mücadele sırasında kendini gösterdiği bir savaşta kendisini
görevlendiren büyük bir komutanın ellerinde, artık hiçbir
şeydir.
Şu halde, bu örneklerle görüyoruz ki, düzen l i l i k ve sa­
delik (tuhaf bir şeyd ir ki) b i leşik içerisinde gösteriyorlar
kend i leri n i ; onun öğelerine yabancı bile olsalar, sonra da
üstün b i leşikler içinde yeniden gözden kaybo luyorlar ve bu
böyle devam ediyor. Ama burada, sosyal evrimlerde ve bi­
zim bir parçası o lduğumuz ve zincirin iki ucunu, yapın ın en
alçak ve en yüksek taşını yaka lama avantaj ına sahip oldu­
ğumuz sosyal topaklanmalarda bel irgin bir şekilde görüyo­
ruz ki , düzenlilik ve sadelik basit ortalama ifadelerdirler,
büyük ölçüde değişikl iğe uğramı ş olan i lkel çeşitli l iğin
adeta uçund uğu iınbiklerdirler. Şair, esas olarak filozof ve
ikinci olarak da kaşif, sanatçı, spekülatör, po l itikacı ve tak­
tikçi; özetle herhangi bir ulusal ağacın ana çiçekleri bun­
lardırlar; her sıradan yurttaşın dünyaya geli rken getirdi ği ve
eğitimdeki yanlış ve kaçın ı lmaz uygulamaların daha do­
ğuştan itibaren çoğunu öldürdüğü extra-sosyal veya anti­
sosyal doğuştan öze l l i klerin tohumları bu çiçeklerin açması
için çalışm ışlardır.
Bu karakteri stik doğuştanlı klar, sosyal serinin i lk sınırı
o ldukları gibi, yaşamsal serinin son sınırıdırlar. Bu son seri
68
MONADOLOJİ VE SOSYOLOJİ

üzerinde geriye gitmeye çal ıştığımızda, uyum! u bir şeki lde


oluşturulan ve asırlardan beri düzenli o larak tekrarlanan
spesifik tipi geçerdik ilkin, ki bu doğuştan lıklar bu tipin
varyasyonlarıdırlar. Sonra b u tipin tuhaf bir şekilde bağ­
lantısız olan birçok nedenin rastlantısıyla meydana geldiği
tehlikeli dönemi, -ard ından, b u tipin kendilerinden türediği
geçmiş tipleri ve on l arın benzer o luşumlarını, sonra hücreyi
ve son olarak da biçimsiz olan veya her biçime girebilen,
h içbir formülün açıklayamayacağı ani değişikl iklerin ya­
şandığı protoplazmayı geçerdik. Burada da dikkat çekici
olan farkl ı l ık alfa ve omegadır.
Peki, yaşamsal serinin ilk sınırı olan protoplazma, kim­
yasal serinin son sınırı değil midir? Kimyasal seri geriye
döndüğünde, organ ik kimyanın giderek daha az kompleks
olan molekül tiplerini ve inorganik kimyan ın ayn ı şekilde
giderek daha az kompleks olan, düzenli olarak yapı l andı­
rı lmış ve muhtemelen periyodik ve ritmik hareketlerin
uyumlu devirlerine dayanan fakat bileşimlerinin hareketli,
dalga l ı ve düzensiz krizleriyle bütünüy le birbirinden ayrıl­
mış olan molekiil tip lerini gösterir bize; ve böylel ikle tah­
minen atoma veya kendi,eıi nden sonrakileri oluşturacak
olan en basit atom lara varırız. Peki, başlangıçtaki öğe b u
mudur? Hayır. Çünkü en basit atom maddesel bir tiptir, bir
kasırgadır bi ldiğimiz kadarıyla, bell i bir türdeki titreşimli
bir ritimdir ve alabildiğine komplike bir şeydir her bakım­
dan. Gaz halindeki atomun görülmesine o lanak veren aşırı
derecede seyrelti lmiş gazlar konusunda radyometrenin keş­
finin yol açtığı araştırmalardan bu yana bu kompleksiteyi
çok daha hakl ı olarak doğrulayabi l iyoruz. Ultra-gaz hal inde
olan bu ortamda, örneğin, ışık ışını her zaman düz çizgi
halinde ilerlemez; bireysel öğeye ne denli yaklaşırsak göz­
lemlenen olgularda o den l i çeşitlilik olur. Ayn ı gazın mole-
69
GAB RIEL TARDE

küllerinin, ortalama hızları eşit o l sa bile çok farklı hızlarla


hareket ettikleri, Clerk Maxwel tarafından ortaya konmuş­
tur. "Çünkü," diyor Londra Kraliyet Derneğinden sayın
Spootiswoode, "şu an kavrayabi ldiğimiz doğan ın basitl iği
gerçekte sonsuz bir karmaşıklığın ürünüdür ve görüneıı bir
tekbiçimliliğin altında derinliklerini ve sırlaruu henüz
araşllrmadığımız büyük bir çeşitlilik bulunmaktadır." Işın
saçan maddeler konusunda aynı şekilde konuşuyor sayın
Crooke; "Geleceğin en büyük problemleri çözümlerini. te­
mel, etkin, keskin, olağanüstü ve derin gerçekliklerin bu­
lunduğu bu keşfed i lmemiş alanda bulacaklardır (sonsuz de­
recede küçüğiin alanı)." Eğer maddenin son yapı taşlarını
basit bir şeki lde tekbiçimli bir tipin özdeş .ö rnekleri olarak
görseyd i, bu şeki lde konuşur muydu? Her kimyasal madde,
havaya yaydığı özel bir titreşimle kend isini gösterd iği için,
bu titreme yeteneğinin özdeş tüm atomlarda benzer oldu­
ğu nu ve başka yetenekleri nin olmad ığını düşünmeye zorla­
nıyoruz. Bir çamlık veya mesafeli olarak dizilmiş olan ve
çınlayışıyla veya özel, basit ve tekdüze uğu ldayışıyla tanı­
yabild iğimiz bir kavakl ıkta ilgi l i olarak, çamın ve kavağın
yapraklarının karakteristik ve deği şmez bir şeki lde titre­
d iklerini söyl üyormuşuz gibi, sanki . Böylece toplum gibi,
yaşam gibi, kimya da, tiim hiyerarşilerin, tüm düzenlerin ve
tüm gelişmelerin ilkesi ve ereği olan evrensel farkl ılığın
zorun lul uğunu onayl ıyor gibi görünüyor.
Deği şken lik şeylerin kalbindedir, ancak, birl i k, öyle de­
ğildir: Bizim için bu sonuç, dünya ve bilimler üzeri ne basit
bir şeki lde göz atarak yapabileceğimiz genel bir açıklama­
dan çıkıyor zaten . Yaşayan türler, yıldız sistemleri ve her
türden dengeler ad ını verdiğimiz bu sürekli temalardan, bol
çeşitlilik ve zengin ve duyu lmam ış değişimler fışkırıyor her
yerde ve onları yok etmek ve tamam ıyla yenilemekle son
70
i\lONADOLO.J i VE SOSYOLOJİ

buluyor, ancak bununla beraber hiçbir yerde, şeylerin kö­


keni demeye al ışkm olduğumuz güçler veya yasalar çeşitli­
l iği kendi lerine amaç ed in iyor veya sınır olarak alıyor gibi
görünmüyorlar. Güçler, yasaların hizmetindedir, deniyor,
ve yasaların hepsi olgulara uygu lanırlar, bu olgular değişik
tekrarlamalar değil de, eksiksiz, kusursuz tekrarlamalar ol­
dukları ölçüde; bu güçlerin hepsi açık bir şekilde yapıların
tam olarak yeniden üretimini ve her türden dengenin tam
bir stabil itesini sağlamaya, bozulmalarını, değişmelerini ve
yeni lenmelerini engellemeye yöneliktir. Bizim güneş sis­
temimizin büyük manivelası, sonsuz bir şekilde dönmek
için yapılmıştır. Bununla ilgili olarak Laplace' ın sonra ola­
bi lecek şüphelerini, Leverrier ortadan kald ırmıştır. Her ya­
şayan tür, sonsuz bir şeki lde sürüp gitmek ister, onu yok
etmeye çal ışan şeylere karşı kend isini korumak için sava­
şan bir şeyler vardır, onun içinde. Her yönetim için o lduğu
gibi, asıl görevi her zaman sonsuza dek iktidara yerleşmek
istemek, bunu kendi kendisine söylemek ve kendisini öyle
sanmak olan en nazik bakan için olduğu gibi, onun için (bu
tür) de geçerl idir bu. Yüzyıl lar önce yok olup da kendi
içinde üzerinde yaşadığı gezegen kadar yaşamak;a i lgil i ya­
sal bir güvenceye veya makul bir inancına sahip olmamış
olan tek bir bitki ya da hayvan fosi l i yoktur. Artık ölmüş
olan tüm bunlar sonsuza kadar yaşamaya davet edilmişlerdi
ve fiziksel, kimyasal ve yaşamsal yasalara dayanıyorlard ı,
despotlarımız veya bakan larımız yasalarına ve ordularına
dayandıkları gibi. Ve güneş sistemimiz de ölecektir, hiç
şüphesiz, kal ıntı ları gökyüzünde görülen onca d iğerleri gibi
ve molekül tipleri önceden varolan moleküller üzerinden
yüzyıllar boyunca yaşadıktan sonra yok olmayacak olsalar
bile bunu kim b i lebilir ki?

71
GABRIEL TARDJ<�

Peki tüm bunlar nas ıl yok oldu, veya yok olabilir


miydi? Eğer dünyada değişmez ve tam-güçlü olarak bilinen
ve değişmez dengeler hedefleyen yasa lardan ve bu yasala­
rın uyguland ığı ve homojen diye bil inen bir maddeden
başka bir şey yoksa, bu yasaların bu madde üzerindeki et­
kisi evreni her geçen saat gençleşti ren değişiklikleri ve ev­
reni (olumlu yönde Ç.) değiştiren bu beklenmedik devrim­
leri nasıl yaratabi l iyor? Nasıl oluyor da, çok küçük bir ara
nağme, bu sert ritimler arasına giriveriyor ve dünyan ın bu
ebedi tekdüzeliğini (ne denli az olursa olsun) renklendire­
biliyor? Tekdüzenin, monotonun ve homojenin birlikteli­
ğinden, can sıkıntısından başka ne doğabil ir? Eğer her şey
özdeşlikten geliyorsa ve eğer her şey onu amaçl ıyor ve ona
gidiyorsa, bizi büyüleyen bu çeşitlil iklerin kaynağı nedir?
Şu ndan emin olalım; şeylerin temeli sandığımız kadar za­
yıf, zavallı, donuk ve renksiz deği ldir. Tipler gemlerden ve
fren lerden başka bir şey deği ldirler; yasalar, yarının yasala­
rının ve tiplerinin gizl i l i kle hazırlandığı ve üst üste eklenen
sayısız engellere rağmen, kimyasal ve yaşamsal sıkıdüzene
rağmen, akla rağmen, büyük mekani ğe rağmen, bir gün bir
u l usun insan ları gibi tüm engelleri_ aşmakla ve yıkıntı lar! lı­
dan kendilerine üstün bir çeşitlilik yaratmakla son bulan
devrimc i iç farklılıkların taşkınına karşı, boşuna konmuş
bentlerden başka bir şey değildirler.
Bu önemli gerçeğin üzerinde durmak gerekiyor: İlerle­
dikçe şunu fark ediyoruz ki, bu büyük düzenli mekaniz­
maların her birinde, sosyal mekan izmada, yaşamsal meka­
n izmada, yıldız mekanizmasında, moleküler mekanizmada,
bunları parçalamakla son bulan bütün iç ayaklanmalar ben­
zer bir durumla provoke edi lmişlerdir: Bun ların bi leşenleri,
yasaların ın an lık somutlaşması o l an bu değişik alaylardan
gelen askerler, oluşturdukları dünyaya varl ıkların ı n bir
72
MONADOLOJ I VE SOSYOLOJİ

yönüyle aittirler sadece ve diğer yönlerle ondan kaçarlar.


Bu dünya, onlarsız varo lamazdı ama bu dünya olmadan,
onlar, yine bir şey olurlardı. Her bir öğenin birliğe katıl­
masına borçlu olduğu nitelikler, onun bütün doğasını
oluştunnazlar; değişik birliklere katı l ımlardan gelen başka
güdüleri ve başka eği limleri vardır onun ve sonuç olarak
(bu sonucun zorunlu olduğunu göreceğiz) ona kendi
özünden gelen, kendisinden ge len başka şeyler vardır, daha
engin ama daha az derin olan, kendisinin bir parçası o lduğu
ve varlık nitel iklerinden ve varlık görüntülerinden meydan a
gelen, yapay bir varl ıktan başka bir şey o lmayan kolektif
güce karşı savaşmak için destek alabilecefii özgün ve temel
tözden gelen, başka şeyler vard ır nihayetinde. Bu hipotezi,
sosyal öğeler üzerinde kanıtlamak kolaydır. Eğer içlerinde
sadece sosyal ve öze l likle de u lusal şeyler olsaydı,
topl umların ve ulusların ebediyen değişmez olarak kala­
cağını iddia edebi lirdik. Birçok şeyi toplumsal ve u lusal
çevreye borçlu olmamıza rağmen, açıktır ki her şeyi ona
borçlu değil iz. Fransız veya İngi liz olduğumuz gibi, meme­
li hayvan larız biz ve bu neden le kan ımızda bizi benzer­
lerimizi taklit etmeye, on ların inandıklarına inanmaya,
on ların istediklerini istemeye eği limli kılan sosyal içgüdü
tohumları taşımıyoruz sadece aralarında anti-sosyal olan­
ların bulunduğu sosyal o lmayan içgüdü tohumları da
taşıyoruz. Kuşkusuz, eğer toplum bizleri bütünüyle yarat­
mış olsaydı, bizleri sosyal ve toplumcul yapabilirdi sadece.
Demek ki kentlerimizde ortaya çıkan ve onları kimi zaman
altında bırakan bu an laşmazlık, nefret ve kıskançlık lavları,
organik hayatın derinliklerinden geliyor (hatta daha ötesin­
den, buna inanıyoruz). Cinselliğe olan tutkunun altüst ettiği
tüm devletleri hesap edin, onun bozduğu veya değiştirdiği
tüm inançları, tüm d i l leri, kurduğu tüm kolon ileri, ılımlı
73
GABRIEL TARDE

hale getirdiği veya iyileştirdiği tüm dinleri, uygarlaştırdığı


tüm barbarca şeyleri, gücü ve özsuyu olduğu tüm sanatı
düşünün ! Gerçekten de başkaldırıların kaynağı ayn ı
zamanda gençleşmenin, yenileşmenin ve modernleşmenin
de kaynağıd ır. Ayn ı yerden gelen lerin ve ataların takl­
idinden başka (doğrusunu söylemek gerekirse) tam olarak
sosyal olan hiçbir şey yoktur, kelimenin en geniş anlamın­
da.
Eğer bir topluluğun öğesi yaşamsal bir yapıya sahipse,
can l ı bir cismin organik öğesi de kimyasal bir yapıya sa­
hiptir. Eski fizyoloj inin yanılgı larından biri de, kimyasal
maddelerin bir organizmaya girerlerken tüm özelliklerini
kaybettiklerini ve hayatın gizemli etkisiyle içlerine ve en
gizli yerlerine kadar girilmesine izin verdikleri ni düşün­
mekti. Bizim yeni fızyolojistlerimiz, bu yanılgıyı tamamen
ortadan kaldırdılar. Organize bir molekül, ayn ı anda iki ya­
bancı veya birbirine düşman monada ait bir molekü ldür
demek ki. Peki, kimyasal yapının organik doğaları açısın­
dan bedensel olan öğelerden bu şekilde bağımsız olmasının
bize can l ı türlerin karışıklıklarını, bozukluklarını, sapmala­
rını ve başarı l ı bir şekilde yeniden onarılmaların ı anlamada
yardımcı o lduğunu yadsıyabi l i r miyiz? Bana öyle geliyor
ki, daha ileri gi tmek ve sadece bu bağımsızlığın organ ların
kimi bölümlerinin kalıtımsal can l ı tipin kabulüne direnme­
lerini ve yaşamın, yani uysal kalan molekül ler topluluğu­
nun yeni bir tipin kabulü i le direnen moleküllerle sonunda
bazen uzlaşmak zorunda kalışını anlaşılır hale getirdiğini,
kabul etmek gerekir. Gerçekte, kal ıtımsal tipe uygun ola­
rak, jenerasyondan (ki bunun beslenmesi veya hücresel ye­
n iden oluşumu [rejenerasyon] bir olgudan veya bir olası­
lıktan başka bir şey deği ldir) başka, tam o larak yaşamsal
olan bir şey yok gibi görünüyor.
74
MONADOLOJ I VE SOSYOLOJ İ

Hepsi bu mu? Hayır, belki; benzerlik bizi kimyasal ve


astronomik yasaların boşluktan ibaret olmadıklarına, bu ya­
saların içsel olarak karakterize edilmiş olan ve h içbir şe­
kilde göksel veya kimyasal mekanizmaların özelliklerine
uymayan doğuştan çeşitl iliklere sahip, küçük varl ıklarda
etkili olduklarına inanmaya götürüyor. Kimyasal cisim­
lerde organik düzensizliklerle veya sosyal köklü değişik­
liklerle ayn ı paralelliğe koyabileceğimiz hiç bir hastalık
veya rastlantısal sapma izi göremed iğimiz doğrudur. Ama
madem ki kimyasal heterojenlikler şu an mevcut olarak
varlar, öyleyse çok eski çağlarda da kimyasal oluşumlar,
vardı şüphesiz. Bu oluşumlar eş zaman lı mıydılar? Aynı
anda h idrojenin, karbonun ve azotun (vesaire) biçimsiz
olan ve eskiden k imyasal olmayan bir maddeni n içinde or­
taya çıktığı görülmüş müdür? Eğer bunu olasılık dışı veya
daha iyisini söylemek gerekirse, imkansız olarak değerlen­
dirirsek, titreşimlerle yayılmış olan ilk hir atom tipinin bir
noktadan -hidrojenden örneğin- başlayarak bütün veya
hemen hemen bütün maddesel yay ılım alanında kendisini
em poze ettiğini ve ana hidrojenin uzun zaman aralıklarıyla
meydana gelen artçı l kopmalarıyla basit diye b i linen d i ğer
bütün yapı ların -ki bun ların atomik ağırl ıkları bildiğimiz
gibi bu atomunkin in tam katlarıdır- oluştuğunu kabul et­
mek zorunda kalırız. Peki başlangıçta yapı larının özdeşliği
ile doğaların ın özdeşliğini ve değişmezliğini sağlamlaştır­
mak durumunda olan ayn ı yasa ile yönetilmiş öğelerin tam
homojenliği hipotezinde benzer bölünmeleri ve ayrılmalan
nasıl aç ıklamalı? İ lkel elementlerin yer aldığı astronomik
evrimlerde meydana gelen kazalar, kimyasal oluşumlara
neden olmuş olab i lir veya provoke etmiş olab i lir, diyebilir
miyiz? Ne yazık ki bu h ipotez, spektroskobun keşfiyle çok
aç ık bir şeki lde çürütü lmüştür, gibi gel iyor bana. Madem ki
75
GABRIEL TARDE

bu aygıta (spektroskop) göre basit denilen tüm cisimler


veya bun ların çoğu, evrimleri birbirinden bağımsız o lan en
uzak yıldızların ve gezegenlerin bileşimi içerisine giriyor­
lar, sağduyu diyor ki, basit cisimler gök cisimlerinden önce
oluştu lar; kumaşlar, elbiselerden önce oluştuğu gibi. Bu
neden le, ilksel maddenin art arda bölünüşünün tek bir
açıklaması olabilir: Şöyle ki, parçacıkları birbirlerine ben­
zemiyorlardı ve bölünmelerine bu temel benzemezli k ne­
den oldu. O halde, örneğin hidrojenin onca elenmeden veya
art arda gelen dış göçten sonra bugün varolduğu şekl iyle
eski hidrojenden, yani uyumsuz atomlarla karmakarışık
olan hidrojenden, kayda değer bir şeki lde farklılaştığını dü­
şünmek yerinde olur. Ayn ı açıklama, art arda meydana
gelmiş olan basit cisimlerin her biri için geçerlidir. Gücünü
azaltarak, kendisini tüketerek ve aza indirgeyerek, bun ların
her biri dengesini sağlamlaştırdı ve bu kayıplara rağmen
güçlend i. Ama eğer bu böyleyse, en eski atom veya mole­
kül tiplerinin bu şeki lde kazandığı ol ağanüstü değişmezl iğe
rağmen, her birinde varolan öğeler arasında benzerliğin
tam olması, pek az mümkündür. Bir tipin ayıklanışının bir
sınırının olab ilmesi için, öğelerinin iç farklılıklarının bu
öğelerin ortak varl ığını imkansız hale getirecek yapıda ol­
maya son vermesi yeterlidir. Gizeml i sitelerin bu sonsuz­
küçük yurttaşları bizlerden o kadar uzaklardır ki, eğer iç
uyuşmazl ıklarının çıkardığı gürültü bize kadar gelmiyorsa
buna şaşmamak lazım; iç farklı l ıkları, eğer sandığım gibi
var iseler, bizim kaba aletlerimiz tarafından görülemeyecek
bir inceliğe sahip o lmal ılar. Bununla birlikte, kimi öğelerin
çok biçimlil iği böl ünmeler ve parçalanmalar içerdiklerini
yeterince açıkl ıyor ve doğadaki başlıca maddelerin teme­
l inde karışıklıklar ve karışım lar olabileceği ni düşünmek
için, yeterince şey bil iyoruz, özell ikle de karbon da. Eğer
76
MONADOLOJi VE SOSYOLOJİ

bir maddenin birçok atomunun tam olarak benzeştiğin i


dogma haline getirmekte ısrar edersek, aynı bir maddenin
atom larının Gerhardt' ın hidrojen hidrürleri ve klor klorür­
leri vs. dediği şeyi o l uşturmak için birleştiklerini nasıl
kabul edebiliriz? Böyle bir birlik aynı bir türün iki b ireyine
içten ve sıkı sıkıya bir şekilde b irleşme olanağı veren ve
kendisi ol madan sadece birbirlerini incitecekleri cinsel
farklı l ığa a z da olsa eşit bir farklılık içermez mi, doğal ola­
rak?
İçinde bu atomdan benzer atoma olan birleşmelerin
mümkün ve hemen hemen kesin hale geldiği elementin
yani karbonun aynı zamanda kendisini çok değişik şekil­
lerde (elmas, grafit, kömür şeklinde vs.) saf halde gösteren
element olduğuna d ikkat edersek eğer, bir önceki varılan
sonuç. doğrulanmış olur. Çeşitl ilikler bakımından oldukça
zengin olan bir cismin yapı taşları o lan atomları arasında en
enerjik ve en aç ık birl ikteliği yaratmasına hiç şaşmayız.
Karbon : İşte kusursuz bir şeki lde farkl ılaşmı ş olan, ele­
men t !
"Karbonun karbona yakınlığı," d iyor Wurtz, sonsuz çe­
şitl il iğin ve kimya bi leşimlerin in sınırsız çokluğunun ne­
den i budur; organik kimyanın varl ık nedenidir bu. Başka
hiçbir element, karbon elementinin bu önemli özell iğine,
atomlarının sahip o lduğu bu birleşme ve birb irine bağ­
lanma yeteneğine, biçimi, ölçüleri ve dayanıklılığı açısın­
dan böylesine değişken o lan ve bir bakıma diğer materyal­
ler için dayanak noktası o lan bu yapıyı o l uşturma yetene­
ğine sahip deği ldir, aynı ölçüde."
Karbondan sonra, kendi kendisiyle kısmi veya bütünsel
doyma kapasitesini en yüksek seviyede sergileyen madde­
ler oksijen, hidrojen ve azottur; dikkate değer şeydir ki do­
ğan ın kul l andığı maddelerdir bunlar, tam da!
77
GABRIEL TARDE

B izi düşünmeye iten önemli bir nokta var: Hayat bir gün
bu kürenin üzerinde ve bir noktada başlad ı. Peki, niçin
başka bir yerde değil de, bu noktada başladı; eğer aynı
maddeler, aynı öğelerden meydana gelmişlerse? Hayatın
sadece özel ve çok kompl ike bir kimyasal bi leşim oldu­
ğunu kabul edelim. Peki ama diğerlerinden farklı bir öğe­
den değilse, nerden doğmuş olab ilir?

VII

Bundan önce geçen iki bölümde evrensel sosyolojik ba­


kış açısın ın, bi lime iki büyük h izmette bulunacağını gös­
terdik, bunu ilkin, koşulların sonuca olan ve yanlış anlaşı­
lan bağıntısından doğan ve yan lış bir biçimde gerçek et­
ken lerin yerine konan içi boş antitelerden; ikinci olarak da,
bu ilksel etkenlerin tam olarak benzeştikleri yönündeki ön­
yargıdan kurtararak. Fakat bunlar tamamıyla negatif olan
iki avantajdır ve ş imdi de aynı metodla öğelerin iç yapısı
i le ilgili olarak daha pozitif ne tür bilgi ler edinebileceği­
mizi göstermeye çal ışacağım. Gerçekten de öğelerin farklı
olduklarını söylemek yeterli değildir, farklıl ıklarının ve de­
ğişkenliklerinin neye dayandığını açıklamak gerekiyor.
Bunun için biraz ilerlemeye ihtiyaç vard ır.
Toplum nedir? Bizim bakış açımızdan bunu tan ımla­
yabil iriz: Son derece değişik biçimlerde herkesin tek tek ve
karş ı l ıklı olarak birbirine sah ip olması. Kölenin efendi tara­
fından, çocuğun baba tarafından veya kadının koca tarafın­
dan tek yanlı olarak sah iplenilmesi eski hukukta sosyal
bağa doğru atılan bir ilk adımdan başka bir şey değildir.
Uygarlığın ilerlemesi sayesinde, sahip olunan [birey] gide­
rek sahip hal i ne geliyor, sahip olunan sahip haline geliyor,
ta ki hak eşitl iğiyle, halk egemenliğiyle ve hi zmetlerin eşit
78
MONADOLOJİ VE SOSYOLOJ İ

ve doğru değişimiyle karşılıklı hale gelmiş ve evrensel leş­


miş olan eski kölelik her bir yurttaş ı diğer herkesin aynı
zamanda hem efendisi hem hizmetçi � i yapana kadar. Bu
ortak yurttaşları sahip edinme ve onlar tarafından sahip
ed ini lme yöntemlerinin sayısı her geçen gün daha da art­
maktad ır aynı zamanda. Her yen i görev, yaratılan her yeni
sanayi, görevlileri veya yeni san ayicileri yönettikleri ve bu
anlamda üzerlerinde gerçek bir hak elde (önceden sahip
olmad ıkları bir hak) ettikleri yeni tüketici lerinin yararına
çal ıştırır, ki bun lar da tersine bu iki yön l ü yeni i l işkiyle bu
sanayicilerin veya bu görevlilerin bir şeyi haline gelmişler­
d ir. Her iş alanı ve her pazar için, aynı şeyi söyleyebi lirim.
Yen i açılmış bir demir yolu hattı merkezdeki küçük bir
şehre ilk defa deniz ürünleri gereksinimini karşı lama ola­
nağı verd iği nde, şehirde yaşayan ların yaşam alanı artık
kendilerinin bir parçası o lan den iz bal ıkçı larıyla genişle ve
kend ileri de benzer bir biçimde bu bal ıkçı ların alıcı toplu­
luğunu gen iş letirler. Bir gazeteye abone olduğumda, a b o ­

nelerine sahip olan gazeteci/erime sahip olurum. Hükü­


metime, dinime ve kendi kamu gücüme sahibim; kendi
spesifik insaı ı tipime, kendi yapıma ve sağlığıma sahip
olduğum gibi ama ü lkemin bakanlarının, dinimin pa­
pazlarının veya kantonumdaki jandarmaların gözetimine
sahip oldukları kalabalığın sayısı içinde beni saydıklarını
da bil iyorum, aynı şeki lde i nsan tipi eğer bir yerde kendi­
sini kişi leştirseydi, bende kendisinin özel bir varyasyonun­
dan başka bir şey göremezdi .
Buraya kadar bütün fel sefe, tanımı keşfed ilecek b i r fel­
sefe taş ı gibi görünen olmak fi i l i üzerine kurulmuştur. İddia
edebiliriz ki, sahip olmak fi i l i üzerine kuru lmuş olsaydı pek
çok kısır ve verimsiz tartışmadan ve zih insel tekrarlamalar­
dan kaç m ı lmış o lurdu. Ben varım ; bu ilkeden, dünyanın
79
GABRIEL TARDE

tüm ustalığına rağmen ben imkinden başka bir varlık çıkar­


samak imkansızd ır; dış gerçekliğin olumsuzlanması çıkar,
bunun sonucunda da. Ama öncelikle şu postü layı 1 ortaya
koyal ım: "Bir şeye sahibim"i temel olgu olarak alabiliriz,
sahiptim ve sahibim aynı anda birbirinden ayrılmaz olarak
verilmişlerdir.
Eğer sahip olmak var olmakı ifade ediyor gibi göriin ü­
yorsa, varolmak sahip olmakı hiç şüphesiz kapsar. Bu içi
boş soyutlama, varo lmak, bir şeyin, kendisi de başka özel­
liklerden o luşan başka bir varl ığın (ki bu böy le sonsuza dek
devam eder) özelliği olarak anlaşılmıştır hep. Aslında var­
lık kavram ı, bir bütün olarak sahip olmak kavramını içerir.
Fakat bunun tersi doğru deği ldir; var olmak sahiplik dü­
şüncesinin bütün bir içeriği olmaktan uzaktır.
Kendtde ortaya çıkan somut ve madd i · kavram bu
sonuncusudur demek ki . Ünlü cogito ergo sum yerine şunu
diyeceğim memnuniyetle: "İstiyorum, inanıyorum, o halde
sahibim " Var olmak fiili kimi zaman sahip olmak, kimi
-

zaman eşit olmak anlamına gelir. "Kolum sıcaktır," kolu­


mun sıcaklığı kolumun iyeliğidir. Burada -tır, sahiptir
demektir. "Bir Fransıt., bir Avrupalıdır metre bir uzunluk
ölçüsüdür." Burada -dir, eşittir demektir. Ama bu eşitliğin
kendisi de içeren in içerilene olan bağıntısıdır sadece, türün
çeşide olan bağıntısıdır, veya vice versa (bunun tersi Çev.),
yan i bir tiir sahiplik bağo1tısıdır. Bu iki an lamdan dolayı
var olmak sahip olmak' a indirg e n eb ilir demek ki.
Eğer her ne pahasına ol ursa olsun varlık kavramından
kendi temel kısırlığının ve verimsizl iğinin içermediği açık­
lamalar çı karmak istersek, onun karşısına var olmamakı
koymaya ve bu i fadeye (ki bu ifadede gereksi z bir şekilde

1 Bir tanıtlamada kabul ed i lmesi gereken ön gerçek. (Çev.)


80
M ONADOLOJİ VE SOSYOLOJİ

yadsıma yetimiz ortaya çıkmaktadır, tıpkı var olmakta


doğrulama yetimiz ortaya çıktığı gibi) önemli ama sağ­
d uyuya aykırı bir rol vermeye zorlanırız. Bu bakımdan
Hegelci sistem varlık felsefesinin son sözü olarak değer­
lend iri lebilir. Aynı düzlemde, dönüşme ve vaktiyle Ren­
ötesi ideol ogların çiftliği olan yok olma ile i lgili olarak an­
laşılmaz ve temelde çelişkil i kavramlar uydurmaya götürür.
bu bizi . Buna karşılık, kazanma ve yitirme düşüncesinden,
edinme ve sahip olunanı bırakma düşüncesinden daha açık
bir şey yoktur (ki bu düşünceler, henüz varolmayan bir
şeye b.ir isim vermek için benim sahip olma felsefesi diye­
ceğim şeyde yer almaktadırlar). Var olmak veya var olma­
mak atasında orta yol yoktur, oysa d aha fazlaya veya d aha
aza sahip ol abiliri z.
Var olmak ve var-olmamak, ben ve ben-olmama: gerçek
bağlantı lan unutturan kısır zıtlıklardır bunlar. Ben ' i n ger­
çek karş ıtı ben-olmama değildir, benimkidir; var olma' ın,
yani sahip (limanın gerçek karşıtı, var-olmamak deği ldir;
sah ip oldudur.
B i l im ve felsefe akımları arasında her gün gittikçe bel ir­
ginleşen derin ayrım, şundan ileri gel iyo!": birincisi kendi­
sine kı lavuz olarak sahip olmak fi i l ini aldı; ki bu onun için
o ldukça oluml u bir şeydir. Onun gözünde her şey iyelikler
ile açıkl an ıyor, antitelerle değil. Tözün olguya olan yanıl­
tıcı bağıntısını önemsemedi bilim; ki, bunlar Varlığın ikiye
ayrı ldığı içi boş iki terimdir; iyel iğin kendisini sadece iki
formundan b iri olan ve en az önemde olan arzu ile sahip­
lenme şek l inde sund uğu nedenin sonuca bağıntısın ı kul­
l andı, bell i bir ölçüde. Fakat bilim iyeden iyeliğe olan ba­
ğıntıyı fazlasıyla kullandı ve maalesef, kötüye kul land ı.
Kötüye kullanışı, herhangi bir iyenin gerçek iyel iğinin di­
ğer iyelerin bir bütünü olduğunu; her yığının, güneş siste-
81
GABRIEL TARDE

minin her molekülünün, örneğin, fiziksel ve mekanik iyelik


olarak büyüklük, yayılım, devingenlik, vs., gibi boş söz­
cüklere değil de, bütün d iğer yığınlara, bütün diğer mole­
kü llere sahip olduğunu; bir molekülün her atomunun, kim­
yasal iyelik olarak atom sayılarına veya kaynaşma anıklı­
ğına değil de, aynı molekülün tüm diğer atomlarına sahip
o lduğunu; bir organizmanın her hücresinin biyolojik iyelik
olarak sinirli liğe, kasılabilirliğe, iritasyona vs., değil d e
aynı organizmanın v e özellikle d e aynı organın tüm diğer
hücrelerine sahip olduğunu göremeyip bunu yanlış anlamış
olmasına dayanıyordu özel likle. Burada sahiplik her iç-sos­
yal ilişkide olduğu gibi karşılıklıdır; ama efend inin ve kö- .
lenin, çiftçinin ve hayvanlarının extra-sosyal i lişkilerinde
olduğu gibi, tek yanlı olabi l ir. Örneğin retina iyelik olarak
görmeye . değil de, açık bir şeki lde titreşen ve kendisine sa­
hip olmayan es.irimsi atomlara sahiptir ve zihin, düşünce­
sindeki tüm obj elerine zihinsel olarak sahiptir ancak ken­
disi bu objelere hiçbir şeki lde ait deği ldir: -Bu soyut te­
rimler, devingen lik, yoğunluk, ağırlık, yakınl ık, vs., h içbir
şey ifade etm iyor \'e hiçbir şeye denk düşmüyor anlamına
ını geliyor bu? Her öğenin reel alanının ötesinde koşullara
bağlı olarak zorunlu bir alanı olduğunu (yani reel o lmasa
da, bel li bir alan) gerçek ile yeni bir yönde olası olan ara­
sındaki bu eski ayrımın hayali olmadığını ifade ediyor, bu
terim ler san ırım.
Öğeler iye oldukları gibi etkendirler kuşkusuz; fakat et­
ken olmaksızın iye olabilirler ve iye olmaksızın etken o la­
mazlar. Sonra, etkileri kendi lerini iyel iklerinin doğasına
eklenm iş bir değişim olarak gösterirler, sadece.
Eğer buna yakından bakarsak, bil imsel bakış açısının
felsefik bakış aç ısı üzerindeki üstünlüğünün nedeninin bi­
l imciler tarafından benimsenen temel i l işki ile ilgili seçimin
82
MONADOLOJİ VE SOSYOLOJ"İ

ıyı yapılmış olması olduğunu, ve bilimin bütün karanl ık


noktal arının, bütün zayıflıklarını n ve eksikliklerinin, bu i-
1 işkin in eksik analizinden ileri geld iğin i göreceğiz.
Binlerce yıldan berid ir, farklı var olma biçimleri ve
farklı varlık dereceleri ile i lgili kataloglar yapıyoruz ama
farkl ı türleri ve farklı sahiplik derecelerini sınıflandınnak
g i b i bir düşüncemiz olmadı h iç . Bununla beraber sahiplik
evrensel bir olaydır ve herhangi bir varlığın oluşumunu ve
gel i şimini açıklamak için, edinim teriminden daha iyi bir
terim yoktur. Darwin ve Spencer tarafı ndan moda haline
getirilen uygunluk ve adaptasyon terimleri daha belirsiz,
daha an laşılmaz, daha ku şkuya açık ve daha ikirciklidirler
ve evrensel ol guyu sadece dıştan kavrarlar. Kuşun kanadı­
nın kend isini havaya, balıkların yüzgeçlerinin suya ve gö­
zün ışığa adapte ettiği, doğru mudur? Hayır, tıpkı lokomo­
tif, kend isini kömüre ve dikiş makinesi kend isini dikiş di­
ken kişin in ipl iğine adapte etmed iği gib i . Damar devindiren
sinirlerin ve vücudun sıcaklığının iç dengesini dış sıcaklı­
ğın değişimlerine rağmen koruyan becerikli mekani zmanın,
bu deği şimlere adapte o lduklarını da söyleyebilir miyiz?
Karşı mücadele vermek yerine, kendini b ir şeye adapte et­
menin tek yolu ! Lokomotif, diyelim ki, yer devinimine
adapte ed ilmiştir ve kanat da hava devinim ine; lokomotif
kömürü kulland ığı gibi ve yüzgeç suyu kullandığı gibi, ka­
nat da hareket etmek için havayı kullan ıyor demeye varır,
bu yine. Bu kullanım, bir iyel ik elde etmek değil m idir?
Her varlık, kendisin i dış varlıklara uygun hale getirmek
deği l de, on/an kend isine uygun hale geti rmek; sahiplen­
mek ister. Fiziksel dünyada atomik veya moleküler
yakınlık (yapışıklık. Ç .N), can l ı dünyada beslenme,
entelektüel dünyada algı ve sosyal dünyada hak, yan i
kısacası, sayısız biç imdeki sahiplik bir varlıktan diğer
83
GABRIEL TARDE

varl ıklara, giderek daha etkil i ve keskin hale gelen değişik


alanl arın kesişmesiyle, yayılmaya devam eder.
Bu sahiplik, çok sayıda olan biçimleri açısından değiş­
ken olduğu gibi, dereceleri açısından da değişkendir. Örne­
ğin, gök cisimleri uzaklıklarının karelerinin ters orantısıyla
artan veya düşen bir yoğunlukla birbirlerine sahiptirler.
Organ izmaların dirimsel l iği, yani kısımlarının iç dayanış­
ması yükselir veya iner, devaml ı olarak. Derin uykudan en
yetkin açık zihin durumuna, düşünce, dünya üzerindeki
özel etkisi nin artışını gösteren büyük ve geniş bir diziyi kat
eder. Altüst o lmuş bir ülkede güvenlik yeniden sağlandı­
ğ m da, her yurttaş, kend ilerinden hizmet bekleme hakkına
sahip olduğu insanlardan, başka bir deyişle meşru koru­
malarına eskisinden daha sıkı bir şeki lde güvendiği tüm
hemşehril erinden daha usta ve daha beceri k l i hi ssetmez mi,
kendisini ?
Sahipl iğin şekli ne olursa olsun, fiziksel, kimyasal, ya­
şamsal, zihinsel veya sosyal (her bir formun içerebileceği
alt bölümlerden bahsetmeye gerek bile yok), öncelikle
onun tek yan l ı mı yoksa karşılıklı mı o lduğunu ve ikinci
olarak da, iki öğe mi, yoksa tek tek ele alınan pek çok diğer
öğe arasında mı, ya da bir öğe ile diğer öğelerden ayrı bir
grup arasında mı kurulu olduğunu ayırt etmemiz gerekiyor.
Bir iki keli meyle, bu ikinci ayırımdan bahsederek başlaya­
lım. Bir veya birden fazla benzerimle sözlü bir iletişim içe­
risine girdiğimde, karşılıklı monadlarımız (benim açımdan)
birbirlerini karşılıklı olarak kavrarlar; en azından şurası ke­
sindir ki bu i l işki bir öğenin ayrı olarak ele alınan sosyal
öğelerle olan i l i şkisid ir. Bunun tersine, baktığımda, dinle­
d iğimde, çevremdeki doğayı incelediğimde, kayaları, suları
ve de bitkileri, düşüncemin objeleri nden her biri, birbirle­
rini mutlaka tanıyan veya birbirlerini kendi aralarında sos-
84
MONADOL0..-1 VE SOSYOLOJİ

yal bir grubun üyeleri gibi içten bir biçimde kavrayan ama
kendilerinin benim tarafımdan kapsanmalarına sadece bü­
tün olarak ve dışardan olmak üzere izin veren öğelerle sıkı
bir şekilde çevrilmiş bir dünyadır. Kimyacının yapabileceği
tek şey, atom i le ilgi l i olarak tahminde bulunmaktır; kesin­
i ikle onun üzerinde bireysel olarak etki yaratamaz asla.
Anladığı ve kullandığı kadarıyla madde, farklı atomlardan
oluşan yoğun bir buluttur; ki bunların farklılığı sayılarının
büyüklüğü ve hareketlerinin devamlılığı, altında silinir.
Can l ı ama hareketsiz dünyada (görünüşte hareketsiz diyo­
rum) monadımız, daha az karmaşık olan bir şeyler yaka­
lama olanağı bulabilir mi? Öyle görünüyor. Zaten öğe,
öğeyi algılamaktadır burada; bir çiçeğe bakan genç bir kız,
onu h içbir şeyin kendisinde uyandıramayacağı bir şefkatle
sever.
Ama monadların kendi aralarında alabildiğine yaygın­
laşmış geçici özelliklerinin derinliğiyle açık ve canlı bir şe­
kilde b irbirlerini kavradıklarını görmek için, sosyal dün­
yaya gelmek gerekir. En üst düzeyde bir i l işkidir bu, geriye
kalanı bir taslaktan veya bir yansımadan başka bir şey ol­
mayan, tipik bir sahiplenmedir. İnanma ile, aşkla ve nef­
retle, kişisel prestijle, inanç ve istenç birliğiyle ve durma­
dan yayılan bir ağa benzeyen karşılıklı anlaşmalar zinci­
riyle sosyal öğeler, bin bir şeki lde birbirlerin i kavrar ve
birbirlerini çekerler, ve onların yarışlarından uygarlığın h a­
rikaları doğar.
Organizasyonun yarattığı ve yaşamdaki harikalar ya­
şamsal öğeden yaşamsal öğeye ve elbette, atomdan atoma
olan benzer bir hareketten doğmazlar mı? Böyle düşünmek
için birçok nedenim var ama bunları burada açıklamak çok
uzun sürer. Kimyasal yaratımlar ve astronomik oluşumlar
için de, aynı şey geçerli değil midir? Newtoncu yer çekim
85
GA BRIEL TARDE

kuvveti, atomdan atoma kendini gösteriyor kuşkusuz,


çünkü eo komplike kimyasal işlemler bile bunu hiçbir şe­
kilde değiştiremez ve bozamaz.
Eğer bu böyle olsaydı, monaddan monada ve öğeden
öğeye olan sah iplenici hareket, gerçekten veriml i olan tek
il işki o lurdu. Bir monad ın veya bir öğen in karışık bir
monadlar veya topl u öğeler grubu üzerindeki (veya karşı­
lıklı bir biçimdeki) hareketine gelince; bu, öğelerin yarı­
şıyla veya birlikteliğiyle tamamlanmış güzel çalışmaların
rastlantısal bir karmaşasından başka birşey olamaz. Bu son
i l işki ne kadar yaratıcı ise, diğeri o kadar yık ıcıdır. Ama
ikisi de zorunludur.
Tek yanlı sahiplik ve karşılıklı sahiplik, aynı şekilde zo­
runlu olarak birlikte bulunurlar. Ama ikincisi, birincisinden
üstündür. Karşıl ıklı çekim etkisiyle her noktanın merkez
olduğu olağanüstü mekanizmaların ol uşumunu açıklayan,
şey bu ikincisid ir. Bütün parçaları dayanışık o lan, her şeyin
aynı anda amaç ve araç olduğu bu hayranl ık verici can l ı
organ izmaların yaratılışını açıklayan budur. Ve nihayet bu­
nunla, antikitenin özgür sitelerinde ve modem devletlerde,
hizmetlerin karşılıklı lığı veya hakların eşitliği bil imlerimi­
zin, işleyimlerimizin ve sanatlarımızın harikalarını yaratır.
Şunu da görmek gerekir ki, eğer organize varlıklar tek bir
varlığın üretim in in veya aynı bir maddenin düzenl i farklı­
laşmasının sonucu olsaydı, bu varl ıkların parçalarını her
şey için yapılmış gibi veya her şeyi bu parçalar için yapıl ­
mış gibi görmem izdeki kolaylığı açıklamak imkansız
o lurdu. Mobilyalarımız veya aletlerimiz bizim için ne ise,
varlıklar ya da daha çok üreti len nesneler de üretici varl ığa
göre o olmalılar; ki mobi lyalarımız ve a letlerimiz hiçbir
felsefik oyunla eylemlerimize göre amaçl ar ve sonlar ola­
rak bakamayacağımız araçlardırlar. Kend isinden meydana
86
MONADO LOJi VE SOSYOLOJ İ

gelen doğal ayrılmalarla özgün varl ıklar yarattığı düşünü­


len yegane maddeye gelince, her şeyden önce, eğer bu ken­
disinde bir amaç taşımıyor olsaydı, ilkel kayıtsızl ık ve ha­
reketsizlik halinden neden ç ıktığını anlayamazdık; ikinci
olarak, her türlü farklılaşmadan önce, dünyada yalnız iken,
amacına ulaşmak için doğruca gitmek yerine, neden do­
lambaçlı yollara başvurduğunu, amacına direkt olarak var­
mak yerine neden araçlar kullandığını, evrimin kıvrımlı ve
dolambaçlı yollarını, neden dolaysız ve direkt aktüasyonun
kısa ve kolay yoluna tercih ettiğini bi lemezdik. Sonra bu
baş edilmez :rorlukları geçsek de, şu son soruya cevap
verme olanağımız yok: Evrimlemeye ve amacına veya
amaçlarına ulaşmak için uzun ve dolambaçlı yollara baş­
vurmı;.ya karar verdikten sonra, bu tek madde nasıl, bunun
için şunu ve aynı zamanda şunun için bunu isteyebildi; bir
başka deyişle, istemlerini nası l birb irleriyle etkisiz hale ge­
tirebild i? Ki, bu hiçbir i stence sahip olmama durumuna va­
rır sonuçta ve bunun sonucunda, tekrar ediyorum, farklı­
laşmasını an laşılmaz hale getirir.
Bunun tersine, monadl ar h ipotezinde her şey doğal ola­
rak gelişir. Monad ların her biri dünyayı kendisine çeker, ki
bu kendini daha iyi kavraman ın ta kendisidir. Monadlar
birbirlerin in parçasıdırlar elbette ama kendi başlarına da
olabilirler bir bakıma ve her biri sahipliğin en üst seviyesi
için can atar ve buradan kısmi olarak merkezileşmeleri so­
nucu çıkar; bunun ötesinde çok farklı şekillerde kendilerine
ait olabilirler ve her biri benzerlerini kendilerine mal etme­
nin yeni yol larını bulmak için can atar. Buradan monad­
ların dönüşümleri çıkar, son uç olarak. Fethetmek ve kazan­
mak için dönüşür ve değişirler ama kendi aralarından birine
sadece çıkar için boyun eğdiklerinden, h içbirinin büyük

87
GABRIEL TARDE

h ayal i tam olarak gerçekleşmez, bağıml ı monadlar büyük


monadı kullanırlar ve bu sonuncusu da onları kullan ır.
Yetersiz ve sakat anlaşmaların izlediği iç savaşlarla
gözle görülür bir şekilde parçalanan gerçekliğin tuhaf ve
yapmacık karakteri, dünyadaki etken lerin çok sayıda olma­
sını gerektirir. Sayılarının çok oluşu, kendisine bir varlık
nedeni sunabilecek tek şey olan, çeşitliliklerini gösterir.
Değişik şekillerde meydana gelen etkenler çeşitli liğe yöne­
lirler, bunu gerektiren onların doğasıdır; diğer taraftan, çe­
ş itl il ikleri ne olduklarına bağlıdır, birlikler veya bütünlük­
ler değil de, özel toplamlardırlar bunlar.
Yine bana öyle geliyor ki, öğelerin her birinin özgünlü­
ğünün (ki bu gerçek evrensel ortamdır) sadece bir toplam
deği l de, bel li bir türde bir potan siyalite olma olduğunu ve
daima efektif olarak gerçekleştirilmesi istenen ama nadiren
bunu başarabi len kozmik bir düşünceyi onda cisimleştir­
mek olduğunu, düşündüğümüzde çözülmez gibi görünen
bilmeceleri de çözebi l iriz. Bu bir bakıma Platon'un düşün­
celerini, Epikür'ün, ya da daha çok Empedokles'in atomları
içerisine oturtmak ol urdu; çünkü Zeller'e bakı lacak olursa,
Empedokles, öyle görünüyor ki, Leibniz gibi basit ve i lkel
çeşitl iliği açıkça dile getiriyord u. Fırsat olduğunda, eski bir
iki Yunanlının arkasına sığınmak iyidir.
Geçerl i olan dönüşümcü teoriler içi nde, eksik olan iki
nokta vard ır kuşkusuz. Canlı tipleri korumaya ve devam
ettirmeye çalışan güç le, çatışma hal inde olan dönüştürücü
bir gücün olduğunu düşünüyorlar; ancak, bunu nereye ko­
yacaklarını bi lemiyorlar. Genelde bu gücü dışarıya yerleşti­
riyorlar, iklimde, çevrede, beslenmede ve ırk karışma­
larında meydana gelen bozukluk ve kazalara atfed iyorlar ve
organ izmaların içinde içsel bir çeşitl i l ik nedeni olduğunu
redded iyorlar. İkinci olarak, ister dışardan yansıtılmış
88
MONADOLOJİ VE SOSYOLOJİ

olsun, ister içerden provoke edilmiş olsun, spesifik


varyasyonlar ve Darwinci sistemin faktörleri amaçsız fark­
lıl ıklar, plansız başkaldırılar ve düzensiz fanteziler olarak
görülüyorlar. Bir tipin oturmuş yönetiminin altında temel
bir verimsizliğin o lduğunu ve hiçbir pol itik idealin ve de
hiçbir sosyal canlanma hayalinin yaratamadığı karşıt­
lıkların karş ı l ıklı olarak etkisizleştiri ldiklerini göremiyor
muyuz? Canlı bir varlıkta ne böyle ç ılgınlıkların başarı
gösterebi ldiği, ne de bunların olası olab ileceği düşünül­
müyor ve astronomik olarak kabul edilebilecek maksimu m
derecesine ulaştığı farz edilen yaşam süreleri de, b u denge
kopukluklarının yeni bir yaşamsal denge halinde uyumlu
hale gelişini ve bu birikmiş düzensizliklerle yeni bir
düzenin kuruluşunu, çok az da olsa mümkün hale getir­
meye yeterli deği llerdir. Ama hipotezimize göre tiplerin
değiştirici gücü, onların koruyucu gücü gibi organizmaya
içsel olan anlaşılabilir bir dayanağa sahiptir ve bir anlam ı
vardır. Canlı b i r türün her doğal değişikliğinde (en geçici
değişikliğinde bile), söz konusu canlı türünün yeterince
büyümek koşuluyla erişebileceği başka bir türün hedefini
görmek gerekiyor.
Varyasyonlar arasında, dışarıdan deşiğimle tesadüfi ola­
rak meydana gelenler ile, her bir organizman ın veya her bir
devletin içinde organizmayı veya devleti oluşturan yengin
ideal ile bastırılmış olan, ortaya çıkmak için can atan ve
onun boyunduruğu altında karşı çıkan idealler arasındaki
mücadeleden doğanları karıştırmamak gerekir, gerçekten
de. Birinciler genel likle etkisiz hale getirilirler ve genelde
sadece ikinciler sonuç verirler. Bütün tarihçiler bilerek
veya bilmeyerek, bu ayrımı yaparlar. İçleri rahatlasın d iye
sık sık anlattıkları büyük olayların yanı nda, ayrı bir titiz­
likle küçük refonnları ve çağdaş insan l arın yeni yeni ortaya
89
GABRIEL TARDE

attıkları ve de dini veya politik yeni düşüncelerin ortaya çı­


kışını doğru layan tartışmaları ortaya koyuyorlar. Örneğin
kral lık otoritesinin feodal ite üzerindeki saldırılarından,
parlamentoların, kral ların, komün lerin ve senyörlerin çe­
kişmelerinden bahsediyorlar. Ph i lippe le Bel ' in, ş imdiki
Fransa'nın idari merkezi leşmesine doğru eğilimlerin açık
olarak kendini gösterdiği anlaşılmaz bir davranışı, tarihçisi
için Temple şövalyeleri olayından daha değerlidir. Sosyal
bir kurumun kötü olması bir şey ifade etmez, bir başkası
kurulana kadar devam eder. Egemen bir felsefik sistemin
yanlış olması bir şey ifade etmez, eleştirilere rağmen, yeni
bir teorinin gelip onu devireceği güne kadar devam eder.

VIII

Madem ki, var olmak, sahip olmaktır; her şey doyumsuz


o lmak zorundadır, sonucu çıkıyor bundan. Zira eğer d ikkati
çeken bir şey varsa, o da elbette ki dünyan ın bir ucundan
d i ğerine, titreşen atomdan veya çabuk üreyen bir hayvan­
cıktan fetihçi bir krala kadar, bütün varlıkların içinde o lan
ve onları harekete geçiren doyumsuzluktur; sınırsız tutku­
dur. Her olasılık gerçekleşmeye yöneliktir, her gerçekl ik
evrensel leşmeye yönelir. Her olasılık gerçekleşmeye, ken­
disini net bir şeki lde karakterize etmeye yönelir: Buradan
tüm fiziksel ve sosyal gerçeklikler üzerinden ve içerisinden
gelen bu varyasyon lar seli çıkar. Her gerçeklik, oluşan her
karakter, evrenselleşmeye yönel ir. İşte, ışığın, yayılan sı­
cakl ığın ve elektriğin hızla yayılmasının ve küçücük bir
atom titreşiminin, tüm diğerlerinin elinden almaya çalış­
tıkları av olan sınırsız havayı, tek başına ken disiyle
doldurmaya can atmasının nedeni. İ şte; her bir türün,
henüz oluşmuş olan ve geometrik bir diziye göre çoğalan,
90
MONADO LOJ İ VE SOSYOLOJ İ

her canlı ırkın (kendisiyle rekabet eden güçlerle


karşıl aşmadığı sürece) kısa sürede tüm dünyayı kaplayacak
o lmasının nedeni, ve sadece türler ve ırklar deği l, birazcık
belirgin olan en küçük özellikler ve hatta her birinin
taşıdığı hastal ıklar da bunun için vardırlar, ve bu, yanlış bir
şeki lde tip lerin korunmasına yönelik bir araç olarak
değerlend iri len doğurgan lıkla ilgi l i teleoloj ik açıklamaları
reddeden bir şeyd ir. İ şte kendisine ait az çok belirgin bir
karaktere sahip olan herhangi bir sosyal eserin, endüstriyel
bir ürünün, bir şi irin, bir formülün, bir beynin bir köşesinde
herhangi bir yerde bir gün ortaya çıkan politik veya başka
bir düşüncen in İskender gibi dünyanın fethini hayal
etmesinin, kendisini binlerce ve milyonlarca örnekle insan­
ların olduğu her yere yaymaya çal ışmasının, en az kendisi
kadar ihtiraslı olan rakibinin darbesiyle geri püskürtül­
mekten başka bu yolda geri ad ım atmamasının nedeni.
Evrensel tekrarın ü ç temel formu da, yani dalgalanma,
üreme ve takl it (başka bir yerde söylemi ştim bunu),
fiziksel, yaşamsal ve sosyal olan şu üç türlü istilaya yol
açan yönetim yöntemleri ve fetih araçlarıdırlar: titreşimsel
yayı lma, üreyici yayı lma ve örneğin yayılması.
Çocuk despot olarak doğar: onun için bir başkası (zenci
krallar için olduğu gibi), sadece ona hizmet etmek için var­
d ır. Yıllarca süren cezalandırmalar ve eğitim baskısı gere­
kir, onu bu yanlıştan alıkoymak için. Tüm yasaların ve tüm
kuralların, kimyasal disipl inin, yaşamsal disiplinin ve sos­
yal disiplinin sonradan ortaya ç ıkmış ve tüm hayvanların
bu her şeyi yeme isteğini zaptetmeye yönelik olan frenler
o lduğunu, söyleyeb i l i riz. Genelde bu konuda pek az bilgi­
miz vardır bizim; biz ki, uygarlaşm ış ve daha kundakların­
dan itibaren korkutulmuş, baskıya uğramış ve zulmedilmiş
insanlarız; daha doğmadan başı ezilen tutkumuz başarısız-
91
GABRJEL TARDE

lığa uğrar, yenilir, peki ama bentlerimizin küçücük bir çat­


lağı nda ve süre gelen onca baskı döneminden sonra tarihte
hala şurada burada Cesar ve 1. Napoleon gibi sıçrayışlarla
ortaya çıkması için, daha ne kadar derin o lması gerekiyor,
bizim tutkumuzun !
Sınırına dayanmak ve kaçınılmaz güçsüzl üğüyle karşı
karşıya kalmak: Ne korkunç bir sarsıntıdır bu, her insan
için ve her şeyden önce ne büyük bir sürpriz! Kuşkusuz,
sonsuz-küçüğün sonsuz-büyüğe karşı olan bu evrensel id­
diasında ve bunun sonucunda ortaya çıkan evrensel ve son­
suz sarsıntıda, karamsarlığı haklı gösterecek çok şey vardır.
Küçücük bir gelişme için, binlerce başarısızlık! B izim
madde kavramımız, bizi çevreleyen dünyanın temelde kar­
ş ıt olan bu karakterini çok iyi anlatıyor. Psikologlar doğru
söylediler, tahmin edemedikleri kadar doğru; dış gerçeklik
bizim için sadece sahip olduğu bize direnme özelliği i le
vardır, katılığı nedeniyle sadece dokunduğumuzda h issetti­
ğimiz bir direnç değildir bu üstelik fakat saydam olmayı­
şıyla görsel, isteklerimiz için uysal olmayışıyla iradel i ve
d üşüncemiz için nüfuz edilmez o luşuyla zih insel olan bir
dirençtir. Maddenin katı olduğunu söylediğimizde sanki
uysal olmadığını söylüyor gibiyizdir; bu ondan bize olan
fakat ondan ona o lmayan bir ilişkidir; ikincisiyle olduğu
kadar birinci öze l l ikle de, bu şekilde bel irttiğimiz karşıt ya­
nılgıya rağmen.
Söz konusu şeyin bu durumu için, gelecekten umabile­
ceği miz bir çözüm yol u var mıdır? Hayır, bugünkü top­
lumlarımızın örneğin in bize salık verdiği çıkarımlara
inanmak gerekirse; eşitsizlik giderek artacak, dünyanın ye­
nen leri ve yeni len leri arasında. B irilerinin zaferi ve diğerle­
rinin mağlubiyeti, her geçen gün daha açık ve tam hale ge­
lecek. Gerçekten de, bir ulusta uygarlığın ilerleyişinin en
92
MONADOLOJİ VE SOSYOLOJİ

bel irgin işaretlerinden biri, büyük kişi lerin, büyük askeri


veya endüstriyel girişim lerin, büyük reformların ve köklü
yeniden yapılanmaların, o ulusta mümkün hale gelmesidir.
Başka bir deyişle, uygarlığın ilerlemesi, taşra ağızlarının
ortadan kaldırılması ve tek bir dilin yayılmasıyla, farklı
geleneklerin silinmesi ve ortak bir yasanı n yerleştiri lme­
siyle, zihinlerin kitaplara göre daha özenle hazırlanan ga­
zeteler aracılığıyla tekbiçimli olarak beslenmesiyle ve daha
binlerce diğer özelliklerle tek bir bireysel planın bütün bir
u l u s tarafından daha eksiksiz ve daha düzen l i bir şekilde
gerçekleştirilmesini kolaylaştırmaya dayanır. Öyle ki, daha
geri bir dönemde, seç i len kişiyle eş zaman l ı olarak hayata
geçirilecek olan binlerce farklı plan kaçını lmaz bir ölüme
terkedil miştir burada. "İnsanlar yabanıl nitel iklerini kay­
bettikçe daha kolay disiplin altına alınırlar, daha önceden
tasarlanmış ama bunun için kend ilerine başvurulmamış
planları hayata geçirmek için veya bireysel kaprislerini ön­
ceden düşünülmüş bir karara bağlamak için ve planlı b ir
i şte kendi terine ayrılan kısmı ayrı ayrı yapmak için daha
yetenekli ve daha becerikli hale gelirler" d iyor S tu art Mili
haklı o larak (Ekonomi Politik).
Zamanla, asırlar ve asırlar sonra, böyle bir ilerlemenin
devam ının, ulusları nereye götüreceğini görürüz: Soğuk bir
ihtişam düzeyine, içerisinde mineralimsi ve bill ursu bir
şeyler bulunan ve tuhaf bir lütufla ve de başlangıçtaki bü­
yük kannaşıklıkla tamamen karşıt hale gelen, arı bir dü­
zenlilik seviyesine ulaştıracaktır.
Her ne olursa olsun, pozitif olgularla yetinirsek eğer, her
şeyin belli bir noktadan başlayıp yayılarak o luşması şüphe
götürmez bir şeydir ve baş-öğeleri doğrulama hakkını da,
buradan al ıyoruz biz. Varolduklarını farz ettiğim bu yıldız
veya molekül devletlerinden, ya da organik veya kent dev-
93
GABRIEL TARDE

Jetlerinden birindeki insan topluluğu arasında gerçek efen­


diyi, bu kürelerin merkezi ve odağı olan, uyumlu bir şe­
kilde tekrarlanan ve düzenlenen bu benzer hareketlerin ya­
yıldığı merkez ve odak olan kurucuyu bulmanın zor ol­
duğu, söylenecektir. Gerçekte bunun nedeni, burada farklı
açılardan ve farklı seviyelerden bakıldığında, çok sayıda
merkezin ve odağın söz konusu olmasıdır. Dah a seçkin ve
daha öneml i şeylerle i lgilenelim sadece; güneşin ortasında,
diyelim, tüm ana bulutsuya yayılan bireysel hareketiyle,
bulutsunun sahip olduğu dengeyi bozan, diye, güven vere­
l im, başarılı bir atom var, hala. Azar azar, uyguladığı çekim
etkisi yığılma yapıyor, diğer taraftan, etrafındaki diğer
atomlar, başarılı köleler, kendi örneğinden ayrı olarak onun
engin imparatorluğunun kimi bölümlerin i bir araya getirip
çeşitli gezegenleri meydana getiriyorlar. Peki, zaman ın
başlangıcından beri kendi leri de çekim kuvveti uygulayan
köleleri tarafından taklit edi len bu başarılı atomlar, bir an
olsun çekmeye veya titremeye son verdi ler mi? Sınırsız
u zayda hızlı bir şekilde yayıldıkları için, yoğunlaşma yete­
nekleri azaldı mı? Hayır, onu taklit edenler, onun rakipleri
deği ller sadece, onun işbirlikçileridirler, aynı zamanda.
Kendi küçük bedenlerinden milyonlarca defa üstün olan
bir kitleyi imparatorluklarına boyun eğdirmeyi başaran bu
sonsuz-küçük tohumlar, ne kadar da muhteşemler! N e hay­
ranlık verici keşifler ve başkalarını çal ıştırmak ve de yö­
netmek için ne ustaca yöntemler çıkarıyor dehaları, ki. kü­
çüklükleri bizleri hayrete düşüren bu m ikroskobik hücre­
lerden !
Fakat hücresel topluluklar konusunda fetihten ve tutku­
dan bahsettiğimde, heyecan ve sadakatten dolayı konuşu­
yorum çoğunlukla. Tüm bunlar metaforiktir şüphesiz ama
yine de sözcükleri ve karşılıklarını iyi seçmek gerekir ve
94
M ONADOLOJİ VE SOS\' O LOJİ

okuyucu, inanç ve istek (bu iki gücü, ruhun bu iki yegane


özelliğini arı ve soyut an lamlarıyla alıyorum) kendilerine
atfettiğim evrensel özelliğe sah ip olsalar da, inanç-gücün
bizim duyumlarımızla ve imgelerimizle h içbir ilgisi o lma­
yan , iç nitel belirtilere uygulanışına düşünce demekle -

istek-gücün bu yan-düşüncelerin birine uygulanış ına tasarı


demekle- öncü bir öğe tarafından oluşturulan yarı-tasarı­
nın, öğeden öğeye sözlü o lmayan fakat tam ol arak da bi­
linmeyen i letişimine propaganda demekle; içine kendi öz
yarı-tasarısının yerine başkasının tasarısının girdiği bir
öğenin iç değişimine dönüşüm demekle, en fazla bir meta­
for yaptığımı da unutmayacaktır. Bu açıklamanın yardı­
mıyla devam edelim.
Bir imparatorluk yayılmak istediğinde, aynı anda bir­
b irlerine uzak olan birçok noktaya deği l de, dünyanın tek
bir noktasına; tek bir insan değil de, bu noktayı fethettikten
sonra bu yıkımı başka yerlere taşıyan kalabalık bir ordu
gönderir. Bir dinin başındaki kişi, o dini yaymayı düşündü­
ğünde; bütün başlıca noktalara, ulaşabileceği her yere tek
başlarına olan, her yere dağılan ve iyi haberi bi ldirmek ve
ruhları ikna ederek kazanmakla görevl i misyonerler gönde­
rir. Oysa, şunu görüyorum ki, bu noktada, can l ı varlıkların
yayılma yöntemleri askeri bir ilhaktan çok havarilerin yap­
tığı propagandalara benziyorlar. Ve eğer, bu benzerliği di­
ğer benzerliklerle yan yana koyarsak, aralarında bir ben­
zerl ik kurarsak, her can l ı türün her kili se veya dini topluluk
gibi, rakip topluluklara kapalı olan ama yeni üyeler için
büyük bir i stek duyan konuksever bir dünya olduğunu dü­
şünürsek -bilmeceye benzeyen ve dışarıdan deşifre edile­
meyen, yegane doğrular olarak görülen gizemli emirlere
önem verilmeyen bir dünya; geleneksel törenl ere ve ayin­
lere titizlikle ve sürekli olarak hayranlık verici bir özveriyle
95
GABRIEL TAIIDE

uyulduğu bir dünya; aşırı derecede h iyerarşize edilmiş olan


ve bununla beraber eşitsizliğin isyan lara neden olmadığı bir
dünya; hem çok aktif hem çok düzenli, disiplinli, sağlam ve
uysal olan, yeni koşullara uymakta usta ve asırlık düşün­
celerinde ve amaç larında kararl ı olan bir dünya-, şuna gö­
receğiz ki, biyolojik olguları toplumlarımızın savaşçı, en­
düstriyel, bili msel veya sanatsal görüngülerinden çok dini
görüngülerine benzetmekle benzetme özgürlüğünü hiç d e
kötüye kullanmıyorum.
Belirli i l i şki ler açısından ele alındığında, bir ordu bir
organizmaya, bir manastır kadar benziyor gibi görünür.
Ayn ı disiplin, aynı sıkı h iyerarşi, aynı kitle an layışı vard ır,
bir organi zmada ve bir alayda. Beslenme şekli (yani üye
toplama şekl i ) de aynıdır, özenle, periyodik olarak yenile­
nen üyelerin katıl ımıyla, kadro ların kesinl ikle aşılmayan
bel l i bir soma kadar doldurulmas ıyla olur beslenme. Fakat
aynı derecede önem l i olan diğer il işki ler açısından fark
kayda değerd ir: Birliğe al ına, yen i alınan üyeleri, yaşamsal
asimilasyon beslenme hücrelerini dönüştürdüğünden veya
bir dine katı lma yen i katı lanı dönüştürdüğünden daha az
dön üştürür. Askeri eğitim kalplerin derinliklerine kadar
gi rmez asla. Askeri organizasyon ların pek sağlam ol mama­
sın ın ve kısa süreli o lmaları n ın nedeni, budur. Bu organi­
zasyon ların dönüşüm leri barbarlarda bile oldukça ani ve
sıktır, dunı nıl arı tamamen ilkel olmad ığı sürece, zira, bu
duıumda tutarsızlıkları on ların can l ı varl ıklarla hatta en ba­
sitleriyle b i le karşı laştırı lmalarına engeldir. N i hayetinde,
bir ordu büyüdüğünde veya bir alay çoğald ığında bu ço­
ğalma can l ı lardaki gibi etrafında yabancı öğelerin gel i p
top landıkları tek bir öğen in dışa aç ı lmasıyla gerçekleşmez
asla. Bir alay veya bir toplu luk sadece bölünerek çoğalabi­
lir; örneğin yabancı bir ülkede tek başına askeri bir birlik
96
M ONADOLOJ I VE SOSYOLOJ İ

oluştunnakla görevl i olan bir subay veya bir asker, orada


kendisinin onbaşı olduğu dört kişiden oluşan bir manga
oluştunnakta güçlük çekecek ve yetersiz olacaktır.
Bu farklı özellikleriyle yaşam bize saygı duyulması ge­
reken kutsal bir Şey gibi, kimyanın sıkı bağlarıyla zincir­
lenmiş öğelerin ku rtuluşu için yapılan büyük ve cömert bir
girişim gibi görünür bu durumda ve Darwin gibi yaşamın
evrimini yıkımın her zaman zaferin arkadaşı ve koşulu ol­
duğu bir askeri operasyonlar dizis i gi bi düşünmek onun
doğasını tanımamaktır, kuşkusuz. Bu hakim önyargı bir­
birlerini yiyen canlıların acıklı görüntüleriyle doğrulanmış
gibi görünüyor; bir kedinin pençesinin bir kuş yuvasının
üzerine kapaklandığın ı gördüğümüzde yüreğimiz sızlar ve
bencilliği ve de hayatın acımasızlığını lanetlemeye başlarız.
Oysa ne bencil, ne de ac ımazsıdır hayat ve onu böylesine
suçlamadan önce, en kötü eylemlerini, yarattığı korkuyu
eserlerindeki güzell iğin bizde uyandırd ığı hayranlıkla bağ­
daştıracak bir şekilde yorumlamanın mümkün olup olma­
dığını sonnak durumundayız, kendimize. B izim h ipotezi­
m i z açısından, bundan daha kolay bir şey yoktur. Canlı bir
varlık yemek için bir başkasını yok ettiğinde, yok eden
varlığı meydana getiren öğeler, bir dinin yandaşlarının
başka bir inancın müritlerine onların tapınaklarını ve kil i­
selerini yıkarak ve dini bağlarını parçalayarak ve de onları
"doğru dine" çağırmaya çalışarak sunduklarına inandıkları
benzer bir hizmeti, yok edi len varl ığın öğelerine sunmayı
düşünüyorlardır belki de. Burada yok edi len şey varlıkların,
imanla ve aşkla donatılmış olan öğelerin bedenidir sadece
ama iman ve aşk hiç bir şekilde yok edilmemi şlerdir. Ge­
nelde, kabul etmek gerekir ki, alt seviyedeki hayatı soğuran
ve asimile eden şey, üst hayattır; ayn ı şekilde, karşılıklı
olmayan bir biçimde puta taparları kendi yoluna
97
GABRIEL TARDE

döndürenler de büyük ve yüce dinlerdirler; Hıristiyanlık,


İslamiyet ve Budizmdir.
Yaşam bu şekilde anlaşıldığında aklı, vicdanı ve ölümü
nasıl anlamamız gerektiğini söylememe gerek var mı?
Kendi insanları haline gelen kardeş bir halka hakim olmak
için, olağanüstü bir lütufla karanlık sonsuz-küçükten çıkıp
kendisinden öncekilerden kalan ve kendisinin belli bir öl­
çüde değiştirdiği veya kend i kral mührüyle damgaladığı bir
yasaya o halkı tabi kılan ebedi öğenin geçici zaferine bi­
l inç, ruh ve zihin diyeceğim; ve Arbelle'den sonra Darius
gibi veya Waterloo' dan sonra Napoleon gibi, ya da Saint­
Just' teki Charles Quint ve Selanik' teki Diocletien gibi,
bütün devletlerinden yoksun kalmış ve her şeyi elinden
alınmış bir şekilde kendisinin çıktığı yer olan sonsuz-kü­
çüğe (yani doğduğu ve belki de özlediği yer olan, hiç de­
ğişmeden kalan ve belki de bir bilinci olan sonsuz-küçüğe)
geri dönen bu ruhani fatihin, yavaş veya ani düşüşüne ve
gönüllü veya zorunlu olarak tahtan indirilişine ölüm diye­
ceğim.
O halde, ne öbür hayat ne yokluk diyelim, hayat-ol­
mama diyelim, hiçbir şey için önyargılı olmadan. Hayat­
olmama, ben-olmama gibi ille de var-olmamak değildir;
kimi filozofların öl ümden sonra varolma olasılığına karşı
argümanları, dış dünyaya karşı olan idealist septiklerin ar­
gümanlarından daha önemli değildir. Hayatın hayat-olma­
ma dan daha iyi olduğu da pek tanıtlanmış bir şey değildir.
Hayat bir sınama, bir eğitim dönemidir belki de, bu sıkı ve
mistik okuldan çıktıklarında kendilerini evrensel hakimiyet
isteğinden arınmış olarak bulan monadlara empoze edilen
can sıkıcı bir çalışma dönemidir belki de, yalnızca. İnanı­
yorum ki bu monadlarm arasından pek azı akıl tahtından
bir kez d üştükten sonra oraya, yeniden çıkmak i ster. Kendi
98
MONADOLOJİ VE SOSYOLOJJ

özgünlüklerine ve mutlak bağımsızlıklarına yeniden kavuş­


muş bir şekilde bedensel güçten kolaylıkla ve geri dönmek­
sizin vazgeçerler ve ebediyet boyunca hayatın son saniye­
sinin kendilerini bıraktığı kutsal halin yavaş yavaş tadını
çıkarırlar t üm aşklardan demiyorum ama tüm kötü­
lüklerden ve tüm arzulardan uzak olmanın ve gizli, sonsuza
dek sürecek olan bir şeye sahip olmanın tadını çıkarırlar.
Böyle açıklanmalıydı ölüm: Hayat böyle açıklanma­
lıydı, arzudan arınmayla . . . Yeterince varsayım yaptık ama.
Bu metafizik kusurumu bağışlayabilecek misin, sevgili
okur?

QQ

You might also like