You are on page 1of 26

Ne içindeyiz Bozkırın ne de büsbütün dışında 12.03.

2017

Kayı veya değil, en erken Osmanlı kaynaklarında hiçbir boydan olaylar


örgüsü içinde bahsedilmemektedir.
Değerli Orta Asya tarihçimiz İsenbike Togan’ın Sarıca Toplantıları
çerçevesinde yaptığı bir konuşmayı hatırlıyorum. 1993’ün sonu veya
1994’ün başı olması gerek. Togan, konuşmasında ilginç bir noktaya temas
etmiş ve Orta Asya dünyasında ta Kök Türklerden modern zamanlara
gelinceye kadar “han” unvanı kullanan bütün hükümdarların sadece iki
hanedana, Aşina ve Cengiz hanedanlarına mensup olduklarını söylemişti.
Gerçekten de Timur gibi bir cihangir bile Cengiz soyundan olmadığı için
kendine “han” diyememiş, ancak Cengiz soylu bir prensesle evliliği yoluyla
o hanedana bir mensubiyet iddia edebilmiş, unvanları arasına “güregen”i
(güveyi, damat) ekleyerek ve birtakım Çağatay prenslerini kukla hanlar
olarak tutmak yoluyla Ulus Çağatay’ın hükümdarı olabilmişti. Aynı şekilde
Kırım’daki Giray hanedanından tutun 20. Yüzyıl başına kadar Türkistan’ı
yöneten tüm hanlar Cengiz Han soyundan gelmedir.
İşte, bozkırların Cengiz Han’dan önceki han ailesi de Aşina’ydı. Tarihçilerin,
sülale listelerinde geçen “kara” sıfatından dolayı “Karahanlı” lâkabını uygun
gördüğü ama kendilerine gerçekte böyle bir isim vermeyen, dolayısıyla da
kaynaklardaki adıyla yani “Türk Hakanlığı” olarak adlandırılması daha
yerinde olan hanedanın da bir Aşina / Afrâsyâb bağlantısı vardı (Bkz. Ömer
Soner Hunkan, Türk Hakanlığı. Karahanlılar).
İlginçtir, 13.Yüzyıl başlarına kadar yaşayan bu hanedan, Büyük
Selçukluların siyasî olarak üstünlüğünü kabul etmiş olmasına rağmen,
Selçukluların kendileri “han” unvanını almamış veya alamamışlardı. Bu,
Selçukluların içinden çıktığı Sir Derya Oğuz devletinin “kağanlı” bir devlet
olmamasıyla ve sadece “yabgulu” bir devlet olmasıyla ilişkilendirilebilir ve
Oğuz yabgularının Aşina sülalesiyle bağlantılı olmamasına yorulabilir.
Selçuklular bu kısıtlayıcı durumu, fethettikleri yerleşik İslâmî dünyanın
“sultan” ve “padişah” gibi unvanlarını alarak aşmış görünüyor.
Osmanlılar ise çok başlardan en sonuncu padişaha kadar “han” unvanını
rahatça kullanmışlardır. Bunu, yukarıda bahsettiğim konuşmasında, “Peki,
Osmanlılar nasıl olup da bu iki hanedana mensup olmadıkları hâlde ‘han’
unvanını hep kullanabilmişlerdi?” diyerek İsenbike Hanım’a sormuştum. O
da, “Osmanlılar, Orta Asya dünyasına o kadar uzaktı ki istediklerini dediler,
etraflarında itiraz edecek kimse yoktu ki!” cevabını vermişti.
Orta Asya dünyasından fizikî uzaklık ve tabii ki Orta Asya siyasî meşruiyet
geleneklerine göre davranan ve ona göre de davranış bekleyen bir baskı
grubunun mevcut olmaması yani çeşitli anlamlarıyla bozkırın dışında olmak
Osmanlı hanedanının işini kolaylaştırmış olabilir. Öte yandan Tanpınar’ın
ünlü dizelerinden mülhem, Osmanlıların, bozkırın büsbütün de dışında
olmadıklarını söyleyebiliriz. Bunun veraset usulü gibi başka tezahürleri de
var ama burada sadece “han”a yoğunlaşalım. 
Ahmedi’nin ikinci hükümdar Orhan Bey’in ismi etrafında bir kelime oyununa
girerek “Ol [Osman Bey] ölicek yerin aldı Orhan / Ana dedi ehl-i kerâmet: Ur
[vur], han!” demesinden bile erken Osmanlı toplumunun “han” olmaya bir
değer atfettiğini çıkarsamak mümkündür. Aşıkpaşazâde ise Osman Gazi’yi
nökerleri ve beyleri olan bir han olarak anlatmaktadır. Hatta
Aşıkpaşazâde’nin, Osmanlı hükümdarının bir han olarak portresini çizmek
için büyük bir gayret içinde olduğu söylenebilir. Ancak savaş şefi olmakla,
gazayla gelebilecek ve biraz da soy ve sopla desteklenecek bir unvandır
bu. Han olmayı sürekli olarak savaş bağlamlarında zikretmesi bize böyle
düşündürüyor.
Ona göre Osman Gazi, Karacahisar’ı aldıktan sonra (1288) Germiyan’dan
gelerek kasabaya yerleşen göçmenler Cuma namazı kılmak istemiş ve
kendilerine bir kadı atanması talebinde bulunmuşlar. Bu dileklerini de onlara
imamlık yapan Dursun Fakih, Osman Gazi’ye iletmiş. Osman da “Size ne
gerekiyorsa öyle yapın” demiş. Dursun Fakih, “Hanım! Sultandan izin
gerektir” deyince Osman Gazi’nin çok öfkelendiğini görüyoruz:
“Bu şehri ben hod kendi kılıcım ile aldım. Bunda sultanın ne dahli var ki
andan izim alam. Ona sultanlık veren Allah bana dahi gazâ ile hanlık verdi
(…) Ve ger minneti şu sancak ise ben hod dahi sancak götürüp kâfirler ile
uğraştım (…) Ve ger ol, ben Âl-i Salçukvan der ise, ben hod Gök
Alp oğluyum derin. Ve ger bu vilâyete ben anlardan öndin geldim der ise,
Süleyman Şah dedem hod andan evvel geldi.”
Osmanlı kroniklerinin hemen hepsinde bulunan Selçuklu’dan Osmanlı’ya
düzgün geçiş veya Osman’ın meşruiyetini Selçuk sultanından aldığı
yolundaki görüşlerle taban tabana zıt bir resimdir bu. 13. Yüzyılın büyük
isyancısı Baba İlyas’ın soyundan gelen Aşıkpaşazâde ile Selçuklu hanedanı
arasındaki kan davasını ve dolayısıyla Aşıkpaşazâde’nin Selçuk karşıtı
önyargılarını fazla karıştırmayalım ama söylediği açık. Bu sözlere bakarak,
Osman’a “asi” demek bile mümkün olurdu, tabii bulunduğu ucu gerçekten
bir Selçuklu sultanı yönetiyor idiyse! Cuma hutbesinin kimin adına
okunacağı hâkimiyetin kimde olduğunu anlamaya yarayan en kestirme
göstergelerden biri olduğu gibi, bir yere kadı atamak da ancak meşru
yöneticinin ayrıcalığıydı. Kısaca, Osman’ın bağımsızlık iddiasını
Aşıkpaşazâde böyle anlatıyor , “Ve ol kavim razı oldular. Kadılığı ve hitâbeti
Dursun Fakı’ya verdi. Cuma hutbesi evvel Karaca Hisar’da okundu” diyor.
Başka bir yerde de Osman Gazi’nin bütün teşebbüslerinde başarılı
olduğunu gören “gaziler” ona gelir ve “Hanımız! Elhamdülillah kim kâfir
mağluptur ve ehl-i İslâm galiptir. Çünkü senin gibi hanımız var gayretli.
Şimdiden sonra durmak câiz değildir” der.
Görüldüğü gibi Aşıkpaşazâde, han olmayı, en azından eş değerde bir
meşruiyet kaynağı olarak sultan olmanın bir alternatifi gibi sunuyor.  Epeyce
ironiktir, Selçukluların, bozkırda meşru olarak tanınan han sülalesinden
gelmedikleri için kendilerine sultan diyerek yeni meşruiyet kapıları
açmasının tam aksi yönünde bir süreç işlemiş ve o unvanı zaten kullanan
birileri olduğu için kendilerine sultan diyemeyen Osmanlılar yeniden han
unvanına başvurmuş görünüyor. Etrafta herkesin “han” olarak kabul ettiği
bir sülalenin olmayışı, dahası kimsenin “o kadar eskileri” hatırlamaması
Osmanlıların bu unvanı sahiplenmelerini kolaylaştırmış olmalıdır.
İşte Oğuz efsanesi tam da bu noktada devreye giriyor. Metninin her yerinde
olduğu gibi Aşıkpaşazâde burada da Osmanlıları götürüp Oğuzların Gök
Han soyuna bağlıyor. Geçen hafta ise Yazıcızâde’nin o çok formel, o çok
kitabî bir şekilde anlattığı üzere uçlarda bulunan Oğuz boylarının kurultay
yaparak, Gün Han’ın oğlu Kayı’dan olması hasebiyle Osman’ı nasıl han
seçtiklerini yazmıştım. Evet, Yazıcızâde “Kayı” diyor, anlattığından
bağımsız olarak öyle olması da bir ihtimaldir ama 1300 dolaylarında böyle,
her Oğuz boyunun katılımı ve kurultay yoluyla Batı Anadolu’da bir han
seçilebilmesini tasavvur edebiliyor muyuz? Osmanlının Kayı’dan olduğunun
nasıl bir bağlam içinde, hangi inanılırlıkta söylendiğinin hiç önemi yok mu?
Pek çok tarihçinin vurguladığı üzere Osmanlıların Kayı’dan geldiği iddiası
ancak meşruiyetini Orta Asya- Bozkır geleneklerinden alan diğer devletlere
karşı ideolojik bir işlev görmesinden dolayı bir önemi haizdir. Burada da
Yazıcızâde’de açıklıkla görüldüğü gibi iki ayrı seviye var. Birincisi,
gerçekten kabile konfederasyonu olan Karakoyunlu ve özellikle Akkoyunlu
hanedanlarına karşı, onların boylarından daha soylu bir boy / atadan
gelindiğini iddia etmekti. İkincisi ise, Cengiz Han’dan meşruiyetini alan
Altınordu ve Timurlu gibi devletlere karşı efsanevî ve dolayısıyla daha eski
bir bozkır geleneği ile donanarak prestij kazanmak ihtiyacıydı ki merhum
Halil İnalcık’ın belirttiği üzere Timurluların durumunda bu Osmanlı
bağımsızlığının savunulması anlamına geliyordu. Eğer, iki yüz küsur yıl
önceki Cengiz’in hanedanından gelmek siyasî meşruiyet ve yönetme hakkı
sağlıyorsa, ondan daha eski, ta Hazreti İbrahim zamanına giden Oğuz
Han’ın, hem de büyük oğlunun soyundan gelmek bir hanedana daha büyük
meşruiyet sağlamalıydı.
Burada gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir nokta ise şudur:
Akkoyunlular, yine Gök Han kolundan Bayındır Han’ın soyundan geldiklerini
iddia ediyorlardı ama Akkoyunlu konfederasyonu (ve sonra imparatorluğu)
içinde gerçekten de Bayındır diye bir boy vardı. Üstelik de bu, beyin,
sonraları da sultanın içinden çıktığı boydu. Aynı şekilde Karakoyunlu
hanedanının da dayandığı kendi kabilesi, büyük ihtimalle Yıva boyundan
gelen Baharlular vardı. Bunların muadili olarak Kayı veya değil, en erken
Osmanlı kaynaklarında olaylar örgüsü içindehiçbir boydan
bahsedilmemesi, tek bir komutanın bile boy aidiyetinin zikredilmemesi
fevkalâde ilginçtir. Osmanlı’da göçer asıllıların toplumda ayrıcalıklı veya
yönetici sınıf olduğuna dair herhangi bir emare de yok.
Sonuç olarak, Osmanlıların içine doğduğu dünyanın, boy birlikleri ve tek tek
kabile yapılarının çözüldüğü bir dünya olduğunu ve Osmanlı devletinin
başka bir boyla rekabet hâlinde kurulmadığını söyleyebiliriz. Ancak bir
yandan kendilerinin doğuya doğru ilerleyerek boylar dünyasıyla temasa
gelmeleri, diğer yandan da “boylar dünyasının” Timur’un 1402 yılındaki
hamlesiyle ta Bursa’ya, Osmanlının kalbgâhına dek girmesi hiç değilse
siyasî propaganda seviyesinde durumu değiştirmiş görünüyor. Başka bir
deyişle, kendileri fiilen bozkırın dışında olmakla beraber bozkır dünyasının
terimleriyle meşruiyetlerini sağlayan diğer devletlere karşı rekabet
edebilmek ve ayakta durabilmek için Osmanlılar da o dünyanın kurallarına
göre oynamak gerektiğini düşünmüşlerdi. Bu konudaki en büyük
yardımcıları ise tarihleri ve kültürleriydi.

Yazıcızâde: Kayı soyu varken özge boy hanlarının soyuna padişahlık değmez
5.03.2017

Bu 15. Yüzyıl müellifi Bizans ucunda küçük bir Oğuz evreni tahayyül etmişti.
Osmanlıların Kayı Boyu’ndan geldiğini ilk kez telaffuz eden ve bilinçli bir
şekilde işleyen Yazıcızâde Ali’ye geldik nihayet. Önce ne dediğine, sonra
da bunları niçin demiş olabileceğine bakacağız. 15. Yüzyılın ünlü diğer iki
Yazıcızâdesi olan Mehmed ve Ahmed Bican’la ilişkisi belli olmayan yazarın
hayatıyla ilgili pek az bilgi vardır. Eserini tenkitli bir şekilde yayına
hazırlayan Abdullah Bakır’ın belirttiği üzere II. Murad tarafından elçilik
göreviyle Mısır’a gönderilmiş olması mümkündür.
Bakır’ın Tevârih-i Âl-i Selçuk adı altında yayına hazırladığı bu eserin tam
yazılış tarihi de karanlıktır. Metinde ebced hesabıyla düşülen bir tarihten
yola çıkılınca Hicrî 827/1423-24’te yazılmış olma ihtimalinin büyük olduğu
söylenebilir. Öte yandan, Akkoyunlu Kara Osman’ın [Kara Yülük] oğullarına
olan bazı öğütlerini aktarırken ondan “merhum” diye bahsetmesi, Kara
Osman 1435’te öldüğüne göre, bizi bu tarihten sonrasına getirecektir. Ali’nin
çeşitli tabakalardan oluşan bu hacimli eserine ara ara dönüp ekler yapmış
olması tabii ki mümkündür.
Yazıcızâde, eserindeki Selçuklu kısımlarını Ravendî’nin ve daha yoğun
olarak da İbn Bibi’nin eserini Farsçadan çevirerek, Oğuznâme kısmını ise
Reşideddin’e dayanarak oluşturmuştur. “Bunların nesebleri (…) Uygur
hattıyla Oğuz-nâme’de yazılmıştır” ifadesinden Uygurca Oğuznâme’yi de
görmüş olduğunu, en azından ondan haberdar olduğunu söyleyebiliriz.
Fakat Reşideddin’in anlatımını tercih ettiği açıktır.
Tevârih-i Âl-i Selçuk yalın bir çeviri değil, bir uyarlamadır. Kaynaklarındaki
bazı kısımlar çıkarıldığı gibi çeşitli eklemeler de yapılmıştır. Konumuz
açısından, çıkarmalardansa eklemeler daha önemlidir ve bunlara bakarak,
Yazıcızâde’nin eserine ne gibi ideolojik işlevler yüklediği ve hizmetinde
olduğu Osmanlı hanedanının meşruiyetini güçlendirmek amacıyla ne gibi
tasarruflarda bulunduğunu görebiliriz.
Yazıcızâde’nin, Osmanlıların Kayı’dan olduğuna dair referanslarına
bakalım. Ona göre, Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubat (1220-
1237), Oğuz töresini, Oğuznâme’yi ve diğer tarih kitaplarını iyi bilen bir
sultanmış. Askerini ve kanunlarını Oğuz töresince düzenler ve Oğuz töresini
esas alarak hükmedermiş. Şöyle diyor:
“Sultan Alâeddin çeriyle kendözi Konya’dan Sultanuyunı’na [Sultanönü,
Sultan Höyüğü] geldi. Küffarı yağı olduğu sebebiyle uç tarafına teveccüh
etti. Tatar geldüğin işidicek kendi geri döndü. Ucu Hüsameddin oğlanlarına
ve Kayı’dan Ertuğrul’a ve Gündüz Alp’a ve Gök Alp’a ısmarladı.”
Bu pasaj, Osmanlı’nın Kayı’dan geldiğine delil olmak bir yana anlattığı
temel olay ve onun kahramanı açısından bile çok sorunludur. Şöyle ki I.
Alâeddin Keykubat’ın bu yöreye, Moğolların gelmesiyle yarıda kesilen bir
seferi yoktur. Osmanlı kroniklerinde Sultan Alâeddin’in geri dönmesine
neden olan Moğolların Bayıncar Noyan idaresinde olduğunun belirtilmesine
bakılarak bu sultanın Birinci değil Üçüncü Alâeddin Keykubat (1298-1302)
olduğu yolunda bir tevile gitmek de çok güçtür ve tarihî gerçeklerle uyum
içinde değildir. Zavallı III. Alâeddin Keykubat’ın, Bitinya ucuna sefer
yapacak hâli mi vardı?
Yazıcızâde’nin kendi çağında dolaşımda olan rivayetlerden birini, büyük
ihtimalle Ahmedi’den alarak, üstelik orada olmayan Kayı ve Çoban Oğulları
eklemelerini yaparak I. Alâeddin Keykubat’ın yaşam öyküsüne monte
ettiğini kolayca söyleyebiliyoruz. Zira kaynağı olan İbn Bibi’nin verdiği
Keykubat’ın hâl tercümesinde ne bu sultanın, Sultanönü yöresine bir
seferinden bahsediliyor, ne Ertuğrul’dan ne de Kayı’lardan bahis var. Ne de
Oğuz töresini iyi bildiğine dair herhangi bir gönderme bulunuyor ki
zamanında Faruk Sümer de bu hususa dikkat çekmişti.
Yazıcızâde, Reşideddin Oğuznâme’sine de ekler yapmıştır. Bunların en
önemlisi Oğuz Han’a atfettiği bir vasiyetnamedir. Buna göre, Oğuz Han,
ölmeden önce oğullarına öğütler vermiş. Bunlara uyulursa onların soyları
dünya durdukça padişah olur, uyulmazsa düşmanları zafer kazanırmış.
Oğuz, öğütlerin tutulmaması durumunda
olacakları söylemiş: “Her bir boy bir iklime düşe; Tacik [İranlılar] ve oturak
ile karışalar, boylu boyunu ve sünüğünü unutalar.”
Bunun, meşruiyetini bozkır- göçebe geleneklerinden alan bir siyasî yapı için
bir karabasan olduğu anlaşılıyor. Boy birliği dağılır, insanlar hangi boydan
geldiğini bilmez ve soyunu unutur. Yerleşikler ve İranlılar ile karışmak da bir
felâkettir. Padişahlık böylece gider. Nitekim Yazıcızâde biraz ileride Oğuz’a
daha açık söyletiyor: “Ve daim göç edeler, oturak olmayalar.” İşin ilginç
yanı, Osmanlılarla siyasî rekabet hâlinde bulunan Akkoyunlu Kara
Osman’dan da aynı yolda nasihatler aktarması: “Olmasın ki oturak olasız
ki beylik Türkmanlık ve yörüklük edenlerde kalır”.
Yazıcızâde’nin idealize ettiği bu durumun, Moğol sonrası dünyada, özellikle
Doğu Anadolu ve İran’daki Karakoyunlu ve Akkoyunlu
konfederasyonlarındaki yönetici elitin göçebe asıllı olmaya verdiği önemi
yansıttığını hemen söyleyelim. 15. Yüzyılda Osmanlı ülkesindeki gerçek
durumdan bağımsız olarak, eğer Osmanlı sultanları ülkelerini o taraflara
doğru genişletecektiyse o dünyanın geleneklerinden ve kurallarından
haberdar olmaları da iyi olurdu herhâlde.
Yazıcızâde’ki anlatıma geri dönersek, Reşideddin’de bulunmayan bir halk
hikâyesine başvuran müellifimiz, Oğuz’a, çocuklarından aldığı okları altıya
kadar rahatlıkla kırdırır. Oğuz, sonra her birinden birer ok alır, on ikişer
okluk iki deste yapar, birer iple bağlar ve kırmalarını ister. Kıramazlar.
Kıssanın hissesi meydandadır:
“İşbu temsil delilince gerektir ki biri birinize uyup vasiyetim mucebince Gün,
han ola! Anın ardınca oğlu Kayı han ola. Madem ki Kayı soyundan han
var ola, Bayat han olmaya; meğer kendi boyuna beğ ola. Kayı han
olıcak Bayat sağ kol beğlerbeğisi ola. Ve sol kol beğlerbeği Bayındır’dır.
İşbu tertipçe ağa varken ini ağalık etmeye, yani ulu kardaş var iken kiçi
kardaş beğ olmaya.”
Bu hikâyedeki bir mesaj, birlik olmanın önemi ise diğeri de birliğe kimin
hükümdarlık edeceğidir. Dolayısıyla tahta çıkış yöntemi hakkında da bizlere
bir şey söylüyor. Hanlık, büyük kardeş diye hep Kayı’nın soyunda
kalacaksa, küçük yaşta bir Kayı şehzadesi, yaşça kendisinden büyük ama
aileleri kıdemsiz soylardan gelen diğer boy 
beylerinin üzerinde yükselerek han olacaktır ki bunun da bir
tür primogeniture (ilk doğan) kuralı olduğunu söyleyelim. “Kayı”nın kendi
içinde hangi kuralın geçerli olduğu ise çok açık değil.
Yazıcızâde’nin sözü Osmanlı’ya getirmesi ise çok ustacadır:
“Atasından sonra çok zaman Kayı hanlar hanı oldu. Pes bu delil ve
erkânca (…) padişahımız Sultan Murad bin Mehemmed Han ki eşref-i âl-i
Osman’dandır padişahlığa ensab ve elyakdır. Oğuz’un kalan hanları
uruğundan belki Çingiz Hanları uruğundan, dahi mecmuundan ulu asl ve
ulu sünükdür, şer ile dahi, örf ile dahi. Türk hanları dahi kapısına gelip
selam vermeye ve hizmet etmeye layıktır.”
Burada Osmanlı padişahlarının Kayı oldukları açıkça söylenmiyor ama
diğer Oğuz hanları soylarına göre ve hatta Cengiz Han’ın sülalesine göre
bile “hanlar hanı” olmaya herkesten daha layık olmalarından anlıyoruz ki
Oğuz’un kıdemli sülalesine / boyuna mensupturlar. Öyle görülüyor ki
başlangıçta sadece “hanlık” yeterken ve diğer Oğuz sülaleleri ancak “bey”
olabilirken zamanla hanlar çoğalmış ama o zaman da “hanlar hanı” diye bir
kategori icat edilmiş. İşte, Yazıcızâde’nin aktardığı Oğuz vasiyeti de Türkçe
okuyabilen herkese ispatlayabilirdi ki Osmanoğulları’nın siyasî meşruiyet ve
üstünlük mücadelesinde böylesine bir artısı vardır! “Tarih”e kim lüzumsuz
demiş ki?
Yerimiz daralıyor ve tabii ki tartışma daha bitmedi ama Yazıcızâde’nin iyice
cesur bir çabası daha var. Onu da alayım.  Anadolu’da, İlhanlı
egemenliğindeki Selçuklu idaresinin sonlarına doğrudur ve Gazan Han,
birtakım karışıklıklardan sonra sultanlığı Feramûrz oğlu III. Alâeddin
Keykubat’a vermiştir ama onun da başı Moğollarla belaya girer. Güya, bu
varlığı ile yokluğu belli olmayan Alâeddin zamanında Osman “han” seçilir.
“Bu esnada uç etrafından haber vardı ki Kayı’dan Ertuğrul oğlu Osman
Bey’i uçtaki Türk beyleri derilip kurultay edip Oğuz töresin sürişip han
diktiler diyu. Ol hikâyet bu minval üzerineydi ki uçtaki Türk beyleri,
ki Oğuz’un her boyundan uç etrafında Tatar şerrinden korkup yaylar ve
kışlarlardı (…) Fi’l-cümle ol illerin beyleri ve kethüdaları cem olup Osman
Bey katına geldiler ve meşveret kıldılar. (…) ‘Kayı Han hod mecmu‘ Oğuz
boylarının Oğuz’dan sonra ağaları ve hanlarıydı. Ve Gün Han’ın [sic]
vasiyetin[c]e Oğuz töresi mucebince (…) Kayı soyu var iken özge boy
hanlarının soyuna hanlık ve padişahlık değmez. Çün şimden geri Selçuk
Sultanlarından bize çare ve medet yoktur, memleketin çoğu ellerinden çıktı,
Tatar üzerlerine gereği gibi müstevli oldu. Çün merhum [sic] Sultan
Alâeddin dahi size safa nazar olmuştur. Siz han olun ve biz kullar
sultanımız hizmetinde bu tarafta gazaya meşgul olalım’ dediler. Osman Beğ
dahi kabul etti. Pes mecmu‘ örü durup Oğuz resmince üç kere yükünüp baş
kodular.”
Yazıcıoğlu, Osman Bey’in bir savaş şefi olarak akranlarının arasından
sivrilmesini Oğuz geleneğine yaslanarak izah ediyor. 1300 civarında Bitinya
ucunun ne derecede bir Oğuz mikro kozmosu olduğu tartışılabilir elbette
ama bu anlattığı dünyanın inanılırlığına gölge düşüren de yine kendisi.
Yukarıdaki dramatik canlandırmadan sonra, “Ol zamanlarda Oğuz
töresinden bakiye var idi. Şimdi ki bigi [gibi] top unutulmamış idi”
diyor. Herhalde, 1400’lü yılların Osmanlılarına, o sözünü ettiği Oğuz
dünyasının artık mevcut olmayışını bir şekilde açıklamak gerekiyordu.

Osmanlı’da Oğuz destanını ve kabilelerin jeneolojik ilişkilerini en iyi


bilenlerden biri tarihçi Neşrî’ydi.
Geçmiş, tarih ve hafıza kavramlarının aralarında bir ilişki olduğu muhakkak.
Bunlardan geçmiş ve tarihi birbirlerinin yerine kullanmak ise yaygın bir
alışkanlık. Oysa tarih, geçmişin birebir aynısı değil, istesek de olamaz. O
yüzden bazı tarihçilerin, çalışma alanları olan geçmiş hakkında kestirip
atmaları hep tuhafıma gitmiştir. Birkaç defa da söyledim galiba, “masanın
üzerine vurulan bir yumruk kesinliğindeki” bir tarih anlayışından ve o
anlayışın gerektirdiği otorite tavırlarından pek bir şey anlamıyorum. Tarihçi
de olsa bir kişi, bin sene öncesini kesin bir şekilde nasıl bilebilir ki? İşte bu
noktada, bir tür hafıza alternatifi veya yapma bellek olarak “tarih” devreye
giriyor. Ömrümüzün sınırlarını ve doğal hafızamızın maluliyetlerini tarih ile
aşmaya gayret ediyoruz. Fakat nasıl biliyoruz tarih vasıtasıyla geçmişi?
“Kaynaklar” diyelim kısaca. Ama onların da sorunları var, hem de çok.
Tarihle uğraşmanın büyük bir kısmı bu kaynakları tasnif etmek, iç ve dış
kritiklerini yaparak sahiciliklerini tesbit etmek, tarihlendirmesini yapmaya
çalışmak, kimin, kimler için hangi koşullarda ve ne amaçla ürettiğini
anlamaya çabalamakla geçiyor. Kaynağı, o eleştiri süzgeci dediğimiz
nesneye tâbi kılıyor ve yeni öğrendiğimiz bilgi parçalarının eski
bildiklerimizle ilişkisini kurmaya çalışıyoruz. Disiplinin “zanaat” kısmı
diyelim.
Bunlara riayet etmeye gerek duymaksızın “sanat” faslına geçen amatörce
çalışmalardan çok uzak bir çalışma, hem de doğrudan Oğuz Kağan
Destanı adı altında meğerse birkaç ay önce Tufan Gündüz dostumuz
tarafından yayınlanmış. Gündüz, Reşideddin Oğuznâmesi’nin yeni bir
çevirisini yapıyor ve Uygurca varyant ile Yazıcızâde’ki “Oğuz Kağan’dan
öğütler” kısmını günümüzün Türkçesiyle veriyor. Bu kaynak yayınına notlar
ve toparlayıcı bir önsöz de eşlik ediyor. Bir solukta okudum ve gerekli
notları aldım. Bazı hususlarda farklı düşünüyoruz ama çok yararlı bir
çalışma olmuş.
Ne diyorduk? Ahmedi’de ve çok daha belirgin bir şekilde Aşıkpaşazâde’de
Osmanlıların kabilevî orijinlerine ait başka bir rivayet vardı. Tarihçiler
kaynaklarını değerlendirirken, yazarın yazdığı konu hakkında yeterince
bilgili olup olmadığını da gündeme getirirler. Aşıkpaşazâde, hangi boyun
hangi atadan türetildiği yolundaki efsaneleri yeterince bilmiyor ve meselâ
“Gök Alp nesli” derken Gün Han ile bir karıştırma mı yapıyordu? Olabilir mi
hakikaten şöyle bir şey? Sanmıyorum ama Aşıkpaşazâde’nin metninde
Oğuz destanını, değişik Oğuz boyları arasındaki jeneolojik ilişkiyi ve
hiyerarşiyi doğrudan konu edinen herhangi bir kısım da yok. Sadece,
eserinin başında verdiği hayâli Osmanlı jeneolojisinde Gök Alp, babası
Oğuz ve onun da babası Kara Han’ın adları geçiyor.

Mehmed Neşrî ne diyor? 26.02.2017

Osmanlı’da Oğuz destanını ve kabilelerin jeneolojik ilişkilerini en iyi


bilenlerden biri tarihçi Neşrî’ydi.
Geçmiş, tarih ve hafıza kavramlarının aralarında bir ilişki olduğu muhakkak.
Bunlardan geçmiş ve tarihi birbirlerinin yerine kullanmak ise yaygın bir
alışkanlık. Oysa tarih, geçmişin birebir aynısı değil, istesek de olamaz. O
yüzden bazı tarihçilerin, çalışma alanları olan geçmiş hakkında kestirip
atmaları hep tuhafıma gitmiştir. Birkaç defa da söyledim galiba, “masanın
üzerine vurulan bir yumruk kesinliğindeki” bir tarih anlayışından ve o
anlayışın gerektirdiği otorite tavırlarından pek bir şey anlamıyorum. Tarihçi
de olsa bir kişi, bin sene öncesini kesin bir şekilde nasıl bilebilir ki? İşte bu
noktada, bir tür hafıza alternatifi veya yapma bellek olarak “tarih” devreye
giriyor. Ömrümüzün sınırlarını ve doğal hafızamızın maluliyetlerini tarih ile
aşmaya gayret ediyoruz. Fakat nasıl biliyoruz tarih vasıtasıyla geçmişi?
“Kaynaklar” diyelim kısaca. Ama onların da sorunları var, hem de çok.
Tarihle uğraşmanın büyük bir kısmı bu kaynakları tasnif etmek, iç ve dış
kritiklerini yaparak sahiciliklerini tesbit etmek, tarihlendirmesini yapmaya
çalışmak, kimin, kimler için hangi koşullarda ve ne amaçla ürettiğini
anlamaya çabalamakla geçiyor. Kaynağı, o eleştiri süzgeci dediğimiz
nesneye tâbi kılıyor ve yeni öğrendiğimiz bilgi parçalarının eski
bildiklerimizle ilişkisini kurmaya çalışıyoruz. Disiplinin “zanaat” kısmı
diyelim.
Bunlara riayet etmeye gerek duymaksızın “sanat” faslına geçen amatörce
çalışmalardan çok uzak bir çalışma, hem de doğrudan Oğuz Kağan
Destanı adı altında meğerse birkaç ay önce Tufan Gündüz dostumuz
tarafından yayınlanmış. Gündüz, Reşideddin Oğuznâmesi’nin yeni bir
çevirisini yapıyor ve Uygurca varyant ile Yazıcızâde’ki “Oğuz Kağan’dan
öğütler” kısmını günümüzün Türkçesiyle veriyor. Bu kaynak yayınına notlar
ve toparlayıcı bir önsöz de eşlik ediyor. Bir solukta okudum ve gerekli
notları aldım. Bazı hususlarda farklı düşünüyoruz ama çok yararlı bir
çalışma olmuş.
Ne diyorduk? Ahmedi’de ve çok daha belirgin bir şekilde Aşıkpaşazâde’de
Osmanlıların kabilevî orijinlerine ait başka bir rivayet vardı. Tarihçiler
kaynaklarını değerlendirirken, yazarın yazdığı konu hakkında yeterince
bilgili olup olmadığını da gündeme getirirler. Aşıkpaşazâde, hangi boyun
hangi atadan türetildiği yolundaki efsaneleri yeterince bilmiyor ve meselâ
“Gök Alp nesli” derken Gün Han ile bir karıştırma mı yapıyordu? Olabilir mi
hakikaten şöyle bir şey? Sanmıyorum ama Aşıkpaşazâde’nin metninde
Oğuz destanını, değişik Oğuz boyları arasındaki jeneolojik ilişkiyi ve
hiyerarşiyi doğrudan konu edinen herhangi bir kısım da yok. Sadece,
eserinin başında verdiği hayâli Osmanlı jeneolojisinde Gök Alp, babası
Oğuz ve onun da babası Kara Han’ın adları geçiyor.
Peki, bunları çok iyi bildiği kesin olan bir başkası da vurgulu bir şekilde Gök
Alp diyorsa? İşte bunun için de Kitâb-ı Cihan-Nümâ adlı eserini yine II.
Bayezid döneminde veren Mehmed Neşrî’ye müracaat etmek yeterlidir.
Bugünkü ölçülerle yaklaşırsak, adını hiç anmadığı için Aşıkpaşazâde’nin
eserini iktibasdan çok intihal ettiğini söyleyebileceğimiz Neşrî, aslında bilim
ve tarih felsefesi üzerine kafa yoran, Arapça, Farsça ve Türkçe kaynakları
kullanan ve bunlar arasındaki uyuşmazlıkları gidermeye çalışan bilgili bir
tarihçiydi. Kullandığı bazı orijinal kaynakların bugün kaybolmuş olmasından
dolayı, eseri, özellikle Karahanlılar için artık birincil kaynak niteliği
taşımaktadır. Tartıştığımız konu açısından ise, Ahmedi ve
Aşıkpaşazâde’nin yanı sıra Reşideddin ve Kayı rivayetinin ilk destekçisi
Yazıcızâde’yi de kullanmıştı.
Hayatın, gerçi ilmin sebebi olduğunu ama âlemlerin yaratıcısının ilmi,
hayatın sebebi kıldığını söyleyen ve bunu “Zira hayat bilâ-ilm memattan
eşeddür” (Zira ilimsiz hayat ölümden zordur) sözüyle açıklayan Neşri’nin
Oğuz destanı ve jeneolojisi üzerine geniş bir bilgisi vardır. Eserinin birinci
bölümü “Evlâd-ı Oğuz Han ve Ensâb-ı Oğuz Han Beyanındadır” başlığını
taşır. Oğuz destanını güzelce özetlemiştir. Oğuz Han’ın ölümünden sonra
başa geçen Gün Han’ın, kendisine hiçbir işte karşı çıkmamaları için
kardeşlerinin arasında damgayı koyduğunu söylüyor. Gün Han’ın ölümü
üzerine de yerine büyük oğlu Kayı Han geçmiş. Babası ve dedesinin
yolundan sapmamış, pek çok ülkeye akınlar yapmış. Saltanat, nesilden
nesile onun çocuklarının elinde kalmış fakat “zamanla meysereden [sol kol]
Salur bin Dağ Han bin Oğuz nesline intikal” etmiş ve bunlarla Fars Kisraları
arasında, Hazreti Muhammed zamanında, cahiliye döneminde büyük
savaşlar ve katliamlar olmuş. Bunun, Batı Türk Kağanlığı zamanında
Sasanilerle yapılan savaşlardan bir iz olması çok mümkün ama orada
duralım.
Görüldüğü gibi, Neşrî’ye göre Gün Han- Kayı kolu, Oğuz’un en büyük
oğlunun koludur ve çok uzun bir süre yönetim de onların elinde kalmıştır.
Ne var ki, Neşrî, göçebe Türk imperium’unda üstünlüğün Oğuz hanedanının
başka dallarına geçebileceğinin de farkındadır. Üstelik Salur boyu, saltanatı
devralan tek boy değildir. Başka bir yerde de kaynaklarından aktarma
yaparak, “Bi’l-külliye saltanat-ı Türk Han, selâtin-i Selçukiyye’ye intikal etti.
Bunlar meyseredendür. Kınık bin Dingiz [Deniz] Han ibn-i Oğuz
neslindendür” diyor.
Dolayısıyla üstünlüğün hep Gün Han- Kayı’da kalması gibi bir durumun söz
konusu olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Dede Korkut destanî
hikâyelerinde de Hanlar Hanı’nın, Gök Han kolundan Bayındır olduğu fakat
asıl gücün Dağ Han kolundan Salur Kazan Bey’de bulunduğu bir düzen
resmedilmektedir. Fazla dağılmaksızın, bu kaynakta Bozoklar’a Taş [Dış]
Oğuz, Üç Oklar’a İç Oğuz dendiğini ve siyasî üstünlüğün, Reşideddin’in
aksine, hep İç Oğuz’a ait olarak gösterildiğini kaydedelim. Dede Korkut’un
sonuncu destanı, “İç Oğuza Taş Oğuz Asi Olup Beyrek Öldügi Boy” adını
taşır.
Peki, yazdığı Osmanlı tarihini uzak bir coğrafya ve zamandaki Oğuz
destanıyla başlatan ve hem Gök Han hem de Gün Han rivayetlerini içeren
kaynakları kullanan Neşri’nin kendisi bu hususta ne diyordu? “Şol vakıt ki
Sultan Mahmud bin Sebüktekin, Âl-i Selçuk’ı yüz bin miktarı etrâkle
Horasan’a geçürdi idi, Âl-i Selçuk’a müntesib olan etrâkden Gök Alp Han
evlâdından tavarlu ve rızklu bir tâife bilâd-ı Ermeniyye’den nevâhi-i belde-i
Ahlat’a nüzûl idüp yüz yetmiş yıl mikdarı tâ Cengiz Han hurucuna dek anda
kaldılar.”
Moğollar, İran’a saldırınca bu göçer evli Türklerin başı olan Kaya Alp oğlu
Süleyman Şah, kendine bağlı elli bin evi alarak Anadolu’ya göç etmiş. İşte,
Ertuğrul’un babası ve Osman Bey’in dedesi olan kişi bu Süleyman Şah’mış.
Her iki rivayeti ve tabii ki Oğuz boyları jeneolojisini iyi bilen Neşrî’nin
Yazıcıoğlu’nun Kayı görüşüne itibar etmemiş olması, üstünlüğün Kayı’dan
sonra Üçoklardan Salur ve Kınık boylarına geçtiğini bilen biri için çok da
şaşırtıcı olmasa gerektir. Yazıcıoğlu’na geleceğiz, ama bu soy- boy
konusunun belirli bir önem taşıdığı 15. Yüzyılda, Kayı olmanın gerekli
olarak bir avantaj sağlamadığını belirtelim ve Behcetü’t-Tevârih yazarı
Şükrullah’ın tanıklığına da yer verelim.
Şükrullah, 1449’da, II. Murad tarafından Karakoyunlu Hükümdarı
Cihanşah’a elçilikle gönderilmiştir. Cihanşah, bir gün ona, Sultan Murad’ın
kendisinin hem ahret kardeşi hem de akrabası olduğunu söylemiş. Bunu
kanıtlamak için de kendi tarih okuyucusu Mevlana İsmail’in çağrılmasını ve
“Oğuz tarihi”nin getirilmesini istemiş. Moğol yazısıyla yazılan bu kitaba göre,
Oğuz’un Gök Alp, Yer [Dağ] Alp, Deniz Alp, Gün Alp, Ay Alp, Yıldız Alp adlı
altı oğlu varmış. Cihanşah şunları söylemiş:  “Kardeşim Sultan Murad’ın
nesebi Oğuz oğlu Gök Alp’e ulaşıyor. Gök Alp oğulları, Kızıl Boğa oğlu
Kaya Alp oğlu Süleyman Şah oğlu Ertuğrul’a kırk beşinci göbekte erişmiştir.
Kara Yusuf’un [kendi babası] nesebi ise kırk birinci göbekte Deniz Alp’e
erişmektedir (…) Kardeşim Sultan Murad’ın nesebi bizim nesebimizden
ağadır. Gökle denizin arasında fark olduğu gibi.”
Önce Timur, sonra da Akkoyunlular karşısında Osmanlı’ya dayanan
Karakoyunluların, gerçek hayatta tanıdıkları Osmanlı üstünlüğünü, Oğuz
ensâb geleneğinin sağladığı kolaylıklar sayesinde kâğıt üzerinde de
tanımakta bir sıkıntıları olmazdı herhalde. Bu anekdotta ilginç olan şu ki
Cihanşah, Osmanlıların mensup olduğu spesifik boyu zikretmediği gibi
kendi boyunun adını da vermiyor. Sadece efsanevî atalar Gök Han ve
Deniz Han’dan bahsedilmesi maksudun hâsıl olması için yeterli olmuş
görünüyor. Bu durumun nedenleri hakkında ancak bazı tahminler ve
yorumlar yapabiliriz. Belki, 15.Yüzyılın yarısında, bir zamanlar anlamlı olan
boy aidiyetlerinde bir çözülme ve bununla birlikte gelen bir ilgisizlik ve
bilgisizlik söz konusudur. Belki de bir kayıt sorunudur ve Şükrullah bu
kadarını kaydetmeyi kâfi görmüştür.
Öte yandan, Cihanşah’ın, Osmanlı kroniklerinde kaydedilen Osmanlı
atalarının bazılarını sayması, Osmanlı geleneklerinden haberdar olduğunu
gösteriyor. Dolayısıyla, Gök Alp’ten bahsetmesi de o geleneklerin bir
yansıması olabilir. Moğol harfli Oğuz tarihinin ise Uygurca Oğuznâme olma
ihtimali yüksek. Eğer öyleyse burada söz konusu olanın da destanî bir eser
olduğunu söyleyebiliriz. Her hâlükârda, Şükrüllah, diplomatik nezakete halel
getirmemiş ve “Bizde farklı rivayetler de söyleniyor” yollu bir şey dememişe
benziyor. Belki o da bilmiyordu.

Ah şu Kara Oğuz….19.02.2017
Büyük bir kabile konfederasyonu içinde etnik homojenlik aramamak
gerekir
Bir konum belirlemesi yaparak başlayayım. Ne daha önce, ne de geçen
haftaki yazımda “Osmanlılar Kayı Boyundan gelmiyor” dedim. Sadece
kaynakların bir kısmının, Kayı rivayetini desteklemediğini dolayısıyla da
Osmanlıların Kayı olduğu hususunda bu kadar emin olacak bir şey
olmadığını söylüyorum. Tabii ki Kayı’dan başka bir boyu işaret eden o
kaynakların dediğini de hemen kabul edecek bir durum yok. Dolayısıyla,
Kayı rivayetini tarihî bir gerçeklik olarak kabul etmek ve sunmak yöntem
açısından ne kadar sorunluysa aksini savunmak da öyledir. “Gün Han-
Kayı” rivayetinin kesin bir yargı olarak sunulmasına itiraz edip de “Gök
Han- dört oğlundan biri” diye özetlenecek bir diğer rivayeti hiç
sorgulamaksızın bir başka kesin yargı olarak ileri süremem. Ama önce iki
Oğuz rivayeti olduğunu ve bunların Köprülü’nün söylediğinin aksine birbirini
tamamlayıcı değil, efsane gereği, birbiriyle çelişir durumda olduğunu tesbit
etmek gerekiyor. Sonra tartışırız.
Oğuz ensâb geleneği veya kabile jeneolojisine göre bir boy Gök Han’dan
gelirse Kayı olamaz dedik. Ne olacağı da İlhanlı tarihçisi
Reşideddin’in Câmi’üt-tevârih’inden beri tüm kaynaklarda açık: Ya
Bayandur [Bayındır], ya Beçene [Peçenek], ya Çavuldur [Çavundur,
Çavdar] ya da Çepni. Gök Han soyundan geliyorsanız bunlardan biri olmak
durumundasınız. İşte Ahmedi’nin ima ettiği Aşıkpaşazâde’nin ise açık açık
söylediği Osmanlıların atası Gök Alp budur.
Şu boydan değil de bu boydan gelmenin siyasî-ideolojik önemine döneceğiz
ama sanırım önce Oğuz efsanesini biraz irdelememiz gerekiyor. Oğuz-
nâme ve Oğuz Destanı da dediğimiz bu efsane bize iki koldan ulaşmış
bulunuyor. Birincisi, tam olarak ne zaman yazıldığı bilinmeyen ama içindeki
Arapça-Farsça kelimelere bakılırsa İslâmî dönemde yazıya aktarıldığı
anlaşılan Uygurca ve tek nüsha Oğuz-nâme’dir. Yazıcızâde’nin 1423’te bu
esere yaptığı göndermeden yola çıkarak bu tarihten önce yazıldığını
kolayca söyleyebiliriz.

Şemalar Faruk Sümer’den alınmıştır, diğeri ise 17. Yüzyıl, Kayı damgalı Osmanlı at
alınlığı...
İkinci versiyon ise Reşideddin’in 1318’deki idamından birkaç yıl önce
yazdığı Câmi’üt-tevârih’in içinde bulunuyor ve Zeki Velidi Togan tarafından
Türkçeye aktarılmıştır. Uygurca Oğuz-nâme çok değerlidir ama maalesef
sonu eksiktir. Kaşgarlı Mahmud da 1074’te Oğuzları 22 boy olarak gösterip
damgalarını veriyor fakat boylar arasındaki jeneolojik ilişkiyi vermiyor.
Dolayısıyla, Oğuz Destanı’nın en gelişkin şeklini, sözlü ve yazılı kaynaklara
(belki Uygurca Oğuz-nâme’ye de) dayanan Reşideddin’de görmekteyiz.
Anadolu’da Yazıcızâde’ye, Orta Asya’da Ebulgâzi Bahadır Han’a kaynaklık
eden rivayet budur.
İşte bu rivayete göre Oğuzların efsanevî atası Oğuz Han’ın bir eşinden
“Bozoklar” denilen üç büyük oğlu (ağalar) ve diğer bir eşinden de “Üçoklar”
denilen üç küçük oğlu (iniler) olmuş. Siyasî olarak üstün sayılan Bozokların
en büyüğü Gün Han, diğerleri Ay Han ve Yıldız Han’dır. Üçoklar ise Gök
Han, Dağ Han ve Deniz Han’dır. Her bir oğlun ise dörder tane “oğlu” vardır
ki bunlar da 12’şer boylu sağ ve sol kol olmak üzere toplamda 24 Oğuz
boyunu verir.
Gün [Güneş], Ay, Yıldız, Gök, Dağ ve Deniz adında “oğulları” olan bir
“babanın” bu dünyada gerçekten yaşamış bir insan değil mitolojik bir
karakter olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Bu aşırı simetrik kabile
örgütlenmesinin kosmografik bir temele oturtulmasını da evrenin düzeninin
kabilelere yansıtılması arzusu olarak görmek gerekir. Merkezinde güneşin
olduğu, heliocentric bir örgütlenmedir bu. Reşideddin, bu örgütlenmenin bir
insanın eseri olduğunu söylüyor. Ona göre Yengikentli Irkıl Hoca adlı akıllı
bir kişi Oğuz Han döneminden sonra, onun oğlu Gün Han’a şöyle demiş:
“Siz altı oğulun, Tanrı’nın izniyle her birinizin dörder taneden yirmi dört
evlâdınız var. Olabilir ki onlar sonradan birbirleriyle çekişirler. Bunun çâresi,
her birinin rütbesi, mesleği, adı ve lâkabı kararlaşsın; her birinin bir nişanı
ve tamgası olsun. Bununla bilinip tanınsınlar ve hiçbirinin diğeriyle bir
çekişmesi olamasın. Onların evlâdının da her biri kendi yerini bilsinler. Bunu
yapmak devletin devamlılığı ve uruğunuzun iyi nâm kazanmasının
gereğidir.”
Gün Han’ın onaylamasıyla da 24 çocuğun her birine bir
lâkap,  hayvanlarına vurmaları için birer damga ve birer de ongun vermiş.
Efsane tabii ki bu… Yine de bize bir şeyler söylüyor olmalı. Meselâ, daha
önceden “torunları” da içeren bir teşkilatlanmanın henüz bulunmadığını,
dolayısıyla onların birbirine karşı konumlarını belirleyen lâkap, damga,
ongunların henüz tasarlanmadığını anlıyoruz. Zaten Reşideddin de
Oğuzların, Oğuz Han hayattayken sadece Üç Ok ve Bozok olarak
ayrıldığını söylüyor.
Bu örgütsüzlük dönemi ne kadar sürmüş acaba? Yardımımıza yine
Reşideddin koşuyor. Oğuz Han’ın “bin yıl ömür sürdükten sonra vefat”
ettiğini söylüyor. Dedim ya efsane. Hem Oğuz’un bin yıl yaşadığını söylüyor
hem de büyük oğlu ve halefi Gün Han’ın babasının ölümünden sonra 70
yaşında Han olduğunu ve 70 yıl başta kaldığını… Boş verin, etten kemikten
bir insanın bin yıl yaşayabilmesini, “Oğuz” döneminde bu kabile
örgütlenmesinin bulunmadığı faslı önemli. Reşideddin’in zamanında ise
Oğuz kabileleri çoktan dörtlü gruplara ayrılmış. Her birinin adları, damgaları
ve kutsal yırtıcı kuşlarının (ongun) yanı sıra, herkesi bir araya getiren büyük
şölenlerde sunulan at etlerinin hangi parçasını kimlerin yiyeceği bile
belirlenmiş. Aynı babadan gelen her dört boy için ongunun ve şölende
yiyecekleri etin aynı olduğunu söyleyelim. Meselâ Gök grubu boyların,
Bayındır, Beçene, Çavuldur ve Çepni’nin hepsinin kuşları sungur,
yiyecekleri et “sol karı yağrın”.
Kaşgarlı Mahmud’un sadece 22 Oğuz boyu zikretmesi ve bunların da
yalnızca damgalarını vererek ongun ve etlerinden bahsetmemesi çok dikkat
çekicidir. Ya Mahmud’un bu örgütlenmeyi bilmediğine veya daha sonra
yapıldığına işaret eder. Ben, Mahmud’un mütebahirliğini dikkate alarak,
onun kendi döneminde böylesi kosmografik atalara sahip, simetrik bir boy
örgütlenmesi olmuş olsaydı bunu kaçırmayacağını düşünüyorum. Haydi,
dilimin altından baklayı çıkarayım, tarihî kaynaklarda Oğuz’un altı oğlunun
ismiyle müsemma “ata kabileler”, mesela bir Gün veya Gök kabilesi hiç
görülmediğine göre, bir aşamada boy birliğinin içindeki kabilelerin, belki de
tam simetriyi sağlayacak şekilde eksikliklerinin tamamlanarak, yeniden
düzenlendiğini ve kendilerine evrenden muhayyel atalar tayin edildiğini
sanıyorum. Yani efsanenin anlattığının tersi, önce atalar değil,
çeşitli kabileler vardı ve kendilerine böyle bir geçmiş oluşturdular. Büyük
ihtimalle de bu mükemmel örgütlenme gerçek hayatta 24 boylu bir
konfederasyona karşılık gelmiyordu ve sadece kâğıt üzerindeydi. Irkıl Hoca
mı bilmem, boyların bir arada yaşama arzusunu vurgulamak isteyen birileri
eğer simetri gerçek olsun diye kendileri resen boy oluşturmadıysa, mevcut
boyları destanda 24’e tamamlayarak böyle bir düzenleme yapmıştı.
Söz uzadı ama şunu söylüyorum: Oğuz Han’dan ve
oğullarından önce kabileler yani Oğuz vardı. Tabii ki öyleydi çünkü Oğuz,
zaten kabileler demek. Macar Türkolog Gyula Németh, Oğuz’u kabile
anlamındaki “Ok” kelimesine, şimdilerde kullanılmayan bir “z” çoğul ekinin
getirilmesiyle “kabileler” olarak açıklamıştı. En fazla bilinen Oğuz Yabgu
Devleti’nin formatif etkisinden dolayı kelimenin zaman içinde bizatihi etnik
bir anlam kazandığı ve Orta Asya’nın batısındaki çeşitli kabilelerin ortak adı
hâline geldiğini biliyoruz ama bir zamanlar, sadece “kabileler” anlamı vardı.
Böyle olduğu düşünülünce birbirinden zaman ve muazzam mekân
ayrılıklarıyla ayrılan her “Oğuz” oluşumunun gerekli olarak aynı gruba
mensup olmayabileceğini kabul etmek durumundayız. Başka bir deyişle,
kaynaklardaki “Üç Oğuz”, “Sekiz Oğuz” veya meşhur “Dokuz Oğuz”
isimlerinin üçlü, sekizli ve dokuzlu kabile birliklerine denk geldiğini
düşünmeliyiz. Bu da sanırım “Oğuz” kelimesinden dolayı her Oğuz grubunu
tek ve aynı grup olarak düşünüp, mekân farklılıklarını açıklayamamaktan
veya hayalî göçlerle açıklamaktan daha doğru bir yaklaşımdır.
Oğuz, önceleri sadece “kabile” demekse “Oğuz” deyince bir etnik ayniyetin
de aranmaması gerektiği ortaya çıkar. Hele ki söz konusu olan 20 küsur
kabilelik büyük bir boylar birliği, Dede Korkut’taki ifadesiyle “Kalın Oğuz”
ise… Nitekim mevcut literatür, Kaşgarlı ve Reşideddin’de “Oğuz” boyları
arasında sayılan Eymür ve Bayındır’ın daha önce Kimek konfederasyonuna
dâhil ve Tatar-Moğol kökenli oldukları, Alka Bölük [Alka Evli] boyunun bir
ihtimal Yağma veya Karluk’lara mensup bulunduğu ve bir ara Kıpçaklar
tarafından tutsak alındığı ve Orta Asya’nın Keltlerle akraba Hint-Avrupalı
halkı Toharların, yakın bir adla, Döğer olarak Oğuz konfederasyonuna
girdikleri gibi dikkat çekici bilgiler içeriyor. Türk, Moğol ve Hint-Avrupalı
olarak daha şimdiden üç ayrı etnik köken buluyor muyuz? Tabii ki aynı
siyasî-sosyal birlik içinde uzun süre bir arada olmanın etkileri oldu, bugün
kimse Toharca konuşmuyor ama isterseniz, Anadolu’ya gelmezden önce
etnik homojenlik vardı düşüncesiyle şimdiden vedalaşalım. Bu arada, Peter
Golden gibi Türkologlar, Dokuz Oğuz birliğinin Çinceye aktarılırken “Oğuz”
kelimesinin korunmadığını ve “Dokuz Soyadı/Sülale” olarak çevrildiğini
haber veriyorlar. Osmanlı’ya ve Yazıcızâde’ye de geleceğiz inşallah.

Kayı Boyu Efsanesi 12.02.2017


Oğuz kabile jeneolojisine göre bir boy Gök Alp’den gelirse Kayı
olamaz
Malum okulların müfredatı değişiyor. Şimdi bakınca görülmeyen nice
ayrıntıyı ancak kitaplar yazılınca görebileceğiz. Meselâ, Osmanlı Beyliği’nin
kuruluşu konusu anlatılırken yine o kadim Kayı Boyu efsanesini tarihî bir
gerçek gibi işleyip öğrencilere belletecek mi tarih ders kitapları? Bülent
Arı’nın bir tebliğinde dikkat çektiği üzere Osman Bey’in hiçbir tarihî kaynakta
bahsedilmeyen annesinin adının “Hayme Ana” olduğunda da ısrar
edecekler mi?
     Bunları henüz bilmiyorum ama bu Kayı Boyu efsanesinin toplumda ne
denli yerleştiği aşikâr bir gerçek ve bunda tarih eğitimimizin rolü herhâlde
efsaneyi çıkaran eski Osmanlı kroniklerinden daha büyüktür. Osmanlıların,
Kayı olmalarının ne önemi vardır gibi bir soruya kafa yormak yerine
belletileni amentü gibi tekrarlamak, eleştirel bakanlara veya hafif bir şüphe
belirtenlere mukaddesata dil uzatmış gibi tepki vermek olağan
hâllerimizden.

     Yedi sekiz yıl önce bir televizyon programında Osmanlı’nın Kayı’dan


olduğunu söyleyen kaynaklar kadar olmadığına işaret eden kaynakların da
mevcut olduğunu dolayısıyla bu hususta bu kadar emin olmamak gerektiğini
söylemiştim. Günlük bir gazetede nedense müstear adla yazan bir tarih-
şinâs, bunu diline dolamış, Osmanlı’nın Kayı boyundan gelmediği yolundaki
bu “hatama” özel bir önem atfetmiş ve aşırı cehaletime yormuştu. Yani ilk
mektep okuyan çocuklar biliyordu da ben bilmiyordum. Şimdi de,
mitinglerde, kitlesel toplantılarda gök zemin üzerine boy damgalı nev-icat
“Kayı bayraklarının” sil baştan keşfedilmiş bir kimliği vurgulamak için nasıl
bir şevkle dalgalandırıldığına veya “Kayı Obası” maceralarını Uzak Doğu
filmlerinden fırlamış kostümlerle canlandıran dizilerin-filmlerin gördüğü
rağbete bakarak efsanenin her zamankinden daha canlı olduğunu
söyleyebilirim. Osmanlı Kayı’dır. Şüpheniz mi var?

Fuat Köprülü
     Evet var. Sadece benim değil bütün bir ilim camiasının… Hep oldu.
Anadolu topoğrafyasında Kayı isimli 94 yer ismi tesbit eden ve Oğuzlar
hakkındaki çalışması hâlâ aşılamayan merhum Faruk Sümer’in çok ciddî
şüpheleri vardı. Hatta efsanenin bugün belki Türkiye’deki gücünü herkesten
daha fazla borçlu olduğu Fuat Köprülü bile ilim hayatının bir noktasında,
sonradan bu konuda kendisiyle açıklaması güç bir tartışmaya giriştiği Paul
Wittek gibi düşünmüştü:
“Nitekim ben de bir zamanlar P. Wittek’in yukarıda hulâsa ettiğim
düşüncelerinden farksız mülâhazalara dayanarak, ‘Osmanlı
sultanlarının Kayı’lardan olmadığı ve bunun, sonraki müellifler tarafından
hususî bir maksatla uydurulduğu’ mütalâasında idim; ve daha 1925 yılında
bu fikrimi kısaca ortaya atmıştım.”
     Fikrini niçin değiştirdiğini açıklayarak Wittek’e cevap veren 1943’teki
Köprülü’dense bence, 1925’teki Köprülü’nün görüşleri isabetliydi. Dahası,
Köprülü’nün yeni hiçbir belge veya kayıt bulunmaksızın görüşlerini
değiştirmesi ve mevcut kaynakları çok üstünkörü, hatta bilgi saklayacak
surette seçerek kullanması çok sorunludur. Neydi mesele, dilim
döndüğünce anlatmaya çalışayım.
     Yalnız, tarihî gerçekler karşısında efsaneleri parlatırmış türü bir izlenim
uyandırarak Köprülü’ye bir haksızlık yapmak istemem. Köprülü, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Kuruluşu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Etnik Menşei
Mes’eleleri adlı çalışmalarında, Osmanlı’nın Kayı boyundan olmasının
Osmanlı’nın kuruluşu açısından önemli olmadığını defalarca vurgulamıştır:
“Osmanlılar’ın Moğol cinsinden olmayıp Oğuzların Kayı boyuna mensub
olması, yukarıda söylediğim gibi, hâdiselerin tarihî yürüyüşü üzerinde
hiçbir suretle müessir olmamıştır.”
     Israrla söylediği budur. Dolayısıyla, tartıştığı Wittek’in, Osmanlı’yı küçük
bir kabilenin kurmuş olamayacağı yolundaki görüşüne aslında pek de uzak
durmaz. Ona göre, Osman Gazi, “Bizans hudutlarında yaşayan
ehemmiyetsiz bir Kayı oymağının” beyidir:
“Lâkin, vaktiyle de ısrarla söylemiş olduğum gibi, devletin kuruluşunda,
bunun hemen hiçbir te’siri olmamış ve Osmanlı Beyliği’nin siyasî
tekâmülünde, hatta ilk safhalarda bile, hiçbir tribal te’sir kendini
göstermemiştir. İşte bundan dolayıdır ki, imparatorluğun kuruluşundaki
maddi ve mânevi her türlü âmilleri birer birer tetkik ederken, bu büyük
hâdisede hiçbir rolü olmayan bu tribal menşe’ mes’elesinin
ehemmiyetsizliğini açıkça tebarüz ettirmekten hiç çekinmemiştim.”
     Öyleyse, Köprülü’nün, Osmanlıların gerçekten de Kayı boyundan
olduğuna dair kesin tarihî deliller bulduğunu ve kendisi bir önem
atfettiğinden değil salt tarihî bir olguyu saptamak uğruna Kayı savunusuna
giriştiğini veya böylesi delillerin yokluğunda güçlü karinelere dayanarak
mantıkî argümanlar ileri sürdüğünü düşünmek durumundayız. Fakat biraz
önce de söyledim, böyle bir şey de meydanda yok!
     Köprülü’nün kaynak değerlendirmesi ve bir grup kaynağı başka bir gruba
tercihi bilâkis fevkalâde sıkıntılıdır. Ona göre, Ahmedî’nin İskendernâme’si,
anonim Târih-i âl-i Osman’ların birçoğu, Behcetü’t-Tevârih, Âşıkpaşazâde
Tarihi ve Oruç Bey Tarihi gibi birtakım vekâyinâmeler, Osmanlıların sadece
Oğuz’lardan olduğunu söyler ve hangi boydan geldiklerini tasrih etmez.
Fakat II. Murad döneminde yazılan Yazıcıoğlu
Ali’nin Selçuknâme’si, Edineli Ruhî ve Lûtfî Paşa Tarihleri ve İdrîs
Bitlisî’nin Heşt-Behişt’i Osmanlı hânedânının ve maiyetindeki kabilenin
Kayı’lardan olduğunu açıkça söyler.
     Gerçekten de Yazıcıoğlu Ali’nin büyük ihtimalle 1423 yılında kaleme
aldığı Tevârih-i Âl-i Selçuk’da Osmanlı hanedanının, Oğuz boylarının en
“ulusu” olan Kayı’dan geldiği vurgulu bir şekilde söylenmektedir. Wittek de
zaten bu noktaya dikkat çekerek 15. Yüzyılda ortaya çıkan bu rivayeti
şüpheli bulmuş, başka kaynaklarda farklı rivayetler olduğunu, ancak
Yazıcızâde’nin eserinden sonra II. Murad’ın sikkelerinde Kayı damgası
kullanıldığını ve Osmanlı hanedanının Kayı olmayı benimsediğini
söylemişti.
     Köprülü, neden Yazıcızâde’deki kaydı, bununla açıkça çelişen diğer
kayıtlara tercih ettiğini söylemiyor. Hoş, bununla açıkça çelişen kayıtlar
olduğunu da söylemiyor ki. Belki Yazıcızade’nin adlı adıyla “Kayı” diye
yazması ve Osmanlı hanedanının bir kararsızlık ve belirsizlik döneminden
sonra nihayet Kayı’da karar kılması birer sebeptir. Belki de kendisinin, Kayı
efsanesinin, Osmanlı hanedanının Kayı boyunun hangi aşiretinden
(Karakeçili) olduğuna varıncaya kadar “yeniden hatırlandığı” Abdülhamid
döneminde eğitim görmüş olması bu tercihte rol oynamış olabilir.
     Köprülü’nün Osmanlı’nın Kayı’dan olduğunu ispatlamak uğruna serd
ettiği mantıkî deliller de hiç kuvvetli değil. Osmanlı sultanları kendilerine
“yalandan bir silsilenâme uydurmak isteselerdi”, Selçuklu hanedanını
yetiştiren Kınık kabilesine mensup olduklarını iddia ederlermiş. Köprülü,
üstelik Oğuz boyları hiyerarşisi içinde Gün Han’ın “büyük oğlu” Kayı’nın en
prestijli boy olduğunu kendisi de kabul ettikten sonra, Osmanlıların başka
bir hanedanın mensup olduğu kesin olan boya neden aidiyet iddia
edeceklerinin hiçbir açıklamasını yapmamıştır. Kendi bağımsızlığı ve siyasî
meşruiyetinin peşinde olan bir hanedanın 15. Yüzyılda, çoktan ortadan
kalkmış ve hiçbir meşruiyeti mevcut olmayan bir hanedanla aynı boyu iddia
etmeleri bilâkis tuhaf olmaz mıydı?
     Aynı şekilde, “Eğer Osmanlılar bunu hiç yoktan uydurmuş olsalardı, o
sırada Anadolu’da bulunan Kayı aşiretine mensup oymaklar, hattâ diğer
aşiretler buna inanmayacaklardı. Çünkü, XV. Asır başlarında Anadolu’da
henüz kabile an’anelerini saklıyan göçebe kabileler pek çoktu...” diyor.
“Gerçeği bilenler varken nasıl bir uydurmaya gidilebilir?” şeklinde
özetleyebileceğimiz bu akıl yürütmesi de hiç ikna edici değil. Evvela
yöntemsel bir itiraz: 15. Yüzyılda, Anadolu’daki göçebelerin şu veya bu
yoldaki Osmanlı iddiasına nasıl bir tepki verdiklerini gösteren bir veriye
sahip değiliz ki… Belki feci hâlde karşı çıkmışlardır, belki de Anadolu’nun
en güçlü hanedanının kendileriyle aynı boydan olduğu iddiasından gurur
duymuşlardır. Tabii burada bir de iç tutarsızlık var, boy yapılarının
çözüldüğü ve göçebelerin gittikçe marjinalleştiği bir dünyada, (hani
hiçbir tribal tesir yoktu) Osmanlı hanedanı böyle göçebe bir kamuoyunu
niye dikkate alacaktı ki?
     Gelelim, Kayı’dan başka bir boyu işaret etmelerini Köprülü’nün
görmezden gelerek bastırdığı diğer kaynaklara. Yazıcızâde’den de eski
olan Ahmedi, Bitinya ucuna sefer yapan hayalî bir Selçuklu sultanı
Alâaddin’i anlatırken, “Gündüz Alp, Ertuğrul anınla bile / Dahi Gök Alp ü
Oğuzdan çok kişi/Olmuş idi ol yolda anın yoldaşı” diyor. Ertuğrul’u
biliyorsunuz, Gündüz Alp de aileden, aslında Osman’ın gerçek dedesinin
adı. Peki, Gök Alp dediği kim oluyor? Ben bağlama ve Oğuz referansına
bakarak belirli bir seferde bulunan bir kişinin değil de Gök Alp [Han]
kolundan Oğuzların kastedildiğini düşünüyorum. Yanılabilirim tabii ki.
     O zaman yanılma payım sıfır olan başka bir örnek vereyim.
Aşıkpaşazâde, “Devrümde olanı defter etdüm / Oğuzdan olan Gök Alpa
gitdüm” diyor. Gök Alp yine çıktı mı karşımıza? “Yok bu da açık değil”
derseniz “Gök Alpun nesli Osman gör ne kopdı” ifadesi nasıl?
Uzatmayayım, Aşıkpaşazâde, Osmanlı soyunun son kertede kimden
geldiğini anlatırken “Elhâsıl Gök Alp neslidür kim Oğuz Han oğlıdur” diyor.
Zaten eserinin başında verdiği hayâlî silsilede de “Gök Alp ibn-i Oğuz”
diye açıklık var. Oğuz Han’ın oğlu olan bir Gök Alp! Oğuz kabile
jeneolojisine göre bir boy Gök Han/ Alp’den gelirse, istese de Kayı olamaz.
Peki, Fuat Köprülü bu jeneolojiyi bilmiyor muydu ki Kayı rivayetinin, diğer
rivayetle “tezat” teşkil etmediğini “sadece onu tamamlayıcı” olduğunu
söyleyebilmişti? Ama bunu yapabilmek için evvela başka kaynakların diğer
boyları işaret etmediğini sadece genel olarak Osmanlı’nın Oğuz’dan
olduğunu söylediklerini yazmak gerekir ki o da öyle yapmıştı zaten.

Siyasi oportünizme övgü 05.02.2017

Ahmed Ferid Bey, imparatorlukta asimilasyona yönelik bir Osmanlıcılık


siyasetinin uygulandığı kanaatindeydi. 
Yusuf Akçura’nın, “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesinin başlattığı tartışma,
beklenebileceği gibi Osmanlı geçmişi hakkında değerlendirmeler içeren bir
tartışmaydı. Taraflar izlenecek politikayı konuşuyorlardı elbette. Ama
tezlerini savunurken de sık sık “tarihe” müracaat ediyorlardı. Meselenin bir
kısmı kavramlar üzerinde anlaşamamalarıysa önemli bir kısmı da geçmişte
neyin nasıl olduğu, hatta olup olmadığı hususunda farklı noktalarda
durmalarıydı.
     Akçura’ya göre Osmanlıcılık düşüncesinin siyasî alanda bir karşılığı
yoktu ve uygulanamaz durumdaydı. Bütün mesele, gelecekte “Tevhid-i
Etrak” ve “İttihad-ı İslâm” siyasetlerinin hangisinin izleneceğinde
düğümleniyordu. Ali Kemal ise bir yandan bu üç siyasî tarzın dayandığı
varsayılan İslâm, Osmanlı ve Türk kimliklerinin birbirlerinden ayrılmaz
olduğunu, diğer yandan da, Akçura’nın tarif ettiği şekliyle o üç siyasetin
hiçbirinin o zamana kadar uygulanmamış olduğunu savunuyordu.
     Bu tartışmaya 1904 Haziran’ında, Akçura’nın Harbiye ve Erkân-ı Harbiye
Mekteplerinden yakın arkadaşı Ahmed Ferid Bey [Tek] de katıldı. İkisi de II.
Abdülhamid’e muhalefet ettikleri gerekçesiyle kendilerini sürgüne götüren
Şeref vapurunda bulunmaktan dolayı “Şeref kurbanları” olarak bilinen grup
içindeydi. Trablusgarb’da kısa süreli bir sürgünlükten sonra Fransa’ya
kaçmış ve Ulûm-ı Siyasiye Mektebi’nde okumuşlardı.
     Ahmed Ferid, Türkleri birleştirmek siyaseti hariç diğer ikisinin Osmanlı’da
uygulandığını düşünüyor ve yalnızca “bazı tarih ve ulûm-ı içtimaiye
bigânelerini ikna edebilecek” konumda gördüğü Ali Kemal’i ise kıyasıya
eleştiriyordu. Türkleri birleştirmek siyaseti, henüz bir fayda getiremezdi ama
“Siyaset-i İslâmiye” ve hele hele “Siyaset-i Osmaniye” böyle değildi.
Birincisi, zamanın padişahının ideali görünüyordu, ikincisi ise son asırdaki
bütün devlet adamlarının hareketlerindeki hedef idi.
     Abdülhamid’in Panislamizm siyaseti uygulayıp uygulamadığı çok
tartışılmış, verilen cevaplar kavrama atfedilen değere bağlı olarak
değişmiştir. Fazla dağılmaksızın, Abdülhamid’in siyasî bir İslâm birliği
peşinde olmadığı yolundaki görüşün ağırlıkta olduğunu belirtelim. Padişahın
bir muhalifi olarak Ahmed Ferid’in “İttihad-ı İslâm” yolunda yapılanları
özetleme şekli de bu yorumu destekleyecek niteliktedir.
     Şöyle ki, padişah, temsilciler göndererek, dışarıda yayın yaptırarak,
dünya Müslümanlarının sevgisini kazanmaya ve onların makam-ı hilafete
kalben bağlanmasına çalışıyormuş. Osmanlı ülkesini ziyaret eden
Müslümanları iyi karşılıyor, İslâm dünyasının önem verdiğini düşündüğü
kişileri yanına alıyor ve “Hicaz’ın muhafazasını Anadolu’nun hıfz ve
müdafaasına tercih” ediyormuş. Bu katalog içinde, padişahın, cahil
Müslümanların saf duygularını okşaması, İslâm’ın görünen kurallarına riayet
etmesi, “memleketin taassub-ı dinîyesini muhafaza için her köşeye bucağa
hocalar” göndermesi ve “mektep programlarını tedrisat-ı diniye” ile
doldurması da var. İslâm birliği siyasetinin o sırada uygulanmakta olduğuna
dair saydığı kanıtlar bunlardan ibarettir. Dahası “Bilemeyiz, bugünkü bir
Osmanlı padişahı, bu hususta daha fazla nelere teşebbüs edebilir” dediğine
göre o da daha ötesine gidilemeyeceğini düşünüyordu.
     Dolayısıyla, “Gerek ittihad-ı İslâm, gerek Türklerin tevhidi siyasetleri bu
gün bir gaye, bir gaye-i siyasî, bir hedef, bir hedef-i aslîdir. Her ikisinin
kabul ve takibihâlinde de o tasavvur ettiğiniz harblerin hiçbirine teşebbüs
olunmayacaktır” diyerek Ali Kemal’i, Akçura’nın Panislamizm ve Pantürkizm
hakkında söylediklerini anlamamakla suçlaması hâliyle ilginç olmaktadır.
     Ahmed Ferid’in düşüncelerinin, istemeye istemeye de olsa, Panislamizm
ve Pantürkizm siyasetlerinin henüz kabul edilmedikleri ve izlenmedikleri
noktasında, eleştirdiği Ali Kemal ile örtüştüğünü söyleyebiliriz. İkisi
arasındaki asıl büyük örtüşme ise, çok önemli bazı farklara rağmen
Osmanlıcılık siyaseti, daha doğrusu o siyasetin hayatiyeti konusundaydı.
Burada, Ahmed Ferid daha tutarlı bir argüman sergilemiştir:
“Millet-i Osmaniye teşkili siyasetine gelince… Lâkin hayat-ı millîmizi
tanzime, umur-ı idaremizi tensîka teşebbüs edeliden beri bütün
harekâtımız, bütün emellerimiz bunu istihsale mevkuf oldu. Tanzimat-ı
Hayriye budur…”
Osmanlıcılık siyaseti, ona göre, eldeki en iyi seçenekti ve iflas etmiş
olmaktan çok uzaktı. Akçura’nın en yakın arkadaşını bile ikna edemediği
görülüyor. Ahmed Ferid, bu anlamda, Ali Kemal’e daha yakındır.
     Ondan ayrıldığı nokta ise, içerik hususundadır; Osmanlıcılık bağlamında
ciddî bir asimilasyon yapıldığını savunmaktadır. Asimilasyon tanımlaması
şöyledir: “Temsil, lisân-ı siyasîde, millet-i hâkimenin gayri ahaliyi dinen,
lisânen, ahlâken, vicdanen millet-i hâkimeye benzetmektir.” Başarılı
olunması durumunda, aynı millî hislere sahip, birbirleriyle tamamen eşit
fertlerden oluşan bir ‘millet-i vahide’ olurmuş. 
     Asimilasyonun ne olduğu konusunda her üçü de benzer düşünürdü
sanırım, yalnız Akçura, beyhude bir gayret olduğunu, Ahmed Ferid tek çare
olduğunu, Ali Kemal ise öyle bir şeye kalkışılmadığını söylemekteydi! İşin
ilginci, “Millet-i hâkime” dediklerinde de esas unsurunun Türkler olduğu bir
çoğunluğu anlıyorlardı ama bu hâlihazırdaki farklı duruşlarına engel
olmadığı gibi zaman zaman kesişen sonraki hayatlarında da (mesela Ali
Kemal ve Ahmed Ferid, II. Damad Ferid Paşa kabinesinde beraberdi) öyle
olacaktı. 
     Ahmed Ferid’in de tarif ettiği türden bir millet oluşturmanın güçlüklerinin
farkında olduğunu söylemeye lüzum yok. Eskiden en geçerli asimilasyon
şekli olan dinî temsilin medenîleşen kavimler arasında artık bırakıldığını,
yerini dilce temsilin aldığını ve edebiyat birliğinin, din birliğinin yerini tutabilir
bir duruma geldiğini ileri sürüyor. Çokuluslu bir yapıya sahip olup halkını
asimile etmeye çalışan hükûmetler de, özellikle memleketin “resmî dinine”
yakın inançlı ahalisini kazanmaya çalışırmış. Millet-i hâkime, diğer
milletlerin arasına göç ettirilirmiş. “Milel-i mahkûme”nin dili, edebiyatı baskı
altına alınarak gelişmesi önlenir ve hükûmet, kendi dilini, gücünün yettiği
her vasıta, özellikle mekteplerle umumi lisân hâline sokmaya çalışırmış.
Bütün bu baskılara karşılık verebilen bir millet çıkarsa o zaman da “imkân
dairesinde o milletin ecânibe [yurtdışına] muhaceretini teşvik etmekten
başka çare” kalmazmış. “Bu da mümkün olmazsa bilmelidir ki, o millet
muhafaza-i mevcudiyete, yaşamaya ve belki iddia-i istiklâle namzettir” diyor.
      Dönemin sosyal Darvinist düşüncelerinden etkilenen pek çokları gibi,
Ahmed Ferid’e göre de Osmanlı devletinin son bir asırlık ömrü “cidâl-i
hayat” dediği bu mücadele ile geçmiştir. Şaşırtıcı olan, Osmanlı devletinin
Tanzimat’tan beri bu saydığı asimilasyon yöntemlerinin birçoğuna
başvurduğunu söylemesidir. Anadolu ve Balkanlar’da Müslümanlığın
yayılması, “o hiç Millet-i Osmaniye ile uğraşmadığı iddia olunan
padişahlarımızın” dinî asimilasyona olağanüstü riayet ettiklerini
gösteriyormuş!
     Ama bu Tanzimat’tan önceymiş… Tanzimat, Ortaçağ adetlerinin
bırakılması demek olduğundan, bu dönemde hukuk ve idare yönünden
asimilasyonla uğraşılmış. Tanzimat’tan önce Osmanlı tebaası birbirine eşit
ve birleşik olmayıp “her ırk, her din başlı başına idare” olunurken “teceddüd
siyasiyunu”, “İhtilâl-i Kebir’in müsavat kaidesini” kendilerine siper edinerek
bu ayrılığı gidermeye çalışmışlar. Islahat Fermanı, patriklerin siyasî
iktidarını azaltmak, adlî işleri karma mahkemelere yöneltmek, Hristiyan okul
ve kiliselerini “teftiş altına almak” gibi “milel-i muhtelife hayat-ı siyasiyesini
tahdit” eden düzenlemeler yapmış. Aynı şekilde,  memleketin özellikle
Gayrimüslimlerle meskûn yerlerine Müslüman muhacirler iskân edilmiş.
Osmanlı hükûmetinin devamlı uğraşlarından biri ise okullar ve dil olmuş.
1869 Maarif Nizamnamesi, ilkokullar dâhil tüm Gayrimüslim okullarında
Türkçe öğretilmesini mecbur kılmış. 1876 Kanun-ı Esasî’si de Osmanlı
ülkesinde yaşayan herkesi birleştirmeye ve karıştırmaya ve bunlardan bir
Millet-i Osmaniye oluşturmaya ve bu millete “Türkçeyi lisân-ı resmî ve millî
yapmaya” yönelik imiş.
      Neticeten, üç siyaset içinde en esaslısının, en kolay uygulanabilecek
olanının bu tarif ettiği şekliyle Osmanlıcılık olduğunu anlıyoruz. Diğer ikisi
Osmanlının hayat mücadelesinde ancak birer destek veya “muavin-i harp”
olabilirmiş. Ahmed Ferid, “Siyaset-i Osmaniye, bilakis Osmanlı devletinin en
kavî zırhı, en büyük silah-ı müdafaası, en doğru hedefidir” diyor.  Akçura’ya
hak verdiği nokta ise Osmanlı’nın hem mevcut sınırlarıyla korunup hem de
bu sınırlar dâhilindeki halkının tamamını “Osmanlı, Türk yapmak”
hususunun olanaklı olmaması…
“Fakat siyaset fiiliyattır, hayattır. Binaenaleyh bunda katiyet, mükemmeliyet,
tamamî aranmaz. Türkiye tekmil hudutlarını, tekmil tebaasını muhafaza
edemeyecek, geri kalan tebaanın hepsini Türk yapamayacak, farz
edelim. Ne zararı var? Ne olursa olsun, oldukça kavî, elân yaşayan bir
millet var ya! İşte onun hayat ve faaliyeti pahasına muhafaza ve müdafaa
edeceği hudud Memâlik-i Osmaniye, onun imkân dairesinde temsil edeceği
ahali Millet-i Osmaniye’dir. Biz tekmil elimizdekini müdafaa ve temsile,
siyaset-i Osmaniyeyi takibe hasr-ı efkâr eyleriz. Muvaffak olduğumuz
kadarı bize kalır, kalmayanı gider; hükm-i kader veya ilca-yı kanun-ı tabiat
deriz, gaib etmekliğimiz muhakkak olan şeylerden başka hiçbir şey gaib
etmeyiz, fakat kazanabilirsek ancak bu yolda, bu meslekte kazanırız.”
     Diğer etnik grupların asimile edilerek Türk yapılmasını içeren bu
ifadelerin Osmanlıcılık siyaseti savunulurken yapıldığına dikkat çekelim.
Ahmed Ferid’e göre gittikçe uyanmakta olan İslâm âlemini hilafet vasıtasıyla
Osmanlı toplumuna bir dayanak noktası yapmaya çalışmak ve İslâmiyet’i,
“Tevhid-i İslâm”ın şaşaalı adı altında, Osmanlı çıkarlarına hizmet eder bir
duruma getirmek de hiç faydasız değildi. “Türk siyaseti” ise gelecekte
İslâm birliği siyaseti işe yaramadığında “bize” bir destek olurdu. Ferid Bey’in
bitirme sorusunu aynen alayım: “Bilmem umur-ı
siyasiyede opportuniste’likten daha doğru, daha faydalı bir meslek var
mıdır?” İttihat ve Terakki, imparatorluğu yönettiği zamanlarda bu üç siyasî
mütefekkirden hangisi görüşlerinin revaçta olduğunu düşünmüştür dersiniz?

You might also like