Professional Documents
Culture Documents
2017
Yazıcızâde: Kayı soyu varken özge boy hanlarının soyuna padişahlık değmez
5.03.2017
Bu 15. Yüzyıl müellifi Bizans ucunda küçük bir Oğuz evreni tahayyül etmişti.
Osmanlıların Kayı Boyu’ndan geldiğini ilk kez telaffuz eden ve bilinçli bir
şekilde işleyen Yazıcızâde Ali’ye geldik nihayet. Önce ne dediğine, sonra
da bunları niçin demiş olabileceğine bakacağız. 15. Yüzyılın ünlü diğer iki
Yazıcızâdesi olan Mehmed ve Ahmed Bican’la ilişkisi belli olmayan yazarın
hayatıyla ilgili pek az bilgi vardır. Eserini tenkitli bir şekilde yayına
hazırlayan Abdullah Bakır’ın belirttiği üzere II. Murad tarafından elçilik
göreviyle Mısır’a gönderilmiş olması mümkündür.
Bakır’ın Tevârih-i Âl-i Selçuk adı altında yayına hazırladığı bu eserin tam
yazılış tarihi de karanlıktır. Metinde ebced hesabıyla düşülen bir tarihten
yola çıkılınca Hicrî 827/1423-24’te yazılmış olma ihtimalinin büyük olduğu
söylenebilir. Öte yandan, Akkoyunlu Kara Osman’ın [Kara Yülük] oğullarına
olan bazı öğütlerini aktarırken ondan “merhum” diye bahsetmesi, Kara
Osman 1435’te öldüğüne göre, bizi bu tarihten sonrasına getirecektir. Ali’nin
çeşitli tabakalardan oluşan bu hacimli eserine ara ara dönüp ekler yapmış
olması tabii ki mümkündür.
Yazıcızâde, eserindeki Selçuklu kısımlarını Ravendî’nin ve daha yoğun
olarak da İbn Bibi’nin eserini Farsçadan çevirerek, Oğuznâme kısmını ise
Reşideddin’e dayanarak oluşturmuştur. “Bunların nesebleri (…) Uygur
hattıyla Oğuz-nâme’de yazılmıştır” ifadesinden Uygurca Oğuznâme’yi de
görmüş olduğunu, en azından ondan haberdar olduğunu söyleyebiliriz.
Fakat Reşideddin’in anlatımını tercih ettiği açıktır.
Tevârih-i Âl-i Selçuk yalın bir çeviri değil, bir uyarlamadır. Kaynaklarındaki
bazı kısımlar çıkarıldığı gibi çeşitli eklemeler de yapılmıştır. Konumuz
açısından, çıkarmalardansa eklemeler daha önemlidir ve bunlara bakarak,
Yazıcızâde’nin eserine ne gibi ideolojik işlevler yüklediği ve hizmetinde
olduğu Osmanlı hanedanının meşruiyetini güçlendirmek amacıyla ne gibi
tasarruflarda bulunduğunu görebiliriz.
Yazıcızâde’nin, Osmanlıların Kayı’dan olduğuna dair referanslarına
bakalım. Ona göre, Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubat (1220-
1237), Oğuz töresini, Oğuznâme’yi ve diğer tarih kitaplarını iyi bilen bir
sultanmış. Askerini ve kanunlarını Oğuz töresince düzenler ve Oğuz töresini
esas alarak hükmedermiş. Şöyle diyor:
“Sultan Alâeddin çeriyle kendözi Konya’dan Sultanuyunı’na [Sultanönü,
Sultan Höyüğü] geldi. Küffarı yağı olduğu sebebiyle uç tarafına teveccüh
etti. Tatar geldüğin işidicek kendi geri döndü. Ucu Hüsameddin oğlanlarına
ve Kayı’dan Ertuğrul’a ve Gündüz Alp’a ve Gök Alp’a ısmarladı.”
Bu pasaj, Osmanlı’nın Kayı’dan geldiğine delil olmak bir yana anlattığı
temel olay ve onun kahramanı açısından bile çok sorunludur. Şöyle ki I.
Alâeddin Keykubat’ın bu yöreye, Moğolların gelmesiyle yarıda kesilen bir
seferi yoktur. Osmanlı kroniklerinde Sultan Alâeddin’in geri dönmesine
neden olan Moğolların Bayıncar Noyan idaresinde olduğunun belirtilmesine
bakılarak bu sultanın Birinci değil Üçüncü Alâeddin Keykubat (1298-1302)
olduğu yolunda bir tevile gitmek de çok güçtür ve tarihî gerçeklerle uyum
içinde değildir. Zavallı III. Alâeddin Keykubat’ın, Bitinya ucuna sefer
yapacak hâli mi vardı?
Yazıcızâde’nin kendi çağında dolaşımda olan rivayetlerden birini, büyük
ihtimalle Ahmedi’den alarak, üstelik orada olmayan Kayı ve Çoban Oğulları
eklemelerini yaparak I. Alâeddin Keykubat’ın yaşam öyküsüne monte
ettiğini kolayca söyleyebiliyoruz. Zira kaynağı olan İbn Bibi’nin verdiği
Keykubat’ın hâl tercümesinde ne bu sultanın, Sultanönü yöresine bir
seferinden bahsediliyor, ne Ertuğrul’dan ne de Kayı’lardan bahis var. Ne de
Oğuz töresini iyi bildiğine dair herhangi bir gönderme bulunuyor ki
zamanında Faruk Sümer de bu hususa dikkat çekmişti.
Yazıcızâde, Reşideddin Oğuznâme’sine de ekler yapmıştır. Bunların en
önemlisi Oğuz Han’a atfettiği bir vasiyetnamedir. Buna göre, Oğuz Han,
ölmeden önce oğullarına öğütler vermiş. Bunlara uyulursa onların soyları
dünya durdukça padişah olur, uyulmazsa düşmanları zafer kazanırmış.
Oğuz, öğütlerin tutulmaması durumunda
olacakları söylemiş: “Her bir boy bir iklime düşe; Tacik [İranlılar] ve oturak
ile karışalar, boylu boyunu ve sünüğünü unutalar.”
Bunun, meşruiyetini bozkır- göçebe geleneklerinden alan bir siyasî yapı için
bir karabasan olduğu anlaşılıyor. Boy birliği dağılır, insanlar hangi boydan
geldiğini bilmez ve soyunu unutur. Yerleşikler ve İranlılar ile karışmak da bir
felâkettir. Padişahlık böylece gider. Nitekim Yazıcızâde biraz ileride Oğuz’a
daha açık söyletiyor: “Ve daim göç edeler, oturak olmayalar.” İşin ilginç
yanı, Osmanlılarla siyasî rekabet hâlinde bulunan Akkoyunlu Kara
Osman’dan da aynı yolda nasihatler aktarması: “Olmasın ki oturak olasız
ki beylik Türkmanlık ve yörüklük edenlerde kalır”.
Yazıcızâde’nin idealize ettiği bu durumun, Moğol sonrası dünyada, özellikle
Doğu Anadolu ve İran’daki Karakoyunlu ve Akkoyunlu
konfederasyonlarındaki yönetici elitin göçebe asıllı olmaya verdiği önemi
yansıttığını hemen söyleyelim. 15. Yüzyılda Osmanlı ülkesindeki gerçek
durumdan bağımsız olarak, eğer Osmanlı sultanları ülkelerini o taraflara
doğru genişletecektiyse o dünyanın geleneklerinden ve kurallarından
haberdar olmaları da iyi olurdu herhâlde.
Yazıcızâde’ki anlatıma geri dönersek, Reşideddin’de bulunmayan bir halk
hikâyesine başvuran müellifimiz, Oğuz’a, çocuklarından aldığı okları altıya
kadar rahatlıkla kırdırır. Oğuz, sonra her birinden birer ok alır, on ikişer
okluk iki deste yapar, birer iple bağlar ve kırmalarını ister. Kıramazlar.
Kıssanın hissesi meydandadır:
“İşbu temsil delilince gerektir ki biri birinize uyup vasiyetim mucebince Gün,
han ola! Anın ardınca oğlu Kayı han ola. Madem ki Kayı soyundan han
var ola, Bayat han olmaya; meğer kendi boyuna beğ ola. Kayı han
olıcak Bayat sağ kol beğlerbeğisi ola. Ve sol kol beğlerbeği Bayındır’dır.
İşbu tertipçe ağa varken ini ağalık etmeye, yani ulu kardaş var iken kiçi
kardaş beğ olmaya.”
Bu hikâyedeki bir mesaj, birlik olmanın önemi ise diğeri de birliğe kimin
hükümdarlık edeceğidir. Dolayısıyla tahta çıkış yöntemi hakkında da bizlere
bir şey söylüyor. Hanlık, büyük kardeş diye hep Kayı’nın soyunda
kalacaksa, küçük yaşta bir Kayı şehzadesi, yaşça kendisinden büyük ama
aileleri kıdemsiz soylardan gelen diğer boy
beylerinin üzerinde yükselerek han olacaktır ki bunun da bir
tür primogeniture (ilk doğan) kuralı olduğunu söyleyelim. “Kayı”nın kendi
içinde hangi kuralın geçerli olduğu ise çok açık değil.
Yazıcızâde’nin sözü Osmanlı’ya getirmesi ise çok ustacadır:
“Atasından sonra çok zaman Kayı hanlar hanı oldu. Pes bu delil ve
erkânca (…) padişahımız Sultan Murad bin Mehemmed Han ki eşref-i âl-i
Osman’dandır padişahlığa ensab ve elyakdır. Oğuz’un kalan hanları
uruğundan belki Çingiz Hanları uruğundan, dahi mecmuundan ulu asl ve
ulu sünükdür, şer ile dahi, örf ile dahi. Türk hanları dahi kapısına gelip
selam vermeye ve hizmet etmeye layıktır.”
Burada Osmanlı padişahlarının Kayı oldukları açıkça söylenmiyor ama
diğer Oğuz hanları soylarına göre ve hatta Cengiz Han’ın sülalesine göre
bile “hanlar hanı” olmaya herkesten daha layık olmalarından anlıyoruz ki
Oğuz’un kıdemli sülalesine / boyuna mensupturlar. Öyle görülüyor ki
başlangıçta sadece “hanlık” yeterken ve diğer Oğuz sülaleleri ancak “bey”
olabilirken zamanla hanlar çoğalmış ama o zaman da “hanlar hanı” diye bir
kategori icat edilmiş. İşte, Yazıcızâde’nin aktardığı Oğuz vasiyeti de Türkçe
okuyabilen herkese ispatlayabilirdi ki Osmanoğulları’nın siyasî meşruiyet ve
üstünlük mücadelesinde böylesine bir artısı vardır! “Tarih”e kim lüzumsuz
demiş ki?
Yerimiz daralıyor ve tabii ki tartışma daha bitmedi ama Yazıcızâde’nin iyice
cesur bir çabası daha var. Onu da alayım. Anadolu’da, İlhanlı
egemenliğindeki Selçuklu idaresinin sonlarına doğrudur ve Gazan Han,
birtakım karışıklıklardan sonra sultanlığı Feramûrz oğlu III. Alâeddin
Keykubat’a vermiştir ama onun da başı Moğollarla belaya girer. Güya, bu
varlığı ile yokluğu belli olmayan Alâeddin zamanında Osman “han” seçilir.
“Bu esnada uç etrafından haber vardı ki Kayı’dan Ertuğrul oğlu Osman
Bey’i uçtaki Türk beyleri derilip kurultay edip Oğuz töresin sürişip han
diktiler diyu. Ol hikâyet bu minval üzerineydi ki uçtaki Türk beyleri,
ki Oğuz’un her boyundan uç etrafında Tatar şerrinden korkup yaylar ve
kışlarlardı (…) Fi’l-cümle ol illerin beyleri ve kethüdaları cem olup Osman
Bey katına geldiler ve meşveret kıldılar. (…) ‘Kayı Han hod mecmu‘ Oğuz
boylarının Oğuz’dan sonra ağaları ve hanlarıydı. Ve Gün Han’ın [sic]
vasiyetin[c]e Oğuz töresi mucebince (…) Kayı soyu var iken özge boy
hanlarının soyuna hanlık ve padişahlık değmez. Çün şimden geri Selçuk
Sultanlarından bize çare ve medet yoktur, memleketin çoğu ellerinden çıktı,
Tatar üzerlerine gereği gibi müstevli oldu. Çün merhum [sic] Sultan
Alâeddin dahi size safa nazar olmuştur. Siz han olun ve biz kullar
sultanımız hizmetinde bu tarafta gazaya meşgul olalım’ dediler. Osman Beğ
dahi kabul etti. Pes mecmu‘ örü durup Oğuz resmince üç kere yükünüp baş
kodular.”
Yazıcıoğlu, Osman Bey’in bir savaş şefi olarak akranlarının arasından
sivrilmesini Oğuz geleneğine yaslanarak izah ediyor. 1300 civarında Bitinya
ucunun ne derecede bir Oğuz mikro kozmosu olduğu tartışılabilir elbette
ama bu anlattığı dünyanın inanılırlığına gölge düşüren de yine kendisi.
Yukarıdaki dramatik canlandırmadan sonra, “Ol zamanlarda Oğuz
töresinden bakiye var idi. Şimdi ki bigi [gibi] top unutulmamış idi”
diyor. Herhalde, 1400’lü yılların Osmanlılarına, o sözünü ettiği Oğuz
dünyasının artık mevcut olmayışını bir şekilde açıklamak gerekiyordu.
Ah şu Kara Oğuz….19.02.2017
Büyük bir kabile konfederasyonu içinde etnik homojenlik aramamak
gerekir
Bir konum belirlemesi yaparak başlayayım. Ne daha önce, ne de geçen
haftaki yazımda “Osmanlılar Kayı Boyundan gelmiyor” dedim. Sadece
kaynakların bir kısmının, Kayı rivayetini desteklemediğini dolayısıyla da
Osmanlıların Kayı olduğu hususunda bu kadar emin olacak bir şey
olmadığını söylüyorum. Tabii ki Kayı’dan başka bir boyu işaret eden o
kaynakların dediğini de hemen kabul edecek bir durum yok. Dolayısıyla,
Kayı rivayetini tarihî bir gerçeklik olarak kabul etmek ve sunmak yöntem
açısından ne kadar sorunluysa aksini savunmak da öyledir. “Gün Han-
Kayı” rivayetinin kesin bir yargı olarak sunulmasına itiraz edip de “Gök
Han- dört oğlundan biri” diye özetlenecek bir diğer rivayeti hiç
sorgulamaksızın bir başka kesin yargı olarak ileri süremem. Ama önce iki
Oğuz rivayeti olduğunu ve bunların Köprülü’nün söylediğinin aksine birbirini
tamamlayıcı değil, efsane gereği, birbiriyle çelişir durumda olduğunu tesbit
etmek gerekiyor. Sonra tartışırız.
Oğuz ensâb geleneği veya kabile jeneolojisine göre bir boy Gök Han’dan
gelirse Kayı olamaz dedik. Ne olacağı da İlhanlı tarihçisi
Reşideddin’in Câmi’üt-tevârih’inden beri tüm kaynaklarda açık: Ya
Bayandur [Bayındır], ya Beçene [Peçenek], ya Çavuldur [Çavundur,
Çavdar] ya da Çepni. Gök Han soyundan geliyorsanız bunlardan biri olmak
durumundasınız. İşte Ahmedi’nin ima ettiği Aşıkpaşazâde’nin ise açık açık
söylediği Osmanlıların atası Gök Alp budur.
Şu boydan değil de bu boydan gelmenin siyasî-ideolojik önemine döneceğiz
ama sanırım önce Oğuz efsanesini biraz irdelememiz gerekiyor. Oğuz-
nâme ve Oğuz Destanı da dediğimiz bu efsane bize iki koldan ulaşmış
bulunuyor. Birincisi, tam olarak ne zaman yazıldığı bilinmeyen ama içindeki
Arapça-Farsça kelimelere bakılırsa İslâmî dönemde yazıya aktarıldığı
anlaşılan Uygurca ve tek nüsha Oğuz-nâme’dir. Yazıcızâde’nin 1423’te bu
esere yaptığı göndermeden yola çıkarak bu tarihten önce yazıldığını
kolayca söyleyebiliriz.
Şemalar Faruk Sümer’den alınmıştır, diğeri ise 17. Yüzyıl, Kayı damgalı Osmanlı at
alınlığı...
İkinci versiyon ise Reşideddin’in 1318’deki idamından birkaç yıl önce
yazdığı Câmi’üt-tevârih’in içinde bulunuyor ve Zeki Velidi Togan tarafından
Türkçeye aktarılmıştır. Uygurca Oğuz-nâme çok değerlidir ama maalesef
sonu eksiktir. Kaşgarlı Mahmud da 1074’te Oğuzları 22 boy olarak gösterip
damgalarını veriyor fakat boylar arasındaki jeneolojik ilişkiyi vermiyor.
Dolayısıyla, Oğuz Destanı’nın en gelişkin şeklini, sözlü ve yazılı kaynaklara
(belki Uygurca Oğuz-nâme’ye de) dayanan Reşideddin’de görmekteyiz.
Anadolu’da Yazıcızâde’ye, Orta Asya’da Ebulgâzi Bahadır Han’a kaynaklık
eden rivayet budur.
İşte bu rivayete göre Oğuzların efsanevî atası Oğuz Han’ın bir eşinden
“Bozoklar” denilen üç büyük oğlu (ağalar) ve diğer bir eşinden de “Üçoklar”
denilen üç küçük oğlu (iniler) olmuş. Siyasî olarak üstün sayılan Bozokların
en büyüğü Gün Han, diğerleri Ay Han ve Yıldız Han’dır. Üçoklar ise Gök
Han, Dağ Han ve Deniz Han’dır. Her bir oğlun ise dörder tane “oğlu” vardır
ki bunlar da 12’şer boylu sağ ve sol kol olmak üzere toplamda 24 Oğuz
boyunu verir.
Gün [Güneş], Ay, Yıldız, Gök, Dağ ve Deniz adında “oğulları” olan bir
“babanın” bu dünyada gerçekten yaşamış bir insan değil mitolojik bir
karakter olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Bu aşırı simetrik kabile
örgütlenmesinin kosmografik bir temele oturtulmasını da evrenin düzeninin
kabilelere yansıtılması arzusu olarak görmek gerekir. Merkezinde güneşin
olduğu, heliocentric bir örgütlenmedir bu. Reşideddin, bu örgütlenmenin bir
insanın eseri olduğunu söylüyor. Ona göre Yengikentli Irkıl Hoca adlı akıllı
bir kişi Oğuz Han döneminden sonra, onun oğlu Gün Han’a şöyle demiş:
“Siz altı oğulun, Tanrı’nın izniyle her birinizin dörder taneden yirmi dört
evlâdınız var. Olabilir ki onlar sonradan birbirleriyle çekişirler. Bunun çâresi,
her birinin rütbesi, mesleği, adı ve lâkabı kararlaşsın; her birinin bir nişanı
ve tamgası olsun. Bununla bilinip tanınsınlar ve hiçbirinin diğeriyle bir
çekişmesi olamasın. Onların evlâdının da her biri kendi yerini bilsinler. Bunu
yapmak devletin devamlılığı ve uruğunuzun iyi nâm kazanmasının
gereğidir.”
Gün Han’ın onaylamasıyla da 24 çocuğun her birine bir
lâkap, hayvanlarına vurmaları için birer damga ve birer de ongun vermiş.
Efsane tabii ki bu… Yine de bize bir şeyler söylüyor olmalı. Meselâ, daha
önceden “torunları” da içeren bir teşkilatlanmanın henüz bulunmadığını,
dolayısıyla onların birbirine karşı konumlarını belirleyen lâkap, damga,
ongunların henüz tasarlanmadığını anlıyoruz. Zaten Reşideddin de
Oğuzların, Oğuz Han hayattayken sadece Üç Ok ve Bozok olarak
ayrıldığını söylüyor.
Bu örgütsüzlük dönemi ne kadar sürmüş acaba? Yardımımıza yine
Reşideddin koşuyor. Oğuz Han’ın “bin yıl ömür sürdükten sonra vefat”
ettiğini söylüyor. Dedim ya efsane. Hem Oğuz’un bin yıl yaşadığını söylüyor
hem de büyük oğlu ve halefi Gün Han’ın babasının ölümünden sonra 70
yaşında Han olduğunu ve 70 yıl başta kaldığını… Boş verin, etten kemikten
bir insanın bin yıl yaşayabilmesini, “Oğuz” döneminde bu kabile
örgütlenmesinin bulunmadığı faslı önemli. Reşideddin’in zamanında ise
Oğuz kabileleri çoktan dörtlü gruplara ayrılmış. Her birinin adları, damgaları
ve kutsal yırtıcı kuşlarının (ongun) yanı sıra, herkesi bir araya getiren büyük
şölenlerde sunulan at etlerinin hangi parçasını kimlerin yiyeceği bile
belirlenmiş. Aynı babadan gelen her dört boy için ongunun ve şölende
yiyecekleri etin aynı olduğunu söyleyelim. Meselâ Gök grubu boyların,
Bayındır, Beçene, Çavuldur ve Çepni’nin hepsinin kuşları sungur,
yiyecekleri et “sol karı yağrın”.
Kaşgarlı Mahmud’un sadece 22 Oğuz boyu zikretmesi ve bunların da
yalnızca damgalarını vererek ongun ve etlerinden bahsetmemesi çok dikkat
çekicidir. Ya Mahmud’un bu örgütlenmeyi bilmediğine veya daha sonra
yapıldığına işaret eder. Ben, Mahmud’un mütebahirliğini dikkate alarak,
onun kendi döneminde böylesi kosmografik atalara sahip, simetrik bir boy
örgütlenmesi olmuş olsaydı bunu kaçırmayacağını düşünüyorum. Haydi,
dilimin altından baklayı çıkarayım, tarihî kaynaklarda Oğuz’un altı oğlunun
ismiyle müsemma “ata kabileler”, mesela bir Gün veya Gök kabilesi hiç
görülmediğine göre, bir aşamada boy birliğinin içindeki kabilelerin, belki de
tam simetriyi sağlayacak şekilde eksikliklerinin tamamlanarak, yeniden
düzenlendiğini ve kendilerine evrenden muhayyel atalar tayin edildiğini
sanıyorum. Yani efsanenin anlattığının tersi, önce atalar değil,
çeşitli kabileler vardı ve kendilerine böyle bir geçmiş oluşturdular. Büyük
ihtimalle de bu mükemmel örgütlenme gerçek hayatta 24 boylu bir
konfederasyona karşılık gelmiyordu ve sadece kâğıt üzerindeydi. Irkıl Hoca
mı bilmem, boyların bir arada yaşama arzusunu vurgulamak isteyen birileri
eğer simetri gerçek olsun diye kendileri resen boy oluşturmadıysa, mevcut
boyları destanda 24’e tamamlayarak böyle bir düzenleme yapmıştı.
Söz uzadı ama şunu söylüyorum: Oğuz Han’dan ve
oğullarından önce kabileler yani Oğuz vardı. Tabii ki öyleydi çünkü Oğuz,
zaten kabileler demek. Macar Türkolog Gyula Németh, Oğuz’u kabile
anlamındaki “Ok” kelimesine, şimdilerde kullanılmayan bir “z” çoğul ekinin
getirilmesiyle “kabileler” olarak açıklamıştı. En fazla bilinen Oğuz Yabgu
Devleti’nin formatif etkisinden dolayı kelimenin zaman içinde bizatihi etnik
bir anlam kazandığı ve Orta Asya’nın batısındaki çeşitli kabilelerin ortak adı
hâline geldiğini biliyoruz ama bir zamanlar, sadece “kabileler” anlamı vardı.
Böyle olduğu düşünülünce birbirinden zaman ve muazzam mekân
ayrılıklarıyla ayrılan her “Oğuz” oluşumunun gerekli olarak aynı gruba
mensup olmayabileceğini kabul etmek durumundayız. Başka bir deyişle,
kaynaklardaki “Üç Oğuz”, “Sekiz Oğuz” veya meşhur “Dokuz Oğuz”
isimlerinin üçlü, sekizli ve dokuzlu kabile birliklerine denk geldiğini
düşünmeliyiz. Bu da sanırım “Oğuz” kelimesinden dolayı her Oğuz grubunu
tek ve aynı grup olarak düşünüp, mekân farklılıklarını açıklayamamaktan
veya hayalî göçlerle açıklamaktan daha doğru bir yaklaşımdır.
Oğuz, önceleri sadece “kabile” demekse “Oğuz” deyince bir etnik ayniyetin
de aranmaması gerektiği ortaya çıkar. Hele ki söz konusu olan 20 küsur
kabilelik büyük bir boylar birliği, Dede Korkut’taki ifadesiyle “Kalın Oğuz”
ise… Nitekim mevcut literatür, Kaşgarlı ve Reşideddin’de “Oğuz” boyları
arasında sayılan Eymür ve Bayındır’ın daha önce Kimek konfederasyonuna
dâhil ve Tatar-Moğol kökenli oldukları, Alka Bölük [Alka Evli] boyunun bir
ihtimal Yağma veya Karluk’lara mensup bulunduğu ve bir ara Kıpçaklar
tarafından tutsak alındığı ve Orta Asya’nın Keltlerle akraba Hint-Avrupalı
halkı Toharların, yakın bir adla, Döğer olarak Oğuz konfederasyonuna
girdikleri gibi dikkat çekici bilgiler içeriyor. Türk, Moğol ve Hint-Avrupalı
olarak daha şimdiden üç ayrı etnik köken buluyor muyuz? Tabii ki aynı
siyasî-sosyal birlik içinde uzun süre bir arada olmanın etkileri oldu, bugün
kimse Toharca konuşmuyor ama isterseniz, Anadolu’ya gelmezden önce
etnik homojenlik vardı düşüncesiyle şimdiden vedalaşalım. Bu arada, Peter
Golden gibi Türkologlar, Dokuz Oğuz birliğinin Çinceye aktarılırken “Oğuz”
kelimesinin korunmadığını ve “Dokuz Soyadı/Sülale” olarak çevrildiğini
haber veriyorlar. Osmanlı’ya ve Yazıcızâde’ye de geleceğiz inşallah.
Fuat Köprülü
Evet var. Sadece benim değil bütün bir ilim camiasının… Hep oldu.
Anadolu topoğrafyasında Kayı isimli 94 yer ismi tesbit eden ve Oğuzlar
hakkındaki çalışması hâlâ aşılamayan merhum Faruk Sümer’in çok ciddî
şüpheleri vardı. Hatta efsanenin bugün belki Türkiye’deki gücünü herkesten
daha fazla borçlu olduğu Fuat Köprülü bile ilim hayatının bir noktasında,
sonradan bu konuda kendisiyle açıklaması güç bir tartışmaya giriştiği Paul
Wittek gibi düşünmüştü:
“Nitekim ben de bir zamanlar P. Wittek’in yukarıda hulâsa ettiğim
düşüncelerinden farksız mülâhazalara dayanarak, ‘Osmanlı
sultanlarının Kayı’lardan olmadığı ve bunun, sonraki müellifler tarafından
hususî bir maksatla uydurulduğu’ mütalâasında idim; ve daha 1925 yılında
bu fikrimi kısaca ortaya atmıştım.”
Fikrini niçin değiştirdiğini açıklayarak Wittek’e cevap veren 1943’teki
Köprülü’dense bence, 1925’teki Köprülü’nün görüşleri isabetliydi. Dahası,
Köprülü’nün yeni hiçbir belge veya kayıt bulunmaksızın görüşlerini
değiştirmesi ve mevcut kaynakları çok üstünkörü, hatta bilgi saklayacak
surette seçerek kullanması çok sorunludur. Neydi mesele, dilim
döndüğünce anlatmaya çalışayım.
Yalnız, tarihî gerçekler karşısında efsaneleri parlatırmış türü bir izlenim
uyandırarak Köprülü’ye bir haksızlık yapmak istemem. Köprülü, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Kuruluşu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Etnik Menşei
Mes’eleleri adlı çalışmalarında, Osmanlı’nın Kayı boyundan olmasının
Osmanlı’nın kuruluşu açısından önemli olmadığını defalarca vurgulamıştır:
“Osmanlılar’ın Moğol cinsinden olmayıp Oğuzların Kayı boyuna mensub
olması, yukarıda söylediğim gibi, hâdiselerin tarihî yürüyüşü üzerinde
hiçbir suretle müessir olmamıştır.”
Israrla söylediği budur. Dolayısıyla, tartıştığı Wittek’in, Osmanlı’yı küçük
bir kabilenin kurmuş olamayacağı yolundaki görüşüne aslında pek de uzak
durmaz. Ona göre, Osman Gazi, “Bizans hudutlarında yaşayan
ehemmiyetsiz bir Kayı oymağının” beyidir:
“Lâkin, vaktiyle de ısrarla söylemiş olduğum gibi, devletin kuruluşunda,
bunun hemen hiçbir te’siri olmamış ve Osmanlı Beyliği’nin siyasî
tekâmülünde, hatta ilk safhalarda bile, hiçbir tribal te’sir kendini
göstermemiştir. İşte bundan dolayıdır ki, imparatorluğun kuruluşundaki
maddi ve mânevi her türlü âmilleri birer birer tetkik ederken, bu büyük
hâdisede hiçbir rolü olmayan bu tribal menşe’ mes’elesinin
ehemmiyetsizliğini açıkça tebarüz ettirmekten hiç çekinmemiştim.”
Öyleyse, Köprülü’nün, Osmanlıların gerçekten de Kayı boyundan
olduğuna dair kesin tarihî deliller bulduğunu ve kendisi bir önem
atfettiğinden değil salt tarihî bir olguyu saptamak uğruna Kayı savunusuna
giriştiğini veya böylesi delillerin yokluğunda güçlü karinelere dayanarak
mantıkî argümanlar ileri sürdüğünü düşünmek durumundayız. Fakat biraz
önce de söyledim, böyle bir şey de meydanda yok!
Köprülü’nün kaynak değerlendirmesi ve bir grup kaynağı başka bir gruba
tercihi bilâkis fevkalâde sıkıntılıdır. Ona göre, Ahmedî’nin İskendernâme’si,
anonim Târih-i âl-i Osman’ların birçoğu, Behcetü’t-Tevârih, Âşıkpaşazâde
Tarihi ve Oruç Bey Tarihi gibi birtakım vekâyinâmeler, Osmanlıların sadece
Oğuz’lardan olduğunu söyler ve hangi boydan geldiklerini tasrih etmez.
Fakat II. Murad döneminde yazılan Yazıcıoğlu
Ali’nin Selçuknâme’si, Edineli Ruhî ve Lûtfî Paşa Tarihleri ve İdrîs
Bitlisî’nin Heşt-Behişt’i Osmanlı hânedânının ve maiyetindeki kabilenin
Kayı’lardan olduğunu açıkça söyler.
Gerçekten de Yazıcıoğlu Ali’nin büyük ihtimalle 1423 yılında kaleme
aldığı Tevârih-i Âl-i Selçuk’da Osmanlı hanedanının, Oğuz boylarının en
“ulusu” olan Kayı’dan geldiği vurgulu bir şekilde söylenmektedir. Wittek de
zaten bu noktaya dikkat çekerek 15. Yüzyılda ortaya çıkan bu rivayeti
şüpheli bulmuş, başka kaynaklarda farklı rivayetler olduğunu, ancak
Yazıcızâde’nin eserinden sonra II. Murad’ın sikkelerinde Kayı damgası
kullanıldığını ve Osmanlı hanedanının Kayı olmayı benimsediğini
söylemişti.
Köprülü, neden Yazıcızâde’deki kaydı, bununla açıkça çelişen diğer
kayıtlara tercih ettiğini söylemiyor. Hoş, bununla açıkça çelişen kayıtlar
olduğunu da söylemiyor ki. Belki Yazıcızade’nin adlı adıyla “Kayı” diye
yazması ve Osmanlı hanedanının bir kararsızlık ve belirsizlik döneminden
sonra nihayet Kayı’da karar kılması birer sebeptir. Belki de kendisinin, Kayı
efsanesinin, Osmanlı hanedanının Kayı boyunun hangi aşiretinden
(Karakeçili) olduğuna varıncaya kadar “yeniden hatırlandığı” Abdülhamid
döneminde eğitim görmüş olması bu tercihte rol oynamış olabilir.
Köprülü’nün Osmanlı’nın Kayı’dan olduğunu ispatlamak uğruna serd
ettiği mantıkî deliller de hiç kuvvetli değil. Osmanlı sultanları kendilerine
“yalandan bir silsilenâme uydurmak isteselerdi”, Selçuklu hanedanını
yetiştiren Kınık kabilesine mensup olduklarını iddia ederlermiş. Köprülü,
üstelik Oğuz boyları hiyerarşisi içinde Gün Han’ın “büyük oğlu” Kayı’nın en
prestijli boy olduğunu kendisi de kabul ettikten sonra, Osmanlıların başka
bir hanedanın mensup olduğu kesin olan boya neden aidiyet iddia
edeceklerinin hiçbir açıklamasını yapmamıştır. Kendi bağımsızlığı ve siyasî
meşruiyetinin peşinde olan bir hanedanın 15. Yüzyılda, çoktan ortadan
kalkmış ve hiçbir meşruiyeti mevcut olmayan bir hanedanla aynı boyu iddia
etmeleri bilâkis tuhaf olmaz mıydı?
Aynı şekilde, “Eğer Osmanlılar bunu hiç yoktan uydurmuş olsalardı, o
sırada Anadolu’da bulunan Kayı aşiretine mensup oymaklar, hattâ diğer
aşiretler buna inanmayacaklardı. Çünkü, XV. Asır başlarında Anadolu’da
henüz kabile an’anelerini saklıyan göçebe kabileler pek çoktu...” diyor.
“Gerçeği bilenler varken nasıl bir uydurmaya gidilebilir?” şeklinde
özetleyebileceğimiz bu akıl yürütmesi de hiç ikna edici değil. Evvela
yöntemsel bir itiraz: 15. Yüzyılda, Anadolu’daki göçebelerin şu veya bu
yoldaki Osmanlı iddiasına nasıl bir tepki verdiklerini gösteren bir veriye
sahip değiliz ki… Belki feci hâlde karşı çıkmışlardır, belki de Anadolu’nun
en güçlü hanedanının kendileriyle aynı boydan olduğu iddiasından gurur
duymuşlardır. Tabii burada bir de iç tutarsızlık var, boy yapılarının
çözüldüğü ve göçebelerin gittikçe marjinalleştiği bir dünyada, (hani
hiçbir tribal tesir yoktu) Osmanlı hanedanı böyle göçebe bir kamuoyunu
niye dikkate alacaktı ki?
Gelelim, Kayı’dan başka bir boyu işaret etmelerini Köprülü’nün
görmezden gelerek bastırdığı diğer kaynaklara. Yazıcızâde’den de eski
olan Ahmedi, Bitinya ucuna sefer yapan hayalî bir Selçuklu sultanı
Alâaddin’i anlatırken, “Gündüz Alp, Ertuğrul anınla bile / Dahi Gök Alp ü
Oğuzdan çok kişi/Olmuş idi ol yolda anın yoldaşı” diyor. Ertuğrul’u
biliyorsunuz, Gündüz Alp de aileden, aslında Osman’ın gerçek dedesinin
adı. Peki, Gök Alp dediği kim oluyor? Ben bağlama ve Oğuz referansına
bakarak belirli bir seferde bulunan bir kişinin değil de Gök Alp [Han]
kolundan Oğuzların kastedildiğini düşünüyorum. Yanılabilirim tabii ki.
O zaman yanılma payım sıfır olan başka bir örnek vereyim.
Aşıkpaşazâde, “Devrümde olanı defter etdüm / Oğuzdan olan Gök Alpa
gitdüm” diyor. Gök Alp yine çıktı mı karşımıza? “Yok bu da açık değil”
derseniz “Gök Alpun nesli Osman gör ne kopdı” ifadesi nasıl?
Uzatmayayım, Aşıkpaşazâde, Osmanlı soyunun son kertede kimden
geldiğini anlatırken “Elhâsıl Gök Alp neslidür kim Oğuz Han oğlıdur” diyor.
Zaten eserinin başında verdiği hayâlî silsilede de “Gök Alp ibn-i Oğuz”
diye açıklık var. Oğuz Han’ın oğlu olan bir Gök Alp! Oğuz kabile
jeneolojisine göre bir boy Gök Han/ Alp’den gelirse, istese de Kayı olamaz.
Peki, Fuat Köprülü bu jeneolojiyi bilmiyor muydu ki Kayı rivayetinin, diğer
rivayetle “tezat” teşkil etmediğini “sadece onu tamamlayıcı” olduğunu
söyleyebilmişti? Ama bunu yapabilmek için evvela başka kaynakların diğer
boyları işaret etmediğini sadece genel olarak Osmanlı’nın Oğuz’dan
olduğunu söylediklerini yazmak gerekir ki o da öyle yapmıştı zaten.