Professional Documents
Culture Documents
fNGIN
YAYINCILIK
ISBN 975-379-227-1
A lpay K abacalı
7
"ŞÜKÜRLER OLSUN PADİŞAH
UĞRUNA ASILMADIM"
11
İLK BASIN ŞEHİDİ,
İLK GENÇLİK HAREKETİ
14
GÜNDEMDEKİ KONU:
ORDU VE POLİTİKA
CUNTANIN KURULUŞU VE
"GRUP BEYANNAMESİ"
18
Akşama doğru kabine kurulmuş, İttihat ve Terakki iktidardan
düşmüştü.
‘H alâskâr’ sürprizi karşısında İttihatçılar postu verdiler. İlk şaş
kınlık günlerini geçirdikten sonra çok zayıf bir kuvvete boyun eğmiş
olduklarını sezdiler."
İTTİHATÇILARIN AÇTIĞI
YOLDAN GİDİYORLARDI...
BABIÂLİ BASKINI
VE SONUÇLARI
İTTİHATÇILARIN MERKEZİNE
KUNDAK SOKULUYOR
27
emekli Mustafa Vasfı bu "hafiye"lerdendir. Hem Halâskârlardan
görünürler, hem de bildiklerini Talât ve Cemal Beylerle (sonradan
ikisi de Paşa) İttihatçıların öteki ileri gelenlerine anlatırlar.
Halaskarlar, H aşan Amca’ya göre, şöyle düşünmektedirler:
"Onlardan iktidarı almak neden suç olsun, onlar daha dün zor
kullanarak (Bâbıâli Baskım) iktidarı ele geçirmiş insanlar değil
miydi? Nihayet ben de bunu yapmak istesem, onlara karşı bu neden
suç olsun? Biz kendimizi davamızda haklı görüyorduk. ‘Hangi yüzle
bizden hesap soracaklar?’ diye düşünüyordum."
H er şey planlanmıştır...
Haşan Amca, Bâbıâli’nin "yardımcı kuvvetlerini tespit etm ek
le” görevlendirilir. "Bâbıâli muhafızlık kıtasının mevcudu ile civar
karakolların mevcudunu, Bâbıâli’yi işgal etmek isteyecek bir kuvve
te direnecek kuvvetin ne derecede olduğunu, dışarıdan gelecek yar
dımcı kuvvetlerin en yakın hangi karakollardan, ne kadar zamanda,
hangi sokaklardan geçeceklerini, bunlara karşı koymak amacıyla
nerelere direniş barikatları yapılması gerekeceğini” belirlemiş, he
sap kitap yapmış. Arkadaşı Said de kendisine yardım etmiş...
Dağıtılacak bildiri, bir Yunanlının Tünel meydamndaki m atba
asına verilmiş. "Askeri konulara değinilen, yetkili kimselerce kale
me alınmış" bu bildirinin bastırılmasıyla da Ahmet Bedevi (Kuran)
görevlendirilmiş...
TUTUKLAMA VE S O R G U
(*) Satvet Liitfi T ozan’ın hayatı da Haşan Amca’nınki kadar ilginç ve serü
ven doludur. Şu kaynaklarda ana çizgileriyle bazı evreleri anlatılırsa da
"Taklib-i Hüküm et" olayına değinilmez: Cemal Kutay: II. Dünya Harbin
de Belgrad’t Kurtaran Türk, İst. 1963; Cüneyt Arcayürek: "M üthiş Mace
raların Adamı Tozan", Hürriyet, 24 Mayıs - 9 Haziran 1970. Aynca bkz:
Burhan Felek: "Esrar-engiz adam: Satvet Lütfi Bey", Milliyet 16 Haziran
1974.
31
pek ileri götürmüş olan Talât Bey, verdiğim bilgile re bir türlü
inanamıyor, izleme vasıtalarımın beni aldatmakta olduğunu sanı
yordu."
Cem al Bey, Talât Beye inandırıcı bir kanıt gösterir:
"(Doktor), bir gün anlaşma görüşmeleri için T alât Beye belir
li bir saatte randevu vermişti. Aynı gün ve Talât Beye ayırdığı za
mandan iki saat önce bizlerin aleyhinde suikast etm eleri kararlaş
tırılmış olan kişilerle de randevulaşmıştı. Suikast arkadaşlarıyla gö
rüşmenin gidişinden pek hoşnut olan Doktor, canice bir gülümse
meyle:
Haydi bakalım, şimdi de Talât Beyle anlaşma görüşmesi
ne!... demişti.
Bu manzarayı T alât Beyin bir adamına aynen gösterttim. O
zaman şüphesi kalmadı. Fakat tam kendisini yakalattıracağım sıra
da takiplerden şüphe etmiş olduğunu sandığım Doktor Nihat R e
şat, kaçmayı başardı. Arkadaşlarından birçoklarım yakalattırdım.
O nlar da ikinci parti olarak Sıkıyönetim M ahkemesine gönderildi
ler.
Prens Sabahattin Bey ortadan kaybolmuştu. İngiltere elçiliği
baştercümam FıtzMaurice ile askeri ataşesi binbaşı Tyrrel tarafın
dan korunduklarını, İngiliz resmi kuruluşlarından birinde oldukları
nı haber alıyordum ama, bir şey yapmak elde değildi."
Prens Sabahattin’le Doktor Nihat Reşat dışında, olayla ilgili
görülenlerin hepsi yakalanmıştır: İlk tutuklanan Serdar Sıtkı, H a
şan Amca ve Said’den sonra Satvet Lütfi, ardından Binbaşı Avni,
(Burunsuz) Tevfık, Zeki Paşazade Teğm en Lütfı, Salih (sonra bir
ara Köprüler Müfettişi), Sıtkı (eski m erkez memurlarından Boş
nak Sıtkı) ve (yazar Fazıl Ahmet Aykaç’ın kardeşi) Mahmud Bey
ler...
Ama adlan bilinmeyen ve dolayısıyla yakalanmayanlar da
vardır: Çok geçmeden Mahmud Şevket Paşa’ya suikast düzenleye
cek kişiler... Tutuklananlar, "Sabahattin Bey çevresi"nin devre dışı
kaldığının bilincindedirler. Ama hükümeti düşürmeye çalışan öte
ki muhaliflerin başanya ulaşmasını ve hapisten kurtulmayı bekler
ler...
32
HORHORLU HASAN VASFİ
SORGUYA ÇEKİLİYOR
Ve son gece...
"Cemal Bey gülümser bir bakışla beni süzüyordu. Gözlerinde
başannın gururunu sezdim, benliğinde hasmına pes ettirmeyi bek
leyen bir insanın güveni belli...
- Şöyle bir göz gezdir. Senin Sait’in ifadeleri...
Son günlerde hoşgörürlüğü de geçen soruşturmaların anlamı
nı şimdi anlıyorum. Soru cevaptan çok dostça tartışmalarla geçen
gecelerde Cemal Bey, randıman alacak başka bir kaynak bulmuş,
bana baskıda bulunmaya gerek kalmamıştı galiba... Şimdi beni in
kârım la karşı karşıya getirecekti.
Aldırışsız görünmeye, heyecan ve endişemi belli etmemeye
çalışıyordum. Göz ucuyla baktığım dosyayı önemsemeyerek açtım.
34
Bir iki sayfayı aldırışsızca gözden geçirdim. Gözlerim kararmıştı.
Sait’in en güvene değer bir arkadaşa anlatılacak kadarından fazla
sını da söylemiş olduğunu tahmin edemezdim. M eğer anlatmış..."
Sait’in anlattıkları arasında, yukarıda değindiğimiz İttihat ve
Terakki M erkezi’nin kundaklanması olayı da var!
"... Dışarda karayel fırtınasının yankılan cam lan hırpalıyor
du. Bir süre mahmuz seslerinin bozduğu bir sessizlik devam etti.
Benim söyleyecek bir şeyim yoktu. Sadece fena bir sonuca aday
dım, artık bunu anlamıştım. Yavaş yavaş ‘olacak olmuş’ diyenlerin
sükûn ve huzuruna kavuşuyordum. Artık iş olacağına varacaktı. Sı
kıntılı sessizlik bir süre devam etti.
Cemal Bey birdenbire döndü:
- Artık soruşturma sona ermek üzere. Yarın, öbür gün Sıkıyö
netim M ahkemesine gireceksiniz. Memlekete faydalı olan insanla-
n korumak vatan borcudur. Biri böyle,1•'başkası Öyle düşünür, yeter
ki memlekete, millete karşı samimi olsun... dedi.
Sonra masadan Sait’in dosyasım aldı. Sobaya doğru iki adım
attı, çizmenin burnuyla sobanın kapağım açtı, dosyayı içeri attı.
Dosyanın bir anda harlayarak alevlendiğini gördüm. Kapağı tek
rar çizmesinin burnuyla çarptı ve kapadı.
- Şimdi, dedi, Sait’i yamna göndereceğim. İfadelerine gere
ken düzeni ver. Yarın akşam tekrar ifadesini alacağım. Bir iki
gün sonra da gideceğinizi tahmin ediyorum. Bunun aramızda kal
masını takdir edersin.
Bir ağabey edası ile bunları söylerken yüzüme dikkatli bakı
yordu. Ben doğrusu şaşırmıştım. Sadece:
- Teşekkür ederim, diyebildim."
Sait yeniden ifade verir, soruşturma sona erer. Haşan Vasfı,
şu kamya varmıştır:
"(Cemal Beyin) tutuklanmamızdan belki iki ay önce her türlü
hareketleri gözaltı etmiş olduğu anlaşılıyordu. H atta aramıza ken
di emir subaylarından birini sokmayı başarmış, biz de bu subaya
Enver Paşa’yı öldürme görevim vermişiz!.. Bu komedi ise Sıkıyö
netim Mahkemesi’nde ortaya çıktı ve bizi felâketli dakikalarımız
da hayli güldürdü ve başkalarının gülmelerine yol açtı."
35
BEKİRAĞA BÖLÜĞÜ’NDE
TUTUKLULUK GÜNLERİ
38
- Doğru, haklısın, yapalım, der.
Haşan Vasfı, oda içindeki nöbetçiden ve tuvalete kendisiyle
birlikte giden askerden yakımr. Cem al Bey hemen buyruk verir.
Sava da değişir...
TUTUKLULAR, SIKIYÖNETİM
MAHKEMESİ’NE ÇIKARILIYOR
YENİDEN YARGILANMA
KORKUSU VE ÖTESİ...
"KANAL SEFERİ" VE
"SARIKAMIŞ CİNAYETİ"
SELANİK’TE ÇERKEŞ
ETHEM’İN YANINDA...
BULGARİSTAN’DAKİ AJANIMIZ:
ESKİ İHTİLÂLCİ HAŞAN VASFİ
57
KAYNAKÇA
59
EK:
(Akşam, 26.1.1955)
62
"DOĞMAYAN H Ü R R İY E T İ
SUNARKEN
64
DOĞMAYAN HÜRRİYET
B ir D e v r in İç y ü z ü , 1 9 0 8 -1 9 1 8
Haşan Amca
ÖNSÖZ
HAŞAN AMCA
68
KADIN NİNE
69
Çok az konuşurdu. Bazan kısaca derslerimi yoklar, ufak te
fek uyanlarla çalışmamı teşvik ederdi. Ne kadar da çok biliyordu!
Hesap, coğrafya, tarih, kitabet...
Bir gün elindeki elmayı ikiye böldü. Yansım göstererek:
- Bunu rakam la yaz, dedi. Durakladım.
- Hani kesr-i âdi (bayağı kesir) okudum, diyordun.
- Evet okudum ağabey. Biliyorum. İmtihanda da ondan sor
muşlardı, yaptım.
- Pekâlâ öyleyse yazsana.
Duraklam akta olduğumu görünce:
- Bir taksim iki yaz, bakalım.
Yazdım.
- Peki, bunun bir taksim ikiden başka nasıl okursun?
- İkide bir.
Elindeki elm anın yansım göstererek:
- Bu bir elm anın iki parçasından biri, yani yansı değil mi?
- Evet...
- Uygulamalı olmayan eğitim öyle sonuç verir, dedi.
Sayılann aynı cinsten olm alan gerektiğini anlattı. Hocamdan
daha iyi anlatıyor, ondan da iyi biliyor gibiydi. H er derste de böy-
leydi.
Bir gün sevimli Kadın Nine’yi yasa, konu komşuyu hayrete
düşüren bir olay oldu: Bu akıllı ve bilgili delikanlı gâvur m em le
ketine kaçmıştı...
M ahalle kadınlan bunu, bir gâvur kızına vurulmasından bil
mek istediler; fakat yağlıkçı Şâkir Efendinin gizli uyansı üzerine
bundan bahsetmenin tehlikeli olduğunu anladılar ve dedikoduya
son verdiler.
O günden sonra, Kadın Nine’nin kapışım açan ne bir komşu,
ne bir dost kaldı. Kadın Nine de bir süre soma topraklara kanştı,
olay da unutuldu gitti.
Biz de zaten başka bir mahalleye taşınmıştık. Burada, Haşan
Bey ağabeyin yerini dolduracak bir komşu bulmuştum. Bunun hem
öyle başıbozuk olmak gibi bir kusuru da yoktu. Bir ev aşın bu
komşumuz, «Harbiye»nin son sınıf birincisiydi. Ben de artık Rüşdi-
70
yeyi bitirmiş «Kuleli»ye geçmiştim, askerdim^ \ Bu bakımdan bu
komşu ağabey bence üstün bir saygıya lâyıktı.
Çok ağırbaşlı bir gençti. Pek seyrek izinli çıktığım için onu
da seyrek görürdüm. Onu hem bir komşu ağabey, hem bir üst gibi
selâmlardım. O da selâmımı biraz âmirane ve ciddî alırdı.
Annem benden şikâyet ederken, onun tavır ve halinden ör
nek vermeye başlamıştı. O, her hafta düzenli olarak izinli çıkıyor
du. Ben iki üç ayda bir...
O, akşam mektepten doğru evine geliyor, ertesi gün ancak
mektebe dönme zamanından bir iki saat önce çıkıyor; doğru kışla
sına... Ne kahve biliyor, ne arkadaşlarla gezme biliyor. Odasına
kapanıyor, yalmzca okuyor.
Ben ise, ancak uyku zamamnda evde kalıyorum. Gözümü
açınca fırlıyorum, bir daha da eve girmiyorum.
Annem, bu farkları sayıp dökmeye uzun zaman imkân bula
mamıştı. Bir yıl sonra bu değerli genç komşuyu da kaybetmiştik.
Bununla ilgili olayı daha açık tabirlerle anlamıştık. Aynı şey: «Av
rupa’ya firar ve erbab-ı fesada iltihak» etmiş (Avrupa’ya kaçarak
bozgunculara katılmış). Bu sebeple «silki-i celil-i askerîyeden» tar-
dedildi (ulu askerlik yolundan kovuldu). Bu olay cezasıyla birlikte
«Evamir»de okundu.' •* Demek bu da «hain»di. Bu da, Haşan
Ağabey gibi...
Ama, ne kadar tuhaf, bu iki hain de, çok okuyan, çok ciddi
olan, ağırbaşlı ve onurlu gençlerdi. Hainlerin hep de böyle adam
lardan çıkması biraz garip değil miydi?
Bu Avrupa’daki fesatçılar da kimlerdi? Ne yapmak istiyorlar
dı? Kime karşı nasıl fesat kurmakta idiler?
Bu sorular kafalarımızı pek kısa bir süre doldurdu. Sonra ken
di âlemimize döndük. Ama, ne olursa olsun, Haşan Bey ağabeyle
Amasyalı Tahir Bey, bu ağırbaşlı iki hayal, kendilerini hainlikle
birleştirmeye im kân vermeyerek, benliğimizde gururla yerleştiler.
(*) Yazar, Kuleli Askeri Lisesi yıllarına ilişkin anılarını N izam iye K apısı adlı
kitabında (İstanbul, 1958) anlatır.
(**) Evamin Buyruklar. Bu tü r olaylar 'ib ret olsun' diye, cezasıyla birlikte as
keri kunımlardaki toplantılarda, önceden hazırlanıp gönderilmiş askeri
buyruklarla birlikte okunurdu.
71
Kendilerinden hain birer kimlik çıkarmamıza bir türlü müsaade et
mediler. Onları her haürlayışta kimliklerinde hain ve hıyanetten
başka bir şey aradık.
Z am an bir gün bunların kim olduklarını anlam ama fırsat ver
di ve gün geçtikçe onlann ne istediklerini sezmeye başladım. Ni
hayet bir gün, ben de onlara katıldım. Çok büyük bir görevin kapı
eşiğinde olduğumu hissettim. Memleket, içinde yuvarlandığı bü
yük tehlikeden kurtulmak ihtiyacındaydı. Bu hizmete hayat pahası
na da olsa koşmak, yetişmek borçtu.
Bu pek kolay ve pek mümkün bir şey gibi görünmüştü o za
manlar bana... Davanın sadece fedakâr birkaç evlâda ihtiyacı ola
cağım sanmıştım. Bir zalimi kovmaktan ibaret basit bir iş... Kurtu
luş ve kurtarış için sadece bu kadarcık bir fedakârlığa ihtiyaç var
dı.
Vatanın, bu küçük ve kolay hizmeti uğrunda can verecek bir
değil, binlerce evlâdı olduğuna şüphe yoktu.
İşte artık bu yolun, Haşan ve Tahir Beylerin ve arkadaşları
nın yolu olduğunu öğrenmiştim. Ben de onlan bulacak ve onlann
yollannda yürüyecektim.
Yavaş yavaş çevrem ve arkadaşlanm değişiyordu. Durmadan
fikrimi tahrik eden ve beni yönümden ayıran bir şüphenin etkisi al
tına girmiştim.
İnsanın çevresinin etkisinden kurtulması kolay olmuyor; fakat
boş bir kabadayılık zihniyetinin gülünçlüğünü de farketmiştim ar
tık.
M ekteplerde bana verilen bilgilerin yersizliğini, dünya ve top
lumda daha başka şeylerin yeri olacağım tahmin etmeye başlamış
tım.
«Arayan mevlâsııu da belâsını da bulur» derler. Değişen zih
niyetim bana kafama göre arkadaş değiştirmeyi zorunlu kıldı. A ra
nıyordum. Bugünkü çevrem beni tatmin etmez olmuştu.
Bu kaliteden arkadaşlara daha çok tıp öğrencileri arasında
rastladım. Bu öğrenim ne derece karanlık bir çevre ve zaman için
de olursa olsun, insanları realiteye daha kuvvetle yaklaştırmak yö
nündeydi. Tıp öğrencileri gerçeği sezmekte daha büyük bir yeter-'
lik gösteriyorlardı.
72
Sultan Hamid de bunu çok iyi anlamıştı. O nlan daima şüphe
li ve güvene değer bulmayan bir bakışla görürdü.
Tıp öğrenimi, bu maddeye ve realiteye dayanan konu, üzerin
de çalışanları daha kuvvetle hayalden ayırıyor, gerçeğe yaklaştırı
yor denebilirdi.
Türk ileri hareketinde en büyük fikir ve hareket adamlarını
daha çok bu topluluk içinde bulmanın sebebi hiç de aynı olmadığı
halde, maddî prensiplere dayanan bir fakültenin kapsadığı bü-
n’de aranmalı. Anatomi ve psikoloji ayn şey ama, toplumu bil
mek, kendini bilmekten sonra ve aynı şey...
Bu huzursuzluk, beni bir doktor yapmadıysa da bir ihtilâlci ol
maktan da ayıramadı.
İyi bir şey mi bilmiyorum ama, bunu size inanmadığım kader
le açıklayayım: İşte yaradılışım beni buna yöneltti. Sultan Hamid
karşıtı bir kitleye çok kin ve az bir bilgi ile katıldım.
İLK GÜNLER
73
Zaptiye N â z ın ^ bunu önlemeyi denedi, başaramadı. Başara
mayınca caddelerde atlı polis devriyesi gezdirmek gibi ihtiyat ted
birleriyle yetinmeye mecbur oldu. Özellikle «Zaman» ve «Gay
ret» gibi birkaç kitabevinde gelen geçenin ilgisini çekecek hare
ketlerde bulunan toplantılar görülüyordu. Kasalarla getirtilen bira
lar gelen geçene ikram ediliyor; bu davete güleryüzle katılan da,
bir yan bakışla görmemezliğe gelerek hızla uzaklaşanlar da olu
yordu.
Bu kitabevlerinde gece yansına kadar kalmış ve bu gecenin
olaylar toplamım bununla kapadığımızı zannederek evlerimize
doğrulmuştuk.
Bugün Belediye Dairesi olan o günün M aarif Nezareti^ ^
önünde bir polis, kamunun huzurunu bozduğumuzdan dolayı bizi
Zaptiye N ezareti’ne götürmek gayretine düştü. Grubumuz iki
Türk, üç dört Rum ve Ermeni vatandaştan oluşmuştu. Ne olur ne
olmaz dedik. Hıristiyan vatandaşları savdık. Arkadaşım Ahmet’le ^
yola düzüldük.
Polis, bizi o günün suçlarından «nâra atmak»la suçluyordu.
Aramızda sert bir tartışma oldu. Gürültü, patırtı, nezarete vardık.
Nazırım ’ huzuruna çıkarılacağımızı hiç de tahmin etmemiş
tik. Paşanın o türden suç ve suçlu ile uğraşmayacağı tabiî idi.
Anlaşılan bunlar bizi olay çıkarmadan tutuklamayı tasarlamış
lar. Bunun böyle olduğunu biraz sonra anlamıştık.
Nazır, bizi iki misafir gibi kabul etti. Ahmet, sabredemedi,
daha oturmadan:
- Biz tutuklu muyuz? Tutukluysak sebebi nedir? diye sordu.
- Hayır, ne münasebet, polis sizin sevinç gösterileri yaptığını
zı nereden anlasın. Nâra attığınızı zannetmiş!..
- Öyleyse insan sesini anırtıdan ayıracak anlayışlısını kullan
sanız...
(*) Polis ve jandarm a genel kom utanı ya da emniyet genel m üdürü denilebi
lir.
(**) Şimdi Basın Müzesi.
(1) Ahm et Tanyeli, Başvekâlet Arşivi’nde mem urdu. Harbiye M ektebi’nde
«Ahmet Etyemez» olarak anılırdı.
(***) Zaptiye N âzın Şefik Paşa.
74
Bundan sonra daha yeteneklilerini yetiştirmek, kullanmak
görevini siz gençlere bırakacağız. Buyurun, oturun, asabileşmeyin,
dedi. Oturduk.
- Artık, dedi, belki birkaç gün sonra bu mevki ve yetkileri
sizlere terkedeceğiz. Şevketmeap efendimiz Meclis-i Mebusan’ın
küşadını (açılmasını) irade buyurdular. Bu arzularında samimidir
ler. M illetin arzusunu is’af buyurmak (yerine getirmek) lûtfunun
devamından emin olabiliriz. Ben saati saatine Bâbıâli’deki galeya
nı (coşkuyu) takip etmeye mecburdum. Orada bulunan hürriyet ta
raftarları zevattan (kimselerden) bazılarıyla görüşmeyi istemiştim.
Gerçi bu tarzda imkân aram ak pek de münasip değildi; ama baş
ka türlü de ne yapabilirdim? Nokta-i nazarımı (görüşümü) söyle
mek ve mülâhazalarımı (düşüncelerimi) bildirmek için pek kısa
bir zamanınızı alacağım. Mazur görüleceğini ümit ederim.
Esmer, orta yaşlı bir adamdı. Belli ki inkılâp ona ağır bir
darbe olmuştu. Adeta çökmüş görünüyordu. Hafif Arap lehçesiyle
fakat akıcı bir dille konuşuyordu. Nazik bir eda ile ifadeye çalıştı
ğı fikirlerine kuvvetle inandığı tahmin edilebilirdi.
Fransız büyük ihtilâlini ve liderlerini, hürriyet, eşitlik prensip
lerini çok iyi bildiğini, hürriyetin insan benliğindeki önemli yerini
çok iyi takdir ettiğini, ancak bu prensiplere dayanarak bu İm para
torluğun devamım sağlamamn mümkün olmayacağım (o, İm para
torluğu «Camia-i kübera» [yüce topluluk] diye nitelemişti), kalım
lılığın ancak «kelime-i vahide» (İslam dinine inanma) etrafında
mümkün olabileceğini, buna inandığı için makam-ı Muallâ-yı H i
lâfete (Hilafet makamına, padişaha) tam bir sadakatle bağlı ola
rak onun hizmetinde bulunduğunu övünçle söyledi.
Arada arkadaşımın ters ve kaba itirazlarıyla karşılaşmasına
rağmen şöyle bir yargıya vardı ve bunu bize söylemekten çekinme
di:
- Bu devlet, on seneye varmaz dağılır.
Ahmet sinirlendi:
- Siz zahmet buyurmayın. Vatamn derdini başkaları düşün
sün.
Cevaptaki sertliğin farkında değilmiş gibi davranan paşa, ya
vaş ve dalgın bir sesle:
75
Millî hisler harekete gelecek... Çerkeş, Arap, Kürt, Rum
ve Erm eni... Dağılacak... Evet, bundan sonra bütün bunlardan sîz
ler mes’ul olacaksınız, dedi.
Ayağa kalktı, biz de kalkmıştık... Ahmet tekrar sordu:
- Şimdi, tutuklu değiliz öyle mi?
- Estağfurullah, rica ederim. Serbestsiniz. Bu hasbihali (söyle
şiyi) yapmak istemiştim.
Ahmet oda kapısına doğru yürüdü. Ben paşayı selâmlamak
tan kendimi alamadım.
Merdivenleri hızla aşarak, nezaretin pis avlusuna indik, polis
ve memurlardan gece nöbeti tutan tek tük kimseler görünüyordu.
Kapıdan fırladık.
- Sıfın tüketmişler...
- Öyle... H erif dut yemiş bülbüle dönmüş...
- Fransızca bilirim mi dedi, ne dedi?
- Öyle...
- Fransız İnkılâp Tarihi’ni de ne!...
- H a öyle bir şey de söyledi. İnkılâp Tarihi...
- Bu ayn bir tarih olacak galiba...
Yok canım, Tarih-i Umumî’den (genel tarih) bir parça...
- Acaba Cin Ali’nin bize okuttuğu tarihte var mı?
- Hiç olur mu? Bunu bize okuturlar mı?.
Bir süre konuşmadık, hızlı adım larla yürüdük. Bir aralık söy
lenir gibi:
- Hacı Fıtil’in derdine bak. O n senede bu «Caima-i Kübera»
dağılacakmış!
- Evet, öyle dedi. Şeytan, herifin çenesi bu diye...
- Onun gibi bir şey... Herife ‘derdi sana düşmez’, dedin ya...
Böyle bir günde senin gibi bir serseriden bu cevap ona tokattan,
yumruktan daha fena...
Ne de olsa olan bitenlere pek inanmıyorduk. Ahmet’in Etye
mez’deki dört tarafı bostan, kuş uçmaz kervan geçmez diye tarif
ettiğimiz evinde kalmaya karar verdik. H er ikimiz de Etyemez’e
76
doğrulduk ve o geceyi orada geçirdik. Ertesi gün aceleyle ilk ga
zeteciden bütün gazeteleri aldık. Hürriyet devam ediyordu.
İlk günler halkın gösterileri birbirini izliyordu. O hareketler
den mâna çıkarmak oldukça zor... H er kafadan bir ses çıkacağı ta
bii... Yıllarca susmaya mecbur edilmiş, sorulan soruya vereceği ce
vabı, etrafına bakınarak, korka sakına vermeye alıştırılmış bir in
sanın dilini çözer çözmez coşkun bir söylevcinin ortaya çıkması
beklenemezdi.
Yalnız bu mahşeri hareketlerde varılan ortak karar, dikkati
çekecek nitelikteydi. Halkın bütün kaynaşmalarında varmak istedi
ği tek hedef: «Padişahı görmek...» H er türlü teşebbüs, her nevi
toplantılarda gürültü, patırtı, nihayet Yıldız’a gitmek, padişahı gör
mek kararına bağlanıyordu.
13 Temmuz’da^ ^ bu kararla muazzam bir kalabalık Beyazıt’
tan Köprü, Beşiktaş yolu ile Yıldız’a yürüdü. Gece yansına kadar
ısrarla padişahın görünmesini istedi ve bekledi.
Nihayet bir pencereden «Zât-ı Şahane» çehresini gösterdi.
Bütün milletin «Padişahım çok yaşa» haykınşlanyla karşılaştı.
Ertesi gün yine böyle bir gösteri, ardı arası ve sonu gelm e
yen, milletten padişaha minnet ve şükranlar, padişahtan millete
«mahzuziyet-i şâhâne» (padişahın hoşlanması) bildirimleri, selâm
larla ödüllendirmek iyiliği, ziyaretler, görüşme istekleri, gösteriler
devam ediyordu.
Bu padişahı görmek arzusu ile toplanmaktan, ne bizzat padi
şah, ne de Ittihad ve Terakki memnun değildi. Padişah, sarayın
duvarları dibinde muazzam halk homurtularını duymaktan, tarihin
ve geleneğin ona verdiği korkunç derslerden dolayı endişe içinde
idi.
Ittihad ve Terakki, halkın bu bağlılık gösterilerinden padişa
hın cesaret alacağından şüpheleniyor; bu işi kısa kesmenin hayırlı
olacağım düşünüyordu.
Doğrusu, iyi bir şekilde başlamamış olan, pek de hoş bir se
yir izlemeyen bu hareketler endişe verici bir mâna taşıyordu.
(*) Miladi tarihle 26 Temmuz 1908.
77
Bu, bizim anladığımız gibi hükümdarlıkla halkın hak ve yetki
paylaşması mücadelesinde halkın bir zaferi değil, padişahın son
suz lütuflanndan biri, onun İhsam sayılıyordu.
M eselâ, Meclis-i M ebusan’ın açılmasına dair çıkan irade ve
onu izleyen çeşitli tarihlerde yayımlanan demeçlerinde Padişah:
"Eserim olan Kanun-ı Esası ve icabı bulunan Meclis-i Mebu-
san’ı 1878’de milletimin henüz buna liyakat ve iktidarı olmadığı
anlaşılmakla Heyet-i Vükelâ’mn (bakanlar kurulunun) tasvip ve ta
lebi üzerine bilâmüddet (süresiz) kapatmıştım. Cenab-ı Hakka
hamdolsun, şimdi milletimin buna ehliyeti tahakkuk etti.
Kariha-i ilham - sabîhamdan (isabetli fikrimden dolayı) Mec-
lis’in açılmasını ve ehliyetli mebusların intihap edilmesini (seçil
mesini) irade ediyorum" diyordu.
Padişahın anlayışı böyleydi. Zam amn kültür kurumlannın an
layışı da, aşağıda vereceğim örneklerle, buna yatkın görünüyordu.
İşte M ekteb-i Hukuk’un bu iradeye verdiği cevap:
"Tesis-i celil-i Cenab-ı Şehriyarîleri bulunan (padişahın yüce
kişiliğinin koyduğu) Kanun-ı Esasî’nin tatbiki hakkındaki irade-i
seniye-i hazret-i tâcidarilerinden dolayı kulüb-i ümmetten (padişa
ha bağlananların kalplerinden) yükselen şevk ve şâdıye (neşe ve
gönül ferahlığına) iştirakle menabi-i pâkize kalbimizden (temiz
kalplerimizin kaynaklarından) coşan müselsel şükran ve imtinanla-
nmızı (zincirleme teşekkürlerimizi ve iyilikbilirliğimizi) arz ve tak
dim eyleriz.
Zîr-i himaye-i hazret-i hilâfetpenahîlerinde bulunmakla mü-
bahi (padişahın koruması altında bulunmakla övünen): Mekteb-i
Hukuk şakirdan şâkirü’l - ihsan kullan (Hukuk M ektebi’nin ihsanı
na şükreden öğrenci kullan)."
14 Temmuz 1324’te*- -* aynı şekilde hürriyetin cesur emekçisi
sayılan M ekteb-i Tıbbiye öğrencilerinin telgrafı da bu:
"Bugün m aşnk-ı füyuzat-ı Osmanîden (Osmanlı’mn verimlilik
doğusundan) heybet ve azam etle tulü eden (doğan) âftab-ı cihan-
tâb-ı hürriyet (dünyayı aydınlatan özgürlük güneşi) Memalik-i Os
maniye’nin her cihetini envar-ı müsavat ve adaletle tenvir (eşitlik
ve adalet nurlanyla aydınlatıyor) ve tercüman-ı hissiyat-ı m emle
ket (ülkenin duygulanmn tercümanı) olan gazeteler kulüb-i
(*) Miladi 28 Tem m uz 1908.
78
âmme-i Osmaniyanı (Osmanlılann kalplerini) müjde-i fezv ü fe
lah ile tebşir ediyor (kurtuluş ve mutluluk müjdesiyle muştuluyor).
Muhib-i kadîm-i vatan (öteden beri vatansever) olan Tıbbiye, efra
dından bulunduğu şu millet-i muazzamamn avn-i hak’la (Tanrının
yardımıyla) nail olduğu sürur-ı fevkalâdeye (olağanüstü sevince) iş
tiraki an-samîm (samimiyle) vazife addeder.
Ruh-ı memleket, faydabahş-ı din ve millet olan Meclis-i Me-
busan’ın agûşu (kucağı), safında yaşadığımız mukaddes vatanımızı
medeniyetin en celî bürhanı (açık kanıtı), terakkinin vasıta-i saa-
det-nişanı (gelişmenin mutluluk veren aracı) bildiğimiz serbesti-i
efkâr (fikir özgürlüğü) ile yaldızladıkça her çehre beşûş, her aile
mesut, her bâb-ı müracaat meftuh (başvuru kapısı açılmış), her
Osmanlı bahtiyardır.
Cenab-ı Hak, milletin sâyini meşkûr (çalışmasını beğensin),
devletin satvetini (ezici gücünü) mebrur (hayırlı), padişahımızın
kalb-i şahanesini mesrur (hoşnut) eylesin, âmin."
Tramvayda yanında oturan bir zatın cebine elini sokarak bul
duğu fıstığı yiyecek kadar dalgın olan adamın, "Beyefendi!.. Müsa
ade buyursanız da, bir miktanm çocuklara götürsem..." hatırlatm a
sıyla ancak ayılabilen ve bu sebeple kendisine filozof unvanı veri
len meşhur Em rullah Efendi’nin^ ^ nutkunu ve telgrafım da ekler
sem, o günün anlayışım karakterize etmiş olurum. Bakınız, o gü
nün büyük düşünürlerinden sayılan ve sonra M aarif Nezareti’ne
getirilen bu zat, hürriyeti nasıl anlamış...
Em rullah Efendi, o günün Darülfünun muallimlerinden (Üni
versite öğretim üyelerinden) ve Meclis-i M aarif âzasından, yani
zamanın bilginlerinden bu zat, şöyle konuşuyor:
"...Artık söz söyleyebiliriz. Artık mübarek vatanımıza karşı
kalplerimizin en derin köşelerinde gizliye gizliye büyüttüğümüz,
beslediğimiz hissiyat-ı sadıkanemizi (bağlılık duygularımızı) birbi
rimize alenen söylemekten çekinmeyeceğiz. Serbest konuşmamıza
(*) Em rullah Efendi (1858-1914). Eğitimci. Çeşitli illerde maarif müdürlükle
rinde bulundu. II. Abdülhamid döneminde yurt dışına kaçtı. İsviçre’de
yaşarken, Osmanlı-İsviçre anlaşması üzerine Türkiye’ye iade edildi. II. Ab-
dülham id'in emriyle Meclis-i Maarif üyeliğinde ve Konya H ukuk Mekte
bi hocalığında bulundu. II. Meşrutiyet'in ilanından (1908) sonra Galatasa
ray Sultanisi’nde (Lisesi) müdürlük, Maarif Nâzırlığı yaptı. Darülfü-
nun’da (İstanbul Üniversitesi) felsefe okuttu. Yalnız birinci cildi yayımla-
nabilen M uhitü’l-M aarif adlı ansiklopediyi hazırladı.
79
bir mâni (engel) varsa, o da bu anda kalbimizi dolduran his-si he
yecandır. Çünkü Allah, ömr-i şahanelerini müzdat buyursun (padi
şahın ömrünü artırsın), velinimetimiz padişahımız efendimiz haz
retleri bize hürriyeti ihsan buyurdu.
Otuz seneden beri nemama (bir bakıma) esaret altında ezi
len ümmet-i Osmaniyeyi lütfen azad buyurdular. Bin şükür padişa
hımıza kavuştuk. Bugün îd-i visal-i millettir (millete kavuşmanın
bayramıdır). Evet, bize padişahımızı göstermediler.
Kuvva-i maneviye-i devletin (devletin manevi güçleri) mâha-
salı (ürünü) olan m ektepleri, insana hakkım, vazifesini, sadakatim
talim eden bu muhterem müesseseleri, birer dârülfesad (fesat yu
vası) addettirecek derecede bühtanda (iftirada) bulundular. Sadık
gençliği, hepimizin bu ıyaz-ı müşfiki (şefkatli sığınağı) olan şevket
li padişahımızın nazar-ı hümayunlarında lekelemek için az mı gay
ret gösterdiler. Onlar, yalancı sâdık idiler. Padişaha hakiki sâdık
işte bizleriz.
80
"Artık herkes iş ve gücü ile meşgul olsun. Osmanlı İttihad ve
Terakki Cemiyeti bütün vatan kardeşlerini, A llah’a hamd ü senâ-
lar olsun, ittihad ve muhabbed (birlik ve sevgi) bayrağı altında
topladı. Herkesi birbirine sevdirdi. Elbirliğiyle, yürek birliğiyle va
tanı zincirlerinden kurtardı. Artık herkes hür, herkes mesrur ve
mes’uddur (sevinçli ve mutludur). Fakat bunun için, buna tamamıy
la muvaffak olmak için cümlenize cemiyetin bir nasihati, bir İhtan
var:
Zerre kadar namus ve doğruluktan ve itidalden (ölçülülük
ten) aynlmayınız. Heyecanlı, nâmakul nümayişler (akıllıcı olma
yan gösteriler) maksadı yalnız bulandınr. Kimse başkasının malı
na, ırzına, canına taarruz etmesin. Herkes birbirine hürmet ve sa
habet (yardım) göstersin. Bilhassa memleketimizde yaşayan ecne
bi dostlanmızın malı, cam, ırzı kat’iyyen bizim kefalet ve emniye
timiz altında bulunmalıdır. Namus, muhabbet ve intizam altında
yalmz vatanın selâmetine çalışmakla tarihimizde, tarih-i âlemde
(dünya tarihinde) pâk (temiz), şanlı ve ebedî nam bırakalım. Ça
lışmak için cemiyetin vesait-i mahsusa ile (özel araçlarla) millete
tebliğ edeceği tebligattan kıl kadar ayrılmayınız.
Cemiyetin ihtarat ve ikazatı (hatırlatma ve uyarıları) hilafın
da (dışında) hareket edecek olanların sebebiyet verecekleri müna
sebetsiz hallerden dolayı pek büyük bir mes’uliyet (sorumluluk)
yüklenmiş olacaklarını bilelim. Osmanlılık şânını muhafaza et
mek, namus ve hamiyetten (ulusal onurdan) ayrılmamakla olur.
Vatan bizden yalmz bunu istiyor."
Belirsiz ve zayıf bir ifadenin ürünü olan bu bildiriyi tahlil ile
sonuç çıkarmaya çalışmaktan çok, olayların gelişiyle bunu manâ-
landırmak daha doğru olacak. Yalmz İttihad ve Terakki Cemiye-
ti’nin halktan istediği şeyin ne olduğu pek anlaşılmamakta, açık
olarak istediği tek şeyin "bu gösterilere son verilmesi" olduğu gö
rülmektedir.
Bu gösterilere halkın bir gün son vereceği tabiidir. Bu sonu
cu, İttihad ve Terakki’nin bu bildirisiyle sağlamak mümkün olma
mıştı. Olaylar bunu ispat etti. Herkes bildiğim okumakta devam
ediyordu. Bundan on gün soma, İttihad ve Terakki Merkezi bir
bildiriyle tekrar halka seslenmek zorunda kaldı:
81
25 Temmuz 1324^ -* tarihinde yayımladığı bildiriden:
"...Artık bütün bu nümayişlere son verelim. Herkes iş ve gü
cü ile meşgul olsun. Bilumum tebaanın (uyrukların) makam-ı mu-
allâ-yı hükümdariye (yüce hükümdarlık katına) doğru müteveccih
(yönelmiş) bulunduğunu gösterdiğinden şâyan-ı şükrandır (teşekkü
re değer). Artık herkesin işi gücü ile meşgul olacağı zamanın hu-
lûl ettiğini (geldiğini) umuma hamiyetle ihtar ederiz.
Padişahımız Efendimiz Hazretleri, tebaa-i sâdıkalanna (ken
disine bağlı uyruklarına) gerek İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin
hüsnüniyet ve sadakatine tamamıyla mutmain (inanmış) bulunduk
larını lisan-ı mülûkaneleriyle (hükümdarlara özgü dilleriyle) be
yan buyurmuşlardır.
İdare-i sabıkaya (eski yönetime) mensup kimselere yapılacak
muamele makam-ı aidesince (ilgili makamca) düşünüleceğinden,
halkın şunun bunun tecziyesini talebe (cezalandırılmasını isteme
ye) hakkı yoktur.
İşte bu esasa mebni Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti,
Zât-ı Tâcidarîye (padişaha) hürmet ve ubudiyetin (bağlılığın) payi
dar (sürekli) olmasım, h e /e t-i vükelâya (bakanlar kuruluna) emni
yet edilmesini talep ediyor."
İttihad ve Terakki Cemiyeti merkezini idare edenlerde, m a
nevi bozgun demeyelim, onlarda bir gerilemenin tam kanıtı olan
bu bildiri üzerinde duralım:
Burada halkın gösterileri önlenemeyince, gösterilerin hüküm
dara bağlılık şeklinde olmasım teşekküre değer buluyor. Padişaha
karşı saygı ve bağlılığın sürekli olmasım diliyor.
Padişahın İttihad ve Terakki’nin iyi niyetine, sadakatine inan
dığım ve bunun bizzat lisan-ı mülûkâne’den ifade edilmesini hal
ka karşı Cemiyeti aklama silahı gibi kullanmak zayıflığım gösteri
yor.
Bundan başka bu bildiride asıl dikkate değer bir istek daha
var: "Şunun bunun cezalandırılması bize ait bir şey, buna halkın
karışması caiz değil" diyor.
Bu önemli konuyu incelemeden geçmeyeceğiz. Bu bahse ayn
bir yer vereceğiz.
(*) Miladi 7 Ağustos 1908.
82
SOKAK VE KAHVELER
84
- Ukalâlık! Bu da lâf mı sanki? dedim ve ayrıldım.
Evet, ukalâlık demekle cevap vermiş olmadım. Hiç de ukalâ
lık mukalâlık değildi. Kaya gibi sözdü doğrusu.
Acele yemeğimi yedim, kahveye fırladım.
Kahve dediğim, belirli kimseleri kabul eden, genişliği de an
cak bize kadar olan bir yerdi. Biz buna «Mimar Sinan Kulübü» is
mini vermiştik. E ğer kulüp deyince bir yer kulüp olursa, bu İstan
bul’un hemen ilk kulüplerinden biri sayılabilir.
Horhor Çeşmesi’ne bitişik olması (malûmdur ki Horhor Çeş
mesi, M imar Sinan’ın eseridir) dolayısıyla bu ismi vermiştik. M a
halle bekçi ve sakasımn hem evi, hem de vakti olup ocağım şen
lendirdiği zaman kahve olan, fakat bizlerin evlerimizde ancak ye
mek vakitlerinde kalmamıza uygun bir yerdi. Buraya yabancı kim
se gelmez; sakınmadan, korkusuzca, konuşmaya elverişli bir yuva
idi âdeta...
H ele bu heyecanlı günlerde, gece yarılarına kadar ayrılmadı
ğımız bir yer olmuştu. İki hukuk, birkaç tıp ve darülmuallimîn (öğ
retmen okulu) talebesi, politikaya yakasım kaptırmış Aksaray’ın
sayılı bir iki delikanlısı, «Palabıyık» ismi verdiğimiz bir de hamal
dostumuz vardı. Bütün müşterisi de bundan ibaretti.
Kahveye girdiğim zaman, Deli Necati gazete okuyordu. Bu
temiz yürekli ve daima heyecanlı, sözünü esirgemeyen bir gençti.
H er zamanki gibi telâşlı bir eda ile yeni bir parçaya başladı.
«Âli Bir Sâniha»^ •* başlıklı bir yazı:
«Evvelki akşam Tokatlıyan gazinosunda pek çok kaba nutuk
lar arasında tarihe nakş-ı iftihar olacak incelikte olanları da var.»
- Neymiş bakalım? dedi ve okumaya devam etti:
- «Memleketimizde bugün nail olduğumuz hürriyetin vesait-i
husulünü (oluşma araçlarını) hazırlayan bir cemiyet varmış. «Te
rakki ve İttihad Cemiyeti». Bunu fahr ü sürür ile (kıvanç ve se
vinçle) işitiyoruz; fakat bunun ne esas mahiyet ve şeklini, ne de
merkezi nerede olduğunu biliyoruz ki, daha yakından takdise (kut
samaya) muvaffak olalım,» dedikten sonra hazır olanlara:
(*) Âli : Yüce. Sâniha : Çok düşünmeden fikre doğan, akla gelen şey.
85
Rica ederim, burada muhterem dinleyicilerimiz arasında
Cemiyet-i İttihad’a mensup bir zat varsa kendini bildirsin. Biz de
kendisinden soralım.
Bunun üzerine dinleyiciler arasından, şâyan-ı tebcil ve tebrik
(ululama ve kutlamaya değer) bir vücud-ı muhterem daha çıkar,
itminan (inanç) ve sükûn ile:
- Ben işte o Cemiyet efradındanım, soracağınız noktalar ne
lerden ibaret ise, sorun da cevap vereyim, mukabelesinde bulu
nur. İki sima-yı necib (soylu kişi) karşı karşıya dururlar, şu muhta
sar muhavere (kısa konuşma) cereyan eder:
- Cemiyetiniz efradı kimlerdir?
- Millet!
- Reis?
- Padişahımız!»
D eli Necati:
- O rta oyununda sanki... diye bağırdı.
- Beğenmedin mi Deli?
- Yahu insan tabiatiyle konuşmanın suflörünü anyor. Bu önce
den hazırlanmış; hem ne soğuk ne soğuk... Şimdi bu lafa göre bi
zim R aif Bey de artık Cemiyet-i îttihad’dan öyle mi? (R aif Bey
Muzika-i Hümayun^ ^ emeklisi, yetmişlik, son derece muhafaza
kâr bir ihtiyardı).
- Tabii değil mi?
- Doğrusu anlaşılır şey değil.
- Ne var anlaşılmayacak. Adi, soğuk bir dalkavukluk.
Zeki bir hukuk talebesi olan bir arkadaş, Ali Vasfı:
- H aşan ağzım ayarla. Öyle akim a geleni rastgele yerde söy
leme. Bu işin daha çok su götürür yeri var.
- Doğru Ali! dedi, birisi devam etti:
- Biliyor musun dün Kahraman merkez-i umumîde (İttihad
ve Terakki Genel Merkezi) ne görse beğenirsiniz. Şeyhülislâmın
oğlu M uhtar Beyi, baş köşede...
- Nasıl olur, lâf...
(*) Padişahın bando takımı.
86
- Lâf m af değil.
- Belki bir ricada bulunmaya gelmiştir.
- Belki bir emir tebliğine...
- Hadi, aptal aptal konuşma.
- Bilmem ama, budalaca düşünen ve konuşan ben değilim ga
liba... Mademki Ittihad ve Terakki’nin reisi padişahtır. İradelerini
tebliğe eski mutemedinin bey oğlunu yeni mâbeynci^) olarak gön
dermiş olamaz mı?
- Doğrusu, karışık ism-i fail^ \ anlaşılır gibi değil.
Öteden biri:
- O bir şey değil, onu bırak, doğrusu ben şu hürriyeti anlama
dım.
- Anlamayacak ne var? Bak fe n ersiz^ yakalanacağım diye
bir derdin kaldı mı? Sabaha kadar gez, toz, nereden geliyorsun,
nereye gidiyorsun diyen var mı?
- Yaşasın! Hürriyet de bu mu? U lan ne vakit beni polis fene
rin yok diye çevirdi ki?...
- Senin ne şirret olduğunu burada bilirler, çevirmezler, yaban
cı bir mahallede dolaş da göreyim.
- Çevirirler mi dersin?
Yok hatırını sorarlar.
- Ben de giderim, değil mi?
- Canım, biliyoruz. Herkes senin gibi belâsını aramıyor. Ya
sak da namuslu adamlara göre, sana ne?
Gülüştüler.
Necati alaycı bir tavırla M ehm et’e dönerek:
E Mehmet’çiğim, anlat Allah aşkına, dün İrfan’la nereye
gittiniz. Anlat ne olur.
M ehmet başım çevirdi. Omuzlarını kaldırarak cevap verme
mek istediğini anlattı. Necati ısrar etti:
(*) Saray genel sekreterinin yardımcısı bürokrat.
(**) Kendisinden fiil, iş çıkan kimsenin sıfatı.
(1) O zaman gece, belirti bir saatten sonra feneısiz gezmek yasaktı. ['F ener
siz yakalanmak’, gizli bir iş yapmaya çalışırken yakalanmak anlamında
b ir deyim olmuştur.]
87
- Ne var sanki, anlat şunu.
- E... M ehm et’çiğim, anlat şunu. Rıhtıma gittik, kızma; anlat
işte...
-
İrfan’la rıhtıma ne yapmaya gittiniz?
-
Elinin körünü. Ne olmuş sanki? Hürriyeti görmeye gittik.
Pejnıhî, bu dün İrfan’la rıhtıma gitmişler, ne için biliyor
musun? Selânik’ten Hürriyet gelecekmiş, vapurdan çıkarken gör
mek için...
Herkes gülüşmeye başladı. M ehmet de gülenlerle beraber...
Ne bileyim! İrfan öyle söyledi, ben de "hadi gidelim," de
dim.
E... Tabiî gördünüz, yakışıklı bir adam mıydı bari... Ulan
Hürriyet adam mı Allahın kazı.
Yok adam değil de balkabağı mı? Adam olmasa yaşasın di
ye bağırırlar mı?
Bırakın boş lafı, fenersiz gezmek istiyorsan, geç Beyoğ
lu’na, sabaha kadar gez toz, ne arayan ne soran olur. Bunun için
Hürriyetin gelmesi mi lâzım sanki...
- Sahi! Neden İstanbul’da fenersiz gezmek yasak da Beyoğ-
’nda yasak değil?
- Orası gezme yeri de ondan...
- Orası gezme yeri de burası yatakhane mi? Lâfa gel.
- Öyle âdet olunmuş işte...
- Hayır, orası ecnebi yeri de ondan...
- Ecnebi yeri olmakla...
Tabii ecnebi olunca polis karışabilir mi? Bak Arap Hüsam
İngiliz olduğu için vukuat da yapsa polis karışamıyor. Sefaretin ka
vası geliyor da ondan sonra...
- Ne biçim iş yahu! Bu Zaptiye Nâzınnın da gücü bize yeti
yor.
88
SELANİK HÜRRİYET KÂSESİ - POLİTİKACI ORDU
95
olmayacağı anlaşılabilir. Buna o günün askerliğinin formu da uy
gundu. R edif kıtalarına verilmiş subayların hiçbir işi yoktu. Düşün
mek, dedikodu etmek için çok zam anlan vardı.
Nizamiye kıtalanm n da öyle iflahı kesilinceye kadar talim ve
terbiye ile uğraştıktan söylenemezdi. İşsizlik, halden bezmek, can
dan usanmayı telkin edici etkenlerin başında gelir...
O zam anlar «Mekteb-i Harbiye»yi bitiren bir subay, ünifor
masını giydikten bir ay sonra âdeta İstanbul’dan sürülürdü. Bu çı
kışın dönüşü yoktu. İstanbul’u bir daha görmek Mâbeyndem )
önemlice bir kayırmaya bağlıydı. Devletin Hassa Ordusu, yüzde
doksan alaylı subaylarla yönetiliyordu. Birinci Ordu’nun birinci ve
ikinci fırkasında hemen mektepli subay yok denebilir.
E rlerin askerlik süresi de belirsizdi. Sürenin üç yıl olduğu
söylenirdi, ama padişahın keyfine göre bu müddet on bir yıl, Ye
men ordusuna gidenler için süresiz, ölüme kadar devam edebilir
di.
Bu süreye kadar sürüklenen askerin sanki «silah çatmak»
hakkı olurdu. Bu âdet olmuştu.
Bir sabah asker silahlarını alır, kışla önünde silah çatar; su
bayların emrinden çıkmış; âdeta itaatli bir isyan denebilir bir du
rum... «Padişahım çok yaşa!» diye bağırır, terhis tezkeresini ister.
Telgraflar çekilir, daha büyük askeri âm irler tarafından öğütler ve
rilir. Nihayet terhislerine padişah iradesi çıkar.
Askerler pullu bir nevi kordelalara asılı dört köşe teneke ku
tular içinde tezkerelerini boyunlarına asarlar. Bir meydana dikilen
bayrağın altına yığılırlar. Padişaha uzun ömür dilerler.
Kendilerini unutmuş olan, kendilerinin de hemen unutmuş ol
dukları memleketlerine dönerler ve âdeta değişen bir nesille karşı
laşırlar.
Böylece Ordu tam bir yoksunluk içerisindeydi. Belirli kuralla
ra bağlı olmayan, geleceği tesadüflere bırakılmış bir meslek niteli
ğindeydi askerlik...
O n yaşında yüzbaşısı, yirmi beş yaşında miralayı olan bu ku
rumda çalışmadan ve belirli amaç ve hedeflere yönelecek hizmet
lerden alınacak sonuç belliydi.
(*) Mâbeyn: Saray genel sekreterliği.
96
Terfiler keyfî, nakil ve atam alar keyfî. Hattâ, maaş bile belli
bir zamanda değil, padişahın dilediği bir zamanda onun iradesiyle
dağıtılan bir ihsan gibiydi. M aaşlar, bazan üç ay sürüklenirdi. D a
ha çok uzadığı da olurdu. Üç dört aydan beri maaş alamayan O r
du subaylarının haklarım alm ak için kişisel olarak imkân sağlama
ya girişmeleri yadırganmazdı.
Taşra illerinin kaza ve nahiyelerinde tekdüze, sıkıcı bir hayat
vardı; subaylar, zihni ve mesleki gelişmelerine yarayacak en ilkel
kuruluşlardan yoksundular. Yalan yanlış bir talimden sonra tek ya
pacaktan şey, ya bir kahvenin veya bir meyhanenin birkaç masası
nı işgal etmekten ibaretti.
Üçüncü Ordu, sınırlan bakımından dikkate değer bir istisna
oluşturuyordu. Bu kıta Avusturya, Sırp, Bulgar, Yunanistan’la çev
rili... Sınır kulelerde bulunan yabancı subay ve askerlerle zorunlu
ilişkiler bize kendi halimizi onlarla karşılaştırma imkâm veriyor
du. Görüyorduk ki, başka memleketlerde askerlik hiç de bizde ol
duğu gibi yaşamaktan feragat demek değildi.
ANLAYIŞ
99
Siyasî programımızı soruyorsunuz. Böyle bir programımız yok
tur. Bugüne gelinceye kadar yıkmak için uğraştık. Şimdi Kanun-ı
Esasî’yi harfiyen muhafaza etm eğe uğraşıyoruz. Badehu (daha son-.
ra) memleketin âtisi (geleceği) için, terakkisi için çalışacağız. Z i
ra cemiyet nâbedîd (ortada görünmez) olmayacaktır. Hükümet ile
beraber iş görmeğe devam edecek, şayet hükümet doğru iş gör
mezse onu doğruluğa sevkedecektir.
Umur-ı hâriciyeye (dışişlerine) gelince: Devlet-i Aliye’nin
asayiş-i tammeye (tam güvenliğe) muhtaç olduğuna kanaatimiz
berkemâldir (tamdır). A hrar olan akvamın (serbest olan milletle
rin), İngiltere, Fransa, İtalya’mn muavenetine (yardımına) itimadı
mız var. Bulgaristan’dan bahsediyorsunuz; belki bu memleket Dev-
Iet-i Osmaniye’nin müterakki (ilerleyen) bir devlet olmasından
memnun olmayacaktır. Fakat Makedonya’daki Bulgarların bizimle
müttefik olduklarını beyan edebiliriz. Z aten Bulgaristan bir şey
yapmak istese de ona mukabil haricen bir istinadgâh tedarik ettik
(dışta bir dayanak sağladık). Hakikî hürriyeti istihsal ile (elde et
mekle) uğraşmakta olan bir kavme hücum etmek namuskârlık de
ğildir."
Bundan başka Temps muhabirine, "Rum, Ermeni, Bulgarla
rın hukukunu kalemleriyle müdafaa eden bu millet m uharrirleri
nin, Türklerin de hukukunu müdafaa etmelerini rica etmekte oldu
ğumuzu ilan etmenizi rica ederim ,” diyor.
Bu demeçten anlaşılıyor ki, İttihad ve Terakki adına Fran
sa'nın tanınmış bir gazetecisiyle konuşan bu zatın temsil ettiği kuv
vet, henüz millet meclisinin varlığının gerekçesini bilmiyor. H al
kın bu konudaki haklarım, hattâ onun varlığının hiç değilse bu tür
lü resmiyetlerden sayılmaması gerektiğinin farkında bile değil. Bu
demeç son derece laubali ve fikren çok geridir. O, temsil ettiği
cemiyeti, hükümete nasihat vermeye, doğru iş görmezse onu zorla
maya yetkili görüyor. Ve bütün bunları söylerken ne milleti, ne
de onu temsil edecek olan Meclisi hesaba katıyor. "Kabinede fa
lan adamı beğenmedik, falan adam hoşumuza gitmedi" diyor. Bü
tün bu işleri arkadaşları gelince daha sıkı bir şekilde denetim altı
na alacaklarını söylerken, bu sözleriyle hürriyet ve milli hâkimiyet
prensipleri aleyhine konuşmuş olduğunun farkında bile değil. H â
100
kim iydi padişahtan alarak kendisine mal ediyor. Bu haddini bil
mez zihniyetin, halkın egemenlik hakkından bile haberi olmayışı
hazin değil mi?! Nezaketen olsun bu yetkinin millete ait olduğunu
söylemek gereğini bile duymuyor. M illetin bütün haklarını, gizlice
toplanan beş on subayın hükümdarlık makamına yönelttikleri dar
benin meşru kıldığı miras sayıyor.
Bu anlayışın, kendini "Hakanü’l-Berreyn ve Hakanü’l-Bah-
reyn, Halife-i nıy-i zemîn, metbu-i ümmet-i mübîn" (yeryüzünün
ve denizlerin hakanı, yeryüzünün halifesi, iyi kötüyü ayıran m ille
tin kendisine bağlı olduğu kimse) sayan padişahın anlayışından bir
parmak ileri sayılacak nesi var? Fakat bunları anlamak o günler
de bizler için mümkün olmayan şeylerdi. Yabancılara demeç ve
ren yetkili delegeleri de işte ancak bu kadarını yapabiliyorlardı.
Avrupa’dan dönen, "Ahrar" adı verdiğimiz önderlerin kültür seviye
sini de tamamıyla gösteren bu demecin, genel seviyemiz hakkında
kesin bir fikir vermeye yeteceği ümidindeyim.
Yüz bir pare top atıp Tanzimat’ı ilan eden dedelerimize gö
re, bu düzeyin de erişkinliğimizi ortaya koymaya yeteceği kuşkulu
dur.
Evet, kuşkusuz ki, bu beylerin büyük topluluğun ne bünyesin
den, ne de bu bünyenin geçirmesi zorunlu oluşumlardan haberleri
vardı. Sorumlu delegenin söylediği gibi, onların hiçbir programlan
yoktu; ne yapacaklannı henüz bilmedikleri muhakkak... Onlara
göre bu işin böyle olması tabii...
Şurada bilinen tek şey varsa, devletin çöküşe doğru yürümek
te olduğu gerçeğiydi ki, bunu hep biliyorduk ve bunu önlemek,
durdurmak istiyorduk.
Bu amaca ulaşmak için biraz sonra iki merkez etrafında iki
cereyan belirdi: Bunlardan birini oluşturan İttihad ve Terakki, bir
liği kuvvetle sağlayabileceğim umdu ve kuvvetli bir merkezciliğe
doğru gitti.
İkinci hizip, imparatorluğu oluşturan değişik ırk ve unsurlar
arasında ancak bazı otonomlar tanımak, değişik unsurlann milli
his ve menfaatlerine daha geniş oranda müsaade ile birliği tutma
nın mümkün olabileceğini düşünerek merkeziyetten uzaklaşarak,
federal bir devlet tipine doğru yürüyordu.
101
İttihatçılar, memleketi sadece yoğun bir merkezçilikle yönet
mekle yetinmeyip "fetih"leri bile hayal ilâvesi yaptılar. Kezâ he
nüz yan sömürge bir devletken, başka illerdeki Türkleri kurtar
mak vehmine bile yer verdiler.
H er iki hizibin katıldıktan -ne yazık ki aldatıldıktan- tek bir
nokta da şu idi: Avrupa’ya yaklaşmak, onun güvenini ve yakınlığı
nı kazanmak için aynı seviyeye ve benzer medeniyete sahip olma
ya çalışmak ve bu gayretin samimiyetine Avrupalıyı inandırmak...
İşte bu yamlışta ortaktık. Biz öyle zannediyorduk ki, Avrupalı-
lann bize karşı ilgilerinde bu benzersizliğin ve geriliğin tesiri var
dır. Biz bu farkı gidermeyi başardığımız derecede onurumuza ve
bağımsızlığımıza lâyık olan saygıyı elde edebileceğiz. M em leketi
mizdeki azınlıklann da katıldığı bu yanlış düşünüş bizi, daha çok
da onları felâketlere itmiştir. Onlar, bize olan Avrupa m üdahalele
rini, kendilerine yönelik dindaş himayesi gibi anladılar ve bu zan-
lannın acı cezasını gördüler. Biz de sözde onlara benzer seviye ve
şekilde medeniyete, dost ve hazır görünmeyi dostluklarını ye gü
venlerini sağlamaya yetecek sanmışız. Tanzimat da dahil olmak
üzere, son yüzyıllarda bütün hareketlerimizde bu zaaf görülebilir.
Adeta onları tatmine uğraşmış gibiyiz. Oysa, Avrupa'nın bizden
beklediği tam bunun aksi. Ancak bitmeyen bu müdahalelerin dost
ça görünümlere bürünüşü, birbirine zıt akımlardan birinin ötekine
karşı menfaat icabı bize dost rolünde, bir süre için hayrımızı ister
kimlikte görünmesidir. H em en iki yüzyıldan beri kendi âdet ve ge
leneklerimizden bir ayıp gibi sakınarak Avrupalıyı taklit etmeyi
medeni bir zorunluk saydığımıza onları inandırmakla meşgulüz.
Son yüzyılın tarihimizi dolduran olaylarında bu damgayı tamamıy
la görebiliriz.
Tanzimat böyle bir olaydır. Meşrutiyet inkılâbı da aynı ton
ve cinsten, aym renklerle bezenmiş bir olaydır. Onda da, bunda
da Avrupalıya «Biz size benzemek üzere bir hamle yapıyoruz» de
mek, onları buna inandırmak yoluyla bağımsızlığımızı ve kalımlılı
ğımızı sağlayabileceğimizi ummaktır.
Meşrutiyetin ilk yıllarında gerek İttihad ve Terakki, gerekse
muhalifleri tamamıyla İngiltere’ye yönelmişlerdi; karşılık görm e
den, peşin peşin İngiltere’yi dost görmekte birliktiler. Meşrutiyet
102
inkılâbını ona borçluymuşuz gibi bir anlayış ve gösteriş vardı. Bu
hareketimizden en çok memnun olan devlet -anlayışımıza göre-
İngiltere’ydi. Kurtuluşumuzun en samimi isteklisi olduğu hakkında
nedense genel bir kanaat vardı.
BOYKOTAJ
ÇATLAMALAR BELİRİYOR
105
Hüsnüniyet ve suiniyetle Cemiyet namına, Cemiyetin malû
matı olmaksızın yabancılar tarafından neşrolunan beyannameler
hakkında tedabire tevessül (önlemler almaya girişmek) kat’iyen
H e /e t- i Merkeziyenin hakkıdır. Sizin hakkımzda Hey’et-i Merke-
ziyenin karan şudur:
H e y e t sizi kat’iyen efrad-ı cemiyetten (cemiyet üyelerinden)
tanımaz. Şube reisi sıfatiyle değil, hiç bir sıfatla cemiyet namına
bir harekette bulunmanıza müsaade gösteremez.»
Henüz Meşrutiyet ilanının altıncı günü başlayan bu tartışma,
gün geçtikçe arttı, genişledi, kanlı bıçaklı şekilde devam etti,
mem leket yıkılıncaya kadar...
M urad Bey, zamamn aydınlan arasında bilgin ve Sultan Ha-
mid aleyhtan sayılan bir adamdı. Mekteb-i Mülkiye ve Hukuk Fa
kültesinde «Tarih-i Umumî» müderrisi... Bu kürsüleri tam 17 se
ne işgal etmiş...
İttihad ve Terakki tarafından şiddetle reddedilen M urad Bey,
şiddetle muhalefete geçti. Bunu Serbesti gazetesi destekledi. H a
şan Fehmi, M urad Beyin memleket dışı hayatım savundu. Bu cep
hede, Ali Kemal de bir süre sonra açık mevzi almıştı.
O gün Ahrar^ ^ ismini taşıyan dünkü firarilerin Avrupa’da al
dıktan savaş cephelerini memlekete nakletmeleri olağandı. Orada
başlamış olan başkanlık davası burada da devam edecekti. Burada
dava sadece bir başkanlık meselesi olmaktan çıkıyor, daha önemli
si, iktidar meselesi niteliğini alıyor.
Kısa bir zaman içerisinde hürriyetçilerin Mâbeyn ve ileri ge
lenleriyle değil, mücadele arkadaşlanyla karşı karşıya savaş safi
kurduktan görüldü.
«Sanâdîd-i İstibdad» (istibdad döneminin ileri gelenleri) ismi
verdikleri Sultan Hamid’in adam lan çoğunca evlerinde, kamuoyu
nun gözünde evlerine sığmayacak kadar büyükleri, -refahlan te
min edilmek şartıyla- bazı adalarda tam güven içinde ikam ete me
mur edilmişlerdi. İrili ufaklı alınan fidyelerle, can ve servetleri ba
ğışlanıyordu. Denebilir ki, Ahmet Rıza’lann, Doktor Nâzım’lann,
Bahaeddin Şakir’lerin düşmanlan, Ahmet Celâleddin Paşa, Serha-
fiye Kadri Bey, Hacı İlyas Bey ve buna benzer Devr-i Hamidî
(*) ”Hür"den: Serbest olanlar, köle olmayanlar
106
erkânı (Abdülhamid dönemi ileri gelenleri) değil, tam tersine Av
rupa’da beraber Sultan Hamid’e karşı mücadele eden bir kısım ar
kadaşları idi!...
Bütün bunlar arasında Ittihad ve Terakki’nin en başta hesaba
koyduğu tehlike, Prens Sabahattin’di.
Prens, her vakit muhalefetin bir kutbu mevkiinde bulunuyor
du:
Kuvvetli bir hatip, o gün için dikkate değer bir biçimde ken
dini donatmış bir düşünürdü. Fikrini aşılamakta kudret gösteriyor
du. Bir insanın, kafasını ve kalbini ona bağlaması için onu birkaç
defa dinlemesi yeterdi. Kendine ve davasına inanan bir adamdı,
imanla konuşuyor, inandırıyordu. Konuşmaları süslü ve parlak ol
duğu kadar, açık ve özlüydü. Duygulara seslenmiyor, akla ve man
tığa dayanıyor.
İlk konferanslarına başladığı günlerde onu dinlemek için Dâ-
rülfünun gençliği heyecanla koşmuştu. Prens’in çevresinde yer
alan hareketlerin belli bir özelliği ve inceliği dikkati çekiyordu. O
alanda politik mücadele sahnesi bambaşka bir şeydi: Bir cemiyet
var, onun niteliklerinin belirlenmesi gerek... Bu teşhisten sonra
onu yaşatmak, büyütmek, olgunluğa erdirmenin prensiplerini bil
mek, uygulamak var... Ne istibdad dönemini temsil edenlerin aşa
ğılanmaya hedef kişilikleri, ne de yüzlerine tükürülecek belirli
kimseler vardı. Kin ve kızgınlık ifadesi olmayan tezler, açıklama
lar, dilekler, tavsiyeler...
Hasım lanna karşı her türlü silahla hücumu caiz gören Ittihad
ve Terakki, bu adamın karşısında bir süre kararsız kaldı.
O, yalnız iktidarla konuşmuyordu; yazıda da rakiplerini sustu
racak yeterlilikte olduğunu gösteriyordu.
Üç «İzah»la^ ) o gün etrafında kendine güvenen bir çevre ha
zırlamıştı bile..
107
Prens, «mihver-i hissiyatınız (duygularınızın ekseni) mütefes-
sih bir garaza (kokuşmuş bir eğilime) değil, âlemşümul (ciham sa
ran) bir sevgi ile birleşmeye dayanmalıdır,» diye basımlarının sert
ve saldırgan hücumlarına efendice cevap verdiği zaman kamuoyun
da her gün biraz daha mevkiim sağlıyordu.
İttihatçıların Bosna’dan mebus çıkarmak istemeleri dış sebep
göründü; fakat öyle de olmasaydı, bu bir oldubitti, hem de üstün
den yıllar geçmiş bir oldubitti...
Bu Bosna ilhakı ile uzun boylu uğraşmaya imkân bulamamış
tık. Birden Trablusgarb’a İtalyanlar saldırdı. Mahmud Şevket Pa
şa oradaki askeri almış Yemen’e göndermiş, boş kalan bu Afrika
vilâyetimize esasen gözünü dikmiş olan İtalyanlar bunu fırsat bil
mişler, saldırdılar...
Dünyanın büyük devletlerinden biri ki, donanmasıyla boy öl
çüşmek değil, Akdeniz’de görünmemize asla imkân yok... Bunu
tatlıya bağlamaktan başka çare olamazdı; fakat mümkün mü? Yur
dun bir parçasını terke razı olmak, bir vatan ihaneti değil de ne
dir? Hiç şakaya gelmez, döğüşmeli.
Bazı kimselerin sicillerinde kıdem zammı sağlamaktan başka
hiçbir işe yaramayan birtakım hareketler yapıldı.
Kahraman Enver fırladı, bir yol buldu, teğmen kardeşini pa
şa olarak beraber götürdü. Birkaç dost ahbap orada birkaç gün gö
ründüler, birkaç gün çakmak çalındı. Bu tahriki hoş görmeyen İtal
yanlar bizimle uğraşmak için başka bir dert aradılar ve buldular.
Aleyhimize Balkan ittifakım körüklediler. Bir gün Balkan orduları
nın ortasında mahsur kaldığımızı gördük. Balkan Harbi patladı!
Artık İtalyanlar ebedî düşmanımız olmaktan çıktılar, onlan unut
tuk, yeni belâlara daldık...
Bunlara rağmen içimizde korkunç ve iğrenç bir tutku kasırga
sı, memleket havasım her gün biraz daha zehirliyordu.
İttihatçılar, adım adım halka paralel yönden ayrılmışlardı.
Daha ilk günlerde istibdad ileri gelenlerinin cezalandırılmaları
hakkında, halkın istek ve dileklerini hoş görmemeye başladılar.
İttihad ve Terakki M erkez-i Umumîsi, açık açık eski devir
büyükleriyle âdeta pazarlığa girişmişler, bugün tutukladıklarını er
tesi günü tahliye ediyorlar, hattâ bu efendilerin cemiyet-i mukad-
deseye bağışlarım gazetelerle ilan etm ekten sıkılmıyorlardı. Kur
108
tulmalık vererek kurtuluş meşru bir iş gibi olmuştu. O günlerde
en çok veren, en önce kurtuluyor. Tabii en çok parayı devrin en
çok çalam, en büyük hırsızı verebiliyor, verilen para nispetinde
hoşgörüde bulunulduğuna göre, en suçlu olanlar, en yüksek korun
maya eriyorlardı.
İş o dereceye gelmişti ki, sarayın büyük adamları, Ittihad ve
Terakki ile aynı safta m uhalefetle çarpışıyordu.
Bu inanılmaz hale bizzat İttihad ve Terakki’nin yıllarca sa
vunmasını yapmış meşhur yazanm , Hüseyin Cahid’i (Yalçın) tanık
göstererek okuyucumun belirli kam lara ulaşmasını sağlayabilecek
sem ondan, o günün yayınlarından örnek vereyim. Bakın Hüseyin
Cahid Bey, bir defa, ama son defa nasıl haykırmıştı...
«Karşımızdaki hükümet ne hükümetidir, hükümet-i müstebite-
nin hükümeti mi, Genç Türklerin hükümeti mi? Bizi bugün idare
eden hükümet, istibdâd hükümeti ise veya Genç Türk hükümeti
ise, ne olursa olsun bunun bir mantıkî şekli, bir hikmet-i vücudu
(varlık sebebi) olması lâzım gelirdi.
Nasıl ki millette peyda olan anlayışla intibak edemeyince, is
tibdâd yıkıldı, fakat bunun yerine gelen hükümet bir şekil alama
dı. Şimdi hükümetimiz ne eski idare-i müstebiteye benziyor, ne
de onu yıkıp atan A hrann hükümetine...
Bugün elde bir M atbuat Kanunu var, gazeteler müstebit ida
renin erkânından hangisinin geçmiş fenalıklarını teşrihe kalkışsa
lar, bu kanunun maddeleri ile cezalandırılırlar. Bu kanun eski ha
inlerin izaz ve ikrama m azhar edilmeleri (saygı gösterilip ağırlan
m aları) için mi yapılmıştır, bu hürriyet, vatam milleti mahvetme
ğe uğraşanlar aleyhinde bir lâkırdı söylemeğe müsaade eylemez
se, bu nasıl hürriyettir?!...
Bu nasıl hükümettir? Ya hürriyet, ya istibdâd... Meşrutiyet
idaresi istibdâd müessislerinin, vatan hainlerinin enkazıyla bina
edilemez. Bina edilmek istenirse, işte bugünkü idare gibi o lu r.» ^
Yaptırımı da bu... Ben söylemiyorum, İttihad ve Terakki’nin
meşhur savunucusu Hüseyin Cahid Bey söylüyor. O günün hüküme
tini o, böyle tarif ediyor. Ona «vatan hainlerinin enkazıyla bina
edilen hükümet» diyor.
(1) 1324 (1908/1909) senesi Tanin koleksiyonundan.
109
M akalenin önemli bir parçası da şöyle:
«İstibdadın en büyük hainlerinden, bu vatana karşı en büyük
fenalıkları yaparak yükselmiş olan bir takım kimseler, inkılâbın
ilk günlerinde ortadan çekildiler. Yalova safâlanna giderek dinlen
diler. Köşklerine çekilip istirahat ettiler...
Ufak tefek adamları ve münasebetsizlikleri hesaba katmıyo
ruz, bunlardan vazgeçtik. Bütün millet nazarında ve umumî vicdan
karşısında hafiyelikleriyle, irtişa ve istibdâdlanyla, hainlikleriyle
bihakkın milletin nefretini kazanmış birtakım kimseler var ki, hü
kümet onlara karşı borçlu imiş gibi iaşelerini temin ediyor (geçim
lerini sağlıyor), haddi varsa, bir gazete bunlardan bahsetsin, başı
ucunda bekleyen insafsız bir kanun var ki, ‘Memurin-i devlete ha
karet etti’ diye isterse hapse atmak salâhiyetini bile elinde tutu
yor.»
İttihad ve Terakki’nin kendi organı gazeteler böyle tenkid
ederse, muhalefetin ne şekilde davranması gerekeceğini düşünebi
lirsiniz. Böylece şiddetli bir mücadele, yıkıcı darbelerle devam
ediyordu.
İçerde alevlenen bu boğuşmanın, çevrenin dikkatinden kaç
mayacağı tabii idi. Makedonya dağlarından inen çeteler, eski gö
revlerine yavaş yavaş dönmeye, sınır komşularımızda bu hareketle
rin tepkileri hassasiyetle belirtilerini vermeye başlamıştı.
Avusturya'nın Bosna-Hersek’i ilhakı bir oldubittiydi. H em en
ardından Bulgaristan «Kapı kethüdası», Sadrazamın yabancı elçile
re verdiği ziyafete davet edilmemesi yüzünden, Türkiye’yi terkede-
rek bunu protesto etti.
Doğrusu böyle yapmakta Keşof haklıydı. Dünya üzerinde be
lirli alan içerisinde sınırlarıyla belli bir yurdu, bu topraklar üzerin
de kuralları yürürlükte kanunlar yapan bir meclisi, bu kam udan
uygulamaya yetkili mahkemeleri var. En son sistem talim ve terbi
ye görmüş Ordusu da caba... Bütün bunlan temsil eden bir de bay
rağı var. Hiçbir devlet, içişlerine kanşmaz, bağımsız...
K eşof un bizim için, «devletlerarası haklarda henüz eşit tanın
mamış bu adamlar, ne demek istiyorlar da beni davet etmiyor
lar?» demesine de ne denir? Haklı.
Tevfik Paşa da ne yapısın? Ona, "orası Bulgaristan Beyliği
dir," demişler... Gerçi ne senin, ne de padişahının o topraklar üze
110
rinde sözünüz geçmez; geçmez ama, sen ona bakma, orası bir
prensliktir. Oram n prensi, Osmanlı İmparatorluğu’nun Bulgaristan
Beyidir. Osmanlı ordusunda da müş’ir (mareşal) rütbesini taşır. Ni
hayet Türkiye’nin bir paşasıdır.
Uygulamada zerre kadar yeri olmayan birtakım kuruntularla,
tarifi imkânsız bir ilişki hayali kurulmakta... Ne yapsın Tevfık Pa
şa?!..
Bu olaylar büyük bir gürültü kopardı. İngiltere bizi tutuyor,
Almanya karışmıyor, İtalya karşıt, Avusturya tarafsız, Fransa işi in
celemek üzere... H er kafadan bir ses...
Nihayet Prens Ferdinand, bir adım ileri attı: Kral Ferdinand
oldu. Bulgaristan bağımsızlığım ilan etti. Oldu, bitti...
Bu arada Girit meselesi de sahneye gelmek üzereydi. Büyük
devletler, «Düvel-i hamiye» (koruyucu devletler) maskesiyle Yu
nanlıları adaya yerleştirmeye çalışıyorlardı. O da bir gün maskesi
ni fırlatmaya hazırlanıyordu.
İLK İNKÂR
113
Bu türlü düşünenlerin daha çok çocukluğunda bağnaz dindar
olanlar arasından çıktığına dikkat ettim. Bu oluşumlarda bir ilişki
sezer gibi olmuştum. Sanki her ikisi de bilmediği bir şeye kuvvet
le inanmak ve inandığı şeyde inceleyip derinleşmeye gerek duyma
dan ısrar etm ek değil miydi?...
İsmail M ahir Paşa’mn o gün işlediği bir günah yoktu... Araş-
ürm alanm a göre, bu adam sadece bir Arnavut asilzadesi ve Şem
si Paşa’mn akrabasıydı. Bu bakımdan korkulacak zararlı bir adam
olarak seçilmemişti. Olup bitenlere bakılırsa, bunun reaksiyoner
bir karakteri olması gerekiyordu. Bu kadar!.
Belki bu doğrudur, ama bu işi böyle özel ve bu nitelikte te
şebbüslerle çözümlemenin mümkün olacağım kabul etmek zordu.
MECLİS-İ MEBUSAN
114
Yine çeşitli sınıflardan oluşan askerî tören kıtalan, takım ta
kım, tabur tabur, önceden hazırlanmış yerlerini işgal ederek, bi
raz da kendi eserleri gibi gördükleri bu ağırbaşlı kurumu selamla
maya hazırlanmışlardı.
Bu mutlu kaynaşmada gizlenen garip bir çelişkinin farkında
değildik. Meclis binasının önündeki meydanı dolduran bu muaz
zam kalabalık, sadece Meclis’e katılacak kendi vekillerini değil,
onlarla beraber, belki onlardan çok, kendilerini yıllardan beri bu
haktan yoksun bırakmış olduğu iddia edilen bir adamı da -hem
kurtarıcı olarak- aynı zamanda alkışlayacaklardı. Doğrusu bu muh
teşem hazırlıkların daha fazlası o gün M edis’i açacak, bir de açı
lış nutku verecek olan padişah içindi...
İkinci Abdülhamid, «Kariha-i ilham-sabiha»sından (isabetli
fikrinden) doğan bu Meclis’in temelini kurmak üzere sarayından
çıkacak ve burayı bu maksatla şereflendirecekti. Herkes onu bekli
yordu.
Sabah şafakla beraber evlerini terkeden halk, onun geçmesi
ihtimali olan sokaklara yığıldı. Büyük küçük herkes, ne olacağım
bilmiyor, fakat muazzam bir fevkalâdelik görmeyi ümit ediyordu:
Padişahı göreceklerdi... Yıllardan beri korku ile karışık saydıkları
bu efsanevi varlığı şahsen, öteki insanlar gibi gözleriyle görecek
lerdi şimdi...
Padişah da elbet bizim gibi bir insandı. Birkaç günden beri
sokaklarda satılmaya başlayan resimlerine göre, hem de oldukça
çirkin bir insandı: Kuru kara, koca burunlu, başı omuzlarına gö
mülmüş bir şey...
Abdülhamid, otuz üç yıldan beri görünmeyen, var samlan bir
hayaldi. Azametini biraz da bu görünmezliğine borçluydu galiba...
Ben onu bundan uzun yıllar önce nasılsa bir komşu nine vası
tasıyla sokulabildiğim bir cuma selâmlığında gördüğüm zaman şa
şırmış kalmıştım. Tıpkı bizim gibi bir adam olduğunu görünce...
Oysa onu, kartallardan daha büyük, tavuslardan daha renkli
kanatlarla canlandırıyordum hayalimde. O gün öyle görünce, as
kerlerin avaz avaz: «Padişahım çok yaşa» diye bağırmalarına âde
ta canım sıkılmıştı. Nesine diye!... Hadi kanatlan olmasın! Hiç ol
mazsa, şöyle iki insan iriliğinde bir şey olması gerekmez miydi?
Bunun büyüklüğü neresinde diye düşünmüştüm...
115
Onun farkını, «çok yaşa» diyen askerde aramayı nereden
akıl edebilecektim o zaman...
Havva nine! Padişah ufacıkmış... diyecek oldum. Kadın,
korku ve telâşla budumu çimdikleyerek:
- Sus! Evde konuşursun, demiş ve beni susturmuştu.
O günden sonra yirmi yıl konuşmadım. Ama ömrümün sonu
na kadar konuşmayacak değildim ya... Bir gün elbet konuşacak
tım. O gün bu gündü; işte onu yaşıyorum da...
Fakat o günden bu güne kadar beni konuşturmayan bu adam,
bu günüme de karıştı!...
Aman ne kanşık işler bu toplum ilişkileri... H er gün "anla
dım" diyorsun, bin tane anlamadığın çıkıyor. Sen kazdıkça o derin
leşiyor, sen çözdükçe o Arap saçına dönüyor...
Şu Meclis bir açılsa, her şey hallolacaktı... Artık .endişesiz,
bugüne güvenli, gelecekten ümitli yaşamanın sim açıklanacak, im
kânları sağlanacaktı.
Onun ışığı altında topluluğun bütün ıstırabı dinecekti. Orada
insanüstü birtakım şahsiyetler, sadece bizi hayrete düşürecek şey
lerden bahsedecekler, davalarımızı, meselelerimizi akan bir su gi
bi, kolaylıkla halledecekler, toplumu birkaç yıl içerisinde eşitlik
esası üzerine, geniş kapsamlı bir kardeş topluluğu haline getire
ceklerdi. Böylece engin ümitler, sonsuz sevinçlerle kendimizden
geçmiştik âdeta...
Sultan Hamid, o gün, herkesin tahmininin tersine, en uzak,
halkla en uzun teması yapacak bir yol takip etmişti. Onun, evham
ve korkudan kimseye görünmeden, bu görevi yerine getirmeye im
kân verecek en kısa bir yoldan gelip gideceği zannediliyordu. H a
yır, tersine o, zannettikleri gibi Söğütlü yatıyla Saraybumu’na çı
kıp, oradan Ayasofya’daki Meclis binasına gelmedi... Dört atlı bir
saltanat arabasıyla, faytonun körüğünü yarı açtırmış, yanına oğlu
Burhaneddin’i, karşısına Sadrazam Kâmil Paşa’yı almış, önde mız
raklı süvari, yanlarında Karakeçili aşireti süvarileri, arkada atlı yâ-
verler... İhtişamla Ihlamur, Pangaltı, İstiklâl Caddesi, Unkapanı
yolunu tercih etmişti.
Yolda halk çılgınlar gibi «Padişahım çok yaşa» diye haykırış
tılar. "Bize hainler mübarek yüzünüzü göstermediler, hamdolsun
116
Allahımıza sizi görebildik, bin yaşa Padişahım," diye yırtındılar.
Hattâ talebe-i ulûmdan (medrese öğrencilerinden) bazı kimseler,
arabanın gümüş basamağım, sürüklene sürüklene, şapur şupur öp
tüler, yaladılar bile...
Teşrif-i şâhaneyi (padişahın gelişini) görememiştim. Ondan
daha az müstebit olmayan Müş’ir Deli Fuad Paşa’mn bazı direktif
lerini alırken «gerdûne-i saltanat» (saltanat arabası) Çerkeş İtti-
had ve Teavün Cemiyeti binası önünden geçip gitmiş, onunla dar
gın olduğu için seyre tenezzül etmeyen paşanın yüzünden bu tarihi
olayı görmekten mahrum kalmıştım. Dönüşte seyrettim. Manzara,
cemiyetin kurucular kurulu başkam olan Fuad Paşa’yı büsbütün çi
leden çıkarmıştı.
Çerkeş Ittihad ve Teavün Cemiyeti de öteki unsurlar gibi mil
lî kıyafetleriyle, on beş kişilik bir süvari müfrezesi hazırlamış;
M edis’in uygun bir yerinde törene katıldıklarım bir programla tes
pit ederek göndermişti. Bu programda «avdet-i şâhane»de (padişa
hın geri dönüşünde) hattâ yâverleri de geri bırakarak, padişahın
arabasını sarmak ve böylece padişahla birlikte Yıldız’a kadar git
mek yoktu.
Bu hareket, resmî protokolü ihlâl etmekten daha başka an
lamlara da yorumlanabilirdi. Fuad Paşa bunda İttihatçılara bir ne
vi meydan okuma edası sezdi ve bunu tasvip etmedi. Etmedi ama,
olmuştu bir kere işte...
(*) Ali Kemal (1869-1922). Gazeteci, siyaset adamı. II. Abdülhamid dönemin
de Halep’e sürüldü. Daha sonra Paris’e giderek Jön Türklerle ilişki kur
du. Çok geçmeden de onlarla padişah arasında arabuluculuk yaptı. Buna
karşılık olarak affedilip Brüksel Elçiliği kâtipliğine atandı. II. M eşruti
yet’in ilanından sonra İkdam gazetesinde İttihad ve Terakki’ye yönelik
sert eleştiriler yazdı; siyasi tarih dersleri verdi. Hareket Ordusu İstan
bul’a girerken Paris’e kaçtı. Hürriyet ve İtilâf Fırkası’nın iktidara gelmesi
üzerine İstanbul’a döndü. Dam at Ferid kabinesinde Maarif ve Dahiliye
Nâzıriıkları yaptı. P eyam -ı Sabah gazetesinde Kurtuluş Savaşı’na karşı ya
zılar yayımladı. Savaşın kazanılmasından sonra tutuklandı; yargılanmak
üzere A nkara’ya götürülürken İzm it’te bir linç olayı sonucu öldü. Tarih
ve edebiyat alanlannda eserleri vardır.
118
ben de herkes gibi bu gün tarih-i siyasî dinlemekten çok ülkeyi
sarsacak çaptaki korkunç bir cinayetin zihinlerde çengellediği soru
yu çözmek endişesiyle m ektebe koşmuştum.
Dershane, alışılmışın üstünde hıncahınç doluydu. Ders saatini
geçen her dakika, dinleyicilerin sabnnı tüketiyordu. Ali Kemal,
derse hemen bir çeyrek gecikmeyle gelebildi. Sert ve diri adım lar
la kürsüye doğru ilerledi, ağır ağır çıktı. Bir süre kendini soluklan
dırdı. Yan dış cebinden çektiği beyaz tertemiz bir mendille terli
yüzünü, başım sildi. Dershanede bir ölüm sessizliği vardı. O, dik
kat ve endişeyle kendisine çevrilmiş bakışların farkında değilmiş
gibi ağır ağır hareket ediyordu. Mendili cebine yerleştirdi, bitkin
ve bezgin bir halde ağzım açtı:
- Maalesef., dedi.
- Evet, m aalesef bugün ders veremeyeceğim...
Bir süre sustu, daha yüksek bir sesle tekrarladı:
- Bugün ders veremeyeceğim; çünkü çok müteessir, son dere
ce mustarip bir haldeyim.. Serbesti başmuharriri, arkadaşım H a
şan Fehmi’nin^ ^ şehadetinin (şehit olmasının) beni düşürdüğü de
rin teessür, bugün vazife yapmama imkân bırakmadı.
Gittikçe tonu artan bir sesle, bu faciayı açıklamaya devam et
ti: Bağırıyordu:
- O atılan vicdansız kurşun, Haşan Fehmi’nin başına değil,
söz hürriyetine, fikir hürriyetine, vicdan hürriyetine en basit ve en
başta gelen hukuk-ı beşere (insan haklarına) atılmış bir kurşun
dur.
Nutkun artan şiddetiyle dershanenin sessizliği sarsılmaya baş
lamıştı. O derin sessizlik yavaş yavaş yerini asabî ve öfkeli bağrış
m alara bırakıverdi. Nihayet kısa bir süre sonra hal şiddetli bir kay
naşmaya dönüştü. Ali Kemal hiç bir şey istemeden, hiç bir tavsiye
de bulunmadan çıktı gitti; fakat o belki de istediğinden fazlasını
yapmıştı.
(•) Haşan Fehmi (1866-1909). İlk basın şehitlerindendir. II. Abdülhamid dö
neminde Paris ve Mısır’da Jön Türklerle çalıştı. II. Meşrutiyet’in ilanın
dan sonra İstanbul’a döndü, Serbesti gazetesinde başyazarlık yaptı. İtti-
had ve Terakki'ye yönelik sert muhalefetini, gönderilen tehdit m ektupla
rına aldırmaksızın sürdürdü. 6 Nisan 1909’da Galata köprüsünden geçer
ken kurşunlanarak şehit edildi.
119
Hepimiz bahçeye fırlamıştık. Katile, hükümete lânetler yağı
yordu. İçimizden yalnız biri hükümete taraftarlık etmek ister gibi
oldu. Horhorlu kasap Mustafa'nın bir anda vurduğu yumrukla yer
lere yuvarlandı, sustu.
Kalabalığın dağılma eğilimi gösterdiği bir zamanda, araların
dan sert bir sesle şöyle bir ihtar yükseldi:
- A rkadaşlar nereye?.. Nereye arkadaşlar? M emleketin hürri
yetine, vicdanına, kanununa karşı irtikâp edilmiş bu cinayeti sade
tel’in etm ekle (kınamakla) ne yapmış oluyoruz? Bu gibi bir vakı
ada hakkın müdafaası, ilk başta muhakkak, memleketin vicdan ve
idrâkini temsil eden Darülfünun’a (üniversiteye) düşer. Biz koca
karılar gibi beddualarımızı yapıp evlerimize gidemeyiz.
Herkes olduğu yerde mıhlı gibi kalmıştı. Birçok onaylama
sesleriyle karara varıldı: Katili, Sadrazamdan, M edis-i Mebu-
san’dan istemek... Topluca Bâbıâli’ye doğru yola çıkıldı.
Bâbıâli’nin dış kapısında karşılaştığımız ufak bir karşı koy
ma, kasırgaya tutulmuş bir kâğıt parçası gibi savruldu. Gençlik,
Sadaret (sadrazamlık; şimdiki valilik) kapısının merdivenleri önü
ne dayanmıştı.
Buradan arkaya baktığım zaman, bir iki yüz kişiden oluşan
ilk kafilenin binlerce kişiye erişmiş olduğunu görmüştüm. Yan so
kaklardan koşuşup duranlar kalabalığa katılıyordu. Çok muazzam
ve korkutucu bir kitle oluşturmuştuk.
G elen sadaret yâverine, Darülfünun’un Sadrazam’ı görmek is
tediğini söyledik. Yâver gitti geldi; Paşa’nın bir temsilciler kurulu
seçmemizi arzu ettiklerini söyledi. Derhal sert bir lisanla bu tekli
fi reddettik.
- Feham etm eab unutmasınlar ki kendileri şimdi istibdad ida
resinin değil, Meşrutiyetin sadrazamıdırlar. Buraya gelen' bu bü
yük h e /e t, memleketin şuur ve vicdanını temsil eden Darülfü-
n’dur. Buraya kadar zahmet buyursunlar.
- Rica ediyoruz.
- İstiyoruz. Buna kendini alıştırsın.
- Bekliyoruz.
Yâver bir daha gitti geldi:
- Geliyor, beyler... dedi. Tekrar içeriye girdi.
120
Derhal bizde bir telâş belirdi. Tabii koca bir sadrazamla ko
nuşmak, kendi aramızda lâf etmek değil ya, bununla doğru dü
rüst, sıkılmadan konuşacak birisi lâzımdı. Birbirimize sormaya baş
ladık. Bu soruşturma arasında içimizden biri:
- Ben konuşurum, dedi.
Bu genç, bir hukuk talebesiydi. Biraz arkada kalmış, hemen
önde tam ortada bir yere alındı. Konuşmaya hazırdık.
Bir süre sonra, yetmişlik ihtiyar vezir, Hüseyin Hilmi Paşa,
arkasında birkaç devlet adamı ve yâveriyle sahanlığa doğru ilerle
di. Dudaklarından dökülen zoraki bir tebessümle kalabalığı selam
ladı.
Doğrusu, genel vekilliğimizi üstlenen genç hukuklu, tam bir
yeterlilikle konuşuyordu. Önce Haşan Fehmi’nin biyografisini an-
latü. Onu Köprü üzerinde öldürenin kim ve ne gibi bir düşmanı
olabileceğini mantıkî delillerle ortaya koydu. Köprü’yü, «iki başı
asker ve polis karakolu ile çevrilmiş bir kapan» diye tarif etti. Bu
rada adam öldürmeyi ancak hükümetten yardım uman bir kimse
nin tercih edeceğini anlattı. Daha önce de işlenmiş ve katili bulun
mamış bir cinayeti hatırlattı. Bu anıştırmaya, yüzyıllara dayanan
Osmanlı İmparatorluğu’nu Makedonya dağ kanunlarıyla yönetme
nin mümkün olmayacağım ekledi. Ve nihayet katilin yakalanarak
şiddetle cezalandırılmasını istedi.
Kalabalığın onay ve takdiriyle destelenen konuşmacıyı sözü
nü bitirinceye kadar dikkatle dinleyen ihtiyar vezir, yerinden bir
adım ilerledi. Zayıf bir sesle konuşmaya başladı: Yarım ağız üzün
tülerini bildirdi. Çekingen ve titrek bir sesle basın hürriyetinden,
vicdan, söz ve yazı hürriyetinden, bunların toplum için değer ve
öneminden söz etti. Katilin yakalanması için şiddetli em irler verdi
ğini söyledi. Ve şöyle ekledi:
- Tabii eğer derdest edilirse (yakalanırsa)! C ezaların en şid
detlisi ile cezalandırılacağını söylemeye kalmadı, kalabalık arasın
dan bir genç, dik bir sesle:
- Buraya edat-ı şart (şart edatı, ilgeci) girmez Paşa! diye ba
ğırdı. Katil yakalanırsa... İse ne demek? Orada on para vermeye
nin yakasım koparıyorlar. İse de lâf mı?
Genç hukuklu, karşılıklı konuşmanın kabalığa kaçacağım tah
min etmiş olacak ki, lâh tekrar aldı.
121
- Evet! Paşa Hazretleri! Köprünün iki başı asker ve polis ka
rakollarıyla kapalı.. Katil buradan kurtulmayı ancak kendini deni
ze atmakla temin edebilir. Tahm in buyurursunuz ki o mel’un öl
mek için değil, yaşamak için öldürmüştür, dedi ve tatlıya bağladı.
Bu genç hukukluyu, bugünün ya ünlü bir avukatı veya sayın
bir hakimi olarak düşünmeyiniz. Hukuk’un bu parlak mezunu böy
le yapmadı. O zamanın, ne ünlü bir avukatı, ne de ağırbaşlı bir
hakimi oldu! Yazar Burhan Felek olmayı tercih etti.
Bâbıâli’den ayrıldık, kafile hareket ettikçe büyüyerek azam et
li bir insan seli halinde akıyordu. Gazete idarehanelerini ziyaret
ede ede Salkımsöğüt yoluyla «Meclis-i Mebusan» önüne, Ayasof-
ya meydanına yığıldı. Meclis reisi meydanda yok! Nihayet binamn
üst kat pencerelerinden birinde Ahmed Rıza Bey^ ^ göründü.
Onun pencerede görünmesiyle gösteri yapan kütlenin arkasında
da yer yer süvari kıtaları belirdi. Anlaşılan bunu beklemişti! Pen
cereden:
- Burası kuvve-i teşriîye (yasama gücü), icra heyetine (hükü
m ete) gidiniz, o yapmazsa o vakit teemmül olunur (gözönüne alı
nır)... gibi soğuk bir karşılık vermekle yetindi.
Göstericilerde büyük bir asabiyet belirmişti. Burada reisin ya
nında gülmekte olan bir mebusun hareketi halka çok iğrenç görün
dü. Hemen yanımda bir hukuk talebesi duvarın üstüne fırladı.
- Nâmerd, alçak! Ne gülüyorsun... Istırabımızla alay mı edi
yorsun? diye bağırdı. Mebus içeriye çekildi.
Sokak başlarında kalabalığın arkasını kesmekle işe başlayan
süvari, atlarla kalabalığa daldı, ilerlemeye başladı. Bir süre sonra
bir amaç etrafında toplanmış olmayan elli bin kişinin, disipline tâ
bi elli kişi karşısında bozgununu seyrettik. Son kalan birkaç yüz ki
şi biraz direndi, onlar da ufak tefek birkaç yaralı, bereli vererek,
yavaş yavaş dağıldılar...
(*) Ahmet Rıza (1859-1930). İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin ileri gelenlerin-
dendir. Türkiye dışında cemiyetin örgütlenmesinde önemli rol oynadı. Pa
ris G rubunun öncüsü oldu ve M eşveret gazetesini yayımladı. O rada çeşit
li unsurların delegelerinden oluşan Osmanlı Liberaller Kongresi’nin (1902)
toplanmasını sağladı. II. M eşnıtiyet’in ilanından sonra Meclis başkanlığı
yaptı. Daha sonra İttihad ve T erakki’nin öteki üyeleriyle arası açıldı.
Ayan Meclisi üyeliğinde ve başkanlığında bulundu. Görevinden uzaklaştı
rıldı, Fransa’ya gitti. K urtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra İstan
bul’a döndü.
122
Cenazeyi Postane önünde hatırlıyorum. Haşan Fehmi, kırmı
zı atlastan yapılmış Türk bayrağına sarılmış, tabutun baş tarafında
yine kırmızı atlas üzerine « ve kefâ billâhişehida Muhammed Re-
sulûllah» cümlesi altın telle yazılmıştı.
Darülfünunlulann parm aklan üzerinde kendine destek bulan
tabut, bir çocuk bilinçsizliğiyle kâh direniyor, kâh hareket ediyor,
uçmak ister gibi başım kaldınyor, duruyor, tekrar ağır ağır ilerle
meye devam ediyordu. Belki Hafız Sami idi, âdeta gökten dökülü
yormuş gibi bir ses... Nat okuyor. Mevlevi dedeleri kendilerine öz
gü, o güne kadar işitmediğim kesik ve bidüziye giden hazin bir ez
giyle «İsm-i Celâl» çekiyorlardı (T ann’nın adım söylüyorlardı).
Haşan Fehmi, Ankara Caddesi’nden yokuş yukan ilerleyerek
Sultan Mahmud türbesindeki ebedî istirahatgâhına yollanıyordu.
Kalabalık o derece yoğundu ki, hiç kimse kendi isteğiyle yürümü
yor, âdeta sele kapılmış bir tahta parçası gibi akıyordu.
Hem en yirmi adım sağımda tabuta çok yakın bir yerde eski
bir mektep ve mahalle arkadaşıma doğru dümen kırmak bir türlü
mümkün olmuyordu. Nasıl oluyordu? Bir tesadüf eseri değil, o Da-
rülfünunlular içinde âdeta cenazenin yakım kişiler arasında bulu
nuyordu. Bu arkadaşımın Üçüncü Ordu’ya mensup bir süvari üsteğ
meni oluşu beni şaşırtmıştı. Kalabalık içinde kalmış, sonra da çı
kamamış olamazdı. Evet, bu orduya mensup bir subayın Haşan
Fehmi’nin cenazesinde görünmesi dikkati çekici bir şeydi. O da
bana yaklaşmak için çaba harcıyordu. Buna rağmen, ancak Sultan
Mahmud Türbesi önünde birleşmeye imkân bulabildik. Yürüyerek
birbirimizin elini sıktık. Sordum:
- Nasılsın? Ne vakit geldin?
- Ben buraya tayin edileli epey oldu. Size gelemedim. Yine
eski evinde mi oturuyorsun?
- Öyle ya...
- Teyzem nasıl?
- İyidir.
- Sağ olsun. Annen, ne kadar üzülmüştür kimbilir. İyi ki K a
dın Nine öldü de bugünü görmedi.
123
Hiçbir şey anlamamıştım. Anlamsız ve çekingen, arkadaşı
mın yüzüne baktım. O gözleriyle, türbenin kapısından girmekte
olan tabutu takip ederek:
- Zavallı Kadın Nine, bunu görseydi deli olurdu.
İlgisizliğime şaşmış bir tavırla sordu:
Yahu, Kadın Nine’yi unuttun mu? Seni ne kadar severdi.
Kadın Nine!... Ay bu Haşan Fehmi, H aşan Bey ağabey
mi?
Bilmiyor muydun, o ya! Ne yaparsın, kader... Bir türlü şu
yazıdan vazgeçemedi... «Bırak şu yazmayı, bırak şu mücadeleyi»
dedim... Dinletemedim.
O vakitten beri Sultan Mahmud Türbesi’nin, mezarlık kapısı
nı her açık gördükçe, daldım. Avuç içi kadar yerde kaç kez «Ha
şan Fehmi»nin mezarım aradım, taradım. Ahmet Samim’in meza
rı var, H aşan Fehmi’nin mezarım bir türlü bulamadımdı...
Bir gün genç bir dostumla açık bulduğumuz kapıdan daldık.
M ezarlığı iki parçaya ayırıp dikkate aramaya koyuldu. Yok!... Bu
arada türbenin işçilerinden bir delikanlı, küçük binadan çıktı, bize
doğru gelerek ne aradığımızı sordu.
- Oğlum! Vaktiyle şehit edilen bir gazeteci vardı. Haşan Feh
mi Bey isminde... Buraya gömmüştük, aradık taradık yok!
- Efendi! Bi de daşı olmayanlar var. Belki bu paşaya da daş
gomamışlardır. Ben defteri getireyim de bi bahıverin... dedi.
Binaya daldı, elinde bir defterle çıktı. Şimdi anlamıştık. Yeri
ni bulduk: İki mezar arasında ufak, dümdüz yeşil bir sahacık...
Genç dostum üzüntüyle:
- Bu adam şu memleket için camm verdi!... Amcacığım! H a
ni insanın şöyle bir tarifi vardır: «Geçmişi ve geleceği bugünde ya
şayan yaratık» diye. İnsan buna inanmak için ya yazılarıyla, kanıy
la H aşan Fehmi’yi, yahut şuraya birkaç yüz metre mesafede bir
Türk M atbuat Cemiyeti’nin varlığım inkâr etm ek gerekiyor, dedi
ve ekledi:
124
- Hem de vaktiyle katilini sadrâzamdan isteyen Burhan Fe
lek’in senelerle reisi bulunduğu bir cemiyet^
- Nesinden ne umarsın bu dünyanın?
31 MART
125
Ancak, büyük oranda hareketi önleme teşebbüsünde bulunan tek
bir kumandan görüldü: Mahmud M uhtar Paşa... Bu paşa, Harbiye
Nezareti meydanında nizamiye kıtalarını, parmaklık dışından asi
askerin teşvikine rağmen bir süre emrinde tutabildi. Onların da is
yana katılmasından sonra o da gizlenmek zorunda kaldı.
İttihadcılar bu olayı «bir hâdise-i irtica» diye nitelediler. O
günlerde, Ittihadcılara muhalefetin her hareketi irtica; İttihad ve
Terakki Merkez-i Umumîsinin hattâ Sultan Hamid’le kucaklaşma
sına kadar her hareketi «Meşrutiyet-i meşruayı tarsin» edici (din
ce izin verilen Meşrutiyet’i güçlendirici) ileri bir hareket saymak
âdetti.
İttihadcılar muhaliflerin, muhalifler İttihadcılann bu hareketi
tertiplediğini iddia ettiler.
Bence bu olay düzenlenmiş değildi ve bunu destekleyen, olu
şuna imkân veren sebepler, her iki tarafın bilerek, bilmeyerek
yaptığı şeylerdi. 31 M art Olayı bilinçsiz bir yürüyüşün son gösteri
si sayılabilir. Hem İttihad ve Terakki’nin, hem de muhalefetin ku
surları vardır bunda...
Bu olay, muhalefetin ölçüsüz yayınlarından çok, dini siyasete
âlet etmek yüzünden patlak vermiştir.
Derviş Vahdeti adında bir meczubun Volkan adıyla yayımladı
ğı gazeteyi muhalefetin kendi sınıfının sesi arasında benimsemiş
görünmesi, az daha inkılâp namına atılmış ileri adımı kesin bir
tehlikeye sürükleyecekti.
Sultan Abdülhamid, bu harekete seyirci kaldı. Onaylar görün
medi, etkili bir biçimde karşı koymaya da girişmedi. Asker, silah
elinde ortalığa uğradığı zaman ortada ne İttihada, ne muhalif
kimseler kalmıştı. O da başıboş, geleneğine bağlı olarak, önce şe
riat istedi, sonra da kelle...
Osmanlı ordusunun subaylara karşı bir kini vardır. Bunun be
lirtisini arada bir gösterir: Arada bir yapar, fakat bu kaynayışı
onun sabrı kadar korkunç olur. Kansız durulmaz... Öyle de oldu...
«Hareket Ordusu» adıyla tarihe geçen, Selanik ve civan hal
kı ile bir miktar asker ve subaylann toplantısı olan bu kuvvete, ba
şıboş kalmış isyankâr kuvvet kısa bir çarpışmadan sonra teslim ol
du ve bu sonuç Sultan Hamid’in tahttan indirilmesini ve İttihad ve
Terakki’nin daha kuvvetli olarak sahneye dönüşünü sağladı. Tahta
126
çıkan Beşinci M ehmed’in artık bir korkuluktan ibaret kalacağı mu
hakkaktı.
31 M art Olayı’mn kahram anlan, Hüseyin Cahid Beyin «Ni-
gâhban-ı Hürriyet» (Hürriyet Gözcüsü) arslanlanndan çıktı.
Kâmil Paşa sadrazam olduğu zaman, Sultan Ham id’in dağıtı
lan Arnavut, Arap, Türk kıtalan yerine «Hürriyet Gözcüsü» ola
rak Üçüncü Ordu’dan getirilen Avcı Taburlanm Yanya’ya sevket-
mek istemişti. Onun amacı neydi bilmem, fakat İttihad ve T erak
ki bundan şiddetle kuşkulandı. Kâmil Paşa’nın bu teşebbüsünde
Padişahı güçlendirme niteliğinde gizli bir niyet sezdi ve şiddetle
karşı koydu. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği de (Genelkur
may başkanlığı) Sadrâzamın bu hareketini yetkisine tecavüz saydı
ve haklı olarak diretti, şevklerini kabul etmedi.
Hüseyin Cahid bu kahramanların İstanbul’dan ayrılmaları
aleyhine şiddetli bir m akale döktürmüştü. O bu yazısı ile hem İtti
had ve Terakki’nin, hem kendisinin hayatına son verecek im kânla
rı hazırladığım nereden tahmin etsin...
Avcı taburları hakkındaki makaleyi özetleyerek vereyim ki,
lâfa meydan kalmasın. Hüseyin Cahid Yalçın, bunlar hakkında 12
Şubat 1909 tarihli Tanin’in başyazısında şöyle diyordu:
«Avcı taburları meşrutiyetin ilk aylannda İstanbul’da bir hare-
ket-i irticaiye vukuundan (irtica hareketi yer almasından) endişe
edildiği zamanlarda kalplere bir hiss-i emniyet (güven duygusu)
vermek ve icabında meşrutiyeti müdafaa etmek üzere Rumeli’den
getirilmiş kahramanlardır. Bunlar idare-i cedidenin timsal-i kuv
vet ve azameti (yeni yönetimin güç ve ululuğunun simgesi) gibi du
ruyorlar. Avcı taburları efradı bugün İstanbul’un neresinde isbat-ı
vücut etseler derhal kalplere bir hiss-i inşirah (ferahlık duygusu)
ve itimad geliyor.
Avcı taburları hürriyeti istirdat eden Rumeli ordusunun bir
cüz’ü (parçası) olmak itibariyle şehrimiz ahalisi nazarında bütün
hürmet ve muhabbetle kabul edilmektedir. Hattâ ecanib (yabancı
lar) bile onlara karşı bir zaaf-ı kalp (kalp yumuşaklığı) hissederek
onları meşrutiyet ve hürriyet muhafızı birer kahram an suretinde
görmektedirler.»
127
Hüseyin C ahid B e /in bu hürriyet arslanlan, Lâzkiye mebusu
nu bir benzer olarak seçmek şaşkınlığına düşmeseydiler^ ) sayın
hocamızın bugün ölümünün sam nm 47. m atem yılım tutacaktık.
Oluyor böyle yanlışlıklar dünyada...
Burada olayın failleri arasında İttihad ve Terakki’yi saymaya
imkân olduğu görülüyor. Selanik’ten getirilen hürriyet gözcüleridir
ki, 31 M art Olayı’m düzenleyip teşvik ettiler; ortalığı kana boyadı
lar. Karışıklık, durumdan hoşnut olmayanların özledikleri şeydir.
G erek İttihadcılar, gerek muhalefet cepheleri ne istediklerini bil
medikleri halde, yer alacak bir kaynaşmadan kendi lehlerine do
ğacak yeni imkânlar umdular, fakat bu güvercin, hiç de tahminle
ri gibi olmadı. Volkanın üstüne hattâ Derviş Vahdeti’nin Volkan'-
cılan bile varamadılar.
İsyan hareketine katılan askerde, Padişaha karşı bir eğilim
görüldüğü inkâr edilemez. Bu isyana «huruc-ı ale’l-sultan» (sul-
tan’a karşı ayaklanma) değil, düzene karşı bir isyan da denemez
di. Tam bir başıboşluk ve kaynayış idi...
Silahlı bir başıboşluk kadar korkunç bir şey düşünülemez. O
halim selim Türk neferinin özellikle subayları aleyhine beliren
kin ve husumeti, nefretle izlenmeye değer bir manzara göstermiş
ti.
O tarihlerde orduda alaylı-mektepli dâvası henüz halledilmiş
değildi; orduda, neferden, askeri m ertebelerin en yükseğine kadar
alaydan gelme subay vardı. Bunlar, mektepli subaylara karşı bir
nevi ayrılık hissi taşırlardı. E rler alaylı subayları kendine daha ya
kın buluyor ve mektepli subay aleyhine gizli de olsa bir düşmanlık
duygusu taşıyordu.
Şeriat diye başlayan isyan, mektepli subay öldürmekte karar
kıldı. Ve tarihte büyük bir leke olarak kalacak olaylara İstanbul
birkaç gün feci bir sahne oldu.
(*) 31 Mart Olayı sırasında Lâzkiye mebusu Mehmet Aslan Bey, Hüseyin
Cahid’e benzetilerek Meclis-i Mebusan önünde öldürülm üştü. Bu olay
dan sonra Hüseyin Cahid, bir süre İstanbul’dan ayrılmak gereğini duya
rak, 18 Nisan 1909'da bir Rus gemisiyle Odesa’ya hareket etmiştir.
128
İsimleri hürmetle amlmaya hak kazanmış olan şehitler arasın
da birisi hocam, süvari yüzbaşısı Mümtaz, diğeri iki üst sınıftan de
ğerli arkadaşım teğmen İzmit’li Yusuf vardı. Bunlar öyle isyan
eden bir bölük karşısında da olsa, yüzgeri edecek yaratılışta insan
lar değildi. Askerleri ancak kutsal cesetleri üzerinden geçerek is
yana katılabildiler. Bunların her ikisi de süvariydiler. Rum vatan
daş yüzbaşı İspatari de şehitler arasında tarihe saygıyla anılacak
isim bırakıp gitti.
Ben, bu olayda çok fena bir vaziyete düşmüştüm. M ahalle
mizde bir dilencinin oğlu olan bahriyeli bir cibilliyetsiz vardı. Onu
her vakit olduğu gibi küçük görmeye alışmıştım. Yanında dört beş
arkadaşı, sarhoş, martin tüfeklerini havaya boşaltmalarına müdaha
le ettim. Bana karşı sırıtacağını hiç de tahmin etmemiştim Bu
adam o gün o adam değildi; benim azarıma tahammül gösterme
ye alışmış olmasına rağmen hırladı, hayatımı zor kurtardım.
İttihadcılar, ilk iş olarak Padişahın maiyetindekilerle emrin
deki muhafız kıtalarını kaldırmışlardı. Bunların arasından güveni
lir gördükleri bazı kimseleri de bırakmışlardı. Bu arada hizmete
devamına müsaade ettikleri yâver yüzbaşı Haşan Bey, tahttan indi
rilme öncesindeki en son güne kadar padişahın yamnda kalmıştı.
G erek 31 M art Olayı hakkında, gerek padişahın tahttan uzaklaştı
rılma günlerine ve sebeplerine ait ondan dinlediklerimi ekleyerek
31 M art Olayı üzerine açıklamaları tamamlayacağım.
Haşan Bey, bu hareketi padişahın şiddetle reddettiğini, fakat
Gilen engel olacak kadar cesaret gösteremediğini söyler.
Deniz yarbayı Kabulî Beyi saray içinde onun gözleri önünde
öldürmelerine çok üzülmüş, buna engel olmaya vakit olmamış; fa
kat olaydan sonra öldürenleri tutuklama cesaretini göstereme
miş...
Olaya A v a Taburlarının önayak olduğunu duyduğu zaman:
- Tabii, demiş... Büyüklerini dinlemezler... Bir gün sonrasını
düşünemeyen çocuklar, askeri şımarttılar, baba katili yaptılar. Ne
felâket!... Sonu nereye varır Allah bilir...
Haşan Bey bu günler süresince padişahın sükûnetini korudu
ğunu söyler.
129
H areket Ordusu’nun Ayastefanos’ı / ’-* karargâh yaptığı günler
de, İngiltere Kralı, Elçilik Müsteşarı FıtzMaurice aracılığıyla Ak
deniz donanmasının em ir ve iradelerine verildiğini, irade buyur
dukları takdirde İstanbul’a doğru derhal harekete hazır bulunduğu
nu bildirdiği zaman Sultan H am id bu teklifi nezaketle reddetmiş:
Kral Hazretlerine teşekkürlerimi iletmeme aracılığınızı ri
ca ederim. Hiç fevkalâde bir şey yok. O gelenler de benim evlât-
lanm dır... demiş.
Rus Sefirinin aynı şekilde gelen teklifini de aynı yolda reddet
miş...
Tahttan indirilmesinden bir gün önce, Üsküdar’da oturan ve
yamnda tek kalmış olan yâveri H aşan Beye:
- Oğlum Haşan Bey! G eç kalmayın, vapuru kaçırırsınız, ev
den merak etmesinler.
Müsaade buyurun padişahım, bu akşam yanınızda kalmak
istiyorum.
Hayır! İrademe muhalefet etm em eniz icabeder. Hadi geç
kalma oğlum!
Haşan Bey, bunu anlatırken, aynı sahneyi yaşadığım gözyaşla-
nyla anlatmış oldu.
- Selamladım ve ağlayarak ayrıldım... demişti.
Bundan sonra padişahı karşı koymaya teşvik edenler olmuş,
bunları kesinlikle reddettiği muhakkak... Onun kan dökmekten sa
kındığına inanmak caizdir. 33 yıllık saltanatı zamanında yalnız
dört idam cezası tasdik etmiş... Zam am nda müebbed küreğe dö
nüştürdüğü idam cezalan binleri aşmıştır. Hattâ kendisine bomba
atanlan bile...
Askerin başıboş durumu, kendilerine hallerinin kötüye gittiği
ni anlatmış olacak... Kısa bir süre sonra kan dökmek değil, vaziye
ti kurtarmak derdine düştüler.
Anadolu’ya tek tük firarlar başladı. Ve bu hareket her gün
biraz daha arttı.
İstanbul’da derin bir ıstırap devam ediyordu. Beş on masum
subayın ölümüyle sonuçlanan kaynaşmaya açıkça karşı çıkılamıyor
sa da, pasif bir karşı koyma herkesin nefret ve tiksintisini ifade
ediyordu.
(*) Bugün Yeşilköy.
130
H areket Ordusu lehinde yapılan propagandalarla durum gün
geçtikçe bu asi zümre aleyhine değişiyordu; sokaklarda taşkınlara
rastlanmaz olmuştu.
Bugün yarın, H areket Ordusu’nun kurtuluşu sağlayacak akım
beklenmeye başlamıştı.
Nihayet o da oldu, H areket Ordusu, çeşitli kanallardan İstan
bul’a girerken az bir karşı koymayla karşılaştı. Kısa bir sürede du
ruma egemen oldu.
Said Paşa, bu olayda H areket Ordusu kadar da değil, cıva gi
bi fikırdamıştı. Birden Yeşilköy’e fırladı. H areket Ordusu ile mü-
cahid-i hürriyet olarak içeri girdi.
Gazinin halisi, bu soydan adamlardan çıkar. Yedi defa Sul
tan Hamid’in sadrazamlığım yapar, padişahın m eğer aleyhinde
hürriyet taraftan imiş. Elbette sebebi v a r Bugün sizi şaşırtan bazı
olaylann m antar gibi yerden bittiğini mi zannediyorsunuz. Bunlar
geleneğe bağlı tarihi kökleri olan olaylardır.
H areket Ordusu, yer yer ufak müfrezeler halinde, başsız bul
duğu kuvvetleri kısa bir zamanda derledi, topladı.
Hüseyin Cahid Beyin hürriyet gözcüsü askerlerinin kodaman-
lanndan birkaç kişi ayırdı, astı; duruma egemen oldu. Çıktı işin
içinden.
Günün en önemli olayı, Sultan Hamid’in tahtından düşürül
mesi oldu. Bir heyet ona, sadık uyruklarının kendisinin saltanat
makamım terketmesini istediğini arzetti.
Ve usulüne uyarak, gerekçesiyle, M akam-ı Meşihatin ( Şey
hülislamlığın) hal’ fetvasını tebliğ etti.
Buraya kadar Müslümanca ve Osmanlı geleneklerine uygun
devam eden hal’ seremonisinde, bildirimle görevli kurul arasında
Siyonist bir Yahudinin bulunması, hem padişaha, hem de milli
haysiyete sahip kimselere ağır gelmişti.
Sultan Hamid:
Bana, milletimin arzularım tebliğe memur edeceği beş
Müslüman yok muydu ki bu Yahudi vatandaşı rahatsız etmeye
mecbur kalmışlar, demiş.
Daha fenası, bu Karasu Efendi, bir zamanlar Siyonist Partisi
tarafından Sultan Hamid’e, Filistin’de bir miktar arazinin bir bü
yük para karşılığında satın alınması için gönderilmiş...
131
Padişah, ViilıiKİiııin hu teklifi karşısında hayrette kalmış... Ya
rı hiddet, yarı hayret halinde cevap vermiş:
M emalik-i Mahnısa-i Şahanemden satılacak bir karış top
rak yoktur. O bana Vediatü’l-Allah’tır (T ann’nın emanetidir), de
miş ve odayı terk etmesini işaret etmiş.
Yıllar sonra, kendisine hal’i bildirmekle görevli kurul arasın
da bu simayı seçmişti.
Mütebessim, küstah bir eda ile dudağım bükmüş, elleri palto
sunun cebinde duran bu adam, o idi işte...
Bu olay kamuoyunda geniş bir dedikodu konusu olmuş, çok ıs
tırap vermişti.
Gerçekten de bu Karasu firması, devletin yıkıldığı güne ka
dar siyah bir umacı hayaleti gibi devletin mali koridorlarında do
laşmıştı. Kâr ve iş kalmadığı gün kayboldu, gitti. O güne kadar İt-
tihad ve Terakki üyesi olarak görünen bu adam fırının kapağı ka
pandığı gün İsviçre’de aç ve meteliksiz kalan arkadaşlarına yar
dım değil, selam bile vermemiş...
Padişah-ı âlem-penah, zıllulâh-ı fı’l-âlem efendimiz «hakan-ı
mahlû» (tahttan uzaklaştırılmış hükümdar) olmuştu.
Seyahat hazırlığı kısa sürdü. Selanik’te «Alâtini» köşkünde
ikameti kararlaştırılmış. Vefalı kardeşi Alman İmparatoru Wil
helm Hazretlerinin, seyahatinin huzurlu geçmesini sağlamak am a
cıyla Hohenzolem yatım göndereceği söylendi durdu.
Düşenin dostu mu olur? Ne gelen oldu, ne giden..
Alâtini köşküne yollandı Osm anlılann padişahı... Burada hatı
ra gelm ez mi? Bir Müslüman köşkü yok muydu emîrü’l-müminîn’i
(Hz. M uhammedin’in halifesi, padişah) misafir edecek?... Öyledir
kanun-ı âlem, düşene sadece gülünür.
«Padişah yanına dört karısını aldı, sekizini bıraktı. Filan hare
mi gitti, filan gitmek istemedi. Oğlu Burhaneddin’i beraber götü
recek, götürmeyecek.» yollu birkaç dedikodu, Sultan Beşinci Meh-
med’in cülûs töreni arasında kaynadı.
Kardeşi Beşinci Mehmed, Osmanlı tahtına oturdu...
132
MEÇHULDEN GELEN KUMANDAN
134
Harbiye Mektebi’nin, o zamandan çok sonralara kadar Os-
manlı ordusunun tanıdığı silahların en modemi olan "Martini Hen-
ri" tüfeğine kadar birçok silahı çatısında toplamış bir silahhanesi
vardı. Bütün akranlanyla birlikte bu genç kurmay da ancak sila
hın burada olan çeşitlerini görmüş olabilirdi.
Von der Golz Paşa, "Harbiye-i Şahane"nin beş on günde eliy
le yetiştirdiği "fenn-i esliha" hocasını padişaha kısa bir süre sonra
silah uzmanı olarak takdim eder. Ve onu Vidinli Tevfık Paşa baş
kanlığında oluşan bir satın alma komisyonuna binbaşı olarak so
kar.
Von der Golz’un tavsiye yazısında Mahmud Şevket Efendi
için çok cömertçe davranışı dikkate değer.
Silah fenninde uzmanlığından başka, dün tanıdığı, kısa bir
geçmişi bile olmayan bu genç Osmanlı subayı için, "Ordunun ha
yatına ilişkin bü işte en sadıkane hizmette bulunacak birisi varsa,
o da bu kurmay yüzbaşıdır," dem ekle de kalmıyor, Alman fabrika
törleri aleyhine şöyle bir uyanda bulunuyor: "Fabrikatörler böyle
saün alma yetkisini taşıyan kimseleri tatmin ederek suiistimale yö
neltirler, bu yüzbaşı, çıkar sağlama çabasına düşmeyecek derece
de karakter sahibidir.”
Bu güvence, ciddi bir generale yakışmayacak derecede acele
cilikle verilmiş değil midir?
Bu paşa, ayda bin altın maaşla, ordu ve asker mekteplerimi
zi düzeltmekle görevli olarak gelmiştir. Bir kıta büyüklüğünde, çe
şitli iktisadi kaynak ve çıkarlarla dolu bu ülkede görev almıştır.
Onun, kendi devletinin çıkarlan için görev almamış olduğu düşü
nülebilir mi? Bu gibi kurullann yıllar boyu süren çalışmalan ince
lenirse, onlann bizim paramızla kendi çıkarlan için çalışmış ol-
duklan anlaşılır.
Kısa bir süre sonra Mahmud Şevket Bey bu komisyonun üye
si değil, Almanya’ya satın alma işiyle her giden kurulun başkam
sıfatıyla başta görülür.
Adeta bundan sonra silaha ait her iş ve teklif bu adama soru
lur. Onun oyuna göre, "alınır" dediği alınır, "yaramaz" dediği red
dedilir.
İşte Mahmud Şevket Bey, yüzbaşılığından korgeneralliğine
kadar devletin borç harçla sağlanan altınlanm çeşitli satın alma
sebepleriyle Alman varlığına akıtan eldir.
135
Burada bu alışverişin ne yasallığından, ne de suiistimal edil
miş olduğundan söz etmiyorum. Sadece bu paşamn hayatım çiziyo
rum.
Bu yüzbaşı 19 yılda paşa olmuş, 19. yılında korgeneralliğe
yükselmiş, göğsü, eteklerine kadar, Sultan Hamid’in değerli nişan
larıyla kuyumcu vitrinine dönmüştü. En son, bir ihtilâl yuvası olan
Amavutluk’un önemli merkezlerinden birisine vali tayin edilir.
Bu adam, olsa olsa Sultan Hamid’in Hareket Ordusu üzerine
sevkedeceği bir ordunun kumandam olabilir. Padişaha karşı hare
ket eden bir ordunun değil...
Burada bir gizlilik ve benzerlik görmemek mümkün değil; bu
adamın tıpkı Enver gibi gizli bir kuvvetin arkalaması ile meydana
gelmiş olduğu görünüyor. Nasıl ki Enver İttihad ve Terakki’nin en
kuşkulu bir devrinde sultanın hafiyesi olarak idama mahkûm edil
miş M erkez Kumandam Nâzım’ın kaynı olduğu halde hiçbir şey
yapmadan kahram an olarak ortaya çıkmışsa, bu paşa aym acayip
likleri taşıyordu...
Burada İttihad ve Terakki’nin hareketine paralel ve onunmuş
gibi gizli bir elin kendi maksadına varmak için daha ustalıklı ve
bilgili hareketi sezilir; bu hareket ancak Birinci Dünya H arbi’nde
maskesini atar, gerçek çehresiyle görünür.
Olaylar, dikkatle takip edilirse, bu kimlikleri kuşkulu adam la
rı yönetenlerin Osmanlı topluluğunun irade ve güç kaynaklarını
daha isabetle keşfetmiş oldukları kabul edilir. Ordu ve onun baş
kumandanı padişah, onun için elemanlarım bu mevki ve kuvvetle
rin başına yöneltirler. O günün hareketine uyar görünerek...
M ahmud Şevket, üç yıla yakın bir zaman H areket Ordusu ku
mandam ve Harbiye Nâzın sıfatıyla tam bir askeri diktatör olarak
memleketin başında kaldı.
Bunu kim getirm iş olabilir? İttihad ve Terakki Cemiyeti bu
adamdan en az Şemsi Paşa’dan sakındığı kadar neden çekinme
sin? Üçüncü ve İkinci Ordu’nun «Meşrutiyet inkılâbı» adım verdi
ği hareket padişah ve mutlakiyet aleyhine bir hareket idiyse, bu
paşadan belki herkesten çok sakınması gerekmez mi?
Ne yolda olursa olsun, o, Üçüncü Ordu kumandanlığından
H areket Ordusu kumandanlığına; İstanbul’u işgalden sonra da H a
reket Ordusu kumandam ve Osmanlı ordularının en hareketli ve
136
saltanat merkezine yakın olanlarından Birinci, İkinci, Üçüncü O r
dular müfettişliğine geçti.
Tabii ilk eylemi sarayı tasfiye, 31 M art Olayı’na katılanlan
cezalandırmak oldu; o yıllarda Almanya’da bulunan General Von
der Golz Paşa davet edildi. 14 Mayıs 1325 tarih in d e^ paşamn Os-
manlı hizmetine dönmesi Kayser1den rica edilir.
Aynı günlerde Osmanlı subaylarından bir grup öğrenim için
Almanya’ya gönderildi; bir Arap Alman subayı da öğretim kuru
lunda yer almak üzere Türkiye’ye geldi...
Bu olayların en hareketli faaliyetini Divan-ı Harb-i Örfîlerin
(sıkıyönetim mahkemelerinin) geceli gündüzlü çalışmaları oluşturu
yordu...
Bu günlerde, İstanbul halkının ömürleri boyunca görmedikle
ri darağaçlanm n kaldırılmalarıyla konmaları bir oluyordu.
Bugün Beyazıt meydamnda, yann Köprü başında boğazlan
mış insanlar... 15 Ağustos 1325’te ' ) asılan on beş kişi arasında
başmusahip Cevher Ağa’nın da bulunması, kamuoyunda derin bir
üzüntü yarattı. Bu adamın idamım bizzat Mahmud Şevket em ret
miş; sebep, kendisinin padişaha verdiği arizalan bu zavallı takdi
me vasıta olurmuş... Bir türlü yayımlanamayan bu ju m a lla / )
içinde Mahmud Şevket Paşa’mnkiler önemli bir toplama ulaşır
mış.
Z aten bu paşamn ikide birde biribirini yalanlayan demeçleri
ve jum allann yayımlanmasına karşı koyması, kendi hakkında şüp-
hele doğruyordu.
(*) Miladi 27 Mayıs 1909.
(••) Miladi 28 Ağustos 1909.
(***) II. A bdülham id'in tahttan indirilmesinden sonra, jum allar Yıldız Sarayı’n-
dan alınarak Haıbiye Nezareti girişindeki köşke (şimdi İstanbul Üniversite
si Rektörlüğü) getirilir; burada tasnifine başlanır. Bu sırada gazetelerde
konuyla ilgili geniş yayın yapılır. Enver Paşa’nın Harbiye Nâzın olmasın
dan sonra, jum allann hepsinin yakılması emri verilir. Bunun nedeni, İtti-
hadcılar da içinde olmak üzere, 'hürriyetperver'lerden birçoğunun II. Ab-
dülham id’e jum allar vermeleridir. Jum allar yakılırken, Asaf Tugay görevi
dolayısıyla, "jum allann isimlerini ve bazı jurnal hülasalannı ihtiva eden
defterle bir m iktar evrakı’ ele geçirip saklar. Bunlan 1960’larda ib re t adlı
kitabında (İst, bty) yayımlamıştır. Kimi jum allar da Faiz Demiroğlu’nun
A bd ü lh am id 'e Verilen Jurnaller adlı kitabında (İst. 1955) yer almıştır
137
Mahmud Şevket Paşa’nın hayat yolunun ana hatları şöyleydi:
Büyük miktarlarda borçlanmak, ele geçen paralarla Almanya’dan
ordu hesabına silah ve cephane satın almak! Bu iş için kendisine
kabiliyetli bir de yardımcı bulmuştu: Selanik mebusu Cavid...
Paşa, bu kanşık ilk günlerde önemli bir davete uymak zorun
da kaldı: Alman İmparatoru onu manevralara çağırmıştı. 25 Ağus
tos 1325’te^ ) büyük bir uğurlayıcı kalabalığı arasında Sirkeci’den
hareket etti. Almanya’yı, sonra da Fransa’yı ziyaret etti. İmpara
tordan, Wurtenberg Kralından aldığı nişanların yanına Légion
d’Honneur nişanım taktı ve memleketine döndü. Aynı zamanda 3
Temmuz 1325’te1' 1 de Von der Golz Paşa Türkiye’yi şereflendir-
mişti. Zam anın en ivedi işleri arasında.
Ömrü boyunca kendi iradesiyle hareket etmemiş, başkaları
nın iradesiyle çalışmış bir insanın, koca İmparatorluğu iradesine
bağımlı bulunca, ilk işinin bir dayanak aram ak olacağı tabiîdir.
Yükseklerde dayanaksız başı dönen bu paşanın ilk seçtiği da
yanak, ilk koruyucusu Von der Golz oldu. Onu yambaşında bulun
ca rahatladı.
Askerî manevralar, eğitim ve öğretimden önce, hemen bu
günlerde başlayıverdi. Paşa, ortaya çıkan fırsata göre, yazılı sözlü,
ya övünüyor veya çatıyordu. Rum Patriği ile görüşürken adama
«sizin kafanızı patlatacağız» der, Patriği istifa etm ek zorunda bıra
kır. Bir gazeteciyle görüşse, mutlaka, «ordu hazır, hem tamamıyla
hazır» der, tehdit etmekten kendim alamaz. Yine de her görüşme
de hükümet işlerine karışmadığım söyler, «şayet hükümet olsay
dım» diye görüş açıklar.
Bir gün L e Temps gazetesi muhabiriyle görüşür, muhabir so
rar:
«- Alman devletiyle bir ittifak muahedesi yapacağımzdan bah
sediliyor. Ne dersiniz?
Ben, hükümetin esrarına vâkıf değilim (sırlarım bilmem),
bilemem. Ama bu türlü şaiyalar da hayretimi mucip olmaz (söy
lentiler de beni şaşırtmaz). G azetecilere yazacak şey lâzım, yazar
lar. Bugüne bugün Türkiye gayetle mükemmel bir orduya mâlik
(•) Miladi 7 Eylül 1909.
(*•) Miladi 16 Temmuz 1909.
138
olduğu için her iki taraf devletler paylaşamıyorlar. O, ‘bizden ol’
diyor. Beriki ‘bizden ol’ diyor. Ben hükümet olsam müstakil kalı
rım.»
Diplomatik bütün incelikleriyle bu demeç Fransızı ancak gül-
dürmüştür sanırım. Onun hiçbir şey olmadığım söylemesine rağ
men devletin başında her şey olduğunu kendisi ne kadar biliyorsa
Fransız da biliyordu ki, bu ana meselenin anlamlı sorusunu ona
yöneltmişti...
Onun burada kendini hükümetten ayn göstermek istemesi, as
kerlerin siyasetle uğraşmaması gereği üzerinde ortaya attığı görüş
ler, dâvayı ayakta tutmak içindir. O bu makamda kendini politika
dan uzakta farzediyor. «Ben sadece ordunun düzenlenmesi ve di-
van-ı harp işleriyle uğraşıyorum; siyasete aklım ermez,» diyerek
herkesi kendine güldürüyordu.
Bu paşa, böylece mantıktan uzak çok söz söyledi ve çok
adam astı, «irticaa meyl-i mahsus» (özel eğilim) gibi niteliği anla
şılmayan gerekçelerle... İkinci Ordu manevralarında askerin siya
set yapması aleyhinde çok parlak bir nutuk vermişti ve bunu pek
parlak bir gözleme dayanarak pekiştirmişti.
«- Saint Cyr Harbiyesini gezdim. Mektebin kütüphanesinde
tam 80.000 cilt kitap vardı, siyasî kitap değil, bir tek mecmua yok
tu.
Sordum:
- Siyasî mecmua ve gazete koleksiyonlarınız yok mu?
- Askerin bu mevzularla hiç bir ilgisi olamaz. Yasaktır, dedi
ler.»
Koca bir ordu kalabalığı karşısında nihayet kendini büsbütün
unutamayan paşa, itirafa mecbur oldu:
«Ben de siyasetle meşgul oldum ama, o hükümet-i gayr-i
meşruaya (yasal olmayan hükümete) karşı idi,» dedi.
Onun yüzbaşılıktan korgeneralliğe kadar hizmet ettiği ve hiz
metine mükafât olarak göğsünü sepet dolusu nişanlarla süsleyen
hükümetti bu yasal olmayan hükümet dediği!
Bu kadar saçma sapan konuşan ve başarısızlıktan başarısızlı
ğa yuvarlanan bir adamın çabuk aşınacağı şüphe götürmez.
139
Bir kere onun siyasî yabancı bir devlet zümresinin adamı ta
nınmış olmasının bir karşılığı görülecek: Üçlü İtilâf devletleri (İn
giltere, Rusya, Fransa), bunun haddini kendisine bildirecek değil
ler ya; ancak onun temsil ettiği devlete düşmanlık yöneltecekler...
M em leketin her tarafında isyanlar, başkaldırm alar başladı.
İktidarda, ne bu olayların sebep ve kaynaklarım belirleyecek ye
terlik, ne de bunların önüne geçmek için gereken yetenek ve ön
görü vardı.
Arnavutluk’tan Yemen’e, Yemen’den Dürzü D ağı’na, derken
Trablusgarb’a koştuk durduk...
Üçlü İtilâf, savaştan sürekli kaçan m erkezî Avrupa devletleri
ni bu defa tümüyle yola getirmeyi kararlaştırmıştı. Meşrutiyet’in
ilanında bizi de içine katarak yapmak istediği Balkan İttifakı’nı
bu defa bizi dışta bırakarak bizim de aleyhimize olmak üzere ör
gütledi.
İtalya’ya Trablusgarb’ı göstererek Üçlü İttifak’tan ayırdı. Ro
manya’yı da kendi safına çekti.
Bu yolla Balkanları üzerimize saldırmaya hazırladı.
Mahmud Şevket Paşa, düşmanı cesaretlendirmekten fazla bir
şeye yaramayan manevraların belki kendini de inandıramayacak
parlak sonuçlarıyla övünmelerine devam etm ekte... Borç para al
mak, uydurulan para ile Almanya’dan atım larda bulunmakla uğra
şıyor.
E n son İttihadcılar da bu korkunç adamdan kurtulmanın çare
sini bulmak zorunluluğu duymuşlardı. O nlar da muhalifler kadar
bunu yakalarından fırlatmayı düşünmeye başladılar. Sonunda bir
gün Talât Bey, fırka reisi (parti [İttihad ve Terakki] başkam) Said
Beyi yanına alarak Harbiye Nezareti’ne gitti. Paşayı makamında
ziyaretle kendisine Meclis’in çok ciddi bir gensoruyla karşı karşı
ya geleceğini bildirdi.
- Meclis, Askerî Levazımat reisi Topal İsmail Hakkı Paşanın
suiistimalleri dolayısıyla sizi çok ciddi sorular karşısında bulundu
racak, şeref bozucu bu olaya yol açmamak üzere kısa bir süre çe
kilmenizi bütün arkadaşlar namına rica ederiz, dediler. Böylelikle
istifasını sağladılar. Bir gün sonra Âyan Meclisi’ne üye yaptılar.
Bu yolla Paşa’yı aktif görevden uzaklaştırdılar.
140
KOMEDİ
142
HALÂSKÂRLAR
143
Z aten onun ilk emrinin İttihad ve Terakki karşısında her teh
likeyi göze alarak onu iktidara getiren kuvvete karşı oluşu, basit,
gururlu, her şeyi kendisinde bulma kuruntusuna kapılan bir adam
olduğunu göstermişti.
O Harbiye Nâzın olunca, her şeyin eline geçtiğini zannetti.
Ne getirene, ne götürene önem verdi.
Devlet örgütü içerisinde en ufak bir değişikliğe gerek görme
di; hattâ yâverini bile değiştirmek gereğini duymadı...
Yâveri Yüzbaşı Nuhkuyulu Ziya (İsmail Ziya Birsis), Manas
tır m erkez kuruluna mensup bir subaydı. Bağnaz olmasa da, par
lak bir İttihadcıydı. İttihad ve Terakki’nin yeminli, sağlam bir üye
siydi.
Bunu, Nâzım Paşa’yı önce yumuşatmak, sonra İttihad ve Te-
rakki’ye karşı yakınlık duymasını sağlamakla görevlendirdiler.
Arkadaşım İsmail Ziya, Nâzım Paşa’ya başkanlığı altında bir
İttihadcı kabinenin cazip kadrosunu sundu...
İttihadcılara göre Nâzım Paşa aranıp bulunmayan bir şefti.
H er gün biraz daha ikna etmeyi başarıyorlardı. Kısa bir zaman
sonra Harbiye Nâzın, yüzünü onu iktidara getirenlerden tamamıy
la çevirdi.
Bu durumun aramızda endişe ve telâşa yol açacağı belli... İt-
tihadcılann bir defa iktidara gelmesi, ocağımıza incir dikilmesine
yetecekti. Bunda şüphe ve tereddüde gerek yok...
Ne olursa olsun, buna bir çare bulmak zorundaydık. Özellik
le H alâskâr hareketinde tanınacak kadar rol almış kimselerin du
rumu endişe verici görmekte haklan vardı.
Ne yazık ki, Halâskâr örgütünde öyle İttihadcılarda olduğu
gibi belirli bir hedef, buraya varmak için aşağı yukan belirlenmiş
yöntemlerle vanlm ak istenen am aç için harcanmış çabalarla ge
çen yıllar ve bu arada öne çıkmış kişilikler, bunlar arasında kurul
muş disiplin yoktu.
Tem iz bir endişe ve üzüntüden doğmuş da olsa, nihayet bir
komite değildi henüz...
O bir kaynayıştı. Tehlikeli gördüğü bir hale itiraz etti ve bu
nunla kendi görevini bitirmiş sandı.
144
Yalnız bu harekette fazla tanınan ve îttihad ve Terakki’nin
yeniden iktidara gelişiyle durumu tehlikeye düşecek olanlar, birbi
rine yaklaşmak, ileride gelecek tehlikeli günlere karşı koymak zo-
runluğu duydular.
REDDEDİLEN TEKLİF
BALKAN SAVAŞI
151
Ertesi gün Hüseyin Cahid (Yalçın), onu oldukça sert bir dille
şöyle haşladı: «Sen» dedi, «Sen bizim en samimi dostlarımızla,
hakkımızda en derin halisane duygularla meşbu (dolu) komşuları
mızla aramızı bozmak istiyorsun. O nlara karşı reva görülmeyecek
zehirli ithamlarla (suçlamalarla) sulh ve sükûnet havasım bozmak
istiyorsun. M aksadın malûm; bir harp psikozu yaratmak istiyorsun,
bir harp patlayacak, istibdat avdet edecek (geri dönecek), sen de
m enfaat tezgâhım kuracaksın.»^
Bu felâketin başladığı günlerin öncesinde Ali Kemal,, bu yazı
yı hatırlatarak, «O vakit böyle söylediğimiz zaman bize kötü niyet
li adam diye itirazlarda bulunmuştunuz, zaran yok, gelin de şimdi
buna karşılıklı çare arayalım,» dedi.
N erede? Bu felâket de bize bir uyamş dersi olmamıştı. Hâlâ
pençelerimiz birbirimizin boğazında, Bulgarlara değil, birbirimize
karşı pusulara atılmıştık.
Talât, «içerde Osmanlılığın gelişmesine engel olanları ez
dim, şimdi dışardaki engelleri ezmeye gidiyorum» dedi. Ama bir
aralık seyirci olarak gittiği Çangra muharebesinde üç gün durabil
miş ve dönmüş...
Doğrusu ben de öyle yaptım: Daya Hatun’da iki gün kaldım
ve döndüm.
Bizim siperlerimiz vatan savunmasına ayarlanmış hatlarda de
ğil, birbirimizi nerede boğabileceğimize göre yön almıştı...
T alât Paşa, Bulgar topçusu Ç atalca hatlarını döğerken, belki
Bâbıâli Baskınını hazırlamaya, yahut Nâzım Paşa ile ortaklama
kabine kurma imkânlarım araştırmaya koşmuştu... Biz de bu baskı
na imkân vermemeyi Bulgar işgalinden daha ön planda tutuyor
duk.
îşte Ali Kemal öyle Cahid Beyle... Mahmud Şevket Paşa da
28 M art 1912’de «Balkan mes’elelerini halletmiş bulunuyoruz» de
mişti.
D ediler kodular, ama ne faydası var? H arp bir oldubittiydi
artık.
Şimdi Mahmud Şevket Paşa’nın üç yılda milyonlarla lira har
cayıp da yetiştirdiği ordumuzdan başka güvenecek bir şeyimiz yok
tu, iş ona kalmıştı...
(1) Tanin gazetesi, 1324/1908.
152
Âyan Meclisimizin tecrübeli askerlerden oluşan üyeleriyle ku
rulan bir harp meclisinde Mahmud Şevket Paşa güvence verdi:
«Harbiye Nâzırlığım zamamnda yetiştirdiğim düzenli, dörtyüz
küsur bin kişilik orduya sahipsiniz; düşmanlar da ancak o kadar
bir kuvvet çıkarabilirler; ancak bizim yığınağı tamamlamak için
on sekiz gün kadar bir zamana ihtiyacımız var. Bu süreyi diploma
tik avutmalarla kazanmaya çalışınız, o kadar...» dedi. İster inan is
ter inanma!
Çok kısa sürdü. Üçüncü Ordumuz baskın şeklinde bir hücu
ma uğradı. İki kaleye sokuldu. Son gününü uzatmaya çabalamak
tan başka çaresi kalmadı.
Bulgar karşısında askerlerimiz korkunç bir paniğe uğradılar.
Ç atalca hattında zor tutundular. Başladı demeden, yaralı seli İs
tanbul hastanelerini doldurdu.
M ahmud Muhtar Paşa bu faciayı şöyle açıklar:
«Muntazam ric’at (düzenli bozgun dönüşü) ancak talim ve
terbiye görmüş ordulara nasib olabildiğinden Osmanlı ordusu hiç
bir vakit firar şeklini almaksızın ric’at edememiştir.»^1)
Ne yazık...
Delil aramaya gerek yok; olay kesin hükmünü vermiş bulunu
yor. Kırk yıldır bize boyun eğenler, bizi önlerine kattılar ve bir so
lukta Avrupa kıtasından attılar.
Orduda tıpkı birinci manevrada olduğu gibi, kolera da başla
mıştı... Takviye ve ikmal imkânları çok zor. Z ar zor getirilebilen
kıtalarla Çatalca hattında çamurlara gömülmüş kuvveti ayakta tut
maya çalışıyorlardı.
H er gün göçmen kafilelerinin getirdiği öldürücü haberlerle
zehirleniyorduk: Kıyımlardan, ırza geçmelerin tüyleri ürpertici çe
şitlerinden söz ediliyordu.
Suçlan birbirimize atmakla bir şey yapmış olduğumuzu sanı
yorduk. Bir muhalif:
- Talât, askeri fesada vermiş. «Harb etmeyin!» Hem düşma
nı teşvik ettiler, hem de sizi kurbanlık koyun gibi sürdüler.
(1) Mahmud M uhtar Paşa: Üçüncü O rdu’nun ve İkin ci Şark O rdusu’nun M u
hareben, İst. 1331/1915, s. 169.
153
Öteden Ittihadcı:
- Allah bin türlü belâsını versin o Nâzım Paşanın. Yetmiş bin
usta askeri terhis etti, başımıza bu belâyı getirdi, iş danışıklı döğü-
şüklü kardeşim!
Bu ve buna benzer, oldukça alçakça birtakım suçlamalarla
kin ve düşmanlığı bilem ekten başka bir şey yapmış olmuyorduk...
BÂBIÂIİ BASKINI
161
HARAÇ MEZAT
162
Mahmud Şevket Paşa, Daily Telegmph muhabiriyle yaptığı
görüşmede aşağıdaki demeciyle sahnede göründü:
«Şimdi,» dedi, «Evet, bugün sadece başkalarının yardımı ol
maksızın yapabileceğimizi söyleyeyim. Bizim Avrupa’da pek çok
dostumuz yoktur. Doğrusu bunda bizim kabahatimiz vardır. Hiçbir
iş görmeyerek çok vakit kaybettik. Çok şeye başladık, hiçbir şey
başaramadık. Çok vaadlerde bulunduk, fakat yerine getiremedik.
Şimdi iş yapmak azmiyle geldik. Yabancıların yardımı bizce
değerlidir.
Memleketimizin iyi yönetilmesi için bütün nezaretler (bakan
lıklar) için yabana danışmanlar getireceğiz. M emleketi büyük İda
rî mıntıkalara ayıracağım ve herbiri için ayrıca yabancı müfettiş
getireceğim.
Hükümetin korkaklığı veyahut parlamentoda uzun uzadıya lü
zumsuz ve faydasız tartışm alarla vakit kaybetmek yüzünden kanun
lar çıkarılmadığından bayındırlık işlerini ele alamamıştık. Yaban
cı sermayelerin yardımından bu bakımdan yararlanmak mümkün
olamadı. Bunlardan yabancı sermayedarlarının şikâyet ettiklerini
biliyorum. Bunun için M edis’in açılmasını beklemeksizin, bütün
sorumluluk kabineye ait olmak üzere birtakım geçici kanunların
iradesini [padişahtan] alarak işe başlayacağım, bu arada demiryol
ları inşası sözleşmeleri yapacağız, gereken bayındırlık işlerini orta
ya çıkaracağız.
Biz Avrupa’ya karşı meydan okumak ve AvrupalIların tavsiye
lerine kafa tutmak için iktidara gelmedik. Em in olmalısınız ki du
rumun gerektirdiği saygı, ağırbaşlılık ve ciddiyetle Avrupa’ya ce
vap vermek ve vicdanına başvurmak için işbaşına geldik. Biz her
şeyden önce barış istiyoruz. Yalnız şu kadar ki, bir Avrupa devleti
olmak yönünden üstümüze düşen yükümlülüğü takdir ederek şid
detle arzu ettiğimiz barış sağlansın.»
Ya! D em ek Kâmil Paşa’mn yapamadığı şeyler bunlarmış...
Bunları yapabilmek için adam öldürerek baskınlar yapmak
yoluyla mem leket haysiyetini rezil ederek iktidara tırmanmaya ne
gerek vardı?...
Bu dem eç aşağılık duygusunun bir şaheseri sayılabilir.
163
Bu, Avnıpalılara, «bizim de sömürgeleriniz sırasına katılma
mız için yüksek müsaadenizi dilemek üzere iktidara geldik,» de
mek değildir de nedir?
(*) Orduyu "ıslah" için bir Alman askeri kurulunun getirtilmesi kararlaştırıldı
ve Liman von Sandeıs başkanlığında 42 Alman subayı 14 Aralık 1913’te
İstanbul’a geldi. Sözleşme uyarınca, bunlara b ir derece üst rütbe ve yük
sek aylık verildi. B ir yüzbaşı, b ir T ürk korgeneralinin aldığı aylığı (60 al
tın) alıyordu. Liman von Sandeıs, 1. Kolordu Komutanlığına ve Askerî
Şûra üyeliğine getirildi.
164
«Hükümet başkanlığında ülkenin mükemmel ve güçlü bir
adamı bulunuyor. Ona karşı olan fırkalar, istediklerinde ulaşma
mış olsalar bile, ona karşı güven beslemelidir. Böyle bir hareket
yalnız âdil değil, akıllıca da olur.»
Aynı tavsiye. İki paşa da bize, erginliğe ulaştığımızı öne sür
mekten vazgeçmeyi, büyüğümüzü kendimiz seçmemiş de olsak ke
sinlikle ve tam bir güvenle, iyiniyet göstererek, gelmiş olanın buy
ruğuna uymamızı istiyor... Gelen, rasgele adam öldürerek geli
yor... Tavsiye eden de bir yabancı general...
Ömrü yetmedi, araya Yüzbaşı Kâzım’ın kanlı müdahalesi gir
di. Paşa hayata veda etti, dünya işlerini arkadaşlarına bıraktı. Böy
lelikle paşayı aradan çıkaran teşebbüs çok daha tehlikeli birinin
başa geçmesine fırsat verdi ve imparatorluğun ortadan kalkmasını
daha kısa yoldan mümkün kıldı.
Mahmud Şevket Paşa’nın ölümü, Îttihad ve Terakki çevresin
de yapay bir keder manzarası doğurdu. Muhalefeti sevindirdi. Fa
kat Alman basınını yasa b ü rü d ü .^
Birçok Alman büyükleri duydukları acıyı m akalelerle belirt
mişti. İmhof Paşa, Neue Freie Presse'de, «Üfûl eden (ölen) zat, bü
yük bir adamdı. Müteveffa-yı müşarünileyh (adı geçen ölü), m em
leketlerine en büyük hizmetler eden ve vatanları için ölen rical
dendi (ileri gelenlerdendi)» diye yazdı.
Von der Golz da, «Türkiye’de yetişen devlet adamlarının en
mükemmellerinden olan Mahmud Şevket Paşa, en vasî efkâra m a
lik (en verimli görüşlere sahip) bir deha idi,» diye yazmıştı.
165
Bunlardan G eneral Keim, Tacht gazetesinde çıkan bir yazı
sında Dr. W iehtestein’in Orta Avrupa Siyasetinde Yeni Hedeflen
Beriin-Bağdat adlı kitabını söz konusu ederken diyor ki:
«Bu eser, Bismarck’ın düşüncelerinin ve ruhunun aynasıdır.
Berlin-Bağdad denilen hayalî âbidenin canlanması ve gerçek bir
varlık olması için düşünülen ağacın esas örgüleri dokunmak üzere
dir. Bir gün, olmuş bir meyvamn çekirdeği gibi, yenirken meyda
na çıkacaktır.
Ciddi bir Almanın gelecek için biricik ülküsü, bir büyük Al
man-Avusturya-Türk İmparatorluğu olmalıdır.
Bu büyük imparatorluğun en büyük lim anlan Hamburg ve İs
tanbul olacak ve bu Büyük Devlet’in nüfuzu Küçük Asya ve Mezo
potamya’dan B ağ d at’a varacaktır...
Elbe nehrinin ağzından Fırat ve Dicle’nin denize döküldüğü
yere kadar uzanacak olan bu impatorluğu kurmak, ancak milletle
rin en büyüğü olanlara, yani Almanlara lâyıktır.»
Ruhrbach adlı bir başka yazar da, Dünyada A lm an Fikri adlı
kitabının bir yerinde şöyle der:
«Bağdad hattı, Boğaziçi’ni Bağdad’a bağlayan bir Türk-Al-
man hattıdır. Bu sayede büyük imparatorluğun en uzak yerleri İs
tanbul’a, deniz kıyısındaki bir merkeze bağlanmış olur.»
Görülüyor ki, onlarca İstanbul ve Anadolu âdeta kendilerinin
dir. Gerçi bu bir fikir, fakat yalmzca bir yazarın veya düşünen bir
adamın değil, Alm an emperyalistlerinin ortak davasıdır. Bu dava
nın fikir yönünü kurmak üzere meydana getirilmiş çeşitli kuramlar
dan biri de «Alman Anadolu Komitesi»dir. Bu komitenin sözcüsü
Hugo Grote «Anadolu’ya göç etmeye taraftarız. Ancak Rusya’da
ki Almanları kurtarmak ve bunlan Anadolu’ya yerleştirmek gere
kir,» der.
Mahmud Şevket Paşa’nın yakın dostlarından olması gereken
İmhof Paşa’nın 1913 yılı Ekim ayında Berlin’de verdiği bir konfe
ranstaki şu sözler dikkate değer:
«Anadolu’da 60-70 milyon insan banndınlabilir. Oysa bugün
orada ancak 15 milyon nüfus vardır. Arazinin ancak %3’ünden fay
dalanılmaktadır.
166
Bir milyon üçyüz yirmi bin kilometrekare toprak üzerinde on-
beş milyon insan oturuyor. Hem sonra Türkler buraları ekip, imar
etmeyi de bilmemektedir. Nüfuslarında da bu geniş memleketi
dolduracak bir artış yoktur O halde tam kolonizasyon (sömürge
leştirme) yapılacak yerdir.»
O zamanki Türkiye’nin başında bulunan Mahmud Şevket’le-
rin, Enver’lerin, daha doğrusu «İttihadcılann» Türk ordusunun ba
şına «Paşa» ettikleri bu Alınanlardan birinin bu sözleri, Alman
ya'nın «Türk dostluğundan» ne anladığının apaçık bir ifadesidir.
David Tirgetsch adlı bir başka yazar da, Alm anya ve İslami
yet adlı kitabında*^ şunu belirtiyor: «1910’da Kari Mermann, bu
fikrin ekonomi bakımında çok büyük bir mâna ifade ettiğini söyle
di.»
Alman siyasi yazarlarının çoğu artık amaçlarını «Türk dostlu
ğu», «İslam koruyuculuğu», «medeniyet taşıyıcılığı» filan gibi yal
dızlı kılıflara bile bürümeye gerek görmemektedirler. Arthur Dix,
A lm an Emperyalizmi adım vermekten çekinmediği kitabında:
«İmpatorluğun selâmeti Güney Avrupa’ya el uzatmaktadır.
Bu sayede Anadolu ve oradan Hind Denizi elde edilir. Orta Avru
pa (yani Almanya!), Güney Avrupa, Anadolu ve Mezopotamya bir
leşmelidir,» diyor. Dix, kitabının başka bir yerinde de diyor ki:
«Şu felâketli Balkan Harbi’nde Almanya ile Avusturya'nın ta
kındıkları aptalca seyirci rolü Sırbistan’ı büyüttü. Romanya’yı biz
den ayırdı; Asya yolunu kapadı. Etrafımıza demir bir çember koy
du. Fakat biz istersek bu halkayı kırabiliriz. Çabuk davranmak ge
rekir. Ekilecek yeni arazi elde etmek, yeni, büyük bir ekonomi si
yaseti. Almanya ile Avusturya'nın kurtulması, Büyük Cerm en Birli
ği; güney yolunun açılması; Berlin-Bağdad hükümetini kurmak.
Bütün bunlar yeniden dünyaya gelmek demektir. Bu meseleler
ters yönde çözümlenirse, dünya çekiç biz örs olacağız. Bunları le
himize halledemezsek bizim için her kapı kapandı demektir. İşi
miz gübrecilik etmekten ibaret kalacak.»
Gelişen Alman kapitalizminin İngiltere’yle giriştiği hammad
de ve pazar kapışmasında, yani sömürgecilik yolundaki savaşında
bu akıl hocaları kaleyi içinden fethetmek için «Pan-Türkizm»,
«Pan-İslamizm» diye acayip ideolojiler de icat etmişlerdi.
(*) A lm anya ve İslam , Davis Triç’ten çeviri, İfham Mat., İst. 1331/1915.
167
Memleketimizin fikir pazarım dolduran bu sakat ithal mallarının
altındaki «Made in Germany» damgasım, bizim düşünürlerimiz
den, yazarlarımızdan çoğu -bilerek veya bilmeyerek- görmediler.
Bütün «Birinci Cihan Savaşı» boyunca Türkiye’nin rakipsiz
diktatörü olan Enver’in Almanya'nın emperyalist amaçlarını ger
çekleştirmekte bel bağladığı «sadık dostu» olduğunu yukanda adı
geçen Alman yazarının şu sözleri ortaya koymaktadır: «...Bir ara
lık son bir ışık, bütün mutlu ihtimalleri aydınlatacak sanıldı. En
ver Bey harp sahnesine atılmıştı. Ama Berlin ve Viyana’dan umdu
ğu karşılığı göremedi.»
Yalmz bu kötümser Almanın yüzü, bu satırları yazdıktan kısa
bir süre sonra gülecekti. Enver Bey, tıpkı Mahmud Şevket Paşa’-
nın olduğu gibi, birden bütün kademeleri aşarak ve «Harbiye Nâ
zın», «Başkumandan Vekili» Enver Paşa adım takınarak, Türki
ye’yi gözü kapalı Alm anya'nın dümen suyunda Cihan Harbine ata
caktır.
Almanlar Anadolu’yu o kadar benimsemişlerdi ki, buradan,
hiç sıkılmadan ve sıkıntı duymadan Almanya'nın bir vilâyetiymiş
gibi söz edebiliyorlardı. 1913 yılında A lt Deutschen Blatter adlı
dergide şöyle bir yazı çıkmıştı:
«Rusya’daki 1,5 milyon Alman sefalet içindedir. Ruslar bun-
lan kovuyorlar. Alman unsurlarının yabancı memleketleri kuvvet
lendirmelerine tahammül edilebilir mi? Gerçekten bunları Anado
lu’ya yerleştirmek elimizde değil mi?»
Eschpranger de Babil: İlk Çağın ve Bugünün En Zengin Kolo
nisi adlı kitabında şöyle diyordu:
«Henüz yükselmek isteyen bir memleketin eline geçmemiş
bir ülke varsa o da, doğudaki bu memlekettir. Almanlar fırsatı ka
çırmayıp Kazaklardan önce oraları kolonize edecek olurlarsa dün
yanın bölüşülmesinde en kârlı çıkan millet olmuş olurlar. Anado
lu’da kendi milletlerinin her tabakasım iskân edebilirler, orada
eli silah tutan birkaç yüz bin Alm an oturacak olursa Kayser’imiz
Asya işlerine elini uzatabilir. Bu sayede bütün Asya’da barış ve re
fah (!) başgösterir. Tüccar da, sanatkâr da orada kendi yerini bu
lur, kapitalist de sermayesini genişletecek alan bulur. Almanya'
nın beş parasız çingenesi bile gözünü açar, işe yapışırsa mükem
mel bir tacir olur.»
168
Alm anlar böylece yazan, askeri, profesörü, diplomatıyla «Bü
yük Alman İmparatorluğu»nu gerçekleştirme ve Anadolu’yu sömür
geleştirme yolunda kitaplar, dergiler çıkararak, dem ekler kurarak
çalışırlarken bir taraftan da Türkiye’nin kaderine hükmeden «İtti-
had ve Terakki» iktidan Alman generallerini «Paşa» yaparak
Türk ordulannın başına geçirmekteydi.
Silahım bir yabancı devletten alan, ordusunu bu yabana dev
letin generallerine teslim eden, siyasetini bu yabancı devletin çı-
karlanna alet eden bir iktidarın bir memleketi ne duruma getire
ceğinin en acı örneğini biz, Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı’mn
sonunda uğradığı büyük felâkette görüyoruz.
Atatürk, «Büyük Nutuk»taki «Gençliğe Hitabe»sinde:
«İktidara sahip olanlar gaflet, dalâlet ve hattâ hıyanet içinde
bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini müs
tevlilerin emelleriyle birleştirebilirler,» derken, Türk milletini bun
lara karşı uyamk olmaya çağırmıştır. Buna rağmen, uçurumun di
bine yuvarladıktan memleketi bozgun günü yüzüstü bırakıp Ber
lin’e sığınan bu türedi diktatörleri hâlâ bir «Millî Kahraman» gibi
göstermeye özenenlere ve bunlara inananlara bu kitapta anlatma
ya çalıştığımız gerçekler nasıl aldattıklannı ve nasıl aldandıklannı
göstermeye yeter sanınm.
174
sordum. Biraz vakit geçirmek için Sadrazam Paşa’ya uğramldığım
ve orada Halil ve T alât Beylere tesadüf ederek birlikte avdet et
tikleri cevabım verdi. Fakat cevabın telâffuz tarzından, derme çat
ma olduğu zehabım hâsıl ettim. Şüphelerim daha ziyade arttı.»
Önce, bu Said H alim Paşa kimdir, gelenekleri nedir, durup
dururken böyle nasıl sadrazam olabilir? İttihadcı ileri gelenlerin
den bir adam değildir. Güven kazanmış, kayırdan bir aileden de
ğildir, memlekete en ufak bir hizmeti olmamış, en ufak bir rütbe
ye ermemiş, nereden gelir de sadrazam olur?
Sonra nasıl olur da, o günlerde Ittihad ve Terakki’nin her şe
yi demek olan bir adam a devletin ölüm kalımına ait önemli bir ol
guyu o haber verir?
Onu buraya kim ve nasıl getirmiştir? Sultan Reşad’ın tanıdığı
bir adam da değildir. Geçmişte başardığı hiçbir işi ve ünü de yok
tur.
Şimdi Cemal Paşa’yı dinlemeye devam edelim:
«Ertesi gün sadrazamın Yeniköy’deki yalısında toplanan bir
encümen-i vükelâ’ya (bakanlar kuruluna) davet edildim. Şiddetli
bir yağmur dolayısıyla geç vakit gidebildim. Sadrazam Paşanın ya
nına girer girmez:
- Nerede kaldınız Cem al Paşa? Arkadaşlar beklediler bekle
diler, şimdi gittiler. Otomobil ile hareket ettiğinizi Bahriye Neza
retinden haber verdikleri için yolda bora esnasında bir kazaya uğ
ramış olduğunuzdan bile korktuk. H er ne hal ise, mademki geldi
niz, artık merak edecek bir şey kalmadı demektir. Şimdi size ga
yet memnun olacağınız bir havadis vereceğim. Bakalım ne olduğu
nu keşfedebilecek misiniz? dedi.
Tabiî bir şey keşfedemedimse de şimdiye kadar gizlenmiş
olan sırlara vâkıf olacağımı anladım.
- Geçen gün ben yokken Enver Paşa, Talât ve Halil Beyler
le kararlaştırılmış bir şey olsa gerek. Fakat ne olduğunu tahmin
edemiyorum, dedim.
- Almanya hükümeti bize ittifak teklif etti. Biz de bunu m em
leketin menfaatine muvafık telâkki ettiğimizden bugün bu ittifak-
nameyi sefir VVangenheim ile beraber imza ettik. Nasıl, memnun
oldunuz mu?
175
Hiç hazırlanmadığım bu haberin ehemmiyeti karşısında şaşı
rıp kalmıştım,» diyen Cemal Paşa, «Şartlan memleketin menfaat
lerine hâdim ise, memnuniyet verici bir siyasi hadise addolunabi
lir ,» ^ cevabım vermekle yetinir.
Bunun üzerine Sadrazam:
«- Karşılıklı müsavi hukuk esasına dayanan ve her iki tarafın
menfaatlerine kefil olan, şimdiye kadar hiçbir Osmanlı hükümeti
nin akde muvaffak olamadığı şekilde bir mukavele!» diyerek özel
odasına doğru yürümeye başlar. Beraber yürüyen Cem al Paşa,
odada antlaşmayı okur ve eşit haklar ilkesine dayalı pek güzel bir
bağlaşıklık antlaşması görür(!). Görür ama, ne de olsa böyle dav-
ranılmasının garipliğine şaşar ve bunun kendisinden neden gizlen
diğini sormaktan kendini alamaz.
Cemal Paşa, kendisini anlaşılmazlık ve şaşkınlık içinde bıra
kan, konuyu devletin en ileri gelen kişilerinden gizleyerek antlaş
ma yapıp imzalamaya kendisini yetkili gören türedi sadrazamın cü
retine şaşar. Ne M eclislerin oyuna, ne padişahın görüşüne başvur
mayı gerekli görmüş; anayasanın bütün zorunluklarım hiçe say
mış... Ortak sorumluluk sahibi olan kabinenin en önemli bir öğesi
bulunan Bahriye N âzın’mn bundan haberdar edilmemesinin ve
beklemediği bir oldubitti ile karşı karşıya bırakılmasının her şey
den önce onur kinci bir hareket olduğunu bile önemsememiş...
Bu bakımdan Cem al Paşa’dan sadrazamın bu başıboş hareketini
şiddetle protesto etmesi beklenirdi. Ne yazık ki sadrazam, Cemal
Paşa’dan böyle bir karşılık görmez. Sadece m eselenin kendisinden
neden saklandığım sormakla yetindiği görülür.
Paşa’mn bu sorusu, daha garip bir cevapla karşılanır: Sadra
zam, olaydan öteki kabine üyelerinin de haberi olmadığım söyler.
H attâ der ki:
- Cavid Beyin de haberi yoktur. Onu da davet ettim, şimdi
yoldadır. Buraya gelince ona da, öteki arkadaşlara da antlaşmayı
göstereceğim.
Cemal Paşa, kendisini anlaşılmazlık ve şaşkınlık içinde bırak
tığım söylediği bu oldubittiyi sindirmeye çalışırken, sadrazama yal
nız:
(1) Cemal Paşa’nın Hatıratı, sayfa 90-91-92. Cemal Paşa: Hatıralar ve Vesika
lar, İst. 1933; yeni bas.: Cemal Paşa: Hatıralar, İst. 1977, s.143-146.
176
- Cenab-ı Hak m emleket hakkında faydalı neticeler istihsali
ne yardımcı etsin. El-hayru’n-fi ma vak’a (her vakanın hayrı, ken
diyle gelir)! cevabım verir ve sadrazamı başarısından (!) dolayı
kutlar...
A
Bundan sonra, olayın büyüklüğünün kendisini derin düşüncele
re yönelttiğini yazar. O gece uyku uyumaz! Genel siyaset durumu
nu gözünün önüne getirir. Buna göre, devletçe hangi yolun benim
senmesinin daha uygun olabileceğini araştırır! «Çünkü,» der; «şim
diye kadar hatır ve hayalime getirmediğim bir hâdise karşısında
bulunuyordum. H er türlü zevahire nazaran pek yakın bir gelecek
te İttifak ve İtilaf devletleri grubu arasında müthiş çarpışmalara
başlanacağı muhakkak. Böyle bir zamanda eğer biz hiçbir taraf
tan başı bağlı bulunmaz isek, menfaatlerimiz hangi tarafla birlikte
yürümeyi icap ederse o tarafa meyletmek imkânını (elde) bulun
durmuş olurduk. Halbuki biz daha şimdiden karanm ızı vermiş,
partimizi tutmuşuz. Bu itibarla icraat serbestisi elimizden çıkmış.
Bari tuttuğumuz parti millî menfaatlerimiz için muvafık mı? Biraz
daha beklemiş olsa idik, diğer tarafın daha müessir tekliflerine tâ
bi olamaz mı idik ve bu teklifleri kabul etmek suretiyle m emleket
menfaatlerine daha faydalı bir iş görmüş olmaz mıydık?
177
Görülüyor ki burada paşa, sadece bir öncelik ve sonralık yan
lışlığı yapmıştır. Bütün bunlan sadrazamı başarısından dolayı teb
rikten sonra değil, antlaşma imzalanmadan önce gözönüne almalı;
tebrik edip onaylaması gerekip gerekmediğini düşünmeliydi.
Sadrazamla Wangenheim arasında âdeta devletin temel hak
ve prensiplerini savsaklayarak, hattâ inkâr ederek bağıtlanan, şah
sî sayılması gereken bir imzalaşmaya, ortak sorumluluk ve eşit yet
ki sahibi olan kimselerin hemen boyun eğmekten başka bir şey ya
pam am aları çok garip değil mi? Bunun ciddi tahlile değeceği in
kâr edilemez.
Cem al Paşa’nın «hayal ve hatırıma gelmeyen hadise» diye ta
rif edişinden, böyle bir sözleşmeye fikir bakımından bile hazır ol
madığı anlaşılır.
Bu işin oluşu dikkatle izlenirse, buna kabine üyelerinden En
ver’den başka tek ferdin hazır olmadığı da muhakkak... Antlaşma
nın ilk defa Baron VYangenheim ile Said Halim Paşa arasında
kimseye sorulmadan, hatta herkesten gizlenerek yapıldığı görülü
yor. Bu sırada Enver bile aktif bir rol sahibi görünmez. O, arada
bir işe karışır. H er karışması da ya bir olaya yol açar, veya her
hangi bir olayı kabule zorlamak için sahnede rol alır. Nihayet bir
panikten sonra antlaşmanın uygulanması lehine ortaya çıkar.
Kabine üyeleri arasında ilk haberdar olanlardan biri, hatta bi
rincisi o günün Meclis Reisi Halil Bey (Halil M enteşe)’dir.
Bu zat, sadrazamın bilgi ve kavrayışına en fazla güvendiği
adamdır. Hem en bütün işlerinde görüşlerine başvurduğu anlaşılı
yor. Halil Bey, antlaşmanın görüşülmesine katıldığım, hatta bazı
fikir ve görüşlerini kabul ettirdiğini övünerek anılarında^ •* yazar.
Bunların yazılarından anlaşıldığına göre, sadrazamla Wangen-
heim arasında yapılan ittifak antlaşması görüşmelerinden bilgi sa
hibi olan, ancak üç kişidir: Enver, Talât, Halil Bey... Diğerleri ol
dubitti karşısında kalmışlar, bu teşebbüs de onlardan dikkat ve
özenle gizlenmiştir.
Antlaşmanın Cavid B e /e bildirildiği tarih, 19 Temmuz
1914’tür. O da ancak imzadan çok sonra haberdar edilmiştir. Anı
larında bundan şöyle söz eder:
(*) 1946’da Cum huriyet gazetesinde tefrika edildi; 1986'da H alil M enteşe’nin
A ru la n adıyla kitap halinde yayımlandı.
178
«Sadrazam elindeki kâğıdı okudu. Almanya ile Osmanlı Hü
kümeti arasında bir muahede olduğunu kemal-i hayretle (tam bir
şaşkınlıkla) dinledim. Fikrimi sordular, o derece mütehayyir (şaş
kın) idim ki cevap veremedim.
Bu teşebbüs memleket için vahamet teşkil ediyordu (tehlike
oluşturuyordu). Almanya'nın bizi müdafaaya ait kaydı bir hayal
den ibaret. Onların bize bu şartlar dahilinde bir nefer göndermele
rine ihtimal yoktu. Rusların hücumuna maruz kalırsak mahvolur
duk. Harpte Almanların galebesi (yengisi) mutlak değildi. Rusla
rın muvaffakiyeti bizi haritadan silerdi, bilfarz (varsayalım ki) Al
m anlar galebe etselerdi bize bir zarar vermezlerdi.»
Cavid Bey, bu görüşlerini Talât Beye söylediği zaman ondan
şu cevabı Aldığım yazar:
«Bu iş oldu, bitti. Sadrazam imza etti. Ne yapalım mukadde
ra t...» ^
Talât Paşa, Alman elçisinin ittifak teklifini sadrazamdan duy
duğu zaman:
«Biz hemen bu teklifin bir savaş tehlikesinden doğmuş oldu
ğunu anladık. Bir devletin zayıf Türkiye’yi kendi bağlaşıklan arası
na almak istemesi için bu derece önemli bir sebebin varolması ge
rekeceğini de tabii buluyorduk. Fakat bizim düşüncemiz bir genel
savaşın çıkmayacağı ve bizim de bir kere bu anlaşmaya girmekle,
artık devletimizi her türlü tehlikelerden korumuş olacağımız yolun
daydı.»^ ^
Talât Paşa’nın ifadesine göre, bu ittifak teklifinin hem bir sa
vaş sebebiyle ancak yapılabileceğini anlamış olmak, hem de savaş
olmayacağına inanmak, aynı zamanda bu anlamsız iddialan sava
şın patlamış olduğu günlerde yaptığının farkında olmamak! Koca
devletin hazin kaderinin kimlere kaptınldığım anlatmış olmaz mı?
Talât, antlaşmanın savaşın patladığı günde imzalanmış olduğunu
Berlin’de anılarını yazarken unutmuş görünüyor. İşte koca bir İm
paratorluğun ölüm kalım kadar ciddi akıbetini imzasıyla yöneten
üç önemli devlet adamından biri, o günün Dahiliye Nâzın, birkaç
gün sonra da sadrazamı olan zat, işte bu anlamsız cümleleri bize
armağan bırakıyor.
(1) Cavid Beyin hatııalan, Tanin. [«Cavit Bey’in Hatıratı», Tanin, 15 Ekim
1944-2 Ağustos 1945].
(*) Talât P a şa ’nuı A n ıla n , haz. Alpay Kabacalı, 2. bas., İst. 1990, s.34.
179
Kabinede birinci planda rolü olanlardan ve ilk müteşebbis
âza sayılması gerekenlerden biri de o günün Meclis Reisi Halil
M enteşe’dir, demiştik.
Halil Bey, 2 Ağustos 1914 günü sadrazamın yaptığı davet
üzerine yanına gider. Enver ve Talât oradadır, Alman elçisini bek
lemektedirler.
Burada antlaşmanın müsveddesini okuyan Halil Bey, tasarı
nın «sırf Rusya’ya karşı tedafüi (savunmaya yönelik) olarak» hazır
lanmış olduğunu söyler(!) ve «hukuk-ı mütesaviye (eşit haklar)
üzerine ve sadece Rusya’ya karşı tedâfüî mahiyette, hiçbir Osman-
lı Hükümetinin yapamadığı bir muahede» olduğunu söyler.
Halil Bey, antlaşmayı böyle anlatır. Burada iddiasına delil
olarak bir de olayı ileri sürer.
H attâ elçiyle birlikte gelen Elçilik Baştercümanı Weber:
- M ademki İmparator savaş ilan etti, yükümlülüğünüzden kur
tuldunuz! demiş.
Burada Halil B e /in ifadesinde açıklık yoktur. Yalnız şu anla
şılıyor ki, Halil Bey imzalanan antlaşmayı ancak Rusya'nın bir sal
dırısına karşı Almanların yardımım garanti eder nitelikte görmek
tedir. Yani burada Halil Beyin fiili sonuçlan kavramamış olduğu
anlaşılıyor.
H alil Bey, kendi aklından da nasip aldığım sandığı antlaşma
nın akıl ve hikmet çerçevesinde düzenlendiğinin delilini vermiş ol
mak için tercümanın bu ifadesine değer veriyor ve anılannda yap-
tıklan antlaşma ile geçen kanlı ve acı yıllann alayından, yıllar
geçtikten sonra bile bir şey anlamadığının delilini vermiş oluyor.
Koca Halil Bey...
İmza ettikleri antlaşmanın manâsım anlamadıklarım anıların
da acı acı itiraf eden bir arkadaşına, Cavid Bey:
«Muahedede lehimize hiç bir şart mevcut olmadığı halde Al
manya için devletin hayatım tehlikeye koymakta olduğumuzun hiç
farkında değillerdi» der.
Bir toplantıda, Talât Bey, Cavid B e /in bu itirazım sadraza
ma söylediği zaman sadrazam,«Tabii, siz onu bana bırakınız,» de
mekle yetinmiştir.
180
22 Temmuz 1914’te Sadrazam konağında aşağıda yazılı şekil
de değişikliğe karar verirler:
1 - Bulgaristan hareket etm eden ve Romanya'nın tarafsızlığı
gerçekleşmeden hareket etmemek.
2 - Doğu Anadolu’dan Kafkasya Müslümanları ile bağlantıyı
sağlayacak biçimde, Rum eli’de Türklerin yerleşik olduğu toprakla
ra kadar sınırın genişletilmesi,
3 - Adli ve iktisadi kapitülasyonların kaldırılması,
4 - Arazimizi düşman istila ettiği takdirde bu istilâ sona erdi-
rilinceye kadar barış yapmamak,
5 - Tazminat-ı harbiyeden (savaş tazminatından) bize de his-
se(!).„
Hepsi birbirinden, en sonuncu da hepsinden komik bir kurun
tu...
Onlar kendi kendilerine gelin güvey oladursunlar. Alman el
çisi sadrazamın tek imzasını alır almaz, karşısında dikiliyor. Üye
lerinin çoğunun haberi olmayan bir devlet kabinesi olduğu sanılan
bu kurulu zorlamaya başlıyor, masayı yumruklayarak:
Hadi efendiler! İmza ettiniz, icabım yapınız, bekliyorum,
demeye başlıyor.
İlk önce bu büyük başarılı eserden, eserin sahibi ürkm ekte
dir. Sadrazam efendi ne ekmişti, çıkan ürün ne?!...
Bu teklif ve ısrar karşısında birbirine giren paşalar ve beyler,
m azeretler bulmaya koyulurlar. Birisi Bulgarların uygun olmayan
durumundan söz ederken, öteki İtalya’yı öne sürmeyi düşünür. Ka
binede korkunç bir panik başgösterir. Bir tür sorumluluk duygusu
altında, savaştan kaçınmanın yollarım aramaya koyulurlar.
Sadece Enver, Talât, Halil Beyler verilen sözü tutmak gere
keceğini, Almanya ile yazgı birliğine oldubitti olarak bakmak zo-
runluğunu kabule yanaşmaktadırlar. Ancak bunu açıkça iddia ve
ısrar etmemekle beraber kabineyi bu hedefe yöneltmeye çalışmak
tadırlar.
Cemal Paşa bu hengâmede savaş aleyhtarı safta görünmekte
dir. Onun o günkü düşüncesi ve ileri sürdüğü fikirler şunlardır:
181
«Bizim harbe iştirakimizin mümkün olduğu kadar gecikmesi
ni bütün mevcudiyetimle istiyordum. (...) Evvelâ ordumuzun sefer
berliğimizi tamamlamadan evvel harbe dahil olmamız Almanya
için bir fayda temin etmemekle beraber, bizim için intihar olurdu.
Çanakkale’de İstanbul ile Rusya hududunda hiçbir neferimiz bile
bulunmadığım bilen İngiltere ve Fransızlarla Ruslar bir taraftan
Çanakkale ve Karadeniz Boğazı’na ve bir taraftan Erzurum üzeri
ne ani bir hücum tertip ederler ve bir yandan İstanbul’u işgal ede
rek diğer taraftan da Erzurum üzerinden Sivas’a ve Anadolu’nun
göbeğine doğru ilerleyecek olurlarsa Osmanlı ordusu harbin sonu
na kadar seferberliğini tamamlayamaz ve daha ilk günlerde Os-
manlı hükümetinin mevcudiyetine nihayet vermiş o lu r.» ^
Cemal Paşa’mn bu düşüncesi kabine arkadaştan tarafından o
zaman onaylanmış ve isabetli fikri Alman elçisine de kabul ettiril
miş...
Bunun sonucu olarak Osmanlı hükümeti, genel savaş süresin
ce tarafsız kalacak ve bu duruma her iki taraf devletlerini uymak
zorunda bırakmak için ordusunu seferber hale koyacak ve silahlı
bir tarafsızlık ilan edecek...
Çok yakın olaylar bunun bir avutma manevrası olduğunu, bu
tür tartışmalara Goeben ve Breslau zırhlılannın gelmesi için ge
rekli zamam kazanmak amacıyla müsaade edildiğini ispat edecek
tir.
182
Üç gün sonra, 11 Ağustos 1914 tarihinde bütün bu kabine ko
mikliklerine son verecek olan bir olayı Enver, aynı günde sadraza
mın yalısında toplanmış olan bakanlar kuruluna meşhur:
«Bir erkek çocuğumuz dünyaya geldi» sözüyle müjdeler. Ve
arkadaşlarını merakta bırakmamak üzere bu bilmecenin açıklama
sını şöyle tamamlar:
«- Goeben ve Breslau bu sabah Çanakkale önüne gelmiş ve
İngiliz donanması tarafından takip edilmekte olduğundan bahisle
Boğaz’dan müruruna (geçişine) müsaadesini talep etmiş, bir mütte
fik devlete ait sefain-i harbiyeyi (savaş gemilerini) muhakkak bir
tehlikeden vikaye (korumak) için bu talebe muvafakat edilmesi
emrini verdim. Gemiler, şimdi Boğaz’ın beri tarafında boğaz istih-
kâmatının taht-ı himayesinde (koruması altında) bulunuyorlar. Biz
de bunun neticesi olarak bir mesele-i siyasiye (siyasi sorun) karşı
sında kalmış oluyoruz. Bu gece bu meseleye dair bir karar ver
mek lâzım gelir.»*'1)
Enver’in bu hareketi, arkadaşlarını bir görüşme ve karara da
vet değil, bir oldubittinin bildirimi niteliğindedir.
Bakanlar Kurulunun hepsi anılarında bu işten katiyyen haber
dar olmadıklarını ve dolayısıyla onaylan bulunmadığım söylerler.
Bunun artık önemi yoktur. Şimdi bu oldubittiyi gevelemeye ve haz
ma çalışmaktan başka yapacaklan bir şey olmasa gerek...
Kimisi gemilerin silahtan anndınlm ası, kimisi karasulanmızı
terketm eleri gerekeceği fikrindedirler. O nlar tartışm alanna de
vam ededursunlar, gem iler Boğaz’dan geçip giden İtilâf devletleri
bandırasım taşıyan gemileri çevirip araştırm alara başlamışlardır bi
le!...
İtilâf devletleri, bu durumu protesto ederler. Kabine şiddetli
bir bunalım içindedir. Sadrazam dövünür durur. Cavid Bey henüz
kesin bir karara varmamıştır. Cem al Paşa olaylara uygun yürür.
Kabinenin öteki üyelerinden söz etmeye gerek yok, tamamıyla sa
vaş aleyhtandırlar. Ne faydası var ki, onlar artık mevcut sayılacak
bir değer taşımazlar.
183
Elçi hazretleri son derece gazaplı bir haldedir. Sadrazam Pa-
şa’nın gem iler hakkındaki bakanlar kurulu teklifini bir görüş gibi
arza cesaret ettiği bir günde, elçinin yamndan çıkıp arkadaşlarının
odasına gittiği zaman, büyük bir felâket haberi gibi elçinin pek
kızgın olduğunu arkadaşlarına bildirdi. Ve bir daha elçi hazretleri
ne bildirim aracısı olma görevini yapamayacağım, onunla görüş
mek üzere başka arkadaşların gitmelerini istedi.
Büyük patron şöyle bağırıyordu:
- İmparatorun gemilerinin silahlan alınamaz!...
Ve buna şöylece tehditlerini ekliyor:
- Silahlı bir tarafsızlık yoluyla bir süre için savaşa girmemek
şeklini de artık kabul edemeyeceğim. Alman savaş gemilerinin bu
zorunlu ilticası durumu değiştirmiştir. Bu olay İtilâf devletleriyle
Osmanlı hükümeti arasında ilişkilerin kesilmesine yol açar, hattâ
savaş ilan etmek zorundasınız/ )
İşte nihayet Almanya, elçinin ağzından maksadım açığa vuru
yordu.
Çok büyük bir bunalım içinde kalan kabine üyeleri, başta re
isleri Paşa olmak üzere, savaşa bir süre daha girmeme çarelerini
elde etmek için m azeret ve çareler arıyorlardı.
Bu arada Halil BeyMn kurtarıcı bir keşfi imdada yetişti: G e
mileri satın almak!
Gemilere Çanakkale’de gösterilen iyi kabul bu maksada da
yatılacak ve böylelikle İtilâf devletlerinin itirazları önlenecekti.
Cemal Paşa bu olayı:
- Herkes geniş bir nefes aldı... diye açıklar.
Halil Bey de:
Bilhassa Cemal Paşa’mn süruruna pâyan (sevincine son)
yoktu, diye anlatır.
Artık Sadrazam Paşa çok hiddetli bulunan Baron Wangenhe-
im ile tartışmaktan çekinmektedir.
- Ben gidemem, adam şehri yakar kül eder, öyle giderim, di
yor.
Bu buluş üzerine Wangenheim’le görüşmeye Talât ve Halil
Beyler memur edilir.
(1) Halil Menteşe’nin hatıraları, C um huriyet.
184
Nazırlardan kiminin görünürde, kiminin ciddi dediği bu alış
verişi İtilâf devletleri ciddi bir sözleşme olarak kabul etm ediler ve
ancak Alman askeri kuruluyla Alman gemilerindeki m ürettebat ve
kumanda heyetini çıkarmak şartıyla kabul edebileceklerim resmen
tebliğ ettiler.
Bu aralık İtilâf devletleri elçileriyle ilişkiyi Cavid B ey le C e
mal Paşa kurmaktadırlar. Bu ilişkileri bazan İtilâf devletleri tara
fından karşılık görmeyen ciddi birtakım <teklifler gibi anlatırlar.
Yerine göre de birer avutma hareketi gibi gösterirler ve bunu iti
rafta sakınca görmezler. Anılarında, İtilâf devletleri tarafından ge
len bazı teklifleri samimiyetsiz ve gelişigüzel gibi göstermeleri,
Alm anlarla savaşa girmenin makul ve zorunlu sebeplerini ayakta
tutma çabasından doğmuş olduğu anlaşılır.
Genel savaşın ilk günlerinden bir gün, Cem al Paşa bu konu
üzerinde konuşurken, bana:
- Sen zannediyor musun ki, biz tepetaklak Alm anlarla bağla
şarak savaşa girdik. Benim İtilâf devletleri elçilerinin aşındırmadı
ğım kapısı mı kaldı? Fransızlara ittifak teklif ettim reddettiler. İn-
gilizlere hiç olmazsa kapitülasyonların kaldırılmasını kabul ediniz,
sizinle harbe girelim, dedim. Buna bile razı olmadılar, demişti.
Cemal Paşa ve arkadaşlarının kendilerinde varsaydıktan yet
kiler dikkate değerdi. Bir de, ne olursa olsun birisiyle bağlaşarak
savaşa girmek zorundaymışlar sanki... Cemal Paşa bu konu üzerin
de am lannda şunlan yazar:
«Bir akşam üzeri kendisiyle görüşürken, Sir Louis M allet (İn
giliz Sefiri), bana: ‘Paşa, Hükûmet-i Osmaniye bîtaraflığım (taraf
sızlığım) hakikaten ve sonuna kadar muhafaza için ne gibi menafi
teminine razıdır?’ diye sordu. Ben de buna cevap olarak, Hükü-
met-i Osmaniye’nin bîtaraflığından şüphe etmemesini, ancak bu
suale Sadrazam Paşaya arzetmeksizin cevap veremeyeceğimi söy
ledim.
Bunu m üteakip vereceğim cevabı, sadrazamla birkaç madde
ile şöyle kararlaştırdık:
1) Kapitülasyonların ilgası, 2) Yunanlıların aldıkları adaların
iadesi, 3) M ısır meselesinin halli, 4) Ruslar tarafından dahilî işle
rimize m üdahale edilmemesi, şayet Ruslar tarafından bir tecavüze
duçar olursak (saldırıya uğrarsak) İngiliz ve Fransızlar tarafından
bilfiil müm anaat olunması (karşı konulması) ve şaire...»
185
Savaş içerisinde yayımlanan İngiliz Mavi Jûrfap’ından öğrenil
diğine göre, Sir Louis M allet’nin bunlan telgrafla Londra’ya bil
dirdiği anlaşılıyor. Üç dört gün sonra da bir cevap aldığım Cemal
Paşa anılarında yazar. Elçinin cevabı şöyledin
«Kapitülasyonların adlî kısmının ilgası şimdilik mevzu-u ba
his edilmesi caiz görülmüyor. Ancak malî ve İktisadî kapitülasyon
ların ilgasına tamamiyle taraftar. Rus sefiri itiraz etmiyor; adlî ka
pitülasyonların ilgasım (kaldırılmasını) da tamamiyle kabul etm ek
tedir. İngiliz ve Fransızların bunda daha ziyade alâkalan olacağı
nı, onlann da muhakeme hususatı için reserve -kayd-ı ihtiyat yap
makla yetinecekleri, tamamiyet-i mülkiye (mülkiyet hakkına doku
nulmazlık) hakkında da tahriri teminat vermeğe hazır olduğunu»
söyler. Kısaca, şekle ilişkin bazı çekincelerle üçü de onaylarlar.
Avusturya elçisine gelince: Diğer devletler onaylarlarsa Avus
turya'nın da onaylayacağım, ancak zamanın fena seçildiğim, kara-
nn kamunun çıkanna olmadığım(!) söyler. Ve İngiltere ile Fran
sa'nın bunu kabul etmeyecekleri, savaş ilan edecekleri görüşünü
eklemeyi ihmal etmez.
Büyük müttefikimizin elçisi Wangenheim sahnede, elinde kır
bacı eksik, büyük bir öfkeyle görünür, ağzım açar gözünü yumar...
Cavid Bey*le aralarında aşağıdaki diyalog iki saat sürer:
Elçi tereddütsüz, Cavid B e /e :
«Sizin böyle bir karar almaya, bize sormadan böyle bir hare
kette bulunmaya hakkınız yoktur!»
Cavid Bey büyük müttefikin bu itirazı karşısında hayretler
içinde kalın
«Bize ait olan bir işte görüş alışverişine gerek görmedik, ken
di işimiz hakkında verilmiş olan bu karardan doğacak akıbetin so
rumluluğunu yüklenmeye hazırız.»
Tartışma şiddetle devam eder. Sefir
«Bu karar zamammn çok fena seçildiğini bilmelisiniz. M ütte
fiklerin siyasî menfaatlerine aykırıdır. Yarın İngiliz ve Fransız do
nanm alar Boğazlardan geçecekler ve size savaş ilan edecekler,
biz, böyle bir olgu karşısında size katiyyen yardımda bulunmayaca
ğız. Boğazlar katiyyen direnemez. Siz bu yolla Türkiye’nin mahvı
nı hazırlıyorsunuz. Sizin bu kararınızın Berlin’de ne fena etkiler
186
yaratacağını bilmelisiniz. Ne ittifak kalacak ne bir şey!... Ben de
yann askerleri alarak buradan gideceğim.»
Bağırıyor, yumruklarıyla masayı dövüyor. Cavid Bey «âdeta
kendimi kudurmuş bir köpek karşısında zannetmiştim. O, söz söy
lemiyor, havlıyordu,» diye y a z a r1).
Kendini zor tutabildiğini söyleyen Cavid Bey:
«Kararımız için en uygun zamanı seçtiğimize inanıyorum.
Bunda müttefiklerin siyasî menfaatlerine aykırı hiç bir taraf yok
tur. Sizden önce bu kararımızı Rus, İngiliz, Fransız elçilerine söy
ledim. Onlar ne sizin gibi tehdit ettiler, ne de kızgınlık gösterdi
ler. Bilakis, sükûnetle dinlediler. Savaş ilan ederlerse biz de döğü-
şürüz. Bundan en çok siz memnun olmalısınız. Bizi savaşa sürükle
mek istiyorsunuz, biz de boyun eğmiyoruz; bu dediğiniz olursa, da
ha ne istersiniz? Amacınıza ulaşmış olursunuz.»
«Bu kararın benim teşvikimle alındığım zannedecekler! Böy
le sanılmasını kesinlikle istemem. Berlin basımnda bu kararınız
aleyhinde yayın yaptıracağım. Tarafsız devletler, bu kararınızdan
zarar görecek ve etkilenecekler, Üçlü İtilâf devletlerine eğilim du
yacaklar. Böylece Almanya aleyhine daha büyük bir kuvvet ortaya
çıkacak.»
Cavid Bey şu cevabı verin
«Burada kullandığınız dil, bu kararın sizin teşvikinizle alın
madığının yeterli kanıtıdır. Alman menfaatine uygun buluyorsanız,
bu dili dışta da kullanabilirsiniz. M erak etmeyiniz! Bu kararım ı
zın sizin teşvikinizle alınmadığım bilirler. Herkes bilir ki Alm an
lar, burada kazanmış oldukları en ufak m enfaatlerinden vazgeç
mezler. Bunu âlem bilir. Bunun âleme ilanını istiyorsanız, ben, İs
tanbul gazeteleri ile Alman sefiri hazretlerinin şiddetli protestosun
dan söz ettirebilirim.»
Fikrinden zerre kadar ayrılmadan elçi devam ediyordu:
«Evet, bu karar bütün Avrupa'nın çıkarlarım bozacak nitelik
tedir. Bu karar bütün düşmanlan bir araya toplayacak bir mucize
yaratacaktır. Bugün öğleden soma bütün elçiler toplanarak bir no
ta ile bunu protesto edecekler, biz de Rusya ile anlaşıp Türkiye
aleyhine banş yaparak, savaşa son vereceğiz.*
(1) Cavid B e /in hatıra defterinden; 1946’da Tanin’de yayımlanmıştır.
187
Cavid Bey:
«Savaşta bulunduğunuz için, Rusya elçisiyle herhangi bir yer
de buluşup bu karara varamazsınız. İsterseniz size kolaylık olmak
için Maliye Nezaretinde bir salon hazırlatayım, bir tesadüf eseriy
miş gibi orada buluşup anlaşırsınız.»
Wangenheim:
«Siz bana bundan iki ay önce görüştüğümüz zaman, henüz ha
kimlerin ve mahkemelerin ıslah olunmadığından söz ederek adlî
ayrıcalıkların kaldırılması zamanının gelmediğini söylemiştiniz,
şimdi bu iki ay içerisinde mi bunlar ıslah edildi. Bu mesele savaş
tan sonra incelenir. Almanya bunu size verir. Siz tecrübesiz bir
adamsınız!»
Cavid Bey:
«Biz memleketimizin çıkarlarım anlayacak kadar bilgi ve tec
rübe sahibiyiz, bu muhakkak.»
Elçi:
«Siz, bir türlü yürümek istemiyorsunuz. Yürüyemeyeceksiniz.
Savaştan kaçıyorsunuz. Bunu Berlin’e yazacağım, sözünüzde dur
muyorsunuz. Yahut Yunanlılarla savaşmak istiyorsunuz, bundan bi
ze ne?...»
Cavid Bey:
«Berlin’e istediğinizi yazabilirsiniz; fakat bizim söylemediği
miz bir şeyi söylemeye hakkınız yoktur. Savaşı uygun zamanda ka
bul edeceğiz, harp edeceğiz, intihar etmek istemiyoruz. Siz bu mu
harebeyi kırk senede hazırladınız. Biz kırk günde hazırlanamayız.
Bu mesele hakkında sizinle görüşmedim; fakat arkadaşınızdan işit
tiğime göre Bulgarların durumu belli olmadan, Romanya'nın taraf
sızlığı sağlanmadan bizim savaşa girmemizin uygun olmayacağım
siz de kabul etmişsiniz; hattâ bunu sadrazama yazdığınız bir mek
tupla açık açık ortaya koyuyorsunuz. İki aydan beri elçileriniz, ne
Sofya’da, ne de Bükreş’te bir şey yapamadılar. Yapamadığınızı
bizden mi bekliyorsunuz? Bizi denemek istiyorsanız, Bulgaristan
ve Romanya’da gereken güvenliği elde ediniz.»
Alman elçisi:
«Benim sadrazama yazdığım mektup antlaşma hüküm ve gü
cünde değil. O, bir avukat müşaveresi gibi bir şey... Romanya ve
188
Bulgaristan’dan tem inat alınırsa, siz yarın başka bir bahane bulur
sunuz. Ben bütün bunları Türkiye’nin dostu sıfatıyla söylüyo
ru m .» ^ der ve kapıyı vurup gider.
Ertesi gün, 28 Ağustos 1914’te gerçekten elçileri davet eder;
fakat İtilâf Devletleri elçileri bu davete uymazlar.
Bir taraftan Baron W angenheim ’in sinirlerini yatıştırmak, bir
süre için savaşa girmek belasını geri atmak imkânlarını elde etm e
ye uğraşırlarken, diğer taraftan Cem al Paşa ile Cavid Bey, İtilâf
Devletleri elçileri nezdinde oyalayıcı teşebbüslerinde devam edi
yorlardı.
Bütün bu teşebbüslerin, A lm anlarla ittifak antlaşmasının im
zalanmasından sonra yapılmış olduğuna göre, samimiyeti şüpheli
dir. Böyle olunca; tarafsız kalm ak şartıyla İngilizlerin verdikleri
güvencenin ciddiyetine önceden inanmamaya niyet etmiş insanla
rın bu yoldaki görüşlerinin dinlenmeye değer olmayacağı anlaşılır.
Ne olursa olsun, ilgili kişiler anılarında bunlardan söz eder
ken duruma göre ciddi, gerekli sandıklan yerlerde de şakacı bazı
açıklamalar yapmışlardır. B unlann tümü de mızrağı çuvala sığdır
mak çabasından ileri geçer şeyler olmamakla beraber, başka yön
lerden birtakım gerçekleri açıklamaya yarayacağı için kale alın
maya değer... Sözgelimi C em al Paşa, bütün bu çalışmalar arasın
da «bazı gülünç konuşmalar da olduğunu» yazar ve İngiliz elçisi
Sir Louis M allet ile aralannda geçen bir konuşmayı örnek vere
rek der ki:
«Bir gün Sir Louis M allet ile konuşurken, Enver Paşa’nın Al
m anlar tarafından tam am en kazanılmış olduğuna emin bulunduğu
nu ve pek yakın bir zamanda Alman zabitleri ve bilhassa Goeben
ve Breslau vasıtasıyla harp ilamm icap ettirecek bir vaka ihdas
edeceklerini (olay çıkaracaklarım ) söylemişti.
Kabinede tarafsızlık fikrinin galip olduğu ve binaenaleyh hiç
bir tehlike mevcut bulunmadığı tarzında cevap verirken dedi ki:
- Hayır, Cem al Paşa, aldanıyorsunuz. Ben eminim ki, bu Al
manlar maksatlarına nail olmak (ulaşmak) için bir hükümet darbe
si yapmaktan bile çekinmezler. M eselâ sizi hapsederler ve kimbi-
lir ne yaparlar.
(1) Cavid Bey’in hatıra defterinden; Tanin, 1946.
189
Pek safça bulduğum bu sözlere yine safça cevap vermiş ol
mak için, gülerek dedim ki:
- Öyle bir şey hissettiğim anda, ittihaz edeceğim (alacağım)
tedbiri ben çoktan düşündüm. O zaman Bahriye Nâzın sıfatıyla
Çanakkale’yi İngiliz ve Fransız donanmasına açar, ihtilâl halinde
bulunan donanmanın tedibini (cezalandınlmasını) onlara havale
ederim,» dediğini söyledikten sonra, şunlan ekler:
«Pek şayan-ı hayrettir ki, o zeki diplomat bu sözlerime inan
dı. O kadar ki, bu manâsız konuşmayı Hariciye Nezareti’ne nak
letmiş olduğunu sonradan Mavi Kitap’tan öğrendim .»^
Bir defa buradan Cemal Paşa, kendi kalemiyle, «Sir Louis
M allet beni göründüğüm gibi kabul ediyordu. O bütün ilişkilerde
açıkladığım fikir ve kanaatlerin sahibi olduğumu, gerektiğinde de
ğişmeyeceğimi zannetmiş, bana inanmıştı!» demiş olmuyor mu?
Şaşılacak derecede zeki olduğunu söylediği İngiliz diplomaünın
burada anlamadığı şey ancak budur. Yoksa elçi, bir gözlemci ola
rak, âdeta olacağı delici bir bakışla görmüş, keşfetmiş sayılır. Bu
nun safça yam neresi? Burada söylenecek söz, adam âdeta bir si
hirbaz gibi geleceği görmüştü, demekten başka nedir?
Bir devlet adamının en kıymetli dakikalarım en ciddi kararla
ra ayırmaya mecbur olduğu bir günde, şakaya zaman ayırması ka
bul edilebilir mi? Onun tevili mümkün olacağım umduğu bu olay,
hiç de onun anladığı gibi ne safça bir söyleşidir, ne de tuhaf olay
lar arasında anılmaya uygun bir şeydir.
Elçinin, dünyanın en büyük devletinin temsilcisi bulunması
bakımından, o dakika Cemal Paşa ile paşanın söz konusu ettiği
vatanına ilişkin sorunların hayatî değeri olması muhakkaktır.
Anılarında bu olayı tevile çaba gösteren paşa, orada konuş
tuklarının havanın derinlik ve enginliğinde izi kalmayacağım san
mış; elçinin Mavi Kitap'& ciddiyetle aktardığım görünce, bu tür
den ciddilikle bağdaşmasına imkân bulunmayan bir lâubalilikle te
vil zorunda kalmış olduğu anlaşılıyor.
Cemal Paşa, bu sözleri olaylardan önce, o günlerde söylemiş
olsaydı, neyse... Bu yazıların elçinin tahminlerinin tam bir gerçe
ğe dönüşmesi, görüşlerinin çelik harflerle tarihe mal edilmesinden
sonra, Berlin’de yazıldığım düşününce, insan hayrette kalmaz da
ne yapar?
(*) Cemal Paşa’nın Hatıratı. [1977 basımı, s.168-169].
190
Adamın bütün tahminleri birer gerçek olmuş, gemiler Cemal
Paşa’mn haberi olmadan çıkmış, tıpkı tahmini üzere savaşa yol
açacak bir olay çıkmış, bu yüzden savaşa girilmiş, ordular yenilip
perişan olmuş, devlet çöküntüye uğramış, Cemal Paşa kaçmış, Al
manya’ya sığınmış, orada am yazıyor. Anılarında da bunu yazıyor.
Şaşılmaz mı?
Gerçi elçinin ihtimal verdiği hükümet darbesi gerçekleşme
miştir. Çünkü buna ihtiyaç kalmamıştı; yoksa Almanların böyle
bir darbe yapmalarına hiç de engel yoktu. Sadece bu türden bir
hareketi, mahallileştirmek, bir Türk hareketi olarak maskelemek
ihtiyacındaydılar. Bunu yapabilecek kıratta adamları da Almanlar,
çoktan, Meşrutiyetin ilk günlerinde Selanik’te hazırlamışlardı. Bay
rak olarak kullanacaktan Türkler çoktan mevcuttu: Enver ve taraf-
tarlan, en sadık bir Alman generalinden daha da önce bu iş için
biçilmiş kaftandı.
Bir hükümet darbesiyle işin hallinde tereddüt edecek hiçbir
şey de yoktu. İttihadcılar, daha birkaç ay önce, Bahriye Nâzın Pa
şa da içlerinde olduğu halde, kırk elli baldın çıplakla Bâbıâli’ye
bir baskın yaparak iktidan almamn örneğini vermemişler miydi?
Kırk elli baldın çıplakla yapılabilen bir işe, çelik iki zırhlı
ile iki üç bin silahlı Almamn yardımına dayanacak bir harekete
hiçbir kuvvetin engel olamayacağım kıyasla tahmin mümkün değil
midir? Buna üstü kapalı olarak herkes boyun eğmiş bulunuyordu.
Buna biraz aşağıdaki satırlarda bizzat Talât Paşa’yı şahit göster
mek mümkün olacaktır.
Cemal Paşa, Sir Louis M allet ile konuştuğu gün değil, Mısır
lı Prens’e «Hayrü’n fi ma-vak’a» (her vakamn hayn, kendiyle ge
lir) dediği dakika esasen tutuklu sayılabilirdi; onun çare olarak dü
şündüğü İngiliz ve Fransız donanmalannı davet yetkisi de, aslı ol
mayan bir şeydi. Denebilir ki, Cemal Paşa o günkü serbestliğini
üstü kapalı boyun eğişine borçludur. Nitekim o bundan sonra sade
ce oldubittilerle fikirlerini bağdaştırmaya, daha doğrusu fikirlerini
oldubittilere göre düzenlemeye gayret edecek, siyasî ve askerî ha
yatının sonuna, bunu tekrarlayarak varacaktır. Ne yazık oldu ona
da, memlekete de...
O, nasıl ki kendisinden gizlenen «hatır ve hayale gelmeyen
bir hâdise» olarak nitelediği antlaşmayla karşı karşıya geldiği za
191
man, «Hayrü’n fi ma-vak’a» demekle yetinmiş ve sadrazamı teb
rikten başka birşey yapamamış, o nasıl ki, Goeben ve Breslau’ın
Çanakkale’den girdiklerini Enver’in ağzından «bir erkek çocuğu
muz dünyaya geldi» diye duyduğu zaman ufak bir itirazda buluna
mamışsa, yine öyle «Hayrü’n fi ma-vak’a» gibi sözlerle olayı haz
metme yeteneğini göstermişse, o, haberi olmadan gemilerin Kara
deniz’e çıktıklarını Bahriye N âzın olarak başkalanndan, hattâ ya
bancılardan duyacak, devletin savaşa girdiğini yine ona başkalan
haber verecek! İşin en hazini de o, bütün bunlan am diye eliyle
yazacak...
192
Evet, henüz mürekkebi kurumayan bu «hukuk-ı mütesaviye
esasına ve müttefik devlete elverişli (!), hiçbir Osmanlı hükümeti
nin akde muvaffak olamadığı muahede»nin gerçek çehresi buydu
işte...
Beş on gün önce bunu kendi zekâ ve kavrayışının sonucu sa
yan Halil Bey bile ondan ürkmeye başladı. Bu korkunç umacının
hazırladığı sonucu şöyle tasvir ve tahmin zorunluluğunu duymuştu
artık:
«Bu sırada, harbe girmekliğimiz melhuz (varsayılan) bir tehli
keden sakınmak için devleti kat’i bir izmihlâle sevketmek (çöküşe
yöneltmek) olur. Z ira iki tarafla müzakerede olduklarına şüphe ol
mayan Bulgarlar, biz harbe girdikten sona üzerimize saldırırlarsa,
iki ateş arasına düşecek olan İstanbul ve Boğaz’ın az zamanda su
kut etmesi (düşmesi) muhakkaktır.
Bunu görmek için asker olmaya da lüzum olmadığı kanaatin
deyim. Alm an ve Avusturya sefirlerinin ısrarlarında da mantık gör
müyorum. Z ira bizim kendilerine yapabileceğimiz en büyük yar
dım, Boğazlan sıkı tutmaktan ibarettir. Bunu berhava edecek bir
teşebbüsün icrasında ısrar göstermek âdeta cinnettir.»
O vakit Talât Paşa tarafından çok takdir edilen bu etkili ve
derin görüştür ki, Halil B e /i meram anlatmak üzere Hafız Hakkı
Beyle birlikte Berlin’e göndermek kararımn alınmasına vesile
olur.
Burada onlann mercii kalmamıştı... Osmanlı İmparatorluğu’-
nun başkanlık makamı Berlin’e taşınmıştı sanki...
Meclis-i M ebusan!... O, karanlıklardan gelen bu zümrenin
kahve ocağı makamındadır. İçinde mebus diye ikamet edenler,
bunların yakınlığıyla atanmış, sadece em re uyan uşaklar, Ayan
Meclisi üyeleri-» eski bahşişçilerden oluşan birtakım yıllanmış adam
lardı. Onlar sadece formaliteleri tamamlayan soğuk damgalara
benzer şeylerdi! Gerekince gereken yere basılır, o kadar.
Artık, bir an önce Alman büyük karargâhından, birkaç ay da
ha salhaneye gönderilmemizi geciktirme iznini almak gerekiyor
du. Buna kabinenin çoğunluğu ve başta bu büyük eserin sahibi
Sadrazam Paşa da en hararetli taraftardı.
193
Halil ve Hafız Hakkı Beylerin bir an önce Berlin’e gönderil
m elerine ve donanmaya ait meselenin Başkumandanlık Vekâleti
nin sorumluluğuna (!) bırakılmasına (yani ciğerin kediye emniyet
edilmesine), fakat savaşa yol açabilecek bütün durumlardan kaçı
nılmasına karar verildiğinin (!) ertesi günü yer alan bir olay, bü
tün bu teşebbüs ve tedbirlerin iflâsım sağlamış bulundu: Amiral
Souchon^) bütün bu gevezeliklere son verecek meşhur hareketini
yapmıştı: Rus donanmasına çatmış, muharebeyi Silen sakınılmaz
hale getirmişti...
Kabine allak bullak olmuş, ileri gelenler birbirine girmişti.
Sadrazam istifaya kalkıştı. Cemal Paşa’mn ifadesiyle: «Akdettiği
miz ittifakı kendileri imza etmiş ve bunun tevlid ettiği (yol açtığı)
her nevi mecburiyetlere tevessül zaruri olduğu hakkında birkaç
gün evvel verilen karara kendileri de iştirak etmiş oldukları halde
bu ahvalin netayic-i tabiîyesinden (bu durumların tabii sonuçların
dan) olan bir hâdisenin zuhuru üzerine istifa edeceklerini derme-
yan etm eleri kat’iyen gayrı kabil-i tecviz (izin verilemez) olduğu
ciddî bir lisan-ı lâyıkla (yakışır bir dille) müşarünileyhe (adı geçe
ne) ifade olundu. Ve böylece paşa hazretlerine haddi bildiril
di, demek oluyor. Tabii bu cümlede gizlenen manâ budur. «Ciddî
bir lisan-ı lâyık»tan, bundan başka ne anlaşılır? O da bu manâyı
almış, istifadan vazgeçmişti.
Bu olay hakkında Cemal Paşa’yı biraz daha dinleyelim:
«Amiral Souchon’un Karadeniz’de düşman gemileriyle arala
rında Ekim ayının 29. günü cereyan eden ahvale dair verdiği ra
por mucibince, en evvel Ruslar tarafından teşebbüs edildiğini ka
bul etmek mecburiyetinde bulunduğumuz icraat-ı bahriye (deniz
eylemleri) neticesinde Ruslar ve binnetice Fransızlar Hükümet-i
Osmaniye’ye ilan-ı harb e ttile r.» ^
194
Olup biten olaylarda Enver’in baş rolü oynamakta olduğuna
okuyucularımın da şüphesi kalmamış olduğunu sanırım. Bütün ka
bine üyeleri, hattâ Talât Paşa da böyle bir kanaate varmış, bu ka
darını da fazla bulmuştu. Yukarıdan beri karşılaşılan oldubittileri
birer birer hazmetmek zorunda bırakılan kabine ileri gelenleri,
Enver’den bildikleri bu son şakadan ürkmüşlerdi. E n istekli savaş
taraftan görünen Talât Paşa bile anılannda bu olaydan şöyle söz
eder:
«Daha önceden bu olayı hiçbirimiz bilmiyorduk. Fakat her
kes gibi ben de Enver Paşa’nın haberi olduğuna inanıyordum. Bay
ram günü Meclis-i M ebusan Reisi Halil Bey*in evinde toplandık.
Ben Enver Paşa’ya epeyce hücum ettimse de, hiç haberi olmadığı
na yeminle güvence v e rd i.» ^
Enver’in bu inkânnı, yıllardan sonra Hariciye Nâzın Halil
Bey şöyle doğrular:
22 Mayıs 1920’de Rom a’da rastladığı Enver Paşa’ya Halil
Bey, Rus donanmasına saldın emrini verip vermediği hakkında
sorduğu soruya karşılık olarak Enver Paşa’nın:
- Hayır! Ben saldın için em ir vermiş değilim, dediğini ve bu
nun adi bir söylentiden ibaret bulunduğunu yazar ve «bizim harbe
girmemiz bir kaza eseri» dem ekten sıkılmaz.
Devleti savaşa sokup yok olmasına yol açmanın mazereti ola
rak «kaza»yı ileri sürmenin utandıncı bir şey olduğunu ve bu özü-
rün kabahatten pek çok büyük olacağım kavrayamaz.
Bu Halil Bey, o günkü kabinenin göstermelik üyelerinden bi
ri değildi. Tersine, vekiller heyetinin güçlükleri çözümleme gücü
ne sahip olduğu sanılan önemli bir üyesiydi.
Bu facia hakkında son sözü meşhur Talât Paşa’ya bırakarak
konuya son vermek yerinde olur sanırım. Talât Paşa, anılarında
bu konuda şöyle konuşur:
«Nâzırlann hemen çoğu savaşa girmeye taraftar görünmüyorlar
dı. Durumu korumaya çalışılmasına karar verildi. İtilâf Devletleri el
çileri ise, durumun aynı şekilde devamım şu şartın gerçekleşmesine
195
bağlıyorlardı: Alm an askerî kurulunun ve bütün subayları ile birlikte
‘Goeben’in sınır dışına çıkarılması. Bu şartı yerine getirebilmek, hü
kümetin gücü ve iktidarı içinde değildi.»^
T alât Paşa’mn bu utandın« itirafından iki şey öğreniyoruz:
1 - Bir tek fişek yakmadan iki gemi karaltısıyla bir imparatorlu
ğu ele geçirmenin m ü m k ü n olduğunu,
2 - Kabine üyelerinden bir tekinin haberi ve isteği olmadan bir
devletin savaşa girebileceğini!..
İşte İttihad ve Terakki, Birinci Dünya Savaşı’na böylece gözü
kapalı sürüklenmişti.
«M edis-i M ebusan’dan bir şey bekleyemezdik» demiştim. O
meclis öyle unsurlardan toplanmış bulunuyordu ki, İttihad ve T erak
ki’nin sivrilmiş birkaç kodamanına sadece itaatten ibaret...
Buna rağmen -ne olur ne olmaz- bunu da dağıtmayı tedbire uy
gun gördüler ve aşağıdaki irade ile dağıttılar... Padişah:
«Harp bir şekl-i ıımıımî (genel şekil, gidiş) aldı. Z aten mühim
kanunların kâffesini (hepsini) tetkik ve ikmal etmiş bulunuyorsunuz.
Kanun-ı Esasî mucibince önümüzdeki teşrinisani iptidasında (kasım
başında) davetsiz toplanmak üzere M edis-i Umumî’nin fevkalâde
devresinin bu günden itibaren tatilini irade eyledim,» diye bir bildiri
yayımladı.
İrade mecliste okundu. Bundan sonra ünlü nâzır Halil Bey:
«...Toplanma iradesi çıktığı zaman hariçte dahilde, eyvah yine
Meclis toplanacak, yine ihtirasat cevelân verecek (tutkular kabara
cak), m emleket sükûnu ihlâl edilecek diye endişe edilmişti. Hamdol-
sun öyle bir şey olmadan sükûnla devam edildi ve dağılma demine
erildi. İki buçuk ay zarfında samimiyetle, gayretle zamamn icabettir-
diği sükûnla» yolunda utandıncı bir nutuk perdahladı. Ciddi olmasa
da milletin vekâletini taşıdığı varsayılan Meclisin varlığından bu de
rece açıkça nefret ve endişe gösteren bu Halil Bey, son olarak yine
her müstebid için dalkavuklan tarafından istenen ve millete en önem
li görev olarak her zaman tavsiye edilen «Taç ve taht-ı saltanat etra
fında müttehid ve kütle-i mürekkib (birleşmiş ve bileşik kütle) halin
de bizim ırkımıza has olan azm-i metîn ile (kesin kararlılıkla), fakat
mütevekkilâne (işi oluruna bırakarak) (!) vatanın muhafazasında bir
leşmek lâzımdır,» vecizesiyle Meclis’in toplantısına son verdi.
(1) Talât P aşa'm n A n ıla n , 1990, s.41.
196
Bu iktidar etrafında toplanmak davetine itirazsız uymanın, ne
fes alm adan onun yanıbaşında şuursuz ve idraksiz bir heykel hissizlik
ve hareketsizliğiyle yer almanın, perişan olmaktan başka sonuç verdi
ği görülmemişse de, iktidara her tırm anan bizden l^unu istemekte ıs
rar etmiş durmuştur.
Halil Beyde, bu hayırsız dileği ortaya attı ve Meclis arkadaşları
nı uğurladı. Kendi başına, rahat rahat, m emleketi sükûnla yönetme
ye imkân sağladığına inanarak!...
Sultan Hamid de tıpkı bu zihniyetteydi. Bu anlayışla Mithat Pa
şaları uzaklaştırmış, Meclis’i dağıtmıştı. Bunların da danışma ve de
netime tahammülleri ancak Abdülhamid kadardı.
Bunların da onun gibi devletin asıl güç kaynaklarından haberle
ri yoktu. Halktan ve ona danışmaktan uzaklaştıkça zaafa düştükleri
nin farkında değildiler...
Wangenheim’ın tehdidi önünde kendilerini şaşkınlığa yönelten
ve çaresiz bırakan etkenin ne olduğunu, iki gemi karaltısı karşısında,
hattâ bir kestane fişeği yakmadan dize gelm elerinin sebebini teşhise
henüz imkân bulamamışlardı.
Onları bu zaafa mahkûm edenin, iktidara geldiklerinden bugü
ne kadar varlığım -Abdülhamid’den daha fazla bir asabiyetle- inkâr
da ısrar ettikleri halk gücü olduğunu bilmiyorlardı. Abdülhamid’in
"tebaa kullan" anlayışı İttihadcılarda -şeklini değiştirerek- aynen ya
şamaktaydı.
Onlar, okuduklan uydurma tarihlerde övünme vesilesi olgulann
kahram anlannı görmemeye, bütün olaylann şerefini tek ferde verme
ye alışmışlar. Boyabadlı H aşan ve emsali binlerle kahram anlan bi
rer kul ve bunlann gerisinde saz benizli bir genci hareketin tek kahra
manı yapmayı tarihin ikiyüzlü sayfalanndan öğrenmişlerdi.
197
SANSÜR VE GAZETELER
(*) 1914 tarihli Sansür Talimatnamesi’nin tam m etni için bkz.: Alpay Kabaca-
lı: "Sansür Tarihiyle İlgili İki Belge’, Tarih ve Toplum , S. 66, Haziran
1989 ve A. Kabacalt: Türkiye’de B asın Sansürü, İst. 1990, s. 9S-97.
198
sevkedileceği ve şiddetle tecziye edileceğine» dair Başkumandan
lık Vekâletinin korkunç emirleri almış yürümüştü.
Birkaç gün sonra da sıkıyönetim m ahkemelerince verilecek
idam kararlarının infazı için gereken irade-i seniyeyi beklemek
gereğini kaldırdılar. İnfaz yetkisini ordu kumandanlarına verdiler.
Bu yolla, savaş boyunca binlerce vatan evlâdının şunun bunun key
fi uğrunda can vermesine imkân sağladılar.
Sansürün şiddeti hakkında bir fikir verebilmek için alm an ka
rarlardan bazılarını analım:
«Dahil ve hariçte fena tesir yapacak» her şey! Şimendifer ve
vapur kazaları, hattâ yangın... Dahası var: «Tüccarlar arasındaki
muhaberattan (haberleşmeden) yiyecek, yakacak maddelerin mik
tar ve fiyatlarına, nakliyata dair» telgrafların herbiri sansüre tabiy
di.
Doğrusu, ne sıkıyönetim m ahkemelerinin yetkilerini böyle ge
nişletmeye, şiddetlendirmeye ihtiyaç vardı, ne de gazetelere bu şe
kilde baskı yapmaya gerek vardı.
İstanbul Divan-ı Harb-i Örfîsi esasen her türlü gazeteyi bir
daha dünya yüzüne çıkmamak üzere kapatmaya yetkiliydi ve bu
yetkiyle barışta Meşrutiyet devri ismi verdiğimiz müddet içerisin
de kaç tanesini süresiz kapatmıştı. Yalnız bu kadar da değil, mu
halif üç gazetenin üç başyazarın/ ) sokaklarda kurşunla öldürmüş
lerdi. Yayın alanında kalmış olan gazetelerin bu türlü kayıtlarla
gemlenm elerine ihtiyaç yoktu. Onlar iktidarın arzularını yerine ge
tirmek için seçilmiş ve bu niteliklerinden dolayı meydanda kalmış
şeylerdi.
O nlar en insafsız insanlara parmak ısırtacak bir gayretle gö
revlerini yerine getirmeye çoktan başlamışlardı bile!...
Alman savaş mekanizmasının ezici gücü hakkında ellerinden
gelen yazı ve resimleriyle Alman gazetelerini gölgede bırakıyor
lardı. Denebilir ki, Osmanlı basım, Alman başarılarını göklere çı
karmakta şaşılacak bir çaba harcadı. Alman ordusundan önce ka
leleri yıkıyor, onlardan önce düşman siperlerinin gerilerine sarkı
yorlardı.
(*) D aha önce sözü edilen Haşan Fehm i ile Ahm et Samim (1884-1910), Meh
m et Zeki (1869-1911) Beyler.
199
Bir düşman kalesinin düşmesi, bir hattın geri çekilişi bizim
gazetelerden hiç değilse yirmi dört saat sonra meydan geliyordu.
«Kafkasya’da genişleyen isyanlar, Ukrayna’da ayrılma cere
yanları, Fransa’da ihtilâflar, Paris’te ihtilâl endişeleri, Afrika müs
temlekelerinde isyanlar, İngiltere’de endişe ve korku»... Kısaca,
«her tarafla Müslümanlara karşı olan korkunç zulümler» her gün
sayfalan dolduruyordu.
Dem ir bir silindir gibi müttefik ordulannın üzerinden geçen
Alm an ordulannın devamlı başanlan İngiliz sömürgelerinde olma
sı umulan isyanlar karşısında tir tir titremelerini anlatan millî gay
reti desteklemek, dinî dayanışmayı kuvvetlendirmek, bütün bu iğ
renç aldatmalar, vatanseverlik gösterilerinin en asili ve temizi sa
yılıyordu.
Meçhul kaynaklardan durmadan sağlam(!) haberler geliyor
du:
Sudan’da cihad-ı mukaddes!
Sudan’a bağımlı Dongola uyruğundaki Elkeab eyaletinde (a-
ra, bak haritada bulabilir misin) bilmem ne aşireti ayaklanmış! İn
giliz mevzileriyle iaşe depolarını yağma etmişler!
Bunların cihada katıldıklarını duyunca falan reis de cahidlere
(cihad edenlere) katılmış. Port-Sudan şimendiferinin nihayet nokta
sının^) kuzeyindeki İngiliz mevzilerini yakıp yıkmışlar! İngilizle-
rin Mısır’dan kaçmaları yakın!...
Ertesi gün:
«Mısır ahali-i İslâmiyesi (İslam halkı) Mısır Meliki adına çı
karılan kararların hepsini yok sayıyorlar.» Mısırlılar, hutbelerin
«Halife-i Müslimîn» namına okunmasını istiyorlar.
Osmanlılar Süveyş’e köprü kuruyorlar, İngilizler siper arkala
rında titreşiyorlar!...
Hindistan’da İslam’ın başkaldırısı. İngilizlerden 1800 ölü,
2500 yaralı...
Sünusîler ve İslam mücahidleri «Cerlok» yönünden Mısır’a
girdiler.
E l-em îr İbnü’s-Suud ve el-em îr İbnü’r-Reşid aralarındaki an
laşmazlığı bırakarak düşman üzerine yürümek üzere elele verdi
ler. 40.000 mücahid Mısır yolunda!...
200
Bu karışık günlerde Laussanne’da daha çok güvenlik içinde
kalacağını düşünmekle isabet ettiği muhakkak olan muhterem İk
dam sahibinin^) İsviçre’den din uğrunda savaşlara yüksek gerilim
li yalanlar imal ederek katılması doğrusu anılmaya değer. H er
gün Laussanne’dan, resmî tebligatı gölgede bırakan haberler İk
dam gazetesi sütunlarını süslüyordu.
Büyük Hindistan ayaklanmasının genişlediğini, bütün Lahor,
Delhi, Bengal havalisinin ayaklanmaya katıldığım, Afganistan’ın
bu hareketi desteklemesi gibi önemli çapta martavalları ondan alı
yorduk. Arab’ın meşhur sözü gibi: «Hülya olmasaydı fukara helâk
olurdu». Dört yıl Alman çorbasına bu yalanlan katık etmeseydik,
doğrusu yaşamak daha çok güçleşirdi; yahut kurtuluş daha kolayla-
şırdı.
Enver’in hayal dağarcığında olam kalam sadece bundan da
ibaret değilmiş! O, sadece bu m emleketi don gömlek salhanelere
göndermekle yetinmemiş, m eğer onun bir de Müslümanlık kimli
ğiyle denizler kadar engin ordulan varmış!...
Üç yüz elli milyon İslam’a, makam-ı muallâ-yı hilâfetin (yü
ce halifelik katının) davetkâr mehib sadasıyle (heybetli sesiyle)
haykırdı:
«Yâ eyyühe’l-İslam (ey müslümanlar)!
İslâmiyet aleyhine tehacüm-i a ’dâ vaki ve memalik-i İslâmi-
yenin gasb ve gareti ve nüfus-ı İslamiyenin sebî ve esir edilmeleri
mütehakkak olunca Padişah-ı İslam H azretleri nefir-i âm suretiyle
cihadı emrettikte «İnfiru hilafen ve sikalen ve cahidu bi evladi-
küm ve enfüsiküm» âyet-i celîlesi hükmünce bütün Müslümanlar
üzerine cihadı farz olup genç ve ihtiyar, piyade ve süvari (nedense
topçu yok!) olarak bilcümle aktârdaki Müslümanların malen ve
bedenen cihada müsaraat etm eleri farz-ı ayn olduğuna ve bu suret
le makam-ı muallâ-yı hilâfet-i İslâmiyeye ve memalik-i mahrusa-i
şâhaneye sefain-i harbiye ve ordulan ile adû ve neuzibillahh-ı Ta-
alâ Nur-i Ali-i İslâmiyetin itfa ve imhasına sai bulunduklan
(*) ikdam gazetesi sahibi Ahm ed Cevdet (Oran, 1862-1935). 5 Temmuz
1894’te yayına giren İkdam, T ürkçülük akımını destekleyen ilk gazeteler
dendi. 31 Mart Olayı’ndan sonra İsviçre’ye yerleşen Ahmed Cevdet,
1923’te Türkiye’ye döndü ve gazetesinin başına geçti. 1926’da Ikd a m ’ı Ali
Naci’ye (Karacan) devretti.
201
muhakkak olan Rusya, İngiltere ve Fransa ile onlara muin ve za
hir olan hükümetlerin taht-ı idarelerinde bulunan kâffe-i Müsli-
mîn’in dahi mezkûr hükümetlerin aleyhine ilan-ı cihad ederek biz
zat gazaya müsaraat etmeleri, hattâ mallarım almak, çoluk çocuk
larını kesmek bahasına da olsa cihada koşmaları lâzım geleceği»
yolundaki fetvayla düşman m em leketler idaresindeki Müslümanla
rı lehimize kadro dahili etmiş olmakla kalmayıp, bize değil hattâ
müttefiklerimize karşı da savaşmalanmn azab-ı elime sebep olaca
ğım ilan ediyordu.
İnsan bu kadar ilkel fikir ve kanaatlere sahip bir ferdin eline
geçirdiği yetkiye bakınca, Osmanlı toplumunun otuz yıl öncesine
değil, yüzyıllar öncesine ait olduğunu samr.
Fetvada Allah namına davet ettiği dindaşlarına Peygamber
vekilinin, bütün ümmeti huzurunda söylemekten sıkılmadığı yala
na bakın! Sonra görüş ve kanaatlerindeki darlığa dikkat edin! A ra
bistan çölünde dost Arap aşiretlerine ancak yapılabilecek bir dave
ti, ondört yüzyıl sonra uygarlık âlemi içinde koca dünyaya yayma
ya yelteniyor.
Teklife de bakın: «Eğer mensup olduğun devlet malım ala
cak, çoluk çocuklarınızı kesecek de olsa Alman ve AvusturyalIlara
silah kullanma!» diyor.
Bütün Müslümanlar buna cevap vermedi değildi. Silahlan
ile, atlan ile -hattâ fetvada davet edilmemiş olmalanna rağmen-
topçulanyla geldiler. G eldiler ama, yanımıza değil tam karşımı
za...
Sömürgesi olduklan devletin silahlı kuvvetleri ile beraber,
onun silahlı kuvvetlileri olarak tam karşımıza!...
Evet, tam karşımıza!
En garibi, namına açılan cihada Cenab-ı Peygamber’in nesli
mükerremleri (saygıdeğer nesilleri) yine Peygambere mensup aşi
retlerin başında, ancak İngiliz saflannda göründüler. İslam’ın al
kışlan arasında...
Bunlara ek olarak Osmanlı ülkesinin dağlan, taşlan da asker
kaçağı ile doldu. Bunlan da, hilâfetin fetvasına rağmen, halifenin
sadık tebaa kullan oluşturuyordu.
202
Hilâfet fetvasının hükmü Üsküdar’ı aşamadı, din imamlarının
bir sergüzeşt arayıcısına bu aşağılaşarak boyun eğişlerine şairler
de alkış görevleriyle katıldılar.
Ulema-yı kiram (temiz soylu bilginler), camilerde kürsüleri
vaaz ve nasihat kasdıyla paylaşırlar da şairler dururlar mı? O nlar
da kemal-i hamiyetlerinden (vatanseverliklerinin eksiksizliğinden):
Eflâke çıktı velvele-i arz-ı zemîn
İndizmine gulgule-i asuman iyan
yolundaki kıtalarla salhaneye sürülen m emleket gençliğinin kan
tellâllığım yapülar. Şairlerimizin içinde bu faciaya katılmaya daha
önceden hazırlanmış olanları, savaş patlam adan şiir hazırlayanları
bile vardı.
Seferberliğimizi tamamlayamadan İngilizleri Kanal’ın öbür
tarafına sürdüğümüzü, onlardan hayli yerler aldığımızı haber ve
ren gazetelerden geri kalacak değillerdi ya...
Faik Âli:
Mezalimin ve cinayâtın intikam arayan,
Bir infilâk ve tuğyandır ey nâsl
Evet bu harb olamaz bir vegayr-ı bî-mâna
Bu bir cidal-i reha, bir cidal-i ihtihlâs
şiirini, savaşa girmemizden iki ay önce yazdığım, ancak savaş ila
nım beklemek zoranluğuyla yayımlamayı geciktiğim şiirin altına
kaydedecek kadar zavallılık yapmıştı.
Dindar M ehm ed A kif in Berlin’den yazdığı:
Bir emrine ecdadı da ahfadı da kurban
Olmaz mı bu millet daha teyidine şâyân
mısralanyla devam eden şiirinin üzerinde haşmetlû İm parator Wil-
hem’e ithafı eksik.
Ha! Ziya Gökalp’in T ann söyletmesi de var:
Düşmanın ülkesi viran olacak
Türkiye büyüyüp Turan olacak
Seferberlik vardır, yazdı ilânlar
203
Koşunuz orduya gürbüz arslanlar
Türkoğlu değildir evde kalanlar.
Galiba bunu kendinden anlamış olacak Gökalp.
Son bir nağme de bu:
Yürü, ey canlı satvetl Yürü ey şanlı asker!
Nida-yı bûmu sustur ûfüktan ey gazanfer
Şehidsen, secdelerle muallâ ruhuna der
Zemin Allahüekber, sema Allahüekber.
208
üzerine yapmakta oldukları büyük hücumlarda onların üzerindeki
yükün bir kısmım kendi üzerimize alabileceğimizi tahmin ettik!
Gerçekte bu, böyle o ld a Çünkü düşman, hepsini toplayacak
olursak 500.000 kişilik bir kuvveti azar azar bizim üzerimize yığdı
ve ordumuza, dostlarımıza etkili şekilde yardım için fırsat verdi.
Böyle olmasaydı Bulgaristan henüz harbe girmemiş olduğu için
hiçbir yoldan dostlarımıza yardıma imkân bulamayacaktık. Dolayı
sıyla bu hareketleriyle dostlarımıza yardıma fırsat verdiklerinden
dolayı, düşmanlarımıza teşekkür borçluyuz.»
İşte bu kafa ile, Alm an topraklanna bir düşman neferi ayak
basmadan koca bir kıta büyüklüğündeki vatanımızın her kanş top
rağım düşman çizmesi altında bırakıp kaçtı. Söylemiştik: 23 Ekim
1914’te savaş ilan ettiğimiz zaman 1.210.000 lira kredi bakiyesi
bir paramız varmış; işte bununla savaşa girmişiz...
Bu traji-komik olayı m alî bakımdan der-top özetle anlatmaya
çalışayım:
Savaş ilanından 1917 yılına kadar Almanya’dan aldığımız pa
raların toplamı 79.000.000 liraya vardı. Bu miktara, altın ve altın
şehadetnameli olarak borçlandığımız 11,5 milyon lirayı da eklerse
niz 90.000.000 olur.
Savaşın devamı süresince bir sürü mark borçlandık, bunların
toplamı 496 milyon kadar tuttu. Yani bu, 25 milyon lira demektir.
Bundan başka Almanya için, cam bizden caba, aldığımız cephane
bedelinden de 25 milyon lira borçlandık.
Kısaca, savaşın ilanından 1917 yılına kadar çeşitli biçimler
de, gerek altın gerek hazine tahvilâtı, mark, mühimmat bedeli
olarak yapılan borçlanm aların yekûnu 142 milyon liraya ulaşmıştı.
Fakat, M edis-i M ebusan’da açıklama yapan Maliye Nâzın
Cavid Bey, sözü bütçeye getirdiği zaman şöyle haykınr:
«Bütçemiz efendiler! Hakikaten müthiş ve korkunçtur. Yani
umumî borcumuzun yekûnundaki korkunçluk ile bütçemizdeki kor
kunçluk birbiri ile müsabaka ediyor dersem hata etmiş olmam. Bu
sene bütçesi 82-83 milyon lira masrafla kapandı. G elecek sene de
bundan noksan olacağım zannetmem.
209
Günden güne artan, 1331 senesinde 2.361.000, 1332’de^ ^
3.908.000 liraya baliğ olan askeri tekaüdleri için de bu sene ne
ilâve edeceğinizi bilmiyorum. Şimdiye kadar askeri tekaüt sandı
ğından m aaş alanların miktarı 140.000’i bulmuştur. Ve zannede
rim ki malûliyetlerinden dolayı tekaüt edilenlerin yahut vefatların
dan dolayı tahsis edilmesi lâzım gelenlerin ancak yüzde 15, 20,
25’i de bu sene ilâve edilecektir. Bunun için de 1-1,5 milyon lira
ilâve ederseniz, yekûn 54.000.000 liraya baliğ olur. Varidatımız
da 21.000.000 liradan ibarettir. İşte bütçemizin pürmelâl hali bu-
dur. Ne bütçemizin korkunç yekûnu, ne borçlarımızın müthiş ra
kamları emniyet verici şeyler değildir.»
Asıl bu borçların ödenmesi hakkında Cavid B e /in sözleri
dikkate değer: Bu borçların ne şekilde ödeneceğini açıklarken, sa
vaştan sonra Alm anların bu parayı azar azar ödememiz için gere
ken zamanı vermeleri ve memleketin im an için işbirliği(!) yapma-
lan gerektiğini ileri sürer.
Cavid Bey, savaş süresi içerisindeki Almanya yolculuklan sı
rasında yaptığı temaslardan, Alman devlet adam lannın bu ilişkiyi
sürdüreceklerini, Türkiye’nin kalkınması için işbirliği yapacaklan-
m müjdelemişti.
Bu o demek ki, savaşı kazansaydık, Alman sömürgesi olarak
yok olacaktık.
Z aten savaş içerisinde Almanlar bunu söylemekten sakınmı
yorlardı bile. Çok defa, yüzümüze:
- B uralan böyle bırakmayacağız, hep ıslah edeceğiz. Hele sa
vaş bir bitsin! diyorlardı.
210
KANAL SEFERİ
(1) D ördüncü O rdu Erkan-ı Harbiye Reisi Ali Fuad E rden’in anılan. Dünya
gazetesinden. [Birinci Dünya H arbinde Suriye H atıraları, İst. 1954].
212
İşte biz 20.000 kişi ile yayan yapıldak, Kanal gerisindeki
mevzilerde üç kademeye yerleşmiş, top tüfek, zırhlı tren, kruva
zör, uçak, ışıldak, buna benzer üstün silahlan bulunan üç, dört
mislimiz kuvvetindeki bir orduya K anal’ı geçerek saldırmak üzere
üç, dört yüz kilometre derinlikte, H azreti Musa'nın kırk yıl dönüp
dolaşarak vaadedilmiş topraklan ararken, şaşkınlıkla Allahı alev
ler arasında gördüğü ve konuştuğu (!) kuş uçmaz kervan geçmez
çölü yirmi günde aşmıştık.
Çölün tam ortasında «İbin» ismi verilmiş deve izi kavşağın
dan öte, artık dünyadan aynlmış olan ve tümüyle Suriyeli, yani
A rab erlerden oluşan kuvvetle bilinmeyen yerlere dalarken uygar
lık araçlanm n en basit ve en ilkeli olan telli telgraftan da aynlı-
yordu.
Bu kuvvetin ancak omuzunda tüfeği, birkaç günlük zeytin ek
meği, belirli sayıda mermisinden başka, devenin kendi içeceği ka
dar da tulumlarda suyu vardı.
Bu ordunun, sonradan üç yıl kurmay başkanlığım yapmış olan
sayın Ali Fuad Erden, bu yürüyüşü yetkili ve cazip kalemiyle şöy
le anlatır:
«Sina çölünde, böyle hayaller içinde Kanal’a doğru giderken
çekim odağı Cemal Paşa idi. Osmanlı Devleti’nin Bahriye Nâzın,
Dördüncü Ordu kumandam, devleti idare eden üç büyüklerden bi
ri olan Cemal Paşa!! Ümidler ve hülyalar onda şahsiyetleniyordu.
Cem al Paşa’mn hali, tavn, edası ve kendisinden yayılan azm ve
irade bize inan ve güven veriyordu.
Göz alıcı ve şahane kır at... Ve onun düşüncelere ve hayalle
re dalmış süvarisi... İkisi bir bütün teşkil ediyor ve Mısır istikame
tindeki ufukta zarif bir siluet çiziyordu. Bu siluet zafer vaadeden
bir semboldü ve bir tablo idi. Ben bu tabloyu seyrediyor ve ondan
ilham lar alıyordum.»
Ne güzel değil mi? Hülyalara dalmış bir kumandan, ilhamlar
la dopdolu bir kurmay...
Cephane, malzeme, erzak yerine demet demet hülyalar,
ümitler yüklenmişler; biri bir kır ata binmiş, öteki atla bütün oluş
turan karaltıdan aldığı esinle kendinden geçmiş!...
Güveni bir kır at ve şahane süvarisinden ibaret!... Kararlılık
ve iradesi bir kır at ile süvarisi!
213
Ve bu yirminci yüzyıl Donkişot’lannın delice hülyalarıyla ölü
me sürüklenen binlerce yan aç insan...
Ne hesap var, ne kitap! Realite ile ilişkileri tamamıyla kesil
miş, bir hayal âlemi içinde mitolojik ve efsanevî kahramanlar...
Hülya yiyorlar, ümit içiyorlar ve muharebeye gidiyorlar!...
Ama, Von Kres bu nevi şairane duygulanmalardan çok uzak,
için için gülerek şöyle düşünüyor
«Bu malzeme ve bu askerle böyle şey olmaz. Bunu biliyorum
ama, Türlderin antlaşmaya bağlanm alan için İngilizlerle aralann-
da kan dökülmesi lâzım. Bu hareketlerin yapılmasında bunun için
ısrar ettim. Götürdüğümüz yirmi bin kişinin dökülmesi gereken ka
nı vermeye yeteceğini umuyordum.»*-1)
Bedevi kılavuzlarla, -var mıydı bilmem- varsa o da İngilizle-
rin çizdiği haritalardan başka yol göstericisi yoktur.
Bedevî yıldızlara, kurmay göğsüne astığı haritaya baktı. Yürü
düler. Yürüdüler, yürüdüler...
Bir sabah, kum dağcıklannın İngiliz ışıldaklarıyla yaldızlanan
tepelerini gördüler. Sırtların gerilerine tırmandılar. Kanal, önlerin
de gümüş bir şerit gibi uzanmıştı.
Buraya ne için gelmişlerdi? Sonradan söylediklerine bakarsa
nız, şöyle durumu bir incelemek, ne var ne yok anlamak için!
Gerçi burada Kanal’ın ve onun batı sahili boyunca eski bir
Osmanlı eyaleti olan Mısır’ın bulunduğunu, rüşdiye mektebini bi
tirdikleri zaman da biliyorlardı. Bunu öğrenmeye ihtiyaçtan yoktu.
Burada İngilizlerin olduğunu da bilmiyor değillerdi.
Bu diyara sefer eden ordunun kumandam buraya varmadan
üç ay önce İstanbul’dan aynlırken kendini uğurlayanlara burasım
alıp gerçek sahiplerine iade edeceğini vaadederek ayrılmıştı. Bu
nun şakadan söylenmiş olması beklenemez. Nihayet bu sözü ve
ren, vaadi yapan insan, koca bir İmparatorluğun Bahriye Nâzın
ve önemli görevlerle görevlendirilmiş bir ordunun kumandam.
Bu kumandan, bundan başka, bu amaca ulaşmak için koca
bir de askerî hareket yapmış, bir iki ay içerisinde derleyip toparla
dığı seferi kuvveti bu hedefe yürütmüştü.
(1) Von Kres’in anılan - Şam Alman Konsolosuna bıraktığı b ir mektup.
214
Hem de yan yolda Başkumandanına:
«... Ben hafif yükle, yalnız birkaç kurmay subayla Kanal’a gi
diyorum, eğer muharebede ölecek olursam bu muazzam işi sen
den başka yapacak kimse yoktur. G elir benim yerimi alır ve bu te
şebbüsü tamamlarsın. Allahaısmarladık.» yolunda âdeta hazin bir
vasiyetname yazıyor. Bu telgrafta ilginç olan en belirgin şey, elin
deki kuvvetin bu işi yapmaya yeterli olduğuna inanmasıdır. Telg
rafta:
«Mudanya’dan gelecek 8. Fırka, Kanal’ı geçtikten sonra ileri
alınacaktır. 36. Fırka’yı dahi ihtiyaç olursa ileri celp edeceğimdir.
Elimdeki bu kuvvet, maksat için kâfidir, üm idindeyim ,»^ der.
Elbette ki, bu bir lâtife olamaz. Bir propaganda bildirisi de
değil. Bu, bir ordu kumandanının, başkumandanına savaşa ilişkin
olarak verdiği gizli m uharebe raporudur.
Farzedelim ki hiç bir kelimesi gerçekleşemeyecek olan bu
hayali, bir zavallı her ne yoldan olursa olsun öğrenir de, açıkla
mak gafletinde bulunursa, bir kuruntuyu sayıklamış olmaz. Devle
tin en önemli sırrını açığa vurmuş olduğu farzedilerek idam bile
edilebilir.
Ordu kumandanının bu son telgrafına Başkumandan Vekili,
şöyle cevap verir:
«Hayır! Ben seni, Mısır’ın Fatih-i sanîsi (ikinci fatihi) olarak
tebrike ve elini sıkmaya geleceğim. Uğurlar olsun.
Ama bir gecelik m uharebenin sabahında Ordu kumandanının
yazdığı raporun beşinci maddesi, her şeyi ifadeye yeterlidir:
«taşe ve su şartlarından dolayı Kanal karşısında durmamıza
imkân olmadığından...»
Anladınız değil mi? Artık bundan sonra ordunun başkaca ek
sikliklerinden söz etmeye gerek kalır mı?
Burada sadece akıl durur, dil tutulur!... Bu koskoca ordu, M ı
sır halkı tarafından ziyafete mi davetliydi?
215
Böyle de olsa, belki davet edenleri bulmakta bazı zorluklar
çıkar; mesafe uzak, biz de yollan bilmiyoruz; şöyle ihtiyat olarak
bir iki günlük su, yiyecek bulunduralım"), ne olur ne olmaz, de
mez mi insan?
Şöyle böyle bir muharebeye değil de, İngiliz sömürge im para
torluğunun can dam annı oluşturan bir bölgesini elinden hücumla,
zorla almaya giden bir kuvvetin içeceği suyu, yiyecek ekmeği ol
masın...
Bunlan ben söylemiyorum. Olaylar böyle akış göstermiş. O r
du kumandam, raporlannda; Kurmay başkam am lannda bunlan
böyle yazıyorlar.
Bu hareketi, öyle tahmin ediyorum ki, en başta Von Kres kö
rüklemiş olacak.
Von Kres Alman düzeltim kurulu arasında en dikkate değer
bir simadır. O, sadece bir kurmay subay değil, her işe yarayan,
azimkar, gayretli, sebatlı, Almanya ve Almanlık için gerekirse
dünyayı ateşe verecek yetenekte bir adamdır.
Bizi ateşe vermekte, yıkılışımızı sağlamakta Enver’i maşa gi
bi kullanan Almanya'nın sağ eli, işte budur.
Henüz biz muharebeye girmeden ve Cemal Paşa’yı Dördün
cü Ordu’ya atam adan önce, Enver bu adamı Kanal harekâtım dü
zenlemek üzere Sekizinci Kolordu ve kurmay başkanlığına atamış
ve Suriye’ye göndermiş... Enver, Cemal Paşa’ya Dördüncü Ordu
Kumandanlığım teklif ederken, daha önce Von Kres’i bu iş için
gönderdiğim söyler. Anlaşılıyor ki, Kanal taarruzu Enver’in kafa
sında savaşın ilamndan da önce tasarlanmış bulunuyordu.
Cemal Paşa, am lannda Von Kres’in: «Hazır buraya gelmiş
ken neden dönelim, harbe devam edelim» dediğini yazar...
Diğer bir Alman subayı, Ordu Kurmay Başkam M iralay
Frangberg, geri dönmekte ısrar eder, hem şu tavsiye ile:
(*) "Çöl azığı” olarak 600 gram peksimet, ISO gram hutma, 4 gram çay, 4 ki
lo su; hayvanlara 5 kilo arpa, 18 kilo su; develere 3 kilo arpa, S kilo su
veriliyordu. Su, develerle sandıklar içindeki tenekelerde taşınıyordu. Te
nekeler delinerek suların b ir kısmı sızdığı gibi, acele ile tenekelerin bir
kısmı da doldurulamamıştı. (Fahri Belen: XX. Yüzyılda O sm anlı D evleti,
İst. 1973, s. 233.)
216
«Şayet bir an gecikirsek Dördüncü Ordu’yu da felâketten kur
tarmak imkânını kaybederiz.»
Boş, dolu... L âf zamam değil... Su yok, ekmek yok. Frang-
berg böyle tavsiye etmese de geri dönmekten başka ne yapılabi
lir?
Sıkı bir yürüyüşle çölü ters yüz henüz geçmemişlerdi. İki telg
raf aldılar. Telgrafın biri, Alman genel karargâhındandı; şu yolda:
«Böyle olmayacak hareketlerle Türk askerini imha etmek arzumu
za uygun değildir. » ^
Bundan ilham almış olacak ki Enver, Cem al Paşa’ya yaptığı
«Mısır’ın fatih-i sanîsi» sıfatıyla elini sıkmaya geleceği iltifatım
unutmuş; «Aman birader! öyle muvaffak olmayacak bir hareketle
Mısır’a karşı taam ız doğru değil, âlem -i İslâm üzerinde fena tesir
yapar. Bunu yakın gelecekte inşallah eksiklikleri tamamlayıp gere
ken kuvveti sağladıktan sonraya bırakmak lâzım» diyor.
Aynı telgrafla da Çanakkale’ye çıkarma yaptıklarını haber
veriyor. Dördüncü Ordu’dan imdat istiyor.
218
Kanal taam ızu, İngilizler üzerinde bir varmış bir yokmuş et
kisi yapmamış bile! Taarruzumuzdan üç dört gün sonra Kanal ge
lene geçene açılmış, gem iler düdüklerini çala çala Batı Cephesi
ne, Çanakkale’ye, istenilen daha başka yere Hindli, Yeni Z elan
dalI, AvustralyalI askerleri koşturmuşlardı/*^
SARIKAMIŞ CİNAYETİ
219
Açlık! E ğ er Dokuzuncu Kolordu kurmay başkammn hesabı
doğruysa, bu orduyu hareket halinde değil, olduğu yerde iaşeye
imkân yok! H esap şu: Ordu 190.000 insan 60.000 hayvandan olu
şuyor. Toplam 1.200.000 kilogram erzak var. Bu hesaba göre or
dunun 4,5 günlük erzakı mevcut. Çevredeki Muş, M alazgirt gibi
verimli ovaların ürününü getirmek de mümkün değil. Çünkü öküz,
at, m erkep gibi vasıtalarla bu iş yapılamaz. Arazinin dağlık ve en
gebeli olması, yükün belirli bir miktarı aşmamasını gerektiriyor
du. Uzaklığa göre bu belirli miktar da bunu getirecek hayvanların
ancak yemine yetiyordu. İaşe durumu bu... Teçhizat da buna göre
olacak. Z aten bu savaşa her cephede olduğu gibi yan silahlı gire
ceğiz, bu belli. Bu kolordu da zaten Çatalca muharebelerinden dö
nüyordu. Bu muharebeye eğer girebilirse, Balkan savaşlanndan ar
ta kalan silah ve cephaneyle girecek.
D ağlann merhametsiz, amansız soğuğunu yollarda ordu söyle
yecek. Enver, Hafız Hakkı, Bahaeddin Şakir’in kim ve ne oldukla-
nm da m aalesef bu bahtsız kahraman ordunun hazin akibeti anla
tacak...
Alman gizli teşkilâtının emriyle Başkumandan Vekili olan
Enver, nasıl ki bir gün Bingazi kumanda mevkiini gene buradan
aldığı em re uyarak bırakıp koşa koşa İstanbul’a geldi ve Bâbı-
âli’yi bastıysa, bu gün de Kafkas cephesinde kumanda mevkiinde
aynı em irle Başkumandanlık vazifesini terkederek Üçüncü Ordu’
nun başına gitti. Genelkurmay İkinci Başkam da beraber geldi. O
da Onuncu Kolordu’nun başına bela oldu. Bu kadar mı? Bunların
bir de eki var: Doktor Bahaeddin Şakir... Bu küçük beyin de as
kerlik hevesi kabarmış, çete yapacakmış. Ordudan en usta erler
ve en değerli subaylardan bu bey1e yeter miktar ayrıldı; arzu bu
yurdukları askercilik oyununu yapabilmesi için emrine verildi.
Hafız Hakkı, Onuncu Kolordu kumandam olmak istemiş. Öy
le olmuş... Gelmiş, kolordusunu almış, Enver’i dinlemeden bildiği
yönden Sarıkamış'ı almaya yollanmış. Enver, meşhur «İhata (ku
şatma) Manevrası» ile ondan önce Sarıkamış'ı düşürmek derdine
düşmüş...
Düşerse ne olur? Bu Sarıkamış neden bir am aç ve erek ol
muş belli değil... Ordu aç ve çıplak buzlar üzerinde oraya yöneltil
miş!...
220
Enver, gelir gelm ez bütün cepheyi dolaşmış. Sarıkamış, İhata
Manevrası ve Meydan Muharebesi isimli eserin yazan, o zaman
Dokuzuncu Kolordu Erkân-ı H arp Reisi Binbaşı Şerif B e /in yaz
dığına göre^ \ askerin aç ve perişan halini bizzat görmüş. Ertesi
gün demeç kılıklı bir tamim yayımlamış:
«Askerler! Hepinizi gördüm. Ayağınızda çanğımz, sırtınızda
paltonuz olmadığım gördüm. Lâkin karşınızdaki düşman sizden
korkuyor. Yakın zamanda taam ız ederek Kafkasya’ya gireceğiz.
Siz orada her türlü nan ü nimete kavuşacaksınız.»
Allah bu türden bir vicdansızı hiç bir milletin başına belâ et
mesin. Şerif Bey, böyle aç çıplak askerle taam ız hareketini En
ver’in tutturmasını kolordusuyla başım alıp giden Hafız Hakkı ile
aralarındaki rekabete verir. Ve bunun sebebini kıskançlıkta bulur.
Ben zannetmiyorum. Bu hareket, Alman genel karargâhının verdi
ği kesin emrin uygulanmasından ibaret. Bu iki vicdansız adam,
efendilerinin iradelerini yerine getirmek çabasıyla bu aç ve çıplak
askere:
- Alın ve karnınızı doyurun! diye Kafkas D ağlan’m göstermiş
lerdir.
Sarıkamış ne bir amaç, ne de herhangi bir sonucu elde etm e
ye yarayan bir harekettir. Bu apaçık herkesin bileceği bir şey. Bu
rada gizlenen amaç, Rusların buralara kuvvet ayırmasını sağlaya
rak Alman ve AvusturyalIların yükünü hafifletmek... Yoksa
200.000 kişilik, o da aç ve çıplak bir orduyla bu merhametsiz dağ
ların aman bilmez kışlarında nihayet donmaktan başka ne yapıla
bilir? Nitekim öyle de oldu.
Bu muharebelerin ayrıntısına ne gerek var. Sonunda şöyle bir
facia şeklinde belirdi:
29. Fırka karlı orm anlar içerisinde dağılıp perişan oldu. 87.,
85. Alaylar bu karlı vadilere atılarak karlar içinde donup kaldılar.
9. Kolordu’nun hemen yarısının donduğu, bir gece yürüyüşünün sa
bahında anlaşıldı. İki gün önce savaş gücü 21.000, erzak ve cepha
ne kollan hariç genel kuvveti 28.000 neferden ibaret olan 29. Fır-
ka’mn mevcudu 300 nefere indi. Burada Osmanlı basımmn vatan
sever hizmeti akla gelir. Bakın o gün İstanbul basınında şöyle bir
resmî tebliğ yayımlandı:
(♦) Yazan: Köprüliilü Şerif, İstanbul 1338/1922.
221
«Erzurum, 11 Kânun-ı sani 1330^ ^
Kafkas şevâhiki (tepeleri) bir puşide-i sefîd (beyaz örtü) ile
örtülüdür. Kar hem en bir metreyi geçti. Harekâttaki sükûn hep bu
sebeptendir. Bahadır askerlerimizde ilerlemek iştiyakı (özlemi) o
kadar çoktu ki kabil olsa nefesleriyle karlan eritip yol açacaklar.
Nispeten k an az olan mıntıkalarda kahram anlanm ız muvaffakiyet
ler elde ediyorlar. Dün düşmandan süngü hücumuyla iki mevzi
zaptettiler.»
Günlerden beri durumundan haber alınamayan Hafız Hak-
kı’nın 40 bin kişilik 10. Kolordu’sunun 30. Fırka’sı Beyköy’e, 31.
Fırka’sı B aşk ö /e geç vakit perişan ve harap bir durumda vardılar.
Bu ordu, Ardahan yolu ve Allahüekber Dağı yönüyle Sankam ış—
Kars yolunu kestirmek için Başköy ve Beyköy’e yönelttiği 32 bin
kişilik iki fırkasından ancak 3 bin 100 kişi getirebildi. Yani mevcu
dun 1/10’u. Hafız Hakkı bu kalanların da 20/100’ünün ayakları
nın donuk olduğunu utanmadan, intihar etm eden bir raporla bildir
di.
Bu kuvvetten bir alay, B eykö/de perakende ve perişan erleri
ni toplamak için sancak açtı; sancağın altına ancak 80 kişi geldi.
Bu tabur Erzurum ’dan 800 mevcutla çıkmıştı. 10. Kolordu’nun da
kayıp nisbeti bu: 9/10.
9. Kolordu Erkân-ı Harbiye Reisi, eserinde, «İşte böylece
29. ve 17. Fırka’lar düşmanla karşılaşmadan Enver’in şeytanî,
mel’un ve sefil bir hevesi uğrunda, lüzumsuz ve yersiz bir tecrübe
uğruna mahvoldular,» der.
13 Kânun-ı evvel 1330 günü^* ^ acı bir gerçek belirdi. Akşa
ma doğru Kötek tarafından başgösteren Rus kıtaları, Kolordunun
sağ kanadını sarmak üzere mevziin güneyinden ilerlemeye başlar.
Kolordu dediğimizin bütün mevcudu belki bir alay miktarı kal
mış... Sağ kanadım güvenceye almak için Başkumandanlık ve Ko
lordu, karargâh muhafız erlerini ileri karakola sürmek zorunda
kalmışlar.
222
Ruslar 11. Kolordu’yu Aras güneyinden, 10. Kolordu’yu cep
hesinden ve kuzeyden zorlamaya başlamışlar. 9. Kolordu’yu tama
mıyla sarmışlar. Zaten bunların yalnızca adı kolorduydu. Enver
durumun kötülüğünü anladı; 10. Kolordu karargâhına savuştu. İşte
böyle kara bir günde Enver, H ahz Hakkı’yı paşalığa yükseltti ve
sol kanat kumandanlığına tayin etti. Doğrusu, 10 günde 40 bin ki
şilik bir orduyu 1/10’a indirerek eşsiz hizmet gösteren hain suç or
tağına karşılık vermeyi bilmiş.
223
- Bu ne? Panik var!
- Hayır! Bu ordu şimdiye kadar panik yapmadı. Şimdi ise pa
nik yapacak ordu yok.
Ne fazla konuşmaya ne espri yapmaya imkân var. Bir sinema
şeridi gibi hızlı geçen olayın ardında karargâh kurşun yağmuru al
tında kalır. Hafız Hakkı, atına atlar, 10. Kolordu yönüne doğru
sırra kadem basar. Aceleyle kırbacım da İhsan Paşa’ya yadigâr bı
rakır.
Ruslar, ayın 23’ünde, yani çekilme emrinin ertesi günü Diyo-
nik’e girerler. 10. Kolordu’nun kalıntılarım takip ederler.
O gün İstanbul gazetelerinde yayımlanan resmî tebliğ şudur:
«BÜYÜK ZAFER»
«23 Kânun-ı sani 1330*- ^
2400 esir, 8 top, 13 mitralyöz... H er taraftan zafer haberle
ri.»
Sarıkamış yazan, bu görünümü şöyle anlatır:
«Enver, alçak inadının, ihanetten gıda alan dik kafasımn etki
siyle, 12 gün içinde şu karlı dağlara ve büyük orm anlann karanlık-
lanna gömdüğü binlerce bedbaht vatan evladım çiğneyerek yalmz
başına, dişlerinden kanlı salyalar akan bir yılgın canavar gibi ka
çarken karşısında Erkân-ı harp Binbaşısı Celâl’i buldu. Celâl, Baş-
köy taraflan da silahlı, silahsız, toplayabildiği S-10 perakende er
le her taraftan hücum eden Rus bölüklerine fazla müdafaaya im
kân bulamadığından, maiyeti gibi esir düşmemek için bir kolayım
bulup çekilmişti. Enver o sırada bu karanlık fecaat sahnesinin bü
tün şahitlerini ya Sarıkamış ormanlarında, ya Sibirya çöllerinde
imha etmekten başka bir şey düşünemediği için C elâl’i görür gör
mez sarardı:
- Terk-i mevzi etmiş, kurşuna dizin! diye emir verdi.
O, rasgeleliğini böyle ısırmak istiyordu. Kudurmuştu...
Enver Bardiz’e kaçtı. Ordunun başarıyla savaştığım söyleye
rek yalanlar söyledi ve Hadik’li Kürd Paşa’mn yardımıyla Pasin
ler’e, oradan Erzurum ’a atladı. Katil, bütün evlâtlarım dişlediği,
boğup yediği Erzurum luların gözüne gözükmedi. Vali Tahsin
Bey*in sağladığı bir kızağa büzülerek ürkek ve sinsi, Sivas’a
(•) Miladi 5 Şubat 1915.
224
defoldu. Bu iki canavar 80 bini aşkın vatan evlâdını Sarıkamış or
manlarının korkunç derelerinde, Allahüekber dağımn ıssız vadile
rinde karlara gömdüler ve kaçtılar.»
İşte o günlerde yayımlanan bir resmi tebliğ:
«Erzurum, 29 Kânun -1 sani 1330*-)
26 Kânun -1 sanide bir Rus postası ileri karakollarımıza esir
düşmüştür. Son derece sefil ve bîtap bir halde bulunan posta nefe
ri, askerimizden en evvel ekmek talep etmiş ve sonra da geri ve
rilmemesini rica etmiştir.
Askerimizin ahval-i sıhhiye ve kuvve-i maneviyesi (sağlık du
rumu, manevi gücü) son derece mükemmel olduğu gibi ordumu
zun iaşe ve levazım tertibatı m udb-i şükran olacak derecede mun
tazam ve mükemmeldir.»
Âyet, hadis değil am a atalar sözüdür «Yalancının mumu yat
sıya kadar yanar.» H er günün bir sabahı, her sabahın bir akşamı,
bir yatsısı vardır, gelir. İşte bu kara günün de yatsı vakti geldi.
H er yalancımn mumu gibi bu adamların da mumu söndü.
Yüzbinlercenin toplamı, milyonlarca genci Arabistan’ın kız
gın çöllerinde, Kafkas’ın buzlu dağlarında, Çanakkale cehenne
minde silahsız, yiyeceksiz, aç çıplak, devletin en küçük bir çıkarı
nı aramadan, kollamadan harcayan bu adamlar^ ) bir gece İstan
bul’un bir yalısında toplandılar, düşman donanmasına mayınlarını
elleriyle tarayarak açtıktan Akdeniz geçidinin aksi yönünden Ka
radeniz’in karanlıklanna daldılar ve kaçtılar. İlerde hesap vere
ceklerine ilişkin birer mektup da bırakarak...
Enver, İzzet Paşa’ya bıraktığı mektupta, Kafkasya’da daha
önemlice işleri olduğunu, bunun için kısa bir yolculuk yapmak zo
runda Çaldığını, vatanın hizmet vermeye uygun olduğu bir gün dö
neceğini bildirir, dinine ve padişahına hizmetlerinde devam edece
ğini ayrıca vaad eder.
225
A deta babadan kalan mirasım vekiline geçici olarak bırakan
bir mal sahibi edasıyla yazdığı bu mektupta, «ben gelinceye kadar
em anet ettiğim görevin iyi korunacağından ve yapılacağından
emin olabilir miyim» edası sezilir. Anlayış meselesi bu!
Onun, fırkaları, orduları Kafkas'ın buzlu dağlarına gömdüğü
günlerde, «Kafkas şevâhiki bir pûşide-i sefide bürünmüştü. Kabil
olsa bahadırlarımız k arlan nefesleriyle eritip ilerleyecekler» gibi
sinden destanlar yazan gazeteler, sinsi bir dinleyişten sonra bu ka-
çışlann gerçekleştiğinden şüpheleri kalmadığı gün:
- Kaçtılar bu alçaklar! Çöllerin kızgın cehennemlerinde, Kaf
kas’ın buzlu dağlannda m em leket gençliğini mahveden bu türedi
ler bir hırsız gibi gecelerin karanlıklanna kanşarak kaçtılar en so
nunda. H esap vermeden; yaktıktan canların, yıktıklan hanümanla-
n n hesabım vermeden...
\Bu kükreyişi aynı adlı gazetelerde aynı adamlar yaptı.
İnsan akıl ve anlayışının kabul etmediği, insanlık gücünün
yetmediği isteklerine:
- Emredersiniz paşa hazretleri, cevabıyla yüz binlerle m emle
ket evlâdının buzlu dağlarda, kızgın çöllerde mahv ve perişan edil
diğini görerek en küçük bir itirazda bulunmamış olanların, «En
ver’in şeytanî, mel’un ve sefil bir hevesi, lüzumsuz, yersiz bir tec
rübesi uğruna mahvoldular» demeye haklan olacağı şüphelidir.
- Ah ne bilirsin birader. Biz de onu bir şey zannettik. Ne bi
lelim mecnun bir katilden başka bir şey olmadığım, bilir miydik?
demek, onun kaçışından soma hiçbir şey ifade etmez.
O nlann bilgisizliği, m uharebelerin başlangıcından ve deva
mından çok önce başlar. O nlar Enver’in en ufak bir hizmeti olma
dan kahraman oluşundan bir şey anlamadılar. Mahmud Şevket Pa
şa padişahın en yakın bir bendesiyken, onun hürriyet kurtarıcısı or
dunun başına nasıl ve kimin dürtüşüyle geldiğini anlamadılar. En
ver’in savaş meydamm terkettiği gün askerlik kuralınca kurşuna di
zilmesi gerekirken, üstüne ordu başkumandanını ve Harbiye Nâzı-
n ’nı öldürerek yarbaylıktan başkumandanlığa terhinin manâsım
da anlayamadılar. Kendileri varken, ordularının, eğitilmek için bü
tünüyle yabana kumandanların emrine verilmesi gayretinden şüp
helenmediler ve bu hareketin ordu ileri gelenleri sıfatıyla kendile
226
rine hakaret olacağını hissetmediler. Bonzart Paşa’yı^ ^ Ahmed
Fevzi Pa$a’ya tercih ettiler. «Çıplak asker soğukta donar, aç as
ker döğüşemez, ayaklarında çizmesi olan askerin donduğu yere va
tan evlâtlarının pabuçsuz gönderilmesi suikast olur,» diyen kendi
kumandanını, gerçeği ifade ettiğini bildiği halde korumaz, ondan
yana olduğunu açıkça göstermez. Bir yabancının gerçekleştirilmesi
mümkün olmayan, insan gücünün üstündeki isteğine ses çıkarma
dan boyun eğer. Bu davranışlarıyla yurdunun tükeniş uçurumuna
yuvarlanmasına seyirci olur. Sonra bütün bunların günahım üç kişi
nin omuzuna yüklemeye kalkar;
«Allah belâm versin Enver», «Kahrolasın Talât» demekle
çok az bir şey ifade etmiş oluruz. Bu itaat ne askerî bir zorunluk,
ne de dinî bir boyun eğmedir. Allah bile «Nefsin gücü dışında tek
lif olmaz,» der. Askerlik de, insandan dinin isteğinden fazlasını
bekleyemez.
- Saldır düşmana! emrini verdiğin askerin «Kasatura, tüfek
ver!» demesi elbette itaatsizlik olmaz.
Bir Allahın belâsı Napoléon örneği var.
Bu okuduğunu anlamamış, kendi dilleriyle bir mektup yazma
yı beceremeyen herifler, en akla sığmaz çılgınlıkları o modele
uyarak yaptılar. Bunlar için istediğimiz tür ve çapta lâneüer oku
yabiliriz, am a kendi hissemize düşeni de ayırmak şartıyla. Diplo
mat, subay, yazar, aydın, hoca, derviş...
H iç değilse her sınıftan aydın kitlenin bu alçakça boyun eğ
mesi, büyük cinayetin ortak faili olmalarını ve bu koca trajedinin
sebepleri arasında sayılmalarım gerektirm ez mi?
Evet! Yaktılar, yıktılar, bu işin bir numaralı kundakçıları ge
cenin karanlıklarına karıştılar ve kaçtılar. Dönmek üzere gittikleri
ni söyleyerek. Çoğu dönmedi, dönenleri de oldu. Eteklerinin
227
altında saklı ihanet hançerleriyle İzmir’de toplandılar/*) Kendileri
ni M alta zindanlarından, anayurdu, milletin bağımsızlık ve onuru
nu düşman çizmeleri altından kurtaran adamı öldürmek için. Bü
tün insanlıkla beraber Cumhuriyet savası da ne söyleyeceğini şa
şırdı, yalmz şöyle haykırdı:
- CİBlLLÎ***) KATİLLER!
(*) 16 Haziran 1926’da b ir ihbar sonucu Mustafa Kemal’e İzm ir'de suikast
yapılacağı öğrenilmiş; İzm ir ve A nkara’da kurulan İstiklâl M ahkem esin
deki yargılamalar sonucu gerçek suikastçılarla birlikte, birçok eski İtti
hatçı da idam edilmişti (Temmuz-Ağustos 1926).
(**) Yaratılıştan, doğuştan.
228
DOĞMAYAN HÜRRİYET
İÇİN YAZILANLAR
Eser son derece canlı ve şüphesiz, ilk elden çıktığına göre, yüz
de yüz hakikattir. Hükümleri vesikaya müstenittir. Vesikalar da sıh
hatinde şüphe olmayan şeylerdir.
Doğmayan Hürriyet, Türk tarihinde acı hakikatleri korkmadan
söyleyen bir eserdir. Meşrutiyet devrini, hattâ bugünün rejim bocala-
malannı anlamak isteyenler bu ihtilâl tarihini okumalıdırlar.
Burhan Felek (Cumhuriyet, 24.6.1958)
Hasan’ın bu 200 sayfalık eseri, İkinci Meşrutiyeti, Mebusan
Meclisi ’ni, 31 Marti, politikacı orduyu, Halâskâriar kıy anutu, Bal
kan Harbi’ni, mağlûbiyetin siyasi sebeplerini, Ittihatçılann Bâbıâli
Baskınını, Mqhmut Şevket Paşayı, Enver Paşa felâketini, Birinci
Dünya Harbi’ni, Kanal Seferi’ni, Sankam ış Faciası’nı en canlı çizgi
leriyle tasvir ediyor.
Ulunay (Milliyet, 10.7.1958)
Bu kitap, tarihimizin en facialı devrini ve koca Osmanlı împa-
mtoriuğu’nun acıklı yıkılışını anlatan pek değerli ve ibretli bir eser
dir. "Hürriyet, Adalet, Müsavat” iddiasıyla ortaya çıkan İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin hürriyeti, adaleti, müsavatı nasıl boğduğunu,
facialar üzerindeki süslü (ütüyü kaldırarak, bütün dehşetiyle açıklı
yor.
Kadircan Kaflı (Tercüman, 28.7.1958)
Son günlerde okuduğum bir kitabın tesiri altında bulunmakta
yım. Doğmayan Hürriyet adıyla Haşan A m ca tarafından neşredilen
bir eser. ...1908 Meşrutiyet hareketinin yarattığı havayı bütün saf
ümitleriyle, bütün cehaletleriyle, bütün gafletleriyle, bütün hatalany-
la insana yaşatıyor.
Ahmet Emin Yalman (Vatan, 14.8.1958)
229
Hürriyet mücadelelerine, Meşrutiyetin siyasi olaylanna karış
m ış olan Haşan Amca, hatıralannı toplamış, düzenlemiş, bunlan
belgelerle sağlamlaştırarak, duygulanna kapılmaktan sakınarak ta
rihçiye pek büyük yardımı dokunacak bazı aydınlatmalara varubil-
miştir. Doğmayan Hürriyet adlı kitabı, tarihe, hele yakın tarihimize
meraklı olan okuyuculanma salık veririm.
230
FOTOĞRAFLAR
VE
BELGELER
Solda, üstte Sultan Mehmed Reşad, altta Enver Paşa. Sağda, üstte Mahmud
Şevket Paşa, altta "Halâskâr"lanni. Dünya Savaşı sırasındaki örgütlenme çalış-
medarını belgeleyen mühür: "Osmanlı Halâskârân Cemiyeti -13 3 1 (1 9 1 5 ) .
HARBİYE NÂZIRI - Mahmud Şevket Paşa, Alman generaline, "Atina’ya gön
dermek için bir yılbaşı hediyesi isterim," diyor. H aşan Amca, onun Alman siya
setine "bir emir kulu gibi gözü kapalı hizmet ettiğini" öne sürüyor.
31 İVLART OLAYI - Hareket O rdusu’na bağlı birlikler ayaklanmayı bastır
dıktan sonra Köprü üzerinde, nöbette (26 Nisan 1909).
BABIÂLİ
BASKINI -
İttihatçıların 23
Ocak 1913
günü Bâbıâli’yi
basması; olaya
seyirci kalan
koruma (Uşak
Redif) taburu...
BALKAN SAVAŞI - İstanbul, elden çıkan topraklardan gelen perişan "göç
men kafileleriyle dolmuştu. Bunların getirdiği haberlerde "kıyımlardan, ır
za geçmelerin tüyler ürpertici çeşitlerinden söz ediliyordu".
ALMANLARLA İLİŞKİLER - Üstte: I. Dünya Savaşı sırasında Türk ve Al
man subayları. Altta: Ekim 1917’de Almanya’da Bad Liebenstein’da
Türk subaylarının da katıldığı bir törende H indenburg’un 70. yaşı kutla
nıyor.
KANAL SEFERİ - Almanlar, İngilizleri oyalamak amacıyla Osmanlı ordusu
n u Arabistan çölü üzerinden Süveyş Kanalı’na gönderdiler. Sefer, büyük
bir bozgunla sonuçlandı. Fotoğrafta sefere komuta eden Cemal Paşa,
"Suriye Cephesi"ni teftiş eden Enver Paşa ve öteki subaylar.
HASAN AMCA SON YILLARINDA
Fikret Otyam’ın objektifinden H aşan Amca, Dünya gazetesindeki odasında.
Altta, ondan geriye kalan üç beş parça eşyadan biri: Emniyet Sandığı’ndaki
hesabının 5 lira "bakiye'ii küçük tasarruf cüzdanı.
EMNİYET
İSTANBUL
1 1
S A Ni ID I ĞI
K u ru lu ş : 1888
■:3
i
TASARRUF CÜZDANI
H esap No. :
Hesap sahibi : . . i
HASAN AMCA
1884 - 1961
Yakın tarihin bilinmeyen yönlerine ışık tutan iki kitabı bir arada
sunuyoruz: İlk kitap, Alpay Kabacalı’mn İkinci Meşrutiyet sonra
sındaki siyasal olayları ve bunlara katılmış olan Haşan Amca’mn
(o dönemdeki adıyla Çerkeş Haşan) yaşamım konu alan ve bir so
lukta okunan incelemesi: Öyle bir yaşam ki, Burhan Felek’in deyi
şiyle, yanında, Fransız gerillacısı Debray’nin hayatı çocuk oyunca
ğı gibi kalır... İkinci kitap ise, Haşan Amca’mn ilk kez 1958’de
yayımlanan ve geniş yankılar uyandıran Doğmayan H üniyet’i. Bu
yankılara bakarak "bir devrin içyüzü" nü yansıtan Doğmayan Hürri
yet için, sağcısından solcusuna tüm yazarların "değeri" üzerinde
birleştikleri önemli bir yapıttır, diyebiliriz:
"Doğmayan Hürriyet, Türk tarihinde acı hakikatleri korkmadan söy
leyen bir eserdir. Meşmtiyet devrini, hatta bugünün rejim bocalama-
lannı anlamak isteyenler bu ihtilâl tarihi okumalıdırlar" (Burhan
Felek, Cumhuriyet, 24.6.1958)
"Tarihimizin en fadalı devrini ve koca Osmanlı İmparalorluğu'nun
yıkılışını anlatan pek değerli ve ibret verici bir eserdir.” (Kadircan
Kaflı, Tercüman, 28.7.1958)
"Kitabın tesiri altında bulunmaktayım.” (Ahmet Emin Yalman, Va
tan, 14.8.1958)
"Kitabı tarihe, hele yakın tarihimize meraklı olan okuyuculanma sa
lık veririm” (Yaşar Tellidede [Melih Cevdet Anday],Tercüman,
27.9.1958)
"Tarihimizin bir dönüm noktası, bir geçit devresi etrafındaki yanlış
düşüncelerimizi, batıl inanışlanmızı silip süpürüyor." (Hikmet E n
gin,Yem' Gazete, 19.12.1958)
"Bir evrenin hikâyesi bu kitapta herhalde dikkat ve ibretle okunma
ya değer.” (Sami N. Özerdim,Türk Dili, 1.7.1959)
"Haşan A m ca ’nın Doğmayan Hürriyet adlı değerli kitabı..." A ziz Ne
sin, Türk Dili, Temmuz 1974)
"Genç neslin, Haşan A m c a ’nın bu kitabını mutlaka okuması gerek."
(Haşan Pulur, Milliyet, 16.11.1989)
9799753792270