You are on page 1of 52

III.

SOSYAL BİLİMLERDE YAKLAŞIMLAR


Bilim felsefesinin 150 yıllık tarihi içinde doğa
bilimleri dışındaki bilimlerin
felsefi statüleri, yapıları ve yöntemleri
konusunda birbiriyle tartışa gelen felsefi
yaklaşımları, felsefe tiplerini kendi
aralarındaki farklılıkları bilerek göz ardı
ederek, iki grupta toplamak mümkündür: 1.
Doğalcı/pozitivist/olgucu felsefe,
2.Tinselci/anlamacı/tarihselci
/hermeneutik felsefe.
A. Doğalcı/Pozitivist/Olgucu Yaklaşım:
Pozitivist bilim anlayışına,
‘sosyal bilimler’ adını benimseyen anlayışa
göre
Bilim tektir.
Konusu doğa veya insan/kültür/tarih olsun,
bilimin yöntemi de tektir.
Bilim,
konusunu genel ve yasacı bir tutumla
açıklamaya çalışır.
Bir bilimin
bilim olmasının ölçütü,

konusunu genellikle açıklayabilmesidir.

Bilim olmak,
doğa bilimlerinde olduğu gibi,
açıklamacı olmak
demektir.
Bu demektir ki,
tarihsel/toplumsal/insani
fenomenler,

doğa bilimsel yöntemlerle


ele alınıp
açıklanabildikleri ölçüde

bu fenomenlere ilişkin
bilimlerin olanağından
söz edilebilir.
Ve konusunu
(insanı, tarihi, toplumu)
genel ve yasacı bir tutumla
açıklayan
bilimler de
vardır.
Bunun başlıca örneği,
Comte’un ‘sosyoloji’sidir;
çünkü o aynı zamanda
bir ‘sosyal fizik’tir.
B.Tinselci/Anlamacı/tarihselci/Hermen-eutik Yaklaşım:
“Tin” (Geist) terimi,
insan düşüncesi ve emeği ile
tarih içinde
oluşturulmuş ve bir sosyal çevre
olarak
bir kez oluştuktan sonra
içine doğduğu insanı da
oluşturan
her şeyi imleyen
bir anlam genişliğiyle kullanılıyor.
Hermeneutik geleneği içinde yer alan
filozofların, özellikle Dilthey’ın
“sosyal bilim(ler)” terimini
dışlamalarının gerekçeleri şunlardır: Bu
filozoflar, insanı, tarihi, toplumu, kültürü
konu edinecek olan bilimlerin,
objelerin tekilliği,
tekrarlanamazlığı,
bir-defalığı,
özgüllüğü nedeniyle asla nomotetik
çalışamayacaklarını söylüyorlar.
Onlar, insan-tarih-toplum-kültür dünyasının

esasen bir tekillikler dünyası olduğunu,


her toplumun, her kültürün
bu tekilliğiyle
ele alınması gerektiğini,
bu dünyanın yasalara göre
açıklanacak bir dünya olmadığını,

ancak bir anlamanın/yorumlamanın konusu


olabileceğini söylüyorlar.
Tarih ve toplum dünyasında “özne”
incelendiği “nesne”nin içindedir,
onun bir parçasıdır.
Tarih ve toplum dünyasında,
“özne”,”nesne”yi, ”karşısına koymak”
anlamında pozitivize edemez.
Eğer tarih ve toplum dünyası, insanın yapıp
kurduğu ve sonradan içinde yer aldığı bir
dünya, yani “insan dünyası” ise; bu
dünyada “nesne” ancak “öznenin” bir
eseri, onun bir inşası olarak görülebilir.
Dolayısıyla tarih ve toplum söz konusu
olduğunda, incelemeci de
incelediği nesnenin içinde yer almaktadır.
Tarihçi, kendisinin de bir parçası olduğu tarihi,
tarihin dışına çıkarak inceleyebilir mi?
Bir sosyolog, toplumun toplum-üstü bir
noktadan görme şansına sahip midir? Bunların
imkansız olduğu açıktır.
Birer inceleme objesi olarak tarih ve toplum
karşısında nötr, tarafsız kalınamaz
(Özne-nesne temelli epistemolojisinin ve
pozitivist bilim felsefesinin en büyük
yanılgısı, “sosyal bilim” kavramını,
bir toplumsal-tarihsel varlık olması
dolayısıyla her zaman ve her durumda
kültürel kodlarla, değerlerle bezenmiş
olan “özne”nin,
kendini tüm bunlardan yalıtarak böyle bir
“nötralite” ve ”tarafsızlık”a sahip
olabileceği fikrine dayandırmış olmasıdır.)
Özne-nesne ayrımına
dayalı
epistemolojinin yerini
öznelerarası özne - öznelerarası nesne ilişkisine dayalı
bir epistemoloji
almalıdır.

Nedir bu
“öznelerarası özne’’ve
“öznelerarası nesne”?
Bu
“öznelerarası nesne’’,

insanlar olarak,
birbirimiz etkileyerek,
birbirimizden bir şeyler öğrenerek,
birbirimize aşık olarak,
birbirimizden nefret ederek,
kendi ürettiğimiz çok çeşitli
ve çoğunlukla karşıt düşüncelerin,
değerlerin, ideolojilerin, konseptlerin
güdümünde
değişik yaşama tarzları
meydana getirerek,
birlikte oluşturup içinde yer aldığımız,
tarihselliğiyle temayüz eden ve demin
”insan dünyası”
olarak adlandırdığımız
şeydir.
Ve bu “öznelerarası nesne”yi
oluşturan
bizler,
oluşturduğumuz
bu “öznelerarası nesne”
tarafından,
yani içinde yaşadığımız toplum
tarafından
oluşturuluruz da.
Bu karşılıklı oluşturma süreci,
bizzat tarihtir.
Dolayısıyla biz,
bizden öncekilerin oluşturduğu ve
bugün bizlerinde
oluşumuna
katıldığımız
bu “öznelerarası nesne”nin
bizi
şekillendirip oluşturması
sayesinde
ancak özneyiz;
yani “öznelerarası özne”yiz.
Burada “özne” ve “nesne” birbirini karşılık
lı olarak şekillendirip oluşturmaktadır ki,
bu durum,
tarih ve toplum dünyasında
“salt, bağımsız, nesneyi kendisinden ayrı bir
şey olarak karşısına koyan bir özne”-
den ve “özneden bağımsız nesne”den
söz etme imkanını ortadan kaldırır.
Biz insan dünyasını, bu dünyanın içinden
görebiliriz; onu, onun dışına çıkarak
görebilme imkanımız yoktur.
Onun dışından onun ”üstüne”
konuştuğumuzu iddia ettiğimiz
her durumda
yine onun içerisinden
konuşmaktayız.
Yeniden belirtmeliyiz:
tarih ve toplum dünyasını
pozitivize etmek
mümkün değildir.
“İnsan dünyası” için
ortaya konulabilecek olan
bilgi,

bu dünya
bir doğa nesnesi olmadığından
duyumlama-tasarımlama
ilişkisinden
hareketle değil,
ancak öznelerarası
temel bildirişme
ve iletişim yolu
olup
doğa nesneleri için uygulanamaz olan
anlama edimini

bilgide temel alan


bir hermeneutik faaliyet,
yani yorumlama ve açımlama faaliyeti ile
elde edilebilir
Anlamayı
temel alan
bir yorumlama/açımlama faaliyeti ile
elde edilen
bilgi de,

bizzat “yorumlama” sözcüğünün


açığa vurduğu üzere,
yönsüz, yansız, tarafsız, nötr olamaz.
Yanlılık, taraflılık,

insan/toplum dünyasında
ve bu dünyada

iletişimi sağlayan
anlama ediminde
bizatihi
içerilmiştir.
Bir şeye, o şeyin içinde kalarak baktığınız
sürece, o şeyi daima bulunduğunuz
o noktadan görürsünüz.
Ben bu odayı, bu odaya hapsolmuşsam ve
başka bir mekan da tanımıyorsam, ancak
içeriden tanıyabilirim.
Hatta bu tanımanın içeriden olduğunun
bilincine bile, ancak, başkalarının aynı odayı
değişik perspektiflerden, ama hep
yorumlama/ açımlama yoluyla gördüklerini
anlayarak varabilirim.
O halde tekrarlayalım;
tarih ve toplumun
içinde olmamız
dolayısıyla
onun üstüne çıkarak
veya onunla aramıza,
bizi onun karşısında nötr kılacak
bir mesafe koyarak

bir bilgi üretme


imkanına sahip değiliz.
Mesafe,
ancak, bugün
sahip olduğumuz
çok çeşitli perspektifler,
görüş noktaları, düşünceler, ideolojiler,
değerler ile,

kendisi zaten bunlardan


örülmüş olan tarihsel obje (odadaki
herhangi bir yer)
arasındadır
1. Tinselci/Anlamacı/Tarihselci
Hermeneutik Yaklaşıma Göre Sosyal
Alanın Özellikleri
Schleiermacher, Dilthey, Heidegger, Gada-
mer, Habermas, Betti, Hirsch gibi filozofla-
rın katkıda bulundukları bu yaklaşımın
temel iddialarından bazıları şöyle
sıralanabiir: a) İnsanın doğası yoktur; onun
tarihi vardır. O, doğaya bile tarih içinden
bakabilir ve bu aynı zamanda doğa
bilimlerinin tarihselliğinin kanıtıdır.
Heidegger: ‘doğa bize dilde açılan tarihtir.
İnsan,
Dilthey’in terimiyle,
‘başkalarıyla karşılaşmaları’nın
bir ürünüdür.
Yalıtık, bağımsız bir özne yoktur.
Özne,
insanlararasılığın bir ürünü olarak
varoluş kazanabilir. (Dilthey: ‘
Ben demenin olanağı Sen’den geçer’;
‘Ben, Biz’den türer’;
Birey olunabilir;
fakat ancak Biz içinde’).
Bu demektir ki
insan
kendi yapımı olan
bir şeyin,
tarihin
ürünüdür
ve kendisini
ancak tarih içinde tanıyabilir.
(Dilthey:
“Tarihi ve kendini
araştıran
kişi,
aynı zamanda
tarihin içinde,
hem tarihin
ürünü olan
hem de
tarihi
yapmakta olan kişidir”).
b) İnsan tarihsel bir varlıktır.
Tarihsellik ise,
değişmenin, dönüşmenin, tekilliğin
yüklemidir.
Bu nedenlerle, insanın
bir öz`ü
yoktur.
Veya öz terimini ille de kullanacaksak,
insanın özü,
paradoksal olarak,
onun özünün olmamasıdır.
Veya bu anlamda
insanın
özü
tarihselliktir

(Dilthey:
’insan
her dönemde
parçalanır, çözülür,
kendini
yeniden kurar).
c) İnsani/tarihsel toplumsal fenomenler

(kurumlar, eylemler, kültürel yapı ve


değerler, duygular, inançlar, düşünceler
vd)

anlamlıdırlar,

yani anlam-ilişki ve anlam-bağımlıdırlar


ve ancak eylemde
bulunanların
olaylara ve diğerlerinin
eylemlerine
yükledikleri
anlamlar(Max Weber: öznel anlamlar) aracılığıyla
kavranabilirler.

Anlam-ilişkili, anlam-bağımlı olmayan


bir insani /toplumsal fenomen yoktur, olamaz.
d) Doğa bilimleri için vazgeçilmez
olan genel ve nedensel açıklamanın,
tümevarımsal genelleme ve öndeyinin
tin/tarih/kültür bilimlerinde hiçbir yeri
yoktur veya varsa da bu yer önemsizdir.
Tin/tarih kültür bilimlerinde öndeyiye
yer yoktur; çünkü bu bilimlerin konusu
bir defalılık, biriciklik, tekrar edilmezlik
özelliklerine sahiptir; tekrarın olmadığı
yerde ise öndeyide de bulunulamaz.
(Genel ve nedensel açıklamanın,
tümevarımsal genellemenin ve öndeyinin
‘bilim’ olmanın
vazgeçilmez koşulların olduğunu savunanlar,
özellikle pozitivistler için, “tin/tarih/kültür”
bilimleri
tam da
bunları reddettiklerinden
dolayı
’bilim” olamazlar.)
e) Tin bilimlerinin ayırt edici özelliği,
nedenselliği değil,
niyetsellik’i (yönelmişlik, maksatlılık,
intentionalite) gözeterek çalışmalarıdır.
İlgiden bağımsız, nötr bir zihin yoktur.
İnsan
kendisiyle, başkalarıyla, çevresiyle ilişkisini
yönelmişlik
dolayımında
kurar.
Olgucuların/pozitivistlerin en büyük
yanılgılarından biri,
bu dünyayı öznenin ilgi ve müdahalesinden,
yani yönelmişliğinden bağımsız ve bu anlamda
nötr bir konumdan hareketle, karşıda duran
bir şey (Gegenstand, positio) sanmaları
olmuştur.
Bu nedenle nötr bir öznenin ancak
ulaşabileceği bir şey olacak
“nesnellikte” de yoktur.
f) Bireylerin ve grupların eylemlerini
kavrayabilmek için, onların duygu ve
düşünce dünyalarında meydan gelenleri
(beklentileri, inançları, idealleri, ideolojileri,
değerleri, çıkarları, kanaatleri, korkuları,
kederleri, sevinçleri, aşkları, nefretleri..vd)
bu eylemlerin içsel motifleri olarak,
empati, karşılaştırma, zihinde yeniden
canlandırma gibi yollarla kavramak gerekir
ki, bu kavrama şekline anlama adı verilir.
Bu beklentiler, inançlar, idealler,değerler
vd
doğa bilimsel yoldan yani
dış gözleme başvurularak,
dışsal nedenlere dayanılarak,
kısacası doğa bilimsel nedensellikle
belirlenemezler;
onlar insanların, grupların yaşantılarıdır ve
insanların, grupların eylemlerinde ve
ürünlerinde ifade olarak yansırlar,
dışa vurulurlar.
Dolayısıyla anlama,

niyet-eylem,
amaç-eylem,
duygu-eylem,
düşünce-eylem
bağıntısını,
doğa bilimlerinde olduğu gibi
bir nedensellik bağıntısı olarak değil,
motivasyon bağıntısı olarak
kavrama şeklidir.
Anlamanın olanağı ise
empatide,
insanlarasılıkta,
tinsellikte,
kültürelliktedir.

Empati
bir özdeşleşme
olamayacağından,
her anlama
ancak bir yorumlama olabilir.
Tin bilimleri
anlamacı ve yorumlamacı
bilimlerdir;
başka türlü olamazlar.
Tin bilimlerinde öndeyiye de yer yoktur. Çünkü
tinsel/kültürel/tarihsel fenomenler

bir defalıktır, biriciktir, tekrar etmezler;


tekrarın olmadığı yerde
öndeyide de bulunulamaz.
g) İnsanları, grupları

ait oldukları
anlam yapıları,
tarihsel birikim
ve gelenek,
zihniyetler,
ideolojiler vd.
ile
bağıntı kurarak
anlamak gerekir ki,
bu da daha W.v. Humboldt’un belirttiği gibi,
belki tüm bir kültürü
ve değeler sistemini

anlamayı/yorumlamayı
gerektirir.

Bu nedenle tin/kültür bilimleri,


bu arada özellikle tarih yazımcılığı,
zor faaliyetlerdir;
İnsan ve tarih dünyasında
doğa bilimlerindeki gibi,
birkaç yasa ve hipotezden hareketle basitçe
açıklanacak olaylar, durumlar, nesneler
yoktur.
Tin/kültür bilimci,
konusunun uzmanı olmakla
kendini
sınırlayamaz;
onun insani/tarihsel ve kültürel olan
her şeyle ilgi kurması gerekir.
Bu demektir ki, o,
bilimden tekniğe, felsefeden sanata,
ekonomiden siyasete,
tüm insani fenomenler hakkında
bir bilgi birikimine ve bunları
değerlendirme ve yorumlama yetenek ve
alışkanlığına sahip olmalıdır.
Bilimde uzmanlaşma gerekli olduğu kadar
tehlikedir de; tehlikelidir, çünkü
uzmanlaşma, bilim insanını çok kez alanına
hapseder ve ufkunu köreltir.
Goethe, Dilthey ve Gadamer bu konuda
hep aynı örneği verirler:
insanlık halısının bir ucuna bastığınızda,
halının tümüne basmış olursunuz.
Bu demektir ki,
insanlığa ait en küçük bir fenomen bile,
bazen bir kültürün tümü hakkında bir
bilgi ve fikir sahibi olunmadan anlaşılıp
yorumlanamaz.
Doğa bilimciler için çoğu zaman öğütlen bir şey
olarak uzmanlaşma, tam da bu nedenle,
tin/kültür bilimlerinde, kaçınılmaz gerekliliğine
karşılık, bilgi ve fikir bakımından bir yoksullaşma,
anlama ve yorumlama yetersizliğine yol açabilir.
Pozitivistlerin ve doğa bilimcilerinin bir kısmının
tin bilimlerini, kültür bilimlerini, tarih
yazımcılığını “bilim” den saymama-
larının ardında, büyük ölçüde bu türden bir
yoksullaşma ve yetersizlik yatmaktır.
h) Tarihsellik, relativite ve perspektiftiviteyi
beraberinde kendiliğinden getirir.
İnsan her dönemde, o dönemin kültürel
kodlarına göre belli ön-anlamalar
(Heidegger) ve ön yargılarla (Gadamer)
dünyayı kavrar.
Relativizm ve perspektivizm, felsefi ve
bilimsel tutum ve tercihler olmayı
ifade ederler. Buna karşılık relativite ve
perspektivite birer tarihsel realitedirler.
Kaynaklarını tarih de bulurlar. Relativist
veya perspektivist olursunuz veya
olmazsınız;
bu sizin felsefi bir eğiliminiz veya
seçiminizdir.
Oysa relativite ve perspektivite
bir eğilim ve seçim konusu değil,
insanın
tarih içindeki konumunun adlarıdır ve
bu yüzden birer tarihsel realitedirler.
Yanlı ve perspektifli olmak,
tarihsel varlık olarak insanın bir temel
özelliğidir.
Bu demektir ki, insan yan tuttuğunun
farkında olmasa da, yan tutan
varlıktır.
İnsanın algıları bile yanlıdır;
naif, doğrudan algı diye bir şey yoktur.
i) Özgürlük bizzat realivitede ve
perspektivitedir.
Çünkü relativite ve perspektivite,
insanın
kendi tarihini kendisinin yaptığının ve
değiştirdiğinin kanıtlarıdır.
Mutlaklık ve evrensellik,
eğer var olsalardı,
relativiteyi ve perspektiviteyi
ortadan kaldırırlardı ve özgürlük olmazdı.

You might also like