Professional Documents
Culture Documents
Felsefe, tabiat hakkında toplu bir görüşün araştırılması, bütüncül bir anlatım
denemesi olup; ilimlerin özeti ve ilimlerin tamamlanması yahut genel bir ilim olarak
anlaşılabilir.
Pozitif bilim dalları, belli olay gruplarını kendilerine konu olarak ele alır ve
bunların sebep-sonuçlarını deney, gözlem ve diğer metodlara dayanarak kesin sonuçlara
ulaşmaya çalışırlar. Bu bilimlerden farklı olarak felsefe, evreni, varlığı ve varoluşu
bütün olarak açıklamaya çalışır. Bilim dallarının özel kanunlarının üstüne yükselen,
daha ötesini araştıran insan zihninin çabasıdır. Başka bir ifade ile felsefe, bütün ilimlerin
temelinde bulunan şu soruya cevap vermek ister: Niçin bu âlem vardır ve nasıl oluyor da
bu şekilde var olmuştur? Bu olan şeyler niçin bu tarzdadır ve neden başka şekilde
değildir? Bunlar üzerinde düşünülürken insan, şu sorulara da yönelmiştir: Neyi
bilebilirim? Eşya ve olaylar hakkındaki bilgilerim gerçeğe uygun mudur?
Değerlerin insan yaşamı üzerinde önemli bir yeri vardır. İnsanın bir özelliği de
değerler oluşturmasıdır. Doğada değer yoktur. Onu geliştiren insanlardır. İnsanlar
değerler aracılığıyla yaşama anlam vermeye çalışmakta, birçok alana ilişkin verilecek
kararlarda benimsenen değerleri ön planda tutmakta ve davranışlarını
yönlendirmektedir. Değerler toplumsal yaşamın hemen her alanını da yakından
etkilemektedir. Bilgiye ve inanca dayanan kültür değerleriyle insan, tabiata ve insanlığa
yönelir, onları etkiler, onlardan memnun olur. O halde din, felsefe ve sanat insanları fert
ve toplum olarak yakından etkilemektedir.
Eğitimle değeler felsefesi arasında yakın bir ilişki vardır. Eğitimin hangi değerler
üzerine inşa edileceği, öğretmenlerin eğitim-öğretim uygulamalarında hangi değerleri
temel alacağı, öğrencilere hangi ahlaki ve estetik değerlerin kazandırılmaya çalışılacağı,
değerler felsefesine dayalı olarak benimsenen, eğitim felsefelerine göre
değişebilmektedir.
Eğitim ilmi tarif edilirken onun bir felsefe olduğu, bir dünya görüşünü yetişmekte
olan nesillere kazandırmak için yapılan çalışmalara eğitim denildiği, dünya görüşlerinin
de felsefeden kaynaklandığı söylenmektedir. “Bazılarına göre pedagoji bir ilimdir.
Bazıları ise onun bir teknik olduğunu söylerler. Kimisi de pedagojinin bir san’at
olduğunu iddia eder. Hâlbuki onun bir felsefe, özellikle pratik bir felsefeden başka bir
şey olamayacağını ortaya atanlar, hatta ispat ettiğini iddia edenler de vardır.”3
Felsefi Akımlar
Varlık, bilgi ve değerler hem felsefenin ve hem de eğitimin arasında yakın bir
ilişki içinde olmasını sağlayan ortak konu alanlarıdır. Bununla birlikte, çeşitli felsefi
akımların varlık, bilgi ve değerlere ilişkin bakış açıları da, toplumsal birçok alanda
olduğu gibi, eğitim uygulamalarını yakından etkilemiş ve etkilemektedir. Batı felsefi
düşüncesi içerisinde gelişen idealizm, realizm, natüralizm, pragmatizm ve
varoluşçuluğun temel yaklaşımları ve bu akımların eğitime dönük yorumlarına
değinmek de fayda var
Felsefe, “eğitimin teorisi, eğitim ise felsefenin uygulaması, felsefenin planlı bir
şekilde gerçekleşmesidir.”Bireylere kazandırılacak davranışların yani hedeflerin neler
olacağına ilişkin bir karara varabilmek, felsefeyi temele almayı ve bir ölçütler takımı
olarak kullanmayı gerekli kılar. Hangi felsefe(ler) temele alınırsa, eğitim programlarının
hedefler, içerik, öğretme-öğrenme süreci ve değerlendirme unsurlarının, o felsefelerin
ileri sürdüğü ölçütlere uygun olmasına çalışılmalıdır. Örneğin pragmatik felsefe temel
alınmışsa, eğitim programlarında işlevsel değeri olmayan şeyler öğretilmemeli, okuldaki
toplumsal yaşam tamamen demokrasi ilkelerine göre kurulmalıdır. Varoluşçu bir
yaklaşım benimsenmişse, eğitim sistemi öğrencilerin eşsiz olan bireyselliklerini
geliştirmeye imkân sağlayacak şekilde yapılandırılmalıdır. Realist veya idealist bir
yaklaşım benimsenmişse, eğitim sisteminin temel amacı insan aklını geliştirmek olmalı,
entelektüel eğitime önem verilmelidir. Bununla birlikte, bütün ülkelerde politik,
toplumsal ve ekonomik sistemler benimsenen bir felsefi sisteme dayanır. Örneğin
kapitalist sistem, genellikle idealist ve pragmatist, komünist sistem materyalist felsefeyi
temel alır. Eğitim felsefesi de politik, toplumsal ve ekonomik sistemlerin felsefesiyle
uyumlu olmalıdır. Bu yapılmadığı taktirde topluma uyum sağlayacak insan
kaynaklarının yetiştirilmesi mümkün görülmemektedir. Bu bağlamda eğitim sisteminin
kendi içinde ve dış sistemlerle tutarlılığının sağlanmasında felsefe önemli bir temeli
oluşturur.
Buna göre eğitim ile felsefe arasında çok sıkı ve ayrılmaz ilişkiler vardır. Fertlerin
kişiliğinin ortaya çıkışında, eşya ve olaylar karşısındaki tavır ve davranışlarında,
anlayışın, nazariyenin önemi büyüktür. Eşya ve olaylara bakış şekli, insanın nazariyesi,
görüşü, davranışlarını büyük ölçüde etkiler. Düşüncenin, bilginin, zekânın, fiillerimiz
üzerindeki etkileri açıktır. Doğru, güzel, iyi dediğimiz eşya ve olayları benimseriz. O
istikamette davranışlarımızı eğiterek geliştirmek isteriz. Yanlış, çirkin ve kötü dediğimiz
eşya ve olaylardan ise uzak kalmak isteriz. İşte bütün bu değer yargıları, iyi-kötü, doğru-
yanlış.., gibi değer yargıları, bizim dünya görüşümüzün eseridir. Çevremizdeki bütün
varlıkları ve olayları bu hükümlerden herhangi biriyle değerlendiririz. Böylece çevremiz
hakkındaki fikirlerimiz oluşmaya başlar. Bu ise bir bakıma her ferdin, dünya görüşü ve
felsefesini gösterir. Aklıyla doğru olarak kabul ettiği bir eşya yahut olayı vicdanıyla da
güzel, doğru ve iradesine hâkim olan bir insan, ona ulaşmak için çalışır. Akıl, vicdan ve
irade, aynı konu etrafında birleşirse, insan için haz duyduğu bir çalışma ve ahlâki
faaliyet ortaya çıkar. İşte eğitimin amacı, insana bunları kazandırabilmektir. İnsanın
aklına doğru bilgiler vermek, vicdanına sıkıntı duymadan, haz duyarak yapabileceği
davranışları göstermek, iradesine, heyecanına hakim olarak bu işleri gerçekleştirebilecek
gücü, alışkanlıkları kazandırmaktır. Bütün bu kabiliyetleri birlikte geliştirmek esastır. O
halde konu hem felsefeyi, hem de eğitimi doğrudan ilgilendirmektedir. Çünkü insan
bütün bunlarla (akıl, vicdan, irade) vardır
Kısaca akıl ve vicdanı tetkik etmek yerinde olacaktır. Çünkü yalnız akıl ve ona
hitap eden felsefe, davranışlarımızın kaynağı değildir. Aklın yanında bir de vicdan
bulunmaktadır ki, fiil ve davranışları bu ikisine bağlayarak açıklamak daha yerinde
olacaktır. Böylece din, felsefe ve sanatın, eğitimin temelinde bulunduğu gerçeğine
varmış oluruz.
İnsanda teorik bir akıl vardır. 1) Bir insan zekâsı, yaratılışı gereği basit olanı
karışıkta; benzer olanı ayrı olanda, kalanı geçmekte olanda aramaya çalışmıştır. 2) İnsan
düşünürken adeta bazı aksiyomları doğal bir şeymiş gibi önceden kabul eder, mesela
“Bir şey aynı zamanda ve aynı nispette hem kendisi hem de karşıtı olamaz.” Her olayın
bir sebebi vardır, aynı sebepler aynı olayı meydana getirir v.s, gibi.
İnsanın bir vicdanı, ahlaki bir bilinci vardır. İnsan, kendisini zorla kabul ettiren
bazı zorlamaların, mecburiyetlerin, içgüdüsel hissine sahiptir. Bu duygu bir, karardan
önce insanın içinde meydana gelir ve onda, bazı hareketler yapılabilir, bazıları
yapılamaz fikri doğar. Hareketten sonra ya çok hoş olan manevi bir haz ya da çok acı
olan bir vicdan huzursuzluğunu duyar. Bu ilgi, duyguların kaynağı akıldan ayrı olan
vicdandır. Bazılarına göre pratik akıldır. Pratik zekâdır. Hatta bu akıl, irademizi
etkilemesi bakımından teorik akıldan önde gelir. Kant’a göre pratik aklın görevi
“yaratıcı olmayıp düzenleyici ve doğrulayıcıdır . Yeteneklerimizin başında ve eşyanın en
yukarısında bulunan akıl değil iradedir.”5 İnsanın faaliyetlerine yön veren, çevresiyle
ilişkilerini düzenleyen, teorik akıldan çok pratik akıl, vicdan ve irade olmaktadır. Belki
maddi türden eşyanın araştırılmasında, onlarla ilişkilerin kurulmasında; teknikte, keşif
ve icatlarda, yeni yeni buluşlara ulaşmakta teorik akıl birinci planda rol oynayabilir.
Ancak canlılarla, özellikle insanlarla ilişkilerin kurulmasında, davranışların düzeninde,
alışkanlıklarımızın oluşumunda akıldan daha çok vicdan ve irade rol oynamaktadır
(pratik akıl). O bakımdan Kant haklı olarak yeteneklerimizin başında akıl değil irade
vardır, demiştir.
Teorik akıl, doğuştan gelmekte ve insanın çevresine uyumuna uygun bir özellik
taşımaktadır. Zira terbiye ile onu tamamen açıklamak mümkün değildir. Tabiatın
kanunlarına tamamıyla bir uygunluk göstermekte olup, merak, öğrenme ve hafıza
gücüyle insan, tabiatın sırlarını çözmekte, elverişli bir yaşayış ortamı hazırlamaktadır.
5
Alfred Weber, Felsefe Tarihi, 322.
6
A. Cresson, Filozofik Sistemler, 73-74.
Akıl ve vicdan doğuştan gelen kabiliyetlerimiz olup, eğitim ve öğretimle
gelişmektedir. Felsefi, ilmi ve teknik çalışmalarımızla, çevremize karşı her türlü
davranışlarımızın kaynağı olmaktadır.
Topluma karşı vazifelerini yerine getiren insan, vicdanını bütün istek ve arzularına
hakim kılmış, iradesini terbiye etmiş ise, hiçbir zorluk çekmeden zevk ve haz duyarak
çalışmalarını sürdürebilir.
İnsanların pek çoğu topluma karşı sorumluluklarını yerine getirirken o kadar doğal
hareket ederler ki, niçin o şekilde davranmaları gerektiğini çoğu kere düşünmezler.
Ahlaki davranışların temelinde mutlaka felsefi bir kanaate ihtiyaç yoktur. Belli bir
dünya görüşünü seçtikten sonra, onun gereği olan faaliyetleri yerine getirmek zorunlu
değildir. Birçok insan iyi, doğru ve güzel olan faaliyetleri, çocukluğundan beri yaparak
öyle benimser ki, başka türlü bir davranışı yapamaz. Niçin o davranışları yaptığını
kendisi de bazı durumlarda açıklayamaz. Buna göre, felsefi kanaatlerin eğitim üzerinde
etkisi olmakla beraber, zorunlu değildir. Hiç öğrenim görmemiş, herhangi bir felsefi
sistemi tanımayan, eşya ve olayların sebep ve sonuçları hakkında ilmi açıklamaları
bilmeyen birçok insanın, davranışları tutarlı, topluma karşı sorumluluklarını yerine
getiren kimseler olması mümkündür. “Her defasında vazife fikrini hatırlamak, formülün
ü ifade etmek gerekseydi, görevimizi yapmak çok yorucu olurdu. Fakat alışkanlık
yeterlidir ve çoğu zaman topluma bizden istediğini vermek için kendimizi onun arzusuna
bırakmaktan başka bir şey yapamayız.”7
7
Bergson: Ahlak ile Dinin İki Kaynağı, (Çev. M. Karasan), Ank.16.
İnsan, tabiatta birçok icatlar, keşifler yapan bir varlıktır. Bunların hepsine birden
kültür ve medeniyet diyebiliriz. İnsan felsefesi her şeyden önce bir kültür felsefesidir.
Kültür, insan tarafından ortaya atılmış, geliştirilmiştir. Fakat diğer taraftan kültür de
insanı geliştirmiştir. Yeryüzünü dolduran her şeyde insan ve kültür ilişkisini
görmekteyiz. Kültür, insanoğlunun çocuk veya ergin olarak kendi çevresinde bilinçli,
amaçlı, isteyerek, veya bilinçsiz, bilinç-dışı, yaygın, kendiliğinden, tesadüfi ve ferdi
öğrenmeleri ve şartlanmaların tamamını kapsar. Kültür elde etmek en geniş anlamıyla,
eğitim ve öğrenmedir.8
Kültür yalnız insanın kendi eserleriyle kurduğu münasebetler olmayıp, onu aşan
yönleri de vardır. Manevi yönü; dine, ahlaka, edebiyata, sanata yönelen tarafları da
vardır.
İnsanın el ve kafa emeği ile meydana getirdiği ürünü olarak kültür, “teknik” adını
alır. Fakat duyuları ve duygusu ile meydana getirdiği kültüre “sanat” denilir. Yine
duyulardan başlayarak kavramlara, önermelere, akıl yürütmelere ulaşan kültüre “ilim”
ve “felsefe” denilir. Kültürün bütün bu manzaraları aynı faaliyetten, yani insanla
tabiatın ilişkisinden doğmakta ve hepsinde insanın yaratılıştan sahip olduğu
kabiliyetlerinin etkisi görülmektedir. «Fakat insan bu varlığını aşarak verilerin ötesine
yönelir. Artık ulaştığı şey kendi duyu verilerinden yapılmış değildir. Onların aracılığı ile
aşkın (müteal) bir aleme yönelmiştir. Bu alem insanın kendi yarattığı alem değildir.
Orada insan, hayatın ötesini, verilerin ötesini kavramak ister. Bunun sebebi, insanın
şimdi görmediği, artık göremeyeceği insanlarla ve insanlıkla münasebet kurmak
zorunda olmasıdır. Bu münasebet kurma ihtiyacı, insanın yalnız bilici değil, aynı
zamanda inanıcı bir varlık olmasından ileri gelir. »9 İnsan, bilgisiyle ilim ve tekniğe
ulaştığı gibi, inancı ile de din ve ahlaka ulaşır.
1-Fertçi ve hürriyetçi eğitim görüşü: Her şey ve kurumlar fert içindir. Bu görüşe
göre ferdi hiçbir şekilde baskı altında almadan, engeller koymadan tamamen serbest
olarak bırakmayı savunan farın görüşü.
Bu görüş, grup ve toplumun önemini savunarak her şeyi toplum için yapmak,
eğitimi o yönde geliştirmek ve baskıcı bir metodla fertlere yön vermek gerektiğini
savunanların görüşüdür.
Rousseau, Emile adlı kitabına şöyle başlamaktadır: «Her şey eşyanın halikı
(yaratıcısı) elinden çıkarken iyidir, her şey insanın elinde tereddi eder (bozulur). İnsan
bir toprağı başka bir toprağın mahsulünü beslemeğe, bir ağacı başka bir ağacın
meyvesini taşımaya zorlar... Her şeyi altüst eder, şeklini bozar. Hiçbir şeyi, hatta insanı
bile gibi istemez. Onu eğitilmiş bir beygir gibi kendisi için yetiştirmeli, bahçesindeki
ağaç gibi kendine göre ona biçim vermelidir.»10
Rousseau’ya göre çocuk her türlü yapay baskılardan uzak olarak yetiştirilmelidir.
Eğitimde rehber yalnız tabiat olmalıdır. Tehditle, cezayla disiplinle, zorla öğretmekle
eğitim yapılmayacaktır. Kötü hareketlerine de baskı ile engel olunmayacak, kendi
gücüyle yanlışı ve kötü olanı anlaması sağlanacaktır. Eğer sağlığına dikkat etmemesi
kötü ise, hastalanarak bunun cezasını görecek, yalancılık kötü ise çocuk, arkadaşlarını
kaybetmek şekli ile bunun cezasını çekecektir. Tabiat insana yanlış ve kötü olanı
öğretecektir. Onun için her türlü dış baskıya, mutlak isyan ve tabiata dönüş gereklidir.
Fertçi, hürriyetçi, hatta aşırı şeklinde görüldüğü gibi anarşist görüşün tam
karşısında, toplumcu, disiplinci ve bir bakımdan devletçi bir eğitim görüşü yer
almaktadır. Yeni çağda sosyoloji ilminin gelişmesiyle bu görüşü savunan birçok
eğitimci, sosyolog ve filozoflar bulunmakla birlikte, ilk çağda meşhur filozof Eflatun
bu konudaki fikirleriyle oldukça etkili olmuştur. Eflatun, Devlet adlı kitabında böyle bir
eğitimi tavsiye ediyor.
“Eğitim, ruhun gücünü iyiden yana çevirme ve bunun için en kolay, en şaşmaz
yolu bulma sanatıdır. Yoksa ruha görme gücünü verme sanatı değildir. Çünkü güç onda
kendiliğinden vardır; ama kötü yöne çevriktir. Bakılmayacak yana bakmaktadır. Eğitim
onu yalnız iyi yana yöneltir.”14
14
Eflatun, Devlet, İst. 1975, 202.
Eflatun’un gözünde eğitim, her şeyden önemlidir. Çünkü kişinin mutluluğunu da,
devletin mutluluğunu da sağlayacak tek şey erdemdir ve erdem ancak iyi bir eğitimle
elde edilir. Babalar hep kazanç peşinde koşacaklarına, çocuklarına bırakacakları mirası
düşüneceklerine, onlara fazileti öğretecek bir eğitimci aramalıdır. Devlet yöneticileri de
büyük ordular kurmaktan, güçlü donanmalar yapmaktan şehirleri surlarla çevirmekten
çok, eğitime önem vermelidir. Eğitime önem verilmediğinde, bunun cezasını hem
kendileri hem de devlet çekmiştir. Nice güçlü devletler birliğini yitirdiği için
düşmanlarına yenilmiş, iç kavgalar yüzünden yıkılıp gitmiştir.
Bu amaca ulaşılması, gönüllerde kanun saygısının yer tutması için, ruh eğitimine
çok küçük yaşlarda başlanmalıdır. Ruh eğitiminin ilk aşaması daha çok duyguya
dayanır. Bu aşamada, şiirle müzikten geniş ölçüde yararlanılır. Çocuklara hayal gücünü
geliştirecek şeyler, dürüst ve cesur davranışlara özendirecek şeyler, iyilik duygusu
uyandıracak ve güzeli sevdirecek şeyler anlatılmalıdır. Kısaca söylenecek olursa ruh
eğitimi; duygulanma ile başlar, muhakeme ile gelişir, aklın kesin kararı ile perçinleşir.
Ruh eğitimine sanat kapısından girilir, onu sonuca götüren yol, onu tamamlayan şey ise
felsefedir.15
Eflatun’un bu görüşleri karşısında, İlk çağda itirazlar olmuşsa da, onun fikirleri
daha kuvvetli ve tesirli olmuştur. İslam filozoflarında özellikle Farabi’de bu görüşlerin
tesirini görmekteyiz.
Yeni çağda Hegel’le birlikte toplumcu ve devletçi felsefe en açık şeklini aldı.
Onun tesiri altındaki eğitimci ve yazarların anladıkları eğitim de disiplinci idi. Fakat bu
yeni görüş, Eflatun tesiri ile doğmuş bütün toplumcu eğitim felsefelerinden ayrılarak,
yaşamakta olan topluma ait eğitimden söz ediyorlardı. Rousseau’un, hürriyetçi ve fertçi
eğitim görüşlerine karşı ilk tepki olarak görülebilir.
Sonuç olarak, her iki görüşün insan gerçeğiyle yakından ilgisi vardır. Ancak bu iş,
basit bir birleştirme ile çözülebilir mi? Bir yandan hürriyetçilere diğer yandan
disiplincilere hak vermekle konu çözülebilir mi? Çünkü uygulamada her şeyden önce bu
iki hususun çok iyi ve dikkatli ayarlanması lazımdır. Ferdin hürriyetini zedelemeden
kişisel yeteneklerin hür bir ortam içinde gelişmesine imkan vererek, ancak toplumun
değer yargılarım, disiplin anlayışını, huzur ve karşılıklı güven ortamını koruyarak
gerekli otoriteyi sağlamak suretiyle, eğitim yapmak şarttır. İşte zamanımızın sosyolog ve
eğitimcilerini yakından ilgilendiren konu budur. Günümüzde sosyal psikoloji ve eğitim
araştırmaları bunu yapmak istiyor.
17
A.Kurtkan, Sosyolojik Açıdan Eğitim Yoluyla Kalkınma Esasları, 33
sistem ile disiplinci ve toplumcu sistemin, memleketimizdeki uzantısı ve tartışması
denilebilir.
Ayrıca eğitim problemlerini, kültür değişmeleri problemi içinde ele alan Mümtaz
Turhan, Fransız ve Alman pedagojilerinden farklı olarak, kültür antropolojisine(insan
bilimi) dayanarak incelenmekte ve eğitimimizde asıl derdimizin, memleketin iş ve idare
dallarında muhtaç olduğu, derinleşmiş uzmanlardan mahrum oluşunda görmektedir.
Onun için Mümtaz Turhan yüksek öğretime önem vermenin sıkıntısını
savunmaktadır.19
Bir memleketin kalkınmasında okuma yazma oranı kadar yetişen ilim adamının
nüfusa oranının da önemli olduğunu belirten Turhan’a göre memleketimizde
18
O. Ergin, Türk Maa rif Tarihi, III-IV, 1278.
19
Ülken, Türkiye’de Çagdaş Düşünce Tarihi , 190, 452
okuryazarlığın temel şartını ve sebebini oluşturan ilim adamı kıtlığı vardır.20 Turhan bu
konuda görüşlerini şöyle özetler:
“1) Memleketin kalkınması bakımından ilk tahsilin doğrudan doğruya mühim bir
tesiri yoktur. Bunun yerine yediden yetmişe kadar herkese işinde verimli olmasını
sağlayacak ameli (pratik) bilgilerin verilmesi, iş başında yetiştirme yolu-daha faydalı
olacağı için- tercih edilmelidir.
Satı Bey’in pek çok konuda yazılmış eserleri olmakla beraber, en çok iz bırakan
eseri “Fenn-i Terbiye» sidir O, Pedegoji ve Eğitim timinde Türkiye’de ilk
kitaplardandır. Eski okul sistemine Öğretim şekline karşı çıkarak yerine yeni öğretim
şeklini teklif ediyor. Psiko-sosyoloji’ye meylederek eğitim beden eğitimi, aile, okul,
hayat ve nefs olmak üzere dört merhaleden geçer diyor. Fikir eğitimi bölümünde
psikolojik soruları açıklayarak, çocuğun fikri eğitimi için bunların nasıl kullanılması
gerektiğini anlatıp, ondan sonra ahlak konusuna giriyor. Birinci kitapta, okul binası,
sınıf sıraları ve laboratuvar vb.’nın boyutları pencere büyüklüklerine kadar hesap
edilerek anlatılmaktadır. Çocuğun sınıfta oturuş durumu, ışığın gelişi gibi, eğitimin ilk
şartları en ince detayı ile veriliyor. Bu konudaki Fransızca eğitim ve öğretim metodu
yayınlarından faydalanmakla birlikte onların pedagoji kitaplarında hiç yer almayan
birçok soruları incelemek şerefi Satı Bey’e aittir.”23
Ziya Gökalp ile eğitim konusunda uzun tartışmalara giriyor. Ayrıca bu tartışmalara
İ. Hakkı Baltacıoğlu, Sadrettin Celal (Antel), Necmeddin Sadık (Sadak), M. Şekip
(Tunç) da girmişlerdir. 24
20
M. Turhan, Üniversite Problemi (Garplılaşmanın Neresindeyiz/Bütün Eserleri). İst. 1980, 346.
21
Turhan, Üniversite Problemi 357.
22
H. Ali Koçer, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi, Ist. 1970, 175.
23
Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi 182.
24
Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi 183.
“Gökalp ile Satı (şimdi Arap dünyasındaki Satı al-Husri) arasında «Terbiye»,
«Düşünce», «Yeni Mecmua» dergilerinde yüksek seviyede devam eden tartışmalar aslında
Spencer’cilikle, Durkheim’ciliğin doğrudan doğruya eğitim zemini üzerindeki mücadelesi
idi. Gökalp’in Birinci Dünya Savaşı zamanına rastlayan hareketli çalışmaları fikir ve
eğitim alanında tam bir inhisarcılık şeklini aldı. Bütün dergiler «İttihat ve Terakki
Partisi» nin ve onun fikir hocası olan Gökalp’in elinde idi, dense yeridir. Bu yüzden Satı-
Gökalp tartışmaları bir yana bırakılırsa, serbest konuşma olmadı. Bunun için sosyolojik
eğitim görüşünün üniversiteden maarif nezt2retine ve okullara yayılmasına bir fikir zaferi
değil, siyasi hakimiyet gözüyle bakılmalıdır.”»25
Satı Bey’e göre «Esas itibariyle terbiye; (his ile aklı) inzibat ile hürriyeti te’lif
etmek... Ferde safdillik derecesine gelmeyecek bir samimilik, basiretsizlik derecesini
bulmayacak bir girişimcilik vermek, hülyaperest’lik şekli almayacak bir idealcilik,
menfaatperestlik şekli almayacak bir iktisatperestlik temin etmek... Ferdin özel
kabiliyetlerini kırmaksızın umumi kabiliyetlerini artırmak, hissiyatını kurutmaksızın
muhakematına müspetlik vermek, kısacası muhtelif kabi1iyetleri “uzlaştırmak ve
dengelemektir.” Satı Bey’e göre milli terbiyenin gayesi, yukarıda belirtilen umumi
terbiyenin kısmıdır. Böyle olduğu için onun da esası uzlaştırmadır. An’anelerle
mecburiyet hislerini, teceddüdle meclübiyet hislerini, vatan endişeleriyle, millet
endişelerini, milliyet muhabbetlerini telif etmek, siyasi, milli, dini, şahsi, mesleki,
mefkureler arasında makul bir tertip ve denge kurmak... İşte milli ve ahlaki terbiye
deyince anlaşılacak meseleler bunlardır... Terbiye işlerinde de, zehirle tedavi işlerinde
olduğu gibi, en büyük önem dozdadır. Onun için terbiye sahasında, siyaset sahasında
olduğu gibi müfrid propagandacılık caiz değildir. Mürebbi, telkinlerinde bir şeyi düşünüp
bir hedef takip eden bir sekter (taraftar) gibi değil, vazifesinin bütün şümulünü ve
nezaketini takdir eden bir mütefekkir gibi hareket etmelidir. »26
Gökalp, II. Meşrutiyetten sonra fikir hayatında büyük ölçüde etkili olmuş, özellikle
sosyoloji ve felsefe, dil ve edebiyat konularındaki yazıları ve kitaplarıyla ün kazanmıştır.
1913 yılında İstanbul’a gelerek «Türk Yurdu» ve «Muallim» dergilerindeki yazılarıyla asıl
kimliğini kazanmıştır. Türk Ocağı’nda olduğu gibi, İttihat ve Terakki içinde de önemli bir
yer işgal etmiştir. Daru’l-Funün’da sosyoloji ve metafizik kürsülerini kurarak bu
konularda dersler vererek, kitaplar yazarak, siyasi ve içtimai nüfuzunu artırmıştır.28
25
Ülken, Eğitim Felsefesi, 87.
26
Terbiye Mecmuası No: 1. 29 Ağustos 1334; O. Ergin, 1658
27
Ergin, 1667.
28
Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi 305.
Gökalp «Psikolojinin pedagojiye tatbikine ait Darül Muallimi’nce savunulan (Satı
Bey ve arkadaşları tarafından savunulan görüşler) görüşe ve anlayışa muhalif bir durum
alıyordu. Ona göre, toplum her çocuğu kendisine benzetmeye, yani temsil etmeye çalışır.
Fertlerin topluma bu suretle temessül etmesi, yani içtimaileşmesi cemiyetin bekası için
elzemdir. Bir toplum, fertlerin lisanını, ahlakını, bedii zevkini (estetik) ilim mantığını,
fenni vetirelerini bilimsel (proseslerini) aşamazsa yaşayamaz. İşte toplumun fertleri
üzerinde tatbik ettiği bu içtimaileştirme ameliyesine terbiye namı veriliyor... Toplum,
çocuğu bir taraftan içtimaileştirmeye çalışmakla beraber, diğer taraftan fertlerin iyi veya
fena suretle içtimaileşmesi karşısında tahsin (iyileştirme) veya tatbik vaziyetini alır. Ce
miyetin bu vaziyetten mükâfat ve mücazat (cezalandırma) namlarını verdiğimiz iki ameliye
(işlem) doğar. Binaenaleyh, gerek terbiye, gerek mükafat ve mücazat ameliyeleri,
içtimaileşmenin tecellileri olduğu için bu iki müessese arasında gayet sıkı bir irtibat
vardır. Hiçbir terbiye mükâfat ve mücazatsız olamaz. Her mücazat ve mükafat manzumesi
(düzenlemesi) mutlaka bir terbiye muhitini haizdir.» 29
Gökalp, Satı Bey’le farklı düşündüğünü, tabii gelişme ve tabii ceza ve mükafat
anlayışına katılmadığını, eğitimde bunun savunulmayacağını ısrarla belirtiyor. «Satı Bey,
bir makalesinde Spencer’in tabii ceza ve mükafat nazariyesini anlattıktan sonra, benim bu
usul ve nazariyeyi desteklediğimi söylüyor. Madem ki J. J. Rousseau ile Spencer’den beri
bu nazariye hakkında söylenen sözleri takip etmişler, bu hususta Durkheim’in kanaatını
da belirtmesi lazım gelirdi.
Bilhassa benim ileri sürdüğüm bir fikir tenkid edilirken, herkesten evvel
hatırlanması lazım gelen Durkheim’dir.
Durkheim, Spencer’in kesin bir şekilde ifade ettiği bu nazariyeyi ilmi bir surette
reddediyor. Vakıaların bugünkü ve her zamanki hallerine bakılınca göze çarpan şu olur
ki, her terbiye çocukların kendi kendilerine (yani Spontene bir surette) ulaşamayacakları
29
Ergin, 1662.
30
Ziya Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, 118.
şeyleri görmek, duymak ve yapmak tarzlarını onlara kabul ettirmek için, icra olunan
sürekli bir çabadan ibarettir. Hayatın ilk zamanlarından beri bir çocuğu muntazam
saatlerde yemeğe, içmeye, uyumağa zorlarız. Biz onu temiz olmağa, uslu durmağa, itaat
etmeğe mecbur tutarız. Biz onu başkalarını hesaba katmaya, adetlere ve adaba hürmet
etmeye zorlar, çalışmaya v.b. şeylere mecbur tutarız. Eğer bir zaman sonra, bu zorlama
hissedilmeyecek bir hale geliyorsa, bunun sebebi, yapılan zorlamanın birtakım
alışkanlıklar, iç temayüller haline dönüşmesidir. Artık zorlamanın devamına lüzum
göstermez... Gerçekten Spencer’e göre akla dayanan bir terbiye, bu usulleri beğenmemeli
ve çocuğu tam bir hürriyet içinde bırakmalıdır...
Bana göre ferd, gerçeklik hükümlerinde topluma kendini benzetir. Bunu yaparken
aynı zamanda tabiat kanunlarını da öğrenmiş olur ve zihin itibariyle tabi ata da intibak
etmiş olur. Demek oluyor ki, ferdin tabiata intibakı, Spencer’in zannettiği gibi doğrudan-
doğruya değil, dolaylı, yani bir nevi sosyal müesseseler toplum hükmünde bulunan müsbet
ilimler ve teknikler vasıtasıyladır...
Hatta ben, bir müddetten beri J.J. Rousseau’nun «İnsan tabiat halinde iyiydi,
toplum ve medeniyet onun ahlak ini bozdu» suretindeki iddiasını kendi bakış tarzıma
uydurarak, yaygın toplum, ferde doğru ve iyi duygular verir; organize toplum ise, çok
defa yanlış ve fena duygular telkin eder diyorum. Rousseau‘nun «Medeniyeti bırakalım,
tabi ata dönelim» tavsiyesini de, «Organize irfanı terk ederek, yaygın kültüre inelim!»
suretinde kabul ediyorum. İhtimal ki, Rousseau böyle düşünmüyordu... Kendi görüşüme
göre sosyalleştiriyorum. »31
Z. Gökalp, 121-124; Aynca Bkz. 123-165. (Mükafat ve Ceza Konularındaki Görüşleri ve Satı Bey’e
31
Cevapları)
kitapçı dükkânlarına simetrik olarak üçtür. Medreseler, yabancı okullar, Tanzimat
okulları...
İçtimai Mekteb adlı kitabının önsözünde «Önce eğitimi bir teori olarak değil, bir
olgu olarak göz önüne alıyorum. Bu olgunun içtimai ve ruhi cephelerini genel olarak göz
önüne alıyorum, bu olgunun içtimai ve ruhi cephelerini genel olarak inceliyorum. Bu
inceleyişte hem içtimai verilere, hem ruhi verilere başvuruyorum. Eğitim ruhi ve içtimai
gerektirmelerinin, ne olabileceğini gördükten sonra, mevcut olan belli başlı eğitim ve
öğretim teorilerini tetkik ediyorum. Bunların çoğu, büyük felsefeciler tarafından
savunulmuş doktrinlerdir. İnsaniyetçilik gibi bazıları hızını Renaissance’den alır.
Pragmatizm gibi bazıları da hiç olmazsa pedagoji edebiyatında yepyeni görünür. Bazıları
bütün ötekileri kavramak iddiasındadır... Kısaca bütün bu karşıt veya ahenkli doktrinlerin
tetkiki gereklidir. Çünkü bunlar az çok a priori ve subjektif olmalarına rağmen bize bir
parça olsun haki kat getiren tezlerdir.»35
Baltacıoğlu’na göre eğitim, sosyal bir olgudur. Objektif bir varlıktır, mekan ve
zamanda meydana çıkması için insanların savunmasına muhtaç değildir. Eğitimin
32
Z. Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri 172; 0. Ergin, C. 1, 1665-6
33
Ülken, Eğitim Felsefesi, 88-89.
34
Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi 443.
35
Baltacıoğlu, İçtimai Mektep Nazariyesi ve Prensipleri, İst. 1933
maksadı, belirli düşünme, duyma ve işleme tarzlarında bir insan meydana getirmektir. Bu
maksadın toplum dışında hiçbir değeri yoktur. Çünkü o, toplumun gayesidir. Eğitimin
sosyal kurumlara bağlı oluşunun bir sonucu da, eğitim idealinin zamanla değişmesidir.
Çünkü eğitimin bağlı olduğu değerler değişmektedir.
Daha sonra dinin nasıl bir tecrübe (deneme) konusu olduğunu açıklayarak «Dincil
deneme, denemelerin en son, en tüm, en mutlak, en içten olanıdır. Dincil deneme bütün
öbür denemeler arasında türü kendisine özgü sui generis bir denemedir. Din gerçekleri
pozitif gerçeklerin ne içinde ne de dışındadır. Belki onların yanında ve onlarla birliktedir.
Din gerçekleri pozitif mantığı ile dönertilecek ya da yoğumsanacak gerçekler değildir.
Din gerçekleri de bilim gerçekleri gibi, ayrı soydan olmakla birlikte yine de insancıl
gerçeklerdir.
«Din kişiliği olmadan milliyet kişiliği olabilir mi? Bu sorunun doğru karşılığını
verebilmek için, okuyucularımın dikkatini bir nokta üzerine daha çekeceğim. Sosyal
kurumlar arasında bir kısmı yalnız kendileridir. Mesela, ahlak ahlaktır, hukuk hukuktur,
teknik tekniktir. Ancak din, dil, sanat hiç böyle değildir. Bunlar kendileriyle birlikte başka
kurumları da taşırlar. Hele din, o gerçek alemin tanıdığı en zengin kurumdur...
Dinin ana kurum, bütün öteki değerleri kendinde toplayan kaynaşık bir kurum
olduğunu savunan bu tezim gerçeklere uygun ise, şu sonuçta doğru olmak gerekecektir:
Din, dil, sanat kalkınması olmadıkça toplum kalkınması da olamaz. Tarih, elde ettiğimiz
bu sonucun doğruluğunu göstermektedir...»
38
Baltacıoğlu, Dine Doğru, A.Ü. İlahiyat Fak. Der. 1957, I-IV. 44- 60.
1908’den itibaren programlarımızı etkileyen başlıca eğitimcilerin fikirlerini
özetlemiş bulunuyoruz. Hıfzurrahman R.Öymen ve Halil Fikret gibi eğitimci ve
toplumcular, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet döneminde eğitim çalışmalarına
katılmışlardır.39
39
Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi 449.
40
Kanad, Pedagoji Tarihi,C.II 125.