You are on page 1of 2

SİSTEM ve İNSAN

Yaşanan ve giderek derinleşen bu “Kriz”le birlikte, bugüne kadar rastlanmayan, bir de “Krize teşhis
koyma” krizi, yaşanmaya başlandı. Öncelikle, küreselleşen bir sistemin içinde uluslarüstü,
uluslararası, ya da ulusal boyutta farklı çıkar gurupları sözcülerinin dillerinde, farklılaştı bu kriz.
Sonra da, dünyanın herbir köşesinde, farklı ülkelerin, farklı toplum kesimlerinin sözcülüğüne
soyunanların dillerinde farklılaştı. Nobelli, Nobelsiz uzmanların teşhislerindeki farklılıklarla da bu
kriz; artık bilinemezliğin, kavranılamazlığın, alanına terkedildi. Kapitalist sistemin, yapısal
yetersizliği nedeniyle yıkılacağını söyleyenler ile, sistemin yapısal olan, kriz yaratma
mekanizmasının düzeltilip onarılabileceğini, dile getirenler saflarını tuttular!. Formüller ve
rakamlarla tozu dumana kattılar.Kabuğuna çekilen, güvenlik derdine düşen herkesin gündemine, ilk
olarak, şu soruları düşürdüler.
-Bu oturmuş bir sistem değil mi?
-Sistemin Krizi yaratan arızası giderilemez mi?
-Nerden başımıza sardık, bu sıklıkla kriz yaratan sistemi, bu sistem yıkılabilir mi?
-Çöküşü önlenemeyecek bu sistemi terkedip, başka bir sisteme geçemez miyiz?
Benzeri bir yığın soru ve derinleşen sorunlarıyla, ufukları kararanlar, dönüp gerilerinde sallanan ve
onları geçmişlerine, tıpkı bilinemezlerle dolu binbir engebeli dağ yollarında yol alanlar gibi ,
gerilerine bağlayan iplere yapışıyor, can ve mal güvenliği korkusuyla bu afette sığınacak barınak
arıyorlar.
Krizle birlikte başlayan yıkım ve çöküntülerde, paçasını kurtarma ve kendini koruma derdine düşen
devletler, toplumlar, sosyal ve ekonomik tüm yapılanmalarda, varlıklarını üretmeye çabalayanlar,
bakışlarını giderek gerilere, geçmişlerine çevirip, en az yıkımla ve güvenle tutunabilecekleri yeni bir
hareket noktası arıyorlar.
Herkesin ipin ucunu sımsıkı tutarak gerilere dönüp, geçmişine doğru yöneldiği, bugün yaşananlara
oralardan bir cevap bulmaya çabaladığı bir evredeyiz şimdi.
Sağdan, Soldan, marksizmden, liberalizmden getirilmeye çalışılan, birbirini dışlayan, çelişen
cevaplarda düştüğümüz açmazlar, tutunduğumuz iplerde biraz daha da gerilere yönelmeyi zorluyor
bizi. Bizleri kaçınılmaz olarak parçalara bölen bu geçmişte, tuttuğumuz ayrı ayrı iplere yapışarak,
daha da gerilere gidip, ideolojiler dünyasının ötesine geçtiğimizde, geçmişimizde, insan olarak
parçalanmamış bütünlüğümüze ulaştığımız zaman, gördüğümüze dikkatle bakarsak ne görürüz?
Bugün ulaştığımız çok yönlü bilgi birikimimizin aydınlattığı, ufkumuzda beliren bu gerçekliği” kendi
bütünlüğü içinde” ancak, sistem biliminin önümüze açtığı pencereden bakarak, kavrayabileceğimizi
görürüz.
Bu alemde varolan her varlığın, mikrodan makroya her yapılanmanın, bir “sistemler bütünlüğü”
olduğunu biliyoruz artık. Bütün bu sistemsel yapıların da, birbirleriyle kurdukları yeni ilişkiler içinde,
yepyeni sistemsel yapılanmalar oluşturduklarını da biliyoruz. Sistemsel yapılar, birbiriyle enerji
alışverişinde bulunarak gelişip, büyürler. Olgunlaşıp çoğalır ve süreç içinde potansiyellerini
tüketerek, dönüşüp, yok olurlar. Bunu da biliyoruz. Enerji alışverişi ilişkisi, tüm maddi varoluşun,
örgütlenmesinde ve gelişiminde dayandığı temel ilişkidir. Bu temel ilişki, aynı zamanda Sistemsel
yapıların, onlara özgü, temel çelişkisidir.
Peki!.Tümümüzün soruları ve sorunlarıyla gelip dayandığımız, bu Sistemsel yapılanma, yaşamlarımızı
nasıl etkiliyor?

Şurası açıktır ki; bütün bu sistemsel yapılanmalar içinde, biz İnsanlar da, kendi özgün sistemsel
yapılanmamızla yerimizi almışız. Kendisi de bir sistemler bütünlüğü olan insanın, temel ilişkisi ya da,
çelişkisi ne olabilir? Kendisini çevreleyen Doğasıyla, sürekli enerji alışverişinde bulunan, yaşamsal bir
ilişki içinde olan insanın, bu ilişkisi, aynı zamanda onu dinamize eden, temel çelişkisi olamaz mı?
Varlığını sürdürmede, dayatan ihtiyaçlarını gidermede, gereken enerjiyi, doğadan alabilmek için
harcadığı, harcamak zorunda olduğu emek gücü ise, onun en büyük açmazı olmalı. Çünkü, sonsuz
ihtiyaç üretme potansiyeli taşıyan beyni ile, onu doyurmada, tatmin etmede yetersiz olan bedeni
arasındaki ilişki ve gerilim, onun gerçekten insan olma yolunda, çözmesi gereken en önemli sorunu
değil midir?
Sistemsel yapılanmasında, en gelişkin bir kumanda merkezine, beyne sahip olan insan, algılama
gücünün gelişkinliğiyle orantılı olarak, duyduğu ihtiyaçları, gücü yettiğince, gidermeye
yönelir.Uyaranların harekete geçirdiği tahayyüllerini, tasavvurlarını, bilgi birikimiyle harmanlayıp,
yetersiz gücüne eklentiler tasarımlamaya ve yeni bir organlaşma modelini yaratmaya, koyulur insan.
Yarattığı ilk organı da, belki bugün hala elimizden bırakamadığımız sopa olur!.. Her türlü güç
ilişkisinin simgesi olan sopa!..
İnsanın sistem olarak, kendinde yaşadığı temel ilişki ve çelişki, en gelişkin algılama ve ihtiyaç
yaratma gücüyle, bunları gerçekleştirmede dayanacağı sınırlı beden gücü arasındadır.Bu ilişkisini
sağlıklı yürütme ve çelişkisini en verimli biçimde kullanmaya koyulduğu bu süreç, bir anlamda onun,
gerçekten “insanlaşma süreci”dir. Bu süreçte, farkında olamadan, bilgisiyle “en az enerji”
harcamayı, tasarımlayıp ürettiği “üretim araçları” ile de “en az emeği” harcayarak, kendisinin
organlaşarak büyüyebilme yolunu açmış olur.İnsanlaşma sürecinde, parçalanarak, kendisine
yabancılaşarak, eksiklerini acı deneyimler ve kayıplarla bedeller ödeyerek, yaşaya yaşaya öğrenerek
yol alır. Yaratıcı gücünü insan gibi kullanabileceği bir ortamı yaratmanın, tarihsel yolculuğuna
zorunluluklara uyumlanıp, raslantıları doğru değerlendirmeye çalışarak koyulur. Sınır tanımaz
Yaratıcı gücü ile, sınırlı Emek gücü arasındaki bu çelişkiyi, bir yandan, en az enerjiyle çalışan
beyninin yaratıcı gücünü seferber edecek koşulları yaratırken, üretim ilişkilerini, giderek en az emek
gücü ile bütünlenen sistemsel yapılanmalara dönüştürmek suretiyle, insanın tarihsel yolculuğunun
rotasını, farkında olmadan belirlemiş olur.
İnsan’ın varoluşundan bugüne kadar, yaşadığı tarihsel süreçte, her türlü birikimine, organlaşarak
gelişimine, sosyalleşerek medenileşmesine imkan veren bu ilişki değil midir? Sistemsel bütünlüğünü,
bu yapılanmada geliştirip, dönüştüren, potansiyeli sonsuz olan yaratıcı güçleri ile, sınırlı ve yetersiz
olan emek gücü arasındaki bu ilişki ve çelişkiye, insanın yaşam motorudur demek, artık görülmesi ve
kavranması gerekene, işaret eder mi, acaba?

Yurdaer Erşan

You might also like