You are on page 1of 129

Kültür

Üzerine
Yazılar

Demir Küçükaydın
Kültür Konusu Üzerine Yazılar

İçindekiler

Önsöz 3

Birinci Bölüm 5

Almanya’da Türkiyeliler Arasında Kültürel Özerklik Tartışmaları 5


Göçmenlerin Bir Azınlık olarak Talepleri Neler Olmalıdır? 5
“Kültürel Özerklik Tartışmaları” ve Lenin 11
“Sünnetle Başlayan Kültür Tartışmaları”nın Analizi (Taner Akçam’ın Eleştirisi) 23
a) Başlık 23
b) Olay 25
c) “Sünnet” Broşürü Yazarı Nasıl Bir Toplum ve Kültür Hedefliyor? 33
d) “Sünnet” Broşürü Yazarının Uslamlamalar Zinciri 36
e) Sonuç 44

İkinci Bölüm 46

Tarih ve Demokrasi Forumunda Kültür Emperyalizmi Üzerine


Tartışmalar 46
Biraz da Taklitçilik, Kültür, Müzik ve Sınıflar Üzerine 46
Maddi ve Manevi Değerler, 50
“Emperyalist Kültür” Nedir? – Oğuz’a Cevap 51
“Proleter Kültür”ün İki Farklı Kullanımı 53

Üçüncü Bölüm 56

“Yeni Zamanlar”da Tekrar Kültürel Özerklik Üzerine Yazılar 56


Kültür ve Politika 56
Kültürel Özerklik Tartışmaları Yeniden Canlanırken 68

Dördüncü Bölüm 71

1
Kültürel ve Politik Tercihlerin Farklılığı Üzerine Bir Forumda Tartışmalar
71
Kültürel ve Politik Tercihlerin Farklılığı Üzerine Açıklama (1) 71
Kültürel ve Politik Tercihlerin Farklılığı Üzerine Açıklama (2) 75

Beşinci Bölüm 77

Sınıf Kavramının Kültürel ve Tariuhsel boyutu ve Bunun Ortaya Çıkardığı


Sorunlar Üzerine Özgür Politika’ya Yazılmış Yazılar 77
Politik Beklentiler ve Kültürel Sınırlar 77
Sınıfların Tarihsel ve Kültürel Konumlanışı 80
Küçük Burjuvazi, Burjuvazi ve Demokrasi 83

Altıncı Bölüm 86

Türkiye’nin Toplumsal ve Kültürel Yapısı ve Solun Politik Kültürü Üzerine


Yazılar 86
Taşralılık 86
Eurovizyon, Modernleşme ve Demokratikleşme 89
Polemik Yapmak ya da Unutulmuş Bir Politik Kültürün İzlerinin Ardında 92

Yedinci Bölüm 98

Çok Kültürlülük Kavramı Üzerine Yazılar 98


Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük veya “Çok Kültürlü Toplum” Sloganı Niçin
Gericidir? 98
Avrupa Merkezcilik nedir? 99
Kültür Nedir? 105
Kültürün “Çok Kültürlülük” Bağlamındaki Anlamı 109
Marksist Kültür ve Uygarlık Kavramları ve Uygarlıklar / Kültürler Çatışması 115

Sekizinci Bölüm 123

Kültür Üzerine Çeşitli Yazılardan Bölümler 123


“Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak”tan Bir Bölüm 123
Zürih’te Bir Konferans Duyurusu 124
Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı’dan Kültür İle İlgili Bir Bölüm 125

2
Önsöz
Din, Ulus, Uygarlık ve Kültür gibi kavramlar, son yıllarda politika ve sosyal bilimler alanında
en çok sözü edilen ve tartışılan kavramlar olma özelliğini kazanmış bulunuyor.
Sadece bu kadar değil, aynı zamanda bu kavramlar sık sık birbirinin yerine veya iç içe de
kullanılabiliyor. Örneğin “kültürler ya da uygarlıklar çatışması”ndan veya “kaynaşması”ndan
söz edenler, bununla çoğu kez dini veya ulusu kastediyorlar. Öte yandan din çoğu kez ulusal
baskıya karşı direnişlerin bayrağı oluyor. “Çok kültürlülük” derken tartışılan aslında ulusun
nasıl tanımlanacağı veya “dini tolerans” olabiliyor.
Ne var ki, etrafında en büyük çatışmaların yaşandığı bu kavramların içeriklerinin ne olduğu
araştırıldığında, kullanımın yaygınlığı ve çokluğuyla ters orantılı bir belirsizlik ortaya çıkar.
Ama bu belirsizlik sadece piyasada bol görülen kullanımlardaki bir belirsizlik değildir,
bilimsel bir belirsizlik de vardır.
Bir kavram pek ala bilimsel olarak net tanımlanmış olabilir ama onun yaygın kullanımı o
kavramın sınırlarını belirsizleştirebilir. Örneğin sınıf kavramı, bilimsel olarak üretim ilişkileri
içindeki konum ve çıkarlara göre tanımlanmıştır ama onun yaygın kullanımı çoğu kez bu
tanıma uymaz ve onun sınırlarını belirsizleştirir. Örneğin insanların gelir durumlarına,
ideolojilerine hatta mesleklerine göre sınıflardan söz edildiği görülür.
Din, Ulus ve Kültür ve Uygarlık gibi kavramların belirsizliği böyle bir belirsizlik değildir.
Bilimsel olarak da ortada bir belirsizlik vardır ve sosyolojik kullanımların da yaygın
kullanımlardan bir farkı bulunmamaktadır.
Tarihsel Maddecilik yani Marksizm söz konusu olduğunda sorun iyice kangrenleşmektedir.
Tarihsel Maddeciliğin klasik konu ve kavramları arasında son yılların bu en çok kullanılan
kavramlarının neredeyse adı bile anılmaz. Bunun için Tarihsel maddeciliği anlatan her hangi
bir klasik el kitabının içindekiler listesine bakmak yeter. Üretim İlişkileri, Üretim Güçleri,
Altyapı, Üstyapı, Devlet, İdeoloji vs. gibi bölümler ve konular görülür ama Uygarlık, Kültür,
Din, Ulus gibi konular görülmez. Bazılarında yer aldığında çoğu kez, o kitapların şeması
içinde ekleme gibi duran bölümler olarak kalırlar.
1960’lar ve 70’lerin başları, Marksizm’in oldukça canlı ve dinamik olduğu bir dönem olarak
tanımlanabilir. Bu dönemin yayınlanan kitap ve makaleleri incelense veya bunlarda tartışılan
ve kullanılan kavramların istatistikleri yapılsa, son yıllarda neredeyse her sosyolojik ve politik
tartışmaya damgasını vuran bu kavramların o dönemde neredeyse hiç sözünün edilmediği
görülür. Ulus kavramı bunlar içinde biraz istisna gibidir. Özetle, Marksist yazında bu
kavramlar ne analiz araçları olarak, ne de analiz edilmesi gereken konular olarak ortada
görülmez bile.
Klasik Marksist tema ve kavramlarla son yılların bu yaygın tema ve kavramları arasındaki bu
kopukluk ve paradigma farkına, her zaman olduğu gibi, iki zıt tepki görülmektedir.

3
Birisi, bu kavramlarla ifade edilen sorunların ve konuların kendisini burjuvazinin bir
saptırması olarak görüp bu konuları hiçbir şekilde gündeme almamak ve onlara karşı kör
olmaktır. Bu tam bir içe kapanmayla sonuçlanmakta içinde yaşanan toplumsal gerçeklik ve
tartışmalardan kopma sonucunu vermektedir. Örneğin çok kaba biçimiyle, “din feodalizmin,
milliyetçilik burjuvazinin ideolojisidir, bunları gündeme alıp tartışmak burjuvazinin oyununa
gelmektedir” gibi bir yaklaşımdır bu. Sonuç olarak bu konular araştırma ve tartışma konusu
olmaktan çıkmaktadır.
Bunun zıddı olan diğer tavır ise, bu kavramları tüm belirsizlikleriyle benimseyerek analiz
araçları olarak kullanmaktır. Örneğin çok kaba biçimiyle, uygarlıklar çatışmasından veya
uzlaşmasından söz edip doğu uygarlığının değerlerini veya doğu karşısında batı uygarlığını
yüceltmek veya çok kültürlülüğün ve kültürel zenginliğin faziletleri üzerine vaazlar vermek
bu tavra örnek olarak verilebilir. Bu eğilim de genellikle fiilen, son derece eklektik bir
kavramlar sistemiyle olayları ele almak; gerçekliğe teslim olmakla sonuçlanmaktadır.
Ne var ki bu birbirinin zıttı, birbirini yaratan ve birbirine haklılık veren yolların dışında,
klasik Marksizm’in ya da Tarihsel Maddeciliğin eleştirel ve devrimci duruşunu sürdüren bir
üçüncü yol daha vardır.
Bu yol, bu kavram ve sorunların gerçekliğine gözlerini kapamamak ama onların görünümüne
de teslim olmamak; o görünenin ardındaki ve hemen daima o görünüme zıt, derin ilişkileri,
ortak olanı ve ondaki basitliği ve sadeliği aramak ve böylece Marksist yöntemi geliştirip
netleştirmek olarak tanımlanabilir.
Bizim yöntemimiz ve yapmaya çalıştığımız bu oldu. Bu yol elbette hazır lop reçeteler ve
kolay çözümler sunmaz, meşakkatli bir yoldur. Ama sonuçta ortaya çıkan birbiriyle iç
tutarlılık içinde bir sistem oluşturan son derece sade kavram sistemidir.
Elinizdeki kitap bu çabanın sonuçlarının otantik biçimleriyle bir sergilenişidir.
Demir Küçükaydın
06 Aralık 2009 Pazar

4
Birinci Bölüm

Almanya’da Türkiyeliler Arasında Kültürel Özerklik Tartışmaları

Göçmenlerin Bir Azınlık olarak Talepleri Neler Olmalıdır?


Önümüzdeki toplantının gündemindeki konulardan biri de "Kültürel Özerklik". Önceki
toplantıda, ayrı bir gündem maddesi olmamakla birlikte, diğer konular bağlamında bu konu da
yer yer ve dağınık bir şekilde tartışılmış; ortaya oldukça değişik pozisyonların çıktığı
görülmüştü.
Esasında "Kültürel Özerklik" gündem maddesi de tıpkı "Çifte Vatandaşlık" maddesinin
yanlışlığına sahiptir. Toplantıdaki tartışmalardan da görülüğü kadarıyla "Kültürel Özerklik"
görüşlerden sadece biridir. Bu başlıkla, görüşlerden birine bir imtiyaz tanınmaktadır.
Konunun başlığı daha doğru olarak şu olabilirdi: Bir Azınlık Olarak Göçmenlerin Talepleri
Ne Olmalıdır?
Ancak bu başlık bile, göçmenlerin aynı zamanda bir ulusal azınlık olduğu varsayımına
dayandığı ve bu konuda bir görüş birliği olup olmadığı bilinmediği için gerçekte ikinci
aşamada tartışılması gereken bir konuyu içerir. Bu bağlamdaki ilk madde: "Göçmenler bir
ulusal azınlık oluşturmakta mıdırlar?" gibi bir şey olmalıdır kanımızca.
Biçime ilişkin bu kısa değinmelerden sonra konunun kendisine gelelim.
Kanımızca göçmenler aynı zamanda birer ulusal azınlık oluşturmaktadırlar. Osman'ın da
(Hamburg) belirttiği gibi bu yeni bir fenomendir. Normal olarak ulusal azınlıklar, çok eski
çağlardan beri, belli bir ulusun toprakları üzerinde dağılmış; bu süre zarfında kendi ulusal
kimliklerini korumuş topluluklardır. Bunun en bilinen örneği Yahudilerdir. Türkiye'de
bulunan, tüm imha, mübadele, asimilasyon çabalarına rağmen hala az da olsa varolmaya
devam eden Ermeniler, Rumlar, Süryaniler de bu tür azınlıklara bir örnek olarak gösterilebilir.
Avrupa'daki göçmen azınlıklar ise, tamamen yeni, Savaş sonrasındaki boom döneminin ortaya
çıkardığı bir fenomendirler. Bu azınlıkların yeni ortaya çıkmış olması, onların bir azınlık
olmadığı anlamına gelmez. Çeşitli uluslardan bu göçmenler, kendilerini başka bir tarihsel
yaşantının ve geleneğin devamcıları olarak kabul ettiklerine; ulusal özelliklerini koruduklarına
göre; ayrı bir milliyet ve kültür çevresinden oldukları duygusu onlarda bulunduğuna göre
birer ulusal azınlıktırlar ve birer ulusal azınlık olarak baskı altındadırlar.
Ne var ki bu azınlıklar belli bir toprak parçası üzerinde yoğunlaşmış olmadıkları için
problemin çözümü karmaşık bir hale gelmektedir. Eğer belli bir toprak parçası üzerinde

5
yoğunlaşmış olsalardı, onların kendi kaderlerini tayin hakkı savunulur ve taleplerin ne olacağı
konusunda pek fazla bir problem çıkmazdı.
O halde sorun şudur: Belli bir toprak parçası üzerinde yoğunlaşmamış azınlıkların uğradığı
özgül baskılara karşı talepler neler olmalıdır? Bu soruyu sorarken, o azınlıklardan insanların
hukuki, siyasi vs. eşit haklarının olduğu, ama bir azınlık olarak özgül konumlarının
tanınmadığı varsayımından hareket ediyoruz. Örneğin, İngiltere'deki birçok göçmen grubu bu
kategoriye girmektedir. İngiliz pasaportu taşımaktadırlar ve bir İngiliz'in sahip olduğu haklara
sahiptirler. Türkiyelilerin durumu daha problemli olduğundan, konuya açıklık getirmek için
böyle bir soyutlama yapmak gerekmektedir.
Toplantılara katılan bir grup arkadaş (örneğin Göçmen dergisi çevresinden gelenler) bu
soruya "Kültürel Özerklik" cevabını veriyorlar.
Ne var ki, "kültürel özerklik nasıl bir şeydir? Bundan kastedilen nedir?" gibi sorulara açık
cevaplar veren bir metin ortada yok. Varsa da biz bilmiyoruz. Daha ziyade kişisel
konuşmalardan çıkarabildiğimiz kadarıyla, "Kültürel Özerkliği" savunan arkadaşlar, bu
sloganla kültür sorunlarına ilişkin bir özerkliği kastediyorlar.
Fakat bu izlenimimizden de emin değiliz. Değiliz çünkü, bu arkadaşlardan bazılarının,
Lenin'in "kültürel otonomi" sloganını reddetmesinin yanlış olduğunu söylediklerini ya da en
azından bu kanıda olduklarını biliyoruz. Tam bu noktada "kültürel otonomi" diyen
arkadaşların, bundan kültürel alanda bir otonomiyi kastettikleri yolundaki izlenimimiz yok
oluyor. Ya bizim bu izlenimimiz yanlış ya da bu arkadaşlar Lenin'i yanlış anlamış
durumdalar. Konuyu biraz açalım:
Türkiye Solu'nda da "Kültürel Otonomi"den, müthiş bir yanlış anlama ile, kültür hayatında,
kültürel alanla sınırlı bir otonomi anlaşılmaktadır. Ancak bu anlayışlara kaynak olan meşhur
tartışmada ve Lenin'in çok bilinen yazısında, ne Lenin, ne de eleştirdiği muhatapları,
"Kültürel Otonomi"den Türkiye Solu'nun anladığını anlamamaktadır. O tartışmada bu
kavramın içeriği şudur: Alanı, belli bir bölgede yoğunlaşma söz konusu olmadığı için,
bölgeye değil, kültüre göre belirlenen hukuki, siyasi, mali vs. bir otonomidir. Yani "Kültürel
Otonomi" sloganında "Kültür", otonom olacak şeyin kendisini değil, içeriğini değil; tabiri caiz
ise sınırını belirlemektedir. Bir bakıma "Bölge"nin karşılığı olarak, onun olanaksızlığından -
çünkü bölgesel bir yoğunlaşma yoktur- onun yerine ikame edilmiş bir kavramdır.
Konuyu bir örnekle somutlayalım. Diyelim ki Almanya'da yaşayan insanlar kendilerini şu ya
da bu ulusun üyesi olarak kaydettirecekler ve örneğin Almanya'nın çeşitli şehirlerine,
sokaklarına, bölgelerine dağılmış olan Türkler, kendilerini Türk olarak kaydettirenler olarak,
ortaklaşa ayrı bir meclise, bakanlara, mahkemelere, hukuk sistemine, dolayısıyla bütün bunlar
için özerk vergilere, vergi toplamak için vergi memurlarına okullara sahip olacaklardır. Yani
bölgesel otonomiden kastedilen gibi, ortada otonom, yani iç işlerinde serbest bir devlet
olacaktır. Sadece farklı olarak, bu devletin belli bir toprak parçası olmayacak; oraya buraya
dağılmış bir nüfusu olacaktır ve bu nüfusun kimlerden oluşacağını da "Kültür" belirleyecektir.
Lenin'in muhatapları "Kültürel Otonomi"ye bu anlamı veriyorlardı ve Lenin de onlarla bu
anlamda tartışıp karşı çıkıyordu.

6
Sanırız bu toplantıda "Kültürel Otonomi"yi savunanlardan hiç kimse ona bu anlamı
yüklemiyor. O halde, hem talebin "Kültürel Otonomi" olarak adlandırılması yanlıştır ve yanlış
anlamalara yol açmaktadır; hem de Lenin'e yöneltilen suçlama saçmadır.
Eğer, yorumladığımız gibi, sırf kültür alanıyla sınırlı bir otonomi kastediliyorsa, konu yine
açık değildir. Çünkü "Kültür"den anlaşılanın ne olduğu belli değildir. Kültür kavramı birçok
farklı anlamlara sahiptir bu anlamlar arasında kesin bir sınır çizmek de güçtür.
Örneğin Kültür, "bir yaşam tarzı" olarak anlaşılabilir. Farklı kültürler arasındaki, Almanların
"Günlük Hayat" dediği alandaki kültürel çatışmalardan söz ederken, "Kültür farkı" gibi bir
kavram kullanıldığında, Kültür'ün buradaki anlamı yaşam tarzıdır. Yani kimi sandalyede
yemek yer, kimi bağdaş kurup, kimi elle yer, kimi çatal bıçakla, kimi duran suyu akıtıp
yıkanır, kimi akan suyu durdurup yıkanır vs.. Ve bu yaşam tarzı farklılıkları "Günlük hayatta"
müthiş çatışmalara yol açarlar. Ancak bu çatışmalara ne devrimle, ne yasalarla ne
kararnamelerle son verilemez. Bunlar ancak hayatın kendiliğinden akışı içinde değişip yok
olma şansına sahiptirler. Dolayısıyla siyasi bir sloganın konusunu oluşturamazlar. "Kültürel
Otonomi"den kastedilen herhalde bunlar olmasa gerek. Yani "yaşam tarzı" anlamında
kullanılmıyor olsa gerek.
Kültür, güzel sanatların genel bir karşılığı olarak da kullanılır. Kastedilen herhalde bu da
değil. Kimsenin şu veya bu şiiri yazmasına; şu veya bu müzik parçasını bestelemesine
kimsenin karıştığı yok. Ürünün kaderi de büyük ölçüde kapitalizmin pazar yasalarına göre
belirlenir.
Kültür, toplumdaki bütün maddi ve manevi değerler olarak anlaşılıyorsa, sorun daha
basitleşmiş olmuyor. Örneğin Türklerin, Almanlarla ortaklaşa maddi ve manevi değerleri, ayrı
olanlardan çok fazladır. Aynı tipte, mutfak, banyo, tuvalet, odalardan müteşekkil, çekirdek
aileye göre yapılmış evlerde yaşıyorlar, aynı fabrikadan çıkmış elbiseleri giyiyorlar, aynı
fabrikalarda çalışıyorlar, aynı türden arabalara biniyorlar, hesaplarını aynı zaman, para, ölçü
birimlerine göre yapıyorlar, aynı saatte kalkıyor ve aynı saatte yatıyorlar, aynı yollarda
yürüyüp, aynı mağazalardan alış veriş ediyorlar vs.. Ama bütün bunlar içinde ayrı olanlar,
yani ayrı müzikten zevk almak, ayrı tad zevki bulunmak vs. kastediliyorsa hem bunların siyasi
bir sloganla ilişkisi yoktur, hem de bu sınırın nerede çekileceği belli değildir. Bir ulustan
insanlar arasındaki farklar çoğu kez, ayrı ulustan insanlar arasındakilerden daha fazladır.
En geniş anlamında Kültür kavramına Hukuk da girer. Yani kastedilen hukuki bir otonomi
olmasa gerek. Buna hiç bir devlet müsaade etmez. Örneğin "göze göz, dişe diş" başka bir
hukukun temelidir. Hukuku kapsayan bir kültürel otonomi, belli bir azınlığın kendi
aralarındaki anlaşmazlıklarda kıssas ilkesini kabul eder ve diğer mahkemeler onlara
karışamaz. Kimsenin böyle bir şeyi savunduğunu sanmıyoruz. Demek ki, Kültür kavramına
burada hukuk dahil edilmemektedir.
Kültür'den okumuşluk yazmışlık düzeyi de anlaşılır. "Kültürlü insan" denildiğinde, bu
anlamda kullanılmış olur. Aşağı yukarı bilgili, çok okumuş, çok mürekkep yalamış demektir.
Bunun kastedilmediği de açık.

7
En geniş anlamıyla bile Kültür'ü anladığımızda, bundan: 1) Yaşam Tarzı, 2) Hukuk, 3) Maddi
ve manevi değerler 4) Bilgi Düzeyi'ni çıkardığımızda geriye ne kalıyor? Herhalde birçok
şeyin yanı sora şu üç öğe: 1) Dil, 2) Din, 3) İdeolojiler. Esas tartışmanın bu sorunlarla ilgili
olduğu açıktır.
O halde eşyaya adını koyalım. Kültür gibi ne olduğu belirsiz bir kavram yerine, konumuz
bakımından önemli olan bu üç sorunu ele alalım. Burada yaptığımız gibi "Kültürel Otonomi"
kavramını analiz edip, kastedilmeyenleri çıkardığımızda, geriye bu üç önemli öğe kaldığa
göre; "Kültürel Otonomi" talebi, bu arkadaşların kullanımında: Dinsel, dilsel, ideolojik
Otonomi demektir. Şimdi bu üç öğeyi ve her biri konusunda taleplerimizin neler olması
gerektiğini ele alalım.
*
Din'den başlayalım. Dinsel Otonomi demek, dini bir cemaatin iç işlerinde serbest olması
demektir. Söz konusu olan azınlıklar olduğuna göre, azınlık dinlerinin iç işlerinde serbest
olması demektir. Ama bu zımnen, devletin tanıdığı resmi bir din olabileceği anlamına da
gelir. Ve bu anlamda, bir talep olmaktan ziyade, Almanya'daki geçerli durumu tanımlar,
azınlık dinlerine otonomi kavramı. Çünkü Devlet, resmen Katolikliği ve Protestanlığı
tanımakta, onlara vatandaşlardan (bu arada o dinden olmayanlardan da) aldığı vergilerden
bahşişler dağıtmakta; yönetici ve memurların çalışmaya başlayışlarındaki yeminlerinde dini
unsurlar bulunmaktadır; tatil günleri Hıristiyan dinine göre belirlenmektedir vs.. Buna
karşılık, örneğin Müslümanlar tamamen otonom bir hayat yaşamaktadır. İbadet yerlerini
kendi paralarıyla yapıyorlar. Birçok yerde imamlarını kendileri bulup finanse ediyorlar; dini
eğitim veren okullarını kendileri kuruyorlar vs..
Dinsel Otonomi bizlerin talebi olamaz. O, zaten verili durumu sürdürmek demektir. Ama
bizlerin talebi, örneğin İslamiyet’in resmen tanınması da olamaz. Biz, devletin dinsel
inançlara her türlü müdahalesine, yani bazı dinlerin imtiyazlı, bazılarının imtiyazsız olmasına
karşı çıkmalı, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını savunmalıyız. Yani Hıristiyanlığa
tanınan imtiyazlara karşı çıkmalı, onun da Müslümanlıkla ve diğer dinlerle aynı statüye
getirilmesini savunmalıyız. Ama aynı şekilde, kimi aklı evvellerin talep ettiği gibi, örneğin
kuran kurslarının kapatılması gibi taleplere de karşı çıkmalıyız. Her cemaat tamamen kendi
özverisiyle istediğini yapabilmelidir.
O halde bizlerin sloganı, dinsel otonomi değil, din ve devletin ayrılması klasik talebi
olabilir.
Ancak İslamlık söz konusu olduğunda durum daha karışıktır. Din ve devlet işlerinin ayrılması
talebi, dinin belli bir tanımına, yani sadece kişisel bir inanç sorunu olduğu; kişiyle Allah
arasında bir sorun olduğu; dinin başka bir şeyi kapsamadığı anlayışına dayanır. Ama bazı
dinler kendilerini böyle tanımlamazlar. Örneğin İslamlık. O sadece bir inanç sistemi değildir;
aynı zamanda bir hukuk sistemidir. İnsanlar arası ilişkileri düzenler. Dolayısıyla, yaşayan
değil ama "Ortodoks" İslamlıkla laiklik ilkesi arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Hiç bir
devlet kendi egemenlik alanı içinde başka bir hukuk sistemine müsaade etmez. Ama aynı şey
İslam hukuku için de geçerlidir. Bu durumda sorunun çözümünün bir tek yolu vardır: güç
ilişkisi. Güçlü olanın sistemi diğeri üzerinde bir diktatörlük demektir.
8
Bu durumda sorun şudur: Biz hangi hukuk sisteminden yanayız ya da yana olmalıyız?
Biz laik bir sistemden yana olmalıyız. Bu bir inanç sistemi olarak Müslümanlığın devletten
bağımsızlığı demektir ama aynı zamanda bir hukuk sistemi olarak, onun tanınmamasından
yana olmak demektir.
Bu, kimi militan İslam gruplarla açık bir çelişkiyi davet eder. Ancak fazla abartılmamalıdır.
Bu tarikatların üyesi dahi olsalar Müslümanların çoğu böyle bir programdan yana değildirler;
ezilenler arasında yaşayan İslamlık başkadır; İslam felsefesi ve hukuku başkadır. Devlet
dininin İslamlık olduğu dönemlerden bile, halk arasındaki problemleri şer'i değil örfi hukuka
göre çözümlemiştir. Hatta Osmanlı İmparatorluğu'nda örfi hukuk daha büyük bir öneme sahip
olmuştur.
O halde bir daha tekrar edelim: Kültürel otonomi kavramının içeriğinde din varsa, sloganımız
kültürel, yani dinsel otonomi olamaz. Tek doğru slogan devlet ve din işlerinin ayrılmasıdır.
*
Gelelim dilsel otonomiye. Sloganımız bir dilsel otonomi de olamaz. Bu talep, azılık dillerinin
dezavantajlı durumunun korunması anlamına gelir. Yani devlet azılık dillerinin öğretilmesine;
o dili kullananlar arasında bir kültürel hayatın gelişmesine karışmayacak demektir -ki
bugünkü durum aşağı yukarı tam da buna tekabül eder.
Bizim sloganımız Dillerin Eşitliği olmalıdır. Yani hiç bir dile imtiyaz tanınmaması; hiç bir
dilin baskı altına alınmaması.
Dillerin eşitliği, isteyene ana dilinde eğitim hakkı demektir. Ya da aynı zamanda ana dilini
ikinci bir dil olarak seçme hakkı demektir. Bu okulların ayrılmasını gerektirmez. Temel ilke,
kimsenin ana dilinden başka bir dilde eğitim yapmaya zorlanmaması; ama aynı zamanda ana
dilinde eğitim yapmaya da zorlanmamasıdır. Bu devletin bütün yayınlarının tüm azınlık
dillerinde yapılması demektir. Bu televizyon ve radyoda diğer dillerin de yayınlarının
bulunması demektir.
Ama bütün bunlar "kültürel özerklik" kavramına girmez; dillerin eşitliği kavramına girer. Ve
kültürel özerklik kavramına karşı çıkan Lenin'in savunduğu da budur.
*
Ancak, dil bir araçtır. İnsan onunla düşünceyi işler. Tıpkı makinelerle doğayı işlediği gibi.
Peki, işlenecek olan düşünce ne olacaktır? Burada üçüncü öğeye, ideoloji bahsine geliyoruz.
Modern toplumda hiç bir düşünce yoktur ki ideolojiler yani sınıfsal çıkarlar dışı olsun.
Kültürel özerklik, eğer ideoloji kavramını da içeriyorsa, "ideolojik özerklik" gibi bir
saçmalığa varırız. Ezilenlerin sloganı ancak, ideolojik savaş olabilir ki, bunun en uygun
koşulları fikir özgürlüğünü garantileyen kanunlarla oluşur. Bu durumda biz, örneğin,
meslek yasağı gibi yasalara karşı çıkmak zorundayızdır.
*
O halde, bir azınlık olarak göçmenlerin talepleri "Kültürel Özerklik" değil, her iki anlamıyla
da değil, laiklik, dillerin eşitliği ve fikir özgürlüğü olabilir.

9
Bütün bunlar ise, biz göçmen azınlıkların sorununun sadece bir yanını ve esasında daha da az
yakıcı olan yanını temsil eder. Bugün bir göçmen azınlıklar hareketini tartışan bizler arasında
"kültür" sorununun böyle öne çıkması ve çok harcı âlem bir şeymiş gibi, eşit haklar, kotalama,
imtiyazlı fonlar gibi; çok daha can alıcı sorun ve sloganların ikinci plana düşmesi de bir
rastlantı değildir. Bunu tartışanlar göçmen azınlıkların genel kitlesinin eğilimlerini ve
sorunlarını yansıtmamaktadır. Bu tabaka genel işçi kitlesine oranla, günlük hayatta, yaşam
tarzı anlamında, ama hiç de siyasi bir mücadelenin konusu olmayan bir alanda Almanlarla
sürekli bir çelişki içinde bulunduğundan ve mesleki ilgileri genellikle kültüre yönelik
olduğundan bu sorunlar öne çıkmaktadır.
Günlük hayatta karşılaşılan kültürel çatışmaları aşmanın; Almanların etno-sentrizmini en
azından törpülemenin yolu, kültürel hoşgörü üzerine nutuklar çekmekten; broşürler
yazmaktan ve "kültürel otonomi" sloganını atmaktan geçmez.
Bütün bunlar sadece onların hor görülerine haklılık kazandırır ve pekişmesini sağlar. Bu
alandaki gerçek değişiklik, milyonlarca göçmenin hakları uğruna militan bir mücadeleye
girmesinden geçer. Böyle bir yığınsal ve politik hareket, günlük hayatı da etkiler.
Ama bunun şartı: Doğru program ve stratejiler ortaya koymak; göçmen yığınlara ulaşmaktır.
Demir (Hamburg)
1988

10
“Kültürel Özerklik Tartışmaları” ve Lenin
Doğması mümkün olan bir göçmen azınlıklar hareketi, diğer hareketlerin deneylerine
dayanarak oluşmalıdır. Ancak böylece onların geçtiği aşamaları daha hızlı, minyatür ölçülerde
aşma olanağına sahip olabilir.
Fakat henüz kelimenin gerçek anlamında doğmamış olan bu hareket, bugün, tüm hareketlerin
bir gerileme, yatağına çekilme döneminde; bunun yarattığı moral bozuklukları, özel hayata
dönüşler, genel olarak teoriye ve özel olarak da Bilimsel Sosyalizme duyulan bir güvensizlik
ve ilgisizlik döneminde; böylesi bir tarihsel atmosferde şekillenme eğilimi göstermektedir.
Bu eğilimler göçmen azanlıkların sorunlarının bilincine varan; kendileri bu göçmen
azınlıkların bir entelijansiyası olmaya aday aydınlar üzerinde de yansımakta ve böylece ancak
teorik çalışma aracılığıyla kavranabilecek olan diğer hareketlerin tarihsel tecrübelerinin hızla
aşılması olanaklarını azaltmakta; henüz tohum halindeki bu hareket birbiri peşi sıra çıkmaz
sokaklara; Amerika'yı yeniden keşiflere yöneltmektedir. Güçlüklerin büyük bölümü tam da bu
özgül tarihsel durumdan kaynaklanmaktadır.
Bu tarihsel koşullarda göçmen sorunlarına ve bir göçmenler hareketine yöneliş, aynı zamanda
burjuva ve küçük-burjuva sosyalizmlerinin Marksizm'le bağlarını koparmalarına tekabül
etmektedir.
Marksizm'in itibarı olduğu dönemlerde (örneğin 1960'ları sonu ve 70'lerde) bu sınıfsal
eğilimler kendilerini Marksist bir terminolojiyle; Marksizm alanı içinde ifade etme
eğilimindeydiler. Bu eğilimlerin gerçek sınıfsal anlamlarını kavramayı güçleştirmekle birlikte;
en azından, bir ölçüye kadar taraflarca kabul edilen ortak bir kavramsal temel sağlıyordu.
Bugün ise, Marksist kabuğun atılmasıyla birlikte, tartışmalar tamamen farklı teoriler,
kavramlar ve programlar biçiminde ortaya çıkmaktadır. Farklılıkları tespit nispeten daha
kolaydır, çünkü bu farklar doğrudan doğruya kavram ve hedeflerde ifadesini bulmaktadır;
ama aynı zamanda tartışmayı yürütecek bir ortak dil bulmak zordur. Ve tam da bu nedenle
ayrılıklar, daha somut, programatik bazda tartışılma olanağına sahiptir.
Göçmen azınlıkların sorunlarına yönelişin aynı zamanda Marksizm'den ve genel olarak
teoriden uzaklaşmaya paralel gitme eğilimi göstermesi, yüzeysel olarak bu süreci
gözlemleyenlerde, göçmen azınlığın sorunlarına yönelmenin ancak sosyalizmden
uzaklaşmayla mümkün olabileceği, ya da bu uzaklaşmanın bir ifadesi olduğu gibi bir
yanılsamaya yol açmaktadır. Ki bu yanılsama içinde bulunanlar genellikle kendilerini
"Marksist" olarak tanımlayanlardır. Bunun sonucu olarak da, taraflar birbirine karşılıklı
kanıtları sunmakta; birbirlerinin görüşlerine varlıklarıyla haklılık kazandırmaktadırlar.
Sonuç olarak ortaya şöylesine bir sahte ikilem çıkmaktadır: Eğer Marksizm'e inanıyorsanız,
bir göçmen hareketi karşısında ilgisiz hatta düşmanca davranmak zorundasınız; eğer göçmen
hareketine yöneliyorsanız Marksizm'den uzaklaşmak zorundasınız.

11
Bu sahte bir ikilemdir. Taraflar gerçekte aynı madalyonun iki yüzünü oluşturmaktadırlar. Bir
göçmen hareketinin imkân ve gerekliliklerini kabul etmek, Marksizm'den uzaklaşmayı
gerektirmez; aksine tam da Marksizm bu imkân ve gerekliliği görmeyi gerektirir.
Tersinden, göçmen hareketine yöneliş, o hareketin başarısı için Marksizm'i gerektirir. Ama
dogmatik bir Marksizm'i değil, Tarihin gördüğü en devrimci öğreti olan, eleştirel ve yaratıcı
Marksizm'i.
Biz bu üçüncü alternatifi; sahte ikilemin karşısındaki kutbu savunuyoruz. Bu nedenle de
Marksizm'e yönelik eleştirilere cevap verme gereğini her an, her adımda hissediyoruz.
Göçmen hareketi içinde, ortak problemlerden kaynaklanan pratiğe yönelik bir birliğin yanı
sıra, program ve strateji bağlamında ayrılıklar, tartışmalar olacaktır. Ama aynı zamanda
"ideolojiler arası" bir tartışma da olacaktır.
Marksistlere yönelik, şu sıralar en yaygın eleştirilerden biri de "Kültürel Özerklik" sorunu
etrafında düğümlenmektedir. Denilmektedir ki, Lenin " Kültürel Özerkliği reddederken
yanılmaktaydı, ama biz bunu savunmalıyız. Bu anlayış Gündem’de de ifadesini bulmuş ve
gündeme konu ”Özerklik" başlığı altında alınmıştır.
Bu eleştirilere karşı çıkanlar da görülüyor. Ancak bu talebi, kendilerini Marksist olarak kabul
ettikleri için reddedenler, Kültürel Özerklikten bu talebi öne sürenlerle aynı şeyi anlıyorlar:.
Sadece Kültür'le sınırlı bir özerklik; sadece Kültür'ü kapsayan bir özerklik.
Çoğumuz Türkiye sosyalist hareketinden geliyoruz. Bugün Marksizm'i savunsak da
savunmasak da onu orada öğrendik. Türkiye sosyalistleri arasında, çok yaygın ve korkunç
sonuçlar doğuran, muazzam bir çoğunluğun paylaştığı bazı ortak yanılgılar vardır; Kültür'ü
kapsayan bir özerkliğin "Kültürel Özerklik" sloganının anlamı olduğu gibi.
Tek yaygın yanılgı bu değildir. Örneğin, 1905'te Lenin'in savunduğu "İşçilerin Köylülerin
Demokratik Diktatörlüğü" sloganı, Türkiye solunun hemen hepsince "Köylülük Desteğinde
Bir Proletarya Diktatörlüğü" olarak anlaşılır. Bu, müthiş ve gücü yaygınlığından gelen yanlış
anlama nedeniyle Türkiye Solu, gerek İki Taktiği, gerek Nisan Tezleri'ni, gerek daha sonraki
tartışmaları ve gerekse Ekim Devrimi'nin kendisini doğru yorumlama, anlama olanağını
yitirir.
Bir başka korkunç ve yalan yanlış anlama, bir tarihsel “geçiş dönemi” olan “Proletarya
Diktatörlüğü” ile, Komünizmin alt aşaması olan Sosyalizmin aynı şey sayılmasıdır. Böylece
gerek "Tek Ülkede Sosyalizm" tartışmalarını; gerek Sovyetlerdeki gelişmeleri; gerek Sovyet
Devletinin karakterini; gerek Gorbaçov reformlarını anlamak olanaksızlaşır.
Bunların sonucu olarak gerek çağımıza damgasını vurmuş en büyük olaylar; en büyük
tartışmalar gerekse bugün var olan güçlerin büyük bir bölümü. Türkiye solu için anlaşılmaz
ve kavranılmaz kalmaya mahkûm olur.
İşte, "Kültürel Özerklik" sorununda da böylesine korkunç ve yaygın bir yanlış anlama söz
konusudur. Diğer yanlış anlamalarda olduğu gibi, bu problemde de Marksizm'i eleştirenlerin
eleştirdiği Marksizm değil kendi yanlış anlamaları; ama Marksizm'i sözde savunanların da

12
savundukları Marksizm değil, kendi yanlış anladıkları Marksizm'dir. O sahte dilemma burada
da karşımıza çıkar.
Hem bu sahte dilemmayı somut olarak gösterebilmek; hem de gerçek Marksizm'i bu yanlış
eleştiri ve savunular karşısında savunabilmek için, bu bölümde meşhur "Kültürel Özerklik"`
tartışmasını, alıntılarla özetleyip tezimizi kanıtlamaya çalışacağız.
Kaynak, Lenin'in iki makalesidir. Her iki Makale de, Sol Yayınları tarafından. Yayınlanmış
olan "Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı" adlı kitabın l ve 52. sayfalara arasında
bulunmaktadır. Birinci makale: "RSDİP'nin Ulusal Programı"; ikinci makale ''Ulusal Sorun
Üzerine Eleştirici Notlar" başlığını taşımaktadır.
*
Birinci Dünya Savaşı Öncesinde var olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu bir "Uluslar
Mozaiği"dir. Bu yakıcılığı nedeniyle "Ulusal Sorun"" o zamanki. Avusturyalı Marksistlerin
daima tartıştıkları bir problemdi.
Avusturya Sosyal Demokrat Partisi, 1899'daki Brünn Kongresi’nde gündeminin başına
"Ulusal Sorun"u alır. Ortada iki karar tasarısı vardır. Birincisi Parti'nin Merkez Komitesi'nin
tasarısıdır: bölgesel bir özerkliği talep etmektedir. İkincisi, Güney Slavları Sosyal-Demokrat
Parti Komitesi'nin tasarısıdır: "Kültürel Özerklik"` talep etmektedir.
İşte, Lenin'in yazılarında tartışmalara ve Lenin'in '"Kültürel Özerkliği" reddetmesine ve
eleştirmesine yol açan tasarı budur.
Peki, bu tasarıda kültürel özeklikten kastedilen nedir? Bu en açık biçimde, tasarı metninden
anlaşılabilir.
Yalnız tasarı metnini aktarmadan önce, iki kısa açıklama gerekiyor. Kültürel Özerkliği
savunan tasarı, Yahudileri bu tasarının kapsamında görmemektedir ve Kongre bu tasarıyı
reddedip, aslında bir uzlaşmayı ifade eden Merkez Komitesi'nin tasarısını kabul etmiştir.
Şimdi tasarının metnine bakalım; Lenin'in aktardığı kadarıyla tasarının birinci paragrafı şöyle:
"Avusturya'da yaşayan her ulus, üyelerinin bulunduğu bölge hangisi olursa olsun, (dil ve
kültür alanına giren) bütün ulusal sorunlarını tam bağımsız olarak düzenleyen özerk bir grup
oluşturur." (s. 38)
Aktarılan paragrafta, özerkliğin sadece dil ve kültür konularıyla mı sınırlı olduğu yoksa diğer
alanları da kapsayıp dil ve kültüre göre mi belirlendiği, muhtemelen çeviriden kaynaklanan
bir belirsizliğe Sahiptir. Ama "bütün ulusal sorunlar" ifadesi, kastedilenin kültürle sınırlı
olmadığını gösterir.
Burada kastedilenin sadece kültürü kapsayan bir özerklik değil, kültüre göre belirlenen
ama dış işleri hariç bir devletin bütün diğer alanlarındaki özerkliği olduğu hem tasarının
alternatifinden, hem de Lenin'in başka yerlerdeki açıklamalarından anlaşılmaktadır.
Tasarının Merkez Komitesi tarafından sunulan alternatifi, sınırı bölgelere göre çekmeyi
öneriyordu, dil ya da kültüre göre değil. Yani tartışma özerk olacak şeyin içeriğinde değil,

13
özerkliğin neye göre belirleneceğinde idi. Lenin yukarıdaki ilk paragrafı aktardıktan sonra
bunun reddedildiğini belirtip, şunları yazıyor:
"Bunun yerine ülkelik (territorrialiste) bir program, yani 'ulusun üyelerinin yaşadığı bölgeyi
göz önünde tutmayan' hiç bir ulusal grup yaratmayan bir program benimsendi." (s. 38)
Başka bir sayfada da Lenin yine bu programı şöyle açıklıyor:
"Her yurttaş, kendisini şu ya da bu ulusun bireyi olarak kaydettiriyor ve her ulus, üyelerini
vergilendirme yetkisi olan, bir ulusal parlamentosu (diyeti) ve ulusal 'devlet sekreterleri'
(bakanları) olan bir hukuksal bütün oluşturur." (s. 32)
Alıntılardan da açıkça anlaşıldığı gibi, özerk olan şey sadece kültür olmayacak, kültür ve
dil'e göre belirlenen bir hukuk ve maliye sistemi, yani bir devlet olacaktır.
Bu devletin, sadece belli bir toprak parçası bulunmayacak, ama kendi meclisleri, bakanları,
bütçesi, vergileri toplayacak memurları, vergi kaçıranları hapse atacak polisleri, o polisleri ve
vergi memurlarını eğitecek okulları vs. olacaktır.
Bunu bugünün Almanya'sına ve örneğin buradaki azınlıklara uygularsak şöyle bir manzara
ortaya çıkacaktır: Türkler, İspanyollar, Yugoslavlar vs. her biri, kendini bir ulusun üyesi
olarak kaydettirecek, bunların her birinin toprağı olamayan ama aç işlerinde serbest olan
özerk bir devleti olacak; her birinin kendi memurları, okulları olacak vs..
Bu planın saçmalığı ve uygulanamazlığı ortadadır. Sanırız bunu şimdi kimse savunmuyor1.
Bunu reddeden ve eleştiren Lenin'in hiç de haksız olmadığı ortadadır. Dolayısıyla Lenin'e
yöneltilen eleştiriler anlamsızdır.
Bu durumda "Kültürel Özerkliği" savunan arkadaşlar diyebilirler ki: "Evet, Lenin buna itiraz
ederken haklı, biz, kabaca, "Kültürel Özerkliğe" karşı çıktığı için Lenin'i eleştirmekte
yanılmışız. Ancak, haklı olduğumuz bir yan var. Bizler "Kültürel Özerklik"ten, sadece Kültür
sorunlarına has bir özerkliği kastediyoruz, yani esas olarak okulları. Lenin bu anlamda bir
kültürel özerkliği de reddetmektedir."
Doğrudur, Lenin bu anlamda da bir kültürel özerkliği reddetmektedir. Yani okullarda
öğretilecek standart dersleri, her dil ya da ulus grubunun belirlemesini, bunların
okullarının ayrılmasını reddetmektedir. Örneğin şöyle yazıyor:
"Pratik uygulamada 'toprak-dışı' (şu ya da bu ulusun üzerinde yaşadığı toprağa bağlı
olmayarak) özerklik planı, ya da 'ulusal kültür özerkliği' bir tek şeyi ifade edebilir: okulun
uluslara göre, bölünmesi, yani eğitimde ulusal kapalı alanların kabulü. Proletaryanın
sosyalizm uğruna, sınıf savaşı bakımından sorunu ele almasından vazgeçtik, demokrasi
açısından bile ünlü Bund'çu planın bütün gerici niteliğini anlayabilmek için, bu planın
gerçekten neyi temsil ettiğini açıkça görmek yeter." (s. 36)
Peki, Lenin, okulların ayrılmasına ve onların programlarının o azınlıklar tarafından
belirlenmesine hangi gerekçelerle itiraz etmektedir?

1
Ancak toplantılarda Köprü (Die Brücke) dergisinden Necati Mert’in tam da bunu savunduğu ortaya çıkmıştı.

14
Lenin, itirazlarını toplumsal tecrübeye ve soyutlamalara dayandırmaktadır. Okulların
ayrılmasının nasıl bir sonuç verdiğine ve kime hizmet ettiğine örneklere bakarak bir karar
verir. O zamanın dünyasında, okulların uluslara göre ayrıldığı tek örnek, ABD'nin güney
eyaletleridir. Orada siyahlar ve beyazlar ayrı okullara gitmektedirler:
"Bir örnek ve okulun 'ulusallaştırılması' için bir proje, bize neyin söz konusu olduğunu açıkça
gösterecektir. Amerika Birleşik Devletleri'nin bütün yaşamında, Kuzey eyaletleriyle Güney
eyaletleri halâ bölünmüş durumdadır; Kuzeyde özgürlük ve köle sahiplerine karşı savaşım
gelenekleri egemendir; Güneydeki eyaletlerde iktisadi baskıya uğrayan, kültürel bakımdan
geri halde tutulan (...) vb. zencilere karşı zulmün kalıntılarıyla birlikte, köleci gelenekler
egemendir. Kuzey eyaletlerinde zencilerle beyazlar aynı okula giderler, Güneyde zenciler için
özel okullar -eğer deyimi uygun görürseniz 'ulusal' ya da ırksal okullar - bulunmaktadır.
Bana öyle geliyor ki, bu, okulun 'Ulusallaştırılması'nın biricik pratik örneğidir." (s. 36)
Keza, Lenin'in yazıyı yazdığı sıralarda, Çar'ın bakanlarından biri, Yahudi okullarının
"ulusallaştırılması" yani ayrılması yönünde bir yasa tasarısı hazırlamış bulunmaktadır ve
Lenin itirazına bir argüman olarak bunu da dile getirir.
Lenin tavrını belirlerken, somut olgulardan hareket ediyor. Soruyor; "okulların uluslara göre
ayrılması kime hizmet ediyor ve bunu kim istiyor" diye. Ve örneklerle cevaplandırıyor:
Amerika'nın kölecileri, çarın bakanları. Bu nedenle, bırakın bir sosyalisti, bir burjuva
demokratının bile buna karşı çıkması gerektiğini yazıyor.
Aynı gerici, ayırıcı eğilim, ilke olarak değil ama pratik bir uygulama olarak bugünkü
Almanya'da da görülmektedir. Yabancıların çocukları sistematik olarak "Sonderschule"lere2
aktarılmaktadır.
Ancak, buna da itiraz edilebilir. Denilebilir ki, ayrılma var, ayrılma var. Söz konusu örnekler,
eşitsiz durumlarda, zorla yapılan ayrılmalardır. Biz eşit olacağımız varsayımından hareketle,
gönüllü bir ayrılmadan yanayız. O zaman bu tehlikeler söz konusu olmaz. Azınlıklar böylece
kendi kültürlerini özerk olarak geliştirme olanağı bulurlar.
İlk bakışta pek mantıki gibi geliyor, ancak meseleyi biraz derinliğine ele almaya çalışalım.
Bir an için, Türk azınlığın bütün haklara sahip olduğunu ve bu azınlığın kendi okulları,
müfredat programları, öğretmenleri olduğunu var sayalım. (Programların içeriği bahsine sonra
geleceğiz. )
Birçok çocuk ve genç için bu okullara gitmek, coğrafi nedenlerle olanaksız ya da çok güç
olacaktır; bu okullardaki eğitimin kalitesi ister istemez Alman okullarına göre daha düşük
olacaktır, daha çok ezbere dayanacaktır. Bizim Türkiye'nin ve Türklerin daha kalitesiz
öğretmenleri tarafından verilecek, aynı kalitesizlik kitaplara da yansıyacaktır. Eğitim Türkçe
olduğundan, ne kadar iyi öğretilirse öğretilsin öğrenciler Almancaya daha az egemen
olacaklardır vs.. Okulu bitirdikleri andan itibaren, bir azınlık olmaları dolayısıyla fiiliyatta

2
Türkçeye kelime olarak olağanüstü veya çok özel okullar diye çevrilebilir. Ruhen ve bedenen özürlü çocukları
eğitmek için kurulmuş bu okullara yabancıların çocukları aktarılıyordu.

15
aleyhlerine olacak tercihlerin nötr olacağını varsaysak bile, eğitimin kalitesi nedeniyle daha az
iş bulma şansları olacaktır. Ve bir kaç kuşak sonra Almanlarla Türkler arasında bugünkünden
çok daha büyük bir kastlaşma, Türklerin de alt kastı oluşturma durumu ortaya çıkacaktır. Bu
sürecin ulusal düşmanlıkları ve önyargıları ne kadar körükleyeceği de işin cabasıdır. Kültürel
özerkliği öneren arkadaşlar, azınlıklara, fiilen Huxley'in Yeni Dünya'sındaki Gamma3
kategorisinden bir rol öngörmektedirler. Ve bu, tam da burjuvazinin "İkili Toplum"4 planlarına
denk düşmektedir.
Lenin'in okulların ayrılmasına itirazlarından biri de, bu okulların fiilen papazların elinde
olacağıdır. Aynı şey Türkler için de geçerlidir. Ayrı Türk okulları demek, hocaların
egemenliğindeki okullar demektir. Ve bu burjuvazi için hiç de kabul edilmeyecek bir şey
değildir. Gönlünde yatan aslandır.
Lenin'in, Kültürel Özerkliğe karşı çıkarken ki mantıki itirazı ise Kültür'ün İdeoloji'den
ayrılamayacağı noktasında toplanır. Şöyle yazıyor:
"Eğitim alanını ayrı tutmak her şeyden önce saçma bir ütopyadır, çünkü (genel olarak 'ulusal
kültür' gibi) okulu ekonomiden ve siyasetten ayırmak olanaksızdır." (s. 35)
İdeoloji Kültürün bir öğesidir ve onu soyutlamak mümkün değildir. Ama herhangi bir
ulus ya da azınlık içinde bir tek ideoloji olamaz, sınıf ayrılıkları varsa bunlar kendilerini farklı
ideolojiler biçiminde yansıtırlar. Ne var ki sınıfların konumları da eşit değildir, egemen
sınıfların ideolojisi egemen ideolojidir. Kültürü ideolojiden soyutlamak mümkün
olmadığına; egemen sınıfın ideolojisi de kültüre egemen olduğuna göre, kültürel
özerklik demek, azınlığın burjuvazisinin, egemen sınıflarının ideolojik özerkliği demektir.
Kültürel Özerkliği savunan arkadaşlar. Evet, biz de tam bunu kastediyoruz, Alman
burjuvazisinin ideolojik egemenliği yerine, Türk burjuvazisinin ideolojik egemenliği altında
olalım, hiç olmazsa kimliğimizi kaybetmemiş, kültürümüzü geliştirmiş oluruz, diye
düşünüyor olabilirler. Kendi açılarından haklı da olabilirler, çünkü kendileri bizzat o burjuva
ideolojisinin taşıyıcılarıdırlar ve burada Türk azınlığının burjuvazisinin, yani kendilerinin
çıkarlarını korumuş olmaktadırlar.
Ama o azınlık içinde egemen olmayan bir ideolojiyi savunan bizler de, tam da bu noktada
onların savunduğu ideolojinin egemenliğine karşı çıkmak; bizim görevimizin bizzat öncelikle
"kendi" burjuvazimizle savaşmak olduğunu söylemekte serbestiz ve haklıyızdır.
Sizler için tayin edici ulusal kimlik olabilir, onun karşılığında kendi burjuvazinizin saflarında
yer alabilirsiniz, bizler için tayin edici olan ise sınıfsal kimliktir, onu ulusal ya da kültürel
kimliğimiz karşısında harcamaya niyetimiz yok.
Kültür'ün şu ya da bu görünümünü ideoloji'den ayırmak; düşünce düzeyinde yapılabilecek bu
soyutlamayı gerçek hayatta yapmak mümkün olmadığı için Lenin "Kültürel Özerklik"

3
Bu kitapta insanlar biyolojik olarak kastlara ayrılırlar Alfa, Beta gibi. Gamma’lar en alttakilerdir.
4
O dönemde “Dual Gesellschatf” (İkili Toplum) tartışmaları vardı. Çalışanların uygulanan tedbirlerle bir yanda
çok yoksullar diğer yanda daha yüksek bir gelir seviyesindekiler.

16
sloganına, özerkliğin kendisi sırf kültürle sınırlanıyor olsa da karşı çıkmaktadır. Eğer kültürel
özerkliği savunanlar ideolojinin ayrılmasını mümkün görüyorlar ise, bu ayrılmanın nasıl
olabileceğinin somut mekanizmalarını da göstermek zorundadırlar.
Lenin'in, ideolojinin Kültür'ün soyutlanamaz bir öğesi olduğundan hareketle; her toplumda iki
kültür olduğundan söz etmesi, bu soyutlanamazlık göz ardı edildiği, görmezden gelindiği için
yanlış anlaşılmaktadır. Şimdi de bu yanlış anlamanın üzerinde duralım. Lenin şöyle yazıyor:
"Her ulusal kültür, gelişmiş olmasa bile, demokratik ve sosyalist bir kültürün öğelerini içerir,
çünkü her ulusta, yaşam koşulları zorunlu olarak demokratik ve sosyalist bir ideolojiyi
doğuran, sömürülen bir emekçi yığın vardır. Ama her ulusta, aynı zamanda bir burjuva kültür
de vardır ve bu, ulusal kültürün "bir öğesi" olarak kalmaz; egemen kültür biçimine bürünür.
Böylelikle, "ulusal kültür", genel olarak büyük toprak sahiplerinin, papazların ve
burjuvazinin kültürüdür." (s. 21)
Bu çok bilinen alıntıda Lenin'in egemen ve alt olarak nitelediği şey gerçekte ideolojidir. Ama
ideoloji'yi kültürün herhangi bir boyutundan pratik hayatta ayırmak mümkün olmadığı
için, Lenin okuyucunun anlayışına sığınıp, kavramsal düzeyde bu ayrımı yapma gereğini
duymamakta, dolayısıyla "iki kültür"den söz etmektedir.
Aynı Lenin'in Devrimden sonraki tartışmalarda "Proleter Kültür" kavramına karşı çıktığı ve
onu saçma bulduğu da bilinir. Peki, Lenin kendi kendisiyle çelişmiş olmuyor mu? Olmuyor,
çünkü bu tartışmada da Kültür başka bir anlamıyla kullanılmaktadır·.
Eğer Kültür'ü sanat eserleri olarak anlarsak -ki Devrim sonrası tartışmada bu anlamda
kullanılmaktadır- bir "proleter kültür" olamaz. Olamaz, çünkü proleter ve burjuva
devrimlerinin karakteri farklıdır.
Burjuvazi iktidara gelmeden önce kendi kültürünü tıpkı ekonomiye egemen olduğu gibi
geliştirebilmiş ve kendi değer yargılarını topluma egemen kılabilmiştir. Ama proletarya
toplumsal konumu gereği burjuvaziden daha üstün bir kültür geliştiremez, var olan enerjisini,
en iyi beyinlerini, kültürel-sanatsal yaratımlara değil ekonomik, politik ve ideolojik
mücadeleye ayırmak zorundadır. İktidara geldiği andan itibaren ise, o güne kadar kendisinden
esirgenmiş olan, burjuvazi dâhil, tüm insanlığın kültürünü özümlemeye yönelmek
zorundadır. En geniş yığınlara okuma, yazma ve tahsil imkânları sağlamak; insanlığın sanatsal
yaratımlarının ucuz baskılarını yapmak vs. gibi işleri başarmak zorundadır.
Proletarya, ancak, tüm yaratılmış kültürleri özümledikten sonra onları aşabilir. Ama bu
sürecin kendisi, aynı zamanda proletaryanın yok oluşuna da denk düşer. Proletarya iktidara
egemen bir sınıf olmak ve bu egemenliği sürdürmek için değil, tüm sınıfları, dolayısıyla da
kendini yok etmek için gelir. Ve iktidara gelme kendini yok etme sürecinin ilk adımıdır.
Dolayısıyla geleceğin kültürü bir "proleter kültür" değil, burjuva medeniyetinden daha üstün
bir medeniyetin, sosyalist bir medeniyetin kültürü olabilir. Sosyalist bir kültür olabilir,
sınıfsız toplum kültürü olabilir. Proletarya, sınıfsız bir topluma ulaşıncaya kadar, sadece
sosyalist bir ideolojiyi geliştirebilir, ama bir kültürü değil. İdeoloji Kültür'ün bir öğesi olduğu
ölçüde, genel anlamıyla kültürün sadece bu öğesini geliştirme yeteneğinde olabilir.

17
O halde Lenin'in yukarıdaki meşhur alıntısı, sanatsal yaratımlar, ayrı bir değer sistemi vs.
anlamında anlaşıldığı taktirde Lenin'in ne dediği anlaşılmaz olur. Çünkü böyle bir sosyalist
kültür yoktur.
Fakat ezilenler arasındaki bir kültürden, Kültür'ün başka bir anlamında, bir “yaşam tarzı”
anlamında, belli ölçüler içinde söz edilebilir. İşçiler arasında, adeta evrensel bir karakter
taşıyan içme, seksist şakalar, futbol ve takım taraftarlığı gibi bir alt kültürden söz edilebilir.
Keza, fabrikadaki üretimin insanı tüketen - yabancılaşmış emeğine bir tepki olarak, insanın
üretim içinde kendini geliştirme ve gerçekleştirme ihtiyacının bir ürünü olarak son derece
yaygın olan, iş saatleri dışında el işleriyle, bahçe işleriyle uğraşmak da hemen hemen sırf
işçilere has bir kültür sayılabilir. Gerçekte işçi sınıfının üst ve kalifiye tabakaları arasında bu
kültür, alt tabakaları arasında da futbol, seksist şakalar vs. kültürü daha bir yaygınlık gösterir.
Ne var ki, Lenin'in tartışma konusu bunlar değildir.
(Esasında burada ele alınan örneklerde görülen, Kültür kavramının, son derece
belirsizliğinden, birbiri içine geçmiş değişik anlamlarından dolayı. "Kültür" sözcüğüne
dayanan bir sloganın nasıl belirsizlikler ve tehlikeler içerdiği de ortaya çıkmaktadır. )
*
Lenin'in "Kültürel Özerklik" sloganına karşı çıkması, onun uluslar, diller, ırklar üzerindeki
baskılara duyarsız, kör olduğu anlamına gelmiyor. Lenin'in karşı olarak önerdiği nedir? Şimdi
de onu görelim.
Lenin kendi programını "Dillerin ve ulusların eşitliği, bunlar üzerindeki ayrıcalıklara ve
baskılara son!" diye ifade ediyor.
Peki bu nasıl sağlanabilir? Lenin'in kafasındaki somut tasarı nedir? Lenin bu tasarıyı polemiği
içinde, yer yer dağınık bir şekilde şöyle açıklıyor:
Lenin, bunun ilk şartı olarak sonuna kadar tutarlı bir demokratizmi, yani demokratik bir
devleti ön görüyor. Nedir bu demokratik devlet? Bu demokratik düzen, dil ya da ayrılma
hakkının, demokratik olmayan bir yoldan çözümünü olanaksız kılan bir düzendir.
"Ulusların kaderlerini tayin hakkı, demokratik bir düzeni zorunlu kılar; öyle ki, bu düzende
yalnızca genel olarak demokrasi ile yetinilemez, burada, özel olarak ayrılma sorununun
demokratik olmayan yoldan çözüme bağlamak olanaklı değildir. Demokrasi genel anlamıyla,
savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşabilir." (s. 11-12)
Açık ki, Lenin, genel olarak demokratik bir düzen değil, çok özel bir demokratik düzen
talep ediyor. Çünkü genel olarak demokrasi, azınlığın çoğunluğa uyması ilkesinin kabulü
demektir. Bu ilkeye dayanarak, pekala, azınlık uluslar üzerinde çoğunluk ulus gayet
"demokratik" bir şekilde istediği dayatmayı yapabilir, tıpkı bugün Almanya'da olduğu gibi.
Lenin'in kastettiği demokratik düzen ise, ulusların ve dillerin eşitliğini sağlamayı görev olarak
önüne koymuş, buna göre yapılanmış bir düzendir.
Böyle bir düzenin nasıl bir şey olması gerektiği konusunda Lenin şu ipuçlarını veriyor:
"Ulusal sorunda işçi demokrasisinin programı da şudur: hangi ulus ve hangi dil için olursa
olsun her türlü ayrıcalığın ortadan kaldırılması; (...) uluslardan birine herhangi bir
18
ayrıcalık tanıyacak olan (zemstvonun (yani belediyenin), topluluğun vb. ) ulusların hal
eşitliğini bozacak olan ya da bir ulusal azınlığın haklarını baltalayacak olan her türlü
davranışı yasaya aykırı ve geçersiz sayan ve devletin her yurttaşına, anayasaya aykırı olan
bu tür tasarrufların geçersiz sayılmasını talep etme hakkı tanıyan ve aynı zamanda böyle
hareketlere girişecek olanları cezalara uğratan genel bir yasanın kabulü." (abç., s. 19)
Lenin'in tanımladığı türden, özel demokraside, ulusların ve dillerin eşitliği bir anayasa
maddesi olmak zorundadır ve bu maddeye karşı bir tasarrufa herhangi bir vatandaş bile dava
açabilir. İtiraz hakkı sadece kimi imtiyazlı kuruluşlara verilmemektedir, herkesedir.
Peki, Lenin niçin böyle bir genel yasa maddesi ile yetiniyor. Niye daha ayrıntılı bir plan
geliştirmiyor? Çünkü özellikle kapitalizmin bir ürünü olan büyük şehirlerde, çeşitli milliyetler
ve diller bir mozaik görünümündedirler. Her özgül durum yasayla düzenlenemez. Bu
nedenledir ki, Lenin, pratik uygulamayı, yasada belirtilen ilke çerçevesinde yurttaşların
kontrolüne bırakıyor. Lenin`den aktaralım.
"Çünkü her aklı başında kimse anlar ki, bir programda, ayrıntı niteliğindeki sorunları
önceden belirlemek gereksiz ve olanaksızdır. Program, ancak, temel ilkeleri saptar.
İncelediğimiz örnekte temel ilke, (...) açıkça ifade edilmiştir. Bu ilke, hiç bir ulusal ayrıcalık
ve hiç bir ulusal eşitsizlik tanımamak, bunlara göz yummamaktan ibarettir.
"Bunduçuyu bu konuda aydınlatmak için somut bir örnek ele alalım. St. Petersburg kentinde,
18 Ocak 1911'de, okul sayımı, Ulusal "Eğitim" Bakanlığına bağlı ilkokullarda 48. 016
öğrenci bulunduğunu ve bunların 396'sının, yani %1'den azının Yahudi olduğunu
göstermiştir. Ayrıca iki Romanyalı, bir Gürcü, üç Ermeni vb. vardır. Bu ilişkiler ve koşullar
çeşitliliğini kucaklayan 'kesin' bir ulusal program yapma olanağı var mıdır? (Kuşkusuz,
Petersburg, Rusya'nın ulusal bakımdan en 'karışık' kenti değildir: ) Öyle sanılır ki, bundçular
gibi ulusal 'inceliklerin' uzmanları bile, böyle bir programı yapmayı göze alamazlar.
"Devletin anayasasında azınlık haklarını ihlal eden her türlü önlemleri geçersiz ilan eden bir
temel yasa olsaydı, her yurttaş, devlet hesabına, örneğin, Yahudi dili, Yahudi tarihi vb.
okutacak özel öğretmenlerin görevlendirilmesini, ya da Yahudi, Ermeni, Romanyalı çocuklar
için, hatta tek bir Gürcü çocuğu için resmi bir lokal ayrılmasını yasaklayan yasa ve
kararnamelerin yürürlükten kaldırılmasını isteyebilirdi. Her durumda, hak eşitliği temeli
üzerinde, ulusal azınlıkların akla-yakın ve gerçekleştirilebilir isteklerini karşılamak hiç de
olanaksız değildir ve bu eşitliği savunmanın zararlı olduğunu kimse söyleyemez. Tersine,
örneğin Petersburg'un Yahudi çocuklarına ayrılmış bir Yahudi Okulu isteyerek, okulun
uluslara bölünmesini savunmak, elbette ki, zararlı olur; 1, 2 ya da 3 çocuktan ibaret de olsa
'bütün ulusal azınlıklar için ulusal okulların kurulması ise, yalnızca olanaksızdır.
"Üstelik ülke çapındaki hiç bir genel yasa, bir ulusal azınlığın, kendi özel okuluna ya da
tamamlayıcı derslerde vb. özel öğretmenlere hak kazanabilmesinin, ne ölçüde olacağını
saptayamaz.
"Buna karşılık, hak eşitliği üzerine ülke çapındaki genel yasa, özel genelgelerle, bölge
diyetlerinin, kentlerin, zemztvoların, toplulukların vb. kararnameleriyle pekâlâ ayrıntılarına
kadar saptanabilir ve geliştirilebilir." (s. 43-44-45)

19
"Kültürel Özerklik" fiilen okulların ayrılması olduğundan, bu vesileyle, bu sloganın
taraftarlarına şunu sormak gerekiyor: Bu gün Almanya'da, diyelim Hamburg'daki ve her biri
şehrin ayrı bir yerinde oturan küçük Güney Afrikalı azınlık için de okulların ayrılmasını talep
ediyor musunuz? Eğer ediyorsanız, bunu pratikte nasıl gerçekleştireceksiniz? Eğer diyelim ki,
10 Güney Afrikalı çocuk için Hamburg'da bir tek okul açacaksanız, bu çocuklar o okula nasıl
gidecek? Eğer her birkaç çocuğa bir okul açacaksanız, bu zenginliklerin gürül gürül akmadığı
bir toplumda gerçekleştirilemez. "Kültürel Özerklik" taraftarları, "Ama biz, belli bir oranın
üstündeki azınlıklar için bunu istiyoruz" diyebilirler. O zaman da şu sorular ortaya çıkar: Bu
“belli bir oran” nedir ve kim saptayacak? Belli bir oranın altındakiler baskı altına alınmış
olmayacak mı? Almanlar da aynı mantıkla bu belli oranı Türkler gibi büyük azınlıkları
dışarıda bırakacak şekilde saptayabilirler. Açık ki ortada geriye tepen bir talep vardır. Bütün
bunların yanı sıra, belli bir oranın üstündeki bazı azınlıklara. imtiyaz tanımak, mücadeleyi
böler.
Ama Lenin'in önerdiği gibi "dillerin ve milliyetlerin eşitliği” sloganından hareketle, herhangi
bir azınlıktan bir tek çocuk için bile, ona dilini ve geldiği ülkenin tarihini öğretecek, masrafı
devlet tarafından karşılanan bir öğretmen temin edilebilir. Görülmektedir ki, Lenin, ulusal ve
kültürel baskılar karşısında, "Kültürel Özerklik" planını: savunanlardan çok daha hassas ve
çok daha adildir... Ama sadece bu kadar da değil. O demokratik düzende, dağınık azınlıkların
örgütlenme özgürlüğü dahi garanti altındadır. Şöyle yazıyor Lenin:
"Örneğin şöyle bir durumu nasıl açıklayacağız: Saratov eyaleti sakinlerinin Alman topluluğu
artı, Riga ya da Lotz işçilerinin Alman mahallesi, artı, Petersburg dolaylarındaki Alman
kasabası vb , Rusya Almanlarının 'biricik ulusal bütün'ünü oluşturacaklardır. (Avusturya S.
D. programına göre). Besbelli ki, belirli bir devlet içinde hangi ulusal topluluktan olursa
olsun her topluluğun örgütlenmesi dâhil, her türlü örgütlenme özgürlüğünü asla
reddetmemekle birlikte sosyal demokratlar, böyle bir şeyi isteyemezler ve böyle bir birliğe
arka çıkamazlar." (abç., s. 39)
Bu alıntıdan açıkça görüldüğü gibi, o özel demokraside, dağınık durumdaki azınlıklar
örgütlenebilirler. Bu hak garanti altındadır. Ama sosyalistler böyle bir örgütlenmeye taraftar
olmazlar. Taraftar olmamaları, bu hakka karşı çıkmaları anlamına gelmiyor.
Keza Lenin, küçücük bile olsa, türdeş ulusal bileşimi olan bölgelerin tam özerkliğinin ve aynı
ulusa ait böyle küçük alanların birlikte hareket edebilecekleri imkanların da tutarlı
demokratizmi bakımından önemini vurgular:
"Kuşkusuz, hiç bir Marksist -hatta tutarlı hiç bir demokrat bile- (. . . ) Rus eyalet ve ilçelerini
savunamaz ve bu eskimiş idari bölünmeler yerine halkların ulusal bileşimini olanaklar
ölçüsünde göz önüne alan yeni bölünmeler gereğine karşı çıkmaz. Ve en sonu kuşkusuz,
küçücük bile olsa, türdeş ulusal bileşimi alan ve çevresinde, aralarında kuracakları her türlü
ilişkiler ve özgür derneklerle, ülkenin ve hatta dünyanın ayrı ayrı noktalarına dağılmış olan o
ulusal-topluluktan insanların birleşik halde hareket edebilecekleri özerk küçük idari
bölünmeler yaratmak, her türlü ulusal baskıyı ortadan kaldırmak için son derece önemlidir.
Bütün bunlar tartışma götürmez ve bunlara ancak gerici ve bürokratik bir açıdan karşı
çıkılabilir." (s. 51)

20
İşte, "kültürel özerkliği reddeden” Lenin'in anlayışı ve programı böyledir. Bu program
muhakkak ki, "kültürel özerklik"ten çok daha tutarlı, çok daha demokratik ve çok daha
azınlıkların haklarını gözeticidir.
"Kültürel özerkliği" savunanlar ise, henüz, bununla daha neyi kast ettiklerini, nasıl bir düzen
hayal ettiklerini, birtakım genel ve anlamsız laflar dışında açıklayabilmiş, programlarının
hangi noktalarda Lenin'inkinden daha ileri, daha hak güder, daha eşitlikçi olduğunu
gösterebilmiş değillerdir.
Ve bugünün gerçekliğinde, bu belirsizliğiyle, "Kültürel Özerklik" parolası, özellikle eski
"Marksistler" tarafından da atılmış olduğundan, bu parola, göçmen azınlıkların haklarına
yönelik olmaktan ziyade, bilimsel sosyalizmle kopuşmanın bir bayrağı olmakta; esas olarak
ona saldırı görevi görmektedir.
*
"Kültürel Özerklik" sloganına karşı bizler klasik dillerin ve milliyetlerin eşitliği sloganını
savunuyoruz. Bundan ne anladığımızı da yukarıda Lenin'den aktarmalarla somut olarak
gösterdik. Özerklik parolası karşısında Lenin'in anlayışını savunuyoruz.
Ama bu hareket noktası ve temel olmakla birlikte yeterli değildir. Marksistler olarak
tahlillerimizi ve programlarımızı, tarihsel deneyin ışığında geliştirmemiz gerekmektedir.
Yaratıcı ve eleştirel Marksizm bunu gerektirir. Bu bağlamda önümüzde hangi görevler
bulunduğuna kısaca değinmekte yarar var.
Lenin Okulların ayrılmışlığına ABD'nin güney eyaletlerini örnek verirken, Kuzey'de siyah ve
beyaz nüfus arasında bir eşitlik varmış gibi yazıyor. Kuzey'i adeta bir örnek gibi ele alıyor.
Ama aradan geçen yarım asırdan fazla zaman, aynı okullara gitmenin siyahların durumunda
bir değişmeye yol açmadığını gösteriyor. Bu durumu nasıl bir teorik açıklamaya
kavuşturacağız, taleplerimiz neler olmalıdır?
Aynı örneğe devam edersek, Lenin, okullar ayrılmadığı takdirde, kapitalizmin kendiliğinden,
iktisadi yasaların zoruyla önyargıları, düşmanlıkları gidereceğini, yani örneğin zencilerin
beyaz nüfusla aynı konumları paylaşacağını; zenci beyaz ayrımının fiilen son bulacağını
öngörüyor. Bunu açıkça ifade etmese bile böyle bir beklenti içinde olduğunu sezdiriyor.
Aradan geçen zaman, kapitalizmin, emperyalizm aşamasında gettolaşma ve ayrımcılık
eğilimlerini yeniden güçlendirdiğini gösteriyor. Bu güçlenme fenomeni hangi mekanizmalarla
iktisadi hayata bağlanmaktadır? Bu değişik sürece, örneğin Troçki'nin Yahudiler bağlamında
değindiği gibi, birçok Marksist dikkati çekmiştir. Ama bu süreci kısaca tasvir eden ve
kategorik düzeyde, yani emperyalizmin gericiliğiyle açıklayan değinmelerdir bunlar. Bu
sürecin hangi mekanizmalarla çalıştığını açıklayan (tıpkı ev işinin artı değer, dolayısıyla. iş
gücünün üretilmesindeki fonksiyonunu kadın hareketinin bir teorik katkı olarak açıklaması
gibi) teorilere ihtiyaç bulunmaktadır.
Yine bunlara bağlı olarak Lenin, (hem işçi sınıfının oldukça yakın bir zamanda zaferini
umduğundan, hem kapitalizmin ayrımları eşitleme eğiliminin yanı sıra, ayrımları güçlendirici
eğilimini görmediğinden, hem de bu baskılara uğrayanlar (kadınlar, azınlıklar, zenciler vs. )

21
bir mücadele öznesi olarak ortaya çıkmadıklarından ve radikal istemleri olan bir hareket
geliştirmediklerinden) hiç bir zaman bu hareketler karşısında sosyalistlerin tavrının. ne olması
gerektiği gibi bir soru sormamıştır. Ama bugün bu mücadele özneleri vardır, ve bir yığın
teorik sorunu gündeme getirmektedirler.
Lenin, her ulusta iki kültür, yani iki ideoloji olduğundan söz ederken, ezilenlerin ideolojisinin
demokratik ve sosyalist karakterli olduğunu söylemektedir. Bu, bize oldukça düz bir mantık
gibi gelmektedir.
Lenin zamanına göre haklı görülebilir: Gerçekten de o zaman Avrupa İşçi Hareketi genel
olarak sosyalist bir ideolojiye sahiptir. Ama yine de işler her zaman böyle basit değildir.
Ezilenlerin sınıfsal çıkarları sosyalist bir ideolojide, demokratik bir ideolojide yankısını
bulabilir, ama sınıfsal tepkileri çoğu kez hiç de demokratik ya da sosyalist olmayan
ideolojiler biçiminde ifadesini bulabilir. İdeoloji, yanlış bilinç demektir. Ama bu yanlış bilinç
her zaman egemen sınıfın propagandasından ve manüplasyonundan doğmaz. Bilgi sürecinin
kendisinden doğar. Yani öz ve görünüm aynı değildir. Bilimsel bir bilinç ancak yüksek bir
soyutlama düzeyini var sayar. Böylece ideolojiler ile konumlar ve çıkarlar arasında çoğu kez
zıt görünümler ortaya çıkmaktadır. Bu fenomen karşısında ne yapmak gerekmektedir?
Baskı altındaki ezilen grupların tepkileri sadece gerici ideolojiler biçiminde değil, aynı
zamanda ve çoğu kez bir alt kültür biçiminde ifadesini bulmaktadır. Belli giyinişler,
davranışlar, müzikler vs. gibi. Yani kültürün sadece ideoloji öğesi değil, ideoloji dışı öğeleri
de sınıfsal tepkinin ifadesi olmakta, özellikle alt kültürlerde, kültür bir bütün olarak ezilenlere
ait olmaktadır. Ama bütünüyle ezilenlere ait bu kültür, ideolojisiyle bütünüyle ezilenlerin
çıkarına ve konumuna aykırı olabilmektedir. Örnek olarak Dazlaklar gösterilebilir.
Bu olguda, eğer ezilen aşağı yukarı tamamen bir ırk, bir azınlık ise ve sosyalist bir bilinç de
gelişmemişse, tepki tamamen ulusal bir kültür görünümü alabilmektedir. Bu anlamda ulusal
kültür, ideoloji dışı öğeleriyle, tamamen ezilenlerin kültürü olmaktadır. Almanya'daki Türkler
bir örnektir. Türk azınlık içindeki burjuvalar, davranış kalıpları anlamındaki bu kültürün
dışındadır. Yani örneğin başörtüsü takmazlar, çocuklarını kuran kursuna yollamazlar vs.
Ezilenlerin bu kültürü içinde burjuvaların, hatta küçük burjuvaların yeri yoktur. Bu bir
göçmen işçi alt kültürüdür. Bu kültür içinde burjuvazi yoktur ama hem burjuva ideolojisi, hem
de diğer gerici ideolojiler, sadece manüplasyonların sonucu değil, yanılsamaların sonucu
olarak da vardır. Bu durumda, her kültür içinde iki sınıf vardır önermesi gerçekliği tam
karşılamamaktadır.
İşte, kısaca aklımıza gelen sorunlardan -ki hepsi birbirine yakından bağlıdır- bazıları.
Biz bu ve daha akla gelebilecek başka sorunları görmezden gelmiyoruz: Cesaretle bu soruları
soruyoruz. Bu sorulara verilmiş tutarlı bir cevabımız olmadığını gizlemiyoruz.
Ama Marksizm'in bu soruları sormayı mümkün kıldığı gibi, onlara cevaplar verebilecek tek
öğreti olduğuna da inanıyoruz.
22/12/1988

22
“Sünnetle Başlayan Kültür Tartışmaları”nın Analizi
(Taner Akçam’ın Eleştirisi5)
Bir Göçmen Azınlıklar Hareketine yönelik tartışmalar içinde, özellikle Göçmen dergisi
çevresinde Marksizm’e yönelik olarak geliştirilen eleştiriler iki temel noktada
yoğunlaşmaktadır: birincisi "Kültürel Özerklik" sloganının Lenin tarafından reddedilmiş
olması; ikincisi Marksizm’in Eurosentrik; "ilerlemeci" bir öğreti olduğu. Birinci eleştiriye
buraya kadar olan bölümde bir cevap vermeye çalıştık. Bu bölümde de ikinci eleştiriyi ele
alacağız.
Marksizm’e yönelik temel eleştirilerin bulunduğu ve bu bölümdeki eleştirimizin konusu olan
metin "Sünnetle Başlayan Kültür Tartışmaları" başlığı altında "Kültürladen" imzasıyla6
Almanca ve Türkçe olarak yayınlanmıştır ve herkes tarafından kolayca bulunabilir. Kolaylıkla
bulunabilirliği; muhtemelen bu toplantılara katılanların büyük bir bölümü tarafından okunmuş
olması; Göçmen çevresinin Kültür sorunundaki görüşlerinin en sistematik açıklaması olduğu
için, polemiğin hedefi olarak bu metni seçtik.
Ancak söz konusu metin sadece Marksizm'in eleştirileriyle sınırlı olmayıp tümüyle bir
anlayışın, bir metodolojinin, bir programın açıklaması olduğundan, bu bölümde kendimizi
sadece Marksizm'e yönelen eleştirilerle sınırlamayıp, orada geliştirilen görüşlerin bir bütün
olarak eleştirisine gireceğiz, bu nedenle de büyük ölçüde metnin kendisine bağlı kalacağız. Bu
eleştiri içinde, polemik bir tarzda, bir Marksist’in Orada ele alınan sorunlardaki görüşlerinin
ne olması gerektiğini formüle etmeye çalışacağız. "Kültür Tartışmaları" sorunundaki
görüşlerimizi böyle polemik bir tarzda sergilemenin, hem farklı anlayışların daha net
görülebilmesini; hem farklılıkların nerelerde olduğunun daha iyi anlaşılabilmesini; ve nihayet,
eklektisizmi, kavram belirsizliklerini, keyfi kullanımları daha kolaylıkla göstermemizi
sağlayacağını sanıyoruz.
Söz konusu metin bir Önsöz'den ve esas olarak şu üç konudaki görüşlerden oluşmaktadır:
birincisi, Avrupa-merkezcilik ve Marksizm’in de Avrupa merkezci bir görüş olduğu; ikincisi,
hedeflenen toplumun nasıl bir şey olduğu ve nihayet, buna nasıl ulaşılabileceği.
Çözümlemeye, en başından, Başlıktan başlayalım
a) Başlık
"Sünnetle Başlayan Kültür Tartışmaları" başlıklı broşürün bu başlığını okuyunca insan,
tartışmaların kendisinin, yani çeşitli görüşlerin broşürün içinde yer aldığını sanıyor. Ne var ki,
broşürün içerdiklerine bakılınca, değişik görüşlerin, yani tartışmaların yer almadığı, sadece
GÖÇMEN çevresinin görüşlerinin bulunduğu görülüyor.

5
Yazıda El alınıp eleştirilen broşürü Taner Akçam yazmıştı ama Mehmet adıyla yayınlanmıştı.
6
O zamanlar Taner Akçam ve taraftarlarının, yine o zamanın deyimiyle “Yönelimciler” veya
“Göçmenciler”in Hamburg’ta kurduğu ve buluştuğu bir dernek. Derneğin adı: “Kültür Dükkanı”
anlamına geliyor.

23
"Zarf ile mazruf" arasındaki bu uyumsuzluk ve yanıltıcılık bir rastlantı değildir ve ilerde
birçok örnekte görülebileceği gibi, kavramları, deyimleri zerrece ciddiyet göstermeden
kullanmanın sonuçlarından ve görünümlerinden sadece biridir. Broşürün "ismiyle müsemma"
olması halinde, başlığın "Sünnetle Başlayan Kültür Tartışmalarında Savunduğumuz
Görüşler" gibi bir şey olması gerekirdi.
Bunun yanı sıra, broşürün içindeki metin okununca, eleştirilen karşı görüşler sadece
eleştirenin yorumundan öğrenilebiliyor. Karşı görüşlerin sistematik bir aktarımı, bir tek alıntı
bile yok.
Ayrıca, Almanca Önsöz ile Türkçe önsöz de farklıdır. Bu farklılığa, farklılığın gerekçesine
kısa bir dipnotla olsun bari bir açıklama getirilmemiştir.
Ama bütün bunlar bir rastlantı değildir. Bu sallapatilik, bu ciddiyetsizlik broşürün her
cümlesinde vardır. Kavram karışıklıkları, anlam kaydırmaları, cümleler ve önermeler arasında
mantık bağlantısızlıkları, eleştirilen görüşlerin gerçek anlamlarını, hangi bağlamda
söylendiklerini görmezden gelmek vs. gibi, ciddi politik ve bilimsel bir yazının taşıması
gereken asgari koşulları aramak boşunadır. Eğer broşürdeki fikirler gerçekten yazıldığı, ifade
edildiği biçimiyle anlaşılmaya kalkılsa, ilerde örnekleriyle görüleceği gibi, bir şey anlamak
mümkün olmaz. Yazarın ne kastettiğini gerçekten anlamak için bir semiyotikçi gibi çalışmak
gerekmektedir.
Ama eni sonu bu da anlaşılabilir bir olgu. Yazar, broşürde Batı kültürünün standartlarını
reddedip "kendi" kültürünü ortaya koyma iddiasında değil mi? Şu kavramlarda, alıntılarda
hassasiyet; önermeler arasında mantıki bağlantılar arama vs. gibi bütün kriterler hep Batı da
gelişen kültürün ürünleri olarak ortaya çıkmadılar mı? Ve nihayet yazar, o kültürün hiç de
ileri olmadığını, sadece "başka" olduğunu savunmuyor mu?
O halde bütün bu kriterleri bu yazıda aramak boşuna, Bu bir kültürü, başka bir kültürün
ölçüleriyle yargılamak olur. Bu tam da "Euro-sentrizm"dir. Yazının kendisi başka bir
kültürün, "bizim" ya da "üçüncü" bir kültürün ürünü ve temsilcisidir.
Nasıl bir "Sünnet"i Batının değer yargılarıyla yargılayamazsak, nasıl bir kültürün herhangi bir
öğesi iyi veya kötü denerek diğer öğelerinden ayrılamazsa, öyle, bu yazı da, Batı kültürünün
geliştiği yargılarla yargılanamaz; "bizim", "başka" kültürümüzün tıpkı "Sünnet" gibi bir öğesi
olan kavramları rast gele kullanma; önermeler arasında mantıki bağlar olmaması gibi öğelerin
bu kültürün içinde olmaması istenemez. Onlar atıldığında, diğer öğelerin de gittiği
görülecektir. Yazıyı bunlardan dolayı eleştirmek, “bizim kültürümüzü” "aşağı", "barbar"
görmek demektir.
Bu durumda, yazarın savunduğu anlayışın mantık sonuçları bunlar olduğuna göre, bu yazı
eleştirilemez. Daha baştan bu eleştirinin yolunu kapatmaktadır.
Ancak, yazar bizzat kendisi bir çelişki içinde bulunmakta, davranışı ve savunduğu başka
fikirlerle, kendi bindiği dalı kesmektedir. "Sünnet" yazısı bir bütün olarak Almanları ya da
Batı Kültürü denen şeyi, başka kültürlerin "aşağı" olmadığına, onları olduğu gibi kabul
etmeye ikna etme, dolayısıyla mantıki önermeler sunma; kavramların gerçek anlamlarını
açıklama; yani batı Kültürünün kriterleriyle açıklama çabası değil midir? Broşürün varlığıyla

24
bu zımni kabul ortaya çıkmaktadır. O halde, broşürün içeriğiyle reddedilen, broşürün
varlığıyla fiilen kabul edilmiş olmaktadır. Ve fiilen kabul edilen Batı Kültürünün kriterlerine,
yine fiilen yazının kendisinde hiç uyulmamaktadır.
Böylece broşür, varlığıyla, niteliğiyle ve içeriğiyle bir çelişkiler yumağı oluşturmaktadır. Ve
işte tam da bu çelişkiler nedeniyledir ki, yani yazar Batılıları ikna etmeye çalıştığı, dolayısıyla
zımnen onların kriterlerini kabul ettiği için, bize bu açıdan kendisini eleştirme hakkını vermiş
olmaktadır. Yazarın bu çelişkiden kurtulmasının tek yolu vardı. Boşuna zahmet edip, birtakım
argümanlar getirmesi, bir broşür yazması gerekmezdi. Kendi başka kültürünün ölçülerine göre
davranıp, onları başka kültürlerin eşit olduğuna inanmaya çağırmalıydı.
Broşürde gerçekte yeni bir inanç sistemi karşısındayız, bir "din" karşısındayız. Yazar bütün
kültürlerin sadece başka olduğuna inanmaktadır. Ama tam bu noktada bütün dinlerin, onların
bindikleri dalı kesen çelişkisinden kurtulamamakta, tıpkı dinlerin akılla kavranamayacağını
söyledikleri şeyin, örneğin Tanrının, varlığını ve akılla kavranamayacağını yine akli
önermeler aracılığıyla kanıtlamaya çalışmaları gibi, aynı çelişkiye düşmekte ve tutup
muhataplarını iknaya yönelip bir broşür yazmaktadır.
Bizim kaderimiz de bu: yazarlarının bile ciddiyetle düşünmeden sarf ettikleri sözleri,
yazdıkları yazıları, onlardan daha ciddiyetle ve düşünerek okumak. Biz okuyuculara biraz
saygı gösterseler, bizleri biraz daha ciddiye alsalar olmaz mı? Çok şey mi istiyoruz? Buna
nasıl ikna edebiliriz?.. Pardon, böyle yapmalarının daha iyi olacağına nasıl inanabilirler
acaba?
b) Olay
Broşürün yazılmasına ve tartışmalara yol açan olay nedir? Sünnet.
Ama broşürde ele alınan olay, sünnet değil, sünnet vesilesiyle ortaya çıkan görüşler ve
tavırlardır. Yani olay, bu bölümde çözümleyeceğimiz konu, sünnet değil, tartışmalardır. Bu
bölümde, olay, başlığı altında görüşleri ve tavırları çözümlemeye; yazarın bu olay içindeki ve
karşısındaki çelişkilerini göstermeye çalışacağız.
Broşürün önsözünden öğrenildiği kadarıyla, "olay" şudur: Kulturladençevresi, bu yıl da, artık
köfte yapmayalım, sünnet yapalım diye bir karar verir her yıl yapılan haftalar dolayısıyla.
Kararlarını Almanlara danışınca onlar "yapamazsınız" demiş ve yine önsözden anlaşıldığı
kadarıyla, yapmamaları için, ikna edebilmek için şu argümanları getirmişler:
"Hindistan’da dul kadınların yakılması, Afrika’da kadınların cinsel organlarının tatmin veren
kısmının kesilmesi ne ise, sünnet de o idi. Çocuklara işkence çektiriyorduk. Ve bu barbarlığa
karşı sessiz kalınamazdı." (s.3)
Yani anlaşılan, Almanlar bunu öğrenince, sünnet düğünü yapmaya kalkan çevreyi, Türk ya da
Türkiyeli olduğu için değil - çünkü Almanya'da yıllardır Türk ve Kürtler sünnet düğünleri
yapıyor ve kimsenin onlara bir şey dediği yok - ama solcu oldukları için, tavırlarının yanlış
olduğuna ikna etmeye çalışmışlar. İkna edemeyince de Sünnet Düğününe gelip bunu protesto
etmişler. Önsözde olay şöyle anlatılıyor:

25
"Asıl kıyamet sünnet düğününde koptu. Bir grup ilerici(!) Alman, sünnet günü, olay yerine
gelerek, Barbarlara karşı medeniyet yanlılarını mücadeleye çağırdı." (s.3)
"Almanlar" ne yapmıştır?
a) Karşılarındaki çevreyi solcu insanlar olarak muhatap almışlardır.
b) Onlara, solcuları ikna etmekte yararlı olabileceğini düşündükleri argümanları ve
gerekçeleri sunmuşlardır. (İkna edemeyince de)
c) Bir protesto gösterisi yapmışlar, farklı bir anlayışa sahip olduklarını göstermeye
çalışmışlardır.
Yani, Önsözde anlatıldığı kadarıyla, ortada idari baskılar, şiddet vs. yoktur. Tamamen
demokratik ve uygar ikna ve protesto eylemleri vardır.
Peki "Türkiyeliler" ne yapmıştır?
a) Kendilerinin ve muhataplarının solcu olduğu noktasından hareketle bu tartışmaya giren
insanları "Almanlar" olarak muhatap almışlardır.
b) Dolayısıyla onlardan ideolojilerini değil, kültürlerini değiştirmesi istenmiştir.
c) Protesto eylemi kendi kültürüne bir saldırı, "barbar", "aşağı" görme olarak yorumlanmıştır.
Burada da anti-demokratik olan bir şey yok. Ama başka bir şey var: Mızıkçılık. Oyundan
kaçmak. Vurmak ve hemen "ne vuruyorsun be" diye bağırmak. Çifte muhasebe sistemi
tutmak. Bu çelişkiyi, bu tavrı görelim.
Broşürün yazarının yine broşürde ifade ettiği ve savunduğu şöyle tezleri vardır:
1) Kültürler birbirinden üstün ya da ileri değildir, ama farklıdırlar. Her kültür bu
farklılığı görüp kabul etmelidir.
2) Bir kültürün şu öğesi iyi, bu öğesi kötü diyemeyiz; herhangi bir öğesini atamayız.
Kötüyü atınca iyilerin gittiğini de görürüz.
Sünneti barbarlık olarak görmek; insanları sünnet düğünü yapmamaya ikna etmeye çalışmak;
her şeye rağmen yapılınca da protesto etmek: bütün bunlar da Batı Kültürünün bir öğesidirler.
Yazar, yukarda aktarılan tezlerine gerçekten inanıyorsa, "Almanlar"ın kültürünün bu
farklılığını olduğu gibi kabul etmesi; bu nedenle onları eurosentrizmle suçlamaması; onların
kültürlerinin bu öğelerini kabul etmesi, bu öğeleri atmalarını istememesi gerekir. "Başka" bir
kültürün kendi kültürünü "Barbar" görme hakkını reddetmekte, ama kendine o kültürü "Euro-
sentrik" görme hakkını vermekte. Başkalarının kendini eleştirmesini, "Bu iyisiyle kötüsüyle
benim kültürümdür diyerek kültürüne bir saldırı olarak görmekte; ama kendisi, başkalarının
da iyisiyle kötüsüyle kendi kültürlerinin gereğini yapmaları karşısında, kendine bunu
eleştirme hakkı tanımakta, bunun da başka bir kültüre saldırı olduğunu eğer tartışma
gerçekten yazarın koyduğu gibi bir kültür çatışması olarak kabul edilirse, görmezden
gelmektedir. Bunun adı çifte standarttır.
Eleştirdiklerinden herhangi biri pekala yazara şunları diyebilir: "Sen diyorsun, 'farklı
kültürleri olduğu gibi kabul edelim'. Bunu bizzat kendin yapmıyorsun. Sünneti protesto

26
etmek, barbarlık olarak görmek de, tıpkı senin sünnetin gibi, benim kültürümün öğeleridir.
Bana sünneti eleştirme hakkını vermiyorsan, senin de benim kültürümün bu öğelerini
eleştirmeye hakkın yok".
Gerçekte kültürler alanında bir tartışma mümkün değildir. Kültürler ancak çatışabilirler,
birbirlerini etkileyebilirler, ama ikna edemezler, tartışamazlar. Çünkü kültürler arası bir
tartışma demek, birinin diğerinin kriterlerini kabul etmesi demektir. Yazar bu olanaksız olanı
yapmaya çalışıyor, ama yapamıyor. Daha ilk adımda, kendi koyduğu kuralları çiğniyor.
Bu temel çelişki, broşürün bizzat varlığının temel tezleriyle çelişkiye düşmesi; eleştirileriyle
kendi kriterlerine uymaması vs. bir rastlantı değildir. Bütün bunlar belli bir "kültür"ün değil
ama daha ziyade bir sınıfın karakterinin, belli bir ideolojisinin ifadesidirler. Gerçekte, ilerde
görüleceği gibi, savunulan bir başka "üçüncü" kültür değil, tam da burjuva kültürüdür. Bu
kültür ise küçük-burjuvaca savunulmaktadır: çelişkilerle. Küçük burjuva ideolojisi burada
"kültür" olmuştur. Küçük burjuvazinin modeli ve idealleri "üçüncü" kültürdür. Ama bütün
bunlar, sürekli birbirini çürüten bir çelişkiler yumağı biçimindedir. Marksın pek yerinde
dediği gibi, küçük-burjuvazi baştan aşağı çelişkidir. "O Yunus-u biçaredir, Baştan ayağa
yaredir"
O kendi düşünce ve davranışı söz konusu olunca, başka bir kültürden, olduğu gibi kabul
edilme; iyi-kötü ayrımının yapılmamasını talep eder. Ama a başka kültür karşısında
yapılmasını istemediklerini bizzat yapar. "Almanlar" onu eleştirince "euro-sentrik" olurlar, o
Almanları eleştirince her hangi bir şey-sentrik ya da mesela eksantrik olmaz da, kültürel
kimliğini savunmuş olur. "Kültür" kavramının içeriği, işe gelen yerde işe geldiği gibi
doldurulur. Sünnet söz konusu olunca Kültürün bir öğesi olur ve karşı çıkılmaması istenir;
ama karşı çıkmanın da bir başka kültürün öğesi olduğu görmezden gelinir ve karşı çıkılır.
Kendisi için istediği standartları başkasından esirger.
Ama bütün bunları küçük-burjuvazinin ideolojisiyle ve karakteristikleriyle açıklamak artık
çok klasik olmuyor mu? Bu "sınıfçı" bakış açıları Neanderthal adamların zamanında kalmalı
değil mi! Çifte standart, tutarsızlık, çelişkiler bütün bunlar bir sınıfın, bir ideolojinin değil, bir
kültürün özellikleridir. Bu da bir kültürdür. Hiç bir kültürden ileri ya da geri, aşağı ya da
yukarı değildir. Sadece""farklıdır". Bu "farkı" görmek ve onu öylece kabul etmek gerekir.
Ama ne yapalım, bizim de kendi "kültürümüzü" koruma hakkımız var. Fikirlerde tutarlılık
aramak da bizim "kültürümüzün" bir öğesi. hem de öyle sıradan değil, çok önemli bir öğesi.
Bize tutarlılık aradığımız için kızmaya hakkı olmaması gerekir. O nasıl kültürel kimliğini
korumak için sünnet yapıyorsa, biz de kendi kültürel kimliğimizi korumak için tutarlılık
arıyoruz... O halde, biz de kendi “kültürel kimliğimizi korumaya”, çelişkileri göstermeye
devam edelim.
Yukarıda yaptığımız alıntılardan birinde şöyle yazıyordu:
"(Almanlara göre) Hindistan’da dul kadınların yakılması, Afrika'da kadınların cinsel
organlarının tatmin veren kısmının kesilmesi ne ise sünnet de o idi. Bir barbarlık örneği,
erkeklerin güç gösterişi, kadın düşmanlığı idi."

27
Bunlar Almanların Sünnet yapılmasına itiraz ediş gerekçeleriymiş. Ancak, alıntı olarak
zikredilmediklerinden ve yazar gerçekte bu itirazlara içerik olarak cevap vermemekle birlikte,
cevabı satırlar içine sinmiş durumdadır. Yani yazara göre, sünneti, klitoris sünnetiyle ve kadın
yakmayla bir tutamayız. En azından o kadar barbar değildir. Böylece yazar, Batılının kendi
sünneti karşısında, kendi kültürü karşısında aldığı tavrı, aynen, Afrikalı ve Hintli karşısında
alıyor. Yazarın yukarıdaki satırlarını okuyan bir Afrikalı veya Hintli,"sen bizim kültürümüzü
nasıl böyle görebilir ve aşağılayıcı bir ifade kullanabilirsin. Onlar da bizim kültürümüzün
öğeleridir. Biz de onları ayıramayız. Sen de euro-sentriksin veya orta-doğu sentriksin"
diyebilir ve son derece haklı olurdu.
Yazarın, Hintli ya da Afrikalı solcuların, kendi "Kültür-Laden"ları aracılığıyla, klitoris sünneti ya da kadın yakma törenleri düzenlediklerinde
(Bildiğimiz kadarıyla Hindistan'daki kadın yakma değil, ölen kocasıyla birlikte canlı canlı gömmedir. Bu "ayrıntı"nın tartıştığımız konu
bakımından pek önemi yok.) onları, böyle yapmamak için ikna etmeye çalışmaması, protesto etmemesi, bu da bir "başka" kültürdür deyip hiç
karışmaması gerekir tutarlı olması için.

Hintli veya Afrikalı solcuları ikna etmeye kalkması veya protesto etmesi halinde, çelişkisini,
çifte standardını gizleyebilmek için tek sığınacağı yer "insan hakları", "kadın hakları" vs.
olabilir. Ama bu da yazarı çelişkiden kurtarmaz ve daha büyük bir çelişkiye iter. Çünkü o
"insan hakları" da, hatta İnsan'ın ve Hak'kın tanımı da kültüre göre değişir. Bugünkü
anlamıyla "insan hakları" Batı-kültürünün, Aydınlanmanın değerleridir. Böylece o çok
reddettiği, euro-senrik dediği Batı-Kültürüne teslim olmuş, onu savunmuş olur. Eh, kültürün
bir öğesini savunuyorsa, bütün öğelerini de savunmalıdır. Bu iyidir, bu kötüdür dememelidir.
*
Çözümlemeye devam edelim. Solcu Almanların yaptığı (bu Almanların solcu olduğunu yine
önsözden öğreniyoruz) Türkiyeli solcuları ikna çabası ve protestoydu. Ama bütün bunlar,
Türkiyeli oldukları için değil, solcu oldukları için yapılmaktadır. Bunun için argümanlarını ve
davranışlarını solcu insanları etkileyecek şekilde getirmekte ve yapmaktadırlar. Örneğin
olayın insancıl olmadığı, erkeklik gösterisi olduğu, çocuk haklarına bir tecavüz olduğu gibi
argümanlar getiriliyor. Onların solcu olarak böyle bir olaya sahip çıkmalarının yanlış olduğu
anlatılmaya çalışılıyor.
Bütün bunlar ne demektir, ne anlama gelir?
Bildiğimiz kadarıyla, bu güne kadar hiç bir Alman solcusu, solcu olmayan sıradan insanların
yaptığı bir sünnet düğününe gidip de onları çocuk haklarını vs. çiğnedikleri için protesto etmiş
değildir. Olaya karşı çıkış, Türkiyeli solcuların tertiplemesi noktasındandır. Ama yazar,
solcuların sünnet yapmasına karşı çıkılmış olmayı, sünnete karşı çıkılmış gibi göstermektedir.
Almanlar muhataplarını Türkiyeliler olarak değil, solcular olarak görmektedir. Yazar ise, bir
vücut çalımıyla, kendisini Türkiyeli olduğu için eleştirilmiş gibi göstermekte; eleştirenleri ise
Almanlar olarak, -solcular olarak değil- tanımlamaktadır. Politik bir tartışmayı, kültürel bir
tartışmaymış gibi sunmaktadır. Bir solcu olarak, politik tartışmaya gireceğine, "bu benim
kültürüm, bana karışamazsın, beni eleştiremezsin" demektedir.
Kaldı ki, muhtemelen bölünme, Almanlar ve Türkler biçiminde de değildir tartışmalarda.
Çünkü, broşürün içindeki resimlerden, düğünde bir çok Almanın yer aldığını ve olayı
desteklediğini de anlıyoruz. Keza, sünnet yapılmasına karşı çıkan birçok Türkiyeli olduğunu
da biz şahsen biliyoruz.
28
O halde kesin bir şey var, tartışmalarda bölünme, uluslara ya da kültürlere göre değil, politik
ve ideolojik anlayışlara göredir. Yazar, bu durumda bizi destekleyen Almanlar Euro-sentrizmi
aşmış Almanlar, bize karşı çıkan Türkler de Euro-sentrik düşünen Türklerdi diyerek
tartışmanın gerçekte ne üzerine olduğunu gizleyemez.
Yazarın sünnet düğününü yapmak istemesi ne kadar Türkiyeli Kültürün bir unsuruysa, ona
karşı çıkan Türkiyelinin anlayışı da, aynı ölçüde Türkiyeli kültürün bir unsurudur. Aynı şey
Almanlar için de geçerlidir. İstediğini, işine geleni bu kültürün içinde kabul edip, istemediğini
dışına atamazsın. İdeolojiler kültürün ayrılamaz bir öğesidirler. Sünnet düğününe karşı çıkan
Türkiyelilerin bu karşı çıkışı Türkiyeli Kültürün bir unsuru olduğuna göre; olay, bir kültürün
diğerini barbar görmesi değil, aynı kültür içindeki bir çelişkidir. Dolayısıyla tartışma gerçekte
"kültürel" değil, ideolojik ve politiktir. Ama yazarın bütün yapmaya çalıştığı, tartışmanın bu
gerçek özünü gizlemektir.
Ne var ki, ideolojik ayrılıkları gizlemeye çalışmak; ayrılıkları, onlarn sınıfsal ve sınıf
çıkarlarının ifadesi olduğundan, ideolojik olarak değil de, ulusal ya da kültürel imiş gibi
göstermek, tam da burjuva ideoloji demektir, Yapılan da özünde budur.
Böylece, yazar, Lenin'in, ideolojinin kültürden ayrılamayacağı, dolayısıyla "iki kültür"ün
bulunacağı yolundaki öğretisini, kendi eylemiyle doğrulamış, savunduklarıyla bunun bir
örneğini vermiş olmaktadır.
Ve tam da bunun içindir ki Lenin'den pek hazzetmemektedir.
*
Aslında, kültürel ölçüte vurulup "hor görme", "eşit görmeme" diye nitelenen "Almanlar"ın
eleştiri ve davranışları, onların, Türkiyeli solcuları politik olarak "hor" görmediklerinin, eşit
gördüklerinin bir göstergesidir.
Eğer Almanlar hiç eleştiri yapmasalardı, protesto davranışlarında bulunmasalardı, Türkiyeli
solcu arkadaşlarını, tam da o zaman, "hor görmüş", "eşit görmemiş" olurlardı. Hiç kimse,
kendinden geri ve aşağı gördüğüne, eşit gördüğüne davrandığı gibi davranmaz. Kaale
almayıverir, olur biter. Yani yazar olayı tamamen tersine yorumlamaktadır. Kaale alındığı,
hor görülmediği, eşit görüldüğü içindir ki kendisiyle tartışılmış, protesto edilmiş, ikna
edilmeye çabalanmıştır.
Biz olsaydık, eleştirimizi Almanlara başka yerden yapardık. Derdik ki, "sizler Türkleri kaale
almıyorsunuz, hor görüyorsunuz, çünkü sünnetin çocuk haklarına bir saldırı olduğuna
inandığınız halde; hayvan haklarını korumak için kampanyalar açtığınız halde, sıradan
insanlara gidip, onlara sünnetin örneğin çocuk haklarına bir saldırı olduğunu anlatmıyor,
onları ikna etmeye, kazanmaya çabalamıyorsunuz. Türkleri ciddiye alsaydınız, onları
kazanmak isteseydiniz -insan değer verdiği insanları kazanmaya çalışır- onlara karşı böyle
davranmazdınız."
(Bunu bir yaklaşımı, bir tavrı açıklayabilmek için söylüyoruz bu yazı çerçevesinde. Yoksa hiç
bir zaman, Almanlara Sünnete ilişkin olarak böyle bir şey demekten yana değiliz. bu hem
önemsiz problemleri önemli gibi göstermek olur, hem de, Almanlardan gelecek böyle bir

29
davranış, Türkiyeli ve Almanların bugünkü konumlarında, tıpkı yazarın yaptığı gibi, yanlış
algılanabilir.)
Evet, Almanlarda ve genel olarak Avrupalılarda biz geri ülke insanlarını hor görme, takmama,
ciddiye almama diye bir olay vardır ama bu hiç de olayda anlatıldığı gibi ifadesini bulmaz. Bu
hor görüş, kaale almayış, örneğin yabancı solcularla, sadece "yabancılar sorununu",
"yabancıların sorunlarını" ya da "anti-rasizmi" (ırkçılığı) konuşmak, bu konularda onların
fikrini sormak ama Almanya’nın genel olarak politikası, sosyal yapısı gibi yığınla konuda
yabancıyı muhatap bile almamak biçiminde ortaya çıkar. Bu, bazen yabancının her dediğini
kabul etmek biçiminde; her durumda yabancıyı desteklemek biçiminde; bazen da yabancıya
"haklısın" deyip bildiğini okumak biçiminde ortaya çıkar. Yabancıyı eşit bir partner olarak
görüp, onunla dişe diş bir tartışmaya girmek: işte bu yoktur Alman solcusunda. Almanya'nın
ve dünyanın bütün politik sorunlarında, yabancıyı kendi görüşlerine kazanma çabası yoktur
Alman solcusunda, işte gerçek aşağılama, hor görme, kaale almama budur. Alman solcuları,
sünnet tartışmasında, broşürü yazan çevreyi eleştirdikleri için değil, ama yabancı yoldaşlarına
eleştirilerini sadece sünnet gibi bir “yabancı sorunu”nda yaptıkları için, aynı hassasiyeti
örneğin yabancı solcuların diğer sorunlardaki görüşlerinde göstermedikleri için hor
görmektedirler.
Ve bu kaale almama, bu hor görü, kültürel değil, doğrudan doğruya politik ve ideolojiktir.
Ortalama Alman solcusuna egemen olan reformizmin ve merkezciliğin bir tezahürüdür.
Yabancılar bir mücadele öznesi olarak görülmemektedirler. Bu nedenle de yabancıları
kazanma yönünde bir çabaya girmemektedirler. Alman solcusu, daha nice harcı alem olmuş
görüşleri, belli bir toplumsal gücü etkileyebileceğini düşünerek harıl harıl eleştirmektedir,
Eleştirmektedir, çünkü o görüşlerin belli toplumsal güçleri etkileyebileceğini düşünmektedir.
“Sünnet” broşürü Almanca da yayınlandığı, kendini göçmen hareketinin bir parçası gören bir
grubun görüşlerini yansıttığı bilindiği halde, bu güne kadar ister solcu, ister "yabancılar
çalışması" yapan hiç bir Alman, bizim bu satırlarda yaptığımız gibi oturup, "sünnet"
broşürünü eleştirmemiştir. Eleştirisini, geniş Türkiyeli yığınlara, bu görüşlerin yanlışlığını
göstereyim düşüncesiyle, Türkçe yayınlamayı düşünmemiştir.
İşte bütün bunların yokluğudur korkunç olan. Gerçek hor görme, gerçek aşağı görme budur.
Kaale almama budur. Ve bu davranışın kökeninde, yabancıların bir mücadele öznesi olarak
görülmemesi yatmaktadır.
Yabancıları bir mücadele öznesi olarak görmeyiş, işçi hareketi içinde dar işçiciliğin;
sosyalizm içinde de reformizmin; zümre çıkarlarının genel ve uzun vadeli çıkarlara feda
edilmesinin ifadesidir. Sosyal Demokrasiyi, burjuvaziyi, sendikacıları, yabancıların şu veya
bu sorununda daha "adil" bir tavra zorlamak, ikna etmek için bir yığın mürekkep dökülmekte;
bir yığın kampanya, aksiyon yapılmakta; ama o yabancıların mücadeleye çekilmesi için hiç
bir şey yapılmamaktadır. Budur tam da reformizm, budur tam da zümre çıkarını savunmak.
Burjuvaziyi, reformist partileri, sendika bürokratları, "sosyal Arbeiter"leri kaybetmeden
ve/veya kaybetmeyi göze almadan, kimse yabancıları kazanamaz.
Euro-sentrizm gibi görünen şey; Almanın kendini beğenmişliği gibi görünen şey; kültürel hor
görü gibi görünen şey, vani yabancıyı kaale almama, bir kültürün değil, bir ideolojinin bir
30
politikanın ifadesidir. Öz ve görünüm aynı değildir. Güneş doğudan doğar, batıdan batar. Biz
de yerimizde dururuz. Bu görünümdür. Özünde Güneş ".Yerinde durur", biz döneriz. İşte,
kültür çatışması gibi görünen olgularda, bu özü ortaya çıkarmak gerekmektedir. Onların
gerçek politik ve sınıfsal anlamını keşfetmek gerekmektedir.
Bu anlayışlarla mücadele etmek gerekiyor, ama ideolojik ve politik bir mücadele; yoksa
çatışmaları kültür sorunu gibi gösteren ve kültürü eksenine alan bir mücadele değil. Bu,
sorunu kültür sorunu olarak gösterme ve kültürü eksenine alma, bizzat söz konusu reformizmi
tersinden güçlendirmekte; ona haklılık kazandırmakta; hatta bu broşür örneğinde görüldüğü
gibi kendisinin elinden onu eleştirme silahını almakta, kendini silahsızlandırmaktadır.
Bizlerin,"reformizm" deyip ideolojik, politik mücadele konusu yaptığımız tavırlar, "Kültür"
eleştirmen ve savunucularınca, batı-kültürünün bir unsuru olarak görülmekte, eh, kültürün hiç
bir unsuru iyi-kötü diye atılamayacağından, "kültür" alanında bile eleştirilemez kılınmaktadır.
Sünnet broşürü yazarı, problemlerin bu ideolojik-politik yanını, daha doğrusu özünü gizleyip,
gözlerden kaçırarak; nesnel olarak toplumda ve kültürde ideolojiler, sınıf çıkarları ve
çatışmaları dışı bir alan, bir "niemandsland" olamayacağından, nesnel olarak egemen
sınıfların ideoloji ve politikalarına hizmet etmiş oluyor.
O egemen sınıf ki, hangi ulus ve kültürden olursa olsun, aynı sınıftır: Burjuvazi. Ve burjuva
kültürü demek, Batı kültürü demektir. Burjuva uygarlığının kültürü demektir. Ve "sünnet"
broşürü yazarı, gerçekte, sözde kültürel planda reddettiği o batı yani burjuva medeniyetinin
kültürünü, O kültürün ayrılmaz bir öğesi olan ideoloji aracılığıyla desteklemiş, kendi bindiği
dalı kesmiş olmaktadır
*
Yukarıda Alman solcusunun tavırlarından söz ettik, ama biraz da kendimizden söz edelim.
İğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batıralım. Bizlerin bütün yaptığı da, Almanlarla sadece
"yabancı sorunlarını" tartışmak, ama örneğin genel olarak dünya ya da Almanya politikası
üzerine bir tartışma varsa girmemektir. Açın TAZ7 koleksiyonlarını bakın. Yabancıların bütün
okuyucu mektupları ve yazıları şu meşhur "ırkçılık" ve "yabancılar sorunu"ndan başka bir
konuyu içermez. Bu güne kadar bir tek yabancının, örneğin Sovyetlerdeki reformların dünya
politikasındaki muhtemel sonuçları veya nedenleri konusunda bir yazı yazdığı, böyle bir
tartışmaya girdiği görülmemiştir. Almanlara sadece işimiz düştüğünde gitmiyor muyuz? Biz
hiç onlara yardım etmeyi denedik mi? Hayır. Alman bizi eleştirdiğinde, "sen ırkçısın"" "Euro-
sentrizm" yapıyorsun demeyip de, eşit bir partner olarak tartışmayı denedik mi? Hayır. Bizler
kendimizi eşit olarak görmüyoruz; eşit gören bir insan gibi davranmıyoruz, sonra da onları
böyle görmedikleri için suçluyoruz. Onlara yanlışları gösterme yolunu kendimiz tıkıyoruz.
Sünnet tartışmalarının içinde yaşamadığımız halde, riskli de olsa burada şu varsayımı
atmaktan kendimizi alamayacağız. Sünnet tartışmalarında muhtemelen "Kültürladen"
çevresini eleştirenler değil, ama destekleyenler gerçekte o çevreyi hor görenleri içeriyordu.

7
Die Tageszeitung’un kısa yazılışı. O zamanlar Grüne (Yeşiller) ve Sol çevrelerin okuyup desteklediği günlük
gazete.

31
Fiiliyatta muhtemelen sınırlar daha karışıktır. Kişisel, hatta bazen psikolojik problemler bile
kişinin şu ya da bu tarafta bulunmasını etkileyebilir. Ama nesnel ve genel bir eğilim olarak,
başka bir nedenle değil de saf politik nedenlerle bu tartışmaya giren taraflar arasında, eleştirici
Almanların Türkiyeli solcuları daha eşit görenler olduğu inancındayız.
*
Olayın, yani sünnet tartışmalarının analizine devam edelim. Gerçekte tartışma konusu olan
nedir? Sünnetin kendisi midir? Öyle gibi görünse bile özünde bu değildir. Unutmayalım,
Kulturladen çevresi, solcu olduğu ya da öyle bilindiği için eleştirilmektedir.
Bu durumda, sünnet tikel olayındaki tartışma, başka genel bir tartışmanın, bir konunun
tezahürüdür. Nedir bu genel tartışma konusu? Şöyle formüle edilebilir: Solcular şu veya bu
gerekçeyle (örneğin kitlelerle bağ kurmak gibi) en azından kimi temel insan haklarıyla çelişen
gelenekleri desteklemeli, onları tertiplemeli midirler? (Bunun tartışmalar içinde ifade edilip
edilmediğini bilmiyoruz, Bu konuda bir açıklama Broşürde de yok. Ama ifade edilmemiş
olması bir şeyi değiştirmez.)
Argümanların niteliği ve muhatabın solcu kabul edildiği göz önüne alınırsa, esas tartışmanın
bu noktada olduğu görülür. Böyle bir soruya verilmiş şu veya bu cevap olmadan böyle bir
tartışma var olamazdı.
Esasında tam da tartışılması gereken bu sorundu ve tartışılanın bu genel sorun olduğu bilince
çıkarılarak, tartışmanın tam da bu kategorik soru üzerinden yürütülmesi gerekirdi. Bu
durumda tartışma, solcular arasında, Türkler ve Almanlar arasında değil, teorik, politik ve
taktiklere ilişkin bir tartışma olur ve herkesi ilerletebilirdi. Ama bütün bunlar yapılmamıştır.
"Sünnet" broşürünün yazarı, gerçekte politik bir tartışmayı, bir kültür çatışması, bu
tartışmadaki tavırlardan birini de Almanların Türk kültürünü hor görmesinin ifadesi olarak
yorumlamıştır.
Biz olsaydık şöyle derdik: "Bize yöneltilen eleştiriler, insan, çocuk, kadın haklarına tecavüz
olan bir geleneği savunuyor durumuna düşmemizin yanlış olacağı yönündedir, Yani kategorik
olarak eleştiri şöyle formüle edilebilir: bizler insan haklarıyla, kadını aşağılayan geleneklerle
vs. ilgili durumlarda, bu gelenekleri destekleyici duruma düşmemeliyiz. Bu solculukla
bağdaşmaz, kendi amaçlarımızla bir çelişkidir.
"Bu eleştiriyi yönelten arkadaşlar sorunu yanlış koyuyorlar ve mekanik anlıyorlar. Bu gibi
durumlar için genel-geçer kurallar koyulamaz. Her özgül durumda doğru davranışın ne
olacağını mücadelenin düzeyi, yığınların bilinci vs. gibi yüzlerce etken belirler. Her olay
kendi başına somut olarak ele alınmalı ve ezilenlerin mücadelesine; her türlü baskının
ortadan kaldırılmasına hizmet edip etmediği açısından değerlendirilmelidir.
"Muhataplarımızın anlamadığı şudur: Tarihteki önemli değişiklikler ancak milyonlarca ezilen
insanın eylemiyle gerçekleşebilir. Bu insanlar sözlerle ya da inançları, gelenekleri üzerine
tartışmalarla değiştirilemez. Onları ancak, bizzat kahramanı olacakları olaylar değiştirebilir.
Onlar ancak dünyayı değiştirmeye kalktıklarında kendilerini de değiştirebilir, geleneklerin,
ön yargıların bukağılarından kurtulabilirler. Biz, örneğin bir işçiyle Allah üzerine tartışma
yapmaktan ve önyargı ve yanılsamaları pekiştirmektense, esas sorunu örneğin grev yapmaya

32
getirmeye çalışırız. O zaten eylem içinde Allah’ın grev kırıcıları arasında olduğunu veya pek
bu işlere karışmadığını, ama devletin ve polisin karıştığını vs. görecektir.
"Makul sınırlar içinde gelenekler konusunda da aynı tavır geçerlidir. Belli bir davranış,
yığınlarla bağ kurmaya; onların bizzat eyleme geçmesine ve yine o süreç içinde geleneklerin
bukağılarından kurtulmasına; ön yargılarının yıkılmasına hizmet edip etmediği açısından ele
alınmalıdır."
Sorunu böyle koyduktan sonra, o somut olaydaki durumu çözümlemeye çalışırdık.
Fakat broşürde sorunu böyle ele alan bir tek cümle bile yoktur. Bu da bir rastlantı değildir.
Bizim burada örnek verdiğimiz ele alış tarzı, başka her hangi bir şeyi değil, ezilen yığınların
eylemini eksenine alır, her şeyi ona göre değerlendirir. İşte Broşürde olmayan tam da bu
asgari koşuldur, Yazar için kültürel değerleri korumak, bir "üçüncü kültüre ulaşmak” vs.,
bütün bunlar kendi başına bir amaçtırlar. Ezilen yığınlar gitmiş, onların yerini, ne idüğü
belirsiz, muz gibi, ne niyetine yenirse onun tadını veren bir kavram almıştır.
Ve bütün bunlar bir rastlantı değildir. Almanların "Zeitgeist" dedikleri atmosfere uygundur.
Sınıflar mücadelesinin yerini “Kültür Çatışmaları" alır; politik-ideolojik mücadelenin yerini
"Kültür eleştirileri” alır. Yığınların mücadeleye çekilmesinin yerini, kültürel değerlerin,
kimliğin korunması alır. Marksizm’in yerini, Tarihsel Maddeciliğin yerini, Spengler,
Toynbee'lerin birbirinden bağımsız uygarlıklar ve kültürler üzerine gerici teorileri alır. Kabuk,
o eski Marksist kabuk çatlar, gerçek öz, tohum, çırıl çıplak ortaya çıkar. Ağacı tohumundan
tanıyamayanlara onu meyvesinden göstermek için analize devam edelim.
c) “Sünnet” Broşürü Yazarı Nasıl Bir Toplum ve Kültür Hedefliyor?
Yazar idealindeki, "bir başka üçüncü" dediği toplumun kültürünü şöyle tanımlıyor:
"Buna karşı oluşturmak zorunda olduğumuz yığın kültürüdür. Katılımcı demokratik bir kültür
yapısı yaratmaktır. Doğası gereği hümanist eşitlikçi, olacak olan bu yapının önemli bir öğesi
onun adem-i merkeziyetçi karakteridir. Çoğulcu bir özelliği bağrında taşıyacak bu yapı,
farklılıkların kabulü esasına dayanacaktır. Bu kendisi gibi olmayanı (benimsemese bile) kabul
etmek, kaldırmak, tahammül etmesini bilmektir. Eşit konumlarda olduğunu bilmektir.
İnsanların kendi geleceklerini denetleyebilecekleri katılımcı bir özelliğe sahip olacaktır.
"Özellikleri arttırılabilecek böylesi bir toplumsal sistem ancak uğruna mücadele edilerek
elde edilecek bir üçüncüdür. Ve ne Batının, ne batı dışının veya çeşitli almaşık biçimlerin
uzantısı değildir, bir başkadır."
İşte yazarın tasvir ettiği, uğrunda mücadeleyi önerdiği, "bir başkadır" deyip altını çizdiği bu
kültürün, hiç de başka olmadığını, şu Euro-sentrik, bizzat kendisinin reddettiği batı yani
burjuva toplumu ve kültürünün ta kendisi ve bir ideali olduğunu görelim.
*
Yazarın metninin analizine girmeden önce, bu görüşlerin nereden geldiğini, hangi bağlamda
daha önce söylenmiş olduğunu göstererek, iddiamızı ek bir delille kanıtlayalım. Yazarın "bir
üçüncü" dediği toplumun ya da kültürün özelliklerinin hemen hepsi, Murat Belge’den

33
alınmıştır. Ama sadece bunlar değil, Türkiye’deki kültürü, Broşürün başka yerlerinde
tanımlarken, kullanılan sıfatlar da Murat Belge’nin, "Tarihten Güncelliğe" başlığı altında
yayınlanan denemeleri içinde yer alan “Maraşın Dehşeti ve Türkiye’de Kültür" (s.42-43, İst.
l986, 2.Bas.) başlıklı yazıda bulunmaktadır. Aşağıda bu yazının en çok alınmış bölümlerini
olduğu gibi aktaracağız. Parantez içindeki cümleler ise, "Sünnet" broşürünün yazarının
ifadaleri olacaktır.
“Bu ikincisinin önerdiği (M.Belgenin “ikincisi"nden kasttettiği Türkiyedeki "egemen güçler")
baskıcı, hegemonik, elitist bir yapıya uygun olan ("Bu yapının özellikleri; baskıcı,
hegemonik ve elitist olması” s.8) itaati bir erdem haline getiren, ("Disiplin ve emir bir çok
şeyden daha değerli sayılabiliyor” s.8) bireylere özgür bir birey olmayı değil, kutsal bir
yapının (seçkinlerce temsil edilen ve yönetilen, kutsallığı tartışılmaz bir üst topluluk ideali –
bu parantez Murat Belge’nin) bağımlı üyeleri olmak, ("özgür olmayan kutsal bir yapının
üyesi olan” s.8) tek kelimeyle, “otoriter” bir anlayışın dışlanmış değerlerinden oluşan (“Biz
Türkiyelilere egemen olanın otoriter bir kültür yapısı olduğunu söyleyelim” s.7-8) bir
kültürdür. Bunun karşısında yığınlardan kaynaklanan ("Buna karşı oluşturulmak (!)
zorunda olduğumuz yığın kültürüdür". S.8) yeni olduğu için henüz kalın çizgilerle
tanımlamasını bulamayan, ama zorunlu olarak humanist eşitlikçi, özgürlükçü, 'ademi
merkeziyetçi' bir temel anlayışı temsil eden değerler var. ("Doğası gereği humanist, eşitlikçi,
özgürlükçü olacak olan bu yapının önemli bir ögesi onun ademi merkeziyetçi karakteridir."
(s.8)"
Açık ki yazar, gerek Almanya’daki Türkiyelilerin kültürünü, gerek “geleceğin” “üçüncü
kültürünü” tanımladığı sıfatların hepsini kaynak göstermeden M. Belgeden almıştır. (Gerçi
başka bir yerde, Kültür tanımlarını yaparken, parantez içindeki alıntıların yanına M. Belge
diye yazarak kaynak gösteriyor ama bu bahiste göstermiyor. ) Bir bakıma, kaynak
göstermemesi de isabet olmuş! Çünkü yazar M. Belge’nin ne dediğini de pek anlamamış.
Çünkü "Sünnet" yazarının "Türkiyelilerin" kültürü olarak sıraladığı sıfatları, M. Belge hiç
olmazsa, birazcık Marksizm’le alışverişi olan bir kişi olarak egemen Güçlerin dayattığı,
egemen kılmaya çalıştığı bir kültür olarak sıralıyor. (Bu da fazla Leninist! Bu egemen ya da
demokratik kültür ayrımı oralardan çıkıyor. Yazarımız Belgeden aldığı fikirleri Leninist
kalıntılardan temizliyor!)
Yazarın bugün bulunmayan, var olanların almaşık bir uzantısı falan da olmayan diye
tanımladığı kültürü ise, M. Belge Türkiye’de yığınlar arasında var olan bir kültür, ama henüz
egemen olamamış bir kültür olarak tanımlıyor. M. Belge örneğin "yığınlardan kaynaklanan"
diyor, yani kültürün egemenler karşısındaki kaynağını belirtiyor, Sünnet" yazarı ise bunu
"yığın kültürü" yapıp, geleceğin kültürünün bir niteliği haline, (ne anlama geldiği de "şairin
karnında gizli") dönüştürüyor.
Yazarı "üçüncünün" diye tanımladığı nitelemeler, kaynağında ve gerçekte, demokratik veya
burjuva veya Batı kültürünün özellikleri ve idealleridir. Kaynak, yani, M. Belge, doğru olarak
bunları tam da bu anlamda kullanmakta, Türkiye’deki burjuva gelişiminin kimi
özelliklerinden hareketle, demokratik bir devrim sonunda oluşacak, ama tohum halinde
bulunan bir kültürün özelliklerini sıralamaktadır. Yazarımız ise, Kayserili gibi, eşeği boyayıp,

34
"üçüncü Kültür" diye, küçük Kültür Dükkânında (Kültürladen) satıyor. (Türkiye’deki küçük
dükkâncılar yerli mallarını "ithal malı" diye satarlar, şimdi zamane "Euro-sentrizm"ler çıkalı,
Avrupa mallarından, Avrupa damgaları silinir oldu.)
*
Çok açıktır ki, yazarın üçüncü dediği kültür, tipik burjuva toplumu ve kültüründen, o "Euro-
sentrik" dediği kültürden başka bir şey değildir. Tartışmalarda reddettiği kültürü, üçüncü ideal
diye sunmaktadır.
Yazar broşürün başında, Batı Kültürünü ve Marksizm’i eleştirdiği bölümlerde gerçekte batı
kültürünün bir ürünü olan Sosyalist Toplum ideali dahil, bütün idealleri şöyle harcıyordu:
"Böylece insanlığın önüne varılacak bir nihai gelecek konuldu. Bu nihai gelecek ise batı
toplumlarının zihninde geliştirilebilen en gelişmiş şeklinden başka bir şey değildi."(s.4)
Bunları yazan bir yazardan umulurdu ki Batı toplumunda geliştirilmiş olanlardan çok daha
"başka" ("ileri" demeyelim) bir gelecek toplum ideali canlandırmış, tanımlamış olsun. Ama ne
gezer, yazar, Batı toplumunun ürünü olan, ütopik sosyalist, anarşist, bilimsel sosyalist gelecek
tasavvurlarından bile daha geri, gerçekte bugün var olan Batı toplumunun niteliği
çerçevesinde bir model ve ideal sunmaktadır. Sosyalistlerin eleştirip aştıkları gelecek
tasavvurları, karşımıza geleceğin "üçüncü" kültürü ve toplumu olarak getirilmektedir.
*
Bu vesileyle M. Belge'nin değerlendirmesini de ele alalım. Çünkü M. Belge'nin yığınlar
arasında tohum halinde bulunup gelişmeye başladığını söylediği, gerçekte Batı ya da Burjuva
toplumunun kaliteleri olan sıfatlar, "Sünnet" yazarının çok eleştirdiği ve Marksizm'e mal
ettiği doğrusal gelişme anlayışının ürünüdürler.
Doğrusal gelişme anlayışı, Marksizm'i bir şemalar yığınına dönüştüren revizyonizmlerin bir
ürünüdür ve Türkiye Sosyalist hareketine, kaynağı resmi sosyalizm olduğu için, doğuştan bir
günah olarak damgasını vurmuş, 1960'lı ve 70'li yılların program ve strateji tartışmalarının
ardındaki gizli varsayımı oluşturmuştur.
Bu anlayışa göre, her ülke, her toplum, ilkel/köleci/feodal/kapitalist aşamalardan geçecektir.
Bir toplumun önünde hangi devrim adımı ve program olduğu da bu şemadan çıkmaktadır.
Türkiye'de burjuva devrimini tamamlamamış bir ülke olduğundan, önüne demokratik devrimi
tamamlama, demokratik bir program, program uğruna mücadele görevi koyulmuştur.
İşte M. Belge'nin yığınlar arasında doğduğunu ve ilerde egemen olacağını umduğu hümanist,
eşitlikçi, özgürlükçü, adem-i merkeziyetçi gibi nitelikler bu doğrusal tarih anlayışının ürünü
olarak sıralanmaktadırlar. Yani Türkiye'nin önünde demokratik devrim olduğundan, yığınlar
arasında da demokratik bir toplumun öğeleri mayalanmaktadır demektedir M. Belge özünde.
Bu anlayışın olumsuzluklarını tohumundan tanıyamayanlar onu meyvelerinden tanıyabilirler.
M. Belgenin çıkardığı 12 Eylül sonrasının Yeni Gündem dergisi, "sivil toplumculuk"
parolalarının başını çekmiştir. Bu anlayışın kökleri, acı meyvelerini vermemiş bir şekilde,
yukarıda Murat Belge'den yapılan alıntıda açıkça görülmektedir. Bir sosyalist demokrasi
yerine bir burjuva demokrasisi idealidir bu acı meyve.
35
Hâlbuki devrimci Marksistler daha Marks-Engels'ten beri eşitsiz ve kombine gelişim yasasını
sezmiş ve çeşitli toplumların hiç de batının tarihsel gelişim yolunu izlemek zorunda
olmadığını belirlemişti. Marks-Engels'in Zasuliçe mektuplarında, Batı da bir sosyalist devrim
olasılığı halinde, Rusya'nın köy komününden ve kapitalist olmayan bir yoldan sosyalizme
geçebileceğine dair yazdıkları. Lenin'in Moğolistan gibi ülkeler için benzer yorumları, 1905'te
Troçki'nin geri Rusya'da bir sosyalist devrim olabi1eceğini öngörmesi ve bunun 1917'de
gerçekleşmesi , Türkiye'de Doktor Hikmet Kıvılcımı'nın, tüm antik tarihin gidişinde eşitsiz ve
kombine gelişmeyi göstermesi (örneğin bir kitabının adı: "İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk
Geçiş:İngiltere"dir. Yani kölecilikten ya da feodalizmden değil.) geçer ayak sıralanabilecek
bir kaç örnek ve kanıttır.
Böylesine devrimci Marksist anlayışa sahip bir devrimci de Türkiye'nin önüne, "hümanist"
değil ama sosyalist; "katılımcı" değil ama öz-yönetimci; gibi sıfatlarla tanımlanabilecek bir
program veya hedef koyar. Böyle bir anlayıştan da hiç bir zaman "Sivil Toplum"cu
yavanlıklar çıkmaz.
"Sünnet" yazarı broşürde doğrusal tarih anlayışına sözde karşı çıkmaktadır, ama fiiliyatta, M.
Belge'den aldığı veya bir telepati ile kendisinin ortaya koyduğu nitelemeler tam da tek
doğrulu gelişme çizgisine dayanan metafizik burjuva sosyalistlerinin ya da revizyonist
Marksistlerin anlayışlarının ürünüdür. Sözde reddettiğini fiilde benimsemektedir.
Bu bahse yazarın Marksizm'e yönelik eleştirileri bölümünde tekrar döneceğimizden, burada
keselim.
d) “Sünnet” Broşürü Yazarının Uslamlamalar Zinciri
Yazar, Marksizm'in de ilerleme fikrini kabul ettiği için Euro-Sentrik olduğu yolundaki
tezlerini aşağıda aktaracağımız önermeler zinciriyle açıklıyor. Yalnız, yazarın neyi demek
istediğini ele almadan önce, gerçekte ne dediğini, daha doğrusu, tam söylendiği gibi
anlaşılırsa, anlaşılır bir şey söylemediğini ve bu anlamda tam da "bizim" kültürümüzün,
"başka" kültürümüzün güzel bir örneğini verdiğini gösterelim. Broşürün başındaki önermeler
zincirini, önce bir bütün olarak aktaralım:
"Avrupa Merkezcilik
"Başlangıcı Aydınlanma çağı olarak almak fazla yanlış olmayacaktır. Meta dolaşımının doğal
evrensel karakteri ve bu dolaşımın giderek egemen hale gelmesi evrensel düşünce
sistemlerinin gelişmesini de etkiledi. Daha önceki çağlarda görünmeyen insanlığın bütünü
için geçerli tarih açıklamaları gelişti. Özellikle pozitif bilimlerin doğa üzerinde kazandıkları
zaferler ile ortalığı büyük bir iyimserlik kapsadı ve bu, tarihe bakışa da yansıd. Tarih, olgun
olmayandan olguna, tamamlanmamıştan tamamlanmışa doğru sürekli bir oluşum olarak
algılanmaya başladı. Gelişme ve ilerleme mantığı her şeyin odağına oturdu. İleriye doğru
mutlak gelişme fikri, insanlığın mutlaka içinden geçeceği zorunlu evreler, tek doğrulu gelişme
çizgisi düşüncesini doğurdu. Tabii ki hem doğaya karşı kazandıkları zaferlerle, hem de zaten
bu gelişme düşüncesini icat etmekle insanlığın evrelerinin en ucun da oturanlar batılılar
oldular. İnsanlık sürekli ilerliyordu ve Batı bu ilerlemenin başını çekiyordu.

36
"Bu ilerleme ve gelişme, mükemmele doğru gitmenin ölçüsü neydi? Bu konuda şüphesiz farklı
eğilimler vardı. Ama bu gelişmenin ana yönüne değil, gelişenin nerede ölçüleceğine ilişkin bir
tartışmaydı. Bu sürekli ilerleyen Hegel'de özgürlük, Fourier'de universal harmoni, August
Comt'ta adaletli ve akılcı bir toplum, Spencer'de herkesin mutluluğu, Marks'ta üretici
güçlerdi.
"Böylece insanlığın önüne varılacak bir nihai gelecek konuldu. Bu nihai gelecek ise batı
toplumlarının zihinde geliştirilebilen en gelişmiş şeklinden başka bir şey değildi. Kendi
tarihlerini yaşanması gereken, insan1ığın yaşayacağı genel tarih düzeyine çıkartıp
evrenselleştiren batı, diğer toplumlara da bu gözle bakmaya başladı. Diğer toplumlar
evrensele (batıya) olan uzaklık ve yakınlıklarıyla ölçülü oldular. Ve bu kritere göre medeni
veya medeniyet dışı oldular. İnsanlığın kurtuluşu, ilerleme ancak Batı Avrupa medeniyeti
dünyaya egemen olduktan sonra mümkün olacaktı.
"İnsanlığın gelişmesini ve ilerlemesini aşırı derecede Avrupa merkezli kurduktan, buradaki
kriterleri evrenselleştirdikten sonra iş kolaylaşıyordu. Evrensel ve tüm halklar için geçerli
toplumsal yaşam biçimini, bu medeniyeti onlara erkenden taşımak gerekiyordu. Çünkü
onların kendi başlarına bunu yapabilme şansları yoktu. Bunu yine üstün ve ileri batı
yapabilirdi! Sömürgecilik politikasının temel ideolojik zemini hazırlanmıştı. Modern ve uygar
batı karşısında tüm dünya ilkel, geri, barbar, vahşi idi! Bu toplumlar tarih dışı idiler ve
gelişme Şansları yoktu! Bu gelişme ve ilerleme ancak dışarıdan taşınabilirdi." (s.4)
Bu uzun alıntıdan sonra şimdi, ilk bir kaç satırda yer alan cümleleri tek tek, ve birbirini
izleyen mantıki önermeler olarak, olgularla çelişkisi, kavramların gelişi güzel ve maniple
edici kullanışları; önermeler arasındaki mantıki tutarlılık gibi bakımlardan ele alalım ve
bir örnek olarak mantıksızlıklarını göstermeye çalışalım.(Bu esasında bütün broşür için de
yapılabilir ama buna ne zamanımız ne de yerimiz var. Buradaki örnekleri dikkatlice inceleyen
bir okur, bunu kendisi de yapabilir.) Daha sonra da, burada örnek olarak ele alınan
mantıksızlığın mantığını göstermeye çalışacağız.
1. Cümle: "Meta dolaşımının doğal evrensel karakteri ve bu dolaşımın giderek egemen hale
gelmesi evrensel düşünce sistemlerinin gelişmesini etkiledi."
"Meta dolaşımı" hiç de "doğal" olarak "evrensel" bir karaktere sahip değildir. Meta dolaşımı,
yani ticaret, yani para-mal-para ilişkisi "doğal olarak" değil, toplumsal tarihsel bir süreç
sonucunda, topu topu üç-dört yüz yıl önce evrensel bir karakter kazanabilmiştir.
Anlaşılan şu bizim "batı-Merkezli" Marksizm'in, tarihsel maddeciliğin toplumsal - tarihsel
kategorilerinin yerine, başka bir kültürün ürünü olan "doğalcı" bir teori karşısındayız. Yazar
başka bir yerde, geleceğin "üçüncü" kültürünü de tanımlarken onun "doğası gereği" kitlesel
olacağını yazıyordu. Bu "doğal karakter" kavramı, yazarın "başka" kültüründe ve o kültürün
ürünü olan yazısında, bütün zor problemleri çözen bir anahtar olsa gerek. Herhalde ekonomik
materyalistlerin "ekonomiktir" deyip her işin içinden sıyrılmaları gibi, "natüralist-materyalist"
bir teori karşısındayız.
Doğaya dönüyoruz!

37
Ne var ki, bu "doğal öz" teorileri hiç de yeni değildir ve "bizim", "başka" kültürümüzün değil,
şu Batı, yani burjuva kültürünün, hem de en gerici teorilerinin dayandığı bir anlayıştır bu.
Özellikle tarih dışı ve üstü bir insan özü, doğası kavramında ortaya çıkar bu teoriler.
Yazarımız bu teoriyi geliştiriyor ve meta dolaşımından geleceğin kültürüne kadar her şeyi bu
temel kavramla açıklıyor.
"Söyleyen arif değilse dinleyen arif olsun" diye bir söz vardır. Biz de arif olmaya çalışalım.
Biz nesli tükenmeye yüz tutmuş Tarihsel Maddeci kelaynak kuşlarının diline çevirirsek,
herhalde söylenmek istenen şu: Dünya ticaretinin oluşması ve meta üretiminin genelleşmesi...
Bu süreç "evrensel düşünce sistemlerinin gelişmesini" etkilemiş.
Bu da doğru değildir ya da yanlış bir ifade karşısındayız. "Evrensel düşünce sistemi" demek,
tüm insanlar için geçerli bir öğreti demektir. Bu tür öğretilerin en tipik örnekleri, tek tanrılı
dinlerdir. Ve bunlar Aydınlanma çağının, ya da dünya ticaretinin ortaya çıktığı dönemin
ürünleri değildirler. Kastedilen başka bir şey olsa gerek. Her halde tüm insanlığın tarihini
açıklama savında olan Tarih ve Toplum felsefeleri kastediliyor. Bir sonraki cümleden de
bunun kastedildiği anlaşı1ıyor.
Ama önerme bu anlamda da doğru değildir ve gerçekliğe uymamaktadır. Evet, dünya
ticaretinin oluşmasıyla, evrensel tarih ve toplum felsefeleri arasında belli bir ilişki vardır ama
bu anlatıldığı kadar mekanik değildir. Örneğin İbni Haldun 'Aydınlanma'dan birkaç yüz yıl
önce yaşamıştır ve evrensel bir tarih ve toplum felsefesi kurmuştur. Öte yandan bu felsefe hiç
de ilerleme fikrini reddetmemiştir.
"İnsanlığın bütünü için geçerli" tarih açıklamaları da, "evrensel düşünce sistemleri" de
aydınlanmadan çok önce ortaya çıkmışlardır. Cümle gerçek tarihsel süreci doğru olarak
yansıtmamakta, onu çarpıtmaktadır. Bunu niçin vurgulama gereğini duyuyoruz? Çünkü yazar,
"evrensel tarih açıklamalarının" aydınlanmaya has, batıya has bir kültürün ürünü olduğu
iddiasındadır. Düşünce akışının temelindeki fikir budur. Ve bu fikir, gerek batı kültürünün,
gerek o kültürün temel olumsuzluklarını paylaştığı iddia edilen Marksizm'in eleştirisine giden
uslamlamalar zincirinde temel bir önermedir.
Sadece bu kadar değil, yazarın temel çelişkisiyle, sözde reddettiği batı-merkezli düşünceyi
fiilen kabul etmesiyle burada da karşılaşıyoruz. Evrensel tarih felsefelerini Aydınlanmayla
başlatmak, tam da Avrupa-merkezli bir tarih anlayışının ürünüdür. Ve yazarın yaptığı tam da
budur. Yani şu: ikinci cümlede ifade edilen fikre geliyoruz: "Daha önceki çağlarda
görülmeyen insanlığın bütünü için geçerli tarih açıklamaları gelişti." İşte bu önerme, bütün
burjuva ve euro-sentrik tarih kitaplarında görülen türden bir önermedir.
3. Cümle: "Özellikle pozitif bilimlerin doğa üzerinde kazandıkları zaferler ile ortalığı büyük
bir iyimserlik kapsadı ve bu tarihe bakışa da yansıdı. "
Tarihsel iyimserlik, hiç de doğa bilimlerinin gelişmesiyle bağlantılı onun sonucu olan bir
anlayış değildir. Tarihsel iyimserlik, burjuvazinin henüz yükseliş ve başarılar çağında
olmasının ürünüdür. Doğa bilimlerindeki ilerlemenin çok daha hızlı ve devasa olduğu 19.
yüzyılın ikinci yarısıyla başlayan ve günümüze kadar devam eden dönemde, aydınlanma

38
döneminin aksine kötümser teoriler ortaya çıkmışlardır. Toynbee'lerin, Spengler'lerin teorileri
bunlara, bir örnek olarak verilebilir.
Açıktır ki, yazarın teorisi son derece mekaniktir, doğa bilimlerindeki gelişmelerin otomatik
olarak iyimserliğe yol açtığını var saymaktadır. Ve bu mekanik anlayış da, özünde batılı,
burjuva düşüncesinden, tarih ve toplum anlayışından başka bir şey değildir.
Yazar bir de "doğa bilimleri" yerine, "pozitif bilimler" kavramını kullanıyor. Pozitif bilimler
kavramı tam da burjuva düşüncesine ait olan, yani batılı olan pozitivizmin bir kavramıdır.
Burjuvazi, işçi sınıfının baskısı ve rekabet koşullarında, nispi artık değeri yükseltmek için,
tekniği geliştirmek, bunun için de doğa bilimlerindeki gelişmeleri desteklemek durumunda
olmuştur. Burjuva teorisyenler de, doğa bilimlerine "pozitif bilimler" gibi bir pozitif (olumlu)
tanım bulmuşlardır. Böylece toplum bilimi, yani tarihsel maddecilik karşısındaki gerici
konumlarını açığa vurmuşlar, toplum bilimini, bir bilim olmaktan dışlamaya çalışmışlar ya da
ona doğa bilimlerinin kavramları ve yöntemleriyle yaklaşmışlardır (Comte, Spencer vs.).
Yazarımız işte tam da bu pozitivistlerin, yani batı düşüncesinin, burjuva düşüncesinin, o çok
reddettiği ve çoğu kez içine Marksizm'i de kattığı, pozitivizmin kavramlarıyla düşünmektedir.
İşte ilk bir kaç cümlenin analizi. Bu analizi, meraklısı tüm broşüre uygulayabilir. Gerçekte
yazar tam anlamıyla düzgün, doğrusal, evrimci bir tarih anlayışına sahiptir. Bu anlayış hiç de
diyalektik değil, ama mekaniktir. Ve bir önceki bölümde, ulaşılacak kültür bahsinde
gördüğümüz batı toplumunu idealleştirme sonucuna varan programın metodolojik, mantıksal
kökleri buralarda yatmaktadır.
Fakat bütün bunlar, bir kültür cilasına vurulmakta, gerçekte burjuva ideolojisi, idealleri,
yöntemi başka bir kültür adına savunulmaktadır.
Her kim ki kültür adına konuşur ve tartışır ve her kim ki, her kültürün ayrılmaz bir öğesi olan
sınıf mücadelesini ve onun ideolojik, teorik yansımalarını küçümseyip, bir kültür sepetine
doldurmaya kalkar, o egemen sınıfların kültürünü, ideolojisini, yöntemini, programını
savunmuş olur. "Sünnet" broşürü bu kaçınılmazlığın tipik bir örneğini sunmaktadır. Böylesine
sallapati bir broşürü belki eleştirmeye bile değmez.
Ama bu broşürü yazanlar, bu teoriyle, bu yöntemle, bu yaklaşımla, bu programla, bir
göçmenler hareketine yol gösterme iddiasındadırlar. Yapmaya çalıştığımız, bugün tohum
halinde bulunan bu görüşlerin, bir harekette egemenlik sağlamaları halinde ne türden zehirli
meyveler vereceklerini göstermektir.
Şunu da biliyoruz, bir fikri çürütmekle, o fikrin ardındaki toplumsal güç yenilmiş olmaz. Ama
şuna da inanıyoruz, yanlış teorik görüşlerle mücadele edilmeden, onlar teorik düzeyde
yenilgiye uğratılmadan, pratikte de yenilemezler.
Ve bugün, henüz doğuş halindeki bu harekette burada eleştirdiğimiz görüşlerin egemenliği
veya ağırlığı, bu görüşlerin ardındaki sınıf ve zümrelerin göçmenler içindeki ağırlığına uygun
değildir. Bu oldukça geçici, konjonktürel bir olgudur.
*

39
Yukarıda uzun uzun aktarılan bölümde, yazarın Marksizm'e yönelik eleştirisi iki temel
önermede özetlenebilir:
1) Marksizm de, aydınlanmadan kaynaklanan diğer Avrupa-Merkezli görüşler gibi, ilerlemeci
bir tarih anlayışına sahiptir.
2) Marksizm'in diğer ilerlemeci anlayışlardan farkı, "ilerlemenin ölçüsü" olarak üretici güçleri
almasındadır.
Bu fikirler hiç de yeni değildir ve örneğin Pitirim Sorokin tarafından daha mükemmel olarak
şöyle ifade edilmişlerdır: (Bu Pitirim Sorokın, bizim Lenin'in "Bay Pitirim Sorokin'in
Kıymetli İtirafları" adlı yazısında ele aldığı Sorokin'in ta kendisidir ve Toynbee, Spengler
ekolünden bir tarih felsefecisidir.)
"Batı'da son dört yüzyıldır egemen olan kültür gibi, daha çok duyumcul niteliği ağır basan
kültürlerde, insanlığın evrimi üstüne ilerlemeci doğrusal kuramlar egemen olma eğilimini
gösterirler. Böyle bir kültürde, bütün tarihi süreç, 'mağara-adamından üstün insana',
'barbarlıktan uygarlığa', 'budalalıktan bilgeliğe ve dehaya' , 'hayvanlıktan yarı-tanrılığa',
savaş ve varoluş mücadelesinden, barış, uyum ve karşılıklı yardımlaşmaya vb. giden yol
boyunca, bazı sapmalar ve ufak tefek dönüp dolaşmalarla bir çeşit ilerlemeci (müterakki)
ilerleyiş olarak görülmektedir. Yüzlerce çeşitlemesiyle insanlık tarihi üstüne bu ilerlemeci
doğrusal kuram, Duyumcu Kültürde, özellikle Duyumcul Kültürün yükselişi sırasında ve
doruğunda egemen olma eğilimi gösterir"
"Düşünsel niteliği ağır basan kültürlerde mekanistik olmayan, tanrısal olarak güdülen,
devresel ya da eskatolojik olan yahut belli bir yönelim göstermeden yükselip alçalan tarih
felsefeleri başat olma eğilimi gösterir. Tarih süreçlerinin devresel ya da dalgalanmalı
yorumunu yapan salt mekanistik kuramlar ve insanın kaderi üstüne, dünyanın ve insanın ta-
rihinin felaketli bir sonu olacağını öngören Apokaliptik Mesihçi anlayışlar, duyumcul ve daha
küçük bir ölçüde de düşünsel kültürün gerileme aşamalarında çoğalma eğilimini gösterir.
"Batı kültürü son dört yüzyılda başlıca duyumcul nitelikte olduğu için, yukardaki kurallara
göre, bu dönemin başat tarih felsefeleri ve toplumsal evrim kuralları da, başlıca ilerlemeci ve
doğrusal olmak gerekir. Gerçekten de, bunlar bölüm XIV'te gösterildiği üzere böyledirler.
Kant ve Fichte'nin, Herder ve Lessing'in, Hegel ve Adam Smith'in, August Comte ve Herbert
Spencer'in, Karl Marks ve John Fiske'nin ilerleme-evrim kuramları Darvinci ve biyolojik
evrim kuramları- bütün bunlar, Batı kültürünün o duyumcul döneminin tarih süreçlerinin,
eğilimlerinin, evrim yasalarının tipik temsilcileridir.
"Yirminci yüzyıl, en büyük bunalım, Duyumcul çağın sonu ve yeni bir kültüre felaketli bir
geçiş dönemi olduğu için, bugüne değin başat doğrusal tarih anlayışlarının yukarıdaki
kurallar uyarınca gerileme halinde olmaları; yükselen tarih felsefelerinin ya devresel,
yaratıcı olarak tekrarlanıcı, eskatolojik ya da apokaliptik ve Mesihçi bir tipten olmaları
beklenebilir.
"Olgular bu ummayı doğrulamaktadır. Yirminci yüzyıl, bütün toplum ve insan bilimi
disiplinleri alanında hemen hiç bir özgün ya da doğrusal ilerleme yahut evrim kuramı ortaya
koymamıştır. Yirminci yüzyılın çeşitli doğrusal kuramlarının hepsi, Hegelci, Comtecu,

40
Spencerci ya da Marksçı ilerleme evrim anlayışlarının minik çeşitlemelerinden başka bir şey
olmamışlardır." (P.Sorokin, "Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri", 1972, Ankara,
s.18,19)
Kaynağında, görüşler böyle ifade edilmektedir, ama biz kaynağıyla değil, onu da tam doğru
olarak anlamadığı ya da kendisine has bir yorumla değiştirdiği için, "Sünnet" broşürü
yazarının anladığı ya da savunduğu biçimiyle ele alalım.
Marksizm'in de ilerlemeci bir tarih anlayışı olduğu iddiası, baştan aşağı, vülger, mekanik bir
Marksizm anlayışından başka bir şey değildir. Eğer yazarın ikilemi içinde ifade etmek
gerekirse, Marksizm ilerlemeci olduğu kadar apokaliptik (Cöküşcül) bir teoridir. Ancak,
Marksizm’i çöküşçü ya da ilerlemeci ikilemi içinde nitelemek yanlıştır, Marksizm bunlardan
birini mutlak bir zorunluluk olarak görmez, bunları sadece birer imkan olarak görür,
geçmişteki çöküş ve ilerlemelerin nedenlerini bulmaya çalışır ve aynı zamanda, çöküşlerin ve
ilerlemenin birbiriyle diyalektik bir bütünlük içinde bulunduğunu gösterir. Bu anlayış, daha
Komünist Manifesto'nun ilk paragrafından, "ya barbarlık, ya sosyalizm" ikilemlerine
kadar devrimci Marksist'lerce daima ifade edilmiştir.
Daha da doğru, bir ifadeyle, Marksizm'e göre tarih, ne ilerlemeler, ne de çöküşlerle algılanır,
Tarih, bir gidiş, bir oluş, bir süreçtir. Bu kavramlar, ilerleme gibi, herhangi bir kritere göre
değişebilecek, oldukça sübjektif, teleolojik, ahlaki bir anlayışı dışlarlar.
Bu nedenledir ki, Marksistlerin, bir yandan kapitalizmin ya da köleciliğin, ilkel topluma göre
daha "ileri" olduğunu söylerken, diğer yandan o ilkel, barbar halklardan ve toplumlardan
hayranlıkla söz etmeleri hiç de anlaşılamayacak ya da çelişkili bir şey değildir. Ya da bunu
ancak, vülger Marksistler anlayamaz.
Dolayısıyla, yazarın iddia ettiği gibi, Marksizm'ce, üretici güçler ilerlemenin "ölçüsü" de
değildir, hedefi de değildir. Üretici güçler ve üretim ilişkileri kavramı, tarihsel sürecin,
toplumun yapısından nasıl olup ta gerçekleştiğini açıklamaya yarayan kavramlardır. Bunlar
"yapı temeli üzerinde tarihsel hareketin nasıl doğduğu"(Gramsci, Hapishane Defterleri
s.148) sorununa bir cevap getiren kavramlardır.
Marksizm'i, sünnet broşürü yazarının anladığı gibi tanımlamak, onu vülger Marksistlerin,
İkinci Enternasyonal kocakarılarının, resmi Sovyet ideologlarının anladığı gibi anlamaktır.
Bunlar Marksizm'i aynı zamanda bayağı bir metafizik sosyoloji durumuna düşürürler.
Marksizm hem bir bilimdir hem de bir bilim olduğu için bir eylemdir, eylem teorisidir.
Marksizm'in hedefi üretici güçleri geliştirmek değildir, hiç bir zaman olmamıştır. Marksizm'in
hedefi, yeryüzünde sınıflar var olduğundan beri ezilen sınıflar arasında daima var olmuş,
sömürüsüz, baskısız bir toplum idealidir. Marksizm'in gösterdiği ve iddia ettiği tek şey,
kapitalizmin emek üretkenliğinde yani teknolojide sağladığı devasa atılışın tarihte ilk kez bu
ideali gerçekleştirmek için nesnel bir koşul yarattığı ve bu nesnel koşulun, ancak yine
kapitalizmin bir ürünü olan işçi sınıfının kollektif aksiyon yeteneği ile bir gerçekleşme
olanağı bulabileceğidir. Ama bu sadece bir olanaktır, bir zorunluluk değil. Ezilenlerin
kurtuluşu, hatta tüm insanlığın kurtuluşu için tek olanak, tek umut bu olduğu için, Marksizm
"sınıfçı"dır.

41
Ve nihayet, yazarın ve kimi vülger Marksist'lerin anladığı gibi, üretici güçler sadece teknikten
ibaret değildir. İnsan en büyük üretici güçtür. Tarih ve coğrafya da birer üretici güçtür.
Marksizm bu dört başlı üretici güç göz önüne alınmadan hiç bir toplumun ve tarihsel
hareketin anlaşılamayacağını söyler.
Son bir nokta daha. Marksizm üretici güçlerin aynı zamanda yıkıcı güçler haline
dönüşebileceğini de söyler. Eğer düzgün evrimci veya ilerlemeci bir anlayış olsaydı ve üretici
güçleri ilerlemenin bir "ölçüsü" olarak ele alsaydı, bunu söylemesi olanaksız olurdu.
Bütün bunlar eğer biz söylediğimiz için kabul edilmek istenmiyorsa, bir Ortodoks ve devrimci
Marksist olduğundan herhalde yazarın da kuşkusunun olmadığı Gramsci'den bir alıntıyla
eleştirimizi noktalayalım:
"İlerleme bir ideolojidir, oluş bir felsefe kavramıdır. 'ilerleme', yapısına tarih bakımından
belirli bir kültürün öğeleri giren belirli bir anlayışa bağlıdır. Oluş, bir felsefe kavramı olup,
bunda 'ilerleme' bulunmayabilir. İlerleme fikrinde, üstü kapalı olarak, nitelik ve nicelik bakı-
mından ölçülebilme de vardır: Daha çok ya da daha iyi olduğunu belirleyerek. Bunun içinde
'sabit' ya da "sabitleştirilebilir' bir 'ölçü' tasarlanmaktadır.(...)" ( s. 59)
*
Yazar özellikle broşürün 5. sayfasında bazı Marksistlerden yaptığı alıntılarla, Marksizm'in de
ilerlemeci ve euro-sentrik bir öğreti olduğu iddialarına kanıtlar bulmaya çalışıyor. Bernstien'la
Lenin, Marks'la Van Kol, hepsi bir arada Marksist denerek sıralanıyor. Anlaşılan yazara göre
birçok Marksizmler vardır ve bunlar da tıpkı kültürler gibi, aynı değerdedirler, biri diğerinden
daha doğru ya da ileri değildir.
Bu anlayış, yazarın tipik, sınıfları ve sınıf mücadelesini reddeden, kültürcü anlayışının bir
yansımasıdır. Farklı sınıfların çıkarlarının, Marksist terminoloji içinde, onun itibarına ve
egemenliğine bağlı olarak ve onu tahrif ederek var oldukları gerçeğini göz ardı eder.
Marksizm'in ciddi bir eleştirmeni ise, böyle davranmazdı, o, öğretinin kendi öz yapısal
özelliklerini metodolojik ilkelerini bulmaya ve kendini Marksist olarak niteleyen
teorisyenlerin önermelerinde bunlara ne kadar uyduğunu araştırmaya çalışırdı. Böyle bir
yaklaşım, hem bir teoriyi kötü kopyalarına göre değerlendirme tehlikesini ortadan kaldırır,
hem de, eleştirel biçimde o teoriyi geliştirmenin tek olanağını sunar. Ama bütün bunları
yazarda aramak boşunadır.
Marksizm'in, ya da başka bir öğretinin bilimsel olarak nasıl eleştirilmesi gerektiği
konusundaki yöntembilimsel ilkeler için yine Gramsci'den bir alıntı yapalım:
"Bir tartışmada hasımlar arasından en zayıfların ya da en 'budalaların seçilmesi, yahut
hasımlarının düşünceleri arasında pek de esaslı olmayanların, biraz gelişigüzel söylenilmiş
olanların seçilmesi ve de böylece karşısındakinin 'yere serildiği'nin su götürmez bir olay
olduğunun kabul ettirilmeye çalışılması pek de 'bilimsel' ya da 'ciddi' bir davranış olmasa
gerek. Aslında, ikinci derecede ya da rast gele ileri sürülmüş bir görüş ya da ideolojiyi ya da
öğretiyi savunan dördüncü dereceden şampiyonların sırtını yere getirdim diye övünüp bu
öğretileri çürüttüğünü sanmaktan başka bir şey değildir bu. Öte yandan, insanın 'hasımlarına

42
karşı' insaflıca davranması gerekir; yani bunların gerçekten ne söylemek istediklerini
anlamaya çalışmak ve az çok kötü niyetle, söyleyişlerindeki bazı yüzeyde kalan anlamsızlıklar
üzerinde durmamak gerekir: Şüphesiz ki, böyle bir davranışı ancak tartışmayı ve okurlarının
fikir seviyesini yükseltmeyi amaç edinen bir yazar benimser, yoksa çevresinde her yola baş
vurarak ve her şekilde boşluk yaratmak isteyen biri değil." (s.159,160)
İlerleme anlayışına ilişkin son bir nokta daha. İlerleme, şu veya bu toplumsal kritere göre
değil, oluş'un birikimli, sıçramalı, karmaşık gidişi içinde, sonra gelen ama öncekini içinde
taşıyarak olumsuzlayan ve aşan anlamında ele alındığı takdirde bir "ilerleme"den, cansız
doğada, canlı doğada ve toplumda söz edilebilir.
Bugün modern fizik, Marksizm'in bir asırdan fazla zaman önce Toplum alanında keşfettiği bu
değişimi, fizik alanında keşfetmiştir. Big-Bang'tan hemen sonra, henüz atomlar yoktu,
protonlar ve nötronlar bile yoktu, bunlarında altındaki "parçacıklar" vardı. Sonra, proton ve
nötronlar oluştu, daha sonra Helyum ve Hidrojen gibi en basit atomlar. Ancak yıldızların
içindeki süreçlerde Karbon ve Demire kadar olan atomlar, bu yıldızların patlamalarında da
daha yüksek atomlar oluşabildi. Ya da kimi yıldızlar nötron yıldızlarına, "kara delik"lere
dönüştüler. Nötron yıldızları, kara delikler ve bugün dünyamızda bulunan atomlar, maddenin
evriminin belli bir aşamasındaki varlık biçimleridirler. Ve bunlar bu evrimin daha alt
aşamalarının varoluş biçimlerinin olumsuzlaması oldukları kadar onları içlerinde taşırlar.
Aynı şey, son yıllarda biyoloji alanında da keşfedildi. DNA moleküllerinin keşfi, açıkça
göstermektedir ki, daha sonra ortaya çıkan canlılar öncekileri de içeren ama aynı zamanda
onları aşan, daha çok bilginin şifrelendiği genlere sahiptirler.
Cansız Evrende dört kuvvet, biyolojik âlemde DNA'yı oluşturan dört çift ne ise, Toplum'da da
dört başlı üretici güçler aynı şeydir. Marksizm'in üstünlüğü, doğa bilimlerinin ancak yirminci
yüzyılda ulaşabildikleri bu kavrayışa, toplum alanında en azından onlardan yarım yüzyıl daha
önce ulaşmış olmasındadır, hem de onlardan çok daha sonra bir bilim olarak şekillenmesine
rağmen. Marksizm daha doğarken, fizik ve biyolojinin bugünkü gelişmişlik düzeyinde
doğmuştur. Marksizm'i hala canlı ve aşılmaz kılan bu özelliğidir.
Nasıl fizik alemde hardonlar, kuarklar, protonlar, basit atomlar, karmaşık atomlar, nötron
yıldızları sadece farklı farklı şeylerdir diyemez isek, böyle dediğimizde bunların evrenin farklı
gelişme aşamalarında var olduklarını yani oluş ve belli bir anlamda "gelişme" fikrini
reddetmiş olursak., Nasıl, bir amip ile, bir at veya bir insanı sadece farklı varlıklar olarak
değerlendiremezsek, böyle değerlendirmekle, bilimin kazanımlarını, bilgisizlikten bilgiye
giden süreçte, gerçekliğin daha derin bir kavranışının ifadesi olan oluş fikrini inkar etmiş ve
daha geriye düşmüş olursak, aynı şekilde, Toplum alanında da Amazon ormanlarında yaşayan
bir “ilkel” kabile ile bugünkü kapitalist, burjuva toplumları, sadece "başka", "farklı" olarak
niteleyemeyiz. Bir maymun bir terliksiye göre, bir nötron yıldızı bir fotona göre ne ise,
kapitalist toplum da bir ilkel komünal toplum karşısında aynı yerdedir.
Ama sünnet broşürü yazarı, sadece "ilerleme" fikrini değil, bizzat oluş fikrini, süreç fikrini de
reddetmektedir. Ona göre sadece birbirinden farklı uygarlıklar, kültürler vardır. Şu basit
gerçeği kavramamaktadır: Farklılık gibi görünen şey, gerçekte, oluş'un, süreç'in değişik

43
momentlerinden başka bir şey değildir. Böylece farklılığın kendisini de
açıklayamamaktadır.
Yazar'a göre onlar sadece farklı oldukları için farklıdırlar. Bize göre ise, farklılık denen
şey, aynı özün, süreç içindeki değişik aşamalarından başka bir şey değildir.
Yazar yazısında hiç bir zaman, toplumda, (bırakalım doğayı bir yana) bir oluş, bir "ilerleme"
olup olmadığını araştırmıyor, bu fikrin, bilimin ham maddesi olan olaylara uyup uymadığını
araştırmıyor. Reddi olgulardan, olguların incelemesinden değil, sadece birtakım ideolojik
varsayımlardan kaynaklanıyor. Şu varsayımdan: ilerleme fikrinin kabulü, ileri olana geri olanı
ezme, uygarlaştırma, barbar görme hakkı verir. Yazarın, ilerlemeyi reddedişindeki temel
varsayım budur. Uygarlaştırma hakkını Batı'nın elinden almak için, ilerlemeyi
reddetmektedir, hatta oluş'u reddetmektedir.
Bu saçma bir varsayımdır. İlerleme fikrinin yok edilmesi, diğer halkların, kültürlerin baskı
altına alınmasının, uygarlaştırılmasının, sömürülmesinin temellerini ortadan kaldırmaz. Yazar
bir anlayışı yok ederek, o anlayışa dayanan somut güçleri yok edebileceğini sanmaktadır. Ve
isin ilginci, bu tam da, burjuva rasyonalizminin, şu Euro-Sentrik düşüncenin bir özelliğidir.
"Bu düşünceleri çürütmekle bunların ilintili olduğu toplumsal öğenin ya da toplumsal gücün
yok edildiği sanılmamalıdır. (Çünkü bu aydınlanma yüzyılı tipinde bir salt akılcılık olurdu.)"
(Gramsci. s.160)
Ne mantıken ne de ampirik olarak, ilerleme fikrinin, geri olanı ezme vs. yi zorunlu kıldığı
söylenemez. Antik tarihte ilerleme fikrine sahip olmayan yüzlerce toplum, belki "geri"
oldukları için değil, ama tam da belki "başka" oldukları için, diğer ulusları ve kültürleri
ezmişler, uygarlaştırmışlar, sömürmüşlerdir.
Modern tarihte de durum başka değildir. İlerlemeci aydınlanma filozofları, başka kültürlere ve
uluslara karşı çok daha saygılıydılar, ilerleme teorilerinin egemen olduğu burjuvazinin az çok
ilerici olduğu çağdaki kapitalizm, bugünkünden çok daha az bir emperyalist niteliğe sahipti,
başka uluslar karşısında daha "uygar" bir konumdaydı. Ve bu gün, burjuvazinin kendi sonunu.
hissedip, ilerlemeyi reddettiği çağda, ilerlemeyi reddeden teoriler, sadece farklı kültürler
olduğunu söyleyen teoriler, ilerleme fikrinden çok daha fazla batı uygarlığının amaçlarına
hizmet etmektedir.
Yazar, burjuvazinin az çok demokratik olduğu çağın bir ürünü olan ilerleme anlayışının
karşısına, Marksist bir anlayışla çıkacak yerde, burjuvazinin gerici döneminin ürünü,
katastrofçu, ilerleme fikrini reddeden bir başka ve gerici teoriyle çıkmaktadır. Gerçekte iler-
leme teorileri de, ilerlemeyi reddeden teoriler de aynı madalyonun iki yüzüdür ve ikisi de
euro-sentrik, Batı Uygarlığının farklı aşamalarında ortaya çıkmış, o uygarlığı vaftiz eden
teorilerdir.
e) Sonuç
Dokuz sayfalık bir broşür için bu kadar eleştiri yeter. Biz bu eleştiride, en temel yöntemsel ve
programatik noktalar üzerinde durmaya çalıştık. Esasında buna rağmen ele alabildiğimiz
broşürün çok küçük bir bölümüdür. Daha birçok eleştirilebilecek noktayı, ele aldığımız

44
bölümler içinde bile görmezden geldik, konuyu dağıtmamak ve düşünce akışını bozmamak
için.
Buraya kadar ele alınamayan bölümlerde de, örneğin geleceğin kültürünü şimdiden yaratmak
gibi ütopik, dolayısıyla da devlete karşı değil ama başka bir kültürün insanlarına karşı olan, ya
da onları ahlaki vaizlerle ikna etmeye çalışan sonuçlar; "kültürel erozyondan" söz etmenin de,
buradaki Türkiyelilerin kendi geliştirdikleri kültürel öğelerini başka bir kültürün öğeleriyle
ölçmekten başka bir şey olmadığı vs. gibi daha onlarca eleştirecek nokta bulunabilir. Ama bu
kadarı yeter.
Sanırız okuyucu, Kültür'den ideolojiyi ayırmanın olanaksızlığını ve ideolojik zıtlıkları örten
veya görmezlikten gelen her teorinin sonunda varmak zorunda olduğu egemen sınıf
savunusunu görmüştür.
Yazarın, gerek broşürünün varlığıyla, gerek hedefleriyle, gerek savunduğu anlayışlarla tam da
batı-burjuva kültürü savunduğunu, ama bunun da en gerici biçimlerini ve epeyce de
alaturkaca savunduğunu sanırız gösterebildik.
Yazar gerçekte Devrimci-Yol hareketinden gelmektedir. Ne yazık ki, ortaya koyduğu ve
savunduğu eklektik ve son duruşmada gerici teorisiyle, sadece sezgileriyle bir göçmen
hareketi olanağını gören ve bölünmelerde göçmen çevresinde yer alanların gelişmesini
engellemekle kalmamış, bizzat karşı tarafında yanılsamalarını pekiştirmiş, gelişiminin
önlünde bir engel olmuştur.
Evet, tarihte olduğu gibi, siyasal hareketlerde de her bunalım bir üst aşamaya sıçramayla
sonuçlanmıyor, eğer ortada proletarya gibi bir devrimci sınıf veya onun ideolojisi yoksa,
bunalım, bir çöküşle son bulabiliyor ya da eski Hint, Çin medeniyetlerinde olduğu gibi bir
taşlaşmayla.
Ama her halükarda taşlaşsa da, çökse de, her medeniyet veya hareket, hiç umulmadık
yerlerden çıkan başka medeniyetlerin üzerinde yeşereceği toprağı gübreler, humuslandırır.

Demir (Hamburg) 10.01.1989

45
İkinci Bölüm

Tarih ve Demokrasi Forumunda Kültür Emperyalizmi Üzerine


Tartışmalar

Biraz da Taklitçilik, Kültür, Müzik ve Sınıflar Üzerine

Sayın Sunsay, eleştirisinde şunları yazıyor:


"Bati uygarlığını eleştiren birisi olduğunu sanmıyorum bu forumda. Beni kastettiyseniz yanlış
anlamışınız. Eleştirilen bati uygarlığı değil bati taklitçiliğidir. Bati uygarlığı Gandhi'nin
dediği gibi iyi bir fikirdir. İma ettiği gibi de fikirlerden sadece bir tanesidir. Tamamen
Amerikan kültürüne özgü olan bir bayramın, Halloween'in Turkiye'de kutlanmasının
anlamını bana söyler misiniz? Halloween'in Turkiye'de kutlanmasına karşı olmak batı
uygarlığını eleştirmek değildir. Başka bir kültüre ait olan motifi aynen alıp kullanmak
eleştirilmektedir. Kültür zaman içerisinde nesilden nesile aktarılır. Halloween'i babam bana
aktarmadı. Kimse kimseye aktarmadi. Bati taklitçisi gençliğimiz T.V.'de gördü kutlamaya
başladı. Eleştirilen budur. Kendi türküsünün, sanat müziğinin farkında olmayan bir toplumun
"İşte Opera" diye tereciye tere satmasıdır eleştirilen. Batının fikirleri değil. Tamamen yanlış
anlamışsınız."
Önce kısa açıklamalar: Batı uygarlığını sizin eleştirdiğinizi söylemedim. Doğrusu aklımdan
bile geçmediniz bu bağlamda. Genel olarak Politik İslam'ı ve onun bu foruma da zaman
zaman yansıyan yankılarını kastetmiştim.
Tabii eğer Batı uygarlığını eleştirmiyorsanız bu daha da kötü. Ama bunu zaten sizden
beklemek abes olur. Batı uygarlığının eleştirisi Sermaye'nin eleştirisi ve reddi; Ulus'un
eleştirisi ve reddi olmadan olamaz örneğin.
Bu kısa yazıda sizin seçmeciliğinize, çelişkilerinize ve probleminizin sosyolojik anlamına
değinmek istiyorum
Birincisi siz hayali düşmanlar yaratıyorsunuz. Örneğin "Halloween" in kimilerince
kutlanmasını karşı olduğunuzu, bu taklitçiliği reddettiğinizi söylüyorsunuz.
Türkiye'de bildiğim kadarıyla, nüfusun çok büyük bir bölümü için bu geçersizdir. Çok çok
küçük bir azınlığın çocukları böyle bir özenti içinde olabilirler ve muhtemelen de öyledirler.
Siz bunun taklitçilik olduğunu ilan ederek buna karşı iş yaptığınızı sanıyorsunuz. Geniş
çoğunluğun problemlerini es geçiyorsunuz. Gerçek sorunlarla uğraşmıyorsunuz.

46
Ama önce temel bir çelişkinizden bahsedeyim.
Sizler Batı'nın, ki Batı Uygarlığı demek modern Kapitalizm demektir özünde, hukukunu,
ekonomisini her şeyini alıyorsunuz, taklitçi olmuyorsunuz, onu özümlemiş oluyorsunuz; üç
beş tane zengin çocuğu, "Halloween" kutlamışsa bu taklitçilik ve çok büyük bir problem
oluyor. Biraz garip olmuyor mu? Yani Batı'nın tekniğini, ekonomisini, hukuk sistemini vs.
bütün önemli niteliklerini alırsanız taklitçi olmazsınız, ama müziğinden ya da herhangi bir
geleneğinden etkilenirseniz, taklitçi olursunuz. Aslında tam da en can alıcı sorunlarda hiç bir
sorun çıkarmıyor; müzik, bayram gibi şeyleri büyük bir problem gibi koyuyorsunuz. Üç beş
genci bırakalım, Türkiye'nin bütün insanları bunu kutlasalar ne yazar kutlamasalar ne yazar.
İşte anneler günü, babalar günü; yılbaşı gecesi gibi bir yığın şey de, tam sizin dediğiniz batı
taklitçiliğiyle kutlanır oldu, bu toplumsal ilişkilerde hiç bir değişime yol açmadı. Bunlar hepi
sahte problemler.
Batı'nın Takvimini, tatil günlerini, yazısını, kanunlarını, sermayesini, tekniğini hasılı her
şeyini alıyorsunuz, bunlarda hiç bir sorun görmüyorsunuz. Niye onlar sorunsuz da bayram
gibi, müzik gibi şeyler sorunlu oluyor? Burada seçmecilik ve çelişki yok mu?
Sonra niye "Halloween" gibi bir şeyi örnek veriyorsunuz. Örneğin Yılbaşı gecesi eğlenmek
ondan daha mı farklı? Onu Türkler babalarından mı öğrendi? Hayır. Ama bugün köylerde bile
kutlanır oldu. Millet yılbaşını kutlasa ne olur kutlamasa ne olur? Bunlar sahte sorunlardır.
Ama çelişkiniz bu kadar değil.
Şu Türklük dediğiniz şey örneğin, baştan aşağı taklitçilikle oluşmuştur. Örneğin Mevlüt'ü
alalım. Oğuz kabileleri Anadolu'ya geldiklerinde, nasıl bugün Türkiye'de batı müziğinden
etkilenen, onu taklit eden bir "Türk Batı Müziği" var ise, Bizans uygarlığının müziğini alıp,
Fecri Ebcioğlu gibi, Türkçe söz yazmışlardır. Birkaç nesil sonra da, sizin gibileri buna
"kendi" müziğimiz sanatımız demişlerdir. Belki 50 yıl sonra da Yılbaşı "kendi" bayramınız
olacak.
Bu tür süreçlerin, idari yönlendirmelerin ötesinde kendi yasaları vardır ve onları hiç
takmazlar. Atatürk bir aralar, Türk müziğini bile yasaklamıştı. Götürebildi mi? Hayır!
Arabesk müzik hala devlet radyolarında çalınmaz. Arabeskin doğuşu ve gelişimi
engellenebildi mi? Hayır. O halde öyle paniğe kapılacak bir durum yok ortada en azından şu
ne olduğu belirsiz "kültürel değerler"ini korumak isteyenler için.
*
Ama bu taklitçilik diye karşı çıktığınız fenomenin bir de sınıfsal muhtevası var.
Birincisi, Türkiye'de burjuvazi; özellikle büyük şehirler burjuvazisi ve bunların aile efradı ve
çocukları genellikle, kendi açılarından bir yanıyla son derece akıllı ve haklı olarak
kapitalizmin, ya da batı uygarlığının metropollerinde eğitim görürler veya oralara sık sık
giderler. Eh gelişmiş bir uygarlıkla karşılaşanlar da ister istemez ondan etkilenirler. Bir de
buna Kemalizm'in batı hayranlığını teşvik eden ideolojisini eklerseniz, sonuçta, egemen
sınıflar, özellikle de bunların çocukları arasında Batı'da moda olanı taklit edenler çok çıkar.

47
(Ama eğer buna karşı cidden mücadele etmek istiyorsanız, size o zenginleri
mülksüzleştirmenizi tavsiye edebilirim. Hem mülksüzleştirme eyleminin kendisi ile Batı'nın
özel mülkiyeti dokunulmaz kılan anlayışının reddi olarak çok daha “milli”, taklitçilikten uzak
bir iş yapmış olursunuz. Biliyorsunuz herhalde, Osmanlılar özel mülkiyeti pek takmazlar ve
bilmezlerdi. Bütün topraklar Allah'ın derler ve o toprakları çalışıp ekmeğini kazanmak isteyen
herkese dağıtırlardı. Osmanlı'nın o yangın alevi gibi büyümesinin sırrı da Yeniçerilerde falan
değil, yaptığı bu Toprak Reformundaydı. O zaman böyle dertleriniz büyük ölçüde
azalacaktır.)
Tekrar dönelim şu bizim iflah olmaz sınıfçı bakış açımıza. Kültürde nasıl yaşıyor sınıf
mücadelesi?
Erol Büyükburç ve Elvis Presley'i alalım isterseniz.
Herhalde biliyorsunuzdur, Elvis Presley Rock müziğini, Blues şarkıcılarından almış, bu müzik
de 50'li yılların Amerika'sında genç işçi kuşaklarının ikiyüzlü burjuva toplumuna karşı
protestosunun ifadesi olmuştur.
Ama Amerika'ya gidip orada her gördüğünü alan zengin çocukları, bu müziği taklit
etmişlerdir. Ama Türk zenginlerinin çocuklarında, fakir işçilerin bu müziği bütün sosyal
muhtevasını yitirir, iğdiş olur.
Türkiye'nin ezilenleri ise, bu müziği ilk kez Türkiye'nin zenginlerinin çocuklarında gördükleri
için, örneğin Erol Büyükburç gibilerde, bu müziğin zenginlerin müziği olduğunu düşünürler.
Dolayısıyla Amerika'da Rock dinleyen bir işçi genç ile Suadiyeli bir zengin çocuğunu aynı
toplumsal kesimden zannedip bir yanılsamaya düşerler. Oradaki Rock'un gerçek anlamı
hakkında bir fikirleri oluşmaz.
Bunu Blues, Caz için de, Beatles veya Rolling Stone veya Reggy veya Heavy Metall gibi
gruplar ve müzikler için de benzer şekilde uyarlamak mümkündür.
Neyse, ama Türkiye'de de köyden kopup modern şehrin işçisi olan insanlar duygu ve
düşüncelerini ifade etmek için bir yol bulurlar. Rock'un Türkiye'deki karşılığı Orhan
Gencebay arabeskidir. Arabesk caz'dır da aslında. Ama Türkiye'nin egemen sınıflarının yol
açtığı yanılsama yüzünden; toplumsal dayanakları ve ifadeleri aynı olan Caz ve Arabesk,
birbirine yaban kalır. Çünkü o Caz'ı sadece zenginlerde görmüştür. Dolayısıyla onun bir
zengin müziği olduğunu düşünmektedir. Ve bu müzik onun kulağına çok yabancı da
olduğundan bu yargı yerleşir kalır.
Ama Tek sesli müziğin olanakları sınırlıdır. Fiziksel sınırları vardır. Kerpiçten apartman
yapamazsınız. Bu sınırları, modern insanın, şehir ezilenlerinin duygu ve düşüncelerini
yansıtabilmek için ne kadar zorlarsanız zorlayın (örneğin Orhan Gencebay'ın en büyük
yenilikçilerden biri olması rastlantı değildir) belli sınırları aşamazsınız. Yapıyı bir yerde
kökten değiştirmek gerekir.
İşte, o “batı taklitçileri”, yol açtıkları olumsuz yanılsamalarla, daha kolay olabilecek bir
zenginleşmenin engeli olmuşlardır. Örneğin Rock, zengin çocukları aracılığıyla değil de,
Doğu Avrupa, Rusya ve Çin'de olduğu gibi doğrudan protesto müziği olduğunu bilerek

48
hissederek dinleme olanakları olsaydı, belki Rock-Arabesk diyebileceğimiz hiç aklımıza
gelmeyecek yeni ve ifade gücü çok yüksek müzik biçimleri ortaya çıkabilirdi.
Bu büyük şehir burjuvazisinin yaşam ve kültürü, çoğunluğu oluşturanların yaşam ve
kültüründen tehlikeli ölçüde (egemen sınıflar açısından tehlikeli) kopuk olduğu için, çünkü
egemen sınıflar varlıklarını egemen olduklarını ve ayrı bir sınıf olduklarının anlaşılmamasıyla
sürdürebilirler, Anadolu Burjuvazisi, ya da bunun politik ifadesi sayılabilecek Refah Partisi,
"Batı Taklitçiliğine" karşı çok konuştuğunda, aslında burjuvaziye şunu der: "sömürdüğünüz
kitlenin alışkanlıklarına, geleneklerine vs. ters bir yaşam tarzınız olmasın, yoksa ezilenlerin
karşısında zeytinyağı gibi açığa çıkarsınız. Ama aksini yapar, bir de yığınlardaki, yukarıda
örneği verilen yanılsamaları veri kabul ederek, "Batı Taklitçiliği" diye sahta bir düşman
yaratırsanız, ezilenlerde Burjuvaziye duyulan tepkiyi, ki bu tepki görünüşte Batı biçimini
almıştır, aslında kendi kanadımız ve kontrolümüz altına alabiliriz."
İşte o batı taklitçiliğini problem etmenin özü budur. Bu sahte düşman aracılığıyla,
Kemalistlere ya da büyük şehirlerin burjuvazisine karşı ezilenlerin tepkisini kendi
değirmeninize akıtabilir; burjuvaziye duyulan tepkiyi burjuvazinin zaferinin aracı
yapabilirsiniz.
Sizin yazdıklarınızda yansıyan da, bu burjuvazinin ideolojik ve maddi gücüdür.
Demir Küçükaydın
18 Şubat 1998 Çarşamba

49
Maddi ve Manevi Değerler,
Sayın Ceyhun,
O yazıda belirttiğiniz "maddi ve nanevi "değerlerle ilgili bolümde söylenenler elbette yaşam
tarzına da girerler ama ben orada kendi tanımlarımdan ziyade başkalarının tanımlarını ve
onların ona yükledikleri anlamları kastediyordum ve bunların çoğu sözlü tartışmalardan
kaynaklanıyordu. Öyle anlayanlar da vardı. Yani otomobiller, evler falan maddi değerler,
birimler falan da manevi değerler oluyordu. Ben de onu öyle alıp tartışıyordum. Dikkat
ettiyseniz yazımda Kültür üzerine bir tanım yapmaktan kaçınıyorum Özellikle politik bir
kavram olarak.
Benim kanımca, bir sosyolog olarak, Kültür insanin doğaya kattığı her şeydir, maddi ve
manevi her şeydir. Ama bu tanım aşağı yukarı Toplum'a denk düşer. Politik olarak
anlamsızdır. Orada dikkat ettiyseniz, Kültür’e yüklenen politik anlamlar tartışılıyor. Bildiğim
kadarıyla, bir UNESCO araştırmasına göreydi galiba, Kültür kavramı en çok farklı anlamlarda
kullanılan, en farklı tanımları yapılan bir kavrammış. Sayıyı tam hatırlamıyorum ama bin
civarında farklı kullanım ve tanım tespit edilmişti galiba bir zamanlar. Herhalde bu arada
biraz daha artmış da olabilir.
Sosyoloji'ye giriş dersleri ise beni pek ilgilendirmiyor. Sosyoloji'nin kendisini yanlış
buluyorum. Sosyoloji diye üniversitelerde okutulan şey, Gerçek sosyolojiyi, yani Ibni Haldun
ve Marks’ın temellerini koyduğu Toplum Bilimi gözlerden, gönüllerden ve kafalardan
uzaklaştırmak, toplumsal gerçekliği anlamsız kılmak için geliştirilmiş bir ideolojidir. Ben
sosyoloji dediğimde bunu kastederim.
Çok dilin yol açacağı toplumsal masraflara gelince. Sorun hiç de sizin abarttığınız gibi
değildir. Bu dilleri konuşanlar, bir uzlaşmayla bir kaç dilde tabellaları yazmakta anlaşırlar.
Önemli olan bir baskı olmaması, bazı dillerin keyfi bir şekilde diğerlerine karsı
dayatılmaması. Burada bir baskı değil, bir pratik çözüm söz konusudur. Önemli olan
zorlamanın olmamasıdır. Tipik bir uygulaması Avrupa Ekonomik Topluluğunda var. Her
tabelayı simdi sayısı 20'yi bulan dilde yazmıyorlar, oturup tartışmışlar anlaşmışlar, dört dili
belirlemişler. Elbette bir dili konuşanlar nerede çoğunluktaysa orada o dilin tabelaları da var.
Çok küçük sayıdaki farklı diller için ise gereğinde tercüman tutuluyor. Örneğin bir Ganalı
mahkemeye çıktığında, Almanca bilmiyorsa ona tercüman bulunuyor.
Kaldı ki, buğun elektronikteki gelişmeler (UNIKOD, Tercüme Programları, Bilgisayarlar vs.)
bunu, hatta diyebilirim bütün dillerde olanaklı kılacak düzeyde teknik olarak ve yakin bir
gelecekte. Şimdiden turistik merkezlerdeki bilgisayarlarda görülebileceği gibi istediğiniz dili
seçebilirsiniz.
Bunlar biraz daha fazla toplumsal harcamaya yol açabilir elbette ama bunun sağlayacağı
eşitlik bilinci ve duygusu, toplumsal dayanışma anlayışı bütün bu ek masraflara da değer
kanımca. Önemli olan insanların kendilerini, belirli bir idari baskı altında hissetmemesi.
Kıtlıktan doğan sınırlamalar ile diğeri farklıdır. O idari baskıların gerekçesi yapılmaktadır.

50
“Emperyalist Kültür” Nedir? – Oğuz’a Cevap8

Değerli Oğuz,
Sanırım astığım iki yazıda ne demek istediğimi anlamamışsınız. Sorun zekâ seviyesi ile ilgili
değil elbette, olaylara bakış tarzıyla ilgili.
Demek istediğim, hiç birimizin kolumuzdan saati atamayacağımız idi. Durum böyle olunca
da, emperyalist kültüre karşı çıkmak gibi bir hedefin kendisinin saçma ve olanaksız olduğunu;
bunun bir hedef şaşırtma olduğunu ifade etmek istemiştim.

8
Bu cevaba vesile olan eleştiri:
“Sayın Demir,
Forum'a astığınız yazıları okudum.
Açıkça itiraf edeyim ki bu konuda karışık olan kafam daha çok karıştı.
Yani kolumdaki saati çıkarıp atmak, tamamen denizli buldanda dokunup, amerikan blue jean kesimi ile türkiyede
dikilmiş kot pantolonu kıçımdan çıkarıp atmak mı lazım.
Ben önce bir insanım, sonra sosyalistim, sonra Türk üm.
Ben insan olarak insanlık dışı olan herşeye karşıyım. Bu ne ad altında olursa olsun.
Ben Sosyalist olarak insanın emeğinin sömürülmesine karşıyım. Ne ad altında olursa olsun.
Ben Türk olarak Ülkemin bir başka ülkenin gerek ekonomik gerekse de kültürel egemenliği altına girmesine
karşıyım. Aynı şekilde ülkemin de başka ülke ve ulusu ekonomik ve kültürel egemenlik altına almasına da
karşıyım.
Bu üç kimliğim de yukarıda andığım nedenlerden dolayı birbiri ile çelişmez.
Sizin düşünme mantığınızla düşünürsem eğer insanım demek de sosyalistim demek de türküm demek de batı
kültürünün eğemenliği altına girmek.
Peki ben kendimi ne olarak ifade edeceğim ve neyin mücadelesini vereceğim.
Bakınız ben bir şeyi alıp kullanıyorsam o artık benim malımdır. Bana aitdir.
İster onu emperyalistler icat etsin ister faşistler. Önemli olan ben onu ne amaçla kullanıyorum. Önemli olan budur.
Ben burada Türk solunun geçmişte emperyalist kültüre karşı milli denilebilecek unsurları kullanmamasının hata mı
olduğunu soruyorum.
Bunu sorarken de Nazım Hikmet'in tavrını ortaya getiriyorum. Yazılarımdan da anlaşılacağı gibi benim bu konuda
kafam henüz net değil. tartışılmasını istiyorum. bu nedenle de bir tavır almış değilim. Ben kendi gözlüklerimi bir
kenara bırakıp "acaba" diye olaya yaklaşıyorum.
Eğer Emperyalizmle mücadele etmek gibi bir sorunumuz varsa onun kültürel yanına karşı nasıl mücadele
etmeliyiz sorusuna cevap arıyorum.
Astığınız yazılardan bunun cevabını anlıyacak zeka seviyesinde olmadığımı fark ettim.
Lütfen birer cümleyle aşağıdaki sorularımı cevaplayınız.
A) hangi tür müziği dinlemeliyim.
B) hangi tür gıdaları tüketmeliyim
D) Ne tür giyim kuşamı tercih etmeliyim. Parka, askeri bot, kot pantolon ve atkımı kullanayım.
C) Zamanı ne ile ölçmeliyim. (kum saati veya güneş saati kullan demeyin lütfen)
Ben bunları hergün bir şekilde yapıyorum.
Astığınız yazıları okuyunca bu yaptıklarımın hepsinin batı kültürü altında olduğu kanaatine vardım. Lütfen beni
batı kültürünün etkisinden kurtarınız.
Saygılar,
Oğuz”

51
Nedir şu "emperyalist kültür" dediğiniz şey. Lütfen bana somutlar mısınız?
Sorularınızdan çıkardığım kadarıyla. Müzik, yiyecek, giyecek ve zaman gibi alanları
kapsıyor. Bırakın insanlar hangi müziği dinlerse dinlesin, ne yerse yesin, ne giyerse giysin.
Zamanı ise mecburen zaten onun birimleriyle ölçecekler. Bundan kurtuluş yok. Bu gibi işlerle
Atilla İlhan gibiler uğraşıyor.
Sizin iddianızın aksine, Türk solu, emperyalizme karşı "milli kültür"ü çok kullandı. Bunun acı
meyveleri Türkiye'nin entelektüel taşralılığında açıkça görülür.
*
Üç adet kimlik sıralamışsınız kendinize: İnsan, Sosyalist ve Türk.
Bana sorarsanız bizzat bu sıralama kendi içinde çelişkili. Bir sosyalist kendini aynı zamanda
Türk (veya başka bir ulustan) olarak tanımladığı an, artık sosyalist değildir. (Burada bir yanlış
anlamaya karşı şunu belirteyim. Herhangi bir ulusun vatandaşı olmanız, bu hukuki
konumunuz ayrı bir konudur. Sizin kendinizi o ulustan olarak tanımlamanız ise ayrı. Sizin
dediğiniz ikincisi.)
Önce insanım demeniz de, sosyalist olmak ile insan olmak arasında belli bir gerilim olduğu
anlamına gelir. Sosyalist olmak yeterdi.
Aslında siz, tipik toplumsal adaletten yana ve humanist bir Türk milliyetçisisiniz.
Aslında Türkiye'de sosyalist olduğunu söyleyenlerin yüzde doksan dokuzu da böyledir. Bu
nedenle zaten Türkiye'de akıllı Türk milliyetçisi pek bulunmuyor. Bunların hepsi kendini
sosyalist sanıyor. Bu nedenle de çok kötü sosyalistler oluyorlar.
Sizin sosyalizme olan inancınızın içtenliğinden şüphem yok. Yanlış anlamayın. Sadece
sosyalizm ve Marksizm hakkında son derece yüzeysel ve eklektik bir bilgilenme içinde
olduğunuzdan dolayı, nesnel olarak, içtenliğinize rağmen milliyetçi bir konumdasınız.
*
Sizi batı kültürünün etkisinden kurtaramam. Kurtulmanız da gerekmiyor. Kurtulmak mümkün
de değildir. Kapitalizmde yaşıyoruz. Geri dönüş yok artık. Evet, yaptığınız her şey batı
kültürünün damgasını taşıyor. Türk kültürü diye savunmaya kalkacağınız her şey batı
kültürüdür, batıdan gelmiştir.
*
Tekrar sormak istiyorum. Sizce neler Emperyalist kültür, neler Türk kültürüdür? Lütfen
somutlar mısınız? Sanırım o zaman tartışma hepimiz için daha açıcı olur.
*
Sizin bir yanlışınız daha var. Bir yazınızda yine sosyalist kültürü şimdiden yaratmaktan söz
ediyordunuz. Bu konuyu da içeren bir başka yazıyı ve o yazıya gelmiş bir değinmeye
verdiğim bir cevabı da, tartışmaya bir katkı olur diye; kavramların en temel anlamlarında
olsun bir açıklık sağlar diye asıyorum.
Saygılar - demir

52
“Proleter Kültür”ün İki Farklı Kullanımı
Sayın Şafak,
Önce cevabim geciktiği için özür dilerim.
Çok dikkatli bir okuyucu olduğunuz belli ve dikkati çektiğiniz nokta dolayısıyla size teşekkür
ederim. Yıllardır, birinin çıkıp da bu soruyu sormasını bekledim. Beni bu yükten kurtardınız.
Aralarında bir çelişki yok, sadece kültür kavramının farklı kullanımları söz konusu. Zaten o
yazılardan birinde de dediğim gibi "kültür" kavramı çok riskli bir kavram.
Rusya'da devrim sonrası tartışmada, "proleter kültür" gerçekten sanat eserleri anlamında
kullanılıyor. Ama bu tartışmada bağlamı, başka bir uygarlığın, burjuva uygarlığının üstünde,
onu aşmış, sosyalist bir uygarlığın sanat eserleri, hatta sanat eserlerinden de öte, bütün
düşünsel ürünleri anlamında.
Lenin bunlara karsı, "yahu bırakalım proleter kültürü, söyle kültürlü tüccarlar olabilelim
şimdilik bu yeter" diyor. Yani biz daha burjuva kültürünü milyonlarca ezilene aktarmak gibi
bir görevle yüklüyüz, proleter kültür saçmalığı nereden cıktı diyor.
Benzer şekilde Troçki de, proleter ve burjuva devrimlerinin farkından, burjuvazinin iktidara
gelmeden önce kültürünü ve uygarlığını geliştirdiğinden, proletaryanın ise, geri bırakılmış ve
ezilen bir sınıf olarak, tüm enerjisini, en iyi kafalarını kültüre değil, politik mücadeleye
ayırmak zorunda olduğundan; iktidara geldikten sonra da uzun yıllar burjuva uygarlığının
kültürünü önce özümlemek zorunda olduğundan; onu özümlemeden aşmanın mümkün
olamayacağından; ama bu arada zaten; proletarya iktidara geldikten sonda kendisini yok
etmek zorunda olduğundan, ilerde oluşacak sosyalist bir toplumun kültürünün ise, proleter
değil, sosyalist, yani bir sınıfsız toplumun kültürü olabileceğinden söz eder ve bu kavramı
Lenin gibi reddeder.
(Aslında bu konu Türkiye devrimci hareketince ve aydınlarınca anlaşılmadan kalmış
konulardan biridir. Özellikle Lenin'in son donemdeki nefis yazıları; Trocki'nin "Edebiyat ve
Devrim" ve "Yalnız Politikayla Yaşanmaz" baslığı altında derlenen, Turkce'ye yanlış olarak
"Günlük Hayatın Sorunları" diye çevrilip yayınlanan kitapları iyi birer kaynaktır bu konuda.)
Tarih tabii Lenin ve Trocki'yi doğruladı. Gelişmenin zorunlu aşamalarının üzerinden
atlanamaz. Onlar iradenin bir vurusuyla yok edilemez. İste Çin de sözüm ona bir zamanlar
"Proleter kültür Devrimi" yapmaya kalkmış ve yıkmaya kalktığı burjuva kültüründen geriye
düşmüştü.
Bu tartışmalar bağlamında, burjuva uygarlığından yüksek bir uygarlığın kültürü
anlamında "Proleter kültür" olmaz ve olanaksızdır da.
*
İkinci Kullanımım ise, burjuva uygarlığı içinde, bir alt kültür formu olarak proleter kültür
anlamında kullanıyorum. Yani isçilerin kendi düşünce ve duygularını ifade ettikleri estetik

53
bicimler anlamında. Bunlar burjuva uygarlığının ötesinde, onu asmış bir kültürü ifade
etmezler, o uygarlık içindeki bir sınıf tavrını ifade ederler. Daha doğrusu sınıfın bir
bölümünün tavrını ve bleu jean orneginde olduğu gibi alışkanlıklarını.
Bu nedenle aralarında bir çelişki yok ama kültür kavramının farklı kullanımları var.
*
Eleştirinizin ikinci kısmına gelince,
Ceyhun Sunsay’a o zamanlar verdiğim cevapta aslında sizin sorunuza da cevap var.
Söyle yazıyorsunuz:
"Doğu Avrupa bürokrasisinin savunulacak tarafı yok, ancak bir ülkenin gençlerinin hiçbir
antiemperyalist ve/ya ulusal bilinç taşımadan, varını yoğunu ithal mali, çoğu zaman da düşük
kaliteli ve pahalı (Ör: Türkiye’de McDonald's) ürünlere yatırmasına karşı sessiz kalmak
savunulabilir mi, bilemiyorum."
Siz de gençleri kotu etkilerden korumaya çalışanlar gibi yazıyorsunuz.
(Bunlar, Genelkurmay da, militanların kafası karışmasın diyen örgüt yöneticisi de, kızın
başını boş bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya varır diyen baba da, namusu kaybolmasın
diye karısını ezen erkek de, Kürtleri Apo gibi bir yöneticiden korumak isteyen Türk solcusu
da, doğu Avrupaili bürokrat da olabilir. Aslında korunmak gereken en büyük kötülük
kendileridir.)
O dediğiniz pahalı ithal mallarına verebilecek parası olan gençler, hali vakti yerinde ailelerin
çocuklarıdır.
Kaldı ki, McDonald örneğiniz tıpkı rock müziğe benziyor. Mc Donald Avrupa ve Amerika'da
İsçi Kültürünün bir parçasıdır. O ülkelerin isçileri yerler CM Donald’da. Çünkü ucuzdur, iyi
örgütlenmiştir, sağlıksızdır vs., vs..
Beni şahsen, Türkiye’deki iyi halli aile çocuklarının batı özentisiyle CM Donald’da
yemelerinden ziyade; CM Donald'da çok ucuza bir sosyal hakki olmadan çalıştırılan insanlar
ilgilendiriyor.
Ayrıca şunu şimdiden söyleyeyim. On yıl sonra, Türkiye’de de, garibanlar Mc Donald da
yiyeceklerdir. Anladığım kadar bu geçici bir moda, heves.
Ulusal bilinç taşıyıp "Dürüm" ya da Lahmacun yese ne olacak?
Bu islerin kültürle, bilinçle ilgisi yok. Ucuz ve seri üretimin; organizasyonun; sermaye
birikiminin; bilginin üstünlükleri söz konusu. Bunlara karsı bilinçle ya da yasaklarla mücadele
edilemez. Bu otarşiye yol acar. Sonunun ne olacağı Doğu Avrupa'da görülmüştür.
Görülmeden önce de, tek ülkede sosyalizm olur mu olmaz mı tartışmaları bağlamında Trocki
tarafından on görülmüştür. Örneğin İhanete Uğrayan Devrim'de. Bu tartışmaların dayanması
gereken bütün kavramsal ve metodolojik temeller orada vardır.
“Milli kültürü” çok korumak mi istiyorsunuz? Mc Donald'dan daha lezzetli, daha ucuz, daha
kaliteli, daha temiz yerler açınız. İnsanlar hiç bir milli bilinç taşımadan sizin milli ve de anti

54
emperyalist yemeklerinizi yerler. Tabii bu da bizim işimiz değil. Bu sermayedarların işi. O
milli ve anti emperyalist "Dönerburger"i açanlar da, rekabet için isçisini ayni CM Donald’ın
patronu gibi, hatta daha da fazla sömürecektir. Bizim açımızdan fazla bir şey değişmeyecektir.
Benim gerçekten "kültür Emperyalizmi" diye bir problemim yok. Bunlar, çeşitli geri ülkeler
burjuvalarının, emek üretkenliği, dolayısıyla rekabetteki kötü konumlarını düzeltmekten
başka bir işe yaramayan ideolojik araçlardır.
Ama burjuva uygarlığının; kapitalizmin ortaya çıkardığı sonuçları, değerleri eleştirmek, bir
sosyalist program taslağı oluşturmak diye bir sorunum var.
Mc Donald örneğimize dönersek, burjuva uygarlığı hayatı öyle hızlandırmıştır ki, yemek gibi,
insana en büyük zevk veren eylemlerden biri bile, aceleyle bir tıkınmaya dönüşmüştür. Antik
uygarlıklardaki kadar olsun insan artik yaşamamaktadır. Vs. vs..
Kanımca eleştirilmesi, eleştirel bir gözlükle bakılması gerekenler bunlar.
İnsanin tekrar ağız tadıyla; bir dostlar meclisinde zaman stresi olmadan yemek yiyebilmesi
için ne yapmak gerekir?
Bence ilk şart: kapitalizmi ortadan kaldırmak!
Saygılarımla
Demir Küçükaydın

55
Üçüncü Bölüm

“Yeni Zamanlar”da Tekrar Kültürel Özerklik Üzerine Yazılar

Kültür ve Politika
Kimi kavramlar, içerikleri ve onlara yüklenen anlamlar bir yana, sadece var oluş ve
kullanılışlarıyla bile belli bir dönemin ruhunu yansıtmakla kalmazlar; o döneme damgasını
vuran ideolojik iklimin bir göstergesi de olurlar.
1960'lı yıllar ve yetmişlerin başı göz önüne getirilebilir. O dönemin kültür, politika, felsefe,
sosyoloji dergilerinde, bu konulardaki yazılarda en çok geçen kavramlar, "sınıflar",
"burjuvazi", "proletarya", "küçük burjuvazi", "ideoloji", "kapitalizm", "sosyalizm",
"emperyalizm", "az gelişmişlik", "sömürü", "çelişki", "planlı ekonomi" gibi kavramlardı.
Bunlar sadece sol bilinen çevrelerin kullandığı kavramlar değildi. Üniversitelerde ve bütün
entelektüel hayatta bu kavramların karşı koyulamaz bir egemenliği vardı. Bu kavramlar yerine
başkalarını kullananlar, özellikle burjuvazinin ideologları bile, başka kavramları kullanırken,
örneğin "kapitalizm" yerine "pazar ekonomisi", "üçüncü dünya" yerine "gelişmekte olan
ülkeler" gibi kavramları kullanırken, burada başka bir adlandırmayla da olsa tartışılan aynı
içerik olmaya devam ediyordu. Pazar ekonomisinden de bahsedilse, o kapitalizm olarak
tartışılıyordu o tarz adlandırma bile değiştirme çabasına karşı bir savunmanın ifadesi
oluyordu. Bütün bu kavramlar ve o kavramların değişik adlandırmaları ve o kavramlara
yüklenen çeşitli içerikler, o yıllarda başka türlü sorunların insanlığın kafasını meşgul ettiğini
gösteriyordu.
Var olan sistemin katlanılmazlığı, değiştirilmesi gerektiği ve değiştirilebileceğine dair
bir varsayımın gizli bir egemenliği vardı. Bütün tartışmanın ardında, bu değişimin sınıfların
hareketleriyle, ezilenlerin hareketleriyle, siyasi iktidara yönelerek ve kapitalizmin ötesinde
sağlanabileceği gibi ifade edilmemiş ön kabuller olmadan, o yıllardaki bu kavramların
belirleyiciliği anlaşılamaz.
Son çeyrek yüzyılda, bu kavramların hemen hepsi, marjinalleşmiş sol grupların küçük
dünyalarına çekildiler, ortalığı başka türlü kavramlar kapladı: "globalleşme", "modernizm",
"post modernizm", "liberalizm", "kültür", "kimlik", "çoğulculuk", "yapısalcılık", "post
yapısalcılık", "dekonstrüksiyon", "konstrüksiyon", "söylem" vs..
Hatta yer değiştirmelerin yaklaşık bir listesi bile yapılabilir: "kapitalizm" ve "emperyalizm"in
yerini "yeni liberalizm" ve “globalleşme”; "ideoloji"nin ve "terminoloji"nin yerini "söylem";
"sınıflar mücadelesi" ve "ideolojik mücadele"nin yerini "kültürel kimlik" ve "çoğulculuk",
"kültürler savaşı"; "analiz" ve "sentez"in yerini "konstruksiyon" ve "dekonstruksiyon";

56
"Marksizm”in, "sosyalizm”in", "Tarihsel Maddeciliğin" yerini "yapısalcılık"; "post
yapısalcılık" almış durumda.
Ama bunlar sadece kavramların basit bir yer değiştirmesi değildir, bütün bu kavramların
ardında yatan, kapitalizmin ortadan kaldırılabilirliğinin gerekli ya da mümkün olduğuna dair
bir tartışmanın yokluğudur. Gerçek ideolojik egemenlik, kapitalizmin evrensel zaferi tam da
burada gizlidir. O kavramları kullanmaktan kaçınmak ya da onlara muhalif anlamlar
yüklemek de sonucu değiştirmemekte, o dikte edilmiş alanın sınırları dışına çıkılamamaktadır.
Kültür kavramı son çeyrek yüzyılda, giderek sıradan, kenarda bir kavram olmaktan çıkarak
baş köşeye oturmuş kavramlardan biri. Çoğu kez, "kültürel kimlik", "kültürel azınlık",
"kültürel çoğulculuk" gibi bir sıfat formuyla ya da "politik kültür", "modern kültür", "alt
kültür", "global kültür", "çok kültürlülük" gibi başka bir sıfatla sınırlanmış isim formuyla
karşımıza çıkıyor. Sıfat formu genellikle politik, taleplere ve eyleme ilişkin bir ağırlık
taşırken, isim formları daha ziyade salt sosyolojik kavramlar olarak karşımıza çıkıyor.
Hangi biçimiyle olursa olsun, bu kültür kavramının yaygın kullanımının çeşitli varyasyonları,
en değiştirmeye yönelik gibi göründüğü noktada bile, kapitalizme karşı bir içerik taşımıyor ve
onun çerçevesinde bir değişiklik anlamına geliyor.
İdeolojik gericilik, kavramlara yüklenen anlamlarda değil, sorulara verilen cevaplarda değil,
bizzat sorularda ve bizzat kavramların kendilerinde. Bizzat o kavramların bugünkü
anlamlarıyla kullanılışı ve o kavramların o anlamlarıyla ortaya çıkan problematikler
burjuvazimin ideolojik egemenliğini ve büyük tarihsel zaferini yansıtıyor.
Bu en iyi Kültür kavramında görülebilir. Herkes, Abdullah Öcalan'dan Özgürlük ve
Demokrasi Partisi'ne kadar herkes "çok kültürlülükten", "kültürel çoğulculuktan", "kültürel
kimlik"lerin korunması geliştirilmesi ve ifadesinden yana. Bundan yirmi yıl önce ise,
kimsenin aklına bu konularda bir şey söylemek gelmezdi.
Bunun bir gelişme olduğu düşünülebilir ilk bakışta. Toplumsal hayatın daha dakik ve derin
kavranması sonucunda, eskiden problem edilmeyen şeylerin şimdi problem edildiği
düşünülebilir. Acaba öyle mi? Kültür kavramı bize iyi bir örnek teşkil edebilir.
Kültür kavramı altmışlı yılların sınıf ve ideoloji kavramlarının yerini almıştır adeta. Kültürden
söz edildiğinde ideoloji yok olmaktadır. Durum ve çıkarları farklı toplumsal gruplar, yani
sınıflar ve onların çıkarlarını ifade eden kavramsal sistemler yok olmaktadır. Her biri aynı
konumda veya değerde farklı kültürler, kültürel gruplar ve bunların ilişkisi konu olmaktadır.
Eskiden sorun sınıflar arası ilişkiler ve onların arasındaki mücadele ve buna ilişkin bilginin
ezilenlerin kurtuluşu için nasıl kullanılabileceği iken, şimdi sorun, kültürler arası ilişki ve bu
ilişkinin nasıl düzenlenebileceğidir.
Böyle bir sorun yok mudur? Elbette vardır. Ama bu sorunun, diğerinin yanında onu tamamlar
bir bağlamda tartışılması başkadır, diğerinin yerini alması ve diğerini zihinlerden sürmesi bir
başkadır. Altmışlı yılların kavram sistemi içinde, ideoloji kültüre hiç bir zaman bugünkü
gericilik döneminin kültür kavramının ideolojiye davrandığı gibi davranmamıştı. Kültür
ideolojinin, sınıfların içinde ve yanı sıra çeşitli içeriklerle, gelişmemiş bir alan olsa da bir

57
varlığa sahipti, gelişmemişliği ilişkinin yapısından değil, sosyal pratikten kaynaklanıyordu.
Ama bugünkü konumda, kültürün içinde ya da yanında ideoloji kavramının bir yeri yoktur.
Bu aynı zamanda, altmışlardaki anlamlarıyla kültür kavramının da yeri yoktur demektir.
Aslında, kültür kavramının bugünkü kullanılışı ve problem ediliş tarzı, altmışların kültür
kavramı ve problem edişleri üzerinde onları inkâr eden bir diktatörlüktür. Dolayısıyla
bugünkü biçimiyle kültür ve kültür tartışmaları aslında, ideolojiyi yok etmelerine, bu
dünyadan sürüyor görünmelerine rağmen, bütünüyle ideolojiktirler ve ideolojik bir saldırının
unsurlarıdırlar.
*
Ellilerde yapılan bir araştırmada 160 ayrı tanımı tespit edilmiş kültürün9. O zamandan bu
güne neredeyse yarım yüz yıl geçti, ve son çeyrek yüzyılda, kültür kavramı, toplum bilimleri
ve politika alanında en çok kullanılan kavramlardan biri haline geldi. "çok kültürlülük",
"kültürel kimlik", "kültürel çoğulculuk", "kültürler savaşı" vs. gibi kavramlar ve sorunlar
entelektüel hayatın başköşelerini çoktan ele geçirmiş bulunuyor. Dolayısıyla arada geçen
zamanda, Kültür kavramının kimi kullanımlarının bir yandan daha netlik kazanırken diğer
yandan da yepyeni anlamlarının ve kullanımlarının ortaya çıktığı düşünülebilir.
Buna ek olarak değişik uluslarda ve politik kültürlerde de kültürün kullanımları arasında
büyük farklar bulunmaktadır. Öreğin Alman geleneğinde diğer Avrupa ülkelerinden farklı
olarak, kültüre adeta uygarlık gibi bir anlam yüklenmektedir10.
*
Kültür nedir?
Kültür, en genel anlamıyla, insanın doğaya kattığı her şeydir. Klasik tarihsel maddecilik,
kültürü bu anlamıyla özellikle, uygarlık kavramıyla belli bir zıtlık içinde, uygarlık öncesi
toplumları tanımlarken kullanmıştır.
Bu tanım bağlamında, kültürsüz hiç bir toplum yoktur, nerede bir insan toplumu var ise, orada
bir kültür de vardır. Uygarlık ise, ilk kez Mezopotamya'da ortaya çıkmış belli bir artı ürün,
dolayısıyla şehir, devlet, para, yazı demektir. Bu anlamda, nerede sınıflı toplumlar varsa,
orada bir uygarlık da vardır.
Kültürün bu en genel ve sosyolojik tanımı neredeyse toplum kavramına denk düşer. Doğadan
soyutlanmış bir Toplum kavramı gibidir bu bağlamda Kültür.
Fakat politik tartışmalar bakımından kültürün bu kullanımının doğrudan programatik bir
önemi pek olmamıştır. Kültür ile klasik Marksist öğreti başka bağlamlarda da, ona yüklenen
başka içeriklerle de tartışma konusu olmuştur. Bunların en önemlilerinden bir kaçını şöyle
sıralayabiliriz: Ulusal sorun bağlamında, özellikle Avusturyalı Marksistlerle yürütülen
“kültürel özerklik” tartışmaları ve Ekim Devrimi sonrasında "proleter kültür" tartışmaları.

9
A. Kreobler ve C. Luckhon, "Culture, A Critical Rewiew of Consepts and Definitions", Cambridge (mass.),
1952. Zikreden V.Kelle, M. Kovalson "Tarihsel Maddecilik" s.156
10
Norbert Elias, "Über den prozeß der Zivilisation", Frankfurt am Main, 1976

58
*
Başka bir değerler sistemi, sanat anlamında kültür Ekim Devrimi sonrasında özellikle
"Proleter Kültür" tartışmaları bağlamında söz konusu olmuştur. O dönemde, bir takım Küçük
burjuva sosyalistleri ve sanatçıları "proleter bir kültür" kurmaktan söz ediyorlardı. Lenin ve
Troçki gibi, klasik Marksist öğretiyi savunanlar ise, bunun saçmalık olduğunu söylüyorlardı.
Proletarya diyorlardı, ezilen bir sınıf olarak, yoksul bir sınıf olarak kültürünü geliştirebilmiş
bir sınıf değildir. Burjuvazi, daha iktidara gelmeden, bir kaç yüz yıl boyunca, kendi
edebiyatını, felsefesini, değerler sistemini geliştirme olanağı bulabilmiştir. Burjuvazi her
şeyden önce zengin bir sınıftır. Kültüre ayıracak zamanı ve kaynakları vardır. Proletarya ise
hiç de bu durumda olmamıştır olamaz da. O enerjisini, en iyi beyinlerini burjuvaziyi devirme
mücadelesine aktarmak zorundadır. Kültüre ayıracak, ne vakti ne de nakdi vardır. İktidara
geldikten sonra ise, yapması ilk gereken, kültürel bir gelişmenin ön koşullarını hazırlamaktır:
yani insanların okuma yazma öğrenmesi ve eğitimi; bunun yaygınlaşması ve kalitesinin
yükselmesi; insanlığın (burjuva ve antik) kültür mirasının tüm insanlarca erişilebilir olması ve
özümlenmesi. Emek üretkenliğinde sağlanacak yükselişlerle, ezilen ve çalışanların kültüre
ayıracak zaman ve enerjileri olması vs..
Proletarya iktidara geldikten sonra da enerjisini bu işlere ayırmak zorundadır. Bu da hiç
proleter kültür değil, burjuva kültürünün özümlenmesi ve yaygınlaşması anlamına gelir. Kaldı
ki, proletarya, iktidara geldiği andan itibaren bir sınıf olarak kendini yok etmek zorundadır.
Egemen bir sınıf olarak da, kendi kültürünü geliştirecek zamanı olmayacaktır, eğer en temel
kültürel görevler bile olmasaydı.
İlerde sosyalist bir toplumun kültürü elbette olacaktır ama bu sınıfsız bir toplumun kültürüdür
artık, proletaryanın değil.
Lenin ve Troçki gibi klasik Marksistler ile küçük burjuva sosyalist ve sanatçıları arasında
dışarıdan bakan için paradoks gibi görünecek bir durum vardır bu tartışmalarda. En klasik
Marksistler yani en proleter konumları savunanlar, "bırakalım proleter kültürü, bir ilk adımda
burjuva kültürünü özümlemeliyiz" derlerken (Lenin: "Kültürlü tüccarlar olalım" veya
"kafanızı, insanlığın bütün hazineleri konusunda bilgi edinerek zenginleştirdiğiniz zaman
komünist olabilirsiniz ancak" diyordu.); küçük burjuva sosyalistler ya da sanatçılar "proleter
kültür" kurmaktan söz etmektedirler.
Bu, proletarya ve küçük burjuva sosyalizminin ezeli ayrılığıdır. Proletarya sosyalizmi, var
olan toplum içinde geleceğin toplumumun örnekleri ve ilişkileri kurulamayacağını söyler,
daima vurguyu burjuva uygarlığının özümlemesi ve eleştirisine yaparken; küçük burjuva
sosyalizmi hep geleceğin toplumunun ahlakını, ilişkilerini, kültürünü vs. bugünkü içinde
kurmaya çalışır ve tek yapabildiği aslında burjuva toplumunun ilişkilerinden bile geri, bir
küçük burjuva ütopyasından başka bir şey olmayan bir dünyanın denemelerine girişir; bunlar
yenilgiye uğrayınca da aynı hızla, suçu sosyalizme atıp, gerçekçi olarak, çocuksu
hayallerinden kurtulmuşlar olarak burjuva toplumunun basit avadanlıkları haline dönüşürler.
Klasik Marksist tezler en parlak doğrulamasını Çin'deki "Proleter Kültür Devrimi" ile de
görmüştür. Zaten bu devrimin adı bile, onun klasik Marksist bakış açısıyla bir ilişkisi

59
olmadığını gösterir. "Proleter Kültür Devrimi", bırakalım bir "proleter kültür" yaratmayı veya
böyle bir devrim başarmayı, var olan burjuva kültürünün bile gerisine düşmeyle
sonuçlanmıştır.
İşin ilginç bir yanı var. Günümüzdeki, post modern, yapısalcı, post yapısalcı teorisyenlerin
çoğu, yani şu kültürün de içine dâhil olduğu, bugünkü ideolojik iklimin kavramlarıyla
yazanların çoğu, altmışlı yıllarda, özellikle "proleter kültür devrimi"nden etkilenmiş küçük
burjuva sosyalistleriydi; bunlar daha sonra aynı hızla bugünkü gericilik ikliminin teorisyenleri
haline dönüştüler. Buna karşılık, klasik Marksist konumları savunanlarda böyle bir savrulma
pek görülmez. O dünün "Proleter Kültür Devrimi" yapanları bugünün "çok kültürlü";
"kültürel çoğulcu" bir toplumda "kültürel kimlik"lerini nasıl koruyacaklarıyla uğraşır oldular.
Böylece yaygın ve egemen anlayışlar bakımından çok ilginç bir durum ortaya çıkıyor.
Diyelim ki, modası geçmiş altmışlı yılların kavram ve tartışmalarına ilişkin bugün neler
öğreniliyorsa, bunlar bugünün ortalığı kaplamış teorisyenlerinden öğreniliyor; onların ise
aktardıklarının ve anladıklarının gerçek Marksizm'le ilgisi yok. Ama onlar gerçeğiyle ilgisiz
bu karikatürü -çünkü kendi anladıkları Marksizm oydu- gerçek Marksizm diye
sunmaktadırlar. Bu ortamda, herhangi bir insanın gerçeği bulması giderek
olanaksızlaşmaktadır. Bu yöndeki çabaları destekleyecek bir sosyal hareketin de en küçük bir
kıpırtısının olmadığı böyle bir zamanda, gerçek Marksizm'in bulunup kavranabilmesi genç
kuşaklar için adeta olanaksız olmaktadır. O bir iftiralar yığınının altından çıkarılmak
zorundadır.
Ispanakta demir olduğu düşüncesi çok yaygındır ve bu genel kabul aslında bir tercüme ya da
dizgi hatasından kaynaklanmaktadır. Ve nihayet ıspanakta demir olduğu yanlış fikrinin pek
fazla bir zararı da yoktur. Olmasa da sonunda yediğiniz bir sebzedir ve sağlığa bir zararı
yoktur, belki başka faydaları bile vardır.
Ama Marksizm söz konusu olduğunda, adeta her alanda, her konuda; hiç de dizgi ya da
tercüme yanlışlarından kaynaklanmayan yığınla ıspanakta demir hikâyesi vardır. İşin kötüsü,
bu yalan yanlış bilgiler zehirli sebzelerin yenmesine yol açmaktadır. Bunu en iyi de; ikisi de
aslında aynı sorunu ele alan klasik Marksist "Kültürel Özerklik" "Dillerin eşitliği" "ezenlerin
ve ezilenlerin kültürü" tartışmalarıyla; günün moda "çok kültürlülük"; "kültürel çoğulculuk"
"kültürel kimlik" tartışmalarının "kültür" kavramına yükledikleri anlamların analiziyle
görülebilir.
*
Şu tür akıl yürütmelere açık veya gizli olarak her yerde rastlanabilir ve son derece makul gibi
görünüyor:
"Lenin kültürel özerkliğe karşı çıkmıştır. Yani Marksistler kültürel özerkliği tanımıyorlar,
dolayısıyla, özerk kültürler olmaz ise, çok kültürlü, bütün kültürlerin bir arada yaşayabildiği
ve kendilerini geliştirebildiği bir toplum da mümkün değildir. Aslında Marksistlerin kültürel
farklılıkları görmediği ve önemsemediği; böyle bir problemin varlığını görmek istemediği
bile söylenebilir. Lenin ezen ve ezilenlerin kültüründe söz ederken toplumdaki kültürel
farklılıklara gözlerini kapamakta veya onu bir problem etmemektedir."

60
Bu tür iddialar ve son derece yaygın anlayışların yanlışlığını ve ideolojik anlamını
kavrayabilmek için, kültür kavramına bugün yüklenen anlamla, Lenin'lerin tartışmalarında
yüklenen anlamların bir karşılaştırılmasıyla varılabilir.
*
Bugün herkes çok kültürlülükten yana. Özellikle Avrupalılar. Ve bu çok kültürlü toplumun
gerçekleşmiş modeli ve ideali de ABD'den başka bir şey değil.
Peki, nedir bu "çok kültürlü" toplumu ifade ederken kültür kavramına yüklenen anlam?
Kültür, politik alanın dışındakiyle tanımlanmaktadır. Tıpkı din gibi.
Modern batı uygarlığı, yani kapitalizm, yani burjuvazi dini kişinin bir inanç ve vicdan sorunu
olarak tanımlar. Politik alanın, yani devlete ve iktidara ilişkin alanın dışına iter. Ama bu dışa
itişin bizzat kendisi, bir politik tavırdır ve bir ideolojik ve politik baskı ve egemenlik içerir.
Ama ya bir din için, din kişinin özel bir sorunu değil, bir kişisel inanç sorunu değilse; o
kendini hukuki, siyasi ve diğer yönleriyle insan ilişkilerine düzenleyen bir sistem olarak
görüyorsa ne olacaktır (örneğin İslamiyet böyledir).
Bu noktada, aslında vicdan hürriyeti denen ilkenin, hiç de öyle dinler karşısında tarafsız
olmadığı; dinin belli bir anlayışının, burjuva anlayışının diktatörlüğünden başka bir şey
olmadığı görülür. Dini kişinin, politika dışı, inancına ilişkin bir alan olarak gören bir din
anlayışına sahipseniz, sorun yoktur, her türlü hoşgörüyü tadabilirsiniz. Ancak, dininiz ya da
din anlayışınız, politik ve devlete ilişkin olan alanı kapsadığı an, o sözde özgürlük alemi biter
ve yerini gerçek bir baskı ve şiddet alır. Benim dinime göre, cezayı kadılar vermeli; vergiler
halifeye verilmeli dediğiniz anda, kadılarınız tutuklanacak; halifenin vergi memurları
tutuklanacak veya vergi vermediğiniz için hapse gireceksiniz demektir.
İşte son yılların moda "çok kültürlülük"; "kültürel çoğulculuk"; "kültürel kimlik"
kavramlarında ifadesini bulan kültür kavramı da, böyledir; politik alanın dışına ilişkindir.
Kültür politik olmayandır. Tıpkı din gibidir. Politik olmayan din de bu kültürün bir
öğesidir; içine kimi gelenekleri ve dili de almıştır.
Bu bakımdan çok kültürlülük baştan aşağı bir aldatmacadır, daha doğrusu, batı uygarlığının
kendi kültür anlayışını, tanımını, diğer kültürlere dayatmasıdır; batı uygarlığının kültür
tanımının diktatörlüğüdür. Diğer kültürlerin kültür anlayışlarının ve tanımlarının baskı altına
alınmasıdır. Kültürel olan, bu tanımda, siyasi anlamı olmayandır. Yemektir örneğin, giyimdir,
günlük hayata ilişkin kimi alışkanlıklardır, konuştuğunuz dildir. Ama biri çıkıp, benim
kültürümde devlet yok, benim kültürümde bir ulustan olmak diye bir kavram yok, benim
kültürümde saniyeler dakikalar yok, benim kültürümde özel mülkiyet yok, benim kültürümde
polis yok, benim kültürümde mahkemeler yok diyemez. Bunları dediği an, çok kültürlülük
efsanesi biter, söyleyen soluğu ceza evinde ya da tımarhanede alır. Çok kültürlülük, ulus
ilkesine dayanan devletleri kurtarmak için çıkarılmış, batı uygarlığının kültür anlayışının
diktatörlüğüdür.

61
Sizin kültürünüz kültüre, saniyeleri, devleti, vergi memurlarını, polisi, mülkiyet biçimlerini
içeren bir anlam veriyorsa; o sözüm ona çok kültürlü toplumda sizin yeriniz akıl hasta hanesi
ya da hapishanedir.
Bu noktada, kültür kavramının bu egemenliğinin aslında bir ideolojik saldırı ve egemenliğin
ifadesi olduğu ortaya çıkmaktadır. Kültür kavramına bu yoğunlaşmalar aslında ideolojik
kavramının reddi ve yok oluşuyla birlikte gitmektedir. İdeoloji de kültürün dışına itilmiştir.
Siz ideolojiyi kültürün içinde kabul eden bir kültüre sahipseniz, bu dünyada yine yeriniz
yoktur.
Bu bakımdan, çok kültürlülük, kültürel kimlik, kültürel çoğulculuktan söz ettiğiniz an;
ideolojiyi de kültürün bir öğesi kabul eden anlayışlar üzerinde bir diktatörlüğünüz var
demektir. Bizzat bu gün kültüre verilen anlamla kültür üzerine söylem ve tartışmalar kültüre
ideolojiyi de dahil eden anlayışa karşı ideolojik bir saldırıdır.
Lenin'ler "kültürel özerklik" tartışmalarını yürütürlerken, Kültür kavramına, bugünkü ikiyüzlü
tanımlamanın aksine ideolojiyi de dahil ediyorlardı. Daha doğrusu bunun ayrılamayacağını
savunuyorlardı haklı olarak.
Yıllar önce yazdığımız bir yazıda şöyle yazıyorduk:
"Kültürün şu ya da bu görünümünü ideolojiden ayırmak; düşünce düzeyinde yapılabilecek bu
soyutlamayı gerçek hayatta yapmak mümkün olmadığı için Lenin "Kültürel Özerklik"
sloganına, özerklinin kendisi sırf kültürle sınırlanıyor olsa da karşı çıkmaktadır. Eğer kültürel
özerkliği savunanlar ideolojinin ayrılmasını mümkün görüyorlar ise, bu ayrılmanın nasıl
olabileceğinin somut mekanizmalarını da göstermek zorundadırlar.
Lenin'in, ideolojinin Kültürün soyutlanamaz bir öğesi olduğundan hareketle; her toplumda iki
kültür olduğundan söz etmesi, bu soyutlanamazlık göz ardı edildiği, görmezden gelindiği için
yanlış anlaşılmaktadır. Şimdi de bu yanlış anlamanın üzerinde duralım. Lenin şöyle yazıyor:
"Her ulusal kültür, gelişmiş olmasa bile, demokratik ve sosyalist bir kültürün öğelerini
içerir, çünkü her ulusta, yaşam koşulları zorunlu olarak demokratik ve sosyalist bir
ideolojiyi doğuran, sömürülen bir emekçi yığın vardır. Ama her ulusta, aynı zamanda bir
burjuva kültür de vardır ve bu, ulusal kültürün "bir öğesi" olarak kalmaz; egemen kültür
biçimine bürünür. Böylelikle, "ulusal kültür", genel olarak büyük toprak sahiplerinin,
papazların ve burjuvazinin kültürüdür." (s. 21)
Bu çok bilinen alıntıda Lenin'in egemen ve alt olarak nitelediği şey gerçekte ideolojidir. Ama
ideolojiyi kültürün herhangi bir boyutundan pratik hayatta ayırmak mümkün olmadığı için,
Lenin okuyucunun anlayışına sığınıp, kavramsal düzeyde bu ayrımı yapma gereğini
duymamakta, dolayısıyla "iki kültür"den söz etmektedir."11
Aynı dönemde yazdığımız başka bir yazıda, bu klasik Marksist anlayışı örneklerle şöyle
açıklıyorduk:

11
Demir küçükaydın, Kültürel Özerklik Tartışmalarına Katkı - ı- "Kültürel Özerklik" Tartışmaları ve Lenin

62
"Kültür kavramı birçok farklı anlamlara sahiptir bu anlamlar arasında kesin bir sınır çizmek
de güçtür.
Örneğin Kültür, "bir yaşam tarzı" olarak anlaşılabilir. Farklı kültürler arasındaki,
Almanların "Günlük Hayat" dediği alandaki kültürel çatışmalardan söz ederken, "Kültür
farkı" gibi bir kavram kullanıldığında, Kültürün buradaki anlamı yaşam tarzıdır. Yani kimi
sandalyede yemek yer, kimi bağdaş kurup, kimi elle yer, kimi çatal bıçakla, kimi duran suyu
akıtıp yıkanır, kimi akan suyu durdurup yıkanır vs.. Ve bu yaşam tarzı farklılıkları "Günlük
hayatta" müthiş çatışmalara yol açarlar. Ancak bu çatışmalara ne devrimle, ne yasalarla ne
kararnamelerle son verilemez. Bunlar ancak hayatın kendiliğinden akışı içinde değişip yok
olma şansına sahiptirler. Dolayısıyla siyasi bir sloganın konusunu oluşturamazlar. "Kültürel
Otonomi"den kastedilen herhalde bunlar olmasa gerek. Yani "yaşam tarzı" anlamında
kullanılmıyor olsa gerek.
Kültür, güzel sanatların genel bir karşılığı olarak da kullanılır. Kastedilen herhalde bu da
değil. Kimsenin şu veya bu şiiri yazmasına; şu veya bu müzik parçasını bestelemesine
kimsenin karıştığı yok. Ürünün kaderi de büyük ölçüde kapitalizmin pazar yasalarına göre
belirlenir.
Kültür, toplumdaki bütün maddi ve manevi değerler olarak anlaşılıyorsa, sorun daha
basitleşmiş olmuyor. Örneğin Türklerin, Almanlarla ortaklaşa maddi ve manevi değerleri,
ayrı olanlardan çok fazladır. Aynı tipte, mutfak, banyo, tuvalet, odalardan müteşekkil,
çekirdek aileye göre yapılmış evlerde yaşıyorlar, aynı fabrikadan çıkmış elbiseleri giyiyorlar,
aynı fabrikalarda çalışıyorlar, aynı türden arabalara biniyorlar, hesaplarını aynı zaman,
para, ölçü birimlerine göre yapıyorlar, aynı saatte kalkıyor ve aynı saatte yatıyorlar, aynı
yollarda yürüyüp, aynı mağazalardan alış veriş ediyorlar vs.. Ama bütün bunlar içinde ayrı
olanlar, yani ayrı müzikten zevk almak, ayrı tat zevki bulunmak vs. kastediliyorsa hem
bunların siyasi bir sloganla ilişkisi yoktur, hem de bu sınırın nerede çekileceği belli değildir.
Bir ulustan insanlar arasındaki farklar çoğu kez, ayrı ulustan insanlar arasındakilerden daha
fazladır.
En geniş anlamında Kültür kavramına Hukuk da girer. Yani kastedilen hukuki bir otonomi
olmasa gerek. Buna hiç bir devlet müsaade etmez. Örneğin "göze göz, dişe diş" başka bir
hukukun temelidir. Hukuku kapsayan bir kültürel otonomi, belli bir azınlığın kendi
aralarındaki anlaşmazlıklarda kısas ilkesini kabul eder ve diğer mahkemeler onlara
karışamaz. Kimsenin böyle bir şeyi savunduğunu sanmıyoruz. Demek ki, Kültür kavramına
burada hukuk dahil edilmemektedir.
Kültürden okumuşluk yazmışlık düzeyi de anlaşılır. "Kültürlü insan" denildiğinde, bu
anlamda kullanılmış olur. Aşağı yukarı bilgili, çok okumuş, çok mürekkep yalamış demektir.
Bunun kastedilmediği de açık.
En geniş anlamışla bile Kültürü anladığımızda, bundan: 1) Yaşam Tarzı, 2) Hukuk, 3) Maddi
ve manevi değerler 4) Bilgi Düzeyi'ni çıkardığımızda geriye ne kalıyor? Herhalde bir çok
şeyin yanı sora şu üç öğe: 1) Dil, 2) Din, 3) İdeolojiler. Esas tartışmanın bu sorunlarla ilgili
olduğu açıktır. O halde eşyaya adını koyalım. Kültür gibi ne olduğu belirsiz bir kavram
yerine, konumuz bakımından önemli olan bu üç sorunu ele alalım. Burada yaptığımız gibi
63
"Kültürel Otonomi" kavramını analiz edip, kastedilmeyenleri çıkardığımızda, geriye bu üç
önemli öğe kaldığa göre; "Kültürel Otonomi" talebi, bu arkadaşların kullanımında: Dinsel,
dilsel, ideolojik Otonomi demektir. Şimdi bu üç öğeyi ve her biri konusunda taleplerimizin
neler olması gerektiğini ele alalım.
Din'den başlayalım. Dinsel Otonomi demek, dini bir cemaatin iç işlerinde serbest olması
demektir. Söz konusu olan azınlıklar olduğuna göre, azınlık dinlerinin iç işlerinde serbest
olması demektir. Ama bu zımnen, devletin tanıdığı resmi bir din olabileceği anlamına da
gelir. Ve bu anlamda, bir talep olmaktan ziyade, Almanya'daki geçerli durumu tanımlar,
azınlık dinlerine otonomi kavramı. Çünkü Devlet, resmen Katolikliği ve Protestanlığı
tanımakta, onlara vatandaşlardan (bu arada o dinden olmayanlardan da) aldığı vergilerden
bahşişler dağıtmakta; yönetici ve memurların çalışmaya başlayışlarındaki yeminlerinde dini
unsurlar bulunmaktadır; tatil günleri Hıristiyan dinine göre belirlenmektedir vs.. Buna
karşılık, örneğin Müslümanlar tamamen otonom bir hayat yaşamaktadır. İbadet yerlerini
kendi paralarıyla yapıyorlar. Birçok yerde imamlarını kendileri bulup finanse ediyorlar; dini
eğitim veren okullarını kendileri kuruyorlar vs..
Dinsel Otonomi bizlerin talebi olamaz. O, zaten verili durumu sürdürmek demektir. Ama
bizlerin talebi, örneğin İslamiyetçin de resmi bir din olması olamaz. Biz, devletin dinsel
inançlara her türlü müdahalesine, yani bazı dinlerin imtiyazlı, bazılarının imtiyazsız olmasına
karşı çıkmalı, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını savunmalıyız. Yani Hıristiyanlığa
tanınan imtiyazlara karşı çıkmalı, onun da Müslümanlıkla ve diğer dinlerle aynı statüye
getirilmesini savunmalıyız. Ama aynı şekilde, kimi aklı evvellerin talep ettiği gibi, örneğin
kuran kurslarının kapatılması gibi taleplere de karşı çıkmalıyız. Her cemaat tamamen kendi
özverisiyle istediğini yapabilmelidir.
O halde bizlerin sloganı, dinsel otonomi değil, din ve devletin ayrılması klasik talebi olabilir.
Ancak İslamlık söz konusu olduğunda durum daha karışıktır. Din ve devlet işlerinin ayrılması
talebi, dinin belli bir tanımına, yani sadece kişisel bir inanç sorunu olduğu; kişiyle Allah
arasında bir sorun olduğu; dinin başka bir şeyi kapsamadığı anlayışına dayanır. Ama bazı
dinler kendilerini böyle tanımlamazlar. Örneğin İslamlık. O sadece bir inanç sistemi değildir;
aynı zamanda bir hukuk sistemidir. İnsanlar arası ilişkileri düzenler. Dolayısıyla, yaşayan
değil ama "Ortodoks" İslamlıkla laiklik ilkesi arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Hiç bir
devlet kendi egemenlik alanı içinde başka bir hukuk sistemine müsaade etmez. Ama aynı şey
İslam hukuku için de geçerlidir. Bu durumda sorunun çözümünün bir tek yolu vardır: güç
ilişkisi. Güçlü olanın sistemi diğeri üzerinde bir diktatörlük demektir.
Bu durumda sorun şudur: Biz hangi hukuk sisteminden yanayız ya da yana olmalıyız? Biz laik
bir sistemden yana olmalıyız. Bu bir inanç sistemi olarak Müslümanlığın devletten
bağımsızlığı demektir ama aynı zamanda bir hukuk sistemi olarak, onun tanınmamasından
yana olmak demektir.
Bu, kimi militan İslam gruplarla açık bir çelişkiyi davet eder. Ancak fazla abartılmamalıdır.
Bu tarikatların üyesi dahi olsalar Müslümanların çoğu böyle bir programdan yana
değildirler; ezilenler arasında yaşayan İslamlık başkadır; İslam felsefesi ve hukuku başkadır.
Devlet dininin İslamlık olduğu dönemlerden bile, halk arasındaki problemleri şeri değil örfi
64
hukuka göre çözümlemiştir. Hatta Osmanlı İmparatorluğu'nda örfi hukuk daha büyük bir
öneme sahip olmuştur.
O halde bir daha tekrar edelim: Kültürel otonomi kavramının içeriğinde din varsa,
sloganımız kültürel, yani dinsel otonomi olamaz. Tek doğru slogan devlet ve din işlerinin
ayrılmasıdır.
Gelelim dilsel otonomiye. Sloganımız bir dilsel otonomi de olamaz. Bu talep, azılık dillerinin
dezavantajlı durumunun korunması anlamına gelir. Yani devlet azılık dillerinin öğretilmesine;
o dili kullananlar arasında bir kültürel hayatın gelişmesine karışmayacak demektir, ki
bugünkü durum aşağı yukarı tam da buna tekabül eder.
Bizim sloganımız Dillerin Eşitliği olmalıdır. Yani hiç bir dile imtiyaz tanınmaması; hiç bir
dilin baskı altına alınmaması.
Dillerin eşitliği, isteyene ana dilinde eğitim hakkı demektir. Ya da aynı zamanda ana dilini
ikinci bir dil olarak seçme hakkı demektir. Bu okulların ayrılmasını gerektirmez. Temel ilke,
kimsenin ana dilinden başka bir dilde eğitim yapmaya zorlanmaması; ama aynı zamanda ana
dilinde eğitim yapmaya da zorlanmamasıdır. Bu devletin bütün yayınlarının tüm azınlık
dillerinde yapılması demektir. Bu televizyon ve radyoda diğer dillerin de yayınlarının
bulunması demektir.
Ama bütün bunlar "kültürel özerklik" kavramına girmez; dillerin eşitliği kavramına girer. Ve
kültürel özerklik kavramına karşı çıkan Lenin'in savunduğu da budur.
Ancak, dil bir araçtır. İnsan onunla düşünceyi işler. Tıpkı makinelerle doğayı işlediği gibi.
Peki, işlenecek olan düşünce ne olacaktır? Burada üçüncü öğeye, ideoloji bahsine geliyoruz.
Modern toplumda hiç bir düşünce yoktur ki ideolojiler yani sınıfsal çıkarlar dışı olsun.
Kültürel özerklik, eğer ideoloji kavramını da içeriyorsa, "ideolojik özerklik" gibi bir
saçmalığa varırız. Ezilenlerin sloganı ancak, ideolojik savaş olabilir ki, bunun en uygun
koşulları fikir özgürlüğünü garantileyen kanunlarla oluşur. Bu durumda biz, örneğin, meslek
yasağı gibi yasalara karşı çıkmak zorundayızdır."12
Klasik Marksist yaklaşım ve kültür kavramı çerçevesinde baktığımızda, bugünün moda
kavramları şu anlamlara gelirler:
"Çok kültürlülük" = "Çok ideolojililik". Bu ise saçma bir taleptir, talep olması söz konusu
değildir. Toplumda birçok ideolojiler zaten vardır. Bunlar kanunlarla, kararnamelerle ortadan
kaldırılamazlar. Toplumsal olarak çıkarları farklı insan kümeleri, sınıflar varsa, bu sınıfların
eğilimlerini, çıkarlarını yansıtan ideolojiler de olur. Nasıl, sınıflar iktisadi ilişkiler alanından
çıkar, kararname ya da yasaklarla ortadan kaldırılamazlarsa ideolojiler de öyledir.
"Kültürel Çoğulculuk" = "İdeolojik Çoğulculuk" anlamına gelir. Fikir özgürlüğü anlamında
de alınabilir. Ama ideolojik mücadele yapmamak olarak da anlaşılabilir. Yani yeni kültür
tanımına göre nasıl başka kültürler varsa ve onları olduğu gibi kabul edip, onlara karşı bir

12
Demir Küçükaydın, Göçmenlerin Bir Azınlık Olarak Talepleri Ne Olmalıdır?

65
kültürel savaş vermemek; değiştirmeye kalkmamak gerekiyorsa, başka ideolojiler de vardır
onlara karşı da ideolojik bir savaş verilmemelidir. Onlar olduğu gibi kabul edilmelidir.
Ama bu iddianın kendisi, ezilenlerin ideolojik mücadeleye gereksinimi olduğu anlayışına
karşı bir ideolojik savaştan başka bir şey değildir.
Sorunun özü buradadır; kültürel kimlik üzerine tartışmalar ve kültüre bu yeni, politika ve
ideoloji dışı anlamı veren bu tartışmalar ve söylem, ezilenlerin ideolojisine karşı bir ideolojik
savaştır.
Yukarıdaki alıntılardan görüleceği gibi, somut talep olarak, bugünkü çok kültürlülük ya da
kültürel çoğulculuk denen talep, Marksistlerce "dillerin eşitliği" olarak çok daha radikal ve
kapsamlı olarak yüz yıl önce formüle edilmiştir. Bugün bu talep, Kayserilinin eşeği boyayıp
satmaya kalkması gibi, adeta Marksistlere karşı piyasaya sürülmektedir.
Kavramın gericiliği, sadece politik ve ideolojik olanı Kültürden dışlamasında değil; sadece
"çok kültürlülüğü" sosyalizme karşı enstrümantalize etmesinde değil; ama aynı zamanda
bugünün dünyasında gerici bir program oluşturmasındadır.
Yüzyılın başında, Kültür Ulusal sorun çerçevesinde tartışılıyordu. Farklı milliyetlerden
insanların, herhangi bir baskı ve dezavantaj altında kalmadan eşit ve barışçıl ilişkiler içinde en
iyi nasıl yaşayabilecekleri sorusuna bir cevap olarak. O zamanlar, ulusal devletler henüz
dünyanın çok küçük bir bölümünü oluşturuyordu. Ortalığı kaplayanlar, Rus Çarlığı,
Avusturya Macaristan İmparatorluğu, Osmanlılar gibi, birçok ulus ve ulusçuluk öncesi
“ulusların” içinde yaşadığı imparatorluklardı.
Marksistlerin o zaman önerdiği, bugünün Avrupa'sında geçerli olandan bile daha radikal ve
demokratik bir sistemdi. Bu sistem: ulusların kaderini tayin hakkı ve dillerin eşitliği gibi; biri
çoğunluk ulusların, diğeri azınlıkların haklarını korumaya yönelik iki temel ayak üzerinde
yükseliyordu. Bu taleplerin kurtuluşçu bir yanı vardı.
Bugünün dünyasında, ulus ve ulusçuluk çoktan ömrünü doldurmuş bulunuyor. Çok
kültürlülük talebi, ulus ilkesinin son sığınağıdır. Muazzam işgücü göçleri, çok farklı dillerden
ve uluslardan insanları dünyanın dört bir yanına dağıtıyor. Bu dünyada ucuz işgücünün yine
en ucuz şekilde yeniden üretilmesi için bir koşuldur çok dillilik.
Teknik gelişme de buna olanak vermektedir. En ilginç örneği bilgisayar alanındaki ANSI ve
ASCI kot sistemi ve UNİKOT sunar. Bir kaç yıl öncesine kadar, bilgisayarların kapasitesi
sınırlıydı, bu sınırlı kapasite içinde, olabildiğince az bir bölüm kullanmak için, İngilizce
harflerle sınırlı yazılabiliyordu. Bugün bilgisayarların olanakları çok gelişmiş bulunuyor, bu
bütün dilleri, Çince dahil, içeren yeni bir standarda geçilmesini mümkün kıldı.
Üretim alanında da benzer gelişmeler bulunabilir. Eski standart üretim yerine, birçok
varyasyonları içeren üretim sistemine geçilmiş bulunuyor. Böyle bir dünyanın olanak ve
ihtiyaçlarına denk düşüyor ve bir engel oluşturmuyor artık farklı diller ya da "kültürler".
Çocukların aynı anda dört anadil öğrenebileceği; çok iyi öğrenilmiş bir anadilin diğer dillerin
öğrenimini kolaylaştıracağı; iyi öğrenilmemiş bir ana dilin entelektüel gelişim bakımından bir
engel oluşturduğu türünden binlerce araştırma yıllardır var. Modern tekniğin ihtiyacı olan

66
işgücü ve bunun ucuz üretilmesi için; bir yerden bir yere gerektiğinde kolaylıkla nakledilmesi
için bu "çok kültürlülük" gerekli bugünkü globalleşmiş ve post fordist kapitalist dünyada.
Ama bu, ulus ilkesini ortadan kaldırmıyor. Ulusu, modeli ve ideali olan Amerika'da olduğu
gibi, bütün etnik ve dilsel özelliklerinden soyutlayarak, belli bir toprak parçası üzerinde
yaşamak ve toplumsal ideallerde bir ortaklık olarak tanımlıyor. Böylece, siyasi olanla ulusal
olanın çakışması ilkesine dayanan ulusçuluğu; yeni ulus tanımı temelinde yeniden üretiyor.
Bunun için de, kültür, politik olmayanla sınırlanıyor. Böylece Kültürel olanla, dilsel olanla
politik olanın çakışması gereği ortadan kalkıyor.
Peki, ulusçular ulusların hep var olduğunu iddia ediyorlardı, buna karşılık ise ulusları
ulusçuluğun yarattığı söyleniyordu. Ulusçuluğun bugünkü ulus tanımıyla, eleştirmenlerinin
haklılığını kanıtlamış olmaktan başka bir şey yapmış olmuyorlar. Böylece Ulusçuluğun bütün
saçmalığıyla ortaya çıktığı an geliyor.
Peki, hala niye bu ulus savunulsun ki? Artık, hiç bir tarihsel, dilsel, geleneksel, kültürel
argümana gerek bile duymayan ya da o argümanları artık kullanamayan ulusçuluk, sadece bir
toprak parçası ve ideal bağlamında da olsa niye hala ulus ilkesinin geçerliliğini savunuyor?
Çünkü ulus ilkesi ve bu ilke çerçevesinde "kültürel çoğulcu" bir toplum, yeryüzü ölçeğinde
bir Apartheit sisteminin oluşturulmasının olmazsa olmaz koşuludur.
Ulus ilkesi bugünün dünyasında sadece ırkçılığın aracı olabilmektedir. Ancak ulus ilkesine
dayanarak, insanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan milyarlarca insan, "güney" ya da "üçüncü
dünya" denen rezervuara hapsedilebilir ve onlarca da bu durum meşru ve kabul edilebilir olur.
Bugünün dünyası için sosyalist talep, "çok kültür ve etnisiteye dayanan anayasal vatandaşlık"
gibi bir talep olamaz. Böyle bir talep, belki kimi ülkeler için hala demokratik bir talep olarak
geçerli olabilir. Ama sosyalist ve insanlığa önerilecek bir talep olamaz.
Bizim talebimiz: Ulusal olanla, bu ulusal nasıl tanımlanmış olursa olsun, siyasi olanın
çakışmasını öngören, bugünkü ulusçuluğun ilkesini ortadan kaldırmak, ulusu kişinin bir inanç
ve seçim sorunu olarak siyasi alanın dışına itmektir.
Ceza suçun cinsinden olmalıdır. Göze göz, dişe diş. Mademki batı uygarlığı, dini ve kültürü
öyle tanımlıyor ve politik alanın dışına itiyor, ona da bu uygarlığın dini olan ulus ilkesine ve
ulusçuluğa niye aynı ceza verilmesin? Batı uygarlığının ufkunun ötesinde başka bir uygarlığın
hayali, işe, batı uygarlığının dini olan ulus ilkesinden başlamak zorunda değil mi?
Demir Küçükaydın
06 Nisan 1999 Salı
17:05

67
Kültür ve Politika'ya Devam

Kültürel Özerklik Tartışmaları Yeniden Canlanırken


Türkiye'deki sosyalist partilerden hiç birisi, şu ana kadar, Abdullah Öcalan'ın sunduğu somut
barış teklifi ve program konusunda somut bir tavır almadı.
Öcalan'ın sunduğu barış teklifini ise gerek PKK gerekse HADEP gibi, birisi şu an dünyada en
güçlü gerilla hareketi ve en modern Kürt örgütü, diğeri bin bir engellemeye rağmen
Kürdistan'daki belediyelerin çoğunu kazanmış ve oralarda en büyük parti olduğunu kanıtlamış
iki örgüt desteklediğini resmen açıkladı. Öcalan'ın bu örgütlerin fiili ya da manevi önderi
olduğu ise, hiç kimse için sır değildir.
Düşünün, bir ulusal hareketin en etkili ve en güçlü hareketlerinin önderi, milyonlarca insanın
desteğini kazanmış örgütlerin ve hareketlerin önderi somut olarak bir barış planı öneriyor,
ama bunun karşısında hiç bir tek Türk sol ya da sosyalist partisi bile, soyut barış çağrıları
ötesinde somut olarak, "işte bir an önce barışa ulaşmak için somut bir talep, biz bunu
destekliyoruz, ya da en azından kamu oyunda tartıştırmak istiyoruz" gibi bir tavır geliştirmedi.
Sanki savaşan güçlerden birinin somut bir barış çağrısı ve programı yokmuş gibi soyut ve
genel laflarla durum geçiştirilmeye çalışılıyor. Elbet bu da bir politikadır. Susuşa getirme, en
can alıcı olandan dikkatleri uzaklaştırma politikası. Bugün, Öcalan'ın somut barış talebinden
dikkatleri uzaklaştırma politikası sadece ve sadece bu savaştan çıkarı olanların işine yarar.
Türk sosyalist partilerinin hepsi, maalesef nesnel olarak, bugünkü kritik anda bile, Kürt ulusu
karşısındaki aynı vurdum duymaz çizgilerini devam ettiriyorlar.
Bir de radikal sol gruplar var. Bunlar da, Öcalan'ın teslimiyeti, uzlaştığı gibi gerekçelerle,
soldan vurarak (ki aynı yaklaşım kısman legal Türk sosyalist partilerinde de var) somut konu
konusunda bir tavır belirlemekten kaçınıyorlar. Bu "pis savaşın" son bulması için somut
öneriler konusunda susuyorlar. Eğer gerçekten bir parça ciddi politikacılar olsalar, Öcalan'ın
sunduğu barış teklifi ve programının, ulusal sorunun daha demokratik bir ortamda tartışmayı;
daha doyurucu çözümleri dıştalamadığı, aksine bunun yolunu açtığını inkâr etmeden bu barış
teklifi ve programı konusunda tavır alırlardı.
Türk solu, legaliyle illegaliyle, radikaliyle reformistiyle eski çizgisini devam ettiriyor. Bunda
anlaşılmayacak bir yan da yok. Bütün dünyada egemen ulusların solu hep böyle davranmıştır.
Türk solu da bundan azade olamazdı.
*
Özgürlük ve Demokrasi Partisi, Kürt sorununda başından beri gözlerini kapayan bir tutum
içindedir. Hatta resmi söylemine yansıtılmaktan kaçınılan düşmanca bir tutum içinde demek
daha doğru olabilir. Ah şu PKK olmasaydı, şu Türkler bu kadar milliyetçiliğin peşine
takılmayacak ve sosyalizmin ne olduğunu o zaman ÖDP de dünya aleme gösterecekti.
ÖDP'nin tavrı özünde budur. Bu tavırda, ezilen bir ulusu, bir özne olarak, soyut bir özne değil
ama somut bir özne olarak, somut örgütleriyle, somut hatalarıyla desteklemek yoktur. Ya da
bir özne olarak desteklenme koşullara bağlanmıştır. Demokratik olunacaktır örneğin. Şiddete

68
başvurulmayacaktır. Cici çocuk olmalıdır bu özne eğer bir özne olarak var olacaksa, tıpkı
şehirli küçük burjuva ve orta sınıfların çocukları gibi.
Önceden soyut bir barış çağrısıyla, Kürdistan'daki savaşta somut bir tavır almaktan bir ölçüde
kurtulmak mümkündü. Ama şimdi Abdullah Öcalan, son derece minimum taleplerle ve işin
ilginci, kendilerinin bile hayır diyemeyeceği somut taleplerle ve somut bir barış önerisiyle
ortaya çıkınca, o yuvarlak, "pis savaş" (ki bu Türkler için bir "pis savaş"tır Kürtler için değil,
onlar için haklı bir savaştır, ama ÖDP çevrelerinde bu pis savaş sanki her iki taraf ta aynı
ölçüde pismiş gibi kullanılmaktadır veya bu yöndeki yanlış anlamalara karşı en azından hiç
bir açıklama veya bunun yanlış olduğunu söyleme gayreti de yoktur.) söylemini sürdürmek
zor olacaktı.
Burada, Nail Satılgan'ın bir zamanlar ortaya attığı ve Avusturya Marksistlerinden alınmış
"Kültürel Özerklik" sloganı birden öne çıkarılıyor.
Nail Satılgan'ın söylediklerinin içeriği bir yana, kültürel özerklik sloganının bu sunuluş biçimi
ve zamanı bile aslında, ÖDP'nin, somut tavır alma noktasından kurtulması için atılmış bir can
simididir. Yeni kutsal formül bulunmuştur: Kültürel özerklik. Kürtler zaten Türklerin
çoğunlukta olduğu şehirlerde yoğunlaşmış değil mi? Kürdistan'da bile zaten diğer uluslar ve
Türkler nüfusun yarısı ve bazen fazlası değil mi? İşte, territoryal (yersel) olmayan kültüre
dayanan özerklik tam da çözüm. Hem ciddi ciddi Marksist olarak özeleştiri imkânı falan da
sunuyor. Sosyalistler şimdiye kadar somut çözüm üretemedi diyebilirsiniz ve somut
çözümünüzü sunarsınız: Kültürel Özerklik. Ama orada somutun somutu bir öneri daha var.
Hem öneriyi yapan her an silahları susturabilecek güçte, en azından şimdilik. Ama nedense bu
konuda çıt çıkmıyor.
İçeriği bir yana, somut ortaya koyuluş biçimiyle, Kültürel Özerklik talebi, İmralı'da ortaya
koyulan somut barış teklifine karşı susuş komplosuna hizmet etmekte, ister istemez de savaş
taraftarlarının ekmeğine yağ sürmektedir.
Birçok kimse bu fikirde olmasına rağmen, bunu açıkça ifade etmekten çekinmekte, bir
bekleyiş, arkadan, kulisten etkiler ve iteklemelerle bir şeylerin değişeceğini ummaktadır. Bu
artık son verilmesi gereken bir yol. Önümüzde çok zaman yok. Önümüzdeki aylar, en fazla
bir iki yıl, Türkiye ve Kürdistan'daki gelişmelerin kaderini belirleyecek. Ya barış ve en
azından her şeyin daha demokratik bir ortamda tartışılmasına sağlayacak bir demokratikleşme
ve Kürt gerçekliğini inkârın bırakılması ya da savaş ve çürüme. Alternatif bunlar. Bu somut
alternatif içinde, Türkler ve Kürtlerin kendi içlerindeki bütün kartlar yeniden karılmış
bulunmakta ve saflar yeniden düzenlenecektir. Tutkulu ve sert tartışmaların, yepyeni
saflaşmaların dönemine giriyoruz. O halde böyle dönemlerin gereğine uygun olan
yapılmalıdır. O kölece Ezop diline, diplomatik nezakete son. Yuvarlak değil keskin, flu değil
net ifadeler gerekiyor.
*
Nail Satılgan'ın beş yıl önce atılmış ve bu gün ÖDP tarafından yeniden ortaya sürülen
Kültürel Özerklik talebi bugün ortaya atılış biçiminin somut politik anlamı bir yana, içeriğiyle
nasıl peki? Gerçekten, sosyalistlerin savunması gereken bir talep ve çözüm mü?

69
Geçen sayıda yayınlanan "Kültür ve Politika" başlıklı yazıyı yazdığımızda ne Nail Satılgan'ın
ne de Öcalan'ın yazı ve önerilerinden haberimiz yoktu. Orada yazının sonlarına doğru aynen
şöyle yazmışız:
"Bugünün dünyası için sosyalist talep, "çok kültür ve etnisiteye dayanan anayasal
vatandaşlık" gibi bir talep olamaz. Böyle bir talep, belki kimi ülkeler için hala demokratik bir
talep olarak geçerli olabilir. Ama sosyalist ve insanlığa önerilecek bir talep olamaz."
Bu gün de aynı kanıdayız.
Türkiye için, somut barış bağlamı ve güçler ilişkisinde bu talep demokratik olarak
geçerliliğini sürdürüyor. Bu nedenle, bizim bir sosyalist olarak talebimiz olmamakla birlikte,
Kürt ulusal hareketinin somut önerisi olarak biz onu destekliyoruz.
O yazıyı yazarken, "Kültürel Özerklik" talebinin yeniden piyasaya çıkıp bir aktüalite
kazanacağını düşünmemiştik doğrusu, bu nedenle, Kültür'ü politikanın dışı olanla tanımlayan
ama aslında kendisi böylece bir politik tavrı ifade eden yaklaşımla bir çatışmaya girilmişti o
yazıda. Şimdi ise, tıpkı 19 yüzyılda olduğu anlamıyla kültürel özerklik tartışmaya giriyor.
Yani onun politik bir içeriği var. Peki bu takdirde sonuç ne oluyor?
Bu konuyu, Almanya'daki göçmen Türkler, 1980'li yıllarda bir süre tartışmışlardı. O
zamanlar, bu günkü ÖDP çizgisine damgasını vuranlarla aynı kökten gelen Göçmen grubu (ki
Taner Akçam en önde gelen ve bilinen isimdi) Lenin'i eleştiriyor ve Kültürel özerklik talebini
öne çıkarıyordu.
O dönemde, biz de buna karşı bir kaç yazı yazmıştık. Bunlardan biri de, özellikle yanlış
anlamaları gidermeye yönelik, bir tartışma için en azından bir bilgi temeli sağlayacak,
kavramsal netlik sağlayacak "Kültürel Özerklik tartışmaları ve Lenin" başlıklı yazıydı.
(Bundan başka "Sünnet'le Başlayan Kültür Tartışmaları", "Göçmenlerin Bir Azınlık Olarak
Talepleri Neler Olmalıdır?" gibi bu yazıyı tamamlayan iki yazı daha yazmıştık.)
Şimdi, öyle görülüyor ki, önümüzdeki dönemde bu Kültürel Özerklik tartışmaları yeniden
canlanacak. Bu vesileyle, hem Türkiye'de bu yönde yürüyecek tartışmaya bir temel olması
bakımından, hem de buradaki göçmenler hareketinin bir geçmiş deneyinin yeni kuşaklara ve
kısmen de Türkiye'deki sosyalistlere aktarılması bakımından bu "Kültürel Özerklik
Tartışmaları ve Lenin" başlıklı yazıyı aktarıyoruz. Yazıda Almanya veya Alman şehirleri için
söylenen her şey aynen Türkiye ve Kürdistan'a da aktarılabilir.
Şunu belirtelim, aşağıdaki yazının başında Kültürel Özerklik talebi konusundaki yanlış
anlamalara da değinilmekte. Nail satılgan'da böyle bir yanlış anlama bu anlamda yok. O
kültürel özerkliği territoryal olanın karşısında yani o zamanki tartışmadaki anlamıyla alıyor.
(13 Temmuz 1999 Salı)
(Burada tekrar olmaması için derlemede zaten yer alman yazıyı aktarmıyoruz.)

70
Dördüncü Bölüm

Kültürel ve Politik Tercihlerin Farklılığı Üzerine Bir Forumda


Tartışmalar

Kültürel ve Politik Tercihlerin Farklılığı Üzerine Açıklama (1)


İbrahim Seven adlı kişi şunları yazdı hakkımda:
"ORHAN PAMUGUN ANDRE GIDE IN TÜRKLERDEN VE TÜRK ELBISELERINDEN
İGRENMESI ILE SELANIKLI MUSTAFANIN DE BENZER SEKILDE TÜRK VE TÜRK
ELBISELERINDEN ASLINDA IGRENDIGINI YAZMASI DEMIR KÜCÜK AYDININ
KÜRT MÜZIGINI HIC SEVMEDIGINI YAZMASI HATTA IGRENDIGINI TÜRKLERI
SEVMEDIGINI ASLINDA KUZEY AVRUPALILARI BEGENDIGINI SÖYLEMESI
TÜRK MÜZIGINI HIC SEVMEDIGINI SÖYLEMESI BU YAZININ BURDA DA
TARTISILMASINDA YARAR VAR:"
DEMIR KÜCÜKAYDININ KÜRT DÜSMANLIGI MÜZIGI SARKLI TÜM INSANLARA
NEFRETI VE KEMALIST ASAGILAMASI MHP NIN KÜRT DÜSMANLIGINDAN AZ
DEGILDIR:
O KÜRTLERI KENDI SIYASI AMACI ICIN KULLANABILECEGI BIR KITLE OLARAK
GÖRÜYOR
WASPLARIN DSP CHP VE SOLDA MHP DEN DAHA FAZLA TEMSIL EDILDIGINI
DÜSÜNMEK GEREKIR:"
Bir kaç gün önce başka bir yerde de şöyle yazdı:
"DEMIR KÜCÜKAYDININ KÜRT DÜSMANLIGI MÜZIGI SARKLI TÜM İNSANLARA
NEFRETI VE KEMALIST ASAGILAMASI MHP NIN KÜRT DÜSMANLIGINDAN AZ
DEGILDIR:
O KÜRTLERI KENDI SIYASI AMACI ICIN KULLANABILECEGI BIR KITLE OLARAK
GÖRÜYOR
WASPLARIN DSP CHP VE SOLDA MHP DEN DAHA FAZLA TEMSIL EDILDIGINI
DÜSÜNMEK GEREKIR:"
Bu artık her türlü ahlaki ölçünün geçersiz olduğu bir durumu gösteriyor.
Bu iddialar benim başka birisiyle Kültür sorunları üzerine yaptığım bir tartışmada
yazdıklarıma dayanılarak ortaya atılıyor. Fazla bir açıklama yapma gereğini görmeden bu

71
iddialara temel olan metni aşağıya aktarıyorum. Orada yazdıklarımdan İbrahim Seven'in
çıkardığı gibi bir sonuç çıkarmanın ne anlama geleceğin okuyanlar karar versin.
“Allah kuru iftiradan korusun.
Başka bir forumda, Vaner Alkaç adlı bir tartışmacı, benim kültür konusuna kafa yormadığımı,
memleketine gittiğinde yaşlı bir kadının mahalli şiveyle anlattıklarını nasıl hayranlıkla
dinlediğini, bu kültürel yakınlıkları önemsemediğimi söyleyen bir yazı yazmıştı (bu yazıyı
bulamadığım için buraya koyamıyorum).
Ben de bu kişiye cevabımda, politika ve kültür konularında birçok yazı yazdığımı, ama
anlattığı türden kültürel yakınlıkların veya tercihlerin politik tavır alışlarla bir ilgisinin
olamayacağını ve olmaması gerektiğini belirtmek için, bu ilgisizliği bizzat kendimden
örnekler vererek göstermeye çalışmıştım. Ve şöyle yazmıştım:
"Ulus, Kültür konusunda yazdıklarına gelince. Aslında sorularının hepsinin cevabı yazdığım
yazılarda var. İlk fırsatta ayrıca göstermeye de çalışırım. Bu İbrahim Seven işi yüzünden esas
yazdığım bir yazıya ara vermek zorunda kaldım. O yazıda da zaten bir kısım cevapları
bulursun.
Yanız şunu söyleyeyim: benim milliyetim yoktur ama Ege şoveniyim demiştim bir zamanlar.
Yani şu senin kültür dediğin konu. Ama bunun politik bir anlamı yok ki. Ege'nin dağlarını,
insanlarını, denizini, havasını, suyunu sevmemin, çocukluğumun geçtiği yerlere duyduğum bu
özlemin, acı biberli kuru fasulye sevmekten farklı bir anlamı yok. Dolayısıyla bizim
buralardaki tartışma konularımızla ilgisi yok.
Ama bir hükümet çıkar da, bu yemeği sevenler oy kullanamaz der ise, bu politik bir anlam
kazanır. Zaten Türkiye'de böyle oluyor. Başörtüsü tartışması nedir? Ya da bıyık ve favori
kesme girişimleri. İşte uluslar da bu mekanizmayla yaratılıyorlar.
Daha açıklayıcı olabilir belki. Örneğin ben Kürt ulusunun haklarını tavizsizce savunuyorum.
Ama örneğin Kürt müziğini hiç sevmem, hele son yılların içinde milliyetçi motifler olan Kürt
müziklerini dinlemek bana işkence gibi gelir. Bunu gizlemek gereğini de hissetmem. Politik
tavrıma bakıp benim Kürt müziğinin bir müptelası olacağımı düşünen bir sürü Kürt tanıdığım
hayal kırıklığına uğramış hatta şok yaşamıştır. Çok sonra politik bir tavır alışla bir kültürel
yakınlık arasındaki farkı kabul etmek gerektiğini, biraz zor da olsa, anlayıp beni de öyle kabul
etmişlerdir.
Türk müziğini de sevmem. Yıllardır Türk müziği dinlemedim.
Sosyalist olduğuma bakıp benim Alevi müziğini ya da devrimci müzikleri sevdiğimi
düşünenler de benzer hayal kırıklıkları yaşar. Devrimci müzikleri de sevmem. Ama
devrimcilerin lanetlediği Orhan abimizi ve Müslim babayı dinlerim.
İnsan olarak Türkleri pek sevmem, Kuzey Avrupalıları, yani şu emperyalist ülkelerin
insanlarını çok beğenirim. Rock., Blues, Caz, Klasik, Tom Waits vs. dinlerim. Bu yeryüzünün
beyazlarına karşı bir politik program için mücadele etmemi etkilemez.
Ege'nin batısına ait Akdeniz müzikleri dinlerim. Ama politik olarak, o batıya katılmaya
kalkmayın derim vs., vs..
72
Ama bütün bunların politikayla bir ilgisi yok.
Bu konularda çok açıklayıcı yazılar yazdığımı (Enternasyonalizmin Sonu, Milliyetçiliğin
Sonu; Kültür ve Politika gibi yazıları zikredebilirim) düşünüyorum. Ancak kimse bu yazıların
dayandığı kitapları okumuş değil. Ondan dolayı anlaşılmıyor.
Ve nihayet milliyetçiliğin ve milletin ne olduğunu milliyetçiler anlayamaz. Size
enternasyonalizmin sonu başlıklı yazıda sözünü ettiğim kitapları okumanızı önermekten başka
bir şey söyleyemem."
İbrahim Seven denen kişi, aklınca bunları görünce, hemen altın madeni bulmuş gibi üzerine
atladı ve siyasi olarak beni yıpratmak için yukarıda yazdıklarımı tahrif ederek ve bağlamından
çıkararak orada burada sık sık ortaya atmaya başladı. Örneğin, bir kaç gün önce şöyle şeyler
yazdı:
"DEMIR KÜCÜKAYDININ KÜRT DÜSMANLIGI MÜZIGI SARKLI TÜM İNSANLARA
NEFRETI VE KEMALIST ASAGILAMASI MHP NIN KÜRT DÜSMANLIGINDAN AZ
DEGILDIR:
O KÜRTLERI KENDI SIYASI AMACI ICIN KULLANABILECEGI BIR KITLE OLARAK
GÖRÜYOR
WASPLARIN DSP CHP VE SOLDA MHP DEN DAHA FAZLA TEMSIL EDILDIGINI
DÜSÜNMEK GEREKIR:"
Şimdi yukarıda yazdıklarımdan benim Kürt düşmanı olduğum; nefret ettiğim gibi bir sonuç
çıkar mı?
Ben orada kültürel yakınlıklardan ya da beğenilerden ve bunların politik tavırlarla arasında bir
ilgi olamayacağından, en azından olmaması gerektiğinden söz ediyorum. Adam buradan
benim Kürtleri siyasal amaçlarım için kullandığım sonucunu çıkarıyor. Yani bir ulusal
hareketi destekliyorsanız, ya da başka bir hareketi, o hareketin müziğini sevmek zorundasınız;
ya da ulusal bir hareketi destekliyorsanız, ulusal duyguları okşayan müzikleri. Bu iddianın
ardında en azından böyle bir var sayım vardır.
Ama bu bay için, bunların hiç önemi yoktur. O PKK'nın şimdiki politik çizgisini ihanet, ben
ise Türkiye ve Kürt mücadelesindeki tıkanmanın önünü açabilecek bir çizgi olarak görüyorum
ya, benim tavrımı gözden düşürebilmek için her yol serbest. Birbiriyle ilgisiz şeyleri bir araya
getirip, tahrif edip, bağlamından koparıp her türlü olumsuzluğu karşı tarafa atfedebilir. Eh bu
tam da kafasındaki şemaya da uyuyor. Eh Demir de Rumelili, WASP, Atatürk de öyleydi ve
Türk müziğini yasaklamıştı, işte zaten aynı şeyler. Demir'in bu gün Kürtlere ilişkin tavrı da
özünde onlara düşman, aşağılayan bir tavırdır, onların yanında görünüyorsa aslında
müziklerini sevmediği Kürtleri kullanmak içindir.
Şimdi de aynı görüşlerin başka bir versiyonunu Arafiyan'a yazmış. Şöyle diyor:
"ORHAN PAMUGUN ANDRE GIDE IN TÜRKLERDEN VE TÜRK ELBISELERINDEN
İGRENMESI ILE SELANIKLI MUSTAFANIN DE BENZER SEKILDE TÜRK VE TÜRK
ELBISELERINDEN ASLINDA IGRENDIGINI YAZMASI DEMIR KÜCÜK AYDININ KÜRT
MÜZIGINI HIC SEVMEDIGINI YAZMASI HATTA IGRENDIGINI TÜRKLERI
73
SEVMEDIGINI ASLINDA KUZEY AVRUPALILARI BEGENDIGINI SÖYLEMESI TÜRK
MÜZIGINI HIC SEVMEDIGINI SÖYLEMESI BU YAZININ BURDA DA TARTISILMASINDA
YARAR VAR:"
DEMIR KÜCÜKAYDININ KÜRT DÜSMANLIGI MÜZIGI SARKLI TÜM INSANLARA
NEFRETI VE KEMALIST ASAGILAMASI MHP NIN KÜRT DÜSMANLIGINDAN AZ
DEGILDIR:
O KÜRTLERI KENDI SIYASI AMACI ICIN KULLANABILECEGI BIR KITLE OLARAK
GÖRÜYOR
WASPLARIN DSP CHP VE SOLDA MHP DEN DAHA FAZLA TEMSIL EDILDIGINI
DÜSÜNMEK GEREKIR:"
Adam bayağı kurnaz. Örneğin, devrimci müziği de sevmem diyorum. Politika ile kültürel
yakınlıklar arasındaki farkı belirlemek için, ama buna hiç dokunmuyor bile. Ama adamın ufku
öyle dar ki, kendi dünyası ve problematikleri dışında başka dünyalar ve problematikler
olmasını hiç bir zaman kavrayamıyor. Her şeyi kendi paradigmasına indirgiyor.
Benim örneklerime biraz dikkat eden, orada bir Kürt Türk değil, şehir köy sorunu olduğunu
fark eder. Yani ben şehirli insanın duygu ve düşüncelerini yansıtan; özellikle, şehirlerin
varoşlarının; yoksullarının duygularını yansıtan müzikleri severim. Bunun Kürt ya da Türk
olmasının bir önemi yoktur. Bunu da zaten, biraz okuduğunu anlayan fark eder. Müslim
babayı ve Orhan abiyi dinlerim diyorum. Yani Arabesk denen müziğin iki klasiğini ifade
ediyorum. Orhan 60'lı ve 70'li yıllarda şehre göçen Karadenizli ve Anadoluların; Müslim ise
daha ziyade Kürtlerin dünyasını yansıtmıştır. Ama her ikisinde de anlattığı artık köylü
olmayan şehirli yoksul insanın dünyasıdır. Ona hitap ederler ve onu yansıtırlar. Bu ikisinde de
ulus, ulusal duygular vs. hiç bir rol oynamaz. Eğer demek mümkünse onlar sınıfsal
paradigmanın çocuğudurlar.
Aynı şey, batı müziği için söylediklerimde de görülür. Rock, Blues, Caz, Tom Waits dinlerim
diyorum. Bunlar hep şehir müzikleridir. Bunlardan sadece, Blues köy kökenlidir. O köylülük
bile bizim doğunun köylülüğü değildir. Dünün köleliği yaşayan siyah köylünün müziğidir.
Kaldı ki, ben onda bile daha ziyade, Şehir Blues'unu severim, klasik köylü Blues'i bana ağır
gelir, yorar. Ya da Rembetiko, Tango dinlerim. Onlar da şehir müziğidir. Şehirlerin alt
tabakalarının müzikleridir. Bu müziklerin hepsi (Cazz, Rembetiko, Tango, Arabesk)
bordellerde ortaya çıkmıştır.

74
Kültürel ve Politik Tercihlerin Farklılığı Üzerine Açıklama (2)
Sayın Yörük,
En azından benimle ilgili kısımları aydınlatayım.
Bir tartışma forumunda, tartışmacılardan biri, kültürel özlemlerinden bahsetmiş ve benim
kültür konusunda bir şey söylemediğim eleştirisinde bulunmuştu.
Ben de ona bir cevap vermiş ve orada, söz konusu ettiği anlamda kültürel sorunlarla politik
sorunlar arasında doğrudan bir ilişki olmadığından söz etmiştim. Örneğin, bir milliyetim
olmamasına rağmen Ege şoveni olduğumu; Ege'nin yemekleri, müziği, denizi, iklimi,
konuşmaları, adetlerini çok sevdiğimi ve özlem duyduğumu anlatmış ama bunun politik bir
sorun olmadığını; burada politik sorunları tartıştığımızı belirtmiştim.
Bundan sonra da politik sorunlar ile kültürel sorunlar arasında bir ilişki olamadığını daha
da somutlayabilmek için, kendimden örnek vermiştim.
Kürt mücadelesinin tavizsiz bir savunucusuyum ama örneğin Kürt müziğini sevmem; Blues,
caz, klasik, Tom Waits dinlerim. Türkleri insan olarak sevmem Kuzey Avrupalıları severim
ama politik olarak Avrupa'ya karşı bir savaş içindeyimdir; solcu olduğum halde türkü, Alevi
müziği, devrimci müzik dinlemem sufi müziği, ezanı Muhammedi, Mevlit, kilise müziği,
Orhan Gencebay, Müslim Gürses dinlerim anlamında bir şeyler yazmıştım.
Bu bay da bunları aldı ve aklınca bana karşı kullanmaya çalıştı. Ey millet bakın Demir ne
kadar berbat bir adam, Kürt müziğini ilkel buluyormuş falan türünden bir şeyler yazdı.
(Aslında ben, hiç bir müziği "ilkel" bulmam, ilerleme fikrine oldukça eleştirel yaklaşan bir
insanımdır. Ben sadece sevmediğimden söz ettim, o da ilkelliğinden falan değil, o müziğin
ifade ettiği duygu ve düşüncelerin benim dünyama uzak olmasındandı. Bu uzaklık da aslında
köy ve şehirle ilgiliydi. Kendim hiç bir zaman köyde yaşamadığımdan, köylü dünyasını
bilmem, o dünya beni okşamaz, birazcık Ege türkülerinde falan o dünyayla bağlantı
kurabilirim. Ama şehre göçmüş, tıpkı, Tangonun, Rebetikonun, Cazın veya şehir Bluesunun
Kürt şehirlilerdeki karşılığı olan Müslüm Gürses ile bir bağlantı kurabilirim. Zaten orada
okuyana ipucu vermek için bir yanlış anlamaya karşı "Müslim Baba"dan söz etmiştim. Bu
bile onun iddiasının saçmalığını gösterirdi.)
Ayrıca diyelim ki, ilkel de bulsam ne değişir? Bu benim politik tavrımı etkilemedikten, ben
bu ayrımı yaptıktan sonra. Neyse. Eh orada batı müziği falan sevdiğimi de söylüyorum ya, o
hemen buradan, işte alın size bir batı hayranı Wasp gibilerden bir şeyler yazdı.
Orada da her zamanki gibi ne dendiğini anlamak, yazılanlar üzerine biraz düşünmek gibi bir
derdi yoktu.
Ben örneğin, kuzey Avrupalıları sevdiğimi, yani İngilizler ve İskandinav ülkeleri insanlarını
insan olarak sevdiğimi söylemiştim. Tabii benim yazılarımı bilenler için ne kastettiğim
açıktır. Orada, binlerce yıllık medeniyet köleleştirilmesine uğramamış, bir bakıma doğrudan
ilkel sosyalizmden modern kapitalizme geçmiş toplumların insan tipine bir olumlama vardır.

75
Nasıl 500 yıllık kölecilik Afrikalının ruhunu köleleştirmiş ve onu insanlıktan çıkarmışsa; nasıl
elli yıllık Türk sömürgeciliği Kürt'leri "düşkün" yapmışsa; 5000 yıllık sınıflı toplumların eski
uygarlıkların toprakları üzerindeki insanları ne ölçüde insanlıktan çıkardığı tahmin edilebilir.
Engels bile buna, İbsen'in eserleri bağlamında değinir. Hiç bir zaman toprağın kölesi olmamış
bir Norveçlinin bir Alman karşısında gerçek bir insan olduğundan falan söz eder.
Yani ben böyle bir tartışma bağlamında bende oluşmuş bir anlayışı ifade ediyorum ama bu
anlayış sonucu o kuzey Avrupalı insanları sevmemin benim politik tercihlerimi belirlemediği
ve belirlememesi gerektiğini söylüyordum. O ise bana karşı insanların geri yanlarına hitap
ederek beni kötülemeye uğraşıyordu.

76
Beşinci Bölüm

Sınıf Kavramının Kültürel ve Tariuhsel boyutu ve Bunun Ortaya


Çıkardığı Sorunlar Üzerine Özgür Politika’ya Yazılmış Yazılar

Politik Beklentiler ve Kültürel Sınırlar


Hayal kırıklıkları daima beklentiler ölçüsünde büyük olur. Hiç bir beklentiniz yoksa hiç bir
hayal kırıklığına da uğramazsınız. Kürt Ulusal Hareketi'ni oluşturan hareketlerin çoğu, ilk
doğuşlarını Türk sol hareketinin içinde yaşadılar. Bu nedenle ondan çok şeyler de beklediler.
Ama Türk sol hareketlerinden beklentilerine uygun davranışlar görmedikçe, beklentileri
ölçüsünde büyük hayal kırıklıkları yaşadılar ve bu nedenle o ölçüde de sert eleştirilerde
bulundular.
Ama bu beklentilerin büyüklüğünün nedeni sadece içinden çıkmış olmak değildir, bir bakıma
karşı tarafın değerini ve gücünü abartma; kendi değerini ve gücünü görememe, yani bir
bakıma hala düşünsel bir bağımsızlığa ulaşamamanın da sonucudur. Denebilir ki, Kürt
hareketinin hayal kırıklıkları ölçüsünde Türk solcularına eleştiri yöneltmesi, onlardan
beklentilerinin hala bitmediğinin ve onların yapmasını bekledikleri işleri kendisinin
yapabileceğine güveninin olmamasının bir göstergesidir. Türk solcularına yönelik sert
eleştiriler, ifade edilmemiş olsa bile, Türk solcularından büyük beklentilerin, dolayısıyla da
Kürt hareketlerinin henüz tam olgunlaşmamışlığının bir ifadesidir.
Kürt Ulusal Hareketi, Türk solundan hiç bir şey beklememelidir; beklememeyi öğrenmelidir.
Bir beklentisi olmaz ise, daha baştan, onun, ezilen ulusun sorunları karşısında bütün egemen
ulus, ırk, cins sınıflar gibi davrandığı, davranacağı, başka türlü olmasının da
beklenemeyeceği; yani imtiyazlarının kölesi olduğunu bir veri olarak alır ise, o zaman
eleştirmeye gerek bile duymaz. Onu böylece gerçek yerine koyduğunda da artık prensip
üzerine tartışma biter ve pratik, somut hedeflere yönelik taktik esneklik başlar.
Yeni politikanın özü: Kürt Ulusal Hareketinin Türkleri de kurtarmaya kalkmasıdır. Yani bir
diğer deyişle, bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşme niyeti göstermesidir. Bunun
başarılı olması için ise, Türklerin en geniş muhalif kesimlerinin bir araya gelmesi
gerekmektedir. Bu görevi, Kürt Ulusal hareketi şimdiye kadar hep Türk solcularından bekledi
ve beklentileri de hep hayal kırıklığıyla sonuçlandı.
Yeni politika bu tür beklentileri de terk etmeyi gerektiriyor. Hareket hattı Türk solundan hiç
bir şey çıkmayacağı ve çıkamayacağı varsayımına dayanmalıdır. Çıkarsa, fazladan gelmiş
Tanrının bir lütfü gibi elbette seve seve kabul edilebilir.
Türk solundan niye bir şey çıkamaz?

77
Çünkü Türk solu Kürt hareketinin aksine yıllardır bir gerileyiş yaşadı. Kürdistan'da Kürtler
siyasi bakımdan dev adımlarıyla ilerlerken, Türk solu da tüm Türkler gibi, bildiklerini de
unutup geriledi. Ya eskinin görüşlerini yaşayan bir fosil gibi taşlaşarak sürdürüyor ya da
günün moda ve içi boş klişelerinin ardında oradan oraya savruluyor. Denebilir ki, radikal ve
yoksullara dayanan eğilimler birinci; daha orta sınıflara dayanan eğilimler ikinci türde
düşünüp davranıyor.
Kürt Ulusal Hareketi, Türklerin çoğunluğunu, "Demokratik Cumhuriyet" dediği programına
kazanabilmek için, Türk solunun gettosunun sirenlerinin çağrılarına kulaklarını tıkamalıdır.
Bunun ilk koşulu da, ondan beklentilerin terk edilmesidir. Kürt Ulusal Hareketi, işin başa
düştüğünü görmelidir.
İşin başa düştüğünü görmek ve Türk sol hareketinden hiç bir şey beklememek, yeni politikayı
başarıya ulaştırmak için, bu günkü koşullarda, bir ruhsal dönüşüm olarak şarttır. O zaman her
şey başka bir ışık altında görülebilir. O zaman çeşitli aydın ya da sol grupların rekabetleriyle
tıkanmış gettonun içine girmeden, onun etrafından dönülüp bu getto kuşatılabilir ve ancak
ondan sonra kazanılabilir.
Türk'lerin çoğunluğunu, dinamik ve gençliğini soluyan Kürt Ulusal Hareketi, nasıl
kazanabilir? Soru budur. Bu sorunun cevabı, hemen partilere, eğilimlere ve kişilere bakılarak
aranmadan önce, sosyolojik düzeyde verilmelidir. Yani Kürt Ulusal hareketi, hangi toplumsal
kesimlere dayanmalıdır?
Ne orta sınıfların ÖDP'sinin, ne de radikal sol hareketlerin örgütleyemediği, bir ölçüde Refah
tarafından kapılmış, ama büyük çoğunluğu hala parsellenmemiş olan, batının şehirlerindeki
Kürt yoksullar ve işçiler, böyle bir toparlanmanın çekirdeği olabilir. Kürt Ulusal Hareketi
nasıl Ankara'dan çıkıp Kürdistan'a ayak bastığında, Kürdistan'ın en yoksul bölgelerinin, şehir
ve kasabaların yoksullarına dayandı; ve bu sayede Türk solunun içinde bir öğrenci grubu
olmaktan bir ulusal uyanışın ve ayaklanmanın hareketi oldu ise; şimdi aynı yolu, ama bu sefer
ters yönde, Kürdistan'dan Batının şehirlerine doğru kat ederken, şehirlerin o en yoksul Kürt
işçi , işsiz ve emekçilerine dayanarak, toplumsal bir canlanma hareketi olabilir.
Bu sadece bu kesimlerin toplumsal konumları nedeniyle de değil, bu kesimler henüz
Türkiye'nin en "bakir" kesimleri olduğu için de gereklidir. Bir toplumsal kesim, bir kere
politize olup belli partiler tarafından paylaşıldı mı, bir daha orada başka ve yeni
örgütlenmelerin; başka ve yeni sorunların egemen olması, adeta olanaksız hale gelir. Ev
doludur, yenilerine yer yoktur. Zorla girmek, büyük çatışmalara ve enerji kayıplarına ve
hedefin gözden yitirilmesine yol açar. Türkiye'nin batısındaki bütün diğer kesimler, adeta sol,
islamcı ve faşist partiler tarafından paylaşılmış bulunmaktadır. Tek Kürt yoksullar şimdilik bu
paylaşmanın büyük ölçünde dışındadırlar. Refah'ın etkisi ise, geçmişin kalıntısı ve derine
işlememiş ve bu günkü politik konjonktürde kolayca temizlenebilecek bir etki olarak
görülebilir.
Peki şehirlerin bu yoksullarına nasıl ulaşılabilir? Bunlar batının şehirlerinde nasıl bir atılımın
çekirdeği olarak bir politik özne haline getirilebilir? Yeni Program bunun politik koşullarını
yaratıyor, Türk solundan beklentilerin terk edilmesi psikolojik koşullarını yaratır. Ama bunlar
henüz işin başıdır. En büyük zorluk, kültürel engellerdedir.
78
PKK, Türkiye'nin en geri, en yoksul bölgelerinde ve en yoksul insanlar arasında güçlendi,
kökleri hep orada oldu; dolayısıyla o bölge ve insanların kültürel biçimleri ona damgasını
vurdu. PKK aslında, politik olduğu kadar, bir kültürel dönüşüm ve modernleşme hareketidir.
Zaten onun gücü bir politik dönüşümün kültürel dönüşüm ve modernleşme hareketiyle
senkronize olmasından gelir. Bu dönüşümler birbirlerini beslemişlerdir. PKK bir politik
hareket olarak bu kültürel dönüşümleri hızlandırmış; onları sıradan bir kültürel modernleşme
ve dönüşüm hareketi olmaktan çıkarmıştır; ama bu Kültürel modernleşme de, PKK'nın bir
saman alevi gibi büyümesine ve insanların ona çoğu kimsece anlaşılmayan bağlılıklarına yol
açmıştır. Örneğin PKK'nın Kürt kadınına verdiği özgürlükler; kadını o feodal bukağılarından
kurtarma; kadınların ona en büyük fedakârlıkla adeta borçlarını öderce sarılmalarının
ardındaki nedendir. Denebilir ki PKK aslında bir kadın hareketidir. Kocalarına baskı yapıp
onları zorla politik aktiviteye iten, çocuklarını gerillaya yollayan kadınların ve aile baskısına
karşı isyan eden genç kızların hareketidir PKK.
Ama bütün bunlara rağmen, PKK yine de, kendisini oluşturan ve destekleyen kitlenin kültürel
sınırlarının damgasını taşır. Ona damgasını vuran hala büyük ölçüde feodal ve köylü
kültürünün çizgileridir. Alışkanlıklar ve gelenekler sanıldığından çok daha güçlüdür. Bu güç
nedeniyledir ki, Öcalan da bir çok yerde, enerjisinin yüzde doksan beşini bu sorunlara
ayırdığından yakınmaktadır.
Kürt Ulusal Hareketinin şehirlere göçmüş Kürtler arasındaki etkisinin sınırlı kalması ve onları
örgütleyememesinin ardında, onlara yönelik bir program olmaması kadar, PKK'nın politik
kültürünün bu artık şehirli olmuş Kürt yoksulları için itici etkilerinin de çok büyük bir rolü
vardır. Ama artık şehirlerde büyümüş ve Kürt ulusal hareketinin dinamizmini temsil eden yeni
güçler vardır ve bunların enerjisi ve inisiyatiflerini harekete geçirecek koşullar yaratılırsa;
tıpkı Gerillanın ilk yıllarındaki gibi bir mucize bile yaratılabilir.
Örneğin HADEP'in temelini oluşturan ve artık yıllardır şehirlerde yaşayan yoksullar ve
kadınlar bu toparlanmanın çekirdeği olabilir. Ama bunun için, onların inisiyatiflerinin ve
yaratıcılıklarının serbest bırakılması gerekmektedir. En küçük birimlerde bile partililer o
temsilcilerini hiç bir atama olmadan kendileri seçmeli; kararları kendileri alıp uygulamalı ve
bu böylece bir piramit gibi yükselmelidir. Disiplinin temeli bu inisiyatif olmalıdır. Atamalar
yerine, o kişilerin kendi kaliteleriyle insanların güvenini ve sevgisini kazanıp seçilmeleri
yoluna girilmelidir. Bu aynı zamanda bir güven oylaması anlamına da gelir.
Ancak, bu geniş kitlenin girişimleri ve inisiyatifi, Batının şehirlerindeki yoksul Kürtlerin de
anlayabileceği ve kendilerini bulabilecekleri bir hareket yaratabilir. Ancak bu yoldan,
Batıdaki o tıkanıklığa son verilip başka güçlerin harekete geçmesinin zemini hazırlanabilir. O
parsellenmiş kesimler sarsılıp yeniden davranışa sokulabilir.
Bu şehirli yoksullar kitlesinin davranışları ve politik kültürü çok başka olacaktır. Hatta bu
Kürt ulusal hareketinin geleneksel olarak çekirdeğini oluşturmuş kesimlerde kuşku ve
güvensizlik bile yaratabilir. Ama kültürel biçimler ile politika arasında bire bir uyum olmadığı
kimse için bir sır olmamalıdır.
18 Şubat 2000 Cuma

79
Sınıfların Tarihsel ve Kültürel Konumlanışı
Geçen yazıda, kolaylık olsun diye, üç temel sınıfı, yani burjuvazi, küçük burjuvazi ve işçi
sınıfını, iktisadi ilişkiler içindeki konumları bakımından ele almış ve bu ilişkinin, yer
yüzündeki işçi sınıfının bölünmesi nedeniyle, nasıl bir yer değiştirmeyle sonuçlandığına
dikkati çekmiştik: Burjuvazi (liberal), küçük burjuvazi (radikal), işçi sınıfı (sosyalist)
biçiminde de ifade edilebilecek klasik konumlanış yerini, burjuvazi (liberal), işçiler
(reformizm,sosyal demokrasi) ve küçük burjuvazi (kızıla boyanmış radikalizm) şeklinde bir
konumlanışa bırakmıştır.
Ne var ki, bu konumlanış yatay bir ilişkiyi ve yer değiştirmeleri ele alır. Sınıflar arası ilişki,
sadece yatay bir ilişkiyi değil, zamansal ya da tarihsel bir ilişkiye de karşılık düşer ve bu
ilişkide, sınıfların konumları, yatay ilişkiden tamamen farklıdır.
Modern toplum, gerçekte saf olarak var olmaz, geçmişin kalıntılarıyla bir aradadır. Geçmişin
kalıntılarını ise, küçük burjuvazi temsil eder her şeyden önce ezilen sınıflar içinde. Buna
karşılık ise, işçi sınıfı, bir bakıma, bu toplumun inkarını, geleceği, onda doğmakta olanı.
Soruna sadece ekonomik ilişkiler, zenginlik ve gelirler bağlamında baktığımızda, küçük
burjuvazi, işçiler ve burjuvazi arasındaki bölgede yer alır; ama, tarihsel ve kültürel boyutuyla
baktığımızda, bu sefer Küçük burjuvazi ve işçiler uçlarda yer alırlar; biri geçmişi diğeri
geleceği temsil eder; burjuvazi bunların arasında yer alır. Kapitalizm öncesi, küçük
burjuvazide, kapitalizm burjuvazide, sosyalizm işçilerde, ifadesini bulur. Gelecekle geçmişin
arasında burjuvazinin ve kapitalizmin şimdisi vardır.
O halde, küçük burjuvazi, kapitalizmden daha alt ve geri bir üretim ilişkisini ve kültürel
yapıyı temsil ettiğinden, kapitalizmi aşma yeteneğinde olamaz, onun karşısında zafer
kazandığında bile en fazla ona bir gençlik aşısı verir. Jakobenizm denen küçük burjuva
radikalizmini, Marks’ın burjuva görevlerin plebiyen yollarla yapılması diye tanımlaması da
zaten bu anlamdadır. Tarihsel olarak burjuva uygarlığından daha geri bir üretim ilişkisinin
sınıfsal ifadesi olduğundan, küçük burjuvazinin ufku, burjuva uygarlığının ufkunu aşamaz. Bu
kültürel ve kavramsal temelden yoksundur.
Küçük burjuvazinin muhalefeti, ne kadar keskin ve radikal biçimler alırsa alsın, programatik
düzeyde bütünüyle burjuva uygarlığının ufku içinde kalmaya mahkumdur. Örneğin yirminci
yüz yılda bütün geri ülkelerde v e demokratik hareketlerde olduğu gibi, kendini ne kadar
sosyalist bir söylemle ifade ederse etsin, sözlerin ve kavramların gerçek anlamlarına ve
kullanımlarına bakıldığında, onların burjuva uygarlığının ufkunu aşamadıkları görülür.
Dolayısıyla burjuva uygarlığı tarafından teslim alınmaya mahkumdurlar. Küçük burjuvazinin
burjuvazi karşısındaki en büyük siyasi başarıları bile, kültürel yenilgilere karşılık düşer.
Küçük burjuvazinin burjuva uygarlığını her fetih edişi, onun tarafından fetih edilişle
sonuçlanır.
Küçük burjuvazi ve işçi sınıfının burjuva uygarlığı ile ilişkilerini bir tarihsel analojiyle
açıklamayı deneyelim. Uygarlıkla karşılaşan ve onu fetih eden göçebe uluslar, bu fetih
ettikleri tarafından fetih edilirler. Yıktıkları uygarlığın yerine, ondan daha üstün bir uygarlık
80
kuramazlar, en fazla ona yeni bir atılım ve canlanma sağlarlar. Çünkü onlar, içinden geldikleri
üretim ilişkilerinde, o fetih ettikleri uygarlığın tüm kurumlarını kapsayacak bir kültürel
temelden ve kavramsal araçlardan yoksundurlar. Ancak, benzer gelişmişlik düzeyine ulaşmış,
örneğin yerleşik bir kent yaşamına geçmiş halklar bir eski uygarlığı fetih ettiklerinde yeni ve
başka bir uygarlık kurabilirler. Çünkü onlarda, artık bir uygarlığın kurumlarını kapsayıp
örgütleyecek bir kültürel ve kavramsal temel vardır. Bu iki farklı biçimden birinciye göçebe
Türkler örnek gösterilebilir. Hiç bir yende orijinal bir uygarlık kuramazlar, fetih ettikleri
tarafından fetih edilirler. Buna karşılık, Araplar yerleşik bir toplumdan çıktığından,
uygarlıkların beşiğinde orijinal bir İslam uygarlığı kurarlar.
Modern toplumda, burjuva uygarlığı karşısında, onunla çelişki içinde bulunan iki büyük
toplumsal güç olan ve ezilen çoğunluğu oluşturan küçük burjuvazi ile işçi sınıfının konumları,
klasik orta doğu uygarlıkları karşısında Türklerle Arapların durumuna benzer. Bu benzetmede
küçük burjuvazinin payına, yerleşik bir toplumun kavram, kurum ve kültürüne sahip olmayan,
göçebe Türkler, İşçi sınıfının payına da, yerleşik bir toplumun kurum, kavram ve kültürüyle
daha eski uygarlıkları fetih edip onlardan daha gelişkin bir uygarlık kuran Araplar düşer.
Sınıfları ve sınıflar arası ilişkiyi, tarihsel ve kültürel bir boyutla dakikleştirdiğimizde, sınıflar
arası ilişkilerin iktisadi ilişkilere nazaran kökten değişimi ile karşılaşırız. Örneğin Tarihsel ve
kültürel boyut itibariyle, burjuvazi ve işçi sınıfı birbirine daha yakındır, işçi sınıfı ile küçük
burjuvaziden. Aynı şekilde, küçük burjuvazi de, işçi sınıfına değil, burjuvaziye daha yakındır.
İşçi sınıfı ve küçük burjuvazi birbirlerine en zıt ve uzak iki sınıfı oluştururlar. İşte küçük
burjuvazinin politik konumu ile kültürel konumu arasındaki bu çelişki, küçük burjuvazinin
damgasını taşıyan hareketlerin niçin demokratik sistemlerle sonuçlanmadığının anahtarıdır.
Sınıflar arası ilişkiyi, böyle tarihsel ve kültürel ilişki olarak ele almak, bize bir yığın olayı
kolaylıkla açıklama olanağı da sağlar. Küçük burjuva dünyasından, kültürel ortamından,
küçük burjuva sosyalizminin saflarından hemen hemen hiç bir zaman modern sosyalizmin
çıkamamasının sırrı buradadır. Bütün büyük sosyalist teorisyenlerin, burjuva kültürünü
hazmetmeye uygun bir ortamdan gelmeleri ve bu kültürü özümleyerek aşmış olmaları bir
rastlantı değildir. Marks, engels, Lenin, Troçki, Lüksemburg, Benjamin, Adorno, Mandel gibi
Marksizm’in bütün büyük teorisyenlerinin burjuva uygarlığının kültürünü çok iyi özümlemiş
ve onu içinde taşıyarak aşmış kişilerden oluşması bir rastlantı değildir. Buna karşılık, küçük
burjuva teorisyenlerin Mao’dan Enver Hoca’ya veya İbrahim Kaypakkaya’ya kadar, Marksist
bir terminoloji ile konuştuklarında bile, metodoloji düzeyinde burjuva uygarlığının bile
gerisinde kalmaları bir rastlantı değildir Bu nedenle bir rastlantı değildir bütün küçük burjuva
radikal ve sosyalistlerinin sonradan burjuva liberallere ya da reformistlere dönüşmeleri. Bu
sadece bir siyasi kayış değil, burjuva uygarlığı tarafından bir kültürel fetih ediliştir. Bu
nedenle, olağanüstü azdır, modern işçi sosyalisti.
Tabii burada, işçi sınıfı deyince, radikal dergilerde işçi sınıfını temsil eden küçük kafalı, koca
pazulu, tulumlu ve anahtarlı, Neandertal adamına benzeyen yaratığın işçi sınıfıyla ilgisi
yoktur. Bu olsa olsa, işte o küçük burjuvazinin, kapitalizm öncesi dünyanın kültürünü
yansıtan küçük burjuvazinin, işçi sınıfı tasavvurudur.

81
İşçi, başka bir şeyi olmadığı için, iş gücünü satarak yaşayan insandır. Gelişmiş ülkelerin ve
bütün dünyadaki şehirlerin, yani burjuva uygarlığının iktisadi, siyasi ve kültürel düğüm
noktalarının, nüfusunun büyük çoğunluğunu iş gücünü satarak insanlar yani işçiler oluşturur.
Ve bu günkü uygarlığı sırtlayanlar, tam da böyle insanlardır. Uzayda uyduları yerleştirenler,
Banglore’de tavuk kümesi gibi küçük odalarda bilgisayar programlarını yazanlar, güney doğu
Asya’da elektronik aletleri üretenler vs.. Onlar bu uygarlığı yaratmakla kalmazlar aynı
zamanda bu uygarlığın yaratığıdırlar, ve tam da bu nedenle o uygarlığın kültürel temellerini
içlerinde taşırlar ve bu sayede onu aşabilme yeteneğindeki tek toplumsal güç olmaya devam
ederler. Dünya işçi sınıfının bu günkü bölünmüşlüğü, ve işçi sınıfının modern burjuva
uygarlığını yaratan ve taşıyan çekirdeğinin, nispi refahı ve burjuvaziyle uzlaşmalarıdır
insanlığın durumunu umutsuz kılan da zaten.
İşçi sınıfının burjuva uygarlığıyla ilişkisi, onu içinde taşıyarak aşma, diyalektik inkar
ilişkisidir, küçük burjuvazi ise, burjuva uygarlığın kavrama yeteneğinde olmadığı için, ve o
uygarlık onun karşısında üstün ve egemen bir toplumsal konumu ifade ettiği için, ekonomik
ve sınıfsal tepki yok ederek ya da yok sayarak inkar biçiminde yansır. Bir bakıma, küçük
burjuva direnişler ne kadar radikal ve yoksul tabakalara ve kapitalizme uzak ilişkilere
dayanıyorsa o kadar yok ederek ve yok sayarak inkarcıdır. Ve bütün inkarcılıklar gibi, inkar
ettiğinden daha geriye düşmekle ve onu teslimiyetle sonuçlanır.
09 Eylül 2000 Cumartesi
demir@comlink.de

82
Küçük Burjuvazi, Burjuvazi ve Demokrasi
Önce kısa bir hatırlatma. Yirminci yüzyılda bütün demokratik karakterli hareketlerin, ezilen
çoğunluğa dayanmalarına ve de demokrasi çoğunluğun çıkarlarını savunmanın aracı olmaya
en uygun sistem olmasına rağmen, niçin pek demokrasi diye bir dertlerinin olmadığı sorusuna
cevap arıyorduk. Bu cevabı ararken, önce tarihsel bağlamda, bugün yaşanan tarihin bir ters
doğum olmasına, yani kapitalizmi yıkma yeteneğindeki sınıfın onu yıkamamasına, dolayısıyla
onu yıkma yeteneğinde olmayanların öne çıkmasına yol açtığına dikkati çektik. Yani
kapitalizm ve emperyalizm tarafından ezilenlerin, ama o kapitalizmin kendi ürünü, kendi
yarattığı olmayan ezilenlerin, hareketleri damgasını vuruyordu tarihsel döneme. Bu ilişkinin
mekanizmalarını kavrayabilmek için, sınıfların tarihsel ve kültürel konumlanışı sorununu
ortaya koyduk. Bu kavranışta küçük burjuvazinin işçilere değil burjuvaziye yakın olduğu;
ama daha geri bir üretim temelinin kültürel temeli nedeniyle onu aşma yeteneğinde
olamayacağı, onun tarafından fethedilmeye mahkum olduğunu gördük. İşte bu özellik bize,
küçük burjuva radikalizminin niye demokrasi diye bir derdinin olamayacağının
mekanizmasını anlama olanağı sağlar.
Bu arada şu küçük burjuvazi ve burjuvazi kavramına da bir değinelim. Küçük burjuvazi
sadece toplumsal konumlanışı değil, kültürel bir konumlanışı ifade etmektedir. Yani modern
toplum ve üretimin kültürel temelinden uzaklığı, kapitalizm öncesi dünyaya aitliği de
belirlemektedir. Bu anlamda sadece, köylüler, esnaflar, zanaatkarları değil, işçi sınıfının,
genellikle alta tabakalarını oluşturan, toplumsal konumuyla işçi ama henüz ruh durumuyla,
kültürel yapısıyla köylü ve esnaf tabakaları da bu kategoride sayılabilir. Aynı şekilde,
burjuvazi de, sadece sermaye sahiplerini değil, burjuva dünyasının kültürünü edinmiş
aydınları, dolaylı ilişki içinde olmakla beraber, modern küçük burjuva tabakaları (memurları
vs.) içerir. Hatta, kendiliğinden işçi bilinci ve hareketi, yani reformist işçi hareketi de
burjuvaziye dahildir. İşçi hareketi ancak sosyalist ve devrimciyse, burjuva ufkunu aşıp ayrı bir
güç olarak ortaya çıkabilir. Bu nedenle, işçi hareketinin alt tabakaları küçük burjuva ise, üst
tabakaları da burjuvadır, hem toplumsal eğilimleri, hem de kültürel yapısıyla.
Durum böyle görülünce, yirminci yüzyıldaki bütün devrimci, demokrat ve radikal hareketlerin
toplumsal temelinin küçük burjuvazi olduğu görülür ve bunlar genellikle burjuvaziye değil,
emperyalizme, sömürgeciliğe, onların işbirlikçisi bürokrat ve kapitalizm öncesi tabakalara
karşıdırlar. Yani burjuvazi de muhalefet içindedir bir ölçüde. Bu demokratik muhalefet içinde,
küçük burjuvazi büyük çoğunluktur, burjuvazi ise azınlık. Ve bunlar arasında, demokratik
hareketin içinde bir çatışma ve kavga, bir sınıf mücadelesi vardır. Bu mücadele burjuvazinin
kültürel üstünlüğü nedeniyle biçimsel demokrasi alanında ortaya çıkar.
İlk bakışta, zaten çoğunluk olduğu için küçük burjuvazinin, demokratik hareket içinde
demokratik biçimlerin var olup güçlenmesinden çıkarlı olduğu düşünülebilir. Ancak,
sınıfların, tarihsel ve kültürel konumlanışı göz önüne alındığında, durumun hiç de öyle
olmadığı görülür.

83
Küçük burjuvazi, burjuvaziyle ideolojik ya da politik mücadeleye girdiğinde kaybetmeye ve
burjuvazinin kontrolü altına girmeye mahkumdur. Yani demokratik bir işleyiş içinde, burjuva
reformizmi, küçük burjuva radikalizmini veya devrimciliğini her zaman yener ve çoğunluğu
kendi politikasına kazanabilir. Radikal küçük burjuvazi, bunu toplumsal bir eğilim olarak bilir
ve sezer. Biçimsel demokrasi ve özgürlükler alanında yenilgiye mahkum olduğundan ve bu
aynı zamanda burjuvazinin öncülüğü ve kontrolü alması dolayısıyla hareketin de yenilgisi
olacağından, radikal demokrasi ve devrimcilik, biçimsel demokrasiyle bir arada yaşayamaz.
Biçimsel demokrasi kabul edilip uygulandığı takdirde, hareketin kontrolü liberal burjuvaziye
geçecek, ve hareket yenilecek demektir, hareketin başarısı ise, liberal burjuvazinin hareketin
iplerini ele almamasıyla, bu ise ancak biçimsel demokrasi mekanizmalarına (seçimler, her
türlü fikir özgürlüğü vs.) itibar edilmemesiyle mümkündür. Diğer bir deyişle, küçük burjuva
radikalizmi, burjuva reformizmiyle mücadelesinde, dezavantajlı olacağı koşullarda savaşı
kabul etmez. Demokratik hareketlerin anti demokratik olmasının nedeni budur.
Elbette küçük burjuva radikalizmi bunu bilinçli olarak yapmaz, daha ziyade iç güdüsel,
toplumsal eğilimleri ifade ettiğini düşündüğü sembollerle gerçekleştirir. Zaten küçük
burjuvazinin burjuva ufkunu aşan bir program geliştirememesi nedeniyle, burjuva dünyasına
zıtlığı yansıtan semboller ve rozetler büyük önem taşırlar.
Ama böylece, küçük burjuva radikalizmi, uzun vadede yenilgisine yol açacak, ki bu son
duruşmada yine onun burjuva dünyası tarafından hazmedileceğinin bir ifadesidir, bir açmazla
karşılaşır. Burjuva reformizmi, küçük burjuvazi karşısında kendisine elverişli konumu
sağlayan biçimsel demokrasinin savunuculuğuna geçer. Böylece kendi reformist politikasının
gerici niteliğini tartışma konusu yapmaktan kurtularak, aslında politikanın içeriğiyle ilgisiz
demokrasiyi politikanın temel tartışma konusu yapar. Yani bir politikanın demokratik olarak
belirlenmesi onu otomatik olarak doğru yaparmış gibi konu ele alınır. Bir politikanın karar
alınış biçiminin, onun doğruluğunu veya yanlışlığını belirlemediği gerçeği ortadan kaybolur.
Özetle, demokrasi sınıf savaşının aracıdır. Burjuvazi, kültürü nedeniyle, kendisine üstün bir
konum sağlayacağından küçük burjuvaziye karşı önderlik savaşında demokrasiden yana olur.
Küçük burjuvazi de biçimsel demokraside kaybedeceğini bildiği için, demokrasiye kuşkuyla
bakar ve bu nedenle bütün radikal ve devrimci demokratik hareketler biçimsel demokrasi
(sınırsız fikir ve örgütlenme özgürlüğü, her düzeyde seçimler) karşısında kuşkulu hatta
düşmancadır.
Burada ele aldığımız soyut gibi görünen ifadelerin, Kürt ulusal hareketiyle yakından ilgili
olduğu gözlerden kaçmayacaktır. Kürt ulusal hareketi, bir yandan radikal ve devrimci idi, ama
aynı zamanda kültürel bakımdan, kapitalizm öncesinin baskısı altındaydı. Bu radikal çizgi,
hareketi yüklenen yoksul insanların ağırlığı; gerillanın prestiji ile; sürekli rotasyon, burjuva
dünyasının baştan çıkarıcılığına karşı olduğu düşünülen yaşam tarzına yönelik tedbirler ile bir
ölçüde korunabildi. Bu koşullarda bile, sürekli oluşan bir bürokrasinin hantallığı ve
sabotajları; burjuva dünyasının bin bir yoldan sızışı sürekli bir kan kaybına yol açtıysa da,
şimdiye kadar tahribatlar yukarıdan kontrol mekanizmalarıyla daima sınırlı tutulabildi. Bu
mekanizmalar olmasa, hareket Kürt burjuvazisinin kontrolü altına geçer ve her şey yitirilirdi.

84
Ancak bu mekanizmalar artık hareketin bu günkü hedefleri bakımından işlevini yitirmektedir.
Demokratik biçimlere geçiş, Kürt burjuvazisinin hareketi kontrol altına alması ve bu da
yenilgi demektir. Yeni biçimlere geçemeyiş ise, gerekli toplumsal güçlerin harekete geçmesi
ve örgütlenmesinin bir engelidir ve yine yenilgi demektir. Bu çıkmazdan nasıl çıkılabilir?
Ancak kapitalist uygarlığın ürünü olan modern işçi sınıfı demokrasiyi burjuvaziye karşı güçlü
bir silah olarak kullanma yeteneğindedir. Kürt hareketinin demokratikleşmesini, bu sınıfsal
bağlamının dışında, sadece biçimsel demokrasi uygulamaları olarak koymak, kesinlikle Kürt
burjuvazisine hizmet eder ve onun çıkarlarının örtüsüdür. Kürt hareketi ne yapıp yapıp şehirli
modern işçilere dayanmak zorundadır. Kimi eleştirmenler, Kürt hareketinin nasıl yapıp da
modern işçi tabakalara dayanacağı, bu geçişin nasıl sağlanacağı sorunu yerine, biçimsel
demokrasi çağrılarıyla, aslında Kürt burjuvazisine imkan hazırlıyorlar. Eskisi gibi
dayatmalarla işin götürme çabaları da aynı şekilde sonuçlanır. O halde, sorun, demokratik
veya eski yöntemler değil; dayanılan toplumsal tabanın nasıl değiştirilebileceği ve bunun
mümkün olup olmadığıdır. Soruyu doğru sormak, çözümün yarısıdır.

15 Eylül 2000 Cuma

85
Altıncı Bölüm

Türkiye’nin Toplumsal ve Kültürel Yapısı ve Solun Politik


Kültürü Üzerine Yazılar

Taşralılık

Türkiye'nin sağcısı da solcusu da, Dünya'ya Türkiye'den bakarlar, Türkiye'ye Dünya'dan


değil. Bu nedenle dünyayı ilgilendiren en genel ve temel konularda bile yazsalar, bir ulusal
dar görüşlülük, bir taşralılık egemendir bütün yaklaşımlarına.
Gelişmelere yukarıdan bakma yeteneksizliği, artık Türkiye'nin kültürel ortamının bir özelliği
olmuş durumda. Dolayısıyla sadece sağcısının değil, tıpkı diğer günlük kültürel kotlar ve
alışkanlıklar gibi solcusunun da bir karakteristiği.
Bu taşralılık ise her şeyden önce Kemalizm'in mirasıdır. Bu taşralılığa yol açan Mustafa
Kemal bile böyle taşralı değildir. Kendisi Osmanlı ordusunun hiç de parlak olmayan
generallerinden biri olmasına rağmen, bir durum yargılamalarına bakın, belli bir "global"
bakışın olduğunu görürsünüz.
Bu geleneğin Mustafa Kemal'den de yeteneksiz sürdürücüsü İsmet İnönü'de bile bu global
bakış vardır. Her sözü en sıradan iç politika konusundaki konuşması bile, ifade edilmemiş
ama içine sindirilmiş, dünya dengelerini gözeten bir özelliğe sahiptir. İsmet Paşa'nın her
sabah, Paris, Londra, New York, Moskova'nın ne dediğini öncelikle öğrendiğini anlatırlar. Bu
günkü Türk başbakanı Ecevit'in politik kariyerine de, iyi İngilizce bildiği için, sabahları İsmet
İnönü'ye İngilizce basını ve yorumları okuyup aktarmakla başladığı söylenir. Ecevit'in İsmet
Paşa'ya yaptığı işin anlamını kavradığı şüphelidir. Çünkü Avrupa'larda da okusa, artık
taşralılığa düşmüş bir kültürün ürünüdür. İsmet Paşa'nın her sabah yaptığı işi kendisinin
yaptığına dair en küçük bir emare bulunmamaktadır.
Bu Osmanlı yadigarı politikacılar kuşağı gittikten sonra, bizzat bu kuşağın yaptıklarının
sonucu olarak (harf devrimleri vs.) politikaya, ülkenin kültürel ve entelektüel hayatına tam
anlamıyla taşralılık hakim oldu. Binlerce yıllık uygarlıkların, Arap ve Fars kültürlerinin o
muazzam birikimi, bir harf devrimiyle yeni kuşaklarca bilinmez ve özümlenemez oldu. Bütün
bunlar sözde o Batı kültür ve uygarlığına ulaşmak için yapılmıştı. Ama o kültürle bağlantı
kurmanın ekonomik temelini oluşturan burjuvazi ve ilişkilere Hıristiyan halkların sürgün,
katliam ve mübadeleleriyle son verildi. Bu aynı zamanda Batı ile kültürel bağların kopması da
demekti.

86
Ama sadece bu da değil. Osmanlı, Bizans'ın bir devamıydı. Hıristiyan halkların bu yok edilişi
aynı zamanda, eski Yunan ve Roma'dan beri gelen Akdeniz uygarlığı ile tüm kültürel bağların
koparılması anlamına da geliyordu. Böylece Türkiye Cumhuriyeti'nin entelektüel ve kültürel
ortamı, ne doğunun antik Akdeniz, Arap ve Fars uygarlıklarıyla ne de batının modern burjuva
uygarlığıyla ilişkisi olmayan, korkunç bir taşralılığa gömüldü. Bu taşralılık giderek yeni
kuşaklarla birlikte toplumun tüm kültürel, entelektüel ve politik hayatına damgasını vurdu.
Bir politikanın sonuçları kültürel bir karakter kazanınca sağcısı da solcusu da bundan kendini
kurtaramaz. Öznel bir yönelişin sonuçları adeta nesnel koşullar haline gelir. Bu nedenle
burjuva politikacılarına, kültürüne ve entelektüel hayatına damgasını vuran taşralılık solun da
bir özelliği olur. Osmanlı ve Cumhuriyet kuşakları arasındaki uçurum solda burjuva
dünyasından bile daha derindir.
Tipik iki örnek alalım. Hazım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı. Bu iki kişi de birer Osmanlı
aydınıydılar. Temel kültürel ve entelektüel şekillenmeleri Osmanlı İmparatorluğu ve onun
çöküş döneminde gerçekleşmiştir. Şimdi bir bu insanların kitaplarını şiirlerini okuyun, bir de
1960'lardan sonra binlercesi ortaya çıkmış sosyalistlerin en kaliteli bilinenlerinkileri okuyun.
Aradaki korkunç uçurumu kimse görmezden gelemez. Türk solu hala Kıvılcımlı ayarında bir
teorisyen yetiştiremedi örneğin. Nazım hala Türk aydınının ve sanatçısının aşılamamış örneği
olmaya devam etmektedir.
Cumhuriyet'in bu gün yeni kuşaklarca unutulmuş ama Müthiş bir etki bırakmış ve gerçekten
60 sonrası entelektüel hayatın gelişmesine muazzam bir etki yapmış en ileri aydını bir bakıma
Doğan Avcıoğlu'dur. Karşılaştırın Doğan Avcıoğlu ile Kıvılcımlı'yı. Osmanlı çocuğu
Kıvımlcımlı'nın Cumhuriyet çocuğu Avcıoğlu'na bir kaç numara büyük geldiği hemen
görülür.
Cumhuriyet aydınının örneği, uzun yıllar, Bizim Köy'ün yazarı, öğretmen Mahmut Makal
olmuştur. Bu bile farkın ne olduğu hakkında bir fikir verir.
Benzer bir durum Kürtler arasında da görülür. Kürtlerdeki medrese geleneğinden gelenlerde,
sonrakilerle arasında müthiş bir fark vardır. Tahribat Kürtleri de Türkler kadar hatta daha da
fazla etkilemiştir.
Evet, o Fars, Arap, Yunan, Roma, Akdeniz uygarlıklarının tüm kültürel ve entelektüel
birikimi yok edildi ve modern batı uygarlığının tüm köprüleri yıkıldı, ama bu uygarlıklardan
en lanetli kurum kaldı ve ona hiç dokunulmadı ve işin ilginci bütün bu katliamı da o lanetli
kurum varlığını sürdürebilmek için yaptı. Devlet!
Osmanlı Bizans'ın devlet yapısını aldı. Ona biraz Arap ve Fars uygarlıklarının boyasını kattı.
Bütün batılılaşma çabaları ise, bu devletin devletliğine modern toplumun araçlarını verdi.
Böylece toplum modern toplumun ve geçmişin mirasından mahrum olurken, devlet geçmişin
ve modern toplumun bütün olumsuzluklarının konsantre olduğu, toplumun kanını emen bir ur
olarak ekonomiden politikaya ve kültüre, her şeye damgasının vurdu.
Bu durum bir kara deliğin oluşumuna benzer bir durum yaratmaktadır. Tıpkı maddenin kendi
ağırlığı altında çökmesi ve sonsuz yoğunlaşması gibi, çürüme çürümeyi beslemekte, tüm çıkış
yollarını kapamaktadır. En radikal muhalefet çabaları bile, tıpkı ışığın kara deliğin çekim

87
gücünden kendini kurtaramaması gibi, antika ve modern uygarlıkların çifte kamburunu
taşıyan devletin çürütücü etkisinden kendini kurtaramamakta, taşralılığa geri dönmektedir.
Dünya sorunlarını konu yapmakla ilgisi yoktur taşralı olmayan bir yaklaşımın. Bu içe işlemiş,
elle tutulmayan ama hissedilen bir yaklaşım tarzıdır. Türk solu, globalizmden bile bir köylü
gibi söz eder. Taşralı olmayan bir bakış ise, köyden, ardında global bir birikimi hissettirerek
konuşur.
demir@comlink.de
http://www.comlink.de/demir/
06 Haziran 2001 Çarşamba

88
Eurovizyon, Modernleşme ve Demokratikleşme
“Her zaman politikayla yaşanmaz” derler. Eğer politikayı dar anlamda alırsanız bir ölçüde
doğru bir sözdür bu. Ama örneğin, “artık politikamızın esası gücümüzü politikaya değil kültür
ve eğitime vermektir” sözlerini sarf eden bir politika kavrayışını kastediyorsanız, baştan aşağı
yanlıştır. Kültürle ilgilenme, politikadan uzak durmak bile bir politikadır. Siz politikayla
ilgilenmediğinizi düşünseniz bile politika sizinle hiç ara vermeksizin ilgilenmeye devam eder.
Örneğin, Eurovizyon şarkı yarışması, Avrupa’yı oluşturan ulusların kültürel olarak birbiriyle
yaklaşmaları, birbirlerini daha iyi tanımaları için oluşturulmuştur. Ama bu amacın kendisi bile
politiktir. Bu yarışmaya katıldığınız an, sırf kültürel kaygılardan söz etseniz bile bir politik
seçim yapmış olursunuz. Avrupalı ulusların birbirini kültürel olarak tanıma ve kavrama
politikasından yanasınız demektir.
Eurovizyon, Avrupalıların yarışmasıdır. Ona katılmak demek onlar gibi, onlardan biri olmayı
politik bir hedef olarak seçmenin ifadesidir. Kimse bu hedefin kendisini sorgulamıyor.
Avrupalı olmak bu günün dünyasında gerici bir programdır. Yeryüzündeki, ulusçuluğa
dayanan yeni ırkçı sistemi savunmak ama bu ırkçı düzende imtiyazlıların arasında yer almak
demektir. Sosyalistin politikası, hem de uzak değil acil politikası, Avrupalı olmak onlar
arasına katılmak değil; Avrupalılığı yok etmek olabilir.
Böyle bir programın Avrupa’nın işçilerinden yankı bulup bulmayacağı, ayrı bir sorundur ve
zaten sosyalizmin en büyük çıkmazı da buradadır. Bir yankı bulur veya bulmaz, önemli olan
bu değildir. Önemli olan doğru olanın ne olduğudur. Doğru olan Avrupalılığı yok etmektir.
Bu bakımdan, bir sosyalist açısından, örneğin Eurovizyon’a katılmanın kendisi gerici bir
politikanın uygulanmasıdır.
Yani bu yarışma her türlü politik hesabın dışarıda bırakıldığı, insanların gerçekten sadece
estetik ve kültürel kaygılarla oy verdiği bir yarışma olsaydı bile politik bir yarışma olmaktan
çıkmazdı.
Ama Kültür dar anlamıyla bile, politikayla yakından bağlı olmaya devam eder. Dar anlamıyla
politik hesaplar bile bu olması gereken kültürel ve estetik kaygıların önüne geçerler.
Dünyadaki bütün yarışmalar da böyledir. İster Oscar, ister Nobel, ister Cannes, İster
Eorovizyon olsun, isterse Türkiye veya her hangi bir ülkedeki başka bir yarışma olsun, doğa
bilimleri haricinde (ki orada bile durum karışıktır) tüm yarışmalar ve ödüller belli politikaları
ve güç ilişkilerini yansıtırlar ve onlara hizmet ederler.
Elbette, katılan film veya başka eserlerin en azından bir skandal yaratmayacak kadar, yani o
politik amaca hizmet edecek belli bir kalite taşıması temel koşuldur. Bundan sonrasını, politik
ilişkiler belirler.
Yani Türkiye Eurovizyon’a çok iyi bir eğitimden geçmiş çok kalite bir sesi ve fiziği olan bir
şarkıcıyı seçmese, ona zamanın ruhuna uygun, biraz Madonna, biraz Britney Spears kırması
bir hava vermese (yani orijinal bir şey de yoktur, sözde kültürleri kaynaştıracak bu yarışmaya
katılımda, baştan aşağı pop ikonlarının taklidi) yine şu sıralar moda olan Shakira vari oryantal

89
havası olmasa, en iyi kareograf, dansçılar ve müzisyenleri devletin tüm imkanlarını zorlayarak
bir araya getirmese bu asgari, skandal yaratmayacak düzey koşulunu yerine getirmiş
olamazdı.
O halde Eurovizyon sonuçlarını da bütün dünyada olduğu gibi, skandala yol açmayacak
esereler arasında bütünüyle politik kaygılar belirlediğine göre, Eurovizyon sonuçları bize
politik ilişkiler hakkında bir fikir verebilir.
Avrupa’daki Türkiye asıllı göçmenleri, Türk devleti, tıpkı bir zamanlar Sovyetler’in komünist
partileri ve işçi hareketini dış politika ve diplomatik manevralarının bir aracı olarak
kullanması gibi, dış politikasının ve diplomasisinin bir aracı olarak kullanmaya çalışır. Bunun
için Avrupa’da çıkan Türk gazetelerinden derneklere kadar muazzam yönlendirici bir aygıt
vardır. Yine bu tür bir kullanımın sonucu olarak Hollanda Belçika gibi Türkiye asıllı
göçmenlerin yoğun olduğu ülkelerden oy alındı.
Yunanistan ve Kıbrıs’ın tıpkı Türkiye’deki politik İslam ve Kürtlerin bir kısmı gibi,
Türkiye’yi Avrupa birliğine katılım aracılığıyla liberalleştirme çabasına, Irak savaşında ABD
önergesine ABD Kürtleri ezmek için yeterince güvence vermediği için biraz da bir kaza
olarak hayır oyu verilmesinin bir karşılığı olarak diğer Avrupa ülkelerinden gelen oylar da
eklenince böyle bir sonuç ortaya çıktı.
Bu politik olarak şu demektir. ABD’nin Irak işgaline kadar, Türkiye ABD’nin dengesiydi ve
Avrupa bu büyük ülkeyi üye almaz, kapısında bekletirdi. Ama ABD’nin Irak işgali ile
dengeler değişmiş bulunuyor ve Avrupa Türkiye’ye, oyunun dışında kalmamak için biraz
daha açık kapı bırakabilir. Berlusconi’nin fikir jimnastikleri, Eurovizyon’da alınan birincilik
ve Cannes’te “Uzak”a verilen ödül, bu tür göz kırpmalar anlamına gelmektedir. Avrupa
ABD’ye karşı yeni ittifaklar ve stratejiler arayışı içine girmiş bulunuyor. Eurovizyon’da
alınan ödül, bu arayışlarda opsiyonları geniş tutmanın bir ifadesi. ABD’nin yanında saf tutan
doğu Avrupalılara, bakın Türkiye bile sizden bize daha yakın, politik mesajı.
Ama en iyi koşulda bile bu Türkiye’nin gerçekten demokratikleşmesi veya kelimenin gerçek
anlamında Avrupalılaşması anlamına gelmez. Avrupa ancak kelimenin gerçek anlamında
Avrupalı değil, şarklı bir Türkiye’ye kapılarını açar. Modern görünüşlü ama şarklı. Tıpkı şarkı
yarışması birincisi gibi, bütün o taklitler Modernleşmeyi demokratikleşme ile karıştıran
şarklılığın bir yansımasından başka bir şey değildir.
Eğer Avrupalılık, sadece modernleşme değil, demokratik gelenekler ve burjuvazinin son beş
yüz yılda biriktirdiği kültür birikimi anlamında anlaşılırsa, Türkiye’nin bu Avrupalılıkla hiç
bir ilişkisi yoktur.
Bir Çehov, bir Tolstoy, bir Çaykovsky veya Şostokoviç, bir Pavlov hatta bir Lenin olmadan
Avrupa, yani Burjuva uygarlığı tasavvur edilemez. Bu anlamda Rusya Avrupa kültürünün, bu
uygarlığın bir parçasıdır.
Ama Türkiye’nin ve Türklerin bir tek sanatçı, bilim adamı veya düşünürü yoktur, Avrupa,
yani burjuva uygarlığının, olmasa bugün eksikliğini hissedebileceği. Ama bunun yokluğu
Avrupa’yı Avrupa yapan devrimci ve demokratik bir geleneğin Türkiye’deki yokluğudur. Rus
köylüsünün Narodniklerden Sosyalist Devrimcilere kadar uzanan devrimci demokratik

90
gelenekleri veya geç ve güçlü doğmuş işçilerinin dünyayı allak bullak eden partileri ile
Tolstoy veya Sostokoviç’ler arasında derin bağlar vardır. Türkiye’de ne devrimci demokratik
bir köylü hareketi vardır, ne diğeri.
Yani kültürel olarak Avrupalı olmak, Avrupalılaşmak demek radikal demokratik hareketleri
yaratan ve besleyen bir toplumsal yapı demektir. Ancak bu çerçevede onun kültürel ifadeleri
de ortaya çıkarlar ve toplumun kültürel hayatının derinliklerinde, iktidara gelememiş olsalar
bir yer edinirler.
Yunan İç savaşı, İki savaş arasının büyük komünist direnişleri, bu toplumsal mücadelelerin
birikiminin ürünü olan Theodorakis’ler, Angelopulos’lar Yunanistan’ı Avrupalı yaptı. Aksi
takdirde Yunanistan da tıpkı Türkiye gibi, batıda yaşayan bir şarklı olmaya devam ederdi.
Türkiye’de Ermeni ve Rum katliamları ve sürgünleri, ya da komünist kovuşturmaları her türlü
toplumsal muhalefetin acımasızca bastırılması onun tüm demokratik toplumsal tabanını
dolayısıyla kültürel değişimini de engellemiştir.
Türkiye’yi biçimsel olarak batılılaştıran her adım, demokrasinin köklerini yok eden bir adımla
beraber gider. Bütün modernleşme çabalarına Ermeni ve Rum katliamları eşlik eder.
Katledecek kimse kalmayınca bu sefer her batılılaşma adımına komünist tevkifatları ya da
Kürt katliamları eşlik eder.
Türkiye modernleştikçe, demokratik bir hareketten dolayısıyla kelimenin gerçek anlamında
burjuva uygarlığının kültürel bir parçası olmaktan, onu özümlemekten uzaklaşır.
1960’ların işçi hareketleri ve yetmişlerin güçlü demokratik karakterli politikleşmesi
olmasaydı, bu gün Türkiye bu gün olduğu kadar bile bir parça Avrupa kültürüyle bağlantı
kurmuş olamazdı. Burjuva uygarlığının kültürü Türkiye’ye Marksizm aracılığıyla girmiştir.
Ya da şöyle diyelim Politik programlarının aksine Sosyalistler kadar Türkiye’nin kültürel
olarak da batılılaşmasına ve burjuva uygarlığıyla bağlar kurmasına büyük katkı yapmış başka
bir güç yoktur.
Türkiye’nin bu alandaki son şansı Kürt ulusal hareketidir. Bu hareketin bir başarısı, güçlü
demokratik dönüşümler ve bu anlamda kelimenin gerçek anlamıyla batılılaşma yani gerçek
anlamıyla burjuva uygarlığının bir parçası olma anlamına gelir. Ama öyle görünüyor ki, bu
son fırsatı da Türkiye kaçıracak.
Avrupa birliği için paketler, demokratikleşme anlamına gelmez. Gerçek iktidar bürokrasinin
elinde olmaya devam eder. Sadece ipleri gevşetmiş olur.
Politik İslam da bir demokratik hareket değil bir modernleşme hareketidir. Hükümetin ordu
ile çekişmesinin konusu demokratikleşme değil, modernleşmenin farklı yollarıdır. Bu kayıkçı
dövüşünün nasıl bir batılılaşma sonucu vereceğini merak ediyorsanız, stilize şark şalvarıyla
İngilizce her şeyi yapmaya hazır olduğunu söyleyen şarkıcıya bakınız. Bunun için Avrupa’ya,
ta Baltık denizi kıyılarına gitmeye gerek yok. İstanbul’da Tekbir Defilesine gidin.
Göreceğiniz aynı şeydir.
27 Mayıs 2003 Salı

91
Polemik Yapmak ya da Unutulmuş Bir Politik Kültürün İzlerinin Ardında
Sosyalizmin, yani eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealinin insanlığın ufkundan
kayboluşu, sadece onun siyasi ve toplumsal bir proje olarak kaybolması anlamına
gelmemektedir; bu, o projeyi yaratan siyasi kültürün yok oluşuna da denk düşmektedir.
Bu yok oluşu, onun somut bir görünümünde izlemek ilginç olabilir.
Şimdilerde her hangi bir tartışmada hemen şöyle sözler işitildiğini görüyoruz: “Lütfen polemik
yapmayalım”; “Tartışma kültürümüz yok, hemen polemiğe çeviriyoruz tartışmayı”;
“Arkadaşlar lütfen polemiklerden kaçınalım.”
Bu sözlerde ifadesini bulan ve hiç kimsenin yanlışlığını bile aklına getirmediği nasıl bir
politik kültürdür? Bu kültür ile sosyalizm ideali bir arada bulunabilir mi?
Yukarıda bir kaç örneği aktarılan cümlelerde “polemik” sözcüğü, o yaratıcı, diyalektik,
fikirler mücadelesi; karşı tarafın argümanlarını, çıkarsamalarını; olgulara ilişkin aktarımlarını;
mantık yanlışlarını didik didik ederek doğruyu bulmanın bir metodu anlamına gelmekten
çıkmış, adeta dedikodu, kişisellik gibi bir anlam kazanmış bulmaktadır.
Bu anlam kaymasının nesnel tarihsel anlamına geçmeden önce bu tür sözlerin içeriksel
yanlışlığını görelim.
Bu “polemik yapmayalım” diyenlerin bilmediği veya unuttuğu çok basit bir olgu vardır.
Marksizm’in bütün eserleri polemik eserlerdir. Denebilir ki, Marksizm polemik formu içinde
doğmuş; polemik formu içinde gelişmiştir. Ve polemiklerin yok oluşuyla da Marksizm’in
gelişimi durmuş ve çürüme başlamıştır. Polemikleri ortadan kaldırdığınızda geride Marksizm
diye bir şey kalmaz,
Kutsal Aile’den Alman İdeolojisi’ne Tarihsel Maddecilik ya da namı diğer Marksizm;
polemikler içinde gözlerini dünyaya açmıştır. Felsefenin Sefaleti’nden, Anti Duhring’e,
Marksizm’in hemen hemen bütün klasikleri birer polemiktir. Das Kapital bile, dip notlarında
ve Artı Değer Teorileri’nde kendinden önceki bütün burjuva ekonomi politiğine karşı bir
polemiği sürdürür.
Lenin, Rosa Luxemburg ve çağdaşları da farklı değildir. Polemik, bir benzeri bir daha dünya
tarihine gelmemiş Rus ve Doğu Avrupa devrimcileri kuşağının başlıca siyasi ve ideolojik
mücadele biçimidir. Lenin’in bütün eserleri kelimenin en doğrudan anlamında polemiktirler.
Bu Marksizm’in yükseliş çağının devrimcileri için, polemikler, yokluğu bile
düşünülemeyecek ve yok olmadığı sürece de varlığı akla bile gelmeyecek, tıpkı hava gibi su
gibi, siyasi ve ideolojik mücadelenin olmazsa olmaz koşullarıdırlar.
Ama nasıl bazı bakteriler için oksijen ve temiz hava öldürücü bir etki yaparsa, bu günün
dünyasının sosyalistleri için polemik içinde soluk alınamayacak bir ortam gibi görülür.
O zamanın Marksistleri, sosyalistlerinin tartışmalarında, karşıdakinin iyi niyetinden,
inancından kimsenin kuşkusu olmazdı. En ağır kişisel hakaret gibi görünen (Oportunist;
Revizyonist, Batak) sıfatlar bile, hiç bir kişisel anlam taşımaz, bütünüyle o kişilerin

92
görüşlerine ilişkin siyasi ve ideolojik bir anlama sahip olurlardı. Söyleyen de anlayan da bunu
böyle anlardı. O nedenle kişisel düzeyde bir küsmece darılmaca olmazdı. Siyasi olarak bir
tartışmada, fikirlerini tutkuyla savunmuş insanlar, bu tartışmaların ateşi içinde birbirlerinin
savundukları çizgiler ve fikirler için en ağır ve provakatif ifadeleri kullanmış insanlar, aynı
zamanda aynı örgütün saflarında burjuvaziye ve gericiliğe karşı savaşırlar, insan olarak
birbirlerine saygıda zerrece kusur etmezler; dostlukları sürer giderdi.
Artık yedi kat toprağın altına gömülmüş ve unutulmuş bu politik kültürün izlerini Lenin’de
sürelim.
Bilinir, Lenin’in “Bir Adım İleri İki Adım Geri” eseri, Rus Sosyal demokrat İşçi Partisi’nin
meşhur İkinci Kongre’sini analiz eder ve bunu kelimenin gerçek anlamıyla polemikler
biçiminde yapar.
İşte bu eserinin dip notlarından birinde Lenin şöyle yazmaktadır, en ağır gibi görünen
sıfatların kişisel değil, siyasi bir anlamları olduğu üzerine. Batak sözünü kastederek:
“Bugün partimizde bu sözü işitince dehşete kapılan ve yoldaşça olmayan tartışma yöntemleri
kullanılıyor feryadını basan kişiler var. Resmiyet anlayışının yanlış anlaşılmasından ileri
gelen garip bir duyarlılık!.. Bir iç savaşımla karşı karşıya bulunan, hemen hemen hiç bir
siyasal parti yoktur ki, o partide, kararsız öğeler, çekişen taraflar arasında bir o yana, bir bu
yana yalpalayan öğeler bu sözlerle nitelenmemiş olsun. İç savaşımlarını gerçekten belli
sınırlar içinde tutmayı bilen Almanlar bile versumpft [batağa gömülmüş -ç.] sözcüğünden
gocunmamışlar, dehşete kapılmamışlar ve gülünç, resmi bir erdemlilik oyunu
oynamamışlardır.” (http://www.kurtuluscephesi.com/lenin/biradim.html )
Lenin’in dip notundan da anlaşıldığı gibi, Rusya’nın doğulu ve köylü yapısı, Rus
devrimcilerinin politik kültüründe de etkisini gösteriyormuş ki, Lenin, şimdi bizim burada ele
aldığımız soruna, bu dip notta o zamanın Rusya’sında değiniyor.
Ama o zaman ile bu zaman arasındaki temel fark; Rus devrimcilerinin ortamında, Lenin’in bir
dip notla dikkati çekmekle yetindiği politik kültür istisnai bir karakter taşırken, bu günün
dünyasında, tam tersine, Lenin’lerin Kültürü, istisna bile değil, unutulmuş ve yok olmuş,
toprağın altından, derinliklerinden arkeolojik kazılarla çıkarılması gereken bir politik
kültürdür.
Lenin başka bir dip notta, bu iki farklı kültürün nasıl iki ayrı dünya iki ayrı dil olduğunu çok
daha çarpıcı bir örnek ve sözlerle şöyle ifade ediyor:
“(…). "Kongremizdeki hava ne kadar da bunaltıcı" diye yakınıyordu o yoldaş. "Bu kırıcı
savaş, bu herkesin birbirine karşı giriştiği kışkırtma, bu birbirini ısıran tartışma, bu
yoldaşça olmayan davranış!.." Ben bu sözlere "kongremiz çok görkemli" karşılığını verdim.
"Özgür ve açık bir savaşım. Fikirler ifade edildi. Görüş farklılıkları ortaya kondu. Gruplar
biçimlendi. Eller kaldırıldı. Bir karar alındı. Bir aşama geçildi. İleri! Benim için aslolan
budur! Bu, yaşam demektir! Bu, sizin, sorun çözümlendiği için değil, ancak yoruldukları
için susan aydınlarırıızın sonu gelmez, usandırıcı laf gevelemelerine benzemez..."
"Merkez"ci yoldaş bana şaşkınlık içinde baktı ve omuzlarını silkti. İki ayrı dil
konuşuyorduk.”

93
( http://www.kurtuluscephesi.com/lenin/biradim.html )
Ama bu politik kültür, Rus devriminin tecrit olması, bürokrasinin ve köylülüğün politik
kültürünün politika ve program gibi sosyalist politik kültüre de egemen olması; devrim
bulutlarının giderek köylü ve doğu ülkelerine doğru kaymasıyla birlikte bunun giderek bütün
dünyaya yayılması ve yeni kuşakların da artık bunu sosyalist politik kültürün ayrılmaz ve
organik bir parçası gibi görmesiyle giderek unutulmuştur.
Bu kültür sadece, burjuva kültüründen gelen; henüz eski kültür unutulmadığı zamanlarda onu
tanımış ve sürdürmüş kuşaklar aracılığıyla, zayıf bir damar olarak bile olsa, bir dip akıntısı
olarak bile olsa derinden derine varlığını sürdürmüş ve 68’in kuşaklarına bir şekilde kendisini
aktarmıştı.
Bunu Türkiye örneğinde görelim.
1960’ların Türkiye’sinde, Yön ve TİP çevreleri, eski kuşak komünistlere karşı bir küçümseme
ve horgörü tavrı içindedirler. Bu bağlamda, “Eski Tüfekler”in özellikle 1930’lardaki
polemiklerini şimdinin polemik anlayışına benzer bir anlayışla hor görmeleri karşısında
Kıvılcımlı, 1967’de Sosyalist gazetesinde o eski geleneği savunur ve onun unutulan yanına
dikkati çeker:
“TİP ve YÖN gibi yeni güçler yanında ESKİ Sosyalistlerin «Kaç Tümeni var?» demeyelim.
Eski adsız birikimin mirasyediliğine düşeriz. Fincancı katırlarını ürkütme bahanesi de çağını
yitirdi. Nitekim şimdi başka bahane uyduruluyor: Eskilerin kırgınlıkları ile yeni kuşakların
kulak tozları, hatta ödleri patlatılmak isteniyor. Aşağısı sakal, yukarısı bıyık diye
tükürülmediğinden cüretlenilmesin. Hikmet Kıvılcımlı: Nazım Hikmet'e ve Kerim Sadi'ye ağır
saldırmış... Kerim Sadi: Hikmet'e ve Nazım'a verip veriştirmedik şey bırakmamış.. Nazım,
daha «şairane» sözü gümüş sayıp, davranış altınlarıyla onlara taş çıkartmış.. Bu, madalyanın
bilinen bir yüzüdür.
Kimsenin bilmediği, bilenlerinse, yeni kuşaklardan sakladıkları madalyanın inanılmaz öbür
yüzü vardır: O «üç silahşörler» Eski Sosyalist, birbirlerinin yaraladıkları ölçüde sevmeyi
öğrenmişlerdir. Teoride ve pratikte birbirlerinin yanlışlarını yalın kılınç delik deşik etmekte
gözlerini kırpmıyan bu üç insan, ilk buluşmalarında, çocuksu şen kahkahalarla
kucaklaşmaktan bir gün geri kalmamışlardır. Özellikle Eski Sosyalistler bu bakımdan, Yeni
Sosyalistler arası bağlılıklarda maya rolünü oynayabilirler. Yeni kuşaklara, kişisel deve
kinleri ve sülâle kan dâvaları yerine bu eski sosyalist kardeşlik mayası aktarılabilir”
Kıvılcımlı gibi eski komünistler bizlere bu unutulmuş politik kültürü hem davranışlarıyla,
hem de yazılarıyla bir çok kere aktarmaya çalıştılar. Bu bağlamda, bir başka örnek. “İşveren
Sosyalizmi İşçi Sosyalizmi” başlıklı makalesini şu satırlarla bitirir:
“Savaş denildi mi, sırf çelebice sözcükler kendiliğinden suya düşer. Güreş için birinci şart
elense etmektir. Güreş yenmek için yapılır. Elense edenler, birbirlerinin sırtlarını yere
getirmeyeceklerse, ne zahmet ederler? Danışıklı dövüşün en kalp akça sayıldığı yer sosyal
savaş alanıdır. Sosyal ve politik dövüş, horoz dövüşü değildir. Sırtı yere getirmek, karşılıklı
ACI GÜÇ kullanmaya dayanır. Yalnız kabadayılıkta değil, politikada dahi, yenmek yenilmek
olağan şeydir. Görünüşte güreşenler kişilerdir. Gerçekte kişilerin yenişleri, her zaman, her

94
yerde: prensiplerin, düşüncelerin, metotların, davranışların yenilip yenişleri olur ve hep öyle
olmalıdır.
İnsan, kuralına uygun kavgadan, hele birbirinden korkmamalı, ölse hiç kaçmamalıdır. Korku
hiçbir “sadre şifa” vermez. Kaçış: kimseyi kurtarmaz. Tarihte nice uluslar: en kanlı
boğazlaşmalar sonucu kaynaşıp derleşmişlerdir. Modern milletlerin hepsi o kaynaşmalardan
doğmuşlardır. Modern sosyal ve politik savaş, neden başka türlü olsun? Topluluklar için
doğru olan bu kural, kişiler için de doğrudur.
Hele savaş, sosyalizm gibi modern çağın en kaçınılmaz ortak prensipli eğilimler arasında
olursa, büsbütün verimlileşir. Karşılaşılan her tez, antiteziyle anlam kazanır. Çarpışma ne
denli yaman olursa, SENTEZ o denli güçlü olur. Başka türlüsü: Tezsiz, antitezsiz
karşılaşmalardan doğacak SENTEZ, kuruntu ötesinde ne görülmüş, ne işitilmiştir.
“Ülkü ve Prensip savaşında, kimsenin kaşına, gözüne bakılamaz. Alınmaca darılmaca yoktur
ve olmamalıdır. En çok düşkün olunulan “KİŞİLİKLİLİK” ve kişi olgunluğu yalnız kıyasıya
savaşılarak edinilir ve geliştirilir.”
1960’ların devrimcileri, hem genellikle şehirli ve modern tabakalardan geldikleri; okullarda
kısmen de olsa burjuva kültürünün eğitimini aldıkları; öte yandan hem modern İşçi sınıfının
hareketinin yükseliş dönemiyle birlikte bir radikalleşme ve politikleşme yaşadıkları; hem de
dünyadaki 68’lerin otantik Marksizm’e dönen rüzgarlarından esinlendikleri için, hem
Kıvılcımlı gibilerin aktarmaya çalıştıkları hem de büyük bir açlıkla okudukları Marksist
klasiklerde solunan bu politik kültürü almaya daha yatkındılar. Ve bir ölçüde de olsun
alabildiler.
Ama yetmişlerde, daha küçük burjuva tabakaların radikalleşmesi ve politikleşmesiyle
hareketin yaygınlaşmasının çakışması, zaten yüzeyde çok ince bir katman içinde ve derine
işlememiş bu politik kültürün bütün izlerini neredeyse silip süpürdü. Hele Türkiye’nin
batısında tüm radikalleşmenin durduğu, en gerici şovenizmin başını alıp gittiği,
radikalleşmenin neredeyse sadece Kürdistan’ın aşiret ilişkilerinden gelen yoksul gençlerine
dayandığı doksanlarda, kenarda köşede kalmış son izler de yok oldu.
Bir bakıma, sosyalizmin dünya çapında yaşadığı maceranın bir minyatürü Türkiye ölçülerinde
yaşandı.
Marksizm, Batı Avrupa’daki Burjuva gelişiminin ve devrimlerinin çocuğu olarak doğmuştur.
Ancak, tarih, üretici güçlerin en geliştiği, dolayısıyla kültürel ve sınıfsal olarak sosyalizme en
hazır ve uygun olan ülkelerde devrimlere yol açmadı. Yani sosyalizm dünyaya Marks’ın
umduğu gibi normal bir doğumla gelmedi, tabiri caiz ise, ters geldi, ayakları önde; veya
Troçki’nin deyişiyle, “tarihin yumağı tersinden çözülmeye başladı.” Tıpkı ters gelen bir
bebeğin eğer düzelmezse hem kendisinin hem de ananın ölümüne yol açması gibi, sosyalizm
de insanlıkla yok olmayla karış karşıya geldi. Çocuk öldü. İnsanlık can çekişiyor. İnsanlık bir
daha sosyalizme hamile kalabilecek mi? Yoksa artık çok mu geç, menapoza mı girdi?
Bilmiyoruz. Bilemeyiz de. Ama bu arada bir atom savaşı veya bir ekolojik felaketle yok
olmazsa, bir daha hamile kalabileceğini düşünmek için bir çok neden var. En başta

95
kapitalizmin her anki işleyişi nesnel olarak böyle bir programı daha fazla gerektiriyor ve yine
nesnel olarak böyle bir öznenin var oluşunu sağlıyor.
Tam da ilk kapitalizme geçen ülkelerin dünyanın geri ülkelerini sömürgeleştirmesi nedeniyle,
sosyalizme hazır olan ülkelerin işçileri bu sömürgelerden elde edilenlerle sistemle uzlaşmaya
çekildi ve tam da bu nedenle, sömürgelerde direniş savaşları gelişti. Ama bu savaşlar, tarihsel
ve objektif olarak, burjuva demokratik karakterli görevleri çözmek amacıyla ortaya
çıkmalarına rağmen, tam da burjuvazilerin korkaklığı ve Ekim Devrimi’nin prestijiyle,
kendilerini sosyalist olarak tanımladılar. Ama onlar nesnel olarak sosyalist değildi ve
olamazdı. Bunun ne sınıfsal, ne ideolojik ne de ekonomik koşulları vardı.
Dolayısıyla sosyalizmin zaferden zafere koşması gibi görünen ve yetmişlere kadar olan
dönem, aslında, köylülüğün egemen olduğu ülkelerdeki burjuva demokratik karakterli
devrimlerden başka bir şey değillerdi. Ama bunlar burjuva sınıfı olmadığı ve korkak
olduğundan burjuvazi dışında ve karşısında kaldığı için burjuvasız; Stalinizmin bürokratik
ideolojisini sosyalizm diye kabullendiklerinden de demokrasisiz, burjuva demokratik
devrimlerdi.
Böylece sosyalizm yayılır gibi görünüyordu ama yayılan artık ne programı ne de politik
kültüryle sosyalizm olmadığı gibi; aslında doğuşundan bile daha geri toplumsal yapılar,
kültürel ortamlar arasında yayılıyordu. Bu yeni program ve politik kültürün gücü tam da
yaygınlığından geliyordu.
Böylece sosyalizmin doğuşunda egemen olan, daha sonra, Rusya’nın geriliği ile tam tezat
içindeki, burjuva kültürünü özümlemiş aydınlara ve son derece konsantre işçi hareketine
dayanan devrimcilerinde zirvesine ve sonuna dayanan program ve politik kültür, fiilen bütün
dünyada yok oluyordu.
1960’lar sonrası Türkiye’nin durumu biraz bu dünya çapındaki gidişin, zaman içinde
sıkıştırılmış, minyatür bir tekrarı gibidir. 1960’lar bir bakıma, Marksizm’in dünyadaki doğuş
ve yükseliş yıllarına (1848-1917) karşılık düşer. Ama devrim bulutlarının dünyada doğuya
yani köylülüğe doğru kayması ve bu kayış sonucu ortaya çıkan ulusal hareketlerin kendilerini
sosyalist olarak tanımlamaları gibi, Türkiye’de de radikalleşme önce Türkiye’nin taşrasına,
sonra da Kürdistan’a doğru kayar. Dünyadaki kayışın ortaya çıkardığı programatik ve politik
kültüre ilişkin değişimin benzeri Türkiye’de de yaşanır. 1960’ların aslında devrimci
demokratik özlemlerin ve programın ifadesinden başka bir şey olmayan sosyalizm giderek
ortadan kaybolur, nesnel olarak sonuçlarıyla devrimci ve demokratik karakterde, ama
programatik olarak dile etniye dayanan bir milliyetçilik yükselir. Buna paralel olarak, sol veya
sosyalist politik kültürde, 60’ların politik kültürünün bütün izleri silinir.
Ama dünyada da Türkiye’de de Kapitalizm hükmünü icra etmektedir. Artık ikisinde de
insanların büyük bölümü köylerde değil, şehirlerde, megapollerde, metropollerde
yaşamaktadır. Bu korkunç sömürü ve baskı altındakilerin memnuniyetsizlikleri, ister uzak
Asya’nın, Pasifik kıyılarının köle gibi çalıştırılan proleterleri olsun; İster Türkiye’nin
batısındaki işletmelerde boğaz tokluğuna çalışan Kürtler veya Diyarbakır’ın yoksulları olsun,
akacak bir damar bulacaktır ve bunlar artık köylü değildirler. Eski politik kültürün bu
sınıfların memnuniyetsizliklerini ifade ederken hiç bir temel bulamayacağı, onların ihtiyacı
96
olan politik kültürü, bu gün unutulmuş ve toprağın altına gömülmüş kültürde bulacağı çok
açıktır. Ama bu sadece politik kültür olarak değil, programatik olarak da böyledir.
Dünün dile, etniye, kavme hatta dine göre tanımlamış uluslarını yaratmakla sonuçlanan
programı, bu günün dünyasında hiçbir çözüm sunamaz. Kendisi global işgücü pazarında
bütün ulusal sınır engellerine rağmen oradan oraya akımını sürdüren dünyanın proleterleri,
harekete geçtiklerinde bayraklarına tüm ulusal sınırların ilgasından başka bir şey yazamazlar.
Benzer şekilde, dünyadaki en büyük Kürt şehri olan İstanbul’un Kürtçe konuşan işçileri,
bayraklarına, ulusu Kürtlüğe veya Kürtçe’ye göre tanımlamış bir ulus devletten ise, ulusun
tanımından her türlü etniyi, dili, dışlayan ve tüm dillere eşitlik tanıyan bir programı
bayraklarına yazmaya daha eğilimli olacaklardır.
Ve gerek dünyada gerek Türkiye ve Kürdistan’da bu programları bayraklarına koyacak
olanlar, ihtiyaçları olan politik kültürün geleneğini, Marks’ların, Lenin’lerin, Kıvılcımlı’ların,
68’lerin politik kültüründe bulacaklardır.
Bizlere düşen görev, bu geleneği unutulmaktan kurtarmak ve yeni gelecek olanlara
aktarmaktır.
Bu da somut bir biçim olarak, polemiklerin geri dönüşünde ve polemiğin tekrar eski,
diyalektik ve fikirlere dayanan anlamını kazanışında kendini gösterecektir. Köylülüğe ve
doğuya kaşyış fiilen polemiği yok etmiş, onu kişiselleştirmiş ve kişisellik anlamı vermişti.
Şimdi tekrar şehirlere doğu dönüş, ona eski unutulmuş anlamını tekrar kazandıracak ve
polemikler de gerçekten öyle olacaktır.

97
Yedinci Bölüm

Çok Kültürlülük Kavramı Üzerine Yazılar

Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük veya “Çok Kültürlü Toplum”


Sloganı Niçin Gericidir?

Şöyle genel geçer bir yargı var: "Çok kültürlülük Avrupa merkezciliğin aşılmasıdır. Avrupa
Merkezcilik diğer kültürleri, aşağı görüyor, onları kendi ölçülerine göre yargılıyordu. Şimdi
ise, hiç bir kültür diğerinden üstün veya aşağı değil, hepsi aynı değerde görülüyor. Artık
slogan, eşitlenme ve birbirine benzeme değil, çok renklilik, çeşitlilik. Bu anlayış içinde elbette
Avrupa Merkezcilik yer bulamaz."
İlk bakışta her şey çok açık! Tıpkı güneşin doğuşu ve batışı gibi. Nasıl güneşin doğuşunun ve
batışının şahidi gerekmiyorsa, öyle. Çok kültürlülük de, bütün kültürleri eşit düzeyde
gördüğüne göre, Avrupa kültürünü diğerlerinden üstün gören; her şeyi Avrupa'nın aynasında
değerlendiren bir anlayış, bu çok kültürlülük dünyasında yaşayamaz.
Bu gizli varsayıma dayanarak konuşmalar, çıkarsamalar yapılıyor; programlar oluşturuluyor;
makaleler, kitaplar yazılıyor.
Ne var ki bizim ihtiyar Marks veya diyalektik, “her şeyden şüphe et” demiş. Hele bizim
yaşam deneylerimiz gösteriyor ki, hiç şüphe uyandırmayanlardan, yanlışlığı akla hiç
gelmeyenlerden, özellikle şüphe etmek gerekiyor.
Biz de bu ihtiyar Marksist diyalektiğin öğüdünü izleyelim.
Evet ilk bakışta güneş doğudan doğan batıdan batar ama, onun hiç "doğup" "batmadığı",
aksine hep yerinde durduğu, buna karşılık, dünyanın kendi etrafında dönüşü nedeniyle öyle
göründüğü artık kimse için bir sır değil. Yani gerçek aslında tam da kendine zıt bir biçimde
görünmektedir. Güneş yerinde dururken hareket ediyormuş gibi görünmekte, biz ise hareket
ediyorken sanki yerimizde duruyormuşuz gibi.
Demek ki, binlerce yıldır bilginin ve tecrübenin birikmiş özü olan halk bilgeliğinin dediği
gibi, öyle hemen “görünüşe aldanmamak” gerekiyor. Ya da Marks’ın değişik ifadesiyle:
“Eğer öz ve görünüm aynı olsaydı, bütün bilim gereksiz olurdu.”
Biz de, bu Avrupa Merkezcilik, Çok Kültürlülük kavramlarında bu dersleri ve ilkeleri bir
doğruluk sınavından geçirelim. Bakalım gerçekten öyle mi? Gerçekten, Çok Kültürlülük
Avrupa Merkezciliğin aşılması mı? Yoksa Bizzat Avrupa Merkezciliğin ta kendisi mi?

98
Son söylenmesi gerekeni ilk önce söylersek, bizim tezimiz, "Çok Kültürlülük" ya da "Çok
Kültürlü Toplum" gibi siyasi slogan ve projelerin bizzat Avrupa Merkezciliğin ta kendisi
olduğudur. Ama bu tezi kanıtlamak için önce, uzun bir yolculuğa çıkmak; ileriye doğru
fırlayabilmek için bir yay gibi gerilmek gerekiyor.
*

Avrupa Merkezcilik nedir?


Bu kavramın ilk kelimesi olan Avrupa'dan başlayalım.
Avrupa nedir?
Bir yeri tanımlayan coğrafi bir kavram olarak Avrupa son derece yeni bir kavramdır. Bir
bakıma kapitalizm ile birlikte doğmuştur. Kapitalizm öncesinde Avrupa yoktu. Avrupa adının
kaynaklandığı mitolojideki Avrupa’nın ve Greklerin Avrupa dediği bölgenin bu günkü
Avrupa ile bir ilgisi yoktu. Bu gün Avrupa diye bilinen yerler, Grekler için bırakalım Avrupa
kavramının içinde olmayı bir yana, var olduğu bile bilinmeyen, söylencelerin ardında, bilinen
dünyanın ötesindeki yerlerdi. Romalılar için de bir Avrupa değil, Galler, Germanya, Britanya
vardı, ama bu günkü gibi bir Avrupa yoktu. İslam Uygarlığı için de aynı durum söz
konusuydu.
Belli bir bölgeye Avrupa adını verenler ve onun bir kıtanın coğrafi adı olarak kullananlar yine
bizzat “Avrupalı”lardır.
Ama bu adlandırmanın kendisi bizzat, o “Avrupalı” denenlerin tarihsel ve toplumsal
eğilimlerini yansıtır aynı zamanda. “Avrupalı” da “Avrupa” gibidir. “Avrupa” gibi
“Avrupalı”yı da “Avrupalı” yaratmıştır. Ama bu “Avrupalı” nedir? Bunu anlamak için
“Avrupa”yı anlamak gerekiyor.
Şöyle düşünülebilir. Modern bilimler, dolayısıyla da Coğrafya Avrupa’da doğduğundan,
Avrupa’ya Avrupa adının verilmesi de, bu bağlamda görülmelidir, tıpkı diğer kıtaların
adlandırılması ve tanımlanması gibidir ve o sürecin bir parçası olarak anlaşılmalıdır. Bu
bakımdan, bu günkü Avrupa’ya Avrupa denilmesi, bütünüyle, o adlandırmaları yapanların
Avrupalılığından bağımsız olarak, bilimin, jeoloji ve coğrafyanın kendisiyle ilgilidir.
Ne var ki, coğrafya açısından baktığımızda Avrupa’nın bir kita olarak tanımlanmasının hiç de
masum olmadığı görülür.
Avrupa, coğrafi bir kavram olarak, Asya kıtasının Ural dağlarının batısında kalan kısmına
keyfi olarak verilmiş bir isimdir. Dünyadaki adlandırmaların hepsi keyfidir. Avrupa yerine
Mavrupa da denebilirdi. Asya yerine Masya da. Sorun burada değil. Bu isimle tanımlanan
alının kendisindeki keyfilikte.
Eğer Kıta’lar jeolojik veya tektonik kriterlere göre tanımlanıyorsa, bütün Kıtalar ayrı bir
plakadan oluşmaktadırlar. Bir zamanlar kocaman bir Pangaea kıtasının parçalanmasından
oluşmuş plakalara kıta deniyorsa, ki bütün Kıtalar bu büyük plakalardan oluşurlar, Avrupa
kıtalar içinde tek böyle olmayanıdır. Güney ve Kuzey Amerika bile ayrı plakalardır. Afrika,
Avustralya, Antartika, Hindistan hep ayrı plakalardır. Avrupa ise ne Asya’dan böyle ayrılır ne

99
de Afrika’dan. Pireneler ve Alpler’in güneyi de bu gün Avrupa sayılmaktadır ama başka bir
plakaya aittirler. Yani Jeolojik kriterler geçerliyse eğer, örneğin İtalya Avrupa’ya dahil
değildir.
Hindistan, Asya Kıtasından çok daha belirgin coğrafi şekillenmelerle ayrılmış olmasına; aynı
zamanda ayrı bir plakadan oluşmasına ve Himalaya dağları bu plakanın Asya’ya çarpmasıyla
oluşmasına rağmen ve bunlar kültürel bir ayrılığa da denk düşmesine ve neredeyse bir kıta
kadar büyük olmasına rağmen, yani bir ayrı kıta olarak sayılmanın bütün kriterlerine sahip
olmasına rağmen, Hindistan'a bir Kıta denilmemektedir.
Avrupa’nın ise, böyle bir özelliği yoktur. Onu Asya’dan ayırdığı söylenen Ural dağları çok
eski dağlardır ve örneğin bir Himalayalar gibi aşılmaz bir engel değildirler. Urallar kültürel
bakımdan da bir ayırıcı sınır oluşturmazlar. Bu dağların batısında ya da doğusunda yaşayan
Ruslar ya da Slavlar birbirinden çok farklı da değildir. Avrupa’dan sayılan Pirene ve Alplerin
güneyi ise, aslında Avrupa’nın içinde bulunduğu plakaya dahil değildirler.
Yani Avrupa Kıtası, tamamen keyfi olarak, bir kıta olmanın kriterlerine uymamasına rağmen,
güneyinde ve doğusunda bu kriterler ayaklar altına alınarak sınırları çizilmiş, kıtalığa terfi
ettirilmiş bir bölgedir coğrafi olarak. Doğusunda, Asya’dan ayırmak için; güneyinde, Akdeniz
veya Afrika’yı Avrupa’ya katmak için, bir kıta olmanın kriterleri ayaklar altına alınarak
yaratılmış bir kıtadır Avrupa.
Eğer kıtalar plakalara göre tanımlanıyorsa veya jeolojik anlamda kıtalar böyle ise, kıtalar
içinde bir tek Avrupa böyle tanımlanmayı hak etmemektedir. Böyle tanımlanmayı hak eden
Hindistan ve Amerika’lar bile ayrı kıtalar olarak tanımlanmazken, Avrupa hiç hak etmediği
halde kıta kabul edilmiştir.
Görüldüğü gibi, Avrupa kavramı, bu coğrafi kavram ve bu kavramın kapsadığı alan, coğrafi
kriter ve kaygılara göre belirlenmemiştir.
*
O halde şu soru hala ortada durmaktadır: Niçin Asya'nın bu, batı ucundaki yarımadada
yaşayan insanlar, bulundukları yere örneğin Batı Asya gibi bir isim vermemişlerdir de, yani
coğrafi olarak gerçeği daha iyi yansıtan bir isim vermemişler, o kıtanın bir uzantısı olduklarını
belirtmemişlerdir de, coğrafi ya da jeolojik bakımdan hiç de kıta kriterlerine denk düşmeyen
bir bölgeyi ayrı bir kıta olarak, Avrupa olarak; Kendilerini de Avrupalı olarak
tanımlamışlardır ve tanımlamaktadırlar?
Peki acaba, coğrafi olmamakla birlikte, kültürel, tarihsel sınırlar ve ayrım çizgileri mi vardır
da, coğrafya bu sınırları kabartılandırmak için ona kıta dedi? O halde kültürel ve tarihsel
sınırlara bakalım.
Tarihsel ve kültürel sınırlar arandığında ise keyfilik zirveye yükselir. Alp dağlarının veya
Pirene dağlarının güneyi veya Balkanlar ve Güneyi, Kültürel ve tarihsel olarak Avrupalıdan
çok Akdenizlidir. Zaten tarih boyunca, Akdeniz uygarlığı Fenikelilerden beri kültürel ve ticari
bakımdan ve büyük imparatorlukların ortaya çıkışıyla birlikte de siyasi bakımdan bir bütün
olagelmiştir. Roma, Bizans, Osmanlı aynı uygarlık bölgesinin siyasi ve üstyapı birliğini

100
sağlamışlardır veya bu yöndeki çabalardır. Hatta, Hıristiyanlık ve İslamiyet bile, bu uyarlık
alanının farklı aşamalardaki üstyapıları olarak görülebilirler. Bunların ortaklıkları, Kuzey
Avrupa'da yaşayanlarla ortaklıklarından çok daha fazladır. Bir İskenderiyeli ile bir Yunanlının
tarihsel, kültürel ortaklıkları, bir Yunanlının bir Almanla ortaklıklarından çok daha fazladır.
Bir Endülüslünün bir İzmirli ile tarihsel ve kültürel ortaklıkları, bir Endülüslü ile bir
Parisliden çok daha fazladır. Aşağı yukarı aynı yemekleri yerler; aynı müziklerden zevk
alırlar. Bu takdirde, niçin Yunanistan Avrupa'dır da, Asya değildir veya İskenderiye Niye
Afrikalıdır da Avrupalı değil?
Bunun da tarihsel, kültürel veya toplumsal bir ölçüsü yoktur. Demek ki, eğer Kıtalar Kültürel
ya da tarihsel ortaklıklara göre tanımlanacaksa, Avrupa, burada da bütün kuralları ayaklar
altına almaktadır.
Bu kültürel sınırlardaki keyfilik karşısında da Avrupa, Avrupa’nın ve Avrupalılığın coğrafi
bir kavram olduğunu söyler.
Ama yukarıda değinildiği gibi, coğrafi bir kavram olarak da geçerliliği yoktur ve orada da
sıkışınca, bu açmazdan kurtulmak için tarihsel ve kültürel bir kavram olduğu söylenmektedir.
Deve Kuşu gibidir Avrupa kavramı. Deve misin? Kuşum. Kuş musun? Deveyim. Tarihsel ve
kültürel misin? Coğrafiyim. Coğrafi misin? Tarihsel, Kültürelim.
Demek ki, daha, Avrupa Merkezcilik kavramının iki sözcüğünden esas önemli olanının
kendisinde çok ciddi bir sorun var. Avrupa nedir? Neye denk düşer belli değildir? Ne coğrafi
ne de tarihsel veya kültürel bir ayrıma denk gelmez. Tamamen keyfi olarak belirlenmiş
görünmektedir.
*
Bu keyfiliği tespit etmek, bir olgu olarak belirlemek yetmez. Onu anlamak, açıklamak gerekir.
Niçin böyle bir keyfilik vardır, niye böyle bütün kıtalardan farklı olarak Avrupa kıtası ya da
Avrupa denen şey, tüm nesnel ölçüler ayaklar altına alınarak suni ve keyfi olarak yaratılmıştır.
Bu keyfiliği yaratan zorunluluk nedir?
Ayrıca bir kavram gerçekliği açıklamanın aracı değilse, aksine onu çarpıtıyorsa, bu onun
sosyolojik değil ideolojik; yani belli çıkarları korumaya yarayan, onlara hizmet eden, onları
gizleyen bir işlevi olduğu anlamına gelir. Peki, bu çıkarlar veya imtiyazlar nelerdir? Şimdi bu
keyfiliğin ardındaki zorunluluğu araştıralım.
Avrupa kavramı, Coğrafi, kültürel ya da tarihsel kriterler ayaklar altına alınarak ortaya
çıktığına göre, Avrupa aslında neyin karşılığıdır? O bir başka “şey”in karşılığı olmalıdır ki, o
başka “şey” coğrafi ya da kültürelmiş gibi görünebilsin.
Peki, nedir bu "şey"? Bunu anlamak için Avrupa kavramının kullanımındaki hileleri iyi
anlamak gerekir.
Yukarıda görüldü ki, Avrupa ne jeolojik, ne de kültürel bir kavram olarak bir bilimsel değere
sahip değildir. O bu anlamlarda, ideolojik bir kavramdır. Aslında hep, coğrafi ya da kültürel
anlamları olduğu söylenerek, fiilen siyasi bir kavram olarak kullanılmaktadır. Yani aslında
siyasi olan bu kavram, yani ideolojik olan bu kavram, hep coğrafi ve kültürelin ardına
101
gizlenerek, bir bilimsellik postu giymektedir; yani coğrafi veya kültürel olduğu yolundaki
göndermeler, bu siyasi ve ideolojik kavramın sosyolojik bir kavram olduğu izlenimi
yaratmasını sağlamaktadır.
Halbuki, Avrupa denen bölge, diğer kıtalar gibi, coğrafi ya da kültürel sınırlara sahip olsaydı
bile bu Avrupa’nın sosyolojik bir kavram olduğu anlamına gelmezdi. Kaldı ki, Avrupa bu
sınırlara da denk gelmemektedir.
Bunu anlamak için, sosyolojik bir kavram olarak Avrupa’nın ne anlama gelebileceğine ve
geldiğine bakalım.
Sosyolojik bir kavram olarak Avrupa demek kapitalizm demektir. Avrupa demek,
sosyolojik olarak Modern Burjuva uygarlığı demektir.
Modern Burjuva uygarlığı, bugün Avrupa denen bölgenin, Kuzey batısında doğup, öncelikle
orada yayıldığı ve oradan dünyaya egemen olduğu için, Kapitalizm, Modern burjuva uyarlığı
karşılığı olarak Avrupa kavramı sosyolojik bir kavram olarak kullanılabilir ve Avrupa’nın
biricik sosyolojik karşılığı bu anlamıdır.
Avrupa aslında burada, bu kullanım içinde, bir kavram da değil, bir koddur. Modern burjuva
uygarlığının, kapitalizmin karşılığı olarak kullanılan bir kod. Bir tür kısa yazış, bir kısaltma
gibi görülmelidir. Örneğin Modern Burjuva Uygarlığı diyeceğinize, kısaca MBU diyecek
yerde, MBU’nun karşılığı olarak Avrupa da denebilir. Avrupa’nın bilimsel tek anlamı budur.
Bir kavram bile değildir, bir Kod’dur ve anlamı karıştırılmadığı sürece, kolay anlaşılırlık ve
tasarruf sağlayabileceğinden bir sorun oluşturmaz.
Ama tam da burada “Vehbi’nin kerrakesi” ortaya çıkıyor. Bu modern burjuva uygarlığı, bu
uygarlığın burjuvazisi ve ulusal devletleri, onu bu anlamda, sosyolojik bir gerçekliği anlamayı
kolaylaştıran bir kavramın, bir kod olarak karşılığı anlamında kullanmıyorlar. Onlar onu
bilimsel olarak kullandıklarını söylerken, hep kültürel ya da coğrafi olduğundan hareketle
bilimsel, dolayısıyla sosyolojik bir kavram olarak kullanıldığı gibi bir izlenim yaratıyorlar,
böylece aslında politik bağlamlarda kullandıklarını, ideolojik bir kavram olduğunu gizliyorlar.
Yani Coğrafi veya Kültürel olduğu imalarının ardına gizlenerek onun ideolojik olduğunu
gizleyip, gerçekliği çarpıtan değil, gerçekliği açıklayan bir kavram kullandıkları izlenimi
yaratıyorlar.
Tekrar edelim. Avrupa, sosyolojik bir kavram olarak, kapitalizm karşılığında bir kod olarak
kullanılabilir. Burada sadece bir adlandırma sorunu söz konusudur. Her hangi bir şeyi
adlandırmak için A sözcüğü yerine B sözcüğü, Kapitalizm yerine Avrupa veya Batı
kullanılabilir. Burada kavram coğrafi ya da kültürel değil, sosyolojik bir anlama sahiptir.
Sosyolojik olarak Avrupa, kapitalizm kavramının karşılığında kullanılmaktadır, sadece ve
sadece bu anlamıyla Avrupa ya da Batı ideolojik bir kavram değildir. Gerçeği çarpıtmaz,
aksine onu anlamanın bir aracıdır.
Avrupa sosyolojik bir kavram olarak Kapitalizm’in karşılığı bir Kod olarak kullanıldığında;
Asya da sosyolojik bir ayrımın karşılığı olan bir Kod olarak kullanılabilir.
Sosyolojik bir kavram olarak Avrupa'nın zıttı Asya'dır.

102
Peki, Asya nedir, sosyolojik bir kavram olarak? Avrupa Modern kapitalizm demek ise, Asya
da, klasik, kapitalizm öncesi Antik Uygarlık demektir.
Bu kavramlara bir üçüncüsü, Afrika da eklenebilir. Afrika da, bir bakıma, klasik uygarlığa
veya modern kapitalist uygarlığa geçmemiş veya geçememiş toplumlara denk düşer. Yani
Komün’ün karşılığı bir kod olarak kullanılabilir.
Yani bu üç kıta adlandırması, insanlık tarihindeki üç temel üretim biçimine; dolayısıyla
üstyapının veya dinin üç temel biçimine karşılık düşer. Komün veya İlkel sosyalizm ve bunun
üst yapısı olan, totemcilik veya Şamanizm karşılığı olarak Afrika; Klasik tarihin, tarım
üretimi; artı ürüne ekonomi dışı cebir ile el koymaya ve Tefeci-Bezirgan Sermayeye dayanan
Klasik Uygarlıklar ve bunların üstyapısı tanrılı ya da tanrısız “Semavi dinler” karşılığı olarak
Asya; Modern İşgücü sömürüsüne ve artı değerin doğrudan üretim sürecinden elde
edilmesine, geniş yeniden üretime dayanan modern kapitalist Uygarlık ve onun, uygarlık
öncesi ve klasik uygarlıkların Üstyapısını, dindir, din de inançtır, kişiseldir diyerek, politik
alanın dışına atan ve dini ya da üstyapısı; bizzat bu politik ve özel ayrımına dayanan din, ya
da diğer bilinen adıyla ulusçuluk olan Avrupa.
Sorun böyle koyulduğunda, bütün kafa karışıklıklarına yol açan kavram kargaşalarına son
verilebilir.
Doğu'nun doğusundaki Japonya sosyolojik olanak batılıdır. Batının batısındaki, Portekiz veya
Fas Sosyolojik olarak Doğuludur. Asya'nın doğusundaki Japonya, Avrupalıdır; Avrupa'nın
güneyindeki balkanlar veya İtalya'nın Güneyi Asyalıdır. Sahranın Kuzeyindeki Afrika’nın
Akdeniz kıyı şeridi ve Yemen ve eski Mısır üzerinden medenileşmeye uğramış Afrikalı
Habeşistan, Asyalıdır. Sibirya Tundralarındaki; Orta Asya Bozkır veya Çöllerindeki;
Himalayaların sapa vadilerindeki Asyalı halklar Afrika'lıdır. Coğrafi olarak ayrı bir kıta olan
Latin Amerika sosyolojik olarak Asyalıdır veya Asya’dır; yine Jeolojik ve coğrafi olarak
başka bir Kıta olan Kuzey Amerika Avrupalıdır veya Avrupa’dır. Beyazların yerleşmediği
Okyanusya adaları Afrikalıdır. Amerika ve Avustralya'nın yerlileri Afrikalıdır. Oralara
yerleşen beyazlar, köken anlamında değil, sosyolojik anlamıyla Avrupalıdır. Bu nedenle Yeni
Zelanda ve Avustralya Avrupa’dır. Oralardaki rezervatlar Afrika.
Politikada, bu anlamının dışında, Avrupa ya da Asyalılıktan; Avrupa ya da Asya’dan söz
etmek; Batı ve Doğu’dan; Batılılık ve Doğululuktan söz etmek, ona burjuva uygarlığının,
kendi üstünlüğünü ve egemenliğini gizlemek için, çıkarlarını korumak için yüklediği; aslında
kullanıldığı politik bağlamlarda hiçbir bilimsel değeri ve anlamı olmayan; aksine gerçekliği
çarpıtan bir anlam yüklemek olur.
Dolayısıyla Avrupalının, yani modern burjuva uygarlığının, Avrupa veya Avrupalılığa verdiği
anlamı kabul ederek, yani Avrupalılığın coğrafi veya kültürel bir olgu olduğu veya sınıra
tekabül ettiği varsayımına dayanarak Avrupa merkezciliğe veya Avrupalılığa karşı çıkmak,
aslında aynı varsayımları; aynı gerici ideoloji yeniden üretmektir.
Avrupa’ya, Avrupalılığa ya da Avrupa merkezciliğe Kapitalizm veya Burjuva Uygarlığı
anlamı dışında bir anlamla karşı çıkmak, bizzat Avrupa Merkezciliğin ta kendisidir ve onu
yeniden üretir.

103
Yani Avrupa Merkezcilik kavramının kendisi problemlidir ve gerçeği çarpıtır, bu
kavram, Avrupalının (Burjuva uygarlığının ya da kapitalizmin) ona yüklediği anlamda,
yani kültürel ya da coğrafi bir ayrıma tekabül ettiği anlamanda eleştirilemez. Yani
kültürel ya da coğrafi bir ayrıma denk düşen bir kavram olarak kullanıldığında, karşı
olsanız bile onun kölesi olur, yanlışı yeniden üretmiş olursunuz.
Avrupa Merkezcilik, Avrupa Kapitalizm demek olduğuna, dolayısıyla da “Kapitalizm
Merkezcilik” olduğuna göre, “Kapitalizm Merkezciliğe” tekabül etmeyen bir anlamda Avrupa
Merkezciliğe karşı çıkmanın kendisi bile o ideolojik tahrifatı yeniden üretir.
Yani kapitalizme tarihsel ve politik olarak karşı çıkmadan Avrupa Merkezcilikle mücadele
olanaksızdır ve Avrupa merkezcilik yenden üretilir.
Avrupa merkezciliğin eleştirisi, kapitalizmin eleştirisi olmak zorundadır.
Kapitalizmin eleştirisi ise, Ekonomi Politiğin eleştirisidir.
Kapitalizm geniş ve yaygın meta üretimi demektir. Meta üretimiyle birlikte, Metanın tabi
olduğu değer yasası, insan toplumunun karşısına bir doğa yasası gibi çıkar. Ekonomi Politik
bu yasaları inceler. Ona karşı mücadelenin silahlarını sunar işçilere. Ama aynı zamanda, kendi
konusunu, yani meta üretimini yok etmeye çalışır. Bu nedenledir ki, Marks’ın temel eserinin
alt başlığı Ekonomi Politiğin Eleştirisi’dir.
Avrupa, yani kapitalizme karşı mücadele edilmeden, Avrupa merkezcilik, yani Avrupa
kavramının burjuva uygarlığının bir ideolojik egemenlik aracı olarak kullanımına karşı
mücadele edilemez.
O halde, Marks’ın Kapital’i, yani Ekonomi Politiği Eleştirisi, Avrupa’nın ve Avrupa
merkezciliğin eleştirisinin temelidir.
Kapitalizm dışında bir Avrupa veya Batı kavramı, sadece başka ülkelerdeki kapitalizmin ve
burjuvazinin çıkarlarını savunmanın aracıdır ve aynı Avrupa Burjuvazisinin çıkralarını
kullanmak için kullandığı anlamlara sahiptir13. Yani Avrupa ve Avrupa’lılığın ya da
batılılığın, coğrafi ya da kültürel bir ayrımın karşılığı olduğu var sayımına dayanır. Böyle
olsaydı bile, yani Avrupa, örneğin Hindistan gibi, farklı coğrafi ve kültürel sınırlara denk
gelseydi bile, bu onun ideolojik niteliğini gizlemiş olurdu. Çünkü coğrafi kavramlar
sosyolojik kavramlar değildirler.
Avrupa kavramının, sosyolojik olarak kapitalizm anlamına gelmesi, ama burjuvazinin onu
hep kültürel veya coğrafi anlamlarına atıf yaparak bilimsel bir kavram gibi kullanıyor olması,
tıpkı, aslında biyolojik bir kavram olan, “sosyal bir hayvan” olarak insan kavramını, sanki
sosyolojik bir kavram gibi kullanmasına ve onun ideolojik niteliğini gizlemesine;
Epistemolojik olarak inanç kavramının ardına gizlenerek dinleri sosyolojik olarak “inanç”
olarak tanımlamasına benzemektedir.

13
Bu gün örneğin Türkiye’de Asyalılık, Doğululuk, Avrupa Merkezciliğe karşı çıkış, aslında aynı gerici anlayışı
yeniden üretmekte ve Türkiye’ye egemen bürokratik Oligarşi’nin çıkarlarını ve egemenliğini savunmanın aracı
olarak işlev görmektedir.

104
Bütün bunlar burjuva uygarlığının ve ideolojik egemenliğinin köşe taşlarıdır ve bunların
hepsinde aynı “hile” yapılmaktadır. Kavramın başka bir bağlamdaki anlamına gönderme
yapılarak, bilimsel veya sosyolojik bir kavram olduğu yanılgısına yol açılmaktadır. Din’e
“İnanç” denirken; İnsan’a “sosyal hayvan” denirken; Avrupa’ya “Kıta” denirken, hep
İnanç’ın Epistemolojik; İnsan’ın Biyolojik; Avrupa’nın Coğrafi anlamlarının ardına
gizlenerek, onların bilimsel bir kavram olduğu, dolayısıyla sosyolojik kavramlar olduğu
yanılsaması yaratılarak, onların hukuki, politik ve ideolojik kavramlar; yani burjuva
uygarlığının üstyapısının dayandığı kavramlar olduğu gizlenmekte ve egemenlik
pekiştirilmektedir.
Tam da bu gizleme eyleminin kendisi, kapitalizmi ya da burjuva uygarlığının egemenliğini
kurmakta, bizleri kapitalizm veya burjuva uygarlığı merkezli, tam da bu anlamda Avrupa
Merkezli (dikkat edilsin burada Avrupa kapitalizm anlamındadır) bir bakış açısına
hapsetmektedir.
İşçi hareketi ve sosyalizm bu kanallardan teslim alındı. Böylece İşçi hareketinin ve
sosyalizmin Burjuva uygarlığına ve onun üstyapısına karşı başka bir uygarlık ve üstyapı
tasavvuru geliştirilmesinin önüne geçildi.
Toparlarsak, coğrafi ya da kültürel olarak var olduğu imasına dayanan bir Avrupa merkezcilik
eleştirisinin kendisi, sosyolojik olarak Avrupa merkezci, yani kapitalizm veya burjuva
uygarlığı merkezci olur. Avrupa merkezciliğin bütün eleştirisi, özünde Avrupa merkezcidir.
Bu güne kadar kullanıldığı anlamıyla Avrupa Merkezcilik, Avrupa Merkezci bir kavramdır.
*
Şimdi aynı hilenin Kültür dolayısıyla da Çok Kültürlülük kavramında nasıl tekrarlandığını,
Kültür kavramının da, bu gün burjuva uygarlığının ona yüklediği anlamla nasıl bir ideolojik
kavram haline dönüştüğünü, bu uygarlığın temel bir kavramı olduğunu ve çok kültürlülüğün
ve bunu savunmanın aslında burjuva uygarlığını; yani Avrupa Merkezciliği savunmak
olduğunu gösterelim. O zaman Avrupa merkezcilik ve Çok Kültürlülüğün birbirine zıt
olmadığı; Çok kültürlülüğün bizzat kendisinin Avrupa merkezciliği, yani kapitalizmin
egemenliğini nasıl ürettiğini ve onun temel taşlarından biri olduğunu görelim.
Kültür Nedir?
Kültür sosyolojik olarak, insanın doğaya kattığı her şeydir. Yani, toplumsal olan, insanı insan
yapan, diğer hayvanlardan ayıran “şey” demektir.
Elbette, yüksek memelilerin sürüler halinde oldukça karmaşık bir ilişkiler sistemi içinde
yaşayanlarında da bir Kültürün tohumları, en ilkel biçimleri görülmektedir. Bunun için şöyle
bir örnek bir fikir verebilir.
Afrika’daki rezervatlardan birinde, fillerin soyu tükenir. Fakat soyları tükenmeden önce
oradaki filler gergedanlarla aynı alanları paylaşmalarına rağmen gergedanlara saldırmazlar,
bir bakıma “Barış içinde bir arada” yaşarlar.

105
Filler tükendikten sonra, içinde gergedan olmayan, fillerin gergedanları tanımadığı, başka bir
rezervattan, genç filler, soyu tükenmiş fillerin yerine getirilir ve bırakılırlar. Ancak yeni
getirilen filler sürekli olarak gergedanlara saldırmaktadır.
Bunun üzerine, yine gergedanlarla fillerin “barış içinde bir arada” yaşadıkları başka bir
rezervattan, bir yaşlı fil getirildikten sonra, genç filler de, gergedanlara saldırmayı bırakırlar.
Yaşlı ve tecrübeli fil, onlara fillerin gergedanlara saldırmaması gerektiğini, gergedanlarla
“barış içinde bir arada” yaşamaları gerektiğini, fillerin tarihsel tecrübesinin bu dersini, bu
bilgisini aktarmıştır. Gergedanlara saldırmamak, genetik ya da içgüdüsel değil; öğrenilen bir
özelliktir.
Bu gözlem, en azından, yüksek memeliler arasında, genlerle aktarılandan öte, başka bir
şeylerin de aktarıldığını göstermektedir: Bu anlamda çok ilkel biçim içinde olsa da, yüksek
memelilerde de kültürün bir tohumunun varlığından, çok ilkel bir biçiminden söz edilebilir.
Tersinden örnek de “Kurt Çocuk”lar oluştururlar. Olağanüstü rastlantılar sonucu çok küçük
yaşta, kurtlar, ayılar, maymunlar vs. tarafından bir şekilde büyütülmüş insan yavruları;
genlerinde tüm olanaklar olmasına rağmen, konuşmayı, hatta iki ayak üzerinde yürümeyi bile
becerememekte; tam anlamışla, bir kurt, bir ayı, bir maymun gibi davranmaktadırlar. Bu
bakımdan “Tarzan”lar olanaksızdırlar ve Afrika’yı sömürgeleştiren beyaz adamın imgesinden
başka bir şeye denk düşmezler.
Bu nedenle, insan doğduğunda, aslında toplumun rahmine düşmüş bir tohum olarak da
tasavvur edilebilir. İnsan ancak erişkin bir insan olduğunda, (bu erişkinlik genellikle biyolojik
erişkinlikte çakışmasına rağmen onunla karıştırılmamalıdır) yani toplum binlerce yıllık
birikimini rahmine düşmüş insan yavrusuna aktardığında, insan insan olarak doğar.
O halde, sosyolojik olarak, bizi insan yapan her şey Kültür’ü oluşturduğundan, aşağı yukarı
Kültür ve Toplum aynı “şey”i karşılayan kavramlardır.
Dolayısıyla bu anlamda, Kültür “ideolojik”, “politik”i de içerir bu sosyolojik anlamıyla.
Lenin’ler çağının tartışmalarında örneğin aşağı yukarı böyle anlaşılıyor ve bu anlamı veri
kabul edilerek tartışılıyordu.
Örneğin Lenin, tam da Kültür denen şeyin içinde politik ve ideolojik olan da bulunduğu için,
bunu ayırmak mümkün olamayacağı için ve tam da bu gerekçeyle, “kültürel özerklik”
talebine karşı çıkıyor, bu ayrım mümkün olmadığından; “Kültürel özerkliğin” ideolojik
özerklik anlamına geleceği; bir toplumda egemen sınıfın ideolojisinin egemen ideoloji
olduğu; dolayısıyla; Kültürel özerkliğin fiilen egemen sınıfın ideolojik egemenliğinin bir aracı
olacağı noktasından hareketle, “Kültürel Özerklik” talebini reddediyordu.
Yani Lenin’ler, Kültür’ü, aşağı yukarı, tam da sosyolojik anlamıyla kabul ettikleri için ve tam
da bu nedenle “Kültürel Özerklik” talebini reddediyorlardı. İdeolojiden ayrı, Politikadan ayrı
bir kültür kavramı veya kavrayışı yoktu.
Bu onların, bu gün çok kültürlülük kullanımında Kültür sözcüğüne yüklenen anlamdaki
talepleri desteklemedikleri ya da savunmadıkları anlamına gelmiyordu. Aksine, bu gün “Çok

106
kültürlülük” ya da “kültürel zenginlik” bağlamında savunulan hakları çok daha esaslı olarak
savunuyorlardı.
Örneğin bu gün, Kürtçe’nin de tanınması, insanların Türkçe’nin yan sıra ana dillerini de
öğrenmesi türündeki talepler, çok kültürlülük bağlamında savunulmaktadırlar.
Lenin’ler bu hakkı, çok daha radikal olarak, hiç de çok kültürlülük bağlamında değil,
demokrasi ve demokratik cumhuriyet bağlamında savunuyorlardı. Ve bu savunuş bu
günkünden bin kat daha ileri ve doğruydu ve bu gün de doğrudur.
Lenin’ler çağının işçi hareketi için, “bütün dillerin eşitliği” talebi vardı. Onlar için,
demokratik bir cumhuriyet, bir ulusu, her hangi bir dil, din, etni, soy ile tanımlamazdı,
burjuva devriminin ve aydınlanmanın programı ve ideallerine bağlı olarak. Dolayısıyla dil
ulusu tanımlamanın bir aracı değildi. Bu nedenle, Lenin’lerin çağının talebi, bütün dillerin
eşitliği idi14.
Bu aynı zamanda şu da demektir, hiçbir dil diğerinden imtiyazlı olmayacağından, demokratik
bir Cumhuriyet’in ulusu tanımlayan resmi bir dili olmaz. Herkesin ana dilinde eğitim yapma
hakkı, onu geliştirme, istediği dili ana dili seçme hakkı olur. Dolayısıyla böyle bir cumhuriyet,
bir dil ile bir ulusun tanımlanmasını, tıpkı bir soyla, bir “ırk”la tanımlanmasını reddettiği gibi
reddetmelidir.
Yani Klasik Marksist Demokratik Cumhuriyet programı, bu programın ayrılmaz bir öğesi
olan, tüm dillerin eşitliği talebi ve hedefi, bu günkü, dile göre tanımlanmış egemen bir ulusun,
kendisine zenginlik katmak için, bu devleti güçlendirmek için, diğer dillerin de öğrenimini
istemesinden veya diğer dillerin, resmi dilin yanı sıra, kendilerinin de öğrenilmesini
istemelerinden, bir kat daha radikal ve devrimciydi ve bu gün de hala devrimcidir.
Birinde, bu günkünde, bir dile, tarihe, soya göre tanımlanmış egemen bir ulusun toleransı,
kendi çıkarlarını bu şekilde daha iyi savunmuş olacağı anlayışı yatarken; Lenin’lerin çağında
ya da Klasik İşçi hareketinin programında, tüm dillerin eşitliği ile, ulusun bir dile, soya, tarihe
göre tanımlanması reddedilmektedir. Tüm dillerin eşitliğidir talep.
Ne yazık ki, bu temel doğrular ve gerçekler sosyalistler tarafından bile unutulmuş
bulunmakta, bütün sosyalistler çok kültürlülüğün faziletleri üzerine sosyalist gevişler
getirmektedirler.
Biz işçi hareketinin ve sosyalist hareketin, aydınlanmanın tamamlanmamış projesini;
Demokratik Cumhuriyeti bayrağına yazması gerektiğini söylerken, bu günkünden bin kat
daha ileri, ama unutulmuş ve Stalinist karşı devrimden sonra gerici bir ulus kavramına batmış
olan sosyalist hareketi bundan çıkarmaya çalışıyoruz.

14
"Ulusal sorunda işçi demokrasisinin programı da şudur: hangi ulus ve hangi dil için olursa olsun her türlü
ayrıcalığın ortadan kaldırılması; (...) uluslardan birine herhangi bir ayrıcalık tanıyacak olan (zemstvonun (yani
belediyenin), topluluğun vb. ) ulusların hal eşitliğini bozacak olan ya da bir ulusal azınlığın haklarını
baltalayacak olan her türlü davranışı yasaya aykırı ve geçersiz sayan ve devletin her yurttaşına, anayasaya
aykırı olan bu tür tasarrufların geçersiz sayılmasını talep etme hakkı tanıyan ve aynı zamanda böyle hareketlere
girişecek olanları cezalara uğratan genel bir yasanın kabulü." (Lenin)

107
Demokratik Cumhuriyet’in tarihin çöp tenekesine atıldığını ve aşıldığını söyleyenler ise,
bizlerin bu talebi karşısında, gerici ulusçuluğun, kendini bu günkü globalleşmiş dünyaya
adapte etmesinin bir aracından başka bur şey olmayan “Çok kültürlülük” gibi kavramlarla
oyalanıp; bu demokratik görevlerden kaçışlarını; “emek eksenli mücadele” gibi,
“enternasyonalizm”, “Anti emperyalizm” gibi, ilk bakışta çok sınıfçı ve anti emperyalist ve de
enternasyonalist sloganların ve duruşların ardında gizliyorlar.
Ve bir hareket, demokratik bir cumhuriyet yerine, “emek eksenli” ya da “ABD’ye karşı”
hedef, eylem ve sloganları esas hedef olarak koyduğunda ve yakalanacak ana halka olarak
bunları aldığında, sadece işçileri ekonomist bir mücadeleye hapsetmiş olmaz; onları aynı
zamanda müttefiklerinden de tecrit etmiş olur.
Örneğin, Kürt hareketi, tüm dillerin eşitliği talebinin, devletin Türklükle tanımlanmasına,
dilinin Türkçe olmasına; adının Türk devleti olmasına karşı mücadelenin en büyük destekçisi
olur. Böyle bir talep aynı zamanda işçileri bölen ayrılıklara karşı mücadele olduğundan, tüm
işçilerin birliğinin koşullarını da yaratır. Keza, böyle bir mücadele, bizzat Kürtlerin
mücadelesi içinde, devrimci demokrasinin güçlenmesine yol açar. İşçi sınıfını da ekonomist
taleplerden ve tecrit olmaktan kurtarır. Böylece sınıfın sınıf olarak örgütlenmesinin ve bir
politik hareket oluşturmasının koşullarını yaratır.
Bir devlet veya ulus, kendini bir dille, bir soy, bir tarih, bir etni ile tanımlamışsa, bir
sosyalistin savunması gereken, tüm dillerin eşitliği talebi her zamankinden çok daha acil
olarak ortada duruyor demektir.
Bir ulusu bir dille tanımlamak sadece gerici bir milliyetçilik değil; aynı zamanda ırkçılıktır.
“Irk”ın ve Irkçılığın sadece biyolojik özelliklerle dayandığını sanmak, 19. yüzyılın
sömürgeciliğinin ırkçılığından başka bir ırkçılık tanımamak demektir. Eski biyolojik
özelliklere dayanan klasik sömürge dönemi ırkçılığının yerini, çoktan kültüre, dile dayanan
bir ırkçılık almış bulunmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti de, aynı zamanda ırkçı bir
devlettir. Tıpkı dünyadaki diğer benzer devletler gibi.
Bunun karşısında bir sosyalistin savunması gereken, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”
vardır parolasının ardına gizlenerek, bunun karşısında sesini çıkarmamak ve “emek eksenli
mücadele” diyerekten ileri kaçmak değil; ulusların bir dile, bir etniye, bir tarihe göre
tanımlanması hakkını reddetmek, tıpkı bir zamanların kuzey eyaletlerinin güney
eyaletlerinin ayrılarak, siyahları yurttaşlık haklarından mahrum eden ulus tanımlaması
haklarını reddetmeleri ve onu yok etmek için onunla savaşmaları gibi, bu “hakka” karşı
savaşmaktır.
“Ulusların kendi kadirini tayin hakkı”, ama bu hak o kendi kaderini tayin etmek isteyen, ulusu
bir dil, bir etni, bir soy, bir din, bir kültür ile tanımlamadığı takdirde bir hak olabilir. Ulusu bir
dil, bir din, bir etni, bir soy, bir kültür, bir din ile tanımlama hakkını tanımaz demokratik
cumhuriyet. Ancak tüm dillerin eşit olduğu bir “ulus”, yani bir dili olmayan, bir dile göre
tanımlanmamış bir “ulus”; yine bir dile göre tanımlanmamış bir ulus; bir “Kültüre göre
tanımlanmamış, bir kültür’ü olmayan bir ulus; Bir dine göre tanımlanmamış, bir dini olmayan
bir ulus; tüm dinlere, kültürlere; dillere aynı hakkı tanıyan; bunların hiçbir politik anlamının

108
olmadığı bir ulus; yine aynı şekilde kendini hiçbir dil, din, soy, kültürle tanımlamamış bir
ulustan ayrılabilir.
Zaten bu hakkı garanti eden de, Engels’in de ifade ettiği gibi, bir tek köyün bile, ayrılma
hakkı olması; ulusun özgür komünlerin birliği olmasıdır. Eğer o köy, köyü veya ulusu, her
hangi bir soy, boy, etni, dil, tarih, din vs. ile tanımlıyorsa, bu “ulusların kendi kaderini tayin
hakkı” değil; ulusu gerici ve ırkçı bir ayrımla tanımlama hakkı olur ki, bu hakkı tanımaz
demokratik bir cumhuriyet.
Lenin özünde soruna böyle yaklaşıyordu. O bu anlamda demokratik cumhuriyetin bu hakkı
içerdiğini söylüyordu15. Ama aynı zamanda ulusun ne olduğu konusundaki belirsizlik ve
ulusçuların ulus kavramını kabul etme bu çelişkili durum, demokratik cumhuriyet’in içine
giren bir mikrop gibi önce onu hastalandırdı, sonra da yok etti.
Görüldüğü gibi, Kültür kavramı, yirminci yüzyılın hayaleti olan ulus kavramıyla, dolayısıyla
burjuva toplumunun dini ve üstyapısıyla yakından ilgi içinde bulunmaktadır. Kültür
kavramının şu veya bu şekilde tanımlanışı ve kavranışı, bütün bir siyasi programı ve stratejiyi
belirlemektedir.
Şimdi tekrar Kültür ve Çok Kültürlülük kavramlarının analizine geri dönelim.
Bu gün çok kültürlülükten, kültürel renklerden ve zenginlikten söz edilirken acaba kültür
hangi anlamda kullanılmaktadır. Kültür kavramına nasıl bir anlam verilmektedir? Ve bu
anlam hangi sınıfın çıkarlarını korumanın aracıdır? Bunu araştırmaya ve analizimize devam
edelim.
Kültürün “Çok Kültürlülük” Bağlamındaki Anlamı
Kültür neyi kapsıyor bu günkü kullanımda?
Bu gün en çok kültürlülükten yana olana bile, eğer şöyle denirse, o bu çok kültürlülüğü kabul
etmeyecektir.
Örneğin bir Alevi vatandaş çıkıyor ve diyor ki, benim kültürüme göre, ben devlet ve vergiyi
tanımıyorum. Devletin mahkemelerinin de yeri yoktur benim kültürümde. Keza bu günkü
okulların da yeri yoktur. Benim Kültürüme göre, bilgi yaşlılar aracılığıyla şiir, saz müzik
eşliğinde ve günlük hayat içinde yeni kuşaklara aktarılır. Bizde mahkemeler ve yazılı başka
bir hukuk da yoktur. Bir köyün ahalisi toplanır, bir sorun ya da suçlu varsa, geleneklere ve
aklına göre hep bir arada, bir karar verir ve verilen karar ortaklaşa uygulanır. Eh okul ve
hâkimlere ihtiyacımız olmadığından, bu öğretmen ve yargıçları eğitecek okullara bunların
maaş ve eğitimleri için vergilere; vergi vermeyenleri tutuklayacak askerlere ve polislere;
dolayısıyla bu asker ve polisleri eğitecek okullara ve öğretmenlere ve de bunlara verilecek
maaşlara, hâsılı devlete de ihtiyacımız yoktur. Dolayısıyla bizim askere gitmemiz, vergi
vermemiz de gerekmez. Mademki çok kültürlü olmaktan; kültürel zenginlikten söz ediliyor;

15
"Ulusların kaderlerini tayin hakkı, demokratik bir düzeni zorunlu kılar; öyle ki, bu düzende yalnızca genel
olarak demokrasi ile yetinilemez, burada, özel olarak ayrılma sorununun demokratik olmayan yoldan çözüme
bağlamak olanaklı değildir. Demokrasi genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşabilir."
(Lenin)

109
bunlar bizim kültürümüzün en esaslı bölümünü oluştururlar. Çok kültürlülük varsa, bizim
askere gitmeme, vergi vermeme, okula gitmeme hakkımızın olması gerekir.
Ya da başka bir örnek verelim. Birisi çıkıp diyebilir ki, benim kültürümde kadın ve erkeğin
birbiriyle görüşüp anlaşarak evlenmesi diye bir şey yoktur ve ayıptır. Birisi ailesinin rızası
dışında başka biriyle evlenir veya ona kaçarsa öldürülmesi gerekir. Bu da bizim kültürümüz.
Mademki çok kültürlüyüz, bizim bu kültürümüzün tanınması gerekir.
Böyle yüzlerce binlerce örnek verilebilir. Şu çok kültürlülüğün en büyük taraftarları bile, size
karşı, bunların kültürün bir öğesi olmadığını, bunların başka bir şey olduğunu
söyleyeceklerdir.
Ama siz de burada, ama o da senin kültürünün kültür tanımı; benim kültür tanımıma göre de
bunlar kültüre dâhildir dediğinizde, söylediklerinizi uygulamaya kalktığınızda ne olacaktır?
O zaman, çok kültürlülüğün, bu günkü burjuva toplumunun ve gerici ulusal devletlerin kültür
kavramının diktatörlüğü olduğu görülür. Çok kültürlülük, kültürün, politik ve hukuki
alanın dışına ilişkin olduğu şeklindeki bir kültür tanımının diktatörlüğü olarak ortaya
çıkar.
O zaman, çok kültürlü toplumun, çok kültürlülüğe saf saf inanıp, vergi vermeyen, askere
gitmeyen, mahkemeleri tanımayan; okula gitmeyenleri hapse tıktığını görülecektir. Hatta çok
kültürlülük masalına inananlar toplu halde davranırlarsa, üzerlerine askeri birliklerin
geldiklerini ve kendilerini imha ettiklerini göreceklerdir.
Demek ki, çok kültürlülük aslında Kültür’ün belli bir anlayışının diğer kültürler
üzerindeki diktatörlüğüdür. Siz kültür kavramına, devleti, vergiyi, askerliği, yani bu günkü
burjuva devletinin, politik olanın alanına giren şeyleri katmaya kalktığınızda, tanklar ve
bombalarla; polis ve jandarmalarla kültürün bunları kapsamadığı size öğretilir.
Öğrenmezseniz de imha edilirsiniz.
Böylece çok kültürlülüğün aslında çok kültürlülük olmadığı, bir kültür kavramının
diktatörlüğü olduğu ortaya çıkar.
Ama biz yazımızın başında Kültür’ün bilimsel tanımının insanı toplumsal yapan her şeyi
kapsadığını; hatta geçen yüzyılın başında sosyalistlerin de Kültür’ü bu anlamda kabul ettikleri
için, “Kültürel özerklik” gibi talepleri reddettiğini falan söylemiştik.
Ama şimdi, Kültür’ün hiç de bilimsel olmayan, tamamen keyfi yapılmış bir tanımının, bizlere
silah zoruyla dayatıldığını görüyoruz.
Bu silah zoruyla dayatılan anlamında kültür tıpkı din gibi, politik olmayan, kişisel olanla
tanımlanmaktadır.
Burjuva toplumu, din, inançtır der. İnanç demek, kişisel, özele ilişkin, politik olmayan
demektir.
Bir din çıkıp, hayır ben inanç değilim, özele ilişkin değilim, politik olmayan değilim, tüm
toplumsal hayata ilişkinim, örneğin aynı zamanda hukukum derse ve bunu uygulamaya
kalkarsa, dinin inanç olduğu ilkesinin diktatörlüğünü görür.

110
Böylece dinin inanç olmadığı; toplumda inanç diye sosyolojik bir kategori bulunmadığı; dine
inanç demenin aslında modern toplumun dini ve örgütlenme ilkesi olduğu; dine inanç
demenin aslında hukuki, ideolojik bir tanım olduğu ortaya çıkar.
İşte Kültür için de olan, tamı tamına aynıdır.
Ama dine inanç demek, aydınlanma çağında, kapitalizm öncesi toplumların üst yapısının
tasfiyesi anlamına gelirken; ilerici ve demokratik bir karakteri varken; Kültür bağlamında aynı
şeyi yapmak; kendini dil, din, etni, tarih, kültür ile tanımlamış gerici ulusçuluğun ve ulusal
devletlerin korunması ve yaşatılması gibi anti demokratik ve gerici bir karaktere sahiptir.
Burjuva devrimleri çağında, kapitalizm öncesinde toplumlar din ya da soy ilkesine göre
örgütlendiğinden onları politika dışına itip, yepyeni bir toplumu örgütlemenin ilkesiydi
dinlerin inanç ve özele ait olduğu ilkesi. Yani Modern toplumun dini, dinin inanç olduğunu;
dolayısıyla özele ait olduğunu kabul eden dindir, daha da doğrusu dinin özele ait olduğun
kabul etmek için; özel ve politik diye bir ayrım ön koşul olduğundan; özel ve politik diye bir
ayrımın toplumsal örgütlenmenin temeli olduğu dindir.
Bu gün aynısı, Kültür alanında yapılmaktadır. Aydınlanma başlangıçta, ulusu bir dil, din
etniyle tanımlamıyordu. Bizzat yurttaş ve insan kavramları özdeş olduğundan; ulusun
tanımında her hangi bir dil, din, soy ayrımı ve ayrıcalığı; dolayısıyla da ulusun bir dine, dile,
soya göre tanımlanması reddediliyordu. “Vatanım yeryüzü milletim insanlık” aydınlanmanın
bir sloganı ve idealiydi.
Ancak burjuvazi daha ilk anda, buradan geri adım atarak, bunun tehlikelerini görerek, ulusu,
yani yurttaşları, bir soy, tarih, kültür, etni, din ile tanımlamaya başladı. Ama ulus böyle
tanımlanınca, bu gerici ulusçuluğun, diğer soy, etin, dil, din ve kültürlerin üzerindeki baskısı
başladı.
Böylece bu baskıya karşı hareketler de kendilerini aynı şekilde tanımlamaya başladılar. Yani
ulusu her hangi bir dil, etni, soy, kültür, tarih ile tanımlamayı reddetmek yerine, başka dil, din,
etni temelinde yeni ulusların tanımı yapılmaya başlandı. Böylece gerici ulusçuluk, tıpkı bir
DNA’nın kendini üretmesi gibi, tüm yeryüzünü kapladı.
Devrimci dönemin, ulusu, yani politik olanı, bir dil, din etni, soy ile tanımlamayı reddeden;
vatanım yeryüzü milletim insanlık diyen dönemin ulusçuluğu, burjuvazinin ondan yüz
çevirmesi karşısında İşçi Hareketi ve sosyalist hareket tarafından Demokratik Cumhuriyet ve
Enternasyonalizm biçiminde savunulmaya devam etti. Ama Lenin’in yazılarında da
görüleceği gibi, modern toplumun dinin ve ulusun ne olduğunun kavranmaması, bunun önce
“ulusların kaderini tayin hakkı” biçiminde aşınmasını, (Çünkü burada artık ulusun dile, dine,
etniye göre tanımı fiilen kabul edilmiş oluyordu); Sovyet’ler’e bir bürokratik kastın
egemenliği ile de, tüm sosyalist hareketin, tıpkı burjuvazi gibi, gerici, ulusu, dile, dine, etniye
bağlayan gerici bir ulusçuluğu savunmasına ve bunun tüm sosyalist ve işçi hareketine egemen
olmasına yol açtı.
Ulusu bir etni, dil, din; soy ile tanımlamayı reddeden, Devrimci Demokratik dönemin
ulusçuluğu, sadece anarşistlerin geleneklerinde yaşadı. İşçi ve sosyalist hareketin ulusu bir dil

111
ve etniyle, dinle, soyla, tarihle tanımlaması enternasyonalizm ilkesinin bile içeriğinin
burjuvazinin devrimci döneminden daha da gerilere düşmesine yol açtı.
Aydınlanma döneminde, vatanım yeryüzü milletim insanlık diyenler ya da ilk
enternasyonalleri kuranlar, bundan kendini bir dil, din etin, soy ile tanımlamamış özgür
komünlerin birliğini; bu demokratik cumhuriyetin tüm dünyayı kapsamasını anlarlarken;
gerici ulusçuluğu kabul etmiş sosyalist ve işçi hareketinin enternasyonalizmi, bunu her biri
kendini bir dil, etni, soy, kültür, tarihe göre tanımlamış ulusların, dayanışması olarak
anlıyordu. Bu anlamda enternasyonalizm kavramının içeriği bile değişti; gerici bir
ulusçuluğun ve ulus anlayışının dünya çapındaki dayanışması anlamını kazandı.
Bu günkü dünyanın durumu budur. Gerek burjuvazi gerek işçi hareketi, modern toplumu,
gerici, soya dile, dine, tarihe, kültüre dayanan uluslarla tanımlamak bakımından birbiriyle
yarışmıştır ve bu gün yeryüzüne bu uluslar ve devletler egemendir.
İşte böyle bir dünyada, muazzam iş gücü göçleri ve globalleşme bir yandan; elektroniğin
sağladığı olanaklar bir yandan; Avrupa Birliği gibi her biri dile, tarihe, kültüre göre
tanımlanmış ulusların birleşme girişimleri bir yandan ve bu devletler içindeki ezilen dil, din.,
etni, kültürlerin direnişleri bir yandan, dile, dayanan ulus tanımını zorlamaya başladı. Bu
durumda, hem gerici ulusçuluğu ayakta tutabilmek, hem yeni ekonomik ilişkilere uygun daha
esnek bir sistem oluşturabilmek için, çok kültürlülük parolası ve Kültür’ün politik olmayanla,
özellikle de dille tanımlanması gereği ortaya çıktı.
Çok kültürlülük, demokratik cumhuriyetin tüm dil ve kültürlerin eşitliği ilkesinin aksine,
ulusun beli bir dil ya da tarihle tanımlanmasını reddetmemekte, bunu kabul etmekte, ama
kültürel zenginlik, çeşitlilik, azınlık hakları gibi kavramların ardında bunu esnetmekte; gerici
ulusçuluğu globalizm çağında yaşatmak ve savunmak için yeni bir mevziye yerleştirmektedir.
Aydınlanma çağının burjuvazisi veya 19 Yüzyılın işçi hareketi, bu günkü gibi, kültürü özel
olanla, politik olmayanla tanımlamak gibi bir şeye gerek duymamıştı. Çünkü dillerin ve
kültürlerin eşitliği, bunlara göre ulusun tanımlanmaması; bunların bir politik anlamının
olmaması, demokratik cumhuriyet kavramının içinde bulunuyordu. Bu nedenle Kültür’ü az
çok bilimsel olarak, tüm toplumsal olanla tanımlıyordu o zamanın sosyalistleri16.
Zaten ulus bir dille, tarihle, etniyle, dinle tanımlamadığınız bir dönemde, kültürü böyle
politika dışıyla keyfi olarak tanımlama ihtiyacı ve sorunu olmaz. Bir devlet, dini tümüyle
kişinin özel sorunu olarak görürse; dillerin hepsi eşit ve herkese ana dilinde eğitim yapma
hakkı var ise, bu günkü anlamıyla kültüre ve çok kültürlülüğe ihtiyaç olmaz. Dillerin eşitliği
ve laiklik zaten böyle bir şeye gerek bırakmaz.
Ancak gerici ulusçuluğun tüm uluslara egemen olduğu bir dünyada, böyle bir kültür
kavramına ihtiyaç vardır. Dolayısıyla, ulus kavramının, bir dille, dinle, tarihle, etniyle,
kültürle tanımlanması ile; kültür kavramının böyle politik olmayanla tanımlanması arasında
ayrılmaz bir ilişki bulunmaktadır. Çok kültürlülük, gerici ulus anlayışının ayrılmaz parçasıdır.

16
Veya daha ziyade, sanatın, yüksek bir eğitimin karşılığı olarak da kullanıyordu başka bağlamlarda. Ama bu
başka bir sorundur.

112
Bir ulusu, bir dil, din, etni, soy ile tanımlamayı reddeden bir ulusçuluk için, çok kültürlülük
gibi bir kavrama ihtiyaç yoktur. Devletin dili yoksa, etnisi yoksa, tarihi, dini yoksa, o zaten
suda yaşayan ve suda yaşadığını bilmeyen balık gibi “çok kültürlü”dür.
O halde, Çok Kültürlülük kavramındaki Kültür, aslında Kültür’ün belli bir tanımının; kültürün
siyaseti, hukuku, ideolojiyi kapsamadığı şeklindeki, hukuki, siyasi ve ideolojik bir kavramın
diktatörlüğü demektir.
Ve bu diktatörlük, Aydınlanmanı ve devrimci işçi hareketinin gericilik karşısındaki
diktatörlüğü gibi de değildir. Elbette, Aydınlanmanın ulus anlayışı, demokratik bir
cumhuriyet, örneğin din özeldir derken, dini özel olarak kabul etmeyen veya özel diye bir
ayrımı kabul etmeyen dinler karşısında bir diktatörlüktür. Ama bu diktatörlük, tarihsel olarak,
ilerici, kurtuluşçu karakterde bir diktatörlüktür.
Ama Kültürü özel olarak tanımlamanın diktatörlüğü, ulusların kültürlere, dillere
dayanacağı varsayımının diktatörlüğüdür, gerici ulusçuluğun diktatörlüğüdür. Bu gerici
ulusçuluk içinde, ona dayanarak bir düzenleme getirir.
Tekrar edelim. Bu gün kültür, büyük ölçüde, din kavramının benzeri, özel olanla sınırlı
gibidir. Ama aydınlanma din özeldir derken; eski sistemin örgütlenme ilkesini, politik alanın
dışına atıyor; onları parçalıyordu. Bu anlamda, devrimci bir işlev görüyordu.
Bu günkü sistem ise, çok kültürlülük derken, bu gün dünyaya egemen olan gerici ulus
devletleri parçalamıyor; aksine onları yaşatmaya çalışıyor. Çok kültürlülük ulusun dille, dinle
tanımlanmasını reddetmemekte; aksine bunu var saymaktadır.
Bizlerin sloganı, devrimci demokratik işçi hareketinin sloganı çok kültürlülük olamaz.
Bizlerin sloganı; ulusun tanımından her türlü dil, din, etni, soy , tarih, kültür hatta coğrafya
parçası tanımlamasını reddetmek; yurttaşlık ve insan haklarını özdeşleştirmektir.
Bizim sloganımız; tüm dillerin eşitliği; herkese ana dilinde eğitim, isteyenin istediği dili ana
dil kabul etmesidir. Bizim sloganımız, devletin dinlerden tümüyle elini eteğini çekmesidir.
Bizim sloganımız, devletin veya ulusun dili, dini, etnisi, soyu, sopu tarihi, kültürü
olmamasıdır.
Bunların olmadığı bir ulusta çok kültürlülük anlamsız bir kavram olarak kalır.
*
Şimdi tekrar başa gelelim.
Avrupa’nın tek doğru sosyolojik karşılığının kapitalizm ya da burjuva uygarlığı olduğunu
görmüştük.
Sonra, Kültür’ün, “Çok Kültürlülük” kullanımındaki tanımının da, bilimsel kültürün tanımıyla
ilgisi olmadığını ve aslında bütünüyle hukuki, ve ideolojik bir kavram olduğunu gördük. İşin
ilginci bu hukuki, politik ve ideolojk kültür kavramının iddiası ve zorla dayattığı, Kültür’ün
hukuk, ideoloji ve politiği içermediğidir

113
Bundan başka çok kültürlülük kavramının ancak, ulusun gerici tanımıyla bir arada var
olabileceğini; yani burjuva uygarlığının en gerici biçiminin var oluşuna bağlı olduğunu ve o
var oluşu yaşatmaya yönelik olduğunu gördük.
O halde çok kültürlülük burjuva uygarlığını ve kapitalizmi ve onun en gerici biçimini
yaşatmanın ilkesi olduğuna göre; burjuva uygarlığı ve kapitalizmin karşılığı bir kot olarak da
Avrupa kullanılabileceğine göre, çok kültürlülük kapitalizm merkezli bir bakış demektir.
Kapitalizm de Avrupa demek olduğundan; Çok kültürlülük, Avrupa merkezciliktir.
Çok kültürlülük gerici kapitalizm veya Burjuva uygarlığı merkezli düşünmek demektir. Kot
olarak kullanıldığı takdirde: Çok kültürlülük Avrupa Merkezciliğin ta kendisidir.
Görüldüğü gibi, gerçek tam da kendi zıddı biçiminde görülmektedir.
Eh, zaten öz ve görünüş aynı olsaydı, ihtiyar Marks ya da diyalektiğin dediği gibi, tüm bilim
gereksiz bir şey olurdu.
17 Ocak 2006 Salı
Demir Küçükaydın
demiraltona@hotmail.com
http://www.koxuz.org

114
Marksist Kültür ve Uygarlık Kavramları ve Uygarlıklar / Kültürler
Çatışması
Danimarka’da yayınlanan ırkçı karikatürler ile birlikte bir süredir gündemden düşmüş olan
“Uygarlıklar/Kültürler Çatışması” “teorisi” (ki buna “Doktrin” demek daha doğru) tekrar çok
duyulur oldu. Bu yazıda kısaca bu kavramların Tarihsel Maddeci ya da Marksist karşılıklarını
ve aktüel - yaygın kullanımının somut anlamını ele almayı deneyelim.
Irkçı Karikatürlerden sonraki gelişmelerde bunu bir uygarlık veya kültür çatışması olarak
tanımlayanlar, genellikle Kültür ve Uygarlık kavramlarını birbirlerinin yerine kullanıyorlar.
Marksizm yani Tarihsel maddecilik ise Kültür ve Uygarlığı kesin olarak birbirinden ayırır.
Kültür, daha önce “Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük” başlıklı yazımızda da
gösterdiğimiz gibi, insanın doğaya kattığı her şeydir. Dolayısıyla Kültürsüz bir toplum yoktur
ve olamaz.
Ama uygarlık demek, devlet, sınıflı toplum demektir. Dolayısıyla uygar olmayan toplumlar
vardır.
Nerede, para, ticaret, devlet, yazı, sınıflar varsa orada uygarlık vardır. Ancak bütün bu
uygarlık alameti farikalarından çoğu, aslında daha uygarlaşma olmadan ortaya çıkmıştır.
Ticaret, para, yazı henüz sınıflar ve devlet ortaya çıkmadan da ilkel biçimleriyle de olsa
biliniyordu. Medeniyet’in (Uygarlığın) keşif beratını elinde tuttuğu tek şey Devlet ve
Sınıflardır. Uygarlık demek, devletli ve sınıflı toplum demektir.
*
İlk uygarlık, demir keşfedilmeden çok önce, Tunç ve Obsidyen taşı temelinde, aşağı
Mezopotamya’da, balçıklar içinde ortaya çıkmış, oradan, eski dünya karalar topluluğundaki
benzer özellikler gösteren, diğer subtropikal Irmak boylarına (Çin’de Sarı Nehir, Hindistan’da
İndus, Mısır’da Nil) sıçramıştır.
Bu güne kadar insanlık sadece iki türlü uygarlık görmüştür. Klasik Prekapitalist Uygarlık ve
Modern Kapitalist Uygarlık.
5000 yıldan beri var olan Klasik uygarlıkların ortak özelliği, artı ürüne, ekonomi dışı zorla el
koyulmasıdır (Haraç, vergiler, ganimet vs. ).
Bu klasik uygarlıklarda, Sermaye vardır Tefecilik ve Bezirganlık yoluyla bir artı değer elde
eder ama bu oldukça arızidir ve artı değer elde edildiğinde toplumun toplam zenginliğinde bir
değişme olmaz. Yani sermayenin üretimle bir ilgisi yoktur ve üretimin gelişmesi veya
yöntemleri onu ilgilendirmez.
Modern kapitalist uygarlık ise, 500 yıl kadar önce, sisli ve soğuk İngiltere’de doğdu.
Kapitalist sömürü için ekonomi dışı zora gerek yoktur. Sermaye, üretimle, dolayısıyla onun
gelişmesi ve yöntemleriyle doğrudan ilgilidir, artı değeri üretim sürecinin kendisinde elde
eder. Kapitalist uygarlıkta, klasik uygarlıktan farklı olarak, artı değer elde edildiğinde
toplumda toplam bir zenginleşme ortaya çıkar. Onun klasik uygarlıklardan temel farkı budur.
115
Gerçek anlamda, bir “Uygarlıklar Çatışması” 17. ve 20. yüzyıllar arasında, klasik ve modern
uygarlıklar arasında yaşandı. Bunların hepsinde, modern kapitalist uygarlık bu klasik
uygarlıkları yerle yeksan etti ve son kalıntılarını birinci dünya savaşının sonunda, bir daha
geri gelmemek üzere yeryüzünden sildi.
O halde, birici dünya savaşının bitiminden beri, dünyada bir tek uygarlık vardır. Modern
Kapitalist Burjuva uygarlığı. Bundan başka hiç bir uygarlık yoktur bu gün yeryüzünde. Bu
bakımdan günümüzde bir uygarlıklar çatışmasından sosyolojik olarak söz edilemez.
*
Kapitalizm öncesi uygarlıklarda, farklı uygarlıklardan söz edilebilirdi. Neredeyse her
subtropikal ırmak boyunda, aynı ekonomi temeline dayanmakla birlikte birbirinden farklı
üstyapı şekillenmelerine (dinlere) de denk düşen farklı bir uygarlığın varlığından söz
edilebilirdi. Bu bakımdan Çin, Hint, Mısır ve Mezopotamya farklı uygarlıklar olarak
görülebilirdi.
Keza klasik uygarlıklar esas olarak, İbni Haldun’un uygarlık kuşakları biçiminde de
sınıflandırılabilir.
Birinci Kuşak Uygarlıklar: Esas olarak Tunç’a dayandıklarından zorunlu olarak Subtropikal
Irmak boylarına hapsolmuş bulunuyordu. Bunlara Kıvılcımlı “Bitkisel Uygarlıklar”
demektedir.
İkinci Kuşak Uygarlıklar: Demir’in keşfinden sonra, uygarlık bu ırmak boylarından kurtulup,
İran ve Anadolu yaylarına, Çin ve Hindistan’ın daha geniş ve yüksek alanlarına yayılma
olanağı buldu. Demir’in Keşfi, İran’ı ayrı bir uygarlık alanı olarak ortaya çıkarırken,
Mezopotamya ve Mısır’ı da bir Akdeniz ve Ortadoğu uygarlığının içinde eritti.
Üçüncü Kuşak: İslamiyet ile klasik uygarlıkların bir üçüncü kuşağına geçildiği düşünülebilir.
Hıristiyanlık, Akdeniz ve Orta Doğu’yu Roma’nın birleştirmesine uygun bir yapıyı
sunuyorduysa, İslamlık da, Akdeniz’den, Çin ve Hint’e kadar tek bir dünya ticaretinin
üstyapısını sunuyordu. Ne var ki, İslamiyet’in yayıldığı klasik uygarlık alanları, daha
yayılmasının başında onu da çürüttüler ve gericileştirdiler. Bundan sonra İslam ancak,
Türkmenler, Oğuzlar, Özbekler, Berberiler gibi henüz yeterince uygarlaşmamış halkların
gençlik aşılarıyla Hindistan, Balkanlar ve İspanya’ya doğru bir yayılmayla sonuçlanabilen
canlanmalar gösterebildi.
Kapitalizm doğduğunda, bütün uygarlıklar, diğerlerine göre en genç ve dinamik İslam
uygarlığı bile, gençliğini yitirmiş ölüm dönemine girmişlerdi kendilerini öldürecek, merhamet
vuruşu yapacak olanı; gençliğini yitirmiş önceki klasik uygarlıklar gibi “Barbar”ların gelip
kendisini yıkmasını bekler durumdaydı.
Bu bakımdan, Kapitalizmin klasik uygarlıklarla karşılaşması ve onları kesin kendi egemenliği
altına alması ve yok etmesi, bir uygarlık çatışmasından ziyade ölümünü bekleyen klasik
uygarlıkların işinin bitirilmesidir. Ortada kelimenin gerçek anlamında doğru dürüst
“uygarlıklar çatışması” bile olmamıştır.
*

116
Bu gün bütün dünyada, esas olarak sömürünün temeli modern kapitalist artı değer üretimidir.
Dolayısıyla başka uygarlıklardan ve bunların çatışmalarından söz edilemez. Bütün klasik
uygarlık alanları modern uygarlığın, politik ve özeli ayıran temel ilkesini; ulus devletleri
kabul ederler. Eski uygarlıkların üstyapısı olan dinler, birer kişisel sorun olarak, inanç olarak
vardırlar. Artık onlar, modern uygarlığın politik ve özeli ayıran dininin basit bileşenleri
halindedirler. Yani bir Hıristiyan, bir Budist, bir Konfüçyüs, bir İslam uyarlığından söz
edilemez. Yoktur böyle bir şey. İslamiyet, Hıristiyanlık ya da başka dinler, birer inanç olarak,
modern uygarlığın diniyle simbiyoz bir ilişki içinde birer parazit gibi yaşarlar.
“Benim inancım İslamiyet”, “Ben Hıristiyanlığa inanıyorum”, “ben Buda’ya inanıyorum”
diyen insanlar, aslında farklı inançları değil, aynı ortak inancı paylaştıklarını; yani dinlerin
inanç, yani kişisel, özel bir sorun olduğu inancını kabul etmiş olduklarını ifade etmiş olurlar.
Ama bu, kişisel bir inanç sorunu değil, modern toplumun örgütlenmesinin temelidir. Yani
onların hepsi aynı modern toplumun dinindendirler. Onun içindeki farklı tarikat veya
meşrepler olarak görülebilirler. Onlar bunu derken, Hıristiyanlık, İslam veya Budizm modern
toplumun ihtiyaçlarına daha uygun bir özel inanç alanı oluşturur demektedirler.
Şeriatı, devlet düzeni olarak isteyenler de aslında, (olanaksız bir şey olan) bir İslam
uygarlığını değil, ulusal olanı İslam ve şeriat ile tanımlamayı savunurlar ve bu anlamda politik
olanı bir dil, bir soy ya da ırk ile tanımlamaya kalkanlardan, yani modern uygarlığın en gerici
biçimini savunanlardan hiç bir farkları yoktur.
*
Peki, bu günkü şu manzara nedir? Bir yanda Hıristiyan Batı, Diğer yanda Müslüman Doğu.
Bir yanda fikir özgürlüğüne toz kondurmayanlar, diğer yanda peygamberime laf söylettirmem
diyenler. İlk bakışta sanki farklı değerlerin, uygarlıkların, İslam ve Hıristiyanlığın veya Aklı
dokunulmaz tutan burjuva uygarlığı ile Allah ve Muhammet’i dokunulmaz tutan İslam
Uygarlığının, iki değer sisteminin çatışması gibi görünüyor. Öyle mi gerçekten? Bu hangi
gerçek çatışmanın görünüşü? Eğer ortada farklı kültürler ve uygarlıklar yoksa bu nedir?
Önce şu Doğu Batı; Hıristiyan ve Müslüman gibi kavramların ne anlama geldiğine bakalım.
“Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük” adlı yazımızda, Avrupa kavramının tek bilimsel
kabul edilebilir karşılığının kapitalizm olduğunu açıklamıştık. Kapitalizm Avrupa’da doğduğu
ve yayıldığı için, bir kot olarak kapitalizm karşılığı kullanılabilirdi.
Bunun aynen Doğu ve Batı kavramları için de geçerli olacağını söylemiştik. Yani Batı
Kapitalist, Doğu Prekapitalist uygarlık anlamında bir kot olarak kullanılabilirdi. Böyle bir
kotlamada da Komün’ün, uygarlık öncesinin karşılığına Afrika düşüyordu.
Afrika’yı Komün, Asya’yı Klasik uygarlıklar, Avrupa’yı modern Kapitalist Uygarlık karşılığı
kullanırsak (ki sosyolojik olarak, biricik bilimsel karşılıkları bunlardır bu kavramların) şu
sonuç görülür. Tarih boyunca sosyolojik olarak Avrupa yoktur. Tarih boyunca, 500 yıl
öncesine, kapitalizm doğuncaya kadar, sadece Afrika (Komün, “barbar halklar”, “İlkel
sosyalizm”) ve Asya (Klasik Uygarlıklar) vardır.

117
Kavramları bu gerçek ve doğru karşılıklarıyla kullandığımızda, Kapitalizm’e coğrafi olarak
Avrupa’da ama Avrupa’dan değil (ki Avrupa Kapitalizm anlamına geldiğinden bu
kapitalizmden kapitalizme geçmek anlamına gelir) Afrika’dan (Komün’den) geçilmiştir.
Kapitalizme geçilmediği dönemde, İngiltere Avrupa’da değil Afrika’daydı. Coğrafi olarak
Avrupa denen topraklar, o zamanlar sosyolojik olarak Afrika’ydılar. İngiltere Kapitalizme
geçtikten sonra Avrupa ortaya çıktı. Keza Oğuzlar, Türkmenler, Özbek’ler veya Moğollar,
coğrafi olarak Asya’lı ama sosyolojik olarak Afrikalıydılar (yani ilkel sosyalisttiler). O
zamanlar, İspanya örneğin sosyolojik olarak Asya’daydı.
Vikingler, haçlı seferlerini yapan Franklar, Germenler, Saksonlar; Türkler, Moğollar hepsi
Afrikalıydılar. Bu Afrikalıların bir bölümü Batı’dan bir bolümü Doğu’dan Asya’yı (Klasik
Uygarlıkları) feth etmeye çalışıyorlardı. Yani haçlılar Afrikalıydı, Avrupalı değil. Türkler ya
da Moğollar Afrika’lıydı Asyalı değil. Vikingler Kuzey’den geliyordu ama o zamanlar
dünyada kuzey yoktu. Onlar da Afrikalıydı.
Yine bu kotların gerçek ve doğru sosyolojik karşılıklarıyla tarihi ele aldığımızda, şunu
görürüz. On altıncı yüzyılda Avrupa’nın ortaya çıkışından, birinci dünya savaşına kadar olan
dönemde, Avrupa bütün dünyayı Avrupa yaptı. Ondan sonra dünyadaki Afrika (komünler,
uygarlık öncesi toplumlar) ve Asya (Klasik Uygarlıklar) Avrupa (Kapitalizm) oldu. Dünya’da
nasıl eskiden Avrupa yok idiyse, artık bu günkü dünyada da Asya ve Afrika yoktur. Bir tek
kapitalist uygarlık vardır. Bir tek Avrupa vardır. Bütün dünya Avrupa’dır (Kapitalist’tir).
Ama bu Avrupa içinde, bir gelişmiş ve zengin Avrupa, bir de geri ve sömürge Avrupa vardır.
Yani bir tek kapitalizmde, şu Merkez – Çevre diye de ifade edilen iki dünya vardır. Buna
Kuzey ve Güney de denmektedir.
Kuzey ve Güney de, birer yön olarak değil, Merkez ve Çevre’nin; gelişmiş ve az gelişmişin
karşılığı olarak kullanılabilir sosyolojik bir kot olarak. Bu bakımdan coğrafi olarak Güney’in
de güneyinde bulunan yeni Zelanda veya Avustralya, Kuzeyde; coğrafi olarak Kuzey’de
bulunan Meksika, Gürcistan veya Kazakistan sosyolojik olarak Güney’dedir.
En kör göz bile görür ki, Avrupa’nın ortaya çıkışından bütün dünyanın Avrupa oluşundan
sonra, eski Afrika ve Asya, bu günkü Güney olmuşlardır. Ve bu Güney, artık dünya bir tek
Avrupa (Kapitalizm) olduğundan, Avrupa’nın Güneyidir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz.
Artık bütün dünya Avrupa’dır. Bu Avrupa’nın Güneyi de eski Asya ve Afrika’dır.
Ama bu güney, Kuzey ile mücadelesinde bir bayrak olarak veya Kuzey Güney ile
mücadelesinde, gerçek ırkçılığını ve ayrımcılığını gizlemenin bir aracı olarak, ortada bir Doğu
ve Batı; bir Avrupa ve Asya, Bir Hıristiyanlık ve İslam; bir Aydınlanma ve Gericilik
mücadelesi varmış gibi göstermekten çıkarlı olabilir.
İşte bu günkü durum tam da böyledir. Gerçekte var olan mücadele ile onların bayrakları
arasında hiçbir ilişki yoktur. Bizler mücadelelerin hangi güçler arasında olduğunu,
bayraklarıyla değil onların ardındaki gerçek güçlere bakarak anlayabiliriz. Bu gerçek güçlerin
neler olduğu ise ekonomik temelden çıkar.
Tarih’ten bir örnek verilebilir. Çok örnek verilen haçlı seferlerinde, Hıristiyan ve İslam
uygarlıkları çatışmıyordu. Haçlı seferlerinde Hıristiyanlık bayrağıyla Bizans ve İslam

118
devletlerine saldıranlar, sosyolojik olarak Afrikalı, henüz uygarlaşmamış bu günkü kuzey
Avrupalılardı. Haçlı seferleri bir “Uygarlıklar Savaşı” değil, bir “Barbar Akını” idi.
Ya da Tersinden bir Örnek verirsek, Oğuzların Bizans’ı yıkması ve balkanlara doğru yayılışı
bir uygarlıklar çatışması değil, Uygarlığa yapılan bir barbar akınıydı. Bu akının İslam veya
Hıristiyanlık bayrağıyla yapılmış olması onun gerçek sosyolojik ve tarihsel anlamını
değiştirmez.
Bu gün de, biz savaşan güçleri onların bayraklarıyla değil, o bayrakları kullanan güçlerle
değerlendirebiliriz. Ve bunlar kendi iddialarının aksine ayrı uygarlıklar veya kültürleri değil,
bu günün kapitalist dünyasının somut bölünmelerini ifade eden somut güçlerdir.
*
Politik İslam’ın veya Ulusçuluğun göstermek istediğinin aksine, bir Hıristiyan ve İslam
Uygarlığı ve bunlar arasında bir çatışma yoktur.
Gerici Modern ulusçuluğu savunanların iddialarının aksine de modern burjuva uygarlığının
aydınlanması ile aydınlanma öncesinin uygarlığının bir çatışması da yoktur.
Çünkü bu güçler yokturlar artık. Ama olayları ve çatışmaları böyle göstermekten çıkarlı
güçler vardır. Kuzey’in zengin ülkelerinin burjuvazisi, çatışmayı böyle gösterebilmelidir ki,
zengin ülkelerin emekçilerini, modern uygarlığın değerlerini savunma adına savaşa sürebilsin
veya uzaktan atacağı bombalarla işleyeceği cinayetler onaylansın.
Aynı şekilde, geri ve yoksul ülkelerin egemenleri de böyle gösterebilmelidir ki, geniş
kitlelerdeki memnuniyetsizliği kendi gücünü ve iktidarını koruyup pekiştirebilmek ve pazarlık
gücünü arttırabilmek için kullanabilsin.
Aydınlanma’yı savunduğunu söyleyenler yalan söylüyorlar. Aydınlanma insanları şu veya bu
devletin yurttaşı olarak tanımlayarak haklardan yoksun etmeyi savunmuyordu. Yurttaş ve
insan özdeş kavramlar olarak görülüyor ve tüm dünya ölçüsünde bir tasavvur bulunuyordu:
Vatanım Yeryüzü, illetim İnsanlık idealiydi aydınlanmanın ideali.
Bu gün Kendilerini Batılı, Aydınlanmanın değerlerini savunmakla tanımlayanlar ulusal devlet
ve sınırların bir numaralı savunucularıdırlar ve bu ayrımlar sayesinde dünya Kuzey ve Güney
olarak bölünmektedir.
Keza İslam’ı savunduğunu söyleyenler, İslam’ın ulusal devletlerle bir arada olamayacağını
unutmuş bulunuyorlar. İslam, bu günün putları olan ulusal bayraklar ve onların devletlerine
karşı bir cihat demektir her şeyden önce. Her hangi bir ulusal bayrağın dalgalandığı her yer,
hatta bu ulusal bayrak Şeriate göre tanımlanmış bir İslam Ulusunu bile temsil etse, “Kafir
Toprağı”dır.
Yani her ikisi de doğuşlarındaki insancıl ve yeryüzü ölçüsündeki ideallerini terk etmiş,
zıddına dönmüş; kurtuluşun değil baskının aracı olmuş, gericileşmiş dini savunuyorlar
ideolojik olarak.
İdeolojik düzeyde, gerek İslam Uygarlığını, gerek Burjuva Uygarlığını ve onun değerlerini
savunduğunu iddia eden tarafların ikisi de aslında burjuva uygarlığının gerici biçimini

119
savunmakta; dünyayı ulus devletlere bölünmüş olarak tutmakta anlaşıyorlar ve bunda bir
sorun görmüyorlar.
Tam da savundukları uluslara göre dünyanın bölünmüşlüğüdür bu zengin ve yoksul farklarını
yaratan. Irkçılığa karşı mücadele ancak ulusal sınırlara ve uluslara karşı mücadele ile
mümkündür. Bunu da ancak İşçi hareketi ve Sosyalizm gerçekleştirebilir. O halde sosyalist
mücadele, işçilerin mücadelesi bundan sonra burjuva uygarlığına karşı bir savaş, bir
uygarlıklar savaşı, henüz doğmamış sosyalist uygarlığın burjuva uygarlığına karşı savaşı
olmak zorundadır.
Evet, bizler “uygarlıklar savaşı”ndan yanayız ama bu gün uygarlıklar savaşından söz
edenlerin hiç birisi uygarlıklar savaşı yapmamakta; gerçek bir uygarlık savaşını; sosyalist bir
uygarlık tasavvurunun bu günkü gerici burjuva uygarlığa karşı savaşını engellemek için iş ve
güç birliği içinde bulunmaktadırlar. Uygarlıklar savaşı doktrinleri ya da teorileri gerçek
uygarlıklar savaşını engellemenin; sosyalist uygarlığa karşı savaşın bir silahıdır.
Bir uygarlıklar çatışması sadece burjuva uygarlığının dayandığı bütün varsayımları
sorgulayan, onu yok etmeye yönelik bir sosyalizm ile olabilir. Ortada bu anlamda hiçbir
hareket olmadığından ve var olan sosyalistlerin hepsi, özel ve politik ayrımını; politik olanın
ulusal olana göre tanımlanması ilkesini sorgulamayı bile akla getirmediklerinden aslında
burjuva uygarlığının, çoğu kez en gerici biçimlerinin sıradan bir mezhebidirler. Bu anlamda
da bir uygarlıklar çatışması yoktur.
*
Ama biz biliyoruz ki, dinler aynı zamanda farklı sınıfsal ve toplumsal güçlerin arasındaki
çatışmada birer bayrak da olurlar. Bu bakımdan farklı sınıflar ve toplumsal güçler arasındaki
çatışma dinsel bir çatışma gibi görünebilir. Bu dinsel biçimlerdeki çatışmayı bir uygarlıklar
çatışması gibi göstermek, tarafların çıkarlarına uygun olabilir. Bu gün tam da olan budur.
Aslında Merkez ve Çevre bölünmesi ya da Avrupa’nın Kuzeyi ve Güneyi ya da dünya işçi
sınıfının Siyah – Beyaz bölünmesi Hıristiyan batı uygarlığı ile İslam uygarlığı bölünmesi gibi
yansımakta ve yansıtılmaktadır.
Geri ülkelerin neredeyse, (Afrika’nın Güney’i ve Güney Amerika hariç) tamamı, aynı
zamanda İslamiyet’in yaygın olduğu ülkelerdir. Ayrıca Avrupa ve Amerika’da yaşayan
göçmen ve siyahların önemli bir bölümü de Müslüman’dır. Buna karşılık, zengin ülkelerin,
Yani Avrupa’nın Kuzeyinin, beyazların, neredeyse tamamı Hıristiyan, hatta Protestan’dır.
Bunun yanı sıra, geri ülkelerdeki egemen sınıfların büyük ölçüde yaşam tarzları da bu
beyazlarınkine benzer.
Bu durumda, olayların özüne inmeyen yüzeysel bir bakışın, tıpkı güneşi dünyanın etrafında
dönüyor görmesi gibi, bu günkü dünyadaki çatışmayı bir Hıristiyanlık İslamiyet çatışması gibi
görmesi mümkündür. Buradan da kolaylıkla Hıristiyanlık Batı, İslamiyet Doğu; Hıristiyanlık
Maddiyat İslamiyet Maneviyat türünde paralelliklere ve Uygarlıklar çatışması gibi kavramlara
varılabilir. Bu anlaşılır bir durumdur. Geniş kitleler açısından da durum aşağı yukarı böyle
kavranmaktadır.

120
Ne var ki sorun sadece olayların özüne inememekten, gerçek güçleri görememekten
kaynaklanmamaktadır, bu aynı zamanda belli çıkarları savunmanın aracı bir ideolojidir.
Uygarlıklar çatışması teorisinin ABD’den çıkması bir rastlantı değildir. Bu aslında, geri
ülkelere yönelik saldırgan bir politikanın ideolojik hazırlığıdır. Nasıl geçen yüz yılda, kimi
ırkların veya kültürlerin üstün olduğu teorileriyle sömürgeciliğin ve faşizmin ideolojik yolları
açıldıysa, bu günkü uygarlıklar çatışması teorileri de daha sofistike olarak aynı işlevi
görmektedir.
Bugün Dünyadaki bütün önemli petrol üreten ülkeler Venezüella ve Rusya hariç nüfusunun
çoğu Müslümanlardan oluşan ülkeler olduğu için ve bu ülkelerin halkları da İslamiyet’i
sömürülmelerine ve uğradıkları baskıya karşı mücadelede bir bayrak olarak kullandıkları için,
Uygarlıklar Çatışması teorisi, bu haklara karşı cezalandırma ve ezme seferlerinin ideolojik alt
yapısını oluşturmaktadır.
Ne var ki, bu uygarlıklar veya kültürler veya Hıristiyanlık İslam çatışması teorileri aynı
zamanda bizzat o nüfusunun çoğu Müslüman olan ülkelerdeki egemenlerin de işine
gelmektedir. Bunlar Türkiye’de olduğu gibi İslamiyet’i bayrak yapmış, palazlanmış
burjuvalar; İran’daki gibi geleneksel bir Molla oligarşisi; bir askeri diktatörlük ya da bir
monarşi olabilir. Bu teori onların da aynı zamanda geniş kitlelerin memnuniyetsizliğini
kapitalizmden ve kendilerinden uzaklaştırmalarının da bir aracı olarak işlev görür. Böylece o
kitlelerin memnuniyetsizliklerini kendi pazarlıklarında bir tehdit aracı olarak kullanırlar.
Dolayısıyla ortada bir kültürler veya uygarlıklar çatışması olduğu savından yola çıkanlar, ister
bu çatışmayı yumuşatmak istesinler, ister kışkırtsınlar, özü itibariyle karşılıklı bir suç ortaklığı
içindedirler.
Bu tıpkı soğuk savaş döneminin bürokratik Stalinist diktatörlüklerinin de, diğer kapitalist
ülkelerin de çatışmayı bir sosyalizm kapitalizm çatışması gibi göstermekten ortaklaşa olarak
çıkarlı olmaları ve o ülkelerin sosyalist olmadığını söyleyen devrimci Marksistler karşısında
suç ortaklığı içinde bulunmaları gibidir.
*
Bu suç ortaklığı somut olarak Karikatür üzerine gelişmelerde çok açık görülmektedir.
Karikatürlerin ırkçı olduğu çok açıktır. Zengin ülkelerin ne yöneticileri ne aydınları ne de
sosyalistleri şöyle bir davranış göstermedi:
“Bu karikatürler ırkçıdırlar, Muhammet’i sembol olarak kullanarak, İslam’a inanan yoksul
ülkelerin insanlarını ve onların şahsında da bu yoksul ülkelerin halklarını, insanlık düşmanı
teröristler olarak göstererek, zengin ülkelerin işçi ve emekçilerini bu halklara karşı psikolojik
ve ideolojik olarak sefere hazırlamakta, ırkçılık yapmaktadırlar, bunu proteste ve mahkûm
ediyoruz. Irkçılığı savunan ideolojilere karşı yasaklamalarla mücadele edilemez, çünkü
yasaklar bütün dünya tarihi göstermiştir ki daima gericiliğin işine yarar. Tartışmayı fikir
özgürlüğü ile onu reddedenler gibi koymak yanlıştır. Burada bizlere düşen ırkçılığa karşı
mücadele etmektir. Bunun ilk şartı da bu ırkçılığı mahkûm etmektir. Irkçılığı temelinden yok
etmek ancak politik olanın tanımından ulusun tanımından sadece dil, din, etniyi değil her türlü

121
territoryal sınırlamayı dışlamakla olabilir. Bu ise bu günkü ulusların ve ulusal sınırların
ortadan kaldırılmasını gerektirir.”
Beyazlar karikatürlerin ırkçılığını mahkûm ve teşhir etme yerine, sorunu bir fikir özgürlüğü
sorun gibi koydular. Karikatürlerin ırkçılığından değil, provakatifliğinden söz ettiler.
Ama bu koyuş da bizzat zaten dünyanın, zengin ve yoksul; güney ve Kuzey; Siyah ve beyaz
olarak bölünüşünün bir yansıması ve zenginin, beyazın, kuzeyin, merkezin kendi çıkarını
korumasının aracıydı.
Buna karşılık karikatürleri protesto eden ve karşı çıkan “siyahlar” veya “güney”dekiler de
“Bu ırkçı karikatürleri protesto ve mahkum ediyoruz, tüm insanları da buna davet ediyoruz;
bu ırkçılığa karşı yasaklarla değil, somut tavır alışlarla, onların ırkçılığını göstererek mücadele
edilebilir” gibi bir yaklaşım içinde olmadı hiç bir zaman, böyle sesler duyulmadı. Bütün
tartışma, “benim kutsal olduğuna inandıklarıma laf söyletmem” alanına taşındı. Yani bizzat
burjuvazi, hükümetler vs. nin işine gelecek gerici bir noktadan tepki gösterildi.
Bu da beyazlara, kuzeylilere, “benim kutsalım da hiçbir şeyin kutsal olmadığıdır” deme
olanağı sağlandı. Ortada sanki ırkçılık ve ona duyulan tepkiler yokmuş da, bir yanda
Muhammet’i dokunulmaz görenler, bir yanda hiçbir şeyi dokunulmaz görmeyenler gibi; sanki
iki değer sistemi ve bunların çatışması varmış gibi; ortada sanki farklı değerler, yani farklı
uygarlıklar çatışması varmış gibi görünüm ortaya çıktı.
21 Şubat 2006 Salı

122
Sekizinci Bölüm

Kültür Üzerine Çeşitli Yazılardan Bölümler

“Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak”tan Bir Bölüm


Çok kültürlülük bir aldatmacadır, daha doğrusu, batı uygarlığının kendi kültür anlayışını,
tanımını, diğer kültürlere dayatmasıdır. Diğer kültürlerin kültür anlayışlarının ve tanımlarının
baskı altına alınmasıdır. Kültürel olan bu tanımda, siyasi anlamı olmayandır. Yemektir
örneğin, giyimdir, günlük hayata ilişkin kimi alışkanlıklardır, konuştuğunuz dildir. Ama biri
çıkıp, benim kültürümde devlet yok, benim kültürümde bir ulustan olmak diye bir kavram
yok, benim kültürümde saniyeler dakikalar yok, benim kültürümde özel mülkiyet yok, benim
kültürümde polis yok, benim kültürümde mahkemeler yok diyemez. Bunları dediği an, çok
kültürlülük efsanesi biter, söyleyen soluğu caza evinde ya da tımarhanede alır. Çok
kültürlülük, ulus ilkesine dayanan devletleri kurtarmak için çıkarılmış, batı uygarlığının kültür
anlayışının diktatörlüğüdür.
Avrupa uygarlığının kültür karşısındaki tutumu, dinler karşısındaki tutumuna benzer. Bu
uygarlıkta din, kişinin bir vicdan ve inanç sorunu olarak tanımlanmış, ve en ideal biçimlerinde
tümüyle politik alanın dışına itilmiştir. Ama bu aslında, diğer dinlerin din anlayışları üzerinde
bir diktatörlüktür. Örneğin sıradan halk İslam'ı değil, politik İslam, ya da Şeriatın tanımladığı
İslam, tıpkı ulusçuluğun, siyasal birimle ulusal birimin çakışmasını ön görmesi gibi, siyasal
birimle din biriminin çakışmasını ön görür. Bu anlayış karşısında batı uygarlığının din
anlayışı bir diktatörlüktür, ona izin veremez çünkü. Bunun tersi de doğrudur, politik İslam da,
dini kişinin vicdan ve inanç sorunu olarak, politik alanın dışında anlayan yaklaşım üzerinde
bir diktatörlüktür. Bunlar uzlaşmazlar. Aynı şekilde başka kültürlerin kültür tanımları
karşısında da aynı durum vardır. Bir kültürün siyasal alan içinde gördüğünü, diğer kültür
görmüyorsa, bunlardan birinin geçerliliği diğeri üzerinde diktatörlüktür. Çoğulculuk, çok
kültürlülük, demokrasi, çok renklilik gibi kavramlar bu diktatörlüğü gizlemeye yarayan
ideolojik araçlardır.

123
Zürih’te Bir Konferans Duyurusu

Konferans İlanı
12 Şubat 2000'de Basel'de ve 13 Şubatta Zürich'te yapacağım konuşmanın konusu:

Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük


Avrupa Merkezcilik ve Çok Kültürlülük ilk bakışta birbiriyle çelişiyor gibi görünüyor. Hatta
bir çoklarınca çok kültürlülük Avrupa merkezciliğin bir eleştirisi ve aşılması olarak
görülüyor. Avrupa Merkezciliği değil miydi, diğer kültürleri kendi değerleriyle yargılayan ve
onlara daha alt bir değer biçen. Çok kültürlülük ise, bütün kültürleri eşit değerde görüyor.
Bu zıtlığın göründüğü gibi olup olmadığı. Çok Kültürlülük veya Çok Kültürlü Toplum
kavramlarının Avrupa Merkezciliğin günümüze uyarlanmış bir versiyonu olup olmadığı gibi
sorulara cevap aramaya çalışılacaktır.

Demir Küçükaydın

124
Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı’dan Kültür İle İlgili Bir Bölüm
Kültür kavramı ile Uygarlık ile zıtlık içinde, insanın doğaya kattığı her şey anlamında veya
kültürsüz bir toplum olamayacağı önermesiyle Engels ve Kıvılcımlı aracılığıyla çok önceden
karşılaşmış ve öyle kabul etmiştim.
Ne var ki kültür çok başka anlamlarda da karşımıza çıkıyordu sosyalist literatürde.
Örneğin Lenin ve Troçki’de devrim sonrasındaki tartışmalarda, “proleter kültür”e karşı
Lenin’in hele önce “Kültürlü tüccarlar olalım” ifadelerinde yansıyan, genel okuryazarlık gibi
modern toplumun gerektirdiği nitelikler bağlamında bir Kültür kavramı vardı.
Daha önceki “Kültürel Özerklik” tartışmalarında, Lenin Kültür kavramının içinde ideolojik
olanın da bulunduğu ve ayrılamayacağı noktasından, kültürel özerkliğin fiilen ideolojik
özerklik gibi bir anlama geleceği ve egemen sınıfın çıkarlarına hizmet edeceği gerekçesiyle
Kültürel Özerkliğe karşı çıkmıştı. Burada örneğin kültür kavramı politik ve ideolojik olanı da
kapsıyordu
Seksenli yıllardan itibaren “çok kültürlülük” gibi bir program ve sürekli olarak kimlik ve
kültür üzerine tartışmalar görülüyordu. Ama artık bu program ve tartışmalarda kültür, çok
özel bir anlamda, politik olmayan bir anlama sahipti. “Çok kültürlülük” sloganı, kültür
kategorisine giren şeylerin politik olmaması gerektiği veya politik olmayan şeylerin kültür
kavramı içine girdiği varsayımına dayanıyordu.
Kültür kavramının bu çok özel kullanım ve anlamını ortaya çıkararak, aslında çok
kültürlülüğün, belli bir kültür kavramı ve tanımının diktatörlüğü anlamına geldiği
sonucuna çok önceleri ulaşmıştım17. Yani Kültür kavramı, Çok Kültürlülük bağlamında,
sosyolojik değil, hukuki bir kavram olarak kullanılıyordu.
Kültür kavramının bu özelliğini görmek din kavramının da aynı durumda olduğunu görmeyi
kolaylaştırıyordu ve bunun için sadece küçük bir adım atmak yeterdi. Dinin de aynı
muameleye uğradığını görüyordum ama bu ayrımın kendisinin modern toplumun dini
olduğunu göremiyordum18. Modern toplumun dinini, ulusal olanın politik olana göre
tanımlanması olarak, yani ulusçuluk olarak tanımlıyordum19.

17
“Çok kültürlülük bir aldatmacadır, daha doğrusu, batı uygarlığının kendi kültür anlayışını, tanımını, diğer
kültürlere dayatmasıdır. Diğer kültürlerin kültür anlayışlarının ve tanımlarının baskı altına alınmasıdır. Kültürel
olan bu tanımda, siyasi anlamı olmayandır. Yemektir örneğin, giyimdir, günlük hayata ilişkin kimi
alışkanlıklardır, konuştuğunuz dildir. Ama biri çıkıp, benim kültürümde devlet yok, benim kültürümde bir ulustan
olmak diye bir kavram yok, benim kültürümde saniyeler dakikalar yok, benim kültürümde özel mülkiyet yok,
benim kültürümde polis yok, benim kültürümde mahkemeler yok diyemez. Bunları dediği an, çok kültürlülük
efsanesi biter, söyleyen soluğu caza evinde ya da tımarhanede alır. Çok kültürlülük, ulus ilkesine dayanan
devletleri kurtarmak için çıkarılmış, batı uygarlığının kültür anlayışının diktatörlüğüdür.” (D. Küçükaydın,
Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak, kasım 1998)
18
“Avrupa uygarlığının kültür karşısındaki tutumu, dinler karşısındaki tutumuna benzer. Bu uygarlıkta din,
kişinin bir vicdan ve inanç sorunu olarak tanımlanmış, ve en ideal biçimlerinde tümüyle politik alanın dışına

125
Kapitalizm öncesindeki dini de modern toplumdaki gibi bir inanç olarak gördüğümden,
modern toplumun dinini de politik olanı ulusal olana göre tanımlamak olarak gördüğümden,
yani hem modern toplumun hem de önceki toplumların dinini bu modern toplumun dininin
kavramlarıyla kavradığımdan, kenarına kadar varmış olmama rağmen Din’in tümüyle üstyapı
olduğu sonucuna uzun yıllar varamayacaktım.
*
Ama bütün bu Ulus, Kültür, Din kavramlarında yapılan ilerlemeler ve bunların da birbiriyle,
klasik Marksizm’le ve daha sonraki katkılarla uyumlu olması sonucu, aslında meyve dalında
çoktan olmuş, düşmek için küçük bir zekâ esintisi bekler durumdaydı.
Öte yandan, bu kavramlar aynı zamanda somut politik mücadelenin en can alıcı sorunlarıyla
da doğrudan bağlantılıydı. Yani pratik ve sosyal ihtiyaçlar da ortadaydı ve sürekli baskısını
hissettiriyordu.
Bu birikim, olgunlaşmışlık ve koşulların yarattığı baskı çözümü adeta zorluyordu. Ne var ki
yine de çözüm çok karmaşık bir yoldan geldi. Çünkü, zihnin derin bağlantıları bulması ve
kurması çok karmaşık bir süreçtir. En tipik örnek benzolün formülünün rüyada bulunmasıdır.
Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” adlı romanında, minyatür sanatında perspektif
bulunmamasını, tanrının bakışıyla, Rönesans sonrası batı resimdeki perspektifi insanın
bakışıyla açıklaması, en din dışı görünen resmin ve en din dışı görünen konuların bile dinin
içinde olduğu ve anlaşılabileceğine ilişkin bir fikri, bir anlayışı, bir sezişi kafama
yerleştirmişti.
Bu bağlantı Roman ile bireyin ortaya çıkışa arsındaki ilişki ile de uyum içinde olduğundan,
dinle en ilgisiz gibi görünen bir edebi formun, Romanın bile din çerçevesinde anlaşılabileceği
gibi bir sonuca yol açabiliyordu.
Sanırım bu gibi sorunların ve düşüncelerin katalizatörlüğü ile de, “Din nedir?” diye sorup
dinin sosyolojik bir tanımını aradığımda, dinin tümüyle üstyapı olduğu çıkarsaması ortaya
çıkabildi.

itilmiştir. Ama bu aslında, diğer dinlerin din anlayışları üzerinde bir diktatörlüktür. Örneğin sıradan halk İslam'ı
değil, politik İslam, ya da Şeriatın tanımladığı İslam, tıpkı ulusçuluğun, siyasal birimle ulusal birimin
çakışmasını ön görmesi gibi, siyasal birimle din biriminin çakışmasını ön görür” (a.g.e.)
19
“Madem ki batı uygarlığı, dini ve kültürü öyle tanımlıyor ve politik alanın dışına itiyor, ona da bu uygarlığın
dini olan ulus ilkesine ve ulusçuluğa niye aynı ceza verilmesin? Batı uygarlığının ufkunun ötesinde başka bir
uygarlığın hayali, işe, batı uygarlığının dini olan ulus ilkesinden başlamak zorunda değil mi?”

126
127
128

You might also like