You are on page 1of 4

HAKİKAT POLİTİKASI

(Bireylikler, sayı 10)

Düzenin sefilliğiyle birlikte saçmalığı, akıl dışılığı iyice göze batar hale gelmiştir. Sırf bu yüzden bile
‘egemen sınıf’, varolan düzeni sürdürmek için baskıyı, şiddeti, dayatmayı artırmak zorunda ve öyle de
olmaktadır. Bu, demokrasi adı altında, sözde özgürlükçü ve eşitlikçi, ama hakikatte bütün aygıtlarıyla
‘sürü’ üzerinde açık ve kaba bir terör uygulayan despotizmdir. Ortaya yayılan korku, ortaya yayılan
koku dayanılmaz bir hal almıştır. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve böylece Soğuk Savaş’ın bitimiyle
çoğunluk, kısa bir süre daha iyi, özgür ve hakça paylaşımın olacağı bir dünyada yaşayacaklarını sandı,
ama ‘hayal’ kısa sürdü, yanılsama bitti. Şimdi hakikat zamanı. Bugün ‘çelişki’ artık tamamen
uzlaşmaz bir hale gelmiştir ve giderek de daha katlanılmaz bir hal almaktadır. Bu durum hem tek tek
insanlar arasında hem sınıflar arasında hem de toplumlar arasındaki uçurumu daha da belirgin bir
duruma getirmektedir. Şu noktayı özellikle vurgulamak gerekir ki onların ilerleme dediklerinin bir
sınıfın, bir ülkenin, bir zihniyetin diğer sınıflar, diğer ülkeler ve diğer zihniyetler üzerindeki baskı,
denetleme, dayatma politika ve yöntemlerinde, yani ‘sürüleştirme’ sürecinde ‘gelişme’ olduğunu
düşünüyoruz biz. Hala sisli, bulanık görenler olabilir; hala bu saçmalığı, akıl dışılığı, sefilliği
demokrasi ile örtebileceğini sanan uşaklar, yaltakçılar, dilenciler olabilir, ama biz bu şiddetli
yırtılmanın ‘görüntüyü’ sıyırıp attığını ve böylece ışıltılı derinin altında kıpraşan hakikatin daha bir
göz önüne serildiğini görüyoruz. Bu yüzden elimizde HAKİKATTEN başka bir şey yok ve ısrarla onu
savunacağız. Hakikati savunmak elbette bu anlamda başlangıçtır. Kapitalizmin hakiki olana,
dolayımsız ve doğrudan olana tahammülü yok. Tam da bu noktada bu ‘durumun’ karşısına dikilecek
olanın da HAKİKAT olduğu ortadadır. HAKİKATİN dışında ne varsa; özgürlük adına pazarlanan
seçme ve seçilme hakkı, acımasız ve despotik adaletsizliğin üzerini örten hukuk, çevreci hareketler,
kadın hareketleri, hepsi ve daha birçokları liberal-demokratik baskının içinde yer alır ve adı
konulmamış faşizme hizmet ediyor. Varolan düzenin sınırları içinde, düzenin işlevsel olarak izin
verdiği kadar. O zaman özgürsünüz. Her şeye izin var. Bu durum, yani bu sözde özgürlük, liberallerin
pek sevdiği özgürlük olarak elbette liberal-demokratik otoriteye hizmet etmektedir. Şimdi, özellikle
şimdi, durumun; durumun topografik olduğu kadar psikolojik ve sosyolojik koordinatlarını tarif
etmekle işe başlamak gerek. İşte o zaman gözlerden saklanmaya çalışılan HAKİKAT ortaya çıkacak
ve bu HAKİKAT, insana verili durumu aşma (hakiki özgürlük) ve yalanı yüze vurma gayreti ve
cesaret verecektir. Bu yüzden her an; an ve an içinde bulunduğumuz durumu yeniden, yeniden,
yeniden tarif edip göz önüne çıkarmalıyız. Bu Lenin’in ifade ettiği ve özellikle vurguladığı HAKİKAT
POLİTİKASI’dır. Sözde millet meclislerindeki parti politikalarından tamamen farklıdır. Elbette
burada Slavoj Zizek’in belirttiği gibi hakikat, iktidarı elde etmek için Nietzsche’ci ‘şizoid karakter’
uyarınca bir ‘yalan’ gibi algılanabilir, ama ‘postmodern despotizm’ çağında elimizde HAKİKATTEN
başka bir şey yok. Şöyle de denilebilir: Postmodernite’nin pek bayıldığı “herkesin bir hikayesi
vardır/olmalıdır” palavrası/dayatması ile kurduğu yanılsamalar dünyasında ‘hikaye anlatma’, aslında
fiili olarak hakikati örtme edimidir. Ama gelin görün ki, faşist ağ bu durumu size ‘özgürlük’ olarak
pazarlayacaktır. Hakikaten özgürmüşsünüz gibi, ama iyi bilinmelidir ki bu, egemen düzenin izin
verdiği bir özgürlüktür. “Kendi hikayeleriyle oyalansınlar.” Oysa, hakiki özgürlük varolanı değiştirme
seçeneğinin de olması durumunda olacaktır. Dayatılan seçenekler arasında seçim yapmak özgürlük
olmadığı gibi despotik baskıyı da insanlara sanki onların çıkarına gibi dayatmaktan başka bir şey
değildir. Burada bu seçeneklerin dışında bir şey istiyorum deme özgürlüğünüz yoktur. Ah ne güzel bir
oyun bu, dayatılan şeylerin aslında kendi isteğimiz olduğunu göstermek için İÇİNDEKİ SESİ DİNLE
demeyi pek sever bunlar. Oysa içteki ses epeydir içimize yerleşmiş olan kendi sesidir. Biz bir güzel bu
sesi kendi özgür iç sesimiz sanarak despotik faşist ağı ve hakikati göremeyiz. İşte bu yüzden
HAKİKAT, onca ‘hikayenin’ ortalıkta gezindiği günümüzde elimizdeki en somut şeydir. Öyleyse
BANA HİKAYENİ DEĞİL HAKİKATİ ANLAT, HAKİKATİ SÖYLE!

Bu durumda öncelikle hakiki özgürlükle düzenin dayattığı seçenekler arasında bir seçim yapma
özgürlüğü olan ‘biçimsel özgürlüğü’ birbirinden ayırmak gerekir. Bu olmazsa olmaz bir zorunluluktur.
Elbette aynı zamanda da HAKİKAT’i nasıl anladığımız da bir o kadar önemlidir. Çünkü yürürlülükte
olan sanki doğalmış gibi algılanmaktadır. Bu “ben ne yapabilirim ki” umutsuzluğu ve çaresizliğinin en
önemli nedenidir. Çünkü baskıcı ve despotik düzenin sanki insanın yararınaymışçasına sunduğu -oysa
bir dayatma söz konusu- ve böyle kabul ettirdiği bir durumla karşı karşıyayız. Olup biten ne varsa
insanın o meşhur rekabete teşne doğasından kaynaklandığı yalanı. BÜYÜK YALAN! İşte hakikat
budur. Çünkü rekabet yerine insanın işbirliği yaparak da gelişebileceği/geliştiği,
ilerleyebileceği/ilerlediği yeni yeni bilimsel çevrelerde tartışılmaktadır.

Eşitlikçi ve özgürlükçü olduğunu savunan ve öyle düşünülmesini isteyen demokrasi otoriter ağın
kendini meşrulaştırma çabasından başka bir şey değildir. Tam bu noktada artık eskimiş bir ekonomik
biçimi -insanın kaderini kime hizmet ettiği belli olan piyasa denen bir saçmalığa bırakmak-
sürdürebilmek için varolan düzenin baskı ve şiddeti, yani terörü daha da artırmaktan başka bir
seçeneği kalmamıştır. Çünkü başta da söylediğimiz gibi düzenin sefilliğinin yanı sıra saçmalığı,
köhneliği ve akıl dışılığı hat safhaya gelmiştir. Baskıcı ve despotik hükmetmenin aracı olarak
DEVLET aygıtı bir tahakküm aracı olup bu DEVLET’in eşitlikçi ve özgürlükçü olması mümkün
değildir. Diğer bir deyişle bu da BÜYÜK YALAN’ın bir parçasıdır. Seçme ve seçilme özgürlüğü,
hukuk, insan hak ve özgürlüklerini güvence altına alan yasalar…Bütün bunlar DEVLET’in
hükmederken kullandığı araçlardan başka bir şey değildir. Hükümet parlamentosuyla, hukukuyla,
mahkemeleri, ordusu, polisi ve diğer kurumlarıyla örgütlü ve “silahlı bir çete” gibi yalanı sürdürür.
Burada özellikle belirtmek gerekir ki parlamento da hukuk da ve doğal olarak ordu ve polis de bütün
aygıtlar düzenin ve sahiplerinin korunması için vardır, çünkü sahipler çoğunluğun içinde azınlık
olduklarını çok iyi bildiklerinden varlıklarını güvence altına almaları gerekir. Bu aslında onların
korkularını da ele vermesi bakımından önemlidir. William Morris’in ütopya romanı HİÇBİR
YERDEN HABERLER’de açıkça ve pek isabetli olarak belirttiği gibi “…toplumun egemenleri,
düşman bir ülkede silahlı bir çete gibi yaşadıklarından korkmaları da gerekiyordu.” Bu doğrultuda
varolan her anlamda örgütlüdür, o pek sevdikleri hukukun üstünlüğü gibi kavramlar tamamen
egemenliklerini koruyabilmek anlamında vardır, daha olmadı korkularının uzantısı olarak ceza
yasaları ile baskı ve şiddeti sürdürürler. Burada komik olan ise kendileri her anlamda örgütlü oldukları
halde bunun karşısına çıkabilecek örgütlerden, örgüt oluşumlarından ölesiye korkmalarıdır. Elbette
böyle bir düzenin içinde özgürlükten ve eşitlikten söz edilemez. Olsa olsa yukarıda da belirttiğimiz
gibi fiili ve hakiki özgürlük yerine ‘biçimsel özgürlük’ler olan düzenin dayattığı seçenekler vardır.

Diğer yandan ise hepimizin işin içinde olduğu hakikati çerçevesinde öyle ya da böyle hepimiz egemen
düzene hizmet ederiz. Bu anlamda masum olmadığımız ortada ve daha da kötüsü Adorno’nun
özellikle vurguladığı gibi “masumluğumuzu yitirdiğimizde habisleşmekten başka bir şansımız
kalmıyor.” Çünkü öyle ya da böyle çoktan çürümüş, miadını doldurmuş, ama yine de sanki bundan
farklı, daha iyi bir dünya olamazmış gibi bir yollu teslim olduğumuz düzenin içinde kalarak onun
sürmesini sağlıyoruz. Bu habisleşmek değil de nedir? Yeryüzü ve doğal olarak insani her şey bugün
alınılıp satılan bir mal haline gelmişse, salt böyle olduğu için özde habisleşmemiş olanlar bile böyle
davranmak durumundadır. Öyle görünüyor ki bu “yanlış bir hayat doğru yaşanmayacağından” dolayı
böyledir. Adorno’ya göre ‘sınıf’, yani egemenler böylece gerçekleştirmektedirler kendilerini. Bunun
için HAKİKAT POLTİKASI, yeryüzünün bu gidişatına, bu çürümüşlüğe ve sefilliğe ortak olan ne
varsa, yani BÜYÜK YALAN’ı yüze vurma, en azından ‘şimdilik’ onun farkında olduğumuzu
gösterebilmek ve bunu söyleyebilmek anlamında hakikaten elimizdeki en büyük güçtür: Evet, biz sizin
içyüzünüzü biliyoruz, ne mal olduğunuzu!..

Genel olarak günümüzde hiçbirimiz kendi hayatını belirleyebilecek bir konumda değiliz. Bu şu
anlama geliyor: İnsan özne olmaktan çıkarılmıştır. Dahası özne olamayan, özne olma yeteneği ve gücü
baltalanmış insan düzenin karşısında elleri kolları bağlı ve kötüsü bunun farkında bile olmayan,
üzerinde her türlü işlem yapılabilecek bir ‘şey’dir. Bu durum elbette tür için, türün geleceği açısından
oldukça tehlikelidir. Sınıf, yani egemenler kendilerini gerçekleştirirken türün kendini gerçekleştirme
yolları tamamen tıkanmış durumdadır. İşte bizim HAKİKAT POLTİKASI dediğimiz; hakikati her an,
durmadan, usanmadan dillendirmek türe zorla, baskı ve şiddetle unutturulmak istenen ve tamamen
olmasa da büyük ölçüde unutturulmuş ne varsa, her şeyi hatırlatmak* anlamında hayati öneme sahiptir.
Tür tehlikede olduğunun farkına varmalıdır. Bu, türe en azından bir refleks olarak, bir içgüdü olarak
tehlikeye karşı kendini koruma edimi sağlayacaktır. Özellikle vurgulamak gerekir ki her şeyin iyiye
doğru gittiği yanılsaması içinde tür
elbette kendini koruma anlamında
dahi müdafaa yapmayacaktır.
BÜYÜK YALAN, ilerleme/gelişme
yalanıyla türün kendini koruma
yolunu tıkama peşindedir. Türün
kendini koruyabilmesi ve kendini
gerçekleştirebilmesi, tek tek her bir
insanın bunun özellikle farkına
varmasıyla mümkün olacağı
ortadadır. Her şeyden önce insanın
özerkliği de diyebileceğimiz özne
olma halinin kazanılması
gerekmektedir. Bu her anlamıyla bir
farkındalıkla mümkün olacağından
HAKİKAT’i söylemek ve sonra bir
daha söylemek, sonra yeniden,
yeniden söylemek sorgulanmayan,
sorgulanamayan olup bitenin
kavranmasını getireceğinden bugün
yaşananların insanlık dışı niteliğini
kavramada içi boşaltılan insana bir
‘iç’ kazandıracaktır. Böyle bir idrak,
üzerine basa basa söyleyelim,
dünyanın bu sefil haline yön veren
insanlık dışı, baskıcı ve despotik
iradenin karşısına güçlü ve örgütlü
bir irade olarak çıkmak için
öncelikle gereklidir. En azından
hiçbir güzellik ve avuntunun
kalmadığı günümüz dünyasında akıl
dışı sefilliği gören gözler az bir şey
midir? Bu idrak, Adorno’nun
söylediği gibi “ölümden çok daha
korkunç şeylerin olduğu bu dünyada
yaşamın sonsuz alçalışıyla ölmenin sonsuz azabına” karşı bir dayanma ve daha iyi bir dünyayı
tasarlama gücüyle hareket edebilecek yeni bir irade demektir. Ardından başka dünyalara bağlanış
gelecektir. Böylece, belki de yitirdiğimiz masumiyeti yeniden kazanırız.

(Şekil 1)**
*
Evet hatırlıyoruz, çünkü Umberto Eco’nun Açık Yapıt’da söylediği gibi “Fiziksel anlamda bellek, bir
kayıt almadır...” Bu anlamda her şeyden önce hatırlayarak unutmadığımızı gösteririz. Bu elbette yine
Eco’nun dediği gibi “Bizim nedensel ilişkiler kurmamıza, olguyu yeniden saptamamıza yardımcı olur.”
Nedir bu olgu? Kimilerin ‘tarihin sonuna gelindiğini’ söylediği günümüzde kapitalizm gerçeğine karşı,
bütün olumsuzluklara rağmen hiç bıkmadan, inatla ‘biçimlenen’ yeni, başka, başka dünyalar umudu ve
çabasıdır. Bu ‘biçimlenim’ baskılara, şiddete, zorbalıklara rağmen genel gidişattan bir ‘sapma’ olarak
karşımıza çıkar. Kuşkusuz egemen düzen bu ‘sapmaya’ karşı geçmişte olduğu gibi günümüzde de bütün
gücüyle saldırmakta, bu doğrultuda yeni yöntem ve beceriler geliştirmektedir ve doğal olarak gidişatın
değişmeyeceği şeklinde bir umutsuzluğa yol açmaktadır. Tarihin sonuna gelindiğini söyleyenler herhalde
egemen düzenin baskı ve şiddetindeki genel artıştan yola çıkarak böyle bir saptamayı yapmaktadırlar, ama
Hans Reichenbach’ın son derece basit bir biçimde açıkladığı gibi egemen düzenin gücündeki artış, başka
süreçlerin bir araya gelerek olasılık dışı davranmasını, yani olasılığı tersine çevirmesini dışlamaz. Bu
yüzden egemenin unutturmaya çalıştığı ne varsa biz hatırlayacağız. (Denizsuyukasesi, Ekim-Kasım 2003,
Sayı 1.)
**
Denizsuyukasesi, Ekim-Kasım 2003, Sayı 1.

You might also like