You are on page 1of 4

TUHAF KARŞILAŞMA

(şiiri özlüyorum, mart-nisan 2011, sayı 41)

Baykuşların uğursuz oldukları söylenir. Bu inanışın ‘insanbiçimsel’ bir yargı olduğunu kabul etmekle birlikte esas
olarak “olumlama” ve “değilleme” yapmadan konuşmaya çalışacağım burada. Her ne kadar zor, hatta imkansız
görünse de bir “kaçış çizgisi” içinde olmaya çalışacağım. “Kaçış çizgisi” içinde olmanın tadını neyle
kıyaslayabilirim!

“Olumlama” ve “Değilleme” yapmadan konuşmak Roland Barthes’ın Romanın Hazırlanışı I’in (Collège de France
Ders Notları, 1978 -1979) 9 Aralık 1978 tarihli oturumunda söz ettiği Zen-anekdotunda geçer: “Şu-Şan (X. yy.) bir
grup tilmizi karşısında elindeki çubuğu sallayarak şöyle der: Buna çu-pi demeyin, çünkü derseniz bir olumlama
yapmış olursunuz; bunun bir çu-pi olduğunu yadsımayın, çünkü yadsırsanız, bir değilleme yapmış olursunuz.
Olumlama ve değilleme yapmadan konuşun, konuşun!” Başta da söylediğim gibi “her ne kadar zor, hatta
imkansız görünse de” bu ‘tünel’den geçerek dilin ve kurduğumuz dünyanın “iki tabanlı”, yani iyi-kötü, güzel-çirkin,
doğru-yanlış biçimindeki hapishanesinden sıvışmayı umuyorum. Giderek, hem Newton’cu mekanik ve determinist
bir çizgide/kuşakta hem kuantumcu dalga işlevleri boyutunda hem de “olasılıkçı” termodinamik süreçler
bağlamında bir ‘açıklığa’ varmayı… Böylece, Gödel’in “Tamamlanmamışlık” ve Heisenberg’in “Belirsizlik” ilkeleri
doğrultusunda kesinliklerin değil de kararsızlık ve belirsizliklerin, kısmi ve görece determinist kuşaklarla birlikte
esas olarak ‘olasılıkçı’ süreçlerin başat olduğu bir kâinatta yaşadığımızı göstermeyi umuyorum.

Newton’cu kâinatın sorunu “zamansız” oluşuydu ki bu durum “geçmişle gelecek arasında bir simetri” şeklinde
betimlenmişti. Durum böyle olunca “uslu bir biçimde birbirinden farklı yörüngeler”in olduğu determinist bir kâinatta
yaşadığımız zannına kapılmamak imkansızdı. Daha sonra ortaya çıkan kuantum fiziği ise bu determinist kâinatı
“… yörüngelerin olmadığı ancak dalga fonksiyonlarının olduğu kuantum mekaniğine” yerleştirme çabası olarak
her ne kadar önümüze yeni bir ufuk açmış olsa da ‘dinamikliği’ betimlemede yetersiz kalmıştı. Kabaca, zaman
zaman dalgalanan madde “dalga işlevinin çökmesi” ile belli yörüngeleri takip eden “determinist bir kuşak”tan
geçiyordu. Ancak “zamanın oku” doğaya sokulunca sürekli yaratılan ya da oluşan ya da yapılan kâinatta geçmiş
ile gelecek arasında bir simetrinin olmadığı anlaşıldı.

Gelecek verili değildir. Yani, ‘başımıza geldikten sonra bilebileceğimiz’ bir şeydir ‘gelecek’. Öyleyse, gelecek ile
geçmiş arasında herhangi bir eşdeğerlik de yoktur. Bu anlaşılmadan canlılığı, dolayısıyla da dünya üzerindeki
yaşamı, ‘insanbiçimsel’ anlam, değer ve kuralları anlamak mümkün değildir. Sistem dengedeyken bir
‘zamansızlıktan’ söz edilebilir ancak. Tabii, görece olarak. Öyle ki, “Zamanın oku görünmüyorsa, madde görmez,
dengeye körü körüne bağlı kalır; zamanın oku ortaya çıktığındaysa, madde dengeden uzaklaşmış olarak görmeye
başlar.” Bu, oluş dinamiğidir ve “zamanın oku” geri-dönüşümsüz bir şekilde geleceği gösterir. Şimdilerde çok iyi
biliyoruz ki biz “zamanın çocuklarıyız”. Tabii, dünya da, diğer gezegenler ve yıldızlar da zamanın şimdi, burada
uzaylaşmasından başka bir şey değiller. Tam da bu noktada, her an oluşan bir kâinatta yaşadığımız bilgisiyle
geçmişten geleceğe doğru düz/doğrusal/ilerlemeci bir yolda ilerlemediğimizi, yürümediğimizi söylemeliyim. Diğer
yandan ise, kâinat bir bütün halinde oluşan canlı bir organizmaysa parçalara anlam ya da önem yapıştırmak
yerine her şeyin birbirleriyle karşılıklı ilişkisine yönelmek gerekiyor. Düzen ve kararlılıktan daha çok, hatta tam
tersine, “salınım ve kararsızlığın” hüküm sürdüğü bir uzam kâinat. Bu bağlamda ‘ilerlemeci zihniyet’in iddia ettiği
gibi ilkellikten uygarlığa doğru gelen/ilerleyen/gelişen bir yolun olmadığını söyleyebiliriz. Diyeceğim ilkel, komün,
feodal, kapitalist ve sosyalist toplum diye nerdeyse bütün ayrıntılarıyla kesinleştirilip şematiğe bağlanmış
ilerlemeci yol düşüncesi ‘insanbiçimsel’ bir kurgudan başka bir şey değil.

Tabii, matematiği olduğu kadar şiiri; öfkeyi, kini, savaşları olduğu kadar sevgiyi, aşkı, barışı; masallara, güzel
şeylere inanmayı olduğu kadar boşinan’ları, dinleri, dinler üzerinden kavgaları da üreten/yaratan bu kâinattır.
Kurduğumuz dünyanın da, bu bağlamda, dünya hakkında bir dünya olduğunu hemen ekleyeyim. Diğer yandan,
kâinatın, dolayısıyla dünyanın ve giderek insanın devingen, her an hareket halinde bir süreç olduğunu söylemek
mümkün. Kâinatı, dolayısıyla dünyayı ve giderek insanı yapan/oluşturan da bu ‘yerinde dur(a)mayış’ zaten. Öyle
görünüyor ki kendinde, kendi kendine, kendini örgütleyen canlı bir organizmaya dahiliz. Tam da bu yüzden bu
canlı organizmanın bir dışarısı yok. Derrida’nın “metnin hors-d’oeuvre’ü yoktur”undan (metindışı diye bir şey
yoktur) hareketle ben de ‘kâinatdışı’, dolayısıyla da ‘dünyadışı’ ve giderek ‘insandışı’ diye bir şey yok diyeceğim.
Dahası, bütün bu anlam, değer ve kurallar “insanın yaptığı şey”dir, “… ama insan tarafından yapılmamıştır”.
Çelişkili bir ifade mi diyorsunuz; yok, hayır, değil. Bütün bu şeyleri yapan insanın da yapıldığını düşünecek
olursak, ancak burada hiçbir aşkınsal düşünceye zemin hazırlamamak için bu ‘yapılma’ ya da ‘yapma’ların
kendinde, kendi kendine, kendini örgütleme (self-organization) olduğunu özellikle vurgulayarak, esas itibariyle
aslında bütün bu anlam, değer ve kuralların insanı, insan denilen canlıya dönüştüren yapıp-etme’ler olduğunu
görürüz. Böylece, bütün yapıp etmelerin aslında oluş’lardan başka bir şey olmadığını mı demek istiyorum?
Kesinlikle! Her şey tekdüze ve “determinist bir kuşak” boyunca süregelirken doğa, bir an’da sıçrayarak, başka
1
mecralara doğru bükülür. Böylece, Marx’ın “ölümcül sıçrama” dediği şey gerçekleşir. Hadi, Lévi-Strauss’tan
çalarak söyleyeyim, doğa kendini böyle böyle aşar.

Atomlar, nasıl birbirleriyle öylesine, başıboş ve gelişigüzel çarpışarak yeni bileşimler oluşturuyorsa makro
boyutlarda da bu çarpışmalar yaşanır. Hatta hayatın aslında bir çarpıştırma düzeneği olduğunu bile söylemek
mümkün. Adeta devasa bir deney tüpü gibidir hayat. Nobel Kimya Ödüllü Ilya Prigogine’nin de söylediği gibi “…
eğer sistem, etkileşimsiz bir parçacıklar sistemine indirgenebilirse, ne çarpışmalar ne de korelasyonlar akısı
olacaktır.” Bu, istikrarlı, ama ölü bir kâinat anlamına mı gelir bilmiyorum, ama böyle bir kâinatta yaratıcı ve
yenilikçi süreçlerin olamayacağı gibi bizler de olmayacaktık.

Burada biraz daha eşelenecek olursam: Bütün hakiki karşılaşmalar, yani hakiki mübadeleler/alışverişler “ortak bir
kurallar dizisini paylaşmayan” kişiler, topluluklar arasında olur. “Ortak kurallar dizisinin” paylaşıldığı topluluklar
“kendi kendine yeten monolojik bir uzam”dır. Peki, bundan Bahtinci “bir topluluk içindeki diyalog, bir monologdan
ibarettir” mi anlaşılmalıdır? Öyle görünüyor ki iletişim denilen süreç “bir başkasıyla konuşmaktan ziyade daha çok
bir başkasına öğretmek” biçimindedir. Bu da Ilya Prigogine’nin “içeriden ve dışarıdan enerji akışları olmazsa
varolan sistemler bu yapılarını koruma eğilimindedir” yollu düşüncesine karşılık gelir. Bu sistemler dengede
sistemlerdir. Sonuçta, buralarda hakiki diyaloglar olmayacağı gibi doğal olarak hakiki mübadele/iletişim,
dolayısıyla da “ölümcül sıçrama” da olamaz. Öyle ki denge halindeki sistemlerde “madde kördür ve göremez”. İşte
böyle bir topluluk başka bir “ortak kurallar dizisini” paylaşan ötekiyle (dışarıdan enerji akışı) ya da dengeden
uzaklaşarak kendi içindeki ötekilerle (içeriden enerji akışı) karşılaştığında -bu karşılaşmalar ister istemez
asimetriktir- madde körlüğünden sıyrılarak görmeye başlar. Bu ışıkla bakarsak: Ötekiyle karşılaştığımızda, “ortak
kurallar dizisini paylaşmayan” birisiyle, birileriyle, kekelemeye başlarız. Yani, hakiki olmaya başladığımız
süreçlerdir bu karşılaşmalar. İşte, böylece, yeni diller, yeni anlam, değer ve kurallar oluşmaya başlar: “Ölümcül
sıçrama”… Diyeceğim, varoluş, hiçbir zaman homojen bir sahada hareket etmez. Heterojen bir coğrafyada
hareket edebilmek için ise sık sık ötekilerle karşılaşıp kendi anlam, değer ve kurallarımızı ötekinin anlam, değer
ve kurallarıyla mübadeleye sokmamız gerekir. Her ne kadar öngörülemez olsa da yeni anlam, değer ve kurallar
bu karşılaşmalardan çıkar. Şunu söylemeye çalışıyorum: İçeriden enerji akışlarında aynı olanın farklılaşarak
mübadeleyi/iletişimi, dolayısıyla da çapraz ilişkileri olanaklı kıldığını görürüz. Dışarıdan enerji akışlarında ise
farklılaşmış olanlar öteki biçiminde/kılığında gelerek mübadeleyi/iletişimi olanaklı kılar. Ilya Prigogine’nin
dengeden uzak sistemlerde maddenin uyanarak yakın/uzak çevresiyle iletişime girerek yeni oluşumlara
gittiğinden söz etmesi bu nedenledir. Diyeceğim, bütün hakiki karşılaşmalar ve diyaloglar “ortak kurallar dizisini
paylaşmayan” kişiler, topluluklar arasında asimetrik bir biçimde gerçekleşir. Bu asimetri asla simetrik hale
getirilemez. Çünkü kişilerin ya da toplulukların ya da anlamların, değerlerin ve kuralların yansız, evrensel de
denilebilecek ideal bir konumları yoktur. Değerlerin ya da anlamların ya da kuralların ‘göreli biçiminin eşdeğeri’ de
ancak bu şekilde ortaya çıkar. Tabii, burada kişiler, topluluklar satıcı konumunda olma, “yani kendisini
başkalarının iradesine tabi kılma” yerine, “herhangi bir zamanda doğrudan mübadeleye/iletişime girebileceği” bir
konumda olmayı isteyecektir. Bu nedenle de hep güçlü, egemen olmak durumundadırlar.

Dünya, nasıl içinden gelenleri öyle ya da böyle ortaya koyuyorsa ben de, aslında, içimi döküyorum burada. İçimde
yetişip biten ısınma ve ışınmalar bunlar. Tam da burada, sözü başka bir mecraya, “tuhaf karşılaşma” olarak kayıt
koyduğum karşılaşmaya, “ortak kurallar dizisini paylaşmadığım” bir canlıyla karşılaştıktan sonra bende oluşan
düşünce ve duygulara taşımak istiyorum şimdi. Tuhaf diyorum, çünkü birbirleriyle alakasız, tuhaf şeyler yalnızca
tuhafiyelerde olur sanırdım hep. Neyse, önce o tuhaf ses dikkatimi çekti. Birisi sanki dertli dertli iç geçiriyordu.
Dağ yamacına kurulmuş iki katlı evimden dışarı çıkıp sesi arayamaya koyuldum. Oradaydı, bir baykuş evin
çatısından aşağıya sarkmış adeta büyülenmiş gibi bana bakıyordu. Basbayağı gözümün içine, içine doğru… Bu
dakikalarca sürdü. O an’da, beni büyülemeye çalıştığını da hani düşünmedim değil. İyi mi, bir kuşla ilk defa göz
göze geliyordum. Öyle tuhaf bakıyordu ki şaşkınlığıma eşlik eden tatlı, serin ve uyuşturucu bir yel gezindi sırtımda
uzun bir süre. Çirkin mi yoksa sevimli olduğuna hala karar veremediğimi söylemeliyim, bu bir yana, tam da o an,
birbirimizden uzak(?), tür olarak, olmamıza rağmen onunla aslında ne kadar yakın olduğumuzu hissettim. Aynı
dünyada, hatta aynı evde yaşıyorduk bu baykuşla. (Anlaşılacağı üzere, “bu baykuş”, “bu baykuş” olmayan
baykuşlar arasında bir baykuş olarak hayatıma girdi. Ben de onun hayatına girmiş olmalıyım. Öyle umuyorum.
Uzun bir süre, bütün bir yaz boyunca, zaman zaman bakışarak konuştuk onunla. Ta ki çekip gidinceye kadar,
ama ne zaman onu hatırlasam içim kıpır kıpır olur.) Sonra, ben de ölecektim, o da. Tam da bu noktada, aklıma
Fritjof Capra’nın “gelecekteki tarihçiler tarafından çağımızın en etkili düşünürlerinden birisi olarak
değerlendirilecek” dediği İngiliz antropolog Gregory Bateson geliyor hemen, o meşhur “Bateson Kıyası”:

İnsanlar ölümlüdür.
Otlar ölür.
İnsanlar ottur.

Bu kıyasın mantık açısından geçerli olmadığını söyleyecek olanlara Bateson’un da aynı düşüncede olduğunu
hemen söyleyeyim. Mantık, dünyayı, çevremizi anlamamızda her ne kadar “zarif bir alet” olarak binlerce yıldır
işimize yarasa da; iş, kalıpların özdeşliğine gelince çuvallayabiliyor. “Bateson Kıyası”nda da görüldüğü gibi
2
insanlarla otların yüklendiklerinden hareketle aynı kalıbı kullandıklarını, dolayısıyla da insanlarla otlar arasında
pek bir farkın olmadığını söylemek mümkün. Diyeceğim, beni “bu baykuşla” birbirimize bağlayan kalıbın aynı
olduğu… Dünyanın, giderek kâinatın kendine ait “canlı birleştirici ilkesi” bağlamındaki biçemden söz ediyorum. Bu
biçemin yokluğundan dolayı diğer türlerle ve hatta dağlarla, nehirlerle, yıldızlarla aramızdaki mesafeden… Bu
mesafeyi aştığımızda insanın düşünüyor ya da kuşlara göre daha çok şeyi biliyor olmasının ya da kültürlü
oluşunun onu kuşlardan ya da diğer türlerden farklı yapmadığını görürüz. Söylemek istediğim, birbirimize öyle ya
da böyle bağlı oluşumuz... Ancak, Nietzsche’nin özellikle vurguladığı “zihinsel kendini beğenmişlik” var ya, bu
yüzden insan kendini “çok daha gelişmiş ve daha doğrucu” duyumsar. Bu, insanı dünyadan ayırır. Üstelik
yukarıda söz ettiğim “canlı birleştirici ilkenin” yokluğundan dolayı da dünyaya yeniden nasıl dahil olacağını
bilemez yapar bir de. Tam da bu noktada, insan için “olgunlaşmamış bir tür” demek doğru bir tanımla olur.
Nietzsche teşhisi koymuştur zaten: “Tarihsel hastalık”tır bu. Teşhisi bu şekilde yaptıktan sonra da “… yozlaşan
uygarlığımızın kötülüklerini özetlemeye” girişir Nietzsche: “… zihinsel olarak sahip olunan ama yaşamla organik
bağı olmayan tarih bilgilerinin çokluğu uygarlığımızın içeriğiyle dış görünüşü arasında bir dengesizlik yaratır ve bu
nedenle o hem çok kültürlü hem de barbardır, bir biçemi, yani kendine ait canlı bir birleştirici ilkesi yoktur.”
Bütünden kopmuş/koparılmış bir varlık yapılanması ya da örgütlenmesi de diyebiliriz bu durum için. Kâinat, her
an, an ve an, yazılmakta olan bir öyküyse, bu öyküde “… önemli olan, dikkate alınması gereken şey konu, olaylar
veya öyküdeki şahıslar değil bunların kendi aralarındaki ilişkilerdir.” Bu bağlamda, “ilişkinin her türlü tasvirin
temeli olması gerektiğini” söyleyen Gregory Bateson’ın “başlıca gayesi, gözlemlediği fenomenlerdeki
organizasyon ilkelerini keşfetmekti.” Buradan hareketle, “biyolojik yapı (form) ilişkilerin bir araya gelmiş şeklidir,
parçaların değil” düşüncesine geliriz. Bu bağlamda kâinat için de aynı şeyi söylemek mümkün. Hadi öyleyse,
biraz daha ileri gidip kâinatın yeni bir tanımlamasını yaparak ‘kendinde kendi kendine kendini işleten işletim
sistemi’ diyelim içinde olduğumuz bu süreçler içre süreçler silsilesine. Tabii, aynı zamanda da ilişkilerle yapılıp
oluşan kâinat anlamında bütün bu olup bitenin bir random game (gelişigüzel oyun) olduğunu da söyleyebiliriz.
Diyeceğim, akılla ve bir merkezle değil de rastlantısallık ve çok/sayısız/sonsuz merkezlerle oluşan/yapılan bir
kâinatta yaşıyoruz. Aynı kurallar silsilesine uyan şeyler arasında gerçek bir diyalogdan söz etmek mümkün
olmadığı gibi buralarda farklılaşma da olmayacaktır. İşte, her şey elinizdeki avucunuzdakileri, ne varsa onları, yine
elinde avucunda başka şey olanlarla mübadele/değiştirme esnasında oluşur/yapılır ve bu öngörülemez bir
süreçtir. Oralarda, o mübadele anlarında, o süreçlerde her şey olabilir. Sanırım, öyle görünüyor ki, doğa her
zaman sıçrama pozisyonundadır, ancak zaman zaman “determinist bir kuşak”ı izlemesi gerekmektedir; enerji
birikimlerinin (niceliksel) kritik bir aşamaya gelmesiyle “ölümcül sıçrama” gerçekleşir: “Var olamayacağım yere
kadar vardım.”

Bir başka yerde -Şiir Sanat Falan Değildir, Şair Varoluşun Eşiğinde Konuşur- yanıla yakıla söylediğim gibi insana
ait bir açık alan olan uygarlık giderek bir “çorak ülke”ye dönüşmektedir. Bunu başka sözcüklerle söyleyecek
olursam: İnsan, bütünle, daha doğrusu dünyayla olan organik bağını yitirdiği için kendi ‘insanbiçimselliğ’inin dar
döngüsüne sıkışarak çoraklaşmaktadır. Öyle ki, diğer süreçlerle ilişkisizlik her şeyden önce yaratıcı “çapraz
bağlantıların” olmaması anlamına gelir ki bu doğrultuda doğadan, dolayısıyla da insandan herhangi bir sıçrama
yapmasını beklemek safdillik olur. Tabii, doğanın kendi kendine, kendisini engellediği sonucu çıkarılmamalı
buradan. Çünkü, daha önce de söylediğim gibi öngörülemez bir süreçtir yaşam ve bu bağlamda bu ‘çıkışsızlık’tan
ne gibi sonuçların ortaya çıkacağını bilemeyiz. Ancak, Nietzsche’nin dediği gibi “Tarihsel hastalığa yakalanmış
insan tarihin bahçesinde bir turist gibi” dolanmaktadır. ‘İnsanbiçimsel’ sakatlama/sakatlanma -zihinsel kendini
beğenmişlik- insanı dünyadan ayırmıştır: Buraya ait değilizdir. Öyle ki hafif, gelip geçici, uçuşkan beden gözden
çıkarılırken -oysa elimizdeki avucumuzdaki en somut şeydir- yerine ağır ve kalıcı bir şey (ruh) konur. Böylece
üzerimize çöken ağır bir şeyle yaşamak zorunda kalırız. Bu yüzden yaşamlarımız ikilem içindedir ve çoğu zaman
kendimizle ve dünyayla kavgalı olmamızın nedeni de budur. Şöyle de diyebiliriz: Sözde varlıklarımızı garanti
altına almak için bağlandığımız kazık (ruhsal kazık) sözcüğün tam anlamıyla hakiki bir kazıktır kendi kendimize
attığımız. Bakın hele: Ruh temiz ve safken elimizdeki avucumuzdaki canlı ve devingen beden kirli ve işe
yaramazdır. İşte size; bedenin anlamını, gerçekliğini ve işlevini boşaltma operasyonunu! Tüccarca değil mi? Bu
doğrultuda insan yaşamı bedensellikle kavgalı bir ruha teslim edilmiş çorak bir hengâmedir. Başında olduğumuz
bedenlerimiz başımıza gelen/getirdiğimiz ruh tarafından yutulmaktadır. Bana öyle geliyor ki, T. S. Eliot, Çorak
Ülke’de, tam da bu yüzden “yaratmanın ve cana kıymanın zamanı gelecek” der. Bunu derken de hiçbir yapının
sonsuz olamayacağını vurucu bir şekilde bize hatırlatır.

Yaratma, aynı zamanda da cana kıymaysa yaratmak, tam da bu yüzden, cana kıymayı, yani varolan bilinci
ortadan kaldırmayı gerektirir. Cana kıyma süreci, bu yüzden, yaratmanın gerçekleşeceği bir uzamdır. Bir tür
matlıktan söz ediyorum anlayacağınız. Aydınlık sandığımız bilincimizden çekilip matlaşınca belki de her şey daha
belirgin olacak. Diyeceğim, yenidünyalar oluşacaksa/kurulacaksa, bu “ölümcül sıçrama”, eski dünyanın bilgileriyle
olmaz. Tam da bu yüzden eskimiş olanın canına kıyılması zorunluluğu ortadadır. Yoksa, o dünya bizim canımıza
kıyacak gibi görünüyor. Hatırlayanlar olacaktır mutlaka: Slavoj Žižek’in Yamuk Bakmak/Popüler Kültürden
Jacques Lacan’a Giriş adlı kitabında söz ettiği Patricia Highsmith’in “Karanlık Ev” adlı hikayesi bu bağlamda da
okunabilir: “Olay, erkeklerin akşamları barda toplanıp her zaman bir şekilde kasaba yakınlarındaki bir tepede
bulunan ıssız, eski bir binayla bağlantılı olan nostaljik anıları, yerel efsaneleri -genellikle gençlik maceralarını- yad
ettikleri küçük bir Amerikan kasabasında geçer. Bu esrarengiz ‘karanlık ev’in üzerinde bir lanet, erkekler arasında
3
da oraya yaklaşmanın yasak olduğu konusunda üstü kapalı bir fikir birliği vardır. Eve girmenin ölümcül tehlike
getirdiği varsayılır (evin perili olduğu, evde yalnız yaşayan ve bütün davetsiz misafirleri öldüren bir delinin
oturduğu gibi söylentiler vardır), ama ‘karanlık ev’ aynı zamanda, hepsinin ergenlik anılarını birbirine bağlayan bir
yer, kuralları, özellikle de cinsellikle ilgili kuralları ilk kez ‘ihlal’ ettikleri yerdir de (adamlar, yıllar önce, ilk cinsel
deneyimlerini kasabanın en güzel kızıyla orda yaşadıklarına, ilk sigaralarını orda içtiklerine dair hikayeler anlatıp
dururlar). Hikayenin kahramanı kasabaya yeni taşınan genç bir mühendistir. ‘Karanlık ev’le ilgili bütün efsaneleri
dinledikten sonra, meclistekilere bu esrarengiz evi ertesi akşam araştırmak niyetinde olduğunu söyler. Adamlar bu
sözlere sessiz ama yoğun bir hoşnutsuzlukla tepki verirler. Ertesi akşam genç mühendis evi ziyaret eder, başına
korkunç, en azından beklenmedik bir şey gelmesini beklemektedir. Bu yoğun beklenti içinde karanlık, eski
harabeye yaklaşır, gıcırdayan merdivenleri tırmanır, bütün odaları inceler, ama zemindeki çürüyen birkaç kilim
dışında hiçbir şey bulamaz. Hemen bara döner ve meclisteki adamlara zafer kazanmışçasına bir edayla ‘karanlık
ev’ dedikleri yerin eski, boktan bir harabe olduğunu, esrarengiz ya da büyüleyici hiçbir yanı olmadığını söyler.
Adamlar dehşete kapılır; mühendis tam oradan ayrılacağı sırada adamlardan biri hiddetle üzerine saldırır.
Mühendis kötü düşer yere ve az sonra da ölür.”

Öyle görünüyor ki bu karanlık dünyadan çıkmanın zamanı geldi.

Başlangıçta biricik ve eşiz olan, yani yalnızca BİR olanın bir hayatının olabilmesi için, bu biriciklikten ve eşsizlikten
uzaklaşması gerekir ki tarih ya da yaşam dediğimiz süreç de aslında bu uzaklaşmanın tarihidir. Bunu kendi
yaşamlarımıza vuracak olursak daha ilk nefesi aldığımızdan itibaren bu birliğin ifadesi olan denge
durumundan/düzenden uzaklaşmaya başlarız. Kendimizi bildiğimiz an ise bütünlüğün -bütün, gerçek olmayandır-
yitmeye başladığı andır. Bu an bir çatallanma eşiğidir aynı zamanda da ve
bütünden/birlikten/dengeden/düzenden/cennetten kovulup kendi varlıklarımızın farkına varırız böylece. Bireysel
tarihimiz/yaşamımız başlar. Diğer bir deyişle başlangıçta, nerdeyse mükemmel de diyebileceğimiz,
düzen/denge/birlik/biriciklik/eşsizlik zamanın oku istikametinde yavaş yavaş ve hızlı hızlı bozulmaya ve sistem
düzenden düzensizliğe, dengeden uzak denge durumlarına, birlikten çokluğa, biriciklikten bir doluluğa, eşsizlikten
kendi içinde bir dolu benzerinin ortaya çıktığı bir duruma doğru hareket eder. Bu yüzden bütün sistemler
başlangıç koşullarına (cennet, çocukluk) aşırı duyarlıdır. Herkes o birliği, denge halini arar, özler, ama bir yandan
da geri-dönüşümsüz bir şekilde düzensizleşmeye, dengeden uzaklaşmaya, dolayısıyla da karmaşıklaşmaya
başlamıştır. Karmaşıklaştıkça, bu karmaşıklığı yönetecek örgütlenmeler/oluşumlar (kendi bedenlerimizde kalp,
beyin; toplumsal bedenlerde krallıklar, ulus-devletler, demokrasi vs.) ortaya çıkar. Ancak hepsi de öngörülemez
(emergent) süreçlerdir. Bu bağlamda kaotik ortamların yeni yeni oluşum ve örgütlenmeler, türler oluşturabileceğini
öngörebiliriz, ama bunların neler olacağını bilemeyiz. Diğer yandan evrensel olandan, yani birbirinin yerine
konulabilir birimlerden oluşan bir örgütlenmeden, yani “aynı olanın sonsuz döngüsü”nden, şimdiye kadar
defalarca denenmesine rağmen, kozmik olana sıçrayamayışımız üzerinde de düşünmek gerekir. Umarım bu kez
başarırız. Halway Sheyaamud/Umalım, bu işlesin. (A. Neher. bkz. Kaostan Düzene, Ilya Prigogine-Isabelle
Stengers, İstanbul, 1998, s. 364.)

2011 (2011 tane 1’den ibarettir) yılı kaosun kalbinden o kozmik dengeye açılan bir kapı olsun. Öyledir, her
hastalık yeni bir sağlık arayışıdır. Öyledir, her yeni günde, kolektif bir sezgiyle, o kapının açılmasını beklediğimiz
için, her şeye rağmen, coşkulu ve umutluyuzdur.

Uluer Aydoğdu

You might also like