Professional Documents
Culture Documents
Hallac-I Mansur
Hallac-I Mansur
Hüseyin bin Mansûr'a Hallâc denilmesine şu olay sebeb olmuştur. Bir gün
o, dostu olan bir hallâcın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için
onun tavassutunu ricâ etti. Fakat hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz
uzun sürdü. Geldiğinde; "Yâ Hüseyin! Gördün mü başımıza gelenleri.
Senin için bugün kendi işimden oldum." diye söylendi.
Hüseyin bin Mansûr onun endişeli hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve;
"Üzülme senin işini de biz hallederiz." dedikten sonra parmaklarını
pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk
yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa,
kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallâcın gözleri fal taşı
gibi açılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa
zamanda halk arasında yayıldı. Bu târihten sonra da Hüseyin, Hallâc-ı
Mansûr diye anıldı.
"Kim hürriyeti murâd edinirse ubûdiyyete, kulluğa sıkı bir şekilde devâm
etsin. Hakîkî hürriyet Allah'tan başkasına kulluk yapmamaktır."
"Azîz ve celîl olan Allah'tan başka bir şeyden korkan veya bir şeyi ümid
eden kimsenin yüzüne, Allahü teâlâ bütün kapıları kapatır, ona âdî bir
korkuyu (Allah korkusunun dışında kalan korkuları) musallat eder.
Kendisi de onun arasına yetmiş perde çeker, bu perdelerin en incesi
şüphe, vesvese olur."
Bir gün kendisine; "Sabır nedir?" diye sorduklarında; "Sabır odur ki; iki
elini ayağını keserler, onu köprünün üzerine asarlar ve hattâ bundan
daha acâib muâmeleler yaparlar da bir kere âh etmez." buyurdu.
Kendisinin ölümü ve idâmı böyle cereyân etmiştir.
Nitekim Hallâc-ı Mansûr Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçtiği bir
sırada; "Enel-Hak= (Ben Hakkım)" sözünü söyledi. Bu sözünü, zâhir
âlimleri dalâlete ve ilhâda hükmedip katline fetvâ verdiler.
Şeyh Ebû Abdullah-i Hafîf şöyle nakletti: "Bir çok hîle ile zindana girerek
Hallâc-ı Mansûr'u görmeye gittim. Yumuşak halılar ve döşeklerle
döşenmiş, iyi tertib edilmiş güzel bir oda gördüm. Odanın duvarına bir ip
bağlanmış, üzerinde bir havlu asılmıştı. Orada yüzü güzel bir köle
gördüm. "Şeyh nerededir?" diye sordum. "Abdesthânededir. Abdest
hazırlığı görüyor." dedi. Ben: "Ne zamandan beri şeyhin hizmetindesin?"
dedim. "On sekiz aydan beri." dedi. "Bu zindanda şeyh ne yapıyor?"
dedim. "On üç batman ağırlığında bir demir bağ ile, her gün bin rekat
namaz kılıyor." dedi. Sonra devâm ederek: "Bu gördüğün zindanın
kapılarının herbirinin arkasında eşkıyâ ve hırsız kimseler vardır. Onlara
nasîhat eder. Bıyıklarını ve saçlarını keser." dedi. "Ne yer?" diye sordum.
"Her gün önüne çeşitli yemeklerle donatılmış bir sofra getiririz. Bir
müddet onlara bakar. Sonra parmağının ucu ile o yemeklerin üzerine
basar ve içli bir sesle çeşitli şiirler söyler. Aslâ onları yemez. Sonra
önünden alır, götürürüz." Biz bu şekilde konuşurken o abdesthâneden
çıktı. Güzel görünüşlü olup, câzibeli bir boyu vardı. Beyaz sof giymiş,
işlemeli bir peştemalı başına sarmıştı. Sofa tarafına çıkıp oturdu. Bana:
"Ey delikanlı! Neredensin?" dedi. "Fars'tanım (İranlıyım)" dedim. "Hangi
şehirdensin?" diye sordu. "Şiraz'danım" dedim. Benden meşâyıh
haberlerini sordu. Ebü'l-Abbâs ibni Atâ'ya gelince, sözümü keserek: "Onu
görürsen, o kâğıtları (mektupları) yakmasını söyle." dedi. Sonra yine:
"Buraya nasıl gelebildin?" dedi. "Bâzı İran askerlerinin yardımıyla."
dedim. Tam bunu söylediğim zaman zindancıbaşı içeri girdi. Yer öpüp
oturdu. Şeyh ona: "Sana ne oldu?" dedi. Zindancıbaşı: "Düşmanlarım
beni halîfeye gammazlamışlar. Güyâ ben, ululardan birini buradan bin
dinar alarak salmışım. Yerine de halktan birini hapsetmişim. İşte şimdi
beni alıp götürecek, katledecekler." dedi. Şeyh: "Var selâmetle git."
dedi. O gittikten sonra, şeyh hücrenin ortasında dizleri üzerine gelerek,
ellerini havaya kaldırdı. Başını önüne eğdi. Şehâdet parmağı ile işâret
ederek, ansızın ağladı. Öyle ağladı ki, gözyaşından ıslanmadık bir yeri
kalmadı. Kendinden geçerek yüzünü yere koydu. O sırada zindancıbaşı
içeri girdi. Tekrar şeyhin önüne oturdu. Şeyh: "Ne oldu?" diye sordu.
Zindancıbaşı: "Kurtuldum." dedi. "Hangi sebeple kurtuldun?" diye sordu.
O, "Beni halîfenin yanına götürdükleri zaman halîfe; "Şimdiye kadar seni
katletmeyi tasarlıyordum. Şimdi sana gönlüm hoş geldi. Seni beğendim.
Tekrar affettim." dedi. Bundan sonra şeyh, yüzünü o havlu ile
temizlemek istedi. Havlunun asılı olduğu ipin yüksekliği şeyhden yirmi
arşın yukarıdaydı. Şeyh elini uzatarak havluyu aldı. Şeyhin eli mi uzandı
yoksa o havlu mu şeyhe yaklaştı anlayamadım." Sonra ben çıkıp gittim
ve İbn-i Atâ'ya vardım. O haberi verdim. Dedi ki: "Eğer tekrar onunla
buluşursan; beni, kendi başıma bırakırlarsa, ona mektupları
saklayacağımı söyle." dedi.
İdâm edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses
çıkarmıyor, hattâ tebessüm ediyordu. Bir dostu, taş yerine gül attı. O
zaman Mansûr hazretleri inledi. Sebebi sorulduğunda; "Taş atanlar beni
yakînen tanımayanlardır. Tabiîdir ki halden anlamazlar. Halden
anlayanların bir gülü bile beni incitti." cevâbını verdi.
Naklederler ki: Onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve; "Bir
Ene (ben) sen dedin, bir Ene de ben. (Sen Ene'l-Hak dedin, ben: "Ene
hayrun minhü= Ben ondan hayırlıyım." dedim) Nasıl oluyor da bu yüzden
senin üzerine rahmet, benim üzerime lânet yağdırıyor?" diye sordu.
Hallâc-ı Mansûr şu cevâbı verdi: "Sebep şudur. Sen "Ene" dedin, kendini
ortaya koydun, ben Ene dedim, kendimi ortadan kovdum. Benliği ortaya
getirmenin iyi olmadığını, benliği ortadan kaldırmanın ise gâyet iyi
olduğunu bilesin, diye bana rahmet, sana lânet etti."
Onun hal ve mertebesini anlayan pekçok âlim ve velî yüksek bir velî
olduğunu söylemişlerdir. Büyük velî Şiblî, onun için; "Ben ve Hallâc aynı
şeyiz. Ama bana deli dediler kurtuldum. Onun aklı ise onu helâk eyledi."
buyurmuştur. Yine Şeyhülislâm Abdullah-ı Ensârî; "Hallâc, imâmdır.
Fakat durumunu her kişiye söyledi. Zayıflara ağır yük yükletti. Avam
(halkın) bilgisiyle ve akıl yoluyla anlayamayacakları şeyleri konuştu. Bu
hususta İslâmiyete riâyet etmedi. Ona ne vâki olduysa, bu sebepten
oldu." demiştir.
Onun hâli, dünyâsı ve içindeki ilâhî aşkı bir başka olup, zâhir insanının
anlayabilmesinden çok uzaktı. Zaman zaman şöyle derdi:
KayNakLar :