You are on page 1of 100

FRANCIS FUKUYAMA

NEOCONLARIN SONU
YOL AYRIMINDAKİ AMERİKA
www.iskenderiyekutuphanesi.com

İçindekiler
Önsöz............................................................................9
Birinci Solüm
İlkeler ve Sağduyu....................................................15
İkinci Bölüm
NeoCon Mirası............................................................24
Üçüncü Bölüm.
Tehdit, Risk ve Önleyici Savaş...............................75
Dördüncü Bölüm Amerikan Ayrıcalığı ve
Uluslararası Meşruiyet............................................103
Beşinci Bölüm Sosyal Mühendislik ve
Kalkınma Sorunu........................................................120
Altıncı Bölüm Dünya Düzeni için
Kurumların Yeniden Düşünülmesi...........................158
Yedinci Solüm
Farklı Bir Amerikan Dış Politikası.........................181
Notlar..........................................................................195
Dizin..............................................................................223

Önsöz
Bu kitabın konusu, 11 Eylül 2001 tarihindeki El Kaide saldırılarından bugüne kadar yürütülen
Amerikan dış politikasıdır. Bu, benim için özel bir konudur. Kendisini uzun süre neocon* (yeni
muhafazakâr) olarak görmüş biri olarak diğer pek çok neocon'la George W. Bush yönetiminde görev
yapmış arkadaşlarım ve tanıdıklarım da dâhil ortak bir dünya görüşü paylaştığımı düşünmüştüm.
Savunma Bakanı eski yardımcısı Paul D. Wolfovvitz'le önce ABD Silahların Kontrolü ve Silahsızlanma
Dairesi, daha sonra da Dışişleri Bakanlığı'nda olmak üzere iki kez çalıştım. Ayrıca kendisi Johns
Hopkins Uluslararası İleri Çalışmalar Okulu'nun dekanıyken beni orada çalışmaya ikna eden de o
olmuştu. Onun akıl hocası Albert Wohlstetter'İn danışmanlık şirketi Pan Heuristics'te bu kişiyle
birlikte çalıştım ve onun gibi ben de Rand Corporation'da birkaç yıl analist olarak görev yaptım. Leo
Strauss'un öğrencisi ve The Closing of the American Mind'ın (Amerika Düşüncesinin Kapanışı) yazarı
Allan Bloom'un öğrencisiydim. Üniversitede VVilliam Kristol'un sınıf arkadaşıydım ve onun babası
tarafından kurulmuş olan The National Interest ve The Public Interest, ayrıca Commentary dergisi
için sık sık yazılar yazıyordum.
' ABD siyasetinde şahin kanadı temsil eden görüşleri savunan kimse. Bu kilapla yeni muhafazakâr yerine neocon kullanılacak. [Ç.N.]

NEOCONLARIN SONU ÖNSÖZ

Yine de diğer pek çok neocon'un aksine, Irak savaşı için öne sürülen gerekçe beni hiçbir zaman ikna
edemedi. İlk başta Irak meselesine oldukça şiddetli bir tutumla yaklaştım ve Saddam Hüseyin'in
Birleşmiş Milletler silah denetçilerine engel olmasının ardından, 1998 yılında Yeni Amerikan Yüzyılı
Projesi adında bir mektup yazarak Clinton yönetiminin Bağdat'a karşı daha sert bir tavır takınmasını
istedim. Fakat o dönemde Amerika'nın Irak'ı işgal etmesi söz konusu değildi ve 11 Eylül 2001
olaylarına kadar da söz konusu olmayacaktı. İşgalden hemen önceki yıl, terörle mücadeleye yönelik
uzun vadeli ABD stratejisi üzerine yapılan bir çalışmada yer almam istendi. İşte tam bu noktaya
gelindiğinde savaşın mantıklı olmadığına karar verdim ve bu çalışma bana, elinizdeki kitapta yer alan
konuların birçoğu üzerinde düşünme fırsatı verdi. O zamandan beri beni neocon kılan düşüncelerimi
bir şekilde değiştirdim mi yoksa savaşın neocon destekçileri hepimizin hâlâ paylaştığı ortak ilkeleri
yanlış mı uyguluyordu, diye düşünerek çok zaman geçirdim.
Benim inandığım şey İle diğer neocon'ların inanıyor gibi göründükleri şey arasındaki farkı, 2004
Şubat'ında, köşe yazarı Charles Krauthammmer'ın "Realism: An American Foreign

Polİcy for a Unipolar World" (Realizm: Çok Kutuplu Bir Dünyada Amerikan Dış Politikası) başlıklı
Irving Kristol'un konuşmasını yaptığı American Enterprise Institute'ün yıllık yemeğine katıldığımda
daha açık bir şekilde anladım. ABD'nin Irak'ı işgal etmesinden yaklaşık bir yıl sonra yapılan bu
konuşma, savaşı neredeyse mutlak bir başarı olarak değerlendiriyordu. Etrafımdaki herkesin
konuşmayı coşkuyla alkışlamasını anlayamıyordum, çünkü Birleşik Devletler, Irak'ta herhangi bir
kitle imha silahı bulamamış, şiddetli bir ıo
isyan bataklığına gömülmüş ve Kıauthammer'ın savunduğu tek kutuplu stratejiye benzer bir yol
izleyerek kendisini neredeyse dünyanın geri kalanından tamamen tecrit etmişti. Ertesi gün The
National Interest'in o zamanki editörü John O'Sullivan'la karşılaştım ve kendisine bir eleştiri
yazmak İstediğimi söyledim. O'Sullivan teklifimi hemen kabul etti ve 2004 yazında yayınlanan
"Neocon Dönemi" adlı makaleyi yazdım.
Makalemi neocon'luğun hem politik bir sembol hem de bir düşünce biçimi olarak benim daha fazla
destekleyemeyeceğim bir hale dönüştüğünü söyleyerek noktaladım. Bu kitapta göstermeye
çalışacağım üzere neocon düşünce, Soğuk Savaş döneminde hem yurtiçinde hem yurtdışında oldukça
mantıklı politikalar üretmiş tutarlı bir ilkeler dizisi üzerine kurulmuştu. Fakat bu ilkeler çeşitli
şekillerde değerlendirilebilirdi, ama 1990'larda güç kullanımını aşırı biçimde vurgulayan bir
Amerikan dış politikasını haklı çıkarmak amacıyla kullanılmışlar ve sonuç olarak Irak savaşına yol
açmışlardı. Neocon düşünce artık George W. Bush yönetiminin İlk dönemindeki politikalarla
tanımlanır hale gelmiştir ve bu noktadan sonra bu etiketten kurtulmaya yönelik herhangi bir girişim
muhtemelen bir yere varamayacaktır. Amerikan dış politikasını Bush yönetiminin ve onun neocon
destekçilerinin mirasının ötesine geçecek şekilde yeniden tanımlamak çok daha önemlidir.
Bu kitap, neocon mirasını aydınlatmaya, Bush yönetiminin bana göre nerede hata yaptığını açıklamaya
ve ABD'nin dünyanın diğer ülkeleriyle ilişki kurmasına yönelik alternatif bir yolun taslağını çizmeye
yönelik bir girişimdir. Bu kitap ayrıca beni, tamamıyla Amerika'nın
dünyadaki rolü sorusuyla ilgilenen yeni bir gazete, The American Interest
ıı
NEOCONLARIN SONU

(www.theamericaninterest.com), çıkarmak üzere harekete geçirdi. Ortaya koymak istediğim görüş,


ABD dış politikası tartışması içerisindeki mevcut hiçbir ekolün etkisi altında kalmamıştır, ama bu
görüşün Amerikalılardan oldukça geniş ölçekli bir destek bulacağını düşünüyorum. Buna "gerçekçi
Wilsonculuk" adını verdim. Kuşkusuz bu uygunsuz bir tabir, çünkü hem gerçekçilik hem de Woodrow
Wilson'un mirası, içleri yoğun biçimde doldurulmuş kavramlardır. Eğer buna daha iyi bir isim
koyabilecek biri varsa, bu kişiler önerileriyle birlikte benimle temasa geçebilirler.
Krauthammer'ın konuşmasına yönelik eleştirimi okumuş dikkatli okuyucular, o yazıdaki bazı
neocon'ların sert bir stratejik İsrail doktrinini özümseyip bunu bana göre yanlış biçimde
Amerika'nın 11 Eylül sonrasındaki durumuna uyarladıklarıyla İlgili bir tartışma satırının bu kitapta
yer almadığını fark edeceklerdir. Bu, özellikle Charles Krauthammer için geçerliydi ve onunla daha
sonra yaptığımız sohbetler bu konuda haklı olduğumu doğruladı. Müslüman dünyasından yöneltilen
tehditle ilgili vahiysel görüşü, Üçüncü Bölümde ortaya koyduğum nedenlerden ötürü yanlıştır. Ancak
bu özel bakış açısı, her ne kadar belirli kişiler için geçerli olsa da, ne daha geniş çapta neocon'lara
atfedilebilir ne de bundan Bush yönetimi sorumlu tutulabilir. Yönetimin İsrailFilistİn anlaşmazlığı
konusunda farklı biçimde yapmış olmasını İstediğim birçok şey var. Ancak İsrailFilistin
anlaşmazlığının nihai çözümüne yönelik büyük bir girişimde bulunmak için yönetimin ilk dört yılındaki
şartların elverişli olduğunu düşünmüyorum. Yaser Arafat hayatta olduğu sürece Filistin Yönetiminde
politik bir reform gerçekleşmesi veya İsrail'le görüşüp barış anlaşmasını yürürlüğe koyabilecek
Filistinli bir temsilci olması ihtimali çok düşüktü. Bush yöne
12
ÖNSÖZ

timi, bu ve diğer neocon meseleler üzerindeki gerçek sınavını, yönetimin ikinci döneminde, Gazze'den
çekilmenin ardından verecektir.
Bu kitaptaki veriler ilk olarak, 11, 12 ve 18 Nisan 2005 tarihlerinde Yale Üniversitesinde verdiğim
Castle Konferanslarında sunuldu. Konferanslara ev sahipliği yapan Etik, Politika ve Ekonomi
Programına ve konferans vermem İçin beni önceden davet eden Program yöneticisi Seyla Benhabib'e
teşekkür ederim. Ayrıca atası saygıdeğer James Pierpoint'i onurlandırmak üzere konferansları
finanse eden John K. Castle'a da şükranlarımı sunuyorum. Aralarında Robert Boynton, Mark
Cordover, Charles Davidson, Hillel Fradkin, Adam Carfinkle, John Ikenberry, Roger Leeds, Mark
Lilla, Mike Mandelbaum, Trİta Parsi, Marc Plattner, Jeremy Rabkin, Stephen Sestanovich, Abraham
Shulsky, Tom VVhite ve Adam VVolfson'un bulunduğu birçok kişi ya kitabın müsveddesi hakkında
yorumda bulundu ya da kitap yayınlandığında tepkilerini dile getirdi. Yale Üniversitesi Yayınları'nda
kitap eleştirmeni olarak çalışan John Levvis Gaddİs ve Steven Smith'e de teşekkür etmek
istiyorum. Yayınevinin baş editörü John Kukla, müsvedde gelişirken faydalı bir rehberlik yaptı.
Gelişmekte olan ülkelerdeki Amerikan politikası konusunda tanıdığım en bilgili insanlardan biri olan
Stephen Hosmer ile yaptığım sayısız sohbetlerden çok faydalandım. Aralarında Peter Berkowitz,
Zbignievv Brzezinski, Kurt Campbell, Eliot Cohen, Ivo Daalder, Mike Desch, Barbara Haig, Leon
Kass, Tom Keaney, Tod Lindberg, Rob Litwak, John Mearsheimer, Nathan Tarcovve Ken
VVeinsteîn'ın da bulunduğu birkaç kişi (kimi bilse, kimi bilmese de), sonunda bu kitaba konulan
düşünceler ve tartışma konularıyla katkıda bulundu. Eşim Laura
13
NEOCONLARIN SONU

Holmgren, başından beri Irak savaşına şüpheyle yaklaşmıştır ve onunla bu konu üzerine yaptığımız
çok sayıda sohbetten istifade ettim. Asistanım Cynthia Doroghazi, bu projenin birçok farklı
safhasında yardımcı oldu. Carlos Hamann, Ina Hoxha ve Krystof Monasterskİ, araştırma
asistanlarım olarak çalıştılar. Son olarak bu kitabın ortaya çıkmasını sağlayan Uluslararası Yaratıcı
Yönetim'deki becerikli edebi kişiler olan Esther Nevvberg, Christine Bauch, Betsy Robbins,
Margaret Haiton ve Liz Iveson'dan oluşan ekibime minnetlerimi sunuyorum. BİRİNCİ BOLÜM İlkeler
ve Sağduyu
14
George W. Bush'un İlk başkanlık döneminde Birleşik Devletler, tarihteki en yıkıcı terörist eylemle,
radikal İslamcı örgüt El Kaide tarafından kendi topraklarında saldırıya uğradı. Bush yönetimi, eşi
görülmemiş bu olaya olağanüstü ve kapsamlı yeni politikalarla karşılık verdi. Öncelikle tamamen yeni
bir federal makam olan İç Güvenlik Bakanlığı'nı oluşturdu ve olası teröristlere karşı mücadele etmek
için İç kanun uygulayıcılarına daha geniş yetkiler vermek üzere tasarlanmış Vatanseverlik Yasası'nı
Kongre'den geçirdi. Daha sonra dünyanın öbür tarafındaki, dört tarafı karayla çevrili Afganistan'ı
işgal etti ve orada, El Kaide'yİ barındırmış olan Taliban rejimini devirdi. Üçüncü adım olarak, Soğuk
Savaş politikasının esas noktalan olan caydırma ve korunma ilkelerine dayanmaktan ziyade düşmanla
doğrudan savaşmayı öngören yeni bir önleyici eylem stratejik doktrinini aslında Önleyici savaş
doktrinini açıkladı. Ve son olarak Saddam Hüseyin'e, kitle imha silahlarına (KİS) sahip olduğu veya
olmayı plânladığı topraklarda saldırıp onun rejimini yıktı.
Bu girişimlerin İlk ikisi 11 Eylül saldırılarının, hem Cumhuriyetçilerin hem de Demokratların üyeleri
tarafından istenilen ve Amerikan halkının ezici bir çoğunluğu tarafından desteklenen kaçınılmaz
karşılıklarıydı. Her ne kadar bazı kişiler Vatanseverlik Yasasını bireysel özgürlükleri aşırı
15
NEOCONLARIN SONU

ölçüde kısıtlamakla eleştirmiş olsa da ulusun, Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon saldırılarının
ardından iç güvenliğe yönelik uyuşuk tutumunu sürdüreceğini hayal etmek çok zordur.
Sonraki iki girişim ise geniş bir önleyici eylem doktrininin ilanı ve Irak'ın işgalidoğrudan 11 Eylül'e
verilen karşılıklar değildi. Her İki politika da birkaç temel üzerinde haklı çıkarılabilir. Bunları
özellikle tartışmalı kılan şey, Bush yönetiminin Irak'ta rejim değişikliği konusunda neredeyse
saplantı boyutundaki ısrarı ve Washington'a bu sorunu sadece halletme hakkı değil, görevini de
veren Amerikan ayrıcalığının açık bir şekilde dile getirilmesidir. Başta Başkanın kendisi olmak üzere
yönetimdeki birçok yetkili, ABD'nin müttefiklerinin görüşlerine aldırmaksızın Saddam'a karşı
harekete geçeceğini açıkça dile getirmişti. Açıkça görünüyor kî bu karar, BM silah denetçilerinin
Irak'a yeniden girişlerinden veya resmi Güvenlik Konseyi toplantısından önce 2002 yazında
alınmıştı.1 ABD, Güvenlik Konseyi'nden destek almaktan memnuniyet duyacağını açıklamış olsa da
müttefiklerinin veya uluslararası toplumun düşündüklerinin kendisini hiçbir şekilde kısıtlamasına İzin
vermemiştir. Bush yönetimi, kısa bir savaş ve Saddam sonrası Irak'a hızlı ve nispeten acısız bir
geçiş umuyordu. Savaş sonrası yeniden yapılandırma ihtiyaçlarını pek hesaba katmamış ve ABD'nin
uzun süreli bir isyana karşı savaşmak durumunda kalmasına Şaşırmıştı. Neocon aydınlar, 2000
seçiminden önce iktidardan uzakta geçen yıllarında, Bush yönetiminin dış politikasının özellikleri olan
rejim değişikliği, iyiliksever hegemonya, tek kutupluluk, önleyici eylem ve Amerikan ayrıcalığı gibi
kavramları İçeren bir dış politika gündemi sunmuşlardı. Birçok
İLKELER VE SAĞDUYU

neocon savaşı aleni olarak destekliyor ve ilgi odağının El Kaide'den Irak'a çevrilmesini savunuyordu.
Dahası Bush yönetimi, başkanın Birliğin Durumu, başkanlık dönemi açılış konuşması, 2002 Haziran'ı
ile 2003 Şubatı'nda West Point ve American Enterprise Institute konuşmaları ve 2002 Eylül'ünde
yayınlanan ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi gibi konuşmalar ve politika beyanatlarıyla bu büyük
strateji üzerinde kendi düşünceleriyle ilgili oldukça zengin doktrin içeren kayıtlar yaratmıştır. İşte
tüm bunların hepsi bir araya gelerek Bush Doktrini'ni oluşturmuştu. Bu resmi açıklamalar, yönetimin
dışındaki neocon'larm iddia ettikleri şeyle tutarlıdır. Aslında tıpkı Bush'un başkanlık dönemi açılış
konuşmasında olduğu gibi, yönetim dışındaki bazı kişiler düşüncelerini doğrudan dile getirmişlerdir.
Buna bakılacak olursa, birçok gözlemcinin Bush yönetiminin kesin olarak neocon'lar tarafından
şekillendirdiğini düşünmesi şaşırtıcı değildir.
Bush'un ilk dönem politikalarıyla neocon'luğu ilişkilendirmek için yeterli neden olmasına rağmen bu
kitabın ana temalarından biri, bu bağlantının genellikle abartıldığı ve çok daha karmaşık bir gerçeği
geçiştirdiğidir. Yönetimdeki kilit isimlerin, hızla değişen olaylara verdikleri karşılıkların aksine, daha
büyük fikirler tarafından hangi ölçüde yönlendirilmiş olduklarını bu kişilerin hatıraları yazılana ve
gelecekteki tarihçiler İşlerini yapana kadar öğrenemeyeceğiz. Yönetimin savaşı en çok savunan
başlıca isimleri Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve Başkan Yardımcısı Dick Cheney
memuriyetlerinden önce neocon olarak bilinmiyorlardı ve bu noktada onların görüşlerinin kökenlerini
bilmiyoruz. Daha da önemlisi politikayı yönlendiren şey fikirler olsaydı bile, neocon'ların inandıkları
fikirler bizzat karmaşık
16
17
NEOCONLARIN SONU

ve farklı yorumlamalara açıktı. Yönetimin dış politikası özellikle, önceki nesillerin kendilerini neocon
olarak gören isimlerinin düşüncelerinden doğmamıştı. Kökleri 1940'ların başlarına kadar uzanan
neocon mirası karmaşık ve çeşitlidir. Bu miras, geniş çapta iç ve dış politika seçeneklerinden
haberdar, tutarlı bir fikir birikimi oluşturmuştu.
Dört ortak ilke veya kol, Soğuk Savaş'ın sonları boyunca bu düşüncenin büyük bir kısmını
tekrarlamıştır: demokrasi, İnsan haklan ve daha genelde devletlerin iç politikalarıyla ilgilenilmesi;
ABD'nin gücünün ahlâki amaçlar için kullanılabileceği inancı; ciddi güvenlik sorunlarının çözülmesinde
uluslararası hukuk ve kurumların gücü konusunda şüpheci yaklaşım ve son olarak, hırslı sosyal
mühendisliğin çoğu kez beklenmedik sonuçlara yol açtığı ve kendi amaçlarını baltaladığı görüşü.
Bu ilkeler soyut bir biçimde ifade edildiğinde çoğu Amerikalı, bunlarda karşt çıkılacak çok az şey
bulacaktır: Birleşmiş Milletleri destekleyenler bu teşkilatın kısıtlamalarını ve kusurlarını itiraf
ederken Henry Kissinger ve onun gerçekçi müritleri, demokrasinin önemli olduğunu inkâr
etmeyeceklerdir. Bu yüzden insanlar, Bush yönetiminin hatalarının altta yatan ilkelerin yansıması
değil de sadece sağduyulu karar verememe veya politika uygulama yanlışlıkları olduğu sonucuna
varacaklardır.
Ancak sorun o kadar basit değil, çünkü soyut fikirler, ilkeli duruşlardan ziyade niyetler ve dünya
görüşleri olarak tanımlanabilecek bazı özgün biçimlerde yorumlanmıştır. Bu niyetlerden doğan
sağduyulu seçimlerin yanlış, bireysel karar verme hataların ötesinde şeyler oldukları ortaya çıkınca,
kendilerini yaratan belirli uygun İstikametlere yönelme eğiliminde olmuşlardır, Bush yönetimini ilk
döne
18
İLKELER VE SAĞDUYU

minde ABD dış politika idaresinde'yanlışlar yapmaya yönelten önyargılı karar diye
adlandırabileceğimiz şeyin üç ana alanı vardı.
İlki tehdit değerlendirmesiydi. Yönetim, radikal İslam'ın ABD'ye yönelttiği tehdidi abartmış veya
daha doğrusu yanlış tanımlamıştı. Kitle İmha silahlarıyla donanmış, caydırılmaları mümkün olmayan
teröristlerin varolması konusundaki yeni ve kaygı verici olasılığın kendisini gerçekten de ortaya
çıkarmasına rağmen yönetim, yanlış bir hamleyle bunu Irak'ın yönelttiği tehdit ve daha genel olarak
haydut devlet/nükleer silahların yayılması sorunuyla birleştirmişti. Yanlış hüküm kısmen, ABD
istihbarat örgütlerinin savaştan önce Irak'ın KİS programlarının durumunu doğru olarak
değerlendirme konusundaki büyük başarısızlıklarına dayanmaktaydı. Ancak istihbarat örgütleri
terörist/KİS tehdidi konusunda asla yönetim kadar yaygaracı olmamışlardı. Bu tehdidin olduğundan
büyük gösterilmesi daha sonra önleyici savaşın yeni bir güvenlik stratejisinin temel taşı noktasına
getirilmesini haklı çıkardı. Yönetim, 11 Eylül'ün önleyici savaşı düşmanla doğrudan savaşmanın bir
aracı olarak gerekli kıldığını iddia etmişti, ama bu iddia yalnızca gerçek düşmanın doğru biçimde
tanımlanmasıyla anlam taşıyabilirdi. Buna ek olarak Bush yönetimi, "iyiliksever hegemonya"
kavramının uygulanmasına yönelik son derece olumsuz küresel tepkiyi öngörememişti. Yönetim,
Birleşmiş Milletler ile Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi gibi diğer uluslararası teşkilatlara karşı
kuvvetli bir İdeolojik önyargıyla göreve gelmişti. Yetkililer, uluslararası işbirliğinin birçok biçimini
görünüşte küçümseyici şekilde devre dışı bırakmalarıyla büyük ölçüde şiddetlenecek güçlü bir
Amerikan karşıtlığı akıntısına karşı kürek çekmekte olduklarını fark edememişlerdi.
NEOCONLARIN SONU

Soğuk Savaş sonrasında ortaya tek kutuplu bir dünya çıkması, Amerikan hegemonyasının
büyüklüğünü, görüldüğü üzere, Amerika'nın en yakın müttefikleri için bile bir endişe kaynağı haline
getirmişti.
Son olarak, Bush yönetimi Irak'ta barışı sağlamak ve bu ülkeyi yeniden yapılandırmak için gerekli
şeyleri öngörememiş ve geniş çaplı bir sosyal mühendisliğin sadece Irak'ta değil, bütün Ortadoğu'da
kolaylıkla gerçekleştirilebileceği konusunda son derece iyimserce düşünmüştü. Bu, altta yatan ilkenin
bir başarısızlığı olamazdı, çünkü yukarıda belirtildiği gibi, neocon düşüncenin temalarından biri de
sosyal mühendislik olasılıkları hakkında sürekli şüphecilik olmuştur. Üstelik savaşın yandaşları, savaşı
hararetli bîr biçimde desteklerken kendilerine ait ilkeleri unutmuşa benziyorlardı. Kökleri ne kadar
karmaşık olursa olsun neocon düşünce kaçınılmaz olarak, Bush yönetimi tarafından uygulamaya
konulan önleyici
eylem, rejim değişikliği, tek taraflılık ve iyiliksever hegemonya gibi kavramlarla ilişkilendirilen bir
durum haline gelmiştir. Bana göre bu terimin ismini kurtarmak İçin beyhude bir çabaya girişmek
yerine bu İsmi terk edip tamamen farklı bir dış politika tutumu geliştirmek daha doğru olacaktır.
Neocon düşünce bugün Amerikan dış politikasındaki dört yaklaşımdan biridir. Neocon'lara ek olarak,
Henry Kissinger geleneğini takip eden, güce saygı duyan ve diğer rejimlerin içyapıları ile insan
hakları meselelerini pek önemsemeyen "gerçekçiler"; güç politikalarını tamamen devre dışı bırakıp
hukukun ve kurumların üstünlüğüne dayanan uluslararası bir düzen oluşturmayı ümit eden liberal
enternasyonal üstler ve Amerikan ulusal çıkarlarıyla ilgili dar, güvenliğe dayalı bir görüşe sahip olan,
çok taraflılığa güven20
İLKELER VE SAĞDUYU

meyen ve daha aşırı boyutlarda milliyetçiliğe ve izolasyonculuğa kayan Walter Russell Mead'in
tanımıyla "Jackson"cu Amerikan milliyetçileri vardır.2 Irak savaşı, Bağdat'ta rejim değişikliği
gerekçesini farklı sebeplerden ötürü kabul eden neocon'lar ile jacksoncu milliyetçilerden oluşan bir
ittifakla teşvik edilmişti. Bu kişiler, Cumhuriyetçi Parti içerisinde George Herbert VValker Bush'un
yönetiminde görev yapmış ve savaşın gerekçesi hakkında kuşku duyan Brent Scovvcroft ve James
Baker gibi gerçekçileri kenara itmişlerdi. Irak'a Özgürlük Operasyonu, muzaffer bir
özgürleştirmeden ezici bir İşgale ve gerilla savaşına dönüştükçe, neocon'lar savunmaya çekildiler ve
gerçekçiler güç kazanmaya başladılar. Neocon'lar 30 Ocak 2005'teki Irak seçimlerinden sonra
konumlarını geri kazandılar, ama isyan devam ettiği için bu konumu tekrar kaybettiler. Bir kesimin
diğeri üzerindeki göreceli üstünlüğünü bir kez daha değiştirecek savaş sonuçları kendilerini
göstermeye devam ettiği sürece şüphesiz bunların dışında da iniş çıkışlar olacaktır. Sorun, bu
görüşlerden neocon, gerçekçi, Jacksoncu milliyetçi veya liberal enternasyonal ist hiçbirinin 11 Eylül
ve Irak'ın işgali sonrasında ABD'nin izlemesi gereken yaklaşımı dünyaya tam anlamıyla
açıklamamaktadır. Özellikle gerçekçi ve neocon görüşler, Soğuk Savaş döneminde kısmen
birbirlerine muhalif olarak tanımlanmışlardı. Ayrıca her ikisi de 21. yüzyılda ortaya çıkan dünyayı
kavramada yetersizdir. Bu dünya Amerikan hegemonyası ve küresel bîr Amerikan karşıtlığıyla
birlikte henüz gelişmemiş "yumuşak" dengeleme biçimleri; hareket yörüngesinde ulus devletlerden
devlet olmayan unsurlara ve diğer uluslararası güçlere doğru bir değişim; bunun beraberinde
egemenliğin hem kuralcı bir ilke hem de deneysel bir gerçeklik olarak parçalanması ve küre
21
NEOCONLARIN SONU
sel sorunların çoğunun kaynağı olan zayıf ve başarısız devletlerden oluşan bir kuşağın ortaya
çıkmasıyla şekillenmiştir.
Ortaya çıkan bu dış çevreyi göz önüne alarak ABD'nin, mevcut görüşlerin hiçbirinin esiri olmayan
yeni bir dış politika yaklaşımı belirlemesi gerekmektedir. Bu yaklaşım, bazı neocon terimlerden yola
çıkar: öncelikle ABD politikası ve uluslararası topluluk, tıpkı gerçekçilerin yapacağı gibi, sadece
kendilerinin dış tutumlarıyla değil, diğer ülkelerin içinde neler olduğuyla daha yakından ilgilenmelidir.
İkinci olarak, ahlâki amaçlara ulaşmak için çoğu kez güç özellikte Amerikan gücü gereklidir. Bu
yaklaşım ayrıca neocon'ların Irak savaşına yol açan süreçte unutmuş gibi göründükleri bir neocon
ilkesinden de yararlanmaktadır: hırslı sosyal mühendislik çok zordur ve her zaman özen ve
alçakgönüllülükle ele alınmalıdır. Diğer bir deyişle ihtiyacımız olan şey diğer toplumlarla ilgilenirken
araçları amaçlarla daha iyi eşleştirecek daha gerçekçi bir Wilsonculuktur.
Gerçekçi Wilsonculuğu klâsik gerçekçilikten ayıran şey, diğer devletlerde neler olup bittiğini ABD
dış politikasının bir parçası olarak ciddi biçimde ele almasıdır. Ulus inşa etmenin veya demokrasiyi
desteklemenin zor olduğunu söylemek, bunun imkânsız veya kesinlikle kaçınılması gereken bir şey
olduğu anlamına gelmez. Doğrusu zayıf veya başarısız devletler
günümüzün küresel düzensizliğinin en büyük kaynaklarından biridir ve hem güvenlikle İlgili hem de
ahlâki nedenlerden Ötürü, dünyanın tek süper gücünün Bunlara sırtını dönmesi kesinlikle mümkün
değildir. Ne gerçekçiler ne de neocon'lar, yıllardır ne kalkınma sorununa yeterli ilgi göstermişlerdir
ne de dünyada kalkınmanın en sorunlu olduğu Afrika ve Latin Amerika gibi bölgelere (elbette bu
bölgelerdeki ülkeler güvenlik tehditleri haline geldikleri zamanlar dışında) odaklanmışlardır.
22
İLKELER VE SAĞDUYU

Gerçekçi Wilsonculuk, neocon düşünceden (ve Jacksoncu milliyetçilikten) uluslararası kurumlan


ciddiye aldığı ölçüde farklılık göstermektedir. Bizler, ulusal egemenliğin yerini anlamsız uluslararası
organizasyonlara bırakmak İstemeyiz. Birleşmiş Milletler, bugün etkin ve meşru bir küresel yönetim
makamı değildir ve asla da öyle olmayacaktır. Diğer yandan devletler olarak tanımladığımız dikey
yapılar arasında şu an için yeterli yani, bugün küreselleşme olarak nitelendirdiğimiz yoğun ekonomik
ve sosyal bütünleşmeye uymaya yetecek yatay sorumluluk mekanizmaları kümesine sahip değiliz.
Devlet, yerine hiçbir uluslararası unsurun konulamayacağı hayati bir işlevi sürdürmektedir: bir kanun
hükmünü uygulayabilecek tek güç kaynağı olarak durmaktadır. Fakat bu gücün etkili olabilmesi için
onun meşru olarak görülmesi şarttır ve sağlam bir meşruiyet, devletler arasında mevcut olandan
daha üst düzeyde bir kurumsallaşma gerektirir. Bu ihtiyaçları karşılayacak çok kurumlu bîr dünya
yavaş yavaş oluşmaktadır, ama henüz o noktaya gelmedik ve şu anki dış politika ekollerinin hiçbiri
oraya varmamızı sağlayacak yeterlikte değildir. Bu kitap, Amerika'nın dünyayla ilişki kurması için
farklı bir yol ne neocon ne de gerçekçi, Jacksoncu veya liberal enternasyonal ist sunmaktadır.
Kitap, ABD'nin politik ve ekonomik kalkınmayı desteklemesinde önleyici savaşın dışında daha
gerçekçi bir yol bulmaya çalışıyor ve gerçek, mevcut küreselleşen dünyaya uygun çok taraflı bir
gündem açıyor.
23

İKİNCİ BÖLÜM Neocon Mirası


Irak savaşına giden ve onu takip eden süreçte neocon'lar konusu ve bu kişilerin Bush yönetimini
ellerinde tuttukları iddiası üzerinde çok sayıda yazı kaleme alındı. Hikâye son derece etkileyicidir,
çünkü görünüşe göre, yönetimin davranış tarzına yönelik komplocu bir kilidi açmaktadır. Elizabeth
Drew, New York Revİew of Books'ta, "Irak'a karşı savaş başlatmamızdan büyük ölçüde neocon'lar
sorumludur" demiştir. Bu sözler, Bush yönetiminin "neocon'lar" tarafından ele geçirilmiş olduğunu
iddia eden Demokrat başkan adayı Howard Dean tarafından 2004 başkanlık seçimi kampanyası
esnasında tekrarlandı. Birçok yorumcu, Paul Wolfowitz, Douglas Feİth ve Richard Perle gibi Irak
savaşının önde gelen birkaç destekçisinin Yahudi olduğu gerçeğine dikkat çekmiş ve Irak
politikasının nihayetinde Ortadoğu'yu israil için güvenli hâle getirmek üzere tasarlandığını İleri
sürmüştür. Ayrı bir düşünce kanadı ise Leo Strauss'un "sadece küçük bîr seçkinler grubunun
entelektüel olarak gerçeği bilmeye uygun olduğu için halk kitlelerine yalan söylemenin esasen bir
görev olduğu düşüncesi olan 'yüce yalanın' destekçisi" olduğu sözünü ortaya koyarak Irak savaşının
sorumluluğunu neocon hareketin Straussçu kanadına yüklemiştir.1
Kötü niyet ve Bush yönetimiyle onun destekçilerinin sözlerinin kasıtlı olarak çarpıtılmasıyla hayat
bulan bu yazı
24
NEOCON MİRASI

ların çoğu tamamen yanlıştır. Bu hikâyelerin birçoğunu dinleyen herhangi biri, neocon düşüncenin
uzaydan gelip Amerikan siyasi yapısına hastalık bulaştıran yabancı bir hücre olduğunu düşünecektir.
Bazı neocon'ların da buna karşılık olarak, kendi eleştirmenleri aracılığıyla, neocon tanımının Yahudi
kelimesi için kullanılan şifre olduğunu iddia etmeleri muhtemelen şaşırtıcı bir durum değildir. Çünkü
Amerikan siyasi yapısının iddia edilen ele
geçirilme biçimi, Yahudi düşmanlığı tarihi boyunca Yahudilere yönelik yürütülmüş olan bütün komplo
biçimlerine son derece benzemektedir. Irak savaşının hemen ardından neocon'lara yapılan acımasız
saldırı, diğer neocon'ları neocon düşüncesi diye bir şeyin varlığını ya da onun Bush yönetimi
tarafından izlenen politikalarla herhangi özel bir ilişkisi olduğunu inkâr etmeye yöneltmiştir.2
İşin gerçeği şudur ki, neocon düşüncenin 20. yüzyılın ortasından günümüze kadar gelişen ana İlkeleri,
çeşitli Amerikan geleneklerinin derinliklerinde yatmaktadır. Neocon düşünce deneyimle elde edilen
düşünceler, iddialar, yargılar yığınıdır ve bu fikirleri benimseyenlerin etnik veya dini kimliklerine
göre değil kendi değerleri üzerinden yargılanmaları gerekir. Ayrıca bu tür bir hareketin varlığını
inkâr etmenin de bir anlamı yoktur, zira neocon düşüncenin iki vaftiz babası, Irving Kristol ve
Norman Podhoretz, Irak savaşından bir hayli zaman önce neocon düşüncenin ne olduğu üzerine
denemeler yazmışlar ve kendilerini neocon olarak tanımlayan farklı İnsanların aralarındaki
mutabakat ve uyuşmazlık noktalarını keşfetmekten mutluluk duymuşlardı.3
Neocon düşüncenin var olduğunu inkâr edenler, tıpkı MarksizmLeninizm'de olduğu gibi yerleşik
herhangi bir
25
NEOCONLARIN SONU

neocon "doktrini" olmadığı gerçeğine işaret etmekte ve sözde neocon'lar arasındaki anlaşmazlıklara
ve çelişkilere dikkat çekmektedirler. Tüm bunlar doğrudur, fakat neocon düşüncenin tek bir vücut
olmaması gerçeği, orjun tutarlı bir düşünceler temeline dayanmadığı anlamına gelmemektedir.
Neocon düşünce daha ziyade, neocon'lar arasında belirsizlik veya anlaşmazlık noktalarıyla sonuçlanan
entelektüel akımların kavşağıdır. NeoCon Düşüncenin Kökleri
Neocon düşüncenin şimdiye kadar yazılmış birkaç genel tanımı, hareketin entelektüel kökenleri
hakkında bir kavrayış sağlamaktadır. Daha önce belirtildiği üzere Kristol ve Podhoretz, nasıl neocon
oldukları hakkında kendi güvenilir hikâyelerini yazmışlardır. Neocon olmayan birisi tarafından
yazılmış muhtemelen en dengeli tarihçe, iki Fransız gazeteci Alain Frachon ve Daniel Vernet'in
kaleme aldıkları L'AmerlqueMesslanique (2004) adlı eserde yer almaktadır. İngilizce olarak ise
James Mann, RÎseofthe Vulcans (Şahinlerin Yükselişi) (2004) adlı eserinde Savunma Bakanı.
Yardımcısı Paul Wolfowitz'in şahsi geçmişini sunmaktadır. Murray Friedman, neocon düşüncenin
özellikle Yahudi entelektüel köklerinin ayrıntılı bir tarihini yazmıştır. Elbette bu konu üzerine
yazılmış bir sürü yanlış, düşmanca ve son derece çarpıtılmış eleştiriler de vardır.4 CITYCOLLEGE
Neocon düşüncenin kökleri, 1930'ların ortalarından 1940'ların başına kadar New York City
College'da (CCNY) okuyan, çoğunlukla Yahudi aydınlardan oluşan sıra dışı bir
26
NEOCON MİRASI

gruba dayanır. Bu grubun içinde Irving Kristol, Daniel Bell, Irving Howe, Seymour Martin Lipset,
Philip Selznick, Nathan Clazer ve kısa bir süre sonra katılan Daniel Patrick Moynihan gibi İsimler
vardı Bu grubun hikâyesi, başta yurt çapında yayınlanan bir belgeselde ve Joseph Dorman'ın grupla
ilgili Arguîng the World{200\)5 adlı kitabında olmak üzere birçok yerde anlatılmıştır. Tüm bu
isimler, işçi sınıfından ve göçmen ailelerden geliyorlardı ve Columbia ile Harvard gibi seçkin
üniversitelerin kapıları onlara çoğunlukla kapalı olduğu için CCNY'ye gidiyorlardı. O dönem, tıpkı
bugün gibi, dünya politikasındaki en bunalımlı dönemlerden biriydi. CCNY grubu tamamen politikti ve
sol görüşlü politikalara bağlıydı. CCNY kafeteryasında Troçkist olan Oda 1 ile Stalinci olan Oda 2'nin
hikâyesi ve Irving Kristol'un başlangıçta Oda 1 ile olan ilişkisi artık herkesçe biliniyor. Ancak CCNY
grubunun en önemli mirası, yoğun bir antikomünizm ve komünizmi destekleyen ve onun temsil ettiği
kötülüğü göremeyen liberallere yönelik eşit ölçüde bir nefretti. Neocon düşünceden hareketle bu
akımın en başından beri ütopik sosyal
mühendisliğe karşı dönüp duran muhalefetin kökenleriyle bu liberal antikomünizmin başlangıcını
anlamak son derece önemlidir.
CCNY grubunun birçok üyesinin başlarda Troçkist olması tesadüf değildir. Elbette Troçkİ'nin
kendisi de bir komünistti, ama ardından HitlerStalin antlaşmasının, onun ardından da Almanya'nın
Sovyetler Birliği'ni işgal etmesi üzerine gözde akıma doğru bir dönüş yaşanıldığı bu popüler hareket
sürecinde Troçkistler, Stalin rejiminin mutlak olumsuzculuğunu ve vahşiliğini çoğu kişiden daha iyi
anlamışlardı. O vahşilik, Stalin'in 1940 yılında Troçki'yi Mexico City'de öldürtmesine neden olmuştu.
27
NEOCONLARIN SONU NEOCON MİRASI

Hayal kırıklığına uğramış Sol'un komünizm karşıtlığı, geleneksel Amerikan Sağı'nın antikomünizm
karşıtlığından oldukça farklıdır. Amerikan Sağı, ateist, düşman bir dış güçle bağlantılı ve kapalı bir
piyasa olduğu için komünizme karşı çıkıyordu. Antikomünist Sol ise tersine komünizmin sosyal ve
ekonomik amaçlarını destekliyordu, ama 193O'1U ve 194O'l 1 yıllarda "mevcut gerçek sosyalizmin"
benimsemiş olduğu idealist hedeflerin temelinin tamamıyla istenmeyen sonuçlardan oluşmuş bir
ucube haline geldiğini fark etti. Aşırı boyutlara taşınan iyi niyetler tehlikesi, bir sonraki nesil
boyunca bu grubun üyelerinin birçoğunun iş yaşamının temelini oluşturacaktı.
ikinci Dünya Savaşı'na kadar CCNY grubunun neredeyse tamamının Markiszm'den ayrılmış olmasına
rağmen, her birinin sağ kanada nihai geçişlerinin zamanlaması ve mesafesi değişmektedir: Irving
Kristol en sağa gitmiş, Irving Howe sağın gerisinde durmuş; Bell, Glazer, Lipset ve Moynihan bu
İkisinin arasında bir yerde kalmışlardı. Sağa geçiş neredeyse kaçınılmazdı, çünkü yavaşça Sovyetler
Birliği'nin dışına taşan Stalİn dehşetinin doğası açığa çıkmakla kalmamış, ayrıca kapitalist ABD, Nazi
Almanyasına müdahale etmiş ve bu ülkeyle Japonya'nın yenilgiye uğratılmalarında önemli bir rol
oynamıştı. O zamanlar herkesin İkinci Dünya Savaşı için ahlâki bir son olarak gördüğü durumu
yaratan, görünüşteki sınırsız Amerikan gücünün kullanımıydı.
New York'un 1940'ların sonları ve 1950'lerin başlarındaki kapalı entelektüel yaşamı, Partisan Review
ve Commentary gibi dergilerin etrafında toplanmıştı. Aynı dönemde etkisi giderek artan Soğuk
Savaş ile McCarthyİzm'in perde arkasına yönelik bir tartışma başlatıldı; bu da zamanla Sol'dan daha
fazla kopuşlara neden olarak neocon'ların
saflarına yeni isimler kattı. Norman Podhoretz, kendisinin sağ kanada geçiş yolculuğunu kapsamlı
biçimde kaleme almıştır ve Commentary de onun editörlüğünde sağa geçerek neocon düşüncenin önde
gelen dergisi olmuştu.6 THE P UBLICINTEREST
CCNY grubunun komünizm karşıtlığıyla 1965 yılında Irving Kristol ve Danief Bell (kısa süre sonra eş
editör olarak yerine Nathan Glazer geçecekti) tarafından kurulan The Pubiîc Interest dergisinden
doğan ikinci önemli neocon düşünce akımı arasında hatırı sayılır bir bağ vardır. 1960'ların sonlarında
Amerikan politikaları çarpıcı bir biçimde değişmişti: insan haklan hareketi ve Vietnam Savaşı'nın
sonucu olarak 1930'ların eski komünistleri ile her yanı saran Solun yerini, en azından geçici bir
süreliğine, Tom Hayden'ın Yeni Solu ve Demokratik Toplum Taraftarı Öğrenciler almıştı. Bu ayrıca
büyük ölçekli sosyal mühendisliğin ABD hükümeti tarafından Lyndon Johnson'un Yoksullukla
Mücadele ve Büyük Toplum programları şeklinde yeniden canlandırıldığı bir dönemdi. Bell, Glazer ve
Lipset gibi isimler çoktan üniversitelerdeki yerlerini almışlar ve kendilerini yeni bir radikal öğrenci
neslinin muhalefeti karşısında bulmuşlardı. Hocalarının pek de olumlu yaklaşmadıkları yenilikçi sosyal
çalışmaları destekleyen bu öğrenciler, üniversiteleri Amerikan kapitalizmi ve emperyalizminin
hizmetçisi olmakla suçluyorlardı.
Neocon düşünceyi şekillendiren ilk savaş, 19301u ve 19401ı yıllarda Stalincilerle; ikincisi ise Yeni Sol
ile onun 1960larda doğurduğu karşı kültürle yapılan kavgaydı. İkinci savaşın hem iç hem de dış
politika boyutları vardı.
28 29
NEOCONLARIN SONU

Vietnam Savaşı muhalefeti; Havana, Hanoi, Pekin ve Managua'daki komünist veya Marksist rejimlere
yakınlık duyan bir Amerikan sokulan nesli yarattı; ayrıca Avrupa'nın müreffeh ülkelerini model
olarak almaya, sosyal eşitsizliğin altında yatan nedenlerin birçoğuna yönelmeye çalışan tutkulu bir iç
gündeme yol açtı.
The Public Interest, Kristol ve Bell tarafından tamamıyla gündemin iç politika kısmını, çoğu kez
olumlu olsa da, eleştirel bir gözle İzlemek için kurulmuştu. Bu dergi, akademisyenler, sosyal
bilimciler ve aralarında Glazer, Moynihan, James Q. Wilson, Glenn Loury, Charles Murray ve
Stephan ve Abigail Thernstrom'un da olduğu beyin takımı entelektüellerinden oluşan bir kuşağa ev
sahipliği yaptı. Bu yazarlar, Büyük Toplum projesini eleştirdiler; bu da 1980'ler ve 1990'ların sosyal
politikasında daha sonra sağ akıma geçiş için entelektüel temeli hazırladı.
Eğer The Public Interesfte yazan kişilerce dile getirilen İç sosyal politika eleştirilerini bir çatı
altında toplayan tek bir tema varsa o da sosyal mühendisliğin sınırlarıdır. Bu yazarlar, organik sosyal
ilişkileri zedeleyen büyük devlet müdahalesi (örneğin zorunlu otobüsle taşıma} gerektirdikleri veya
beklenmedik sonuçlar (zenginliğin bir sonucu olarak tek ebeveynli ailelerin sayısının artması gibi)
yarattıkları nedeniyle sosyal adalet aramaya yönelik hırslı çabaların sol görüşlü toplumları çoğu kez
olduklarından daha kötü bir hale getirdiğini ileri sürüyorlardı. Bu yüzden Amerikan kamu politikasının
eleştirilmesiyle CCNY grubunun komünizm karşıtlığı arasında doğrudan bir bağ vardır: hem Amerikan
liberalleri hem de Sovyet komünistleri değerli amaçlar peşinde koşuyorlar, ama politik gönüllülüğün
sınırlarını görememekle kendilerine zarar veriyorlardı.
30
NEOCON MİRASI

Bu konuyla ilgili sayısız örnek vardır. Nathan Glazer pozitif ayrımcılığın, kendisinin sözde
mirasçılarını işaretlemesi ve sosyal ilerlemeye yönelik aksi yönde dürtüler oluşturması açısından
ortaya çıkardığı olumsuz sonuçları yazmıştı. James Q. Wilson, suç üzerine yazdığı kapsamlı
yazılarında, sosyal politikanın suçun yoksulluk ve ırkçılık gibi temel sebeplerine ulaşabileceğine
inanmanın aptallık olduğunu ve makul suçla mücadele politikalarının kısa vadeli semptomlarla
ilgilenmesi gerektiğini savunuyordu. Ünlü (George Kelling ile birlikte yazdığı) "Kırık Pencereler"
makalesi, polis karakollarının büyük suçların yanı sıra daha küçük sosyal düzen meselelerine de
odaklanmaları gerektiğini Öne sürüyordu; bu makalenin New York şehrinin, metrolardakİ duvar
yazılarını silmeye ikna edilmesinde olağanüstü bir etkisi olmuştu.7
Daniel Patrick Moynihan, muhtemelen en çok 1965 tarihli The Negro Family adlı çalışmasıyla
tanınıyordu. Bu çalışma, zencilerin yoksulluğunun kültürde ve aile yapısında yatan karmaşık kökleri
olduğunu ve bunun, sosyal alışkanlıkları göz önünde bulundurmayan teşviklerle çözülemeyeceğini
İddia ediyordu. Moynihan raporu, ilk yayınlandığında oldukça tartışma yarattı ve "yoksulluk kültürü"
üzerine hararetli, peş peşe tartışmalara yol açtı. Moynihan'ın eleştirisi, evlilik dışı doğumları teşvik
eden ve yoksulluk kültürüne katkıda bulunan Çocuklu Fakir Ailelere Yardım (AFDC) gibi yardım
programlarının beklenmedik sonuçlarına dikkat çeken Charles Murray tarafından genişletildi.8
AFDC'nin bu şekilde eleştirilmesi sonunda, Cumhuriyetçi Parti Kongresi tarafından sunulan ve
Başkan Bili Clinton tarafından imzalanan 1996 tarihli Kişisel Sorumluluk ve Çalışma Fırsatı Uzlaşma
Yasası altında yürürlükten kaldırılmasına yol açtı.
31
NEOCONLAfılN SONU

The Public Interest, yalnızca iç politikayla ilgileniyordu. Irvİng Krİstol, The National Interest
adında dış politika üzerine kardeş bir dergi kurdu. Dergi, kurucu editörü Owen Harries'in
yönetiminde ABD dış politikası hakkında, çoğunlukta merkezin sağı olmak üzere, çok çeşitli görüşlere
ev sahipliği yaptı. The Public Interest tarafından başlatılan iç politika eleştirisi sonunda ABD dış
politikasıyla ilgili anlamlar taşıyacaktı, ama arada doğrudan bir ilişki yoktu ve birçok neocon da asla
böyle bir ilişki kurmamıştı. Neocon dış politikasının daha yakın kökleri başka bir yerde yatmaktadır.
LEOSTRAUSS
Neredeyse hiçbir konu hakkında Leo Sîrauss ve Irak savaşı hakkında edildiği kadar boş laf sarf
edilmemiştir. Mark Lilla, Strauss'un kim olduğu konusunda uzun ve aydınlatıcı bir yazı yayınlamış,
gizli bir antidemokratik öğreti ortaya koyduğu veya kamu yetkililerinin yalan söylemelerini
desteklediği yönünde Anne Norton, Shadia Drury, Lyndon LaRouche ve diğerleri tarafından ortaya
atılan baştan savma suçlamalara karşı Strauss'u ustalıkla savunmuştu.9 Strauss'un Bush yönetiminin
dış politikası üzerinde etkisi olduğunu düşünmenin saçma olmasının nedenlerinden biri de Irak
savaşına giden süreçte yönetimde hiçbir Straussçunun yer almamış olmasıdır. Dick Cheney, Donald
Rumsfeld, hatta Başkan Bush'un kendisine bile Leo Strauss'un kim olduğunu soracak olursanız
muhtemelen boş bakışlarla karşılaşırsınız.
Straussçuluğun Irak savaşında etkin olduğu düşüncesi, sırf savunma bakanı yardımcısı Paul
Wolfowitz'in kısa süreliğine Strauss ve kendisi de Strauss'un öğrencisi olan Allan
32
NEOCON MİRASI

Bioom'la çalışmış olduğu için geçerlik kazanmıştı. Ancak Wolfowİtz kendisini asla Strauss'un
vesayeti altında görmemiş ve dış politika görüşleri diğer öğretim görevlilerinden, özellikle de Albert
VVohlstetter'dan çok daha fazla etkilenmişti.
Leo Strauss, Nazilerden kaçarak 1930'larda Birleşik Devletlere göç etmiş, Ernst Cassirer'den ders
almış ve 1973'teki ölümünden çok kısa bir süre öncesine kadar çoğunlukla Chicago Üniversitesinde
ders vermiş Alman Yahudi'si bir siyaset kuramcısıydı. Eserlerinin çoğu, Batı felsefesinin rasyonalist
geleneğini içten yıkıp modernliği kendi inançları ve kurumlan için kullanacağı derin bir felsefi
temelden yoksun bırakmış olan Nietzsche ve Heidegger'e verilen karşılık olarak görülebilir. Buna ek
olarak bütün yaşamı boyunca, ilahi vahiy ile iyi yaşamın doğası hakkındaki siyaset üstü savların politik
felsefeden Avrupa Aydınlanma döneminin düşündüğü kadar kolaylıkla soyutlanamayacağını öne süren
"teolojikpolitik sorunla" uğraşmıştı.
Strauss'un çağdaş bağıntıcılığa verdiği karşılık, eski düşünürlerin eserlerinin özenle okunmasıyla
modern çağ öncesi felsefi düşünme biçimlerini yeniden canlandırmak ve özellikle de klâsik dönem
politik filozofların doğanın mantıklı bir açıklamasını bulmaya ve onun politik yaşamla ilişkisini
anlamaya yönelik çabalarına karşı bir takdir duygusu yaratmak olmuştu. Bu yüzden eserleri,
dogmatik yazılardan ziyade Plato, Thucydides, Farabi, Maimonİdes, Makyavelli, Hobbes ve diğer
filozoflar üzerine uzun ve ağır denemelerdir. Strauss, Marks ve Lenin'in ortaya koydukları anlamda
bir doktrin üretmemiştir ve onun yazdıklarından kamu politikası analizine benzeyen herhangi bir şey
çıkarmak son derece güçtür.
33
NEOCONLARIN SONU

Strauss'un da elbette politik görüşleri vardı: liberal demokrasiyi komünizme ve faşizme tercih
ediyor, totaliter ideolojilere karşı durduğu için VVinston Churchill'e büyük bir hayranlık duyuyor ve
felsefi modernlik krizinin Batı'nın kendine güvenini yıkacağından endişe duyuyordu. Ancak
öğrencilerine aşıladığı şey, bir kamu politikası talimatları kümesi değil, Batı'nın felsefi geleneğini
ciddiye alıp anlamaya yönelik bir istekti. Mark Lilla, Strauss'un şahsen derin felsefi düşüncelere
sahip olmasına ve düşüncelerinin politikleşmesini önlemek için zorluklara göğüs germesine rağmen
onun ikinci, üçüncü ve
dördüncü nesil öğrencilerinin hocalarının öğretilerini ucu açık araştırmaya bir davet olarak değil, bîr
ilmihal olarak görmeye başladıklarını öne sürüyor, ülla'ya göre bu kişiler, Strauss'un düşüncelerini
politikleştirmeye ve bunları belirli çağdaş kamu politikası formülleriyle ilişkilendirmeye
başlamışlardı. Strauss'un Öğrencilerinden iki tanesi bu geçişte kilit rol oynamıştı: Claremontlu
Harry Jaffa ile Ülla'mn ifadeleriyle Straussçuluğun sırasıyla "Sousacu" ve "Wagnerci" kanatlarını
geliştirmiş olan Allan Bloom. Jaffa, (efferson'ın Bağımsızlık Bildirgesi'nde doğal haktan
bahsetmesinden oldukça faydalanarak Amerikan yönetimini klasik doğa kanunu geleneğiyle
îlişkilendirmişti. Öğrencileri, Birleşik Devletler'! Plato ve Aristo'dan gelen felsefi geleneğin en yüce
örneği olarak görüyorlar, böylece Strauss'un felsefi görüşlerini Amerikan milliyetçîliğiyle
birleştiriyorlardı.10 Öte yandan Bloom, "modernlik krizinin" Amerikan siyasi ve sosyal yaşamında
gerçekleşmekte olduklarını gördüğü parçalayıcı sonuçları konusunda çok daha karamsardı. Çok
satılan kitaplar listesine giren 1987 tarihli The Closing ofthe American Mind, Heidegger'in
Rectroratsrede adlı ça
34
NEOCON MİRASI

lışmasını doğrudan ve muhteşem bir şekilde Amerikan üniversitelerindeki çağdaş krizin yanı sıra
seks, uyuşturucu, müzik ve popüler kültürdeki diğer akımlarla ilişkilendiriyordu.11 Bu kitap, hassas bir
noktaya dokunuyor ve yeni bir sorunu tanımlıyordu. Kültürel bağıntıcılık mantığın insanların miras
aldıkları kültürel ufukların ötesine geçemeyeceği inancı aslında çağdaş entelektüel yaşamda çoktan
kendisine yer edinmişti. Bu, Nietzsche ve Heidegger gibi önemli düşünürler tarafından üst düzeyde
meşrulaştırıldı; postmodernizm ve yapı sökücülük gibi entelektüel akımlarla yayıldı ve kültürel
antropoloji ve çağdaş bilimin diğer bölümleri tarafından uygulamaya geçirildi. Bu düşünceler,
üzerinde yaşayan insanların "yaşam biçimlerinin" eleştirilmesine karşı çıktıkları Amerikan siyasi
kültürünün eşitlikçiliğinde kendileri için verimli topraklar buldular. Bu tür bir bağıntıcılığın birçok
akademisyen ve üniversite yöneticisinin 1960'larda üniversitelere yönelik saldırılar karşısında kendi
ülkülerini koruyamamış olmalarının nedenlerinden bîri olduğuna da şüphe yoktur. Bloom, politikadan
çok felsefi fikirler ve liberal eğitimle ilgileniyordu; muhafazakâr olduğunu açıkça reddediyordu.
Daha Önce belirttiğim üzere, neocon hareketin Daniel Bell ve Nathan Glazergibi Öncüleri de
kendilerini 1960'larda Yeni Sol ve öğrenci radikalizmi ile yaşanan mücadelenin muhafazakâr
tarafında bulmuşlardı. Bloom'un daha sonra açıklayıp da onların zamanında ifade edemedikleri şey,
çağdaş liberal demokrasinin zayıflık kaynaklarına yönelik çok daha derin bir anlayıştı Isaiah Berlin
ve Kari Popper gibi liberal, çok uluslu bir toplumu desteklemeleri ve savunmaları için başvurulan
felsefi düşünürler, Strauss'un felsefi deneyim düzeyinin yanına erişememişlerdi. Bu yüzden Stra
NEOCONIARIN SONU

uss, Jaffa veya Bloom'dan etkilenmiş kişilerin 1980'lerde neocon çevrelere geçmiş olmaları pek de
şaşırtıcı değildir. Strauss ve Straussçuluk ile ilişkilendîrilip de Bush yönetiminin dış politikasıyla
ilgisi olan dikkate değer bir fikir vardır: "rejim" fikri. Rejimin siyasi yaşamın merkezinde olması
Strauss'a değil, her ikisi de aristokratik, monarşik ve demokratik rejimlerin doğaları İle bunların
hükmettikleri insanların kişilikleri üzerindeki etkileri hakkında oldukça söz söylemiş olan Plato ve
Aristo'ya bağlıdır. Plato ve Aristo'nun ikisi de bir rejimi modern biçimde, gözle görülür resmi
kurumlar kümesi olarak değil, daha çok resmi politik kurumlarla gündelik alışkanlıkların sürekli olarak
birbirlerini şekillendirdikleri bir yaşam biçimi olarak görmektedir. Demokratik bir rejim, belirli tipte
bir vatandaş, dolayısıyla Plato'nun Devlet adlı eserinin sekizinci kitabında Sokrates'in meşhur
demokratik adam tanımını ortaya koyar: Sonra dedim ki; kâh içki içip flütün sesini dinleyerek, kâh
suya dalarak; kimi zaman jimnastik yaparak, kimi zaman da yine aylak aylak gezip hiçbir şeye
aldırmayarak ve bazen de zamanını felsefeyle meşgulmüş gibi geçirerek anlık arzularını tatmin
ederek yaşar. Çoğu kez
politikayla ilgilenir ve ayağa fırlayarak aklına geleni söyler ve yapar; birilerine hayranlık duymaya
görsün, hemen o yöne gider isterse çok para kazanan kişiler olsun. Hayatında ne düzen vardır ne de
zorunluluk, ama sürdürdüğü bu hayat onun için tatlı, özgür ve huzurludur. 2 A

Çağdaş politik düşünürler arasında antik rejim anlayışını kavramaya Alexis de Tocqueville kadar
yaklaşan olmamıştır. Tocquevİlle, Amerika'da Demokrasi adlı eserinde Amerikan rejimini
tanımlarken, işe ülkenin resmi kurumlarının analiziyle başlıyordu: Anayasa, federalizm ve farklı
Amerikan eyaletlerindeki yasaların doğaları. Ancak Tocqu
36
NEOCON MİRASI

eville'in kitabını özellikle çarpıcı kılan şey, Amerikan halkının alışkanlıkları, gelenekleri ve toplumsal
davranışlarıyla gönüllü birliğe eğilimleri, dindarlıklarının yapısı, ahlâk anlayışları, kendi demokratik
kurumlarından duydukları aşırı gurur ilgili yaptığı gözlemlerdi. Aristokrat bir Fransız ailesinden
gelen Tocqueville, demokrasinin insan kişiliği üzerine yaptığı etkiler konusunda Sokrates kadar
önyargılı değildi, ama bir rejimin kişilik üzerine etkilerinin o rejimin türünün anlaşılmasında önemli
olduğuna İnanıyordu. Tocqueviile, Amerikan yönetim biçiminin ülkenin siyasi kurumlarını tanımlayan,
fakat aynı zamanda da vatandaşlarının davranışlarının ve inançlarının İçine işleyen bir eşitlik
düşüncesine dayandığını iddia ediyordu. Bu gündelik alışkanlıklar da siyasi yaşamın sosyolojik ve
antropolojik katmanları resmi siyasi kurumların oluşumunu mümkün kılmış ve bu kurumlan ayakta
tutmuştu. Bu yüzden daha geniş anlamıyla rejim, siyasi yaşamın anlaşılmasında bir kilit görevi
görmüştü. Strauss'un ve onun öğrencilerinin birçoğunun yazılarında göze çarpan bir konu da
rejimlerin şekillenmesinde politikanın rolüdür. Strauss, Doğal Hak ve Tarih (1953) adlı eserinde,
sağlıklı siyasi düzenlerin gelenekler, görenekler, değerler ve davranış biçimlerinin tarihsel
gelişimlerine dayandıklarını iddia ettiği için İngiliz Liberal Parti üyesi, düşünür Edmund Burke'ü
eleştiriyordu. Strauss, tıpkı Plato ve Aristo gibi, ortak yaşam amaçları meselesinin çağdaş liberal
projenin yapmaya çalıştığı gibi siyasi yaşamdan tamamıyla dışlanamayacağına inanıyordu. Üstelik
(Straussçu olmayan terminolojiyle ifade etmek gerekirse) resmi siyasi kurumlar gündelik kültürel
kuralların ve alışkanlıkların şekillenmesinde hayati bir rol oynamışlardır. Straussçular arasında yöne
37
NEOCONLARIN SONU
tim biçiminin "belirlenmesi" konusunda Solon, Lycurgus veya Amerika'nın kurucu babaları
örneklerinde olduğu gibi neredeyse her zaman tarihsel olaylar bağlamında olsa da çok sayıda
tartışma yaşanmaktadır. Kurucu babaları ele alacak olursak, ister Sousacı ister VVagnerci olsun
neredeyse bütün Straussçular Amerikan karakterinin kesinlikle Amerikalıların 1776 ile 1789
arasındaki dönemde kendileri için seçtikleri siyasi kurumlar tarafından şekillendirildiğine
inanmaktadırlar. Bu kurumlarda sadece Burke'ün yazısız hukuk sürecinin uzun vadeli ve aşağıdan
yukarıya onaylamaları değildi. Bu kurumlar, bazen gerçek felsefi yansımanın düzeyine ulaşan ve
Federalist gazetelerde yer alan açık tartışmalarla ara sıra bildiriliyorlardı.13 Ne tesadüftür ki
politikanın merkezde olduğu görüşünü, Amerikan kurumlarının içine yerleşmiş siyasi eşitlik
düşüncesinin Amerikalıların daha sonradan sergiledikleri alışkanlıkları ve davranış biçimlerini
açıkladığına inanan Tocqueville de paylaşıyordu.
Bu yüzden Strauss ne antipolitik ne de ant idevletçiydi; o da tıpkı Aristo gibi, insanların yaradılış
itibariyle politik olduklarına ve tam başarıya yalnızca şehir hayatında yer alarak ulaştıklarına
inanıyordu. İşte bu nedenle neocon hareketin Straussçu kanadı, liberal muhafazakârlarla her zaman
bir sorun yaşamıştır. Liberaller, özgürlüğü sadece olumsuz yönde, hükümet gücünden gelen özgürlük
olarak algılıyorlar. Adam Wolfson şöyle anlatıyor: "Liberaller, kendi kendini yönetme dışındaki akla
yatkın her özgürlüğü savunurlar... Neocon'lara göre ise köleliğe giden gerçek yol, liberaller ile sol
görüşlü seçkinlerin özgürlük adına antidemokratik bir sosyal politika uygulamaya yönelik çabalarında
yatmaktadır. Ancak
verilen, dar ve özelleştirilmiş bir özgürlüktür. Sonuç olarak kamusal işlerle faal ve etkin bir şe
3a
NEOCON MİRASI

kilde ilgilenmek önlenmiştir. Kamusal değerler sisteminin oluşturulması sürecinde söz sahibi olmak
dışında her şey serbesttir."14 Bu nedenle Straussçular ve neocon'lar, refah reformu gibi konularda
geleneksel muhafazakârlar ve liberallerle daha geniş anlamda hemfikir olduysalar da sorunu çok
farklı biçimde algılıyorlardı. Refahın fakir insanların kişilikleri üzerindeki yıpratıcı etkilerine
odaklanıyorlardı; aslında buna devlet müdahalesinin doğurduğu bir sonuç olarak bakmıyorlardı.
Bush yönetimi, "rejim değişikliğini" dış politikasının ilk sırasına ve merkezîne koymuş, bu amacına
askeri güçle ulaşarak Afganistan ve Irak'taki rejimleri yıkmıştır. Bu tür bir politika, Strauss ve onun
takipçilerinin anladıkları gibi rejimin merkezde olduğu anlayışından mı geliyor? Bu, felsefi
düşünceleri gerçek politikalara dönüştürmenin aşırı zorluğunu göstermesi açısından kısmen doğru,
kısmen de yanlıştır.
Bu çıkarımın doğru kısmı, belirli siyasi sorunların yalnızca rejim değişikliği yoluyla çözülebileceğidir.
Diğer bir deyişle, rejimler genel yaşam biçimlerini oluşturur ve yansıtırlar; Sokrates her ne kadar
dış politikadan bahsetmese de ona göre rejimin yapısının bir toplumun dışa dönük davranışlarını
etkilemeyeceğini düşünmek çok zordur. Bu düşünce, "demokratik barış" hakkındaki çağdaş
uluslararası ilişkiler kuramlarında gizlidir: ulus devletler, gerçekçilerin kabul ettikleri gibi, kara
kutular veya güç İçin birbirinden bağımsız olarak mücadele eden bilardo topları değildir; dış politika,
toplumlarının temellerinde yatan değerleri yansıtır. Kendi vatandaşlarına adaletsiz davranan rejimler
muhtemelen yabancılara da aynı şeyi yaparlar. Bu yüzden zalim veya totaliter rejimlerin tutumlarını
yüzeysel karşılıklar ya da ceza
39
NEOCONLARIN SONU

larla değiştirmeye yönelik çabalar her zaman için rejimin temelindeki yapıyı değiştirmekten daha az
etkili olacaktır. Polonya, Macaristan ve Çekoslovakya, 1989'dan önce komünist rejimlere sahiptiler
ve Varşova Paktı'na üyeydiler; Batı Avrupa'ya yönelttikleri tehdit, Avrupa'daki Konvansiyonel Güçler
müzakereleri gibi silah kontrol anlaşmalarıyla değil, onların liberal demokrasilere
dönüştürülmeleriyle önlendi.
Buraya kadar her şey iyi: Afganistan ve Irak'taki rejim değişiklikleri, bunların ABD'yi veya
komşularını, bir zamanlar Taliban ve Saddam Hüseyin'in yaptıkları gibi tehdit etmeyeceklerinin en
büyük teminatlarıdır. Strauss'un siyasetin merkezde olması anlayışı aynı zamanda başarılı rejim
değişikliğinin uzun vadede toplumların alışkanlıkları ve davranış biçimleri üzerinde olumlu bir etkiye
sahip olacağını öne sürmüş olmalıydı. Saddam Hüseyin'in zorba yönetimi pasifliği ve kaderciliği
doğurmuştu zulmün ve şiddetin kötülüklerini söylemeye gerek bile yok fakat demokratik bir Irak,
vatandaşlarına muhtemelen daha büyük bir özgüven kazandıracaktır.
Ancak Straussçuluğun rejimle ilgili yorumunun doğru biçimde anlaşılması, Amerika'nın rejim
değişikliği gerçekleştirmeye yönelik çabalarına ilişkin tehlike sinyalleri de vermiş olmalıydı. Bu
anlayışa göre rejimler, yalnızca resmi kurumlar ve yetki makamları değildir; onlar, yönettikleri
toplumları şekillendirir ve onlar tarafından şekillendirilirler. İnsanların yaşamlarını yöneten, din,
yakınlık ve ortak tarihsel deneyime dayanan yazısız kurallar da rejimin bir parçasıdır. Klasik politik
felsefe, yeni rejimlerin kurulmasının yeni yaşam biçimlerine yol açabileceğini öne sürerken, bunların
kurulmalarının özellikle kolay olduklarını iddia etmemektedir. Özellikle Plato, insanları mevcut siyasi
düzenleri
40
NEOCON MİRASI

nin kâinatın büyük düzeninin üzerine kurulu olduğuna inandırmak için şehre özgü bîr dine benzer bir
şeye duyulan ihtiyacı vurgulamaktadır. Bu, hem Devletin onuncu kitabında
Sokrates'in Er efsanesini işlemesiyle hem de Kanunlar'da. dinin uzunca tartışılmasıyla
desteklenmektedir. Strauss'un modern Aydınlanma projesine duyduğu şüphenin ana bir noktası
varsa şayet, o da sağlam bir siyasi düzen kurmak için mantığın tek başına yeterli olduğu veya mantık
dışı açığa çıkarma iddialarının politikadan dışlanabileceği düşüncesidir. Yeni bir siyasi düzen kurmak
bu yüzden zor bir iştir ve kendilerine yasalar çıkardıkları insanların alışkanlıkları, davranış biçimleri
ve geleneklerini yakından tanımayanlar için iki kat daha zordur. Tarihe bakacak olursak, çok az
sayıda Amerikan denizaşırı imparatoru Douglas MacArthur dışında bu tür bir çalışmaya büyük bir
uygunluk göstermiştir.13 Yerli halkların alışkanlıkları ve deneyimlerinin içinden doğan kurumlan
görmek yerine yabancı topraklara kendi Amerikan deneyimlerini götürme eğiliminde olmuşlardır.
Amerikan deneyiminin evrenselliğinde Straussçu inanca dair herhangi bir şey yoktur; ne Strauss ne
de antik politik filozofların hiçbiri, demokrasinin diktatörlüğün ortadan kaldırılmasından sonra
toplumların döneceklerinin düşünüldüğü rejim olduğuna inanmıyordu.
Tocquevİlle, eşitliğin ilerleyişinin kaçınılmaz olduğunu ve her bireyin geleceğinde demokrasinin
yattığını söylüyor.16 Ancak onun demokrasiye yönelik belirgin, yüzyıllarca süren tarihsel akım
iddiasıyla sağlam bir demokrasinin belirli bir yerde ve zamanda kurulabileceğine ilişkin İnanç
arasında büyük bir fark vardır. Tocqueville, demokrasinin ABD'de, kültür ve sosyal uyguiama
alanlarından gelen ve
41
NEOCONLARIN SONU

bugün "destekleyici yapılar" dediğimiz şeylerin varlığına dayanan anavatanı Fransa'dan daha iyi
işlemiş olduğunu açıklamaya çok zaman harcamıştı. Rejimin önemiyle ilgili Straussçu anlayış,
davranışlarda bazı değişiklikleri gerçekleştirmek için rejim değişikliğinin gerekli olduğunu ve bunu
başarmanın da son derece zor olduğuna İşaret ediyordu. ALBERT WOHLTEITER
Leo Strauss dış politika hakkında neredeyse hiçbir şey söylememiş olsa da onun öğrencilerinin veya
öğrencilerinin de öğrencilerinin çoğu, onun felsefi düşüncelerini politikalara dönüştürmeye çalışmış
olabilirler. Öte yandan aynı şey, Paul Wolfowitz, Richard Perle, Zalmay Halilzad ve Bush yönetiminin
içindeki veya ona yakın diğer kişilerin öğretmeni olan Albert Wohlstetter için söylenemez.
VVohlstetter, Rand Corporation'm 1950'lerdeki görkemli yıllarında burada çalışmış, daha sonra
Chicago Üniversitesi'nde ders vermiş olan matematiksel düşünen bir mantıkçıydı Meslek yaşamının
belirleyici işareti, iki ana konu üzerine çok uzun zamandır duyduğu İlgi olmuştu. İlki, genişletilmiş
caydırıcılık yöntemiydi. Wohlstetter, Soğuk Savaş günlerinde Fransız General Pierre Galois gibi
strateji uzmanları tarafından ortaya atılan, en az miktardaki bir nükleer caydırıcının ucuz ve etkili
bir ulusal savunma biçimi olacağı yönündeki inanca karşı çıkmıştı. Wohlstetter genel politika
çevrelerinde en çok, Sovyetler Birliği'nin sınırlarının etrafındaki orta menzilli ABD nükleer
bombardıman uçaklarının önleyici saldırıya karşı savunmasızlıklarını göstermiş 1954 tarihli Rand
Corporation'in baskın tarzındaki müdahaleleri bombalama esaslı teori çalışmasıyla tanınıyordu. Gö
42
NEOCON MİRASI

rünen oydu ki, nükleer bir caydırıcıya sahip olmak yeterli değildi; ülkeler, nükleer savaş
senaryolarındaki savunmasızlıklarını gözden geçirmek zorundaydılar. Bu çalışma, Soğuk Savaş
caydırma teorisinin en önemli maddesi haline gelen ilk darbe/ikinci darbe kavramını ortaya koydu.17
Wohlstetter'm uzun sürefı ikinci ilgi konusu ise nükleer silahlara sahip olunmasıydı. 1968 tarihli
Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması'nın (NPT) hemen ardından ortaya çıkan nükleer
silahsızlanma biçiminin, nükleer silahların yayılmasını önlemeye çalışırken diğer yandan da sivil
nükleer güce sahip olma hakkını tanıdığı konusunda şüpheleri vardı; ona göre bu iki tür teknoloji
birbirilerinden doğru biçimde ayrılamazdı. Wohlstetter'in endişeleri bugün, İran'ın NPT'ye
dayanarak sivil kullanıma yönelik nükleer enerji için zenginleştirilmiş
uranyum üretme hakkına sahip olduğunu iddia ettiği Ortadoğu'da hayata geçmektedir. Bu yöntem,
gizli nükleer silah programı için mükemmel bir örtü sağlamaktadır. Nükleer silahlara sahip olunması
meselesi, Wohlstetter'ın zihninde, genişletilmiş caydırıcılıkla bağlantılıydı. Nükleer güce sahip
birçok devletin olduğu bir dünyanın karşılıklı caydırma yoluyla durağan hale getirilebileceği
düşüncesi akla yatkındır, ancak bu devletler güvenli ikinci darbe imkân ve kabiliyetlerine ulaşmadıkça
bu düşünce hayata geçmeyecektir. Küçük, gelişmekte olan nükleer güçlerin, rakiplerini baskın
önlemler almaya sevk ederek istikrarsızlığı arttırmaları daha muhtemeldi.
Albert Wohlstetter'in kendisini neocon olarak görüp görmediği belli değildir, ama Sovyetler Birliği
tarafından yöneltilen tehdit hakkındaki karamsar görüşü nedeniyle o ve öğrencileri az çok belli
etmeden bu hareketle birleşmişler
43
NEOCONLARIN SONU

dir. Sovyetler Birüği'ni caydırmak için Karşılıklı Güvenli Yok Etme doktrininin (MAD) yeterli
olacağına dair 19601ı ve 1970'li yıllarda alınan bilgileri kabul etmiyordu. Wohlstetter onlarca,
yüzlerce milyon sivili yok edecek bir tehdidin hem ahlâka aykırı hem de gerçek dışı olduğunu iddia
ediyordu. İCBM'lerin (Kıtalar arası balistik füze) isabet oranlarının artması ve çoklu savaş
başlıklarının konuşlandırmasıyla ileride bir gün sözde karşı kuvvetin örneğin Sovyetlerin Amerikan
nükleer üslerine karşı bir ilk darbe başlatıp ABD'nin karada konuşlu nükleer güçlerinin büyük bir
kısmını yok etmesi, ayrıca bir denizaltından şehirlere yönelik karşı darbeyi püskürtmeye yetecek
kadar silaha sahip olması gibi mümkün olabileceğine dikkat çekiyordu.
Karşı kuvvet senaryolarının çoğu, radyoaktif serpinti ve diğer ikincil etkiler yoluyla her iki tarafta
da muhtemelen milyonlarca insanın ölümüne yol açacak olsa da, şehirleri hedef alan nükleer İmha
karşı değer savaşlarının aksine bu tür bir savaş en azından imkân dâhilindeydi. Wohlstetter,
Sovyetler Birliği'nin geçmişte politik amaçlan İçin zayiatlara razı olduğunu, bu yüzden karşı kuvvet
saldırısına karşı savunmasız bir kuvvet durumunun gelecekte onu daima caydıramayabileceğini
savunuyordu.
Wohlstetter, Wolfowitz, Perle ve Senatör Henry M. "Kepçe" Jackson gibi siyasi müttefikler (ayrıca
Sovyet tehdidini inceleyen sözde B Takımı'nda Wolfovvitz ile birlikte çalışmış olan Paul Nitze gibi
memurlar), MAD'yi yüceltmek amacıyla stratejik silahların kontrolünü kullanmaya çalışan Henry
Kissinger ile merkeziyetçi Cumhuriyetçilere ve Demokratlara karşı bir araya gelmişlerdi. 1970'lerde
stratejik nükleer silahlarla ilgili gerçekleştirilen SALT antlaşmasını, gelişen Sovyet karşı kuvvet
imkân ve kabiliyetlerini engelle
44
NEOCON MİRASI

mede başarısız olarak caydırıcılığı zayıflatmakla eleştiriyorlardı.


VVohlstetter bu yüzden ilk neocon'ların Sovyetler Birliği'ne karşı düşmanca görüşlerini ve bu
kişilerle Strauss öğrencilerinin de rejimlerin dış politika için önemli oldukları inancını paylaşıyordu.
Onun ortaya koyduğu şey, uluslararası İlişkiler, savunma politikası ve güvenlik meseleleri konusunda
uzman olmadıklarıydı. VVohlstetter, 1970lerin sonunda ve 1980'lerde, ilgisini Basra Körfezi, Irak,
İranlrak savaşı ve Ortadoğu'da filizlenmekte olan nükleer silahlanma sorununa çevirdi. O ve
öğrencileri böylece, geniş ve genel bir neocon düşünceler kümesinin belirli dış politika tercihlerine
dönüştürülmesinde çok önemli bir rol oynadılar. VVohlstetter'in Wall Street Journal'in görüş
sayfasının kıdemli editörü Robert Bartley gibi isimler üzerindeki etkisi sayesinde bu tercihler,
Kissinger ve yumuşama politikasına karşı sağlam bir alternatif oluşturdular ve Ronald Reagan başkan
seçildiğinde politikaya dâhil edildiler.
VVohlstetter'in çalışmasında sürekli olarak işlenen bir konu da artan hedef tespiti doğruluk oranının
savaş üzerindeki etkisiydi. Nükleer düzeyde, bağımsız olarak hedefe yöneltilebilen çoklu atmosfere
dönüş bölmeleri (MIRV), sertleştirilmiş füze sığınaklarına yönelik bir karşı kuvvet saldırısını mümkün
kılarken, konvansiyonel savaşta ise duyarlı hedefleme İttifak
güçlerinin Almanya ve Japonya'ya karşı gerçekleştirdikleri bombardıman harekâtları esnasında
gerçekleşen şehirlerin ve sivil nüfusun yerle bir edilmesini geçersiz kılıyordu. VVohlstetter, bu
duyarlı hedeflemeyi, ikinci Dünya Savaşı'nda Dresden, Hamburg, Tokyo ve Hiroşima gibi şehirlerde
yüz binlerce sivilin canını alan savaştan daha insani buluyordu.
45
NEOCONLARIN SONU

Fakat duyarlı hedeflemenin esasen konvansiyonel savaşta ortaya çıkışının beklenmedik bazı sonuçlan
olmuştu. VVohlstetter'ın mükemmel biçimde öngörmüş olduğu teknolojik devrim, 1990'lara kadar
büyük Ölçüde gerçekleşmişti. İlk Körfez Savaşı'ndan itibaren Amerikalılar, hedeflerine doğru hızla
İlerleyerek Özel binaları veya araçları havaya uçuran Amerikan bombalarının televizyon yayınlarına
aşina olmuşlardı. İDAM'lerle (serbest düşüşteki "kör" bombaları akıllı bombalara dönüştüren
Birleşik Doğrudan Saldırı Cephaneleri) donatılmış B52 bombardıman uçakları bir kez daha, Kuzey
İttifakı savaşçılarıyla birlikte ilerleyen Özel Kuvvetler birlikleri tarafından gökyüzünden ortaya
çıkarılabüdikleri Afganistan savaşının önemli bir parçası haline geldiler. Bu gelişmeler ve bunlara
paralel olarak istihbarat ve muhabere teknolojisinde gerçekleşen devrim, savaşın yönetilme
biçiminde büyük bir dönüşümü mümkün kılıyordu.
Savunma Bakanı Donald Rumsfeld tarafından askeri "dönüşüm" olarak büyük destek gören bu daha
hafif, daha hızlı ve daha hareketli bir muharebe şekline geçiş, Amerikan müdahalesini daha mümkün
kılmıştı. Bu dönüşüm, Amerika'nın zayiatları açısından savaşın düşük maliyetli olacağı yönünde bir
kanı uyandırdı. 1991 yılındaki Körfez Savaşı'nda çarpışmalarda ölen askerlerin sayısı iki yüzün
altındaydı; Clinton yönetiminin Haiti ve 1999 Kosova savaşı ile sonuçlanan Bosna gibi yerlerdeki
birçok küçük müdahalesinde tek bîr Amerikalı bile ölmemişti. Görünüşe göre Rumsfeld, bu tür bir
savaş yönteminin uygulanabilirliğini sergilemek amacıyla İrak'ı mümkün olan en küçük kuvvet
yapısıyla işgal etmek istiyordu. Savaşlarda daha az Amerikalının ölmesi elbette ABD için daha iyidir.
Diğer yandan Amerikan askeri teknolojisİ
46
NEOCON MİRASI

nin 199O'lı yıllardaki başarısı, askeri bir müdahalenin Körfez veya Kosova savaşlarında olduğu gibi
her zaman için başarılı ve ucuz olacağı yanılsamasını yaratmıştı. Irak savaşı, bu tür hafif, hareketli
savaş yönteminin sınırlarını açık bir şekilde sergilemektedir: neredeyse mevcut bütün konvansiyonel
askeri güçleri bozguna uğratabilir, ama isyana karşı uzun süreli mücadelede herhangi özel bir
üstünlük sağlamaz. JDAM'ler ve televizyon güdümlü tanksavar füzeler, ne İsyancılarla sivilleri
birbirinden ayırt edebilirler ne de askerlerin Arapça konuşmalarına yardım ederler. Doğrusu
Vietnam savaşının son günlerinde kurulan profesyonel, tamamı gönüllülerden oluşan bir askeri gücün
ilk örneği, yalnızca kısa ve yüksek yoğunluklu savaşlarda işe yarar. ABD, rejim değişikliği ve askeri
gücünü dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde politik hedefleri desteklemek için kullanma konusunda
ciddiyse, Albert VVohlstetter'ın tasavvur ettiğinden birçok yönden farklı bîr askeri güce İhtiyaç
duyacaktır. Büyük Birleşme
Neocon hareketinin kurucuları Kristol, Bell ve Clazer, sonuçta farklı siyasi noktalarda yer aldılar,
Kristol, Reagan Devrimini benimseyip Cumhuriyetçi olurken Bell ve Glazer ise daha merkeziyetçi ve
daha az partizandı. Daniel Patrick Moynihan ise Demokrat kaldı ve New York senatörü olarak 1996
Refah Reformu teklifine karşı oy kullandı. Hareketin köklerinin sol görüşlü antikomünizmde yattığına
bakacak olursak neocon'ların çoğunun Henry Kissînger'ın 1970'lerdeki gerçekçi dış politikasına karşı
çıkmış olmaları hiç de şaşırtıcı değildir. Uluslararası ilişkiler kuramında tanımlandığı şekilde
gerçekçilik, rejimlerine bakıl
47
NEOCONLARIN SONU

maksızın bütün ulusların güce ulaşmak İçin mücadele ettikleri yönünde bir varsayımla başlar.
Gerçekçilik bazen rejimler hakkında göreceli ve kuşkucu olabilir; gerçekçiler genellikle liberal
demokrasinin muhtemelen evrensel yönetim biçimi olduğuna veya onun temelinde yatan insani
değerlerin kesinlikle demokratik olmayan toplumların temelinde yatanlardan üstün olduğuna inanırlar.
Aslında onlara göre tehlikeli biçimde istikrarsızlaştıran bir hâle gelebilen savaşçı demokratik
idealizme karşı uyanda bulunuyorlar.
Henry Kissinger, klâsik bir gerçekçiydi. Bu tutumunu, Metternich üzerine hazırladığı doktora
tezinden diplomasi konusundaki başyapıtına kadar sürekli olarak muhafaza etti.18 Ulusal güvenlik
danışmanı ve daha sonra da Savunma Bakanı olarak eski Sovyetler Birliği ile yumuşama politikası
yürütmeye çalışması, Sovyetler Birliği'nin dünya meselelerinde sürekli bir konu olduğu yönündeki
görüşünü yansıtıyordu. Kissinger'a göre ABD ve diğer demokrasilerin Sovyetler Birîiği'nin gücüne
uyum sağlamak zorunda olacaklardı. Bu yüzden neocon'ların çoğunun Ronald Reagan'ın Sovyet
komünizmi İle liberal demokrasi arasındaki mücadeleyi yeniden düzenlemeye yönelik girişimini büyük
ölçüde desteklemiş ve Reagan, Sovyetler Birliği'nden bir "şer imparatorluğu" olarak bahsettiğinde
utanç içerisinde titrememiş olmaları şaşırtıcı değildir.
Diğer yandan 1970'lerİn sonlarından itibaren neocon düşünce giderek Amerikan muhafazakârlığının
gerek küçük yönetim özgürlüğü, dini veya sosyal muhafazakârlığına gerekse Amerikan milliyetçiliğine
dayanan diğer daha geleneksel biçimlerinden ayırt edilemez hale gelmişti. Kimin neocon olarak
nitelendirilebileceği bile oldukça zordu. Bu, iki nedenle doğrudur. Öncelikle birçok neocon düşünce,
48
NEOCON MİRASI
ana görüşü savunan neocon'lar ve Amerikan halkının büyük bîr kesimi tarafından içtenlikle
benimsenmişti. Ronald Reagan, "refah kraliçeleri" hikâyeleri anlatmış olabilirdi, ama refahla ilgili
tartışma, AFDC gibi sosyal programlarla refah bağımlılığı arasındaki bağ The Public Interest'in
sayfalarında deneyci toplumbilimciler tarafından desteklendiğinde daha ciddi bir hâl almıştı. Dış
politikada ise Paul Nitze gibi çıkarcı Soğuk Savaş yanlıları, Kissinger'ın Sovyetler Birliği'ne uyum
sağlanması yönündeki düşüncesine muhalif olarak neocon'ların saflarında yer almışlardı.
Ancak bu amaç birliğinin İkinci bir nedeni de birçok neocon'un, geleneksel muhafazakârların iç
politika tutumlarını benimsemeye başlamış olmalarıdır. CCNY/Public Interest grubunun gerçek
görüşleriyle neticede çoğu siyasi hayatlarına sosyalist olarak başlamıştı Ronald Reagan'ın serbest
piyasa muhafazakârlığı arasında doğal bîr bağ olmadığını söylemekte bir sakınca yoktur.19 Bununla
birlikte 1980'lere kadar çoğu neocon Amerikan kapitalizmiyle barışmıştı: kapitalizme, Ludwİg von
Mises veya Friedrich Hayek'in takipçileri kadar inanmıyorlardı, ama gündemlerinde asla piyasa
kapitalizmi hakkında bir eleştiri olmadı. 1990'lara kadar bu birlik, kültür ve din alanlarına kadar
genişleyecekti. Ancak neöcon'lar, göç ve serbest ticaret gihi konularda Patrick Buchanan gibi
Jacksoncu muhafazakârlardan farklı düşünmeye devam ediyorlardı (onlar, her iki konuyu da büyük
ölçüde destekliyorlardı).20
Neocon düşüncenin Amerikan muhafazakârlığının diğer kollarıyla birbirine geçmesi, neocon tutumları
belirli bir biçimde tanımlamayı zorlaştırmıştır. Neocon düşüncenin bugünkü düşmanları, kendilerini
neocon olarak tanımlayan kişilerden oluşan grubun İçerisinde 1980'lerden beri varhğı
NEOCONLARIN SONU

nı koruyan görüşlerin tutarlılığı meselesini son derece abartmaktadırlar. Ortak bîr görüşe sahip
olmamaları, 19891991 döneminde komünizmin beklenmedik çöküşünün ardından dış politikada birlik
ortadan kalkıp da neocon'lar kendi aralarında Soğuk Savaş sonrası dünyada Amerika'nın ulusal
çıkarlarının yapısını tartışmaya başladıklarında daha açık bir hâle geldi.
Yukarıda neocon'ları en çok birleştiren unsurun rejimin yapısının önemine duyulan inanç ile
gerçekçiliğin örtülü bağıntıcılığına yönelik düşmanlık olduğunu belirttim. Fakat 1990'ların başlarında,
demokrasinin desteklenmesi veya İnsan haklarının ABD dış politikasının temelini hangi ölçüde
oluşturması gerektiği veya Amerika'nın dünya çapındaki taahhütlerinin uygun derecesi hakkında
neocon'lar arasında herhangi bir mutabakat yoktu. The National Interestİn, birçok neocon'un
yazılarını yayınlayan editörü Owen Harries de, ABD çıkarlarıyla ilgili daha dar bir anlayışı savunan,
kendisini gerçekçi (ve Avustralya vatandaşı) olarak ilan eden biriydi. Irving Kristol, 1980'lerde
ABD'nin Avrupa'yla bağlantısını kesmesini gözden geçirmesi gerektiğini savunmaya başladı; The
NationalInterest adlı bir dergi çıkarması, Amerika'nın kendisini dünyada nasıl görmesi gerektiğiyle
İlgili daha kısıtlayıcı bir bakış açısı sunuyordu. Kendilerini neocon olarak adlandıranlar arasında
ABDÇİn ilişkileri, NATO genişlemesi ve Balkanlara müdahale edilip edilmemesi gibi 1990'larda
ortaya çıkan başlıca dış politika meselelerinde hareketli tartışmalar yaşanıyordu.
50
NEOCON MİRASI

KRÎSTOL, KAĞAN VE 1990 'LAR


Bugün neocon düşüncenin temeli kabul edilen yayılmacı, müdahaleci, demokrasiyi destekleyen duruş
Max Boot'un deyimiyle "sıkı VVilsonculuk"2' ve diğerlerinin deyimiyle de "hormonlu VVilsonculuk"
daha çok 1990'ların ortalarından sonlarına kadar VVilliam Kristol'un The VVeekly Standard adlı
dergisinde bu tür bir dış politikayı savunmaya başlayan Irving Kristol'un oğlu VVİÎliam ile Robert
Kağan gibi genç yazarların ürünüdür. Kristol ile Kagan'ın neocon düşünceyi bu şekilde yeniden
tanımlamaya yönelik girişimleri, bugün dünyanın dört bir yanındaki insanların çoğunun bu hareketi
onların tanımlamasıyla algılamalarını sağlayacak kadar başarılı olmuştur. Bu tür İnsanlar, gerçek
neocon'ların farklı görüşleri hakkındaki gerçeklere aldırmaksızın, görüşlerini değiştirmeye ikna
edilemeyeceklerdir.
Kristol ile Kagan'ın neocon dış politikayı yeniden tanımlamaya yönelik girişimleri ilk kez 1996 yılında
Foreign Affairs dergisi için yazdıkları bir makalede {daha sonra Present Dangers [2000] adlı bîr
kitaba dönüştürülmüştü) sistematik olarak sergilenmiş, Cumhuriyetçi Parti için "yeni Reagancı" bir
gündem belirlemişti. Meseleyi Jeane Kirkpatrick'in, Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ardından
Amerikan "normalliğine" dönüşle ilgili raporundan yola çıkarak ele aldılar ve bunun yerine Amerika
önderliğinde, "başkaldıran diktatörler ile düşman ideolojilere karşı koymayı ve mümkün olduğu her
yerde bunları yıkmayı;... Amerika'nın çıkarları ile liberal demokratik ilkelerin desteklenmesini; ve...
insan kötülüğünün daha aşırı hallerine karşı mücadele etmeye çalışanlara yardım sağlanmasını"
gerektiren bir politika olan "İyiliksever hegemonyayı" istiyorlardı.22
51
NEOCONLARIN SONU NEOCON MİRASI

Bu Yeni Reagancı dış politika, çoğu kez VVilsonculuk olarak tanımlanmıştır. Ama bu, uluslararası
kurumlan göz ardı eden bir Wİlsonculuktu.23 Çünkü VVoodrovv VVilson, Milietler Cemiyeti'ne
dayanan liberal bir uluslararası yasal düzenin oluşturulması yoluyla demokratik barışı kurmaya ve
liberal demokrasinin yayılmasını desteklemeye çalışıyordu. Bu geleneksel liberal enternasyonalizm
geleneği, Roosevelt ve Truman yönetimlerinin Birleşmiş Milletleri kurma çabalar] sayesinde
Amerikan dış politikasının güçlü bir parçası olarak yerini korudu, ama ne geçmişteki ne de şimdiki
neocon'ların gündemlerinde kendisine bir yer bulamadı. Kristol ve Kağan, uluslararası kurumların
yerine, ABD'nin nüfuzunun yansıtılması için üç maddenin altını çiziyorlardı: ezici askeri üstünlük;
ABD'nin müttefiklerine karşı sağlam bir bağlılık ve Amerikan anavatanını karşı saldırılardan
korumanın bir aracı olarak füze savunması.24
Kristol ve Kağan, açık bir şekilde, rejim değişikliğini Yeni Reagancı politikalarının ana unsuru olarak
savunuyorlardı. Zorba rejimleri, anlaşmalar, uluslararası hukuk veya normlar
yoluyla medeni kurallar çerçevesinde hareket eder duruma getirmenin tamamıyla gerçek dışı
olduğunu; uyumu ve ortak çıkarları uzun vadede yalnızca demokratikleştirmenin temin edebileceğini
iddia ediyorlardı. 1991 yılındaki Körfez Savaşı esnasında ABD'nin Saddam Hüseyin'i öldürmek üzere
Bağdat'a gitmemesinin bir hata olduğunu ve NATO güçlerinin de Sırbistan'da Miloseviç'i devirmek
için Kosova'nın ötesine geçmiş olmalarının gerektiğini söylüyorlardı. Rejim değişikliğini sadece Irak,
Kuzey Kore ve İran gibi "haydut" devletler değil, 11 Eylül'den önceki dönemde uluslararası sistemde
başlıca rakipleri konumunda olan Çin için de istiyorlardı.
KristolKagan gündemi, bu tür hareketli bir dış politikanın ABD çıkarları açısından en iyisi olduğuna
duyulan inanç tarafından yönlendiriliyordu. Fakat gündem aynı zamanda daha az aşikâr olan politik
bir hesabın da güdümündeydi. Birleşik Devletler'in görünürde herhangi bir ciddi dış tehditle karşı
karşıya olmadığı Clinton döneminde, o zamanlar JVeekly Standard'ta editörlük yapan David Brooks,
Theodore Roosevelt'in yönetimini model alarak bir "ulusal büyüklük" politikasının izlenmesi
gerektiğini savunmaya başladı.25 Ulusal büyüklük, Cumhuriyetçi Parti'nin İkinci Dünya Savaşı boyunca
izolasyon yanlısı ve tekrar o yöne dönebilecek önemli bir kanadının önemsiz veya yönetim karşıtı
özgürlükçülüğüne karşı bir panzehir olarak görülüyordu. Bu, Amerikalıların zihinlerini toplumsal
meseleler yerine aile ve arkadaş çevresiyle meşgul etmeye yönelik, ilk kez Alexis de Tocquevîlle
tarafından fark edilen yaygın eğilimlerinin bir parçası olarak görülebilir.
Ulusal büyüklük kaçınılmaz olarak kendisini dış politikayla gösterir, çünkü dış politika her zaman için
kamuyu ilgilendiren bir konudur ve hayati meseleleri içerir. Kristol bunun dışında birkaç kez,
Cumhuriyetçi Parti'nin her zaman dış politika meseleleri tehlikeli bir duruma geldiğinde ilginin iç
politika veya ekonomiye odaklandığı zamana kıyasla daha başarılı olduğunu belirtmişti. Bu yüzden dış
politikayı dış dünyanın doğasından elde etmek yerine iç politikayla ilgili oldukça soyut görüşün
etrafında bir dış politika tasarladılar. Amerika'nın, borsanın yükselmesi ve Monica Lewinsky gibi
meseleleri kafasından atması için ulusal bir projeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorlardı.
Kristol ile Kagan'ın gündemi, 1990'ların son yılları boyunca Cumhuriyetçi Parti'nin içerisindeki önemli
gruplarla
52 53
NEOCONLARIN SONU

aralarının açılmasına neden oldu. Aksine "sıkı" VVÜsonculukları, Clİnton yönetiminin birçok
politikasıyla örtüşüyordu: Balkanlar'a ve Afrika'ya insani müdahaleyi destekliyor, partinin
Kissengercı gerçekçi ve Jacksoncu milliyetçi kanatlarının ikisi tarafından da kabul edilmeyen
uluslararası eylemciliği belirli bir ölçüye kadar savunuyorlardı. Bu durum ayrıca zamanında Kristol ve
Kagan'ın Amerika'nın ulusal çıkarlarıyla ilgili çok daha tutucu görüşlere sahip Jeane Kirkpatrick ve
Charles Krauthammer gibi kendilerini neocon olarak adlandıran diğer birçok kişiyle de aralarını
açmıştı.
Neocon düşüncenin 1990'lardaki bir özelliği, uluslararası ekonomi veya gelişmeye olan genel
ilgisizliğiydi. Uluslararası yeni kurumların oluşturulmasına yönelik son zamanlarda edilen taleplerin
çoğu, küresel ticaret ve yatırımın ihtiyaçları tarafından öne sürülmektedir. Bu da, Gümrük Tarifeleri
ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT), Dünya Ticaret Örgütü (WTO), Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü ve
benzeri teşkilatların oluşumuna yol açmıştır. Neocon'lar politika, güvenlik ve ideolojiyle genelde ilgi
duyuyorlardı; küreselleşme, rekabetçilik, gelişme ve diğer meseleler hakkında nispeten daha az
sayıda özgün fikir üretmişlerdir. Neocon görüşlü dergilerde ekonomi konularındaki makaleler,
profesyonel iktisatçılara yazdırılıyordu. İlk başlarda modern kapitalizme yönelik bazı kuramsal
eleştirilere rağmen ekonomi politikası görüşleri, zamanla gittikçe daha fazla oranda günümüz
Amerikan neoklasik ekonomisinin muhafazakârlığını izleme eğiliminde oldular.26
KristolKagan gündemi, kesin bir biçimde neocon düşünceyle ilişkilendirildiğİ ve George W. Bush
yönetimi tarafından uygulamaya konulduğu için tüm bunların üstüne neocon dış politikasını yeniden
tanımlamaya çalışmak çok
54
NEOCON MİRASI

zorlu bir mücadeledir. Fakat neocon mirasın, çok sayıda kola sahip karmaşık bir miras olduğu ve Çin,
Irak ya da Avrupalılar İle nasıl ilgilenileceği konusunda temel ilkelerden çıkarılabilecek belirli
politika anlamlarının ille de Kristol ve Kağan tarafından seçilenler olmadığı açıklığa kavuşturulmalıdır.
RÖNALD REAGANYENÎMUHAFAZAKÂR MİYDİ? FEKi YA GEORGE W. BUSH? Neocon'ların
1980'lerden itibaren Amerika'daki ana muhafazakâr hareketle İç İçe geçmeleri, kimin neocon
olarak nitelendirilebileceği konusunda ortaya bazı ilginç sorular koyuyor. Kristol ve Kağan, açık bir
şekilde Reagancı örtünün altına girmiş, dış politikalarını bundan türetmeye çalışmışlardı. George W.
Bush'un dış politikası hangi noktaya kadar sadece Reagancı geleneğin devamıdır ve bu da Başkan
Bush'u neocon olarak nitelendiriyor mu? Reagan'ı veya Bush'u bir neocon olarak adlandırmak kulağa
oldukça tuhaf geliyor. Neocon'lar (çoğu) esasen okumayı, yazmayı, tartışmayı ve düşünmeyi seven
Yahudi aydınlardı Bir anlamda, onların en çok göze çarpan özellikleri ve onları eski zaman
muhafazakârlarından ayıran şey, entelektüel dehaları, İfade etme yetenekleri ve zihinsel düşünme
sürecindeki ince farkları ve esneklikleriydi.
Söz konusu iki başkandan bana göre Ronald Reagan'ın neocon olarak nitelendirilmesi daha olasıdır.
Düşmanları İtiraf etmek istemeseler de, Ronald Reagan bîr çeşit entelektüeldi: meslek yaşamının
yaklaşık İlk on yılında ortaya koyabildiği şeyler yalnızca komünizm, serbest piyasa, Amerikan
değerleri ve yönetimi elinde tutan liberal muhafazakâr
55
NEOCON LARIN SONU

lık hakkında görüşler ve tartışmalardı. Ayrıca kendisi de sol görüşten komünizm karşıtlığına geçtiği
için City Coilege grubuyla bir benzerlik taşıyordu: meslek yaşamına bir Demokrat ve Franklin
Roosevelt'in hayranı olarak başlamış, Sinema Aktörleri Birliği'nin başkanı olarak kendisi de bir
İşveren olarak çalışmıştı. Komünizmin doğasıyla ilgili düşüncesi, görünüşe göre, Hoîlyvvood'dakİ
komünistler veya komünist sempatizanlarıyla mücadelelerinin bir sonucu olarak doğmuştu. Onun dış
politikası, ]immy Carter veya NİxonFordKissinger ekibinin dış politikasından gözle görülür şekilde
farklıydı. Rejimlerin içyapılarının onların dışa dönük davranışlarını tanımladığına önemli ölçüde
inanıyordu ve başlangıçta Sovyetler Birliği ile uzlaşmaya İsteksizdi. Çünkü bu ülkenin İç çelişkilerini
ve zayıflığını birçok kişiden daha açık biçimde görüyordu.27
George W. Bush'un şu anda veya geçmişte herhangi bir zamanda neocon olup olmadığı sorusuna
gelecek olursak, bana göre İkinci döneminin başına kadar artık o neocon olmuştu. Aday olarak yaptığı
konuşmalarda dış politikada VVİlsoncu bîr gündemden çok fazla bahsetmiyordu ve 2000 yılında çok
İyi bir konuşma yapmıştı: "Askerlerimizin, ulus inşa etmek denen şey İçin kullanılmaları gerektiğini
düşünmüyorum. Bence askerlerimiz, savaşmak ve savaşı kazanmak için kullanılmalıdırlar." Bush'un dış
politika sırdaşı ve daha sonra da ulusal güvenlik danışmanı, ardından da Dışişleri Bakanı olan
Condoleezza Rice, Balkanlar'daki "ABD askerlerinin okul öğrencilerini korumak için kullanılmamaları
gerektiğinden" yakınıyor, bu askerlerin ülkeye geri getirilmelerini istiyordu. Irak'taki savaşın ilk
gerekçeleri aslında VVİlsoncu terimlere değil, Irak'ın kitle imha silahlarının yönelttiği tehdide ve
Irak'ın terörizmle bağlantısına dayandırıl
56
NEOCON MİRAM

mıştı. Başkan Bush, savaştan sadece bir ay önce Irak'ı demokratikleştirme fikrini bir savaş hedefi,
ayrıca daha geniş çapta Ortadoğu'yu politik olarak dönüştürme projesi olarak resmen
duyurduğunda, sistematik olarak daha kapsamlı bir politik dönüşüm gündeminden bahsediyordu.
Bush, ikinci kez. başkan seçildiğinde yaptığı açılış konuşmasına kadar neocon gündeminin çoğunu, en
azından yeni dönemi için ifade biçimi olarak kabul etmişti. Terörizm hakkında tek bir laf etmemiş,
güvenlik hakkında ise çok az şey söylemiş, bunun yerine demokratik değerlerin evrenselliğinden
bahsetmişti ("Özgürlüğün çağrısı er geç her akla ve her kalbe gidecektir"). İç rejimi dışa dönük
davranışlara bağlıyordu (demokrasinin desteklenmesi "ulusumuzun güvenliğinin acil ihtiyacıdır") ve
"özgürlüğün topraklarımızda varlığını sürdürebilmesi, gittikçe Özgürlüğün diğer ülkelerdeki
başarısına bağlı olmaktadır" diyordu. Birçok yorumcu, Bush'un VVİlsoncu gündemi merkeze almasını
büyük Ölçüde yönetiminin tanımlayıcı eyleminin güvenlik gerekçesinin Irak savaşı ortadan kalkmış
olduğuna bağlıyordu. Bu doğru olabilir, fakat artık politika yürürlükte olduğu için başkanın o noktaya
nasıl gittiğinin önemi yoktu. Ayrıca Bush'un demokrasinin desteklenmesi gündemiyle ilgili kendisinin
söylediklerine, en azından bir ilke meselesi olarak, inandığına dair çok az kuşku vardır. Bush'un ikinci
dönemiyle İlgili sorun şuydu: birinci döneminde yürütülen politikalar yönetime karşı o kadar büyük
derecede düşmanlık yaratmıştı ki, kusursuz olarak görülen demokrasiyi destekleme gündemi gözden
düşmüştü Bush'un kendisi bile artık buna inanmıyordu. Önleyici bir savaşı idealist açıdan haklı
çıkarmaya yönelik geçmişteki girişimi, birçok eleştirmenin onun istediklerinin tam tersini arzu
etmelerine neden olmuştu.
57
NEOCONLARIN SONU

Bilanço
Neocon kelimesi artık bir suistimal ifadesi anlamına geldiğine göre, neocon mirasının son
beş değil, elli yılına bakmamız gerekiyor.
Yukarıda belirtildiği gibi, kendilerini neocon olarak adlandıran kişilerin sahip oldukları
görüşlerde son yirmi beş yılda çok büyük farklılıklar vardır ve bu görüşlerin hiçbiri ortak bir
yönde hareket etmemektedir. Bununla birlikte neocon düşünceyi nitelendiren ve bu kişilerin
takındıkları politika tutumlarını mantıklı olarak açıklayan, neocon'ları dış politikayla ilgili
diğer düşünce ekollerinden ayıran dört temel ilkeyi veya temayı elde etmek de mümkündür.
Bu ilkeler şunlardır:
• Rejimlerin içyapılarının önemli olduğu ve dış politikanın liberal demokratik toplumların en derin
değerlerini yansıtması gerektiği inancı. Muhafazakârlar, rejimin doğasının dışa dönük davranışları
etkilediği görüşünü, rejim türlerine bakılmaksızın bütün devletlerin güce ulaşmaya çalıştıkları
yönündeki alternatif gerçekçi görüşten daha tutarlı bir şekilde ele almaktadırlar. İlk neocon
antiStalinistçiler, Soğuk Savaş'ı ideoloji ve değerlere karşı bir mücadele, Sovyetler Birliği'nin
üstesinden nasıl gelineceğiyle ilgili Reagan yıllarına kadar süren bir kavga olarak görüyorlardı.
Neocon düşüncesindeki Straussçu akım da rejimi, siyasetin ana bir düzenleyici ilkesi olarak
görüyordu.
• Amerika'nın gücünün ahlâki amaçlar için kullanılmakta olduğu ve kullanılabileceği ve ABD'nin
uluslararası meselelerle ilgilenmeye devam etmesi gerektiği yönünde bir İnanç. Neocon dış
politikanın, ahlâki amaçlara ulaşmak
58
NEOCON MİRASI

için çoğu kez güç kullanılması gerektiği düşüncesinde yatan gerçekçi bir boyutu vardır. Dünyanın
egemen gücü olarak ABD'nin güvenlik alanında özel sorumlulukları bulunmaktadır. Bu, İkinci Dünya
Savaşı ve Hitler'e karşı mücadelede olduğu gibi, 1990'larda da Balkanlar için geçerliydi.
• Hırslı sosyal mühendislik projelerine duyulan güvensizlik. Sosyal plânlamaya yönelik hırslı çabaların
tatsız sonuçları, neocon düşünce içerisinde, 1940'larda Stalİncİliğin eleştirilmesini The Public
Interest'in 1960'lardaki Büyük Toplum hakkındaki şüphelerine bağlayan sürekli bir temadır.
• Ve son olarak gerek güvenliğe gerekse adalete ulaşılmasında uluslararası hukukun ve kurumların
meşruiyeti ve etkinliği hakkında duyulan şüphe. Neocon'lar VVilsoncu olarak adlandırılmış olsalar da
VVoodrovv VVilson'un kendisi, Milletler Cemiyeti'nin oluşturulması yoluyla demokrasiyi
desteklemeye çalışmıştı. Kuvvet politikasının aşılıp onun yerine uluslararası hukukun geçirebileceği
hayali, bugün Amerikan liberal enternasyonalistler ve birçok Avrupalı tarafından paylaşılmaktadır.
Neocon'lar bu bağlamda, uluslararası hukukun kuralı uygulayamayacak veya saldırganlığı
önleyemeyecek kadar zayıf olduğu konusunda gerçekçilerle hemfikirdirler; uluslararası adaletin hem
bir hakemi hem de uygulayıcısı olarak Birleşmiş Milletleri son derece eleştirmektedirler. Birleşmiş
Milletler'e duyulan güvensizlik, çoğu neocon için, çok taraflı işbirliğinin bütün biçimlerine kadar
uzanmaz; örneğin çoğu NATO ittifakına olumlu yaklaşmakta ve demokratik ilkelere dayanan
müşterek eyleme inanmaktadır.29
59
NEOCONLARIN SONU

Kendilerini tanımlayan ana konu olan komünizme karşı mücadelede neocon'lar, sorunun yapısı ve
çözümleriyle ilgili temel analizlerinde rakiplerinden daha haklıydılar doğrusu birçok muhafazakârın
bizzat fark ettiğinden bile daha haklıydılar. Soğuk Savaş'ın ilk günlerinde John F. Kennedy ve
Hu'bert Humphrey'den Paul Nitze ve George Kennan'a kadar birçok Amerikalı, komünist
totalitarizmin eşsiz bir kötülüğü temsil ettiğine inanıyordu. Birçok Soğuk Savaşçı, "rejim değişikliği"
terimini kullanmamış olsa da Sovyet tehdidinin rejimin yapısından doğduğunu ve rejimin kendisi
değiştirilene kadar bu tehdidin sona ermeyeceğini düşünüyordu.
Fakat Vietnam'dan sonra, Batı'nın "aşırı komünizm korkusu" içerisinde yaşadığına inanan Başkan
Jimmy Carter'ın sözleriyle yansıtılan farklı bir görüş doğmuştu. Bu ikinci tutum, komünizmin
sosyalist amaçlarına biraz sempati duyan ve yalnızca yöntemlerine karşı çıkan sol görüşlü insanlar ve
komünizmi Bati demokrasilerinin uymak zorunda kalacakları bir başka yönetim biçimi olarak kabul
eden sağ görüşlü gerçekçiler tarafından paylaşılıyordu. Neocon'lar Vietnam'dan sonra komünizmi
eşsiz bir kötülük olarak gören ilk zamanlardaki Soğuk Savaş düşüncesinin meşalesini taşımayı
sürdürmüşlerdi.
Ronald Reagan, Sovyetler Birliği'ni ve onun müttefiklerini bir "şer imparatorluğu" olarak adlandırdığı
ve Mİkhail Gorbaçov'u yalnızca sistemini İyileştirmeye değil, aynı zamanda "komünizm duvarını
yıkmaya" da zorladığı İçin Amerikan solu ve Avrupa'daki kültürlü kişiler tarafından alaylı yolla
eleştiriliyordu. Reagan'ın, uluslararası güvenlik politikasından sorumlu savunma bakanı yardımcısı
Richard Perle, bu uzlaşmaz ve katı tutum nedeniyle "karanlıklar
60
NEOCON MİRA51

prensi" olarak adlandırılmıştı; ve Perle'ün orta menzilli nükleer güçler müzakerelerindeki çift taraflı
sıfırlama (orta menzilli füzelerin tamamen kaldırılması) teklifi, ulaşılması son derece gerçek dışı
olduğu gerekçesiyle Dış İlişkiler Konseyi ve Dış İşleri Bakanlığı gibi yerlerdeki iyi niyetli
merkeziyetçiler tarafından acımasızca eleştirilmişti. Bu kişiler, Soğuk Savaş'ı yönetmenin aksine
gerçekten kazanma umudundaki Reagancıların tehlikeli biçimde ütopyacı oldukları
düşüncesindeydiler.30
Ve aslında Soğuk Savaş döneminden elde edilen zafer, kesinlikle 19891991 sürecinde meydana gelen
olaylardır. Gorbaçov, yalnızca çift taraflı sıfırlamayı değil, konvansiyonel güçlerinde büyük
kısıtlamaları da kabul etmişti; daha sonra ise Lehler, Macarlar ve Doğu Almanların imparatorluktan
ayrılmalarına engel olamamıştı. Komünizm, iç ahlâki zayıflığı ve çelişkileri nedeniyle birkaç sene
içerisinde çöktü; Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliğindeki rejim değişikliğiyle birlikte Batı'ya
yönelik Varşova Paktı tehdidi ortadan kalkmış oldu.31 Şer imparatorluğunun Lehler, Çekler ve
Estonyalılar gibi eski tebaaları, Reagan'ın ahlâki diline hiç itiraz etmemişlerdi ve bu ırklar, Soğuk
Savaş döneminde Sovyet yönetiminden özgürlüklerini elde etme davalarında onları yalnız bırakmış
olan birçok Batı
Avrupa ülkesine bugün bile kızgındırlar. Eski ve Yeni Avrupa arasındaki mevcut ayrılmalar, doğrudan
rejim değişikliği meselesine bağlanabilir: yeni Avrupalılar, demokratik Batı ile yeniden
birleşemedikleri sürece durumlarının değişmeyeceğini biliyorlardı. NATO'nun sınırları bugün Bothnia
Körfezi ve Öder Nehrine kadar genişletilmiştir ve 20042005 sürecinde Viktor Yushchenko'yu
iktidara getiren Ukrayna'daki geniş çaplı halk ayaklanması, demokratik dalganın henüz dinme
61
NEOCONLARlN SONU

miş olabileceğini göstermektedir. Komünizmin hızlı, beklenmedik ve büyük ölçüde sakin biçimde
çöküşü, rejim değişikliği kavramını uluslararası ilişkilere yönelik bir yaklaşım olarak geçerli kılmıştı.
Ve bu sıra dışı haklı "çıkarma, bir sonraki on yıllık dilimde birçok neocon'un yanlış tarafa
yönelmesine zemin hazırlayarak bu kişilerin 11 Eylül sonrası dış politikasını yönetmeleri üzerinde
doğrudan sonuçlar yaratmıştır. Hem 1989'da olanları yorumlama hem de siyasi rakipleriyle psikolojik
ilişkileri düzeyinde yaşanan sorun, iki katmandan oluşuyordu. 1989, komünizmin "tarihin çöp
kutusuna" doğru gitmekte olduğunu düşünen Ronald Reagan'ın bile muhtemelen ummadığı mucizelerle
dolu olduğu bir yıldı. İster sağda olsun ister solda, Sovyet gücü konusunda uzman olan neredeyse
herkes, rejim değişikliğinin sakin biçimde ve görünürdeki Sovyet yaptırımı varken Doğu Avrupa'ya
ulaşmayacağını düşünüyordu. İnsanlar Moskova'nın yanı sıra Polonya ve Doğu Almanya'daki
politbüroların reformcular ve tutucular arasında bölünmüş olduklarını ve bu iki grup karşı karşıya
geldiğinde tutucuların askeri güç yoluyla direnip değişime karşı koyacaklarını düşünüyordu.
Tutucuların bu tür bir mücadeleye hiç de niyetli olmamaları, komünist sistemin merkezinde gerçekte
kimsenin düşünemediği kadar derin bir ahlâki çürümenin olduğunu gösteriyordu.32 Bir mucizeye İki
şekilde tepki gösterilebilir. Bir insan çıkıp da "mucizeler olur" deyip diğer insanların bu mucizenin
her yerde eşit ölçüde gerçekleşmesi beklentilerini çarpıcı biçimde arttırabilir. Komünizmin çökmesi
olayında bu tutum, Doğu Avrupalıların deneyimlerinin dünyanın diğer bölgelerine yayılması şeklinde
göründü. Doğu Avrupalılar, açıkça, kötü bir zorbalığın elinden kurtulmaya çalışıyorlardı; Sovyet
62
NbOCON MİRASI

gücünün ortadan kaldırılması, bîr nehrin doğal yatağına dönmesine imkân sağlayan bir baraj
patlamasına benziyordu. Doğu Avrupalıların tutsaklıklarına alışmış olduklarını söyleyen kişiler bizleri
bir zaman aldatmışlardı; bu nedenle başka yerlerdeki demokratik dürtüyü küçümsememeliyiz.
İkinci tepki ise mucizeyi yaşayan kişinin, olağanüstü şansı için Tanrı'ya şükretmesi, kazanımlarını
biriktirmesi ve henüz tanık olduğu şeyin koşullarının eşsizliğinin üzerinde iyice düşünmesidir.
Korkunç zorba yönetimlerin neredeyse hiçbir girişimde bulunulmadan eninde sonunda çökeceklerine
inanmaksızın liberal demokrasinin geleceğin dalgasını oluşturduğuna inanan kişiler olabilir.
Bulunduğumuz noktada geriye doğru dönüp bakacak olursak komünizmin, temelindeki toplumlara
herhangi bir organik kök salmamış, eşsiz biçimde içi boş ve yapay bir ideoloji olduğunu görebiliriz.
Doğu Avrupalıların demokrasiye dönüşlerinin daha çok onların, doğal İlerlemeleri 20. yüzyılın
korkunç olaylarıyla engellenmiş olan kalkınmanın yüksek bir noktasındaki gerçek Avrupalılar olmaları
gerçeğiyle ilgilidir. Fakat bu, bütün diktatörlüklerin benzer şekilde toplumsal köklerden yoksun
oldukları veya Avrupa komünizmi kadar hızlı ya da sakin biçimde ortadan kaybolacakları anlamına
gelmez. Birçok insan, Tarihin Sonu ve Son insan (1992) adlı kitabımın ilk yorumu yani özgürlük için
bütün insanların içinde, onları sonunda liberal demokrasiye götürecek evrensel bîr özlem olduğunu ve
liberal demokrasiden yana, hızlanan uluslararası bir hareketin ortasında olduğumuzu savunduğunu
düşünmektedir. Bu, iddianın yanlış biçimde yorumlanmasıdır.33 Tarihin Sonu, nihayetinde
modernleşme hakkında bir tartışmadır. Esasen evrensel olan şey, liberal demokrasi arzusundan
ziyade teknoloji, yüksek yaşam stan
63
NEOCONLARIN SONU

dartları, sağlık hizmetleri ve dünyaya daha geniş ölçüde erişim imkânına sahip modern bir toplumda
yaşama arzusudur. Ekonomik modernleşme, başarılı olduğu zaman korunma, üst düzey eğitim ve
bireyler olarak kabul edilmeleri konusuyla ilgilenme haklarına sahip bir orta sınıf oluşturarak siyasi
katılıma yönelik talepleri yönlendirme eğiliminde olur. Liberal demokrasi, bu modernleşme sürecinin
yan ürünlerinden biri, yalnızca tarihsel süreç İçerisinde evrensel bir tutku haline gelen bir şeydir.
Modernleşme kuramının, kalkınmanın katı evrelerine veya ekonomik açıdan belirli sonuçlara sahip
güçlü bir biçimini asla benimsemedim. Olasılık, liderlik ve düşünceler daima büyük başarısızlıkları
mantıklı olmasa da mümkün kılmış olan karmaşık bir rol oynamışlardır.
Bilim adamı Ken )owitt, benim düşüncelerimi ve bunların Bush yönetiminin yaklaşımından tam olarak
nasıl farklılık gösterdiklerini tanımlamıştır:
Bush yönetimi başlangıçta, üstü kapalı olarak olsa da, dünyanın "geri kalanının" az çok doğal yollarla
genelde Batı'ya ve özelde ABD'ye benzeyeceği yönündeki "tarihin sonu" tezini kabul etmişti. 11 Eylül
bunu değiştirdi. 11 Eylül sonrasında Bush yönetimi, Fukuyama'nın tarihsel zaman çizelgesinin çok
serbestçi olduğu ve tarihsel değişime yol açan unsurlara hiç de yeteri kadar özen göstermediği
sonucuna varmıştı. Bush yönetimi, tarihin belirli düzene, liderliğe ve yönetime ihtiyaç duyduğu
kararına varmıştı Bu ironilerin ironisi içerisinde Bush yönetiminin rejim değişikliğini, terörle
mücadele politikası için hayati ve demokratik bir kapitalist dünya arzusunun ayrılmaz bir parçası
olarak ta
NEOCON MİRASI

nımlaması, Fukuyama'nın pasif "Marksist" sosyal teolojisinin yerine aktif bir "Leninist" dış
politikanın geçmesine yol açmıştır.3*
Leninizm'in esas biçimini sevmiyordum ve Bush yönetimi Leninist olduğunda bazı şüphelerim vardı.
Benim görüşüme göre demokrasinin evrensel olarak yayılması uzun vadede olasıdır. Fakat Lehler,
Macarlar, hatta Romanyalılar tarafından gerçekleştirilen demokrasiye ve serbest piyasalara hızlı,
oldukça sakin geçişin dünyanın diğer bölgelerinde süratle tekrarlanıp tekrarlanamayacağı veya bu
geçişin, tarihte belirli bir dönemde yabancılar tarafından güç kullanılması yoluyla desteklenip
desteklenemeyeceği şüpheye açıktır. Eski komünist dünya içerisinde, Polonya ve Estonya
örneklerindeki demokrasiye ve piyasa ekonomisine hızlı entegre olmaktan Beyaz Rusya ve Orta
Asya'nın pek çok ardıl devleti örneklerindeki otoriter yönetimlerin varlıklarını sürdürmelerine kadar
değişen geniş geçiş örnekleri vardır. Liderler, tarih, kültür, coğrafya ve konuyla ilgili diğer etkenler,
eski komünist dünyanın her yerinde farklılıklar göstermiş ve siyasi değişimin başarısını büyük ölçüde
etkilemiştir. Aşağıda tartışılacağı üzere, demokrasiye geçişlerin gerçekleştirilmesi genellikle zordur
ve ekonomik kalkınmanın desteklenmesi de eşit ölçüde ağırdır. Bu, komünist dünyada tanık olduğumuz
türden ve Soğuk Savaş'ı sona erdirmiş olan şiddetli dönüşümlerin kaideden öte istisnalar
olabileceklerini göstermektedir. Kristo! ve Kağan gibi neocon'lar, olayları farklı yorumlamışlardır.
Preseni Dangers'da şunları yazmışlardı:
65
NEOCONLARIN SONU

Amerika'nın, diktatörlerce yönetilen devletlerde rejim değişiklerini desteklemek amacıyla gücünü


kullanması düşüncesi, birçok kişiye göre ancak bir ütopyadır. Aslında bu, son derece gerçekçidir. Son
otuz yılda yaşananları göz önüne aldığımızda yurtdışında demokrasiye geçişin desteklenmesinin
imkânsızlığının açıklanmasında ters bir şey vardır. Filipinler, Endonezya, Şili, Nikaragua, Paraguay,
Tayvan ve Güney Kore gibi hiç beklenmedik yerlerde diktatörlüklerin devrildiklerini gördükten
sonra, Irak gibi bir yerde rejim değişikliğini hayal etmek ne kadar ütopiktir? Sovyetler Birliği'nde
çok daha güçlü ve muhtemelen daha istikrarlı bir oligarşi yıkıldığına göre Çin'deki Komünist Partisi
oligarşisinin yıkılması İçin çalışmak ne kadar ütopiktir? Geçtiğimiz son otuz yıl boyunca eşi
görülmemiş bir hızla dünyayı kuşatan
demokrasiye geçişe bakacak olursak, başka zaferler kazanılamayacağında ısrar etmek
"gerçekçi" bir bakış açısı mıdır?35
Demokrasiye geçişin yaklaşmakta olduğu inancı iki şeye dayanıyordu. Birincisi,
demokrasinin kültürler arası cazibesinin yorumlanması ve 20. yüzyılın sonundaki demokratik
düşüncenin hızla yayılmasıyla ilgiliydi. İkincisi, neocon'ların Amerikan gücünün
merkeziyetçiliğine olan inançları ve özellikle de, eski Sovyetler Birliğinin çöküşünde Ro
nald Reagan'ın politikalarının hayati rol oynamış olduğu görüşleriyle ilgiliydi.
Hızla yayılan demokratik coşku dalgasının, 1980'lerİn sonlarında ve 1990'ların başlarında,
dünyanın birçok bölgesinin üzerinden geçmiş olduğu ortadadır; başarılı demokrasi için gerekli
yapısal şartların hiçbirini karşılamayan bir bölge olan SubSahara Afrika'sında yaşanan
demokrasiye geçişleri başka türlü nasıl açıklayabiliriz? Fakat Tarihin So
66
NEOCON MİRASI

nu'nda sergilenen benzer geniş bir modernleşme sürecinden doğan demokrasiye geçiş kuramı,
demokratik yayılmanın bir toplumu ancak belirli bir noktaya kadar getirebileceğini öne sürmektedir.
Belirli yapısal şartlar yerine getirilmediği takdirde İstikrarsızlık ve başarısızlık hüküm sürer. Bu,
önceki bütün demokratikleşme dalgalarının neden geri çekildiği ve tersine döndüğünü açıklamaktadır;
ayrıca nihayetinde aynı sonu, 1970'lerin ortalarından başlamış ve Samuel Huntington'ın Üçüncü
Demokratikleşme Dalgası olarak adlandırdığı kavramın da yaşamayacağını düşünmemek için hiçbir
neden yoktu. 21. yüzyılın ilk on yılı itibariyle, Üçüncü Dalganın aslında doruk noktasına ulaşmış olduğu
yönünde önemli göstergeler vardı. Haiti, Kamboçya ve Beyaz Rusya'daki yeni demokrasiler
güçlenememişti; Moldovya ve Ukrayna yozlaşma içerisinde çırpınıp duruyorlardı; Venezüella, Bolivya,
Ekvador ve Peru'daki kurulu demokrasiler başarısızlıklar yaşıyordu; öte yandan Arjantin'in
liberalleşmeye yönelik reformları 2001 yılında ekonomik bîr krizle karşılaşmıştı. Başkan Vladimir
Putin yönetimindeki Rusya, açıkça, Yeltsin döneminin liberal reformlarının birçoğunu ortadan
kaldırmaya doğru ilerlerken Afrika'nın demokrasi deneyimlerinin pek çoğu kısa süreli olmuştu (en
çok bilineni Zimbabwe örneğidir). 1990'larda birçok yerde demokratik seçimler düzenlenir hale
gelmiş olsa da liberal hukukun üstünlüğü ve insan haklarına uyum çok az ilerleme kaydedebilmiş,
birçok durumda da ağır başarısızlıklara uğramıştı. Demokrasinin desteklenmesi konusunda uzman
olan Thomas Carothers, dünyadaki ülkelerin çoğunun "demokrasiye geçişin" farklı noktalarında
oldukları yönünde 1990'larda geniş ölçüde kabul gören düşüncenin yanlış olduğunu, eski komünist
dünyanın çoğu bölgesinin hiçbir yere geçmekte
NEOCONLARIN SONU

olmadığını, aksine bu ülkelerin yarı otoriter bir bulanık alan içerisinde sıkışıp kaldıklarını iddia
ediyordu.36
Demokratik dalgaların ilk önce nasıl başladıklarını veya neden ve ne zaman doruğa çıktıklarını ya da
gerilediklerini açıklayan mevcut bir kuram yoktur. 21. yüzyılın ilk yıllarında Sırbistan, Gürcistan ve
Ukrayna'da yaşanan demokratik devrimler, eski komünist dünyada hâlâ önemli ölçüde ivme olduğunu
göstermektedir. Ancak umutlu olmak ve mucizelerin olabilirliğine açık olmakta herhangi bir sakınca
olmamasıyla birlikte, bir dış politikayı çok sayıda yakın vadeli demokrasiye geçiş olasılığına
dayandırmak tamamen başka bir şeydir. Jovvitt'in Leninist olarak adlandırdığı sürecin Amerika'nın
aracılığıyla hızlandırılabileceği düşüncesi, Soğuk Savaş/ın özel bir yorumuna yani Amerikan
ordusunun takviye edilmesi yoluyla savaşın Reagan yönetimi tarafından "kazanılmış" olduğu görüşüne
dayanıyordu. Kendi içerisinde çelişkili olan bu yorum, İrak'taki durumla çok da
ilişkilendirilmemeliydi. Kuşkusuz Reagan'ın İlkeli komünizm karşıtlığı, Doğu Avrupa, hatta Rusya'dakı
insanlara umut vermişti; Polonya gibi yerlerde hâlâ kahraman olarak görülmesinin nedeni budur.
ABD'nin askeri takviyesi aynı zamanda Sovyet liderlerinin ABD ile rekabet etmekte zorluk
yaşayacakları konusunda ikna edilmelerinde de önemli bir rol oynamıştı. Fakat eski SSCB'nİn
dağılması kadar büyük bir olayın, bazıları Sovyet sisteminin derinlerinde yatan (örneğin hâkim
ideolojinin gayrimeşruluğu), diğerleri tesadüf! ve beklenmedik olan (Yuri Andropov'un zamansız
ölümü ve Mikhail Gorbaçov'un yükselişi) birçok nedeni vardı. Siyasi ve ekonomik unsurlar da eşit
derecede öneme sahipken bütün kanatlar
68
NEOCON MİRASI

daki muhafazakârlar, SSCB'nin dağılma gerekçesi olarak Amerika'nın ordusunu takviye etmesinin
altını çiziyorlardı. Uzmanlar John Ikenberry ve Daniel Dudney, Sovyetler Birliği'nin dağılmasının
açıklanmasında Batı'nın "çekici" cazibesi ile Sovyetlerin Batı'yla ortaklığın mümkün olduğunun
farkında olmalarının da eşit ölçüde önemli olduğunu savunmaktadırlar.37 Her halükârda, Sovyetler
Birliği'nin dağılmasının açıklanmasında askeri politika önemli olduğu için bu, düşmanı püskürtmekten
ziyade korunma ve caydırma politikasıydı.
Birçok neocon'un Soğuk Savaş'm bitişine verdikleri tepkinin ayrıca psikolojik bir boyutu vardı.
Neocon'lar, Soğuk Savaş/ın büyük bölümünde, kendilerini küçük, sevilmeyen bir azınlık olarak
görmeye alışmışlardı. Görüşlerinin pek çoğu sonunda Reagan yönetimi tarafından uygulamaya
konulmuş olsa da, dış politikayı belirleyen yapı Dışişleri Bakanlığı, istihbarat topluluğu ve
Pentagon'da bürokrasileri yönetenler; ayrıca danışmanlar, düşünce kuruluşları uzmanları ve
akademisyenler neocon'lara hâlâ saygı duymuyorlardı. Neocon'lar ayrıca Avrupalıların kendilerini
ahlâki açıdan zayıf, pervasız kovboylar veya daha kötü fikir adamları gözüyle hor görmelerine de
alışmışlardı. Geleneksel akla karşı çıkmaya ve çift taraflı sıfırlama veya Berlin Duvarı'nın yıkılması
gibi, herkesin kesinlikle imkân dâhilinde olmadığını düşündüğü çözümler üretmeye çalışmaya
alışkındılar.
Komünizmin ani çöküşü, bu görüşlerin çoğunu haklı çıkardı ve bunların 1989'dan sonra ana görüş ve
apaçık görünmelerini sağladı. Bu da doğal olarak bu görüşlere sahip kişilerin özgüvenlerinin, hemfikir
insanlardan oluşan bütün grupları nitelendiren onlara karşı biz dayanışmasını güçlen69
NEOCONLARIN SONU

diren bir özgüvenin desteklenmesine büyük katkıda bulunmuştu. Bürokratik savaşlar, doğal olarak
bütün bireylerin tam anlamıyla anlaşılmaları için yaşamaları gereken grup dayanışmasına yönelik
eğilimleri güçlendirirler. Soğuk Savaş'ın sonlan boyunca yaşanan ideolojik savaşların tehlikesini
hesaba katacak olursak bu eğilim o zaman daha üst noktadaydı.
Büyük liderlik genellikle kendinden şüphe etmeyi, geleneksel akıla karşı gelmeyi ve yalnızca yapmanız
gereken doğru şeyi söyleyen iç sesi dinlemeyi içerir. Güçlü kişiliğin esası budur. Sorun, aynı
özelliklerden kötü liderliğin de doğabileceğidir: katı kararlılık, inatçılığa dönüşebilir; geleneksel aklı
reddetme istekliliği, sağduyudan yoksunluğa varabilir; iç ses, yanıltıcı olabilir. Bir kişinin, şaşırtıcı
şartlar dizisi altında beklenmedik biçimde haklı çıkmış olması gerçeği, bu kişinin bir dahaki sefere
de muhakkak haklı çıkacağı anlamına gelmez. Fakat bunun muhtemelen, o kişinin gelecekteki
durumlarda haksız olduğunun fark edilmesinde psikolojik bir engel teşkil edeceği anlamına
gelmektedir. Pentagon ve başkan yardımcısının makamındaki savaş destekçileri, 2001 yılında iktidara
dönüşlerinin ardından kendi görüşlerini paylaşmayanlara karşı son derece kuşkuyla yaklaşır oldular;
bu kuşku, Dışişleri Bakanı Colin Povvell'a ve istihbarat topluluğunun büyük bölümüne kadar
uzanıyordu. Bürokratik kamplaşma bütün yönetimlerde varlığını sürdürür, ama bu durum Bush'un ilk
başkanlık döneminde berbat bir noktaya varmıştı. Ekip bağlılığı açık fikirli tartışmayı engelliyordu ve
bu bağlılık, yönetimin aktif muharebe sonrasındaki dönemi gerektiği gibi plânlayamamasından
doğrudan sorumludur.
70
NEOCON MİRASI

NeoCon Dönem Sonrası


Neocon düşüncenin, önceki sayfalarda sıralanan dört ilkesi, yalnızca neocon'lar değil, Amerikan
siyasi yaşamının yelpazesi üzerindeki diğer önemli gruplar tarafından da geniş ölçüde
paylaşılmaktadır. Demokrasiye dayalı ve enternasyonalist bir dış politika ilkesi, Demokrat Parti'nin
geneli tarafından kabul görmektedir. Amerika'nın gücünün en yüksek ahlâki amaçlarına duyulan İnanç
ile uluslararası kurumlara duyulan kuşkunun her İkisi de gerçekçi düşüncelerdir; sosyal mühendislik
konusunda yaşanan karamsarlık geleneksel Sağ ile paylaşılmaktadır. Fakat bunlar tek bir kaba
konulduklarında dış politikaya yönelik farklı bir yaklaşım sergilemektedirler.
Birinci bölümde belirtildiği gibi, bu ilkeler Soğuk Sa~ vaş'tan sonra, belirli sistematik İstikametlere
meyilli yargılar oluşturan farklı biçimlerde yorumlanmıştı. Bu eğilimler, dış dünyanın yapısına göre İyi
veya kötü olabilirlerdi; daha sonra ortaya çıkacağı üzere, Bush yönetimi tarafından atılmış yanlış
adımlar olarak değerlendirdiğim şeylerin temelini oluşturdular.
Neocon'lar, komünizmin çökmesinin ardından, ABD'ye yönelik tehdidin seviyesini abartmayı tercih
etmişlerdi. Soğuk Savaş boyunca, onu hem askeri bir tehdit hem de ahlâki bîr kötülük olarak
değerlendirerek Sovyetler Birliği'nin arz ettiği zorluk hakkında haklı olarak (bana göre) karamsar
bir tavır takınmışlardı. SSCB'nin dağılmasının ardından ABD dünyanın tek süper gücü olarak ortaya
çıktığında neocon'ların birçoğu, dünyayı tehlikeli ve önemi yeterince kavranmamış tehditlerle dolu
bir yer olarak görmeye devam etmişti.38 1990'ların sonlarında bazıları Çin'i yeni rakip büyük güç
olarak görüyordu; Çin bu konumda ancak 11 Eylül
71
NE0C0NLAR1N SONU

saldırılarına kadar kalmıştı. El Kaide tehdidi elbette yeterince gerçekti ve hiç kimsenin ABD için
yeni düşmanlar icat etmesine gerek yoktu. Fakat terör tehdidi, onun tamamıyla dünyanın sonunu
getirecek bir şey olarak görünmesine neden olacak şekilde haydut devlet nükleer silahlanma
tehdidiyle birleştirilmişti. Önleyici savaş ve onun gerektirdiği oldukça üst düzey riskler, ancak
tehdidin yapısıyla ilgili bu büyük varsayımların kabul edilmesi durumunda mantıklı karşılıklar
olabilirler.
Neocon'lar, tıpkı Amerikalıların çoğu gibi, ulusun tarihi boyunca dünyanın her yerinde zorbalığa karşı
mücadele etmek ve demokrasiyi yaymak için kullanılmış olan Amerikan gücünün potansiyel olarak
ahlâki amaçlarla kullanılması yönünde güçlü bir duyuya sahiptiler. Fakat güç ile erdemin birbirine
bağlanabilmesi olasılığına duyulan inanç, gücün özellikle de askeri gücün rolünün Amerika'nın ulusal
amaçlarına ulaşılmasında bir araç olarak aşırı biçimde vurgulanmasına dönüşmüştü.
Gücü daha geç değil de daha erken kullanma düşüncesi veya sert gücü yumuşak gücün üzerinde
tutmak, genelde ilke değil de bir sağduyu meselesidir. Bununla birlikte, Bush yönetimindeki yetkililer
ile onların dış destekçileri, meslek yaşamları boyunca politika meseleleri olarak büyük İhtimalle
savaş sonrası yeniden yapılandırma yerine yüksek yoğunluklu muharebeye veya kalkınma yardımları
yerine savunma bütçelerine odaklanmışlardı. Aslında hiç kimse yumuşak güç kullanımına karşı değildi;
sadece bu konu üzerinde çok fazla kafa yormamışlardı. Bir özdeyiş şöyle der: Elinizdeki tek alet bir
çekiç ise, tüm sorunlarınız çivi gibi görünür.
Saddam sonrası Irak hakkındaki aşırı iyimser varsayımlar, savaş sonrası güvenliğinin ve ulus inşa
etmenin ihtiyaç
72
NEOCON MİRASI

larının düşünülememesine zemin hazırladı. Rejim değişikliği yalnızca, liberal ve demokratik


kurumların ağır ve itinalı biçimde inşa edilmeleri meselesi olarak değil, eski rejimden kurtulmaya
yönelik tatsız bir görev olarak algılanmıştı, ileri teknoloji askeri gücü başlıca
politika aracı olarak gören eğilim bugün de devam etmektedir: JVeekly Standardın, Donald
Rumsfeld'e karşı cephe almış ve onun istifasını istemiş olmasına rağmen derginin Rumsfeld'le ilgili
başlıca eleştirisi, ABD politikasının yetersiz kaldığı ulus inşa etme sürecinin çok sayıda diğer boyutu
yerine, Irak'ın güvenliğini sağlayacak yeteri kadar asker temin edememesine yöneliktir.
Neocon'lar, uluslararası hukukun ve kurumların ciddi güvenlik sorunlarını çözebilme kabiliyetleri
konusunda gerçekçilerle, Soğuk Savaş deneyimiyle son derece güçlendirilmiş olan bir kuşkuyu
paylaşmaktadırlar. Fakat Birleşmiş Milletler örneğinde somutlaşmış olan "uluslararası toplumun"
görüşlerinin hor görülmesi, Bush yönetiminin politikalarını açıkça desteklemeyen neredeyse bütün
ülkeleri hor görmeye dönüşmüştü. Soğuk Savaş esnasında neocon'lar, Sovyetler Birliğinin Avrupalılar
ile Amerikalıların paylaştıkları ortak özgürlüklere yönelik bir tehdidi temsil ettiğini iddia eden
kararlı Atlantikçilerdi. Neocon'lar 1990'larda, gerçek demokrasilere sahip ülkeleri içine aldığı
sürece çok taraflılıktan, yani NATO'dan yana olduklarını iddia etmeyi sürdürmüşlerdi. Ancak
NATO'nun Irak müdahalesini desteklemeyeceği anlaşıldığında, neocon'lar bu konu üzerinde
düşünmeye yönelik bütün ilgilerini kaybetmişlerdi. Savaşın başladığı zamana kadar Amerika'nın
Avrupalı müttefikleri gittikçe Amerikan karşıtı, Yahudi karşıtı veya bir şekilde kusurlu demokrasiler
olarak gösteriliyordu. Çok taraflılık, yardımın yalnızca Amerika'nın şartlarına göre verenlerden kabul
edilmesine indirgenmişti: "gönüllüler koalisyonu".
73
NEOCONLARIN SONU

Uluslararası hukuka duyulan kuşku ve Irak konusunda Avrupalılarla yapılan kavga, neocon'ların çok
taraflı yapıyla ilgili yeni olasılıklar hakkında söyleyecek yeni veya ilginç neredeyse hiçbir şeyleri
olmadığı anlamına gelmektedir. Dünya çapındaki yönetimlerin ve demokrasilerin iyileştirilmesi için
dürtüler oluşturacak bir demokrasiler teşkilatının nasıl kurulabileceğini düşünmek yerine, daha çok
Petrol Karşılığı Gıda Programı skandalında Birleşmiş Milletlerin hatalarını tekrarlayıp duracaklardır.
İkinci Dünya Savaşı'nin hemen sonrasındaki dönemde Amerikan gücü yalnızca Sovyet saldırganlığını
caydırmak için değil, Bretton VVoods2 kuruluşlarından (Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu),
Birleşmiş Milletler, NATO, ABDfaponya Güvenlik Antlaşması, ANZUS (Avustralya, Yeni Zelanda ve
ABD Antlaşması), GATT'ye kadar sayısız yeni uluslararası teşkilatların ve anlaşmaların oluşturulması
İçin de kullanılmıştı. Bush yönetimi ve onun neocon destekçileri, Kyoto Protokolü ve Uluslararası
Savaş Suçlan Mahkemesi gibi mevcut uluslararası girişimleri son derece eleştirmektedirler, fakat
bunların yerine, Amerika'nın dünyadaki eylemlerini meşru kılacak ve bunların verimliliğini arttıracak
herhangi bir alternatif sunmamışlardır.
2
Küçük bir ABD eyaleti olan New Hampshire'deki Carroll kasabasının bir bölgesi. 1944 yılında burada yapılan Birleşmiş Milletler Para ve Finans
Konferansı ardından imzalanan Bretton VVoods Anlaşması ve adı bu anlaşma ile ortaya çıkan Bretton VVoods sistemi ile ünlenmiştir. (Ç.N.] 74
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Tehdit, Risk ve Önleyici Savaş
Dış politikanın genel ilkeleri, ABD'nin hedeflerine ulaşması için ne ölçüde bir risk alması gerektiğini
belirlemez. Bush yönetimi, Irak'ta rejim değişikliği için uğraş verirken yüksek riskli, yüksek bedelli
bir strateji seçmişti. Özellikle kitle İmha silahlarıyla ilgili o dönemde inanılanlar göz önüne
alındığında, yönetimin aldığı risk mantıksız değildi. Fakat bu risk çok yüksek, özel türde bir tehdide
dayandırılmıştı ve yönetim, zarını gelecekteki kalkınmalarla ilgili birkaç önemli hesaplamada eş
zamanlı olarak doğru olmasını gerektirecek şekilde atmıştı. Yönetimin kendi yargısına duyduğu
özgüveni kaybolmuştu, çünkü o hesaplamaların bazıları o dönemde bile tartışmaya açıktı. 11 Eylül
Soması Tehdit Ortamı
"11 Eylül'den sonra her şey değişti" sözü Amerikalılar arasında oldukça yaygındır. Bu sözle, çok
farklı politik tepkiler gerektiren yeni, son derece ciddi bir tehdidin ortaya Çıktığı kastedilmektedir.
Bu, bir noktaya kadar kesinlikle doğrudur ve değişimin bir parçası da Bush
yönetiminin, ikiz kulelere ve Pentagon'a yapılan saldırılardan sonraki on sekiz ay içerisinde Amerikan
halkının çoğunu Ortadoğu'daki iki savaşı desteklemeye ikna etmiş olması gerçeğidir. Fakat tehdidin
hangi yollarla ve ne ölçüde değiştiği konusunda
75
NEOCONLARIN SONU

emin olmak önemlidir, çünkü bu, ABD'nin karşılık verirken üstlendiği risk türlerinin haklılığını etkiler.
11 Eylül, ABD'nin tehditleri algılayış biçimlerini değiştirdi, çünkü 11 Eylül beraberinde, birlikteyken
tek başlarına olduklarından daha öldürücü olan iki tehdidi de getirmişti: radikal İslamcılık ve kitle
imha silahlan. Bunların her ikisi de ilki en azından 1978 İran devriminden, ikincisi de nükleer çağın
doğuşundan beri uzun zaman boyunca Amerikan dış politikası meseleleri olarak kalmışlardı. Her biri
kendi başına Amerikan dış politikası İçin ciddi bir tehdit oluşturuyordu, ama bir araya
getirildiklerinde ise ilk kez, ABD'ye yönelik doğrudan, önüne geçilemez nükleer veya biyolojik bir
tehdidin çok yakında olabileceği ihtimalini uyandırdılar.
Nispeten küçük ve devlet olmayan zayıf bir örgütün feci hasarlara yol açabileceği olasılığı,
uluslararası ilişkilerde tamamen yeni bir şeydir ve eşi görülmemiş bir güvenlik tehdidi
oluşturmaktadır. Daha önceki tarihsel dönemlerin çoğunda bir topluma ciddi hasar verilebilmesi
yalnızca devletlerin yetki alanlarında yer alıyordu: uluslararası ilişkiler kuramının yapısının tamamı,
dünya siyasetinde önemli unsurların sadece devletler olmadığı varsayımına dayandırılmaktadır. Eğer
devlet olmayan unsurlar feci yıkımlara yol açabiliyorlarsa, son iki yüzyıldır güvenlik politikasını
şekillendiren kavramların birçoğunun kuvvetler dengesi, caydırma, çevreleme ve benzeri konuyla
ilgisi kalmaz. Özellikle caydırma kuramı, üzerinde göndericinin adresi ve buna mukabil tehdit
unsurları olarak kullanılabilecek gelişmiş varlıklar bulunan her türlü kitle imha silahını konuşlandırana
bağlıdır.
Olasılıkla ilgili esas sorun, İslamcı teröristlerin gerçekten de nükleer bir cihazı, çiçek hastalığını
veya diğer kitle
76
TEHDİT. RİSK VE ÖNLEYİCİ SAVAŞ

ölüm silahlarını ellerine geçirip bunları ABD topraklarında kullanabilecek olmalarıdır. Ne yazık ki bu
tehdidin kapsamı hakkında bir mutabakata varmamızı sağlayacak herhangi bir yöntembilim yoktur. 11
Eylül'den önce Paul Pillar gibi terörizm uzmanları, kitlesel ölümlere yönelik terörizm hakkında
duyulan endişenin abartıldığını ve bunun bizim, gerçekleşme ihtimalleri daha yüksek olan diğer, daha
az çarpıcı tehditlere odaklanmamıza engel olduğunu savunuyorlardı. Craham Allison, çelişkili bir
biçimde, teröristler tarafından gerçekleştirilecek nükleer bir saldırının aynı zamanda hem
"kaçınılmaz" hem de "önlenebilir" olduğunu öne sürmektedir. Açıkçası bunların her İkisi aynı anda
gerçekleşemez, ama riskin gerçek seviyesine karar vermek İçin elimizde herhangi güvenilir bir
yöntem yoktur. 2001 saldırılarının ardından bu konuyla İlgili algılama biçimlerinde Amerikalılar ile
Avrupalılar arasında büyük bir uçurum belirmiştir. Amerikalıların çoğu, bu tür felaket getiren
terörizmin olası ve yakın olduğu, 11 Eylül'ün şiddette yükselen bir eğilimin başlangıcını işaretlediği
inancındaydı Avrupalılar ise 11 Eylül saldırılarını daha çok irlanda Cumhuriyet Ordusu veya Baskçı
ETA gibi grupların kendilerine yaşattıkları deneyimlere benzetiyor; şaşırtıcı biçimde başarılı eşsiz
bir olay, genellikle araba bombalan veya suikastlarla gerçekleştirilen bir olayın aykırı noktası olarak
görüyorlardı.1
ABD'ye yönelik kitlesel ölümlere yol açacak bir terör saldınsı olasılığını göz ardı edemeyiz. Bununla
birlikte bu tür bir saldırının gerçekleşme ihtimalinin 11 Eylül'den beri azalmakta olduğunu
düşünmemiz için gerekçe vardır. Bu gerekçe çok basittir; o tarihten önce çok sayıdaki ABD ulusal
güvenlik kurumları, aynca istihbarat servisleri ve diğer ülkelerin polis kuvvetleri, bu konu üzerine
öncelikli mesele
77
NEOCONLARIN SONU

olarak eğilmemişlerdi. 11 Eylül'den sonra bu tutum değişti: bu özel gemiyi kendi etrafında döndürüp
yeni bîr rotaya oturtmak birkaç ay almış olsa da gemi rotasına oturur oturmaz beraberinde sorunla
mücadele etmek için muazzam çareler getirdi.
Ancak o çarelerin ne kadar etkili oldukları, siyasi tehdidin ne kadar geniş olduğuna bağlıdır.
Dünyadaki yaklaşık bir milyar Müslüman'ın önemli bir kısmının ABD'ye karşı intihar eylemleri
gerçekleştirmeye yönelik harekete geçirilmesi durumunda, bu güvenlik yapısı bile gelgiti zapt
etmede zorluklar yaşayacaktır. Diğer yandan, gerçekten tehlikeli teröristler nispeten az sayıda
insandan oluşuyorsa sorun muhtemelen kontrol altına alınabilir. Bu yüzden tehdit değerlendirmesinin
bir bölümü de radikal islamcılık tarafından yöneltilen tehdidin siyasi boyutunun değerlendirilmesine
dayanmaktadır.
Terminoloji önemlidir. İslami aşırı tutucular, İslamcılar, radikal İslamcılar ve sıradan Müslümanlar
arasında önemli farklar vardır. Bu farklar 11 Eylül sonrasında daha da önemli hale gelmiştir. İslami
aşırı tutucular, dini öğelerden bağımsız hareket etmekte, dini anlayışın hayalî eski ve daha saf bir
biçimini canlandırmaya çalışmaktadırlar. İslamcılar ise aksine, siyasi hedefleri vurgulamayı tercih
etmekte ve dini, ille de demokrasiye düşmanca olmasa da, bir şekilde siyasetin içine sokmayı
istemektedirler. Örneğin Türkiye'de, İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi demokratik seçimle
iktidara geldi; parti, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girişini desteklemektedir. Usame Bin Ladin gibi
radikal İslamcılar veya mücahitler, siyasi hedeflerinin peşinde koşarken şiddete duyulan ihtiyacın
altını çizmektedirler. Aşağıdaki tartışmada, bu özel hareketten bahsederken mücahitlik ifadesini
kullanacağım.
78
TEHDİT. RİSK VE ÖNLEYİCİ SAVAŞ

Usame Bin Ladin ve onun düşüncelerine bağlı mücahitlerin Batı'ya ve bizim Amerika'daki yaşam
biçimimize yönelttikleri tehdit ne kadar tehlikelidir? Bu, Nazi Almanyası veya eski Sovyetler Birliği
tarafından yöneltilenlerle mukayese edilebilir ölçüde yaşamsal yani Amerikan yönetim biçiminin
temelini yıkabilecek bir tehdit midir? Aslında "Dördüncü Dünya Savaşı" ile karşı karşıya
olduğumuzu, potansiyel olarak iki dünya savaşı ve Soğuk Savaş'ta karşılaştıklarımız kadar tehlikeli
ve güçlü bir düşmanın saldırısına uğradığımızı dile getiren bir görüş vardır. Bu bakış açısının
muhtemelen en açık anlatımını Charles Krauthammer sunmuştur:
Radikal İslam'ın cazibesinin küçük görülmesi, laiklerin kendini beğenmişliğidir. Radikal İslam'ın
Amerikan, Batı ve çağdaşlık karşıtlığı, daha önce gördüklerimizden çok daha fanatik ve önüne
geçilmesi zordur. Radikal İslam, sadece hazır bir asker kaynağı camilerde ve medreselerde eğitilip
hazırlanan, Hİtler Gençliği veya Komsomol (Komünist Gençlik Örgütü) kamplarından çok daha etkili,
bağımsız, hazır ve nazır sağlayan değil, aynı zamanda eski ve engin bir coşku geleneğinden, Mesih
beklentisinden ve şehitlik mertebesinden faydalanabilen bir milyarın üzerinde mensuba sahip kutsal
bir dinin temelleri üzerinde durmanın özel avantajına da sahiptir. Hitler ve Stalin, bunları yoktan var
etmek zorundaydılar. Mussolini'nin yaşadıkları ise tam bir parodiydi. İslami radikalizm, tarihsel
olarak zayıf ve temelsiz oldukları ortaya çıkan gamalı haç ve orak çekiç alt dinlerinden çok daha
büyük tarihsel derinliğe ve sürekli çekiciliğe sahip bir bayrağın altında yaşıyordu.2
79
NEOCONLAKIN SONU

Krauthammer, bir başka deyişle, karşı karşıya olduğumuz siyasi tehdidin İslam dininin farklı bir
biçiminden kaynaklandığını; kesinlikle önüne geçilemez ve Batı karşıtı olduğunu ve dünyadaki bîr
milyarı aşkın Müslüman'ın arasında derinden ve geniş ölçüde kök saldığını iddia etmektedir.
Bu iddiaların her biri tartışmaya açıktır ve bununla birlikte ABD'nin 11 Eylül sonrası dünyasında karşı
karşıya olduğu tehdidi çok fazla abartmaktadır. Biz, İslam diniyle veya onun mensuplarıyla değil,
Müslümanların farklı bir azınlığına hitap eden radikal bir ideolojiyle savaşıyoruz. Bu ideoloji,
İslamiyet'e olduğu kadar Batı düşüncelerine de çok şey borçludur ve
önceki nesillerde komünizme veya faşizme yönelmiş olacak aynı türde yabancılaşmış bireyleri
cezbetmektedir. Fransız İslam uzmanları Gilles Kepel ve Olivier Roy'un mücahitliğin politik bir
hareket olarak büyük ölçüde başarısız olduğu yönündeki görüşlerine katılmak İçin yeterli neden
vardır.3 11 Eylül ve Irak savaşı, bu harekete tekrar hayat vermiştir, ama mücahitlerin siyasi gücü her
yerde ele geçirme kabiliyetleri kısıtlıdır ve Batı'daki birçok kişi tarafından sürekli olarak
abartılmaktadır. Terör tehdidi gerçek ve öldürücüdür, ama onun en olası biçimi, Kazablanka, Bali,
Madrid, Londra ve Amman gibi Batı Avrupa veya Müslüman şehirlerindeki bombalamalara benzer
bağımsız saldırılar olacaktır. Olivier Roy, şu anki mücahitliğin öncelikle kültürel veya dini şartlar
açısından kavranamayacağı yönünde çarpıcı ve inandırıcı bir İddia öne sürmektedir.4 Gerçek
Müslüman dindarlığı, her zaman için, yöresel veya ulusal bir kültürün içinde kök salmıştır; öte yandan
evrenselci dindarlık doktrini, yöresel gelenekler, örf ve adetler, evliyalar ve benzeri unsurların bir
araya gelmesiyle değiştirilmekte ve yörenin si
80
TEHDİT, RİSK VE ÖNLEYİCİ SAVAŞ

yasİ yetkilileri tarafından desteklenmektedir. Bugünkü terörizmin kökeni bu tür dindarlık değildir.
İslamcılık ve onun radikal mücahit kolları, Roy'un deyimiyle "yersizyurtsuzlaşmış" İslamiyet'in
ürünleridir. Roy'un ifade ettiği İslamiyet'te, Müslüman bireyler kendilerini hakiki yöresel
geleneklerden koparılmış, çoğu kez de Müslüman olmayan topraklarda köklerinden ayrılmış azınlıklar
olarak görmektedirler. Bu, birçok mücahidin neden Ortadoğu'dan gelmiş değil de (11 Eylül
saldırılarının baş mimarı Muhammed Atta gibi) Batı Avrupa'da yetişmiş kişiler olduklarını
açıklamaktadır.
Bu yüzden mücahitlik, İslamiyet'in geçmişteki özgün biçimini yeniden kurmaktan ziyade modern,
küreselleşen, çok kültürlü dünyada bir kimlik kaynağı olabilecek yeni, evrensel bir doktrin
oluşturmaya yönelik bir girişimdir. Dini ideoloji haline getirmeye ve onu siyasi amaçlar için
geleneksel dinin veya kültürün yeniden canlandırılması yerine daha çok çağdaşlığın bir ürünü olarak
(komünizm veya faşizm gibi) kullanmaya yönelik bir girişimdir. Tarihçiler Ladan ve Roya Boroumand,
benzer şekilde, birçok radikal İslamcı düşüncenin köken itibariyle İslamiyet'e değil, Batı'ya
dayandığını iddia etmektedirler. Eğer geriye dönüp El Kaİde'nin ideolojisini şekillendirmiş olan
Hasan ElBanna ve Müslüman Kardeşlerin lideri Seyyİd Kutub'u, Pakistan'daki İslam Cemaati
hareketinden Maulana Mavvdudi veya Ayetullah Humeynİ gibi ilk siyasi düşünürleri gözden geçirecek
olursak İslami düşünceleri, 21. yüzyıl Avrupa'sının aşırı sol ve sağ kanatlarından alınan Batı
düşünceleriyle harmanlayan tuhaf bir uzlaştırmacı doktrinle karşılaşırız.5 "Devrim", "sivil toplum",
"devlet" ve şiddetin estetikleştirilmesî, yalnızca İslamiyet'ten değil, aynı zamanda faşizm ve
MarksizmLeninizm'den de doğmaktadır. Mücahitliğin amacı, di
8i
NEOCONLARIN SONU

nî olduğu kadar siyasîdir de. Bu yüzden kesinlikle dinî kimliği güçlendirme ve dini nefrete yol açma
gücüne sahip olsa da İslamcılığı Müslüman dindarlığının gerçek ve her nedense mutlak bir ifadesi
olarak tanımlamak yanlıştır.6
Bu görüşün anlamı, "medeniyetler çatışmasına" benzeyen herhangi bir şeyden öte, 20. yüzyıldaki
deneyimlerimizden ötürü bize çok daha tanıdık gelen bir şeyle karşı karşıya olduğumuzdur. En
tehlikeli insanlar, Ortadoğu'daki dindar Müslümanlar değil, kendilerinden önceki faşistler ve
Marksistler gibi ideolojiyi (bu durumda mücahitliği) kimliklerini aramaya yönelik kişisel
mücadelelerine bir cevap olarak gören Hamburg, Londra veya Amsterdam'daki yabancılaşmış ve
köklerinden koparılmış gençlerdir. 11 Mart Madrid bombalamaları, Hollandalı film yapımcısı Theo van
Cogh'un 2 Kasım 2004'te Amsterdam'da Muhammed Bouyeri tarafından öldürülmesi ve Pakistan
asıllı İngiliz vatandaşları tarafından gerçekleştirilen 7 Temmuz 2005 tarihindeki Londra
bombalamaları tüm bunları doğrulamaktadır. Mücahit tehdidinin yapısıyla ilgili bu yorum doğruysa,
bunun içerisinde gelecekteki mücadelenin yapısıyla ilgili birtakım ipuçları vardır. Öncelikle, ana savaş
meydanları
muhtemelen Ortadoğu'da olduğu kadar Batı Avrupa'da da olacaktır. Şüphesiz ABD, teröristlerin
başlıca hedefi olacaktır, ama ülkesinde yaşayan Müslümanlar ona, Avrupa ülkelerinin birçoğunun
yaşayacağına benzer bir İç tehdit yöneltmeyeceklerdir. ABD ve müttefikleri, Afganistan ve Irak'ta
sıcak savaşlarını sürdüreceklerdir. Fakat mücahitlik, gelenekselliğin değil, modernleşme ve
küreselleşmenin bir yan ürünüdür ve bu yüzden modern, küreselleşmiş toplumlar için bir sorun
olacaktır.
82
TEHDİT. RİSK VE ÖNLEYİCİ SAVAŞ

Ayrıca Batı demokrasisi, terörizm sorununa kısa vadeli bir çözüm olmayacaktır. 11 Eylül, Madrid,
Amsterdam ve Londra saldırganları, modern, demokratik toplumlarda yaşamışlar ve doğdukları ya da
soylarının geldiği ülkelerde demokrasinin olmaması nedeniyle yabancılaşmışlardı. Kendilerini
yabancılaştırdığını düşündükleri şey, kesinlikle içinde yaşadıkları modern, demokratik toplumdu. Bu
yüzden uzun vadeli sorun, kendimizi Ortadoğu'dan soyutlamak veya bu bölgeyi bir şekilde
"düzeltmek" değil, Batı'da yaşamakta olan insanların daha iyi biçimde entegre edilmeleriyle İlgili çok
daha çetrefilli bir meseledir ve bunun, demokratik toplumların üzerine kuruldukları güveni ve
hoşgörüyü yıkmadan nasıl yapılacağıdır.
Mücahitliğin içerisinden çıktığı kültürel altyapının karmaşıklığının farkına varılması da önemlidir.
Terör sorununu dine veya kültüre bağlayan basit kuramlar, yanlış olmakla kalmayıp durumu daha da
kötü bir hale getirebilirler, çünkü bunlar, küresel İslam dünyasının içerisinde var olan önemli
çatlakları gizlemektedirler.
Terör sorununun merkezinde sempatizanları, yoldaşları, ilgisizleri, apolitikleri ve Batı'ya farklı
ölçülerde sempati duyan kişileri temsil eden bir dizi eş merkezli çemberle çevrilmiş olan önlerine
geçilmesi imkânsız fanatiklerden oluşan sert bir iç çekirdek vardır. Müslüman dünyası büyük, farklı
bir yerdir ve hepsi demokrasi veya ekonomik modernleşme süreçlerinde belli bir başarıya ulaşmış
Mali, Senegal, Türkiye, Endonezya ve Malezya gibi ülkeleri İçine almaktadır.7 Oldukça geleneksel
Müslüman toplumlarda yaşayan birçok Müslüman da dâhil olmak üzere, dünyada çok sayıda
Müslüman'ın ABD'den, modernleşmeden, "Özgürlükten" (Başkan Bush'un deyimiyle) veya Batı
medeniyetinin diğer yön
83
NEOCONLARIN SONU

lerinden nefret etmediğine dair önemli kanıtlar vardır. Oldukça açık bir şekilde görünüyor ki, İslami
diktatörlüğün altında yetişmiş olan İranlı gençlerin çoğu, bu yönetimi sevmemekte ve daha özgür,
modern, Batılı bir toplumda yaşamayı tercih etmektedir. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı
tarafından yapılan bir anket, neredeyse bütün Arap devletlerinde, ellerinde imkân olduğu takdirde
bir Batı ülkesine yerleşmeyi İstediğini söyleyen büyük çoğunluklar olduğunu göstermiştir.8 Bu, Batı
kültürünü tamamen nefret verici bulmadıklarını göstermektedir; radîkalleşme süreci çoğu kez, daha
sonra, Batılı toplumlara uyum sağlamayı başaramamış ikinci veya üçüncü nesil göçmenler arasında
başlar.
Tehdidin teknolojik ve siyasi boyutlarını birbirinden ayırmak önemlidir, çünkü bu, kişinin tehdide
makul karşılık olarak gördüğü şeyi ve buna karşı koymak için ne tür riskler almaya hazır olduğunu
etkiler. Daha büyük bir sempatizan grubunun arkasına gizlenmiş nispeten az sayıda fanatikle
savaşıyorsak çatışma, dünya çapında verilen bir isyana karşı koyma savaşına benzemeye başlar. Bu da
sırf askeri bir karşılığı yetersiz kılar, çünkü isyana karşı koyma savaşları son derece siyasidir ve en
başından itibaren nüfusun çoğunluğunun sevgisini ve desteğini kazanmaya bağlıdır.
Anket verileri, bu geniş Müslüman grubunun aslında Amerika veya Batı'dan değil, Amerikan dış
politikasından nefret ettiğini göstermektedir. ABD'nin İsrail'i Filistin'e karşı tek taraflı olarak
desteklediğine, Mısır devlet başkanı Mübarek ve Suudi kraliyet ailesi gibi Arap diktatörleri
demokrasi pahasına desteklediğine inanıyorlar. Bu, çok sayıda Amerikalının ve özellikle birçok
neocon'un duymak istemediği bir mesajdır. Barry Rubin ve Max Boot gibi gözlemciler, Arapların
Filistinlilerin kötü durumlarından endişe duyduk
84
TEHDİT, RİSK VE ÖNLEYİCİ SAVAŞ

larını söylediklerinde aslında bunu kastetmediklerini savunmaktadırlar; İsrail'e veya ABD'nin


İsrail'e verdiği desteğe yönelik eleştirileri, aleyhinde doğrudan konuşamadıkları kendi
antidemokratik siyasi sistemlerinden duydukları memnuniyetsizliği ifade etmektedir.9 Arap
rejimlerinin kendilerini meşru kılmak ve dikkati kendi başarısızlıklarından uzaklaştırmak için Filistin
meselesini çıkarcı bir biçimde kullandıkları yönünde iddialar vardır. Amerika'nın Ortadoğu'daki barış
çabalarının, Clinton yönetimi boyunca Oslo Barış Süreci tam faaliyetteyken bile 11 Eylül saldırılarını
planlayan El Kaide ve mücahitler üzerinde herhangi bir etkisinin de olmadığı doğrudur. Fakat Arap
dünyasında Filistin meselesi nedeniyle ABD'ye artan öfke, kararlı teröristlere sempatizanlar,
muhbirler ve yeni askerler temin ederek onların daha kolay faaliyet göstermelerini sağlamaktadır.
(Bu, o insanların öfkelerini yatıştırmak için ABD'nin İsrail'den desteğini çekmesini değil, bu desteğin
bir maliyetinin olduğunun farkına varmasının gerektiğini göstermektedir.) Araplar, ABD'yi
sevdiklerini, ama Amerikan dış politikasını sevmediklerini söyledikleri zaman onları bir psikiyatr
koltuğuna oturtup, aslında bu söylediklerini kastediyor olamayacaklarını anlatmak yerine sözlerine
kulak vermek hem sağduyulu hem de en azından saygılı bir davranış olacaktır.
Uzun vadede ise günümüz İslamcıları, İslamiyet'in dini uygulamalarının nihai modernleşmesine ve
dönüşümüne zemin hazırlıyor olabilirler. Olİvİer Roy, İslamcılık ile Protestan Reformu'nun ilk yılları
arasındaki birkaç benzerliğe dikkat çekmektedir. Hem İslamcılar hem de ilk Protestanlar, dini
geleneksel olarak daha saf, daha evrensel bir din biçimine yönelik uygulanmakta olduğu siyasikültürel
ortamdan
85
NEOCONLAKIN SONU

söküp çıkarmışlardır; her İkisi de dini kişisel bir bağlılık haline getirmişler, böylece dini kimliğin
doğuştan gelen toplumsal mevkiden çok, bir yaşam biçimi seçimine dönüştüğü modern bireyciliğin
temelini atmışlardır. Birçok Batılı, Müslüman bir Luther'in olmamasından büyük üzüntü duymaktadır.
Fakat bu kişiler, tarihteki Luther'in çoğulculuğu ve liberalizmi öğütlemediğini, yalnızca John
Calvin'in Cenevre'sinde olduğu gibi oldukça hoşgörüsüz biçimlerde sonuna kadar kullanılan dini bir
fanatizm dalgasını başlattığını unutmaktadırlar. Protestanlık, modern lâik siyasetin ve kilise ile
devletin birbirinden ayrılmalarının temelini, geleneksel din ile siyasi iktidarın arasındaki bağları
kopararak ve mevcut gücü çoğulcu bir siyasi ortamda kullanarak atmıştır. Avrupa'da bu süreç birkaç
yüzyıl sürmüştü; bugün Müslümanlar İçin ancak daha hızlı bir zaman çizelgesi umut edebiliriz.
Terörist tehdidin yapısıyla ilgili olarak kararlı mücahitlerin sayısı, gelecekte yeni üye kaynakları,
ardışık potansiyel destekçi şebekeleri arasındaki sınırların konumları, potansiyel destekçileri, iç
çekirdekteki önlerine geçilmesi imkânsız kişilerden ayırt etmek için gerekecek cezaların ve ödüllerin
bileşimi gibi birtakım bilinmeyenler vardır. Bush yönetimi, uygun karşılığın ödül yerine çoğunlukla
ceza olacağı yönünde bir karar vermiş ve yeni nesil mücahitler ile Saddam Hüseyin gibi eski Arap
milliyetçileri arasında sıkı bir İlişki olduğunu iddia etmişti. Bu kararlar, İrak savaşı öncesi ve
sonrasında sürekli olarak tartışılmıştı. Irak Savaşı İçin Alternatif Gerekçe
Bush yönetimi, Irak savaşıyla ilgili gerekçesini üç iddiaya dayandırmıştı: birincisi, İrak'ın kitle imha
silahlarına sa
86
TEHDİT, RİSK VE ÖNLEYİCİ SAVAŞ

hip olduğu ve daha fazlasını üretmek için çalıştığı gerçeği; İkincisi, Irak'ın El Kaide ve diğer terörist
örgütlerle bağlantılı olduğu; üçüncüsü ise Irak'ta, Irak halkının kurtarılmayı hak ettiği zorba bir
diktatörlüğün hüküm sürmesi. Bu iddialar kümesi, şüphesiz 11 Eylül saldırıları ve bunların Amerikan
siyasetine yerleştirdikleri yeni dinamiklerden etkilenmişti: yönetim, Irak'ın kitle İmha silahlarının
teröristlerin ellerine geçebileceğini ileri sürerek, Irak'ın Amerikan
anavatanını doğaldan tehdit edebileceği korkusuyla askeri harekât için destek oluşturmaya
çalışmıştı. Böylece yönetim, savaştan sonra Irak'ın kitle imha silahları ortaya çıkmadığında ve
Saddam Hüseyin'in El Kaide ile bağlan hakkında ciddi kuşkular duyulmaya başlandığında kendi kazdığı
kuyuya düşmüş oldu. Yönetim, başlıca savaş gerekçesi olarak elinde kalan insan hakları ve demokrasi
iddiasına başvurdu.
Fakat yönetimin üzerinde yeterince durmuş olduğu takdirde savaştan sonra onu daha iyi siyasi bir
durumda bırakacak olan, daha az yaygaracı olmakla birlikte inandırıcı gerekçeler vardı. İlki ve en
önemlisi, savaş öncesi yaptırımlar rejiminin ve bunun yol açmakta olduğu maliyetlerle ilgiliydi. Irak
üzerinde uçuşa yasak bölgenin muhafaza edilmesi, Dİck Cheney'İn Başkan George H. W. Bush'un
savunma bakanı olarak ABD kuvvetlerinin geri çekileceği sözünü vermesinden çok uzun zaman sonra
Suudi Arabistan'da sürekli bir ABD askeri varlığını gerektiriyordu. Görünüşe göre Usame Bin
Ladin'in büyük ölçüde karşı çıktığı şey, İsrail veya diğer Arap rejimlerine verilen destekten öte
Amerikan varlığıydı. Irak ve onun Arap dünyasındaki destekçileri, Iraklı çocukların ölümlerinden BM
yaptırımlarının sorumlu olduğunun ve ahlâki nedenlerden ötürü bunların kaldırılması ge
87
NEOCONLARIN SONU

rektiğinin savunulmasında savaştan önce oldukça başarılı olmuşlardı. Savaştan sonra Petrol Karşılığı
Gıda skandali, Saddam Hüseyin ve uluslararası ortaklarının Iraklı çocuklara yardım amacıyla
gönderilen parayı aslında kendi hesaplarına aktardıklarını ortaya çıkardı, ama savaştan önce bu
konuda herhangi birini ikna etmek mümkün değildi. Yönetim, yaptırımlar rejiminin ilerleyen yıllarda
tam anlamıyla çalışmayacağının ve Irak'ın kitle imha silahlan programlarının önündeki geri kalan
bütün engelleri ortadan kaldıracağının kaçınılmaz olduğunu düşünüyordu.
Yönetim, Irak'ın nükleer silahlarının ABD çıkarlarına neden zarar vereceği yönünde ciddi, ama çok
daha az yaygaracı bîr gerekçe sunabilirdi. Nükleer silahlara sahip ülke sayısını Hiroşima'dan sonraki
ilk kırk yıl içerisinde onun altında tutmayı başarmış olan küresel nükleer silahsızlanma rejiminin
1990'lar itibariyle çökmekte olduğu ortadaydı. Hindistan'ın nükleer denemesi, Pakistan'ın buna
karşılık vermesine neden oldu, bu da karşılık olarak "şer ekseninin" diğer iki üyesi iran ve Kuzey
Kore'nin kendi programlarını hızlandırmaya yönelik yeni girişimlerde bulunmalanna yol açtı. İlk
Körfez Savaşı da ABD'nin nükleer silahlar alanında ezici üstünlüğüne karşı koymaya yönelik bir araç
bulunmasında bir uyarıcı görevi görmüştü. İran ve Kuzey Kore, nükleer programları İçin Pakistan'ın
atom bombasının babası A. Q. Khan'dan doğrudan destek alıyorlardı. Irak'ın nükleer bir silaha sahip
olması, İran'ın da buna sahip olma kararlılığını pekiştirecek, Mısır ve Suudi Arabistan'da yeni
programlann hayata geçirilmesine neden olabilecektir. Tamamen nükleer güçlere sahip ülkelerle dolu
bîr Ortadoğu, dünyanın en istikrarsız bölgelerinden birine çok büyük yeni bir tehlike unsuru
katmıştı. Ayrıca nükleer güce sahip bir Irak, Ameri
88
TEHDİT, RİSK VE ÖNLEYİCİ SAVAŞ

ka'nın Kuveyt'in işgali nedeniyle İkinci bir saldırıda bulunmaya karar vermesi durumunda bu
müdahalenin gerçekleştirilmesini engelleyebilir.
Tamamen nükleer güçlerle dolu bir Ortadoğu'nun ortaya çıkmasının önüne geçilmesi, uluslararası
ilişkiler uzmanlannın üzerine kuramlar oluşturdukları o "küresel genel çıkarlardan" biridir. Bölgede
çıkarlan ve müttefikleri olduğu için ABD'nin bu sonuçta önemli bir payı olsa da, başta Ortadoğu
halklan, yakında yaşayan Avrupalılar ve nükleer silahlara sahip olmak için aceleyle aynı şeyleri
yapmaları muhtemel olan ülkelerin bulunduğu dünyanın diğer bölgelerindeki insanlar olmak üzere
bundan faydalanacak birçok insan daha olacaktı. Bush yönetimi, küresel genel çıkarlar mantığını
Irak'ı işgal gerekçesi olarak kullanmayı seçmek yerine, Irak'ın Amerikan anavatanına yönelttiği
doğrudan tehdit üzerinde durmuştu. Böyle davranmasının nedeni, Amerikan halkının Irak'a karşı
askeri bir harekâtta bulunulması gerektiği konusunda ikna edilmesi için 11 Eylül'ün yeni, beklenmedik
bir fırsat sunmuş
olmasıydı. Bu tutumun fırsatçılığı; savaştan sonra, doğrudan tehdidin imkânsızlığı açıkça
ortaya çıkıp da zaten ABD'ye güvenme konusunda isteksiz olan kişilerin VVashington'un asıl
gerekçesinin petrol veya İsrail olduğu yönündeki spekülasyonlarını ateşlediğinde Bush
yönetimine zarar vermişti.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi
Bush yönetiminin büyük stratejisinin en tartışmalı yanı, başkanın 2002 Haziran'ında VVest
Point'te yaptığı konuşmasında ve 2002 Eylül'ünde yayınlanan ABD Ulusal Güvenlik
89
NEOCONLARIN SONU

Strateji si'nde (NSS) ortaya konulan önleyici eylem doktriniyle ilgiliydi.10 Bütün yönetimler, bu tür
doktrinsel ifadeler oluşturmak durumundadırlar. Bunların çoğu alışıldık, can sıkıcı ve çoğunlukla
farkına varılmadan tarihin derinliklerine gömülen şeylerdir; ancak bu, Bush yönetiminin metni için
geçerli değildir.
NSS belgesi, görünüşte sıradandır. Dünyanın her yerinde özgür demokratik yönetimlerin
desteklenmesi ve küresel bir serbest ticaret sistemi gibi Amerikan dış politikasının standart
hedeflerinin birçoğunu tekrarlamaktadır. Belgenin en dikkate değer yeniliği, yukarıda ana hatlarıyla
belirtilen basit gerçeğe kitle imha silahlarına sahip devlet olmayan teröristlerin üstesinden alışılmış
çevreleme ve caydırma araçlarıyla gelinemeyeceğine önem vermesidir. NSS'de şu cümlelere yer
veriliyor: "Ulusumuzun karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, radikalizm ve teknoloji kavşağında yer
almaktadır. Düşmanlarımız, kitle imha silahlan elde etmeye çalıştıklarını açıkça dile getirmişlerdir ve
eldeki kanıtlar, bunu kararlılıkla yapmakta olduklarını göstermektedir. ABD, bu çabaların başarıya
ulaşmasına izin vermeyecektir... Ve bir sağduyu, meşru müdafaa meselesi olarak Amerika, ortaya
çıkan bu tür tehditlere karşı, onlar tamamıyla şekillenmeden önce harekete geçecektir."" NSS
ayrıca, ABD'nin geleneksel ittifaklar ve uluslararası kurumlarla mümkün olan her alanda birlikte
çalışmaya hazır olduğunu, ama feci sonuçlara yol açabilecek terörizmden kendisini savunma
konusunda uluslararası bir mutabakat oluşturamaması halinde "gönüllüler koalisyonuna" başvurmak
zorunda kalacağını iddia etmektedir.
Ne önleyici eylem ne de tek taraflılık, Amerikan dış politikası için yeni şeyler değillerdi. John Lewis
Gaddis, önle90
TEHDİT, RİSK VE ÖNLEVICİ SAVAŞ

yici eylemin (çoğu kez tek taraflı önleyici eylemin) Amerikan yönetimleri tarafından 19. yüzyılın
başlarından beri kullanılmakta olduğunu göstermektedir; Soğuk Savaş'ın birkaç noktasında üzerinde
ciddi olarak düşünülmüştür.12 Eisenhower yönetimi 1950'lerin başlarında önleyici "düşman
püskürtme" stratejisi üzerinde durmuştu; Kennedy yönetimi İse Küba Füze Krizi esnasında Küba'ya
konuşlandırılmış orta menzilli Sovyet füzelerinin etkisizleştirmesini düşünmüştü. NSS'de devrim
niteliği taşıyan şey, önleyici eylemin geleneksel kavramlarını önleyici savaş kavramını içine alacak
kadar genişletmiş olmasıydı. Önleyici eylem genellikle yakın bir askeri saldırıyı bozmaya yönelik bir
girişim olarak algılanır; önleyici savaş, gerçekleşmesi aylar veya yıllar sürecek bir tehdidi önlemek
amacıyla tasarlanmış askeri bir harekâttır. Bush yönetimi, önleyici eylem ile önleme arasındaki ince
farkın artık ortadan kalktığını, önleyici eylemle ilgili kısıtlayıcı tanımlamanın genişletilmesi
gerektiğini savunmuştur.13 ABD, belirli aralıklarla derin devletlere ulaşıp terörizmi önleyecek siyasi
şartlan oluşturmayı gerekli bulmaktadır. Bu yüzden devletlerin egemenliklerine saygı duyulması ve
mevcut yönetimlerle çalışılması gerektiği yönündeki VVestfalya sisteminin düşüncelerini reddetmiş;
üstü kapalı olarak bile olsa neocon'ların rejimlerin önemi hakkındaki kuramlarını ve 1990'larda
gerçekleştirilen insani amaçlı müdahalelerin gerekçelerini kabul etmiş oluyordu. Sorunlar
Devletlerin yakın tehditleri meşru biçimde etkisizleştİrebîlecekleri görüşü, Irak savaşından sonra
BM Üst Düzey Kurulu tarafından onaylanmıştı.14 Herbir ülke açıkça dev
91
NEOCONLARIN SONU
TEHDİT, RİSK VE ÖNLEYİCİ SAVAŞ

let olmayan bir unsurun veya bir haydut devletin yönelttiği feci bir tehditle karşı karşıyaysa ve bu
tehdide karşı koymak için mevcut uluslararası kurumlardan yardım alamıyorsa, meşru biçimde ipleri
kendi eline alıp tehdidi bozmak için düşmandan önce harekete geçebilir. NSS doktriniyle ilgili sorun,
önleyici eylem tanımının, yakın olmayan tehditlere karşı önleyici savaşı kapsayacak şekilde
genişletilmesinin haklı çıkarılması için yönetimin, ABD'nin karşı karşıya olduğu tehditler hakkında
dürüst olması gerektiğiydi. Daha sonra ortaya çıktığı üzere yönetim, özelde Irak'ın ve daha genelde
de nükleer terörizmin yönelttiği tehdidi olduğundan büyük gösterdi. Üstelik yönetim, nükleer
terörizm tehdidini haydut devlet/nükleer silahlanma sorunuyla birleştirdi ve önleyici savaş ilacını, iki
tehlikenin daha az Önemli olanına uyguladı. Irak savaşının gerçek deneyimi, önleyici eylem ile önleyici
savaş arasındaki farkın önemli bîr nokta olarak kaldığını göstermelidir. Haydut devletlerin
teröristlere düzenli olarak kitle imha silahlan verdikleri bir dünyanın içerisine birdenbire girmedik;
bu tür bir ortam henüz doğmamış olabilir, ama şu an böyle bir durumun olduğunu düşünerek hareket
etmek, bizi son derece pahalı birkaç seçeneğe zorluyor. Önleyici savaşın, 11 Eylül sonrası şartlan
altında bile, akıllıca ve ahlâki olarak haklı çıkarılması önleyici savaşa göre çok daha zordur ve bu
yöntem çok daha kısıtlı sayıda olayda gerektiği gibi kullanılmalıdır.
Tarihe dönüp bakacak olursak, önleyici savaşın dünyayı birçok ıstıraptan kurtarabileceği olaylar
görmemiz mümkündür. Birçok kişi tarafından örnek gösterilen olay, İngiltere ve Fransa'nın
müşterek olarak Almanya'ya karşı ezici bir askeri üstünlüğe sahip oldukları bir zamanda Hitler'in,
Al92
manya'nın Birinci Dünya Savaşı sonrası yükümlülüklerini açıkça ihlâl ederek, 1936 yılında Rhineland'ı
yeniden askerileştirmesidir. İngiltere ve Fransa, Almanya'ya karşı savaş ilan etmek için 1938'deki
Sudetenland krizi sonrasına kadar bekleyerek bu ülkenin Polonya'yı işgal edip Fransa'yı da mağlup
edebilecek kadar yeniden silahlanmasına İzin vermiş oldular. İsrail'in 1981 yılında Irak'ın Osirak
reaktörünü imha etmesi, Irak'ın nükleer silah programını birkaç yıl geriye götürdüğü için birçok kişi
tarafından önleyici savaşın başarılı bir uygulaması olarak görülmüştü; on yıl sonra Saddam Hüseyin
Kuveyt'i işgal ettiğinde, elinde bir tane bile bomba yoktu.15
Bununla birlikte önleyici savaşın makul gerekçelerle her zaman için gerçekleştirilmesi zor olarak
değerlendirilmiş olmasının nedenlerinden biri de geleceğin doğru biçimde öngörülebilinmesine
dayanmasıdır. Geçmişe baktığımızda insanlann 1936 yılında tam olarak anlayamadıkları şeyi Hitler'in
Çekoslovakya'yı parçalamak üzere harekete geçeceği ve Polonya'ya karşı bir savaş planladığını
biliyoruz. Muhtemelen bunu bilmeleri gerekirdi ve suçla ilgili konularda oldukça saf davranıyorlardı.
Fakat bu, olaydan sonra vanlması daha kolay bir yargıdır, ingiltere Başbakanı Anthony Eden, 1956
yılında Süveyş savaşını başlattığı zaman Rhineland benzeri bir durumun içinde olduğuna inanmış,
Mısır Devlet Başkanı Nasır'ın sonunda Hitler'in dünya güvenliği için yarattığı tehdidin aynısını
ortaya koymayacağını öngörememişti. Almanlar 20. yüzyılın ilk on yıllık diliminde, Rusya'nın
gelecekteki gücüyle ilgili tahminlere dayanarak Avrupa Uyumu'nun en zayıf üyesi olan Rusya'dan
korkuyor, bu ülke çok güçlü hale gelmeden önce ona karşı savaş açmaya hazırlanıyorlardı. Büyük
Alman Şansölyesi Otto
93
NEOCONLARIN SONU

von Bismarck'ın, önleyici savaşı "ölüm korkusuyla intihar etmek" olarak nitelendirmiş olması
pek de şaşırtıcı değildir.16
Ken Jovvitt, sorunu şöyle ele alıyor:
Önceden harekete geçmeyi esas alan bir stratejinin temelindeki gerekçe çok güçlüdür. Fakat bunun
stratejik olarak uygulanması, Perikles ile Solomon'un bilgeliklerinin toplamını gerektirir. Öncelikle,
düşmandan önce harekete geçmeye yönelik bir varsayım, düşman bir lideri ve rejimi ister iç isterse
uluslararası olsun bütün çevresel değişimlerden fiziksel olarak etkilenmez kılar. Bu, daima yanlış
algılanan bir varsayım değildir Hitler ve Pol Pot3 olayları buna örnektir ama neredeyse her zaman
yanlış algılanmaktadır. Bütün rejimler zamanla, esasen olmasa bile büyük ölçüde değişirler. Yalnızca
1956'dan sonraki Sovyetler Birliği'ne ve 1978'den sonraki Çin'e bakmamız yeterlidir.
Önceden hareket stratejisi ayrıca hangi liderlerin ve rejimlerin çevresel değişimlerden
etkilenmeyeceklerinin tespit edilmesi konusunda tam bir beceriye sahip Amerikan başkanlık
yönetimlerine de bağlıdır. Tespitte yapılacak herhangi bir hata, sadece önleyici eyleme veya
önceden hareket etmeyle değil, önlenebilecek bîr savaşla sonuçlanacaktır.l17 Bazı insanlar,
Solomon'un bilgeliğine ancak daha iyi bir istihbarata sahip olduğumuz takdirde ulaşılabileceğini iddia
etmektedir. Düşmanlarımızın ileriye dönük planları hakkında daha sağlıklı bilgiler her zaman
memnuniyetle
■ * General Pol Pofun önderliğini yaptığı Kızıl Kemerler örgülüyle, 19751979 yılları arasında Kamboçya'da üç milyondan fazla insanı öldürmüştür. (Ç.N.I
94
TEHDİT, RİSK VE ÖNLEYİCİ SAVAŞ

karşılanacaktır, ama daha büyük istihbarat bütçelerinin veya istihbarat örgütlerinin yeniden
yapılandırılmasının gelecekle ilgili büyük ölçüde daha doğru tahminler yaratacağını düşünmek
saçmadır.
İstihbaratla ilgili sorun, Roberta VVohlstetter'ın yıllar önce gösterdiği gibi, yetersiz bilgiden daha
çok, bilginin sinyalgürültü oranıyla ilgilidir.18 İstihbarat örgütleriyle ilgili en çok teklif edilen
reformlar, sinyalin gürültüye oranını arttırmaktan ziyade her ikisinin de şiddetini arttıracaktır.
Sinyallerin ayırt edilebilmesi, asla tamamen doğru olarak algılayamayacağımız öncelikli beklentiler,
zihinsel yapılar, sebepler ve benzeri kavramsal etkenlere bağlı olmaya devam edecektir. İstihbarat
çevreleri, 2003 yılında Irak'ın kitle imha silahları tehdidini abartmak için her türlü gerekçeye
sahipti, çünkü 1991 yılındaki tehdidi küçümsemişler ve bir kez daha aptal yerine konmak
istemiyorlardı. Bu tür bir sorunu çözecek veya geleceği doğru biçimde öngörmemizi sağlayacak
herhangi bir İstihbarat reformları kümesi yoktur. Bu belirsizlikleri göz önüne alacak olursak önleyici
savaşın, önleyici eylemin aksine, neden sıkça devlet gücünün bir aracı olarak kullanılmadığını
görmemiz mümkündür. Açıkçası tehdit yakın oldukça önleyici savaş daha fazla haklı çıkarılabilir;
denenmek veya silaha dönüştürülmek üzere olan bir nükleer program, önlem için hâlâ planlama
evrelerinde olandan daha iyi bir adaydır. Afganistan dışında diğer haydut veya zayıf ülkelerin
nükleer silahlara sahip teröristleri barındırdıklarına dair elimizde kanıt olsaydı, önleyici eylem ile
önlem arasındaki fark gerçekten de ortadan kalkacaktır. Önleyici saldırılar en azından, nükleer
silahlara sahip Pakistan'ın kaosa düşmesi veya gelecekte bir tarihte radikal islamcıların ülkede
yönetimi ele almaları durumunda
95
NEOCONLARfN SONU

düşünülmelidir. Bu yüzden önleyici savaş, büyük bir Amerikan stratejisinin öğesi olarak göz ardı
edilemez. Fakat bunu ana bir özellik haline getirmek, geçmişte örneklerine sıkça rastladığımız büyük
riskler ve maliyetler gerektirir.
Bush yönetiminin NSS'de ana hatlarıyla belirtilen önleyici eyleme yönelik, yaklaşımındaki ikinci
sorun, felaketlere yol açabilecek terörist eylemleri durdurmak üzere tasarlanmış olan Önleyici
eylem önleyici savaş arasındaki farkı ayırt edememesi ve aynı politikayı haydut devletlerin nükleer
silahlanmalarını durdurmak için bir araç olarak kullanmasıydı Yukarıda belirtildiği üzere haydut
devletlerin nükleer silah elde etmeleri, uluslararası kamuoyundan sert bir tepkiyi gerektiren ciddi
bir meseledir, ama haydut devletin ABD'ye karşı kullanılması amacıyla bir terör örgütüne bomba
vermesi olasılığından oldukça az öneme sahiptir. Başkan Bush ve yönetimin diğer üyeleri, önleyici
savaş politikalarının ikinci olasılık tarafından
yönlendirildiğini açıkça belirtmişlerdir tıpkı savaştan önce bir konuşmasında Amerikalıların "mantar
şeklinde bir bulut* olarak gelecek kanıtı" bekleyemeyeceklerinî söylediği gibi.19 Savaştan önce, Irak
da dâhil olmak üzere, nükleer silahlara sahip haydut devletlerin nükleer silahlarını terörist gruplara
bağışlamaya veya satmaya İstekli olacakları yönündeki önerme yeterince tartışılmadı. Olayı bu tür
bir olasılığa doğru çekenler, ortaya iki iddia sunmuşlardı. İlki, teröristlerin 1993 yılında kamyona
yüklü bombalarla Dünya Ticaret Merkezi'ni havaya uçurmaya yönelik girişimlerinde Irak'ın bu
kişileri desteklemiş ve Saddam Hüseyin'in sonradan El
Nükleer bir silahın patlamasının ardından radyoaktif serpinti bulutlarının aldığı şekil. (Ç.NI
96
TEHDİT, RİSK VE ÖNLEYİCİ SAVAŞ
Kaide ile bağlarını muhafaza etmiş olduğudur. Kenneth Poilack'in etkileyici kitabı The
ThreateningStorm'da (2002) öne sürdüğü ikinci İddia ise, Saddam Hüseyin'in aklı başında bir insan
olmadığı ve bu yüzden caydırılamayacağıydı.20
Saddam Hüseyin ile El Kaide arasında bağlantılar olduğu iddiası, savaştan önce istihbarat
çevrelerinde, savaştan sonra ise kamuoyu önünde geniş ölçüde tartışılmıştır. Irak istihbaratının
1993 saldırısıyla İlişkisi olduğunu gösteren ikinci derece kanıt olsa da bu bağlantı sonunda
doğrulanamamıştır tıpkı iddialara göre 11 Eylül korsanlarından Muhammed Atta ve Iraklı bir
istihbarat ajanının Prag'da buluşmuş olduklarına dair daha sonraki irtibatlarda olduğu gibi.21 Elbette
sırf bağlantıların varlığı, Irak İle El Kaide arasında doğrudan İşbirliği olduğunu, 11 Eylül saldırılarını
Irak'ın plânladığını veya İrak'ın El Kaide'ye kitle imha silahları vereceğini kanıtlamaz. Aslında Bush
yönetimi sonunda, Irak ile 11 Eylül olayları arasında bir bağlantı olduğunu gösteren herhangi bir kanıt
olmadığını açıklamak zorunda kalmıştı.
Daha önemli sorun ise uygun tutum ve Pollack'ın kitabında öne sürdüğü Saddam Hüseyin'in akılcılığı
meselesidir. İkinci konuyla ilgili sorun; akılcılığın, bir liderin ya mantıklı ve caydırılabilir ya da
mantıksız ve caydırılamaz olduğu iki boyutlu bir durum olmamasıdır. Pollack'ın anlattığına göre
Saddam Hüseyin'in sicili, onun (örneğin Suriyeli Hafız Esad gibi eşit derecede acımasız, ama çok
daha sağduyulu bir diktatörün aksine) tehlikeyi göze alan, aynı zamanda zayıf muhakeme gücüne
sahip olduğunu göstermektedir. Fakat Saddam Hüseyin, bir intihar bombacısı rolünü üstlenmeye ve
Amerika'ya saldırmak için nükleer misilleme riskini göze almaya meyilli birisi değildi. Ayrıca sırf
kendisinin kontrol etmediği bir gruba bağışlamak için bomba üretme 97
NEOCONLARIN SONU
TEHDİT, RİSK VE ÖNLEYİCİ SAVAŞ

zahmetine girmiş olabileceği de akla yatkın görünmüyor.


Eğer Irak'ın İntihar teröristlerine nükleer silahlar verdiği gerçek dışıysa, asıl tartışma; haydut,
ama nihayetinde caydırılabilir bir devletin nükleer silahlar elde etmesini önlemek amacıyla önleyici
bir savaşın başlatılmasının erdemleri hakkında olmalıydı. Yukarıda belirtildiği gibi, bu mesele son
derece önemliydi, ama riskler daha düşük ve sonuç olarak müdahaleye başlama eşiği daha yüksek
olabilirdi.
Doğrusu o dönemde gündeme getirilmiş olması ve bugün tartışılması gereken daha geniş çaplı soru,
Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması rejimi tarafından konulan önceki kısıtlamalar
ihlâl edilmekte olduğuna göre, nükleer silahlanmayla mücadelede önleyici savaşın ana bir araç olarak
kullanılmasının gerekip gerekmediğidir. Önleyici savaşın artık iyi bir seçenek olmadığını düşünmemiz
için birkaç neden vardır.
Öncelikle bu yöntem işlevsel açıdan, zaman içerisinde, gelişmekte olan nükleer programları önceden
imha edemeyecek kadar hantallaşmıştır. İsrail'in Osirak reaktörüne yaptığı saldırının başarısı,
gelecekte benzer bir saldırının çok daha zor olacağı anlamına gelmektedir, çünkü nükleer silahlanma
yolundaki devletler, tesislerini yeraltına taşımakta, kuvvetlendirmekte veya yaymaktadırlar.
Amerikan istihbaratının Irak'taki kitle imha silahları imkân ve
kabiliyetlerinin doğru olarak saptanmasındaki ağır başarısızlıkları ve Kuzey Kore'nin nükleer silaha
sahip olduğu iddialarının doğruluğunu değerlendirmedeki yetersizliği, gelecekteki önceden saldırıları
bekleyen zorluklan göstermektedir.22
98
İkinci sorun İse önceden saldırının veya önceden saldırı tehdidinin nükleer silahlanmayı
caydırabilmekle birlikte (bazılarının iddia ettikleri Libya örneğinde olduğu gibi) diğer durumlarda da
nükleer silahlanmayı teşvik edecek bir unsur görevi de görebilecek olmasıdır. Ne Kuzey Kore ne de
iran, Irak savaşının bir sonucu olarak nükleer silah programlarına son verme ve silahsızlanma kararını
vermiş görünmüyorlar; doğrusu öyle görünüyor ki Pyongyang, nükleer silaha sahip olmanın ABD
saldırısına karşı güçlü bir caydırıcı unsur olacağı düşüncesiyle Kuzey Kore'nin programını
hızlandırmıştır. Önceden saldırı, nükleer silahlanmayı her halükârda sadece yavaşlatır, durdurmaz.
Üçüncü sorun ise ABD'nin, nükleer silahlanma yolundaki haydut devletleri durdurmanın bir yolu
olarak yalnızca hassas hava saldırılarını değil, aynı zamanda rejim değişikliğini de kullanmayı
amaçlıyorsa, rejim değişikliği sürecini başarıyla yönetebilmek zorunda olduğudur. Amerika'nın
Irak'taki deneyimi, radikal İslamcıların yönetimi ele geçirmeleri durumunda nüfus olarak Irak'tan
sekiz kat büyük Pakistan'ın "etkisiz hâle getirilmesinin" planlanmasıyla ilgili savaştan önce duyulan
gelişigüzel konuşmalara da muhtemelen son vermiştir. Son olarak nükleer silahlanmayı durdurmak
amacıyla askeri gücün kullanılmasıyla doğacak gecikmenin öneminin bu tür bir hareketin
doğurabileceği siyasi hasarla karşılaştırılması gerekmektedir. Bu ikilem, bugün İran'da açıkça
görülmektedir: İran nüfusunun önemli bir bölümü Tahran'daki mollalar rejimine karşıdır ve ABD'ye
oldukça meyillidir. Bu muhalefetin bir kısmı aynı zamanda oldukça milliyetçi görüştedir ve aslında
nükleer silahlara sahip daha özgürlükçü bir İran'ı destekleyebilir.
99
NEOCONLARIN SONU

Haklı Risk mi?


Hiçbir şey yapmayıp mevcut durumu koruma dâhil olmak üzere bütün dış politikalar, riskler içerir.
Bush yönetiminin 11 Eylül sonrasında dış politikayı nasıl idare ettiğini değerlendirmenin en uygun
yolu, yönetimin riskler alıp almadığının değil, kararın verildiği zaman eldeki bilgilere dayanan o
risklerin makul olup olmadığının sorulmasıdır. Geçmişe bakıldığında, Saddam Hüseyin rejiminin temsil
ettiği tehlike, açıkça yönetim tarafından betimlenenden daha düşük düzeydeydi. Görünüşe göre
Saddam ne nükleer bir silah programı sürdürüyordu ne de Dışişleri Bakanı CoÜn Povvell'ın 6 Şubat
2003 tarihinde BM Güvenlik Konseyİ'ndeki konuşmasında iddia ettiği oldukça büyük biyolojik ve
kimyasal silah stoklarına sahipti. Açıkçası 1990'lardaki yaptırımlar rejimi, Saddam'ı geri kalan
silahlarını yok etmeye ikna etmek için yeterli olmuştu; yönetimin, denetimlerin etkili olmasıyla ilgili
şüpheci tavrı ortadan kalkmıştı. Önce David Kay, daha sonra da Charles Duelfer'in başkanlığını
yaptıkları Irak Gözlem Grubu'nun (ISG) raporlarına göre Saddam Hüseyin, kitle imha silahları imkân
ve kabiliyetlerini elde etmek amacıyla yaptırımlar kaldırılır kaldırılmaz bir program sürdürme
niyetindeydi, ama bu durum yönetim tarafından varsayılan yakın tehlikeyi, gelecekte daha ileri bir
tarihe atmıştı.23
ABD istihbarat çevreleri, BM silah denetçileri ve diğer ülkelerin istihbarat servislerinin çoğu,
Irak'ın gizli kimyasal ve biyolojik silah stoklarını azaltmış olduğuna inanıyorlardı ve ISG eli boş
döndüğünde neredeyse herkes hayrete düşmüştü. Bu yüzden bu stokların var olduğuna inandığı için
Bush yönetimini suçlamak zordur.
100
TEHDİT. RİSK VE ÖNLEYİCİ SAVAŞ

Diğer yandan Başkan Yardımcısı Cheney'nin iddia ettiği gibi, Irak'ın nükleer programını yeniden
başlattığı yönündeki kanıt da ortalarda yoktu ve yönetim, tehdidin özellikle bu korkutucu yanını son
derece abartmaktan dolayı kesinlikle suçluydu. Buna ek olarak yönetim,
kitle imha silahlarından genel olarak bahsederek ve nükleer silahlan kimyasal ve biyolojik silahlardan
ayırmayarak nükleer tehdidin olduğundan çok daha büyük olduğunu ima etmişti. Bugün birçok insan,
Irak savaşının en başından beri bütünüyle uydurma şeylere dayanan cezai bir komplo olduğunu
görmek istese de yönetim yetkililerinin yalan söylemekten eğer yalan söylemekle insanın yanlış
olduğunu bildiği bir şeyi kasıtlı olarak dile getirmesi kastediliyorsa ziyade olanları abartmaktan
suçlu oldukları daha olasıdır. Saddam Hüseyin'in nükleer silahlar elde etmeye çalıştığına ve kanıt
istedikleri kadar açık olmasa bile sonunda gerçekleşeceğine ve bakış açılarını haklı çıkaracağına
İnanıyorlardı. Daha da büyük hataları ise, kendilerinden hiçbir şekilde şüphe etmemeleri veya
önleyici bir savaş başlatmadan önce kanıtları daha açık fikirli biçimde gözden geçirme zahmetine
girmemiş olmalarıydı. Irak Gözlem Grubu Irak'ta kitle imha silahlarını bulamadığını bildirdiğinde
Başkan Bush, ISG'nİn Irak rejiminin gelecekte bir tarihte kitle imha silahlan elde etmeye niyeti
olduğunu ortaya çıkardığı için önleyici savaşın haklı çıkanldığını iddia etmeye devam ediyordu. Eğer
önleyici bir savaş başlatmak için kitle imha silahlan elde etme niyetiyle ilgili (stoklar veya devam
eden üretim programı hakkındaki kanıtların aksine) basit bir varsayım yeterliyse, dünyadaki birçok
ülke ABD müdahalesinin olası hedefleri olarak görülebilir.
101
NEOCONLARIN SONU

Başkanın önleyici savaş ölçütlerini genişletmeyi aklından geçirmiş olduğunu zannetmiyorum; bununla
birlikte, Irak kitle imha silahları karmaşasının sonucu, doktrinin bir bütün olarak yeniden ele alınıp
gözden geçirilmesi gerektiğini göstermektedir.
102
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Amerikan Ayrıcalığı ve Uluslararası Meşruiyet
1990'ların sonlannda birçok neocon, "iyiliksever hegemonyayı" dünyanın stratejik açıdan önemli olan
bölgeleri üzerinde vurgulaması için ABD'nin askeri üstünlüğünü kullanması gerektiğini savunuyordu.
Bush yönetimi, Irak'ı işgal ederek kendisini dar kişisel çıkar uğruna hareket eden değil, küresel bir
genel çıkan sağlayan bir varlık olarak görüyordu. Yönetimin kendine göre iyi gerekçelere duyduğu
inanç, savaşa yönelik oldukça olumsuz uluslararası tepkiyi öngörememesinİ büyük ölçüde
açıklamaktadır.
Pek çok insan, Bush yönetiminin uluslararası kamuoyunun görüşünü ve çok uluslu kurumların müzakere
ettiklerinin söylendiği meşruiyeti küçümsediğini savunmaktadır. Dışişleri Bakanlığı Müsteşan ve daha
sonra BM Büyükelçisi olan john Bolton örneğinde görüldüğü gibi, yönetimin birçok üyesi Birleşmiş
Milletler hakkında olumsuz görüşe sahipti. Fakat Birleşmiş Milletlerin sevilmemesi uluslararası
meşruiyetin küçük görülmesiyle aynı şey değildir. Bush yönetimin birçok üyesi, Soğuk Savaş, Birinci
Körfez Savaşı ve Balkanlar'daki deneyimlerin meşruiyetin bazen uluslararası sistem tarafından
olaydan önce değil sonra verildiğine ve dünya siyasetinde ortak karar verme mekanizmalarının
zayıflıktan nedeniyle ABD'nin önce harekete geçmesi, onayı
103
NEOCONLARIN SONU

ise daha sonra alması gerekeceğine inanıyordu.1 Bu, yönetimin Avrupalı müttefiklerine görünüşte
küçümseyici şekilde davranışını açıklayan (ama muhakkak haklı kılmayan) arka plândaki durumdur.
Yönetimin pek çok üyesi tarafından öne sürülen bir iddia daha vardı. Bu iddiaya göre ABD
hâlihazırda, Irak'ı işgal etmek için uluslararası yasal onaya yani meşru hakka sahipti, çünkü böyle
yaparak yalnızca Irak'ın silahsızlandırılmasını emreden önceki on yedi BM kararını uygulamış
oluyordu.2 Saddam Hüseyin'in, özellikle 1999 yılında Birleşmiş Milletler Özel Komisyonu fUNSCOM)
denetçilerini Irak'tan kovduğu zaman, BM kararlarının çoğuna aykın hareket ettiği kesinlikle
doğrudur. Irak'ın, Birleşmiş Milletler Petrol Karşılığı Gıda programından gelen parayı kötüye
kullandığı ve Körfez Savaşı sonrasındaki ateşkesin sınırlarını sürekli olarak zorladığı acı biçimde
ortaya çıkmıştı.
Her ne kadar bu kayıt açık olsa da, daha az açık olan BM Güvenlik Konseyinin daimi iki üyesi ABD ile
İngiltere'nin BM kararlarını kendi başlarına uygulamalarıyla ilgili uluslararası hukuka bağlı yasal
hakti. Birleşmiş Milletler, verdiği kararların uygulanmasından sorumlu bir yürütme mekanizmasına
sahip değildir ve uygulama yetkilerinin belirli ülkelere verilmesinin ayrı bir karar ve oylama
gerektirdiği yönünde ciddi bir iddiada bulunulabilir. Birleşmiş Milletler her halükârda ne kendisini
kanunen sürekli olarak sınırlayabilir ne de üyelerinin fikirlerini değiştirmelerinin önüne geçebilir. BM
Güvenlik Konseyinin Irak'ın ihlâl ettiği kararların herhangi birini yürürlükten kaldırmak için oylama
yapmadığı doğrudur; diğer yandan Irak savaşı arifesinde konseyin üyelerinin çoğunluğunun ABD'yle
İngiltere'nin konsey kararlarını tek taraflı olarak uygulamalarını istemedi
104
AMERİKAN AYRICALIĞI VE ULUSLARARASI MEŞRUİYET

ği de ortadaydı. Ne olursa olsun Bush yönetimi, o aşamada ABD'nin kendisini Güvenlik Konseyinin
yaptıklarına bağlı hissetmeyeceğini oldukça açık biçimde belirterek uluslararası hukuka kendi isteği
oranında uyum sağlayacağını göstermiş, böylece birçok kişi tarafından şüpheyle bakılır hale
gelmiştir.
Sonuç olarak Amerika'nın hareketleri hukuki değil, siyasi bir meseleydi. Savaşın hemen öncesinde
aralarında ABD'yi resmi olarak destekleyen İngiltere, İspanya ve İtalya gibi ülkelerdeki
çoğunluklann da olduğu dünyanın her yerinde kamuoyunun büyük çoğunluğunun Amerikan işgaline
karşı olduğu ortadaydı. ABD savaş sonrası dönemde müdahalenin gerekçesini ve gerekliliğini ispat
edebilmiş olsaydı örneğin, güçlü bir yeraltı nükleer silah programını ortaya çıkararak sonunda bu
muhalefetin hiçbir önemi olmayacaktı. Unutulmamalıdır ki ABD'nin daha önceki krizlerde elde
etmeye çalıştığı ve kazandığı siyasi meşruiyet tam olarak bu türdendir ve yönetim, uluslararası
hukuku yasal eylemin yegâne temeli olarak aşırı biçimde vurguladıkları gerekçesiyle muhaliflerini
eleştirmekte haklıydı. Bush yönetimindeki birçok kişi tarafından algılanan ortak eylem sorunu, askeri
müdahale gerektiren ciddi güvenlik sorunlarının çözülmesi için bu konunun üzerinde düşünülmesini
isteyen Birleşmiş Milletler ve Avrupalılara dayanıyordu. Clinton yönetiminin Balkanlar'dakİ deneyimi,
Bush yönetimindeki pek çok kişiyi BM'nin önemli güvenlik sorunlarını çözme konusunda yetersiz
olduğuna ikna etmişti. Bosna'da BM kararıyla uygulanan silah ambargosu ve sözde tarafsızlık,
kesinlikle sorunun kaynağındaki taraf olan Sırbistan'a fayda sağlayacak noktaya varmıştı.
Avrupalıların Önderliğindeki BM Barış Gücü tarafından kullanılan kısıtlı 105
NEOCONIARIN SONU

çatışma kuralları, korumaktan sorumlu oldukları Bosnalılar bir yana, kendilerini savunamayan
Srebrenîka'daki Hollandalı arabulucuların Sırplar tarafından rehin alınmasıyla sonuçlanmıştı. Benzer
şekilde Kosova krizindeki Rus vetosu, Güvenlik Konseyi'nin hiçbir şekilde hareket edememesine
neden olmuştu. ABD 1990'ların ortalarında, Avrupalıları neticede kendi arka bahçelerindeki bir
sorunla baş başa bırakmaktan son derece mutlu olacaktı. Bosna ve Kosova krizlerinin her ikisi de
ancak ABD sahneye girip askeri gücünü kesin sonuca ulaştıracak biçimde kullandığında çözüme
ulaşmışti. ABD, Bosna savaşını sona erdiren ve Kosova'daki Sırp saldırılarını durdurarak sonunda
Belgrad'da rejim değişikliğine zemin hazırlayan askerî koalisyona önderlik eden Dayton
Antlaşmaları'na aracılık yapmıştı.
Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Avrupa'nın harekete geçme kabiliyeti hakkında özellikle karamsar
bir görüş takınmıştı Rumsfeld'in, Balkanlara Amerikanın müdahale edip etmemesi konusunda en
başından beri hevesli olup olmadığı net değildir. Rumsfeld ayrıca ABD'nin Balkanlar'da bataklığa
gömülmesinin nedeninin Clinton yönetiminin NATO gibi çok uluslu kurumlan devreye sokma arzusunun
yönetimin elini kolunu bağlaması olduğuna inanıyordu. Kosova'daki harekâtı yöneten dönemin NATO
komutanı ve daha sonra Demokrat partiden başkanlığa adaylığını koyan General Wesley Clark, 2000
seçiminden sonra Bush yönetiminin
kıdemli bir üyesiyle karşılaştığını ve bu kişinin kendisine, "Kitabınızı okuduk kimse bize nereyi
bombalayıp nereyi bombalayamayacağımızı söyleyemez" dediğini anlatıyor.3 1990'larda Balkanlar'da
meydana gelen olay, Stephen Sestanovich tarafından Amerikan Maksîmalizmi olarak adlandırılan
davranış biçiminin son kez tekrarlanmasından
106
AMERİKAN AYRICALIĞI VE ULUSLARARASI MEŞRUİYET

başka bîr şey değildi. Bu, Amerikalıların sürekli olarak tutkulu ve Avrupalı müttefiklerinin
4

geleneksel düşünce biçimlerinin sınırlarının ötesindeki hedeflerin peşinde koştukları Soğuk Savaş'ın
başlangıcında yerleştirilen bir biçimdi. Avrupalıların kararsızlıkları ve sağlam karar verme
mekanizmaları oluşturma konusundaki yetersizlikleri, önemli meselelerin gündeme getirilmesi için
ABD'nin sık sık müdahale etmek zorunda kalması anlamına geliyordu. Bu durum, 1980'lerde orta
menzilli füzelerin konuşlandırılması, daha sonra Reagan yönetiminin çift taraflı sıfırlama seçeneği
yoluyla bunların tamamıyla kaldırılmaları yönünde önerdiği teklif ve 1989 yılında Amerika'nın "tek
parça ve özgür" bir Avrupa için yaptığı baskı için geçerlidir.
Mancur Olson, The Logic of Collective Action (1965) adlı kitabında, ortak faydaların çoğu kez
diğerlerinden çok daha güçlü tek bir aktör tarafından, tek taraflı olarak sağlandığını ve bunun o
aktörün diğer oyunculardan bağımsız hareket etmesine İzin verdiğine, çünkü o aktörün söz konusu
faydaların güvenceye alınmasında büyük çıkarları olduğuna dikkat çekiyor.5 Birçok insan, Soğuk
Savaş boyunca ABD'nin Avrupa ve Asya'daki müttefikleriyle karşı karşıya kaldığı durumun bu
olduğuna ve Bush yönetiminin Irak savaşına girilmesi konusunda takındığı tek taraflı bir tutum
oluşturduğunu iddia etmektedir. Yönetim, ABD dış politikasının daha önceki biçimlerinden, birçok
kişinin öne sürdüğünden daha az ayrılmıştı. Bush yönetimi ve onun neocon destekçileri, savaşa
başlamadan önce savaşa verilecek küresel tepkinin düşmanlığını, özellikle Avrupa'dakini
öngörememişlerdi. Yönetim, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ve onun dışişleri bakanı
Dominique de Villepin'in, BM Güvenlik Konseyi'nin
107
NEOCONLARIN SONU

savaşla ilgili ikinci kararından desteklerini çekerek Colin Povvell'i yarı yolda bırakacaklarını
öngörememekle taktik bir hata yapmışlardı. Savaşa karşı yapılan muhalefet, seçkinler ve onların
siyasi hesaplamalarıyla ilgili bir mesele değildi. Savaşın başlamasından bir ay önce 15 Şubat 2003
tarihinde, aralarında Bush yönetiminin "gönüllüler koalisyonuna" katılmayı kabul etmiş olan Avrupalı
müttefiklerin başkentleri Londra, Madrid ve Roma'nın da olduğu, Avrupa'nın her yerinde çok büyük
savaş karşıtı gösteriler düzenlendi. Doğrusu Avrupa, daha önce hiçbir konunun etrafında bu denli
kendiliğinden bir araya gelmemişti. İşte bu yüzden Fransa'nın maliye eski bakanı Dominique
StraussKahn, gösterileri "Avrupa ulusunun doğuşu" olarak adlandırmıştır.6 Daha önceki Transatlantik
atışmalarının aksine, Irak savaşının doğurduğu anlaşmazlığın tektonik bir kayma, gelecekte kolaylıkla
düzeltilemeyecek bir anlaşmazlık niteliğinde olduğunu düşünmek için birçok neden vardır.
Irak savaşının anti Amerikancılıkta neden bu tür bir artışa yol açtığının nedenleri karmaşıktır ve
aşağıda daha ayrıntılı biçimde ele alınacaktır. Fakat bu karşı duruşun, Ulusal Güvenlik Stratejisi
önleyici savaş doktrinin içinde yer alan kısa vadeli bir nedeni vardı: doktrinin, üstü kapalı bir şekilde
Amerikan ayrıcalığını tanıması. Açıkçası önleyici savaş doktrini, uluslararası sistemin her alanında
güvenle genel leştirilebilecek bir doktrin değildir. Pek çok ülke, terör tehditleriyle karşı karşıyadır
ve bunlarla önceden müdahale veya teröristleri barındırdıkları düşünülen rejimlerin devrilmesi
yoluyla mücadele etmeye istekli olabilir. Rusya, Çin ve Hindistan'ın hepsi bu kategoriye girerler;
ancak bunlardan herhangi biri terörizmle mücadele yolu olarak genel bir önleyici eylem/önleyici
savaş stratejisi ilan edecek olursa bu
108
AMERİKAN AYRICALIĞI VE ULUSLARARASI MEŞRUİYET

na karşı çıkacak olan İlk ülke şüphesiz ABD olacaktır. ABD'nİn kendisinde, diğer ülkeleri mahrum
bırakıp bir hak gördüğü gerçeği, NSS'de ABD'nin diğer devletlerden farklı olduğu ve askeri gücünü
diğer ülkelerin yapamayacağı adil ve akıllıca yollarla kullanacağına güvenilebileceği yönündeki üstü
kapalı bir düşünceye dayanmaktadır. Bu düşünme şekli, Amerikalıların kendileri hakkında düşünme
biçiminde eski bir tarihe sahiptir. Bu, VVashington'un veda konuşmasıyla ve Amerikan
cumhuriyetinin erdem İçerisinde doğduğu, ancak Avrupalıların gerçekleştirdikleri türden kuvvet
politikası türünden oyunlar oynaması durumunda bozulacağı görüşüyle başlar.
Bush yönetiminin resmi politika demeçlerinde üstü örtülü olan şey, Irak savaşına uzanan yıllarda
birkaç neocon yazar tarafından açık bir şekilde kaleme alınmıştır. ABD'nin, küresel düzeni ve
güvenliği sağlamak için üstün gücünü kullanması gerektiği yönündeki İlk İddialardan birini, Soğuk
Savaş'ın sonunda ABD'nin, Amerikan üstünlüğüne meydan okuyacak başka hiçbir gücün olmadığı "tek
kutuplu bir dönem" ile karşı karşıya olduğunu iddia eden Charles Krauthammer öne sürmüştü.
Krauthammer başka bir yerde, ABD'nin diğer büyük güçler gibi imparatorluk peşinde olmadığını,
daha ziyade "uluslararası sistemin koruyucusu" görevini yürüteceğini iddia etmiştir.7
Benzer şekilde, 1990'ların sonunda Preseni Dangers adlı kitaplarında Amerikan dış politikasını ele
alan VVillİam Kristol ve Robert Kağan, iyi, sakin ve demokratik bir dünya düzeni yaratmak için
ABD'nin gücünü kullanacağı İyiliksever hegemonya politikasını açıkça savunmuşlardı, özellikle bu tür
üstünlüğün muhalefete ve direnişe yol açıp açmayacağı sorusu üzerinde tahminlerde bulunmuşlar,
ama Ameri
109
NEOCONLARIN SONU
AMERİKAN AYRICALIĞI VE ULUSLARARASI MEŞRUİYET

ka'nın olağanüstü düzeydeki erdemi nedeniyle bunun gerçekleşmeyeceği sonucuna varmışlardı:


"Fakat diğer güçlerin ABD'ye karşı birlik olma isteksizliklerinin Amerika'nın dar, bencil bir ulusal
çıkar izlememesi, çıkarlarını genel olarak iyiliksever uluslararası düzende bulması gerçeğiyle de ilgisi
vardır. Diğer bir deyişle bunun sebebi, Amerikan dış politikasının alışılmadık düzeyde bir erdemle
kaynaşmış olması nedeniyle diğer devletlerin, Amerika'nın aksi takdirde ürkütücü olan gücünden
korkmalarını gerektirecek daha az şey olduğunu görmeleridir (italik yazılar eklenmiştir).8 Irak
savaşına verilen küresel tepkinin ardından bu satırları alaycı biçimde okumamak zordur.
Amerikalıların kendi iyi niyetlerine inanmaları yeterli değildir; Amerikalı olmayanların da bunlara
inandırılması şarttır. ABD'nİn geçmişte açık fikirli biçimde hareket etmiş ve küresel genel çıkarlar
sağlamış olduğu düşüncesi oldukça akla yatkındır. İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya ile
Japonya'nın demokrasiye ve müttefikliğe geçişleri, Amerika'nın 1940'larda Bretton VVoods
kurumları ve Birleşmiş Milletler İçin verdiği destek, Marshall Planı ile Batı Avrupa'ya ve Soğuk
Savaş esnasında Doğu Avrupa'nın "tutsak devletlerine" verilen destek, Amerika'nın stratejik
çıkarlarına uydukları kadar dünya çapındaki halklara geniş kamu yararları sağlamıştı. 1940'ların son
yılları boyunca pek çok Amerikalının savunduğu gibi, ABD kolaylıkla tecrit politikasını seçebilirdi.
Ayrıca bu dönem boyunca müttefiklerini ayakta tutmak için verdiği destek konusunda daha az
cömert olabilirdi.
Fakat İrak savaşına kadar Amerika'nın iyiliksever hegemonya iddiasına Amerikalı olmayan insanların
olumlu tepki verecekleri veya en azından bunu kabullenecekleri düşüncesi, bir gerçeklikten ziyade
bir umuttu. Diğer ülkelerin, ABD liderliğini kabul etmeden Önce Amerika'nın yalnızca iyi niyetli
değil, aynı zamanda gücü uygulama yönteminde mantıklı olduğu ve bu akıllıkla kendisine koyduğu
hedeflere ulaşmada başarıya ulaşacağına ikna edilmeleri gerekiyordu. Savaştan sonra ortaya çıkan
şiddet boyutuna varan olumsuz duyguların kökleri, Bush yönetiminden önce meydana gelen ve
işaretleri önceki yıllarda anlaşılabilecek ve anlaşılması gereken gelişmelere dayanıyordu.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi İle ilgili sorunlar, belgede yer alan önleyici eylem kavramıyla veya
belgenin, ABD'ninbazen gönüllüler koalisyonu yoluyla hareket etmesi gerekebileceği iddiasıyla sınırlı
değildi. Stratejiyle ilgili tartışmaya açık olan bir diğer şey İse, ABD'nin önleyici bir savaşı ne zaman
başlatacağı kararının verilmesi için herhangi bir ölçüt ortaya koymamış olmasıydı. Ulusal Güvenlik
Danışmanı Condoleezza Rİce, NSS yayınlandıktan kısa süre sonra şunları ifade etti: "...bu yaklaşımın
büyük bir dikkatle yeniden ele alınması gerekmektedir. Bunu haklı çıkarabilecek olay sayısı her
zaman için az olacaktır. Diplomasi dâhil olmak üzere diğer çareler denenmeden önce ABD'ye veya
herhangi başka bir devlete harekete geçme izni vermemektedir. Önceden harekete geçme, uzun bir
çaba zincirinin ilk halkası değildir. Tehdidin son derece ciddi olması şarttır. Beklemenin riskleri,
harekete geçmenin risklerinden oldukça ağır basmalıdır."9
Bu mesaj, önleyici eylemin meşru olarak kullanılabileceği şartları çerçeveleyen daha belirli ölçütlerle
birlikte NSS'ye dâhil edilebilirdi. Daha sonra yönetim Irak'a karşı harekete geçme gerekçesini
belirtirken bunun sürekli tekrarlanması gerekiyordu. Bunun yerine önleyici eylem doktrini
110 111
NEOCONLAR1NSONU

nin daha geniş biçimde uygulanmasını ileri süren çok daha dağınık bir mesaj verilmişti. Başkan Bush,
2002'deki ulusa sesleniş konuşmasında, Irak, İran ve Kuzey Kore'den oluşan "şer üçgeninden"
bahsetmişti; yabancı gözlemcilerin bu ifadeyi yeni önleyici eylem doktriniyle birleştirecek ve
yönetimin peş peşe üç tane önleyici savaş plânladığını farz edecek olmaları çok doğaldı.
Oldukça deneyimli bir dış politika ekibinin neden bu tür basit hatalar yaptiğıyla ilgili birkaç tane
olası açıklama vardır. Birincisi, hitap edilen kitlelerin karışmasıydı. Bush yönetiminin sert
konuşmalarının çoğu, haydut devletlerin kendilerini ve onlara destek vermeye istekli olabilecek diğer
unsurları hedef alıyordu. Bush'un 11 Eylül sonrasında ifade ettiği, terörizmle savaşta "yanımızda
veya karşımızda" olanlar şeklindeki ünlü ifadesi şüphesiz Pakistan veya Yemen gibi, geçmişte
teröristleri barındırmış olan ve El Kaide üyelerinin yakalanmalarında ABD ile işbirliği yapıp yapmama
konusunda karar verme sürecindeki ülkelere yönelikti. Sorun, bu ifadenin Avrupa'da Bush
yönetiminin gündemiyle ister beğen ister beğenme biçiminde İlgilenilmesi gerektiği yönünde bir
meydan okuma olarak algılandı; Avrupalılar da doğal olarak buna sinirlendiler. Ne yazık ki yönetim,
hangi kitleye hitap edildiği sorusuna açıklık getirmek için çok fazla bir şey yapmadı.
Bu iletişim başarısızlığıyla ilgili ikinci bir nedenin ise, yönetim içinde doktrinin hangi şartlar altında
uygulanacağı konusunda hâlâ hiç kimsenin bu şartlan açıkça sergilemesine olanak sağlamayan
anlaşmazlık olması gerçeğiyle alakası olmuş olabilir. Savunma Bakanlığındaki bazı isimler aslında,
birçok önleyici savaş için kapıyı açık bırakmak istemiş olabilirler ve bu yüzden ABD'nin seçeneklerini
sınırlan
112
AMERİKAN AYRICALIĞI VE ULUSLARARASI MEŞRUİYET

dıracak hiçbir diplomasi rehberliğini kabul etmeye İstekli değillerdi. Son olarak Colin Povvell,
konuşma yapmayı ve doktrin niteliğindeki resmi açıklamalarda bulunmayı dışişleri bakanlığı görevinin
esasları olarak görmüyordu. Yakın çalışma arkadaşlarına, büyük düşünceler ve soyut doktrinlerden
rahatsızlık duyduğunu söylüyordu. Powell'ın, seleflerinin çoğundan daha az konuşma ve seyahat
yaptığı sıkça dile getirilmiştir. Örneğin BM Güvenlik Konseyi'nin savaş başlatılması için izin veren
birinci ve ikinci kararlarıyla ilgili oylamalar arasındaki kritik dönemde genellikle Washington'da
kalmıştı. Doğruyu söylemek gerekirse ABD'nin müttefiklerine, onların Amerika'nın açık uçlu bir
önleyici savaş dizisi başlatmasıyla ilgili duydukları endişeleri yatıştıracak türden şeyler söyleme
yetkisine sahip olmadığını düşünmüş olabilirdi.
Amerikan seçkinlerinin Soğuk Savaş'ın sonu İle Irak savaşının başladığı dönemin arasında gelişmekte
olan bir Amerikan karşıtlığı akimini VValter Russel! Mead'İn deyimiyle "büyüyen fırtınayı" algılama
konusunda genel bir başarısızlıkları vardı.10 Amerikalılar, Soğuk Savaş boyunca, nefret edilmeye
alışmışlardı ve Amerikan karşıtlığı duygusunun yeni belirtilerinin, ABD'nin gücüne ve amaçlarına
yönelik iyi bilinen bir sol kanat düşmanlığı olarak görülmesi kolaydı.
Fakat bu kez farklı bir şey gerçekleşmek üzereydi. Ortadoğu ve İslam dünyasındaki aşrı düşmanlık,
11 Eylül'den sonraki dönemde eşi görülmemiş düzeylere ulaşmıştı. ABD'ye karşı olumlu duygular,
tümü geleneksel dostlar olan * Ürdün'de %5, Pakistan'da %21, Fas'ta %27 ve Türkiye'de %30'a
düşmüştü.11 Amerikalıların, ortak değerler
113
NEOCONLARIN SONU

paylaştıklarını düşündükleri ve ABD, Nazi Almanya'sıyla eski Sovyetler Birlİği'ne karşı çıktığında
bundan başlıca faydalananlar Amerika'nın en yakın dostları ile müttefiklerinin paylaştıkları daha
hafif bir mutsuzluk vardı. Üstelik Batı Avrupa'da eleştiri, yalnızca sol kanattaki olağan
şüphelilerden değil, aynı zamanda Soğuk Savaş boyunca Amerikan nüfuzuna sıkıca sarılmış merkez ve
sağ kanattaki kişilerden geliyordu.
Bu olayla ilgili açıklamanın bir kısmı, 1980'lerden itibaren, Mead'in "milenyum kapitalizmi" olarak
adlandırdığı kavrama yönelik bir kaymada yatmaktadır. Muhafazakâr Reagan ve Thatcher
devrimlerine kadar, aralarında ABD'nin de olduğu sanayileşmiş bütün ülkeler, piyasa rekabetinde
artan yetkilere ve piyasada geniş çaplı devlet idaresine sahip çok sayıda refah devleti inşa
etmişlerdi. Bu sistem, 1970'lerin sonlan İtibariyle aşırı kontrol krizine ve azalan verimlilik artışına
doğru hızla ilerliyordu. ABD, savaş sonrası refah devletini kısmen parçalara ayırarak bu akımın
tersine çevrilmesine önderlik etmişti. Amerikan piyasaları her zaman için Avrupalı benzerlerinden
daha az kontrol edilmiştir ve ABD'nin, havayolları, haberleşme, elektrik ve diğer hizmetlerde devlet
kontrolünü kaldırdığı 20. yüzyılın son yirmi yılında bu farklılık daha da göze çarpar hâle geldi. Bu,
1990'ların teknoloji patlamasıyla birleşen teknolojik yenilik ve büyüme dalgası yarattı.
Amerikalılar haklı olarak transistor, tümleşik devre, kişisel bilgisayar ve Internet'in kadındaki
paylarından gurur duymaktadırlar. Birçok insan, bu gelişmelerin ancak özel piyasalara hükümetin
asgari müdahalesinin olduğu serbest, rekabete açık kapitalist bir düzende ortaya çıkmış
olabileceğini düşünmektedir. John Perry Barlow ve kurulmasına yar
114
AMERİKAN AYRICALIĞI VE ULUSLARARASİ MEŞRUİYET

dım ettiği Elektronik Öncülük Vakfı örneklerinde olduğu gibi, geleneksel Amerikan anti devletçiliğini
modern bir ileri teknoloji ortamına dönüştüren Amerika'ya özgü bir teknolojik özgürlük biçimi
vardır.12
Amerikan bilgi teknolojisi endüstrisinin başarısını devlet müdahalesinin olmamasına borçlu olduğu
görüşü yalnızca belirli bir noktaya kadar doğrudur. Amerika'da 20. yüzyılın sonunda gerçekleşen
büyük teknolojik ilerlemelerinin çoğu, hükümet desteği ve yatırımıyla teşvik edilmişti.13 Ancak
teknolojik özgürlük görüşünde Amerikalıların çoğunu, kendilerine özgü piyasa devlet uyumunun
geleceğin dalgasını temsil ettiğine ikna edecek yeteri kadar doğruluk payı vardı. Avrupa ise, tersine,
aşırı denetlenen, gerileyen ve piyasa karşıtı olarak görülmeye başlamıştı.
1990'larda başlayan yeniden canlanmış kapitalist rekabet dalgası, "küreselleşme" başlığı altında
tartışılır hâle geldi ve dünyanın genelinde büyülenme, kıskançlık, korku ve kızgınlık duygularının bir
karışımıyla karşılandı. Elbette Güney Kore, Tayvan ve Çin gibi, ihracat piyasalarına açılmak ve
büyümek amacıyla bu küreselleşmeden sonuna kadar yararlanan ülkeler de vardı. Fakat diğer
sanayileşmiş demokrasiler, kendt refah devletlerinden memnundular ve Amerika'nın dünya çapındaki
piyasaları liberalleştirme dürtüsünü çoğu kez reformu desteklemeye yönelik İyi niyetli bir çaba
değil, kendi devlet karşıtı değerlerini "dibe
doğru yarış" içerisinde dünyanın geri kalanına zorla kabul ettirmeye yönelik bir Amerikan girişimi
olarak görüyorlardı.
Küresel ekonomiyi Amerikanlaştırma dürtüsünün çoğu, özel sektörden ve yakın zamanda ortaya çıkan
ABD şirketleri ile mali kuruluşların ortaya koydukları zorluklardan kaynaklanıyordu. Fakat Amerikan
hükümet politikası, ekono
115
NE0C0NLAR1N SONU

mik liberalleşmeyi, çoğu kez VVashington'da İdrak edilmeden yaşanan gerilemelere yol açacak kadar
destekliyordu. Washington Konsensüsü; Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi
uluslararası mali kuruluşlar tarafından gelişmekte olan ülkelere verilen yapısal düzenleme borç
paketlerine çoğu kez şart olarak eklenen alışılmış ekonomik liberalleşme önlemlerinden oluşan bir
paketti.14 Bu tür ABD destekli ekonomik liberalleşme, mütemadiyen olumlu sonuçlar üretmiş olsaydı
iyiliksever hegemonyanın bu şekli, çok daha geniş çaplı kabul görebilirdi. Ancak Arjantin gibi,
Amerika'nın tavsiyesine uyduklarını düşünen ülkeler bile 1990'ların sonlarında kendilerini ciddi bir
ekonomik krizin içerisinde bulmuşlardı Bunun sonucunda "neoliberalizm" Latin Amerika çapında
gözden düştü ve bölgede yeni bir solcu liderler nesli doğdu.15
Clinton yönetimi 1990'ların İlk yarısı boyunca, Tayland ve Güney Kore gibi yerlerde sermaye
piyasasının liberalleştîrilmesini ısrarla istiyordu. Hazine bakanı Robert Rubin ve yardımcısı Larry
Summers (daha sonra halefi oldu) gibi, bu politikaları destekleyenler bunu basitçe söz konusu
ülkelere fayda sağlayacak iyi bir politika meselesi olarak görüyorlardı. Diğer yandan pek çok Asyalı,
ABD'nin gerekçelerine daha büyük bir şüpheyle bakıyor; bunu, Goldman Sachs'ın eski
yöneticilerinden biri olan Rubin'in ne tesadüftür ki birçok arkadaşının olduğu VValt Street adına
kapalı sermaye piyasalarını zorla açılmasına yönelik bir girişim olarak görüyorlardı.
199798 Asya krizi piyasaları vurduğunda yine bu ülkeler, sermaye piyasasının liberalleştirilmesinin
büyütmüş olduğu likiditenin çekilmesi ile ağır darbe almışlardı. Bugün gözlemcilerin çoğu, sermaye
hesabı liberalleşmesinin za
116
AMERİKAN AYRICALIĞI VE ULUSLARARASI MEŞRUİYET

mansız, bu ekonomileri uluslararası sermaye piyasalarının dalgalanmalarına karşı güçlendirecek


düzenleyici sistemler yerleştirilmeden önce başlatıldığı konusunda hemfikirdir. Ayrıca EVIF'nİn ilk
tepkisi, gerçekten de daha çok kamu harcamasına ihtiyaç duyan ülkelere mali sertlik ilacı uygulamak
oldu. Bununla birlikte, en azından krize yol açan şartların bazılarından sorumlu olan ABD, Tayland'ın
yardımına gelmedi ve hedef ülkelerin ekonomik olarak güçsüz oldukları dönemde daha fazla sermaye
piyasası liberalleştirilmesini zorlamak için nüfuzunu EVIF gibi uluslararası kuruluşlar üzerinde
kullandı. Korelilerin bugün bile krizden, kendi politikalarının ve kurumlarının krizinden ziyade "EVIF
krizi" olarak bahsettiklerine şüphe yoktur.
Siyasi alanda İse Amerikan üstünlüğünün beklenmedik bazı olumsuz etkileri vardı. Soğuk Savaş
ABD'yi, doğrudan güçlü ekonomik veya siyasi çıkarlarının olmadığı dünyanın birçok bölgesine dikkat
etmeye zorladı. Bu dikkat çoğu kez askeri yardım veya müdahale şeklinde verildi ve gündemdeki ülke
için sorunlu sonuçlar yarattı. Fakat Soğuk Savaş'ın bitmesinin ardından ABD, hiç tereddüt etmeden
bu ülkelerle bağlantısını tamamen kesti.16 Bu konuda en çok verilen örnek Afganistan'dır ve bu ülke,
VVashington'un aklından çıkmamak üzere 11 Eylül'den sonra yeniden hatırlandı. Sovyet rekabetinin
olmaması, ABD'nin bir zamanlar otoriter yöneticilerini desteklemiş olduğu Filipinler ve Şili gibi
ülkelerdeki demokratik hareketleri desteklemesi konusunda bu ülkeyi serbest bırakmıştı, ama ABD
aynı zamanda Ruanda ve Liberya gibi ülkelerde korkunç şeyler olurken diğer tarafa bakma
özgürlüğüne de sahipti.
Amerika'nın Soğuk Savaş'taki liderlik rolünün dünyanın geri kalanına karşı iyiliksever hegemonya
tutumuna dönüş
117
NE0C0NLAR1N SONU

türülebîleceği görüşü, kendi içerisinde, Amerikan dış politikasının kavramsallaştırılması için onu uzun
vadeli bir temel olmaktan alıkoyan birtakım yapısal kusurlar ve tutarsızlıklar barındırmaktadır.
Öncelikle iyiliksever hegemonya, Amerikalı olmayanların çoğunun son derece gerçek dışı buldukları
Amerikan ayrıcalığına duyulan inanca dayanmaktadır. ABD'nin dünya sahnesinde umursamazca
hareket ettiği düşüncesi geniş çapta kabul görmemektedir, fakat bu büyük ölçüde yanlıştır ve
aslında Amerikan liderleri, Amerikan halkına karşı sorumluluklarını yerine getirdikleri takdirde
doğru olamaz. ABD, küresel genel çıkarları sağlarken cömertçe hareket edebilmektedir ve en çok
İdealleri İle kişisel çıkarları aynı zamana denk geldiğinde cömert olmuştur. Fakat ABD aynı
zamanda, küresel genel çıkarlarla alakası olmayan çıkarlara sahip büyük bir güçtür. Amerikan
başkanları, belirli seçmenlerin özel ekonomik çıkarlarını korumak; enerji kaynaklarının güvenliğini
sağlamak; ABD'deki çeşitli etnik kökenli seçmenlerin taleplerine karşılık vermek zorundadırlar ve
onların kendi vatandaşlarına nasıl davrandıklarına aldırmaksızın çeşitli ülkelerin işbirliğine ihtiyaç
duyarlar. Afrika'da barışın muhafaza edilmesinden karbon yayılmasına kadar, ABD'nin sağlamayı çok
külfetli bulduğu sayısız küresel genel çıkar vardır.
İyiliksever hegemonya İle ilgili ikinci sorun, üstün gücün aşırı düzeyde yetki üstlenmesini
varsaymasıdır. Avrupa ve Ortadoğu'da Bush yönetimini eleştiren kişilerin birçoğu, savaştan önce, bu
savaşı soyut kuralcı zeminlerde (yani savaşın ikinci bir BM Güvenlik Konseyi kararı ile
onaylanmadığını) sorgulamadılar. Daha çok yönetimin girişmekte olduğu Ortadoğu siyasi dönüşüm
sürecinin neler içerdiğini 118
AMERİKAN AYRICALIĞI VE ULUSLARARASI MEŞRUİYET
tam olarak anlayıp anlamadığını merak ediyorlardı. Bu meselelerde oldukça ileri görüşlüydüler.
İyiliksever hegemonyayla ilgili son sorun, Amerikan iç politikasında yatmaktadır. Amerikan halkının
dış politikaya olan ilgisinin ve ABD çıkarlarına belirgin faydalan olmayan denizaşırı projelere para
sağlama istekliliklerinin keskin sınırları vardır. 11 Eylül, Ortadoğu'daki İki savaşa genel destek ve
savunma harcamasında büyük artışlar sağlayarak bu hesabı birçok yönden değiştirdi. Fakat desteğin
sürekliliği belirsizdir: Amerikalıların çoğu Irak'ın yeniden yapılandırılması projesinin başarıya
ulaşması için gerekli olan her şeyi yapmak istiyor olsa da savaşın kötü sonucu, daha pahalı
müdahaleler için kamunun arzusunu arttırmadı. Daha derin bir sorun ise, Amerikalıların aslında
emperyalist bîr halk olmamaları gerçeğinde yatmaktadır. İyiliksever egemen güçler bile bazen
insafsızca davranmak zorunda kalırlar ve yaşamları ile toplumlarından oldukça memnun olan
insanlarda kolay kolay bulunmayan bir dayanma gücüne İhtiyaç duyarlar.
119
BEŞİNCİ BÖLÜM Sosyal Mühendislik ve Kalkınma Sorunu
İki tane önemli neocon ilkesinin çarpışabileceği yer, styasi ve ekonomik kalkınma alanıdır.
Birtarafta neocon'lar haklı olarak, bir rejimin içyapısının önemli olduğuna İnanırlar: liberal
demokrasiler, vatandaşlarının temel insan haklarına saygı duyarlar ve diktatörlüklere göre
dışarıya doğru daha az saldırgandırlar. Bu yüzden, insanları zorbalıktan kurtarma ve derin
devletlere ulaşıp onların temel kurumlarını şekillendirerek dünya çapında demokrasiyi
destekleme zorunluluğu vardır. Bu, egemenliğe saygı duyan ve diğer devletlerin içyapılarına
aldırmayan gerçekçi dış politikaya karşı tam bir zıtlık teşkil eder.
Diğer yandan neocon düşüncenin bir diğer kolu, gereğinden fazla hırslı sosyal mühendisliğin
tehlikelerini vurgulamaktadır. Bu, City College topluluğunun ilk Stalinizm karşıtlığına kadar
uzanan ve Amerika'nın toplumsal programlarını, asıl amaçlarını baltalayan istenmeyen
sonuçlar doğurmakla eleştiren The Public Interest yazarları arasında yayılan bir konudur.
Daha önce belirtildiği gibi, James Q. VVilson'un suç üzerine yazdığı kapsamlı yazılarında sıkça
tekrarlanan başlıca konulardan biri, yoksulluk ve ırkçılık gibi derinlerde yatan sorunları çözmeye
çalışarak suç oranla
120
SOSYAL MÜHENDİSLİK VE KALKINMA SORUNU

rının düşürülemeyeceği fikridir; temeldeki nedenlerden ziyade belirtileri bulmaya çalışan daha kısa
vadeli önlemlere odaklanmak için etkili politikalara ihtiyaç vardı. Dış politika alanına geçecek olursak
bu ilke, Ortadoğu'da örneğin demokrasinin desteklenmesiyle mümkün olacak türden siyasi dönüşüm
beklentilerinde ihtiyatlı olunmasına neden olmuş olmalıydı.1 Ne Bush yönetimi ne de onun neocon
destekçileri, bu bilmecenin nasıl çözülebileceği konusunda savaştan önce yeterince düşünmemişlerdi.
Yönetim, savaştan sonra İtiraf etmek istemese de, İrak'ın yeniden İnşa edilmesinin ve demokrasiye
geçişine önderlik edilmesinin maliyetini ve zorluğunu gerçeğinden çok daha az olarak hesaplamıştı.
Pentagon, kendi bünyesinde yaptığı savaş öncesi plânlamada, belli ki başlangıçta 150,000 olan asker
sayısını aktif muharebenin sona ermesinin ardından yaklaşık altı ay sonra yalnızca 60,000 askere
düşürebileceğini tahmin etmişti. Savaşın hemen öncesinde Başkan Yardımcısı Cheney, Tim Russert'la
bir röportaj yapmış ve şunları söylemişti: "Askeri operasyonlar durduktan, çatışma sona erdikten
sonra orada birkaç yüz bin askere ihtiyaç duyacağımızın iddia edilmesini doğru bulmuyorum...
Gerçekten de kurtarıcılar olarak karşılanacağımıza İnanıyorum."2 Başkan Bush, iki yıl sonra yaklaşık
150,000 Amerikan askerinin hâlâ şiddetli bir isyana karşı koyma savaşı yürüteceğini bilmiş olsaydı,
üzerinde "Görev Tamamlandı" yazılı bir pankartın olduğu uçak gemisine İnmezdi.
Savaşı destekleyenler arasında, demokrasinin toplumların diktatörlerden kurtarılır kurtarılmaz
dönecekleri esas durum olduğuna inanma yönünde bir eğilim vardı. Başkan Bush, savaşın arifesinde
American Enterprise Institute'de 121
NEOCONLARIN SONU
SOSYAL MÜHENDİSLİK VE KALKINMA SORUNU

yaptığı bir konuşmada şunları söylemişti: "İnsan kültürleri birbirinden çok farklı olabilir. Yine de
insanın kalbi, dünyanın her yerinde aynı iyi şeyleri arzu eder. Hepimiz, acımasız ve yıldıran baskıdan
uzakta olma arzusunu taşıyoruz. Hepimiz, çocuklarla ilgilenip onlara daha iyi bir yaşam verme
arzusunu taşıyoruz. Bu temel nedenlerden ötürü, özgürlük ve demokrasi, her zaman ve her yerde
nefretin sloganları ile terörizmin taktiklerinden daha büyük cazibeye sahip olacaktır." Zorbalıktan
kurtulma yönünde insanoğlunun evrensel bir arzusunun ve müreffeh bir Liberal demokraside
yaşamanın cazibesinin evrensel olduğunu İddia edenler olabilir. Sorun, zaman dilimiyle ilgilidir.
Liberal demokrasinin yayılması yönünde bu, benim geçmişte oldukça savunduğum bir şeydi genel,
yüzyıllardır süren bir eğilimin olduğu; ayrıca hem demokrasinin hem de refahın belirli bir toplumda,
belirli bir zamanda ortaya çıkabileceği söylenebilir.3 Bir toplumun sınırsız bir özgürlük özleminden
çağdaş bir ekonomiye sahip iyi işleyen, güçlendirilmiş demokratik siyasi sisteme geçmeden önce
hazır olması gereken, kurumlar diye bilinen bazı belirleyici değişkenler vardır. Eğer demokratik
geçişler ile siyasi gelişmenin incelenmesinin öğrettiği bîr şey varsa o da, kurumların
oluşturulmalarının çok zor olduğudur.
1990'lar, kurumsal gelişme sorusu üzerinde muazzam bir entelektüel heyecana tanık olmuştu; bugün
demokrasiye geçişler hakkında çok geniş bir akademik uygulamaya dayalı yazın vardır; kurumlar ve
ekonomik kalkınma üzerine yazılmış çok daha fazla eser vardır. Fakat savaşı desteklemiş olan önde
gelen neocon'lar, çoğunlukla bu tartışmanın uzağında durmuşlardır. Ve ABD'nin gerek demokratik
kurumlan gerekse ekonomik kalkınmayı nasıl destek I eyeceği
122
nin somut mekaniği üzerine çok fazla tartışma bulmak oldukça zordur. Örneğin KrİstolKagan'ın
Preseni Dangers adlı kitabı, demokrasinin dünya çapında desteklenmesi için kullanılacak araçları ele
almaktadır. Bunlar, İlki ve en önemlisi, askeri gücün yansıtılabilmesi yeterliği, ardından da
müttefikler ve balistik füze savunmasından oluşmaktadır.4 Dışişleri Bakanlığı ve ABD Uluslararası
Kalkınma Ajansı gibi siyasi geçişlerin veya IMF İle Dünya Bankası gibi çok uluslu kuruluşların
meydana getirilmesine yardım edilmesinde son derece önem taşıyan politika araçlarına yönelik olumlu
bir yaklaşım bile yoktur. The JYeekly Standard, Clinton yönetimi boyunca, çatışma sonrası yeniden
inşaya, ekonomik kalkınmaya, sivil toplum desteğine, kamu diplomasisine ve bu tip şeylere yeni
yaklaşımların desteklenmesi yerine Amerikan savunma harcamalarının arttırılmasını savunmaya
odaklanmıştı. Öyle görülüyor ki bu neocon'lar, ABD ağır rejim değişikliği yükünü kaldırdı mı,
kurumların bir şekilde başlarının çaresine bakacaklarını düşünmüşlerdi.
İkinci Dünya Savaşı sonrasından itibaren yaşanan sömürgelerin özgürleştirilmesi alanındaki gelişme
üzerine düşünme tarihi; kalkınma sürecini tam anlamıyla canlandırmaya yönelik başarısız girişimlerle
doludur ve kalkınmanın sonuçlarını gerçekten de etkileyebilecek dış unsurlara yardım edecek
araçların eksikliğiyle tanınmıştır. Başlangıçta ekonomik ve siyasi kalkınmayı birbirinden ayırmak
yararlıdır, çünkü modernleşmenin bu iki tamamlayıcı parçasının entelektüel tarihleri, 1990'lara kadar
bu iki kol bir ölçüye kadar birleşmiş olsa da, gelecekteki politika için ilginç anlamlar taşıyan oldukça
farklı yollar seçmişlerdir.
123
Jjj
NE0C0NLAR1N SONU

Ekonomik Kalkınma
Ekonomik kalkınma üzerine düşünme, Avrupa'nın sömürgeci imparatorluklarının 1940'ların sonlarında
başlayan dağılmalarından itibaren bir dizi farklı evrelerden geçmiştir. HarrodDomar büyüme
modelinin ilk etkisi altında, bağımsızlıklarını yeni kazanmış ülkelerde büyümenin önündeki en büyük
engelin sözde yatırım eksikliği olduğu yönünde iktisatçılar arasında yaygın bir inanç vardı.5 Bu kişiler,
üstü kapalı olarak, az gelişmiş ülkelerin sermayelerinin olmaması dışında gelişmiş ülkeler gibi
olduklarını varsayıyorlardı. ABD veya Dünya Bankası gibi çok uluslu kurumlar tarafından desteklenen
kalkınma stratejileri sonuç olarak, mevcut hükümetler aracılığıyla gerçekleştirilen barajlar, yollar ve
elektrik gibi büyük altyapı projelerine odaklanmıştı. Tennesse Vadisi İdaresi yoluyla Güney
Amerika'nın elektriğe kavuşturulması yaklaşımının, ekonomik kalkınmanın desteklenmesiyle ilgili
bağımsızlığını yeni kazanmış ülkelere ihraç edilebilecek bir model sağlayacağı yönünde ABD'de çok
büyük bîr iyimserlik vardı. Ekonomik plânlama o zamanlar doruk noktasındaydı; kamu yönetimi
reformuna ve ekonomik plânlama dairelerinin oluşumuna sadece resmi destekçiler değil, aynı
zamanda Ford Vakfı gibi özel kuruluşlar da destek veriyordu.6 1970'ler itibariyle bu yaklaşım
oldukça büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Büyük altyapı projeleri, devamlı büyümeye yol açacak,
beklenen dışa dönüklüğü yaratmadı ve bunlar, siyasi istikrarsızlıktan büyük zarar gördüler. Buna ek
olarak, barajlar ve diğer büyük mühendislik projeleri, çevreyle ilgili beklenmedik sonuçlar doğurdular
ve 1960'larda çevreciliğin yükselmesiyle birlikte gözden düştüler. Devlet kurumlarına verilen
desteğin çoğu, insan haklarını ihlâl
124
SOSYAL MÜHENDİSLİK VE KALKINMA SORUNU

eden veya yolsuzluklar nedeniyle uluslararası yardımı bitiren otoriter rejimlerin güçlendirilmesiyle
sonuçlandı. Bu noktada Pakistan uygun bir örnektir: 1950'lerde büyük miktarlarda yardım aldı ve
daha sonra askeri diktatörlüğe geçip 1960'larda komşusu Hindistan ile savaştı.
HarrodDomar modelinin hesaba katmayı unuttuğu şey, az gelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkelerden
sermaye/işgücü oranlarının yanı sıra birçok yönden daha farklılık gösterdikleri gerçeğiydi. Yalnızca
maddi sermayede değil, aynı zamanda beşeri sermayede de ciddi açıklar vardı Bu durum, 1960'larve
1970'lerde, kalkınma politikasında beşeri sermayenin, yani eğitimin desteklenmesi konusuna yeni bir
vurgu yapılmasına yol açtı. "Sürdürülebilir kalkınma" ekonomik büyümenin çevreyle ilgili sonuçlarını
en aza indiren kalkınma tıpkı nüfus kontrolü, tarımsal kalkınma ve Batı'da feminizmin ortaya
çıkmasıyla birlikte kadınların yetkiler kazanmaları hedeflerinde olduğu gibi o da kalkınma
politikasının ayrı bir hedefi haline gelmişti. VVilüam Easterly'nin The Elusive Questfor Crowth
(2002) adlı çalışması, kalkınma politikası içerisindeki akımların her birinin geçmişiyle ilgili ciddi
bilgiler sunmakta, bunların hiçbirinin neden devamlı bir büyüme süreci oluşturmadıklarını tahlil
etmektedir.7 Uluslararası destekçiler, kalkınmanın desteklenmesinde birkaç kesin başarıya
ulaşmışlardı, fakat neredeyse tamamının halk sağlığı ve bir ölçüye kadar tarım alanında gerçekleşmiş
oldukları dikkate değerdir. Çiçek hastalığı, çocuk felci, nehir körlüğü ve kızamık hastalıklarının tümü,
gelişmekte olan dünyanın her yerinde halk sağlığı sorunları olarak ya ortadan kaldırılmış ya da
oldukça azaltılmıştır. Bu arada yabancı vakıfların ve fınansörlerin yardımıyla Hindistan ve di
125
NEOCONLARIN SONU

ğer yerlerde yeşil devrim başlatılmıştı.8 Diğer yandan yeşil devrimin devamlı ekonomik büyümeyi her
yerde eşit ölçüde destekleme yeteneği çok daha kısıtlı olmuştur. Doğu Asya'daki hızla büyüyen
ülkeler, kendi başlarına oldukça başarılı olmuşlardı; diğer yerlerde ise uluslararası yatırım ile olumlu
sonuçlar düzeyleri arasında çok az bağıntı vardı. Kalkınmaya yönelik Amerikan politikası yaklaşımları,
büyük ölçüde Amerikan dış politikasının ihtiyaçları tarafından yönlendirilmiştir, çünkü o zamanlarda
ABD kendisini, gelişmekte olan ülkeler üzerinde nüfuz elde etmek amacıyla komünist dünyayla
öldürücü bir rekabetin içerisine gömülmüş olarak görüyordu. Akademik kuramlaroluşturulması ve
uygulamalı politika geliştirme süreçleri, 1960 tarihli The Stages ofEconomic Grovvth kitabı Kennedy
ve Johnson yönetimleri boyunca gelişmenin desteklenmesi konusunda bir kalıp haline gelen Walt
Rostow gibi insanların eserlerinde bir araya gelmiştir.9 ABDSovyet rekabeti, Kuzey ve Güney
Vietnam tarafından izlenen rakip ulus İnşa etme stratejileriyle sonuçlandı. Vietnam Savaşı'nda
Güney Vietnamlıların yenilgiye uğramalarıyla birlikte Amerikalıların, uygulanabilir bir siyasi
modernleştirme kuramına sahip oldukları yönündeki öz güvenleri yıkılmıştı.
Irak savaşından önce kalkınma politikasına sondan bir önceki darbeyi vuran şey, 1980'lerde
ekonomik muhafazakârlığa dönüş olmuştu. Siyasi dünyadaki Reagan ve Thatcher devrimlerine, devlet
ile piyasa arasındaki istenen dengeyi büyük ölçüde piyasanın tarafına kaydıran değişmekte olan
entelektüel akımlar eşlik etmiş ve destek vermişti. Ekonomik plânlama hem gelişmiş hem de az
gelişmiş ülkelerde gözden düştü ve onun yerini, serbest piyasalar ile küresel ekonomik
entegrasyonun güçlü biçimde vurgulanması aldı.
126
SOSYAL MÜHENDİSLİK VE KALKINMA SORUNU

Doğu Asya'nın htzla büyüyen Güney Kore, Tayvan ve Hong Kong gibi ihracata dayalı ülkelerinin
görünüşte mucizevî yükselişleri, bu entelektüel akımı güçlendirdi. Ekonomik muhafazakârlığa
dönüşteki sorun, temeldeki kavramların yanlış olması değildi; Şili'de piyasanın liberalleştirilmesi
oldukça iyi İşlemişti. Sorun daha çok, güçlü kurumlar ve siyasi irade olmadan politikaların gerektiği
gibi benimsenemeyeceği veya uygulanamayacağıydı. SubSahara Afrika'sında hükümetler, 1980'lerve
1990'larda uluslararası kredi ajansları tarafından sonsuz yapısal düzenleme kredileri dizileri altında
siyasi reform için kendilerine yapılan baskıları savuşturmakta çoğunlukla başarılı olmuşlardı.10
Doğrusu Batı'nın kalkınma stratejilerinin kavramsal ve siyasi olarak genel başarısızlığının en acı
biçimde ortada olduğu yer Afrika'dır. Otuz yıldır verilen büyük ölçülerdeki dış yardım ve
tavsiyelere rağmen bölgenin çoğu yerinde kişi başına gelir azalmıştı. Her zaman güçsüz olmuş
Afrikalı devletlerin durumları daha da kötüleşmiş ve Somali, Liberya ve Sierra Leone örneklerinde
görüldüğü gibi, bazıları tamamıyla çökmüştü. Aslında Batı'nın iyi niyetli kalkınma politikaları, Afrika
hükümetlerine iç reformdan kaçma imkânı sağlayan, bağışlayıcı tarafından finanse edilen "doğal
kaynak belasının" eşdeğerini oluşturarak veya kötü yönetimleri güçlendirerek işleri birçok olayda
daha kötü hâle getirmiş olabilir." 1990'ların ortalarından sonlarına kadar olan dönem, kalkınma
politikasının düşünülmesinde, bu kez kurumların önemini vurgulayan bir başka kaymaya tanık oldu.
İktisat tarihçisi Douglas North ile ilişkilendirilen sözde yeni kurumsal iktisadın doğuşuna kadar
kurumlar (yani bireysel seçimi
127
NEOCONLARIN SONU

kısıtlayan resmi ve gayri resmi kurallar), neoklasik iktisatta son derece ihmal edilmişti. Kurumsal
İktisat, şirket yapısı hakkında kuram oluşturulurken tesadüfen ortaya çıkmış ve iktisatçıların,
siyaset bilimcilerin geleneksel olarak farklı terminoloji kullanarak tahlil etmiş oldukları hiyerarşi
olgusunu kavramsallaştırınaların da başlıca yol haline gelmişti. Bugün artık başarılı kalkınmanın
şartlan olarak mülkiyet hakkı, güven duyulan yürütme ve hukukun üstünlüğü gibi kurumların önemini
sergileyen sağlam bir deneysel yazın vardır. Easterly ve Levİne'in bulguları, doğal kaynak gelirlerinin
her şeyden önce kurumsal gelişmeyi destekledikleri İçin önemli olduklarını göstermeleri nedeniyle
oldukça faydalıdır.12 İlgi odağının kurumlara ve daha geniş anlamda kalkınmanın siyasi boyutlarına
kaymasının tarihi çok eskilere dayanır. Başka bir yerde 1970'lerden beri Doğu Asya ile Latin
Amerika arasındaki kalkınma sonuçları farklılığının büyük ölçüde, piyasa dostu politikalardan ziyade
devlet kurumlarının büyük becerisine ve gücüne bağlı olduğunu iddia etmiştim. Kalkınmaları açgözlü
liderler, etnik çatışma, iç veya dış savaş ya da tamamen siyasi etkenler tarafından baltalanmış olan,
başka yönlerden olumlu beklentilere sahip ülkelere birçok örnek verilebilir. Aralarında özelleştirme
ve devlet kontrolünün kaldırılması yoluyla devlet sektörünün hacminin azaltılmasına yönelik
girişimlerin de olduğu iyi politikalar, devletler tarafından güçlü saklı tutulan yürütme imkân ve
kabiliyetinin olmasını şart koşarlar.13 Bununla birlikte, kurumları uygun bakış açısına yerleştirmek ve
kurumsal gelişmeyi, ekonomik büyüme sorununu çözecek mucizevî çare haline getirmemek önemlidir.
Kurumlar, kalkınmanın birçok boyutundan yalnızca bir tanesidir; yatırım sermayesi niteliğindeki
kaynaklar, iyi ekonomi
128
SOSYAL MÜHENDİSLİK VE KALKINMA SORUNU

politikaları, coğrafya, hastalıkların ağır yükleri ve benzeri şeylerin tümü, kalkınmanın sonuçlarını
etkilemektedir.
Kurumlara yapılan yeni vurgunun diğer ciddi kısıtlaması ise, ekonomik kalkınmayı desteklemede
önemlerini anlamamıza ve bulundukları yerlerde nasıl işlediklerini çözebilmemize rağmen, İçinde
bulunmadıkları veya zayıf oldukları toplumlarda onları nasıl oluşturacağımız veya güçlendireceğimiz
hakkında nispeten daha az şey biliyor olmamızdır. Bu, konuyla ilgili hiç bilgimiz olmadığı anlamına
gelmez: evrensel kalıpların mevcut olduğu ve yabancı teknokratların devlet kapasitesinde sağlam bir
kalkınma yaşatabilecekleri merkez bankacılığı veya daha genel olarak mali sistemler gibi belirli
alanlar vardır. Fakat evrensel olarak uygulanabilir projelerin olmadığı, hukukun üstünlüğünün
yerleştirilmesi veya ilk ve orta öğretimin desteklenmesi gibi diğer kamu sektörü faaliyetleri de
vardır; bunlar sonuç olarak yabancı teknokrat çözümlerine karşı daha az duyarlıdırlar. Bunun dışında,
kurumların yerleştirilmesi veya iyileştirilmesi, teknokratlarla ilgili bir sorundan ziyade neredeyse
her zaman siyasi bir sorundur. Örneğin sağlıksız mali yönetim (hükümetlerin vergi gelirleriyle elde
ettiklerinden fazlasını harcamaları veya kamunun parasını özel amaçlar için kullanmaları), gelişmekte
olan birçok ülkeye sürekli olarak zarar vermektedir. Fakat bunun meydana gelmesinin nedeni, kısmen
de olsa, bütçeleri denetleyecek
teşkilatın ve teknolojinin olmamasıdır. Sorun çoğunlukla, kamunun parasını siyasi yaşamlarını
sürdürebilmeleri için çok önemli olan himaye ağlarını muhafaza etmek amacıyla kullanmak İsteyen
politikacılardan kaynaklanmaktadır. Onlardan mali olarak sorumlu olmalarını istemek, açıkçası
yapmak istemeye
129
NEOCONLARIN SONU

çekleri siyasi intiharda bulunmalarını istemeye eşdeğerdir. Bu yüzden bu sorunun üstesinden


gelinmesi; mali reformdan yana yerel bir seçmen kitlesi geliştirilmesi veya inatçı siyasi gruplara
verilen siyasi desteğin kaldırılması gibi siyasi bir çözümü gerektirir. Bu gruplar bazen o kadar sağlam
bir şekilde yerleşirler ki, sorun en azından dış baskı yoluyla aslında çözülemez bir hal alır. Reforma
yönelik iç siyasi talebin olmaması durumunda kurumlan sağlıklı hâle getirmek asla mümkün
olmayabilir. Siyasi Kalkınma
Siyasi kalkınma; artan karmaşıklıkları ve faaliyet alanlarıyla hem ortak eylemi destekleme hem de
toplumsal çatışmayı dindirme İşlevini gören resmi devlet kurumlarının oluşturulması olarak algılanır.
Siyasi kalkınma, demokrasinin desteklenmesinin üst kümesidir: yasama meclisi ve seçimler gibi
demokratik kurumların gelişmesi, siyasi gelişmeyi oluştururken, otoriter yönetimler de az çok
gelişmiş olabilirler. Demokrasiye sahip olmadan önce bir devletinizin olması şarttır: devlet inşa
etme, demokrasinin desteklenmesiyle ancak kısmen örtüşen bir faaliyettir.14
Siyasi kalkınma hakkında düşünmenin yörüngesi, ekonomik kalkınmanın yörüngesi ile paralellik
gösterir ve onunla yakından İlişkilidir, çünkü bu ikisi, ortak bir modernleşme sürecinde iç içe
geçerler. Modernleşme konusundaki Amerikan kuramlarının kökleri; Henry Maine, Ferdinand
Tönnies, Emile Durkheim ve Max VVebber'ın eserleri gibi, 19. yüzyılın sonlarındaki Avrupa
sosyolojisinin klâsik eserlerine dayanmaktaydı. Bu kişilerin tümü, modernleşme sü
130
SOSYAL MÜHENDİSLİK VE KALKINMA SORUNU

recini anlamamızı sağlayacak kavramlar statü/sözleşme; Gemeinschaft/Gesellschaft*;


mekanik/organik dayanışma; karizmatilAbürokratikakılcı otorite sunmuşlardı. Bu düşünceler, bazen
Hitler Avrupa'sından kaçan mültecilerin zihinlerinde Avrupa'dan ABD'ye harfiyen göç etmiş ve
Harvard Karşılaştırmalı Siyaset Bölümü, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü Uluslararası Çalışmalar
Merkezi veya Sosyal Bilimler Araştırma Konseyi Karşılaştırmalı Siyaset Komitesi gibi yerlere
yerleşmişlerdi.15 Talcott Parsons, Edvvard Shils, Daniel Lerner, Lucian Pye, Gabriel Almond, David
Apterve Walt Rostovv gibi İsimlerin hepsi kendilerini, gelenekselden modern toplumlara geçişi
açıklamakla kalmayıp aynı zamanda Amerikan dış politika geliştiricilerine bunu nasıl
gerçekleştirecekleri konusunda faydalı tavsiyelerde bulunacak tümleşik bir kalkınma kuramı
geliştirmeye yönelik ortak çabanın bir parçası olarak görüyorlardı.
Siyasi kalkınma kuramları, tıpkı ekonomik kalkınma gibi, darbeler, ayaklanmalar, yozlaşma ve otoriter
başarısızlıklar karşısında 1960'larda parçalanmaya başlamıştı. Sol görüşlü eleştirmenler,
modernleşme kuramının yegâne Amerikan kalkınma kalıbını kuralsal olarak gelişmekte olan dünyaya
rehberlik etmesi gereken, muhalifleri tarafından tek taraflı bakış açısına sahip ve Batılı olmayan
toplumların gerçeklerini görmekten uzak olarak değerlendirilen bir şey konumuna getirdiğini
savunuyorlardı. Sağ kanatta İse Samuel Huntİngton, 1968 tarihli dönüm noktası niteliğindeki eseri
Political Order in Changing Societies'de, siyasi çürümenin
Sosyolog Ferdinand Toennies'in kullandığı bu (erimlerden Getneinschalt sanayi öncesi toplumlar, Gesellschaft ise sanayileşmeyle oluşan
şehir toplumlar için kullanılır. Almanca Topluluk ve Toplum (Ç.N.)
131
NEOCONLARIN SONU

en az siyasi kalkınma kadar muhtemel olduğunu iddia ediyordu. Aşırı hızlı sosyoekonomik
modernleşme, siyasi kalkınmayı geçip düzensizlik ve şiddet yaratabilir.16 Modernleşme artık
tümleşik bir ekonomik, sosyal ve siyasi değişim sürecinden ziyade, kontrolden çıkabilecek
birbirinden tamamen farklı faaliyetler kümesi olarak görünüyordu. Huntington'un eserinin politika
uzantısı, ekonomik kalkınma için güçlü siyasi otoritenin gelişmesinin gerekli olduğu ve bunun
demokrasiden önce gelmesi gerektiğiydi.
Üçüncü Demokratikleşme Dalgası ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından kuramcılar,
"demokrasiye geçiş" yazınının her noktasında işlenen bir siyasi kalkınma modelini yeniden
canlandırmaya başlamışlardı. Bu modelde demokrasiye geçişin; açılış, geçiş ve birleşme evrelerine
sahip olduğu varsayılır. Açılış, otoriter yönetimdeki tutucular ile hoşgörülüler arasındaki fikir
ayrılıklarının bir sonucu olarak ortaya çıkar; hoşgörülüler, muhalefetin üyeleriyle anlaşmalar
yaparlar, bu da daha sonra yeni bir demokratik rejime geçişi mümkün kılar. Birleşme evresi, geri
kalan tutucuların etkisizleştirilmelerini ve ardından yeni demokratik düzeni destekleyecek
kurumların inşa edilmesini gerektirir. Bu yazın başlangıçta Güney Avrupa ile Latin Amerika'nın
deneyimlerine dayanmaktaydı, ama Doğu Avrupa'daki belirli geçişlere de uygulanabilir.17
Bu demokrasiye geçişler yazım, kapsamlı bir siyasi kalkınma kuramından daha dardır. Dünyanın belirli
bölgelerine özgüdür. Hoşgörülülerin neden belirli toplumlarda olup da diğerlerinde olmadıkları, bazı
toplumların sorunları şiddetle çözmek yerine neden "üzerinde uzlaşılan" geçişleri denemeye istekli
oldukları ve diğerleri hâlâ eski seçkinlerin egemenliği altında yaşarken bazı toplumların neden çok
132
SOSYAL MÜHENDİSLİK VE KALKINMA SORUNU

partili demokrasiler geliştirebildikleri sorularına cevap veremez.


Thomas Carothers'İn işaret ettiği gibi, bazen, otoriter rejimlerden demokratik yönetimlere geçiş
için kaçınılmaz baskılar oluşturan, kalkınmaya yönelik gizli bir varsayım vardır. Demokrasiye yönelik
siyasi ilerleme durduğunda veyahut ta gerilediğinde, ülkelerin hâlâ "geçişte" oldukları söylenir.'8
Carothers, sözde geçiş sürecinde olan bu toplumların birçoğunun hiçbir şekilde demokrasiye doğru
ilerlemekte olmayabileceklerini, aslında otoriter İle demokratik yönetim arasındaki bulanık kuşağın
İçinde kalmaktan memnun olduklarını İddia etmektedir.
Dürüst olmak gerekirse demokrasiye kaçınılmaz geçiş varsayımı çoğunlukla, dünya çapında
demokrasiyi ve siyasi reformu destekleme çabaları hakkında ümitli konuşabilmeyi isteyen
siyasetçiler ve uzmanlar, bunların ardından da akademik analistler tarafından yapılmaktadır.
Ekonomik kalkınma sürecinin iktisatçılar tarafından kullanılan çeşitli büyüme modellerinin etkisi
altındaki gizli bir mantığı olsa da siyasi kalkınma için de benzer bir mantığın olduğu çok daha az
belirgindir.
Tutarlı bir siyasi kalkınma kuramı olduğu müddetçe sürecin şu üç itici kuvvete dayanması
muhtemeldir. Birincisi, ekonomik kalkınma ile demokrasi arasındaki deneysel bağlantıdır. Adam
Przevvorski ve Fernando Ümongi, demokrasiye geçişlerin gelişmenin her düzeyinde eşit sıklıkta
gerçekleşmesine rağmen, bir ülke yaklaşık kişi başına 6,000 dolarlık gayri safı yurtiçi hasıla
değerindeki kalkınma düzeyini aştıktan sonra artık bu geçişlerin gerileme olasılıklarının daha az
olduğunu göstermişlerdir. Bu, kalkınma ile demokrasi arasındaki, ilk kez Lipset tarafından farkına
varılan, bağıntı
133
NEOCONLAKIN SONU
SOSYAL MÜHENDİSLİK VE KALKINMA SORUNU

yi açıklamakta ve siyasi kalkınmanın başarılı ekonomik kalkınmadan doğacağını


belirtmektedir.19
Bu kuram, işlediği sürece iyidir ve siyaset bilimciler tarafından geniş ölçüde kabul
görmektedir, fakat kişi başına 6,000 dolar gelir eşiğinin oldukça altında bulunan çok fakir
ülkelerde siyasi kalkınmanın nasıl gerçekleştiğini açıklamaz. Doğrusu, kurumların ekonomik
kalkınma için önemleri hakkındaki yeni kuramlar doğruysa, ortaya ciddi bir tavuk ve yumurta
problemi çıkar: kişi başına 6,000 dolar gelir eşiğinin yakınında veya üzerinde olan ülkelerde siyasi
kalkınmayı ekonomik kalkınma yönlendirir, fakat bu eşiğin oldukça altındaki ülkelerde durum bunun
tam tersidir. Çok fakir ülkelerde siyasi kalkınmanın nasıl ve neden gerçekleştiği üzerine herhangi bir
kuram yoktur.
Siyasi kalkınmayı yönlendiren bir ikinci mekanizma ise, toplumların birbirlerini gözlemleyip ekonomik
kalkınma veya sosyal adalet gibi geniş ölçüde arzu edilen hedefleri destekleyen kurumlan
benimsemelerine imkân sağlayan gelişimden kaynaklan rekabetin ve öykünmenin bir biçimidir.20
Tarihçi Charles Tilly, Avrupa'ya özgü devlet oluşumu üzerine yazdığı eserinde, bunun özel bir
biçimini gösteriyor. Tilly, Avrupa'nın merkeziyetçi olmayan siyasi birimleri arasında dayanıklı ordular
oluşturma ihtiyacı ile şehirler tarafından arz edilen ticarette ölçekler ekonomisinin devletin
büyümesinde ve birliğinde rekabetçi bir sürece yol açtığını savunmaktadır. Siyasi kalkınmayı
dünyanın diğer bölgelerinden yönlendiren rekabetin örnekleri vardır: Japonlar, Tuğamiral Perry'nin
geldiği toplumun, kendi toplumlarında olmayan bir şeye sahip olduğunu görmüş ve siyasi
bağımsızlıklarını sürdürmek İçin yoğun bir modernleşme sürecine girişmişlerdi. Diğer taraftan,
Dougiass North'un bizzat dikkat
134
çektiği üzere, toplumlar, ne geriye düşmüş olduklarını ne de gelişmemişliklerinin kaynağını yanlış
teşhis ettiklerini anlayamadıkları kavramsal tuzaklara düşerler; bu yüzden uzun zaman dilimleri için
daha başarılı rekabetçi modeller oluşturamazlar. Dünyanın SubSahara Afrikası gibi yerlerinde
bölgesel şiddet ve askeri rekabetler, Avrupa'dakine benzer bir devlet oluşumundan öte karışıklığa
ve sosyal çöküntüye yol açmaktadır.21 Siyasi kalkınmanın son itici kuvveti, düşünceler alanında
yatmaktadır. Bugün liberal demokrasi dışında dünyada geniş ölçüde kabul gören bir diğer
meşrulaştıran düşünceler kümesi kesinlikle yoktur.22 Sorumsuz diktatörler bile gerçekte güçleri
himaye, akrabalık, etnik köken veya diğer kısıtlı ilkelere dayansa da hâkimiyetlerini meşru kılmak
için demokrasiye geçiş dilini benimsemek zorundadırlar. Bu nedenle Türkmenistan'daki Şaparmurat
Niyazov veya Beyaz Rusya'daki Aîexander Lukashenko gibi kendi başlarına buyruk yöneticilerin
ülkelerini demokrasiye doğru götürme gibi bir niyetleri olmamasına karşın bu kişiler
savunmasızdırlar, çünkü rejimleri, bağlılığı veya yapının otoritesini canlandıran herhangi bir yönetici
düşünce kümesine dayanmamaktadır.
Siyasi kalkınmayla ilgili bu noktada güçlü, büyük bir kuram olmamasına karşın, siyasi kalkınma
stratejileriyle ilgili faydalı deneyimlerle dolu geniş bir havuz vardır. Demokrasiye geçiş yazınına ek
olarak, siyaset bilimciler arasında son yirmi yıldır, devletin artık toplumsal baskıların altındaki pasif
bir nesne olarak değil, sonuçlan özerk ve faal biçimde şekillendiren bir yapı olarak görüldüğü
kurumsalcılığı yeniden canlandırma girişimi vardır.23 Bu da kurumsal plânlama hakkında, parlamento
sistemine karşı başkanlığın 135
NEOCONLARIN SONU

nispi faziletleri, yürütme gücüyle seçim sistemleri birbirlerini nasıl etkilerler, federalizmin farklı
biçimlerinin avantajları ve dezavantajları ve benzeri meseleleri ele alan kapsamlı bir yazına yo)
açmıştır. Ayrıca demokrasinin desteklenmesi otoriter veya geçiş sürecindeki toplumlarda
demokratik kalkınmanın desteklenmesi İçin hangi stratejilerin ve politikaların en iyi sonucu
verdikleri üzerine yazılan eserlerin sayısı da artmaktadır.24 Amerika'nın Demokrasi ile Siyasi
Kalkınmanın Desteklenmesindeki Deneyimi Demokrasinin desteklenmesi stratejilerinin olasılıklarını
ve kısıtlamalarını İncelemenin en iyi yolu, gerek ulus inşa etme çalışmalan gerekse demokrasiye
geçişleri desteklemeye yönelik daha çok işbirliği gerektiren girişimler olsun, ABD'nin geçmişte
harcamış olduğu çabalara bakmaktır. Karşımıza çıkan şey, ulus inşa etme sürecinin sicilinin kanşık
olduğudur: birkaç tane basan, çok sayıda başansızlık vardır ve basanların gerçekleşmesi, olağanüstü
ölçüde çaba ve dikkat gerektirmişti.
Diğer yandan ABD, demokrasiye geçişlerin Üçüncü Dalgasının desteklenmesinde çoğu kez sonuca
etki eden bir rol oynamıştı. ABD ve uluslararası toplum birlikte, demokratik rejim değişikliklerini
desteklemek amacıyla 1980'lerin başından beri etkileyici sayıda siyasi araçlar geliştirmişlerdir.
Rejim değişikliği için temel dürtü, neredeyse herdurumda, dış baskıdan değil, hedef toplumun
içinden gelmişti. ABD, organik bir demokrasiye geçiş sürecinde son derece faydalı olabilir, ama
oldukça güçlü iç unsurların yokluğunda sonuca etki edecek yeterli güce sahip değildir.
136
SOSYAL MÜHENDİSLİK VE KALKINMA SORUNU

Irak savaşından önce Başkan Bush ve yönetimin diğer üyeleri, ABD'nin başta, Amerika'nın
"arkasında işgalci orduları yerine anayasalar ve parlamentolar bırakmış olduğu" Almanya ve Japonya
olmak üzere diğer saldırgan diktatörlükleri başarıyla demokratikleştirmiş olduğunu belirtiyorlardı.
Bu doğruydu, fakat örnekler oldukça yanıltıcıydı 1945'te Almanya ve Japonya, model demokrasiler
haline getirildiler, ama esas nitelikleri savaştan çoğunlukla sağlam çıkan güçlü devlet yapılarına sahip,
büyük ölçüde gelişmiş ülkeler olarak yola çıkmışlardı. Dahası bunlar, kendilerini savaşa sürükfeyen
siyasi güçlere kararlı bir biçimde karşı çıkmış olan tamamıyla mağlup edilmiş toplumlardı.25
Bunları daha iyi karşılaştırabilirimizi sağlayacak örnekler; Amerika'nın Filipinleri yönetme deneyimi,
Monroe Doktrini altında Karayipler ve Latin Amerıka'daki birçok müdahalesi veya ABD'nin sicilinin
kesinlikle karışık olduğu Bosna'daki müdahale olabilirdi. ABD, Filipinler'de yaklaşık elli yıl hüküm
sürdü, yine de ülkenin bağımsızlığını ilan etmesinin ardından 1986 yılına kadarki demokrasinin sicili
parlak değildi ve bu ülke, ekonomik gelişmişlik açısından ASEAN (Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği)
devletleri içerisindeki en başarısız devletlerden biri olarak kalmaya devam etmektedir. ABD, Küba,
Nikaragua, Dominik Cumhuriyeti ve Haiti'ye defalarca müdahale etti ve bu ülkelerin hiçbirinde,
arkasında güçlü kurumlar bırakmayı başaramadı. Bosna'daki müdahale, savaşı bitirdiği ve Bosna'yı
savaş öncesi ekonomik faaliyet düzeylerine yeniden getirdiği için başarılı sayılabilirdi, ama bu başarı,
çok büyük kaynaklar ve yüksek düzeyde uluslararası katılım gerektirmişti. Daha da önemlisi
temeldeki siyasi sorun henüz çözülmemiştir: uluslararası toplumun, ülkenin adına onu yöneten Yüksek
Temsilcilik
137
NEOCONLARIN SONU

Ofısi'nin çok yakında kaldıracağı ihtimali iyiye işaret değildir."


Amerika'nın Irak'ta yaşadıklarının oldukça canlı biçimde gösterdiği gibi, askeri müdahale ve işgal
yoluyla demokratik rejim değişikliği son derece pahalıdır ve belirsizliklerle doludur; gelecekte
düzenli olarak kullanılması pek mümkün olmayan bir araçtır. Diğer taraftan ise, ABD ve diğer
gelişmiş demokrasiler, 1970'lerin başlarından sonra gerçekleşen birçok demokrasiye geçişe yardım
edilmesinde önemli, bazı durumlarda da belirleyici roller oynamışlardı. Tüm bunlar, sert güçten
ziyade yumuşak gücün ürünleriydi yani bunlar diplomatik baskı, demokrasi yanlısı grupların finanse
edilmesi, kamu diplomasisi, eğitim ve benzeri araçlar yoluyla gerçekleştirilmişti.
Başarılı geçişin ilk Örneği, Üçüncü Dalganın başında Almanya'nın parti enstitülerinin (Friedrich
Ebert Vakfı ve Konrad Adenauer Vakfı), Antonio de Oleveira Salazar'ın diktatörlüğünün yıkılmasının
ardından Portekiz'deki mukabil partilere maddi destek vermeleriyle gerçekleşti. Portekiz 197475
döneminde kısa bir iç savaş benzeri süreçten geçmişti ve Portekiz'in demokrat partilerinin dışarıdan
aldıkları destek olmasaydı, Portekiz Komünist Partisi sol görüşlü askeri görevlilerin
gerçekleştirecekleri bir darbenin ardından iktidarı pek tabi ele geçirebilirdi.
Portekiz'in demokrasiye geçişinde Alman vakıflarının başarısı, 1980'lerin başlarında ABD'de Ulusal
Demokrasi Vakfi'nın (NED) kurulmasına ilham veren etkenlerden biriydi. Soğuk Savaş boyunca ABD,
Sovyetler Birlİği'ne karşı nüfuz mücadelesinde demokratik işçi
sendikalarını, dergileri, siyasi partileri ve benzeri unsurları desteklemişti. Bu desteğin bir kısmı,
bazı durumlarda demokratik olmayan grupla
138
SOSYAL MÜHENDİSLİK VE KALKINMA SORUNU

ra kesinlikle destek vermiş olan CIA aracılığıyla aktarılmıştı. ClA'İn 1970'lerdeki gizli operasyonları
ve bunların birçoğunu ifşa eden Kilise Komitesi'nin faaliyetleriyle ilgili gerçeklerin ortaya çıkmasının
bir sonucu olarak, ABD bu tür faaliyetlere keskin sınırlar koydu ve demokrasiyi açıktan
desteklemeye karar verdi. NED'e ek olarak, ABD Uluslararası Kalkınma Dairesi (USAID) Demokrasi
ve Yönetim bölümü oluşturdu; diğer yandan Dışişleri Bakanlığı ise bugün evrensel meseleler
müsteşarı tarafından yönetilen Demokrasi, İnsan Hakları ve İşçi Bürosu kurdu.
Amerika'nın nüfuzu, daha sonra gerçekleşen demokrasiye geçişlerin birkaçında hayati bir rol
oynamıştı. 1980'lerin ortalarından sonlarına kadar olan dönemde ABD dış politikasında büyük bir
değişim gerçekleşti. Daha önceden antikomünizm ve dış politika gerçekçiliği VVashington'u, kötünün
iyisi oldukları gerekçesiyle birkaç otoriter devletin hâkimiyetini desteklemeye veya en azından
bunlara sesini çıkarmamaya yöneltmişti.27 Fakat Soğuk Savaş'ın kızışmasıyla birlikte, soldaki
demokratik güçlerin desteklenmesinin fark edilen riski azalmış ve ABD, diktatörleri iktidardan
uzaklaştırmak için nüfuzunu gittikçe daha fazla kullanmaya başlamıştı. ABD, Birleşmiş Milletler'den
aldığı destekle, El Salvador'daki iç savaşın müzakerelerle sona erdirilmesine aracılık etmiş ve
Nikaragua'da Kontraları destekledikten sonra, orada da demokrasiye geçişi gerçekleştirmişti.
ABD, 1986'daki Benigno Aquino suikastının ardından gerçekleşen "halkın gücü" devrimi esnasında
Filİpinler'de Ferdinand Marcos'un iktidardan kolayca uzaklaştırılmasında çok önemli bir rol
oynamıştı. Ertesi yıl ise Güney Kore ordusunun, öğrenciler ve işçi sendikalarından oluşan
protestocuları bastırmasını önledi ve bu ülkenin özgür meclis seçimle
139
NEOC ONLAR İN SONU

rine geçişini kolaylaştırdı. 1988 yılında Washington, Şili diktatörü Augusto Pinochet beklenmedik bir
şekilde yönetimi hakkında referandum yapılmasını istediğinde ondan desteğini sessizce çekti ve
"hayır" oylarının sonuçları kabul etmesi için baskıda bulundu. Amerika'nın sert gücü, şu geçişlerde
önemli bir rol oynamıştı: Güney Kore, Tayvan ve Filipinlerde olan askeri ilişkiler VVashington'a çok
önemli hareket gücü vermişti. Zorla yapılan rejim değişikliği, 1991 yılında Panama'da başarıyla
uygulanmıştı. Fakat ABD bu dönemde bir dizi yeni araç geliştirmişti. Muhtemelen bunların içinde en
önemlisi; seçim gözlemcileri, sandık çıkış anketleri ve medya yayını kullanımı yoluyla seçimlerin
izlenebilmesi imkân ve kabiliyetinin geliştirilmiş olmasıydı. 1980'lerde Orta Amerika'da seçimleri
izlemeye yönelik ilk girişimler sınırlı imkân ve kabiliyetlerle doluydu, fakat 1990'ların sonlarına
kadar ABD, Birleşmiş Milletler ve Carter Merkezi, Democracy VVatch, Uluslararası Seçim
Sistemleri Vakfı, Özgürlük Evi ve Avrasya Vakfı gibi birkaç NCO {Sivil Toplum Örgütleri), yarı
otoriter şartiar altında gerçekleşen seçimlerin kurallara uygunluğunu izlemek amacıyla gelişmiş
teknikler geliştirmişlerdi.29 Demokrasiyi destekleyen NED benzeri örgütler ve Amerikan İşçi Birliği
Merkezi (daha sonra Amerikan Çalışma Federasyonu ve Sanayi Örgütleri Kongresi ile birleşti) gibi
NGO'lar, Polonya'daki Solidarity (Dayanışma) işçi birliğine destek sağlanmasında çok önemli görev
yapmışlardı; yıllar içinde bu örgütler, sivil toplumun kalkınmasında kullanılan çok daha kapsamlı bir
araç haline geldiler. Radio Free Europe/Radio Liberty ve Voice of America gibi ajanslar aracılığıyla
yayın yapılması, komünist dünyadaki İnsanlara kendi
140
SOSYAL MÜHENDİSLİK VE KALKINMA SORUNU

ülkeleri ve dış dünya hakkında alternatif bilgi kaynaklan sağlamanın önemli bir yoluydu. 21. yüzyılın
başları itibariyle, toplumların otoriter yönetimden demokrasiye İlk geçişlerinde yardtmcı olacak ve
ilk geçiş tamamlanırtamamlanmaz demokratik kurumların sağ
lamlaştırılmasına destek verecek geniş bir uluslararası altyapı oluşmuştu. Bu uluslararası yumuşak
güç araçlarının etkisi, yeni bin yılda Avrupa'da gerçekleşen üç tane önemli demokrasiye geçiş
sürecinde 2000 yılında Sırbistan'da Slobodan Miloseviç'in devrilmesi, 2003 yılında Gürcistan'daki
Kadife Devrim ve 20042005 döneminde Ukrayna'daki Turuncu Devrim açıkça yaşanmıştı. Bu üç
olayda da model aynıydı: ahlâksız ve/veya yarı otoriter bir lider, hile karıştırılan ya da tahrif edilen
bir seçim düzenlemiş; seçim sonuçlarını protesto etmek amacıyla gösteriler patlak vermiş; halk eski
lidere karşı harekete geçmiş, sonunda da şiddet içermeyen, demokratik rejim değişikliği
gerçekleşmişti.
Bu olayların her birinde dış destek hayati rol oynamıştı. Hızla harekete geçirilebilen gelişmiş bir
uluslararası seçim gözlemcileri ağı olmasaydı, seçim sonuçlarının tahrif edilmiş olduğunun
kanıtlanması mümkün olamazdı. Bağımsız medya olmasaydı toplu hareketler gerçekleştirilemezdi;
ayrıca bu örgütler (Maidan, Ostriv ve Ukrainska Pravda gibi), çok büyük dış destek almışlardı.
Seçimlerin protesto edilmesini sağlayan sivil toplum örgütlerinin uzun vadeli inşası olmadan sokak
gösterileri ve doğrudan eylem gerçekleşemezdi. Sırbistan'da Otpor gibi öğrenci grupları, aralarında
NED, Uluslararası Cumhuriyet Enstitüsü ve USAİD'İn de olduğu demokrasiyi destekleyen çeşitli
Batılı örgütlerden destek almışlardı. Ukrayna Gençlik Birliği, Young Rukh ve KyivMohyla Akademisi
Politika Analizleri Okulu gibi Turuncu
141
NEOCONLARIN SONU

Devrim'de yer alan Ukrayna sivil toplum örgütleri, uzun yıllar boyunca NED'den yardım almışlardı.
Tüm bu ülkelere yardım sağlanmasında hayırsever Ceorge Soros'un kurduğu Açık Toplum Enstitüsü
de çok önemli bir rol oynamıştı.
Yakın geçmişteki başarılı demokrasi destekleme olaylarının ayırt edici üç Özelliği olmuştur.
Öncelikle, ilk adımın söz konusu toplumdan gelmesi şarttır. Eski rejime karşı koymak isteyen güçlü,
birleşmiş gruplar olmadıkça rejim değişikliği gerçekleşmez. Dış fınansörler ve örgütleyiciler, bu
örgütlerin güçlendirilmelerine yardım edilmesi için çok Önemlidirler, ama örgütleyicilerin güçlerini
kendi toplumlarından almaları şarttır. Dış fınansörler, öfke ve harekete geçmenin kaynağı haline
gelen suikast veya hileli bir seçim gibi belirli olaylarla kıvılcım alan demokrasiye geçişlerin
zamanlamasına kendi başlarına karar veremezler. Buna ek olarak, dış destek ancak seçim düzenleme
ihtiyacı hisseden ve sivil toplum örgütlerinin organize olmaları için belli bir ölçüye kadar Özgürlük
tanıyan yarı otoriter rejimlerde işe yarar. Sırbistan, Gürcistan ve Ukrayna'daki geçişler, tartışmalı
seçimlerin ardından meydana geldi ve bunlar olmadan gerçekleşemezlerdi. Saddam Hüseyin'in Irak'ı
gibi totaliter rejimler veya 1989'dan Önceki en eski komünist ülkeler, bu tür bir hareket karşısında
savunmasız olmazlardı.
Son olarak, demokrasi yanlısı yerli güçlerin dış, Özellikle de ABD'den gelen desteğe karşı
hassasiyeti, büyük ölçüde toplumun kendi tarihine ve o esnadaki milliyetçiliğin çeşidine bağlıdır.
Aralarında Sırbistan, Gürcistan ve Ukrayna'nın da olduğu 1989'dan sonra demokrasiye geçen Doğu
Avrupa ülkelerinin çoğu, büyük ölçüde Batı Avrupa'yla ve geniş gelişmiş demokrasiler topluluğuyla
birleşmek isteyen nüfuslara sahiptiler. Kendilerini başarısızlığa 142
SOSYAL MÜHENDİSLİK VE KALKINMA SORUNU

uğramış veya küçük düşürülmüş emperyalist güçler olarak görmüyorlardı ve ABD'den destek
almaktan memnundular; bir şey tarafından belirli bîr ölçüye kadar tehdit ediliyorlardı, o da Rus
milliyetçiliğiydi. Bu durumun, kendilerine ait egemenlik ve üstünlük anıları olan Rusya veya Çin gibi
ülkeler ya da dönüşmeye çalıştıkları toplum ve ABD önderliğindeki Batı İle İlişkileri hakkında
anlaşmazlıklar yaşayan Arap dünyasının bazı bölgeleri için geçerli olacağı yönünde bir kaide yoktu.30
Kalkınmanın Yeniden Düşünülmesi
Hem ekonomik hem de siyasi açıdan kalkınma, Amerikan dış politikasında her zaman üvey evlat
muamelesi görmüştür. Dış politika; savaşların yürütülmesi, tehditlerin dengelenmesi veya
anlaşmaların müzakere edilmesi gibi etkinliklerin etrafında dönüp durmuştur. Kalkınma, daima akla
sonradan gelen fikir, "baş" oyuncular sahneden ayrıldıktan sonraki bir tür temizlik etkinliği olarak
görülmüştür. Soğuk Savaş ve klâsik modernleşme kuramının altın çağında, kalkınma biraz daha ciddi
olarak ele alındı: halkları komünizmin çekiciliğine karşı aşılamanın, müttefikleri dengede tutmanın ve
Amerikan nüfuzunu dünyanın her yerinde sıkıca hissettirmenin bir aracı olarak görülüyordu. Fakat
ABD'nin başarılı kalkınmayı destekleme becerisi konusunda Washington'un özgüveninin
zayıflamasıyla birlikte kalkınma, Amerika'nın ana amaçları arasından gittikçe uzaklaştı. Dış yardım,
sağcılar tarafından, yozlaşmış yabancı liderleri açığa çıkarmakla ve solcular tarafından da Amerikan
emperyalizminin bir aracı olmakla eleştiriliyordu. ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı, Dışişleri
Bakanlığı bünyesine dâhil edildi, bütçesi büyük ölçüde daraltıldı ve personel sayısı sürekli
143
NEOCONLARINSONU

olarak azaltıldı. Clinton yönetimi Haiti'ye ve Balkanlar'a çoğunlukla insani nedenlerle


müdahale ettiğinde, dış politikayı "sosyal bir hizmet" haline getirip değersizleştirmekle
eleştirilmişti.31
11 Eylül ve Irak savaşının ardından kalkınma, kaybettiği statünün bir kısmını geri kazandı.
Önceleri, terörle mücadele biçimi, Müslümanların öfkelerini ve yabancılaşmalarını besleyen
"bataklığın kurutulmasının" bir yolu olarak görülüyordu. Bush yönetimi, 11 Eylül
sonrasındaki ilk bütçesinde, dış yardıma ayrılan paranın İki katına çıkarılmasını, ayrıca
Afrika'da AiDS'e karşı verilen mücadelede ABD'nin katkısının arttırılmasını önermişti. Irak'ın
güvenliğinin sağlanmasında karşılaşılan zorluklarla birlikte Bush yönetimi, yeniden inşanın
aktif muharebenin içinde yer alan ikinci derecede önemli bir olay değil de ne yazık ki kendine
özgü şartlan ve mantığı olan bir etkinlik olduğunu fark etmişti. Bush'un ikinci başkanlık
döneminin açılış konuşmasına kadar kalkınmanın siyasi yanı demokrasinin desteklenmesi en
azından sözlü olarak, ABD dış politikasının ana noktası konumuna yükseltilmişti.
Eğer ABD, kalkınmayı dış politikasının sadece sonradan akla gelen bir parçası değil de kilit
bir öğesi yapmak istiyorsa, onun üzerine, kaçınılmaz olarak hayal kırıklığına uğrayacak
beklentiler yüklenmemesi önemlidir. Bu, hedeflerin açık biçimde tanımlanması ve ABD'nin
bunlara ulaşmak için hangi mevcut araçlara sahip olduğunun mantıklı biçimde incelenmesi
anlamına gelmektedir.
Kalkınmanın siyasi yanına bakacak olursak, ABD yalnızca demokrasinin değil, aynı zamanda
iyi yönetimin de desteklenmesini kendisine hedef olarak belirlemelidir. Bu, ulus İnşa edilmesi
ve demokratik yönetimlerin şartı olan, fa
144
SOSYAL MÜHENDİSLİK VE KALKINMA SORUNU

kat kendi içlerinde ille de demokratik olmayan etkili kurumların oluşturulmasını içermektedir.
Fareed Zakaria, ekonomik büyüme için, mümkün olduğu takdirde, liberal hukukun üstünlüğünün
esasen demokratik siyasi katılımdan daha önemli olduğu ve modernleşen otoriter rejimlerin bazı
durumlarda beceriksiz demokrasilere tercih edilebileceği konusunda haklıdır.32
Bununla birlikte, liberal otoriter yönetimin desteklenmesi adına demokrasinin ertelenmesi, genel bir
strateji olarak pek de faydalı değildir. Öncelikle liberal otoriter yönetimler, bulunması zor
yönetimlerdir: bazı nedenlerden dolayı öncelikle Doğu Asya'ya odaklanıyor gibi görünmektedirler.
Gelişmekte olan ülkelerin diktatörlerinin çoğu, hem büyümenin desteklenmesi açısından
yeteneksizdirler hem de tamamıyla yozlaşmıştırlar. Liberal hukukun üstünlüğünü destekleyen
reformcular ise, aksine, demokrasiyi de destekleme eğilimindedirler. Fakat işin içinde daha derin bir
bağlantı vardır. Demokrasi ve halkın katılımı olmadan iyi yönetime asla ulaşılamaz: halkın denetimi ve
gözetiminden uzak tutulan bir bürokrasinin
kalitesi zamanla düşer; yozlaşmanın önüne ancak daha geniş çapta halk kitlesi onun varlığından
haberdar edildiğinde ve bu kişiler kamu yetkililerinden daha verimli çalışma talep ettiğinde
geçîfebilir. Demokratik meşruiyet olmadan otoriter yöneticiler kaçınılmaz yenilgileri ve krizleri
atlatamazlar.
ABD, hem kendi içerisinde bir amaç olarak hem de ABD'nin demokrasiyi destekleme çabalarının bir
parçası olarak fakir ülkeler'in ekonomik kalkınmalarını desteklemelidir, çünküdemokrasinin ekonomik
büyümenin perde arkasında sağlamlaştırılması çok daha kolaydır. Bunun yapılması için hem ahlâkî hem
de faydalı birer neden vardır. Ah
145
NEOCONLARIN SONU

lâkî neden apaçıktır: insanlık tarihinin en zengin ve en güçlü ülkesinin, yalnızca beşeri ve sosyal
kaynaklardan yoksun olan değil, aynı zamanda yaşam standartlarında sürekli olarak gerileyen
ülkelerin kötü durumlarına kayıtsız kalması kesinlikle kabul edilebilir bir şey değildir. Diğer pek çok
insanın bizim değerlerimizi ve kurumlarımızı paylaştığı bir dünyada yaşamak istiyorsak, refahımızın
da daha geniş ölçüde dağıtılması gerekir. Harekete geçmenin nedeni terörizm değil, terörizmi ve
küresel düzene yönelik diğer tehditleri kolaylaştıran arka plandaki koşullar olmalıdır. Eylül 2002
tarihli ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi, meseleyi oldukça iyi biçimde açıklıyor: "Yoksulluk,
fakir.İnsanları terörist veya katil yapmaz. Yine de yoksulluk, zayıf kurumlar ve yozlaşma, zayıf
devletleri kendi sınırları içerisinde terörist ağlarına ve uyuşturucu kartellerine karşı savunmasız
kılarlar." ABD'nin kalkınmaya harcadığı çaba, bu ülkenin dünya çapında nasıl algılandığını
etkilemektedir. ABD gittikçe izole, kendi kabuğuna çekilmiş ve diğer ülkelerin sorunlarıyla ancak
kendi vatandaşları bir şekilde olaya karıştığında ilgilenen bir ülke olarak görülmektedir. Bu tür bir
duruşla yetinebilecek birçok orta büyüklükte ve daha küçük ülke vardır. Fakat ABD, örnek olarak
liderlik yapmak ve diğerlerine ilham kaynağı olmak istiyorsa böyle bir tavır takınma lüksüne sahip
değildir.
Yine de eğer ABD, ekonomik kalkınmanın desteklenmesine yeni bir başlangıç yapacaksa, soruna
gerçekten de fakir ülkelere yardımcı olabilecek şekillerde nasıl yaklaşabilir? İktisatçı (effrey
Sachs sürekli olarak, ABD'nin, gayri safı yurtiçi hâsılasının (GSYH) binde yedisini, mevcut
giderlerini en az üçe katlayacak olan kalkınma yardımına ayırarak Milenyum Kalkınma Hedefine
ulaşmasını istemektedir.
146
SOSYAL MÜHENDİSLİK VE KALKINMA SORUNU

ABD'nin bu alanda gittikçe daha az cömert olduğu doğrudur: denizaşırı kalkınma yardımına (ODA)
ayrılan GSYH yüzdesi açısından yirmi iki üyeli Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütünün (OECD) 17.
sırasında yer almaktadır. Bu miktara bireysel bağışlar eklenecek olsa bile ABD sıralamada ancak 21.
sıraya yükselir.
Fakat ABD Kongresi'nİn, kalkınma yardımına yapılan harcamayı arttırmaya ikna edilebilmesinden
önce, bu paranın gelişmekte olan ülkelerdeki fakır insanlara gerçek sonuçlar açısından faydalı bir
şeyler verebileceğine inandırılması gerekir. Paranın satın alabileceği ve satın alamayacağı bazı şeyler
vardır. Günlük bir dolarla geçinen insanlar İçin antiretroviral4 İlaçlar, sıtmaya karşı ilaçların
araştırma ve geliştirme çalışmaları, cibinlikler ve benzeri ürünlerin tamamı, özel piyasaların kendi
başlarına üretemeyecekleri ve devlet sübvansiyonunu gerektiren külfetli şeylerdir.
Diğer yandan söz konusu her ülkede güçlü bir halk sağlığı altyapısı, sistemli kamu eğitimi ve önceki
bağışçıların çabalarını tamamlayacak olan kurumsallaşmış bir gayret olmadan bu ilahlar, hedeflenen
alıcılara ulaşmayacak ve gerektiği gibi yönetilemeyecektir. O altyapı olmadığı veya yerel memurlar1
ahlâksız ya da beceriksiz oldukları için yardım çoğu kez istenilen hedeflere ulaşamaz. Bu da daha
sonra yabancı yardım kuruluşlarını, yerel yönetimleri atlayarak hizmetleri doğrudan teslim etmeye
çalışmaya sevk etmektedir. Bu yöntem hizmetin teslimatını hızlandırır, ama uzun vadede alıcı
devletin kamu makamlarına zarar veren bir etkiye sahiptir. Çünkü işçiler, çoğunlukla yabancı
bağışçıların
4
Antiretröviral ilaçlar HlV'in vücutta çoğalmasını ve etkinleşmesini engelleyerek tedavi sağlarlar. (Ç.N) 147
NEOCONLARIN SONU

ve sivil toplum kuruluşlarının yanında daha dolgun maaşlı işlerde çalışmak amacıyla kamu sektöründen
ayrılmaktadırlar. Dış yardım, yerel yönetimler aracılığıyla verildiği zaman çoğu kez siyasi amaçlar
İçin kullanılır (bir etnik grup veya kabilenin diğerine karşı üstünlük elde etmesi gibi) veya yerel
piyasaların dengesini bozma ve sarsma noktasına varır.34 Geleneksel dış yardımı savunan muhafazakâr
eleştirmenler bazı konularda haklıdırlar: vergi mükelleflerinin, gelişmekte olan ülkelerin fakir
halkları için tahsis edilen çok büyük miktardaki dolarları, gelişmiş ülkelerin müteahhitlerinin veya
özel şirketlerin kasalarına girmiş ya da yerel yetkililer tarafından hortumlanmıştır. Bu paralar,
meşhur İsviçre bankaları hesaplarına gitmiyorsa, silah satın alınması gibi tamamen yıkıcı diğer
amaçlar için kullanılırlar. ABD, dış yardıma Sachs'ın istediği kadar para harcayacak olursa, bu
paraların yerel kapasiteyi aşıp yardım edecekleri insanların uzun vadeli kalkınma beklentilerine
gerçekten zarar vermesi gibi gerçek bir tehlike vardır.
Bu yüzden ABD'nin dünya çapında yalnızca siyasi değil, aynı zamanda ekonomik kalkınmanın da
desteklenmesinde daha cömert olması gerektiğinin altı çizilmelidir. Fakat parasını kullanırken titiz
olması gerekir ve çabalarını, yoksul ülkelerde daha güçlü kurumların ve yönetimlerin inşa edilmesine
yoğunlaştırmalıdır. Ekonomik ve siyasi kalkınma gündemlerinin bir noktada birleştiklerini göz önünde
bulunduracak olursak, kurumlara ve siyasete verilen uzun vadeli ilginin iki faydası olacaktır,
içerisinde yatırım ve ekonomik büyümenin gerçekleşebileceği bir ortam yaratılması için hukukun
üstünlüğü son derece önemlidir. Ayrıca bu, liberal bir demokrasinin "liberal" yanını oluşturur. Rant
peşinde koşulması ve siyasal kollamacılığın kontrol edilmesi,
148
SOSYAL MÜHENDİSLİK VE KALKİNMA SORUNU

kamu paralarının siyasi himayeye değil, kamu yararına harcanmasının temin edilmesi ve yağmacı
yozlaşmanın durdurulması, eş zamanlı olarak kalkınmayı destekler ve meşru demokratik siyasi
sistemlere yardım eder.
1980'lerden itibaren EVIF ve Dünya Bankası gibi uluslararası mali kuruluşlar, reformun ağır
ilerlediği ülkelerde reform talebini yapay olarak teşvik etmek için yapısal düzenleme kredilerinde
koşulluluk kozunu kullanmaya çalışmaktadır. Koşulluluk, makroekonomik istikrar alanında politika
reformunun desteklenmesinde bazı başarılar elde etmiştir, fakat hukukun üstünlüğü ve yozlaşmayla
mücadele benzeri alanlarda uzun vadeli kurumsal kalkınma üzerinde çok daha az etkili olmuştur.
Politika reformu, kesinlikle hükümetlerin yetki alanlarında bulunan faiz oranları veya sübvansiyonlar
gibi konularla ilgili verilen kısa vadeli kararlan içerir; kurumsal reform İse, aksine, siyasi şahsiyetler
arasındaki Çoğu kez köklü çıkarları tehdit eden güç dengesinin kaydırılmasını kapsar. İkinci
durumda dış dürtülerin çok daha güçlü olması gerekir ve her İki durumda da ancak bunları
gerçekleştirmek için kendi gerekçeleri olan yerel siyasi şahsiyetler olduğu takdirde etkili sonuçlar
verebilirler. Yapısal düzenleme kredilerinde koşulluluğun kurumsal reform için yeterli talebi neden
pek fazla yaratamadığının birkaç sebebi vardır. Öncelikle koşulluluk, önden yüklemelidir; para,
gerçek performansın karşılığında ödül olarak değil, şartların yerine getirileceği taahhüdü üzerine
verilmektedir. Paranın geri çekilmemesi, kredi alan ülkeyi bîr deneme daha yapmaya ikna etmek için
genellikle yeterlidir. İkincisi, şartların karşılanıp karşılanmadığıyla ilgili karar saptırılabilir;
uluslararası mali kuruluşların ve yardım dairelerinin, gerçek performanslarına bakmaksızın
müşterilerine krediler
149
NEOCONLARIN SONU

vermek için kendi gerekçeleri vardır ve bu nedenle yardım kıstasının hafifletilmesinde bu unsurlar
çoğu kez rol oynarlar. Üçüncü olarak, kredi verenlerin ve bağış hedeflerinin çokluğu, kredi
verenlerden biri bile belirli bir ülkeden desteğini çekecek olursa bir diğerinin müdahale edip açığı
telafi edeceği anlamına gelmiştir. Ve son olarak kredi verenler bazen, söz konusu
ülkenin siyasi ve toplumsal gerçeklerini çoğu kez göz önünde bulundurmayan uzun birbirleriyle
çelişen şartlar listeleri hazırlayarak reformu en ince ayrıntısına kadar bizzat yönetmeyi isterler.
Kredi verenlerin şartlarını yerine getirmeye çalışan ülkeler çoğu kez, daha sonra bütün reform
sürecini baltalayan toplumsal kargaşa ve tepki yaratırlar. Bu tehlikeden kurtulanlar, bağışçıların
zorla kabul ettirdikleri bürokrasiyle uğraşırlar. Kurumsal reformun en başarılı lokomotiflerinden
biri, Doğu Avrupa ve ötesindeki kurumsal görünümü değiştirmiş olan Avrupa Birliği'ne üyelik süreci
olmuştur. Bunun başarılı olmasının nedeni, AB üyeliğinin yapısal düzenleme kredilerinin tehlikelerinin
birçoğundan uzak duran bir tür koşulluluk olmasıdır: AB üyeliği, reforma yönelik büyük bir siyasi ve
ekonomik dürtü sağlar; tamamen sonradan ödemelidir, ülkeleri ancak reformlar tamamlandıktan
sonra ödüllendirir ve üyelik kriterleri oldukça saydam ve bunların hafifletilmesi zordur. Üstelik ilk
adımı daima, Avrupa Birliği'ne katılmak isteyen ülkeler atar; eğer üye olmak için siyasi isteğe sahip
değillerse, kimse onları bunu yapmaya zorlamaz. AB üyesi devletlerin çoğu aslında birliğin daha küçük
ve daha özel tutulmasını tercih ederler.
Bush yönetiminin Milenyum Mücadele Hesabı (MCA), başlangıçta Dünya Bankası gibi çok uluslu
kuruluşlar tarafından verilen yapısal düzenleme kredilerinin kısıtlamaları
150
SOSYAL MÜHENDİSLİK V£ KALKINMA SORUNU

nın üstesinden gelmek üzere tasarlanmıştı.35 MCA, bir dizi yönetim göstergesini reformun temeli
olarak belirtiyor ve ülkelerin programa hak kazanmadan önce ulaşmaları gereken bir dizi yönetim
eşiğini belirterek koşulluluğu sonradan eklemeye çalışıyordu. Yardımla ilgili "kuruluş" modeli, yardım
kuruluşunu alıcı ülkelerin nelere ihtiyaç duyduklarına karar vermeye sevk etmek yerine, yardım
tekliflerinin tasarlanması ve uygulanması yükünü tam anlamıyla bu ülkelere yüklüyordu.
MCA'mn kalkınmaya yaklaşımı yenilikçi olmakla birlikte, Bush yönetimi verdiği sözü tutmakta vasatı
aşamamıştır. Program Mart'2002'de Üan edildiğinde yönetim, yıllık beş milyar dolar tutarında
kaynak ayrılmasını önermişti; bu da ABD'nin yoksul ülkelere verdiği denizaşırı kalkınma yardımını
uygulamada ikiye katlayacaktı. Fakat 2005 yılında Kongre, yardıma yalnızca 1.75 milyar dolar
tutarında kaynak ayırdı. Yönetim, ikinci döneminin başlangıcına kadar, tek bir kredi bile vermemişti
ve yalnızca iki ülkeye Honduras ve Madagaskar'a ön hak verme arzusundaydı. Üstelik eleştirmenler,
yönetim ölçütlerinin yalnızca, zaten İyi yönetimlere sahip oldukları için paraya ihtiyaç duymayan
ülkelerin kredi almaya hak kazanabilecekleri şekilde düzenlenmiş olduğu eleştirisinde
bulunmuşlardır. MCA'mn tartışmaya açık bir diğer özelliği ise, tamamıyla Amerika'nın sahip olduğu
ve para sağladığı yeni bir ajans olarak tasarlanmış olmasıydı. Dış yardımın büyük kötülüklerinden
birisinin, bağışçı eşgüdümünün eksikliği olması nedeniyle MCA'mn gereğinden fazla mevcut bağışçı
emirlerine bir diğer bürokratik şartlar dizisi ekleyebileceği görünüyordu. Ayrıca MCA'mn ABD
hükümetinin ilgili alanlardaki diğer faaliyetleriyle ilişkisi bulanıktı: USAİD'in devam eden
151
NEOCONLARIN SONU

çalışmasını tamamlayacak mıydı yoksa onun yerini mi alacaktı?


20. yüzyılın sonundaki başarılı kalkınmanın Kore ve Tayvan'dan Botsvana ve Uganda'ya
kadar tarihinden ortaya açıkça çıkan ders, güçlü bir iç talep olmadıkça bu kurumların
oluşturulamayacağıdır. Kötü yönetim, zayıf kurumlar, siyasi yozlaşma ve kollamacılık
varlıklarını sürdürürler çünkü belirli güçlü siyasi unsurların statükonun korunmasında büyük
çıkarları vardır. Bu unsurların üstesinden gelinmesi için toplumun içerisinden siyasi irade
yaratılamadıkça, bunların yerlerinden söküp atılmaları için tek başına dış baskı genellikle
yetersiz kalır.
Gelişmekte olan birçok ülkede devam eden ve bilgili yabancı gözlemcilerin gözlerinden bile
kaçan gerçek bir kurumsal reform vardır. Örneğin Meksika'daki federal seçimler, 1990'ların
başlarından itibaren Meksika siyasetinin üzerine kâbus gibi çökmüş olan uzun süredir
iktidardaki Kurumsal Devrim Partisi (PRI) tarafından küstahça kendi amaçlan doğrultusunda
kullanılıyordu. Fakat Meksika 1996 yılında, o tarihe kadar federal seçimleri denetlemiş, seçmenlere
ve vatandaşlara eğitim vermiş ve seçim kampanyasının mali kurallarını ihlâl ettikleri gerekçesiyle
siyasi partileri para cezasına çarptırmış olan Federal Seçim Kurumu'nda (Instituto Federal
Electoral, kısaca IFE) reform yaptı. IFE bugün 1 3,000 çalışanı ve her Meksika eyaleti İle
şehrindeki şubeleriyle büyük bir kuruluştur ve Meksika federal seçimleri en az Amerikan seçimleri
kadar temizdir. Tüm bunlar, yabancı seçim uzmanlarından alınan oldukça az yardımla birlikte
Meksikalıların kendileri tarafından gerçekleştirildi.
152
SOSYAL MÜHENDİSLİK VE KALKINMA SORUNU

Amerikan Yumuşak Güç Kurumlarının İyileştirilmesi


ABD, siyasi ve ekonomik kalkınmayı desteklemek istiyorsa, kalkınma sorununu kurumlar sorusu
etrafında yeniden gözden, geçirmekle kalmayıp kalkınmayı desteklemek ve Amerika'nın "yumuşak
gücünü" yansıtmak üzere tasarlanmış olanAmerikan dairelerini ve ajanslarını da iyileştirmelidir.
CİHiton yönetiminde görev yapmış olan Profesör Joseph Nye/ bir ülkenin istediği şeyi askeri ve
ekonomik yaptırım yerine değerlerinin ve toplumunun olumlu çekimiyle elde edebilmesi yeteneğini
anlatmak için bu terimi türetmiştir36 Bu tanım, söz konusu türdeki kurumları kapsamak için tamamen
uygun değildir; örneğin kalkınma daireleri tarafından verilen kredilerin şartlara bağlı olması, yardımı
alanlarca çoğu kez dayatma olarak algılanmaktadır. Yine de Dışişleri Bakanlığı, ABD Uluslararası
Kalkınma Ajansı, Milenyum Mücadele Birliği gibi devlet kurumlan ve küresel siyaseti askeri olmayan
yöntemlerle şekillendirmek isteyen çeşitli yayıncı ve demokrasi yanlısı kuruluştan nitelendirmek için
faydalı bir etikettir.
Kendisini yeniden, hedeflerine son derece odaklanmış ve iyi yönetilen bir kurum konumuna getirmek
için Vietnam Savaşı sonrasındaki dönemi kullanan ABD ordusunun aksine, ABD hükümetinin dış
politika yapısının İçerisindeki yumuşak güç kuruluştan 11 Eylül'den önce mali olarak yeterince
desteklenmiyorlardı, moralsiz ve düzensizdiler. O tarihten bu yana onlara büyük miktarlarda para
harcandı, ama sonuçlar yeterince tatmin edici olmadı. Çünkü bu kuruluşlar, misyon ve kurumsal
kültürle ilgili daha derin sorunlarla karşı karşıyadırlar. Bush yönetiminin, bölgesel politikasının ana
noktası haline getirdiği Ortadoğu'da demokrasinin desteklenmesi
153
NEOCONLARINSONU

meselesini ele alalım. ABD hükümetinin demokrasinin desteklenmesi için örgütlenme biçimi,
arkasında arzu edilecek çok şey bırakmaktadır. Yetki, çeşitli devlet daireleri arasında bölünmüştür.
Bunların arasında dolar açısından en büyük para dağıtıcısı olan ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı'na
bağlı Demokrasi ve Yönetim Dairesi (aynca USAİD'in bölgesel bürolan); Ulusal Demokrasi Vakfı ve
onun çatısı altında çalışan Ulusal Demokrasi Enstitüsü (NDI) ve Uluslararası Cumhuriyetçiler
Enstitüsü (İRİ) ve Dışişleri Bakanlığı'ndaki Ortadoğu Ortaklık Girişimi (MEPİ) ile Demokrasi, insan
Hakları ve İşçi Dairesi (DRL) vardır. Kamu diplomasisi, demokrasinin desteklenmesi sürecinin
aynlmaz bir parçasıdır ve bu alanda da yetki benzer şekilde Dışişleri Bakanlığı kamu diplomasisi ve
kamu işleri müsteşarlığı ile bünyesinde Voice of America, Radio S AVVA, Radio Free Europe/Radİo
Liberty, Alhurra, Radio Farda ve benzeri çok sayıda bağımsız ajansın faaliyet gösterdiği Yayıncılar
Birliği Yönetim Kurulu arasında dağılmıştır. Bunların farklı faaliyetleri arasında herhangi bir genel
koordinasyon yoktur; bu da, faaliyetlerin birçoğunun tekrarlandığı, düzensiz olduğu ve sıkça zıt
amaçlar güttüğü anlamına gelmektedir. Amerika'nın yumuşak gücüyle ilgili sorunlar, kurumsal
parçalanmadan daha derinlerde yatmaktadır. Örneğin ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı, hiçbir
zaman İçin ne Dışişleri Bakanlığı ne de askeri kurumlann profesyonelliklerini veya özsaygılarını
geliştirememiştir ve 1990'larda tamamen Dışişleri Bakanlığı'nın bünyesine dâhil edilmişti.37 Bütçesi,
Kongre'nin
belirli üyelerinin gözde programlarını desteklemesini emreden Kongre tarafından bitme noktasına
getirilmiştir. US AID 1990'larda sürekli olarak personel kayıpları yaşamış ve kalkınma projelerini
denetleyecek teknik kapasi
154
SOSYAL MÜHENDİSLİK VE KALKINMA 50RUNU

tesinin çoğunu kaybetmişti. Bunun sonucu olarak, gelişmekte olan ülkelerde/ hizmetleri bilfiil
sağlayabilmek için Chemonics International veya Bearing Point gibi kâr amaçlı yükleniciler ya da kâr
amacı gütmeyen sivil toplum örgütlerinin aracılara son derece bağımlıdırlar. Amerika'nın yumuşak
gücünün nasıl kullanılacağı anlayışının eksikliği, Irak'ın yeniden yapılandırılması sürecinde çarpıcı
biçimde gözler önüne serilmiştir. ABD, İç Savaş'tan sonra Güney'in yeniden yapılandırılmasından
beri çok sayıda ulus inşa etme projesinde yer almıştır ve Haiti, Somali, Bosna ve Kosova gibi
yerlerde daha etkin müdahalelerde bulunmuştur. Fakat bu harekâtlar boyunca çok az kurumsal bilgi
öğrenilmişti. Clinton yönetimi, dairelerin karmaşık bir çatışma sonrası yeniden inşa projesi
esnasındaki rollerini ve misyonlarını tanımlayan bir belge olan Başkanlık Karar Direktifi 56 sayılı
hükmü yürürlüğe koyarak daireler arasındaki karmakarışık sürece bir nebze düzen getirmeye
çalışmıştı Bu az miktardaki kurumsal bilgi bile Afganistan savaşından önce Bush yönetimi tarafından
göz ardı edilmişti. Bunun sonucunda da yönetim, ABD yönetiminde konuyla ilgili birikmiş mevcut
bilgilerin çoğundan faydalanmadan, Afganistan ve İrak'ta iki tane büyük ölçekli ulus inşa etme
projesine girişmişti. Bush yönetimi, Dışişleri Bakanlığı'nda yeni bir birim olarak Yeniden İnşa ve
İstikrarlaştırma Koordİnatörlüğü'nü oluşturarak bu zaaflarını üstü kapalı biçimde kabul etmiştir;
ancak bu görev için onun en İyi yer olup olmadığı ve ona ne kadar yetki verileceği ileride
görülecektir.
Bush yönetiminin Irak'ta karşılaştığı gözle görülür zorluklar, ABD yönetiminin bir dahaki sefere
daha iyi iş çıkarması için yeniden nasıl örgütlenmesi hakkında bir dizi çalışmaya yol açmıştır. Örneğin
Küresel Kalkınma Merkezi'nden
155
NEOCONLAKIN SONU

bir grup, Amerika'nın kalkınma faaliyetlerini denetlenmesi amacıyla, İngiltere'nin Uluslararası


Kalkınma Bakanlığı'na eşdeğer sayılabilecek Kalkınma Bakanlığı'nın kurulması gerektiğini ileri
sürmektedir.38 Fakat ABD Kongresi'nin yürürlükteki USAİD'i bakanlık statüsüne taşımayı
düşüneceği şüphelidir, çünkü Kongre, bu tür bir hamlenin bazı sonuçlar doğurabileceğini bilmektedir.
Aslında farklı ve daha radikal bir tür operasyon uygun olabilir. USAİD'in yetkilerinin genişletilmesi
yerine, Felaket ve Yeniden İnşa Ekipleri veya Geçiş Girişimleri Dairesi gibi teşkilatın gerçekten de
verimli kısımlarını çıkarıp, uzun vadeli kalkınmayı yenilenmiş Milenyum Mücadele Birliği'ne bırakarak,
bunları tek bir yeniden inşa teşkilatı çatısı altında toplayarak daha mantıklı bir hareket yapabilir.39
ABD, ekonomik ve siyasi kalkınmayı kurum inşa edilmesine odaklanarak geliştirmek istiyorsa son
derece farklı bir yaklaşım tarzı seçmelidir. MCA modeli esas itibariyle sağlamdır, ama ülkelerin
katılımlarını sağlayacak gerçek bir dürtünün oluşturulabilmesi için VVashington'un yeterli oranda
para sağlamayı kabul etmesi ve Amerikalıların ayrıca sabırlı olmayı öğrenmeleri de gerekecektir.
Kurum oluşturma süreci çoğu kez siyasi fırsatlara dayandığı ve en iyi şartlar altında bile zaman aldığı
için yıldan yıla ölçülebilir sonuçlar beklemeleri mümkün değildir. Yeterliliğin, bağışçı tarafından en
İnce ayrıntısına kadar yönetilen bir projeye başlangıçtan ziyade sonradan ödemeli bir dürtü olarak
kullanılması gerektiği gibi uygulandığı takdirde reformun ana çalışması, ülkeler MCA'ya hak
kazanmadan önce başlatılmalıdır.
Amerika'nın yumuşak güç kurumlarının tasarımının yeniden düşünülmesîndeki son konu, Amerikan
kuruluşlarının
156
SOSYAL MÜHENDİSLİK VE KALKINMA SORUNU

dünyanın geri kalanıyla nasıl bir ilişki yürütecekleriyle ilgilidir. Bush yönetimi, Milenyum Mücadele
Hesabı'nı hazırlarken, daha hırslı çok uluslu bir kurum tasarlamayı denemek yerine yeni, ABD'ye
özel bir teşkilat kurulmasını seçmiştir. İkinci seçenek MCA'nın alışılmışın dışındaki yaklaşımım
benimseyebilirdi, ama" kaynak sağlama temeline daha fazla ülkeyi getirerek bağışçı koordinasyonu
sorununa hitap ediyordu. Yönetim kısmen bu seçeneğin aksi yönünde karar kildi, çünkü kontrolü (ve
siyasi itibarı) Amerika'nın ellerinde tutmak istiyor, ayrıca Dünya Bankası gibi çok uluslu kuruluşları
hor görüyor ve ABD'nİn kendi başına daha iyi iş çıkaracağını düşünüyordu.
Bunun iyi bir seçenek olduğu hiç de açık değildir. Yönetimin İkinci döneminin hemen başında MCA
yıkılmamak için çırpınmaktadır ve muhtemelen bugün, 2002 yılında ilan edildiğinde göründüğünden
çok daha mütevazı bir girişimdir. USAİD'İ yeniden düzenlemek yerine Dünya Bankası ve çok uluslu
diğer mali kuruluşları yeniden düzenlemeye çalışmak ABD için daha iyi olabilirdi. Fakat Bush
yönetimi, çok uluslu yeni kuruluşlar hakkında fikir yürütmeyi hiçbir zaman sevmemiştir; bu nedenle
de dünya düzeni sorunlarına yönelik arkasında herhangi bir kalıcı yapı bırakması da pek mümkün
değildir.
157

ALTINCI BÖLÜM
Dünya Düzeni İçin Kurumların Yeniden Düşünülmesi
Irak savaşı, ABD tarafından kullanılan iyiliksever hegemonyanın sınırlarını ortaya koymuştur.
Bununla birlikte, özellikle Birleşmiş Milletler gibi, Avrupalılar tarafından uluslararası meşru
eylemin gerçek çatısı olarak gösterilen mevcut uluslararası kurumların sınırlarını da gözler
önüne sermiştir. Birleşmiş Milletler ne ABD'nin savaşa girme kararını ne de VVashington'un
kendi başına hareket etmesinin durdurulmasını onaylayabilmişti. Her iki açıdan da başarısız
olmuştu.
Dünya bugün müşterek eylemi meşru kılacak yeteri kadar uluslararası kuruma sahip değildir
ve meşruiyet ile verimlilik arasındaki şartlan daha İyi dengeleyecek yeni kurumlar
oluşturulması, gelecek kuşağın başlıca görevi olacaktır. İki yüzyılı aşkın bir geçmişe sahip
siyasi evrimin bir sonucu olarak, kurallara bağlı, sorumlu ve devlet dediğimiz dikey yapılarda
makul ölçüde etkili olan kurumların nasıl oluşturulabileceğiyle ilgili oldukça İyi bîr anlayışa
sahibiz. Fakat devletler arasında yatay sorumluluğu sağlayacak yeteri miktarda kuruma sahip
değiliz.
Yatay sorumluluğa duyulan İhtiyaç, iki nedenden ötürü özellikle önemli bir hale gelmiştir.
Öncelikle küreselleşme, toplumların ekonomik ve kültürel olarak gittikçe birbirleri
158
DÜNYA DÜZENİ İÇİN KURUMLARIN YENİDEN DÜŞÜNÜLMESİ

nin içlerine girmeleri anlamına gelmiştir; binlerce mil uzaklıktaki teknolojik bir değişim veya yeni
yatırım, yurtiçinde iş kayıplarına, yeni kültürel etkilere ya da çevresel hasara yol açabilir. Bu yüzden
ülkelerin, daha doğrusu ülkelerin içindeki siyasi unsurların, insanları egemen yönetim dışında
etkileyebilme kabiliyetleri aşırı derecede artmıştır.
İkinci olarak, ABD'nin küresel sahnedeki fiili ağırlığı, doğal bir dengesizlik yaratmıştır: ABD,
dünyadaki birçok ülkeyi etkileyebilir, ama bu ülkeler Amerika üzerinde eşit ölçüde bir etki
yaratamazlar. Bu gerçek en çarpıcı biçimiyle, ABD'nin 8,000 mil ötede bir rejimi değiştirebildiği
askeri alanda görülmektedir. Fakat bu eşitsizlik birkaç alanda daha mevcuttur; tıpkı bir tarım
sübvansiyonun veya kanunlarındaki bir değişikliğin gelişmekte olan bir ülkenin ekonomisinde bir
sektörü tamamıyla yok edebileceği gibi. ABD'nin yeterince iyiliksever veya Amerika'nın yumuşak
gücünü resmi kısıtlamalara tabi tutmadan tek taraflı etkisini herkesin faydasına kullanma konusunda
mantıklı hareket ettîğine çok az kişi İnanmaktadır. Birleşmiş Milletlerin varlığı bir bakıma, sağdaki
ve soldaki insanları küresel yönetim ve uluslararası kurumlar hakkında açıkça düşünmekten alıkoyan
dikkat dağıtıcı büyük bir unsurdur. Sağ, küresel yönetimi Birleşmiş Milletlerle ilişkilendirmektedir
ve bu kurum
kendisini sık sık kolay bir hedef haline getirdiği için, küresel yönetimi tamamıyla reddedebilir. Fakat
bugün dünyada, Birleşmiş Milletler ve müttefik kuruluşlarının yörüngesi dışında varlığını sürdüren
çok sayıda küresel yönetim organı vardır; banka anlaşmalarından İletişim protokollerine, güvenlik
standartlarından Internet alan adlarına kadar her şey, uluslararası işbirliğinin geleneksel
tanımlarına uymayan yeni ve çoğu kez karmaşık
159
NEOCONLARIN SONU

kurumlar tarafından belirlenmektedir. Dünyayı yalnızca egemen ulus devletlerin etrafında


örgütlenmiş biçimde gören eski gerçekçi uluslararası ilişkiler modeli, ortaya çıkmakta olan "dünyaya
uymamaktadır ve gelecekte uluslararası hareketin meşruiyeti ve etkinliğinin gerektirdiği şartlan
karşılamaya yetmeyecektir.
Diğer yandan Amerikan Solu ve birçok Avrupalı, Birleşmiş Milletlerin önemini ısrarla vurgulamakta,
BM'nin dünyadaki güvenlik ve ekonomi ile ilgili sorunları çözme yeteneğine büyük umutlar
bağlamaktadır. Gerçek şudur ki; Birleşmiş Milletler, arabuluculuk ve ulus inşası gibi belirli
görevferde faydalı olmakla birlikte, hem meşruiyet hem de etkililik konularında yapısal olarak
sınırlandırılmıştır ve şu anda tasarlanmakta olan veya siyasi olarak mümkün herhangi bir reform
dizisinin teşkilatın sorunlarını çözebileceği de şüphelidir. Hem etkili hem de meşru olan uluslararası
eylem sorununa yönelik gerçekçi bir çözüm, yeni kurumların oluşturulmasında ve mevcut olanların da
yeni şartlara uygun hale getirilmesinde yatacaktır. Amerikan dış politikası için uygun bir gündem,
örtüşen ve bazen birbirleriyle rekabet eden çok sayıda uluslararası kurumla dolu ve çok çoktaraflı
olarak adlandırılabilecek bir dünyayı desteklemek olacaktır. Bu yeni dünyada Birleşmiş Milletler
ortadan kalkmayacaktır, ama meşru ve etkili uluslararası eylemi teşvik edecek birkaç teşkilattan
biri haline gelecektir.
Birleşmiş Milletlerin karşı karşıya olduğu büyük sorunlardan biri meşruiyet sorunudur. Bu sorun, BM
üyeliğinin adaletin anlamlı bir tanımı yerine resmi egemenliğe dayanması gerçeğinden
kaynaklanmaktadır örneğin üyelerine, demokratik olmaları veya vatandaşlarının İnsan haklarına 160
DÜNYA DÜZENİ İÇİN KURUMLARIN YENİDEN DÜŞÜNÜLMESİ

saygı göstermeleri İçin hiçbir tatbiki talepte bulunmaz.1 Dünya siyasetinin gerçekliğini teşkilatın
kurulduğu zamanki gerçekliğe göre algılamak, en başından beri otoriter, kötü yönetilen veya örnek
olmayan devletlerle dolu olan bu yapının daha sonraki faaliyetlerine birçok yönden leke sürmüştür.
Soğuk Savaş'ın ideolojik çatışmaları, sonuçta adaletin temel ilkeleri konusundaki fikir ayrılıklarıydı.
Bu yüzden Birleşmiş Milletlerin güvenlik sorunlarıyla ilgilenmede sıkça çıkmaza girmiş ve aciz kalmış
olması hiç de şaşırtıcı değildir. Soğuk Savaş'ın sona ermesi, teşkilatın yeni bir etkinlik kazanacağı
yönünde umutları canlandırmıştı, çünkü geniş insan hakları ve demokrasi ilkeleri hakkında o tarihten
itibaren daha büyük fikir birliği olacaktı. BM'nin çoğu üyesi bu ilkelere sahte bir bağlılık
gösterirken, birçoğu da bunlara hiç uymamış olmalarına rağmen kalıcı üye muamelesi görmeye devam
ediyorlardı. Böylece BM İnsan Hakları Komisyonu'nda 2001 yılında ABD'nin yerine Suriye geçebilir
ve 2003 yılında da Libya komisyon başkanı olabilirdi.
Amerikalıların, BM'nin demokratik meşruiyet eksikliğine dikkat çekme olasılıkları Avrupalılara göre
daha fazladır. Bu eğilim, Amerikalıların kuruma karşı duydukları aşırı güvensizliği ve onun resmi
kararlarının birçoğuna uyma konusundaki İsteksiz tavırlarını açıklamaktadır. Bu güvensizliğin bir
kısmı, Amerikalılar ile Avrupalılar arasında demokratik egemenliğin anlamı hakkındaki önemli
uyuşmazlıklarla alakalıdır.
ABD'nin, her alandaki meşruiyetin kaynağı olarak anayasal demokrasiye sonsuz İnancı ve kendi
demokratik kurumlarının meşruiyetine de eşit ölçüde güveni vardır. Avru161
NEOCONIARIN SONU

pahların birçoğu ise, aksine, aslında egemenliğe güven duymazlar, çünkü 20. yüzyılın ilk yarısında
yaşanan İki dünya savaşı esnasındaki deneyimlerine dayanarak egemenliğin çatışma ve savaş kaynağı
olduğuna inanmaktadırlar. Birçok Avrupa ülkesi, egemenliklerini, aralarında Birleşmiş Milletler ve
Avrupa Birliği'nin de olduğu birbirleriyle örtüşen bir dizi kurum kılıfının içerisine sokmaya
çalışmıştır. Bu yüzden Avrupalıların genelde Birleşmiş Milletler'i Amerikalılara göre daha meşru
görmeleri hiç de şaşırtıcı değildir.
Amerika'nın Birleşmiş Mİlletler'e duyduğu güvensizliğin bir başka kaynağı da Amerika'nın İsrail ile
olan özel ilişkisinin ve BM'nin Arapİsrail anlaşmazlığıyla yıllardır ilgilenme biçimiyle ilgili deneyiminin
bir yan ürünü olarak doğmaktadır. BM Genel Konseyi, hem İsrail hem de ABD tarafından dengesiz
veya Arapların lehine orantısız olarak nitelendirilen birtakım kararlar onaylamıştır; adı en kötüye
çıkmış olan ise 1975 tarihli "Siyonizm, ırkçılıktır" kararıdır.2 Avrupalılar ise düşmanlığı kendisinin
uyandırdığını belirterek daha çok İsrail'i suçlama eğilimindedirler. ABD yıllardır Güvenlik
Konseyi'nin İsrail'e karşı önyargılı olarak değerlendirilen kararlarını sıkça veto etmiştir, böylece
kendisini BM'deki çoğunluğun görüşüne karşı durmaya alıştırmıştır.
Birleşmiş Milletlerle İlgili ikinci sorun, ciddi güvenlik tehditleriyle ilgilenecek bir kurum olarak
faydasıdır. Güç kullanımıyla ilgili 51. Madde yetkileri, Güvenlik Konseyi'nin onayından geçmek
zorundadır. Fakat üyeleri 2. Dünya Savaşı'nda kazanan koalisyonunu yansıtan Güvenlik Konseyi,
kasten zayıf bîr kurum olarak tasarlanmıştı: beş daimi üyenin sahip olduğu veto yetkisi, Güvenlik
Konseyi'nin asla bu ülkelerin ulusal çıkarlarının aksi yönünde hareket etmeyeceğini güvence altına
almıştı. Savaş zamanındaki ko
162
DÜNYA DÜZENİ İÇİN KURUMLARIN YENİDEN DÜŞÜNÜLMESİ

alisyon, Soğuk Savaş'ta dağılmıştı ve o tarihten sonra Güvenlik Konseyi, güç kullanımı gerektiren
ciddi güvenlik tehditlerine karşılık verilmesinde hiçbir zaman mutabakata varamamıştı. (Tek istisna
1950 yılında Kore olayında, Sovyetler Birliği Güvenlik Konseyi'ni protesto edip gitme hatasını
yaparak diğer dört üyeye müdahale lehinde oy verme imkânını sunduğunda yaşanmıştı.) Soğuk
Savaş'ın bitmesiyle birlikte Güvenlik Konseyi, Irak'ın 1990 yılında Kuveyt'i işgal etmesinin ardından
BM'nin bu ülkeye karşı müdahale etmesine yetki verilmesi konusunda birleşmişti. Fakat teşkilat,
sonraki on yılda Bağdat'la ilgili verdiği silahsızlanma kararlarının uygulanmasını gerçekleştiremedi;
böylece 2003'tekİ Amerikan müdahalesine zemin hazırlamış oldu.
Birleşmiş Mİlletler'in önemli güvenlik sorunlarının çözülmesinde güç kullanımına izin verme
konusunda eksiklikleri olduğu, bu teşkilatın savaş sonrası yeniden yapılandırma ve diğer ulus inşası
faaliyetlerinde önemli bir rol oynayamayacağı anlamına gelmez. Aslında bu durum, Kongo, El
Salvador, Mozambik, Doğu Slovenya, Bosna ve diğer yerlerde yaşanmıştır. Fakat Birleşmiş
Mİlletler'in, barışı ve istikran sağlamaya yönelik uluslararası operasyonların düzenlenmesi için
meşruiyet ve faydalı bir çatı sunmasına rağmen burada bile kısıtlamalar aşikârdır. Güvenlik
Konseyi'nin hantal karar verme mekanizması, bu yapının belirli bir çatışmada suçtan kendisine pay
çıkarmasını, böylece arabuluculuktan barışı uygulama sürecine geçmesini zorlaştırmaktadır.3
Birleşmiş Milletler, nihai muharebeyi başlatabilen hiyerarşik bir teşkilat değildir. İster istemez
oybirliğiyle hareket eder ve para, asker, teknik yardım konularında başlıca katkı sağlayanlara
uygulamada ABD, Avrupalılar ve Japonya anlamına gelir son derece bağımlıdır.
163
NEOCONLARINSONU

Güvenlik Konseyi'nin üyelerinin dünyada güç dağılımındaki değişiklikleri yansıtacak şekilde


değiştirilmesi ve böylelikle Konsey'in algılanan meşruiyetinin iyileştirilmesine yönelik yıllardır bazı
teklifler sunulmaktadır. Bu reform plânlarından herhangi birinin büyük bir kriz dışında işe yarayıp
yaramayacağı şüphelidir. Mevcut üyeler, kendilerini şimdiki nüfuzlarından mahrum edecek bütün
teklifleri veto edeceklerdir. Bu arada yeni üyelere ise,
kendilerinin de eşit ölçüde bu koltuğu hak ettiklerine inanan diğer ülkeler tarafından kaçınılmaz
olarak karşı çıkılacaktır.
Güvenlik Konseyi'nİn üye sayısı arttırılsa veya değişti rilse bile ortak eylem sorunu çözümsüz
kalacaktır. Veto hakkına sahip daha fazla üyesi olan daha geniş bir Güvenlik Konseyi, bugünkünden
bile fazla bir felç durumu yaşayacaktır. Oylama kurallarının oybirliğinden bir tür oy çoğunluğuna
dönüştürülmesi, Güvenlik Konseyi'ni hiçbir üyesinin istemeyeceği kadar aktif hale getirme
tehlikesini taşımaktadır. Özellikle, birçok Güvenlik Konseyi oylamasında kendisini tek başına kalmış
bulan ABD, oybirliği kuralının değiştirilmesiyle ilgili bir değişikliği asla onaylamayacaktır. Aslında oy
kullanan üyelerinin bir eylemin mantığı veya meşruiyeti hakkında büyük fikir ayrılıkları yaşadıkları
koşullar altında büyük güç kullanımına izin veren aşırı güçlendirilmiş bir Birleşmiş Milletler'in
dünyaya yarar sağlayıp sağlamayacağı tam bir muammadır. Bu tür bir eyleme büyük ihtimalle ancak
yok olmadan önce izin verecektir.
Eğer Birleşmiş Milletler nihayetinde iyileştirilebilir bir yapı değilse onun yerini ne alabilir? Cevap
muhtemelen, farklı bir küresel kurumdan ziyade dünya düzenine yönelik farklı türdeki tehditlerle
mücadelede güç ve meşruiyet sağlayabilecek çeşitli uluslararası örgütlerde yatmaktadır. Elimiz
DÜNYA DÜZENİ İÇİN KURUMLARIN YENİDEN DÜŞÜNÜLMESİ

deki tüm verilere bakacak olursak küresel kurum hem zorbalık eğer o kurum gerçekten güçlü hale
gelecekse hem de BM faaliyetlerinin birçoğunun mevcut gerçekliği olan etkisizlik için uygun bir
formüldür. Dünya, tek bir küresel yapı tarafından gerektiği gibi denetlenemeyecek kadar çeşitli ve
karmaşıktır. Gerçek bir liberal ilke tek, birleştirici, uygulanabilir liberal bir düzen yerine güvenlik,
ekonomi, çevre ve diğer meselelerle ilgili geniş bir alanda yönetim sağlayacak çeşitli kurumlan ve
kurumsal biçimleri savunacaktır. Birbirleriyle rekabet eden ve kısmen örtüşen çok sayıda
uluslararası kurumla dolu bir dünya, başta ekonomik alanda, uluslararası politika sorunlarıyla nasıl
ilgilenileceği konusunda çoğalan imalar barındırarak, geçtiğimiz on yıllık dilimlerde şekillenmeye
başlamıştırUluslararası kurumların hepsi, ABD'nin Irak savaşına giden süreçte karşılaştığı türden
bir ikilemle karşı karşıyadırlar: meşru olarak nitelendirilen kurumlar (örneğin Birleşmiş Milletler),
son derece etkili değildirler, öte yandan etkili olanlar ise (ABD önderliğindeki gönüllüler koalisyonu)
meşru olarak kabul edilmezler. Etkili kurumlara yönelik talep her yerde eşit Ölçüde mevcuttur ve
çok sayıda yeni uluslararası işbirliği biçimleri şeklinde kendi kaynağını oluşturmuştur.
Aşağıdaki şekil, bu tür uzayzaman süremini* göstermektedir. Şeklin her bir ucunda, insanların
çoğunun çok taraflılık İfadesini duyduklarında düşündükleri şeye karşılık gelen Birleşmiş Milletler,
Dünya Bankası ve NATO ittifakı gibi resmi, geleneksel, anlaşmaya dayalı uluslararası örgütler vardır.
Bu kurumlar, resmi yasal anlaşmalar çerçevesinde uluslararası örgütlere temsil yetkisi veren egemen
devletler tarafından kurulmuştur. Kuralları açık biçimde tartışılıp
Oevamlı ve aralıksız bir bütün. (ÇNl
164
165
NEOCONLARIN SONU

üzerlerinde anlaşmaya varıldığı ölçüde saydamdırlar ve onları oluşturmuş olan devletler tarafından
kontrol altında tutuldukları Ölçüde sorumludurlar.
Meşrutiyet Tesirlİğine Karşı Uluslararası İşbirliğinin Örnekleri ve Çeşitleri
Saydam Sorumlu Meşru
Egemen devletlere dayanır Gayrî Resmi
Esnak, hızlı Sorumsuz Yetersiz meşruiyet Çok sayıda devlet
olmayan unsur
Yelpazenin diğer tarafında ise uluslararası hukukta çoğu kez yer bulamayan, ara sıra doğrudan
katılımcılar olarak devlet olmayan tarafları barındıran ve kuralları genellikle esnek, süratle
görüşülen ve bazen de yazılmamış olan gayri resmi işbirliği çeşitleri vardır. Bununla İlgili uygun bir
örnek; gelişmekte olan bir ülkede bir giysi üreticisi ile bu üreticinin çalışanlarının çıkarlarını temsil
eden bir grup sendika veya özel kuruluşlar arasında görüşülerek sonuca bağlanan davranış kuralları
olabilir. Bir diğer örnek İse yumuşak hukuk olarak adlandırılan, yani hiçbir zaman imzalanmamış
Stratejik Silahların Sınırlandırılması (START) Antlaşması gibi, ta
166
DÜNYA OÜZENİ İÇİN KURUMLARIN YENİDEN DÜŞÜNÜLMESİ

rafların yasal gerekçelerden ziyade faydacı nedenlerle uydukları bağlayıcı olmayan anlaşmalar
olabilir.4
Resmi yasal kurumların aksine bu tür İşbirliği biçimleri çoğu kez saydam değildir ve sorumluluk
sahibi olmayan taraflar arasında müzakere edilirler.5 Diğer yandan uluslararası unsurlar bu tür
işbirliğine başvururlar, çünkü bu; hızlı, esnek ve müzakere edilmesi nispeten kolay bir yöntemdir.
Giysi üreticisi ve onu eleştiren sivil toplum örgütleri, ticaret girişimlerine bağlı çalışma
uygulamalarıyla ilgili resmi kurallara sahip olmak için Dünya Ticaret Örgütü'ne üye olabilirlerdi,
fakat bu tür bir anlaşmanın müzakere edilmesi, imkânsız olmasa bile zor olacak ve bir kez yürürlüğe
girdi mi geri dönüşü olmayacaktı.
Bu iki uç nokta arasında çok sayıda başka kurumsal olasılıklar vardır. Örneğin fotoğraf makinesinden
kontrplağa kadar birçok ürünün uluslararası standartları, 1946 yılında oluşturulan ve bugün yüzden
fazla ulusal standart belirleme mekanizmasının çalışmalarını koordineeden ISO tarafından
belirlenmektedir. İSO'nun teknik komiteleri, alt komiteleri ve çalışma grupları yalnızca resmi
standart kuruluşlarını değil, aynı zamanda özel sektör, tüketici ve meslek grupları ve belirli bir
standarttan etkilenecek diğer tarafların temsilcilerini de İçerir.6
ISO standartları, kendi içlerinde kamu hukukundan ziyade özel bir hukuk oluştururlar: bu
standartlara uyum gönüllüdür ve kuruluşun herhangi bir icra mekanizması yoktur. Öte yandan ISO
standartları, devletler veya Avrupa Birliği benzeri çok uluslu teşkilatlar tarafından yasal ticaretin
temeli olarak benimsendiklerinde sıkça kamu hukuku haline gelir, devletin yürütme yetkisini alırlar.
167
NEOCONLARIN SONU

Buna ek olarak, AnneMarie Slaughter'm hükümetler arası diye adlandırdığı tamamen farklı bir orta
bölge vardır.7 Bu, egemen devletleri temsil eden yetkililer tarafından üstlenilen, ayrıca çoğu kez
bürokrasinin orta düzeylerinde gayri resmi olarak üstlenilen ve bir ülkenin hükümetinin en üst
makamlarınca resmi olarak henüz dikkatle incelenememiş olan mutabakatları ve müzakereleri içerir.
Hükümetler arası çalışma ağları genellikle, resmi bir anlaşma veya sözleşmeden çok bir MOU
(mutabakat muhtırası) İle sonuçlanır ve bu, uzayzaman süreminin tam ortasındadır. Diğer bir deyişle
bir MOU daha meşrudur, çünkü egemen devletler tarafından müzakere edilir, ama daha az
saydamdır (bir ABD vatandaşı, bir MOU'nun metnini görmek için bazı durumlarda Bilgi Edinme
Özgürlüğü talep formu doldurmak zorundadır) ve yasal bir anlaşmaya göre daha az sorumludur.
Bugün şekildeki uzayzaman süreminin iki ucu arasında yer alan, banka anlaşmalarından iletişim
protokollerine, uydular için yörünge yuvalarından gıda, çevre ve tüketici güvenliği kurallarına kadar
her şeyi düzenleyen binlerce olmasa bile yüzlerce uluslararası kurum örneği vardır. Bunların büyük
çoğunluğu, uluslararası kuralların belirlenmesinde doğrudan rol oynayan şirketler, ticaret odaları,
sivil toplum örgütleri ve diğer devlet dışı unsurları barındıran kamu/özel sektör işbirliğini kapsar.
Bunların (anlaşma örgütleri gibi) uzayzaman süreminin resmi ucunda toplanmamış olmalarının nedeni,
bu tür resmi örgütlerin modern
küresel ekonominin ihtiyaç duyduğu kural koyma sürecini sağlayamayacak kadar ağır, hantal ve
esneklikten yoksun olmalarıdır.
Bu, hızla çoğalan yeni uluslararası veya çok taraflı kurum biçimleri olgusundan ne anlam çıkarmalıyız?
John Bol
168
DÜNYA DÜZENİ İÇİN KURUMLARIN YENİDEN DÜŞÜNÜLMESİ

ton ve Jeremy Rabkİn (daha sistematik olarak) benzeri muhafazakârlar tarafından uluslararası
hukuka yönlendirilen eleştiri; aslında anayasasal olarak belirlenmiş yerel yetkililerin kontrolü altında
kalması gereken karar verme yetkilerinin sorumsuz uluslararası yapılara gerektiğinden fazla ölçüde
verilmesi konusunun etrafında toplanmaktadır.8 Bu sorun, Birleşmiş Milletler veya Uluslararası Savaş
Suçları Mahkemesi gibi resmi kuruluşlarla ilgili olarak varlığını sürdürmektedir, ama uzayzaman
süreklisinin gayri resmi tarafındaki hemen her şeyde çok daha büyük ölçüde hissedilmektedir. Bugün
varlığını sürdüren yegâne iyi siyasi sorumluluk ve kanun yürütme mekanizmaları, geleneksel devletler
tarafından temsil edilen dikey yapılardır. Uluslararası kurallar, diğer devletlerle doğrudan ilgilenen
devletler değil de zayıf veya belirsiz sorumluluk mekanizmalarına sahip uluslararası örgütler
tarafından ya da kamusal ve özel unsurlar kalabalığı arasındaki yatay bağlantılar yoluyla saptandığı
İçin, demokrasi devre dışı bırakılmış ve tamamıyla yıkılmıştır.
Yukarıda sıralanan yeni uluslararası örgütlerin çoğu, standartlar gibi teknik meseleler veya nispeten
tartışmalı olmayan ekonomik meselelerle ilgilendikleri için bunların demokratik sorumlulukları
sorununun önemli olmadığını savunanlar olabilir. Çoğu insanın ISO, Uluslararası Gıda Standartları
veya Uluslararası Sivil Havacılık Orgütü'nün ne İşe yaradığı hakkında çok az fikri vardır ve bu
yapıların kamuoyunun gözlerinden uzakta işlerini yapmalarına ses çıkarmazlar. Fakat örgüt,
demokratik sorumluluğun önemli bir ilkesini ihlâl ediyorsa, onun alanın belirsiz olup olmaması sorun
değildir; ayrıca bu yapıların ilgilendikleri meselelerin birçoğu gittikçe daha siyasi bir hal almaktadır.
169
NEOCONLARINSONU

Örneğin ISO, alışılmış ilgi noktasını ürün standartlarından hizmet standartlarına yöneltmektedir.
1980'lerde ISO 9000 kalite güvencesi standartlarını geliştirdikten sonra ISO 14000 ile 1990'larda
çevresel belgeleme alanına yöneldi. Çevreyle ilgili kurallar sadece teknik kurallar değildir; Avrupalı
ve Amerikalı şirketler ile çıkar grupları arasında belgenin ne zaman ve nasıl verilmesi gerektiği
konusunda büyük siyasi anlaşmazlıkları içerir. Benzer şekilde, Gıda ve Tarım Programı'nın
Uluslararası Gıda Standartları tarafından denetlenen görünüşte teknik bir mesele olan gıda
güvenliği, Avrupalılar ile Amerikalılar arasında genetik olarak değiştirilmiş gıdaların güvenliği üzerine
yaşanan uyuşmazlıkların bir sonucu olarak son derece politikleştirilmi ştir.9
Tartışma konusu olan şey, belirli kararların ve örgütlerin doğruları ile yanlışlarını tartışmak değil,
yalnızca çok çoktaraflı dünyanın gerçekten de var olduğuna işaret etmektir. Bugün uluslararası
işbirliği, egemen devletler tarafından oluşturulmuş geleneksel resmî anlaşma örgütleri modeline
uymayan yeni kurumsal biçimlerin rehberliği altında gerçekleşmektedir. Teşkilat yapısıyla ilgili bu
yeni biçimlerin başlangıçta teknik ve ekonomik işbirliğini desteklemek üzere ortaya çıkmış olmaları
tesadüf değildir, çünkü küresel ticaretin ihtiyaçları, kararların verimli biçimde alınmasını
gerektirmektedir. Egemen devletlerin sorumluluk mercilerince çıkarılan talimatların temeli üzerinde
hareket eden resmi örgütler, küresel ekonominin gereksinimlerini karşılayamayacak kadar
verimsizdirler. Ekonomik alanda verimli karar verme süreci uğruna meşruiyet, saydamlık ve
sorumluluğun takas edilmesini kabul etmiş bulunuyoruz; zor olan soru ise, meşruiyet ve verimliliğin
birbirleriyle rekabet hedeflerinin tam olarak nasıl dengelenebileceğidir.
170
DÜNYA DÜZENİ İÇİN KURUMLARIN YENİDEN DÜŞÜNÜLMESİ

Bu denge ihtiyacının en yeni örneklerinden biri, Internet'te alan isimlerinin veriliş biçimiyle ilgilidir.
Internet Tahsisli Sayılar ve İsimler Kurumu (ICANN), sözümona en üst düzey ("com" veya "org"
uzantıları gibi) Internet adreslerinin tamamının ana dizinini içeren merkez sunucuya sahip Ticaret
Bakanlığı için tahsis edip düzenleme görevini devralmak üzere 1998 yılında Clinton yönetimi
tarafından, Kaliforniya'da, özel, kâr amacı gütmeyen bir şirket olarak kurulmuştu. İCANN'in yapısı,
resmi bir düzenleyici görevi ve aslında uluslararası düzenleyici İşlevi gören bir örgüt için tuhaftı.
Başlangıçta, yalnızca Amerikalı olmayanlar değil, aynı zamanda ABD vatandaşlarından da kamuoyu
düşüncelerinin alınmasıyla ilgili saydam olmayan ve güvenilemeyen mekanizmalara sahip bilgi
teknolojisi (İT) endüstrisinin İçinden kişilerden oluşan beş kişilik bir kurula sahipti.10
İCANN'in bu biçimde oluşturulmuş olmasının nedeni, Amerikan İT endüstrisinin profesyonellerinin
çoğunun, normalde bu görevin sorumluluğunu üstlenmesi gereken mevcut küresel düzenleyici
Uluslararası Telekomünikasyon Birliği'nin (ITU) son derece ağır ve bürokratik bir yapıya sahip
olduğuna inanmalarıydı. ITU, dünyanın en eski kamu birliklerinden biridir; 1865'te kurulmuştu ve
böylece Birleşmiş Milletier'den yaklaşık yüzyıl daha eski bîr tarihe sahiptir. ITU, üye devletleri
arasındaki görüşmelere dayanarak uluslararası telekomünikasyon tarifelerini ve standartlarını
belirleyen resmi bîr anlaşma örgütüdür. Diğer yandan ICANN, onlar olmaksızın Internet'in
işleyemeyeceği iletişim protokollerini geliştirmiş olan Internet Mühendisliği Görev Gücü (IETF)
örnek alınarak oluşturulmuştur. ICANN, lETF'de yer alan birçok Kaliforniya şirketinin dağınık, gayri
resmi yapısına sahipti ve lETF'nin hızlı, aşağıdan yukarıya karar verme biçimini taklit etmeye
çalışıyordu.11
171
NEOtONLARIN SONU

Görüldüğü üzere İCANN'in tek sorunu, etkin karar verme açısından ne tür üstünlüklere sahip olursa
olsun, bu yapının eninde sonunda kendilerini etkileyen kararları nasıl verdiği konusunda en ufak bir
bilgisi olmayan Internet'in birçok önemli hissedarı, özellikle de Amerikalı olmayanları tarafından
tamamen gayrimeşru olarak görülür hale gelmiş olmasıydı. Hukuk uzmanı Michael Froomkin,
İCANN'in hem yasadışı hem de anayasaya aykırı olduğuna inanmaktadır, çünkü bu, diğer bütün ABD
düzenleyicilerinin olduğu gibi, şeffaflık ve güvenilirlik ile ilgili resmi şartları belirleyen 1946 tarihli
İdarî Usul Yasası'na tabi olması gereken düzenleyici bir organdı.12
İCANN'in meşruiyeti krizi öyle bir noktaya gelmişti ki, 2005 yılı itibariyle, onun tamamıyla
dağıtılması ve görevlerinin ITU'ya devredilmesine yönelik tüm çevrelerden çağrılar geliyordu. Bu
ironik bir durumdur, çünkü bu değişiklik, resmi organın algılanan meşruiyeti uğruna verimliliğin büyük
bir bölümünden vazgeçileceği anlamına geliyordu. ISO veya ICANN gibi anlaşılması güç yapılarla ilgili
önceki tartışmamız, çok taraflılık ve uluslararası meşruiyet konularında Irak savaşından önce ortaya
çıkan duygusal anlaşmazlıklarla alakalı görünmeyebilir. Fakat bu konular, aynı sorunun parçalarıdır:
bir yandan meşru olarak algılanan resmi uluslararası örgütler gerek BM Güvenlik Konseyi gerekse
ITU son derece verimsizken, gönüllüler koalisyonundan ICANN'e kadar verimli uluslararası işbirliği
biçimleri meşru olarak algılanmamaktadır. Verimli karar verme süreci kaçınılmaz surette temsil
yetkisini gerektirir, buna rağmen meşruiyet sorunlarını yaratan da temsil yetkisinin ta kendisidir.
Bu takasın nasıl yapılması gerektiği konusunda ilkeli bir tutum geliştirmek çok zordur. Sol kanattaki
insanlar, ABD
172
DÜNYA DÜZENİ İÇİN KURUMLARİN YENİDEN DÜŞÜNÜLMESİ

bir duruma askeri olarak müdahale etmeye karar verdiğinde ondan genellikle resmi sorumluluk talep
ederler, ama çok uluslu bir şirketin davranışlarını kısıtlamanın son çaresi olarak ortak davranış
kurallarıyla ilgili gayri resmi bir müzakerenin sonuçlarını seve seve kabul ederler. Diğer yandan
muhafazakârlar, sivil toplum örgütlerinin anlaşılmaz yapısından
ve onların etrafında büyümüş olan gayri resmi, katılımcı kurumlardan şüphe duymaktadırlar. Fakat
küresel ekonominin işleyişini kolaylaştıran dağınık yapılı ve çoğunlukla sorumsuz kurumlan
desteklemektedirler. Ve konu güvenlikle ilgili karar verme süreci olduğunda, resmi sorumluluğa
duyulan ihtiyacı kesinlikle itiraf etme niyetinde olmazlar. Güvenlik alanında çokçoktaraflılık, Irak
savaşı tarafından gözler önüne serilen ortak eylem sorununun çözülmesinde bir yaklaşım olabilir.
Birleşmiş Milletler, kitle imha silahlarına sahip haydut devletler gibi uluslararası güvenliğe yönelik
ciddi tehditlerle veya güçlü barış uygulama faaliyeti gerektiren çatışmalarla ilgilenme yeteneği
konusunda kısıtlamalar yaşayacağı için coğrafi ve işlevsel olarak örtüşen çok sayıda kurum, ABD ile
diğer güçlere, uluslararası işbirliğini kolaylaştıracak uygun bir araç yaratma İmkânı tanıyacaktır. Bu
durum, Kosova savaşında yaşanmıştı: Güvenlik Konseyi'ndeki Rus vetosu, Birleşmiş Milletleri hareket
edemez duruma getirdiğinde ABD ve onun Avrupalı müttefikleri olayı, Rusya'nın üye olmadığı NATO
platformuna taşımışlardı. NATO ittifakı, işlevsel açıdan hantal olmakla birlikte, askeri müdahale için
Birleşmiş Milletler'in yapamayacağı şekilde meşruiyet sağlamıştı.
Doğrusu Avrupa anayasasına yönelik girişimin suya düşmesinin ardından NATO bizzat bir güvenlik
örgütü olarak yeniden güç kazanabilir. Avrupalı Gaullcüler en başın173
NEOCONLARIN SONU

dan beri Avrupa Birliği karşısında NATO'nun önemsiz olduğunu vurgulamış ve AB'nin Amerikan
nüfuzuna karşı birleşmiş bir karşı ağırlık olacağını ümit etmişlerdir. Fakat 2OO5'in ortasında Fransa
ve Hollanda'da Avrupa anayasasını reddeden çarpıcı "hayır" oyları, Avrupa'nın daha da
derinleşmesini belirsiz bir beklemeye koymuştur. Öyle görünüyordu ki bu iki önemli Avrupa ülkesinin
halkları siyasi seçkinlere, Avrupa Birliği'nin içerisinde ulusal egemenliğe ve çeşitliliğe dayanan
dağınık bir birliği tercih ettiklerini söylüyorlardı. Bu, NATO ittifakının yeniden canlandırılması İçin
yeni olasılıklar sunmaktadır. NATO, Birleşmiş Milletler'den daha az sayıda meşruiyet sorunu
yaşamıştır. Bütün üyeleri, gerçek liberal demokrasilere sahiptir ve önemli temel değerler ile
kurumları paylaşırlar. NATO, özellikle Doğu Avrupa'nın yeni demokrasilerini kapsamak üzere
genişletildiğinden beri, ABD'nin birçok dostunun olduğu bir organdır. Ayrıca VVashington'u en çok
eleştiren Fransa'nın kendisini büyük ölçüde dışarıda tuttuğu ve Rusya ile Çin'in vetolarının
sayılmadığı bir organdır. NATO, oybirliğiyle hareket ettiği için, karar verme sürecinde etkinliğinden
büyük ölçüde feragat eder. Daha önce belirtildiği gibi, NATO mekanizmasının Kosova savaşındaki
hantallığı, Bush yönetiminin bazı üyelerinin tek taraflılığı seçmelerinin nedenlerinden biriydi. Fakat
her şeye rağmen NATO, Afganistan ve Darfur'da ABD'nin hedeflerinin desteklenmesinde önemli bir
rol oynamıştır.
Irak savaşından sonra pek çok neocon, tek taraflılığı bir ilke olarak benimsemediklerinde ısrar
ediyordu; beğendikleri çok uluslu bir örgütün adını söylemeleri istendiğinde NATO'yu işaret
ediyorlardı. Fakat bu konuda ciddi değillerdi: NATO'nun Irak konusunda Bush yönetimini destekle
174
DÜNYA DÜZENİ İÇİN KURUMLARIN YENİDEN DÜŞÜNÜLMESİ

meye niyetinin olmadığı anlaşıldığında NATO'yu da reddettiler. Çok taraflı bir çerçeve içerisinde
çalışmaya gönüllü olmak, desteği yalnızca sizin şartlarınıza göre kabul etmek anlamına gelmez; bu,
tek taraflılığın tamamen farklı bîr biçimidir.
ABD, gelecekte gerçekten de NATO ittifakı aracılığıyla hareket etmeyi düşünüyorsa, hareket
özgürlüğü ile meşruiyeti takas etmesi gerekecektir. NATO, Afganistan müdahalesini desteklemiş,
fakat Irak işgalini desteklememişti. ABD kendisini "küresel bir imtihana" değil de dünyanın gelişmiş
demokrasilerinden çoğunu kapsayan bir imtihana sokmuş olsaydı, ikinci savaşı başlatmazdı ve
kendisine hâkim olduğu için de sonunda daha iyi bir durumda olurdu.
VVashington'daki politika belirleme unsurlarının kendilerini, bu kilit ülkeler grubunun düşüncelerini
etkilemek zorunda hissetmeleri kötü bir alışkanlık değildir. ABD, hareket özgürlüğünde bu tür
kısıtlamayı kabul etmesinin karşılığında NATO'nun karar verme mekanizmasının düzene konulmasını
talep edebilir. NATO barış zamanında oybirliğiyle işler ve Kosova'da tüm üye devletlerini bombalama
hedeflerinin listeleri üzerinde mutabakata vardırması ihtiyacı, işlerin son derece ağır İlerlemesine
neden olmuştu. NATO artık yirmi altı üyeye sahip olduğuna göre, ağırlıklı oylara veya daha küçük bir
yürütme kuruluna yetki verilmesine dayanan farklı, türde bir karar verme sürecinin oluşturulmaya
çalışılması mantıklıdır.
Çok taraflı başka güvenlik örgütlerinin tasarlanmasında önemli ölçüde yaratıcılığa olanak vardır.
Örneğin Doğu Asya güvenliği İkinci Dünya Savaşı'nın sonundan beri, Washington merkezinde
toplanmış olan iki taraflı merkez ve uç İttifaklar sistemine dayanmaktadır. Ancak Soğuk Savaş iki
175
NEOCONLARIN SONU
DÜNYA DÜZENİ İÇİN KURUMLARIN YENİDEN DÜŞÜNÜLMESİ

kutupluluğu, daha karmaşık bîr duruma yol açmıştır: Kuzey Kore, kısa vadede başlıca bölgesel tehdit
haline gelmiştir; Çİn, uzun vadeli bir tehlike arz etmektedir, ama şu anda Kore'ye yardımcı olabilir;
Güney Kore, Kuzey Kore'ye yaklaşmış ve ABD'den uzaklaşmıştır; Japonya ise Çin ile Kuzey Kore'yi
dengede tutmak için ABD ittifakını kullanmayı amaçlamaktadır. Bunlarla birlikte, ASEAN Plus Three
ve Doğu Asya Zirvesi gibi ABD'yi içermeyen yeni bölgesel çok taraflı kuruluşlar ortaya çıkmıştır.
Yeni düzenlemeler ve yeni kuruluşlar için 1950'den bu yana hiç olmadığı kadar olasılık vardır.
Buradaki temel stratejik seçim, herhangi yeni bir siyasi yapının Çin'i de bünyesine katıp
katmayacağıdır. Örneğin Kuzey Kore'nin nükleer programıyla İlgili Altı Ulus Görüşmeleri'nin, Avrupa
Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) gibi, bölgesel güvenlik konularının tartışıldığı bir forum
sağlayacak beş üyeli daimi bir örgüte dönüştürülmesi mümkün olacaktır.13 Buna alternatif olarak,
başlangıçta ABD, Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda ve belki de Hindistan'ı içerecek, öncelikle
entegre bir ekonomik alan ve muhtemelen daha sonra da yeni bir güvenlik paktı olarak Doğu Asya'nın
demokratik devletlerinden oluşan bir koalisyonun oluşturulmasına başlanabilecektir. Bugünkü
noktada Japonya, Çin'i kapsayan çok taraflı yeni bir örgütü istemeyecektir; öte yandan ASEAN
ülkelerinin çoğu, Çin'i dışlayan bir serbest ticaret alanına karşı çıkacaktır. Çok çoktaraflı bir
dünyada ABD, Çin'i kapsayan ve kapsamayan kuruluşlar oluşturmaya çalışabilir. İlki Çin'i içine almaya
ve onun bölgedeki artan etkisini tanımaya çalışacaktır; ikinci İse Çin'in açıkça saldırgan olması
ihtimaline karşı bir koruma olacaktır.
Birçok Amerikalı, demokratik olmayan pek çok devleti içerdiği ve demokratik olmayan devletlerin
çeşitli sözde suistimalleri gerekçesiyle ABD'ye ve İsrail gibi diğer gerçek demokrasilere riyakârca
saldırabildikleri bir platform haline geldiği için Birleşmiş Milletler'i haklı olarak eleştirmektedir. Bu
eleştiri, dünyanın anlayış olarak Immanuel Kant tarafından tasarlanmış Milletler Cemiyeti'ne benzer
bir demokratik devletler İttifakına ihtiyaç duyduğunu göstermektedir. (Kant'ın kafasındaki
cemiyet, nihai Milletler Cemiyeti veya Birleşmiş Milletlerin aksine, üyelerinin cumhuriyetçi yönetim
biçimine sahip olmalarını şart koşuyordu.) NATO bu tür bir örgüttür, ama yalnızca Avrupa ve Kuzey
Amerİka'daki demokrasileri kapsamaktadır.
Aslında demokrasilerden oluşan Demokrasiler Topluluğu adında geniş bir örgüt vardır. Bu grup 2000
yılında, Clİnton yönetiminin desteğiyle Varşova'da kurulmuştu. Üyelerinin arasında, 1970'lerden
itibaren demokrasiye geçmiş olan Doğu Avrupa, Latin Amerika ve Doğu Asya'daki Üçüncü Dalga
demokrasilerin birçoğu bulunmaktadır. Fakat Demokrasiler Topluluğu, o tarihten beri neredeyse hiç
ortalarda görünmemiştir: örgüt, daimi kadrosu veya sekreterliği olmadan ayakta tutulmuştur, fakat
herhangi bir açık görev veya başarı hedefi
yoktur. Demokrasiler Topluluğu, seçim denetimleri, eğitimi veya AGİT tarafından verilen diğer
destek biçimleri sağlayarak demokrasiyi destekleme görevini geliştirebilir. Ancak zengin ülkelerin
sunacakları kaynaklar ve ilgi olmadan bu gerçekleşmeyecektir. Demokrasiler Topluluğu'nun kurumsal
kalkınmasına daha fazla ilgi gösterilmiş olsaydı, bu topluluk 11 Eylül'den sonra Ortadoğu
demokrasinin desteklenmesinde önemli bir rol oynayabilirdi. Bush yönetimi, Irak savaşını başlatarak
ve
176
177
NE&CONLARIN 50NU

Filistinlilerin kötü durumuna karşı kayıtsız görünerek kendisinin demokrasiyi destekleme çabalarına
leke sürmüştür. Ortadoğu'da çok sayıda İnsanın demokrasiyi tamamen kendileri için istemesine
rağmen bölgede o kadar büyük bir Amerikan karşıtlığı vardır ki, bu insanlar çoğu kez, kendilerini
ABD ve Amerikan desteğinden uzak tutma ihtiyacını hissetmektedirler. "Daha Geniş Ortadoğu"
demokrasi girişimi fikri Washington yerine Demokrasiler Topluluğu'ndan gelmiş olsaydı, bu fikir
bölgede daha kolaylıkla benimsenebilirdi. Jeremy Rab kin, 21. yüzyılda küresel düzenin, demokratik
meşruiyet ile hukukun üstünlüğünü uygulama gücünü (en azından potansiyel olarak) birleştiren yegâne
uluslararası unsurlar olan egemen devletler temeli üzerine kurulması gerektiğini altını çizerek İddia
etmiştir. Ona göre, uluslararası işbirliği meşrudur, ama bu yalnızca uluslararası bir organa verilen
yetkinin kesin ve kısıtlı olduğu ve devletlerin eninde sonunda denetim altında tutuldukları şartlar
altında gerçekleşmelidir.14
Egemenliğe dayanan bu tamamen geleneksel dünya düzeni anlayışına önerilecek çok şey vardır.
Rabkin'İn dikkat çektiği üzere bu anlayış başlangıçta, Avrupa'da ülkelerin komşularının İçyapılarını
değiştirmeye çalıştıkları uzun süren kanlı din savaşlarının sonunda devletlerin amaçlarını
ılımlaştırmak niyetiyle tasarlanmış bir doktrindi. Fakat bu bakış açısıyla ilgili birtakım sorunlar
vardır.
Öncelikle, dünyanın her yanında yönetim anlayışını iyileştirmeyi ve demokrasiyi desteklemeyi
amaçlayan bir dış politikayla uyuşmaz. Yukarıda belirtildiği gibi, önleyici savaş yoluyla rejim
değişikliği, iç siyasal kalkınmaya dayandırılması gereken demokratik değişimin desteklenmesi için
faydalı bir yöntem değildir. Bununla birlikte ABD ve diğer 178
DÜNYA DÜZENİ İÇİN KURUMLARIN YENİDEN DÜŞÜNÜLMESİ

yabancı ülkeler, Sırbistan, Gürcistan ve Ukrayna'dakİ demokratik hareketleri eğitim, para ve seçim
yardımıyla desteklediklerinde aslında bu ülkelerin egemenliklerini çiğnemiş oldular. Geleneksel
egemenliğe saygı duyulması, nihayetinde devrimci olan Amerikan dış politikası gündemine uymayan
gerçekçi bir tutumdur.
ikinci olarak, Stephen Krasner'in işaret ettiği gibi, Rabkin'in egemenlik anlayışı tarih boyunca
sürekli olarak o denli çiğnenmiştir ki, Krasner bu fikri "örgütlü ikiyüzlülüğün" bir biçimi olarak
adlandırmıştır.15 Devletler yalnızca diğer devletlerin egemenliklerini çiğnememişlerdir; amaçlarına
uyduğunda kendi egemenliklerinin ellerinden alınmasına da isteyerek razı olmuşlardır. Bunun yakın
zamanda yaşanan en bilinen örnekleri, EVIF veya Dünya Bankası kredileri karşılığında siyasi ve
kurumsal reformlar yapmayı kabul etmiş olan gelişmekteki ülkelerdir. Eğer egemenliğin temel şartı,
bir devletin kendi toprakları üzerinde kanunları uygulama gücü ise, gelişmekte olan dünyadaki
ülkelerin çoğu ve muhtemelen birçok gelişmiş ülke de egemen devletler değildir.
Beşinci bölümde gördüğümüz gibi, devletin güçsüzlüğü ve başarısızlığı, gelişmekte olan dünyadaki
yoksulluğun muhtemelen en önemli kaynakları arasında yer almaktadır. Eğer bu doğruysa, büyük bir
yitik egemenlik kriziyle karşı karşıyayız demektir. İdeal bir küresel düzenin, tutarlı olarak kurallar
koyup bunları uygulayan ve diğer devletlerle oldukça eşit bir temelde ilgilenme imkân ve kabiliyetine
sahip devletler sistemi üzerine oturtulması gerektiğini savunmakta herhangi bir sakınca yoktur.
Fakat en zayıf veya başarısız devletleri
bu şartlan karşılayacak duruma nasıl getireceğimize dair en ufak bir fikrimiz yoktur. Siyasi
kalkınmayı, iyi yönetimi ve demokrasiyi destekleyebiliriz, ama öngörülebilir
179
NEOCONLARIN SONU

gelecekte geleneksel egemenlik modeline gerçekten de uymayan çok sayıda devlet olacaktır. Bosna,
Kosova, Somali ve Afganistan gibi başarısız devletlerle ilgilenirken, Avrupa Birliği'nden ABD'ye ve
Dünya Bankası'na kadar birçok dış unsurun, bu bölgelere tam egemenliğin dönüşünden önce geçiş
düzenlemelerini denetlediğini varsaymıştık. Fakat bunun gerçekten böyle yapılması olasılığı çok
uzaklardadır.
Bu gerçeklik, Krasner ve diğer gözlemcileri aksi yöne, devletlerin belirli temel yönetim hizmetlerini
sağlamak aslında iyi yönetimin buna sahip hükümetlerden örnek alınması için uluslararası toplumdan
uzun vadeli yardımı kabul ettikleri ortak egemenlik modellerine doğru ilerlememiz gerektiğini iddia
etmelerine yol açmıştır.16 Ortak egemenliğin yakın zamandaki en çarpıcı örneği, ÇadKamerun gaz
boru hattıdır; Çad hükümeti, doğal gazdan beklenen enerji gelirlerini Dünya Bankası ve diğer
uluslararası emanetçiler tarafından yönetilecek bir emanet fonuna vermeyi kabul etmişti. Aslında
Çad, uluslararası toplumla, kendi enerji gelirlerini gerektiği gibi kullanamayacağı, bir yolsuzluk ve
rant bataklığının içine çekilmesinin önlenmesi için dış yardıma ihtiyaç duyduğu konusunda anlaşmaya
varmıştı. ÇadKamerun boru hattı yalnızca Çad'da değil, birçok insanın bu olayın egemenlik için kötü
bir örnek oluşturduğuna inandığı Afrika'nın geri kalan kısmında da büyük tartışmalara yol açmıştı.
Ortak egemenlik ileride bir gün, daha geniş ölçüde kabul gören bir model olacak olursa, bu durum
ancak yönetim görevlerinin paylaşıldığı dış unsurun meşru olarak görülmesi şartıyla gerçekleşecektir.
Diğer bir deyişle, iyi yönetimlere sahip hükümetlerin, bundan yoksun diğer hükümetlere yönetim
ihraç etmeleri gerekecektir. Fakat şu an itibariyle meşru bir ihracat rejimi yoktur ve bu model
hayata geçecekse bunun oluşturulması şarttır.
180
YEDİNCİ BÖLÜM Farklı Bir Amerikan Dış Politikası
Bu noktada, tarihîn Irak savaşını insaflıca biçimde yargılayacağı oldukça belirsizdir. Bush yönetimi,
Irak'ı işgal ederek yalnızca kendisini tatmin eden bir kehanet oluşturmuştu: saldırılacak bol
miktarda Amerikan hedefine sahip Irak bugün mücahit teröristler için bir mıknatıs, eğitim alanı ve
faaliyet üssü olarak Afganistan'ın yerine geçmiştir. Ürdünlü mücahit Ebu Musab El Zerkavi ile
Irak'taki Baasçılar arasındaki savaş öncesi zayıf bağlantı artık, ABD işgaline karşı ortak bir
öfkeden beslenen tam Ölçekli bir ittifak haline gelmiştir. Şii egemenliğindeki demokratik bir Irak
oluşturmak için ABD'nin elinde hâlâ bir fırsat vardır, ama yeni hükümet önümüzdeki yıllarda çok
güçsüzleşecek ve ABD askeri desteğine aşırı bağımlı hale gelecektir. Irak'a hafif kuvvetlerle girip
bu ülkeden hemen çıkmayı isteyen Savunma Bakanı Rumsfeld, bu stratejinin bir sonucu olarak ABD
ordusunu uzun vadeli bir gerilla savaşı bataklığına sokmuştur. Vietnam Savaşı sonrasında oluşturulan
tamamen gönüllü kişilerden kurulu bu kuvvet, asla bu tür uzun süreli savaşlar yürütmek üzere
tasarlanmamıştı ve zaman ilerledikçe yeni asker alma sürecini ve morali ayakta tutmakta zorluk
yaşayacaktır. ABD sonunda geri çekilip arkasında sağlam bir demokrasi bırakacak olsa bile
maliyetler muazzam ola
181
NEOCONLARIN SONU

çaktır: işgalden sonraki ilk iki yıl içerisinde ABD, birkaç yüz milyar dolar harcamış ve yaklaşık 1
5,000 ölü ve yaralı vermişti Amerikan işgali ve ayaklanma sonucunda ortaya çıkan Iraklı ölü sayısı on
binlerle ifade edilmektedir; Saddam Hüseyin'in koltuğunda kalmasına izin verilmesi durumunda
sürekli suistimaller yaşanacak olsaydı da, yardım etmeye çalıştığımız bir ülkedeki bu zayiatlar, çok
büyük bir beşeri maliyet olduğunu göstermektedir. Amerika'nın Irak'la meşgul olması,
Washington'un dünyanın diğer bölgelerindeki seçeneklerini
kısıtlamakta ve başlıca politika belirleyicilerinin dikkatini, uzun vadede daha büyük stratejik
zorluklar sunmaları muhtemel olan Asya benzeri diğer bölgelerden uzak tutmaktadır. Şu açık bir
şekilde görünüyor ki, Bush yönetimi İkinci döneminde önleyici savaş yoluyla rejim değişikliğini, dış
politikasında ikinci sıraya almıştır. Şer ekseninin diğer iki üyesi İran ve Kuzey Kore sorununda
yönetim, rejim değişikliği gerçekleştirmek için askeri güç kullanmaya niyetli olmadığının işaretini
vermiştir. Bu kısmen, yalın gerçekliğin kabul edilmesidir: ABD kuvvetleri, Irak'ta devam eden savaş
nedeniyle şu anda aşırı gerilmiş durumdadırlar ve ne olursa olsun ne İran'ın ne de Kuzey Kore'nin
nükleer programını durdurmaya yönelik müdahale için herhangi bir basit seçenek yoktur. Fakat
işlevsel kısıtlamaların dışında yönetim, Irak savaşı İçin çok büyük bir siyasi bedel ödediğinin ve
önleyici savaşın Amerikan stratejisinin ana parçası olamayacağını anlamış gibi görünmektedir.
Condoleezza Rice'ın içgüdüleri, Donald Rumsfeld'inkilerden çok Colin Povvell'ın içgüdülerine yakın
gibi görünüyor ve Rice aynı zamanda Başkan Bush'tan çok geniş yetkiler almıştır. Fakat yönetimin,
İlk
182
FARKLI BİR AMERİKAN DIŞ POLİTİKASI

dört yılı içerisinde kendi başına açtığı sorunları düzeltme yeteneği kısıtlı olacaktır. Amerika'nın
güvenirliliğinin onarılması, bir halkla ilişkiler meselesi olmayacaktır; yeni bir ekip ve yeni politikalar
gerektirecektir.
Irak'ta yaşanan başarısızlığın sonuçlarından biri de, neocon gündeminin tamamının gözden düşmesi
ve gerçekçi dış politikayı savunanların yeniden güç kazanmaları olacaktır. Şimdiden, Amerika'nın
imparatorluk tutkusunu yeren ve dünyayı demokratik olarak yeniden şekillendirmeye çalışma
düşüncesini acımasızca eleştiren çok sayıda kitap ve makale vardır.1 Neocon gündemine yönelik güçlü
tepki burada sona ermeyebilir. Oğulları ve kızları Ortadoğu'da savaşan ve ölen Amerikalı
Cumhuriyetçi (acksoncu muhafazakârlar, Irak savaşına destek verilmesinde neocon'ların yanında yer
almışlardı. Fakat politikada gözle görülen bir başarısızlık onları tekrar, her halükârda kendileri için
daha uygun bir siyasi tutum olan daha izolasyon yanlısı bir dış politikaya doğru itebilir.
Bu tepkinin oluşması ve ABD'nin Vietnam'dan sonrakine benzer bir diğer geri çekilme sürecinden
geçmesi çok kötü olacaktır. ABD, dünya siyasetinde büyük tutkulardan vazgeçemeyecek kadar
büyük, zengin ve etkili olmaya devam etmektedir. İhtiyaç duyulan şey dar bir gerçekçiliğe değil,
devletlerin içlerinde ne olup bittiğinin bilinmesinin dünya düzeni için önemini bilen ve demokratik
amaçlara ulaşılmasına yönelik mevcut araçlara daha iyi uyan gerçekçi Wilsonculuğa dönülmesidir. Bu
tür bir politika, neocon düşüncenin eski gündeminin idealist kısmını ciddiyetle ele alacaktır, ama eski
ve neocon'ların nadiren ciddiye aldıkları kalkınma, uluslararası kurumlar ve çok sayıda meseleye yeni
bir gözle bakacaktır.2
183
NEOCONLARIN SONU

Bu, öncelikle, Amerikan dış politikasının çarpıcı biçimde gayri askerileştirilmesi ve diğer tür politika
araçlarına yeniden vurgu yapılması anlamına gelmektedir. Askeri müdahale yoluyla önleyici savaş ve
rejim değişikliği masadan asla tamamen kaldırılamaz, ama bunlar çok uç önlemler olarak görülmelidir.
Haydut devletlerle mücadelede "bekleyecek durumda değiliz" demek yeterli değildir, çünkü güç
kullanımıyla ilgili basit, açık seçeneklere nadiren sahibiz. ABD Ulusal Güvenlik Stratejisinin, önleyici
savaşın meşru olduğuna ne zaman inanabileceğimizi gösteren açık kıstaslar sağlayacak şekilde resmi
olarak gözden geçirilmesi ve bu kıstasların hem kısıtlayıcı hem de kesin ve apaçık olması
gerekmektedir. Dördüncü Dünya Savaşı ve teröre karşı küresel savaş hakkındaki konuşma sanatı
sona ermelidir. Afganistan'da ve Irak'ta İsyana karşı koymak için ve uluslararası cihat hareketine
karşı, hepsini kazanmamız gereken, şiddetli savaşlar yürütmekteyiz. Fakat bu geniş çaplı
mücadelenin dünya savaşları veya Soğuk Savaş'la kıyaslanabilir küresel bir savaş olarak algılanması,
Arap ve Müslüman dünyalarının büyük bir kısmıyla mücadele ediyormuşuz izlenimi uyandırarak
sorunun kapsamını son derece abartmaktadır. Irak savaşından önce
bütün dünyada, şehit olmayı ve ABD'ye yok edici zararlar vermeyi göze alacak olan en fazla birkaç
yüz bin kişiyle savaş halindeydik. Sorunun çapı artmıştır, çünkü bir girdap yarattık; asıl müdahalenin
nedenleri ne olursa olsun, Irak'ta güçlü ve istikrarlı bir hükümet kurmadan oradan ayrılmak, Sünni
üçgeninde ateşli bir terörist barınağı bırakacaktır. Cihat terörizmine karşı mücadelenin çoğu,
müttefiklerimiz tarafından Batı Avrupa'da verilecektir; teröristlerin
184
FARKLI BİR AMERİKAN DIŞ POLİTİKASI

birçoğu Avrupa vatandaşı olacağı için bu mücadelede doğrudan çok az rolümüz olacaktır. Irak ve
Afganistan'daki muharebe operasyonlarının dışında, cihada karşı mücadele bir savaştan çok, polis ve
istihbarat birimlerinin operasyonuna benzeyecektir. ABD, hem siyasi hem de ekonomik kalkınmayı
desteklemelidir ve dünyadaki bütün devletlerin İçlerinde gelişen olaylarla ilgilenmelidir. Bunu
öncelikle İyi yönetim, siyasi sorumluluk, demokrasi ve güçlü kurumlara odaklanarak yapmalıyız. Fakat
bunu gerçekleştirmede kullandığımız başlıca araçlar çoğunlukla yumuşak güç alanında yer almaktadır:
bir örnek oluşturma, eğitip öğretme, tavsiye ve çoğu kez parayla destekleme yeteneğimiz. Gerek
ekonomik gerekse siyasi kalkınmanın sırrı, süreci ilerletenlerin neredeyse hiçbir zaman yabancılar
olmamasıdır. Reform ve kurumlar için bir talep oluşturması ve sonuçlar üzerinde nihai söz hakkına
sahip olması gerekenler, her zaman için toplumların içerisindeki bazen küçük bir seçkinler grubu,
bazen daha geniş sivil toplum insanlar olmalıdır. Bu süreç, kurumlar inşa edilirken, örgütler
kurulurken, koalisyonlar oluşurken, normlar değişirken ve şartlar demokrasiye geçiş için
olgunlaşırken muazzam sabır gerektirir. Bu süreç bazen, Balkanlar'da olduğu gibi, sert gücün
uygulanmasından yararlanabilir, ama bu tür bir uygulama genellikle yerel unsurların hareketlerinin
tamamlayıcısı olarak görülmelidir. Bush yönetimi, ikinci döneminin başlarına kadar, istikrara yapılan
vurgudan uzaklaşıp Mısır ve Suudi Arabistan gibi müttefiklerin reformlar gerçekleştirmeleri
gerektiği şeklinde nazik önerilere yönelerek, sözlerle anlattığı duruşunu büyük ölçüde Ortadoğu'da
demokrasi meselesine kaydırmıştı. Condoleezza Rice, dışişleri bakanı olarak, yönetimin 185
NEOCONLARIN SONU

serbest seçimlerde aşırı grupların iktidara gelmeleri riskini almaya hazır olduğunu oldukça açık
biçimde ifade etmiştir.3 Bu, istenilen bir değişikliktir, ancak bunu neden yaptığımız konusunda
kafamızda soru işaretlerinin olmaması önemlidir.
Ortadoğu'nun demokratikleştirilmesi, terörizmle olan sorunumuzu çözeceği için değil, kendi
doğruluğu içerisinde arzu edilen bir şeydir. Olivier Roy'un mücahitliğin kaynaklarıyla ilgili analizi
doğru ise, terör sorunun Önemli bir kısmı Ortadoğu yerine Batı Avrupa'da yatıyor ve bu sorunun
göç, küreselleşme ile dünyanın zaten özgür ve demokratik olan bir bölümünün diğer özelliklerinin yan
ürünü olması demektir. Mısır ve Suudî Arabistan bir gece içerisinde istikrarlı demokrasilere
dönüştürülseler bile, derinlere kök salmış bir terör sorunu önümüzdeki yıllarda karşımızda
duracaktır.
Ayrıca Ortadoğu demokrasisinin olası kısa vadeli maliyetleri konusunda kendimizi aldatmamalıyız.
Türkiye'nin Batılı modeller üzerine kurulu iâik bir demokrasiye geçişine benzer bir geçişin Arap
dünyasının çoğu bölgesinde gerçekleşmesi son derece olasılık dışıdır. Büyük demokrasi, çoğulcu bir
siyasi düzen içerisinde İslamcı grupların siyasi katılımına tanık olacaktır. Bu grupların birçoğunun
demokrasiye bağlılığı şüphelidir. Her ne kadar pek çoğu seçimlerde yer almak isteyecek olsa da,
bunların çoğu hiç de özgürlükçü değildir ve Gazze'deki Hamas veya Lübnan'daki Hizbullah gibi,
bazıları da terör örgütleridir. Bunların sonunda, çoğulculuğu sırf zorunluluktan değil de bir ilke
olarak kabul etmeye istekli olan daha sorumlu siyasi partilere dönüşmelerini umut edebiliriz. Fakat
kadın hakları, dini hoşgörü ve benzeri şeylerle İlgileniyorsanız kısa vadede ortaya çıkacak sonuç hiç
de iç açıcı olmayabilir.4
186
rARKLI BİR AMERİKAN DİŞ POLİTİKASI

Arap dünyasında siyasi reform arzu edilse de ABD, kısa vadede büyük bir sorunla karşı karşıyadır:
bölgede neredeyse hiç güvenilirliği veya ahlâki otoritesi yoktur. ABD hakkındaki genel izlenim
Özgürlük Anıtı değil, Ebu Garib hapishanesinde kötü muamele gören tutsakların fotoğraflarıdır; Batı
yanlısı liberal reformcular, ABD île aralarına mesafe koymak zorunda olduklarını hissetmektedirler
ve Ulusal Demokrasi Vakfı gibi kuruluşlardan bağış kabul ettikleri gerekçesiyle hedef
alınmaktadırlar. Bunun sürekli bir durum olmaması ümit edilmelidir, fakat bu durum,
VVashington'dan siyasi değişiklik konusunda büyük bir girişimin bu noktada ters etki yaratacağı
anlamına gelebilir. Bu zorluk, demokrasi ve reformun desteklenmesi için Demokrasiler Topluluğu gibi
kendilerini VVashington'dan bir parça da olsa uzak tutabilecek alternatif uluslararası kurumlar
olmasının öneminin altını çizmektedir.
Bush yönetimi ve onun neocon destekçilerinin Irak savaşında önce farkına varamadıkları şey, Soğuk
Savaş'tan sonra ortaya çıkan orantısız tek kutuplu dünyanın Amerikan karşıtlığının yeni akımlarını
canlandırmış olduğu gerçeğiydi. Bunun işaretleri, 2000 seçimlerinden önce açık bir şekilde
görülüyordu. Bu gerçeğin farkına varılmasının yönetimi yönlendireceği nokta, Amerika'nın gücünün
kullanılmasından vazgeçilmesi yerine bu gücün kullanımında daha dikkatli olunması, sert yerine
yumuşak gücün kullanılması ve dünyanın şekillendirilmesi konusunda göze daha az çarpan, dolaylı
yöntemlerin geliştirilmesi olmalıydı. Amerika'nın gücü, dünya düzeni için hayati önem taşımayı
sürdürmektedir; ABD dünya sahnesinde yalnızca İsveç veya İsviçre'nin dev bir çeşidi değildir.
Ancak Amerika'nın
187
NEOCONLARIN SONU

gücünün en etkili olduğu zamanlar çoğu kez bu gücün görünmediği dönemlerdir. Doğu Asya'daki ABD
kuvvetleri ile ABDJapon ittifak), Japonya'nın nispeten zayıf bir askeri yapıya sahip olmayı
sürdürmesine İmkân sağlayarak Çin, Kore ve Asya'daki diğer devletleri tehdit edecek yeniden
askerileştirilmeyi engellemektedir. ABD, dünyanın her yerine konuşlanmasına imkân tanıyan büyük
kuvvetlere, daha da önemlisi teknolojiye, hareket kabiliyetine ve lojistik ağlara sahip olması
nedeniyle orta ölçekli güçleri, kendi bölgelerine askeri açıdan hâkim olmaya çalışmaktan
caydırmaktadır.
Amerika'nın gücü, örtülü kullanıldığında çoğu kez daha faydalı olmuştur. ABD'nin kendi ordusuna
yaklaşık olarak bütün dünyanın toplamı kadar harcama yapıyor olduğu gerçeğine rağmen İrak savaşı,
ABD ordusunun etkiliğinin belirgin sınırları olduğunu göstermiştir. Bu ordu, uzun süreli
ayaklanmalarla mücadele edecek kadar İyi yapılandırılmamıştır; Irak savaşının zorluklan, Pentagon'u
Bush yönetiminin ikinci döneme ait Dört Yıllık Gözden Geçirmesinde ABD'nin eş zamanlı iki bölgesel
savaşı yürütebilme kabiliyetini sorgulamaya zorlamıştır.
Günümüz tek kutuplu dünyasında Amerikan gücünün kullanılmasıyla ilgili tarihte üzerinde
düşünebileceğimiz Örnek, Kissinger'ın gözdesi gerçekçi Avusturya Prensi Metternich değil, Alman
Şansölyesi Otto von Bismarck'tır. Bismarck, Almanya'yı birleştirmek ve Orta Avrupa'da egemen bir
konum elde etmek için Avusturya ve Fransa'ya karşı olmak üzere iki savaş başlatmıştı. Ancak 1871
yılı itibariyle bunun başarılmasının ardından Bİsmarck, Almanya'nın başlıca görevinin Almanya'nın
statükocu bir güç haline gelmesinden korkmuş ve bu duruma kızgın komşularına
188
FARKLI BİR AMERİKAN DIŞ POLİTİKASI

güven vermek olacağını anlamıştı. Gözle görülen hedefi, Almanya'nın gücüne açıktan açığa karşı
koymaya çalışacak düşmanca koalisyonların oluşumunu engellemekti. 1871'den sonraki diplomasisi bu
hedefe, Reasürans Anlaşması, Berlin Konferansı ve yeni Alman gücünün çehresini yumuşatmak üzere
tasarlanmış diğer sayısız girişimler yoluyla mükemmel biçimde ulaşmıştı. Fakat onun halefleri,
korkutmak yerine güven vermek gerektiği konusunda aynı duru anlayışa sahip olamadılar ve büyük bir
donanma inşa etmek gibi saçma sapan şeyler
yaptılar. Bunun sonucunda, Birinci Dünya Savaşı'na zemin hazırlayan FransızRusİngiliz Anlaşması
doğdu.
ABD, Fransa ve Almanya'nın düşmanca bir askeri koalisyon oluşturmalarına neden olmayacaktır, ama
sorumsuzca kullanılan Amerikan gücünün günümüz siyasetindeki başlıca sorunlardan bîri olduğu
görüşü üzerinde normalde tartışmalar yaşayan Avrupalılar arasında büyük bir birliğe neden olmuştur.
Bu da, Almanya ve Fransa gibi ülkelerin Amerika'nın girişimlerini engellemeye çalıştıkları veya
Amerika işbirliği istediğinde bunu reddettikleri "yumuşak dengeleme" ile sonuçlanmıştır.5 Benzer
şekilde, Asya ülkeleri de bölgesel çok taraflı örgütler oluşturmakla meşguldürler çünkü
VVashington'un kendilerinin ihtiyaçlarıyla yakından ilgilenmediğini algılamaktadırlar. Venezüella'da
Hugo Chavez, And Dağları ve Karayİp'teki ülkeleri Amerika'nın yörüngesinden çıkarmak için petrol
gelirlerini kullanmaktadır; öte yandan Rusya ve Çin ise ABD'yi yavaş yavaş Orta Asya'dan atmak için
işbirliği yapmaktadırlar.
Bismarck'ın Almanya'sının yapabileceğinden daha fazla fiili güce sahip olduğunu hesaba katacak
olursak ABD, korku ve öfkeye neden olmanın önüne geçemez, ama üs
189
NEOCONLARtN SONU
FARKLI BİR AMERİKAN DIŞ POLİTİKASI

ünlüğünü önemsiz göstermek için kasten bazı yollar arayarak tepkiyi en az düzeye indirmeye
çalışabilir. Bush yönetimi, bunun neredeyse tam tersini yapmıştır: Afganistan müdahalesi dışında
"bir karşılık vermediği" takdirde nedense güvenilirliğini kaybedeceği inancıyla, 11 Eylül'e karşılık
olarak bir değil, iki savaş başlatmıştı; açık uçlu bir rejim değişikliği ve önleyici savaş doktrini ilan
etmişti; bir dizi uluslararası kurumdan ayrılmış veya bunları eleştirmişti ve kendi kendine ilan ettiği
dünyanın iyiliksever biçimde düzenlenmesi içerisinde üstü kapalı olarak Amerikan ayrıcalığı ilkesini
bildirmişti.
Bu noktada Amerika'nın gücünün uygulanabilmesiyle ilgili en önemli yol, askeri gücün değil,
uluslararası kurumların şekillendirilmesinde ABD'nin yeteneğinin kullanılmasıdır. John Ikenberry,
bunun ABD'nin İkinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrasındaki yıllarda o zamanki üstün gücünü kullanma
şekliyle kesinlikle aynı olduğunu iddia etmektedir.6 Neocon'lar, Amerikan idealleri ve çıkarlarının
çoğu kez kesiştiği konusunda gerçek bir anlayışa sahiptiler, ama bu kesişmenin en çok Amerika'nın,
kendisiyle hemfikir devletlerle uzun vadeli işbirliğine ulaşabilmesi için kullanabileceği sağlam siyasi
yapılar oluşturabilme yeteneği aracılığıyla gerçekleşeceğini anlayamamışlardı. İşe yarar uluslararası
kurumların kusurları, Irak savaşının ardından açık biçimde gözler önüne serilmiştir.
Dünya düzeniyle ilgili gerçekçi kurumlar, 11 Eylül sonrası dönemde, birbirleriyle çelişen iki şeye
ihtiyaç duymaktadırlar: güç ve meşruiyet. Güç, yalnızca haydut devletlerden değil, aynı zamanda
gelecekte kitle İmha silahlan kullanabilecek devlet olmayan yeni unsurlardan gelecek teh
190
ditlerle mücadele etmek için gereklidir. Süratle ve kesin biçimde konuşlandırılabilir olmalıdır;
kullanımı, bazı durumlarda ulusal egemenliklerin ihlal edilmesini gerektirecektir ve bazı durumlarda
da önceden müdahaleyi gerektirebilecektir.
Diğer yandan uluslararası meşruiyet, doğaları itibariyle ağır hareket eden, katı ve hantal usuller ve
yöntemlerce kösteklenmiş olan uluslararası kurumlar aracılığıyla hareket edilmesini
gerektirmektedir. Meşruiyet nihayetinde, ağır diplomasi ve ikna sürecinin bir yan ürünü olan izine
dayanmaktadır. Uluslararası kurumlar kısmen, izni elde etmenin işlem maliyetlerini azaltmaları
amacıyla varlıklarını sürdürürler, ama en İyi şartlar altında bile ister İstemez güvenliğin
gerektirdiğinden daha ağır hareket ederler.
Gerçekten demokratik evrensel, özellikle de Birleşmiş Milletler gibi küresel ölçekte temsilci olmayı
amaçlayan kurumlar oluşturup oluşturamayacağımız belli değildir. Avrupa Birliği, genel olarak ortak
bir kültürü ve tarihi paylaşan bir kıta üzerinde çok uluslu bir varlık
kurmaya çalışmakta ve büyüdükçe, hem meşruiyet hem de etkililikle ilgili çok büyük engellerle
karşılaşmaktadır.
Diğer yandan, seçim, yargı, yürütme yetkisi ve bağımsız güçler kurumlarının tümüne sahip gerçek bîr
demokrasiye uluslararası ölçekte ulaşılması zor görünüyorsa, daha mütevazı olan demokratik
sorumluluk hedefine belki erişilebilir. Böyle düşünülmesinin nedeni oldukça basittir; Soğuk Savaş'tan
sonra bugün, geçmişe göre çok daha fazla ülke demokratiktir. Öngörülebilir gelecekte uluslararası
işbirliğinin egemen devletlere dayanması gerekecek olsa da ortak meşruiyet ve İnsan hakları
düşünceleri, kendileri sorumlu 191
NEOCONLARIN SONU
FARKLI BİR AMERİKAN DIŞ POLİTİKASI

olmayan rejimlere karşı ABD'nin sorumlu olmaması gerektiği yönündeki itirazları


hafifletecektir.
ABD'nin, uluslararası sisteme nispeten gücünün zirvesinde olduğu bir dönemde neden
gereksiz yere kendisini yasal olarak bağlamayı isteyeceği sorulabilir. Uluslararası kurumlar,
Gullİver'i bağlamak için başka yolları olmayan dünyanın Lilliputluları* içindir. Amerika,
yalnızca kendi bölgesinde değil, dünyanın büyük bölümünde egemendir; bunu neden
değiştirsin ki?7 Bu elbette, Thucydides'in ünlü diyalogunda Atinalıların Melianlara sordukları
soruydu.
Cevaplardan bîri, Amerikan inançlarıyla ilgilidir. Fransız yazar Pİerre Hassner bir zamanlar
tesadüfen Leo Strauss'un öğrencisi olmuştu Amerikalıların, yerel kurumlarında denetim ve
denge mekanizmalarına İnandıklarını, çünkü İyi niyetli ve demokratik olarak meşrulaştırılmış
olsa bile tek bir elde toplanmış güce güven duymadıklarını gözlemlemiştir.8 Fakat Hassner,
Soğuk Savaş sonrası tek kutuplu dünyada Amerikalıların hiçbir eleştiride bulunmadan ABD
hegemonyasını destekleyip dünyanın geri kalanına, "Bana güvenin" dediklerini iddia
etmektedir. Eğer kontrolsüz güç yerel bağlamda yozlaştırıcı bir etkiye sahipse, gücü elinde
tutan için uluslararası olarak da kötü olmaması için bir neden var mıdır?
Bush yönetiminin ilk dönemdeki hatalarının ilkesel değil, sağduyuyla ilgili yanlışlar olduğu
savunulabilir. Yönetim, ABD'nin alışılmamış zorluklar karşısında güç kullanmaktan ve riskler
almaktan kaçınamayacağını anlamıştı; yalnızca düşeş yerine hepyek atma talihsizliğini
yaşamıştı.
Culliver'in Seyahatleri'nde adı geçen cüceler ülkesi. (Ç.N1
Bu hataların yalnızca şanssızlık ve 11 Eylül saldırılarının ardından doğan olağanüstü şartların ışığında
affedilebilir olup olmadıklarını veya sabit bir tutumu ve aşırı özgüveni yansıtıp yansıtmadıklarını
değerlendirmek her bireyin kendi inisiyatifine kalmıştır. Fakat bu hataların dünyanın tek süper gücü
tarafından yapılmış olması gerçeği, Amerikan iyiliksever hegemonyasına dayanan bir dünya düzenin
tam merkezinde bulunan can alıcı kusuru açığa çıkarmaktadır. Egemen devlet, güç kullanımında
yalnızca iyi niyetli değil, aynı zamanda İhtiyatlı ve akıllı olmalıdır. Bir zamanlar, Amerikalıların
önderlik etmeyi hak ettiklerini, çünkü diğer İnsanlardan "daha uzağı görebildiklerini" İddia eden kişi
Condoleezza Rice değil, Bili Clinton'un dışişleri bakanı Madeleine Albrİght'dı. Eğer bunlar tutarlı
biçimde doğruysa ve geniş çapta kabul görüyorsa, dünya yine istemeyerek de olsa önceliği
Amerika'nın görüşüne ve isteklerine verecektir. Amerika'nın görüşünün diğerlerinden çok daha
Öngörüden yoksun olduğu ortaya çıkması durumunda bu, tek kutuplu dünyamızın sancılı bir sürece
girmek üzere olduğu anlamına gelmektedir.

-son-
www.iskenderiyekutuphanesi.com

192 193
NOTLAR
BitindBölüm: İlkeler ve Sağduyu
1. Yönetimin kararı, Tony Blair'in dış politika danışmanı David Manning'in yardımcısı
Matthevv Rcroft tarafından, Bush yönetimiyle görüş alışverişinde bulunmak üzere Was
hington'a yaptığı ziyaretin ardından, 23 Temmuz 2003 tarihinde kaleme alınmış Downing
Street Memorandum'unda belirtilmişti.
2. VValter Russell Mead, "Jacksonian Tradİtion and American Foreign Policy,"
National Interest 58 (1999): 529.
ikinci Bölüm: NeoCon Mirası
1. Elizabeth Drevv'den, Joshua Muravchik'in "The Neoconservative Cabal" kitabında, Hovvard
Dean'den ise Adam VVolfson'un "Muhafazakârlar ve Neoconlar" kitabında ve Irvvin Stelzer'in
editörlüğündeki The Neocon Reader'da (New York: Grove Pres, 2005), 243, 216 bahsedilmiştir;
Mary VVakefıeld, The Daily Telegraph, 9 Haziran 2004.
2. Bakınız David Brooks, "The Neocon Cabal and Other Fantasies" ve Stelzer'in The Neocon
Reader'mda yer alan Max Boot'un, "Myths About Neoconservatism".
3. Bakınız Irving Kristol, Reflections of a Neoconservative: Looking Back, Lookİng Ahead New
York: Basic, 1983);
195
NEOCONLARIN SONU

Kristol, Neoconservatism: The Autobiography of an Idea (New York: Free Pres, 1995); Norman
Podhoretz'in The Norman Podhoretz Reader'da yer alan yazısı "Neoconservatism: A Eulogy" (New
York: Free Pres, 2004).
4. Alain Frachon ve Daniel Vernet, L'Ameriaue messianique (Paris: Editİons de Seuil, 2004); James
Mann, Şahinlerin The Rise ofthe Vulcans: The History ofBush's War Cabinet (New York: Viking,
2004); Murray Friedman, }ewish Intellectuals and the Shaping of Public Policy (New York:
Cambridge University Press, 2005); ayrıca bakınız, Stefan Halper ve )onathan Clark, America Alone:
The NeoConservatives and the Global Order (Cambridge: Cambridge University Press, 2004).
5. Joseph Dorman, Arguing the World: New York Intellectuals in TheirOwn Words (Chicago:
University of Chicago Press, 2001).
6. Bakınız Norman Podhoretz, Breaking Ranks: A Political Memoir (New York: Harper and Row,
1979), ExFriends (Nevv York: Free Press, 1999) ve My Love Affair with America (New York: Free
Press, 2000).
7. Nathan Glazer, Affırmative Discrîmination (Nevv York: Basic, 1975); )ames Q. VVİlson,
Thînkîng About Crime (Nevv York: Basic, 1975); VVİlson ve Richard Hernstein, Crime andHuman
Nature (Nevv York: Simon and Schuster, 1985); VVİlson, Varieties of Poliçe Behavior: The
Management ofLaw and Order İn Eight Communities (Cambridge: Harvard University Press, 1968);
James Q. VVİlson ve George Kelling, "Broken Windows: The Poliçe and Neighborhood Safety,"
Atlantic Monthly (Mart 1982): 2938.
196
NOTLAR

8. Daniel P. Moynihan, The Negro Family: A Casefor National Action (Washington DC. : ABD Çalışma
Bakanlığı, 1965); Charles Murray, Losing Ground(New York: Basic, 1984). Murray'in AFDC ile İlgili
eleştirisinin önermelerinin birçoğu, Sol görüşlü analistler tarafından kabul edilmişti. Bakınız VVilliam
Julius VVİlson, The Truiy Disadvantaged: The Inner City, Underclass, and Public Policy (Chicago:
University of Chicago Press, 1988).
9. Mark Lilla, "Leo Strauss: The European," New York Review ofBooks, 21 Ekim 2004; Lilla, "The
Closing ofthe Strassuian Mind," IVevv York Review ofBooks, 4 Kasım 2004; Anne Norton, Leo
Strauss and the Politics of American Empire (Nevv Hav en: Yate University Press, 2004); Shadia B.
Drury, Leo Strauss'un Siyasi Görüşleri (Nevv York: St Martin's, 1988). Strauss'un karhu yetkilileri
yoluyla "yüce yalanları" teşvik ettiği düşüncesinin kaynağı Drury'dir. Bakınız Danny Postel, "Noble
Lies and Perpetual VVar: Leo Strauss, the Neocons and lraq," OpenDemocracy.com, 16
Ekİm,2003. Bunların aksi yönündeki görüşler için bakınız Mark Blitz, "Leo Strauss, the Straussians
and American Foreign Policy," OpenDemocracy.com, 13 Kasım,2003. Lyndon LaRouche, ticari VVTOP
radyosu, Washington D.C, 2004.
10. Harry V. Jaffa, Crisis ofthe House Divided: An Interpretation ofthe LÎncolnDouglas Debates
(Seattle: University of Washington Press, 1959). Bu temalar, bir sonraki kitabı A New Birth
ofFreedom: Abraham Lincoln and the Corning ofthe Civil VVar (Lanham, Md.: Rovvman and
Littlefıelcf, 2000). Ayrıca bakınız Lilla, "Closing ofthe Straussian Mind."
11. Sonunda "Tarihin Sonu?" makalesine dönüşen konferans İlk olarak, "Batı'nın Düşüşü?" adlı bir
dizi konferans
197
NEOCONLARIN SONU

çerçevesinde 8 Şubat 1989 tarihinde Chicago Üniversitesi Bloom's John M. Olin Center'da
verilmişti; Allan Bloom, The Closing ofthe American Mınd (New York: Simon and Schuster, 1987).
12. Plato, Devlet, çev. Ailan Bloom (New York: Basic Books, 1968), 561cd.
13. Leo Strauss, Natural Right and History (Chicago: University of Chicago Press, 1953), 294323,
özellikle 31416. Kurucularla ilgili bakınız, örneğin, The Political Theory ofthe Federalist (Chicago:
University of Chicago Press, 1984).
14. Adam VVolfson, "Muhafazakârlar ve Neoconlar," 225.
15. MacArthur'un Müttefik Kuvvetler Yüksek Komutanı olarak verdiği en önemli karar, Japon
İmparatorluğunun sürdürüimesiydi. MacArthur'un, 1930larda Filipin Ordusu'nun kurulmasına yardım
etmesinden Kore Savaşı esnasında Başkan Truman tarafından geri çağrılana kadar neredeyse sürekli
olarak Doğu Asya'da yaşamış olması muhtemelen tesadüf değildir.
16. Bakınız Francis Fukuyama, "The March of Equality," Journal of Democracy 11, no 1 (2000): 1117.
17. Albert VVohlstetter, Henry S. Rowen ve diğerleri, Selection and Use of Strategİc Air Bases
(Santa Monİca, Kaliforniya: Rand Corporation, R266, 1954). Bunun daha kısa bîr versiyonu ise
"Terörün Hassas Dengesi" başlığıyla Foreign Affalrs 27, no 2 (Ocak 1959)'de yayınlamıştı.
18. Henry A. Kissinger, A VVorldRestored: Europe After (Gloucester, Massachusetts: Peter Smith,
1973); Kissinger, Diplomasi (New York: Simon and Schuster, 1994).
198
NOTLAR

19. Bu, Strauss'un öğrencileri için de geçerliydi: onun yazılarından ekonomik bir ideoloji çıkarmak,
siyasi bir ideoloji çıkarmaktan daha zordur.
20. Bakınız VVolfson, "Muhafazakârlar ve Neoconlar."
21. Boot, "Myths AboutNeoconservatism."
22. VVilliam Kristal ve Robert Kağan, "Toward a NeoReaganite Foreign Policy," Foreign Affairs 75,
no 4 (1996): 1832; Kristol ve Kağan, Preseni Dangers: Crisis and Opportunity in American Foreign
andDefense (San Francisco: Encounter, 2000); )eane Kirkpatrİck, "Normal Bir Zamanda Normal
Bir Ülke," National Interest (Sonbahar, 1990): 40A4; Kristol ve Kağan, Preseni Danger s, 12.
23. Boot, "Myths AboutNeoconservatism."
24. Bakınız Robert Kağan, "America's Crisis of Legitimacy," Foreign Affalrs 83, no2 (2004): 6587
ve onunla Robert W. TuckerVe David C. Hendrickson arasında daha sonra gerçekleşen tartışma; Tu
eker ve Hendrickson, "The Sources of American Legitimacy," Foreign Affairs 83, no 6 (2004); ve
Kağan, "A Matter of Record," Foreign Affairs 84, no 1 (2005); Kristol ve Kağan, Preseni Dangers,
1617.
25. David Brooks, "A Return to National Greatness," WeeUy Standard, 3 Mart, 1997.
26. Neoconlıkla ilgili meseleler için bakınız Francis Fukuyama, "The National Prospect Symposium
Contribution," 'Commentary 100, no 5 (1995): 5556. İktisat konularında bakınız, örneğin, Daniel Bell,
The Cultural Contradictions of Capitalism (New York: Basic, 1976) ve Irving Kristol, Two Cheersfor
Capitalism {New York: Basic, 1978). Neoconlığın
ekonomiyi ele alış biçimlerinin muhafazakârlığa doğru yönelmiş oldukları, genel olarak doğru değildi;
neok
199
NEOCONLARIN SONU

lâsik ekonominin Straussçu bir bakış açısından ilginç bir eleştirisi İçin bakınız Steven E. Rhoads,
The Economist's View ofthe World: Government, Markets and Public Policy (Cambridge: Cambridge
Universİty Press, 1985).
27. Bakınız Kiron Skinner, Reagan: A Life in Letters (New York: Free Press, 2003). Kuşkusuz
Reagan daha sonra, Mikhail Gorbaçov'un yarattığı değişimlerin gerçekliğini fark etmiş ve onunla
bizzat görüşmüştü.
28. 26 Şubat 2003 tarihinde American Enterprise Instİtute'de yaptığı konuşmasından.
29. Uluslararası kurumlarla ilgili ayrıntılı bir gerçekçi eleştiri için bakınız John J. Mearsheimer,
"The False Promise of Internationa! İnstitutions," International Security 19, no3 (1994): 5A19. Çok
taraflı işbirliği konusunda bakınız Boot, "Myths About Neoconservatism."
30. Stepnen Sestanovich, "American Maximalİsm," NationalInterest 79 (İlkbahar 2005): 1323.
31. Bakınız Michael Mandelbaum, "Coup de Grace: The End ofthe Soviet Union," Foreign Affairs 71,
nol (1991): 16483 ve Avrupa'da Barışın Doğuşu (New York: Tvventieth Century Fund, 1996).
32. 1989 yılında birçok Sovyet Gözlemci, Yegor Ligachev'in Gorbaçov'un Politbürosu'ndaki
muhafazakârları temsil ettiğine inanıyor ve Moskova'dan uzaklaştıkları için Polonya, Macaristan ve
Doğu Almanya'ya askeri müdahalede bulunulup bulunulmaması konusunda Kremîin'de hareketli bic
tartışma yaşandığını düşünüyordu. Bundan birkaç yıl sonra Ligachev'le VVashington'da karşılaşma
şansına sahip oldum ve bu görüşmemizde bana, askeri müdahalenin Politbüro'da kimsenin aklından
asla geçmediğini söylemişti.
NOTLAR

33. Hem Tarihin Sonu ve Son Adam'daki düşüncenin yeniden ifade edilmiş biçimini ve bu düşünceyle
ilgili en çarpıcı eleştiriler olarak değerlendirdiğim şeylerin bir analizini görmek için İkinci ciltsiz
basımın (New York: Free Press, 2006) önsözüne bakınız.
34. Kenneth ]owîtt, "Rage, Hubris and Regime Change: The Urge to Speed History Along," Policy
Review 118 (NisanMayıs 2003): 3342.
35. Krİstol ve Kağan, Preseni Dangers, 20.
36. Bakınız Fareed Zakaria, The Future ofFreedom: IIliberal Democracy at Home and Abroad
(New York: Norton, 2003); Thomas Carothers, "The End ofthe Transition Paradigm," Journal of
Democracy 13, nol (2002): 521.
37. G. John ikenberry ve Daniel Deudney, "The Internationa! Sources of Soviet Change,"
International Security 16, no3 (1991): 74118.
38. Bir örnek için bakınız Donald Kağan ve Frederİck W. Kağan, "Peace for Our Time?"
Commentary 110, no2 (Eylül 2000): 4247.
Üçüncü Bölüm: Tehdit, Risk ve Önleyid Savaş
1. Paul R. Pillar, Terrorism and U.S. Foreign Policy (Washington D.C.: Brookings Institution,
2001); Graham T. Allison, Jr., Nuclear Terrorism: The Ultimate Preventable Catastrophe
(New York: Tİmes Books, 2004). 11 Eylül'ün uzun vadeli bir eğilimin başlangıcından ziyade
eşsiz bir olayı temsil ettiği yönündeki bir iddiayı görmek için bakınız John Mueller,
"Harbinger or Aberration? A 9/11 Provocatİon," National Interest 69 (Sonbahar 2002): 45
50.
200 201
NEOCONLARIN SONU NOTLAR

2. Bakınız Norman Podhoretz, "World War IV: Hoc İt Started, What İt Means, and Why We Have
to Win," Commentary 118, no2 (2004): 1754; Charles Krauthammer, "İn Defense of Democratİc
Realİsm," National Interest 77 (Sonbahar 2004).
3. Gilles Kepel, The War tor Müslim Minds: İslam and the West (Cambridge: Beİknap, 2004);
Olivier Roy, The Failure of Political îslam (Cambridge: Harvard University Press, 1996). Ayrıca
bakınız Olivier Roy, Globalizedİslam: The Searchfor a New Ummah (New York: Columbİa University
Press, 2004).
4. Roy, Globalized İslam, birinci bölüm.
5. Ladan Boroumand ve Roya Boroumand, "Terör, İslam ve Demokrasi," Journal of Democracy 13,
no2 (2002): 5 20. Mücahitliğin İslamiyet ile Batı'nın inançlarının harmanlanması olduğu düşüncesi,
Olivier Roy'un İslamiyet'i nitelendirmesinin de temelidir.
6. Bu düşünce, Francİs Fukuyama ve Nadav Samin'İn yazdıkları "Can Any Cood Come of Radical
İslam?" adlı makalede daha genel olarak ele alınmıştır. {Commentary, 114, no:2{2002):3438.
7. 2005 yılında Demokrasiler Topluluğu'nun başkanlığını Mali devraldı.
8. Ankete katılanların daha yaşlı grubun % 5Hik kısmı, ana vatanlarından başka bir ülkeye göç etmeyi
İstediklerini dile getirmiştir. Bunların yüzde 46'sı Batı Avrupa'ya ve yüzde 36'sı ABD'ye veya
Kanada'ya göç etmek istemiştir. Daha genç katılımcıların.yüzde 45'i göç etmek istediklerini,
bunların da yüzde 45'i Kuzey Amerika'ya gitmek istediklerini söylemişlerdir (BM Kalkınma Programı,
Arap Beşeri Kalkınma Raporu, 2002, 30).
9. Max Boot, "Exploiting the Palestinians: Everyone's Doing İt," JVeekly Standard, 28 Ocak 2003;
Barry Rubin, "The Real Roots of Arab AntİAmericanism," Foreign Affairs 81, no6(2002):7385.
10. ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi (Washington D.C.: ABD Hükümeti Basımevi, 2002).
11. Ulusal Güvenlik Stratejisi1 n'm açıklayıcı mektubu. Bu, Başkan Bush'un 2002 Hazİran'ında West
Point'te yaptığı konuşmasında tekrarlanmıştı. Bush şunları söylemişti: "Geçtiğimiz yüzyılın büyük
bölümünde Amerika'nın savunması, Soğuk Savaş'ın caydırma ve korunma doktrinlerine dayanıyordu.
Bazı durumlarda bu stratejilere tekrar başvurulabilir. Fakat yeni tehditler, aynı zamanda yeni
düşünceyi gerektirir. Caydırma devletlere karşı ağır misillemenin habercisi savunacak hiçbir
devletleri veya vatandaşları olmayan karanlık terör ağlarına karşı hiçbir anlam İfade etmez. Kitle
imha silahlarına sahip dengesiz diktatörler bu silahlan füzelerle atabildikleri veya bunları terörist
müttefiklerine gizlice verebildikleri zaman korunma mümkün olmaz... Bu tehditlerin tamamen
gerçekleşmelerini bekleyecek olursak, gereğinden fazla beklemiş olacağız... Düşmana karşı savaş
başlatmalı, onun plânlarını bozmalı ve en kötü tehditler ortaya çıkmadan önce onlara karşı
koymalıyız" (Başkan'ın ABD Askeri Akademisi 2002 Yılı Mezuniyet Törenindeki sözleri" West Poİnt,
New York, 1 Haziran 2002].
12. John Levvİs Gaddis, Surprise, Security and the American Experience (Cambridge: Harvard
University Press, 2004).
13. Konuyla ilgili bir tartışma İçin bakınız John Levvis Caddis, "Grand Strategy in the Second
Terin," Foreign Affairs 84, noi (2005): 215.
202 203
NEOCONLARJN SONU

14. AMore Secure World: Our SharedResponslbility. Genel Sekreter'in Tehditler, Zorluklar ve
Değişim Üst Düzey Kurulu'nun Raporu (Nevv York: Birleşmiş Milletler, 2004), 63 64.
15. Bu sonuç elbette, Saddam Hüseyin'in zayıf muhakeme gücüne bağlıydı; Kuveyt'i işgal etmeden
önce nükleer bir silaha sahip olana kadar beklemiş olsaydı bugün hâlâ o ülkenin yöneticisi olabilirdi.
16. Anthony Eden, Full Circle: The Memolrs ofAnthony Eden (Boston: Houghton Mifflin, 1960); )ack
Snyder, The Ideology ofthe Offensive: Military Decision Making and the
D;sasfer(lthaca: Cornell University Press, 1984); Richard K. Betts, "Ölüm Korkusuyla intihar
Etmek?" Foreign Affairs 82, nol (2003):3443.
17. Kenneth Jovvitt, "Rage, Hubris and Regime Change: The Urge to Speed History Along,"
PolicyRevİew 118 (NisanMayıs2003):3342.
18. Roberta VVohlstetter, Pearl Har bor: JVarning and Decision (Stanford: Stanford university
Press, 1965).
19. Başkan Bush sözlerine şunları ekledi: "Saddam Hüseyin, teröristler ile terör araçlarını, kitle
ölüm ve imha araçlarını barındırmaktadır. Ve ona güvenilemez. Bunları kullanacak veya bir terör
şebekesine verecek olması tehlikesinin olasılığı son derece yüksektir (8 Ekim 2002 tarihli Cincinnati
konuşması).
20. Laurie Mylorie, StudyofRevenge: Saddam Hussein's Unfmished War (Washington D.C.:
AEI Press, 2000); Stephen F. Hayes, The Connection: How al Oaeda's Coliaboration with Saddam
Hussein Has EndangeredAmerica (New York: Harper Collins, 2004); Kenneth M.
204
NOTLAR

Pollack, The Threatening Storm: The Casefor Invading lraq (New York: Random House, 2002).
21. Onun iddiasına göre, Mylroie'nin 1993'deki Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalanması olayı
nedeniyle hüküm giymiş Remzi Yusuf un bir Irak istihbarat ajanı olduğu yönündeki İddiası, Yusuf ile
Abdül Bassit'in (iddialara göre kimliğini çaldığı kişi) aynı boyda olduklarının ispat edilebilmesi
durumunda çürütiilebilir. Bu iki İsmin farklı kişiler olduğu önünde bugüne kadar herhangi bir kanıt
bulunamamıştır.
22. Başkanlığın Irak'la ilgili savaş Öncesi istihbarat komisyonu, İran ve Kuzey Kore'nin nükleer
programlan hakkında zamanında Irak'ın programı hakkında bildiklerimizden daha fazlasına sahip
olmadığımızı göstermiştir. Bakınız, ABD'nin Kitle İmha Silâhlarıyla ilgili İstihbarat İmkân ve
Kabiliyetleri Komisyonu'nun ABD Başkanı'na sunduğu rapor (Washington, D. C: ABD Hükümeti
Basımevi, 31 Mart 2005).
23. Savunma İmkân ve Kabiliyetleri Girişİmi'nin Özel Danışmanının Kitle İmha Silahları hakkında
sunduğu kapsamlı rapor {Washington D. C: Merkezi Haber alma Teşkilatı, 30 Eylül 2004).
Dördüncü Bölüm: Amerikan Ayrıcalığı ve Uluslararası Meşruiyet
1. Bakınız Paul D. Wolfowitz, "Clinton'ın İlk Yılı,* Foreign Affairs 73, no.l (1994): 2843.
2. Bunun savaştan çok sonra bile tekrarlandığını görmek için Amerikan Interest 1, no: 1 (2005): 47
ila 57. sayfalarda Condoleezza Rice ile yapılan röportaja bakınız.
205
NEOCüNLARIN SONU

3. Gark'ın Kosova anılarının ciltsiz basımının önsözünde bu memurdan bahsedilmİştİr.Clark, kendi


kitabıyla İlgili bu yoruma üzülmüştü {Wes!ey K. Clark, JVagingModern War Bosnia, Kosova, and the
Future ofCombat [New York: Public Affa irs, 2002], syf xxvi xxvii).
4. Stepnen Sestanovich, "American Maximalism," National Interest 79 (İlkbahar 2005): 1323.
5. Mancur Olson, The Logic of Collective Action: Public Coods and the Theory ofCroups (Cambrîdge:
Harvard University Press, 1965).
6. 1991 Körfez Savaşı boyunca, hem Fransızlar hem de Ruslar, savaşa uzanan altı aylık süreçte ABD
ile aralarındaki mesafeyi korumuşlardı. Fransa koalisyona ancak son anda, Amerikalılardan birtakım
imtiyazlar aldıktan sonra katılmıştı. Fransızların ve Rusların 2003 yılında da aynı şeyi
yapabileceklerini düşünmek mantıksız değildi. "Avrupa ulusu" konusunda bakınız Timothy Garton
Ash, Free World: Why a Crisis of the West Reveals the Opportunity ofOur Time (Londra: Ailen
Lane, 2004), 54.
7. Charles Krauthammer, "The Unipolar Moment," Foreign Affairs (Kış 199091); ayrıca bakınız
Krauthammer, "The Unipoîar Moment Revisited," National Interest 70 (2002): 5
20. Charles Krauthammer, "Democratic Realism: An American Foreign Policy for a Unipolar VVorld"
(Washington D. C: American Enterprise Institute Kısa Yayınlar Dizisi, 10 Şubat 2004).
8. VVİllİam Krİstol ve Robert Kağan, Preseni Dangers: Crisis and Opportunity in American Foreign
andDefense Policy (San Francisco: Encounter, 2000), 22.
206
NOTLAR

9. Condoleezza Rice, "A Balnace of Povver That Favors Freedom," Manhattan Siyaset Araştırma
Enstitüsü 2002 Yılı Wriston Konferansı, 1 Ekim 2002.
10. VValter Russelî Mead, Povver, Terror, Peace and War: America's Crand Strategy in a VVorld at
Risk (New York: Knopf, 2004).
11. Bu veriler Mart 2004 itibariyledir: ABD hakkındaki "biraz olumsuz" ve "çok olumsuz" duygular,
Ürdün'de yüzde 93, Pakistan'da yüzde 61, Fas'ta yüzde 68 ve Türkiye'de yüzde 63'dü (Pew Basın ve
Halk Araştırma Merkezi, "Irak Savaşından Bir Yıl Sonrası," 16 Mart 2004. Veriler, peoplepress.org/
reports/display.php3? ReportlD=206 Internet adresinde mevcuttur).
12. Barlow'un "Declaratİon of İndependence of Cyberspace" şöyle başlıyor: "Endüstriyel
Dünyanın hükümetleri, siz yorgun et ve çelik devleri! Ben, Aklın yeni evi Siber Uzaydan geliyorum.
Gelecek adına, geçmişe ait sizlerin bizi rahat bırakmanızı İstiyorum. Bizim aramızda sizin yeriniz
yok. Bizim bir araya geldiğimiz yerde sizin hiçbir egemenliğiniz yok." (httpy/homes.eff.org/~barlow/
Declarationfinal.html).
13. Transistor ve tümleşik devre başlangıçta, askeri amaçlar için bilgisayar sistemleri geliştirmeyle
İlgili Savunma Bakanlığı tarafından finanse edilen projelerin yan ürünleri olarak Bell
Laboratuarlarında geliştirilmişti. Radar, jet uçağı teknolojisi ve ABD ticari uzay endüstrisinin büyük
bir kısmı, askeri harcamalardan benzer şekilde faydalanmıştır. Internet, İleri Savunma Araştırma
Projeleri Dairesi tarafından, nükleer bir saldırının ardından haberleşme aracı olarak geliştirilmişti.
207
NEOCONLARIN SONU

14. Washington Konsensüsü, ağır dış borçlanma ile mali disiplin eksikliğinin hastalıklı bir nakit para
krizi, devalüasyon ve mali açıkları, hîperenflasyonu, sonra da yenilenmiş döviz kuru krizini
kapsayacak genişlemeci para politikaları döngüsüne yol açtığı 1980'lerdeki Latin Amerika
borçlanma krizine karşılık olarak ortaya çıkmıştı. Bu döngünün kırılması için Washington
Konsensüsü'nde belirtilen ekonomi politikası önlemleri gerekliydi ve bir dizi sancılı düzenlemeler
yoluyla Meksika, Brezilya ve Arjantin gibi ülkeler, 1990ların başlan itibariyle makroekonomik
dengelerini istikrarlı hale getirmeyi başarmışlardı.
15. Latin Amerika'dakİ son hikâye daha karmaşıktır: Brezilya'da Lula'nın, Ekvador'da
Guİtİerrez'in, Uruguay'da Vazquez'in ve Venezüella'da Chavez'İn iktidara gelmeleri sola doğru
dönüşü işaret etse de bu yeni liderlerin çoğu, oldukça alışılmış makroekonomik politikaları izlemeyi
sürdürmüştür. Arjantin'in ekonomik olarak çökmesinin suçu haksız yere Amerika'nın üzerine
atılmıştır; çöküşün kökleri karmaşıktır ve daha çok Arjantin'in kusurlu kurumlan ile yönetiminde
yatmaktadır.
16. Kishore Mahbubanİ, Beyond the Age oflnnocence: Rebuilding Trust Between America andthe
VVorld (New York: Public Affa irs, 2005), birinci bölüm.
Beşinci Bölüm: Sosyal Mühendislik ve Kalkınma Sorunu
1. james Q. Wilson, demokrasinin hem genel olarak hem de Irak'ta desteklenmesi ihtimallerinden
sürekli kuşku duymuştur. Commentary 107, No. 3 (2000)deki "Herkes İçin Demokrasi?" adlı
makalesine bakınız.
208
NOTLAR

2. Rick Atkinson, İn the Company ofSoldiers: A Chronicle ofCombat (New York: Henry Holt and Co.,
2004); Tim Russert, Başkan Yardımcısı Dick Cheney ile röportaj, Meet the Press, NBC News, 16
Mart 2003.
3. Bakınız Adam Garfînkle, "The Impossible Imperative? Conjuring Arab Democracy,"
NationalInterest 69 (Sonbahar 2002): 156 67; Başkan Irak'ın Geleceğini Tartışıyor, American
Enterprise Institute Konuşması, Washington D. C. 26 Şubat 2003. Daha önce belirtildiği üzere,
liberal demokrasinin yayılmasına yönelik uzun süredir devam eden akım, Tarihin Sonu ve Son İnsan
(New York: Free Press, 1992) adlı kitabımın ana temasını oluşturmaktadır.
4. Willİam Kristol ve Robert Kağan, Preseni Dangers: Crisis and Opportunity in American Foreign
Policy (San Francisco: Encounter, 2000), 1417.
5. Bu modellerin bîr tanımı için bakınız Kaushik Basu, Analytical Development Economİcs: The Less
DevelopedEconomy Revisited (Cambridge: MİT Press, 1997).
6. Bakınız David Ekbladh, "From Consensus to Crisis: The Postvvar Career of Nation Building in U.
S. Foreign Relations" ve Francİs Fukuyama'nın editörlüğünü yaptığı Nation Building: Beyond
Afghanistan and lraq (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 2006)'da Frank Sutton'un ,
"NationBuildİng in the Heyday of the Classic Development Ideology: Ford Foundation Experience in
the 1950s and 1960s," adlı makalesi.
7. VVilliam R. Easterly, The Elusive Questfor Crowth: Economists' Adventures and Misadventures
İn the Tropics (Cambridge: MİT Press, 2001).
209
NEOCONLARIN SONU

8. Ruth Levine ve diğerleri, Millions Saved: Proven Successes in Clobal Health (Washington D. C:
Küresel Kalkınma Merkezi, 2004).
9. Walt VVhitman Rostovv, The Stages ofEconomic Grovvth: A NonCommunist Manifesto
(Cambridge: Cambridge University Press, 1960).
10. Bakınız Nİcolas van de VValte, Afrİcan Economies and the Politics of Permanent Crisis, 1979
1999 (Cambridge: Cambridge University Press, 2001).
11. Afrika'da devlet yapısının zayıflığı ve başarısızlığı için bakınız Cravvford Young, The Afrİcan
Colonial State in Comparative Perspective (New Haven: Yale University Press, 1997), jeffery
Herbst, States andPower in Africa (Princeton: Princeton University Press, 2000) ve VVilÜam Reno,
JVarlord Politics and Afrİcan States (Boulder, Colorado: Lynne Riener Publishers, 1999).
Uluslararası yardımın Somali'de Sİad Barre'yi nasıl ayakta tuttuğuyla İlgili bir hikâye için bakınız
Mİchael Maren, The Road to Hell: The Ravaging Effects of Foreign Aid and International Charity
(New York: Free Press, 1997).
12. Bakınız DouglasC. North ve Roberi P. Thomas, "An Economic Theory of the Grovvth of the
VVestern VVorld," Economic History Review, ikinci dizi, 28 (1970): 1 17, ve Douglas C. North,
Institutîons, Institutİonal Change and Economic Perfonvance (New York: Cambridge University
Press, 1990). Kurumların önemiyle İlgili bakınız Daran Acemoğlu ve James A. Robinson,, The Colonial
Origins of Comparative Development: An Empirica! Investigatİon, NBER Çalışma Raporu 7771, 2000
ve Acemoğlu ve Robinson, Economic Bachvardness in Polİtical Perspective, NBER
NOTLAR

(Ulusal Ekonomik Araştırmalar Dairesi) Çalışma Raporu 8831, 2002. Jeffrey Sachs'a ait olan az
gelişmişlikle ilgili başlıca alternatif kuram, şu an coğrafyanın kalkınma üzerindeki etkisiyle
İlgilenmektedir. Bakınız Jeffrey D. Sachs ve Andrevv VVarner, NaturalResource Abundance and
Economic Grovvth, NBER Çalışma Raporu 5398, 1995, Sachs, Tropical Underdevelopment, NBER
Çalışma Raporu 8119, 2001; kurumsalcıların Acemoğlu ve Robinson'un bulgularına verdikleri doğrudan
tepki için bakınız Jeffrey D. Sachs ve John W. McArthur, Institutİons and Geography: Comment
on Acemoğlu, Johnson and Robinson (2000), NBER Çalışma Raporu 8114, 2001. Ayrıca bakınız Dani
Rodrik ve Arvind
Subramanian, "The Primacy of Institutİons (And What This Does and Does Not Mean), Finance
andDevelopment 40, No. 2 (2003): 31 34. VVİlliam R.Easteriy ve Ross Levine, Tropics, Germs and
Crops: How Endowments Influence Economic Development NBER Çalışma Raporu 9106, 2002.
13. Francis Fukuyama ve Sanjay Manvah, "Comparing East Asia and Latin America: Dimensions of
Development," Journal ofDemocracy 1 7, No. 4 (2000): 80 94; Fukuyama, StateBuilding:
Covernance and VVorld Order in the TwentyFirst Century (Ithaca: Cornell University Press,
2004).
14. Francis Fukuyama, " 'Stateness' First," Journal of Democracy 16, No. 1 (2005): 84 88.
15. Tarihsel bir genel bakış için bakınız Nils Gilman, Mandarlns of the Future: Modernlzatlon
Theory in Cold War America (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 2003).
2Î0 211
NEÜCONLARIN SONU

16. Sol için, diğerlerinin yanı sıra bakınız Vernon Ruttan, "What Happenedto Polİtical
Development?" Economic Development and Culturai Change 39, No. 2 (1991): 265 92, Mark
Kesselman, "Order or Movement? The Literatüre of Poliîical Development as Ideology,"
VVorldPolitics 26 (1973): 13954 ve lan Roxborough, "Modernizatİon Theory Revrsited: A Review
Essay," Comparative Studies in Society andHistory 30 (1988): 753 61. Samuel P. Huntington,
Polİtical Order in Changing Societîes (New Haven: Yale University Press, 1968).
17. PhilippeC. Schmitter, Cuillermo O'Donnel ve Laurence VVhitehead'in birkaç ciltlik eserine
bakınız, Transitions from Authoritarîan Rule (Baltimore: Johns Hopkins Universrty Press, 1986). Bu
modelin eski komünist devletlere uygulanabilirliği için bakınız Valerie Bunce, "Should Transitologists
Be Crounded?" Siavic Review 54, No. 1 (1995): 11127 ve "The Conceptual Travels of Transitologİsts
and Consolidologists: Hoc Far to the East Should They Attempt toGo VSiavic Revİev/53, No.l
(1994): 17285.
18. Thomas Carothers, "The End of the Transiti on Paradigm," Journal ofDemocracy 13, nol (2002):
521.
19. Adam Przeworski ve Femando Limongi, Democracy and Development: Polİtical Institutİons
andMaterial VVellBeing in the VVorld, 1950 1990 (Cambridge: Cambridge University Press, 2000);
Seymour Martin Lipset, "Some Social Requisites ofDemocracy: Economic Development and Polİtical
Legitîmacy," American Polİtical Science Revievv 53 (1959): 69 105.
20. Süreç, uyarlanabilir veya siyasi uygunluğa yönelik genel bir değişim oluşturmaksıztn taklit
edilebilir; demokra
212
NOTLAR

siye doğru kayma, diğer bir deyişle, yalnızca geçici bir heves olabilir.
21. Charles Ti I ly, Coercion, Capital, andEuropean States, AD 990 1990 (Cambridge: Basil
Blackvvell, 1990); Douglas North ve Arthur Denzu, "Shared Mental Models: Ideologies and
Institutİons," Kyklos 47, No, 1 (1994]: 331.
22. Ghİa Nodia, "Debating the Transition Paradigm: The Democratic Path," Journal of Democracy
13, No. 3 (2002): 1319.
23. Bu, birçok yönden Theda Skocpol ve Peter B. Evans'la birlikte başlamıştı, Bringİng the State
Backİn (Cambridge: Cambridge University Press, 1985). Ayrıca bakiniz ). P. Netti, "The State as a
Conceptual Variable," VVorld Politics 20, No. 4 (1968): 559 92 ve John A. Hall'un editörlüğünü
yaptığı Tarihteki Devi eti er'deki (Nevv York: Biackvvell, 1986; ilk önce European Journal
ofSociology 25 No. 2'de [1984]: 185 213'de yayınlanmıştı) Michael Mann'ın yazısı, "The
Autonomous Povver of the State".
24. Thomas Carothers, AidingDemocracy Abroad: The Learnîng Curve (Washington D.C.: Carnegie
Vakfı, 1999) ve Carothers, CriticalMission: Essays on Democracy Promot'h on (Washington D. C:
Carnegie Vakfı, 2004}.
25. President Bush DÎscusses the Future oflraq. Rejim değişikliğiyle ilgili olarak, ABD
müdahalesinden önce mevcut siyasi düzeni bütünüyle reddetme konusunda yakın zamandaki örnekler
içerisinde yalnızca Afganistan Almanya ve Japonya'ya benzemektedir.
26. James Dobbins'İn America's Role in NationBuilding: From Germany to lraq adlı kitabında
Bosna'yla 'IgÜ' bölüme bakınız (Santa Monica, Kaliforniya: Rand Corpora
213
NEOCONLARIN SONU

ti on, MR 1 753 RC, 2003); Gerald Knaus ve Felİx Martin, "Travails of the European Raj," Journal
of Democracy 14, No. 3 (2003): 6074.
27. Bu, Jeanne Kirkpatrick'in "Dictatorships and Double Standards" adlı yazısının konusuydu
[Commentary 68 No. 11, Kasım 1979). Şili'de Ailende hükümetini deviren darbede Nixon yönetiminin
rolü hakkında tartışmalar sürmektedir.
28. Bakınız Thomas Carothers, İn the Name of Democracy: U. S. Policy Tovvard Latin America in
the Reagan Years (Berkeley: University of California Press, 1993) ve Carothers, Aİdîng Democracy
Abroad: The Learning Curve (Washington D. t: Carnegie Vakfı, 1999). Başkan Yardımcısı Cheney, El
Salvador'un 19801 erdeki iç savaşı esnasında Amerika'nın bu ülkeye yönelik müdahalesinin Irak için
bir model olabileceğini ifade etmişti. Fakat El Salvador'da, Başkan Jose Napoleon Duarte şahsında
güçlü bir demokratik müttefikimiz vardı. ABD Kongresi, en fazla elli beş Amerikan askeri danışman
görevlendirerek "hafif bir ayak izi" bırakmıştı; bu da, Salvadorluların kendi özgürlükleri için
verdikleri mücadelenin ağır yükünü bizzat taşımak zorunda oldukları anlamına geliyordu. ABD'nin
Irak'ta, Salvadorlu Hıristiyan Demokratlar veya Afganistan'daki Kuzey İttifakı'na benzer herhangi
bir örgütlü yerel müttefikinin olmadığı gerçeği, bir uyarı işareti olmalıydı.
29. Eric C. Bjomlund, BeyondFree andFair MonitoringElections andBuildingDemocracy (Baltimore:
johns Hopkİns University Press, 2004).
30. Bu, Rusya, Çin veya Arap dünyasında demokrasi yanlısı eylemciler olmadığı değil, bu kişilerin
rejim karşıtı
214
NOTLAR

duyguları harekete geçirme olasılıklarının diğer yerlere oranla daha düşük olduğu anlamına
gelmektedir.
31. Michael Mandelbaum, "Foreign Policy as Social VVork," Foreign Affairs 75, No. 1 (1996): 1632.
32. Fareed Zakaria, The Future of Freedom: iliiberat Democracy at Home and Abroad (New York:
Norton, 2003).
33. Milenyum Kalkınma Hedefleri (MDG), 2000 yılındaki BM Binyıl Zİrvesİ'nde kabul edilmişti ve
2015 yılı itibariyle yoksul ülkelerin durumlarının iyileştirilmesiyle ilgili sekiz büyük hedeften
oluşuyordu. Bakınız Jeffrey D. Sachs, The Endof Poverty: Economic Possibilitİesfor Our Time (New
York: Penguin Press, 2005). Carol Adelman, şahsi bağışların yıllık 35 milyar dolara veya resmi
ODA'nm vaklaşık 3,5 katına vardığını İddia etmektedir. Ancak Carol'un hesapladığı bu özel bağışlar,
USAİD'in 15 milyar dolarlık resmi özel yardım tahminini aşırı ölçüde aşmaktadır. (Bu mantıkla yola
çıkacak olursak, ülkelerindeki ailelerine para gönderen ABD'dekİ Meksikalı ve Filipinli işçiler, ayrıca
çocuklarının Oxford'a gitmeleri için okul harcı ödeyen Amerikalı ebeveynler de şahsi denizaşırı
kalkınma yardımı sağlayan bireyler olarak sayılmalıdırlar.) Carol Adelman, "The Privatization of
Foreign Aid: Rcassessing National Largesse," Foreign Affairs 82, No. 6 (2003): 914.
34. Bakınız Michael A. Clemens, Charles J. Kenny ve Todd J. Moss, "The Trouble vvith the MDGs:
Confrontİng Expectations of Aİd and Development Success" {Washington: Küresel Kalkınma
Merkezi Çalışma Raporu No. 40, 1 Mayıs 2004).
215
NEOCONLARIN SONU NOTLAR

35. Genel bir bakış için bakınız Steven Radelet, Dış Yardıma Karşı Çıkılması: Politika Belirleyiciler
İçin Milenyum Mücadele Hesabı Kılavuzu (Washington: Küresel Kalkınma Merkezi, 2003). Ayrıca
bakınız Radelet, "Bush and Foreign Aid," Foreign Affairs 82, No. 5 (2003): 104 17.
36 (oseph S. Nye, !r., Soft Power: The Means to Success İn JVorld Politics (New York: Public
Affairs, 2004).
37. USAİD'in daha eski tarihi için bakınız Judith Tendler, Dış Yardımın içinde (Baltimore: Johns
Hopkins University Press, 1975).
38. Jeremy W. VVeinstein, John E. Porter ve Stuart Eisenstadt editörlüğündeki, On the Brink:
Weak States and U.S. National Security (Washington D. C: Küresel Kalkınma Merkezi, 2004).
39. USAİD'in görevlerinin bu şekilde yeniden dağıtılması, teşkilatın askeri yardım programı (EMET)
gibi birtakım faaliyetlerini ve Mısır İle İsrail'e verilen yardımlarda olduğu gibi, Amerikan dış
politikasını destekleyen açık siyasi amaçlara sahip fonları sahipsiz bırakacaktır. İnsani veya
kalkınmayla ilgili bir amaca sahipmiş gibi bile görünmeyen bu tür programlar, kesinlikle Dışişleri
Bakanlığı'nın yetki alanı içerisinde kalmalıdır. Üstelik bunların genel dış yardım bütçesinden ayrı
tutulmaları, vergi mükelleflerinin dolarlarının ne kadarının gerçekten gelişmekte olan ülkelere
destek için harcandığı konusunda Amerikalılara daha iyi bir fikir verecektir.
Altına Bölüm: Dünya Düzeni için Kummlarm Yeniden Düşünülmesi
1. BM eyleminin meşruiyeti hakkında ayrıntılı bir tartışma için bakınız, Robert Kagan'ın Of
Paradİse andPower America vs. Europe in the New JVorld Order (New York: Knopf, 2004) adlı
kitabının karton kapaklı basımının yeni önsözüne ve Kağan, "America's Crisis of Legitimacy," Foreign
Affaifs 83, No. 2 (2004): 65 87.
2. Bakınız Daniel P. Moynihan, "The United States İn Opposition," Commentary 59, No. 3 (1975): 31
45.
3. Bakınız James Dobbins ve diğerleri, The UN's Role in NationBuilding: From the Congo to lraq
(Santa Monica, Kaliforniya: Rand Corporation, MC 304 RC, 2005); Rtchard K. Betts, "The Delusion
of Impartial Interventİon," Foreign Affairs 73, No. 6 (1994): 20 33.
4. Genel bir bakış için bakınız Vİrginia Haufler, International Business SelfRegulation: The
Intersection of Public and Private Interests (Washington D.C.: Carnegie Uluslararası Barış Vakfı,
1990) ve Haufler, A Public Role for the Private Sector: Industry SelfReguiation İn a
GlobalEconomy (Washington D. O: Carnegie Uluslararası Barış Vakfı, 2001). Bugüne kadar, Sivil
Toplum Kuruluşlarından uluslararası unsurlar olarak sıkça bahsedilmiştir; bakınız Jessica Tuchman
Mathevvs, "Povver Shift," Foreign Affairs 76, No. 1 (1997): 50 66 ve Ann M. Florini, The
ThirdForce: The Rise of Transnational Civİl Society (Washington D. C: Carnegie Vakfı, 2000).
Yumuşak hukuk hakkında bakınız Kenneth W. Abbott ve Duncan Snidal, "Hard and Soft Law in
International Governance," International Organization 54, No. 3 (2000): 421 56.
216
217
NEOCONLARINSONU

5 Uluslararası anlaşmalarda Sivil Toplum Kuruluşu katılımı hakkında bir eleştiri yazısı için bakınız
Daniel C. Thomas, "NGOS, State Sovereîgnty and Democratic Values," Chicago Journal of
International Law 2, No. 2 (2001): 389 97.
6. Naomİ RohtArriaza, "Shifting the Point of Regulation: The International Organization for
Standardİzation and Global Law," Ecology iaw Quarterly 22 (1995): 479 539.
7. AnneMarîe Sfaughter, A New VVorld Order (Princeton: Princeton Unİversity Press, 2004).
8. John R. Bolton, "Should We Take Global Governance Seriously?" Chicago Journal of International
Law 1, No.2 (2000): 205 2 J; Jeremy Rabkin, Why Sovereignty Matters {Washington D. C:
American Enterprise Institute, 1998); Rabkin, The Casefor Sovereignty: Why the VVorld Should
VVelcome American Independence (Washington D. C: AEI Press, 2004).
9. RohtArriaza, "Shifting the Point of Regulation,"; Marsha Echols, "Food Safety Regulation in EU
and the U. S. :Different Cultures, Different Laws ," Columbia Journal of European Law 23 (1998):
525 43; Ved Nanda, "Genetically Modifıed Food and International Law The Biosafety Protocol and
Regutatİons in Europe," Denver Journal of InternationalLaw andPolicy 2S,no.3 (2000): 235 63;
Robert Paarlberg, "The Global Food Fight," Foreign Affairs 79, No. 3 (2000): 2438,
10. Zoe Baİrd, "Governingthe Internet," Foreign Affairs 81, No. 6(2002): 15 21; Milton Mueller,
"ICANN and Internet Governance: Sorting Through the Debris of'SelfRegulation'," Info 1, No. 6
(1999): 58; David R. lohnson ve
218
NOTLAR

Susan P. Cravvford, "Why Consensus Matters: The Theory Underlyİng ICANN's Mandate to Set
Policy Standards for the Domain Name System," ICANN VVatch, 2000.
(www.icannwatch.org/archive/why_consensus_matters.htm).
11. Chrİstopher T. Marsden'in Regulating the Clobal Information Society (Londra: Routledge,
2000) kitabında bakınız William ). Drake, "The Rise and Decline of the International
TelecommunicationsRegime". Internet'in ilk dönemlerinde ICANN'in görevleri, )on Postel adında,
İleri Savunma Projeleri Dairesi'ne bağlı olarak Güney Carolina Üniversitesi'nde çalışan atkuyruklu,
sandaletle dolaşan bir üniversite mezunu tarafından yürütülüyordu.
12. Michael A. Froomkin, "Wrong Turn in Cyberspace: Using ICANN Route Around the APA and the
Constitution," Duke Law Journal 50, No. 17 (2000): 17184.
13. Bu öneri hakkında daha fazla ayrıntı için bakınız Francis Fukuyama, "ReEnvisioning of Asia,"
Foreign Affairs 84, No. 1 (2005): 75 87.
14. Rabkin, Casefor Sovereignty.
15. Stephen D. Krasner, Sovereignty: Organized Hypocrisy (Princeton: Princeton Unİversity
Press, 1999).
16. Stephen D. Krasner, Sharing Sovereignty: New İnstitutions for Collapsed and Failing States,"
International Security 29, No. 2 (2004): 85 120.
Yedinci Bölüm: Farklı Bir Amerikan Dış Politikası
1. Bakınız Robert W. Merry, Sands ofEmpire: Mİssionary Zeal, American Foreign Policy and the
Hazards of
219
NEOCONLARIN SONU

Clobal Ambitîon {New York: Simon and Schuster, 2005), ve David Rief, At the Poînt of a Cun:
Democratic Dreams andArmedInterventions (New York: Simon and Schuster, 2005).
2. Gerçekçi VViisonculuk olarak adlandırdığım şey, alternatif olarak mantıklı bir liberal
enternasyonalizm olarak tanımlanabilir. Bu, VVilsonculuğun basit biçiminden birkaç özelliğiyle
ayrılmaktadır: öncelikle, ABD çok çok taraflı bir dünya kurmaya çalışmalı, BM'ye özel vurgu
yapmamalıdır; ikinci olarak, dış politikanın hedefi, egemenliğin ve kuvvet politikasının üstünlüğü değil,
kurumsal kısıtlamalar yoluyla politikanın düzenlenmesidir; son olarak, gerçek kurumların temelinde
yatan demokratik meşruiyet, sistemin genel olarak tasarlanmasına rehberlik etmelidir.
3. Bakınız "President Bush Discusses Freedom in lraq and the Middle East: Başkanın Ulusal
Demokrasi Vakfı'nın 20. Kuruluş Yıldönümü Törenindeki Sözleri," Washington D.C, 6 Kasım 2003.
Rice, The American Interest'e verdiği röportajında şunları söylüyordu: "Aşinaların gerçekten de
seçilip seçilmemelerine İzin verilmesi sorusuna gelecek olursak... Bana göre, aşinaların, İslamcıların
ve diğerlerinin maskelerinin arkalarına saklanarak siyasi sistemin uçlarında faaliyet gösterdikleri
zaman mı yoksa insanların gerçekten de halkın iradesi için yarışacakları açık bir siyasi sistemde mi
daha iyi bir durumda mı olacağınız sorusunu kendinize sormalısınız."
4. Ortadoğu'da Güney Koreli Park ChungHee veya Singapurlu Lee Kuan Yew ile kıyaslanabilecek
gerçekten de modernleşen diktatörler gösterilebilirse, bu bölgede otoriter yönetime geçişi
savunmak mümkün olabilir. Arap diktatörlerin büyük çoğunluğu, kalkınmaya çok az ilgi göstermişler
220
NOTLAR

ve demokratik açılımların birkaç küçük ilk adımın ötesine geçmelerinin önlenmesinde akıllı hareket
etmişlerdir. Bakınız Thomas Carothers ve Marina Ottavvay'ın editörlüğündeki Uncharted Journey:
Promotîng Democracy in the Middle East (Washington D. C: Carnegie Vakfı, 2005) adlı kitapta
Danİe! Brumberg, "Liberalİzation Versus Democracy".
5. Önceki duruma verilecek bir örnek, Amerika'nın Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı
Muhammed El Baradey'in görevinden alınması yönündeki çabasında Avrupa'nın işbirliği yapmayı kabul
etmemesidir; ikinci duruma verilecek örnek ise, Fransa ve Almanya'nın Irak'ın yeniden
yapılandırılması sürecinde yer almayı sürekli olarak reddetmeleridir.
6. G. John Ikenberry, After Victory: institutions, Strategic Restraint, and the Rebuildîng of
Order After Majör Wars (Princeton: Prİnceton University Press, 2001).
7. Zbignievv Brzezinski, "The Dilemma of îhe Last Sovereign," American Interest 7, No. 1 (2005):
37 46.
8. Pierre Hassner, "Definitions, Doctrines and Divergences" National InterestNo. 69 (2002): 30
34.
221
DİZİN
11 Eylül Saldırıları 15, 71, 77, 81,85,87, 97, 193
ABD ordusu 153, 181, 188 Açık Toplum Enstitüsü 142 Adelman, Carol 215 AFDC (Çocuklu Fakir Ailelere
Yardım) 31,49, 197 Afganistan 15, 39,40, 46, 82, 95, 117, 155, 174, 175, 180, 181, 184, 185, 190, 213, 214 Albright,
Macieleine 193 Alhurral54 Allison, Graham 77 Almanya27, 28,45, 62, 79, 92, 93, 110, 114, 137, 138,188,199,200,
213, 221 Almond, Cabriel 131 Amerikan Çalışma
Federasyonu 140 Amerikan Maksimalizmi 106 Andropov, Yuri 68 Apter, David 131 Aquino, Benigno 139 Aristo 34, 36,
37, 38 Arjantin 67, 116,208 ASEAN (Güneydoğu Asya
Ülkeleri Birliği) 137, 176 Asya 65, 107, 116, 126, 127, 128, 137, 145, 175, 176, 177,
182, 188, 189, 198 Atta, Muhammed 81, 97 Avrupa 30, 33,40, 50, 55, 59, 60, 61, 62, 63, 68, 69, 73, 74, 77, 78, 80, 81, 82,
86, 89,93, 104, 105, 106, 107, 108, 109, 110, 112, H4, US, 118, 124, 130, 131, 132, 134, 135, 141, 142, 150, 158, 160, 16),
162, 163, 167, 170, 173, 174, 176, 177, 178, 180, 184, 185, 186, 188, 189, 191, 200, 202, 206, 221
Avrupa Birliği 78, 150, 162, 167, 174, 180, 191 Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AC İTİ 176
B
Baasçılar 181
Başkanlık Karar Direktifi 155
Baker, lames 21
Balkanlar 54, 56, 59, 103,105,
106, 144, 185
Banna, Hasan El 81
Barlow, )ohn Perry 114
Bartley, Robert 45
Batı Demokrasisi 83
Bağlayıcı olmayan anlaşmalar
167
Bağımsızlık Bildirgesi 34
223
NEOCONLARJN SONU
Bell, Daniel 27,29, 30, 199
Berlin, Isaiah 35
Bifgi teknolojisi (İT) endüstrisi
171
Bİn Ladin, Usame 78, 79, 87
Bismarck, Otto von 93,188
Blair, Tony 195
Bloom, Allan 9,32,34,198
BM İnsan Hakları Komisyonu
161
Boltonjohn 103,168
Boot,Max 51,84,195,203
Boroumand, Ladan 202
Boraumand, Roya 81,202
Bosna 46, 105, 106, 137, 155,
163, 180,213
Bouyeri, Muhammed 82
Brooks, David 53, 195, 199
Buchanan, Patrick 49
Bıırke, Edmund 37
Bush, Ceotge Herbert VValker
21
Bush, Ceorge W. 9,11,15,
54, 55, 56
Büyük Toplum 29, 30, 59
C,Ç
Calvin, John 86 Carothers, Thomas 67, 133, 201, 212, 213, 214, 221 Carter, Carter 56, 60 Cassirer, Ernst 33 Charles Duelfer 100
Charles Krauthammer 12, 54,
79, 109, 202, 206
Chavez, Hugo 189
Cheney,Dick 17,32,87,209
Cbirac, Jacques 107
Churchill, VVinston 34
Clark, VVesley 106
Clinton yönetimi 10,46, 54,
85,105,106,116,123,144,
155,171,177
Clinton, Bili 31,193
Commentary9, 28,29, 199,
201,202,208,214,217
ÇadKamerun gaz boru hattı
180
Çekoslovakya 40, 93
Çin 11,50,52,55,66,71,94,
108,115,143,159,174,176,
188,189,214
Çok taraflılık 73, 165, 172
D
Daniel Deudney 201 Darfurl74
Dean, Hovvard 24, 195 Demokrasi, İnsan Hakları ve İşçi Dairesi (DRL) 154 Demokrasiler Topluluğu 177, 178, 187, 202
Demokrasiye geçişler 122,132 Demokrat Parti 71, 106, 138 Demokratik Toplum Taraftarı Öğrenciler 29
Devletler 10, 15, 21,22,23, 34, 39, 43, 52, 53, 66, 76, 98,
109, 128, 137, 158, 161, 165, 166, 167, 168, 169, 170, 173, 177, 178, 179, 180, 184, 190,213 Doğu Asya Zirvesi 176
Doğu Avrupa 61, 62, 63, 68,
110, 1J2, 142, 150, 174, 177 Drury, Shadia 32
Dünya Bankası 74, 116, 123, 124, 149, 150, 157, 165, 179, 180
Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü 54
Durkheim, Emile 130 Duyarlı hedefleme 45,46 Dış politika 9, 10, 11, 12, 16, 18, 19, 20, 22,23,29. 32, 33, 36, 39,42,45, 47,
49, 50, 51, 52, 53, 54, 55, 56, 58, 62, 65, 68,69,71, 75, 76,84,85,90, 100, 107, 109, 110, 112, 118, 119, 120, 121, 126, 131,
139, 143, 144, 153, 160, 179, 181, 182, 183, 184, 195, 216, 219, 220
DİZİN
Easterly, VVilliam R. 209 Eden, Anthony 93,204
Egemenlik 91, 143, 162, 179,
180,191
Eisenhovver yönetimi 91
Ekonomik kalkınma 23, 65,
120, 122,123, 124,129,130,
131,132,133,134,145,146,
148, 153, 185
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma
Örgütü (OECD] 147
El Kaide 9, 15,17,72,81,85,
87,96,97,112
El Salvador 139, 163,214
Elektronik Öncülük Vakfı 115
Er efsanesi 41
Esad, Hafız 97
Eğitim 35, 64, 138, 152, 179,
181
F
Federal Seçim Kurumu (İFE)
152
Federalist gazeteler 38
Feith, Douglas 24
Felsefi modernlik krizi 34
Filipinler 66, 117, 137, 139,
140
Filistin 12, 84, 85, 178
Frachon, Alain 26, 196
Friedman, Murray 26,196
224
225
NEOCONLARIN SONU DİZİN
Friedrich Ebert Vakfı 138 Froomkin, Michael 172 Fukuyama, Francis 198, 199, 202,209,211,219
Gaddis, John Lewis 13,90,
203
Galois, Pierre 42
GATT (Gümrük Tarifeleri ve
Ticaret Genel Anlaşması)
54,74
Gerçekçi VVİlsonculuk 12,23, 220
Gerçekçiler 20, 21, 22, 48, 59, 60, 73
Glazer, Nathan 27, 29, 31, 35, 196
Gogh, Theo van 82 Gorbaçov, Mikhail 60, 68, 200
Güvenlik politikası 76 Gıda ve Tarım Programı 170
H
Haiti 46, 67, 137, 144, 155 Hamas 186 Harries, Owen 32, 50 HarrodDomar büyüme
modeli 124 Hassner, Pierre 192,221
Hayek, Friedrich 49 Hindistan 88, 108, 125, 176 Hizbullah 186 Hükümetler arası 168 Humeyni, Ayetullah 81 Humphrey,
Hubert 60 Huntington, Samuel 67,131 Hüseyin, Saddam 10,15,40, 52, 86, 87, 88, 93, 96, 97, 100, 101, 104, 142, 182,204
I İ
'
İkenberry, )ohn 13, 69, 190, 201,221
Internet 114, 172,207,218 Internet Mühendisliği Görev
Gücü (IETF) 171 Irak 10, 14,21,24,55,7'4,.91, 97, 102, 109, 144, 175, 187, 205, 214
Irak Gözlem Grubu (ISG) 100, 101
İdarî Usul Yasası 172 İran 43, 52, 84, 88, 99, 112, İslamcı Adalet ve Kalkınma
Partisi 78 İslamcılar 78, 85 İslamcılık 76, 78, 81, 85 İsrail 12,24, 84, 85, 87, 89, 93,98, 162, 177, 216 İyiliksever hegemonya
118
J
Jackson, Henry M. "Kepçe" 44 Jacksoncu milliyetçiler 21 Jaffa, Harry 34
Japonya 28, 45, 74, 110, 137, 163, 176, 188,213 Johnson, Lyndon 29 Joseph Dorman 27, 196 Jowitt, Ken 64, 94
Kağan, Robert 51, 109, 199, 206, 209, 217 Kant, Immanuel 177 Kay, David 100 Kellıng, George 31, 196 Kennan, George
60 Kennedy yönetimi 91 Kennedy, John F. 60 Kepel, Gilles 80, 202 Kirkpatrick, Jeane 51,54,199 Kitle İmha Silahları (KİS)
205 Kissinger, Henry 18, 20, 44,47,48
Koşulluluk 149, 150 Komünizm 27, 28, 29, 30, 47, 55, 56, 60, 61, 68,81, 139 Konrad Adenauer Vakfı 138 Körfez Savaşı
[1991) 46, 52, 88, 103, 104, 206 Kosova Savaşı 46
Krasner, Stephen 179 Kristol, Irvİng 10,25, 27, 28,29, 32, 50, 51, 195, 199 Kristol, VVilliam 9, 51, 109,199,206,209
KrİstolKagan gündemi 53, 54 Küba Füze Krizi 91 Kültürel bağıntıcılık 35 Küresel Kalkınma Merkezi 155, 210, 215, 216
Küreselleşme 23, 54, 82, 115, 158, 186
Kurumsal iktisat 128 Kurumsal kalkınma 149, 177 Kurumsal plânlama 135 Kutub, Seyyid 81 Kuveyt 89, 93, 163,204 Kuzey
Kore 52, 88, 98, 99, 112, 176, 182, 205 Kyoto Protokolü 74
LaRouche, Lyndon 32,197 Larry Summers 116 Latin Amerika 22, 116, 128, 132, 137, 177,208 Leninizm 25, 65, 81
Lerner, Daniei 131 Levine, Ross 211 Lewinsky, Monica 53 Liberal enternasyonal i siler 20
226
227
NEOCONLARIN SONU
Liberal muhafazakârlar 38 Liberal otoriter yönetim 145 ügachev, Yegor 200 Lilla, Mark 13, 32, 34, 197 Limongi, Fernando
133,212Lipset, Seymour Martin 27,212
Loury, Clenn 30 Lukashenko, Alexander 135
M
MacArthur, Douglas 41 Madrid bombalamaları 82 Maine, Henry 130 Mann, James 26, 196 Manning, David 195 Marcos,
Ferdinand 139 Mavvdudi, Maulana 81 Mead, VValter Russell 21, 113, 195, 207
Meksika 152, 208, 215 Milenyum Kalkınma Hedefleri 215
Milenyum Mücadele Birliği
153, 156
Milenyum Mücadele Hesabı
(MCA} 150, 157,216 Milletler Cemiyeti 52, 59, 1 77 Miloseviç, Slobodan 141 Modernleşme 63, 64, 67, 82, 83,85, 123,
130, 131, 132,
Moynihan, Daniei Patrick 27,
31,47
Murray, Charles 30,31,197
Müslümanlar 78, 82, 06
Mısır84, 88,93, 185, 186,216
N
National Interest 9, 11, 32, 50, 195, 199, 200, 201, 202, 206, 209, 221
Neokiâsik ekonomi 199 Nikaragua 66, 137, 139 Nİtze, Paul 44,49, 60 Niyazov, Şaparmurat 135 North, Douglas 127, 213
Norton, Anne 32, 197 Nükleer silahlanma 45, 72, 92, 96, 98, 99 Nyejoseph 153
Ö,O
Önleyici eylem 15, 16, 20, 90, 91,92,95,96, 108, 111, 112 Önleyici savaş doktrini 15, 108, 190
Ortadoğu 20, 24, 43,45, 57, 75,81,82,83,85,88,89,113, 118, 119, 121, 153, 154, 177, 178, 183, 185, 186, 220 Ortadoğu
Ortaklık Girişimi (MEPI) 154
228
DİZİN
Osirak reaktörü 93, 98 Otpor 141 Pakistan 81, 82, 88, 95,99,
112, 113, 125,207 Perle, Richard 24,42, 60 Petrol karşılığı gıda skandali 88 Pillaf, Paul 77 Pinochet, Augusto 140
Plato 33, 34, 36, 37,40, 198
Podhoretz, Norman 25, 29,
196,202
Pollack, Kenneth 97
Polonya 40, 62, 65, 68, 93
Popper, Kari 35
Portekiz 138
Postel, Jon219
Povvell, Colin 70, 100, 108,
113, 182
Protestan Reformu 85 Przeworski, Adam 133, 212 Public Interest 9, 29, 30, 32, 49, 59, 120
Putin, Vladİmir 67 Pye, Lucian 131
Rabkin, (eremy 13, 169, 178,
218
Radio Farda 154
Radio Free Europe/Radio
Liberty 140, 154 Radio SAWA 154 Reagan, Ronald 45, 48,49, 55, 60, 62, 66 Refah devletî 114 Reform 12, 62, 67, 95,
127, 130, 145, 149, 150, 152, 160, 164, 179, 185, 187 Rejim değişikliği 16, 20, 21, 39,40, 42, 47, 52, 60, 61, 62, 64, 66,
73,75,99, 106, 123, 136, 138, 140, 141, 142, 178, Rice, Condoleezza 56, 111, 182, 185, 193, 205, 207 Roosevelt, Franklin
56 Roosevelt, Theodore 53 Rostovv, Walt 126, 131 Roy, Olivier 80, 85, 186,202 Rubin, Barry 84,203 Rubin, Robert 116
Rumsfeld, Donald 17, 32,46, 73, 106, 182 Russert, Tim 121, 209
S,Ş
Sachs, Jeffrey 146, 211 Scowcraft, Brent21 Selznick, Philip 27 Sermaye piyasasının liberalleştirilmesi 116
229
NEOCONLARIN SONU
Sestanovich, Stepnen 13,106, 200, 206
Shils,Edward 131
Siyasi kalkınma 123, 130, 131,
132, 133, 134, 135, 136, 148,
156, 179, 185
Slaughler, AnneMarie 168,
Sokrates 36, 37, 39,41
Solcular 143
Sömüfgelerin özgürleştirilmesi
123
Soros, Ceorge 142
Sosyal mühendislik 20, 22, 59,
71,120,208
Sovyetler Birliği 27,28,42, 43,
44,45,48,49,56,58,60,61,
66,69,71,73,79,94,114,
132, 138, 163
Soğuk Savaş 11, 15, 18,20,
21,28,42,43,49,50,51,58,
60,61,65,68,69,70,71,73,
79, 9?, 103, 107, 109, 110,
113,114,117,138,139,143,
161, 163, 175, 184, 187, 191,
192,203
Stratejik silahların kontrolü 44
StraussKahn, Dominique 108
Suudi Arabistan 87, 88, 185,
186
Sırbistan 52, 68, 105, 141,
142, 1 79
230
Şer Ekseni 182
Şili 66, 117, 127, 140,214
Talcott Parsonsl31
Taliban rejimi 15
Tarihin Sonu ve Son Adam
(Fukuyama) 201 Tek taraflılık 20, 90 Teknolojik özgürlük 115 Terörizm 56, 57, 77, 83, 90, 92, 108, 112, 146, 186
Thucydides 33, 192 Tilly, Charles 134,213 Tocqueville, Alexis de 36, 53 Tom Hayden 29 Tönnies, Ferdinand 130
Turuncu Devrim 141
U,Ü
Üçüncü Demokratikleşme (ABD Uluslararası Kalkınma
Dairesi) 67, 132 Ukrayna 61, 67, 68, 141, 142, 179 Uluslararası Atom Enerjisi
Kurumu flAEA) 221 Uluslararası Cumhuriyetçiler Enstitüsü (İRİ) 154 Uluslararası Gıda Standartları 169, 170
Uluslararası hukuk 18, 52, 166 Uluslararası işbirliği 19, 159, 165, 170, 172, 173, 178, 191 Uluslararası ilişkiler kuramı 76
Uluslararası kurumlar 90, 92, 159, 183, 187, 191, 192,200 Uluslararası Para Fonu (IMF) 74, 116 Uluslararası Savaş Suçları
Mahkemesi 19, 74, 169 UluslararasıTeSekomünikasyon
Birliği (ITU) 171 UNSCOM (Birleşmiş Milletler
Özel Komisyonu) 104 USAID (ABD Uluslararası
Kalkınma Dairesi) 139,141, 151, 154, 156, 157,215,216
Varşova Paktı 40, 61 Vatanseverlik Yasası 15 Vernet, Daniel 26, 196 Vietnam Savaşı 29,47, 126, 153, 181 Voice of
America 140, 154
W
Wall Street Journal 45
Washington Konsensüsü 116,
208
VVeekly Standard 51, 53, 73,
DİZİN
123,199,203
VVilsonculuk 12, 22, 23, 51,
52, 54, 220
VVohlstetter, Albert 9, 33, 42,
43,47,198
VVohlstetter, Robeıta 95,204
Wolfowitz, Paul 24,26, 32,
VVolfson, Adam 13, 38, 195,
198
WTO
(Dünya Ticaret Örgütü) 54
Yapısal düzenleme kredileri
127,150
Yatırım eksikliği 124
Yoksulluk 29, 31,120, 146
Yumuşak güç kurumları 153,
156
Yumuşak hukuk 166, 217
Yushchenko, Viktor 61
Zakaria, Fareed 145,201,215 Zalmay Halilzad 42 Zerkavi, Ebu Musab El 181
www.iskenderiyekutuphanesi.com
231

You might also like