You are on page 1of 31

+cA eki Türkçede zarf yapar mı?

Çevirilerde sık karşılaşılan Türkçe sorunlarından biri, öteden beri zarf kategorisiyle ilgilidir. Batı
dillerinden yapılan çevirilerde, İng. +ly eki ve Fr. +ment eki, Türkçe +ce/ca (=+cA) eki ile karşılanmaya
çalışılıyor: Kurdukları metnin kök ve ek yapısı bakımından (yani, “morfolojik” olarak) da kaynak metne birebir
uymasını isteyen kimi çevirmenler tarafından +cA eki bol bol, hatta kulağımızı tırmalayacak (yani anadili
duygumuza/sezgimize ters düşecek) kadar sık kullanılıyor. Bu tırmala(n)ma duygusunun nedeni, Türkçede sıfat
ve zarf kategorilerinin esasen biçimsel kategoriler olmaması, yani Türkçede sıfat ve zarfların biçimsel olarak
işaretlenmemeleri veya işaretleyicilerinin (marker) yok denecek kadar az olması, bu kategorilerin ancak sözdizim
içinde kendilerini göstermeleri,[1] Türkolog Tahsin Banguoğlu’nun deyişiyle “zarflar[ın] dilimizde zenginleşmiş,
fakat biraz devşirme bir kelime sınıfı teşkil” (Türkçenin Grameri, Ankara: TDK, 1990, s. 379) etmeleridir. Kulak
tırmalamasının ikinci bir nedeni de Türkçede +cA’nın yalnız zarf değil sıfat ve özellikle yer isimleri yapmak için
de kullanılması olabilir: Çocukça davranmış (zarf); çocukça bir fikir (sıfat); Çamlıca, Düzce, Dağlıca (yer adı).[2]

Gereksiz +cA kullanımına bir iki örnek:

(1a) You treat the child too harshly.

cümlesinin illa +cA’lı bir yapıyla, örneğin:

(1b) Çok sertçe davranıyorsun çocuğa (x)

diye çevrilmesi gerekmiyor. Aşağıda göreceğimiz üzere, Türkçe sıfatlar ek almadan –cümlede bulundukları
konum itibariyle– zarf görevi üstlenebiliyor:

(1c) Çok sert davranıyorsun çocuğa. (√)[3]

Keza Red Kit’in köpeği Rintintin için kasabanın şerifi şöyle diyor:

(1d) Serbestçe sokaklarda dolaştığı için 5 dolar ceza alacaktı, ama ....

Burada iki yönlü bir sorun olduğu, bir yandan kelimenin yanlış seçildiği, diğer yandan gereksiz yere +cA eki
kullanıldığı aşikâr:

(1e) Sokaklarda başıboş dolaştığı için ...

Bu kadar tanıdık bir ifade terk edilerek yerine, insanın aklına Fuzuli’nin “kalem olsun [=kurusun] eli ol kâtib-i
bed-tahririn” bedduasını getiren serbestçe gibi bir yabancının tercih edilmesinin nedeni, sözünü ettiğimiz biçim
taklitçiliğinden başka bir şey olamaz herhalde.

Türkçe +cA ekinin işlevlerinden birinin zarf yapmak olduğu (ön-ce örneğinde olduğu üzere) doğrudur;
ancak zamanla başka ek ve sözdizimsel araçların da kullanılmasıyla +cA ekinin bu işlevinin özellikle yirminci
yüzyılda zayıfladığı görülmekte. Günümüzde +cA ile birtakım zarflar hâlâ yapılıp kullanılabiliyorsa da,
alternatifleri de bir o kadar kullanım alanı buluyor. Örneğin:

(2) İyice temizlenmiş (√)

diyebiliyoruz. Bazı +cA’lı biçimler belli fiillere ulanabiliyorken, kimi filler bu biçimleri kabul etmez:
(3a) Kısaca anlattım. (√)

(3b) Kürsüde kısaca konuştum. (x ?)

Keza uzunca sözcüğü aşağıdaki örnekte sırıtıyor:

(4a) Uzunca konuşuyor. (x)

(4b) Uzun uzun konuşuyor. (√)

(4b) Uzun uzadıya konuşuyor. (√)

Bazı +cA’lı biçimlerin alternatifleri aşağı yukarı aynı değeri taşır:

(5a) Güzelce dövmüşler. (√)

(5b) Bir güzel dövmüşler. (√)

(5c) Zarf yanlışlarından bolca var. (√)

(5d) Zarf yanlışlarından bol bol var. (√)

Oysa aşağıdaki örnek için “hipotetik” temizce biçimi uygun düşmezken, bir temiz biçimi uygun duruyor:

(6a) Temizce dövmüşler. (x)

(6b) Bir temiz dövmüşler. (√)

+cA’lı zarflar içinde en çok göze batanlardan biri, basitçe’dir. İng. simply ve Fr. simplement kelimelerinin
karşılığı olarak sık sık kullanıldığını gördüğümüz bu biçim, aslında söz konusu kaynak malzemenin karşılığı
değildir. Türkçede basitçe kelimesi, sıfat anlamlı basit’in bazı fiilleri nitelemek için kullanılan biçimidir. Örnek:

(7a) Olan biteni basitçe açıkladım.

Buna mukabil, basitçe’yi

(7b) She is not simply a collegue for me;

(7c) Elle n’est pas simplement une collègue pour moi

cümlelerinin çevirisinde

(7d) Benim için basitçe bir iş arkadaşı değil (x)

şeklinde kullanmaktansa, şöyle bir çeviri daha doğru olur:

(7e) Benim için iş arkadaşından ibaret değil o. (√)

Öte yandan +cA eki sıfat değil de isim gövdelerine eklendiğinde, bir başka işlevle zarf yapabiliyor:

(8) Anlamca[4] (=anlam bakımından) farklılık göster-


Başka Zarf Yapma Yollarına örnekler (Ø, +cIk, +(y)lA, ikilemeler, sıfat + bir şekilde / bir biçimde / olarak)

Türkçede sıfatlar herhangi bir ek almadan (=Ø), cümle içinde zarf görevini üstlenebiliyor:

(1a) Hızlı yürüseydik, trene yetişebilirdik. (If we had walked fast, we could have caught the train.)[5]

Buna karşılık, her sıfatın doğrudan zarf olarak kullanılamadığı da aşikâr:

(1b) Akıllı davrandın. (x?)

(1c) Akıllıca davrandın. (√)[6]

Türkçede zarf yapmak için yararlanılabilen eklerden biri de +cIk:

(1) Saçlarını kısacık kestirmiş.

(2) Ekmekleri ufacık doğradıktan sonra, …

(3) İncecikten bir kar yağar,

(4) Yalancıktan[7] söyledim, anne.

Keza +(y)lA ekiyle sık sık zarf yapılır:

(1) Öfkeyle kalkan zararla oturur.

(2) Hızla içeri giren…

(3) Olay yerine süratle intikal eden güvenlik güçleri…

İkilemelerle de zarf yapma yolunu tuttuğumuz oluyor:

(1) a) No one could easily escape from here.

b) “Kimse buradan kolayca kaçamaz.” (x)

c) “Kimse buradan kolay kolay kaçamaz.” (√)

(2) Neither reading the newspaper, with its abundance of news that is irretrievably remote from his life,
nor sitting for minutes on end at the wheel of his car in a traffic jam.

a) Ne yaşamına telafi edilemezcesine/ telafi edilemez denli uzak haberlerle dolu gazetesini okumak,
ne de sıkışık trafikte direksiyon başında dakikalarca oturmak.

b) Ne yaşamıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan haberlerle dolu gazetesini okumak, ne de sıkışık
trafikte direksiyon başında dakikalarca oturmak.

(3) a) İki Sırp savaş suçlusu rahatça dolaşmaya devam ediyor

b) Savaş suçlusu iki Sırp elini kolunu sallaya sallaya dolaşabiliyor.


(4) Salamı ince ince dil, ekmeğin arasına….

(5) Yavaş yavaş pişen etimizi….

(6) Hayal meyal hatırlıyorum yüzünü.

(7) Sen, güzel güzel ödevini yap; ben geliyorum.

Çeşitli ekler alan ikilemeler de zarf olarak kullanılabilmekte:

(1) Uzaktan uzağa Attila İlhan’ı hatırlatıyordu yazdıkları.

(2) İnceden inceye baltalamaya çalışıyor projeyi.

Bu tür çözümlerin işe yaramadığı yerlerde çeviri kaynaklı “sıfat + bir şekilde / bir biçimde / olarak” yapısına
başvurmak da mümkün elbette:

(1) Devlet başkanı demokratik bir şekilde yönetime gelmemişti.

(2) Bu sorunu bilimsel olarak araştırmalıyız.

Ayrıca, ilk bölümdeki (5b) ve (6b) numaralı örnekler, bir + sıfat kuruluşunun da –kullanım alanı nispeten sınırlı
olmakla birlikte– zarf yapmak için kullanılabilecek alternatif yollardan biri olduğunu gösteriyor.

[1] Uzun bir tartışmanın konusu olmuştur bu durum. Bkz. Ömer Demircan (1998): “Türkçede Türsel Bir Ayrım
(Baş-düşümlü) : Türkçede Sıfat Ayrımına ‘Düşümsel’ Bir Bakış”, Yeşim Aksan – Mustafa Aksan (haz.), XII.
Dilbilim Kurultayı Bildirileri, Mersin Üniversitesi, s. 127-40.

[2] +cA’nın muhtelif değerleri konusunda bkz. Banguoğlu, s. 158-61, 377-9.

[3] Bu örnek Aslı Göksel – Celia Kerslake, Turkish: A Comprehensive Grammar, (Routledge, 2005) s. 218’den.
Bu arada (√) işareti dilbilimcilerin “L1” dediği ilk edinilen dili (illa “anadili” olması gerekmiyor, belki “en iyi
bilinen dil” diyebiliriz) konuşanlar açısından kabul edilebilirliği gösteriyor (ve başka da bir şeyi göstermiyor!).
L1 konuşurlarının bilinci, Saussure’ün yüklediği anlamda “langue”ı (yani daha sonra Antoine Meillet’nin
tanımlayacağı gibi un système où tout se tient “her şeyin birbiriyle sımsıkı dayanışma içinde olduğu bir sistem”
olarak belirli bir dili – Türkçe, İngilizce gibi) esas ve ölçü alır; dolayısıyla L1 konuşurunun reddettiği
(gramatikal olarak yanlış dediği) bir ifade özü itibariyle söz konusu langue’ın uzlaşımlarına ters düşüyordur.
Kural koyucu olmayan bir disiplinin kural koyma pratiğine yapabileceği yegâne katkı budur: Belirli bir ifadenin
belirli bir anda bir sistemin kabul edilebilirlik koşullarına ters veya uygun düştüğüne işaret etmek. Bu meseleyi
ilgilendiren teorik tartışmayı daha kapsamlı bir yazı için erteleyip, bu noktadan sonrasının benim şahsi
tasarrufum olduğunu, sorumluluğunun bana ait olduğunu kabul ettiğimi eklemekle yetineceğim.

[4] Ekin bu kullanımını Türkologlar “ismin eşitlik hali” diye adlandırmaya meyilli. Geçmişte böyle bir işlevi
olmuşsa da, bugünkü Türkçe için doğru bir adlandırma değil.

[5] Bu örnek TCG, s. 218’den.


[6] Örnek Necmiye Alpay, Metis Türkçe Sorunları Kılavuzu, s. 179’dan. Öyle görünüyor ki, hangi (veya ne tür)
sıfatların +cA ekini istediği, hangilerinin illa gerektirmediği başlı başına bir (ampirik) dilbilim araştırmasının
konusu olmalı. Ama şu anda bunu yapma imkânım yok benim. Fakat şu türden +cA’lı zarflar, sözgelimi, benim
kulağımı pek tırmalamıyor:

topluca

usulca

kolayca

acımasızca

[7] Karş. şakacıktan ve “Yalandan söyledim”. İsimden zarf yapma görevi olduğu anlaşılıyor +dAn ekinin.

Türkçede Artikelin (Tanımlık, Harfitarif) Bulunmayışı

Türkçede morfolojik kategori (sözcük türü) olarak artikel bulunmadığı doğruysa da, Türkçeye özgü birtakım
biçim birimleri veya dizim kuruluşları, İng. ve Fr. artikelleri karşılayabilmekte veya (tersinden bakarsak) söz
konusu dillere ancak artikellerle çevrilebilmektedir. Gönderileni belirsiz (indefinite / indéfini) artikelleri
karşılamak için başvurulabilecek yolları ele alalım.

a/an

I) bir

Türkçe bir sözcüğü özü itibariyle bir artikel değil, sayı adı veya sıfatıdır. Ancak gerek dilin iç gelişimi gerekse
başka dillerle teması neticesinde, sözcüğün üstlendiği anlamlardan biri İng. a/an’i karşılayacak değerde.

(1) genç bir adam, “a young man” ifadesine neredeyse birebir denk gelir; her ikisi de “genç adamlar içinden bir
genç adam” anlamını verir.[1]

Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir şey var: İng. a/an hemen her zaman sıfattan önce gelirken, Türkçe bir
çoğunlukla sıfat ile ismin arasına girer; daha doğrusu: hemen her zaman isimden önce gelir. Ancak belirli
bağlamlarda sıfattan önce kullanılır. Örn.:

(2a) bir genç adam “a young man”

Bu tür kullanımlarda, isimden önce gelmesi gereken bir sıfattan önce gelerek, sıfat + isim (“genç adam”) grubunu
adeta bağımsız bir semantik birim, bir bakıma birleşik isim haline getirir.[2] Burada genelde amaç, sıfat + isim
grubunu vurgulamak, ona özel bir nitelik katmaktır. Malum şairimiz (hatta “bir malum şairimiz”!)

(2b) bazı şeyler

(2c) bir bazı şeyler (= bir “bazışeyler”) var

diyerek Türkçenin bu özelliğini adı konmamış bir şeyi adlandırmak (daha doğrusu, adlandırıyormuş gibi yapmak)
amacıyla kullanmaktadır. Benzer örnekler de bu düşünceyi doğrular nitelikte:

(2d) Bursa’da bir eski cami avlusu (Tanpınar)


(2e) Bir masum mor-menekşe (şarkı, Nilüfer söylüyordu galiba)

(2f) İçim bir kör kuyu gibi derin (O. Veli)

(2g) Bir fakir Orhan Veli

(2h) Aman bir edalı kız gider (O. Veli)

Fakat Türkçede bir’in sayı sıfatı (İng. one gibi) olarak kullanıldığını da unutmamak gerek. Aşağıdaki Fr. cümlenin
çevirisinde bir sözcüğü “un … entier” veya “tout entier” karşılığıdır:[3]

(3) Il a englouti un poulet entier.

“Bir tavuğu bir oturuşta yedi.”

II) partitif anlamlı +den eki

İngilizce a/an artikelini karşılamak için yararlanılabilecek pratik yollardan biri de Fr. partitif haline benzeyen
kullanımları olan Türkçe’deki +den ekidir:

(3) In Sierra Leone, a country in West Africa, there has been civil war for ten years.

Batı Afrika ülkelerinden Sierre Leone’de on yıldan beri iç savaş var.[4] (√)

Bir Batı Afrika ülkesi olan Sierre Leone’de (?)

III) +den biri

Belirli bağlamlarda İng. a/an aslında +den biri ile gayet güzel karşılanmaktadır. Yanlış hatırlamıyorsam Necmiye
Alpay’ın vermiş olduğu (veya bir diziden aklımda kalmış olan) şu örneği düşünelim: hastanedeki odasında yatan
kız gözlerini yanıbaşında duran çiçeklere dikerek sevgilisine

(4a) Gimme a flower

diyor; bunun Türkçesi

(4b) Bana bir çiçek ver (x)

değildir; böyle bir sözden sevgilinin de bizim de hiçbir şey anlamamızın imkânı yoktur.

(4c) Çiçeklerden birini verir misin bana/versene bana (√)

gibi çeviri bağlama daha uygun düşer.

(IV) +In teki / biri

Bazı durumlarda +In teki / biri kuruluşu da İng. a/an’e uygun düşmektedir:

(5) My father was a drunkard. “Babam ayyaşın tekiydi.” (√)

Aynı şekilde ek bilgi vermek için kullanılan söz içi öbekleri karşılamak üzere +In biri yapısı uygun görünüyor:
(5a) Brutus, a traitor, ... “Hainin biri olan Brutus...”

a/an’in bu tür durumlarda karşıtlık içine girdiği (yani farklı anlam verdiği) the’yı karşılamak için de Türkçe “o”
uygun olabiliyor:

(5b) Brutus, the traitor, ... “Brutus, o hain, ...”

(V) Ø (sıfır gösterge)

Bazı durumlarda ise, özellikle tanımlardaki a/an için, en doğrusu Türkçede hiçbir sözel karşılık kullanmamak
gibi:

(6a) A house is a place where one can live in.

(6b) Bir ev, insanın yaşayabileceği bir yerdir. (x)

(6c) Ev, insanın yaşayabileceği yerdir. (= Ø ev, insanın yaşayabileceği Ø yerdir.) (√)

[1] Türkçenin modernlik öncesi döneminden de “bir”in artikel olarak kullanımına örnekler bulmak mümkün:
“Eder tedvîr-i âlem bir mekînin kuvve-i azmi” (Kararlı bir adamın azim gücü dünyayı döndürür, N. Kemal).

[2] Turkish: A Comprehensive Grammar, s. 209

[3] Örnek ve açıklama için bkz. Nurcan D. Karaağaç, “Les modalités nominales en turc contemporain”,
Dilbilim, XV (2006), s. 98.

[4] TCG, s. 186

Özne ile Yüklemin Çoğulluk Bakımından Uyumu

Türkçede 3. tekil şahıs fiil cümlelerinin çekiminde Ø (sıfır) ile temsil edilir:

(1) Ahmet eve gitmedi(Ø).[1]

Buna karşılık 3. çoğul şahıs çekiminde –lAr ekinin kullanımı çeşitli koşullara (bilinçdışı kurallara) bağlıdır. 3.
çoğul şahıs çekim eki,

I) daha önce sözü geçmiş (bkz. ileride “CÜMLE-ÜSTÜ İLİŞKİLER”) veya dildışı bağlam sayesinde bilinen
çoğul öznenin (+canlı) işlediği fiile mutlaka eklenir: [2]

(2a) Bodrum’a gittiler. “[They]’ve gone to Bodrum.”

Ancak II) özne cümlede söze dökülmüş (explicit) olarak bulunuyor ise, özne +insan ise ve de yükleme yakın
konumda ise, -lAr eki kullanılmaz:
(2b) İki üç kişi yaşını söylememiş;

III) özne +insan ise ve de yükleme uzak ise, -lAr ekinin kullanımı seçmelidir (zorunlu değildir):

(2c) Yarışmacılar arasından iki üç kişi, jürinin ısrarına rağmen yaşlarını/yaşını söylememiş(ler).

IV) şayet özne cümlede söze dökülmüş (explicit) olarak bulunuyor ise ve özne +insan ise, lAr eki yüklemin ifade
ettiği fiilin grupça yapıldığını gösterir:

(2d) İki kızkardeş tatile gittiler. “They went on holiday, [just] two sisters [together].”

V) şayet özne cümlede söze dökülmüş olarak bulunuyor ise ve özne -canlı (veya –insan ?) ise, yüklemde -lAr eki
kullanılmaz:

(2e) Sokaklar bomboş. (=Sokaklar bomboşØ.) (√)

Sokaklar bomboşlar.(x)

Fidanlar ağaca, ağaçlar ormana dönmeli yurdumda… (√)

İngilizce ve Fransızcadan yapılan çevirilerde bu dillerdeki özne-yüklem uyumunun zorunlu bir kuralı olarak çoğul
özne daima çoğul yüklem çekimi gerektirse de, Türkçede V numaralı kural gereği aşağıdaki türden kullanımlar
dilbilgisel olarak kabul edilebilir sayılamaz:

(2f) Gözkapakları kırpıştılar. (x) > Gözkapakları kırpıştı. (√)

Trafik lambaları yanıp söndüler. (x) > Trafik lambaları yanıp söndü. (√)

Çevre ile düşünce arasındaki ilişkiler, asla mekanikleştirilemezler. (x)[3]

[1] Daha fazla bilgi için bkz. ileride “CÜMLE-ÜSTÜ İLİŞKİLER”.

[2] (2) çerçevesindeki örnek ve açıklamaların bir kısmı TCG, s. 129’dan.

[3] Bu örnek, MTSK’dan (s. 255).

O / Onlar: O Ve Onlar Zamirlerinin Yanlış Kullanımı Ve Zamir Düşürme, Kendi Zamiri

I) Türkçede kişi zamirlerinin kullanım koşulları

Türkçede kişi zamirlerinin kullanımı Batı dillerinden farklıdır. Eklemeli bir dil olduğu için şahıs bilgisi hem
yüklemdeki çekim ekleriyle hem de bağımsız zamirlerle verilebilmektedir. Bu nedenle Türkçe de “zamir düşüren
diller” arasında sayılabilir.
Türkçe’nin “zamir düşürme” özelliğine daha 1932'de işaret eden Ahmet Cevat [Emre], özne “ ‘karine’
(bağlam) ile anlaşılırsa zikredilmez” diye belirterek, kötü çeviri belasının yol açtığı garabetlere gramercilerin de
nasıl kurban gittiğini gösterir (Yeni Bir Gramer Metodu Hakkında Layiha, s. 87):

(1a) Bazı gramercilerimiz tarif ve kaideleri Fransızcadan almakta o kadar ileri varmışlardır ki,
Fransızcanın “il”i nerelerde kullanılıyorsa bizde de “o” zamirinin orada kullanıldığını zannetmişlerdir:
Ahmet küçük bir çocuktur, o pek çalışkandır, o vaktini oyun ile kaybetmez. (Hüseyin Cahit, Sarf ve
Nahiv)[1]

Dolayısıyla, yukarıdaki örneğin doğru (= anadili konuşucularına göre dilbilgisel olarak kabul edilebilir) kullanımı
şudur:

(1b) Ahmet küçük bir çocuktur, [Ø] pek çalışkandır, [Ø] vaktini oyun ile kaybetmez.

Türkçede o ve onlar zamirleri ancak gönderilenleri (göndergeleri=referent) muğlaklıktan büsbütün uzak olduğu
zaman kullanılır:

(1c) Aristo’ya gelirsek, o bu işten bir şeyler çıkarmayı bildi.

Muğlaklık endişesi taşındığında, İng ve Fr’den farklı olarak Türkçede geri gönderme unsurları (“he, she, it,” vs)
yerine, gönderilen olduğu gibi tekrar edilir:

Alegorik niyet şeylerle her türlü yakınlığa yabancıdır. Bunlara dokunmak, ihlal etmek demektir. Onun [>
Alegorik niyetin] hâkim olduğu yerde alışkanlıklar bile yerleştirilemez.”

Fakat belli durumlarda bağımsız zamirlerin kullanıldığını da görürüz; bu kullanımlar, anadili konuşurlarının
bilinçdışı bilgisinde bulunan birtakım kurallara bağlıdır. Söz konusu kurallar gramerde (= bir dilin bilimsel
betimlemesinde) kodifiye edilmek üzere, dilbilim araştırmalarıyla açığa çıkarılır. Şimdiye kadar yapılmış olan
araştırmalara göre, Türkçede yüklemdeki şahıs eklerine ilaveten kişi zamirlerinin kullanımı aşağıdaki koşullara
bağlıdır.[2]

i) İkinci cümlenin öznesi, ilk cümlenin öznesinden farklılık gösterdiğinde:

(2) Zeki bugün sokağa çıkmayacakmış. Sen bir yere gitmeyi düşünüyor musun?

Bu örnekte, “sen” zamirinin görevi, cümlenin konusunu bildirmektir (yani topicalisation).

ii) Cümlenin öznesi hükmün odağına yerleştirildiğinde (focusing):

(3) Bu sabah çocukları ben giydirdim.

Bu tür kullanımlar genellikle eylemi kimin gerçekleştirdiğine odaklanılan (dildışı) bağlamlarda görülür.

II) Zamirli ve zamirsiz geriye gönderme yöntemleri

Türkçede zamirlerin geri gönderme unsuru olarak kullanılması, “backgrounding” (arkaplana itme, yüklemden
sonraya atma) denen sözdizimsel işlemle daha bir kabul edilebilir oluyor:

Ahmet hâlâ uyuyor. O, bugünlerde çok yorgun. (x?)

Ahmet hâlâ uyuyor. Bugünlerde çok yorgun o. (√)


Bir ihtimal daha var; o da ölmek mi dersin?

Zamirsiz, sırf şahıs çekim ekiyle geri gönderme de dilimizde çok yaygın:

Annemlerin işi çıkmış; sinemaya gelemiyorlar.[3]

Fidanlar bir tarım uzmanının denetiminde aşılandıktan sonra [=aşılandı;] büyüyüp ağaç oldular.

 Kendi

“O” veya “onlar” zamirinin Türkçede yüklemde Ø ile temsil edilebilmesinden (bkz. 1a) kaynaklanan bu durumu
telafi etmek için dilimizde kendi zamiri dönüşlülük işlevlerinin yanı sıra bir de “geri gönderme” (anaphor) işlevi
kazanmıştır (1b).[4]

(1a) Ahmet hâlâ uyuyor[Ø]. Bugünlerde çok yorgunØ.

(1b) Ahmet hâlâ uyuyor[Ø]. Kendisi bugünlerde çok yorgunØ.

Bu “kendi”li geri gönderme yöntemi, tıpkı diğer kişi zamirleri gibi gerektiğinde kibarlık ifade etmek üzere +lAr
eki de alabiliyor:

(2a) - Müdür bey ne karara vardı?

- Bilmiyorum, bugün görmedim kendilerini.

"NISTELROOY İLE KONUŞMAMIZ OLMADI"

Johan Neeskens, bazı basın organlarında transfer edeceklerine dair haberler çıkan Real Madrid'li futbolcu Ruud
Van Nistelrooy ile herhangi bir görüşmelerinin olmadığını söyledi.

Konuyla ilgili bir soru üzerine Neeskens, "Ne benim ne de Rijkaard'ın Nistelrooy ile bir konuşması oldu. Bunlar
İngiliz basınında yer alan şeyler. Onun dışında Türk basınına baktığımızda Galatasaray için yazılan isimler 10'u
geçti. Bizim şu ana kadar yaptığımız tek transfer Lucas Neill. Diğerleri için beklemeniz lazım" değerlendirmesini
yaptı.

"Nistelrooy'u kadronuzda görmek ister misiniz?'' şeklindeki bir soruya Neeskens, "Bunu konuşmak anlamsız,
kendisi Real Madrid'in futbolcusu" cevabını verdi.

Nonda'nın iyi performans göstermediğinin belirtilmesi üzerine Hollandalı çalıştırıcı, "Nonda bugün kötü bir
performans göstermedi. Kendisi Orduspor maçında iki gol attı, önemli bir oyuncu. Bugün de çok pozisyona girdi.
Gösterdiği performanstan memnunuz" diye konuştu.

Yeni transfer Neill'e övgüler yağdıran Neeskens, "Kendisi iyi bir futbolcu, bunu İngiltere'de gösterdiği
performanstan da anlayabilirsiniz. Bu tip oyuncuların takıma katılması takımın başarısı için önemli. Önümüzde
zorlu bir döneme gireceğiz, her mevki için iki oyuncu olması gerekli. Onun takıma katılması çok önemli,
memnunuz" ifadelerini kullandı.

Neeskens, Emre Çolak'ın performansından çok memnun olduklarını dile getirerek, "Zaten çok kaliteli futbolcu.
Daha önce de kendisini bize göstermişti. Bu tip genç oyuncuyu ne zaman oyuna sokacağınız çok önemli 3-0 iken
aldık oyuna, baskı yoktu üzerinde. A2 takımından kendisini biliyoruz. Kendisi çok kaliteli bir oyuncu.
Önümüzdeki haftalarda oynayıp oynamayacağını şimdiden bilemem" diyerek sözlerini tamamladı.
Kaynak: Anadolu Ajansı

Kaynaklar:

Öztürk, Balkız (2000): “Türkçe bir adıl-düşürme-dili mi?” [> Türkçe adıl/zamir düşüren bir dil mi?], XIII.
Dilbilim Kurultay Bildirileri, Sumru Özsoy ile Eser E. Taylan (haz.), s. 47-54.

Çeltek, Aytaç – Oktar, Lütfiye (2004): “Türkçe Sözlü Söylemde Artgönderim Örüntüleri”, Dilbilim
Araştırmaları, s. 1-14.

van Schaaik, Gerhard (1999): “Türkçede Öznelik Eksiltme”, çev. Balkız Öztürk, Dilbilim Araştırmaları, s. 7-23.

[1] “Tarih tekerrürden ibarettir” derler, boşuna değilmiş. Karş. TCG’deki şu örnekler:

Bugün Zeliha ve Hakan’la karşılaştım. Onlar [> Ø] taşınıyorlarmış. (s. 273)

Ve

Kitabı Zerrin’e verdim. O ne zamandır onu okumak istiyordu. (s. 275)

>

Kitabı Zerrin’e verdim. [Ø] Ne zamandır [Ø] okumak istiyordu.

[2] Aksi belirtilmedikçe kurallar ve örnekler TCG, s. 273-7’den.

[3] Bu ve müteakip örnek MTSK’dan, s. 256.

[4] TCG, s. 269.

Çoğul Tamlayan Olur mu?

Çoğul tamlayanlı belirtisiz isim tamlamalarının sıklığı, İngilizce ve Almancada olduğu gibi, Türkçede de,
Fransızcanın aksine, düşüktür. Düşük derken, gerçekten düşük: Yüzde birin altında.[1] Dolayısıyla, Fransızcadan
yapılan çevirilerde sık rastlanan “çoğul tamlayanla kurulmuş belirtisiz isim tamlamaları” okuyanı yadırgatıyor.
Özellikle aşağıdaki örnekler ve benzeri kullanımlar, kulağı tırmalıyor ve çoğulu tekilleştirmeye zorlayıp, okuru
gereğinden fazla oyalıyor:

l’histoire des idées: fikirler tarihi > düşünce tarihi


l’histoire des mentalités: zihniyetler tarihi > zihniyet tarihi
un centre de problèmes: problemler merkezi > problem/sorun merkezi
le système des pronoms: zamirler sistemi > zamir sistemi
Buna karşılık Türkçede bu tür bazı tamlamalar var ki, hiç yadırganmıyor:
anneler (sevgililer, babalar, öğretmenler) günü
aydınlar ocağı (sabık iç mihrak)
bakanlar kurulu
dadaşlar diyarı
dağlar kızı (Reyhan)
dinler tarihi (≠ din tarihi)
doktorlar sitesi
erkekler tuvaleti (x erkek okulu)
güzeller güzeli
hayvanlar âlemi
karılar koğuşu (x kız lisesi)
kızlar ağası
liderler zirvesi
lordlar kamarası (yerel söyleyişe tercümesi: “ağalar meclisi”, avam kamarası da bu durumda “marabalar
meclisi” )
ormanlar kralı
öğretmenler odası
ruhlar âlemi (≠ ruh âlemi)
sağırlar diyaloğu
sorunlar yumağı
şahlar şahı
yabancılar büro(su) (≠ yabancı büro)
yıllar yılı (deyimleşmiş tamlama)
yurttan sesler korosu

Bir de bu kullanımlara benzetilerek (analoji) çeviri yoluyla oluşturulmuş ve kulağı hiç tırmalamayan iki kullanım
var:
kadınlar taburu (Llosa’nın romanı: Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu, çev. Sargut Sölçün, Ayrıntı)
kadınlar kahvesi (Kadıköy’de, Fransızcasını da yazmışlar: café des femmes)

Türkçe gramerin bu özelliği pek araştırılmadığı için,[2] kabul edilebilirliğin ölçüsünü saptamak kolay değil. Fakat

I. a) özellikle tamlayanı oluşturan cins ismin küme niteliği vurgulanmak istendiğinde, çoğul tercihinin
yadırganmadığı gibi bir izlenimim var:

anneler (sevgililer, babalar, öğretmenler) günü


bakanlar kurulu x bakan kurulu

aydınlar ocağı x aydın ocağı

dinler tarihi x din tarihi (“belli bir dinin tarihi”)


liderler zirvesi

lordlar kamarası

öğretmenler odası

sağırlar diyaloğu
yurttan sesler korosu (= yurttan-sesler korosu).

Ayrıca

I. b) sayıca çokluğu vurgulama amacı güdüldüğünde ve niteliği (sıfatı) pekiştirme ihtiyacı duyulduğunda,
bu çoğul eki daha iyi duruyor gibi:

dadaşlar diyarı
dağlar kızı (Reyhan)
güzeller güzeli

yıllar yılı (deyimleşmiş tamlama).

Türkçede çoğul ekinin böyle bir miktar veya nitelik vurgulama, kendi deyişiyle “obartma” (pluriel emphatique)
işlevi olduğuna Tahsin Banguoğlu da dikkat çekiyor:[3]

Börekler açayım sana.

Al kanlar içinde yatıyor.

Sevinçten havalara uçmuş.

Dolayısıyla, bu ve benzeri nüanslar katmadığı takdirde, Fransızcadan yapılan çevirilerde görülen çoğul
tamlayan, fazlalık izlenimi uyandırıyor. “Fazla taramadan kaçınmak lazım.”

[1] Bkz. Bilal Kırkıcı, “İmparator Çizelgesi vs. İmparatorlar Çizelgesi: On the (Non)-Use of Plural Non-Head
Nouns in Turkish Nominal Compounding”, Dilbilim Araştırmaları 2009/1, s. 35-53.

[2] Aslı Göksel ve Celia Kerslake, Turkish: A Comprehensive Grammar’da (s. 167-9) çoğulun anlam işlevlerini
kısaca tanıtıyor; Banguoğlu’nun aşağıda söz edeceğimiz “obartma” çoğulunu onlar “pekiştirme”
(intensification) diye adlandırıyor (s. 168, (v)).

[3] Türkçenin Grameri, s. 322.

Türkçede Cümlenin Bilgi Yapısı Üstüne Kısa Bir Not

Cümle yapısı nispeten esnek olan dillerde, kelimelerin cümle içinde hangi sırayla kullanıldığı, söylem veya
metinde verimli, etkili bilgi aktarımında önemli rol oynar. Okul dilbilgisinde "cümlede vurgu" diye öğretilen şey,
Türkçe cümlenin bilgi yapısı konusunda basit de olsa bir fikir verir: Cümlenin öğesi yükleme yaklaştırıldıkça
vurgu artar, diye öğretirler bize; doğru ama eksik... çünkü devrik cümlede hemen yüklemden sonra gelen bir öğe
de yükleme yakındır, ama vurgulu değil, aksine geri plana itilmiş bir öğedir.

"Bilgi(lendirme) Yapısı" adı verilen dilbilimsel analiz yöntemine göre, Türkçede üç tane sözdizim konumu vardır:
1) konu veya bağ (topic veya link), 2) odak (focus), 3) arka plan bilgisi veya kuyruk (backgrounded information
veya tail). Bu üç konum sırasıyla 1) cümle başı, 2) fiilden hemen önce, ve 3) fiilden sonradır. Örnek olarak:

(i) Esra kitabı okuyor

gibi bir cümlede, "Esra" öğesi cümlenin konusunu açıklıyor, "kitabı" ise cümlenin odağını oluşturuyordur. Ama
konuşma veya yazının bağlamı icap ettirdiğinde, cümlenin odağını değiştirebiliyoruz:

(ii) Kitabı Esra okuyor.

Bu defa, muhtemelen "Kitabı kim okuyor?" gibi bir soru veya söze dökülmemiş bir beklenti üzerine, cümlenin
odağına "Esra" yerleştiriliyor ve "kitabı" öğesi cümlenin konusu haline geliyor. Aynı soru veya beklenti üzerine
şöyle bir cevap da verilebilir:
(iii) Esra okuyor kitabı.

Bu durumda ise "Esra" öğesi hem konu hem odak konumuna yerleşiyor, belki iki işlevi birden yerine getiriyorken,
"kitabı" öğesi konuşma veya yazının bağlamı icabı zorunlu bir bilgi olmaktan çıkmış, arka plana itilmiştir (bir
başka deyişle, "Esra okuyor" cümlesi pekâlâ yeterli bir cevap/söz olabilecektir.)

Türkçenin bu imkânı, İngilizce gibi sözdizimi bu kadar esnek olmayan dillere çeviri yapılması gerektiğinde farklı
söyleyiş biçimlerinin, üslup araçlarının kullanılmasını gerektiriyor:

(iv) Sırasıyla

a. Esra is reading the BOOK.

b. As for the book, it is ESRA who is reading the book.

c. Esra is reading it, the book.

Tersi de doğru elbette: İng. veya Fr. gibi dillerden Türkçeye çeviri yapılırken de Türkçenin söyleyiş özellikleri,
üslup araçları ve bilgi yapısı göz önünde bulunduruluyor. Sözgelimi:

(v) Mary looked for John. But she couldn't find him.

cümleleri Türkçeye çevrilirken, tutulabilecek ikisi makbul, üç-dört yol vardır:

(vi) a. Fatma Ahmet'i aradı. Ama o onu bulamadı. (x)

b. Fatma Ahmet'i aradı. Ama bulamadı. (√)

c. Fatma Ahmet'i aradı. Ama bulamadı onu/Fatma Ahmet'i. (√)

İlkeyi daha soyut bir düzeyde şöyle özetleyebiliriz: Odak konumu (fiilden hemen önceki konum), söylemde yeni
bilgi içindir; zaten bilinen şeyler ise ya fiilden sonraya (arka plana) ötelenir, ya da tutumluluk amacıyla atılır -
ileride göreceğimiz üzere, zamirlerin sık sık başına gelen bir şeydir bu da Türkçede:

(vii) I went to John. I took something along. My mother had also sent him a present with me.

Ali'ye gittim. Bir şeyler götürüyordum. Annem de benimle bir hediye göndermişti ona.

Kısacası, bu üç konum aslında üç işleme tekabül ediyor, söylem üretilirken gerçekleştirilen üç zihinsel işleme.
Biz de sözlü veya yazılı bir söylemi telaffuz ederken, kaleme alırken veya çevirirken, metnin bağlamına uygun
olarak her cümlede üç işlem yaparız (veya yapabiliriz): 1) cümlenin konusunu açıklama, 2) cümleyi belli bir
öğeye odaklama, 3) arka plana itme. Bu işlemlerin yerli yerinde yapılmaması, metni gereksiz tekrarlarla
doldurabilir; çeviri metnin akışını, okunaklılığını zedeleyebilir: Özellikle “kurallı” cümle denen dizimin tek doğru
dizim olduğu sanılarak üretilen metinlerde kaçınılmaz bir yeknesaklık, kulak tırmalayıcı (yani ritimsiz) bir tekrar
bulunur.

Tin, Tin mi? Ruh mu? Peki Zihin de Olamaz mı?

Savaş Kılıç
I. Giriş

İng. spirit, Fr. esprit, Alm. Geist’dan söz ediyorum. Bu sözcüklerin gerek felsefi gerekse felsefi olmayan
metinlerde çevirisi çeşitli güçlükler çıkarıyor: Kimileri her zaman tin’le karşılamayı tercih ediyor, kimileri ise
yeri geldiğinde ruh veya zihin, zihniyet gibi karşılıkları da kullanma yoluna gidiyor. Terimlerin kaynak
dillerdeki güçlüklerine Türkçeye özgü sorunlar da eklenince, doğrusu, çevirisi en zor durumlardan biriyle karşı
karşıya kalıyoruz kimi zaman.

Spirit ve esprit’nin köken anlamlarıyla başlayalım. İlk bakışta anlaşılacağı üzere, bu ikisi akraba, kardeş
sözcükler: Lat. spirare “solumak, nefes almak” fiilinden türemiş olan spiritus “soluk, nefes” kökeninden
geliyorlar. Bu kökenden gelen İng. ve Fr. başka pek çok sözcükte işte bu “soluk” anlamı hâlâ hissediliyor: Fr.
aspirateur “elektrikli süpürge; havalandırma cihazı”, İng. aspirator “havalandırma cihazı”, Fr. aspirer “nefes
almak, içine çekmek; can atmak” ve İng. aspire “can atmak”; Fr. inspirer ve İng. inspire sözcüklerini Türkçede
biz de yine “hava” ile ilişkili bir sözcükle karşılamışız: esinle(n)mek (es- ten esin, tıpkı esinti gibi). İng. respire
ve Fr. respirer “solumak, nefes almak” demek olduğu gibi, İng. spiracle’ın da zoolojide “soluma deliği”
anlamına geldiğini; İng.’de alkollü içeceklere (=içki) spirits dendiğini, Türkçe’de de (en azından) alkol
dediğimiz “uçucu” sıvının ispirto diye adlandırıldığını eklersek, tablo daha bir aydınlanır.1

Alm. Geist ise bize daha yabancı duruyor; fakat onun Danca kuzeni dünya dillerinin çoğu için nispeten eski bir
tanıdık: gaz. Anlambilimci Michel Bréal, Danimarkalı bir bilginin doğal gazı keşfettiğinde bir isim bulamadığı
için “soluk, hava” anlamlarına geldiği gibi “ruh” da demek olan bu sözcüğü kullandığını anlatıyordu Essai de
sémantique’de (1897).

Bu bilgilerden Batı dillerinde “ruh”un hep “soluk” kavramı ile tanımlandığı açıkça anlaşılıyor. İşin doğrusu,
Doğu dillerinde de durum farklı değil: Avrupa dillerinin doğulu akrabası Farsça’dan aldığımız can sözcüğü de
“ruh, dirim, yaşam gücü” anlamlarının yanı sıra bir “son nefes” anlamı taşır dilimizde: canı burnunda. Farsçada
nasıldır bilemiyorum, ama Türkçe’de can, son nefesle birlikte vücuttan “çıkan” bir şeydir. Arapça rûh
sözcüğünün de “esinti” anlamına gelen rîh ile aynı kökten geldiği söylenir ki, İslam dininde Tanrı’nın insana
kendi “ruhundan (=soluğundan) üflemiş” olduğuna inanılması, rûh’un yine üflenen bir şey (“soluk, hava”)
anlamını bir zaman taşımış olduğunu açıkça gösteriyor. Ne ilginçtir ki, iki dil grubuyla hiç ilişkisi bulunmayan
Türkçede eskiden kullanılan bir sözcük de köken olarak “soluk” anlamına geldiği gibi, Eski Uygurca Budist
metinlerinde “ruh, can” anlamlarını ifade edecek biçimde kullanılmıştır. Bu sözcük, bugün tin biçiminde
kullandığımız tın’dır. Eski Uygurcada “canlı” demek için tınlığ “soluklu, tinli” türetimi kullanılıyordu.
Sözcüğün çeviri metinlerde görülmesi, Türkçeye bu anlamın Hint-Avrupa dillerinin Hint kolundan çeviri
yoluyla aktarıldığını düşündürse de, pekâlâ daha önce de bu anlama gelmiş olması ihtimal dâhilinde.

Bu kısa girizgâhtan “ruh” kavramının geleneksel dünyada genelde “soluk” kavramıyla tanımlandığı; ruh’un,
can’ın, bu yaşam enerjisinin solukla birlikte alınıp verilebilen, dolayısıyla son derece somut, maddi bir şey
olduğu açıkça anlaşılıyor. Ama ne bu geleneksel anlayışın ne de bu anlayışı taşıyan sözcüklerin ilelebet
değişmeden kalması beklenemezdi. Nitekim, modern çağla birlikte hem ruh tasavvurları hem de sözcükler, son
derece karmaşık değişimlere uğradı. Özellikle iki kavramın –“ruh” ile “akıl, zihin”in– çakışması ve ayrışması
bizim konumuz olan sözcüklerde görülen anlam karmaşıklığını doğurdu.

II. İngilizce Spirit

Spirit’in İngilizcedeki serüveninden başlayalım. Oxford sözlüğü, kelimenin anlamlarını 5 gruba ayırmış ve
hepsi tarih olarak Orta İngilizcenin son dönemine kadar gidiyor; geniş bir özetle aktarıyorum:
I. 1. İnsanda (ve hayvanlarda) bulunan yaşamsal ilke (=can, dirim): The spirit when it is gone forth
returns not, neither the soul received up comes again2 “Can bir kez çıktı mı geri dönmez, göğe çıkan
ruh da geri gelmez” ; 2. insan dediğimiz varlıkta geçici olarak birbirinden ayrılan maddi ve gayrımaddi
kısımlardan maddi olmayanı (immaterial part), dolayısıyla bedensel (incorporeal) olmayan; 3. kişinin
Tanrı’ya teslim ettiği “ruh”u (soul); 4. Olağan koşullarda insan duyularının algılayamadığı, keyfi
biçimde kendini gösterebilen, genellikle korkutucu olarak tasavvur edilen doğaüstü, bedensel olmayan,
rasyonel varlık ve kişi (= hayalet, hortlak, “ruh”).

II. 1. Tanrı’nın etkin özü veya özsel gücü: the Spirit of God or of the Lord “Tanrı’nın veya Rabbin Ruhu”;
the Holy Spirit “Kutsal Ruh” da denir; 2. İnsanların içinde veya üstünde etkili olan bir duygu, zihin
durumu vb’nin etkin veya özsel ilkesi ya da gücü; özel türden bir eğilim, yönelim vb: A slight spirit of
mockery played over his speech “Konuşmasında hafif bir alay tonu hissediliyordu” (Disraeli) ; 3. Bir
veya birden fazla kişide bulunan özel bir nitelik, mizac veya “ruh hali”; bir şeyin yapıldığı sırada içinde
bulunulan, değerlendirilirken benimsenen zihin durumu (frame of mind), duygu veya “ruh hali”: The
money-making spirit was ... driven back “Para kazanma ruhu gerilemişti” ; 4. Kişiliği yahut mizacı ile
ilişkisi içinde değerlendirilen bir kimse; 5. Bir şeyin özsel niteliği, doğası; zamanın belli bir bölümüne
hakim eğilim ya da ton (bu anlama İngilizce’de ilk olarak 1820’de rastlanmış): It is the spirit of age, and
we are all infected with it “Çağın ruhudur bu, hepimize de bulaştı” (Shelley).

III. 1. Kişinin gayrimaddi, zeka veya akılla ilgili (intelligent or sentient) kısmı, genellikle bedenle karşıtlık
içine sokulur (bu anlam Orta İngilizce’den beri görülüyor); 2. İnsanın duygusal kısmı, öfke ve
düşmanlık gibi duyguların kürsüsü: She was prepared for war and her spirit was hot within her “Savaşa
hazırdı, içi içine3 sığmıyordu” (1862); 3. Cesaret; 4. Kişi veya nesnelerin canlılığı, hareketliliği.

IV. 1. Özellikle dilbilgisi terimi olarak ve arkaik bir şiirsel sözcük olarak spirit soluk anlamını korur: The
balmy spirit of the western gale “Batı rüzgârının merhem gibi esintisi” (Pope) 2. Ortaçağ tıbbında, kanda
dolaştığı ve temel organlara hayatiyet/can verdiği kabul edilen karmaşık bir sıvı; (çoğul olarak
kullanıldığında) yaşam gücü ve enerjisi anlamlarına geliyor: Thy spirits have fainter flow, I see thee
daily weaker grow “Betin benzin solmuş, her geçen gün gözünün feri sönüyor” (Cowper) ; 3. (çoğul)
Özellikle olaylar ve koşullara bağlı olarak sevinçlere ya da kedere boğulan zihin veya yetiler: Depressed
in spirits “morali bozuk” ; 4. Algılama ya da düşünme yetileri: His spirits should hunt after new fancies
“Zihni yeni hayaller peşine düşmeli” (Shakespeare).

V. Ortaçağ simyacılarının bu adı verdiği dört maddeden biri – özellikle civa. 2. Genelde damıtma yoluyla
elde edilen bir maddenin özü – bilhassa alkol (ispirto).

Bunların dışında bir de fiil biçimi var; to spirit, başlıca iki anlam taşıyor: 1. Kana veya bir sıvıya canlı, faal bir
nitelik kazandırmak: And shall our quick blood, spirited with wine, seem frostie? “Ya damarlarımızda delice
akan, şarapla tutuşmuş kanımız buz gibi mi görünsün?” (Shakespeare); 2. Gizemli veya hileli biçimde ortadan
kaldırmak, kaybetmek, (ruh/hayalet gibi) gözden kaybolmak: She was spirited away in a moment “Bir anda
ruh/hayalet gibi ortadan kaybolmuştu”.

Sonuç olarak, İngilizce’de spirit kelimesi yalnızca “tin, ruh” anlamı taşımıyor; Türkçeye aktarırken, ruh’un yanı
sıra can, dirim; iç (âlem); zihin; ruh-hayalet/hortlak; ton; moral karşılıkları da kullanılabilir pekâlâ.

III. Fransızca esprit


Fransızcanın tarihsel sözlüğü olan, günümüzün en büyük sözlük uzmanı Alain Rey’nin yönetiminde yeniden
yayınlanmış Grand Robert sözcüğün başlıca 6 anlamı ve bunlara bağlı düzinelerce kullanımı (alt anlamı)
bulunduğunu tespit ediyor. Özetleyerek aktarıyorum:

I. 1. Etimolojik, eski anlamı: Soluk, hava (=tin). İncil’e özel bir kullanım bu : L'esprit de Dieu (...) selon la
première signification de la lettre, un vent, un air que Dieu agitait. “Tanrı’nın tini (...) lafzın ilk
anlamına göre, esinti, Tanrı’nın harekete geçirdiği hava.” (Bossuet); 2. Buradan analoji yoluyla: insanın
bedensel olmayan yaşamının ilkesi, âme (ruh) ile eşanlamlı; 3. XII. yy’ın başından itibaren dini
metinlerde: Tanrı’dan gelen ilham, esin. Saint-esprit veya Esprit saint: Üçlemede Baba ve Oğuldan
sonra üçüncü kişi (= Kutsal Ruh/Tin).

II. 1. (XIV. yy’dan itibaren) Les esprits: yaşam ve duygu ilkesi olarak değerlendirilen kendilikler
(=şuur/bilinç, kendi). Deyim: perdre ses esprits “şuurunu kaybetmek, kendinden geçmek, kendini
kaybetmek, bayılmak”, reprendre ses esprits “şuuru yerine gelmek, kendine gelmek”. 2. (eski kimya)
Damıtma yoluyla elde edilebilen uçucu sıvılar; alkol. Esprit de vin “etil alkol”.

III. 1. (Tespit edilen ilk kullanımı: 1119) maddi ve bedensel/cismani olmayan varlık, âme “ruh” eşanlamlısı.
Dieu est un esprit pur "Tanrı saf ruhtur"; 2. Yeryüzünde kendisini gösterdiği varsayılan hayali, mitik
varlık (= ruh, hayalet) 3. (1458’den itibaren) ölünün ruhu (=hortlak). Château hanté par des esprits
“Hortlakların musallat olduğu şato”.

IV. Bu yazı için en önemlisi olan IV. anlamın, sözlük, XII. yy’ın ortasından beri görüldüğünü belirtiyor:
düşünen gerçeklik. 1. (Düşünmenin nesnesi ve maddeye karşıt olan) genel anlamda, düşünme ilkesi
(=zihin). Doctrine pour laquelle il existe deux principes, l’esprit ayant pour caractères la pensée et la
liberté, et la matière → Spiritualisme “İki ilkenin, ayırıcı özellikleri düşünce ve özgürlük olan zihin ile
madde’nin bulunduğu öğreti bkz. Spiritualisme". Je suis, j'existe, cela est certain; mais combien de
temps? Autant de temps que je pense (...) Je ne suis donc, précisément parlant, qu'une chose qui pense,
c'est-à-dire un esprit, un entendement ou une raison (...) “Ben varım, bu kesin; ama ne zamana kadar?
Düşündüğüm sürece (...) Öyleyse, açık seçik söylemek gerekirse, ben düşünen bir varlığım, yani bir
zihin, dimağ veya akıl’ım ben.” (DESCARTES, Méditations métaphysiques, II) (...) l'esprit peut être
considéré ou comme la faculté productrice de nos pensées, et l'esprit, en ce sens, n'est que sensibilité et
mémoire; ou l'esprit peut être regardé comme un effet de ces mêmes facultés, et dans cette seconde
signification, l'esprit n'est qu'un assemblage de pensées (...) “zihin ya düşüncelerimizi üreten yeti olarak,
ki bu anlamda zihin duyarlılık ve bellekten başka bir şey değildir; ya da bu yetilerin bir sonucu olarak
değerlendirilebilir ki, bu anlamda zihin düşüncelerin bir araya gelişinden başka bir şey değildir.”
(Helvétius, De l'esprit, I.); 2. Teolojide chair (İng. flesh) “beden” karşıtı olarak; 3. (XII. yy’ın başından
itibaren) Bireyde entelektüel olduğu kadar duygusal anlamda ruhsal/zihinsel (psychique) yaşamın ilkesi,
bu anlamıyla âme’ın eşanlamlısı (=zihin, akıl, kafa, ruh, gönül, kalp) Deyim: avoir l’esprit ailleurs
“aklı başka yerde olmak”, état d’esprit / état d’âme “ruh hali, hâleti ruhiye”, l’oeil/les yeux d’esprit
“gönül gözü, kalp gözü”, santé de l’esprit “akıl/ruh sağlığı”, avoir l’esprit dérangé “akıl/ruh sağlığı
bozuk olmak”, perdre l’esprit “aklını kaybetmek, kaçırmak, delirmek”. Quoi! toujours Andromaque
occupe votre esprit? “Ne diyorsun! Hâlâ aklın Andromaque’ta mı?” (Racine, Andromaque, II, 5); 4.
(eski) duygu ilkesi (=kalp, gönül, fikir/karar) changer d’esprit (krş. İng. to change one’s mind) “fikir,
niyet değiştirmek”: Depuis que mon esprit est capable de flamme, Jamais un trouble égal n'a confondu
mon âme (...) “Kalbim tutuşmayı öğrendiğinden bu yana, Böyle bir bela çatmadı ruhuma...” (Corneille,
Médée, I, 2); 5. a) Alışkanlıklar ve mizaç (=ruh) avoir l’esprit audacieux, aventurier “cesur, maceracı
ruhu olmak”. b) Düzdeğişmece yoluyla, kişi. C’est un mauvais esprit qui s’oppose à toute discipline
“Hiç hizaya gelmeyen kötü biri bu.”; 6. (Duyarlılığa karşıt olarak) entelektüel yaşam ilkesi (krş.
entendement, intellect, intelligence, raison) (=zihin).

V. Entelektüel yatkınlık, niteliklilik.

VI. Davranışı belirleyen tutum, ilke.

Fransızca sözcüğün âme sözcüğü ile karşıtlığını Bernard Lafaye Dictionnaire des synonymes’de (Eşanlamlılar
Sözlüğü) şöyle açıklıyor:

ÂME, ESPRIT. Fransızcada varlığımızın mahrem ve gözle görünmez kısmına, filozofların yetilerini ve
işlemlerini incelediği yaşam ilkesine verilen ad. Bir insan son nefesini vermek üzere olduğunda da, Romalıları
takliden, ruhunu [âme veya esprit] teslim ettiğini söyleriz.

Ancak âme daha ziyade bedenle ilişkili olarak ele alınır; hayat verdiği ve hareket ettirdiği bedene bağlıdır. Oysa
esprit bedenden bağımsız olarak, maddeye karşıt ince ve girift bir şey olarak kavranır: Tanrı ve semavi zihinler
[intelligences] âme değil, esprit’dir ve de insan’ın ruh’u [âme] bedensel mahfazasından kurtulduğu zaman o da
esprit olur, pür bir esprit. “Nasıl Tanrı esprit ise, benim de ruh’um [âme] esprit’dir.” LABR.

Öte yandan, özellikle en bedensel yetilerimiz, gelişimleri içinde bedene en çok bağlı olanlar âme sözcüğüne
bağlanır, duyarlılık ve irade/istek fikirleri gibi; oysa esprit bilhassa en soyut yetimizi, deyiş yerindeyse, işleyişi
içinde bedenin durumuna en az tabi olanı, akıl’ı [raison] çağrıştırır. Ruh’un [âme] duyguları ve çalkantıları
deriz; duyarlı, tutkulu, güçlü bir ruh deriz; ama esprit’nin [zihin] düşünceleri, ışığı, doğruluğu, icatları deriz;
aydın, bilgili, yöntemli bir esprit [dimağ] de deriz. İnsanın entelektüel ve duygusal [moral]4 ilkelerinden âme
duygusal yönü, esprit ise entelektüel/zihinsel yönü temsil eder. Kalbiyle öne çıkmak, güçlü duyguları, kuvvetli
heyecanlar ve enerjik kararları hissetmeye muktedir olmak, ruh’u [âme] olmak’tır; sağlam bir kafaya sahip
olmak, eşyayı ve bağıntılarını kavramaya, tasavvur etme, tefekkür etme ve akıl yürütmeye muktedir olmak ise
esprit’si olmaktır.

“Dünyada gelişmiş dimağlar’ın [esprit] yanı başında alçak ruhlar [âme] görüyoruz, sağlam kafalar da, şeytani
kalpler de.” BOURD. “Bizi güldüren his, insan zihninin [esprit] veya aklının [raison] bir tahassüsüdür
[affection]; gözlerimizden yaş getiren ise ruh’un [âme] bir hissidir.” BERN. “Zihin [esprit], ruh’un [âme] gücü
değil, gözüdür; ruhun gücü kalpte, yani hissiyattadır [passions].” VAUV. [...]

Mecazda da aynı fark bulunur. İnsanın kendisini yönlendiren, götüren, harekete geçiren yanına âme diyoruz,
insanın simgesi görevi gören görüşler veya özdeyişlerin tümüne ise esprit. Reisinin ölümüyle bir topluluğun
ruh’u [âme] değişir, ama esprit’si [zihniyeti] aynı kalır. (Lafaye, s. 22)

Bu sözcükbilim incelemesinden çıkarılacak ilk sonuç şu: Esprit yalnız “ruh, tin” değil, pekâlâ “şuur/bilinç,
kendi; hayalet; hortlak; zihin; akıl/kafa, gönül/iç; fikir, karar; kişi” olarak da tercüme edilebilir. Ayrıca
Fransızca inceleme şunu açıkça göstermektedir: Fransızcada esprit’nin “akıl, zihin, dimağ” anlamı, spirit’in
İngilizce’de taşıdığı aynı anlamdan çok daha güçlü, yani metinlerde daha yaygın ve sık görülmekte.

IV. Osmanlıca karşılıklar

Şimdi bir de esprit sözcüğünün Osmanlıca sözlükler ve Osmanlı yazarlarınca nasıl karşılandığına bir bakalım.
Kâmûs-ı Fransevî’nin esprit maddesinde Şemsettin Sami şunları yazmış:
Rûh, ervâh-ı latîfenin beheri; cin, perî; ‘akl, zekâ, fehm, idrâk, fikr; tab’îat, ahlâk; ma’nâ, mazmûn, me’al; niyet,
maksad; isti’dâd. Bel esprit ‘akl ü zekâ iddi’asında bulunan. Saint esprit Rûhü’l-kuds. Unité d’esprit i’tilâf-ı
efkâr. Trait d’esprit mazmûn, nükte. Homme d’esprit zarîf ve nükte-perdâz adam. Avoir de l’esprit au bout des
doigts gayet mâhir olmak. Esprit de conciliation efkâr-ı müsâlemet-kârâne, i’tilâf-cûyâne. De peu d’esprit
sebük-magz. La lettre et l’esprit mantûk ve mefhûm, elfâz ve me’âni ile makâsıd ve mebânî. Terme et esprit
ta’bîrât ve tefsîrât. Esprit perspicace sür’at-i intikâl. Mettre en l’esprit işrâb ve ihtâr etmek. (Kimya) Taktîr ile
çıkarılan mâyi’, rûh, ispirto. (c. I, s. 979-80).

Bunun ardından Sami, son derece ilginç bir madde tanımı veriyor: “Esprit-fort mesleksiz [=dinsiz] ve –hâşâ–
münkir-i ulûhiyyet [=ateist], hakîm-i kâzib [=sahte, yalancı filozof].”5

Felsefeci Babanzade Ahmed Nâim ise esprit sözcüğünün “nefs; akl; meleke” gibi Arapça kelimelerle
karşılanabileceği düşüncesinde:

esprit: nefs, nefs-i nâtıka, ruh; akıl | esprit géométrique: akl-ı nazarî, kuvve-i nazariye | esprit philosophique:
meleke-i felsefiye | esprit scientifique: meleke-i ilmiye | esprit de finesse: akl-ı amelî, kuvve-i ameliye, [kuvve-
i] kiyâset. (Aktaran İsmail Kara, s. 350)

Nâim Bey, Georges-Lespinasse Fonsegrive’in (1852-1917) Eléments de philosophie’sinden çevirdiği Mebâdî-i


Felsefeden Birinci Kitâb: İlmü’n-Nefs’e (İstanbul, 1331/1915-1916) yazmış olduğu bir notta “akıl” teriminin
niçin esprit’yi karşılamak için daha uygun olduğunu şöyle açıklamakta:6

Metindeki Fransızca iki tabir harfiyyen tercüme edilmek lazım gelse birincisine [esprit géométrique] ruh-i
hendesî veya –bugünkü ülfete[=alışkanlığa] göre– fikr-i hendesî, ikincisine de [esprit de finesse] ruh-i veya fikr-i
kiyâset demek icap ederse de tercümelerdeki garabet[=tuhaflık] bizi bu tabirlerden sarf-ı nazar etmeye[=vazgeçmeye]
mecbur ediyor. Müellifin bu fıkradaki tarifât ve izahâtı bi’z-zarure[=bu paragraftaki tanım ve açıklamaları ister istemez] bize akl-ı
nazarî veya kuvve-i nazariye; akl-ı amelî veya kuvve-i ameliye tabirât-ı kadîmemizi[=şeklindeki eski deyişlerimizi] hatıra
getiriyor. İnsan marifet ve fehm-i hakâyık[=bilgi ve hakikatleri anlamak] içün akla muhtaç olduğu gibi, bu marifet ve
fehmi[=bilgi ve anlamayı] iktisab[=edinmek] ve şuûn-ı zâtiye ve bedeniyesini[=özüyle ve bedeniyle ilgili olguları] hüsn-i tanzim ve
tedbir[=iyi düzenlemek ve denetlemek] içün de akla muhtaçdır. İşte aklın bu birinci nevine kuvve-i nazariye veya akl-ı
nazarî, ikinci nevine kuvve-i ameliye veya akl-ı amelî demişlerdir. Akl-ı nazarî’ye Fransızca raison spéculative
veya raison abstraite, akl-ı amelî’ye raison pratique denilmiştir. Bu kitabın müellifi ise bazı hususi ıstılahâta
tebe’an[=özel terimlere uyarak] raison yerine esprit, spéculative yerine géométrique, pratique yerine finesse tabirlerini
istimal etmiştir[=kullanmıştır] ki, bu tabirler ihtiyar ettiğimiz[=seçtiğimiz] tercümelerden ‘udûle[=sapmaya] sebep olamaz
zannederim. Tercümemizde olsa olsa raison ile esprit’den her ikisinin de akıl ile ifadesi gibi bir kusur vardır ki,
bundan taharrüz edilemeyecek[=kaçınılamayacak] gibi görünüyor. Esprit’nin raison’dan farkı[:] rasion’un fehm-i
hakâyık, fehm-i mebâdî kuvveti[=hakikatleri anlama, temelleri/ilkeleri anlama gücü] olmasına mukabil, esprit’nin –daha evvel
malum olup burada bahsimize taalluku[=konumuzla ilgisi] olmayan me’ânisinden[=anlamlarından] başka– küllî olan
hakâyık ve mebâdîyi[=tümel/evrensel olan hakikatler ve temeller/ilkeleri] cüz’iyâta[=tikellere] tatbik ile tasavvurât ve mefâhîm-i
cüz’iyeyi[=tikel tasavvurları ve temelleri/ilkeleri] yekdigere[=öbürüne/ tümellere] kıyas kuvvetine deniyor. Biri müdrikin
külliyâtıdır[=idrak edenin/anlağın tümelleridir], diğeri külliyâtı cüz’iyât içinde müdrikdir[=tümelleri tikeller içinde anlar/idrak eder]. İşte
bu fark-ı dakîki eda edecek[=bu ince farkı ifade edecek] bir tabire henüz tesadüf edemedim. Biz her iki müdriki akıl
tesmiye ediyoruz. Binaenaleyh daha müsanip bir tercüme bulununcaya kadar bu iki terkibi böyle tercüme
edeceğiz. (Aktaran İsmail Kara, s. 142-3.)

Görüldüğü üzere Nâim Bey, esprit’nin bu tür bağlamlarda ruh (veya bugün olsa “tin”) diye çevrilmesinin
“garabet” (tuhaf ve yanlış) olacağını, fikr diye anlaşılmasının alışkanlık haline geldiğini, fakat fikr’in de yetersiz
olduğunu ifade ediyor. Bir anlamıyla esprit’nin raison’a gayet yakın olduğunun, ama aralarında bir ayrımın
bulunduğunun da farkındadır. İki terimi çevirirken iki farklı biçim kullanmanın daha doğru olacağını bilmekle
birlikte, çaresizlikten akıl karşılığını kullanmak zorunda olduğunu belirtirken, müstakbel Dil Reformu’nun
Türkçe sözcükleri Batı dillerinin terimlerine raptiyeleme hülyasının boş olduğunu da bir bakıma bilmeden
(avant la lettre) ifade etmektedir.

Mufassal Kâmûs-ı Felsefe yazarı Rıza Tevfik, sözlüğünü ne yazık ki tamamlayamamış (yayınlanan ciltler, C
maddesinin ortasında sona eriyor); ancak diğer kitaplarında yeri geldikçe, yabancı sözcükler ve Türkçe
karşılıkları üzerinde duruyor. Doğu dillerinin yanı sıra, kadim ve modern Batı dillerini bilen feylesof, Abdülhak
Hâmid’in Mülahaza-i felsefiyyesi’nde esprit’yi rûh ile karşılarken şunları yazıyor:

[...] şu görünen kâinat-ı maddiyenin bir şu’bede-i his (illusion de sens) olduğunu iddia etmek, belki hakikat-i
zâtiyenin vahdaniyetini ispat içindir. Nitekim eski hükemâ-yı Yunaniye meyânında –en evvel– bu iddiayı güden
ve onun vâzıh ve sarih bir düsturunu veren meşhur Parménide olmuş idi. O hakikat-ı mutlaka maddî olmak
lazım gelmez. Aksi de düşünülebilir; mesela rûh (esprit) ve akıl (intelligence) olmak üzre dahi telakki edilebilir
ki, kudemâ-yı eslâfda “noûs” yani akıl nazariyesini ilk defa vaz’ ve müdafaa eden Klazomenli Anaxagore bu
itikadda idi. (s. 94-95)

Keza ileriki sayfalarda rûh = esprit’nin tanımına da gidiyor feylesof:

Feylesoflar miyanında bir kısmı eskiden beri muteber olan bir nazariyeden ayrılamıyorlar: Madem ki duygu
vardır; onu tecrübe eden, duyan da olmak gerektir!.. diyorlar ve zevk ve elem dediğimiz hadisâta “mahal ve
kâbil” olmak üzre, yahut mesned (support) ve âhiz (réceptacle), ayrıca bir de şahsiyet-i mücerrede (abstraite
personnalité)nin vücudunu iddia ediyorlar ki, lisan-ı nâsda rûh (esprit) denilen cevher-i gayr-ı maddî (substance
immatérielle) odur. Bu itikatta olan feylesoflara rûhiyyûn (les spiritualistes) denir. (s. 179)

Victor Hugo’nun “Lui” şiirinde şairin karşısına çıkan binlerce ağzı, gözü, kanadı olan hayalet’in “Sen kimsin?”
sorusuna verdiği “Ben insan ruhuyum” cevabını, “insaniyetin rûhu (l’esprit humain)” diye aktarıyor (s. 273).
Ancak kitabının sonlarına doğru, şiirde kullanılan söz oyunları üzerine konuşurken, Türkçe incelik sözcüğünün
Fransızca karşılıkları olarak esprit ve finesse’i gösterir (s. 367).

Uzun sözün kısası, Osmanlıca, felsefi anlamıyla Fransızca esprit’yi “akıl”, “ruh” ve “fikir” ile karşılamaya
çalışmış, kimi durumlarda ise incelik ile eşleme yolunu tutmuştur.

Cumhuriyet dönemi çeviri pratiğinde ise spirit ve esprit genellikle “ruh”, “tin” veya “zihin” ile karşılanmakta.
Önce ilk iki kelimenin anlam ve geçmişine bir bakalım, ardından tin’in çeviri metinlerde kullanımını
değerlendirmeye çalışacağız.

V. Türkçede ruh, tin

Daha çok okul sözlüğünü andıran TDK’nın Türkçe Sözlüğü’nden Oxford ve Robert sözlüğü gibi ayrıntılı
analizler beklemek –hakkımız olmakla birlikte– toyluk olur doğrusu. Yıllardır kamu bütçesinden ve Atatürk’ün
mirasından sebeplenmeyi bilen ama tarihsel sözlük hazırlamayı beceremeyen TDK’ya göre ruh sözcüğünün
dilimizde yalnızca 5 anlamı varmış:

1 . Dinlerin ve dinci felsefelerin insanda vücuttan ayrı bir varlık olarak kabul ettiği öz, tin.

2 . En önemli nokta, öz:


"Lakin oyunun ruhunu anlamak mümkün değil."- M. Ş. Esendal.
3 . Esans:
"Bazısı ruh7 koklatır, bazısı alnına sirke sürer, bazısı kollarını, bileklerini ovuşturur."- H. R. Gürpınar.

4 . mecaz Canlılık, duygu:


"Nesri gibi güzel bir ruhu olan Falih Rıfkı, Türk gazeteciliğini bir vatan hizmeti telakki etmiş ve kutsi bir vazife
gibi ifa ediyor."- Y. K. Beyatlı.

5 . felsefe Bedeni etkin kılan canlılık ilkesi, bedenin hayat gücü.

Bu durumda, ispirtizma (spiritisme) ayinlerinin gözdesi ruh çağırmak eyleminde çağrılan ruh da ruh gibi
dolaşmak’taki ruh da “dinlerin insanda vücuttan ayrı bir varlık olarak kabul ettiği öz, tin”den başkası değil.
Oysa bu örneklerde hayalet ve hortlak’a yakın bir anlam var ve bu iki kavram, genelde dinler tarafından değil,
halk muhayyilesince şekillendirilmiştir. Dolayısıyla tanım, ya eksik ya da yanlış! İkinci olarak, sözcüğün
“canlılık” gibi bir anlamı vardır, ama Yahya Kemal’in alıntılanan cümlesi buna bir örnek olabilir mi gerçekten?
Okuduğunu anlamaktan âciz zatlar, eski TDK sözlüğünün kullandığı tanıklarda başvurulan yazarların adlarına
alerji duyup değiştirmeye kalkınca, işte böyle yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar. (Laf aramızda, futbol
taraftarlarının “Ruhsuz i.neler!” tezahüratı bile bundan daha uygun bir tanık olurdu bu anlam girdisine.) Keza,
“canlılık” anlamı ile “duygu” anlamı nasıl olur da bir tek maddede toplanabilir?! Sözgelimi, dayanışma ruhu
ifadesi, “dayanışma canlılığı” diye (dil içinde yeniden) tercüme edilebilir mi? Demek ki, bir değil –en az– iki
mecazi anlam girdisi olması gerekiyor. Hadi bu anlama “duygu” (“dayanışma duygusu”?) dedik, iş burada
bitiyor mu? Temel anlamlarda nispeten ayrıntılı tanımlara yer verildiği halde, mecaz anlamlar için sanki bir
eşanlamlılar sözlüğü imiş gibi kelimeleri peş peşe dizmek midir sözlükçülük?!

Görebildiğim kadarıyla, Arapça rûh kelimesi Türkçeye XI. yüzyılda Orta Asya’da yapılmış ilk Kuran
tercümesiyle girmiştir:

Meryem oglı Îsâ, tangrınıng yalavaçı, anıng sözi, kemişti anı Meryemka hem rûh. “Meryemoğlu İsa Mesih,
ancak Allah'ın peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı (emriyle onda var ettiği) kelimesi ve kendisinden bir ruhtur./
Meryem oğlu Mesih İsa, yalnızca Allah'ın peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve ondan bir ruhtur.”
(RKT 27/10b3=4: 171)8

Kavî kıldı olarnı rûh birle. “Onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir” (RKT 38/15b1=58: 22)

Mundaguk yarlıg ıdtımız sanga rûhnı yarlıgımız birle, bilmez erding ne ol bitig ne ol îmân. “İşte sana da,
emrimizle, bir ruh (kalpleri dirilten bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin.” (RKT 36/35a 2-
3=42: 52)

Arapça kelime zaman zaman Farsça cân ile karşılanmıştır:

Kaçan kim tüp tüz kılsa-miz anı, ürse men anıng içinde men yaratmış cândın, tüşüngler angar yüknügler.
“[Hani Rabbin meleklere, ‘Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım] onu
düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin’ [demişti].” (RKT 30/22a1=
15:29)

Rûhü’l-kuds (Kutsal Ruh, le Saint Esprit, Saint Spirit): Arıg Cân

Aygıl: indürdi anı Arıg Cân [=Arı Can, Arı Ruh, Saf Ruh] ya’ni Cibril “Ey Muhammed! De ki: ‘Kur'an'ı,
Ruhu'l-Kuds (Cebrail) […] indirdi.’” (RKT 30/86b1-2=16:102)
XV. yüzyılın sonlarında Anadolu’da yapılmış bir Kuran tercümesinde, rûh yine Farsça cân ile karşılanmakta:

Dakı Meryem kızı İmrân ol kim fercini sakladı, pes anuñ içine cânumuzdan ürdük. Dakı çalabısı kelimelerini
dakı kitâblarını togru tuttu. “Ve dişilik organını [=iffetini] korumuş olan İmran kızı Meryem’in içine
ruhumuzdan üfledik. O da rabbinin sözlerine ve kitaplarına uydu.”9 (SKT 571a7=66:12)

XVIII. yüzyılda hazırlanmış olan Mütercim Âsım’ın Burhân-ı Kâtı’ Tercümesi’nde de cân birebir aynı şekilde
tanımlanmakla birlikte, Âsım rûh ve cân için bilmediğimiz bir Türkçe karşılık bulunduğuna da işaret
etmektedir: “Rûh-i hayvanidir ki, Türkîde dahi can denir. Cân’ın asıl Türkîsi zivindirik olduğu resîde-i
sâmi'adır[=kulağıma çalınmıştır].” (....)

Tin’e gelince, tam anlamıyla bir arkaizm, yani unutulduğu halde bilinçli bir iradeyle yeniden dolaşıma
sokulmaya çalışılan bir kelime. 11. yüzyılda Divanu Lugati’t-Türk, tın “soluk, nefes” anlamını veriyor. Gerard
Clauson, sözcüğün “bazen genişlemeyle ‘ruh, can [=ömür, hayat]’ anlamı da kazanarak bütün Kuzeydoğu Türk
dillerinde” yaşadığını ekliyor (s. 512): örn. tın alu umasar “nefes alamazsa”, tını uzun “ömrü uzun”, anıñ tını
kesildi “soluğu kesildi”, tın kişi (el-mucimm) “işten el ayak çekmiş, emekli”. Uygurca Altun Yaruk metninde
sözcük türemiş biçimiyle çok sık geçmekte: ters tetrü tınlıglar birle katılıp kavışıp “yanlış yola sapan canlılara
katılıp” (Ölmez, 132. 10-1), kişisiz tınlıgsız “insansız canlısız (=ıssız)” (145. 16). Birkaç yerde daha dar bir
anlamda, “insan” anlamında kullanılmış gibi: alku kamag tınlıglar oglanlarınıñ kılmış ne türlüg edgüli ayıglı [...
kılınçlar] “bütün insanoğullarının yaptığı ne kadar iyi ve kötü [...amel varsa]” (133. 7-8, ayrıca 147. 16, 154. 6
vs). Osmanlı döneminde tin kelimesi, Tarama Sözlüğü ve Ömer Asım Aksoy’un bir makalesine (s. 242) göre bir
kez Nazmü’l-Le’âl diye bir manzum sözlükte Farsça “cân”ın karşılığı olarak geçiyor.

Tın aslında Farsça cân ve Arapça rûh'un köken anlamıyla birebir örtüşüyor. Fakat metinler üzerinde yapılan
inceleme gösteriyor ki, tın’ın (> tin) hiçbir zaman, Batı dillerindeki spirit, esprit ve Geist gibi “zihin, dimağ,
akıl” anlamı gelişmemiştir. Zaten TDK da tin’i Fransızca esprit’nin “zihin” anlamı için değil, Osmanlıca-
Türkçe Cep Kılavuzu’nda (1935) belirtildiğine göre, ervah ve ruh kelimelerine karşılık olarak önerilmiş (s. 76,
272). 1942 tarihli Felsefe ve Gramer Terimleri sözlüğünde ise son derece açık biçimde esprit’nin “ruh” (Alm.
Geist kelimesine gönderme yapılmış) anlamı için tin, kendi deyişleriyle “mind” anlamı içinse “şimdilik”
kaydıyla Arap asıllı vatandaşımız “zihin” önerilmiş (s. 211).10

Buna mukabil Bedia Akarsu’nun Felsefe Terimleri Sözlüğü (eski TDK’nın yayını), tin’in tanımında karışıklığa
katkıda bulunmaktan öteye gidemiyor: Terimin tanımında ruh sözcüğünün kullanılmasına bakılacak olursa,
mantıken tin’in ruh’un bir altkümesi olduğunu düşünmemiz gerekir; oysa durum tartışmaya açık. Ayrıca,
Akarsu, tin’in karşılığı olduğu Batılı terimlere bakarak, ruh’un tin’in yerine kullanıldığını söylüyor ki, verdiği
örnek Saint Spirit/le Saint esprit “Kutsal Ruh” evlere şenlik. Çünkü ruh’un tin’in yerine kullanıldığını öne
sürebilmek için, 1) öncelikle ruh ile tin arasında (biçimsel değil semantik) bir ayrım yapmak gerekiyor, ama
maddenin başında tin’in Osmanlıca ruh’un öz Türkçe karşılığı olduğu belirtildiğinde, ikisinin özdeş olduğundan
başka ne söylenmiş olabilir ki; ya da 2) tin’in kullanımdan düşmediği ve ruh’la birlikte, yan yana, belki bir
anlam inceliğiyle birlikte kullanıldığı varsayılmalı, oysa tin sözcüğü Osmanlı sahasında neredeyse hiç
kullanılmamıştır.11

Arkaizm olarak tin’in yanıt, kanıt gibi benzerlerinden çok daha az rağbet gördüğü aşikâr; konuşma diline “ruh”
karşılığı olarak hiçbir zaman giremedi ve günümüzde yalnız felsefe alan-yazınında kullanılıyor. Ama bu
kullanımı da birtakım önemli sorunlara gebe: En önemlisi de kimi çevirmenlerin eski TDK’nın ayırt edebildiği
esprit/spirit/Geist’ın “zihin” anlamını görmezden gelmeleri veya –bilerek ya da bilmeyerek– zihin sözcüğü
yerine tin’i koşmak istemeleri...
VI. Çevirilerde tin

Çeviri dünyamızda tin özellikle Hegelci anlamda Geist’ın karşılığı olarak kabul görmüş gibi: Phenomenologie
des Geistes/ Tinin Görüngübilimi, çev. Aziz Yardımlı (İstanbul: İdea). Buna ek olarak İngilizce soul ile spirit
arasında ayrım yapmak gerektiğinde de tin’e başvurulduğu görülüyor: Joel Kovel, History and Spirit/ Tarih ve
Tin, çev. Hakan Pekinel (İstanbul: Ayrıntı). Kitabın editörü olan Tuncay Birkan, “tin” tercihini şöyle
açıklamakta:

Tarih ve Tin’in alımlanmasında karşılaşılabilecek en büyük güçlük, Türkçede “tin”in tarihsiz ve bu yüzden de
talihsiz bir kavram olmasından kaynaklanıyor. İngilizcedeki karşılığı olan “spirit” gibi gündelik yaşamda da sık
sık kullanılan, zengin çağrışım ve yananlamları olan bir terim değil “tin”. Hiç değil. Yazarın “soul” (ruh) ve
“spirit” (tin) arasında çok önemli bir ayrım yaptığı düşünüldüğünde başka bir çaremiz de kalmıyordu ama
[vurgu benim, S.K.]. (Sadece İncil gibi kadim metinlerden yapılan alıntılarda “tin”i kullanmayıp, “ruh”u tercih
ettik.) Tin, terimin imlediği yaşantı/ilişki/duygu durumuna ihtiyaç duyanların kullanmasıyla yaygınlaşacak
yaygınlaşacaksa. Özgürleşmeyi kendi meselesi olarak görenlerin bu ihtiyacı duyup kavrama sahip çıkmaları
gerekiyor.

Buna karşılık, esprit’nin “tin” çevirisi biraz daha ihtilaflı. Örneğin Gaston Bachelard’ın Nouvel esprit
scientifique’i (1933), ilkin Hilmi Ziya Ülken tarafından Yeni İlmî Zihniyet (İstanbul: Vakıflar Matbaası, 1934),
Alp Tümertekin tarafından ise Yeni Bilimsel Tin (İstanbul: İthaki, 2009) diye çevrilmiş. İki çeviriyi de, başlık
düzeyinde, savunmak için çeşitli gerekçeler öne sürülebilir. Bir yandan, yukarıdaki incelemelerden anlaşıldığı
gibi, esprit’nin “ruh/tin”e indirgenemeyeceği; öte yandan, Bachelard’ın 1930’larda Fransa’da moda olmaya
başlamış Hegelciliğin cazibesine kapıldığı için, sözcüğü az çok muğlak biçimde kullandığı, yani hem “bilimsel
aklı” hem de “bilimsel tini” düşündürecek bir kullanımı olduğu söylenebilir. Fakat Tümertekin’in çevirisinde
“fizikçinin tini”, “bilimadamının tini” gibi kullanımların ne derece doğru olduğu ortada. Aynı şekilde Paul
Ricoeur’ün şu cümlesinde de esprit’yi “tin” diye çevirmek pek doğru bir tercih gibi görünmüyor: Ainsi la
phénomènologie de la mémoire s’ouvre délibérément sur une analyse tournée vers l’objet de mémoire, le
souvenir que l’on a devant l’esprit; “Böylelikle hafıza görüngübilimi ister istemez hafıza nesnesine, tin
karşısında sahip olunan anıya yönelik bir çözümlemeye doğru açılıyor […]”. Burada aslında “tin”den ziyade,
“zihin, akıl”, hatta “göz” söz konusudur: “gözümüzde canlanan anı” veya, illa daha sadık bir çeviri
isteniyorsa,“zihnimizin/aklımızın önünde duran anı” gibi bir ifadeyi tercih etmek daha doğru olur. Nitekim
metnin İngilizce çevirisinde de bu ifade, “the memory that one has before the mind” diye karşılanmış.12

Bu örneklere mukabil, Maurice Merleau-Ponty’nin Göz ve Tin adlı kitabının çevirisinde “tin” ve “zihin”
karşılıkları birlikte kullanılmış. Çevirmen Ahmet Sosyal, bu tercihini şöyle açıklamakta:

Kitabın başlığında yer alan esprit sözcüğünü ‘zihin’ diye çevirmek de olanaklıdır. Zaten metin içinde yer yer
böyle yaptık. Ama tinci (spiritualiste) bir düşünce geliştirmemekle birlikte Merleau-Ponty’nin bu başlıkta esprit
sözcüğüne ‘zihin’den daha yüce ve geniş bir anlam yüklediği söylenebilir. (“Çevirenin Önsözü”, Maurice
Merleau-Ponty, Göz ve Tin (L’oeil et l’esprit), çev. Ahmet Soysal, İstanbul: Metis, 3. bs., 2006, s. 11)

Esprit’nin başlıkta daha “yüce” bir anlam taşıyıp taşımadığı tartışılabilir elbette; “Göz ve Zihin” gibi bir
başlığın kitabın içeriğini daha iyi yansıtabileceği de ileri sürülebilir belki. Ama Soysal’ın dediği gibi, Merleau-
Ponty’nin tincilik (maneviyatçılık?) ile bir ilgisi olmadığı halde, “tin” karşılığına başvurmak gerekebilir bazen,
özellikle de “ruh”u âme için saklı tutmanın gerekli olduğu durumlarda. Örneğin:

L’oeil accomplit le prodige d’ouvrir à l’âme ce qui n'est pas âme, le bienheureux domaine des choses, et leur
dieu, le soleil. Un cartésien peut croire que le monde existant n’est pas visible, que la seule lumière est d’esprit,
que toute vision se fait en Dieu (s. 83). Göz ruha, ruh olmayanı, şeylerin mutlu alanını, ve onların tanrısı güneşi
açma mucizesini gerçekleştirmektedir. Bir Descartesçı varolan dünyanın görünür olmadığına, tek ışığın tinden
[tin-zihinden? S.K.] geldiğine, her görüşün Tanrı’da gerçekleştiğine inanabilir (s. 74).

Öte yandan çoğu durumda “tin”den ziyade “zihin” söz konusu galiba:

Cet extraordinaire empiétement, auquel on ne songe pas assez, interdit de concevoir la vision comme une
opération de pensée qui dresserait devant l’esprit un tableau ou une représentation du monde, un monde de
l’immanence et de l’idéalité (s. 17). Bu yeterince düşünülmeyen olağanüstü nitelikteki birbirinin sınırını aşma
durumu, görüşü, zihin önünde dünyanın bir tablosunu ya da temsilini, bir içkinlik ve ideallik dünyasını koyan
bir düşünce işlemi olarak kavramayı engeller (s. 33).

Ainsi la vision se dédouble: il y a la vision sur laquelle je réfléchis, je ne puis la penser autrement que comme
pensée, inspection de l’Esprit, jugement, lecture de signes (s. 54) Böylelikle görüş iki kat olur: Üstüne
düşündüğüm görüş vardır, bunu ancak düşünce, zihnin teftişi, yargı, işaret okuması olarak düşünebilirim (s. 56).

Hatta aşağıdaki cümlede de aslında “zihnin” söz konusu olmadığından emin olamayız:

Le peintre ‘apporte son corps’, dit Valéry. Et, en effet, on ne voit pas comment un Esprit pourrait peindre. (s.
16) Valéry, ressam ‘vücudunu katmaktadır,’ der. Gerçekten de bir Tin’in [zihnin/dimağın?] nasıl resim
yapabileceği bilinmez. (s. 32)

Ama aşağıdaki örnekte, esprit, bana öyle geliyor ki, “tin”den ziyade “can”dır:

L’animation du corps n’est pas l’assemblage l’une contre l’autre de ses parties – ni d’ailleurs la descente dans
l’automate d’un esprit venu d’ailleurs, ce qui supposerait encore que le corps lui-même est sans dedans et sans
'soi'. (s. 21) Bir vücudun canlılığı, onun kısımlarının yan yana bitiştirilmesi değildir – ne de başka yerden
gelmiş bir tinin [=canın, S.K.] otomata inmesidir, ki bu hâlâ vücudun kendisinin içsiz ve ‘kendi’siz olduğunu
varsaymak olacaktır. (s. 35)

Esprit’yi (ve çoğu zaman spirit’i de) “tin”e indirgemeyeceğimizi gösteren bu incelemeler ve örneklerden sonra
biraz da serbest-vezin akıl yürütelim: Sözgelimi Montesquieu’nün Kanunların Ruhu Üzerine (çev. Fehmi
Baldaş, MEB, 1963)13 / De l’Esprit des lois (1748), kitabı bugün çevrilse “Yasaların Tini” olur mu? Zorlanırsa,
yani Montesquieu’nün Hegel’den önce yaşadığı, hiçbir biçimde “evrensel zihin” anlamında bir tin tasavvur
etmediği unutulursa, olur elbette. Ama bana kalırsa, tin sözcüğünü öncelikle, (1) felsefedeki Hegelci anlamına,
yani İngilizcede de Fransızcada da çevirisi pek kolay olmayan bu anlama hasretmek; saniyen, (2) özellikle Batı
dillerinde soul ile spirit, âme ile esprit, Seele ile Geist arasında ayrım yapılan bağlamlarda ikincileri karşılamak
için kullanmak daha doğru olur.

Batı dillerinden yoğun bir şekilde yürütülen çeviri faaliyeti göstermiştir ki, gerek Osmanlıca döneminin
Türkçenin (t)üretim sistemini iğdiş etmiş yabancılaşması gerekse Dil reformunun nüansları katleden ırkçı
indirgemeciliğinin ardından, dilimiz pek çok kavramı karşılamakta zorlanıyor. Bu süreçte, gerek duyulduğunda
tin benzeri arkaizmlere yeni değerler yükleyerek kullanmak, çözüm yollarından biri olabilir; ama bu tür (arkaik)
neolojizmlerin içeriği, değeri ve kullanım alanı net bir şekilde tanımlanmalı ve dil reformunun ırkçı
indirgemeciliğine yüz verilmemeli – yani sırf yabancı kökenli olduğu için arada önemli, hatta ince farklar
bulunan kelimeler arkaizm yahut neolojizmlere feda edilmemeli; çünkü dilin zenginliğini köken veya nicelik
değil, ifade edebildiği nüansların çeşitliliği belirler ve çeviri faaliyetinde de önemli olan budur. Dil reformu
sürecinin, biliyoruz ki, en büyük yanlışı, önerilen kelimelerin yalnızca köken ve morfolojisinin değil, iletişim ve
üslup değerlerinin de kullanımları açısından belirleyici olduğunu hesaba katmamasıydı. TDK’nın
neolojizmlerinin (yanıt, sözcük vb.) büyük ölçüde yazı dili veya, çok çok, televizyonların gazetecilik diline
münhasır kalmasının nedeni budur. Başka dillerde olduğu üzere, Türkçe yazı dili (özellikle çeviri yazı dili) de
neolojizmlere, arkaizmlere elbette daha açık; ancak önerilerin olumlu bir işlevlerinin olabilmesi için, sözünü
ettiğimiz gibi, değerlerinin net bir şekilde tanımlanmaları gerekiyor. Tutarlı olmak adına, “akıl, zihin, dimağ”
vb. gibi anlamlarda kullanıldıkları bağlamlarda Geist/spirit/esprit kelimelerini yalnız tin ile karşılamak, “zihin”
anlamını feda edip (veya –bilerek ya da bilmeyerek– tin’e o anlamı da yükleyip) nereye koysan gider mantığıyla
tin kullanmak, çevrilen metinlerin anlaşılmaz bir kılığa girmesinden, ayrıca dil reformunun ırkçı
indirgemeciliğine geri dönmekten başka bir sonuç doğurmaz.

Sıcak Nal dergisi, no. 3, Temmuz-Ağustos 2010

Kaynaklar

Akarsu Bedia (1979). Felsefe Terimleri Sözlüğü. Gözden geçirilmiş ikinci baskı, Ankara: TDK.

Aksoy Ömer Asım (1960). “Dürrü’n-Nızâm ve Nazmü’l-Cevâhir”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, s.
145-171.

Bachelard Gaston (2008). Yeni Bilimsel Tin. Çev. Alp Tümertekin. İstanbul: İthaki.

Bréal Michel (1897). Essai de sémantique, Paris: Hachette.

[Bölükbaşı] Rıza Tevfik (1918). Abdülhak Hâmid ve Mülâhazât-ı Felsefiyyesi, haz. Abdullah Uçman, İstanbul:
İÜ. Edebiyat Fak., 1984.

Clauson Gerard (1972). An Etymological Dictionary of Pre-thirteenth Century Turkish. Oxford: Clarendon.

Felsefe ve Gramer Terimleri. Ahlâk, Eğitbilim, Estetik, Fizikötesi, Gramer, Mantık, Ruhbilim, Toplumbilim.
İstanbul: TDK, 1942.

Le Grand Robert de la langue française, haz. Alain Rey, Paris: Robert, 2. basım, VI cilt.

Kara İsmail (2001). Bir Felsefe Dili Kurmak: Modern Felsefe ve Bilim Terimlerinin Türkiye’ye Girişi. İstanbul:
Dergâh.

Lafaye Bernard (1884). Dictionnaire des synonymes de la langue française avec une introduction sur la théorie
des synonymes, Supplément, Paris: Hachette.

Osmanlıca-Türkçe Cep Kılavuzu, İstanbul: TDK, 1935.

Oxford English Dictionary, haz. John Simpson ve Edmund Weiner, Oxford: OUP, 2. basım, XX cilt.

Mütercim Âsım. Burhân-ı Kâtı’ Tercümesi, haz. Mürsel Öztürk-Derya Örs, Ankara: TDK, 2009.

Ölmez Mehmet (1991). Altun Yaruk III. Kitap, Ankara: Türk Dilleri Araştırmaları.

RKT: Aysu Ata, İlk Kuran Tercümesi (Rylands Nüshası), Ankara: TDK, 2004.

SKT: Mehmet Kütükçü, Eski Anadolu Türkçesiyle Yazılmış Satır Arası bir Kur’an Tercümesi (535b-616b),
Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sivas 2005.
Şemseddin Sami (1905). Resimli Kamus-ı Fransevî /Dictionnaire français-turc, 4. baskı, İstanbul: Mihran,
1322.

Yeni Tarama Sözlüğü, haz. Cem Dilçin. TDK: Ankara.

1 Eklenmesi gereken bir şey daha var: esprit sözcüğünün –herhalde Fransız okullarından yayılan bir tesirle–
Türkçede de kullanılması. Günümüz Fransızcasında yalnızca yerici anlamda kullanılan espiri yap- (faire de
l’esprit “espiri yapmaya çalışmak”) dilimizde nükte’nin, latife’nin, şaka’nın yerini uzun zamandır almış
durumda. Espirili, nüktedan anlamında kullanılan espirituel türetimi ise, birkaç benzeri (redakte et-) gibi,
Türkçe konuşanların yabancı dil modeline uygun olarak kurduğu, ama özgününe uymayan (spirituel)
türetimlerden. İşin espirisini kavramak gibi ifadelerde espiri Fransızca anlamlarından birine –“ruh, mantık, püf
noktası”– yaklaşmakta.

2 İmlayı modernleştiriyorum.

3 Baudelaire’in « İnsan ve Deniz » şiirinin ilk dörtlüğünde de esprit sözcüğünün aynı şekilde « iç » diye
çevrilebileceğini düşünüyorum:

Homme libre, toujours, tu chériras la mer ! Özgür insan, denizi hep seveceksin sen!

La mer est ton miroir ; tu contemples ton âme Deniz aynan senin; ruhunu seyredersin

Dans le déroulement infini de sa lame, Dalgalarının sonsuz çalkantısında,

Et ton esprit n'est pas un gouffre moins amer. İçin de o denli acı bir girdap senin.

4 Bugün “ahlaki, ahlaksal” anlamına gelmekle birlikte, moral kelimesinin geçmişte –herhalde 19. yy’ın sonuna
kadar– hep bir “duygusal” anlamı taşıdığı aşağıdaki cümlelerden açıkça anlaşılıyor. Keza 19. yy’ın sciences
morales’i ya da İng. moral sciences’ı da “ahlak bilimleri”ne değil, “ruh bilimleri, psikolojik bilimler”e karşılık
gelir: örneğin Amerikalı dilbilimci Whitney dilbilimi bir “science morale et historique” olarak tanımlarken,
aklından en son geçecek şey “ahlak, töre vb” kavramlar olurdu. Bu yazı boyunca göstermek istediğimiz şeyin,
bir başka örneği de işte budur: çeviri yaparken olsun, geçmişin felsefi veya bilimsel metinlerini anlamaya
çalışırken olsun, anlamın tarihsel olduğunu akıldan çıkarmamak gerek.

5 Grand Robert bu tanımı, André Lalande’ın (1867-1963) meşhur felsefe sözlüğünde verdiğini yazıyor. Demek
ki Sami Bey’in Kamus-ı Fransevî’sinin (gözden geçirilmiş ve genişletilmiş 4. basım : 1905, İstanbul, Mihran)
kaynaklarından biri Lalande’ın Vocabulaire technique et critique de la philosophie (Paris, 1902 →) başlıklı
sözlüğü.

6 Metinde zaten köşeli ayraçlar kullanılmış olduğu için, anlaşılmayabilecek Osmanlıca ifadelerin günümüz
Türkçesine çevirilerini = işaretiyle ve üstyazıyla ([= xxx]) göstermek gibi tuhaf bir yolu seçmek zorunda kaldım.

7 Herhalde “esans” değil, “alkol” söz konusu burada.

8 Günümüz Türkçesinde kullanılan karşılıkları Diyanet veya Elmalılı meallerinden aldım.

9 Eski Anadolu Türkçesine yapılan çeviriyi günümüz diline aktardım.

10 Bu eski kaynaklara ulaşmamda yardımını esirgemeyen üstat Tuncay Birkan’a teşekkür ediyorum.
11 Bir tek Nazmü’l-le’al diye bir manzum sözlükte karşılaşılması Osmanlı dilinde kendine ait bir yeri ve değeri
olduğu anlamına gelmez.

12 Memory, History, Forgetting, çev. Kathleen Blamey - David Pellauer, Chicago : The University of Chicago
Press, 2004, s. xvi.

13 Kitabın Maarif Vekaleti’nden 1339/1923’te çıkan Osmanlıca diyebileceğimiz ilk çevirisi de Rûhu’l-Kavânîn
(çev. Hüseyin Nâzım) başlığını taşıyor.

Türkçenin Zaman Kipi Zenginliği: Hem İmkân Hem Tuzak

TUNCAY BİRKAN

Bu yazıda zaman kiplerinden bahsedeceğim, ama peşinen söyleyeyim: takip kolaylığı açısından kiplerin
bilimsel adlarını zikretmeyeceğim, o kipte kullanılan ekleri isim haline getireceğim.

Birkaç hafta önce Radikal İki’de sayın Ümit Kardaş’ın bir yazısı yayınlandı. İçinde Edward Said’in de sık sık
adı geçen, hatta ondan birkaç alıntıya da yer verilen bir yazı. Alıntıların çoğunu sanırım kendisi çevirmişti
yazar, ama bir tanesi epey tanıdık geldi bana: Epey bir zaman önce Metis yayınlarından benim derleyip
çevirdiğim Kış Ruhu adlı seçki de zikredildiğine göre buradan almış olmalıydı. Ama bir acayiplik vardı, son
cümledeki zaman kipi kulağı fena halde tırmalıyordu: “Memleketini güzel bulan insan daha yolun başındadır;
her yeri kendi yurdu gibi gören insan güçlüdür; ama bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan
mükemmeldir. Yolun başında olan ruh sevgisini dünya üzerindeki tek bir noktaya sabitledi; güçlü insan
sevgisini her yere yaydı, mükemmel insan ise sevgisini söndürdü.”

Said’in kendisinin Auerbach’tan, onun da 12. yüzyılda yaşamış bir keşişten aktardığı bu laf beni de çok
etkilemiş olduğu için hatırlıyordum cümleyi, ben böyle çevirmiş olamazdım. İlk fırsatta baktım kendi çevirime,
evet yanılmamıştım, çeviri benim çevirimdi ama son cümlenin zaman kipini her nedense değiştirmişti sayın
Kardaş. (Bunu neden yaptığı konusunda en ufak bir fikrim yok, ama konuyu uzatmadan, özellikle
belirtilmeksizin böyle şeyler yapmanın pek hoş olmadığını söyleyip asıl meseleye döneyim.) Benim
“sabitlemiştir”, “yaymıştır”, “söndürmüştür” dediğim yerleri atıp di’li geçmiş zaman kipini kullanmış ve
böylece doğruyu yanlışa çevirmişti.

Neden yanlış? Birincisi Türkçede –di’li geçmiş zaman kipi böyle kullanılmaz, biri bir şey yaptı demek için o
kişi o işi yaparken cümleyi kuranın da buna bir şekilde tanıklık etmiş olası gerekir çoğunlukla (Dil konusundaki
bütün genellemelerde olduğu gibi elbette bunun da istisnaları var: Hikaye, roman ve gazete yazılarında, bazı
tarih anlatılarında özel bir tercih olarak sık başvurulabiliyor mesela bu zaman kipine. -Aslında Türk yazarların
zaman kipleri tercihleri çok ilginç bir araştırma konusu olurdu.- Ama bu bağlamda böyle bir tanıklıktan söz
edilemeyeceği açık). İkincisi ve daha önemlisi ilk cümlede geniş zaman kipiyle başlayan genelleme ikinci
cümlede de devam ediyor. Sadece burada genellemeyi geçmiş zamanda yapmak gerekiyor, Batı dillerinde
geçmiş zaman kipi sayısı sınırlı olduğu için özel olarak böyle bir işlevi yerine getiren bir kip yok bildiğim
kadarıyla (en azından İngilizcede kesinlikle yok), ama Türkçede var: -mıştır kipi bunun için biçilmiş kaftan.

Bir de –ardı kipi var tabii bazen bu amaçla kullanılabilecek olan (mesela: “Kant buna karşı çıkardı”) ama bu
bağlama uygun olmadığı kesin. Bu kip de çevirilerde çok sık unutuluyor, çünkü bunun sadece “used to do”lu ya
da “would”lu cümlelerde kullanılabileceği gibi bir önyargı var çoğu çevirmende İngilizce gramer derslerinden
kalan. Halbuki “used to” İngilizcede çok daha az kullanılıyor, bizim düpedüz yapardı, ederdi diyeceğimiz
birçok cümlede de sadece simple past tense kullanıp geçiliyor. Bu arada would’lu cümlelerin bazen –ardı ile
bazen de –caktı ile çevrilmesi gerektiğini bilmiyor kimi arkadaşlar, ikisinden birini belleyip sadece onu
kullanıyor. Ya da yine gramer kitaplarından kalan önyargıyla yazarın –caktı demek için ille de would have
demesi gerektiğini düşünüyorlar. Halbuki o zaman kipi Türkçedeki kadar çok kullanılmıyor İngilizcede
metinlerde, basitçe “would”u kullanıp zamanını kestirmeyi okura bırakıyorlar. (Zaten kullanımdaki İngilizcede
zaman kipleri konusunda sadeleşmeye gitme eğilimi olduğu görülüyor. Simple past dışındaki geçmiş zaman
kiplerinin kullanım sıklığı Türkçedeki eşdeğer kiplerinkine göre çok daha düşük, bu yazıda birkaç kez
vurgulayacağım gibi) Bizim nasıl kullandığımızı hatırlayalım: Biri bir şey yapacakken bir sebeple yapamadığı,
ya da yapıp yapmadığını kesin olarak bilmediğimiz durumlarda kullanıyoruz –caktı ile biten cümleleri. Mesela
“Ahmet Nesrin’le görüşecekti… (“ama işi çıktı gidemedi” ya da “ne konuştu bilmiyorum”) –ardı, -erdi ise
birinin geçmişte belli bir süre boyunca hep yaptığı, yapmayı alışkanlık haline getirdiği fiillerde kullanılıyor,
bilindiği üzere: “Ahmet [o yaz her gün] Nesrin’le görüşürdü.” Arada müthiş bir anlam farkı olduğu için çok
dikkatli olmak gerek “would”ları çevirirken. Redaksiyonunu yaptığım kitaplardan bir örnek: “Such a reasonable
division of labour would make it easier to understand the functioning of the mind”. Çevirmen arkadaş bunu
“böyle makul bir işbölümü zihnin işleyişini anlamayı kolaylaştıracaktı” diye çevirmiş her nedense,
“kolaylaştırırdı” denmek istediği çok açık olduğu halde.

Ayrıca bu tür kip tercihleri her zaman bir yanlışa işaret etmese de akıcılık açısından da çok önemli olabiliyor.
Mesela yukarıda Said’den aktarılan cümlede olduğu gibi geniş zaman kipleriyle geçmiş zaman kiplerinin sık sık
dönüşümlü olarak kullanıldığı metinlerde ya da metin bölümlerinde sırf buna dikkat ederek çevirmek bile o
metinlerin akıcılığını ve okunaklılığını da çok arttırabiliyor. Kimi zaman metnin tekdüzeleşmesini kırmak için
zaman kipi çeşitlemeleri yapmak da faydalı olabiliyor ayrıca. Sürekli “yansıtır”, “aktarır”, “der” demek yerine
uygun yerlere “aktarmaktadır” (ama dikkat: çeviri işine yeni başlayan arkadaşlar bu kipi bazen ifrata varacak
derecede kullanıyorlar, ölçülü olmak gerek), “diyor”, “yansıtıyordur” (Ben buna Orhan Koçak kipi diyorum)
denebilir mesela. Minima Moralia’dan bir pasajla geniş zaman kipindeki bu tür çeşitlemelerin metni nasıl
güzelleştirdiğini, anlatıyı nasıl akıcılaştırdığını görebiliriz: “Bugün özgürlük motifini işleyen siyasal anlatılarda
insanı tedirgin eden, hatta utanç veren bir yön var; kahramanca direnişe düzülen övgülerde olduğu gibi,
iktidarsız bir güven tazeleme çabası. Bu anlatılarda sonuç her zaman yüksek politika tarafından belirlenir ve
özgürlük de sadece ideolojik bir görünüm kazanır: İnsani ölçülerdeki eylemlerin içinden belirmiyor, sadece
özgürlük hakkındaki söylevlere, klişeleşmiş kükreyişlere konu oluyordur. Sanatı hiç kurtarmayacak şey, ölü
öznenin içini doldurarak bir müze parçasına dünüştürmektir; bugün sanata layık tek şey olan tümüyle gayri
insani nesneyse hem aşırılığıyla hem de insansızlığıyla sanatın ötesinde kalmaktadır.” (Minima Moralia, çev. O.
Koçak-A.Doğukan, Istanbul: Metis, 1998, s. 150).

Hele geçmiş zaman konusunda Türkçe muazzam imkânlar (tabii buna bağlı olarak da tuzaklar) içeriyor. Biz
gitti, gitmiş, gitmişti, gitmiştir, gidiyordu, gidiyordur, gitmekteydi, gittiydi, giderdi, gidermiş, gidecekti vs.
diyebiliyoruz. Oysa İngilizcede geçmiş zaman kipleri daha sınırlı: She went, she has gone, she would have
gone, she was going, she had gone, she used to go… Hele teorik metinlerde son ikisi hemen hiç kullanılmazken,
yukarıda da dediğim gibi birincisi hariç diğerleri Türkçede karşılık geldikleri kiplere nazaran çok daha az
kullanılıyor. O yüzden de özellikle bu tür metinler çevirirken zamansal ayrımlara çevirmenin kendisinin
bağlama çok dikkat ederek karar vermesi, metnin temposunu onun belirlemesi gerekiyor. Bu metinlerde en çok
kullanılan simple past kipindeki cümleleri çevirirken bazen düz –di’li geçmiş zaman kullanmak daha iyi sonuç
verirken, akışa ve bağlama göre bazen –mış, bazen –yordu, bazen –mıştı, bazen –mıştır vs. demeyi de bilmek
gerekiyor. Bu bir zenginlik. Üstelik biz bu zenginlik sayesinde İngilizcede yalnızca bağlamdan çıkarılabilecek
anlamları okura net bir biçimde iletebiliyoruz, birçok ince anlamsal ayrımı ifade edebiliyoruz.
Ama bu imkân gerektiği gibi kullanılmadığında çevirinin aleyhine işleyebilir, düpedüz yanlış anlama sonucu
yaratabilir, Said alıntısında ve yukarıdaki “would” bahsinde görüldüğü gibi. Başka örnekler de verilebilir.
İngilizcede bir roman karakteri hiç görmediği, sadece kendisine anlatılan, rivayet edilen bir olayı anlatırken yine
simple past’i kullanacaktır elmecbur. Ama bizim bunu basit bir –miş ekiyle ifade etme şansımız olduğu için bu
şansı kullanmazsak Türk okurun karakterin anlattığı olayla ilişkisi hakkında yanlış bir fikir edinmesine yol
açmış oluruz. Acemilikte çok sık yapılan bir başka hata da İngilizcede gelecek zaman kipinin Türkçeye bazen
mutlaka geniş zaman olarak çevrilmesi gerektiğinin unutulması. “That will do” en basit örnek. “If he cannot say
that, I’ll do it!” “O söyleyemiyorsa ben söylerim” diye çevrilir “söyleyeceğim” diye değil.

En doğru kipi kullandığımızı nasıl bileceğiz sorusunun hazır bir cevabı, her türlü bağlamın ötesinde geçerli
olacak bir reçetesi yok elbette. Bu da bir sezgi ve yetenek meselesi son kertede. Ama zaman kipleri konusunda
özel bir dikkat göstererek de epeyce geliştirilebilen yetenekler bunlar bence. Yeter ki buralarda da sorun
çıkabileceğinin farkında olalım.

Yaptığınız çeviriyi yayınevine teslim etmeden önce yalnızca Türkçe üzerinden son bir okuma yapmak bile çok
işe yarayacaktır.

“AND/UND/ET= VE” Denklemi Yanlıştır

TUNCAY BİRKAN

Yine basit kelimelerden gidiyoruz. Bu “ufak ama mide bulandıran” basit ayrıntılar, çapaklar bir dolu metnin
okunurluğunu, akıcılığını olumsuz yönde etkilediği, bazen de düpedüz yanlış anlamalara neden olabildiği için
bir süre daha bunlar üzerinde oyalanacağız…

Bu seferki konumuz “ve”. İngilizce, Almanca ve Fransızcada bu kelimenin karşılığı olan “and /und/et”
sözcükleri, bu dillerde Türkçede görmediği kadar işlev üstleniyor, mesela yan cümleleri ana cümlelere, fiilleri
birbirine bağlıyor, birimleri birbirinden ayırıyor, kıyaslama yapıyor vs. Ama bizim zavallı “ve”ye bu kadar
yüklendiğimizde ortaya tatsız sonuçlar çıkabiliyor.

Çözüm basit aslında: Çeviriye yeni başlayan herkese ilk söylenmesi gereken şey, “ve”yi ne kadar az kullanırsa
o kadar iyi olacağıdır. İşi, bazı “pürist” yazarlarımız gibi “ve”nin Türkçeye yabancı olduğu, o yüzden de hiç
kullanmamak gerektiğini iddia etmeye vardıracak değilim, bence böyle kaygılarla “ve”yi kullanmama
gayretkeşliğine girmek de birçok yerde ciddi sorunlar ve karışıklıklar yaşanmasına neden oluyor; zaten bir dile
“yabancı” unsurlar girmesine kategorik olarak karşı çıkmanın, her türlü yabancılığa hemen “kirlilik” diye
hücum etmenin sağlıklı bir tavır olmadığını düşünüyorum. Elbette ne gelirse buyur edelim tavrını
savunmadığım gibi, özellikle sözdizimi alanında, yarım yamalak çeviriler yoluyla “gelen” birçok kullanımın
dilimizi hakikaten de bozduğunu, mantığını sakatladığını düşünüyorum. Ama bunlar uzun uzun ayrıntıya
girmeyi gerektiren meseleler. Biz mütevazı “ve”mize dönelim. “Ve” kökeni ne olursa olsun Türkçenin ayrılmaz
ve son derece gerekli bir parçası artık (Mesela bu cümlede “ayrılmaz, son derece gerekli parçası” demek yeterli
değil, akışı bozuyor). Beraberinde getireceği sorunları düşünmeden dilimizden birçok kelimeyi atmanın
sıkıntılarını çekiyoruz hala, bir de “ve”yi atma kolaycılığına kapılmaya gerek yok.

İngilizcedeki birçok “and”in Türkçedeki karşılığı basit bir virgül işaretinden ibarettir (iki uzun ve doğrudan
bağlanmayan cümle arasında kimi zaman noktalı virgül konması gerekebiliyor ama). Bazen etkisiz eleman
muamelesi yapılıp hiçbir şekilde karşılamaya çalışmamak gerekir. Birbirine bağlı iki cümleciği ya da fiili
çevirirken yine “ve”ye başvurmayıp “-ıp, -ip” ve “-rak, -erek” gibi Türkçeye özgü “gerund”ları kullanmak
gerekir (“Anna gülümsedi ve başını iki yana salladı” demeyiz örneğin, “Anna gülümseyip/gülümseyerek başını
salladı” deriz. Bu arada Türkçede bu gerund’ların ne kadar önemli bir yeri olduğunu gayet güzel bir biçimde
örnekleyen bir metin için İbrahim Yıldırım’ın Kuşevinin Efendisi adlı ilginç romanını okumanızı salık
vereyim). Cümle başındaki “and”leri de mümkün olduğunca kullanmamak gerek Türkçede (Nadiren de olsa
mutlaka gerekebildiği için “kesinlikle kullanmayın” diyemiyorum. Ama bazen “ayrıca, hem” kullanmak, çoğu
zaman da ikinci cümlenin öznesinin sonuna ayrı yazılan de, da ekini getirmek dili çok rahatlatıyor).

Son olarak aralarında bir kıyaslama yapılan, yani “arasında” ile devam eden iki ya da daha fazla kelime arasında
“ve” değil, kesinlikle “ile” kullanmak gerekir. “Kadın ve erkek, doğu ve batı, rastlantı ve zorunluluk vs.
arasında” denmez Türkçede, “kadın ile erkek, doğu ile batı, rastlantı ile zorunluluk arasında” denir. (İle’yi de
çoğu zaman bitiştirerek ‘kadınla, doğuyla vs.” diyerek yazmak daha makul elbette. Ama uzun uzun tarif edilen
iki unsur arasında bitiştirmeden yazmakta fayda var.

Elbette bütün bunlara örnekler de vermek gerek. O da bir sonraki yazıya…

“Or”un Üç Halinden Yola Çıkarak

TUNCAY BİRKAN

İngilizcedeki en basit kelimelerden biri olan “or”un üç farklı şekilde çevrilebileceğini gözardı ediyor birçok
çevirmen. Hayır hayır, “ya da”, “veya”, “yahut” seçeneklerinden bahsetmiyorum. Bunlar çevirmenin dil
tercihine bağlı seçimler ve hepsi de aynı anlama geliyor sonuç olarak. Bu üçü herkesin bildiği birinci karşılık
benim sınıflamamda. Ama kimi bağlamlarda “or”u “yani” ile, kimi bağlamlarda da “yoksa” diyerek karşılamak
gerekebileceği ihmal ediliyor çoğunlukla. Nasıl mı?

İngilizce metinlerde özellikle yabancı kökenli sözcükler kullanılırken yanına İngilizcesi genellikle “or” denerek
veriliyor. Mesela bir cümlede “katharsis or purification” geçiyorsa, ikinci kelimeyi birincisinin İngiliz okuruna
açıklanması olarak görüp “katharsis, yani arınma” demek gerek.

“Yoksa” seçeneği de bazen cümle başlarında kullanılan “or”lar için tercih edilebilecek, metnin Türkçeleşmesine
katkıda bulunabilecek bir karşılık. Mesela “Did Platon believe that … Or did he believe that…” şeklinde giden
iki cümlenin ikincisinin “yoksa” ile başlaması gerektiği çok açık. “Platon …na mı inanıyordu? Ya da …na mı?”
Türkçe söyleyiş olarak kulak tırmalıyor. “Yoksa …na mı?” demek gerektiği açık.

“Or” gibi basit bir kelime bile bu denli farklı şekillerde karşılanabiliyorsa, bütün çevirmen ve çevirmen
adaylarının en bildiklerini sandıkları kelime için bile sözlük tanımlarıyla yetinmemeleri, cümlenin Türkçede
kulağa nasıl geldiğine dikkat etmeleri gerektiği açık bir biçimde anlaşılıyor. Kelimelere cümle içindeki
değerlerine göre karşılık bulmak gerekir (başka yerlerde de dile getirdiğim tezi tekrarlayayım: Çevirinin temel
birimi yani en küçük anlamlandırma birimi “kelime” değil, “cümle”dir. Çok bildik kelimelere bile bazen cümle
öyle gerektiriyorsa bambaşka karşılıklar bulmamız gerekir) ki bu da özellikle Türkçe söyleyiş konusunda güçlü
bir altyapıyı ve bir şeylerin yanlış gittiğine dair sezgi sahibi olmayı gerektirir, yoksa biraz yabancı dil bilen
herkes, sözlüklere bakarak çeviri yapabilirdi.

“Or”a Devam: Üç Hal Daha

TUNCAY BİRKAN
Bir önceki yazıda üç farklı şekilde çevrilebileceğine dikkat çektiğim “or” için, bazı bağlamlarda (bir çevirmen
amentüsü olsa, içinde en sık geçen kelime bağlam olurdu herhalde) üç farklı Türkçe karşılık daha
kullanılabileceğine dikkat çekmek istiyorum bu yazıda da. “Şu yazıyı en baştan or’un altı hali diye yazsaydın da
bizi uğraştırmasaydın” diyecekler haklıdır, özrüm sadece bu kullanımların o sırada aklıma gelmemiş
olduğundan ibaret. Uzatmadan, hemen konuya geçelim.

Şimdi sadece çevirilerde değil doğrudan Türkçe yazılmış metinlerde de yaygınlaşmaya başlayan bir garabet var.
Özellikle başlık ve arabaşlıklarda iki unsur “or”la yazıldı mı, bunu ille de “ya da” ve türevleriyle çevirmeye
çalışmak Türkçenin yaygın kullanımlardan birinin unutulmasına yol açıyor. Nasıl “right or wrong?”u “doğru ya
da yanlış?” diye çeviremiyor, çevirdiğimiz anda acayipliğin farkına varıp hemen “doğru mu yanlış mı” diye
düzeltiyorsak, özellikle teorik metinlerde çok sık geçen “[Is this] just an illusion or a reality?” türü deyimleri de
mutlaka “yanılsama mı gerçek mi” diye çevirmek gerekiyor. Mesela Birikim dergisinin yıllar önce çıkan
sayılarından birinin başlığı “Yerlilik: Gerçek ya da Maske?”ydi, “Gerçek mi Maske mi?” demek gerektiği
gözden kaçırılmıştı.

Kimi durumlarda da “ya o ya bu” seçeneğini devreye sokmak gerekiyor yine. Daha çok edebi metinlerde, bu
kullanımın unutulması komik çevirilere yol açabiliyor. En basit örnek: “Your life or your money!”yi “Paran ya
da hayatın” diye çevirme başarısını gösterenler bile çıkabiliyor, kırk yıllık “ya paranı ya canını!” dururken.

Bundan sonra aklıma başka bir karşılık daha gelir mi, yahut bir hatırlatan çıkar mı bilemem, ama sanırım
sonuncu olası karşılık da “daha doğrusu”. Evet, bazen düpedüz daha doğrusu diye çevirmek gerekebiliyor
“or”u. Bildiğiniz gibi, özellikle düşünce metinlerinde pek sık geçen “or more precisely”yi böyle çevirmek
gerekiyor. Ama birçok yerde, özellikle de edebiyat metinlerinde eksiltmeye gidilerek sadece “or” diye
kullanıldığı oluyor bu tabirin. Daha yenilerde üzerinde çalıştığım bir metinde nefis bir örnek vardı, hemen
vereyim: “The church is still there, or it was last time I visited! “Kilise hâlâ duruyor, daha doğrusu son
gittiğimde duruyordu.” Burada Türkçe beğenisi olan kimse “ya da …duruyordu” demez zaten. Ama bağlam her
zaman bu kadar bariz olmuyor, kimi zaman özel bir dikkat göstermekte fayda var.

You might also like