You are on page 1of 88

SİNAN CAN GÖKSEL

A.Ü. SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ

Yüksek Lisans Öğrencisi

OSMANLI ASKERİ DÜZENİ

ve

YENİÇERİLER

BİTİRME ÖDEVİ DANIŞMANI:

DOÇ. DR. FETHİ AÇIKEL

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

ANKARA

ARALIK 2009

1
2
İÇİNDEKİLER

Giriş 3

BÖLÜM I: Yeniçerilerin Kuruluşu

i. Kuruluşa Dair 7

Kölelikten Kulluğa 11

Pençik Kanunu 12

Devşirme Kanunu 15

Devşirme İşlemi 17

Devşirme Eğitimi 19

BÖLÜM II: Yaya Kapıkulu Askerleri

Acemioğlanlar Kışlası 21

Sakalar Ocağı 24

Cebeciler Ocağı 25

Kumbaracı 27

Topçular 28

Arabacılar 32

BÖLÜM III: Yeniçeriler

Yeniçeri Örgütlenme Biçimi 34

Yeniçeri Kışlası ve Ocaklının Hayatı 41

Savaş Formasyonu 46

BÖLÜM IV: Kapıkulu Süvarileri

Süvari Birlikleri 50

BÖLÜM V: Eyalet Askerleri

Osmanlı’da Toprak Düzeni ve Tımarlı Sipahiler 57

Hücum Kuvvetleri 66

3
Kale Kuvvetleri 67

Geri Hizmet Kıtaları 67

Derbend Teşkilatı 68

BÖLÜM VI: Yeniçeriler’in 1500’den “Vakayi Hayriye”ye Toplumda ve Siyasette


Yeri

Ayaklanmalar 71

Siyasi Müdahaleler ve Ekonomik Bozulma 76

Sonsöz 83

4
OSMANLI ASKERİ DÜZENİ

ve

YENİÇERİLER

Giriş:

Beş yüz yılı aşkın süredir Avrupa’da egemen olan feodalizm 13. yüzyıla
gelindiğinde tepe noktasına ulaşmıştı. Bu noktadan itibaren bu düzen giderek
çözüldü ve aydınlanma hareketi ile yeni bir dünya düzeni olan kapitalizm
ortaya çıkmaya başladı. Orta Doğu’da ise merkezi otorite Moğol Akınları ile
parçalanmıştı. Bu dönemde Anadolu’da feodal beylikler otorite sahibiydiler.
Yakın zamanda Osmanlı Devleti olarak anılacak yapı diğer beylikler üzerinde
tahakküm kurarak, Avrupa’nın aksine, feodal temeller üzerinde yükseldi.1
Avrupa Devletleri farklı yollardan da olsa sonuçta ulus-devlet olmaya evrilirken,
Osmanlı patrimonyal bir imparatorluk olma yoluna girdi. Avrupa’da da 19.
yüzyıla kadar bu tarz devletler varlığını sürdürdü; ancak 16. yüzyıldan itibaren
monarkların otoritesi ve tahakküm alanı burjuva tarafından sürekli olarak
daraltıldı - nihayetinde yönetim kapitalist burjuvanın lehine gelişti. Osmanlı’da

1
Osmanlı’da feodalizmin varlığı Marx’tan beri tartışma konusudur. Osmanlı sosyal ve zirai yapısı Avrupa
feodalizminden farklılık gösterebilir; ancak derebeylerin toprak üzerindeki tahakkümü ve Anadolu beyliklerinin
örgütleniş biçimi yapısal olarak feodaldir.
5
hem toprak düzeni ve sosyal yapı, hem de başlıca güç odaklarının2 kemikli oluşu
kapitalist gelişimin önünü kapadı. Avrupa’da 1400-1700 yılları arasında gelişen
merkantil kapitalist dönem Osmanlı’da kısmen hayata geçti ve daima sınırlı
kaldı. Bunun sonucunda Osmanlı, 18. Yüzyıldan itibaren askeri teknolojide geri
olmamasına karşın yeni düzen çerçevesince örgütlenmiş Prusya, Rusya, ve
Avusturya gibi Avrupa devletleri karşısında yenik duruma düştü.

Batı Anadolu’nun feodal beylik yapısında ileriki zamanların Osmanlı


Akıncıları’nı andıran ‘Gaziler’in (nüfuzlu beyler) bürokratik bir çatıda
toplanması, akınlar sayesinde köle ve sermaye akışını hızlandırarak Osman Bey
önderliğinde bir hanedan yapısının oluşmasını mümkün kıldı. Osman Bey ile
örgütlenmeye başlayan beylik, 14. yüzyılın ortalarında kurumlarıyla ve
bürokratik yapısıyla devletleşti. I. Murat dönemine gelindiğinde ülke sınırları
kayda değer ölçüde genişledi, Balkanlar’daki dişli devletlerle diplomasi ve
rekabet süreci başladı. Zaman içinde gazilerin akınlarda elde ettiği kölelerin
beşte birine el koymaya başlayan sultan, gazilerin devlet bünyesindeki güçlerini
kırmak üzere kendi özel ‘elit koruma ordusu’na, sonraki adıyla ‘Yeniçeriler’e,
ihtiyaç duyar hale geldi. Nitekim koruma ve askeri destek açısından devletin
diğer ileri gelenlerine ihtiyacı azalan bir sultan daha özerk hareket edebilecekti.

Bu elit askerler fethedilen bölgedeki Hristiyan halkın eli yüzü düzgün,


kuvvetli olanlarından seçildiler. Tüm aidiyet bağları koparılan bu devşirmeler
sadece Sultan’ın kulu sayıldı ve daimi hizmetkarları yapıldı. İlk kurulduğu
haliyle yeniçeriler çoğunlukla Anadolu’dan toplanan paralı yaya askerlerdi.
Devlet yapısı geliştikçe devşirmeler devlet bünyesinde eğitilmeye ve
yetiştirilmeye başlandı. Zamanla yeniçeriler kendilerine has kültürel
özellikleriyle Osmanlı’nın ayrıl(a)maz bir parçası haline geldi; diğer güç
odaklarına karşı konumlandırıldı. Sultan’a özel yakınlıkları olan ve

2
Osmanlı’da 3 ana güç odağı vardı: padişah, ulema, asker.
6
bürokrasideki güç odaklarına karşı bir nevi koz olarak kullanılan devşirme
askerler zaman içinde kaçınılmaz olarak siyasete ve devlet yönetimine müdahil
hale geldiler.

Devletin sınırları büyüdükçe, bürokrasi ve saray efradı da hakimiyet


alanlarını genişletti. Devletleşmenin getirdiği emperyalist dürtüler Devleti,
parçalanmış Anadolu’daki ‘Ahi Kardeşliği’ ve ‘Dervişler’ önderliğinde devam
ettirilen yarı-şamanist halk pratiklerinin karşısında konumlandırdı; süreçte
merkeziyetçi bir ‘İslam Devleti’ oluşmaya başladı. Bu devlet, Avrupa’nın
patrimonyal devlet yapısıyla Orta Doğu’nun toprak düzenini birleştirerek, 16.
yüzyılın ikinci yarısına kadar kısa sürede kayda değer başarılar kazandı.
Osmanlı’nın feodal yapıda kazandığı başarıların boyutu ironik olarak yeni dünya
düzenine kurumlarıyla ve devlet kadrosuyla eklemlenmesinin önündeki en
büyük engeli oluşturdu.

Avrupa’da gelişen burjuvazi, resmi olarak Fransız İhtilali ile devlet


kadrolarını eline geçirerek toplumu ve pratiklerini hızla değiştirebildi.
Osmanlı’nın örgütlenme biçimi, burjuva sınıfının oluşmasına olanak tanımadığı
için bu dönüşüm zamanında yaşanamadı. 17. yüzyıldan itibaren merkezi
otoritenin çözülmesi de eklenince Osmanlı Devleti gelişen Avrupa’ya karşı yenik
düşmeye başladı. Bu devirde sermaye-yoğun Portekiz Asya ticaret yollarını
kontrolüne alacak ve Güney Amerika’yı kolonileştirecek kadar emek
örgütleyebilirken, Osmanlı kendi sınırlarına sıkışmaya başladı.

18. yüzyıldan itibaren işlevini tamamen kaybeden yeniçeriler öngörülü


padişahların ıslahat girişimlerine direnebilecek kadar devlete eklemlenmişti.
Avrupa’daki güç dengelerinin değişimi ve feodal bağların kapitalistleşme
sürecinde zayıflaması monarkların ve lordların güçlerini sınırlayabilirken;
Osmanlı örgütsel bünyesi bu değişime direnmiştir. Osmanlı’nın gelişmesinde ve
7
bir dünya imparatorluğu olmasında başrol oynayan padişahın seçkin kulları,
ironik olarak Osmanlı’nın çözülmesinde ve yapısını reforme edememesinde
önemli bir etken oldu. Ancak Osmanlı’nın çökmesi kurumsal alanda ve
örgütlenme biçiminde artık tarih dışı kalmasından kaynaklanır. Sonuçta
‘yeniçeriler’, devleti imparatorluk yapan pratiklerin bir ürünüdür ve toplumun
sosyal ve ekonomik örgütlenmesinden ayrı düşünülemez.

Bu makalenin amacı 13. yüzyıldan 19. yüzyıla Osmanlı’nın ‘Askeri


Yapısı’nı, bu yapının kalbi olan Yeniçeriler’in kuruluşundan dağılışına
geçirdiği evreleri, kültürel pratiklerini ve sosyal hayata etkilerini, Avrupa’nın
değişen siyasal yapısıyla karşılaştırmalı olarak incelemektir.

8
BÖLÜM I:

YENİÇERİLERİN KURULUŞU

Kuruluşa Dair:

Yeniçerilerin kuruluşuna dair pek çok spekülasyon vardır; ancak ocağın


kuruluşunun 14. yüzyıldan önce ve 15. yüzyılın ilk yarısından sonra olmadığı
açıktır. Bu konu üzerine iki destansı Osmanlı kaynağı incelemeye değer.
Bunlardan biri Aşıkpaşazade’nin 1332’de kaleme aldığı Osmanlı tarihi3 diğeri
de bir sonraki yüzyılda kaleme alınmış olan ve Babinger’in çalıştığı Oruç
Bey’in Tarihi’dir.

Aşıkpaşazade’nin yorumuna göre:

‘’Orhan Bey’in kardeşi Alaeddin Bey


‘Beylerin hep kırmızı börk takar.
Askerlerin ve sen beyaz börk giy’

3
Tevarih-i al-i Osman
9
diyerek Bilecik’te ilk yeniçeri
teşkilatlanmasını başlattı. İlk askerler
Anadolu’dan toplanan paralı yaya
askerlerdi…’’4

Oruç Bey’in yorumuna göre:

‘’ Orhan’ın derviş olan kardeşi Ali


(Alaeddin) Paşa Orhan’a tavsiyede
bulundu. ‘Artık devlete ordu kurmak
vakti gelmiştir. Devletin ileri gelenleri
kırmızı börk takarlar. Sen ve askerlerin
beyaz takın’ dedi ve Amasya’daki
Horasanlı Hacı Bektaş’tan izin alınarak
ilk yaya bölüğü oluşturuldu...’’5

Bu iki kaynağa göre de ilk özel askeri teşkilatlanma Orhan Bey


zamanında, Karamanlı Molla Kara Rüstem’in tavsiyesiyle yapılmıştır.
Nitekim Orhan Bey İzmit’i 1338’de aldığı zaman yanında askeri işleve sahip ‘kul
korumalar’ vardı. Bu sistem pek çok devlet tarafından kullanılagelmiştir.
Örneğin iki yüzyıl önce Mısır’da konumlanan Memlükler’de de benzer bir
formasyon vardı. Aşıkpaşazade, Hacı Bektaş’tan bahsetmez, böylece
yeniçerilerin ‘alevi’ bağlarını yok sayar. Yeniçerilerin baştan beri mi yoksa
zaman içinde mi alevileştikleri ayrı bir tartışma konusudur. Reha
Çamuroğlu’na göre yeniçerilerin çoğunluk olarak alevi olmaları insanlaşma6
sürecine girdikleri 16. yüzyılda gerçekleşmiştir. Reha Çamuroğlu’nun haklı
olarak vurguladığı nokta, yapıları gereği ticarete meyilli olan alevi zümresinin

4
Kaynak: Palmer, sf 452
55
Kaynak: Palmer, sf 452
6
Yeniçeriler geçmişle tüm bağları kesilmiş devşirme kullardır. Buradaki ‘insanlaşma’ kendi kültürel pratiklerini
yaratarak topluma eklemlenmek anlamındadır.
10
15. ve 16. yüzyıllarda yeniçerilerle iyi ilişkiler kurmaya girişmeleri gerçeğine
dayanır. Yeniçerilerin salt askerlikten ticarete de nüfuz etmeye başlamaları,
alevileşmelerinin asıl sebebi olabilir. Oruç Bey’in destanında adı geçen Hacı
Bektaş bir anakronizm olsa gerekir çünkü Aleviliğin kurucusu sayılan Hacı
Bektaş 13. yüzyılda ölmüştür. 15. yüzyıl aydını olan Oruç Bey’in ‘Bektaşilik’ten
bahsetmesi yeniçerilerin yoğunlukla Bektaşi olduğu ve bunun devlet katında
kabul gördüğü bir dönemden ötürü olabilir. Buna ilaveten ilk yeniçerilerin
taktıkları ‘ak börk’ Bektaşi dervişlerinin ‘elif-i taj’ dedikleri börke çok benzer.
Beyaz börk bölgenin kültürel mozaiğinden de kaynaklanmış olabilir; nitekim
Anadolu’daki Ahiler de benzer börkler giyerlerdi.

II. Bayezid’e 1500-1510 arasında Farsça olarak yazılan İdris al-


Bitlisi’nin eseri de bu iki kaynağa dayanarak erken Osmanlı tarihini ele alır.
Bitlisi’nin eserinde olaylar aynıdır; ancak sıraları farklıdır. Bu esere göre önce
yayalar toplanmış, sonra müsellemler7 kurulmuştur. Ocağın kurulması Orhan
Bey zamanına dayandırılır; ancak tarih verilmemiştir. Bu özellikle dışarıda
bırakılan bilgilerden yola çıkarak ocağın kurulma sürecinin tek bir padişah
zamanında kısa sürede olmadığı sonucuna varılabilir. Bitlisi, ayrıca ‘ganimet
vergisi’ veya ‘pençik resmi’ olarak bilinen akınlardan elde edilen esirlerin beşte
birine el koyulması veya köle başına 25 akçe vergi alınması pratiğini I. Murat’a
dayandırır.

15. yüzyılda kaleme alınan Hacı Bektaş Velayetnamesi’ne göre; yeniçeri


ordusu Osman Bey zamanında oluşturuldu. Bu yorumun amacının devletin
başından beri Bektaşi bağlarının olduğunu vurgulamak olması muhtemeldir.
Velayetnameye göre Hacı Bektaş, pek çok Anadolu beyi arasından Osman’ı
seçerek giysisinin kolunu koparıp başına börk yapar. Börklerin uzun oluşu ve
tepede kıvrılarak enseye kadar inmesi böyle açıklanır. Osman Bey savaşta

7
‘ Atlı askerler’
11
sıkışınca Hacı Bektaş beyaz börk giyen askerlerini yardımına gönderir. Yeniçeri
kelimesinin ‘yen’den8 geldiği iddiası Bektaşilerin değil, Avrupalı yazarlarındır.
Bu basit bir anlam kargaşası olsa gerek.

Bahsedilen kaynaklardan yola çıkarak 1340’larda ‘kul korumalar’ ve


‘köle iç-oğlanları’9 sistemi işlevdedir. 1350’lerden sonra kısa bir süre
Anadolu’dan parayla tutulan ‘yaya askerler’, Sultan’ın yakın koruması oldu;
ancak bu düzen başarısız kabul edilerek kaldırıldı. Buradan yola çıkarak
kurumsal anlamda yeniçerilik düzeninin başlamasını I. Mehmet / II. Murat
devrinden başlatmak daha doğru olacaktır. Buna karşı olarak D’ohsson’a göre
Yeniçeri Ocağı 1330’larda Orhan Bey tarafından Anadolu’dan tutulan paralı
yaya piyadelerinin yerini almak üzere kurulmuştur .10

Devlet genişledikçe akınlardan elde edilen kölelerin bir kısmına el koyarak


Yeniçeri oluşturulması yetersiz kalmaya başladı. Bunun üzerine fethedilen
bölgelerden sistematik bir devşirme hareketi başlatıldı. Fr. Bartholomaeus de
Jano 1438’de; Fr. Georgius de Hungaria da 1458’de devşirmelerden
bahseder.11 Osmanlı Devleti ancak 15. yüzyılın başında sistematik bir devşirme
hareketine girişebilecek boyutlara ulaşmıştı. Ankara Savaşı’ndan sonra yeni bir
formasyonla meydana çıkan yeniçeriler, artık devşirme usulüyle elde edilip
Osmanlı’da eğitilerek devamlı askerler olmuşlardır. Ancak bu pratik 19.
yüzyıldan itibaren egemen olan ulus-devletlerin devamlı askerlerinden farklıdır;
çünkü ‘ulus’un genelinden asker temin etmek yerine devlet, toplumdan ayrı
tuttuğu bir zor örgütlenmesine ihtiyaç duyar. Yeniçeriler devşirilmiş kullar
olabilirler, ancak nihayetinde paralı askerlerdir ve ulusal bağları yoktur – tek
bağları efendileri olan Sultan’ladır. Yevmiyeleri eksik ödendiğinde veya hiç
8
Kumaşın kolu
9
Yeniçeri Ocağı’nın evrilmesiyle başlarda köle anlamını taşıyan ‘iç-oğlanı’ kavramı değişerek ‘saraya seçilmiş
devşirmeler’ anlamını almıştır. Enderun Kolejine seçilen iç-oğlanları köle olmadığı gibi ileride ülkenin iyi para
kazanan statü sahibi insanları olacak ‘devşirmeler’dir.
10
Kaynak: Uzunçarşılı.
11
Palmer, sf 464
12
ödenmediğinde isyan çıkarmaları, yeniçerileri paralı asker kategorisine
yerleştirir. 15. yüzyılda devşirme pratiğinin sistematik işleyişi ve eğitim
yerlerinin arttırılmasıyla yeniçeri sayısı ciddi boyutlara ulaştı. Önceleri savaş
başına tutulan paralı askerlerden ibaret olan Yeniçeriler, Ankara Savaşı’ndan
sonra yeniden yapılandırılan Osmanlı Devleti’nde Sultan’ın seçilmiş kulları
pozisyonuna geldiler ve devletin ‘daimi zor aracı’ olarak iktidardaki payları artı.

Kölelikten Kulluğa:

Kul Sistemi, halifeler zamanında pratiğe geçmiş bir olgudur. 9. yüzyılda


Mısır’ın yöneticisi olan İbn-i Tulun aslen bir askeri esirdir.12 11. yüzyıl
İran’ında da benzer bir sistem vardı; ancak kulların yetişmesi için bir okul
kurulmamıştı. Buna rağmen kulların statülerini yükseltmelerine olanak
tanınmış; bazıları komutan ve yönetici olabilmişlerdir. Bu devirde Türk
Kavimleri birbirleriyle savaşır haldeydiler ve ele geçirdikleri asker esirlerini köle
olarak satarlardı. Selçuklu Devleti, bölgede hakimiyet alanını genişlettikçe
benzer pratikleri benimsedi; saraya, saray içinden kul yetiştirmeye başladı.
Selçuklu geleneğinin devamı olarak Osmanlı’da da ‘iç-oğlanları’ sistemi kabul
edildi.

İç-oğlanları, baştaki haliyle elit askerler değildiler. Köle statüsündeydiler


ve alınıp satılabilen hizmetkarlardı. Sonradan benimsenen devşirme sisteminde,
devşirmeler canlarını ortaya koyarak Sultan’a hizmet etmekle yükümlülerdi,
fakat köle değildiler; alınıp satılamazlardı.13 Buna rağmen önceliklerinin

12
Goodwin, sf 43
13
Yeniçeriler kapıkulu sayıldılar. Osmanlıcada ‘kapu’ devlet anlamına gelir. ‘Kapıkulu’ kelimesi yeniçerilerin
saray mensubu sayıldıklarına işaret eder. Bu yüzden Sultan’ın kazancından pay istemeleri, alamayınca
ayaklanmaları doğaldır.
13
Devletin yükselmesi ve tek sorumluluklarının Sultan’a karşı olması için
evlenmeleri yasaklanmıştı. Görevleri ve hareketleri ‘Kavanin-i Yeniçeriyan’
adlı kanunname ile katı şekilde belirlenmişti. Bununla beraber toplumun
genelinden yüksek statülere ulaşmaları ve zenginleşmeleri engellenmemişti;
hatta tersi geçerliydi denilebilir. Fatih’in İstanbul’u almasından 1623’e kadar
görev yapmış 47 vezirin sadece 5 tanesi Türk kökenliydi.14 Yeniçerilerin
vergileri gelirlerinin % 10’uydu. İdam edilen veya çocuk sahibi olmadan ölen
yeniçerinin tüm malvarlığı devlete teslim edilirdi; çünkü nihayetinde yeniçeri
devletin kuluydu.

Orhan Bey döneminde kölecilik kurumlaşmak durumunda kaldığı için


14. yüzyılın ikinci yarısından itibaren akınlardan elde edilen esirlerin bir
kısmının saraya iç-oğlanı tapılması kanun oldu. Bu bağlamda yaratılan ‘pençik
kanunu’ erken Osmanlı tarihi’nde devlete köle toplamanın yolunu sağlamıştır.

Pençik Kanunu:

Pençik, farsça 1/5 anlamına gelir. Pençik kanununa göre fethedilen


bölgelerden alınan esirlerin 1/5’i ‘Allah adına’ padişahın olur. Esir başına 125
akçe paha biçilir. 5 esir getiremeyen gaziler/akıncılar ele geçirdikleri köle başına
25 akçe vergi vermeye mükelleftir. 5 esir üstü getirenler 5’in her katı için 1
köleyi Sultan’a pay eder, artan kafa başına 25 akçe vergi öderler. Örneğin 9
esirle dönen bir gazi, 1 köle artı 100 akçe vergiye tabi tutulur. Pençik kanunuyla
toplanan vergilere ‘Pençik Resmi’ denir. Pençik resmi altında toplanan
esirlerden ilk olarak erkek olanları ayrılır, sonra fiziksel durumlarına göre
elenir.

14
Goodwin, sf 124
14
Herhangi bir sakatlığı olmayan ve ileride yeniçeri olması hedeflenen
erkekler ‘Pençik oğlanı’ olarak altı sınıfa ayrılır:

Şirhor: 0-3 yaş arası süt çocukları

Beççe: 3-8 yaş arası yavrular

Gülamçe: 8-14 yaş arası oğlancıklar

Gülam: 14-18 yaş arası tüysüz erkekler

Sakallı: tüylenmiş, olgun erkekler

Pir: ihtiyarlar.15

Pençik oğlanı seçilmeyen esirler, köle olarak kalırlar; kul statüsüne


yükselemezlerdi. Erken Osmanlı düzeninde padişahın kulu olmak bir kölenin
hürriyetini kazanması anlamına geliyordu. Pençik Oğlanları’nın vücutları ve
yüzleri en güzel olanları sarayda ‘iç-oğlanı’ olarak alınarak saray içinde eğitime
tabi tutulurlar; geriye kalanlar ‘Acemioğlanı’ yapılarak ya çiftçi yanına işçi
verilir, ya da amele olarak kullanılırdı.

Pençik Oğlanları’nın Yeniçeri olmasından önce eğitilmeleri ve


Türkleştirilmeleri için Gelibolu’da ‘Acemioğlanlar Asker Ocağı’ kuruldu.
Ocağın tam olarak hangi tarihte başladığı net olmamakla beraber kadıasker
Çandarlı Halil ile Karamanlı Molla Rüstem’in katkılarıyla I. Murat
devrinde kurulduğu bilinmektedir.

15
Kaynak: Koçu, Reşad Ekrem. Yeniçeriler (sf 16)
15
Yine Aşıkpaşazade’nin eserinde pençik oğlanları ile ilgili şunlar
söyleniyor:

‘’bir hayli esir toplandı, I. Murat’a


getirildi. Kadıasker Çandarlı Halil
‘bunları Türk’e verelim, Türkçe
öğrensinler’ dedi. Bir yıl sonra pençik
oğlanları tekrar kapuya teslim edildi’’16

Oruç Bey’in sunduğu kaynağa göre de:

‘’Oğlanlar Anadolu’da Türk kavimlerine


(köylüsüne) ulaştırıldı. İslam dini adabı
ve dil öğrensinler diye 3-4 sene ırgat
olarak çalıştırıldılar.’’17

Orhan Gazi devrinde oluşmaya başlayan ‘yeniçeri kurumu’, Yıldırım


Bayezid’in Timur tarafından bozguna uğratılmasıyla tüm devlet kadroları gibi
dağılma tehlikesi geçirdi. Anadolu’da dönemin önemli bir güç odağı olan
Sufiler’in önemli desteğiyle devleti toparlayan I. Mehmet oldu. Bu süreçte
Bektaşiliğin Osmanlı topraklarında, özellikle de devlet katında güçlendiği
kesindir. 1416’da I. Mehmet kul sistemini genişleterek yeniçerilerin sayısını 6
bine çıkardı. Savaşlarda kaybedilen yeniçeriler, acemioğlanlardan takviye
alırlardı; acemioğlanların sayıları azaldığında pençik oğlanları kadroya
eklenirdi. Reşad Ekrem Koçu’ya göre I. Bayezid’in Niğbolu seferinde ‘kesin’
olarak 30 bin yeniçeri vardı. Ankara muharebesinde de yine ‘kesin’ olarak 10 bin
yeniçerinin kaybedildiği belirtiliyor. Bu rakamlara ancak tek seferlik toplanan
paralı askerlerin de yeniçeri sayılmasıyla ulaşılabilinir; çünkü Kanuni devrinde
bile ocaklının sayısı 15 bini geçmemekteydi. Ocaklı ile savaş için tutulan

16
Kaynak: Koçu, Reşad Ekrem. Yeniçeriler (sf 19)
17
Kaynak: Koçu, Reşad Ekrem. Yeniçeriler (sf 19)
16
askerleri ayrı ele almak gerekir; çünkü ancak bir ocak bünyesinden yetişmiş
efradın kendine özel kültürel özellikleri olabilir. Yeniçerilik üzerine çok önemli
eserler vermiş olan Reşad Ekrem Koçu’nun bahsettiği devirde ocaklı sayısı 10
bini bulmamaktaydı.

Önceleri ‘pençik kanunu’ ile toplanan sultan kulları, devlet kemikleştikçe


ve sınırlar büyüdükçe yetersiz kaldığından ‘devşirme kanunu’ ile
hristiyanlardan ‘Allah’ın hakkı’ olarak alınmaya başlandı. Devşirme sistemine
geçiş Ankara Savaşı’ndan sonra fetihlerin/akınların durmasıyla da açıklanabilir;
ancak devletin büyüyebilmesi için akınlardan elde edilen esirlerden ziyade
sistematik bir kuruma ihtiyaç duymaya başlaması kaçınılmazdı. Vezir
Çandarlı Ali Paşa’nın öngörüsüyle hazırlanan kanun, kulların sayısında ciddi
bir artışı da beraberinde getirdi.

Devşirme Kanunu:

15. yüzyılın ilk yarısında yürürlüğe sokulan devşirme kanununun önemli


maddeleri:

• 8 yaş altı ve 20 yaş üstü devşirilemez.


• Devşirilecek oğlanlar güzel, akıllı, iyi huylu, ve fiziksel açıdan
sağlıklı olmalıdır.
• Padişah veya yeniçeri ağasının ihtiyaç belirtmesi halinde padişahın
fermanı ile devşirme yapılabilir; fermanda hangi bölgeden kaç
devşirme alınacağı kesin olarak belirtilir, devşirilen çocukların

17
seçildikleri saat ve bölge not alınır. Ferman turnacıbaşı ağaya
verilir, devşirme toplama işini sürücü ağa ile beraber yaparlar.
• Bölgenin papazlarından vaftiz defterleri toplanır; tellallar ilan
edilen saatte belirtilen yere devşirme adaylarını getirir.
• Bir bölgede en fazla 40 haneden 1’inden bir devşirme alınır; ailenin
tek oğlu veya dul kadının oğulları alınamaz.
• Evliler ve müslümanlar devşirilemez
• Seçilen adaylar soyulur, vücutları kontrolden geçirilir. Seçme
yetkisi nihai olarak turnacıbaşı ağaya aittir.
• Devşirme günlerinde tımarlı sipahiler ve bölgenin yöneticisi
bulunmak zorundadır.
• Seçilmiş devşirmelerin kayıtları yapılır, isimlendirilerek sürücülere
teslim edilirler. Her defterin bir kopyası çıkartılır ve turnacıbaşı
ağaya verilir.
• Turnacıbaşı ağa bölgenin en büyük idare amiri (vali, sancak beyi,
kadı, vb) ile temasa geçmeden yola çıkamaz.
• Oğlan gizlenmesi ağır suç Kabul edilir. 18

Kanundaki detaylar olayın ciddiyetini ve devletin bu konudaki titizliğini


ortaya koymaktadır. Bu sistem sayesinde hristiyan tebaanın Türkleştirilmesi ve
orduya gerektiğinde asker temin edilmesi sağlanabildi. Devşirme sisteminin bir
diğer faydası da fethedilen bölgelerin en sağlıklı ve işe yarar kesiminin
toplanarak bu bölgelerde yetişecek potansiyel liderlerin önüne geçilmesidir.
Yahudilerin devşirilmesi yasaktı; çünkü hem eğitimli kadroydular hem de
ticaretle uğraşırlardı. Bu grubun devşirilmesi demek Osmanlı devletinin ticaret
hacminin küçülmesi, eğitimli kadrosunun harcanması olacaktı. Yahudilerin
muhtar, doktor, muhasebeci, ve paşa yaveri olarak devlete katkıları daha
büyüktü. Araplar ve Çingeneler ise güvenilmediği için devşirilmezdi.19 Ayrıca

18
Kaynak: Reşad Ekrem Koçu. Yeniçeriler (sf 27)
19
Goodwin, sf 34
18
iyi terbiye edilemeyeceği düşüncesiyle öksüz çocuklar; şımarık olacağı
gerekçesiyle köy muhtarının (kethüda) oğlu devşirilmezdi.20

Tek çocukların devşirme alınmaması ve bir aileden birden fazla çocuk


alınmamasının ahlaki boyut dışındaki önemi, Balkan’lardaki tarımın çökmesine
karşı bir önlem olmasıdır. Tarımın çökmesi Osmanlı’nın asıl askeri gücü olan
Tımarlı Sipahiler’in yetiştirilememesi anlamına gelir.

Devşirmeler Spartalılar’ın yaptığı gibi bir nevi ‘Sosyal Darwinist’ bir


yaklaşımla seçilirlerdi. Aptalların, çirkinlerin, güçsüzlerin ocakta yeri yoktu.
Köyden çocuklar toplanmadan önce frenoloji21 pratiğiyle zekaları ve karakter
yapıları saptanırdı. Türkçe bilenler, çoban çocukları, kel, ve kısa boylular
devşirilmezdi. Yeniçeri ocağında Türk olmamanın dışında güzel huylu ve güzel
fizikli olmak esastı.

Devşirme İşlemi:

Devşirmeler tüm prosedürler tamamlandıktan sonra bir daha evlerine


dönmemek üzere sürücübaşı ağalar önderliğinde 150-200’er kişilik neferler
halinde Edirne’ye doğru yola çıkarlardı. Devşirilenlerin üstüne kırmızı yırtmaçlı
aba ve başlarına kırmızı keçeden külah giydirilirdi.22 Yol boyunca konaklanacak
yerlere zabitler yerleştirilir, çok sıkı güvenlik önlemleri alınırdı. Devşirilen
çocuklara ‘sürü’, bunların lojistik hareketlerinden sorumlu kişiye de ‘sürücü’

20
Halaçoğlu, sf 39
21
Avrupa’da 18. ve 19. yüzyıllarda popüler olmuş, metafiziğe dayalı anatomik incelemenin adıdır. Kafatasının
ve suratın şekli incelenerek bir insanın zekasını ve karakterini tahmin ile tahlil etmeye frenoloji (phrenology)
denir.
22
Sürü halinde ilerledikleri için bunlara ‘turna’ da denilirdi. ‘Turnacıbaşı’ ismi buradan gelmektedir.
19
denirdi. Edirne’de turnacıbaşı ağa kayıt defterini sürücübaşınınki ile
karşılaştırarak bir kez daha denetleme yapardı. Yolda ölüm halinde sürücübaşı
ağa zabıt tutmakla mükellefti. Başka sebeplerle eksik çıkarsa sürücübaşı idam
edilirdi.

Edirne’de toplanan oğlanlar ilk önce devlet katında yoklamaya tabi


tutulur, bir daha gözden geçirilirdi. Oğlanların seçilmesi sıkı denetimlere tabiydi
çünkü her biri uzun süreler devlet tarafından eğitilecek ve bakılacak önemli
yatırımlardı. İstanbul’un fethinden sonra toplanma yeri İstanbul olarak
değiştirildi. Yavuz Sultan Selim devrine kadar devşirmeler sadece Rumeli
bölgesinden yapıldı; Yavuz’la beraber Anadolu’dan da devşirme usulü başladı.
Kimi tarihçiler hristiyan olmayanların devşirilmeye başlanmasını olduğundan
önemli sayarak ocağın işlevsizleşmesini buna bağlar. Halbuki Osmanlı’nın
kapitalistleşememesi yeniçerilerin 17. yüzyıldan itibaren devletin sırtında yük
haline gelmesinde belirleyici bir etken olmuştur.

Toprakla ve yurtlarıyla bağları kesilen devşirmelerin önce


Müslümanlaşarak Türkleşmeleri gerekliydi. Bu sebeple son durağa varan
devşirmeler birkaç gün dinlendikten sonra ‘kelime-i şahadet’ getirerek
müslüman olurlardı. Yeniçeri ağasının huzurunda kontrolden geçtikten sonra
eşkal defterlerine kayıtları yapılır ve sünnet edilirlerdi. Soyadları silinerek
Türkçe soyadlar, varsayımsal baba isimleri verilirdi. Soyadlarının başına
genelde –abd23 eki getirilerek hem sultan’a bağlılıkları hem de devşirme
oldukları vurgulanır; toplumun genelinden ayrı tutulurlardı.

23
‘ Abd’ Arapça’da köle/kul anlamına gelir. Örneğin devşirilen bir hristiyana en genel olarak ‘Abdullah’ ismi
takılırdı. Mimar Sinan’ın soyadı devşirme olduğu için Abdülmennan’dır. Osmanlı’nın çözülmesi sürecinde
Bektaşiliğin yasaklanarak sünni bağların güçlendirilmesiyle padişah isimleri de öztürkçe isimler (Murad, Bayezid,
vb.) yerine ‘Abd’ ekiyle başlayan isimler halini almıştır.
20
Yeniçerilerin tam bir devlet organı haline gelmesi ve dolayısıyla
siyasallaşması II. Mehmet zamanında meydana geldi. İstanbul’u fethetmek ve
ulemanın padişah üzerindeki yaptırım gücünü kırmak üzere yeniçerilerin sayısı
arttırıldı. II. Mehmet’in amacı sadece eğitimli bir askeri kadro yetiştirmek
değildi; aynı zamanda yeni bir yönetici sınıf oluşturmaktı. Sarayın kapıları
soyluların çocuklarına kapatılarak yeniçerilere açıldı. En üst düzey yöneticiler
yeniçeri kültürüyle yetiştirilmeye başlandı. Bu sayede Gaziler sınıfından24
sonra soyluların da hükümdar üzerindeki otoritesi zayıflatılmış oldu.

Yeniçeriler devletin entegral bir organı olarak kurumlaşmıştır.


Dolayısıyla devletin refahı yeniçerilerin de karına olacaktır; devletin çökmesi en
çok yeniçerileri sarsacaktır. Bu sayede hem Devlet’e (Sultan’a) kökten bağlı
olarak hizmette bulunabilecekler; hem de Sultan’ın otoritesi lehine diğer güç
odaklarını sıkıştıracaklardır.

Devşirme Eğitimi:

Sultan’ın gözdesi olan gençler önce hazırlık mektebine gönderilirlerdi.


Buradan da II. Murat zamanında sarayın içinde kurulan Enderun Koleji’nde
tek aidiyetleri ve yükümlülükleri Sultan’a olacak şekilde elit askerler olarak
yetiştirilirlerdi. Bu okul bir bakıma bir devlet/siyaset akademisi özelliğini
taşırdı. Ancak bu yönde evrilmesi büyük olasılıkla Fatih Sultan Mehmet
döneminde başladı.

24
Osmanlı’daki gaziler bir kısım toprağa hükmeden ve kendine ait askeri güce sahip, Avrupa’daki feodal lordları
andıran toprak ağalarıdır.
21
Saraya seçilmeyen devşirmeler ‘Bostancı Ocağı’na verilir, geriye
kalanlar da Türk köylülerinin yanına yardımcı verilirdi. Esirlerin çiftliklere
gönderilmesi kanununun ‘Sırpsındığı Savaşı’ndan sonra koyulduğu
kaynaklarda vardır.25 Irgat yapılan esirler önce Acemi Ocağı’na çağrılır,
oradaki eğitimleri tamamlanınca ve kadro açıldıkça ‘Yeniçeri Ocağı’na
kaydedilirlerdi. Önceleri sadece yeniçeri ocağına çıkarılan bostancıların, 17.
yüzyıl itibariyle ‘bölüğe çıkmalarına’26 da olanak tanındı. Sarayın dışındaki
okulların biri Edirne’de, diğeri Galata’daydı. Buna ek olarak 15. yüzyıldan
itibaren işleve geçen Gelibolu Denizcilik Okulu vardı.

Avrupa tipi ulusal devlete geçememesine karşın Osmanlı Devleti, askeri


kurumlarını yeniçerilerin aleyhine Avrupa’nın imajında – geç de olsa - reforme
etti. 1804’te Osmanlı’nın ilk modern devlet ofisi sayılabilecek Denizcilik
Bakanlığı faaliyete geçti. İki sene sonra Denizcilik Tıp Okulu açıldı. Bu
tarihten itibaren yeniçeri eğitim kurumlarının yerini Harp Okullarında
verilen profesyonel askeri eğitim aldı.

Yeniçeriler okullarda Arapça, Farsça, ve Türkçe öğrenirlerdi. İleri düzeyde


olmayan matematik, geometri, ve coğrafyanın yanı sıra kaligrafi ve şiir eğitimi
alırlardı. Okçuluk, at sürme, cerit, vb. derslerle de askerlikleri geliştirilirdi.
Öğrencilere ayrıca din (hukuk) dersleri verilerek kanunnameler öğretilirdi ve
zamanı gelince kanunları uygulamaları beklenirdi. Barutun kullanıma
geçmesiyle savaş bilimleri derslerine Harkebüs, tüfek, ve topçuluk talimleri de
eklendi. Okullara alınmayan acemiler yaşı geçene kadar yeniçeri seçilmediği
takdirde yerleştirildikleri köylerde ikamet ederlerdi. Nerede olursa olsun bütün
yeniçerilerin iyi beslenmesi kuraldı.27

25
Kavanin-i Yeniçeriyan’da çiftçilerin yanına ırgat verme pratiğinin İstanbul’un fethinden sonra başladığı
belirtilir. Kaynak: Halaçoğlu, sf 28
26
Osmanlı’da yeniçeri neferinin terfi ederek kapıkulu süvarisi olmasına ‘bölüğe çıkmak’ denirdi.
27
Goodwin, sf 38
22
BÖLÜM II:

YAYA KAPIKULU ASKERLERİ

Acemioğlanlar Kışlası:

Yeniçeri ocağına asker yetiştirmek için kurulan Acemioğlanlar ocağı ilk


olarak Gelibolu’da hayat buldu. Rumeli’yi fetheden komutan Süleyman Paşa
zamanında savaşta esir alınan hristiyan çocukların 2 akçe yevmiye ile yeniçeri
olarak Rumeli’deki savaşlara gönderildikleri kaydedilmiştir.28 Esirler yeniçeri
olana kadar Lapseki, Çardak, ve Gelibolu arasında hizmet veren at gemilerinde
birer akçe gündelik ile en az üç en fazla sekiz yıl çalışmaya gönderilirdi.
Kaçmalarını engellemek amacıyla Rumeli’den devşirilenlerin Anadolu’ya,
Anadolu’dan devşirilenlerin Rumeli’ye gönderilmesi usuldendi.

Öğrencilikleri ve/ya eğitimleri süresince yeniçeri adaylarına


‘acemioğlanlar’ denirdi. Bunların sivri uçlu şapka (serpuş) giymeleri

28
Kaynak: Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu - 14.-17. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı (sf:36)
23
kanundu. Tarlalarda çalışmaya gönderilen yeniçeri adayları bazen acemioğlan
olarak İstanbul’a çağrılırdı. Acemioğlanlar, ocağın ayak işlerini yaparlardı.
Şehrin inşaatlarında amelelikten sutaşıma işlerine, yerleri süpürmekten aşçı
çıraklığına, ordu seferdeyken şehrin polisliğine kadar arta kalan görevleri
üstlenirlerdi.29 Suriye bir istisnadır; buradaki yerleşim yerleri yeniçeriler
seferdeyken ulema sınıfına bırakılırdı. Acemioğlanlar bir bakıma rezerv
yeniçerilerdi: savaşlarda yeniçerilerin sayıları azaldıkça acemioğlanlarından
asker temin edilirdi. Bazı acemioğlanlar silahlı çobanlar olarak da görev
yaparlar, gerektiğinde milis gücü oluşturmak üzere birbirlerine eklemlenirlerdi.

Acemioğlanları kışlası pençik kanununun yürürlüğe girmesiyle I.


Murat’ın izniyle Gelibolu’da kuruldu. Hegemonik kültüre eklemlenme
safhasında olan esirler yoğun olarak eğitilir ve çalıştırılırdı. 400-500 neferlik
Acemioğlanları yeniçeri ocağına verilinceye kadar tersanede görev alırlardı.
Bazıları amelelik yapar, bazıları deniz savaşlarına katılarak kısa yoldan yeniçeri
ocağına girme hakkı kazanırlardı; kimin ne görev yapacağı genellikle neferin
kabiliyetine göre belirlenirdi. Kışladaki acemioğlan sayısı azaldıkça çiftçilerin
yanına ırgat olarak gönderilen devşirmeler çağırılarak ocağa kayıtları yapılırdı.

İstanbul’un fethiyle Acemioğlanlar’ın merkez üssü İstanbul’a taşındı. Bu


kışlada her biri 70-80 kişi barındırabilecek 31 oda vardı. Nefer mevcudu 2500’e
çıkarıldı. ‘Sınıfsız’ bir toplumsal yapıya sahip Osmanlı’da statü atlamak ya
zamanla ya da meritokratik atamalar sayesinde gerçekleşirdi. Bu olgu rüşvet ve
kayırmanın arttığı çöküş döneminde bile geçerli bir pratik olarak devam etmiştir.
Bu yüzden nefer yapılan esirler ortalarının başları tarafından sürekli sınanırdı.

29
Süleymaniye’nin inşaatındaki amelelerin yarısı acemioğlandı (Goodwin, 39)
24
Acemioğlanlar, ucuz işçi olarak kışla içinde ve şehirde kullanılırlardı.
Acemiler bir, iki, ve iki buçuk akçelik yevmiye karşılığında ocak bünyesinde
çalışırlardı. Gündeliklerinin dışında belli dönemlerde ‘adet-i zerpul’ adıyla pabuç
akçesi alırlardı. Bunun yanı sıra senede iki kez elbise, kaputluk, yağmurluk, ve
şalvarlık çuha ile sarı veya kırmızı renkte iki gömlek verilirdi.30 Bazıları
tophanede ve tersanelerde amelelik yapar, Galatasaray mektebinde çalışır, at
meydanındaki mektepte baltacılık, ekmekçilik, aşçılık, çamaşırcılık, hamallık
yaparlardı. Ayrıca fırıncılık, çobanlık, inşaatlarda amelelik, yol bakımı ve
temizliği, vb. gibi işler için şehir dışına gönderilebilirlerdi. 18. yüzyılda kurulan
yangın söndürme teşkilatında tulumbacılık ve erzak taşıma gibi görevlerde de
yine Acemioğlanlar kullanıldı. Acemioğlanlar, çalıştıkları yerde, bazen
çadırlarda yatarlardı. Acemioğlanlar’dan ‘Kapıkulu’na yaya asker olarak
verilenlere ilk ocağa girdiklerinde ‘şagırd’ denirdi. Acemioğlanların ağasına,
İstanbul’un iş gücünü kontrol ettiğinden olsa gerek, ‘İstanbul Ağası’ denirdi.

Osmanlı’da en geniş askeri örgüt Tımarlı Sipahiler ve Yerlikulu


askerleridir. Geri kalan kısmı, Kapıkulu Askerler’ oluşturur.

Daimi maaşlı asker olan Kapıkulu Askerleri; 3 ana gruba ayrılır:

• Deniz Askeri Ocağı

• Atlı Asker Ocağı

• Yaya Asker Ocağı

30
Halaçoğlu, sf 41
25
Bunlardan Yaya Asker Ocağı 6 gruptur:

• Sakalar

• Cebeciler

• Kumbaracılar

• Topçular

• Toparabacıları

• Yeniçeriler

Bu 6 grubun merkezinde Acemioğlanlar Ocağı vardır; nefer ihtiyacı bu


ocaktan tedarik edilir.

Sakalar Ocağı:

Sakalar, askeri yollar boyunca Osmanlı toprakları genelinde teşkilatlanan,


sefer boyunca savaşan her ocağa su temin etmekle görevli geri hizmet kıtalarıdır.
Başkumandanları, Sakabaşı’dır ve başka subayları yoktur. Sakalar ocağı
kapıkullarının statü olarak en alt düzey ocağıdır; ancak savaşlarda önemleri
büyüktür. Harpteki bölüğe lojistik olarak su ve yemek sağlanmaması orduyu
savaşmadan kaybetmek anlamına geleceğinden saka örgütlenmesi ayrı bir
kapıkulu ocağı olarak meydana gelmiştir.

26
Cebeciler Ocağı:

D’Ohsson’a göre ocak Fatih zamanında kurulmuştur; ancak Ord. İsmail


Hakkı Uzunçarşılı ‘Kanunname-i al-i Osman’a dayanarak cebeci31 ocağının
Fatih devrinden önce kurulduğunu savunur.32 İngiliz diplomat ve İstanbul
elçiliği yapmış Ricaut erken Osmanlı’da cebecilerin sayısını 630 kişi olarak
belirtir. Marsigli ise bu devirlerdeki cebecilerin sayısının 500 kadar olduğunu
söyler. Marsigli ayrıca cebecilerin develerin sırtına yüklemekte kullandıkları
demir çubukların icap ettiğinde mızrak olarak düşmana karşı kullanıldığını
yazar.33 60 odaya taksim olan cebecilerin karargahı Ayasofya karşısındaydı.
Cebecilerin İstanbul’da ‘cebehane’ denen bir cephane depoları ile sınırlarda ve
kalelerde ek depoları bulunurdu. İstanbul’un Ayasofya, Ahırkapı, Hocapaşa
taraflarının emniyeti cebecilerden sorulurdu.

Cebeciler barış zamanında askeri teçhizatı hazırlayan ve gerektiğinde


ordulara sevk etmekle görevli olan askerlerdir. Tedarik ettikleri silahlar
arasında ok, yay, kılıç, tüfek, kazma, kürek, kurşun, barut, zırh, tolga, fitil, ve
harbe vardır. Ambarlarında yeniçeriler için zırh kumaşları, tolga kılıfları, zırh
kiseleri, meşin, bakır, pamuk ipliği, keten, çelik, kayış, tüfek maşası, vb
bulunurdu. Kazma, kürek, tüfek kundağı, vb. gibi malzemeler bu ambarlarda
üretilir ve muhafaza edilirdi. Tüfeklerin yapımında kullanılan ağaçlar
Adapazarı ormanlarından halkın ücretli emeğiyle tedarik edilir ve cebeci
kundakçılarına yaptırılırdı. Rumeli’deki demir madenlerinde dökülen kurşunlar
Belgrad’da depolanırdı. Yeniçerilerin belkemiğini oluşturan cebeciler
gerektiğinde savaşlara da katılırlardı. 1595 Eğri Seferi’ne 3 bin cebeci

31
‘Cebe’ Osmanlı’da zırhlı elbise demektir. Cebeciler askere savaş mühimmatını sağlarlardı. Günümüz
Türkçesindeki ‘cephane’ buradan gelmektedir.
32
D’Ohsson C. V, sf 362; kaynak: Uzunçarşılı
33
Kaynak: Uzunçarşılı
27
beraberinde levazımı taşıyan 800 deveyle birlikte savaşa katılmıştır. Cebeciler
kanun gereği ordunun merkez cephesinin gerisinde bulunurlar. Savaş
zamanında askerlere cephane temin etmenin dışında barış zamanlarında
teçhizatı geri toplar, bozulan ve eskiyen silahları tamir edip askerlere tekrar
dağıtırlar, kalan teçhizatı muhafaza ederler. Kale kuşatmalarında önemli
bölükler olan ‘Barutçu’ ve ‘Lağımcı’ bölükleri de bu ocağa mensuplardır.

Cebeciler ocağının başındaki sevkiyattan sorumlu şahsa ‘Cebecibaşı’,


ikinci kıdemli kişiye de ‘Ocak Kethüdası’ denirdi. Yeşil külah takan
cebecibaşının yevmiyesi 50 akçeydi; 16. Yüzyıl sonlarında 60 akçeye çıktı. Fatih
kanunnamesine göre cebecibaşı statü olarak ‘Kapı Kethüdası’ndan sonra,
‘Topçubaşı’ndan önce gelmektedir.34 Cebecibaşının altında dört ocak kethüdası,
cebeciler başçavuşu, bölük ve orta kumandanları, ve küçük zabitler vardı. Küçük
zabitlerin her biri birer usta idi.35 Bunların yanı sıra cebeciler katibi, başhalife
ve kisedar denen cebecilerin levazımat defterlerini tutan kalem erkanı vardı.
Diğer cebeci efradı da iki ucu omuza sarkan ve etrafı yeşil çuhadan yapılmış
‘şebkülah’ serpuşu giyerlerdi. Merasim ve özel günlerde şebkülahın üstüne tüy
takarlardı.

Uzunçarşılı’nın verdiği bilgilere göre 1686’da Osmanlı kalelerinde toplam


3544 cebeci mevcuttu. 19. yüzyılda bu sayı 1560 kişiye gerilemiştir. Ricaut ve
Marsigli’nin bahsettiği erken Osmanlı devrinde yeniçerilerin sayısı yaklaşık 12
bin kadardı – bu, yeniçerilerin yaklaşık 1/24’ü kadar cebeci vardı demektir.
Cebeciler 16. yüzyıl sonlarında 4 bin nefere çıktı, IV. Murat devrinde sayıları 6
bini geçti. 1702 senesinde ocağın mevcudu 2462 olarak aktarılıyor. Batıcı reform
hareketleri döneminde cebeci ocağı, 1054 nefer olarak tertip edildi ve sağ kol –
sol kol olarak ayrıldılar. 1792’de Nizam-ı Cedid ıslahatında cebecilere bağlı

34
Kaynak: Uzunçarşılı, sf 9
35
Ustalar arasında tüfengi ustası, kaynak ustası, temizleyici usta, barutçu usta, zırgher, kundakçı, terzibaşı, vb
bulunurdu.
28
lağımcılar da ikiye ayrıldılar; bir bölümü lağım yapmakla görevlendirildi, diğeri
sanayi mimariden sorumlu tutuldu. Yeniçerilerin kaldırılmasıyla bu ocak da son
bulmuştur.

Kumbaracılar Ocağı:

En sık ve ağır talime tutulan kumbaracılar36 toplardan daha çevik hareket


eden ve yaylım ateşi yapma yetilerine sahip ‘bombacılar’dır. Kumbaracıların
bir kısmı cebeci ocağına, bir kısmı da topçu ocağına bağlıdır. Bir çoğuna da tımar
tahsis edilirdi. Buradan yola çıkarak kumbaracı ocağı cebeci, topçu, ve tımarlı
olarak 3’e ayrılabilir. Kale duvarları ve surları havaya uçurmak üzere tüneller
kazan lağımcılar da kumbaracı ocağı mensuplarıdır. Kumbaracılar ayrıca
yerden gelen sesleri dinleyerek karşı tarafın ne taraftan tünel kazdığını
saptarlardı. Bunun üzerine lağımcılar karşı tüneller kazar, yeniçerilerden ve
tımarlı sipahilerden seçilen serdengeçtiler de yer altında düşmanla
savaşırlardı.

Islah ve tanzim döneminde, 1733 yılında, Fransız mühendisleri ve


Fransa’nın Bourbon kontu Bonneval ile ocakta reform yapıldı. Kont Bonneval
devşirilerek Ahmed adını aldı ve beylerbeyi rütbesi verilerek kumbaracı ocağının
baş amiri yapıldı. Aynı zamanda Ali Paşa ulufeli kumbaracı ocağını kurdu. Ek
kurulan ocak için Bosna’dan 300 nefer tutuldu, Üsküdar’daki Ayazma sarayında
yeni bir kışla ve imalathane yaptırıldı. Yeni düzende 601 nefer kumbaracı
vardır; bunların 300’ü ulufeli 300’ü tımarlıdır.

36
‘Humbaracı’ da denir. İngilizcede ‘mortar’ veya ‘grenadier’
29
Yeni düzende ‘tımarlı kumbaracının ölümü halinde oğlu yoksa, yeri ulufeli
kumbaracılardan doldurulur’ buyruldu. Ocaklının yevmiyesi 18 akçe kabul
edildi. Ocağın en kıdemlisi Kumbaracıbaşı’na37 360 akçe maaş bağlandı.

Kumbaracıların büyük kısmı diğer kapıkulları aksine maaşlı değil


tımarlıydılar. Tımarlı kumbaracılar tımarlarının bulunduğu, merkeze uzak
kalelerde hizmet ederlerdi; ancak ocağın amiri olan ‘Kumbaracıbaşı’
İstanbul’da ikamet ederdi. III. Selim ile tımarlı ve ulufeli kumbaracılar ayrımı
kaldırıldı ve 1792’de bütün kumbaracılar İstanbul merkeze taşındı.

Topçular Ocağı:

Topçu ocağı Osmanlı’nın gelişme dönemlerinden beri vardır. I. Murat


1389’da Kosova’da ve Yıldırım Bayezid de Niğbolu’da top kullanmıştır. II.
Murat Mora’da bakır toplar döktürmüştür. D’Ohsson, topçu ocağının II. Murat
zamanında vücuda getirildiğini belirtir. 38 Ocağın kuruluşunun kesin tarihi
bilinmemekle birlikte top kullanımının ocağın kurulmasından önce de var olduğu
farz edilebilir. Buna karşılık topçuluğun ordunun ayrılmaz bir parçası haline
gelmesi Fatih dönemine rastlar. Osmanlı’da ‘ilk havan topları’ Fatih zamanında
dökülmüştür. Fatih’in Belgrad seferine giderken top dökmek için develerle tunç
götürdüğü bilinir.

Bütün kapıkulu askerleri gibi topçular ocağı efradı da Acemioğlanları’ndan


temin edilirdi. İhtiyaç olduğunda Topçubaşı, Divan-ı Hümayun’a müracaat

37
Alaybaşı da denir
38
Kaynak: Uzunçarşılı, sf 36
30
ederek nefer talep ederdi. Ne sayıda ve hangi acemilerin topçuluğa kaydedileceği
yeniçeri ağansın kararıydı. Ocağın en kıdemli komutanı ‘Topçubaşı’, ikinci
kıdemli subayı top dökümhanesinin başı olan ‘Dökü(m)cübaşı’dır.
Dökücübaşı’dan sonra tamirci, burgucu, yamacı, kefçegir, çırakçı, dökümcü,
haddad, neccar, vb. ustalar gelir.

Merkezleri Tophane olan Topçular, bir çeşit teknisyen asker birliğidir.


Bazen savaş esnasında bile top dökmekle görevlilerdir; ancak genelde savaşa
katılmazlar. Barış zamanında atölyelerde top döker ve top mermisi imalat eder,
Tophane’de top atıcı ustaların nezaretlerinde haftada iki gün zarbazen kurup
talim ederlerdi. Başarı gösteren topçular tımara çıkabilirlerdi. Talimhane 1571
yılında kuruldu. Topçu ortaları ‘Ağabölüğü’ ve ‘Cemaat’ olarak ikiye ayrılırdı.
En geniş kadro olan Ağabölüğü, 5 bölüğün toplamına denirdi. Ricaut, topçuları
52 orta gösterir; Uzunçarşılı’ya göre 72 cemaat ve orta mevcuttur.39 16. yüzyıl
başlarında ocağın mevcudu 1200 kişi civarındaydı. Topçubaşı 50 akçe yevmiye
alırdı. Her topçu birliğinde ‘Bölükbaşı’dan sonra odabaşı ve vekilharç gelir.
İstanbul dışındaki top dökümhanelerinin başlıcaları Budin, Belgrad, Rudnik,
İşkodra, Gülanber, Pravişte’dir. Buralara döküm için İstanbul’dan ustalar
giderdi.

Tophanenin yapımı Fatih ile başlandı, II. Bayezid ile tamamlandı.


Kanuni bu binayı yıktırıp yerine modern bir dökümhane kurdu. Kanuni ayrıca
bir ‘topçular kışlası’ inşa ettirdi. Çıkan bir yangında harap olan tophaneyi III.
Mustafa her ortaya bir kışla olarak tekrar yaptırdı. Başka bir yangın sonucu
yıkılan tophaneyi III. Selim bir daha yaptırdı. Yeniçerilerin kaldırılmasıyla
topçular ocağı kaldırılmadı; aksine II. Mahmut topçu kışlasına büyük bir cami
inşa ettirerek kompleksi genişletti.

39
Kaynak: Uzunçarşılı, sf 54
31
Topçuların merkez atölyeleri Tophanedeki top dökümhanesiydi. Bu
imalathanenin çatısında olası yangınlara karşı su bidonları, bidonları kullanmak
için de yürüme yolu ve bekçiler vardı. İmalathanede dökülen demirler top kalıbı
dolaplarında saklanırdı. Ayrıca binada iki tane tunç fırın vardı. Fırınların
çevreleri ısıya dayanıklı özel yeşil taşlarla örülüydü. Binanın altı boş; üstü
kubbedir. Kubbe tarafında demir ve bakır artıkları tekrar kullanılmak üzere
eritilir. Eldeki bakıra göre top kalıpları hazırlandığından ocak katipleri titizlikle
defter tutarlardı. Kubbelerin önüne bir çukur içine top kalıpları konurdu.
Eritilmiş metal bu kalıplara dökülür ve şekil verilirdi.

Osmanlı’da başlıca dökülen toplar küçükten büyüğe ‘şahi topu, balyemez


ve kolombrona, ve şayka topları’ydı. Top kalıplarına dökülen metalin üzeri
Kağıthane balçığı ile sıvanırdı. Toplar bir hafta boyunca soğumaya bırakılırdı.
Döküm işi Osmanlı’da ciddiye alınırdı ve her başarılı dökümden sonra
sadrazamın da katıldığı bir merasimle kurban kesilir, ustalarla beraber yemek
yenirdi. Topçu ocağında ‘Dökmeciler Bölüğü’nün ayrı bir bölük olarak
kurulması 1667 yılında olmuştur.

Osmanlılar geleneksel olarak demir, bakır, ve tunçtan top dökerdi. III.


Mustafa’nın ıslahat girişimiyle Osmanlı’ya getirilen Baron De Tott 1774’te
Haliç-Hasköy’de yeni döküm tezgahları kurdurttu. Topçu ocağının bayrağı sarı
kırmızı idi. Toplar genelde deve, katır, at, ve manda yardımıyla hareket
ettirilirdi. Top nakli için ayrıca geri hizmet kıtalarından olan Yörükler de
kullanılırdı.

Kale kuşatmasında kullanılan toplar en az 8 okka en fazla 22 okka


ağırlığındaydı. Ricaut en büyük kale topunun40 100 santim genişliğinde
olduğunu yazıyor. İstanbul’un fethinde ‘şayka, prankı, ve havayi’ denilen üç çeşit
40
Kale toplarına ‘kale’kup’ denirdi.
32
top kullanıldı41. Şahi topların nakli sırasında hayvanlara bakan ve arabaları
kullanan 2 arabacı ile 3 topçu bulunması kanundu. Kalelerde görevli topçular
ise yeri geldiğinde imtihan edilirdi. Ocağa yeni giren şagird, topçu olabilmek
için sınava girer ve geçtiği takdirde ‘dirlik sahibi’ olurdu. Kaleler topçular
tarafından nöbetleşe tutulur, her neferin ait olduğu kalenin ismi künyesine
kırmızı kalemle yazılırdı.

Savaş formasyonunda yeniçerilerin önünde zincirlerle birbirine bağlı


duran bir kısım top bulunurdu. Hilal şeklinin iki ucunda, beylerbeyinin yanında
da iki birlik top bulunurdu. 1574’ten itibaren Topçubaşı, her sefere Sadrazam ile
birlikte katılmak zorunda olmuştur. Tophanede; Tophane Emini ve Tophane
Nazırı diye iki sivil zabit bulunurdu. Bunlar harcanan ve alınan eşyanın
defterini tutar ve levazımı tedarik ederlerdi. Ocağın bir de duagu denen bir
imamı vardı. Bunun yanı sıra bir de muvakkit mevcuttu; kum saati yardımıyla
döküm süresini tutardı.

III. Mustafa’nın ıslah girişimleri ile Osmanlı’ya getirilen Baron de Tott ile
1774’te sürat topçuları ocağı, topçu ocağına eklemlendi. Bu yeni teşkilat modern
bir Avrupa topçu birliğinin bir kopyasıydı. Yeşil ceketli ve mavi şalvarlı sürat
topçuları kafalarına 12 terkli beyaz çuhadan yeşil püsküllü başlık giydiler. İki
kantar barutla haftada 3 gün Beyoğlu ve Kağıthane’de talim yaptılar. İlk
kurulduğunda sayıları 250 kadar olan sürat topçuları, Halil Hamid Paşa ile 2
bin neferi buldu. Sürat topçuları ocağı Sadrazama bağlıydı. Bunlar dakikada 10
kadar top atabiliyorlardı, ayrıca lojistik sevkiyatı kıyasla muazzam bir hızla
gerçekleştirebiliyorlardı. Savaşlarda her topa 10 topçu tayin edilirdi.
Kapıkulları kaldırıldığında topçular, lağımcılar, ve humbaracılar Sultan’ın
yanında yer alarak ocaklarını yeni formatta devam ettirdiler

41
Osmanlı’da kullanılan toplar şunlardır: şayka, prankı, havayi, bedoluşka, zarbazen, miyane zarbazen, şahi
zarbazen, şakloz, marten, ejderdehen, kolonborna, miyane balyemez, ve havan.
33
Arabacılar Ocağı:

Erken Osmanlı tarihinde toplar deve, katır gibi büyükbaş hayvanlar


yardımıyla taşınırdı. Buna bağlı olarak taşınan toplar hafif toplardı. 15.
yüzyıldan sonra, özellikle İstanbul’un fethi sırasında, büyük toplar dökülmeye
başlandı. Büyük topları taşımak için top arabaları kullanılması gerekti. Böylece
topların top arabaları vesilesiyle lojistik nakli görevi arabacılar ocağına verildi.
Savaşlarda topları kullanan ve arabalar yardımıyla topları savaş alanına taşıyan
askerlere Toparabacıları denir. Kimi zaman padişahın özel eşyalarının nakli
görevi de arabacılara verilirdi. Fatih’in kanunnamesinde topçu ocağına mensup
bir ağadan bahsedilmez; ancak Yavuz Sultan Selim döneminde ‘Arabacıbaşı
Ağa’ kayıtlara geçmiştir.42

Arabacılar ocağının imalathanesi Tophanede; kışlası Şehremini’de;


hayvanlara bakanların üssü de Ahırkapı’dadır.43 III. Selim zamanında ıslah
hareketiyle Tophane’de yeni bir kışla yapıldı. Top arabacıları ocağının bu
kışlada tam nerede konumlanmış olduğu bilinmemektedir. 16. yüzyıl itibariyle
top arabalarının yapımında kullanılan döşeme ağacı Hırvatistan’dan tedarik
olunurdu. Top arabalarını çeken beygirlerin üstüne koyulan kepenk de
Yunanistan’da imalat edilirdi. Beygir ve atlar da Eflak-Boğdan veya Dobriçe
civarından getirtilirdi.

Ocağın en kıdemli zabiti Arabacıbaşı’dır. Ocağın ikinci kıdemli subayı


birinci derece zabitlerden kethüdadır, sonra başçavuş, kethüdayeri, çavuş, ve

42
Kaynak: Uzunçarşılı sf 98
43
Halaçoğlu, sf 45 ve Uzunçarşılı sf 98
34
ocak katibi gelir. İkinci derece zabitler ise bölükbaşı, odabaşı, ve ocak
halifeleridir.

Topçu ocağında yapılan ıslahatla44 18. yüzyılda arabacılar da süvari ve


piyade olarak iki kısma ayrıldı. Süvari bölüğü de iki kısma ayrıldı; bunlardan
ilkinin kumandanına halife-i evvel, ikincinin kumandadına halife-i sani
denildi. Ocaktaki bölükler en fazla 52 nefer olabilirdi. İlk bölük ‘ağabölüğü’,
ikinci bölük ‘kethüdayeri bölüğü’dür. 1686 yılında arabacı ocağı mevcudu
622’ydi. 380 kadar da arabacı ocağı hizmetlisi45 vardı. Yeni düzen ile süvari
kısmı 25 bölükten meydana gelir oldu. Bölükler en az 7, en fazla 15 arabacı
neferden oluşacak şekilde tertip edildi. Yaya kısmının her tertibinde 8 ila 10
nefer vardı.

44
Tertib-i cedid.
45
Mütefferika (geri hizmet neferi) örnek: marangoz, nalbant, saraç, saire, vb.
35
BÖLÜM III:

YENİÇERİ OCAĞI

Yeniçeri Örgütlenme Biçimi:

Yeniçeriler, ocağın bozulma dönemi kabul edilen 17. yüzyıla kadar bütün
Osmanlı askeri kuvvetinin sayıca küçük bir bölümünü teşkil ederdi. Ancak
sayılarının fazla olmamasına rağmen devlet kadrosunda ve toplumsal yapıda
etkileri büyüktü. Yeniçeriler bütün askerlerin en elitleri sayılır, devlet katındaki
konumları nedeniyle diğer askeri teşkilatlardan fazla önem atfedilirdi.

Acemioğlanların Yeniçeri Ocağı kütük defterine kaydolarak yeniçeri


olmasına ‘kapıya çıkma’ denirdi. Kapıya çıkmanın bir yaş sınırı vardı ve yaşı
ilerlemiş acemioğlanlar yeniçeri yazılamazlardı. Yeniçeri olamayanlar evlenme
hakkı kazanarak hizmetlerine devam ederler; zamanı gelince emekliye
ayrılırlardı. Yeniçeri yazılabilenler Kanuni devrine kadar eski odalarda,
sonrasında Aksaray’daki yeni odalarda ikamet ettiler. Kapıya çıkan nefer iki
akçe ulufe ile deftere kaydolurdu. Bunun dışında ocağa giriş ulufesi olarak
36
düzen akçesi ismiyle iki altın verilirdi. Her yeniçeri beyaz keçeden bir börk
takmak zorundaydı. Bunun arkasında yatırtma denilen ve omza kadar inen bir
parça bulunurdu. Yeniçeriler börklerini eğri, Subaylar ise düz giymeye
mecburdu.

Ocağa yeni giren acemi neferlere yevmiye bağlanırdı. Çorbacı Ağa,


otoritesini göstererek acemi neferin ensesine ocağa hoş geldiğini vurgulayan sıkı
bir tokat atardı. Meritokratik-hiyerarşik yapı kurumun her köşesinde varlığını
sürdürürdü. Öyle ki, acemi neferler arasında da bir kıdem tayini yapılırdı. En
sık rastlanan yöntem acemilere koşu yarışı yaptırmaktı. İlk bitirenler en kıdemli
sayılır, sona kaldıkça ocak içindeki angaryalar çoğalırdı. Koşu yarışları
barakalarda oda kapmaktan, ortaya et götürme hakkı kazanmaya kadar pek çok
yerde hak iddia etmek üzere kullanılırdı. Bir nevi atletizme dayanan bu sistem
eski Yunanlarda ve birçok savaşçı kavimde uygulana gelmiştir. Koşu yarışları
daha pek çok alanda kıdem tayini kıstası olarak kullanılırdı. Becerileri ile statü
atlaması yapamayan neferlerin statüleri zaman geçtikçe birer artardı. Üst
kademede yer boşalınca alttakiler bir üst pozisyona tayin olurlardı.

Devleti ve padişahı ‘sancağı şerif’, yeniçeri ocağını da ‘imamı azam


bayrağı’ temsil ederdi. Yeniçerilerin en küçük birliğine ‘Orta’, zabitine de
‘Çorbacı’ denirdi. Yeniçerilerde mutfak her zaman özel bir anlam taşımıştır.
Çorbacı lakabı kelimenin tam anlamıyla ortanın liderinin çorbaları kaplara
koyarak askerlerine servis etmesinden gelir. Çorbacılar bellerinde büyük bir
tahtadan çorba kaşığıyla gezerler; statülerini böyle belirtirlerdi. Çorbasını
bitirmeyen yeniçerinin isyan bayraklarını çektiği anlaşılırdı. 60,70 neferden
oluşan bir ‘Orta’ genellikle dört koğuş işgal ederdi. Orta’ların hacimleri III.
Murat döneminde genişletildi ve 200-300 nefere çıkartıldı. Hayli bürokratik ve
kontrollü bir yapı olan ocağa asker alınması süreci çorbacının ihtiyaç
belirtmesiyle başlardı. İhtiyaç belgesi Süleymaniye’deki Ağakapısı’na sunulur,
buradaki en kıdemli kişi olan Kethüdabey, belgeyi kontrol ederdi. Belge
37
Kethüdabey’den Yeniçeri Ağası’na gider, o da divandan kapıya çıkma fermanı
alarak işlemleri başlatırdı.

Genellikle bir ‘Yeniçeri Ortası’ndaki pozisyonlar şunlardır:

• En kıdemsiz olan ‘acemi neferler’


• Kıdemli olan ‘karakollukçular’
• Aynı zamanda aşçı muavini olan ‘başkarakollukçu’
• Ortanın aşçısı olan ‘usta’
• En kıdemli nefer sayılan ‘başeski’
• Zabitlerin bile itibarını gören ‘imam’ nefer
• Nişanı taşıyan ‘bayraktar’
• Idare memuru zabit ‘vekilharc’
• Kumandan vekili, veznedar ‘odabaşı’
• Taburdan sorumlu kumandan zabit ‘çorbacı’46

Fatih devrine kadar Yeniçeriler, sadece tek bir yaya - sonraki adıyla
‘Cemaat’ - bölüğünden ibaretti. Fatih ile ‘Sekban Bölüğü’ kuruldu. 16. yüzyıl
başlarından itibaren de üçüncü bir sınıf, ‘Ağa Bölükleri’, meydana getirildi.
Bütün Yeniçeriler, 196 taburdan meydana gelirdi. Bu ortaların 101’i sarı çizme
giyen Cemaatli, 34’ü kırmızı çizme giyen Sekban, 61’i de Bölüklü’ydü.
Genelde Cemaatli Ortalar kale ve sınır muhafızları, Bölüklü Ortalar İstanbul ve
taht muhafızları, Sekbanlar ise padişahın av hayvanlarını besleyen ve
yetiştirenler idi. Sekbanlar, İstanbul ve Edirne’deki miri (kamusal) çiftliklerde
ikamet ederlerdi. Kanuni devrine kadar yeniçeri sayıları 10-15 bin civarıydı.
Her bölük ilk kuruluş itibariyle 100’er kişiden oluşurdu. Zamanla bu bölükler

46
Kaynak: Reşad Ekrem Koçu. Yeniçeriler (sf 69)
38
600-800 kişiye ulaşmıştır. Yeniçerilerin sayıları da ilerleyen zamanlarda
katlanarak artmış ve çöküş döneminde 200 binleri bulmuştur.

Her ortanın ayrı bir flaması ve uzmanlık alanı vardı.47 Örneğin


60.,61.,62., ve 63. Ortalar merasimlerde, merasim kıtaları olarak görev
yaparlardı. Bazı Ortalar sınır bölgelerinde ve kalelerde muhafız olarak görev
yaparlar, bazıları da İstanbul’un güvenliğini sağlarlardı. Tarihin bu döneminde
iktidarın askeri gücü aynı zamanda şehirlerin polisi olabilirdi; dönem itibariyle
henüz kesin çizgileriyle bir ‘polis-asker ayrımı’ söz konusu değildi. Bu sebeple
İstanbul’un polis gücü iktidarın zor kuvveti olan yeniçerilerden temin edilirdi.
Şehrin asayişi ve esnafın güvenliği yeniçerilerden sorulurdu. Şehrin her
semtinde bir yeniçeri karakolu vardı. Amirleri, ocağın en kıdemlisi sayılan
Yeniçeri Ağası’ydı. Yeniçeri Ağası, savaşa katılmaz, şehir güvenliğini sağlardı.
Savaşa Sekbanbaşı Ağa gönderilirdi. Ancak Sadrazam komutan olarak savaşa
katıldığında Yeniçeri Ağası’nın da savaşa gitmesi kuraldı. Padişah’ın katıldığı
seferlere tüm yeniçeri kadrosunun katılması kanundu. Bu gibi durumlarda
İstanbul’un asayişi Acemioğlanlar’a ve İstanbul Ağası’na bırakılırdı.

Yeniçerilerin flamaları kırmızı ve altın renkteydi. Altın rengi egemenliğin


sembolü kabul edilirdi. Sancak işlemeleri Moğollara benzer altın bir küreden
aşağı sarkan bir at kuyruğu, altında hilal. Sancak direğinin tepesine gelenekten
ötürü minyatür bir kuran asılırdı. Sf 72: Bir generalin veya sancak beyinin
rütbesi, otağının üstüne dikilen at kuyruklarından belli olurdu. Sultan’ın 9 at
kuyruğu vardı. Bu sayı sonraları 12’ye yükseltilerek iki sancakta 6’şar tane
olarak sergilenir oldu. Kanuni 1526’da Macaristan’ın Mohaç seferinde sadece 7
at kuyruğu taşımıştır.48 Yerel yöneticilerin 1 veya 2; beylerbeyinin 2; dört saray
vezirinin 3; başvezirin 5 at kuyruğu taşıma hakkı vardı. 18. Yüzyılda serasker
Emin Paşa’nın 6 at kuyruğu sembolü taşıma hakkı vardı.

47
Neferler geleneksel olarak ortalarının nişanlarını vücutlarına dövme yaptırırlardı.
48
Goodwin, sf 72
39
Yeniçerilerin bayrağı sarı kırmızı renkteydi ve bayrağın ortasında
‘Zülfikar’49 işlemesi bulunurdu. Bunun yanı sıra her ortanın kendine has
amblem ve sembollü nişanları vardı. Nişan sembolleri genelde hayvan
işlemeleriydi ve ithaf olduğu ortanın göreviyle genelde ilgisi yoktu. 1. Ortanın
amblemi deve; 10. Ortanınki kartal; 17. Ortanınki aslan; 43. Ortanınki fildi. 84.
Ortanın amblemi iki minareli bir cami; 30. Ortanınki tek minareli bir camiydi.
74. Ortanın sembolü minberdi. Bunlar dışında gemi demiri, pazulu kollar, ok,
yay gibi güç ve savaş sembolleri vardı.50 Her nefer ortasının amblemini
vücudunun görünen bir yerine dövme yaptırırdı.

Yeniçeri ocağında idari makamlarda olan ağalar, aşağıdan yukarıya


şunlardır:

• Yeniçeri Katibi: ortasının çorbacılığına ek olarak ocağın ana kütük


ve künye defterlerini tutar.
• Ocak İmamı: Çorbacılık yaptığı ortasına ‘imam ortası’ denir,
Ağakapısı’ndaki camide imamlık yapar
• Solakbaşılar (4 ağa): Merasimlerde ve avlarda padişahın özel
korumaları olurlar. Sağ elleri palalarının kabzasında yürürler. 60.,
61., 62. ve 63. ortaların çorbacılarından seçilirler
• Bölükbaşı: Bölüklü ortaların en kıdemlisidir.
• Baş Yayabaşı: Cemaat ortalarının en kıdemlisidir. Seferlerde ordu
hazinesini bekler, savaşlarda yaralıları nakleder, sefer emirlerini
ilgili makamlara iletir.
• Kethüdayeri: Kethüdabey tarafından seçilir. Ocağa bağlı askeri
imalathanelerden sorumludur. Kethüdabey’in vekilidir.

49
Zülfikar kelime anlamı olarak fikir sahibi kişi anlamına gelir. Dini hikayeye göre H. Muhammed’in Hz. Ali’ye
hediye ettiği çatal uçlu kılıcın ismidir ve Alevilerin sembolü kabul edilir.
50
Kaynak: Goodwin, sf 72
40
• Muhzir: Sadrazamın korumasıdır ve onun askeri birliğinden
sorumludur. Ağa ve vezir divanlarında ocağın işlerini takip eder.
Padişah ve Sadrazamın emirlerini ilgili mercilere iletir.
• Başçavuş: Merasim ve teşrifat amiridir. Yeri geldiğinde yeniçeri
dualarını okur. Yeniçeri ağasının emirlerini ilgili yerlere ulaştırır.
Maiyetinde, Kulçavuşları denilen 130 kadar emir zabiti vardır.
• Hasekiler (4 ağa): 14, 49, 66, 67. Cemaat ortalarından seçilir. En
kıdemlilerine Baş Haseki Ağa denir. Padişahın fermanlarını ve
hediyelerini yetkili makamlara ulaştırırlar.51
• Turnacıbaşı: Padişahın av maiyeti olan 68. Cemaat Ortasının
çorbacısından seçilir. Devşirme kanununun kaldırılmasına dek
devşirme oğlanları seçme görevi bu ağanındı.
• Seksoncubaşı (Samsoncubaşı): Padişahın av maiyetinden 71.
Cemaat Ortasının çorbacısıdır. Samson denilen av köpeklerini
besler, yetiştirir. Merkezi Tophane’dedir.
• Zağarcıbaşı: Padişahın av maiyetinden 64. Cemaat Ortasının
çorbacısıdır. Av köpeklerinden ve sultanın av programından
sorumludur.
• Kethüdabey: Yeniçeri ağasının muavinidir. Ocağın bütün
işlerinden Yeniçeri Ağası’na karşı sorumludur.
• Sekbanbaşı: Kethüdabey’le aynı rütbededir. Bütün Sekban
ortalarının kumandanıdır. İstanbul’da Yeniçeri Ağası’na vekalet
eder.
• Yeniçeri Ağası: Tüm ocağın en kıdemlisidir; statü olarak 4 vezirin
hemen altındadır. Başkumandanı olduğu Yeniçeriler’in
disiplininden sorumludur. Ayrıca İstanbul’un emniyet müdürüdür;
uygun gördüğünde kimseye sorumlu olmadan hapis cezası kesebilir,
Padişah’a sormadan halktan birini idam ettirebilir. Ancak Yeniçeri
Ağası bile nihai olarak yaptıklarından hükümdara karşı

51
Mimar Sinan devletin baş mimarı olana kadar bir Haseki Ağası’ydı.
41
sorumluydu. Yangın çıktığında itfaiye şefi olurdu ve yangın yerine
gitmeye mecburdu.52

[*] 56. Ortanın çorbacısının kıdemli ağalar arasına yükselmesi yasaktır,


çünkü meyve, bakkaliye, kereste ve diğer yapı malzemelerin
tüccarlarının ve İstanbul piyasasının denetleyici memurudur.

Yeniçeri ağası 1451’e kadar ocak içinden seçilirdi. Fatih, ocak üstündeki
tahakkümünü arttırmak üzere Yeniçeri Ağası’nı Sekbanbaşılar’dan tayin etti.
16. yüzyılın başından itibaren ocak dışından ağa tayin etmek usul oldu. 18.
yüzyılın ikinci yarısında Ağa’nın sadece Ocak bünyesinden tayin edilmesi hakkı
Yeniçerilere teslim edildi. Ocak dışından kimseler bozulma dönemine kadar
ağalık pozisyonuna gelemezlerdi. Ancak Padişah istediğini Ağa tayin etme
yetkisine sahipti. Diğer tayinler Kethüdabey tarafından Yeniçeri Ağası’na arz
edilir, tayini Yeniçeri Ağası onaylardı. Yeniçeri Ağası’nın tayininde Ocağa
danışılmazdı.

Yeniçeri Ağası devletin en varlıklı memurlarındandı. İlk dönemlerde 450


akçe yevmiye alan Yeniçeri Ağası sonraları 500 akçelik yevmiyeye bağlandı.
Bunun yanı sıra her yıl Koyun Emini’nden 8 bin kuruş geliri vardı. Arpalık
olarak da Tuna yalısında 50 bin akçelik serbest zeamet tahsis edilmişti. Ayrıca
yeniçeri hazinesinin 3’te 1’i Ağa’ya bahşedilirdi. Her üç senede bir padişahın has
ahırından bir at hediye edilirdi. Yeniçeri ağası terfi olup sancağa çıkacaksa
maaşı karşılığı 430 bin akçe ödemek zorundaydı.53 Sancağa çıkmayan Yeniçeri
Ağaları genellikle ‘Beylerbeyi’ veya ‘Kaptan-ı Derya’ olurlardı. 16. Yüzyılın
sonlarından itibaren Yeniçeri Ağası’nı tayin ve azil hakkı Padişah’tan
Veziriazam’a geçti.

52
Kaynak: Reşad Ekrem Koçu. Yeniçeriler
53
Halaçoğlu, sf 43
42
Yeniçeri ocağının işleri her hafta Yeniçeri Ağası’nın önderliğinde
Ağakapısı’nda toplanan bir mecliste görüşülürdü. Her hafta salı sabahı Saray’da
Sadrazam’ın başkanlığında toplanan Divanı Hümayun üyesi sayılan Yeniçeri
Ağası’nın sadece bir ‘ağa’ ise - yerel yönetici konumunda değilse - divanda söz
hakkı yoktu. Toplantı bitiminde Padişah önce Sadrazam’ı huzuruna çağırır,
sonrasında Yeniçeri Ağa’sıyla yalnız olarak görüşür, Ocağın durumunu ve
isteklerini öğrenirdi.

Yeniçeri Ağası’nın ikamet ettiği Ağakapısı, Süleymaniye’de büyük bir miri


saray kompleksiydi. İçinde hamamı, zindanı, camisi, ve ‘kum meydanı’ adıyla
anılan geniş bir avlusu vardı. Konumlandığı yer itibariyle neredeyse tüm
İstanbul’un panaromik görüntüsüne sahipti. Bunların dışında ahşap bir yangın
kulesi vardı. Kulenin üstünde camdan bir köşkte Acemioğlanlar’dan seçilmiş 25
gözcü devamlı şehri izlerlerdi. Pek çok imalathane bulunan komplekste bir de
çarşı vardı. Sarayın ve ağaların ihtiyaçları bu çarşıdan temin edilirdi. Geceleri
sadece şamdanları yakmakla görevli 26 nefer bulunurdu. Buradan yola çıkarak
Ağakapısı’nın hayli kalabalık bir iş hanı ve imalathane olduğu anlaşılır. Vakayi
Hayriye diye anılan 1826 yılında yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra bu
kompleks Şeyhülislamlık Dairesi yapıldı.

Yeniçeri Kışlası ve Ocaklı’nın Hayatı:

İlk Yeniçeri Kışlası olan ‘Eski Odalar’ Fatih devrinde Şehzade Camii’nin
yanında kurulmuştur. Kanuni devrinde Aksaray’da ‘Yeni Odalar’ olarak
anılan daha büyük bir kışla inşa edildi. Yeniçeriler görevde değillerse şehirde
gezmeleri yasaktı.

43
İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın belirttiği üzere Eski Odalar’da 47 ocaklı
oda, 21 çardak, 1 tekke, 90 talimhane, 26 ahır, ve 55 kerevet vardır. Yeni
odalarda ise 368 ocaklı oda, 130 çardak, 4 tekke, 90 talimhane, 158 ahır, 20 köşk,
ve 69 kerevet vardır. Bu karşılaştırmadan yola çıkarak Fatih devrinden Kanuni
dönemine kadar Yeniçerilik Kurumu’nun ne boyutta genişlediği anlaşılabilir.

18. yüzyıla gelindiğinde İstanbul’da 40 bin neferi barındıracak 60


oda/baraka mevcuttu. Yeniçeriliğin kaldırıldığı 19. Yüzyılda yeniçerilere ait
neredeyse her şey yok edildiğinden yeniçeri odalarının tam planları
bilinmemektedir. Fransız arkeolog Antoine Galland’ın 1672’de kaleme aldığı
İstanbul’a ait günlük anılar adlı eserinde her biri bir ortaya ait olan L şeklinde
uzun koridorların ortasında içinde mescit, depo, talim alanı, ve süs havuzu olan
bir bahçe olduğu tasvir edilir. Buna ek olarak kapı ve pencere çerçevelerinin
mermerden olduğu ve alanın geceleri mumlarla aydınlatıldığı yazılıdır.54
Uzunçarşılı’nın tasvirine göre eski odalarda 47 sömineli oda; 26 bölük ortalarına
ait oda; 55 ek yatak; 21 çadır; 1 tekke; ve 26 ahır vardı. Yeni odalarda ise 368
şömineli oda; 130 çadır; 69 yatak odası; 90 talim alanı; 20 pavyon55; 4 tekke; ve
158 ahır vardı. Bunlar dışında bir dolu hamam, mutfak, levazımat odası, silah
deposu, hücre, tuvalet, marangozhane, vb. vardı. Bir yeniçeri odası çarşısı ve
çalışanlarıyla kendine yetebilen küçük bir kasabayı andırırdı. Yeni odalardaki
cami, Bektaşi dervişlerinin toplantı yeriydi. Odaların 7 tane girişi vardı.
Merasim kapısı da denilen ana kapı etmeydanına açılırdı. Saraya açılan kapının
gerisinde mum imalatı için bir fabrika vardı. Odalara ekmek ve diğer yiyecek
mamulleri yerel esnaf tarafından üretilir, acemioğlanlar tarafından odalara
taşınırdı. 300’ü aşkın fırından ekmek tedarik edilirdi. Et, 80 Yunan kasabı
tarafından 20 dükkanda hazır edilirdi. Ayrıca yeniçeriler kendi hayvan
sürülerini beslerdi; ancak bunlara daha çok seferde kullanmak üzere bakılırdı.

54
Goodwin, sf 73
55
Zaman geçirmek için oturulan yer
44
Yeniçeri kültüründe mutfağın ve yemeğin kutsal bir yeri olduğundan, bu
nedenle orta başına çorbacı denildiğinden bahsetmiştik. Bundan ötürü kışla
bünyesinde ocak işlerini konuşacak zabitler kazanlar etrafında toplanırlardı.
Ocağın kurulduğu günden kalan ve kutsal bir nitelik atfedilen kazana ‘kazanı
şerif’ denirdi. Bu kazan kullanılmadan muhafaza edilir, tılsımlı ve uğurlu
olduğuna inanılırdı.56 Padişahı boykot etmeleri halinde kazanlar mutfaklardan
çıkarılarak et meydanına taşınırdı. Yeniçerilerin istekleri yerine getirilinceye
kadar ocakta yemek pişmezdi. Padişahın kulları olduklarını kabul eden
Yeniçeriler için ‘kazan devirme’ de denilen bu olay bir bakıma padişahın
ekmeğini kabul etmemek anlamını taşırdı.

Kışla içinde ve dışında kavgacılık, küfür, yoklamadan kaçmak, namazda


kusur ağır suç sayılırdı. Cezalar Odabaşı tarafından belirlenirdi. Cezalı
yeniçerilerin yataklarını alıp ceza süreleri boyunca ustanın gözetiminde
mutfakta tutulması ve bulaşıkçılık yaptırılması genel bir pratikti. Daha ağır
cezalar falaka ve idamdı. Bir çorbacı en fazla 40 değnek vurabilirdi. 80 ve 240
değnek cezaları günlere bölünerek uygulanır ve ancak ‘Ağa Divanı’nca
verilebilirdi. Sefer kaçakları ve katillerin başı satırla kesilir; fitneciler, hırsızlar,
ve tecavüzcüler boğularak öldürülürdü.57

Yeniçerilerin daimi kahvaltısı çorbadır. Neferlerin çorbaları, Çorbacı


tarafından dağıtıldıktan sonra kazanlar Karakollukçular tarafından kulplarına
kazık geçirerek nöbetçilerin ve zabitlerin çorbalarını servis etmek üzere taşınırdı.
Bir karakollukçu da kepçeyi alır, kazanı takip ederdi. Genelde ortalar belli bir
yemekte ustalaşmışlardır. Bu yemekler belirli zamanlarda bahşiş toplamak
niyetiyle Sadrazam’a, Yeniçeri Ağası’na, Vezirler’e sunulurdu. Böyle toplanan
bahşişler orta sandığının önemli bir gelir kaynağıydı.

56
‘Kazan çarpsın’ yemini buradan gelmiştir.
57
Osmanlı hanedan üyelerinin kanının dökülmesi uğursuzluk sayıldığından boğularak infaz edilirlerdi.
45
Mutfağa malzeme tedarik eden zabitlere karakollukçu, karakollukçuların
başında bulunan ustaya da ‘Seğirdim Ustası’ denir. Ocağa et getiren kafilenin
önünden geçmek veya bir sebeple etin gelişini yavaşlatmak ağır suç sayılırdı. Et
meydana ulaştığında yeniçeriler sıraya dizilir, Seğirdim Ustası’nın işaretiyle
koşmaya başlarlardı. Ete ilk tokat atan nefer bir bütün koyunu ortasına
götürmeye hak kazanırdı; neticesinde itibarı artardı.

Osmanlı devletinde eğitim, din ve Arapça derslerinden ibaretti. Okuma


yazma öğrenmek isteyen yeniçerilere büyük camilerde ders takip etme izni
verilirdi. Başarılı olan neferler ocaktan ayrılma hakkı kazanarak gayri-askeri
işlerle meşgul olabilirlerdi.

Mehter58 takımları kışlada talim görürler, özel olmayan günlerde de belirli


aralıklarla kışla içinde müzik yaparlardı. Her ortanın bir ‘kat’ mehterhanesi (saz
takımı) vardı. Her kat mehterde 1 davul, 1 zurna, 1 borazan, 1 zil, ve 1 çift
dümbelek bulunurdu. Mehterlerin katları yerine göre artardı. Padişah
bandosunda 9 kat mehter vardı. Mehterhane durarak çaldığı zamanlarda hilal
şeklini alırdı. Tuğlar, flütler, trampetler, trompetler, ve borazanların yanı sıra
Anadolu icadı olan büyük ziller59 mehter müziğinin vazgeçilmez
enstrumanlarıdır. Kös denen koca davullar sadece savaşlarda çalınırdı.

Yeniçeriler çok sıkı talim yaparlardı. Hıdırellez bayramından kasım


ayına kadar açık havada her gün saatlerce süren talimlerde özellikle tüfek ve ok
atışları yapılırdı. Kış aylarında kapalı alanlarda talimler sürerdi. Talimlerin
yanı sıra koşu yarışları, engel taşıma talimleri, güreş gibi sportif aktiviteler

58
Mehter kelimesi ‘mihter’ den türemiştir, vezir kapusundaki çavuşa verilen addır. ‘Mihterhane’ vezir
kapusunda çalan saz takımı anlamını taşır.
59
İngilizce: ‘cymbals’
46
vardı. En başarılı 40 pehlivan Kaptan Paşa’nın hizmetinde denizlere açılmaya
hak kazanırdı ki bu, başarı gösterildiği takdirde kısa yoldan terfi anlamına
geliyordu.

Osmanlı’da özellikle Anadolu kaleleri yeniçerilere emanet edilirdi. Bunun


başlıca sebebi valilerin veya yerel yönetimin merkeze başkaldırarak isyan etme
ihtimalini düşürmekti. Ancak yerel yönetimin elinde 16. Yüzyılın ikinci
yarısından itibaren paşa kulu da denilen levendler, cebeliler, ve sarıcalar olmak
üzere çiftçiden bozma ‘askeri milisler’ bulunurdu. Paşalar merkezi iktidarın
sarsıldığı dönemlerde saray tarafından özerklik kazandılar. Güçlenen yerel
yöneticiler bu dönemde bölgedeki milis güçlerini, gerektiğinde yeniçerilere karşı
kullanmak üzere, kendi keselerinden beslemeyi adet edindi. Devlet, zor
kullanma araçlarının tükenmeye başladığı dönemde Anadolu milislerine ihtiyaç
duyar hale gelmişti. Bunun sonucunda sayıları artan levendler ve cebeliler
özerkleştiler ve merkeze karşı konumlandılar.

Yeniçeriler için en önemli sosyalleşme mekanları kahvehanelerdi. Kışla


mensupları topluca bu kahvehanelerde buluşur, ortak kararlar alırlardı.
Özellikle ihtilal dönemlerinde kahvehaneler önemli karargahlar olmuştur.
Eğlence için kahvehanelerde nargile içilir, sazlar çalınır, türküler söylenirdi.
Tüm neferleri doyuracak büyük sofralar kurulur, beraber yemek yenirdi.
Kahvehaneler ayrıca Bektaşi pratiklerinin yaşatıldığı bir yerdi. Her
kahvehanede devamlı ikamet eden, burada yatan bir ‘Bektaşi Babası’
bulunurdu60. Sabaha kadar yanan bir şamdan özenle işlenmiş duvarları bütün
gece aydınlatırdı. Ayrıca civelekler61 ve berberler hazır bulunurdu.
Kahvehanelerde, uğurlu sayılması nedeniyle en az bir kanarya kuşu beslenirdi.
Her kahvehanenin kendine has bir nişanı, giriş kapısının üstüne asılırdı.

60
Koçu, sf 297
61
‘Erkek dansöz’
47
Yeniçeriler kendi kültürel pratikleri içinde sık sık bir araya gelerek
aktivitelerde bulunurlardı. Yeniçerilikte meydan oyunları ve gölge gösterileri
revaçtaydı. Karagöz ve Hacivat gibi teatral oyunların yanı sıra genelde meydan
ortası denilen ortanın neferlerinden oluşan oyuncular gündelik hayatın
parodisini diğer ortalara sunarlardı. Gölge ve meydan oyunları içerik olarak hafif
ancak eleştirel nitelikteydi. Yeniçerilerin daimi toplantı merkezi
kahvehanelerdi. Buralarda hem ocak konuları tartışılır ve dinlenilir, hem de içki
içilip dans eden erkek cariyeler izlenirdi. Bu pratik öylesine yaygınlaştı ki 18.
Yüzyıla gelindiğinde yeniçerilerin yardımcısı olarak yanında bulunan
acemioğlanlara kahvehaneler dışında da dansöz peçesi takılmaya başlandı.
Yeniçerilerde alkol tüketimi öyle boyutlardaydı ki devletin en çok gelir sağladığı
alanlardan birisi alkol vergisiydi. Öyle ki II. Bayezid yeniçerilerin de baskısıyla
yasaklanmış olan şaraphaneleri tekrar açmak durumunda kaldı

Savaş Formasyonu:

Osmanlı ordusu mehter takımından beraberinde sefere gelen çarşı halkına


kadar muazzam bir organizasyona sahipti. Ordunun kendini besleyecek yemek
ve hayvan teçhizatı vardı ve yol boyunca sakalar sayesinde susuz kalmazdı.
Cephane ve diğer teçhizatların yanı sıra neferin herhangi bir ihtiyacı mobil
çarşılardan para karşılığı sağlanabiliyordu. Teçhizatın taşınması için on binlerce
yük arabası, deve ve sığır ile yürünürdü. Osmanlı ordusunun geçtiği yerleri çöle
çevirmesinin büyük bir etkeni bu sayıda büyükbaş hayvanın güdülmesidir.
Yavuz Sultan Selim 1521’de Belgrad’a sefer düzenlediğinde beraberinde 10 bin
tahıl vagonu ile sadece cephane taşıyan 3 bin deve götürmüştü. Ordunun
cephane ve teçhizat dışında 500 civarı mimar, su mühendisi, inşaat mühendisi,

48
madenci, vb. gibi teknik elemana ve 250 kadar aynı zamanda tesisatçılık
yapabilecek nefere ihtiyacı olurdu. 16. Yüzyılda Ferhat Paşa İran seferine
beraberinde 400 kadar şef marangoz götürmüştü.62

Osmanlı Ordusu, klasik haliyle merkezde sultan, kapıkulları, ve geride


toplar; kanatlarda sipahiler ve kumbaracılar/toplar olarak saldırırdı. Ordunun
öncü kuvvetlerine ‘pişdar’, geri kuvvetlerine de ‘dümdar’ denirdi. Ordu
ilerlerken önden akıncılar gidip etrafı kolaçan ettikten sonra kazmacılar
gelirdi. Ordunun bir günlük mesafesinde - bu Osmanlı’da ortalama 30 km’dir -
yollar açılır, köprüler tamir edilir, güzergahı gösteren yön tabelaları dikilirdi.

Savaş zamanı “hilal” şeklinde formasyon kuran ordunun merkezinde


veziriazam, veziriazamın çevresinde yeniçeriler, hemen arkada da sultan
bulunurdu. Hafif piyade olan azaplar hilalin ortasının önünde öncü kuvvet
olarak savaşırdı. Azaplar mevcut değilse yerine ‘çarhacı’ denilen pişdar
kuvvetleri tayin olurdu. Savaş anında sultanın sağında vezirler, solunda
kazaskerler yani ‘ulema sınıfı’ dururdu. Bu kitlenin etrafında solaklar,
solakların yanlarında ‘kapıcı’ denilen sultan korumaları yer alırdı. Tımarlı
sipahiler de iki kanattan ilerler ve savaşırdı. Yeniçeri ağası ve orta çorbacıları
at üstünde savaşırdı. Yeniçerilerin sağında sipah, sağ ulufeciler, ve sağ
garipler; solunda silahtar, sol ulufeciler, ve sol garipler bulunurdu.
Merkezdeki yeniçeriler ve hilalin uçlarındaki kapıkulu süvarilerinin arasındaki
boş alanda kural gereği ağırlık ve levazım arabalarıyla top arabaları dururdu.
Ordunun peşinden gelen çarşı esnafı çarpışma boyunca geride beklerdi. Savaş
süresince kaçakları ‘durdurmak’ üzere etrafta eli topuzlu süvari çavuşlar
dolaşırdı.63

62
Goodwin, sf 85
63
Uzunçarşılı, sf 258
49
Ordu yürümeye, istisnai bir durum yoksa gece yarısı başlar; öğleye kadar
ilerlerdi. Bir süre aradan sonra güneş batana dek yola devam edilirdi. Geceleri
kamp kurulduğunda Meşalecibaşı’nın zabitliğiyle konaklanan alan
aydınlatılırdı. Ordunun geçeceği yerlerdeki şaraphanelerin ve tavernaların
kapatılması kanundu ve uymayanlar idam edilirdi. Ayrıca askerlerin yöre
insanlarına zarar vermesi ve köyleri yağmalaması sıkı kurallarla engellenmişti.

Sefer sırasında Sultan’a Çin stili bir otağ kurulurdu. Otağın etrafı yünle
kaplanır, Girişi tülle örtülürdü. Yerden 15 basamak yükseğe kurulan otağın
içinde banyo bulunurdu. Divan üyeleri toplanabilsin diye sultan otağının yanına
ikinci bir tente inşa edilirdi. Saray efradının otakları kırmızı ve sarı renkte;
veziriazamın otağı mor renkteydi. Sefere padişah katıldığı zaman tüm devlet
yönetimi alandan yapıldığı için devlet memurları da sefere katılırdı. Seferde
kurulan otağın görkemi bir kişinin rütbesinin göstergesiydi.64 Ordu kamp
kurduğunda şehirlerin aksine geometriğe uygun şekilde konumlanırdı. Bütün
yollar kampın merkezi olan padişah otağından çevreye yayılırdı. Neferlerin
çadırları disiplini sembolize eder biçimde düzenli kurulurdu. Temizliğe çok önem
verilirdi; her bölüğün kendine ait yıkanma çadırları ve tuvalet ihtiyacını
karşılamak üzere yere kazılan çukurları vardı. Dolan çukurlar toprakla
kapatılır, yeni çukurlar açılırdı. Ordunun ürettiği tüm çöpler itinayla
temizlenirdi. Kampın her yakasında içinde yemekhane, çarşı, terzi, cephaneci,
vb. dükkanlar bulunan bir açık alan vardı. Mahkumlar ve savaş esirleri için boş
tentelerin yanı sıra en az bir tane de idam yeri hazırda bulunurdu.

Osmanlı’nın en basit savaş taktiği ‘düşmanı tuzağa düşürerek sürpriz atak’


gerçekleştirmekti. Akıncılar tarafından orduya doğru çekilen düşman yeniçeriler
tarafından çevrilerek telef edilirdi. Akıncılar hafif atlı oldukları için Avrupa’nın
ağır zırhlı atlıları karşısında atik hareket edebiliyorlardı. Bu sayede küçük ve

64
Kaynak: Goodwin, sf 75
50
sürekli gerilla ataklarıyla düşmanı sindirebiliyorlardı. Düşman ortaya
alındığında yeniçeriler ateşli silahlarını kullanırlardı. Müsellimler ve Anadolu
Yayaları sağ uçta, Balkan Yayaları sol uçta, Yeniçeriler ortada, Akıncılar
önde, ve toplar gerideydi. Yavuz Sultan Selim’den sonra toplar merkeze
çekilmiştir.

Yeniçerilerin okları, öküzlerin aşil tendonundan yapılırdı ve günlerce


kömürde pişirilirdi. Tuna’dan sağlanan reçine ile parçalar birbirine
yapıştırılırdı. Yay bir seneye yakın bekletilirdi ki daha dayanıklı olsun.
Kullanmadan önce keten tohumundan elde edilen yağ ile yağlanırdı. Klasik
yeniçeri yayı 112 santime 70 santimdir. Oklar genelde 61 santimdir. At kılından
yapılan yaylar reçine, balık yağı, ve balmumu ile rafine edilirdi. Oku kullanacak
kişinin parmağı yayı tutma yerindeki balmumuna bastırılarak kişiye uyumlu
hale getirilirdi.65 Yeniçeriler 18. yüzyıla kadar ok ağırlıklı teçhizatlıydılar çünkü
orta Asya geleneğinden gelen Osmanlı okları erken tüfeklerden daha
kullanışlıydılar. Ancak Kanuni tüfek kullanan yeniçerileri ordunun belkemiği
olarak tanımlamış; tüfeksiz savaşı ortadan kaldırmıştır. Yeniçeri tüfeklerinin
namlularına ejder kafası kabartması yapılırdı.

65
Kaynak: Goodwin, sf 82
51
BÖLÜM IV:

KAPIKULU SÜVARİLERİ

Süvari Birlikleri:

İç-oğlanları ve yeniçerilerden bölüğe çıkmaya hak kazananlar devamlı ve


paralı asker olan kapıkulu süvarileri ocağına girerlerdi. Türk olan tımarlı
eyalet sipahilerinden farklı olduklarını belirtmek üzere kendilerine ‘bölük
halkı’ veya ‘sipah’ denirdi. İyi at süren yeniçeriler maaşlarına iki kat zamla
kapıkulu süvarisi olabilirlerdi. İstanbul’dakiler Süleymaniye ve Çemberlitaş
civarını mesken edinmişti. Geri kalanları da Edirne, Bursa ve çevresinde ikamet
ederlerdi.

Kapıkulu süvari ocağının en itibarlı bölüğüne ‘Sipah Bölüğü’ denirdi.


Ocağa ilk zamanlarda sadece nüfuzlu devlet adamlarının ve kumandanların
çocukları alınırdı. Kanunnamenin belirttiği üzere bu ocak Timurtaş Paşa’nın
tavsiyesiyle I. Murat zamanında sipah ve silahdar isimli iki bölük olarak

52
kurulmuştur. Sonraları sağ ve sol ulufeciler66 ile sağ ve sol garipler67 isimli
dört bölük daha eklenmiştir. Ocaklının başlıca silahları ok, yay, harbe, kalkan,
mızrak, balta, pala, bozdoğan68, ve gaddare69 idi.70

Aslen 6 bölümden oluşan kapıkulu süvarilerinin ilk bölüğüne ‘sipah’


denildiği için bazen hepsine sipah denirdi. İkinci bölük silahdar, Üç ve dört
ulufeciler, beş ve altı gariplerdir. Sağ ve sol ulufecilerden oluşan ulufeci
bölüğüne orta bölük; sağ ve sol gariplerden oluşan garipler bölüğüne de aşağı
bölük de denirdi. Sipah ve silahdarlardan sonraki bölüklerin toplamına
‘bölükat-ı erbaa’ denirdi. Taşıdıkları bayraklar neticesinde bazen sipah
bölüğüne kırmızı bayrak, silahdar bölüğüne de sarı bayrak da denirdi. Sağ
ulufecilere yeşil bayrak, geri kalanlara da alaca bayrak isimleri verilmişti.

Sipah bölüğü efradı ilk dönemlerde yüksek yönetici, kumandan, ve


aristokrat oğullarından oluşturulurdu. Bu bölüğün Fatih zamanında
oluşturulduğu muhtemeldir. Ancak yine Fatih’in politikalarıyla siyasi spektrum
sultanın lehine değişmeye başladı. Aristokratların ve gazilerin nüfuzları
gerilerken sultanın mutlak otoritesi arttı. Kuruluş itibariyle bir Anadolu feodal
yapısı ürünü olan Osmanlı zamanla diğer güç odaklarının erimesiyle sınıfsız bir
yapıya doğru eğrildi. Osmanlı’nın sınıfsız toplum yapısının nihai nedeni bu
olmasa da önemli etkenlerinden biridir denilebilir.

Sipah bölüğü, padişahlar camiye ve sefere giderken sağ tarafında


yürürlerdi. Savaşta ordunun merkezinin sağındaki saltanat bayraklarının
altında veya hükümdarın arkasında konumlanırlardı. Savaşlarda çadırlarını

66
‘Ulufeciyan-ı yemin’ ve ‘ulufeciyan-ı yesar’
67
‘Guraba-i yemin’ ve ‘guraba-i yesar’
68
Eğere bağlı ağaçtan bir topuz
69
Geniş yüzlü kısa bir kılıç
70
Kaynak: Halaçoğlu, sf 46
53
sultanın çadırının71 yanına kurarlar, silahtarlarla değişerek nöbet tutarlardı.
Sancak tepelerini kurmak, güzergahı tayin etmek, cephede siper kazdırmak, ve
işgal edilen kaleye toprak taşıtmak görevleri arasındaydı. 300 bölük sipahilerin
her bölüğünde 20 veya 30 kişi mevcuttu. Sipah efradı 15 ile 30 akçe arası
yevmiye alırdı. Bölük başlarının yevmiyesi 40 akçeydi.

Sipah bölüğü kırmızı flama; silahdar bölüğü de sarı flama taşırdı. Barış
zamanında sağ kanat süvarileri hazineyi kollarlardı ve uzak bölgelerden
başkente getirilen hasılatın şehir içindeki güvenliğini sağlarlardı. Savaş
zamanında sipahlar padişahın sağında, silahdarlar da solunda konumlanırdı.
Sipahın sağında sağ ulufeciler, silahdarın solunda da sol ulufeciler yer alırdı. Bu
grubun sağında sağ garibler, solunda sol garibler bulunurdu.

Silahdarlar ilk kurulan “kapıkulu süvari birliği”dir. Sarı flamalı


silahdarlar önceleri Harem-i Hümayun’dan çıkan iç-oğlanlarından
oluşturulurdu. Sonraları Galatasaray’dan, İbrahim Paşa sarayından, Edirne
sarayından çıkanlar ve ‘veledeş’ denilen süvari çocukları da kaydolunmaya
başlandı. Fatih’e kadar baş bölük silahdarlardı. Sipahlar sağ tarafı kapınca
silahdarlar padişahın soluna geçti. Silahdarlar sefere gidilirken askerin geçeceği
yolların açılıp temizlenmesinden sorumlulardı. Buna tekabül köprüleri inşa veya
tamir eder, bataklıkları doldururlardı. Yerel reayayı ücret karşılığı
çalıştırabilirlerdi. Toplam 260 bölük silahdar vardı. Bunların bir kısmı yol
açmakla uğraşmaz; tuğculuk, yedekçilik, buçukculuk görevlerinde hizmet
ederlerdi. Silahdarların içinden seçilen 23 kişi başlarında tuğcubaşıyla
seferlerde padişahın tuğlarını taşırlardı. Yedekçiler seferlerde padişahın yedek
atlarını sürerlerdi. 30 kişiden oluşturulan yedekçilerin başında yedekçibaşı
bulunurdu. Yedekçiler kafalarına mücevveze denen bir serpuş giyerlerdi.

71
Otağ-ı hümayun
54
Buçukcular’ın görevi padişah camiye giderken padişahın adına halka sadaka
dağıtmaktı.

Sipah ve silahdarlar savaş durumunda padişahın çadırını beklerlerdi.


Sipahlar ayrıca seferde ordunun geçeceği yerlere sancak tepesi denilen yapılar
yaparak güzergahı belirlerlerdi. Cephelerde siper kazdırmak da bunların
sorumluluğundaydı. Ulufeciler, savaşta ve konaklama halinde saltanat
sancaklarından sorumluydular. Garipler ordu teçhizatlarını ve hazineyi
muhafaza ederlerdi.

Yeşil bayraklı sağ ulufeciler 120 bölükten meydana gelirdi. Sarı-beyaz


bayrak taşıyan sol ulufeciler de 100 bölüktü. Padişahın hazinesini bunlar
beklerdi. 4’ü sağ ve 3’ü sol ulufecilerden 7 kişi subaşı olarak tayin edilir ve
ocağın mali işlerinden sorumlu olurlardı. Ulufecilerden seçilen, biri emin, biri
nazır, biri katip olmak üzere 3 ihtiyar süvari otakçı olarak eskiyen otakları
satmakla mükellefti.

Garipler Türk ve Müslümanlardan da seçilirlerdi. En tehlikeli görevler


gariplere verilirdi. Savaşlarda sağ garipler padişahın sancağının dibinde, sol
garipler de soldaki alemin (bayrak) yanında dururlardı. Gariplerin ordu
konumlanmaları her zaman aynı olmaz; bazen sağ ulufeciler ve sağ garipler
sipah bölüğü ile sağda, sol garipler ve sol ulufeciler silahtar bölüğü ile solda yer
alırlardı. Gariplerin yegane görevi Sancağ-ı Şerif’i savunmaktı. Ordu kamp
yaptığında merkezdeki ağırlıkları ve otağları korurlardı. Ayrıca savaşlarda
orduya odun taşımak gariplerin göreviydi. Garipler sağ ve sol olarak 200
bölüktür. Sağ tarafın bayrağı sarı beyaz, sol tarafınki yeşil beyazdır.

55
Sefer sırasında hazineyi koruma görevi sol kanat süvarilerine verilirdi.
Seferde sultanın çevresinde koruma halkası oluşturan kapıkulu süvarileri
sultana arkalarını dönmeden atış yapmak durumunda oldukları için ‘solak’ ve
‘sağlak’ diye de adlandırılırlardı; pozisyonlarına göre yay tutan elleri değişirdi.
Kapıkulu süvarileri oğullarını yeniçeri yazdırabilirlerdi; ancak torunlarının
kaydolması yasaktı.72

Ocakta her bölüğün ayrı ağası vardı. Kapıkulu süvarileri 15. yüzyılın
ortalarında 8 bin neferden oluşuyordu. Kanuni zamanında da bu sayı
değişmedi.Yeniçeri enflasyonu döneminde her ocak gibi kapıkulu süvarileri
ocağının da sayısı artmıştır; ancak kaptan-ı derya Kara Murat Paşa zamanında
sayıları 15 bine çekilmiştir. 1568 yılında tutulan bir devlet kaydına göre 3331
nefer sipah, 2780 nefer silahdar, 1337 sağ ulufeci, 1209 sol ulufeci, 1000 nefer sağ
garib, ve 1539 nefer sol garip toplam 11.196 kişiden oluşuyordu.73 1609’da toplam
nüfuzları 20 bini bulan süvarilerin sayıları IV. Murat zamanında 16 bin kişiye
indirildi. Uzunçarşılı’nın sunduğu veriler itibariyle IV. Mehmet döneminde
süvarilerin sayıları 50 bini bulmuştu; Tarhoncı Ahmet Paşa ile ocaklının sayısı
25 bine çekildi. 1660’da 15 bin kişiye kadar çekilebildi. Çarpıcı olan, zaman
geçtikçe sipah ve silahtar bölüklerinin mevcutları artarken; ulufeci ve gariplerin
sayılarının azalmış olmasıdır.

16. yüzyıl sonuna gelindiğinde 20 bin civarı kapıkulu süvarisi vardı.


İstanbul’da bulunan süvariler padişah şehirde bir yere giderken sadece
kılıçlarıyla korumalık yaparlardı. Yeniçerilerin gündelik giysi ve ihtiyaçlarının
teminine memurlardı. Kanuni döneminde süvarilerden 300 kişi mülazim
seçilirdi ve sultan seferdeyken vergi işlerine memur edilirdi. Seçilenler bir sene
boyunca Divan-ı Hümayun’da hizmet ederlerdi. Mülazimler topladıkları
haraç/vergi başına gulamiye ismiyle 10 akçe alırlardı. İstanbul’daki süvariler

72
Goodwin, sf 66
73
Kaynak: Uzunçarşılı, sf 213
56
Süleymaniye’deki 9 oda, Sultanahmet Hanı, Elçi Hanı, Kurşunlu Han, ve
Yenicami Hanında ikamet ederdi. 1588’de Süleymaniye’deki 9 oda boşaltıldı.
Süvariler sefer zamanı aldıkları her 5 akçe yevmiye için bir atlı nefer
bulundurmak zorundaydılar. Bu usulü Köprülü Mehmet Paşa kaldırmıştır.

Sipah ve silahtar ağalarının emekliliklerinde sancağa çıkmaları kanundu.


1576 yılında çıkan bir kanunnameye göre sancağa çıkma halinde sipah ağasına
300 bin; silahtar ağasına 280 bin; ulufecilere 180 bin; sağ gariplere 170 bin; sol
gariplere 160 bin akçelik “zeamet” verilirdi.74 Süvarilerin İstanbul dışında
ikamet edenleri taşralı vasfıyla kendi adlarına zabitler vesilesiyle ulufelerini
toplarlardı. Yeniçerilerin maaşları divanda verilirken; kapıkulu süvarilerinin
maaşları ertesi günü veziriazamın sarayında verilirdi. Maaş işlemine “devr”
denirdi; padişah sadrazama “devir kürkü” isimli hilat gönderirdi ve maaşlar
ödenerek ulufe defteri 3 ay boyunca kapatılırdı.

Altı bölüğün ağaları süvari oldukları süre boyunca 100 akçe yevmiye
alırlardı. Ayrıca senede 17 bin akçeye kadar geliri bulunan arpalıkları vardı.
Bölük ağalarının yetişmiş oğullarının sipah veya silahtar bölüğüne kayıt
olmaları şarttı. Bölük ağaları her Perşembe sadrazamı ziyaret etmekle
yükümlüydüler. Savaşlara padişah veya sadrazamla beraber gittiklerinde 5 bin
akçelik silah parası temin edebilirlerdi.

Süvariler başlarına otağa isimli bir başlık takarlardı. Elinde mızrak,


belinde tirkeş,75 kılıç, gaddare ve bozdoğan, kollarının altında işlemeli kalkan,
gövdelerinin ön ve arkasını kaplayan zırh, hayvanlarının boyunlarında da
kotaslar vardı. Kalkanları elbise ve başlıklarının renginde idi. Savaşlarda
yanlarında yedek hayvan taşırlardı. Süvariler savaşlarda hat kurarlar,

74
Kaynak: Uzunçarşılı, sf 173
75
Okların koyulduğu kutu
57
düşmanın aynı noktasına Cengiz Han usulü saldırırlardı. Düşmanın süvari ve
piyade gücü yarılana dek, bu hat saldırısı sürerdi. Açılan düşman hattı üzerine
ordunun geri kalanı taarruz ederdi. Süvariler gerektiğinde kalelerde muhafız
güç olurlardı. İhtiyaca göre hariçten kale muhafazası için süvari kaydı yapılırdı.
Ocağa gerektiğinde hariçten efrat da alınırdı. Anadolu ve Rumeli’den toplanan
bu efrada sergengeçti denirdi. Kapıkulu süvarileri kanun gereği köprülerden
geçerken yoklamaya tabi olurlardı. Yoklamada bulunmayanların ocakla ilişkisi
kesilirdi. 17. yüzyıla kadar süvari atları Anadolu ve Rumeli’den temin edilirdi;
ancak bu atların soyu tükenince Tuna’nın şimal havzasından atlar getirilir
oldu.76

Yeniçeriler suç işlediğinde ceza olarak kaba etleri sopalanırdı; ancak


kapıkulu süvarileri ve sipahiler sadece falakaya yatırılabilirlerdi.

76
Kaynak: Uzunçarşılı sf, 184
58
BÖLÜM V:

EYALET ASKERLERİ

Osmanlı’da Toprak Düzeni ve Tımarlı Sipahiler:

Yeniçeriler sadece devletin bürokratik güç mercilerine karşı


konumlandırılmamışlardı. Tımar sahibi sipahilerin karşınında, güçlerinin
artmasına mani olacak şekilde örgütlenmişlerdi.

Kapıkulu olmayan süvarilerin tamamı Eyalet Askeri teşkilatındandır.


Osmanlı’nın eyalet kuvvetleri başlarda tımarlı sipahiler, azaplar, ve akıncılardan
ibaretti. 15. yüzyıl ortalarından itibaren bu kuvvetlere yaya, müsellem, cerahor,
canbaz, tatar akıncılar, Yörükler,77 deliler, azablar, gönüllüler, ve beşliler
bölükleri eklenmiştir. En geniş eyalet askeri gücü her dönemde sipahiler
olmuştur. Para ekonomisi yeterince gelişmediğinden, mahsül olarak toplanan

77
Yörük, yaya askerin Rumeli’den toplananıdır.
59
vergilerin yeniden dağıtımı ile beslenen, senelik gelirleri/bütçeleri 20 bin akçeyi
aşmayan süvari birliklerine tımarlı sipahi denir.

Hepsi topraklı olan eyalet sipahileri üç kategoriye ayrılırdı. Bunların en


yaygın ve en küçük olanlarına tımarlı sipahi denirdi. 20 bin akçeye orantılı
verilen tarım arazilerine “tımar”, 20 bin – 100 bin akçelik araziye “zeamet”, 100
bin akçe üstü topraklara “has” denirdi. Topraklı sipahilerin yegane amacı
devletin tahsis ettiği toprakları işleterek asker yetiştirmek ve verilen toprağı
düşmandan korumaktı. Bu sayede devlet bizzat “reaya”dan vergi toplamak
zahmetinden kurtulur, ayrıca sınır bölgelerini korumak için fazladan masraf
yapmaktan da kurtulurdu.

Fatih’in “toprak ve iskan kanunu” çerçevesince Bizans ve müslüman


feodal toprak sahiplerinin arazileri ellerinden alınarak sipahilere tımar olarak
dağıtıldı. Bu sayede hem hazineden para çıkmadan sipahilere tımar sağlanmış
oluyordu; hem de aristokrat toprak zenginlerinin gücü kısılıyordu.
Aristokrasiyle iç içe büyüyen ulema sınıfı da bu yüzden topraksızlaştırıldı. 20
bin üzerinde köy ve kasaba arazisi yeniden dağıtılarak ulema ve dervişlerin
devlet üzerindeki etkileri sindirildi.78

II. Bayezid Kili ve Akerman seferlerinde halktan temin ettiği tımarlı


sipahileri kullanmıştır. 1484’te çıkan bir emir silahlarıyla savaşa katılacak
sivillere tımar ve ulufe sözü verdi. Tımarlı sipahinin veya süvarinin reayadan
aldığı öşür ve vergiye ‘dirlik’, sipahiye de ‘sahi-i arz’ denirdi. Savaştan
kaçanların tımarları ellerinden alınır, başarı gösterenlere zam yapılırdı.
Sipahiler kendilerine tahsis edilen bölge ve bağlı bulunduğu sancak dahilinde
oturmaya mecburdu.

78
Goodwin, sf 114
60
Tımar hakkı babadan oğla geçer şekilde ayarlanmıştır; ancak her mülk
devrinde başlangıç miktarına (kılıç) dönülür, arta kalan araziyi devlet alır. Bu
sayede tımar sahibi ailelerin mülkleşmesi engellenir ve olası yerel toprak
ağalarının ortaya çıkmasına olanak tanınmazdı. Tımar sahiplerinin merkezi
otoriteye bağlı kalmaları amacıyla tasarlanan bu model Osmanlı çiftçisinin
kapitalistleşmesinin önünü kesmiştir. Devamlı maaşlı asker olan tımarlı
sipahiler başkentin dışındaki bölgelerde eyalet koruması olarak konumlanırdı.

Devletin ilk zamanlarındaki ordu formasyonunda atsız askere ‘yaya’, atlı


askere ‘müsellem’ denirdi. Müsellemler yayalardan seçilen ve kendilerine tımar
tahsis edilen atlı birlikler olup; hizmetleri karşılığında vergiden muaf tutuldular.
Selçuklulardan miras kaldığı söylenebilecek bu sistem ziraate açık toprakların
atlı ve silahlı çiftçiler aracılığıyla işletilmesini kural kılarak tımar sistemini
doğurdu.

Beş müsellem bir çiftlikte ziraat ederdi. Sefer vakti içlerinden biri savaşa
gider, diğerleri toprakla uğraşmaya devam ederdi. Savaşa giden müselleme
‘nöbetli’ denirdi. Sayıları yaklaşık 12 bin kadar olan tımarlı olmayan atlı
askerlerin büyük bölümüne ‘silahdar’ denirdi. Bunlar savaşta sultanın solunda
elit korumalar olarak bulunurlardı. Geri kalan atlı bölükler Osmanlı’nın
müslüman tebaasından toplanan ‘gurebalar’ idi. Hafif atlı sayılan ve sayıları 20
bini bulan akıncılar, özellikle Balkan ülkelerinden devşirilirdi. 17. yüzyılda
akıncıların yerini ‘askeriler’ ve Kırım Tartarları almıştır.

Sipahilerin çavuşlarına Alaybeyi denirdi. Her on bölük (bin kişi) bir


alaybeyinin kumandasında bulunurdu. Alaybeyleri sipahileriyle beraber kendi
sancakbeyinin kumandasındaydı; sancakbeyi ise eyalet valisi olan beylerbeyinin

61
kumandası altında sefere giderdi. Tımarlı sipahilerin her bölüğünde ayrıca
bayraktar ve subaşı denilen Çeribaşları bulunurdu. Alaybeyleri geleneksel
olarak emekliliklerinde bölgesel yöneticiler olurlardı. Atlı askeri birliklerin her
otuz neferi bir ocak sayılırdı. Kaliteli atlarla donatılmış tımarlı sipahilerin
silahları arasında kılıç, kargı, kalkan, ve ok vardı. Başlarında miğfer, üstlerinde
zırhlar bulunurdu. Savaş esnasında ordunun sağ ve sol kanatlarında hilal
şeklinde konumlanırlar, hem saldırılara karşı orduyu savunurlar, hem de
gerektiğinde atak güç olurlardı. Savaşta ölen sipahilerin çocuklarının büyüğüne
4 bin, diğerlerine 3 biner akçelik tımar tahsis edilirdi. Evinde ölen tımarlının
çocuklarına 2 veya 3 biner akçelik tımar verilirdi.

Ortaçağın sonlarında, 10.-13. yüzyıllar arası Avrupa’da krallık


topraklarının 1/4’ü veya 1/3’ü manoir (reserve) denen feodal beylere ait olan
topraklardı. Romalılar gibi esir emeği kullanamayan feodal beyler toprağa
yerleştirilmiş yarı-köle çiftçi (serf) emeği kullanırdı. Başta küçük köylü
işletmeleri (tenure) olarak varolan bu model ihtiyaç duyduğunda krala asker
sağlama görevini yerine getirirdi. Zamanla büyüyen bu zirai işletmeler ticaretin
gelişmesiyle ve diğer dış etkenlere bağlı olarak (krallıkların güçlenmesi,
sermayenin yoğunlaşması, vs.) feodal beylerin denetiminden çıkmaya başladı.
Toprakların bir kısmı köylülerin mülkü haline geldi, birçoğundan da sadece vergi
toplanır oldu. Senyörlerin aleyhine toprak sahibi olmaya başlayan köylü
bağımsızlaşarak kendi mahsülünü toplar hale geldi. Bunun sonucunda şahsi
mülkiyet doğdu, feodal yapı sıkıştı.

Osmanlı’da şahsi mülkiyetin engellenmesi ve neticesinde kapitalizme


geçilememesi başka bir tez konusudur. Konuyu dağıtmadan, Avrupa’yla bir
benzetme yapılacaksa, yeniçeriler kralların şövalyelerine, tımarlı sipahiler de
zaman içinde soylulaşarak elitleşen toprak sahiplerine benzetilebilir. Beylik
düzeninden gelen ve arka mozaiğinde Selçuklu olan Osmanlı Devleti, ellerine
toprak emanet edilen ve görevleri toprağın işletilmesiyle asker yetiştirmek olan
62
kimseleri tehdit olarak görmüş ve mülk sahibi olmalarını kanunlarla
engellemiştir. Tımar tahsis edilen beylerin güçlenmeleri engellenmek üzere bir
dolu yaptırım ortaya atılmıştır. Büyümelerine izin verilmeden sık sık yerleri
değiştirilmiş ve ağır vergilere tabi tutulmuş; buna ek olarak yeniçeri kurumları
da karşılarına konumlandırılmıştır. Tımar sahipleri harice kapalı olmadığından
ve reayanın sahibi olmaları engellendiğinden Osmanlı devletinde toprak
soyluları sınıfı gelişmedi. Reaya da, her ne kadar kanunlar tarafından tımar
sahiplerine karşı korunsa da, bastırıldı.

Tımarlı sipahiler reayanın asayişinden sorumlu olduğu gibi vergileri


toplamakla mükellef devlet memurlarıdır. Ancak tımarlı sipahiler reayaya ceza
kesemez, adli vakalara kadılar dışındakiler karışamazdı. Bunun yanı sıra tımar
verilen kişi tımarını mazeret olmadan terk edemezdi; eğer tımar arazisinden
firar eden reaya olursa tımar sahibi kaçağı yakalayıp getirmekle mükellefti.
Yakalanan köylüden araziyi terk ettiği için ‘çiftbozan’ vergisi alınırdı. Niğbolu
Kanunnamesi’nde tımarını terk eden reayanın tımar sahibi tarafından
yakalanıp teslim edilmemesi halinde tımar sahibinin azledileceği yazmakla
birlikte Bozok Kanunnamesi’nde sipahiye el kaldıran reayadan 10 altın
alınması, reayayı hırpalayan sipahi dövülürse reayaya ceza kesilmemesi,
sipahinin emir almadan köylüden davar boğazlatmasını istemesine karşı
yaptırımlar buyrulmuştur.79 Görülüyor ki “sipahi–reaya ilişkileri” hukuk
çerçevesinde iki kısmın da birbirine üstün olmaması üzerine kurulmuş; iki
grubun da güçlenmesi engellenmiştir.

Bu sistem asıl olarak merkezi otoriteyi güçlü tutarak özerk güç


odaklarının oluşumunun önüne geçmeyi hedefler. Devletin önemli makamları
tımarlı sipahilere bırakılmamak amacıyla iktidar sahiplerine, saray haslarına,
ocak mensuplarına dağıtıldı ve sonuç olarak bir dizi sosyal problem meydana

79
Kaynak: Halaçoğlu sf 87
63
gelmiştir ki bunlar konumuzun dışındadır. ‘Reaya’ya (halk/köylü) çayır yoktur’
politikası benimsenerek; toprağın tımara verilmesi mecburiyeti köylüyü angarya
çalışmaya mecbur bıraktı. Osmanlı anlayışına göre toprak asker
besleme/yetiştirme dışında ziraat edilmemelidir; aksi halde çayır olarak terk
edilmesi daha makbuldür. Toprak, sipahi kontrolünde ve hizmetinde olmalıdır.

Reaya çiftini bozup tımarı terk etmek isterse ‘çift bozan resmi’ vermekle
yükümlüdür. Bu ağır vergiler çiftçinin mobilizasyonunu da kırmıştır. Ortaçağ
Avrupa’sındaki ‘toprağa bağlılık prensibi’ne benzeyen bu sistem, Roma
İmparatorluğundaki ‘colonat’ rejimini andırır. Ancak, ticaretin bireyselleştiği ve
uluslararası boyuta ulaştığı bir çağda bu sistemin yakın zamanda işlevsiz
kalması kaçınılmazdı. Divan kararı ile reayadan toplanan tekalif ve yardımlara
Avarız–ı Divaniye denir ki bu da ortaçağ Avrupa’sındaki feodal beyler ve
krallar arasındaki ilişkiyi andırır. Ayrıca Bizans’ta da pronoia ismi verilen tımar
benzeri bir örgütlenme görülür.

İki tip tımar vardır: vergileri paylaşmak durumunda olan serbest


olmayan tımarlar (Vezir, Beylerbeyi, sancakbeyi); vergileri paylaşmak zorunda
olmayan serbest tımarlar (Nişancı, defterdar, divan katibleri, çavuşlar,
çeribaşları, subaşılar, dizdarlar, memurlar ve askerler). Bunların dışında
camilerin imamlarına ve saraya hizmet eden hizmet tımarları80; kale koruması
karşılığında tımar tahsis edilen mustahfız tımarı; ve en genel tımar türü olan
eşkinci tımarı veya tımarlı sipahiler vardır.

Bölgenin idare ve güvenliğiyle mükellif Beylerbeyi belli boyutları


aşmayan tımarları kendi tahsis edebilirdi. Bunlara tezkeresiz tımarlar denir.
Devlet izni gerektiren büyük tımarlara tezkereli tımarlar denir. Tezkeresiz

80
Sivil tımarlar da denir; çünkü mensupları arasında asker olmayan asesbaşı, mirahur, muhtesib, kadı, imam, ve
hatipler de mevcuttu.
64
tımarlar Rumeli, Şam, Halep, Diyarbekir bölgelerinde 6bin; Anadolu, Kıbrıs
bölgelerinde 5bin; Karaman, Zülkadiriye, ve Rum bölgelerinde 3 bin kadardır
(Barkan, 27).

Tımar formasyonunda değişmeyen çekirdek kısma ‘kılıç’, geri kalan ilave


tımarlara da ‘hisse’ adı verilirdi. 0-6 bin akçelik tezkeresiz tımarların kılıç kısmı
3 bin akçedir. 6-20 bin akçelik tezkeresiz tımarların kılıç kısmı 6 bin akçedir.
Anadolu’daki tezkeresiz tımarların kılıç kısmı 2 bin akçeliktir; yani tımar
sahibine ayrılan bölüm 2 bin akçe, geri kalanı da cebeli beslemek için ayrılan
bütçedir. Tımarın sahibi kılıç yerine tayin edilir. Bu pozisyonda sadece 1 kişi
bulunabilir. Tımar sahibi ölünce oğluna kılıç kısmı bırakılarak başlangıç
haddine dönmesi icap ederdi. Verilen tımarlar hiçbir sebeple başkasına
bırakılamazdı. Tımar sahibi soyunu devam ettirebildiği ölçüde soylu olmasına
karşın her jenerasyonda kılıç haddine dönülmesi soylu aile mülklerinin
güçlenmesini engellemiştir. Tımar bölgelerine tayin beratları ‘rüznamçe
defterleri’nde tutulur

Anlaşıldığı üzere Osmanlı devlet yapısında isyanlara ve özerk güç


oluşumlarına karşı güçleneni parçalama ve kontrol altında tutma politikası
hakimdi. Bu yersiz bir paranoya değildir, özellikle Anadolu’nun siyasi ve sosyal
yapısı göz önünde bulundurulduğunda. Ancak bunun sonucunda bir döngü
oluşmuştur ve tarihin ilerleyişi devamlı olarak kesintiye uğratılmıştır.

Yüksek rütbeli zabitlerin terfisine ‘sancağa çıkmak’ denir. Yeniçeri


ağalarına 500 bin; emir-i alemlere 450 bin; kapucıbaşı, çaşnigirbaşı, emir-i
ahürlere (saray ağaları) 350-400 bin; sipahi oğlanı, ulufeci ağaları, silahdarlara
200-300 bin; yayabaşılara 20-30 bin akçelik tımar tahsis edilirdi. Cebeci, topçu,
saraç, nalbant, vb. pozisyonlardakilere de gündelik ulufelerinin 1000 katı

65
büyüklüğünde tımar verilirdi. Beylerbeyinin bir oğlu varsa 40 bin akçelik; 2-3
oğlu varsa 20-25’er bin akçelik tımar verilirdi. (Barkan, 25)

Prof. Dr. Ömer Lütfü Barkan’ın 1520-1535 senelerini kapsayan


araştırmasına göre Anadolu eyaletinde eşkinci tımarı sahiplerinin kontrolündeki
kasabalardaki yetişkin erkek nüfus 280.830 kadardı. Bunların padişah
haslarına ait olanları 107.415; Evkafda olanların sayıları 79.621; Mülklerde
barınanların sayıları 3.113 kadardı. 1534 yılında Rumeli eyaletindeki 26
liva=bölgedeki dirlik sahiplerinin 11.588’i de dirlik sahibiydi. Bunların
4.534’ünün geliri 3 bin akçeden az; 4.445’inin geliri 3-6 bin akçe arası; 2.225’inin
geliri 6-20 bin akçe arasıydı. Çok büyük tımar sahiplerinin (zaimler) sayısı
384’dü. Osmanlı toprakları genelindeki tımar sahiplerinin toplamı 37.521’dir.
Bu sayının 9.653’ü kal’a muhafızı tımarı, geri kalan 27.868’i de eşkinci
tımarıdır. 16. yüzyıl sonunda tımarlı sipahilerin toplamı 42 bine ulaşmıştır.
Bunlara daha sonra değineceğimiz cebeliler de eklenince sayıları 120 bini
bulmaktadır. 17. yüzyıl ortasına gelindiğinde tımarlı sipahilerin sayısı 60-80 bin
arasındadır. Cebelilerle birlikte ele alındıklarında sayıları 200bini aşmaktadır.
81

Buna karşılık İstanbul’daki kapıkulunun sayısı 37 bin kadardır. 1527


senesi itibariyle Rumeli topraklarının % 46’sı; Anadolu’nun % 56’sı; Diyarbekir’in
% 63’ü; Halep-Şam’ın % 38’i; Mısır hariç hesaplandığında tüm Osmanlı
topraklarının % 49.8’i tımar toprağı olarak tahsis edilmiştir. Anadolu eyaletinde
bu dönemde toplam 12.701 köy, 76 şehir, 78 kasaba, ve 1967 cemaat vardı. 66
köy, 41 cemaat ve mülk sahiplerinin kontrolündeydi. 19 şehir, 9 kasaba, 615 köy
ve 935 cemaat Sultanın haslarının kontrolündeydi. 6 şehir, 7 kasaba, 1415 köy

81
Kaynak: Prof. Dr. Ömer Lütfü Barkan; Türk Tarih Semineri
66
ve 41 cemaat vakıfların kontrolündeydi. Bunlara karşılık 19 şehir, 49 kasaba,
9.182 köy ve 580 cemaat 195 zaim ve 7.311 eşkinci tımarının kontrolündeydi. 82

II. Bayezid devrinde 17 sancaklı Anadolu eyaletinde 103’ü zeamet


toplam 7.603 dirlik sahibi vardı. Bunların emrinde 5.372 cebeli vardı. Anadolu
Beylerbeyi’nin emrinde olan bu askerlerin toplamı13 bin civarı idi. Bu sayı 16.
yüzyılın sonlarında 40 bini aşmıştır. 83 Bu demografikten yola çıkarak Osmanlı
askeri ve sosyal yapısının büyük oranını, kapukulları değil tımar sahipleri ve
sipahiler olduğunu söyleyebiliriz.

Osmanlı’da eyalet askerlerinin tımarlı sipahiler dışında kalanlarına geri


hizmet kıtaları denirdi. 17. yüzyıl ortalarında geri hizmet bölükleri kaldırılmıştır
ve boşalan görevler tımarlı sipahilere verilmiştir. 16. yüzyılın sonlarından
itibaren bozulan ocak, 17. yüzyıl ortalarında tamamen işlevsizleşti. Zamanında
sadece Rumeli’de 40 bin atlı çıkaran tımarlı sipahiler 8 bin çıkarır hale geldi.
Aksamaya başlayan tımar sistemi sonucunda bölgesel valiler emirlerinde levent,
sarıca, sekban gibi Anadolu reayasından oluşturulan görece niteliksiz askerlere
ihtiyaç duyar oldu. Reayanın silahlanmasına yol açan bu durum merkezi
devletin otoritesinin azalmasıyla ‘celali’ olarak anılan eşkıya gruplarının
çıkmasının başlı sebebidir.

82
Kaynak: Prof. Dr. Ömer Lütfü Barkan; Türk Tarih Semineri
83
Kaynak: Halaçoğlu sf 49
67
Hücum kuvvetleri:

Eyalet askerlerinin öncü kuvveti kabul edilenler büyük oranda süvarilerdi.


Bu süvariler akıncılar, deliler, gönüllüler, ve beşliler ocaklarından oluşurdu.

Hücum kuvvetlerinin başında Türklerden oluşturulmuş akıncılar gelirdi.


Hafif süvari olan akıncılar sınırlarda konumlanır, akıncı kumandanının emriyle
düşman bölgelere akınlar gerçekleştirirlerdi. Silistre’deki Malkoçoğulları,
Mora’daki Turahanoğulları, Arnavutluk ve Dalmaçya’daki Evranosoğulları,
Bosna ve Sırbistan’daki Mihaloğulları önemli akıncı kumandan soylarıydı.
Akıncılar asıl olarak ordunun keşif hizmetinde görev alırdı. Düşman arazilerini
keşfederek orduya yol açarlar, ordunun geçeceği bölgelerdeki tarım ürünlerini
emniyet altına alırlar ve geri kalanını yakarlar, esirleri sorgulayarak düşman
ordusunun yerini saptarlar, nehirlerin ve geçitlerin krokisini çıkartarak köprüler
kurarlardı. Akıncılar göğüslerine zırh giyer, mızrak ve kalkan taşır, atlarının
eğerinde de başı topuzlu bir bozdoğan taşırlardı. 1532 Alman seferinde sayıları
50 bine ulaşmıştı. 84 16. yüzyıl sonlarında teşkilat dağılarak yerini Tatarlar’a ve
Kırım kuvvetlerine bıraktı.

Deliler de akıncılara benzer bir teşkilattır. Genelde Türkler’den teşkil


edilen delilerin başlarında benekli sırtlan derisinden yapılmış bir başlık
bulunurdu. Başlığın üstünde de kartal kanatları vardı. Altlarına kurt veya ayı
derisinden yapılma şalvar giyerlerdi. Bosna sancakbeyi Gazi Hüsrev Bey’in
kumandasında 10 bin civarı “deli kuvveti” vardı.85 Delilerin asıl fonksiyonu fazla

84
Kaynak: Halaçoğlu sf 51
85
Kaynak: Halaçoğlu sf 51
68
askerlik bilgisi olmayan cengaverlerin öncü kuvvet olarak hem düşmanı
korkutması hem de eğitimli askerlerin kayıplarının azaltılmasıydı.

Gönüllüler, reayadan oluşturulurdu. 15. yüzyıldan itibaren teşkilatlanan


gönüllüler sınır bölgelerini muhafaza ederlerdi. Beşliler de yerli halktan
meydana gelirdi. Hafif süvari olan beşliler sınırdaki kaleleri ve palangaları
korurlar, gerektiğinde akınlara katılırlardı. Her 5 aileden 1 kişi beşli olarak
alındığından isimleri beşli koyulmuştur.

Kale Kuvvetleri:

Atlı farisanlar ve yaya cebeci, topçu, lağımcı, martalos86 teşkilatları


ve azablar kale muhafazasında kullanılırdı. Azaplar asıl olarak yeniçerilerin
öncü hücumuydu. Sonraları bir bölümü kale azapları adı altında sadece
kaleleri korumak üzere teşkilatlandı. Azaplar ayrıca donanmada da kullanılırdı.
Üç ortadan meydana gelen farisanlar sancaktaki kalelerde hizmet eden atlı
birliklerdi.

Geri Hizmet Kıtaları:

Osmanlı devletindeki ilk askeri teşkilatlanmada yayalar ve müsellemler


kullanılmıştı. Eyalet askeri teşkilatına mensup olan yayaların görevi savaş

86
Martaloslar yeniçerilere ek kuvvet olarak II. Murat döneminde teşkilatlanmıştır. Müslümanlaştırılmayan
hristiyanlardan meydana gelirler. 1721’de III. Ahmet tarafından kaldırılmıştır.
69
zamanında yol açmak, hendek ve siper kazmak, gülle ve top taşımak, ordu
ağırlıklarını alana nakletmek idi. Barış zamanında ise kale tamirinde, maden ve
tersanelerde işçi gücü olarak kullanılırlardı. Cerahorlar da genelde yol yapımı,
kale tamiri, maden işleri gibi alanlarda işçi olarak kullanılırdı. Canbazların ve
Tatarların akın dışındaki görevleri ise ileri gelen devlet adamlarının atlarına
bakmaktı. Bunların onda biri sefere gider, diğerleri gündelik işleriyle meşgul
olurlardı. 16. yüzyıl sonlarına doğru bu geri hizmet kıtalarının toprakları zeamet
ve tımara verildi, teşkilatları kapatıldı.

Derbend Teşkilatı:

Osmanlı devletinde vergi yapısı çerçevesinde 3 sınıf vardır: vergiden muaf


reaya, vergiye tabi reaya, muaf ve müsellem reaya. Muaf ve müsellem reaya
sınıfına dahil derbentçilerin tüccar ve çiftçilerden topladıkları paradan vergi
alınmazdı; ancak yaptıkları zirai işlerden öşür vergisi alınırdı. Derbentlerden87
vergi alınmaması için her padişah değiştiğinde yenilenen muafnameler verilirdi.

Küçük kaleler olan derbentler zamanının jandarma karakollarıydı.


Derbentler kasaba şeklinde örgütlenmişti; her derbendin yanında en asgari bir
han, cami, okul, ve çarşı bulunurdu. Derbentler özellikle tehlikeli arazilerin
islah edilmesi ve ticaret yollarının güvenliğinin sağlanması için stratejik
bölgelere kurulurdu. Derbentler çevredeki köy ve kasabalarda yaşayan yerli
halktan seçilirlerdi. Müslüman ve hristiyan milislerden meydana gelen
derbentler kendi bölgelerinin yollarının ve geçişlerin güvenliğini sağlarlardı.
Ayrıca geçen yolculara rehberlik hizmetinde bulunurlardı. Bunların yanı sıra yol

87
‘der’=geçit. ‘bend’=tutmak. Farsça.
70
tamirinde çalışırlar, ıssız alanları imara açmak üzere ıslah ederlerdi. Bu
hizmetlere karşılık ticaret yollarından geçen kervanlardan ‘geçit akçesi’ alınırdı.

Devletin ilk zamanlarından beri süregelen derbent geleneği İlhanlılar’da


‘tutkavulluk’ adıyla yol ve geçitlerin emniyete alınması amacıyla kurulmuştu.88
İki çeşit derbent örgütlenmesi vardı: yurtluk ve ocaklık olarak tımar yoluyla elde
edilenler; ve tehlikeli bölgelere memur edilmiş halktan meydana getirilen
derbentler.

Derbentler dört şekilde örgütlenmişti:

1) Kaleleri muhafaza eden derbentler

2) Büyük vakıflar şeklindeki kolonyal derbentler

3) Ayrıca han ve kervansaray olarak işlev veren derbentler

4) Köprülerden sorumlu derbentler.

Bir derbentte en az 5 en fazla 100 derbendci bulunurdu. Normal derbentler


yanı sıra derbentte maaşlı veya taşeron olarak çalışan ‘beldarlar’ ile
hristiyanlardan meydana getirilmiş ve derbent bekçiliği yapan, sınırlarda kale
muhafızlığı ve akınlar da yapan ‘martoloslar’ bulunurdu. Ayrıca yine ücretli
olarak çalışan yedek zabtiye neferleri olan ‘pandorlar’ vardı. Bunların
ücretlerini iktisadi anlamda özerk olan derbent teşkilatları öderdi. Derbentçiler
bulundukları bölgenin zirai koşullarına göre tarımla veya hayvancılıkla
uğraşırlardı. Buradan elde ettikleri kazançlar vergilendirilirdi. Bir nevi
jandarma olan derbentçiler nöbetleşe karakollarını korurlardı. Gözcüler tehlike

88
Kaynak: Halaçoğlu sf 156
71
haberi verdiğinde ‘derbent davulları’ çalınarak komşu derbentlere mesaj
iletilirdi. Derbentçilere ancak çok tehlikeli bölgelerde görevdeyseler silah
kullanma izni verilirdi; bunun dışında silahsız bir kuvvetti. Derbentçilere
verilen silahlar devlet tarafından tespit edilirdi. Derbentçinin emekliliğinde
yerine varsa oğlu geçirilirdi. Derbentçiler derbentlerini terk ettiklerinde süresiz
arama emri çıkardı.

18. yüzyılın sonlarında ‘Derbendat Nazırlığı’ kuruldu. Derbendat baş


nazırı her yıl en az bir defa derbentleri teftiş eder hale geldi. Bu teşkilatlanma
19. yüzyıl sonunda farklı bir yapılanmaya girdi ve finansal açıdan merkeze
bağlandı. Derbent masraflarını ve ücretlerini devlet hazinesi karşılamaya
başladı. Büyük şehirlerde polis, kasabalarda jandarma teşkilatları kuruldu. Bu
kolluk kuvvetlerine ‘zabtiye teşkilatı’ adı verildi. 2 Şubat 1904’te çıkarılan
jandarma nizamnamesi ile derbent teşkilatı ortadan kalktı. Bu sırada 20 bin
civarı derbentçi mevcuttu.

72
BÖLÜM VI:

YENİÇERİLER’İN 1500’den “VAKAYİ HAYRİYE”ye

TOPLUMDA ve SİYASETTE YERİ

Ayaklanmalar:

Yeniçeriler, ulema ve yönetici kadrosuna karşı padişahın lehine


konumlandırılmış özel sultan korumalarıdır. Bundan ötürü Osmanlı
topraklarındaki diğer güç odaklarıyla sürekli çatışma halindedir. Ancak bazen,
genellikle de Kanuni devri sonrası, kendi çıkarlarının korunmadığını
hissettiklerinde yeniçeriler padişaha karşı da ayaklanmışlardır. Yeniçeri
ihtilallerinin ve isyanlarının başlıca motivasyonu ekonomiktir. Kısaca
değinirsek, 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Amerika altını ve gümüşünün
pazara egemen olmasıyla birlikte Osmanlı parası devalüe edilmeye başlanmıştır.
Bunun yanı sıra fetihlerle hazine doldurma yönünde evrilmiş bir devlet artık
genişleyemeyecek duruma gelmişti. İstanbul eski ticari değerini yeni bulunan
ticaret yollarından ötürü kaybetmeye başlamıştı. Sonuç olarak devlet hazinesi
darboğaza girdi, yeniçeri yevmiyelerine enflasyonu kompanse edecek ölçüde zam
73
yapılamaz oldu. Yeniçerilerin padişaha karşı isyan bayrağı çekmelerinin başlıca
dürtüsü budur. Bir başka sebep de padişahların zaman zaman başka güç
odaklarının tarafında bulunmaları, yeniçerilerin aidiyet bağlarını zedeleyerek
kimliklerini başka düzlemlerde aramalarına yol açtı. Kulu oldukları sultanların
kendilerinin aleyhine ulema veya yönetici kadronun yanında yer alması özellikle
17. yüzyıldan itibaren ocaklı arasında yeni kimlik arayışlarına gidilmesinin
önünü açmıştır. Reha Çamuroğlu’nun tabiriyle ‘insanlaşmaya’ başlayan
yeniçeriler, zamanla sisteme karşı tepkili ve şüpheci hale geldiler.

Buçuktepe Vakası olarak anılan ilk yeniçeri ayaklanması 1444’te


Sultan Murat’ın tahtı 14 yaşındaki II. Mehmet’e bırakmasıyla yaşandı. Bu
isyanın dürtüsü devlet tarafından ihanete uğramak veya ekonomik olmaktan
ziyade Fatih Sultan Mehmed’in kişiliğine karşı bir tepkidir. Kendi çıkarları
ihmal edilir ve devlet yönetilemez düşüncesi buradaki hakim dürtü olabilir.
Devletin başı zayıfken iktidarda daha fazla söz sahibi olma isteği de şüphesiz
önemli bir motivdi. Devletin çözülmesi ocağın son bulması anlamını taşıdığından
yeniçeriler çoğu zaman devlet çıkarını sultanların üstünde tutmuşlardır.
Fatih’in ölümüyle meydana gelen ikinci yeniçeri ayaklanmasıyla Ocaklı, ilk defa
İstanbul’da, dönemin sadrazamı Karamanlı Mehmet Paşa’ya karşı ayaklandı.
Bu iki ayaklanma yapısı itibariyle benzerdir ve 17. yüzyıl ayaklanmalarından
farklıdır; çünkü yeniçerilerin niyeti taht kavgasında kendilerine en iyi sahip
çıkacak sultanı tahta yerleştirmekten ibarettir. Üçüncü ayaklanma da, 1509
yılında yine kim tahta geçmeli kavgasıdır, sonuçta Yavuz Sultan Selim galip
çıkmıştır.

Bir diğer isyan sebebi de, ya savaşların fazla uzun sürmesinden, ya da


zafer sonunda vaat edilen ulufelerin eksik dağıtılmasından kaynaklıdır.
Yavuz’un Çaldıran seferi sırasında bu sebepten dolayı isyan girişimleri
yaşanmıştır. Ancak bu tip ayaklanmalar yeniçerilerin padişaha olan
bağlılıklarını zedeleyecek nitelikte değildir; Foucoult’un tabiriyle basit,
74
gündelik iktidar mücadeleleridir-ki yeniçerilerin sistemden uzaklaşmasına sebep
olmamıştır.

Tarih yorumcularının geneli Ocak disiplininin ve ülke yönetiminin


bozulmasını Kanuni’den sonra ele alırlar. Halbuki 16. yüzyıl dünyada
Renaissance düşüncesinin oturduğu, yeni düşünsel ve teknolojik paradigmaların
açıldığı, ‘erken kapitalizme’ geçiş dönemidir. Böyle bir zamanda Yavuz’un
doğuya yönelmesiyle sünni kökleri güçlenen bir Osmanlı, Avrupa’nın aksine
kendini yeniliklere kapatmış, dinsel açıdan bağnazlaşmıştır. Bu yüzyılda
teknolojik ilerleme askeri alan dışında topluma neredeyse hiç yansımamıştır.
Kanuni döneminde de yaklaşık yarım asır boyunca hatırı sayılan bir sosyal
gelişim-dönüşüm gerçekleşmemiştir. Sonuç itibariyle Osmanlı değişen dünyaya
ayak uydurmak yerine kendini dünyadan soyutlamıştır. Bunun sonuçları ancak
bir asır sonra kendini gösterir hale gelecektir.

Nitekim Kanuni’den sonraki ayaklanmalar padişahın otoritesine karşı ve


çok daha saldırgan tavırlı oldular. III. Murat, 1582’de ilk defa devşirme
olmayan, ocak bünyesinden yetişmeyen kişilerin ocağa katılmasını mümkün
kılmak durumunda kaldı. Bu tarihten sonra yeniçeriler ilk defa askeri kullar
olarak değil, ‘siyasi figürler’ olarak sultan emrine karşı ayaklandılar. Yemişçi
Hasan Paşa Vakası olarak anılan isyanda yeniçeriler yine sultanın özel
kadrosundan olan kapıkulu sipahileriyle karşı karşıya geldiler. Artık isyanın
dürtüsü ekonomik veya halden rahatsızlık değil; bir nevi ‘iktidar kavgası’dır. 6
Ocak 1603 senesinde kapıkulu sipahileri ayaklanınca Sadrazam Hasan Paşa
Şeyhülislam Ebülmeyamin Mustafa’dan fetva alarak yeniçerilerle sipahileri
birbirine düşürdü. Bu olay yeniçerilerin alanlarını işaretlemesine ve sistemdeki
yerini sağlamlaştırmasına olanak sağladı. Padişahın kullarına karşı zafer
kazanan yeniçeriler, bu olaydan sonra Osmanlı siyasetinin yarı-özerk bir güç
odağı olarak var olmuştur.

75
1622’de zaten ocaklı tarafından sevilmeyen Genç Osman hacca gidince
çoğunlukla alevi mezhebinden olan yeniçeriler devlet bünyesinde hızla
güçlenmekte olan sünni eğilimlere karşı tavır alarak padişahı tahttan indirdiler.

Bu ihtilalle birlikte İstanbul sonraki on yıl boyunca askeri dikta


tarafından yönetildi. IV. Murat’ın ocağı kanlı bir şekilde bastırmasıyla anarşi
devri sona erdi; ancak yeniçerilerle sarayın arasındaki mesafe arttı. İhanete
uğradıklarına inanan ve merkezi otoriteye karşı bağlılıkları azalan yeniçeriler
artık şehri ve sultanı koruyan kullardan çok şehirliyi soyan ve otoriteye itaat
etmeyen bir belaya dönüştü. Teknolojik gelişimlere kapanan kapılar sonucu
yenilenemeyen sistemden ötürü askeriye de zayıfladı ve dönemin teknolojik
yönden güçlü devletleri Rusya ve Avusturya karşısında bozgunlar yaşandı.

Yeniçeriler ayaklandıklarında bazen şehirleri ateşe verirlerdi. 1554’te


yeniçeriler Rüstem Paşa’ya karşı ayaklanarak Amasya’yı yaktılar ve yangının
söndürülmesini engellediler.89 Bazen de kendiliğinden çıkan yangınlar şehri
yağmalamak uğruna söndürülmezdi. 1588’de çıkan yangın yeniçerilerin hem
yağma yapmasına hem de III. Murat’ı protesto etmelerine olanak sağlamıştır.
Sokollu Mehmed Paşa’nın inşa ettirdiği ve Osmanlı’da bilimin sembolü olan
Cihangir gözlemevi ulemanın yeniçerileri kışkırtmasıyla yakılmıştır.

Ocağın kaldırılması Osmanlı tarihinde gündeme pek çok kez geldi, ancak
yeniçerilerin sayıları merkeze rağmen artmaya devam etti. Bu sebepten dolayı
neredeyse devletin son nefesine kadar siyasal sistemden atılamadılar.

89
Goodwin, sf 98
76
1517’de Selim’in Mısır’ı almasıyla halifelik Osmanlı hükümdarına geçti ve
devlet, Sunni Ortodoks çizgisini sağlamlaştırdı. Bundan sonra Bektaşi
öğretisiyle eğitilen yeniçeriler sisteme uymaz bir güç odağı haline gelerek
merkezden uzaklaştılar. Halifeliğin Osmanlı’ya geçmesiyle Erken Osmanlı
döneminden kalan devlet gelenekleri de değişim gösterdi. Bayezit çocuklarının
isimlerini – Musa, Muhammed, Süleyman, Ertuğrul, ve sufi ismi olan Mustafa –
bütün çevre kültürleri entegre etmek üzere koymuşken; son dönem Osmanlı
padişahları adlarının başına “–abd” eki getirerek Sünniliklerini öne çıkardılar.
Önceki dönem Osmanlı hükümdarlarının saçları Moğol tarzında uzunken; son
dönem Osmanlı padişahları müslüman stili kısa saçı benimsediler.90

16. yüzyılda Anadolu’daki Türkmenler üzerinde Şii etkisi İran’ın


desteğiyle artmıştı. Devlet artık başkaldırıya meyilli Aleviler’den bağlarını
kopartmak durumundaydı. Doğu’da, Şah İsmail Alevileri ve Bektaşi düzenini
savunanları yanına çekmeye başlamıştı. Selim, “Büyük Doğu Seferi”ne
çıktığında Anadolu’nun karmaşık yapısını Osmanlı merkezi yönetimine entegre
etmek üzere Şiilerin üzerine yürüdü. Selim 1519’da Kırşehir’de bir Bektaşi
tekkesini, ayaklanan Türkmen kabileleriyle işbirliği yaptığı gerekçesiyle kapattı.
Bundan böyle Osmanlı kendini tekrar tanımlayarak bir Ortodoks Sünni
hegemonyası haline evrildi. Alevilere karşı konumlanmaya başlayan ve Sünni
İslam çerçevesinde yeniden örgütlenen devlet bünyesi, yeniçerilere de şüpheyle
yaklaşmaya başladı. 1577’de Şah İsmail’in yolundan giden bir asi Malatya’daki
Hacı Bektaş türbesinde kurban kesti ve yanına yoldaş topladı.91 Devlet, bu gibi
olaylar karşısında dervişlere para yardımı yapan yeniçerileri dost görmez oldu.

90
IV. Murat bir istisnadır.
91
Goodwin, sf 150
77
Yeniçeriler artık devletin stabilizasyonu önünde bir engel teşkil ediyordu
ancak bir çırpıda sistemden atmak mümkün değildi. Toplumsal olaylar birikim
sonucu ortaya çıkar. Buradan yola çıkarak bir sonraki yüzyıldan itibaren
derinleşerek artan yeniçeri ayaklanmalarının ve sistemden kopuş sürecinin
tohumları Yavuz Sultan Selim döneminde atılmıştır denebilir. Bunun dışında
hazinesini nihai olarak fetihlerle doldurma yönünde örgütlenen ancak artık
genişleyemeyen bir Osmanlı, gelişen kapitalizmin getirdiği altın ve gümüş
enflasyonu ile de ekonomik olarak sıkışmış durumdadır. İyi eğitimli bir ordu
olmasına rağmen yeniçeriler 16. yüzyılın sonlarına doğru devlet perspektifinde
getirisi az ama gideri çok olan bir kurumdur. Buna rağmen sayıları artan
yeniçeriler, sadece ekonomik olarak bile devletin bir numaralı sorunu haline
gelmiştir. Değişen bir dünyada eski model bir örgütlenmeye sahip Osmanlı
giderek topallamaya başladı. Ancak Osmanlı öylesine kemikli kurumlaşmıştı ki,
yeni düzene entegre olmak devleti yıkıp baştan kurmak anlamına gelecekti.
Osmanlı’nın çöküşünün diğer bir sebebi de eski sistem kurumları çerçevesinde
fazla güçlenmesi ve devletleşmesidir.

Siyasi Müdahaleler ve Ekonomik Bozulma:

1544 yılında veziriazam olan Rüstem Paşa ilk olarak Osmanlı parasını
devalüe etti. Arttırılan vergilerle yara almış devlet hazinesi bir süre için dolu
kaldı. Bu sayede yeniçerilere paraları ödenebildi ve olası ayaklanmaların önüne
geçildi. Ancak bu uygulama bir sonraki yüzyıl için daha beter sonuçlar doğurdu.
Selim’in Anadolu’da bastırdığı kaos, Rüstem Paşa döneminde tekrar cereyan etti.
Artan vergiler Anadolu halkını merkezden tekrar uzaklaştırdı. Ekonominin
bozulması ve tımar sisteminin çöküşüne bağlı olarak merkezi otoritenin
zayıflaması sonucunda Celali İsyanları diye anılan Anadolu halkının
silahlanarak merkezi hükümete karşı tavır alması ve çiftçilerin topraklarını terk

78
ederek eşkıyalaşması vukua geldi. 1603’ten 1611’e kadar veziriazam Kuyucu
Murat Paşa’nın sürekli atakları karşısında celali isyanları bir nebze hafifletildi;
ancak hiçbir zaman tam olarak ortadan kaldırılamadı.

Kanuni’nin ölmesiyle ortaya çıkan “otorite boşluğu” yeniçeriler tarafından


zorla dolduruldu. II. Selim’den sonra tahta oturan III. Murat yeni bir
devalüasyon yapmak zorunda kaldı. Bunun sonucunda 1584’te kazan kaldıran
yeniçeriler hazine başkanını, darphane efendisini, ve Avrupa beylerbeyini
öldürdüler. İstanbul’a dönerken de halkı yağmalayıp hırpaladılar. Bu tarz
ayaklanma önceki yüzyıldakilerden farklı olarak devlete karşı bir tavırla ortaya
çıkmıştır. Devletin Bektaşi bağlarını sindirmeye çalıştığı bir dönemde yönetimi
ele geçiren yeniçeriler, Bektaşi dervişlerini 99. Orta’ya kaydettirdi ve ocaklı
sayısının artmasını sağladı. Merkantil kapitalizmin egemen ekonomik sistem
olarak feodal pratikleri değiştirdiği bir dönemde ticaretle içli dışlı olan Bektaşiler
yeniçerilerle beraber hareket etti ve ticareti etkileyecek güce ulaştılar. Yerel
tüccarlarla –Ahiler ve zanaatkarlar – yakın ilişkiler kurdular. Şaraba,
eğlenceye, ve sünni Ortodoks islamın kabul etmediği pek çok şeye sıcak bakan
Bektaşi düzeni, Osmanlı’nın Sünniliğe dört elle sarılmaya başladığı bir dönemde
yeniçerileri merkezden uzaklaştırdı. Yeniçeriler artık halife de olan
sultanlarının kendi çıkarlarını koruyacağına inanmaz oldular. Bu dönemde
sipahiler de melameti düzenine mensup olmaya başladılar. Melameti düzeni
Bektaşiliğin karşısında konumlanan, Nakşibendiliğe daha yakın duran bir
tarikattır.

Genç Osman yeniçerilerin sayısını azaltmak, hatta mümkünse onları


sistemden atmak için çok istekliydi. Ancak Hotin mağlubiyeti üzerine paraları
ödenmeyen yeniçeriler ayaklandı. Bunun üzerine İstanbul’u hacca gitme ve
Sidon’daki ayaklanmayı bastırmak bahanesiyle terk etmeyi planlayan padişah
yerel askerler ve sipahileri toplayarak yeniçerilere karşı savaş açmayı düşündü.
Ancak yeniçeriler padişahı saraydan çıkartmadılar ve veziriazamı doğradılar.
79
Yeniçeriler Osman’ın yerine akli dengesi sağlam olmadığı söylenen Mustafa’yı
kukla olarak tahta oturttu.

Bundan sonra yeniçeriler devlete rağmen güçlendiler ve sistemdeki


yerlerini sağlamlaştırdılar. IV. Murat başa geçtiğinde devlet yeniçerilerin
elindeydi. Toprak üzerinde miras hakkı tanınmayan tımarlı sipahilerin
toprakları terk etmesiyle Osmanlı’nın hinderlandı merkezin kontrolünden
çıkmıştı. Tımara dayalı ziraat yerini çiftliklere bırakıyordu. IV. Murat
çiftçilerden vergi toplamak üzere çiftçiyi soyan vergi tahsildarlarını bölgeye
gönderdi. Tımarlı sipahilerin çözülmesiyle az da olsa toprak sahibi olabilen
köylüler bir kere daha ağır sömürüye tabi tutuldular. Bölgeye gönderilen vergi
tahsildarlarından bazıları yerel halkın tarafında yer alarak güçlendiler. Bunun
sonucunda küçük yöneticilerden oluşan yeni bir sınıf; ayan sınıfı, meydana
geldi. Bu dönemde celali isyanlarıyla başlayan süreç sonucunda dağlar (şehir
dışı alanlar) eşkiyaların kontrolüne geçti. Bazı aşiretler öylesine güçlenmişti ki
merkez üstlerine gitmekten çekinir durumdaydı. Aşiretler zamanla güçlenerek
emirlikler halini aldılar ve Anadolu özerkleşti. Bu durum belki de Osmanlı’nın
parçalanmasını geciktirmiştir; çünkü özerkleşen ve tahtta gözü olmayan Anadolu
emirlikleri kendilerini idare eder duruma gelmiş ve İstanbul’un yönetim yükünü
hafifletmiştir.

IV. Murat’tan sonra tahta geçen İbrahim de yeniçerilerin kuklası


olmuştur. Sonraki padişah IV. Mehmet henüz 6 yaşındayken yeniçerilerin
etkisiyle tahta oturtuldu. 1656’da kaçınılmaz olarak vukua gelen devalüasyon
bir kez daha ayaklanmaya sebep oldu. Yeniçeriler yerel tüccarlar ve eski
hasımları sipahilerle işbirliği yaparak 7 gün boyunca İstanbul’u yağmaladılar.
Birçok devlet adamının kellesi istendi, sultan kabul etmek durumunda kaldı.
Köprülü Mehmet Paşa 14 yaşındaki sultanı tüm yönetim haklarını kendisine

80
vermek üzere ikna etti ve şehirde terör estirmekte olan yeniçerilerin üzerine
yürüdü. 4 bini aşkın yeniçeri cesedi boğaza atıldı.92

Yeniçeriler bir kez daha Köprülüler tarafından disipline edildi. Mehmet


Paşa ve oğlu Fazıl Ahmet Paşa yeniçerilerin sayılarını düzenli olarak azalttı ve
yeniçerilerin karşısına yeni bir ordu kurmaya çalıştı; fakat başarılı olamadı.
Bunun üzerine yeni bir politika ile sefer başına gönüllü/paralı askerler
toplanmaya başlandı. Bu askerler eğitimli yeniçeriler kadar başarılı olmasalar
da savaş kazanıldığında ulufe alıp, kaybedildiğinde dağıtıldıkları için devlet
hazinesine yük olmuyordu. Ayrıca Ocak’tan yetişmedikleri için sonraki
seferlerde kadro sorunu yaşanmıyordu; gönüllü/paralı askerler sonsuzdu. 1683’e
gelindiğinde devlet 200 bin yeniçeriyi savaşa gönderecek kadar sermaye
toplamıştı.93 Bunun üzerine Viyana seferi düzenlendi; ancak başarı
sağlanamadı. Hazinesi tükenen devlet 1687’de tüm terfileri yasakladı.
Anadolu’da kıtlık baş gösterdi çünkü yemek fiyatları tavan yapmıştı. Parasını
alamayan yeniçeriler tekrar ayaklandılar. II. Süleyman halifeliğini kullanarak
verdiği bir fetvada tüm müslümanları ayaklananlara karşı savaşa çağırdı.
Ayaklanma bastırıldı ve ticari vergilerin zayıflatılmasıyla sultan bazı
yeniçerilerin desteğini aldı. 1699’da Polonya, Rusya, ve Venedik’le imzalanan
ateşkes antlaşması bir süredir devam eden “ulema-yeniçeri ittifakı”nı bozdu.
Geçen yüzyıl boyunca ekonomik olarak birbirinden fayda sağlayan bu iki güç
odağı bir sonraki yüzyılda ulemanın sultana yanaşmasıyla baş düşman oldular.

17. yüzyılda ziraatın tımar sistemine bağlı olarak çökmesinin ve celali


isyanlarının da etkisiyle Osmanlı topraklarında şehre göç olgusu başladı. 18.
yüzyılda göç hareketi hızlandı. İstanbul vasıfsız emek gücüyle doldu. Lale
Devri diye anılan dönemde batıcı reformlar hızlandırıldı. Ulema sınıfı reform
hareketine varlığına tehdit olarak gördüğünden sultandan uzaklaştı.

92
Goodwin, sf 172
93
Goodwin, sf 174
81
Yeniçeriler de reform hareketinin arkasında yeni bir ordu kurmak olduğunun
farkındaydılar ve geri plana itilmekten endişe ediyorlardı. 1730’da esnafın
vergileri arttırıldı ve küçük esnaf ağır yara aldı, işsizlik arttı. Yüzyılın ortasına
gelindiğinde sultanın karşısında yeniçeriler, ulema sınıfı, ve İstanbul esnafının
bir bölümü vardır ve devlet yönetilemez haldeydi. Nitekim ilerleyen sahnelerde
fakirleşen halk ulema sınıfının çıkarlarını, sultanın çıkarlarından daha yakın
bulmaya başladı ve ulema sınıfına yaklaştı. Karşısındaki muhalefetin boyutu
sultanın elini kolunu bağladı ve Lale Devri son buldu. Çözülmekte olan Osmanlı
bundan sonra sünni Ortodoks islama dört elle sarılarak kendi içine dönmüş ve
yapıcı reformdan uzaklaşmıştır. Özal’la başlayan benzer bir süreç 1990’lı yılların
Türkiye’sinde yaşandı: Enflasyonist ve ‘batıcı’ denebilecek merkez sağ
hükümetlerinin başarısız yönetimleri sonucunda halk pan-islamist çizgiye
yöneldi.

Devşirme sisteminin II. Mahmut’la sona ermesi ve yeniçeri ocağının


kaldırılmasıyla Osmanlı’nın dağılma süreci ironik olarak hızlandı. Merkezle
bağları tamamen kopan Avrupa kökenli devşirmeler batıda gelişen ülke
bilincinin de etkisiyle kendi topraklarının bağımsızlığını talep eder oldu.

Charles Tilly’nin ifadesiyle “sermaye birikimi şehirleri, zor birikimi


devletleri” oluşturur. Devletin kurulma aşamasındaki konjonktüre göre 3 farklı
devlet tipi gelişmiştir. Zor araçlarının birikim düzeyi düşük, elde edilebilen
araçların yoğun olduğu durumlarda ‘haraç alan imparatorluklar’ oluşur.94
Diğer devlet tipleri şehir devletleri ve ulus-devletlerdir. Haraç alan
imparatorluk olarak gelişen Osmanlı’da zor araçlarının (askeri teknoloji ve
iktidar alanı) birikim düzeyi düşük, elde edilebilen araçların (asker sayısı)
yoğundu. Dışarıdan göçle, bazı diğer orta Asya kavimleriyle karışarak
Anadolu’ya yerleşen kavimler doğal olarak fazla kalıcı yapılar oluşturmadan

94
Tilly, sf 50
82
akınlar yoluyla sermaye ve tahakküm alanı oluşturmak üzere bir yağma düzeni
çerçevesinde gelişmiştir. Sonuç olarak geniş bir askeri yapı ve el koyma
örgütlenmesi geliştirmişlerdir. Orduyu beslemek üzere merkez iktidarın büyük
bir bölümü yerel yöneticilere dağılmıştır ve ileride merkezden kopma olgusu
vukua gelmiştir. Ulusal ölçekte kalıcı devlet örgütlenmesi zayıf olan bu düzen,
sonraları ortaya çıkan yeni düzen çerçevesince örgütlenmiş imparatorluklar
(Prusya, Rusya, Avusturya) ve zor araçlarının birikim düzeyi yüksek ulusal
devletleri karşısında yenik kalacaktır. Fakat Osmanlı’da feodal düzene uygun,
oldukça köklü bir devlet örgütlenmesi vardı. Osmanlı devleti çöküş döneminde
bile zor araçlarının birikimini yüksek, elde edilebilen zor araçlarını yoğun
tutmuştur. Öyleyse Osmanlı’nın modern Avrupa karşısında yenilmesi nihai
olarak bir haraç alan imparatorluk sistemi olmasına bağlanamaz.

Tilly, İmparatorluklar yağma düzeni çerçevesinde kurulduğundan


kemikleşmiş örgüt yapıları yaratamaz diyor ve sonucunda ordu finansmanı zora
girerek iktidarı kısacağını belirtiyor. Osmanlı hazinesi özellikle kapitalist dünya
sisteminin örgütlenmesiyle yaşanan gümüş bolluğundan yara almıştır ve sayıları
fazla artan yeniçerileri finanse etmekte zorlanmıştır. Ancak silahlanmada hep
son modayı yakalamış Osmanlı’da ordu formasyonunun modernleşmesinin
sağlanamaması da yenilgi için önemli bir etmendir. Osmanlı devleti ulusal
devletlere karşı niteliksiz asker çıkartmasından ziyade modern dünyaya ayak
uyduracak tarihsel gelişimi parçalı yaşadığından dağıldı. Sınıfsızlaştırılan bir
toplum kapitalistleşemedi ve gelişen bir burjuva olmadığından eski düzen
çerçevesince yoğun olarak kurumsallaşmış Osmanlı devletini dönüştüremedi.
Buna karşın bir hanedan yapısı hatta uzun süredir bağımsız bir devlet yapısına
sahip olmayan toplumlar Osmanlı’dan koparak kısa sürede ulus-devletler
oluşturabilmişlerdir.

Osmanlı’nın modernleşememesinin bir sebebi de eski düzende üstün


başarı gösterdiğinden feodal düzene bağlı olarak yoğun şekilde örgütlenmiş
83
olmasıdır; çünkü başarılı bir sistem köklü örgütlenecektir ve değişime
direnecektir. Yunanistan, Osmanlı’dan önce ulusal devlete geçtiyse, bunun
sebebi köklü bir feodal geçmişinin olmamasıdır. Devletin elindeki sermayenin
yetersizliği bir neden değil, sonuçtur.

Hiçbir sistem mücadele verilmeden değiştirilemez; çünkü sistemin


sömürücü konumunda olanları her zaman değişime soğuk bakacaklardır. Fransa
gibi Avrupa ülkelerinde kralların tahakküm alanları ve zor kullanım kapasiteleri
hayli yoğundu, ancak gelişen kapitalistler nihayetinde hükümdarların iktidar
alanlarını daralttı. Osmanlı’da ulema sınıfı ve asker dışında sultanın otoritesini
kısacak yeni bir güç odağının gelişmesi için imkan yoktu, çünkü toplum Fatih ile
aristokrasiyi sindirmiş ve sınıfsız örgütlenerek evrilmişti.

Hükümdarın mutlak yönetimini ve örgütlenme modelini sorgulayacak


farklı güç odaklarının (kapitalistlerin) oluşamaması Osmanlı’yı tarihsel
gelişimde geri bırakmıştır. Bir devletin topraklarındaki toplumsal sınıfların
örgütlenişleri ve devletle ilişkileri iktidar sahiplerinin kaynaklara el koyma
biçimini doğrudan etkiler.95 Osmanlı’da zorun yoğunluğu ve zor birikiminin
yüksekliği, ulemanın toplum üzerindeki daraltıcı etkisiyle birleşince toplumsal
alan genişleme imkanı bulamamıştır.

95
Tilly, sf 61
84
SONSÖZ

Sonuç olarak Merkantil dönemin sonundan itibaren sanayileşen Avrupa’da


gelişen burjuva iktidarı sayesinde kapitalist devletler savaşlar için daha çabuk
sermaye bulma avantajını yakaladılar. Osmanlı devleti ise geniş bir “zor
örgütlenmesi”ni hazırda bulundurmasına karşılık lojistik olarak hareket ve
savaş için örgütlenebilme kabiliyetini yitirmeye başladı. Osmanlı’nın çöküşü
sistemi oluşturan öğelerin yeni düzende fonksiyonlarını yitirmesinden
kaynaklanır. Tek tek devletin kurumlarında sorun aramak yetmez. Asıl sorun
devletin inşa edildiği temelde yatar. Yeniçeriler kurumsal yapılarıyla ve kültürel
pratikleriyle 17. yüzyıldan itibaren bir sorun haline gelmiştir; ancak Osmanlı
devleti için her zaman önemli bir örgüt niteliğini taşımıştır. Osmanlı devleti
yeniçerilerden ayrı düşünülemez. Yeniçeriler, faydaları ve zararlarıyla
yüzyıllarca Avrupa’yı titreten bir teşkilat olmuştur ve hala günümüzde
toplumsal pratik alanında varlığını sürdürmektedir.

85
KAYNAKÇA

Ord. Barkan, Ömer Lütfi. Feodal Düzen ve Osmanlı Tımarı. Türk


İktisat Tarihi Semineri. Hacettepe Uni. Boğaziçi Üni. İktisat, Eğitim ve
Araştırma Projesi Seminer Çalışmaları. 8 – 10 Haziran, 1973.

Becker, C. H. Der Islam: Zeitschrift für Geschichte und Kultur der


Islamischen Orients. Walter de Gruyter & co, 1965.

Prof. Dr. Cin, Halil. Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin


Bozulması. Boğaziçi Yayınları, 1985.

Çamuroğlu, Reha. Yeniçerilerin Bektaşiliği ve Vaka-i Şerriye. Ant


Yayınları , 1991.

Çelik, Seydi. Osmanlı’dan Günümüze Devlet ve Asker. Askeri


Bürokrasinin Anayasal Sistem İçerisindeki Yeri. Salyangoz Yayınları, Ocak
2008.

Goodwin, Godfrey. The Janissaries. Saqi Books, 1997.

Prof. Dr. Halaçoğlu, Yusuf. XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda


Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı. Türk Tarih Kurumu, 1991.

İnalcık, Halil. “Military and fiscal transformation in the Ottoman Empire,


1600-1700.” [Peeters-Leuven. Archivum Ottomanicum VI] 1980.

86
İşgüven, Hazım. Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi Osmanlı Devri
Otlukbeli Meydan Muharebesi (11 Ağustos 1473) [Cilt: III/2 Ek]
Genelkurmay Basımevi, 1986.

Koçu, Reşad Ekrem. Yeniçeriler. Koçu Yayınları [Nurgök Matbaası],


1964.

Moalla, Asma. The Regency of Tunis and the Ottoman Porte: (1777-
1814). Routledge, 2004.

Palmer, J.A.B. The Origin of the Janissaries. [Bulletin of the John


Rylands Library: Vol 35 No 2]. Manchester University, Mart 1953.

Sevinç, Necdet. Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Düzeni. Erenler


Matbaası, 1985.

Shaw, Stanford J. The Origins of the Ottoman Military Reform. The


Nizam-ı Cedid Army of Sultan Selim III. The Journal of Modern History,
[Vol 37; No 3] Eylül, 1965.

Şakir, Ziya. Tanzimat Devrinden Sonra Osmanlı Nizam Ordusu


Tarihi. Çeltüt matbaası, 1957.

Şimşek, Veysel. Ottoman Military Recruitment and The Recruit:


1826-1853. Tez. Eylül, 2005.

Tilly, Charles. Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu. İmge


Kitabevi Yayınları, 2001.

Doç. Dr. Timur, Taner. Osmanlı Toplumsal Düzeni Kuruluş ve


Yükseliş Dönemi. Turhan Kitabevi, 1972.

Ord. Prof. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. Osmanlı Devlet Teşkilatından


Kapukulu Ocakları II. Cebeci, Topcu, Top Arabacıları, Humbaracı, Lağımcı
Ocakları ve Kapukulu Süvarileri. Türk Tarih Kurumu, 1988.

87
Werner, Ernst. Büyük Bir Devletin Doğuşu – Osmanlılar (1300 –
1481) 2. Halk Ayaklanmaları ve Askeri Feodalizm. Alan Yayıncılık, Ocak
1988.

Prof. Dr. Yücel, Yaşar. Osmanlı Devlet Teşkilatına Dair Kaynaklar –


Kitab-ı Müstetab – Kitabu Mesalihi’l Müslimin ve Menafii’l Müninin –
Hırzü’l Müluk. Türk Tarih Kurumu, 1988.

88

You might also like