You are on page 1of 58

A ’DAN Z'YE YAŞAR KEM AL

Alpay Kabacalı

KİTA P T A SA RIM I
Yetkin B aşarır

K İTA P-LIK D E R G İS İN İN A R M A Ğ A N ID IR

6 8 . S a y i, O c a k 2 0 0 4

© Yapi K re d İ K ü lt O r
S a n a t Y a y in c ilik T İ c a r e t v e S a n a y i A.Ş.
İstiklal C addesi N o. 285 Beyoğlu 3 4 4 3 3 İstanbul
T elefon : (o 2 12 ) 2 5 2 4 7 00 (pbx) F aks: (o 2 12 ) 29 3 0 7 23
http://w w w .yaplkrediyayinlarl.com
h ttp://w w w .shop.superonline.com /yky
h ttp://w w w .telew eb.com .tr
e-po sta: ykkultuRiDykykuItur.com .tr

B A SK I VE C İL T
Prom at
Sunu

Bu dizinin amacı, konu alınan yazarın yerlemlerini (koordinatlarını)


uermek, okura bir anahtar ya da “ rehber” sunmak... Amaç bu olunca, A’ dan
Z ’y e Y a ş a r K e m a l’i hazırlamak kolay gibi gö zü ktü bana başlangıçta.
Ama, çalışma ilerledikçe, “ Dünya edebiyatının deui” olarak nitelenen Yaşar
Kemal’i bu küçücük “ rehber”e sığdırmakta epey zorlandığımı belirtmeli­
yim. Onca roman, röportaj, hikâye, yazı ve bunlarla iç içe geçen dolu dolu
bir yaşam... Bir başka anlatımla, "romanlarıyla nerede kesişip nerede ayrıl­
dığını kestirmenin güç olduğu renkli bir hayat”...
Sonuçta, kitapçıktaki “ madde” leri belirlerken elli yıla yakın bir dö­
nemden bu yana Yaşar Kemal okuru olmanın, hemen hemen kırk yıldır
onun yakınında bulunmanın sağladığı kazanımlardan yararlandığımı söy­
leyeceğim. Bu kazammlarıma karşın, böyle bir çalışmada Yaşar Kemal’le
okur arasına girmeyi doğru bulmadım. Birçok “ madde”, onun yazı ve ko­
nuşmalarının ilgili bölümlerinden oluştu. Benim hazırladığım “ madde” ler-
de de büyük ölçüde yine onun anlatımlarından yararlandım.
Bu çalışma Yaşar Kemal’i “A’dan Z’ye” yerebilecek mi, yoksa A’sını
yansıtmaktan öte bir işleui olmayacak mı?
Bu sorunun yanıtını, elinizdeki kitapçığı hazırlayandan beklemeye­
niz.
Alpay KABACALI

Y A Ş A R KEMAL 3
AĞITLAR

A ğ ıtla r, Y aşa r K e m a l’ in ilk gö z ağrısı... İlk kitabı da ağıtlar


üzerine (Ağıtlar I, A dan a Halkevi Yayını, 19 4 3 ) ... “ Y a ş a r K e m a l” o l­
m ad a n önce, Kem al Sadık G ö ğceli iken başladı ağıt derlem elerine.
Kitap da bu imzayla çıktı. Kendisi, şöyle anlatıyor:
“ Ağıtları 1 9 3 9 - 1 9 4 2 yılları a ra s ın d a d e rle m e y e b aşlad ım .
D o ğd u ğu m köy olan Hem ite köyün d e (şimdiki adı G ö k ç e d a m ) ö lü ­
lere ağıt yakılırdı. Bu g e le n e k ç o c u k lu ğ u m d a n bu y a n a sürüp g e li­
y ordu. Bir d e Torosların ardından Ç u k u ro v a ’ya Avşarlar iniyorlar,
yazın pa m u k ta, çeltikte, orakçılıkta çalışıyorlar, kışın da kışlıyor,
kök söküyor, çift sürüyorlar, ark kazıyorlardı. Bu Avşarlarda d a ağıt
g e le n e ğ i olduğu gibi sürüyordu. Onların ağıtlarını da bizim ovanın
kızları, âşıkları öğreniyorlardı. T o ro slar’da , M a r a ş ’ ın Andırın ilçesi­
nin G ö kah m etli köyünde iki kızkardeş yaşıyordu. Bunlardan birisi­
nin adı H asib e Hatun, ötekinin adı Telli H atun’ du. H asibe Hatun
Kadirli’ den M ustafa A ğa ile evlenm iş, ovaya inmiş, Telli Hatunsa
köyünde kalmıştı. Bu iki kızkardeşin ailesi Torosların soyluların-
dandı. D ağlard a, o va d a ağıtçılıkta büyük ünleri vardı. O nlar hangi
ölüye ağıt y a k m a y a gitm işle rse o ölü sağ lığın d a kin d en d e çok d e ­
ğ e r kazanıyor, saygınlaşıyordu. Onların ağıtları dillerden dillere de
dolaşırdı. Ben ilk a ğıt derlem elerini Hemite köyünde yap tım . İlk
ağıdı M edine M u stafa ’ nın karısı Kara Z e y n e p ’ten aldım . Sonra Ha­
sib e H atu n’ a gittim. O bir âşıktı da. O ndan da hem kendi, hem de
başkalarının ağıtlarım yazdım . Toroslara Telli H atuna gittim , kendi
ağıtlarını, Avşar ağıtlarını de rledim . Sonra Torosları d o la şm a y a
b aşlad ım . Yaya, elim de kiraz a ğ a cın d an bir d e ğ n e k köy köy d o la şı­
yor, ö n ce köylülere O sm aniyenin G ebeli köyünden M urtaza’ dan,
Küçük M e m e t’ten; Kazm acalı G ü d ü m e n A h m e t’ten öğre n d iğ im
Köroğlu hikâyesini anlatıyor, köylülerle yakın ilişkiler kuruyor, o n ­
dan sonra da kadınlardan ağıtlar derliyordum . Bu sıralarda da şiir­
ler yazıyor, yayım lıyordum . 19 4 0 yılında Arif Dino, Abidin D ino’yla
tanıştım . Ağıtları, derled iğim birkaç tekerlem eyi Abidin D ino’ya
verdim . Abidin Dino ağıtlara, tek e rlem e lere hayran kaldı. Ağıtların
yayım lan m ası için çok uğraştı. O z am a n lar Ferit Celal G ü ven, Hal­
kevleri G e n e l B aşkanı ve A dan a Milletvekiliydi. Abidin Dino bu ağ ıt­
ları Ferit Celal G ü v e n ’ e verdi. Ferit Celal Güven ilk ağıt derleyenler­
dendi. Folklora, o çağın politikacıları yabancı değillerdi. Ya d erle­
m eler y ap m ışlar, ya bir d e rlem e ciy e yardım etm işlerdi. Topladığım
ağıtların küçük bir kısmını Ferit C elal Güven o günlerin A dana Hal­
kevi B aşkanı Basri A rsoy’ a verdi. Kitap da 19 4 3 yılı g ü z ü n d e Ağıtlar I
diye yayım landı. B ölg e d e o kad a r çok ağıt vardı ki, her kadın o ka­
d a r çok ağ ıt biliyordu ki, ben d e kadınlardan ağıt derlem en in y o lu ­
nu ö ylesine ustalıkla b ulm u ştu m ki, ağıtlardan ciltlerle kitap ya-
y ım layab ilecektim . Şim diden elim de birkaç kitaplık ağıt d a h a va r­
dı. Halkevi her yıl bir ağıt kitabı çıkarmayı tasarlam ıştı. Ben d e Hal­
kevinden aldığım o paralarla yeni folklor derlem eleri yap ac ak tım .
N e d e n se birinci kitaptan sonra o iş suya düştü.
Sonra 19 4 6 yılından ben Türk Dil Kurum uyla anlaştım . Ağıt­
ları, tek erlem eleri on lara verdim . Kitap yap ac ak lard ı, on lar da y a p ­
m a d ıla r.”
Y a ş a r Kem al, bu ağıtları ilk kez i 9 9 i ’ de yayım lan an Ağıtlar
adlı kitabında to plad ı. Kitaba, ağıtları konu alan uzun bir incelem e
yazdı.

â ş ik Kem al

Ç ocu klu k yıllarının K a rac ao ğ la n şiiri bilmeyenlerin a yıpla n ­


dığı Ç u ku ro va sı’ nda, yö redeki halk şairlerini, destancıları dinleye
dinleye b üyü m ü ştü . Altı yedi yaşların dayken o da şiirler sö y le m ey e
b aşlam ıştı. Önceleri yalnız ço cu klar dinliyordu onu, sonra büyükler
d e din le m ey e b aşladılar. Daha o k u m a y az m a öğre n m em işti. Kö­
yü nde okul yoktu.
Anası, onun halk şairi olm asını hiç istem iyordu. O ysa, “ Bu
ev, A bd ale Zeyniki’ nin diz çö kü p d estan söylediği evdir,” diye övü ­
nülüyordu evinde... Aile d a h a Ç u k u ro v a ’ya g ö ç m e d e n , büyük Kürt
halk şairi, destancısı A bd ale Zeyniki evlerine konuk olup destan
söylemişti. Eve g e le n kimi k onuklar ve Kürt destan cılar, hep ondan
söz ediyorlardı.
Kem al Sadık, d e m e k ki, hiç ayırdına v a rm a d a n , evin içindeki
A bdale Zeyniki sö y lencesin d en ve çevredeki halk şairlerinden etki­
lenmişti. S öyledikçe söylüyordu...
Adı “ Âşık K e m a l” e çıktı, Ç u k u ro v a ’ da yayılm aya b aşladı...
İlkokulun son sınıfındaydı. Yukarı Toroslardan ünlü destancı
Âşık Rahmi geldi. B ir g e c e K e m a l’ i onun karşısına çıkardılar. Ö ğ re t­
meni şair, folklorcu Abdullah Zeki Ç u ku rova da oradaydı. Âşık Rah-
m i’yle s a b a h a k ad a r çakıştılar. S abahleyin Âşık Rahm i, on a küçük
bir saz a rm a ğ a n etti. Ö ğretm en i d e çok ö vündü, n eredeyse kutsadı
ö ğrencisini... Âşık Rahm i dedi ki:
“ İlkokulu bitirip d e diplom an ı alınca benim köyüm e g e l. S e ­
ninle birlikte bütün A n a d o lu ’yu köy köy, k a s a b a kab a dolaşır, d e s ­
tanlar, türküler söyleriz. Sen de yetişirsin.”
K e m a l’ in K a rac ao ğ la n gibi bir âşık o lac ağ ın d a n hiç kuşkusu
yoktu.
İlkokulu bitirip d e diplom asın ı alınca, tam bir ay ikircik için­
d e kaldı Kem al. Uykusuz g e c e le r geçirdi. Ya A d a n a ’ya ortao ku la g i­
d e ce k , ya da Âşık R a h m i’ye doğru dağların yolunu tu tacaktı... S o ­
nunda ortaokula gitmeyi y eğ ledi.
Kısa b irs ü re halk şairlerinin yo lu n d a şiirleryazdı. Sonra b u n ­
dan vazgeçti, d ö nem in ç a ğ d a ş şairlerinin y o lu n d a gitmeyi yeğ le d i.
“ Âşık K em aP’ lik, folklor derlem eleri y ap arke n işine yaradı.
Köylere ağıtları, öteki halk edebiyatı ürünlerini derlem e y e gittiğin­
de , Köroğlu kollarını a n la tm a k la işe başlıyordu. Köy kadınları “ Âşık
Kem al g e lm iş ” diye çevresind e top lan ıp anlattıklarını dinliyorlardı.
“ Şimdi de siz söyleyin” diyerek derlem e y e girişiyor, her söyleneni
sarı defterlerine geçiriyordu.

Ço cu k

“ Benim rom an larım a, hikâyelerim e b ak a rsan , ağırlığı olan


iki insan tipi var. Biri çocuklar, biri yaşlılar. Ben çocukları çok s e v e ­
rim. Onları a n la m a y a çalışırım sevm ekten da h a çok. Ben çocuklara
çocu k gibi d a v ra n m a m . Bir çocu kla ilişkim, d o stlu ğu m , arkadaşlı-

Y A Ş A R KEMAL 7
ğım varsa, o benim a rk ad aşım d ır, ço cu k değildir. Ç o cu k gibi b a k ­
m a m . Ayrı bir insan türü gibi b a k m a m . Niye bu böyle? İnanm adım
hiçbir zam an çocukların, insanların çocu klara davrandığı gibi ç o ­
cuk olduklarına. B asb ay a ğı in s a n d ıro n la r . Ç o k şeyler ö ğ r e n m e m iş ­
tir d a h a , zenginliği a z d ıry a ş la n m ış insanlara karşılık, d a h a az y a ş a ­
mıştır, a m a dü p e d ü z insandır. Anaların b ab aların ço cu klara yap tık ­
ları inanılmaz b irzulü m benim için. Ayrı b iry aratık m ış gibi bakıyor­
lar. Korkunç baskılar yapıyorlar. Baskılar, dayaklar, öğü tler ca n ın ­
dan usandırıyor çocukları. Ya da şım artıyorlar şefkatle, o k şam a y la.
Ç ocu k, insanlıktan çıkıyor her iki halde de. Yine benim çocu klarda
s ap tad ığım bir şey var, bütün çoc u kla r evlerden k açm a k istiyor. B e ­
nim bu b ira ra ş tırm a m d ır. Derinliğine indiğin zam an her çocuk, bir
eli y a ğ d a , bir eli b ald a bile o lsa, k aç m a k istiyor. Ç o cu k , d ü n yam ız­
d a rahatsız bir kişidir. Bu, dünyamızın da bir sorunu. Bu k ad a r kö­
tü yetiştirilen, bu k ad a r kötü davranılan in sanlar büyüdükleri za ­
man yarım oluyorlar. S avaşların, kötülüklerin nedenlerini ararsak,
tem eld e , çocuklukta insanların b aşlarından g e ç e n le r karşımıza çı­
kıyor. Bir gü n dünyam ız g e rçe k bir barışa, insanca bir y a ş a m a ka­
v u ş a c a k s a ço cuklara davranışım ızın d e ğ iş m e s i gerekiyor. Bu, d ü n ­
yanın hiçbir yan ınd a san ırsam yapılm ıyor. Dünyadaki eğitim d ü z e­
ni d e b erb at bir düzen. Dünyayı öğretecek leri, insanı öğretecekleri
yerd e dünyayı ve insanı ezberletiyorlar. Nasıl olmalı? Elbet e ğ itim ­
ciler u ğraşıyorlar bunun ü stünde. Bir Pestalozzi çıkıyor, bir adım
ileri atabiliyor. Ezberletm ek yerine g ö s te r m e k hiç o lm azsa. Am a bir
gü n insanoğlu gerçek ten iyi bir dünya kurarsa tek gid e c e ğ i yer, ez­
berci ya da gö re rek eğitim değil, y a şa y ara k eğ itim d ir.”

Ço cu k lu k

Y a ş a r Kem al, bol kayalıklı bir köyde, H e m ite’de d o ğ u p b üyü ­


dü. Köyde ç o ğ u n c a evlerin duvarlarını kam ıştan , damını sazdan y a ­
pıyorlardı. Böyle evlere “ h u ğ ” deniyordu. Renk renk toprak vardı
b urad a: Mavi, sarı, kırmızı... Dileyen, bu toprakla dilediği renkte
boyuyordu evini...

Y A Ş A R KEMAL S
Köye, so n rad an G ö k ç e d a m adı verildi. O z a m a n la r köy, şim ­
diki gibi O s m a n iy e ’ye değil, Kadirli’ye bağlıydı.
Burası eski ç a ğ la rd a Kilikya ovasıydı, önem li bir bölgeydi.
Ç u k u ro v a ’ nın karnına doğru yü rü m ü ş kayalık bir dağın k o y ağ ın d a ­
ki H e m ite’ nin ö n ü n den C eyh an ırmağı akıyordu. Koyağın gü nb atı-
sındaki sivri kayalığın üstün d e o rta ça ğd a n kalm a Anavarza kalesi
yer alıyordu. Irmağın ötesin d e A kdeniz’ e kad a r hep deniz gibi g ö ­
züken , mavileyen düz bir ova uzanıyordu. Irmağın biraz ilerisinde,
G e ç Hitit dö n em i yerle şm esi K a rate p e vardı. Sonrad an Prof. Bos-
sert ve Prof. Halet Ç a m b e l ’ in çabalarıyla kazılar yapılıp açıkhava
m ü zesine dö n ü ştü rü le ce k olan kalıntıların yer aldığı bölge...
Köyde, 1 8 9 5 ’te yerleştirilmiş Tü rkm en ler yaşıyordu. Y aşa r
K e m a l’ in ailesi buraya 1 9 1 5 ’te yerleşm işti (bk. Göç).
Bab ası Sadık, uzun yıllardan sonra d o ğ a n biricik ço cu ğu n un
ü stüne titriyordu. Her yıl onun için k u rbanlar kestiriyordu.
Kem al üç b uçuk yaşlarındaydı. O yıl da ku rb an lar evin avlu­
s u na getirilmiş, koyunların ayakları bağ lan m ıştı. Halasının kocası
bir koyunu kesti, karnını yararken bıçak deriden kaydı, karşıda d u ­
ran K e m a l’ in s a ğ gözünün üstüne sap lan dı. O gözü bir d a h a g ö r ­
medi.
B un dan biryıl sonra, b ab a sı ca m id e nam az kılarken bıçak la­
nıp öldürüldü. Kem al oradaydı. B abasını, V a n ’ dan gelirken ö lü m ­
den kurtarıp besleyip büyüttüğü oğu llu ğ u Y u s u f bıçakladı. O a k ­
ş a m , s a b a h a kadar, yü reğim yan ıyor diye ağlad ı Kem al. Ve k ek e m e
oldu. K ekem eliği on iki y aşın a kad a r sürdü. Yalnız türkü söylerken
kekelem iyord u. Sonra nasıl geçtiğini hiç an ım sam ıyor.
Uzun yıllar babasının ö ld ü ğ ü n e inanm adı. Onun m ezarına
da gitm ed i. Mezarlığın yanından bile g e ç m e d i. Ö ldüğü için, kırıl­
mış, küsm üştü b ab a sın a.
B ab ası S a d ık ’tan çok şey kalmıştı. Tahir am cası paraları d a ­
ğıtıp bitirdi. Dört yıl sonra ellerinde a vuçlarında hiçbir şey k a lm a ­
mıştı. O sıralar a m c a s ı, K e m a l’ in anasıyla evlendi, iki karılı oldu.
Evde d e hır g ü r başladı.
K em al, evde ve köyde do ku nulm azlığı olan tek kişiydi. B u ­
gün “ h ip e r a k tif ’ denilen çocu klardan dı. Köyün çocuklarını da tür­
lü m ace rala ra , yaram azlıklara sürüklüyordu.
Ç o cu k lu ğ u n u n krallığında n e le ry o k tu ki... Ç iğ d e m le r, b a b a ­
sını öldüreni öldü rtm ek için uğraşlar, bir al tayı ovalarca k oştu rm a ­
lar, keklikler, kartallar, kartal yu valarına tırm an m a , böğürtlen t o p ­
lam a, C eyh an ırm ağın da y ü zm e ler, boyunu a şa n ekinler arasın d a
tavşan yavrusu a ram ala r, Anavarza kalesinin yıkıntıları arasın d a
renkli sera m ik parçaları to p la m a , akarsu ya dü şen yıldızlar, suyla
akıp gid en bulutlar, bir gü n ulu denizi g ö re b ilm e k dü şü ...
Anlatılam ayacak k ad a r zengindi o krallık. D o ğ ad a her y a r a ­
tık, her renk, koku onu sevinçten delirtiyor, kendinden geçirtiyor­
du. D urm adan tü rküler söylüyordu. Köyde adını Deli Kem al koy­
muşlardı.
O nca rom anında a n lata a nlata bitirem ediği çocukluk d ü n y a ­
sının bir yanı kan içindeydi, bir yanı düşlerin b ü y ü sü n d e ... Bir y a ­
nında ç a n ga l bıyıklı kanlı eşkıyalar, at hırsızları, bir yan ın d a büyük
destan cılar, bir yan ınd a tüyden ince K a ra c a o ğ la n ’ lar, bir yan ınd a
18 6 5 Kozanoğlu başkaldırısının şiirini söyleyen, Türk tarihinin en
büyük başkaldırı şairi D ad aloğlu ... Kem al, bir gü n saz şairlerinin
dizi dibind e, bir gü n bir definecinin ardında...
Annesi N ig ar Hatun, biricik ço c u ğu K e m a l’ in üzerine titriyor­
du. O ğlunun “ Âşık K e m a l” olarak tan ınm asını, halk şairleri gibi şi­
irler sö ylem esini hiç istem iyordu. O nlar gibi olursa başını alır gider,
yu vadan uçardı...
Bir gü n , babasının - b u g ü n k ü d e y iş le - koruması olan, Sa-
dık’ ın öldü rü lm esind en son ra da eşkıyalığa b aşlayan Zalanın O ğlu,
Toroslard a ca n d a rm a la r c a öldürüldü. Y u m u şa k , tatlı, g ü le r yüzlü
bir a d a m d ı Zalanın O ğlu. Bazı g e ce le r, yan ın d a beş eşkıya, K em al­
lerin evine gelir, ona a rm a ğ a n la r getirirdi.
Onun ölüm haberini alır alm az Kem al uzun bir ağıt yaktı.
A nasına da söyledi. Anası, ilk olarak bu türküsünü sevdi, ilk olarak
şiir sö y le m esin e ses çıkarm adı.
Bir süre ön ce köye bir çerçi gelm işti. Köylü kadınlara istedik­
lerini borca veriyor, bir deftere yazıyordu. Sekiz yaşlarındaki Kem al,
çerçiye bu yaptığının ne o ldu ğu n u sorm u ştu . Ç erçi, “ Y azıyorum ,"
dem işti, “ son ra yazdığımı o kuyorum , böylece kimin ne k ad a r bor­
cu old u ğu n u u n u tm u yo ru m .” H em ite’ d e hiç o kur yazar yoktu. K ö­
yün imamı Fettah Hoca bile yazı yazam ıyordu.
H e m İt e k ö y ü n ü n A n a v a r z a k a l e s i n d e n g ö r ü n ü ş ü
K em al, Zalanın Oğlu ü stün e yaktığı türküyü anasının s e v m e ­
si üzerine öyle bir co şk u y a kapıldı ki... Bu co şk u , belleğind eki ağı-
dı sildi. Ertesi s a b a h uyanınca ağıdı tü m ü yle unuttuğunu anladı.
D em ek, u n u tm am ak için y a z m a k gerekiyord u .
Artık dokuz yaşların daydı. Arkadaşı M eh m et, H e m ite’ye bir
sa a t uzaklıktaki Burhanlı köyünün ilkokuluna başlam ıştı. O da ka ­
rarını verdi. Okula yazılacak, üç a yd a o k u r y a z a r o lac ak , bir d a h a da
söylediklerini unu tm ayacaktı...
Bir s ab a h M eh m e t’ le birlikte yo la düştü. Salla C eyh an ırm a­
ğını ge çip Burhanlı köyüne gittiler. Köyün öğ re tm e n i Ali Rıza Beyin
yan ına vardı, “ Ben o k u m a y a g e ld im ,” dedi. “ O lu r,” dedi ö ğ re tm e n .
Sonra kafa kâğıdını sordu. Yok. A yakkabısı, kalem defteri d e yok...
Giyitleri yırtık pırtık... Ö ğre tm en kafa kağıtsız, ayakkabısız okula
g e le m e y e c e ğ in i a n la tm a y a çalışıyor, Kem al y em in le r ediyordu ki üç
ayd a o k u r y a z a r olac ak , d a h a fazla b aşın a bela o lm ay a ca k ... S o n u n ­
d a Ali Rıza Bey yirmi b eş kuruş verdi; “ Git k endine de fter kalem a l ,”
dedi. Sonra onu bir sınıfa soktu, eline bir a lfa b e tutuşturdu. Kem al,
a lfa b e d e ki nar resim lerine hayran oldu. Bütün gün defterine nar re­
simleri çizdi, g ö rd ü ğ ü bütün harfleri yazdı. Defter dold u. Bununla
da yetin m ed i. Eve d ö n ü n ce , b uld u ğ u bütün kâğıtları, hatta M eh ­
m e t’ in defterini doldurdu.
Ertesi gün a m ca sı onu k a s a b a y a gö tü rd ü. B eş defter, bir d ü ­
zine kalem aldı. Sonra güzel b ira y a k k a b ı, b irş a lv a r, b ir g ö m l e k , bir
de okul kasketi...
Üç ay sonra artık ga z e te bile okuyordu. D ağlara ta şla ra , bul­
du ğ u kâğıtlara, duvarlara yazılar yazıyordu. Ö ğ re tm en in e gid ip t e ­
şekk ü r etti, artık sözü n d e du rm a, okuldan ayrılma zam anının g e l ­
diğini söyledi. Ö ğre tm en izin verm edi. Birinci s ın ıf böylece bitti.
İkinci ve sonraki sınıfları k a s a b a d a oku du , akrabalarının yanınd a
kalarak...
İlkokul bitince, Kadirli’ den yola düzülüp yüz beş kilometrelik
yolu yaya yürüyerek ortao ku la yazılm ak üzere A d a n a ’ya gitti. O n ­
dan son ra girip çıkm adığı iş k alm adı, nice serü venler y aşa d ı...
Çukurova

“ Ç u ku rova yalnız d o ğ d u ğ u m b ü y ü d ü ğ ü m yer değil, bir b ak ı­


m a rom anım ın vatanıdır. Örneğin İstanbul’ da, A nkara’ da , d ü n y a ­
nın h erh an gi bir yerinde rastladığım bir olayı, bir insani davranışı,
bir rom an kişisini rom an yazarken Ç u k u ro v a ’ya, Ç u ku ro va ’ nın ko­
şullarına, iklimine taşıyorum . R o m a n larım d a fayd aland ığım birçok
kişiler, davranışlar, psikolojik du rum lar, yaratışlar yalnız Ç u ku ro ­
v a ’ da öğrendiklerim değildir. Ben Ç u k u ro v a ’yı yeniden ro m a n la ­
rım da yaratıyorum . Yine tek rar ed eyim , benim d o ğ d u ğ u m , büyü ­
d ü ğ ü m g ü n ey , yalnız benim o ld u ğu m b ü y ü d ü ğ ü m y er değil; benim
rom anım ın vatanıdır. R o m a n d a yarattığım , işlediğim b en ce, yeni
bir rom an ülkesidir.
O rad a bir rom an ülkesi k u rm a m a karşın günü g ü n ü n e Ç u k u ­
rova’ nın her şeyiyle, eko n om ik, psikolojik, sosyolojik bütün d u ­
rumlarıyla ilgileniyorum. En iyi bildiğim tarih, co ğ rafya Çukurova
tarihi ve co ğrafyasıdır. Ç u k u ro v a ’da köy köy d o la şa ra k , hem d e y a ­
ya, folklor derlem eleri yap tım . Hem d e b eş yıl. Ağıtlar, t e k e r le m e ­
ler, türkülü hikâyeler, b ilm eceler derledim . İlk kitabım, 19 4 3 yılın­
da yay ım la d ığım , Ç u k u ro v a ’ dan derlenm iş Anıtlar adlı kitaptır. Köy­
lülük du ru m u benim için, d o ğ a karşısından bin yıllardan bu y an a
davranışını belirlem iş insanlıktır. Köklü psikolojik, sosyolojik d u ­
ru m lardır.”

* * *

“ B ana du rm ad an sorulan bir soru var. Bir kon fe ra nsta , New


Y ork’ta bir kişi d e b an a niçin hep Ç u k u ro v a ’yı yazıyorsunuz, diye
sordu. Ben d e o n a şu karşılığı verdim , ben mi yalnız Ç u k u ro v a ’yı
yazdım , öyle mi sanıyorsunuz, bakın size söyleyeyim , şu dü n ya y a ­
zarları içinde Ç u k u ro v a ’yı yazan tek kişi ben değilim ki, Kafka da,
Jo y ce da , Tolstoy da , Dostoyevski de, Ç eh o v da , Balzac da , Stendhal
da ... Herkes herkes Ç u k u ro v a ’yı yazdı. Ben g ö k y ü zü n d en yere in­
m edim ki, Ç u k u ro v a ’ da, bir köyde d o ğ d u m , bir k a s a b a y ı, bir şehri,
bir to p ra k parçasının doğ asın ı y a ş a d ım . A kdeniz’ i, Torosları y a ş a ­
dım. Kafka bir bürokrat takımı içinde y a ş a m a s a y d ı Daua’yı, Şato’yu
yazabilir miydi? Bir Yahudi o lm a s a y d ı, o kurşun g eçirm ez karanlık
onun ülkesi olabilir miydi? D ostoyevski P e tro g ra d ’ ı, Sibirya’yı y a ş a ­
m asayd ı, oradaki insanları y a ş a m a s a y d ı, insan psikolojisini böyle-
sine sağlıklı, de rin lem esin e verebilir miydi?”

Fo lk lo r

“ Folkloru ölü bir a raç yığını o lara k g ö rm ü y o ru m . G e rç e k


fo lk lo rcu lar d a bilir b unu. Her z a m a n , halkın içinden sa n a tç ıla r
çıkacaktır. Halk, an o n im y a r a t m a s ın a d e va m e d ec ek tir. B u n a da
in an ıyorum . Folklorcu lar bu n a tan ık o lm u şla rd ır. H alklar her ç a ğ ­
d a , h e r y e r d e , h e r z a m a n yaratırlar. E ğ e r y o z l a ş m a m ış l a r s a . Ö rn e ­
ğin bir İ sveç’te, radyo, s in e m a , televizyon , halkın kendi y a r a tıs ı­
nın yerini a la m ıy or. Bütün bu m o d ern a ra ç la rla birlikte, halk yine
d e fıkralarını, tü rkülerini, hikâyelerin i, d e s ta n la rın ı, m asallarını
yaratıyor, üretiyor. En m o d ern to p lu m la rd a n biri o la ra k g ö s t e r i­
len İn giltere’d e , F ra n s a ’ da d a böyle bu. Ç o k az belki, a m a yine de
üretiyor h alklar, yaratıyorlar. G erçi biz y a ş a rk e n b unun ö rn e k le ri­
ni pek az gö rü y oru z. S ürüp g e le n bir birikimin sü rü p gid iş id ir bu.
Yüz yıl s o n ra bu bizim ça ğ ım ız d a n n ele r k alm ış, onu yüz yıl s o n r a ­
nın insanları elle tu ta b ile c e k le r , halkın o g ü n e k a d a r n ele r y a r a t ­
tığını. Bir d e şunu s ö y le m e k isterim: Bizim ülkemizin insanları,
d a h a o k u r y a z a r bile o la m a d ıla r. Televizyon g eleli pek az zam a n
o ldu . Radyo bütün evlere d a h a yeni g ir m e y e b aşlad ı. Batıd an çok
d e ğ iş ik bir d ö n e m d e y iz . Folklorik ö ğ e le r , halkın y a r a tm a s ı, bir
g e re k s in m e d ir . Y a r a tm a k bir g e r e k s in m e d ir çü nkü . S a n a t, in s a ­
nın k am n d a d ır. S an a t, in sa n d an ayrı bir şey d e ğild ir. S an a tsız in­
san olm az. O nun için h alklar kesinlikle yaratırlar, y a ratm a ların ı
sü rdü rü rler. H a lk la r v a r s a d ü n y a d a , halkların yarattığı s a n a t e s e r ­
leri d e va r olacak tır. Bizde bu alan ço k z en gin . N asrettin H oca da
var, K a r a c a o ğ la n d a var, Pir Sultan d a , K öroğlu da , H o m e ro s da,
M an a s Destanı da var, var oğlu var. Bizim A n a d o lu ’ da , bu büyük
g e re k s in m e y i g id e r m e k için, b u g ü n d e yü zlerce şair, A n a d o lu ’ da
d o la şır durur, d e s ta n la r an latırlar. Ö rn eğin g e z d o la ş A n a d o lu ’yu,
H o m e r o s ’tan p a rç a la ra rastlarsın . N e rd e n g e liyo r bu? Bizim m a ­
sallarımızın içinde Hint m a salların ı da bulu rsu n. A rap m a s a lla r ı­
nı, Binbir G e c e M asallarını, b u g ü n A n a d o lu d a top lay a b ilirsin .
H atta G ılg a m ış D e sta n ın d a n birtakım p a rç a la ra rastlarsın bugü n
A n a d o lu d a . Bu d e s ta n la r, m a s a lla r, sözle anlatılır, a la b ild iğ in e
g e liş m iş bir dille anlatılır, ve çok g ü zel anlatılır. Dil ö y le sin e nü-
a n slıd ır ki, ş a ş a r kalırsın. Ve halk, sürekli o lara k dilini yaratır. O
ça ğın g e r e k s in m e s in e g ö re yaratır. Şu a n d a A n a d o lu ’ da hiç bil­
m e d iğ im iz sö z c ü kle r üretilm iştir, ü retilm ekted ir. Ö rneğin maki-
na ü stü n e s ö z c ü kle r üretilm iştir A n a d o lu ’ da . O ysa m a kin a Türki­
y e ’ye yeni girdi. R a d y o ü stü n e yep y e n i s ö z c ü k le r üretilm iştir. Ş a ­
şarsın d u y san . Ö rn eğin tra k tö r ü s tü n e , traktörü n parçaları ü s tü ­
ne, yeni y ep y e n i sözcü kler. Traktörün ça lış m a sı ü stün e yü zlerce
üretilm iş s özcü kle karşılaşırsın. M asal vardır tra k tö r ü stü n e , d o ğ ­
m u ştu r, tü rk ü le r d o ğ m u ş tu r. Şimdi s a n a ş u ra d a o tü rk ü lerden
birkaçını çalıp din leteb ilirim . ‘ M akina m a k in a kanlı m a k in a ’ diye
yeni bir türküyü şimdi okuyab ilirim s a n a istersen. Yani, halk, s ü ­
rekli yaratıyor. K ö r o ğ lu ’ n d a n , m a s a lla rd a n ben b oyu n a söz e d i­
y o rs a m e lb e tte o n la r benim a n latış kültürüm o lm u şla rd ır da o n ­
d a n . Halkın k o n u ştu ğ u d a ben im tem el kültü rlerim d en biridir.
Halkımızın k o n u ştu ğ u dil. N ü a n s o n d a d ır. O her gü n bir şey y a r a ­
tır. İnsanın y a ş a m ı, y a r a tm a d ır zate n . E ğer insan y o z la ş m a m ış s a
tabii. K o n u şu rk e n , bir olayı anlatırken halk her an yaratır. Bir o l a ­
yı b eş ayrı kişiden d in le d iğ im iz z a m a n , aynı a n d a gö rd ü k le ri, y a ­
şad ıkları olayı b eş insan ayrı ayrı anlatır. Ç ü nkü anlatım bir y a r a ­
tım dır. B enim tem elim i b a ğ la d ığ ım y a r a tm a b udur. Ben d e k e n ­
d im c e y aratıy o ru m . A m a öyle bir kültür o rta m ın d a n , öyle bir kül-
t ü r d e n iz in d e n , ken d im iz e özgü o m üthiş A n ad o lu kültürünün d e ­
nizinden fay d alan ıyo ru m ki bu y a r a t m a d a . K en d im i ben A n a d o ­
lu’yla olu ştu rd u m diyebilirim . Kendi dilimi olu ştu ru rk en , A n a d o ­
lu’yla o lu ştu rd u m k e n d im i.”
G elen ek

“ G e le n e k te n , folklordan y ararla n m ak ne d e m e k , bunun üs­


tü n d e du ru rsa k kültürümüze çok faydası olur. Bizde yazık ki hiç
kim se bir sorunun üstünd e de rin lem esin e durm uyor. G elenek ten
yara rla n m a m ış b iry az a r, bir müzikçi, bir ressam var m ı? J a m e s Joy-
ce bile ge le n e k te n yararlan m ış b aşlıca kişilerden biridir, diye yazı­
y or eleştirm en ler, büyük bilim adam ları. G e le n ek ten y a r a rla n m a ­
yanlar, y a ra rla n m a k istem eyenler, dü n y a d a da Türkiye’ de de birta­
kım ga rib a n zıpçıktılar. Her zam an sö ylediğim gibi, birçok kişinin
de söylediği gibi, bilim de ve san a tta a tla m a la r yoktur. En son y a r a ­
tış, zincirin son halkasıdır. Benim sa n a tım d a ilk akla g e le n , g e le n e ­
ğ e d a h a çok y ü k le n m e m d ir belki.
Ben halk içinde yetiştim . O kur yazarlığı ö ğ re n m e s e y d im ,
şimdi A n a d o lu ’ nun bir köyünde, k a s a b a s ın d a destan anlatıyor, tür­
kü söylüyor o lurdum . Yolumu ta çocu klu kta çizmiştim. Bu etki d o ­
ğaldır ki, bir kişinin y aşa m ın d an kolay kolay silinecek bir etki değil.
Böylesi etkiler yazarlık y a ş a m ın d a çok tehlikelidir. Bir insanı kötü­
ye d e götürür. Halkı, halk sanatlarını ö z ü m se m e k , onu kaynak b el­
lem ek, tem el kültür b ellem ek var, bir de o n a ö y k ü n m ek var. Bizde
yerel kültür ö zü m se n m ed i, ona öykünüldü. O sm anlılar da Batıyı
ö z ü m se y e m e m iş , işin kolayına kaçıp ona öykünm üşler.
Benim yeryüzünde akrab alarım var: S tendhal, Ç eh ov gibi.
Benim epik anlayışım onlara yakın. Özellikle S ten d h a l’ a. Yereli a n ­
lam ak, yerel dilden roman dili y aratm a k , çağın gelm işini geçm işini
ö z ü m se m e k , a n la m a k ... Ve yeni bir s a n a t biçim ine, diline, içeriğine
u laşm ak. Bilirsiniz, boyuna söylerim , herkesin bir Ç ukurovası var­
dır. K a fk a ’ nın da, D ostoyevski’ nin, tekmil büyük ustaların da...
Kim se gökten d ü şm edi. Yalnız öykünücü o t u h a f yaratıkların Ç u ku -
rovaları yoktur. Onları bu yeryüzüne Anka getirmiştir, nereden g e ­
tirm işse. Ya da A n ka ’ nın küllerinden varolm uşlardır, o çok değerli
yaratıklar.”
Doğa

“ Savrun suyuyla m aceram ı belki otuz yıldır söylüyorum , yazı­


yorum . Doğanın en küçük parçasının bile bir kimliği, bir kişiliği var.
Kişiliği derken, bir ad b u la m a d ığ ım için böylesine bocalıyorum . Bir
gün insanlar, bilim a d a m ları, yazarlar bunun da adını koyacaklar, iş
g ü n d e m e g e lm iş gibi. Yıllarca ben Savrun Çayı kıyılarında d a ğ la ra
yürürken, d o ğ ay la iç içe y a ş a d ım . Pirinç tarlalarında yıllarca su
kontrolörlüğü yaptım da... Ben su bekçiliği diyorum . O nlar o z a ­
m a n lar kontrolörlük diyorlardı. Her neyse. İşte o z am a n lar yavaş
y av aş, bir daldaki bir çiçeğin ö b ü rü n e b en zem ediğ in i, b irçim en lik -
te hiçbir y ap rağ ın , bir köredeki hiçbir karıncanın, bir pınarın, To-
roslardan ovaya inen Savrun Çayı gibi birçok çayın hiçbirinin birbi­
rine benzem ediğini gö z lem led im . Bunların hepsini de Savrun Ç a ­
yından öğrendim .
G e n ç liğ im d e d o ğ a d a birbirine b enzer iki ö ğ e arıyor, bir türlü
bulam ıyord um . M eğ er o altıgen kar tanecikleri bile birbirlerine hiç
b enzem iyorlarm ış. D oğa çok çok zengin. Yazarlar da d o ğ a y a y a r­
dım etm eli, d o ğ a y la birlikte insanları z en gin leştirm eli.”

rk k k

“ Koşullar d eğiştikçe insanın d e ğ iş m e s i, insan d eğiştik çe d o ­


ğanın d e ğ iş m e s i, insanın bu m acerası, hayranlık verici bir m a ce ra y ­
dı benim için. Benim ü lke m d e birdenbire ovadaki orm an lar, b a ta k ­
lıklar, kam ışlıklar yitiverdi. Birkaç yıl içinde hem de... Bir büyülü el
ge lm iş , Ç u k u ro v a ’ nın üstünden g e ç m iş, toprağı değiştiriverm işti.
Bu, traktörün hüneriydi. Rom anım yazdığım büyük Akçasaz b a ta k ­
lığı birden kuruyuvermiş, yerini p a m u k tarlalarına, okaliptüs o r m a ­
nına bırakmıştı. Sonraları o o kaliptüs ormanı da pa m u k tarlası ol­
du ya. O rm a n la r yokoldu, su lar değişti, d o ğ a örtüsü değişti, bütün
b ataklıklar değişti. A kçasaz bataklığı bir kuş cennetiydi de, yü zler­
ce çeşit çeşit g ö ç m e n ya da yerli kuş bu bataklıkta barınıyorlardı.
F lam ingolar... Hani o p e m b e fla m in g o la r var ya, işte onlar... O nlar­
dan yüzlercesi, belki de binlercesi A kçasazda uçarlarken gökyüzü
p e m b e y e kesiyordu. K ö yüm deki kartallar, y ab a n hayvanları, birkaç
yılda yokoluverdiler. B öcekler, keleb ek ler... Bir dü nya b oşaldı, b e ­
nim ülkem b o m b o ş bir tarım çölü oldu. Am a yaz aylarında bütün
ova sararm ış altın başaklı ekin tarlalarıyla d a lgalan ırk en de... Yeni,
b aşk a , g e n e büyülü bir dünya oluveriyordu.
Doğanın y ok ola ra k d e ğ iş m e s i insan için büyük bir tehlikedir.
Bu d o ğ a d eğişim in den sonra insanların da huylarında değişiklik ol­
du, den gesizlikler başlad ı. Artık ovanın insanı sağlıklı eski insan
değildi. G e le n ek ler, g ö re n ek ler, iyi ya da kötü, kolaylıkla değişive-
riyordu. Benim b ö lg e m , Türkiye h aritasında kan gü tm en in sürüp
gittiği bir bölgeydi. Traktör g e ld ik ten , ova değiştikten son ra, bir
a n d a kan g ü tm e le r d e bitiverdi. Bunu bir örnek olarak veriyorum
yalnızca. Ben bunları yazdım.
İnsanın birdenbire y ab a n cıla şm asın ı, e ğ e r tehlike, e ğ e r s a ğ ­
lıksızlık sayıyorsak, bu bir tehlikedir. Bu, d ü n y a d a da büyük tehli­
kedir. Y a b a n cıla şm a , insanlığın başlıca, ö n ü n e g e ç e m e y e c e ğ im iz
bir karakteristiğidir. Buna h iç b irz a m a n insanlık b ir ç a r e b u la m a y a ­
caktır. D oğad an uzaklaştıkça, o n u n la iç içeleşm ekten koptu kça y a ­
b an c ılaşm a kaçınılmazdır. Bu kötü müdür, iyi midir, bunun için ko­
n u ş a m a m . Bu insanın ö n ü n e g e ç ile m e y e c e k bir g e rçe ğid ir. Ya ma-
kinanın doğayı birdenbire yok etm esi... Ormanların yo k o lm ası, d e ­
nizlerin, suların kirlenm esi, havanın ağıya d ö n ü ş m e si, şehirlerin
c e h e n n e m d e n beter o lm ası... İşte en büyük tehlike b u rad a... Bu­
nunla birlikte insanların gittikçe bir deliliğe u laşm a sı. Bir tüketim
hastalığının y a ş a n m a sı... İyi ve kötü... Benim ku rduğum düş d ü n ­
y asın d a, y aratım d a , bunların büyüsü, e ğ e r büyü diyebilirsek, etkisi
olm asın , bu m üm kün olabilir mi?”

Göç
Kızıkan Tü rkm en aşireti, İran sınırındaki k öylerde y aşa rd ı.
Köylerin kimisi İran’ da , kimisi Türkiye’ deydi. Bu a şire t b u ray a , bir
sö ylentiye g ö re , S e y d iş e h ir’ den g e lm işti. B u r s a ’ dan geld ik leri
söylentisi d e vardı. Bir söylentiye g ö re de , K a fk a s y a ’ dan S e y d i ş e ­
hir’ e g e lm iş , o ra d a n B u r s a ’y a, ora d a n da V a n ’ a, sınır boylarına
g itm iş ...
Bu sü rgü n aşiretin beyi M ustafa Bey, Van Gölü kıyısındaki Er-
nis köyün d e otururdu. Ernis, şimdiki G ünseli k asa b ası...
Bu aşiretten, bu aileden bir devlet m em uru çıkmış: M uradi­
ye ilçesinde k aym akam lık y a p a n , so n rad an kayıplara karışan Halil
Bey. Birçok da eşkıya... Doğu A n ad o lu ’ nun, İran’ dan K a fk a s y a ’ya
kad a r en ünlü eşkıyası, yirmi beş y aşların da vurulan Mahiro da
b unlar arasın d a...
M ustafa Bey b urad a Luvan Kürt aşiretinin beyinin kızıyla ev­
lenm iş, iki aşiret birbirine a k r a b a olm uş.
O tarihlerde Luvan aşiretinin beyi, Gulihan Bey, Y aşa r K e ­
m a l’ in b ab a sı Sadık, onun y eğ en i.
Birinci Dünya Savaşı başlayalı birkaç ay olm u ş. 1 9 1 5 baharı...
O sm anlı ordusunu bozm u ş Rus o rdusu, Süphan dağının o ra ­
lardan top sesleriyle birlikte Ernis’e akıyor. Top gülleleri köyün içi­
ne dü şüyor. Aile toplanıp öteki köylülerle birlikte yola koyuluyor.
V a n ’ a k ad a r geliyorlar, Van b o m b o ş . Bir hafta o rada kaldıktan s o n ­
ra solu ğ u D iyarbakır’ da, D iyarbakır’ ın köylerinde alıyorlar. Gulihan
Bey b urad a kalıyor. Ötekiler, M ardin’den aşa ğı çöle vuruyorlar. Bu
büyük aile, birer ikişer çöllerde dökülüyor.
Kalıyor büyük kardeş Sadık, ortancaları Salih, küçükleri Tahir.
Anaları Hırde Hatun. Sadık’ ın karısı Nigâr, N ig âr’ ın babası Aco, yakın
akrabalarından Hazal’ la - s o n r a d a n Tahir’ le e v le n e n -Z ü b e y d e .
Çöl ö n ce A co ’yu yeyip bitiriyor, birkaç hafta son ra da S alih ’ i.
Ölülerini k um lara g ö m ü y o r, yollarına d evam ediyorlar.
Atlarına yataklarını, öteki eşyayı, yiyeceklerini yüklemişler.
Ana, Hırde Hatun, hasta. Atın birine binebilirmiş ya, incinmesin diye,
bir buçuk yıl, Van’dan Ç u ku ro va’ya kadar sırtında taşıyor onu büyük
oğlu Sadık. Ana küçücük, Sadık bir metre doksandan da uzun...
Bir sabah tanyerleri ışım adan kalkıyorlar ki, an a yatağında
yok. Sadık orayı burayı, yanı yöreyi araştırıyor. Yok. Üç gün iki ge ce
anayı arıyorlar. Üçüncü gün Sadık, “ Yerini buldum a n a m ın ,” diye fır­
lıyor, geldikleri yöne doğru koşarak yola düşüyor. A kşam a doğru, bir­
kaç hurma bitmiş küçücük bir koyakta buluyor anasını. Bir hurma
ağacının altında uyumuş. Uyandırmıyor. Kendisi de zaten yorgun luk­
tan ölüyor, o da anasının yanına kıvrılıyor. Gün ışırken bir de bakıyor
ki, anası yok yanında. Hemen koşarak yola düşüyor, çöldeki çizgile­
re yol denirse eğer. Uzaktan y u m u lm uş, iki kat olm uş anasının karar­
tısını görüyor. Ona yetişiyor. “ Ana nereye?” Ana konuşmuyor. Onu
sırtına alm ak istiyor, an a b in m em ek için çırpınıyor. Oğlu durm adan
nereye kaçtığını soruyor. Sonun da, öfkeyle karşılık veriyor ana: “ C e ­
hennemin dibine gidiyorum. Onlar da insan, beni yiyecek d eğillerya,
siz kaçın, bakalım nereye kad ar kaçacaksınız.”
V a n ’ dan Ç u k u ro v a ’ya kadar, dört beş kez kaçıyor an a. Oğlu
S a d ık ’ ın sırtına b in m em ek için inat ediyor.
M ezopotam ya çölü, G ü n e y d o ğ u , Doğu Anadolu sav aşta öl­
dürü lm ü ş, sürü lm üş Ermenilerin, Kültlerin, Türkm enlerin, Azerile-
rin, Yezidilerin, Nasturilerin, Asurilerin, Süryanilerin sürüleri yokol-
m uş köpekleri, b abasız an asız kalmış çocuklarıyla dolup taşıyor.
Aç, azgın laşm ış k öpekler yüzlerce, binlerce sürü ler halinde
dolaşıyor, sald ıracak hayvan, ceren, kurt kuş arıyorlar.
Ç o c u k la r d a sürüler haline g e lm iş , aç sefil, çırılçıplak... Sürü­
ler halinde dolaşıyor, köylere k a s a b a la ra saldırıyor, bir yanından
giriyorlar köyün, k asa b an ın , ö b ü r yanınd an çıkıyorlar. Köyde yiye­
cek ad ın a hiçbir şey kalmıyor. Ç ek irg e sürüleri gibi.
Çöl, Urfa ce h e n n em i bitiyor. Bir o rm a n a girip pınarın başın a
konuyorlar. İslahiye’ nin ormanlıklı, serin d a ğla rın a u laşm ışlar ar­
tık. Birkaç gü n sonra Ç u k u ro v a ’ da olacaklar. Büyük bir sevinç için­
deler, kurtulm uşlar...
Ama hiç paraları kalmamış. Çukurova’ya varınca ne yeyip ne
içeceklerini düşünüyorlar. Yaşar Kem al’ in anası Nigâr Hatun, belin­
deki kemeri çıkarıp kocası Sadık’a veriyor. “ O lm az,” diyor Sadık, “ bu
senin evlenme arm ağanın. Tek kardeşinin arm ağanı, bunu a la m a m .”
“ Al,” diyor N ig âr Hatun. “ Her şeyimizi, evimizi, malımızı
m ü lküm üzü , yurdum uzu yitirip b uralara kad a r g e lm e d ik mi? Bu da
s a n a kurban olsun. Ç alışır g e n e kazanırız.”
Sadık üzülüyor: “ Bu çok değerli bir kem er, b uralarda d e ğ e r i­
ni bilen b ulunur mu ki?”
“ El elden ü stündür arşa kadar. V a ry o k la ki, el â le m d e kimler
v a r.”
K em er, Pazarcık beyi Hurşit Beye satılıyor. Hurşit Beyle karı-

Y A Ş A R KEMAL 23
sı üç k ese altın veriyorlar: “ Bu k e m e re b unlar az. Ne zam a n paran
olursa g e l, bu k em er şen in d ir.”
G öçü yükleyip yola koyuluyorlar. Ana, her zam anki gibi, Sa-
d ık ’ ın sırtında. Bir yarım sa a t son ra:
“ Bir inilti d u y d u m ,” diyor o ğ lu n a . “ İndir beni d e var b ak ç a ­
lıların a rasın a kim dir bu in ileyen .”
Sadık bakıyor ki, bir çalının dibine s o k u lm u ş, bir avuç kal­
mış, bir deri bir kem ik bir çocuk. Ç o cu k ölü, ne s e s ne soluk... S o n ­
radan, çocukları her gördükleri yerd e öldüren atlılardan korktuğu
için işi çakal öldüye vu rdu ğun u söylüyor. Her bir yeri çü rü m ü ş. Y a ­
ralarında kurt kaynaşıyor. Adı Yusuf...
Ç o c u ğ u t e p e d e n tırn a ğ a tem izliyorlar. Ana otlard an re ç in e ­
ler k ayn atıp ilaçlar y ap ıyor. Üç g ü n , onun k en d in e g e lm e s in i b e k ­
liyorlar. Üç gü n s o n ra d a y o la d ü ş ü p O s m a n iy e ’y e varıyorlar. O ra ­
d a Y u su P u do k to ra götü rü y o rlar. D oktor ilaçlar veriyor, “ Bu ço c u k
iyi o la c a k , ço k gü çlü bir yaratılışı v a r ,” diyor. Seviniyorlar.
O radan T o p ra k k a le ’ye gidiyorlar. Hırde H atu n ’ un isteği üze­
rine bir ev satın alınıyor. Eve h em en yerleşiyorlar. Hırde Hatun di­
y or ki gelinine:
“ N ig âr kızım, şimdi bir su ısıt, beni iyice yıka. Sonra da hey­
b elerden en güzel giyitlerimi çıkar. G e rd a n lığım ı, altın hırızmamı,
halhallarım ı, bileziklerimi d e g e tir.”
Giyinip kuşandıktan son ra a k şa m namazını kılıyor. Yatsı n a ­
m azına dururken, hane halkına, “ Siz gidin uyuyun, ben bu g e c e
çok uzun bir n am az k ıla c a ğ ım ,” diyor.
Sabahleyin onu sec d e y e varm ış, k ım ıld am ad an duru r b ulu­
yorlar. Ö lm üş...
Onu Toprakkale m ezarlığına g ö m ü p yen iden yola koyuluyor­
lar, Kadirli’ye varıyorlar. Sadık, İskân Kom isyonu B aşk an ın a , k e m e ­
ri satın alan Pazarcık beyi Hurşit Beyin m ektubu nu veriyor. Başkan
onu çok iyi karşılıyor:
“ Bak Kü rdoğlu , s a n a bir konak veriyorum ki, k asa b an ın en
güzel konağı. S an a tarlalar veriyorum ki, ovanın en bereketli t o p ­
rakları. S e m a il’ in konağını tarlalarını veriyoru m .”
Sadık istemiyor: “ Anam dedi ki, yu vasından atılmış kuşun
yuvası b a ş k a kuşa h ay re tm ez .”
“ O n lar kuş değil E rm eni.”
“ K u ş .”
“ E rm eni.”
Uzun bir tartışm adan so nra, iki ca n d a rm a çağırıyor B aşkan :
“ Bunları alın, doğru kayalık Hemite köyüne g ö tü rü n .”
O z a m a n la r Hemite, O s m a n iy e ’y e değil, Kadirli’ye bağlı.
Bol kayalıklı H em ite’ nin köylüleri on b eş, yirmi gün çalışıp
bu yeni g e le n le re güzel bir h u ğ yapıyorlar. Sıvıyorlar, döşüyorlar,
neleri e k sik se tam am lıyorlar.
Huğ, duvarları kam ıştan , damı sazdan yapılan ev. Köyde
renk renk to p ra k var. Mavi, sarı, kırmızı. Gönlü isteyen, istediği
renkte evini boyayabiliyor...
Y a ş a r K em al, işte bu köyde doğuyor.

İLK ÇALIŞMALAR

“ İlk şiirim ben onaltı y aşınd ayken yayım landı. Bu, kötü bir şi­
irdi. Ç ünkü g e le n ek sel şiiri bırakm ış, o sıralarda şiir yazan yavan
şairlere ö y kün m eye başlam ıştım . İlk hikâyem i, adı Pis Hikdye’ dir,
da h a en iyi yazılarım içinde sayarım onu, yirmi üç y aşın d a yazdım .
O zam an çok şey biliyordum. Arif Dino, Abidin Dino, Güzin Dino’y-
la ta n ışm ış, onlarla dostluk ku rm u ştu m . A d a n a ’ daki sosyalist g e n ç
bir e d eb iy a t b ölü ğü nü n içindeydim . B i r d e R a m a za n o ğ lu Kitaplığı
denilen A d a n a ’daki büyük bir kitaplıkta çalışm ıştım . Geceleri de ki­
taplıkta yatıyor, du rm ad an o ku yord u m . Gündüzleri de kitaplığa
kim secikler uğram ıyor, ben gündüzleri de , bir kitap kurdu olm uş
oku ha oku ed iyordu m . H o m ero s, Yunan klasikleri, on dokuzuncu
yüzyıl klasikleri benim d ü ş c e n n e tle r im d i. R a m a za n o ğ lu Kitaplığın­
da otuz binden fazla kitap o ldu ğu söyleniyordu. Askerlik gelip çat-
masıydı, a m acım kitaplığın büyük bir kısmını oku m aktı. Ne k ad a r
o k u m a k m ü m k ü n s e Arif Dino, Güzin Dino s ay e sin d e neleri o kuyup,
neleri o k u m ay a ca ğ ım ı çok iyi biliyordum. Ç o k ön ce d e n ben de
kimleri ok u yacğım ı biraz biliyordum ya. O sıralar Milli Eğitim B a ­
kanlığınca değerli çevirm enlerden bir Dünya Klasikleri kurulu o lu ş ­
tu ru lm u ş, d o ğ u d a n batıdan harıl harıl çevirileryapılıyordu. R om an,
hikâye sanatının ne old u ğu n u an ladığım ı sand ığım g ü n lerd e yaz­
m a ğ a başlad ım . Y azm adan ö n ce rom an , hikâye üstüne çok d ü ş ü ­
nüyor, ö n ü m e g e le n le de, özellikle Arif D ino’yla g e ce le r, g ü n le r s ü ­
ren k o n u şm ala r yap ıy ord u m . Benim y az m a isteğim ne fizik g e r e k ­
sin m e, ne delilikti. Bu işe bilinçle hazırlanıyordum. Hazır o ld u ğ u ­
mu anladığım gün d e işe ko yuldum . Pis Hikâye’yi, 1 9 4 6 ’ da yazdım .
O sırada Orta A n ad o lu ’ da bir k a s a b a d a askerliğim i yap ıyordu m ,
vaktim boldu. Sonra İstan b u l’a gittim , Fransız şirketinde gaz kont­
rol m em uru oldu m . Böylelikle İstanb u l’ u ev ev, m utfak m utfak ö ğ ­
rendim. G az sayaçları m u tfak larda olurdu da. Bu bir yıl içinde İs­
ta n b u l’ da hiç yaz m a d ım . G ü n d e 18 0 0 b a s a m a k çıkıyordum ve çok
yoru luyordum . 19 4 8 ’ de k a s a b a m Kadirli’ye d ö n d ü m , pirinç ta rlala ­
rında su bekçisi oldu m . Bir de daktilo aldım . 1 9 4 8 ’ d e Bebek hikâye­
sini yazdım . Ardından Dükkdncı’yı. 1 9 4 9 ’ da bir rom an yazdım .
1 9 5 0 ’ d e bir şeyler karaladım . Folklor çalışm aları yaptım . 1 9 5 1 ’ de
Hüyükteki Nar Acjacı adlı kısa romanımı bitirdim. O yıl da İstan b u l’a
y en iden d ö n ü p Cumhuriyet g a z e te s in e röportaj yazarı o lara k girdim .
1 9 5 0 ’ de Orhan Veli öldü. Bu ölüm b an a çok a ğır geldi. O nun öld ü ­
ğü nü g a z e te d e ok u d u ğ u m g ü n , bütün k a s a b a d a a k ş a m a kad a r d o ­
laşıp O rh a n ’ ın ö ldü ğü n ü ö n ü m e g e le n e söyledim . Hiç kim se aldır­
madı. Bu da b an a çok koydu. Yalnızlıktan bunaldım . K o s k o c a m a n ,
büyük şair Orhan Veli ölm ü ş, bun a hiç kimse aldırm ıyordu. K im se­
nin tüyü bile kıpırdam ıyordu. O gü n k a s a b a b ana c e h e n n e m gibi
geldi. Bu k a s a b a b an a çok çektirmişti. R u s y a ’ya ca su slu k yaptığım ı
o n lar icat etm işler, b an a y ap m ad ıklarım bırakm am ışlar, evimi taş-
lamışlardı. Bir de polis h aftad a bir kere evimi basıyor, ev d e b u ld u ­
ğu en küçük bir kâğıt parçasını alıp götürüyordu. Her a r a m a d a da
evin önü yüzlerce insanla doluyor, kalabalık b an a bir tuhaf, aydan
g e lm iş bir yaratığ a b ak a r gibi bakıyordu. Bu a ra m a la rd a en güzel
rom anım saydığım rom anım ı da c a n d a rm a aldı gö tü rd ü. O romanı
g e c e m i g ü n d ü z ü m e katarak öylesine çok çalışarak yazm ıştım ki...
1 9 4 9 ’da bütün günlerim i bu ro m a n a verm iştim . Yukarda bu yılla­
rım boş geçm işti, dem iştim ya... Bu romanın m acerasını a n ım s a ­
m ak istem ed im hiçbir z a m a n , ondan o lac ak o yıllara boş yıllar d e ­
diğim . Pis Hikâye, Bebek, bu uzun hikâyeler, d a h a yazdıklarım ın en
güzelleri içindeyse, bu rom an da öyle olacaktı. Onu bir d a h a yaz­
m a ğ a yüreklilik gö s te r e m e d im . Belki bir gün yazarım . Ama öyle bir
yo ğu n lu kla , öyle taze bir lirizmle y az a b ile ce ğim i hiç sanm ıyorum .
Belki de o ro m ana bir d a h a y a n a ş a m a y ış ım bu y ü zd en d ir.”

İl k O k u m a l a r

“ Ö m rü m d e ilk o k u d u ğ u m rom an A lph onse D au d et’ nin Le Petit


Chose’ u idi. O ndan sonra da Kerem ile Aslı’yı ok u d u m . Bu bir o rta ça ğ
türkülü hikâyesidir. Kuruluş biçimi La Chanson de Roland’ ın tıpkısı­
dır. Bu hikâyeyi o k u m a k yasaktı. Onu o ku yan lar karasev d a ya tu tu ­
luyor, deliriyordu. Bu hikâye üstüne, onu o k u yan lar için halk a r a ­
s ında d a h a çok şeyler anlatılıyor, k arasev d a ya tutulanlara ö rn ekler
gösteriliyordu. Ben onu ok u du m ve ne karasev d a ya tutuldum ne de
delirdim. Bu iki kitabı o k u d u ğ u m d a ilkokul beşinci sınıftaydım.
Beni ilk etkileyen kitap Don Kişot oldu. Onu o k u d u ğ u m d a on
yedi y aşın d ayd ım . Daha ön ce Don Kişot’tan pa rça lan bizim ilkokul
kitabında o k u m u ştu m a m a , işte öyle, pek ciddiye a lm am ıştım . Don
Kişot’u oku yu nca yeni bir dünya b uldum . G ü n lerce etkisinde kal­
dım. C erva n tes bütün insanlığımı, y ü re ğ im d e s akladığ ım birçok g i­
zi açıklam ıştı. Bir karanlığa g ö m ü lm ü ş , sonra da içimde bir y ü ce l­
me olm u ştu . B u g ü n le rd e de, politik yü zd en, ilk karakola ç a ğrılm ış­
tım. Polisler b ana hiç de iyi davra n m a m ışlard ı. Bu romanı o k u m a ­
dan, d a h a çok önceleri de kitaplar y a z m a ğ a kararlıydım. Şiirler y a ­
zıyor, şiirlerim ed eb iy a t dergilerin de yayım lanıyordu. B an a klasik­
leri, Don Kişot’ u tanıtan A rif D ino’ydu. Arif Dino ünlü re ssa m Abidin
Dino’ nun a ğ a beysiyd i. İkisi d e İstanbu l’ dan A d a n a ’ya sürgün edil­
mişlerdi. Am a o ra d a eski A dana Valisi dedeleri Abidin paşanın t o p ­
rakları vardı. A rif Dino bu to prak lard an birazını satınca b an a klasik­
lerden yüzden fazla kitap hediye etti. Ve gö tü rü p paketi açın ca üç
ta n e Don Kişot’ la karşılaştım . İkisini aldım , bir yanlışlık olm uştur,
diye Arif Dinoya götü rd ü m . Fazla o lm u ş, bir yanlışlık var, dedim .
Arif Dino, yanlışlık değil, dedi. Ö mrünün s o n u n a kadar du rm ad an
bu kitabı okuyasın, diye s a n a üç ta n e aldım , dedi. Ve Don Kişot’ları-
mı gerisin geri eve gö tü rd ü m . Arif Dino da ressam d ı. Hem de büyük
bir re ssa m d ı. Sergi a çm a k , yapıtlarını b aşkaların a g ö s te r m e k gibi
bir derdi yoktu. Resim lerini s a d e c e kendi için yapıyordu. Bir de bi­
zim gibi dostların a gösteriyordu. Onunla dostlu ğu m u z aralıksız on
yedi yıl sürdü. Fransızca ve Türkçe şiirleryazıyor, Türk yenilikçi şiiri­
nin b ab aların d an birisi oluyordu. Abidin Dino’ dan da Sait Faik’ in ilk
romanını Medarı Maişet Motoru’ nu aldım ok u d u m . Hayran k ald ım .”
“ (Askerlik yaptığım ) iki yıl içinde çevrilmiş bütün Dostoyevs-
ki’ leri, Ç e h o v ’ ları, Tolstoy’ ları, Türk klasiklerini, Binbir G e c e M alla­
rını, d oğ u klasiklerini oku d u m . Daha ön ce d e söylem iştim ya, Ho-
m e r o s ’ u, C e r v a n te s ’ i S h a k e s p e a r e ’ i, M oliere’ i o k u m u ş, Charlie
C h a p lin ’ i biliyordum. Bunlar benim ön ü m d e ki büyüklerdi. Bunlara
hayranlığım so nsu zdu . Gittikçe ed eb iyat bilincim gelişiyordu. Ne
y a p m a m gerektiğin i a n la m a y a b aşlıyordum . Bunlar arasın d a, özel­
likle, beni Ç e h o v ’ un s an a t anlayışı, onun dü nyaya bakışı ilgilendiri­
yordu. C harlie C h a p lin ’ i d e Ç e h o v ’ la bir tutuyordum . Zola, Balzac
da Türkçeye çok çevrilmiş yazarlardı. Germinal’i o yıllar ne k ad a r çok
o k u d u ğ u m u ge rçe kten a n ım sam ıy oru m . Ç o k sayfalarını ez b e rle ­
miştim. Buna karşın bu yazara bir türlü ısınam ıyordum . S te n d h a l’e
ne k ad a r hayransam Z o la ’yı da o kad a r sevem iyo rd um . Yalnız o b e ­
nim için bir kah ram an ım dı. Onun yapıtlarını kişiliğinden ayırıyor,
kişiliğine büyük hayranlık duyuyordum . O z a m a n la r okuduklarım
arasın d a D u m a s ’ lar, Victor H ugo, Gorki, G o go l de vardı. Sefillerle
an ca k birkaç ay u ğraştım . Beni sarsan kitaplardan birisi de Go-
g o l ’ ün Ölü C a n la r ’ lydı. Onu hep İly a d a ’ya b enzetiyordum , anlatış,
tipleri çiziş biçimi bakım ından. Sö yle m ey e g e re k yok, Don Kişot b a ­
şucu kitabimdi, onu d ö n ü p d ö n ü p okuyor, onun ü stüne d e eleştiri­
sel bir araştırm a y a p m a y a çalışıyordum . Don Kişot üstüne Arif Di-
n o’ nun, Nâzım H ikm et’ in söylediklerini d e hiç u n u tm uyordum . Şo-
lohov da o z a m a n la r yazarlarım dandı. Amerikan yazarları da o z a ­
m a n lar çevrilen yazarlard an d ı. Amerikan yazarlarını k en d im e yakın
buluyordum ya, ille d e Ç eh ov. Bir Ç eh o v tutkunu o lm u ştu m . Kitap­
lar üstüne, yazarlar üstüne sayısız d ü ş ü n ce le r geliştiriyordum . G e ­
ce gü nd üz dü şü n ü yord u m . Ve y az m aya b a ş la d ım .”
İNCE MEMED

19 5 3 kışı... İstanbul’ un yaşadığı en sert kışlardan biri... O sıralar­


da Thilda Serero ile yaşamını birleştirmiş olan Y aşa r Kemal, Beşiktaş
Sere n ce b e y ’de küçük bir katta oturuyor. Yeni yapılm ış, daha her yeri
tam am la n m a m ış bir kat... Thilda işsiz kaldı. Yaşar K em al’ in Cumhuri­
yet gazetesinden aldığı 18 0 lira aylıkla g e çin m ek zorundaydılar.
İnce M em ed, bütün ayrıntılarıyla b elleğindeydi Y a ş a r K e m a l’ in.
Yıllar yılı d ü şü n m ü ştü . 1 9 5 1 ’ de y az m a y a b aşlam ış, bırakmıştı. Yeni­
den yazm ası gerekiyord u . Cumhuriyet’ten romanının tefrikası hakkı
karşılığı olarak bin lira a van s aldı ve eve k ap anıp y az m aya başladı.
Evdeki küçük çini so b a ısıtmıyordu. Odun b ulm ak da kolay değildi.
Y a ş a r Kem al, elinde Erzurum’ dan aldığı kalın eldivenler, İnce
Memed’i yazıyordu.
T u n a ’ dan gelen buz parçaları şu b a ta doğru B o ğ a z ’ a indi. Yer
g ö k dondu. İstanbullular B o ğ a z ’ da buzların üstün e çıkıp resim ler
çektirdiler. O karda kıy am ette, buz gibi evde, üç ayda İnce Memed’i
bitirdi. Bitirir bitirmez d e Cumhuriyet’ in yayın yö n etm en i C eva t Feh­
mi B a ş k u t’ a götü rd ü. Romanı b eğenilip “ tefrik a ” edilirse 18 0 0 lira
d a h a alacak , b eğ e n ilm ez se aldığı 10 0 0 lira avansı geri verecekti.
Cevat Fehmi, romanı bir g e c e d e ok u yu p bitirdi. Sonra da Y aşa r
K e m a l’ le uzun uzun tartıştılar. Y a ş a r Kem al, rom a n a adını k oym ak
istemiyor, “ Bu romanı para için yazdım . Üstelik de üç ayda. Benim
iyi rom anlarım bundan sonra y a z ıla c a k ,” diyordu. C evat Fehmi ise
adını koymasını ve romanın b aşındaki Çu ku rova tasvirini ç ık a rm a ­
sını istiyordu. Uzlaşam adılar.
Romanını alm ış C eva t F ehm i’ nin o d a sın d a n çıkıyordu ki, C evat
Bey a rkasın d an seslen d i, “ Dur,” dedi. G eldi, N adir N a d i’ nin ve k e n ­
disinin “ Eşkıya” dedikleri Y aşa r K e m a l’ i kucakladı, öptü: “ G üle g ü ­
le a r k a d a ş ım .” İkisinin de gözleri yaşarm ıştı.
Dünya gazetesinin sahibi Bedii Faik olanı biteni öğrenm işti.
Rom anı istedi Y a ş a r K e m a l’den. Birkaç gü n sonra da dedi ki: “ Bak,
Yaşar, seni g a z e te m e almayı çok isterim. Ama o n lar seni çok sevi­
yorlar. D oğan N a d i’yle dün k onuştum . Y aşa r rom anım getirsin, is­
tediği olac ak , d e d i.”
fCfdl ve Sayadt
TÜRKİYE CUMURİYETİ ' ,Qabasının adı | - -^ .■* - ;
KÜLTÜR B A K A N L I Ğ I . "Doğduğu î/ct: .İ
■/doğduğu y ı! ' J&{' ,
İLK Ö Ğ R E N İ M D İ P L O M A S İ
: y/ı
J/ccsı
: Ttam unu [................... ...]
D İP L O M A N ? OKUL N2 K oyu

i ...Ö I rT i T r :>CRtCElU: _ DERSLER_____ OfREOlER


sınıflı , - ' okulunda ilh. öğre­ | Z'urhce ertö-

nimim biftrereh ıs d ersyılı so­ v 1 ta rih Coğrafya. ; <yt ; IJuzı_ ___


nunda yapılan sınavda k a z a n d ığ ı 1 İJurt fi iig ' • __ \ Çim na otıh -:
dereceler gösterilm iş olan 7/esapJiendese 'y ■* M usiki ^T'
• Tiayat Tiılgts: ____ [<3V/e Hiiğ t sı _ - '¿ İ —
bu diplom a 19 yılı a yın ın
■ » -
g û a û verilmiştir.
K ü ltü r d ir e k tö r ü 3 a s ö ğ retm en S ın ıf ö ğ retm e n i

V a sd ih o lu n u r

KOPYA Dip

KOPYAOin

İ d i ve s o y a d ı : . Y a şa r

Kem al G ö k ç e li

Vazifesi Muh. Röportaj


ö îu h & r iir i# • »«•

Mute ber olduğu m üd de t.

1951/1952 ht>
1/ 1/ 195* ı ± f r-

Cum huriyet g a z e t e s İ n İ n v e r m İ ş o l d u ğ u k İ m l İ k k a r t i
Rom anı C eva t F eh m i’ye gö tü rd ü , iş tatlıya b ağ la n d ı. Yıllar s o n ­
ra bir gü n N adir N a d i’ nin o d a s ın d a otururlarken C eva t Fehmi,
“ Bak, N a d ir,” diyecekti, “ Bu Eşkıya’yı niçin bu k ad a r severim biliyor
m usun? Birkaç satırını rom an ından çıka ra ca ğım diye çocu k e k m e ­
ğ ind en olmayı göz e a ld ı.” C ev a t F eh m i’yle büyük dostlu ğu bu olay­
dan son ra başlam ıştı.
Dönemin ünlü savcısı Hicabi Dinç, İnce Memed g a z e te d e tefrika
edilirken, C eva t F ehm i’y e telefon etti: “ A n k a ra ’ dan em ir geldi. Bu
romanı k ese cek sin iz .” C ev a t Fehmi öfkelendi: “ Hicabi, Hicabi, o
s a n a A n ka ra ’dan telefon e d e n le r b a n a telefon etsinler. Sen mi a n ­
larsın rom a n d a n ben mi, on lar mı a n la rlar ro m a n d a n ben mi? G ü ­
cünüz yete rse kestirin b ak a lım !”
Gazetenin avukatını da çağrıp romanı incelediler. Takıldıkları
küçük bir parça tefrikadan çıkarıldı. Sonra kitapta y er aldı o parça.
Ertesi yıl Ç ağ la y a n Yayınları a rasın d a çıktı İnce Memed. İki cilt
olarak. Bu yayınevi, yayıncılık a la n ın d a büyük başarı kazanmıştı.
G a ze te bayileri aracılığıyla satılan “ plastik k ap ak lı” romanları bü ­
yük ilgi gö rü yord u. Ç o k g e ç m e d e n “ taklitleri” d e çıkmıştı piy asaya.
Am a kitap korsanları yoktu o d ö n e m d e ...
Yıl, 19 5 0 ... 20 O cak gü n ü Cumhuriyet g a z etesin e g e le n h ab erd e,
Varlık R om an A r m a ğ a m ’ m Y a ş a r K e m a l’ in kazandığı bildiriliyordu.
Bu, d ön em in önem li bir ed eb iyat olayıydı. Devletçe konulan ve
uzun yıllardır verilmeyen İnönü A r m a ğ a n la r ın d a n sonra ilk kez
“ y arış m a s ız ” bir ed eb iy a t ödülü konulm uştu. Seçiciler kurulunda
saygı ed eb iyatçılar vardı: Yaku p Kadri K a ra o s m a n o ğ lu , Nurullah
Ataç, R eşat Nuri G üntekin, A hm et Hamdi Tanpınar, Suut Kem al
Yetkin, vb. Kurulun dokuz üyesinden yedisi İnce Memed’e oy ve rm iş­
ti. Y a ş a r K e m a l’ in d a h a ilk romanıyla kendini kabul ettirdiği g ö r ü ­
lüyordu. O yıl Varlık dergisinin okurları arasın d a düzen lediği a n k e t­
te d e “ En b eğen ilen ro m a n cı” seçilmişti.
1 9 5 7 s o n u n d a , U N E S C O ’ nun İnce Memed’ i F ransızca ve İn gi­
lizce o la ra k b a s tıra c a ğ ı h ab eri çıktı (Cumhuriyet, 5 Aralık 1 9 5 7 ) .
H a b e r d e , İnce Memed’in kısa bir sü re ö n ce (U lu sla ra rası) PEN
C lu b ta ra fın d a n “ en b aşarılı altı r o m a n ” a r a s ın a alın d ığı b elirtili­
y o rd u .
Rom an ö n ce B ulgarcaya çevrildi. B u lga rista n ’ da 1 9 5 7 ’ de Bul-

YA ŞAR KEMAL 33
g a rc a s ı, 1 9 5 8 ’ d e Türkçesi çıktı. 1 9 5 9 ’da R u sçaya çevrildi. Bu ülke­
lerde y ayım lan m asın ı sa ğ la y a n , Nâzım H ikm et’ti.
İngilizcesi 1 9 6 1 ’ de İngiltere’de (iki baskı) ve A BD ’de y a y ım la n ­
dı. Aynı yıl Fransızcaya ve İtalyancaya çevrildi. 1 9 6 2 ’ d e Alm ancası
(Doğu ve Batı A lm an y a ’ da), İspanyolcası çıktı. O yıl H indistan’ da
Imprint’d e İngilizce olarak bir kez d a h a basıldı.
O ndan so nra, tut İnce Memed’ i tutabilirsen... Dünyanın belli
başlı dillerinin h epsine çevrildi. C e p kitabı oldu, lüks edisyonları
yapıldı, körler için Braille alfabesiyle yayım landı...
Romanı İngilizceye ilk kez Edouard Roditi çevirmişti. Roditi ün­
lü bir eleştirmendi ve Thilda’ nın akrabasıydı. Dedikodu çarkları he­
men işlemiş, b ug ü n e kadar ağızdan ağıza aktarılan bir yalanı ortalı­
ğ a salmıştı: Roditi, Thilda’ nın kardeşiymiş ve UNESCO’yu, Uluslara­
rası PEN’ i etkileyebilecek kendi güçlü bir kişiymiş; Yaşar Kemal de
ününü bu - b i r tek romanını çe vire n - Roditi kardeşe borçluymuş!
Y aşa r Kem al, İnce Memed’ in ikinci cildini on beş yıl so n ra yazdı.
Kitap ön ce bir g a z e te d e tefrika edildi, 19 6 9 ’ da Ant Yayınları a ra s ın ­
d a çıktı. İkinci ciltle üçüncü cilt arasın d a yine on b eş yıllık bir za­
man dilimi yer aldı; Hürriyet g a z e te s in d e tefrika edilen İnce Memed
III, ilk kez 1 9 8 4 ’te Toros Yayınları a rasın d a çıktı. Dördüncü ve son
cildin ilk basım tarihi ise 1 9 8 7 ’ dir.
Bu h e s a b a g ö re , dört ciltlik İnce Memed, otuz b eş, kırk yıllık bir
yaratım süreci içerisinde ortaya ko nu lm uş oluyor.

k k k

İnce Memed’in arka plan ınd a, Y aşa r K e m a l’ in “ eşkıyalığın için­


d e g e ç e n ” çocu klu ğu vardı:
“ Dayım en büyük eşkıyalard an biriydi. 1 9 3 6 ’ lara kad ar, 500
dolayında eşkıya vardı o çevrede. B unlardan biri de, K aram ü ftü o ğ-
lu ailesinden ünlü Remzi Beydi. Kurtuluş S a v a ş ı’ nda Kadirli’yi ilk
ö rgü tleyen lerden... İlk İnce Memed rom a n ın d a çakırdikeni diye bir
diken var. Onu b an a Remzi Bey anlattı. Remzi Beyle eşkıyalığın fel­
sefesini yaptık. A m cam ın oğlu Rıza da eşkıya oldu, d a ğ d a vuruldu.
İlk romanımın İnce Memed olm asının nedeni bu. B aşk a türlü d e o la ­
mazdı z a te n .”
Y a ş a r K e m a l’ e g ö re İnce M e m e d , b aşka ld ıra n , “ m e c b u r” in sa ­
nı sim g eler: “ İnce Memed’ in dört cildi d e Ç u ku ro va b etim le m esi ile
başlar, belirli bir biçim içinde sürer. O biçim içindeki öz, m e cb u r in­
sandır. K avga etm ey e, b aşk a ld ırm a y a m e cb u r insan. O m e cb u r in­
s an la r kuruyor dünyayı. M ecbu r in sanlar ve yüreklerindeki kurt.
M ecbur insan, bizden ö n ce d e vardı, son ra da var olacak. İnce Me­
med, tüm tarih b oyun ca, Anadolu tarihi b o yu n ca, b aşkaldıran in sa­
nın d e stan ıd ır.”
Y a ş a r Kem al, İnce Memed’in olağ an ü stü ilgi gö rm esin i nasıl
açıklıyor? Şöyle diyor: “ Ünlü bir sinem acı söyledi: Elmor VVilliams,
filme ç e k m ek için İnce Memed’i satın almıştı. ‘ Böyle sözcüksüz d e n i­
lebilecek bir kitap nasıl yazılabilir, aklım a lm ıy or,’ dedi. Bu roman
Türkiye için de ayrı bir şeydi. Sanırım o z a m a n a k ad a r Türk ro m a ­
nında olm ayan yeni bir anlatım , yeni bir kurgu, yeni bir insan a n la ­
yışı getirmişti. Bir de romanın tem elin d e g e le n e k s e l sözlü e d e b iy a ­
tın anlatısı vardı. Bir g e ç e ğ i sö y le m em g e re k irse , Türkiye’d e ve
d ü n y a d a bir romanın b ö ylesine tutulm asının nedenini ben d e bul­
m uş değilim . Herkes kend in ce bir yorum getiriyor.”

M İt Ya r a t m a

“ G e çen gü n N o rveç’ten bir yazar geldi, ben im le k o n u şm a y a p ­


m ak için. ‘ Bütün rom anlarınızda istediğiniz nedir?’ dedi. S an iyesin ­
d e söyledim , birtek sözcükle: ‘ Direnç’ dedim . Ortadirek insanlığın
direncidir. İnsan gü cüd ü r. Yılmayan insan. O korkunç salgınlard an ,
kırım lardan, yoklu klardan , kıtlıklardan açlıklardan buraya kad ar
insanlığı getiren, insan direncidir; benim hayran kaldığım , d e s ta n ı­
nı y a z m a k istediğim odur. Onun alegorisid ir Ortadirek. O büyük di­
rence bir d a m la dü ştü ğü z a m a n , insanoğlu sıkışınca, yani insana
Yer Demir Gök Bakır olun ca, gök ten y a ğ m a yın ca , yerden bitm eyince,
insanoğlu ne yapıyor? İnsanoğlu bir d ü şe sığınıyor. Yani o Yer Demir
Gök Bakır bir toplum un ge rç e k le r karşısında sıkıştığı zam an ken d i­
sine, sığın ılacak bir mit dünyası, bir düş dünyası yaratm asının ro­
manıdır. Ölmezotu’na ge lin ce... B ir t e k kişinin, sıkıştığı z a m a n , ona
A n n e s í N íg á r H a n im
dünya Ver Demir Gök Bakır o ld u ğu z a m a n , bir tek kişinin, yani Memi-
dikin, Ölmezotu’ nda, bir d ü ş dünyası yaratıp on a sığındığının r o m a ­
nıdır o. Bu a legorik bir rom andır, de d im . O şudur: İnsanoğlu sıkış­
tığı zam a n , en kıtlık d ö n e m in d e bile, ça ğım ız d a bile diktatörler çı­
karmıştır. Birinci Dünya S avaşın dan son ra Alman ulusu Hitler’ i y a ­
ratm ak zorunda kalmıştır. Sovyetler Birliği, Stalin’ i y a r a tm a k zo­
runda kalmıştır. Ç aresi yok, hiçbir çaresi yoktur. Bir d ü ş d ü nyasına,
bir diktatöre sığınacaktı o halklar. Bütün tarihi bo yu n ca , in s a n o ğ ­
lu y aratarak sığınmıştır. Bir kaçıştır bu. Bu benim üçlüde, Ortadirek,
Yer Demir Gök Bakır, Ölmezotu’ nda, arad ığım bir şey var ben im , insan
g e rçe ğ in d e . O da insanoğlu ne k ad a r dü şte y a ş a r, ne k ad a r içinde
b u lu n du ğ um uz maddi ge rç e k le r içinde y aşa r? Yaşıyoruz şu an d a .
Ne k ad a r düşteyiz şu a n d a , ne k ad a r g e rçe k içindeyiz? Bunun sını­
rını bilmiyoruz. Ben, rom an larım da, bu sınırların iç ¡çeliğini, bu sı­
nırsızlığı işlerim. Acjrıdacjı Efsanesi’ nde, Binbocjalar Efsanesi’ nde, h at­
ta Akçasazın Acjaları’ nda. İnsanoğlunun bu dü ş, mit, m a sal, yani y a ­
rattığı ikinci bir d ü n yada yaşayışının sınırsızlığını, iç ¡çeliğini ve r­
m ek istedim bütün bu rom an larım da. Onun için Efsane adını kulla­
nıyorum, sözlerimi biraz d a h a so m u tla ştırm a k için, derdim i a n la ta ­
bilm ek için. Ç ünkü dü şle ge rçe ğin sınırını, g e rçe k o lara k in s a n o ğ ­
lunun bu düşüyle, ge rçe ğin i, yarattığı düşle, yarattığı im gelerle y a ­
rattığı ayrı bir dünya ile, içinde y a şa d ığ ı ge rçe ğin sınırını bulm ak,
çok zor bir iş. R o m a n d a bunu in sanlara d u y u rabilm ek çok zor bir iş.
Hiç o lm az sa adlarıyla anayım da , ipuçlarını vereyim okuyuculara,
anla sınlar, insan soyu, dü şte ve g e rçe k te iç içe yaşıyor. B una bir
ipucu olsun diye ‘ Efsane’ sözcü ğü n ü kullandım k ita p larım d a .”
“ İnsan bu dü n y a d a , buna g e rç e k dünya diyelim , y aşadığ ı ka­
d a r bir d e kendi yarattığı bir dü n ya içinde yaşıyor. Bu, onun y a r a t­
tığı mit dünyası, düş dü n yası, san a t dünyası, din dü nyası, ideoloji
dünyasıdır. Bazımız insanın yarattığı mit dünyasını eski Yunan mi­
to lojisinden ibaret sanıyoruz. Biliyoruz ki her ulusun, her kabilenin
böyle mistik bir dünyası var. Bütün dünyayı ele a la c a k olursak bu
d ü nya, içinde yaşa d ığ ım ız şu g e rç e k dünyadan çok d a h a zengindir.
İçinde y a şa d ığ ım ız dünyanın belki d e bir sınırı vardır, ben buna
inanm ıyorum ya, g e rçe ğim iz d e her gü n yeniden yaratıyor, yaratılı­
yor, mitler, d ü şler dünyasının hiçbir sınırı yoktur. İşte insanı kavra­
m ak, insan g e rç e ğ in e varab ilm ek için yeni bir realizm anlayışına
va rm a k zorundayız. İnsan çeşitli ilişkiler içindedir dünyam ızda. Bu
ilişkilerin en ö nem lilerinden bir tanesi de insanın kendi yarattığı
dünyayla ilişkilerdir. İnsanın yarattıklarını san a ta , rom an a g e tire ­
m e zse k eksik bir iş y a p m ış oluruz ve insan g e rç e ğ in e kolay kolay
ulaşam ayız. Dünyanın tadın a, insanın tadın a, y aşa m ın güzelliğine,
sevincine, ta d ın a , varam ayız. İnsanı var eden ne kad a r eti kem iğiy­
se, ne k ad a r içinde yaratıldığı d ü n yaysa o k ad a r da kendi yaratıp sı­
ğındığı mit, d ü ş dünyasıdır. Bu d ü n yadan insanın kopu şu, böyle
birşey m ü m k ü n s e , y a b a n c ıla şm a , onun a rk asın d an da y o z la şm a ­
dır. Dünya yo k oldu ğu g ü n d ü r ki, an ca k işte o zam an insanın y a r a t­
tıkları da o n u nla birlikte yokolur. Toplum un yarattığı m ü şterek
dü n y a la r ne k ad a r insanın y aşam ın ı s ağ lıyo rsa, kişinin yarattığı
mit, d ü ş dünyası da onun yaşam ın ı kolaylaştırıyor, s ağ lıyordu n
Toplum un mit, d ü ş dünyasıyla kişinin yarattığı mit, düş dünyası her
ne k ad a r ayrı ayrı dü ny a la rsa da, bir yerd e de b irb irle rin e sıkı sıkı­
ya karışmışlardır. İşte benim realizmim bu bütünlükten kay n a k lan ­
m aya çalışıyor. Bu da g ü n ü m ü zd en H o m e ro s ’ a, d a h a da öteye, Gıl-
g a m ı ş ’ a kad a r uzanıyor. S anat y ap arke n insanı gerçeklerin d en sıyı-
ramayız. Ne yazık ki, g ü n ü m ü z e k ad a r g e le n birçok ça ğ la rd a in san­
lar yalnızca in sano ğ lu n u n içinde bulu n du ğu bir yanı, ya da birkaç
yanı birden a n ca k görebilm iştir. İnsan g e rç e ğ in e bir b ütünden v a ­
rılır, bunun üstünd e pek d u rm am ışlar. Ç ağ ım ız insan k av ram ında
yeni a ş a m a d a d ır. Sanırım ki çırpınmamızın büyük bir kısmı b u ra ­
dan kaynaklanıyor. Benim realizmim içinde b u lu n d u ğ u m u z g e rç e k
dünyayla insanın yarattığı düş dünyasının iç ¡çeliğini vermektir. İn­
sanın yarattığı düş, mit dünyasıyla ilişkileri insanın en büyük g e r ­
çeklerinden biridir. İnsan y a ş a m ın d a , insanoğlu ne kad a r mit için­
de , ne k ad a r d ü ş ve mit d ü n y a sın d a yaşıyor, bu karm aşıklığın üstü­
ne insanlık d a h a g e re ğ in c e eğ ilm iş değil, ne s an a tta , ne d e bilim­
d e .. .”
“ Ben d e kendimi azıcık bir yazar sayıyorsam , insan g e rç e ğ in e
bilinçli olarak miti, düşü getird iğim d en d ir. İnsanlar, sıkıştıkça k e n ­
dilerine bir düş, bir mit dünyası yaratıp oraya sığınırlar. İnsan n ere­
den gelip nereye gittiğini b ulun caya, d o y u m su zlu ğu n u altedinceye
kad a r mit ve d ü şe sığ ın m a sürecektir. O ndan sonra g e n e s ü re c e k ­
tir. Ç ünkü insan y a ş a m a sevincine, tü k en ip b atsa bile, dünyanın
gü zelliğine d o yam ıyor ki... Şu İstanbula bakalım : Ö ldürülm üş, kir­
letilmiş, şehirlikten, insanlıktan çıkarılmış, c e h e n n e m e d ö n d ü rü l­
m üş, soluk alınm az olm u ş, kötülükler, cinayetler alm ış başım git­
miş, bütün insanları birbirlerine d ü ş m a n gibi b ak a n , bencil, ç ö k ­
müş çü rm üş... Bütün bunlara karşın, d a h a da bin katı kötülüklere
karşın bu şehirde bile yok ed ilem e y en bir güzellik kalmış. Yok e d e ­
mediğiniz, belki yok ed ip d e y enid en yarattığım ız, üstüne bir mit,
bir dü ş dünyası k u rd u ğ u m u z .”

Rom an

“ Her ç a ğ kendi romanını, kendi anlatım biçimini getirir. Anla­


tım biçimleri de , roman kurguları da, roman biçimleri d e gökten in­
mez. Anlatım lar da sıkı sıkıya içinde geliştiği to p lu m a bağlıdır. Söz
eylem dir. Harekettir, büyüdür. Evrenimizi yaratan da sözdür. Ben
sözle yeni bir dünya değil, yeni bir roman dünyası kurm aya çalış­
tım. İn sanlaryüzyıllardan bu y a n a nasıl kendilerine d ü ş ve mit d ü n ­
yaları ku rm u şlarsa, roman da insanlığın kurduğu mit dünyasının
içindedir. Bu dünya, benim kurm aya çalıştığım dünya, kend im ce
bir dünyadır. Y aşadığ ım ız dü n ya ile ilişkisi, dünya ile birlikte y a ş a ­
mın g e rçe ğin i, düşlerin ve mitlerin ge rçe ğin i a ra m a k değil midir?
R o m an bu a ram anın bir b a ş k a yoludur. Belki d e en kestirm e y o ­
lu.... Ayrıntılara çok ön em verdim sözünü ettiğim rom an larım da.
En küçükten, en ayrıntıdan g id e re k bir dünya k u rm ak... Bu, yeni bir
biçim geliştiriyor. D ünyada her d a ğ parçasının, en küçük bir varlı­
ğın bile, bir kişiliği var. Bunu böyle kabul edin ce, kurulan d ü n y a d a ­
ki ö ğ e le r gittikçe yoğu nlaşıyor. Bir d a ld a n , kırk s ay fad a , bir y ap rak
d ü ş ü rm e k ... Bu, benim romanımın tem ellerin d en biri olmalıydı.
B öylesine güçlü bir y az a r o lm ak isterdim , a m a çağım ız e d eb iy a tın ­
da b öylesine bir birikim yok. Onun için, sanırım benim gü c ü m bu
y ap rağ ı g ö n lü m c e d ü şü rm e y e y e tm ey ec ek . Bu bir yoğu rt yiyiş s o ru ­
nudur. Ç ağım ızın birçok ed ebiyatçısının, yazarının bu kad a r yoğu rt
y e m e sorunları yok. Benim o ğlu m bina okur, d ö n e r d ö n e r g e n e
okur... Varsın o ku su n lar, o nlara bir d iyeceğim yok. Bina o k u m a k
büyük bir rahatlıktır. A m a kırk sa y fa d a bir y ap rak dü şü rm e n in , kılı
kırk yarm anın ed eb iyatta bir rahatlık old u ğu n u san m ıyorum . Yeni
arayışlara y ö n elm e k, başarısızlığı ö n ce d e n kabul etm ek dem ektir
biraz da. Çağımızın yenilikçileri, başarısızlıkları ön ce d e n kabul
edilm iş ç a ğ d a ş b aşarısızlardır.”

k k ★

“ Bir karanlıktan gelip bir karan lığa gidiyoruz. H om eros, llya-


da’da, ‘ İnsanoğlu en acı çeken yaratıktır,’ diyor. Ç ünkü ö lüm ün bi­
lincine varm ış tek yaratık insandır. Şim di, nedir bu dü nyaya bağlılı­
ğım ız? Dostoyevski, Budala’sında, ‘ İnsan oğlu nu son su z bir uçurum
ü stüne ayağını koyacak k ad a r o ra d a y a ş a m a y a m ah kû m edin; y a ğ ­
mur altında, karda kışta, o acı içinde, açlıkla yoklukla y a ş a r da öl­
m eye razı olm az, yaşam ını sü rd ü rm e k te direnir,’ diyor. Belki bu bir
s im g e . Am a biliyoruz ki, insanoğlu açlıklar, yokluklar, söm ü rü ler,
sefaletler, a ş a ğ ıla n m a la r arasın d a y a ş a m a y a d evam ediyor. N edir
bu? V arm ak istediğim ge rç e k , insanın içindeki bu sevinç ne?
Ben, sevincin türkücüsüyüm. Onu söylüyorum boyuna. Bütün
ep op elerd e, aşağı yukarı insanlığın m acerasında, halkın yarattığı
m üzeğinde, türküsünde, ne kadar acılı olursa olsun, şu var: ‘Geldik
y a !’ Ortadirek’te ‘ İndik ya, geldik y a !’ macerası var ya, onun gibi. Bu
dünyaya çok şükür geldik. G elm eseydik ne olacaktı... O korkunç s e ­
vince varm ak istiyorum. Nedir o sevinç, y a ş a m a sevinci? Araştırdığım
bu. Niye mit yaratıyor, düş yaratıyor da sığınıyor? Bu sevinci sü rdü re­
bilmek için, yaşam anın ağırlığından kurtulabilmek için kendine yeni
bir dünya yaratıyor. Bu dünya yetmiyor. Acılarıyla, hastalıklarıyla,
ölüm korkusuyla, yok olm akla... a m a g e n e direniyor. Bu ne? Benim
aradığım bu. insan ge rçe ğin e biraz d a h a y ak la şm a k .”
“ İnsan g e rç e ğ i, insan psikolojisinde başlar. Bir d e bu büyük
ustalar, yeni yapı olanakları getirmişlerdir. Eski Yunan piyesleri d e ­
ğil, S h a k e s p e a r e ’ in piyesleri. C e rv a n te s ’ in rom anları, eski şövalye
hikâyeleri değil. Modern rom anın, m odern oyunların b aşlang ıcıd ır
bunlar. Ö te k ile r d e insan psikolojisine yeni boyutlar getirmiştir. Y a­
zarın büyüklüğü o nu nla ölçülüyor.
Elbette benim d e kalm a ç a b a m var. Ne k ad a r başardım bunu?
K a rac ao ğ la n gibi sö ylem iyorum . ‘ Ben ölürsem söylenirim dillerde.’
Kend in e en güvenli a d a m d ırT o lsto y , ‘ ¡lyada’yı yeniden y a z d ım ,’ di­
y e c e k kadar. O bile, ‘ ben şu kad a r zam an e s k im e m ,’ diyem em iştir.
Kim se diyem ez gibi geliyor.
Ben yalnız şunu söylüyorum : R om an dak i m a ce ra m , insan g e r ­
ç e ğ in e v a rm a k ve rom an yapısını y ap ark e n s a ğ la m , insan psikoloji­
sine uygun y a r a tm a k ... Bir yanım var, o n a güven iyorum gerçekten :
Doğayı ep ik anlayış gibi yazdım ve yeni im g eler kurdum g ib im e g e ­
liyor. O n a biraz g ü ven iyorum . İnsan psikolojisine bir şeyler getird i­
ğim i sanıyoru m . D oğaya yeni bir bakış getirdim . K a ra c a o ğ la n ’ dan
ö ğ re n e re k , İly a d a ’dan ö ğre n ere k ... Hatta Faulkner’ dan , Sait Fa-
ik’ten ö ğre n ere k . Bir şeyler d e ekled iğim i sanıyorum . Ne k ad a r y a ­
b ancılaşırsa yab a n cıla şsın insan soyu, d o ğ a y la ilişkisi b itm e ye ce k ­
tir. Ç ü nk ü do ğ an ın bir parçası. O ndan kopm ası m üm kü n değildir.
Doğanın k anında insanoğlu , insanoğlu nu n k anında da d o ğ a o ld u ­
ğ u n a g ö re , bir şeyler yaptığım ı sa n ıy o ru m .”

* * *

“ R om anın an a ta sla ğı, b aşlangıcı, son u, tiplerle birlikte b içim ­


leniyor k afa m d a . Ö n ce biçim d o ğ u y o r b en d e, konu do ğ u y o r, her
n e d e n s e . Tip de birlikte yaratılıyor. Ana e k se n , y az a ca ğ ım tiptir.
Ben, 20 . yüzyıl romancılarının dışında, a n a tipe çok ö n em veriyo­
rum. S onra... Örneğin İnce M em ed IV’te, ilk d ü ş ü n d ü ğ ü m z a m a n , ro­
m a n a b aşlarken , ‘Ç u k u ro va d a to p ra k da deniz gibi k öp ü rü r,’ d e ­
dim. Bu, lay tm otif gib i.... ‘Torosun te p e s in e çıktığın z a m a n , Toros-
larda ışık da deniz gibi kö pü rü r.’ Böyle bir şiirsel tarafı da ortaya çı­
kıyor k afa m d a . Ö rneğin, hep y a z m a k istedim, bir halk deyim idir,
‘ Savrun Suyu öyle aydınlık bir su d u r ki, dibine Kuran d ü ş s e o k u ­
nu r.’ Böyle ayrıntılar k a fa m d a y er y er doğuyor. Ayrıca yazarken de
ge liyor.”
R o m a n D İl İ

“ Rom an dili, kendi biçimini yaratıyor. Eğer gönül verm işsen,


g e c e gü n d ü z işin b uysa, rom an yazarken kendi kendini yaratıyor.
Bunun üstüne d ü ş ü n ce düzenim var. Dili nasıl kullanmalı ro m a n ­
da, dil nedir, diye.
Rus romanı çok ilginç. Puşkin, Rus edebiyatına yeni bir şiir ge ti­
riyor. O şiir çok yeni... Bunu da eleştirmenlerden öğreniyoruz, Nâzım
Hikmet’ten öğreniyoruz. Nâzım Rusçayı çok iyi konuşm uyorsa da,
Rus edebiyatını iyi bilen, ok u du ğu nu çok iyi anlayan bir insandı.
Sonra G o go l geliyor. Bunlar eski Y u n a n ’ a da hayran. Örneğin
G o g o l, ‘ Ben yeni bir ilyada y az ıy o ru m ,’ diyor. Tolstoy, Gençlik’ i y a ­
z arken, ‘Yeni İlyada y a z d ım ,’ diyor. Sonra vazgeçiyor, Sauaş ve Barış
için, ‘ İşte yeni İlyada,’ diyor. Ö ylesine tanıyorlar ve öylesine h ayran ­
lar, eski Y u nan a. Çünkü Batıdan geliyor o nlara roman dü şü n ce si...
G o g o l ’ un Ölü Canları’nda, do ksanıncı s ayfasın a k ad a r Türkçe-
sinden belli İlyada’nın etkisi. O radan son ra da yeni b ir y a z a r çıkıyor.
Benim d ü şü n ce m şu oldu: Nasıl bir roman dili, yeni bir roman
anlatım ı, yeni bir roman içeriği d o ğ d u R uslarda? Dostoyevski yeni
bir roman içeriğiyle geldi, a m a hâlâ d e stan la ra, m a sallara bağlı bir
anlatım . Türkçesinden bile anlaşılır bu. Müthiş güzel anlatır. Tols­
to y ’ un anlatım ı da öyle... Uzmanlar, Rus ed ebiyatı, en iyi Türkçeye
çevrilmiştir, diyorlar. Doğru olabilir bu. Bozkır dili taze bir dil, yeni
bir dil. O ndan yeni bir rom an ve şiir dili yaratıyorlar.
Bizim dilim izde de Nâzım Hikm et gibi bir d e h a var. O da hal­
kın dilind en , büyük k aynaktan geliyor. Hep söylerim , A n a d o lu ’ nun
dili, bütün Türk d ü n y a sın d a ço k zen gin bir dildir. Beni İngilizceye
çeviren Thilda da, Frnasızcaya çeviren M ü nevver Abla (Andaç) da
söylüyorlar, ‘Ç o k zengin bir d il,’ diyorlar, ‘ karşılığını İngilizcede,
Fran sızcada b u la m a d ığ ım ız k ad a r zengin bir d il,’ diyorlar. Nâzım
d a öyle diyordu. Türk dili, Rus dili, b u n la r taze dillerdir; e p o p e d i­
li, m a sal dilidir. Büyük e d e b iy a t d o ğ a b ilir bu dillerden, d o ğ m u ş tu r
d a ...
Ben bunun belki bilincinde d eğild im , şimdi bilincindeyim . Di­
lin özelliği romanın yapısını bile belirler. Eğer dilimize çok bağım lı
Fo t o ğ r a f : A r a G ü l e r
k alab ilm işsek , bu dilin a dam ayız. Eğer s a ğ la m bir ed eb iy a t y ap ıyor­
san , yeni bir dil, k endin e has bir rom an dili y a ra tm a k zorundasın.
Şiir dili ayrıdır, roman dili ayrıdır. Nâzım şiirde bunu yaptı. Ben de
romancı olarak y a p m a y a çalıştım .”
“ Bizim roman g e le n e ğ im iz yeni. Bizim kuşaktan ön ce d e belir­
li bir roman diline u laşm ış kişi az ya da hiç yok. Kırık dö kü k bir ş e y ­
ler ya da. O zam an halkın k on u ştu ğu dili, sözlü edebiyatını kaynak
alm aktan b a ş k a hiçbir u m ar yok.
A n ad o lu ’ nun dili çok zengin bir dil. Büyük d e bir sözlü e d e b i­
yatı var. Destanları, türküleri, ağıtları, m asalları, tekerlem eleri var.
Ben ge n çliğ im d e bir folklor m eraklısıydım . Bir destan anlatıcısıy-
dım. Sözlü ed eb iyatta bile her kişilik, yani şair, anlatıcı, kendisine
b aşk a yeni bir dil yaratmıştır. G e le n ek ten kurtulm ak ne kad a r zor­
sa da kişilikler bir d e stan , bir şiir, bir ağıt dili y aratm ak tan ken d ile­
rini ku rtaram am ışlardır. Ben bunu g e ç l iğ i m d e t a m bilincine vardım
diye m e zsem de kokusunu aldım diyebilirim. V eysel’ le K aracaoğ -
lan, Pir Sultan A b d al’ la, D adaloğlu kendilerine has bir şiir dili y a r a t­
mışlardı. O g e le n e k s e l halk şiirinin kırılmaz anlatım ını, sesini kır­
mışlardı. Her destan anlatıcısı da bölgesinin d a m g a s ıy la birlikte
anlattığı d e s ta n a , m a s a la , tek e rlem e y e kendi d a m g a s ın ı vuruyor­
du. Sonraları, farkına vardığım bu başkalıklar, kişilikler, anlatım lar
üstünd e çalıştım , bilinçlendim. R o m a n a b aşlad ığım zam an artık
hazırdım. G e nç liğim d en de biliyordum. Ustam G ü d ü m e n Ahm et,
Küçük M em et, Murtaza gibi a nlatam ıyordu m K ö ro ğ lu ’ nu. B ende
hikâye, başını alıp benim g ö n lü m c e b a ş k a yerlere gidiyordu. Ö ğ ­
rendiklerim i tıpı tıpına a n la tm a k h oşu m a gitmiyor, bana yavan g e ­
liyordu boyu n a yin elem ek. Beni din leyenler de benim le birlikte y a ­
ratıyorlardı sanki. İnsan hikâyeyi anlatırken onları b akışlarından,
kıpırdanışlarından, onayladıklarından, on aylam ad ıkların dan a n la ­
tım ına, yaratım ına yön veriyordu.
Bir kişi bir romanı yaratırken, ön ce dili y aratm a k zorundaydı.
Bu dil halkın dili olm azdı, d e stan , m asal, şiir dili de olmazdı. Yazılı
anlatım b am b a şk ay d ı. Sözlü anlatım ın g e le n e ğ i, olanakları b aşk a ,
yazılı anlatımınki b am b a şk ay d ı. Yazarken bunun farkına vardım .
Uzun romanları yazarken de b aşk a bir şeyin farkına vardım , dilin
yapısı romanın biçimini, içeriğini oluşturuyordu. Buna çok uzak bir
olasılıktır diyenler var. Dilin yapısı nasıl o l u r d a hem biçimi, hem de
içeriği belirler? R om an y azarak bu işin derinine ulaşırsak o ra d a di­
lin yarattığı biçim leri, içerikleri de buluruz g ib im e geliyor. Dilbilim­
ciler işin bu yanıyla da uğraşırlarsa iyi ederler.
Buradan yola çıkınca, bir yazarın yazdığı her romanın dili aynı
o lursa işin içinde bir yanlışlık var dem ektir. Anlattıklarımız da, a n ­
latım biçim lerimizi belirler. Böyle olun ca da bir yazar anlattığı her
romanı aynı anlatım la yaz a rsa tatsız bir şey olur. Tatsız bir şey old u ­
ğu gibi, bir d ü ş dün yası, bir mit dün yası, bir rom an dünyası da ku­
rulam az. Ben, her romanını aynı an latım la anlatan romancının ro­
m ancılığına in a n a m a m . Yeni bir dil yaratılm adan da, yani roman
dili, şiir dili, doğru dürüst bir rom an, şiir yaratılam az. Yeni bir renk,
çizgi dili d e y aratılm adan doğru dürüst bir resim y a ratıla m a z.”

SİNEM A

1 9 3 8 yılında ilkokulu bitirdi, diplom asın ı aldı. O rtaokula yazı­


lacaktı. Kadirli’ den yola çıktı, yüz b eş kilometrelik yolu yay a yü rü ­
y erek A d a n a ’ya ulaştı. Akşam olm u ştu . İlk olarak elektrik g ö rü y o r­
du. Bir elektrik direğinin dibine oturup dinlendi. Şimdiye kad a r o
g ü r ışığa şaştığı kad a r hiçbir şeye şaşm a m ıştı. Kalkıp ırmak b o yu n ­
ca y ürüdü, bir s in em ay a girdi. Mücrim Çocuk adlı film oynuyordu.
Kem al, d a h a ön ce hiç film gö rm em işti. G e c e yarısına kad a r bu fil­
mi izledi.
S onrad an sin em a sanatıyla yakın d an ilgilenecek, sen a ry ola r
yazacaktı. Y a ş a r Kem al imzalı sen a ry ola r s an sü rd en g e ç m e d iğ i
için, b un larda (örneğin, Alarjeyik) Y u s u f Karataylı, vb. ta k m a a d lar
kullanacaktı.
Kendi romanlarının filme çekim iyle (A^rıda^ı Efsanesi, Yılanı Öl­
dürseler, vb.) de ilgilenecek; yazılan senaryoları g özden ge çirece k ,
gerekli gö rü rse değiştirilip düzeltilmesini sağlayacaktı.
Yılan hikâyesine dönen İnce Memed filminin çekim i ve filmin
- P e t e r Ustinov’ un kendi o y u n c u lu ğ u n a g ö re bozup d eğiştird iği—
sen aryosu ayrı bir konu... K ısaca a n latm an ın o lan ağı yok...
1 975’t e >^ r k S in em a tek D ern e ğ i’ nin on u n cu yıldön ü m ü d o la ­
yısıyla düzenlenen toplan tıd a yaptığı k o n u şm a d a “ Çağım ızın S a n a ­
tı S in e m a ” üzerine görüşlerini şöyle anlatıyordu:
“ S in em a , insanı dört koldan etkiliyor. Hem de stan ı, hikâyeyi,
romanı içeriyor, hem şiiri, resm i, görü n tü yü ... Hem de inanılmaz,
ulaşılm az bir devinimi. Ş arlo ’yu y a r a tm a s ın a karşın, d a h a dünya si­
n em ası çocu klu ğu n u yaşıyor. Ç ağ ım ız sin em ay a d a h a büyük, ina­
nılmaz olan a k la r yükleyecektir. S in em a dünyası buna s o n u n a k a ­
d a r açıktır.
Sin em a , çağım ızda karşılaştığı bütün olum su zluklara karşın,
yolunu, canım dişine tak m ış, var gü c ü y le açıyor. Bu yele bu kar d a ­
yanır mı, sinem an ın ça ğım ız d a karşılaştığı olum suzluklarla her­
hangi bir s an a t dalı karşılaşm ış olsaydı, ortada tozu bile kalmazdı.
S in em a bütün olumlu yönlerine karşın yolu en çok çarpıtılm ış, en
çok söm ü rü ye u ğram ış, en çok insanlık aleyhine kullanılmış bir s a ­
nattır.”

St e n d h a l

“ Don Kişot el kitabimdir. Biçim bakım ından Alexandre D um as


Fils’ten fay d alan d ım . ¡İyoda, Odise benim toprağım ın ürünüdür, ül­
k em d e hâlâ e p o p e g e le n e ğ i yaşa r. Türkm en lerde ve Kürtlerde. Hat­
ta İlyada’dan tem ala r, parçalar bile y a ş a m a k ta , anlatılm aktad ır
A n a d o lu ’ da. Benim en çok sevdiğim romancı S te n d h a l’dir. Çe-
hov’ un etkisinde kaldım. Son yıllarda, etkisinde kaldım d iy e m e y e ­
ceğim a m a , yakın bir akrab alık d u y d u ğ u m , hayran o ld u ğu m ro­
mancı F aulkner’dir. Falukner gerçekçiliğini benim siyoru m . İçinde
yoğu n bir biçim de bulu n d u ğ u m y a ş a m la karşılaştırdığım zam a n ,
Faulkner’ in gerçekçiliği b ana en doğru gibi geliyor. Y a ş a m , b a ş k a ­
larına b ak a ra k, F aulkner’ in anlattıklarına d a h a çok benziyor. Faulk­
n er’ in insanları bana d a h a çok sahici geliyor. Herkesin san dığı gibi
ben F aulkn er’ i ustalık için ustalık y ap an birisi saym ıyorum . Onun
anlatışını doğ al buluyorum . Onu bir çeşit H om ero s sayıyorum . Ho-
m eros çağım ıza gelseydi b ence Faulkner gibi anlatırdı. B ence Ho-
Fo t o ğ r a f : A r a G ü l e r
m e r o s ’ la F au lk n erayn ı kaynaktan geliyorlar. Aynı şekilde anlatıyor­
lar, dü nyaya bakışları çok benziyor birbirine. B en ce çağımızın ro­
mancısı değil, her yönüyle büyük epiği F aulkner’dir. Elimden g e l ­
seydi F aulkner’ in yo lu n d a yü rü rdü m . Ya d a d a h a ge n çk en tanıya-
bilseydim Faulkner’ i, on dan çok fayd alan ırdım . G e n e d e çağım ızda
böyle bir büyük epiğin b u lu n m a sın d a n m e m n u n u m .”

* * *

“ C e rv a n te s ’ten bu y a n a Sten d h a l, anlatım a lanında en büyük


yenilikçidir. R o m a n a getirdiği olanaklar, ondan sonra g e le n ro m a ­
nı inanılmaz bir biçim de etkilemiştir. Daha da dünya ro m anın a et­
kisini sürdürüyor S ten dhal. O, hem a n la tım d a, hem k u rgu da, hem
biçim de yepyeni bir rom an yaratm ıştır. Bilinçli olarak kendi çağının
ep o p esin i yaratmıştır. Onun romanı da İly ada gibi erişilm ez bir
dünyadır, U yad a ’n ın yaratıcısı insanlıktır. Stendhal da a şa ğ ı yukarı o
kad a r güçlü olmuştur.
Faulkner’ a ge lin ce, o da büyük bir ustadır. Hem kendinden ö n ­
ceki romanı a şm ış, hem de her ro m anın da kendini a ş m a y a çalış­
mıştır. Onun her rom an ında yeni bir biçim yeni bir kurgu, yeni bir
anlatım vardır. G e rçe kte Faulkner b an a karşıt bir kişiliktir: Ben ne
kad a r yalın, aydınlık, düz, sözcüksüz d e n ileb ilecek bir anlatım a
va rm a k istiyorsam , Faulkner o kadar karmaşıktır. Buna karşı benim
on a b öylesine hayran o lm am , onun yeni bir roman dünyası y a r a t­
m asın d a n dolayıdır. D oğrusu, çağım ızda bu ça p ta hayran kalına­
cak bir romancı g ö re m iy o ru m .”

YABANCILAŞMA

“ İnsan oğlun daki y a b a n c ıla şm a makinayla b aşlam ış değildir.


Y ab a n c ıla şm a d a h a ön ce de vardı, d a h a sonra da olacak. İn san d a ­
ki y ab a n cıla şm an ın y o ğ u n la ş m a s ı so ru nud u r b en ce bütün sorunr.
B unda elb ette ki en büyük etken makinadır. Makinayı bir s ö m ü rm e
aracı o lm ak tan çıkardığım ız zam an b en ce bu y a b a n c ıla şm a azala-

Y A Ş A R KEMAL 49
çaktır. İnsan, d o ğ a y a yakın o ldu ğu kadar, m akin aya da yakın o la ­
caktır. Ben, bunu m a k in a y la y e n i karşı karşıya gelen insanlarda çok
yak ın d an gö rd ü m . Bir traktörün ev halkından birisi old u ğu n u g ö r ­
düm .
Bir yaz a r için, çağım ız için teknolojik baskı söz konusu d e ğ il­
dir. Teknolojik baskı olabilir s a n m a k , Tolstoy çağınd an k alm a bir
korkudur. Teknoloji o ç a ğ d a d a h a yeni o ld u ğ u n d a n birtakım inan­
ları, yazarları ge rçe kten korkutmuştur. Teknoloji insanlığın g e le c e ­
ği bak ım ından ilk a ğız d a birtakım yazarları, insanları tedirgin et­
miştir. İlk gü n lerd e bu gelişip gelen heyula elbetteki yü zeyde korku
verici bir olaydı. Bir b akım a da dedikleri, sandıkları haklı çıktı. Tek­
nik insanları mutlu k ılm ağa gelirken, insan ilerlemesinin en güzel
bir safh ası olm u şk e n , insanları tu tsak kıldı, g ö rü lm e m iş zulüm lere
uğradı insanlık teknik yü zü nden . Ben tekniğin hiçbir kötü b ask ısı­
nı ü s tü m d e d u y m a d ım , du ym u yo ru m . Teknik b an a sevindirici bir
mucize, bir büyü gibi geliyor. Halkın ço ğ u n lu ğ u da bu k ad a r zarar
g ö rm e s in e karşın teknikten y an a , onlara da teknik bir mucize, bir
büyü gibi geliyor. Teknik insanların eline g e çin c e, teknikle birlikte
yazarlar da , s an atçılar da özgün olackalardır. Y a b a n cıla şm a , yoz­
laşm a , insanlık değerlerini yitirme insan yaratıclığım eng elley en en
büyük öğelerdir. İnsanlar teknolojinin kurtuluşundan son ra za ­
m an la y a b a n c ıla şm a la rd a n , yozla şm ala rd a n kurtulacak, insanlık
y a ra tm a gü cü n ü en g elley en bütün b askılardan arınacaktır.
M akina insanlığın eline g e ç in c e onun insan ü stüne hiçbir b a s ­
kısı o lm ay a ca k , aksin e, in sanoğlu nu do ğ an ın o lum su z baskıların ­
dan kurtaracaktır. Doğayı da kurtaracaktır. Tekniğin in sanlığa, d o ­
ğ a y a zararı g e n e teknik tarafından yo k ed ile ce k tir.”

YARGILANMAK

Polis, can darm a baskıları altında geçen (bk. Zilli Kurt) gençli­
ğinde, Komünist Partisi kurucusu olduğu öne sürülerek tutuklandı,
Kozan Ağırceza M ahkem esi’ nde yargılandı (Nisan-Mayıs 1950). Olay
şuydu: Kadirlili bir çocuk, komünizm propagandası yaparken yak a ­
lanmış. Ç o k dövmüşler. O da bildiği bütün adları saymış, Komünist
Partisi kurucusu olarak. “ Kurucu” lar arasında arzuhalci Kemal de var!
B ir s a b a h c a n d a rm a la r g e lip K e m a l’ in ellerini kelepçelediler.
Savcıya, sonra sorgu yargıcın a, o ra d a n da h a p ish an e y e götürdüler.
Koğuşların dışındaki bir o d aya koym uşlardı onu. Bir hafta sonra,
k asab an ın ağalarıyla ırkçılarının düzenlediği “ m iting” in ardından
hapish an en in b asıla ca ğı, arzuhalci Kom ü n ist K e m a l’ in linç ed ile­
ceği haberi h apish an e y e k ad a r ulaştı. C a n d a rm a kom utanı o gün
K e m a l’ i ikinci kata, c a n d a rm a d airesine çıkardı.
G erçekten de, “ m iting” den son ra kalabalık cezaevi avlusunu
doldurdu. C o ş m u ş bağırıyor, yeri g ö ğ ü inletiyorlardı. O da y u k ar­
dan, pe n cered e n bu “ v a tan sev erler” i seyrediyordu. K om u tan , “ v a ­
tan millet sa k a ry a ” nutku çekip K e m a l’ in geceleyin Kozan Ağırce-
z a ’ sına yollandığını söyleyerek “ y u rtsever” vatan daşları yatıştırıp
dağılm alarını sağladı.
Bir hafta son ra da Kozan h ap ish an e sin e gön derildi. D ünya­
nın en kötü h ap ish an elerin d en biri. H ap ish an e değil, işkence evi
sanki... Ağırceza m a h k e m e s in d e y argılan m ay a başlad ı. Bir süre
sonra salıverildi ya, y a r g ıla m a sürdü. S onu n d a aklandı. D u ru şm a ­
dan son ra m a h k e m e b aşkanı o d a s ın a çağırttı onu. Dedi ki:
“ Sizi m ah kû m edeyim diye çok baskı yapıldı b ana. Siz Ç u k u ­
rova’da kalmayın. Hem en İstanb u l’a gidin. O rad a , Yeni C a m i’ nin
a rk asın d a da arzuhalcilik y ap ar, hayatınızı kazanabilirsiniz. Sizi b u ­
rada ö ldürecekler. Yazık olac ak öldürülürseniz. ‘ B e b e k ’ hikâyesini
karım da ok u du . Edebiyattan iyi anlar. M erakından sizi g ö rm e y e
m a h k e m e y e k ad a r geldi. Ben d e dilinize, ustalığınıza hayran kal­
dım. B an a söz verin, buralarda d u rm a y a c a ğ ın ız a .”
Söz verdi, teşe k k ü r etti.
Yıllar sonra m a h k e m e başkanım n ölüm ilânım g a z e te d e g ö r ­
dü, c e n az esin e gitti. V edat G ü n y o l’ la karşılaştılar. İkisi de şaşırdı
birbirini g ö rü n c e. M e ğ e r ölen yargıç, Fevzi Boran, Vedat G ü n y o l’ un
am ca sıy m ış. Y a ş a r Kem al, Cumhuriyet ga z etesin d ek i k ö şesin e “ Bir
Yargıç Ö ld ü ” başlığıyla yazdığı yazıda a d a le t kuru m u n dan söz etti,
Fevzi B oran ’ dan söz etti: “ Kozan ve yakınlarındaki halk um u du n u
on a bağ lam ıştı. Onun ada le tin e. Hiçbir tesirle, hiçbir çıkar için,
onun adaletten şa ş m a y a c a ğ ım biliyordu.” (Zulmün Artsın içinde).
İ N G İ L T E R E ’ D E B B C S T Ü D Y O S U N D A C A N Y Ü C E L ’ LE, 1 9 6 3
Yıllar son ra Ant d ergisin d ek i yazılarından dolayı k ovu ştu rm a­
ya uğradı, yargılandı (19 6 7 -19 6 9 ):
Vedat D em ircioğlu ’ nun Teknik Üniversite y ata k h a n esin d en
atılıp öldürülm esinin ve öğrencilerin uykudayken co p la n a ra k , yarı
çıplak d u ru m d a m a h k e m e karşısına çıkarılmalarının ardından y a ­
y ım lanan “ Kanlı İktidarın Ortakları” , Kanlı P azar’ dan sonra y ay ım ­
lanan “ C a m ile r Kışla O ld u ” başlıklı yazılarından dolayı bu kitapçı­
ğın yazarıyla birlikte Ağırceza M a h k e m e s i’ nde uzun sü re y a r g ıla n ­
dı; b eş yıl sonra aklandı. (Yazılar Baldaki Tuz içinde).
Yine bu sıralarda h akkında bir b a ş k a d ava açılmıştı: G e rek çe ,
Emile B u rn s’ ün Marksizmin Temel Kitabı’ nı çevirm iş, b öylece C eza
K a n u n u ’ nun ünlü 14 2 . m a dd esin in dördüncü fıkrasındaki “ k o m ü ­
nizmi ö v m e ” suçunu işlem iş olm asıyd ı. G e rçe kte , o sırada a ske rli­
ğini y a p m a k ta bulunan çevirm enin adını ve rm ek sakıncalı g ö r ü n ­
d ü ğ ü için, Ant Yayınları’ nda çıkan, çevirm enin ta k m a adının kulla­
nıldığı kitabı kendisinin çevirdiğini söyleyip “ s u ç u ” üzerine almıştı
Y a ş a r Kem al.
12 Mart M uhtırası’ nın ardından aydınlar, y azarlar h a p is h a n e ­
lere dold uru lu p gü lü n ç d a va la r a çılm a y a başlan m ıştı. Derken, M a­
yıs 1 9 7 1 ’ de “ Balyoz H arekâtı” başlad ı. Radyo, “ teslim o lm a s ı” iste­
nen aydınların, sendikacıların adlarını okudu sık aralıklarla... Y aşa r
Kem al, listenin en ön sıralarındaydı. Gidip “ te s lim ” oldu ve bir ay
so rgu su z su alsiz D avu tpaşa kışlasında tutuldu. Sonra da hiçbir g e ­
rekçe g ö sterilm ed en bırakıldı.
B un dan birkaç gü n sonra Marksizmin Temel Kitabı davası s o ­
nuçlanıyor ve “ çevirm en Y a ş a r K e m a l” on sekiz ay h ap se m ahkû m
ediliyordu. Yargıtay bu kararı b ozacak , Emile Burns, çevirm en Y a ­
ş a r Kem al ve çeviri kitap aklan acak lardı.
Gelelim son yargılan m ala rın a...
Yirmi yazar, 4 Ekim 19 9 4 gü n ü Türkiye G a ze teciler C em iye-
ti’ nde bir basın toplantısı d ü z en leyerek d ü şü n ce a çık lam a özg ü rlü ­
ğü ön ü n deki engellerin kaldırılmasını, Terörle M ü ca d e le Y asa-
s ı’ ndaki bazı hükümlerin değiştirilm esini istediler. Bu basın t o p ­
lantısına ne yazık ki az sayıda ga z ete ve dergi ile bir Alm an, bir İs­
veç televizyonu ilgi gösterdi. Bunun üzerine, Y aşa r K e m a l’ in ö n e ri­
siyle, bir kitap hazırlanm ası kararı alındı.
Yirmi dört yazarın yazılarını biraraya getiren Düşünce Özgürlü­
ğü ve Türkiye başlıklı kitapta Y a ş a r K e m a l’ in iki yazısı yer alıyordu:
“ Türkiye’ nin Üstündeki Kara G ö k y ü zü ” ve “ Zulmün Artsın” .
Y a ş a r K em al, “ Zulmün Artsın” başlıklı yazısını (aynı adı ta ş ı­
yan kitap içinde) A lm a n y a ’ daki Der Spiegel d ergisin e de g ö n d erm iş;
yazı A lm an cay a çevrilip “ Yalanlar Seferi” başlığıyla yayım lanm ıştı.
Yazının kimi bölümleri bir g a z e te d e Y a ş a r K e m a l’ i suçlayıcı
başlıklarla verilince kıyam et koptu! “ M ed y a ” nın ve siyasilerin bir
kesim i Y a ş a r Kem al için dem ediklerini bırakm adılar. İşi “ Y a ş a r Ke­
mal vatan hainidir” e k ad a r vardıran lar oldu. Yazının b ütün ü n de ne
söylüyor, diye araştıran o lm adı. Elbet, onu sav u n a n lara da rastlan­
dı.
Derken Düşünce Özgürlüğü ve Türkiye kitabı toplatıldı, Y aşa r
Kem al d e Terörle M ü cadele Y a s a s ı’ nm 8. m add esin i çiğn em ekten
Devlet G üvenlik M a h k e m e s i’ ne verildi. 12 Tem m u z 19 9 5 gü nü d u ­
ru şm a la r başladı ve yazarım ız birkaç ay son ra aklandı.
Bu a rad a Terörle M ü cadele Y a s a s ı’ nın 8. m add esi değiştiril­
mişti. A m a bu, dışarıya karşı “ y a s a la rd a iyileştirme yapıyoruz; d e ­
m o kra tikleşm e y o lu n d a a d ım la r atıyoruz” gö rü n tü sü verm ekten
b aşk a bir yarar sağ lam ıyo rd u .
Ve birkaç ay son ra Y a ş a r K em al, “ Türkiye’ nin Üstündeki K a ­
ra G ö k y ü zü ” başlıklı yazısından dolayı bir kez d a h a Devlet Güvenlik
M a h k e m e s i’ ne gönderildi. 7 Mart 19 9 6 g ü n ü , ilk d u ru ş m a d a , savcı
“ b e ra a t” istedi. Aynı gü n m a h k e m e , kararını açıkladı: 1 yıl 8 ay h a ­
pis cezası, 46 6 bin 666 lira para cezası. Bu ceza, kısa bir d u ru şm a
arasın d an son ra, dinleyicilerin sa lo n a alın m ad ığı c e lse d e açıklan ı­
y ordu. M ah k em e, yazarın “ Halkı ırk ve b ö lg e farklılığı göz ete rek
açıkça birbirine d ü ş m a n ilân ettiği” s o n u c u n a varm ış ve C ez a Ka-
n u n u ’ nun 3 12 / 2 . m add esin i uygulam ıştı. A m a cezasını erteliyordu;
iki yıl içinde aynı “ s u ç u ” bir a d a h a işlerse, ikisinin cezasını birden
çekecekti. Karar açıklandıktan sonra Y a ş a r Kem al, tam m a h k e m e ­
nin kap ısına gelm işti ki, geri d ö n d ü , seslen d i: “ Ben d e sizi m ah k û m
e d iy o ru m .”
Nokta dergisinin an latım ın a g ö re Y a ş a r K em al, romanlarıyla
n erede kesişip n ered e ayrıldığını kestirm enin g ü ç o ldu ğu renkli h a ­
yatına b i r d e “ b ölü cülü k ” sığdırmayı başarm ıştı.
Y argıtay’ ın kararı o n a m a s ın d a n sonra Y a ş a r K em al, Avrupa
İnsan Hakları M a h k e m e s i’ nde d ava açtı ve davayı kazandı!

Z İl l İ K u r t

Gençliği Ç u k u ro v a ’ da solu k ald ırm az polis, c a n d a rm a b ask ıla ­


rı altında geçti.
Ortaokulun ikinci sınıfından beri A d a n a ’ daki sosyalistler a r a ­
sındaydı. S osyalist işçi liderler, eski tüfekler, g e n çler... Daktiloyla
yazılmış ya da Atatürk d ö n e m in d e b asılm ış sosyalist klasikler elden
ele dolaşırdı. Artık yasaktı bunlar. O lan ca şiddetiyle süren İkinci
Dünya S a v a ş ı’ nı d ah a çok yab a n cı radyolardan izlerlerdi, dil bilen­
ler vardı içlerinde... “ S o lc u ” oldukları için sıkıyönetim in A d a n a ’ya
s ü rgü n e gön d erd iği A rif Dino ve Abidin Dino ile sık sık g ö rü ş m e k ,
h ap ish an e d e n çıkıp ge lm iş Orhan K e m a l’ le dostluk kurm ak bile y e ­
terdi bir insanı “ m im le m e y e ” ...
A d a n a ’da azılı ırkçılar, solcu d ü şm an ları da vardı. A ğ a la r d e s ­
tekliyordu bunları. Bu çevre “ c a s u s ” ilân etti, “ k o m ü n ist” ilân etti
K e m a l’ i. P o lis-can darm a baskısı bund an son ra başladı.
İlk kez 1 9 4 3 ’te düştü karakola. A d a n a P am u kpazarı karak olu n ­
d a on gün tuttular. Bir k a rab a sa n y aşa d ı...
Bir işe girip izini yitirtiyordu, bir hafta on gü n sonra g e lip işten
çıkarttırıyorlardı. Belki otuzdan fazla işe girdi çıktı, birkaç yılda. Ba-
tos ırgatlığı yapıyordu g ü n d e on beş saa t, kırk-kırk beş d e re c e sıcak
altında, o ra d a bile rahat bırakmıyorlardı. Yalnızca traktör sü rü cü lü ­
ğü y ap ark e n izini b ulam adılar.
G id ere k d a h a da azıttılar. Her gün telsiziyle R u sy a ’yla ko n u ştu ­
ğu d e d ik o d u su n u yayıyorlardı. Evi sık sık basılıyor, telsiz aran ıyo r­
du. B i r d e her b ask ın d a, evde ne k ad a r yazılı kâğıt bulurlarsa g ö t ü ­
rüyorlardı. Ç o ğ u sarı defterlere yazılmış folklor derlem elerinin b ü ­
yük bir b ölüm ü böyle gitti. İlk rom an d e n e m e s i Demir Kazık böyle
gitti. Adı “ Kom ünist Kör K e m a l” e çıktı.
S o n u n d a, kim seye bağımlı olm ad a n arzuhalcilik y a p m a y a b a ş ­
ladı. Biraz rahat e d e r gibi oldu. Edem edi. 19 5 1 N isan ın da tutuklan-
Fo t o ğ r a f : E r g u n C a n d e m í r - T e m p o

__ Kİ TAP - L I K A DAN Z' YE


5b
dı. ö n c e Kadirli, so n ra Kozan h a p is h a n e s in d e yattı (Bk. Y argılan ­
mak). Kozan h ap is h a n e s in d e k o ğ u ş a girerken eşkıya Hilmi, ken d i­
sini karşılayıp dem işti ki: “ Senin ailen b an a çok yardım etti. H aya­
tımı kurtardı, d e s e m d oğ ru d u r. A m a bu h a p is h a n e d e tek dü şm an ın
b enim . Ben den kork. Katillikten, hırsızlıktan, ırza g e ç m e k te n düş-
seydin, b aşım üstünd e yerin vardı. Şim di, beni b e k le .” O korkunç
h a p is h a n e d e Hilmi tarafından bıçaklandı. Bir ay son ra da çıktı, ar­
dından aklandı. Çıktı ve aklandı y a, bu kez d e arzuhalcilik y a p m a ­
sını engellediler. İstan bu l’ a canım atıp kurtulm asaydı, ya bir cin a ­
y ete kurban gid e c e k , ya da “ zilli kurt” gibi açlıktan ölecekti.
“ Zili Kurt” hikâyesi, kendi anlatım ıyla, şudur:
“ Doğu A n ad o lu ’ da koyun sürülerine, koyun d a m ların a kışın
acıkan kurtlar girer, koyunlara saldırırlar, bir koyunu alıp g ö tü r­
mezler, bütün bir sürüyü ısırırlar, y aralarlar, parçalarlar kaçarlar.
Kurdun dişleriyle yarala n m ış koyunlar iflah olm az, ölürlerm iş en in ­
de s o n u n d a. İşte böyle köye kurt girdiğinin sab a h ı köylüler atlan ır­
lar, kurtların ardına düşerlerm iş. Kurdu, kurtları yakalayınca fiske
bile vurm azlar, s a ğ la m bir zincirle, k opm az kirişle kurtların b o ğ a z ı­
na birer zil ta k a r onları bırakırlarmış. Kurtlar kurda kuşa, hiçbir
canlıya, koyuna keçiye, e ş e ğ e , d a n a y a , hiçbir yaratığ a y ak la şa m a z -
lar, açlarından ö lürlerm iş.”
Kıssad an hisse:
“ İşte Türkiye C umhuriyeti hükümetleri bu kurt m eto du n u köy­
lülerden ö ğ re n m iş, her h oşu n a gitm eyen insanın b o yn u na bir zil t a ­
kıp bırakıyordu bozkıra. G e n ç liğ im d e b o yn u m d a hep zil oldu. Arka­
daşlarım ın da. İşte yazılacak roman b u d u r.”
kitap-lık

K İ T A P - L I K D E R G İ S İ N İ N A R M A Ğ A N I D I R

You might also like