You are on page 1of 9

Alman İdealizmi'nde Bilinç ve Doğa

-Alman İdealizmi genel olarak kabul eildiği biçimiyle felsefe tarihi açısından Kant'la başlayıp
Hegel'le kapanan, içine Schelling, Fichte, Jacobi, Rheinhold, Maimon gibi felsefecileri,
Hölderlin, Novalis, Schlegel gibi Alman Romantizminin kurucusu olan şair-düşünürleri, diğer
yandan Goethe, Schiller gibi figürleri kapsayan başlıbaşına bir tarihsel dönem. Alman
toplumunun ve Avrupa'nın çok önemli siyasi-toplumsal dönüşümler geçirdiği, Fransız
Devrimi'nin, Aydınlanma'nın yaşandığı, Avrupa'nın oldukça da sancılı olan temel bir
modernleşme sürecinden geçtiği bir dönem. Alman İdealizmi, toplumdaki dönüşümlerle
doğrudan ilişkili bir düşünme biçimine sahip. Bu nedenle dönemin tarihsel dönüşümlerini de
göz önünde bulundurmak gerek.

-İdealizm tuzaklı bir kavram. Örneğin idealist bir filozof aynı zamanda pekala realist de
olabilir. Hatta Alman İdealistleri zorunlu olarak realistlerdir diyebiliriz. Ama bunun
ayrıntlarına burada girmeyeceğiz. İdealizmin, realizmin karşıtı olmasının nedeni, şeyler
arasındaki ilişkinin nihai olarak deneyimin dışında düşüncede tam olarak kavranabileceğini
-yani kavramla anlaşılır kılınabileceğini- söylemesi. Ama bu, asla deneyimin, bilimsel
gözlemin vs. geçerliliğini sorgulamak anlamına gelmiyor, tam tersine. Bugün buna az da olsa
değineceğiz diye umuyorum. Lenin, mektuplarından birinde, Hegel'in Mantık Bilimi'ni
okurken, "neden Hegel'e idealist dendiğini anlayamıyorum, en idealist yazıları [Mantık
Bilimi: Mutlak İde] en materyalist yazılara benziyor" der. Bu nedenle Hegel'e neden idealist
dendiği aslında kolayca yanıtlanacak bir şey değil. İnsan eylemlerini ve tarihini "yukarıdan"
belirleyen bir "tin" olduğuna dair görüş, Hegel'in tamamen yanlış anlaşılmasına dayanıyor.

-Dediğimiz gibi, Alman İdealizmi'nde bir çok farklı isim ve akım var, "idealist" demek tek bir
düşünce çizgisinde demek değil. Ama ortak bir arzuları, idealleri var: Bir bilim olarak
felsefeyi kurmak! (Bu, örneğin Husserl'de de kendisini gösterecek-tekrarlayacak olan bir
arzudur). Diğer bütün bilimleri kapsayacak bir felsefe bilimi, düşünce sistemi ideali. Bu
bağlamda üniversite kurumu, bütün bilim dallarının organik bir şekilde bir araya geldiği bir
bütün onlar için. Felsefeyi bir sistem olarak kurmaktan bahsettik. Şimdi sistem düşüncesine
kısaca değinmek istiyorum. Sistematik felsefe aslında Arsitoteles'ten beri var diyebiliriz.
Aristoteles de, tıpkı hemen her filozof gibi, ‘her şey’i açıklamaya girişti. Etik, estetik, politika,
ontoloji, dilbilim üzerine eserler vermenin yanında, bunların arasinda da bağlar kurmaya
çalıştı. Ama Kant’daki gibi bir Arkitektonik düşüncesine sahip değildi. Arkitektonik, yani
bilgilerimize ve bilgilerin ışığında kurduğumuz bilimlere dair bütünsel yapıyı, bütün
kiremitleri, katları, içinde oturulacak evin tamamını ‘inşa etme’ sanatı. Bütün bilgilerin ve
bilimlerin gerçekliğini ve aralarındaki bağı kurma sanatı: Sistem kuruculuk. Sistematik
düşünceden 'sistem' düşüncesine geçişte, yani modern öncesi felsefeden modern felsefeye
geçişte önemli bir parametre değişikliği var. Bu değişiklik, sistematik düşüncedeki bilgiye
ulaşmanın ölçütünü, 'neye-kime göre' sorusuyla radikal biçimde sorgulamada, ve sonuç olarak
bu ölçütün yerine başka bir ölçüt konmasında yatıyor. Nasıl bir ölçüt değişikliği bu?

-Tarihsel olarak baktığımızda, bu ölçüt değişikliği talebinin, başta astronomi olmak üzere,
bilimlerdeki gelişmelerle, 'Hristiyan dogmaların sarsılmasıyla, optik alanındaki ilerlemelerle
(eski optik'in-eski gözün gördüğünün tersyüz edilmesinin) örtüştürebiliriz. Doğrudan
gördüğümüz şey üzerine kurulanın yanlışlığı. Görünüş ve onun görünüşünü belirleyen yasa.
Bu ölçüt değişikliğini en başta kartezyen Cogito'ta konumlandırabiliriz. Burada radikal, yani
bir anlamda modern olan, modern öncesi felsefedeki bütün varsayımların, 'hakikatlerin',
aksiyomların, askıya alınması. Bilimdeki gelişmeler bu aksiyomların, varsayımların yanlış
olabileceğini gösterdi. Felsefede zaten hep varolan şüphecilik, artık felsefenin kendisini tehdit
etmeye başladı. Felsefeye haysiyetini kazandırabilmek, bilim olarak inşa edebilmek için, bir
yer değiştirme gereksinimi doğdu: hakikat ve kesinliğin yer değiştirmesi. Felsefenin artık
başlangıç noktası aksiyomatik olarak varsayılan, önkoşul olarak konan bir hakikat değil,
kesinlik olmaya başladı. Bu konuda Descartes'in her şeyden kuşku edip parantez içine alması
ve geriye bir tek düşünen ben'i bulup her şeyi oradan kurmaya çalışması buna temel bir örnek.
Bu açıdan Alman İdealistleri'nin de temel uğraşı Descartes'ın bu her şeyi temellendiren
cogito-tözsel düşüncesiyle hesaplaşmak. Ama buna sonra değinelim. Felsefenin, şahsiyetini
geri kazanmak, kendini bilimlerin bilimi olarak yeniden kurmak için, kendini, dolayısıyla
da 'dünyasını' matematiksel bir kesinlik 'düzenine' oturtma zorunluluğu başlıyor modern
düşüncede. Descaretes'daki ben'in kesinliğinin yanında, Spinoza'nın Etik'ini Geometrik bir
biçimde kurma arzusunu da bununla birlikte okuyabiliriz diye düşünüyorum.

-Diğer yandan, sistem kurma düşüncesinin felsefenin doğa bilimleriyle olan yarışı dışında bir
nedeni daha var: toplumsal-tarihsel dönüşümler. Alman İdealizmi dönemi Avrupa tarihi
açısından son derece fırtınalı: Fransız Devrimi, sınıfların alt üst oluşu, özgürlük ideali,
modern birey-vatandaş kavramı, diğer yandan bu çalkantıların getiriği sıkıntılar, büyük
vaatlerin altında yolunu bulamayan, önünü göremeyen bireyler; bir tür kaybolma,
parçalanmışlk hissi mevcut. Etik değerlerin yeniden düzenlendiği bir dönem. Bu açıdan
sistem kavramı, sadece doğa bilimlerini değil, etik, politika ve tarihi de içerir. Hepsini
bütünlükçü bir sisteme oturtma ve insanlara yol gösterici olma gibi bir iddiası var. Felsefe
gerçekten sokaklarda bir bakıma. Örneğin Hegel'in cenazesi bu açıdan ilginç. Toplumun her
kesiminden, en üst tabakadan en aşağı tabakaya her türlü insan katılıyor cenazesine. Modern-
yeni dünyanın bir yol göstericisi olarka uğurluyorlar onu.

-Kant sonrası Alman İdealizmi'nin yeni bir bütünlük oluşturma, insanlara yol gösterme iddiası
varsa, önünde yine büyük bir engel var: Kant'ın kendisi. Her şeyden önce Kant'ın felsefede
açtığı düşünülen ikilikleri kapatmak gerektiğini düşünüyorlar. Doğa ve düşünce, birey ve
toplum arasında bir bağ kurulmalı. Ve bu bağ artık Kant öncesi metafizik, dini veye görünmez
bir elin kuracağı bir bağ olmamalı. Doğa bilimleri, etik, tarih el ele yürümeli. Üstüne üstlük,
özgürlük kavramı da bu resme oturmalı. Doğa bilimlerinin arka arkaya zaferler kazanmasının
yanında gitgide hakim olan mekanik dünya görüşü, hem doğanın hem de devletin mekanik bir
sisteme sahip olma görüşünün yayılması özgürlük kavramını yeniden başa konumlandırıyor.
Örneğin Schelling Fichte'ye yazdığı bir mektupta, "felsefenin başı ve sonu özgürlüktür",
diyor. Yani felsefenin esas konusu bu. Ama eğer felsefe, içinde doğa felsefesini, tarih
felsefesini alacak ve bir sisteme oturtacaksa, esas yapması gereken özgürlüğü yasayla,
nedensellikle uzlaştırmak. Görüldüğü gibi dev bir proje Alman İdealizmi ve elbette bir
oturumda, bu akımın içindeki pek çok farklı görüşü paylaşacak vakit yok. Bu nedenle esas
olarak Hegel'in sistemini ve yöntemini konuşmak istiyorum bugün. Sistem kurma girişimi
olan filozoflarda, örneğin Kant'ta olduğu gibi Hegel'de de, yönteminin ana hatlarından
bahsetmeden yalnızca doğa felsefesi üzerine konuşmak mümkün olmuyor. Kurdukları
sistemin her parçası birbirine bağlı (arkitektonik). Bu nedenle esas olarak Hegelci metot ve
onun temel motoru olan olumsuzluk kavramı üzerinde durmak istiyorum.

-Ama Hegel'den önce kısaca Schelling'e değinmek gerkli, çünkü "mutlak" kavramıyla
Schelling, Hegel'in sisteminin önünü açan kişi. Schelling "mutlak" kavramıyla bir anlamda
realizm ve rasyonalizme bir alternatif sunmak istiyor. Buna göre realizm, bilgi nesnesinin
"kendisinin" veya felsefi jargonda kendinde-şeyin, bizim düşünce ve kanılarımızdan bağımsız
olmasını içeriyor, bu aslında bütün kuramlarımızı da tehdit eden, ve sonsuz bir şüpheciliğe
götüren bir görüş o dönemde. Diğer yandan realizmin reddi ise, gerçekliğin tamamen
öznelliğe dönüşmesine ve bir anlamda gerçekliğin ortadan kalkmasına yol açabiliyor. Esas
olan kendinde-şey değil, kendisi için, veya bizim için oluyor. Kant'ın yaptığı bir anlamda hem
her iki görüşü eleştirmek hem de her ikisine de hakkını vermek oldu. Dualist bir dünya yarattı.
İşte Schelling'e göre "mutlak", nesnel ve öznel olanın, varlık ve düşüncenin, doğanın ve
bilincin ortak bir zemine sahip olduğunu göstermektedir. Bu noktada Schelling, özne-nesne
sorunlarından bunalmış felsefeye kendince bir çözüm sunuyor.Schelling'e göre felsefenin
görevi, bir yandan doğa felsefesiyle nesnel alanı, diğer yandan transendantal felsefeyle öznel
alanı araştırmak ve her ikisindeki ortaklıkları keşfetmektir

-Şöyle de düşünebiliriz Schelling'in amacnı: Geçenlerde izleiğim, fizik üzerine bir BBC
belgeseli şu soruyla bitiyordu:"gezegenlerle, evrendeki bütün diğer şeylerle aynı atomlardan
yapılmış bir madde olarak -ben-, nasıl oluyorda şunu sorabiliyorum: bütün bunlar nasıl
mümkün oldu?". Eğer salt bir mekaniklik olsa bu mümkün olmazdı. Ama Schelling'e göre bu
gayet mümkün, çünkü örneğin bilinç doğada ortaya çıkmadan önce doğada zaten vardı, ama
henüz bir şekilde saklı bir biçimde. Schelling'in bulduğu çözüm, doğada zihinselliğin, zihinde
de doğanın olduğunu göstermek. Buna göre doğa felsefesinin görevi, doğa bilimlerinin
sonuçları, bulgularının bizim zihinsel yaşantımızla uyumlu olduğunu göstermek. Doğanın salt
bir mekanik düzen, bir zorunluluk alanı olmaktan çok, özgürlük ve bu nedenle zihinsellik de
içerdiğini göstermek.
-Schelling'in doğanın zorunlu olarak mekanik işleyişine dair görüşe karşı oluşu öncelikle
Kant'la olan mücadelesinden gelmekte: Kant'a göre Newton'un mutlak uzayı aklın bir idesidir;
Newton'un da vardığı, aklın bir ideal son noktadır ve bu asla deneyimle, duyularla varılacak
bir yargı değildir. O halde, der Kant, mutlak uzayı, gerçek hareketin yasalarını tanımlamak
için temel alamayız (gerçek hareket, örneğin, göreli harekete karşı, dünyanın durup, güneşin
hareket ediyor gibi görünmesi). O halde gerçek hareket dediğimiz şeye dair deneyim öncesi
bir kavrayışımız olmalı, bu da maddenin deneyimde transendental kategorilerle nasıl
kurulduğunun araştırılması anlamına gelir. Buradan varılan sonuç, hareket yasalarının, gerçek
hareket kavramının nesnel bir anlam kazandığı deneyim öncesi koşullar olduğudur. Örneğin
maddeye dair temel itme ve çekme güçlerinin ve evrensel kütle çekimin deneyim öncesi
kavramsal belirlenimler olduğunu, bu nedenle de doğanın mekanik olarak kavranmak
zorunda söyler. Ünlü kendinde şeyler argümanına göre de kendinde doğanın nasıl işlediğini
bilemeyiz. (elbette doğa kavramı da, bir bütünlük idesi olarak akla aittir; aklın kavrayışı
dışında bir doğa olup olmadığı şüphelidir). Bu zorunluluk, bizim deney öncesi nedensellik
kategorisi ile doğaya atfettiğimiz bir kavrayış biçimidir. Elbette burada üstün körü geçiyoruz,
ve şimdi Kant'ı burada bırakıyorum, yoksa Kant'ın inşa ettiği kavramsal şatoya girersek bugün
bir yere ulaşamayız.
- Şimdi Schelling, ve elbette diğer Kant sonrası Alman idealistleri için, başta bilinemeyen
kendinde şey kavramı olmak üzere, deneyim öncesi, transendental bir nedensellik ve bunun
sonucu epistemoloji için kabul edilmesi gereken mekanik bir doğa kavrayışı kabul edilemez
bir şey. Bunun yerine Schelling'in, eğer kendimizi özgür ve aynı zamanda doğaya ait canlılar
olarak görmek istiyorsak önerdiği şudur: doğa, bir dizi temel güçler ve itkilerle işleyen bir
bütündür. Buna göre, doğa felsefesinin analizi gösterecektir ki, doğanın en temel ve basit
halinden bilinç sahibi özgür varlıklar olarak bize kadar ulaşan bir süreç içinde doğa organik
bir bütündür (Kant 3. kritiğinde buna değinir). Ama doğa, (evren-her şey) aşama aşama
gelişmiştir: madde başta kendini çeşitli bütünlükler halinde organize eder: gezegen sistemi,
kimyasal süreçler ve etkileşimler, bu organizasyonun sonucu organizmalar gelişir ve sonunda
en konstantre biçimiyle organizma olarak bilinçli varlıklar meydana gelir. Schelling'e göre bu
süreçte bir tür içsellik gelişir, gezegen sistemlerinden kimyasal elementlerin yakınlıklarına,
ağırlık merkezi sürekli daha yoğunlaşır, bu da bir tür bireyselleşme ve bir özne olma
sürecidir, sonuçta bu süreç insanla birlikte bir özbilinç olarak ortaya çıkar. Schelling daha da
ileri giderek, bu zihinselliğin ve dolayısıyla insanın diğer insanlarla organize olduğunu, tarih
içinde çeşitli yaşam formları, kültürler, topluluklar, toplumlar ve devletler kurduğunu söyler.
Geist, zihin, tin dediğimiz işte doğada tarih içindeki bu zihinselliğin oluşması, organize
olması, ve hem kendine hem de doğaya dair yasaları aramasıdır. Organizma, kendini oluşturan
ortamdan bizzat ayrılan bir şeydir. Bir tür otonomisi vardır. Doğada organizmanın doğuşu,
böylece başlangıçta doğada henüz saklı olarak bulunan özgürlük edimini de açığa çıkartır.
Bizzat doğanın, az önce bahsettiğimiz mutlaktan meydana gelişi, mutlağın kendi
mutlaklığının farkına varması için zorunlu özgür bir istençtir. İşte bu çelişki, sonunda bilinç
ve özbilincin ortaya çıkışıyla tekrar bir senteze ulaşır. İnsan bilincinde özgürlük ve
zorunluluk, sonluluk ve sonsuzluk tekrar bir araya gelir, ama elbette insanlık sona ermediği
için bu mücadele devam eder.

-Schelling bu açıdan doğanın materyalist ve idealist bir evrimini göstermeye çalışır. Doğaya
içkin güçlerin karşıtlıkları, zıtlıkları ve yakınlıkları sürecinde yeni evrelerin oluştuğu ve
doğayla zihinselliğin-bilincin içiçe geçtiği bir özdeşlik sistemini anlatır: Doğa bilimleri,
doğadaki yasaları açığa çıkartarak aslındaki doğadaki tinselliği açığa çıkartırken, ve böylece
aslında idealizme yol açarken, idealist felsefe de tinselliği veya zihinselliği doğada
maddileştirir, somutlaştırır. Ama ne kadar olağanüstü betimlemeleri olsa da, Schelling, Kant'ın
daha önceden eleştirdiği metafizik anlayışa düşmekten kaçamıyordu. Kant'la birlikte ortaya
çıkan esas sorun meşruiyet sorunuydu. Kendimize ve doğaya dair bilgimizim meşruiyeti
nereden geliyor? Örneğin bizim doğayı kavrayışımızdaki normativite-meşruluk nereden
geliyordu? Hegel'in asıl derdi işte budur. Schelling'in söylediklerinin bir meşruiyeti var mı?
Schelling kendisini "zihinsel sezgi" kavramıyla haklı çıkarmaya çalışmıştı, buna göre
"mutlak", bizzat bilinçten de önce olduğundan, düşünmeyle değil ancak bu tür bir sezgiyle
erişilebilecek bir şeydi. Ama bu bizi bir yere götürür mü? Eğer bu sezgi bende yoksa, elimde
Schelling'e güvenmekten başka bir şey kalmıyor. Olağanüstü şiirsel bir dili olan, belki de
insan ve evren üzerine olağanüstü sezgisiyle bize bir şeyler anlatan Schelling'in -örneğin kütle
çekimi veya ışık üzerine yazdıkları son derece ilham vericidir- ne yazık ki böyle bir ikna ve
meşruiyet sorunu vardır, ve Hegel bunu sonuna kadar kullanarak eski dostu Schelling'in bir
adım önüne geçer. Hegel'in gücü bu anlamda, tam da Schelling'in eksikliğidir: yöntemsellik,
veya metodoloji.

-Şimdi, bu yönteme değinmek üzere, ilk defa en belirgin halde ortaya çıktığı kitabı, Tinin
Fenomenolojisi'ne değinmek istiyorum. Fenomenoloji sözcüğünü daha önce Kant kullanıyor:
biraz önce değindiğim bağlamda Kant, Newton'un mutlak uzayda gerçek-doğru hareket
kavramına karşı çıkarken, kendisinin öne sürdüğü şeyi, yani fizikteki önkabullerin hareket
yasası vs.- a priori-deneyim öncesi belirlenişine dair araştırmasını fenomenoloji olarak
adlandırır. Fenomenoloji: şeylerin bize görünüş biçimlerinin, bilinçteki içeriğin incelenmesi,
araştırılması. Kant'a göre fenomenolojinin amacı, “sadece görünüşleri (Schein) gerçeğe değil,
görünümü (Erscheinung) deneyime (Erfahrung) dönüştürmektir".
-Hegel'de fenomenoloji bambaşka bir anlam kazanır. Temel anlamı aynıdır, bilinç ve bilince
görünen nesnelerin incelenişi. Bu açıdan kitabının alt başlığı: “bilinç deneyiminin bilimi” dir.
Ama incelemesi, bilincin tek bir töz olarak değil, bunun yerine bilincin farklı evrelerinin tarih
ve toplum içindeki dönüşümleri olduğunu gösterme amacındadır. Elbette Kant'tan farklı
olarak, Kant'ın düalizmlerine alternatif, bütünlükçü bir sistem, bir tür bilimlerin bilimini
yaratmak amacındadır. Diğer yandan da, arkadaşı Schelling'in yalnızca sezgiyle bilgisine
erişebildiği sistemin işleyişini, onun mantığını göstermelidir.

-Hegel için en önemli şey bu açıdan metot, yöntem. Doğanın işleyişine, tarihin hareketine dair
doğru bilgimizin gerekçesi nedir? Bu yöntemi ilk kez Tinin Fenomenolojisinde sistemli bir
şekilde göstermeye çalışıyor. Hegel, Tinin Fenomenolojisi'ni bir anlamda pedagojik bir kitap
olarak tasarlamıştır, o dönem Avrupa insanına kim oldukları, daha önce ne oldukları, neden
tarihin bu aşamasında olduklarını ve bunun neden zorunlu olduğunu anlatmaya çalışır.
Modern insan için neden keni kaderini kendisinin çizmesi gerektiğini, bunun meşruluğunu
anlatmaya çalışır: Mısır'dan, Yunan nitolojisinden, Roma'dan, Hristiyanlık'tan kendi zamanına
gelir. Bir tarih serüvenidir bu açıdan.

-Ama kitap şaşırtıcı bir biçimde bilinç analiziyle başlar: Bunu yapmasındaki amacı, öncelikle
anlatmak istediği şeyin ne olmadığını göstermektir. Ama belki asıl önemlisi Hegelci yöntemi
tanımamız açısından önemlidir bu giriş. Bilinci anlamak için, önce onun çeşitli biçimlerini,
evrelerini ele almamız ve neden bir evreden diğerine geçmek durumunda olduğumuz
gösterilmelidir. Bilinç için verili olanla, dolaysız olanla başlayıp daha sonra, verili olandan
başlamanın yanlışlığını götermektir amacı. Bu hatayı hem empiristler, hem rasyonalistler, hem
de Schelling yapmaktadır (ve elbette Hegel öncesi bütün düşünürler). Hegel'in buradaki
yöntemi en kabaca haliyle şudur: Dolaysız, verili bir önerme ve bu önermeye dair bir sav veya
ölçüt ile başlanılması, sonra bu ölçütün yetersizliğinin, kendi içinde taşıdığı çelişkinin açığa
çıkartılması ve bu çelişki üzerinden yeni bir ölçüt konulması. Burada önemli bir nokta, yeni
bir aşamaya geçildiğinde, bir öncekinin tamamen ortadan kaldırılması diye bir şeyin
olmaması: Hegel'in ünlü aufhebung kavramı, kapsayarak aşma, yukarı kaldırma bu demektir.
Duyu kesinliği-algı-anlama-özbilinç analizinde, en sonda bile duyu kesinliği inkar edilmez,
ama incelenen konuya göre yetersizliği gösterilip, neden örneğin algıya, onun kendisiyle
çelişmesi sonucu anlağa vs. ihtiyaç duyulduğunu ve hepsinin bir öncekini kapsamak
durumunda olduğu gösterilir. Şimdi "doğa" kavramından biraz uzaklaşıyoruz; çünkü Hegel'e
göre, evrene, doğaya dair bir şey söyleyebilmek için, önce o söylemi üreten bilincin
konumuna bakmalıyız.

-Fenomenoloji kitabı, bilinci incelemeye duyu kesinliğinin incelemesiyle başlar. Acaba


bilincimizin doğru içeriği duyu kesinliğinden mi geliyor? Bilginin asıl kaynağı burası mı? Salt
duyu kesinliğine odaklı bilince Hegel doğal bilinç diyor. Duyu kesinliğinin savı, nesnenin
bize doğrudan görünüşü veya duyumsanışıyla, nesnenin bilgisine erişeceğimizir. Nesneyi
bilmek için duyu kesinliğinden başka herhangi bir şeye ihtiyacımız yok. Burada kendi
bilincimin tikelliği ile nesnenin tikelliği arasında dolaysız bir bağ kurulduğunu varsayıyorum.
Buradaki veya şuradaki, şimdiki şu nesne. Peki bu bize nesneyle ilgili bir bilgi veriyor mu?
Ama durum acaba öyle mi? Öncelikle, o nesne hakkında bir şey söyleyebilmem için, içimden
de olsa, nesnenin özelliklerini dile getirmem gerek: Elma şekeri. Buradaki şu kırmızı şey,
kırmızı, yuvarlak, ve hatta tadı tatlı. Ama burada yaptığım şey esas olarak o nesnenin
tikelliğine kimi evrensel özellikler atfetmek: kavramlar [evrenseller], yani kırmızı, yuvarlak,
tatlı vs. Bu nedenle tikel nesnenin dolayımsız bilgisi aslında eğer bir bilgi haline gelecekse,
kavramlarla dolayımlanmak durumunda. O halde duyu kesinliği ile farkında olduğumuzu
düşündüğümüz nesne, aslında nesnenin özellikleriyle dolayımlanmış bir farkınalık (fark
etmek, farkındalık, farkına varmak, mesafe-bilinç. Hegel'e göre bilincin temel tanımı şudur:
Bilinç, ilişki kurduğu şeyden kendisini ayıran, arasına mesafe-fark koyan şeydir. Buna göre,
bilinç demek, zorunlu olarak bir özne-nesne, bilen-bilinen ayrımını içerir. Bu nedenle, diyecek
Hegel, salt bilinçten yola çıkmak, hep bir dualizme bizi götürecektir.). Duyu kesinliği kendi
iddiasını gerçekleştiremiyor, kendi içinde bir çelişki barındırıyor. O nedenle bir başka
aşamaya geçmek durumunda kalıyoruz: Algı. Nesneyi özellikleriyle fark etmek, onu
algılamak demek. Acaba bilincin bilgisi algıdan mı oluşuyor? Şimdi onu inceliyoruz. Algı,
aradığımız kendi başına meşru, kendi içinde yeterli bilgiyi (bilgi için algıdan başka bir şeye
ihtiyacımız olmaığını) bize verecek mi? Algının iddiası şu: Şu kırmızı, yuvarlak nesnenin
farkında olmak, o nesneyi bilmek demektir. Ve ama burada aslında iki şeyin birden farkında
oluyoruz: karşımızdaki nesne ve onun özellikleri. Kırmızı bir x ve kırmızı bir y de olabilir, bu
nedenle nesneleri, şeyleri ve onun özellikleri olarak ayırmamız gerekir. Nesnenin özellikleri
ise, birbirinden bağımsız şeyler. Kırmızı olmak ile yuvarlak olmak, tadı tatlı olmak farklı
özellikler. Ancak bu özellikleri bir şekilde nesneye atfettiğimde o nesnenin farkında
oluyorum. O özellikleri nesnede topluyorum. Nesne, farklı özelliklerin bir toplamı, bir araya
gelişi haline geliyor. Şimdi eğer algının bilincinin iddiası, nesnenin kendisini, nesnenin
kendinde ne olduğunu bilebilmek, sadece özelliklerini değil, o halde algının nesnesini ikiye
ayırmak durumunda: belirsiz nesne X ve onun özelliklerinin birliği. Ama o zaman başa
dönüyoruz, çünkü belirsiz nesne X'in algısı tekrar duyu kesinliğine dayanmak durumunda.
Ama böyle bir şey olamayacağını görmüştük. O halde algı bilincinin kendini kurtaracağı tek
bir savı-kozu kalıyor: nesnenin ancak onun duyusal özellikleriyle farkına varıyoruz. Ama bu
duyusal özelliklerin nesnenin bizzat kendisine ait olduğunu nereden biliyoruz? Algı
nesnesinin bilgisi o halde aslında iki nesneden birliğinden oluşmakta: nesnenin kendisi ve
özelliklerinin kombinasyonu. Diğer yandan, algı bilincinin savı, nesnesiyle dolayımsız bir
ilişkisi oluğunu öne sürüyordu: Ama bu iki nesnenin, nesnenin kendisi ve özelliklerinin
birliği, bunların birliğinin ölçütü, kıstasının ne olduğuna dair algı bilinci bir şey söylemez. O
halde, nesneyi algıda dolayımsız biliyoruz diyebilir miyiz? Hayır. Bu şekilde algı bilincinin
salt kendisinin bilgiyi sağlayacağına dair savı kendi içinde çelişmiş oluyor. O halde diyor
Hegel, bir sonraki basamağa geçmeliyiz: nesnenin kendisi ve özelliklerinin birliği, aslında
bizim tasarımımız olarak anlakta mevcut. Anlak=understanding, verstand. Dünyaya dair
algımızı sağlayan, nesneler ve özelliklerinin havada uçuşmamasını sağlayan, onları birleştiren
ve diğer nesnelerden ayıran, bizim anlama kapasitemizini kurduğu birlikler.

-Bu sava göre anlak, bilincin iki tür tasarımını, yani tikel nesneler ile evrensel özellikleri
birbirine bağlayıp anlamlı bir tasarım yaratma işlevini görüyor. Anlak yetisinin savı, bilincin
dünyanın doğrudan algılamadığı, bu dünyayı anlak yetisinin tasarımlarıyla, tikeller ve
evrensellerin kombinasyonun kurarak farkında olduğu. Şimdi Hegel bu savın kendi içinde
yeterli olup olmadığına bakıyor: Bu savın söylemek istediği ilk şey, artık ampirik
açıklamaların bilgi için yeterli olmayacağı, çünkü açıklanmak istenen bilgi nesnesinin
algılanması için önce anlak yetisi tarafından bir tür birliğe getirilmesi gerektiği: nesnenin
kendisi ve özelliklerinin birliği. Diğer yandan, dış dünyanın bizim hayalimiz olmadığını kabul
edeceğimize göre, bu tasarımlarımız, doğrudan tasarımların nesnesinin bilgisini verecek ve
anlak yetisinin diğer savı, bu bilgi için nesnenin tasarımından başka bir şeye ihtiyaç olmadığı.
Şimdi, eğer tasarımlarımız doğrudan nesnenin kendisinin de bilgisini verecekse, nesnenin
kendinde ne olduğu ile bize kendisini nasıl gösterdiği arasında bir bağ olmalı ve bu bağı anlak
yetisi doğrudan anlamalı (Kant'ta kendinde şeyler ve deneyimin nesnesi…kendinde şeyler
bilinemez, ancak bize göründüğü ve bizim onları saf görü ve kavramlarla sentezlediğimiz
şekliyle nesneler bilinebilir). Buradaki resim farklı, nesnenin görünüşü, nesnenin özünün,
kendinde ne olduğunun bir ifadesi olarak kabul ediliyor. Kant'taki kendinde şeyler dünyası,
Hegel'e göre, nesnenin kendini ifade edişi, bize görünüşün ardındaki kimi güçlerle ilgili.
Ruhani metafizik güçler değil. Örneğin Hegel manyetik güç örneğini veriyor: Demirin
manyetik güçteki hareketi, gücün bir ifadesi, açığa çıkışı. Güç dediğimiz, nesnelerin ortaya
çıkışı veya ardınaki güç değil, onların ortaya çıkışı ve hareketinin ortamı, nesnenin öyle
görünüşünün nedeni. Görünüşler dünyası, görünen nesnelerin arkasındaki esas-öz ile, anlak
yetisi arasındaki bir dolayım, anlak yetisi, görünen dünyanın perdesini kaldırıp arkasındaki
gerçek nedenleri bulma savında (Aristoteles'in Metafiziği, doğa nesnelerinin hareketleri
ardındaki eğişmeyen yasalara dairdir, meta ta physikon, fiziksel şeylerin ötesinde, berisinde,
üzerindeki değişmeyen yasalar). Ama örneğin doğa yasalarının analizinde anlak totolojiye
düşüyor Hegel'e göre. Hareket yasasından türeyen uzay-zaman-hız gibi kavramlar, sonuç
olarak yine hareket yasası kavramınını bir analizine bağlı kalıyor. Hegel'e göre buradaki esas
nokta, anlak ya da anlama yetisinin, aslında kendi işleyiş mekanizmasını örneğin doğaya
dayatması, onu zorunluluk olarak alması. Doğa kanunlarını onun koşullarından yola çıkarak
açıklıyoruz, veya o koşulları doğa kanunlarından yola çıkarak açıklıyoruz. Bu kısır döngü,
aslında anlama yetisinin kendisiyle çeliştiğinin bir kanıtı Hegel'e göre. Aslında anlama yetisi,
resmin kendisini tarif diyorum diye düşünürken, sadece onun çerçevesini betimlemektedir.
Yani anlak aslında kendi üzerine düşünmektedir ve asıl iddiasını, yani nesnelerin özünü,
ortaya çıkış yasalarını bilme savını yerine getiremez. Anlağın asıl nesnesi, incelediği konu
yine kendisidir. Anlağın bulmaya çalıştığını iddia ettiği karşıtlıklar, tezatlar aslında kendisine,
ve o anlağın sahibi bizlere ait, toplumsal uzamda kurulan karşıtlıklardır. Burada Hegel artık
salt özne-nesne, bilinç ve bilincin içeriği veya bilincin içeriği ve dış dünya arasındaki dolaysız
ilişkiyi terk eder ve özbilinç alanına geçer. Özbilinçte, bilinç artık doğal bir yapı, dış
dünyanıın bir yansıması veya dış dünyanın anlaşıldığı bir ortam değil, bizim tarihsel ve
toplumsal olarak kendimizi nasıl anladığımızla ilgili bir araştrmaya geçilecektir. Bilincimizin
dünyayla olan ilişkisini anlmak için, bizim kendimizi nasıl anladığımıza, nasıl
konumlandırdığımıza bakmamız gerekir ve bu da tarih içinde hep farklı biçimler almıştır. İşte
bu farklı biçimler, insan bilincin farklı dönemlerde kendisi için normatif olarak gördüğü
biçimlerdir, tinin farklı biçimleri, görünüşleridir. Yani tin, nesnelerin arkasındaki metafizik bir
öz, yasa değil, insanın kendisini ve dünyayla olan ilişkisini anlamlandırdığı, biçimlendirdiği
dönemlere normların bir bütünüdür. Tarihselliğin normativitesi, veya normativitenin tarihidir.

-Şimdi özbilinç kavramına dönelim: Özbilinci, anlamanın kendisi üzerine düşünme olduğunu
söylemiştik. Düşünüyorum, düşünmemin üzerine düşünüyorum: Kant ve Fichte ile birlikte
Hegel, düşünüyorumun benin benle özdeşliğinin, kendinin farkındalığının temeli olduğunu
düşünür. Ama önemli bir fark var Hegel'de ve az önce söz ettiğimiz mantığı kullanacak:
Bir düşünme deneyi yaparsak: Düşünüyorumu ele aldığımızda ve düşünüyorum dışında hiçbir
şey düşünmediğimizde olan nedir? Bu bize hiçbir şey söylemez, ne kendimle ilgili ne
herhangi bir şeyle ilgili. Boş bir biçim, düşünüyorum. Bu nedenle, düşünüyorum'u, herkes
aynı şekilde düşünüyor gibi kabul ederiz. Aramızdaki bütün farklara karşın, sizin
"düşünüyorum" eylemiyle, benimki arasında bir yok. Düşünüyorum o halde genel bir kendini
referans alma eylemi, bireye özgü bir şey değil. Benim "ben düşünüyorum" eylemimin sadece
bana özgü olduğunu söyleyemiyorum. Ama diyor Hegel, tuhaf bir şekile bu herkeste aynı olan
etkinlik, her bir özbilinci, yani -ben düşünüyorum- etkinliğini birbirine karşıt olarak kurar.
"Düşünüyorum" dediğimde, tekil birey olarak, diğerlerinden ayrı biçimde kendimin farkına
varırım. Başta sadece benim etkinliğim diyemeyeceğm bir şey olan düşünüyorum, şimdi
benim kendimin farkına varışını sağlamaktadır. Böylece ben, diğer "düşünüyorum"
diyenlerden kendini ayırır, kendi varoluşunu öne koyar. Ama diğer yandan bu etkinliğin yapısı
gereği, diğerlerinden ayrılmadığını bilir. Hem normativitenin kural koyucusudur hem de bu
normativiteye bağlı olmak zorundadır. İnsanlık tarihi işte bu karşılıklı norm koyma
mücadelesinin sürecidir. Şimdi bitirmeden önce, Hegel'in diyalektik mantığının özüne dair bir
örnek vermek istiyorum, ki bu öz, Hegel'in bilinç, tarih, doğa vs. üzerine bütün düşüncesini
anlamamız yolunda da bize bir anahtar verecek diye umuyorum.

-Hegelci mantığın, ve bir anlamda diyalektiğin temel motoru olumsuzluk veya olumsuzlama.
Elbette bu karamsarlık anlamında değil. Bu Hegel'in tözsel herhangi bir temellendirmeye
karşı oluşunun, düşünen bir öz olarak insan veya her şeyin temeli olarak doğa veya onun
ardındaki metafizik bir güce karşı oluşunun da temel bir işareti. Nedir Hegelci mantığa giriş?
Hegelci yöntemi anlamak için bir anahtar için Dieter Henrich'in bir örneğini vermek
istiyorum. Şimdi ikini düşünme deneyimizi yapalım: Sadece ama sadece kendini
olumsuzlamanın kendisiyle başlayalım. Yani etrata olumsuzlamadan başka hiçbir şey yok.
Olumsuzlama sabit bir öz değil, ilişkisel, yönelimsel bir şey. Eğer olumsuzlamadan başka
hiçbir şey yoksa, olumsuzlama ne yapacak? Kendi kendini olumsuzlayacak. Yani baştaki
olumsuzlamamız, ancak olumsuzlamanın olumsuzlaması olabiliyor. Ancak kendisini refereans
alabiliyor. Ama tipik bir Hegelci adım geliyor: sadece kendi kendini referans alan bir
olumsuzlama demek, aslında dediğimizden fazlası var demek. Olumsuzlama kendini
olumsuzladığında, ortaya çıkan ortada bir olumsuzlamanın olmaması oluyor. O halde sanki
olumsuzlama kendini yok ediyor gibi görünüyor. Elimizde bir tek olumsuzlama terimi vardı, o
halde bu durumu, yani olumsuzlamanın olmayışını ancak olumsuzlamanın tersi olarak
düşünebiliriz. O halde şu önermeyi yapmak durumundayız: eğer sadece ve sadece
olumsuzlama varsa, ve bu zorunlu olarak kendini olumsuzluyorsa, o halde olumsuzlamanın da
tersine sahibizdir. O halde bir karşıtlık ilişkisine sahibiz aslında: başladığımıız olumsuzluk
durumu ve olumsuzluğun olumsuzlandığı durum. Bu Hegel'e göre bir karşılıklı belirlenim
durumudur. Birisi diğerinin olmadığı şeydir. Ama bu ikinci durum pozitif değildir.
Olumsuzlamanın olmamasıdır ¬¬ . Ve birincinin anlamını güçlendirmekten başka bir şey
yapmaz. [Kar beyazdır, 1.2.3. örnek..4.sü sadece 3.yü güçlendirir. Düşüncenin hapishanesi.
Düşüncenin, bilincin kısır döngüsü. Ondan kaçmak yerine, bu ilişkideki diyalektiğin ortaya
çıkarılması]. Buradaki tuhaf mantık şu: olumsuzlumanın olumsuzlaması en baştaki
olumsuzlamaya dönemez, o da kendini olumsuzlamalı, çünkü baştaki olumsuzlamanın
olumsuzlamas olarak o kendi başına bir olumsuzlamaya dönüşüyor ve bu şekilde en baştaki
olumsuzlama eleniyor. Bu ilişkilerden çıkan sonuç: karşılıklı belirlemenin sonucu,
olumsuzlamanın kendiyle olan ilişkisi kalıyor geriye. Hegel'in idealist olarak adlandırılması
işte buna dayanıyor: insanlık tarihindeki her şey, bu mantıksal sürecin ilerleyişinden ibaret
olarak görünüyor. Diyalektik mantık, ama materyalist değil. Süreç mantıksal, maddi değil.

-Şimdi son olarak, Terry Pinkard'ın Hegel biyografisinden bir pasajı almak istiyorum,
konuştuğumuz şeyleri oldukça güzel bir şekilde bağlıyor diye düşünüyorum: Bilinçten
özbilince gelmiştik. Özbilincin temeli de, dünyayı, birbirimizi anlamaya dair insanlar arası
karşılıklı bir normativite süreciydi. Şimdi şöyle diyor Pinkard: "Normativite ise insanın bizzat
amaçları, kendisi ve diğerleri için neyi önemli bulduğuyla ilgildir. Bu amaçlar önce,
“yaşam”ın talepleri, yani kendimizi korumamız, ürememiz doğrultusunda verilmiş gibi
gözükebilir ve bu nedenle, bu tür bir özbilincin “norm”u, “yaşamda” neyin zorunlu olduğuna
bağlı olabilir. Ama özbilinçli bir fail, hiçbir zaman salt olarak biyolojik temelden varolan bir
şey değildir. Onun her zaman, Hegel’in belirttiği üzere, kendi doğal arzu ve duygularına karşı
“negatif-OLUMSUZ” bir ilişkisi vardır, çünkü (Fenomenoloji’nin başında gösterildiği üzere)
bu doğal haller, hiçbir zaman bizzat kendilerinin yargılandığı normları tam olarak
belirleyemezler. Bu ancak, özbilinçli bir fail, kendisi gibi başka biriyle karşılaştığında olur.
Kendi normunun doğru olduğundan emin olmak isteyen her fail diğer failden, kendi normatif
kavrayışının ve dünyayın doğru olduğunun, yani söz konusu normların her akıl sahibi failin
izleyeceği normlar olarak tanımasını talep eder. Bu talepte bulunan her bir kişi, yargıların
temelini atanın “yaşam” olmadığını, hangi arzuların diğerleri üzerinde normatif bir değere
sahip olduğunu ve hangi arzularının gerçekleştirilmeye değer olduğunu belirleyen, kendi
yaşamına dair bir proje olduğunu anlar. Bu şekilde her bir kişi, kendi “negatifliğini”, yani
kendi tasarısının hiçbir zaman salt olarak bir arzunun gücüyle ya da yoğunluğuyla tam olarak
belirlenemeyeceğinin farkına varır.
Taraflardan biri, kendi öz kavrayışının yaşamdan daha önemli olduğuna karar verdiğinde ise,
tanınma talebi bir yaşam-ölüm mücadelesine döner. Yaşamını kaybetmekten korkan fail,
otoriteyi diğer tarafa teslim eder ve her iki taraf bir efendilik ve uşaklık ilişkisine girer.
"Efendi" uşağa, normları, doğru yargılama ilkelerini dayatır, ve kendi doğal arzularını yerine
getirebilmek için uşak, bu ilkeleri benimser. Efendinin kendi yaşam projesi, uşağın hangi
arzularının tatmin edileceğini belirler; uşağın kendi yaşam projesi, kendisi için neyin en
önemli olduğuna dair kavrayışı, efendinin projesine tabi olur, hatta onun tarafından belirlenir.
Diğer yandan, efendisi için çalışarak disipline olan "uşak", kendi öznel bakış açısı ile efendisi
tarafından temsil edilen kişisel olmayan normatif bakış açısının farkına belirgin bir biçimde
varır. Efendinin bakış açısı, uşağın kendisini ona göre yönlendirmesi gereken "bütünlük"ü
temsil etse de, bu aslında yalnızca efendi tarafından mecbur bırakılan tikel bir bakış açısıdır;
ilişkinin nasıl tek yönlü olduğu ortaya çıktığında, doğru normlar olarak kabul edilen şeylerin
iktidarın olumsallığından kaynaklandığı açığa çıkar ve ne efendi ne de uşak bu normlara
normatif bağlılığını sürdüremez. Tıpkı uşağın kendi statüsü üzerine düşünüp, efendinin
üzerindeki egemenliğinin olumsallığını anlaması gibi, efendi de, uşaktan talep etti tanınmanın,
zorlamayla olan bir tanıma olduğu için, gereksinim duyduğu özgür bir tanınma olmadığını, ve
başta koyduğu normların her bir fail tarafından benimseneceğine dair iddiasının geçersiz
olduğunu anlar.
-Efendi-uşak (köle sözcüğünün yanlış olduğunu düşünüyorum) mücadelesinin burada
özetlememin nedeni, normativite tarihinin, bu tarihin mantıksal sürecinin nasıl işlediğine dair
bir örnek vermekti. Çalıştayın konusuna dönersek: Doğa ve bilinç, ruh ve beden, beyin ve
zihin gibi "karşıtlıklar" Hegel'e göre, bilinç düzeyindeki zorunlu karşıtlıklardır, çünkü zaten
bilincin kendisi bir ayrımın sonucudur (özne-nesne veya). Bu nedenle Hegel'e göre asıl soru,
bu tür karşıtlıkların tarih içinde nasıl ortaya çıktığının, kendimizi nasıl norm koyucu varlıklar
olarak belirlediğimizin araştırılmasıyla ilgilidir. Elbette, doğa-bilinç ilişkisine dair soru can
alıcı ve temel bir sorudur, ama bu sorunun tarih içinde insanın kendine ve çevresine dair neyi
önemli bulduğu ve neyi amaçladığıyla ilgili olduğu unutulmamalıdır. Buna bir örnek olarak,
insanın, örneğin tanrılar-tek tanrı-tek tanrılı dinlerle tarih içindeki ilişkisine bakmak ilginç
olabilir. Felsefenin bu bağlamdaki görevi, bilinç-doğa, beyin-zihin ilişkini "çözmek" değildir,
felsefenin işe koyulacağı yer, neden tam da bu tarihsel dönemde bu soruların esas-normatif
sorular haline geldiğine bakmak, bu sorunlara dair soruların gramerini düzeltmektir, soruları,
doğru sorulara dönüştürmektir.

You might also like