Professional Documents
Culture Documents
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
Murat İsmailoğlu
Ankara 2016
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER...........................................................................................................IV
KISALTMALAR......................................................................................................VII
ÖNSÖZ.......................................................................................................................IX
GİRİŞ
BİRİNCİ BÖLÜM
I
3.2. Tasavvuf İlminde Kalbin Tasfiyesi............................................................28
6. Tahalluk (Güzel Ahlâk Edinme) Yolunda Öne Çıkan Bazı Seyr u Sülûk
Terimlerinin Analizi...................................................................................74
İKİNCİ BÖLÜM
II
1.2. Nefsi Helâke Sürükleyen Hevâ Kapıları; Şehvetler...............................102
Bozuklukları..................................................................................................108
Putperestlik)............................................................................................141
Sonuç..................................................................................................................187
Kaynakça...........................................................................................................191
ÖZET........................................................................................................................206
ABSTRACT..............................................................................................................208
III
KISALTMALAR
as : Aleyhi’s-selâm
AÜ : Ankara Üniversitesi
ayr. : ayrıca
bkz. : bakınız
cc : Celle Celâluhu
c. : cilt
çev. : çeviren
Haz. : hazırlayan
Hz. : hazreti
ö. : ölüm
ra : Radıya’llâhu anh
sad : sadeleştiren
s. : sayfa
IV
ss. : sayfadan sayfaya
S. :sayı
ter. : tercüme
trs : tarihsiz
V
ÖNSÖZ
Bismillahirrahmanirrahim
Nefsin ucu bucağı belirsiz karanlık uçurumlarından, kalbin nûr ile aydınlanan
nefsin zulmetleri tanınmadan tasavvuf bir yana, insanın kulluk bilincine sahip
yaşadığı dönemin toplum yapısını etkileyen siyasi, dinî ve sosyal gelişmeler kısaca
VI
ele alınmış, bu dinamiklerin; sahip olduğu şüpheci düşünce yapısı itibarıyla;
düşünürümüzü nefsi ile yüzleşmeye kadar götürecek olan etkileri ortaya konmaya
çalışılmıştır.
geçen tanımlarına yer verilmiştir. Bu tanımlar yine nefsin yine kendisi gibi metafizik
kavramlar olan kalp ve ruh ile olan ilişkisi ortaya konarak yapılmaya çalışılmıştır.
analizini gerekli hale getirmesinden dolayı, insanın nefsin muharrik güçleri ele
alınmış ve hedefi nefsin ıslâhı olan riyâzet kavramına da bu yolla açıklık getirilmeye
çalışılmıştır.
çizgisinden tefrit yada ifrada kayan bu sapmaların tespiti ile de; şehvetlerin kalbe
Aynı zamanda bu süreç içerisinde İblis’in nefis ile nasıl bir etkileşim ve ilişki
VII
özünden kopararak sürüklediği yıkıma işaret edilerek, nefse karşı yapılacak
tanımladığımız bu zulmetlere karşı verilen, tevbe ile başlayıp riyâzet ile ölüme kadar
devam edecek olan cihad sürecinde dünya ve sevgisinin nasıl bir rol oynadığı ile
tevbe olan cihad ile kalbin hevâlarından arınmışlığı, Gazâlî’nin nefsi hangi
teşekkürlerimi sunarım.
VIII
GİRİŞ
Nesebi, Muhammed bin Muhammed bin Ahmed Ebû Hâmid el-Gazâlî et-
Tûsî, lâkabı Hüccetü’l İslâm olan İmâm Gazâlî, 450 hicrî (m.1058) senesinde Tûs’da
göre Gazâlî’nin babası, yün eğerip iplik haline getirdikten sonra Tus’daki
dükkanında satan, sanatkâr bir tüccardı.2 Ailenin lâkabı olan Gazâlî’nin buradan
geldiği ifâde edilmektedir. Zirâ gazzal, yün eğirip satan kimse anlamına
gelmektedir.
mevcut ise de, İran-Irak-Suriye ve Anadolu’nun büyük bir kısmına sultanları3 ile
hâkim olan Türklerden Selçukoğulları bir İslâm medeniyeti olma yolunda sağlam
adımlarla ilerlemekteydi.
1
Mehmet Ali Aynî, Gazâlî İslam Düşüncesinin Zirvesi, haz. Erol Kılınç, İnsan Yayınları, İstanbul 2013
2
Gazâlî, El-Munkizü Mine’d Dalal ve Tasavvufi İncelemeler, şerh.Abdülhalim Mahmud, çev.Salih
Uçan, Kayıhan Yayınları, İstanbul 2012, s.9
3
Süleyman Uludağ, Bir Düşünür Olarak Gazâlî, İslami Araştırmalar Dergisi, c.XIII, Ankara 2010, ss.249-
254
4
Abdurrahman Acar, İmâm Gazâlî ve Selçuklular, İstanbul 2012, İFAV, s.93 Bu dönemde iktisadi ve
ticari hayatın kalbi olan şehirlerin olduğu, ileri düzeyde bir cemiyet ve kültür hayatının kurulduğu,
sanat ve meslek erbabları da kendilerine mahsus çarşı ve pazarlarda faaliyetlerini güvenli bir şekilde
gerçekleştirebiliyorlardı. Bkz. Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, Ötüken
Neşriyat, İstanbul 2009, s.341
1
devresine ulaşmıştı. Selçuklu saltanatının azamet ve ününün bu denli yayılmasında
zamanda bir ilim aşığıydı ve kendisinin Ebû Kâsım el-Kuşeyrî’den ders alıp hadis
rivâyet ettiği de bilinmektedir.6 Başta Bağdat olmak üzere şehirlerde kurduğu, adını
taşıyan Nizâmiye medreseleri İslâm eğitim tarihinde önemli bir rol oynamasını
çalışmıştır.7
dönüşünde, ilmi hayatında büyük bir etki yaratan o meşhur hadiseyi yaşamıştır.
Yolda eşkiyalar, eşyaları ile birlikte ta’likat adı verilen ders notlarına da el
notu istemiş, soyguncu da: “ Sen, toz toprak öğrenmişsin. Eğer senin bilgin bu
5
Mevlânâ Şiblî Nûmânî, Gazâlî, çev. Yûsuf Karaca, Kayıhan Yayınları, İstanbul 2012, s.39
6
Abdülkerim Özaydın, DİA ‘Nizâmülmülk’, c.33, ss.194-196
7
Ahmet Ocak, DİA ‘Selçuklular’, c.36, s.375 Gazâlî de bu medreselerde müderrislik yapmıştır.
8
Mevlânâ Şiblî Nûmânî, A.g.e, s.34
2
kağıtlara bağlı ise kağıt olmayınca cahil bomboş birisindir.” diyerek notları geri
vermiştir.9
Bunu kendisine Allah (cc) tarafından verilen bir ders olarak değerlendiren
düşünürümüz Tûs’a dönerek üç sene içinde tüm ders notlarını ezbelemiş,10 akabinde,
yine ilim peşinde Nişâbur’a giderek zamanın en büyük alimlerinden olan İmamu’l-
Harameyn’e (ö.478) intisab etmiştir. Burada fıkıh, cedel, usul-u fıkh, usûliddin,
mantık gibi ilim dallarında uzmanlaştı. Ayrıca hikmet ve felsefe de okumuş, bu dalda
uzman kişilerin ne demek istediklerini anlayarak, iddialarını çürütecek kadar bir bilgi
birikimine ulaşmıştır. Hatta hocasının ona gıpta ederek “Engin Deniz” lâkabını
taktığı da bilinmektedir.11
yirmi sekiz idi.12 Şöhretinin çok uzak yerlere kadar yayılması hemşehrisi olan
karargâhına doğru yola çıkması hayatında bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü
yürütebilme maksadı ile böyle bir karar almış olması olası görülmektedir.13 Nitekim
9
Sabri Orman, Gazâlî’nin Hayatı ve Eserleri, İslami Araştırmalar Dergisi, c.XIII, Ankara 2000, ss.237-
248
10
Mehmet Ali Aynî, Gazâlî İslam Düşüncesinin Zirvesi, s.42
11
Gazâlî, El-Munkizü Mine’d Dalal ve Tasavvufi İncelemeler, s.10
12
Mevlânâ Şiblî Nûmânî, a.g.e, s.38
13
Gazâlî, insanları Hakk’a davet etmek adına muhaliflerin kınama ve eleştirilerinden kurtulabilmek
için böyle bir güce sığınma eğilimini kendisi de dile getirdiyse de, sonraları bu tutumundan duyduğu
rahatsızlığını da ifâde etmiştir. Burada nefsine karşı takındığı bu şüpheci tavır, hakîkati hiçbir
otoritenin gölgesi altında ifâde edemeyeceğini kendisine itiraf ettirecek seviyededir. Özellikle yüksek
ulemâ olarak nitelenen kesime hitap edecek olan Mişkâtü’l-Envâr gibi bir eseri telif etmesi için
nefsinin zulmetleri ile yüzleşmesi gerekliliğini kavramıştı. Ayr. Bkz. Gürbüz Deniz, Doğu’dan
3
Nüzâmülmülk tarafından saygı ile karşılanan Gazâlî, kısa bir süre sonra Nizâmiye
mantığa açmış, Ehl-i Sünnet dışı fikirlerle mücâdele etmiştir.15 Nitekim Bağdat şehri
konumundaydı.16
edilmişti.18
Batı’ya Düşüncenin Serüveni, Gazâlî’yi Anlamak ve Eleştirmek, İnsan Yayınları, İstanbul 2015,
ss.501-546
14
Mustafa Çağrıcı, DİA ‘Gazâlî’, c.13, 489-505 Özellikle vezirin düzenlemiş olduğu ilmî
müzaralarda, her konu ilmî ve fikrî tartışmada Gazâlî’nin üstün gelmesi bunda etkili olmıuştur.
15
Ahmet Ocak, DİA ‘Selçuklular’, c.36, s.376
16
Mevlânâ Şiblî Nûmânî, Gazâlî,
17
İbrahim Agâh Çubukçu, Türk İslâm Kültürü Üzerine Araştırmalar, A.Ü.İ.F Yayınları, Ankara 1987,
s.111
18
Abdülkerim Özaydın, ‘Melikşah’, DİA, c.29, s.56
19
İbrahim Agâh Çubukçu, a.g.e, s.111 Gazâlî, bâtınîliği ciddi bir biçimde ele alınması gereken kritik
bir konu olarak görmüştür. Zamanın halifesinin talebini bu nedenle tereddütsüz kabul etmiştir.
(Fedaihu’l-Bâtıniyye kitabının bir diğer ismi de halifenin ismi olan el-Mustazhırî’dir. Bu terör
hareketine karşı verdiği çetin mücâdelede, bir bâtınî tarafından şehid edilen Nizamülmülk’ün
ölümünden üç sene sonra kaleme alınması eseri daha önemli hale getirmektedir. Bkz. Gazâlî,
Bâtınîliğin İç Yüzü, çev. Avni İlhan, Türk Diyanet Vakfı, Ankara 1993) Daha önceden konu ile ilgili
yazılmış eserler cılız kaynaklara dayandırıldığından, tehlike arz eden bu harekete karşı gayretli bir
4
filozofların ve bâtinilerin İslâmiyete saldırılarını bertaraf etmek için tahta geçen
vermiştir. İnziva dönemine denk gelen bu istek üzerine İmam on iki yıllık bir aradan
dönem olan Hicri VI. asırlı yıllar arasında köprü vazifesi gören, dolayısıyla sûfî
İran bölgesi sınırları içersinde yaşadığını görmekteyiz.21 Nitekim, arkasında pek çok
sayılmaktadır. 22
mücâdelede ortaya konamamıştır. Gazâlî mizacı gereği, bâtini mensuplarının kaleme almış olduğu
eski-yeni tüm eserleri okuyarak akımın mantalitesine vakıf olmayı hedeflemiştir. Bu doğrultuda,
inziva dönemin öncesi ve sonrasında da bu konuya oldukça ehemmiyetli yaklamış olduğu
anlaşılmakatadır. Bkz. Cafer Karadaş, Doğu’dan Batı’ya Düşüncenin Serüveni Gazâlî’nin İki
Döneminde Değişenler ve Değişmeyenler, İnsan Yayınları, İstanbul 2015, ss.575-590, ayr. bkz
İbrahim Agâh Çubukçu, Gazâli ve Bâtınîlik, Resimli Posta Matbaası, Ankara 1964
20
Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, s.326
21
Selçuklu dönemi sultanlarının tasavvufî düşünce gelişimine verdikleri önem ve desteğin,
tasavvufun tarîkatlaşma dönemime geçmesinde büyük rol oynadığını söyleyebiliriz. Müesseleşmiş
olan sûfî tarîkatların hatırı saylır bir kısmı, Selçukluların hüküm sürdüğü on ikinci yy.’da kurulmuştur.
Zirâ târikat şeyhlerinin isimlerinin bulunduğu bir icazet senedinin ilk defa Selçuklular döneminin
sonuna doğru (h.625/m.1227)’de kullanılmış olduğu bilinmektedir. Ebû Ali Farmedi’nin yetişdirdiği
Yûsuf Hemedâni’nin talebelerinden; Ahmet Yesevi Yeseviyye tarîkatını kurarak Türkler arasında
İslâmın yayılmasında önemli rol oynamış; Abdülhâlik-ı Gucdüvânî tarafından bir Türk tarîkatı olan
sonradan Nakşbendi olarak anılacak Hâcegan; Abdülkâdir-i Geylânî’nin ölümümden on yıl sonra da
Kadiriyye tarîkatları kurulmuştur. Alessandro Bausani, Selçuklu Döneminde Din, ter. Ali Ertuğrul, C.Ü
İlahiyat Fakültesi Dergisi, XI/2, 2007, ss.441-465; Mustafa Aşkar, Tasavvuf Tarihi Literatürü, İz
Yayıncılık, İstanbul 2015, s.36; Ahmet Ocak, Selçuklular, DİA c.36, ss.375-377
22
Mustfa Çağrıcı, DİA ‘Gazâlî’, s.491 Kuşeyrî vefat ettiğinde Gazâlî on beş yaşında bulunmaktaydı.
Gazâlî Kuşeyrî’nin risalesini okumuş ve faydalanmıştır.
5
zaten sûfîliğe yatkın olan mizacının gelişimine uygun zemin sağlıyordu. Gazâlî’den
aldığı eğitim, tasavvufi kişiliğinin gelişimi açısından önemli bir dönem olarak kabul
edilmektedir.
yakın kitap yazdığı bilinmektedir.24 Ancak eserlerinin büyük bir bölümünü inzivâ
mutasavvıflarından olmuştur. 26
23
Mehmet Demirci, Gazâlî’nin Tasavvuftaki Üstadları, Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
Dergisi, İzmir 1986, II, s.77
24
Ali Çınar, Klâsik Tasavvuf Kaynakları, Sûf Yayınları, Ankara 2003, s.131
25
Mustafa Aşkar, Tasavvuf Tarihi Literatürü, İz Yayıncılık, İstanbul 2015, s.94
26
Gazâlî ile ilgili neşredilen eserler için bkz. Hüseyin Ünal, Gazâlî Hakkında Yazılmış Eserler ve
Tezler Bibliyografyası, İslami Araştırmalar Dergisi, Gazâlî Özel Sayısı, c.3, S.4, İstanbul 2000,
ss.540-511
6
2. Gazâlî’yi Nefis Mücâhedesine Götüren Şüpheciliği
listesine geçirilse yeridir. Dünya ile ilgilerini birçok büyük kimseler de terk
etmişlerdir. Fakat Gazâlî'nin sebepleri tamamen başka ve çok farklıdır.27 Bu, dinî ve
aklî ilimlerdeki söz sahibi, eşine az rastalanır bir âlim olma özelliği, kolay iknâ
anlamıyla bir bunalıma yol açmıştı. Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin baş müderrisi
ettiği bir seviyeye ulaşmış olsa da, gün geçtikçe artan şüpheleri ve fikrî dünyasındaki
Bu da şüphesinin uzun yıllar boyu devam ettiğinin bir işareti olarak kabul edilebilir.
29
Nitekim onun bu şüpheciliği, henüz gençlik yıllarında ontolojik (varoluşsal) bir
27
Şiblî Numâni, Gazâlî , Kayıhan, 2012, İstanbul, s.45 Dönemin sosyal ve siyasi hayatın
çalkalanmaları da bu sebepler arasında sayılabilir. Nitekim halifenin değişimi, Nizamülmülk ve
Melikşah’ın ölümünden sonra yaşanan siyasi gelişmelerin de, Gazâlî’nin iç dünyasındaki
değişimlerde tetikleyici rol oynamış olması kuvvetle muhtemeledir. Cağfer Karadaş, Gazâlî’nin
Düşünce Ekseni: Hakîkatü’n Nübüvve ‘900. Vefât Yılında İmam Gazzâlî’, İFAV, İstanbul 2012,
ss.327-343
28
Gazâlî, El-Munkizü Mine’d-Dalâl ve Tasavvufî İncelemeler, s.173 Bu noktadan sonra imam
bulunduğu konum itibariyla nefsinin bağımlılıklarının farkına vardıysa da, şeytanın nefsine verdiği
iğvalar nedeniyle, tutkusu haline gelmiş olan mevki ve şöhret düşkünlüğünü kalbinden sökebilmek
için harekete geçebilmesi uzun bir zaman almıştır.
29
İbrahim Agâh Çubukçu, Gazâlî ve Şüphecilik, A.Ü.İ.F.Y, Ankara 1964, s.81
7
kaygının sebeb olduğu hakikati arama isteğinin bir tezahürü olarak ortaya
çıkmıştır.30
varan sonra şüpheden sıyrılıp gerçek bilgiye ulaşan safhaları en ince ayrıntısına kadar
ele almıştır.32
Allah (cc)’ın bir nimeti olarak gören düşünürümüz, bu özelliğini kesin bilgiye
ele alarak gerçek bilginin izini sürme yoluna gitmiştir.34 İlk başta mahsusât olarak
başlamış; hareketsiz gibi görünen bir gölgenin hareketliliğini, uzaktaki bir yıldızın
30
Ali Taşkın, Gazâlî ve David Hume’un Şüphecilik Anlayışlarının Karşılaştırılması, Yayınlanmamış
Doktora Tezi, Ankara 2002, s.85 Konu ile ilgili kaynak bkz. William Montgomery Watt, Muslim
Itellectual The Study of Ghazzali, Edinburg 1971
31
Gazâlî, A.g.e, s.97
32
Gazâlî, A.g.e, s.197
33
Gazâlî, El-Munkizü Mine’d Dalal ve Tasavvufi İncelemeler, s.98 Bu eserinde ‘İçinde şüphenin asla
bulunmadığı bilgi’ olarak tanımladığı bilgiye ulaşma arzusu, şüpheci ve sorgulayıcı tutumuna açıklık
getirmektedir. Bu noktada, gerektiğinde bildiklerini ve gelenek yoluyla kendisine aktarılmış olanları
da muhâsebe etme yoluna gitmiştir. Bkz. Necip Taylan, Gazzâlî’nin Düşünce Sisteminin Temelleri,
İFAV, İstanbul 2013
34
Hüsamettin Erdem, Gazâlî’de Bilgi Meselesi, İslâmi Araştırmalar Dergisi, Ankara 2000, c.13, 3-
4.sayı, s.293
8
olduğundan daha küçük göründüğünü anlayarak, en kuvvetli duyu organı olan gözün
de yanılacağını belirtmiştir.35
düşünürümüz, tüm dikkatini elinde akıl prensiplerine (zarûrîyet) dayalı olan bilgiye
çevirmiştir. Bu, bilgi teorisini akla dayandırma amacı ile değil, aklın güvenirliliğini
bilgileri nasıl ki bir üst mercî olan akıl yalanyabiliyorsa, akıl ötesi bir idrâk de aklı
yalancı çıkarması olası olabilirdi. Nitekim, uyku halinde iken görülen rüyaları gerçek
olarak algılayan aklı, gözünü açtığı dünya ile ilgili algılarını da bu doğrultuda
nefsindeki kuşku bulutlarını dağıtabilme adına başvuracağı akıl artık ona bir delil
sunmakta aciz kalmıştı. Ancak, kıyas önermeleri ile değil de, Allah (cc)’ın kalbine
akıttığı bir nûr sayesinde aklın zarûrî prensiplerine yeniden güveninin sağlanmasıyla
bu bunalımdan kurtulabilmişti.37
35
İbrahim Agâh Çubukçu, Gazâlî ve Şüphecilik, s.83 İmamın, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn ve Kimya-i Saadet
isimli eserlerinde insanın şüpheye duçar olabileceğini fakat bundan kurtulmak gerektiğini
vurgularken, El-Munkizü Mine’d Dalal ve Mizanü’l Amel gibi eserlerinde gerçek bilgiye
ulaşabilmenin yolunun şüphe etmekten geçtiğini vurgulamış olması da onun Müslüman bireylerin
düşünsel seviyelerine göre hitap edebilmekteki gayret ve maharetinden kaynaklanmaktadır. Ayr. bkz.
Gürbüz Deniz, Gazâlî’yi Anlamak ve Eleştirmek, s.503-504
36
Gazâlî, A.g.e , s.101
37
Gazâlî, A.g.e, s.103 İnsan psikolojisi incelendiğinde, şüphe içinde geçirdiği zamanla orantılı olarak
geriliminin de arttığı gözlemlenir. Bunun sebep olduğu kaygı ve korku, ona ya gerçek özgürlüğün
kapısını aralayaca ya da bir varoluş yanılsaması sunacaktır. bkz.Ömer Naci Soykan, Varoluş Yolunun
Ana Kavşağında Korku ve Kaygı, Doğu Batı Düşünce Dergisi, S.2, İstanbul 1999, ss.41-62 İmamın
ifâde ettiği üzere bunalıma sürükleyen bu hal ağırlığını artırdıkça, insanı intihara veya deliliğe yada
‘tasavvufa’ kadar götürebilmektedir. Bu kaygı, şüphe edilmez bir bilginin peşinde olduğu yolculuk
boyunca insanın ensesinde kendisini hissettirmektedir. Nitekim, insan şüphe içinde olmayı fıtratından
ötürü sevmemektedir. Bir sûfî ile geleneksel bir şüphecinin bu yolda aynı adımı atıyor olsalar da,
sûfîler nefislerini bilip, şüpheyi Allah (cc)’ın ipine tutunabilmek için bir araç olarak
9
Gazâlî’nin bilgiye ulaşma yolunda bu gayretli ve şüpheci yaklaşımı,
aklın ilk kuralları rehberliğinde ama yine bu metodik şüphesiyle sürdürdüğü hakîkat
İcma’nın deney ile elde edilen bilgilerden başka bir şeye inanmayanlara delil olarak
Bâtınîlerin durumu zaten ortadaydı. Geriye sadece tasavvuf kalmıştı. Gazâlî ilk
eserlerini inceledi.39 Vardığı kanaat sonucunda, tasavvufun bilgi ile değil, takvâ ve
riyâzet ile hakîkate yürünen bir yol, sûfîlerin de söz düşkünü değil hâl adamı
olduklarını anlamıştı.40
rollere, içinde bulunduğu şöhrete dönüp baktığında, onu inzivâya kadar götürrecek
bir diğer bunalım devresine girmişti. Kısacası, bilgi epistemolojisinin aracı olan
kullanabilmektedirler. Bu yolla, Muhâsibî ve Gazâlî şüphe oklarını çetin bir muhâsebeden sonra
kendilerine yöneltebilmişler, insandaki bu varoluş sancılarının, kalplerinde doğacak nûrun vesilesi
olmasını, kendi hayatlarında tecrübe etmişlerdi. bkz.Gazâli, a.g.e, ss.361-378
38
Hüsamettin Erdem, Gazâlî’de Bilgi Meselesi, s.296
39
Şiblî Numâni, Gazâlî, s.47
40
Gazâlî, El-Munkizü Mine’d Dalal ve Tasavvufi İncelemeler, ss.254, 255
10
şüphesi artık kendi benliğine yönelmiş, nefsi ile gerçekleşecek olan hesaplaşması
BİRİNCİ BÖLÜM
Arapçada müennes bir kelime olan nefs sözcüğü, nefese kökünden türemiş olup,
kadar nüfus var” dediğimiz zaman, “şu kadar veya şu kadar can var” demek olur.43
Sözlükte bir şeyin kendi varlığı anlamına gelmekte olan nefs kan, can anlamında da
41
Bu süreç Gazâlî’nin ikinci bunalım devresi olarak kabul edilir. Ancak ilkinden farkı bunun
tamamen psikolojik temelli olmasıdır ki her anlamda Gazâlî’yi derinden sarsmıştır. Ayr. Bkz Sabri
Orman, Gazâlî’nin Hayatı ve Eserleri, İslami Araştırmalar Dergisi, c.XIII, Ankara 2000, ss.237-248
42
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2005, s.428
43
Elmalı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Neşriyat, İstanbul 1979, s.5601
44
İbn Manzur, Lisânü’l Arab, Beyrut 1994, c.VI, s.234; Mehmet Ali Ayni, Nefs Kelimesinin
Mânâları, Darülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası, Evkaf Matbaası, İstanbul 1930, 4.Yıl, 14. Sayı,
s.46-52
11
Nefis sözcüğünün üç farklı anlamda kullanıldığı bilinmektedir.
Nefis kelimesi metafizik anlamda kullanılırken ise bir rûh felsefesi yapılmıştır.
Bunun nedeni de Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan ve nefis üzerine fizikötesi fikir
cismâni telakkisi, büyük İslâm kelâmcıları arasında yer alan Gazâlî’nin tesirleri48
sayesinde, müslüman akidesinde devamlı bir yer bulmuştur. Gazâlî, insanı bir
rûhhani bir cevher49 olarak tarif etmiştir. Bu cevher bilgi ve idrâke sahiptir; bu
vermek suretiyle, bu cevherin hassaları ihtiva eden, ölümlü olan hayvanî rûhtan
ayırarak, Kur’ân’daki nefs-i mutmainne ile bir saymış, nefs tabirini aynı zamanda
45
Hüseyin Aydın, Muhâsibî’nin Tasavvuf Felsefesi, Pars Yayınları, Ankara 1976, s.79
46
Hüseyin Aydın, Muhâsibînin Tasavvuf felsefesi, Pars Yayınları, Ankara 1976, s.79; Ahmet Ögke,
Kur’ân’da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s.15
47
İsrâ 17/85
48
Süleyman Hayri Bolay, Aristo Metafiziği İle Gazâlî Metafiziğinin Karşılaştırılması, Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları, Ankara 2005, s.131
49
Cevher: Kendisinde irâdi hareket, his ve hayat kuvveti bulunan, kadîm olsun hadis olsun kendi
başına bulunabilen varlık ; Süleyman Uludağ, A.g.e, s.558; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları, İstanbul 2009, s.472; İlhan Kutluer, DİA, “Cevher” md.,
C.7, s.450, İstanbul 1997, s.451
50
Araz: Cevherin zıddı olup bizzat var olmayan, ancak herhangi bir konuya (mevzu) dayanan ve
onunla birlikte var olabilen, onun yok olmasıyla ortadan kalkan şey; Yavuz Şevki Yılmaz, DİA,
“Araz” maddesi, C.3, s.338
12
ahlâki mülâhaza ile zapt altında tutulması gereken süflî tabiat anlamında
kullanmıştır.51
varlığa bağlı olarak düşünülmesi ile mümkündür. Nefs, hemen hemen her zaman
beşerî varlıklar hakkında kullanılır. Nadir olarak Allah (cc)'a veya putperestlikteki
tanrılar ve çok istisnai olarak cinler için kullanılır.52 Yahudi dilindeki (naphes)
kelimesine uygun düşen, Arapçada çok daha sonraları “soluk alma” anlamına gelen
51
E.E Calverley, İslâm Ansiklopedisi “Nefis”, Milli eğitim Bakanlığı Basımevi, İstanbul 1960, s.181
52
Regis Blachere, Nefs Kelimesinin Kur’ân’da Kullanılması Hakkında Bazı Notlar, ter. Sadık Kılıç,
Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 5.Sayı, Atatürk Üniversitesi Basımevi, Erzurum 1982,
s.189-190
53
Regis Blachere , A.g.m, s.189
13
Nefs kelimesinin, Kur’ân-ı Kerim’de geçtiği âyetlerdeki mânâlarına bakacak
olursak :
Tâhâ Suresi’nde:
En’âm Sûresi’nde :
َ ُصلَ َح فَأَنَّه
ٌ ُغف
ور َّر ِحي ٌم ْ َاب ِمن بَ ْع ِد ِه َوأ
َ َ ث ُ َّم ت
“ Âyetlerimize îman edenler, sana geldiği vakit şöyle de: Selâmün aleyküm. Rabbini,
Mâide Sûresi’nde :
ِ نَ ْف
َسك فِي َما أ َ ْعلَ ُم َوال نَ ْفسِي فِي َما ت َ ْعلَ ُم
“ Sen benim içimde olanı bilirsin, ben senin içinde olanı bilemem”57
54
Hayrani Altıntaş, Tasavvuf Tarihi, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1986, s.37; Ahmet Ögke,
Kur’ân’da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s.24
55
Tâhâ, 20/41
56
En’am, 6/54
14
Âl-i İmrân Sûresi’nde :
ُ ا ْل َم ِص
ير ِّللا َو ِإلَى َ نَ ْف
ُ سه ُّللا يُح َِذ ُر ُك ُم
kastedilmektedir.
övgüleri saymaya gücüm yetmez. Sen, kendine (nefsine) senâ ettiğim gibisin.”59
Bir diğer rivâyetde Ebû Hüreyre Peygamber Efendimizin (sav) şöyle buyurduğunu
söylemiştir:
“ Allah (cc) şöyle buyurur : Kulum, beni andığında Ben, kulumla birlikteyim. Eğer
kulum beni kendi nefsinde anarsa, Ben de onu nefsimde anarım.Eğer kulum Beni bir
topluluk içinde anarsa, Ben de onu, onun (Beni içinde andığı) topluluğundan daha
hayırlı olan bir toplulukta anarım. Kulum bana bir karış yaklaşırsa, Ben de ona bir
zirâ’ yaklaşırım. Kulum bana yürüyerek gelirse, Ben de ona koşarak gelirim.”60
57
Maide, 5/116
58
Âl-i İmrân, 3/28
59
Müslim, Salat, s.222(1/352)
60
Buhari, Tevhid 50; Müslim, Zikr 2, (2675); Tirmizi, Da'avat 142, (3598)
15
2.2.Nefsin İnsan Bedeni Anlamında Kullanılması
mertebelerinin ilk basamağı olan Nefs-i emmare bölümünde daha ayrıntılı ele
alacağımızdan, biz Kur’ân’da nefsin insan bedeni anlamında geçen âyetlere devam
edelim.
“ Ne yerde, ne de nefislerinizde bir musibet başa gelmez ki, Biz, onu yaratmazdan
önce bir kitapda (Levh-i Mahfuzda) yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu, Allah’a (cc)
göre kolaydır.”64
İsrâ Suresi’nde:
َق
ِ بِالح َّإِال ُّللا ح ََّر َم الَّتِي َ ال َّن ْف
س ْت َ ْقتُلُوا ََوال
61
Hayrani Altıntaş, Tasavvuf Tarihi, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1986, s.37
62
Yûsuf, 12/26
63
Mehmet Ali Ayni, Nefs Kelimesinin Mânâları, Darülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası, Evkaf
Matbaası, İstanbul, s.48
64
Hadid, 57/22
16
Allah (cc) meşru bir hakka dayanmayan bir cana kıymayı yasaklıyor. Nitekim
şeyden biriyle helal olur: Nefse nefis (cana can), Evli olarak zinâ eden, cemaatden
Ankebût Suresi’nde:
ِ ا ْل َم ْو
ت ُذَائِقَة نَ ْفس ُك ُّل
mutlaka bu tadı aldığı zaman mevcûd ve bâki olmalıdır.68 Sonuç olarak Kur’ân’da
nefsin insan bedeni olarak kullanıldığı âyetler olsa da nefs ile bedeni bir olarak kabul
edemiyoruz.
“nefsini”mi tercih edersin? Dedi. “Bilakis, diri tuttuğum ‘nefs’i tercih ederim”
65
İsra, 17/33
66
İbn Kesîr, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları, çev. Bekir Karlığa, Bedrettin Çetiner,
c.9, s.4730
67
Ankebût, 29/57
68
Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb “Tefsiri Kebir”, ter. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık Kılıç,
Sadık Doğru, Akçağ Yayınları, Ankara 1994, c.18, s.51
69
Ahmed, el-Müsned, c.2, s.175
17
“ Yoksa onlar için kendilerini azabımızdan koruyacak ilâhlar var? Onlar, kendi
çıkılmaz.”70
“ Böyle iken ( Allah her şeyi yaratıp hepsinin mukadderatını tayin etmişken) onlar,
O’ndan başka ilâhlar edindiler. Onlar, hiçbir şeyi yaratamazlar; kendi nefislerine
veliler mi edindiniz?”72
Tevbe Suresi’nde:
“ Andolsun, içinizden (kendi nefsinizden) size öyle bir peygamber geldi ki; sizin
merhametlidir.”73
70
Enbiya, 21/43
71
Furkan, 25/3
72
Nûr, 25/3
73
Tevbe, 9/128
18
A’râf Suresi’nde:
Erkek bir nevi insan, kadın bir nevi insan olmakla birlikte ikisi de bir cinstendir.76
Rûm Suresi’nde:
ِ ُأَنف
س ُك ْم ِم ْن َّمث َ اال لَكُم ب
َ ض ََر
Nahl Suresi’nde:
girer.” demiştir.79
Bakara Suresi’nde:
74
Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Neşriyat ve Dağıtım, İstanbul 1979, c.4,
s.2653
75
A’raf, 7/189
76
Elmalı, A.g.e, c.4, s.2351
77
Rûm, 30/28
78
Nahl, 16/72
79
Ahmed, el-Müsned,c.2,s.175
19
َشفَاعَةٌ َوالَ ُه ْم يُنص َُرون َ شيْئا ا َوالَ يُ ْق َب ُل ِم ْنََا
َ ع ْد ٌل َوالَ تَنفَعََُا َ س عَن َّن ْفس
ٌ َواتَّقُواْ يَ ْوما ا الَّ تََْ ِزي َن ْف
“Öyle bir günden sakınıp korkunuz ki, o günde hiçbir nefis (kimse) diğer bir
nefse (kimseye) hiçbir fayda sağlayamaz. Ondan ne bir şefaat kabul edilir, ne de bir
edilmez.”80
ferdi hesaplar şahsidir. İşte bu insana kendi değerlerini öğretip iç uyanıklığını sağlar.
81
Nefislerden hiçbir nefis, kendisinden başka hiçbir nefse, hiçbir surette fayda
veremez.82
gibidir.”83 Bu âyet-i kerimede de nefis sözünün anlamı “tek bir şahıs imiş gibi”
demektir.84
-Hz. Adem (as) için : “ Sizi, bir tek nefisten yaratan O’dur…”85
-Hz. Yakup (as) için: “ Eğer sadıklar iseniz, haydi Tevratı getirin de okuyun de.”86
-Hz. Musa (as) için: “Ey rabbim, ben nefsim ve kardeşimden başkasına söz
-Hz. İsa (as) için : “ Seni tenzih ederim hak olmayan bir sözü söylemek bana
yakışmaz. Eğer söyledimse, muhakkak onu bilirsin. Sen benim nefsimdekini bilirsin.
80
Bakara, 2/123
81
Seyyid Kutub, Fizilâl-il-Kur’ân, , c.I, Dünya Yayınları, çev. Salih Uçan, Vahdettin İnce, s.145
82
Fahreddin Er-Râzi’nin tefsirinde bu âyetin benzeri olan Bakara 48 âyetine de atıfta bulunulmuştur.
Mefâtihu’l Gayb “Tefsir-i Kebir”, Akçağ yay, Ankara 1994, s.408
83
Lokman, 31/28
84
Mehmet Ali Ayni, Nefs Kelimesinin Mânâları, Darülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası, Evkaf
Matbaası, İstanbul ,s.50
85
En’am, 6/98
86
Âl-i İmran, 3/93
87
Mâide, 5/25
20
Ben ise, Sen'in Zat'ında olanları bilemem. Muhakkak ki Sen, gayb'tekileri
-Hz. Muhammed (sav) için: “ De ki: ‘ Allah dilemedikçe ben kendime bir zarar
verme ve bir fayda sağlama gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı biliyor olsaydım,
daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben inanan bir
akrabalarını uyar” âyeti nâzil olunca kalkıp şöyle seslenmiştir: “ Ey Kureyş topluluğu
Zümer Suresi’nde:
alır...”92
demek olduğunu bildirmektedir.93 Yani ölülerin canlarını Allah (cc) kendi katında
88
Mâide, 5/116
89
A’raf, 7/188
90
Buhari 5/382,55-Kitabüt-Vesâya 11.Bab. ; Müslim 1/192,1-Kitabüt-İman, 89.Bab
91
Regis Blachére, Nefs Kelimesinin Kuranda Kullanılışı, çev. Sadık Kılıç,Atatürk Üniversitesi
İlahiyat Fak. Dergisi,5. Sayı, Erzurum 1982,s191
92
Zümer, 39/42
21
alıkoyar ve onların bedenlerine geri çevirmez. İşte bu, rûhların bulunmuş olduğu
Kıyâmet Suresi’nde:
Şems Suresi’nde:
olsun.”96
Fecr Suresi’nde:
Fecr Suresi’nde:
Şems Suresi’nde:
konusunu oluşturan nefsin mertebeleri ile ilgili Kur’ân’da geçen âyetlerdeki nefs
93
Ahmet Ögke, Kur’ân’da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s.29
94
İsmail Hakkı Bursevî,Rûhu’l-Beyân Tefsîri, iht. Muhammed Ali Sabûnî, Damla Yayınevi c.7, s.262;
95
Kıyâmet, 75/2
96
Şems, 91/7-8
97
Fecr, 89/27
98
Fecr, 89/28
99
Şems, 91/9-10
22
kavramı insan rûhu mânâsında kullanılmıştır. Biz sadece bu âyetleri burada
çerçevesinden bakacağız.
A’râf Sûresi’nde:
سكَ تَض َُّرعا ا َو ِخيفَةا َو ُدونَ ا ْل َََ ِْر ِمنَ ا ْلقَ ْو ِل ِبا ْلغُد ُِو َواآلصَا ِل َوالَ تَكُن ِم
ِ َوا ْذكُر َّربَّكَ فِي َن ْف
Yûsuf Sûresi’nde:
Bakara Sûresi’nde:
teşkil etmektedir.103
İsmail Hakkı Bursevî nefs kavramı üzerine yaptığı işâri yorumlarda, kalp
hayatı ile nefs hayatını birbirinin zıddı olarak değerlendirmiştir. Kalplerin hayatı,
100
Araf, 7/205
101
Yûsuf, 12/77
102
Bakara, 2/235
103
Mehmet Ali Ayni, Nefs Kelimesinin Mânâları, Darülfunun İlahiyat Fakültesi Mecmuası,Evkaf
Matbaası, İstanbul ,s.47
104
Ahmed,el-Müsned,c.2,s.443
23
nefislerin ölümündedir. Nefislerin hayatı ise kalplerin ölümündedir, diyerek nefsin
Gazâlî’nin tasavvuf yolundaki hocalarından biri olarak kabul edilen Bâyezid Bistâmî
kabzındadır.” demiştir.107
Bu cihetle, Aristo ve onun gibi filozofların kalbi diğer organlar üzerinde reis
olarak telakki etmeleri, Gazâlî’nin de Kalbi sadece bir et parçası olarak görmeyip
Nefs konusu tasavvuf ilminde önemli bir yer teşkil etmesinden dolayı,
rûh ve nefs itibariyle yapısı, kalbin tasfiyesi, nefsin tezkiyesi ve ahlâkın yüceltilmesi,
Tasavvufun aklî bir ilim olmayıp aksine tecrübî, yani yaşandıkça tadılan ve
idrâk edilen bir ilim olması sebebiyle tarifleri de çeşitli olmuştur. Her sûfî109, içinde
105
M. Fatih Hasçiçek, , İsmâil Hakkı Bursevi’nin Rûhu’l-Beyân’ında “Nefs” Kavramı, Yüksek Lisans
Tezi, Ankara Üniversitesi, 2000, s.90
106
Gazâlî, El-Munkizü Mine’d Dalâl ve Tasavvufi İncelemeler, s.170; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf
Klasikleri, Erkam Matbaası, İstanbul 2010, s.164;
107
Hucviri, Keşfü’l-Mahcûb, Hakîkat Bilgisi, Haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul
1996, s.525
108
H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, ss.28-54;
109
Tasavvuf ve sûfî kelimelerinin kökü hususunda, pek çok tarif yapılmakla birlikte, Ebû Nasr Serrâc
Tusî’nin de belirttiği üzere, kelimelerinin Arapçada yün anlamına gelen “sûf” kelimesinden gelmiş
olması en çok kabul gören görüş olmuştur; Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma’ İslâm Tasavvufu, ter. H.
Kâmil Yılmaz, Altınoluk yayınları, İstanbul 1996, 26;
24
bulunduğu hale göre, tasavvufun tarifini yapmıştır.110 Bu tanımların iki bini geçtiği
olan kalbin tasfiyesini, tasavvufun başlıca konuları olarak ele almışlardır. Eski
yapmış olan Gazâlî’nin ahlâk ilmi de daha çok nefis ile ilgilidir.116 Bir başka deyişle
hatırlatarak, vahşi bir hayvanı bile eğitebilmek mümkün iken, akıl sahibi insanın
110
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları, İstanbul
2009, s.629
111
Câvit Sunar, Tasavvuf ve Kur’ân, AÜİFD, Ankara 1966, s.53
112
H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 2010, s.28
113
İbn-i Haldun, eş-Şifâu’s-Sâil (Tasavvufun Mâhiyeti), çev. Süleyman Uludağ, İstanbul 1977, s.71;
Reşat Öngören, “Tasavvuf”, DİA, c40, s119
114
Haris el-Muhâsibî, el-Riâye li Hukûkillah, Kalb Hayatı, haz. Abdulhakim Yüce, Işık Yayınları,
İzmir 2008, ss.326-327; Ebû Abdirrahman es-Sülemi, Sülemi’nin Risâleleri Tasavvufun Ana İlkeleri,
ter. Süleyman Ateş, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1981, s.41; Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî
Risâlesi, ter. Dilâver Selvi, Semerkand Yayınları, İstanbul 2013, s.232; Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb,
Hakîkat Bilgisi, Haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 1996, s.309; Ebû Nasr Serrâc
Tûsî, el-Lüma’, İslâm Tasavvufu, Altınoluk Yayınları, İstanbul 1996, s.46; Şihâbuddin Sühreverdi,
Avârifü’l-Meârif, Gerçek Tasavvuf, Semerkand Yayınları, ter. Dilâver Selvi, İstanbul 2007, s.582;
115
Hayrani Altıntaş, İslâm Ahlâkı, Akçağ Yayınları, Ankara 1999, s.185
116
Mehmed Ali Aynî, İslâm Düşüncesinin Zirvesi Gazâlî, haz. Erol Kılınç, İnsan Yayınları, İstanbul
2013, s.114
117
Gazâlî, El-Munkizü Mine’d Dalâl ve Tasavvufi İncelemeler, s.26;
25
böyle bir kabiliyette olmadığını öne sürmenin basiretsizliğini gözler önüne
sermiştir.118
Dolayısıyla, Hz. Peygamberi (sav)’i en yüksek ahlâk örneği olarak kabul eden
arzularının peşinden gitmek yerine, Allah (cc)’ın rızasını kazanmayı gaye edinmiş bir
kul olabilmeyi, güzel ahlâklı bir kul olabilmek olarak tanımlamıştır. Bu doğrultuda
bakmak gerekecektir.
Ahlâk Arapça’da “seciye, tabiat, huy” gibi mânâlara gelen hulk veya huluk
kelimesinin çoğuludur.120 İnsanın fiziksel yapısı için halk manevi yapısı olan huyu
26
anlaşılmaktadır.122 Nitekim ilk dönem zâhid sûfîlerinden Ebû Muhammed-i
Cerîrî’nin (ö. 311/923) “Tasavvuf güzel ve ulvî olan her çeşit huyları kazanma
123
girişiminde bulunmak ve çirkin her nevi huylardan da uzaklaşmaya çalışmaktır”
görülmektedir.124
güzel ahlâkın tamamını ve erdemlerin çoğunu elde etmeyi isteyen kişi, mümkün
kerimede:
“Şüphesiz ki Sen, yüce bir ahlâk üzeresin.”127 buyurmuş, Hz. Âişe bir soru üzerine
122
Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb (Hakîkat Bilgisi), haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul
1996, s.122; Şihâbuddîn Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif (Gerçek Tasavvuf), ter. Dilâver Selvi,
Semerkand Yayınları, İstanbul 2007, s.67; Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma’ (İslâm Tasavvufu), ter. H.
Kâmil Yılmaz, Altınoluk Yayınları, İstanbul 1996, s.25
123
Abdülkerim Kuşeyrî, A.g.e, s.528
124
Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarîkatlar, İFAV, İstanbul 1994, s.37
125
Abdülkerim Kuşeyrî, A.g.e, 466; Şihâbuddin Sühreverdi, A.g.e, s.289
126
İbn Hazm, el-Ahlâk ve’s-Siyer fî Müdâvâti’n-Nüfus, ter. Cemalettin Erdemci, H. Hüseyin Bircan,
Dönem Yayıncılık, İstanbul 2014, s.47
127
el-Kalem, 68/4
128
Müslim ,Birr87
27
Gazâlî’nin İhyâü Ulûmi’d-din’i Ehl-i Sünnet çizgisini takip ederken ahlâk
kurallarını hafife alan zâhirî alimleri ve sûfî kisvesindeki ahlâk zafiyeti içinde
toplum içinde yayılmış olan kalbin hastalıkları ismini verdiği, nefis zafiyetlerinin
aldığı bu güçle dünyaya rağbet ettireceğini söylemiştir.132 Hâlbuki Yüce Allah (cc)
dünyadaki yarattığı güzel nimetler kulun daha güzel amel etmesi için bir imtihan133
aracıdır. Güzel amel etmek de güzel ahlâk sahibi olmak ile mümkün olur. Sûfîlerin
129
Mustafa Çağrıcı, ‘Ahlâk’, DİA, c.2, s.7;
130
Kelâbâzi, Ta’arruf (Doğuş Devrinde Tasavvuf), haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul
1992, s.12
131
Muhâsibî, Gazâlî’nin eserlerini telif ederken başlıca tesiri altında kaldığı mutasavvıflardandır.
Tasavvuf tarihinin ilk yazılı kaynaklarından biri olan er-Riâye li Hukûkillah adlı eseri tamamen bir
tasavvuf ve ahlâk felsefesi kitabıdır. Mustafa Aşkar, Tasavvuf Tarihi Literatürü, İz Yayıncılık,
İstanbul 2006, s.67
132
Muhâsibî, er-Riâye li Hukûkillah, Kalb Hayatı, haz. Abdulhakim Yüce, Işık Yayınları, İzmir 2009,
s.29 , s.321
133
Kehf, 18/7
134
Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi (Sûfîlerin İnanç ve Ahlâkları), ter. Dilaver Selvi, Semerkand
Yayınları, İstanbul 2013, s.466
28
Erdemleri talep eden güzel ahlâk sahibi kimse, zâhiriyle halk ile birlikte,
kalbi Allah (cc) ile olup, “Kahrın da hoş, lütfun da hoş…”135 diyebilmişken, makam,
mal ve hazları talep eden kötü ahlâk sahibi136 kimse ise arzu edip içine attığı bu kötü
Sözlükte birşeyi içini dışına çıkarmak, altını üstüne getirmek, çevirmek gibi
anlamlara gelen kalbe137, insanın mâhiyeti, madde ile mânânın birleştiği yer, akıl,
rûh, Allah’ın (cc) tecelli ettiği mahal olarak tasavvuf ilminde büyük bir önem
atfedildiğini görmekteyiz.138
pozitivist görüşe dayanan materyalist139 anlayış, beş duyu organı140 ile algılanan
fiziksel maddenin tek gerçek olduğunu kabul etmiş ve felsefe akımları tarihi boyunca
hakîkate ulaşmadaki biricik vasıta olarak aklı baş tacı etmiştir. 141 Diğer yanda
135
Mustafa Tatcı, Yunus Emre Divânı, Akçağ Yayınları, Ankara 1998, s.386
136
İbn Hazm, el-Ahlâk ve’s-Siyer fî Müdâvâti’n-Nüfus, ter. Cemalettin Erdemci, H. Hüseyin Bircan,
Dönem Yayıncılık, İstanbul 2014, s.48
137
İbn Manzur, Lisanü’l-Arab, “klb” md.
138
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları, İstanbul
2009, s.341
139
Materyalist anlayış, varoluşu maddi olmayan kavramlarla açıklamaya karşı çıkarken, rasyonalist
felsefenin bir ekolü olan ve aklın objektifliğini savunan Spinozanın determinist görüşüyle de
paralellik göstermektedir. Descart, Spinoza ve Leibniz’in başını çektiği rasyonalistler (akılcılar) vahye
karşı çıkarak aklın ve rasyonel yöntemlerin gücünü yücelterek, bilimin ve metafiziğin iç içe geçtiği bu
rasyonel yöntemlerle dünyayı insan için anlaşılır kılmayı amaçlamışlardır; Ahmet Cevizci, Felsefe
Tarihi, Say Yayınları, İstanbul 2010, s.481; Osman Nûri Topbaş, İslâm Nazarında Akıl ve Felsefe,
Erkam Yayınları, İstanbul 2014, s.58
140
Beş duyu organından her birini kalbin askerleri, aldıkları duyumları da kalbin casusları olarak
tanımlayan Gazâlî ise bu kuvvetlere Allah’a giden mertebeleri katetmek için ihtiyaç duyulduğunu
belirtmiştir; Gazâlî, Ravzatüt-Talibin Tasavvufun Esasları, ter. Ramazan Yıldız, Şamil Yayınevi, trz.,
s.63; İbn Arabi de Fütûhât’ında bu konuda aynı görüşü belirtmiştir.
141
Abdülvâhid Yahyâ (René Guénon), özellikle yeniçağın materyalist filozoflarını eleştirirken,
onların felsefeyi akılla sınırlandırdıkları halde, sanki felsefe bizâtihi mükemmelmiş gibi, kendi
29
tasavvuf anlayışında akıl idrâk kapasitesi sınırlı bir araç olarak telakki edilmiştir.
Çünkü maddenin ötesindeki metafizik algılamaya muhatap olanın objektif akıl değil,
akleden bir kalbin olduğu kabul edilmektedir.142 Her ne kadar objektif akıl, sağlam
bir terazi olarak kabul edilse de, Allah (cc)’a, âhirete ve nübüvvete dair metafizik
derin zekâ ve irfanını içeren latife olarak aklı da kuşatan bir bilgi kaynağı olarak
isimlendirilmiştir. Kalbin fizik ötesi bilgiye mazhar olan, keşf ve ilhâmın merkezi
kabul edilen147 batinî kapısına ise ‘Nokta-i Süveydâ’ ismi verilmiştir.148 Kur’ân
felsefelerinden olan pek çok üstün şeyi silip atmalarına şaşkınlık göstermiştir. René Guénon, Nefsini
Bil, ter. Mustafa Tarhalı, Kubbealtı Akademi, yıl.10, sayı:3, s.55-65
142
İbnü’l Arâbiye göre filozoflar Allah (cc)’ın bazı kullarına (Peygamberler) vermiş olduğu idrak
gücünü anlayamamışlardır. Sözkonusu bu gücün zaman zaman akılla çelişmesi noktasında çıkmaza
düşmüşler, bu gücün nereye dayandığı konusunda bozuk düşüncelere dalmışlardır. Bkz. İbn Arabî,
Fütûhât-ı Mekkiyye, c.7, İradenin Bilinmesi
143
Osman Nûri Topbaş, A.g.e, s.29
144
A’râf, 7/179; Hac, 22/46; Kâf 50/37; İsrâ, 17/36; Ahzâb, 33/5
145
Kadir Özköse, Tasavvuf El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara 2012, s.49
146
İbn Berrâcan, Şerhu Esmâillahi’l-Hüsnâ, c.II, s.311; Ethem Cebecioğlu, Nokta-i Süveydâ,
Altınoluk Dergisi, sayı.339, Mayıs 2014, s.26-27
147
Ebû Nasr Serrâc, el-Lüma’ İslâm Tasavvufu, H. Kâmil Yılmaz, Altınoluk Yayınları, İstanbul 1996,
s.556; Süleyman Uludağ, Kalb md, DİA, c.24, s.230
148
Ayr. Bkz Ethem Cebecioğlu, Nokta-i Süveydâ Yazı Dizisi, Altınoluk Dergisi, Sayı 340 s.28; Sayı
342 s.26; Sayı 343 s.26; Sayı 344 s.46; Sayı 346 s.38
149
Bakara, 2/97; Şuarâ, 26/193-194
30
“Allah’a, Resûlü’ne ve indirdiğimiz bir nûr (Kur’ân) a inanın.”150 ve “Size
Rabbinizden bir bürhan (delil) geldi, size apaçık bir nûr indirdik.”151 Baştaki göze
güneşin bir nûr mesabesinde olması gibi, âyetlerde de basiret gözüne hitap eden ve
idrâkini mümkün hale getiren ilâhî bir nûrdan152 söz edilmektedir.153 Kalp aynasına
yansıyan bu ilâhî nûr ile hem idrak etmek, hem de idrâk edilmek mümkün
olabilmektedir.154 Buradan hareketle, akılcıların kalbin beyin ile dış dünyaya açılan
fuad noktasının ötesini, yani vahyin muhatabı olan kallbin metafizik yönünü
sezgisel akılla156 yani kalb ile ilerlemeyi zorunlu hale getirmiştir.157 Nitekim akıl
yürüterek kazanılmış olan bilgi (kesbî), bahsî aklın ürünü iken, kazanılma yoluyla
olmadan velilerin kalbine hasıl olan bilgi (vehbî) ilhâm, peygamberlerin kalbine hasıl
150
Tegabun, 64/84
151
Nisa, 4/174
152
Nûr, kalbe gelen her türlü ilâhî vâriddir.( Buna; bir ışığın kaynağından çıkıp bir aynanın yüzüne
veya saydam bir cismin yüzeyine düşmesi gibi bir anlam da verilebilir.) bkz. Muhyiddin İbn Arabî,
Kitâbu Istilâhî’s-sûfiyye, nşr. Muhammed Şihabeddin el-Arabî, Dâru Sâdır, Beyrut 1997, s.538;
Kâmillüdîn Abdürrezzak Kâşânî, Istılâhâtü’s-sûfiyye ‘Tasavvuf Sözlüğü’, çev.Ekrem Demirli, İz
Yayıncılık, İstanbul 2014, s.563
153
Gazâlî, Mişkatü’l-Envâr Nûrlar Feneri, çev. Süleyman Ateş, Bedir Yayınevi, İstanbul 1994, s.23
Gazâlî,duyu organı gözün muhatap olduğu şehadet aleminin düşük seviyesi ile yetinip melekût
alemine kanat açmaya niyeti olmayanlara da “Onlar hayvanlar gibidirler, belki daha aşağı.”(En’am,
6/77) âyetini hatırlatmıştır.
154
Muhyiddîn İbn Arâbi, Fütûhâtü’l-Mekkiye, çev. Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2008,
c.10, s.213 Nûrun zıttı ise zulmettir. Özellikle nefsin emmâre sıfatlarını nefsin zulmetleri olarak
değerlendirebiliriz. Nitekim kalpte yanan nûr bu zulmetleri idrâk ettirir, zulmeti zulmet olarak
gösterir. Yani karanlık da ışığın varlığı ile anlam kazanmaktadır.
155
Bahsi (araştırıcı) akıl, yani Gazâlî’nin imkânlarını yetersiz olarak nitelendirdiği akıldır.
156
Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, ter. Sıtkı Gülle, Huzur Yayınevi, İstanbul 2012, s.21
157
Gazâlî, el-Munkizü Mine’d Dalâl ve Tasavvufi İncelemeler, s.172
158
Mehmet Ali Aynî, İslâm Düşüncesinin Zirvesi Gazâlî, İnsan Yayınları, İstanbul 2013, s.183
31
anlamlarda olsa da, aynı zamanda hepsinin bu noktada rabbani latife159 denilen bir
parçası olarak ifâde edilen, kalbin dışında âlim ve ârif yönü olan, aklı da kuşatan bir
felsefecilerin bir kısmı doğru ve dine de uygun olan görüşlerini tüm görüşlerini
başarılı olmuştur.
desteklenmiş kalble mutmain olmuş nefsi tedbir edip işlerini görmesi; bir babanın
hayırlı oğlunun, kocanın sâliha hanımının işlerini tedbir edip görmesi gibidir. Onun
159
Rabbâni latifeye kalb denilmesinin sebebi Gazâlî’ye göre bu manevi cevherin vücutta cismani
kalble ilişkisi olmasından ve işlevlerini onun aracılığıyla gerçekleştirmesindendir.bkz. İhyâ’u
Ulûm’id-dîn, Kitâbu Şerh-i Acâibi’l-Kalb; Bu Felsefecilerin Nefs-i Nâtıka diye isimlendirdikleri
kavramdır.bkz. Süleyman Uludağ, Kalb md, DİA, s.24, s.230.
160
Hayri Bolay, Aristo Metafiziği ile Gazâlî Metafiziği’nin Karşılaştırılması, Hayri Bolay, MEB
Yayınları, Ankara 2005, s.207
161
Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, s.11
162
Gazâlî, FilozoflarınTutarsızlığı, ter. Mahmut Kaya, Hüseyin Sarıoğlu, Klasik Yayınları, İstanbul
2012, s.10; Gazâlî, A.g.e, s.22
163
Ma’rifet; “kalbin Allah’la olan hayatı”, “Allah’ı sıfat ve isimleriyle tanıyanın niteliği”, “birbirini
izleyen nûrlarla Hakk’ın kalplere doğması”, “ilâhî bir na‘t / vasıf”, “kalbe atılan bir nûrla iç aydınlığa
kavuşma hali”, “kalp gözüyle ilâhî gerçekleri görmek” olarak tanımlanmaktadır. Süleyman Uludağ,
DİA “Ma’rifet” md., c.28, s.54-56
164
Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma’ İslâm Tasavvufu,ter. H. Kâmil Yılmaz, Altınoluk Yayınları,
İstanbul 1996, s.17; Kelâbâzî, Ta’arruf Doğuş Devrinde Tasavvuf, haz. Süleyman Uludağ, Dergâh
Yayınları, İstanbul 1992, s.53; Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, ter. Dilaver Selvi, Semerkand Yayıncılık,
İstanbul 2013, s.582; Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb Hakîkat Bilgisi, haz. Süleyman Uludağ, s.321
32
ters çevrilmiş kalbi ve devamlı kötülüğü emreden nefsi idâre etmesi ise; babanın
zâlim evlâdının, kocanın kötü hanımının işlerini tedbir edip görmesi gibidir.165
oluşturması, ilâhî sırlara muhatap olabilecek bu kaynağın saflığını ayrı bir tartışma
olarak kabul edilmiştir. Nitekim bu iki kuvvet sürekli bir çatışma halinde iken kalb
merkezi olan beyne, buradan da dış dünyaya açılan kapısı olan fuâdı, aynı zamanda
alandan buraya sızmak için türlü hilelere başvurmaktadır.170 Kalbe tesir edecek bu
165
Şihâbuddîn Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif Gerçek Tasavvuf,Semerkand Yayınları, İstanbul 2007,
s.583
166
Bu idrak eden, bilen ve irfan sahibi olan olan kalbdir.
167
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı, İstanbul 2001, s.205
168
Fuâd: Kalbin nefs-i Nâtıka olarak isimlendirildiği kısmıdır, rûh-i insani de denilebilir. Burası rûhun
nefis ile münasebette bulunduğu mertebe olarak da kabul edilir. Kalbin tasfiye edilmesi gereken
kısmıdır. Buradan bir kapının da zulmetlere açılıyor olması nefsin tezkiyesinin de en az kalbin
tasfiyesi kadar önem teşkil ettiğini göstermektedir. Yani diyebiliriz ki tezkiye edilmemiş bir nefis ile
sağlıklı bir kalp temizliği mümkün görünmemektedir. Ayr. Bkz. Şekil.I;
Fuâd görme mevkiidir, görür, kalb ise bilir. Zulmetler ne kadar temizlenirse bakış o kadar keskinleşir.
Ayr. Bkz. Ebû Abdullah Muhammed Hakîm et-Tirmîzî, Beyânü’l-fark beyne’s-sadri ve’l kalbi ve’l-
fu’âdi ve’l-lübb, thk. Nicola Heer, Kahire 1958, s.38
169
Gazâlî, Mişkatü’l-Envâr Nûrlar Feneri, ter. Süleyman Ateş, Bedir Yayınevi, İstanbul 1994, s.24-25
170
Şeytan her ne kadar insanın içinden (kalbinden) geçenleri bilemese de, nefsin iyi bir gözlemcisi
olarak onu hevâsıyla kandırıp kalbe pislik atmaya çalışmaktadır. Bkz.Hüseyin Aydın, Muhâsibî’nin
Tasavvuf Felsefesi, Şeytan bahsi. Nefs-i emmârenin etkilerinin (düşmanlıklar, şehvetler, arzular)
33
hastalıklar oldukça sinsi ve hissedilmeyecek kadar gizlidir.171 Hz. Peygamber
(sav)’in kötü huyların kaynağı olarak ümmetini uyardığı üzere şeytan ve işbirlikçisi
nefis de bir o kadar tehlikeli ve sinsidir.172 Bir mücâdele sahası olarak kalbin nefis ile
hevâları, kalbin değişen hallerini, varoluş sancıları gibi psikolojik yönden birçok
alınmış bir kalbin174, Kur’ân’da âyetlerde geçen ‘Kalb-i Selim’175 kavramına karşılık
geldiğini görmekteyiz. Allah’a (cc) ulaştıran tüm yolların ancak selim bir kalb ile
fakat mümin kulumun kalbine sığarım”178 ifâdesi doğrultusunda kalb bir eve179
hissedildiği bu yer kalbe bir evin bahçesi gibi kuşatan bazen genişleyen bazen de daralan sadr
bölgesidir, yani vesvese ve âfetlerin kalbe giriş bulduğu mekan olarak kabul edilir. Et-Tirmîzî, A.g.e,
s.35
171
Necip Taylan, Gazâlî’nin Düşünce Sisteminin Temelleri, İFAV, 2013 İstanbul, s.100
172
Buhârî, Hibe, 15; Müslim, Birr, 69; Müslim, Zekât, 50; Buhârî, Edep, 57; Müslim, Birr, 23; Nefsin
zaman zaman şeytandan daha da sinsi bir düşman olduğunu söylemek de mümkündür. Çünkü o
yaptığı mücâhedeye kendi fitnesini katarak, ameli kendisine izâfe edebilmktedir.
173
Kalb gaflete devam ettiği müddetçe, günahlar onu kaplar ve bundan razı olunca da kalp pas ile
sararmaya başlayarak, karanlıkta kalır ki bu iblisin oraya yerleşmesi için en uygun ortamı hazırlar.
İblis için kalbin nûrunun sönmesinden daha hoş bir şey, nûrdan, temizlikten de daha ağır bir şey
yoktur. Hâris el-Muhâsibî, Âdâbü’n-nüfûs, nşr. Mecdî Fethî es-Seyyid, Kahire 1991, s.68; Haris el-
Muhâsibî, er-Riâye li Hukûkillah (Kalb Hayatı), haz. Abdulhakim Yüce, Işık Yayınları, İzmir 2009,
s.319
174
Gazâlî, Kimya-i Saâdet, ter. Faruk Meyan, Bedir Yayınevi, İstanbul 2013, s.25; Osman Nûri
Topbaş, Îmândan İhsâna Tasavvuf, Erkam Yayınları, İstanbul 2012, s.156
175
Şuarâ, 26/89; Saffat, 37/84
176
Harîs el-Muhâsibî, Âdâbü’n-nüfus, Bed’ü men enâbe illallah, nşr. Mecdi Fethi es-Seyyid, Kahire
1991, s.65
177
Tasavvuf İstilahında Hak’dan gayri, adem olan mâsivâ demektir. Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf
Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü “masivâ” md., Ağaç Kitabevi Yayınları, İstanbul 2009, s.414; Kulun
nefsinin tezkiye edebildiği mertebelerin herbirinde mâsivâları da değişiklik gösterebilir. Nefs-i
Emmâre mertebesinde mal, mülk, servet düşkünlüğü, kendini beğenmişlik yani nefsin kendisi bir
mâsivâ olarak kabul edilirken, mutmainne makamında sûfilerin yaşadığı keşf, ilhâm ve kerâmetlerde
mâsivâ olarak görülür. Bkz.Kelâbâzî, Ta’arruf Doğuş Devrinde Tasavvuf, haz. Süleyman Uludağ,
Dergah Yayınları, İstanbul 1992, ss.32-33
178
Aclûnî, Keşfü’l-Hafa, 2:165
34
benzetildiğinden, kiracının evin bakımı hususunda göstermiş olduğu itinâyı, kulun da
kalbin sahibi olan Allah (cc) için göstermesi gerektiğinin vurgusu yapılmıştır.
Kalbin, bilgi kaynağı olabilme, diğer bir ifâde ile ‘Kalb-i Selim’ olarak saf
haline dönüşmesi180 yolunda, Hz. Peygamber (sav) “İnsan bedeninde bir et parçası
vardır. O düzelirse bütün vücut düzelir, o bozulduğunda ise bütün vücut bozulur.”181
duyunun emiri olan kalb aynı zamanda bir aynaya benzetilmiş, parlatılmadığında da
Mahfûz da ayna gibidir. Çünkü orada her şeyin sureti vardır. Bir ayna diğer ile karşı
olan suretler, şâyet kalb dünyevî şehvetlerle dolu değil ise onda görülür. Şâyet kalb
dünyevî şehvetlerle ile meşgul ise, melekût alemi ona kapanır. Uyku halinde ise
179
Yine tasavvuf tarihinin bir diğer önemli şahsiyeti olan İbnü’l-Arabî Fütûhât-ı Mekkiye isimli
eserinde kalp ile Kâ’be arasındaki benzerliğin üzerinde durmuş, nasıl ki mümin kimsenin Kâ’be’ye
yönelerek zâhiri hac ibadetini ifa ediyorsa, ilâhî isimler de müminin kalbine yönelerek onu ziyaret
ettiğini belirtmiştir., Burada önemli olan Kâ’be’yi haccedebilmek için zâhiri bir temizlik yapılıyorsa
,ilâhî isimlerin kalbi ziyareti içinde bir bâtini temizliğin yapılması gerektiğidir. (Mustafa
Çakmaklıoğlu, İbn Arabî’ye Göre İbadetlerin Manevî Yorumları, İnsan Yayınları, İstanbul 2011,
s.312-315); Tasavvufun başlıca muhaliflerinden biri olan İbn Teymiyye’nin dahi, Hakk’ı arzulayıp
ona kavuşmanın özlemini duyan kalbin fesada uğramasına neden olacak kibir, hased, cehalet gibi
hastalıklarından bahsetmesi (İbn Teymiyye, Feteva, c.X, 94; Mustafa Kara, İbn Teymiyye’nin
Tasavvuf İstilahlarına Bakışı, UÜİF, s.1, c.1, 1986, s.53-54) kalb temizliğinin her İslâm aliminin
üzerinde ısrarla durdukları bir husus olduğunu gözler önüne sermektedir.
180
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü Kalb-i Selim md., Ağaç Kitabevi
Yayınları, İstanbul 2009, s.342
181
Buhârî, İmân, 39; Müslim,Musâkât, 107
182
Hâris el-Muhâsibî, Risaletü’l-Müsterşidîn (Ahlâk ve Arınma), ter. Rukiye Karaköse, Semerkand
Yayınları, İstanbul 2010, s.43-44
183
Gazâlî, Mişkatü’l-Envâr (Nûrlar Feneri), ter. Süleyman Ateş, Bedir Yayınevi, İstanbul 1994, s.27;
Şihâbuddin Sühreverdi, Avârifü’l-Meârif (Gerçek Tasavvuf) , ter. Dilaver Selvi, Semerkand, 2007,
İstanbul, s.474
35
hislerle (duyularla) alâkası kesilmiş ise, melekût aleminin cevherleri çıkar ve Levh-i
Mahfûz’daki bazı sûretler kalbde görünür. His kapıları kapanırsa sonrası hayal olur.
“Çinliler biz daha usta ressamız dediler; Rum ülkesi ressamları da bizim ustalığımız daha
üstün davasına giriştiler. Padişah, davanızda hanginiz haklısınız; anlamak için sizi sınamak
isterim dedi. Kapıları birbirine bakan iki oda vardı; odanın birini Çinliler diğerini de
Rumlar aldı. Çinliler, yüz çeşit renkte boya istediler ve padişah onlara hazineden her çeşit
boyayı bağışladı. Rumlar boya istemediler “Ne resim işe yarar ne de boya, pası gidermek
gerek ancak” dediler ve kapıyı kapatıp başladılar duvarı cilalamaya. Onu gökyüzü gibi
Çinliler resmi neşe içinde bitirdiler. Padişah gelip kapıdan içeri girince aklı, idrakten dışarı
fevkâlade resimler gördü. Sonrasında Rum ressamların odasına gitti. Rum ressam karşı
odayı görmeye mani olan perdeyi kaldırdı. Çinlilerin yaptıkları resimler, nakışlar odadaki
cilâlanmış duvara yansıdı. Orada ne varsa burada daha iyi göründü, resimlerin aksi adeta
göz alıyordu.”
184
Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.42; Kalbin fuadının nefis ile ilişkilendiği zâhiri duygulara
açılan kapısının uyku halinde iken kapanması, insanın gayb âlemine ulaşmasına engel olan perdenin
ise aralanması sözkonusudur. Uyanık halde nefsi harekete geçirip hayata tutunmasını sağlayan
dürtüler(şehvet-gazap) devre dışı kalmakta, uyku halinde ise adeta bir ölüm provası yaşanmaktadır.
Rüyaların, insanın vahşi, akıl dışı arzularının tatmin edilip uyanıldığında utanç duyulan bir süreç
olmasından öte bir anlam ifâde ettiği buradan anlaşılabilmektedir. Diğer taraftan bu utanç duygusunu
insana yaşatan toplumun, insanı uyanık, yani hayatta iken ne derece olumlu etkildeği de ayrı bir
inceleme konusu olarak karşımıza çıkmaktadır.(Tezin ikinci bölümünde özellikle sun’î
güdülenmelerin nefis üzerindeki etkileri üzerinden konuya açıklık getirilmeye çalışılmıştır) Kalbin
batınî yönü olan insan-i rûhu, zâhirî duyguların mahali olan hayvanî rûhun idrâki olan beş duyusu ile
hayatta iş görebilmektedir. Esasında rûh yaradılışı itibarıyla tenden ayrılmak özgür kalma eğiliminde
olduğundan uyku onun için Allah (cc)’ın bahşettiği bir nimettir. Eğer kalp aynası zâhirde şehvetlerin
metafizik kirlenmesinden korunamamış, zulmetlerin tesiri altında kalmış ise rüya sahnesinde kalbe
yansıyan görüntülerin o derece bulanık ve karışık olması sözkonusudur. Yûsuf (as)’un gördüğü
yorumu kolay net rüyalar kalbinin saflığını, Firavun’un görmüş olduğu şeytani karışık rüyalar da
kalbinin kir içinde kaldığının bir işareti olarak kabul edilebilir. ayr.bkz. İbn Haldun, Mukaddime, ter.
Zakir Kadirî Ugan, M.E.B, İstanbul 1968, c.I, ss.251-256; Erich Fromm, Rüyalar, Masallar, Mitoslar
(Sembol Dilinin Çözümlenmesi), çev. Aydın Arıtan, Kaan H. Ökten, Arıtan Yayınevi, İstanbul 1990,
ss.41-50
36
Seyr u sülûk yolundaki sâlik de hikâyedeki Rum ressamlar gibi kalplerini
şehvet, hırs ve kinden arındırmayı, bu suretle aynanın saflığını gönüllerinin bir vasfı
Sonuç olarak, sözlük anlamı arıtma, ayıklama ve temizleme olan tasfiyeye 186
“Nefsâni arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Artık ona Sen mi vekil
185
Mevlâna Celâleddin-i Rumî, Mesnevi ve Şerhi, şrh. Abdülbâki Gölpınarlı, T.C Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankrara 2000, c.1, şerh. S.566-569; Aynı hikayeye İbn Arabî’de Fütûhat-ı Mekkiyye
eserinde yer verirken, nefs kelimesini kalp kavramının yerine kullanmıştır. Aynı şekilde nefs
aynasının riyâzet ve mücâhede ile parlatılması gerektiğini vurgulamıştır, ancak bu şekilde nefs
arınabilir. Bkz. İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiye, çev. Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2008,
c.8, s.54 Kalb ile nefis kavramları aynı anlamda kullanılan kavramlar olarak kabul edilse de, özellikle
nefsin zulmetleri olan hevâların kalbe açtığı narsistik yaralanmalardan ötürü, ileriki bölümlerde ele
alacağımız üzere nefsin tezkiye edilmesi kalbin tasfiyesi için elzem hale getirmektedir. Nitekim
Gazâlî’nin de riyâzet anlayışını bu nazariye üzerine bina ederek, kalbin hastalıklarını detaylandırdığı
anlaşılmaktadır.
186
İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük “tasfiye” md., Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2006, c.3,
s.3041; Bir tasavvuf terimi olarak nefsi kötülük ve günah kirinden temizlemek anlamında kullanılan
“tasfiye”, duru ve temiz olmak anlamına gelen safv kökünden türemiştir. Serrâc sûfîlerden “ehl-i
safvet” şeklinde bahsetmiş,Şuarâ 26/88-89 âyetinde geçen temizlenen kalb-i selim ifâdesine dikkat
çekmiştir. Hucvirî de sûfîlere “ehl-i tasfiye”demiştir. Ebû Nasr Serrâc Tusi, el-Lüma’ İslâm
Tasavvufu, ter. H. Kâmil Yılmaz, Altınoluk Yayınları, İstanbul 1996, s.449
187
Putların anası nefsin kendisidir. Mevlâna’nın belirttiği üzere hariçte görülen putlar, birer yılan iken
nefs putu ise bir ejdarhadır. Mevlâna Celâleddin Rumî, Mesnevi ve Şerhi, şer. Abdülbâki Gölpınarlı,
T.C Kültür Bakanlığı, Ankara 2000, c.1, s.208
188
Furkan, 25/43
189
Hz. Peygamberin (sav) ümmeti hakkında en korktuğu şey de nefislerinin hevâlarına uymalarıydı.
İmam Sûyuti, Câmiu’s-sağır ve Tercümesi, ter. Abdullah Aydın, Aydın Yayınevi, 1977, s.no
37
ilk dönemlerinden itibaren boyunca nefis191 kavramı ile birlikte anıldığını
görülmektedir. Kur’ân’da:
ق ِجََا ِد ِه
َّ ّللاِ َح
َّ َوجَا ِهدُوا فِي
“İman edip hicret edenler ve Allah yolunda canları ve mallar ile cihad edenler”194
olduğu anlaşılmıştır.195 Nitekim nefsin kötü sıfatlarını çok iyi tanıyan ve insanı hak
yolundan ayırmak uğraşı içerisinde bulunan şeytan da196, onun hile ve oyunlarına alet
olan nefis197 de tasavvuf ehlince baş düşman olarak kabul edilmiş, bu cihetle nefsi
değerlendirilmiştir.198
Sûfîlere göre ise nefis, halkın anlayaşındaki bir şeyin vücudu mânâsında değildir.
190
İlhan Ayverdi, A.g.e “mücâhede” md., s.2176
191
Tasavvufta mücâhede denildiğinde, kötüğü emreden nefse, yani Yûsuf 12/53 âyetinde işaret edilen
Nefs-i Emmâreye karşı verilen savaş anlaşılır. Mücâhede, sâlikin hevâsına olan muhalefetidir.
Abdülkadir Geylânî, Gunyet’üt Tâlibin, çev. Abdülkadir Akçiçek, Sağlam Yayınevi, İstanbul 1991,
ss.1118-1119
192
Hacc, 22/78
193
Tevbe, 9/41
194
Enfâl, 8/72
195
Rağıb el-Isfahani, Müfredât ‘c-h-d’ maddesi, ter. Abdulbaki Güneş, Mehmet Yolcu, Çıra
Yayınları, İstanbul 2006, c.1, s.269
196
Sözlükte “uzaklaşmak, haktan ve hayırdan ayrılmak, muhalefet etmek” anlamındaki şatn veya
öfkesinden yanıp tutuşmak mânâsındaki şeyt kökünden türediği ileri sürülen şeytân kelimesi (çoğulu
şeyâtîn) “hayırdan ve rahmetten uzaklaşmış yaratık; yanıp helâke mâruz kalmış varlık” demektir. İbn
Manzur, Lisânü’l-Arab, ‘ş-t-n’ maddesi, XIII, s.238; Rağıb el-Isfahani, Müfredat ‘ş-t-n’ maddesi, ter.
Abdulbaki Güneş, Mehmet Yolcu, Çıra Yayınları, İstanbul 2006, c.1, s.652
197
Kuşeyrî’nin ifâde ettiği üzere nefsi hayırlardan alıkoyan iki sıfatı; şehvetlerine dalma ve taatlarden
uzaklaşmasıdır. Risâle, s.253
198
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları, İstanbul
2009, s.448
38
Onlar nefis ile, kulun sahip olduğu bozuk sıfatlara kötülenen ahlâk ve fiilleri
kastederler.199 Yani Sûfîler nefsin mâhiyetiyle ilgili hususlardan ziyâde, sahip olduğu
anlatmaktadır.
Bu ifâdenin hadis olup olmadığı ya da senedi ile ilgili tartışmaları 203 bir yana
bırakacak olursak, Hz. Peygamber (sav)’in Tebük seferi204 dönüşü yaşanmış olan
Diğer taraftan Bedir Gavzesi (2/ 624) dönüşü “ En küçük cihattan en büyük
199
Hucvirî, Keşfu’l-mahcub ‘Hakîkat Bilgisi, haz. Süleyman Uludağ, s.309 ; Abdülkerim Kuşeyrî,
Kuşeyrî Risâlesi (Sûfîlerin İnanç ve Ahlâkları) , ter. Dilaver Selvi, Semerkand, İstanbul 2013, s.232;
Gazâlî, İhyâ,c.3, s.13
200
Süleyman Uludağ, , DİA Nefis md., c.32, s.527
201
. Hâris el-Muhâsibî, Âdâbü’n-nüfûs, nşr. Mecdî Fethî es-Seyyid, Kahire 1991, s.146
202
“Nefsini bil”İfadesinin İlk olarak Delphes’de Apollon mabedinin kapısı üzerinde yazılı olduğu
söylense de, felsefe tarihinin ilk isimlerinden Sokrat, Pisagor,Platondan ve Eflatun’dan hangisine ait
olduğu tam olarak kesin bilinmemekte, bunun yanında bu sözlerin kaynağının çok daha eskilerde,
felsefe tarihini de, alanını da aşan bir ifâde olduğu ittifak konusudur. Sözkonusu ifâde hadis olarak
ilk olarak senedi zikredilmeden İhvân-ı Safâ Risâleleri’nde (Resâil, IV, 193, 48. Risâle) geçtiği
söylenmektedir.
203
Haris el-Muhâsibî, Kelâbâzî, Ebû Tâlib el-Mekki, İbn Teymiyye, Süyûti gibi müellifler bu kelâmın
hadis olmadığı görüşünde iken, Hucvirî, İbn Arâbi gibi müellifler ise hadis olduğunu savunmuşlar,
tasavvuf tarihinin ilk dönem müelliflerinden Sülemînin eserindeki“ Rabb’ini ne ile bildin” sorusuna
“Maşallah, ben Rabb’imi hiçbirşeyle bilmedim, bütün eşyayı O’nunla bildim.” rivâyetinin bu hadisin
başka bir versiyonu olduğu akıllara gelmektedir. Ayr. Bkz. Yûsuf Açıkel, “Nefsini Bilen Rabb’ini
bilir” Hadis mi, Kelâm-ı Kibar mı?, Süleyman Demirel Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi Dergisi,
yıl:1998, sayı:5
204
Hz. Peygamber (sav)’in son seferi olan Tebük Seferi son derece zorlu ve meşakkatli bir sefer
olmuştur. Üstelik seferin yapılacağı vakit hurmaların hasat zamanı ve yazın en sıcak dönemine denk
gelmişti. Nitekim sefere mazeretsiz olarak katılmayarak eşlerinin yanında kalmayı tercih eden
sahabeler olmuştur. İyilikleri ile tanınmış olan Kâ’b b.Mâlik, Hilâl b.Ümeyye ve Mürâre b. Rebî isimli
sahabeler, münafıklar gibi yalan bahanelerle seferden kaçmasalar da dünyanın uğraşları ve
tembelliklerine yenilerek seferden geri kalmışlardı. Hz. Peygamber’in (sav) boykot etmesiyle bu üç
sahabenin dünyaları zindan olmuş ve utanç içinde kalmışlardı. Ancak doğru sözlü olmaları neticesinde
affolunduklarını bildiren âyet olan Tevbe 9/118. Âyeti nihâyet inmişti; Buhâri, Meğâzî, 80; Müslim,
Tevbe 53; Ebû Dâvûd, Edeb, 7
39
nedir “ diye sormuş, O (sav) da “ Dikkat edin o nefs mücâhedesidir.”205 diye
cevaplamıştır. Nitekim zorlu sefer öncesi hazırlıklar yapılırken nüzul eden “ Ey îman
edenler! Size ne oldu? Size ‘Allah yolunda cihada çıkın’ denildiği zaman yere çakılıp
kaldınız. Âhiretten vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz. Oysa âhirete göre
dünya hayatının yararı, pek az bir şeydir.” “Eğer Allah yolunda sefere çıkmazsanız,
sizi elem dolu bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir toplum getirir. Siz
ise ona hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir.”206 âyetleri
nefislerini cihada tercih edenlere bir uyarı niteliği taşımaktadır.207 Bu nedenle Hz.
(sav) mücâhedesi oldukça zor olan ve her fırsatta şeytanın vesveseleri ile dünyaya
meyleden bu sinsi düşmânâ karşı ümmetini sürekli uyarmıştır. İlk dönem sûfîlerinden
“On iki yıl nefsimi örste dövdüm; beş sene kalbimi ayna gibi cilaladım; bir sene de,
bu nefsim ile kalbim arasından baktım, belimde açıkça zünnârı gördüm. Bunun
üzerine beş yıl daha gayret sarf ettim, keşfim açıldı. Mahlûka baktım, onları ölümüm
olarak gördüm. Onların üzerine dört yıl tekbir (beyaz, siyah, kırmızı, sarı ölüm) 208
205
Beyhâkî, Kitâbu’z-Zühd, I65 (Had. No:373); Suyûti, el-Câmiu’s-Sağîr, II. No:6107 Bahsi geçen
rivâyet hadis kaynaklarında yer almaktadır, Bu hadisin zayıf olduğu bildirilmiş olsa da bkz. Acluni,
I,424, bu hadisi destekleyen sahih hadisler bulunmaktadır, bkz: “ Hakiki mücahid nefsine karşı
mücâdele edendir” (Tirmizî, Fedâilu’l-Cihad, 2; Ahmed, Müsned, VI, 20-22)
206
Tevbe, 9/38-39
207
Burada nefis dünyayı temsil etmektedir. Dünyaya olan tutkularından dolayı bu sahabelerin
seferden geri kaldığı anlaşılmaktadır. Kur’ân’da inananlara kâfirlere boyun eğmeyerek her yönüyle
onlarla karşı cihad edilmesi gerektiğini vurgusu yapılmıştır.(Furkan, 25/ 52) Bu doğrultuda en büyük
cihad da İslâmı kalben yaşayıp, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanarak dini tebliğ etmek olarak tanımlanabilir.
Nitekim örnek ahlâkı ile dinini tebliğ eden müminin yoluna engel koyacak olan da bizzat nefsi
olacaktır. İblis’in avukatlığın soyunmuş olan nefsin hevâlarına boyun eğmek din düşmanlarına karşı
yenilgiyi baştan kabullenmeye yol açabilmektedir. İnsanlık tarihi boyunca, cihadlarında samîmî olan
mümin kimselerin; nefsini put, şeytanı yoldaş edinmiş kafîr ve müşriklerin (putperestlerin)
saldırılarılarına uğradıkları bilinmektedir. Müminin emrolunduğu tebliğ vazifesini kalben yapıyor
olması, putperestlerin katılaşmış kalplerini hased ateşiyle tutuşmasına ve onları şiddet yolu ile buna
engel olma eylemine itmiştir. (Ancak iblis ve işbirlikçilerinin, bu irâde ile başa çıkamayacaklarını
anladıklarından savaş enstrümanlarını güncelleme yoluna gittikleri gözlemlenmektedir)
208
Sûfîler mücâhede yolunda, beyaz, siyah, kızıl ve yeşil olmak üzere dört çeşit ölümden söz
etmişlerdir. Kırmızı ölüm, şehvetin ölümü (hırsların ve ihtirasların), beyaz iştahın ölümü, yeşil ölüm
40
şeklindeki ifâdesiyle bu çetin savaşa dikkatleri çekmiştir. Buradan hareketle,
getirmek avâmın mücâhedesi iken, diğeri de havâsın mücâhedesi olan kötü ahlâkı
kabul edilmektedir.211
Kısaca ifâde etmek gerekirse, taşımış olduğu kötü sıfatları nedeniyle nefis,
yapılacak mücâhedenin çok çetin geçeceği her dâim vurgulanmıştır. Diğer taraftan
iç iletişim kanalları ile nefsi hesaba çekebilmek mümkün iken, bunun yolu da onu
iyi tanımaktan geçmektedir. Bu doğrultuda nefis, yakın bir arkadaş yada bir iş
mukaddimesini oluşturmaktadır.212
.سا َها َ َوقَ ْد َخ. قَ ْد أ َ ْفلَ َح َمن َزكَّا َها.ور َها َوت َ ْق َوا َها
َّ اب َمن َد َ َُ ُ َفأ َ ْل ََ َمََا ف.س َّوا َها
َ َونَ ْفس َو َما
“ Nefse ve ona birtakım kâbiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilhâm edene yemin
ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran (tezkiye eden) kurtuluşa ermiş, onu
kalbi örten giysileri atabilmek (makam, şöhret vs.), eza ve cefaya tahammül ise siyah ölümdür.
Metafizik çerçevede gerçekleşen bu ölümlerin akabinde yaşanan her bir dirilişin de yeni bir cihadın
habercisi olduğu söylenebilir. Zirâ kalbi Allah (cc)’tan perdeyeleyecek olan örtülerin sayısı yapılan
bu cihadlar vasıtası ile kaldırılabilecektir. Ayr. Bkz. Süleyman Uludağ, DİA “Mücâhede” md., c.31,
s.440; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi, İstanbul 2009,
s.445 ayr. Bkz. Dücane Cündioğlu, Ölümün Dört Rengi, Kapı Yayınları
209
Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi (Sûfîlerin İnanç ve Ahlâkları), ter. Dilaver Selvî, Semerkand
Yayınları, İstanbul 2013, s.252
210
Gazâlî’ye göre huyların sonradan değişimini tasavvur edemeyenler, bunu kendi ahlâki
bozukluklarına ve nefislerindeki aksaklıklarına değil de insan tabiatının değiştirilemeyeceği
düşüncesinden ileri geldiğini savunmaktadırlar. Bunu yaparken de; ahlâkın fiziksel yapısının bir sureti
olduğu, bu nedenle değiştirilemeyeceği, aynı zamanda kalbin dünya hazlarına olan arzularını
kesmenin mümkün olmaması gerekçelerini öne sürmüşlerdir. Düşünürümüz ise bu görüşü
savunanların üzerine düşmüş olan atalet hissinden ötürü nefis tezkiyesi ve ahlâk temizliğini onlara
ağır gelmesini itirazların ana kaynağı olduğunu savunmuştur.
211
Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi (Sûfîlerin İnanç ve Ahlâkları), ter. Dilaver Selvi, Semerkand
Yayınları, İstanbul 2013, s.233; Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevi, Kitâbü câmi’i’l-usûl fi’l-evliyâ’i ve
envâ’ihim ve kelimâti’s-sûfiyye, Mısır 1298/1880, s.705
212
Gazâlî, Mîzanü’l-Amel Amellerin Ölçüsü, ter. Remzi Barışık, Kılıçaslan Yayınevi, Ankara 1970,
s.47
41
kötülüklere gömen de ziyân etmiştir.”213 âyetinde işaret edildiği üzere, müminlerden
nefislerini kötü sıfatlardan arındırarak takvâ ile yüceltmeleri istenmiş 214, nefsini
ِ ّْللاَ لَ َم َع ا ْل ُمح
َسنِين َّ َّسبُ َلنَا َو ِإن
ُ َوا َّل ِذينَ جَا َهدُوا فِي َنا لَنَ َْ ِديَنَّ َُ ْم
“Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz.
Ancak şunu belirtmek gerekir ki; mücâhede ile nefsin tezkiye edilmesindeki
maksat, onu pasivize ederek hayattan koparmak değil, dünya ile âhiret arasında bir
köprü niteliği kazandırıp, varoluşunun sırrını tattırabilmektir. Zirâ nefis; cevheri, özü
ve esas mayası itibarıyla hiçbir zaman yok edilememektedir. 218 Zirâ, kuldan istenen
etmektedir.
213
Şems, 91/7-10
214
İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân Tefsîri, iht.Muhammed Ali Sâbunî, Damla Yayınevi, İstanbul
1996, c.10, s.56
215
İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerîm Tefsîri, ter. Bekir Karlığa, Bedrettin Çetiner, Çağrı Yayınları,
İstanbul 1991, s.8479
216
Ankebût, 29/69
217
Bursevî, A.g.e, s.2941
218
Süleyman Uludağ ,Keşfu’l-mahcûb ‘Hakîkat Bilgisi’ , s.321
219
Osman Nûri Topbaş, İmândan İhsâna Tasavvuf, Erkam Yayınları, İstanbul 2002, s.113 Mücâhede
ve riyâzette şerîat kaideleri gözetilmediği takdirde, mevcut olan ahlâk bozukluklarının tedâvisi
sürecinde başedilmesi çok daha zor fitne ve âfetlere maruz kalmak kuvvetle muhtemeldir. Nefsin
riyâzet ve mücâhedenin takip edilen bir yol olmaktan çıkıp, bir amaç ya da ulaşılacak bir hedef haline
gelmesi nefsin de salih amellerini dahi kendisine izâfe etme fitnesini doğrurabilir. Böylesi bir ahlâk
zafiyetinin tedâvisinin zorluğu fitnelerin büyüğü olan kibrin kalbi sinsice ele geçirmiş olmasından ileri
gelmektedir. Mücâhedenin gerçek amacı; kudsi hadiste de belirtildiği üzere bütün organların emiri
olan kalbi Allah (cc)’a teslim ederek, O’nunla işitmek, O’nunla görmek, O’nunla beraber konuşup,
tutabilmektir. Buhârî, Sahîh, VIII, 105
42
Düşünürümüz nefsi rûhun bineği olarak tanımlamıştır. Zirâ insan eğer, nefsin
dizginlerini salıverir ve onun gittiği istikâmete kendini bırakırsa helâk olması söz
edilmektedir.221 İnsan hayatının fiziksel yönü rûhun ilk üç basamağı olan madeni,
geliştirdikleri araba metaforuyla insanın fiziksel yönünü oluşturan kavramın, rûh ile
220
Hint dinlerinde (Hinduizm başta olmak üzere, Hint kökenli dinler Budizm, Sihizm vb) yoga olarak
isimlendirilen rûhsal disiplin silsilesi anlayışında, insan bedenindeki bireysel özü (nefis) rûhun saflığı
ile kaynaştırma felsefesinin yattığı söylenmektedir. Kendini bilme ile başlayan bu tekamül aşamaları
acı ve keder dolu süreci müridlerine sunar. Örneğin bu yolla budizm açısından eşyanın hiçliğinin,
fânîliğinin idrâk edilmesi ile insanın içindeki varoluş arzularının son bulması hedeflenmektedir.
Hinduizmin insanın varoluş sıkıntılarına cevap olmaktaki yetersizliğinin de bu sebepten olduğu
söylenebilir. Nitekim insan fıtratı gereği yok olmaya değil ebedileşmeye, varolmaya meyillidir. İslâm
Tasavvufu bu noktada varoluş çıkmazındaki insana verdiği açık ve net cevaplar ile anlamsız tüm
korku ve kaygılarına çare olacak bir reçete sunmaktadır. Bu nedenle hint mistiklerinin arınma
ritüelleri ile tasavvuftaki nefis tezkiyesini birbirinden ayırmak daha kolay hale gelecektir. Sûfînin
zühd anlayışında dünya Allah (cc)’tan başka kalbi meşgul eden herşeydir, âhiret hayatına hazırlık
aşamasıdır ve itidal düzeyde nefis rızıklandırılarak kalp tasfiye sürecine hazırlanır. Bunun, yoginin
nirvana ismini verdiği denge haline ulaşmak için katlandığı sancılı riyâzet ve mücâhede yolu ile
ilgisinin olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Yeniden ifâde etmek gerekirse; İslâm Tasavvufu’nda mistik
hareketlerde olduğu üzere nefsin tezkiyesi ana gaye değil, bu süreç kalbi Allah (cc)’a hazır etmenin
hazırlığı olarak kabul edilir. Bkz.Swami Nikhilananda, Hinduizm, ter. Aslı Özer, Ruh ve Madde
Yayınları, İstanbul 2003, s.116; Ali İhsan Yitik, ‘Hinduizm’ Doğudan Batıya Düşüncenin Serüveni,
İnsan Yayınları, İstanbul 2015, ss.633-675; ayr. bkz. İbn Arabî, Bir Sûfî’nin Portresi Zunnûn-ı Mısrî,
ter. Ali Vasfi Kurt, Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2005
221
Bu modelde yedili bir rûh tasnifine gidilmiştir. Buna göre, I.Madenî Rûh; omurgadaki iskelet
sisteminde, II.Bitkisel Rûh; karaciğerdeki sindirim sisteminde, III.Hayvansal Rûh; cismani kalpteki
kan dolaşımı sisteminde, IV.Kişisel (nefsani) rûh; beyin ve sinir sisteminde, V.İnsanî Rûh; manevî
kalpte, VI.Gizli Rûh; manevî (bâtın-ı) kalpte, VII.En gizli rûh; manevî (en iç kalp, lübbü’l lüb)
kalptedir. ayr. Bkz. Hasan Kayıklık, Tasavvuf Psikolojisi, Akçağ Yayınları, Ankara 2011, ss. 107-
110; Robert Frager, Kalp, Nefs ve Rûh, Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2011, ss.111-125
222
Hasan Kayıklık, A.g.e, s.108
43
Metafora göre at arabasının iskeleti madeni rûha, arabanın gövde kısmı bitkisel rûha,
gövdesinin yada motorlu aracın şasesi içinde bulunan tüm aksanının bitkisel ruhu
madeni ruhu temsil etmekteyken, bitkisel ruhu kasanın içindeki anakarta entegre
çeken atlar, otomobilde ise motor iken, bilgisayarda bu işlevi BIOS226 ismi verilen
bilgisayarın tüm bu fiziksel donanımı ile bilgisayar üzerine kurulan işletim sistemi
223
Robert Frager, Kalp, Nefs ve Rûh, çev. İbrahim Kapaklıkaya, Gelenek Yayıncılık, İstanbul 20111,
s.138
224
Gazâli’nin de belirttiği üzere ruh bedenin üzerine bitişik olmadığı gibi ondan ayrı da düşünülemez.
Ancak nefis aracılığı ile bedene ilişmiştir. Gazâlî, er-Risâletü’l-Ledünniyye, s.38
225
Bkz. Şekil1, ss.44, 45
226
Basic Input –Output System (Temel Giriş-Çıkış Sistemi). Adından da anlaşıldığı üzere, bios
sayesinde bilgisayar açıldığında tüm donanımlar işlemci tarafından tanınır. İnsanın fiziksel bedeni
olarak tarif edilen bios da sadece rûhun taşıyıcısı konumunda değil, aynı zamanda rûh-nefs-beden
arasındaki nedensel bağlantıların vücud bulduğu yer olarak tarif edilebilir. Burası nefse harekete
geçiren kuvvetlerin barındığı bölgedir. (şehvet-gazap) Bkz. Hüseyin Aydın, Muhâsibî’nin Tasavvuf
Felsefesi, Pars Yayıncılık, Ankara 1976, s.44 Fahreddin er-Râzî ise rûh ile beden arasındaki
münasebetde nefsi ikisi arasında sebep sonuç ilişkisi çerçevesinde değil de, daha çok ilâhî bir çekim
gücü olarak açıklamıştır. Bkz. İbrahim Coşkun, Fahreddin er-Râzî’ye Göre Nefsin Mâhiyeti ve
Ölümden sonraki Durumu, DÜİF Yayınları Dergisi, c.7, S.2, 2015, s.7
44
Bilgisayara kurulan işletim sistemi227 ise kişisel (nefsani) rûhu temsil
gelmektedir. Nitekim arabanın yol alabilmesi için bir sürücü gerekliyken, işletim
olmamaktadır. Yani, nefsin rûh ile beden arasındaki yerine getirmiş olduğu bu
Rûh, bedene bitişik olmadığı gibi ondan ayrı da olmayan bir cevher olarak
görüldüğü üzere, nefis burada ruhun beden ile bu ilişkisini sağlamış olan bir nevi
--------------------^------------------------------------^--------------------------------^------------------------
KALB232
227
İşletim Sistemi (Operating Sysytem): Sadece bilgisayarlar da değil hemen hemen tüm teknolojik
cihazlarda fonksiyonelliği sağlayıp, donanım kaynaklarının yönetilmesini sağlayan
yazılımdır.(Windows, Linux vs)
228
Araştırmamızda karşılaştığımız bir çok kaynakta ruh bir programa benzetilmiştir. Ancak
başvurmuş olduğumuz tasavvuf kaynaklarına da dayanarak diyebiliriz ki, ruh bedene nefs olmadan
ilişemediği gibi programda işletim sistemi olmadan fiziksel donanımla ilişkilendirilememektedir.
229
Gazâlî, er-Risâletü’l-Ledünniyye ‘Ledün Risâlesi’, s.38; Gazâli, Meâricü’l-Kuds ‘Hakikat Bilgisine
Yükseliş’, çev. Serkan Özburun, İstanbul 2007, ss.23-28
230
Bkz. Şekil I-Fahreddin er-Râzî ise rûh ile beden arasındaki münasebetde nefsi ikisi arasında sebep
sonuç ilişkisi çerçevesinde değil de, daha çok ilâhî bir çekim gücü olarak açıklamıştır. Bkz. İbrahim
Coşkun, Fahreddin er-Râzî’ye Göre Nefsin Mâhiyeti ve Ölümden sonraki Durumu, DÜİF Yayınları
Dergisi, c.7, S.2, 2015, s.7; Bu doğrultuda Erzurumlu İbrahim Hakkı tasavvufta can-gönül-kalp olarak
isimlendirilen nefs-i Nâtıkanın yerini rûh ile nefs-i şehvânî arasındaki konumda tariflendirmiştir;
Nefs, ruh ve beden izdivacından meydana gelmiştir ve bu doğrultuda aydınlık tarafını ruhtan karanlık
tarafını ise bedenden aldığı görülmektedir.Bkz. Necmeddîn-i Dâye, Mirsâdü’l-İbâd ‘Tasavvuf Yolu’,
çev. Halil Baltacı, İFAV Yayınları, İstanbul 2013, s.158 ilgili dipnot.
231
Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb ‘Hakikat Bilgisi’,
232
Biz de şeklimizde kalbi bütün bâtın makamları içine alan kapsamlı bir kavram olarak kabul
ediyoruz. Bunların bir kısmı kalbin dışından, bir kısmı da içinde olan kısımlardır. Bu bakımdan idrâk
eden, gören kalb göze (ayn) benzetilmiştir. Göz de iki kirpik arasında bulunan beyazlık, siyahlık, göz
bebeği ve göz bebeğinin nurundan oluşan bir isimdir. Bkz Ebû Abdullah Muhammed Hakîm,
Beyânü’l-fark beyne’s-sadri ve’l kalbi ve’l-fu’âdi ve’l-lübb, thk. Nicola Heer, Kahire 1958, s.33
45
Sadr
Nominal Reel
(Fuad)
----------^--------------------------------------^-----------------------^----------------------------------------
doğru; (şekilde sağdan sola doğru) aşağıdaki terkib; yukarıdakiden daha kesif;
yukarıdaki ise aşağıdakinden daha latif bir hal almaktadır.237 Şekilde görüldüğü
üzere rûhun nefis ile irtibatta bulunduğu ilk yön sadr bölgesi, ikincisi; kendisine daha
Bu nedenle, nefsin ruh ile irtibata geçtiği sol kısımda latif bir hal almasıyla,
bedenle irtibat kurmuş olduğu hayvanî ruhun sınırlarındaki hali daha kesiftir, yani
233
İnsanî ruh: Manevî kalb
234
Kişisel ruh olarak adlandırılan ruh nûrunun ilk olarak zâhir olduğu nokta olan beyni ifâde eden fuad
noktası bu alandadır. Bu noktada hayvanî ruha yeni bir ruh eklenmiştir. Bkz. Gazâlî, er-Risâletü’l-
Ledünniyye ‘Ledün Risâlesi’, s.35; Kutsa b. Luka el-Yunani, Ruh ve Nefs Arasındaki Fark, çev.
İbrahim Halil Üçer, M.Ü İlâhiyat Fakültesi Dergisi, S.36, 2009/I, ss.195-208
235
Şekilde de görüldüğü üzere bu bölüm (Hayvanî Ruh) bedene kuvvet veren kalbin sağ kısmıdır.
Kalbin sol tarafına oranla burada kan yoğunluğu daha fazladır. Bkz. Kusta B. Lukâ el-Yunâni, Ruh ile
Nefs Arasındaki Fark Hakkında, çev. İbrahim Halil Üçer, M.Ü İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 2009/1,
ss.195-200
236
Cismani, et parçası kalbin bulunduğu insanın ceset tarafıdır. Bitkisel ve Madenî rûhun mekânı
burasıdır.
237
İbn Haldun, Mukaddime, Maarif Basımevi, İstanbul 1954, ss.46-48 Şekilde nefis için mavi rengi
kullanmayı tercih etmemizde Necmettin Kübra’nın nefsi mavi renkte tasvir etmesinin etkili olduğunu
söyelebiliriz. Sağdan kesif bir halden sola doğru rengin kaybolana kadar açılması sözkonusudur. Ruh
ise renksiz, saydam olarak tasvir edilmiştir. Bkz. Necmettin Kübra, Usûlu Aşere/Risâle ile’l-
hâim/Fevâihu’l-Cemâl ‘Tasavvufi Hayat’, haz. Mustafa Kara, Dergâh Yayınları, İstanbul 1996, s.94
238
Kâmilüddîn Abdürrezzâk el-Kâşânî, Istılâhâtü’s-sûfiyye ‘Tasavvuf Sözlüğü’, s.73; Ahmed
Ziyâüddin Gümüşhânevî, Kitâbü câmi’i’l-usûl fi’l-evliyâ’i ve envâ’ihim ve kelimâti’s-sûfiyye, Mısır
1298/1880, s.94
46
reel nefistir.239 Yani nefs rûhun zâhiri, ruh nefsin bâtınıdır. Nefs ise bedenin bâtını,
Kalbin sadr bölgesi hayvanî ruha karşılık gelen nefs-i emmârenin vilayeti
olarak kabul edilir. Hayvanî ruh olarak adlandırılan kalbin bu bölümü bağlı olduğu
tüm âzalara hareket kazandırmaktadır. Diğer bir ifâde ile; beden hareketinin kaynağı
evin avlusunun eve, badem kabuğunun bademe göre durumu ne ise, sadr da kalbe
göre sadr da aynı minvaldedir. Evin avlusunun zararlı otlarla dolduğu, gözün de
tanımlanmaktadır. Ancak ‘ilmü’n-nefs’ kavramı bu bilim dalı için daha uygun bir
tanım olarak görülmektedir. Çünkü, ifâde ettiğimiz üzere nefis insanın sadece bir
yönünü oluşturmakta ve ruh ile beden arasında önemli bir görevi icra etmektedir.
Dolayısıyla psikoloji kalbin fuad noktasına kadar olan iç dinamikler ile ilgili
239
Bkz. Şekil I
240
Lisânüddin el-Hatîb Muhammed b. Abdullah b. Saîd es-Selmânî, Ravzatü’tta’rif bi’l-hubbi’ş-şerîf,
nşr. Abdülkâdir Ahmed Atâ, Kahire 1966, s.572
241
Gazâli, A.g.e, s.28
47
Psikanaliz ekolüne geri döndüğümüzde , bunun bir ruh çözümleme değil
içiçe geçmiş karmaşık enerji sistemi olarak tanımladığı kişilik yapısını oluşturan id-
mertebesinde hapsolmuş bir varlık olarak görürken, nefsi ise hazları (hevâlar)
doğrultusunda rahatlayan, gerçekliğe (dış dünya) doğru gerilen, ama genelde hazza
doğru seyir halinde olan bir kavram olarak tanımlamıştır. Bu düşünce yapısı, dünya
242
Muhittin Pektaş, Fuzûlî’nin Leyla ve Mecnun Mesnevîsinin Metin Kırılması Yöntemi İle
Çözümlenmesi, Bilkar Bilge Karınca Matbaacılık, İzmir 2006, s.8
243
Calivin S. Hall, Freudyen Psikolojiye Giriş, ter. Ersan Devrim, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2010,
ss.29-38 Freud’un psişik (ruhsal) enerjinin kaynağı olarak idi kabul etmesi, ego ve süperegonun
buradan teşekkül ettiğini savunmasına neden olmuş, bu da insanın ego maskesi takmış hazsever bir
sahtekâr olarak tanımlanmasına sebebiyet vermiştir. Ancak kaynağın aslı olan latif cevherin bedene
yayılarak ona nasıl hayat verdiği bir tabib ve filozof anlayışıyla şu ifâdelerle belirtilmiştir: “Ruh, insan
bedenine yayılmış latif bir cisim olup; canlılık, teneffüs ve nabız atışları fiillerini icra etmek üzere
kalpten atardamarlara, hareket ve his fiillerini icrâ etmek üzere de dimağdan sinirlere yayılmıştır.
Tabiplerden ve filozoflardan, canlıları teşrih konusunda övgüyü hak etmiş olanlar, biri sağ diğeri ise
sol canibinde olmak üzere kalpte iki oyuk (ventrikül) bulunduğunu iddia etmişlerdir. Bu iki oyukta
kan ve ruh bulunur. Sağ canipteki oyukta kan, soldakinde ise ruh daha fazladır. Sol canipteki oyuktan
iki damar çıkar. Bunlardan birisi, kalbin teneffüsünü sağlayan akciğerlere gider. Zira kalp kapanır
(kabz) ve açılır (bast), Kalbin açılıp kapanması sayesinde bedenin diğer kısımlarında da nabız atışı
gerçekleşir. Bu nedenle nabız atışı, kalbin düzenli ve kendisi ya da kendisine komşu başka organlar
dolayısıyla gördüğü zarar sebebiyle düzensiz zatî hareketlerine delâlet eder. Kalp açıldığında,
zikredilen bu damar, kalpte bulunan doğal sıcaklığın serinletilmesi için, nefes sayesinde akciğerlere
ulaşan havayı oradan çeker. Böylece bu hava kalpteki oyuklarda bulunan ruhun maddesi olur. Kalp
kapandığında bu damarlar, ateşli sıcaklıktan kaynaklanan dumanlı buharlar dolayısıyla kalpte oluşan
şeyi akciğere taşır. Akciğer de bunu bedenden dışarı atar. Bu damar, toplar damara benzer atar damar
(eş-şiryânu’l-verîdî) olarak bilinen damardır. Bu adı almasının sebebi, şekil itibariyle toplardamara
benzemekle birlikte atardamarın fiilini icrâ etmesidir. Araplar, öbür damarı “elebher’’ olarak
isimlendirirler. [Bu damar] Kalbten tam ayrıldığı yerde iki kısma ayrılır. Bunlardan birincisi bedenin
en yüksek kısımlarına ulaşır. Bu damar, göğüsten başlayıp başın yüksek kısımlarına varıncaya dek
birçok kola ayrılır, insan bedeninin bu kısmında canlılık bu damar sayesinde ortaya çıkar. İkincisi ise,
yine birçok kola ayrılarak ayakların en altına kadar iner, insan bedeninin aşağı kısmında canlılık bu
damar sayesinde ortaya çıkar. Bu damarların bedenin diğer kısımlarındaki ayrı ayrı kolları
atardamarlar olarak isimlendirilir. Bunlar, kalbin sol cânibindeki oyukta bulunan ruhu bedenin bütün
azalanna ulaştırmalarıbakımından, insan bedenindeki canlılığın yakın illetidirler, insandaki canlılığın
bu ruhtan kaynaklandığının delili; ölüm sırasında [ruh bedenden] çıkarken gördüğümüz şeylerdir;
sakalın, ağzın ve göğsün hareketi, bu hareketlerin kendisinden kaynaklandığı hıçkırığa benzeyen nefes
ve insanların “son nefes” (nez‘) olarak adlandırdıkları yüksek nefes. Ruhun bedenden çıkışı, havanın
bedene kendisinden geçilerek ulaştırıldığı yollardan olmaktadır.” Bkz. Kusta b. Luka el-Yunâni, A.g.e
48
savaşlarının neden olduğu bunalımlar kadar insanlığın ahlâki gelişimini sekteye
ruhun farklı tanımlarına yer vermek yerine, onun bedene hayat veren bir mânâ, ana
rahminde insanın bedenine üflenen, ölüm esnasında da bedenden ayrılan idrâk edici
ayrı olsa da, mânâlarında bir ayrılık olmadığı Gazâlî tarafından da eserlerinde ısrarla
vurgulanmıştır. Buna göre faal, idrâk eden cevher olarak ruh, dağılmayan, ölmeyen
şerîatın bildirdiği üzere kıyâmet günü tekrar geri dönmek üzere bedenden ayrılan bir
şeydir.247 Dolayısıyla metafizik algılaması özelliği hasebiyle ruhun kalbe yada kalbin
244
Abraham H. Maslow, Dinler Değerler Doruk Deneyimler, çev. H. Koray Görmez, Kuraldışı Yayınları,
İstanbul 1996, s.57
245
İbn Manzur, Lisanül Arab, revh md.
246
Y. Şevki Yavuz, DİA Rûh md., c.35, s.187; Kelâbazi, Ta’arruf (Doğuş Devrinde Tasavvuf), haz.
Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul 1992, ss.99-100
247
Bu cevher kömürdeki ateş, evin her tarafına yayılıp aydınlatan kandildeki ışık, bilgisayarı aktif hale
getiren program gibi, bedenin her yerine yayılarak ona hayat vermektedir. Dolayısıyla bu canlılığın,
nefs-i Nâtıkanın yani ruhun bedenle tamamen bitişmesi değil, ona ilişmesi ile sağlandığı söylenebilir.
Bedenin bu şekilde hayat bulması sözkonusudur. Bkz. Suad El-Hakîm, İbnü’l Arabî Sözlüğü, çev.
Ekram Demirli, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2005, s.539; Hucvirî, Keşfu’l Mahcûb “Hakîkat Bilgisi”,
haz. Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul 1996, s.393; Gazâlî, er-Risâlatü’l-Ledünniyye, ter.
Serkan Özburun, Yûsuf Özkan Özburun, Semerkand Yayınları, İstanbul 2013, ss.35-40; Gazâlî,
Meâricü’l-Kuds “Hakîkat Bilgisine Yükseliş”, çev. Serkan Özburun, İnsan Yayınları, İstanbul 2007,
ss.99-104; Gazâlî, Kimyâ-i Saâdet, ter. Faruk Meyan, Bedir Yayınevi, İstanbul 2013, s.20
49
ruha atfedilmesi dışında ruhun mâhiyeti ile ilgili yorumların yanlış anlaşılmalara
olarak tasavvuf tarihinin önde gelen şahsiyetlerinin, rûhun Allahu Teâlâ’nın ilmini
zatına ait kıldığı bir şey olduğu hususunda ittifak ederek, bu konuda yoruma mahal
geçmez iken, kötü ahlâk ve sıfatların kaynağı olan nefis ile övülmüş sıfatların ve
güzel ahlâkın kaynağı olan rûh arasındaki mücâdele, nefis ilmi ile uğraşanların
başlıca tartışma konusu olmuştur. Nefis şeytanın, rûh ise meleğin yerleşip tesirde
248
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.12 İmamın kullandığı kalb ve ruh kavramlarının filozofların
nefis olarak kastettikleri nefs-i Nâtıka kavramına karşılık geldiğini söyleyebiliriz. Çalışmamızın daha
ileriki bölümlerinde, nefsi harekete geçiren kuvveler konusu üzerinden, idrâk edici olan nefs-i nâtıka,
yani kalb ile ilgili ayrıntılı bilgi verilmekle birlikte, nefsin insanın bütününü ifâde eden bir kavram
olması doğrultusunda, Gazâlî’nin İhya Ulumu’d-Din’de ruh ile ilgili olarak, Hz. Peygamber (sav)’in
konuşmadığı bir konuya değinmekten kaçındığını, ancak bazı eserlerinde ruhun mâhiyeti hakkında
bazı açıklamalarda bulunduğunu söylemekle yetinelim. Bu eserler; Mi’râ-cus’s-Sâlikin, Ravdat’t-
Talibin, er-Risâletu’l-Ledünniye’dir. bkz. Erkan Yar, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü
Sorunu, Ankara Okulu Yayınları, İstanbul 2011, s.23, 24
249
İsra, 17/85
250
Süleyman Ateş, İşâri Tefsir Okulu, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1974,
s.279; Hz. Peygamber (sav)’e yöneltilen bir soruda, rûhun mâhiyetine ve hadis ya da kadîm olmasına
dair cevaplar aranmaktaydı. Âyet de bunun üzerine nazil olmuştu. Fahreddin Er-Râzi, Mefâtihu’l
Gayb “Tefsir-i Kebir”, Akçağ yay, Ankara 1994, c.15, ss.34-35
251
Şihâbuddin Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif (Gerçek Tasavvuf), ter. Dilâver Selvi, Semerkand
Yayınları, İstanbul 2007
50
bulunduğu mekân olarak kabul edildiğinden,252 rûh iyiliğin nefis de kötülüğün
varsa, rûh ve nefis de aynı kabın içinde, biri hayrın diğeri de şerrin mahalli
olmuştur.255 Bazen hayrın hasıl olmasıyla kalpte bir nûr zuhur eder, melekler bunu
görüp ilhâm ederler, kimi zaman da şer kaynaklı kalpte bir zûlmet oluşur ki şeytan da
“Kalbe gelen iki şey vardır. Birisi melekten gelen şeydir ki hayrı vadedip,
hakkı tasdik eder. Bu bakımdan kim kalbinde bunu görürse, bilsin ki bu Allah
(cc)’tan gelen bir lütuftur ve bunun için Allah Teâlâ (cc)’ya hamd etmelidir.
Düşmandan gelen ikinci bir şey vardır. O da şerri vadedip hakkı yalanlar ve hayrı
yasaklar. Kim kalbinde böyle bir şeye rastlarsa kovulmuş şeytanın şerrinden Allah
kalb kapılarının nûra ya da zulmetlere açılacağını tayin eden bir niteliğe sahiptir.
252
Abdülkadir Geylânî, Gunyet’üt Tâlibin, çev. Abdülkadir Akçiçek, Sağlam Yayınevi, , İstanbul
1991, ss.313-314; Şihâbuddin Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif (Gerçek Tasavvuf), ter. Dilâver Selvi,
Semerkand Yayınları, İstanbul 2012, s.581
253
Abdülkâdir es-Sühreverdî, Kitâbü Âdâbi’l-Mürîdîn, thk. Menahem Milson, Kahire 1991, s.33
254
Ahmet Ögke, Kur’ân’da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s.58; Hucvirî, Keşfu’l-
mahcub, Hakîkat Bilgisi,haz. Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul 1996, s.309
255
Hucvirî, A.g.e, 309 Tasavvuf kaynaklarında, nefis kavramının bedene kuvvet ve yaşama yetisini
veren ‘hayvani nefs’e atfedildiği görülür. Nitekim ruh ile nefis arasındaki mücâdeleyi bu çerçevede
değerlendirdiğimizde, hayvani nefiste gizli bulunan şehvet ve gazap kuvveleri, bedenin süflî arzuları
ile kalbi meşgul ederken, Allah (cc)’ın mükellef saydığı ve ilâhî hitaba mazhar olan ruh ise ilim ile
kendi cevherindeki kuvvelerin kalbe nakşedilmesini istemesi sözkonusudur.
256
Şihâbuddin Sühreverdi, Avârifü’l –Meârif Gerçek Tasavvuf ,ter. Dilaver Selvi, Semerkand, 2007,
İstanbul, s.581
257
Tirmizî; Nesai
51
“Kalp yaratılış itibariyle melekten gelen eserleri de, şeytandan gelen eserleri de kabul
etmeye eşit bir şekilde elverişlidir. Bunlardan biri diğerine esasında ağır basmamaktadır.
Ancak taraflardan birinin ağır basması, nefsin hevâsına uymak, şehvetlere düşmek veya
şehvet ve hevâ-i nefisten yüz çevirmekle olur. Eğer insanoğlu öfkesinin ve şehvetinin
isteğine ayak uydurursa hevâ-i nefis vasıtasıyla şeytanın kendisine tasallut ettiği anlaşılır.
Kalp böylece şeytanın yuvası ve kaynağı olur. Çünkü hevâ-i nefis, şeytanın merasıdır.
Eğer insanoğlu şehvetlerle mücâhede edip onları nefse musallat kılmazsa ve meleklerin
ahlâkına uyarsa, bu takdirde onun kalbi meleklerin istikrar yeri ve iniş merkezi olur.
Şeytanların ordusunun ile meleklerin ordusunun harp meydanı olan kalpde savaş bu
ülkenin idare edilip yönetildiği saray gibidir. Nefis ve rûh ise insanın vücud
mülkünde hükümranlık sevdasında olan iki sultan adayıdır. Kalb sarayını ele geçiren
mülkünde rûhu kalb üzerinde hâkim kılmak, nefsi de bu hâkimiyetin altına somaktır.
Zirâ rûh kalbe hâkimiyetini kurunca kalb bedeni ona göre yönetir. Rûh vasıtasıyla
aldığı ilâhî feyiz ve terbiyeyi bedenin bütün işlerine yansıtır. Böylece insanın vücud
mülkü mamur, müreffeh, huzur ve erdemle dolu ideal bir ülke misali kâmil hale
gelir. O kişi de insân-ı kâmil olur.259 Yani kalbin, rûh yahut nefis tarafına meylinin
arasındaki ayrımın zât, mâhiyet ve hakîkat açısından değil, sadece sıfat ve özellikler
258
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c3, s.60
259
Kadir Özköse, Tasavvuf El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara 2012, s.54
260
Şihâbuddîn Sühreverdi, Avârifü’l Meârif (Gerçek Tasavvuf), Ter. Dilaver Selvi, Semerkand,
İstanbul 2007, s. 583 Sühreverdi eserin aynı yerinde A’râf, 7/89 âyetini işaret ederek; rûh-i
insanîyenin mekanı olan rûh-i hayvaniyeye meylederek (Âdem (as) Havvâ valideye meyletmesi gibi)
onu nefis yaptığını, rûhun sükûnetinden ötürü de kalbin oluştuğunu belirtmiştir.
52
yönünde olduğu görülmektedir. Yani, nefis ve rûhun aynı cevher olduğu, genel bir
kanı olmakla birlikte, nefsin kötü huy, davranış ve özelliklerin, rûhun da güzel ve
edilmiş nefs, nefse de terbiye edilmemiş rûh demek mümkün olmaktadır.261 Kalbin
başlar.262 Sûfîler safiyet kazanma yolundaki nefsi derecelere ayırırken, her bir
Seyr, yürümek, yola veya biryere girmek, hareket, yolculuk, gezme gibi
anlamlara gelirken264 sülûk ise yola girmek , yürümek , gitmek anlamına gelir.265
Sâlik ise seyr u sülûk yolunda makamlara yükselip henüz ma’rifet makamına
erememiş kimseye denir.266 Seyr ve sülûk birbirinin ayrılmaz bir parçaları sayılır.
Tasavvuf yolunda “seyr” için sülûkün lüzumu, namaz için abdestin lüzumu
sayılmıştır. Nasıl abdesti olmayanın namazı yok demekse, sülûku olmayanın da seyri
yok sayılır.267 Sülûk, tarîkatlar sonrası dönemde seyr kelimesiyle birlikte (seyrü
gayesi kalb sarayının hükümdarlığına sahip olabilmek iken, tasavvuf ve tarîkata giren
261
Ahmet Ögke, Kur’ân’da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s.66
262
Şihâbuddîn Sühreverdi, Avârifü’l Meârif Gerçek Tasavvuf, Ter. Dilaver Selvi, Semerkand,
İstanbul 2007, s.587
263
Süleyman Ateş, İşari Tefsir Okulu, s.281
264
İbn Manzur , Lisânül arab, c.10,s.442
265
Mustafa İbrahim, el-mu’cemu’l –vasit,c1,s.441; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları, İstanbul 2009, s.587
266
Kâmilüddîn Abdürrezzak Kâşâni, Istılâhâtü’s-sûfiyye Tasavvuf Sözlüğü, Ter. Ekrem Demirli, İz
Yayıncılık, İstanbul 2004, s.289
267
H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 2010, s.183
268
Süleyman Uludağ, DİA Sülûk md., c.38 , s.127
53
seyr u sülük de nefsi rûhun emri altına verebilme hareketi olarak269 karşımıza
çıkmaktadır.
kalan rûh, temize çıkıp aslına dönünce nefsin, bütün kötü huyları ile gelir rûha teslim
olduğu kabul edilir.270 Rûhânî tarîkatlarda kalp tasfiyesi için gerekli uygulamaların
çile gibi unsurlar nefsâni tarîkatlarda olduğu kadar önem arz etmez.271 Bunun yerine
haramlardan sakınmak, nâfile ibadetler, zikir ve râbıta gibi manevi gıdalarla rûh
beslenir.272
kalbine mazhar olan feyizleri müridinin kalbine aktarması ile, diğer tarîkatların
dolaşıp ulaştıkları son makama daha yolun başında iken ulaşıp, bunu müridine
gösterir.273
269
Ebû Nasr Serrac, el-Lüma, , 1996 , Altınoluk Yayınları , İstanbul 1996, s.456; Süleyman Uludağ,
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2001, s.428
270
Nakşbendî Muhammed Nûrî Şemseddin, Risale-i Murakabe, Huzur Yayın Dağıtım, Haz.
Abdulkadir Akçiçek,İstanbul trz., s.154; M. Es’ad Coşan, Tasavvufa Giriş ve İslâmda Nefs Terbiyesi,
Furkan Neşriyat, İstanbul 1993, s.44; Süleyman Derin, Rûhani Metod Nefsani Metod, Altınoluk
Dergisi, 2009, s282 bkz. Süleyman Derin, Kur’ân-ı Kerim’de Seyr u Sülûk, Erkam Yayınları, İstanbul
2012
271
Nakşibendî Muhammed Nûrî Şemseddin, A.g.e, s.155
272
Osman Nûri Topbaş, Îmândan İhsâna Tasavvuf, Erkam Yayınları, İstanbul 2012, s.164;
273
Ahmed Ziyâüddîn Gümülhanevi, Cami’ul Usûl Veliler ve Tarîkatlarda Usûl, Pamuk Yayınları,
1979 İstanbul, s.384
54
İmâm Rabbani (ö.1034/1624) Nakşibendiyye anlayışında, insanın beşi halk
alemine ; toprak, su, hava, ateş, diğer beşi de emir alemine ait; kalp, rûh, sır, hafi ve
sülûkunda ise ilk latifesi olan kalple başlayarak letâif-i hamse denilen emir alemine
Nefsânî tarîkatlarda ise nefsin arzularını kırmak için daha ziyade riyâzat,
nefse muhalefet ve nefs ile mücâhede üzerinde durulur.275 Rûhânî tarîkatlardaki seyr
indirilip zindana atılan ve etkisiz hale getirilen rûh sultanını kurtarmayı hedeflerken
mülkünü ele geçirmiş olan nefsânî kötü güçlerin etkisiz hale getirilmesine yöneliktir.
Halvetiyye gibi nefsin mertebelerini seyrü sülûke esas kabul eden tarîkatlarda
seyrü sülûk , “atvâr-ı seb’a” denilen nefsin yedi mertebesi üzerine yapılır. Buna göre
verilen nefsin her bir mertebesi için belirlenen yedi ilâhî isim zikredilerek yapılır.277
kırk defa erbaîn (halvet) çıkardığı rivâyet edilmesinden ötürü bu yola Halvetiyye adı
verilmiştir.278
274
İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, c.1, 260. Mektup, ter. Abdülkadir Akçiçek, Çile Yayınları,
s.580; Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhanevi, A.g.e, s.276; ayr. Bkz. Osman Türer, DİA Letâif-i Hamse
md., c.27, s.143
275
Süleyman Derin, Nefsâni Metod Rûhanî Metod, Altınoluk, 2009 ,sayı:282, s.46 ; A.g.e, s.233
276
Kadir Özköse, Tasavvuf El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara 2012, s.55
277
Süleyman Uludağ, DİA Halvetiyye md., c.15,s.394
278
H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 2010, s.263
55
İlk olarak İbn Arâbi (ö.638/1241) tarafından tasavvufî bir terim olarak
bırakıp iyi huylar edinmeye çalışmak esastır. Nitekim Hz. Peygamber’in (sav)
görüşte iken, halvetin uygulama şekli konusunda farklı kanaatlere sahip oldukları
görülmektedir. Nitekim toplum içinde yaşamanın kalben Hak ile birlikte olmaya
onlardan ayrı olan kişi arif olarak tanımlanmıştır. İlk sûfilerin “kevn-bevn”dedikleri
279
Buharî, Bed’ü’l-vahy, 3; Müslim, İmân, 252; ayr. Bkz. Mustafa Darîr, Siyer-i Nebi, sad. M.Faruk
Gürtuna, Sağlam Kitabevi, İstanbul trs., c.1,
280
Süleyman Uludağ, DİA “Halvet” md., c.15, s.386
281
Mürşid, halvete koyacağı dervişini bu odalardan birisinin kapısına götürür duâlarla ile müridini
hücreye koyup, onu kırk gün boyunca yalnız bırakırdı. Müridin beden yapısına göre az miktarda
ekmek suyu diğer dervişlerce ayağına götürülür, mürid kimsele konuşamaz ve mecbur olmadıkça
dışarıya çıkamazdı. Bkz. Rahmi Serin, İslâm Tasavvufunda Halvetilik ve Halvetiler, Petek Yayınları,
İstanbul 1984, s.68
282
Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma’ (İslâm Tasavvufu), ter. Kâmil Yılmaz, Altınoluk Yayınları, İstanbul
1996, s.212; Hucvirî, Keşfu’l-Mahcub (Hakîkat Bilgisi), haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları,
İstanbul 1996, s.177
283
Süleyman Uludağ, DİA Celvet md., c.7, s.273
284
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Yayınevi, İstanbul 2004, s.121
285
İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiye, çev. Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2008, c.7, s.129
56
tarîkatınca, bu halk içinde halk ile olma hali “Halvet der-ercümen” olarak ifâde
edilmiştir.286
İslâm Tasavvufundaki halvet ve uzlet, bir sülûk metodu olup, zaman açısından
sınırlıdır. Özellikle de, kırk gün olduğu için "çile" kelimesiyle karşılanmıştır.
anlaşılmaktadır.287
Zirâ Hristiyan Mistisizmi ile İslâm Tasavvufu arasındaki bir diğer başlıca fark
yolunda ilerlemek için bir mürşidin varlığına ihtiyaç olduğu konusunda hemfikir
olmuşlardır.289
Gazâlî de içine düştüğü kriz ve bunalım sonrası uzun bir halvet dönemi
286
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları, İstanbul
2009, s.250
287
Mustafa Aşkar, Bir Türk Tarîkatı Olarak Halvetiyye’nin Tarihi Gelişimi ve Halvetiyye Silsilesinin
Tahlili, c.39, AÜ. İlâhiyat Fak.Dergisi,1999,s.535-563 Sözkonusu mistik akımların, insanın fıtratına
uygun olmayan riyâzat uygulamaları, nefsin arınması yerine ciddi psikolojik travmalara sebebiyet
verdiği bilinmektedir. Modern psikoloji de bu doğrultuda bulgular ortaya koymuştur.
288
Mustafa Tahralı, Rene Guenon'un Eserinde Tasavvuf ve Mistisizm Farkı, Kubbealtı Akademi
Mecmuası, Ekim 1981, sayı: 4, s. 31
289
Ebû Abdirrahmân es-Sülemi, Süleminin risaleleri (Tasavvufun Ana İlkeleri), çev.Süleyman Ateş,
A.Ü Basımevi, Ankara 1981, s.18; Gazâlî, El-Munkizü Mine’d Dalâl ve Tasavvufi İncelemeler, s.250
Gazâlî de kendisine rehberlik eden bir mürşidin varlığından eserlerinde açıkça söz etmese de,
kendisini bütünüyle tasavvufi tecrübeye adamış bu mutasavvıfın bir mürid-mürşid ilişkisi yaşamış
olması akla uygun gelmektedir. Bkz. Mehmet Demirci, Gazâlî’nin Tasavvuftaki Üstadları
290
Gazâlî, El-Minkuzü Mine’d Dalâl ve Tasavvufi İncelemeler, Haz. Abdülhalim Mahmud, Ter. Salih
Uçan, İstanbul 2012, s.254,255 ; Şibli Numani, Gazâlî, Kayıhan Yayınları, İstanbul 2012, s.48 ;
57
Hristiyanlığa mahsustur. Onu, Tasavvufa benzetmek yanlış anlamaya dayanır.
belirtmiştir .291
Görüldüğü üzere· tasavvufta intisab ve sülûkun ancak bir rehber yani bir mürşid
vasıtası ile olması esastır ve seyr u sülûk metodu da Kur’ân ve Sünnetin belirlediği
sağlar. Şeytan, nefsi ve tükenmek bilmeyen ihtiraslarını aracı ederek kalbe bir çok
sızma yolu bildiğinden, tasfiye sürecinde bu sabotaj girişimlerine vâkıf bir rehberin
diğer yandan yaşadığı dönemde dünyadan yüz çevirmiş, sabır, namaz, şükür,
tevekkül ve benzeri hasletlere sahip bir mürşidin varlığının kibrit-i ahmerden293 daha
hizmet ile rûhun saflaştırılması hareketidir. Bu metotta seyr u sülûk kalbin latifeleri
Çağrıcı, Mustafa, “Gazâlî”, DİA, c.13, s.492; Gazâlî halvet ve uzlet sayesinde kişinin, dile ait
âfetlerden uzaklaşabileceğini, riyâ gibi kalbin manevi hastalıklarından korunabileceğini savunmuştur.
291
Gazâlî, El-Munkizü Mine’d Dalâl, s.248
292
Abdülkerîm Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi Sûfîlerin İnanç ve Ahlâkları, ter. Dilaver Selvi, Semerkand
Yayınları, İstanbul 2013, s.728 Zirâ sûfîlerin“Zirâ din yolu gizli kapalı, şeytan yolu ise çoktur açıktır,
yol gösteren bir şeyhi olmayan kimseyi şeytan kendi yollarına sevk edebilir.” söylemi bu hilelere
karşı müridi uyarmak için olduğu anlaşılmkatadır.
293
Kibrit-i ahmer ortaçağ kimyagerlerince çok nadir bir madde olarak tanınan kırmızı bir kükürtdür.
294
Eyyühe’l-Veled Ey Oğul, ter. Lütfü Doğan, İrşad Neşriyat, Ankara 1960, s.33 ayr. bkz. Gazâlî,
Mîzanü’l-Amel Amellerde İlâhi Terazi
58
olarak kabul edilen letâifler295 üzerine yapılır. Nefsani tarîkatlarda ise “atvâr-ı seb’a”
1. Nefs-i Emmâre
2. Nefs-i Levvâme
3. Nefs-i Mülhime
4. Nefs-i Mutmainne
5. Nefs-i Râziye
6. Nefs-i Marziye
7. Nefs-i Kâmile.
için, yedi mertebeden geçmesi gerekmektedir. Tasavvuf ehli buna “ Atvâr-ı Seb’a”
295
Arapçada latife kelimesinin çoğulu olan letâif, insan vücudunda var olduğu kabul edilen mânevi ve
nûrâni cevherlere verilen isimdir. bkz.Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü
“Letâif-i Hamse” md., Ağaç Kitabevi, s.398; Osman Türer, DİA “Letâif-i Hamse” md., c.27, s.143
296
Şems, 91/9-10
297
Ahmet Ögke, Kur’ân’da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s.85; Risâle-i Atvâr-ı
Seb’a, Anonim Eser, Elyazma, İstanbul Süleymaniye Küt.; Atvâr-ı Seb’a Risâlesi, Anonim Eser, El
Yazma, İstanbul Süleymaniye Küt.; Bâli Sûfîyyevî, Atvâr-ı Seb’a, El Yazma, İstanbul Süleymaniye
Küt.
59
Tasavvuf tarihinde ‘Atvâr-ı seb’a’ tâbirinin klasik dönemde ve tarîkatların
Züleyha, Yûsuf (as)’dan râm almak303 istediğini, gencin ise bunu kabul etmediğini,
298
İbrahim Işıtan, Halvetiyye Geleneğine Ve Bir Halvetiyye Şeyhi Olan Sofyalı Bâlî Efendi’ye Göre
Sülûkün Yedi Evresi (Atvâr-ı Seb‘a), Hikmet yurdu, Ocak-HaZirân 2011,Yıl:4,c.4,sayı:7,ss.89-113;
Ali Haydar Bostancı, Tasavvuf’ta Etvâr-ı Seb‘a ve Sofyalı Bâlî Efendi’nin « Etvâr-ı Seb‘a
»’sı,İstanbul, 1996, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (yayımlanmamış yüksek lisans
tezi,ss. 26-27
299
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları, İstanbul
2009, s.199
300
Süleyman Ateş, İşârî Tefsîr Okulu, s.281; Abdürrezzak Kâşâni, Istılâhâtü’s-sûfiyye ‘Tasavvuf
Sözlüğü’, İz Yayıncılık, çev. Ekrem Demirli, istanbul,2004,s.558
301
Yûsuf, 12/53
302
Celâl Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’ân Tefsiri, Anadolu Yayınları, İstanbul 1987, c.6, s.2962
303
Umduğuna ve istediğine erişmek anlamına gelmektedir. İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe
Sözlük, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2006, c.2, s. 1539
60
kocası olan Aziz’e itiraf etmekte, kötülüğü çokça emretmesinden dolayı nefsini
“Güzel ve mevkî sahibi bir kadının berâber olma isteğini , ‘-Ben Allah’tan
korkarım.’ diyerek reddeden genç…”305 diyerek ahlâkını övdüğü Yûsuf (as) amelini
nefsine izâfe etmemek ve Rabbinin üzerindeki nimeti vurgulamak üzere böyle bir
tavır içine girdiği görülmektedir.306 Yûsuf suresinin diğer âyetlerinde Yûsuf (as) ile
“ … Kadın O’nun nefsinden murâd almak istedi. Kapıları sımsıkı kapattı ve ‘- Sana
söylüyorum; haydi beri gel !” dedi. O ise ; (Hâşâ) Allah’a sığınırım! Zirâ kocanız
benim velinimetimdir; o bana güzel davrandı. Gerçek şudur ki, zalimler asla felah
bulmaz !’ dedi.”
“ Ant olsun ki kadın onu elde etmeye iyice niyetlenmişti. Eğer Rabbinin işaret ve
ikâzını görmeseydi, o da kadına meyletmiş olacaktı. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu
kullarımızdandı.”307
Âyetlerden anlaşıldığı üzere Yûsuf (as) Allah (cc)’ın lütfu keremiyle mânevi
kurtulmuştu.308 Nitekim Yûsuf (as) güzelliği dillere destan olacak kadar ilgi çekici,
melek gibi bir genç idi. Güzelliği karşısında kadınlar parmaklarını doğrarken bile
304
İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsîri, Çağrı Yayınları,1985 İstanbul, c.8, s.4091;
Taberî’nin de tefsirinde bu görüşü benimsediği görülmektedir. Bkz. Ebû Cafer Muhammed b.Cerir et-
Taberî, Taberî Tefsîri, ter. Kerim Aytekin, Hasan Karakaya, Hisar Yayınevi, İstanbul 1996, c.5, s.32
305
Buhâri ,Ezân,36
306
İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân Tefsîri, ith. Muhammed Ali Sabûnî, Damla Yayınevi, İstanbul
1995, s.240
307
Yûsuf, 12/22-24
308
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak dini Kur’ân Dili, Eser Neşriyat, İstanbul 1979, c.4, s.1256; İbn Kesîr,
A.g.e, s.4051;
Osman Nûri Topbaş, İmândan İhsâna Tasavvuf, Erkam Yayınları, İstanbul 2012, s.132
61
acısını ona karşı hayranlıklarından dolayı hissetmemişlerdi.309 Nitekim, Yûsuf (as)’ın
cazibesini yitirmiş ve şehevi duyguları körelmiş bir ihtiyar, Züleyha’nın ise servet ve
şöhret içinde çekici bir kadın yerine çirkin, arzu edilmeyen birisi olmuş olması
halinde, nefsin böylesi zor bir imtihanla sınanmasını sağlayan bu ibret verici
korunmanın tek çaresinin takvâ ile Allah (cc)’a sığınmak olduğunu anlamış ve Allah
göstermek amacıyla mütevazı bir şekilde, ben nefsimi temize çıkaramam, kusur ve
nefsini dizginlemek istemiştir. Züleyha’ya karşı insan doğası gereği içinden geçen,
değerlendirmiştir.311
309
Diğer kadınlar vezirin karısını yani, dünyayı temsil eden Züheyla’yı apaçık sapıklıkta gördüklerini
söyleyerek kendilerini yerdiklerini işitince, Züleyha onlara koltuk hazırlayıp ellerine bir bıçak
vermiştir. Yûsuf (as)’a onlara göründüğünde “ Bu beşer cemali olamaz ‘Allah’ı tenzih ederiz. Bu
beşer değildir, apaçık melektir.” Demişlerdir. Kadınlar burada beşeriyeti temsil etmekteyken, Yûsuf
(as)’ın cemalinin onlarda bıraktığı hayranlık da kalb hallerinin beşeriyete olan galebesine işarettir.
Bahru’l-Hakâ’ik, at-Tafsîr va’l-Mufassirun, III, s.63; Süleyman Ateş, İşâri Tefsîr Okulu, Ankara
Üniversitesi Basımevi, Ankara 1974, s.149
310
Osman Nûri Topbaş, İmândan İhsâna Tasavvuf, Erkam Yayınları, İstanbul 2012, s.131
311
Abdurrahman Kasapoğlu, Yûsuf ile Züleyha Açısından Kur’ân’da “Nefs-i Emmare” Kavramı-
Freud’un İd Kavramıyla Bir Mukayese, Tasavvuf ilmi ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl:7, sayı:17,
ss.57-71
312
İsmail Hakkı Bursevî, A.y; Mehmet Ali Ayni, Nefs Kelimesinin Mânâları,Darülfunun İlahiyat
Fakültesi Mecmuası,Evkaf Matbaası ,İstanbul 1930, s.51
62
Tasavvuf ıstılahında, nefisten mertebelerin en aşağısı kabul edilen ve
dalmasının faili olan nefsin bu cahil ve zalim yönünden ötürü her türlü çirkin söz ve
davranışlar zuhur edebilmektedir. Şayet birey, nefsini kontrol altına alabilirse onu
doğruya yönlendirebilir, eğer başına buyruk davranırsa, kişi nefsin kölesi olur.313
sanır. Kendini tasarruf eden olarak zanneder. Nefs-i emmârenin hâkimiyeti altına
giren kişi ilâhî değerlere göre davranabilme kabiliyetini kaybeder, Allah (cc)’tan
sakınmaz, O’nunla iletişim kurmayı ihmal ederek maddi dünyanın haz veren
değindimiz kalp sarayının bu mertebedeki sultanı nefistir. Kin, haset, cimrilik, riyâ,
hırs, kibir ve sayısı kestirilemeyecek kadar çok olan kötü sıfatlar Nefs-i emmârede
bulunmaktadır.315
kalbe kötü, çirkin ve değersiz gösterir. Nefs-i Emmâre’den kalbe geçen ilk hastalık
313
Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb (Hakîkat Bilgisi), çev.: Süleyman Uludağ, Dergâh Yay., İstanbul 1996, s.
309 ; Haris el-Muhâsibî, er-Riâye, çev.A. Yüce , s. 428
314
İmam-ı Rabbani, Mektûbat-ı İmam-ı Rabbani, Ter. Kasım Yayla, Merve Yayınları, İstanbul 1999,
s.489; Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.13; Nakşbendî Muhammed Nûrî Şemseddin, Risale-i
Murakabe, Huzur Yayın Dağıtım, Haz. Abdulkadir Akçiçek,İstanbul trz., s.187; Ateş, Süleyman, İşârî
Tefsîr Okulu, , A. Ü. İlâhiyat fak. Yayınları, 1974,Ankara, s.281; Erzurumlu İbrahim Hakkı,
Ma’rifetnâme, sad. Cafer Durmuş-Kerim Kara, c.3, s.291; Mehmed Zahid Kotku, Nefsin Terbiyesi,
Server İletişim, İstanbul 2013, s.33
315
H. Hayri Abdullah, Atvâr-ı Seb’a Risâlesi , Anonim , İst. Süleymaniye Küt., Nr: 62, Vr:13b ;
Abdülkerîm Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi Sûfîlerin İnanç ve Ahlâkları, ter. Dilaver Selvî, Semerkand
Yayıncılık, İstanbul 2013, s.233; Abdurezzak Kaşâni, Tasavvuf Sözlüğü, çev. Ekrem Demirli, İz
Yayıncılık, İstanbul 2004, s.558; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç
Kitabevi Yayınları, İstanbul 2009, s.473; Hayrani Altıntaş, Tasavvuf Tarihi, Ankara Üniversitesi
Basımevi, Ankara 1991, s.45;
63
edilir.316 Zirâ şehvetin ardından kibir, çekememezlik, zulüm ve tutku sıfatları hâsıl
olur.317
nedenle, sadrının inşirâh bulmasını isteyen bir mümin, karanlık (zulmânî) sıfatlardan
ve çirkin işlerden onu temizlemelidir. Zirâ “sadır” aynı zamanda îman mahallidir ve
bu sebeple onun nûranî olması gerekir. Sadrın inşirah bulması ve tezkiye olması ise
kişinin kâmil bir mürşide teslim olmasıyla mümkündür.320 Nefs-i emmârenin seyri
Allah’a doğrudur. Âlemi görünen âlem olan şehâdet âlemidir. Bu mertebedeki sâlik
emmârenin bir miktar ıslah olmuş halidir.322 Tasavvufî olarak bir parça kalbin nûru
ile nûrlanmış, o nûr ölçüsünde uyanıklık kazanmış olan nefistir.323 Nefis kendini
316
Ömer el-Fuâdî, Muslihu’n-Nefs (Nefsin Özellikleri), sad. Ahmet Cahid Haksever, Hoşgörü Yayınları,
İstanbul 2015, s.47
317
Ahmet Ögke, Kur’ân’da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s.85
318
Ebû Abdullah Muhammed Hakîm et-Tirmîzî, Beyânü’l-fark beyne’s-sadri ve’l-kalbi ve’lfu’âdi
ve’l-lübb, thk. Nicola Heer, Kahire 1958, s.35; İbrahim Işıtan, Halvetiyye Geleneğine Ve Bir
Halvetiyye Şeyhi Olan Sofyalı Bâlî Efendi’ye Göre Sülûkün Yedi Evresi, Hikmet yurdu ,Ocak-
HaZirân 2011,Yıl:4,c.4,sayı:7,ss.89-113
319
Süleyman Uludağ, Tasavuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2001, s.303
320
Ramazan Muslu, Halvetiyye’de “Atvâr-ı Seb’a” Yazma Geleneği ve Sofyalı Bâli’nin Atvâr-ı Seb’a
Risalesi, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl:8, sayı:18, ss.43-63
321
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2001, s. 274; Ethem
Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları; İstanbul 2009; s.474,;
Abdürrezzak Kâşâni, Istılâhâtü’s-sûfiyye ‘Tasavvuf Sözlüğü’, İz yayıncılık, çev. Ekrem Demirli,
istanbul,2004, s.558; Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.11
322
Mehmed Zahid Kotku, Nefsin Terbiyesi, Server İletişim, İstanbul 2013, s.257
323
Zahid Kotku, A.g.e, s.474; Süleyman Ateş, İşâri Tefsir Okulu, AÜ Yayınları, Ankara 1974, s.281
64
tanımaya başladığından, yaradılışının gereği, kendisinden kaynaklanan kötülükleri
de neden takvâ sahibi olmadım diye kendisini kınar. Cahiller hariç, Adem (as)
cennetden kovulduğundan beri, mü’min olan kimse sürekli nefsini kınar haldedir.326
sebebiyle içinde gizli bir kibir hâli beliriyorsa, orada hâlâ gizli de olsa nefs-i
görme konusunda “Bir kimse, nefsinin, Firavunun nefsinden daha hayırlı olduğunu
324
Süleyman Ateş, A.y Anlam verilemeyen kaygıların (anksiyete) sebebiyet verdiği psikolojik
rahatsızlıkların zuhur etmesi bu köklü değişimin hazırlık aşaması olarak kabul edilebilir. Psikoterapi
uygulamalarında da kişinin tekamüle motive olabilmesinde, yıkıcı değil yapıcı bir suçluluk duygusu
ve anksiyetenin itici bir etken oluşturduğu bilinmektedir. Genel olarak rahatsızlık olarak kabul edilen
bu uyanış esasen kalp için dâimî hastalıkların devâsı olabilecek bir nitelik taşımaktadır. Ayr. Bkz.
Bediüzzaman Said Nursi, Hastalar Risâlesi, Rnk Neşriyat, İstanbul 2014, s.16; Kemal Sayar, Sûfî
Psikolojisi, Timaş Yayınları, İstanbul 2013, s.29
325
Kıyâme, 75/2
326
Fahruddîn er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu’l-Gayb, ter. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık
Kılıç, Sadık Doğru, Akçağ Yayınları, 1995 Ankara, c.22, s.284; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân
Tefsîri, ith. Muhammed Ali Sabûnî, Damla Yayınevi, İstanbul 1995, c.9, s.387
327
Ömer el-Fuâdî, Muslihu’n-Nefs (Nefsin Özellikleri), sad. Ahmet Cahid Haksever, Hoşgörü
Yayınları, İstanbul 2015, s.65; Osman Nûri Topbaş, İmândan İhsâna Tasavvuf, Erkam Yayınları,
İstanbul 2012, s.136
328
Sözlükte kınamak anlamına gelen melâmet kelimesi bu tasavvuf koluna adını vermekteyken
“kınayanın kınamasından korkmazlar” ifâdesi de bu târikat ehli için söylenmiştir. Ethem Cebecioğlu,
Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları, İstanbul 2009, s.424; Nihat
Azamat, DİA “melâmet” md., c.29, s.24
65
zannederse kibirlilik göstermiş olur ”329 diyerek nefsin devamlı suretle ayıplanmasını
öğütlemiştir.
levvâme sıfatında olduğu sürece bazen üstün gelip dediklerini yaptırır, bazen de
mağlup olup sahibine söz geçiremez. Yani bu kabz ve bast halleri, Nefs-i
Hâli muhabbet; gidişi tarîkattır. Sıfatları; yerme, kınama, heves, fikir, kendini
tutkusudur.334
329
Kuşeyrî, Abdülkerim, Kuşeyrî Risâlesi (Sûfîlerin İnanç ve Ahlâkları), ter. Dilaver Selvi,
Semerkand Yayınları, İstanbul 2013, s.110 Melâmetîlik anlayışı nefsi dâimi olarak töhmet altında
tutma, onu hor görerek hoşuna gidip memnun edecek şeylerden sakındırma, yani nefis hakkında su-i
zan beslenmesi esasına dayanır. Melâmîlerin giyim, yürüme, oturma, görünüşleri itibarıyla halktan
ayırt edilemezlerken, yaşadıkları derin murâkabe hali ile bâtınları halktan ayrıdır. Bkz. Ali Bolat, Bir
Tasavvuf Okulu Olarak Melâmetîlik, İnsan Yayınları, İstanbul 2003, ss.173-175
330
A.g.e, s.85, s.333
331
Ahmet Ögke, Kur’ân’da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s.89
332
Şihâbuddîn Sühreverdî, Avarifül Maarif (Gerçek Tasavvuf), ter. Dilâver Selvi, Semerkand
Yayınları, İstanbul 2007, s.669
333
İbrahim Işıtan, Halvetiyye Geleneğine Ve Bir Halvetiyye Şeyhi Olan Sofyalı Bâlî Efendi’ye Göre
Sülûkün Yedi Evresi, Hikmet yurdu, Ocak-HaZirân 2011,Yıl:4,c.4,sayı:7,ss.89-1113
334
Kadir Özköse, Tasavvuf El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara 2012, s.345; Ahmet Ögke,
Kur’ân’da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s.88
335
Şems, 91/7-8
336
Süleyman Ateş, İşârî Tefsîr Okulu, s.281
66
herhangi bir şeyi bırakmak anlamına gelen ilham, Allah (cc)’ın bu yolla kulunun
aklına (kalbine) bir şey düşürmesi ve koymasıdır. Burada ilham, nefse neyin kötü
neyin iyi olduğunun bildirilmesi nefse bunlardan dilediğini seçme imkânı verilmesi
ile ilgilidir. Ancak Rabb’in kötülük ilham etmesi söz konusu olamayacağından,
ancak Allah (cc)’ın kuluna kötüden kaçınması iyiliği de işlemesi için verdiği
ilhamdan söz edilebilmektedir. Nitekim bu, “Biz ona iki de yol gösterdik”337
günahını Allah (cc)’ın yardımı ile bilmektedir; bu sebeple, O’ndan gayrı her şeyden
uzaklaşır. Halkı terk edip Hakk’a yaklaşır.339 Bu mertebede, nefsin arzu ettiği ettiği
şeyleri terk edip, istemediklerini yapmak suretiyle, nefs terbiyesinde bir nebze
beklenir. Bizzat sülûk yolunun ortasında şeytan nefis ile birlikte müridi azdırmaya
çalışır.340 Bunu da nefsin narsistik güdülenmelerini aracı ederek yaparlar. Çünkü rûh-
tehlikelisidir. Zirâ bu makâm; hayır ve şerri, yarar ve zararı içine almış olduğundan
onda Hakk ile bâtıl, hakîkat ehli ile zındıklar birbirinden fark edilememektedir.
337
Beled, 90/10
338
İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân Tefsîri, ith. Muhammed Ali Sabûnî, Damla Yayınevi, İstanbul
1995,c.10, s.56; Fahruddîn er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu’l-Gayb, ter. Suat Yıldırım, Lütfullah
Cebeci, Sadık Kılıç, Sadık Doğru, Akçağ Yayınları, 1995 Ankara, c.23, s.170
339
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları, İstanbul
2009, s.475
340
Muhammed Nurî Şemseddin Nakşibendî, Miftahü’l Kulûb, ter. Abdülkadir Akçiçek, Huzur Yayın
Dağtım, İstanbul 1982, ss.139-154
341
Osman Nûri Topbaş, İmândan İhsâna Tasavvuf, Erkam Yayınları, İstanbul 2012, s.140
67
Dolayısıyla bu makâm, birbirine son derece benzeyenlerin ayırt edilme yeri olarak
kabul edilir.342
Nefs-i mülhimenin âlemi, rûhlar âlemi; mahalli, rûhtur.343 Hâli, aşk; kanaat,
katlanmaktır.344 Ayrıca bu tür nefsin akıl, hikmet, paklık, hayâ, hayır, fazilet, iyi huy
342
Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rifetnâme, Sad. Cafer Durmuş-Kerim Kara, c.3, s.333
343
İbrahim Işıtan, A.g.m, ss.89-113
344
A.g.e, 333
345
Ahmet Ögke, Kur’ân’da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s.90
346
Ramazan Muslu, Halvetiyye’de “Atvâr-ı Seb’a” Yazma Geleneği ve Sofyalı Bâli’nin Atvâr-ı Seb’a
Risâlesi, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl:8, sayı:18, ss.43-63
347
Fecr, 89/27
348
Süleyman Ateş, İşârî Tefsîr Okulu, s.281
349
İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân Tefsîri, ith. Muhammed Ali Sabûnî, Damla Yayınevi, İstanbul
1995,c.10, s.37
68
Nefsin, bu mertebeye kadar olan amelleri taklit olarak kabul edilirken350,
ve daha latif haldedir. Bu nefis Allah (cc)’ın emrine boyun eğer ve nefsin şehevî
isteklerine muhalefet eder.353 Yılanın gelişimi için derisini değişitirdiği gibi, nefsin
şeylerden lezzet almayı terk355 ve sahibinin Allah (cc)’a ulaşmasına engel teşkil eden
Sâlik bu evrede mevcut olan bu mânevî hal sebebiyle ilâhî bir vecheye
sâhiptir ve bu sebeple hak olduğu ve hakîkati elde ettiği vehmine kapılabilir. Fakat
bu iddia doğru değildir, çünkü sâlik henüz ilâhî sıfatları tam olarak fiil ve
350
İmam-ı Rabbanî, Mektûbat-ı İmâm-ı Rabbânî, ter. Kasım Yayla, Merve Yayınları, İstanbul 1999,
c.1, s.533;
351
Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rifetnâme, Sad. Cafer Durmuş-Kerim Kara, c.3, s.299
352
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.13
353
Gazâlî, A.y
354
Abdülkerîm Kuşeyrî , Kuşeyrî Risâlesi Sûfîlerin İnanç ve Ahlâkları, ter. Dilaver Selvi, Semerkand
Yayınları, İstanbul 2013, ss.110-111
355
Abdürrezzak Kâşâni, Tasavvuf Sözlüğü,iz yayıncılık,çev. Ekrem demirli,istanbul,2004, s.558
356
Öncel Demirdaş, Kösec Ahmed Trabzonîye Göre Nefs ve Nefsin Kategorileri, Fırat Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 18:1, ss.157-181 ; Özköse Kadir Tasavvuf el kitabı, Grafiker Yayınları,
Ankara 2012, s.355
357
İbrahim Işıtan, Halvetiyye Geleneğine Ve Bir Halvetiyye Şeyhi Olan Sofyalı Bâlî Efendi’ye Göre
Sülûkün Yedi Evresi, Hikmet yurdu ,Ocak-HaZirân 2011,Yıl:4,c.4,sayı:7,ss.89-113
69
tehlikede baş olma sevdasıdır. Bu tehlikeye istinaden; Trabzonî, mutmainne
kendisinde kerâmet gibi bir takım olağanüstü hadiselerin vukû bulabileceğini söyler.
bulunur. Ona göre, sâlik, mutmainne mertebesinde vahdet sırrını ifşâ etmemeli ve
olağanüstü bir durumu hilâfet ve şöhret elde etmek için kullanmamalı ve insanların
Nefs-i mutmainnenin makamı sırdır. Seyri Allah (cc) ile beraber (ma’allah),
(kendini küçük görme), gam, ibadet, şükür, rıza ve ihsan bu mertebenin sıfat ve
özelliklerindendir.359
nefis kendi irâdesinden vazgeçip Hakk’ın irâdesine tabî olduğundan şikâyet etmeyi
de terk etmiştir.360
“ Sen O’ndan, O’da senden râzı olarak Rabbine dön!”361 âyetinde Rabbinden râzı
kulun halinin, seyr u sülûkün beşinci mertebesi olan nefs-i râziyeye tekabül ettiği
358
Öncel Demirdaş, A.g.m, ss.157-181
359
İbrahim Işıtan, A.g.m, ss.89-113; Abdullah, H. Hayri, Atvâr-ı Seb’a Risalesi , Anonim , İst.
Süleymaniye Küt., Nr: 62, Vr:14a ; Ahmet Ögke, Kur’ân’da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları; İstanbul
1997, s.91
360
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları, İstanbul
2009, s.475
361
Fecr, 89/28
70
anlaşılmaktadır.362 Bir önceki mertebede mutmain olmuş nefis artık Rabb’inin
kaderden şikâyeti bulunmayan bu mertebedeki sâlikte samîmî bir rıza hali söz
konusudur.364 Bu bağlamda sâlik, “ Ant olsun sizi biraz korku, bira açlık, biraz da
buyurmuştur.366
362
Elmalı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Neşriyat, İstanbul 1979, c.8, s.5818; Fahruddin
er-Râzi de nefsin mâhiyet ve mertebeleri çerçevesinde âyetin tefsirini yaparken, nefsin mutmainne
mertebesinin dışında nefs-i raziye mertebesinin ismini zikretmese de; ancak mutmain olmuş bir
nefsin böyle bir rızaya mazhar olabileceği konusunda görüş belirtmiştir.
363
Seyyid Kutub, Fizilâl-il-Kur’ân, ter. Salih Uçan, Vahdettin İnce, Mehmet Yolcu, İbrahim Türk,
İbrahim Balcı, Dünya Yayıncılık, İstanbul 1991, c.10, s.477
364
Kelâbâzî, Ta’arruf (Doğuş Devrinde Tasavvuf), Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul
1992, s.101; Topbaş Osman Nûri, İmândan İhsâna Tasavvuf, Erkam Yayınları, İstanbul 2012, s.144;
M. Esad Coşan, Tasavvufa Giriş ve İslâm’da Nefis Terbiyesi, Furkan Yayınları, Konya 1991, s.119
365
Bakara, 2/155
366
İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerîm Tefsîri, ter. Bekir Karlığa, Bedrettin Çetiner, Çağrı Yayınları,
İstanbul 1991, c.23, s.140
367
Mustafa Tatcı, Yunus Emre Divânı, Akçağ Yayınları, Ankara 1998, s.386
71
Nefs-i Râziye mertebesinin makamı hafidir. Başlıca özellikleri; kerâmet,
zühd, ihlâs, riyâzet, zikir ve vefadır. Seyri fillah (Allah’ta), âlemi lâhûttur, mahalli
sırrın sırrıdırr.368
Arapça, hoşnut olunan nefis, kendisinden râzı olunan nefis anlamına gelir.
kavuşulmuştur. Kul, bu mertebede insanları sırf Allah (cc) için seven, hassas, ince
düşünceli, nefis muhâsebesini en iyi şekilde yapan biridir.369 Bir önceki mertebeye
“ Sen O’ndan, O’da senden râzı olarak Rabbine dön!”371 âyetinde raziye
madde âlemi; mahalli, sırdır. Hâli hayrettir. Yolu şerîattır. Sıfatları; güzel ahlak,
mâsivâyı terk, insanlara lütuf, iyi zanda bulunma, hataları bağışlayıcı ve ayıpları
örtücü olmaktır.
Halvetî anlayışa göre bu evrede sâlik, artık elde ettiği olgunluk sâyesinde
elde ettiği bilgi ve nûr sayesinde, mânevî yolun yolcularını ilâhî hakîkatler ışığında
368
Ramazan Muslu, Halvetiyye’de “Atvâr-ı Seb’a” Yazma Geleneği ve Sofyalı Bâli’nin Atvâr-ı Seb’a
Risâlesi, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl:8, sayı:18, ss.43-63
369
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları, İstanbul
2009, s.474
370
Uludağ Süleyman, Tasavuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2001, s.274
371
Fecr, 89/28
372
Süleyman Ateş, İşâri Tefsir Okulu, s.282
72
eğitme kıvâmına kavuşmuştur. Bu makamın sahibi, hem Allahü Teâlâ ve hem de
işaret edilmiştir. Bu âyetin öncesinde, sûrenin başında yedi kere edilen yemin ile377,
mertebedeki seyri billah (Allah ile) dır. Mahhâlli ahfadır, hali bekâdır. Takip ettiği
yol, bütün önceki nefis aşamalarında açıklanan yolların tümüdür. Sıfatları da önceki
373
Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rifetnâme, Sad. Cafer Durmuş-Kerim Kara, c.3, s.387
374
Fâtımatü’ş-Şazeliyye el-Haseniyye el-Yeşrutiyye, Nefehâtü’l-Hakk fi’l-enfâsi’l-‘aliyyeti’l-
Yeşrutiyyeti’ş-Şâzeliyye, Beyrut 1399/1978, s.160; Fâtımatü’ş-Şazeliyye el-Haseniyye el-Yeşrutiyye,
Rihletün ile’l-Hakk, ys. 1373/1953; Özköse, Kadir, Tasavvuf El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara
2012, s.357)
375
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s.474
376
Şems, 91/9
377
Şems, 91/1-8
378
Muhammed Gazâlî, Kur’ân’ın Konulu Tefsiri, ter.Ekrem demir, Düşün Yayıncılık, İstanbul 2013,
s.858 Bu yeminlerin yedi şeyin üzerine edilmesi, nefsin tezkiye edilmesine teşviktir. Arapçada
tezkiye kelimesinin temizlemek anlamında kullanıldığı göz önüne alındığında bu temizlenmenin
nefisteki amel ve ahlâk ekseninde gerçekleceği anlaşılmaktadır. Zirâ Hz. Peygamber (sav)’in yaptığı
her duâ da korkaklık, cimrilik, tembellik gibi nefsin zulmetlerinden kalbini temizlemesi için Allah
(cc)’a sığınması bunu anlaşılır hale getirmektedir. ( Buhârî, Deavat: 38; Müslim, Zikir Dua: 18) Ayr.
Bkz. İbn Kesîr, Hadislerle Kur’ân-ı Kerîm Tefsiri, c.15, s.8473
379
Süleyman Ateş, İşârî Tefsîr Okulu, s.281
73
bütün nefislerin iyi ve güzel vasıflarıdır.380 Bu mertebede vücud, akıl, rûh, nefs hep
rûh olur.381 Diğer bir ifâde ile kalb sarayının kayıtsız hükümdarı artık rûhtur.
irşâd hizmeti verilmesindendir.382 Artık bağımsız olarak hem şerîat, hem tarîkat ve
mazharı olmuştur. Allah (cc) yolunda hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmaz. Zâhire
göre öfke duyulması gereken bir şeye rıza gösterebilir; râzı olunması gereken bir
yerildiği görülmekteyken, kötü sıfatları nedeniyle insana şeytandan daha tehlikeli bir
düşman olarak kabul edilmesinden ötürü, kalp sarayını temizlemek ve kalp aynasını
cilalayıp onu Allah (cc) için hazır hale getirebilmenin yolunun nefsin tezkiyesinden
ehemmiyetle dile getirdiği üzere, bu yolda olana düşene görev şey kalbi iyice
380
Ramazan Muslu, Halvetiyye’de “Atvâr-ı Seb’a” Yazma Geleneği ve Sofyalı Bâli’nin Atvâr-ı Seb’a
Risâlesi, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl:8, sayı:18, ss.43-63; Ahmet Ögke,
Kur’ân’da Nefs Kavramı, İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s.95
381
Mehmed Zahid Kotku, Nefsin Terbiyesi, Server İletişim, İstanbul 2013, 314
382
Osman Nûri Topbaş, İmândan İhsâna Tasavvuf, Erkam Yayınları, İstanbul 2012, s.147
383
Kadir Özköse, Tasavvuf el kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara 2012, s.361; Semâduni,vr.163a ;
Kösec Ahmet efendi, vr.217b
384
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.13
74
temizlemek, arındırmak ve cilalamak, sonra da hazırlıklı şekilde beklemektir.385
riyâzet ve mücâhede yöntemlerinin yanında nefsinin bu sinsi yönünü her dâim göz
önünde bulundurmaktır.
6. Tahalluk (Güzel Ahlâk Edinme) Yolunda Öne Çıkan Bazı Seyr u Sülûk
Terimlerinin Analizi
Arapça’da “tevb” kökünden türemiş olan tevbe kelimesi geri dönmek, rücû
hatadan doğruya, dinde yerilenden övülene; nefisten Hakk’a olan dönüştür.387 Dönüş
Allah (cc) ile arasında bir perde teşkil ettiğinin idrâkine varıp gaflet uykusundan
uyanabilmesi ile mümkün olmaktadır.389 “Kötü amelinin kendine süslenip de onu iyi
385
Gazâlî, El-Munkizü Mine’d” Dalâl ve Tasavvufi İncelemeler, s.54
386
Bekir Topaloğlu, DİA tevbe md., c.41, s.279; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları, s.657
387
Hücvirî, Keşfu’l-mahcûb (Hakîkat Bilgisi), ter. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 1996,
s.542; Kelâbazi, Ta’arruf Doğuş Devrinde Tasavvuf, ter. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları,
İstanbul 1992, s.142; Abdülkadir Geylani, Gunye, s.371
388
Gazâlî, A.g.e, c.4, s.22
389
Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, ter. Diaver Selvi, Semerkand Yayınları, İstanbul 2013, s.241
390
Fâtır, 35/8
391
İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiye, c.7, s.96 Biz çalışmamızın bundan sonraki bölümlerinde bu gaflet
halini ‘hevâlara râm olma’ tabiri ile ifâde edeceğiz. Nitekim bu noktada, cehaletinin ya da kötü
amelde bulunduğunun idrâkinde olan kimsenin rücû ederek tevbe etmesi muhtemel görülmüşken,
yaptığı kötülüğü iyi olarak kabul edenin hali hevâlarıyla hemhal olmasıdır. Bunu, âhiret hayatının
ebedi mutluluğundan yüz çevirip, kalbin kapılarını dünyanın geçici süsüne açan basiretsizlik olarak
75
inkâra dalıp, kalbi körelmişlerin tevbe kapısından girebilmelerinin bu gafletten
kul kötülüklerden dönmede sebat gösterip, işlemiş olduğu günah ve yapıp ettiği
elinden kaçırdıklarına hayıflanıp üzülüyor iken, sülûk yolunun ilk adımı olarak kabul
edilen tevbe ile levvâme sıfatına yükselen nefis, kalpte samîmî bir pişmanlık
hissetmeye başladığı andan îtibâren daha önceleri hevâsı peşinde harcadığı zaman,
Allah (cc) ’ın inâyetiyle kalbe ilham eden nûr,396 pişmanlık ateşini bir
da tarif edebiliriz. Ayr. Bkz. Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l-Gayb “Tefsiri Kebir”, c.18, s.380; Kuşeyrî,
Letâifü’l-İşârat, ter. Mehmet Yalar, İlkharf Yayınları, İstanbul 2013, s.435
392
Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb (Hakîkat Bilgisi), haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul
1996, s.431
393
Ebû Abdirrahman es-Sülemî, Sülemî’nin Risâleleri (Tasavvufun Ana İlkeleri), ter. Süleyman Ateş,
AÜ Basımevi, Ankara 1981, s.23; Tevbenin bu süreci Gazâlî’nin onu tanzim ettiği üç hususu tasvir
etmektedir. a.İlim (Günahları öldürücü bir zehir olarak telakki edip, onu sevilen şeyler ile arasına
giren bir perde olarak kabul etmek), b.Hâl (Bu günahlardan ötürü kalbe hakim olan pişmanlık hali ) , c.
Fiil ( Pişmanlık halinin neticesinde de günahları istikbalde terk ve mazideki kusurları telafi etmek) Bu
hususlardan birincisi ikincisni, ikincisi de üçüncüsünü gerektirir.
394
Abdülkerîm Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi Sûfîlerin İnanç ve Ahlâkları, ter. Dilaver Selvi, Semerkand
Yayınları, İstanbul 2013, s.214
395
İbn Mâce, Zühd, 30; Ahmed, Müsned, 1/376, 423; Hâkim, Müstedrek, 4/243
396
Gazâlî bu nûru daha öncede kalp bahsinde ele aldığımız ilim olarak tarif etmiş, pişmanlığın
başlangıcının bu ilim olduğunu vurgulamıştır. Rablerinden bu nûra (ışığa) mazhar olanlar için ufak bir
işaret kafidir, bu kimselere ateş dokunduğunda aydınlıkları artar da artar. Çünkü kalplerinde şüphe
barındırmamaktadırlar.
76
sevgilisinden ayrı düşüren hatalarını anlaması gibi, Rabbinden perdeleyip uzak
düşüren günahların kalbini nasıl kapladığının idrâkine varır. Yanan ateş, kalbi
çevreleyen kiri eritmeye başlar. Böyle bir hal içinde vukû bulan tevbe nasuh bir
sûfîler, kulun Allah (cc)’a dönüşü ve yaklaşması olan tevbeyi bu yolda kula nasib
edenin yine Allah (cc) olduğunu vurgularken, kimi de Allah (cc)’ın tevvâb ismini
َت َويَ ْع َل ُم َما ت َ ْف َعلُون َّ َوه َُو الَّذِي َي ْقبَ ُل الت َّ ْوبَةَ ع َْن ِع َبا ِد ِه َويَ ْعفُو ع َِن ال
ِ س ِيئَا
bilendir.”400 psikolojik olarak uyarı niteliğindeki bu âyette Allah (cc) ’ın kulun daha
397
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.4, s.24
398
Hücvirî, Keşfu’l-mahcûb (Hakîkat Bilgisi), ter. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 1996,
s.171; Şihâbuddîn Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif (Gerçek Tasavvuf), ter. Dilâver Selvi, Semerkand
Yayınları, İstanbul 2012, s.614; Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevi, Kitâbü câmi’i’l-usûl fi’l-evliyâ ve
envâ’ihim ve kelimâti’s-sûfiiyye, Mısır 1880, s.21
399
Abdülkerim Kuşeyrî, A.g.e , s.241; Ebû Tâlib El-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), ter.
Muharrem Tan, İz Yayıncılık, İstanbul 2004, s.260
400
Şura, 42/25
401
Seyyid Kutub, Fî Zilâl-İl Kur’ân, çev. Salih Uçan, Vahdettin İnce, Mehmet Yolcu, İbrahim
Tüfekçi, İbrahim Türklü, Dünya Yayıncılık, İstanbul 1991, c.9, s.77
77
“Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü
biz ona şah damarından daha yakınız.”402 âyetin de işaret edildiği üzere; şeytan ve
günahlara döndürmek isteyeceği, ama Allah’ın (cc) kulunun kalbinden geçen samîmî
bir pişmanlığın getirdiği tevbe niyetini bildiği vurgulanarak, kulunu tevbeye teşvik
ettiği anlaşılmaktadır. Böylesi samîmî bir tevbenin en belirgin emaresi daha önce
gıybet edilenden helallik alırken bunu samîmî bir pişmanlık ve üzüntü içerisinde
değil de vera’ maskesi altında bir riyakârlık içinde olması da bir davranım
sayılabilir.405
kabul ederek yapmıştır. Nefs-i Emmâre mertebesinde olan tevbe edip bir süre
istikâmet üzere yürüdükten sonra tevbesini unutup yeniden günahlara dalıp nefsinin
ve şehvetlerinin esiri olur, tevbe etmek aklına dahi gelmez. Nefs-i levvâme
402
Kâf, 50/16
403
Robert Frager, Kalp, Nefs ve Rûh, çev. İbrahim Kapaklıkaya, Gelenek Yayıncılık, İstanbul 2011,
s.108
404
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.4, s.15
405
Gazâlî, A.g.e, c.3, s.343 İnsanı gıybet yapmaya sürükleyen nedenlerden biri de kalpte gıybet
yapılana karşı kalpte beslenen sû-i- zandır.) Sûi-zanın gerçekte gıybetin tanımını oluşturması
bakımından (Hucûrat, 49/12; Buhârî, Edep, 57) bu eylem, nefsin zulmetlerinin tesiri altında işlenen
bir amel olmaktan öteye gidememektedir. Çünkü vera’ sahibi olmanın koşulu amelde ihlâslı olmaktır.
İnsanın, iç iletişim kanallarının tıkalı olması , diğer bir ifâde ile nefsini muhâsebe etmeden eyleme
geçmesi, kalpte beslenen kin, hased, kibir gibi patolojik rahatsızlıkların farkındalığını engelleyecektir.
78
Zaman zaman ârızi günahlara düşseler de, hemen ardından nefsini kınama hususunda
taşıyan tevbe ise tamamen istikâmet üzerinedir. Yani tevbekâr bu mertebede, küçük
günahlar406 olan zelleler hariç günahlara dönmeyi aklından dahi geçirmez.407 İşte bu,
Günahlarda ısrar etmenin ise îman zayıflığının bir göstergesi olduğu kabul
olarak ortaya çıkan ve rûhsal atalet olarak isimlendirilen gaflet halinde, tevbe her
Özet olarak ifâde etmek gerekirse, kulun zaten açık olan bu tevbe kapısından
adımını tüm samîmîyetiyle atma niyeti nasuh bir tevbenin mukaddimesi olduğu
kabul edilmektedir. Tevbe kalpteki pişmanlık duygusudur, bunu dil ile söylemek şart
değildir.410
406
Gazâlîye göre Allah (cc) tanıma kapısına mani olacak her günah büyük günahtır. Örneğin adam
öldürme şirk günahının hemen akabinde gelmesi bu nedenledir. Çünkü ilim elde edebilmek ancak
nefsin devamı ile mümkün olmaktadır.
407
Gazâlî, , İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.4, ss 90-95
408
Şaibe ve şüpheden uzak olup sadece Allah (cc) rızasını gözeten tevbedir.
409
Gazâlî, A.g.e, s.119; Yaşanan varoluşsal sıkıntılar bu atalet halinin kaynağını teşkil etmektedir. Bu
noktada kulluk bilicindeki zafiyetin, kişinin hayatını anlamlandırmada çıkmazlara neden olduğu
görülür. Rûhsal atalete düşmemek için İslâmın öngördüğü yapılacaklar listesi de(helaller)
yapılmayacaklar listesi de (haramlar) de bellidir. Dolayısıyla gıybet eden veya yalan konuşan bir
müslümanın rûhsal atalet içersinde olduğu ortadadır. Böyleleri îman ile şüphe arasında savrulup
durmaları kaçınılmaz olacaktır. Ayr. Bkz. Mümin Sekman, Kişisel Ataleti Yenmek, Alfa Yayınları,
İstanbul 2002, ss.37-39
410
Kelâbazi, Ta’arruf (Doğuş Devrinde Tasavvuf), ter. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul
1992, s.142
79
Vikâye mastarından türemiş olan takvâ sözlükte korkmak, sakınmak,
çekinmek gibi anlamlara karşılık gelmektedir. Takvâ, türevleri olan ittikâ, taki, etkâ,
müttakî kelimeleri ile birlikte Kur’ân’da iki yüz seksen beş yerde geçmektedir. 411
anlaşılıyor ise de, bu korkunun mâhiyetinin tanımı, ancak takvâ kavramının gerçek
mânâda idrâk edilebilmesi ile mümkün olmaktadır.412 Yani Allah (cc)’tan korkmanın
anlamı üzerine değil de, Allah (cc) ‘tan nasıl korkmak gerektiği, müminin tefekkür
413
“Ey îman edenler! Allah’tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun”
âyetindeki ifâdenin ‘Nasıl ittikâ edilmesi gerekiyor ise, Allah’tan öyle ittikâ edin”
411
Rağıb el-Isfahani, Müfredat ‘v-k-y’ md., ter. Abdulbaki Güneş, Mehmet Yolcu, Çıra Yayınları,
İstanbul 2006, c.2, s.898
412
Allah (cc)’a karşı hissedilen korkunun, korkunç birşeyden çekinmek ve korkmak olmadığı
ortadadır. Klasik müfessirlerce de takvâ ve aynı kökten gelen emir kipindeki türevlerine “Allah’tan
korkun” anlamı verilse de, bu korku esasen Allah (cc)’a karşı olan hayranlığın ve bu hayranlığın
neticesinde ortaya çıkan sonsuz bir saygı hissinin doğurduğu bir duygudur. Muhâsibînin ifâde ettiği
üzere Allah tarafından kalpleri nûrlandırılan müttakiler, O’dan korkmalarına rağmen her zaman O’na
hüsn-ü zan beslemeleri sözkonusudur Muhâsibî, er-Riâye li Hukûkillah Kalp Hayatı, haz. Abdulhakim
Yüce, Işık Yayınları, İzmir 2012, s.48; Ayrıca bkz. İbn Kesîr, Hadislerle Kur’ân-ı Kerîm Tefsiri, ter.
Bekir Karlığa, Bedrettin Çetiner, Çağrı Yayınları, c.4, s.1323
413
Al-i İmran, 3/102 âyeti buna işaret eder.
414
Fahruddîn Er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb Tefsîr-i Kebîr, ter. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık
Kılıç, Sadık Doğru, Akçağ Yayınları, Ankara 1989, c.6, s.512; Gazâlî Kur’ân’da takvânın , 1.
Kormak(Bakara, 2/41), 2. İtâat ve ibâdet(Bakara, 2/281), 3. Kalbi günahlardan temiz tutma (Al-i
İmran, 3/102) mânâlarına gelmek üzere üç farklı şekilde kullanıldığını belirtmiş, buna göre de itâat-
haşyet-takvâ kavramlarını sıralamaya koymuştur. Takvâyı helal olan şeylerde aşırılığa gitmekten
sakınarak kalbi koruma altına alabilmek olarak görmüştür. Bkz. Gazâlî, Minhâc-ül Âbidîn (Âbidler
Yolu),ter. Yaman Arıkan, Uyanış Yayınları, İstanbul 1980, ss.79-81
415
İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân Tefsîri, iht. Muhammed Ali Sabûnî, Damla Yayınevi, İstanbul
1995, c.2, s.50
416
İsmail Hakkı Bursevî, A.y
80
ifâde ile takvâ sahibi olabilmek için O ’nu iyi tanımak gerekir ki417, bunun yolu da
dünya hayatının nimetleridir. Oysa asıl varılacak yer Allah katındadır”419 âyetinde
Diğer taraftan insanın Allah (cc)’ın rızasına mahzar olan yaradılışının ilâhî
yönü, insana süslü gösterilen bu arzuları itidâl seviyesinde tutmaya çalışarak terbiye
çizmiş olduğu kâideler ile insana, yücelmeye eğilimli Allah (cc)’a dönük olan yönü
(rûh) ile şehvet ve lezzetlere eğilimli yönü (nefs) arasında bir sükûnet ortamı
sunmuştur.422
417
Muhâsibî, Er-Riâye li Hukûkillah Kalp Hayatı, haz. Abdulhakim Yüce, Işık Yayınları, İzmir 2012,
s.327
418
Gazâlî, A.g.e, c.4, s.315
419
Al-i İmran, 3/14
420
Yaradılışı itibariyle insan; ne melekler gibi akıllı ve şehvetsiz, ne de hayvanlar gibi akılsız ve
şehvetli bir varlıktır, o ikisinin arasında aklı ve şehveti aynı cevher içinde bulunan bir varlıktır.
Aklının şehvete galip gelmesi durumunda meleklerden daha faziletli bir konuma yükselirken, şehveti
aklına hakim olduğunda ise hayvandan da daha aşağı bir seviyeye düşer. Ayrıntı için bkz. İsmail
Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân Al-i İmran Suresi Tefsiri
421
Seyyid Kutub, Fî Zilâl-il Kur’ân, çev. Salih Uçan, Vahdettin İnce, Mehmet Yolcu, Dünya
Yayıncılık, İstanbul 1991, c.2, ss.46-48
422
Diğer taraftan hristiyanlıkta (özellikle Katoliklerde) yalnızca bir şeytani olarak nitelendirilen bu
duyguların baskılanması rûhi bunalımlara sebebiyet verdiği bilinmektedir. İnsanın fıtratından söküp
atılmasının imkânsız olduğu bu duyguları, yok saymak ya da temizlemeye çalışmak bunun sebebini
açıklar niteliktedir. Darvin’in materyalist nazariyesinin tesirinde kalan Freud ise insanı yanlızca bu
cinsi duygularından müteşekkil bir varlık olarak tanımlamasından dolayı eleştirilere maruz
kalmıştır.(Bu konu tezin psikoloji biliminin tarihsel gelişimi içerisinde ele alınacaktır) İslâm,
yaradılıştan gelen bu duyguları baskılanıp, bilinçaltında hapsedilmesine izin vermezken, insana güzel
gösterilen bu duyguların onu esir almaması için gerekli olan sınırı da çizmiştir. Ayr. Bkz. Muhammed
Kutub, İslâm ve Materyalizme Göre İnsan, Şâmil Yayınevi, İstanbul trs.
81
Zirâ her fırsatta ifrat ve tefridi yeren düşünürmüz bu kaideler çerçevesinde
yaptığı ince analizler, itidâl yolunun nefsin kurtuluşu olduğunu, nefsi buhrana
korkmuş ve nefsi hevâdan alı koyup yasaklamışsa, şüphe yok ki, cenettir, evet odur,
onun varacağı yer .”425 âyetinde, ‘Rabbinizin makamından korkun’ ifâdesi ‘bu haddi
aşarak inkar edenin’, ‘nefsini kötü arzularından alıkoyan’ ifâdesi de ‘dünya hayatını
tercih eden’ ifâdesine karşılık gelmektedir.426 Diğer bir ifâde ile, nefsi ve dolayısıyla
Rabbini bilebilmek, nefse Allah (cc)’a karşı olan acziyetini tattırarak, O’ndan
atarak, Allah (cc)’a hüsn-ü zan ve ümitle bağlanmalarına vesile olmaktadır. 427
423
Gazâlî’nin de belirttiği gibi İslâmın nefse sunduğu en uygun reçete yerine bu yanlış reçeteler
tatbik edilmesi; sahte bir doktorun hastaya alakasız ilaçlarla onu tedâvi etmeye çalışması yada bir
bilgisayara kurulan antivirüs görünümlü zararlı bir yazılımın sistemi ayağa kaldırmaya çalışmasına
benzetilebilir. Sonuç olarak hasta ölüme, sistem de çöküşe gider. Gazalinin riyâzet anlayışı ve kalp
hastalıkları başlığında konu ayrıntılı şekilde incelenmiştir.
424
Ahmed, IV, 420, 423; Heysemî, I, 188; Ebû Nuaym, Hilye, II, 32
425
Nâziat, 79/40-41
426
Fahruddîn er-Râzî, Mefâtihu’l Gayb “Tefsiri Kebir”, ter. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık
Kılıç, Sadık Doğru, Akçağ Yayınları, 1994 Ankara, c.22, s.491
427
Burada havf için de birtakım mertebelerden söz edilebilir. Nitekim ilk mertebede günahlardan
ötürü kalplerde havf hissi mevcuttur. Bu, nefsin levvâme mertebeside sahip olduğu korku hissidir.
Ontolojik sarsılmalar sonucunda insan tekâmül basamaklarının farkına varabilmiştir. Ancak yukarıda
82
Kur’ân’da, bir müminin değerinin takvâsı ölçüsünde olacağı belirtilmiş428,
dolayısıyla insanlık tarihinde Allah (cc)’ı en iyi bilen dolayısıyla da en fazla takvâya
sahip olan Hz. Peygamber (sav) de tüm takvâ sahiplerini, yani müttakîleri kendi
kulu ebedî cehennem azabına atacak olan takvânın başlangıcı olan şirkten sakınmayı,
kötü işler ve günahları terk etmenin takip edeceğini, nihâyetinde ise şüpheli ve boş
anlamlarına geliyor olması, tahalluka dair iki makama karşılık gelen bu iki kavrama,
tasavvuf istilahında birbirlerine çok yakın anlamlar verildiğini daha anlaşılır hale
baktığımızda; vera’ı takvânın özel ve daha ileri bir aşaması olarak tanımlayanlar
konu edinilen, takvâ sahiplerinin günaha düşmekten değil, Allah (cc)’ın sevgisini kaybetmekten ötürü
içinde bulundukları korku mertebesidir. Bu derecelendirmenin, mutasavvıflarca eserlerinde dile
getirildiği görmekteyiz. Bu dereceleri de; îmanın şartı olan havf, ilmin şartı haşyet ve ma’rifetin şartı
olan heybet olarak sınıflandırmışlardır. Bu doğrultuda gerçek mânâdaki korkuyu, şeytanın iğvalarıyla
masiyetlere düşürmesinden değil, ilâhî korkuya perde olması açısından bizzat nefsin kendisinden
Allah (cc)’a sığınmak olarak tanımlayabiliriz. Bkz. Muhâsibî, er-Riâye li Hukûkillah ‘Kalb Hayatı’,
s.58; Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s.296 ayr. Bkz.Mustafa Merter, Nefs Psikolojisi; Hayati Hökelekli,
Tasavvuf Psikolojisi
428
Hucurât, 49/13
429
Ahmed, Müsned, 3/82; Ebû Ya’lâ, Müsned, nr.1000; Taberâni, es-Sagîr, 2/66
430
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s.375; Derecelerine göre takva
mertebelerine verilen isimler: 1.Takva’l-avâm (Avamın takvası), 2.Takva’l-havâs (Seçkinlerin
takvası), 3. Takvâ hâssati’l-hâssa (Seçkinlerin seçkinlerinin takvâsı) bkz. Abdürrezzak Kâşânî,
Tasavvuf Sözlüğü, s.146
431
Kalpteki korkunun samîmîyetine göre takvâda kendi içinde derecelere ayrılmaktadır.
432
Takvâ kelimesi Kur’ân’da onyedi yerde geçmekte iken, vera’ kelimesinin Kur’ân’da geçmemekte
ancak birçok hadiste geçtiği görülmektedir. Bkz. Müsned, V, 253;Müslim, “Birr”, 14; Tirmizî,
“Zühd”, 52; Müsned, III, 153; Buhârî,“Büyû.”, 3; Tirmizî, “Kıyâmet”, 60)
83
olmuşken, düşünürümüz Gazâlî ise takvâyı vera’nın daha özel bir derecesi olarak
tevbeden sonra gelen makam olarak kabul edilmektedir.435 Vera’nın son mertebesi de
birlikte gelen güzel ahlâk olarak tarif edilen takvâ hali kalpteki yerini
alacağımız kalbin hastalıklarına neden teşkil eden faktörlerden biri olan dünyaya
insanın başına gelebilecek olan kötü bir hal üzerine endişe duyması olarak
433
Gazâlî takvâ sahiplerini hazine sahibi olarak tanımlarken, kulun mazhar olduğu bu mükâfat ve
sevaplara da âyetleri örnek gösterek işaret etmiştir.(Al-i İmran, 3/186; Al-i İmran, 3/120; Nahl,
16/128; Câsiye, 45/19, Talâk, 65/2-3; Ahzab 50/70-71; Mâide, 5/22; Hucurât, 49/13; Yûnus, 10/61-
64; Meryem, 19/72; Leyl, 92/17; Al-i İmran, 3/133 ve birçok âyet) ayr. Bkz. Gazâlî, Minhâc-ül Âbidîn
(Âbidler Yolu),ter. Yaman Arıkan, Uyanış Yayınları, İstanbul 1980, ss.74-76
434
Muhâsibî, er-Riâye li Hukûkillah (Kalb Hayatı), haz. Abdülhakim Yüce, Işık Yayınları, İzmir
2009, s.51
435
Ebû Nasr Serrac Tûsî, el-Lüma’ ‘İslâm Tasavvufu’, ter. Kâmil Yılmaz, Altınoluk Yayınları,
İstanbul 1996, s.44
436
Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s.270;
437
Kelâbazi, et-Ta’arrûf li-Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf, s.209
438
Kuşeyrî, A.g.e, s.162
84
tanımlanmaktadır.439 Mutasavvıfların ise havfı, Allah (cc)’tan uzak, nefisle baş başa
üzere, Allah (cc)’ı bilmek (marifet) havfı gerektir, çünkü nefis emn halinde olmayı
arzular.441 “ Ama, kim Rabbi’nin huzurunda hesap vermekten çekinir ve nefsi kötü
nefsini hevâlarından alıkoymak için Allah (cc)’tan korkmak, bunun içinde O’nu
bilebilmek gerekir. Zirâ “ Allah ancak bilen kulları korkar”443 âyetindeki ifâde, bu
haberdar olup önündeki tehlikelerin farkına varabilmek, korkunun derecesi ile doğru
orantılı iken, korkunun zayıflığı ise Allah (cc)’a tanımanın ve îmanın cılızlığından
kaynaklanmaktadır.445
yakınlık derecesine göre değiştiğini belirtmiştir. Kur’ân’da geçen ve havf ile yakın
anlam teşkil eden türevlerinden birisi olan haşyet446 kavramına atıfta bulunmuş,
439
Rağıb el-Isfahani, Müfredat (Kur’ân Istılahları Sözlüğü) “h-v-f” md, ter. Abdulbaki Güneş,
Mehmet Yolcu, Çıra Yayınları, İstanbul 2006, c.1, s.415
440
Serrâc, el-Lüma’ (İslam Tasavvufu), ter. H. Kâmil Yılmaz, Altınoluk Yayınları, İstanbul 1996, s.58;
441
Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb (Hakîkat Bilgisi), haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul
1996, s.193
442
Naziat, 79/40-41
443
Fatır, 35/28
444
Fahruddîn er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu’l-Gayb, ter. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık
Kılıç, Sadık Doğru, Akçağ Yayınları, 1995 Ankara, c.22, ss.491-492
445
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.4, ss.316,327 Gazâlî korkunun; en düşük derecesinde amellerde
haramlardan kaçınmak, korkunun artması sonucunda bu amellerde riyâdan uzak samîmî olmak, en üst
derecede ise haram olduğu şüpheli olan şeylerden de sakınmak olarak üç farklı derecesine dikkat
çekmiş, korkunun bu son derecesini de takvâ olarak nitelemiştir. Muhâsibî de hakkıyla Allah (cc)’tan
korkanlardan (müttakiler) olmanın koşulunun havf olduğunun söylemiş olsa da, o verânın takvâdan
sonra geldiğini ifâde etmiş, Gazâlî ise takvâyı verânın daha ileri derecesi olarak değerlendirmiştir.
bkz. Verâ’ tanımı Muhâsibî, er-Riâye li Hukûkillah (Kalb Hayatı), haz. Abdülhakim Yüce, Işık
Yayınları, İzmir 2009, s.46,51
446
Mustafa Kara, DİA Havf md., c.16, s.529; Rağıb el-Isfahani, Müfredat (Kur’ân Istılahları Sözlüğü)
“h-ş-y” md., ter. Abdulbaki Güneş, Mehmet Yolcu, İstanbul 2006, c.1, s.384
85
âyetde Allah (cc)’tan hakkıyla korkan ilim sahiplerinin bu haşyet halini bu ilimde bir
makam olarak değerlendirmiştir.447 Nitekim “Ben Allah hakkında sizden daha çok
Peygamber (sav)’in O’nu en iyi bilenin ve en fazla haşyet duyanın kendisi olduğunu
ifâde etmiştir.
beklenti kalbi ileride meydana gelecek olan güzel bir şeye meyil etmesidir.450 “ Her
kim Allah’a kavuşmayı umarsa, bilsin ki Allah’ın tayin ettiği o vakit elbette
Âyetde Allah (cc)’ın, kendisine karşı duyulan özlem ve kavuşma arzusu içinde yanıp
Ayrıca “İman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihat edenler; şüphesiz
O’nun rahmetine nail olmuşlardır.455 Aynı şekilde, kalp sarayının fethi için şeytan ve
447
Ebû Tâlib El-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb (Kalplerin Azığı), ter. Muharrem Tan, İz Yayıncılık, İstanbul
2004, s.304
448
Buhârî, “Edep”, 72; Müslim, “Fezâil, 127-128
449
Süleyman Uludağ, DİA ‘recâ’ md., c.34, 502
450
Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi (Sûfîlerin Ahlâk ve İnançları), ter. Dilaver Selvi, Semerkand
Yayınları, İstanbul 2013, s.300
451
Ankebut, 29/5
452
Fahruddîn er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu’l-Gayb,, c.17, s.590; İbn Kesîr, Hadislerle Kur’ân-ı
Kerîm Tefsiri, çev. Bekir Karlığa, Bedrettin Çetiner, Çağrı Yayınları, c.11, s.6261
453
Seyyid Kutub, Fî Zilâl-İl Kur’ân, çev. Salih Uçan, Vahdettin İnce, Mehmet Yolcu, Dünya
Yayıncılık, İstanbul 1991, c.8, s.142
454
Bakara, 2/218
455
Ebû Cafer Muhammed b.Cerir et-Taberî, Taberî Tefsîri, ter. Hasan Karakaya, Kerim Aytekin,
Hisar Yayınevi, İstanbul 1996, c.1, s.529; Seyyid Kutub, A.g.e, c.1, s.364
86
nefis düşmanlarına karşı yapılan cihatta da kişi hevâ ve isteklerini terk ederek
bütün günahları bağışlar” ifâdesine istinaden Hz. Peygamber (sav)’in “ Bu âyet bana,
dünyanın içindeki her şeyle birlikte benim olmasından çok daha sevimlidir”458
demesi Allah (cc)’ın rahmetine olan ümidin bir işareti olarak gösterilebilir. Gazâlî,
Ancak söz konusu olan beklentiyi, ısrarcı bir günahkârın Allah (cc)’tan af
beklentisi değil, kalbini nasuh bir tevbe ile Allah (cc)’ın rızasına adamış olanın
samîmî beklentisi olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Gazâlî böyle bir kalbi
verimli bir araziye benzetmiştir. Nasıl ki çorak bir araziye atılan tohum bitmez ise,
aynı şekilde mekânı kötü ahlâk ve kötü kalb olan îmanın da faydası pek azdır.
korumak için önlemler almak gerekiyorsa, kalbi de taat sularıyla sulamak, ahlâki
rezilliklerden temizlemek gerekir. Yoksa Gazâlî’nin ifâde ettiği üzere tohumu çorak
456
İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân Tefsîri, iht. Muhammed Ali Sabûnî, Damla Yayınevi, İstanbul
1995, c.1, s.373; Fahruddîn er-Râzî, A.g.e, c.5, s.107
457
Zümer, 39/53
458
İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân Tefsîri, iht. Muhammed Ali Sabuni, Damla Yayınevi, İstanbul
1995, c.7, s.272; İbn Kesîr, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, çev. Bekir Karlığa, Bedrettin Çetiner,
Çağrı Yayınları, İstanbul 1986, s.6940
459
Müslim, Cennet, 82; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 12-13; Buhârî, Tevhîd, 22; İbn Hanbel, II, 407; Müslim,
Tevbe, 29; İbn Hanbel, III, 492; Ebû Dâvûd, Vitr, 23; Müslim, Birr, 52
87
ahmaklıktır.460 Recâ ehlinden olan Yahya b.Muaz’a göre günahlara dalanların bu
Tanımları itibarıyla her ne kadar havf ve recâ birbirlerine zıt olan iki kavram
olarak görünse de, esasen gece ve gündüz gibi belirli bir ahenk üzere birbirlerini
anlaşılmaktadır.462 Zirâ havf ve recânın yeri kalptir. Kalp hoşa gitmeyen şeylerin
yarattığı korku ile (havf) yanıp tutuştuğunda463, onu söndürüp yatıştıracak recâya
vurgulamışlardır.464 Hucvirî ise iki kavrama, gömleğin iki yenine (kol) benzeterek bir
tanım getirmiştir.465 Birbirinin vazgeçilmezi olan bu iki duygu, kuşun iki kanadı gibi
insanın hayatına yön tayin etmektedir. Bu noktada insan, kul olabilme ve varoluş
elde edebilmektedir.466
Gazâlî’nin bu konudaki açıklaması yine nefis ile ilgili yaptığı tanıma daha
uygundur. Nefis bineğini kontrol etmek için korkuyu kırbaca, recâyı da yulara
460
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.4, s.290
461
Gazâlî, A.g.e, s.
462
Gazâlî, A.g.e, 329; Muhâsibî, A.g.e, s.71; Abdülkerim Kuşeyrî, A.g.e, 301; Ebû Abdirrahmân es-
Sülemi, Sülemî’nin Risâleleri (Tasavvufun Ana İlkeleri), çev. Süleyman Ateş, A.Ü Basımevi, Ankara
1981, s.126; Kelâbâzî, Ta’arruf (Doğuş Devrinde Tasavvuf), haz. Süleyman Uludağ, Dergâh
Yayınları, İstanbul 1992, s.148
463
Gazâlî’nin ifâde ettiği üzere özellikle hoşa gitmeyen şeyin sebeplerin idrakına varabilmek kalbin
yangını daha da körükler. Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.4, s.315
464
Abdülkerim Kuşeyrî, A.g.e, s.302; Serrâc, el-Lüma’ (İslâm Tasavvufu), ter. H. Kâmil Yılmaz,
Altınoluk Yayınları, İstanbul 1996, s.60
465
Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb (Hakîkat Bilgisi), haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul
1996, s.137
466
Hayati Aydın, Kur’ân’da İnsan Psikolojisi, Timaş Yayınları, İstanbul 2000, s.87 Korku
88
benzetmiştir. Burada korku kırbacının şehvetleri kırmaya, kalpte kibir ve hased
duyguları yerine huşû ve teslimiyet duygularının hâkim kılmaya vesile olması esastır.
olamayan bir korkuyu, hayvanı hareket ettiremeyen bir kamçıya benzetmiştir. 467
tedâvinin iki ilacı olan havf ve recânın tatbikinin her hastada değişkenlik
hususunda titiz bir hastalık tespiti yapılmalıdır.471 Ancak bu şekilde ifrat ve tefridin
bahsi üzerinden yaptığı psikolojik tahlil de önemlidir. Zirâ korku ölümden önce bir
kırbaç görevinde amele yönlendirirken, ölmek üzere olan için artık amel söz konusu
467
Gazâlî, A.g.e, ss.304,316, 320; Nitekim korku îmanın gereğidir ve bu ayette de belirtmiştir. (Âl-i
İmrân, 3/175) Ancak korkunun Allah (cc)’tan uzaklaştıran bir etken haline gelmesi bir hedef sapması
olarak değerlendirilir. Tüm korkuların esası olarak kabul edilen ölümün kalplere inşirah vereni, takvâ
sahiplerinin sahip olduğu korku hissidir. Sülûkun amacı kalplerde böyle bir korkunun yer
edebilmesidir. Diğer taraftan psikolojik rahatsızlıklara ve ruhsal bunalımlara sebebiyet verecek olan,
tevbe etmeden ölümle yüzleşme korkusu ise günahkarları anksiyetelere sokan korkudur. Ayr. Bkz.
Osman Necati, Kur’ân ve Psikoloji, Fecr Yayınevi, Ankara 1998, s.61, 62; Toshihiko İzutsu,
Kur’ân’da Dini ve Ahlâki Kavramlar, ter.Selahattin Ayaz, Pınar Yayınları, İstanbul trs., s.260
468
Ebû Abdirrahmân es-Sülemi, Sülemî’nin Risâleleri (Tasavvufun Ana İlkeleri), çev. Süleyman
Ateş, A.Ü Basımevi, Ankara 1981, s.126; Kelâbâzî, Ta’arruf (Doğuş Devrinde Tasavvuf), haz.
Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 1992, s.148
469
Abdülkadir Geylânî, Gunyet’üt Tâlibin, ter. Abdulkadir Akçiçek, Sağlam Yayınevi, İstanbul 1991,
s.200;
470
Gazâlî, A.g.e, s.293
471
Örneğin; Gazâlî yaşadığı zamanın halkı üzerinde umut yöntemlerini içeren bir reçete yerine
korkunun tercih edilmesini savunmuştur. Aksi takdirde azgın bir nefse hoş gelebilecek böylesi umut
telkinleri, onun azgınlığını daha da artırabilmektedir. Zirâ korkuda aşırıya kaçılması da umutsuzluğa
sebebiyet verebilir. Diğer taraftan, ufak bir korku temizlenmiş duru bir kalbi harekete geçirmeye
yetebilirken, donuk bir kalp için aynı reçete uygun olmaz.
89
olmadığından, kuldan Allah (cc)’a hüsn-i zan ve umut içinde olması beklenmektedir.
Nitekim Allah (cc)’ı ve ona kavuşmanın yolu olan ölümü sevmenin gerekliliği Hz.
müjdelenir. Ona, önünde (ölümden sonra kendisini bekleyen) şeyden daha sevgili
sever. Kâfir ise, ölüm kendisine gelince Allah(cc)’ın azabı ve cezasıyla müjdelenir.
Bu sebeple ona önünde (kendini bekleyenlerden) daha menfur bir şey yoktur. Bu
üzerinden olmuştur.472
472
Hayati Hökelekli, Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikoloji, UÜİFD, c.3, S.3, Bursa 1991, s.152
473
Hayati Hökelekli, A.g.m , s.158 ; Korku ve anksiyete birbirlerine karıştırılan iki kavram olsa da
aslında ayırt edilen bir yönü vardır. Korku dışarıda bulunan, bilinen, açık seçik olarak tanımlanabilir
ve kökeni iç çatışmaya dayalı olmayan bir tehdide karşı gösterilen tepkidir. Oysa ankisyetede
bilinmeyen, içten gelen, belirsiz yada kökeni iç çatışmaya dayalı olan bir tehdide karşı gösterilen bir
tepki sözkonusudur. Caddede karşıdan karşıya geçerken hızla üzerine gelen bir arabanın insanda
oluşturduğu hisle, ilk defa yabancı bir ortama girildiğinde hissedilen rahatsızlık duygusu bu ayrıma
örnek olarak gösterilebilir. Bkz. Neşe Kocabaşoğlu, Stres ve Anksiyete, Cerrahpaşa Psikaytri Ana
Bilimdalı http://www.ctf.edu.tr
474
Erich Fromm, Kendini Savunan İnsan, çev. Necla Arat, Say Yayınları, İstanbul 2001, s.203
90
Anksiyete kavramı psikolojik bir olgu olarak ilk defa Freud tarafından
egonun bir işlevi olarak tanımlanmıştır. Ona göre anksiyete, çevreye karşı uyum
sağlayan anksiyete ve normal dışı davranışlara neden olan anksiyete olarak ikiye
gelmiştir.477 Onlardan birisi olan Jacques Choron ölüm korkularını; 1. ölümden sonra
neler olacağı, 2. Ölümün kendisi, 3.varolma durumunun sona ermesi şeklinde üçlü
kabul etmiştir. Özellikle kendi deneyimlediği bir trafik kazası sonucunda ortaya
çıkan kısa süreli ölüm anksiyetisini atlattıktan sonra bu temel ölüm anksiyetesinin
475
Engin Geçtan, Psikanaliz ve Sonrası, Remzi Kitabevi, İstanbul 1998, s.49
476
Freud’un anksiyeteyi cinsel dürtüler ve özellikle Oedipus kompleksi üzerinden açıklamaya
çalışması ilk başta kendi öğrencileri tarafından eleştirilmesine neden olmuştur. Bu isimlerden birisi
de anksiyete kavramının anlaşılabilmesinde önemli katkıları bulunan Karen Horneydir. O cinsel
dürtüleri önemli bir anksiyete kaynağı olarak görmeyerek hocasını eleştirmiştir. Bkz. Engin Geçtan,
A.g.e
477
Mustafa Koç, Ölüm Psikolojisi, Akademik Araştırmalar Dergisi, S.8, Ankara 2002, s.123
478
Engin Geçtan, Varoluş ve Psikiyatri, Remzi Kitabevi, İstanbul 1996, s.172
479
Engin Geçtan, A.g.e, s.173
480
Irvin Yalom, Varoluşçu Psikoterapi, çev. Zeliha İyidoğan Babayiğit, Kabalcı Yayınevi, İstanbul
1999, ss.75,76,77 Varoluşçu felsefenin öncü isimlerinden Kierkegaard korku ile anksiyete arasındaki
ayrımı ilk ortaya koymuş felsefecidir. Ona birşeyden kormak ile yoktan kormak birbirlerinden farklı
kavramlardır. Varoluşun psikolojik ekolden olan Rollo May aynı doğrultuda görüş bildirerek insanın
biliçdışında ölüm anksiyetesini korkuya dönüştürme eğiliminde olduğunu belirtmiştir. Çünkü ‘yok’tan
korkmayı “bir şeyler”den korkmaya dönüştürüldüğünde buna karşı mekanizmalar geliştirlebilirken
91
Her ne kadar ölüm, anksiyetenin birinci kaynağı olarak kabul edilse de, bizzat
ölümün sebebiyet verdiği korkunun, hayatın bir sonu olduğunun bilinmesiyle oluşan
bir korku değil, sahip olduğumuz şeyleri, bedeni, dünya mallarını ve en önemlisi
Gazâlî göre ise bu durum îman zayıflığının bir göstergesidir. Ben merkezli
kişilik yapısı ve dünyaya olan sınırsız rağbet, kalpte Allah (cc) sevgisinin
bağlayan şeylerden ayrılma vaktinin geldiği sezilir. Kalpte zaten az bulunan Allah
(cc) sevgisi iyice azalmaya başlar, ölüm vesilesi ile ayrı düşeceklerinden dolayı elem
vurgulamıştır. Ölüm anına kadar ameller için kırbaç mesabesinde olan korkunun483
yerini, ölüm anında umut hislerinin alması gerektiğini belirtmiştir. Zirâ sevgilisine
kavuşmayı bekleyen birisi gibi kulun da Allah (cc) ile kavuşmanın yegâne yolu olan
ölüm anını hüsn-i zan ile karşılaması kuvvetle muhtemeldir. Ancak nefsini tezkiye
‘yok’a karşı bir çaresizlik mevzu bahistir. Kendisi de varoluşçu bir psikoterapist olan Yalom, burada
kendi tecrübesini bu tespite örnek olarak sunmuş görünmektedir.
481
Hayati Hökelekli, Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikoloji, s.158; İlgili dipnot (Erich Fromm, Sahip Olmak
ye da Olmak, çev. A. Arıtan, İstanbul 1982, 198-200) Hökelekli konuyu özellikle “iç güdümlü
(şahsileşmiş) din” başlığı altında ayrıntılı bir şekilde incelemiştir. Bkz. Hayati Hökelekli, Din
Psikolojisi, TDV, Ankara 1996
482
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.4, s.355
483
Kaygı ve endişeye yol açan korku değil, Allah (cc)’a karşı haşyet duygusunu doğuran korku.
92
bir yana, ölüm anında Allah (cc)’a karşı bir nefret hali içinde olma tehlikeleri vardır.
484
6.4.Nefis Muhâsebesi
çekmesidir.485 “Akıllı kişi nefsini hesaba çekip ölüm sonrası için çalışan kişidir”486
hadiste; nefsini tanıyan akıl sahibi kimsenin onu bir an dahi başıboş bırakmaması
lehinde veya aleyhinde olanlar kontrol edilebillmektedir.487 Allah (cc) kulun içinden
saklı olan herşeye mutallidir488, bu nedenle üzere bu hesap amellerde sürekli Allah
484
Gazâlî, A.g.e, ss.335,355
485
Mahmut Çanga, Kur’ân-ı Kerim Lugati, Timaş Yayınları, İstanbul 1989, s.142; Rağıb el-Isfahani,
Müfredât ‘h-s-b’ maddesi, ter. Abdulbaki Güneş, Mehmet Yolcu, Çıra Yayınları, İstanbul 2006, c.1,
ss.307-308; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul 1995, s.254
486
Tirmizî, III, 35; İbn Mübarek, Zühd, 56; “Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölümden
sonrası için çalışan; ahmak ise nefsini hevâsına tâbi kıldığı hâlde, Allah’tan hayır umandır” hadisi de
nefs muhâsebesine örnek teşkil etmektedir;Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459
487
Abdülkâdir es-Sühreverdî, Kitabü âdâbi’l-mürîdîn, thk. Menahem Milson, Jerusalem 1977, s.20
488
Bakara, 2/235
489
Muhâsibî, er-Riâye li Hukûkillah Kalb Hayatı, ter. Abdülhakim Yüce, Işık Yayınları, İzmir 2012,
s.56
490
Muhasibî’nin tasavvuf tarihi literatürüne bu isimle anılması, takvâ hususunda kendisini sürekli
hesaba çekmesindeki titizliğinden ileri gelmektedir. Tasavvuf anlayışını nefsi sorgulama esasına
dayandıran Muhâsibî, er-Ri’âye , Âdâbü’n-nüfûs, Mu’âtebetü’n-nefs ve el-Veşâyâ gibi eserlerinde
nefsin hile , desise , kurnazlık ve hainliklerinden , insana kurduğu tuzaklardan , ona karşı korunmanın
çarelerinden , nefsi eğitmenin ve denetim altına almanın yollarından bahsetmiş , bu hususta psikolojik
tahliller yapmıştır. Bkz. Zafer Erginli, DİA “Muhâsibî” md.,c.31, s.13; Mustafa Aşkar, Tasavvuf
Tarihi Literatürü, İz Yayıncılık, İstanbul 2006, s.66; Süleyman Uludağ, DİA “nefs” md., c.32, s.527
93
muhâsebesi kavramını öne çıkaran başlıca mutasavvıflar olmuşlar, bu doğrultuda
verdiğinde ilk yaptığı kendisine şüphe ve eleştirel bir gözle yakalaşarak nefsini
Hz. Ömer (ra) “Hesaba çekilmenizden evvel önce kendinizi hesaba çekiniz.
Amelleriniz ölçülüp tartılmadan önce onları siz ölçüp tartın ve hiçbir şeyin gizli
süsleyin” derken müminlere “ O gün (hesap için) Allah’a arz olunursunuz. Hiçbir
gerçekleşeceği ve sırların bir bir ortaya döküleceği o güne497 hazırlık için müminin
hafiye misali gizli kaldığını sandığı günahlarını muhâsebe etmesi takvânın gereği
Onu Allah için hesaba çeker. Hesap, ancak nefislerini dünyada hesaba çekenler için
491
El-Vesâyâ (Haris el-Muhâsibî), El-Munkızü mine’d-Dalâl (Gazâlî) bkz. Mustafa Aşkar, A.g.e, s.66
492
Gazâlî, El-Munkizü Mine’d Dalâl ve Tasavvufi İncelemeler, s.16; Mustafa Aşkar, A.y
493
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Klasikleri, Erkam Yayınları, İstanbul 2010, s.161
494
Gazâlî, el-Munkizü Mine’d Dalal ve Tasavvufi İncelemeler, s.172
495
Hâkka, 69/18
496
Şihâbuddin Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif, ter. Dilâver Selvi, Semerkand Yayınları, İstanbul 2007,
s.616;
Hâris el-Muhâsibî, Risaletü’l-Müsterşidîn (Ahlâk ve Arınma), ter. Rukiye Karaköse, Semerkand
Yayınları, İstanbul 2010, s.21
497
Tarık, 86/8
94
hafif olur. Hesap ancak kıyâmet gününde muhâsebe etmeksizin bu şeyi edinenler için
zorlaşır.”498
olduğuna baksın!”499 âyetinde ise “korkun” ifâdesi takvâ sahibi olun anlamındadır.
Bu nedenle kulun her işinin takvâ ile başlayıp takvâ ile bitirmesi gerekmektedir.500
Kalp mahallinde gerçekleşen rûh ile nefs arasındaki mücâdelenin takvâ ile sükûnet
bulduğunu daha önceden ifâde etmiştik. Zirâ yaşanan bu takvâ hali, kalbi Allah
(cc) rızâsını kazanma hususunda zayıf ve yetersiz kaldığı, hatalı hareketlerini görüp
itiraf edebilmesine vesile olur.501 Bu durum, nefsin geçmiş amellere yönelik yaptığı
Nitekim, nefsin iki tür muhâsebesinden söz edilir. Mümin kişinin karşısına
nefsine hakim olup karşısına çıkan hoşuna giden bir şey çıktığında, “ Doğrusu sen
çok hoşuma gittin, üstelik sana ihtiyacım da var. Fakat, hayır. Aramızda engeller
var.” diyerek yaptığı muhâsebe gelecek amellerin muhâsebesine; müminin aniden bir
498
İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân Tefsiri, iht. Muhammed Ali Sabûnî, Damla Yayınevi, İstanbul
1995, ss.253-254; Gazâlî, İhyâ’u-Ulûm’id-Dîn, c.4, s.814
499
Haşr, 59/18
500
İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân Tefsiri, iht. Muhammed Ali Sabûnî, Damla Yayınevi, İstanbul
1995, s.590
501
Seyyid Kutub, Fî Zilâl-il Kur’ân, çev. Salih Uçan, Vahdettin İnce, Mehmet Yolcu, İbrahim
Tüfekçi, İbrahim Türklü, Dünya Yayıncılık, İstanbul 1991, c.9, s.604 Zirâ Hz. Peygamber (sav)’in
elini göğsüne götürerek üç defa takv3a buradadır diyerek kalbini işaret etmiştir.(İbn Hanbel
502
Gazâlî, A.g.e, c.4, s.813
95
yaparken biz özrüm yoktu. Ve inşaallah, bir daha da yapmayacağım.” demesi de
değillerdir.504 Nitekim İmam Gazâlî de nefsi rûhun bineği olarak tasvir ederken, bu
zamanda nefsi yok etmeye çalışarak bineksiz kalmamak gerektiğini ifâde etmiştir.
İKİNCİ BÖLÜM
gibi mânâlara gelen riyâzet, tasavvuf terimi olarak nefsi eğitmek için onu bir takım
tabiî ve meşru arzularından mahrum etmeyi ifâde eder.505 Birinci bölümde ele
aldığımız üzere, nefsin tezkiyesini nasıl ki ahlâkın güzelleşmesinin bir sebebi olarak
Sözkonusu olan bu riyâzet edep riyâzetidir.506 Bir atı eğitir gibi nefsi elverişli
olduğu sürece talep edilen işte ona maharet kazandırıp, işi rahat yapabilmesi için
503
Muhâsibî, er-Riâye li Hukûkillah “Kalb Hayatı”, haz. Abdulhakim Yüce, Işık Yayınları, İzmir
2012, s.60; Gazâlî, A.g.e, ss.810-817
504
Muhâsibî, A.g.e, s.241
505
Ethem Cebecioğlu , A.g.e, s.220; Süleyman Uludağ, DİA “riyâzet” md., c.35, s.143
506
İbn Arabî’ye göre edep riyâzeti nefsin tabiatından çıkarılarak, terbiye ile huylarının
güzelleştirilmesi ve bu yoldaki sahih olan taleplerdir. Bu noktada o, mücâhedenin riyâzetden daha katı
koşulları olduğunu belirtmiştir. Yani mücâhedede nefsi bedeni sıkıntılara sokma ve arzulara karşı
koyma durumu da vardır. Terbiye edilecek nefse zaman zaman bedensel arzularına mücâhede ile set
96
dâimî bir alıştırmaya tabi tutmak gerekmektedir.507 Yapılacak terbiyenin sonuç
bilirken, sâlik de riyâzet ve mücâhede ile nefsinin özünde ile bir değişiklik
yapamayacağını bilir.509
kastın şehvet, gazap ve dünya sevgisi gibi nefse ait olan sıfatların tamamen ortadan
çekilerek, riyâzetinde samîmî olması amaçlanır. Zirâ, biribilerine yakın anlamlı kullanılan riyâzet ve
mücâhede ölüm gelene kadar müride gerekli olan iki kavramdır. Bkz. Suad El-Hakîm, İbn’ül Arabî
Sözlüğü “riyâzet-mücâhede” md, çev. Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2005, ss.603-604;
ayr. Bkz. Abdürrezzak Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü “mücâhede” md, çev. Ekrem Demirli, İz Yayıncılık,
İstanbul 2004, s.484
507
Rağıb el-Isfahani, Müfredât ‘r-v-d’ md, ter. Abdulbaki Güneş, Mehmet Yolcu, Çıra Yayınları,
İstanbul 2006, c.1, s.522
508
İbn Hazm, el-Ahlâk ve’s-Siyer fî Müdâvâti’n-Nüfus “Ahlâk”, çev. Cemalettin Erdemci, Hasan
Hüseyin Bircan, Dönem Yayıncılık, İstanbul 2014, s.59
509
Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb “Hakîkat Bilgisi”, haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul
1996, s.319; Yani riyâzet nefse ait olan kötü vasıfların yok olması içindir, yoksa nefsin kendisinin yok
olması için değil. Hucvirî’nin ifâde ettiği üzere nefsi hakkında arif olanların ibadeti riyâzet, Hakk’a
dair ma’rifet sahibi olanların ibadeti riyâsetdir. Kelâbazi ise keşif mertebesine ulşamadan riyâzet ve
mücâhede ile meşgul olana salike “mürid”, riyâzet ve mücâhede ile meşgul olmadan evvel keşfe nail
olan salike de “murâd” dendiğini belirtmiştir.bkz. Kelâbâzî, Ta’arruf “Doğuş Devrinde Tasavvuf”,
haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 1992, s.200
510
Gazâlî, İhyâ’u-Ulûm’id-Dîn, c.3, s.122
511
Hikmet (erdem, bilgelik, wisdom): Allah (cc)'în kulun kalbine koyduğu, akılla elde edilemeyen
kalbî ilim; Tanrı ile kâinat, insanla ile âlem arasındaki bağları kavrama ilmi, ledün ilmi. Bu
doğrultuda İbn Sînâ (980-1037)’nın da belirttiği üzere matematik, fizik ya da mantık gibi ilimler
hikmet kapsamında değildir, gerçekte hikmet metafiziktir. Hükmün “hakîm” olan Allah (cc)’a ait
olması anlamında hikmet, O’nun tarafından eşyayı bilmesi ve onları yaratmasıdır. İnsanın hikmeti ise
varlıkları tanımak, bir orta yol üzerinde bulunarak, adalet niteliği üzerine hayırlı işler yapması olarak
kabul edilebilir. Bu doğrultuda İbn Manzur’un da hikmeti “en değerli varlıkları en üstün bilgiyle
97
hakim olmasını değil aklın bu ikisini kontrol altına alarak itidâl sınırına çekmesi
“Allah hikmeti dilediği kimseye verir. Kime de hikmet verilir ise, şüphesiz ona
sahibinin Allah (cc)’ın kendisine verdiği takat derecesinde Allah (cc)’ın ahlâkıyla
edildiği görülmektedir.515 Nitekim nefsin şehvet ve gazabın itidâl noktası olan şecâat
sevkedebilmesi olan, rûha ait adâlet haliyle olmaktadır.516 Buradan güzel ahlâkı
temsil eden dört unsurun itidâl noktasında zirveye ulaştığı en hikmetli şahsiyetin ise
bilmek” olarak tanımladığı görülmektedir. Kur’ân’da pek çok âyetten (Bakara, 2/269; Sad, 38/20;
Nisa, 4/54; Zuhruf, 43/63) anlaşılacağı üzere gerek ilâhî gerek beşeri bilginin ve bilgeliğin kaynağı
Allah (cc)’tır. İnsandan bu bilgelikten kendisine düşeni alması beklenmektedir. Ayrıca İhvan-ı Safâ
(X.yy) ise Platon’un philo-sophia’yı “Tanrı’ya benzemek” şeklindeki tanımından hareketle, filozofu
beşeri sınırının elverdiği ölçüde hikmet peşinde koşan ve ilâhî bilgiye özenen kişi olarak tanımladığı
anlaşılmaktadır. bkz. İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük ‘hikmet’ md, Kubbealtı Yayınları,
İstanbul 2006, s.1270; Ahmet Cevizci, Felsefe Ansiklopedisi, Etik Yayınları, İstanbul 2004, c.2, s.377;
Mehmet Vural, İslâm Felsefesi Sözlüğü, Elis Yaynları, Ankara 2003, ss.166-167; İbn Manzur,
Lisanü’l Arab ‘h-k-m’ md.; Ragıb el-Isfahani, Müfredat ‘h-k-m’ md., ter. Abdulbaki Güneş, Mehmet
Yolcu, Çıra Yayınları, c.1, İstanbul 2006, s.332;
512
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.120
513
Bakara, 2/269
514
Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l Gayb “Tefsiri Kebir”, ter. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık Kılıç,
Sadık Doğru, Akçağ Yayınları, Ankara 1994, c.5, s.517; İsmail Hakkı Bursevî,Rûhu’l-Beyân Tefsîri,
iht. Muhammed Ali Sabûnî, Damla Yayınevi, c.1, s.469; Bir önceki âyetde (Bakara, 2/268) şeytan
fakirlik korkusu ile çirkinliğe ve hayasızlığa davet ederken, hikmet peşinde olan kimse rızıkların Allah
(cc)’ın elinde olduğunun idrâki içerisindedir.
515
İlhan Kutluer, DİA ‘hikmet’ md.,c.17, s.503; Zemahşeri, el-Keşşaf, Kahire, I., s.370,
516
Gazâlî, A.y
98
güzeline hidâyet et! Çünkü ahlâkların en güzeline ancak sen hidâyet edersin. Benden
yoktur.”517
Birinci bölümde kalbin ma’rifete mazhar olan idrak edici bir latife olduğuna
görmüştük. Düşünürümüzün belirttiği üzere her organın bir yararı varken kalbin
özelliğidir. Ancak nasıl ki hasta olan bozuk bir mide iştahsızlıkla yiyecek ve
içecekleri kabul etmiyorsa, hikmetten yüz çeviren kalp de, Allah (cc)’tan gayrisine
âyetinin işaret ettiği kulluk bilincine varabilmek kalbin faydası olan ma’rifet ve
nûrlandıran ma’rifet ile nefsin kendi acziyetini ve Allah (cc)’ın sonsuz yüceliğinin
yinelenebilir.521
Gazâlî’nin ahlâk nazariyesinin de nefsin riyâzet ile ıslahı esası üzerine bina
517
Müslim, Müsâfirîn, 201
518
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.130
519
Zariyat, 51/56
520
Gazâlî, s.151
521
Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi ‘Sûfîlerin İnanç ve Ahlâkları’, ter. Dilaver Selvi, Semerkand Yayınları,
İstanbul 2013, s.467; Gazâlî, A.g.e, s.173
99
zulmetlerinden arındırılmasından geçtiği, bu cihetle nefsin mezara varmayacak ve
terk ile mümkün olduğunu belirtmiştir. Fiziksel bir hastalıkta fânî hayatın elden
çıkması, kötü ahlâkın emâresi olan kalp hastalıkların da ise ebedî hayatın mahvı
kadar elzem ise, kalbî hastalıkların semptomlarının iyi tanınması da o derece önem
arz etmektedir.524
temelinde yatan, organizmayı belli bir nesne ve duruma ulaşmaya yönlendiren itici
güç yada enerji; (itki, arzu, dürtü vs) güdü ya da motivasyon olarak
522
Mehmed Ali Aynı, İslâm Düşüncesinin Zirvesi Gazâlî, haz. Erol Kılınç, İnsan Yayınları, İstanbul
2013, s.203; Gazâlî, A.g.e, s.147
523
Gazâlî, el-Munkizü Mine’d Dalâl, s.36
524
Gazâlî, A.g.e, s.107
525
Doğan Cüceloğlu, İnsan ve Davranışı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1992,ss.230-232; Selçuk Budak,
Psikoloji Sözlüğü ‘güdü’ ve ‘motivasyon’ md, Bilim Sanat Yayınları, Ankara 2003, ss.346,519;
İnsanda da hayvanlardaki gibi içgüdüsel davranışların varlığından söz edildiği bilinmektedir.
İnsanların bazı davra6nışlarının altında bu içgüdülerin yattığı konusunda bilim adamları görüş
ayrılığına düşmüşlerdir. Nobel ödüllü bazı etologlar (hayvan davranışını hayvanın doğal çevresinde
inceleyen bilim adamı) hayvanlar için geçerli kavramların çoğunun insanlar için de geçerli olduğunu
savunmuşlardır. Öğrenilmemiş karmaşık refleks tarzları (açlık güdüsü ile doğan memeli bir yavru
emzik ve benzeri objeleri tutmak, yakalamak ve çekmek suretiyle emmeyi öğrenir) mânâsında da
kullanılan içgüdü teriminin tam olarak tariflerinde görüş birliğine varılamamış olmasının en büyük
100
güdüden farklı bir anlam ifâde ettiği görülmektedir. Nitekim, dürtü daha çok açlık,
susuzluk, cinsellik ve ağrıdan kaçma gibi kalıtımsal amaçlı davranışlara yönelten güç
olarak kabul edilirken, güdü ise dürtünün tanım ve kapsamını da içine alarak; insanın
bir gücü ifâde etmektedir. Biyolojik amaca yönelten güç (doğuştan ve öğrenilmemiş
olan bitkisel nefis (şehvet gücü), hareket yolu damarlar mekanı cismani kalp olan
nedeni olarak da insandaki içgüdülerin sayısı hakkında pek çok ihtilaflı görüşün bulunması
gösterilebilir. Diğer taraftan bireylerin davranışlarını ‘içgüdülerine’ bağlayarak açıklamaya çalışan
psikologların başında gelen Freud güdüyü tanımlarken ‘bir temel yaşam enerjisi’ olarak cinsel enerjiyi
yani libidoya dayandırmıştır. Zirâ insan davranışlarını sadece bu dürtüye dayandırması ilk olarak
meslektaşları tarafından kabul görmemiştir. Ayr. Bkz. Recep Yaparel, Günümüz Psikolojisinde Güdü
Kavramı ve Güdülenme Kuramları; D.E.Ü İlâhiyat Fakültesi Dergisi, S.9, İzmir 1995, ss.197-227
526
Maslow insan güdülerinin hayvan güdülerinden bazı yönlerinden farklı olduğunu savunurken,
insan güdülerini bir piramid üzerinde açıklamaya çalışmıştır. Piramidin en alt basamağına; açlık,
susuzluk ve cinsiyetin fizyolojik doyumu gibi birincil fizyolojik güdülenmeleri (dürtüler), en üst
basamağa ise insanın kendini gerçekleştirme isteğini yerleştirdiği görülmektedir.
527
Burada, şehvetten sadece cinsel arzular değil, şehvâni güçler kastedilmektedir. İbn Sina bu
noktada muharrik güçlerden şehvet ve gazabın hayvanlarda en etkin rolü oynadığını ileri sürmüştür.
Bu şehvânî güçlerden, hırs, mal-mülk düşkünlüğü, oburluk ve açgözlülük, şehvet ve şebk hallerinin
(kadının erkeğe duyduğu şehvet noktasından sapıp ifrata kaçtığı vakit bu hallerin oluşacağı kuvvetle
muhtemeldir. Ayr. Bkz. Ali Durusoy, İbn Sinâ Felsefesinde İnsan ve Alemdeki Yeri ‘Nefsin Muharrik
Güçleri’, İFAV Yayınları, İstanbul 2012, ss.207-219; Hayrani Altıntaş, İbn Sinâ Metafiziği ‘Nefs
Teorisi’, A.Ü Basımevi, Ankara 1992, ss.123-138
101
hayvani nefs (gazap gücü) olarak tanımlanmıştır. Nefste hakim olan üçüncü kuvvet
ise, kötü huyların kaynağı olan bu şehevi ve gazabi güçleri kontrol altına alacak olan
Nâtık Nefistir yani akıldır.528 İnsanı hayvanlardan ayıran akıl (nefs-i Nâtıka), bu
noktada nefsi Allah (cc)’ın belirlediği ilâhî nizama uydurabilmek adına, yaradılıştan
Sözlükte birşeyi isteme, arzulama anlamına gelen şehveti, biz terim olarak
nefsi isteklerini yerine getirmek için hareketlendiren bir kuvvet olarak tanımladık.
İsfahani de şehvet kelimesinin esas mânâsının bu olduğuna, yani nefsin istediği şeye
meyil etmesi olduğunu belirtirken, şehveti sadık (doğru) ve kâzib (yalancı) olarak
şehveti sadık bir şehvete örnek teşkil ederken, bedenin yokluğunda zarar
uzaklaştırmak için ihtiyacı olan gazap ise; kızmak, öfkelenmek suretiyle kalp kanının
kabarıp sıçramaya başlamasına neden olan bir duygu olarak tanımlanabilir. Gazap
528
Şahin Filiz, İhvanı Safâ’ya Göre İnsanın Biyolojik ve Psikolojik Yapısı, S.Ü İlâhiyat Fakültesi
Dergisi, S.11, Konya 2001, ss.101-124; Yazar çalışmasında İhvan Safâ’nın risalelerinde rûh ve nefsi
eş anlamlı kullandığını ifâde etmiiştir. Ancak diğer taraftan yer yer rûh-nefs arasındaki çekişmenin
varlığını idrak edebilmiş görünseler de, risale üzerindeki bu çelişkili ifâdelerin göze çarptığını da
belirtmektedir.
529
İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekiyye, çev. Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2008, s.163
530
Rağıp el-Isfahani, Müfredat Kur’ân Istılahları Sözlüğü ‘ş-h-v’ md, ter. Abdulbaki Güneş, Mehmet
Yolcu, Çıra Yayınları, İstanbul 2007, c.2, s.35; Faruk Beşer, DİA ‘şehvet’ md, c.38, s.476;
531
Burada Hz. Peygamber (sav)’in “Mümin bir kaptan yer, karnını doyurur. Münafık yedi kaptan
yemek yer” hadisini referans kabul edebiliriz (Tirmizî, 2/254); Gazâlî mide şehvetinin kalbin diğer
felaketlere nasıl yol açtığını ayrıntılı bir şekilde eseri İhya da incelemiştir, kalbin hastalıkları
bölümünde değinilecektir.
102
kavramına yakın anlam taşıyan bir diğer kelime olan ğayz ise, öfkenin şiddetlenmesi
sonucunda kalp kanının artık kaynamaya başlamasıdır. Bir tıp doktoru ve aynı
zamanda ahlâkçı olan Ebû Bekir er-Râzî (ö.312/925) böyle bir halde insanın
İnsan öfke ile dolmasına rağmen kendisine hakim olup ne bir söz ne de bir
âyetinde işaret edilen nefsini terbiye edebilmiş, kalb-i selim, güzel ahlâklı takvâ
belirttiği üzere öfkeye hâkim olup kontrol altına alabilmeye çalışmak olmalıdır.535
iyi ve güzel ahlâklı olmanın bir belirtisi sayılırken, iki uç nokta olan ifrat ya da tefrit
derecesinde seyretmesi ise ahlâk zafiyetinin habercisi sayılmıştır. Nefis ile yapılacak
532
Mustafa Çağrıcı, DİA ‘gazap’ md., c.13, s.436; Rağıb el-Isfahâni, Müfredat ‘ğ-d-b’ md., ter.
Abdulbaki Güneş, Mehmet Yolcu, Çıra Yayınları, İstanbul 2006, c.2, s.283; Rağıb el-Isfahâni, A.g.e
‘ğ-y-z’ md., c.2, s.301; İtidal noktasında olan bir gazap duygusu nefsin selameti için gerekli iken,
şiddetli ve kontrolsüz bir öfke hali olan ğayz hali yerilmiştir.
533
Âl-i İmrân, 3/134
534
Fahruddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu’l-Gayb, ter. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık
Kılıç, Sadık Doğru, Akçağ Yayınları, Ankara 1990, c.7, s.707; Nitekim beşeri özelliklerin bir
gerekliliği olarak öfke ve kandaki hareketlenmeler ilk aşamada nefse geri yönlendirilerek yutulabilir.
Ancak takvâ halinin hüküm sürmediği, rûh ile çatışmanın nefisten yana olduğu bir çatışma halinde
olan kalp böylesi bir yüklenmeyi kaldıramadığı gibi, anlık bu öfke taşmaları ileride korkunç bir
intikam hissine yada sinsi bir kine dönüşebilir. Ayr. Bkz. Seyyid Kutub, Fî Zılâl-il Kur’ân, çev. Salih
Uçan, Vahdettin İnce, Mehmet Yolcu, Dünya Yayıncılık, İstanbul 1991, c.2, ss.186-187
535
Buhârî, Farzu’l-humus, 19; Müslim, Zekât, 140; Buhârî, Edep, 76; Ebû, DÂvûd, Edep, 3; İbn
Mâce, Zühd, 18; Müslimi Birr, 107; Buhârî, Edep, 76
103
hedeflenir.536 Bu noktada, nefsin şehvet ve öfke duygularına karşı acziyeti ya da
Hevânın sözlük anlamı insanın sevip meyil ettiği şeyin kalbine hâkim olması
tutsağı haline gelmiş kimseyi kötü ahlâklı olarak nitelerken540, bu tutsaklık halinden
tutsağı olan insan, Kur’ân âyetlerinde542; “hevâsını tanrı edinen” şeklinde ifâde
nedenle melekler için herhangi bir riyâzet ve mücâhede hali söz konusu
ise tam aksine şehvetlerle çevrili şekilde yaratılmışlar, ancak insan ve cin soyuna
536
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.138
537
Hucvirî’nin de ifâde ettiği üzere insanın bütün organlarına dağılmış bulunan şehvet hissi hevânın
giriş kapılarıdır. Nefsin tabiatındaki kuvvetlerine olan ifrat derecesindeki temayülü şehvet ile hevâ
arasındaki sebep-sonuç ilişkisine açıklık getirmektedir. Şehvet, hevâya göre daha hususi bir kavram
olarak kabul edilebilir. Nitekim hevâda daha kapsamlı olarak, bu şehvetlere tutku ile bağlanmak
suretiyle kalbin bu tutkularla istila olması söz konusudur. Bu açıklamadan yola çıkarak mücâhede ile
beden sıkıntılara sokularak arzuların önü alınıp riyâzetin amacına ulaşması yani kalbin hevâ
putlarından temizlenmesi amaçlanır. Ayr. Bkz.Kadir Polater, Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Hevâ Kavramı
ve Dalâletteki Rolü, A.Ü İlâhiyat Fakültesi Dergisi, S.20, Erzurum 2003, s.261-299; Hücvirî, Keşfu’l-
mahcub ‘Hakîkat Bilgisi’, haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları s.324
538
İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük ‘hevâ’ md., Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2006, c.2,
s.1250
539
Hucvirî, A.g.e , İstanbul 1996, s.178
540
Gazâlî, Mizânü’l-Amel ‘Amellerde İlâhi Terazi’, ter. Abdullah Aydın, Aydın Yayınevi, İstanbul
1971, s.80
541
Şehvet ve Hevâ kelimelerini eserlerinde eş anlamlı olarak kullanan Gazâlî , daha çok riyâzet
anlayışı çerçevesinde bu kavramlara yüklenen anlamların önemi üzerinde durmuştur. Zirâ şehvet
kelimesi ile bağlantılı olarak bedeni dolaysıyla da dünyevi tutkuların üzerinde derin tahlillerde
bulunmuştur.
542
Furkan, 25/43; Câsiye, 45/23
104
de toprak olacaktır. İnsan ve cin soyu ise tabiatlarındaki şehvetlerinin yanı sıra
Gazâlî kalbin gözle görünen ve görünmeyen olmak üzere iki ordusundan bahsetmiş,
bu askerlerin tanımını ortaya koymuştur.544 Gözle görünen ordunun askerleri olan el,
ayak, kulak gibi azâlar yalnız kalbin emrinde çalışırlar. Bunun yanında yolculukta
ilâhî latifeyi (nefs-i latife- ma’rifete mazhar olan kalp) insan ülkesinin hükümdârı
543
Muhâsibî, er-Riâye li Hukûkillah ‘Kalp Hayatı’, haz. Abdulhakim Yüce, Işık Yayınları, İzmir
2012, s.s.241,242
544
Gazâlî, Kimyâ-i Saâdet, Ter. A.Faruk Meyan, Bedir Yayınevi, İstanbul 2013, s.20
545
Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.16
546
Gazâlî, A.g.e, s.22
105
olarak nitelemiştir. Şehvet ise bu şehre erzak taşıyan, ahlâkı zayıf bir köledir.
Tehlikelere karşı insanı korumak için harekete hazır bulunan gazap (öfke dürtüsü) ise
vatansever bir polis memur gibidir. Bu noktada ülkenin veziri olarak karşımıza çıkan
akıl ise hükümdarı bu kölenin düzenbazlıklarına karşı uyarır. Vezir bu köle iyice
azıtıp da hükümet işlerine karışmaya yeltenirse bu sefer de polis memuru köleyi yola
Tam aksine hükümdar; yani kalp; insan olmanın fazileti olan hikmetten nasip
alamamışsa, gazap ve şehvet kuvvetleri ona musallat olmaya başlar. Artık akıl
şehvetin bir tutsağı olarak, her fırsatta şeytana hevâ kapılarını ardına kadar açar. 548
isimlendirilir. Eğer gazap kudreti, itidâl sınırını geçip ifrata kaçarsa, onun ismine
tehevvür (öfke) denir. Eğer ki aksine tefride kaçarsa bu sefer de korkaklık hasıl olur.
Aynı şekilde şehvet kuvveti de ifrada kaçar ise adı oburluk, tefride kaçar ise onun adı
da donukluk olur. Gazâlî bu söz ettiği olumlu ve olumsuz iki uç nokta arasındaki
faziletli olan orta yolun (itidâl) bulunması gerektiğini söylemiştir.549 “Ben, öfkeli
547
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, ss.18,19
548
Nefsin bu hali teknoloji düşkünü birisinin türlü tehlikelerini bildiği halde herhangi bir antivirüs
yazılımı olmaksızın internette fütursuzca sörf yapması gibidir. Nitekim nefsi temsil eden bilgisayarın
işletim sistemine bulaşabilecek olası bir virüs sinsice sistem dosyalarına kadar sızarak işlemciyi
(bilgisayarın kalbi) çalışamaz hale getirebilmektedir.
549
Risaletul Müsterşidin, ter. Rukiye Karaköse, Semerkand Yayınları, İstanbul 2010, s.23
550
Ebû Davûd, Sünnet, 10
106
her beşerde bulunan bu hasletin mümkün olduğunca itidâl noktaya çekilip kontrol
da güzelleşmektedir.552
Özetle Gazâlî’nin ifâde ettiği üzere güzel ahlâk arınmış nefsin yüksek bir
mertebesine yüksek tekâbül eder ki, bu noktaya ancak riyâzet ve mücâhede ile
hastalıklarının tedâvi yolu, nefsin tefrit yada ifrat derecesindeki alışkanlıklarının tersi
(yaş-kilo vs) ve direnci önem arz ediyorsa, aynı şekilde kalbe uygulanacak tedâvide
de, nefsin şehvetlere olan meyili göze alınarak ona uygun bir riyâzet reçetesinin
551
Gazâlî, c.3, s.138
552
Gazâlî, A.g.e, s.17
553
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.130
554
Gazâlî, A.g.e, s.147
555
Gazâlî, A.g.e, s.152
556
Gazâlî, A.g.e, s.153 ; Ayr. bkz. Gazâlî’de Şahsiyet Terbiyesi
107
a.Nefsin ayıplarını yani kalbin kusurlarını bilen bir mürşide teslim olmalıdır. Gazâlî
b. Hz. Ömer (r.a)’in kendi ayıplarını sorabileceği Selman-ı Fârisî (r.a) gibi bir dost
edinmektir..
istifâde etmektir.
d. Halkın arasına karışıp, halkın arasında gördüğü kötülükleri kendi nefsinde aramalı,
yolunun kalp hastalıklarının farkına varıp bunları tedâvi etmekle mümkün olacağını
2 -Dilin Âfetleri,
4 –Dünya,
5 -Mal Sevgisi,
7 -Ucub ve Kibir.
557
Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, c.3, ss.140-142
108
2. Kalbin Hevâ Putları, Tasfiye Süreci ve Süreçte Yaşanan Kişilik
Bozuklukları
boyun eğdirip kalbe sükûnet verdiğini, bu şekilde hevâ kapılarını tutarak nefsin
sızarak diğer şehvet kapılarına ulaşmasını sağlayan ana giriş kapısı olarak kabul
edilir. Nitekim akabinde artan tenâsül uzvunun şehveti mal ve îtibar sahibi olma
nefsin dünyaya olan ünsiyetini artırırken, şeytan da kalbin hevâ kapılarından içeri
558
Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, Hakîkat Bilgisi, Haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul
1996, s.467; Ebû Tâlib El-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb, Kalplerin Azığı, Ter. Muharrem Tan, İz Yayıncılık,
İstanbul 2004, s.86; Şihâbuddin Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif, Gerçek Tasavvuf, Ter. Dilaver Selvi,
Semerkand, İstanbul 2007, s. 427; Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma’, İslâm Tasavvufu, haz. Kâmil
Yılmaz, Altınoluk Yayınları, İstanbul 1996, s.513; Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, sayfaya bak
559
Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.178; Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşi piraminde en alt
basamakta yine yeme içmeyi takip eden dürtünün cinsel doyum olduğunu görülmektedir. Hedonizm
karanlık yüzünü bu noktada göstermektedir. Hazcılığın (hedonizm), Freud’un “insanın varoluşsal
amacının zevklerini tatmin etmek olduğu, edemediği takdirde de rûhsal buhranlara duçar olacağı
savunan öğretisi” ile bilimsel bir temele oturtulmaya çalışımıştır.
560
Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, c.3, ss.179-186
561
Buharî, Ahkam/21, Ebu Davûd, Savm/78
109
562
sızma imkanı bulabilmektedir. Nefsin kendini gıdadan men etmesi ise, hevâyı
kapısının anahtarı olan tokluk ve nefsin her vakit canının çektiği şeyi yemesi onu
dünya lezzetleri peşinde sürükleyerek kalpte Allah (cc)’tan ayrı kalma korkusunun
İslâmiyet, rûhun merkebi olan beden için beslenmenin zarûrî bir ihtiyaç
olduğunu, bunun yanında yemek konusunda aşırıya kaçarak, birkaç lokma için gece-
yemenin tanımını, hazları tatmin etmenin değil, nefs-i nâtıkanın sıhhatini muhafaza
562
Ebû Tâlib El-Mekkî, A.g.e, s.76
563
Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb, Hakîkat Bilgisi, Haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul
1996, s.468
564
Mehmed Zahid Kotku, Nefsin Terbiyesi, Server Yayınları,s.150;
565
Gazâlî, A.g.e, s.202
566
Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.212
567
Ebû Bekir Râzî, et-Tıbbu’r-Rûhânî “The Spiritual Physk of Rhazes”, ing. Ter. Arthur J. Arberry,
Butler And Tanner Ltd, London, 1950, p.76
110
“ Yiyiniz, içiniz; (fakat) israf etmeyiniz”568 âyetinde işaret edildiği üzere zarûrî
ihtiyaçların ötesinde oburca yenen yemekler ifrada girerken, kulluk haklarını yerinde
israfın bir çeşidi olarak karşımıza çıkmaktadır.569 Nitekim Allah (cc)’ın kendini
beğenme hasletine, kibre yol açmadığı sürece kullarına dilediğini yemeyi, içmeyi,
iki karşıt kutup arasında ölçülü bir tutum benimserler.”571 âyetinde de anlaşılacağı
üzere, bütünüyle denge ve ölçü esaslarına dayanan İslâm dini îman eden kimsenin
kapitalist toplumlarda olduğu gibi kendi malını dahi dilediğince harcama lüksüne
edilmemektedir.
Yani, modern çağın israf felaketi ancak modernist insanın içine düştüğü kibir
hastalığı ile ilişkilendirilebilmektedir. Hazcılığın “Her arzunu tatmin et, her zevki
568
Araf, 7/31
569
İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân Tefsîri, c.3, s.154
570
Buhari, Libas 1; İbn Mace, Libas 23; Tefsirlerde israf ve kibir kavramlarının birlikte anıldığını
görmekteyiz. Zirâ âyetde geçen israfın “Nefsânî hazlarınız için bizim haklarımızı da, sizin haklarını
zâyi etmeyin” olarak tefsir edilmesinden yola çıkarak, böylesi bir hazcılığın kibir hastalığına sebebiyet
vereceği anlaşılmaktadır. Ayr. Bkz. Bursevî, A.y; İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, s.2936
571
Furkan, 25/67
572
Seyyid Kutub, Fî Zilâl-il Kur’ân, c.7, s.573
573
Narsisizm/Nergis Çiçeği Hastalığı: Adını, Yunan mitolojisinde su birikintisinden yansıyan kendi
görüntüsüne aşık olan Narcissus’tan alan ve aşırı öz-sevgi kendini olduğundan büyük görme,
benmerkezcilik anlamına gelmektedir. Narsisizm kavramı kalbin bir diğer rahatsızlığı olan kibir
başlığı altında ayrıntılı olarak ele alındığından burada sadece hazcılık ile olan ilgisi çerçevesinde
tanımı yapılmıştır.
111
tat” ilkesi narsisimin gösterişçilik ve benmerkezcilik tanımlarında anlam
bulmaktadır. Nitekim hevâsına uyan nefis bitmek bilmeyen şehvetleri için kişisel
yerine kabuğa rağbetin bir ispatı olarak gösterilebilir.575 Modern tüketim toplumunun
erteleme” düşüncesi, insanın dünya ile ilişkisini açgözlülük ve dâimi bir talep
sınırları içinde hapsetmiş, dünyanın sadece bir tüketim objesine dönüşmesine sebep
sun’î ihtiyaçlarının577 olduğuna ikna etmeleri için çok ciddi bilimsel araştırmalar ve
574
Ayr. Bkz. Cinsel Hedonizm-Zevkçilik-Hazcılık, www.cised.org
575
Anthony Giddens, Modernite ve Bireysel-Kimlik, ter.Ümit Tatlıcan, Say Yayıncılık, İstanbul 2014,
s.247
576
Erich Fromm, Cinsellik ve Cinsel Sapmalar, Arıtan Yayınevi, 1998 İstanbul, s.19
577
Bunlar Fahruddin Razî’nin yalancı şehvetler olarak tanımladığı tutkulardır.
578
Nazif Gürdoğan, Tüketim Ekonomisine Karşı Tasavvuf Nitekim insanlara pazarlayacakları
ürünlerin zarûrî olduğu hususunda ikna çalışmalarının ne kadar bilimsel ve ayrıntılı bir çalışma ürünü
olduğu reklamlar üzerinden verilen mesajlardan anlaşılmaktadır. Örneğin birçok reklamda karşılaşılan
kalp figürünün kullanımı bir tesadüf olmasa gerektir. Birçok reklamın sloganında ve temasında
pazarlanmak istenen obje ya kalp içinde tasvir edilmekte ya da bir şekilde kalp ile
ilişkilendirilmektedir. (Ülkemizde de çok ünlü bir bankanın kredi kartı reklamlarında olduğu gibi)
Nitekim şehvet ve hevâ arasındaki ilişkide değindiğimiz üzere hevâyı kalbin şehvetlere tutku ile
bağlanması olarak tanımlamıştık. Nefsin hevâsına tapması diğer bir ifâde ile ihtiraslarının tutsağı
haline gelmesi ancak şehvetlerin kalbe giriş kapıları olan hevâ kapılarından olmaktaydı. Bu noktada
tüketim kültürünün insana iletmek istediği bu tür mesajların kaynağı da ortaya çıkmaktadır.
579
Jean M. Twenge, W. Keith Campbell, Asrın Vebası: Narsisizm İlleti, çev. Özlem Korkmaz, Kaknüs
Yayınları, İstanbul 2010, s.181; Fromm’un tüketim toplumunun hedonist tavrını ortaya koyarken
112
Yeniden tutkuların kalbe giriş kapısı olan mide ve şehveti konusuna geri
kazanmaktadır. Nitekim o insanın her canı çektiği lezzetli şeyi yemesinin kalbi
böylelikle de dünyanın bir cennet ölümün ise bir hapishane haline geleceğini
Fazla yemekten onu korumak ise bütün tedâvilerin başıdır. Öyle ise her organınızı
normal derecede doymaya alıştırınız”582 hadisi tıp âlimlerinin de kabul ettiği üzere
yemesi gibi yer, boğulanın uykusu gibi uyur.”583 Görüldüğü üzere mutasavvıflar “
584
Mü’min bir mideyle, münafık (kâfir) ise yedi mideyle yer.” hadisini referans
alarak, kâfirin midesinin daha büyük olduğunu değil, bu bitmek tükenmek bilmez
okuyucaya, orta tabakada yetişkinler ve gençler arasında cinsel özgürlük adı altındaki sapkınlıkların
yaygınlaşmasını, bu tabakanın kendilerini ileri derecede özgür ve bağımsız hissetmelerinden mi
kaynaklanmış olacağını sorusunu yöneltmiştir. Hevâ kavramına getirdiğimiz açıklamalara istinaden;
bunun kendi düşünce ve hissiyatlarının doğrultusunda değil de sadece tutkuları yönünde
güdülendirilmelerinin sonucu olduğu yorumu yapılabilir.
580
Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, ter. Sıtkı Gülle,
581
Tüketici sınıfının bol miktardaki et içerikli beslenme alışkanlıkları karşısında ödediği bedel ise
kalp rahatsızlıkları, felç, göğüs ve kolon kanserleri ve neden olduğu yüksek ölüm oranlarıdır.
Dünyanın ekolojik dengesi ve tüketici sıfatı taşımayan orta ve yoksul kesim de bu etkiden nasibini
almaktadır. Çünkü tüketici kesiminin bu yüksek oranda yağ içeren hayvani ürünleri (etin yanı sıra
yumurta, süt) tüketirken hububat menülerinde yoktur. Yoksul ve orta kesimin temel gıda maddesini
oluşturan hububat, zengin sofralarını süsleyen hayvanların besini olmaktadır. Dengesizlik ve
yetersizlik de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla hububat kullanımına karşı artan taleplerin
etkilerini de erozyona uğramış topraklar, tükenmiş su kaynakları, gübreler ve haşere ilaçları ile
kirletilmiş akarsularda görebilmekteyiz. Ayr. bkz. Alan Durning, Tüketim Toplumu ve Dünyanın
Geleceği, çev. Sinem Çağlayan, Tübitak-Tema Vakfı Yayınları, trz., s.31,32
582
Kütüb-i Sitte, c. 11, s. 126
583
Ebû Abdirrahmân es-Sülemi, Tasavvufun Ana İlkeleri Sülemî’nin Risâleleri, Ter. Süleyman Ateş,
Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981 Ankara, s.40
584
Buhâri, Et’ime/12; Müslim, Eşribe/182-186
113
iştahından dolayı şehvetinin de mü’minin şehvetinden kat ve kat fazla olacağını
anlamışlardır. Şehvetlerin terki hususunda samîmî olmadan, bunu bir takdir toplama
نَ ِص ا
يرا لَ َُ ْم تَ َِ َد َولَن ال َّن ِار َِمن ْ َ اْل
س َف ِل الد َّْر ِك فِي َا ْل ُمنَافِ ِقين َّإِن
tehlikesine düşmektedir.
Nefsi ile cihad eden kimsenin, bir savaşçının harp meydanında düşmanla
çarpışabilme maksadıyla atını beslediği gibi, rûhun bineği olan bedenini Allah (cc)’a
varabilmek için beslemesi beklenir. Ancak sadece şehvetleri tatmin ederek dünyada
hoş vakit geçirme maksadıyla karnını tıksa basa dolduranlar düşünürümüzce insan
“ Şüphesiz Allah, inanıp salih amel işleyenleri, içinden ırmaklar akan cennetlere
yediği gibi yerler. Onların kalacakları yer ateştir”587 âyetindeki yediğinin çirkin
585
Ebû Tâlib El-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb, Kalplerin Azığı, Müridlerin Perhizi Bölümü, ss.71-105
586
Gazâlî, Mizanü’l Amel “Amellerde İlâhi Terazi”, ter. Abdullah Aydın, Aydın Yayınevi, İstanbul
1970, s.230; Aynı şekilde beslenmesi gereken bu at tezin birinci bölümündeki araba metaforunda
değindiğimiz üzere at arabasını çeken atlara, bilgisayar metaforuna göre ise işletim sistemin üzerinde
çalıştığı donanım bileşenlerine karşılık geldiğini söyleyebiliriz. Nasıl ki besili olan atlar sürücünün de
yönlendirmesiyle arabanın içinde oturan sahibini istediği yere ulaştırabiliyorsa bu donanım
bileşenlerinin de periyodik bakımı sayesinde işletim sistemini optimize edilerek kurulacak
programdan da verim alınabilir.
587
Muhammed, 47/12
114
insan için karakterini rezil eden bir ifâdedir.588 Nitekim, insanın iştahını tatmin etme
gayesi ile değil dünyada yaşamaya yetecek kadar yemesi kulluk gereklilerindendir.
589
Eğer bu nefse ağır geliyorsa en azından Hz Peygamber (sav)’in “Âdemoğlu,
karnından daha şerli bir kap doldurmuş değildir! Âdemoğluna belini doğrultmasını
sağlayacak birkaç lokma yeter. Eğer mutlaka yemek istiyorsa karnının üçte birini
yemek, üçte birini su ve üçte birini nefes alıp verme için ayırsın” 590 hadisindeki
modern tıp doktorlarının dahi hayran kaldığı reçeteyi tatbik etmesi tavsiye
edilmektedir.
anlamda katkı sağlaması, diğer müslümanları kendi nefsine tercih etmesini açlığın
emreden (nefs-i emmâre) nefse hakim olmak bütün günahların kaynağı olan şehvetin
ile ilgili yapılan birçok değerlendirmede öne çıkmıştır. Zirâ Hz. Peygamber (sav)’in “
İnsanoğlu altınlarla dolu bir vadisi olsa, yine altınlarla dolu başka bir vadisinin
588
Seyyid Kutub, Fî Zilâl-il Kur’ân, c.9, s.250
589
Ebû Abdirrahmân es-Sülemi, Tasavvufun Ana İlkeleri Sülemî’nin Risâleleri, Ter. Süleyman Ateş,
Ankara Üniversitesi Basımevi, 1981 Ankara, s.44
590
Tirmizî, Zühd/47, İbn Mâce, Et’ime/50
591
Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.202 Mide şehvetlerini kırmak için riyâzet yolunda müride düşen
vazifeleri gruplandıran Gazâlî bu vazifeleri yerine getirebilme kapasitelerine göre müridlerin
mertebelerini değiştiğini belirtmiştir. Bu doğrultu da düşünürümüz en uygun reçete olarak Hz.
Peygamber (sav)’in mideyi üçe bölen reçetesini tavsiye etmiştir. Bununla birlikte her müridde
tokluğun ve açlığın itidâl sınırının karakterine göre gizli olmasından ötürü şeyhin esas olarak açlığı
övmesi gerektiğinin de altını çizmiştir.
115
olmasını arzular”592 hadisinde insanın doymak bilmeyen bu yönüne işaret
edilmiştir.593
ifrada kayılması bir çok problemi beraberinde getirmektedir. Aslında neslin bekâsını
ve varlığını muhafaza eden cinsel temas ve dünyevi zevklerin içinde en üstünü kabul
kendi nefsinin değil Allah (cc)’ın çizdiği ilâhî sınırlar çerçevesinde yaşanması
koşulu iledir.
cinsellik de önemli unsur bir olarak ön plana çıkmaktadır. Maksimum sekiz dakika
sürdüğü kabul edilen bu ilişki üzerine kurulan hayattan haz alma felsefesi, zarûrî
595
olarak ifrat noktalarına sapmaktan kendini alamamaktadır. Dolayısıyla cinsel
doyum eşiğini ve beklenti seviyelerini üst seviyelere çıkarmayı gaye edinen hazcı
akım, ahlâki değerleri yıkılması gereken tabular, erkek ve kadını da yasak zevklerin
592
Buhârî, Rikâk, 10; Müslim, Zekât, 117
593
Hüseyin Karaman, Ebû Bekir Râzî’nin Ahlâk Felsefesi, İz Yayıncılık, İstanbul 2004, s.72
Dolayısıyla hazcılığın dayanmaya çalıştığı; insanın hazlarının gereğini yapıp her arzusunu yerine
getirmez ise mutsuz olabileceği fikri kendisiyle çelişmektedir. Zirâ insan kalbin tutku halinde
bağlandığı hevâlarını ( mal, mülk, şan, şöhret, eş vs) ) kaybetme kaygısının depresyonlara neden
olması muhtemeldir. Daha ötesinde anksiyete bahsinde ele aldığımız üzere Fromm ölüme karşı
duyulan korkunun esasında sahip olunan malı-mülkü, bedeni ve benliği sonsuza kadar yitirilmesinden
kaynaklı bir korku olduğunu belirtmiştir. Bkz. Hayati Hökelekli, Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikolojisi,
UÜİF, S.3, c.3, 1991 Bursa, s.151-165. Gazâlî’nin belirttiği üzere ben merkezci kişiliğin dünyaya olan
rağbeti kalbindeki Allah (cc) sevgi ve düşüncesini çıkaracağından ölümün adı bile onu rahatsız
edecektir.
594
Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.221 Aynı şekilde ateşin bedene verdiği acı hissi de cehennemde
çekilecek ıstıraplar için bir kıyaslama vesilesi kabul edilebilir.
596
Ayr. Bkz. Nevzat Tarhan, Hedonizmin Güdümünde Cinsel Özgürlük, Zafer Bilim Araştırma
Dergisi, S.295, Bu nedenle özellikle kadın tüketim sektörünün başrol oyuncusu ilan edilmiştir. Sapkın
116
Kadın ve erkeğin birbirlerine arzu duyacak şekilde yaratıldıkları ve her iki
tarafın bu şehvete olan zaafından ötürü cinsel ilişkiden sakınmaları söz konusu
olmadığı ilgili âyette belirtilmiştir.597 Evli olan kadın ve erkeğin cinsel birliktelikleri
İslâm’da sözlük anlamı toplanma, bir araya gelme olan cimâ kavramıyla
açıklanmakta, ilişkinin sınırları da, tarafların birbirlerine olan hakları da yine âyet ve
fizyolojik ve psikolojik huzurunu sağlama açısından da önem teşkil etiği yine âyette
cihetle her iki tarafın ilişkilerinde Allah (cc)’ın rızasını gözeterek cinsel
İbadet genel anlamda kulun amellerinde Allah (cc)’ın ve Rasulu’nun (sav) emir ve
yasakların itâat etmesi demek olduğundan, cinsel yaşam da ancak helal ve haramı
medyanın ve moda fetişistlerinin vazgeçilmezi olan kadına tüketim piyasasının hem reklam yüzü, hem
pazarlayıcısı, hem de tüketicisisi olma misyonunu yükledikleri görülmektedir.
597
Al-i İmrân, 3/14
598
Bakara, 2/187-228; Ebû Dâvûd, Tatavvu’, 27; İbn Hanbel, VI, 226; Müslim, Zekât, 53; İbn Hanbel,
V, 169
599
Rûm, 30/21
600
İbadet boyutunda yaşanan böyle bir ilişkinin en belirgin özelliği de iki farklı enerjinin birbiri
içinde kaybolması yani bir olması halidir. Böylelikle hayvanların yaşadığı sadece bedensel bir
rahatlamanın ötesinde rûhların da katıldığı, daha üst boyutta bir birleşim söz konusu olmaktadır.
Cinsiyetin belirleyicisi olan cinsel organlar aynı zamanda bu enerji transferine uygun yaratılmışlardır.
Bu nedenle yaradılışın tabiatına uygun düşmeyen ve rûhun kirlenmesine sebebiyet veren sapkın cinsel
ilişki çeşitleri dinimizce uygun görülmemiştir. Bkz. Ender Saraç, Artık Rûhunu da Besle kitabı içinde
‘Evlilik ve Cinsel Yaşam’, Hayykitap, İstanbul 2012, ss.127-131 Doktor Saraç ters ilişki, eş cinsellik,
gusül abdesti, hayız hali gibi durumlara da bu enerji aktarımı çerçevesinde tıbbi açıklamalar
getirmektedir.
601
İlişkinin hangi şekilde, ne vakit olması
602
Bu doğrultuda Kur’ân ve Sünnetin kaideleri doğrultusunda evlilik cinsel ilişkiyi meşrulaştırmanın
yanında onun ibadet haline gelmesini sağlayacaktır. Nitekim bu şekilde toplumun vazgeçilmezi olan
ailenin temelleri atılmış olacak sağlıklı bireylerin yetişmesine zemin hazırlanmış olacaktır.
117
“Onlar, Allah ile birlikte başka tanrıya tapmazlar; haksız yere Allah’ın
dokunulmaz kıldığı insan hayatına kıymazlar, zinâ etmezler. Zirâ bunları işleyenler
cezasını bulacak.”603 âyetinde şirk ve adam öldürmeden sonra gelen zinâ Allah
(as)’ın zinâya son derece müsâit bir ortamda dünyanın tüm güzelliklerini temsil eden
sakınarak yerine getirdiği eşsiz ibadet şekline bir örnek teşkil etmektedir.
dünyasında insanlığa musallat olan bir diğer illet olan pornografi işte bu mecralardan
etkilerinin izini süren araştırmalar çok çarpıcı veriler sunmaktadır. Özellikle erkekler
haline getirdiği kadın figüründen ötürü, erkeğin kadına olan yaklaşım ve beklentileri
118
magazin yayınları ile topluma empoze edilip stabil hale getirilmiştir.606 Nihâyetinde
bir binanın temeli gibi toplumu ayakta tutan aile kurumu da bu etkilerden nasibini
bulmaktadır.
Gazâlî tenasül uzvunun şehvetini kırmak için ilk olarak gözün haramdan
İblisin oklarından biri olan haram bakışın kalbe yaydığı zehrin609 meşru olmayan
606
Pamela Paul, Pornofied How Porn Became To Norm “Porno Nasıl Normalleşti”, Time Books
Henry Holt and Company, 2005 U.S. Bununla birlikte Sözkonusu araştırma Amerikalı araştırmacı
yazarın pornografi hakkında yaptığı kapsamlı araştırma etkilerin boyutunu gözler önüne sermektedir.
Söz konusu araştırma Amerikada yapılsa da özellikle internet ile birlikte erişimi son derece kolay hale
gelen ve küreselleşen pornonun yıkıcı etkilerini Müslüman olan ülkemiz dahil her coğrafyada artarak
hissettirdiği görülmektedir. Pornografi ve sektörünün dayattığı bu sun’î ihtiyaçlar neticesinde cinsel
sapkınlıklarda artış olduğu (fetişizm, sado-mazoşizm, eşcinsellik vs..) ve tecavüz, taciz, aile içi ensest
ilişkiler vs. gibi bir çok musibetin topluma musallat olduğu görülmektedir. Psikoterapist ve aile
danışmanlarının konu ile ilgili ortaya koydukları bilgiler ışığında gençlerin henüz ergen yaşlarda
pornografi ile tanıştıkları tespit edilmiştir.(Örneğin genç ergen bir kızın web ortamında çok kolay bir
şekilde kendi porno web sayfasını ‘myspace isimli sosyal paylaşım sitesi üzerinden’ hazırlayıp bunu
da arkadaşlar arasında havalı olduğunu savunûrken, genç bir çocuk da porno filmler varken neden bir
kız arkadaş bulma zahmetine gireyim ki diyebilmekytedir) Fromm, Freud’un cinsel devrime olan
katkısının mastürbasyonu meşru hale getirmek olduğunu savunurken üzerine inşa edilen porno
sektörünün de günümüz modern insan üzerindeki etkilerini acaba öngörebilmiş miydi?
607
Cinsel beklenti düzeyi yükseltilen insanların aile bağlarının aynı oranda zayıfladığı görülmektedir.
Araştırma kapsamında sunulan klinik bilgiler, anket verileri, röportajlar vs. göstermektedir ki artık
porno bağımlılığı bir boşanma davasında zinâ gibi suç sayılırken bilgisayardaki veriler de davada delil
olarak kabul edilmektedir. Çocukları erken yaşta pornografinin yıkıcı etkilerinden korumak
ebeveynlerin dikkat etmesi bir konudur. Ancak ebeveynin kendisi de bu batağa saplandığından sorun
çıkmaza girmektedir. Kadın ve erkeğin ilişkisini pornografik materyallerde gördüklerinden ibaret
kabul eden ergen büyüyüp topluma karıştığında enfeksiyonu yaymaya başlaması kuvvetle
muhtemeldir. ( Haber kanallarında aldatma,tecavüz, taciz beraberinde cinâyet vakaları olmadan bir
gün geçmemektedir. Ama her nedense yine bu haberler bazı medya kanalları vasıtası ile topluma yine
porno jargonu ile aktarılmaktadır) Bu araştırma yazılarının yaklaşık 10 sene önce kaleme alındığı
düşünüldüğünde; günümüzde internet erişiminin sadece bilgisayarlar değil her türlü mobil cihazdan
üzerinden yapılıyor olması ayrıca üzerinde durulması gereken bir konu olarak karşımıza çıkacaktır.
Bu doğrultuda bahsi geçen ergenler yetişkin toplumda sosyal statü bile edindiği hatta aile kurdukları
günümüzün küreselleşen dünyanın durumu ortadadır. Ülkemizde birkaç duyarlı psikolog dışında
konuya gereken önem verilmemektedir. ( sosyal paylaşım sitelerinin insan ilişkileri üzerindeki
tahribatı konuya bir giriş olabilir) ayr. güncel kaynaklar için Bkz. William M. Struthers, Wired for
İntemacy: How Pornogrpahy Hijacks the Male Brain, Green Press, 2009 U.S; Gail Dines, Pornland,
How Porn Has Hijacked Our Sexuality, U.S 2010, Beacon Press; After Pornified: How Woman Are
Transforming Pornography&Why It Really Matters, Zero Books, U.K 2012
608
Gazâlî, A.g.e, s.243
609
Münzirî, et-Tergib ve’t-Terhîb, III, 63
119
َصنَعُون َّ َّظوا فُ ُرو َج َُ ْم ذَ ِلكَ أ َ ْزكَى لَ َُ ْم إِن
ٌ ِّللاَ َخب
ْ َير بِ َما ي ِ قُل ِل ْل ُمؤْ ِمنِينَ يَغُضُّوا ِم ْن أ َ ْبص
ُ َار ِه ْم َويَحْ َف
edilen gözün zinâsı olan şehvetle bakma eyleminin, “ Zinâya yaklaşmayın. Şüphesiz
o, hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur”611 âyetinde ifâde edilen zinâya yol açan baş
duygularını tatmin etmeye yol açması aileyi içi boş bir kurum haline sokacak ve
Onların zinâsı bakıştır. Eller zinâ ederler. Onların zinâsı tutmaktır. Ayaklar zinâ
ederler. Onların zinâsı (harama doğru) harama doğru yürümektir. Ağız zinâ eder.
610
Nûr, 24/30
611
İsrâ, 17/32
612
İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l Beyân, c.5, s.508
613
Seyyid Kutub, Fi Zilâl-il Kur’ân, c.7, s.475
614
Gazâlî’nin ifâde ettiği üzere erkek bir kadına aşık (buradaki aşktan Ebû Bekir Razî’nin kalbin
hastalığı olarak tanımladığı maddi hazlara olan düşkünlüğü kastediyoruz, nitekim et-Tıbbu’r-Rûhânî
eserinin İngilizce çevirisinde aşk “carnal love”, şehvâni aşk olarak tercüme edilmiştir ayr. bkz.
Hüseyin Karaman, Ebû Bekir Râzî’nin Ahlâk Felsefesi, İz Yayıncılık, İstanbul 2004, 136-139; Ebû
Bekir Râzî, et-Tıbbu’r-Rûhânî “The Spiritual Physk of Rhazes” ‘Carnal Love and Familiatry , with a
Summary Account of Pleasure’ , ing. Ter. Arthur J. Arberry, Butler And Tanner Ltd, London, 1950,
ss.36-50 ) olduğunda artık onu kendi öz ailesi ile ilişkisi yeterli gelmeyecek tutkunu olduğu kişiyle
şehevi duygularını tatmin etmek isteyecektir. Bu vaziyetdeki birisi hayvanları bile geride bırakacak
şekilde nefsinin kölesi haline gelecektir. Zirâ hayvan cinsel tatmin konusunda seçici davranmaz iken
aklı şehvetlerinin doğrultusunda çalışan erkek kendi öz karısını bırakarak tutkunu olduğu kadını
arzulayacaktır. Gazâlî gibi Razî de yaşanmakta olan böyle şehâvani aşklara aptallık demiştir.
Bu doğrultuda Gazâlî önü baştan alınmamış ve kökleşmiş bu tutkuları ahırın kapısından içeriye giren
hayvana benzetmiştir. Zirâ artık o hayvanı ahırdan çıkarmak nerdeyse imkansızdır, kuyruğundan tutup
çekseniz dahi kuyruğu elinizde kalır. O yüzden hayvan daha ahırın kapısında dolanmaya başladığında
yuların çekmek gerekmektedir. Gazâlî, Mizanü’l Amel “Amellerde İlâhi Terazi”, ter. Abdullah Aydın,
Aydın Yayınevi, İstanbul 1970, s.249
120
Onun zinâsı öpmektir. Kalp himmet eder veya temennide bulunûr. Tenâsül organı ise
ya kalbi tasdikler veya yalanlar.”615 hadisi, bize Gazâlî’nin bu şehvetin önünü baştan
göstermektedir.
Gazâlî yine bu şehvetde de mûtedil olanı tavsiye etmiş; şehvetin ifradının aklı
dahi mağlup edeceğini, tefritin ise iktidarsızlığa yol açacağını belirterek; akla ve
olacağını da616 “Ey genç tolpluluğu! Aranızdan evlenmeye gücü yetenler evlensin.
Çünkü evlenmek, gözü haramdan korumak ve iffeti muhafaza etmek için en iyi
yoldur. Evlenme imkanı bulamayan da oruç tutsun. Çünkü orucun, kişi için şehveti
Hz. Peygamber (sav) ben kendimden sonra erkekler için kadınlardan daha
uyarmıştır. Hevâların bizleri dört bir yandan kuşattığı günümüz dünyası dikkate
Gazâlî’nin bu şehvetle nasıl başa çıkılacağı hususunda önerdiği reçete ile ilgili
ilişkilendirilecektir.
615
Buharî, Kader 9, İstizan 12; Müslim, Kader 20, 21; Ebû Dâvûd, Nikâh 43
616
Gazâlî, A.g.e, s.241
617
Buhârî, Nikâh, 3; Müslim, Nikâh, 1
618
Buhârî Nikâh 17; Müslim Zikir 97 98. Ayrıca bk. Tirmizî Edeb 31; İbni Mâce Fiten 31
121
Dil genel anlamıyla her türlü anlamlı bilginin, duygu, düşünce ve isteklerin,
kendine ait çok gelişmiş kullanım kuralları içinde; sözlü ve yazılı semboller, işaretler
kümesi şeklinde başkalarına aktarılmasını sağlayan gelişmiş bir araç, sistem veya
geliştirebilmek için birçok okul, kurs, seminerler mevcutken, etkili bir iletişimin
görülmektedir.620 Kuşeyrî’nin de ifâde ettiği üzere insan için bir tane dil, iki tane
619
İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük “dil” md., Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2006, c.1,
s.704; Selçuk Budak, Psikoloji Sözlüğü “dil” md., Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 2000, s.214
620
Doğan Cüceloğlu, Yeniden İnsan İnsana, Remzi Kitabevi, İstanbul 1992, s.167
621
Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, Ter. Dilaver Selvi, Semerkand Yayınları, İstanbul 2013,
s.288
622
Abdülkerim Kuşeyrî, A.g.e, s.285; Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.244
122
Gazâlî’nin, Hz. Peygamber (sav)’in “ Kim diline ve tenâsül organına kefil
olur, haramda kullanmayacağına dair Allah (cc)’a söz verirse, ben de onun için
623
cennete kefil olurum” hadisine istinâden, iki boşluktan biri olan ağzın, hem
midenin kapısı hem de dilin mekanı olmasına dikkat çekmesi, onun mide ve tenâsül
gözükmektedir.
Gazâlî eserlerinde oldukça tafsilatlı bir şekilde ele almaktadır. Gazâlî genel anlamda
dilin âfetlerinden sakınmak için, boş ve çok konuşma ile değerli olan sayılı nefeslerin
önü alınmalıdır.627
“ Onların fısıldaşmalarında hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi veya bir iyilik
623
Buhârî, Rikak, 23
624
Gazâlî, A.g.e, s.272
625
Ebû Abdirrahman es-Sülemî, Nefis Kusurları ve Tedâvileri, çev.Abdullah Suat Demirtaş,
Semerkand Yayınları, İstanbul 2013, s.53
626
Gazâlî, Minhac’ül Abidin, Abidler Yolu, Sad. Yaman Arıkan, Uyanış Yayınları, İstanbul 1980,
s.87
627
Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.256
628
Nisa, 4/114
123
“Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış, en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği
rızasına uygun bir kelime konuşur, o kelime sayesinde varmış olduğu makama
varacağını sanmaz. Dolayısıyla Allah Teâlâ (cc) o kelimeden ötürü rızasını kıyâmete
kadar o adam için yazar. Kişi Allah (cc)’ın gazabını hak eden bir kelime konuşur, o
kelimeden dolayı felâkete uğrayacağını sanmaz ve böylece Allah Teâlâ (cc) onun
630
üzerine o kelimeden dolayı kıyâmete kadar gazabını yazar.” hadisinden
güzelliğini, yani sadaka niteliğini632 yitirirken, aynı zamanda kişiyi yeni bir cedelin
edendir.” 634 hadisinde tarif edilenlerle aynı kefeye konacağına dikkat çekmiştir.
Gazâlî, “ Dikkat edin, derin söze dalıp gereksiz yere sözü uzatanlar helâk
konuşmaları, “Hiç kimse, bir başkasına fâsık veya kâfir demesin. Şâyet itham altında
629
Âli İmrân, 3/110
630
Buhârî, Rikâk, 23; Müslîm, Zühd, 49, 50
631
Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.257
632
“Her güzel söz sadakadır”, Müslim, Zekât, 56
633
Gazâlî, A.g.e, s.268
634
Nesâî, Kadât, 33
635
Buhârî, Edeb, 31; Müslim, İmân, 74; Buhârî, Hûdûd, 19
124
bırakılan kişide bu sıfatlar yoksa, o söz onu söyleyene döner”636 hadisine istinaden de
durumlarda dahî bunları kinâye ile ifâde etme yoluna gittikleri görülmektedir. Bu
temizlenmesi gereken kirlerden biri olduklarını kalp gözü ile idrâk etmelerinden ileri
gelmektedir.
Gazâlî, yine bir başka hadiste Hz. Peygamber (sav)’in bir mü’mine lânet
diliyle böylesine bir âfete sebebiyet verenin düşeceği durumu gözler önüne sermiştir.
bahsetmek”638 gibi cahiliye dönemine benzer şekilde, şehvâni arzulara hizmet eden
birinizin içi irin ile dolarsa, bu durum içinin şiirle dolmasından daha hayırlıdır.”639
buyurmasından anlaşılmaktadır.
Kalpleri birbirine ısındıracak espri ve şakalaşma içinde yine bir mûtedil bir
636
Buhârî, Edeb 44
637
Buhârî, Cenâiz 84, Müslim, Îmân 176, 177
638
Gazâlî, A.g.e, s.304
639
Buhârî, Edeb, 92; Müslim, Şiir 7, (2257); Ebû Dâvud, Edeb 95, (5009); Tirmizî, Edeb 71, (2855)
125
sizinle şakalaşırsam da haktan başkasını söylemem.”640 buyurarak yapılan şakanın
neden olacağının da altını çizmiştir.641 Çünkü, sadece gülüp eğlenmek amacı güden
espri ve şakalar anlık bir rahatlama hissi verse de, muhatabının kalbinde bırakacağı
zarar kalıcı nitelikte olabilmektedir. Zirâ bir kimseyi alay konusu yaparak gülüp
günaha düşmek oldukça kolay iken, bu günaha sebep olan yalanın kalpte bıraktığı
lekeyi temizlemek bir o kadar zordur. Söylenen her bir yalanda melekleri dahi
vereyim mi? O, Allah (cc)’a şirk koşmak ve anne ve babaya isyan etmektir.”
verildiği hallerin tespitinin oldukça zor olmasından ötürü Gazâlî bu konuda oldukça
640
Tirmizî, Birr, 57
641
Gazâlî, A.g.e, s.314; Gazâlî, Kimyâ-i Saâdet, Ter. A.Faruk Meyan, Bedir Yayınevi, İstanbul 2013,
s.433
642
Hucûrat, 49/11; Bakara, 2/15; En’am, 6/118; Hümeze, 104/1
643
Buhâri, İlim, 9; İbn Hanbel, VI, 127
644
Tirmizî, Birr , 46
645
Buhârî, Şehâdât 10; Müslim, Îmân 143; Tirmizî, Şehâdât 3, Birr 4
646
Buharî, Sulh 2; Müslim, Birr 101
126
ihtiyatlı olmak gerektiğinin altını çizmiştir.647 Zirâ nefsin devamlı suretle önde olma
anlamlara gelen “gayb” kökünden türeyen gıybet kavramının, hem iyi hem de kötü
sözlerle anmayı ifâde etmekle birlikte terim olarak genellikle “kötü sözlerle anma”
Gıybet hastalığı nefsin kendini üstün görüp kusurları başkalarına isnat etme
pozitivist düşünce yapısıyla sahip olduğu maddesel varlıklarla her şeye gücünün
kibirlenmektedir. Kalbi süflî arzulara meyilli ve nefsinin kölesi haline gelmiş bu kişi
nefsi emmârenin tüm huylarını taşımaktadır. Dolayısıyla da ahlâki tüm değerleri hiçe
“Arkadan çekiştiren, ayıp kusur arayan, servet toplamış ve onu sayıp durmuş
647
Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.308
648
Ebû Bekir Râzî, et-Tıbbu’r-Rûhânî ‘The Spiritual Physk of Rhazes’, ing. Ter. Arthur J. Arberry,
Butler And Tanner Ltd, London, 1950, s.61
649
Lisânü’l-‘Arab, “ġyb” md.; Mustafa Çağrıcı, DİA, Gıybet Maddesi, c.14, s.63; Rağıb el-Isfahani,
Müfredat, c.1, s.296
650
Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’ân’da Gıybet Olgusu: Bir Davranım Bozukluğu Olarak Dedikodu ve
Korunma Yolları, FÜİFD, 11:2, Elazığ 2006
651
Hümeze, 104/1-3
127
tesadüf edilen bu kişiliklerin, kalplerinin mal sevgisi ile istîlâ olduğundan rûhları da
ettiği mal ona dünyada şerefli bir hayat sürdüğü yanılsamasını yaşatırken, ölümü
itebilmektedir.652 Kur’ân’da
. ََوبَنِين
“Olur olmaz yemin eden, aşağılık, dâima kusur arayıp iğneleyen, durmadan laf
götüren, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günahkar, huysuz ve sert, bütün bunlardan
sonra bir de ne idüğü belirsiz kimselere, serveti ve çocukları var diye sakın boyun
eğme.”653 âyetlerinde dedikodunun yanında dilin bir diğer âfeti olan nemimeye de
gelen dedikodu655 aynı zamanda bir davranış bozukluğu olarak kabul edilmektedir.656
Anna Freud’un (ö.1982) geliştirdiği egonun savunma mekanizmaları içinde yer alan
652
Seyyid Kutub, Fî Zilâl-il Kur’ân, c.10, ss.562, 563
653
Kalem, 68/10-14
654
Gazâlî kovuculuk bahsinde özellikle bu konu üzerinde durmuş âyetde geçen geçen “zenim”
sözcüğüne söz tutamayan piç diye meal verildiğinin vurgusunu yapmıştır.
655
İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük “dedikodu” md., Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2006,
s.644
656
Abdurrahman Kasapoğlu, A.g.m, s.52; Engin Geçtan, Psikodinamik Psikiyatri ve Normal Dışı
Davranışlar, Remzi Kitabevi, İstanbul 2000, s.91
657
Babasının içgüdüsel dürtüleri merkeze alan psikanaliz yöntemini egonun seyri üzerine kaydıran
Anna Freud benliğin kendi değerini koruma girişimlerini egonun savunma mekanizmaları ile
açıklamıştır. Anksiyete ile başa çıkma noktasında ego yetersiz kaldığında gerçekçi olmayan bu
yöntemlere başvurmaktadır. Egonun işlevselliğinin farkına varan psikiyatrist “ego psikolojisi”
kavramının ortaya çıkmasında rol oynamıştır. Geliştirdiği Ego psikolojisinde babasına nazaran insan
nefsi üzerinde daha olumlu yaklaşımlar sergilendiği görülmektedir. Ayr. bkz. Mustafa Merter,
128
mekanizmalarını ise anksiyete ile başa çıkma noktasında benliğin, kendi yetersiz ve
muhtemeldir. Diğer bir deyişle kişi-içi iletişimin sağlıksız olmasından ötürü bir
çatışma hali ortaya çıkmaktadır.659 Artı ile eksi kutuplar arasında, bir yandan
hazlarına660 diğer yandan da gerçek mutluluğa doğru gelgitler yaşayan insan ancak
Psikolojinin Üçüncü Boyutu Nefs Psikolojisi ve Rüyaların Dili “Ek 1 Anna Freud”, Kaknüs Yayınları,
İstanbul 2014, s.666; Anna Freud, Ego ve Savunma Mekanizmaları, Bağlam Yayıncılık, İstanbul
1989, ss.49-51
658
İç görü: Dürtülerin, güdülerin, savunmaların, ilişki ve çatışmaların bilincinde olabilme yetisi.
659
Üstün Dökmen, İletişim Çatışmaları ve Empati, Sistem Yayıncılık, İstanbul 2006, s.21 Burada
düşünme (tefekkür), kişisel ihtiyaçlarının farkına varılması ve iç gözlem yapılması gibi kişinin iç
iletişiminde gerçekleşen süreçler kastedilmektedir. Yazar iletişim ve çatışmalarını gruplandırıp
sıralarken (1.Kişi-içi iletişim ve çatışma,2.Kişilerarası iletişim ve çatışma, 3.Örgüt-içi iletişim ve
çatışma, 4.Kitle iletişimi ve çatışma) ilk sırada kişinin kendi içindeki çatışmaya yer verdiği dikkat
çekmektedir. Nitekim ifâde edildiği üzere kişinin çevresiyle kuracağı iletişimin başlangıç noktası
kendi içindeki iletişimdir. Bu iletişimin olumlu yada olumsuz etkilerinin diğer tüm iletişim türleri
üzerinde hissedilmesi ayrıca üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır.
660
Buradaki hazdan kasıt hevâlar yani kalbin tutkunu olduğu dünyalık zevklerdir.(israf derecesinde
mal mülk tutukunluğu, yeme içme ve cinsellikte aşırı özgürlük, ihtiyaçtan fazla para biriktirme,
şöhret, makam vs) Kalbe hiçbir zaman rahatlık ya da huzur getirmeyecek olan bu sun’î ihtiyaçlar
aksine huzursuzluğun kaynağı olmaktadır.
661
Mustafa Merter ise çalışmasında bu insanı ip üzerinde yürümeye çalışan bir insana benzetmiştir.
Daha önce bahsini yaptığımız tüketim sektörünün tüm dinamikleri ise bu süreçte dengesini bozup
ipten düşmesi için kişiye olumsuz etkide bulunmaktadır. Verilen mesajların niteliği, yönlendirmesi ve
kaynağı yine aynıdır. Örnek mesajlar: -Onaylanmaya ihtiyacın yok, her ne yaparsan yap, başkasına
zarar vermediğin müddetçe bu senin hakkındır.( nefsi yücelten new age akımları)-Hazcılığı özendiren
her türlü mesaj -Başkalarının hayatıyla ilgilen magazin eğlencelidir dedikodu yapılabilir. –Cinsellikte
tabuları yık porno seyrederek bu yönünü renklendir –Teşhircilik modern olmanın bir işaretidir ve sen
de modaya uy. Hazcılığı özendirip ahlâk kavramının içini boşaltmaya çalışan tüm mesajlar buna örnek
olarak verilebilir. Ayr. bkz. Mustafa Merter, Nefs Piskolojisi KişilikYapısı ve Medyatik
Zehirlenme,‘İnsan-Kendi kendi ilişkisi’ bölümü, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2014, ss.339-345
129
örnekte davranım bozuklarından ve kalbin hastalıklarından biri olan gıybettir
(dedikodu).662
çaresizlik içinde kalan Mekkeli müşrikler, başta Hz. Peygamber (sav) olmak üzere
ٌ ّللاَ تَ َّو
اب َّر ِحي ٌم َّ ب أ َ َح ُد ُك ْم أَن َيأ ْ ُك َل َلحْ َم أ َ ِخي ِه َم ْيت اا فَك َِر ْهت ُ ُمو ُه َواتَّقُوا
َّ َّّللاَ ِإن ُّ أَيُ ِح
“Ey îman edenler! Zannın çoğundan sakının; çünkü bazı zanlar günahtır. Gizlilikleri
etini yemekten hoşlanır mı? Bak bundan tiksindiniz! Allah’a itaatsizlikten sakının.
etmekle yamyamlık arasında eşsiz bir benzerlik vurgusu yapılmıştır. Ölü eti yeme
fikri ile dedikodu edenin zihninde tiksindirici bir sahne yaratılarak bu davranışın
667
terkedilmesi istenmektedir. Müslümanın kanı, malı gibi namusunun da haram
662
İç görü eksikliği ve yukarıda saydığımız dış etkenlerden dolayı yetersizlik ve mutsuzluk duyguları
içine giren birey yansıtma türü olan dedikoduya başvurmaktadır. Ancak bu hastalığın yıkıcı etkileri
dedikodu yapanından, dedikodusu yapılana, dinleyeninden göz yumanına kadar herkeste görülür.
663
Hümeze, 104/1
664
Kalem, 68/4
665
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.325
666
Hucurât, 49/12
667
İsmail Hakkı Bursevî, Rûh’ul-Beyân Tefsîri, s.212
130
olmasından ötürü, gıybetin, ırz düşmanlığı ile bir tutulduğu bir çok hadiste
görülmektedir.668
konuşmanın dışında işâret, imâ, göz kırpma, kaş oynatmak, yazı, el hareketleri gibi
anlam taşıyan her türlü her tutum aracılığı ile yapılabilmektedir. Örneğin bir kişinin
fiziksel özelliklerini elle imâ etmek ya da taklit ederek tasvir etmek sözlü gıybetten
üzerindeki iz düşümleri ile karşılaşılmaktadır.671 Yine bir diğer faktör olan kötü zan
su-i zan yani kötü düşünceler kalbi istila etmiş ise dile düşmese dahi gıybet olarak
668
Gazâlî, A.g.e, c.3, s.315; Düşünürümüz aynı zamanda Hz. Peygamber (sav)’in ümmetini uyarmak
maksadıyla bu davranışı kötülediği birçok hadisine yer vermiştir; Buhârî, Edeb 50, Müslim, İman 169,
(105); Ebû Dâvud, Edeb 38, (4771); Tirmizî, Birr 79, (2027); Ebû Dâvud, Edeb 40, (4874); Tirmizi,
Birr 23, (1935); Müslim, Birr 70 (2589)
669
Kişiler arası gerçekleşen iletişimde duygu, düşünce ve istekler dil ile sözlü olarak aktarıldığı gibi
sözsüz olarak da bu istenen mesaj karşılıklı olarak verilip alınabilir. Yani aynı mekânda, psikolojik
nitelik taşıyan sosyal bir etkileşim içinde olmak kaydı ile sözlü ya da sözsüz gerçekleşebilir. Yazı her
ne kadar kişiler arası iletişim türü olarak kabul edilmese de (internet üzerinden yapılan yazışmalar
dikkate alınarak tanımın güncellenmesi gerekebilir, Zirâ sosyal medya diye tabir edilen sisteme herkes
iştirak edebilmekte birbirleri ile iletişime geçebilmektedir) Gazâlî’nin de belirttiği üzere yazı ile
başkalarına mesaj iletmek suretiyle iletişime geçildiğinden gıybet vesilesi olabilmektedir. Ayr. bkz.
Üstün Dökmen, İletişim Çatışmaları ve Empati, bilgileri gir; Yaşar Çağlayan, Ötüken Türkçe Sözlük
‘iletişim’ md., Ötüken Neşriyat, İstanbul 2007, c.2, s.2139
670
Gazâlî, A.g.e, c.3, s.322
671
Düşürümüzün saydığı nedenler arasında günümüzde özellikle gençler arasında oldukça yaygın olan
arkadaşlar tarafından beğenilmeme ve dışlanma kaygısını da saymaktadır. Bu arkadaşlıklar dedikodu
içerikli konuşmaların sosyallik olarak algılandığı iletişimler üzerine kuruludur. Özellikle sosyal
medya sadece gençleri değil 7’den 70’e herkesi kendisine bağlamış (facebook, twitter vs) , gıybeti
kitlesel kimliğine sokup meşrulaştırmıştır. Yıkıcı etkilerini de günden güne artırmaktadır . Nitelim
Gazâlî’nin ifâde ettiği üzere hayranlıkla ve can kulağı ile dinlenen gıybetin zamanımızda nüfus
etmediği coğrafya kalmamıştır.
672
Abdülkâdir Geylânî, Geylânî Tefsiri, thk. Muhammed Fadel Ceylani, Ceylani İlim Araştırma ve
Yayın Merkezi, İsrtanbul 2013, c.5, s.370
131
kabul edilmektedir. Zirâ insanın kalbinden birçok kötü zan geçebilir önemli olan Hz.
Peygamber’in (sav) belirttiği üzere bu zanlara kalpte yer vermemektir. 673 Nitekim bu
araştırmaya yani casusluğa (tecessüs) neden olur. Bu noktada, zanda bulunanın zanda
bir fakir gördüm, üzerinde ibadet ehlinin alâmeti vardı. İnsanlardan bir şeyler dileniyordu.
İçimden kendi kendime, ‘Keşke şu adam kendisini dilenmekten kurtaracak bir iş yapsaydı
onun için daha güzel olurdu’ diye düşündüm. İşim bitince evime döndüm. Gece namaz,
ağlama ve başka şeylerden gecelik virdim vardı. Bütün virdlerim bana ağır geldi. Gece
rüyamda o fakir adamı gördüm. Onu bir tepsi içine uzatmışlar ve bana ‘Onun etini ye, sen
kabahatlarini bulup ifşâ etme alışkanlığının nefsi tanıyamamaktan ileri geldiği kabul
insanları ayıplamaktan vazgeçip kendi ayıbı ile meşgul olmadıkça kalbe bulaşan bu
673
Buhârî, Edep, 58; Müslim, Birr, 28
674
Gazâlî, Mizânü’l-Amel ‘Amellerde İlâhi Terazi’, ter. Abdullah Aydın, Aydın Yayınevi, İstanbul
1971, s.396
675
Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, ter. Dilaver Selvi, Semerkand Yayınları, İstanbul 2013,
ss.339-340
676
Ebû Abdirrahman es-Sülemî, Sülemî’nin Risâleleri, Tasavvufun Ana İlkeleri, ter. Süleyman Ateş,
Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1981, s.57
677
Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.319
132
sebepleri ortaya çıkaran huyların zıddını tatbik etmekle mümkün olduğundan 678,
duyacak kimsenin, gıybeti yapılan kişi ile empati kurarak bu eksiklikleri fark
678
Gazâlî, A.g.e, s.329
679
Hâris el-Muhâsibî, Risâletü’l-Müsterşidîn, Ahlâk ve Arınma, ter. Rukiye Kalraköse, İstanbul 2010,
s.23
680
Yunancada hissetme anlamına gelen empati, başkalarının duygularını paylaşabilme, başkasının ne
hissettiğini bilebilme olarak tanımlanmaktadır. Varoluşçu akımın öncülerinde Carl Rogers’ın tanımına
göre ise kendini başkasının yerine koyarak olaylara onun gözüyle bakabilmek.(Sempatiden farklı
olarak karşı taraf ile özdeşleme sözkonusu değildir) ayr. bkz.Carl R. Rogers, Yarının İnsanı ‘Değeri
Bilinmeyen Bir Var olma Yolu: Empati’ , çev. F. C.han Dansuk, İstanbul 2012; Üstün Dökmen,
İletişim Çatışmaları ve Empati, bilgileri gir
681
Benlik hissinin gelişimi ve kişiliğinin şekillenebilmesi açısından çocukluk döneminde
benmerkezci davranışlar normal karşılanmaktadır. Ancak unutulmaması gereken empati yeteneğinin
temellerinin bu dönemde atıldığıdır. Anne ve babaya bu noktada önemli görevler düşmektedir. Gazâlî
İhya eserinde gelişme çağındaki çocukların eğitim metodu ve terbiyesi ile ilgili ayrı bir bölüm kaleme
alarak konunun önemine dikkat çekmiştir. Bkz. Gazâlî, A.g.e, ss.159-164
682
Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.330
683
Gazâlî, A.g.e , c.3, s.362
133
kişinin, Allah (cc)’ın gizli kalmasını istediği gizli taraflarını araştırıp tecessüs684
ederek ifşa etmek yerine, ilk olarak kalbinde su-i zana sebebiyet veren dinamikleri
kendisinde gözlemleyebilmelidir.
Sonuç olarak âfetleri bu kadar fazla ve kalbi bu denli olumsuz tesiri olan
kalbin tasfiyesinde sürekli musîbetler için itidâl reçetesini öneren Gazâlî de çok
işleri tavsiye etmek ve insanların arasını bulmak hariç, konuşmada hayır yoktur.”685
adına ona musallat edilen gazabın, insanda fıtrî bir özellik olmasından dolayı yok
ayrıca fıtratının bir gereği olan gazap gücünün hangi koşullarda nefse fayda ya da
Mahalli kanın toplandığı kalp olan öfke ateşi, muhtemel tehditlere karşı kanı
kaynatarak vücudun tüm organlarına sirâyet edebilen bir kuvvet olarak kabul edilir.
684
Bir kimsenin öğrenilmesini istemediği özel durumunu merak etme, araştırıp soruşturma anlamında
ahlâk terimi ( Mustafa Çağrıcı, DİA, “Tecessüs”, c.40, ss.246-247)
685
Nisâ, 4/114
686
İbn Kesir, Hadislerle Kur’ân-ı Kerîm Tefsîri, c.5, s.1926
687
Tirmizî, 4, 660
134
Bu nedenle öfke duygusunun, nefsin sıfatları doğrultusunda ortaya çıkmasına vesîle
olan etkenleri hesab edebilmek, bize tedâvisi için de ipuçları sunabilecektir. Zirâ,
kanın içinde coşarak kalpten tüm azalara yayılan ve Şeytan dışında kimsenin çıkarına
olmayan bu hissin yol açtığı yıkımlar tüm çıplaklığıyla her yerde göz önündedir.
has olağan bir his olduğunu gösterirken; kızgınlığının yalnızca Allah (cc) rızâsı için
etmektedir.688
ِ ْب ا ْل ُمح
َسنِين ِ ََّاظ ِمينَ ا ْلغَ ْي َظ َوا ْلعَافِينَ ع َِن الن
ُّ اس َوّللاُ يُ ِح ِ س َّراء َوالض ََّّراء َوا ْلك
َّ الَّ ِذينَ يُن ِفقُونَ فِي ال
öfkesini Allah (cc) rızâsı için kontrol edene ihsan kapılarının açılacağı
belirtilmiştir.691
Diğer bir ifâde ile; öfkeyi yutmak suretiyle kontrol altına almak tek başına
yeterli gelmemektedir. Önemli olan bu öfkenin köklü bir kin veya korkunç bir
688
Buhârî, Hudûd, 12; Müslim, Hudûd, 8
689
Âl-i İmrân, 4/134
690
Ebû Davud, Edeb, 3; Tirmizî, Birr, 74
691
Âyetde geçen “gayz” ifâdesi kızgınlıktan kalbin yanıp tutuşmasına neden olan gazabın ifrat
derecesidir ve bu duygunun hapsedilmesi gerekmektedir. İslâmi kaynaklarda gazap kelimesi hem
Allah (cc)’a hem de insanlara nisbet edilmiş iken gayzın sadece insanlara nisbet edilmesi de gazap
duygusunun itidâl olanının övüldüğünü göstermektedir. İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l Beyân Tefsîri,
s.83; Mustafa Çağrıcı, DİA “gazap” md., c.13, ss.36-37
135
intikam hissine dönüşmesine izin vermeden affetme ihsanını gösterebilmektir.692
Nitekim âyette mallarında cömert olanların yanında Allah (cc) için alçakgönüllü ve
tutksundan kaynaklı, zarûrî olmayan ihtiyaçlara karşı nefiste ortaya çıkan sun’î açlık,
Gazâlî’nin ifâde ettiği üzere öfkeyi aslından sıyırmakta, kalbi de kin ve haset gibi
iffet huylarına doğru yönlendirmekle görevli olan nefs-i nâtıka yani akıl, akl-ı
me’aş696 mertebesinde ise öfke, kalbe yer eden sun’î ihtiyaçların kaybedilme
692
Seyyid Kutub, Fî Zilâl-il Kur’ân, c.2, s.186
693
İbn Kesîr, Hadislerle Kur’ân-ı Kerîm Tefsiri, c.4, s.1368
694
Kulun Allah (cc)’a ulaşmak için çıktığı yolda, dini yaşantısı için elzem olan ihtiyaçları karşılayan
olanakların elinden alınmasına karşı duyulan öfke olağan ve gerekli görülmektedir. Zirâ Gazâlî’nin bu
öfkeyi yok etmenin imkânsızlığını ayrıca dile getirmiştir. Bu ihtiyaçlar Maslow’un piramidinde ilk iki
basamağa dağılmış fizyolojik ve güvenlik ihtiyaçlarını kapsamaktadır.
695
Gazâlî’ye göre zarûrî olmayan ihtiyaçlar için gösterilen hiddetin tedâvisi imkân dâhilindedir.
Bunun yolu da, âhiret yolculuğunda yük haline gelecek bu şeylere karşı beslenen sevginin kalpten
çıkarılmasından geçmektedir. Diğer taraftan gazapta ifrat derecesinde gevşeklik göstermekte nefsin
tedâvisini gerektirmektedir. Düşünürümüz bu ikisi arasındaki ince çizgiyi kıldan ince kılıştan keskin
olan “Sırati- Müstakim” e benzetmiştir. Bkz. Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.383
696
Akl-ı Me’aş: Aklın en alt seviyesini ifâde eden bu aşamada akıl bedeninin rahatını, nefsinin şehvet
ve menfaatleri kollar âhiret için herhangi bir amelde bulunmaz. Şehvetlerin hizmetine tayin edilmiş
akıl türüdür.
697
Yani akıl öfkeye karşı ağırlığını koymaktan aciz kaldığında Allah (cc)’ın dimağın bir köşesinde
sıkışmasını emrettiği öfke aklı dimağın tahtından eder. Bkz. Ömer el-Fuâdî, Nefsin Özellikleri, ter.
Ahmet Cahid Haksever, Hoşgörü Yayınları, İstanbul 2015, ss.61-63
698
Ebû Bekir Râzî’nin öfke konusunda verdiği örneklere baktığımızda öfkesini kontrol edemeyen kişi
çok ufak sebeplerden ötürü kendi organlarına dahi zarar verecek seviyede davranışlar sergilemektedir.
136
Diğer taraftan akl-ı me’ad699 mertebesinde akıl nefsin arzularını kontrol
Peygamber (sav)’in “Gerçek yiğit güreş meydanında rakibini yenen değil öfkesini
yenendir”701 buyurarak öfkesine hakim olanı savaş meydanında her türlü tehlikeye
olan cesaret ile savaş meydanında düşmanın üzerine çullanan yiğit misali
nefsi harekete geçirmesi doğal karşılanırken aklın, nefsin hevâları uğruna öfkenin
kontrolü altına girmesi kin olarak isimlendirilen hastalığın belirtisi olarak kabul
Bu nedenle öfke hissi nefse daha sirâyet etmeden kişi hemen kendisini muhâsebeye çekmesi
gerekmektedir. Bu muhâsebe için de Gazâlî’nin ısrarla üzerinde durduğu üzere, riyâzet ile nefsin
terbiye edilmiş olması gerekmektedir. Ayrıca öfkeyi yiğitlik, erkeklik gibi sıfatlarla yüceltirken
yumuşak huyluluğu enayilik yada bir zafiyet olarak gören anlayışı Gazâlî yaşadığı dönemin cahil
insanların davranışlarıyla açıklamıştır. Günümüz zorbalık modasının da toplumsal ve kitlesel bir
cahilleşmeden ileri geldiği bu noktada söylenebilir. Ebû Bekir Râzî, et- Tıbbu’r-Rûhânî “Spiritual
Physic”, ing. Ter. Arthur J. Arberry, Butler And Tanner Ltd, London, 1950, p.59
699
Tedâvisi gerekli olan öfkeye sebebiyet veren dünyalıkların âhiret yolculuğunda sadece bir araç
olarak idrâk eden aklın bulunduğu mertebeye verilen isimdir. Dünya metası, bu mertebedeki akıl
sahibi için bir şey ifâde etmez iken, bununla ilgili olarak bir kaygısı da sözkonusu değildir.
700
Gazâlî’nin ahlâk nazariyesinde zarûrî olmayan bu ihtiyaçlara olan açlık nefsin cahilliğinden ileri
gelmektedir. Cahilliğinden ötürü sürekli şehvet ve ihtiyaçlarını artırmaktadır. Aksi takdirde kalbin
tutkuyla bağlandığı bu şehvetlerin aynı oranda elem ve kederi de beraberinde getireceğini hesap
etmesi muhtemeldir.
701
Müslim, Birr, 107
702
Gazâlî, Mizanü’l Amel “Amellerde İlâhi Terazi”, ter. Abdullay Aydın, Aydın Yayınevi, İstanbul
1971, ss.255-256
703
İbn Manzur, Lisanü’l Arab ‘hkd’; Mustafa Çağrıcı, DİA “kin”md., c.26, ss.30-31
704
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.411
137
Doğumundan ölümüne kadar varoluşunun getirmiş olduğu temel kaygıyla
almasına koşul hazırlayan kaygı ile olan ilişkisini de göz ardı etmemek
gerekmektedir.
olası değildir. Fıtratı gereği gözünü açtığı dünyada dâimi bir acziyet içerisinde
kalbinde Rabbi yerine koymaya çalıştığı şey ne olursa olsun içinde bulunduğu kısır
döngüden kurtulamamaktadır.708
705
Karen Horney, Çağımızın Nevrotik Kişiliği, çev. Selma Koçak, Doruk Yayınları, İstanbul 2007,
s.42 Yani nefsi ile hesaplaşma cesareti gösteremeyen insanın anksiyetisini yenmesi de olası
görülmemektedir. Burada Horney nevrotik kişilik bozukluklarına yol açtığını öne sürdüğü korku ile
kaygı karıştırılmaması gerektiğini vurgulamıştır. Korku sadece görünen bir tehlikeye karşı bir tepki
iken kaygı görünmez düşmanlara karşı hissedilen daha öznel bir duygu olarak kabul edilir. Daha önce
de ifâde ettiğimiz üzere varoluşçuların kabul ettiği temel kaygıların kaynağı ölüm anksiyetesi, insana
ortaya çıkan diğer kaygılarının mantıklı olduğu yanılgısını yaşatmaktadır. Buna örnek olarak
Şeytanın vesvese ile fakir kalma korkusu ile insana mal yığdırması verilebilir.
706
Öfkenin yutulması suretiyle kalbin yatıştırılması düşmanlığın baskılanmasıyla bilinç düzeyinden
uzaklaştırılması olarak kabul edilebilir.
707
Bu temel kaygıyla geliştirilen dört güçlü savunma mekanizması ile başa çıkılmaya çalışılmaktadır.
Bunlar sevilme, itaat etme, güçlü olma (para, makam vs), insanlardan uzaklaşmadır. Horney’in ifâde
ettiği üzere nevrozların yapıtaşı olarak kabul edilen temel kaygı ve neticesinde düşmanlık duygusu
farklı dozajlarda her normal olarak nitelenen insanda bulunmaktadır. Yazarın çalışmasında nevrotik
kişilik yapısına kaynak noktasını ince analizleri neticesinde olması gereken yer olan temel kaygı ve
anksiyeteye dayandırmış olsa da temel kaygı ve anksiyeteye sebebiyet veren koşulları ortaya
koyamamış olduğu gözlemlenmektedir.
708
Temel kaygısını, yaratılmış olanlara karşı hissedilen koşulsuz sevgi ya da mal-mülk düşkünlüğü
ile gidermeye çabalayan nevrotik kişilik yeni bir düşmanlığın (kin) ve kaygının kapısını aralamış
olmaktadırlar. Bkz. Horney, A.g.e, ss.121-122 Günümüzde yakınlarını böylesi bir sevgi uğruna
işkence edip katledenlerle daha çok karşılaşılmaktadır.
138
Görülmektedir ki modern psikoloji, kaygı ve akabinde tarif edilemez
davranış olarak tanımlarken, Gazâlî kalbin hastalığı olarak tanımladığı kalpte kök
salan düşmanlık hissinin bir diğer hastalık olan hasedi de tetiklediğinin analizini
Ateş meşrepli İblis, Hz. Adem (as)’in halife sıfatını kıskanıp secdeden
kaçınmak suretiyle ilk hased günahı işlerken710 Hz. Peygamber (sav) de ümmetine,
insan nefsindeki bu temayülü iyi bilmesinden ötürü ateşin odunu yediği gibi hasedin
düşmanlığın Muhâsibî’nin imâ ettiği üzere İblis’in Âdem (as)’a duyduğu hasetten
bir sıfattır.713 Gazâlî’nin de ifâde ettiği üzere düşmanlık ve kin haseti doğuran
özelliklerin farkına varıp bu yıkıcı duyguyu kendisini geliştirmeye yönelik bir itici
709
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, ss.411-424
710
Bakara, 2/34
711
Ebu Davud, Edeb, 44; İbn Mâce, Zühd, 22
712
Zafer Erginli, Hâris Muhâsibî ve Nefis Kavramı, Karadeniz Yayınları, Rize 2008, s.175 Muhâsibî
haset kavramını yaptığı psikolojik tahlillerle çok ayrıntılı bir şekilde ortaya koymuş, Gazâlî’yi de bu
konuda etkileyen mutasavvıf olmuştur. Ayr. bkz. Muhâsibî, er-Riâye li Hukûkillah “Kalp Hayatı”,
ter. Abdülhakim Yüce, Işık Yayınları, İzmir 2012, ss.485-513
713
Âl-i İmrân, 3/118-120
714
Gazâlî, A.g.e, s.438; Muhâsibîye göre de kindarın kişinin hasedi hasetlerin en şiddetlisidir. Allah
(cc)’ın hiçbir nimetini kin duyduklarında görmek istemez, dini ve dünyevi hususlarda en kötü halde
olmalarını isterler. Şeytanın insana duyduğu ebedi düşmanlık ve hasedinin tezahürüne günümüzde
Müslüman dünyasına karşı yürütülen sistematik zulüm programları örnek olarak gösterilebilir.
Müminin Kur’ân ve Sünnet rehberliğinde dünya ile âhiret arasında kurmuş olduğu ilâhî dengeyi
kıskanan İblisin müteffikleri, bu doğrultuda hasetlerinden her türlü hileye başvurabilmektedirler. Bu
doğrultuda küreselleştirilen şiddet ve terör olayları Müslüman dünyasına mal edilmeye
çalışılmaktadır.
139
kuvvet olarak kullanabilme yetisi de mevcuttur.715 Ancak bu tür haset Muhâsibî’nin
ifâde ettiği üzere iyilikte yarışmak suretiyle ortaya çıkan rekabetten ileri
doğrultuda Hz. Peygamber (sav)’in belirttiği üzere Allah (cc)’ın kendisine verdiği
malı hayır yolunda harcayan ve ilmi ile amel eden kişiye imrenmek ve onun gibi
Dünyanın geçici ve değersiz malları için yarışan kişi ise, yaşayacağı ahlâki
sabırsızlığından dolayı elde etmek istediği dünya nimetleri için her türlü zulüm,
715
Leylâ Navaro, Haset ve Rekabet Kendi Kuyruğunu Yiyen Yılan, Remzi Kitabevi, İstanbul 2011,
s.41 Ancak nefsin tekamülü açısından burada öne çıkan konu eksikliği hissedilen bu sıfatların kalpte
yer eden hevâlardan mı yoksa rahmani duygulardan mı kaynaklı olduğunun tespitidir.
716
Haram olmayan bu haset duygusu. Haram olarak kabul edilen haset duygusu ise nevrotik bireylere
atfedilen bir davranış kalıbı olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü onlar normal insanlar sahip olmak
istediği şeyleri bir insanda gördüğü vakit ona gıpta ederken, nevrotikler başkalarının sahip olduğu bu
özellikleri onlara çok görürler.
717
Gazâlî, A.g.e, s.430
718
Mutaffifîn, 83/26
719
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, c.8, s.5663
720
Buhârî, İlim, 15
721
Seyyid Kutub, Fî Zilâl-il Kur’ân, c.10, s.411
140
psikolojik ortam ile nefsin hased, kıskançlık ve biricik olma gibi arzularını sürekli
tahrik etmektedir.722
yattığını belirtmiştir723
Putperetslik)
Şeytanî vasıflı bir duygu olan hasedi ortaya çıkaran nedenlere baktığımızda,
dünyaya karşı olan ilgi ve alâkanın ölçüsüzlüğü ile karşılaşılmaktadır. İblis, kıyâmete
değin düşmanı olan insanoğlunu boş ümitler, yapay sevdalar ve idealler peşinde
koşturup kalpleri Allah (cc) yolundan saptıracağına dair Allah (cc)’a yemin
722
Erdoğan Çalak, Küresel Sistemde İnsan Kalmak, Hayykitap, İstanbul 2015, s.41 Psikiyatrist
eserinde insan ihtiyaçlarının gerçek ve bizim sun’î ihtiyaçlar olarak tanımladığımız narsist ihtiyaçlar
olarak ikiye ayrıldığını vurgulamıştır. Yani diğer bir ifâde ile ekonomik sistem kazancını insanın
varoluş sancıları üzerinden elde ederken, reklamlarda verdikleri “Siz bizim için önemlisiniz ya da
değerlisiniz “ mesajlarının samîmîyeti tartışma konusudur. Empatinin zıttı olan egosantirizm
(benmerkezcilik) ve narsistik ihtiyaçlar çocukluk döneminde kişiliğin sağlıklı gelişimi açısından
gerekli görülmektedir. Ebeveynlerin özellikle annenin bu ihtiyaçlara (neşelenme, kucak ihtiyacı,
gözyaşı vs.) vereceği geribildirimler önem teşkil etmektedir. Annenin empati eksikliği çocuğun iç
iletişiminde olması gereken bu unsurlar ilişki repertuvarından silinmektedir. Dolayısıyla yetişkinlik
dönemine ertelenen benmerkezci davranış biçimi rûhsal ve davranış bozuklukların bir göstergesi
olarak varlığını hissettirmektedir. (Yapılan araştırmalarda çocuk tacizcileri, tecavüzcüler,
psikopatların empatiden tamamen yoksun oldukları saptanmıştır)
723
Ucub, kibir, arzulanan dünyalık hedeflere ulaşamama kaygısı, baş olma sevdası. Bu duyguların
birlikte yaşayan ve sürekli iletişim durumunda olan toplumun her sınıfında ortaya çıkması kuvvetle
muhtemeldir. (akrabalar, meslektaşlar, bilim adamları, din alimleri vs) Gazâlî çağının din alimleri
arasında yaşanan bu hasedi ma’rifet eksikliğinden kaynaklandığını ifâde etmiştir. Nitekim dünyada
mal, mevki, itibara yönelik meslektaşlarına fark atmaya öne çıkmaya çalışan bir din alimi, nefsini
tezkiye ile mertebe atlatmak yerine dünyadaki mertebesini artırıp baş olma sevdasına kapılmaktadır.
Bkz. Gazâlî, , İhyâ’u Ulûm’id-Dîn ,c.3, ss.436-441
141
etmiştir.724 İnsan nefsinin dünya ve süsüne olan tutkusu hususunda geniş mâlumat ve
tecrübeye sahip olan İblis’in, kalbe hevâ kapılarından inatla sızmaya çalışmasını da
gönderildiğini haber alınca onlara ilk yönelttiği soru dünyayı sevip sevmedikleri
olmuştur.727
Yakın olmak mânâsına gelen dünya kelimesi Kur’ân’da birçok âyette728 hayat
çekilmiştir.729
َاآلخ َرةُ َخي ٌْر ِللَّ ِذينَ يَتَّقُونَ أَ َفالَ ت َ ْع ِقلُون ٌ َو َما ا ْل َحيَاةُ ال ُّد ْن َيا ِإالَّ لَ ِع
ُ ب َولََ ٌْو َو َللد
ِ َّار
“Dünya hayatı bir oyundan, bir oyalanmadan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu
ise, sakınacaklar için elbet daha hayırlıdır. Halâ düşünmüyor musunuz?”730 Âyette
724
Nisa, 4/118 bkz. âyet tefsiri Elmalı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Neşriyat, İstanbul
1979, c.3, s.1472, 1473
725
Sınırlı güç ve imkanlarla yaratılan insan sınırsız olan isteklere sahip olması hasebiyle, ihtiyarlayıp
güç kuvvetten düşse dahi dünya sevgisi ve uzun emel hırsında hiçbir azalma olmamaktadır; Buhârî,
Rikâk, 5; İbn Mâce, Züdh 27; Gazâlî, Mükâşefetü’l-Kulûb “Kalblerin Keşfi”, ter. Hüseyin S. Erdoğan,
Hisar Yayınevi, İstanbul, s.112
726
Müslim, Zekât, 116
727
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.475; İblis bu noktada ümmetin putlara tapıp tapmadıklarına
aldırış etmemektedir. Onun için önemli olan insan kalbine atacağı hevâ putlarıdır. Bunu da ancak
dünyaya olan aşırı arzu ve isteklerlerden geçtiğini bilmektedir. Nitekim Gazâlî İbrahim suresi 35.
âyetindeki putları dünyanın altınına, parasına benzetmiştir.
728
Âl-i İmran, 3/185; En’âm, 6/32; Ankebût, 29/64; Lokman, 33/31; Fâtır, 35/5; Muhammed, 47/36;
Hâdid, 57/20
729
Süleyman Uludağ, DİA “dünya” md., c.10, s.22
730
En’âm, 6/32
142
yapılan kıyaslama ile dünyanın âhiret nezdinde gerçeğin bir sûreti, bir gölgesi diğer
bir ifâde ile çocuğun elinde olan bir oyuncak nispetinde olduğu anlaşılmaktadır.
göstermesinde oyunun nasıl ki büyük rolü varsa dünyanın da nefsin uhrevî saadetleri
dünyadan geçmektedir.731
Diğer taraftan,
ََّار ْاآل ِخ َرةَ لَ َِ َي ا ْل َحيَ َوانُ لَ ْو كَانُوا يَ ْعلَ ُمون ٌ َو َما َه ِذ ِه ا ْل َح َياةُ ال ُّد ْنيَا إِ َّال لََ ٌْو َو َل ِع
َ ب َوإِنَّ الد
“Bu dünya hayatı bir eğlenceden, bir oyundan başka (şey) değildir. Âhiret yurdu (na
seslenmektedir.
zaman zaman ilk sıraya alınsa da, ibadet ve âhiretden geri kalma sözkonusu değildir.
731
Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l Gayb “Tefsiri Kebir”, ter. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık Kılıç,
Sadık Doğru, Akçağ Yayınları, Ankara 1994, c.9, 395; Seyyid Kutub, Fî Zilâl-il Kur’ân, çev. Salih
Uçan, Vahdettin İnce, Mehmet Yolcu, Dünya Yayıncılık, İstanbul 1991, c.3, s.541,544 Nitekim islâm
tasavvufunda dünya ile ilişkiyi kesip pasif kalmak söz konusu değildir. Aksi yaklaşımlar daha çok
rûhbanlığa dayalı Hristiyan mistisizminde ya da diğer sapkın mistik akımlarda yer bulmaktadır.
732
Ankebût, 29/64
733
İsmail Hakkı Bursevî,Rûhu’l-Beyân Tefsîri, iht. Muhammed Ali Sabûnî, Damla Yayınevi, İstanbul
1995, c.6, s.289
734
Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l Gayb “Tefsiri Kebir”, c.18, s.62; A.g.e, c.9, s.395
143
Zaruret miktarını aşan mal istifleme eğiliminde olan müslümanın bu uğraşına
dünyalık meşguliyetlere dalıp Hak’tan yüz çevirmek ise ancak “lehv” yani eğlence
hayatına dalmak ile açıklanabilir. Görülmektedir ki kulun ebedi mutluluğu için bir
imtihan ve prova yeri olan dünya hayatı âhiret hayatının değerini hatırlatan bir
kavram iken, aynı zamanda da kalpleri meşgul edip Allah (cc) yolundan alıkoyan
“Ey insanlar! Bütün yeryüzündeki nimetlerimden helal ve temiz olmak şartıyla yiyin.
Ancak şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, size belli bir düşmandır.”736 Âyette
düşünüldüğünde Şeytan’ın insanlık tarihi boyunca Hak yoldan tamamen saptırıp şirk
batağına düşürdükleri bir yana en çok uğraş verdiği mücâdele sahası da mü’minin
insan üzerindeki etkileri, varoluşuna dair yaklaştığı yıkıcı depremin öncü sarsıntıları
735
Ebû Tâlib El-Mekkî, Kûtül’l-Kulûb “Kalplerin Azığı”, ter. Muharrem Tan, İz Yayıncılık, İstanbul
2004, s.428; Dünya, tasavvuf litaratüründe; geçici olan bir imtihan yeri, âhiretin tarlası, Allah (cc)’tan
alıkoyan herşey olarak tanımlanmaktadırhy . Bkz. Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve
Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi Yayınları, İstanbul 2009, s.174;
736
Bakara, 2/168
737
Bu âyetin kendilerine “sâibe” olarak salık verilen pusperetst bir kavmin putlarına hayvanlar adak
vermeleri hakkında nazil olduğu ilgili bir meseledir. Bkz Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l Gayb “Tefsiri
Kebir”, c.4, ss.197-198
738
Bakara, 2/169
144
yaparken, aksi istikâmette takındığı her tavrın sebep olduğu tanımsız korku ve
endüstri toplumu ve onun takip ettiği günümüz bilgi toplumunun insanı mutluluğun
para ile ölçülebilen bir başarıya bağlı olduğu inancına öylesine koşullanmıştır ki
uzak kalmıştır.740
olmak ise yaşanan rûhsal sarsıntıları önünü almaktan ziyade insanı kısır döngü
739
Spinoza’nın Endüstri toplumuna radikal bir eleştiri niteliğindeki bu düşüncesi insanın gerçek
özgürlüğünün kendini tanımaktan ve buna uygun yaşamasından geçtiği temeline dayanmaktadır.
Descates’dan farklı olarak ona göre felsefenin amacını bilgi edinmek değil bu iç özgürlüğe ve
mutluluğa ulaşmaktır. Spinoza insan doğasına ters olan bütün tutkuların patolojik olduğunu hatta daha
da açık bir dille rûhsal rahatsızlık olduğunu ifâde etmektedir. Spinoza, Etika ‘Ethica’ Önerme VII,
Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2014, s.205; Yunus Bayrak, Spinoza’nın Metafiziğinde Zihin ve
Duyguların Kaynağı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, s.13; ayr. Bkz. Erich Fromm “To Have or
To Be?” eserindeki analizlerinde Spinoza’nın düşüncelerinden istifâde ettiğini belirtmiştir.
740
Dora&Bertrand Russel, Endüstri Toplumunun Geleceği, ter. Melih Ölçer, Bilgi Yayınevi, Ankara
1979, s.135
741
Ebû Bekir Râzî, et- Tıbbu’r-Rûhânî “Spiritual Physic”, ing. Ter. Arthur J. Arberry, Butler And
Tanner Ltd, London, 1950, p.59
742
Erich Fromm, Sahip Olmak ya da Olmak “To have or To Be”, çev. Aydın Arıtan, Arıtan Yayınevi,
İstanbul 1997, s.197; Karen Horney, Çağımızın Nevrotik Kişiliği, çev. Selma Koçak, Doruk Yayınları,
İstanbul 2007, s.42 Narsisitik (sun’î) ihtiyaçların insan doğasına aykırı olduğu, insanı sürekli olarak
yeni tahrik unsurlarına yönlendireceğini bu cihetle de yeni bunalımlara sebebiyet vereceği modern
psikoloji biliminin de kabul ettiği bir teoridir.
743
Gazâlî, , İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.519
145
yaşayabilmesi için para olmazsa olmazdır.744 Ancak bu şekilde, kalbi yaralı bu
suretle kişiliklerinde sahip olma duyguları ağır basan bireyler toplum dışında
gelmektedir. Zirâ tutkuların beslediği hased, hırs ve her türlü açgözlülüğün insanı
pasifize eden özelliklerinin aksine, “sevgi” insan kalbine nüfus eden bir eylemi ve
etkinliği ifâde eder. Nitekim sevmek eylemi ilk önce vermekle başlayan aktif bir
harekettir.746
إِ َّال ا ْبتِغَاء َوجْ ِه َر ِب ِه. َو َما ِْلَحَد ِعن َدهُ ِمن نِ ْع َمة تَُْ َزى. الَّذِي يُؤْ تِي َما َلهُ يَت َ َزكَّى.سيُ ََنَّبََُا ْاْلَتْ َقى
َ َو
takva sahibinde, hiç kimsenin bir nimeti yoktur ki, (yaptığı o hayırlı amel) o nimete
karşılık tutulmuş olsun. O bunu, sırf Yüce Rabbinin rızasını aramak için yapmıştır.
744
Teorinin Spinoza insanın tutkularına olan köleleğine dikkat çekmekte ama akıl yüceltilmektedir.
Nitekim bilgi çağı ile birlikte rasyonel akıl put haline getirilmiştir.
745
Erdoğan Çalak, Küresel Sistemde Hayatta Kalmak, Hayykitap, İstanbul 2015, s.70
746
Erich Fromm, Sevme Sanatı, İlya İzmir Yayınevi, İzmir 2013, s.33 Yazar bu tespitini Spinoza’nın
Etikasındaki etkin ve edilgen duyguları, tutkular ve eylemler olarak ikiye ayıran teorilerine
dayandırmıştır.
146
Her halde kendisi de ileride hoşnut olacaktır.”747 âyette malını veren kimsenin bu
eylemi mal tutmanın yol açacağı metafizik kirlenmeden (cimrilik, açgözlülük vs..)
değil Allah (cc)’ın rıza ve sevgisini kazanmak maksadı ile yapılmaktadır.748 Yani
kişinin verdiği gibi veren kendi nefsini başkalarına yeğleyen bir ahlâka sahipti.
“Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk üzerinesin”749 âyetinde geçen büyük ahlâkın
nişânelerinden biri olan cömertliğin getirdiği verme eylemi, kalplerde hevâ putlarını
yok edecek saf sevginin ateşini yakmıştı. Ancak bu şekilde kaplteki nefis yıldızının
dünya malını varılacak bir hedef olarak değil varılacak hedefe hizmet eden bir araç
reçete ettiği itidâl noktasına ulaşabilmenin, diğer bir ifâde ile eşya üzerinde dünya-
747
Leyl, 92/17-18-19-20-21
748
İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân Tefsîri, c.10, s.67; Fahruddîn er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr
Mefâtîhu’l-Gayb, c.23, s.193
749
Kalem, 68/4
750
Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, ter. Dilaver Selvi, Semerkand Yayınları, İstanbul 2013,
s.329
751
Cemal Ağırman, Dünya ve Âhiret Dengesinde Zenginlik ve Yoksulluk, Ensar Neşriyat, İstanbul
2007, ss.127,128
147
âhiret dengesini kurabilmenin eğitimle mümkün olabildiğini savunması da bu
doğrultudadır.752
depolamaz isen ileride hasta olduğunda, âciz düşebilir, dilencilik zilletine maruz
kalabilirsin” gibi iğvâlarla nefsin hevâlarını meşrulaştırmaya gayret eder. Nefsi takvâ
tüketim anlayışı; ülkeler, ideojiler, hatta dinleri dahi kendi hazcı felsefesi içinde
752
Gazâlî bu dengeyi kurabilmiş tasavvufçuların (ne şehvetleri kökünden kazımaya çalışır ne de
dünyayı tamamen terketmeye kalkışırlar) Rasûlullah (sav) ve sahabelerin yolunda emin bir şekilde
ilerlediklerini kaydetmiştir. Bkz. Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.520
753
Abdülkadir Geylânî, Gunyet’üt Tâlibin, ter. Abdulkadir Çiçek, Sağlam Yayınevi, İstanbul 1991,
s.302
754
Gazâlî, A.g.e, c.3, s.548
755
Erich Fromm, Sahip Olmak ya da Olmak “To have or To Be”, ss. 160, 187 Örneğin araba sahibi
olma arzusu bu tüketim anlayışına örnek olarak gösterilebilir. Burada araba (akıllı telefonlar, moda
vs...)benliğin başkalarını etkileyebilme gücünün bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Üniversitelerde reklamcılık, pazarlama bölümleri de benliklerdeki bu itki ve teşvik öğelerinin
cazibesini tazeleme konusunda uzman ve donanımlı kadrolar yetiştirmektedirler. Böylelikle birey
hangi marka ve modele sahip olacağı konusunda sıkıntı yaşamamakatadır. Diğer bir ifâde ile küresel
firmaların reklam ve pazarlama departmanları putlaştırılacak olan ürünlerin misyonerlik faaliyetini
yerine getirmektedir. Ayr. Bkz. Mustafa Orçan, Osmanlı’dan Günümüze Modern Türk Tüketim
Kültürü, Harf Eğitim Yayıncılık, İstanbul 2008, s.64
756
Musatafa Orçan, A.g.e, ss.222-246 Muhafazakar kesimdeki tüketim anlayışındaki değişime örnek
olarak mahremiyete uygun olmasının yanında nefsin hazlarını yücelten ultra lüks oteller bu etkileşime
148
insanların açgözlülüğü tedâvi edilemediği sürece, uluslararası platformda yada
“Benim sizler adına endişem sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın
rekabete girip dünya kendilerini helak etmişse sizlerin de birbirinizle rekabete girip
amaç, insanın yaşam enerjisinin ise sistem pazarının kâr aracı haline dönüştüğü
gözlemlenmektedir.759
cihetle, Câsiye Sûresi’nin yirmi üçüncü ve Furkân Sûresi’nin kırk üçüncü âyetinde
örnektir. Diğer taraftan kendilerine Marksist olarak sınıflayan gazetecilerin de uluslararası sermaye
patronlarının kurduğu medya organlarında elde ettikleri servetlerle arabalarını yenilemeleri paranın
insan üzerinde kurduğu hakimiyeti gözler önüne sermektedir.
757
Erich Fromm, A.g.e, 198
758
Buhârî, Meğâzî, 12; Müslim, Zühd, 6
759
Çağdaş insan kendisini hem pazardaki satıcı hem de satılacak mal olarak konumladığından, bir
çanta gibi kişilik pazarında modaya uymak zorundadır. Pazarlayıcı bu yönlenmede de kişi “Ben ne
yapıyorsam O’yum” deme eğilimindedir. Bkz. Erich Fromm, Kendini Savunan İnsan, Erich Fromm,
Kendini Savunan İnsan, s.108 Gazâlî’ye göre gafletteki insanların gönülleri bu duygularla dolmuştur.
Bu tip kimseler tüm himmetlerini halkın nazarında saygınlık kazanma yolunda harcarlar. Bkz Gazâlî, ,
İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.518
760
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.535 Buradaki putlaştırma eylemi her ne kadar para, servet için
ifâde ediliyorsa da aynı zamanda ‘taparcasına sevmek’ anlamında sevdiğini putlaştırma eylemi de bu
kapsamdadır. Parada olduğu gibi, büyük aşk olarak tanımlanan bu ilişkide tapılan kişi tapan tarafın
benliğinde hissettiği eksikliği gideremeyecektir.
149
hevâsını ilâh edinen”, ma’budunun isteklerini yerine getirmek için ömrünü tüketen
Allah (cc)’ın ihsânı olan dünya nimetlerinin762 yine kendileri gibi fânî olan
anlamına gelmektedir.763
taşımakla yükümlü kılındığı ilâhî değer, karşılığı cennet olan bir sözleşme ile çok
arınıp ve asıl olan o kıymetli cevhere (rûh) rücû etmesi istenmektedir. Nitekim âyetin
devamında,
“Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. Bu, Allah’ın Tevrat’ta,
İncil’de ve Kur’ân’da olan Allah üzerine hak bir vaaddir.” bu yolda yapılacak cihada
teşviğin izlerine, -her ne kadar tahrif oldularsa da- semavi dinlerin diğer kitapları
gönderilmeye başlandığından itibaren geçerli olan ve kalplerde hiç bir şüphe izi dahi
761
Hucvirî, Keşfu’l-mahcûb Hakîkat Bilgisi, haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 1996,
s.322
762
İnsanın canı ve malı da bu nimetlerin içindedir.
763
Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l Gayb “Tefsiri Kebir”, ter. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık Kılıç,
Sadık Doğru, Akçağ Yayınları, Ankara 1994, c.12, s.190;
764
Tevbe, 9/111
765
İsmail Hakkı Bursevî,Rûhu’l-Beyân Tefsîri, iht. Muhammed Ali Sabûnî, Damla Yayınevi, c.3,
s.513
150
Gazâlî eserinde Muhâsibî’nin şu ifâdelerini yer verirken bu konuya dikkat
çekmektedir: “ Dinde cömertlik nefisini Aziz ve Celil Allah (cc) uğrunda telef etmen,
Diğer taraftan, insanın kendine ait sandığı can ve malını bu ahdin sermayesi
olan Tebük Seferi’nden daha çetin olarak değerlendirilmesini daha da anlaşılır hale
getirmektedir.767 Çünkü şeytanın kalbe sızmak için, ihtiyaç fazlası mal, mülk, para
ve her türlü dünya süsü üzerine kurduğu karargâhlarını yıkıp Hz. Peygamber (sav)’in
hakim hale getirme maksadı ile yapılan cihad daha evlâdır.769 Nitekim âyet770 ve
içinde yaşamalarını teşvik ettiği, savaşa da buna vesile olması hasebiyle son çare
ahdi süresince hevâları ile ona kolaylık sağlayan nefis ile yapılacak savaş süreklilik
arz etmektedir.
766
Gazâlî, A.g.e, s.592
767
Âyetlerde geçen (Tevbe, 9/118-119) sahabelerin cihad ile emir olundukları halde nefislerinin
hurma ağaçlarının lezzetli hurmalarına ve gölgelerine meyletmesi cihadın ilke olarak kalpte başlaması
gerekliliğini ortaya koymaktadır.
768
Müslim, Sahîh, IV, 2031
769
Gazâlî, Mükâşefetü’l-Kulûb Kalblerin Keşfi, ter. Hüseyin S. Erdoğan, Hisar Yayınevi, İstanbul
trs., s.112
770
Enfâl, 8/61
771
Buhârî, Cihad, 112
772
Osman Nûri Topbaş, Asr-ı Saâdet’ten Günümüze Fazîletler Medeniyeti, Erkam Yayınları, İstanbul
2011, s.495
773
Bkz. A’raf, 7/14-15-16
151
Tasavvufta, kalbe kök salan bu putların tasfiyesi amaçlandığından,
dünyaya ait aldatıcı ve yapay sevgilerden yüz çevirmeyi esas alan bir zühd anlayışı
mesafeli tutum, ona küsmek ondan kısmetini almamak değildir. Nitekim zahid
dünyada bir şeye sahip olmayan kimse değildir. Ancak o hiçbir şeyin kendisine sâhib
Görülmektedir ki, kalbi işgal ederek nefsi nesneleştiren mal edinme tutkusu,
tedâvi edilmesi gereken bir rahatsızlık olarak öne çıkmaktadır.775 Ruhsal sıkıntılara
sebebiyet veren bu davranış biçiminin tedâvisi Gazâlî'nin öne sürdüğü üzere benliğin
ölüm ile ayrılmak zorunda kalacaklarına değil, asla ayrılmayacağı gerçek sevgiye,
Allah (cc)'a gönlünü vermesi ile mümkün olmaktadır.776 Gazâlî'ye göre sahip
yakın olanlar, putları olan nefislerine boyun eğmişken, Allah (cc)'ın ihlâ0slı kulları
âhirete bir hazırlık nispetinde olmalıdır. Gazâlî’nin ifâde ettiği üzere, nasıl ki hac
yolcuğuna çıkan kimsenin devesi onu hedefine ulaştıran bir araç ise, bedeni de
hedefi âhiret olan yolculuğun bineğidir, aracıdır. Yola çıkılan vasıtanın bakımı
yolculuğun sıhhati için ne kadar elzem ise, Allah (cc)’a kavuşturacak amel ve
774
Ebû Tâlib El-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb ‘Kalplerin Azığı’, ter., haz. Muharrem Tan, c.3, s.12
775
Zafer Erginli, Muhâsibî’nin Tasavvuf Felsefesi, s.180
776
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.4, s.413
777
Gazâlî, Mükâşefetü’l-Kulûb Kalblerin Keşfi, s.29
778
Vücudun sağlı da Gazâlî’nin ifâde ettiği üzere a-Yiyecek, b-Giyecek, c-Mesken ile sağlanır. İhyâ’u
Ulûm’id-Dîn, c.3, 502
152
Gazâlî’nin bu yolculuk için dünya nimetlerinden faydalanma hususundaki
tavsiye ettiği itidâl ölçü onun zahitlik anlayışı ile ilgili bize bilgi vermektedir. Zirâ bu
ölçünün; nefsin tüm hazlarından vazgeçip daha değerli olana yani âhirete gönülden
yönelmek olan zahitlik tanımına ters düşmediğini de kendisi açıkça ifâde etmiştir.779
Nitekim Hz. Peygamber (sav) mal varlığı hususunda itidâl olanı övmüş ve tavsiye
etmiştir. Yaşam standartlarına göre yeterli bir geçimin, insanı dilenme zilletine
zevkler yaşamasını olağan olarak görmüştür. Örneğin güzel bir yemeği yerken
bir “haz” yolculuğuna dönüştürebilecektir. Çünkü insanın, hayatını kalbine yer eden
sevginin ekseninde yaşaması öngörülür. Böylelikle, hazzı sadece kısa bir süre devam
göre insanın yenilen mis kokulu, leziz yemeklerin nihaî halini aklına getirmesi onu
nefsin hevâlarına öncelik verildiği takdirde, insanın nihâyeti lağım olan yedikleri
779
Gazâlî, A.g.e, c.4, s.457, 461
780
Buhârî, Rikâk 17; Müslim, Zekât 126, Zühd 18
781
Gazâlî, A.g.e, c.4, s.463
782
Gazâlî, A.g.e, c.4, s.495
153
damak zevki putuna783, teşhir için giydikleri moda putuna dönüşecek, binip gezdiği,
olacaktır.
olabilmektedir.785
783
Küresel iletişim kanallarından internetin de büyük katkısı ile özendirilen gurme kültürü insanların
(ülkemizde dahil) kıtaları dahi aşarak lezzet yolculukları yapmalarına zemin hazırlamaktadır.
784
İbn Hazm, el-Ahlâk ve’s-Siyer fî Müdâvâti’n-Nüfus, çev.Cemalettin Erdemci, Hasan Hüseyin
Bircan, Dönem Yayıncılık, İstanbul 2014, s.114
785
Gazâlî İhyâ’sında bu üç kavramı farklı başlıklar altında açıklarken aralarındaki sebep-sonuç
ilşkisini daha anlaşılır hale getirmiştir.
786
Mustafa Çağrıcı, DİA ‘ucb’, c.42, s.36
787
Muhâsibî, er-Riâye li Hukûkillah Kalb Hayatı, s.331
788
Mustafa Çağrıcı, DİA Ucb md., c.42, s.37
154
da buradan neşet ettiği görülmektedir.789 Nitekim kendini beğenerek nefsine üstünlük
enfeksiyonlara karşı savunmasız hale gelecektir.790 Yani nefis kendini dâimi olarak
hile ve saldırı yöntemlerini bilebilmek ancak ucba neden olan hallerin analizi ile
mümkün olabilecektir.792
onu üzerindeki nimetleri kendisine izâfe etmeye iten sebep yada sebepler nelerdir?”
verenine izâfe etmekten gaflete düşüp nimeti büyük görerek ona bel bağlamak”
hevâlarına razı olmuş, İblis’e yakın Allah (cc)’a uzak düşmüş 793 kulun ruhî
anlaşılabilecektir.
789
İbn Hazm, A.g.e, s.114 Narsisizm nefsin, kendisine duyulan hayranlıktan ötürü aklanmasından öte
putlaşması kendini beğenme (ucb) ile zuhur eden rahatsızlıkların tedâvi edilemez haddeye varmasıdır.
790
Hüseyin Karaman, Ebû Bekir Râzî’nin Ahlâk Felsefesi, İz Yayıncılık, İstanbul 2004, s.121
791
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.832
792
Muhâsibî, A.y
793
Hucvirî’nin ifâde ettiği üzere kendini beğenen ve nefsine değer veren bir kimseyi Allah (cc)
beğenmez. Nitekim Allah (cc)’ın beğendiğini de halk beğenmemektedir. İblis de kendini beğenip
Hakk tarafından beğenilmemişti. Bkz. Hucvrî, Keşfu’l-mahcûb, Hakîkat Bilgisi, s.144
155
dalmasıdır.794 Gazâlî, nefiste kendini beğenme hissini oluşturan koşulları
İnsanın fiziksel özelliklerinden ötürü kendine hayran olması ucbun ilk türü
gibi bedeni ile ilgili olan meziyetleri nefsin kendine izâfe etmesi bu ucbun kaynağını
kişilik bir akıl tutulması içersindedir.797 Zirâ nefsini tanıyan kimsenin, bedeni içinde
Bunun yanında bireyin çevresindekilerin onu hak etmedikleri oranda övmeleri ise
794
Gazâlî, A.g.e, c.3, s.833
795
Gazâlî, A.g.e, s.842
796
Erich Fromm, Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, Payel Yayınları, İstanbul 2014, s.70
797
Gazâlî, A.g.e, 832
798
Hüseyin Karaman, Ebû Bekir Râzî’nin Ahlâk Felsefesi, ss.120, 121; ayr. Bkz. Ebû Bekir Râzî, The
Spiritual Physk of Rhazes, p.50-51
156
İnsan fıtratı gereği toplum tarafından beğenilmekten, onay alıp takdir
kibre düşmüş kişi rûh hastasıdır801 ve bu iki rahatsızlığın narsisizmin anlam çatısı
narsisizm, kendine hayranlıktan çok benlik ile dış dünya arasında ciddi takıntıların
İlk bölümde ele aldığımız üzere bilgisayarı aktivite eden ana program olan
truva atı virüsü misali nefsin şehvet kapılarından kalbe sızmaya çalışmaktadır.804
799
Meryem Karaaziz, İrem Erdem Atak, Narsisizm ve Narsisizmle İlgili Araştırmalar Üzerine Bir
Gözden Geçirme, Nesne Dergisi
800
Psikolojide birincil yada normal narsisizm, karakter gelişiminin olağan bir aşaması olarak kabul
edilirken, yetişkinlik döneminde gözlemlenen tüm bu eğilimler patolojik narsisizmin sebebini teşkil
etmektedir. Bkz. Atrhur S. Reber&Emily S. Reber, Dictionary of Psychology ‘narcissism, primary’,
Penguin Books, London 2001, p.456
801
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.757
802
İsa Özel, Kur’ân Ekseninde Narsisizm ve Din, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, sayı:28,
c.6, 2013, s.249-261
803
Anthony Giddens, Modernite ve Bireysel-Kimlik, ter. Ümit Tatlıcan, Say Yayınları, İstanbul 2014,
s.215
804
Truva atları diğer kötücül yazılımlar, bilgisayar virüsleri ve bilgisayar solucanı gibi kendi başlarına
işlem yapamazlar. Truva atının kalenin içine girmesi yeterlidir. Truva atlarının zararlılığı da
kullanıcının hareketlerine bağlıdır. Truva atları kendilerini kopyalayıp dağıtsalar bile her kurbanın
programı (Truvayı) çalıştırması gerekir. Biz şehvetleri truva atları olarak kabul edebiliriz.
157
yozlaştırmıştır. Kendine hayranlık pınarından beslenen fiziksel güzellik arzusu da
bırakmaktadır.806 Prestij kazanmanın bir aracı haline gelen insan bedeni, hedonist
kadınları kötülemek değil, parça parça cinsel obje haline getirilen kadın ve
805
Jean M. Twenge, W. Keith Campbell, Asrın Vebası Narsisizm İlleti, çev. Özlem Korkmaz, Kaknüs
Yayınları, İstanbul 2010, s.218
806
Fiziksel görünüme olan bitmek bilmez güncellemeler genel olarak çevrenin ilgi ve beğenisini
kazanmak adına yapılmaktadır, halbuki hatırlanacağı üzere insanın fiziksel özellikleri ile ucba
düşmesi patolojik narsisizmin tanımında verilmiştir ve Gazâlî’nin ifâdesiyle de bu bir rûh
rahatsızlığıdır.
807
Erkeklerin şehvetlerine yönelik
808
Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, çev. Hazal Deliçaylı, Ferda Keskin, İstanbul 2016, ss.166, 167
Bedenin narsisitik bir şekilde kuşatılması ise ona değer vererek özgürleştirme söylemleri ile
yapılmaktadır.Medya kadının fark edilip beğeni kazanma taleplerini görsel olarak sunduğu teşhirci
sahneler ve narsistik sloganlar ile kaşımaktadır. ‘Biz buna değeriz’, ‘Tepeden tırnağa tüm bedenimi
seviyorum’, ‘Neden daha azı ile yetineyim’, ‘Haz peşinde isen içindekini serbest bırak’ vs... örnek
olarak verilebilecek bu mesajlardan bazılarıdır.
809
Fermâ Lekesizalın, Modern, Narsist ve Yaralı, Doğu Batı Yayınları, Ankara 2013, s.143
810
Buhârî Nikâh 17; Müslim Zikir 97
811
Homo consumes olarak isimlendirebileceğimiz mekanikleşmiş erkeğin de karşı cinse
yabancılaşmasını doğal karşılamak gerekmektedir. Pornografik yönlendirmelerle birlikte mekanik
kafasıyla zevklerinin peşinde, kadını bindiği son model bir arabadaki düğmelere bastığı gibi harekete
geçirdikten sonra umursamaz bir tavra bürünür. Bkz. Erich Fromm, Sevginin ve Şiddetin Kaynağı,s.50
158
Tekknoloji çağı ile birlikte yaşamdaki rolünü sorgulamaya başlayan insan
olup talep edilebilmek için birey kendisini pazarlarlar halde bulmaktadır.812 Sosyal
derinleştirmektedir.813
812
Engin Geçtan, Varoluş ve Psikiyatri, Remzi Kitabevi, İstanbul 1993, ss.132, 133
813
Jean M. Twenge, W. Keith Campbell, Asrın Vebası Narsisizm İlleti, s.167 Sosyal paylaşım siteleri
(myspace, facebook vs.) narsistik eğilimleri teşvik edip ödüllendiren tema ve içerik üzerine inşa
edilmiştir. Arkadaş ve yorum sayısına göre değer biçilen sanal kişilikler üzerinde narsisizm
meşrulaştırıldığı görülmektedir. Psikiyaristlere göre sosyal paylaşım siteleri narsisizmi kısır bir
döngüde pekiştirmektedir. Gerçekdışı sosyal ilişkilerin narsisizmi bu denli yansıtması doğrultusunda,
uluslararası istatistiklere bakıldığında ülkemizin facebook kullanımının yaygınlığı endişe vericidir.(
Son verilere göre Türkiye Dünya sıralamasında yedinci sıradadır.)
814
Hakîm Tirmizî, Kalbini Bul Nefs Terbiyesi ve Allah’a Yakın Olmanın Güzelliği, çev. Hacı
Bayram Başer, Hayykitap, İstanbul 2013, s.87
815
Erich Fromm, A.g.e, s.51, 81 Devlet kapitalizmi ya da özel girişimcilik arasındaki ortak yön de
örgütsel mekanik yaklaşım doğrultusunda bu yıkıma hizmet etmeleridir.
816
Nevzat Tarhan, Toplum Psikolojisi, Timaş Yayınları, haz. Fatma Özten, İstanbul 2014, ss.23-25;
Jean M. Twenge, W. Keith Campbell, A.g.e, ss.300,301
817
Selçuk Budak, Psikoloji Sözlüğü ‘benmerkezcilik’ ve ‘narsistik kişilik bozukluğu’ md, Bilim ve
Sanat Yayınları, Ankara 2000, ss.124, 528 Bu evrede çocuğun olay ve nesneleri başka bir insanın
bakış açısı ile algılaması beklenmez.
159
ile kuracağı ahenkli bir ilişki çocuğun empati 818 yeteneğinin gelişmesini önemli rol
çocuğun eğitimine ayıran Gazâlî, bu evrede çocuk kalbini temiz, nâdide bir cevher
de Gazâlî’ye göre akıl nûrunun parladığının bir işaretiyken 822, maddeci zihniyete
Çocukluk döneminde kişilik gelişiminin doğal bir süreci olarak kabul edilen
yeteneğinin yoksunluğu iken, bu yoksunluğun bir adım ötesi ise rûhun hastalığıdır.823
818
Empati: Bir insanın, kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak onun duygularını ve
düşüncelerini doğru olarak anlaması.
819
Daniel Goleman, Duygusal Zekâ, Varlık Yayınları, İstanbul 1999, s.131 Yazar anne ile bebek
arasındaki bu ahenge yakın bir örnek olarak eşlerin sevişme deneyimini vermiştir. Daha önce
değindimiz üzere İslâmiyet emir ve yasakları ile cinsellik konusunda da empati yeteneğini teşvik eden
bir anlayışa sahiptir.
820
Erdoğan Çalak, Küresel Sistemde Hayatta Kalmak, s.22 Arzuladıklarına sahip olarak mutluluğu
elde edeceklerini sana bu anne ve babalar halihazırda çocuk gibi davranmaktadırlar. Erkekler araba
modifiye etmek, futbol-iddia-bilgisayar oyunları vakit geçirirken; kadınlar sosyal ağda profillerini
güncellemek ya da bloglarına avm deneyimlerini yazmak ile meşgul olmaktadırlar.
821 Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.162
822
Gazâlî, A.y
823
Erich Fromm, Sevme Sanatı, s.71 Günümüzde toplum içindeki oranları gün geçtikçe artan çocuk
tacizcileri, ırz düşmanları ve psikopatların ortak noktalarının sevgi ve dolayısıyla empati yeteneği
yoksunluğudur. Çocuk istismarı vakâlarında tacizcinin karşısındakine sıfır empatik yaklaşımla,
tamamen sapkın fanteilerinin gözlüğü ile baktığı ile tespit edilmiştir. Çocuğa zarar vermediğini, istese
kendisini durdurabilirdi gibi mantık dışı bir savunma yapabilmektedir.
160
Çocuksu tavırlarıyla nefsinin hevârıyla hemhal olmuş böyle birinin çevresindeki
Diğer bir ifâde ile dünya tutkularının esiri olan kalbe âhiret sevgisi
Diğergamlık826 empatiye göre daha farklı bir tanıma sahip olmakla birlikte,
kalbî sezişin bir adım daha ötesindedir. Ancak bireyin diğergamlık gösterebilmesi
kazanması gereklidir. Bu da ontolojik bir köprü olarak kabul edilen empati ile
cennete girmek isterse Allah’a ve ahîrete inanır iken ölüm kendisine erişsin.
824
Alfred Adler, İnsan Doğasını Anlamak, İlya Yayınevi, İzmir 2013, s.204 Bu bu doğrultuda
Fromm’un öne sürdüğü, kendi yıkımına sebebiyet vermeden bireyin narsistik enerjisini insanlığın
hizmetinde kullanması mümkün görünmemektedir. Fromm, Sevginin ve Şiddetin Kaynağı, s.83
825
İbn Hazm, el-Ahlâk ve’s-Siyer fî Müdâvâti’n-Nüfus “Ahlâk”, s.21
826
Diğergamlık: Hiçbir çıkar düşüncesine dayanmadan başkalarını düşünme, başkalarının
menfaatlerini kendi menfaatinden üstün tutabilme yeteneği olarak tanımlanmaktadır. Bkz. İlhan
Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, c.1, s.699
827
Yûsuf Batar, Değerlerin İnşasında Empatik Anlayışın Rolü, İnsani Değerlerin Yeniden İnşası
Uluslarası Sempozyum, Erzurum 2014, ss.287-297
828
Martin L. Hoffman, Implications for Caring and Justice, Cambridge University Press, United
States 2000, p.7 Yapılan araştırmalar göstermektedir ki; empatik yönü gelişmiş kişiler ahlâki bir ilke
olarak dünya kaynaklarının ihtiyaçlara göre harcanmasında yana bir tavır koyarken, bu kişilerde
hedonist tutkularının ya da egosantrik saplantılarının izine rastlanmamıştır.
161
İnsanların kendisine nasıl davranmalarını istiyorsa o da insanlara öyle
َ فَ ِب َما َرحْ َمة ِمنَ ّللاِ ِلنتَ لَ َُ ْم َولَ ْو كُنتَ فَ ًّظا
ِ غ ِلي َظ ا ْلقَ ْل
َب الَنفَضُّواْ ِم ْن ح َْو ِلك
“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli
beklemeden güler yüz ve şefkâtiyle sevgisini karşı tarafa yansıtmış, nefsi için asla
temizliği ile doğru orantılıdır. Karşı cinse, mala-mülke beslenen sevgi kisvesine
bürünmüş şehvânî hislerle gerçek sevgi olan Allah (cc) sevgisi hedeflenemez.833
Burada insana düşen ancak hayvanlarda da mevcut bulunan doğal sevgiyi, ilâhî
829
Müslim, İmâre, 46; İbn Hanbel, II, 192
830
Âl-i İmrân, 3/159
831
Buhârî, Ezan 65; Müslim, Salât 189, 196; Tirmizî, Salât 175; Müslim, Birr 87; Buhârî, Bed’u'l-halk
16; Şirb (Musâkât) 9; Müslim, Selâm 151, Birr 133; Müslim, Eymân 31; Tirmizî, Nüzür 14; Ebû
Dâvûd, Edeb 133; Buhârî, İman 22; Müslim, Eyman 40 ; Ebû Dâvûd, Edeb 133; Tirmizî, Birr 29;
Buhârî, Ezân 92
832
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.4, s.599
833
Gazâlî, Mizanü’l Amel Amellerde İlâhi Terazi, ter. Abdullah Aydın, Aydın Yayınevi, İstanbul
1970, s.408
834
İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiye, çev. Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2008, s.185
162
Nitekim Gazâlî’nin sevgiyi tanımlarken ortaya koyduğu sebepler,
Sevilen her şey kendisine kulluk edilen anlamını taşır. Kul bağlanani
tapındığı bağlandığıdır. “Hevâsını kendisine ilah edineni gördün mü?”836 Yani nefsin
tutkularını tatmin için kurulan ilşkilerle gerçek sevgi arasındaki ayrımı yapabilmek
için narsistik isteklerin izdüşümü olan hevâların tanımının yapılması zorunlu hale
menfaatini gözeterek sevme eylemindeki hevâsını put edinenler ile sevme eyleminin
merkezini yani kalbi Allah (cc) ile dolu olanın arasındaki ayrımı ortaya
koyabilmiştir.
meskenler size Allah'tan, peygamberinden ve onun yolunda cihattan daha sevgili ise,
835
Zenginin yoksula yaptığı maddi yardımı örnek gösteren Gazâlî modernizmin anlamakta çaresiz
kaldığı bu verme eylemine en somut örneği sunmaktadır. Bu kişi verdiği malın bedelince kendine
daha değerli bir karşılık alma gayesindedir ki bu da sevginin tek ve yegane kaynağı olan Allah (cc)’ın
rızasını kazanmaktır.Dolayısıyla Gazâlî’nin de ifâde ettiği gibi, duyulan manevî hazların yanında
dünyevi maddi karşılıklar pek değersiz kalmaktadır.
836
Furkan, 25/43
163
artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah fasık topluluğu doğru yola
el-etek çekmek değil, onlarla ünsiyet kurmamaktır.838 Diğer bir ifâde ile Allah (cc)
dinine tercih edip, cihatta gevşeklik gösterenlere açık bir tehdit sökonusudur.839
Nitekim âyette sıralananlara karşı beslenen sevgiler kulu kâfirlerle içli-dışlı olmaya
kadar götürebilmektedir.840
olmadıkça îman etmiş olmaz”842 diye buyururken de kalp kapısını şehvânî tutkulara
837
Tevbe, 9/24
838
Seyyid Kutub, Fî Zılâl-il Kur’ân, c.5, s.247
839
İsmail Hakkı Bursevî,Rûhu’l-Beyân Tefsîri, c.3, 405
840
Fahreddîn Er-Râzî, Mefâtihu’l Gayb “Tefsiri Kebir”, c.11, s.459
841
Müslim, Birr, 66
842
Buharî, İman; Müslim; Nesâi, İbn Mâce; Müsned, 3/177 Diğer bir hadistede Hz. Peygamber
(sav)’in Hz. Ömer (ra)’a beni kendi nefsinden bile daha sevimli bulmadıkça îman etmiş olmazsın
buyurmuştur. Bkz. İbnKesîr, Hadislerle Kur’ân-ı Kerîm Tefsiri, c.7, s.3440
843
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.4, s.591-594
164
görüş, insanı hayvandan ayıran başlıca özellik olan kalbî yönünü inkar etmektedir.
Diğer taraftan Gazâlî’nin bu tespitleri akıl ile mantıksal bir örüntü içerisinde
yapmış olması sevgi gibi ilâhî duygunun doğasına ters düşüyor görünse de845, bu
Örneğin, Gazâlî’nin sevgiyi teşkil eden sebeplerden biri olarak saydığı kişinin
kendi varlığını sevip bekâsını arzulaması fıtratından ileri gelmektedir. Yaratılan bir
dönüşün aracı olan ölüm bir yıkım değil varoluşun kendisi olarak kabul edilebilir.
Zirâ ölüm, Allah (cc)’ın ma’rifetinin bulunduğu yeri, Rabbânî ve semavî olan rûhun
merkezini yıkamaz.847
zihinlerde çağrıştırdığı ilk kavram olarak öne çıkmaktadır. Dolayısıyla bu iki kavram
844
Gazâlî, A.g.e, s.598
845
Süleyman Derin, Gazâlî’de Sevgi Kavramı, Doğu’dan Batı’ya Düşüncenin Serüveni, İnsan
Yayınları, İstanbul 2015, ss.697-714
846
Otobiyografisinde dile getirdiği üzere en verimli çağında nefsinde yapmış olduğu nefis
muhâsebesiyle niyetinin halisliğini sorgulamış, ders vermekteki gayesinin sadece Allah (cc) rızası
olmadığını, mevki ve şöhret gibi tutkuların kalbine sızmaya çalıştığının farkına varabilmişti. Bkz.
Gazâlî, el-Munkizü Mine’d Dalâl, s.173
847
Gazâlî, A.g.e, s.620
848
Muhammet Altaytaş, Varoluşsal Açıdan İslâm İnancında Ölüm, Yayınlanmamış Doktora Tezi,
İstanbul 2009, ss.108, 109
165
tartışılmazdır.849 Yani yaşam ilâhî aşkın uğrunda cihad edip O’nun rızası üzerine
temelinde de nûru sönmüş bir kalp mevzu bahistir. Nitekim yiğitlik, iffet, takvâ,
âlîcenaplık gibi güzel ahlâkın emârelerinin hiçbirisi beş duyu vasıtasıyla algılanacak
olmaktadır.
Diğer bir ifâde ile sevgi ma’rifetin bir neticesidir ki ma’rifet arttıkça sevgi de
güçlenir. Dünyada kalbe ekilen ma’rifet tohumları Allah (cc) sevgisini yeşertir, bu
852
anlamda ölümü daha çok sevebilmek adına yaşam da sevilir. Böyle bir sevgiye
849
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.4, s.660
850
Gazâlî, A.g.e, ss.602-603 Kalpteki bu idrâk kabiliyetinin kazanılması, düşünürümüzün ortaya
koyduğu sevgiyi filizlendiren sebeplerdendir.
851
Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rifetnâme, sad.Cafer Durmuş, Kerim Kara, Erkam Yayınları,
İstanbul 2011, c.3, s.57
852
Gazâlî, A.g.e, s.606
166
“Kendi nefsinin arzusunu ilah edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?”853
Hakîkati kalbe nakşedebilmek ancak “Lâ ilâhe illallah” sözünün idrâk ve hayata
tatbiki ile mümkün olabilmektedir.854 Hz. Peygamber (sav), Allah (cc) ibadet eder
"Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey şirktir. Bilmiş olunuz ki; şüphesiz
onlar Güneş'e, Ay'a veya puta tapacak değillerdir. Ancak, gizli bir (dünya) arzusu
لَّعَنَهُ ّللاُ َوقَا َل َْلَتَّ ِخذَنَّ ِم ْن ِعبَا ِدكَ نَ ِصيباا َّم ْف ُروضاا
“Onlar Allah’ı bırakıp ancak birtakım dişi putlardan medet umuyorlar; başkasından
Lât, Menât ve Uzza gibi kadın isimleri vermenin yanında, onlara kadınların süslü
elbiselerini giydirmeye kadar varan bir sapkınlık içine düşmüşlerdi.858 Bütün zevkini
örtüşmektedir.860
853
Furkan, 25/43
854
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.4, s.632
855
Abdülkâdir Geylânî, Geylânî Tefsiri, thk.Seyyid Şerif Muhammed Fâdıl Ceylâni, ter.İbrahim
Işıtan, Ceylâni İlim Araştırma ve Yayın Merkezi, İstanbul 2013, c.4, s.27
856
İbn Mâce, Zühd, 21
857
Nisâ, 4/117
858
İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân Tefsîri, c.2, ss.305,306
859
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Neşriyat, 1979 İstanbul, c.3, s.1469
860
Put haline getirilen esasında kadın figürü değil uğrunda ömrün kurban edileceği hazlar ve
hevâlardır.
167
Modern zamanda bunu yaparken daha önceki bölümlerde değindiğimiz üzere
Çünkü sapıtmışın mâbudu yerine koyacağı put kendisinin hevâlarına ram olacak
Hevâ putlarını süsleme görevini Allah (cc)’dan aldığı izin ile üstlenen İblis,
kıyâmete değin iğvaları ile nefsin üzerindeki narsistik izdüşümler olan mâsiyet,
Özellikle âhir zamanda varlığı daha da fazla inkâr konusu yapılan İblis’in
gösterilecek işbirlikçisi ise nefsin bizzat kendisi olmuştur. Diğer bir ifâde ile nefis
hevâları ile kalbe sızmaya çalışan bir casus, bir truva atı mesabesinde iş görmektedir.
Çünkü şeytan, insanın içinden geçenleri bilmesi sözkonusu olmadığından kalbe direk
861
Mehmet Hulusi İşler, Manevi Bünyemizin İki Mikrobu Nefis ve Şeytan, Ahmet Sait Matbaası,
İstanbul 1968, s.119 Bu müşrik rûhlu kimselerin sosyal hayatın her aşamasında putunun gözlerinden,
yüzünden ve nesneleştirdiği her parçasından şehvetlerini tatmin etme eğilimli oldukları
gözlemlenmektedir. Bu nedenle şevhetlerinin simgesi ve tek davası (sevgilisi) olan kadını yanıbaşında
halihazırda olmasından büyük bir haz duyar. Bu doğrultu da kadının da beğenilme arzuları üzerinden
putlaştırılması sözkonusudur. Ayr. Bkz. Barbel Wardetzki, Kabul Görneye Olan Açlık/Dişi
Narisisizm, çev. Mukaddes Öğünmez, Feyza Sarper Öztürk Sistem Yayıncılık, İstanbul 2010
862
Hicr, 15/39
863
Bakara, 2/36; Tâha, 20/117; Kasas, 28/15
864
Mehmet Hulusi İşler, Manevi Bünyemizin İki Mikrobu Nefis ve Şeytan, s.136
168
olarak bir tesiri de sözkonusu değildir.865 Ancak daha önce de bahsini yaptığımız
güdüler866 ile harekete geçen nefsin, hangi hevâlarının peşine düşeceğini gözlem ve
istismar etme eğilimleri olan869 bu anlayışın temelinde, gizli bir ateizmin yada
modernize olmuş bir satanizmin ilkeleri göze çarpmaktadır. Burada tapınılan putlar
ise nefsin hevâları olmuştur. Nefsin Emmâre mertebesinde sıkışıp kalmış, modern
ama kalbi yaralı insan dine ve yaradan fikrine de şüpheli yaklaşmasından ötürü
aydınlanmayı beklemek, karanlık bir odada elinde gitgide ısınmakta olan bir
865
Abdülkadir Geylânî, Gunyet’üt Tâlibin, s.300
866
Gazâlî’nin şeytanın yol bulduğu yollar olarak tanımladığı şehvet ve öfke güdüleri.
867
Hüseyin Aydın, Muhâsibî’nin Tasavvuf Felsefesi, s.97
868
Ahmet Güç, Satanizm Şeytana Tapınmanın Yeni Adı, Alfa, İstanbul 1999, s.142-145 Geleneksel
satanizmde şeytana haddinden fazla etki gücü isnad etmek mevzubahistir. Bu İblis’i insanın değil
Allah (cc)’in düşmanı olduğu gibi sapkın bir görüşte olan satanist anlayıştır. Bu suretle İblis’in etki
alanının insan fiilerini kontrol etme noktasına kadar vardığı görüşü benimsemişlerdir. Ancak
iğvalarını güncelleyerek ontolojik gerçekliğini inkâr ettiren İblis, modernizm, hümanizm, hedonizm,
bireseyllik gibi hevâlara hizmet eden unsurları işbirlikçisi nefis ile meşrulaştırabilmiştir.
869
Remzi Kaya, Kur’ân-ı Kerîm’de İnsan-Şeytan İlişkisi, Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
Dergisi, Bursa 2013, c.12, sayı 2, ss.1-30
870
Mustafa Merter, 900 Katlı İnsan ’Yeni Çağ Manevi Arayışları’, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2012,
ss.281-300 Kitabın yazarı psikolog Merter metafiziği yaşayamamadan kaynaklanan gerilimde
materyalizm ve dinlerin eski nüfuslarını kaybetmelerinin rolü olduğunu belirtirken, meditasyon
tecrübelerine dayanarak new-age akımların sağladığı manevi rahatlamayı da manevi bir hedonizm
olarak nitelendirmiştir. Özelllikle bir tütsü ve mumlar eşliğinde gerçekleştirilen bir gurular
seminerinde karşılaştığı, yüzünde rûhani bir tebessüm kondurmuş bayanın gözlerindeki donuk
ifâdenin de kaskatı kesilmiş kalbini gizleyemediğine kanıtı olarak kabul edilebilir. Nitekim böylesi
aydınlanma hareketleri insanı şişirilmiş bir ego ile başabaşa bırakabilmektedir.
169
Nitekim Gazâlî’nin de ifâde ettiği üzere, basiret nûru ile aydınlanmamış kalp
benzeten düşünürümüz, İblis’i de kaleyi istila etmeye çalışan düşman olarak telakki
olanlara moda, araba, ev, kadın, makâm, şöhret tutkusu gibi narsistik izdüşümleri
sokulan bir truva atı sayesinde kalede yeni gedikler açılmasına lüzum kalmayacak,
yapılan durum ve koşulların tüm nefisler için geçerli olması da, arzulara olan benzer
olduğu ayrı bir tartışma konusu olarak öne çıkmaktadır. Zirâ, insana dünyalıkların
saldırıya karşı en zayıf olduğu bu iki yönünü hedef almaktadır. Nefsin, kendisini
871
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, ss.69,70
872
Gazâlî, A.g.e, s.71
873
Muhâsibî, er-Riâye li Hukûkillah ‘Kalp Hayatı’, ss.353, 354
874
Ebû Abdurrahman Sülemî, Nefis Kusurları ve Tedâvileri, ter. Abdullah Suat Demirtaş, Semerkand,
İstanbul 2014, s.92
875
Necmeddîn-i Dâye, Mirsâdü’l-İbâd ‘Tasavvuf Yolu’, çev. Halil Baltacı, İFAV Yayınları, İstanbul
2013, s.366
170
Gazâlî’nin değerlendirelerinin de bu yönde olduğu görülmektedir. Nitekim o,
mümin kimselerin Allah (cc)’ın emirlerini ziyan edip, salih amellerde yüz
eden araçlara sahip olmasının, Allah (cc)’ın katında bir değeri olduğu yanılsamasına
azamet gibi bir çok kavramı kapsadığı görülmektedir.878 Aldanma, gaflet anlamına
gelen “ğ-r-r” kökünden türemiş olan gurur insanın tutkularına hizmet eden araçların
“Şeytanın kendilerine vaad ettikleri, aldatmaktan başka bir şey değildir”880 İnsanın
876
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.860
877
Gazâlî, A.g.e, s.866
878
İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük ‘gurur’ md, c.1, s.1101
879
Mustafa Çağrıcı, DİA ‘gurur’ md, c.14, s.212; İbn Manzur, Lisânü’l-Arab; Râgıb el-Isfahâni,
Müfredat, c.2, s.274; Bekir Topaloğlu, Hayreddin Kahraman, Yeni Kamus, Yılmaz Ofset, İstanbul
1977, s.295
880
Nisâ, 4/120
881
Seyyid Kutub, Fî Zılâl-il Kur’ân, c.3, s.76
882
Gazâlî, A.g.e, s.854
171
Nitekim İblis, Adem (as)’a secde etmeyişini, yapmış olduğu akıl yürütmelere
bağlamış, kendisinin rûhanî ve latif bir madde olan ateşten, insanın ise daha kesif ve
katı bir madde olan çamurdan yaratılmış olmasını kendi hayrına yorma hatasına
olduğu anlamını taşıyordu. Yani basîret gözü kapalı olduğundan insanı sadece
çamurdan müteşekkil bir varlık olarak telakki etmiş Allah (cc)’ın ona verdiği
halifelik sırrına vakıf olamamıştı.884 Hatasını görüp isyanından tevbe etmek yerine,
insanlığı saptırmak için mühlet isteyerek de, Allah (cc)’ın rahmetinden ayrı
ebediyetine tercih etmesinde yaşadığı akıl tutulması, şeytanın “Ben ondan daha
düşürebilmektedir.886
ibret alması gereken bir olay olarak Kur’ân’da özellikle bildirilmiştir.887 Çünkü
şeytanın helâkına sebebiyet veren bu duygu, insanın da cennet arasında olan en kalın
883
Hicr, 15/31-40
884
İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân Tefsîri, c.4, ss.397,398
885
Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l Gayb “Tefsiri Kebir”, c.14, s.103
886
Gazâlî, nefsin sapık arzularına bağımlı olup, şeytanın köleleri olmaktan başka nitelik
taşımayanların, dâimi olarak aklı yücelten zümreler olduğunu belirtmiştir. Yaşadığı dönem itibariyla
Mutelize Kelâm bilginlerini, felsefecileri ve rasyonalist ilâhîyatçıları bu gruptan saymıştır. Bkz.
Gazâlî, el-Munkizü Mine’d Dalâl, s.325
887
Gazâlî, A.g.e, s.784
172
perde ve ahlâk zafiyetinin bir göstergesi olarak kabul edilmiştir. Gıybet, hased, kin
gibi diğer kalb hastalıklarının kaynağı olan kibrin mukaddimesi ise kendini
888
beğenmedir. Nitekim daha önce, ucbu başkalarını hakir görmeden nefsin, Allah
(cc)’ın nimetlerini kendisine izâfe eden bir övünme hali olarak tanımlamıştık. Ancak
ucba düşen kimsenin kalbi, şeytanın kibir tohumunu ekmesine hazır hale gelmiştir.889
tetiklemesi ile kalpte nefse karşı bir sempati, izzet halinin doğmasıdır. Yani kibir
kuvvet ve sağlığı ile şımarması, kalbin basiret nûrunun sönmesine, kibir duygusunun
ّللاُ ِإ َل ْيكَ َو َال تَب ِْغ َ ْنس نَ ِصيبَكَ ِمنَ ال ُّد ْنيَا َوأَحْ سِن َك َما أَح
َّ َسن َ َ َّار ْاآل ِخ َرةَ َو َال ت َّ ََوا ْبت َ ِغ فِي َما آت َاك
َ ّللاُ الد
ِ ب ا ْل ُم ْف
َس ِدين ُّ ّللاَ َال يُ ِح ِ سا َد فِي ْاْل َ ْر
َّ َّض إِن َ َا ْلف
“Karun, Musa'nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler
vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti
Hz. Musa (as)’nın yakın akrabasıydı. Zenginliğini, sahip olduğu ilme yorması
888
Gazâlî, A.g.e, s.776
889
Muhâsibî, er-Riâye li Hukûkillah Kalb Hayatı, s.372
890
Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif, Gerçek Tasavvuf, ss.306,308; Muhâsibî, A.g.e, s.331
891
Kasas, 28/76
173
kendini beğenip şımarmasına, akabinde kalbinde beliren kibir duygusu da kendi
duyulan hayranlık bu epideminin temelinde yatan hastalıklı bir his olarak karşımıza
çıkmaktadır. Karun ile ilgili anlatılanlar da bu noktada son derece ibret verici
dünya şehvetlerine karşı olan tutkularının kışkırtılması ile yakından ilgisi olduğu
empati ve diğergamlık gibi toplumu birarada tutan güzel huyları betaraf edip yerine
müslümanları birbirine düşürüp ayırıp parçalamak için, benlik virüsünü yine nefisler
892
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, c.5, s.3755
893
Fahreddin Râzî, Mefâtihu’l Gayb “Tefsiri Kebir”, c.17, ss.564-565
894
Ucb- Nimetle Şımarma- Kibir ve Gurur.
895
Mehmet Hulusi İşler, Manevi Bünyemizin İki Mikrobu Nefis ve Şeytan, s.136
174
Gazâlîye göre kibri tedâvi edip mütevazilik huyu kazanabilmenin yolu aynı
zamanda insanın varoluş sıkıntılarına da çare olacak bir reçeteden geçmektedir. Tüm
geldiğini, aciz iken güç kazandığını, fakir iken zenginleştiğini kısacası yok iken
ث ُ َّم. ث ُ َّم أَ َماتَهُ َفأ َ ْقبَ َر ُه.ُس َره َّ ث ُ َّم ال.ُ ِمن نُّ ْطفَة َخ َلقَهُ فَقَد ََّره.ُ ِم ْن أَي ِ ش َْيء َخلَقَه.ُسانُ َما أ َ ْكفَ َره
َّ َسبِي َل ي ِ ْ قُتِ َل
َ اْلن
“O kahrolası insan! ne nankördür o! Allah onu hangi şeyden yarattı? Az bir sudan
(meniden). Onu yarattı ve ona ölçülü bir şekil verdi. Sonra ona yolu kolaylaştırdı.
Sonra onu öldürdü ve kabre koydu. Sonra, dilediği vakit onu diriltecek.”898
olarak kabul eden özever kişinin bu davranışının arka planında Allah (cc)’a karşı
896
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.808
897
Gazâlî, A.g.e, s.806
898
Abese, 80/17-22
899
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, c.8, s.5583
900
Tirmizî, Birr, 35
175
Hasislikten kurtulmasının hemen akabinde kendini kaf dağında görmesi,
Âyetlerde yapılan uyarılar902, aslının ayaklar altında ezilip geçilen topraktan ve pis
o, kendisini yoktan varedene şükretmek yerine ölümü ve dirilişi ile ilgili positivist
cevaplar arayarak, Rabbi ile cedelleşme hususunda bir adım daha ileri
koyulmaktadır.905
“Şüphesiz biz insanı, karışım halindeki az bir sudan (meniden) yarattık ve onu
olan duyu organları ve algılama yetenekleri ile donatıldığına vurgu yapılmıştır. Yani
insan bağlı olduğu ana ekseninde, geçmiş ile gelecek arasında zamanın rûhunu
Gazâlî’ye göre nefse yapılan bu uyarılar, her ne kadar onu derinden sarssa da
davranışlarını muhâsebe ederek bunun tam tersi yönünde hareket edebilmeyi huy
901
Gazâlî, A.g.e, 808
902
İnsan, 76/2,3; Yasin, 36/77
903
Gazâlî, A.g.e, s.807
904
Seyyid Kutub, Fî Zılâl-il Kur’ân, c.8, s.486
905
Bkz. Yasîn, 36/78
906
İnsan, 76/2
907
Kıyâmet, 75/36
908
Fahruddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr Mefâtîhu’l-Gayb, s.325
176
haline getirebilmesi tedâvinin amelî boyutunu teşkil etmektedir. Bu suretle, harekete
mazhar olan organlar ile kalp arasındaki gizli ilişki huyun olumlu yönde değişmesine
koyduğu tedâvi yönteminin sadece ilk aşamasıyla benzerliği göze çarpmaktadır. 910
esasını oluşturmaktadır. Hastaya ilaç tatbik edilirken kontrol altında tutulduğu gibi,
kadar katedilmesi gereken bir yolu da âhirette geçilecek olan kıldan ince olan sırat
köprüsüne benzetmiştir. “ Bizi doğru yola ilet.”911 “Sırat-ı müstâkim” üzere olan
edememektedir.912
Bu tedâvi yöntemi ile nefse kazandırılmak istenen kibrin zıttı olan tevâzu
kalpde müşahede nûrunun parlaması ile mümkün görünmektedir. Ancak bu yolla ucb
ve kibir kirlerinin temizliği hasıl olur. Bu da kalpteki hevâ putlarının tasfiyesi ile
başlayan bir süreç olduğundan, tevâzu kapısından içeriye nefsin şehvetlerini Allah
909
Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.810
910
Modern psikoloji biliminde antidepresan tedâvilerine alternatif olarak geliştirilen bilişsel-
davranışçı terapi yöntemi eksik de olsa kısmen Gazâlî’nin bu reçetesi ile benzerlik göstermektedir.
Terapiyi geliştren psikiyatrist ve psikologlar depresyon hastalarının duygudurumunu değiştirebilmek
için geliştiridikleri bu yöntemde, yoğun bir iç iletişim desteği ile davranışları değiştirmede sebatla
hareket etmenin hislerin değişimine de yol açtığını savunmuşlar. Yapılan klinik araştırma ve
çalışmaların verileri doğrultusunda da antidepresan tedâvisine oranla çok daha olumlu sonuçlara
vardıklarını kanıtlamışlardır. Bkz. David Burns, İyi Hissetmek Yeni Duygudurum Tedâvisi, çev. Esra
Tuncer, Özlem Mestçioğlu, İ.Erdem Atak, Gönül Acar, Psikonet Yayınları, İstanbul 2010
911
Fatiha, 1/6
912
Abdulkerîm El-Kuşeyrî, Letâifu’l İşârât, ter. Mehmet Yalar, Harf Yayınları, İstanbul 2012, c.1, s.30
177
(cc)’ın rızası için terketmekle girilir. Nitekim nefsin Allah (cc)’tan yüz çevirmesi
getirmektedir.
Cahilliğini idrâk eden nefis, tedâvinin bir ileriki aşamasında ucbu tetikleyip
kibre sebebiyet veren nedenleri, yani nefsin kalp üzerindeki narsistik iz düşümlerini
tedâvinin ikinci aşamasını oluşturan bu süreci yine ayrıntıları ile ortaya koymuştur.
övünenler de yine büyük bir yanılgı içine düşmüşlerdir. Çünkü kibir vasıtası
913
Şihâbuddin Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif, s.310
178
Kuvvetle kibirlenmenin tedâvisi: İnsan ne kadar bu özelliği ile övünse de bir
İlim ile kibirlenmek: Tedâviye en zor cevap veren kibir türünden birisidir.
Çünkü ilmin değeri ile hem Allah (cc) katında hem de insanların gözünde pek
Allah (cc) yolunda harcamak ile değerleniyorsa, ilim de Allah (cc) yolunda
İbâdet ve takvâ ile kendini beğenerek kibre kapılma: Yine tedâvisi çok zor
olan kibir çeşididir. Fitnesi de yine çok büyüktür. Çünkü yapılan ibadet ve
914
Müslim, Zühd, 51
915
Cuma, 62/5
179
ibadet ve amellerine oranla küçümsemekten, gühahını alenen gördüklerine
kimse kalbinde Allah (cc) için sevme, ihlâs sahibi olma ve haşyet duygularını
taşıyor olabilir. Ayrıca son nefes alınırken kimsenin âkıbeti belli değil iken,
kibre, hasede ve kine bulanmıış bir kalbin Allah (cc) karşı büyük bir günah
işlediği ortadadır.916
Zirâ, gerçekten ilim ve ma’rifet sahibi olanlar, nefsin kibri betaraf ettiğine dair
övünmelerine kulak asmazlar. Kibir ile beraber ortaya çıkan bu riyâ hastalığı,
yine nefis ve şeytanın başka bir aldatmacasıdır. Bu nedenle, Allah (cc)’ın kalpten
her geçene mutalli olduğu düşüncesi ile kibre sebebiyet veren unsurların, riyâya
Kişi, yukarıdakilerden hangisine karşı zaafının olduğunu iyi tespit edip buna
göre nefsini hesaba çekmelidir. Çünkü şeytan nefsin hangi noktası zayıfsa, oradan
duvarının veya antivirüsün sisteme atakta bulunan zararlı yazılımı bloke etmesine
benzetilebilir.
916
Gazâlî, , İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, c.3, ss.813-826; ss.842-850
917
Muhâsibî, er-Riâye li Hukûkillah Kalb Hayatı, s.417
918
Narsistik Yara: Başarızlık, sevgiyi kaybetme, fiziksel deformasyon gibi tecrübelerin özsaygıda
açtığı kalıcı yaralar olarak tanımlanmıştır.
180
karıştırılmasından dolayı yaraların daha da kronikleşmesi, nefsin bu zayıf yönlerinin
önemli bir rol oynayan dünyalık şehvetler kalpte hevâ putlarına dönüşmeden tedâvi
tatbik edilmelidir.
Görülmektedir ki, insanın tekâmül derecesi onu Rabb’ine götüren vâsıta olan
kalbi kullanmadaki mertebesi ile doğru orantılı iken919, sözkonusu mertebeleri elde
edilemesi de, kalbin hevâ putlarından ne derece arındığı ile yakından ilgilidir. Bunu
da belirleyen çalışmamızda öne çıkan konu nefis ile cihaddır. Nitekim Gazâlî bu
boyun eğmiştir. Nefis tutkulara râm olmuş, tümüyle onların kontrol altına girmiştir.
919
Hikmet Yaman, Varoluşun Makam ve Halleri, Eski:Yeni Üç Aylık Düşünce Dergisi, 2010, sayı:19,
ss.81-84
920
İlk tasavvuf kaynaklarından itibaren Nefs’in “ Emmare , Levvâme ve Mutmainne “ aşamalarının
dışındakilere değinilmediği , diğer mertebelerin Felsefi Tasavvuf anlayışıyla birlikte ( IV. H./VII M.
asır sonraları) işlenmeye başlandığı , özellikle de tarîkatların sistemleşmesindensonra Nefs’in yedi
mertebesine yer verilerek genişçe ele alınmış olduğunu görüyoruz. Bu doğrultuda Gazzali’nin de
İhya’sında da nefsin mertebelerinde üçlü bir tasnife gittiğini görülmektedir. Bkz. Ahmet Ögke,
Kur’ân’da Nefs Kavramı, s.96
921
Gazâlî, Mizânü’l-Amel ‘Amellerde İlâhi Terazi’, ter. Abdullah Aydın, Aydın Yayınevi, İstanbul
1971, 127
922
Osman Nûri Topbaş, İmândan İhsâna Tasavvuf, Erkam Yayınları, İstanbul 2012, s.129
181
“Evinde bulunduğu kadın (gönlünü ona kaptırıp) ondan arzuladığı şeyi elde etmek
istedi ve kapıları kilitleyerek "Haydi gelsene!" dedi. O ise, "Allah'a sığınırım, çünkü
o (kocan) benim efendimdir, bana iyi baktı. Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler"923
beğenilme yönünün istismar edilmesi ile, yaşanılan cinsiyetler arası gerilimi giderme
yolunda erkeğe düşen misyonu tanımlamak, Hz. Yûsuf (as)’un Züleyha ile yaşadığı
Hz. Yûsuf (as)’u böyle bir eylemden alıkoyan hiçbir engelin olmadığı bildirilmiştir.
Onu, ancak kalbinin en derin noktasına kadar sirâyet etmiş Allah (cc) korkusu,
hedonist felsefe havf ve recâdan bihaber, kaplere hâkim olmuş, zevk ve tutkuları
uğruna hiçbir engel tanımayan bir nefsin basamağında kendine yer bulmuştur.
ölümüne kadar sürecek olan savaşı başlatmıştır. Bu öyle bir savaştır ki bazen nefis
taraftan, nefiste Allah (cc) yolunda çekilen bu sıkıntılardan dolayı bir ucb halinin
923
Yûsuf, 12/23
924
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, c.4, s.2855
925
Gazâlî, A.g.e, s.128
926
Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, ss.58-65
182
Cihadda üçüncü ve en ileri derecesinde ise nefsin narsisitk izdüşümleri olan
Yahya (as): Senin nasihatine ihtiyacım yok, fakat Ademoğulları’ndan bana haber
ver.
İblis: Onlardan bir sınıf vardır ki, biz onlardan herhangi birini fitneye düşürmek ve
kalbine hâkim olmak için yöneldiğimizde o derhal istiğfar ve tevbe eder. Bu bakımdan
ondan elde etmiş olduğumuz herşeyi altüst eder. Bu bakımdan onun elinden zahmet
çekmekteyiz. Diğer sınıfa gelince onlar elimizde, çocukların elindeki top gibidirler. Biz
dilediğimiz şekilde onları evirip çeviririz. Nefislerini aldatmak hususunda onlar bizim
vazifelerimizi yapmaktadırlar. Üçüncü sınıfa gelince, onlar senin gibi masum kimselerdir.
Görüldüğü üzere İblis her bir mertebeye karşılık gelen nefsin özelliklerini,
emmâre mertebesinde olup onları elinde oyuncak etmiştir. Tevbe ile bir mertebelerin
927
Gazâlî, A.g.e, s.128
928
Gazâlî, A.g.e, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, c.3, s.95
183
olduğu anlaşılmaktadır. Mutmainne mertebesine ulaşmış salih kimselerden ise artık
ümidini kesmiştir.
koşulunun tevbe kapısından adım atmak olduğunu929 çalışmamızın ilk bölümünde ele
koşulu olan pişmanlık ateşini yakmaktadır ki, bu da hevâ putlarını eritecek olan
hacker saldırılarına karşı savunmasız ise, kalpteki, samîmî bir pişmalığın yakmadığı
bir tevbe ateşi yokluğu da, onu düşmalara karşı savunmasız hale getirmektedir.
sınıflandırmaya gitmesi nefis ile yapılan cihadda tevbenin ne denli önem arz ettiğini
göstermektedir.
şehvetlerini kontrol altına alabilmiş, kalbi sükûn bulmuş kimseler iken, diğerleri
929
Gazâlî, Minhâcü’l Âbidîn ‘Abidler Yolu’, ter. Yaman Arıkan, Önsöz Yayıncılık, İstanbul 1980,
s.28; Hücvirî, Keşfu’l-mahcûb (Hakîkat Bilgisi), ter. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul
1996, s.171; Şihâbuddîn Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif (Gerçek Tasavvuf), ter. Dilâver Selvi,
Semerkand Yayınları, İstanbul 2012, s.614
184
nefisleri ile mücâhedeleri devam eden ama savaşta üstünlük sağlamış olanlardır.930
Nefsin günahı defalarca işletecek şehvetler ile güdülenmişken, Allah (cc) korkusu ile
kaydedildiği mertebedir.933
etmeyenlerdir.”934
üzere bu kimseler de bir atalet duygusu hâkimdir. Yani günahtan ötürü pişmanlık
930
Gazâlî, İhyâ-u Ulûm’id-Dîn, c.4, s.90
931
Gazâlî, A.g.e, s.91 Ancak, salikin şehvetlerini bu derece kışkırtan bir durumdan sakınmasının
tevbesinin selameti açısından önemli olduğunu da vurgulamıştır.
932
Gazâlî, A.y
933
Mustafa Merter, Nefs Psikolojisi ve Rüyaların Dili, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2014, ss.205-207
Kişinin sun’î ihtiyaçlarının kendisine biçmiş olduğu rolün dışına çıkıp kendisini sorgulama (nefs
muhâsebesi) imkanını elde ettiği mertebedir.
934
Âl-i İmrân, 3/135
185
levvame mertebesindeki bu nefis, nefs-i emmarenin biraz islah olmuş şekli olup
mertebesi vardır. Bir önceki bölümde ele aldığımız üzere bu davranışlarının arka
her türlü hileye başvurmakta çekinmeyen bir nefse sahip iken, tevbe etmeyi de aklına
getirmez. Diğer bir ifâde ile günahlarda ısrarcı, tevbe etmede ise son derece
isteksizdir.
derece yayılır. Öyle ki Gazâlî’nin ifâde ettiği üzere nefisten yükselen kapkaranlık bir
duman kalbe yükselip her tarafta onu istila eder ve nûru söndürene kadar devam
eder.
935
Mehmet Zahid Kotku, Nefsin Terbiyesi, Server İletişim, İstanbul 2013, s.257
936
Gazâlî, el-Munkizü Mine’d Dalâl, s.323
186
Sonuç
âhiret, ölüm ile yaşam arasındaki denge noktasından uzaklaşması, anlam verilemeyen
mecradan beslenen nefsin zulmetleri olan hased, kin, kibir gibi hastalıklar kalbi esir
almaktadır. Küresel çapta artan şiddet, terör olaylarını da, belirtilerini saptadığımız
virüsün tanımını yapmış ancak tedâvi yöntemini tam olarak ortaya koyamamıştır.
Nefis psikolojisi ile ilgili çalışmalar ortaya koyan sayılı psikologlar dışında,
kalıpları içinde hapsetmekte, diğer bir ifâde ile mertebe atlamasında yardımcı
olamamaktadır.
gerçekliğe yani âhirete bir vesile yapılması gerekirken, sanal dünyada yaşatmaya
187
narsistik yaralanmaların kanıtı olarak kabul edilebilecek özçekimlere (selfiler) de,
yapacağı arka kapılara (backdoor)ihtiayacı varsa, şeytanda kalbe truva atı olarak
ettiği üzere bu nefsin kalbe bu sızma yollarını kesmek, onu bu kötü huylarından
hedeflenmektedir.
Kalbin tasfiyesi denilen bu süreçte, kalbin durumuna göre ortaya çıkan her
ince ayrıntısına kadar yapmışlar ancak, arka planında yatan dinamikleri tam olarak
rasyonalist bir yöntemin geçersizliğini , diğer bir psikologun ortaya koyduğu tespitte
görebilmekteyiz. Nitekim kalp kanalları tıkanmış, diğer bir ifâde ile basiret gözü
bilicinde hareket etmesi olası görülmemektedir. Vatanına yönelmiş olan bir tehdidi,
toplumsal rollerini bir kenara iterek, tek bir birey gibi hareket etmesini, vatandaşın
188
biribiri ile olan kalbî bağlılıklarından başka bir kavramla açıklamak mümkün
aldanma çağında en çok suistimal edilen konulardan birisi haline gelmiştir. İnsanlar
Allah (cc) yolunda cihad ettiğini düşünürken, esasında dini lider olarak kabul
ölümüne neden olan cihad adı altındaki bu eylemler, İblis’in söz verdiği üzere kul
ile Allah (cc) arasına girip cehennemi cennet olarak sunduğunun bir kanıtı olarak
kabul edilebilir.
çok daha hızlı bir şekilde etkisi altında olanlara yayabilmketedirler. Gazâlî’nin
her kova suyun pisliğini arıtmak gerekliyli ise; virüslü bir bilgisayarı bağlı
bulunduğu ağdan çekip lokal olarak temizlemek çözüm olmayacak, veri istasyonu
devam edecektir.
Düşünürümüzün ifâde ettiği üzere, ihtiyaç duyulan kalb-i selîm birinin tezkiye
189
samîmîyetin derecesi de kalbin, putlardan arınmışlığına bağlıdır. Zamânâ, topluma
bulabilmek için eli taşın altına sokmak gerekmektedir. Çünkü her ne kadar virüs
kendini saklasa da hizmet ettiği mecra bellidir. Bu sebeple insanın ilk önce kendini,
yani nefsini bilmelidir ki düşmanını tanıyabilsin ve kalbinde samîmî bir cihad ile
190
BİBLİYOGRAFYA
Açıkel, Yusuf, “Nefsini Bilen Rabb’ini bilir” Hadis mi, Kelâm-ı Kibar mı?,
Süleyman Demirel Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Isparta 1998
Ayni, Mehmet Ali, Gazâli İslam Düşüncesinin Zirvesi, haz. Erol Kılınç, İnsan
Yayınları İstanbul 2013
191
Ayverdi, İlhan, Misalli Büyük Türkçe Sözlük ‘Mücâhede’, Kubbealtı Neşriyat,
İstanbul 2006
Bausani, Alessandro, Selçuklu Döneminde Din, ter. Ali Ertuğrul, C.Ü İlâhiyat
Fakültesi Dergisi, XI/2, 2007
Bolat, Ali, Bir Tasavvuf Okulu Olarak Melâmetîlik, İnsan Yayınları, İstanbul
2003
192
Bostancı, Ali Haydar, Tasavvuf’ta Etvâr-ı Seb‘a ve Sofyalı Bâlî Efendi’nin «
Etvâr-ı Seb‘a »’sı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1996
Burns, David, İyi Hissetmek Yeni Duygudurum Tedavisi, çev. Esra Tuncer,
Özlem Mestçioğlu, İ.Erdem Atak, Gönül Acar, Psikonet Yayınları, İstanbul 2010
193
------------, Kin, DİA, c.26, İstanbul 2012
194
--------------, Kur’an-ı Kerim’de Seyr u Sülûk, Erkam Yayınları, İstanbul
2012
Gail Dines, Pornland, How Porn Has Hijacked Our Sexuality, Beacon Press,
U.S 2010
Durusoy, Ali, İbn Sinâ Felsefesinde İnsan ve Alemdeki Yeri ‘Nefsin Muharrik
Güçleri’, İFAV Yayınları, İstanbul 2012
Filiz, Şahin, İhvanı Safâ’ya Göre İnsanın Biyolojik ve Psikolojik Yapısı, S.Ü
İlâhiyat Fakültesi Dergisi, S.11, Konya 2001
Fromm, Erich, Kendini Savunan İnsan, çev. Necla Arat, Say Yayınları,
İstanbul 2001
195
-----------, Rüyalar, Masallar, Mitoslar (Sembol Dilinin Çözümlenmesi), çev.
Aydın Arıtan, Kaan H. Ökten, Arıtan Yayınevi, İstanbul 1990
-----------, Bâtınîliğin İç Yüzü, çev. Avni İlhan, Türk Diyanet Vakfı, Ankara
1993
-----------, Kimya-i Saâdet, ter. Faruk Meyan, Bedir Yayınevi, İstanbul 2013
196
-----------, FilozoflarınTutarsızlığı, ter. Mahmut Kaya, Hüseyin Sarıoğlu,
Klasik Yayınları, İstanbul 2012
Guénon, René, Nefsini Bil, ter. Mustafa Tarhalı, Kubbealtı Akademi, S.3
Güç, Ahmet, Satanizm Şeytana Tapınmanın Yeni Adı, Alfa, İstanbul 1999
197
-----------, Mukaddime, ter. Zakir Kadirî Ugan, M.E.B, İstanbul 1968
Hall, Calivin S., Freudyen Psikolojiye Giriş, ter. Ersan Devrim, Kaknüs
Yayınları, İstanbul 2010
------------, Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikoloji, UÜİFD, c.3, S.3, Bursa 1991
198
Karadaş, Cağfer, Gazzâli’nin Düşünce Ekseni: Hakîkatü’n Nübüvve ‘900.
Vefât Yılında İmam Gazzâlî’, İFAV, İstanbul 2012
Kesîr, İbn, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları, çev. Bekir
Karlığa, Bedrettin Çetiner, İstanbul 1991
199
Kuşeyrî, Abdülkerim Kuşeyrî Risâlesî, ter. Dilaver Selvi, Semerkand
Yayınları, İstanbul 2013
-----------, Letâifu’l İşârât, ter. Mehmet Yalar, Harf Yayınları, İstanbul 2012
Kutub, Seyyid, Fî Zilâl-il Kur’ân, c.I, Dünya Yayınları, çev. Salih Uçan,
Vahdettin İnce, Dünya Yayıncılık, İstanbul 1991
200
Muslu, Ramazan, Halvetiyye’de “Atvâr-ı Seb’a” Yazma Geleneği ve Sofyalı
Bâli’nin Atvâr-ı Seb’a Risalesi, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi,
S.18,
Paul, Pamela Pornofied How Porn Became To Norm, Time Books Henry
Holt and Company, 2005 U.S
Ömer Naci Soykan, Varoluş Yolunun Ana Kavşağında Korku ve Kaygı, Doğu
Batı Düşünce Dergisi, S.2, İstanbul 1999
201
-----------, Melikşah, DİA, c.29, İstanbul 2012
Rogers, Carl R., Yarının İnsanı ‘Değeri Bilinmeyen Bir Var olma Yolu:
Empati’ , çev. F. C.han Dansuk, İstanbul 2012
Saraç, Ender, Artık Rûhunu da Besle kitabı içinde ‘Evlilik ve Cinsel Yaşam’,
Hayykitap, İstanbul 2012
202
Spinoza, Etika ‘Ethica’, çev. Hilmi Ziya Ülken, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara
2014
Struthers, William M., Wired for İntemacy: How Pornogrpahy Hijacks the Male
Brain, Green Press, 2009 U.S
Taberî, Ebû Cafer Muhammed b.Cerir, Taberî Tefsîri, ter. Hasan Karakaya,
Kerim Aytekin, Hisar Yayınevi, İstanbul 1996
------------, Toplum Psikolojisi, Timaş Yayınları, haz. Fatma Özten, İstanbul 2014
----------, Kalbini Bul Nefs Terbiyesi ve Allah’a Yakın Olmanın Güzelliği, çev. Hacı
Bayram Başer, Hayykitap, İstanbul 2013
203
Turan, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, Ötüken Neşriyat,
İstanbul 2009
Twenge, Jean M., W. Keith Campbell, Asrın Vebası: Narsisizm İlleti, çev. Özlem
Korkmaz, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2010
204
Wardetzki, Barbel, Kabul Görneye Olan Açlık/Dişi Narisisizm, çev.
Mukaddes Öğünmez, Feyza Sarper Öztürk Sistem Yayıncılık, İstanbul 2010
Yaman, Hikmet, Varoluşun Makam ve Halleri, Eski:Yeni Üç Aylık Düşünce
Dergisi, 2010, sayı:19
Yılmaz, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat,
İstanbul 2010
Yılmaz, Yavuz Şevki, Araz, DİA maddesi, C.3, İstanbul 2012
Yunâni, Kusta B. Lukâ, Ruh ile Nefs Arasındaki Fark Hakkında, çev. İbrahim
Halil Üçer, M.Ü İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 2009/1
205
ÖZET
Tasavvuf ilminin tanım ve özünü teşkil eden nefsin tezkiye ve kalbin tasfiyesi
kıstas alınmıştır. Kalbin halleri nefsin mertebelerine göre tasvir edilirken, özellikle
öne çıkan kavramlar olan şehvet, hevâ, put, zulmet; tevbe, muhasebe, havf-recâ,
ışık tutabilecek tespitlerle dolu olduğu fark edilmiştir. Bu doğrultuda yukarıda adı
yapılmaya çalışılmıştır.
Birinci bölümde nefis kavramının sözlük ve ıstılah anlamları verildikten sonra, âyet
tezkiyesi’ ve ‘kalbin tasfiyesi’ ve riyâzet ile ilgili kavramlar ele alınarak nefis, kalb
ve rûh arasındaki münâsebet ortaya konmaya çalışılmıştır. Son bölümde ise şehvet ve
hevâ kavramları analiz edilerek, kalb üzerindeki narsistik iz düşümler olarak kabul
206
edilen nefsin zulmetlerinin tanımı yapılmıştır. Nefsin bu zulmetlerden arınarak,
alınmıştır.
207
ABSTRACT
sufism the also have formed topic of this study. In the duration that refining
darkness of self and then serving to it of the soul, as of heart assumed critical role it
has been taken criticism measure of this refinement. In terms of orders of the self -
heart have been portreyed. Especially lust, desire, fetish (idol) and darkness beside
repentance, accounting self, awe and excpectancy, love and glory like as related
concepts about heart have been come into prominence. Because of that these
concepts given dictionary and term meaning for identifying where are they in
It has been noticed that facing darkness of his self Gazâlî’s morality
theoretic has been had a good many determinations which were able to help people
in existential anxiety. In this direction above concepts have been analyzed by Imam’s
mystical personality and struggling his self. Verses of Quran and Hadithes have been
This work consist of three parts that section one of them introduction. As
beginning the period of socio-cultural structure, Gazâlî lived in, have been referred
briefly. And then transmutation of his idea structure have been identified. In first
section, after given term and dictionary meaning of self, has been looked at its
heart and ‘riyâzet’ have been analyzed so relations of concepts (self-heart-soul) with
each other have been put forth. At the last section also concepts about refinement
208
process which lust and desire have been emphasized. In this direction narcissistic
209