You are on page 1of 7

AMERİKAN HALKI, DÜNYADA BUGÜN UYGULANMAKTA OLAN

TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ PROJELERİNİN


İLK MODERN KOBAYI VE EN BAŞARILI ÖRNEĞİDİR

Amerikan halkı son 90 yıl içerisinde, üç kez büyük korku yaşadı veya bu korkuya sevk edildi. Bunlardan
birincisi, 1917 ile 1920 yılları arasındaki “First Red Scare” denilen komünizm korkusuydu.
First Red Scare'in kökeni I. Dünya Savaşı'ndaki aşırı milliyetçilik dalgasına uzanmaktadır. Savaşın son döneminde
meydana gelen Bolşevik devriminin ardından yaşanan Genel Seattle Grevi, Boston Polis Grevi ve anarşist öbekler
tarafından siyaset ve iş dünyasının önde gelenlerine yönelik bombalı saldırılar Amerikalı yetkililer tarafından tehdit
olarak algılanmıştır. Dönem, Başsavcı A. Mitchell Palmer'ın radikal kuruluşları ortadan kaldırmaya yönelik
girişimlerine tanıklık etmiştir. Kısa süre sonra FBI’ın başına geçecek olan J. Edgar Hoover’ın kuruma girdiği ve bütün
hayatını şekillendirecek olan Komünizmle Mücadele Masası’nda çalışmaya başladığı yıllardı. Bu baskı döneminin
Amerikan tarihine bıraktığı hatıralar arasında, sendika baskınları, linçler, şanslı yabancıların sınırdışı edilmesi ve
Nicola Sacco ile Bartolemeo Vanzetti gibi şanssızların uydurma davalarla kurban edilmeleriydi. Bu dönemin öne çıkan
bir diğer konusu da muhafazakârların İncil’i inkar eden evrim kuramının okullarda öğretilmesine karşı büyük bir
kampanya açmasıydı. Toplumu yönlendirip yönetmek adına atılan bu adımların aslında II. Dünya Savaşı öncesi ve
sonrası için planlanmış olduğunu görmekteyiz.
Büyük resime biraz geriye dönerek bakmaya ve anlamaya çalışalım.Kurgulanan modern imparatorluk düzeninin
oldukça uzun ve istikrarlı bir planlamanın hayata geçirilme sahfalarına kısaca göz atalım.
ABD’nin kurucuları, kendilerini bir kıta ulusu olarak görmüş ve Amerikan imparatorluğunu oluşturduklarını
düşünmüşlerdi. ABD’nin kuruluş yıllarında, başta Britanya İmparatorluğu olmak üzere sömürgeci imparatorluklarla
mücadele etmesi ve bu ülkelere karşı başarılı olması bu düşünceyi daha da güçlendirdi. Özellikle milliyetçilik akımı
sayesinde, Amerikan milletinin temellerinin daha en başından atılması ve toplumsal yapının en temel taşı olan dinin,
siyasi alanda önemli yer tutması, ABD’nin iimparatorluk hedeflerini şekillendirdi (McDougall, 1997, s. 15).
Başlangıçtan itibaren ABD’nin “eşsiz” bir ülke olduğu inancı, kuruluş temelinin felsefesini oluşturmuş ve başta dış
politika tercihleri olmak üzere birçok alanda politikalarını yapılandırmıştır. (Davis & Lynn-Jones, 1987, s. 23).
Esasında bu desteğin altında medyanın büyük etkisi vardı. Örneğin “Outlook” dergisinde editör olan ve önemli bir
Protestan rahip olan Lyman Abbot gibi isimler, ABD’nin toprak işgal etmediğini, aslında bu ülkelere medeniyet
götürdüğünü iddia etmekteydi. Yeni elde edilen piyasalar ile yapılan karlı ticaret ve özellikle Uzak Doğu’da Çin’in
önemli bir piyasa olarak görülmesi, imparatorluk yolunda önemli adımların atılmasını sağladı (Judis J. B., 2004, s.42)
Özellikle Birinci. Dünya Savaşı sırasında önce tarafsızlık politikası izleyen ABD’nin bu yaklaşımı, 1916 yılında yapılan
seçimlerde değerlendirildi. Dış politikada izlenen tarafsızlık politikası, seçimin sonucunu etkiledi. Çünkü tarafsızlık
politikasına rağmen ABD, 1917 yılında, İngiltere’nin yanında savaşa katıldı. Bu tavır değişikliğinin en önemli nedeni,
Wilson’un idealist yaklaşımıydı. Wilson, savaş sonrasında dünyanın demokratik ve güvenli bir yer olacağına
inanmakta ve bu savaşın bütün savaşları bitireceğini iddia etmekteydi (Nevins & Commager, 1951, s. 459).
Bu yaklaşımından dolayı Wilson, Amerikan kamuoyu tarafından ciddi bir şekilde eleştirildi. Alman ve İtalyan kökenli
göçmenlerin başını çektiği kitlelerin, savaşa girilmesi nedeniyle Wilson’a öfke duyması, Wilson’un 1920 yılında
yapılan seçimi kaybetmesine neden oldu (Atwood, 2010, s. 104-119). Aslında Wilson, savaş sonrası için ortaya
koyduğu ilkeler ile dünyayı şekillendirmeyi hedeflemişti ama bu hedeflerinin Amerikan kamuoyunda gerekli desteği
alamaması nedeniyle başarısızlığı uğradı. ABD, Wilson sonrası dönemde küresel ve yerel nedenlerden dolayı, İkinci
Dünya Savaşına kadar içine kapandı (Gindin & Sam, 2006, s. 27).
İşte bu İdealist yaklaşım ve İzolasyon politikası Amerikanın yeni yüzyıldaki hegemonyasını kurması adına en önemli
siyasi manevra olmuştu.Geçmiş dönemde uygulanan din destekli iç politika propagandaları toplumda millet olma
fikrini oluşturmuştu.Artık bu dürtüyü bir sonraki sahfaya taşımak gerekiyordu.
I.Dünya savaşı sonrası Avrupada oluşan ekonomik,siyasal ve sosyal durum Amerikanın öne geçmesine de uygun bir
kulvar yaratmıştı.Şimdi artık birlik olmak ve Amerikayı çalışarak imar etmek ve güçlenmek zamanıydı. İdealist politika
din destekli milli söylemlerle yürütüldü ve halk tarafından büyük rağbet gördü. Öyle ya dünyanın dört bir yanında
gelerek bu yeni dünyada kozmopolit bir toplum oluşturan insanların bir kimliğe ihtiyacı vardı.Bu ihtiyaç kilisenin de
yoğun desteği ile yürütülen iç politikaların akıllı ve doğru uygulamaları ile beklenenden de başarılı bir şekilde
doyuruldu. Şimdi sıra bu aklın daha da ileriye taşınması ve sosyal harekete ve tepkiye dönüştürülmesine gelmişti ki
Bolşevik Devrimi ile başka bir coğrafyada farklı bir toplum mühendisliği projesini yürüten emekdaşların sayesinde
yaratılan düşman cephe, ikinci etabın gerçekleştiilmesinde başrolü oynadı.Böylece İzolasyon politikası aradığı rol
arkadaşını, kahramanını bulmuş ve Komünizm en büyük düşman olara lanse edilerek toplumda katalizör etkisi
yaratmış projenin ivme kazanmasına ana malzeme olmuştur.
1929 ekonomik krizi, ABD’de, durgunluk ve depresyon dönemini de beraberinde getirdi. 1929 krizinden 1936’ya
kadar, ABD, krizin ağırlığından kaynaklanan kendi “iç” sorunlarıyla uğraşmak zorunda kaldı ve bütün bir yirminci yüz
yıl boyunda, sadece bu yıllarda, dış politikayı geri plana itmek durumunda kaldı.
Tarihçiler, ABD’nin bu yıllardaki politikasını “izolasyonizm” kavramı ile ifade ederler, yani “içe kapanma, yalnızlaşma
politikası”. 1936’dan itibaren ise, ABD’nin kriz yıllarındaki “zorunlu izolasyonu”, “bilinçli izolasyon” politikasına
çevrildi. İşte bu “bilinçli içe kapanma” diye adlandırılan politik ve ekonomik kavram anlaşılmadan, ABD’nin İkinci
Dünya Savaşı’ndaki rolü, sorumluluğu ve savaştan sonraki hegemonyasının niteliği tam olarak anlaşılamaz.
Bu içe kapanma süreci, Tam olarak Franklin D. Roosevelt dönemine kadar sürdü. Yeni Düzen (New Deal) söylemi ile
başa gelen, ABD’nin yeniden ekonomik olarak kalkınmasını sağlayan, 1933-1945 yılları arası başkanlık yapan ve
hitabet gücü olan Roosevelt, ABD’nin dünyaya liderlik yapma vaktinin geldiğini düşünmekteydi. Roosevelt, ölene
kadar ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’na girmesini özgürlük, ifade özgürlüğü, dini özgürlük ve benzeri söylemlerle
savundu. Aynen Wilson gibi Roosevelt de, ulusların kendi kaderlerini belirlemesini ve serbest piyasa ekonomisini
desteklemekteydi (Nevins & Commager, 1951, s. 489). Ayrıca bu dönemde Time, Life ve Fortune gibi dergilerin
kurucusu olan Henry Luce gibi figürler de, sivil girişimci olarak ABD’nin dünyayı değiştirmesi ve küresel lider olması ve
dünyaya güçlü katkıda bulunması görüşlerini desteklemekteydi (Judis J. B., 2004, s. 123).
Amerika Birleşik Devletleri, bu yıllarda, dünyayı kan gölüne çevirmenin planını yapan Hitler ile ilişkilerini geliştirmiş,
ona önemli oranda mali destek sunmuş ve açıkça görünür olan, üstelik “izolasyonist” ya da “karışmama” ve Hitler’in
elini serbest bırakarak onu cesaretlendirme politikası izleyerek kışkırttığı katliamdan avantajlı çıkmanın hesabını
yapmıştır. Evet, ABD, tıpkı NAZİ Almanyası karşısında, “karışmama” ve tavizler sunarak, onu özellikle “Doğu”ya,
sosyalizme karşı savaşa cesaretlendirme içerikli “Münih politikası”nı izleyen diğer emperyalist ülkeler gibi, II. Dünya
Savaşı’nı, ’30’lu yılların ikinci yarısından itibaren hazırlamış ve bu yıllardaki dış politikasının bütünü bu amaca hizmet
etmiştir. Bundan dolayı, ABD’nin bu yıllardaki “izolasyonu”, savaşa hazırlık amacıyla izolasyondur. Bunu, iki yönü ile
ele alabiliriz : Birincisi, yeni pazarlar için ekonomik mücadele, ikincisi ise, bunu destekleyen politik ve diplomatik
manevralardır.
İkinci Dünya Savaşı, ABD’nin küresel ekonomik düzeni ve ahlaki değerlere dayanan uluslararası düzeni kurması
yolunda önemli bir fırsat olarak görüldü (Wittkopf, M.Jones, & Kegly, 2008, s. 4) Fakat bu fırsatın kullanılabilmesi için,
Amerikan kamuoyunun iknası şarttı. Zira Wilson’un başına gelenler unutulmamıştı. Dolayısıyla I. Dünya Savaşı’nda
olduğu gibi, II. Dünya Savaşı sırasında da ilk olarak tarafsızlık politikası izlendi. Fakat daha sonra Pearl Harbour
saldırısı bahane edilerek savaşa girildi. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’na girişi, halen komplo teorileri bağlamında
tartışılmaktadır. Kimileri Franklin D Roosevelt’in savaşa girmek için 2800 Amerikan deniz askerini feda ettiğini iddia
etmektedir. Aslında bu iddialar 2001 yılında Thomas Fleming tarafından yazılan Franklin D. Roosevelt ve II. Dünya
Savaşı İçinde Savaş isimli kitabında belgelerle de ispatlanmaya çalışılmıştır. Fleming’e göre Roosevelt, ABD’yi savaşa
sokabilmek, Amerikan halkının desteğini alabilmek ve Wilson’un durumuna düşmemek için Pearl Harbour saldırısına
göz yummuştur (Fleming, 2001); (Atwood, 2010, s. 126).
Amerikan halkını ikinci kez büyük korkuya sevk eden ve İkinci Kızıl Tehlike diye adlandırılan oluşum,
(McCartyhism olarak da bilinir) II. Dünya Savaşı’nın ardından Sovyetler Birliği ve komünizme duyulan çekinceye karşı
başlatılan karşı siyasi propagandadır. Sovyetler Birliği’nin II. Dünya Savaşı’nda kazandığı başarılar, komünizmin
yükselişi, Doğu Avrupa'da ve Çin’nde komünist partilerin iktidara gelmesi gibi faktörler Amerika Birleşik Devletleri
yönetimini paniğe düşürmüştür. Amerika Birleşik Devletleri hükümeti içerisinde çalışan bazı kişiler bile “Komünist
şüphesiyle” işlerinden olmuşlardır.Savaş sonrası dönemde Sovyet Birliği’nin bir dünya gücü haline gelmesi, silah
teknolojisinin gelişmiş olması ve Amerika Birleşik Devletleri içerisindeki komünistlerin Sovyetler Birliği'ne bilgi
sızdırabileceği korkusu ABDli hükümet yetkililerini korkutmuştur.
Sovyetler Birliği’nin önce atom sonra da hidrojen bombasını yapması, Amerika’daki korku ve histeriyi toplumsal bir
hastalık derecesine çıkardı. Bu ortam, ABD’nin Orta Batı bölgelerinden gelen muhafazakar bir taşra politikacısı olan
Joseph Raymond McCarthy’nin yükseleceği iklimi hazırladı.
Başarısız bir avukat olan McCarthy bütün hırslı politikacılar gibi, hızla yükseleceği bir kapı aramış, önce Demokrat
Parti’ye yanaşmış ancak burada istikbal göremeyince Cumhuriyetçi olmuştu. Namuslu bir insan olan rakibini hayata
küstürecek son derece kirli bir seçim kampanyası yürüten McCarthy, deniz piyadesi olarak girdiği savaşı masa başı bir
görevde geçirdiği halde, silah kuşanmış biçimde poz verdiği fotoğraflarını seçim kampanyasında kullanacaktı.
Ahlaksızlığı ve acımasızlığı ile şöhret yapacak ama yine de, 1946’da Senato’ya seçilecekti.
Daha sonraları McCarthy hakkında yazılacak olan özet yargı şuydu: “Amerikan halkının kafasını karıştırıp saptırmak ve
Amerika’nın dünyadaki itibarını düşürmek için, hiçbir kimse onun kadar başarılı olamamıştır.”
Senatodaki çaylak dönemini atlattıktan sonra, 1950 yılı başlarında, Cumhuriyetçi Parti içerisindeki etkinliğini artırmak
için harekete geçen McCarthy, günün modası olan anti-komünizmin bayraktarlığını yapacaktı.
Elinde, “Dışişleri Bakanlığında yuvalanmış 205 komünisti içeren bir liste” olduğunu iddia edecek, daha sonra bunların
57 kişi olduğunu söyleyecekti. Sıkıştırılınca da, tek bir kişi bile gösteremeyecek; ama John Hopkins Üniversitesi’nde
Uzak Doğu uzmanı olan Owen Lattimore’un Dışişleri Bakanlığı’ndaki casus teşkilatının başı olduğunu öne sürmekten
de geri kalmayacaktı! FBI bu konuda hiçbir delil getiremeyecek ve Senato’nun özel bir komitesi Lattimore’u
aklayacaktı. Daha sonra da McCarthy, ABD’nin BM temsilcisini ve bazı senatörleri, komünistlerle bağlantı kurmakla;
II. Dünya Savaşı’nın politikaya atılan generalleri Marshall ve Eisenhower’ı da “komünistlere karşı mücadelede etkin
olmamakla” suçlayacaktı. Bu mesnetsiz iftira politikasının Nazilerin politikalarıyla benzerliği, aklı başında Amerikalıları
çok rahatsız etmekle birlikte, çoğunluk, anti-komünist histeri içerisinde, ona kulak verebilecek ve en azından, karşı
çıkmayacaktı. 1954’ün ilk aylarında, McCarthy’nin çirkin yüzünü sergileyen televizyon programları artık ulusal
kanallarda yayınlanacak; ama o tarihlerde yapılan kamuoyu anketleri bile, Amerikan halkının yüzde 50’sinin onu
desteklediğini ve yüzde 21’inin de kararsız olduğunu ortaya koyacaktı.
Yıllarca McCarthy’yi desteklemiş olan FBI ve ünlü şefi Hoover, McCarthy sonrasında solcu avı için yeni yollar buldu.
Özellikle 1956 ve 1957 yıllarında, Yüksek Mahkeme kişi haklarını koruyan bazı kararlar alınca, 1957’den 1970 yılına
kadar, resmen sürdürülen ve “COINTELPRO” adı verilen bir program hayata geçirildi. Bu programın amacı,
“komitelere çağrılamayacak ve normal yollarla suçlanamayacak olanları etkisizleştirmek” diye ifade ediliyordu. Bu
çerçevede solculara, savaş karşıtlarına (özellikle Vietnam Savaşı sırasında) ve sivil haklar savunucularına karşı
psikolojik bir savaş yürütülüyor, kuruluşlara ajanlar yerleştiriliyor, korku yaratılarak, hizipçilik desteklenerek veya
dedikodular çıkartılarak hedeflerin yıpratılması yoluna gidiliyordu. Adli merciler bu tür yıpratıcı davalarla bu oyuna
alet ediliyordu. Nihayet zaman zaman şiddet kullanma yoluna da gidiliyordu ki, FBI’ın bu programının benzerleri, aynı
dönemde birçok ülkede uygulanacaktı. Konuya başka bir açıdan bakıldığında, McCarthy varken, tüm bunlar onun
sayesinde yapılıyordu ve onun sahneden inmesi, bu programın yaratılmasını sağlamıştı. “COINTELPRO” programının
en büyük hedeflerinden birisi, Martin Luther King Jr. Olacaktı. FBI kiliseleri ona karşı tehdit edecek, özel hayatını
dinleyecek, karısıyla arasını açmaya çalışacak, intihara teşvik edecek, dostlarını ve destekçilerini korkutacaktı.
1940 ve 1950'li yıllar "özgürlükler ülkesi" olarak bilinen ABD'de anti-komünist bir terörün estiği yıllardı. Soğuk Savaş
propagandasının etkisiyle bu yıllarda "baskıcı rejim" yaftası sadece Sovyetler Birliği'nin boynuna asılsa da ABD'nin de
aşağı kalır yanı yoktu. Senatör Joseph McCarthy'nin adından mülhem "McCarthizm" olarak anılan "kızıl panik",
ülkenin üzerine kara bir bulut gibi çöktü. Cadı avının hedefinde de Amerikan propaganda makinesi Hollywood vardı.
"Amerikan Rüyası"nı yaratan aktör ve aktrisler, "komünist, komünist duygudaşı" diye sosyal lince uğradı, hapse girdi.
Bertolt Brecht, Charlie Chaplin, Arthur Miller, Orson Welles ve daha niceleri lince uğrayanlar arasındaydı. Kimisi
ABD'yi terk etti, kimisi hapse girdi.
Korku yasal yollar kullanılarak etkisi toplum üzerinde meşru kılındığında, insanları yönlendirmede kullanılabilecek en
etkili yollardan birisidir. Çeşitli yasal yollar kullanılarak meşru bir hale getirilmiş korku yaratma uygulamaları
spekülasyonlara, şüpheciliğe ve bir kamuoyu refleksinin oluşmasına neden olur. Yaratılan korku ortamında toplum
içerisinde yaşayan birey, yasal yollar ile meşru kılınmış ve oldukça etkili korku yöntemleri doğrultusunda
yönlendirilebilir ve yapması istenen davranışı sergiler.

Amerikan halkını üçüncü kez büyük korku yaşatan çalışma ise hepimizin şahit olduğu 11 Eylül projesidir.
2001 yılına girildiğinde, Amerikan imparatorluğu tartışması, sadece çok az Amerikalının gündemini meşgul
etmekteydi. 2000 yılında yaşanan finansal kriz nedeniyle ekonomi, en önemli sorun olarak görülmekteydi. Bir de Bill
Clinton’un yaşadığı skandal ilişki, gündemi meşgul etmekteydi (Kastor, 2010, s. 422). Böyle bir konjonktürde,
herşeye rağmen, Amerikan halkı 21. yüzyıla daha umutlu bir şekilde, yeni yönetim ve başkan ile girdi. Yeni başkan G.
W. Bush kimileri tarafından anti-entelektüel bir Başkan olarak tanımlanmaktaydı. Buna rağmen dış politikada radikal
bir değişim gerçekleştiren isim oldu. Bush’un başkanlığı döneminde Amerikan imparatorluğu iddiaları üzerinde
tartışmalar çoğaldı (Lim, 2008, s. 3). Roma Cumhuriyeti’ni Roma İmparatorluğu’na dönüştüren Ceasar gibi, Bush da
tüm dünyada, hatta uzayda Amerikan egemenliğini, gerekirse önleyici askeri müdahaleler ile gerçekleştirmeyi
hedeflemekteydi (Heinberg, 2003). Kendisini bu konuda, adım atması için destekleyen Yeni Muhafazakar
entelektüeller vardı. Dolayısıyla Bush, yeni yönetimi bu entelektüellerden kurdu. Condoleeza Rice, Paul Wolfowitz,
Richard Armitage, Richard Perle, Richard Dick Cheney ve Donald Rumsfeld gibi isimler çok önemli görevlere geldi
(Ritchie & Rogers, 2007, s. 149). Örneğin Donald Rumsfeld Savunma Bakanı, Richard Dick Cheney Başkan Yardımcısı
ve Richard Perle Savunma Bakan Yardımcısı olarak görev aldı.
İlginç bir şekilde Eylül 2001 öncesi Bush, birçok konuşmasında, teröre karşı son bir savaşın yapılması gerektiğini ve
böylelikle daha iyi bir dünyanın oluşacağından bahsetmekteydi. Kendisini şeytanı yok etmek ile görevlendirilmiş
olarak Kabul eden Bush, Amerikan değerlerini; özgürlük, barış ve demokrasiyi tüm insanlığa sunmaya
hazırlamaktaydı (Ryn, 2003, s. 383).
Bütün dünyayı sarsan 11 Eylül 2011 (9/11) saldırısı Bush iktidarının 234. gününde yaşandı. O güne kadar Büyük
Ortadoğu Projesi (BOP) otomatik pilota takılmış gibi devam ediyordu. Clinton döneminde başlatılan hem Irak, hem
de İran'ı denetimde tutma politikası sürüyordu. El Kaide bölgedeki sorunlardan sadece biriydi. Bush yönetimi için
Filistin-İsrail sorunu gündemin üst sıralarında yer almıyordu. Ortadoğu'da barışı kurmak bu dönemde geri plana itildi,
Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki çatışma bölge politikalarının odağı olmaktan çıkarıldı. Bu karar tüm bölgedeki
ilişkileri yeniden kuracak ve köklü değişimlere yol açacaktı. 11 Eylül 2001’de 19 genç adamın kaçırdıkları dört ticari
uçağı saldırı araçları haline dönüştürüp New York’taki ikiz kuleleri ve Pentagon’u vurmaları kendi güvenliklerini
Amerikan halkının kazanılmış bir hakkı olarak görenleri birden bire orta yerde çırılçıplak her türlü tehlikeye açık bir
durumda bırakmıştı.
Saldırıdan hemen bir hafta sonra, Rumsfield bir basın toplantısında konuya açıklık getirdi:
“Önümüzde bir seçim var, ya BİZ kendi yaşam biçimimizi değiştireceğiz, ki bu kabul edilemez, ya da biz ONLARIN
yaşam biçimlerini değiştireceğiz. Biz ikincisini tercih ettik.
“ABD karşıtı teröristlere yakın duran, açıkça destekleyen ya da desteklemeye meyilli olan devlet, grup veya
hareketlerin tümü bu tutumlarını değiştirmek zorundadırlar. Seri ve hızlı hareket edip, alakalı veya alakasız, hepsini
silip süpüreceğiz.”
Basın toplantısındaki gazeteciler “Biz” ve “onların” kim olduğunu sorgulamadı.
ABD'nin o ana kadarki Büyük Ortadoğu Projesi uygulamaları ciddiyetten uzaktı. Şahin Rumsfield şöyle diyordu:
“Savaşlarımız eğer dünya haritasını belirgin bir biçimde değiştirmiyorsa, ABD amaçlarına ulaşmış sayılamaz. Dünya
haritasını yeniden çizmek, daha büyük çapta askeri hareket gerektiriyorsa, bunu yapmalıyız.”
Küresel bir savaşa girmek, ABD halkına yeni yükler getirmeyecekti. Yeni vergiler, zorunlu askere alınma gibi
uygulamalar olmayacak, halkın gündelik yaşamı her zamanki gibi sürecekti. Savaşın boyutları ve kapsamı genişliyor
ama Amerikan halkına bu savaşta verilen rol giderek azalıyordu.
Bush döneminde, devlet ve toplum arasında bu savaşa uyum sağlayan yeni bir ilişki biçimi oluştu.
Bu değişimin altında yatan iki temel unsur vardı.
Birincisi savaşa halkın katılımı gerekli değildi, eldeki askeri imkanlar yeterliydi.
İkincisi, halkın katılımı zafere gidecek olan yolda ordunun hareket kabiliyetini engelleyecek yaptırımlar getirebilirdi.
Amerikan halkının sesi kısılıyor, hatta toptan kesiliyordu. İkinci bir Vietnam'a hiç gerek yoktu.
Cheney, Rumsfield ve Wolfowitz üçlüsü “Askeri Uygulamalarda Devrim” adını verdikleri yeni bir program ortaya
attılar. Bu program yeni bir Afganistan savaşı öngörüyordu.Bu savaşta ABD üstü kapalı olmayan, açık bir rol
oynayacaktı. El Kaide'yi yıkmak veya zayıflatmak için başlatılan Kalıcı Özgürlük Operasyonu (Operation Enduring
Freedom) böyle başladı. Bu operasyonun amacı “Amerika karşıtı eylem yapan teröristlerin yanında duranlara”
gözdağı vermekti.
Projenin devamında ise ABD, 11 Eylül saldırılarından sonra uluslararası terörizme karşı yürütecekleri savaşın,
uluslararası terörizme destek veren Irak ve diğer başka ülkeleri kapsadığını duyurdu. Tüm 2002 yılı boyunca böyle bir
savaşın fiziki ve psikolojik alt yapısı hazırlandı. Bush yönetiminin bu hazırlıkları haklı çıkarmak için kullandığı
argümanlar ise, Irak’ın kitle imha silahlarıyla bölge ve dünya barışını tehdit ettiği ve BM kararlarına aykırı olarak silah
denetçilerinin ülkede çalışmalarına izin vermemesiydi.
ABD, Irak'ı üç temel nedenden dolayı işgal etti. Birincisi “önleyici savaş” kavramının başarısını kanıtlamak, ikincisi
Washington'un onaylamadığı rejimleri ortadan kaldırma hakkının münhasıran ABD'ye ait olduğunu göstermek,
üçüncüsü ise Büyük Ortadoğu'yu neo-liberal düzenin içine çekmek, Condoliza Rice'ın tabiriyle, “gelişme
paradigmasına” dahil etmek.
ABD'nin savaş kararı bütün dünyada büyük bir tepkiye neden oldu. New York Times Gazetesi, “Dünya üzerinde iki
süper güç var, ABD ve dünya kamuoyu” manşetiyle yayınlandı. Batı başkentlerinden Ortadoğu, Asya ve Afrika'ya
kadar uzanan bir coğrafyada milyonlarca insan “Savaşa hayır” demek için sokaklara döküldüler. Bush yönetiminin bu
tepkilere verdiği yanıt: “Herkes kendi fikirlerini savunmakta özgürdür, ama bizim için bu fikirlerin hiçbir önemi
yoktur” şeklinde oldu. Irak'ta ABD'nin kazanacağı zafer, bölgedeki diğer ülkeleri de hizaya sokacaktı. Hizaya
girmeyenler olursa, ABD daha güçlü adımlar atmaya hazırdı.
ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) içinde yer alan Ortadoğu'nun haritasını yeniden çizmek, kaderin bir cilvesi
olarak IŞİD tarafından (!) hayata geçirilince, taşlar bir kez daha yerinden oynadı. Parçalanmış bir Irak ve
parçalanmaya çok yakın bir Suriye ortaya çıkınca, bu devletlerin toprak bütünlüğünü korumak görevi de ABD, Rusya
ve diğer büyük devletlerin payına düştü. Herkes kolları sıvadı ve ortaya 21. yüzyılın en yüz kızartıcı, insanlığı hiçe
sayan, 1945’te kurulan uluslararası düzeni yerle bir eden, büyük güçler için sanal, ama savaşı yaşayanlar için
gereğinden fazla gerçek olan yeni bir savaş türü ortaya çıktı.
Barack Obama'nın Başkanlığının ikinci döneminde, Irak'ı kurtarmak isteyen pek fazla Amerikalı kalmamıştı. Kaldı ki
IŞİD bölge için bir tehdit oluşturuyordu ama ABD için ne kadar büyük bir tehlike olduğu tartışma konusuydu.IŞİD'in
görsel medya da başarıyla kullandığı baş kesme sahneleri, İslam'ın ne kadar korkunç bir din olduğunu bütün dünyaya
canlı olarak gösteriyor, düşmanın uyumadığını her an her yerde saldırabileceğini dünya aleme duyuruyordu.Bu
dehşet saçan yapının hava ve deniz kuvvetleri yoktu, kara kuvvetlerinin elindeki silahlar da karşısındaki güçlere göre
çok daha zayıftı. Diğer uluslararası şiddet örgütleri gibi arkasında onu destekleyen büyük bir devlet gücü de
görünmüyordu.Buna rağmen nasıl oluyor da dünyanın en büyük orduları bu güce karşı duramıyordu. Bu sorunun
yanıtını henüz verebilen çıkmadı.
Jimmy Carter'ın Carter doktrinini ortaya atmasından 35 yıl sonra, Büyük Ortadoğu Projesi başladığı andan çok daha
karmaşık, çözülmesi daha zor sorunlarla karşı karşıyaydı.ABD’nin amaçlarını tanımlamak giderek zorlaşıyordu. Ortada
bir amaç var mıydı, yoksa ortaya çıkan sorunları çözmek amaca mı dönüşmüştü? 2015 yılında sıradan Amerikan
vatandaşı BOP sorununun Irak veya Körfez bölgesiyle sınırlı olmadığını anlıyor ama sınırların nasıl, ne zaman ve kimin
tarafından konacağını bilmiyordu.
Lara Gardner, “Niye Oy Kullanmayacağım” adlı yazısında Amerika'da bir tür kutsal vatandaşlık hakkı olarak görülen
oy kullanma işlemine, SON seçimlerde niçin karşı çıktığını anlatıyor.
“Daha az kötü olana oy vermek benim kitabımda yer almıyor. Eğer oyumu kullanmazsam Trump kazanacak diye
yapılan dayatmalara da karnım tok. Hillary Clinton sermayedarların ve Amerikan savaş aygıtının temsilcisidir. Trump
başkan olmasın diye ona oy vermek ABD savaş makinesinin yeni katliamlarına göz yummaktır.
“Oy kullanırsam milyonlarca masum insanın yaşamıyla oynayan savaşlara ‘evet’ demiş olacağım. Bu ülkede artık oy
kullanmak, kurulacak hükumetin benim adıma, bir avuç süper zengin ve çok uluslu şirkete hizmet sunmasından
başka bir işe yaramayacaktır.
“Ben oy kullanmayarak bilinçli bir seçim yapıyorum, vatandaşlık hakkımı ancak böyle koruyabilirim.”
Amerikan Sivil Haklar mücadelesi ve Marthin Luther King dönemini çağrıştıran bir sivil itaatsizlik çağrısı. ABD, kendini
sorgulamaya başlarsa, yeniden büyük bir güç olabilir.

KAYNAKLAR:

- AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ’NDE McCarthy DÖNEMİ VE DIŞ POLİTİKA ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ - Altuğ GÜNAR
- İKİ DÜNYA SAVAŞI ARASI DÖNEM: ABD DIŞ POLİTİKASI İDEALİZM VE İZOLASYONİZM İLİŞKİSİ - Doğan GÜLTEKİN
- TARİHİ SÜREÇ İÇERİSİNDE AMERİKAN İMPARATORLUĞU - Murat TOMAN / Halil AKMAN
- Deniz Uztopal - Hitler Faşizminin dünyayı kan gölüne çevirmesinde ABD sermayesinin sorumluluğu
- TUIC Academy - 2003 ABD-Irak Savaşı ve Nedenleri
- ABD'NİN "ORTADOĞU"SU- MELEK ULAGAY TAYLAN
- Lara Gardner, "Why I am Not Voting", Counterpunch, October 24, 2016

You might also like