You are on page 1of 10

ÖMER SEYFETTİN’İN “BAHAR VE

KELEBEKLER”İ İLE MAUPASSANT’IN JADİS


ÖYKÜLERİ ARASINDA BİR KARŞILAŞTIRMA

Yrd. Doç. Dr. Nihayet Arslan

ETUDE COMPAREE ENTRE LA NOUVELLE DE ÖMER SEYFETTIN


“BAHAR VE KELEBEKLER” ET CELLE DE MAUPASSANT “JADIS”

Résumé: La ressemblance entre “Bahar ve Kelebekler” de Ömer Seyfettin et “Jadis”


de Maupassant est évidente. Celle-ci ne se limite pas à ce que les deux nouvelles prennent
pour thème le conflit entre générations au sujet de “la femme”, de “l’amour” et “du
mariage”, leurs scénarios se ressemblent aussi. Mais, ces ressemblances entre ces deux
nouvelles, dont les contenus sont différents, n’est que d’ordre formel. Malgré les
ressemblances apparentes, la différence des contenus provient, en fait, des contextes
historiques et sociaux des deux cultures qui sous-tendent les deux nouvelles. La présente
étude a donc pour but, tout en se basant sur lesdites ressemblances entre Bahar ve
Kelebekler et Jadis, de se focaliser sur l’arrière-plan de la non-ressemblence dans les
contenus.
Mots-clés: littérature comparée, nouvelle turque, influence française, femme
française, femme turque, mariage, conflit entre générations, occidentalisation.

COMPARATIVE STUDY BETWEEN ÖMER SEYFETTİN’S SHORT STORY


“BAHAR VE KELEBEKLER” AND THAT OF MAUPASSANT “JADIS”

Abstract: The similarity between “Bahar ve Kelebekler” of Ömer Seyfettin and


“Jadis” of Maupassant is obvious. Both short stories take the generational conflict on
“woman”, “love” and “marriage” issues as the theme, and the way the stories are
constructed is also similar. However, these similarities between the two short stories,
which differ in their content, are limited to the formal level. In spite of the similarity in
the appearance, the difference of the content has its origins in the historical and social
contexts of the cultures, in which the two stories have emerged. In this study, the aim is,
starting from the mentioned similarities, to focus on the background of the dissimilarity
between the contents.
Key words: comparative literature, Turkish short story, French influence, French
woman, Turkish woman, marriage, generational conflict, Westernization.

Ömer Seyfettin, “Bahar ve Kelebekler” adlı öyküsünü, “dilde ve


edebiyatta millî benliğe dönüş”11anlamına gelen “Yeni Lisan” hareketini
başlattığı Genç Kalemler dergisinin II. cildinin 1. sayısında (11 Nisan 1911),
bu hareketi destekleyen bir örnek olarak yayımlar. Yeni bir dil ile yeni bir
dünya görüşünü de yansıtan “Bahar ve Kelebekler”in, üzerinde pek
durulmayan bir başka özelliği daha var: Maupassant’ın “Jadis” başlıklı
öyküsü ile aralarındaki benzerlik. Ömer Seyfettin’in, 1325 (1909) tarihinde,
yani “Bahar ve Kelebekler”’in yayımlanmasından bir yıl önce, “Jadis”’i,
“Evâilde” adıyla çevirip Hüsün ve Şiir dergisinde yayımlamış olması da bu
iki öykü arasındaki organik bağı güçlendirir. “Jadis” ile “Bahar ve


Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Öğretim Üyesi
nihayet.arslan@gmail.com
Kelebekler” arasındaki benzerlik, hemen ilk okuyuşta göze çarpar. Öte
yandan, Ömer Seyfettin’in, Maupassant’ın eserlerine duyduğu ilgi
bilinmektedir. Selanik’te, orduda görevi sırasında, at üstünde kendisiyle
birlikte her tarafa Maupassant külliyatını taşıyan yazar, bir mektubunda:
“Guy de Maupassant’ın âsâr-ı nefisesi kadar açık, sade yazılmış bir eser
hiçbir lisanda yoktur diyebilirim. Bütün âsârı(nın fihristini leffediyorum.
Şâyân-ı intihap olanlarını işaret ettim. Maahaza hepsi) şâyân-ı intihap ve
mükemmeldir. Bunlar insana hakikatı öğretir. İnsanı hakikati görmeye ve
düşündürmeye alıştırır.”2 diye yazmıştır.
Maupassant’ın kısa öykülerinden biri olan “Jadis” ile onun dört katı
hacimdeki “Bahar ve Kelebekler” arasında sözünü ettiğimiz benzerlik,
kişilerin sayısı ve bazı genel nitelikleri ile kurgu ve anlatı tekniğinde olmak
üzere biçimsel ve şematik düzlemde kalmaktadır. Diğer yandan, her iki öykü
arasında, “aşk, evlilik ve kadının mutluluğu”nun izlek alınması bakımından
görülen yakınlık ise, öykülerin farklı içeriklerle gelişmesiyle anlamsal olarak
başka bir boyut kazanır. İncelememizin odak noktasını da, iki öyküdeki
benzer noktalardan çok, anlamsal boyuttaki bu ayrılık oluşturacaktır.
Genellikle, karşılaştırmalı edebiyat çalışmalarında benzerlikler üzerinde
yoğunlaşmak gelenekleşmiş ise de biz, aşağıda, Maupassant ve Ömer
Seyfettin’in söz konusu öykülerini karşılaştırırken ortaya koyacağımız üzere,
benzerlikler kadar, hatta daha çok, benzemeyen yanların karşılaştırmada
belirleyici olduğunu kabul ediyoruz. Dolayısıyla, “Jadis” ve “Bahar ve
Kelebekler” arasındaki benzerlik de, bizim açımızdan ancak, ait oldukları
toplumların dünya görüşlerindeki ayrılığın edebî esere yansımasını
saptamaya götürdüğü ölçüde önem kazanmaktadır.

“Bahar ve Kelebekler” ile “Jadis” arasındaki biçimsel ve şematik


benzerliğin içerikte farklılaşması:

“Jadis”te, gençlik yılları 18. yüzyıl sonu, 19. yüzyıl başlarında geçmiş,
çok yaşlı bir büyükannenin, genç bir kız olan torunu ile yeni kuşağın aşk ve
evlilik anlayışını tartışması ve kendi çağının yaşama biçimini yüceltmesi
konu alınmıştır. “Bahar ve Kelebekler”’de de, yine çok yaşlı bir
büyükannenin, torununun torunu olan genç kızla, önceki kuşaklarda Türk
kadınının durumu ve aile hayatı ile Tanzimat’tan sonra Batılılaşma etkisine
girmiş, günün Türk kadınının durumunu karşılaştıran bir tartışma yer alır.
Öykülerdeki, kişiler, konu ve kurgu düzeyinde görülen bu benzerlik,
öykülerin gelişiminde ve genel havasında da kendini gösterir.
“Jadis”te, hikâye, bir eski zaman şatosunun, XV. Louis tarzı döşenmiş
salonunda, dalgın bir hâlde oturan büyükannenin, yanında sessiz sedasız
nakış işleyen torunu Berthe’in kendisine gazete okumasını istemesiyle başlar.
Genç kız, büyükannenin arzusuna uyarak gazetede gönül maceralarıyla ilgili
haberler arar. Ancak, genç kızın okuduğu, aşk ve evlilik konusunda günün
değer yargılarının bir göstergesi olan iki aşk dramı, büyükanne tarafından
büyük bir tepkiyle karşılanır. Yaşlı kadın, kendi dönemini özlemle anarak,
aşk ve evlilik konusunda geçmişin değer yargılarının farklılığını anlatır.
Büyükanne, gazetedeki haberlerde, kocasının metresinin yüzüne kezzap
döken kadını, ya da bir süre gönül eğlendirdikten sonra kendisini terk ettiği
için âşığını vurup sakat bırakan genç kızı anlamadığı gibi, sonunda bu

2
kadınları suçsuz bulan mahkemeleri ve kamuoyunu da anlamakta güçlük
çeker. Ona göre aşk ve evlilik, birbirinden ayrı kavramlardır. Evlilik
toplumun devamı için icat edilmiş bir kurumdur. Aşk ise içgüdüsel, önüne
geçilmez bir duygudur. Hayatta belki bir kere evlenilir, ama birçok kere âşık
olunabilir. Zamane genç kızlarının inanmak istediği gibi ne tek ve sonsuz
aşk, ne de bunun evlilikle ilgisi vardır. Büyükannenin bu sözleri insanın
hayatta ancak bir kere sevebileceği ve sevdiği kişiyle de evlenmesi
gerektiğine inanan torunu Berthe’te şaşkınlık ve tepki yaratırken, bir yandan
da onu etkisi altına alarak zihninin karışmasına neden olur.
“Bahar ve Kelebekler” öyküsü de benzer biçimde başlar. Bir bahar günü,
Boğaziçi’nde bir yalının salonunda, yine dalgın, yarı uyur gibi oturan bir
büyükanne ve onun karşısında hüzünlü bir hâlde, kitap okumakta olan bir
genç kız vardır. Aralarındaki sessizlik, büyükannenin torununa ne
okuduğunu sormasıyla, bozulur. Pierre Loti’nin Désenchantées romanını
okuyan genç kız, büyükannesinin sorusu üzerine kitabın adının anlamını
açıklar: “Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar...”3 Pierre Loti bununla Türk
kadınlarını kastetmektedir. Büyükanne bu nitelemeye karşı çıkar. Sevinçten,
mutluluktan yoksun olanların, şimdiki kadınlar olduğunu, eski Türk
kadınının çok mutlu, huzur ve eğlence içinde bir hayat sürdüğünü söyler.
Oysa, şimdiki kadınlar anlaşılmaz birer yaratık olmuş, mutsuz ve
karamsardırlar. Bunun nedeni de, genç kızın elindeki gibi onları zehirleyen
bu tür kitaplar, Frenk eğitimi, Frenk modalarıdır.4
Genç kız, içinden kopan itirazlara karşın, büyükannenin geçmişte
kadınların doğal akışa uygun yaşayışları, meselesiz hayatları, birtakım
hiçlerden örülü eğlenceleri, ilkel mutluluklarıyla ilgili sözlerini dikkatle
dinler. Bir yandan da, toplumun içinde bulunduğu dönüşüm noktasında, Türk
kadınının ağır bunaltısını, ezici çaresizliğini duyumsamaktadır. Bununla
birlikte, büyükannenin anlattıklarından etkilenerek, biraz da oyun olsun diye,
eskinin kadınlarının baharlarda yaptıkları gibi, o da kelebeklerden fal tutar.5
Kendisinin ilk gördüğü siyah kelebeğin uğursuzluk simgesi olması ise, genç
kızın gelecek karşısındaki umutsuzluğunu ve karamsarlığını son noktaya
çıkarır. Geçmişin batıl inançlarının yaşamlarına egemen olmayı sürdürdüğü
düşüncesi, Türk kadınının başında bulunduğu yolun karanlık olduğunun bir
işareti gibi görünür ona.6
“Jadis”’te ve “Bahar ve Kelebekler”’de, büyükanneler ve torunlar
arasında geçen konuşmalarda, iki farklı kuşağın değişen değerlerinin kadın
çevresinde ele alınması, başlıca benzerlik noktasını oluşturur. Öykülerin
biçimlendirilişi birçok noktada birbirine benzer. Örneğin, her ikisinin
girişindeki mekân betimlemeleri aynı amaçla yapılmıştır: “Jadis”’te eski
zaman şatosunun dıştan başlayarak, bahçesi, hikâyenin geçtiği salonun
duvarlarındaki yüzyıl önceki aşkları canlandıran resimler öykünün ruhuna
uygun atmosferi yaratmaya yardım eder.7
“Bahar ve Kelebekler”’de ise, yalının küçük salonundan başlayarak güzel
bir bahar gününde pencereden bahçenin, korulukların, karşı sahildeki
yalıların görünüşü betimlenir. “Jadis”’te dışarıdan içeriye, “Bahar ve
Kelebekler”’de, pencereden göründüğü kadarıyla içeriden dışarıya doğru bir
betimleme vardır. Buna da öykülerin içeriğine uygun olarak işlevsel bir
anlam vermek mümkündür. Diğer yandan, kişilerin salondaki durumları,

3
aralarındaki sessizlik, her iki tarafta da benzer bir istekle sessizliği bozanların
büyükanneler olması açıkça kurabileceğimiz yakınlıklardır. İki büyükanne de
birkaç kuşak görmüş çok yaşlı kadınlardır.8 Bu iki kadının betimlenişi de
birbirini andırır: Maupassant büyükanneyi, “hiç kıpırdamadığı için ölmüş
gibi görünen çok ihtiyar bir kadın, aşağı yukarı yatar biçimde oturduğu
büyük bir koltuktan, mumya gibi kemikli ellerini iki yana sarkıtmış”9, diye
betimler. “Bahar ve Kelebekler”’in pencereye arkası dönük büyük bir
koltuğa oturmuş büyükannesi de benzer bir konumda gösterilir: “Bu ihtiyar
büyük nine tam doksan yedi yaşında idi. Köşelerin hafif karanlıklarından
bazen uyanır gibi ayrılan gözlerini ara sıra, karşısında kitap okuyan genç
kıza, bu torununun torunununa atfediyordu... Birden üç dişi kalan buruşuk
ağzını açtı. Esnedi. Bir mumya uzvu kadar sararmış, katılaşmış elini başına
götürdü.”10
Birbirinden çok farklı yaşayışlar olsa da, büyükannelerin kendi
zamanlarını özlemle anarak kendi dönemlerinin değer yargılarının
üstünlüğünü savunmaları; torunların ise eski yaşayış biçimlerine ve geçmişin
değerlerine, kendi dünyalarına özgü olmak üzere, ayrı nedenlerle tepki
duymalarının diyaloglar hâlinde verilmesi, ve sonuçta, iki genç kızın da düş
kırıklığı içinde kalmaları öyküleri benzer kılmaktadır.
İki öykünün kurgusunda, konusunda, betimlemelerde ve atmosfer
yaratmadaki benzerlikler, hikâyelerin geçtiği toplumların kültürel ve tarihsel
arka planlarının farklılığı nedeniyle izleksel değişikliğe uğramıştır. Her iki
öyküde anlatılan zaman ve mekânın tarihsel bağlamlarının ayrı olması, bu
öykülerin özünü de farklı yapar. Üzerinde asıl durmak istediğimiz nokta da
budur.
“Jadis”’te anlatılan şimdiki zaman 1880’li yıllardır. Büyükanne, 18.
yüzyıl sonunda doğmuştur. “Evlilik ve aşk”ı birlikte kutsal kabul eden yeni
kuşağa karşılık, onun zamanında, aşk ve evlilik birbirinden ayrı olarak
düşünülmektedir:
“Büyükanne, eski zamanda kalmış gönül eğlencelerini yeniden
canlandırmasını Tanrı’dan dilercesine, titreyen ellerini
gökyüzüne doğru kaldırdı. Öfke ile bağırdı:
-Sizler, çok kötü bir nesil, bayağı bir nesil hâline geldiniz.
İhtilâlden beri, dünya artık tanınmaz durumda. Bütün fiil ve
hareketlere büyük kelimeler karıştırıyor ve hayatın her köşesine
birtakım sıkıcı görevler yüklüyorsunuz. Eşitliğe ve sonsuz
tutkuya inanıyorsunuz. Bazı kimseler, size aşk uğrunda
ölündüğünü söylemek için şiirler yazıyorlar. Oysa, benim
yaşadığım devirde, erkeklere bütün kadınları sevmeyi öğretmek
için şiirler yazılırdı! Ve biz… yavrucuğum… Herhangi bir kibar
adam hoşumuza gitti mi, ona hemen bir pusula gönderirdik.
Gönlümüze yeni bir heves gelince de, her ikisini birden idare
edemeyeceksek eğer, sonuncu sevgiliye derhal yol verirdik.
İhtiyar kadın iğneli bir gülümseme ile gülümsüyordu. Gri
gözleri muzipçe parlıyor, başkalarıyla aynı hamurdan
yapıldığına inanmayan, orta malı fikirlerin adamı olmadığını
düşünerek, kendisini üstün bulan insanların o kuşkucu
bakışıyla, eğlenerek bakıyordu.

4
Sapsarı kesilmiş olan genç kız, kekeleyerek:
-O hâlde kadınların namusu yoktu, dedi.”11
18. yüzyıl aristokrasisinin kuralları içinde yetişmiş olan büyükanne
torununa, bu işin namusla, şerefle ilgisi olmadığını, onun zamanında, bir
âşığı olmayan kadına bütün saray çevresinde gülündüğünü, böyle kadınların
manastıra çekilmekten başka yapacakları bir şey olmadığını söyler.12
Maupassant’ın öyküsünde, 18. yüzyılda hâlâ aristokrasinin değerlerinin
yönlendirdiği Fransız toplumu ile, giderek burjuvazinin değer yargılarının
egemen olduğu 19. yüzyıl toplumu içinde kadının durumunu, aşk ve evlilik
değerleri açısından karşılaştırılır.
18. yüzyıl, aristokrat çevre için, “Jadis”’teki büyükannenin de belirttiği
gibi “le Grand Siècle galant” (büyük aşk çağı) dır. 1789 devrimine kadar
süren Ancien Régime kültürünün bir temsilcisi olan büyükannenin
savunduğu, kendisinin de mensup olduğu aristokrasinin benimsediği sinik ve
epiküryen felsefenin temelinde, aslında, aristokrat aile yapısını oluşturan,
soyun ve mülkiyetin kuşaktan kuşağa intikalini sağlamaya değgin
zorunluluklar yer alır. Çünkü aristokrasiyi sürdürecek olan toprak
mülkiyetine dayanan aile servetidir. Evlilikler, toprağın bölünmemesi,
servetin el değiştirmemesi amacına uygun olarak yapılır. Bireysel kararlar,
evlenecek kişilerin duyguları ve seçimleri bu evliliklerde etkili değildir.
Orta Çağ’da, feodal yapının inşasından beri, soyun ve servetin kuşaktan
kuşağa el değişmeden geçmesini sağlamak için alınan önlemler, aile yapısını,
evlilik biçimlerini belirleyen en önemli etkendir.13 Kadının rolü, servetin
intikalinde düğümlenmektedir. Bu yüzden de evlilikte gençlerin söz hakkı
yoktur. Dünyevi alana egemen olmak isteyen Kilise de evlilik kurumunu
amaçları doğrultusunda kullanıyor, aristokrasiyle kimi zaman çatışmakla
birlikte, sonuçta gençlere itaat eğitimini vermekte onun yanında yer alıyordu.
Orta Çağ’da, ölçülülüğü ve duyguların eğitimini sağlamak için desteklenmiş
olan “Saray Aşkı”14, isteyerek yapılmayan ve aşkın yeri olmayan evliliklerin
katılığını yumuşatmak üzere, evlilik dışı platonik aşk ilişkilerine göz
yumuyordu.15 Kuralları kesin olarak belirlenerek kurumsallaşmış olan “Saray
Aşkı”, platonik niteliğiyle kadının eşine sadakatini sağlamak, toprakların
varisi olacak oğulun meşru olmasını garanti etmek istiyordu.16
Maupassant’ın öyküsünde gönderme yapılan 18. yüzyıl aristokrasisinin
evlilik, aile ve aşk değer yargıları böyle bir zeminde oluşmuştu.
1880’li yıllara, torun Berthe’in zamanına gelince, aristokrasiyle birlikte
değerleri de artık çökmüş bulunuyordu. Aristokrat kökenli büyükanneye,
burjuvazinin hükmettiği yeni çağ ve onun değer yargıları çirkin, anlaşılmaz
görünür. Maupassant’ın bizim ele aldığımız 1883 versiyonunda çıkarmış
olduğu, ancak 1880’de Le Galois’da yayımladığı “Jadis”’in birinci
versiyonunun son bölümünde bulunan büyükannenin sözlerinde, burjuvaziyi
ve değerlerini açıkça küçümseme görülür:
“Ve bugün sizin toplumunuz, kaba köylülerden, burjuvalardan,
sonradan görme uşaklardan oluşmuş toplumunuz, beni
alkışlayacak, beni suçsuz bulacak, öyle mi? İğrenç bir şey bu.
Siz aşkı anlamıyorsunuz ve ben artık kadınların sevmeyi
bilmediği, aşksız, muhabbetsiz bir toplum görmektense
öleceğime memnunum. Siz her şeyi ciddiye alıyorsunuz, şimdi.

5
Canilerin kalplerini araştırmak üzere toplanmış on iki
burjuvaya, âşıklarını öldüren hayâsız kadınların intikamı göz
yaşı döktürüyor? Hani sizin sağduyunuz, hani aklınız?”17
Kuşkusuz, toplumu yapılandıran burjuva ekonomisi, yasalarını da
yapacaktı. Fransa’daki aile ve kadının durumundaki değişimi sağlayan Code
Napoléon’dur. Aristokrasi geleneğini alt üst eden bu yasaya göre, aile
servetinin mirasçısı yalnızca ilk erkek çocuk olmaktan çıkıyor, bütün
çocuklara, evlilik dışı olsalar bile, eşit haklar tanınıyordu.18 Aristokraside
servetlerin bölünmesine yol açan bu durum, serveti paylaşacak bütün
çocukların meşru olması için önlemler almayı gerektirdi. Böylece, kadının
sadakati birincil kaygı oldu. Diğer yandan, burjuvazinin gelişimi, asıl üretici
olan erkeğin evin reisi kabul edilmesine, kadının kayıtsız şartsız erkeğe tabi
olmasına yol açtı. Burjuva yaşantısı, erkeğin bütün gün işte çalışıyor
olmasından dolayı kadının ev işlerini üzerine almasını gerektirdi. Ne erkeğe,
ne de kadına artık ne yapacağını bilemediği boş zaman kalmıyordu. Üreten,
tutumlu, iş bölümünün olduğu burjuva ailesinin değerleri benimsenmeye
başlandı.
Araştırmacı Louis Forestier, Maupassant’ın “Jadis” öyküsünün, aşk ve
tutku dramlarının yaşandığı, aşk cinayetlerinin gazetelerde yer aldığı 1880’li
yılların güncel olaylarından ve o yıllarda tekrar 18. yüzyıl modasının ortaya
çıkmasından kaynaklandığı gibi, Maupassant’ın aşk ve evlilik konusunda bir
felsefeye ulaşmak isteğinin bu öyküyü yazmasında rolü olduğunu
belirtmiştir. Maupassant, aşktan, vereceği ten zevkinden ya da insanın
kafasında oluşan beklentileri kazara tatmin etmesinden çok daha fazlasının
beklendiğine inanıyor, evliliklerin ise daha gerçekçi, suistimalden uzak ve
bilinçli olması gerektiğini düşünüyordu. 19
“Bahar ve Kelebekler”’de ise, anlatılan şimdiki zaman çok daha
belirgindir. II. Meşrutiyet’in ilanından bir yıl sonrası, bir nisan günü.
Büyükannenin anlattığı geçmiş zaman ise bundan seksen yıl öncesidir.
Bahar, nisan rüzgârı, gençlik günlerini hatırlatarak doksan yedi yaşında
büyükannenin bile hayale dalmasına neden olurken, on yedi yaşındaki
torunu, dış dünyaya, bahara ilgisiz, hüzünlü bir durgunluk içinde, elindeki
kitabı okumaktadır. Okuduğu, Pierre Loti’nin kitabı, 20. yüzyıl başında, üst
düzey Osmanlı ailelerinde, çoğunluğu yabancı mürebbiyeler tarafından
verilen seküler Batı eğitiminin, geleneksel kapalı toplum yapısı içindeki
kadın üzerinde etkisini ve yarattığı çatışmayı anlatan bir romandır. Çok iyi
eğitim görmüş, buna karşın dış dünyaya sıkı sıkıya kapalı, kendilerinden ne
düşünsel bir çabada bulunmaları, ne de belli bir amaca yönelik bir üretim
istenen, onlarca hizmetçi arasında, kocaları için süslenmekten başka işleri
olmayan bu genç kadınların tamamen işlevsiz kalmalarının yarattığı buhran
anlatılmaktadır ki, aynı zamanda bu, öykünün ana izleğini oluşturur.20
“Bahar ve Kelebekler”’in büyükannesi, şimdiki genç kadınların
mutsuzluğunun nedeni olan Frenk eğitiminin ve modalarının yok ettiği,
kendi zamanının kadınlarının dingin yaşamlarını anlatır:
“...Şimdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüştü. Seksen
sene evvelki hayatı birden hatırladı; o vakit erkeklerden ayrı bir
kadınlar âlemi vardı ki şimdi tamamıyla dağılmıştı. Bu âlem pek
genişti. Binlerce kadın birbiriyle konuşur, görüşür, eğlenirdi.

6
Kendilerine mahsus eğlenceleri, zevkleri vardı. Moda yoktu.(…)
Kıraathaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar,
kafeşantanlar, kerhaneler, bütün bu Türk erkeklerini eşlerinden
ayıran, zavallı Türk kadınlarını tenha evlerde unutulmuş bir
bekçi gibi bırakan felâket mahalleri yoktu. Kadınlar erkekleriyle
üzülmeden yaşıyor, sonra o vakitki aşı boyalı büyük evlerin
büyük sofalarında, havuzlu, kameriyeli bahçelerinde,
bostanlarda, deniz kenarlarında, cesim, nadir yalılarda
toplanıyorlar, eğleniyorlar, mesut oluyorlardı. Ne oyunlar, ne
âdetler, ne zevkler vardı ki, bugün hepsi tamamıyla
unutulmuştu. Bugün Frenkçe okumak, mütemadiyen esvap
değiştirmek, moda yapmak çılgınlıklarından, soğukluklarından,
boş bir tekebbürden, mânasız ve münasebetsiz bir tefevvuk
iddiasından başka bir şey yoktu... Alafrangalık bir veba gibi
içimize girmiş, dudaklarımızın tebessümünü silmiş,
feracelerimizi parçalamış, pabuçlarımızı atmış, parmaklarımızı
narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile
ortadan kaldırmıştı. Eşyamızı, esvaplarımızı değiştirirken
ruhlarımızı da değiştirmişti; her şey yalan, her şey sahte, her
şey taklit oldu…”21
Büyük ninenin bu sözlerine karşılık, genç kızın kafasından şu düşünceleri
geçirir:
“Hakikaten seksen sene evvel kadınların mesut olmaları lâzım
geliyordu. Kendileri yeni nesil okudukça, anladıkça, erkeklere
yaklaştıkça iptidaî kadınlıklarından, dişilikten uzaklaşıyorlar,
ruhlarda bir isyan, bir ihtilâl tutuşuyor, eski kadınlığın zevke
saadete vesile addettiği dişilik kayıtları kendilerine ateşten,
demirden bir zincir gibi geliyordu. Hususi bir mâbet kadar
sessiz, meçhul duran evlerine hapishane nazarıyla bakıyorlar,
siyah çarşaflı kalın peçeleri ezici, soldurucu, vahşi, merhametsiz
esaret örtüleri telâkki ediyorlardı. Fakat haksız mıydılar?
Mademki “terakki”den içtinap kabil değildi; terakki ise mutlaka
değiştirmek, mutlaka eskiye benzememek idi, o hâlde asırlarca
evvelki Türk kadınlığı da iptidaî, mebnaî hâlinde kalamazdı.
Kuklalıktan, bebeklikten, masumiyetten, hâsılı dişilikten
çıkacak, hakiki kadın hâline gelecek, erkeklere tefevvuk etmese
bile müsavî bulunacak, bütün mânasıyla insan, insan olacaktı.
Büyük ninesinin “tarih-i mukaddes” hikâyeleri gibi garip
vehimler içinde uzayan sözlerini artık işitmiyordu.”22
Osmanlı toplumunun son dönemindeki “kadın”ın durumu, Batılılaşma
etkisiyle ortaya çıkan toplumsal krizin en temel boyutlarından birini
oluşturur. Ömer Seyfettin, aile ve kadın konusunu öykülerinde sıklıkla
işlemiştir. Daha yirmi, yirmi beş yaşlarındayken, kadın sorununu büyük bir
duyarlık ve geniş perspektiften ele alan yazılar yazmıştır. Ömer Seyfettin’in
bu yazılardaki düşünceleriyle “Bahar ve Kelebekler”deki genç kızın
düşünceleri örtüşmektedir.23
Ömer Seyfettin, metinlerarası bağlantı kurarak, “Bahar ve Kelebekler”’le
aynı temayı işleyen Pierre Loti’nin Désenchantées24 romanına gönderme

7
yapar. Bu bağlantının dikkate alınarak okunması, öykünün anlamsal
boyutunu birden genişletir. Üst tabakanın geleneksel aile yapısını devam
ettirmekle birlikte, Tanzimat’tan sonra batılı bir eğitimle yetişen “Konak”
kadını, çağın gerisinde kaldığını algılamış, toplum içinde yerinin ne olması
gerektiğini sorgulamaya başlamıştı. Bu sınıfın kadınının bunalımını
romanesk tarzda anlatan Loti’nin kitabında değindiği gerçekler, Ömer
Seyfettin’in “Bahar ve Kelebekler”’inde ele alınmıştır. Bu öykü,
Osmanlı’nın son dönemindeki Batılılaşma krizinin yarattığı kadın sorunsalı
gibi çetrefil bir konuyu ele aldığı için “Jadis”’ten çok daha uzundur. Bununla
birlikte, Maupassant’ın yaptığı gibi, Ömer Seyfettin de aynı tekniği
kullanarak, büyükanne ile torunu karşı karşıya getirerek diyalektik bir yapı
kurar. Böylece, “Bahar ve Kelebekler”’de konunun bir öykünün sınırları
içinde kalmasını sağlar.
Sonuç olarak şunlar söylenebilir: Maupassant’ın “Jadis” ve Ömer
Seyfettin’in “Bahar ve Kelebekler” öyküleri arasında yaptığımız bu
karşılaştırmada, iki öykü arasında biçimsel ve şematik benzerliğin bir çıkış
noktası olma değerinde kaldığını, iki yazarın öykü dünyasını biçimlendiren
özün, esas olarak, kültürel, toplumsal, ekonomik ve tarihsel arka plandan
kaynaklandığını gördük. Maupassant, bir Fransız yazarı olarak kendi
toplumuna özgü bir ürün vermiştir. Ömer Seyfettin de, kendi toplumundaki
dönüşümün sancılarını dile getirmiştir. Ancak, üzerinde durulması gereken
önemli nokta, Ömer Seyfettin gibi özgün olmayı başarmış bir öykücünün, bir
Batılı yazarın öyküsünü, biçimsel de olsa taklit etme gereğini neden
duyduğudur. Ömer Seyfettin, “Bahar ve Kelebekler”i yayımladığı, Genç
Kalemler’in aynı sayısındaki “Yeni Lisan” başlıklı yazısında, Servet-i Fünun
topluluğunu, Batılı yazarları taklit etmekle suçluyor, çok ağır biçimde
eleştiriyordu. Örneğin, Tevfik Fikret’in Rübab-ı Şikeste kitabının adını Emile
Bergerat’nın Lyre brisée (Kırık Saz) kitabından aldığına işaret ederek, “… o
vakte kadar zihninizde büyüttüğünüz Fikret’in meşhur kitabına kendiliğinden
bir isim bulamayarak şu ufacık terkibi bile Fransızcadan aşırmaya mecbur
kaldığına müteessir ve müteessif olursunuz”25 diyordu. Bu da, en ufak bir
aktarmayı bile hoş görmeyen Ömer Seyfettin’in, “Jadis”e konu, biçim ve
kurgu bakımından hiç de küçümsenmeyecek bir benzerlikte bir öykü
yaratmasının, ve yukarıda belirtildiği gibi taklit konusundaki bağışlamaz
tutumunun, “Bahar ve Kelebekler”in yayımlandığı anda sergilemesinin
nedenini, ister istemez sorgulamak zorunda bırakıyor. Onun, kendi
öyküsünün sıradan bir taklidin, bir esinlenmenin ötesinde olduğuna
inandığını düşündürüyor. “Bahar ve Kelebekler”in, “Jadis”in bir parodisi
olmadığı da ortadadır. Öyleyse, Ömer Seyfettin çok bilinçli bir biçimde
Maupassant’ın öyküsünü bir kalıp olarak almış, onun üzerinde kendi
toplumunun dünyasına ait öyküyü kurmuştur. Açık bir metinlerarası ilişkiye
dayanan bu çalışmasının gayesinin, iki uygarlığın, çoğunlukla kadın üzerinde
somutlaşan toplumsal değişmeler açısından bir karşılaştırması olduğunu
düşünmek yanlış olmasa gerek. Ömer Seyfettin’in, açıkça küçümsediği
taklitçiliği, kendisinin yapması için bir neden yoktur. “Bahar ve
Kelebekler”deki büyükanneyi, “Jadis”teki büyükanneyle çağdaş kılma çabası
da, iki toplumun kadın ve evlilik anlayışlarını dönemsel olarak karşı karşıya
getirmek isteğinden kaynaklanmış olabilir. Bu karşılaştırmada Ömer

8
Seyfettin’in, evlilik ahlakı vb. bakımından kendi milletine pay çıkarmak
isteği akla gelse de, esas olarak, iki toplumun tarihsel ve toplumsal açılardan
dün de, bugün de, çok farklı olduğunu sergilemek ve vurgulamak arzusundan
söz etmeliyiz. Bununla da, zihinlerde bir tartışma açmayı hedeflemiş olabilir.
Ömer Seyfettin, yeni kuşağın Batı kaynaklı bunalımını etraflıca yansıtma
gereğini duyarak, “Bahar ve Kelebekler”i “Jadis”ten çok daha uzun bir öykü
yapmıştır. Osmanlı toplumundaki dönüşümün kaynağı olan Batı’nın
yazarlarına, özellikle öyküsünün içeriğiyle doğrudan ilgili olan Pierre
Loti’nin Désenchantées’sine gönderme yapması anlamlıdır. Son
çözümlemede, Ömer Seyfettin’in, “Bahar ve Kelebekler” öyküsünün,
Maupassant’ın “Jadis” öyküsüyle ilişkisini, bir metinlerarası ilişki olarak
değerlendirmeli ve “Bahar ve Kelebekler”in özgün niteliği göz ardı
edilmemelidir.

NOTLAR
1
Genç Kalemler Dergisi, Haz. İsmail Parlatır- Nurullah Çetin, Türk Dil Kurumu
Yayınları, Ankara 1999, s. XIX.
2
Ömer Seyfettin, Ömer Seyfettin’in Bütün Eserleri, 15, Bilgi Yay., Ankara 1992,
s. 192.
3
“Bahar ve Kelebekler”, Aşk Dalgası, Bilgi Yayınevi, s. 65.
4
Ömer Seyfettin, a.g.e., s. 66.
5
Öyküdeki büyükanne eski zamanın kadınları arasındaki bir inanıştan söz eder.
Bu, bahar geldiğinde.ilk görülen kelebeğin renginin o seneki olumlu ya da
olumsuz durumların habercisi olacağı inancıdır.
6
Ömer Seyfettin, a.g.e., s. 74-78.
7
G. de Maupassant, “Jadis”, Œuvre Complètes, T.1, Pléiade, s. 181.
8
Jadis’te büyükannenin yaşı belirtilmez. Ancak Voltaire’in, Rousseau’nun
çağında yaşamış olduğuna değinilir. Öykünün geçtiği zaman ise 19. yüzyıl
sonudur. “Bahar ve Kelebekler” öyküsünde dış zaman daha net belirtilmiştir. II.
Meşrutiyet’in ilanından bir yıl sonra, yani 1909 yılı baharı. Ömer Seyfettin,
öyküsünde genç kızı, doksan yedi yaşındaki büyükannenin torununun torunu
olarak gösterir. “Jadis”in ilk versiyonu 1880 yılıdır ve öyküde anlatılan zaman,
gönderme yapılan güncel olaylardan anlaşıldığı üzere bu yıllara tekabül
etmektedir. Bu da, bize, Ömer Seyfettin’in, “Bahar ve Kelebekler”in
büyükannesini, “Jadis”in büyükannesiyle aynı çağda yaşamış göstererek, içten
içe, Fransız (Batı) toplumu ile Osmanlı toplumu arasında, söz konusu bağlam
içinde bir karşılaştırma zemini yaratmak istediğini düşündürüyor.
9
G. de Maupassant, “Jadis”, Œuvre Complètes, T.1, Pléiade, s. 181.
10
“Bahar ve Kelebekler”, Aşk Dalgası, Bilgi Yayınevi, s. 63
11
G. de Maupassant, “Jadis”, Œuvre Complètes, T.1, Pléiade, s. 184,185.
12
G. de Maupassant, a.g.e., s. 184.
13
Bkz.George Duby, Şövalye, Kadın, Rahip: Feodal Fransa’da Evlilik, Çev.
Mehmet Ali Kılıçbay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1991.
14
Bkz. Jacques Lafitte-Houssat, Troubadours et Cours d’Amours, PUF, Paris
1966.
15
“Jadis”teki büyükannenin sözlerinde Saray Aşkı’nın kurallarının etkileri vardır:
Örneğin, “evli olmanın aşk karşısında geçerli bir mazeret olmaması”; “yeni bir aşkın
eskisini kovması” (“Amour nouveau chasse l’ancien”)gibi. Jacques Lafitte-Houssat,
Troubadours et Cours d’Amours, PUF, Paris 1966, s. 49. “On ikinci yüzyılın
trubadur edebiyatında tümüyle evlilik dışı bir ideoloji olarak başlayan romantik
aşk kavramı on altıncı ve on yedinci yüzyılllarda matbuat ve okur yazarlıktaki
artışla yaygınaştı ve on sekizinci yüzyılda gerçek yaşamda kendine yer bulana
kadar, şiire, oyunlara ve romanlara esin kaynağı oldu.” G. Duby-M.Perrot,
Kadınların Tarihi, C. 1, Çev. Ahmet Fethi, Türkiye İş Bankası Yayınları,
İstanbul 2005. s. 74.

9
16
G. Duby-M.Perrot, Kadınların Tarihi, C. 1, Çev. Ahmet Fethi, Türkiye İş
Bankası Yayınları, İstanbul 2005. s. 85. Bkz. Jacques Solé, L’Amour en
Occident: à l’époque moderne, Albin Michel, Paris 1976.
17
G. de Maupassant, “Jadis”, Œuvre Complètes, T.1, Pléiade, s. 1337.
18
Jean-Louis Halpérin, “Le Droit privé de la Révolution: héritage législatif et
héritage idéologique”, Annales historiques de la Révolution française, no: 328, s.
3.
19
G. de Maupassant, “Jadis”, Œuvre Complètes, T.1, Pléiade, s. 1336.
20
Pierre Loti, Désenchantées, roman des harems Turcs contemporains, Calmann-
Lévy, Paris 1906; Pierre Loti, Bezgin Kadınlar, Çev. Nahit Sırrı Örik, İnkılap
Kitabevi, İstanbul 1947.
21
“Bahar ve Kelebekler”, Aşk Dalgası, Bilgi Yayınevi, s. 67, 68. Osmanlı
toplumunda aile ve kadının yeri, konusunda bkz. Meral Altındal, Osmanlı’da
Kadın, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul 1994; İlber Ortaylı, Osmanlı
Toplumunda Aile, Pan Yayıncılık, İstanbul 2000.
22
“Bahar ve Kelebekler”, Aşk Dalgası, Bilgi Yayınevi, s. 72.
23
“Bahar ve Kelebekler”’le aynı zamanlarda yazılmış üç makalesi: “Kadınlar ve
Maarif”, Hüsün ve Şiir 1909, Nr.3; “Maarif ve Kadınlar”, Hüsün ve Şiir 1909,
Nr.5; “Müstakbel Validelere”, Kadın dergisi, S.29, 18 Mayıs 1909. Ömer
Seyfettin, Türk kadınının düşünmesini, düşünme gücünü kazanmasını, hiçbir şey
yapamazsa düşünecek olanlara yardım etmesini ister: “Bu teşebbüs-i sa’y-ı
fikrîyi (düşünce üretme girişimini), ey müstakbel valideler, siz yapacaksınız,
marazî bir ısrar ve tehâlükle (istekle) üzerine düştüğünüz boş ve mânâsız
hevesleri artık terk edecek, okuyacak, anlayacak, tetkik edeceksiniz, bizimle
beraber çalışacaksınız,” (s.15) diye seslendiği kadınları, yalnız anne olarak
değil, toplumun erkekle eşit hak ve sorumluluklara sahip bir bireyi olarak
gördüğünü de belirtir: “Biz sizi kendimizden pek cahil bıraktık. Size âlet-i
velût(doğuran alet) dedik,”sözleriyle, kadına geleneksel bakışı eleştirir.
Ömer Seyfettin’in, Genç Kalemler’de arkadaşlarıyla başlattığı “Yeni Lisan”
davasıyla yeni bir dünya görüşü kurmaya çalışırken yazdığı ilk öyküsünde kadın
sorununu ele alması anlamlıdır. İslâm fıkhından temellenen geleneksel Osmanlı
aile yapısı, Tanzimat yıllarına kadar bütünlüğünü korumuştu. Batılılaşma ile
gelen değişiklikler bütün toplumsal yapıyı etkilerken aileyi de içine aldı. Kadının
eğitimi konusuyla birlikte kadın hakları gündeme geldi. Osmanlı’da kadın
sorunsalının ortaya çıkış tarihi Tanzimat yıllarıdır. Başta Ahmet Midhat Efendi
olmak üzere, Şemsettin Sami ve diğer Tanzimat yazarlarının hemen hepsi,
özellikle bu konuya eğilmişlerdir. Ahmet Midhat’ın desteklediği, “Konak”
eğitiminin yarattığı ilk entelektüel kadın olan Fatma Aliye Hanım da, bu konuda
öncü isimlerden. Bu yıllardan sonra, kadın konusuna eğilim artmış, kadınlara
yönelik, kadınların yazdığı dergiler çıkmıştır. Batılılaşma sorunsalı içinde kadın
başlı başına bir büyük araştırma konusu olduğu gibi, yukarıda belirttiğimiz üzere
kadın konusuna, çok ciddi bir biçimde eğilen bir yazar olarak Ömer Seyfettin’in
öyküleri de araştırma açısından ayrı bir değer taşır. Bu nedenle bu alana daha
fazla girmeden, “Bahar ve Kelebekler”’de ele alındığı kadarıyla kadın
sorunsalına değindik.
24
Pierre Loti, Désenchantées, roman des harems Turcs contemporains, Calmann-
Lévy, Paris 1906; Pierre Loti,Bezgin Kadınlar, Çev. Nahit Sırrı Örik, İnkılap
Kitabevi, İstanbul 1947.
25
Genç Kalemler Dergisi, Haz. İsmail Parlatır- Nurullah Çetin, Türk Dil
Kurumu Yayınları, Ankara 1999, s. 76.

10

You might also like