You are on page 1of 162

T.C.

İSTANBUL 29 MAYIS ÜNİVERSİTESİ


SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
(TEFSİR)

ESBÂB-I NÜZÛLDE TEADDÜD


ve
MÜKERRER NÜZÛL MESELESİ

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Mustafa ARSLAN

İSTANBUL, 2015
T.C.
İSTANBUL 29 MAYIS ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
(TEFSİR)

ESBÂB-I NÜZÛLDE TEADDÜD


ve
MÜKERRER NÜZÛL MESELESİ

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Mustafa ARSLAN

Danışman:
Prof. Dr. Mustafa ALTUNDAĞ

İSTANBUL, 2015
ÖNSÖZ
Esbâb-ı nüzûl, Kur’ân’ı doğru anlayabilmek, nüzûl ortamını keşfedebilmek ve
ahkâmın hikmet ve illetlerini tesbit edebilmek bakımından önemli bir bilgi kaynağıdır.
Hatta ilk asırlarda, tefsir dendiğinde akla gelen ilk şey, esbâb-ı nüzuldür. Tefsir
kaynaklarımızda bazı âyet ve sûreler hakkında birbirinden farklı birden fazla sebeb-i nüzûl
rivayetinin bulunduğu da bilinen bir gerçektir. Müfessir ve usûlcüler bu sebepler arasından
en doğrusunu tesbit edebilmek için bazı tercih easları geliştirmiş, bir tercih sebebinin
olmadığı durumlarda ise o âyet veya sûrenin birden fazla kere nâzil olduğunu kabul
etmişlerdir. Bazı âlimler ise nüzûlün tekrar ettiği görüşüne katılmamış ve ihtilaflı
rivayetlerin arasını telif ederek bir tercih yoluna gitmiştir. Özellikle modern çalışmalarda
ekseriyetle ikinci görüş savunulmaktadır.

Türkiye’de doğrudan veya dolaylı olarak mükerrer nüzûl konusunu ele alan birkaç
makale yazılmış olmakla birlikte hazırlanmış müstakil bir tez bulunmamaktadır. Halbuki
konuyla ilgili rivayetleri belli bir çerçevede değerlendirip, konunun vuzuha kavuşturulması
oldukça önemlidir. Bu sebeple ve konunun özellikle esbâb-ı nüzûle yaklaşım bakımından
çok önemli olduğunu düşündüğümüzden dolayı böyle bir çalışma yapmaya karar verildi.

Giriş bölümünde çalışmanın konusu, amacı, metodu ve kaynakları ile esbâb-ı


nüzûlün önemi üzerinde duruldu.

Birinci bölümde; sebeb-i nüzûl rivayetlerinin karakteristik özellikleri, rivayet


formlarındaki farklılıklar, kullanılan lafız kalıplarına göre rivayetlerin nasıl yorumlanması
gerektiği gibi konular ele alındı. Yine bu bölümde teaddüd-i esbâb hâlinde, asıl sebeb-i
nüzûlü tesbit ve tercih esasları açıklandı. Bölümün sonunda ise tesbit edilmiş olan tercih
esaslarıyla ilgili olarak uygulamada karşılaşılan çelişki ve problemlerle sebeb-i nüzûlü
tesbitte karşılaşılan zorlukların sebepleri üzerinde duruldu.

Çalışmanın esasını teşkil eden ikinci bölümde ise mükerrer nüzûl konusuna
yaklaşımlar üzerinde durularak konuyla ilgili farklı yaklaşımlar delilleriyle birlikte

v
serdedildi. Ayrıca mükerrer nâzil olduğu öne sürülen âyet ve sûrelerle ilgili rivayet ve
görüşler incelenerek rivayetlerdeki ihtilaflar izah edilmeye çalışıldı. İncelenen her bir âyet
ve sûrenin sonunda bir değerlendirme yapılarak nihaî görüş ortaya konuldu.

Sonuç bölümünde ise genel bir değerlendirme yapılarak araştırma neticesinde


ulaşılan tesbitlere yer verildi.

Bu çalışmanın her safhasında kıymetli tavsiye ve yönlendirmeleriyle beni


destekleyen, kaynak konusunda yardımlarını esirgemeyen başta danışman hocam Prof. Dr.
Mustafa Altundağ’a olmak üzere, bu konuyu seçmeme vesile olan ve sonraki süreçte
tavsiyeleriyle yol gösteren Prof. Dr. Muhsin Demirci hocama, tezimi inceleyerek
değerlendirmeleriyle katkı sağlayan Yrd. Doç. Dr. Taha Boyalık Bey’e, değerli fikir ve
tavsiyeleriyle bana her zaman destek olan kıymetli dostlarıma ve dualarını her zaman
arkamda hissettiğim ailem ve büyüklerime şükranlarımı sunarım.

MUSTAFA ARSLAN

İSTANBUL, 2015

vi
İÇİNDEKİLER

KISALTMALAR ...........................................................................................................İV
ÖNSÖZ ............................................................................................................................... V
GİRİŞ
I. ÇALIŞMANIN KONUSU, AMACI, METODU VE KAYNAKLARI ........................... 1
A. Çalışmanın Konusu ve Amacı .................................................................................... 1
B. Çalışmanın Metodu ..................................................................................................... 2
C. Çalışmanın Kaynakları ............................................................................................... 3
II. ESBÂB-I NÜZÛLE GENEL BİR BAKIŞ ...................................................................... 8
III. ESBÂB-I NÜZÛLÜ BİLMENİN ÖNEMİ .................................................................. 11
BİRİNCİ BÖLÜM
ESBÂB-I NÜZÛLDE TEADDÜD PROBLEMİ
I. SEBEB-İ NÜZÛL RİVAYET FORMLARI .................................................................. 17
A. Sarih Lafız İhtiva Eden Rivayetler: .......................................................................... 17
B. İhtimal Bildiren Lafız İhtiva Eden Rivayetler .......................................................... 19
1. “Bu Âyet Şu Konuda Nazil Oldu” Kalıbındaki Rivayetler ................................... 20
2. “Bu Âyetin Şu Konuda Nazil Olduğunu Zannediyorum” ..................................... 24
Kalıbındaki Rivayetler ............................................................................................... 24
C. Sarih Olan ve Olmayan Rivayetlerin Ayrıştırılması ................................................ 25
II. SEBEB-İ NÜZÛLÜN TEADDÜDÜ HÂLİNDE İZLENECEK YOLLAR .................. 27
A. Kabul-Red Yöntemi .................................................................................................. 27
B. Tercih Yöntemi ......................................................................................................... 28
C. Cem Yöntemi ............................................................................................................ 30
D. Mükerrer Nüzûle Hamletme ..................................................................................... 31
III. ESBÂB-I NÜZÛLÜ BELİRLEME YÖNTEMLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ . 32

İKİNCİ BÖLÜM
MÜKERRER NÜZÛL MESELESİ
I. MÜKERRER NÜZÛLÜN TANIMI .............................................................................. 44
II. MÜKERRER NÜZÛL KONUSUNA YAKLAŞIMLAR............................................. 44
A. Mükerrer Nüzûlü Kabul Edenler ve Görüşleri ......................................................... 44
B. Mükerrer Nüzûlü Kabul Etmeyenler ve Görüşleri.................................................... 49
III. MÜKERRER NÂZİL OLDUĞU İDDİA EDİLEN ÂYET VE SÛRELER ................. 56

i
A. Mükerrer Nâzil Olduğu İddia Edilen Âyetler ve Çelişkili Nüzûl Sebeplerinin
Değerlendirilmesi .......................................................................................................... 56
1. Tevbe 9/113 ........................................................................................................... 56
a. Âyetle İlgili Sebeb-i Nüzûl Rivayetleri .............................................................. 57
b. Değerlendirme .................................................................................................... 64
2. Hûd 11/114 ............................................................................................................ 66
a. Âyetle İlgili Sebeb-i Nüzûl Rivayetleri .............................................................. 66
b. Âyetin Mekkî-Medenî Oluşuna Dair Müfessirlerin Görüşleri ........................... 68
c. Değerlendirme .................................................................................................... 69
3. Nahl 16/126-128 .................................................................................................... 70
a. Âyetlerin Sebeb-i Nüzûlüne Dair Rivayetler .................................................... 71
b. Müfessirlerin Değerlendirmeleri ........................................................................ 72
c. Değerlendirme .................................................................................................... 78
4. İsrâ 17/85 ............................................................................................................... 78
a. Âyetle İlgili Sebeb-i Nüzûl Rivayetleri .............................................................. 80
b. Müfessirlerin Âyetle ilgili Yorumları ................................................................ 81
c. Âyetle İlgili Rivayetlerde Öne Çıkan Bazı Hususlar ......................................... 86
d. Değerlendirme .................................................................................................... 97
5. Rûm 30/1-7 .......................................................................................................... 101
a. Âyetle İlgili Sebeb-i Nüzûl Rivayetleri ............................................................ 101
b. Âyetlerin Nâzil Olduğu Dönem ...................................................................... 106
c. Rûmların Fârisîlere Galip Geldiği Zaman ........................................................ 108
d. Rûm Sûresi 2. ve 3. Âyetlerdeki Kıraat Farklılıkları ....................................... 109
e. Değerlendirme .................................................................................................. 111
B. Mükerrer Nâzil Olduğu İddia Edilen Sûreler ve Çelişkili Nüzûl Sebeplerinin
Değerlendirilmesi ........................................................................................................ 113
1. Fatiha Sûresi ........................................................................................................ 113
a. Mekkî-Medenî Oluşuyla İlgili Görüşler ........................................................... 113
b. Mükerrer Nüzûle Kail Olanların Delilleri ........................................................ 117
c. Değerlendirme .................................................................................................. 119
2. İhlas Sûresi ........................................................................................................... 121
a. Sûre ile İlgili Sebeb-i Nüzûl Rivayetleri ......................................................... 121
b. Değerlendirme .................................................................................................. 124
3. Kevser Sûresi ....................................................................................................... 126
a. Sûrenin Mekkî Olduğuna Dair Rivayet ve Görüşler ........................................ 127
b. Sûrenin Medenî Olduğuna Dair Rivayet ve Görüşler ...................................... 129
c. Değerlendirme .................................................................................................. 133

ii
SONUÇ ........................................................................................................... 139
KAYNAKÇA ................................................................................................. 145

iii
KISALTMALAR

a.g.e Adı geçen eser

a.g.m Adı geçen makale

a.g.md. Adı geçen madde

a. mlf. Aynı müellif

a.y. Aynı yer

bk. Bakınız

bsk. Baskı

c. Cilt

çev. Çeviren

DİA Diyanet İslam Ansiklopedisi

ed. Editör

h. Hicri

m. Miladî

MÜİF Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Nr. Numara

s. Sayfa

TDV Türkiye Diyanet Vakfı

nşr. Neşreden

trc. Tercüme eden

ts. Tarihsiz

ve öte. ve ötekiler

ö. Ölümü

iv
GİRİŞ

I. ÇALIŞMANIN KONUSU, AMACI, METODU VE KAYNAKLARI

A. Çalışmanın Konusu ve Amacı

Kur’ân-ı Kerim’deki âyetler ya muayyen bir sebep olmaksızın (ibtidâen) ya da bir


soru veya olay üzerine nâzil omuştur. Bazı âyet veya sûrelerin nüzûlüne iktiran eden bu
soru ve olaylara sebeb-i nüzûl denilmiştir. Kaynaklarımızda sebeb-i nüzûl ifade eden ancak
lafız ve mana yönüyle farklılıklar arzeden pek çok rivayet bulunmaktadır. Biz bu
çalışmamızda öncelikle söz konusu rivayetlerin çeşitleri, rivayetlerde kullanılan lafız
farklılıkları ve delalet ettikleri manalar üzerinde durmaya çalıştık.

Bir âyet veya sûrenin sebeb-i nüzûlü olarak birden fazla rivayetin bulunduğu
durumlar da vardır. Bu rivayetlerin bazen şahıs, zaman ve mekan bakımından birbirine
muarız olduğu görülmektedir. Söz konusu tearuzları giderme ve asıl sebeb-i nüzûlü tesbit
etme adına kabul-red, tercih ve cem gibi yollar geliştirilmiştir. Rivayetleri hiçbir şekilde
uzlaştıramayan bazı âlimler ise bir çıkış yolu olarak âynı âyet veya sûrenin birden fazla
kere nâzil olduğunu (mükerrer nüzûl) ileri sürmüştür. Bununla beraber mükerrer nüzûl
fikrini kabul etmeyen ve birbiriyle çelişkili gibi görünen rivayetleri izah ve telif yoluna
giden âlimler de vardır. Bu çalışmanın ana konusunu mükerrer nüzûl konusuna lehte ve
aleyhte yaklaşımlar, tarafların öne sürdüğü deliller ve mükerrer nâzil olduğu ifade edilen
âyet ve sûreler oluşturmaktadır.

Çalışmanın en önemli ve orijinal tarafı ise mükerrer nüzûl düşüncesine


yaklaşımların bir kritiğe tabi tutulup değerlendirmeler yapılmasıdır. Aynı şekilde mükerrer
nâzil olduğu ifade edilen her bir sûre ve âyetle ilgili tüm rivayet ve görüşler detaylıca
incelenmiş, çelişkili gibi görünen kısımlar izah edilerek nihaî bir neticeye varılmıştır.

Yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız üzere kaynaklarımızda sebeb-i nüzûl olarak


nakledilen pek çok rivayet bulunmaktadır. Ancak içerisinde nüzûl bildiren lafızlar
kullanılmış olsa bile bu rivayetlerin hepsinin gerçekte bir sebeb-i nüzûl olmadığı; bunlardan
bazılarının tefsir, istidlal, âyetle olay arasında irtibat kurma ya da âyetin ihtiva ettiği
hükmün söz konusu olaya da şamil olduğunu ifade etme kabilinden olduğu anlaşılmaktadır.
İşte çalışmanın öncelikli amaçlarından biri rivayetler arasındaki bu ayrıma dikkatleri
çekerek aralarındaki farkları ortaya koymak ve belli ölçüde tasnife tabi tutmaktır.

Çalışmanın ikinci amacı birbiriyle tearuz halindeki rivayetleri uzlaştırmak gayesiyle


geliştirilen yöntemleri uygulamada karşılaşılan problem ve çelişkilere dikkat çekmektir.
Çalışmanın en önemli amacı ise birden fazla kere nâzil olduğu ifade edilen âyet ve sûrelerle
ilgili elden geldiğince tüm rivayet ve yorumlara ulaşıp onları lafız yönüyle ve tarihî
bilgilere uygunluk bakımından inceleyerek meselenin aslını ortaya koymaya çalışmaktır.

B. Çalışmanın Metodu

Çalışmamızda dökümantasyon, sınıflandırma, metin tahlili, açıklama ve yorumlama


gibi sosyal bilimlerin temel araştırma tekniklerine ilave olarak “kronolojik konu ve kavram
takibi” ve “mukayese” metotları kullanılmıştır. Sebeb-i nüzûl rivayet formları, farkları,
delalet ettikleri manalar, sarih olan ve olmayan lafızların birbirinden ayrılması ve teaddüd-ü
esbâb durumunda takip edilmesi gereken yollar gibi konuları ele aldığımız birinci bölümde
klasik ve muasır eserleri inceleyip oralarda geçen bilgileri sentezleyerek sistematik bir
şekilde sunmaya çalıştık.

Özellikle Zerkeşî (ö. 794/1392), Süyûtî (ö. 911/1505) ve İbn Akîle (ö. 1150/1737)
gibi önde gelen ulûmü’l-Kur’ân müelliflerinin, aynı âyet veya sûre ile ilgili olarak
nakledilen birden fazla rivayeti uzlaştırma adına geliştirdikleri yöntemler ve yaptıkları
tercihler arasındaki farkları tesbit etmeye çalıştık. Ayrıca klasik kaynaklarımızda zikredilen
bu yöntemleri tahlil eden ve bazı yönleriyle kritiğe tabi tutan modern çalışmaların
tesbitlerini arz etmeye gayret ettik.

2
Mükerrer nâzil olduğu öne sürülen âyet ve sûreleri incelerken öncelikle âlimleri, söz
konusu âyet ya da sûrenin mükerrer nâzil olduğu fikrine sevkeden sebep ve rivayetleri
tesbit ettik. Ardından hadis, tefsir ve esbâb-ı nüzûl kitaplarında zikredilen aynı konudaki
tüm rivayetlere ve tefsirlerde yapılmış yorumlara yer verdik. Daha sonra Fethu’l Bârî ve
Şerhu müşkili’l-âsâr gibi şerh kitaplarında konuyla ilgili yapılmış olan yorum ve izahlara
yer verdik. Gerekli durumlarda sebeb-i nüzûl rivayetlerinde zikredilen olayların zamanını
ve yerini doğru tesbit edebilmek maksadıyla siyer kitaplarına müracaat ettik. En son olarak
da sonuç ve değerlendirme başlığı altında görüşlerin bir değerlendirmesini yaparak kendi
tercihimizi ortaya koyduk.

C. Çalışmanın Kaynakları

1. Ulûmu’l-Kur’ân ve Tefsir Usûlü Kitapları

Tezimizin konusu Tefsir usûlüne dair bir konu olunca en önemli kaynaklarımız tabii
olarak ulûmü’l-Kur’ân ve Tefsir usûlü kaynakları olmuştur. Bu kaynakların en çok ‘esbâb-ı
nüzûl’, ‘tekrâru’n-nüzûl’ ve ‘Mekkî-Medenî’ bölümlerinden istifade ettik. Söz konusu
kaynakların başında tekrâru’n-nüzûl, tekerrürü’n-nüzûl ya da mâ tekerrara nüzûlühü
başlıkları altında mükerrer nüzûl konusunun müstakil olarak ele alındığı Zerkeşî’nin el-
Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân’ı, Süyûtî’nin el-İtkân fî ulûmi’l-Kur’ân’ı ve İbn Akîle’nin ez-
Ziyâde ve’l-ihsân fî ulûmi’l-Kur’ân’ı gelmektedir. Müstakil başlık altında ele alınmamış
olsa da konumuzla ilgili çok önemli bilgiler ihtiva eden İbn Teymiye’nin Mukaddime fî
usûli’t-tefsîr’ini de burada zikretmek gerekir.

İstifade edilen günümüz ulûmu’l-Kur’ân eserlerinin başında ise Zürkânî’nin


Menahilü’l irfân’ı, Subhi es-Sâlih’in el-Mebâhis fî ulûmi’l-Kur’ân’ı, Mennâ’ Halil
Kattan’ın el-Mebâhis fî ulûmü’l-Kur’ân’ı ve Fadl Hasan Abbas’ın İtkânu’l-burhân fî
ulûmü’l-Kur’ân’ı gelmektedir. Bu eserler arasında özellikle İtkânu’l-burhân konunun ele
alınışı ve ilgili âyet ve sûreler hakkındaki rivayetlerin tahkik edilip bir tercihte bulunulması
bakımından önemli bir kaynaktır. Eserde diğer kaynaklardan farklı olarak Kevser sûresi de
bu kapsamda ele alınmıştır.

3
Ulumu’l-Kur’ân eserlerinden sonra en çok müracaat edilen eserler şüphesiz esbâb-ı
nüzûle dair telif edilmiş müstakil kitaplar olmuştur. Mükerrer nâzil olduğu ifade edilen âyet
ve sûrelerle ilgili rivayetler için en çok istifade edilen esbâb-ı nüzûl kitapları Vahidî’nin
Esbâbu’n-nüzûl’ü ile Süyûtî’nin Lübâbun-nukûl’üdür.

Esbâb-ı nüzûl konusunda yapılmış olup içerisinde mükerrer nüzûl konusuna da


değinilmiş olan modern çalışmalardan istifade ettiğimiz bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

Halid b. Süleyman el-Müzeynî, el-Muharrer fi esbâbi nüzûli'l-Kur’ân (min hilali'l-


kütübi't-tis'a): dirâsetü'l-esbâb rivayeten ve dirayeten, Riyad: Dâru İbni’l-Cevzi, 1427. Bu
çalışma bir doktora tezidir. Kütüb-i tis’a’daki rivayetleri incelemesi bakımından önemlidir.
İki ciltlik çalışmada esbâb-ı nüzûl konusu ulûmu’l-Kur’ân eserlerine benzer şekilde
detaylıca ele alınmış rivayetler arası tercih esaslarına yer verilmiştir. İçerisinde
Tekerrürü’n-nüzûl isimli bir başlık bulunan çalışmada müellif, rivayetleri verdikten sonra
kendi tercihini de belirtmiştir. Kevser sûresi hariç mükerrer nüzûle konu olan âyet ve
sûreleri incelemiştir. Çalışma özellikle esbâb-ı nüzûl konusundaki orijinal tesbitleri
bakımından önemlidir.

Asım b. Abdulmuhsin el-Humeydan, Esbâbu’n-nüzûl ve eseruha fi’t-tefsîr. Müellif


bu eserinde yeri geldikçe ihtilaflı esbâb-ı nüzûl rivayetlerini tahkik etmekte ve incelediği
sûre veya âyetlerin sebeb-i nüzûlü veya Mekki-Medenî oluşu hakkında tercihlerde
bulunmaktadır.

Muhammed eş-Şâyi’, Nüzûlü’l-Kur’âni’l-Kerîm, Riyad: Mektebetü Melik Fahd,


1418. Kur’ân-ı Kerîm ve diğer semavi kitapların nüzûl özelliklerini ele alan kitapta
tekrâru’n-nüzûl konusu için de bir bölüm ayrılmış, dört âyet (Nahl, 16/126-128; Tevbe,
9/113; Hûd; 11/114; İsrâ, 17/85) ve iki sûre (Fatiha ve İhlâs) hakkında görüşlere yer
verilmiştir.

Ahmet Nedim Serinsu, Kur’ân ve Bağlam, İstanbul: Şule Yayınları, 2012. Bu


eserde müellifin aynı konu etrafında kaleme aldığı üç kitap (Kur’ân’ın Anlaşılmasında
Esbâb-ı Nüzûl’ün Rolü, Sa’lebe Kıssası-Esbâb-ı Nüzûle Yeni Bir Yaklaşım ve Tarihsellik ve
Esbâb-ı Nüzûl) bir araya getirilmiştir. Esbâb-ı nüzûlün nasıl algılanması ve

4
değerlendirilmesi gerektiği hususunda son derece önemli bilgiler ihtiva eden bu eserde
öncelikli olarak esbâb-ı nüzûl rivayetlerinden istifade edebilmenin ilkeleri üzerinde
durulmaktadır. Ardından esbâb-ı nüzûl rivayetleri arasındaki ihtilaflardan kaynaklanan
problemlere değinilmektedir. Esbâb-ı nüzûl rivayetlerinin sebep ya da tefsir oluşu yönüyle
mutlaka tasnife tabi tutulması ve sened-metin bütünlüğü içinde muhaddisler tarafından
tahkik edilmesinin elzem olduğu vurgulanmaktadır.

Tekrarun’n-nüzûl konusuna teaddüd-ü esbaptan kaynaklanan problemlerden biri


olarak değinen Serinsu, tekrâru’n-nüzûlü kabul eden ve etmeyen bazı kimselerin görüşlerini
aktardıktan sonra klasik kaynaklarda nakledildiği şekliyle mükerrer nâzil olduğu ifade
edilen bazı âyet ve sûreleri zikretmiştir. Esbâb-ı nüzûl ve tekrâru’n-nüzûl meselesine dair
benzer sonuçlara ulaşmış olmakla beraber bizim çalışmamızın bu eserden ayrılan en önemli
özelliği mükerrer nâzil olduğu ifade edilen tüm âyet ve sûrelerin tek tek ele alınıp bazı
âlimleri bu sûre ve âyetlerin mükerrer nâzil olduğu fikrine sevkeden sebeplerin tesbit
edilmesi, ihtilafa sebep olan rivayetlerin tahkik edilmesi ve neticede işin aslının ortaya
konulmasıdır.

2. Tefsir Kitapları

Mükerrer nâzil olduğu ifade edilen âyet veya sûreler hakkındaki rivayet, tefsir ve
yorumlar için Mukatil b. Süleyman’dan başlayarak Elmalılı ve Tâhir b. Âşûr’a kadar
yirmiden fazla klasik ve muasır tefsir kitabı incelendi. Bu eserleri çalışmanın içerisinde ve
bibliyografyada görmek mümkündür.

İlgili eserlerde rivayet ve tefsirin yanısıra nüzûlün tekrarı meselesine değinen veya
tercih ve değerlendirmelerde bulunanlar arasında İbn Kesîr’in Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm’i,
Süyûtî’nin ed-Dürrü’l-Mensûr’u, Âlûsî’nin Rûhu’l-Meânî’si, İbn Âşûr’un et-Tahrîr ve’t-
tenvîr’i, Şevkânî’nin Fethu’l-Kadir’i ve Muhammed İzzet Derveze’nin et-Tefsîru’l-hadîs’i
özellikle zikredilebilir.

5
3. Siyer Kitapları

Aynı âyet veya sûre ile ilgili birden fazla sebeb-i nüzûl rivayeti arasından asıl
sebeb-i nüzûlü tesbit edebilmede rivayetlerde bahsi geçen olayların yerini ve zamanını
tesbit önemli bir rol oynamaktadır. Bu bakımdan incelenmesi gereken kaynaklardan biri de
hiç şüphesiz siyer kitaplarıdır. Biz de bu konuda ihtiyaç duydukça Sîretü İbn İshak’a ve
İbn Hişam’ın es-Siretü’n-nebeviyye’sine ve müraccat ettik.

4. Hadis Kitapları ve Şerhleri

Esbâb-ı nüzûl rivayetleri için öncelikli olarak kütüb-i tis’a tarandı. Bu kaynaklarda
bulunamayan rivayetler için diğer hadis külliyatında arama yapıldı. Her zaman için
kaynakların en muteber olanları referans gösterilmeye çalışıldı.

Esbâb-ı nüzûl rivayetlerinin sıhhat dereceleri hakkında bilgi veren, ihtilaflı


rivayetlerin incelemeye tabi tutulduğu, tercih ve değerlendirmelerin yapıldığı hadis şerhleri
çalışmamızda bize çok faydalı olmuştur. Bunların başında İbn Hacer’in Fethu’l-bârî’si ve
Tahâvî’nin Şerhu müşkili’l-âsâr’ı gelmektedir. Özellikle İbn Hacer, kıymetli
değerlendirmeleriyle pek çok meselede hakem rolünü üstlenmiştir.

5. Dijital Kaynaklar

İhtiyaç duyduğumuz eserlere her an ulaşabilme ve arama-tarama kolaylığı


bakımından el-Mektebetü’ş-şâmile, el-Câmiu’l-Kebîr ve el-Câmiu’t-târihî gibi dijital
kütüphanelerden sıklıkla istifade ettik.

6. Mükerrer Nüzûl Konusunda Daha Önce Yapılmış Çalışmalar

a. Abdurrezzak Hüseyin Ahmed, Mes’eletü tekerrüri’n-nüzûl fi’l-Kur’ân beyne’l-


isbâti ve’n-nefy. İlk olarak h. 1429’da makale olarak hakemli dergi Mecelletü câmiati’l-
imam Muhammed b. Suûdi’l-İslâmiyye’de yayımlanmış olan bu çalışma daha sonra 2012’de
Kuveyt Vakıflar Bakanlığı tarafından yayımlanan el-Va’yu’l-İslâmî dergisinin özel bir
sayısı olarak kitap halinde basılmıştır. Konuyu müstakil olarak incelemesi bakımından
önemli bir kaynak olmakla beraber yeterli sayıda farklı rivayet ve görüşe yer verilmemiştir.
Ayrıca sebeb-i nüzûl rivayet çeşitlerine, lafızlara göre aralarındaki nüanslara ve ihtilaflı

6
rivayetleri uzlaştırmada kullanılan yollara değinilmemiştir. Kevser sûresi hariç mükerrer
nüzûle konu olan âyet ve sûreleri incelemiştir.

b. Muhsin Demirci, “Nass-Olgu İlişkisi Açısından Mükerrer Nüzûl”, Marmara


Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2001, sayı: 20, s. 5-21. Müstakil olarak mükerrer
nüzûl konusunda yazılmış tek Türkçe makaledir. Makalede sebeb-i nüzûl rivayetleri
arasındaki tercih esasları ve mükerrer nüzûle yaklaşımlar ifade edilerek bu fikre yol açan
zaman ve mekân faktörleri üzerinde durulmuştur. Çalışmada örnek olarak bir sûre (Fatiha
sûresi) ve dört âyet (Tevbe 9/113, Hûd 11/114, Nahl 16/126-128 ve Ruh 17/85)
incelenmiştir.

c. Halil Aldemir, “Esbâb-ı Nüzûl Rivayetleri Arasında Görülen Çelişkiler ve


Geliştirilen Çözüm Yollarının Tahlili”, EKEV Akademi Dergisi, yıl:15, sayı: 48 (Yaz
2011). Makalede esbâb-ı nüzûl rivayetleri arasında görülen çelişkilerin sebepleri ve
geliştirilen çözüm yollarının kritiği yapılmaktadır.

d. Ali Rıza Gül, “Kur’ân Âyetlerini Tarihlendirmede Nüzûl Sebeplerinin Rolü”,


Dinî Araştırmalar, 2004, cilt: VII, sayı: 19, s. 191-220. Bu makalede klasik sebeb-i nüzûl
kuramı; nüzûl dönemi, öncesi ve sonrasına ait rivayetler; rivayetlerde karşılaşılan anlatım
kalıplarına veya rivayet senetlerine dayalı problemler ve tekrâru’n-nüzûl gibi konular ele
alınmaktadır.

e. Abdurrahman Ensâri, “Sebeb-i Nüzûlün Tesbit ve Tercih Kuralları”, Şırnak


Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2014/1, cilt: V, sayı: 9, s. 69-91. Ensârî,
makalesinde sebeb-i nüzûlü ifade etmede kullanılan lafızlar, teaadüd-ü esbâb ve sebeb-i
nüzûlü tercih kuralları üzerinde durmuştur. Tekraru’n-nüzûl konusuna da değinen Ensârî bu
konudaki görüşleri herhangi bir kritiğe tabi tutmadan olduğu gibi kabul etmekte, tekrâru’n-
nüzûl fikrini kabul etmeyenleri eleştirmektedir.

Bu eserlerde tekrâru’n-nüzul konusuna ve bu konudaki görüşlere dar bir çerçevede


yer verilmektedir. Ayrıca mükerrer nâzil olduğu ifade edilen âyet ve sûrelerden yalnızca
birkaçı örnek olarak incelenmiştir. Tezimizi diğer çalışmalardan farklı kılan en önemli
özellik mükerrer nâzil olduğu ifade edilen tüm âyet ve sûrelerin birarada ve detaylıca

7
incelenerek bir neticeye varılmasıdır. Ayrıca tekraru’n-nüzulün fikrî temellerine inilerek
âlimleri bu düşünceye sevkeden sebepler ortaya konulmuştur. Bunun yanı sıra esbâb-ı
nüzul rivayet formlarına dair yapılan klasik tasnifler ve sebeb-i nüzul tercih kriterleri kritiğe
tabi tutularak uygulamada karşılaşılan problemler ve yapılan bazı hatalar ortaya
konulmuştur.

II. ESBÂB-I NÜZÛLE GENEL BİR BAKIŞ

Kur’ân-ı Kerîm’deki bâzı sûre ve âyetlerin nüzûlü, hemen öncesinde cereyan eden
bazı olay veya sorulara iktiran etmiştir. Bu soru veya olaylar ‘sebeb-i nüzûl’ terimi ile ifade
edilegelmiştir. Ancak bu terimde yer alan “sebep” kelimesi sebep-sonuç bağlamında
değildir. Zira o takdirde söz konusu sebep olmasaydı ilgili âyet nâzil olmazdı gibi bir
yanılgıya düşülebilir.1

Anlam karışıklığını gidermek için âyetin nüzûlüne ‘sebep olan’ yerine ‘iktiran eden’
demek daha uygundur. Çünkü Allah (c.c.), Kur’ân’daki bütün âyetleri bir sebeple alâkalı
olsun olmasın zaten ezelî hikmetiyle inzâl edecekti. Buna karşılık O (c.c.), bazı âyetleri
belli bir hikmete mebnî olarak, bir hâdise veya soru ile irtibatlandırarak inzâl buyurmuştur.
Meseleye bu şekilde yaklaşmak Allah’ın ilminin ezelî ve ebedî olup herşeyi kuşattığı,
Kur’ân’ın kelâm-ı nefsî olarak kadîm olduğu ve Muhît’in muhât olana bağlı kalamayacağı
gibi hakikatlere daha muvafık düşmektedir.

Kur’ân, ilmi ezelî ve ebedî olan âlemlerin Rabbi Allah’ın kelâmıdır. Mâzi, hâl ve
istikbal O’nun katında birdir. Bundan dolayı Kur’ân’ın içerisinde nüzûl öncesi, nüzûl
dönemi veya nüzûl sonrası ile ilgili âyetlerin varlığı gayet tabiîdir. Yine bundan dolayı
nüzûl sebeplerini âyetlerin nüzûlünün şartı olarak görmek ve mesela “Tarihte Fil Vak’ası
gibi bir olay yaşanmamış olsaydı Fil sûresi nâzil olmazdı” iddiasında bulunmak hatalı bir
yaklaşımdır.

Bu konu kader meselesine benzemektedir. Allah, ezelî ilmiyle bir insanın hayatı
boyunca başından geçecek olayları o insanın kaderi olarak tayin etmiştir. Söz gelimi

1
Nitekim bazı kimseler âyetin nüzûl sebebi olmasaydı âyet nâzil olmazdı iddiasındadırlar. Söz gelimi Tebbet
sûresinin nâzil olmasına sebeb olan olay yaşanmasaydı bu sûre nâzil olmazdı demektedirler.

8
memleketine giderken trafik kazasında hayatını kaybeden bir adamın kaderinde bu olay
yazılıdır. Çünkü bu olayın olacağını ezelî ilmiyle Allah önceden bilmektedir ve o şekilde
yazılmıştır. Bundan dolayı “Memleketine gitmeseydi kaza geçirip ölmezdi.” demek kader
inancına aykırıdır. Çünkü bu olay mutlak yaşanacak olduğu için kaderde yazılıdır.
Gitmeyecek olsaydı zaten kaderde yazılı olmazdı. Aynı şekilde varlığın başlangıcından
ebediyete kadar meydana gelecek bütün olaylar Allah’ın ezelî ilminde mevcut olduğundan
O’nun kelâmında mâzi, hâl veya istikballe ilişkili âyetlerin olması gayet tabiîdir. “Fil
vakası yaşanmasaydı Fil sûresi nâzil olmazdı” demek Allah’ın geleceği bilmediğini ve
karşılaşılan olaylara göre vahyi düzenlediğini iddia etmek demektir. Başka bir ifadeyle bu
anlayış bir kısım oryantalistlerin iddia ettiği gibi Kur’ân’ın ezelde mevcut bir kelam
olmayıp zaman ve hâdiselerin etkisiyle oluşmuş bir kitap olduğunu iddia etmek anlamına
gelir.

Kur’ân’da yer alan âyetlerin büyük çoğunluğu herhangi bir olay veya soruya iktiran
etmeksizin (ibtidâen) nâzil olmuştur. Vahidî’nin Esbâbu’n-nüzûl adlı eserinde yaklaşık 858,
Süyûtî’nin Lübâbu’n-nükûl’ünde ise 954 civarında âyet hakkında rivayet bulunmaktadır.
Bu sayılara ihtimal bildiren rivayetler de dahildir. Söz konusu rivayetler içerisinde rivayet
veya dirayet bakımından sahih olmayanlar da bulunmaktadır.2 Bu durumda hakkında sahih
sebeb-i nüzûl rivayeti bulunan âyet sayısının Vahidî’nin naklettiği rivayet sayısından daha
az olduğu anlaşılmaktadır. Muhsin Demirci âlimler tarafından nüzûl sebebi tesbit edilen
âyet sayısının 500 kadar olduğunu ifade etmektedir.3

Kur’ân âyetlerinin büyük çoğunluğu hakkında sebeb-i nüzûl rivayeti olmaması


elbetteki söz konusu âyetlerin sebepsiz yere nâzil olduğu anlamına gelmemektedir.4
Cenab-ı Hakk’ın tebliğde bulunmak üzere bir peygamber göndermiş olduğu; tevhid ve hak
dinden uzaklaşmış insanların var olduğu; tevhid, adalet, haşir, nübüvvet, ahlak ve ibadet
gibi hakikatlerin toplumda yeniden vaz edilmesinin gerektiği bir ortam, âyetlerin nüzûlü
için başlıbaşına yeterli bir sebeptir. Ne var ki Hakîm ve Rahîm olan Allah, hükümlerinin

2
Fadl Hasan Abbas, İtkânü’l-bürhân fî ulûmi’l-Kur’ân, Amman: Dâru’l-furkân, 1997, 252-253
3
Demirci, Muhsin Tefsir usûlü ve tarihi, İstanbul, M.Ü.İ.F. Vakfı Yayınları, 2001, s. 147; “Esbâb-ı Nüzûl”,
DİA, XI, 360.
4
Demirci, Muhsin, “Esbâb-ı Nüzûl”, DİA, 360

9
insanlar tarafından daha iyi anlaşılıp tabiatlarına mal olabilmesi için bazı âyetlerin
nüzûlünü hayatın içinden olaylara iktiran ettirmiştir. Böylece Kur’ân, yaşanan fıtrî bir
hayatın içinde insanlar tarafından hazmedile hazmedile ve ilmek ilmek örgülenerek
tamamlanmıştır.

Kur’ân, her şeyden önce insanlık için bir hidayet rehberidir. O, salih bir toplum inşa
etmek ve insanların dünya ve ahiret saadetlerini temin etmek üzere inzal edilmiştir. Bundan
dolayı Kur’ân’da fertlerin ve toplumun tekâmülü adına ahlâk, adalet ve haşir konularında
da âyetler yer almaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı âyetler de geçmiş peygamberlerin ve kavimlerinin


başından geçen olayları (kasas) haber vermektedir. Fakat bu âyetler sadece tarihî bir takım
olayları haber vermekten ibaret olmayıp bildirilen olaylar üzerinden kimi zaman tevhid
mesajı verilmiş, kimi zaman ahiret inancı vurgulanmış, kimi zaman inananlar teselli
edilerek kalblerine itminan verilmiş; inkâr edenler ise inzâr edilerek tehdit veya ikaz
edilmiştir. Ayrıca Kur’ân’da bahsi geçen tarihî olaylar meydana geldikleri zaman ve
mekânın ötesinde bütün insanlar için evrensel mesajlar ihtiva etmektedir.

Ahmed b. Hanbel gibi bazı âlimler esbâb-ı nüzûl konusuna ihtiyatlı yaklaşırlar.
Onların bu tavrının sebebi muhtemelen esbâb-ı nüzûl üzerinden bazı suistimallerin önüne
geçmek içindir. Esbâb-ı nüzûl üzerine yazılmış çok sayıdaki kitap da bu düşünceyi
destekler mahiyette olup konunun spekülatif yönüne işaret etmektedir. Buna karşılık sahih
tariklerle gelmiş rivayetlerin varlığı da bir realitedir. Bu bakımdan esbâb-ı nüzûl
rivayetlerini bütünüyle reddetmek bir ifrat ise sahih rivayetlerin varlığını görmezden
gelmek de tefrittir. Aslolan sahih olan ile olmayanı tefrik etmek, mevcut rivayetleri ‘gerçek
sebeb-i nüzûl’, ‘âyetle istidlalde bulunma’ veya ‘âyetle ilgili yorumda bulunma’ v.b.
başlıklar altında tasnife tabi tutmaktır.

Tefsir ilmi için ulûmü’l-Kur’ân içerisinde esbâb-ı nüzûlün ayrı bir yeri vardır.
Âyetlerde murad edilen mânayı doğru anlamak ve hüküm ile irtibatını kurabilmek
bakımından esbâb-ı nüzûlü bilmek gerekir. Tefsirde sahabenin özel bir konumu haiz
olmalarının altında da bu espiri yatmaktadır. Çünkü onlar Allah Resûlü’ne bir âyetin nasıl

10
bir ortamda ve hangi olay hakkında nâzil olduğunu, soru soran şahsın kim olduğunu,
durumunu ve sorusunun perde arkasını biliyordu. Dolayısıyla âyetin mânasını da gelen
hükümle olay arasındaki irtibatı da en iyi onlar biliyordu. Vahidî ‘Sebeb-i nüzûlü bilmeden
tefsir yapmak mümkün değildir.’ demiştir.5 Muhammed b. Sîrîn (ö. 110/729) ve Ubeyde b.
es-Selmânî (ö. 72/691) arasında geçen şu diyalog da esbâb-ı nüzûlü bilmenin önemini ve
sahabenin bu konudaki özel konumunu vurgulamaktadır: Muhammed b. Sîrîn şöyle diyor:
“Ubeyde es-Selmanî’ye bir âyeti sordum bana ‘Allah’tan kork ve doğru söz söyle Kur’ân
âyetlerinin ne hakkında nâzil olduğunu bilenler gitti’ diye cevap verdi.”6 Ancak burada bir
hususu ifade etmekte yarar vardır:

Âyetin manası, nüzûlüne iktiran eden olaya hasredilemez. Örneğin “Dinde zorlama
yoktur”7 meâlindeki âyet sadece sebeb-i nüzûlünde yaşanan olaya indirgenemez. Bu en
başta o âyetin kelâmullah olarak ezelî ve ebedî oluşuna aykırıdır. Mesele, yaşanan olayın
bu âyetin nüzûlüne iktiran etmesinden ibarettir. Üstelik bu, o âyetin sadece sebeb-i nüzûlü
ile ilişkili olan anlama gelebileceği anlamını taşımaz. Hem Efendimiz hayattayken hem de
daha sonra âyetin muhtevasını aksettiren pek çok mâsadak olabilir. Bundan dolayıdır ki
Kur’ân’ın mânâsı tüketilemez. Âdeta Allah’ın zaten var olan ezelî ve ebedî bir hükmünün
(“Dinde zorlama yoktur.” gibi) çerçevesine giren bir olay üzerine nâzil olmuştur. Bu olay
âyetin ilk defa nâzil olmasına iktiran etmesi bakımından önemlidir ancak âyetin
yorumlarını bütünüyle kendi içinde hapsetmez.8

III. ESBÂB-I NÜZÛLÜ BİLMENİN ÖNEMİ

Âyetlerin çoğu ibtidaen, bir kısmı ise bir olay veya soruyla ilişkili olarak inzal
edilmiştir. Kur’ân âyetlerinin nüzûlünün bazı olaylara iktiran etmesinin başlıca fayda ve
hikmetleri şu şekilde sıralanabilir:

1- Bir hükmün bir olay üzerine nâzil olması o hükmün insanlar tarafından daha

5
Vahidî, Ebü’l-Hasan Ali b. Ahmed b. Muhammed en-Nisaburi (ö. 468/1076), Esbâbü’n- nüzûl, Kahire:
Mustafa el-Babi el-Halebi, 1959/1379, 3.
6
Vahidî, Esbâbü’n- nüzûl, 3
7
Bakara, 2/256.
8
Çetiner, Bedreddin, Fâtihâ’dan Nâs’a Esbâb-ı Nüzûl, İstanbul: Çağrı Yayınları, 2002, 2.

11
kolay kabullenilmesini sağlamıştır. Meselâ iffetli kadınlara iftira atanlara ceza olarak
seksen değnek vurulması hükmünü bildiren âyet öyle bir atmosferde nâzil olmuştur ki
insanlar hükmedilen cezayı ağır bulmak bir yana memnuniyetle karşılamışlardır. Çünkü söz
konusu âyet Abdullah b. Übey b. Selül’ün başını çektiği bir grup münafık tarafından Allah
Resûlü’nün pâk zevceleri Âişe validemize iftira atılması (ifk hâdisesi) üzerine nâzil
olmuştu. Bu iftira toplumda şüyû’ bulmuş Allah Resûlü, Âişe validemiz ve bütün müminler
bundan son derece rahatsız olmuşlardı. Herkes adına bir imtihan sebebi hâline gelmiş ve
başta Allah Resûlü ve Âişe validemizi olmak üzere bütün müminleri büyük bir sıkıntıya
sokan bu durum neticesinde Âişe validemizi tebrie eden ve iffetli kadınlara iftira atanlara
ceza olarak seksen değnek vurma hükmünü bildiren âyetlerin nâzil olması hem hâne-i
saadeti hem de müminleri sevince gark etmiş, onlara bir ferahlık vesilesi olmuştu.9

Âyetler zamanlama olarak öyle bir psikolojik atmosferde nâzil olmuştur ki insanlar
bu türlü bir iftiranın ne kadar şenî’ bir davranış olduğunu bizzat yaşayarak görmüş ve
karşılığında verilen cezayı gönül hoşnutluğuyla kabullenmişlerdir. Öte yandan ifk hâdisesi
gibi çok büyük bir hâdisenin ardından inzâl edilen bu âyetlerle hem o dönem
Müslümanlarına hem de daha sonra gelecek olanlara bu tür durumlarda nasıl davranılması
gerektiği hususunda dersler veriliyordu.

2- İslâm pratik hayat içinde gelişmiştir. Onun her bir hükmü başta Allah Resûlü
tarafından olmak üzere toplumda tatbik ve temsil edilmiştir. Bir yönüyle dinin teorileri

9
Nâzil olan âyetler meâlen şöyledir: Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (bunu isbat için) dört
şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar
tamamen günahkârdırlar. Ancak bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar müstesnadır. Allah çok bağışlayıcı ve
merhametlidir. … (Peygamber'in eşi hakkında) o yalanı uyduranlar içinizden bir güruhtur. Bunu kendiniz için
kötü sanmayın, o sizin için hayırlı olmuştur. O kimselerden her birine kazandığı günah karşılığı ceza vardır;
içlerinden elebaşılık yapana ise büyük azap vardır. Onu işittiğiniz zaman, erkek kadın müminlerin,
kendiliklerinden hüsnü zanda bulunup da: 'Bu apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi? Dört şahit
getirmeleri gerekmez miydi? İşte bunlar, şahit getirmedikçe Allah katında yalancı olanlardır. Allah'ın dünya
ve ahirette size lütuf ve merhameti olmasaydı, o kötü sözü yaymanızdan ötürü büyük bir azaba uğrardınız.
Onu dilinize dolamıştınız. Bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz. Onu önemsiz bir şey sanıyordunuz, oysa
Allah katında önemi büyüktü. O'nu işittiğinizde: 'Bu konuda konuşmamız yakışık almaz; haşa, bu büyük bir
iftiradır' demeniz gerekmez miydi? Eğer mümin kişilerdenseniz, Allah buna benzer bir şeye bir daha
dönmemenizi tavsiye eder. Allah size âyetleri açıkça bildirir. Allah bilendir, Hakim'dir. Müminler arasından
hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara, dünya ve ahirette can yakıcı azap vardır. Allah bilir, siz
ise bilmezsiniz. Eğer Allah’ın sizin üzerinizdeki lütfu ve inayeti olmasaydı ve eğer Allah pek şefkatli ve
merhametli olmasaydı, başınıza müthiş bir azap gelirdi. (Nûr, 24/ 4-5, 11-20).

12
pratik hayattan olaylara iktiran etmiştir. Böylece İslâm, hayatın içinde işlene işlene
gelişmiştir. İslâm’ın hüküm ve prensipleri iktiran ettiği olaylar sayesinde toplumda
oturaklaşmış, ayrı bir kuvvet kazanmıştır. Bu sayede İslâm teorik bir kurallar manzumesi
olarak kalmamış her meselesi hayatta tatbik edilmiş, pratikte karşılığını bulmuş bir din
hâlini almıştır.

3- Esbâb-ı nüzûl, insanların bu olayları ve onlarla ilgili hükümleri unutmamalarını


sağlamıştır. Bir başka ifadeyle sebeb-i nüzûlü bilmek vahyi tesbit etmeye, anlamaya ve
hafızada tutmaya yardımcı olur.10

4- Esbâb-ı nüzûlü bilmek Kur’ân’da vaz’ edilmiş hükümlerin hikmetlerini daha iyi
kavramayı sağlar.11 Bu da kalblerin mutmain olmasını sağlamış, ahkâmın toplumda
yerleşmesini kolaylaştırmıştır.12

5- Nüzûl sebeplerini bilmek âyetlerde kastolunan mânânın daha isabetli


anlaşılmasını sağlar, yanlış anlamaların önüne geçer. Sahabe döneminde sebeb-i nüzûlünü
bilmeyenlerin bir âyeti yanlış anladıkları olmuştur. Meselâ şarabın kesin olarak
yasaklandığı Mâide sûresi 90. âyet nâzil olduğunda Allah Resûlü’ne daha önce şarap içmiş
olup yasaktan önce vefat edenlerin durumunun sorulması üzerine

ِ َّ ْ‫ات جناح فِيما طَعِمواْ إِذَا ما اتَّ َقواْ َّوآمنواْ وع ِملُوا‬


ِ ‫اِل‬
َّ‫ات ُُثَّ اتَّ َقواْ َّو َآمنُواْ ُُث‬ ِ ِ َّ ْ‫لَيس علَى الَّ ِذين آمنُواْ وع ِملُوا‬
َ ‫الص‬ َ َ َُ َ ُ َ ٌ َ ُ َ‫الصاِل‬ ََ َ َ َ َ ْ
ِِ ُّ ‫َح َسنُواْ َواللّهُ ُُِي‬
‫ي‬
َ ‫ب الْ ُم ْحسن‬ ْ ‫اتَّ َقواْ َّوأ‬

“İman eden ve iyi işler yapanlara, hakkıyla sakınıp iman ettikleri ve iyi işler
yaptıkları, sonra yine hakkıyle sakınıp iman ettikleri, sonra da hakkıyle sakınıp
yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde tattıklarından dolayı günah
yoktur. Allah iyi ve güzel yapanları sever.” meâlindeki âyet (Mâide 5/93) nâzil olmuştu.13
Böylece bu âyetle, haram kılınmadan önce yiyip içenlerin sorumlu olmayacağı ifade
ediliyordu. Ancak bu âyetin nüzûl sebebini bilmeyen bazıları âyetin zâhirî manâsından yola

10
Zürkânî, Menahil, 95
11
Süyûtî, el-İtkân, I, 87
12
Fadl Abbas, a.g.e, 261
13
Buhârî, Tefsir, 11; Tirmizî, Tefsir, 6

13
çıkarak şarap içmenin haram olmayacağını iddia etmişti.14 Sebeb-i nüzûlün
bilinmemesinden kaynaklanan yanlış anlamalar hakkında tefsir kitaplarında rivayet edilen
başka örnekler de mevcuttur. Bu da gösteriyor ki sebeb-i nüzûlü bilmek âyetlerde
kastolunan aslî manayı doğru anlamada önemli bir vesile olmuştur.

6- Bir hâdiseyle alâkalı olarak nâzil olan bir hüküm daha sonra karşı karşıya kalınan
benzer hâdiselerde aynı hükmün kıyas yolu ile tatbik edilebilmesini sağlar.15 Bu bakımdan
âyetin sebeb-i nüzûlü daha sonra karşılaşılan problemleri çözmede hayatî bir önem ifade
eder. Cumhura göre sebebin hususi oluşuna değil lafzın umumî oluşuna itibar edilir.16
Lafzın umumî oluşuna itibar edenlere göre hüküm sebebe kasredilmez ve benzerî
durumlara da şamildir. Sebebin, hükmü tahsis ettiğini düşünenlere göre ise hüküm,
hakkında nâzil olduğu kişilere mahsus olup benzerî durumlara kıyas yolu ile tamim edilir.17

7- Esbâb-ı nüzûlü bilmek hasr tevehhümünü ortadan kaldırır. Kur’ân’daki bazı


âyetleri sebeb-i nüzûlünü bilmeden sadece zahirî mânâsına göre tefsir etmek bazen yanlış
anlamalara sebebiyet verebilmektedir. En’âm sûresinin 145. âyeti bunun güzel bir
örneğidir: “De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin
kendisidir- ya da günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka,
yiyecek kimseye haram kılınmış birşey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek ve sınırı
aşmamak üzere kim (bunlardan) yemek zorunda kalırsa bilsin ki Rabbin bağışlayan ve
esirgeyendir.”

Lafzî mânâsıyla bu âyete bakıldığında haram kılınan yiyeceklerin leş, akıtılmış kan,
domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilmiş hayvandan ibaret olduğu zannedilebilir.
Hâlbuki bu âyet inat ve inkârlarından dolayı Allah’ın helal kıldığını haram, haram kıldığını
da helal kılan kâfirler hakkında onları nakzetmek için nâzil olmuştur. İmam Şafiî’nin ifade
ettiği üzere bu âyet leş, akıtılmış kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilmiş hayvan
gibi kâfirlerin kendilerince helal kılmış olduğu şeylerin helal değil haram olduğunu beyan

14
Süyûtî, el-İtkân, I, 88.
15
Süyûtî, el-İtkân, I, 87; Zürkânî, Menâhil, I, 94
16
Fadl Abbas, İtkânu’l-burhân, I, 275
17
Zürkânî, Menâhil, I, 94

14
etmek üzere inmiştir. Yoksa âyetin maksadı bu sayılanlar dışında kalanların helal olduğunu
bildirmek değildir.18

8- Esbâb-ı nüzûlü bilmek konulu tefsirde (et-tefsîru’l-mevdûî) önemli bir unsurdur.


“Konulu tefsir; Kur’ân’da herhangi bir konuyla ilgili bütün âyetleri toplayarak, bunları
mümkün olduğunca nüzûl sırasına koyup, ilmî bir incelemeye tabi tuttuktan sonra, Yüce
Allah’ın o konu ile ilgili muradını toplu bir şekilde ortaya koymaya çalışan bir tefsir
metodudur.”19 Dolayısıyla bu tefsir metodunda âyetleri nüzûl sırasına koymak ve sebeb-i
nüzûllerine vakıf olmak önemli bir yere sahiptir.

18
Süyûtî, el-İtkân, I, 89.
19
Güngör, Mevlüt, “Tefsirde Konulu Tefsir Metodu”, İlmî Araştırmalar, cilt: 2, sayı: 7, Mayıs 1988, 50

15
BİRİNCİ BÖLÜM

ESBÂB-I NÜZÛLDE TEADDÜD PROBLEMİ

16
I. SEBEB-İ NÜZÛL RİVAYET FORMLARI

Bir âyet veya sûrenin sebeb-i nüzûlü ile ilgili birden fazla rivayetin bulunduğu pek
çok durum vardır. Bu rivayetlerin sebeb-i nüzûl olup olmadığını belirlemek için, kullanılan
lafızlara bakılır. Bazı rivayetlerde sebeb-i nüzûlü açıkça ifade eden sarih lafızlar
kullanılmışken bazı rivayetlerde ihtimal ifade eden lafızlar kullanılmıştır. Bu başlık altında
kaynaklarda yer aldığı şekliyle iki durumla ilgili örneklere yer vereceğiz.

Kaynaklarda yer aldığı şekliyle diyoruz çünkü yeni yapılan çalışmalarda bu konuda
yeni yaklaşımlar olduğu görülmektedir. Biz de rivayetleri inceleyebildiğimiz kadarıyla
gerek bu tasniflerin gerekse tercih esaslarının yeniden gözden geçirilmesi gerektiğine
inanıyoruz. Esasen Zerkeşî (ö. 794/1392) ve Süyûtî (ö. 911/1505) gibi âlimler bu konuda
böyle bir tasnifte bulunmamışlardır. Bu tasnifleri Zürkânî ve sonrası âlimler yapmıştır.
Muhtemelen konuları daha anlaşılır ve sistematik olarak sunma niyetiyle yapılmış olan bu
tarz anlatımlar konuyu belli kalıplara hasretmek suretiyle daraltma ve bazı yanıltıcı
genellemelerde bulunma gibi bir takım sorunları da beraberinde getirmiştir.

A. Sarih Lafız İhtiva Eden Rivayetler:

Sarih lafız ihtiva eden rivayetler ulûmü’l-Kur’ân kitaplarında genellikle ‫نص يف السببية‬

ibaresiyle ifade edilmektedir. Bu nedenle söz konusu rivayetler Türkçe kaynaklarda “Sebep
ifade etmede nass olan rivayetler” şeklinde de ifade edilmektedir.20 Eğer bir rivayette, âyet
veya sûrenin, anlatılan olay sebebiyle nâzil olduğu sarih lafızlarla ifade ediliyorsa o rivayet
sebeb-i nüzûldür. Bu sarih lafızlar genellikle iki şekilde olur:

a. Rivayet içerisinde sarih bir şekilde ‫ول ْاْليَِة َك َذا‬


ِ ‫( سبب نُز‬Bu âyetin sebeb-i nüzûlü
ُ ُ ََ
şudur) deniyorsa o rivayet sebeb-i nüzûldür.21

20
Serinsu, Kur’ân ve Bağlam, 80.
21
Zürkânî, Muhammed Abdülazîm (ö. 1367/1948), Menâhilü'l-‘irfân fî ‘ulûmi'l-Kur'ân (nşr. Fevvaz Ahmed
Zümerlî), Beyrut: Dâru’l-kitâbi’l-Arabî, 1415/1995, I, 96; Subhi es-Salih (ö. 1407/1986), Mebahis fî ulumi'l-
Kur'ân, Beyrut: Dâru'l-İlm li'l-Melayin, 1968, 142; Menna’ Halil Kattan, Mebahis fî ulumi'l-Kur'ân, Beyrut:
Müessesetü’r-risale, 1407/1986, 85; Demirci, Tefsir usûlü ve tarihi, 147; Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, 118,
Serinsu, Kur’ân ve Bağlam, 81.

17
Zürkânî ve sonrası tefsir usûlü kaynaklarında böyle bir bilgi verilmekle beraber
kütüb-i tis‘adaki sebeb-i nüzûl rivayetlerini inceleyen Müzeynî, Zürkânî’nin sarih
lafızlardan saydığı ‫ول ْاْليَِة َك َذا‬
ِ ‫ سبب نُز‬lafzının yer aldığı bir rivayete rastlamadığını ifade eder.
ُ ُ ََ
Ona göre muhtemelen Zürkânî eserini telif ederken böyle bir lafzın var olacağını tasavvur
etmiş ve bu tasavvuruna göre yazmıştır.22 Fadl Abbas da böyle bir rivayetin olmadığını
ifade etmektedir.

Gerçekten de hem bunun bir örneği yoktur hem de Zürkânî’den önce ‫ول ْاْليَِة‬
ِ ‫سبب نُز‬
ُ ُ ََ
‫ َك َذا‬lafzını sarih lafızlara örnek olarak veren kimse bulunmamaktadır. Zerkeşî, Süyûtî, İbn

Akîle, İbn Teymiye gibi âlimlerin eserlerinde bu ifadeye ratlanılmamaktadır. Söz konusu
lafzı sarih lafızlara örnek olarak veren ilk kişi Zürkânî’dir ve ondan sonra pek çok âlim de
bu bilgiyi maalesef olduğu gibi tekrar etmiştir. Üstelik ne Zürkânî ne de ondan bu bilgiyi
alıp aktaranlar bu lafızla ilgili tek bir örnek verebilmiştir.

b. Rivayette anlatılan olayın veya sorulan sorunun hemen akabinde fa-i ta’kibiye ile
nüzûlün gerçekleştiği ifade ediliyorsa bu rivayet de sebeb-i nüzûldür. Rivayetlerde
genellikle ُ‫ فَاَنْ َزَل الل‬veya ‫ت‬
ْ َ‫ فَنَ َزل‬şeklinde geçer.
23

Örnek:

‫ول إِ َذا َج َام َع َها‬


ُ ‫ود تَ ُق‬ ِ َ َ‫ ق‬- ‫ رضى الل عنه‬- ‫حدَّثَنَا أَبو نُعي ٍم حدَّثَنَا س ْفيا ُن ع ِن اب ِن الْمْن َك ِد ِر ََِسعت جابِرا‬
ُ ‫ال َكانَت الْيَ ُه‬ ً َ ُ ْ ُ ْ َ َُ َ َْ ُ َ
) ‫ََّن ِشْئتُ ْم‬ ٌ ‫ت ( نِ َسا ُؤُك ْم َح ْر‬
َّ ‫ث لَ ُك ْم فَأْتُوا َح ْرثَ ُك ْم أ‬ ْ َ‫ فَنَ َزل‬. ‫َح َو َل‬
ِ ِ
ْ ‫م ْن َوَرائ َها َجاءَ الْ َولَ ُد أ‬

Cabir (r.a) anlatıyor: “Yahudiler: ‘Kim hanımına arkadan yaklaşırsa doğacak çocuk
şaşı olur.’ diyorlardı. Bunun üzerine “Eşleriniz sizin nesil yetiştiren tarlanızdır. Tarlanıza

22
Halid b. Süleyman el-Müzeyni, el-Muharrer fi esbâbi nüzûli'l-Kur'ân (min hilali'l-kütübi't-tis'a): Dirasetü'l-
esbâb rivayeten ve dirayeten , Riyad: Dâru İbni’l-Cevzi, 1427, I, 115; Abdurrahman Ensari, “Sebeb-i Nüzûlün
Tesbit ve Tercih Kuralları”, Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2014/1, cilt: V, sayı: 9, s. 72.
23
Zürkânî, a.g.e., I, 96; Subhi es-Salih, a.g.e., 142; Menna Halil Kattan, a.g.e., 85; Demirci, a.g.e., 147;
Cerrahoğlu, a.g.e., 118.

18
dilediğiniz şekilde varın.” meâlindeki âyet (Bakara, 2/223) nâzil oldu.24

Zürkânî (1948) sarih lafızlara ilave olarak bir de “makam”dan bahseder. Ona göre
bazı rivayetlerde hiç ‘sebeb-i nüzûl lafzı’ veya ‘fâ-i takibiye’ olmasa bile, rivayetin
makamından o rivayetin sebeb-i nüzûl olduğuna karar verilir. Buna örnek olarak ise İsrâ/85
âyeti ile ilgili İbn Mesûd rivayetini verir. Rivayet şöyledir:

Abdullah İbn Mes’ud anlatıyor: Ben Allah Resûlü’nün (s.a.s) maiyyetinde Medîne
harabelerinde yürüyordum. Allah Resûlü (s.a.s), hurma dalından bir değneğe dayanıyordu.
Derken bir kaç Yahudiye rastladı. Bir kısmı diğer kısmına: O’na ruhu sorun, dedi. Bir kısmı
da: O’na birşey sormayın, hoşlanmayacağınız bir cevap alabilirsiniz, dedi. Derken biri kal-
kıp: Yâ Ebâ Kâsım, ruh nedir? diye sordu. Allah Resûlü (s.a.s) sükût etti. Kendi kendime:
O’na şüphesiz vahyolunuyor, dedim. Ve yanından kalktım. Vahiy hâli geçince: “Sana ruhu
sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size az bir ilimden başkası verilmemiştir.”
dedi.25

Zürkânî, bu rivayette sebeb-i nüzûl bildiren hiçbir lafız olmasa bile makamdan
(olayın akışından) dolayı bu rivayetin sebeb-i nüzûl olduğunu söyler.26

B. İhtimal Bildiren Lafız İhtiva Eden Rivayetler

İhtimal bildiren lafız ihtiva eden rivayetler ulûmü’l-Kur’ân kitaplarında genellikle


‫ ليست نصا يف السببية‬ibaresiyle ifade edilmektedir. Bu nedenle söz konusu rivayetler Türkçe

kaynaklarda “Sebep ifade etmede nass olmayan rivayetler” şeklinde de ifade


edilmektedir.27

Bu rivayetlerde ‫( نزلت هذه اْلية يف كذا‬Bu âyet şu konuda nâzil oldu) veya ‫احسب هذه اْلية‬

‫( نزلت يف كذا‬Bu âyetin şu konuda nâzil olduğunu zannediyorum) gibi lafızlar yer almaktadır.
24
Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail (ö. 256/870), Câmi‘us-sahîh, (nşr. Mustafa Dîb el-Buğâ),
Yemame: Dâru İbn Kesîr, 1407, Tefsir, 39; Müslim b. el-Haccac, Ebü'l-Hüseyin (ö. 261/875), Sahihu Müslim
(nşr. Muhammed Fuad Abdülbaki), Kahire: Dâru İhyai'l-kütübi'l-Arabiyye, 1955/1374, Nikâh, 19
25
Buhârî, İ’tisâm, 3; İlim, 47; Müslim, Sıfâtü’l-kıyame ve’l cenneti ve’n-nâr, 5; İbn Hibban, Sahih, I, 299;
Bezzar, Müsned, I, 310.
26
Zürkânî, Menâhil, I, 96.
27
Serinsu, Kur’ân ve Bağlam, 81.

19
Bu lafızlar sebeb-i nüzûle delalet edebileceği gibi çoğunlukla öyle olduğu üzere tefsir ve
istinbata da delalet edebilir.28

1. “Bu Âyet Şu Konuda Nazil Oldu” Kalıbındaki Rivayetler

“Bu âyet şu konuda nâzil oldu.” (‫ )نزلت هذه اْلية يف كذا‬kalıbındaki rivayetler başta tefsir

ve esbâb-ı nüzûl kitapları olmak üzere pek çok kaynakta sıklıkla geçmekte olup gerçek
sebeb-i nüzûlü belirlemede yanıltıcı olabilmektedir. Bundan dolayı bu tür rivayetleri
değerlendirme ve yorumlama usûlü önem arzetmektedir.

İbn Teymiye (ö. 728/1328) ‫ نزلت هذه اْلية يف كذا‬formundaki rivayetlerin iki şeye delalet

edebileceğini ifade eder: Birincisi; sahabe ve tâbiûnun bu sözleri gerçekten sebeb-i nüzûl
ifade edebilir.29 İkincisi; rivayette anlatılan olayın, âyetin hükmüne dahil olduğunu
bildirmek için olabilir. İkincisi, “Bu âyetle kasdolunan şudur” demek gibidir. Şu halde -
eğer âyet her iki olayı da kapsıyorsa- bir kimsenin “Âyet bu konuda nâzil oldu.” demesiyle,
bir başkasının “Şu konuda nâzil oldu.” demesi birbirine münafi değildir.30

Zerkeşî (ö. 794/1392); sahabe veya tabiînin, âdetleri olduğu üzere “Bu âyet şu
konuda nâzil oldu.” şeklindeki sözlerinin, “o olayın, âyetin sebeb-i nüzûlü olduğunu
bildirmek için” değil, “âyetin, o olayla ilgili hükmü ihtiva ettiğini belirtmek için” olduğunu
ifade eder. Yani onların “Bu âyet şu konuda nâzil oldu.” sözü, âyetin sebeb-i nüzûlünü
bildirmek değil, âyetle hüküm istidlalinde bulunmak içindir.31

Örnek 1: ‫ أنزلت هذه اآلية يف إتيان النساء يف أدبارهن‬:‫أخرج البخاري عن ابن عمر قال‬

Buhari’nin tahric ettiği bir hadiste İbn Ömer “Eşleriniz sizin tarlanızdır. Tarlanıza

28
Zürkânî, a.g.e., I, 96.
29
Daha önce de geçtiği üzere bu tür rivayetler ancak bir karine varsa sebeb-i nüzûle hamledilir. Bk:
Mennau’l-Kattan, Mebahis, 87.
30
İbn Teymiye, Ebü'l-Abbas Takıyyüddin Ahmed b. Abdülhalim (ö. 728/1328), Mukaddime fî usuli't-tefsir,
Beyrut: Dârü'l-Mektebeti'l-Hayat, ts., 16.
31
Zerkeşî, Ebû Abdullah Bedreddin Muhammed b. Bahadır, (ö. 794/1392), el-Burhân fî ‘ulûmi’l-Kur’ân (nşr.
Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), Beyrut: Dâru’l-ma‘rife, 1391I, 32.

20
dilediğiniz şekilde varın.32 âyeti kadınlara arkalarından yaklaşma konusunda nâzil oldu.”
demiştir.33

Bakara, 2/223 âyetinin sebeb-i nüzûlü sarih lafız ihtiva eden rivayetler bahsinde
geçmişti. Burada geçen rivayet ise tefsir ve istidlal türünden bir rivayettir.

Örnek 2:

َّ ‫اِلَِز ِام ُّي َح َّدثَِِن َعْب ُد‬


‫الر ْْحَ ِن بْ ُن‬ ِ ِ‫الر ْْح ِن بن عب ِد الْمل‬
ْ َ‫ك بْ ِن َشْيبَة‬ ٍِ
َ َْ ُ ْ َ َّ ‫ َحدَّثَنَا َعْب ُد‬،‫ َحدَّثَنَا أَبُو ُزْر َعة‬:‫ال ابْ ُن أَِِب َحات‬
َ َ‫ق‬

ِ ‫اجَر َخالِ ُد بْ ُن ِحَزام إِ ََل أ َْر‬


‫ض‬ َ َ‫الزبَْي َر بْ َن الْ َع َّو ِام ق‬
َ ‫ َه‬:‫ال‬ َّ ‫ َع ْن أَبِ ِيه؛ أ‬،‫ َع ْن ِه َش ِام بْ ِن ُع ْرَوة‬،‫اِلَِز ِام ُّي َع ِن الْ ُمْن ِذ ِر بْ ِن َعْب ِد اللَّ ِه‬
ُّ ‫َن‬ ْ ِ‫الْ ُمغِ َرية‬
ِِ ِ ِ ِِ ِ ِ ِ َ‫ فَنَ زل‬،‫ فَنَ ه َشْته حيَّةٌ ِيف الطَّ ِر ِيق فَمات‬،‫اِلب َش ِة‬
ُ ‫ { َوَم ْن ََيُْر ْج م ْن بَْيته ُم َهاجًرا إِ ََل اللَّه َوَر ُسوله ُُثَّ يُ ْد ِرْكهُ الْ َم ْو‬:‫ت فيه‬
‫ت فَ َق ْد َوقَ َع‬ ْ َ َ َ َ ُ َ ََْ
ِ ْ ‫ض‬ ِ ‫ومهُ َوأَنَا بِأ َْر‬ ِ ِ ِ
‫َحَزنَِِن َش ْيءٌ ُح ْز َن‬
ْ ‫ فَ َما أ‬،‫اِلَبَ َشة‬ َ ‫ت أَتَ َوقَّعُهُ َوأَنْتَظُر قُ ُد‬
ُ ‫ فَ ُكْن‬:‫الزبَْي ُر‬
ُّ ‫ال‬ ً ‫َجُرهُ َعلَى اللَّه َوَكا َن اللَّهُ َغ ُف ًورا َرح‬
َ َ‫يما} ق‬ ْ‫أ‬
‫َس ِد بْ ِن‬ ِِ
ِ ‫ وَْم ي ُكن معِي أ‬،‫ْح ِه‬ ِِ ٍ ْ‫اجَر ِم ْن قُ َري‬ ِ ‫وفاتِِه ِحي ب لَغ ِِن؛ ِِلَنَّه قل أ‬
ُ ‫ش إَِّْل َم َعهُ بَ ْع‬
َ َ ْ َ ْ َ ‫ أ َْو ذَ ِوي َر‬،‫ض أ َْهله‬
َ ‫َح ٌد م ْن بَِِن أ‬ َ ‫َح ٌد ِم َّْن َه‬
َ َّ ُ َََ ََ

.ُ‫ َوَْل أ َْر ُجو َغْي َره‬،‫َعْب ِد الْ ُعَّزى‬

Habeşistan’a hicret etmiş olanlardan Zübeyr b. Avvam anlatıyor: “Halid b. Hizam


Habeşistan’a hicret ederken yolda kendisini bir yılan sokması sonucu vefat etti. Onun
hakkında “Kim evinden Allah’a ve Resulüne hicret niyetiyle çıkar da yolda ecel gelip
kendini yakalarsa o da mükâfatı haketmiştir ve onu ödüllendirme Allah’a aittir. Allah
gafurdur, rahimdir.” meâlindeki âyet nâzil oldu. Bense Habeşistan’da onun gelmesini
bekliyordum. Vefat haberinin bana ulaşmasıyla öyle üzüldüm ki başka hiçbir şeye o derece
üzülmemiştim. Çünkü çok az insan yanında ailesinden veya akrabalarından biri olduğu
halde hicret edebilmişti. Benim yanımda da Benî Esed’den kimse yoktu. Başkasını da arzu
etmiyordum.”

Rivayet edilen olay Habeşistan’a hicret sırasında gerçekleşmiştir. Âyet ise

32
Bakara, 2/223.
33
Buhârî, Tefsir, 39; Süyuti, Ebü’l-Fazl Celaleddin Abdurrahman b. Ebî Bekr (ö. 911/1505), Lübabü’n-nükul
fî esbâbi’n-nüzûl, Beyrut: Dâru ihyâi’l-ulûm, ts., 43. Buhari’de İbn Ömer’in sözü tasrih edilmeksizin ‫ت فِى‬ ْ َ‫أُ ْن ِزل‬
‫ َك َذا َو َك َذا‬şeklinde rivayet edilmektedir. Ancak Süyûtî bu rivayeti İbn Ömer’in sözleriyle nakletmiştir. Biz de
örneğin daha iyi anlaşılabilmesi için İbn Ömer’in sözünün açıktan zikredildiği Süyûtî metnini verdik.

21
Medenî’dir. İbn Kesîr de bu sebeple rivayetin çok garib olduğunu ifade eder ve meseleyi şu
şekilde izah eder: “Muhtemelen Zübeyir b. Avvam burada “nâzil oldu” derken, âyetin bu
olayın hükmünü de içine aldığını ifade etmek istemiştir.”34

İhtimal bildiren lafız ihtiva eden (sebep ifade etmede nass olmayan) rivayetler tefsir
için olan esbâb-ı nüzûl rivayetleridir. Bu rivayetlerde râvi, nüzûl döneminde veya kendi
döneminde meydana gelmiş bir hâdiseyle daha önce nâzil olmuş bir âyet arasında irtibat
kurmaktadır.35

“Bu âyet şu konuda nâzil oldu” Kalıbındaki Rivayetlerin Merfu ya da Mevkuf


Oluşuyla İlgili Görüşler

İbn Teymiye’nin bildirdiğine göre, sahabeye ait ‫ نزلت هذه اْلية يف كذا‬formundaki

sözlerin sebeb-i nüzûl bildiren sözler gibi müsned mi yoksa sahabenin tefsiri olarak
mevkuf mu kabul edileceği konusunda âlimlerin farklı görüşleri vardır. Buhârî bu sözleri
müsned kabul etmektedir.36 İbn Hanbel, Müslim ve daha başkaları ise müsned kategorisine
almayıp bu rivayetleri istidlal ve tevil olarak kabul etmektedir.37 Zerkeşî de bu rivayetlerin,
gerçekleşmiş bir olayı nakletme kabilinden olmadığını, bilakis bir hükme âyetten delil
getirmek kabilinden olduğunu ifade eder.38

İbn Teymiye’nin “müsned” tabiri ile kastettiği “merfu hadis”tir. Hatta Zerkeşî gibi
bazı âlimler “müsned merfu” tabirini kullanmışlardır.39 Sahabenin Allah Resûlü’ne
dayanan sözleri merfu hadis; Allah Resûlü’ne dayanmayan, kendilerine ait sözleri ise
mevkuf hadis olarak isimlendirilmiştir.

Hâkim en-Nisaburî, “Kur’ân’ın nüzûlüne ve vahye şahit olmuş olan bir sahabînin
‘bu âyet şu konuda nâzil olmuştur’ şekindeki beyanının müsned hadis olduğunu ifade

34
İbn Kesîr, Tefsîr, I, 544.
35
Serinsu, Kur’ân ve Bağlam, 94; Çetiner, Fâtihâ’dan Nâs’a Esbâb-ı Nüzûl, 1.
36
İbn Teymiye, Mukaddime fî usuli't-tefsir, 16.
37
İbn Teymiye, a.g.e, 16; Zerkeşi, el-Burhân, I, 32.
38
Zerkeşi, a.g.e, I, 32.
39
Zerkeşi, el-Burhân, I, 32.

22
etmektedir.40 İbnü’s-Salah (ö. 643/1245) ve daha başka bazı kimseler de bu görüşü
benimsemişlerdir. Buna örnek olarak ise Cabir’in (r.a) şu sözünü vermişlerdir:41
“Yahudiler: ‘Kim hanımına arkadan yaklaşırsa doğacak çocuk şaşı olur.’ diyorlardı. Bunun
üzerine “Eşleriniz sizin nesil yetiştiren tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varın.”
âyeti nâzil oldu.42 Hâkim en-Nisaburî’nin sözünden onun, ‫ نزلت هذه اْلية يف كذا‬kalıbındaki

hadisleri müsned (merfu) kabul ettiği anlaşılmaktaysa da verilen örneğin ‫ت‬


ْ َ‫ فَنَ َزل‬kalıbında
olması bu konuda kesin bir kanaate varmayı zorlaştırmaktadır.

Sahabeye ait sözlerin dolayısıyla da onlardan gelen sebeb-i nüzûl rivayetlerinin


merfu mu yoksa mevkuf mu olduğu konusunda en kapsamlı ve isabetli görüş İbn Hacer’in
(ö. 852/1449) şu görüşüdür: “Sahabenin ictihada imkan olmayan ve Arap dilinden
nakledilmeyen konularda söyledikleri merfu, diğerleri mevkuftur.”43

Tabiîn’den gelen ve senet zincirinde sahabenin zikredildiği esbâb-ı nüzûl rivayetleri


sahih kabul edilir. Sahabenin zikredilmediği sahih senetli tabiîn rivayetlerine gelince bunlar
mürsel olarak isimlendirilir ve ancak şu iki şartla sahabe kavlinde olduğu gibi merfu
hükmünü alır:
1- Mücahid, İkrime veya Saîd b. Cübeyr gibi sahabeden hadis alan tefsir
imamlarından biri tarafından rivayet edilmiş olmalıdır.

2- İkinci bir mürsel hadisle takviye edilmelidir.44

Tabiîn’den gelen bir sebeb-i nüzûl rivayeti, senedinde sahabî zikredilmemişse sened
sahih olduğu takdirde sahabe kavlinde olduğu gibi merfu hükmündedir. Ancak bu
rivayetler mürsel olarak isimlendirilir. Sahabeye, onlardan da Allah Resûlü’ne daynıyorsa
bu rivayetler de sahabiler hakkında olduğu gibi merfu kabul edilir.45

40
Hakim en-Nisaburi, Ebû Abdullah İbnü'l-Beyyi Muhammed (ö. 405/1014), Ma'rifetu ulumi'l-hadis (nşr.
Muazzam Hüseyin), Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1397/1977, 2.bsk., 20.
41
Süyûtî, Ebu’l-Fadl Celaleddin Abdurrahman b. Ebî Bekr (ö. 911/1505), el-İtkân fî ulûmi’l-Kur’ân (nşr. Saîd
el-Mendûb), Beyrut: Dâru’l-fikr, 1416, I, 93.
42
Buhârî, Tefsir, 39; Müslim, Nikâh, 19.
43
İbn Teymiye, Tefsir usulüne giriş, çev. Yusuf Işıcık, Konya: Esra Yayınları, 1997, 49, 51. dipnot.
44
Süyûtî, el-İtkân, I, 94.
45
Serinsu, Ahmet Nedim, Kur’ân ve Bağlam, İstanbul: Şule Yayınları, 2012, 72.

23
Burada bir parantez açıp bir hususa değinmek istiyoruz. Sahabe ve tabiînden “Bu
âyet şu hususta nâzil oldu.” şeklinde pek çok nakil bulunmaktadır. Sahabe ve tabiûnun, bu
sözleriyle âyetlerin iniş sebebini bildirmekten ziyade tefsir ve istidlalde bulundukları ifade
edilmektedir. Onlar bu ifadeleriyle âyetin hükmüne dahil olan veya âyetle irtibatlı olan
olaylara dikkatleri çekmiştir. Demek ki asr-ı saadet sonrası meydana gelen olaylar ile âyât-ı
beyyinât arasında irtibat kurmakta bir mahzur yoktur. Dolayısıyla günümüzde yaşanan
olaylarla Kur’ân âyetleri arasında irtibat kurulabilir ve bu irtibat sayesinde olaylar
değerlendirilip nasıl hareket edilmesi gerektiğine karar verilebilir. Tabi bunu ancak
Kur’ân’a bütüncül (mahrutî) bir nazarla bakabilen ehl-i ilim yapabilir.

2. “Bu Âyetin Şu Konuda Nazil Olduğunu Zannediyorum”

Kalıbındaki Rivayetler

Buhârî ve Tirmizî’nin tahric ettikleri aşağıdaki rivayet bu rivayet türüne örnek


olarak verilmektedir:

‫الزبَْي ُر َر ُجالً ِم َن‬ ِّ ‫الزْه ِر‬ ِ ِ ِ


ُّ ‫اص َم‬
َ ‫ال َخ‬
َ َ‫ى َع ْن ُع ْرَوةَ ق‬ ْ ‫َحدَّثَنَا َعل ُّى بْ ُن َعْبد اللَّه َحدَّثَنَا ُُمَ َّم ُد بْ ُن َج ْع َف ٍر أ‬
ُّ ‫َخبَ َرنَا َم ْع َمٌر َع ِن‬

َ ‫ فَ َق‬. » ‫اس ِق يَا ُزبَْي ُر ُُثَّ أ َْرِس ِل الْ َماءَ إِ ََل َجا ِرَك‬
‫ال‬ ُّ ِ‫ال الن‬
ْ « - ‫ صلى الل عليه وسلم‬- ‫َِّب‬ ْ ‫يج ِم َن‬
َ ‫ فَ َق‬، ِ‫اِلََّرة‬ ٍ ‫صا ِر ِِف َش ِر‬
َ ْ‫اِلَن‬
ْ ‫س الْ َماءَ َح ََّّت يَْرِج َع إِ ََل‬
‫ ُُثَّ أ َْرِس ِل‬، ‫اْلَ ْد ِر‬ ِ ِ‫احب‬
ْ َّ‫اس ِق يَا ُزبَْي ُر ُُث‬
ْ « ‫ال‬ َ ِ‫ول اللَّ ِه أَ ْن َكا َن ابْ َن َع َّمت‬
َ َ‫ك فَتَلَ َّو َن َو ْج ُههُ ُُثَّ ق‬ ُّ ‫صا ِر‬
َ ‫ى يَا َر ُس‬ َ ْ‫اِلَن‬
‫يما َش َجَر‬ِ َ ‫ات إِْلَّ نَزلَت ِِف ذَلِك ( فَالَ وربِّك ْلَ ي ؤِمنو َن ح ََّّت ُُي ِّكم‬
ِ ‫الزب ي ر فَما أَح ِسب ه ِذهِ اآلي‬ َ َ‫ ق‬... ‫الْ َماءَ إِ ََل َجا ِرَك‬
َ ‫وك ف‬ ُ َ َ ُ ُْ َ ََ َ ْ َ َ َ ُ ْ َ ُ َُّْ ‫ال‬
) ‫بَْي نَ ُه ْم‬

Urve b. Zübeyr anlatıyor: Zübeyr b. Avvâm, Harre su kanalı konusunda Ensâr'dan


bir adamla tartışmıştı. Bunun üzerine Allah Resûlü, Zübeyr'e: ‘Ey Zübeyr, tarlanı sula,
sonra suyu komşuna bırak!’ buyurdu. Bunun üzerine Ensârdan olan âdam öfkelendi ve:
‘Zübeyr halanın oğlu olduğu için mi böyle söylüyorsun diye itiraz etti. Resûlullah'ın
yüzünün rengi değişti ve şöyle dedi: ‘Ey Zübeyr, hurmalığını sula ve su hurma ağaçlarının
köklerine erişinceye kadar tut. Sonra suyu komşuna bırak.’ buyurdu… Zübeyr şöyle

24
demiştir: “Ben şu âyetin46 bu hâdise hakkında nâzil olduğunu zannediyorum: ‘Hayır, hayır!
Senin Rabbin hakkı için, onlar aralarında ihtilâf ettikleri meselelerde seni hakem kılıp,
sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın sana tam bir
teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar.”47

C. Sarih Olan ve Olmayan Rivayetlerin Ayrıştırılması

Süyûtî, İbn Akîle ve Mennâu’l-Kattan gibi bazı âlimler nakledilen rivayetlerin


tefsire mi yoksa sebeb-i nüzûle mi delalet ettiğinin belirlenebilmesi adına bazı kriterlerden
bahsetmektedir. İlgili âlimlerin, eserlerinde ifade ettikleri bu kriterleri birarada zikretmek
istiyoruz:

a) Eğer her iki rivayette de sadece ihtimal bildiren lafızlar kullanılmışsa bu


rivayetlerden biri hakkında sebep bildirdiğine dair bir başka karine olmadığı sürece ikisi de
tefsire hamledilir.48

b) İki rivayetten birinde sadece ihtimal bildiren “bu âyet şu konuda nâzil oldu”
denirken diğer rivayette açıkça sebep bildiren lafızlar kullanılmışsa sebep bildiren rivayet
alınır, diğer rivayet ise tefsire hamledilir.49

Örnek: Bakara 2/223 âyetiyle ilgili iki farklı rivayet bulunmaktadır.

Buhari’nin tahric ettiği bir hadiste İbn Ömer “Eşleriniz sizin nesil yetiştiren
tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varın.50 âyeti kadınlara arkalarından yaklaşma
konusunda nâzil oldu.” demiştir.51

Buhari ve Müslim’in tahric ettikleri bir başka hadiste ise Hz. Cabir’in (r.a) şöyle
dediği nakledilmektedir: “Yahudiler: ‘Kim hanımına arkadan yaklaşırsa doğacak çocuk şaşı

46
Nisa, 4/65.
47
Buhârî, Tefsir, 12; Müslim, Fedail, 36; Tirmizi, Ebû İsa Muhammed b. İsa b. Sevre es-Sülemi (ö. 279/892),
el-Câmiü’s-sahîh (nşr. Ahmed Muhammed Şakir), Kahire: Mustafa el-Babi el-Halebi, 1937, Ahkâm, 26.
48
Mennau’l-Kattan, Mebahis, 87; Çetiner, Esbâb-ı Nüzul, 3.
49
İbn Akile, Cemalüddin Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Said (ö. 1150/1737), ez-Ziyade ve’l-ihsân fî
ulûmi’l-Kur’ân, Şârika: Câmiatü’ş-şârika, 1427/2006, I, 297; Zürkânî, Menahil, 96; Mennau’l-Kattan,
Mebahis, 87.
50
Bakara, 2/223.
51
Süyuti, Lübabü'n-nükul, 43.

25
olur.’ diyorlardı. Bunun üzerine “Eşleriniz sizin nesil yetiştiren tarlanızdır. Tarlanıza
dilediğiniz şekilde varın.” âyeti nâzil oldu.52 Bu iki rivayet değerlendirilirken, Cabir’in
(r.a.) sözü sebep bildiren lafızdan (ُ‫ )فَاَنْ َزَل الل‬dolayı sebeb-i nüzûle; İbn Ömer’in (r.a.) sözü

ise tefsire hamledilir.

c) Bir âyet hakkında sarih lafız ihtiva eden iki ayrı sebeb-i nüzûl zikrediliyorsa
rivayetlerden hangisinin önce gerçekleştiğine bakılır. Önce olan hâdise sebeb-i nüzûl kabul
edilir. Sonraki olayda ise ravinin, önceki olaydan haberinin olmadığına ve âyetin yeni nâzil
olduğunu zannettiğine hükmedilir.53

Örnek: Tirmizî’nin tahric ettiği bir rivayette İbn Abbâs şöyle anlatıyor:

“Bir Yahudi, Hz. Peygamber’e uğramıştı. Hz. Peygamber o Yahudiye: “Bize


anlatsana.” buyurdular. Yahudi: “Ey Ebu'l-Kasım, nasıl diyorsun? Allah gökleri şunun,
yeri şunun, suyu şunun, dağları şunun, diğer yaratıkları da şunun üzerine koyduğunda bu
nasıl olur dersin?" dedi. Ravi Ebû Cafer Muhammed b. Salt önce en küçük parmağını,
sonra da başparmağa doğru sırayla diğer parmaklarına işaret edip şöyle devam etti: "İşte
bunun üzerine Allah Teâlâ “Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler.”54
meâlindeki âyeti indirdi (ُ‫)فَاَنْ َزَل الل‬.”55

Bu rivayetten âyetin Medine’de nâzil olduğu sonucu çıkıyor. Hâlbuki âyet


Mekkîdir. Ayrıca aynı olayın nakledildiği Buhârî rivayetinde “Soru üzerine Allah Resûlü
şu âyeti okudu.” denilmektedir.56 Bu sebeplerden dolayı ravinin yeni bir nüzûl
gerçekleştiğini vehmettiğine; âyetin ise bu olaydan daha önce nâzil olduğuna hükmedilir.
Tirmizî’deki rivayette geçen ُ‫( فَاَنْ َزَل الل‬bunun üzerine Allah şu âyeti inzal etti) ibaresi ‫فَتَ لَى‬

(bunun üzerine okudu) olarak alınır.57

52
Buhârî, Tefsir, 39; Müslim, Nikâh, 19.
53
İbn Akile, ez-Ziyade ve’l-ihsân, I, 299-300.
54
Zümer, 39/67.
55
Tirmizî, Tefsir, 40.
56
Buhârî, Tefsir, 2.
57
Süyûtî, el-İtkân, I, 99; İbn Akile, ez-Ziyade ve’l-ihsân, I, 300.

26
Sarih ve ihtmal bildiren lafızları ele aldıktan sonra bir doktora çalışması olarak
kütüb-i tis‘a’da yer alan sebeb-i nüzûl rivayetlerini incelemiş olan Halid b. Süleyman el-
Müzeynî’nin sebeb-i nüzûl lafızları ile ilgili olarak kaydetmiş olduğu önemli bir tesbite
değinmekte fayda mülahaza ediyoruz. Müzeynî’nin ifade ettiğine göre ister sarih isterse
muhtemel olsun esbâb-ı nüzûle dair kesin, net ve sabit bir sîgadan bahsetmek mümkün
değildir. Bunun sebebi ise hadisin farklı versiyonlarının bulunması ve hadislerde yer alan
üsluplardaki çeşitlilik, farklılık ve ızdırabtır.58

II. SEBEB-İ NÜZÛLÜN TEADDÜDÜ HÂLİNDE İZLENECEK


YOLLAR

Sebeb-i nüzûl bildirme yönüyle ihtimal ifade eden rivayetler üzerinde yukarıda
duruldu. Burada serdedilecek olan prensipler sarih bir şekilde sebeb-i nüzûl bildiren
rivayetler arasında asıl sebeb-i nüzûlü belirlemeye yönelik prensip ve yöntemlerdir.

A. Kabul-Red Yöntemi

Rivayetlerden biri sahih diğeri zayıf ise sahih olan alınır diğeri terkedilir.59

Örnek: Duha sûresi’nin sebeb-i nüzûlüyle ilgili olarak Buhari ve Müslim’de yer
alan bir rivayette Cundüb b. Süfyan el-Becelî (r.a) şöyle anlatıyor: “Resulullah
(aleyhissalatu vessselam) hastalanmıştı, bir veya iki gece kalkamadı. Bir kadın gelerek: ‘Ey
Muhammed, ümid ederim ki, şeytanın seni terketmiştir, zira iki veya üç gecedir sana
geldiğini görmedim.’ dedi. Bunun uzerine şu âyet nâzil oldu: ‘Andolsun kuşluk vaktine,
(insanların) sükûna vardığı dem geceye ki, (Habibim) Rabbin seni terketmedi, sana
darılmadı da’ (Duha, 93/1-3).”60

İbn Ebî Şeybe ve Taberanî’nin tahric ettiği bir hadiste ise şöyle bir olay
anlatılmaktadır: “Allah Resûlü’ne hizmet eden Havle (r.anha) anlatıyor: “Bir köpek eniği
Resûlullah'ın (s.a.s) divanı altına girmiş, ölmüş haberimiz olmamış. Resûlullah (s.a.s) dört

58
Müzeynî, el-Muharrer, I, 120.
59
Süyûtî, el-İtkân, I, 94; İbn Akile, ez-Ziyade ve’l-ihsân, I, 306; Zürkânî, Menâhil, I, 97; Mennau’l-Kattan,
Mebahis, 88; Subhi es-Salih, Mebahis, 146.
60
Buhari, Fedailu’l-Kur’ân: 1; Teheccüd: 4; Tefsir: 93/1; Müslim, Salat: 82, 84, 91; Cihad: 115.

27
gün bekledi, vahiy inmiyordu. ‘Ey Havle! Resûlullah'ın odasında ne oldu ki bana vahiy
gelmiyor?’ buyurdu. Ben içimden, odayı süpürsem, hazırlasam dedim. Hemen süpürgeyi
divanın altına saldım, ölü köpek yavrusunu dışarı attım. Derken Resûlullah (s.a.s) geldi.
Mübarek sakalı titriyordu. Vahiy indiği vakit onu bir titreme alırdı. Yüce Allah
Vedduhâ'dan feterdâ'ya (Duha, 93/1-5) kadar olan âyetleri indirmişti.”61

İbn Hacer (ö. 852/1449), Allah Resûlü’nün evine bir köpek eniğinin girip ölmesi
sebebiyle Cebrail’in gelişinin gecikmesi olayının meşhur olduğunu ancak bu rivayetin
Duha sûresinin sebe-i nüzûlü olmasının garip hatta şaz ve merdut olduğunu, ayrıca
senedinde bilinmeyen bir isim bulunduğunu söylemektedir. Ona göre bu sayılan
sebeplerden dolayı Duha sûresinin nüzûl sebebi olarak bu rivayete değil Buhari’deki
rivayete itimad edilmelidir.62

B. Tercih Yöntemi

İki rivayetin de sahih olması hâlinde aralarından birini diğerine tercih ettirecek bir
sebebin olup olmadığına bakılır. Tercih sebebi taşıyan rivayet diğerine tercih edilir.
Rivayetin Sahih-i Buhari’de yer alması veya ravinin olaya şahitlik etmesi tercih
sebeplerindendir.63

Örnek: İsrâ sûresi 85. âyetin sebeb-i nüzûlü olarak iki sahih rivayet bulunmaktadır.
Bu rivayetlerden biri Buhari’de yer almakta olup şu şekildedir:

Abdullah b. Mes’ud anlatıyor: Ben Allah Resûlü’nün (s.a.s) maiyyetinde Medîne


harabelerinde yürüyordum. Allah Resûlü (s.a.s), hurma dalından bir değneğe dayanıyordu.
Derken bir kaç Yahudiye rastladı. Bir kısmı diğer kısmına: O’na ruhu sorun, dedi. Bir kısmı
da: O’na birşey sormayın, olur ki hoşlanmayacağınız bir cevap alırsınız, dedi. Bunun
üzerine biri kalkıp: Yâ Ebâ’l-Kâsım, ruh nedir? diye sordu. Allah Resûlü (s.a.s) sükût etti.
61
Taberani, Ebü'l-Kâsım Süleyman b. Ahmed b. Eyyub el-Lahmi (ö. 360/971), Mu’cemü’l-kebîr (nşr. Hamdi
Abdülmecid Selefi), Musul: Mektebetü’l-ulûm ve’l-hikem, 1404/1983, XXIV/249; Heysemî, Ebü'l-Hasan
Nureddin Ali b. Ebî Bekr b. Süleyman (ö.807/1405), Mecmau’z-zevaid ve menbau’l-fevaid, Beyrut: Dâru’l-
fikr, 1412, I-X, VII/292.
62
İbn Hacer el-Askalani, Ebu'l-Fazl Şehabeddin Ahmed (ö. 852/1449), Fethu’l-Bârî bi şerhi Sahîhi’l-Buhârî
(nşr. Muhibbüddin el Hatîb), Beyrut: Dâru’l-ma’rife, ts., I-XIV, VIII, 710.
63
Süyûtî, el-İtkân, 96; İbn Akîle, ez-Ziayde ve’l-ihsân, I, 306; Zürkânî, Menahil, I, 98; Mennau’l-Kattan,
Mebahis, 88; Subhi es-Salih, Mebahis, 145.

28
Kendi kendime: O’na şüphesiz vahyolunuyor, dedim. Ve yanından kalktım. Vahiy hâli
sıyrılınca: “Sana ruhu sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Onlara az bir ilimden
başkası verilmemiştir.” dedi.64

Âyetle ilgili Tirmizî’nin Sahih’inde ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde ise şöyle


bir rivayet yer almaktadır:

İbn Abbas’ın naklettiğine göre Kureyş müşrikleri Yahudilere: “Bize bir soru verin
de şu adama soralım.’ dediler. Yahudiler de: “Ona ruhu sorun.” dediler. Kureyş müşrikleri
de gelip Allah Resûlü’ne (s.a.v.) ruhu sordular da bunun üzerine Allah Teâlâ: “Sana ruhu
soruyorlar; de ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir ve size ilimden pek az bir şey verilmiştir.”
âyet-i kerimesini indirdi. Yahudiler “Size ilimden pek az bir şey verilmiştir.” âyetini
duyunca:

“Bize çok ilim, Tevrat verilmiştir. Kime Tevrat verilmişse elbette ona çok hayırlar
verilmiştir." dediler de “De ki: Rabbimin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa
ve bir o kadarını da imdad olmak üzere ona ilâve etsek daha Rabbinin kelimeleri bitmeden
denizler biter tükenirdi.” âyet-i kerimesi nâzil oldu.”65

İki rivayet incelendiğinde birinci rivayeti ikinci rivayete tercih ettirici iki sebep
olduğu görülür:

a) Birinci rivayet Buhari’de geçmektedir. Buhari’de yer alan bir hadis diğer
hadislere göre daha sahih kabul edilir.

b) Birinci rivayetin ravisi olan İbn Mesûd olaya şahitlik etmiştir. Müşahede, hadisi
tahammül ve edaya kuvvet verir.66 İbn Abbas rivayetinde ise olaya şahitlik ettiğini gösteren
bir delil bulunmamaktadır.

64
Buhârî, İ’tisâm, 3; İlim, 47; Müslim, Sıfâtü’l-kıyame ve’l cenneti ve’n-nâr, 5; İbn Hibban, Sahih, I, 299;
Bezzar, Müsned, I, 310.
65
Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 18, ; Ahmed ibn Hanbel, Müsned, 5/376.
66
Zürkânî, Menâhil, I, 98.

29
C. Cem Yöntemi

İki rivayet de sahih olup aralarında bir tercih sebebi olmazsa bakılır: Eğer
olayların oluş zamanı birbirine yakınsa bu iki rivayet cem edilir ve âyetin, bu iki olayın
ikisi için birden nâzil olduğu kabul edilir.67

Örnek: Lian âyetlerinin (Nur, 24/6-9) nüzûl sebebiyle ilgili olarak iki sahih hadiste
iki farklı olay rivayet edilmektedir.

Buhârî’de yer alan bir hadiste İbn Abbas şöyle rivayet etmektedir:

Hilâl b. Umeyye, Hz. Peygamber’e hanımının Şerîk b. Sehmâ ile zina ettiği
suçlamasında bulundu. Hz. Peygamber ona “Şahit getir yoksa sırtına had (vurulacak)”
buyurdu. Hilâl “Yâ Resûlallah! Birimiz karısıyla birlikte bir adam gördüğünde gidip şahit
mi arayacak?” diye itiraz etti. Hz. Peygamber ise “Şahit getir yoksa sırtına had (vurulacak)”
demeye devam etti. Hilâl bunun üzerine “Seni hakikat ile gönderene and olsun ki ben doğru
söylüyorum. Allah Teâlâ benim sırtımı hadden kurtaracak bir âyet mutlaka indirecektir”
dedi. Cibrîl bunun ardından hemen indi ve “Eşlerine zina isnadında bulunup da
kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların herbirinin şahitliği, kendisinin
doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesi,
beşinci defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah’ın lanetinin kendi üzerine olmasını
dilemesidir. Kadının, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına
yemin ve şahitlik etmesi, beşinci defa da, eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise Allah’ın
gazabının kendi üzerine olmasını dilemesi kendisinden cezayı kaldırır.”68 meâlindeki
âyetleri getirdi.69

Buhârî ve Müslim’in rivayet ettikleri başka bir rivayette ise nüzûl sebebi olarak
başka bir olay anlatılmaktadır. Rivayet şöyledir: Sehl b. Sa'd'dan: (Benû Aclân'dan)
Uveymir, Benû Aclân'ın reisi Âsım b. Adiyy'e gelerek sorar: "Ne dersiniz? Bir adam
karısıyla beraber birisini bulsa, koca adamı öldürür, sizler de kocayı mı öldürürsünüz?

67
Süyûtî, el-İtkân, 96-97; İbn Akîle, ez-Ziayde ve’l-ihsân, I, 302; Zürkânî, Menahil, I, 99; Mennau’l-Kattan,
Mebahis, 89; Subhi es-Salih, Mebahis, 142.
68
Nûr, 24/6-9.
69
Buhârî, Şehadât, 21; Tefsir, 3.

30
Veya adam başka ne yapsın? Bunu benim için Resûlullah'a sorunuz." Âsım da Hz.
Peygamber’e gelerek "Yâ Resûlallah" dedi ancak, Hz. Peygamber böylesi soruları hoş
görmedi. Daha sonra Uveymir, Âsım'a “Ne oldu” diye sorduğunda, Âsım "Hz. Peygamber
böylesi soruları hoş görmedi ve ayıpladı.” dedi. Bunun üzerine Uveymir "Vallahi
çekinmem, bunu kendim Resûlullah'a sorarım" dedi. Gelip "Yâ Resûlellah! Bir adam
karısıyla beraber birisini bulsa koca, adamı öldürür; sizler de kocayı mı öldürürsünüz?
Veya adam başka ne yapsın?" diye sordu. Hz. Peygamber ona "Senin ve arkadaşın (eşin)
hakkında Allah Kur'ân (âyet) indirdi." buyurdu ve mülaane yapmalarını emretti.70

Burada ilk olarak Hilal b. Ümeyye Allah Resûlü’ne gelmiş ve eşine zina isnadında
bulunmuştur. Uveymir’in gelişi de bu olaya tevafuk etmiştir. Bu durumda olaylar cem
edilir ve lian âyetlerinin her iki olay hakkında nâzil olduğu kabul edilir.71

D. Mükerrer Nüzûle Hamletme

İki rivayet de sahih olup aralarında bir tercih sebebi bulunmazsa ve olayların arası
zaman bakımından birbirinden uzak olduğundan cem etme imkânı da yoksa mükerrer
nüzûle haml edilir.72

Örnek: Nahl sûresi 126-128 âyetleri hakkında iki farklı sahih rivayet
bulunmaktadır. Âyetlerin nüzûl sebebi Beyhakî ve Bezzâr’ın Ebû Hüreyre’den tahric
ettikleri bir hâdise göre şöyledir:

“Allah Resûlü (Uhud Savaşı’nda) şehit edilen ve müsle yapılmış olan amcası
Hamza’nın yanında durdu ve şöyle dedi: ‘Sana bedel onlardan yetmiş kişiye bunun aynısını
yapacağım.’ Bunun üzerine Allah Resûlü ayakta olduğu halde Cebrail kendisine Nahl
sûresinin şu âyetlerini indirdi.73

“Ceza verecek olursanız, size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın. Ama eğer
bu hususta sabrederseniz, bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır. Sabret! Senin sabrın

70
Buhârî, Tefsir, 1; Müslim, Lian, 1.
71
İbn Akîle, ez-Ziayde ve’l-ihsân, I, 302.
72
Süyûtî, el-İtkân, 97; İbn Akîle, ez-Ziayde ve’l-ihsân, I, 303; Zürkânî, Menahil, I, 100; Mennau’l-Kattan,
Mebahis, 90; Subhi es-Salih, Mebahis, 144.
73
Süyûtî, el-İtkân, I, 98.

31
da ancak Allah’ın yardımı iledir. Kâfirlerin yüz çevirmelerinden mahzun olma, yaptıkları
hilelerden dolayı da telaş edip darlanma. Çünkü Allah fenalıktan korunanlar ve hep güzel
davrananlarla beraberdir.”74

Tirmizî ve Hâkim’in Übey b. Ka‘b’dan tahric ettikleri bir rivayette ise ilgili
âyetlerin şu olay üzerine nâzil olduğu ifade edilir:

“Uhud savaşı bitince ensardan altmış dört kişi, muhâcirlerden de aralarında


Hamza’nın da bulunduğu altı kişi şehit düşmüştü. Müşrikler o şehitlerin kulak ve
burunlarını kesmek suretiyle “müsle” yapmışlardı. Ensâr bunun üzerine ‘Eğer bugünkü gibi
onlarla bir daha karşı karşıya gelirsek bunun intikamını fazlasıyla alacağız.’ dediler Mekke
fethi günü Allah, “Ceza verecek olursanız, size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın.
Ama eğer bu hususta sabrederseniz, bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” âyetini
indirdi. Bunun üzerine bir adam: ‘Bu günden sonra Kureyş’in işi bitmiştir, artık’ dedi.
Resûlullah (s.a.v.) bunun üzerine ‘Dört kişiden başkasına dokunmayın’ buyurdu.75

Görüldüğü üzere birinci rivayetten bu âyetlerin Uhud savaşının hemen akabinde,


ikinci rivayetten ise Mekke Fethi sırasında nâzil olduğu anlaşılmaktadır. Mekânlar farklı
olduğu gibi iki olay arasında yaklaşık altı yıllık bir zaman farkı bulunmaktadır. Bu nedenle
cem etme imkânı ortadan kalktığından, mesele mükerrer nüzûle hamledilmiştir. Şu halde
âyetlerin, her iki yer ve zamanda tekrar nâzil olduğu kabul edilir.76

III. ESBÂB-I NÜZÛLÜ BELİRLEME YÖNTEMLERİNİN


DEĞERLENDİRİLMESİ

Aynı âyet veya sûre ile ilgili olarak birden fazla sebeb-i nüzûl rivayetinin
bulunduğu durumlarda takip edilmesi gereken yöntemlerle ilgili olarak yukarıda verilen
prensipler, önde gelen ulûmü’l-Kur’ân eserlerinin hepsinde ortak olarak zikredilmektedir.
Yalnız İbn Akîle (ö. 1150/1737) mükerrer nüzûle hamletme yöntemini ayrı bir yöntem

74
Nahl, 16/126-128.
75
Tirmizi, Tefsir, 17; Hakim en-Nisaburi, Ebû Abdullah İbnü'l-Beyyi Muhammed (ö. 405/1014), el-
Müstedrek ale's-Sahihayn mea ta’lîkâti’z-Zehebî fi’t-telhîs (nşr., Mustafa Abdülkadir Ata), Beyrut: Dârü'l-
Kütübi'l-İlmiyye, 1990/1411, I-IV, II/391.
76
İbn Akîle, ez-Ziayde ve’l-ihsân, I, 302.

32
olarak değil cem yollarından biri olarak zikretmiştir. Subhi es-Salih (ö. 1986) ise bu
yöntemleri anlatırken diğerlerinin aksine önce cem, sonra mükerrer nüzûl, en son olarak ise
tercih metodunu zikretmiştir.

Ulûmu’l-Kur’ân eserlerinde yer alan ve birden fazla sebeb-i nüzûl rivayetini


uzlaştırma amacıyla geliştirilen yöntemler ile muhtelefü’l-hadis ilmi çerçevesinde ele alınan
yöntemler birbiriyle karıştırılmamalıdır. Muhtelefü’l-hadis ilmi bizzat Allah Resûlü’ne ait
her türlü beyanı incelerken yukarıda zikredilen dört yöntem sadece esbâb-ı nüzûl rivayetleri
hakkındadır. Esbâb-ı nüzûl rivayetlerini nakleden ve âyetin hangi soru veya olay üzerine
nâzil olduğunu söyleyen ise sahabedir. Cumhur, Hanefîler ve hadisçiler tarafından
geliştirilen sistemlerde bizzat Allah Resûlü’ne ait olup şerî hüküm de ihtiva edebilen
hadisler incelendiğinden bu sistemlerde -sıralaması farklı olabilmekle beraber- cem ve telif,
tercih, nesh ve tevakkuf gibi yöntemler kullanılmıştır.77 Sahabenin kendi ifadeleriyle nüzûl
sebebini naklettiği şerî hüküm içermeyen sebeb-i nüzûl rivayetleri hakkında ise nesih ve
tevakkuftan söz edilmez.

Ulûmu’l-Kur’ân eserlerinde zikredilen ve dört madde halinde yukarıda serdedilen


yöntemlerde, örnek olarak verilen rivayetler ve yöntemlerin rivayetlere uygulanışı
konusunda tam bir ittifakın olmadığı görülmektedir. Bu konuda görülen farklılıkları ve
karşılaşılan problemleri maddeler hâlinde şöyle sıralayabiliriz:

a) Bir âyetle ilgili birbirinden farklı sebeb-i nüzûl rivayetlerini ele alırken, bazı
âlimler rivayetleri mükerrer nüzûle hamlederken bazıları tercih sebeplerinden dolayı birini
diğerine tercih etmiştir. Buna iki örnek verebiliriz.

Birinci örnek: Süyûtî, (Tevbe 9/113) hakkında üç sebeb-i nüzûl rivayeti nakleder:

Birinci rivayet: Buhârî ve Müslim’in tahric ettikleri bir hadîse göre Müseyyeb (r.a.)
şöyle rivayet etmektedir: “Ebû Talib ölüm döşeğinde iken Hz. Peygamber onun yanına
geldi. Ebû Cehil ve Abdullah b. Ebî Umeyye de orada bulunuyordu. Hz. Peygamber
amcasına “Amcacığım! Lailahe iliallah de ki, bununla Allah katında senin lehine şehadette

77
Bk: Çakan, İsmail Lütfi, Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, İstanbul: MÜİF Vakfı Yayınları,
2. bsk., ts., 161-162.

33
bulunayım.” dedi. Tam bu sırada Ebû Cehil ve Abdullah b. Ebî Ümeyye şöyle dediler: “Ey
Ebû Talib! Abdülmuttalib'in dinini terk mi ediyorsun? Onlar sözlerine devam ederken Ebû
Talib: “Ben Abdülmuttalib'in dinindenim" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona
“Nehyolunmadıkça rabbimden seni bağışlamasını dileyeceğim" dedi. Bunun üzerine “Kâfir
olarak ölüp cehennemlik oldukları kendilerine belli olduktan sonra, akraba bile olsalar,
müşriklerin affedilmelerini istemek, ne Peygamberin, ne de müminlerin yapacağı bir iş
değildir.” meâlindeki âyet inzal edildi.

İkinci rivayet: Hâkim’in tahric ettiği bir hadiste İbn Mesûd şöyle rivayet etmektedir:
“Allah Resûlü bir gün dışarı çıktı kabirlere bakıyordu. Biz de onunla beraber çıktık. Bize
oturmamızı emretti biz de kendisiyle beraber oturduk. Sonra Resulullah kalkıp yürüdü, bir
kabrin başında durdu ve uzun uzun münacaatta bulundu. Ardından da hıçkıra hıçkıra
ağlamaya başladı. Bundan dolayı biz de ağladık. Ağladığımızı görünce bizden tarafa
döndü, tam o esnada Hz. Ömer, Peygamber'in karşısına dikilip ona ‘Ey Allah'ın Resûlü seni
ağlatan nedir ki, o bizi de ağlattı ve acıya boğdu' dedi. Bunun üzerine Resulullah yerinden
kalkıp bizim yanımıza geldi ve ‘Benim ağlamam sizi hüzünlendirdi mi?’ diye sordu. Hz.
Ömer “evet” deyince Allah Resulü (s.a.s) buyurdu ki ‘Gördüğünüz bu kabir annem Âmine
bint Vehb'in kabridir. Ben onun kabrini ziyaret etmek için rabbimden izin istedim. O, bana
bunun için izin verdi. Bağışlanması için izin istedim fakat onun için izin vermedi’ ve bana,
“Kâfir olarak ölüp cehennemlik oldukları kendilerine belli olduktan sonra,akraba bile
olsalar, müşriklerin affedilmelerini istemek, ne Peygamberin, ne de müminlerin yapacağı
bir iş değildir.” âyeti nâzil oldu.78

Üçüncü rivayet: Tirmizî’nin tahric ettiği ve hasen olduğunu bildirdiği bir hadiste
Hz. Ali şöyle anlatıyor: “Bir adamın müşrik ebeveyninin bağışlanması için dua ettiğini
işittim. Ona ‘Annen baban müşrik oldukları halde onlar için istiğfar mı ediyorsun?’ dedim.
Bunun üzerine o: ‘Hz. İbrahim, müşrik olan babası için istiğfarda bulunmadı mı?’ dedi.
Durumu Hz. Peygamber’e anlattım, bunun üzerine söz konusu âyet nâzil oldu.”79

78
Hakim, Müstedrek, II/336.
79
Tirmizi, Tefsir, 10, (3101).

34
Süyûtî (ö. 911/1505) bu üç rivayeti, aralarında bir tercih sebebi bulunmadığından
mükerrer nüzûle hamledilmesi gereken rivayetlere örnek olarak verir. Dolayısıyla Süyûtî,
Tevbe/113 âyetinin, bu üç ayrı olay üzerine üç defa nâzil olduğunu ifade etmektedir.

İbn Akile (ö. 1150/1737) ise yukarıda geçen Ebû Talib rivayeti ile Allah
Resûlü’nün, annesinin kabrini ziyaretiyle ilgili rivayeti tercih metoduna örnek verir. İbn
Akîle aşağıdaki sebeplerden dolayı Buhari ve Müslim’de geçen Ebû Talib rivayetinin
Hâkim’in naklettiği; Allah Resûlü’nün, annesinin kabrine yaptığı ziyaretle ilgili rivayete
tercih edilmesi gerektiğini söyler:

- Resûlullah için daha önce Ebû Talib’e istiğfardan nehyedilmişken, annesinin


kabrini ziyaretinde tekrar istiğfar talebinde bulunması uzak bir ihtimaldir. İbn Akîle’nin bu
yaklaşımından sanki onun Resûlullah’ın annesinin müşrik olarak öldüğü düşüncesinde
olduğu anlaşılmaktadır. İleride de geleceği üzere bu konuda farklı görüşler bulunmaktadır.
- Zehebî’nin Telhîs’de belirttiğine göre; İbn Maîn, Hâkim hadisinin senedinde yer
alan Eyyûb b. Hânî’nin zayıf bir ravi olduğunu söylemiştir.80
- Kabir ziyareti ile ilgili hadis muzdariptir. Bazı rivayetlerde kabrin Mekke’de,
bazısında Ebva’da bazısında ise Usfan tepesi tarafında olduğu söylenmektedir.
- Hadisin diğer bazı tariklerinde âyetin bu olay üzerine nâzil olduğuna dair herhangi
bir ifade geçmemektedir. O rivayetlerden biri Hâkim’in sahih olduğunu bildirdiği81 şu
hadistir: “Hz. Peygamber (s.a) beraberinde bin silahlı asker olduğu halde annesinin kabrini
ziyaret etti. O günden daha fazla ağladığı görülmedi.”82

İbn Akile bu rivayetlerde sebeb-i nüzûl zikredilmediğini ve Allah Resûlü’nün orada


sadece kalbinin rikkate gelmesinden dolayı ağlamış olabileceğini kaydeder. Ona göre bu
durumda âyetin sebeb-i nüzûlü olarak Hâkim’in rivayetiyle değil de Buhari ve Müslim’de
yer alan Ebû Talib rivayetiyle amel etmek gerektiği tebeyyün etmiştir.83

80
Hakim en-Nisaburi, el-Müstedrek ale's-Sahihayn mea ta’lîkâti’z-Zehebî fi’t-telhîs, II, 366
81
Zehebî de bu hadisin Buhari ve Müslim şartlarına göre sahih olduğunu söylemiştir. Bk: Hakim, Müstedrek,
II/661.
82
Hakim, Müstedrek, I/531.
83
İbn Akîle, ez-Ziayde ve’l-ihsân, I, 306-307.

35
Görüldüğü üzere Suyutî yukarıda geçen üç rivayeti eşit seviyede değerlendirirken
İbn Akîle kabir ziyareti ile ilgili rivayeti baştan elemiş, geriye kalan iki rivayetten ise
Buhari ve Müslim’de geçeni tercih etmiştir.

İkinci örnek:

Süyûtî, ruh âyetiyle (İsrâ 17/85) ilgili yukarıda geçen sebeb-i nüzûl rivayetlerinden
İbn Mesûd rivayetinin, tercih sebeplerinden dolayı İbn Abbas rivayetine tercih edileceğini
söylerken84; Zerkeşî85, İbn Kesîr86 ve İbn Akîle87, aynı rivayetleri mükerrer nüzûle
hamletmiştir.

b) Âlimler arasında bazı rivayetleri tasnif ve değerlendirmede farklılıklar olduğu


görülmektedir.

Hemen hemen bütün ulûmu’l-Kur’ân eseri sahipleri88 “İki rivayetten biri sahih
diğeri zayıf olduğunda sahih olan alınır diğeri terkedilir.” prensibini anlattığı yerde Duhâ
sûresi ile ilgili iki rivayete yer verir. O rivayetlerden biri yukarıda da geçtiği üzere “müşrik
bir kadının gelip Allah Resûlü’ne ‘şeytanın seni terk etmiştir.’” dediği rivayet; diğeri ise
“bir köpek yavrusunun Allah Resûlü’nün evinde bir divan altında ölüp kalması (Havle
rivayeti)” ile ilgili rivayettir.

Zayıf hadisi terkedip sahih olanla amel etme prensibine bu iki rivayeti örnek veren
âlimler, Havle rivayetinin zayıf olması sebebiyle terkedilmesi ve Buhari’deki diğer hâdise
itibar edilmesi gerektiğini söylerler. Buna delil olarak ise İbn Hacer’in, bu rivayetin, Duha
sûresinin sebeb-i nüzûlü olmasının garip hatta şaz ve merdut olduğuna, ayrıca senedinde
bilinmeyen bir isim bulunduğuna dair açıklamalarını getirirler. İbn Hacer’e göre bu sayılan
sebeplerden dolayı Duha sûresinin nüzûl sebebi olarak bu rivayete değil Buhari’deki
rivayete itimad edilmelidir.

84
Süyûtî, el-İtkân, I, 96.
85
Zerkeşi, el-Burhân, I, 31.
86
Süyûtî, el-İtkân, I, 111; İbn Kesîr, Tefsir, III, 61.
87
İbn Akîle, ez-Ziayde ve’l-ihsân, I, 304.
88
Süyûtî, el-İtkân, I, 94; Zürkânî, Menâhilü'l-irfân , I, 97; Mennaü’l-Kattan, Mebahis, 88; Subhi es-Salih,
Mebahis, 146.

36
Diğer taraftan İbn Akîle, Süyûtî’den farklı olarak yukarıdaki iki rivayette anlatılan
sebeplerin birleştirilip bir tek sebep yapılabileceğini söyler. Ona göre bu iki rivayet
birbirine münafi değildir ve muhtemelen iki olay da aynı zamanda olmuştur. Kadının
sözünü işiten ve bunun peşine sûrenin nüzûlünü gören kimse sebep olarak kadının sözünü
zikretmiştir; kadının sözünü duymayan ve köpek yavrusu hâdisesi sonrası sûrenin nâzil
olduğunu gören kişi ise köpek yavrusu hâdisesinin sebep olduğunu söylemiştir. Gerçekte
ise bu ikisi bir tek sebeptir.89 Görüldüğü üzere İbn Akîle, Havle hadisinin zayıflığına dair
hiçbir şey söylememekte ve her iki rivayeti de kabul ederek aynı zamanda gerçekleşmiş
olmaları ihtimaline binaen ikisini bir sebep kabul etmektedir.

c) Tercih yolu çok önemli bir yöntem olmakla beraber ihtilafı tamamiyle
çözmemektedir.

Çünkü eğer tercih edilen rivayet zaman bakımından daha önce gerçekleşmiş olay
hakkındaki rivayet ise bir problem yoktur. “Âyet, ilk olayda nâzil olmuştu, ikinci olayda
Allah Resûlü daha önce nâzil olmuş olan âyeti okudu” açıklaması yapılabilir. Ancak şayet
tercih edilmesi gereken, sonra gerçekleşen olay hakkındaki rivayet ise bu durumda ilk
olayla ilgili rivayetlere bir izah getirilmesi gerekir. Bu rivayetler uydurma bilgiler midir?

Mesela tercih metodu için ruh âyetiyle ilgili rivayetler örnek verilmektedir. Sonra
İbn Mesûd rivayetinin, rivayetin Buhari’de geçmesi ve İbn Mesûd’un, olayın şahidi olması
sebebiyle tercih edilmesi gerektiği söylenmektedir. Fakat bu tercih, problemi
çözmemektedir. Zira ruh âyetinin Mekke’de nâzil olduğuna dair İbn Abbas ve Ata b. Yesâr
rivayetleri vardır. Bunun yanısıra İbn İshak, ruh âyetinin Mekke’de nâzil olduğunu bildiren
olayı detaylıca anlatmıştır. İbn Mesûd rivayetinin yani Medine’de gerçekleşen olayın tercih
edilmesi durumunda Mekke’de nâzil olduğu ile ilgili bu rivayetler ve siyer bilgisi nereye
konulacaktır? Bu bilgi ve rivayetler uydurmadır denilebilir mi? Tercihte bulunmanın
yanısıra bu sorulara da cevap verilmelidir. Aksi halde problem tam anlamıyla çözülmüş
sayılamaz.

89
İbn Akîle, ez-Ziyade ve’l-ihsân, I, 300-301.

37
d) Bir sûrenin ittifakla Mekkî-Medenî olma meselesiyle ilgili karşılaşılan
problemler. Zerkeşî (ö. 794/1392) ve İbn Kesîr (ö. 774/1373) gibi bazı âlimler bir âyetin
mükerrer nâzil olmuş olduğunu ifade ederken bu görüşlerine âyetin geçtiği sûrenin ittifakla
Mekkî oluşunu delil getirmişlerdir. Bilindiği gibi bazı Mekkî sûrelerde Medenî âyetler,
Medenî sûrelerde Mekkî âyetler olabilmektedir. Tefsir kitaplarında bu âyetlere işaret
edilmiş, ulûmu’l-Kur’ân eserlerinde de Mekkî sûrelerden istisna edilen âyetler ve bu
âyetlerin Medine’de nâzil olduğunu ifade eden rivayetler veya bunun tersi durumlar
zikredilmiştir. Buna rağmen bazı âlimlerin sûrenin Mekkî olduğunu ileri sürerek tercih
sebebini yer yer işletmedikleri görülmektedir.

Bu istisnalar ve rivayetler, sûrenin ittifakla Mekkî olduğu görüşüyle nasıl telif


edilecektir? Dolayısıyla Mekkî ya da Medenî olduğu ifade edilen sûrelerden istisnâ edilen
âyetlerin bilinmesi önem arzetmektedir. Bir sûrenin tamamının Mekkî ya da Medenî
olduğu ön kabulüyle meseleye yaklaşmak her zaman isabetli sonuçlar doğurmayabilir.

e) Sahih rivayetin alınıp sahih olmayanın bırakıldığı prensibin (kabul-red prensibi)


uygulanabilmesi için bütün rivayetlerin sıhhatinin net bir şekilde ortaya konulması
gerekmektedir. Hâlbuki muhaddislerin hadis kriterleri farklılık arzetmektedir. Ayrıca
esbâb-ı nüzûl rivayetlerinin tamamı böyle bir incelemeye tabi tutulmamıştır. Mevcut bazı
çalışmalar ise bu boşluğu dolduracak nitelikte değildir. Burada ancak İbn Hacer gibi hadis
şarihlerinin değerlendirmeleri belirleyici olabilmektedir.

Öte yandan tefsir kitaplarında seçici davranmadan sahih olsun olmasın bütün
rivayetlere yer verilmeye çalışılmıştır. Bu durum âyet veya sûreyle ilgili bütün rivayetlerin
bilinmesi bakımından önemlidir ancak genel itibariyle müfessirlerin, eserlerinde
rivayetlerin sıhhat durumuna değinmemiş oldukları görülmektedir.90

f) Pek çok rivayet arasından sebeb-i nüzûl rivayetleri ayıklanırken kullanılan


lafızlara bakılarak bir bakıma tercihte bulunulmaktadır. Ancak kullanılan lafızların her
zaman aynı mânâda kullanılmamış olması isabetli bir tercihte bulunmayı zorlaştırmaktadır.

90
Aldemir, Halil, “Esbâb-ı nüzûl rivayetleri arasında görülen çelişkiler ve geliştirilen çözüm yollarının
tahlili”, EKEV Akademi Dergisi, yıl:15, sayı: 48 (Yaz 2011), 148-149.

38
Zira bazı rivayetlerde sarahat bildiren sebeb-i nüzûl lafızları kullanıldığı halde bu
rivayetlerin aslında birer tefsir ve istinbattan ibaret olduğu anlaşılmaktadır.91 Çalışmanın
farklı yerlerinde zikredilen Zümer, 39/67, Lokman 31/27 ve Hûd 11/114 âyetleri ile ilgili
rivayetler bu konuya örnek verilebilir.92

g) Rivayetler değerlendirilirken bağlam (nüzûl ortamına ait bütün detaylar) da


dikkate alınmalıdır. Mükerrer nüzûl fikrine karşı çıkan günümüz âlimlerinin çoğunlukla
üzerinde durduğu bir konu vardır. O da tercih prensiplerinin sırasıyla işletildiği takdirde
mükerrer nüzûl fikrine gerek kalmayacağı ve mükerrer nüzûl fikrine giden âlimlerin bunu
rivayetleri koruma refleksiyle yaptıklarıdır. Kanaatimizce âlimlerin rivayetleri koruma
gayreti hiç de basite alınacak bir mesele değildir. Fakat burada önemli bir husus vardır ki o
da şudur:

Sadece tercih kriterlerine göre bir tercihte bulunmak her zaman isabetli olmayabilir.
Rivayetler değerlendirmeye tabi tutulurken, kullanılan lafızlar, râvinin olaya şahit olup
olmadığı, hadisin hangi muhaddis tarafından tahric edildiği ve sûrenin Mekkî-Medenî oluşu
gibi hususların yanısıra rivayetin bağlamı da dikkate alınmalıdır. Zira aynı konuda
birbirinden farklı rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birinde olayın bir kısmı anlatılmakta,
bir başka rivayette olayın kahramanlarından biri zikredilmekte, bir başkasında olayın bir
sahnesi öne çıkarılmaktadır.93 Bazen de âyetle bir olay arasında ilişki kurularak tefsir ve
istinbatta bulunulmaktadır. İsabetli bir sonuca varabilmek için bu rivayetlerde kullanılan
lafızlar, verilen bilgiler, zikredilen mekan ve isimler vs. değerlendirilirken bu bağlam ve
91
Aldemir, a.g.m., 151.
92
“Ama onlar, Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler, O’na lâyık tazimi göstermediler.
Hâlbuki bütün bir dünya kıyamet günü O’nun avucunda, gökler âlemi de bükülmüş olarak elinin içindedir.
Böyle bir azamet ve hâkimiyet sahibi olan Allah, onların uydurdukları ortaklardan yücedir, münezzehtir.”
(Zümer, 39/67); “Eğer Allah’ın kelimelerini yazmak üzere, dünyadaki bütün ağaçlar, kalem olsaydı ve
denizlere de yedi deniz daha katılıp bütün onlar da mürekkep olsaydı, bunlar tükenir yine de Allah’ın sözleri
tükenmezdi. Allah, öyle azîz, öyle hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir)” (Lokman 31/27)
ve “Gündüzün iki tarafında (sabah, akşam) ve geceye yakın saatlerde namaz kıl; çünkü iyilikler, kötülükleri
giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür”. (Hûd 11/114).
93
Burada Halil Aldemir’in Duhâ sûresinin ilk beş âyetinin sebeb-i nüzûl rivayetleriyle ilgili yorumu misal
olarak verilebilir: Bu rivayetlerde ana tema olarak Allah Resûlü’nün terkedildiği iddia edilmektedir. Bir
rivayette bu iddiayı ortaya atan kişinin müşrik bir kadın, bir başka rivayette genel olarak müşrikler, bir başka
rivayette de Ümmü Cemil olduğu ifade edilmektedir. Bu rivayetler bir bütün hâlinde ele alındığında vahyin
kesintiye uğramasının müşrikler tarafından aleyhte bir propagandaya dönüştürüldüğü ve Ümmü Cemil’in bu
propaganda da öne çıkan isimlerden biri olduğu söylenebilir. Aldemir, a.g.m., 156.

39
olay örgüsü dikkatlerden dûr edilmemelidir. Galiba bu konularda en doğru
değerlendirmeler Tefsir, Siyer, İslâm tarihi ve Hadis âlimlerinden oluşan bir heyetin ciddi
ve dikkatli çalışmalarıyla ortaya konulabilir. Kur’ân-ı Kerîm’in tefsirinde esbâb-ı nüzûlün
rolü konulu bir doktora tezi hazırlamış olan Ahmet Nedim Serinsu da böyle ortak bir
çalışmanın gerekliliğini vurgulamaktadır.94

Kur’ân-ı Kerîm’in tefsirinde esbâb-ı nüzûlün rolü konulu bir doktora tezi hazırlamış
olan Ahmet Nedim Serinsu esbâb-ı nüzûl rivayetlerinde ihtilaf edilmesini iki sebebe
bağlamaktadır:

1- “Mezhep hareketleri, şahısların ebedileştirilmesi, israilî haberler ve uydurma


rivayetlerin esbâb-ı nüzûl alanına dahil edilmesi”

2- “Esbâb-ı nüzûl rivayetlerinin nüzûl ortamına ait olanlar ve tefsir için yapılan
değerlendirmeler olarak tasnif edilmemesi”95

Bu bölümde son olarak ihtilafın kavramsal temellerinden biri olduğuna inandığımız


sebep (‫ )سبب‬kelimesi üzerinde durmak istiyoruz:

Literatürde âyetin nüzûlüne iktiran eden ilk olay için sebeb-i nüzûl ifadesi
kullanılmaktadır. Bununla beraber daha sonra meydana gelen ve âyetin hükmüne dahil olan
veya âyetin tazammun ettiği diğer olaylar için de yine sebep ibaresinin kullanıldığı
görülmektedir. Bunu İbn Teymiye ve Zerkeşî’nin şu ifadelerinden anlıyoruz:

İbn Teymiye:

‫ فما يذكر من أسباب النزول‬.‫ إن اآلية أو السورة قد تنزل مرتي وأكثر من ذلك‬:‫وهذا ِما ذكره طائفة من العلماء وقالوا‬

.‫املتعددة قد يكون مجيعه ح ًقا‬

َّ ‫ب َوإِ ْن َكا َن‬


ِ َ‫السب‬ ِ
ِ ‫اسب ها نَزَل ِج ِْبيل فَ َقرأَها علَي ِه لِي علِّمه أَنَّها تَتض َّمن جو‬ ِ
َ ‫َوالْ ُمَر ُاد بِ َذل‬
‫ول‬
ُ ‫الر ُس‬ َّ ‫ك‬ َ َ َ ُ َ َ َ ُ َ َ ُ ْ َ َ َ ُ ْ َ َ ُ َ‫ث َسبَب يُن‬
َ ‫اب ذَل‬ َ ‫ك أَنَّهُ إذَا َح َد‬

‫ْك ال َْم ْسأَل َِة‬ ِّ ‫يث لِيُبَ يِّ َن لَهُ َد ََللَةَ الن‬
َ ‫َّص َعلَى تِل‬ َ ‫ْح ِد‬ ٍ ُ ‫اح ُد ِمنَّا قَ ْد يَ ْسأ‬
َ ‫َل َع ْن َم ْسأَلَة فَ يَ ْذ ُك ُر لَهُ ْاْليَةَ أ َْو ال‬
ِ ‫ والْو‬. ‫َُي َفظُها قَبل ذَلِك‬
َ َ َ َْ َ ْ
94
Serinsu, Kur’ân ve Bağlam, 158
95
Serinsu, Kur’ân ve Bağlam, 95-96

40
96 ِ ُ‫َّص لِيَتَبَ يَّ َن َو ْجهُ َد ََللَتِ ِه َعلَى ال َْمطْل‬
‫وب‬ َ ِ‫َك ْن يُ ْت لَى َعلَْي ِه ذَل‬
ُّ ‫ك الن‬ ِ‫كل‬َ ِ‫َو ُه َو َحافِظ لِ َذل‬

Zerkeşî:

‫وقد ينزل الشيء مرتي تعظيما لشأنه وتذكريا به عند حدوث سببه خوف نسيانه وهذا كما قيل يف الفاحتة نزلت‬
97
‫مرتي مرة مبكة وأخرى باملدينة‬

‫واِلكمة يف هذا كله أنه قد ُيدث سبب من سؤال أو حادثة تقتضى نزول آية وقد نزل قبل ذلك ما يتضمنها‬

‫صلَّى اللَّهُ َعلَْي ِه َو َسلَّ َم تذكريا هلم هبا وبأهنا تتضمن هذه والعالم قد يحدث له حوادث‬
َ ‫فتؤدى تلك اآلية بعينها إَل النيب‬
‫فيتذكر أحاديث وآيات تتضمن الحكم في تلك الواقعة وإن لم تكن خطرت له تلك الحادثة قبل مع حفظه لذلك‬
98
‫النص‬

Kanaatimizce sebeb-i nüzûl, âyetin nüzûlüne iktiran eden ilk olaydır.99 Allah
Resûlü’nün risalet sürecinden başlayarak kıyamete kadar karşılaşılacak âyetle irtibatlı tüm
olaylar için de sebep kelimesi kullanılacak olursa bu durumda bir âyetle ilgili sınırsız
sayıda sebeb-i nüzûl olduğunu kabul etmek gerekir.100 Bu nedenle âyetin nüzûlüne iktiran
eden ilk olayla, âyetle irtibatlı sonraki olaylar terim olarak birbirinden ayrılmalıdır.
Rivayetleri değerlendirme ve mükerrer nüzûl ile ilgili ihtilafların temelinde yatan
sebeplerden biri de galiba bu durumların terimsel olarak birbirinden ayrılmamasıdır.

Âlûsî ve Elmalılı’nın da naklettiği üzere nüzûl; gayb âlemindeki bir şeyin şehadet
âleminde zuhur etmesidir. Şu halde nüzûle vesilelik eden ilk olayın hususi bir yeri vardır ve
eğer bir sebeb-i nüzûlden bahsedilecek olursa işte bu olay asıl sebeb-i nüzûldür. Daha sonra
karşılaşılan hâdiseler için “âyetin tazammun ettiği olaylar” gibi bir ifade kullanılabilir. Bu

96
İbn Teymiye, Ebü'l-Abbas Takıyyüddin Ahmed b. Abdülhalim (ö. 728/1328), Mecmûu fetava: et-Tefsir
(nşr. Abdurrahman b. Muhammed b. Kâsım el-Asımi en-Necdi), Kahire: Mektebetü İbn Teymiye, ts., XVII,
191.
97
Zerkeşî, el-Burhân, I, 29.
98
Zerkeşî, el-Burhân, I, 31.
99
Lian âyetlerinde olduğu gibi birbirine çok yakın hatta üst üste gelmiş aynı konudaki hadisleri de cem
yoluyla tek bir sebep olarak düşünebiliriz.
100
Bir farkla ki Allah Resûlü’nden sonra vahyin gelmesi mümkün değildir.

41
şekilde iki durum birbirinden ayrılırsa Allah Resûlü’nün önceden nâzil olmuş bir âyeti
okuduğu veya Cebrail’in kendisine hatırlattığı durum için nüzûl ifadesi kullanılamaz,
dolayısıyla mükerrer bir nüzûlden de söz edilemez.

42
İKİNCİ BÖLÜM

MÜKERRER NÜZÛL MESELESİ

43
I. MÜKERRER NÜZÛLÜN TANIMI

Mükerrer nüzûl konusu klasik kaynaklarda bir olgu olarak ele alınmış ve tartışılmış
olmasına rağmen bu konuda bir tanım yapılmamıştır. Konu etrafında cereyan eden bilgi,
görüş ve tartışmalar ışığında mükerrer nüzûl; bir ya da birkaç âyetin veya bir sûrenin farklı
yer ve zamanlarda, farklı olaylar hakkında iki veya daha fazla kere nâzil olması şeklinde
tarif edilebilir. Usûl kitaplarında mükerrer nüzûl anlamında daha çok teaddüd-ü nüzûl,
tekrâru’n-nüzûl veya tekerrürü’n-nüzûl tabirleri kullanılmaktadır.

II. MÜKERRER NÜZÛL KONUSUNA YAKLAŞIMLAR

Bu konuyla ilgili görüş sahipleri mükerrer nüzûlü kabul edenler ve etmeyenler


şeklinde iki grup oluşturmaktadır.

A. Mükerrer Nüzûlü Kabul Edenler ve Görüşleri

Ulûmü’l-Kur’ân eserlerinde yer alan bilgilere bakılarak, Kur’ân’da mükerrer nâzil


olmuş âyet ve sûrelerin bulunduğunu söyleyen ilk kişinin İbn Hassar101 (ö. 611/1215)
olduğu söylenebilir. İbn Hassar, bu meseleyi bir konu olarak ele alan ve Kur’ân’ın
nüzûlünde mükerrer nüzûl gibi durumların vaki olduğunu söyleyip bunu örneklerle anlatan
ilk kişidir. Nitekim Suyûtî de (ö. 911/1505) en erken tarihli olarak İbn Hassar’dan nakilde
bulunmaktadır.

Öte yandan bazı tefsir kaynaklarında nakledildiğine göre Hüseyin b. Fadl102 (ö.
282/895) “Fatiha sûresi iki kere nâzil olduğu için Mesânî olarak isimlendirilmiştir.”

101
Ali b. Muhammed b. Muhammed b. İbrahim b. Mûsa el-Hazrecî, Ebu’l-Hasen, el-Hassâr: Aslen İşbiliye’li
olup Fas’ta yaşamış bir fakihtir. Usûl-i Fıkh, en-Nâsih ve’l-Mensûh, el-Beyân fî tenkîhi’l-burhân, Akîde
(Usûluddîn üzerine), el-Medârik (Muvatta’da yer alan maktu’ hadisleri vaslettiği kitap) ve Ercûze (usûli’d-din
üzerine) gibi eserleri vardır. 611’de Medine’de vefat etmiştir. İbn Abdülmelik, Ebû Abdillah Muhammed b.
Muhammed (ö. 703/1303), ez-Zeyl ve't-tekmile li-kitâbeyi’l-Mevsul ve’s-Sıla (nşr. Muhammed b. Şerife)
Rabat: Matbûatu Akademiyyetü'l-Memleketi'l-Mağribiyye, 1984, 8. sifr, 209-212; Hayreddin Ziriklî (ö.
1396/1976), el-A'lâm: Kâmûsu teracim li-eşheri'r-rical ve'n-nisa, Beyrut: Dâru’l-ilm li’l-Melâyîn, 1992, IV,
330-331.
102
Hüseyin b. Fadl b. Umeyr b. Kasım b. Keysân, Ebu Ali el Becelî el-Kûfî. 180 yılından önce Kûfe’de
doğmuştur. Asrının önde gelen âlimlerinden olup müfessir ve muhaddistir. 282/895 yılında 104 yaşında vefat
etmiştir. Bk: Zehebi, Ebû Abdillah Şemseddin Muhammed b. Ahmed (ö. 748/1384) Siyeru a’lâmi’n-nübelâ
(nşr. Şuayb el-Arnaut, Ali Ebû Zeyd), Beyrut: Müessesetü'r-Risâle, 1983/1403, XIII, 414.

44
demiştir.103 Şu halde araştırmalarımız neticesinde herhangi bir sûre hakkında iki kere nâzil
olmuştur diyen ilk kişinin Hüseyin b. Fadl; bu gibi durumları ilmî düzeyde bir konu olarak
ele alıp örneklendiren ilk kişinin ise İbn Hassâr olduğunu söyleyebiliriz.

İbn Hassâr, bir âyetin, hatırlatma (tezkîr) ve öğüt (mev’iza) maksatlı olarak tekrar
nâzil olabileceğini söyler ve buna örnek olarak Nahl sûresinin son üç âyeti ile Rûm
sûresinin ilk âyetlerini zikreder.104

Sehâvî de (ö. 643/1245) mükerrer nüzûlü tasvib eder. Fatiha sûresinin iki defa nâzil
olduğunun söylendiğini naklettikten sonra bu sûrenin iki defa nâzil olmasının faydasını
ِ ِ‫مل‬/ ‫ك‬
açıklar. Ona göre sûre, (‫ك‬ ِِ
َ ‫ ) َمال‬ve ‫السَرا َط‬
ِّ / ‫الصَرا َط‬
ِّ ) örneklerinde olduğu gibi ilkinde bir

harf üzere, sonrasında ise başka bir harf üzere nâzil olmuş olabilir.105 Süyûtî de Sehâvîyi
destekler mahiyette benzer bir görüş ifade etmektedir. Süyûtî, iki veya daha fazla vecihle
okunan “harf”lerin de bu kategoriye alınabileceğini ifade eder ve Ubey b. Kâ’b’dan gelen
yedi harf hadisini zikreder. Hadisin ilgili bölümü şöyledir:

“… Ey Ubey! Cebrail bana bir harf oku diye gönderildi. Ben ona ümmetime hafiflet
diye müracaatta bulundum. O da bana ikincide onu iki harf üzere oku diye cevap verdi. Ben
de tekrar ümmetime hafiflet diye müracaatta bulundum. Üçüncü de bana onu yedi harf
üzere oku hem sana verdiğim her cevapla birlikte, benden isteyeceğin bir dileğin de
verilecektir, dedi…”106

Süyûtî bu hadisin, Kur’ân’ın bir defa değil birkaç defa nâzil olduğuna delil
olduğunu söyler.107

103
Begavî, Meâlimü't-tenzil, III, 57; Hâzin, Alaeddin Ali b. Muhammed b. İbrâhim el-Bağdadi (ö. 741/1341),
Lübabü't-te'vil fî meani't-tenzil (nşr. Abdusselam Muhhammed Ali Şahin), Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye,
1415/1995, III, 62; İbnü'l-Cevzî, Ebü’l-Ferec Cemâlüddîn Abdurrahmân b. Alî b. Muhammed Bağdâdî (ö.
597/1201), Zadü'l-mesir fî ilmi't-tefsir, Dımaşk: el-Mektebetü'l-İslâmiyye, h. 1404, IV, 414.
104
es-Süyûtî, el-İtkân, I, 104; et-Tahbir fî ilmi't-tefsir (nşr. Abdülkadir Ferid), Riyad: Dârü'l-Ulum, 1982, 111.
105
es-Sehavî, Ebü'l-Hasan Alemüddin Ali b. Muhammed b. Abdüssamed (ö. 643/1245) Cemâlü’l-Kurrâ ve
kemâlü’l-ikrâ (nşr. Ali Hüseyin Bevvab), Mekke: Mektebetü't-Türas, 1987, I, 34.
106
Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 273 (bab numarası 48).
107
Süyûtî, el-İtkan, I, 105.

45
Mükerrer nüzûlün farklı kıraatlerle açıklandığı bu ve benzerî görüşlere katılmayıp
eleştirenler de bulunmaktadır. Bu görüşlere “Mükerrer Nüzûlü Kabul Etmeyenler ve
Görüşleri” başlığı altında yer verilecektir.

İbn Teymiye’ye (ö. 728/1328) göre bir âyetin nüzûl sebebi hakkında bir sahabînin
bir sebep, başka bir sahabînin ise başka bir sebep zikrettiği durumlarda bu sebeplerden
hepsinin doğru olması mümkündür ve âyet, söz konusu bu sebeplerin hepsinin ardından
yani hepsi ile ilgili bir defa nâzil olabilir. Bunun dışında bir kere bir sebeple, başka zaman
da başka bir sebeple olmak üzere iki kere nâzil olmuş da olabilir.108

İbn Teymiye ayrıca “âyette geçen lafzın birden çok manaya gelmesinden doğan
selefe ait tefsir ihtilafları”nı izah ederken birincide bir mana ikincide diğer mana murad
edilmek üzere âyetin iki defa nâzil olmuş olabileceğini ifade eder. 109 Böylece o, mükerrer
nüzûl meselesine farklı ve daha karmaşık bir boyut getirir.110 İbn Teymiye’nin bu
açıklamasından, onun mükerrer nüzûlü çok tabiî bir durum kabul ettiği ve yalnızca bilinen
bazı âyet ve sûreler hakkında değil; farklı maksatlarla daha başka âyetler hakkında da
gerçekleşmiş olabileceğini savunduğu anlaşılmaktadır. Burada akla şu sorular gelmektedir:
Bir âyet bir defa nâzil olup birden fazla manayı muhtemil olamaz mı? Âyetin iki farklı
manayı muhtemil olabilmesi için iki defa nâzil olması şart mıdır? Böyle bir şart
koşulamayacağından İbn Teymiye’nin farklı yorumlara açıklık getirme sadedinde öne
sürmüş olduğu bu ihtimalin olasılığı düşük görünmektedir.

Zerkeşî (ö. 794/1392) bazı âyetlerin mükerrer nâzil olabileceğini söyler ve bunun
için iki sebep zikreder. Bunlardan birincisini o âyet veya sûrenin “şanını ta’zim”, ikincisini

108
İbn Teymiye, Ebü'l-Abbas Takıyyüddin Ahmed b. Abdülhalim (ö. 728/1328), Mukaddime fî usûli’t-tefsîr,
Beyrut: Dâru mektebeti’l-hayât, ts., 16-17.
ِ ْ ‫اب قَو َس‬
İbn Teymiye bu konuda ‫َد ََّن‬
ْ ‫ي أ َْو أ‬ ْ َ َ‫“ ُُثَّ َدنَا فَتَ َد ََّل فَ َكا َن ق‬Sonra yaklaştı ve iyice sarktı. Öyle ki araları yayın
109

iki ucu arası kadar veya daha az kaldı.” âyetindeki zamirleri örnek verir. Bazı müfessirler âyete “Sonra
Cebrail, Muhammed’e (s.a.s.) yaklaştı.” şekinde mana verirken diğer bazıları “Sonra Allah Teâlâ,
Muhammed’e (s.a.s.) yaklaştı.” demişlerdir. “vel-Fecr”, “ve’ş-şef’i ve’l-vetr” ve “ve leyâlin aşr” lafızları da
aynı şekilde İbn Teymiye’nin, müfessirlerin farklı manalarda tefsir ettikleri lafızlara verdiği örneklerdendir.
110
İbn Teymiye, Mukaddime fî usûli’t-tefsîr, 17.

46
de o âyetle ilgili ikinci bir olayın meydana geldiği esnada âyetin unutulması ihtimaline
binaen “hatırlatmak” olarak kaydeder.111

Zerkeşî’ye göre mükerrer nüzûlün hikmeti ise şudur: Bir âyetin nâzil olmasını
gerektiren bir olayla karşılaşıldığında veya bir soru olduğunda, o olayla ilgili hükmü ihtiva
eden daha önce nâzil olmuş bir âyet varsa, insanlara o âyeti hatırlatması ve bu olayla ilgili
hükmü ihtiva ettiğini bildirmesi için âyet aynı şekliyle Allah Resûlü’ne yeniden
vahyedilir.112 Zerkeşî bu durumu izah sadedinde şöyle bir misal verir: Ezberinde âyet
olmasına rağmen bir âlimin aklına o âyetle ilgili bütün olaylar gelmeyebilir. Öyle bir zaman
olur ki bir olayla karşılaşır ve ancak o zaman âyeti hatırlar ve olayla irtibatını kurar.113

Suyûtî de (ö. 911/1505) İbn Hassar ve Zerkeşî’yi referans göstererek Kur’ân’da


mükerrer nâzil olmuş âyetlerin var olduğunu söyler ve öncekilerin verdiği örnekleri sıralar.
Mükerrer nüzûlün hikmeti ile ilgili olarak ise Zerkeşî’nin ve Sehâvî’nin görüşlerini olduğu
gibi nakleder.

Süyûtî; Fatiha sûresi ve Besmele’nin de bu kategoride değerlendirildiğini ifade eder.


Ayrıca İbn Kesîr’in ruh âyetini (el-İsrâ, 17/85) bu kategoride değerlendirdiği bilgisine yer
verir. Süyûti’ye göre, senedleri sahih olup zaman bakımından araları açık olduğundan cem‘
edilmesi mümkün olmayan rivayetlerin bulunduğu âyet ve sûreler de bu cümledendir.
Süyûtî ayrıca Kur’ânda tekrar eden ve aynı manayı ifade eden kıssalar ile emir ve
nehiylerin de bu kategoriye ilhak edildiğini söyler.114

Süyûtî mükerrer nüzûlün faydasını ise te’kîd ve tecdîd olarak kaydeder. “Tecdîdin
(âyetin tekrar nâzil olmasının) kalplere tesiri vardır (âyetlerin kalblerde oturaklaşmasına
vesile olur.)” der.115

111
Zerkeşi, el-Burhân, I, 29.
112
Zerkeşî bu yeniden vahyedilme olayını ifade ederken ‫ؤدى‬
َّ ُ‫ فَت‬kelimesini; Süyûtî, onun bu görüşünü
naklederken ‫وحى‬
َ ُ‫ فَي‬ifadesini kullanır.
113
Zerkeşi, el-Burhân, I, 31.
114
Süyûtî, et-Tahbir fî ilmi't-tefsir, 111-112.
115
Süyûtî, et-Tahbir fî ilmi't-tefsir, 112.

47
İbn Akîle de (ö. 1150/1737) mükerrer nüzûle kâil olanlardandır. Bu konuda
Zerkeşî’nin Kur’ân’dan bir âyet veya sûrenin ta’zim ve tezkîr amaçlı tekrar nâzil
olabileceğine dair görüşüne yer verir. Ancak İbn Akîle Zerkeşî’nin Hûd sûresinin 114.
âyetini, sûrenin Mekkî oluşunu delil göstererek mükerrer nüzûle dahil etme fikrine
katılmaz. Bir sûrenin Mekkî oluşunun, bütün âyetlerinin Mekkî olmasını gerektirmediğini
ve pek çok sûreden pek çok âyetin bu konuda istisna edildiğini ifade eder.

İbn Akîle bu hususu zikrettikten sonra mükerrer nüzûlle ilgili son derece önemli bir
prensip ortaya koyar: İbn Akîle, bir sûrenin Mekkî oluşunun, o sûrede yer alan ve hakkında
Medine’de nâzil olduğuna dair rivayet bulunan bir âyetin mükerrer nâzil olduğuna delil
getirilemeyeceğini söyler. Ona göre mükerrer nüzûl yoluna gidebilmek için mutlaka o
âyetle ilgili Mekke’de ve Medine’de nâzil olduğunu ifade eden ayrı ayrı rivayetlerin
bulunması gerekir. Bu şekilde haklarında ayrı ayrı rivayetler bulunan ve mükerrer nâzil
olduğu sabit olmuş olan âyet ve sûreler olarak ise Nahl sûresinin son âyetlerini, ruh âyetini,
Rûm sûresinin ilk âyetlerini ve İhlas ve Fatiha sûrelerini sayar.116

Süyûtî ve İbn Akîle’nin mükerrer nüzûl ve özellikle de birden fazla sebeb-i nüzûlün
olduğu durumlarda takip edilmesi gereken yöntemlerin sistematik olarak tesbit ve
tasnifinde büyük katkılarının olduğunu burada zikretmek gerekir.

Müteahhirûn ulema arasında da mükerrer nüzûlü benimseyen ve savunanlar vardır.


Bu âlimlerin genellikle Zerkeşî ve Suyûtî’yi referans göstererek onların görüşlerini olduğu
gibi naklettikleri görülür. Abdulazîm ez-Zürkânî (ö. 1948), Subhi es-Sâlih (ö. 1986) ve
diğer bazı âlimler bunlar arasında zikredilebilir.

Zürkânî, mükerrer nüzûle mâni bir durum olmadığını söyler ve bu konuda


Zerkeşî’nin sözünü nakleder. Mükerrer nüzûlle ilgili şüphesi olanlara mükerrer nüzûlün
hikmetini açıklayarak cevap verir. Zürkânî mükerrer nüzûlle ilgili olarak insanların aklına
şöyle bir şüphenin gelebileceğini ifade eder: “Âyet bir kere nâzil olduktan sonra Allah
Resûlü ve sahabe onu ezberlemektedir. Bu durumda ikinci bir sebep karşısında âyetin

116
İbn Akile, ez-Ziyade ve’l-ihsân, I, 328-329.

48
tekrar nâzil olması abestir. Çünkü bu ikinci durumda âyetin tekrar nâzil olmasına gerek
kalmaksızın daha önce nâzil olmuş olan âyete müracaat edilebilir.”

Zürkânî bu iddiaya karşılık şu cevabı verir: Bir âyet veya sûrenin farklı yer ve
zamanlarda tekrar inzâl edilmesinde yüce hikmetler vardır. Allah Teâlâ bu suretle insanlara
tenbihte bulunmuş ve onların nazarlarını bu âyet/sûrelerin ihtiva ettiği sayısız fayda ve
nasihatlere çevirmiştir. Söz gelimi Nahl sûresinin son âyetlerinde Allah Teâlâ insanları adil
olma, öfkeye hakim olma, kısas yaparken bile Allah’ın gördüğünün şuurunda olma, sabır
ve sebat yolunu tercih etme gibi çok yüce hakikatlere yönlendirmektedir. Ayrıca, Allah’ın
böyle kendisinden korkan ve güzel amelde bulunan kimselere inayet ve teyidiyle yardım
edeceğinden şüphe etmemeleri salıklanmaktadır.117

Subhi es-Salih de mükerrer nüzûle bir mani olmadığını söyler ve daha önceki
malumatı olduğu gibi nakleder.118

Özetle; mükerrer nüzûlü kabul edenlerin öne sürdükleri deliller ve hikmetler


maddeler hâlinde şunlardır:

a) Yedi harften dolayı birden fazla kere nâzil olmuştur.

b) İlgili âyet veya sûrenin şanını ta’zim

c) Hatırlatma (tezkîr) ve öğüt (mev’iza)

d) Unutma ihtimaline binaen Hz. Peygamber’e hatırlatma

e) Te’kid

B. Mükerrer Nüzûlü Kabul Etmeyenler ve Görüşleri

Mütekaddimîn ulema arasında ilgili âyetler hakkında mükerrer nüzûlü kabul


etmeyenler olarak Kâdı İmadüddîn el-Kindî119 (ö. 741/1340) ve İbn Hacer el-Askalânî (ö.
852/1449) zikredilebilir.

117
Zürkânî, Menahil, 101.
118
Subhi es-Salih, Mebahis, 145.
119
Tam adı Hüseyin b. Ebî Bekir b. Hüseyin el-Kindî el-İskenderî el-Mâlikî’dir. İskenderiye Kadılığı
yapmıştır. el-Kefîl bi meâni’t-tenzîl adlı eseri lugavî bir tefsir mahiyetinde olup Zemahşerî’nin Keşşaf’ına

49
Kindî’nin bu konudaki görüşlerini Suyûtî nakletmektedir. el-İtkân’da zikredildiğine
göre Kindî, el-Kefîl bi meâni’t-tenzîl adlı eserinde şu sebeplerden dolayı mükerrer nüzûlü
kabul etmediğini ifade etmektedir:

- Böyle bir şeyin olması zaten var olan bir şeyi elde etmek gibidir ki bunun bir
faydası yoktur.

- Bu düşünceden hareketle Mekke’de nâzil olan âyet veya sûrenin bir defa da
Medine’de nâzil olması gerekir. Çünkü Cebrail (a.s) her sene Kur’ân’ı Allah Resûlü’ne
arzediyordu.

- Cebrail’in (a.s), Allah Resûlü’ne getirdikleri her zaman için daha önce getirmediği
vahiylerdir.

Kindî, örneğin Fatiha sûresi ile ilgili olarak şöyle bir açıklama yapmaktadır:
Kıblenin değişmesi sırasında Cebrail (a.s) gelmiş ve Allah Resûlü’ne, Fatiha sûresinin
Mekke’de olduğu gibi Medine’de de namazın bir rüknü olduğunu haber vermiştir. Allah
Resûlü ise bunun ikinci bir nüzûl olduğunu zannetmiştir. Veyahut Fatiha sûresini Allah
Resûlü’ne daha önce Mekke’de okutmadığı bir kıraatle okutmuş fakat Allah Resûlü bunu
yeni bir inzâl zannetmiştir.120

Suyûtî, Kindî’ye cevap sadedinde; mükerrer nüzûlün faydasız olduğu görüşünün


yukarıda sayılan faydalardan dolayı merdud olduğunu söyler. Yine Mekke’de nâzil olan her
şeyin bir kere de Medine’de nâzil olması gerektiği gibi bir gerekliliğin olmadığını ifade
eder. Ayrıca Cebrail’in (a.s), Allah Resûlü’ne getirdiklerinin her zaman için daha önce
getirmediği vahiyler olduğu iddiasını reddeder.121

Kindî’nin bu görüşü imkân dahilindedir. Ancak görüşü içerisinde geçen iki


açıklama kanaatimizce makul görünmemektedir. Birincisi; Allah Resûlü, Cebrail (a.s)
kendisine yeni bir vahiy mi getiriyor yoksa bir hususu mu haber veriyor bunu ayırt edebilir.

yazılmış uzunca bir haşiyedir. Daha çok nahivle ilgili görüş ve açıklamalara yer verilmiştir. Kaire’deki
Dâru’l-kütüb’de el yazma bir eser hâlinde bulunmaktadır. Bk: Kehhâle, Ömer Rıza (1905-1987), Mu’cemü’l-
müellifin: terâcimu musannifi’l-kütübi’l-Arabiyye, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle, 1993/1414, I, 605.
120
Süyûtî, el-İtkân, I, 105.
121
Süyûtî, a.g.e, I, 105.

50
Kendisinin bu haber vermeyi yeni bir nüzûl zannetmesi düşünülemez. Olsa olsa orada
bulunan sahabe bunu yeni bir nüzûl zannetmiş olabilir. İkincisi; Allah Resûlü’nün yeni bir
âyet veya sûrenin yeni bir harfle kendisine vahyedilişini yeni bir nüzûl ile karıştırması
düşünülemez. Cebrail (a.s) Allah Resûlü’ne farklı zamanlarda birçok âyetin farklı
kıraatlerini okutmuştur ancak Allah Resûlü bunların hiçbirini yeni bir nüzûl
zannetmemiştir. Çünkü O, kendisine yeni bir harfin vahyolunmasıyla yeni bir âyetin nâzil
olmasını pekâlâ birbirinden ayırt edebilir.

İbn Hacer, birbiriyle çelişkili gibi görünen esbâb-ı nüzûl rivayetlerini


değerlendirirken aslında ortada bir mükerrer nüzûlün olmadığını ifade etmiş ve ardından,
rivayetlerdeki ihtilafı izaleye matuf izahlar getirmiştir. İbn Hacer rivayetleri cem ve telif
ederken kimi zaman aynı konudaki farklı rivayetlere yer vermiş kimi zaman da olayların
tarihleri üzerinde durmuştur. Bu izahlara, mükerrer nâzil olduğu ifade edilen âyetler
incelenirken yer verilecektir.

Âlûsî, mükerrer nüzûl fikrine karşı çıkanların, savunanlara cevap olarak iki
açıklama getirdiklerini isim vermeden nakleder. Birinci açıklamaya göre nüzûl; gayb
alemindeki bir şeyin şehadet âleminde zuhur etmesidir.122 Daha önce zuhur etmiş birşeyin
tekrar zuhur etmesi bir tekerrür sayılmaz. Zahirin tekrar zuhur etmesi, elde edilmiş bir şeyin
tekrar elde edilmesinde bir fayda olmaması gibi bâtıldır. İkinci açıklama ise birincide bir
harf üzere ikincide ise başka bir harf üzere indirilmiş olabileceğidir.123

Muâsır akademisyenlerden mükerrer nüzûlü reddedenler arasında, Muhammed İzzet


Derveze (ö. 1404/1984), Fadl Hasan Abbas (ö. 1432/2011), Mennâ‘ Halil el-Kattân ve
Türkiye’den Ahmet Nedim Serinsu, Muhsin Demirci ve Halil Aldemir zikredilebilir.

Özellikle Fadl Hasan Abbas konuya müstakil ve geniş yer vermiştir. Kendisinin
gerek esbâb-ı nüzûl gerekse mükerrer nüzûl konusunda önemli tesbitleri bulunmaktadır.
Söz konusu âyet ve sûreler hakkındaki sebeb-i nüzûl rivayetleriyle ilgili sorgulayıcı ve

122
Elmalılı da “Kur'ânın gayıpten şuhude zuhuruna nüzûl itlâk olunur” demiştir. Bk: Elmalılı, Hak Dini
Kur’ân Dili, 7.
123
Âlûsî, Ebü’s-Senâ Şehâbeddîn Mahmûd b. Abdullâh b. Mahmûd (ö.1270/1854), Rûhü’l-meânî fî tefsîri’l-
Kur’âni’l-azim ve’s-seb’i’l-mesânî, Beyrut: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, ts., I, 34.

51
delile dayanan yorum ve açıklamaları mükerrer nüzûl konusunun daha iyi anlaşılmasına
katkı sağlayacak türdendir. Ahmet Nedim Serinsu da esbâb-ı nüzul konusunda yeni ve
geniş bir perspektif sunmaktadır.

Fadl Abbas, ilk asırlarda “teaddüd-i nüzûl” diye bir tabirin olmadığını, bunu sonraki
ulemanın ortaya attığını düşünmektedir. Bu düşüncesine misal olarak müfessirlerin pîri
Taberî’nin tefsirinde teaddüd-i nüzûle dair en ufak bir ibarenin geçmediğini söylemektedir.
Ancak hatırlanacak olursa h. 282’de vefat etmiş olan Hüseyin b. Fadl’ın, Fatiha sûresinin
iki kere nâzil olduğunu söylediği nakledilmektedir. Fadl Abbas ya bu rivayeti görmemiştir
ya da Hüseyin b. Fadl’ın bu sözünü farklı yorumlamıştır.

Fadl Abbas ayrıca, bu konuya eserlerinde değinenler arasında mükerrer nâzil


olduğu söylenen âyetler ve onlarla ilgili rivayetleri değerlendirme konusunda bir ittifakın
da olmadığını ifade etmektedir. Söz gelimi ruh âyeti (İsrâ 17/85) ile ilgili olarak Zerkeşî (ö.
794/1392), Mekke’de ve Medine’de nâzil olduğuna dair iki farklı sahih rivayeti delil
göstererek ruh âyetinin mükerrer nâzil olduğunu söylerken, Süyûtî (ö. 911/1505),
Medine’de nâzil olduğunu bildiren rivayeti bazı gerekçelerle diğerine tercih etmiştir.124

Fadl Abbas mükerrer nüzûlün gerçekleştiğini savunanların delillerine de yer vermiş


ve her bir delile karşı görüşlerini beyan etmiştir. Yukarıda da geçtiği üzere Zerkeşî,
mükerrer nüzûlün sebebini “âyet ve sûrenin şanını tazim” ve “unutulma endişesine binaen
hatırlatma” olarak kaydeder. Süyûtî de bu konuda ilave bir sebep olarak Sehavî’ye (ö.
643/1245) ait farklı kıraatler görüşünü nakleder.

Fadl Abbas bu delillere cevap olarak şunları kaydeder:

- Kur’ân-ı Kerîm’in bütün sûre ve âyetleri muazzamdır. Bu nedenle Kur’ân’dan bazı


âyet veya sûrelerin şanını tâzim için mükerrer nüzûle ihtiyaç yoktur. Zaten eğer böyle bir
şey olmuş olsaydı bilebildiğimiz kadarıyla en azîm (kadri yüce) âyet olan “âyetü’l-
kürsî”nin ve Allah’ın esmâ ve sıfatlarını anlatan âyetlerin de mükerrer nâzil olması
gerekirdi.

124
Fadl Hasan Abbas, a.g.e, I, 301.

52
- Bir diğer sebep olarak zikredilen unutulma endişesi de tutarlı bir sebep değildir;
zira Allah (c.c.) Mekkî bir sûre olan Hicr sûresinde ‫الذ ْكَر َوإِنَّا لَهُ َِلَافِظُو َن‬
ِّ ‫“ إِنَّا ََْنن نََّزلْنَا‬Hiç şüphe
ُ
yok ki o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz.”125 buyurmaktadır. Yine

ْ ‫نسى إَِّْل َما َشاء اللَّهُ إِنَّهُ يَ ْعلَم‬


A’lâ sûresinde ‫اْلَ ْهَر َوَما ََيْ َفى‬ ِ
َ َ‫“ َسنُ ْقرُؤ َك فَ َال ت‬Bundan böyle sana Kur’ân
okutacağız da sen unutmayacaksın. Ancak Allah’ın dilediği müstesna. Çünkü O, size göre
açık ve net olanı da, gizli olanı da pek iyi bilir.”126 buyrulmaktadır. Dolayısıyla Kur’ân’ın
unutulmayacağı âyetlerde bildirilmektedir.

- Âyetin birden çok harf üzere nâzil olduğu gerekçesine gelince mükerrer nâzil
olduğu söylenen âyetlerin çoğunda farklı kıraat bulunmamaktadır. Kur’ân âyetlerinin çoğu
ile ilgili faklı kıraatler mevcutken neden sadece söz konusu birkaç âyet hakkında mükerrer
nüzûlden bahsedilmektedir?127

Fadl Abbas, mükerrer nüzûlün gerçekleşmediğine dair aklî görüşlerini ifade ettikten
sonra söz konusu âyet ve sûreler hakkındaki farklı rivayetlerle ilgili değerlendirmelerde ve
açıklamalarda bulunmuştur. Onun bu açıklamalarına her bir âyet ve sûrenin müstakillen ele
alınacağı ikinci bölümde yer verilecektir.

Menna Halil Kattan da mükerrer nüzûlle ilgili görüş ve örneklere yer verir fakat
kendisinin bu görüşe katılmadığını ve bunun bir hikmetinin olmadığını söyler. Ona göre
cem edilmesi mümkün olmayan rivayetlerden biri diğerine mutlaka tercih edilmelidir.
Tercihe en yakın olan rivayetin diğerlerine tercih edilmesi mükerrer nüzûl görüşünden daha
evladır.128 Ahmet Nedim Serinsu da tercihte bulunmadan yanadır.129

Türkiye’de mükerrer nüzûl meselesini bir makale ölçüsünde müstakil olarak ele alıp
inceleyen Muhsin Demirci mükerrer nüzûl fikrini isabetli bulmadığını ifade eder. Ona göre
Zerkeşî gibi âlimler, rivayetleri koruma refleksiyle bir çıkış yolu olarak birbiriyle çelişen

125
Hicr, 15/9.
126
A’lâ, 87/6-7; Fadl Hasan Abbas bu âyette zikredilen meşietin, ‘unutmanın olmayacağını te’kid’ manasına
olduğunu nakletmektedir.
127
Fadl Hasan, İtkânü’l-bürhân, I, 304.
128
Mennau’l-Kattan, Mebahis, 91.
129
Serinsu, Kur’ân ve Bağlam, 158

53
rivayetleri mükerrer nüzûle hamletmişlerdir.130 Zaman bakımından araları uzak olduğundan
telif edilemeyen rivayetleri mükerrer nüzûle hamleden Zürkânî bunu gerekçelendirirken ‫ْلنه‬

‫( اعمال لكل رواية‬Böylelikle her bir rivayet kullanılmış olur) demektedir. Onun herbir rivaytei

kullanmak yönündeki bu yaklaşımı Demirci’nin tesbitini doğrular niteliktedir.131

Demirci her bir Kur’ân âyetinin yazı ve ezber yoluyla tesbit edildiğini dolayısıyla
yeni bir nüzûle ihtiyaç olmadığını, şayet bazı âyetlerin tesbit edilmemesi sebebiyle
mükerrer nüzûlün gerçekleştiği iddia edilecek olursa bu iddianın Allah Resûlü’nün
vazifesini hakkıyla yerine getirmediği ve sahabenin Kur’ân’ı muhafaza konusunda titiz
davranmadığı gibi tehlikeli bir sonuç ortaya çıkaracağını ifade etmektedir.

Demirci, öne sürülen âyetlerin şanını tazim hikmetiyle ilgili olarak da Kur’ân’daki
âyetlerle ilgili yücelik tasnifinde bulunmanın doğru olmayacağı kanaatindedir. Ayrıca “Bu
hikmet neden sadece haklarında çelişkili rivayetler bulunan birkaç âyet ve sûre hakkında
söz konusudur?” diye de sormaktadır.

Demirci bâzı âyet veya sûrelerin Allah Resûlü tarafından bile unutulabileceği
varsayımı üzerinde de durur. Ona göre bu varsayım yeni bir olay karşısında zaman zaman
Cebrail’in gelip Allah Resûlü’ne hatırlatmada bulunmasını gerektirir ki bunu kabul etmek
mümkün değildir. Faraza bu varsayım kabul edilse bile Cebrail’in hatırlatıcı olarak
gelmesinin yeni bir nüzûl sayılmayacağını nakleder.132 Mükerrer nüzûl meselesinin yedi
harf ile ilişkilendirilmesiyle ilgili olarak ise, böyle bir kabulün farklı vecih ve kıraatler
sayısınca mükerrer nüzûlü kabul etmeyi gerektireceği sebebiyle bunu kabul etmenin
imkansız olduğunu ifade eder. Böylelikle âyetin şanını ta’zim ve yedi harf gerekçeleriyle
ilgili olarak Fadl Abbas ile aynı kanaati taşıdığı anlaşılmaktadır.

130
Muhsin Demirci, “Nass-Olgu İlişkisi Açısından Mükerrer Nüzûl”, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 2001, sayı: 20, s. 17.
131
Zürkânî, Menâhil, I, 111; Serinsu, Kur’ân ve Bağlam, 100.
132
Muhsin Demirci bu son görüşle ilgili olarak Nasr Hamid Ebu Zeyd’in, İlahî Hitabın Tabiatı adlı eserini
referans vermiştir. Bk: Nasr Hamid Ebu Zeyd, İlahî Hitabın Tabiatı, s. 11.

54
Demirci son olarak çağdaş araştırmacıların daha yetkin yöntemler kullanması
gerektiği, bunun ise ‘metnin olşumunu sağlayan metin içi ve metin dışı unsurların ve
göstergelerin bütününe dayanmakla gerçekleştirilebileceği’ tesbitinde bulunur.133

Halil Aldemir ise, “Esbâb-ı Nüzûl Rivayetleri Arasında Görülen Çelişkiler ve


Geliştirilen Çözüm Yollarının Tahlili” başlıklı makalesinde sebeb-i nüzûl rivayetlerini
değerlendirme yöntemleri ve bu yöntemleri uygulamada karşılaşılan çelişki ve açmazlar
üzerinde durmuştur. Ona göre; bu yöntemler problemleri çözmek bir yana kendisi başlı
başına bir problem hâline gelmiştir. Söz konusu yöntemler arasında en problemli olanı ise
mükerrer nüzûl yöntemidir. Mükerrer nüzûl iddiası sıhhati sabit olmayan rivayetlere ve
sadece bir iddiadan ibaret olan ittifaka dayanmaktadır. Tesbit edilen yöntemler sırasıyla
işletildiği takdirde mükerrer nüzûle zaten gerek kalmayacaktır. Fakat bu yöntemlerin herkes
tarafından aynı sıraya göre işletilmediği ve hatta yöntemleri zikretmekle beraber
uygulamayanların olduğu görülmektedir.134

133
Demirci, “Nass-Olgu İlişkisi Açısından Mükerrer Nüzûl”, 19-21.
134
Aldemir, a.g.m., 141-156.

55
III. MÜKERRER NÂZİL OLDUĞU İDDİA EDİLEN ÂYET VE
SÛRELER

Mükerrer nâzil olduğu ifade edilen âyetler Tevbe 9/113, Hûd 11/114, Nahl 16/126-
128, İsrâ 17/85 ve Rûm 30/1-7 âyetleridir. Sûreler ise Fatiha, Kevser ve İhlâs sûreleridir.

A. Mükerrer Nâzil Olduğu İddia Edilen Âyetler ve Çelişkili Nüzûl Sebeplerinin


Değerlendirilmesi

İbn Hassar mükerrer nüzûle Nahl 16/126-128 ve Rûm 30/1-7 âyetlerini örnek
vermektedir. İbn Kesîr, İsrâ 17/85 âyetiyle ilgili olarak böyle bir durumdan bahseder.
Zerkeşî, bu bağlamda Hûd 11/114, Rûm 30/1-7 ve Tevbe 9/113 âyetlerine yer verir. Süyûtî
ise daha önce verilmiş olan bu örnekleri nakleder.

1. Tevbe 9/113

‫اْلَ ِحي ِم‬ ِ ِ ِ ِ ِ ِ َّ ِ‫ما َكا َن لِلن‬


ْ ‫اب‬ُ ‫َص َح‬
ْ ‫ي َهلُ ْم أَن َُّه ْم أ‬
َ َّ َ‫ُوِل قُ ْرََب م ْن بَ ْعد َما تَب‬ َ ‫ين َآمنُوا أَ ْن يَ ْستَ ْغفُروا ل ْل ُم ْش ِرك‬
ِ ‫ي َولَ ْو َكانُوا أ‬ َ ‫َّيب َوالذ‬
ِّ َ

“Kâfir olarak ölüp cehennemlik oldukları kendilerine belli olduktan sonra,akraba


bile olsalar, müşriklerin affedilmelerini istemek, ne Peygamberin, ne de müminlerin
yapacağı bir iş değildir.”

Zerkeşî ve Süyûtî Tevbe 9/113 âyetini mükerrer nâzil olmuş âyetler arasında
zikreder.

Zerkeşî âyetin mükerrer nâzil olduğunu delillendirirken önce Buhari ve Müslim’de


yer alan ve âyetin Ebû Talib hakkında nâzil olduğunu bildiren rivayete yer verir. Daha
sonra bu âyetin, Kur’ân’ın inişinin son döneminde nâzil olduğuna dair ittifakın
bulunduğunu söyler. Ebû Talib ise Mekke döneminde vefat etmiştir. Bu durumda âyetin iki
defa nâzil olduğunu ve nihai olarak Tevbe sûresine yerleştirildiğini ifade eder.135

Zerkeşî’nin yanısıra mükerrer nüzûlü savunan Süyûtî, İbn Akîle, Zürkânî ve Mennâ
Halil Kattan gibi âlimler de âyet hakkındaki farklı sebeb-i nüzûl rivayetlerini zikretmek
suretiyle bu âyetin birden fazla kere nâzil olduğunu ifade ederler. Bir farkla ki Zerkeşî, Ebû

135
Zerkeşî, el-Burhân, I, 31.

56
Talib rivayetiyle beraber diğer rivayetleri zikretmemiş; mükerrer nüzûl düşüncesini, Ebû
Talib rivayetine ve âyetin son dönemde nâzil olduğu bilgisine dayandırmıştır. Şimdi,
âlimleri bu âyetin birden fazla kere nâzil olduğunu söylemeye sevkeden sebepler üzerinde
duralım.

a. Âyetle İlgili Sebeb-i Nüzûl Rivayetleri

Âyetle ilgili üç farklı sebeb-i nüzûl rivayeti bulunmaktadır:

Birinci rivayet: Buhari ve Müslim’in ortaklaşa rivayet ettikleri bir hadiste Said b.
Müseyyeb, babasından şöyle rivayet etmektedir:

“Ebû Tâlip ölüm döşeğinde iken Rasulullah (s.a.s.) onun yanına geldi. Bu sırada
Ebû Cehil ile Abdullah b. Ebi Ümeyye de orada bulunuyordu. Rasulullah (s.a.s.) Ebû
Tâlip’e: “Amcacığım! La ilahe illallah de ki, ben bu söz sayesinde Allah katında senin
lehine şahitlik yapayım.” buyurdu. Bunun üzerine Ebû Cehil ve Abdullah b. Ebî Ümeyye:
“Ey Ebû Talib! Abdulmuttalib’in dininden yüz mü çeviriyorsun?” dediler. Rasulullah
(s.a.s.) kelime-i tevhidi ona arz etmeye, onlarda o sözlerini tekrarlamaya devam ettiler,
nihayetinde Ebû Tâlib’in söylediği son söz: “Abdulmuttalib’in dini üzere” oldu ve La ilahe
illallah demeyi reddetti. Rasulullah da (s.a.s.): “Vallahi nehyolunmadığım sürece sana
istiğfarda bulunacağım.” dedi. Bunun üzerine “Kâfir olarak ölüp cehennemlik oldukları
kendilerine belli olduktan sonra, akraba bile olsalar, müşriklerin affedilmelerini istemek,
ne Peygamberin, ne de müminlerin yapacağı bir iş değildir.” âyeti nâzil oldu.136

Bu hadis hem Buhari hem de Müslim tarafından tahric edilmiştir. Albanî Nesâî’nin
Sünen’ine; Şuayb Arnaut da İbn Hibban’ın Sahih’ine yazdıkları zeyillerde hadisin sahih
olduğunu ifade etmektedir.

İkinci rivayet: Tirmizi’nin tahric ettiği bir hadiste Hz. Ali’den rivayet edildiğine
göre o şöyle demiştir: “Ben bir adamın müşrik ebeveyni için istiğfar ettiğini işittim. Ona
dedim ki ‘Müşrik anne-babanın bağışlanması için mi dua ediyorsun?’ Bunun üzerine o:
‘Hz. İbrahim, müşrik olduğu halde babasının bağışlanmasını talep etmedi mi?’ dedi.

136
Buhârî, Cenaiz, 79; Menakıbü’l-ensâr, 40; Tefsir, 16; Müslim, İman, 11; Nesai, Cenaiz 102; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, V, 433; İbn Hibban, Sahih, III, 262

57
Durumu Hz. Peygamber’e ilettim, bunun üzerine “Kâfir olarak ölüp cehennemlik oldukları
kendilerine belli olduktan sonra,akraba bile olsalar, müşriklerin affedilmelerini istemek, ne
Peygamberin, ne de müminlerin yapacağı bir iş değildir.” âyeti nâzil oldu.137

Tirmizi ve Albânî bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir.

Üçüncü rivayet: Hâkim’in tahric ettiği bir hadiste İbn Mesûd şöyle rivayet
etmektedir: “Allah Resûlü bir gün dışarı çıktı kabirlere bakıyordu. Biz de onunla beraber
çıktık. Bize oturmamızı emretti biz de kendisiyle beraber oturduk. Sonra Resulullah kalkıp
yürüdü, bir kabrin başında durdu ve uzun uzun münacaatta bulundu. Ardından da hıçkıra
hıçkıra ağlamaya başladı. Bundan dolayı biz de ağladık. Ağladığımızı görünce bizden
tarafa döndü, tam o esnada Hz. Ömer, Peygamber'in karşısına dikilip ona ‘Ey Allah'ın
Resûlü seni ağlatan nedir ki, o bizi de ağlattı ve acıya boğdu' dedi. Bunun üzerine
Resulullah yerinden kalkıp bizim yanımıza geldi ve ‘Benim ağlamam mı sizi
hüzünlendirdi?’ diye sordu. Hz. Ömer “evet” deyince Allah Resulü (s.a.s) buyurdu ki
‘Gördüğünüz bu kabir annem Âmine binti Vehb'in kabridir. Ben onun kabrini ziyaret etmek
için rabbimden izin istedim. O, bana bunun için izin verdi. Bağışlanması için izin istedim
fakat onun için izin vermedi.’ ve bana, “Kâfir olarak ölüp cehennemlik oldukları
kendilerine belli olduktan sonra,akraba bile olsalar, müşriklerin affedilmelerini istemek, ne
Peygamberin, ne de müminlerin yapacağı bir iş değildir.” âyeti nâzil oldu.138

Hâkim, bu rivayetin Buhari ve Müslim’in şartlarına göre sahih olduğunu ancak


onların bu siyakla tahric etmediklerini; yalnız Müslim’in muhtasar olarak tahric ettiğini
belirtir. Müslim’in Ebû Hüreyre’den tahric ettiği bu muhtasar rivayet şöyledir:

Ebû Hüreyre anlatıyor: “Allah Resûlü annesinin kabrini ziyaret etti. Orada ağladı,
çevresindekiler de ağladı. Sonra şöyle buyurdu: ‘Onun için istiğfar talebinde bulundum
ancak bana izin verilmedi. Kabrini ziyaret için izin istedim buna izin verildi. Kabirleri
ziyaret edin zira kabirler ölümü hatırlatır.”139

137
Tirmizî, Tefsir, 10.
138
Hakim, Müstedrek, II/336.
139
Müslim, Cenaiz, 36.

58
Zehebî, Hâkim’in tahric ettiği hadisle ilgili olarak “İbn Maîn rivayetin senedinde
bulunan Eyyüb b. Hâni’nin zayıf olduğunu söylemiştir.” bilgisini nakleder.

Hâkim’in rivayetini senedinin baş tarafında yer alan bazı isim farklılıklarıyla
birlikte İbn Hibban da tahric etmiştir fakat Şuayb Arnaut bu isnadın zayıf olduğunu
söylemiştir. Ancak her iki isnad da Abdullah b. Vehb’de birleşip İbn Cüreyc, Eyyub b.
Hâni ve Mesruk kanalıyla Abdullah b. Mesûd’a ulaşmaktadır. Şu halde İbn Hibban
senedindeki farklılığın hadisin sıhhatini zayıflatmadığı söylenebilir.

Taberânî’nin (ö. 360/971) Mu’cemü’l-Kebîr’inde farklı bir siyak ve bazı ilavelerle


birlikte benzer bir hadis bulunmaktadır ancak bu rivayet zayıf kabul edilmektedir. Söz
konusu rivayette Tebük seferi sonrası umreye giderken Allah Resûlü’nün Usfan’da
konakladığı ve annesinin kabrini ziyaret ettiği, Rabbinden kıyamet günü annesine şefaat
etmesi için izin istediği ancak buna izin verilmediği, Cebrail’in kendisine gelip
“İbrâhim’in, babası için af dilemesi ise, sırf ona yaptığı vaadi yerine getirmek için olmuştu.
Fakat onun Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca, onunla ilgisini kesti.”140 diyerek
O’nun da annesinden teberri etmesini istediği bunun üzerine Allah Resûlü’nün şiddetli bir
şekilde ağladığı anlatılmaktadır.141

Zehebî bu rivayetin zayıf olduğunu söylemiştir. Heysemî, senedinde yer alan


isimlerden İkrime dışındakileri tanımadığını ve o isimleri hiç duymadığını; İbn Kesir de
hadisin garib, siyakının tuhaf olduğunu söylemiştir.142 Bu değerlendirilmelerden hadisin
zayıf olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu rivayette Allah Resûlü’nün, annesi için şefaat
talebinde bulunması, diğer rivayette ise şefaate yakın bir talep olarak istiğfar talebinde
bulunması; burada Cebrail’in gelip Tevbe 114’ü okuması diğerinde ise hemen öncesindeki
113. âyetin nâzil olduğunun söylenmesi gerçekten enteresan bir durumdur. Muhtemelen
hadis zayıf bile olsa ziyaret hâdisesi doğrudur.

140
Tevbe, 9/114.
141
Taberânî, Mu’cemü’l-kebîr, XI, 374.
142
İbn Akîle, a.g.e., I, 227.

59
Tahavî (ö. 321/933), Tevbe 9/113 âyetinin yukarıda zikredilen olaylar yaşandıktan
sonra hepsine bir cevap mahiyetinde nâzil olmuş olabileceğini ifade eder.143 Tahavî ayrıca
Tevbe sûresi 113 ve 114. âyetlere göre iman etmeleri ihtimali bulunduğu sürece kâfir ve
müşriklere istiğfar etmenin mübah, iman etmelerinden artık ümit kesildiğinde ise haram
olduğunu söylemektedir. Ümit kesmenin ise ancak ölüm hâlinde olabileceğini belirtir.144

İbn Akîle (ö. 1150/1737), Ebû Talib’in vefatından sonra istiğfardan menedilmişken
Allah Resûlü’nün, annesinin kabrini ziyareti sırasında Allah’tan istiğfar izni istemesinin
mümkün olmadığını söylemektedir. Bu sebeple annesi için istiğfar talebinde bulunmuş
olmasını uzak görmektedir. Dolayısıyla da annesinin kabrini ziyareti sırasında bir mükerrer
nüzûlün gerçekleşmediğini ifade etmektedir. İbn Akile Tevbe 9/113 âyetinin sadece Hz.
Ali’nin anlattığı olayda mükerrer nâzil olduğu görüşündedir.145 Zaten mükerrer nüzûl
bahsinde Tevbe 9/113 örneğini verirken sadece Ebû Talib’in vefat hâdisesini ve Hz. Ali’nin
anlattığı olayı zikretmiş, diğer âlimlerin aksine kabir ziyareti rivayetine değinmemiştir.146

İbn Hacer (ö. 852/1449), Tevbe 9/113 âyetiyle ilgili olarak Ebû Talib hâdisesi ve
kabir ziyareti rivayetleri arasında, aradaki uzun zaman farkından dolayı bir işkalin söz
konusu olduğunu söyler. Sonrasında “Aslolan mükerrer nüzûlün olmadığıdır.” diyerek
kendi görüş ve delilleriyle meseleyi izah eder. İbn Hacer’e göre burada teaddüd-i esbâb ve
nüzûlün tehiri söz konusudur.147 Âyetin nüzûlü tehir edilmiş olup nüzûle tekaddüm eden
sebepler vardır. İbn Hacer’in bu düşüncesiyle ilgili öne sürdüğü deliller şunlardır:

a) Âyetin, Allah Resûlü’nün annesinin kabrini ziyareti esnasında nâzil olduğuna


dair birbirini destekleyen pek çok rivayet bulunmaktadır.

- Hâkim ve İbn Ebî Hâtim’in tahric ettikleri bir rivayette İbn Mes’ud şöyle rivayet
etmektedir: “Allah Resûlü bir gün kabirleri ziyarete çıkmıştı. Biz de onu takip ettik. Ziyaret

143
Tahâvî, Ebû Ca‘fer Ahmed b. Muhammed Mısrî (ö. 321/933), Şerhu Müşkili’l-âsar (nşr., Şuayb Arnaut),
Beyrut: Müessesetü’r-risale, 1408/1987, VI, 286 .
144
Tahavî, Müşkilü’l-âsâr, VI, 281.
145
İbn Akîle, ez-Ziyâde ve’l-ihsân, I, 226-227.
146
İbn Akîle, a.g.e, I, 305.
147
Nüzûlün tehiri (teahhuru’n-nüzûl) bir âyet veya sûrenin, muhtevasına giren ilk sebepten sonra değil de
farklı zamanlardaki birden fazla sebepten sonra nâzil olmasıdır.

60
esnasında bir kabrin başında oturdu ve uzun uzun münacatta bulunup ağladı. Onun
ağlamasına biz de ağladık. Bize şöyle dedi: ‘Bu kabir annemin kabri. Ona dua etmek için
Rabbimden izin istedim ama bana izin vermedi ve bana ‘Kâfir olarak ölüp cehennemlik
oldukları kendilerine belli olduktan sonra,akraba bile olsalar, müşriklerin affedilmelerini
istemek, ne Peygamberin, ne de müminlerin yapacağı bir iş değildir.’ âyeti nâzil oldu.

- Yukarıdaki hadisi başka bir senedle Ahmed b. Hanbel de tahric etmiştir. Ancak bu
rivayette “… Allah Resûlü ile birlikte biz 1000’e yakın süvari olarak ilerlerken bizi bir
yerde durdurdu….” şeklinde ilavebir bilgi yer almaktadır.148

- Taberî’nin bir rivayetinde “…Allah Resûlü Mekke’ye geldiğinde sadece izi kalmış
bir kabrin başına geldi…” şeklinde anlatılmaktadır. Fudayl b. Merzuk’un Atiyye’den
naklettiğine göre ise “…Allah Resûlü Mekke’ye geldiğinde annesinin kabri başında durdu
ve güneş kızıncaya kadar Allah’tan istiğfar için izin vermesi talebinde bulundu. Bunun
üzerine (söz konusu) âyet nâzil oldu.”

- Taberanî ‘nin tahric ettiği ve İbn Abbas’ın rivayet ettiği bir hadiste ise kabir
ziyaretinin zamanı ve yeri ile ilgili olarak “Allah Resûlü Usfan tepesinden inerken…”
bilgisi yer almaktadır. Bu rivayette de âyetin nâzil olduğu zikredilmektedir.

b) Allah Resûlü, Uhud savaşında yüzü yarıldığında “Allahım kavmimi bağışla,


onlar bilmiyorlar.” diye dua etmişti.149

c) Tevbe sûresi 9/80. âyette Allah Resûlü’nün münafıklar için istiğfar ettiği
belirtilmektedir.150 Tevbe 9/113 âyetiyle onlara istiğfardan nehyedilmiştir. Bu da âyetin
nüzûlünün tehir edildiğini teyit etmektedir.

d) Ebû Talib hakkındaki rivayetlerde Tevbe 9/113 âyetinin nâzil olduğu ifade
edildikten hemen sonra “… ve Ebû Talib hakkında Allah Resûlü’ne ‘Sen dilediğin kimseyi

148
Bu rivayette bir âyet nâzil olduğu zikredilmemiştir. Ahmed b. Hanbel’in rivayeti için Bk: Müsned, V/355
149
İbn Hacer bu delili zikrederken burada istiğfarın yalnızca hayattakiler hakında olabileceği ihtimalinin
kaydını düşer.
150
Tevbe, 9/80: “Onlar için sen ister Allah’tan af dile, ister dileme. Yetmiş kere bile istiğfar etsen, Allah
onları asla affetmeyecektir. Evet, böyle! Çünkü onlar Allah’ı ve Resulünü tanımayıp karşı geldiler. Allah da
böylesi fâsıklar güruhunu hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz.”

61
doğru yola eriştiremezsin, lâkin ancak Allah dilediğini doğruya ulaştırır. O, hidâyete
gelecek olanları pek iyi bilir.’151 âyeti nâzil oldu.”152 denilmektedir. Burada Kasas
sûresindeki bu âyetin hususî olarak Ebû Talib hakkında, Tevbe, 9/113 âyetinin ise hem Ebû
Talib hem de başkaları hakkında nâzil olduğuna işaret vardır. Bu da âyetin hemen o esnada
değil de daha sonraki bir zamanda ve daha başka sebeplerden sonraki bir zamanda nâzil
olmuş olabileceğini destekler.

e) Âyetle ilgili sebeplerin teaddüt ettiğinin bir delili de âyetin, Hz. Ali’nin anlattığı
olay üzerine nâzil olduğuna dair rivayettir. Yine Taberî’nin Mücahid’den rivayet ettiğine
göre âyet, müminlerin, ‘Hz. İbrahim’in, babası için istiğfarda bulunması gibi biz de
babalarımız için istiğfarda bulunmayalım mı?’ demesi üzerine nâzil olmuştur.

İbn Hacer zikrettiği bu delillerle esbâbın teaddüd ettiği ve âyetin Ebû Tâlib’in
vefatından hemen sonra nâzil olmayıp tehir edildiği görüşündedir. Ona göre ya sebeb-i
nüzûl tekaddüm etmiş âyet ise teaahur etmiştir, yahut da âyetin biri mukaddem diğeri
muahhar iki sebebi vardır. Mukaddem sebep Ebû Talib hâdisesi, muahhar sebep ise Allah
Resûlü’nün annesinin kabrini ziyaretinde istiğfar talebinde bulunmasıdır. Kısaca İbn Hacer,
birbirini destekleyen bu farklı rivayetlerden, âyetin nüzûlünün tehir edildiği ve nüzûlün
tekrar etmediği sonucuna varmıştır.153

Fadl Abbas Tevbe 9/113 âyetiyle ilgili olarak yukarıda da geçtiği üzere, Allah
Resûlü’nün, annesinin kabrini ziyareti ile ilgili rivayetinin sahih olmadığını söyler. Ayrıca
Süyûtî’nin ruh âyetiyle ilgili rivayetlerden Buhari hadisini tercih ederken Tevbe 9/113
âyetiyle ilgili üç rivayeti aynı seviyede değerlendirmesini uygun bir üslupla eleştirir. 154

Fadl Abbas, İbn Hacer’in Buhari rivayetinden, Tevbe 9/113 âyetinin Ebû Talib ve
başkaları hakkında, Kasas 28/56 âyetinin ise hususi olarak Ebû Talib hakkında nâzil
olduğunun anlaşıldığı yorumuna yer verir ve bu görüşü destekler.155

151
Kasas, 28/56.
152
Buhârî, Cenaiz, 79; Menakıbü’l-ensâr, 40; Tefsir, 16; Müslim, İman, 11.
153
İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VIII, 508.
154
Fadl Abbas, İtkânu’l-burhân, I, 301.
155
Fadl Abbas, a.g.e., I, 306.

62
Fadl Abbas, Tevbe 9/113 âyetinin bir defa Ebû Talib’in vefatından sonra bir defa da
Tebük seferinden sonra müslümanların müşrikler için istiğfar etmesi üzerine olmak üzere
iki defa nâzil olduğu fikrinin beraberinde pek çok problem getirdiğini ifade eder ve bu
problemlerden ikisini şu şekilde beyan eder:

- Âyet Ebû Talib’in vefatı üzerine nâzil olduysa içine konulabileceği bir sûre
olmaksızın tek başına kalmıştır ki Kur’ân’da bunun bir başka örneği yoktur.156

- Allah Resûlü’nün (s.a.s), Ebû Talib’in vefatından sonra da istiğfarda buluduğu


sabittir. Nitekim, Abdullah İbn Übey’in cenaze namazını kıldırmıştır.157 Bunun üzerine
Allah Teâlâ kendisine “Onlar için sen ister Allah’tan af dile, ister dileme. Yetmiş kere bile
istiğfar etsen, Allah onları asla affetmeyecektir...”158 âyetini inzal etmiştir. Tevbe 9/113
âyeti Mekke’de nâzil olsaydı Allah Resûlü bu nehiyden sonra müşrikler için istiğfar eder
miydi?

Aynı şekilde Mekke’de nâzil olmuş bir âyetle açık bir şekilde men edilmişken
müminlerin akrabaları için istiğfar etmeleri nasıl mümkün olabilir?

Fadl Abbas bu problemleri sıraladıktan sonra âyetin sadece bir defa nâzil olduğunu
söyler. Ona göre âyetin Allah Resûlü’nün bütün bu süre zarfında Ebû Talib için istiğfar
etmeye devam etmesi üzerine nâzil olması da Tebük savaşı sonrasında müslümanların
müşrikler için istiğfar etmeleri üzerine nâzil olması da mümkündür. Fadl Abbas özetle,
Tevbe 9/113 âyetinin mükerrer nâzil olmasının, âyetlerin Kur’ân’a yerleştirilmesi, Allah
Resûlü’nün ismeti ve sahabenin Allah’a taati ile çeliştiğini ifade eder.159

Tevbe 9/113 âyetinin nüzûl sebebiyle ilgili son olarak Muhsin Demirci’nin
görüşlerine yer vermek istiyoruz. Demirci, Ebû Talib’in Allah Resûlü’nü himayesine ve

156
Yukarıda geçtiği üzere Zerkeşî, âyetin, Ebû Talib’in vefatından sonra nâzil olduğunu ve en son Tevbe
sûresine yerleştirildiğini söylemiştir. Ancak âyetin Tevbe suresine yerleştirilmeden önceki durumu hakkında
bilgi vermemiştir.
157
Allah Resûlü’nün Abdullah İbn Übeyy’in cenaze namazını kıldırıp kıldırmadığı hususunda farklı görüşler
vardır. Bunlardan birinde Allah Resûlü’nün namaz kıldırmaya yeltendiği ancak bundan nehyedilmesi üzerine
kıldırmadığı belirtilmektedir. Fakat namazı kıldırmamış olsa bile Allah Resûlü’nün buna yeltenmesi dahi daha
önce böyle bir nehyin olmadığına delalet etmesi bakımından kâfidir.
158
Tevbe, 9/80.
159
Fadl Abbas, a.g.e., I, 307.

63
aralarındaki özel yakınlığa dikkatleri çeker. Allah Resûlü’nün Ebû Talib hakkındaki ısrarlı
tavrını bu himaye ve yakınlığın tabii bir sonucu olarak görmek gerektiğine işaret eder.
Netice itibariyle içerik, şartlara uygunluk ve mantık açısından Tevbe 9/113 âyetinin nüzûl
sebebinin Ebû Talib hakkındaki rivayet olduğunu ifade eder ve âyetin, Allah Resûlü’nün
amcası için istiğfarda bulunmaya başladığı bir süreçte nâzil olduğunu söyler.

Demirci’ye göre, Hz. Ali’nin anlattığı olayla ilgili rivayet, olayda geçen şahsın kim
olduğunun bilinmemesi sebebiyle dikkate alınmaya değer nitelikte değildir.160 Söz konusu
olayda bahsi geçen şahsın bir Müslüman olduğu anlaşılmaktadır. Bu şahsın kim olduğunun
bilinmemesinin rivayetin değerini düşürmeyeceği kanaatindeyiz. Nitekim bazı
Müslümanların, Hz. İbrahim’in babası için istiğfar ettiğini bildiren âyete dayanarak müşrik
anne babaları için istiğfara başladıklarını ifade eden başka rivayetler de bulunmaktadır ve
bu rivayetler Hz. Ali rivayetini desteklemektedir.

Demirci, Allah Resûlü’nün, annesinin kabrini ziyareti ile ilgili rivayetin nass-olgu
bağlamında âyetin nüzûl sebebi olamayacağını ifade eder ve sonrasında önemli bir noktaya
temas eder. Zira söz konusu rivayeti kabul etmek bir bakıma bi’setten önce vefat etmiş olan
Allah Resûlü’nün annesinin müşrik olduğunu iddia etmek anlamına gelmektedir. Bu ise
“fetret ehli”nin ahiretteki durumu hakkında pek çok soru işaretine sebep olmaktadır.
Demirci ayrıca âyetin, annesinin kabrini ziyareti esnasındaki istiğfar talebi üzerine nâzil
olmasının, Allah Resûlü’nün duygularını zedeleyeceğine işarette bulunur.161

Gerçekten de Tevbe 9/113 âyetinin Allah Resûlü’nün annesinin kabrini ziyareti


esnasında annesi için istiğfar talebinde bulunması üzerine nâzil olduğu bilgisi Allah
Resûlü’nün annesinin dinî konumu ve fetret ehli gibi konularda pek çok soru işaretine
sebebiyet vermektedir.

b. Değerlendirme

Bize göre âyet muhtemelen Tevbe sûresi içerisinde Medine’de inmiştir. Âyetle ilgili
diğer sebeb-i nüzûl rivayetleri ise tefsir ve istidlal mahiyetindedir. Yani olayın kendisinden

160
Demirci, a.g.m, 18
161
Demirci, a.g.m, 18-19.

64
nakledildiği her bir sahabî farklı bir olayı âyetle ilişkilendirmiştir. Bu bakımdan bu
rivayeteler her ne kadar sarih lafızlar ihtiva etse de aslında tefsir ve istidlal kabilinden
rivayetlerdir. Muhtemelen ravi, rivayet ettiği olayın âyetin şümulüne dahil olduğunu ifade
etmek istemiştir. Rivayet edilen üç olay aralarında uzun bir süre olsa da âyetin nüzûlüne
tekaddüm etmiş sebeplerdir.

Zerkeşî’nin (ö. 794/1392), Tevbe 9/113 âyetini, kabir ziyaretini ve Hz. Ali’den
gelen rivayeti hiç zikretmeden sadece Ebû Talib’in vefatıyla ilgili rivayete ve âyetin son
dönemde nâzil olduğu bilgisine dayanarak mükerrer nüzûle hamletmesi de bu görüşü
desteklemektedir. Buradan Zerkeşî’nin, kabir ziyareti olayında ve Hz. Ali’nin rivayet ettiği
olayda yeni bir nüzûlün gerçekleşmediği düşüncesinde olduğu anlaşılmaktadır. Zira
mükerrer nüzûle verdiği diğer örneklerde delil olarak düşüncesini dayandırdığı rivayetlerin
hepsini zikretmiştir.

Öte yandan yukarıda geçtiği üzere İbn Akîle de (ö. 1150/1737) Efendimiz’in
annesinin kabrini ziyareti esnasında Allah’tan istiğfar için izin talebinde bulunduğu olayda
yeni bir nüzûlün gerçekleşmediği görüşündedir. Dolayısıyla İbn Akîle üç rivayetten birini,
Zerkeşî de ikisini elemiş bulunmaktadır.

Muhtemelen Zerkeşî; Buhârî ve Müslim’in ortkalaşa tahric ettiği rivayet sebebiyle


durumu mükerrer nüzûle hamletmiştir. İbn Hacer (ö. 852/1449) ise bu rivayeti ve diğer
rivayetleri, olayların gerçekleşme zamanını ve ravilerle ilgili özel durumları inceleyerek
nüzûlün teaahur ettiği sonucuna varmıştır. Yukarıda geçtiği üzere Tahavî de bu görüştedir.

İbn Hacer, ravi Müseyyeb b. Hazn’ın Ebû Talib hakkında rivayet ettiği olayda hazır
bulunmuş olmasının muhtemel olduğunu ifade eder. Çünkü onun belirttiğine göre Ebû
Talib’in yanında bulunan Ebû Cehil, Abdullah b. Ebî Ümeyye ve Müseyyeb b. Hazn
Mahzumoğullarındandır ve üçü de o zaman Müslüman değildi. Ebû Cehil kâfir olarak
ölmüş Abdullah b. Ebî Ümeyye ile Müseyyeb b. Hazn ise sonradan Müslüman olmuştur.
Müseyyeb b. Hazn bir rivayete göre Mekke’nin Fethi sonrasında Müslüman

65
olanlardandır162, bir rivayete göre ise Rıdvan biatına katılanlar arasındadır.163 Üstelik
kendisinden bu olayı rivayet eden oğlu Said b. Müseyyeb de 15 (636) yılında Medine’de
dünyaya gelmiştir.164 Ebû Talib hâdisesi sadece Müseyyeb b. Hazn kanalıyla gelmektedir.
Ondan da sadece oğlu Said b. Müseyyeb rivayet etmiştir. Said Müseyyeb’den sonra ise
Zührî ve başkaları tarafından rivayet edilmiştir.

Dolayısıyla buradan Müseyyeb b. Hazn’ın, Ebû Talib hakkındaki olayı geriye


dönük olarak rivayet ettiği anlaşılmaktadır. Sonradan söz konusu olay ile âyeti
irtibatlandırmış olabilir. Dolayısıyla Müseyyeb b. Hazn’ın sözleri, ona ait bir tefsir olarak
“Bu âyet Ebû Talib hakkında nâzil oldu” manasında değerlendirilebilir. Yahut da âyetin
nüzûlüne tekaddüm etmiş bir sebebi zikretmiştir.

2. Hûd 11/114

ِ َّ ِ ِ َ ِ‫ات َذل‬
ِ ‫السيِّئ‬ ِ ِ ْ ‫الصالََة طَر َِيف النَّها ِر وزلًَفا ِّمن اللَّي ِل إِ َّن‬ ِ
َ ‫ك ذ ْكَرى للذاك ِر‬
‫ين‬ َ َّ ‫ْب‬ َ ْ ‫اِلَ َسنَات يُ ْذه‬ ْ َ ُ َ َ َ َّ ‫َوأَق ِم‬

“Gündüzün iki tarafında, gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Zira böyle
güzel işler insandan uzak olmayan günahları silip giderir. Bu, düşünen ve ibret alanlara
bir nasihattır.”

Zerkeşî, âyetle ilgili olarak önce Hûd sûresinin Mekkî olduğu hususunda ittifak
olduğunu söyler. Ardından, Hûd sûresi 114. âyetin sebeb-i nüzûlü olarak Buhârî ve
Müslim’de rivayet edilen, Medine’de söz konusu olan ve ileride zikredilecek bir hadisi
nakleder. Bazılarının bu hadisi müşkil kabul ettiğini ancak aslında burada bir işkâl
olmadığını, âyetin bir kere Mekke’de, bir kere de Medine’de olmak üzere iki defa nâzil
olduğunu söyler.

a. Âyetle İlgili Sebeb-i Nüzûl Rivayetleri

Bu âyetin sebeb-i nüzûlü ile ilgili olarak Sahîh-i Buhârî ve Müslim’de şöyle bir
hadis yer almaktadır. “İbn Mes‘ûd’dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: ‘Bir adam

162
Kandemir, M. Yaşar, “Saîd b. Müseyyeb”, DİA, XXXV, 563.
163
Buhârî, Megazî, 35.
164
M. Yaşar Kandemir, a.g.md., XXXV, 563.

66
yabancı bir kadından bir öpücük aldı. Akabinde bu adam Resûlullah’a geldi de, yaptığı
öpme işini ona zikretti. Hemen müteakiben Resûlullah’a şu âyet indirildi: ‘Gündüzün iki
tarafında, gecenin de yakın saatlerinde dosdoğru namaz kıl. Çünkü güzellikler kötülükleri
(günâhları) giderir. Bu, iyi düşünenlere bir öğüttür’. O kimse: ‘Yâ Resûlallah! Bu âyet
yalnız benim için mi? diye sordu. Resûlullah: ‘Ümmetimden bununla amel eden herkes
içindir’ buyurdu.”165

Hadis, Sahîh-i Müslim’deki bir başka rivayette ve Sünen-i Tirmizî’de şöyle


geçmektedir: İbn Mes’ûd (r.a.) anlatıyor: Bir adam Resûlullah’a geldi ve şöyle dedi:
“Medine’nin uzak bir semtinde bir kadına dokundum, kendisiyle cinsel temas haricinde her
şeyi yaptım, işte huzurundayım, hakkımda dilediğin hükmü ver.” Bunun üzerine Ömer:
“Kendini örtmüş olsaydın Allah da seni örterdi” dedi. Resûlullah (s.a.v.), ona hiçbir karşılık
vermedi. Adam gitti. Peygamber (s.a.s), o adamın peşinden birisini göndererek onu çağırdı
ve ona şu âyeti okudu: “Gündüzün iki tarafında, gecenin de yakın saatlerinde dosdoğru
namaz kıl. Çünkü güzellikler kötülükleri (günâhları) giderir. Bu, iyi düşünenlere bir
öğüttür.” (Hûd sûresi 114) Bunun üzerine orada bulunanlardan bir adam166: Bu uygulama
sadece ona mı mahsustur diye sordu. Resûlullah (s.a.v.): “Bilakis bütün herkes için
geçerlidir.” buyurdular.167

Hûd sûresi 114. âyetle ilgili hadisler tahlil edildiğinde bu olayın Medine’de
yaşanmış olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü:

- Hadiste zikredilen ve Allah Resûlü’ne gelip durumunu arzeden kişinin Ensardan


Ebû’l Yüsr168 olduğu bildirilmektedir.

- Bazı rivayetlerde bahsi geçen kadının kocasının savaş için çıktığı seferde olduğu
ifade edilmektedir. 169 Müslümanların sefere çıkması Medine’ye has bir durumdur.

165
Buhârî, Tefsir (Hûd), 6; Müslim, Tevbe, 39 (7001).
166
Rivayetlerde bu kişinin Muaz b. Cebel olduğu ifade edilmektedir. Bk: TirmizÎ, Tefsir, 12
167
Müslim, Tevbe, 42 (7004); Tirmizi, Tefsir, 12.
168
Rivayetlerde çoğunlukla Ebu’l Yüsr olduğu ifade edilmektedir. Bununla beraber Ebû Mukbil et-Temmar
(Amr b. Kays) ve Amr b. Ğaziyye isimlerinin zikredildiği rivayetler de vardır. Bu kişiler de ensardandır. Bu
durumda birbirine benzer başka olayların yaşanmış olabileceği ve bu olaylarla aynı âyetin irtibatlandırılmış
olduğu düşünülebilir.

67
- İbn Mesûd rivayetinde, Allah Resûlü’ne gelen adam, olayın geçtiği yer olarak
“Medine’nin bir arazisinde..”, “Medine’nin uzak bir semtinde..” gibi ifadeler kullanmıştır.

b. Âyetin Mekkî-Medenî Oluşuna Dair Müfessirlerin Görüşleri

Hûd sûresi 114. âyetle ilgili olarak Mukâtil b. Süleyman (ö. 150/767) ve İbn Atiyye
(ö. 541/1147) 12,17 ve 114. âyetlerin Medenî, diğerlerinin Mekkî olduğu söyler.170

Begavî (ö. 516/1122), Sem’ânî (ö. 489/1096), ve İz b. Abdisselam (ö. 660/1226) ise
114. âyetin Medenî, diğerlerinin Mekkî olduğunu ifade ederler.171

Taberî (ö. 310/923), 114. âyetin nüzûl sebebi olarak Ebü’l-Yüsr hakkındaki rivayeti
farklı senetleriyle uzunca aktarır.172 Fahreddîn er-Râzî, 12, 17 ve 114. âyetlerin Medenî,
diğerlerinin Mekkî olduğunu söyler173 ve 114. âyetin nüzûl sebebi ile ilgili olarak aynı
rivayeti nakleder.174 İbn Kesîr, 114. âyetin nüzûl sebebi olarak Buhârî’de geçen aynı
rivayeti verir.175 Semerkandî ve Ebussuud Efendi de 114. âyetin nüzûl sebebi olarak yine
aynı olayı naklederler.176 Elmalılı 114. âyetin Medenî olduğunu söyler.177

Tefsirleri inceleyebildiğimiz kadarıyla cumhura göre178 Hûd sûresinin tamamının


Mekkî olduğunu söyleyen tek kişi İbn Âşûr’dur. İbn Âşûr, 114. âyetin Medenî olduğunu
savunanlara kendi açıklamalarıyla cevap da vermektedir.179

169
Tirmizî, Tefsir Sûre 11, 12.
170
Mukatil b. Süleyman, Tefsîr, II, 108; İbn Atiyye, el-Muharreru’l-vecîz, III, 377.
171
Begavî, Meâlimü’t-tenzîl, II, 372; İz b. Abdisselam, Abdulaziz b. Abdisselam (ö. 660/1226), Tefsîru İz b.
Abdisselam (nşr., Abdullah b. İbrahim el-Vehbî), Beyrut: Dâru İbn Hazm, 1416/1996 II, 80; Sem’ânî, Ebu’l-
Muzaffer Mansûr b. Muhammed (ö. 489/1096), Tefsîru’s-Sem’ânî (nşr., Yasir b. İbrahim ve Ganim b. Abbas
b. Ganim), Riyad: Dâru’l-vatan, 1418/1997, II, 411
172
Taberî, Câmiu’l-beyân, XII, 134-138.
173
Râzî, et-Tefsîru’l-kebîr, XVII, 142.
174
Râzî, et-Tefsîru’l-kebîr, XVIII, 59.
175
İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, II, 463.
176
Ebu’l-Leys es-Semerkandî, Nasr b. Muhammed b. Ahmed (ö. 373/983), Tefsîru’s-Semerkandî (nşr.
Mahmud Maracî), Beyrut: Dâru’l-fikr, ts II, 174; Ebussuud Efendi, İrşadu aklı’s-selim, VI, 246.
177
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, IV, 2749.
178
Cumhura göre Hûd sûresinin tamamının Mekkî olduğu görüşü bizce tartışmaya açıktır. Zira yukarıda da
belirtildiği üzere Hûd sûresini tafsilatlı olarak ele alan müfessirler arasında 114. âyetin Medenî olduğunu
açıkça söyleyen müfessirler ve 114. âyete geldiğinde bu âyetin sebeb-i nüzûlü olarak Medine de gerçekleşen
mezkûr olayı nakleden müfessirler çoğunluğu oluşturmaktadır. Hatta İbn Âşur neredeyse bu konuda yalnız
kalmaktadır.
179
İbn Aşur, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XI, 197.

68
İbn Âşur’un naklettiğine göre İbn Abbas, İbn Zübeyr ve Katade, “114. âyet hariç
olmak üzere Hûd sûresi Mekkî’dir.” demişlerdir. O, İbn Atiyye’nin de Hûd sûresinin 12, 17
ve 114. âyetler hariç Mekkî olduğunu söylediğini nakletmektedir. Ancak Ona göre doğru
olan bu sûrenin tamamının Mekkî olmasıdır, çünkü insanlar bir olay karşısında âyetle
istidlalde bulunmayı karıştırarak âyetin o olayla ilgili nâzil olduğu zannına
kapılmışlardır.180

Ona göre, İbn Abbas ve Katade’yi 114. âyetin Medenî olduğunu söylemeye
sevkeden sebep Buhârî ve Tirmizî’de yer alan yukarıda vermiş olduğumuz rivayetlerdir.

Çünkü bu rivayetlerde ‫ت َعلَْي ِه‬


ْ َ‫( فَأُنْ ِزل‬Kendisine inzâl edildi) ifadesi geçmektedir. Ancak İbn
Âşûr, bu rivayetlerin şöyle tevil edilebileceğini söyler: Allah Resûlü’ne inzâl edilen şey
âyet değil; âyetin, bu hususî olaya ve bu olaya benzer diğer küçük günahlara şâmil
olduğudur.181 Yani bir bakıma âyetin hükmünün bu olaya da şâmil olmasıdır.

c. Değerlendirme

Hadislerden ve müfessirlerin konuyla ilgili görüşlerinden yola çıkarak şöyle bir


neticeye varabiliriz: 114. âyet de dahil olmak üzere Hûd sûresi’nin tamamının Mekkî
olduğunu söyleyen yalnızca İbn Âşûr’dur. Buradan hareketle âyetin aslında cumhura göre
Medenî olduğunu söyleyebiliriz.

Hûd sûresinin 114. âyeti Mekke’de değil de cumhurun dediği gibi Medine’de nâzil
olduysa zaten mükerrer nüzûl olmamış demektir.

Hûd sûresinin tamamı Mekkî’dir denilirse ona şöyle cevap verilebilir: Medine’de
yaşanan olayda, Allah Resûlü’nün bu sûre içerisinden yalnızca olayla ilgili hükmü ihtiva
eden âyeti okuması, olayın bu âyetin tazammun ettiği ahkâm ile irtibatından dolayıdır.
Allah Resûlü olayla ilgili hükmü ihtiva eden âyeti oradakilere haber vermiştir. Veya İbn
Âşûr’un tevil etmiş olduğu gibi nâzil olan aslında âyet değil; âyetin, bu hususî olaya ve bu
olaya benzer diğer küçük günahlara şâmil olduğunun beyanıdır.

180
İbn Âşûr, a.g.e, XI, 197.
181
İbn Âşûr, a.g.e, XI, 343-344.

69
Hûd sûresi Mekkî olmakla beraber müfessirlerin kahir ekseriyeti 114. âyetinin
Medenî olduğunu ifade etmektedir. Rivayette zikredilen sahabînin durumunu arzedip
kendisiyle ilgili hükmü ve cezayı sorması âyetin Medenî olduğunu destekler mahiyettedir.
Çünkü zinaya müteallik hususlara ait cezalar Medine döneminde bildirilmiş ve
uygulanmıştır. Âyet Medenî olunca mükerrer nüzûlden bahsetmek mümkün değildir. Bütün
bu bilgilere rağmen Hûd sûresinin tamamının Mekkî olduğuna dair azınlığa ait görüş kabul
edilecek olsa bile yine bir mükerrer nüzûl söz konusu değildir. Zira Hûd 11/114 âyeti mânâ
olarak çok şümullü bir âyet olup Mekke’de nâzil olmasına engel bir durum yoktur.
Medine’de yaşanan olayda Hz. Peygamber kendisine gelen sahabîye bu âyeti okumak
suretiyle yaptığı işin muayyen bir cezasının olmadığını, namaz kıldığı takdirde kıldığı
namazın, günahına inşallah keffaret olacağını ifade etmek istemiş olabilir. Dolayısıyla
burada Hz. Peygamber âyeti okumak sûretiyle âyetin hüküm olarak yaşanan olayı da içine
aldığını beyan etmiş olmaktadır.

3. Nahl 16/126-128

َ‫صْب ُرَك إِْلَّ بِاللِ َوْلَ َْحتَز ْن َعلَْي ِه ْم َوْل‬ ِ ْ ‫لصابِ ِرين و‬ِ ِ ِِ ِ ِِ ِ
َ ‫اص ْْب َوَما‬ َ ‫َوإِ ْن َعاقَ ْبتُ ْم فَ َعاقبُوا مبثْ ِل َما ُعوقْبتُ ْم به َولَئ ْن‬
َ َ َّ ‫صبَ ْرُْت َهلَُو َخْي ٌر ل‬
‫ين ُه ْم ُُْم ِسنُو َن‬ ِ َّ ِ َّ ِ ِ ٍ ‫تك ِيف‬
َ ‫ضْيق ِمَّا َيَْ ُكُرو َن إ َّن اللَ َم َع الذ‬
َ ‫ين اتَّ َق ْوا َوالذ‬ َ َُ

“Ceza verecek olursanız, size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın. Ama eğer
bu hususta sabrederseniz, bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır. Sabret! Senin sabrın
da ancak Allah’ın yardımı iledir. Kâfirlerin yüz çevirmelerinden mahzun olma, yaptıkları
hilelerden dolayı da telaş edip darlanma. Çünkü Allah fenalıktan korunanlar ve hep güzel
davrananlarla beraberdir.”182

İbn Hassar, Zerkeşî ve Süyûtî gibi âlimleri Nahl 16/126-128 âyetlerinin iki hatta üç
defa nâzil olduğu yorumuna sevkeden iki sebep bulunmaktadır. Bunlardan birincisi hem
Mekke’de hem de Medine’de nâzil olduğuna dair ayrı ayrı hadislerin bulunması, ikincisi ise
Nahl sûresinin Mekkî olmasına karşılık 126. âyetin Medine’de nâzil olduğunu bildiren

182
Nahl, 16/126-128.

70
rivayetlerin bulunması. Söz konusu sebeb-i nüzûl rivayetleri ve âyetle ilgili tefsirlerde
nakledilen bilgiler birlikte incelendiğinde mesele vuzuha kavuşacaktır.

a. Âyetlerin Sebeb-i Nüzûlüne Dair Rivayetler

Süyûtî’nin (ö. 911/1505) naklettiğine göre İbn Hassâr Nahl 16/126-128 âyetlerinin
mükerrer nâzil olduğunu ifade etmiştir. Süyûtî de başka bir yol kalmadığından mükerrer
nüzûle hamledilmesi gereken rivayetler bağlamında söz konusu âyetleri örnek verir.
Bununla ilgili olarak önce Beyhakî ve Bezzâr’ın Ebû Hüreyre’den tahric ettikleri bir hadisi
nakleder. Daha önce birinci bölümde de kaydettiğimiz bu hadis şöyledir: “Allah Resûlü
(Uhud Savaşı’nda) şehit edilen ve müsle yapılmış olan amcası Hamza’nın yanında durdu
ve şöyle dedi: ‘Sana bedel onlardan yetmiş kişiye bunun aynısını yapacağım.’ Bunun
üzerine Allah Resûlü ayakta olduğu halde Cebrail kendisine Nahl 126-18 âyetlerini
indirdi.183

Süyûtî daha sonra âyetin Mekke’nin Fethi sırasında nâzil olduğuna dair Tirmizî ve
Hâkim en-Nisâburî’nin Übey b. Ka‘b’dan tahric ettikleri rivayete yer verir.184 Bu rivayet de
daha önce I. bölümde de geçtiği üzere şöyledir: “Uhud savaşı bitince ensardan altmış dört
kişi, muhâcirlerden de aralarında Hamza’nın da bulunduğu altı kişi şehit düşmüştü.
Müşrikler o şehitlerin kulak ve burunlarını kesmek suretiyle “müsle” yapmışlardı. Ensâr
bunun üzerine ‘Eğer bugünkü gibi onlarla bir daha karşı karşıya gelirsek bunun intikamını
fazlasıyla alacağız.’ dediler Mekke fethi günü Allah, “Ceza verecek olursanız, size yapılan
muamelenin misliyle cezalandırın. Ama eğer bu hususta sabrederseniz, bilin ki bu,
sabredenler için daha hayırlıdır.” âyetini indirdi. Bunun üzerine bir adam: ‘Bu günden
sonra Kureyş’in işi bitmiştir, artık’ dedi. Resûlullah (s.a.s.) bunun üzerine ‘Dört kişiden
başkasına dokunmayın’ buyurdu.185

Birinci rivayetten bu âyetlerin Uhud savaşının hemen akabinde, ikinci rivayetten ise
Mekke fethi sırasında nâzil olduğu anlaşılmaktadır.

183
Süyûtî, el-İtkân, I, 98.
184
Süyûtî, a.g.e, I, 98.
185
Tirmizi, Tefsir, 16; Hakim, el-Müstedrek, II/391.

71
İbn Hassar (ö. 611/1215) bu iki rivayeti ve Nahl sûresinin Mekkî oluşunu birlikte
değerlendirerek bu âyetlerin üç farklı zamanda nâzil olduğu sonucuna varmaktadır. Ona
göre bu âyetler Nahl sûresi Mekkî olması sebebiyle ilk olarak hicretten önce Mekke’de,
ikinci olarak Uhud savaşında, üçüncü olarak da Mekke’nin fethinde nâzil olmuştur. Bu
âyetlerin böyle üç farklı yer ve zamanda tekrar inzâl edilmesinin sebebini ise Allah’ın
kullarına hatırlatması olarak açıklamaktadır.186

Beyhakî ve Bezzar rivayetinin senedinde yer alan Salih b. Beşir el-Mürrî zayıf
kabul edilmiştir. İbn Maîn onun hakkında zayıf, Buhârî münkeru’l-hadîs, Nesâî ise metruk
demiştir. Bezzar ve Heysemî de Salih b. Beşir el-Mürrî’den dolayı hadisin zayıf olduğunu
söylemiştir.187

Übey b. Ka’b rivayetiyle ilgili olarak Tirmizî, hadisin hasen olduğunu; Albanî de
hasen ve sahih isnadlı olduğunu söylemiştir. Hâkim’in rivayeti için Zehebî, sahih olduğunu
ifade edip muvafakat etmiştir.

Şu halde tercih esasları gereğince Tirmizî ve Hâkim hadisinin Beyhakî ve Bezzar


hadisine tercih edilmesi gerekirken neden mükerrer nüzûle hamledildiği merak konusudur.

b. Müfessirlerin Değerlendirmeleri

Mukâtil b. Süleyman (ö. 150/767), sûrenin girişinde 126-128, 110, 106, 41 ve 112.
âyetlerin Medenî; geriye kalan âyetlerin Mekkî olduğunu ifade etmiştir.188 Ayrıca 126.
âyetin tefsirini yaparken âyetin Uhud savaşı sonrası nâzil olduğunu söylemiştir.189

Taberî (v. 310), Nahl sûresinin girişinde sûrenin Mekkî-Medenî oluşu ile ilgili bir
bilgi vermemektedir.190 126. âyetin tefsirini yaparken ise bazı kimselere göre bu âyetin
mensuh; bazılarına göre ise muhkem olduğunu bildirmekte ve bu konudaki görüşleri

186
Süyûtî, a.g.e, I, 222.
187
Zehebî, Ebû Abdillah Şemseddin Muhammed b. Ahmed b. Osman (ö. 748/1348), Mizanü'l-i'tidal fî
nakdi'r-rical, Beyrut: Dârü'l-Ma’rife, 1963, II, 289.
188
Mukâtil b. Süleyman, Ebü'l-Hasan (ö. 150/767), Tefsîru Mukatil b. Süleyman (nşr. Ahmed Ferid), Beyrut:
Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1424/2003, I-III, 1. bask., II, 244.
189
Mukatil b. Süleyman, Tefsîr, II, 244.
190
Taberî, Ebû Cafer İbn Cerir Muhammed (ö. 310/923), Câmiü'l-beyân fî tefsiri âyi’l-Kur’ân, Beyrut:
Dâru’l-fikr, 1405, I-XXX, XIV, 75.

72
sıralamaktadır. Âyetin mânâsını ve ne ifade ettiğini doğru tesbit etmek nüzûl zamanını,
mekânını ve şartlarını tesbit edebilmek dolayısıyla asıl sebeb-i nüzûlü belirlemek
bakımından önem arzetmektedir. Bu nedenle âyet sadece savaş veya müsle ile ilgili mi
yoksa daha başka manâlar ifade etmekte midir bunun tesbitini yapabilmek için âyetin
mensuh olup olmadığına dair görüşlere de yer vermek istiyoruz.

Âyetin mensuh olduğu görüşüne göre, Uhud savaşında şehitler üzerinde hunharca
müsle yapıldığını gören Müslümanlar, kasem ederek: “Eğer onlara karşı bir gün galip
gelirsek onlara bundan daha fazlasını yapacağız.” demişlerdi. Bunun üzerine ‫َوإِ ْن َعاقَ ْبتُ ْم فَ َعاقِبُوا‬

ِ َّ ِ‫ مبِِثْ ِل ما عُوقِْبتُم بِِه ولَئِن صب رُْت َهلُو َخْي ر ل‬âyeti nâzil oldu. Böylece ilk etapta Müslümanlara müsle
َ ‫لصاب ِر‬
‫ين‬ ٌ َ ْ ََ ْ َ ْ َ
için izin verilmişti ancak bunun karşı tarafın yaptığının ötesine geçmemesi ihtar edilmişti.

ُ َْ‫ضْي ٍق ِِمَّا َي‬


Fakat hemen takip eden ‫ك ُرو َن‬ ُ َ‫صْب ُرَك إِْلَّ بِاللِ َوْلَ َْحتَز ْن َعلَْي ِه ْم َوْلَ ت‬
َ ‫ك ِيف‬ ِ ْ ‫ و‬âyeti ile önceki
َ ‫اص ْْب َوَما‬ َ
âyet neshedilerek müsle yapmayıp sabretmelerinin kendileri için daha hayırlı olduğu
bildirilmiştir.191

Taberî birinci görüşe dair haberleri naklederken ayrıca Atâ b. Yesâr’ın şöyle
dediğini aktarmaktadır: “Nahl sûresi Mekkîdir ancak son üç âyeti Medine’de Uhud savaşı
sonrasında nâzil olmuştur. Uhud’da amcası Hz. Hamza’nın şehid edildiğini ve müsle
yapılmış olduğunu gören Allah Resûlü: ‘Onlara galip gelirsek sana bedel onlardan otuz192
kişiye aynısını yapacağım” dedi. Allah Resûlü’nün böyle söylediğini duyan Müslümanlar:
‘Eğer galip gelirsek, bu güne kadar Arapların görmediği şekilde onlara müsle yapacağız.’
ِ َّ ِ‫ وإِ ْن َعاقَ ْبتُم فَعاقِبوا مبِِثْ ِل ما عُوقِْبتُم بِِه ولَئِن صب رُْت َهلُو َخْي ر ل‬ile başlayan Nahl
َ ‫لصاب ِر‬
dediler. Bunun üzerine ‫ين‬ ٌ َ ْ ََ ْ َ ْ َ ُ َ ْ َ
sûresinin son üç âyeti nâzil oldu.”193

191
Taberî, a.g.e, XIV/195.
192
Diğer rivayetlerde yetmiş olarak geçmektedir.
193
Taberî, a.g.e, XIV/195-196.

73
Taberî’nin naklettiğine göre Katâde de bu âyetin Uhud savaşından sonra nâzil
olduğunu söylemiş ve Atâ b. Yesâr’ın anlattığı olayın aynısını anlatmıştır. İbn Cüreyc’den
de benzer bir görüş nakledilmiştir.194

İbn Abbas bu âyet hakkında “Allah bu âyet ile peygamberine, ‘kendisine saldıran
düşmana’ karşı savaşmasını (onlar başlatmadan kendisinin onlarla savaşmamasını)” haber
vermiştir. Fakat Allah’ın, İslâm’ı ve Müslümanları üstün kılması195 ve Tevbe sûresi’nin
nâzil olup cihadın emredilmesiyle bu âyet mensuh olmuştur.” demiştir.196 Sa’lebî’nin ifade
ettiğine göre tâbiÎn müfessirlerinden Dahhak da (ö. 105/723) bu görüştedir.197 Tevbe
sûresinde yer alan ve bu âyeti neshettiği söylenen âyet şu âyettir: “O halde, haram aylar
çıkınca artık öbür müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp esir edin, onların
geçebileceği bütün geçit başlarını tutun. Eğer tövbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse
onları serbest bırakın. Çünkü Allah Gafurdur, Rahîmdir (affı ve merhameti boldur).”198

Taberî’nin bildirdiği ikinci görüşe göre ise bu âyet mensuh değil muhkemdir ve “bir
kimsenin uğradığı zulümden fazlasını başkasına yapma hakkının olmadığını ve malını alan
kimseden ancak aynı miktar mal geri alabileceğini” bildirmektedir. Hasan Basrî,
Abdürrezzak, İbn Sîrîn, İbrahim en-Nehaî, Süfyan es-Sevrî ve Mücahid bu görüştedir.199

Taberî bütün görüşleri aktardıktan sonra kendi tercihini yapmaktadır. Ona göre bu
âyetin mensuh olmasına delalet eden bir delil yoktur. Allahu Teâlâ kullarına; nefislerine
veya mallarına yönelik bir zulüm karşısında eğer haklarını almayı ihtiyar ederlerse ancak
mislini alabileceklerini haber vermiştir. Ancak bununla beraber sabretmenin onlar için daha
hayırlı olduğunu bir azimet olarak bildirmiştir.200

194
Taberî, a.g.e, XIV/196.
195
Sa’lebî, Ebû İshak Ahmed b. Muhammed b. İbrâhim en-Nisaburi (ö. 427/1035), el-Keşf ve’l-beyân fî
tefsiri’l-Kur’ân (nşr. Ebû Muhammed b. Âşûr), Beyrut: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, 1422/2002, I-X, VI, 52.
196
Taberî, a.g.e, XIV/196.
197
Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân, VI, 52.
198
Tevbe, 9/5.
199
Taberî, a.g.e, XIV/197; Sa’lebî ve İbn Kesîr de bu rivayetlere yer vermiştir.
200
Taberî, a.g.e, XIV/197.

74
İmam Maturîdî (v. 333), sûreye başlarken son üç âyeti hariç Mekkî olduğunu
belirtir.201 126. âyete geldiğinde ise yukarıda geçen görüşleri aktarır ancak devamında gelen
ve sabrı tavsiye eden âyetle beraber düşünüldüğünde 126. âyetin savaşla ilgili değil de
kısasla ilgili olduğuna dair görüşün daha isabetli olduğunu söyler. Çünkü ona göre savaş
hâlinde savaşmamak üzere sabır söz konusu olmaz.202

Sa’lebî (427/1035), müfessirlerin çoğunluğunun Nahl sûresinin son üç âyeti hariç


Mekkî olduğunu, son üç âyetinin ise Medine’de Uhud savaşı sonrası nâzil olduğunu
söylediklerini aktarmaktadır. Nakledilen hadislerde ilave bir bilgi olarak bu âyetin nâzil
olması üzerine Allah Resûlü’nün, “(Evet Yâ Rabbi) sabrederiz.” dediği ve etmiş olduğu
yemin için keffarette bulunduğu bildilmektedir. Sa’lebî, Taberî’nin aktarmış olduğu âyetin
mensuh veya muhkem olduğu ile ilgili farklı görüşlere de yer vermiştir.203

Zemahşerî (ö. 528/1144) sûrenin girişinde son üç âyeti hariç Mekkî olduğunu ifade
etmektedir.204 126. âyetin tefsirini yaparken bu âyetlerin Uhud savaşı sonrası nâzil
olduğuna dair rivayete yer vermiştir.205

Fahreddin Râzî (ö. 606/1210), son üç âyeti hariç Nahl sûresinin Mekkî olduğunu
ifade eder.206 126. âyetle ilgili görüş farklılıklarına ve rivayetlere de yer veren Râzî, Uhud
savaşı sonrası yaşanan hâdisenin bu âyetin umununa dahil olduğunu, bu hâdise karşısında
âyetin umumunca hareket edilebileceğini fakat bununla beraber bu âyeti yalnızca Uhud
savaşı sonrası yaşanan hâdise ile irtibatlandırmanın doğru olmayacağı kanaatindedir.
Çünkü ona göre böyle yapıldığı takdirde âyetin öncesi ile olan irtibatı koparılmış olur ki bu
da, Allah’ın Kelâmı’nda kötü bir tertip olduğu anlamına gelir. Râzî’ye göre önceki âyette
Allah (c.c.), Hz. Peygamber’e Hak dine davette takip edilecek üç yolu sırasıyla bildirmiştir.

201
Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed Semerkandî (ö. 333/944), Te’vilâtu ehli’s-sünne (nşr.
Mücdî Bâsellûm), Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1426/2005, VI, 471.
202
Mâtürîdî, Te’vilât, VI, 597-598.
203
Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân, VI, 52.
204
ez-Zemahşerî, Ebü'l-Kâsım Cârullah Mahmûd b. Ömer b. Muhammed (ö. 538/1144), el-Keşşâf an hakâiki
gavâmıdı’t-tenzil ve uyûni’l-ekâvil fî vucûhi’t-te’vîl (nşr. Abdurrezzak el-Mehdî), Beyrut: Dâru ihyâi’t-
türâsi’l-Arabî, ts., II, 554.
205
Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 602.
206
er-Râzî, Ebû Abdullah Fahreddin Muhammed b. Ömer (ö. 606/1209), Tefsîru’l-kebîr, Beyrut: Dâru’l-
kütübi’l-ilmiyye, 1421, 1. bsk., I-XXXII, XIX, 173.

75
Bunlar: hikmet, meviza-i hasene ve en güzel şekilde mücadeledir. Sonrasında gelen 126.
âyet bu kelâmın ve tertibin devamı niteliğindedir ve şöyle bir anlam ifade eder: Eğer bu üç
yolla davette bulunduğunuzda size karşı gelip sizi öldürmeye, darb etmeye yahut size
sövmeye kalkarlarsa bu durumda adaletten ayrılmayın ve uğradığınız zulümden fazlasıyla
karşılık vermeyin.207

Râzî bu âyetin seyf âyetiyle neshedildiği görüşüne ise katılmaz. Ona göre bu, çok
uzak bir yaklaşımdır. Çünkü bu âyette Allah’a davetin âdâbı talim edilmekte; müteaddiyane
hakkından fazlasını talep etme yasaklanmaktadır. Bu konuların ise seyf âyetiyle bir alâkası
yoktur.208

İbn Kesîr’e (ö. 774/1373) göre Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmede insanlara haklarını
alırken âdil olmalarını ve misliyle almalarını emretmektedir. İbn Kesîr önce bu görüşünü
destekleyen rivayetlere yer vermiştir. Daha sonra, âyetin Uhud savaşı sonrası nâzil
olduğuna dair Atâ b. Yesâr’dan nakledilen hadisin aynısını nakletmiş ve bu hadisin mürsel
olduğunu ve muttasıl senetli rivayetlerinin de olduğunu söylemiştir. Süyûtî’nin nakletmiş
olduğu Ebûbekir Bezzar’ın Ebû Hüreyre’den naklen tahric ettiği hadisi de aktarır ancak
hadisin senedinde bulunan Salih b. Beşir’in zayıf kabul edildiğini söyler. Ayrıca Şa’bî ve
İbn Cüreyc’in de bu âyetin Uhud savaşı sonrası Müslümanların yukarıda geçen sözleri
üzerine nâzil olduğunu söylediklerini aktarmaktadır. İbn Kesîr son olarak Zevâidü’l-
Müsned’de yer aldığı şekliyle, âyetin Mekke Fethi sırasında nâzil olduğunun bildirildiği
yukarıda zikredilmiş olan Übey b. Kâ‘b hadisine de yer verir.209

Süyûtî’nin (ö. 911/1505) ifade ettiğine göre İbn Abbas, son üç âyeti hariç Nahl
sûresinin Mekkî olduğunu ve bu üç âyetin Allah Resûlü’nün Uhud’dan ayrılacağı sırada

207
Râzî, Tefsîru’l-kebîr, XX, 113.
208
Râzî, Tefsîru’l-kebîr, XX, 115.
209
İbn Kesir, Ebü’l-Fida İmadüddin İsmail b. Ömer (ö. 774/1373), Tefsirü'l-Kur’âni'l-Azim, Beyrut: Dâru’l-
fikr, 1401, I-IV, II, 593.

76
Mekke ile Medine arasında nâzil olduğunu söylemiştir.210 Süyûtî 126. âyete geldiğinde ise
şu ana kadar geçmiş olan rivayetlerin hepsine yer vermiştir.211

Elmalılı Hamdi Yazır (ö. 1878/1942), sûrenin Medenî olduğuna dair bazı görüşler
olsa da doğrusunun Mekkî olduğunu ifade eder. Ayrıca Hasan Basrî, Atâ, İkrime ve
Câbir’in sûrenin hepsinin Mekkî olduğunu rivayet ettiklerini söyler. İbn Abbas’ın ise yalnız
üç âyetin Hz. Hamza’dan sonra nâzil olduğunu ifade ettiğini bildirir. Bu üç âyet bir görüşe
göre 95-97 arası âyetler; diğer bir görüşe ise 126-128 arası âyetlerdir.212

İbn Âşûr (ö. 1879/1973), cumhura göre sûrenin Mekkî olduğunu söyler. Ayrıca son
üç âyetinin Uhud savaşı sonrasında nâzil olduğuna dair görüşleri aktarır. İlave bir bilgi
ِ ‫والَّ ِذين هاجروا ِيف اللِ ِمن ب ع ِد ما ظُلِموا لَنُب ِّوئَنَّهم ِيف الدُّنْيا حسنَةً وَِلَجر‬
olarak ise Katâde ve Câbir’in ‫اآلخَرةِ أَ ْكبَ ُر‬ ُْ َ َ َ َ ْ ُ َ ُ َ َْ ْ َُ َ َ َ
‫“ لَ ْو َكانُوا يَ ْعلَ ُمو َن‬Zulme mâruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri, elbette dünyada

güzel bir yere yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Bunu bir bilselerdi!”
meâlindeki âyete kadar Mekkî, bu âyet ve devamının ise Medenî olduğu görüşünde
olduklarını ifade eder.213

Tefsirlerde yer alan bilgiler genel bir değerlendirmeye tâbi tutulduğunda ortaya şu
sonuçlar çıkmaktadır:

- Cumhura göre Nahl sûresi’nin tamamı Mekkî olmayıp son üç âyeti Medenîdir ve
Uhud savaşı akabinde nâzil olmuştur.

- Râzî, 126. âyeti önceki âyetle irtibatlı olarak değerlendirmiş ve 126. âyetin umûmî
bir âyet olup Uhud savaşı sonrası yaşanan hâdislerin de bu âyetin umumuna dâhil olduğu
yönünde bir görüş beyan etmiştir. Ancak yine de 126 ve sonrası âyetlerin Mekke’de nâzil

210
Süyûtî, Ebü’l-Fazl Celaleddin Abdurrahman b. Ebî Bekr (ö. 911/1505), ed-Dürrü’l-mensûr fi’t-tefsir bi’l-
me’sûr, Beyrut: Dâru’l-fikr, 1993, I-VIII, V, 107 .
211
Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, V, 178-180.
212
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, I-X, İstanbul: Eser Neşriyat ve Dağıtım, 3. baskı, 1979, V,
3082.
213
İbn Âşûr, Muhammed Tâhir b. Muhammed (ö. 1394/1973), Tefsirü’t-tahrir ve't-tenvir, Tunus: ed-Dârü't-
Tunusiyye, 1984, XIV, 93.

77
olduğunu söylememiştir. Ona göre bu âyetler daha önce Mekke’de nâzil olmuş olan
âyetlerle tenasüb içerisindedir ve onların devamı niteliğindedir.

- Burada dikkat çekici bir husus da şudur: Söz konusu âyetlerin nüzûl sebebiyle
alâkalı, farklı zaman, olay ve mekânlara ait rivayetlere yer vermiş olsalar da müfessirlerden
hiçbiri, bu rivayetleri değerlendirmeye tâbi tutmamıştır. Ayrıca bu rivayetlerden yola
çıkarak hiçbir müfessir “Bu âyet mükerrer nâzil olmuştur.” dememiştir. Bu yönüyle tefsir
kitapları mükerrer nüzûl konusunu aydınlatma konusunda bize yeterli bilgi vermemektedir.

c. Değerlendirme

Ulûmü’l-Kur’ân, tefsir ve hadis kaynaklarından yukarıda aktarılan bilgiler ışığında


Nahl sûresi 126-128 âyetleri hakkında şu sonuca varılabilir: Nahl sûresinin son üç âyeti
Uhud savaşının akabinde nâzil olmuştur. Mekke Fethi sırasında ise Hz. Peygamber
tarafından insanlara, Mekkelilere karşı aynı âyetin hükmü ile amel edileceği haber
verilmiştir. Bu durumda âyetin Uhud Savaşı (625) akabinde nâzil olduğu konusu netlik
kazanmaktadır. Fakat Mekke Fethi (630) sırasında Hz. Peygamber bizzat kendisi mi
insanlara bu âyeti okuyarak nasıl davranmaları gerektiğini bildirmiştir yoksa Cebrail’in
(a.s.) gelip hatırlatması üzerine mi bu âyeti okumuştur? sorusuna kesin bir cevap
verebilmek eldeki bilgiler ışığında mümkün değildir. Ancak her hâlükârda burada yaşanan
hâdisenin bir mükerrer nüzûl olmadığı söylenebilir.

4. İsrâ 17/85

ً‫وح ِم ْن أ َْم ِر َرِِّب َوَما أُوتِيتُ ْم ِم َن الْعِْل ِم إِْلَّ قَلِيال‬ُّ ‫وح قُ ِل‬
ُ ‫الر‬ ُّ ‫ك َع ِن‬
ِ ‫الر‬ َ َ‫َويَ ْسأَلُون‬

“Sana "rûh" hakkında soru sorarlar. De ki: "Rûh Rabbimin emrindendir, (O’nun
bileceği işlerdendir). Size sadece az bir ilim verilmiştir.”

İbn Kesir, İsra sûresinin tamamının Mekkî olduğunu ifade etmekte ve âyetin
Mekke’de nâzil olduğunun delillerinden biri olarak, Ahmed b. Hanbel’in İbn Abbas’tan
rivayet ettiği hadisi nakletmektedir.

78
Hal böyleyken Buhari ve Müslim’de yer alan ve İbn Mesûd’dan rivayet edilen
hadisten ise çok açık bir şekilde bu âyetin Medine’de nâzil olduğu anlaşılmaktadır. İbn
Kesir bu duruma dikkat çeker ve şöyle bir izah getirir:

- Ya âyet Allah Resûlü’ne daha önce Mekke’de nâzil olduğu gibi bir kere de
Medine’de nâzil olmuştur.

- Ya da kendisine, onlara daha önce bu konuda nâzil olmuş olan âyetle cevap
vermesi vahyedilmiştir. 214

Zerkeşî (ö. 794/1392), İsrâ sûresinin ittifakla Mekkî olduğunu; ancak 85. âyetinin
sebeb-i nüzûlü olarak Buhârî ve Müslim’de Medine’de gerçekleşmiş bir hâdisenin rivayet
edildiğini zikreder. Bu durumun ise herhangi bir işkâle sebep olmaması gerektiğini zira
âyetin bir defa Mekkeli müşriklere bir defa da Medineli Yahudilere cevap olarak iki defa
nâzil olduğunu ifade eder.

Ona göre Mekkeli müşrikler, Allah Resûlü’ne Zülkarneyn ve Ashâb-ı Kehf’i


sormuşlar, Allah Resûlü de onlara nâzil olan âyetlerle cevap vermişti. Bunun üzerine
Yahudiler, Müşrikler’den, Allah Resûlü’ne ruhu sormalarını istediler ve soru üzerine ruh
âyeti nâzil oldu. Medine’de Yahudiler tarafından ruhun sorulması üzerine ise âyet ikinci
defa nâzil oldu.215

Süyûtî de mükerrer nüzûl bahsinde Zerkeşî’nin bu görüş ve nakillerine aynı şekliyle


yer vermiştir. Bunun yanısıra İbn Kesîr’in ruh âyetini mükerrer nâzil olmuş âyetler arasında
kabul ettiğini ifade etmiştir. 216

Süyûtî her ne kadar mükerrer nüzûl bahsinde Zerkeşî ve İbn Kesîr’in, ruh âyetini
mükerrer nüzûl kategorisinde ele aldıklarını nakletse de kendisi onlardan farklı
düşünmektedir. Süyûtî bir âyetle ilgili birden çok sebeb-i nüzûlün rivayet edildiği
durumlarda asıl sebeb-i nüzûlü tesbit etmede izlenmesi gereken yolları açıklarken
muhtemel durumlardan biri olarak şunu ifade eder: Sebeb-i nüzûl olarak iki farklı sahih

214
İbn Kesîr, Tefsirü’l-Kur’âni'l-Âzim, III, 61.
215
Zerkeşi, el-Burhân, I, 30.
216
Süyûtî, el-İtkân, I, 104.

79
rivayetin bulunduğu durumlarda râvîsinin olayın şahidi olduğu rivayetin diğerine tercih
edilmesi gerektiğini ifade eder ve bu duruma ruh âyeti hakkındaki rivayetleri örnek verir.
Süyûtî, İbn Mesûd’un, rivayet ettiği olaya şahitlik etmesi sebebiyle bu rivayetin İbn Abbas
rivayetine tercih edileceğini ifade eder.217

a. Âyetle İlgili Sebeb-i Nüzûl Rivayetleri

Zerkeşî gibi âlimleri İsrâ sûresinin 85. âyetinin ilk defa Mekke’de, ikinci defa
Medine’de olmak üzere iki defa nâzil olduğu görüşüne sevkeden rivayetler şu şekildedir.

a) Buhârî ve Müslim’de yer alan ve İbn Mesûd’dan gelen rivayetlere göre ilgili âyet
Medine’de nâzil olmuştur.

Abdullah b. Mes’ud anlatıyor: Ben Allah Resûlü’nün (s.a.s) maiyyetinde Medîne


ekin arazilerinde yürüyordum. Allah Resûlü (s.a.s), hurma dalından bir değneğe
dayanıyordu. Derken bir kaç Yahudiye rastladı. Bir kısmı diğer kısmına: O’na ruhu sorun,
dedi. Bir kısmı da: O’na birşey sormayın, bunun hakkında hoşlanmayacağınız birşey218
söyler, dedi. Derken biri kalkıp: Yâ Ebâ’l-Kâsım, ruh nedir? diye sordu. Allah Resûlü
(s.a.s) sükût etti. Kendi kendime: O’na şüphesiz vahyolunuyor, dedim. Ve yanından
kalktım. Ondaki vahiy hâli kalkınca: “Sana ruhu sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin
emrindendir. Onlara az bir ilimden başkası verilmemiştir.” meâlindeki âyeti okudu.219

b) Âyetin nüzûl sebebi olarak Tirmizî’de yer alan bir rivayete göre ise âyet
Mekke’de nâzil olmuştur. Rivayet şöyledir: İbn Abbas’ın naklettiğine göre Kureyş
müşrikleri Yahudilere: “Bize bazı sorular verin de şu adama soralım.’ dediler. Yahudiler
de: “Ona ruhu sorun.” dediler. Kureyş müşrikleri de gelip Allah Resûlü’ne (s.a.v.) ruhu
sordular da bunun üzerine Allah Teâlâ: Ruh 17/85 âyet-i kerimesini indirdi. Yahudiler
217
Süyûtî, el-İtkân, I, 96.
218
İbn Atiyye el-Endelûsî bu rivayeti naklederken şöyle bir bilgi ve yoruma yer vermiştir: Tevratta ruhun
bilgisinin Allah’a has bir bilgi olduğu ve O’ndan başka kimsenin bilemeyeceği bilgisi yer alıyordu. Eğer
Allah Resûlü ruhu açıklayıcı bir cevap verirse onun peygamber olmadığını ispatlamış olacaklardı. İçlerinden
bazıları ise bu sorunun sorulmaması taraftarıydı. Zira hoşlanmayacakları bir cevap alabilirlerdi. İbn Atiyye’ye
göre hoşlanmayacakları cevap muhtemelen şu idi: Allah Resûlü ruhu açıklamazsa Nebî olduğunun delili
güçlenmiş olacaktı. İbn Atiyye el-Endelüsî, Ebû Muhammed Abdulhak (ö. 541/1147), el-Muharreru’l-vecîz
(nşr. Abdusselam Abduşşâfî Muhammed), Lübnan: Dâru’l-kütübü’l-ilmiyye, 1413, III, 481.
219
Buhârî, İ’tisâm, 3; İlim, 47; Müslim, Sıfâtü’l-kıyame ve’l cenneti ve’n-nâr, 5; İbn Hibban, Sahih, I, 299;
Bezzar, Müsned, I, 310.

80
"Size ilimden pek az bir şey verilmiştir." âyetini duyunca: “Bize çok ilim, Tevrat
verilmiştir. Kime Tevrat verilmişse elbette ona çok hayırlar verilmiştir." dediler de “De ki:
Rabbimin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadarını da imdad
olmak üzere ona ilâve etsek daha Rabbinin kelimeleri bitmeden denizler biter
tükenirdi.” âyet-i kerimesi (Kehf 18/109) nâzil oldu.”220

b. Müfessirlerin Âyetle ilgili Yorumları

Taberî ruh âyeti ile ilgili rivayetleri naklederken daha çok farklı tarikleriyle İbn
Mesûd rivayetine yer vermiştir. İbn Mesûd rivayeti, büyük çoğunluk itibariyle A’meş,
İbrahim, Alkame, Abdullah b. Mesûd tarikiyle gelmiştir. Bu rivayetlerde bazı lafız
farklılıkları dikkat çekmektedir. Söz gelimi; İbn Mesûd’un Allah Resûlü’ne vahiy geldiğini
söylediği yerlerde kimi zaman ‫وحى اِلَْي ِه‬
َ ُ‫ت اَنَّهُ ي‬
ِ ِ ‫فَعرفْت اَنَّه ي‬, kimi zaman
ُ ‫ فَظَنَ ْن‬, kimi zaman ‫وحى الَْيه‬
َ ُ ُ ُ ََ
ise ‫وحى اِلَْي ِه‬
َ ُ‫ت اَنَّهُ ي‬
ِ ِ ‫فَعلِمت اَنَّه ي‬
ُ ْ‫ فَ َراَي‬lafızları kullanılmıştır. Buhârî’nin bir rivayetinde ise ‫وحى الَْيه‬
221
َُُ ُ َْ
lafızları yer almaktadır.222

Başta ‫ت‬
ُ ‫ فَظَنَ ْن‬lafzı olmak üzere bu lafızlardan İbn Mesûd’un, Allah Resûlü üzerinde
gözlemlediği hâli, kendisinin nasıl algıladığını ve şahsî yorumunu aktardığı
anlaşılmaktadır. Dolayısıyla orada gerçekleşen olayın mükerrer nüzûl mü yoksa başka bir
durum mu olduğu üzerinde fikir yürütülebilir. Ne var ki Buhârî muhakkiklerinden Mustafa
Dib el-Buğâ, rivayette geçen ‫ت‬
ُ ‫ فَظَنَ ْن‬lafzının ezdaddan olduğunu ve burada ‫ايقنت\علمت‬
manasında kullanıldığını ifade etmiştir.223

Yine kimi rivayetlerde, soru sorulduktan sonra “Allah Resûlü kalktı, ardından ben
de kalktım.”, kimi rivayetlerde ise sadece “sustu” ifadesi yer almaktadır. Ayrıca bazı

220
Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 18, ; Ahmed ibn Hanbel, Müsned, 5/376.
221
Taberî, Câmiü’l-Beyân, XV, 155-156.
222
Buhârî, Tevhid, 29.
223
Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail (ö. 256/870), Câmi‘us-sahîh (nşr. Mustafa Dîb el-Buğâ),
Yemame: Dâru İbn Kesîr, 1407, VI, 2713; Râgıb el-İsfahânî, Ebü’l-Kâsım Hüseyn b. Muhammed b. el-
Mufaddal (ö. 502/1108 ), el-Müfredat fî garibi'l-Kur'ân (nşr. Muhammed Seyyid Kilani.), Beyrut: Dâru’l-
marife, ts., I/317.

81
rivayetlerde “Bir grup Yahudi geldi ve sordu” veya “Bir grup Yahudiye rastladık, şöyle
sordular:” denilirken diğer bir rivayette olay “Bir Yahudi geldi ve sordu.” ifadesiyle
aktarılmaktadır.224

Taberî Tefsirinde ruh âyeti ile ilgili rivayetler serdedilirken İbn Abbas rivayetinde
aktarıldığı gibi Mekke müşriklerinin Medine Yahudileriyle görüşmek ve onlardan soru
almak üzere elçi göndermeleri ile ilgili herhangi bir rivayet yer almamaktadır. Ruh âyetinin
Mekke’de nâzil olduğu ile ilgili olarak sadece Atâ b. Yesar’dan nakledilen bir rivayet yer
almaktadır.225 İleride bu rivayete değinilecektir.

Taberî’de yer alan ve Muğîre, İbrahim en-Nehaî, Abdullah b. Mesûd senediyle


gelen bir rivayette ruh hakkında sordukları soruya Allah Resûlü’nün ruh âyetiyle cevap
vermesinin ardından Yahudiler, “Bizim kaynaklarımızda da bu şekilde geçmektedir.”
şeklinde mukabelede bulunmuşlardır.226 Sa’lebî de bu rivayete yer vermiştir.227

İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350), ruh âyeti konusunda Buhari ve Müslim’de
geçen İbn Mesûd rivayetlerini tercih eder. İbn Abbas’tan ruh âyetinin tefsiri olarak gelen
rivayetlerde ızdırab olduğunu ve bu ızdırabın ravilerde veya İbn Abbas’ın sözlerinde
olduğunu ifade eder. İbn Abbas’tan gelen ve Kureyş müşriklerinin Yahudilerden
kendilerine soru vermelerini talep ettikleri rivayeti de (ki bu rivayet sahih olup âyetin
Mekke’de nâzil olduğunu savunanların en önemli delilidir) bu muzdarib hadisler arasında
sayar.

İbn Cevziyye ruh âyetinde geçen ruhun, insanın bedenindeki ruh değil “O gün Rûh
ve melekler saf saf sıralanır.”228 âyetinde belirtilen azîm bir melek olduğunu söyler. Ona
göre Yahudilerin sorduğu ruh, vahiy dışında bilinemeyecek ve ancak bir nebînin
bilebileceği bir şeydir. İnsan bedenindeki ruh ise malum olup hakkında çok şey yazılıp
söylenmiştir. Bu bilgiye sahip olmak nübüvvet alametlerinden biri değildir. O nedenle İbn
Cevziyye, ruh sorusunun Medine’de ve doğrudan Yahudiler tarafından sorulduğu
224
Taberî, a.g.e, XV, 155.
225
Taberî, a.g.e, XV, 157.
226
Taberî, a.g.e, XV, 156.
227
Sa’lebi, el-Keşf ve’l-Beyân, VI,130.
228
Nebe’, 78/38.

82
kanaatindedir. Ona göre eğer Mekke’de böyle bir soru sorulmuş ve cevabı vahiy olarak
gelmiş olsaydı Allah Resûlü Medine’de Yahudilerin sorusu karşısında sükut etmez
doğrudan Mekke’de inen âyetle onlara cevap verirdi.229

İbn Âşûr’a göre âyetin siyak sıbakındaki âyetler göz önünde bulundurulduğunda
soruyu soranlar Mekkeli müşriklerdir. İbn Abbas’tan gelen ve Mekke müşriklerinin Medine
Yahudilerine danışmaya gittikleri ve onların da O’na ruhu sormalarını tavsiye ettikleri,
Mekke’ye dönüp Allah Resûlü’ne bu soruyu sormaları üzerine ruh âyetinin nâzil olduğu
rivayet de soruyu Mekke müşriklerinin sorduğunu teyid etmektedir. Ona göre Kureyş ve
Yesrib halkı arasında pek çok evlilik, ticaret ve dostluk bağları vardı. Her Yesriblinin
Mekke’ye geldiğinde evinde misafir olacağı bir arkadaşı vardı. Ümeyye b. Halef ve Sa’d b.
Muaz buna bir örnektir.230

İbn Âşûr, yukarıda soru olarak sadece ruh sorusunun yer aldığı rivayeti özellikle
seçmiştir. Ona göre, İbn İshak’ın yer verdiği, Nadr b. Haris ve Ukbe b. Ebî Muayt’ın
Medineye gidip Yahudilere akıl danıştıkları ve Yahudilerin de ruh ile Zülkarneyn ve
Ashâb-ı Kehf kıssalarını sormalarını tavsiye ettikleri üç soru alıp dönmelerini anlatan
rivayette bir işkâl vardır.231 Çünkü ruh sorusunun cevabı diğer iki sorudan ayrı olarak İsrâ
sûresinde yer almaktadır. Ashâb-ı Kehf ve Zülkarneyn sorularının cevabı ise Kehf
sûresindedir ve İsrâ sûresi Kehf sûresinden önce nâzil olmuştur. İbn Âşûr’a göre bu işkâl şu
iki şekilde giderilebilir:

a) Ya ruh hakkındaki soru münferit bir olay olarak gerçekleşmiş, daha sonra ikinci
kere diğer iki soruyla birleştirilerek sorulmuştur.

229
İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebû Abdullah Şemseddin Muhammed (ö. 751/1350), er-Ruh (nşr., Muhammed
Ecmel Eyyub el-Islâhî), Mekke: Dâru âlemi’l-fevâid, I-II, II, 439-443; Kasımi, Cemaleddin Muhammed b.
Muhammed Saîd Cemaleddin (ö. 1332/1914), Mehasinü’t-te’vil,Kahire: Dâru ihyâi’l-kütübi’l-Arabiyye, 1.
bsk., 1376/1957, I-XVII, X, 3991-3993.
230
İbn Aşur, Muhammed Tâhir b. Muhammed (ö. 1394/1973), et-Tahrîr ve’t-tenvîr, Beyrut: Müessesetü’t-
târîhi’l-Arabî, 1420, XIV, 153-154.
231
Rivayet hakkında bk: İbn İshak Muhammed b. Yesar (ö. 150/767), Siretü İbn İshak (nşr. Muhammed
Hamidullah), Ma’hedü’d-dirâsât ve’l-ebhâs litta’rîf, tsz., IV, 182-183

83
b) Ya da ruh âyeti diğer âyetlerden ayrılarak (daha önce nâzil olmuş olan) İsrâ
sûresine ilhak edilmiştir.232

Cumhur’a göre İsrâ sûresinin tamamı Mekkîdir. Atâ b. Yesar da âyetin Mekke’de
nâzil olduğunu söylemiştir. Buna karşılık Buhârî’de nakledilen ve İbn Mesûd’dan gelen
rivayette bu âyetin Medine’de nâzil olduğu anlatılmaktadır. İbn Âşûr, İbn Mesûd ve İbn
Abbas rivayetlerinin şu şekilde cem edilebileceğini ifade eder:

Medine’de Yahudiler ruhu sorunca Allah Resûlü onların Kureyş Müşriklerine


kıyasla ruhun manasını daha iyi anlayabileceklerini düşündü ve kendisine Kureyşlilere
verdiği cevaptan daha açıklayıcı bir âyetin nâzil olmasını bekledi. Cenab-ı Hak da ruhun
hakikatini idrak etmedeki acizlik noktasında Medine Yahudileri ile Kureyş müşriklerinin
aynı durumda olduğunu ta’lim için veya cevabın değişmeyeceğini bildirmek için Mekke’de
nâzil olan âyeti tekrar inzâl etti veya onlara Mekke’de nâzil olan âyeti okumasını emretti.233

İbn Âşûr, siyer kitaplarında yer alan bilgilerde olayların birbirine karıştığını iddia
etmektedir. Ona göre Kureyşliler hem Hristiyanlara hem de Yahudilere akıl danışmış ve
onlardan soru istemişlerdi. Kureyşliler Şam’a yaptıkları yolculuklar sebebiyle
Hristiyanlarla da görüşüyorlardı. Kehf kıssası İsrailoğulları ile ilgili bir hâdise değildir ve
Ashâb-ı Kehf Hristiyandır. Yine eğer Zülkarneyn, Makedonyalı Büyük İskender ise bu
konudaki soruyu da Hristiyanlar vermiş olmalıdır. Çünkü Büyük İskender’in fetihleri Roma
dönemine aittir. İbn Âşûr’a göre sonuç itibariyle buradan Yahudilerin Kureyşlilere telkin
ettikleri sorunun sadece ruhla ilgili soru olduğu anlaşılmaktadır. Bundan dolayı ruh âyeti
diğer iki hâdiseden farklı olarak İsrâ sûresinde; Ashâb-ı Kehf ve Zülkarneyn kıssası ise
Kehf sûresinde yer almıştır. Bir de şu var ki bu soruların birbirinden farklı vesile ve
münasebetlerle sorulmuş olması da mümkündür.234

İbn Âşûr, müşriklerin Zülkarneyn ve Ashâb-ı Kehf ile ilgili soruları, Şam seferleri
dolayısıyla tanıdıkları Hristiyanlardan almış olabileceklerini iddia etse de böyle bir

232
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XIV, 154.
233
İbn Âşûr, a.g.e, XIV, 154.
234
İbn Âşûr, a.g.e, XIV, 154-155.

84
zorunluluk yoktur. Zira Zülkarneyn235 ve Ashâb-ı Kehf her ne kadar Hristiyan olsalar bile
onlara ait kıssalarıYahudilerin bilmedikleri iddia edilemez.

Muhammed İzzet Derveze (ö. 1404/1984), İbn Mesûd ve İbn Abbas’dan gelenler de
dahil olmak üzere âyetle ilgili tüm rivayetlere yer verdikten sonra bunlar arasında sahih bir
senede dayananın, Buhari, Müslim ve Tirmizi’de yer alan İbn Mesûd rivayeti olduğunu
söyler. Ona göre bu rivayetten âyetin Medenî olduğu sonucuna ulaşıldığını ancak bunun
doğru olmadığını savunur. Çünkü göre Medineli Yahudilerin, cevabı daha önce Mekkî bir
sûrede verilmiş bir soruyu tekrar sormalarının bir hikmeti, münasebeti veya mantığı yoktur.
Üstelik âyetin devamında Mekke kâfirlerinin Allah Resûlüne ve davetine karşı tutumları
anlatılmaktadır ki bu da âyetin Mekkî olduğunu gösterir. Çünkü Medenî sûrelerde
Yahudiler’in, Allah Resûlü’ne ve davetine karşı tutumları, soruları, tehditleri ve tacizleri
anlatılmaktadır.

Derveze, İbn Kesîr’in, İsrâ sûresinin tamamının Mekkî olduğuna ve ruh âyetiyle
ilgili rivayetleri izah sadedinde âyetin Medine’de tekrar nâzil olduğuna dair görüşlerine
katılmaz. İbn Kesîr’in bu açıklamasının işkâli gidermediğini ve onun sözünden de bu
sorunun Mekke’de sorulup cevaplandığının anlaşıldığını söyler. Bu konudaki nihaî
görüşünü ise şöyle açıklar: Medineli Yahudiler Allah Resûlü’ne aynı soruyu sormuşlar,
buna karşılık Allah Resûlü de onlara Mekke’de nâzil olmuş olan âyeti okuyarak cevap
vermiştir. Bunun üzerine Yahudilerin cevaben “Bize Tevrat verilmiştir. Kime Tevrat
verilmişse onlara çok hayır (ilim) verilmiştir.” demeleri üzerine ise onlara yine daha önce
Mekke’de nâzil olmuş olan Lokman sûresnin 27. âyetini okumuştur. Raviler ise bu
konudaki rivayetleri birbirine karıştırmış, bu olay ilk defa Medine’de olmuş gibi rivayet
etmişlerdir. Dolayısıyla âyetin Medine’de tekrar ikinci kere nâzil olduğunu
söylemeye/düşünmeye gerek yoktur.236

Derveze ayrıca üç ayrı sorunun sorulduğu rivayetlere kıyasla sadece ruhun


sorulduğu rivayetin, âyetin makamına ve nassına daha uygun olduğunu söylemektedir. Ona

235
İddia edildiği gibi Büyük İskender olduğu düşünülürse.
236
Derveze, et-Tefsîru’l-hadîs, III, 425-426.

85
göre ruh âyetinin İsrâ sûresinde diğer iki meselenin ise Kehf sûresinde yer alması ve bu iki
sûrenin nüzûl tertibi bakımından birbirinden uzak olması da bunu desteklemektedir.237

Soruyu soranların kimler olduğu ile ilgili olarak ise şu üç ihtimali zikreder: Ya
Yahudilerin tavsiyesi üzerine veya onların tavsiyesi olmaksızın Mekke müşrikleri
sormuştur. Ya doğrudan Mekke’de yaşayan az sayıdaki bazı Yahudi ve Hristiyanlar
tarafından sorulmuştur. Ya da bu soruyu Müslümanlar bile sormuş olabilir. Çünkü sorunun
konusu bu sayılan grupların hepsinin aklına gelebilecek türden bir konudur.238

Derveze’ye ait, ruhla ilgili soruyu Müslümanların sormuş olabileceği görüşü daha
önce hiçbir müfessir tarafından söylenmemiş bir şey olup uzak bir ihtimaldir. Mekke’de
yaşayan az sayıdaki bazı Yahudi ve Hristiyanlar tarafından sorulmuş olabileceği görüşüne
gelince Mekke’de az sayıda Hristiyan’ın yaşadığı bilinmektedir. Hz. Hatice’nin amcası
Varaka b. Nevfel ve müsteşriklerin, Allah Resûlü’nün kendisinden bilgi aldığını iddia
ettikleri Hristiyan demirci bunlara örnek olarak verilebilir. Fakat Mekke’de yaşayan Yahudi
yoktur.239

c. Âyetle İlgili Rivayetlerde Öne Çıkan Bazı Hususlar

Burada âyetin ne zaman, nasıl bir ortamda ve kimlere cevap olarak nâzil olduğu gibi
konuları netleştirmek ve rivayetlerin daha doğru bir değerlendirmesini yapmak adına
rivayetlerde zikredilen bazı hususlar üzerinde durmak istiyoruz.

a. ً‫ َوَما أُوتُوا ِم َن الْعِْل ِم إِْلَّ قَلِيال‬Kıraati

Ruh âyeti ile ilgili olarak Buhârî’de İbn Mesûd rivayetleri arasında َّ‫َوَما أُوتُوا ِم َن الْعِْل ِم إِْل‬

ً‫ قَلِيال‬kıraati bulunmaktadır ve Â’meş’in “Bizim kıraatimize göre böyle” dediği bilgisi yer
almaktadır.240

237
Derveze, a.g.e, 426.
238
a.g.e, a.y.
239
Küçükaşçı, Mustafa Sabri, “Mekke”, DİA, XXVIII, 557.
240
Buhârî, İlim, 47.

86
İbn Atiyye el-Endelüsî de tefsirinde, İbn Mesûd ve A’meş’in ً‫َوَما أُوتُوا ِم َن الْعِْل ِم إِْلَّ قَلِيال‬

şeklinde okuduklarını ve İbn Mesûd’un bu kıraati Allah Resûlü’nden rivayet ettiğini


bildirmektedir.241

İbn Mesûd’un, ruh âyetinin Medine’de nâzil olduğu ile ilgili rivayeti nakleden kişi
ve olayın şahidi olduğu hatırlanırsa, ruh âyetinin Medine’de farklı bir kıraat üzere yani
yukarıda zikredilen kıraat ile tekrar inzâl edildiği düşünülebilir. Çünkü İbn Mesûd
muhtemelen bizzat şahidi olduğu bir olayda âyet nasıl telaffuz edilmişse öyle okumayı
tercih etmiştir. Ama yine de bunu kesin olarak söylemek mümkün değildir. Zira İbn
Mes’ûd bu kıraati Allah Resûlü’nden bir başka yer ve zamanda duymuş da olabilir.

b. İbn Abbas’tan gelen “Rûh nasıl azab görür?” rivayeti

Sa’lebî, Taberî, İbn Kesîr, Süyûtî ve İbn Acîbe tefsirlerinde ruh âyetinin nüzûlü ile
ilgili olarak İbn Abbas’tan şöyle farklı bir rivayet yer almaktadır: “Yahudiler Allah
Resûlü’ne ‘Ruh nedir ve ruh Allah’tan olduğu halde bedendeki ruh nasıl azab görür?’ diye
sordular. Bu konuda henüz bir âyet nâzil olmamıştı. Allah Resûlü onlara bir cevap vermedi.
Cebrail (a.s) geldi ve:

- ‘De ki Rûh Rabbimin emrindedir. Size sadece az bir ilim verilmiştir.’ buyurdu.
Allah Resûlü bu âyetle onlara cevap verince,

-‘Bunu sana kim haber verdi?’ diye sordular. Allah Resûlü, ‘Cebrail haber verdi’
dedi. Bunun üzerine onlar:

- Onu sana haber veren ancak bizim düşmanımızdır, dediler.

Bunun üzerine Allah (c.c.): “De ki: “Kim Cebrâil’e düşman ise iyi bilsin ki, bu
Kur’ân’ı daha önceki kitapları tasdik etmek, inananlar için bir rehber ve müjde olmak
üzere, Allah’ın izniyle senin kalbine o indirmiştir.”242 âyetini inzâl buyurdu.243

241
İbn Atiyye el-Endelûsî, el-Muharreru’l-vecîz, III, 482. Ayrıca bk: Begavî, Ebû Muhammed Muhyissünne
Hüseyin b. Mesûd (ö. 516/1122); Mealimü't-tenzi, (nşr. Hâlid Abdurrahman Ak), Beyrut: Dârü’l-Ma’rife, ts.,
I-IV, III, 134; Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekr (ö. 671/127), el-Câmi' li-ahkâmi'l-
Kur'ân, Kahire: Dâru’ş-şa’b, ts., X, 324.
242
Bakara 2/ 97.

87
Bu rivayette yer alan “Bu konuda henüz bir âyet nâzil olmamıştı.” ifadesi dikkat
çekicidir. İbn Abbas burada bu sözle neyi kastetmektedir? Soruyu soranların Yahudiler
oluşu ve nâzil olan âyetin Bakara sûresi âyeti olduğu düşünüldüğünde bu olayın Medine’de
cereyan ettiği anlaşılmaktadır. İbn Abbas’ın “Bu konuda henüz bir âyet nâzil olmamıştı.”
sözü iki şekilde anlaşılabilir.

ba. Belki ruh âyeti vardı ama İbn Abbas, ruhun nasıl azab gördüğü ile ilgili bir
âyetin olmadığını kastetmişti. Allah Resûlü daha önce nâzil olmuş olan ruh âyetiyle cevap
vermişti. Veya öyle cevap vermesi vahyedilmişti.

bb. Ruh âyeti hiç nâzil olmamıştı, ilk olarak orada nâzil olmuştu.

Mekke’de nâzil olduğu ile ilgili rivayetler de düşünüldüğünde bu iki seçenekten


birincisi daha makul görünmektedir.

c. Yahudilerden Gelen Farklı Tepkiler ve Soru Soranların Sayısı

Rivayetlere bütüncül bir nazarla bakıldığında Allah Resûlü’ne ruh ile ilgili soruların
birden fazla yerde, farklı kişi ve gruplar tarafından sorulduğu ve Allah Resûlü’nün her
seferinde ruh âyetiyle cevap verdiği veya öyle yapmasının vahyedildiği anlaşılmaktadır.
Çünkü bazı rivayetlerde “bir grup Yahudi”, başka bir rivayette “bir Yahudi” sordu
denilmektedir. Yahudiler bir rivayette “Biz de kitabımızda böyle buluyoruz.” diye cevap
verirken başka bir rivayette aldıkları cevap üzerine sorduklarına pişman oluyorlar. Çünkü
O’nun peygamber olduğu tescillenmiş oluyordu. Yine bir başka yerde “Bunu sana kim
haber verdi?” sorusuna karşılık Allah Resûlü’nün “Cibrîl” demesi üzerine “O bizim
düşmanımızdır.” diye cevap veriyorlar.

Bu farklı tepkiler ve cevaplardan Yahudiler arasında bazılarının hakperest,


bazılarının ise haset ve kinlerinden dolayı düşmanca tavır sergiledikleri anlaşılmaktadır.
Zaten Ehl-i kitabın hepsinin bir olmadığı Kur’ân-ı Kerim’de açıkça ifade edilmiştir.244

243
Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân, VI, 130.
244
Âl-i İmrân 3/113-114

88
Diğer taraftan “bir Yahudi” ibaresi ile ilgili olarak grubun içinden birinin sormuş
olabileceği de düşünülebilir. Aynı şekilde farklı riveyetlerde yer alan farklı tepkiler aynı
gruptan çıkan farklı ses ve görüşler de olabilir.

d. Mekke Müşriklerinin Medine Yahudilerine Akıl Danışmak Üzere Elçi


Göndermeleri

İbn Hişam (ö. 213/828), İsrâ ve Kehf sûrelerinin nüzûlü ile alâkalı şöyle bir hâdise
nakletmektedir: Mekke’de Allah Resûlü’nün mesajı kalblerde makes buluyor, inananların
sayısı giderek artıyordu. Bu durum şüphesiz, Kâbe’nin ve Mekke’nin kendilerine sağladığı
makam ve ticari imkanları kaybetmek istemeyen Kureyş ileri gelenlerini
endişelendiriyordu. İnananları bastırmak ve itibarsızlaştırmak için türlü türlü iftiraya
sarılıyor, kaba kuvvete başvuruyor olmalarına rağmen İlahî mesajın önünü alamıyorlardı.
Yine bir gün Dâru’n-Nedve’de başbaşa vermiş ne yapacaklarını görüşürlerken Nadr b.
Hâris kalkıp bir konuşma yaptı:

“Ey Kureyş! Gördüğünüz gibi üstesinden gelemediğiniz bir işle karşı karşıyasınız!
Bildiğiniz gibi Muhammed, aranızdan yetişmiş bir delikanlıdır; bugüne kadar sizi hoşnut
etmede kendisinden en çok hoşlandığınız, en doğru sözlünüz ve en çok güven duyduğunuz
isimdi. Ne var ki yaşı kemâle erip getirdiklerini getirdikten sonra siz ona, “sihirbaz”
dediniz; ancak vallahi o, sihirbaz değildir. Zira biz, sihirbazları da, onların üfleyip
durdukları düğümlerle nefeslerinin ne olduğunu da biliriz! Siz ona, “kâhin” dediniz; vallahi
O, kâhin de değildir. Çünkü biz, çok kâhin gördük; onların hallerini ve mesleklerini icra
ederkenki tavırlarını çok iyi biliriz! Siz ona “şâir” de dediniz. Vallahi O, şâir de değildir.
Şüphe yok ki biz, şiirin a’lâsını biliriz; kâfiyesini ve musikisini bizden daha iyi bilen
olamaz. Sonra ona “mecnûn” dediniz; Allah’a yemin olsun ki o, mecnûn da değildir. Zira
biz, standart dışı hareketleriyle mecnûnun kim olduğunu da iyi biliriz. Ey Kureyş! Meseleyi
ciddiye alın ve bir kez daha düşünün; çok büyük bir işle karşı karşıyasınız!”245

245
İbn Hişam, Ebû Muhammed Cemaleddin Abdülmelik, (ö. 213/828), es-Siretü’n-nebeviyye (nşr. Taha
Abdurrauf Sa‘d), Beyrut: Dâru’l-cîl, 1. bsk., 1411, II/137-138.

89
Nadr’ın söyledikleri doğruydu. Zaten bu yakıştırmaları söylerken kendileri de
inanmıyorlardı. Değişik bir yol bulmaları gerekiyordu ve sonunda, Ukbe b. Ebî Muayt ile
Nadr b. Hâris’i Yesrib’e (Medîne) gönderme kararı aldılar. Ardından da onlara: “Sıfatlarını
ortaya döküp sözlerini onlarla paylaşın ve neticede Muhammed’i bir de onlara sorun! Ne de
olsa onlar, ilk kitabın sahipleri; onların yanında, peygamberler hakkında bizim
bilmediklerimizin bilgisi de mutlaka vardır” tembihinde bulundular.

Nadr ve Ukbe Medine’ye gidip Yahudi bilginleri ile görüştüler. Onlara akıl hocalığı
yapan Yahudi bilginleri “Ona üç şey sorun; bakalım size cevap verebilecek mi? Şâyet bu üç
soruya doğru cevap verirse, bilin ki O, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir.
Ancak cevapları isabetli değilse, o zaman da atıp tutan birisi olduğunu anlamış olursunuz ki
o zaman kendi kararınızı da yine kendiniz verirsiniz! O’na, önceki asırlarda yaşayan
gençleri (Ashâb-ı Kehf) sorun; onların mahiyeti ne imiş? Gerçekten de onların işi çok
acâyiptir. Yine ona, yeryüzünün doğu ve batısına çok seyahat eden adamı sorun; sorun
bakalım onun binası ne imiş? Aynı zamanda ona, ruhu sorun; mahiyetinin ne olduğunu
söylesin! Şâyet bunların cevabını verirse bilin ki Nebî’dir; hiç vakit kaybetmeden ona tâbi
olun! Ancak yok eğer bunlara cevap veremezse bilin ki o, söz üreten birisidir ve bu
durumda dilediğinizi yaparsınız!”

Yahudi bilginlerden aldıkları akılla hemen Mekke’ye dönen Nadr ve Ukbe


Mekkelilere dönüp şöyle dediler: “Ey Kureyş! Şüphesiz biz, Muhammed’le aramızdaki
meseleye son noktayı koyacak bir bilgiyle geldik! Zira Yâhudîler bize, cevaplarını sadece
bize söyledikleri birtakım sorular verdiler ki ona soralım!”

Doğruca Kâbe’de bulunan Hz. Peygamber’in yanına geldiler ve: “Yâ Muhammed!”
diyerek Allah Resûlü’ne sorularını tevcih ettiler.

Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Bunların cevabını size yarın veririm,


demiş fakat “inşâallah” demeyi unutmuştu.246 Belki İnşallah demenin önemini ümmete
öğretmek için Allah Resûlü’ne unutturulmuştu.

246
Bk: Kehf, 18/23, 24.

90
Sonraki gün Müşrikler yine toplanmış, merakla Resûlullah’ın vereceği cevapları
bekliyordu. Ancak cevap yoktu. Sevinçlerinden uçuyorlardı. Günler geçiyor ama sonuç
değişmiyordu. Mekkelilerin sevinci her geçen gün katlanıyor ve bir propagandaya
dönüşüyordu. Aradan on beş gün geçmiş iyice havalara girmişlerdi. Şöyle diyorlardı:
“Muhammed bize, “yarın” demişti ama aradan on beş gün geçmesine rağmen hâlâ bir cevap
yok; ne sorularımıza cevap veriyor ne de bize bir şey söylüyor!” Ancak bu sevinçleri çok
uzun sürmedi. Cebrail geldi ve onların sorularının cevabını içeren Kehf Sûresini
Resûlullah’a indirmeye başladı. Onu İsrâ Sûresi tâkip ediyordu.247

Yine İbn Hişam‘ın naklettiğine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Allah Resûlü
Medine’ye gelince Yahudi âlimleri ona

- Ey Muhammed! “Size ilimden pek az bir şey verilmiştir.” sözüyle bizi mi yoksa
kavmini mi kastediyorsun diye sordular. Allah Resûlü:

- Âyet hem onları hem de sizi kastediyor diye cevap verdi. Bunu üzerine Yahudi
âlimleri:

- Fakat sen, sana vahyolunan kitapta, bize içerisinde herşeyin beyan edildiği
Tevrat’ın verildiğini okuyorsun, dediler. Allah Resûlü (s.a.s):

- Size verilen ilim Allah’ın ilmine kıyasla azdır. Fakat yine de size verilenleri ikame
etmeniz sizin için yeterlidir, buyurdu. Yahudi âlimlerinin bu sorusu üzerine Allah
Resûlü’ne “De ki: Rabbimin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o
kadarını da imdad olmak üzere ona ilâve etsek daha Rabbinin kelimeleri bitmeden denizler
biter tükenirdi.”248 âyeti nâzil oldu.249

Buraya kadar ruh âyetiyle ilgili rivayetleri aktarmaya çalıştık. Burada bir nokta
koyup rivayetlerde parçalı halde yer alan olayları yerli yerine koyarak bütün bir fotoğraf
sunmaya çalışacağız. Rivayetler bir bütün hâlinde değerlendirildiğinde olayların aslının,
sırasının ve gelişim sürecinin özetle şu şekilde olduğu anlaşılmaktadır: Allah Resûlü ve

247
İbn-i Hişâm, Sîre, II, 139-140.
248
Lokman, 27.
249
İbn-i Hişâm, Sîre, II, 149-150.

91
Kur’ân karşısında çaresiz kalan Kureyş müşrikleri bir umut Ehl-i kitap olan Medineli
Yahudilere müracaat ettiler. Onlardan, Allah Resûlü’nün cevap veremeyeceği konularda
sorular istediler. Yahudi âlimleri de Ashâb-ı Kehf’i, Zülkarneyn’i ve ruhu sormalarını
tavsiye ettiler. Müşriklerin geri dönüp bu soruları tevcih etmesi üzerine İsrâ sûresinden ruh
âyeti ve Kehf sûresinden Ashâb-ı Kehf ve Zülkarneyn’le ilgili âyetler nâzil oldu. Hicretle
birlikte Allah Resûlü Medine’ye gelince Yahudiler bizzat kendileri Allah Resûlü’ne ruhu
sordular. Bunun üzerine de Allah Resûlü’ne onlara daha önce Mekke’de müşriklere cevap
olarak nâzil olan ruh âyeti ile cevap vermesi vahyedildi.

e. İsrâ ve Kehf sûrelerinin Nüzûl Sırası ve Zamanı

Yukarıda verilen görüşler incelendiğinde İsrâ ve Kehf sûrelerinin nüzûl zamanı,


sırası ve iki sûrenin nüzûlü arasında geçen süre ile ilgili olarak tam bir görüş birliğinin
olmadığı anlaşılmaktadır.

Yine yukarıda geçtiği üzere Zerkeşi şöyle bir açıklama yapmıştır: “Mekkeli
müşrikler, Allah Resûlü’ne Zülkarneyn ve Ashâb-ı Kehf’i sormuşlar, Allah Resûlü de
onlara nâzil olan âyetlerle cevap vermişti. Bundan sonra Yahudiler, Müşrikler’den, Allah
Resûlü’ne ruhu sormalarını istediler ve soru üzerine ruh âyeti nâzil oldu. Medine’de
Yahudiler tarafından ruhun sorulması üzerine ise âyet ikinci defa nâzil oldu.”250 Zerkeşi’nin
bu anlatımından Kehf sûresi’nin, müşriklerin Allah Resûlü’ne Zülkarneyn ve Ashâb-ı
Kehf’i sormaları üzerine nâzil olduğu ve İsrâ Sûresinin aynı zamanda değil sonraki farklı
bir zamanda nâzil olduğu anlaşılıyor. Müşriklerin Yahudilere akıl danışmak için Medine’ye
elçi göndermeleri, onların da ruhu sormalarını tavsiye etmeleri, elçilerin geri Mekkke’ye
dönüşü, soruyu sormalarının hemen sonrasında veya İbn Hişam’ın rivayetine göre 15 gün
sonra sûrenin nâzil olması gibi durumlar göz önünde bulundurulursa Kehf sûresi ile İsrâ
sûresinin peşpeşe aynı anda nâzil olmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Arada 10-30 gün
kadar zaman farkı olması gerekir.

250
Zerkeşî, eI-Burhân, I, 30.

92
Her üç sorunun Yahudilerin tavsiyesi üzerine sorulduğu rivayeti dikkate alınırsa bu
durumda bu iki sûrenin peşpeşe nâzil olduğu düşünülmelidir. Veya en azından Kehf sûresi
ile İsrâ sûresinden ruh âyeti birlikte nâzil olmuş olmalıdır.

Son dönem müfessirlerinden İbn Aşur ve Derveze’nin Mekkeli müşriklerin Ashâb-ı


Kehf ve Zülkarneyn’le ilgili soruları Hristiyanlardan, ruh sorusunu ise Yahudilerden
aldıkları yönündeki görüşlerine bakıldığında ise yine Kehf sûresinin önce, İsrâ sûresinin
sonra nâzil olduğu anlaşılmaktadır. Ashâb-ı Kehf ve Zülkarneyn sorularının cevapsız
bırakılıp daha sonra İsrâ sûresi ile beraber nâzil olması da mümkün değildir. Zira arada
zaman farkı vardır. Bu kadar zaman soruların cevapsız kalması düşünülemez.

Sûrelerin kronolojik sıralanmasıyla ilgili olarak Ezher Mushafı’na, diğer İslâmî


rivayetlere ve müsteşrıkların yaptığı kronoloji çalışmalarına bakıldığında da bu konuda bir
birlik olmadığı ve Ezher mushafı da dahil sıralamaların çoğunluğunda İsrâ sûresinin Kehf
sûresinden önce nâzil olduğu görülmektedir.251

Yukarıda’da geçtiği üzere İbn Âşûr’a göre İsrâ sûresi Kehf sûresinden önce nâzil
olmuştur.252 Derveze de, bu iki sûrenin nüzûl tertibi bakımından birbirinden uzak olduğunu
söylemektedir.253

Sonuç itibariyle sorular ister farklı din mensuplarından alınmış olup farklı
zamanlarda sorulmuş olsun isterse sûreler aynı zamanda farklı zamanlarda nâzil olmuş
olsun Mekke’de müşrikler ruh hakkındaki soruyu Allah Resûlü’ne yöneltmişler ve bununla
ilgili olarak İsrâ sûresindeki ruh âyeti nâzil olmuştur. Bu bakımdan bu âyetin Mekkî olduğu
kanaatimizce kesindir.

f. Lokman 31/27 ve Kehf Sûresi 18/109 Âyetleri

İsrâ 17/85 âyetiyle ilgili rivayetler içerisinde Allah Resûlü’nün “… size sadece az
bir ilim verilmiştir.” âyetini okuması üzerine Yahudilerin buna itiraz ettikleri ve içerisinde
her türlü bilginin bulunduğu Tevrat’a sahip olduklarını ifade ettikleri nakledilmektedir.
251
Karşılaştırmalı tablo için bakınız: Yıldırım, Suat, Oryantalistlerin Yanılgıları, İstanbul: Akademi
Yayınları, s. 224.
252
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XIV, 154.
253
Derveze, a.g.e, 426.

93
Medine’de yaşanan bu olay üzerine bazı rivayetlere göre Allah Resûlü’ne Lokman 31/27,
bazı rivayetlere göre ise Kehf Sûresi 18/109 âyetlerinin nâzil olduğu bildirilmektedir.
Üstelik bu rivauyetlerde sarih sebeb-i nüzûl lafızları kullanılmaktadır. Lokman ve Kehf
sûrelerinin Mekkî olduğu kabul edildiğine göre bu iki âyet hakkında neden mükerrer
nüzûlden bahsedilmediği merak konusudur. Bu başlık altında rivayetleri inceleyip bir
neticeye varmaya çalışacağız.

Pek çok rivayette Allah Resûlü’nün “… size sadece az bir ilim verilmiştir.” âyetini
okuması üzerine Yahudilerin: “Bize Tevrat verilmiştir. Kime Tevrat verilmişse onlara çok
hayır (ilim) verilmiştir.” şeklinde tepki verdikleri ifade edilmektedir.254

Yine Atâ b. Yesar rivayetinde, Allah Resûlü Medine’ye gelince Yahudilerin:

- “Bize ‘… size sadece az bir ilim verilmiştir.’ dediğin bilgisi ulaştı. Bununla bizi
mi yoksa kavmini mi kastediyorsun?”255 şeklinde sordukları nakledilmektedir.

Aynı şekilde başka bir rivayette Yahudiler’in:

- “Bir öyle diyorsun bir böyle. Daha önce ‘bize içinde herşeyin bildirildiği Tevrat’ın
verildiğini’ söylemiştin. Şimdi ise ‘… size sadece az bir ilim verilmiştir.’ diyorsun tepkisini
verdikleri anlatılmaktadır.256

Tefsir kitaplarında yer alan rivayetlerin bazılarında Yahudilerin bu sözlerine


karşılık Allah Resûlü’ne, ‫ات اللَّ ِه‬ ِ ‫ض ِمن شجرةٍ أَقْ َالم والْبحر َيدُّه ِمن ب ع ِدهِ سب عةُ أ َْْب ٍر َّما نَِفد‬
ِ ‫َولَ ْو أَََّّنَا ِيف ْاِل َْر‬
ُ ‫ت َكل َم‬
ْ َ ُ َ ْ َ ْ َ ُ َُ ُ ْ َ َ ٌ َ َ َ
ِ ِ
ٌ ‫“ إ َّن اللَّهَ َع ِز ٌيز َحك‬Eğer Allah’ın kelimelerini yazmak üzere, dünyadaki bütün ağaçlar, kalem
‫يم‬

olsaydı ve denizlere de yedi deniz daha katılıp bütün onlar da mürekkep olsaydı, bunlar

254
Tirmizî, tefsîru’l-Kur’ân, 18, Ahmed b. Hanbel, Müsned, V/376, İbn Hibban, Sahih, I/301.
255
Taberî, Câmiu’l-beyân, XV, 157, İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, III, 61-62; Süyûtî, ed-Dürrü’l-
mensûr, V, 333; Âlûsî, Ebü’s-Senâ Şehâbeddîn Mahmûd b. Abdullâh b. Mahmûd (ö. 1270/1854), Rûhu’l-
meânî fî tefsîri’l-Kur’âni’l-azim ve’s-seb’i’l-mesânî, Beyrut: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, ts., XV, 153; İbn
Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XIV, 157, Bir rivayette de “Bu sadece bizim için mi geçerli yoksa buna sen de
dahil misin?” demişlerdir.
256
Râzî, Tefsîru’l-kebîr, XXI, 44; Beydâvî, Ebû Saîd Nasırüddin Abdullah b. Ömer b. Muhammed (ö.
685/1286), Envarü't-tenzil ve esrarü't-te'vil, Beyrut: Dâru’l-fikr, ts., I-V, III, 465; Âlûsî, Rûhü’l-meânî, XV,
153; Ebussuud Efendi, Muhammed b. Muhammed b. Mustafa (ö. 982/1574), İrşadu’l-aklı’s-selîm ila
mezâya’l-kitabi’l-kerim, Beyrut: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, ts., V, 192; Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 646.

94
tükenir yine de Allah’ın sözleri tükenmezdi. Allah, öyle Azîz, öyle Hakîmdir.” (Lokman
31/27) âyetinin nâzil olduğunu ve onlara cevap olarak bu âyeti okuduğu bildirilmektedir.257
Tefsirlerde bu rivayetler olsa da söz konusu olayda Lokman Sûresi 27. âyetinin nâzil
olduğuna dair kütüb-ü tis‘a’da bir rivayet bulunmamaktadır.

Hadis kaynaklarında ve bazı tefsir kitaplarında yer alan rivayetlerde aynı olayda
Allah Resûlü’ne ‫ات َر ِِّب َولَ ْو ِجْئ نَا مبِِثْلِ ِه َم َد ًدا‬ ِ ِ ِ ِ ِ
ُ ‫“ قُل لَّْو َكا َن الْبَ ْحُر م َد ًادا لِّ َكل َمات َرِِّب لَنَف َد الْبَ ْحُر قَ ْب َل أَن تَن َف َد َكل َم‬De
ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsaydı, hatta onun bir
mislini de takviye gönderseydik, bu denizler tükenir, Rabbinin sözleri yine de bitmezdi.”
(Kehf 18/109) âyetinin nâzil olduğu yine sebeb-i nüzûl lafızlarıyla bildirilmiştir.258

Tefsirlerde Lokman/27 âyetinin, Yahudilerin yukarıda arzettiğimiz soruları üzerine


Medine’de nâzil olduğuna dair pek çok rivayet bulunmaktadır. Sûre tefsir edilirken sûre
başında Lokman sûresinin tamamının Mekkî olduğunu söyleyenler olduğu gibi 259 27.
âyetini Medenî olarak istisna edenler de vardır.260 Rivayetlerde Medine’de yaşanan olay
anlatılırken âyetin bu olay üzerine nâzil olduğu, üstelik bizzat sebeb-i nüzûl bildiren lafızlar
kullanılarak anlatılmaktadır.261 Lokman sûresi ile ilgili genel kanaat ise Mekkî olduğudur.
Fakat muteber hadis kaynaklarında bu âyetin Mekke’de veya Medine’de nâzil olduğuna
dair ayrı ayrı rivayetler bulunmamaktadır.

Burada asıl üzerinde durmak istediğimiz konu şudur: Lokman sûresi 27. âyet de
aslında mükerrer nüzûl kapsamında değerlendirilmesi gereken bir âyettir. Fakat

257
Taberî, Câmiü’l-beyân, XV, 155; Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 646; Râzî, et-Tefsîru’l-kebîr, XXI, 44; Beyzâvî,
Envarü't-tenzil, III, 465; Ebussuud Efendi, İrşadu’l-aklı’s-selim, V, 192; Âlûsî, Rûhü’l-meânî, XV, 153.
258
Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 18, Ahmed b. Hanbel, Müsned, V/376; Ebû Abdurrahman Ahmed b. Ali b.
Şuayb Nesai (ö. 303/915), (nşr. Abdülgaffar Süleyman Bündari, Ebû Abdullah Seyyid b. Kesrevi b. Hasan),
Sünenü'l-kübra, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1411, I-VI, VI/392; İbn Hibban, Sahih, I/301; Bu rivayetlere
yer veren başlıca tefsir kitapları da şunlardır: İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, III, 61; Şevkâni, Ebû
Abdullah Muhammed b. Ali b. Muhammed el-Havlani (ö. 1250/1834), Fethü'l-kadir: el-Câmi' beyne
fenneyi’r-rivaye ve'd-diraye min ilmi’t-tefsir, Beyrut: Dâru’l-fikr, ts., I-V, III, 256; Süyûtî, ed-Dürrü’l-
mensûr, V, 331; Âlûsî, Rûhü’l-meânî, XV, 153.
259
Yahyâ b. Sellâm (200), Hivârî (300) ve İbn Ebî Zemenîn (324/399) .
260
Matürîdî, Te’vilât, VIII, 296; Maverdi, Ebü'l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib (ö. 450/1058), (nşr. es-
Seyyid b. Abdülmaksud b. Abdürrahim), en-Nüket ve'l-uyun, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, ts., I-VI, IV,
326; İbn Atiyye, el-Muharreru’l-vecîz, IV, 345; Kurtubî, el-Câmi' li-ahkâmi'l-Kur'ân, XIV, Beydâvî,
Envâru’t-tenzîl, 50; IV, 344; Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr, VI, 503…
261
Bk: 110. dipnot.

95
muhtemelen muteber hadis kaynaklarında âyetin Mekke’de ve Medine’de ayrı ayrı
zamanlarda nâzil olduğunu ifade eden rivayetler bulunmadığından mükerrer nüzûl
kapsamına alınmamıştır.

Kanaatimizce Lokman sûresi 27. âyet, sûrenin geri kalan kısmıyla birlikte
Mekke’de nâzil olmuştu. Allah Resûlü’nün Medine’ye hicretinden sonra Yahudilerin ‘…
size sadece az bir ilim verilmiştir.’ âyeti ile ilgili soruları üzerine bu âyetle onlara cevap
vermişti.

Kehf Sûresi 109. âyetle ilgili de aynı durum söz konusudur. İbn Abbas’tan gelen
rivayetlerde Mekke Müşrikleri, Allah Resûlü’ne sormak üzere Yahudilerden bir soru
istemiş bunun üzerine onlar da ruhu sormalarını tavsiye etmişti. Müşrikler gelip bu soruyu
Allah Resûlü’ne sorunca da ruh âyeti nâzil olmuştu. Ancak aynı rivayette âyetin sonunda
yer alan “… size sadece az bir ilim verilmiştir.” cümlesi üzerine “Bize Tevrat verilmiştir.
Kime Tevrat verilmişse onlara çok hayır (ilim) verilmiştir.” şeklinde mukabelede
bulundukları ifade edilmektedir.262 Derveze’nin yorumu263 istisna edilerek rivayetler
bütünüyle düşünüldüğünde bu söz müşriklere ait değildir ve Mekke’de değil hicretten sonra
Medine’deki Yahudiler tarafından Allah Resûlü’ne söylenmiştir.

Kehf sûresi Mekkî bir sûre iken Medine’de yaşanan böyle bir hâdise sonrasında
Kehf 18/109 âyetinin, üstelik sebeb-i nüzûl lafızlarıyla nâzil olduğu bildirilmektedir. Ancak
bu âyet de Lokman 31/27’de olduğu gibi mükerrer nüzûl kapsamına alınmamıştır. Bunun
sebebi de yine muhtemelen açık lafızlarla bu âyetin Mekke’de veya Medine’de nâzil
olduğuna dair ayrı ayrı rivayetlerin olmayışıdır.

Bu iki âyetle ilgili durum incelendiğinde rivayetlerde ‫ت‬


ْ َ‫فَنَ َزل‬, ‫ت‬
ْ َ‫ فَاُنْ َزل‬veya ُ‫ فَاَنْ َزَل الل‬gibi
doğrudan sebeb-i nüzûl bildiren ifadelerin bolca ve rahatlıkla kullanıldığı sonucu ortaya
çıkmaktadır. Bu nedenle bu ifadelerin geçtiği her rivayet sebeb-i nüzûl olarak
değerlendirilmemeli, yerine göre farklı manalar ifade ettiği bilinmelidir. İsabetli bir tefsir
262
Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 18, Ahmed b. Hanbel, Müsned, V/376, İbn Hibban, Sahih, I/301.
263
Derveze, ruh sorusunu soranların ve “… size sadece az bir ilim verilmiştir.” cümlesi üzerine “Bize Tevrat
verilmiştir. Kime Tevrat verilmişse onlara çok hayır (ilim) verilmiştir.” şeklinde mukabelede bulunanların
Mekke’de yaşayan az sayıdaki Yahudi ve Hristiyanlar olabileceği ihtimalini zikreder.

96
yapabilmek için olayın yeri ve zamanı göz önünde bulundurularak rivayetlerde geçen bu
ifadelerle kasdolunan asıl manaların ortaya çıkarılması gerekmektedir.

d. Değerlendirme

İbn Hişam’ın âyetin, Mekkeli müşriklerin Yahudilerden aldıkları soruları sormaları


üzerine nâzil oluşuyla ilgili olarak yukarıda naklettiği bilgiler Tirmizi’de yer alan ve İbn
Abbas’tan gelen rivayeti desteklemektedir. Şu halde ruh âyetinin Mekke’de nâzil olmuş
olması tarihî vakıalara daha muvafık düşmektedir.

Beri tarafta ise Buhari ve Müslim gibi sıhhat bakımından Tirmizi’ye öncelenen iki
kaynakta yer alan ve üstelik rivayet eden kişinin olayın aynı zamanda şahidi olduğu bir
rivayet bulunmaktadır.

Yahudi ve Hristiyanlar ellerindeki Kutsal kitaplara dayalı olarak bir peygamberin


gelmesinin yakın olduğunu ve gelecek olan bu peygamberin vasıflarını çok iyi biliyorlardı.
Üstelik hem Yahudiler hem de Hristiyanlar müjdelenen nebinin kendilerinden olmasını
arzu ediyorlardı. Böyle bir ortamda Mekke müşriklerinin Medine’ye gelerek Yahudi
âlimlerine kendi içlerinden peygamber olduğunu bildiren bir kişinin çıktığını söylemeleri,
onun vasıflarını zikredip sözlerini nakletmeleri, Medine Yahudileri için büyük bir haber
olmalıydı. Gerçi onlara Allah Resûlü ile ilgili haberler çok öncesinden ulaşmıştı ve onun
kitaplarında belirtilen son peygamber olduğunu biliyorlardı. Fakat beklenen nebî kendi
içlerinden olmadığı için hasedleri akıllarının önüne geçmiş, iman etmemişlerdi.

Bu bakımdan Mekkelilere verdikleri soruların cevapları hem Mekkeliler hem de


kendileri için büyük önem arzediyordu. Dolayısıyla uzaktan uzağa haberlerini aldıkları bu
zatın hicret ederek Medine’ye gelmesi onlar için büyük bir fırsattı. Kendisiyle görüşmek ve
daha önce Mekkelilerden sormalarını istedikleri soruları ve daha fazlasını bizzat sormak
istemezler miydi? Bu bakımdan Medine’de Allah Resûlü ile görüşen veya karşılaşan her
Yahudi âlim grubunun Allah Resûlü’ne başta bu üç belirleyici soru olmak üzere çeşitli
sorular sormuş olmaları gayet doğaldır.

97
Burada iki kritik soru akla gelmektedir. Birinci soru şudur: Yahudi âlimlerinin
yönelttiği bu sorular karşısında Allah Resûlü’ne daha önce Mekke’de nâzil olan âyetler
tekrar mı inzâl edilmişti yoksa Allah Resûlü bildiği bu âyetleri onlara okumak suretiyle mi
cevap vermişti?

İkinci soru da şudur: Eğer Allah Resûlü cevap olarak sadece, daha önce Mekke’de
nâzil olmuş olan âyetleri aynıyla okuduysa Abdullah b. Mes’ûd’un, Allah Resûlü’nün
sorulan soru sonrasındaki hâlini resmeden tabloyu nasıl anlamak gerekir? Abdullah b.
Mes’ûd, sorudan sonra Allah Resûlü’nün sükût ettiğini, kendisine vahiy gelmekte olduğunu
bildiği/düşündüğü için yanından uzaklaştığını ve vahiy hâli sıyrılınca Allah Resûlü’nün,
ruh âyetini okuduğunu bildirmektedir. Abdullah b. Mes’ûd orada, Allah Resûlü’nde tam
olarak ne gibi haller görmüştü? Onun, Allah Resûlü’ne vahiy geldiğini söylemesi yalnızca
şahsî bir tahminden ibaret olabilir miydi?

Yahudi âlimlerinin mezkur soruları karşısında Allah Resûlü’nün sükût etmesi


hakkında, kendisine belki yeni ve farklı bir bilgi vahyolunur düşüncesiyle edeb kabilinden
bir müddet beklemiş olabileceği düşünülebilir. Fakat Abdullah b. Mes’ûd’un Allah
Resûlü’ne vahiy geldiği ile alâkalı resmettiği tablonun sadece şahsî bir tahminden ibaret
olduğunu söylemek zordur. Zira o, Kur’ân’ı ve vahyi en iyi bilenlerden biriydi. Ayrıca
vahiy kâtipliği yapmış olup kendisine ait özel sahîfesi olan bir sahabîydi. Buhârî’de yer
alan bir hadiste İbn Mesûd şöyle söylemektedir. “Benî İsrâil (İsrâ), Kehf, Meryem, Tâhâ,
ve Enbiyâ sûreleri Kur’ân’dan ilk nâzil olan ve benim de ilk ezberlediğim sûrelerdendir.”264
Bu da göstermektedir ki İbn Mesûd bu âyetin daha önce Mekke’de nâzil olduğunu
biliyordu ve bunu bilen birisi olarak Medine’deki olayı anlatıyordu. Daha öncesinden nâzil
olduğunu bildiği halde Medine’deki olayı anlatırken Allah Resûlü’nde gördüğü vahiy hâlini
haber vermesi ve sonrasında ruh âyetinin nâzil olduğunu söylemesi orada yeni bir vahyin
geldiğini göstermektedir.

264
Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 6 (4708).

98
Böyle bir sahabînin Allah Resûlü’nde görülen vahiy ahvâli ile diğer ahvâlini
birbirinden ayırt edememiş olabileceğini ve anlattıklarının bir zandan ibaret olabileceğini
ileri sürmek pek makul görünmemektedir.

İlgili bölümde de zikredildiği üzere Zürkânî, bir rivayetin sebeb-i nüzûl olup
olmadığının nasıl anlaşılacağı konusunu anlatırken “sebeb-i nüzûl lafızları” ve “fâ-i
takibiye”nin yanında üçüncü bir kriter olarak “makam”dan bahseder. Ona göre bazı
rivayetlerde hiç ‘sebeb-i nüzûl lafzı’ veya ‘fâ-i takibiye’ olmasa bile, rivayetin makamından
o rivayetin sebeb-i nüzûl olduğuna karar verilir. Buna örnek olarak ise tam da konumuz
olan ruh âyeti ile ilgili İbn Mesûd rivayetini verir. Bu rivayette sebeb-i nüzûl bildiren hiçbir
lafız olmasa bile makamdan (olayın akışından) bu rivayetin sebeb-i nüzûl olduğunu
söyler.265

Ruh âyetinin Mekke’de, Müşriklerin, Medineli Yahudilerden aldıkları soruları


Allah Resûlü’ne tevcih etmeleri üzerine nâzil olduğuna kesin gözüyle bakılabilir.
Rivayetlerden anlaşıldığına göre; Allah Resûlü Medine’ye hicret ettikten sonra Yahudi
âlimlerinden de aynı soruları Allah Resûlü’ne tevcih edenler olmuştu. Bu anlardan birine
şahitlik eden İbn Mes’ûd, soru sonrasında Allah Resûlü’ne vahiy geldiğini bildiriyor.
Buhârî ve Müslim’de yer alan ve üstelik olaya şahitlik etmiş bir sahabîden gelen böyle bir
rivayeti reddetmek mümkün olamayacağına göre ruh âyetinin tekrar nâzil olup olmadığı
konusunda tevakkuf etmeyi tercih ediyoruz. “Âyet ikinci kere nâzil olmuştur.” veya “Ruh
âyeti ile onlara cevap vermesi vahyedilmiştir.” yorumlarının her ikisi de doğru ve
mümkündür. Ancak yine de iki durum arasında bazı farklar vardır. Örneğin ikinci vahiy
insanların bu âyetten ilk defa haberdar oldukları bir vahiy değildir ve insanlar söz konusu
âyeti daha öncesinde okuyup ezberlemişlerdi. Yine ikinci vahiy bir hatırlatma olup
Kur’ân’a yazılmamıştır.

Burada şöyle bir yorum getirmek istiyoruz: Söz konusu âyet ve sûrelerle ilgili
olarak rivayet edilen olaylarda, bir yönüyle, Allah Resûlü’ne “vahiy” nâzil olmuştur ama
“Kur’ân” nâzil olmamıştır denilebilir. Allah Resûlü’ne Cebrail (a.s.) gelerek veya doğrudan

265
Zürkânî, Menâhilü’l-irfân, I, 96.

99
Allah tarafından kalbine vahyedilerek onlara cevaben ruh âyetini okumasının hatırlatılması
veya bildirilmesi bir vahiydir. Bu durum ister hatırlatma ister bildirme isterse ihtar olsun
netice itibariyle burada yaşanan bir vahiydir. Ancak nüzûl ifadesiyle kastedilen daha çok,
yeni bir âyetin inzal edilmesidir. Buradaki zihin karışıklığının bir sebebi de bu, yani vahiy
ile nüzûl kavramlarının birbiriyle karıştırılması olsa gerektir.

İster Kur’ân âyetleri ile ilgili olsun ister Kur’ân dışı olaylarla ilgili olsun Allah
tarafından doğrudan (kalbe ilkâ veya rüya yoluyla), Cebrail vasıtasıyla veya perde
arkasından Allah Resûlü’ne bildirilen her şey vahiydir266 fakat bunların hepsi inzal/nüzûl
değildir. İnzal/nüzûl kelimeleri daha çok yeni Kur’ân âyetleri için kullanılır. Cebrail’in,
Allah Resûlü’ne, sorulan bir soruya karşılık daha önce nâzil olmuş bir âyeti okumasını
söylemesi bir vahiydir. Ancak bu vahiy âyetin tekrar nüzûlü olarak değerledirilmeyebilir.

Burada gelen vahyin sebebine ve amacına da bakılabilir. Şöyle ki; Cebrail’in Allah
Resûlü’ne bu âyeti okumasını söylemesinin veya hiçbir şey söylemeksizin sadece âyeti
okumasının sebebi Allah Resûlü’ne ve bütün insanlara bilmedikleri yeni bir Kur’ân âyetini
bildirmek değil; o esnada soruyu soran Yahudilere bu âyetle cevap vermesidir. Sebep ve
amaç yönüyle de bu durum mükerrer nüzûlden çok söz konusu âyetle cevap vermeye bir
yönlendirmeye benzemektedir.

Nüzûl, âyetle ilgilidir ve Allah Resûlü’nün ve insanların daha önceden bilmedikleri


bir âyeti onlara bildirmeyi ifade eder.

Vahiy ise hem âyet hem de âyet dışı bilgiler içindir. Vahiy ilk defa nâzil olan bir
âyeti bildiriyorsa o bir nüzûldür. Daha önce nâzil olmuş bir âyete yönlendirme yapıyor, onu
hatırlatıyor veya ona işarette bulunuyorsa yalnızca vahiydir. Hûd sûresi 11/114 âyetinin
sebeb-i nüzûlünde olduğu gibi, âyetin o olayla ilgili hükmü de ihtiva ettiğinin vahyedildiği
durumlar da böyledir.

266
Bk: eş-Şûrâ 42/51

100
5. Rûm 30/1-7

‫ي لِلَّ ِه اِل َْمُر ِم ْن قَ ْب ُل َوِم ْن بَ ْع ُد‬ ِ ِ ْ ِ‫ض وهم ِمن ب ع ِد َغلَبِ ِهم سي ْغلِبو َن}{ِيف ب‬
َ ‫ض ِع سن‬ ُ ََ ْ ْ َ ْ ْ ُ َ ِ ‫وم}{ِيف أ َْد ََّن اِل َْر‬
ُ ‫الر‬
ُّ ‫ت‬ِ ‫{اْم}{ ُغلِب‬
َ
ِ ‫ف اللُ َو ْع َدهُ َولَ ِك َّن أَ ْكثََر الن‬
َ‫َّاس ْل‬ ِ ِ ِ َّ ‫وي ومئِ ٍذ ي ْفرح الْمؤِمنُو َن}{بِنَص ِر اللِ ي ْنصر من ي َشاء وهو الْع ِزيز‬
ُ ‫يم} { َو ْع َد الل ْلَ َُيْل‬
ُ ‫الرح‬ ُ َ َ ُ َ ُ َ ْ َ ُُ َ ْ ْ ُ ُ َ َ َ َْ َ
}‫اآلخَرةِ ُه ْم َغافِلُو َن‬
ِ ‫اِلياةِ الدُّنْيا وهم ع ِن‬
َ ْ َُ َ
ِ ِ
ََْ ‫يَ ْعلَ ُمو َن}{يَ ْعلَ ُمو َن ظَاهًرا م َن‬

“Elif, Lâm, Mîm. Rumlar yakın bir yerde mağlub oldular. Ama bu yenilgilerinden
sonra galip gelecekler. Birkaç yıl içinde. Çünkü işleri karara bağlama yetkisi, başında da
sonunda da Allah’a aittir. O gün, müminler de, Allah’ın verdiği zafer sayesinde
sevinecekler. Allah dilediğini muzaffer kılar. Zira O, azîzdir, rahîmdir. Bu, Allah’ın
vaadidir. Allah verdiği sözden caymaz, fakat insanların ekserisi bunu bilmezler. Bildikleri,
sadece dünya hayatının dış görünüşüdür; ama âhiretten habersiz, gafildirler.”

Zerkeşî’nin (ö. 794/1392) mükerrer nüzûle vermiş olduğu örnekler arasında Rûm
sûresinin ilk âyetleri yer almamaktadır. Bu âyetlerin mükerrer nâzil olan âyetlerden olduğu
Süyûtî’nin (ö. 911/1505) İbn Hassar’dan (ö. 611/1215) yaptığı nakle dayanmaktadır.
Süyûtî’nin naklettiğine göre İbn Hassar mükerrer nâzil olan âyetler arasında Rûm sûresi’nin
ilk âyetlerini de zikretmiştir.267 Mükerrer nüzûl konusuna değinen sonraki âlimler de bu
konuda Süyûtî’nin bu naklini referans göstermektedir.

a. Âyetle İlgili Sebeb-i Nüzûl Rivayetleri

Bazı âlimleri, Rûm sûresinin ilk âyetlerinin mükerrer nâzil olduğu fikrine sevkeden
sebepler şu iki rivayettir:

Birinci rivayet: Rumlarla Farisiler arasındaki savaşlarla ilgili olarak Müslümanlarla


müşrikler arasında geçen iddialaşma hakkındaki rivayetler bütünü. Bu rivayetler,
Tirmizî’nin Sünen’i, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i ve Tahâvî’nin Müşkilü’l-âsâr’ı gibi
hadis mecmuaları ile pek çok tefsir kitabında yer almaktadır. Biz burada rivayetlerde
parçalı olarak anlatılan hâdiseyi bir bütün olarak vermeye çalışacağız.

267
Süyûtî, el-İtkân, I, 104.

101
“Rumlar ile Fârisîler arasındaki savaşlarda Müslümanlar ehl-i kitap olan Rumların;
müşrikler ise kendileri gibi ümmî ve vesenî (putperest) olan Fârisîlerin tarafını tutuyordu.
Fârisîler Rumlara galip gelince müşrikler sevinmiş Müslümanlar ise üzülmüştü. Müşrikler,
müslümanlara; ‘Bizimle savaşırsanız, ümmî olan Fârisîlerin, ehl-i kitap olan Rumlara galip
geldiği gibi biz de ehl-i kitap olduğunu iddia eden size galip geleceğiz.’ diyorlardı.

Rûm sûresinin ilk âyetleri nâzil olunca Hz. Ebûbekir, müşriklerin karşısına dikilip
onlara hitaben, Rumların yakın zamanda galip geleceğini söyledi. Müşrikler:

- Bunu sana arkadaşın mı söyledi, diye sordular. Hz. Ebûbekir:

- Bunu Allah inzal buyurdu, şeklinde cevap verdi.

Bunun üzerine müşrikler Hz. Ebûbekir ile bunun kaç yıl sonra gerçekleşeceği
konusunda iddiaya268 giriştiler. Hz. Ebûbekir:

- Altı yıl, dedi269. Müşrikler:

- Eğer Rumlar galip gelirse şunlar şunlar senin; yok eğer Fârisîler galip gelirse onlar
bizim dediler.

Aradan altı yıl geçmiş fakat bir galibiyet haberi gelmemişti. Müşrikler bunu
dillerine dolayınca Hz. Ebûbekir Allah Resûlü’nün yanına gelip ona sordu. Allah Resûlü
Hz. Ebûbekir’in “altı yıl” demesine karşılık

- “On yıla kadar”270 deseydin, şeklinde cevap verdi ve âyette geçen ‫ي‬ ِ ِ ْ ِ‫ب‬
َ ‫ض ِع سن‬
ibaresinin 3 ilâ 9 yıl arası bir zaman dilimini ifade ettiğini beyan etti.

Hemen bir yıl sonra yani iddadan yedi yıl sonra, Rumlar Fârisileri mağlub etti.
Süfyân es-Sevrî bu konuda ‘Rumların Fârisilere Bedir günü galip geldiğini işittim.’271

268
Rivayetlerde bu iddianın iddia-kumar türü fiillerin yasaklanmadan önce gerçekleştiği özellikle belirtilir.
Zaten içki, kumar ve fal okları Medine’de Maide, 5/ 90 âyetiyle haram kılınmıştır.
269
Bazı rivayetlerde Müşriklerin “3 mü olsun 9 mu?” dedikleri, sonrasında ise “Ortasını bulalım 6 olsun.”
dedikleri nakledilmektedir.
270
Allah Resûlü’nün “on” rakamını telaffuz ettiği hadiste geçmese de râvi, Allah Resûlü’nün “on” dediğini
belirtmektedir.

102
demiştir.272 Rumların galibiyetiyle Müslümanlar sevinmişti. Müslümanların bu sevinci
âyeti kerimede ‫ح الْ ُم ْؤِمنُو َن‬ ٍِ
ُ ‫ َويَ ْوَمئذ يَ ْفَر‬ifadesiyle anlatılır.

Ayrıca bu olay üzerine pek çok insan Müslüman olmuştur. Allah Resûlü, Hz.
Ebûbekir’e iddiada kazandıklarının süht273 (haram) olduğunu söylemiş ve onları tasadduk
etmesini istemiştir.”274

Tirmizi bu konuda tahric ettiği üç rivayetten ikisi için “hasen sahih garib”;
üçüncüsü için “hasen garib” değerlendirmesinde bulunur.275 Aynı rivayeti Ahmed b.
Hanbel de tahric etmiştir ve Müsned’de yer alan bu rivayet için Şuayb Arnaut “Buhârî ve
Müslim’in şartlarına göre sahihtir.” demiştir.276

Tefsirlerde iddiadaki sürenin belirlenmesi ile ilgili olarak farklı bir bilgi daha vardır.
Şöyle ki; Hz. Ebûbekir iddiadan hemen sonra Allah Resûlü’ne gelip durumu anlatınca
Allah Resûlü, “bid’-i sinîn”in 3 ilâ 9 yıl arasına karşılık geldiğini söyleyip süreyi
uzatmasını, bedeli de artırmasını istemiştir. Hz. Ebûbekir de önceden 6 yıl olan süreyi 9
yıla; bedeli de 10 deveden 100 deveye çıkarmıştır.277

Olayla ilgili bazı detayları da İkrime’den gelen bir rivayetten öğreniyoruz. Böylece
önceki rivayetlerdeki bazı boşluklar da tamamlanmış olmaktadır. Buna göre Hz. Ebûbekir
ile iddiaya giren kişi Übey b. Halef’ti. Hz. Ebûbekir Medine’ye hicret etmek isteyince

271
Katade’den gelen ve bu galibiyetin Hudeybiye sırasında gerçekleştiğini bildiren rivayetler de vardır. İbn
Atiyye bu durumla ilgili olarak her iki günün de Allah’tan bir nasr olduğunu ifade eder. Bk: Kurtubî, el-Câmi'
li-ahkâmi'l-Kur'ân; Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr.; Taberî, Câmiu’l-beyân.
272
Tahavi, Şerhu Müşkili’l-âsâr, VII/438, 439.
273
Mâide 5/42, 62, 63.
274
Tirmizî, tefsir, 31; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/276, 304, Tahavi, Şerhu Müşkili’l-âsâr, VII/438, 439.
Âyetlerde yer alan (ِ‫ص ِر الل‬ ِ ٍِ
ْ َ‫ ) َويَ ْوَمئذ يَ ْفَر ُح الْ ُم ْؤمنُو َن}{بِن‬ifadeleriyle ilgili olarak Taberi, “Nasrullah’tan maksat
AlLAh’ın Rumlara Farisilere karşı yardım etmesi, Müslümanlara da Bedirde yardım etmesidir.” demiştir.
Maturidî ise şöyle bir açıklama yapar: ‘Nasrullah’tan maksat Allah’ın Rumlara yardımı değildir. Burada
Allah’ın, Peygamberine, onun sözünü ve risaletini tasdik etmek suretiyle yardımından bahsedilmektedir.
Müslümanların sevinme sebebi de budur. Matüridî, Te’vilât, VIII, 249.
275
Bk:Tirmizî, Tefsir, 31.
276
Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/276, 304.
277
Taberî, Câmiu’l-beyân, XXI/18; Kurtubî, el-Câmi' li-ahkâmi'l-Kur'ân, XIV, 3; Süyûtî, ed-Dürru’l-mensûr,
VI, 482.

103
Übey, Hz. Ebûbekir’den kefil istemiş Hz. Ebûbekir de oğlu Abdurrahman’ı 278 kefil
göstermişti. Übey, Uhud savaşına çıkmak isteyince bu sefer de Hz. Ebûbekir’in oğlu
Abdurrahman Übey’den kefil istedi, Übey de Safvan b. Ümeyye’yi 279 kefil gösterdi. Übey
b. Halef Uhud savaşında Allah Resûlü’nü öldürmek üzere saldırınca Allah Resûlü (öldürme
kasdı olmaksızın kendisini savunma amaçlı) elindeki mızrağı Übey’in omuzuna doğru
fırlattı. Übey bu yaranın etkisiyle savaştan sonra öldü. Rumlar Farisilere galip gelince Hz.
Ebûbekir iddianın bedelini Übey’in varislerinden aldı.280

Ahmed b. Hanbel’in tahric ettiği bir rivayette İbn Abbas’ın ‫ت بَ ْع ُد‬ ِ


ْ َ‫وم بَ ْع ُد ُُثَّ َغلَب‬
ُ ‫الر‬
ُّ ‫ت‬ْ َ‫فَغُلب‬
dediği ifade edilmketedir. Bu ifade Allahu a’lem hem ‫سيَ ْغلِبُو َن ِيف‬ ِِ ِ ِ ِ ‫ِيف أ َْد ََّن اِل َْر‬
َ ‫ض َوُه ْم م ْن بَ ْعد َغلَبه ْم‬
‫ح الْ ُم ْؤِمنُو َن‬ ٍِ ِ ِ ِ ِ ِ‫ض ِع ِسن‬
ُ ‫ي للَّه اِل َْمُر م ْن قَ ْب ُل َوم ْن بَ ْع ُد َويَ ْوَمئذ يَ ْفَر‬
َ ْ ِ‫ ب‬âyetlerinde geçen ve ‫( قَ ْب ُل‬önce) ve ‫( بَ ْع ُد‬sonra)
kelimeleriyle ifade edilen durumu hem de olayların gerçekleşme sırasını izah etmektedir.281

İkinci rivayet: Tirmizî’nin tahric ettiği bir hadiste Ebû Saîd el-Hudrî şöyle demiştir:

ٍ ِ‫ش عن ع ِطيَّةَ عن أَِِب سع‬ ِِ ِ ِ ‫اْله‬ ِ


‫يد‬ َ ْ َ َ ْ َ ِ ‫ضم ُّي َحدَّثَنَا الْ ُم ْعتَمُر بْ ُن ُسلَْي َما َن َع ْن أَبيه َع ْن ُسلَْي َما َن ْاِل َْع َم‬
َ ْ َْ ‫صُر بْ ُن َعل ٍّي‬
ْ َ‫َحدَّثَنَا ن‬
‫وم إِ ََل قَ ْولِِه يَ ْفَر ُح الْ ُم ْؤِمنُو َن‬
ُ ‫الر‬
ُّ ‫ت‬ ِ
ْ َ‫ت { اْم ُغلب‬
ْ َ‫ي فَنَ َزل‬
ِ ِ َ ِ‫الروم علَى فَا ِرس فَأَعجب ذَل‬
َ ‫ك الْ ُم ْؤمن‬ َ َْ َ َ ُ ُّ ‫ت‬ْ ‫ لَ َّما َكا َن يَ ْوُم بَ ْد ٍر ظَ َهَر‬:‫ال‬
َ َ‫ق‬
ِ ُّ ‫ال فَفرِح الْمؤِمنو َن بِظُهوِر‬
.‫س‬ ِ
َ ‫الروم َعلَى فَار‬ ُ ُ ْ ُ َ َ َ َ‫ص ِر اللَّ ِه } ق‬
ْ َ‫بِن‬

“Bedir günü Rumlar Fârisîlere galip geldiler. Müslümanlar da bu galibiyetten


memnun oldular. Bunun üzerine Rûm sûresinin başındaki âyetler nâzil oldu. Müslümanlar
Rumların galibiyetine sevindiler.”282

Görüldüğü üzere birinci rivayette söz konusu âyetlerin Mekke’de nâzil olduğu
anlatılırken ikinci rivayette Bedir savaşı sırasında nâzil olduğu ifade edilmektedir. Ayrıca

278
Sa’lebî tefsirinde Abdullah b. Ebubekir geçmektedir. Bk: Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân, VII, 292.
279
Maverdî’nin naklettiğine göre Süddî iddiayı yapan kişinin Ebû Süfyan olduğunu söylemiştir. İbn Atiyye ve
İbnü’l Cevzî gibi başka müfessirler de Übey b. Halef veya Ebû Süfyan ihtimallerini zikrederler.
280
Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân, VII, 293; Begavî, Mealimü't-tenzil, III/476; Kurtubî, el-Câmi' li-ahkâmi'l-
Kur'ân, XIV/3.
281
Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/276, 304.
282
Tirmizî, Tefsir, 31; Kırâât, 4.

104
Rûm sûresi’nin Mekkî olduğu kabul edilmektedir. İşte bu sebeplerden dolayı bazı âlimler
bu âyetlerin bir kere Mekke’de bir kere de Bedir’de olmak üzere iki defa nâzil olduğunu
söylemişlerdir.

Bununla beraber mükerrer nüzûl konusunda küçük çapta müstakil bir eser kaleme
alan Abdurrezzak Hüseyin Ahmed’e göre Rum sûresindeki âyetlerin mükerrer nüzûle konu
olmasınının sebebi Âlûsî’nin ‫ ُغلِبَت‬ve ‫ت‬
ْ َ‫ َغلَب‬şeklindeki farklı kıraatlere dair görüşüdür.
283

Alusi’nin kaydettiğine göre Hz. Ali, İbn Abbas, İbn Ömer, Ebû Said el-Hudrî, Hasan el-
Basrî ve Muaviye b. Kurra ‫ ُغلِبَت‬kelimesini ‫ت‬ ِ
ْ َ‫ َسيَ ْغلبُو َن ; َغلَب‬kelimesini de ‫ َسيُ ْغلَبُو َن‬şeklinde
okumuştur. Bu kıraat Ebû Said el-Hudrî’den gelen ve Tirmizî’nin hasen dediği rivayette de
zikredilmektedir. Âlusi’ye göre bu durumda bahsi geçen âyetler birincide Mekke’de
cumhurun kıraati üzere; ikincide ise Bedir’de diğer kıraat üzere nâzil olmuştur.284

Mükerrer nüzûl fikrini kabul etmeyenlerden Fadl Abbas, söz konusu âyetlerin
ititfakla Mekkî olduğunu ifade eder. Bedir sonrası nâzil olduğuyla ilgili rivayete ise hem
âyetlerin Mekkî olması hem de senedinde yer alan Atiyyetü’l-Avfî’nin zayıf olması
sebebiyle iltifat edilemeyeceğini belirtir.285

Müzeynî, Tirmizî’nin tahric ettiği ve âyetlerin Bedir’de nâzil olduğunu bildiren


rivayetin iki sebepten dolayı zayıf olduğunu belirtir. Birinci sebep olarak İbn Hacer’in (ö.
852/1449) Tehzîbü’t-tehzîb’ini referans göstererek Atiyye b. Sa’d el-Avfî’nin zayıf
olduğunu söyler.286 İkinci sebep olarak ise hadiste ızdırap olduğunu kaydeder. Buna göre
Taberî, Ebû Saîd el-Hudrî’den gelen bir başka rivayet daha nakletmektedir ki bu rivayette
nüzûlden bahsedilmemektedir.287

283
Abdurrezzak Hüseyin Ahmed, Mes’eletü tekerrürü’n-nüzûl fi’l-Kur’ân beyne’l-isbâti ve’n-nefy, Kuveyt:
el-Vizaratü’l-evkâf, 1433/2012, 82.
284
Âlûsî, Rûhu’l-meânî, XXI, 19.
285
Fadl Abbas, İtkânu’l-burhân, 313; İbn Hacer el-Askalânî, Ebü'l-Fazl Şehabeddin Ahmed (ö. 852/1449),
Tehzibü't-tehzib, Beyrut: Dâru’l-fikr, 1404/1984, VII, 201
286
İbn Hacer, Tehzibü't-tehzib, VII, 201
287
Müzeynî, el-Muharrer, II, 781.

105
Taberî’nin naklettiği o rivayette Ebû Saîd el-Hudrî konumuz olan âyetlerle ilgili
şöyle demektedir: “Biz Allah Resûlüyle beraber müşriklerle; Rumlar da Farisîlerle karşı
karşıya gelmişti. Allah bize müşriklere karşı; Ehl-i kitaba da Mecusilere karşı yardım etti.
Biz de Allah’ın bize ve Ehl-i kitaba olan yardımına sevindik. ‫صر اللّ ِه‬ ِ ‫‘ وي ومئِ ٍذ ي ْفر‬O
ْ َ‫ح املُْؤمنُو َن بِن‬
ُ َ َ َ َْ َ
gün, müminler de, Allah’ın verdiği zafer sayesinde sevinecekler.’ âyetinin tefsiri budur.”288

b. Âyetlerin Nâzil Olduğu Dönem

Rûm sûresi ilk âyetlerinin tam olarak ne zaman nâzil olduğunu belirleyebilmek
adına âyetlerin nâzil olduğu dönemde ve öncesinde yaşanmış olan ve aynı zamanda
âyetlerin nüzûlüne de vesilelik eden bazı olaylar üzerinde durmak istiyoruz.

Fahreddin Râzi (ö. 606/1209), tefsirinde Rum sûresi ile hemen öncesindeki Ankebût
sûresi arasındaki irtibata değinmektedir. Nisaburî289 ve İbn Adil290 de aynı görüşü
tekrarlamıştır. Buna göre Ankebut sûresi 46 ve 47. âyetlerin nâzil olmasıyla birlikte
Müslümanlar, Ehl-i kitap ve müşrikler arası ilişkilerde önemli değişiklikler yaşanmıştı.
Mekkeli müşrikler önceleri ihtiyaç halinde Ehl-i kitab’ın görüşüne müracaat ederlerdi.
Ancak Akebut sûresi 46 ve 47. âyetlerinin nâzil olmasıyla birlikte Müşrikler Ehl-i kitab’a
buğzedip onlara müracaatı kestiler. Ankebût 46 ve 47. âyetlerde şöyle buyruluyordu:

“Zulmedenleri hariç, Ehl-i kitab ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzda mücadele
etmeyin ve onlara şöyle deyin: "Biz, hem bize indirilen kitaba, hem size indirilen kitaba
iman ettik. Bizim İlahımız da sizin İlahınız da bir ve aynı İlahtır ve Biz O’na gönülden
teslim olduk. Biz, işte sana da bu Kitabı indirdik. Daha önce kitap verdiğimiz kimseler buna
da iman ederlerdi. Şunlardan da (Mekke ehlinden) ona iman edenler vardır. Bizim
âyetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez.” (Ankebut, 29/46-47)

Bu âyetlerde hem Müslümanlarla ehl-i kitab arasındaki din benzerliği ve yakınlık


vurgulanıyor, hem de Müslümanların ehl-i kitapla ilişkilerinin nasıl olması gerektiğine dair

288
Taberî, Câmiu’l-beyân, XXI/17.
289
en-Nisaburi, Nizameddin el-A'rec Hasan b. Muhammed (ö. 850/1446), Garaibü'l-Kur'ân ve regaibü'l-
furkan (nşr. İbrâhim Atve İvaz), Kahire: Mustafa el-Babi el-Halebi, 1386/1967, XXI, 22.
290
İbn Adil, Ebû Hafs Ömer b. Ali ed-Dımaşki (ö. 880/1477), el-Lübab fî ulumi’l-kitâb (nşr.Adil Ahmed
Abdülmevcud, Ali Muhammed Muavviz), Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1998/1419, XVI, 381

106
prensipler beyan ediliyordu. Zira Ehl-i Kitab, Allah’a ve ahiret gününe inanıyor, Allah
Resûlü’nün söylediklerinin çoğunu da tasdik ediyordu. Bundan dolayı Rumlarla Farisîler
arasındaki savaşlarda müşrikler mecusi Farisilerin, Müslümanlar da ehl-i kitabın tarafını
tutuyordu.291

İsrâ sûresinde yer alan ruh âyeti ile ilgili rivayetler hatırlanacak olursa Mekke
müşriklerinin ileri gelenleri Daru’n-Nedve’de bir araya gelmiş Hz. Muhammed’e (s.a.s) ve
Müslümanlara karşı çareler düşünüyorlardı. Hem Mekke halkını hem de dışarıdan gelen
insanları İslâm’dan uzak tutmak adına aleyhte propaganda stratejileri geliştiriyorlardı.
Allah Resûlü hakkında “şair”, “kâhin”, “sihirbaz” gibi ithamlara başvurma yolu denenmiş
ancak bunların hiçbirinin inandırıcı olmayacağı hakikatinin idrak edilmesi üzerine çareyi
Medine’ye bir grup elçi gönderip oradaki ehl-i kitaba müracaat etmede bulmuşlardı. Buna
göre Medine’ye gidecek olan heyet orada bulunan Yahudi âlimlerine Müslümanlara karşı
akıl danışacaktı.

Ankebut sûresi 46 ve 47. âyetlerin nâzil olmasından sonra müşrikler ehl-i kitaba
müracaatı kestiklerine göre İsra sûresi, Ankebut sûresi’nden önce nâzil olmuş olmalıdır.
Ankebût sûresi 46 ve 47. âyetler sonrasında müşriklerin Farisîleri; Müslümanların da ehl-i
kitap olan Rumları desteklemeleri ve tam da bu dönemde Farisîlerin Rumları hezimete
uğratması üzerine müşrikler sevinip Müslümanlar üzülünce Rum sûresi ilk âyetleri nâzil
olmuştu. Böylece Rumların bu mağluniyetten birkaç yıl sonra tekrar galip olacakları ve o
gün Müslümanların sevineceği müjdeleniyordu.

Öte yandan Derveze nüzûl zamanını bildiren rivayetlere göre Rum sûresinin
Mekke’de en son nâzil olan sûrelerden olduğunu ve hicretin, bu sûrenin nüzûlünden kısa
bir süre sonra gerçekleştiğini yazmaktadır.292

Şu halde nüzûl sırası İsra sûresi-Ankebut Sûresi ve Rûm sûresi şeklinde olmaktadır
ve bu sûrelerin hepsi Mekke’de nâzil olmuştur.

291
Râzî, et-Tefsîru’l-kebîr, XXV, 84.
292
Muhammed İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-hadîs tertîbü’s-süver hasebe’n-nüzûl (ö. 1887-1984), Beyrut:
Dâru’l-ğarbi’l-İslâmî, 2. bsk., 2000, V, 431.

107
İbn Mesûd’dan gelen şu rivayet de Rûm sûresinin ilk âytelerinin Mekke’de nâzil
olduğunu desteklemektedir: Buhari ve Müslim’in ortkalaşa tahric ettikleri bu rivayete göre
İbn Mesûd şöyle demiştir: “Şu beş şey (meydana gelip) geçmiştir. Duhân hâdisesi, inşikâk-ı
kamer, Rûm(ların mağlup olduktan birkaç sene sonra tekrar galip geleceği) haberi, batşa-i
kübra (şiddetle çarpma)293 ve lizâm (yakalarına yapışacak ceza)294.”295 İbn Mesûd burada
Kur’ân’da bildirilen veya haber verilen söz konusu olayların haber verildiği gibi vuku
bulduğunu ifade etmektedir. İbn Mesûd’un ifadelerinden, bahsi geçen olayların, daha
önceden haber verildiği dolayısıyla da Rumlar’ın Bedir (veya Hudeybiye) zamanı galip
gelişinden önce bunun Kur’ân’da haber verildiği sonucu çıkmaktadır. Bu da sûrenin
Mekke’de nâzil olduğuna işaret etmektedir.

c. Rûmların Fârisîlere Galip Geldiği Zaman

Rumların Farisilere ne zaman galip geldiğinin tesbiti, bu galibiyetin daha önce ne


zaman haber verildiğini dolayısıyla Rum sûresi ik âyetlerinin nüzûl sebebini belirlemede
önemli rol oynamaktadır.

Rumların Farisilere ne zaman galip geldiği ile ilgili olarak rivayetlerde iki farklı
tarihî olaydan bahsedilmektedir. Yukarıda da geçtiği üzere Ebû Said el-Hudrî bu galibiyetin
Bedir sırasında olduğunu söylemektedir. Benzer şekilde Süfyân es-Sevrî de “Rumların
Fârisilere Bedir günü galip geldiğini işittim.” demiştir.296 Öte yandan Taberî’nin
naklettiğine göre Katade bu galibiyetin Hudeybiye dönüşünde olduğunu söylemiştir.297
Yine Kurtubî’nin naklettiğine göre İkrime ve Katade galibiyetin Hudeybiye günü olduğunu,
galibiyet haberinin ise Rıdvan biatı gününde geldiğini söylemiştir.298 Rûm sûresinin
Medine’ye hicretten kısa bir süre önce nâzil olduğu bilgisine ve galibiyetin iddialaşmadan
kaç yıl sonra gerçekleştiği ile ilgili verilen sayılara bakıldığında bu galibiyetin Hudeybiye
yılında gerçekleşme ihtimalinin daha yüksek olduğu anlaşılmaktadır.

293
Duhan, 44/16.
294
Furkan, 25/77.
295
Buhari, Tefsir, 5,6; Müslim, Sıfâtü’l-kıyame, 8.
296
Tahavi, Şerhu Müşkili’l-âsâr, VII/438, 439.
297
Taberî, Câmiü'l-beyân, XXI, 19.
298
Kurtubî, el-Câmi' li-ahkâmi'l-Kur'ân, XIV, 5.

108
Derveze nüzûl zamanını bildiren rivayetlere göre Rum sûresinin Mekke’de en son
nâzil olan sûreleden olduğunu ve hicretin, bu sûrenin nüzûlünden kısa bir süre sonra
gerçekleştiğini ifade etmektedir. Bu durumda sûresinin 621 yılında nâzil olduğu
söylenebilir. Rumların galibiyetinin sûrenin nüzûlünden 7 yıl sonra gerçekleştiği bilgisine
göre bu galibiyet 628’de gerçekleşmiştir. Bu durumda bu galibiyetin Hudeybiye yılında
gerçekleştiği bilgisinin vakıaya daha muvafık olduğu söylenebilir.

Merağî’nin bildirdiğine göre Hz. Ebûbekir ile iddiaya giren Übey b. Halef Uhud
savaşından sonra ölmüştür ve Hz. Ebûbekir iddanın bedelini Übey’in varislerinden almıştır.
Bu durumda Rumların galibiyeti Uhuddan sonra gerçekleşmiştir. Bu bilgi de Hudeybiye
rivayetini desteklemektedir.

d. Rûm Sûresi 2. ve 3. Âyetlerdeki Kıraat Farklılıkları

Tirmizî, Ebû Saîd el-Hudrî’den naklettiği rivayetin sonunda Nasr b. Ali’nin ‫َغلَبت‬

şeklinde okuduğunu ifade etmiştir.299 Ayrıca Ebû Hayyan el-Endelüsî’nin naklettiğine göre;
Hz. Ali, İbn Abbas, İbn Ömer, Ebû Said el-Hudrî, Hasan el-Basrî ve Muaviye b. Kurra ‫ُغلِبَت‬

kelimesini ‫ت‬ ِ
ْ َ‫ َسيَ ْغلبُو َن ; َغلَب‬kelimesini de ‫ َسيُ ْغلَبُو َن‬şeklinde okumuştur. Endelusî, cumhurun
kıraatinin ise ‫ َغلَبت‬ve ‫سيَ ْغلِبُو َن‬
َ şeklinde olduğunu belirtir.
300

Taberî’nin naklettiğine göre Selît şöyle rivayet etmektedir: “İbn Ömer, ُ‫الروم‬ ِ
ّ ‫اْم َغلَبَت‬
(Rumlar galip geldi) şeklinde okudu. Bu kıraati üzerine kendisine “Rumlar nerede galip
geldi?” diye sorulunca İbn Ömer de Şam’ın kenar mahallelerinde diye cevap verdi. 301 Bu
rivayette İbn Ömer’in, ‫وم‬ ِ
ُ ‫الر‬
ّ ‫( اْم َغلَبَت‬Rumlar galip geldi) şeklinde okumasına karşılık
kendisine “Rumlar nerede galip geldi?” diye sorulmasından o dönemde bu kıraati
doğrulayacak şekilde Rumların bir galibiyetinin söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır.

299
Tirmizî, Kırâât, 4.
300
Ebû Hayyan el-Endelusî, Esirüddin Muhammed b. Yusuf (ö. 745/1344), Bahru'l-muhit, Beyrut: Dâru’l-
kütübi’l-ilmiyye, 1422/2001, 1. bsk., VII, 157; Âlûsî, Rûhu’l-meânî, XXI, 19.
301
Taberî, Câmiu’l-beyân, XXI, 16.

109
Ayrıca tefsirlerde geçen diğer bilgiler göz önünde bulundurulduğunda âyetlerde Rumların
galibiyetinden değil, Farisîlere karşı mağlubiyetinden bahsedilmektedir.

Taberî’ye göre; doğrusu ‫وم‬ ِ ‫ غُلِب‬kıraatidir. Önde gelen kıraat imamları bu kıraat
ُ ‫الر‬
ُّ ‫ت‬ َ
üzere icma etmiştir. Bu sebeple bu kıraatten başka bir kıraatle okumak caiz değildir. 302
ِ ‫ غُلِب‬şeklinde olduğunu ifade eder.303 Zemahşerî, meşhur
Nehhas, cumhurun kıraatinin ‫ت‬ َ
kıraatin ‫وم‬ ِ ‫ غُلِب‬ve ‫ سي ْغلِبو َن‬şeklinde olduğunu söyler.304
ُ ‫الر‬
ُّ ‫ت‬ َ ُ ََ

İbn Abbas’ın, âyetleri tefsir ederken açıklama mahiyetinde ‫( غُلِبت و َغلَبت‬mağlup oldu

ve galip geldi) veya ‫ت بعد‬ ِ


ْ َ‫ ُُثَّ َغلَب‬، ‫ت‬
ْ َ‫( فغُلب‬mağlup oldu sonra galip geldi) demesi aslında olayın
sıralamasını daha açık bir şekilde ifade etmektedir.305 Dolayısıyla ‫ َغلَبت‬kıraatinin bu yönden

de zayıf olduğu söylenebilir.

Rûm sûresi 2. ve 3. âytelerle ilgili rivayet edilen farklı kıraat Kur’ân’ın İlahî bir
vahiy değil Hz. Muhammed’e ait sözler olduğunu iddia eden bazı müsteşriklerin de ilgi
odağı olmuştur. Mesela Rodwell bu âyetlerdeki harekelerin Rumlar ve Farisiler arasındaki
savaşta Rumların galib gelmesine de mağlub olmasında da uygun olacak şekilde okunmaya
müsait olduğunu söylemektedir. Ona göre bu nedenle aslında burada Allah’tan gelen vahye
dayalı geleceğe dair gaybî bir ihbar söz konusu değildir. Kelimeler her iki sonuç halinde de
âyetleri doğru çıkaracak şekilde üretilmiştir.306

Richard Bell’e göre Bizansın mağlub olduğunun ifade edildiği yaygın okuyuş
biçimi Rumların muzaffer bir şekilde ilerlediği 611-616 yılları sırasında söylenmiş

302
Taberî, a.g.e., XXI, 16.
303
Nehhas, Ebû Cafer Ahmed b. Muhammed b. İsmail el-Muradi (ö. 338/950, İ’râbu’l-Kur’ân, (nşr. Züheyr
Gazi Zahid), Beyrut: Âlemü’l-kütüb, 1409, 1988, I-V c., III, 261.
304
Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 471.
305
Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/276, 304; Tirmizî, Tefsir, 31.
306
Rodwell, John Medows (1808-1900), The Koran, London: Phoenix, 2001, 673.

110
olmalıdır. Ancak Bell, Hz. Muhammed’in böyle erken bir dönemde Bizans’taki siyasi
gelişmelerle bu kadar yakından ilgilenmesini açıklamakta güçlük çektiğini ifade eder.307

e. Değerlendirme

Tefsirlerde âyetlerin Mekke’de nâzil olduğu detaylarıyla anlatılmaktadır. Bu


detaylar incelendiğinde sûrenin Mekke’de nâzil olduğu anlaşılmaktadır.

Bazı rivayetlerde Rumların Farisîlere Hudeybiye sırasında galip geldiği


nakledilmektedir. Galibiyetin müşriklerle Hz. Ebûbekir arasındaki iddiadan 7 yıl sonra
gerçekleştiği bildirildiğine göre bu zafer ister Bedir sırasında olsun isterse de Hudeybiye
sırasında olsun her iki durumda da âyetler Mekke’de nâzil olmuştur.

İlgili âyetteki mütevatir kıraat ‫وم‬ ِ ‫( ُغلِب‬Rumlar mağlup oldu) şeklindedir. Bunun
ُ ‫الر‬
ُّ ‫ت‬ َ
dışındaki kıraat şaz kalmaktadır. Tarihî olaylar ve tefsirlerde nakledilen rivayetler de bu

sahih kıraati desteklemektedir.

Ebû Saîd el Hudrî’den gelen ve Rumların Bedir sırasında galip gelmesiyle


Müslümanların sevinmesi üzerine Rum sûresinin ilk âyetlerinin nâzil olduğunu bildiren
rivayet (eğer Rumlar Bedir savaşı sıralarında zafer kazandıysa) şu şekilde
değerlendirilebilir:

Allah Resûlü, Bedir sonrası Müslümanların ve Rumların galibiyeti üzerine Rûm


sûresinin ilgili âyetlerini okumak suretiyle, Allah’ın önceden verdiği müjdenin
gerçekleştiğini vurgulamıştır. Bu okuma, Allah’ın va’dinde hulfetmediğini tekid ve şükür
maksatlı bir okumadır. Bedir zaferinin ardından bu âyetleri okumak sûretiyle Allah Resûlü
aynı zamanda müşriklerin daha önceki iddialarının boşa çıktığına da işaret etmiştir.

Bu durumda Ebû Said el-Hudrî’nin rivayeti iki şekilde tevil edilebilir.Ya âyetlerin
daha önce nâzil olduğundan haberi olmamıştır. Ya da pek çok rivayette görülebilen bir
durum olduğu üzere sarih bir lafız kullanmış olsa da burada Ebû Saîd el-Hudrî aslında
tefsirde bulunmuş veya Allah Resûlü’nün âyetleri okumasını yeni bir nüzûl olarak

307
Bell, Richard (1876-1952), The Qur’an Translated, Edinburgh: T&T. Clark, 1939, II, 392.

111
algılamıştır. Bir üçüncü ihtimal olarak ‫ت‬
ْ َ‫ فَنَ َزل‬ifadesiyle “Böylece, âyetlerde önceden haber
verilen müjde/âyetin tazammun ettiği hüküm gerçekleşti.” demek istemiş olabilir.

Sonuç itibariyle Rûm 30/1-7 âyetlerinin bir kere ve Mekke’de nâzil olduğu
anlaşılmaktadır.

112
B. Mükerrer Nâzil Olduğu İddia Edilen Sûreler ve Çelişkili Nüzûl Sebeplerinin
Değerlendirilmesi

Daha önce de geçtiği üzere Sehavî (ö. 643/1245) Fatiha sûresinin iki kere nâzil
olduğundan bahsetmiş ve bunun farklı kıraatler sebebiyle olduğunu ifade etmiştir. Zerkeşî
(ö. 794/1392) mükerrer nâzil olan sûrelere İhlâs sûresini örnek vermektedir. Âlûsî (ö.
1270/1854), Şihâbüddîn el-Hafâcî’den (ö. 1069/1659) nakille Kevser sûresini de bu
sûrelere dahil etmektedir. Fadl Abbas Âlûsî’nin yaptığı bu nakle binaen İtkânu’l-burhân
isimli eserinde mükerrer nâzil olduğu ifade edilen sûreler arasında Kevser sûresi’ni de
incelemiştir. Şu halde mükerrer nüzûle konu olan sûreler Fatiha, İhlâs ve Kevser sûreleridir.

1. Fatiha Sûresi

Bazı âlimler, Fatiha sûresinin bir defa Mekke’de bir defa da Medine’de olmak üzere
iki defa nâzil olduğunu öne sürmüştür. Nitekim Süyûtî mükerrer nâzil olan âyet ve sûreleri
sıralarken Fatiha sûresini de örnek verir.308 Âlimleri Fatiha sûresinin iki defa nâzil olduğu
fikrine sevkeden sebeplerin temelinde sûrenin Mekkî mi yoksa Medenî mi olduğu
konusundaki farklı rivayetler yatmaktadır. Bu rivayetleri ve onlara yönelik ortaya konulan
görüşleri incelediğimizde sûrenin mükerrer nâzil olup olmadığı konusu da vuzuha
kavuşacaktır.

a. Mekkî-Medenî Oluşuyla İlgili Görüşler

Fatiha sûresinin bir kere Mekke’de bir kere de Medine’de olmak üzere iki kere nâzil
olduğu görüşünün altında yatan sebeplerden biri sûre hakkında hem Mekke’de hem de
Medine’de nâzil olduğuna dair ayrı ayrı rivayetlerin bulunmasıdır.

Fatiha sûresinin Mekkî mi yoksa Medenî mi olduğu konusunda dört farklı görüş
vardır. Şimdi sahiplerini zikrederek ayrı ayrı bugörüşler üzerinde duralım. Böylece sûrenin
neden mükerrer nazil olduğunun düşünüldüğü de açıklığa kavuşacaktır.

308
Süyûtî, el-İtkân, I, 41, 104.

113
aa. Mekkî Olduğuna Dair Görüş

İbn Abbas, Dahhak, Mukatil ve Atâ b. Yesâr sûrenin Mekkî olduğunu


söylemiştir.309 Cumhurun görüşü de bu yöndedir. Hatta ilk nâzil olan sûre olduğu ile ilgili
rivayet bile vardır.310

Sûrenin Mekkî olduğunun en büyük delili şu âyet gösterilir: ‫سْب ًعا ِم َن الْ َمثَ ِان‬
َ ‫اك‬
َ َ‫َولَ َق ْد آتَْي ن‬

‫يم‬ ِ
َ ‫“ َوالْ ُق ْرآ َن الْ َعظ‬Andolsun ki, biz sana tekrarlanan yedi âyeti ve yüce Kur’ân'ı verdik.” (el-Hicr
15/87) Allah Resûlü bu âyette zikredilen ‫سْب ًعا ِم َن الْ َمثَ ِان‬
َ ifadesini Fatiha sûresi olarak tefsir
etmiştir.311 Hicr sûresinin ittifakla Mekkî olduğu bilindiğine göre Fatiha sûresi Hicr
sûresinden daha önce nâzil olmuş olmalıdır. Süyûtî, bu âyette Allah Resûlü’ne verilen bir
lütuftan bahsedildiğini, henüz nâzil olmamış bir sûreyle lütufta bulunulmuş olmasının çok
uzak olduğunu ifade eder.312 İbnü Hassar da (ö. 611/1215) Mekkî-Medenî üzerine yazdığı
meşhur kasidesinde Fatiha sûresiyle ilgili nakillerde tearuz olduğuna ve oluşan kapalılığın
Hicr sûresindeki âyetle giderildiğine işaret eder.

Fatiha sûresinin Mekkî olduğunun ikinci delili namazın Mekke’de farz kılınmış
olmasıdır. Allah Resûlü “Fatihasız namaz olmaz”313 buyurduğuna göre farz kılınışından
itibaren namazlarda Fatiha sûresi okunmuştur.

Fatiha sûresinin Mekkî olduğuna bir üçüncü delil olarak Hz. Ali’den gelen şu
rivayet gösterilir: “Fatiha sûresi Mekke’de ve Arş’ın altındaki bir hazineden nâzil
olmuştur.”314

309
Zerkeşî, el-Burhân, I, 194.
310
Vahidî, Esbâbü’n- nüzûl, 12; Süyûtî, el-İtkân, I, 41.
311
Buhârî, Tefsir, 3; Fadlu fâtihati’l-kitâb, 9.
312
Süyûtî, el-İtkân, I, 41.
313
Tirmizî, Salat, 71; Ebû Davud, Salat, 138, Ahmed b. Hanbel, XX/308; İbn Mâce, İkame, 11; Nesâî, İftitah,
24.
314
Vahidî, Esbâbü’n- nüzûl, 13.

114
ab. Medenî Olduğuna Dair Görüş

Mücahid’den gelen bir rivayete göre Fatiha sûresi Medenîdir. Ebû Ubeyd Kasım b.
Sellam da (ö. 224/838) Fezail’inde bu görüşü nakletmiştir.315 Süyûtî’nin naklettiğine göre
Muhammed b. Yusuf el Feryâbî de (ö. 212/827), tefsirinde bu bilgiye yer vermiştir.
Süyûtî’nin naklettiğine göre Hüseyin b. Fadl bu sözü Mücahid’e ait bir dil sürçmesi (hefve)
olarak değerlendirmiş ve ulemanın görüşüne aykırı olduğunu ifade etmiştir.316

Fatiha sûresi’nin Medenî olduğunu bildiren diğer bir rivayet de Ebû Hüreyre’ye ait
şu sözdür: “Fatiha sûresi nâzil olunca İblis dehşete kapılarak feryat etti. (Fatiha sûresi)
Medine’de nâzil oldu.”317 Süyûtî’ye göre, Ebû Hüreyre’den rivayet edilen bu sözün sûrenin
Medine’de nâzil olduğunu bildiren son kısmı Mücahid’in sözü olup buraya sonradan
dercedilmiş olması muhtemeldir.318

Muasır araştırmacılardan Halid b. Süleyman el-Müzeynî; bazı âlimleri, Fatiha


sûresinin hem Mekke’de hem de Medine’de nâzil olduğu düşüncesine sevkeden rivayet
olarak farklı bir rivayete yer verir. O rivayet İbn Abbas’tan gelen ve Müslim’in tahric ettiği
şu rivayettir:

İbni Abbas’tan rivayet edildiğine göre, bir keresinde Cebrâil (a.s) Resûl-i Ekrem’in
(s.a.s) yanında oturmakta iken, Resûl-i Ekrem yukarı taraftan kapı gıcırtısına benzer bir ses
işitti ve başını kaldırdı. Cebrâil: “Bu, şimdiye kadar hiçbir şekilde açılmayıp sadece bugün
açılan bir gök kapısıdır”, dedi. Peşinden o kapıdan bir melek indi. Bunun üzerine Cebrâil:
“Bu, yeryüzüne inen bir melektir. Bugüne kadar hiç inmemişti”, dedi. Melek selâm verdi ve
Peygamberimiz’e şöyle dedi: “Müjde! Sana, senden önce hiçbir peygambere verilmeyen iki
nur verildi. Biri Fâtiha sûresi, diğeri Bakara sûresi’nin son âyetleri. Bunlardan okuyacağın
her harfe karşılık sana sevap ve ecir verilir.”319

315
Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellam (ö. 224/838), Fedâilü’l-Kur’ân (nşr. Ahmed b. Abdülvahid el-Hayyatî), el-
Memleketü’l-ğarbiyye, ts., II, 202
316
Süyûtî, el-İtkân, I, 41; Vahidî, a.g.e., 13.
317
Taberânî, el- Mu’cemu’l-evsat, V, 100.
318
Süyûtî, el-İtkân, I, 41.
319
Müslim, Salâtü’l-misâfirîn, 43.

115
Bakara sûresinin son âyetleri Medenî olduğundan Fatiha sûresi de onlarla birlikte
nâzil olduysa bu durumda Fatiha da Medenîdir denilmiştir.

Bu rivayet Fatiha sûresinin Medenî olduğuna delalet etmekten uzaktır. Müzeynî’nin


de belirtmiş olduğu üzere bu rivayette asıl anlatılan Fatiha sûresinin nüzûlü değil
faziletidir.320 Kurtubî söz konusu rivayetle ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “Cebrail,
Fatiha sûresini Mekke’de indirmiştir. Rivayette geçen melek ise Medine’de sûrenin
faziletini ve sevabını indirmiştir. Vahyin Emîn’i olan Cebrail’dir. Allah (c.c.), onun
‫ي‬ ِ ُّ ‫“ نََزَل بِِه‬O Kur’ân’ı Rûhu’l-Emîn indirdi.” buyurmuştur. Bu âyet
ُ ‫وح ْاِلَم‬
ُ ‫الر‬
321
hakkında

hiçbir istisnası olmaksızın bütün Kur’ân’ı Cebrail’in indirmesini gerektirir.”322

Fatiha sûresinin bir kere Mekke’de namaz farz kılınınca, bir kere de Medine’de
kıble tahvil edilince olmak üzere iki kere nâzil olduğu da söylenmiştir.323 Ancak
kaynaklarda bunu kimin söylediği belirtilmemiştir.

Daha önce geçtiği üzere Kâdı İmadüddîn el-Kindî (ö. 741/1340), sûrenin kıblenin
tahvili zamanında tekrar nâzil olduğu görüşüne cevap olarak şunları söylemektedir:
Kıblenin değişmesi sırasında Cebrail (a.s) gelmiş ve Allah Resûlü’ne, Fatiha sûresinin
Mekke’de olduğu gibi Medine’de de namazın bir rüknü olduğunu haber vermiştir. Allah
Resûlü ise bunun ikinci bir nüzûl olduğunu zannetmiştir.324

ac. İlk Yarısının Mekke’de Diğer Yarısının Medine’de Nazil Olduğuna Dair Görüş

Böyle bir görüş olduğunu Ebu’l-Leys es-Semerkandî (ö. 373/983) görüş sahibini
vermeden nakletmektedir.325 Âlûsî, bu görüşün zayıf olduğunu ifade eder.326 Muhtemelen
bu görüş Allah Resûlü’nün kendisine yöneltilen bir soru üzerine, sûrede zikredilen “gazaba

320
Müzeynî, el-Muharrer, I, 148.
321
Şuarâ, 26/193.
322
Kurtubî, Ahkâmü’l-Kur’ân, I, 116.
323
Şirbini, Şemseddin Hatib Muhammed b. Ahmed Kahiri Şafii (ö. 977/1570), es-Siracü’l-münir, (nşr.,
Ahmed İzzu İnaye Dımaşki), Beyrut: Dâru İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, 2004/1425, I-VIII, I, 4; Âlûsî, Rûhu’l-
meânî, I, 33.
324
Süyûtî, el-İtkân, I, 105.
325
Semerkandî, Tefsîru’s-Semerkandî, I, 39; Süyûtî, el-İtkân, I, 41.
326
Âlûsî, Rûhu’l-meânî, I, 33.

116
uğrayanlar”ın Yahudiler; “dalalete sapanlar”ın ise Hristiyanlar olduğunu beyan ettiği hâdise
dayanmaktadır.327 Çünkü bu soru Medine’de sorulmuş olmalıdır.

ad. Fatiha Sûresi Mekke’de ve Medine’de olmak üzere iki defa nâzil olmuştur.

Fatiha sûresinin mükerrer nâzil olduğu ile ilgili görüşler temelde, sûrenin Mekke ve
Medine’de nâzil olduğuna dair ayrı ayrı rivayetlerin bulunmasından kaynaklanmaktadır. Bu
farklı rivayetler birinci ve ikinci görüşler altında zikredildi.

Sûrenin iki defa nâzil olduğuyla ilgili olarak bazı müfessirler de sûrenin Mekke’de
nâzil olduktan sonra Medine’de kıblenin tahvili esnasında ikinci kere nâzil olduğunu
söylemişlerdir. Bu görüşlerini iki şekilde delillendirmişlerdir. Bunlardan birincisi sûrenin
şerefi, yüceliğidir. İkinci delil olarak ise şunu kaydederler: Kıble değişince Müslümanlar
namazda da bir değişiklik olup olmadığını merak ettiler. Bunun üzerine namazın aslında bir
değişiklik olmadığını bildirmek üzere Fatiha sûresi nâzil oldu. Son dönem müelliflerinden
Fadl Abbas bu delillerin pek çok problemi içinde barındırdığını söyleyerek onları reddeder.
O ayrıca, sûrenin, kıblenin tahvili esnasında nâzil oluşu ile alakalı görüşlerin hiçbir sahih
veya sahihe yakın rivayete dayanmadığını söyler.328

Mükerrer nüzûl fikrini reddedenlerden İbn Aşur (ö. 1394/1973) da sûrenin Mekkî
olduğu konusunda ittifak olduğunu belirterek, Medine’de tekrar nâzil olmasının bir
manasının olmadığını düşünmektedir.329

b. Mükerrer Nüzûle Kail Olanların Delilleri

Farklı rivayetleri telif etmeye yönelik olarak mükerrer nüzûl fikrinin hikmeti ve
faydasıyla ilgili bir izah getirenler sonraki nüzûlü genellikle mesânî kelimesiyle veya yedi
harf ile irtibatlandırmış veya açıklamışlardır:

a. Mükerrer Nüzûl Fikrini Mesânî Kelimesiyle Açıklayanlar: Salebî, Begavî,


Zemahşerî, Razi, Sehâvî, Zerkeşî ve Süyûtî gibi âlimler sûrenin iki defa nâzil olduğunu

327
Tirmizî, Tefsir, 2
328
Fadl Abbas, İtkânu’l-burhân, I, 305.
329
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, I, 135.

117
söyleyenlerin olduğunu nakletmiştir. Fakat bu âlimlerden hiçbiri bir isim belirtmemiş
sadece “kîle” diyerek bu nakilde bulunmuşlardır.

Sa’lebî, bazı âlimlerin farklı rivayetleri telif ederek sûrenin bir kere Mekke’de bir
kere de Medine’de olmak üzere ta’zim ve tafdil için iki kere nâzil olduğunu ve bu sebeple
“mesânî” olarak tesmiye edildiğini söylediklerini nakletmektedir.330

Begavî aynı bilgiyi nakletmiş fakat Hicr sûresini delil göstererek sûrenin Mekkî
olduğunun daha doğru olduğunu söylemiştir.331

Râzî Fatiha sûresinin mesânî olarak isimlendirilmesiyle ilgili öne sürülen


sebeplerden biri olarak sûrenin iki kere nâzil olmasını da zikretmiştir.332

Zemahşerî, Fatiha sûresinin Mekkî olduğunu başta ifade ettikten sonra iki defa nâzil
olduğu için hem Mekkî hem de Medenî olduğunu söyleyenlerin de olduğunu
nakletmektedir.333

b. Mükerrer Nüzûl Fikrini Yedi Harf/Farklı Kıraatler ile Açıklayanlar: Fatiha


sûresinin mükerrer nâzil olduğu fikrini farklı kraatler ile açıklayanlara Kindî ve Sehavî (ö.
643/1245) örnek verilebilir.

Daha önce de geçtiği üzere Kindî’nin, Fatiha sûresinin kıblenin tahvili esanasında
nâzil olduğu ile ile ilgili görüşlere verdiği cevaplardan biri farklı kıraatlerle alâkalıdır.
Kindî: “Cebrail (a.s) Fatiha sûresini Allah Resûlü’ne daha önce Mekke’de okutmadığı bir
kıraatle okutmuş fakat Allah Resûlü bunu yeni bir inzâl zannetmiştir.” demiştir. 334

Yine daha önce geçtiği üzere Sehavî, Fatiha sûresinin iki defa nâzil olduğunun
söylendiğini naklettikten sonra bu sûrenin iki defa nâzil olmasının faydasını şöyle açıklar.

330
Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân, I, 90.
331
Begavî, Tefsîr, I, 37.
332
Râzî, Tefsîru’l-kebîr, I, 146.
333
Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 45.
334
Süyûtî, el-İtkân, I, 105.

118
ِ ِ‫مل‬/ ‫ك‬
Ona göre sûre, (‫ك‬ ِِ
َ ‫ ) َمال‬ve )‫السَرا َط‬
ِّ / ‫الصَرا َط‬
ِّ ) örneklerinde olduğu gibi ilkinde bir harf üzere,
sonrasında ise başka bir harf üzere iki kere nâzil olmuş olabilir. 335

Kindî’nin Allah Resulü’nün ‘öyle zannettiği’ iddiasına katılmadığımızı bir kere


daha ifade etmek istiyoruz. Allah Resûlü, Cebrail (a.s) kendisine yeni bir vahiy mi getiriyor
yoksa bir hususu mu haber veriyor bunu ayırt edebilir. Kendisinin bu haber vermeyi yeni
bir nüzûl zannetmesi düşünülemez. Olsa olsa orada bulunan sahabe bunu yeni bir nüzûl
zannetmiş olabilir. Ayrıca Allah Resûlü’nün yeni bir âyet veya sûrenin yeni bir harfle
kendisine vahyedilişini yeni bir nüzûl ile karıştırması düşünülemez. Cebrail (a.s) Allah
Resûlü’ne farklı zamanlarda Fatiha sûresinin dışında birçok âyetin farklı kıraatlerini
okutmuştur ancak Allah Resûlü bunların hiçbirini yeni bir nüzûl zannetmemiştir. Çünkü o,
kendisine yeni bir harfin vahyolunmasıyla yeni bir âyetin nâzil olmasını pekâlâ birbirinden
ayırt edebilir.

c. Değerlendirme

Yukarıda da belirtildiği üzere Fatiha sûresi’nin Mekke ve Medine’de olmak üzere


iki kere indirildiğini söyleyenlerin olduğu nakledilmiş ancak bu görüş sahiplerinin isimleri
zikredilmemiştir. Tefsirlerde, âlimlerin Fatiha sûresinin isimleri ve bu isimlerden biri
olarak zikredilen “es-seb’u’l-mesânî” ifadesindeki “mesanî” kelimesiyle ne kastolunduğu
üzerinde çokça durdukları görülmektedir. Meselâ Fahreddin er-Razî Fatiha sûresinin
“mesânî” olarak isimlendirilmesinin sebepleri olarak 8 ayrı görüşe yer vermiştir. Bunlar şu
şekildedir:

1- Bu sûre müsenna (iki kısımlı) dır. Yarısı, kulun Rabbini medh-ü senâsıdır, yarısı
da Rabb’in kuluna ihsanıdır.

2- Namazın her rekatında tekrarlandığı için bu ismi almıştır.

3- Bu sûre “müstesna” bir sûredir. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:


“Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ne Tevrat'ta ne İncil’de, ne Zebur’da,

335
Sehâvî, Ebü'l-Hasan Alemüddin Ali b. Muhammed (ö. 643/1245), Cemalü’l-Kurrâ ve kemâlü’l-ikrâ, nşr.
Ali Hüseyin Bevvab, Mekke: Mektebetü't-Türas, 1987, I, 34.

119
ne de Furkân’da bu sûre gibisi indirilmedi. Bu sûre es-Seb’ul-mesânî ve Kur’ân-ı
Azîmdir.”336

4- 7 âyet olduğu için bu ismi almıştır. Her bir âyeti Kur’ân’ın 1/7’ine denktir.
Cenab-ı Hak Fatiha sûresini okuyan kişi’ye bütün Kur’ân’ı okuma sevabı verir.

5- Bu sûre 7 âyettir Cehennemin de 7 kapısı vardır. Bir kimse sûreyi okumaya


başladığında bu yedi kapı ona kapanır.

6- Namazda Fatiha sûresinden sonra ikinci bir sûre daha okunduğu için bu ismi
almıştır.

7- Allah’a sena ve hamd olduğu için bu ismi almıştır.

8- İki kere inzal edildiği için bu ismi almıştır.337

Sûrenin Medine’de nâzil olduğuna dair Mücahid’den gelen bir rivayet de olunca
muhtemelen mesânî (‫ ) َمثَ ِان‬kelimesinin ne ifade ettiğini ortaya çıkarmaya çalışan âlimler bir

diğer ihtimal olarak sûrenin nüzûlünün ikilenmesi (‫ت نُُزوُهلَا‬


ْ َ‫ )ثُنِّي‬sebebiyle bu ismi almış
olabileceğini söylemişlerdir. Onlara ait bu tahminî görüş eserlerde yer bulmuş ve
günümüze kadar nakledilegelmiştir.

Fatiha sûresinin iki kere inmiş olması bize göre sadece bazı âlimlere ait bir fikir ve
tahminden ibarettir. Aslolan ise sûrenin bir kere ve Mekke’de nâzil olduğudur. Fatiha
sûresinin Mekkî olduğu konusunda icmaya yakın bir ekseriyet vardır. Mücahid dışında
sûrenin Medenî olduğunu söyleyen başkaları da olmuşsa da bunun yalnız Mücahid rivayeti
olduğunu kaydedenler vardır.338 Zaten müfessirler de sûrenin mükerrer nâzil olduğunu bir
görüş olarak nakletmişlerse de Mekkî olduğunun daha doğru olduğunu ifade etmişlerdir.
Sûrenin Medine’de nâzil olduğunu söyleyen tek kişinin Mücahid olduğu anlaşılmaktadır ve
bunu ona ait bir dil sürçmesi olarak ( ‫ )هفوة‬ifade edenler vardır.

336
Tirmizî, Tefsir, 16; Ahmed b. Hanbel, Müsned, XVIII, 447
337
Fahreddin er-Râzî, Tefsîru’l-kebîr, I, 146
338
Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, 7.

120
Medine’de kıblenin tahvili sonrasında insanların namazda da değişiklik olmuş
olabileceğine dair endişeleri üzerine sûrenin tekrar nâzil olduğu görüşüne gelince, burada
muhtemelen namazda bir değişiklik olmadığı ve Fatiha sûresi’ni okumanın önceden olduğu
gibi namazın bir rüknü olarak devam ettiği bildirilmiştir. Dolayısıyla yaşanan hâdise yeni
bir nüzûlden daha çok bir bilgilendirme vahiyidir denilebilir.

Tercih esaslarına göre de sûrenin mükerrer nâzil olduğunu söylemek mümkün


değildir. Allah Resûlü’nün, seb-i mesanî’nin Fatiha sûresi olduğunu açıkladığı rivayet
Buhari’de geçmekte iken sûrenin Medine’de nâzil olduğunu bildiren rivayet kütüb-i tis’ada
bile yer almamaktadır. Tercih esaslarına göre burada Buhari hadisi diğer rivayetlere tercih
edilmesi gerektiğine göre mükerrer nüzûle hamletmeye gerek kalmamaktadır.

2. İhlas Sûresi

İhlas sûresi de mükerrer nâzil olan sûrelere verilen örnekler arasındadır. Zerkeşî (ö.
794/1392), İhlas sûresinin bir defa Mekkeli müşriklere bir defa da Medine’de ehl-i kitaba
cevap olarak iki defa nâzil olduğunu zikreder. Süyûtî de ondan bu bilgiyi nakletmiştir.339

a. Sûre ile İlgili Sebeb-i Nüzûl Rivayetleri

İhlas sûresiyle ilgili olarak oldukça fazla sebeb-i nüzûl rivayet olunmaktadır. Fakat
bu rivayetlerin hepsinin ortak özelliği birilerinin Allah Resûlü’nden Allah’ı tavsif
etmesinin istemesidir. Allah Resûlü’nden Allah’ı tavsif etmesini isteyenlerle ilgili farklı
rivayetler bulunmaktadır. Bu kişilerin kimler olduğuna göre sûrenin Mekkî-Medenî oluşu
da değişmektedir. İşte bazı âlimleri bu sûrenin mükerrer nâzil olduğunu söylemeye
sevkeden yegâne sebep de budur. Şimdi bu rivayetler üzerinde duralım.

Allah Resûlü’ne Allah’ın zâtı hakkında soru soran ve ondan Allah’ı tavsif etmesini
isteyenler şu şekilde sıralanabilir:

aa. Müşrikler

Müşrikler bazı rivayetlerde “müşrikûn” bazılarında ise “ahzab” olarak ifade


edilmiştir. Müşrikûn olarak ifade edildikleri rivayetler şöyledir: Tirmizî ve Ahmed b.

339
Zerkeşî, el-Burhân, I, 30; Süyûtî, el-İtkân, I, 104.

121
Hanbel’in tahric ettiği bir rivayete göre Übey b. Kâ’b şöyle nakletmektedir: “Müşrikler
Allah Resûlü’ne gelerek ‘Ey Muhammed! Bize Rabbini tanıt (Rabbinin nesebini söyle)”
dediler ve bunun üzerine Allah (c.c.) “De ki: O, Allah’tır, gerçek İlahtır ve Birdir. Allah
Samed (Tam, eksiği olmayan, her şey Kendisine muhtaç olduğu halde, Kendisi hiçbir şeye
muhtaç olmayan) dır. Ne doğurdu, ne de doğuruldu. Ne de herhangi bir şey O’na denk
oldu.’ âyetlerini inzal buyurdu.”340 Albânî bu rivayet için “hasen” demiştir. Aynı rivayet
Cabir ‘den de gelmektedir.341

İkrime’nin naklettiğine göre müşrikler Allah Resûlü’ne “Ey Muhammed! Bize


Rabbini vasfet. O kimdir ve neyden var olmuştur?” diye sordular ve bunun üzerine ‘De ki o
Allah birdir.’ âyetinden sonuna kadar (sûre) nâzil oldu.342

Bir başka rivayet de şöyledir. İbn Abbâs anlatıyor: “Âmir b. Tufeyl ve Erbed b.
Rabîa Allah Resûlüne geldiler. Âmir Allah Resûlü’ne: ‘Ey Muhammed, bizi neye davet
ediyorsun?’ diye sordu. Allah Resûlü (s.a.v.): ‘Allah’a çağırıyorum.’ diye cevap verdi.
Sonra Âmir ve Erbed: ‘Onu bize tavsif et; o altından mı, gümüşten mi, demirden mi?’
dediler. Bunun üzerine bu sûre nâzil oldu.343

Müşriklerin ahzâb olarak ifade edildiği rivayetler ise şöyledir:

İbn Cerîr et-Taberî’nin tahric ettiğine göre Katade şöyle demiştir: “Ahzâb, Allah
Resûlü’ne ‘Bize Rabbini tanıt (Rabbinin nesebini söyle)’ dediler. Bunun üzerine Cebrail,
Allah Resûlü’ne bu sûreyi getirdi.344 Katâde’den bu bilgiyi Ebû’l Âliye’de nakletmiştir. 345

ab. Yahudiler

Katade, Dahhak ve Mükatil’den gelen bir rivayete göre bir grup Yahudi Allah
Resûlü’ne gelerek şöyle sordular:

340
Tirmizî, Tefsir, 92; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V/133.
341
Taberî, Câmiü’l-beyân, XXX, 343.
342
Taberî, Câmiü’l-beyân, XXX, 342-343.
343
Âlûsî, a.g.e, a.y.
344
Süyûtî, Lübâbü’n-nukûl, I, 238.
345
Taberî, a.g.e, XXX, 343.

122
“Rabbini bize tanıt. Allah Tevrat’ta kendi sıfatını, durumunu bildirdi. O, nasıl bir
şeydir? Cinsi nedir? Altından mıdır yoksa bakırdan veya gümüşten midir? O, yer içer mi?
Dünya O’na kimden kaldı? O’nun varisi kimdir?’ Bunun üzerine Allah Teala bu sûreyi
indirdi. İnen bu sûre, Allah Teala'nın hususî nisbesidir.” 346

Saîd b. Cübeyr anlatıyor: “Bir grup Yahudi Allah Resûlü’ne gelerek ‘Ey
Muhammed, Allah herşeyi yaratmıştır. Peki Allah’ı kim yaratmıştır?’ diye sordular. Hz.
Peygamber onlara o kadar kızdı ki yüzünün rengi değişti. O sırada Cebrail geldi ve
onu sakinleştirdi: ‘Ey Muhammed, sakin ol.’ dedi. Allah Tealâ’dan onların sorusunun
cevabını getirdi. Cebrail Allah Resûlü’ne: ‘Allah Teâlâ, onlara şöyle cevap vermeni
buyuruyor.’ dedi: De ki: O, Allah’tır, gerçek İlahtır ve Birdir. Allah Samedir. Ne doğurdu,
ne de doğuruldu. Ne de herhangi bir şey O’na denk oldu.’

Allah Resûlü onlara bu sûreyi okuyunca: ‘Rabbini bize tavsif et; yaratılışı nasıldır,
pazusu nasıldır, kulacı (kolu) nasıldır?’ dediler. Allah Resûlü öncekinden daha bir şiddetle
öfkelendiyse de Cibrîl gelip yine teskin etti ve sorularının cevabını getirdi: “Onlar, Allah’ın
kudret ve azametini hakkıyla takdir edemediler, O’na lâyık tazimi göstermediler. Hâlbuki
bütün bir dünya kıyamet günü O’nun avucunda, gökler âlemi de bükülmüş olarak elinin
içindedir. Böyle bir azamet ve hâkimiyet sahibi olan Allah, onların uydurdukları
ortaklardan yücedir, münezzehtir (Zümer 39/67)”347

İbn Ebî Hâtim’in tahric ettiğine göre İbn Abbas şöyle demiştir:

İçlerinde Ka’b b. Eşref ve Huyey b. Ahtab’ın da bulunduğu bir grup Yahudi Allah
Resûlü’ne geldi ve ona:

“Seni gönderen Rabbini bize anlat.” dediler. Bunun üzerine Allahu Teâlâ, İhlas
sûresini inzal buyurdu.348

Enes b. Malik’in anlattığına göre, gelen Yahudiler Hayber Yahudileri’dir. Rivayet


şöyledir: Hayber yahudileri Hz. Allah Resûlü’ne geldi ve şöyle dediler: “Ey Ebu’l-Kasım,

346
Vâhidî, Esbâbü’n-nüzûl, 348.
347
Taberî, Câmiü’l-beyân, XXIV, 28.
348
Süyûtî, Lübâbü’n-nukûl, I, 238.

123
Allah melekleri hicabının nurundan, Adem’i süzülmüş çamurdan, İblîs’i ateşin yalımından,
gökleri dumandan, yeryüzünü de suyun köpüğünden yaratmıştır. Şimdi sen bize Rabbinden
haber ver.” Allah Resûlü (s.a.v.) onlara cevap vermedi. Ardından Cibrail (a.s.) gelerek İhlas
sûresini getirdi.349

ac. Necran Hristiyanları

Sûrenin Necrân Hristiyanlarının soruları üzerine nâzil olduğu da rivayet edilmiştir.


Tabiînden Atâ b. Ebî Rabah (ö. 114/732), İbn Abbas’tan şöyle nakletmektedir: “Necran
Hristiyanları heyet olarak geldi ve Allah Resûlü’ne, “Bize Rabbini anlat: O, zebercedden
midir, yoksa yakuttan mıdır veya altından yahut gümüşten midir?” dediler. Allah Resûlü de
(s.a.v.) “Benim Rabbim, hiçbir şeyden değil. Çünkü O, herşeyin yaratıcısıdır” dedi. Bunun
üzerine “De ki O Allah birdir.” âyeti nâzil oldu. Hristiyanlar dediler ki: “O da tek, sen de
teksin.” Allah Resûlü de (s.a.v.) de, “Onun gibi hiçbir şey yok”350 dedi. Onlar, “Daha başka
sıfatlarından bahset” dediler. Allah Resûlü (s.a.v.), “Allah sameddir.” dedi. Onlar, “Samed
ne demektir?” diye sordular. Allah Resûlü de, “Mahlukatın, ihtiyaçları için kendisine
yöneldiği zattır.” cevabını verdi. Onlar, “Daha da anlat” dediler. Bunun üzerine, “O
doğurmamıştır.” yani, Allah Meryem gibi doğurmamış, “ve O doğurulmamıştır.” yani İsâ
gibi, doğurulmamıştır. “Herhangi bir şey O’na denk değildir.” yani, mahlukatından, O’nun
bir benzeri yoktur” âyetleri nâzil oldu.351

b. Değerlendirme

Öyle anlaşılıyor ki yukarıda geçen rivayetlerden ve sebeb-i nüzûl için sarih lafızlar
kullanılmış olduğundan bazı âlimler sûrenin iki defa nâzil olduğu görüşünü öne
sürmüşlerdir. Fakat daha önce de geçtiği üzere sadece kullanılan lafızlara dayanarak bir
nüzûlün gerçekleştiğini söyleyebilmek her zaman mümkün değildir. Burada da muhtemelen
Allah Resûlü’nün sûreyi okuma hâdisesi nüzûl lafızlarıyla nakledilmiştir.

349
Süyûtî, a.g.e., I, 238.
350
Şûrâ, 42/11.
351
Râzî, et-Tefsîru’l-kebîr, XXXII, 161.

124
İhlas sûresi ile ilgili esbâb-ı nüzûl rivayetleri incelendiğinde Allah Resûlü’ne pek
çok defa farklı kesimler tarafından Allah’ın vasıfları hakkında sorular sorulmuş olduğu
anlaşılmaktadır. Soruyu soranlar arasında Mekke’li müşrikler, Necran Hristiyanları,
Medine’li Yahudiler, Yahudi ve müşriklerden ismen zikredilen bazı kimseler hatta bir
bedevî352 bulunmaktadır. Buradan, Allah Resûlü’nün bu sorular karşısında cevap verirken
İhlas sûresini de okuduğu anlaşılmaktadır. Netice itibariyle sûrenin aslında Mekke’de nâzil
olduğunu, daha sonraki yer ve zamanlarda ise ihtiyaç hâlinde Allah Resûlü tarafından
cevap mahiyetinde okunduğunu söyleyebiliriz. Sûrenin tevhid muhtevalı oluşu da Mekkî
olduğunu desteklemektedir.

Süyûtî (ö. 911/1505), İhlas sûresi hakkında birbirine mütearız iki rivayet olduğunu,
kendisinin bunlardan Medenî olan rivayeti tercih ettiğini ifade etmektedir.353 Süyûtî bu
görüşünü delillendirirken Übey b. Kâ’b’ın rivayetinde geçen ‘müşrikûn’dan muradın
Katade rivayetinde geçen ‘ahzâb’ olduğunu, dolayısıyla da sûrenin Medenî olduğunu
söylemektedir. Süyûtî, İbn Abbas’tan gelen ve içlerinde Kâb b. Eşref ve Huyey b. Ahtab’ın
da olduğu bir grup yahudinin Allah Resûlü’ne gelerek soru sorduklarını bildiren rivayetin
de bunu desteklediğini ifade etmektedir.354 Muhtemelen Süyûti’yi Übey b. Kâ’b’ın
rivayetinde geçen ‘müşrikûn’dan muradın Katade rivayetinde geçen ‘ahzâb’ olduğunu
düşünmeye sevkeden sebep Hendek savaşı öncesi müşrik kabilelerin bir araya gelerek
ahzab ordusunu oluşturmasıdır. Ahzab ordusunun oluşturulması Medine döneminde
olduğundan sûrenin Medenî olduğu sonucuna varmıştır.

Fakat sadece bu sebebe dayanarak sûrenin Medenî olduğunu söyleyebilmek


mümkün değildir. Çünkü İhlas sûresinin nüzûl sebebi olarak oldukça fazla rivayet
bulunmaktadır ve bu rivayetlerde Allah Resûlü’nden Rabbini tavsif etmesini isteyen kişiler
olarak ‘müşrikler’, Mekke’ye gelen Necran Hristiyanları heyeti, ismi zikredilen bazı
müşrikler ve bir bedevî de bulunmaktadır.

352
Âlûsî, Rûhu’l-meânî, XXX, 270. Rivayet şöyledir: Hz. Cabir’in (r.a) naklettiğine göre bir bedevî gelerek
“Ey Muhammed! Bize Rabbini tanıt (Rabbinin nesebini söyle)” dedi. Bunun üzerine ‘De ki O Allah birdir’ ile
başlayan sûre nâzil oldu.
353
Süyûtî, el-İtkân, I, 46.
354
Süyûtî, Lübâbü’n-nukûl, I, 238.

125
Mekkeli müşriklerin sorusu üzerine nâzil olduğunu bildiren rivayet sıhhat
bakımından da diğerlerinden güçlüdür. Zira sûrenin Mekkeli müşriklerin sorması üzerine
nâzil olduğunu bildiren rivayet Tirmizî ve Ahmed b. Hanbel tarafından tahric edilmişken
Medine’de nâzil olduğunu bildiren rivayet muteber hadis mecmualarında yer bulamamıştır.

Mevdudî de (ö. 1979) bu sûre hakkında mükerrer nâzil olduğuna dair görüşler
olduğunu ancak doğrusunun Mekkî olduğunu ifade etmektedir. O bu sûrenin Mekke
döneminin başında nâzil oluşuna dininden dönmesi için kızgın kumlara yatırılan Bilal-i
Habeşî’nin “ehad, ehad” sözünü delil gösterir. Ona göre bu söz İhlas sûresinden
alınmadır.355

3. Kevser Sûresi

Zerkeşî, Süyûtî ve İbn Akîle gibi meşhur ulûmü’l-Kur’ân müelliflerinden Kevser


sûresinin mükerrer nâzil olduğuna dair bir nakil veya ifade bulunmamaktadır. Aynı şekilde
Zürkânî, Menna Halil Kattan, Subhi es-Salih gibi muasır âlimler de sûreyle ilgili böyle bir
görüşün varlığından bahsetmemektedir.

Tesbit edebildiğimiz kadarıyla Kevser sûresi ile ilgili mükerrer nüzûl meselesi
Âlûsî’nin (ö. 1270/1854), Şihâbüddîn el-Hafâcî’den (ö. 1069/1659) yaptığı bir nakle
dayanmaktadır. Âlûsî’nin naklettiğine göre Hafâcî; “Bazıları müteârız rivayetleri Kevser
sûresi iki kere nâzil olmuştur şeklinde telif etmiştir.” demiştir.356 Sûrenin mükerrer nüzûlü
meselesini inceleyen ender âlimlerden biri olan Fadl Abbas da bu iddiayı Âlûsî’nin söz
konusu nakline dayandırmıştır.357 Mevdûdî de Kevser sûresiyle ilgili mükerrer nâzil
olduğuna dair görüşlerin olduğunu söylemiş ancak bu konuda kaynak veya isim
belirtmemiştir.358

Kevser sûresiyle ilgili mükerrer nüzûl meselesinin gündeme gelmesinin sebebi


önceki örneklerde olduğu gibi hakkında gelen birbirinden farklı rivayetlerdir. Çoğunluğun

355
Mevdûdî, Seyyid Ebü’l-A’la (1903-1979), Tefhimü'l-Kur’ân: Kur'ân'ın anlamı ve tefsiri, ed. Ali Bulaç; trc.
Muhammed Han Kayani... [ve öte.], İstanbul: İnsan Yayınları, 1986, 7, 300.
356
Âlûsî, Rûhu’l-meânî, XXX, 244.
357
Fadl Abbas, İtkânu’l-burhân, 313.
358
Mevdûdî, Tefhimü'l-Kur’ân, 7, 263.

126
görüşü sûrenin Mekkî olduğu yönünde olmakla beraber Medenî olduğunu söyleyenler de az
değildir. Şimdi bu görüş ve rivayetleri inceleyelim.

a. Sûrenin Mekkî Olduğuna Dair Rivayet ve Görüşler

Bu rivayetlerin bazılarında Allah Resûlü’ne (s.a.s) “ebter (soyu kesik) diyenler


mutlak olarak ‘müşrikler’ olarak ifade edilirken bazılarında isim de verilmiştir.
Müşriklerin mutlak olarak zikredildiği rivayetler şöyledir:

İkrime’nin rivayet ettiğine göre Allah Resûlü’ne vahiy gelmeye başlayınca, Kureyş:
“Muhammed bizden kopup (aslından, atalarının dininden) uzaklaştı” diyerek Ona karşı
cephe aldılar. Bunun üzerine ilgili sûre indi.”359

Taberânî'nin zayıf bir senedle Ebû Eyyûb’dan rivayetine göre Allah Resûlü’nün
oğlu İbrahim vefat ettiğinde müşrikler sevinerek birbirlerine bu haberi yetiştirmişler ve: "Şu
sâbiînin bu gece soyu kesildi." demişlerdi. Bunun üzerine Allah Tealâ bu sûreyi indirdi.360

Süddî (el-Kebîr)’in (ö. 127/745) ve İbn Zeyd’den rivayet edildiğine göre Kureyş,
erkek çocukları ölen kimse için “Falanın soyu kesildi” derlerdi. Allah Resûlü’nün oğlu
Kasım ve Abdullah Mekke’de; İbrahim de Medine’de vafat edince, Kureyş: “Muhammed
ebter oldu, O’nun yerine geçecek kimse kalmadı.” dediler. Bundan dolayı ‘Hiç şüphesiz
seni ayıplayanın kendisi ebter, soyu kesik olandır.’ âyeti indirildi.”361

Müşrikler arasında Allah Resûlü’ne ebter diyenlerden öne çıkan isimlerin


zikredildiği rivayetler ise şöyledir.

İbn Abbas’ın rivayet ettiğine göre Resûlullah (s.a.s.) mescidden dışarı çıkarken, As
b. Vail mescide giriyordu. Sehmoğulları kapısında karşılaştı ve konuştular. Kureyş'in ileri
gelenlerinden bir grup da mescidde oturuyordu. As b. Vail mescide girince: "Konuştuğun
adam kimdi?" diye sordular. O da: "Şu ebter (nesli kesik)" deyip Resûlullah’ı (s.a.s.)
kasdetti. Bu olaydan önce Rasulullah’ın (s.a.v.) Hz. Hatice'den dünyaya gelen oğlu

359
Taberî; a.g.e, XXX, 330.
360
Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, VIII, 652.
361
Râzî, Tefsîru’l-kebîr, XXXII, 124.

127
Abdullah vefat etmişti. Onlar oğlu olmayan kimse için ebter (nesli kesik) tabirini
kullanırlardı, Bunun üzerine Allah Teala bu sûreyi indirdi."362

Yezid b. Rûmân’dan (ö. 130) nakledildiğine göre "Rasulullah’ın (s.a.v.) ismi


anıldığında, As b. Vail şöyle derdi: ''Bırakın O'nu. O ebter (nesli kesik) birisidir.Onun
devamı yoktur. Eğer ölürse, Onun zikri de kesilir .” Bunun üzerine Allah Teâlâ Kevser
Sûresi'ni indirdi."363

Atâ b. Ebî Rabah’ın (ö. 114/732) İbn Abbas’tan rivayet ettiğine göre As b. Vail
Allah Resûlü’ne uğrayarak şöyle derdi: ‘Ben seni ayıplıyorum. Zira sen erkeklerden ebter
(nesli kesik) bir insansın.’ Bunun üzerine Allah Teala: ‘Seni ayıplayan dünya ve ahiret
hayırları bakımından ebterdir.’ buyurdu.” Aynı şekilde Mücahid ve Katade’den de As b.
Vâil’in ‘Ben Muhammed’in Şâniiyim (ayıplayanıyım)’ dediği rivayet edilmiştir.364

Süddî’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Kureyş, kişinin erkek oğlu öldüğünde,
falan ebter oldu (nesebi kesildi) derlerdi. Nebî Aleyhisslâm'ın oğulları vefat edince
“Muhammed'in nesli kesildi, dediler. Bunun üzerine âyet indirildi.”365

Atâ'dan rivayet edildiğine göre Allah Resûlü’nün erkek çocuğu vefat ettiğinde Ebû
Leheb müşriklere: "Bu gece Muhammed'in soyu kesildi." dedi. Bunun üzerine Allah Tealâ:
"Hiç şüphesiz seni ayıplayanın kendisi ebter, soyu kesik olandır." âyetini inzal etti.366

Şimr b. Atiyye'den rivayet edildiğine göre Ukbe b. Ebî Muayt: “Nebinin çocuğu
kalmadı. O ebterdir,” derdi. Allah Teâlâ, onun hakkında, ‘Hiç şüphesiz seni ayıplayanın
kendisi ebter, soyu kesik olandır.’ âyetini indirdi367

Zerkeşî (ö. 794/1392), Kevser sûresini Mekkî sûreler arasında zikretmiş ve tertip
olarak Âdiyât sûresinden sonraya yerleştirmiştir.368 Şu halde onun, bu sûrenin Mekkî
olduğunu kabul ettiği söylenebilir.

362
Mükatil b. Süleyman, Tefsîr, III, 528.
363
Begavî, Tefsîr, IV, 534; İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 560.
364
Taberî; Câmiü’l-beyân, XXX, 329.
365
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 560.
366
İbn Kesîr, a.g.e, IV, 560.
367
Taberî; a.g.e, XXX, 329.

128
Mevdudî de sûrenin Mekkî olduğunu savunmaktadır: Hicretten önce vuku bulan
mirac hâdisesinde Allah Resûlü’ne Kevser havuzu zaten gösterilmişken ve bunu ifade eden
hadisler ortadayken kendisine zaten verilmiş nehrin müjdesinin Medine’de verilmesi için
bir sebep yoktur.

b. Sûrenin Medenî Olduğuna Dair Rivayet ve Görüşler

Sûrenin Medenî olduğuna dair rivayetleri iki gruba ayırmak mümkündür:

ba. Allah Resûlü’ne mescitte iken gelen bir uyuklama hâlinden sonra nâzil
olduğunu bildiren Enes b. Malik rivayeti

Müslim'in tahric ettiği bir rivayette Enes ibn Mâlik şöyle anlatıyor: Bir gün Allah
Resûlü (s.a.s) mescidde aramızda bulunuyordu. Hafifçe uyur gibi bir hal aldı. Sonra
tebessüm ederek başını kaldırdı. Biz: “Seni güldüren nedir ey Allah'ın elçisi?” diye sorduk.
“Az önce bana bir sûre indirildi.” buyurdu ve “Rahman Rahîm Allah'ın adıyla. (Resûlüm!)
Kuşkusuz biz sana Kevser'i verdik. Şimdi sen Rabbine kulluk et ve kurban kes. Asıl soyu
kesik olan, şüphesiz sana kin besleyendir." (âyetlerini) okudu. Sonra: "Biliyor musunuz
kevser nedir?” diye sordu. "Allah ve Resûlü en iyi bilendir." dedik. "Rabbimin bana
va'dettiği bir nehirdir. Onda çok hayır vardır. O, kıyamet günü ümmetimin su içmeye ge-
leceği bir havuzdur. Kapları, yıldızlar sayısıncadır. Bazıları oradan ayrılıp uzaklaştırılacak
da ben: "Rabbim, onlar benim ümmetimdendir." diyeceğim. Buna karşılık bana "Onların
senden sonra neler yaptığını bilmiyorsun." buyrulacak.369

İbn Hacer’e (ö. 852/1449) göre mutemed olan, Enes b. Malik hadisi sebebiyle
sûrenin Medenî olmasıdır.370

Süyûtî (ö. 911/1505), ‘Doğru olanın Kevser sûresinin Medenî olduğudur.’ der ve
Nevevî’nin de Müslim şerhinde, Enes b. Malik rivayeti sebebiyle Medenî olduğu görüşünü
tercih ettiğini nakleder.371 Fakat Müslim şerhinde Nevevî’nin böyle bir tercihini bulamadık.

368
Zerkeşî, el-Burhân, I, 193.
369
Müslim, Salat, 14.
370
İbn Hacer, Fethu’l-bârî, IX, 41.
371
Süyûtî, el-İtkân, I, 46.

129
el-İtkân’ın Merkezü’d-dirâsâti’l-Kur’âniyye tarafından yapılan neşrinde de Nevevî’nin bu
tercihini Müslim şerhinde bulamadıkları ifade edilmektedir.372

Mevdûdi’ye göre ise Enes b. Malik hadisinde bir boşluk vardır. Çünkü bu olayın
öncesiyle alâkalı bir bilgi verilmemiştir. Muhtemelen “Rasulullah (s.a) bir meseleyi
anlatmaktaydı ve vahiy aracılığıyla O’na bu mesele için Kevser sûresinin açıklayıcı olduğu
bildirilmişti. Rasulullah (s.a) bunun üzerine kendisine bu sûrenin nâzil olduğunu zikretmiş
olabilir.”373

bb. Mekke müşrikleri ile Kâ’b b. Eşref arasındaki bir diyalog üzerine nâzil
olduğu bildirilen rivayetler

İbn Abbâs anlatıyor: “Kâ'b b. Eşref Mekke'ye geldiğinde Mekke müşrikleri: "Sen
Medine halkının en hayırlısı ve efendisisin değil mi?" dediler. O: “Evet, öyleyimdir.” dedi.
“Şu soyu kesik, kavminden kopmuş kötü adam hakkında ne dersin. O, kendisinin bizlerden
hayırlı olduğunu zannediyor. Hâlbuki bizler hacıların, sidanetin ve sikayetin ehliyiz
(Kabe’nin hizmetçiliğini yapar, hacılara su dağıtırız)” dediler. Ka’b: “Siz ondan daha
hayırlısınız." dedi de “Hiç şüphesiz seni ayıplayanın kendisi ebter, soyu kesik olandır.”
ve “Baksana o kendilerine kitaptan bir nasip verilenlere! Putlara, kâhinlere, şeytanlara, ne
kadar batıl varsa hepsine iman ediyorlar ve yetmezmiş gibi, bir de kalkıp kâfirler hakkında
“Onlar, Müslümanlardan daha doğru yoldadır” diyorlar!”374 meâlindeki âyet-i kerimeler
nâzil oldu.375

Medineli Yahudilerin temsilcileri Hz. Peygamber ile yaptıkları anlaşmaya ihanet


ederek Mekke’ye gelmiş Müslümanlara karşı birlik olup savaşma teklifinde bulunmuşlardı.
Medine Yahudileri ile Mekke müşriklerine civar kabilelerin de iştirak etmesiyle Ahzab
ordusu oluşturulmuştu. Dolayısıyla Ka’b b. Eşref ile müşrikler arasında geçen yukarıdaki

372
Süyûti, el-İtkân (nşr. Merkezü’d-dirâsâti’l-Kur’âniyye), Mecmau Melik Fahd. ts., I, 82, 1. dipnot.
373
Mevdûdî, Tefhimü'l-Kur’ân, 7, 263.
374
Nisa, 4/51.
375
Nesâî, Sünen-i kübrâ, VI, 524; İbn Balaban Ebü'l-Hasan Alaeddin Ali (739/1339), el-İhsan fî takribi
Sahihi İbn Hibban ( nşr. Şuayb el-Arnaut), Beyrut: Müessesetü'r-Risâle, 1991/1412, I, XVIII, XIV, 534;
Taberî; Câmiü’l-beyân, XXX, 330.

130
diyalog bu görüşmeler sırasında yani hicretten sonra, Ahzab savaşı öncesinde
gerçekleşmiştir. Buradan ‫ إن شانئك هو اِلبرت‬âyetinin Medenî olduğu sonucu çıkmaktadır.

bc. Hudeybiye sonrası nâzil olduğunu bildiren rivayetler

Saîd İbni Cübeyr'den (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Rabbin için namaz kıl
ve kurban kes âyeti, Hudeybiye günü indirildi. Cebrail (a.s) geldi ve: “Kurbanını kes, rükû
et, dedi. Allah Resûlü kalktı bayram hutbesini okudu ve iki rekat namaz kıldı. Sonra
develerin yanına giderek kurbanını kesti.”376 Suyuti bu rivayette şiddetli bir garabet
olduğunu söyler.377

Kevser sûresini mükerrer nüzûl başlığı altında -araştırabildiğimiz kadarıyla-


inceleyen tek kişi olan ve görüş itibariyle mükerrer nüzûlü reddeden Fadl Abbas da sûrenin
Hudeybiye’de nâzil olduğu kanaatindedir.

Fadl Abbas, sûrenin Mekkî olduğunun İbn Abbas, Mukatil ve Kelbî’den rivayet
edildiğini ancak İbn Abbas’ı doğrulayan başka bir rivayetin bulunmadığını ifade etmekte;
Mukatil ve Kelbî’nin ise ehl-i ilim nazarındaki yerinin bilindiğini söyleyerek onlardan
gelen rivayetlere ihtiyatlı yaklaştığını ima etmektedir. Ona göre Hasan Basrî, Katade ve
Mücahid’in, sûrenin Medenî olduğunu rivayet etmeleri İbn Abbas rivayeti hakkında şüphe
uyandırmaktadır. Zira Katade ve Mücahid, İbn Abbas’ın has talebelerinden oldukları halde
İbn Abbas’ın aksine sûrenin Medenî olduğunu rivayet etmektedirler. Fadl Abbas’a göre
bazı kimselerin, sûrenin Mekkî olduğu sonucuna varmasının ana sebebi onların “ebter”
kelimesine “nesli kesik” manasını vermeleri ve bütün yorumlarını bu mânâ etrafında
örgülemeleridir. Hâlbuki şu sebeplerden dolayı “ebter” kelimesine “nesli kesik” mânası
verilemez:

a) Allah Resûlü, Mekke müşrikleri ile arasında mücadelelelerin şiddetleniği


zamanlarda 40’lı yaşlardaydı. Bir insanın kırklı, ellili hatta altmışlı yaşlarında çocuğu

376
Süyûtî, Lübâbü’n-nükûl, I, 236.
377
a.g.e, a.y.

131
olabilir. Şu halde nasıl olur da kırk yaşlarında olan bir kimse hakkında “nesli kesik” hükmü
verebilirler.

b) “Ebter” kelimesine “kendisinde bir hayır olmayan kişi” olarak da tefsir edilmiştir
ki bu tefsir siyaka ve mantığa daha muvafıktır. 40 yaşlarında bir kimseye “nesli kesik”
demek ise mantığa aykırıdır. Çünkü ileride çocuğu olduğunda bu sözü söyleyen, Allah
tarafından tekzib ve rezil edilmiş olacaktır.

c) “Ebter” kelimesine nesli kesik mânâsı verildiği takdirde ‫ إن شانئك هو اِلبرت‬âyetinin

muktezası olarak As b. Vail, Ebû Cehil ve Ukbe b. Ebî Muayt gibi kimselerin neslinin
kesilmesi gerekirdi. Hâlbuki bu kimselerin nesli devam etmekle birlikte içlerinden İslâm’la
müşerref olup büyük hizmetler edenler olmuştur. As b. Vail’in oğlu Amr İbnü’l-Âs ve onun
oğlu Abdullah; Ebû Cehil’in oğlu İkrime ve Ukbe’nin kızı bu konuda en büyük delildir.
Dolayısıyla “ebter” kelimesine “nesli kesik” mânâsı vermek Kur’ân âyetleri hakkında
şüphe uyandıracaktır.

Fadl Abbas’a göre sûrenin Medenî olduğunun bir başka delili de sûrenin
Hudeybiye’de nâzil olduğuna dair rivayetlerdir. Bilindiği gibi Hudeybiye’de Allah Resûlü
ve Müslümanlar çok zor durumda kalmışlardı. Öyleki Allah onlara sekine indirmişti. Bu
durum Hudeybiye dönüşü nâzil olan Fetih sûresinde üç yerde zikredilmektedir. Bu
durumda mantıklı olan Allah Resûlü’ne müjde olarak Kevser sûresi ve Fetih sûresinin
birlikte inzal edilmiş olmasıdır. Fetih sûresiyle hem zafer müjdesi verilmiş hem de ashab
sena edilmiştir. Kevser sûresiyle de Allah Resûlü için hazırlanan dünyevî ve uhrevî hayırlar
müjdeleniyordu.

Ayrıca sûrenin ‫ك َو ْاَنَْر‬ ِ َ‫( ف‬Rabbin için namaz kıl ve kurban kes) âyeti Said b.
َ ِّ‫ص ِّل لَرب‬
َ
Cübeyr’den gelen rivayette de belirtildiği üzere müşriklerin Müslümanların umre
yapmasına engel olmalarından sonraki dönemle ilgilidir.378

378
Fadl Abbas, İtkânu’l-burhân, I, 313; 401-405.

132
c. Değerlendirme

Kevser sûresi, manâ zenginliği ve sebeb-i nüzûl rivayetlerindeki farklılıklar


bakımından Fatiha sûresine benzemektedir. Fatiha sûresinin ismi ve “mesânî” kelimesine
yönelik tefsirlerin zenginliğinin bir benzeri kevser sûresi için de söz konusudur. Özellikle
‘kevser’, ‘nahr’ ve ‘ebter’in ne manaya geldiğine dair oldukça fazla tefsir ve yorum
bulunmaktadır. Sûrenin bu hususi özelliğine nüzûl sebebiyle ilgili farklı rivayetler de
eklenince mesele daha karmaşık bir hal almış hatta mükerrer nâzil olduğu konusu gündeme
gelmiştir. Öte yandan sûrenin mükerrer nâzil olup olmadığı diğer âyet ve sûreler kadar
tartışılmamış olduğundan hakkındaki rivayetler de diğerleri kadar karşılaştırmalı inceleme
konusu olmamıştır. Bu durum da diğer âyet ve sûrelere kıyasla bu sûre hakkında bir
kanaate varmayı zorlaştırmaktadır.

Kevser sûresi âyetlerinin taşıdığı manalara bakıldığında Mekke’de nâzil olduğunu


bildiren rivayetlerin de Medine’de nâzil olduğunu bildiren rivayetlerin de bu mânâlara
muvafık olduğu söylenebilir. Bununla beraber ilgili riavayetlerde birkaç bakımdan tearuz
olduğu görülmektedir. Bu nedenle rivayetlerden tek bir sonuca varmak oldukça güç
olmuştur.

Sûre hakkında karar vermeyi zorlaştıran üç durum söz konusudur.

1. Kevser sûresi ile ilgili rivayetlerde sûrenin tamamının değil bir tek âyetinin
nüzûlünden basedilmektedir. Meselâ Allah Resûlü’ne ebter denilmesi ile ilgili nakledilen
rivayetlerde sûrenin değil ‫ إن شانئك هو اِلبرت‬âyetinin nâzil olduğu ifade edilmektedir.

Hudeybiye rivayetlerinde de ‫ك َو ْاَنَْر‬ ِ َ‫ ف‬âyetinin nâzil olduğu nakledilmektedir. Sûrenin


َ ِّ‫ص ِّل لَرب‬
َ
bir bütün hâlinde zikredildiği tek rivayetin Enes b. Malik hadisi olduğu görülmektedir. Bu
durumda rivayetleri telif etme adına düşük de olsa bir ihtimal olarak ‫إن شانئك هو اِلبرت‬

âyetinin Mekke’de; ‫ك َو ْاَنَْر‬ ِ


َ ِّ‫ص ِّل لَرب‬
َ َ‫ ف‬âyetinin ise Medine’de nâzil olduğu düşünülebilir.
Sûrenin, Hicretin 10. yılında Medine’de Allah Resûlü’nün oğlu İbrahim’in vefatından sonra
nâzil olduğunu bildiren rivayetlerde ‫ك ْوثََر‬ َ َ‫ إِنَّا أ َْعطَْي ن‬âyetinin nâzil olduğu ifade edilmekte
َ ْ‫اك ال‬

133
olsa da bu rivayet hem zayıftır hem de Mekke’de Allah Resûlü’ne ebter diyen insanlar
varken ‫ إن شانئك هو اِلبرت‬âyetinin nüzûlünün bu kadar yıl sonra olması mümkün

görünmemektedir. Ayrıca bu rivayetler birer sebeb-i nüzûlden ziyade ravilerin olay ile âyet
arasında kurdukları bir irtibat olarak değerlendirilmelidir.

2. Farz olan Ramazan orucu ibadetinin Bedir savaşına denk geldiği ve Resûl-i
Ekrem’in hicretin ikinci yılından (m. 624) itibaren kurban bayramlarında kurban kestiği
nakledilmektedir.379 Mekke döneminde kurban kesildiğine dair bir bilgi bulunmamaktadır.
Şu halde sûre Mekke’de nâzil olmuş olsaydı Kurban ibadetinin de Mekke’de başlaması
gerekirdi. Mekke’de böyle bir uygulama olmadığına göre sûrenin Medenî olduğu
söylenebilir. Ancak bu durumda Allah Resûlü’ne ebter denilmesi ve ‫إن شانئك هو اِلبرت‬

âyetinin sebeb-i nüzûlü hakkındaki rivayetler nasıl izah edilecektir. Sûrenin nüzûlünün
teahhur ettiğini düşünmek de çok makul görünmemektedir. Zira Mekke’de yaygınlaşan ve
Allah Resûlü’nü çok inciteceğinde şüphe olmayan ebter söylemine cevap verilmesinin
Hudeybiye’ye kadar geciktirildiğini söylemek çok isabetli durmamaktadır.

3. “Ebter” kelimesinin “nesli kesik” mi yoksa “kendisinde bir hayır olmayan kişi”
olarak mı tefsir edileceği meselesi

Sûrenin Mekkî olduğu kabul edilecek olursa bu durum şu şekilde izah edilebilir:

Cumhurun görüşüne göre Kevser sûresi Mekkî’dir. İbn Abbas, Kelbî ve


Mukâtil’den sûrenin Mekkî olduğu rivayet edilmiştir.380

İbn Merdûye’nin rivayet ettiğine göre İbn Abbas, İbn Zübeyr ve Hz. Aişe de sûrenin
Mekke’de nâzil olduğunu söylemiştir.381 Zerkeşî Mekkî sûreler arasında zikretmiş ve
Adiyat sûresinden sonraya yerleştirmiştir.

Muhammed b. Ka’b el-Kurazî ‫ك َو ْاَنَْر‬ ِ َ‫ ف‬âyeti ile ilgili olarak şöyle bir açıklama
َ ِّ‫ص ِّل لَرب‬
َ
yapar: “İnsanlar Allah’tan başkası için namaz kılıyor (dua, tazim) ve kurban kesiyordu. Bu
379
Bardakoğlu, Ali, “Kurban”, DİA, XXVI, 436.
380
Âlûsî, Rûhu’l-meânî, XXX, 244; Şevkânî, Fethu’l-kadîr, V, 502.
381
Şevkânî, Fethu’l-kadîr, V, 502.

134
âyet-i kerîme ile Allah (c.c.); namaz ve ‘nahr’ın yalnızca Kendisi için olması gerektiğini
bildirmiştir.”382 Bu açıklama sûrenin çok erken dönemlerde nâzil olduğuna işaret
etmektedir.

Mekkeli müşriklerin ve onlardan özellikle ön plana çıkan As b. Vail, Ukbe b. Ebî


Muayt ve Ebû Leheb gibi kimselerin Allah Resûlü’nün oğullarının vefatı üzerine O’na
ebter demeleri de göz önünde bulundurulduğunda sûrenin Mekke’de nâzil olduğu ve aynı
zamanda içerisinde bu şahısların tamamına bir cevap barındırdığı söylenebilir.

Şu halde Mekke’de nâzil olan bu sûre ile bir taraftan Duha ve İnşirah sûrelerinde
olduğu gibi Allah Resûlü’ne ümit bahşeden müjdeler verilmiş ve Müslümanların yürekleri
ferahlandırılmış diğer taraftan da bir şükür olarak namaz kılması ve namazında nahr
yapması383 ve bunu sırf Allah için yapması emredilmiştir. Sûre’de belirtilen namaz ve nahr
ifadeleri mutlak olarak zikredilmiş ve onlar zaman içerisinde Allah Resûlü’nün
uygulamalarıyla (namazda sağ elin sol el üzerine konulması, iki secde arasında beli
doğrultma, iftitah tekbiri alırken elleri kaldırma, kurban kesme.. gibi) tebyin ve takyid
edilmiştir.

‫ك َو ْاَنَْر‬ ِ َ‫ ف‬âyetinin Hudeybiye’de nâzil olduğuna dair rivayet, bir sebeb-i nüzûl
َ ِّ‫ص ِّل لَرب‬
َ
olarak değerlendirilmemelidir. Allah Resûlü Müslümanlara Kâbe’yi ziyeret edeceklerini
bildirmişti. Hazırlıklar yapılmış yanlarında kurbanlık develeriyle beraber Hudeybiye
Mevkii’ne kadar gelmişlerdi ki müşrikler bu ziyarete engel olmuştu. Müslümanların büyük
bir üzüntü, öfke ve inkisar yaşadığı bu olayda karşılıklı görüşmelere rağmen bir netice
alınamamış en son Hudeybiye sulhu yapılmak zorunda kalınmıştı. Sulh belgesinin üzerine
Muhammed Resûlullah yazılmasının reddedilmesi müslümanlar üzerinde ikinci bir şok
etkisi meydana getirmişti. Öyleki tüm bu yaşananlar karşısında “Sen Allah Resûlü değil

382
Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân, X, 310; Begavî, Tefsir, IV, 534.
383
Burada tercümesini vermeden nahr yapması diyoruz çünkü tefsirlerde ‘nahr’ın göğüs manasıyla irtibatlı
olarak bu ifadeye namaza başlarken elleri göğüs hizasına kaldırma, göğse yakın bir yerde sağ eli sol el
üzerine koyma, göğsü kıbleye çevirme, iki secde arasında göğsü doğrultma gibi namaz içindeki hareketler
olarak mana verildiği nakledilmektedir. Bu farklı tefsirlerin altında yatan sebep muhtemelen Mekke’de
kurban uygulamasının olmamasıdır. Nahr kelimesinin namazla irtibatlı tefsirleri için bk: Taberî, Câmiu’l-
beyân, XXX, 325-326

135
misin, bize Kâbe’yi ziyaret edeceğimiz sözünü vermiştin” diyenler bile olmuştu. Allah
Resûlü’nün bu zor durumunda Cebrail (as) gelmiş ve kendisine Kevser sûresini okumak
suretiyle ne yapması gerektiğini talim buyurmuştu.384 Ancak kurbanlarını orada kesip
geriye dönmek ashaba çok ağır geliyordu. Allah Resûlü Ümmü Seleme validemizle durumu
istişare edince Ümmü Seleme validemiz: “Sen kalk kurbanını kes onlar da sana tabi
olurlar” demişti. Allah Resûlü kurbanını kesmeye başlayınca ashabı da kalktı ve
kurbanlarını kesti. Hudeybiye dönüş yolunda, yapılan anlaşmanın bir fetih olduğunu
bildiren ve ayrıca Mekke fethini müjdeleyen Fetih sûresi nâzil olmuştu.385 Böylelikle Allah
Resûlü’ne kevser (çok hayır) verildiği ve O’nun misyonunun kesintiye uğramak bir yana
katlanarak devam edeceği, kendisinin kıyamete kadar bir yâd-ı cemil olacağı; ümmetinin,
ümmeti içerisinde de âlimlerin çok olacağı; buna karşılık küfür ve şirk düşüncesinin belinin
kırılacağı, en azılı düşmanların bile neslinden nice hayırlı Müslümanların geleceği
böylelikle aslında kendî akîm düşüncelerinin ebter olduğu teyit edilmiş oluyordu.

Enes b. Malik hadisine gelince Süyûtî, Müslim ve Beyhakî’nin bu hadisi ‫ُث رفع رأسه‬

‫ فقرأ إَل آخر السورة‬lafzıyla da tahric ettiğini ifade eder.386 Bu durumda Enes b. Malik hadisinde

Allah Resûlü’nün daha önce nâzil olmuş olan bir sûreyi okuduğu, dolayısıyla da yeni bir
nüzûlün gerçekleşmediği söylenebilir. Öte yandan söz konusu rivayette yakaza veya yarı
uyku hâlinde aslında Allah Resûlü’ne kevser havuzu ve onun başında yaşanacaklar
gösterilmiş olabilir. Allah Resûlü bu durumu oradakilere haber verirken önce sûreyi
okuyup daha sonra kevserin manasını ve ondan uzaklaştırılacak insanların olacağını
bildirmiş olabilir.

Netice olarak yukarıda izahını yaptığımız gibi sûrenin Mekkî olduğuna da Medenî
olduğuna da bir mahmil bulmak mümkündür. Bizim bu konudaki nihâi kanatimiz “ebter”
ve “nahr” kelimelerinden dolayı sûrenin Medenî olduğu yönündedir. Bu sonuca
varmamızın sebepleri kısaca şunlardır:

384
Süyûtî, Lübâbü’n-nükûl, I, 236.
385
İbn Hişam, Sîre, IV, 284-289
386
Beyhaki, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyin b. Ali (ö. 458/1066) es-Sünenü'l-kübrâ, (nşr. Muhammed
Abdulkadir Atâ ), Mekke: Mektebetü dâru’l-bâz, 1414/1994, II, 43. Müslimde bu lafızlarla bulunamadı.

136
Hasan Basrî, İkrime, Katâde ve Mücahid’den sûrenin Medenî olduğu rivayet
edilmiştir.387

İbn Hacer (ö. 852/1449) ve Süyûtî (ö. 911/1505) sûrenin Medenî olduğunu ifade
etmektedir.388

Rivayetleri karşılaştırmalı olarak inceleyen Fadl Abbas ve Müzeynî de bu sonuca


ulaşmıştır.389

As b. Vail, Ukbe b. Ebî Muayt ve Ebû Cehil gibi kimselerin nesilleri devam etmiş
ve Müslüman olup İslâm’a büyük hizmet etmişlerdir. “Ebter” kelimesini “hayırla yad
edilmeyecek olan kimse(ler)” veya “neticede savunduğu davanın ve çabalarının kendisine
bir hayrının dokunmayacağı kimse(ler)” olarak tefsir etmek daha şümullü bir yorum
olmaktadır. Bu durumda Kevser sûresinin Medine’de nâzil olduğu söylenebilir. Bu sûre ile
hem As b. Vail, Ukbe b. Ebî Muayt ve Ebû Cehil gibi kimselere hem de daha sonra gelecek
olanlardan onlar gibi düşünenlere cevap mahiyetinde asıl önemli olanın erkek çocuk ve mal
çokluğu değil iman edip salih ameller yapmanın olduğu bildirilmiştir.390 Daha önce yer
verildiği gibi hicretten önce Allah Resûlü’nün oğullarından Abdullah ve Kasım’ın hicretten
sonra da İbrahim’in vefatı üzerine müşriklerin Allah Resûlü’ne ebter dedikleri
anlaşılmaktadır. Hendek savaşı öncesinde Mekke’ye gelen Kâb b. Eşref hakkında nâzil
olduğu da ifade edilmiştir. Bu rivayetlerin çokluğu ve zaman bakımından birbirinden uzak
oluşu insanların ‫ إن شانئك هو اِلبرت‬âyetiyle söz konusu olaylar arasında irtibat kurdukları

dolayısıyla âyeti tefsir ederken âyetin bu olayları da kapsadığını ifade ettikleri şeklinde
açıklanabilir.

387
Sa’lebî, el-Keşf ve’l-beyân, X, 310; Begavî, Tefsîr, ıv, 534; Âlûsî, Rûhu’l-meânî, XXX, 244; Şevkânî,
Fethu’l-kadîr, V, 502.
388
Süyûtî Nevevî’nin de sûrenin Medenî olduğunu görüşünü tercih ettiğini nakletmektedir ancak Nevevî’nin
bu tercihine rastlayamadık.
389
Fadl Abbas, İtkânu’l-burhân, I, 313; 401-405; Müzeynî, el-Muharrer, II, 1097
390
Bu mesele “İnsan öldüğü zaman amel işlemesi kesilir. Ancak üç şey bundan müstesnadır. Sadaka-i cariye,
kendisinden yararlanılan ilim veya kendisine hayır dua eden salih çocuk.” hadisi (Tirmizî, Ahkâm, 36) ve
“Ona ne malı, ne de yaptığı işler fayda verdi!” (Tebbet 111/2); “Oyaladı o çokluk kuruntusu sizleri” (Tekâsür
102/1) âyetleriyle de irtibatlandırılabilir.

137
Allah Resûlü’nün Hicretin ikinci senesinden itibaren kurban kesmesi ve Mekke’de
böyle bir uygulamanın olmayışı da bu görüşü desteklemektedir.

138
SONUÇ

Bir sûre veya âyet hakkında zaman bakımından araları birbirine yakın birden fazla
sebeb-i nüzûl bulunabilir. Bu sebepler cem edilir ve ilgili âyet ya da sûrenin bu sebeplerin
hepsi hakkında nâzil olduğu kabul edilir. Dolayısıyla bu türden bir teaddüd problem teşkil
etmemektedir. Ancak aynı âyet ya da sûre hakkında araları zaman bakımından uzak
olduğundan telif edilemeyen rivayetler de bulunmaktadır. Alimleri mükerrer nüzûl fikrine
sevkeden sebeplerin başında işte bu durum gelmektedir. Bir diğer sebep ise bazı sûrelerin
bütünüyle ve ittifakla Mekkî ya da Medenî olduğunun kabul edilmesi sonucu farklı bir
mekâna ait rivayet ile bu durumun telif edilemeyişidir.

Sebeb-i nüzûl rivayetleri, kullanılan lafızlar itibariyle sebeb-i nüzûle delaleti sarih
olan ve olmayan şeklinde iki kısma ayrılmakla birlikte rivayetlerde kullanılan lafızlardaki
çeşitlilik, ravilerin iki ayrı lafzı da birbirinin yerine kullanabilmesi ve olay ve sözlerin
raviler tarafından farklı algılanabilmesi gibi sebeplerden dolayı rivayetleri sadece
lafızlarına göre değerlendirmek yanıltıcı olabilmektedir. Bunun yanısıra kaynaklarımızda
asıl sebeb-i nüzûller ile tefsir amaçlı sarfedilen sözlerin birbirine karıştığı görülmektedir.
Bu sebeplerden dolayı sebeb-i nüzûl rivayetleri hem senet-metin bütünlüğü içerisinde
tahkike tabi tutulmalı hem de tasnife tabi tutularak asıl sebeb-i nüzûller ile tefsir
mahiyetindeki rivayetler birbirinden ayrılmalıdır.

“Tekrâru’n-nüzûl” veya “teaddüdü’n-nüzûl” tabirlerinin kullanıldığına dair


sahabeden gelen bir nakil bulunmamaktadır. Tâbiîn döneminde de -ulaşabildiğimiz
kadarıyla- mükerrer nüzûlle ilgili bir görüş belirtilmemiştir. Kaynaklarda bir sûre veya
âyetin iki kere nâzil olduğunu söyleyenlerin olduğu, söyleyeni belirtilmeksizin bir rivayet
olarak nakledilmektedirler. Bir âyet veya sûrenin iki kere nâzil olduğunu söyleyen kişi
olarak bazı tefsir kitaplarından tesbit edebildiğimiz tek ve en eski tarihli isim hicrî III. asrın
tefsir ve hadis âlimlerinden Hüseyin b. Fadl (ö. 282/895) olmuştur. Eldeki bilgiler ışığında
tekrârû’n-nüzûlü ilmî düzeyde bir konu olarak ele alıp örneklendiren ilk kişinin ise
İ’câzu’l-Kur’ân ve en-Nâsih ve’l mensuh gibi eserleri de bulunan fıkıh, hadis ve kelam
âlimi İbn Hassâr (ö. 611/1215) olduğunu söyleyebiliriz.

139
Tekraru’n-nüzûle dair görüş ve nakiller sonraki dönemlerde konuya yer veren
âlimler tarafından genelde tabiî bir durum gibi nakledilmiş, bu konuya herhangi bir eleştiri
getirilmemiştir. İbnü’l-Hassâr, Zerkeşî ve Süyûtî gibi âlimler de kendilerinden önceki bu
nakillere dayanarak bazı sûre ve âyetlerin birden fazla kere nâzil olduğunu ifade
etmektedir. Eldeki bilgiler doğrultusunda bu konuya ilk eleştiyi Zemahşerî’nin Keşşâf’ına
uzunca bir hâşiye yazmış olan Kadı İmadüddin el-Kindî’nin (ö. 741/1340) getirdiği
anlaşılmaktadır. İbn Hacer de (ö. 852/1449) mükerrer nüzûlün gerçekleşmediği
kanaatindedir ve konuyla ilgili ihtilaflı sebeb-i nüzûl rivayetlerini telif etmiştir. Özellikle
günümüze yakın dönemlerde İbn Âşûr, Fadl Abbas ve daha başka bazı âlimler tarafından
bu görüş kritiğe tabi tutulmuş, konuyla ilgili yeni bazı çalışmalar ortaya konulmuştur.

İlgili kaynaklarda beş âyet (Tevbe 9/113, Hûd 11/114, Nahl 16/126-128, İsrâ 17/85)
ve üç sûre (Fatiha, Kevser ve İhlâs) hakkında mükerrer nüzûlden bahsedilmektedir. Bu âyet
ve sûreler konuyla ilgili yapılmış çalışmaların hemen hepsinde yer bulurken
ulaşabildiğimiz kadarıyla Kevser sûresi yalnızca Fadl Abbbas tarafından incelenmiştir.

Önceki ulemanın görüşlerini yeterince tetkik etmeden reddetme konusunda ihtiyatlı


davranmak gerekir. Ancak, mükerrer nüzûlün gerçekleştiğine dair Allah Resûlü’ne ve
sahabeye ait bir beyan bulunmadığından konuya esas teşkil eden rivayetleri mütalaa ederek
değişik açıklama ve yorumlarda bulunmakta bir mahzur olmasa gerektir.

Şunu ifade etmek gerekir ki mesele mükerrer nüzûlü kabul etme veya etmeme
meselesi değildir. Asıl mesele söz konusu âyetlerle ilgili sebeb-i nüzûl rivayetlerinin nasıl
yorumlandığıdır. Zerkeşî ve Süyûtî gibi bazı âlimler, rivayetleri değerlendirip buralarda
mükerrer bir nüzûlün cereyan ettiğini öne sürerken diğer bazı âlimler meseleye daha farklı
yaklaşmıştır.

Kaynaklarımızda bazı âyetlerle ilgili olarak pek çok sebeb-i nüzûl rivayet edildiği
görülmektedir. Bu rivayetlere bakarak bir âyetin birden fazla kere nâzil olduğunu
söyleyenler olmuştur. Ancak rivayetler incelemeye tabi tutulduğunda hakikatte yeni bir
nüzûlün gerçekleşmediği anlaşılmaktadır.

140
Mükerrer nüzûle konu olan esbâb-ı nüzûl rivayetleri, nüzûl öncesine ve sonrasına
ait rivayetler olmak üzere iki kısma ayrılmalıdır. Nüzûl öncesine ait birden fazla rivayetin
bulunduğu durumlarda esbâb teaddüd etmiş, nüzûl ise teahhur etmiştir.

Nüzûl sonrasına ait birden fazla rivayetin bulunmasıyla ilgili olarak ise şunlar
söylenebilir:

- Âyetin şumülüne giren yeni ve benzer hâdiselerle karşılaşılmıştır.

- Olayın râvisi yaşanan olayda Allah Resûlü’nün âyeti okuması üzerine yeni bir
nüzûl gerçekleştiğini zannetmiş olabilir.

- Rivayet zincirindeki râvilerden biri, rivayeti aldığı kimsenin “okudu” demesine


karşılık “nâzil oldu” dediğini zannetmiş olabilir.

- Râvinin önceki nüzûlden haberi olmayabilir.

Bir sebep olmaksızın nâzil olup ilerleyen zamanlarda gerçekleşen bir olayla
irtibatlandırılmış âyetler de vardır. Meselâ Hz. Ömer ‫اْلَ ْم ُع َويُ َولُّو َن الدُّبَُر‬
ْ ‫“ َسيُ ْهَزُم‬Yakında o
topluluk bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır.”391 âyeti ile ilgili olarak
“Bu âyette bahsi geçen bozguna uğrayıp kaçacak topluluğun kimler olduğunu bilmiyordum.
Bedir’de müşriklerin arkalarını dönüp kaçtığı sırada Allah Resûlü’nün bu âyeti okuduğunu
duyunca anladım ki bu topluluk Mekke müşrikleriymiş.” demiştir.392

Bir âyet bir kere nâzil olur fakat âyetin hükmüyle amel etmeyi gerektiren pek çok
sebebe/olaya delalet edebilir. Bu sebeplerden kimisi daha Hz. Peygamber hayattayken
kimisi de daha sonraki yıllarda vuku bulmuştur ve kıyamete kadar da benzer olaylar
yaşanabilir. Galiba mükerrer nüzûl konusundaki zihin karışıklığının bir sebebi, âyetin
şümulüne giren bir olayın henüz Allah Resulü hayattayken yaşanmış olmasıdır. Allah
Resûlü karşılaşılan bu yeni olayla ilgili hükmü tazammun eden âyeti oradakilere okuyunca
yeni bir nüzûlün gerçekleştiği yanılgısına düşenler olmuş olabilir.

Bir başka sebep ise şu olabilir: Rivayetler arası ihtilaflar ile sahih rivayetlerin
391
Kamer, 54/45.
392
Zerkeşî, el-Burhân, I, 33.

141
reddedilmesindeki mesuliyet duygusu birleşince bazı âlimler “iki defa nâzil oldu” demek
gibi bir çıkış yolu bulmuş olabilirler. Hâlbuki mükerrer nüzûlü benimsemeyenler rivayeti
reddetmemekte, iki rivayeti değerlendirmeye tabi tutarak mantıkî bir çıkarım ve te’vil
yapmaktadırlar.

Kanaatimizce mükerrer nüzûl konusundaki ihtilafın temellerinden biri de hem


âyetin nüzûlüne vesilelik eden ilk olay için hem de âyetin hükmüne dahil olan veya âyetin
tazammun ettiği sonraki olaylar için aynı ibarenin yani “sebep” (‫ )سبب‬ibaresinin

kullanılmasıdır. Her iki durum için de “sebep” kelimesi kullanıldığından aslında sebeb-i
nüzûl olmadığı halde âyetin tazammun ettiği diğer olaylar da sebeb-i nüzûl gibi
algılanmıştır. Bu iki durumu ifade etme adına farklı lafızlar kullanıldığı takdirde ihtilafın
büyük ölçüde ortadan kalkabileceğini düşünüyoruz.

Hatırlanacağı üzere Zerkeşî mükerrer nüzûlün hikmetini şu şekilde ifade etmektedir:


Bir âyetin nüzûlünü gerektiren bir sebeple (bir olay veya soru) karşılaşıldığında söz konusu
olayın hükmünü tazammun eden daha önce nâzil olmuş bir âyet aynıyla Allah Resûlüne
te’diye edilir ( ‫ )فتؤدى تلك اآلية بعينها إَل النيب‬. Süyûtî Zerkeşî’ye ait bu ifadeyi naklederken ‫فتؤدى‬

kelimesi yerine ‫ فيوحى‬kelimesini kullanmaktadır. Böylece Süyûtî, Zerkeşî’nin ‫ فتؤدى‬kelimesiyle ne


kastettiğine açıklık getirmektedir. Zerkeşî, Süyûtî ve onlar gibi mükerrer nüzûlün gerçekleştiğini
söyleyenler ile mükerrer nüzûl fikrine karşı çıkanların temel ayrılık noktaları da işte tam burasıdır.
Zerkeşî ve Süyûtî gibi mükerrer nüzûle kail olanlar bu durumu yeni bir nüzûl olarak
değerlendirirken mükerrer nüzûlün gerçekleşmediğini savunanlar aynı durumu şu şekillerde izah
etmektedir:

- Alla Resûlü karşılaşılan yeni olayla ilgili hükmü tazammun eden âyeti oradakilere
okumuştur.

- Allah Resûlü söz konusu âyetten karşılaşılan durumla ilgili istinbatta bulunmuştur.

- Allah Resûlü sorulan soruya daha önce nâzil olmuş bir âyetle cevap vermiştir.

Asıl sebeb-i nüzûlün dışında kalan rivayetlere konu olan olaylarda, Allah
Resûlü’ne, önceden nâzil olmuş olan bir âyet, vahy-i gayr-i metluv olarak vahyedilmiş

142
olabilir. Buna engel bir durum yoktur. Ancak ikinci vahyi âyetin ilk nüzûlünden ayıran bazı
farklar vardır. Bu farklar şöyle sıralanabilir:

1- İkinci olayda âyet keyfiyet olarak ‘nüzûl keyfiyeti’nde inmiş bile olsa birinci
nüzûl ile sonraki vahyin sebepleri farklıdır.

2- İkinci vahiyde asıl hedef, söz konusu âyeti Allah Resûlü’ne ve insanlara
bildirmek değildir. Çünkü âyet zaten bilinmektedir. Öyleyse vahyin maksadı farklıdır.
Örneğin bir kadınla cinsel ilişki dışında her şeyi yaptığını söyleyerek hakkındaki hükmü
soran şahıs hakkında Allah Resûlüne Hûd 11/114 âyetinin vahyediliş sebebi, âyetin
yaşanan bu durumla ilgili hükmü de tazammun ettiğinin bildirilmesidir. Yahut da ruh
sorusunda olduğu gibi ruhla ilgili bilmeleri gereken yeni bir şey olmadığının ve insanlara
ruhun hakikatini kavramaktan aciz yaratıldıklarının beyan edilmesidir.

3- İkinci vahiy Kur’ân’a yazılmamıştır. Çünkü âyet zaten bilinmekte olup daha önce
hem yazılmış hem de ezberlenmiştir.

4- Söz konusu âyetin Cebrail tarafından hatırlatıldığı kabul edilse bile Muhsin
Demirci’nin de ifade ettiği gibi bu hatırlatma yeni bir nüzûl olarak değerlendirilemez.

Bu çalışma ayrıca, çağdaş dönemde yazılmış Tefsir Usûlü kitaplarındaki Esbab-ı


nüzûle dair bölümlerin bir kere daha gözden geçirilmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Zira
genel itibariyle bu eserlerde yer alan “sebeb-i nüzûl rivayetinin nasıl tesbit edileceği”,
“rivayette kullanılan lafızlara göre yapılan tasnifler”, “çelişkili gibi görünen rivayetler
arasında tercihte bulunma esasları” ve “mükerrer nüzûl” gibi konular, Zerkeşî’nin el-
Burhân’ı, Süyûtî’nin el-İtkân’ı ve onların biraz daha sistematize edilmiş tekrarından ibaret
olan Zürkânî’nin Menâhilü’l irfân’ı ve Subhi es-Salih’in el-Mebâhis fî ulûmi’l Kur’ân’ı
gibi eserlerden, olduğu gibi aktarılmıştır. Hâlbuki bu çalışmada da görüldüğü üzere;

- Sarih lafızlar her zaman bir rivayetin sebeb-i nüzûl olduğunu göstermemektedir.

- “Bu âyetin nüzûl sebebi şudur (‫ول ْاْليَِة َك َذا‬


ِ ‫ ”)سبب نُز‬kalıbında bir sebeb-i nüzûl
ُ ُ ََ
rivayeti bulunmamaktadır.

143
- Çelişkili gibi görünen rivayetler karşısında takip edilmesi gereken yöntemler
olarak ortaya konulan esasların birer matematik formülü gibi işletilmesi mümkün değildir.
İlgili başlık altında da ifade edildiği üzere bu teorik esasların pratiğe aktarılmasında çok
çeşitli problem ve çelişkilerle karşılaşılmaktadır.

Bir âyetle ilgili rivayet edilen birbirinden farklı sebeb-i nüzûl rivayetleri bizi
mükerrer nüzûl fikrinden ziyade aslında şu hakikatlere sevk etmelidir:

- Bir âyetin bir sebebe iktiran ederek nüzûlünden sonra o âyetin muhtevasına
muvafık yeni hâdiselerle karşılaşılacaktır. Nazil olan âyetler, asr-ı saddette yaşanan olaylara
hasredilmemelidir. Bilakis onlar, kıyamete kadar karşılaşılacak meselelere ışık tutacak,
rehberliklileri devam edecektir.

- Karşılaşılan yeni hâdiselerle âyetin ihtiva ettiği diğer hakikatlerin ve mana


vechelerinin bilinmesi sağlanmıştır.

- Birbirinden farklı sebeb-i nüzûl rivayetleri, âyetin hükmüne dahil olan daha başka
hangi meselelerin olduğu hakkında bize bilgi vermektedir.

- Bazı rivayetlerde birbirinden farklı kimselerin aynı âyetle farklı olayları


irtibatlandırdıkları görülmektedir. Bu rivayetlerde nüzûl ifadesi kullanılmış olsa da aslında
bu rivayetlerin birer tefsir olduğu anlaşılmaktadır. Bu da Kur’ân’ın dinamik olduğunun ve
asr-ı saadetin bu konuda tüm zamanlara örnek olacak bir zaman dilimi olduğunun bir
göstergesidir.

144
KAYNAKÇA
Abdurrezzak Hüseyin Ahmed, Mes’eletü tekerrüri’n-nüzûl fi’l-Kur’ân beyne’l-isbâti
ve’n-nefy, Kuveyt: Vizaratü’l-evkâf, 1433/2012.

Akçay, Mustafa, Hz. Peygamber’in Anne-Babasının Dini Konumu ve Ebeveyn-i


Resûl Risaleleri, İstanbul: Yeni Akademi Yayınları, 2005

Aldemir, Halil, “Esbâb-ı Nüzûl Rivayetleri Arasında Görülen Çelişkiler ve


Geliştirilen Çözüm Yollarının Tahlili”, EKEV Akademi Dergisi, yıl:15, sayı: 48 (Yaz
2011).

Âlûsî, Ebü’s-Senâ Şehâbeddîn Mahmûd b. Abdullâh b. Mahmûd, (ö. 1270/1854),


Rûhu’l-meânî fî tefsîri’l-Kur’âni’l-azim ve’s-seb’i’l-mesânî, Beyrut: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-
Arabî, ts.

Bardakoğlu, Ali, “Kurban”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XXVI, 436-440

Begavî, Ebû Muhammed Muhyissünne Hüseyin b. Mesûd (ö. 516/1122), Mealimü't-


tenzil (nşr. Hâlid Abdurrahman Ak), Beyrut: Dârü’l-Ma’rife, ts., I-IV c.

Bell, Richard (1876-1952), The Qur’an Translated, Edinburgh: T&T. Clark, 1939.

Beydâvî, Ebû Saîd Nasırüddin Abdullah b. Ömer (ö. 685/1286), Envarü't-tenzil ve


esrarü't-te'vil, Beyrut: Dâru’l-fikr, ts., I-V c.

Beyhaki, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyin b. Ali (ö. 458/1066), es-Sünenü'l-kübrâ,


(nşr. Muhammed Abdulkadir Atâ ), Mekke: Mektebetü dâri’l-bâz, 1414/1994.

Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail (ö. 256/870), Câmi‘us-sahîh, (nşr.


Mustafa Dîb el-Buğâ), Yemame: Dâru İbn Kesîr, 1407.

Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, Ankara: TDV Yayınları, 1985.

Çakan, İsmail Lütfi, Hadislerde Görülen İhtilaflar ve Çözüm Yolları, İstanbul: MÜİF
Vakfı Yayınları, 2. bsk., ts.

145
Çetiner, Bedreddin, Fâtihâ’dan Nâs’a Esbâb-ı Nüzûl, İstanbul: Çağrı Yayınları,
2002.

Demirci, Muhsin, Tefsir Usûlü ve Tarihi, İstanbul: MÜİF Vakfı Yayınları, 2001.

a.mlf, “Nass-Olgu İlişkisi Açısından Mükerrer Nüzûl”, Marmara Üniversitesi


İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2001, sayı: 20, s. 5-21.

a.mlf, “Esbâb-ı Nüzûl”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XI, 360-362

Derveze, Muhammed İzzet (ö. 1887-1984), et-Tefsîru’l-hadîs tertîbü’s-süver


hasebe’n-nüzûl, , Beyrut: Dâru’l-Garbi’l-İslâmî, 2. bsk., 2000, I- X c.

Ebû Hayyan el-Endelusî, Esirüddin Muhammed b. Yusuf (ö. 745/1344), Bahru'l-


muhit, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1422/2001, 1. bsk., I-IX c.

Ebussuud Efendi, Muhammed b. Muhammed b. Mustafa (ö. 982/1574), İrşadu’l-


aklı’s-selîm ila mezâya’l-kitabi’l-kerim, Beyrut: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, ts.

Ebu’l-Leys es-Semerkandî, Nasr b. Muhammed b. Ahmed, Tefsîru’s-Semerkandî


(nşr. Mahmud Maracî), Beyrut: Dâru’l-fikr, ts.

Ebû Ubeyd el-Kasım b. Sellam (ö. 224/838), Fedâilü’l-Kur’ân (nşr. Ahmed b.


Abdülvahid el-Hayyatî), el-Memleketü’l-ğarbiyye, ts.,

Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, I-X, İstanbul: Eser Neşriyat ve
Dağıtım, 3. baskı, 1979.

Ensari, Abdurrahman, “Sebeb-i Nüzûlün Tesbit ve Tercih Kuralları”, Şırnak


Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2014/1, cilt: V, sayı: 9, s. 69-91.

Fadl Hasan Abbas, İtkânü’l-bürhân fî ulûmi’l-Kur’ân, Amman: Dâru’l-furkân, 1997.

Fahruddin er-Râzî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer (ö. 606/1209), et-Tefsîru’l-


kebîr, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1421, I-XXXII c.

Gül, Ali Rıza, “Kur’ân Âyetlerini Tarihlendirmede Nüzûl Sebeplerinin Rolü”, Dinî
Araştırmalar, 2004, cilt: VII, sayı: 19, s. 191-220.

Güngör, Mevlüt, “Tefsirde Konulu Tefsir Metodu”, İlmî Araştırmalar, cilt: 2, sayı:

146
7, Mayıs 1988, 49-55.

Hâkim en-Nisaburi, Ebû Abdullah Muhammed (ö. 405/1014), Ma'rifetu ulumi'l-


hadis (nşr. Muazzam Hüseyin), Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1397/1977, 2.bsk.

a.mlf, el-Müstedrek ale's-Sahihayn mea ta’lîkâti’z-Zehebî fi’t-Telhîs (nşr., Mustafa


Abdülkadir Ata), Beyrut: Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1990/1411, I-IV c.

Hâzin, Alaeddin Ali b. Muhammed b. İbrâhim el-Bağdadi (ö. 741/1341), Lübabü't-


te'vil fî meani't-tenzil (nşr. Abdusselam Muhhammed Ali Şahin), Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-
ilmiyye, 1415/1995, I-IV c.

Heysemi, Ebü'l-Hasan Nureddin Ali b. Ebî Bekr (ö. 807/1405), Mecmau’z-zevaid ve


menbau’l-fevaid, Beyrut: Dâru’l-fikr, 1412, I-X c.

İbn Abdülmelik, Ebû Abdillah Muhammed b. Muhammed (ö. 703/1303), ez-Zeyl


ve't-tekmile li-kitâbeyi’l-Mevsul ve’s-Sıla (nşr. Muhammed b. Şerife), Rabat: Matbûatu
Akademiyyetü'l-Memleketi'l-Mağribiyye, 1984.

İbn Adil, Ebû Hafs Ömer b. Ali ed-Dımaşki (ö. 880/1477), el-Lübab fî ulumi’l-kitâb
(nşr. Adil Ahmed Abdülmevcud, Ali Muhammed Muavviz), Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-
İlmiyye, 1998/1419.

İbn Akîle, Cemalüddin Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed (ö. 1150/1737), ez-
Ziyade ve’l-ihsân fî ulûmi’l-Kur’ân, Şârika: Câmiatü’ş-şârika, 1427/2006.

İbn Âşûr, Muhammed Tâhir b. Muhammed (ö. 1394/1973), Tefsirü’t-tahrir ve't-


tenvir, Tunus: ed-Dârü't-Tunusiyye, 1984.

İbn Atiyye el-Endelüsî, Ebû Muhammed Abdulhak (ö. 541/1147), el-Muharreru’l-


vecîz (nşr. Abdusselam Abduşşâfî Muhammed), Lübnan: Dâru’l-kütübü’l-ilmiyye, 1413.

İbn Balaban, Ebü'l-Hasan Alaeddin Ali b. Balaban b. Abdullah (ö. 739/1339), el-
İhsan fî takribi Sahihi İbn Hibban (nşr. Şuayb el-Arnaut), Beyrut: Müessesetü'r-Risâle,
1991/1412, I, XVIII c.

İbnü'l-Cevzî, Ebü’l-Ferec Cemâlüddîn Abdurrahmân b. Alî b. Muhammed Bağdâdî


(ö. 597/1201), Zadü'l-mesir fî ilmi't-tefsir, Dımaşk: el-Mektebetü'l-İslâmiyye, 1964.

147
İbn Hacer el-Askalani, Ebu’l-Fazl Şehabeddin Ahmed (ö. 852/1449), Fethu’l-Bârî
bi şerhi Sahîhi’l-Buhârî (nşr. Muhibbüddin el Hatîb), Beyrut: Dâru’l-ma’rife, ts., I-XIV c.

a.mlf, el Ucâb fî beyâni’l-esbâb (nşr. Abdülhakim Muhammed el-Enis), Demmâm:


Dâru İbni’l-Cevzi, 1997/1418.

a.mlf, Ebü'l-Fazl Şehabeddin Ahmed (ö. 852/1449), Tehzibü't-tehzib, Beyrut: Dâru’l-


fikr, 1404/1984.

İbn Hişam, Ebû Muhammed Cemaleddin Abdülmelik (ö. 213/828), es-Siretü’n-


nebeviyye, (nşr. Taha Abdurrauf Sa‘d), Beyrut: Dâru’l-cîl, 1411.

İbn İshak Muhammed b. Yesar (ö. 150/767), Siretü İbn İshak (nşr. Muhammed
Hamidullah), Ma’hedü’d-dirâsât ve’l-ebhâs litta’rîf, tsz.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebû Abdullah Şemseddin Muhammed (ö. 751/1350), er-
Ruh, (nşr., Muhammed Ecmel Eyyub el-Islâhî), Mekke: Dâru âlemi’l-fevâid. ts.

İbn Kesîr, Ebü’l-Fida İmadüddin İsmail b. Ömer (ö. 774/1373), Tefsirü’l-Kur’âni'l-


Âzim, Beyrut: Dâru’l-fikr, 1401, I-IV c.

İbn Teymiye, Ebü'l-Abbas Takıyyüddin Ahmed b. Abdülhalim (ö. 728/1328),


Mukaddime fî usûli’t-tefsîr, Beyrut: Dâru mektebeti’l-hayât, ts.

a.mlf, Mecmû‘u fetâvâ: et-Tefsir (nşr. Abdurrahman b. Muhammed b. Kâsım el-


Asımi en-Necdi), Kahire: Mektebetü İbn Teymiye, ts.

a.mlf, Tefsir usulüne giriş, çev. Yusuf Işıcık, Konya: Esra Yayınları, 1997, 49.

İz b. Abdisselam, Abdulaziz b. Abdisselam (ö. 660/1226), Tefsîru İz b. Abdisselam


(nşr., Abdullah b. İbrahim el-Vehbî), Beyrut: Dâru İbn Hazm, 1416/1996, I-IIIc .

Kandemir, M. Yaşar, “Saîd b. Müseyyeb”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XXXV, 563-


564.

Kâsımî, Cemaleddin Muhammed b. Muhammed (ö. 1332/1914), Mehâsinü’t-te’vîl,


Kahire: Dâru ihyâi’l-kütübi’l-Arabiyye, 1376/1957, I-XVII c.

Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed (ö. 671/127), el-Câmi' li-ahkâmi'l-

148
Kur'ân, Kahire: Dâru’ş-şa’b, ts.

Küçükaşçı, Mustafa Sabri, “Mekke”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XXVIII, 555-563.

Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed (ö. 333/944), Te’vilâtu ehli’s-


sünne (nşr. Mücdî Bâsellûm), Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1426/2005.

Mâverdî, Ebü'l-Hasan Ali b. Muhammed (ö. 450/1058), en-Nüket ve'l-uyun, (nşr.


Seyyid b. Abdülmaksud b. Abdürrahim), Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, ts., I-VI c.

Menna‘ Halil Kattân, Mebâhisfî ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut: Müessesetü’r-risale,


1407/1986.

Mevdûdî, Seyyid Ebü’l-A’la (ö. 1903-1979), Tefhîmü'l-Kur’ân: Kur'ân'ın anlamı ve


tefsiri, (ed. Ali Bulaç; trc. Muhammed Han Kayani... [ve öte.]), İstanbul: İnsan Yayınları,
1986.

Mukâtil b. Süleyman, Ebü'l-Hasan (ö. 150/767), Tefsîru Mukâtil b. Süleyman (nşr.


Ahmed Ferid), Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1424/2003, I-III c.

Müslim b. el-Haccac, Ebü'l-Hüseyin (ö. 261/875), Sahihu Müslim (nşr. Muhammed


Fuad Abdülbaki), Kahire: Dâru İhyai'l-kütübi'l-Arabiyye, 1955/1374-1956/1375.

Müzeyni, Halid b. Süleyman, el-Muharrer fi esbâbi nüzûli'l-Kur'ân (min hilali'l-


kütübi't-tis'a): dirâsetü'l-esbâb rivayeten ve dirayeten, Riyad: Dâru İbni’l-Cevzi, 1427, I-II.

Nehhas, Ebû Cafer Ahmed b. Muhammed b. İsmail el-Muradi (ö. 338/950), İ’râbu’l-
Kur’ân, (nşr. Züheyr Gazi Zahid), Beyrut: Âlemü’l-kütüb, 1409/1988, I-V c.

Nesâi, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Ali (ö. 303/915), (nşr. Abdülgaffar Süleyman
Bündari, Ebû Abdullah Seyyid b. Kesrevi), es-Sünenü'l-kübra, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-
ilmiyye, 1411, I-VI c.

Nisaburî, Nizameddin el-A’rec Hasan b. Muhammed (ö. 850/1446), Garaibü'l-


Kur'ân ve regaibü'l-furkan (nşr. İbrâhim Atve İvaz), Kahire: Mustafa el-Babi el-Halebi,
1386/1967.

Râgıb el-İsfahânî, Ebü’l-Kâsım Hüseyn b. Muhammed b. el-Mufaddal (ö.

149
502/1108), el-Müfredat fî garibi'l-Kur'ân (nşr. Muhammed Seyyid Kilani.), Beyrut:
Dâru’l-marife, ts.

Rodwell, John Medows (1808-1900), The Koran, London: Phoenix, 2001

Sa’lebî, Ebû İshak Ahmed b. Muhammed en-Nisaburi (ö. 427/1035), el-Keşf ve’l-
beyân fî tefsiri’l-Kur’ân, (nşr. Ebû Muhammed b. Âşûr), Beyrut: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-
Arabî, 1422/2002, I-X c.

Sehâvî, Ebü'l-Hasan Alemüddin Ali b. Muhammed b. Abdüssamed (ö. 643/1245),


Cemalü’l-Kurrâ ve kemâlü’l-ikrâ (nşr. Ali Hüseyin Bevvab), Mekke: Mektebetü't-Türâs,
1987.

Sem’ânî, Ebu’l-Muzaffer Mansûr b. Muhammed (ö. 489/1096), Tefsîru’s-Sem’ânî


(nşr., Yasir b. İbrahim ve Ganim b. Abbas b. Ganim), Riyad: Dâru’l-vatan, 1418/1997.

Serinsu, Ahmet Nedim, Kur’ân ve Bağlam, İstanbul: Şule Yayınları, 2012.

Subhi es-Salih (ö. 1407/1986), Mebahis fî ’ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut: Dârü'l-’İlm li'l-


Melâyin, 1968.

Süyûtî, Ebu’l-Fadl Celaleddin Abdurrahman b. Ebî Bekr (ö. 911/1505), el-İtkân fî


ulûmi’l-Kur’ân (nşr. Saîd el-Mendûb), Beyrut: Dâru’l-fikr, 1416.

a.mlf, ed-Dürrü’l-mensûr fi’t-tefsir bi’l-me’sûr, Beyrut: Dâru’l-fikr, 1993, I-VIII c.

a.mlf, Lübâbü'n-nükûl fî esbâbi'n-nüzûl, Beyrut: Dâru ihyâi’l-ulûm, ts.

a.mlf, et-Tahbir fî ilmi't-tefsîr (nşr. Abdülkadir Ferid), Riyad: Dâru'l-ulûm, 1982.

Şevkânî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ali (ö. 1250/1834), Fethü'l-kadir: el-câmi‘


beyne fenneyi’r-rivâye ve'd-dirâye min ’ilmi’t-tefsîr, Beyrut: Dâru’l-fikr, ts., I-V c.

Şirbînî, Şemseddin Hatib Muhammed b. Ahmed (ö. 977/1570), es-Sirâcü’l-münîr,


(nşr. Ahmed İzzu İnaye Dımaşkî), Beyrut: Dâru İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, 2004/1425, I-VIII c.

Taberanî, Ebü'l-Kâsım Süleyman b. Ahmed (ö. 360/971), el-Mu’cemü’l-kebîr (nşr.


Hamdi Abdülmecid Selefi), Musul: Mektebetü’l-ulûm ve’l-hikem, 1404/1983, XXIV/249.

Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerir (ö. 310/923), Câmiü'l-beyân fî tefsîri âyi’l-

150
Kur’ân, Beyrut: Dâru’l-fikr, 1405, I-XXX.

Tahâvî, Ebû Ca‘fer Ahmed b. Muhammed (ö. 321/933), Şerhu Müşkili’l-âsâr (nşr.
Şuayb Arnaut), Beyrut: Müessesetü’r-risâle, 1408/1987.

Tirmizî, Ebû ‘Îsâ Muhammed b. ‘Îsâ b. Sevre, (ö. 279/892), Sünenü’t-Tirmizî (nşr.
Ahmed Muhammed Şakir), Kahire: Mustafa el-Bâbî el-Halebî, 1937.

Vahidî, Ebü'l-Hasan Ali b. Ahmed b. Muhammed en-Nisaburi (ö. 468/1076),


Esbâbü’n- nüzûl, Kahire: Mustafa el-Babi el-Halebi, 1959/1379.

Yıldırım, Suat, Oryantalistlerin Yanılgıları, İstanbul: Akademi Yayınları, 2012.

Zehebî, Ebû Abdillah Şemseddin Muhammed b. Ahmed b. Osman (ö. 748/1384),


Mizanü'l-i'tidal fî nakdi'r-rical, Beyrut: Dârü'l-Ma’rife, 1963.

a.mlf, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ (nşr. Şuayb el-Arnaut, Ali Ebû Zeyd), Beyrut:
Müessesetü'r-Risâle, 1983/1403.

Zemahşerî, Ebü'l-Kâsım Cârullah Mahmûd b. Ömer (ö. 538/1144), el-Keşşâf ‘an


hakâiki gavâmidı’t-tenzil ve uyûni’l-ekâvil fî vucûhi’t-te’vîl (nşr. Abdurrezzak el-Mehdî),
Beyrut: Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, ts.

Zerkeşî, Ebû Abdullah Bedreddin Muhammed b. Bahadır, (ö. 794/1392), el-Burhân


fî ‘ulûmi’l-Kur’ân (nşr. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), Beyrut: Dâru’l-ma‘rife, 1391, I-
IV c.

Ziriklî, Hayreddin (ö. 1396/1976), el-A'lâ: Kâmûsu terâcim lieşheri'r-rical ve'n-nisa,


Beyrut: Dâru’l-ilm li’l-Melâyîn, 1992.

Zürkânî, Muhammed Abdülazîm (ö. 1367/1948), Menâhilü'l-‘irfân fî ‘ulûmi'l-


Kur'ân (nşr. Fevvaz Ahmed Zümerlî), Beyrut: Dâru’l-kitâbi’l-Arabî, 1415/1995, I-II c.

151

You might also like