Professional Documents
Culture Documents
Baskı: Pasifik Ofset Cihangir Mah. Güvercin Cad. Baha İş Merkezi A Blok No:3/1 Zemin Kat
Avcılar İstanbul
Tel. : +90 212 412 17 00 Faks : +90 212 422 11 51
Matbaa sertifika No: 12027
Tüm hakları saklıdır. Yayıncının izni olmadan, kısmen de olsa fotokopi, film vb. elektronik ve
mekanik yöntemlerle çoğaltılamaz.
© Tohum Yayıncılık Turizm Reklam ve Sağlık Hizmetleri Sanayi Ticaret Limited Şirketi 2014
Helen Caldicott
SUNUŞ.........................................................................................................13
GİRİŞ............................................................................................................37
9
YAŞLANAN REAKTÖRLER.....................................................................135
KÜRESEL ISINMA..............................................................................................138
TSUNAMİ VE DEPREMLER....................................................................140
TERÖRİSTLER........................................................................................140
GÜVENLİK.........................................................................................................142
ÇEKİRDEK ERİMELERİ...........................................................................145
KULLANILMIŞ YAKIT HAVUZUNDA BİR FELAKET...............................153
NOTLAR.....................................................................................................249
10
Teşekkür
11
SUNUŞ
13
narak, bir dünya gücü olma idealine tutkuyla bağlanmış, bu tür
kesin kabullerin fazla sorgulanmadan benimsendiği bir ülke.
Ana siyasi aktörler bu yönelimi az ya da çok sürdürüyor, radikal
bir sorgulamaya gitmiyor. Zaten son 12 yıldır bu yönelimi en
güçlü biçimde savunan ve gerçekleştirme yolunda olduğu izleni-
mini veren bir parti her seçimden başarıyla çıkıyor.
Fazla enerji tüketmek, dolayısıyla da enerji üretimini sürekli
artırmak ekonomik büyümenin, kalkınmanın, zenginleşmenin
olmazsa olmaz kuralı ve nükleer enerji de büyük ve güçlü olma-
nın simgesi olarak görüldüğü için, bugüne dek Türkiye’de nük-
leeri seçenek olarak görmeyen bir parti iktidara gelmiş değil.
2000 yılında, Bülent Ecevit’in başbakanlığını yaptığı zamanın
koalisyon hükümetinin Akkuyu projesini, ekonomik nedenleri
gerekçe göstermenin yanı sıra, yenilenebilir enerjileri de bir se-
çenek olarak dillendirerek iptal etmesi tek başına çok önemli bir
olaydı. Ancak bu iptal kararı, hem çevreyle ilgili kaygılardan çok
ekonomik sorunlar (ve muhtemelen yolsuzluklarla) ilgili oldu-
ğu, hem de AKP hükümeti yalnızca 4 yıl sonra Akkuyu projesi-
ni yeniden canlandırdığı için, kalıcı bir sonuç yaratamadı.
Sonuçta Türkiye hükümeti bugün toplam 8 reaktörden oluşacak
2 nükleer santral projesinin yapımına başlamak için gün sayıyor
ve konuyu tartışma gündeminden çıkartıp, zorla da olsa toplu-
ma kabul ettirmek için elinden geleni yapıyor.
Oysa nükleer karşıtları bu tartışmayı bitirmemeye ve sonuna
kadar mücadele etmeye kararlı görünüyorlar. Dinamik bir top-
lumsal hareket örneği olan nükleer karşıtı hareket, 1976’da,
Mersin’de, bir avuç aktivist ve gazeteci tarafından başlatıldı.
Nükleer karşıtları o günden bu yana ve hükümetlerin nükleer
santral yapma planları gündemde olduğu sürece hiç sessiz kal-
madı, hatta çoğu zaman nükleer enerjiyle ilgili tartışmaları belir-
lemeyi başardı. Bugün toplumun çoğunluğunun Türkiye’de
14
nükleer santralların kurulmasına karşı olması, Çernobil tecrübe-
si kadar, bu kararlı mücadelenin de bir sonucu.
Nükleer enerjiyle ilgili tartışmalar genellikle kazaların nasıl
meydana geldiği ve sonuçları, radyasyonun sağlık etkileri ve alı-
nan dozlar, nükleer enerjinin ekonomisi, atık sorunu, iklim de-
ğişikliğiyle ilişkisi, dünyada nükleer enerjinin durumu (nereler-
de nükleer santral var, yeni yapılan ve kapatılan reaktörler, nük-
leerden çıkış kararları, yeni ülkeler gibi...) ve başka ülkelerin
enerji politikaları gibi bilgi yüklü bir alanda cereyan eder.
Nükleer enerji neticede politik bir tercihtir ve asıl tartışma siya-
si bir tartışmadır. Ayrıca nükleer felaketlerin yarattığı büyük in-
sani trajediler nedeniyle, tartışma ahlaki ve vicdani bir çerçeve-
de de yürür. Ama yine de konuyu meselenin teknik yanlarından
ve ekonomisinden tamamen ayırarak tartışma imkânı pek yok-
tur. Bu nedenle nükleer enerjiyle ilgili sağlıklı, bilimsel verilere
dayalı ve ayrıntılı bilgi sağlayan kaynaklar çok önemlidir.
Türkiye’de hem nükleer karşıtı hareketin tarihi, hem de nük-
leer enerji ve enerji politikalarıyla ilgili çok önemli kitaplar ya-
yımlandı. Nükleer karşıtı hareketle ilgili olarak Arif Künar’ın ve
Ümit Otan’ın kitapları, sağlık boyutuyla ilgili olarak Umur
Gürsoy’un kitap ve çevirileri, konunun çeşitli boyutlarıyla ilgili
Tolga Yarman ve Hayrettin Kılıç’ın kitaplarıyla, Heinrich Böll
Stiftung Derneği, Greenpeace, Nükleer Karşıtı Platform, Elektrik
Mühendisleri Odası, Yeşiller Partisi ve başka bazı kuruluşların
yayımladığı çok sayıda telif ve çeviri yazı, kitap ve broşür var. Bir
dönemin Ağaçkakan dergisi bile tek başına zengin bir antinükle-
er kaynak sayılabilir. Biz, 2012’de Nükleersiz projesini hayata
geçirip nukleersiz.org web sitesini kurduğumuzda, bu yayınla-
rın ulaşılabilir olanlarını bir araya getirip internet üzerinden eri-
şime açmıştık. Ancak yine de bütün bu çalışmalar ağırlıklı ola-
rak nükleer karşıtı kamuoyunun ilgisiyle sınırlı kaldı. Konunun
15
her boyutunu anlatarak nükleer enerjiye karşı argümanları der-
li toplu ve detaylı bir şekilde ele alan güncel kitapları kitapçılar-
da bulmak kolay olmadı.
Avustralya doğumlu olan ve halen ABD’de yaşayan yazar ve
aktivist Helen Caldicott’un kitabı bu yönüyle önemlidir.
ABD’nin en saygın nükleer karşıtı aktivistlerinden biri olan
Helen Caldicott, çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanı bir hekim
olarak konunun başta sağlık boyutu olmak üzere bütün alanla-
rında kendini yetiştirmiş çok yetkin bir isim. 1985’te Nobel ödü-
lü almış olan Uluslararası Nükleere Karşı Hekimler Birliği’nin
(International Physicians for the Prevention of Nuclear War -
IPPNW) 1978’de kurulan ABD örgütü Sosyal Sorumluluk Sahibi
Hekimler’in (Physicians for Social Responsibility - PSR) ve
Nükleer Politikalar Araştırma Enstitüsü’nün kurucu başkanı
olan, 1979’da ABD’de meydana gelen Three Mile Island nükleer
kazasının ardından bölgede incelemeler yapan, ağırlıklı olarak
ABD ve Avustralya’yı ve dünyanın başka yerlerini (Türkiye da-
hil) dolaşarak konuşmalar yapıp yazılar yazarak nükleer enerji-
nin tehlikelerine karşı kamuoyunu uyarmaya çalışan
Caldicott’un, konuyla ilgili en önemli kitabı olan Nükleer Enerji
Çözüm Değil, 2006’da yayımlanmıştı. Nükleer enerjinin bütün
yönlerini çok sayıda kaynağa dayanarak inceleyen ve hem Three
Mile Island, hem de Çernobil kazalarını detaylı olarak anlatan
kitap, tabii 2011’de meydana gelen Fukushima nükleer kazasını
ele alamıyor. Öte yandan rakamların sürekli değiştiği (daha doğ-
rusu nükleer reaktör sayısının ve enerji üretimindeki payının sü-
rekli düştüğü), nükleer enerjinin mevcut durumuyla ilgili bilgi-
lerin, hızla büyüyen yenilenebilir enerjiyle ilgili rakamların ve
nükleer silahlanmayla ilgili bazı gelişmelerin güncellenmesi ge-
rekiyor.
Bu nedenle kitabı çevirmekle yetinmeyerek eskimiş veya tar-
16
tışmalı görülen bilgileri editör notlarıyla güncelleme yolunu seç-
tik. Ayrıca Caldicott’un büyük bir öngörüyle Fukushima felake-
tinden 5 yıl önce tahmin ettiği deprem ve tsunami tehlikesinin
ve kullanılmış atık havuzu felaketinin Fukushima’da nasıl gerçek
hale geldiğini de yine notlarımızda hatırlatmaya çalıştık.
Bu arada kitabın 2001’de yaşanan 11 Eylül saldırısından kısa
bir süre sonra yazılmış olması ve ağırlıklı olarak Amerikalı oku-
ra seslenmesi nedeniyle ABD’yle ilgili bilgi ve uyarılar ağırlıkta.
Ne var ki, şu anda dünyadaki mevcut nükleer reaktör (ve tabii
atık) stoğunun neredeyse dörtte birinin ve nükleer silahların bü-
yük kısmının ABD’de olduğu düşünülürse, bu bir eksik değil.
Konunun hem ekonomik boyutları, hem de kazalar, bilimsel
araştırmalar ve yasal düzenlemelerle ilgili konularda ABD’de ya-
şanan deneyim önemli. ABD, atık sorununun en ağır ve nükleer
enerjinin nükleer silahlanmayla ilişkisinin de en belirgin olduğu
ülkelerden biri. Ayrıca kitap George W. Bush’un başkanlığı dö-
neminde yazıldığı için, Bush dönemindeki iklim değişikliği in-
karcılığına ve nükleer enerji merakına dair çok sayıda değerlen-
dirme bulunuyor. Her ne kadar 2008’de Barack Obama’nın se-
çilmesiyle ABD yönetiminin iklim değişikliği pozisyonu değiştiy-
se ve (kaya gazının da etkisiyle) ABD’nin karbon dioksit emis-
yonlarında hafif düzeyde bir düşüş başladıysa da, Obama da
Bush gibi nükleeri bir enerji seçeneği olarak görmeye devam edi-
yor. Yani bu kitabın ana meselesi ile ilgili bir değişiklik yok. Öte
yandan, nükleer endüstri açısından ekonomik ve toplumsal şart-
ların olumsuzluğu da değişmiş değildir ve ABD’de beklenen
nükleer rönesans ufukta gözükmemektedir.
Tabii kitabın Türkiye’yle ilgili bir bölümü yok. Bu nedenle,
hem konunun eksik kalan bu boyutuna, hem de dünya enerji
üretiminde payı giderek azalan nükleer enerjinin son durumuna
ilişkin bazı bilgileri bu bölümde kısaca anlatmaya çalıştık.
17
Nükleer enerjinin iklim değişikliğine çözüm olduğuna dair gö-
rüşlere yanıt olarak Caldicott’un bu kitabı yazmasından sonra
yayımlanan, ya da burada yer verilmeyen bazı çalışma ve rapor-
ları da sunuş bölümünün sonunda ele aldık.
18
Öymen ve Ömer Sami Coşar gibi iki tanınmış gazetecinin de
desteklediği Türkiye’nin ilk nükleer karşıtı hareketinin ve
İsveç’teki sivil toplum kuruluşlarının yürüttüğü muhalefet de
yer alır. İsveç hükümeti 1980 yılında nükleer santral için kredi
garantörlüğünden çekildiğini açıklamış ve proje iptal edilmiştir.
1980 darbesi sonrasında askeri hükümet 1982’de Akkuyu
için ikinci girişimi başlattı. Fakat bu çaba da 1985’te başarısız-
lıkla sonuçlandı. Eğer ikinci Turgut Özal hükümetinin 1989-
1991 arasında Arjantin’le yaptığı, sonuç vermeyen görüşmeler
sayılmazsa, üçüncü –uzun soluklu– adımın 1992’de Süleyman
Demirel ve Erdal İnönü’nün liderliğindeki koalisyon hükümeti
döneminde atıldığı söylenebilir. Bu dönemde Akkuyu’da kurula-
cak 2.800 MW’lık nükleer santral projesi için 1996’da ihaleye çı-
kıldı. Bu proje Türkiye’deki nükleer karşıtı hareketin şimdiye
kadarki en büyük çaplı ve en görünür mücadeleyi başlatmasına
neden oldu. Mersin-Silifke’de nükleer santral projelerine karşı
ilk toplu gösteriler 1990’da, o zamanki Yeşiller Partisi tarafından
düzenlenmişti. 1993’e gelindiğinde yüzü aşkın örgüt ve bireyin,
uzman kuruluşların, sendikaların, siyasi partilerin, çevre örgüt-
lerinin, ekoloji inisiyatiflerinin, sol hareketlerin, bağımsız ey-
lemcilerin ve aydınların yer aldığı ülke çapında bir hareket orta-
ya çıktı. Halen varlığını sürdüren bu işbirliği “Nükleer Karşıtı
Platform” adını aldı.
Nükleer Karşıtı Platform’un yanı sıra yerel platformlar ile ba-
ğımsız grup ve bireyler 1992-2000 arasında yüzlerce etkinlik
düzenlediler. Akkuyu’da her yıl Ağustos ayında düzenlenen bü-
yük protesto ve eylemler, gösteriler, toplantılar, açılan davalar,
konferanslar, yayınlar, film festivalleri, rock festivalleri, konser-
ler, bisiklet turları, oturma eylemleri vb. bunlar arasında sayıla-
bilir. Nükleere karşı kamuoyundaki ilk tepki 1986’daki Çernobil
kazasının ardından doğmuştu. Canlılığını yitirmeyen nükleer
19
karşıtı hareket sayesinde bu tepkinin canlı tutulması ve kamuo-
yunda nükleere karşı ciddi bir potansiyel yaratılması mümkün
oldu.
Çernobil, Türkiye açısından kötü bir deneyimdi. Hükümet
ve TAEK’in Türkiye’deki radyoaktif kirlenmeyi gizlemeye yöne-
lik bütün çabalarına karşın, radyasyonlu çay tartışmaları gibi ne-
denlerle insanların nükleerle ilgili konularda yetkililere güveni
kalmadı. Halkı yanıltmak isteyen zamanın sanayi bakanı Cahit
Aral’ı basın toplantısında bir bardak çayı yudumlarken gösteren
meşhur kare çoğu insanın hâlâ hafızasındadır. Başbakan Turgut
Özal bile düşük miktarda radyoaktivitenin sağlığa iyi geldiğini
söylemişti. Daha sonra çay ve fındıkta ağır radyoaktif kirliliğin
söz konusu olduğu, özellikle Karadeniz bölgesinde kanser vaka-
larının arttığı ortaya çıktı.
Öte yandan Akkuyu projesinin 1990’larda başarısızlıkla so-
nuçlanmasının tek nedeni kamuoyu baskısı ve protestolar değil-
di. İhaleye Kanada’dan AECL, Almanya-Fransa ortaklığı
Siemens-Framatom ve ABD’den Westinghouse katılmıştı. İhale
teslim tarihi, bazen teknik ve ekonomik sorunlar, bazen de yo-
ğun protestolar nedeniyle dört yılda altı defa ertelendi. Nihayet
Ecevit hükümeti, ihale sonucunun açıklanacağı yedinci tarihten
önce projenin iptal edildiğini duyurdu. Nükleer karşıtı hareke-
tin Temmuz 2000’de elde ettiği bu büyük zaferi, ihale sürecin-
deki yolsuzluklara ilişkin haberler izledi.
Türkiye’nin nükleer santral kurma yolunda 25 yıla yayılan
sayısız başarısızlığının altında farklı ekonomik nedenler yatıyor-
du. Türkiye’nin enflasyon oranı yüksek seyreden, oldukça istik-
rarsız, nispeten küçük ve sık sık mali krizlerle çalkalanan bir
ekonomisi vardı. 1980’deki askeri darbe demokratik güçleri yer-
le bir etmiş, ekonomik liberalleşme sürecini başlatmıştı.
2001’deki son büyük krizden sonra istikrarın sağlanması, en-
20
flasyonun tek haneli rakamlara düşmesi, ekonomik büyümenin
hızlanması, büyük alışveriş merkezleri, geniş havayolu ağı, kitle-
sel turizm, sayısı artan motorlu araçlar ve hızlı kentleşme gibi
gelişmeler, inşaat sektörünün öncülüğünde büyüyen tipik bir
tüketim toplumu yaratmış, bu da gelecekteki enerji ihtiyacına
dair çok daha büyük tasarıları beraberinde getirmişti. Ülkenin
yeni ve en büyük çaplı nükleer enerji projeleri, dünya çapında
yayılmakta olan nükleer rönesans söyleminin de yardımıyla, işte
bu koşullarda planlandı.
AKP’nin 2002’de iktidara gelmesiyle herhangi bir çevre kay-
gısı taşımayan bir ekonomik büyüme programı başlatıldı. Bu eği-
lim 2007’de AKP’nin ikinci kez seçilmesiyle güçlendi. Söz konu-
su programın en önemli bileşenlerinden biri enerji yatırımlarıy-
dı ve enerji piyasalarının liberalleştirilmesi, fosil yakıtlı ve hidro-
elektrik santralların yapılması başlıca girişimler oldu. AKP hü-
kümeti 2004’de nükleer enerji projesini yeniden ele aldı.
Akkuyu yine ilk sırada yer alıyordu. Ancak 2009’da çıkarılmak
istenen Nükleer Enerji Kanunu’nun Anayasa Mahkemesi’ne ta-
kıldığı yetmiyormuş gibi, aynı dönemde açılan ihale de başarısız
oldu. Altı firmanın katılması beklenen ihaleye sadece Rusya’dan,
Rosatom’a bağlı Atomsroyexport teklif verdi. Ancak Danıştay
ihaleyi de iptal etti.
21
geçti. Anlaşmayı Anayasa Mahkemesi’ne götüren CHP’nin baş-
vurusu ise Kasım 2013’de reddedildi.
Rusya ile yapılan anlaşmada Akkuyu Nükleer Enerji
Santralı’nın nasıl yapılacağını belirleyen koşullar şunlardır:
- Akkuyu Nükleer Santralı Rusya’nın devlete ait nükleer ener-
ji kuruluşu Rosatom tarafından yapılacak ve işletilecektir.
Türkiye inşa alanını ve gerekli izinleri bedelsiz temin edecek, fa-
kat santralın nasıl yapılacağına ve işletileceğine dair, tasarım ve
radyoaktif atıkların imhası da dahil olmak üzere, hemen hiçbir
yetkiye sahip olmayacaktır. Santral, devreden çıkarma işleminin
sonuna kadar Rosatom’un mülkiyetinde kalacak ve Rosatom’un
hissesi asla yüzde 51’in altında olmayacaktır. Dolayısıyla Akkuyu
nükleer santralı, egemen bir devletin sınırları içinde olup da bir
başka devlete ait olan ve o devlet tarafından işletilen ilk ve tek
nükleer santral olacaktır (Yap-sahip ol-işlet ya da Build-Own-
Operate “BOO” modeli). Ayrıca yakıt sadece Rus TVEL firması ta-
rafından temin edilecek, tüm vasıflı eleman kadrosu Rusya’dan
gelecektir. Dünyada tek olan bu durum halen proje hakkında hü-
kümet ve projeyi gerçekleştirmek için Rosatom tarafından kuru-
lan Akkuyu NGS şirketi tarafından büyük bir gelişme ve yabancı
yatırımcılara yönelik önemli bir teşvik olarak sunulmaktadır.
- Reaktör tipi, VVER-1200’dür (AES-2006 tasarımı). Bu reak-
tör daha önce denenmemiştir. Türkiye’nin tasarımı gözden ge-
çirme yetkisi olmayacaktır. Akkuyu NES, 4.800 MW toplam
kapasiteli dört reaktörden oluşacaktır. Toplam maliyetin yakla-
şık 20 milyar dolar olacağı tahmin edilmektedir. Elektrik Rus fir-
ması tarafından üretilecek ve Türkiye’ye ilk 15 yıl boyunca
12,35 sent/kWs sabit fiyatıyla satılacaktır. Bu da ilk 15 yıl bo-
yunca Rus firmasına yapılacak 71 milyar dolarlık ödeme temi-
natı şeklinde hesaplanabilir. Rusya’ya büyük ayrıcalıklar tanıyan
bu istisnai anlaşma, nükleer karşıtı hareketten tepki görmüş,
22
aralarında nükleer enerji mühendisleri ve akademisyenlerin de
yer aldığı çok sayıda nükleer enerji yanlısı bile anlaşmaya karşı
çıkmıştır.
23
si yaptı. Medya başlarda daha çok tsunami haberleri vermiş, nük-
leer kriz büyük ölçüde yok sayılmıştı. Bir süre sonra medya
Fukuşima’ya daha fazla yer ayırmaya başladı. Bunu da nükleer kar-
şıtı hareketin aralıksız faaliyetlerinin bir sonucu olarak görmek
mümkündür. Hükümetin felakete dair ilk tepkisi de kazayı gör-
mezden gelmeye çalışmak oldu. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı
Taner Yıldız, Japon yetkililerin çekirdek erimesi olduğunu kabul
etmelerinden birkaç gün önce Fukuşima’da önemli bir sorun ol-
madığını söyledi. İkinci tepki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan
geldi. Erdoğan, kazadan üç gün sonraya denk gelen Rusya ziyare-
tinde Rusya’nın o zamanki devlet başkanı Dmitri Medvedev’le bir-
likte, Fukuşima’dan sonra Akkuyu projesiyle ilgili bir değişiklik
veya ertelemenin söz konusu olmadığına dair ortak açıklamada bu-
lundu. Başbakan Erdoğan, kazayla ilgili şu çarpıcı yorumu yaptı:
“Risk var diye vazgeçemeyiz. Her şeyde risk var. Şimdi risk var,
patlayabilir diye tüpgaz kullanmayacak mıyız?”
Nükleer enerjinin tüpgazla karşılaştırılması kamuoyunda
daha da büyük tepki yarattı. Uzmanlar, aktivistler ve sivil top-
lum örgütleri başbakanın sadece nükleer enerjinin hayati riskle-
rini değil, Fukuşima felaketi gibi trajik bir olayı da hafife aldığı-
nı söyleyerek protesto ettiler. Taner Yıldız’ın sonraki yorumları
daha dikkatliydi ve risklerin yeniden değerlendirileceğini söyle-
di. Ancak neyin nasıl yapılacağı hakkında bir bilgi verilmedi.
Hükümet, nükleer enerji konusundaki ısrarını Fukuşima’dan
sonra her fırsatta belli etmeye devam etti. Bu ısrar, Sinop nükle-
er santral projesini Japon firmalarına vermeyi ve üçüncü bir
nükleer santral sahası olarak İğneada’yı gündeme getirmeyi de
içeriyordu.
Hükümet 14 Nisan 2011’de, yani Fukuşima’dan bir ay sonra,
Çevresel Etki Değerlendirme raporuna (ÇED) ilişkin yönetme-
likte bazı değişikliklere gitti. Bu değişiklikler başka bazı proje-
24
lerle birlikte Akkuyu için de ÇED muafiyeti getiriyordu. Ancak
Danıştay bu değişikliği Nisan 2013’te iptal etti ve Akkuyu yeni-
den ÇED kapsamına alınmış oldu. Ancak Akkuyu NGS A.Ş. ta-
rafından 9 Temmuz 2013’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na su-
nulan ÇED raporu Bakanlık tarafından eksik bulunarak 15
Temmuz’da şirkete iade edildi. Şirket ikinci ÇED raporunu
Nisan 2014’te Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na sundu.
Ancak 2013’ün yaz aylarında, henüz ÇED uygundur belgesi-
ni alamayan, hatta ilk sunulan ÇED raporu reddedilen Akkuyu
nükleer santralında inşaat çalışmaları (taş ocağı adı altında) baş-
lamıştı. Greenpeace’in kamera görüntülerini yayınladığı çalışma-
larda iş makinelerinin çalıştığı, dinamitlerin patlatıldığı görülü-
yordu. Mersin Nükleer Karşıtı Platformu, ÇED süreci tamam-
lanmadan inşaat çalışmaları başladığı gerekçesiyle Mersin
Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Şu anda
Akkuyu NGS şirketi yakında ÇED’in kabul edileceğini varsaya-
rak diğer lisanların alınması da dahil olmak üzere hazırlık çalış-
malarının 2015 sonuna kadar tamamlanacağını ve 2016 başla-
rında temel atılacağını duyuruyor.
Öte yandan nükleer karşıtı protestolar Fukuşima’dan beri
arttı. Çernobil’in 25.yıldönümüyle birlikte, Mersin’in birçok
noktasında kurulan kilometrelerce uzunluğundaki insan zincir-
leri; Fukuşima kazasından bir hafta sonra Yeşiller Partisi,
Greenpeace ve Küresel Eylem Grubu tarafından binlerce kişinin
katılımıyla İstanbul’da düzenlenen protesto gösterileri; Nükleer
Karşıtı Platform tarafından İstanbul’da yapılan büyük bir
Çernobil toplantısı gibi etkinliklerle nükleer karşıtı harekette
önemli bir canlanma oldu. Greenpeace’in bu dönemde tanınmış
bir şirkete yaptırdığı bir kamuoyu araştırmasına göre bir refe-
randum yapılması halinde halkın yüzde 64’ünün Türkiye’de
nükleer santral kurulmasına “hayır” diyeceği ortaya çıktı.
25
Türkiye’de nükleer santral projelerine karşı çıkış gerekçeleri
arasında kaza riski ve atık sorunu daima ilk sırada gelmektedir.
Ayrıca Akkuyu’nun ülkenin en fazla turist çeken bölgesinin tam
ortasında yer alması ve bu nedenle en ufak bir radyasyon sızın-
tısı söylentisinin bile ekonomik zarar yaratacak olması; Ecemiş
fay hattı üzerinde yer alan Akkuyu’nun aynı zamanda ilk başta
belirtilenden daha yüksek ivmeli depremlerin beklendiği aktif
bir deprem bölgesi olması; Türkiye ve Rusya arasındaki anlaş-
manın Rusya’ya abartılı imtiyazlar sağlaması ve Türkiye’nin (baş-
ta doğal gaz olmak üzere fosil yakıtlarda zaten bağımlı olduğu)
Rusya’ya olan enerji bağımlılığını artıracağı; VVER-1200’ün de-
nenmemiş bir tasarım olması ve Rusya’nın hiç deprem tecrübe-
sinin olmaması; Türkiye’nin yüksek yenilenebilir enerji potansi-
yelinin nükleer enerji hevesinin gölgesinde kalması ve elbette
halkın büyük çoğunluğunun –Mersin ve Sinop’ta yaşayanların
çok daha yüksek oranlarda olmak üzere– nükleer enerjiye karşı
olması nükleer karşıtlarının başlıca argümanları arasındadır.
26
(yap-sahip ol-işlet) modelidir.
Türkiye ile Japonya arasında imzalanan anlaşma, özellikle
uranyum zenginleştirme ve plütonyum eldesine ilişkin maddele-
rin nükleer silahlanma anlamına geleceği eleştirileriyle
Japonya’da da tepki toplamış, Japonya’da nükleer karşıtları
Fukushima felaketine neden olan bir ülkenin Türkiye’ye nükle-
er santral satmasından utanç duyduklarını belirten bir kampan-
ya yürütmüş, ancak anlaşma 2014’te Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nin ardından, Japonya parlamentosunda da kabul edil-
miştir. Bu arada henüz yer lisansı dahil hiçbir yasal süreci başla-
mamış olan Sinop nükleer santralı için inşaat alanı olacağı düşü-
nülen İnceburun’da binlerce ağacın kesilmeye başlandığı ortaya
çıkarılmıştır. Nükleer Karşıtı Platform, Çernobil’in 28. yıldönü-
münde, 26 Nisan günü Sinop’ta büyük bir nükleer karşıtı miting
düzenlemiştir.
Son iki yıldır tartışmanın uranyum madenciliği ve atık bo-
yutları da, iki çarpıcı örnekle Türkiye gündemine gelmiştir.
İzmir Gaziemir’de terkedilmiş eski bir kurşun fabrikasının atık-
ları gömdüğü alanda radyoktif kirlilik olduğu, 2012’nin Aralık
ayında Serkan Ocak’ın Radikal’deki haberiyle ortaya çıktı. TAEK
tarafından da kabul edilen ve bir önlem alınmayan bu durumun
öğrenilmesiyle, eski akülerin içindeki metalin geri kazanıldığı
bir fabrikada, bir yandan da bir zamanlar yasadışı bir şekilde
Türkiye’ye getirilmiş olan nükleer santral atıklarının depolandı-
ğı ortaya konmuş oldu, ama bunun nasıl ve ne şekilde gerçek-
leştiği ortaya çıkarılmadı. Radyaktif kirliliğin olduğu atık sahası
hâlâ yerleşim yerlerinin ortasında açık bir alan olarak duruyor.
Manisa’nın Köprübaşı ilçesine bağlı bazı köylerin yakınında
bulunan eski bir uranyum madeninde beklenen değerlerin 140
katı radyasyon ölçümü yapıldığı, yani madenin radyoaktif mad-
deleri açıkta bırakılarak terk edildiği de Evrensel gazetesinden
27
Özer Akdemir’in haberiyle ortaya çıktı. Maden 1970’li yıllarda
birkaç yıl işletilmiş, daha sonra da herhangi bir önlem alınma-
dan çevreye radyasyon yaymaya devam etmişti. Bunun
Türkiye’deki terk edilmiş tek uranyum madeni olmadığı, dolayı-
sıyla bilmediğimiz bir uranyum madeni sorununun da içinde ya-
şadığımız ortaya çıkmış oldu.
Bu iki örnek, Türkiye’nin henüz bir nükleer santrala sahip ol-
masa da, nükleer enerjinin madencilik ve radyoaktif atık gibi
farklı boyutlarıyla çoktan tanışmış olduğunu ortaya koyuyordu.
Bu durum bir yandan da nükleer karşıtı hareketin ilgi ve so-
rumluluk alanının genişlemesi anlamına geliyordu.
28
IAEA listesinde de böyle görünmektedir. Oysa Fukushima
Daiichi’deki hasar görmeyen 2 reaktörün ve radyoaktif olarak
kirli alanda bulunan Fukushima Daiini’deki dört reaktörün bir
daha açılamayacağı ortadadır. Mycle Schneider ve Antony
Froggatt’ın yazdığı Dünyada Nükleer Enerjinin Durumu 2013
raporunda verilen 427 rakamında, IAEA’nın aksine bu reaktör-
ler hesaba katılmamıştır. Tabii hâlâ kapalı olan diğer 42 reaktö-
rü de hesaptan düşersek, halen gerçekten işletmede olan nükle-
er reaktör sayısının 400’ün çok altında olduğu ortaya çıkar.
Kısacası Japon hükümeti, kamuoyu baskısına rağmen, istediğini
yapar ve sağlam olan santralları açarsa çıkılacak maksimum sayı
427’dir. Hatta Fukushima’ya yakın olan 3, yüksek deprem riski
olan 3 ve Tokyo’ya çok yakın olan 1 reaktörün de hiçbir zaman
açılamayacağı söylenmektedir. Bu durumda rakam otomatik ola-
rak 420’ye düşecektir.
Nükleer santralların sayısı en yüksek noktaya çıktığı 2002’de
444, toplam kurulu gücü ise tepe noktası olan 2010’da 375 GW
idi. Yani son yıllarda nükleer santral sayısı ve gücü düşüştedir.
Yaşlanan reaktörlerin kapatılması, Japonya’daki durum ve
Almanya gibi ülkelerdeki nükleerden çıkış kararları nedeniyle bu
düşüş sürecektir. (Almanya 2011 yılında Fukushima felaketinin
ardından nükleerden çıkış tarihini 2022 olarak ilan etmiştir ve
mevcut 17 nükleer reaktörden 8’i hemen kapatılmıştır. Kalan re-
aktörler kademeli olarak kapatılacak, en sona kalan 3 reaktör
2022’de devreden çıkarılacaktır.) Bütün reaktörlerin ortalama
yaşı 28’dir ve 44 reaktör normalde kapatılması gereken 40 yaşın
üzerindedir. Yaşlandıkça yıpranmalara bağlı kaza olasılığı arttığı
halde bu reaktörler risk alınarak ömür uzatma programlarıyla ça-
lıştırılmaya devam etmektedir. Yeni yapılan reaktörlerin kapa-
nanların yerini doldurması yakın dönemde zor görünüyor. Bu
nedenlerle nükleer enerjinin küresel düzeyde elektrik üretimin-
29
deki payı 2012’de %10’a (küresel ticari birincil enerji üretimin-
deki payı ise %4,5’a) düştü. Nükleerin elektrik üretimindeki payı
1993’te en yüksek noktası olan %17’ye çıkmıştı.
Yeni yapılan reaktörlerin kapananların yerini dolduramaya-
cağı rakamlarla ortaya konmaktadır. 2013 ortası itibariyle 14 ül-
kede 66 nükleer reaktörün inşaatı sürmektedir. Ancak bunlar-
dan dokuzu 20, dördü ise 10 yıldan uzun süredir “inşaatı sürü-
yor” listesinde olan, yani bitirilemeyen projelerdir. Son yıllarda
inşaatı tamamlanabilen yeni reaktörlerin ortalama inşaat süresi 9
yıl civarındadır. İnşaatı süren bu 66 reaktörün hepsi tamamlan-
sa bile, yaşlandığı için ya da nükleerden çıkış kararıyla kapana-
cak reaktörlerin yeri doldurulamayacak ve toplam üretim kap-
asitesi 2020’de 25 GW düşecektir. Açığı kapatacak sayıda yeni
projenin bu kadar kısa sürede yetişmesi mümkün görünme-
mektedir.
Yapım halinde görünen bu reaktörlerin 44 tanesi (üçte ikisi)
Çin, Hindistan ve Rusya’da bulunmaktadır. Avrupa’da sadece 2
(Fransa ve Finlandiya’da - Finlandiya’dakinin yapımı 9 yıldır
sürmektedir, maliyeti de planlananın %280 üzerine çıkmıştır) ve
ABD’de 3 reaktör yapım halindedir. Halen dünyada en çok nük-
leer reaktör bulunan beş ülke ABD (100 reaktör), Fransa (58 re-
aktör), Japonya (44 reaktör), Rusya (22 reaktör) ve Güney
Kore’dir (23 reaktör). Ancak Japonya’daki reaktörlerin devreden
çıkması nedeniyle 2013 yılına ait nükleerden enerji üretim ra-
kamlarına göre ilk beş ülke ABD, Fransa, Rusya, Güney Kore ve
Almanya olmuştur. Almanya’nın nükleerden çıkış kararı nede-
niyle birkaç yıl içinde Çin beşinci sıraya yükselecektir. Avrupa
Birliği’ndeki nükleer reaktörlerin çoğu Fransa’da bulunmakta-
dır. İtalya, ülkedeki 4 reaktörü 1986’da Çernobil kazasının ar-
dından referandumla kapatmış, Avusturya inşa edilmiş bir sant-
ralı 1978’de yine referandumla hiç çalıştırmadan kapatmıştır.
30
İtalya’nın 2011’de, Berlusconi zamanındaki nükleere dönme
planları da yine halk oyuyla reddedilmiştir. 27 üyeli Avrupa
Birliği’nde ayrıca İngiltere, İsveç, Belçika, Finlandiya, Hollanda,
İspanya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya,
Romanya ve Bulgaristan’da nükleer santrallar hâlâ işletmededir.
Maliyetler de giderek artmaktadır. Yeni yapılacak bir santral
için eskiden 1.000 dolar olan 1 kilovat kurulu güç başına orta-
lama maliyet son on yılda 7.000 dolara çıkmıştır. Tipik bir nük-
leer reaktörün 1.000 MW (yani 1 milyon kilovat) olduğu düşü-
nülürse, bir reaktörün ortalama 7 milyar dolara mal olduğu he-
saplanabilir. Bu durumda toplam 4.800 MW kapasiteli 4 reak-
törden oluşan Akkuyu nükleer santralının 20 milyon dolara mal
olması pek gerçekçi bir tahmin olmayabilir.
* Bu bölümdeki bilgiler için bkz. Gar Smith – Nuclear Roulette, Chelsea Green
Publishing, 2012; S. Pacala and R. Socolow - Stabilization Wedges: Solving the
Climate Problem for the Next 50 Years with Current Technologies, Science, Vol.
305, 13 Ağustos 2004; Christopher Paine - Will Climate Change Revive Nuclear
Power? (AEI Konferansı’nda sunum), Washington DC, 6 Ekim 2006; Sharon
Squassoni - Nuclear Energy: Rebirth or Resuscitation? Carnegie Endowment for
International Peace, 2009; Frank Barnaby and James Kemp (editors) - Secure
Energy: Civil Nuclear Power, Security and Global Warming, Oxford Research
Group, 2007; Prognos AG - Comparing the Cost of Low-Carbon Technologies:
What is the Cheapest Option? Agora Energiewende, 2014
31
kilendiği görülüyor. Helen Caldicott’un da kitabın giriş bölü-
münde belirttiği gibi James Lovelock, Sir David King gibi isimler
bunlar arasında. Bu isimlere son zamanlarda George Monbiot,
Mark Lynas gibi iklim değişikliği mücadelesinde önemli yeri
olan gazeteci ve yazarlar da katıldı. Ancak ünlü bilim insanı
Lovelock’un nükleeri daha çok “İngiltere’nin refah seviyesini
sürdürebilmesi için”, yani kendi ülkesi için önerdiğini, küresel
çapta bir işe yarayacağı konusunda fazla hayalci olmadığını ek-
lemek gerekir.
Nükleer enerjinin iklim değişikliğine çare olacağı iddiasına
yanıt vermeye çalışalım. Bu iddiada bulunanlar, nükleer santral-
ların küresel ısınmaya neden olan sera gazlarının salımına neden
olmadığını, kapatılmaları ya da kapatılanların yerine yenilerinin
konulmaması halinde, yerlerinin kömürle doldurulacağını dü-
şünmektedirler. Bu argümanın iklim değişikliğinin durdurula-
mamasının yarattığı panik duygusuyla da yakın ilişkisi olduğu-
nu düşünüyorum. Ancak nükleer enerjisinin bütün diğer sakın-
caları bir yana, bu iddianın gerçekçi olmadığını göstermek de
kolaydır. Bunun için nükleer enerjinin dünya enerji üretiminde-
ki payına, artış hızına, yenilerinin yapılma, yani artış potansiye-
line ve gereken paraya bakmak yeterli olur. Ayrıca nükleer yakıt
çevriminin yaşam döngüsünde tamamen karbosuz olmadığı da
açıktır. Caldicott bunu kitabın 1. bölümünde detaylı olarak or-
taya koyuyor.
Ancak nükleer enerjinin “karbonsuz” olduğunu varsaysak
bile, rakamlar iklim değişikliğine karşı nükleeri önermenin sa-
dece hayalci değil, aynı zamanda yanıltıcı da olduğunu gösteri-
yor. Çünkü enerji üretiminden kaynaklanan sera gazı salımları-
nı azaltabilecek kadar çok sayıda nükleer reaktörü, bugünkü in-
şaat standartları ve ekonomik koşullarda, iklim değişikliğini 2
derecede sınırlayabilecek kadar kısa sürede (bu da en geç
32
2050’ye kadar, yani önümdeki 36 yıl içinde demektir) inşa et-
mek fiziksel ve finansal olarak imkânsızdır.
Nükleer enerjiyi sera gazı salımının azaltılmasında seçenekler
arasında sayan önemli bir çalışma Princeton Üniversitesi’nden
Stephen Pacala ve Robert Socolow tarafından yapıldı ve 2004’de
Science dergisinde yayımlandı. Çalışmaya göre küresel karbon
dioksit salım miktarını 2050’ye kadar sabit tutmak (yani azalt-
mak değil, ama nüfus artışı ve ekonomik büyüme nedeniyle iki
katına çıkmasını engellemek için) kömür santrallarının yerine
kurulması gereken nükleer kurulu güç 700 GW’dır. Bu miktar
bugünkü toplam nükleer enerji kurulu gücünün yaklaşık iki ka-
tıdır ve kapanacak olan mevcut reaktörler de hesaba katılırsa,
2050’ye kadar 1000 civarında yeni nükleer reaktörün inşa edil-
mesi gerekmektedir. Bu da bugünden itibaren hesaplandığında
önümüzdeki 36 yıl boyunca her yıl 28 yeni nükleer santralın ta-
mamlanıp işletmeye alınması anlamına gelir. Eğer karbon diok-
sit salımlarını sabit tutmayı değil de (daha iddialı bir şekilde)
nükleer enerji yoluyla yarıya düşürmeyi hedeflersek, ihtiyaç du-
yulacak toplam nükleer reaktör sayısı (ortalama 1.000 MW’lık
tipik reaktörlerden) 1.400’e çıkacaktır. Buna kapananların yeni-
lenmesi için gerekenler dahil değildir. Christopher Paine, bunun
için 2050’ye kadar yaklaşık 3 trilyon dolar harcanması gerekti-
ğini hesaplamıştır. Ayrıca bu kadar çok yeni nükleer kapasitenin
yaratacağı yeni atık miktarının 14 Yucca dağı gerektirecek kadar
çok olacağı (bkz. 5. Bölüm) ve 10.000 ton, nükleer silah ham-
madesi olan, plütonyum üretileceği hesaplanmaktadır.
Yukarıda da değindiğimiz gibi bugün inşa halindeki yeni nük-
leer reaktör adedi 66 ve son yıllarda tamamlanabilenlerin ortala-
ma inşaat süresi 9 yıldır. Makalenin yayınlandığı yıldan bugüne
10 yıl geçmiştir ve 2003-2013 arasındaki 10 yılda tamamlanan
yeni nükleer reaktör sayısı sadece 34’tür. Bu yıldan itibaren yılda
33
30 civarında yeni reaktör açmayı öngörmek herhalde sadece ha-
yal kurmak olarak kabul edilemez. Nükleer endüstri Türkiye gibi
yeni müşterilerinin ve İngiltere, ABD gibi kapanan reakttörlerini
yenileme telaşına girmiş eski nükleerci ülkelerin kamuoylarını
“ikna etmek” için dünyanın karşılaştığı en büyük kriz olan iklim
değişikliğini yem olarak kullanmaya çalışmaktadır.
Nükleer endüstrinin nükleer santrallar olmasaydı, kömür
santralları tarafından salınacağı varsayılan (dolayısıyla nükleer
enerjinin salınmasını önlediği) karbon dioksit miktarıyla ilgili
verdiği rakamlar da yanıltıcıdır. Örneğin Carnegie Endowment
for International Peace için Sharon Squassoni’nin 2009 yılında
yazdığı rapora göre Fransız nükleer şirketi Areva, eğer bugünkü
tüm nükleer santralların ürettiği elektriği onlar yerine kömür
santrallarla üretseydi yılda 2,2 milyar ton ekstra karbon dioksit
salımı olurdu, yani bu mantığa göre nükleer santrallar yılda 2,2
milyar ton salımı önlemektedir diye hesaplıyor. International
Panel on Fissile Materials ise bu rakamı yaklaşık 1,5 milyar ton
olarak veriyor. Oysa bu hesaplar hem nükleer yakıt çevriminin
ürettiği sera gazını hesaba katmıyor, hem de kapatılacak bütün
nükleer kapasitenin kömür tarafından doldurulacağını varsayı-
yor. Oysa kapanan nükleer santralların yarattığı açığın enerji ve-
rimliliği ve yenilenebilir enerji kaynakları, hatta doğal gaz (ya da
normalde olacağı gibi bütün bunların karışımı) tarafından kapa-
tılmasının çok daha az sera gazı salımı anlamına geleceği açık.
Öte yandan Oxford Research Group tarafından Mart 2007’de
yayımlanan Secure Energy: Civil Nuclear Power, Security and
Global Warming başlıklı raporda iklim değişikliği ve nükleer
enerjiyle ilgili bölümü yazan Storm van Leeuwen nükleer enerji
üretiminin karbon emisyonlarının çok düşük hesaplandığını ve
nükleer endüstri tarafından yapılan bu hesaplamaların herhangi
bir yayınlanmış ve doğruluğu onaylanmış bilimsel veriye dayan-
madığını söylemektedir. Rapora göre mevcut şartlarda nükleer
34
santrallarda üretilen elektriğin kilovat saati başına 84-122 gram
karbondioksit salımı yapılmaktadır. OECD’nin verdiği rakam ise
11-22 gramdır (rüzgar enerjisine eşit). Ayrıca uranyum madeni-
nin tenörü zamanla azaldığı için ve düşük tenörlü madenlerden
uranyum ayrıştırmak çok daha enerji yoğun olduğu için önü-
müzdeki yıllarda (özellikle de nükleer enerji kapasitesi artarsa)
nükleer yakıt çevriminden kaynaklanan karbon dioksit salımları
çok daha yüksek düzeylere çıkacaktır. Bu konu kitabın 1.
Bölümü’nde detaylı olarak açıklanmaktadır.
Oxford Research Group yazarlarına göre; uranyum madenle-
rinin içerdiği uranyum miktarının azalması (ve yüksek tenörlü
madenlerin önce çıkartılması) nedeniyle, eğer dünya nükleer
enerji kapasitesi bugünkü gibi kalır, yani kapanan reaktörlerin
yerine yenileri konmazsa, uranyumdan elektrik üretiminden
kaynaklanan sera gazlarının seviyesi 2070’de doğal gaz santral-
larından kaynaklanan salımlarla eşitlenecektir. Eğer yeni yapıla-
cak olan santrallarla nükleer enerjinin dünya elektrik üretimin-
deki payı sabit tutulursa, bu noktaya 2050’de gelinecektir. Yani
nükleer enerji iklim değişikliğine karşı bir seçenek olarak görü-
lür ve yenilerinin yapımına devam edilirse, uranyum rezervleri-
nin verimsizleşmesi nedeniyle, sadece 35 yıl içinde doğal gaz
santralları kadar çok sera gazı emisyonuna neden olan nükleer
santrallardan oluşan bir kapasiteye sahip olacağız. Bu da bugün-
kü düşük karbonlu enerji üretimi iddialarının 2050’ye kadar ta-
mamen anlamsızlaşacağı anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla hem nükleer enerji sanıldığı kadar karbonsuz ol-
madığı, hem de (öyle olsa bile) iklim değişlikliğiyle hızlı bir mü-
cadele içinde olmamız gereken önümüzdeki yıllarda ekonomik
ve teknik nedenlerle karbonsuz bir ekonomiye katkı sağlayacak
kadar nükleer santral yapmak imkânsız olduğu için, Monbiot ve
Lynas gibi iklim değişikliği konusunu önemseyen yazarların
nükleer enerji merakının bilimsel bir dayanağının olmadığı gö-
35
rülmektedir.
Son olarak nükleer enerjiyi iklim değişikliğine karşı mücade-
lede bir seçenek olarak görmenin yenilenebilir enerjiye dayalı
bir enerji geleceğinin önünü tıkadığına dair görüşlerin bir kana-
atten ibaret olmadığını gösteren son bir çalışmaya değinelim.
Agora Energiewende’nin Nisan 2014’te yayımladığı “Düşük
Karbonlu Teknolojilerin Maliyet Etkinlik Karşılaştırması:
Hangisi En Ucuz Seçenek” başlıklı bir analize göre yeni rüzgâr ve
güneş santrallarıyla düşük karbonlu bir enerji sistemi yaratma-
nın maliyeti, bugünkü teknoloji ve bugünkü teşviklerle, nükleer
enerjinin %50 altındadır. Bu da karbonsuz olacak diye yeni nük-
leer kapasite yaratmanın (3 trilyon dolara yaklaşan) maliyetinin
ne kadar yüklü ve tercih edilemez olduğunu gösteren bulgular-
dan biridir.
Sonuç olarak nükleer enerji dünyanın en tehlikeli ve kirletici
enerji üretim biçimi olmasının ve nükleer silahlanmayla olan ya-
kın ilişkisinin yanı sıra, ekonomik rasyonaliteye uymayan bir
enerji politikasının dayatılmasına da neden olmaktadır.
Gerileme içindeki nükleer endüstrinin kendini kurtarması için
gereken bedeli, hem nükleer tuzağa yeni düşen Türkiye gibi ül-
kelerin halkları, hem de giderek daha acil bir hal alan iklim de-
ğişikliği mücadelesi ödemektedir. Bilimsellikten ve gerçeklerden
uzak nükleer endüstriyle mücadele, ancak bilimsel gerçekleri hiç
usanmadan araştırmak ve savunmakla mümkündür. Her şey bir
yana, nükleer endüstri katılımı, açıklığı ve şeffaflığı değil, dayat-
mayı, manipülasyonu ve göz boyamayı sever. Nükleere karşı
mücadele her şeyden önce bir demokrasi mücadelesidir.
Ümit Şahin
İstanbul, Nisan 2014
36