You are on page 1of 130

Mikrobun Keşfi

Hastalıklar Hakkında Düşüncelerimizi Değiştiren


Yirmi Yıl

John Waller
Çeviri:
Fahri Öz
TÜBİTAK POPÜLER BİLİM KİTAPLARI

TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları 600


Mikrobun Keşfi
Hastalıklar Hakkında Düşüncelerimizi Değiştiren Yirmi Yıl
The Discovery of the Germ
Twenty Years That Transformed the Way We Think About Disease
John Wailer
Çeviri: Fahri Öz
Redaksiyon: Banş Cezar

Metin © John Waller, 2002


© Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu, 2013

Bu yapıtın bütün haklan saklıdır. Yazılar ve görsel malzemeler, izin alınmadan tümüyle veya kısmen
yayımlanamaz.
TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları’nın seçimi ve değerlendirilmesi TÜBİTAK Kitaplar Yayın Danışma
Kumlu tarafından yapılmaktadır.

ISBN 978 - 975 - 403 - 848 - 4


1.Basım Haziran 2014 (5000 adet)

Genel Yayım Yönetmeni: Dr. Zeynep Ünalan


Telif İşleri Sorumlusu: Esra Tok Kılıç
Basım Hazırlık ve Son Kontrol: Nurulhude Baykal
Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni: Ayşe Taydaş
Basım İzleme: Yılmaz Özben

TÜBİTAK
Kitaplar Müdürlüğü
Akay Caddesi No: 6 Bakanlıklar Ankara
e-posta: kitap@tubitak.gov.tr
www.kitap.tubitak.gov.tr
esatis.tubitak.gov.tr

Ertem Basım Yayın Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti.


Nasuh Akar Mahallesi 1404 Sokak No: 19 Balgat Ankara
Resimler

1. Victoria döneminden tipik pis bir metropol varoşu ve onun şanssız


sakinlerinin resmi. Gustave Doré ve Blanchard Jerrold’un London: A
Pilgrimage (Londra: Kutsal Bir Yolculuk) adlı kitabından tıpkıbasım Londra:
Grant, 1872, ilk baskı, s.124.
2. Pasteur’un kuğu boyunlu imbikleri. Oeuvres de Pasteur'den, Cilt 2, Paris,
1922.
Teşekkürler

Bu kitap için birçok kişiye teşekkür borçluyum: Anlattıklarından


yararlandığım ve yapıtları bu kitabın kaynakçasında sıralanan birçok
tarihçiye, kitabın yayıma hazırlanması sırasında bana sundukları eşsiz
tavsiyeleri için Jon Turney, Simon Flynn, Michael Waller, Richard Graham-
Yooll ve Lawrence Hill’e, önemli makaleleri cömertçe çevirdiği için Alison
Stibbe’e. Karım Abigail bana inanılmaz bir şekilde destek oldu, bu kitap da
ona ithaf edilmiştir.
Abigail’e
Giriş
Her Açıdan Devrim Niteliğinde
Sözcükler de madeni para gibi değer kaybına uğrar ve gözden düşerler.
Devrim gibi iddialı sözcükler özellikle kırılgandır. Aslen Ameri-kan, Fransız
ya da Sanayi gibi sıfatlarla birlikte kullanıldığından dolayı, “devrim” kavramı
sayısız yazar tarafından, örneğin mutfak, iş yeri ya da ana cadde gibi
yerlerdeki göreceli küçük bir değişikliği vurgulamak için yersizce
kullanılagelmiştir. Bu tür sıradan olayların tersine, gerçek devrim dünyamızın
başlıca görünümünü ve ona bakışımızı dönüştüren bir şeydir. 1880 ve 1900
yılları arasında gerçekleşen kan-sız ama olağanüstü bilimsel devrim, bu
anlamda paradigmatik bir örnek sunar. Çünkü bu kısa zaman zarfında, tıp
muhtemelen o zamana kadar görülmüş en büyük dönüşümü yaşamıştır.
Sadece 20 yıl içinde, mikropların hastalıklara yol açmadaki temel rolü ilk kez
net bir şekilde ortaya konmuş ve Batılı doktorlar hastalıkların nedenleri ve
doğası hakkında bir şekilde binlerce yıldır süregelen yanlış fikirleri terk
etmişlerdir.
Bu sıra dışı devrimin itici gücünü, birbiriyle sıkı rekabet içindeki iki ekip
oluşturmuştur. Bu ekiplerden biri kılı kırk yaran, sistematik ve çok parlak bir
gözlemci olan Alman bilim insanı Robert Koch tarafından; diğeri ise gözü
pek, riske girmekten çekinmeyen ve inanılmaz derecede yaratıcı bir Fransız
olan Louis Pasteur tarafından yönetiliyordu. İnsanoğlunun minicik
mikropların bulaşıcı hastalıklara yol açtığını keşfedişinin öyküsü, büyük
ölçüde bu bir avuç insanın yaptığı bir dizi olağanüstü deneyin keşfidir. Çok
az kimse insanoğlunun çaba gösterdiği bir alanda bu denli çarpıcı ve kalıcı
bir etki yaratabilmiştir. Bilim alanında da bu kadar keskin ancak şaşırtıcı
derecede verimli bir rekabet görülmemiştir. Pasteur ve Koch bilimsel
kariyerlerine atıldıklarında, mikrop kuramı tıptaki kurulu düzenin neredeyse
tamamının gerçekdışı diye görüp reddettiği şüpheli bir varsayımdan öte bir
şey değildi. Tüm bu çalışmaların sonucunda, 1900 yılının tıp dünyası 1800
yılınınkinden tamamen farklı olmuştu. Binlerce yıl süren hüsnükuruntu ve
karanlıkta bocalamanın ardından tıp bilimi sonunda doğru yolu bulmuştu.
Birkaç 30i önce tamamen işe yaradığı düşünülen kuramlar birdenbire
eğlenceli tuhaflıklar haline gelmişti. Doktor ve cerrahlar kendilerinden önceki
meslektaşlarının hastaların kanını neden neredeyse bayıltana kadar
akıttıklarını merak etmeye başladılar. Diğerleriyse öksürük ve hapşırığın
gerçekten hastalık yaydığını ilk kez fark ettiler. Birçoğu ise ameliyat
bekleyen bir sonraki hastaya geçmeden önce bisturiyi zaten kan lekeleriyle
kaplı önlüklerine şöyle bir silivermenin hijyenik açıdan yeterli görüldüğü
gençlik dönemlerini hatırlayınca dehşete düşmeye başladılar. Mikropların
hastalığa yol açtığının soluk kesici şekilde hızlı gelişen keşfi, kesinlikle
devrim niteliğindeydi.

Bir Devrimin Anatomisi


Bu kitap, mikrop kuramının nasıl, neden ve kim sayesinde son derece
tartışmalı bir kuram olmaktan çıkıp modern tıbbın ana ilkelerinden biri hâline
geldiğinin izini sürer. Söz konusu meseleler basit bir biçimde ifade edilmiştir.
Mikrop kuramının kabul gören görüş hâline gelebilmesi için üç şeyin
doğruluğunun ortaya konması gerekiyordu: Birincisi, mikropların vücutta
hastalıklara yol açabileceğiydi. İkincisi, bunların kişiden kişiye geçebileceği,
üçüncüsü de her bir bulaşıcı hastalık için belli bir mikrobik aracı
bulunmasıydı. Başka bir deyişle, spesifik bir mikrobun, yatkınlık gösteren
konakçılarda her zaman aynı hastalığa yol açması gerekiyordu.
Doğal olarak, mikrop kuramının doğruluğunun kanıtlanmasından bir yüzyılı
aşkın bir süre geçtikten sonra, bu fikirler bize oldukça aşikâr gelebilir.
Dolayısıyla ilk yapmamız gereken şey, bize tamamen apaçık gelen bir
kurama bu kadar uzun süre direnen insanların zihinlerine nüfuz edebilmektir.
1850’li yıllara kadar birçok doktor her zaman için hastalıkların çeşitli farklı
nedenleri olabileceğini düşünüyordu; onlara göre, insanlar tıpatıp aynı
hastalıklara farklı nedenlerle yenik düşüyorlardı. Gerekli koşullar yoktu ve bu
yüzden doktorların mikroplar gibi hastalığa yol açan belli aracılar araması
için fazla bir neden de görünmüyordu. Mikrop kuramının alaşağı etmek
zorunda olduğu tıbbi görüş işte buydu. Ancak eski ve yeni tıp arasındaki bu
farklılığa rağmen, mikrop kuramı 1800’lerin sonunda durup dururken ortaya
çıkmış değildir. Tıpkı Isaac Newton’un "devlerin omuzlarında" durduğunu
söylemesi gibi, mikrop kuramının önde gelen isimleri de kendilerinden önce
gelenlere çok şey borçluydu.
Bu devrimin kökenlerinin izini sürmek için mikroskobun icadına ve dünyanın
neredeyse her bir santimetrekaresinin mikrobik yaşamla dolu olduğunu
afallayarak fark eden öncülere dönüp bakmamız gerekir. Sonraki yüzyıllarda
sayısız insanın ölümüne yol açan büyük salgın hastalıkların yayılması,
giderek bilimsel bir özellik kazanan tıbbın ortaya çıkışı ve doktor-hasta
ilişkilerinin doğasındaki değişimler, tıp mesleğini icra edenlerin hastalıklara
karşı tavrını değiştirdi ve neticede mikropların hastalıklara yol açmadaki rolü
konusunda kafa yormalarına yol açtı. Derken 1880 ve 1900 yıllan arasında
çığır açıcı bir deney furyası, bu kurama karşı çıkan dar görüşlü birkaç kişi
haricinde, mikrop kuramının doğruluğunu nihayet herkesin kafasına soktu.
“Devrim niteliğinde” deyimini gerekli kılan da işte bu can alıcı yirmi yılın
inanılmaz hızı, yoğunluğu ve heyecanıdır.
Pasteur, Koch ve onların kendileri kadar tanınmayan destekçileri ile yüzlerce
insan denek ve unutulan sayısız deney hayvanı mikrop devriminde önemli bir
rol oynamışlardır. Ancak bu, insan dehası, özveri ve deneysel hünerle örülü
bir hikâye olsa da, bir yüzyılı aşkın bir süredir biriken romantik mitleri
ayıklayınca, bu öykünün sonundaki zaferin araştırmacı zekâ ve insancıl
kararlılığa olduğu kadar, şansa ve katıksız hırsa da çok şey borçlu olduğu
anlaşılıyor. Yakın dönemlerdeki araştırmacılar mikrop kuramı tarihini onu
sarmalayan mitlerden arındırmak için çok çaba sarf etmelerine rağmen,
günümüz tarihçileri bile bunun gerçek anlamda bir devrim olduğunu
yadsımazlar.
I Mikroptan Önce
1. William Brownrigg'e Göre Dünya
On sekizinci yüzyıl İngiliz doktorlarından William Brownrigg’in hastalık
seyir def-terinden bir alıntıyla başlıyoruz, iyi eğitim almış, kültürlü ve
döneminin en iyi tıp okulların-da öğrenim görmüş olan Brownrigg,
zamanında tıp biliminin önde gelen isimlerinden biriydi. 13 Kasım1738'de
ciddi ateşten mustarip olan Bayan Musgrave adında “çilli, narin bir kız”ı
muayene etmek için çağrılmıştı. Daha sonra Brownrigg "Kızın yüzü,” diye
yazmaya başlamıştı, kabarıp şişmişti, şişkinlik alnından başlamış, sonra da
burnuna, üst dudağına ve yanaklarına yayılmıştı. Bu durum büyük bir ağrıya
neden oluyordu ve hastanın idrarı açık renkliydi... Hasta altı gün içinde yedi
kez hacamat edilmiş, her defasında hastadan büyük miktarda kan alınmıştı,
bu yüzden de kendini sık sık halsiz hissediyordu.
Brownrigg sonra da notlarına, “enseye ve bacakların alt kısımlarına tatbik
edilen lokal yakılar, nitröz tozlan ve tartar ile ateş düşürücü uygun bir diyet
uygulandı ve bu sayede hastalık tamamen ortadan kayboldu” diye ekledi.
Şimdi kolaylıkla Bayan Musgrave’in ciddi bir bakteriyel enfeksiyon olan
1
erizipele yakalanmış olduğunu ve bundan şans eseri kurtulduğunu
söyleyebiliriz. Ancak Brownrigg kızın hayatta kalmasını uyguladığı tedaviye
bağlayarak gönense de elbette hastalığın mikroorganizmalardan kaynakladığı
hakkında hiçbir fikri yoktu. Bunun yerine Bayan Musgrave’in ateşinin nedeni
olarak onun “narin yapısını”, vücudunda biriken “kusurlu sıvılar”ı ve
havaların “aşırı derecede nemli, yağışlı ve günbatımdan esen rüzgârlar
yüzünden soğuk” olmasını gösteriyordu. William Brownrigg bir şarlatan
olamayacak kadar çok iyi bir eğitime ve bu yörenin insanları arasında seçkin
bir yere sahipti. Öyleyse, bu düpedüz tuhaf tanı ve tedavisini nasıl
yorumlamak gerekir?

Tıbbın Sululuk Anlayışı


Hippokrates ve Galenos’un saygın geleneğine uyan on sekizinci yüzyıl
doktorları, hastalığı doğa yasalarının çiğnenmesi sonucu sağlıklı olma
durumundan sapmak olarak görüyorlardı. Bu yasalar, insanın ruh halinin yanı
sıra hava, yiyecek ve içecek, hareket ve dinlenme, uyku ve uyanma, boşaltım
yapma ve retansiyonu da içeren sözde “doğal olmayan” çevresel, fiziksel ve
psikolojik etmenlerden oluşan geniş bir yelpazeyi hesaba katıyordu. Ne
zaman bu doğal olmayan etmenlerle bireyin fiziksel durumu arasında bir
uyumsuzluk ortaya çıksa hastalık kaçınılmaz bir sonuç oluyordu, örneğin,
kötü hava, kirli kana sebep olan içeceklerin aşırı tüketimi, melankolik bir ruh
hali, terlemenin engellenmesi, hatta aşırı hareketsiz yaşam tarzının
günümüzde bulaşıcı hastalık olarak bildiğimiz şeylere neden olabildiği
düşünülüyordu.
Yine antik tıpçılardan yararlanan 1700’lerin doktorları, doğal olmayan
etmenlerin vücut sıvılarını (kan, balgam, safra, idrar, ter, vb) altüst ederek
hastalığa yol açtığına inanıyorlardı. Kişi, fazla biriken sıvılarından herhangi
biri bir dengesizlik durumu yarattığında ya da bu sıvılar bozulduğunda veya
"kusurlu” hale geldiğinde hasta oluyordu. Bu yüzden bir hastanın balgamı
birikirse çoğu doktor bunu tereddütsüz bir şekilde altta yatan bir hastalık
olarak yorumluyorlar ve bunun vücuttan atılmasını da tek olası tedavi olarak
değerlendiriyorlardı. Doktor, balgamın vücuttan atılmasına yardım ederek
vücut sıvılarının ideal dengeye kavuşmasına ya da vücudun zararlı sıvıları
atmasına destek olduğunu düşünüyordu.
Örneğin Brownrigg’in erizipel hastalığından mustarip bir soylunun vakasını
betimlemesine bakalım. Hastanın ateşi, Brownrigg’e göre, vücudunun zararlı
ya da fazla sıvıları atma girişiminin bir iç tıkanma yüzünden sekteye
uğradığını gösteriyordu. Bunun üstesinden gelmek için soyluya “şarapta
çözünmüş cıva”dan oluşan sert bir karışım verildi, bu reçetenin etkisiyle
hastanın sinüsleri yoğun miktarda balgam boşaltmaya başlayacaktı. Birkaç
gün sonra Brownrigg hasta konusundaki kesin hükmünü verebilecek
durumdaydı: “Tamamen iyileşti.” Onun açıklamasına göre ilaç “vücudun
boşaltım kabiliyetini artırmış, böylece burnun sümkürülmesiyle erizipele
neden olan madde dışarı atılmıştı.”
Bu tür bir akıl yürütme, doktorların kanın yoğunluğu ve hastanın dışkısının
kokusu, kıvamı ve rengi konusunda sıkça vurgulanan saplantısını
açıklamaktadır. Bu durum, aynı zamanda, hastalarının maruz kaldığı
kusturucular, müshiller, idrar söktürücüler ve ter söktürücü ilaçlardan oluşan
zengin tıbbi cephaneliğin de açıklamasını sunmaktadır. Yalnız şu kadarını
söyleyelim ki, “kusurlu" ve "denge” tıp terminolojisinde en popüler üç
sözcük arasında yer alıyordu. Diğeri ise “enflamasyon”du. Birçok doktor
insan vücudunu bir tür hidrolik makine gibi görüyordu. Damarlar,
atardamarlar ve gözenekler su değirmenlerinde kullanılan borulara,
supaplara, pompalara ve tüplere benzetiliyordu. Bu yüzden, doğal olmayan
etmenlerin aynı zamanda vücudun bu katı bileşenlerini altüst edebileceği,
şişkinliğe yol açıp sıvıların rahatça akışını engelleyebileceği de ileri
sürülüyordu. Sonra bunlar birikiyor ve zehirleyici bir hal alarak tifodan
iskorbüte bir dizi hastalığa yol açabiliyorlardı. Dolayısıyla, enflamasyonu
düşürmek Brownrigg’in döneminin önemli kaygılarından bir diğeriydi.

Nedenler ve Sonuçlar
Vücut sıvıları kuramının ve on dokuzuncu yüzyıla kadar geçerli kalan
türevlerinin temellerine göre, belirli bir hastalık diye bir şey yoktu. Bir
hastalığın aldığı belli biçim, söz konusu sıvılara, sıvıların vücutta biriktiği
yerlere ve vücudun bu sıvıları atmaya çalıştığı yerlere bağlıydı. Bütün bunlar
oldukça öngörülemez olduğundan, doktorlara göre hastalıkların nadiren
öngörülebilir bir seyri oluyordu. Tabii ki kızamık, veba ve kızıl hastalığı
birbirinden ayırt edilebiliyordu. Ancak bir hastalık durumunun, talihsizlik ya
da yanlış tedavi yüzünden, her zaman başka bir şekle bürünebileceği
beklentisi vardı.
Doktorlar da hastalar da hastalığa yol açan sıvıların vücudun bir bölümünden
başka bir bölümüne geçmesinden, çok daha hassas bir yere yerleşmesinden
endişe duyuyordu. William Abel adlı biri 1718 yılında, “Kanımı seyreltmek
ve gut hastalığını engellemek için ferahlatıcı içeceklerden bolca içmek
suretiyle diyabet oldum —ki bu durumu daha da kötüleştirdi” diye yazmıştır.
Yüz elli yıl sonra İngilizlerin kadın kahramanı Florence Nightingale’in
yazdıklarında da aynı düşünceyi görürüz. “Hastalıkların başladığına, gelişip,
başka hastalıklar hâline gelişine tanık oldum. Belirli hastalıkların olduğu
doktrini ise,” diye nutuk atmaya devam eder Nightingale “zayıfların,
eğitimsizlerin ve akıl sağlığı bozuk olanların sığınağıdır."
Bu düşünce yapısının diğer bir çarpıcı özelliği de doktorların hastalıkların tek
bir nedenden kaynaklanabileceği fikrine pek rağbet etmemeleridir. Örneğin,
günümüzde gıda zehirlenmesi ya da grip gibi rahatsızlıkların ortaya çıkışını
açıklarken bunlara virüslerin ya da bakterilerin neden olduğundan başka bir
açıklama bulmaya çalışmayız. Oysa on sekizinci yüzyılda hastalıkların ortaya
çıkışıyla ilgili açıklamalar, neredeyse her zaman birden fazla neden arama
eğilimindeydi. Buna iyi bir örnek, Brownrigg’in hemoroitlerin nedenleriyle
ilgili açıklamasıdır. Kendisi de aynı rahatsızlıktan mustarip olan Brownrigg
bu konu üzerinde epey kafa yormuştu ancak yaklaşımında sıra dışı hiçbir
özellik yoktu:
“güçlü bir tür melankoli sıvısından kaynaklanan, genellikle sindirimi zor katı
yiyecekler tüketenleri, içki âlemleriyle bünyelerini yoranları ya da dertten
tasadan kurtulamayan ya da hareketsiz bir hayat sürenleri veya son olarak
kendilerini özellikle de geceleri yoğun şekilde okuyup yazmaya verenleri
etkileyen hazımsızlık.”
Brownrigg gibi doktorlar, farklı hastalıkların nedenlerini ikiye ayırmışlardı:
“yatkınlık yaratan” ve "uyaran” etkenler. Bu nedenlerin ikisinin de
mevcudiyeti sağlığın bozulması için zorunluydu. "Yatkınlık yaratan” etkenler
genellikle bireyin mevcut sıvı yapısıyla, genel iklim koşullarıyla ve solunan
havanın niteliğiyle bağlantılıydı. "Uyaran” etkenler ise atmosferde dolaşan
zehirli dumanlar (miasma olarak bilinirlerdi), ruhsal bunalım dönemleri ve
her tür aşırılık gibi unsurları içeriyordu.
Burada önemli olan, bir şekilde bu uyaran ve yatkınlık yaratan etken
kavramlarının spesifik hastalıkların belli nedenleri olabileceği düşüncesini
gereksiz kılmasıydı. Bunun yerine, tamamen farklı rahatsızlıklar aynı zararlı
maddeye her bir bireyin kendine özgü tepkisi olarak görülüyordu. Örneğin,
neredeyse bütün doktorlar, zararlı gazları soluyanların kolera, tifo, difteri ve
dizanteri gibi hastalıklara yakalanacağını varsayıyorlardı. Ama hastanın
yakalandığı hastalığın ne tür gazın solunduğuna değil, hastanın geçmişine ve
hassasiyetlerine bağlı olduğu düşünülüyordu.
Buna karşılık, iki hasta aynı belirtileri gösterdiğinde doktorlar açıklama
olarak sıklıkla çok farklı nedensel etkenlere sığınıyorlardı. Örneğin, William
Buchan’ın 1774 yılında yayımlanan Domestic Medicine (Ailenin Tıp Kitabı)
adlı çoksatan kitabında iskorbütlü bir fabrika işçisine çürümüş diş etlerinin,
ağrılı eklemlerinin, halsizliğinin ve ülserasyonlanın yeterince sıkı giyinmeme,
yetersiz kişisel temizlik ve sağlıksız beslenmenin yol açtığı “kusurlu sıvılar”
dan kaynaklandığı söyleniyordu. Diğer taraftan, iskorbütlü bir malikâne
sahibi, muhtemelen çok yağlı ve sindirimi zor gıdalar yediği, dışarıda temiz
hava solumak yerine çok uzun süre koltuğunda oturduğu için
paylanabiliyordu. Hastalık, her durumda, bireylerin yaşam tarzıyla ilgili
görülüyordu. Özetlemek gerekirse, on sekizinci yüzyılda hastalıkların nedeni
ve tedavisi hakkındaki fikirler, temel olarak, hastalığın bireyin fizyolojik
durumuyla yaşam biçimi arasındaki uyumsuzluktan kaynaklandığı inanışına
yaslanıyordu. Bu durumda, hastalık sağlıksız yaşam biçimine bireysel bir
tepki olarak düşünülürse, doktorların tanılarını ve tedavilerini her bir hastaya
göre geliştirmeleri de akla yatkın gelir. Bu yüzden, dönem insanlarının
kendilerine özgü yatkınlıklarla mücadele etme biçimleri, diyete ilişkin uygun
tavsiyeleri ve vücuttaki zararlı ya da aşırı fazla sıvıların atılması için gerekli
pratik yöntemleri bir araya getiriyordu.
Dolayısıyla, Brownrigg rahatsızlık çeken Bayan Musgrave’in nesi olduğunu
değerlendirdiğinde, hastalığa yol açan uzun bir nedenler listesi hazırlarken
başarısızlık olasılığını azaltmak peşinde değildi. Tam tersine, dönemin tıp
düşüncesiyle tamamen uyumlu bir şekilde, önce hastalığa zemin hazırlayan
inandırıcı bir neden (hastanın “narin yapısı”), sonra “aşırı derecede nemli,
yağışlı” hava ve “günbatısından esen rüzgârlar” gibi hastalığı uyardığını
düşündüğü nedenleri ileri sürüyor, en sonunda ise "hastalığa yol açan
kabahatli sıvıların neden olduğu" bir hastalık çıkarımına ulaşıyordu.
Brownrigg daha sonra, yine dönemin inanışları doğrultusunda hareket ederek,
toksik sıvıları hastanın bedeninden temizlemek için her çareye başvurmuş ve
enflamasyonu dindirmek için hastaya ateş düşürücü bir diyet vermişti.
Kısacası, Bayan Musgrave'in anne ve babası becerikli ve bilgili bir doktor
tercih ettikleri için kendileriyle ne kadar övünseler azdı.

İyi Bilim, Kötü Tıp


Yukarıda anlatılanlardan Brownrigg ve meslektaşlarının sahtekâr ya da aptal
olmadıkları anlaşmıyorsa, onca şeyin yanında mikropların da hastalığa yol
açmadaki rolüne neden kafa yormadılar? Bu soruya verilebilecek yanıtlardan
biri mikrop kuramını 'destekleyen kanıtların on dokuzuncu yüzyılın sonlarına
kadar oldukça cılız kalmış olmasıdır. Ancak Brovvnrigg’in tıbbi dünya
görüşünün sayısız meziyetleri de görmezden gelinmemelidir. Bütün iyi
bilimsel kuramlar gibi onun kuramı da birbirinden tamamen farklı bir yığın
fiziksel olguya yalın bir açıklama getirmektedir. Tutarlı ve insanın gözünde
kolayca canlandırabileceği bozulmuş ve dengesini kaybetmiş vücut sıvıları
fikri, sağlık ve hastalıkla ilgili birçok hususu tam olarak açıklayabiliyordu.
Ne de olsa pek de hoş olmayan vücut sıvılarının üretimi, dışarı atılması ve
vücutta tutulmasıyla birçok hastalığın gerçekten çok yakın bir ilgisi vardır.
Gıda zehirlenmesi sonucunda kustuğunuzda, vücut safrayla birlikte
rahatsızlığa yol açan maddeyi de dışarı atmış olur. Veremseniz,
öksürüğünüzle birlikte kanlı balgamı da atarsınız. Vebaysanız, koltuk
altlarınızda ya da kasığınızda içleri lenfle dolu iri hıyarcıklar çıkar. Aynı
şekilde, birçok vakada kusma ya da öksürük sona ererse ya da şişlikler ve
yumrular kaybolursa hasta iyileşmiş demektir. Hastalıklara neden olan
mikroplar konusundaki modem bilgilerin yokluğunda, bu tür gözlemsel
kanıtlar, hastalığın vücut sıvılarının aşın derecede artmasından ya da
bozulmasından başka bir şey olmadığı fikrini desteklemektedir. Vücut sıvıları
kuramı, her yöne çekilebilir ve değişik şekillerde yorumlanabilir olmasından
da güç almıştır. Eğer tedavi onca kan almaya ve neredeyse akla gelebilecek
her türden zorla ekskresyona —boşaltıma- rağmen başarısızlığa uğrarsa,
bireyin denge durumunun düzelemeyecek kadar bozulduğu sonucuna
varılıyordu. Diğer taraftan, tedavi başarılı olursa doktor kendisine öğretilen
kuramların doğruluğunu bir kere daha teyit etmiş oluyordu. Ama bütün bu
sürecin bir şarlatanlık olarak algılanmaması için, vücut sıvıları kuramının
başarısında hem hasta hem de doktor tarafından kabulünün önemli bir yere
sahip olduğu unutulmamalıdır. Bu fikirler yalnızca gözle görülen durumla
örtüşmekle kalmıyor, aynı zamanda çoğunlukla doktorların ve tıp
mesleğinden olmayanların saygı duyduğu kadim metinlere de dayanıyorlardı.
Vücut sıvıları kuramı, büyük oranda uygar dünyanın ortak entelektüel
mirasının bir parçası olduğu için ayakta kalmıştır.

Doktorların Hastalara Tutumu


Brownrigg’in tıbbi bakış açısının ayakta kalmasının bir başka nedeni de on
sekizinci yüzyıl toplumunun bütün özellikleriyle örtüşmesidir. Bu katı
hiyerarşik çağda, zengin hastalar kararlan genellikle kendileri veriyorlardı ve
doktorlar da onlara hürmette kusur etmiyorlardı. Bu itaat kendini birkaç
değişik şekilde belli ediyordu. Bir kere, hastayı ziyaret etmek doktorun
göreviydi, tersi değil. Ancak zamanının çoğunun hastanın başucunda
harcadıkları için doktorların çoğu tuhaf bir şekilde hastalıkların doğası
konusunda bireyselleşmiş bir izlenim edinebiliyorlardı. Tek bir hastaya ve
onun yaşam tarzına odaklandıklarından hastalıkların kendine özel durumları
ön plana çıkıyor, genel özellikleri ise gözden kayboluyordu. Ne yazık ki, bu
dar bakış açısı, hastaların aynı nedenlerden ortaya çıkan hastalıklardan
mustarip oldukları gerçeğini doktorların fark etmesinin önüne geçiyordu.
Yine bu sosyal aşağılık kompleksi, doktorları soylu hastalarının sağduyusuyla
ve genel bilgileriyle çelişebilecek herhangi bir kuram geliştirmekten
alıkoyuyordu. Yenilik, entelektüel fiyaka satmakla eşdeğer görülebilirken,
sadece bir iki modern ek özellik katarak antik kurama bağlı kalmak daha
güvenli bir yoldu. Toplumsal görgü kuralları da aynı şekilde doktorların
düzgün fiziksel muayene yapmasını engelliyordu. Örneğin Edinburglu John
Rutherford, 1768 yılında bir kadın hastasının kötü sağlığının “lohusa- lık
döneminde maruz kaldığı kötü muameleden” kaynaklandığını söylediğini
yazar. Rutherford, hastanın “yaralandığını ve muhtemelen vajinasından
olduğunu” da ekler. Ancak hastanın eteğini kaldırıp bizzat baktığım ima eden
hiçbir şey yazmamaktadır. Bunun yerine, bu vakayı, hastanın dişetlerini ve
gözkapaklarının altındaki deriyi her zaman dikkatlice incelemenin
meziyetlerinden bahsetmek için kullanır.
Muayene yüzle, nabızla, vücut sıvılarıyla ve genel durumla sınırlı
kaldığından, hastalıkla ilgili bilginin çoğunlukla bugün “semptom” olarak
bilinen şeylerle sınırlı kalması hiç de şaşırtıcı değildir. Ancak çoğu doktor bu
durumdan tamamıyla hoşnuttu. Onlara göre tıp fazla fiziksel muayene
gerektirmeyen ussal bir aktiviteydi. Her hâlükârda fazla temas, eğitimli
doktor ile onun kadar saygın bir yeri olmayan ve kaçınılmaz olarak hastayla
daha fazla temas eden (ameliyata olduğu kadar berberliğe de zaman
harcayan) cerrah arasındaki toplumsal uçurumu aşındırma tehdidini
beraberinde getiriyordu. Doktorlar vakaları fazla derinlemesine incelemenin
fazla bir anlamı olmadığını düşünüyorlardı. Bu yönde desteklendikleri de
söylenemezdi. Diseksiyon fırsatları olsa bile, bu işleme tabi tutulanlar, kırık
boyunları ve birkaç bağırsak kurdu dışında, oldukça sağlıklı sayılabilecek
idam edilmiş suçlulardı.
Ancak doktor-hasta ilişkisinde, zengin hastaların gücü büyük ölçüde ellerinde
tutması, onlara farklı anlamlarda çok pahalıya mal oluyordu. Doktorlar,
hastaların sadakatini kazanmak için sunulan tedavilerin, on sekizinci yüzyılda
kalabalık bir güruh oluşturan ebelerden ve şarlatanlardan devşirilen, her derde
deva olduğu söylenen etkisiz safsatalar olmadığı konusunda hastalarını ikna
etmek zorunda kalıyorlardı. Sonuç olarak, hastaların tuvalette uzun süre
kalmasına ya da bir leğenin üstüne eğilmiş bir halde sürekli salya
akıtmalarına neden olan kahramanca yöntemleri tercih eder hale geliyorlardı.
Bu sözde “tedavilerin” etkileri o kadar aşırı oluyordu ki doktora ödeme yapan
hastalar, en azından ödedikleri paranın karşılığında bir şeyler elde ettiklerini
düşünüyorlardı. Bu akut rahatsızlık, hastaları doktordan soğutmak bir yana,
onların birçoğunu doktorlarının kesinlikle işlerinin erbabı olduğu konusunda
ikna ediyordu.
Toplumsal ilişkiler ile sağlık ve hastalık hakkındaki fikirler arasındaki bu sıkı
uyum, tıbbi ilerlemenin hayata geçebilmesi için toplumun yapısında büyük
bir sarsılma olması gerektiği anlamına geliyordu. Bu yüzden mikrop
devriminin perde arkasında, on sekizinci yüzyıldaki toplumsal katmanların
eğilip büküldüğü, bazı ülkelerde ise çöktüğü, sanayi devriminin bulunması
tesadüf değildir. Böyle olunca da, tekstil imalathanesinin durmak bilmeyen
gürültüsü, buharlı trenin düzenli çuf çufu ve köktenci hatibin tiz konuşma
tonu bu çarpıcı gelişme için uygun bir fon müziği oluşturmaktaydı.

İşler Değiştikçe...
Ancak, on sekizinci yüzyılın ilk dönemlerinden başlayarak eski kuramsal
çerçevenin bazı bölümleri eleştiri oklarına maruz kalmaya başlamıştı. Bu
eleştiriyi ateşleyen şeylerden biri yeni buluşlardı. Sinir sistemi hakkında
giderek daha çok şey öğrenilmeye başlanmasıyla, birçok doktor, hastalıkları
vücut sıvılarının akışı, dengesizlik ve enflamasyon ile olduğu kadar bozulmuş
sinirler ile de açıklamaya başladılar. Kurbağaların motor sinirlerinin
elektrikle kontrol edilebileceğinin, sonraları ise giyotinde idam edilen
aristokratların kanla kaplı sepetlerden alınan kellelerindeki yüz ifadelerinin
bile, baldırı çıplakları eğlendirmek amacıyla, elektrik verilerek
değiştirilebileceğinin ortaya konmasıyla birlikte, sinirlerin önemine yapılan
vurgu belirgin bir şekilde artış gösterdi. Gene de 1820’lerden önce bu türden
gelişmeler, vücut sıvıları kuramının popülerliğini ciddi anlamda sarsmamıştır.
Birçok doktor eski fikirleri alaşağı etmektense sadece yeni bulguları mevcut
çerçeveye yedirmiştir. Eski şablonlar sürekli olarak yeniden kullanıma
sokuluyordu. Eski yöntemlerin etkisi o kadar güçlüydü ki, ta 1850’lerde
doktorlar hâlâ “doğal olmayan” etmenlere büyük önem atfediyorlardı;
hacamat, ishal, kusturma ve lavman ise gözde tedavi yöntemleri olmaya
devam ediyordu. Hepsinden öte, erken Victoria dönemindeki doktorlar,
herhangi bir hastalığın farklı yollarla ortaya çıkabileceği görüşüne sıkı sıkıya
inanıyorlardı. Ancak mikrop kuramının savunucuları başarı sağlamaktan çok
uzak olsalar da bazı etkenler onların lehineydi. Bütün meziyetlerine karşın
vücut sıvıları kuramı tezinin sonunu hazırlayan tohumlar bizzat kuramın
ortaya çıkışından kısa bir süre sonra ekilmeye başlanmıştı. Rönesans
döneminde daha çok tohum ekildi, bunların serpilmesi başlarda çok yavaş
olsa da 1800’Ierin başlarında mahsul olgunlaşmaya başlamıştı. Kitabın
ilerleyen bölümlerinde, sonunda bir araya gelerek bu süreci tamamlayan ve
böyle- ce mikrop devrimini mümkün kılan ana eğilimlerden üçü ele
alınmaktadır. Birincisi, mikropların keşfi ile mayalanma ve çürümeye yol
açmadaki rollerinin zamanla kabulü. İkincisi, tıp uygulamalarında doğrudan
Fransız Devrimi’nden kaynaklanan dönüşümler. Son olarak da enfeksiyon ve
hastalıkların bulaşmasının öneminin kavranması.
II Devrimin Mikropları: Devrimin
Tohumları MÖ 500 - MS 1850
2. Ölüm Cephanelikleri
Kadim tıp geleneği, modern mikrop kuramında yer alan hastalığa “dışarıda”
bir şeyin neden olduğu yönündeki temel fikre tamamen yabancı değildi. Bu
kadarı, Hipokrat’ın MÖ 5. yüzyılda yazdığı, en bilinen yapıtının başlığından
(Havalar, Sular ve Yerler) kolayca anlaşılabilir. Modern tıbbın babasına göre,
hava koşullarından mevsimle-re, rakımdan rüzgâr yönüne kadar geniş bir
etkenler dizisi hastalığa yol açabiliyordu. Ancak Hipokrat hastalığa en yatkın
yerlerin arasında, durgun su kaynaklarının ya da bataklıkların yakınlarında
kurulu kasabaları özellikle vurgulamıştı. Bu yerlerde rüzgârın civarda
yaşayan insanlara ölümcül gazlar taşıdığına inanılıyordu. Bu zararlı gazlar
tam olarak tanımlanmamıştı. Anlaşılan kötü kokan sular ve pis koşullar ile
hastalıklar arasında bir bağlantı kuruluyordu; antik kültürler kötü kokuyu
kötüye işaret olarak gördüklerinden, iyi temizlik koşullarının önemini
çabucak kavradılar.
Elbette bu durum, Antik Yunanların hastalıkların yayılmasında mikropların
rolünü kavradıkları anlamına gelmez. Neredeyse diğer her şey hakkında akıl
yürütmüşlerdir denebilir ancak mikrop kuramı düşünsel dünyalarında yer
almıyordu. Ne var ki Antik Yunanlar ardıllarına her ikisi de pislik ve
çürümeyle ilintili olan, havayla taşman gazların ve suyla taşman zehirlerin
hastalıklara yol açabileceği fikrini miras bırakmışlardır. Bilhassa Romalılar
halk sağlığı programlarına büyük yatırımlar yapmışlardır. Pislik, kirli su ve
hastalık arasında kurdukları ilişkiyi simgeleyen devasa bir anıt niteliğinde
olan binlerce mil uzunluğunda su kemerleri inşa etmişlerdir.
Engizisyon raporlarının günümüze kadar ulaşması sayesinde Ortaçağ
köylülerinin temizlik uygulamaları hakkında kanıtlar bulabilmekteyiz. Güney
Fransa’nın dağlarında yer alan Montaillou köyünün Hristiyan olmayan
sakinleri hakkındaki bir raporda, bu insanların hayatlarını tamamen sağlıksız
bir biçimde sürdürdükleri belirtilmektedir. Bu bölgede, ister zengin ister fakir
olsun hiç kimse banyo yapmıyordu; dahası, köyün yakınlarında yer alan
dereler çoğunlukla cüzzamlılara terk edilmişti. Ancak bir sürü gelenek ve
tabu sebebiyle, yiyeceklerin hazırlanması ya da kutsanması esnasında
kullanılan vücut bölümleri, özellikle eller, yüz ve ağız vücudun geri kalanına
kıyasla temiz tutulurdu. Zararlı maddelerin yutulması sonucu hastalığa
yakalanma endişesinin yarattığı korku, Montaillou köylülerini yemekten önce
ellerini yıkamaya ve yüzlerini kaba dokunmuş bezlerle iyice silmeye sevk
etmişti.

Zehirli Miasma’lar
Ancak pislik ve hastalık konusundaki fikirler on yedinci yüzyılın ortalarına
kadar kesinlik kazanmamıştır. Sonra, aralarında Robert Böyle ve Thomas
Sydenham’ın da bulunduğu bazı İngiliz doktor ve bilim insanları havanın
hastalığa yol açabilen, genellikle yerden çıkan, küçük inorganik parçacıklar
içerdiği görüşünü savunmaya başladılar. On sekizinci yüzyılın ortalarına
gelindiğinde, bu solunabilir parçacık ya da miasmatik hastalık kuramı son
derece popüler olmuştu. Sağlığa zararlı büyük şehirler ile yıkıcı ve bulaşıcı
hastalıkların ortaya çıkmasını takiben, hijyen giderek daha fazla ciddiye
alınmaya başladı. Aslında birkaç kuşak içinde insanlar koku konusunda daha
ince bir kavrayış edindiler. On sekizinci yüzyılda şehirlerde yaşayan
yoksullar hâlâ apar topar inşa edilmiş, iğrenç sayılabilecek derecede pis ve
sağlıksız yerlerde yaşıyorlardı. Ancak büyük Avrupa şehirlerindeki "vebalı
insan mezbeleleri ”nin salgın hastalıkların yuvası olduğu görüşü çoktan
yayılmaya başlamıştı bile. İlk kamu sağlığı kampanyacıları, tabakhaneler,
çöplükler ve bataklıkları “ölüm cephanelikleri” olarak adlandırdılar. Söz
konusu “ölüm cephanelikleri” nin pislikleri ve berbat kokularıyla yerleşim
alanlarındaki sokakları ve evleri yaşanmaz hale getirdiğine dikkat çektiler.
Zehirli miasma fikrinin tıp düşüncesinde büyük bir önem kazanmasıyla,
ölülerin şehir sınırlan içinde gömülmesi yeni yasalarla yasaklandı; 1750’lere
gelindiğindeyse büyük şehirlerdeki lağımların pek çoğunun kapatılması için
adımlar atılmaya başlandı. İlk kamu sağlığı savunucularından, Quaker
mezhebine üye bir kumaş tüccar olan John Bellers, ikna edici bir şekilde
Londra sokaklarının temizlenmesine ve mandıralarla mezbahaların
bulunduğu alanların düzenlenmesine ihtiyaç duyulduğunu dile getirdi. Nabza
göre şerbet vermesini iyi bilen Bellers iktidardakilere hitap etmeyi iyi
biliyordu. “Üretken, diğer bir deyişle çocuk sahibi olabilen, işçilerden her
birinin erken ölümü Krallığımıza iki yüz poundluk kayba mal olmaktadır,”
diye yazmıştı Bellers. Benzer şekilde hayırsever John Hovvard 1770 ve
1780’li yıllarda Avrupa’daki hapishane ve hastaneleri ziyaret etmiş ve
ülkesine dönüşünde basit hijyen önlemleri alınarak her iki mekânda da
görülen ateşli hastalıkların önüne geçilebileceği sonucuna varmıştır.
Bu türden tavsiyeler büyük ölçüde duymazdan gelinmiştir. Şehirlerdeki
konutların ve kanalizasyon sistemlerinin düzeltilmesi için hükümetler mali
kaynaktan, endüstri ise teşvikten yoksundu. En ciddi aksaklıklar bile bazen
düzeltiliyordu ancak giderek artan sayıda insanın kitlesel göçlere hazır
olmayan şehirlere akın etmesiyle işler sarpa sardı. Amerikalı Doktor
Benjamin Rush’ın 1793’te salgın hastalıkların çıkması halinde "hemen
kaçın!” tavsiyesi, epeyce bir süre yapılabilecek en mantıklı şey olarak kaldı.
Ancak on sekizinci yüzyılda devletlerin denetimindeki alanlarda yeni
‘‘temizlik öğretisi” genellikle iyi kabul görmekteydi. İngiliz ordusu içinde
yetenek ve liyakate en çok önem veren ve en yenilikçi güç olan donanma,
genişleyen filosunun tamamında katı temizlik kuralları uygulamaya başladı.
Hastalıkla olduğu kadar itaatsizlikle de ilişkilendirilen pislik düzenli
fırçalama, kireç badana, buharla dezenfektasyon ve sirke gibi antiseptiklerin
kullanımı aracılığıyla çözülmeye çalışılıyordu. Misket limonu suyunun da
iskorbüte karşı koruyucu bir madde olarak kullanılmasıyla birlikte, James
Lind'in ordunun “kılıçtan ziyade hastalık yüzünden daha çok askerini
kaybettiği” şeklindeki yorumu, 1700’lerin sonunda Kraliyet Donanması için
geçerliliğini kaybetmiş oluyordu. Çok daha fazla sayıda asker kurşun
yaraları, boğulma ya da cinsel hastalıklar yüzünden ölecek kadar uzun
yaşıyordu. On sekizinci yüzyıldaki hijyen hareketinin uygulamadaki
zayıflığına karşın, 1800’lerin başlarında birçok hastalığın havada uçan
inorganik miasmalardan kaynaklandığı görüşü tıp ve donanma çevrelerinde
yerleşmişti. Bu, yalnızca otuz-kırk yıl sonra mikrobiyal hastalık kuramının
ortaya çıkmasına doğrudan hizmet edecekti.
2
3. Bulaşıcı Effluvia
Enfeksiyon kavramı çok eski olsa da bununla yakından ilintili olan
hastalıkların bir insandan bir başkasına geçebileceği fikri o kadar eski
değildir. Kesin olarak tanımlanmış bulaşma kavramları Hristiyan dünyasında
muhtemelen ancak Orta Çağ’da milletleri kırıp geçiren korkunç hıyarcıklı
veba salgınlarının etkisiyle ortaya çıkmıştır. Vebanın ani ve yıkıcı etkisi
birbirlerine rakip bir yığın açıklamanın doğmasına neden olmuştur. Bu
açıklamalar arasında tanrının gazabı, gökyüzündeki tuhaf hareketler ve garip
hava koşulları yer alsa da hastalığın doğası birçoklarını bu illetin insandan
insana geçtiğini fark etmeye zorlamıştır.
İlerleyen yüzyıllarda yeniden nükseden veba salgınları bu izlenimi daha da
güçlendirmişti. Vebanın bulaşıcı olduğuna ilişkin kanıtların artmasıyla
birlikte ise devlet yetkilileri gerekli önlemleri almışlardı. Veba kurbanları
tecrit edilmiş, evleri tahtalarla kapatılmıştı. Daha sonra, gemi
mürettebatlarının karantinaya alınması uygulaması İtalya’dan başlayarak
Avrupa'nın diğer belli başlı limanlarına da hızla yayıldı. Vebanın bulaşıcı
olduğunun fark edilmesi iyi niyetli sayılamayacak uygulamalara da yol
açmıştı. 1347 yılında Karadeniz kıyısındaki Kefe şehrini kuşatan Tatarlar,
şehirde hıyarcıklı veba salgını çıkarmak amacıyla bu hastalıktan ölen
insanların cesetlerini mancınıkla şehrin surlarından aşırtmışlardı. Bu olay,
uzun biyolojik savaş tarihinin başlangıcıdır. Hastalıkların bulaşıcı olduğu
görüşü Yeni Dünya’dan frenginin gelmesiyle giderek ivme kazandı. Bu yeni
ve ölümcül hastalığın cinsel ilişki yoluyla yayıldığı çok geçmeden
kanıtlanmıştı. Ancak, kurbanların giderek damgalanmasıyla, frenginin
nefesten, giysilerden, kap kacaktan hatta hasta annelerin sütünden bile
geçebileceğine inanılmaya başlandı. Müphem bir “ahlaki bulaşma” kavramı
geliştiren toplumdaki saygın ve dini bütün bireyler, frengi hastalarından
olabildiğince uzak durmaya başladılar. Ancak bulaşıcı hastalığın en belirgin
örneği çiçek hastalığıydı. Ülkelerine dönen Haçlılarla birlikte Avrupa’ya
gelen çiçek hastalığı nihayet insandan insana geçen bulaşıcı hastalığın en ikna
edici örneğini sunuyordu. Dehşet verici, genellikle ölümcül ve Thomas
Babington Macaulay’in unutulmaz sözleriyle, “bebekleri annelerinin bile
bakmaya korktuğu bir şeye dönüştüren, genç bir kızın gözlerini ve
yanaklarını nişanlısına korkunç bir ucube gibi gösteren” bu hastalığın bulaşıcı
olduğu dünyanın bazı kesimlerinde yüzyıllardır biliniyordu.
Avrupa’daki kurbanlarınca bilinmese de takribi olarak 1000 yılında, Çinliler
çiçek hastalarının yara kabuklan ve kabarcıklarından elde ettikleri bir tozun
nefesle içe çekilmesi yoluyla söz konusu hastalığa karşı aşı yöntemi
geliştirmişlerdi. Orta Çağ döneminde, özellikle Ortadoğu’da, çiçek hastalığı
sonucu oluşan yaraların kabuklarının ve lenf iltihaplarının keskin fildişi bıçak
kullanılarak deri altına yerleştirilmesi yaygın bir pratikti. Ancak o dönemde
Avrupa bilimsel, ekonomik ve kültürel açıdan olduğu gibi bu alanda da çok
gerilerde kalmıştı.
Aşılama ve çiçek hastalığının bulaşıcı olduğu fikri on sekizinci yüzyılın
başlarına kadar Batı Avrupa’ya ulaşmamıştır. İşte o dönemde, büyük bir
aristokrat olan Mary Wortley Montagu, İstanbul çarşılarında bu uygulamayla
karşılaştı ve bunun ne kadar önemli olduğunu çok geçmeden kavradı. Kendisi
de hastalık yüzünden yara bere içinde kalmıştı ve kaşlarını kaybetmişti; bu
nedenle çocuklarını bu illetten korumak istiyordu. Sonuç olarak 1721’de
Montagu’nün kızı çiçek hastalığına karşı aşılanan ilk Britanyalı olmuştu. Çok
geçmeden onu daha da soylu denekler izledi: Büyük Britanya Krallığının
başındaki yeni Hannover Hanedanının çocukları. Hannover Hanedanı üyeleri
çiçek hastalığı sayesinde İngiliz tahtına çıkmayı başarmışlardı ancak
çocuklarını aynı illete kurban etmeye hiç razı değillerdi. Yine de II. George
çocuklarını riske atmadan önce aşıyı birkaç hüküm giymiş suçlunun üzerinde
denetmişti. Emsaller oluştukça ve aşılama uygulaması daha güvenli hale
geldikçe bıktırıcı eleştirilere karşı istikrarlı ilerlemeler kaydedildi.
Edward Jenner inek çiçeği üzerinde deneyler yapmaya başladığında
hâlihazırda Londra ve çevresinde birkaç çiçek hastanesi vardı. Her yıl
binlerce insan bu hastanelere bağışıklık kazanmaya gidiyordu. Sağlıkları
yerinde ve enfeksiyonla baş edebilecek insanların derilerine hastalıklı çiçek
maddesi zerk ediliyor ve bu uygulamadan sağ çıkmaları umuluyordu. Bu
intihar etmek gibi aptalca gelebilir ancak kayıtlara bakılırsa ölüm oranı
yalnızca 400’de bir idi. Buna rağmen, aşı maddesinin etki standardının
tutturulamaması yüzünden, çok sayıda insanın vücudunda büyük biçimsel
bozukluklar meydana geliyordu.
Aşılama, hastalıkların bulaşıcı olduğu fikrini o denli canlandırmıştı ki
generaller bu bilgiyi Britanya’ya gelişinden kırk yıl sonra ölümcül bir şekilde
kullanmaya başladılar. 1763 yılında, Sir Jeffrey Amherst, Albay Henry
Bouquet’e çiçek kurbanlarının vücut sıvıları bulaşmış battaniye ve örtüleri
sorun çıkaran Amerikan Yerlilerine vermelerini emretti. Amherst, “bu
tiksindirici ırkın kökünü kazıma” hamlesinde, kimsenin gözünün yaşına
bakılmayacak, diye gürlemişti. Bu ölümcül hastalık, iki yüzyıl önce Aztek
İmparatorluğunu dize getirdikten sonra, şimdi de onların Kuzeyli komşularını
kırıp geçiriyordu. Rahip Increase Mather, “Kızılderililer huysuzluk etmeye
başlamışlardı ancak Tanrı Kızılderililere çiçek hastalığını göndererek bu
tatsızlığı sona erdirdi” demiştir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar
kolera, tifo, tifüs ve difteri gibi salgın hastalıkların da insandan insana geçip
geçmeyeceği konusunda şüphe duyulmaya devam etti. Oysa veba, frengi ve
çiçek konusunda bir kuşku yoktu. Bu, 1800 yılında, tanınmış İskoç Doktor
William Cullen’in hastalık türleri hakkında yaptığı sınıflandırmadan
anlaşılmaktadır. Cullen, bu hastalıkları, “bulaşıcı effluvia”nın neden olduğu
bulaşan hastalık sınıfına dâhil ederek ayrı tutmuştu. Cullen’a göre, söz
konusu hastalıklar kişiler arası temas yoluyla bulaşıyordu. Cullen’m
açıklaması mikrop kuramına giden yolda önemli bir adım atıldığını
göstermektedir. Ona göre, bulaşıcı effluvia belirgin bir farklılığı
bulunmaktaydı: Effluvia bulaştıkları kişilerde her zaman aynı hastalığa yol
açıyordu. Nihayet, belli bir hastalığın belli bir nedeni olduğu fikri ortaya
atılmıştı. Bu, tıp düşüncesinde zaman zaman, özellikle de İngiliz Doktor
Thomas Sydenham’ın on yedinci yüzyıldaki yazılarında ortaya çıkmıştı
ancak aynı fikir şimdi tıp kuramının temel bir parçası olma yolundaydı.
Şimdilik, organik bir failin hastalığa yol açması söz konusu değildi. Gene de
bir şeyin kurbandan kurbana geçtiği ve her zaman aynı hastalığı ortaya
çıkardığı fikri tıp literatürüne yerleşmeye başlamıştı. Bu, hastalığın neredeyse
tamamen hastanın kişisel geçmişiyle ilgili olduğu ve hastalığa yol açan
maddelerle hiçbir ilgisi olmadığını savunan William Brownrigg’in tıbbi
dünya görüşünden sonra büyük bir ilerlemeydi.
Bazı hastalıkların hem bulaşıcı hem de kendine has olduğu düşünülüyordu,
öyleyse mikrop kuramının ortaya çıkması için doktorların hastalıklara yol
açan mikrobiyal failleri tespit etmesi gerekiyordu. Kavramların bu şekilde
çakışması için otuz-kırk yıl daha geçmesi gerekecekti. Ancak biz şimdi bu
olayın gerçeklemesinde pay olan başka bir olguya bakacağız: Hem
mikroorganizmaların varlığını hem de onların kokuşma ve çürümede
oynadıkları rolü gösteren kanıtların istikrarlı olarak birikmesi.
4. Leeuwenhoek’un “Küçük Hayvanları”
Kayda geçen ilk diş ipi kullanımı 1683 Eylülündedir. Bu işi yapan kişi ise
Hollanda’da bir şehirde küçük bir memur olarak çalışan ve zamanının en usta
mikroskop yapımcılarından biri hâline gelen Anthony van Leeuwenhoek’tu.
Leeuwenhoek “genelde çok temiz” olan dişlerinin arasındaki “beyaz
madde”nin birazını iple kazıyarak çıkardıktan sonra mikroskobunun altında
inceledi. Daha birkaç ay öncesinde de bu tanınmış Hollandalı, mikropları
gören ilk insan olmuştu. Ancak diş ipiyle yaptığı tarihi deneyden sonra tanık
olduğu "küçük canlı hayvanların” miktarı ve çeşitliliği onu afallatmıştı.
Leemvenhoek’un deneyiminin nasıl bir şey olduğu, diğer bir deyişle
yeryüzündeki yaşam türlerinin miktarı konusunda yapılan tahminlerin
oldukça yanlış -hatta gülünç bir şekilde yanlış- olduğunu fark etmek, ancak
bizzat yaşayarak anlaşılabilir. Leeuwenhoek’un keşfettiği gibi, dünya
inanılmaz derecede olağanüstü çeşitlilikte mikrobiyal yaşam
barındırmaktaydı. Böyle olsa da Leeuwenhoek’un keşfi karşısında
mütevazılaştığı söylenemez. Bir çığır açtığını biliyordu ve Londra Royal
Sociely tarafından basılan bir dizi mektup sayesinde bunu paraya da
çevirmişti. Çok geçmeden insanlar o güne kadar hayal bile edilemeyecek bu
dünyayı görme hevesiyle, Avrupa’nın dört bir yanından gözlerini onun
mikroskoplarının okülerine dayamak için Hollanda'ya akın etmeye başladı.
Ama Leeuwenhoek hastalık yayma konusunda “küçük hayvanlar”ına hiçbir
rol atfetmemişti. Hem neden böyle bir şey yapsın ki? Eylül 1683’te gördüğü
hiçbir şey, çoğu tıp kuramının büyük ölçüde dayandığı ve mikrop kuramının
bahsinin bile geçmediği antik metinlerin yetkinliğini tehlikeye atmamıştı ki.
1546’da İtalyan Girolamo Fracastoro bazı hastalıklara taşıyıcılarda
kendilerini çoğaltabilen minik “tohumların” yol açabileceğini söylediğinde az
da olsa bir ilerleme olasılığı belirmişti. Ancak somut hiçbir kanıta
dayanmadığı ve fikirlerini son derece teolojik kavramlarla ifade ettiği için,
Fracastoro’nun tohumlarının Leeuwenhoek’un mikroplarıyla
ilişkilendirilmesi ihtimali pek yoktu.
Gerçekten de Hollandalı bilim insanı yaptığı gözlemlerin günün birinde insan
hastalıklarının açıklanmasında işe yarayacağını duysa şaşırırdı. Leeuwenhoek
ve çağdaşları açısından kilit bilimsel mesele oldukça farklıydı: Bu gizemli
organizmaların nereden geldiğini bulmak. Daha sonra yapılan araştırmalar
kokuşma ve çürüme izlerinin olduğu her yerde Leeuwenhoek’un
mikroplarının varlığını ortaya koymuştu. Bu durumda üç olasılık söz
konusuydu: Ya mikroplar çürümeye yol açıyordu, ya çürümenin olduğu yere
yöneliyorlardı ya da çürüme esnasında bizzat kendileri ortaya çıkıyorlardı.
Kendiliğinden türeme olarak adlandırılan üçüncü seçenek kulağa tuhaf
gelebilir. Ancak Leeuwenhoek’un çağdaşlarının birçoğu, o zamanlar oldukça
mantıklı sayılabilecek şekilde, bütün yaşamın gizemli içsel bir enerjiye ya da
“dirimsel” bir güce dayandığını düşünen “dirimselci”lerdi. Dirimselciler, bu
gücün organik, canlı olmayan maddeleri istila etmesi üzerine bazen
mikroorganizmaların yaratılmasına yol açan bir yaşam enerjisinin harekete
geçtiğini savunuyorlardı.
Ne var ki Leeuwenhoek’un zamanında bile yaşamın kendiliğinden
başlayabileceği görüşü herkesçe kabul görmüyordu. Kendiliğinden türeme
görüşünün yaşamın doğası hakkında ortaya koyduğu temel sorular, bu fikre
karşı çıkanları derinden rahatsız ediyordu. Yaşamı yaratma yalnızca Tanrıya
özgü bir güç müydü? Yoksa peynirde kurtlanma görüldüğünde, şarap
sirkeleştiğinde, besinler kokmaya başladığında ya da eski giysilerin altından
fareler çıkmaya başladığında görülen organik maddelere içkin bir şey miydi?
Ve eğer Yaratan bu süreçlere karışmıyorsa Tekvin ‘de Âdem’le Havva’nın
ortaya çıkışıyla doruğa ulaşan “tek bir yaratıcı ışık” iddiası nasıl
açıklanabilirdi?
Bunlar olabildiğince karmaşık konulardı. Kendiliğinden türeme kuramı,
yaşamı organik maddelerin mekanik bir özelliğine indirgeme ve böylece
Tanrıyı gereksiz gösterme tehlikesi barındırdığından, bütün Avrupa'daki
endişeli ilahiyatçılar durumdan yakınmaya başladılar. Tehlikede olan
yalnızca Tanrı’nın konumu değildi, bunu görebiliyorlardı. O’nun gücünün
azaldığına hatta kaybolduğuna inanılırsa, O’nun adına hükmettiklerini iddia
eden Hristiyanlık dünyasındaki kralların iktidarı da zayıflayacaktı.
Leeuwenhoek'un keşfinden birkaç yıl sonra hummalı bir tartışmanın
başlaması hiç de şaşırtıcı değildir.

Sıcak Hava ve Et Suyu


Bu tartışma o kadar politik bir hal almıştı ki çok az bilim insanı bu alana ne
bulmak istedikleri hakkında açık bir fikirleri olmadan daldılar, ilk öncülerden
biri İtalyan Francesco Redi’ydi. Kurtçukların çürüyen etten türediği iddiasını
çürütmek için 1688’de bir parça dana etinin üzerine tül örtü koydu ve eti açık
havada bıraktı. Birçok kişinin beklentisinin aksine, tek bir kurtçuk bile
belirmedi. Redi ilgi çekici bir iddiada bulunarak kurtçukların sinek
yumurtalarından çıkabileceğini ve sineklerin koruyucu örtü yüzünden etin
üzerine hiçbir yumurta bırakamadıklarını ileri sürdü. Sonraki yıllarda
kendiliğinden üreyen böcekler ve aynı biçimde kurbağa ve fare türetme
yöntemleri hakkındaki konuşmalar büyük ölçüde azaldı. Ama sadece otuz-
kırk yıl sonra, daha küçük mikroorganizmaları gösteren daha iyi
mikroskopların gittikçe geliştirilmesiyle, tartışma yeniden alevlendi. Üstünde
durulan husus mikropların kökeniydi ancak bu defa tek ve kesin sonuç veren
bir deney olmayacaktı.
Yeni kuşak deneyciler en az bir konuda hemfikirdi: Bu tartışmanın nasıl
çözüme kavuşturulması gerektiği. Mikropların kökenini incelemek için
kullanılan temel teknikler çabucak yerleşmişti ve bir yüzyıl boyunca pek
değişmeyecekti. Önce organik madde mikropların öldüğü varsayılana kadar
ısıtılıyordu. Sonra kap, havayla taşınan mikropların steril karışıma girmesini
önlemek için hava sızdırmaz bir şekilde kapatılıyordu. Daha sonra deneyci
bütün sabrını kullanarak beklemeye koyuluyordu. En sonunda ise, birkaç gün
ya da hafta sonra deneye tabi tutulan maddenin bir kısmı çıkarılıp, mikroskop
altında yaşam belirtisi gösterip göstermediğine bakılıyordu.
Doğru yöntem konusundaki bu genel uzlaşmaya karşın gerçeğe ulaşmak gene
de pek basit olmuyordu. Birincisi olumsuz bir kanıta ulaşmanın kaçınılmaz
imkânsızlığıydı: Kendiliğinden türemeye kanıt oluşturmayan 1000 deney,
1001’inci deneyin aksi yönde bir kanıt sunma olasılığını ortadan kaldırmaz.
İkincisi, bütün bilimsel deneyler birçok farklı yoruma açıktır.
İngiliz bilim insanı-rahip John Turbeville Needham, 1748’de, standart deneyi
bir miktar “kaynamış koyun eti suyu” ile yaptı. Ne yazık ki, farkına var- masa
da Peder Needham’ın kullandığı araçlar ve deney koşulları steril olmaktan
çok uzaktı. Sonuç olarak, birkaç gün sonra hava geçirmeyen ve “içinde et
suyu bulunan deney şişesi yaşam belirtisiyle ve her boyutta mikroskobik
hayvanla dolup taşmıştı.” Kendiliğinden türeme fikrine kendini adamış olan
Needham, organik maddeler çürümeye maruz kaldığında “küçük
hayvanların” “hayat verici bir güç” tarafından sürekli olarak yaratıldığını ilan
etti.
Bir rahip olduğu için, Needham, dine karşı çıkma suçlamasına karşı çok
hassastı. Bu yüzden dinsel fikirlerini daha seküler, bilimsel eğilimleriyle
bağdaştırma çabasıyla mikroorganizmaların oluşmalarını sağlayan yasaları
bizzat Yaratıcı’nın koyduğunu savundu. Çağdaşlarının çoğu bunu saçma
buldu. Ve kendiliğinden türeme siyasi ve dinsel sapkınlıkla özdeş görülmeye
devam etti. Ancak sonuçlarını nasıl yorumlarsa yorumlasın, Needham
kendiliğinden türemenin gerçekten vuku bulduğuna ikna olmuştu. Peder
Needham zirvede uzun süre kalamadı. On beş yıl sonra aynı deney İtalyan
filozof ve rahip Lazzaro Spallanzani tarafından yeniden yapıldı. Kendine
özgü biri olan ve spermin daha sonra kullanılmak üzere dondurulabileceğini
belki de ilk olarak ileri süren Spallanzani’nin deney yöntemi
Needham’ınkinden daha gelişmişti. Cam deney tüplerinin ağzını içindekileri
kaynatmadan ve beklemeye bırakmadan önce eriterek kapatıyordu.
Spallanzani’nin iddiasına göre, bu deney tüpleri uzun süre kaynatıldıktan
sonra soğumaya bırakılınca da mikroplar bir daha ortaya çıkmıyor, içerikte
asla bozulma görülmüyordu. Çok zekice davranarak deney tüplerinin
sızdırmazlığını birçok farklı yöntemle sağlayıp deneylerini tekrarladı.
Spallanzani böyle yaparak sızdırmazlığını kalitesi ile kaynatmadan günler
sonra ortaya çıkan mikroplar arasındaki çok yakın ilişkiyi tanıtlamış
oluyordu. “Ortaya çıkan mikroskobik canlıların sayısı, dış havayla temasla
doğru orantılıdır” gerçeğini göstererek Spallanzani, Needham’a ağır bir darbe
indirmiş oldu. Ancak Britanyalı kolay vazgeçeceğe benzemiyordu.
Spallanzani’nin yönteminde hâlâ kendiliğinden türeme savunucularının at
oynatmalarına olanak sağlayan açıklar vardı. Bundan bir yüzyıl sonra, Louis
Pasteur bile Needham’ın -haklı bir şekilde- kendi öğretisinden sırf
Spallanzani’nin deneylerine dayanarak vazgeçememesini yerinde bulacaktı.
Sonuç olarak, bu tartışma yalpalayarak da olsa bir sonraki yüzyılda da devam
etti. En nihayetinde kendiliğinden türeme fikrini yenmek ve vücut sıvılarını
temel alan dünya görüşünden kurtulmak için tıpta daha titiz bir bilimsel
yaklaşımın ortaya çıkması gerekiyordu. Ne garipti ki bu etos (yol-töre)
Fransız Devrimi’nin kanlı çarpışmalarının doğrudan bir sonucu olarak
mümkün olabilmiştir.
5. Paris’te Devrim
Uzun yıllar boyunca hastanelerin ve genelevlerin ortak noktası çoktu, çünkü
bu iki mekâna da düzenli gidenler hastalık kapma ve toplumsal olarak
damgalanma riskini taşımaktaydılar. Bunun nedeni 1800’lü yılların ortalarına
kadar çoğu hastanenin gidecek başka yeri olsa oraya gelmeyecek insanların
doluştuğu gayrisıhhi mekânlar olmasıydı. Yataklarda çoğunlukla üçten fazla
insanın barındığı, bulaşıcı hastalığı olanların ölümcül hastalarla aynı koğuşta
kaldığı hastanelerin morg yolunda kısa bir mola yeri olmasına şaşmamak
gerekir. İptidai nitelikteki tıbbi tedavi yöntemlerinin sorunları Çözdüğü
söylenemezdi. Birkaç doktor yardımseverlik duygusuyla hastalara bakıyordu
ancak doktorların çoğunun özel muayenehaneleri vardı ve hastalarını
evlerinde ziyaret ediyorlardı. Kısacası, neredeyse hiç kimse hastanelerle
ilişkilendirilmek istemiyordu.
Aydınlanmanın yenilikçi yıllarında, hastaneleri iyileştirmek için birtakım
çabalar görülmedi değil. Britanya, Avusturya, Fransa ve Almanya’da bir
hastane yapma furyası yaşanmıştı. Ancak 1790’larda hastaneler hâlâ
insanların acı çektiği ve aşağılandığı lağım çukurlarından farklı değildi.
Britanyalı John Howard’ın Leeds Hastanesi hakkında söyleyebildiği en iyi
şey “yataklarda böcek olmadığı”ydı. Paris’teki Hotel-Dieu hastanesinden
cerrah John Bell’in sözleriyle, “O dehşet verici sözcüğü duyar duymaz
hastalar bütün ümitlerini yitiriyorlardı.” Bu yüzden Paris’teki 1789
devriminin sloganlarından birinin “Sefalete son, hastanelere son” olması
belki de o kadar şaşırtıcı değildir.
Sonuç olarak, siyasi devrimin karmaşasının ardından, hastanelerin gidişatı
monarşi ve Bastille’inkinden farklı oldu. Fransız devleti hastanelerin idaresini
gözden geçirdi. Bu reformların hiçbiri öncekilerden tamamen farklı değildi
ancak değişikliklerin ölçeği ve hayata geçirilişindeki gayret, tıp mesleğinde
gerçek anlamda bir devrime yol açtı. Paris’te başlatılan reformlar uygar
dünyanın geri kalanı için bir örnek teşkil etti ve doktorların bulaşıcı
hastalıklar konusundaki anlayışında sıra dışı bir dönüşüme yol açtı.
Hastaya İtaatin Azalması
Devrimin hemen ardından her birinde nitelikli doktorlar bulunan büyük
metropol hastaneleri kuruldu. Kısmen çoğu varlıklı hastalar giyotinde can
verdiği için, söz konusu doktorlar koğuşlarda öğrencilerine uygulama dersi
verecek zamana kavuşmuştu. Birkaç yıl içinde Fransa’nın, ardından Avrupa
ve Amerika’nın dört bir yanından gelen ve benzersiz bir tıp eğitimi
fırsatından yararlanmak için can atan öğrenciler, Paris’teki hastanelere akın
etmeye başladılar. Tıpkı George Eliot’un kurmaca kahramanı Dr. Tertius
3
Lydgate gibi bu öğrenciler de memleketlerine yeni bir mesleğin inceliklerini
öğrenmiş olarak dönüyorlardı.
Latince ve Yunanca öğrenip antik metinlerle uğraşarak yıllar harcamak ve
tam yetkin bir doktor olmadan doğru dürüst hasta görme imkânına
erişememek yerine, artık bu stajyer doktorlar hastanın yatağının başucunda
ya da otopsi odasında bir şeyler öğreniyorlardı. “Az oku, çok gör, çok yap”
reformcu Antoine Fourcroy’un düsturuydu. Şimdi öğrencilerin kendi
gözleriyle gördüğü şeyler, antik dönemde öğretilenlerle genellikle
çelişiyordu. Bu eleştirel sorgulama ortamında, yerleşmiş dogmalar
kusursuzluk halelerini yitirmeye başladı.
Aynı zamanda büyük yapısal değişiklikler de gündemdeydi. Daha önce
değindiğimiz üzere, hastalıkların vücut sıvılarıyla açıklayan kuramların uzun
bir raf ömrü olmasının tıbbi olduğu kadar sosyal nedenleri de vardı. 18.
yüzyılda zengin hastalar doktorlarının entelektüel anlamda kendilerine denk
olmalarını istiyorlardı -kendilerinden üstün değil. Ancak bu kısa bir süre
sonra değişecekti. En iyi doktorların çoğunun hastalarından koparılması,
maaşa bağlanması ve binlerce yoksul hastaya bakmak durumunda kalmaları
doktor-hasta ilişkisini köklü olarak değiştirmişti. Soylu hastalara hizmet
veren doktorlar, birkaç zengin müşterinin önünde el pençe divan durmak
yerine, hastane koğuşunun otoriter efendisi haline gelmiş, böylece de tam
düşünsel özgürlüğe kavuşmuşlardı. Hastanın söylediği ya da yaptığı şeyde
diretme şansı azaldığı için tıbbi görüşler daha da karmaşık bir hâle büründü.
Hastaya gösterilen bu geleneksel itaatin azalması, uzun zamandır tıbbın
ilerlemesine ket vuran diğer toplumsal nezaket kurallarının hızla ortadan
kalkması anlamına geliyordu. 1737’de II. George’un karısı Kraliçe Caroline
şiddetli karın ağrılarından yakınmaya başlamıştı. Ne yazık ki baskın bir
adabımuaşeret anlayışı doktorlarının tam bir fiziksel muayene yapmasına
engel olmuştu. Bunun yerine, Kraliçe acımasızca hacamat edilmiş, ardından
bağırsaktan boşaltılmış ve şişe çekilmişti. Doktorlar, ancak Kraliyet
makamından verilen bir emir üzerine, Kraliçenin karnını açıp bakınca
Kraliçe'nin büzülmüş bir kas fıtığı olduğunu ve kangrenden ölmek üzere
olduğunu gördüler. İtaat duygusu düzgün bir cerrahi müdahaleyi geciktirmiş,
Kraliçe’nin ölümünü kaçınılmaz hâle getirmişti. 1800’lerin başlarında
Paris’te bunun tam tersi bir durum yaşanıyordu: Hastalar etkili bir tanı
konabilmesi için soyuluyor, dokunuluyor, dürtülüyor ve doktorların gerekli
gördüğü ölçüde yakından muayene ediliyordu.
Bu bilimsel değişimi teşvik eden başka bir şey daha vardı. Yeni seçkin
doktorlar yaşayan hastalara karşı daha rahat davranabiliyorken, ölülere de
istediklerini yapabiliyorlardı, insan vücudunun kesip biçilebilmesi artık tıbbi
araştırma ve eğitimin önemli bir parçası haline gelmişti. Eskiden taze ceset
bulmak tıp öğrencileri için kolay bir şey değildi. Cerrahlar eskiden anatomi
derslerinde kullanmak üzere hükümlülerin cesetlerini satın alabilme
umuduyla infaz alanlarında dolaşıp dururlardı. Bazıları da mezarlıkları talan
etmeleri için “dirilticilere” yüklüce paralar ödemek zorunda kalıyorlardı.
Bütün bunlar 1700’lü yılların sonlarına doğru hastane bakım ücretlerini
ödeyemeyen hastaların gönüllü veya gönülsüzce bedenlerini tıp bilimine
bırakmasıyla değişti. Her yıl yüzlerce kadavrayı kesip biçme lüksüne kavuşan
doktorlar hastalıkları daha yakından incelemeye başladılar. Hem gerçek hem
de mecazi anlamda araştırmaları her zamankinden daha derine iniyordu.
Geçmişte hastalıkları belirtilerine göre sınıflandırıyorlardı; vücut sıvılarına,
bunların dengesine, birikmesine ve atılmasına düşkünlükleri bu yüzdendi.
Ancak otopsi doktorların bu yüzeysel işaretlerin ötesine geçmelerini sağladı.
Ünlü anatomist Marie Xavier Bichat büyük bir coşkuyla, “Belirsizlik yakında
ortadan kalkacak” demişti. Birçok açıdan kalktı da. İç hastalıkların
keşfedilmesi vücut sıvılarına dayalı tıbbın kalesini çökertmeye başladı.
Doktorlar insan vücudundaki organları kesip biçerek inceledikçe hastalıklar
arasında daha net ayrım yapmaya başladılar. Örneğin, Pierre-Fidele
Bretonneau, çok benzer belirtiler gösteren ateşlerin hastanın vücudunda
meydana gelen oldukça farklı hasarlarla bağlantılı olabileceğini bulmuştu.
Bretonneau’nun ardından başka pek çok doktor birtakım hastalıklar ve
vücudun değişik yerlerindeki lezyonlar arasında bağıntılar olduğunu ortaya
koydu. Birçok illetin ayrı organları ve dokuları etkilediğini fark ettiler.
Sonuçta vücudun bir bölgesinden bir başkasına hareket j ederek farklı
hastalıklara yol açan “kusurlu sıvılar” fikri inandırıcılığını yitirmeye başladı.
En az bunun kadar önemli bir başka nokta da her hastalığın kendine özgü
olduğu görüşünün oldukça güçlenmesiydi. Her hastalığın kendine özgü bir
enfeksiyon olduğu yönünde zamanla ortaya çıkan bu farkındalık, hastane
doktorlarının çalışma koşullarıyla da yakından; ilgiliydi. Her yıl devasa
koğuşlarında yüzlerce hasta görmek, doktorların dikkatini hastalıkların ortak;
özelliklerine yöneltti. Doktorlar hastalıkları kişinin yapısından kaynaklanan
bir durum olarak görmek yerine, giderek birçok hastanın sınırlı sayıda belirli
rahatsızlıklardan mustarip olduğunu kabul etmeye başladılar. Artık doktorlar
için önemli olan hastaları birbirinden farklı kılan ufak kendine özgülükler
değil, onların ortak özellikleriydi. Dr. Brownrigg tarzı tıp, hızla gözden
düşüyordu. Birkaç on yıl içinde vücut sıvıları kuramı bir enkaza dönecek ve
yerine kısa süreliğine hastalıkların vücudun belli kısımlarının hasar
görmesinden ötürü ortaya çıktığını savlayan yeni bir yaklaşım gelecekti. Bu,
hastalıkları mikroplara dayanarak açıklayan kurama doktorları bir adım daha
yaklaştıran bir bakış açısıydı.

Laboratuvarın Ortaya Çıkışı


Hastalıkların belirli özellikleri olduğunun giderek iyice anlaşılması yalnızca
deneysel tıbbın ortaya çıkmasıyla yanıtlanabilecek bir soruyu gündeme
getirdi: Bu belirli hastalıkların belirli nedenleri var mıydı? Otuz-kırk yıl
içinde metropollerdeki yeni hastanelerin çoğu, bu sorunun yanıtlanabilmesi
için canla başla yapılan deneylerin merkezi haline geldi. Artık birçok hastane
doktoru hastalıkları incelerken tıp kuramlarını sınamak ve giderek gelişen
mikroskop teknolojisinden yararlanmak için gereksinim duydukları zamana,
paraya ve kaynaklara sahipti. Aynı zamanda, canlı denek hayvanlar üzerinde
deney yapmak, tıbbi araştırmanın temeli haline gelmişti. Fransız Claude
Bernard’ın köpekler üzerinde yaptığı acımasız ancak ilgi çeken deneyler,
karaciğer ve diğer organların işleyişini bilimsel olarak anlamada büyük çığır
açtı.
Zamanla hükümet ve sanayi sektörü de tıbbi araştırmaların değerini anlamaya
başladı. Tıp bilimindeki ilerlemelerin sanayideki işgücünün sağlığı ve ulusal
saygınlık için çok gerekli olduğunu anlayınca onlar da bilimsel ve tıbbi
araştırmalar için gözle görülür miktarda kaynak ayırmaya başladılar. Devlet
tarafından finanse edilen laboratuvarlar bu değişimin en önemli ürünüydü.
Fransızlar hastane tıbbında öncü konumdaydılar ancak 1830’ların sonlarına
doğru Almanlar bir dizi benzersiz araştırma laboratuvarını kurarak bu
alandaki liderliği ele geçirdi. Johannes Müller, Jacob Henle ve Justus von
Liebig’in idare ettiği bu laboratuvarlar kısa zamanda bütün dünyanın gıptayla
baktığı yerler hâline geldi. Sonuç olarak, bu laboratuvar devrimi zamanla
Kuzey Amerika’ya ve Avrupa’nın geri kalanına da yayıldı.
Böylece, büyük oranda Fransız Devrimi’nin ardından gelen değişimler
sayesinde 1850’lerde tıp mesleği çok kısa bir zamanda çok uzun bir yol kat
etti. Doktorların hastaların semptomlarından başka bir şeye bakmadığı
Brownrigg’in gelişigüzel araştırma anlayışına sahip dünyasına kıyasla, artık
hastane tıbbı bilimsel bir kesinlik kültürüyle övünç duyuyordu. Ancak
doğumuna politik olarak yardım eden 1789 olayları gibi, Paris devriminin en
önemli etkileri de toplumsaldı. Tıp bilimcisi kendisinden hararetle yeni
buluşlar yapması beklenen saygın bir kişi olarak ortaya çıkmıştı. Doktorların
çoğu için artık zengin hastalara yaltaklanmak söz konusu değildi. Artık
düşünsel anlamda bağımsızdılar ve uzmanlık gerektiren tıp bilgisinin
koruyucularıydılar. Özetle, bu yeni buluşların her zaman yapılabileceği bir
ortam demekti. Hem radikal fikirler, ısrar edildiği takdirde, en sonunda kabul
ettirilebilirdi.
6. Pislik, Hastalık ve Çürüme
Paris’te tıp alanında elde edilen bilimsel değerler sistemi, çok geçmeden
bilimsel ilerlemeye katkı sağlamaya başladı. İtalyan rahip Spallanzani’nin
Peder Needham’ı küçük düşürmeye çalışmasından kırk yıl sonra, onun
deneyleri önde gelen Avusturyalı bilim insanı Theodore Schwann tarafından
tekrarlandı. Schwann, Spallanzani’nin yöntemlerine karşı kendiliğinden
türeme görüşünün savunucularının ortaya attığı bir itirazı çürüt-meye can
atıyordu. Spallanzani’nin deney tüplerin-de sırf yeterli oksijen olmadığı için
mikropların ortaya çıkamadığını ileri sürüyorlardı. .Mevcut bilimsel bilgi
düzeyi düşünüldüğünde Spallanzini nin sonuçlarma yöneltilmiş bu eleştiri
tamamen meşruydu. Ancak Schwann bu itiraza, sonradan onu hücrelerin
hayatın temel yapıtaşları olduğunu gösterdiği için ünlü yapan, bilimsel
kıvraklığıyla karşılık verdi.
1845’te yaptığı bir deneyde ısıtılarak sterilize edilmiş et suyunu kesintisiz
olarak temiz havaya tabi tuttu. Organik karışımın olabildiğince oksijen alması
gerekiyordu ancak deney tüpüne giderken bu hava önce 100°C’ye kadar
ısıtıldı. Deney tüplerinin deneyden günlerce sonra bile mikrop
barındırmaması, kuşkusuz Schwann’ı memnun etmişti. Üstelik kokuşma
olduğuna ilişkin en ufak bir belirti bile yoktu.
İyi de sorun en sonunda çözülmüş olmuyor muydu? Bu deneyler havayla
taşman mikropların çürümeye neden olduğunu kesinlikle kanıtlar gibiydi.
Ancak tartışma devam ediyordu ve bu kendiliğinden türeme görüşünün
savunucularının gerçeklerle yüzleşmekten kaçınması olarak da görülemezdi.
Sağlıklı bilim, bilim insanlarının birbirlerinin sonuçlarını acımasızca
çürütmeye çalışmasını gerektirir. Spallanzani ve Schwann da geride
yanıtlanmamış birçok soru bırakmışlardı.
Bir kere Schwann’ın deneyini yeniden yapmaya çalışan birçok bilim insanı
onun, “bu deney birçok kez tekrarlanmış ve bütün deneylerde birçok hafta
geçmesine karşın kokuşma görülmemiştir” yönündeki iddiasını inandırıcı
bulmakta zorlanmışlardı. Schwann’ın deneyi güç bir deneydir ve başarısı
konusundaki iddiası şüphe uyandırır. Günümüzde, onu eleştirenlerdeki
sorunun deneyi mikroplardan tamamen arındıramamaktan kaynaklandığını
biliyoruz. Ancak 1830’larda ve 1840’larda, mikropların kaynatmadan sonra
bile tekrar ortaya çıkmasının sebebinin kullanılan araçların kusurlu
olmasından mı yoksa kendiliğinden türemenin sahiden gerçekleştiğinden mi
kaynaklandığı nasıl bilinebilirdi ki?
Anlaşılan Schwann yılmamış olacak ki Needham’ın dayanaklarından bir
başkasını çürütmeye soyundu. İngiliz rahibin iddiasına göre tekrarlanan
kaynatma bazen organik maddenin yeni yaşam üretme kapasitesini yok
ediyordu. Spallanzani için şunları yazıyordu: “Organik karışımlarını işleme
tabi tutuşundan ve işkence edişinden anlaşılıyor ki karışımda yaşam
belirmesini sağlayan gücü çok zayıflatmış hatta belki de yok etmişti.”
Schwann karşılık olarak organik karışımda görülebilecek türden çürümenin,
yani ortaya çıkan kimyasal türlerin, tamamen karışımın üstüne düşen hava
yoluyla taşınan maddelere bağlı olduğunu kanıtlamaya çalıştı. Hem
bakterileri hem de küfleri öldüren bir zehir kullanan Schwann, et suyundaki
çürümenin her defasında önlendiğini gösterdi. Ancak yalnızca bakterileri yok
eden bir zehir, et suyunun üzerinde kolayca küf oluşmasına izin veriyordu.
Her iki durumda da kendiliğinden türemeye yönelik bir kanıt söz konusu
değildi.
Schwann’ın savları zekiceydi ama kesin kanıtlayıcı olmaktan uzaktı. “Canlı
güçleri” kaynatma işleminin yanı sıra kullandığı zehirler de öldürmüş
olamazmıydı? Ne var ki 1850’lere kadar Schwann epey taraftar kazanmıştı.
Artık mikropları çürümenin nedeni olarak değerlendirmek tamamen
inandırıcı görülüyordu. Mikroorganizmalar ve çürüme arasındaki nedensel
ilişkiler henüz kanıtlanamamış da olsa giderek artan sayıda insan, eğer
mikroplar etin bozulmasına, şarabın ekşimesine neden olabiliyorsa, pekâlâ
insan bedeninde de tehlikeli ve ölümcül tepkimelere yol açabilir diye
düşünmeye başladı. Sonradan Louis Pasteur ve Joseph Lister’in mikropların
hastalıklara yol açmada oynadıkları rol üzerine düşünmesine ilham kaynağı
olan, işte bu yaratıcı sıçramadır.
Ancak bilim genellikle düz bir yolda ilerlemez. Doğa, birkaç deney
sonrasında kesin sonuçlara ulaşılamayacak denli karmaşıktır, izleyen yıllarda,
ustalıkla idare ettiği gemisi Schwann’ın ince zekâsına karşın kayalıklara
doğru sürükleniyor gibiydi.

Liebig ve Kamu Sağlığı


1839’da başarılı Alman bilim insanı Justus von Liebig de münakaşaya girdi.
Liebig mayalanma ve çürümenin biyolojik değil tamamen kimyasal bir şey
olduğuna inandığını bildirdi. Bunu söylerken kendiliğinden türeme fikrini
destekliyor değildi. Sadece mikropların çürüyen maddelere sonradan üşüşen
koloniciler olduğunu söylüyordu. Liebig’e göre mikroplar orada bulunabilirdi
ama bozunumun gerçekleşmesi için zorunlu değillerdi. Daha da ileri gitti ve
tahtanın çürümesinin nedeni bu çürüyen maddeleri besin olarak kullanan
bitkilerdir, demek ne kadar gülünçse, mikropların çürümeye yol açtığı savı da
o kadar gülünçtür, dedi.
Gerçekten taviz verecek birine benzemeyen Liebig, genç bir kimya profesörü
olarak radikal politikayla ilgileniyordu ve bir polisin şapkasını başından attığı
için hapse de girmişti. O zamandan beri kimyayı saygın bir bilim dalı haline
getirmek için herkesten çok çabalamıştı ve etkileyici kişiliği bu alanda uzun
yıllar baskın olmuştu. Liebig'in azametine duyulan saygıdan olsa gerek,
önceden Schwann'ı destekleyen birçok insan saf değiştirmeye başlamıştı.
Ancak tek etken Liebig’in itibarı değildi. Öne sürdüğü görüş de tamamen
akla yatkındı: Mikroplar hep çürümenin olduğu yerde diye bu olayın ortaya
çıkmasının nedeni onlardır demek doğru değildi. Liebig’e göre mikroplar
tıpkı Afrika’daki savanalarda leşlerin üzerinde dönüp duran akbabalar gibi
çürüyen maddelere üşüşmekteydiler. Ölümün nedeni onlar değildi ancak
ölümden bayıla bayıla nasipleniyorlardı. Açıkçası, ne büyük isimlerin ne de
en iyi savların tümü sonradan kanıtlanacak görüşü destekliyorlardı. Liebig
açıklamalarından o denli emindi ki 1839'da başka bir yazarla ortaklaşa “Şarap
Mayalanmasının Sırrı Çözüldü” adlı bir hiciv yazısı kaleme aldı. Bu yazıda
bir mikroorganizmayı şeker yedikten sonra anüsünden alkol, üreme
organlarından ise karbondioksit boşaltırken resmederek Schwann’ı ve
müttefiklerini sarakaya aldı.
Ancak Liebig'in bu olan bitene tek olumlu katkısı bu komik karikatür
değildir. Mikrop kuramı tarihinde sık sık küstah bir gerici olarak görülen
Liebig'in etkisi aslında daha karmaşıktı. Şurası kesin ki hastalığa yol açan
mikropları bulma girişimlerine gölge düşürmüştü. Ancak mayalanma
konusundaki fikirleri, bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkışında havayla taşınan
maddeciklerin rolü konusunda, Victoria dönemindeki saplantının başlıca itici
güçlerinden biri olmuştu.
Kokuşmanın organik maddelerin çürümesine yol açan kimyasal ajanlardan
kaynaklandığını öne süren Liebig’in savı, ilk olarak, bir yüzyıl önce Böyle ve
Sydenham’ın açıkça dile getirdiği miasma (pis koku) kavramına olan ilgiyi
büyük ölçüde canlandırdı. Avrupa ve Amerika’daki yüzlerce doktor şimdi bu
düşünceyle ilgilenmeye başlamışlardı. Bu ünlü Alman’ın verdiği ilhamla,
tehlikeli miasma’ların kimyasal tepkimeler sonucunda insan vücudunda
hastalıklara neden olduğu düşüncesi yaygınlaştı, insan vücudundaki bu
hayali, küçücük, zehirli maddeler daha sonraları ortaya çıkan mikroplardan
yalnızca canlı olmadıklarının sanılması açısından ayrılıyordu. Britanya’da
doktor ve istatistikçi William Farr, Liebig’in mayalanma kuramını kimya ve
biyoloji disiplinlerinin arasındaki mesafeyi kapatma amacıyla birkaç adım
daha ileriye taşıdı. 1842’de yaptığı bir sınıflandırmada bulaşıcı ve salgın
hastalıkların çoğu' nu içeren “zimotik” hastalıklar kavramını ileri sürdü.
Farr’a göre, bunlara neden olan şey yutulan veya solunan, daha sonraysa
vücutta kimyasal bir bozulmaya yol açan ve genellikle çiçek polenlerine
benzetilen organik parçacıklardı. 1850’ler boyunca mikrop kuramına
kararlılıkla karşı duracak olan Farr’ın işaret ettiği organik parçacıkların
Leeuwenhoek’un gördüğü mikroplar olduğu sanılmıyordu. Ancak Farr’ın
fikirleri doğru istikamette kayda değer bir adım oluşturuyordu; miasma
kuramına inanan destekçileri çok küçük varlıkların en büyük ve en karmaşık
yaşam biçimlerini mahvedebileceğini, hatta yok edebileceğini kabul etmiş
oluyorlardı. Liebig ve Farr’m kuramları aynı zamanda Britanya’da Edwin
Chadwick ve John Simon, Amerika’da Lemuel Shattuck, Almanya’da Rudolf
Virchow ve Fransa’da Louis Villerme’nin başlattığı büyük ölçekli kamu
sağlığı kampanyalarına da esin kaynağı oldu. Özel girişimi el üstünde tutan
ve merkezi hükümete güvenmeyen güçlü orta sınıfla karşı karşıya olmalarına
rağmen, reformcular Beller ve Howard’ın on sekizinci yüzyıldaki düşlerinin
çoğunu hayata geçirdi. Bütün Avrupa’da, sonra da Amerika’da yazılan
raporlar, şehirlerdeki banliyölerin ve kırsal kesimdeki mezbelelik kasabaların
insan sağlığına hiç de uygun olmayan yaşam koşullarını gözler önüne serdi,
böylece orta sınıfın pislik ve hastalık arasındaki güçlü ilişkiyi görmesini
sağladılar. Nüfuz sahibi sınıflar işçi sınıfının yaşadığı meskenlerde ortaya
çıkan salgınların kendilerinin yaşadığı daha sağlıklı bölgelere
sıçrayabileceğini anlayınca hükümetler kirli sulan taşımak için binlerce mil
uzunluğunda kanalizasyon tünelleri, temiz su tedarik etmek için de
tamamlayıcı sistemler inşa etmek durumunda kaldı. Bu mühendislik işinin
ölüm oranları üzerinde yarattığı muazzam etki, miasma kuramının
doğruluğuna ilişkin güçlü bir kanıt olarak görüldü.
Hospitalizm ve Hijyen
Hastanelerin istemeden birçok hastalık türünün bulaşıcılığının en güçlü
kanıtlarından bazılarını sunması tıp tarihinin en tuhaf cilvelerinden biridir.
Paris tipi hastane tıbbı, seçkin doktorları özel hastalarından koparmış, tıp
eğitim ve araştırmalarında bir devrim yaratmıştı. Ancak şehir hastanelerinin
sayısındaki hızlı artış, onların sadece eskiye nazaran daha az sağlıklı
olmasına yol açmıştı. Hastanelerde ortaya çıkan salgınlan ifade etmek için
kullanılan "hospitalizm” kavramı genç İskoç Doktor James Young Simpson
tarafından türetilmişti. Simpson akıllarda yer eden sözleriyle,
“hastanelerimizdeki bir ameliyat masasına yatan bir hastanın Waterloo’da
savaş meydanındaki bir İngiliz askerinden bile daha çok ölüm tehlikesine
maruz kaldığı”nı belirtmiştir. Ancak hastaneler daha sağlıklı olsaydı
doktorlar hastalıkların bulaşıcı olduğu gerçeğini daha geç anlayacaklardı.
Türkiye ve Kırım'daki hastanelerde gösterdiği çabalar sayesinde seküler bir
azize konumuna yükselmiş olan Florence Nightingale, 1850’lerde
hospitalizme karşı açtığı ateşli kampanyalarla bu hareketin ön saflarına
yerleşti. Âdeta bitmek bilmeyen enerjisiyle, kendini hastanelerin iyi
havalandırılmasına, 1850 öncesi sık sık görülen çöplerden, oraya buraya
saçılmış kanlı bezlerden ve kirli çarşaflardan arındırılmasına adadı.
Nightingale bu alanda yalnız da değildi. O bu alana el atmadan önce, cerrahi
hastaları diğer hastalardan ayırmak, koğuşları düzenli olarak kireçle
badanalamak ve duvarları karbolik asit benzeri dezenfektanlarla silmek gibi
kararlı girişimler söz konusuydu. Bu hareketin öncülüğünü, günümüzde
büyük ölçüde (ve haksız yere) unutulmuş da olsa Londra'daki St.
Bartholomew hastanesinin başhekimi Ge-orge Callender yapmıştı. 1847 ve
1867 yılları arasında St. Bartholomew hastanesindeki yara
enfeksiyonlarından ölüm oranı yüzde 35’ten yüzde 10’a düştü. 1877’de ise
yüzde 2 gibi çok düşük bir düzeye indi.
Bu başarılar göz önüne alındığında 1850'lerde çoğu cerrah ve kamu sağlığı
savunucusunun hastalıkların bir insandan diğerine geçebileceğine hâlâ
inanmaması çarpıcıdır. Onlara göre, salgınlar ister pis hastanelerde ister
şehirlerdeki sağlıksız avlularda olsun, pis ve havasız her yerde daima ortaya
çıkabilirdi. Bu yüzden sefil ortamlarda ortaya çıkan miasma’lan hastalıkların
nedeni olarak görmek yeterli değil mi, diye soruyorlardı. Nightingale 1859
yılında, “hiçbir bilimsel araştırmada, ‘bulaşma’ diye bir şey olduğuna dair
kabul görecek türden bir kanıt yoktur” demiştir. Ona ve onun meslektaşlarına
göre yapılacak şey ortadaydı: Koğuşları dezenfekte etmek, sokakları
temizlemek, kanalizasyon ağları örmek ve hayvan leşlerinin meskûn alanlara
atılmasının önüne geçmek; işte bu yolla güneş ışınlarıyla dağılan sis gibi
salgınlar da ortadan kaybolacaktı.
Ancak, bu yaklaşım yalnızca miasma kuramının her şeyi açıkladığına
duyulan güvenden ibaret değildi. Birçok devlet yetkilisi ticareti engellediği ve
bireysel özgürlükleri tehlikeye attığı için kısıtlayıcı karantina önlemlerine
içgüdüsel bir tiksinti duyduğundan bulaşma fikrine karşıydı. Ne var ki, bu
görüşe muhalefet bizzat tıp mesleğinin içinden geldi. Doktorların lohusalık
humması veya albastıya olan yaklaşımları, bunun nedenlerine ve daha
önemlisi, nasıl sorgulandığına ışık tutar.

Ölüm Melekleri
Belki de doğumdan hemen sonra annenin ölümü, doğası gereği çok acı bir
olay olduğundan lohusa hummasının ölümcül sonuçlan tıp çevrelerince başka
daha ölümcül hastalıklardan her zaman daha önemli görülmüştür. Ancak bu
endişe doktorların enfeksiyonun nasıl yayıldığını anlamasına pek de katkıda
bulunmamıştır. On sekizinci yüzyılın sonundan başlayarak birkaçı yüksek
sesle bu hastalığın bulaşıcı olduğunu dile getirmeye başladılar ama bu fikrin
geniş kesimlerce benimsenmesi ancak 1870’lerde olmuştur. Bu görüşün nihai
başarısına giden yol oldukça zorlu ve sarptı. Çünkü hem doktorların hem de
ebelerin hastalığın bulaşıcı olduğu fikrini çürütmek için gizli saikleri vardı.
Bulaşma savını destekleyecek kadar cesur ya da gözü kara ilk doktor
İskoçyalı Alexander Gordon’du. Aralık 1789 ve Mart 1792 tarihleri arasında,
yaşadığı bölge lohusa humması salgınıyla kasıp kavruluyordu. Gordon hemen
bütün vakaları kayda geçirmeye başladı ve çok geçmeden hepsinde ortak bir
husus gördü: ölümle sonuçlanan her bir vakada, doğumda hazır bulunan
doktor ya da ebe daha önce “hastalıkla boğuşan bir başka hastayla”
ilgilenmişti. Gordon, lohusa hummasının bulaşıcı olduğu ve "bir vakadan bir
başkasına doktorlar ve ebeler aracılığıyla sirayet ettiği” sonucuna vardı.
Haklıydı ama bu meslektaşlarının hiç de duymak istediği türden bir şey
değildi. Hastalarım her zaman iyileştirmeyi başaramamakta bir sorun yoktu,
ne var ki hiçbir tıp çalışanı özü itibariyle bir ölüm meleği olarak
nitelendirilmeyi hoş karşılamazdı. Gordon incelemesinde en fazla ölümlü
doğumda görev alan ebelerin isimlerine de yer verince durumu daha da
vahimleştirdi. Onların da bir araya gelip Gordon’u yeni tehlikeli fikirleri
pazarlayan biri olarak yaftalamak için ellerinden geleni yapmaları pek
şaşırtıcı değildir. Gordon Aberdeen’den kovuldu, donanmada kısa süreli bir
görevden sonra ise umudunu yitirmiş hâlde ve hayal kırıklığı içinde erkek
kardeşinin çiftliğine sığındı.
Buna karşılık, Amerikalı şair ve doktor Oliver Wendell Holmes bu durumu
nispeten ucuz atlatmıştı. Ancak doktorluk diplomasını henüz almış biri olarak
Gordon ’la aynı sonuca ulaşınca şimşekleri üzerine çekti. Holmes, lohusa
hummasından düzinelerce hastası ölen birtakım çarpıcı bireysel doktor vakası
olduğunu, oysa aynı bölgede hiçbir hastası ölmeyen doktorlar da olduğunu
belirtmişti. Görülen o ki bu hastalık kendisiyle aynı mesleği icra eden birçok
doktorun savunduğu miasmacı kavramlarla açıklanamazdı, havada dolaşan
zehirli partikül bulutları doktorlar arasında seçim yapamazdı ya. Örneğin
Philadelphialı Dr. Rutter bir yıl boyunca eşlik ettiği her doğumdan sonra
annelerin öldüğünü fark etmişti. Bu kesinlikle tesadüf olamazdı.
Rutter da hastalığın nedeninin vücudunda ya da giysilerinde taşıdığı bir şey
olabileceğini fark etti. Bu yüzden sakallarını ve saçını tıraş etti, vücudunu
tamamen yıkadı, elbiselerini ve aletlerini değiştirdi ve kendisini birkaç hafta
boyunca karantinaya aldı. Gene de, yeniden çalışmaya başlayınca
doğumlarında bulunduğu kadınlar lohusa hummasından ölmeye devam etti.
İtibarı onulmaz derecede zedelenen Rutter kısa süre sonra apar topar
Philadelphia’dan ayrıldı.
Holmes 1855 yılında, “lohusa hummasının doktorlar ve hemşireler tarafından
sıklıkla hastadan hastaya geçirilebilecek denli bulaşıcı bir hastalık olduğunu”
gösteren bu olaya ve diğer kanıtlara atıfta bulundu. Yaşayan mikroplardan
söz etmemişti. Ancak doktorlardan ve ebelerden ölen kadınlara otopsi
yapmaktan kaçınmalarını ve eğer kendi bakımları altındayken üç kez art arda
ölen kadın varsa doğum ameliyatlarına girmemelerini rica etti.
Holmes’un kitabına verilen tepkiler hızlı ve sertti. Saldırıların öncülüğünü
Philadelphia’nın tanınmış profesörleri Charles Meigs ve Hugh Lodge
yapıyordu. Meigs Holmes’un yazdığı incelemeyi, “toy bir öğrencinin abuk
sabuk fikirleri” olarak niteledi. Lodge ise öğrencilerine lohusa hummasının
yayılmasından doktorları sorumlu tutmanın olanaksız bir şey olduğunu
söyledi. Gene de yaklaşık 1840’lardan başlayarak, birçok Amerikan doktor
işini sağlama almak için doğumdan önce tamamen yıkanmaya başladı.
Bulaşma görüşü Britanya’da da büyük ilerleme kaydetti. 1840’lı yıllarda
James Young Simpson doktorların ve ebelerin lohusa hummasını yaydığına
tamamen ikna oldu. Mikropların parmaklarımız üzerinde dolaştığını ilk iddia
edenler arasında yer alan Simpson, parmakları akıllarda yer eden bir şekilde,
“ilk aşılama yapanların kullandığı sivri fildişi uçlara” benzetti. Simpson
doğumun vajinada çizik ve sıyrıklara yol açtığını, rahmi yaralarla
doldurduğunu ve “birçok atardamarın ve damarın ağzını” korunmasız
bıraktığını ortaya koydu. Ona göre, bu, ölümcül maddelerin vücuda girmesini
kolaylaştıran birçok nokta oluşturmaktaydı.
Simpson bu fikirleri öne sürerken Viyana’da çalışan Macaristan doğumlu bir
başka doktor da aynı sonuca ulaştı. Ignaz Semmehveis Viyana Belediye
Hastanesi’ndeki lohusa hummasından kaynaklanan ölüm oranlarından
dehşete düşmüştü, kendini bu sorunun nedenlerini saptamaya adadı.
Semmelıveis’in şansı yaver gitti çünkü mükemmel bir biçimde karşılaştırmalı
araştırma yapmasını sağlayacak birbirinden çok farklı ölüm oranları olan iki
doğum servisi vardı. İlk servisin yüzde 29 gibi oldukça ürkütücü bir ölüm
oranı vardı. İkincisinde ise bu oran yalnızca yüzde 3’tü. Semmelweis iki oran
arasındaki bu uçurumu çok çarpıcı bulmuştu ve çok geçmeden bunun
nedenini de keşfetti. İlk servisteki doğumlar, çoğunlukla otopsi odasından
doğruca doğumhaneye giren tıp öğrencileri tarafından idare ediliyordu. Oysa
İkincisinde yalnızca ebelik öğrencileri çalışıyordu ve ellerinde kadavralardan
bulaşan maddeler yoktu. Semmelweis doktorların bilmeden de olsa korkunç,
kısır bir döngü içinde düzenli olarak ölülerden yaşayanlara ölümcül maddeler
taşıdıklarını fark etti.
Sanki kader onun doğru sonuca ulaştığını kanıtlamak istiyor gibiydi, çok
geçmeden otopsi sırasında kazara parmağını kesen bir profesörünün ölümüne
tanık oldu. Profesörün gösterdiği belirtiler tıpatıp Birinci Doğum Servisinde
ölen düzinelerce annenin belirtilerine benziyordu. Bunun sonucunda,
Semmelweis Mayıs 1847’de ani bir karar alarak personelin doğum
ameliyatına girmeden önce ellerini klorlu suyla yıkaması emrini verdi.
Lohusa hummasından kaynaklanan ölümler aniden ve çarpıcı bir şekilde
azaldı.
Ne var ki Semmelweis şöhretin tadım çıkaracağı yerde, daha on yıl
geçmeden, berbat bir akıl hastanesinde, karısı tarafından terk edilmiş, çoğu
eski meslektaşı tarafından unutulmuş ya da aşağılanmış hâlde ölmekteydi.
Nelerin ters gittiğini ele alan birçok açıklama Gordon’a reva görülen
muameleye benzer bir tablo yansıtsa da Semmehveis’in trajik düşüşünün asıl
nedenleri daha karmaşıktır. Şurası kesin ki, istemeden de olsa yüzlerce ölüme
neden olduklarını kabul etmeyen bazı hastane yöneticileri onun fikirlerinden
rahatsız olmuşlardı. Ancak Semmehveis'ın çıkarcı doktorlar tarafından
çabucak dışlandığı şeklindeki klasik açıklama bir efsaneden öteye gitmez
denebilir. Aslında Semmehveis, başarılarını Avrupa’da yaymaktan başlarda
mutluluk duyan sadık birçok destekçi bulmuştu. Bu sadık destekçiler,
Semmehveis’ın Viyana hastanesindeki uzun zamandır göz koyduğu göreve
atanmayınca yaşadığı büyük bir kişilik değişiminin ardından ondan
uzaklaştılar. Bu olayı takip eden aylarda, o zamana dek sıkça eksantriklik
sergileyen davranışları psikoza doğru kaymaya başladı.
Ruh halindeki şiddetli dalgalanmalar, aşırı paranoya ve cinsel sapkınlıklar
onu radikal bir kuramı savunabilecek en son kişi hâline getirdi. Semmehveis
kendisini eleştirenlerden biri hakkında, “Tanrı’nın huzurunda, senin bir katil
olduğunu ilan ediyorum’’ ve bir başkası için de “git birkaç dönem mantık
dersi al” diyerek tıp dünyasında bir skandala yol açtı. Semmelweis
arkadaşlarıyla vedalaşma gereği bile duymadan Viyana’dan ayrılarak geriye
kalan dostlarını da gücendirdi. Bu tam bir felaketti. Orijinal bilimsel fikirleri
kabul ettirmek sıra dışı sosyal beceriler gerektirir. Ama Semmehveis’ın akli
durumu etkin bir şekilde davranmasına engel oldu. Yalnızca meslektaşlarının
aşın tutuculuğu değil, kendi kişisel bahtsızlıkları da onun önerdiği hijyen
önlemlerinin daha da yaygınlaşmasının önünü tıkadı.
Ancak akıl hastanesine kapatıldığı zamana dek, Gordon’un, Holmes’un ve
Simpson’un olduğu kadar, Semmehveis’ın da görüşleri epeyce yayılmıştı.
Sonraki otuz-kırk yılda artan sayıda doktor lohusa hummasının bulaşıcı
olduğunu kabul etmeye başlamıştı. Belki diğerlerinden ziyade, söz konusu bu
hastalığa ilişkin değişen tavırlar, daha büyük bir atılım için zemin
hazırlamıştı.
7. Başlangıcın Sonu
On dokuzuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde mikrop devriminin
gerçekleşmesi için ortam hazırdı. Çok az insan bir devrimin yakın olduğunu
görebildi ancak mikroplar, çürüme-de oynadıkları rol ve bulaşıcı hastalıkların
varlığı gibi konularda, insanlara mikrop kuramının en azından incelenmeye
değer olduğunu gösterecek kadar bilgi birikimi vardı. İster organik ister
inorganik olsun zehirli miasma’lar hakkındaki fikirler, aynı zamanda birçok
doktoru hastalığa yol açabilen minik partiküller olabileceği ihtimaline
alıştırmıştı. Ne var ki, bütün bunlara karşın 1850’de mikrop kuramının
savunucuları geleceğin epey kasvetli olacağını düşünüyorlardı. İşte aynı yıl
Britanya’nın önde gelen kamu sağlığı reformcusu John Simon
meslektaşlarına ve öğrencilerine, yaşayan organizmaların birçok ciddi
hastalığa yol açabileceğini ileri süren isviçreli Doktor Jacob Henle’nin
görüşleri hakkında bir konuşma yaptı. Simon kararlı bir şekilde böyle bir
olasılığa karşı çıkıyordu. Liebig’e bağlılığını bildiren Simon “bulaşıcı
hastalık olgusu özü itibariyle kimyasaldır” diyerek kesin fikrini ifade
ediyordu. Bu, dinleyiciler arasında çok az kişinin itiraz edebileceği bir
görüştü.
Simon’un ve onun sayısız müttefikinin direnişini eski tıbbi geleneklerle
yetişmiş doktorların gaddarlıklarına bağlamak çok cazip gelebilir. Bilim
tarihinin eskiden yazılış biçimi şu şekildeydi: Birkaç kâhinimsi deha bazı
şeylerin gerçekten nasıl işlediğinin farkına vanr, daha sonra hatalarını kabul
etmeye yanaşmayan ya da kendilerine gerçek olarak belletilenler dışında
hiçbir şeyi görmeyen meslektaşları ve rakipleri tarafından dışlanmış olarak
uzun yıllar ıssızlıkta inzivaya çekilirler. Gerçekte ise bu tür açıklamalar
genellikle romantik kurgulardır. Herkes gibi bilim insanı da değişime inatla
ve hasımca yaklaşabilir, kıskançlığın ya da kibrin esiri olabilir. Ancak
genelde bizler de yeni bir kuramın doğruluğunu kanıtlamanın ne kadar zor
olabileceğini gözden kaçırabiliriz. Mikrop kuramı bu hususa çok iyi bir
örnektir, örneğin, Kraliçe Victoria’nın doktoru, kadın hastalıkları ve doğum
uzmanı ve epidemiyolojist (salgın hastalıklar uzmanı) John Snow’u ele
alalım. Snow, 1854 'teki kolera salgını sırasında Soho’nun bir semtinde
hastalıktan ölenlerin daha çok Broad Street'teki bir su pompası etrafında
yoğunlaştığını göstermişti. Kısmen bu veriye dayanarak radikal bir sav ortaya
koymuştu: Kolera sudan yayılan bir hastalıktı, bu hastalığa belli bir mikrop
neden oluyordu ve kurbanların dışkılarında ortaya çıkıyordu. Günümüzde
Snow uluslararası bir kahramandır. Hatta biyoloji, halk sağlığı ve
epidemiyoloji ders kitaplarında kendisinden övgüyle söz edilen bu içki
karşıtının adı, Soho’daki bir pub'a verilerek (“The John Snow”)
ölümsüzleştirilmiştir.
Gene de 1850’lerde Britanya’nın önde gelen tıp dergisi The Lancet fikirlerini
“ana lağım "dan aldığını ileri sürerek Snow’un bütün makalelerini reddetti.
Fransız Bilim Akademisi de Snow’un makalelerini yayımlamaya yanaşmadı.
Bilim, Snow’u aklamış olduğundan onun bol miktardaki düşmanı bugün
tamamen kötü niyetli veya en azından aptal konumuna düşmüştür. Ama
1850’lere dönersek savlarında koskocaman açıklar olduğunu görürüz.
Aslında, Snow’un ölümlerin su pompası civarında yoğunlaştığına ilişkin
kanıtları hiçbir şekilde kirli suyun Soho’daki kolera salgınına yol açtığını
göstermiyordu. Birçok salgın hastalık uzmanının gözlemlediği gibi, topladığı
veriler, su pompasının yakınlarında çürümüş bir evsel atık yığınının
miasma’lar çıkardığı ve Soho sakinlerini zehirlediği yönündeki karşıt bir
savla da aynı derecede uyuşuyordu. Ama salgının kaynağının Soho’daki su
pompası olduğunu kabul etmeye hazır olanlar arasında bile, Snow’u
koleranın yalnızca diğer hastaların dışkılarıyla enfekte olmuş suyla
bulaşabileceğine inanacak kadar saf olmakla suçlayanlar vardı. Bu eleştiriyi
dile getirenler mantıklı bir itirazda bulunuyorlardı: Snow bir salgındaki
birkaç vakadan hareketle hastalığın ortaya çıktığı her durum için bir sonuca
ulaşmaya çalışarak mevcut kanıtların ötesine gidiyordu.
Snow'u eleştirenler arasında, bütün eğitimleri çoğu hastalığın birçok farklı
şekillerde üretilebileceği inancına dayalı olan doktorlar da vardı. Snow, belli
bir mikrop olmadan koleranın muhtemelen ortaya çıkmayacağını ima ederek,
bu yerleşik anlayışları rahatsız etmişti. Ama bu rahatsızlığın kaynağı,
yalnızca kolera mikroplarının varlığına ilişkin bir kanıt olmadığı için değil,
aynı zamanda çok makul bir şekilde, Snowun savlarının fazla iddialı
olduğunun düşünülmesiydi. Edinburglu John Hughes Bennett, “Neredeymiş
bu minik yaratıklar?” diye alay ediyordu. “Onları gören var mı?”
Resim 1: Victoria döneminden tipik pis bir metropol varoşu ve onun şanssız
sakinlerinin resmi. Gustave Dore ve Blanc Jerrold’un London: A Pilgrimage
(Londra: Kutsal Bir Yolculuk) adlı kitabından tıpkıbasım Londra: Grant,
1872, ilk baskı, s.124.

Aslında, 1854 yılına gelindiğinde, bu suçlama geçerliliğini yitirdi. O yıl,


İtalyan Filippo Pacini, kolera basilini ilk gören insan olarak tarihe geçti. Ama
onun çabucak unutulup giden açıklaması, virgül şeklinde bir basilin sağlıklı
insanların dışkısında bulunmayıp yalnızca kolera hastası insanların dışkısında
bulunduğunu gösteriyordu. Bu, basilin koleraya yol açtığını kanıtlamaya
yetmezdi. Mikropların çürüyen yiyeceklere ya da hastalıklı dokuya sonradan
yerleşen kolonicilerden öte bir şey olmadığını savunmak da aynı derecede
akla yatkındı. Tanınmış Alman cerrah Cari Thiersch 1875 yılında,
“Çürümenin bakterilerden mi kaynaklandığı, yoksa bakterilerin çürümenin
olduğu yerde mi ortaya çıktığı henüz belirsiz,” demiştir. Dahası,
kendiliğinden türemeye karşı başlatılan tartışma hâlâ sonuca bağlanmamıştı,
bir mikroskop lamı üzerinde bazı tuhaf varlıklar göstermek hiç mi hiç yeterli
değildi. Enfeksiyonun görüldüğü bölgede mikroplar bulunduğunda bile,
doktorların çoğu, mikropların hastalığın nedeni olduğu iddialarına haklı
olarak kuşkuyla bakıyorlardı. Örneğin, 1869’da, Amerikan Doktor James H.
Salisbury kabakulak, tifo ve sıtmaya neden olan mantar türlerini tespit ettiğini
ilan etti. Ancak başka doktorlar bu hastalıkların söz konusu mantarların
bulunmadığı bölgelerde de ortaya çıktığını fark edince bu iddianın saçma
olduğu anlaşıldı. Philadelphialı Doktor Horatio Wood, bu durumun
saçmalığını göstermek amacıyla içinde bol miktarda Salisbury’nin
mantarlarından bulunan bir bardak suyu mideye indirdi ve kendisine bir şey
olmadı.
Britanyalı Doktor Lionel Beale çok etkileyici bir dille mikrop kuramına son
bir itirazda bulundu. 1868’de tamamen sağlıklı insanların sindirim ve
solunum sisteminde bakterilerin yaşadığını gösterdi, insanlar açısından hem
iyi hem de kötü bakteriler olduğunu bugün artık biliyoruz. Ama Beale
bulguların mikropların insanlığa bir tehdit oluşturmadığının kanıtı olarak
gördü ve bu görüşünü birçok insan destekledi.
Kısacası 1850’de mikrop kuramcılarının daha yapacakları çok şey vardı.
Hâlâ, mikropların iç hastalıklara yol açtığını gösteren çok inandırıcı kanıtlar
bulunamamıştı. Mikropların vücut dışında çürümeye yol açtığı bile daha
kanıtlanamamıştı; zararsız bakteriler hakkında, Leeuwenhoek’un “küçük
hayvanlarının” muhtemelen hastalığa yol açamayacağını ima eden bir sürü
gözlem vardı. Dolayısıyla mikrop kuramcılarının aşması gereken belli başlı
zorluklar şunlardı: Birincisi, kendiliğinden türeme kuramını alt etmek;
İkincisi, belirli mikropların konakçılarında hep aynı hastalığa yol açtığını
kanıtlamak.
Neyse ki, yüzyılın ortasında tıp bilimi yeni bir gizli güçle dolup taşıyordu.
Yeni keşiflerin yolunu açan deneylere, herkesten ziyade arzu duyan ve bu
arzunun ete kemiğe bürünmüş hâli olan biri vardı: Bu Louis Pasteur adlı
Fransız’dı.
III Sıra Louis Pasteur’de
8. İki Düello
Kendiliğinden türeme hakkındaki tartışmaları 185O yılında kördüğüm
halinde bırakmış-tık. Kimyager Justus von Liebig'in azameti, onu izleyen
birçoklarının Spallanzani ve Schvvann’ın mikropların çürümeye yol açtığına
ilişkin kanıtları-nı reddetmesine yol açmıştı. İşte Louis Pasteur bu çok kritik
kavşakta sahneye çıktı. Ailesi Fransa’daki sakin Arbois kasabasında bugüne
kadar tabakçılıkla geçimini sağlamıştı ancak oğulları inanılmaz derecede ve
genellikle de acımasızca hırslı biriydi. Başarı için duyduğu bu heves,
Yanmada Savaşı'nda gösterdiği kahramanlıkları anlatan babası tarafından
kamçılanmış olabilir. Kaynağı ne olursa olsun, genç Pasteur içinde onu
büyük bir insan yapacak bir şeyler olduğuna emindi. Kendine olan güveni
onu yer yer dayanılmaz derecede kibirli yapsa da, 1850’li yıllarda, daha 30
yaşındayken, “karısının adını geleceğe taşıyacağını” iddia edecek kadar
kendini beğenmiş birine tıp bilimi şiddetle ihtiyaç duyuyordu.

Liebig’in Hezimeti
Pasteur’un ilk buluşları biyoloji yerine kimya bilgisinden kaynaklanıyordu.
1850’lerin ortalarında Lille’de kimya öğretmeniydi. Bu bölge bira
imalatçıları, şarap tüccarları ve sirke üreticileriyle dolu olduğundan
mayalanma kimyasına derin bir ilgi göstermesi son derece doğaldı.
Pasteur’un araştırma projesi genellikle sirkeleşmiş şarapta bulunan bir bileşik
olan tartarik asidin kristalize yapısı hakkındaydı. Polarize ışık kullandığı
deneyleri, asit kristallerinin atom düzeyinde birbirinin aynadan yansıması
gibi duran iki farklı biçimde var olabileceğini gösterdi. Bu kulağa pek de
heyecan verici gelmeyebilir. Ancak daha önce hiçbir kimyacı bu tür asimetrik
bir moleküler düzenleme tespit etmemişti: Pasteur kesinlikle yepyeni bir şey
keşfetmişti. Ama bu önemli miydi? İyice merakı depreşen ve keyiflenen
Pasteur, bu asimetrik bileşiklerin nasıl oluştuğunu bulmaya karar verdi.
Sonunda doğru yanıtı buldu: Bunlar yalnızca yaşayan mikroorganizmaların
sürece müdahil olmasıyla ortaya çıkabiliyorlardı. Tartarik asit de çoğunlukla
şarap yapımı sırasında ortaya çıktığından, Pasteur mayalanmanın da
mikropların etkimesine gereksinim duyduğu sonucuna vardı. Böylece
dolambaçlı bir yoldan kendisini Justus von Liebig ile ihtilafa düşmek üzere
buldu. Bu şiddetli bir karşılaşma olacaktı.
Liebig’in mayalanmadan esinlenen mikrop kuramlarına karşı muhalefeti
şarap, bira ve sirkenin tamamen kimyasal bir süreçle üretildiğine
inanmasından kaynaklanıyordu. Mikropların olmaları gereken yer orası
olduğu için çözünen ya da mayalanan maddenin içinde bulunduğunda ısrar
ediyordu. Ama Liebig, hem haksız olması hem de zeki ve kararlı bir rakibe
karşı durması açısından iki kat şanssızdı. Birkaç yıl geçmeden Fransız rakibi,
mayalanmanın yaşayan mikroorganizmalara bağlı olduğunu göstermekle
kalmamış, bir mikroorganizmanın şarap, bir diğerinin sirke, bir başkasının
bira, diğerlerinin ise çürük ya da berbat kokan lapamsı bir bulamacın
yapımında rol oynadığını da kanıtlamıştı.
1857’de Pasteur’ün amacı fermantasyon sürecinde kullanılan mayanın
kimyasal bileşiklerden değil mikroorganizmalardan oluştuğunu kanıtlamaktı.
Cagniard de Latour da yirmi yıl önce aynı şeyi yapmaya çalışmış ve tıpkı
yaşayan hücrelere benzeyen, “basit, saydam, yuvarlak, birazcık uzamış,
nerdeyse renksiz” yuvarlar gördüğünü yazmıştı. Ama Liebig, Latour’un
sonuçlarını yetersiz bularak ciddiye almaksızın bir kenara itmişti. Bu durum
Pasteur’e mayanın aslında canlı olduğunu kanıtlamak için çok daha fazla
kanıta ihtiyaç duyulduğunu gösterdi. Fermantasyon sürecinde tıpkı diğer
yaşayan organizmalar gibi mayanın da uygun besinlerin olması koşuluyla
çoğaldığını ve ürediğini göstermesi gerekiyordu.
Su-şeker çözeltisi, maya ve amonyaktan oluşan bir eriyiği karıştırarak işe
başladı, fermantasyon tamamlanınca ise geri kalan değişik öğelerin miktarını
ölçtü. Su-şeker çözeltisindeki karbonun ve amonyaktaki azotun maya
taralından emildiğini ve hücre benzeri yeni yuvarlar üretmek üzere
kullanıldığını büyük bir heyecanla fark etti. Maya miktarı tam da sağlanan
besleyici madde miktarıyla doğru orantılı olarak artmıştı. Kısacası, maya
tıpkı canlı bir organizma gibi davranmıştı.
Pasteur bu deneyin ardından, “geceleri gaz lambası ile odasını aydınlatarak”
sonu gelmez saatler boyunca mikroskobundan yeni maya yuvarlarının nasıl
ortaya çıktığını pür dikkat gözlemledi. Gördüğü her şey, yaşayan hücrelerin
ortaya çıkışını izlediğine işaret ediyordu. Eski yuvarlar kalın zarlarıyla ayırt
edilebiliyorlardı, bunların üzerinde ise sık sık minik tomurcuklara benzeyen
şeyler beliriyordu. Bu tomurcuklar daha sonra büyüyor, zarları kalınlaşıyor
ve “anne” yuvardan kısmen kopuyorlardı. Yüzlerce kez tekrarlanan bu süreç
sonunda maya hücrelerinden oluşan yılan gibi uzun zincirler ortaya
çıkıyordu; bu hiç de inorganik kimyasal bir tepkimeye benzemiyordu. İşin
içinde Pasteur'ün daha önceki deneylerde kazandığı hüner de olunca, bu
kolayca tekrarlanabilen gözlemler bilimsel camianın çoğunu Liebig’in
yanılmış olduğuna ikna etmeye yetmişti.
Bu araştırmaları sırasında Pasteur, can alıcı bir keşif daha yaptı. Şarabın,
biranın ve sirkenin görünüş bakımından çeşitlilik arz eden mikroorganizmalar
barındırdığını göstermeyi başardı ve farklı mikropların farklı etkilere yol
açtığı sonucuna ulaştı. Ona karşı çıkanlar, zaman kaybetmeden, mikropların
benzer görünmeseler de tıpatıp aynı şekilde davranabileceğine dikkat çektiler.
Pasteur bir dizi harikulade deneyle, belirli mikrop biçimlerini ayırarak, onları
çeşitli akışkan ortamlara zerk edip bu iddiaya gereken cevabı verdi. Çok
geçmeden bu yöntem, nihai ürünün alkol mü yoksa başka bir şey mi
olduğunu katılan mikrop türünün belirlediğini gösterdi. Örneğin, şeker
solüsyonuna yalnızca maya katınca hep alkol elde ediliyordu, oysa
Mycoderma adını verdiği bir bakteriyi de katınca sirke elde ediyordu. Butirik
asit ortaya çıkaran ancak yalnızca oksijensiz ortamlarda işlev görebilen bir
organizmayı keşfetmesiyle, belirli mikropların varlığına ilişkin ek kanıtlar
bulmuş oldu. Bu deneyler, bakterilerin elinden her iş gelen organizmalar
olmadığını gösterdi. Tersine, her biri doğası gereği yalnızca ve yalnızca
kendisine verilen görevi yerine getiriyordu.
Fransızların gönlünde özel bir yere sahip olan sıvıyla yaptığı deneylerle,
Pasteur rakiplerine son darbesini indirdi. Daha önceki çalışmaları hakkındaki
raporlardan etkilenen imparator III. Napoleon onu bizzat şarapçılık sektörünü
altüst eden “şarap hastalıklarını” incelemeye çağırdı. Siyasi anlamda katı bir
muhafazakâr olan Pasteur daveti severek kabul etti. Becerikli yardımcısı
Emile Duclaux ile birlikte kendi memleketi Arbois’da bir laboratuvar kurdu.
Birkaç hafta geçmeden bir ölçü mayaya belli bakterilerin karışmasının
şarapların ekşimesine yol açtığını buldular. Bu bakterileri ayırıp diğer fıçılara
da aynı bakterilerden ekleyince o fıçılardaki şaraplar da ekşidi, izleyen
aylarda Pasteur ve Duclaux bazıları şarabı yavanlaştıran, köpürten ya da
berbat kokan bir lapaya dönüştüren başka bakteriler de keşfettiler.
Onların çalışmaları sayesinde 1860’larda şarap üreticiliği eskiye nazaran çok
daha az riskli bir iş haline geldi. Pasteur ve Duclaux şarapçılara hangi
fıçıların bozulduğunu tespit etmeleri için mikroskop kullanmayı öğrettiler. Bu
sayede fıçıların içindekiler dökülerek daha çok zaman ve para israfının önüne
geçilebiliyordu. Üstüne üstlük, Pasteur ısının kontrol edilmesiyle olgunlaşmış
şarabın içindeki zararlı bakterilerin öldürülebileceğini gösterdi. Böylece sütün
işlenmesinde kullanılarak daha da ünlenecek olan “pastörizasyon” doğdu.
Ardında bir yığın başarı bulunan Pasteur, çoktan ülke çapında şöhret olma
yoluna girmişti. Liebig onun yükselişini artan bir endişeyle izliyordu.
1871’de on yıldır yazmakta olduğu bir incelemeyi yayımlayarak karşılık
verdi. Ama kısa süre önce Almanlar karşısında askeri hezimete uğrayan
Fransızlar için bu çarpışmanın sonucu hezimetin tam tersi oldu. Pasteur
meydan okuyarak Liebig’e fermantasyon esnasında bir sirke fıçısını
kaynatmasını istedi. Liebig'in kimya kuramına göre, böyle bir şey sirke
üretimini hiçbir şekilde engellemezdi. Ama mikroorganizmalar gerekliyse,
ısının yok edici özelliğinden dolayı fermantasyon sekteye uğrardı. Fransız
Bilimler Akademisi havada zafer kokusu alıyordu, derhal Liebig’e deneyi
finanse etmeye hazır olduklarını yazdılar. Yenileceğini hisseden Liebig cevap
bile yazamadı.

Felix Pouchet'nin Kaçışı


Fermantasyonla ilgili araştırmalar yapması yüzünden Pasteur kendisini
kaçınılmaz olarak kendiliğinden türeme konusunda bitmek bilmeyen bir
tartışmanın içinde buldu. 1858 yılında vatandaşı Felix Pouchet kendiliğinden
türemenin doğruluğunu kanıtlayabileceğini söyleyerek meydan okuduğunda
düelloyu kabul edecek kişi kuşkusuz Pasteur’dü. Kendi çapında tanınmış bir
bilim insanı olan Pouchet hava geçirmeyen bir cıva teknesinde saklanan,
“kaynatılmış saman karışımları”nın birkaç gün ya da hafta geçtikten sonra
açık bir şekilde yaşam belirtileri gösterdiğini iddia ediyordu. Lille’den ayrılıp
Paris’e gelen Pasteur bu iddiayı çürütmeye koyuldu. Birkaç yıl sonra,
1864’te, kendiliğinden türeme kuramını uydurma bilimsel fikirler mezarlığına
nasıl gömdüğünü Sorbonne’da toplanan seçkin Fransız bilim insanlarına
anlattığı konuşmasıyla onları coşturdu. Pasteur, Paris’teki laboratuvarından
Pireneler'e, oradan Fransız Alpleri’nin zirvelerinde yer alan Mer de Glace’a
kayan muharebe alanındaki bir dizi taarruz ve karşı taarruzdan oluşan,
kendisi ve Pouchet arasındaki destansı mücadelenin öyküsünü anlattı. Pasteur
konuşmasını bitirerek tarihi bir zafer ilan etmiş, yenilmiş ve kibri kırılmış
hâldeki Pouchet’yi memleketi Rouen’e kaçmak zorunda bırakmıştı. Bilim
tarihinde bu sayfanın nihayet kapanmasıyla, Fransız bilim çevreleri rahat bir
nefes aldı.
Pasteur’un Sorbonne’da anlattığı deneyler tarzları açısından Spallanzani ve
Schvvann’ınkilere benziyordu. Bununla birlikte, Pasteur bazı çarpıcı
yenilikler de getirmişti. Örneğin kaynamış su-şeker çözeltisini, her birinin
boynu farklı şekilde eğilmiş, kuğu boyunlu imbiklere koymuştu. Bu
eğiklikler havayla taşman maddelerin imbiklere ulaşmasını farklı derecelerde
engelliyor ancak oksijen girişini önlemiyordu.

Resim 2: Pasteur’un kuğu boyunlu imbikleri Oeuevres de Pasteur’den, Cilt 2, Paris, 1922.

Pasteur'ün beklediği gibi havayla taşınan maddelerin çözeltiye ulaşması ne


kadar kolaysa, fermantasyon o kadar etkili oluyordu ancak mikrop taşıyan
partiküller imbiğin dolambaçlı büklümlerinde takılıp kalınca fermantasyon
gerçekleşmiyordu. Organik çözeltileri kaynatmanın onların yeni yaşam
biçimleri türetme gücünü yok ettiğini Needham gibi Pouchet de iddia etti.
Böyle olunca, Pasteur büyükbaş hayvanlardan hava geçirmeyecek şekilde
yalıtılıp, inkübe edilip, daha sonra mikrop taşıyıp taşımadıklarını görmek
üzere incelenmeden önce ısıtılmasına gerek kalmayan mikropsuz sıvılar elde
etmenin bir yolunu buldu. Birkaç hafta geçmesine rağmen yine ne mikrop ne
de kokuşma görüldü. Bu deneysel bilimin ulaşabileceği en iyi noktaydı ve
Pasteur bir kez daha usta bir bilim insanı olduğunu ortaya koymuştu.
Ne var ki Pasteur un Sorbonne’da itiraf etmediği şey, birçok deneyinin
aslında Pouchet’nin bulgularını sanki doğrular nitelikte olduğuydu. Şu anda
bunun, Pasteur’un bile, bulaşmayı her zaman önleyememesinden
kaynaklandığını biliyoruz. Ama 1860’larda hatanın kendiliğinden türemenin
saçmalık olduğuna inandığından mı, yoksa deneyde kullandığı aygıtlardan mı
kaynaklandığını nesnel olarak bilmesinin yolu yoktu. Gerçekten de,
Pasteur’un not defterlerinin yakın dönemlerde incelenmesiyle, onun
kendiliğinden türeme kuramını çürütmeye baştan kararlı olduğu anlaşılıyor.
Kısmen de olsa bunun nedeni, muhafazakâr dinsel ilkelerinin onu yalnızca
Tanrı’nın yeni bir canlı yaratabileceğine inandırmış olmasıydı. Bundan o
kadar emindi ki, imbiklerde mikroplar çıkmayınca defterine her zaman
“başarılı”, çıkınca ise “başarısız” diye not düşüyordu. Kendiliğinden türeme,
Louis Pasteur’e kötü bir bilimsel fikir gibi gelmenin yanı sıra onun dinsel
inançlarına da ters düşüyordu.
Pasteur’ün deneyleri inandırıcı ve olağanüstü derecede ustacaydı ancak
yapmayı başaramadığı çok önemli bir deney vardı. Seksen yaşına merdiven
dayamış olmasına karşın, 1864’de, Felix Pouchet Pireneler’e tırmanmış ve
içinde steril bir saman karışımı olan bir imbiği açık havaya maruz bırakmıştı.
Pasteur’un kendi yaptığı deneyler dağ havasının neredeyse mikropsuz
olduğunu göstermiş olsa da, Pouchet’nin imbikleri sonradan belirgin şekilde
yaşam belirtileri göstermiş, Pouchet de bunun üzerine bir kez daha yaşam
belirtilerinin ortaya çıkması için sadece oksijen ve organik maddenin yeterli
olduğunu ileri sürmüştü. Karşılık olarak Pasteur sadece rakibinin
yöntemlerini eleştirmekle yetindi.
Ancak, Pouchet gibi Pasteur de birkaç dakika kaynatmanın bütün mikropları
öldüreceği şeklindeki yanlış varsayımla hareket ediyordu. Oysa Pouchet’nin
deneyini bir de kendisi yapsa kendisini bir ikilem içinde bulurdu. Sonradan
samanın genellikle yalnızca tekrar tekrar kaynatma ve soğutma işleminden
sonra öldürülebilen bakteriler içerdiği ortaya konacaktı. Pouchet’nin samanı
muhtemelen bu türden bakteriler içeriyordu. Kabul etmesi zor da olsa
Pasteur’ün bu hususta kuralına göre oynamaktan kaçınmış olmasının aslında
bilimin ilerlemesine yaramış olduğu kuşkusuzdur. Kısa bir süreliğine bilimsel
yöntemin dar yolundan ayrılarak ve Pouchet'nin Pireneler’deki deneyini
tekrarlamaya yanaşmayarak Pasteur, aslında kendisini ve bütün dünyayı
inanılmaz büyüklükteki bir kafa karışıklığından kurtarmıştır.
İşin doğrusu, Fransız bilim çevreleri 1864’e kadar Pouchet’den usanmıştı.
Bu, bilimle olduğu kadar dinle de ilgiliydi. 1700’lerin sonlarından başlayarak
kendiliğinden türeme, insanlığın ve diğer bütün karmaşık organizmaların
kendi kendilerine ortaya çıkan “monad” adı verilen mikrobiyal
organizmalardan evrildiği yönündeki dine aykırı savla derinden bağlantılıydı.
Fransa’nm 1860’Iardaki dinsel ve politik anlamda yoğun muhafazakâr
atmosferinde, bilim insanlarının Pasteur’un haklı, Pouchet’nin ise tehlikeli bir
sapkın olduğuna inanması pek de zor olmadı. 1865’de muhafazakâr Fransız
bilim insanlarından oluşan ve resmi olarak görevlendirilmiş bir komisyon
ikinci kez aleyhinde oy kullanınca, Pouchet gururu incinmiş bir insan olarak
Rouen’e çekilmek zorunda kaldı. Pouchet bir komploya kurban gittiği
hissinden mustarip olmuş olabilir ancak hiç de adil olmayan bir kavgada
yenilgiye uğradığından emin olarak Paris’ten ayrılmış olduğu kesindir.

Tyndall ve Cohn
Pouchet’nin gidişinden sonra Fransızlar kendiliğinden türeme düşüncesini
büyük oranda terk ettiler. İngiltere’deki destekçilerin hayatı da gün geçtikçe
zorlaştırılıyordu. İrlanda doğumlu fizikçi John Tyndall havayı
yoğunlaştırılmış ışık huzmeleriyle aydınlatarak ve havanın içinde taşıdığı
büyük miktardaki “uçuşan maddeleri” göstererek izleyici kitleyi çoktan
büyülemişti. Tyndall daha sonra çok önemli kavramsal bir bağlantı kurdu.
İnsan hastalıkları ile biyolojik fermantasyon süreci esnasında organik
maddelerin parçalanması arasında güçlü benzerlikler olduğunu ileri sürerek
bir ışık huzmesini işaret etti ve seyircilerin görebildiği yüz binlerce toz
zerreciğinin her birinin potansiyel olarak ölümcül mikroplar taşıdığını
savladı. Tyndall desteksiz konuşmuştu ama hedefi tam on ikiden vurmuştu.
1876’da geride kalan kendiliğinden türeme savunucularını susturmak
amacıyla iki sıra dışı özelliği olan küçük kapalı bir kutu tasarladı. Kutunun
sıra dışı özelliklerinden ilki, organik madde içeren deney tüplerinin kutunun
altından sokulmasıydı. İkincisi ise iç yüzeylerine gliserinli yapışkan bir
karışımın sürülmesiydi. Tyndall birkaç gün kendi hâline bıraktığı kutuya bir
ışık huzmesi tuttu ve havayla taşınan bütün zerreciklerin ya zeminde ya da
kutunun yapışkan yüzeylerinde toplandığını gördü. Daha sonra deney
tüplerinin içinde birikenleri kaynatıp, deney tüplerini kutunun içine ağızları
açık bir şekilde soğumaya bıraktı. Beklediği gibi organik madde birkaç gün
sonra bile hâlâ sterildi. Yaptığı deney oksijen ve organik maddenin mikrop
oluşturmak için yeterli olmadığını göstermişti; bunun olması için havayla
taşman parçacıklar elzemdi ve deney tüplerinin enfekte olması için gerekli
olan bu parçacıklar artık yoktu.
Ama Tyndal’ın tartışmaya en büyük katkısı bir sonraki sene geldi. Hem
Pouchet hem de İngiliz Doktor H. Charlton Bastian dikkatli bir şekilde
kaynatılmalarına ve atmosferik havadan uzak tutulmalarına karşın maddelerin
kokuştuklarını gözlemlemişlerdi. Bu gözlem de onları kendiliğinden
türemenin gerçekleştiği konusunda ikna etmişti. Buna karşılık, Tyndall asıl
darbeyi bazı mikropların sanıldığından çok daha zor yok edilebildiklerini
göstererek indirmiş oldu. Gerçekten de bazı mikroplar ısıya dayanıklıdır ve
yalnızca sırayla kaynatma ve soğutma işleminden sonra öldürülebilirler.
Diğer bir deyişle, Tyndall, Pouchet ve Bastian'm ısıya dayanıklı bakteriler
olduğunu keşfettiklerini ancak bunu fark edemediklerini ortaya çıkardı. Bu
bulgular, çok geçmeden Alman bakteriyolog Ferdinand Cohn tarafından
doğrulandı ve büyük oranda geliştirildi. 1876 da, Cohn, büyük ihtimalle
Pouchet'nin saman karışımında bulunan Bacillus subtilis adlı bakterileri
keşfetti. Bu inanılmaz direngen mikrobun kalın derili sporlar oluşturarak aşın
ısı koşullarında hayatta kalabildiğini ortaya koydu. Dinlemeye hazır olanlar
için, Cohn’un bu büyük keşfi, Pouchet’nin iddiasının son kalıntılarını da silip
süpürmüştü.
9. İngiliz Talebe
Joseph Lister’ın avantajı, cerrahi kariyerine Ignaz Semmelweis’tan otuzdan
fazla yıl sonra başlamasıydı. Diğer bir deyişle, hatırı sayılır muhalefetle
karşılaşmasına rağmen, bulaşma ve mikrop kuramı fikirlerinin kabul
edildiğini ve tıbba yaptığı hizmetlerden dolayı baronet payesiyle
ödüllendirildiğini görecek kadar uzun yaşadı. Ancak âli vakti yerinde bir
İngiliz şarap tacirinin oğlunun Glasgow Kraliyet Hastanesi’ne yardımcı
cerrah olarak atandığı 1854'te bunlardan hiçbirinin gerçekleşeceği
öngörülemezdi. Londra da bir fizyolog olarak kayda değer bir isim yapmış
olan Lister, cerrahi alanına geçmeye karar vermiş, en iyi eğitimi alabilmek
için İskoçya’ya gitmişti. Başlarda mikrop kuramı konusunda şüpheleri olsa
da Glasgow’a geldiğinde, Pasteur’ün mikropların mayalanma ve çürümede
oynadıkları rol hakkında yaptığı “güzel araştırmalar” onun gönlünü çelmişti.
O da Tyndall gibi Pasteur’ün deney tüpleriyle birçok hastasının ölümüne yol
açan o korkunç yara enfeksiyonları arasında bir bağlantı kurdu. Eğer
mikroplar etin kokuşmasına yol açabiliyorsa, diye akıl yürüttü Lister, o
zaman koğuşlarındaki o tatsız ameliyat sonrası ölüm oranlarından da sorumlu
olabilirlerdi.
Bu önemli sezgi Lister’a ameliyat sonrası oluşan enfeksiyonu önlemede en
önemli noktanın havayla taşman mikropların hastanın yaralarına ulaşmasını
önlemek olduğunu gösterdi. 12 Ağustos 1865’te kuramını uygulamaya
koydu. Atlı araba ile ezilen James Greenless adlı bir erkek çocuğun kaval
kemiğinde açık kırık oluşmuştu; o dönemlerdeki yüksek enfeksiyon riski
hastanın seyri konusunda iyimser bir tahmin yürütmeyi gerçekten de
güçleştiriyordu. Bu yüzden, Lister çocuğun yaralarına karbolik asit denen bir
antiseptik sürdü ve onları yine karbolik asitle doyana kadar ıslattığı sargılarla
sardı. Hastada “Hastane kangreni” görülmedi ve Greenless altı hafta sonra
bacağı tamamen iyileşmiş şekilde taburcu edildi.
Birkaç yıl sonra Lister karbolik asit spreyini ameliyatlarının ayrılmaz bir
parçası haline getirdi. Ameliyatlar sırasında bir asistan sürekli olarak havaya
karbolik asit sıkıyor ve çok ince bir antibakteriyel sis yaratıyordu. Sonra
karbolik asitli sargılarla, hastanın yaraları iyileşme döneminin tamamı
boyunca antiseptikle kaplanıyordu. Bu yenilikler sayesinde Lister’in
koğuşlarında ölüm oranı düşmeye başladı. Bu düşüş devam ederken Lister de
tıp kitaplarında ve makalelerinde antiseptiklerin gücünü göklere çıkarıyordu.
Birkaç yıla kalmadan ameliyat sonrası hasta ölümlerinde yüzde otuzluk bir
düşüş sağlamıştı. Başarısının haberleri yayıldıkça Lister büyüyen bir hayran
kitlesi edinmeye başladı.
Ne var ki bu bir anda olup biten bir devrim değildi. En baştan beri Lister çok
katı direnişle karşılaştı ve bu her zaman mantıkdışı değildi. Aslında, Lister’in
kendisinin ve talebelerinin iddia ettiği kadar orijinal olmadığı genellikle
görmezden gelinir. Lister, 1860’lı yıllarda ameliyatları daha güvenli hale
getirmeye çalışan düzinelerce cerrahtan yalnızca biriydi. Holmes,
Semmehveis, Callender ve Nightingale’in fikirlerini çoktan özümsemiş olan
birçok hastanede cerrahi hastaları ayırmak, odaların iyi havalandırılmasını
sağlamak ve koğuşları temizlerken (karbolik asit de dâhil) antiseptik
kullanmak zaten genel uygulama haline dönüşmüştü ve bütün bunlar Pasteur
ya da mikrop kuramının yardımı olmaksızın yapılıyordu.
Daha da çarpıcı olan ise karbolik asitli sargı ve sprey kullanmayı reddeden
ancak koğuşlarını çok titizlikle temiz tutan Callender gibi cerrahların
Lıster’in ulaştığı ameliyattan sonra hayatta kalma oranlarını geçmiş
olmasıydı. Bunun nedeni, büyük ölçüde, 1880’lere kadar Lister’in
mikropların yalnızca havayla taşınan bir tehdit olduğuna inanmasıdır. Sonuç
olarak, birçok cerrahın aksine, koğuşlarını dezenfekte etmek ve tıbbi
atıklardan arındırmak konusunda fazla çaba göstermemiştir. 1871 yılında bir
ziyaretçi günlüğüne şunları yazmıştır: “Sargılarda antiseptik kullanımı
konusunda büyük özen gösterilse de koğuşlarda genel temizlik açısından
büyük eksiklik vardır—yatak çarşaflan ve hastaların iç çamaşırları aşırı kan
ve cerahatle kaplı.” Bir başka ziyaretçi ise Lister’in her zaman,
“ameliyatlarda daha önceden diseksiyon odasında giyilmiş, kurumuş kan
lekeleriyle dolu, eski, mavi bir önlük” giydiğini yazmıştır.
Ancak bu kusurlara karşın Lister mikrop kuramının kabul görmesinde hayati
bir rol oynamıştır. Kendi propagandasını yapması sayesinde hem cerrahlar
Pasteur un çalışmaları hakkında bilgi sahibi olmuş hem de Kıta
Avrupası’ndaki birçok cerrah onun yöntemlerini ve fikirlerini başanlı
olmalarını sağlayan büyük bir titizlikle uygulamaya başlamışlardır.
Lister'in fikirleriyle ilk aklı çelinenlerden biri, İsviçreli kadın hastalıkları ve
doğum uzmanı Jacob Bischoffdu. 1868’de Lister’in koğuşlarını ziyaret eden
Bischoff, Basel’e döndü ve on yıl içinde lohusa hummasından ölüm oranını
yüzde 80 oranında azalttı. O zamana kadar hiçbir hastane ölüm oranlarında
bu kadar çarpıcı bir düşüş elde edememişti. Lister’e tanıştıktan sonra büyük
bir hevese kapılan Danimarkalı A. Stadfelt de 1870’te Kopenhag’daki doğum
hastanesindeki ölüm oranlarını düşürmede büyük başarı sağladı. Doğuma
girmeden önce ebeler özel bir odaya alınıyor, burada bir tüpten temiz hava
soluyorlar bir yandan da vücutları ve giysileri on beş dakika boyunca sülfürik
asitle temizleniyordu. Her doğumdan önce ve sonra eller, aletler ve sondalar
dikkatli bir şekilde dezenfekte ediliyordu. Lohusa hummasından ölümler üçte
iki oranında azaldı. Bu inanması güç bir başarıydı.
Fransa-Prusya Savaşı sırasında, kangrenden ölümler her iki tarafın askeri
hastanelerinde de kaygı verici derecede yüksekti. Ancak hiçbiri Münih’te
Johann Ritter von Nussbaum’un idaresindeki kliniğin koğuşlarındaki kadar
aşırı değildi; burada ölüm oranı 1800’lerin başlarında yüzde 80’e ulaşmıştı.
Çaresizlik içindeki Nussbaum, asistanlarından birini Glasgow’a yollamış,
asistan da dönüşünde Lister'in yöntemleri hakkında bilgiler getirmişti. Birkaç
yıl sonra Nussbaum coşkuyla şunları diyecekti: “Yakın zamanlara kadar
ölümün kasıp kavurduğu koğuşlarıma bir de şimdi bakın. Tek
söyleyebileceğim şu ki hem ben hem asistanlarım ve hemşirelerim sevinçten
ne yapacağımızı bilemiyoruz."
1880’lerin başında, diğer birçok Alman cerrah büyük bir hevesle antiseptik
kullanımını benimsediler. Nussbaum o ünlü sözleriyle, parmaklarını
dezenfekte etmeden yara muayene eden bir doktorun cezai ihmalden
yargılanması gerektiğini belirtmiştir. Birçok Alman hastanesinde de artık
cerrahların ameliyattan 24 saat öncesine kadar otopsiye ya da bulaşıcı
hastalık taşıyan hastaların muayenesine katılması yasaklanmıştı. Ayrıca,
hastane dışında giyilen giysiler ameliyat başlamadan önce ya çıkarılıyor ya da
üzerine temiz önlük takılıyordu; eller ve kollar karbolik asitle yıkanıyordu;
tırnakları olduğu kadar elleri ve kolları temizlemek için tırnak fırçası
kullanılıyordu.
Almanya’da başka önleyici tedbirler de uygulanmaya başladı. Ameliyattan
önce hem ameliyathaneler hem de hastalar bolca antiseptikle yıkanıyordu.
Ameliyat masaları kolay yıkanabilsin diye yekpare bir cam levhadan
yapılıyordu. Cerrahi aletler mikropların sap ve bıçak arasındaki girintilerde
birikmesini önlemek amacıyla sert metallerden tek parça halinde yapılıyordu.
Son olarak, cerrahlar ellerini ve aletlerini sürekli yıkayabilsinler diye karbolik
çözelti dolu kaplar ameliyat masasında tutuluyordu.
Bu önlemlerin başarısı, hastanelerdeki enfeksiyonların bulaşıcılığının en
güçlü kanıtlarını meydana getiriyordu. 1870’lerin sonlarında Lister’e saygı
duyan doktor ve cerrahlar da onun mikropların enfeksiyona yol açabileceği
savını ciddiye almaya başladılar. Müjdeli haber yayılıyordu.
IV İpekböcekleri, Tavuklar ve
Koyunlar
10. İpekböceğinin Dramı
Günümüzün ayrıcalıklı konumundan bakıldığında Felix Pouchet’yi alt
ettikten sonra Louis Pasteur'ün dikkatini bulaşıcı hastalıklara vermiş olması
beklenir. Lister ve Tyndall’ın onun deneylerinden yola çıkarak, mikroplar
çürü-me ve bozulmaya yol açıyorsa hastalığa da yol açabilir çıkarımına
ulaştıklarını görmüştük. Pasteur, 1859yılında, fermantasyon konusunda
kaleme aldığı bir makalede, “her şey bulaşıcı hastalıkların varlıklarını benzer
nedenlere borçlu olduğunu gösteriyor,” demişti. Ancak bu fikir üzerinde daha
fazla durmamıştı. Oysa, mikroplardan kaynaklanan yıkıcı bir ipek- böceği
hastalığını incelemek için beş yıl harcamasına karşın Pasteur, mikroplar ve
hastalıklar arasındaki ilişkiyi kurmakta zorlanmıştır. Gene de bu zorlu beş yıl
onun bir bilim insanı olarak gelişiminde çok önemli bir yere sahiptir. Çünkü
sonunda doğru yanıtı bulunca, Pasteur mikropların bulaşıcı hastalıklara yol
açtığından bir daha şüphe etmeyecekti. Ulaştığı sonuç, bilim tarihinde kayda
geçirilmiş en önemli buluşlardan biri olacaktı.
1860’larda ipekböceği endüstrisi güney Fransa’da altı yüzyılı aşkın bir
geçmişe sahipti. Bu endüstri, devrim zamanında büyük bir darbe yemişti
çünkü devrimciler Bourbon monarşisinin gösterişli kumaşlara ilgisini
paylaşmıyorlardı. Ancak devrimin ardından gelen imparatorluk ve monarşi
rejimlerinin yumuşak ipeklere büyük bir zaafı vardı, III. Napolyon devrinde
ipekböcekçiliği âdeta altın çağını yaşıyordu. Derken telafisi pek mümkün
görünmeyen bir felaket ortaya çıktı. Pebrine denilen bir hastalık, Fransa'daki
milyonlarca ipekböceğinin kuruyup buruş buruş olarak yüzyıllar boyunca
yumuşacık kozalarını ördükleri dut dallarından aşağı düşmesine yol açtı.
1865’te, bölgenin senatörü Jean-Baptiste Dumas, neredeyse hissedilir bir
korkuyla Pasteur’e yazarak “zavallı bölgesine” yardım etmesi konusunda
yalvardı. Dumas mektubunda, “Bölgenin içler acısı hâli hayal
edebileceğinizden de kötü” diye hayıflanıyordu. Hem gururu okşanan hem de
etkilenen Pasteur, yardım etmeye hazır olduğunu bildirdi. “Daha önce hiç
ipekböceğine dokunmuşluğu bile,” olmamasına rağmen, sonraki beş yıl
boyunca bütün yazlarını bu yıkıcı hastalığı incelemeye harcadı; mütevazı
ipekböceği güçlü bir müttefik kazanmıştı.
Ne var ki sadık asistanları Desire Gernez ve Emile Duclaux ile Güney
Fransa'ya giden Pasteur elde edeceği başarıyı birileriyle paylaşmak zorunda
kalacağını anladı. Modern mikrop kuramının büyük ölçüde unutulmuş
mimarlarından biri epeydir bu konu üzerinde çalışmaktaydı. Döneminin ünlü
bilim insanlarından biri olan Antoine Béchamp yakın zamanlarda hastalıklı
ipekböceği yumurtalarının dış yüzeyinde mikroba benzer bir şeylerin
varlığını keşfetmişti. Onun çalışmasına ilham veren kişi ise, 1830’lu yıllarda
muscardine adlı asalak bir mantarın neden olduğu başka bir ölümcül
ipekböceği hastalığını keşfeden İtalyan Agostino Bassi adlı bir malikâne
sahibiydi. Küçük bir organizmanın ölümcül bir hastalığın nedeni olduğu ilk
kez orada ortaya konmuştu. Bu olaydan otuz yıl sonra, Béchamp pébrine’in
de ipekböceği yumurtalarını oyarak içlerine giren ve kuşaktan kuşağa
aktarılıp erken ölümlere yol açan küçük parazitlerin neden olduğu bulaşıcı bir
hastalık olduğunu ileri sürdü.
Çok geçmeden, Pasteur, Béchamp'ın araştırmalarından haberdar oldu ve
rakibinin açıklamasını “arsız bir yalan” diyerek küçümsemekten kendini
alamadı. Hatta Béchamp, ipekböceği yumurtaları üzerinde bulduğu parazite
benzeyen cisimciklerin şeker kamışı suyunu fermente ettiğini bulduğunda,
Pasteur ondan bile beklenmeyen bir acımasızlıkla rakibine saldırmaktan geri
durmadı. Ona göre pébrine bulaşıcı değil kalıtsaldı ve cisimcikler çözünen
ipekböceği hücrelerinden başka bir şey değildi. Sanki Béchamp’ın
karşısındaki Pasteur’e Liebig rolü yapmaktan hoşnut bir halde, öfkeli bir
inatçılıkla cisimciklerin hastalığın nedeni değil sonucu olduğunu iddia etti;
böylece fermantasyon ve hastalık arasındaki paralellikler hakkında ilk kez
kafa yoran kişinin kendisi bile Béchamp’ın sonuçlarının önemini
kavrayamamış oldu. Neyse ki Pasteur’un asistanları Béchamp’ın fikirlerine
karşı daha anlayışlıydılar. Özellikle Gernez onun haldi olduğunu gösteren
büyük adımlar atmıştı. Bir deneyde pébrine’li ipekböceği dışkısı bulaşmamış
dut yapraklan sağlıklı tırtıllara verildi. Sonuç çok açıktı: Hepsi de hastalık izi
taşımayan kozalara dönüştüler. Gernez daha sonra pébrine’den ölen
ipekböceklerinin hastalık bulaştırdığı bir dut ağacından topladığı yapraklan
ezdi. Elde ettiği ezmeyi bir dut yaprağı demetine sıvadı ve ikinci gruptaki
sağlıklı ipekböceklerine verdi. Bu gruptakiler, tam tersine, çok az koza verdi,
çıkan kozaların üstü ise cisimciklerle doluydu. Bir başka deneyler dizisinde,
Gernez normal ipekböceklerine içinde bu bilinmeyen parçacıkların olduğu bir
bulamaç verdi. Beklendiği gibi, hayatta kalabilen çok az tırtıl geride yüzlerce
hastalıklı yumurta bırakmıştı. Pasteur gene de ikna olmamıştı. Ancak
söylediği şeyler tümüyle mantıksız da sayılmazdı çünkü onun
ipekböceklerinden bazıları daha cisimcikler belirmeden önce çok hasta
olmuşlardı. Dolayısıyla, cisimcikler hastalığa nasıl yol açabilirlerdi ki?
Derken 1869'da Pasteur yaptığı hatayı aniden gördü. Meğer farkına varmadan
birbirinden tamamen farklı iki hastalığı inceliyormuş. Cisimcikler oluşmadan
hastalanan tırtıllar, aslında tamamen farklı bir enfeksiyon olan flacherie
hastalığına yakalanmışlardı. Sonradan cisimcikler belirince, bitap düşmüş
tırtıllar pébrine’e de yakalanmışlardı. Cisimciklerin belirmesi gerçekten de
pebrine 'in ortaya çıkışıyla çakışıyordu; sonunda Pasteur Gemez, Duclaux ve
Béchamp’ın baştan beri haklı olduklarını kabul etmeye hazırdı.
Ancak bu kavrayıştan önce bile, Pasteur Güney Fransa’daki dutluklarda
pébrine’in yok edilmesi için gerekli önlemlerin uygulamaya sokulmasına
yardımcı olmuştu. Hastalığın kalıtsal olduğuna inandığından, 1866’da,
çiftçilere her yeni ipekböceği kuşağını yetiştirmeleri için yeni yumurtaları
nasıl dikkatle seçmeleri gerektiğini öğretmişti. Çiftleşip yumurtladıktan
hemen sonra dişiler parçalara ayrılacak ve mikroskopla onlarda cisimcik olup
olmadığına bakılacaktı. Eğer cisimcik bulunursa çiftçilere yumurtaları derhal
yakmaları söylenmişti.
Hâliyle bu soy ıslahı yöntemi mikrobiyal hastalıkla mücadele etmek için de
eşit derecede uygun bir yöntemdi: Pebrine’li cisimcikleri olan tırtıllar yok
ediliyor, böylelikle enfeksiyon da ortadan kaldırılmış oluyordu. Bu basit
yenilik sayesinde ve Pasteur’un küçük kızının mikroskop kullanabilmesinden
cesaret alarak, çiftçiler bir kez daha sağlıklı ve çok verimli ipekböceği
yumurtası hasatları elde etmeye başladılar. Ne var ki, tahmin edilebileceği
gibi, son derece başına buyruk kimi yerel çiftçiler, atalarından öğrendikleri
yöntemlerin alaşağı edilmesine hazır değillerdi ve işlerini bildikleri gibi
yapmaya devam ettiler. Hatta belki bazıları ölürken Paris’ten gelip işlerine
burnunu sokan bu adama lanet okumuşlardır. Ancak çoğu, birkaç ay içinde
yola geldi çünkü neredeyse bir kâhininkini andıran beceriyle Pasteur’un
hangi gruptaki yumurtaların sağlıklı hangilerinin hastalıklı ipekböcekleri
çıkaracağı konusundaki iddialı tahminleri hep doğru çıkıyordu. Bir defasında
Mart 1869’da Lyon İpek Komisyonu’na dört paket yumurta ve yumurtadan
çıkınca sağlık durumlarının ne olacağına dair kesin tahminlerini belirten bir
metin gönderdi. Her tahmininde de haklı çıktı.
Pasteur sonunda Fransa’nın güneyindeki Alais’den bir inme sonucu kısmi
felç geçirmiş olarak ayrıldı ancak ipekböcekleri üzerine yıllar boyu yaptığı
çalışmalar çok yararlı olmuştu. 1865 ve 1870 arasında mikropların hastalığa
yol açmadaki rolü konusunda iyi bir ders almıştı. Pasteur kabul etme
zarafetini hiçbir zaman göstermese de Béchamp ona gitmesi gereken doğru
yolu göstermişti. Artık Pasteur’ün tek ilgi alanı bulaşıcı hastalıklardı.
Buradan ise en büyük başarılan çıkacaktı.
11. Şarbon
Pasteur Alais’deki dutluklarda çalışırken, bir başka Fransız Paris yakınlarında
mikrop kuramının sırlarını açmada önemli bir rol oynayacak olan çök farklı
bir hastalık üzerinde çalışmalar yapıyordu. Casimir-Joseph Davaine,
Pasteur’un tam zıddıydı: Alçakgönüllü, önyargısız ve gelecek nesiller
tarafından çabucak unutulan biri. Ancak yurttaşı gibi o da mikrop kuramını
birkaç can alıcı adım daha ileriye götürmek için gerekli olan kararlılığa
sahipti. 1863 ve 1870 yılları arasında, Davaine azimli bir şekilde şarbonun
mikrobiyal bir hastalık olduğunu kanıtlamaya çabaladı. Her yıl binlerce
çiftlik hayvanının ölümüne neden olan şarbon uzun zamandır bir
muammaydı. Durduk yere ortaya çıkıp, şarbonlu diğer koyunlarla teması
olmayan birçok sürüyü tamamen yok ettiğinden, klasik bulaşma ya da
miasma modelleri şarbon için açıklayıcı olmuyordu. Bu yüzden, birçok
veteriner uzun zamandır bu hastalığın toprak ve rutubetin bir birleşiminden
kaynaklandığını düşünüyordu.
Davaine’in paha biçilmez katkısı, mikroskop altında şarbonlu koyunlanrın
kanında “çubuk şeklinde cisimcikler” olduğunu fark eden kendinden önceki
Fransız ve Alman bilim insanlarının gözlemlerine dayanıyordu. Ama Davaine
ancak 1863’te Pasteur’ün fermantasyon hakkındaki çalışmasını okuduktan
sonra hastalığın tek nedeninin bu cisimcikler olduğuna ikna olmuştu. Bu
önsezisinin doğruluğunu kanıtlama amacıyla hastalıklı bir koyunun karımdan
sağlıklı farelere ve tavşanlara nakletti. Üç gün sonra bütün hayvanların
öldüğünü görünce sevinçten havalara uçtu. Şarbon sayesinde mikrop
kuramının mutlak kanıtını bulmayı başardığından kesinlikle emindi. Ama
Davaine’i hayal kırıklığı bekliyordu. İlk deneyinin sandığı kadar etkileyici
olmadığını çabucak kavradı. Onu eleştirenlerin vakit kaybetmeden
belirttikleri üzere, Davaine koyunun kanında yer alan çubuk şeklindeki
cisimcikleri diğer sıvı ve katı maddelerden ayrıştırmamıştı. Bu yüzden
hayvanların şarbona yenik düşmesinin nedeni pekâlâ kanlarındaki başka bir
şey de olabilirdi. Yaptığı deney yalnızca hastalığın etken maddesinin
vasküler sistemle ilintili olduğunu kanıtlamıştı. Davaine bunun ardından çok
zekice tasarlanmış bir dizi deneye girişti. Bu deneylerden birinde laboratuvar
hayvanlarına enjekte ettiği kanda bulunan mikrop miktarıyla oynadı ve çubuk
şeklindeki cisimciklerin yoğunluğu ne kadar çoksa hayvanların da o kadar
çabuk öldüğünü gördü. Bir başka deneyde, şarbonlu kanı damıtılmış suyla
seyreltti ve bakteriler imbiğin dibine çökene kadar bekletti. Daha sonra bir
şırınga kullanarak bir dizi kobaya ya imbiğin üstündeki berrak sudan ya da
imbiğin dibindeki çamurlu ve yoğun mikroplu sudan zerk etti. Beklendiği
gibi imbiğin üst kısmındaki suyu enjekte ettiği kobaylar kısa bir süre rahat
ettiler.
Bu ikna edici bir şeydi ve 1870’lere kadar şarbonun mikroplardan
kaynaklandığı fikri ilerleme kaydetti, Deneylerindeki ustalığına karşın
Davaine hâlâ şarbonun nedeninin mikroplar olduğunu kanıtlamış sayılmazdı.
Çubuk şeklindeki cisimcikleri tümüyle izole etmek teknik açıdan onun
4
yeteneğini aşıyordu. Daha da önemlisi, hastalığın en tuhaf epidemiyolojik
özelliğini hâlâ açıklayamıyordu: Nasıl oluyordu da tamamen sağlıklı hayvan
sürüleri diğer hasta hayvanlarla temasları olmadığı hâlde neredeyse bir
gecede şarbondan telef oluyordu?
Davaine’in çalışmalarının tamamlanmadığını düşünenlerden biri de Doğu
Almanya’nın ücra bir kasabasında pratisyen hekim olarak çalışan ve evinin
arka odasını bir laboratuvara çeviren mikroskobi tutkunu Robert Koch’tu.

Ve Sahneye Robert Koch Çıkar


Almanya’nın Harz dağlarında yer alan Clausthal kasabasında doğan Robert
Koch, erken yaşlardan başlayarak kendisine sonradan ün getirecek kişisel
özellikler sergilemiştir: Sıra dışı bir çalışkanlık, sabır ve azim. Kısa süre de
olsa, Göttingen Üniversitesinde Jacob Henle’den tıp eğitimi alacak kadar
şanslıydı. Henle 1840’da yazdığı bir makalede mikropların hastalığa yol
açmada oynadıkları rol hakkında elde edilen bölük pörçük kanıtlan gözden
geçirmiş ve mikropların öneminin potansiyel olarak gerçekten çok büyük
olduğu sonucuna varmıştı. Henle savını kanıtlamada yetersiz kaldığı için çok
az kimse onu dikkate almıştı. Ama anlaşılan Koch hocasının makalesinin
farkındaydı ve mikrop kuramını birçok doktordan çok daha ciddiye almaya
hazır bir şekilde 1866’da Göttingen'den ayrıldığına kuşku yoktur.
Sonraki yıllarda Koch ve yeni evlendiği karısı, Koch’un mesleğini daha kârlı
icra edebileceği bir yer arayışıyla daha da doğuya, Polonya sınırına doğru
gittiler. 1870’lerin başında Fransa-Prusya Savaşı sırasında kısa süreliğine
cerrahlık yaptıktan sonra Koch, şarbonun sık görüldüğü Wollstein kasabasına
yerleşti. 1873 yılında Davaine’in sonuçlan ilgisini çekince biraz şarbonlu kan
elde etti ve peş peşe 20 fare kuşağında enfeksiyonu canlı tutmaya koyuldu.
Davaine’in muhtemelen doğru yolda olduğundan iyice emin olunca, sıra dışı
zekâsını şarbon salgınlarının nasıl esrarengiz bir şekilde bir belirip bir
kaybolduğunu araştırmaya yöneltti. Şarbona belirli bir mikrobun yol açtığını
savunan kuramda ipin düğümlendiği asıl nokta ve Koch’un kafasını
durmaksızın meşgul eden konu -çıban yarma, diş çekme gibi işlerin arasında-
işte buydu. Şöyle akıl yürütüyordu: Davaine'in çubuk şeklindeki cisimcikleri
şarbonun gerçek nedeniyse, hayvanın bedeni dışında uzun süre
yaşayabilmeleri gerekir. Bunu başarabilmelerinin tek bir yolu olduğunu
düşünüyordu: Oradan geçen bir hayvan tarafından yenene kadar uyku hâlinde
kalabilen sporlara dönüşmek. Koch bu varsayımı sınamak için daha çok
şarbonlu kan aldı ve öküz gözlerinden elde edip mikroskop lamı üzerine
yaydığı göz sıvısında bu mikropları üretti. Daha sonra olağanüstü bir sabır
sergileyerek lamın kapağının altında gizemli bir yaşamın belirişini gözlemeye
başladı.
Deneyini tamamladığında Koch çok sevindirici bir şey keşfetmişti.
Mikropların şarbonun nedeni olmalarıyla tamamen uyumlu bir yaşam
döngüleri vardı.
Sık sık küçük ipe dizilmiş incilere benzeyen ve aşırı ısı koşullarına ve dış
etkenlere dayanıklı olan sporlar üretiyorlardı. Ancak daha fazla göz sıvısı
eklenince şarbonlu fare ve koyunlarda hep görülen çubuk şeklinde basillere
dönüşüyorlardı. Koch şarbon sporlarının otlayan koyunlar tarafından
yutulana dek çimenlerin üstünde kaldıkları sonucuna vardı. Kendilerini besin
açısından zengin bir ortamda bulunca gelişiyorlar, dönüşüyorlar, ürüyorlar ve
sonunda sonraki kurbanları için geride milyonlarca küçük spor bırakarak
konakçılarını yok ediyorlardı.
Bir sonraki bariz adımı atan Koch bu sporları bir grup fareye enjekte etti. Bu
fareler hemen şarbona yakalanıp öldü. Ne var ki Koch hâlâ tatmin olmuş
değildi. Çünkü şarbonlu basiller belirli bir bakteri tipi olup yalnızca şarbona
mı yol açabiliyordu yoksa tüm mikroplar birbirlerine mi benziyordu, Koch
bir türlü tam anlamıyla emin olamıyordu. Bu yüzden Koch’un bakteri
türlerinin bazılarının hastalığa yol açtığını, bazılarının ise açmadığını
kanıtlaması gerekiyordu. Bunu spor üreten başka bir mikrobu ortaya
çıkararak başardı. Bu mikrop, farelere enjekte edilince tutarlı olarak şarbon
sporlarının ürettiğinden çok farklı sonuçlar veriyordu. Böylece Koch, spesifik
mikrobiyal ajanların spesifik bedensel enfeksiyonlara yol açtığı sonucuna
ulaştı. En azından, Koch’un kafasında, mikrop kuramının doğruluğu sonunda
ortaya konmuştu. Davaine’in başlangıçtaki sezgisinden, giderek güçlenen bir
bilimsel kuram doğuyordu.

Adı Sanı Bilinmeyen bir Doktor


1876 baharında Koch, Breslau [bugünkü Wroclaw] Üniversitesinde çalışan
bakteriyoloji uzmanı Ferdinand Cohn’a yaranma hissi ve özgüven
ifadelerinin tuhaf bir karışımı sayılabilecek bir mektup kaleme aldı.
“Saygıdeğer Profesör, bakteriler konusundaki araştırmalarınızdan güç
alarak... hatırı sayılır bir süredir şarbonun etiyolojisini inceliyorum. Birçok
başarısızlıktan sonra Bacillus anthracis'in gelişim döngüsünü tamamen ortaya
çıkarmayı başarmış bulunuyorum. Çalışmamamın sonuçlarını fazlasıyla teyit
ettiğime inanıyorum. Ne var ki Saygıdeğer Profesör, bakteriler konusunda en
önemli otorite olarak çalışmalarımı değerlendirirseniz size müteşekkir
olacağım.”
Cohn daha önce ne yaptığını bilmeyen amatörlerden bu türden bir sürü
mektup almıştı ve “Polonya taşrasında yaşayan adı sanı bilinmeyen bu
doktordan” fazla bir şey beklemiyordu. Neyse ki Koch’un ziyaret önerisine
olumlu yanıt verdi. Birkaç güne kalmadan da alçakgönüllü doktor
beraberinde kasalar dolusu deney araç gereci ve denek hayvanlarla
Breslau’ya geldi.
Yıllar sonra Cohn, “onunla tanıştığım ilk anda emsalsiz bir bilimsel araştırma
uzmanıyla karşı karşıya olduğumu anladım,” diye yazacaktı. Bu silik
taşralıdan hiç de fazla bir şey beklenmediği için, ilk gün Cohn’un yargısını
doğrulayacak şekilde fazla kimse gelmedi. Ama haberler çabuk yayıldı. Koch
ün ziyaretin ikinci günü onun gösterisi için daha çok sayıda ünlü doktor
gelmeye başladı. İkinci günün sonunda Patoloji Enstitüsü’nün müdürü bir
meslektaşına, “Her şeyi bırak ve Koch’u görmeye gel” dedi. Üçüncü gün
seyircilerin çoğunu üniversitenin önde gelen bilim insanları oluşturuyordu.
Bu son oturumun bitiminde aralarından biri geleceği okurcasına, "Koch daha
başka buluşlar yaparak bizi şaşırtmaya ve utandırmaya devam edecek” dedi.
Eve zaferle dönen Koch oturup sonuçlarını kâğıda döktü ve yayımladı.
Böylece uluslararası bir kitlenin ilgi odağı hâline geldi. Gene de elde ettiği ün
sayesinde fazlasıyla hak ettiği tam zamanlı bir araştırma işi bulana kadar, beş
yıl daha özel hastalarını görmeye devam etmek zorundaydı. Bu arada, onu
eleştirenler tamamen yenilgiye uğramışlardı.
Onu eleştirenlerin iddiası Koch un bile hayvanlardan elde edilen kandaki
bakterileri tamamen ayrıştıramamış olmasıydı. Bu yüzden şarbona neden olan
şeyin spesifik bir bakteri değil kandaki herhangi bir şey olması hâlâ olasıydı.
Birkaç aya kalmadan bu sav, çok yakında Koch’un baş rakibi olacak Louis
Pasteur tarafından çok etkileyici bir şekilde çürütüldü.

Pouilly-le-Fort’da Yeniden Sahneye


Pasteur, 1876’da şarbonun mikrobiyal olduğu kuramına muhalif duranları son
mevzilerinden püskürtmek için müdahale etti. İlkin, kobaylara enjekte
etmeden önce steril bir idrar kültürünün içinde birkaç kuşak şarbon basili
üretmeyi başardı. Bu kez kan transferi söz konusu değildi ama yine de
eleştirenleri şaşırtan bir şekilde, hayvanlar şarbona yakalanıp öldüler. Pasteur
sonra eşsiz güzellikteki Eure-et- Loire’a gitti ve hayvanların doğal ortamda
nasıl şarbona yakalandıklarını incelemeye başladı.
Bir deneyde sağlıklı birkaç koyun bir çitin içine kapatıldı, çitin altında derin
bir mezarda on ay önce şarbondan ölen bir koyunun leşi vardı. Çok geçmeden
bu koyunlardan biri hastalıktan öldü. Mikroskobu bırakıp küreğe sarılan
Pasteur çitin içinde bulduğu çok sayıda yersolucanı dışkısını topladı ve
laboratuvarda inceledi. Sevinç içinde birçoğunun şarbon sporlarıyla dolu
olduğunu gözlemledi. Ancak bu daha bir şey sayılmazdı.
2 Haziran 1881’de Pasteur o güne kadar kamuoyu önünde yapılmış en gözü
pek deneylerden birine girişerek kendisini bilim tarihinin zirvesine oturttu.
Yakın zamanlarda şarbona karşı bir aşı bulduğunu ilan etmişti. Kısa bir süre
sonra, Pasteur’un halkın önünde gerçekleşen büyük gösterilere olan zaafını
bilen Hippolyte Rossignol adlı bir veteriner, aşısının gücünü sınamak için
onu halka açık bir toplantıya davet etti. Yeni aşı, şarbon bakterisi, Bacillus
anthracis'in seyreltilmiş (yani zayıflatılmış) türevlerinden oluştuğu için,
bütün katılımcılar bu toplantının aşının olduğu kadar mikrop kuramının da
doğruluğu için bir sınav olduğunu fark etti. Rossignol’ü tanıyanlar için bu
meydan okumanın ardında neyin yattığı ortadaydı. Birçok defa, bu kendinden
emin veteriner, Pasteur için “yüce rahip” ve “peygamber” gibi alaycı ifadeler
kullanarak şarbonun mikrobiyal olduğu kuramını açıkça reddetmişti. Pouilly-
le-Fort’daki çiftliğinde halka açık bir denemeye ev sahipliği yaparak, mikrop
kuramının eksikliklerini herkesin gözleri önüne serebileceği umudunu
taşıyordu. Kısacası, Pasteur’un kendi kazdığı kuyuya düşmesi için gereken
her şey yapılacaktı.
Deney çok katı bilimsel bir kurallar zincirine göre yapıldı. 5 Mayıs’ta 50 adet
sağlıklı koyun seçildi. Yirmi beş tanesine Pasteur’ün şarbon aşısı yapıldı, geri
kalanlar ise kontrol grubu olarak ayrı tutuldu. 17 Mayıs’ta ilk koyun grubuna
bir “koruyucu enjeksiyon” daha yapıldı. Nihayet 31 Mayıs’ta elli koyunun
tamamına öldürücü dozda şarbon mikrobu enjekte edildi. Pasteur büyük bir
cesaretle, 2 Haziran günü geldiğinde sadece aşı vurulan 25 koyunun hayatta
kalacağı öngörüsünde bulundu.
2 Haziran'da, dünya basınının temsilcileri, deney sonuçlarını sabırsızlıkla
bekleyen editörlerine neticeyi bir an önce bildirebilmek amacıyla
Rossignol’ün gösterişsiz çiftliğine akın ettiler. Ne mikrop kuramı ne de aşı
kullanımı, sonucun kaçınılmaz olduğunun kabul edilmesini sağlayacak kadar
benimsenmemişti. Aslında Pasteur, iki tarafın da son kozlarını oynayacağı
büyük günden yalnızca birkaç gün önce, aşılanmış koyunların durumunun hiç
de iç açıcı olmadığını ima eden bir telgraf almıştı. Büyük bir risk alarak,
olabilecek en yüksek bahse oynuyordu. Bir anlığına halkın karşısında rezil
olacağını düşündüğü için morali bozuldu, takımındakileri beceriksizlikle
suçladı ve bağırarak birilerinin kendisinin yerine Pouilly-le-Fort’a gitmesi
gerektiğini söyledi.
Ne var ki, o büyük gün geldiğinde şans Louis Pasteur’ün yüzüne güldü.
Aşılanmış koyunların biri dışında hepsi hayatta kalmıştı, o tek koyun da
karnında taşıdığı fetüsün yol açtığı bir komplikasyondan ölmüştü; kontrol
grubundaki 25 koyunun hepsi de şüpheye yer vermeyecek şekilde şarbondan
ölmüş ya da can çekişiyordu. Deney tam anlamıyla bir zaferdi. Pasteur, Paris
treninden inip Rossignol’ün çiftliğine doğru yola çıktığında coşkulu
kalabalıklar tarafından sevgi gösterileriyle karşılandı. Belirli mikropların
şarbona yol açmada oynadığı rol kesin olarak kanıtlanmıştı. Üstelik
Pasteur’ün elinde çiftçileri milyonlarca frank zarardan kurtaracak ve kendi
laboratuvarının kasasını parayla dolduracak bir aşı vardı.
Gene de Haziran 1881’deki bütün övgüleri kendi elinde topladığı tam olarak
doğru değildi. Çünkü klasik ders kitaplarının dışına çıkarak bakarsak daha
karmaşık bir hikâyeyle karşılaşırız. Bu olayı sadece Pasteur’ün başarısı olarak
görmek Pouilly-le- Fort’daki deneye zemin hazırlayan olayları çarpıtmak
anlamına gelir. Aslında Pasteur şarbon aşısı çalışmalarının ne tek katılımcısı
ne de en önemli kişisidir, şarbon aşısı neredeyse on yıllık yoğun bir ortaklaşa
çalışmanın ürünüdür. 2 Haziran 1881 olaylarını gerçekten anlamak için
1870’lerin sonlarına ve laboratuvarda geliştirilen ilk aşıya gitmemiz gerekir.

İlk Laboratuvar Aşısı


Bağışıklık ilkesi antik dönemlerde kanıtlanmıştı. Tarihçi Thukydides,
Peloponnesos Savaşı sırasında Yunanları kırıp geçiren veba salgınından söz
ederken şunları yazmıştır: “Hastaların ve can çekişenlerin bakımı iyileşenler
tarafından yapılıyordu çünkü onlar hastalığın seyrini biliyorlardı ve korkuya
kapılmıyorlardı. Çünkü hastalığa bir defa yakalanan bir daha asla
yakalanmıyordu.” Daha önce gördüğümüz gibi on birinci yüzyılda Uzak
Doğu da çiçek aşısı kullanılmaya başlamıştı. Aşının tesirinden cesaret alan on
dokuzuncu yüzyıldaki öncü Fransız mikrop kuramcılarından Dr. Joseph
Auzias-Turenne frengiye karşı etkili bir aşı geliştirmek için yıllarca uğraştı.
Yıllarca çabalayan Auzias-Turenne başarılı olamadı. Ama yazdığı her
makalede tekrar tekrar aşı arayışının temelinde yatan temel fikirlerden birini
vurguladı: “Bir virüs başka biçim ve usuller sergileyebilir; virüsler canlanıp
güçlenebilir de bozulup zayıflayabilir de.” Pasteur kuşkusuz Auzias-
Turenne’in çalışmalarından haberdardı. Aynı zamanda, Jenner’ın hafif
atlatılan çiçek hastalığının çiçeğe karşı koruma sağladığı fikrini de biliyordu.
Bazı bireylerin hastalığa karşı savaşabilecek etken maddelere sahip olduğu ya
da bunları sonradan kazanabileceği gerçeği de Pasteur’un laboratuvarında
hayvanların aynı mikroba karşı farklı hassasiyetleri olabileceğini gösteren
birçok gözleminde vurgulanan bir husustur. Gene de 1870’lerin sonlarında
çiçek aşısı münferit bir tıbbi zafer olarak kaldı. Derken Pasteur 1879
baharında tavuk kolerasına yol açan mikrobu bulunca virülansını, yani
öldürücülüğünü, azaltmanın yollarını aramaya başladı.
Söylenceye göre, Pasteur bir tavuk kolerası mikrobu kültürünü unutur, şans
eseri birkaç ay sonra da bu kültürü bir grup tavuğa enjekte eder. Birkaç gün
sonra bu tavukların hiçbirinin zarar görmediğini fark ederek şaşırır, aynı
tavuklara bu kez tamamen gelişmiş tavuk kolerası bakterisi enjekte eder.
Tavuklar yine hayatta kalınca Pasteur bakterileri sadece havaya maruz
bırakmanın bile onların zayıflamasına yol açacağını fark eder.
İşin doğrusu, laboratuvar kayıtlarını tuttuğu defterden yakın zamanlarda
anlaşıldığı üzere, bu önemli deney asla yapılmamıştır. Aslında, Pasteur ve
ekibinin tavuk kolerası içeren karışımları birkaç hafta öylece bırakırlarsa
bakterilerin gücünün azalacağını fark etmesi aylar sürmüştür. Aniden
gerçekleşen bir aydınlanma anı söz konusu değildir. Pasteur’un bakterilerin
oksijene maruz kalınca zayıfladığım fark etmesi sözü geçen efsanevi
deneyden bir yıl sonra olmuştur.
Dahası, laboratuvarda geliştirilen ilk aşıya önayak olan yenilik, Pasteur’e
değil baş asistanı Emile Roux’ya atfedilebilir. Roux, Pasteur’ün yardımcıları
arasında her şeyi onaylama eğilimini en az taşıyan kişiydi. Alev gibi parlayan
öfkesiyle tanınan Roux, yaptığı araştırmanın değeri konusunda şüpheleri
olduğunu söyleyen bir generale hakaret ettiği için askeri tıp okulundan
atılmıştı. Kısa bir süre sonra, yoksulluk çektiği için öğretmenlik yaptığı
dönemde, söz dinlemeyen bir öğrencisinin boğazını sıkarak onu neredeyse
öldürecekti. Sonunda Paris’teki Hotel-Dieu hastanesinde sıradan bir işe
girmişti. Derken şans yüzüne güldü. O sıralar Pasteur’le birlikte çalışan eski
bir öğretmenine rastladı, öğretmeni ona Pasteur’un takımında birlikte
çalışmayı önerdi.
Ünlü Pasteur’le çalışmasına karşın Roux bağımsız ruhundan hiçbir şey
kaybetmemişti. Kendi araştırmalarını yaparken aklına tavuk kolerası
karışımını oksijen akımına tutma fikri geldi. Bunun neden işe yaradığını
anlayamamıştı. Ama 1880’lerin ortalarında ilk laboratuvar aşısı
geliştirilmişti. O tarihten itibaren Pasteur’un çabalan neredeyse tamamen aşı
çalışmalarına odaklandı. Bu dönemde dikkatini şarbon üzerine yoğunlaştırdı.
Ne var ki Pasteur’ü nahoş bir haber bekliyordu. Temmuz 1880’de Fransız
veteriner Jean-Joseph Henri Touissant canlı şarbon mikrobu içeren bir sıvıyı
ısıya tabi tutarak etkili bir şarbon aşısı geliştirdiğini ilan etti. Pasteur bitiş
çizgisinde yenildiğini duyunca telaşa kapıldı. Ancak Touissant'ın aşısının hiç
de güvenilir olmadığı anlaşılınca derin bir nefes aldı. Yarışı kaybetmediğini
gören Pasteur gayretlerini artırdı ve iş arkadaşlarından yaz tatillerini iptal
etmelerini istedi. Nihayet Şubat 1881’de, Touissant’ın en azından kısmen
başarısız olduğu yerde Pasteur ve ekibi başarılı oldu. Şarbon bakterileri
oldukça dirençli sporlar ürettiği için bir aşı geliştirmek tavuk kolerasına
nazaran çok daha zordu. Bu durumda sadece havaya maruz tutma yeterli
değildi. Bir alternatif peşinde olan Pasteur, muhtemelen Touissant’ın ısıya
tabi tutma yönteminden esinlenerek, sporların oluşmadığı dolayısıyla
bakterilerin zayıflamasına olanak tanıyan spesifik bir sıcaklık derecesi
arayışına girdi. Sıra dışı bir teknik ustalık ve Touissant’ın çalışmasında
görülmeyen bir kesinlikle, Pasteur şarbon bakterilerinin 42°C’de zayıflamaya
başladığını keşfetti.
İşte bu noktada Rossignol ona meydan okudu. Pasteur onun şartlarını bariz
bir şevkle kabul etti. Ancak kötü bir şeyler olacağı içine doğmuş olmalıydı.
Çünkü kamuoyunun bilmediği bir şey vardı: Aşı hazır falan değildi.
Haftalarca titiz çalışmaya karşın Pasteur’ün aşısı Touissant’ınkinden sadece
birazcık daha etkiliydi, yalnız nedense Pasteur bu konuyu hiç önemsemiyor
gibiydi. Deneye ancak üç hafta kala yapılan küçük çaplı bir deneme halka
rezil olmanın işten bile olmadığını gösteriyordu. Pasteur’un şansına, ekibi
1881’in başlarında Touissant’ın bakterileri zayıflatma konusunda geliştirdiği
bir yeniliği haber aldı. On yıl önce, Davaine bazı antiseptiklerin şarbon
basillerini öldürebileceğini kanıtlamıştı. Ağustos 1880’de Touissant bu
ayrıntıdan hareketle şarbon bakterilerini zayıflatmak amacıyla karbolik aside
yatırmıştı. Touissant’ın elde ettiği sonuçlar ümit vaat ediyordu. Kısa bir
gecikmenin ardından yeni yönteminin ayrıntılarını Roux’ya ifşa etti, Roux da
bu bilgileri patronu Pasteur’e aktardı. Pasteur ısıyla zayıflatılmış aşılar
üzerine çalışmaya devam ederken asistanlarından Charles Chamberland
şarbon basillerini zayıflatmada en etkili kimyasalı bulmak için deneyler
yapıyordu. Chamberland sonunda şarbon sporlarını potasyum bikromat ile
yıkamanın en iyi sonucu verdiğini buldu.
Kabul gören anlatımların tersine, Pouilly-le-Fort’da Pasteur’un değil
Chamberland'in aşısı kullanılmıştı. Pasteur bu denemeden ancak aylar sonra
ısı kullanımını geliştirme şansına kavuşmuştur. Sonrasında bu, yavaş yavaş
şarbon aşısı geliştirmede en yaygın yöntem haline gelmiştir. Ancak her iki
yöntem de Touissant’a çok şey borçludur. Touissant’ın keşiflerini en iyi
şekilde değerlendirmek için ne eğitimi ne de araç-gereçleri vardı. Ne var ki,
Touissant’ın çalışmaları, Pasteur un ekibi tarafından başarıyla kullanılınca,
önemli bir bilimsel başarı haline dönüşmüştür.
İlk şarbon aşılarının geliştirilmesini sürece müdahil olan kişilerin
mektuplarına ve not defterlerine dayanarak ele alan bu açıklama, bilimde
yalnızca rekabetçi ruhun değil aynı zamanda hızlı fikir alışverişlerinin,
esinlenmenin ve teknik bilginin önemini öne çıkarıyor. Pasteur hiçbir şekilde
meslektaşlarına ve rakiplerine toz yutturarak her zaman en önde giden biri
değildi. Touissantm ve Roman başarıları olmasa ilk güvenilir şarbon aşısı
dünyanın birinde geliştirilebilirdi.
Bu gözlemin amacı, Pasteur’u yerleştirildiği yüksek kürsüden alaşağı etmek
değildir. Bilim deki birçok olay, işbirliği yapmanın ve başkalarının
görüşlerinden yararlanmanın, bilimsel ilerlemede, bireysel girişimden çok
daha büyük bir işlevi olduğuna işaret eder, Birçok durumda, gerçeğin izini
süren dâhinin tek başına kıskançlığı, cehaleti ve akılcılık karşıtı kilise
dogmalarını alt etmesinin basmakalıp romantik bir düşünceden başka bir şey
olmadığı görülür. Kısaca, iyi bilim ortaklaşa bir girişimdir. Bununla birlikte,
Pasteur son derece sıra dışı yetenekli bir adamdır.
V Koch’un Postülatları
12. 1881: Patatesler ve Postülatlar
1870’lerin sonlarında, Pouilly-le-Fort deneyinin öncesinde, Koch tavşan ve
farelerde kan zehirlenmesi ve kangren gibi hastalıklar üzerinde çalışmaya
başlamıştı. Çalışmaları sonunda, yerin konakçılarda her defasında belirli
ölümcül hastalıklara yol açan altı spesifik bakteri bulduğunu etti. Bu
çalışmayı özellikle önemli kılan şey, hastalığın tamamının insanlarda görülen
hastalıklara benzemesiydi. Geriye dönüp bakıldığında, bu araştırmanın
mikrop devrimine büyük bir ivme kazandırdığı görülür. O güne kadar
hastalıklar mikrop kuramının sınırları içinde tek tek ele alındığından ileme
bireysel hamleler biçiminde gerçekleşiyordu. Oysa şimdi Koch sadece
cepheyi genişletmekle kalmıyor, aynı zamanda çok büyük bir hızla hücum
ediyordu. Kısa süre sonra aklı başında hiçbir doktor mikropların hastalığa yol
açmadaki işlevini tamamen reddedemeyecekti.
Ancak çok az insan Koch’un başlatacağı dönüşümün boyutunu önceden
kestirebildi. Bu şaşırtıcı değildi. En büyük ve en acımasız salgın hastalıkların
sorumlusu olan mikroplar hâlâ bulunmadığı için, bir avuç hayvan
hastalığından hareketle akla gelebilecek her türlü bulaşıcı hastalık hakkında
çıkarımlar yapmak pek az sayıda insana mantıklı geliyordu. Çoğu doktor için
bulaşıcı insan hastalıklarının miasmatik açıklaması çok daha inandırıcıydı.
Mikrop kuramının çok dar bir uygulama alanı olduğu düşünülüyordu. Louis
Pasteur’ün Basiretsiz Gayretleri Koch’un görüşlerinden şüphe duyanlara
saldırma stratejisi çok ustacaydı. 1881’de mikrop kuramına yöneltilen bütün
itirazları tek tek sıraladı. Daha sonra belirli mikropların belirli hastalıklara yol
açmadaki rolünü kesin olarak kanıtlamak için ne yapılması gerektiğini
kamuoyu önünde tek tek açıkladı. Belirlediği ölçütler Koch’un dört postülatı
olarak tarihe geçmiştir. Birincisi, bakteri hastalığın her vakasında
görülmelidir. İkincisi, bakteri hastalıklı konakçıdan yalıtılmak ve saf kültür
içinde büyütülmelidir. Üçüncüsü, saf kültür içindeki bakteri, sağlıklı ve
hastalık riskine açık konakçıya verildiğinde spesifik hastalık yeniden ortaya
çıkmalıdır. Son olarak da, bakteri deney sonucu hastalık bulaşmış
konakçılardan tekrar elde edilebilmelidir. Bakteriyologlar açısından bu
postulatlar kısa bir süre sonra Hz. Musa’ya Sina Dağı’nda verilen On Emir’e
eşdeğer bir saygınlık kazandılar; neyse ki teknikler ilerledikçe bunların
uygulanması giderek çok daha kolaylaşacaktı.
Başlangıçta Koch bile hasta kurbanların vücutlarından belirli mikropları
ayrıştırmanın gerçekten de çok ama çok zor bir iş olduğunu kabul ediyordu.
Özellikle artık Pasteur’le acımasız bir kişisel rekabet içinde olması yüzünden,
daha önce kullanılan mikrobiyal kültürlerin çoğunun bir mikrobun bir
hastalığa yol açtığı hipotezini kanıtlayamayacak denli aşırı derecede
kontamine, yani başka mikrop bulaşmış durumda, olduğunu kabul etmekten
gayet memnundu.
Koch buz gibi bir ifadeyle, “Her şeyi göz önünde buludurursak saf kültür
üretmeye kalkmak gerçekten bunaltıcıdır,” diyordu; Koch’un bu ifadesi,
“özellikle şu sıralar Pasteur’ün laboratuvarında (basiretsiz de olsa olağanüstü
bir gayretle) yapılan ve saf kültür elde etmeyle ilgili inanılması güç
gerçeklerden bahseden sayısız deney için geçerlidir.”
Bu, Pasteur Pouchet’yi yenerek kaçmak zorunda bıraktığı zaman, daha okula
giden biri için çok büyük bir küstahlıktı. Koch, kısa bir süre sonra bu
yaptığına ek olarak, Fransız bilim insanının, “bilime hiçbir yeni katkıda
bulunmadığını” da söyleyince, zaten Fransız-Prusya savaşı yüzünden darbe
yiyen ilişkileri tamamen kopma noktasına geldi. Bu ilişki bir daha asla
düzelmeyecekti. Ne var ki, teknik açıdan bakıldığında Koch’un haklı olduğu
yerler vardı. Hem o hem de Pasteur geçmişte belirli mikropları teşhis
ettiklerini iddia etseler de birçok bilim insanı makul nedenlerle hâlâ ikna
olmamıştı.
Ana sorunlardan biri, farklı bakteri türlerini birbirinden ayırt etmenin aşırı
zorluğuydu. 1877'de önde gelen bir bitki bilimci on yıl boyunca, “farklı
bakteri biçimlerini” incelemiş olmasına karşın, bakterilerin “iki farklı türe”
bile ayrılabileceğinden emin olmadığını yazmıştı. Joseph Lister bile bu
görüşe katılıyordu. Lister, 1881’de belirli hastalıklara yol açan belirli
mikropların varlığına ilişkin kanıtların, “hiç de güven telkin etmediğini”
açıkladı. Lister bunun yerine hastalıkların belirli nedenleri olmadığı, yalnızca
belirli bireysel tepkilerden bahsedilebileceği yönündeki eski görüşü savundu.
Bir bardak su geceleyin açıkta bırakıldıktan sonra, ertesi gün bir damlası
mikroskopla incelenirse bu kuşkuculuğun nedeni kolayca anlaşılır. Damlada
birkaç tane genel mikrobiyal (çubuk, yuvarlak, sarmal) biçimin dışında,
mikropların yaşam döngülerine devam ederken ya da yeni ortamlarda
belirirken ki farklı görünüş ve davranışları da gözlemlenebilir. Lamelin
altında nasıl göründüğüne bakarak bir bakteriyi teşhis etmek hiç de kolay
değildir. Mikrop kuramcısının işi daha da güçleşmişti çünkü incelemek
istediği spesifik mikropların saf kültürlerini kullandığından asla amin olmalı.
Örneğin şarbonlu koyunların kanında bazıları zararlı bazıları zararsız,
binlerce başta bakteri de vardır. Belli bakterilerin saflıklarını bozan sayısız
diğer bakterilerden ayırmak genellikle inanılmaz derecede zordu. Ta ki, Koch
bu sorunun çözümünü bulana kadar.

Koch’un Yıldızının Parladığı Dönem


Koch 1881 yılında saf kültür elde etmek için bir teknik geliştirdiğini açıkladı.
O zamana kadar bilim insanları bu iş için farklı türden bakterilerin kaçınılmaz
olarak birbirlerine karıştığı sıvı ortamlar kullanagelmişlerdi. Koch bu durumu
değiştirmek için mikrobiyal kolonilerin çok daha az hareketli olduğu katı bir
ortam önerdi. Katı ortam olarak ilk seçimi bildiğimiz patatesti ve bu işe
yaramıştı. Patates ilkin kaynatılıyor, sonra dilimlenip birkaç saat açık havada
tutuluyordu. Kuluçka için birkaç günlük bekletmeden sonra patates
incelenince, üzerinde birbirinden ayrı birçok bakteri kolonisi olduğu
görülüyordu. Kocb, “Bu damlacıkların birkaçı beyaz ve porselenimsi;
diğerleri ise san, kahverengi, gri ya da kırmızımsı; bazıları yere yayılmış su
gibi düz görünürken geri kalanlarsa yarı küre gibi ya da siğile benziyor,” diye
yazmıştı. Asıl can alıcı nokta bu kolonilerin birbirinden tamamen ayrı
olmasıydı. Patatesin nemli, katı yüzeyinde çok uzağa gidemediklerinden
günler sonra bile bakteriler birbirinden ayrı kümelerde büyümeye devam
ediyorlardı. Böylece sonunda saf kültür üretmenin bir yolu bulunmuştu. İleri
teknoloji ürünü olmayan, sıradan patatesin kullanımı bu yöntemi alelade
gösterebilir ama Koch’un buluşunun olası sonuçları devasaydı. Koch
patatesten sonra jelatin, daha sonra da bir meslektaşının eşinin önerisiyle ağar
kullanmaya başladı. Japonya’ya özgü bir yosunun özütü olan ağarı söz
konusu meslektaşının kayınvalidesi mükemmel jölelerini yaparken
kullanıyordu. Bu maddeyi kapalı cam petri kabına yayarak her türlü bakteriyi
kontaminasyon riskini büyük oranda azaltarak üretmek artık mümkündü. Katı
madde kullanımı yalnızca Koch’a özgü değildi. Aynı laboratuvarda çalışan
başka bir bilim insanı da bunu denemişti. Ancak bunu biyolojik
araştırmaların mihenk taşı haline getiren Koch oldu. İnsan hastalıklarına yol
açan mikroplan araştırma sürecinde ilerleme kaydeden de bu yeni yöntemle
donanan ekibi ve eğittiği öğrencileriydi. Pasteur’ün bile, bir anlık da olsa, o
derin Alman fobisinden ve Koch’a duyduğu kişisel düşmanlığından sıyrılarak
onu kutlaması, bu başarının öneminin bir göstergesidir. Pasteur,"C’est un
5
grand progrès, Monsieur," diyerek yenilgiyi kabul etmişti.
Ancak mikroplan ayrı ayrı yalıtmak onları hastanın doku ve sıvılarında
bulamadıktan sonra pek de anlamlı değildi. Birçok mikrop ise o kadar küçük
ve saydamdı ki doktorlar onları boşuna arıyorlardı. Bakterilerin kolayca
görülmesini sağlayacak bir yöntemin bir şekilde bulunması gerekiyordu, Bu
heves kaçırtan sorunun çözümünü mümkün kılan, Avrupa’da özellikle de
Almanya'da büyük patlama yaşayan boya endüstrisi olmuştur. 1870’lerin
ortalarında piyasada yüzlerce farklı tekstil boyası bulmak mümkündü. Robert
Koch, Carl Weigert ve mikrobiyolojinin gelecekteki yıldızlarından biri olan
Paul Ehrlich’in öncülüğünde bilim insanları boyaların yalnızca bakterileri
görünür kılmak için değil, aynı zamanda farklı bakteri türlerini ayırt etmekte
de kullanılabileceğinin ayırdına vardılar.
Endüstriyel boyalar geliştirilmemiş olsa, bu kitabın ilerdeki bölümlerinde ele
alman buluşların bir tanesi bile gerçekleşemezdi. Almanya'daki
bakteriyolojik araştırmalar dünyada görülmüş en hızlı sanayi devriminin
ritmine ayak uyduruyordu; bu açıdan ve başka birçok anlamda, bilimin ve
sanayinin kaderleri ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlanmıştı.

Talih Fehleison’un Yüzüne Güler


Koch un yeni yönteminin getirdiği ilk başarılardan biri Koch’un değil onun
destekçilerinden birinin payına düştü. Wurzburg’da bir klinikte cerrahlık
yapan ve Koch’un izinden giden Friedrich Fehleison, William Brownrigg’in
1738’de tamamen yanlış tahlil ettiği ölümcül erizipel hastalığının nedenini
bulmaya karar vermişti. Ancak Fehleison, Brownrigg’in bilemeyeceği bir şey
biliyordu: Enfeksiyonlu insanlardan alınan biyopsilerde her zaman mikroplar
bulunur. Ne var ki, başlangıçta bu bilgi fazla işe yaramadı. Erizipelli
hastaların derilerinden elde edilen kanlı sıvılarda bakteri bulunmasına
bulunuyordu ancak bu sıvı mikrop açısından o denli zengindi ki hangisinin
hastalığa neden olduğunu bilmek imkânsızdı.
Koch’un yöntemlerine iyice vakıf olan Fehleison, işe cesetlerden ve
biyopsilerden erizipelli deri parçalan toplamakla başladı. Bu parçalar farklı
bakterilerle doluydu ancak Fehleison, bu deri parçalarını katı bir jelatin ya da
ağar tabağında yaydığında, mikropların ayrışıp sınırlan belirgin koloniler
oluşturarak büyüdüğünü görünce çok mutlu oldu. Koch’un ilkesini takip
ederek hepsinde hangi ortak mikrobun olduğunu görmek için bir düzine
erizipelli hastadan örnekler cildi. Yalnızca bir bakteri türünün karşılaştığı
bütün vakalarda bulunduğunu keşfetti. Fehleison bu mikrobu kültürde
yetiştirdi ve birkaç tavşanın kulak uçlarına zerk etti. Her vakada tavşanlarda
erizipele özgü genişleyen yaralar çıktı.
Ancak bu, meslektaşlarını tatmin etmek için tam olarak yeterli değildi.
Erizipel kaçınılmaz olarak insanlarda ve tavşanlarda farklı hastalıklara
benziyordu; Fehleison’u eleştirenler de aynı hastalığı inceleyip
incelemediğinden emin olamayacağım söylemekte gecikmediler. Bu
tamamen geçerli itiraz, onun bir süre bocalamasına yol açtı. Etik kaygılar
insanları denek olarak kullanmasına engel oluyordu. İyi de sezgilerinin
doğruluğunu başka nasıl kanıtlayabilirdi ki? Fehleison çok şanslı olmasa bu
konuda yıllarca hiçbir ilerleme kaydedilemeyebilirdi.
Fehleison’un birçok tıbbi meslektaşı erizipele yakalanmanın tümörlere karşı
mücadelede yararlı olduğundan emindi. Bu tuhaf inanç Fehleison’a mikrop
kültürlerini insanlara enjekte etmek için etik bir gerekçe sunmuştu. Bu
tedaviye rıza gösteren tümör hastaları bulunca işe koyuldu. Hastalar çabucak
erizipele yakalandı, böylece Fehleison’a ve tıp dünyasına belirli
mikroorganizmaların insanlarda bulaşıcı hastalığa yol açmadaki rolünü
gösteren açık kanıtlar sunmuş oldular. Bereket versin ki hastalar
müdahalesinin doğrudan etkilerini sağ salim atlattıkları için bu kansız bir
devrim oldu.

İşler Değişiyor
Friedrich Fehleison’un da başından geçtiği üzere, 1881’de bile mikrop
kuramının savunucuları ne zaman hastalıklara yol açan bakterileri tespit
ettiklerini söyleseler sert bir muhalefetle karşılaşıyorlardı. Ancak on-on beş
yıl içinde her şey değişti. Bu süre içinde mikrop kuramı kritik bir noktaya
ulaşmıştı. Uluslararası çabalar sonucunda, insan ölümlerine en çok yol açan
hastalıkların çoğunun mikrop kaynaklı olduğu anlaşıldı. Bu durum öyle bir
boyuta vardı ki artık kamuoyu, bilim insanları hastaların vücudunda belirli
mikroplara rastlamadığında şaşırmaya başladı. Nüfusun genelinin yeni
kanıtlar ışığında tavrını değiştirmesi için genellikle çok çarpıcı bir şey olması
gerekir, işte mikrop kuramcılarının 1881 ve 1899 arasında yaptıkları şey tam
da bu oldu. Belirli mikrobiyal maddelerin kolera, tifo, difteri, verem, tetanos,
veba, malta humması ve kuduz gibi ölümcül hastalıklara yol açtığının
kanıtlanması mikrop kuramcıları için devasa bir propaganda zaferiydi. Şimdi
bu başarılardan belki de en şaşırtıcı olan dördüne bakacağız.
VI Dört Büyükler, 1881-1899
13. Verem
Güzel ancak ölü gibi solgun bir kadın, divana aygın baygın uzanmış, belirgin
elmacık kemiklerinin üzerindeki cildi gerilmiş, kan damlalarıyla lekelenmiş
bir mendile hafifçe öksürmektedir. Verem (tüberküloz) hastalarının yürek
parçalayıcı ölümleri Verdi’nin La Traviata’sından Hugo’nun Sefiller’ine
kadar düzinelerce Victoria dönemi operasında ve romanında böyle
betimlenmiştir. Bu, ilk bakışta çok korkunç bir hastalığın tu-haf bir şekilde
romantik tanımlanışı gibi görünebilir. Ancak Victoria döneminde başka
birçok şeyin olduğu gibi muhtemelen bunun da nedeni toplumsal sınıflarla
alakalıdır.
Birçok ölümcül hastalık, orantısız bir şekilde toplumun yoksul kesimlerinde
daha çok görülmüştür; o dönemde yaygın olan toplumun alt katmanlarına
tepeden bakma huyu da hesaba katılınca, seçkin sınıflar bu hastalıkları
tembellik ve kişilik zaaflarına karşı ahlaki bir ceza olarak görmüşlerdir.
Özsaygısı olmadığı ima edilen yoksulların, hastalıklara davetiye çıkaran
pislik ve berbat kokuların içinde yaşamayı umursamadığı düşünülüyordu.
Diğer taraftan, kendilerinden yüksek katmanlardaki insanların temiz ve
görece sağlıklı olma hâlleri ise bu insanlarca “iç saflığın dışa tezahürü”
olarak görülürdü. Ancak, seçkin sınıfların bahtına, verem nezaket kurallarını
tanımıyordu. Kaygı verici şekilde, hiçbir ayrım gözetmeden, ister zengin ister
yoksul, ister iyi ister kötü, tembel ya da çalışkan, herkese saldırıyordu. Bu
bariz adaletsizlikten dehşete düşen varlıklı insanlar, veremi masumların
belası olarak görmeye başladılar. Tanınmış bir doktor verem için,
“Kurbanlarını genç ve güzel insanların arasından seçiyor” diye yazmıştı. Bu
aşırı duygusal yaklaşım, kurbanların ahlaki cezalandırmadan kurtararak
yedikleri damganın acısını hafifletmeye yarıyordu.
Ancak bu romantik perde, ardında yatan acı gerçeği aslında değiştiremiyordu.
On dokuzuncu yüzyıl ortalarına gelindiğinde, verem Avrupa ve Amerika’da
bütün nüfusun onda biriyle üçte biri arasında değişen bir ölüm oranına
sahipti. Ani kilo kaybının ardından (vereme “tükenme” anlamında
konsumpsiyon adı verilmesinin, dilimizde de “ince hastalık” denilmesinin
nedeni işte budur) ciddi solunum zorluğu ve renkli balgamlı öksürme
görülüyordu. Ölümün gerçekleşme süresi kişiden kişiye değişse de gecikmesi
nadir oluyordu. John Keats içinde parçacıklar bulunan ilk öksürüğünü
gördüğünde, “Şu kan damlası ölüm fermanım. Çaresiz öleceğim,” demişti.
Bununla birlikte, otopsilerde akciğerlerde beyaz zerrecik topağı
görüldüğünden, verem zamanla insanın kanını donduran “Beyaz Veba”
adıyla anılır oldu.
Veremin on dokuzuncu yüzyılın önemli bir bölümünde klasik kalıtsal bir
hastalık olarak görülmesinin bir nedeni de tedavi edilmesinin güçlüğüydü.
Derken 1865’te Fransız askeri tabip Jean-Antoine Villemin veremin insandan
tavşana, oradan da başka tavşanlara geçebileceğini kanıtladığını iddia etti,
ona göre verem gerçekten bulaşıcıydı. Villemin haklıydı ama kimse onun
söylediklerine kulak asmadı.
Kısmen bunun nedeni, veremin yalnızca hafif bulaşıcı olmasıydı. Durum
böyle olunca, birçok Doktor Villemin’in bulgularını tekrarlama girişimlerinde
başarısız oldu. Hatta 1870’lerde Villemin’in destekçilerinin veremli
hastaların balgamında her daim bulunan belirli bir mikrobu tespit etme
yolunda tamamen duvara toslaması daha da kötüydü. Pébrine, şarbon ve
tavuk kolerasına yol açan bakteriyi tespit etmede kullanılan yöntemlere
başvurmalarına rağmen verem mikrobundan hiçbir iz yoktu.
Villemin’e gösterilen muhalefetin insani bir boyutu da vardı. Vatandaşı
Hermann Pidoux’nun sözleriyle Villemin Kaklı olsa, “nasıl bir felaket
doğururdu bu! Zavallı veremliler cüzzamlılar gibi tecrit edilirlerdi, onlara
şefkat gösteren aileleri korku ve bencillikle boğuşmak zorunda kalırdı...”
Pidoux’ya göre, “Verem bulaşıcı olsa da bunu yüksek sesle söylemememiz
gerekir,” idi. Villemin’in haklılığı binlerce veremli insanın, hükümet
tarafından, sevdiklerinden kopartılıp steril hayatlar sürdürmek üzere
uzaklardaki sanatoryumlara gönderilmesi anlamına geleceği için çok az insan
onu desteklemeye yanaştı.
Dolayısıyla, bütün bu nedenlerden ötürü verem, mikrop kuramını zora
sokmuştur.

Koch’un Zaferi
Bir kez daha Koch can alıcı bir ilerlemeye imza attı. Düzinelerce insanın
tökezlediği yerde iki şey onun başarıya ulaşmasını sağladı. Birincisi hastalığa
mikropların yol açtığına dair sarsılmaz inancı, İkincisi ise ardı ardına gelen
hayal kırıklıklarına karşın neredeyse insanüstü kararlılığı.
Vereme gerçekten de bir mikroorganizmanın yol açtığım varsayan Koch, asıl
sorunun veremlinin balgamında yer alan diğer yüzlerce bakteri ve hücre
arasında bu mikroorganizmayı görünür kılmak olduğunu anladı. Vakit
geçirmeden yeni tekstil boyalarına başvurdu. Diğer hastalıklarda işe yarayan
bütün teknikleri kullanmasına rağmen, kobaylardaki veremli maddeyle ilgili
belirgin hiçbir şey tespit edemedi. 1880’e gelindiğinde, Koch’un yola devam
etmesini sağlayan tek şey yenilgiyi kabul etmemesiydi.
Çeşitli yöntem ve kombinasyonlar kullanarak düzinelerce farklı boyayı
değişik ısılarda deneyerek sonunda diğerlerine hiç mi hiç benzemeyen bir
bakterinin varlığını ortaya çıkaran yeni bir yöntem buldu. Balgama metilen
mavisi damlattıktan sonra onu vezüvin denen başka bir boyayla “yıkadı,”
böylece insan veya hayvanlardaki bütün verem vakalarında görülen ince
uzun, tel gibi, ancak inanılmaz derecede küçük bir mikrobu ayrıştırmayı
başardı. Ama tespiti zor olan verem mikrobunun bu olduğu kesin miydi?
Şimdi Koch’un kendi postulatlarına uyması gerekiyordu. Yapılması gereken
ilk şey yapay bir kültürün içinde mikrobu geliştirmekti. Bu, inanılmaz ve
insanı çileden çıkaracak derecede zor oldu. Veremli kobaylardan gizemli
basil parçacıkları almak ve onları kendi kullandığı standart ortamın üzerine
sürmek bir türlü işe yaramamıştı. Daha sonra katılaşmış inek ve koyun kanı
serumundan yapılan yeni ortamı denedi. Başta sanki bu da bir şeye
yaramamış gibiydi. Ancak -bir kez daha- Koch’un inatçı kararlılığı yüzünü
güldürdü. Birçok bakterinin güçlü bir nüfusa ulaşması genellikle 24 saatten
az sürer. Ama Koch sabredip iki haftadan uzun bir süre bekledi. Ancak o
zaman gizemli basilinin sağlıklı bir kolonisini elde etmeyi başardı. Birçok
araştırmacının pes edeceği noktadan sonra bile deneyine devam etti ve
sonunda ölümcül mikroplarının hasadını yapmayı başardı. Kobaylara enjekte
edilen bu elde edilmesi zor basil klasik verem belirtileri göstermeye başladı.
Çok geçmeden zayıflayan ve ölen hayvanlar teşrih edildi. Akciğerleri
şüpheye yer bırakmayacak şekilde beyaz vebanın alametifarikası olan pürüzlü
beyaz cisimciklerden barındırıyordu. Bundan sonra başarı daha kolay geldi.
Takip eden aylarda, Koch düzinelerce insandan ve çok sayıda hayvandan
aynı basilleri ayrıştırmaya devam etti. Her defasında bu basilleri kobaylara
enjekte etti ve hayvanlar her defasında verem oldu. Sonradan akciğerlerinde
verem basili olduğu anlaşıldı. Artık bunu kamuya duyurmanın zamanı
gelmişti.
Sonuçların Kamuya Duyurulması
24 Mart 1882 tarihinde, Berlin Fizyoloji Derneği’nin tıklım tıklım
gerçekleşen toplantısında, Koch kendisinin ve asistanlarının keşfettiği şeyi
anlattı. Toplantı başlamadan önce üstlerinde düzinelerce preparatın
bulunduğu masaları uzun bir sıra halinde yan yana dizdirmişti, görenler bunu
muhtemelen “açık büfe”ye benzetmişti. Koch, dinleyicilerine basillerin
bulunuş, üretiliş ve test ediliş sürecini adım adım anlattı. Sonucu da, “Bu
yüzden bu basil asıl verem virüsüdür,” diyerek ilan etti.
Onu dinleyenler elde edilen başarının büyüklüğünü anlamışlardı. Koch
modern tıbbın en büyük bilmecelerinden birini çözmüş, başkalarının başarısız
olduğu yerde parlak bir zafer elde etmişti. Paul Ehrlich yıllar sonra şunları
yazacaktı: “Toplantıda hazır bulunanlar çok etkilenmişlerdi, o akşam benim
en büyük bilimsel deneyimimdi.” Koch’un makalesini okuyan ve kişisel
görüşleri tamamen değişen Amerikalı bir doktor ise “Tıpkı bir peri masalı
gibiydi,” demişti. Villemin 1865 yılında iddialarını savunurken neredeyse
yapayalnızdı. Ama Koch için durum öyle değildi. Tıp camiasının çoğu,
Koch’un iddialarını anlayışla dinlemeye hazırdı artık. İtirazların tamamen
buharlaştığı söylenemezdi, bazı insanların yoksulluk ya da kalıtsal
özelliklerden ötürü hastalıklara daha yatkın olduğunu söyleyenler de haklıydı.
Ancak Koch mikropların veremin zorunlu nedeni olduğunu göstererek
spesifik hastalıklara belirli mikropların yol açtığım savunan kuramın
güvenilir ve önemli bir duruma gelmesine katkıda bulundu. Hastane
koğuşlarından oturma odalarına ve barlara kadar her yerde, görülmeyen
mikropların tehlikesi kamuoyunun dikkatini çekmeye başladı.
Aslında haberler o kadar hızla yayıldı ki bazı doktorlar bu alevi söndürmeye
çalıştılar. Londra’da ki University College’da profesör olan John Burdon
Sanderson mikrop kuramına hep sempatiyle bakıyordu. Ancak şimdi temkin
ve ağzı sıkılık tavsiyesinde bulunuyordu. “Şu sıralar mikropların her şeyi
açıkladığına inanma eğilimi var,” diye yakınıyordu Sanderson. Ona göre,
onlarca yıldır mikropların hastalığa yol açtığı görüşü en sert rüzgârlara karşı
mücadele etmişti. Ne var ki Koch’un buluşundan beri, “mikroplara sahip
olmadıkları özelliklerin atfedilmesine herkesin hararete karşı durması
gerekmekte, ” idi.
İşin gerçeği, Sanderson’un o kadar da kaygılanmasını gerektirecek bir şey
yoktu. Ortalık durulunca mikrop kuramcılarının birçok insanın ölümüne yol
açan salgınlar konusundaki savlarını kanıtlamaları gerektiği anlaşıldı. Bu
konuda hâlâ miasma kuramı baskın görüştü. Ta ki kolera ve tifo gibi
hastalıklarda da mikroplar suçlu bulunana kadar mikrop kuramının gerçekten
rağbet göreceği yoktu. Ne var ki yeniyetme bakteriyoloji bilimi kayda değer
ilerlemeler kaydetmişti.

Tüberkülin Fiyaskosu
Koch’un kendisi için verem hikâyesinin sonu tatsızdı. Pasteur’un şarbon ve
tavuk kolerasına karşı aşı geliştirmedeki başarısından esinlenen Koch, 1882
yılında verem basilini vücut içinde yok edebilecek kimyasal bir etken madde
arayışına girdi. Bu araştırmaları esnasında vereme yol açan basilden elde
edilen proteinli bir madde üzerinde deneyler yaptı. Bu maddeye "tüberkülin”
adını verdi. Sağlıklı kobaylara enjekte edilen tüberkülinin görünürde bir
etkisi olmuyordu. Ama veremli bir hayvana ya da insana enjekte edildiğinde
bir süre sonra ortadan kaybolan şiddetli lokal bir reaksiyon görülüyordu. Tam
olarak bilinmeyen nedenlerle Koch vereme karşı bir tedavi bulduğuna karar
verdi. Koch, bu lokal reaksiyonun ortaya çıkmasıyla bir bağışıklık tepkisinin
harekete geçirildiği, bunun da akciğerlerdeki basillerin temizlenmesine yol
açacağı sonucuna vardı.
Koch sezgilerine güveniyordu; daha önce onları kanıtlama konusundaki azmi
onu bir bilim kahramanı yapmıştı. Ancak bu kez baltayı taşa vuracaktı.
1890’da, “deney hayvanlarını tüberküloz basiline karşı dirençli hale getiren
ve hastalığa yakalananların hastalığını durduran bir etken madde,” bulduğunu
ilan etti. Birden bire hastalıktan mustarip yüz binlerce kişiye beklenmedik bir
umut ışığı doğmuştu. Koch’un tüberkülin formülünü gizli tutma kararı
kamuoyunun ilgisini iyiden iyiye artırdı. Berlin’deki oteller, onun gizemli
“saydam, kahverengi Sıvısı”ndan medet uman çaresiz hastaların akımına
uğradı. Bir gazeteci Koch’un iddialarının uyandırdığı heyecanın “had
safhada” olduğunu yazdı. Berlin, bir tarihçinin tabiriyle, herhangi bir
mezhebe bağlı olmayan kutsal bir hac mekânı olma yolundaydı.
Bilim insanlarının bir tedavi bulmasına can atan Alman Hükümetinin,
Koch’u tüberkülin konusundaki sonuçları abartmaya ikna etmiş olması
olasıdır. Her halükarda, Koch’un akıbeti neredeyse kişisel bir felaketti.
1890’daki açıklamasından sonraki aylarda ve yıllarda yüzlerce klinik deneme
tüberkülinin tedavisel açıdan pek bir değeri olmadığını ortaya koydu. Alman
bilim insanı görmek istediği şeye kolayca inanmış, çalışmasının başlarındaki
bazı olumlu belirtileri kesin başarı olarak görüp yanlış yorumlamıştı. Bu
olayın geri tepmesi Koch için daha da acı vericiydi çünkü çok yüksekten bir
düşüş yaşayacaktı. Bir İngiliz tıp dergisinin muhabiri, “Tıp camiası Profesör
Koch’un bugüne kadar himayesinde yapılan her çalışmanın tam ve doğru
olduğuna inanmıştı,” diye yorumda bulunmuştu. Koch yanılmaya alışkın
değildi.
Neyse ki, tüberkülin konusunda olmasa da özel hayatında bu durumu
dengeleyici gelişmeler oldu. Birkaç yıldır karısından ayrılmış olan Koch,
kendi portresini yaptırırken resmini gördüğü, küçük rollere çıkan bir aktrise
âşık oldu. Tüberkülin fiyaskosundan sonra Berlin’den kaçan Koch, bu kadına
Mısır’dan kur yaptı; Berlin’e döndüğünde de ikili evlendi. Yurdunda işler
karışınca, Koch’un Kahire’yi inziva mekânı olarak görmesi önemsiz bir
ayrıntı değildir; nitekim bu şehrin dar ve labirenti andıran sokakları, onun en
büyük başarılarından bir diğerine sahne oldu. Verem başarısının hemen
ardından Koch, Kahire’de de kolera basilini tespit ederek dünyanın en önemli
mikrop avcısı olarak tarihe geçti.
14. Kolera, Süveyş ve Pettenkofer
John Snow, 1855 yılında, bulaştığı içme suyu yoluyla kurbandan kurbana
geçen belirli bir mikroorganizmanın koleraya neden olduğunu iddia etmişti.
Daha önce belirtildiği üzere bu gözü pek iddia haklı olarak şüpheye yol açtı.
Tıp camiası, yalnızca, Koch’un postulatlarından en azından bazılarını
karşılayan bir bakterinin tespit edilmesiyle tatmin edilebilirdi. Mikroskobik
araştırma alanında uzmanlığı olmayan Snow, bilimsel kanıtların titiz
standartlarına ulaşma konusunda yetersiz kalmıştı. Ancak İngiliz doktorun
başarısız olduğu noktada, birçok insan Koch’un ve Pasteur’ün deneyimli ve
donanımlı ekiplerinin başarıya ulaşacağına inanıyordu. Bu ekipler büyük
fırsatı 1883’te yakaladı.
1883 yılında Mısır’da kolera salgını patlak verdi. Kahire ve İskenderiye’nin
yoksul mahallelerini her zamanki acımasızlığıyla kırıp geçirdi; salgının
yayılabileceği korkusu ise bütün Batı Avrupa’yı dehşete sürükledi. Ağustos’a
gelindiğinde haftada 5000 Mısırlı ölüyordu. Avrupa hastalığın hücum
hamlesine karşı hazırlanırken, Britanya, Fransa ve Almanya uzman tıp
ekiplerini alelacele Kuzey Afrika’ya yolladı. Bu ekiplerin deneyimleri,
radikal bilimsel fikirlerin kabul görmesinde karşılaşılan güçlüklere dikkat
çeker. Bu deneyimler, aynı zamanda, siyasi koşulların tıbbi fikirlerin nasıl ve
niçin tartışıldığı üzerindeki etkilerini de gösterir: Zira olay yerine ilk ulaşan
Britanyalı doktorların elde ettiği sonuçları karmaşıklaştıran şaşırtıcı bir etken
söz konusuydu.

Kahire'den Kalküta’ya
1880 yılında Süveyş Kanalı’ndan geçen gemilerin tonajının yüzde 80’i
Britanya’ya aitti. Giderek rekabete dayalı hale gelen dünya pazarında,
gemilerinin Doğu ile Batı arasında seyahat etme hızı, Britanya’nın ekonomik
liderliğini korumasında önemli bir etkendi. Britanya ve Hindistan arasındaki
yolculuk süresini yüzde 50 oranında düşürdüğü için kanalın ticari olduğu
kadar askeri önemi de muazzamdı.
Ancak personelin ve gemilerin dünyanın bir ucundan diğer ucuna hızla
gitmesinin büyük bir sakıncası da vardı. Şark’ın baharatları, ipekleri ve
çaylarıyla birlikte hastalıklar da gelebilirdi. Bu yüzden ticaret gemilerinin
mürettebatları mallarını indirmeden önce normalde uzun bir süre karantinada
kalmak zorundaydı. Karantina ise Britanya’ya zaman ve para açısından
pahalıya mal oluyor, bu da hızlı deniz ulaşımı ve kesintisiz ticarete bel
bağlayan bir ulus tarafından uzun zamandır pek hoş karşılanmıyordu.
Britanya’nın Süveyş Kanal'ındaki ekonomik çıkarları, 1882’de, Mısır’ı fiilen
imparatorluğunun himayesi altına almaya yönlendirdi. Ülkenin gerçek hâkimi
haline gelen Britanyalı yetkililer, ellerinden geldiğince çok sayıda karantina
prosedürünü feshettiler.
Sonuç olarak, 1883’te Mısır’da kolera salgını çıkınca Britanya hükümeti
kendini çok zor bir durumda buldu. Eğer hastalık Hindistan’dan gelen bir
gemiden geçtiyse sömürgeci güç, acı çeken binlerce Mısırlının haklı öfkesiyle
yüzleşmek zorunda kalacaktı. Britanya’nın insan hayatına ticaret kadar değer
vermediği suçlamasını bertaraf etmesinin tek yolu, koleranın bulaşıcı bir
hastalık olmadığını göstermekti. Bu yüzden, Mısır’a gönderilecek tıbbi ekibi
atayan hükümet heyeti, koleraya belirli bir mikrobun yol açtığını savunan
kurama sempatiyle yaklaşan binlerini seçmeme konusunda dikkatli
davranmıştı. Ayrıca, ekipte mikroskobi uzmanları da bulunmuyordu.
Böylece, ekibin Mısır’da yaptığı su şebekeleri analizi mikroskobi açısından
tamamen yetersizdi. Buna ek olarak, ekip belirli mikropları ayrıştırmaya da
yeltenmedi.
Kısmen bu araştırmacı bilim taklidinin neticesi olarak, Dr. Guyer Hunter’ın
yönetimi altında çalışan Britanyalı doktorların sonuca ulaşması yalnızca
birkaç hafta sürdü. Onlara göre salgının nedeni, 1865’teki en son salgından
beri Mısır toprağında uyku halinde kalmış kolera zehirlerini “yeniden
harekete geçiren” sıra dışı hava koşullarıydı. Dolayısıyla kolera
Hindistan’dan gelmemişti, mikrobiyal bir hastalık da değildi. Hâliyle, daha
fazla yayılacağını düşünmek için bir neden de yoktu. Hunter ve
meslektaşlarının ta en baştan mikrop kuramını kasıtlı olarak göz ardı
ettiklerini düşünmek için bir neden yoktur. Britanya hükümeti yeterli
mikroskobik eğitimi olmayan bir ekip seçerek zaten yapacağını yapmıştı.
Dahası, hükümet Hunter’ın sonuçlarından o kadar memnun kalmıştı ki ona
derhal St. Michael ve St. George şövalye nişanı verildi.
Britanyalılar gider gitmez Fransız ve Alman tıp ekipleri kolera mikrobunu
bulma beklentisiyle Mısır’a geldiler. Louis Pasteur, Fransız keşif ekibinin
hazırlanmasına yardım etti ancak kendisi Paris’te kaldı ve ekibe Emile Roux
başkanlık etti. Ne var ki Roux’un ekibindekiler gelene kadar salgın dinmeye
başlamıştı ve teşrih için uygun kadavra bulmakta güçlük çekiyorlardı.
Maalesef, Louis Thuillier adlı çok zeki ve genç bir Fransız bilim insanı,
bulabildikleri ender vakaların birinden kolera kaptı. Istırap dolu birkaç günün
ardından da öldü. Fransız grubu yıkılmış bir halde Paris’e döndü. Bizzat
Robert Koch’un başkanlığındaki Alman ekibi, Thuillier’in mezarına çelenk
koydu ve mikrobiyal faili aramaya koyuldu. Anatomik incelemeler
sonucunda çok geçmeden koleranın bir bağırsak hastalığı olduğu sonucuna
vardılar. Bağırsaklarda diğerlerinden farklı bir mikrop ararken de sonunda
zanlıyı buldular: Bağırsak duvarının içindeki mukus katmanında bulunan
virgül şeklinde bir basil. Araştırmalarım bağırsağa yönlendiren Koch'un ekibi
kolera kurbanlarının kadavralarında bol miktarda aynı basilden olduğunu
gördüler. Bu sonuçlar son derece umut vericiydi. Ancak salgın düşüşe geçtiği
için Almanlar da kadavra bulamaz oldular.
Koch’un ekibi, hiç tereddüt etmeden, deney hayvanlarım da alarak hastalığın
çok daha yaygın olarak görüldüğü Hindistan’a gemiyle gittiler. Keşfedilen
şeylerden etkilenen bazı Britanyalı doktorlar eşsiz bir fırsatın
kaçırılabileceğini düşünmeye başladı. The Lancet dergisi öfkeli bir tonla,
“Kolera virüsünün gerçek doğasının keşfi İngiltere’nin en büyük
sömürgesinde gerçekleşecek gibi; ne var ki bunu yapan bir İngiliz
olmayacak,” demişti. Britanyalıları mahcup edeceği düşüncesiyle keyiflenen
Bismarck’ın Almanya’sında, doğal olarak Koch’a daha büyük övgüler
düzülüyordu. Kısa süre sonra Kalküta'ya ulaşan Koch’un ekibi bir kez daha
kolera hastalarında virgül şeklindeki basili tespit ettiklerini duyurdu. Ayrıca
birçok kolera kurbanın su temin ettiği su depolarında da aynı basili bulmayı
başarmışlardı. Ancak bu, Koch’un resmi raporlarında iddia ettiği gibi tam bir
Eureka! anı değildi. Çünkü defalarca uğraşsa da kendi postulatlarını
karşılamayı başaramamıştı: Defalarca basili geliştirmiş, bunu hayvanlara
enjekte etmiş ancak hayvanlar inatla sağlıklı kalmışlardı. Bu, ele aldığı
vakanın kendi dört postulatından sadece birine dayandığı anlamına geliyordu:
Basille koleranın mevcudiyeti arasında “sabit bir ilişki”ye.
Dolayısıyla, bu, şüphesiz Koch’un verem çalışmasında elde ettiği başarı
kadar etkileyici değildi. Hâliyle rakipleri hem bilimsel hem de siyasi
nedenlerle ona itiraz etmekte gecikmediler. Britanya tıp dünyasının saygın
isimlerinin “bu seçkin Cermen”e saldırırken az eğlenmedikleri kesin. Ancak
bu husumeti körükleyen şey ulusal rekabet olduğu kadar bilimsel mantıktı.
Zira Fransa ve Almanya’da bile Koch kendi bildiğini okuyamadı. Bunun
nedenini anlamak için Koch’un dört postülatını da doğrulamanın önemini
kavramamız gerekir.

Aşırı Önlemler
Kobay hayvanlarını laboratuvarda geliştirilmiş kültürlerle enfekte etmek
mikrop kuramcılarına genellikle ciddi bir sorun getiriyordu. Kolera, tifo ve
cüzzama neden olan basiller neredeyse yalnızca insanlar için tehlikeliydi. Bu
yüzden, birçok araştırmacı iki arada bir derede kalıyordu. Araştırmacılar
hastalık mikrobu olduğuna inandıkları şeye hayvanların dirençli olduğu
yönündeki sezgilerini, yalnızca, etik olarak savunulur tarafı olmayan insan
deneylerine başvurarak sınayabilirlerdi. Bunu yapmayınca da muhalifleri, çok
da haklı bir şekilde, onları mikrop kuramını vaziyeti kurtaran bir yalanla
savunmakla suçluyorlardı. Bu zor durum, kendini belki de en iyi Norveç
cüzzam araştırmasında göstermiştir.
Doktorlar yüzyıllardır cüzzamın kalıtsal bir hastalık olduğunu düşünüyordu.
Derken Norveçli doktor Gerhard Armauer Hansen cüzzamlı hastalarının
derilerindeki nodüllerde çubuk şeklinde farklı bakteriler keşfetti. Koch’un
bazı yöntemlerini kullanarak onları yalıttı ve bir düzine tavşana enjekte etti.
Büyük bir hayal kırıldığı içinde hayvanların hastalık belirtileri göstermediğini
fark etti. Tavşanların bağışık olduğunu düşünerek kendi türünün üyelerine
yöneldi.
Mayıs 1880'deki yargılanması sırasında, Hansen daha önce cüzzamlı bir
hastanın nodüllerini kesmede kullandığı keskin bir bıçakla cüzzam hastası bir
kadının göz kapağında bir ensizyon yaptığını açıkladı. Amacı kadın hastanın
ilk hastanın mustarip olduğu belirli cüzzam türüne yakalanıp
yakalanmayacağını anlamaktı, ikinci hasta zaten cüzzamlı olduğundan,
Hansen deneyinde canlı insan kullanmasının kamu yararı gözetildiği için
meşru sayılabileceğini öne sürdü. Ancak bu deneyde enfeksiyon
bulaşmamıştı. Rızasını almadığı bir hasta üzerinde acı veren, tehlikeli ve
sonuç olarak yararsız bir işlem yaptığı için Hansen, Bergen’deki cüzzam
hastanesindeki işinden atıldı.
Daha sonra Hansen’in basilinin gerçekten de cüzzamın nedeni olduğu
anlaşıldı. Ancak hastanın gözüne cüzzam bulaştırmakta başarısız olması
mikrop kuramcılarının bir başka sorununa işaret ediyordu. Hastalık aynı
türün üyeleri arasında yayılabilse de bakterinin mevcudiyetiyle hastalığın
kendisi arasında her zaman bir bağıntı yoktur. Bu yüzden Koch ve Pasteur’un
sonuçlarını tekrarlamaya çalışan doktorlar, çoğu kez saf bakteriyel verem ya
da şarbon kültürlerinin normalde hastalık riskine açık bazı bireylerde hiçbir
etki yapmadığını fark ettiler. Yine benzer şekilde, Koch’un kolera mikrobu
kuramına karşı çıkanlar enfekte sudan içenlerden sadece birkaçının hastalığa
yakalandığım belirtmişlerdir.
Sorun, kısmen, Koch ve Pasteur’ün mikropları yutmanın bulaşıcı hastalıklara
yakalanmak için yalnızca gerekli değil aynı zamanda yeterli bir koşulmuş
gibi konuşmalarında yatıyordu. Bu bizzat kendi yaptıkları deneylerle çelişen
bir ifadeydi. Ne var ki, bazı eleştirmenler mikrop kuramını hastalığa
yatkınlığa yol açan diğer unsurları hesaba katacak şekilde düzeltmek yerine
daha da ileri gittiler. Örneğin, ünlü Alman hijyen uzmanı Max von
Pettenkofer mikropların bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkışında rolü olduğunu
inkâr etmiyordu. Ama mikropların bu konuda pek de yeterli olmadıklarını
iddia etti. Pettenkofer’e göre bir salgın üç şeye ihtiyaç duyardı: Belirli
bulaşıcı bir partikül; içinde çürüyen organik madde bulunan nemli, gözenekli
toprak ve bu partikül ile toprağın bileşimi sonucu ortaya çıkan zehirli bir
madde.
Max von Pettenkofer kuramının doğruluğunu kanıtlamak için 1884 yılında
Koch’a yazarak kendisine birkaç kolera vibriyonu (kıvrık çubukları andıran
bakteri) göndermesini istedi. Bu isteği yerine getiren Koch, kısa bir süre
sonra aşağıdaki mektubu alınca donup kaldı:
“Herr Doktor Pettenkofer gönderme nezaketini gösterdiği deney tüpü
dolusu kolera vibriyonu için Herr Doktor Koch’a saygılarını sunar. Herr
Doktor Pettenkofer tüpün içindekilerin tamamını içmiş bulunuyor ve
Herr Doktor Koch’a şu an sağlığının eskisi gibi yerinde olduğunu
bildirebilmekten mutluluk duyar.”

Herr Doktor Pettenkofer yalnızca midesindeki yüksek asidite kolera


vibriyonunu etkisiz hâle getirdiği için hayatta kalmıştı. Ancak Pettenkofer’in
neredeyse çılgınca sayılabilecek cesaret gösterisi mikrop ve miasma karışımı
olan kendi kuramına çok büyük bir ilgi gösterilmesine yol açtı.
Aslında kendi üzerinde deney yapan ilk kişi Edward Klein adlı bir Britanyalı
doktordu. Klein, Temmuz 1884'de Koch’un çalışmalarını incelemek için
Hindistan’a giden bir ekibe liderlik etti. O daha yolculuğuna çıkmadan önce
Timothy Lewis adlı bir başka doktor koleranın patlak verdiği Marsilya’ya
gitmiş ve muayene ettiği vakalarda Koch’un bahsettiği virgül şeklindeki
basili bulamadığını bildirmişti. Birkaç ay sonra Klein'ın Hindistan ekibi
Lewis’in bulgularını tamamıyla doğruladı. Lewis’e göre Koch’un sabit ilişki
postülatını gerçekleştirmek her zaman mümkün değildi. Hindistan’da
yaşayan bir başka Britanyalı Doktor D. D. Cunningham bu görüşü yürekten
destekledi. Cunningham 1890’lara kadar bir bölgenin toprağının
özelliklerinin koleranın ortaya çıkıp çıkmayacağını ve nerede çıkacağını
belirlediği görüşüne sadık kaldı. Cunningham aynı zamanda virgül şeklindeki
basilin bu hastalığa yol açabilecek birkaç mikroptan sadece biri olduğunu
savunuyordu. Elbette bir kez daha Britanya’nın ticari çıkarları söz
konusuydu. Ancak bunun Klein’ın ya da Cunningham’ın görüşlerini
etkilediğine ilişkin güçlü kanıtlar yoktur.

Haffkine'in Kibri
Bu savaş, Koch Kalküta’dan ayrılana kadar kazanılmamışsa da büyük
ilerlemeler kaydedilmişti. Ayrıca Koch’un en hararetli muhalifleri olan
Pettenkofer’in sadık destekçileri bile, mikroplar olmaksızın hastalık
bulaşmasının imkânsız olduğuna kani olmuşlardı. Böylece, 1880’lerin
ortalarına kadar mikrop kuramcıları en azından kısmi bir zafer elde
etmişlerdi. Ne var ki Koch birinin virgül şeklinde bir basil yutması
durumunda, yalnızca sahip olduğu doğal savunma refleksleri tarafından
ölümden kurtarılabileceği gerçeği bütün dünya tarafından kabul edilene kadar
tatmin olmayacaktı. Bunun anlamı da Pettenkofer’in koleranın ortaya çıkması
için bir yörenin toprak özelliklerinin en az mikrobun kendisi kadar önemli
olduğu görüşünün çürütülmesiydi. Koch’un destekçilerinin kısa süre sonra
farkına vardıkları gibi, bu sanıldığı kadar kolay değildi. Ne var ki,
rakiplerinin kibri sayesinde Koch’un beklediğinden çok daha kolay olmuştu.
Halkın gözü önünde bardak dolusu kolera basilini mideye indirip pek bir
olumsuz etkiye maruz kalmamak Pettenkofer ve onun Rusya doğumlu
müttefiki Elie Metchnikoff’un neredeyse standart gösterisi hâline gelmişti.
Ne var ki, 1893’te, Bay Jupille adında biri bu deneylerden birine gönüllü
katıldı ve tipik bir kolera krizinden öldü. Birkaç ay sonra Metchnikoff,
Versailles yakınlarındaki bir ırmakta kolera basiline rastlandığını ve yöre
halkından kimsenin hastalığa yakalanmamış olduğunu öğrendi. Metchnikoff
bunun üzerine yöre halkından birkaç kişiyi bu mikrobun solüsyonlarından
içmeye ikna etti. Bu insanların hepsi çok hasta oldu ve kısa süre sonra
içlerinden biri ne yazık ki öldü. Bu türden olaylar, yavaş yavaş, sadece
Metchnikoff’u değil diğer bilim insanlarını da Koch’un basillerinin hastalığa
neden olmaya yettiğine ikna etti. 1890’larda virgül şeklindeki basilin
koleraya yol açabilen tek mikrop olduğu konusunda bir uzlaşıya varıldı.
Ancak yine işler başlarda Koch’un istediği gibi gitmedi. Jaime Ferran y Clua
adlı İspanyol bilim insanı virgül şeklindeki basilden elde ettiği saf bir kültürle
binlerce yurttaşını koleraya karşı aşıladığını duyurdu. Etkileyici bir başarı
oranı iddiaları bir Fransız Komisyonunu kapısına kadar getirdi. Ne yazık ki,
çok önemli bilgileri vermediği için aşısı yararsız sayıldı. Ferran’ın aşısı
muhtemelen işe yarıyordu ancak üst düzey yabancı bir ekip tarafından işe
yaramaz ilan edilmesi hem aşısını hem de koleraya belirli bir mikrobun yol
açtığını savunan kuramı geçici olarak itibarsızlığa sürükledi.
Böyle önemli bir anda sahneye Rusya doğumlu Waldemar Haffkine adlı bir
bilim insanı çıktı. Hafifkine bayındır bir Karadeniz liman şehri olan
Odessa’daki büyük bir Yahudi ailesinin üyesiydi. Ateşli bir solcu olan
Haffkine üniversitedeyken devrimci siyasete bulaşmıştı. Derken, 1881’de Çar
II. Aleksandr suikastının ardından yaşanan amansız Yahudi karşıtı pogromlar
sırasında Yahudi direnişini örgütleme girişimlerinde yer aldı. Gizli polisin
düşmanlığını kazanınca her defasında hapiste kalma süresi giderek arttı. Çok
tehlikeli bir hayat süren Haffkine’in sonu darağacı gibi görünüyordu.
Ne var ki, Rus bilim insanı çok hırslıydı. Bilim dünyasında dikkat çekmek
istiyordu ve adı ayyuka çıkan bir isyancı olarak kendi yurdunda bir geleceği
olmadığını biliyordu. Bu yüzden Cenevre’ye kaçtı ve orada kendini
bakteriyoloji araştırmalarına verdi. Birkaç yıl sonra, 1890’da, Paris’e geçti ve
bir kolera aşısı geliştirmek üzere Roux’nun ekibinde çalışmaya başladı. Çok
şey kanıtlaması gereken genç bir bilim insanı için bu heyecan verici bir
projeydi. Haffkine, virgül şeklinde basile karşı bir aşı geliştirmenin sayısız
insanın hayatını kurtarmanın yanı sıra dünyanın bazı önde gelen bilim
insanlarının hayranlığını da kazandıracağını biliyordu. Onu daha da
cesaretlendirecek bir şey de başardı olması durumunda Siyam [bugünkü
Tayland] Prensi’nin “heykelini dikmeye” söz vermesiydi. Prens’i ziyaret
ettiği akşam günlüğüne, “Neler yapabileceğimizi bir görelim bakalım” diye
not düşmüştü.
Haffkine’in asıl sorunu laboratuvar hayvanlarının hastalığa bağışık gibi
göründüğü bir durumda potansiyel aşıları geliştirip sınamaktı. Ama Hafifkine
başlarda çığır açabilecek bir derleme sağlamıştı. Test tüplerinde kolera
basilini tavşan serumuyla karıştırdığında yalnızca en öldürücü ve dayanıklı
olan bakteriler, serumla bu temaslarından sağ çıkabiliyordu (daha sonraları
bunun nedeninin serumdaki antikorlar olduğu anlaşılacaktı). Ardından bu
işlemi daha büyük miktarda tavşan serumu kullanarak tekrarlayınca, sonunda
gerçekten çok etkili bir virgül basili kültürü elde etti. Bu basili birkaç kobaya
enjekte eden Haffkine kobaylardan bazıları hasta düşüp ölünce büyük bir
zafer elde ettiği hissine kapıldı. Ancak, bu, laboratuvar hayvanlarının kolera
basili enfeksiyonuna yakalanabileceğini gösterse de tavşan ve kobayların
yalnızca az bir kısmına gerçekten hastalık bulaşmıştı. Hem cesaretlenen hem
de aynı derecede hüsrana uğrayan Haffkine, fazla bir ilerleme kaydedemese
de 1891 yılından 1892’nin başlarına kadar azimle çalışmaya devam etti.
Patronunun bir tavsiyesi bu tıkanmışlığı sonlandırdı. Emile Roux, Koch'un
meslektaşı Richard Pfeiffer’in kobayların karın duvarı çeperine enjekte edilen
kolera basilinin şaşmaz bir şekilde öldürücü olduğunu keşfettiğinden
Haffkine’e bahsetti. Haffkine bu fırsatın üzerine atladı. Bir kobayın karın
boşluğuna kolera basili enjekte etti. Kobay ölünce karnındaki “eksüda”ların
bir kısmını şırıngayla alıp bir başka kobayın karnına enjekte etti. Pasteur’ün
daha önce göstermiş olduğu gibi bakterileri düzinelerce hayvandan hayvana
aktarmak kültürün öldürücülüğünü artırıyordu. Otuz aktarmadan sonra
Haffkine’in kolera basili neredeyse kusursuz denecek denli ölümcül hale
gelmişti. Haffkine buna “asil” kültür dedi.
Haffkine daha sonra bu saf kültürü zayıflatmaya koyuldu. Basiller havaya,
ısıya ya da kimyasal maddelere maruz bırakılarak, aşı olarak kullanılmak
üzere yeterince zayıflatılabiliyordu. İlkin bu basillerle aşılanan hayvanlar,
sonrasında öldürücülüğü artırılmış kültürle karşılaştıklarında neredeyse her
zaman hayatta kaldılar. Çok geçmeden Haffkine basilleri zayıflatmanın bile
gerekli olmadığını fark etti. Yükseltilmiş basil deri altından enjekte
edildiğinde hayvanlar bağışıklık kazanıyordu. Bu yöntem, her nasılsa tam
olarak gelişmiş hastalık kendini göstermeden vücuda etkili bir savunma
tepkisi geliştirme şansı tanıyordu.
Bu sonuçları elde eden Haffkine, zayıflatılmış basili kendine enjekte ederek
çok ciddi bir adım attı. İğnenin değdiği yerdeki acı ve yükselen ateş dışında
bir belirti görülmedi. Bir hafta sonra Roux genç meslektaşına tam gelişmiş
kolera basili enjekte etti. Haffkine sadece hafif bir rahatsızlık yaşadı ve
hayatta kaldı. Aynı şekilde aynı hafta aşı olan üç Rus arkadaşı da hayatta
kaldı. Derken, iki ay sonra içinde eksüda bulunan bir pipeti havada tutarken,
Haffkine ağzına birkaç damla “yoğun, hafif tuzlu” sıvının damladığını
hissetti. Bu çok etkili bir solüsyondu ve mikrop bakımından zengin bu sıvıyı
yutmadan önce Haffkine bir anlığına tereddüt etti. Bağışıklık sistemi bu ağır
dozla da baş edince Haffkine'in aşısına olan güveni bir daha sarsılmadı.
Şimdi ise aşısının değerini daha büyük bir ölçekte deneyebileceği bir fırsat
arıyordu. Rusya onu kesin bir dille reddetti. Belki de daha önce verdiği sözü
tutmak zorunda kalabileceğinden endişelenen Siyam Krallığı da. Bu yüzden
Haffkine eski genel vali Lord Duffer’in aracılığıyla Hindistan’a yöneldi, 1893
baharında Hint Yarımadası’na giden geminin güvertesindeydi. Ne var ki
Hindistan'a varınca bir muhalefet seliyle karşılaştı. Bu direnişin çoğu, acı
veren iğnelerden ve aşının yan etkileri yüzünden günlerce işgücü kaybına
uğramaktan mustarip yöre sakinlerinden geliyordu. Ne var ki, doktorlar da bu
sızlanma korosuna dâhil oldular. Çok da meşru olarak Haffkine’i kendine
aşın güvenmekle suçladılar çünkü laboratuvar hayvanlarında oluşturduğu
hastalık hiç de koleraya benzemiyordu. Nasıl olur da aynı hastalıkla
ilgilendiğinden bu kadar emin olabilir ki diye soruyorlardı.
1893’te kolera vakalarındaki geçici düşüş Hafîkine’e muhaliflerini cevaplama
şansı vermemişti. Derken 1894 başlarında Kalküta’nın kalabalık ve pis bir
kenar mahallesinde -ya da varoşunda- salgın yeniden patlak verdi. Çabucak
olay yerine gelen Hafîkine işe koyuldu ve çok geçmeden 200 köy sakininden
116'sını aşıladı. Aşı olmayanların çoğu ölürken aşılanan 116 hastanın tamamı
hastalıktan kurtuldu. Çay üretimi ile bilinen Assam eyaletine giden Haffkine
burada aşılama programına devam etti. Burada 20.000 insanı aşılamayı
başardı. Daha sonradan bir meslektaşının hesaplamalarına göre aşılananların
yalnızca yüzde 2’si koleradan öldü. Aşılanmaya rıza göstermeyenler arasında
ölüm oranı yüzde 22 ile 45 arasında değişiyordu. Bu, hem aşı hem Koch’un
koleraya belirli bir mikrobun yol açtığını savunan kuramı için ses getiren bir
onay anlamına geliyordu. Haffkine’in başarılarından haberdar olan Alman
bilim insanı sevinçle, “gösterim tamamlandı” demiştir. O aşamada artık
doktorların çoğu, hatta Britanya’dakiler bile, bunu kabul etmeye
başlamışlardı.
On dokuzuncu yüzyılın en korkunç hastalıklarından biri yalnızca
anlaşılmakla kalmadı, önlenebildi de. Tüberkülin olayından sonra Koch’un
üzerine yapışan mahcubiyet hissi gidip, onun yerine, 1883’te koleranın
nedenini gerçekten keşfetmesinin —geç de olsa- getirdiği itibar geldi.
15. Pasteur’ün Kapıcısı
Kuduzdan ve bataklıkta boğularak ölümler, Victoria dönemi romanında, bu
ölümlerin gerçek hayattaki görülme sıklığını yalanlarcasına bolca görülürler.
Ancak her iki durumda da ölmeden önce çekilen acıların inanılmaz
yoğunluğu, bunları en korkunç ölümlerin sembolü hâline getirmiştir. Birçok
insan, başka nedenlerin yanı sıra, daha uzun sürdüğü için kuduzun daha
korkunç olduğu konusunda hemfikirdir.
Bu hastalık kontrol altına alınmadan önce, kuduz bir hayvanın ısırığı, kurbanı
hastalığa yakalanıp yakalanmadığını öğrenene kadar haftalarca süren acı dolu
bir bekleyişe mahkûm ediyordu. Eğer kurban şansızsa, kuduzun ilk belirtileri
yüksek ateş ve genel bir hâlsizlik oluyordu. Çok geçmeden bunları kas
ağrıları, kusma ve boğaz şişliği takip ediyordu. Yüksek ateş 40 °C’ye kadar
yükselince kurbanda şiddetli kasılmalar, felç, halüsinasyon ile
sersemleşmenin yanı sıra parlak ışık, ses ve dokunmaya karşı aşırı hassasiyet
görülüyordu. En sonunda, hastalığın sinir sistemindeki hayati bölgeleri
yıkıma uğratmasıyla birlikte, soluk alma ve yutkunma fazlasıyla
güçleşiyordu. Vücudun artık yutulamayan kanlı tükürük ve balgamı dışarı
çıkarmak istemesi sonucu ağızda görülen tipik köpürme başlıyordu.
Kurbanlar çaresizce susamış olsalar da hidrofobik bir dehşetle kendilerine
sunulan bütün sıvılardan ürküyorlardı. Kısa bir süre sonra, ne yapacaklarım
bilmez, saldırgan ve korkmuş bir hâlde komaya giriyorlar ve saatler içinde
nefes alamaz hale geliyorlardı. Belki de en korkuncu bütün bunların ta
hastalığın başından beri bilinmesiydi. Kuduz kurbanları için ölüm gerçekten
kaçınılmazdı.
Bu kahredici olayların tekrar tekrar gerçekleşmesi Pasteur’ün neden kuduzla
ilgilenmeyi seçtiğini anlamamızı sağlar. Kuduzun çok nadir görülen bir
enfeksiyon olduğu doğrudur ama Pastör insanlarca bilinen belki de en
korkunç ve ölümcül hastalığı yenmenin mikrop kuramcıları için devasa bir
başarı olacağını fark etmişti. Bu hastalığın yüzde 100’lük bir ölüm oranı
olduğundan Pasteur etik bir suçlamaya maruz kalmadan dirikesim
yapabileceğini de anlamıştı. Hastalar nasılsa öleceğine göre, üzerinde çalıştığı
aşıları ilk onlarda denemekten onu ne alıkoyabilirdi ki? Ancak Pasteur için
şahsi bir hesaplaşma da söz konusuydu.
1831 sonbaharında, 8 yaşındaki Pasteur hayatı boyunca asla unutmayacağı
bir dizi olaya tanık olmuştu. Jura Dağları’nın ağaçlık eteklerinde ileri safhada
kuduz bir kurt görülmüştü. Dişlerinden kuduz virüsüyle kaynayan kanlı
salyalar damlayan bu yaratık önüne çıkan her şeyi parçalıyordu. Ormanlık
alandan ayrılan kurt Villers-Farlay’ya yöneldi ve birkaç köylüye saldırdı,
iyice kuduran, korkmuş ve saldırgan kurt daha sonra Pasteur’un kasabası
Arbois’ya geldi ve bir düzineden fazla insanı ısırdı. Bu kurbanlar panik
içinde kasaba merkezindeki demirciye gelip yaralarını kızgın bir demirle
dağlattılar. Küçük Louis yaralı cilde demirin değdiği anda atılan haykırışları
duydu. Birkaç hafta sonra, kurdun ısırdığı kurbanlardan sekizinin dehşet
veren ölümleri bütün kasabayı yasa boğdu. Bu korkunç hastalıkla savaşmak
için daha güçlü kişisel nedeni olan tıp araştırmacılarının olması neredeyse
imkânsızdı.

Hızlı Bir Başlangıç


Pasteur’ün kuduz basilini bulma dürtüsü başından beri başarısızlığa
mahkûmdu. Çünkü artık kuduzun viral bir hastalık olduğunu ve bu yüzden
bulunacak bir basili olmadığını biliyoruz. Bu işi daha da güç kılan şey,
kuduza neden olan etmenin ancak modern elektron mikroskoplarıyla
görülebilmesidir. Neyse ki, bu durum Pasteur’ün ekibini ilerleme
kaydetmekten alıkoymadı. Daha sonra kimse onları suçlayamayacaktı. Çok
geçmeden mikrop kuramının saygınlığı, Pasteur’un ekibinin etkili bir kuduz
aşısı geliştirip geliştiremeyeceği sorusuna bağlı hâle geldi.
1884’un başlarında Roux ile birlikte çalışan Pasteur, köpekleri kuduza karşı
bağışık yapma çalışmalarına başladı. Çok geçmeden hastalıklı omuriliklerden
aldıkları maddeyi bir tavşanın beyninden bir diğerininkine aktarmanın kuduz
virüsünü daha da ölümcül hale getirdiğini keşfettiler. Bu şekilde bir düzine
aktarmadan sonra virüsün gücü sabitleşti ve altı gün gibi bir sürede hastalık
ortaya çıkar hâle geldi. Pasteur ve Roux elde ettikleri bu yoğun kültüre virüs
fixe (sabit virüs) adını verdiler.
Bu deneyleri yaparken, çelişkili bir olguyla da tamamen şans eseri
karşılaştılar. Eğer bir türde birkaç aktarmadan sonra elde edilen virüs fixe, bir
başka türe enjekte edilirse virüs çok zayıflatılmış gibi tepki veriyordu.
Örneğin bir düzine tavşandan ya da maymundan aktarılan kuduz virüsü
köpeklere enjekte edildiğinde bağışıklık kazandırıyordu ve köpeğe daha
sonra çok güçlü tam kuduz virüsü enjekte edilse bile bağışıklığın etkisi
görülüyordu. Bu aşılar yalnızca vakaların yüzde 60’ında işe yaradığı için tam
güvenilir sayılamazlardı. Gene de Pasteur ve Roux her zaman işe yarayacak
bir aşıyı bulmalarına ramak kaldığını hissediyorlardı.
Tek başına deneyler yapan Roux, bir sonraki adım olarak, virüsleri
zayıflatmak için yüksek ısıyı denemeye karar verdi. Kuduz virüsüyle dolu bir
tavşan omuriliğini alıp cam bir kavanozun içinde havada asılı şekilde
sabitledi ve inkübe etmek için bir fırına yolladı. Fırına içinde Roux’nun
kavanozunun da bulunduğu tepsiler sürülürken Pasteur oradan geçiyordu ve
kavanozu gördü. Kavanozun Roux’ya ait olduğunu öğrenince başka bir şey
sormasına gerek kalmadı. Kendi laboratuvarına dönünce Roux’nun
yönteminden kopya çekti ancak bir yenilik yaparak kavanoza havayı nemden
arındıran ve kuruma sürecini hızlandıran birkaç potasyum hidroksit parçası
koydu.
Asabiyetiyle tanınan Roux, birkaç gün sonra fikrinin çalındığını öğrenince
deliye döndü. Sinirden küplere bindi, kapıyı çarparak laboratuvardan çıktı.
Ne var ki, uzlaşmanın gerçekleşmesi uzun sürmedi ve ikisi kurumuş
omuriliği birkaç başka köpekte denerken birlikte çalıştılar. Hayvanlara önce
kuru ve bu yüzden daha az ölümcül omurilik maddesi enjekte ettiler. Sonra,
birkaç gün içinde, daha taze ve daha güçlü omurilik maddesi kullandılar.
Bağışıklığın gelişeceğini, köpeklerin nihai, tipik ölümcül bir virüs fixe
dozuna dayanıp hayatta kalacaklarım umut ediyorlardı.

İnsanlar Üzerinde İlk Deneyler


Çalışmaların başlamasından kısa bir süre sonra Pasteur Paris hastanelerine
kuduz semptomları sergileyen hastaları olup olmadığını sormaya başladı. Çok
geçmeden bir sokak köpeği tarafından ısırılan Parisli Bay Girard adlı bir
hastanın haberine ulaştı.
Yarası iyileşmiş olmasına karşın bu kişi 10 Mayıs günü büyük bir endişe
içinde alelacele Paris’teki Necker hastanesine gelmişti. Ne şarap ne su
içebilen, ciddi baş ağnlan çeken ve bacakları istem dışı titreyen Bay Girard en
kötüsünden korkuyordu. Tedavisini yapan Dr. Rigal, Pasteur’un
laboratuvarına bir yıldırım telgraf çekerek hem Pasteur’u hem de Roux’yu
hemen hastaneye çağırdı. Derhal bir görüşme yapan üçlü Bay Girard’ın
gerçekten de kuduz hastası olduğu ve ölmesinin kesin olduğu sonucuna vardı.
Istıraplı bir ölüme mahkûm bir insanın üzerinde omurilikten elde edilen aşıyı
denemenin haklılığını görmek için ahlâk filozofu olmaya gerek bile yoktu.
Köpekler üzerinde yapılan deneyler ümit vaat eden sonuçlar vermişti. İlk
örnek aşının güvenli olduğunu saptamak için yapılması gereken daha çok şey
olsa da bu Bay Girard’ın tek şansıydı. Bu yüzden birkaç saat sonra Pasteur ve
Roux laboratuvardan bir şırınga dolusu zayıflatılmış kuduz maddesiyle
döndüler ve hemen deri altından aşıyı vurdular. O gece ikisi hastaneye içi
dolu başka şırıngayla döndüler. Bu arada hastane yetkilileri şüphe
içindeydiler. Pasteur’ün deneylerinin etik durumu konusunda kaygılı
oldukları için Bay Girard’ın tedavisine son verdiler ve hastayı kaderine terk
ettiler.
Bay Girard, birkaç gün boyunca, kendisini acı dolu bir ölümün beklediği
düşüncesiyle azap çekti. Ne var ki, birkaç hafta sonra 22 Mayıs günü
iyileşmiş olarak hastaneden taburcu edildi. Sonunda Bay Girard’a ne olduğu
konusunda hiç kimse bir şey bilmemektedir, iyileşmesinin nedenleri de tam
bir muammadır. Belki de en muhtemel açıklama kuduz olmadığı, kuduz
olduğu düşüncesinin yarattığı geçici, psikosomatik bir bozukluktan mustarip
olduğuydu.
Gene de bu olay Pasteur ve Roux’yu hayvan deneylerini bir an önce
tamamlamaları gerektiği konusunda teşvik etmiş olmalıdır. Bay Girard’ın
taburcu edilmesinin hemen ardından bir dizi yeni deneye başladılar. 28
Mayıs’tan 9 Haziran’a kadar on köpeğe her gün kuduz maddesi enjekte
edildi. Köpeklere her gün daha tazesi enjekte edilen bu kuduz maddeleri
omurilikten elde ediliyordu. 3 Haziran ve 18 Haziran arasında on köpek daha
aynı işleme tabi tutuldu.
Bu deneylerin başlamasından birkaç hafta sonra, Pasteur aşısını ikinci bir
insan hasta üzerinde deneme şansı yakaladı. Pasteur, Julie-Antoinette
Poughon adlı 11 yaşında bir kızı muayene etmek üzere çağrılmıştı. Çocuk,
köpeği tarafından üst dudağından ısınlmıştı ve kuduz olduğuna şüphe yoktu.
Pasteur de ekibindekiler de zayıflatılmış virüsü derhal enjekte etmenin
uygunluğu konusunda herhangi bir etik çekince taşımıyordu. Üzücü olan ise
her şey için çok geç olmasıydı. Yalnızca iki enjeksiyondan sonra kız öldü.
Bu, elde ettikleri en hayırlı sonuç sayılmazdı ancak Pasteur ve Roux hastalık
tam olarak vücudu ele geçirince bağışıklık sağlamanın kesinlikle olanaksız
olduğunu anladılar. Bu yüzden Julie-Antoinette’in ölümünün üzerinden daha
iki gün geçmeden laboratuvar çalışmalarına hız verdiler. On köpeğe daha
kuduz maddesi enjekte edildi. Pasteur ve Roux ellerinden geleni yapıp, en
son aşılarını deneyeceklerdi.

Alsacelı Oğlan
İlk on köpeğin aşılanmasından tam beş hafta sonra, 6 Haziran Pazartesi günü,
Alsacelı 9 yaşında bir oğlan çocuğu endişeli annesi tarafından Pasteur’ün
kapısına getirildi. Büyük bilim insanının araştırmalarından haberdar olan
perişan haldeki anne oğlunun hayatını kurtarması için Pasteur’e yalvardı.
Küçük Joseph Meister kuduz bir köpek tarafından şiddetli bir şekilde
ısırıllmıştı. Köpeğin elinden kurtarılan çocuğun üstü başı hayvanın kanı ve
salyasıyla kaplıydı. Sahibi, köpeği yakalayıp öldürmüş ve karnını yarıp
açmıştı. Köpeğin karnı kuduz hayvanlarda görüldüğü üzere saman, ot ve
odun kırıntılarıyla doluydu.
Annenin anlattığı yürek parçalayıcı hikâyeden ve duyduğu endişeden
etkilenen Louis Pasteur, acımasız bir ikilemle karşı karşıya kalmıştı. Kuduz
aşısını kullanmayı önermeden önce Girard ve Poughon’a net bir şekilde
kuduz teşhisi konmuştu. Dolayısıyla her iki vakada da büyük oranda
denenmemiş bir tedaviyi kullanması için tam olarak kendini haklı çıkaracak
gerekçeler vardı. Ancak kuduz köpeklerin ısırdığı insanların tümünün kuduza
yakalanması söz konusu değildir. İşin doğrusu, çoğunluğu, hatta Joseph
Meister gibi derin ısırıklara maruz kalanlar bile hastalığa hiçbir şekilde
yakalanmayabiliyordu. Meister, Pasteur’ün kapısına birkaç hafta sonra gelse
bu sorun olmazdı. 1885 Haziran ayının başlarında henüz deneyleri
tamamlanmış sayılmazdı. Elbette ilk on köpeğin onu da bir ayı aşkın bir süre
önce yapılan son enjeksiyonda taze kuduz maddesi almalarına karşın
sağlıklıydılar. Bu iyimser olmak için yeterli olabilirdi ancak kuduzun kuluçka
dönemi birkaç hafta sürebilir, bu yüzden Pasteur bu ilk on köpeğin gerçekten
tehlikeyi atlattığından emin olamıyordu. Diğerleri konusunda ise ancak
tahminde bulunabilirdi.
Durum böyle olunca, Pasteur eğer Meister kuduz değilse ve deneysel aşı
başarısız olursa, çocuğa tam doz hastalık verip onu durduk yere ölüme
mahkûm edebileceğini biliyordu. Diğer taraftan, Meister'in büyük olasılıkla
kuduz virüsü taşıyor olabileceğini ve hastalığın uzun kuluçka dönemini
hesaba katarak, virüs harekete geçemeden Meister'e bağışıklık
kazandırabileceğinin de farkındaydı. Çok az bilim insanı bu denli zor bir etik
ikilemle karşılaşmıştır; gene de Pasteur ta baştan beri ne yapacağını biliyor
gibiydi.
Roux’nun aşının etkili olup olmadığını denemekten çekinmesi Pasteur un
moralini bozuyordu. Deneylerin yeterince ilerlemediğini düşünen Roux,
Meister'in kendi kaderiyle baş başa bırakılmasında hararetle ısrar ediyordu.
Pasteur ise kararlı bir şekilde bunun yanlış bir yaklaşım olduğunu
söylüyordu. Böylece, “ciddi endişeler” taşımasına rağmen, 6 Temmuz dan
itibaren çocuğa verdiği enfekte omurilik maddelerinin etki dozajını artırmaya
başladı. On gün içinde toplam on üç aşı yapıldı. Bunlardan ilkindeki madde o
kadar kuruydu ki tavşanların beyinlerine enjekte edildiğinde neredeyse hiçbir
etki yaratmamıştı. Oysa son birkaç aşı, bağışıklığı olmayan herhangi birini
öldürmeye yetecek çok etkili virüsler barındırıyordu. Temmuzun son
günleriyle Ağustos’un başlarında Pasteur’un gözüne uyku girmedi. Ne var ki,
Ekim ayında Bilim Akademisinde konuşma yaptığı sırada, artık
dinleyicilerine Joseph Meister’in sağlığının “gayet yolunda” olduğunu
bildirebilirdi. Çocuk sağlıklı, mutlu ve herkesin bildiği kurtarıcısına
olabildiğince müteşekkirdi. Pasteur'ün cesareti, ya da bazılarının deyimiyle
gözü karalığı, ona inanılmaz bir başarı getirmişti. O sırada Haziran’da
başladığı köpek deneyleri de tamamıyla başarılı olmuştu, aşılanan 40
köpekten hiçbiri en son verilen öldürücü kuduz virüsüne yenik düşmemişti.
Meister’in sağlığının iyi olduğunun ve kuduzdan kurtulduğunun
doğrulanmasından kısa bir süre sonra, Pasteur kendi kasabasına yakın bir
köyün belediye başkanından mektup aldı. Belediye Başkanı Perrot,
mektubunda Jean-Baptiste Jupille adında 15 yaşında gözü pek bir çoban
çocuğun yaptıklarından Pasteur’e bahsetti. Birkaç gün önce “tuhaf yürüyüşü”
olan güçlü bir köpek, bariz bir şekilde saldırma amacıyla, birkaç çocuğun
yanına yaklaşmış. Jean-Baptiste kuduz köpekleri görünce tanırmış ve eline
kırbacını alarak köpeğin üzerine yürümüş. Köpek de onun üzerine atılmış ve
dişlerini onun sol koluna geçirmeyi başarmış. Ama şiddetli bir boğuşmanın
ardından Jean-Baptiste köpeği yere yıkmış ve onu metal uçlu tahta
ayakkabısıyla döverek öldürmüş. Pasteur'ün daha sonradan ifade ettiği gibi
bu alışılmışın dışında bir “cesaret ve serinkanlılık” gösterisiydi. Ancak bu
kahramanca eylem sırasında köpek çocuğu birkaç yerinden derin bir şekilde
ısırmıştı.
Çocuğun hikâyesini daha da trajik kılan şey ise ailesinin geçimini sağlayan
tek kişinin o olmasıydı. Bu olaydan kısa bir süre önce Jean-Baptiste’in babası
iş kazası sonucunda bir kolunu ve dolayısıyla işini kaybetmişti. Şimdi de
görünüşe bakılırsa oğlu kuduzdan ölecekti.
Bu kez Pasteur’un yardım etme konusunda hiçbir çekincesi yoktu. Ama
çocuğun anne-babası huzursuzdu. Jean-Baptiste’i Paris’e giden trene
bindirmeden önce Belediye Başkanı, “Bay Pasteur’ün cömert önerisini kabul
etmezlerse oğullarını kaybedeceklerini,” söyleyerek onları zar zor ikna
edebilmişti. Çocuk 20 Ekim 1885 tarihinde Paris’e varır varmaz, ona giderek
artan öldürücülükte aşılar yapılmaya başlandı. Pasteur’ün bu kadar aceleci
olması tamamen yerindeydi çünkü genç adam ısırılmasının üstünden ancak
altı gün geçtikten sonra Paris’e gelebilmişti. Ne var ki, bir ay sonra tehlike
atlatıldı. Jean-Baptiste’in sağlığı mükemmeldi. Aşının etkisi ve mikrop
kuramının geçerliliği ise artık herkes için meydandaydı.

Şans Cesurların Yüzüne Güler


1885’te Bilim Akademisi üyelerinin huzurunda yaptığı ve kuduz
çalışmalarını anlattığı konuşmanın sonunda, dinleyiciler Pasteur’u
kendilerinden geçercesine alkışladılar. Fransız kuduz komisyonunun bir üyesi
ayağa kalktı ve Meister ile Jupille’in hayatının kurtarılması, “şanlı
meslektaşımızın görkemine görkem katmış ve ülkemizin ihtişamını katbekat
artırmıştır,” dedi. Bu, dünyanın büyük kısmının hemfikir olduğu bir
duyguydu. Pasteur artık bilim tarihindeki en büyük kahramanlarla birlikte
anılıyordu: Onun bilim panteonundaki yeri kesinleşmişti. Riskli ve tartışmalı
etik kararları kısa zamanda unutuldu gitti, Roux yuvaya geri döndü, Joseph
Lister’in geri kalan muhalifleri çarpıcı bir şekilde “kara cahil sürüsü” olarak
nitelemesi bilim camiasınca büyük oranda kabul gördü. Diğer doktorlar
kuduz aşısı üretmek için Pasteur’ün yöntemlerini kullanmakta büyük
güçlüklerle karşılaştılar. Bununla birlikte, sonraki yıllarda aşının etkisi
defalarca kanıtlandı. Pasteur’un 1895’te ölümüne kadar tüm dünyada
yaklaşık 20.000 insana kuduz merkezlerinde bağışıklık kazandırıldı, bu
olağanüstü bir sayıydı. Övgülerle birlikte parasal destek de sel olup aktı.
Pasteur’ün bir aşı araştırma merkezi kurulması için yardım çağrısına cevaben
düklerden, tüccarlara ve okul çocuklarına kadar binlerce insan bu amaç için
para bağışladı. Günümüzde bütün dünyada bilinen Pasteur Enstitüsü,
kapılarını Kasım 1888'de açtı. Sonradan oraya gömülen kurucusu için bir
anıttan da değerli olan Enstitü, kısa sürede dünyanın önde gelen
mikrobiyoloji eğitim ve araştırma merkezi hâline geldi.
Hikâyenin gidişatına uygun olarak, Joseph Meister, Pasteur Enstitüsü'nün
6
kapıcısı oldu ve ölene kadar bu görevi yürüttü. Bazı ifadelere göre, 1942’de
Pasteur’ün mezarını açmasını isteyen bir Alman subayın emrini yerine
getirmektense intihar etmeyi yeğlemiştir.
16. Tifo
1861 Kasım ayının ortalarında, Kraliçe Victoria’nın kocası Prens Albert’in
ateşi çok yükseldi ve prens yatağa düştü. Kraliyet doktorları çağrıldı ancak
hasta çabucak tuhaf bir kaderci tavır içine girdi. Perişan hâldeki Kraliçe
Victoria’ya, “Hayata tutunamıyorum,” dedi ve ekledi: "Yaşama azmim
kalmadı.” Albert kendini ölümüne hazırlamış gibi olduğu için doktorlar
moralsiz hâlinin durumunu iyiden iyiye kötüleştirmesinden ve Kraliçeyi
dayanılmaz kedere boğmasından endişe etmeye başladılar. Bu yüzden basına
iyimser demeçler verdiler ve Albert’in rahatsızlığının ciddiyetini bilerek
olduğundan hafif yansıttılar.
Ne var ki, 7 Aralık’ta Albert’in derisinde gül renginde bir döküntü belirdi.
Tifoya yakalandığına ve hayatının pamuk ipliğine bağlı olduğuna hiç şüphe
yoktu artık. Gene de kraliyet çiftinin huzurunu korumak adına Saray’dan
olumlu demeçler gelmeye devam etti. Sonunda, bir ay süren çok ağır ishal, su
kaybı ve yüksek ateşin ardından Prens Albert hayatını kaybetti. Ne olduğunu
anlamayan halk onun gerçekten çok hasta olduğunu ilk kez öğrendi. Yıkılan
Victoria yas ilan etti ve buna ömrünün sonuna kadar uydu.
Albert’in ölümünden sonraki haftalarda, tıp literatürü âdeta her şeyi bir
kenara bırakıp tifoya odaklandı. Birçok doktor tifonun belirli bir nedeni olan
spesifik bir hastalık olduğunu kabul etmeye yanaşmıyordu. Çok azı
bakterilerin bu işte parmağı olduğuna inanıyordu. Hastalığın bulaşma şekli
konusunda bile bir görüş birliği yoktu. Ancak 1861’de Bristollü Doktor
William Budd, tifonun kirlenmiş suyla yayılan bir mikrobun neden olduğu
belirli bir hastalık olduğunu iddia ettiği Typhoid Fever (Tifo) adlı çığır açıcı
bir çalışma yayımladı.
Budd’ın çalışması başlarda konuya ışık tutmaktan çok tartışmalara yol açtı.
Gene de onun teşvikiyle, 1860’larda, doktorlar yavaş yavaş kirli suyun
enfeksiyonun nedeni olduğunu anlamaya başladılar. Birçok vakada olduğu
gibi Albert’in ölümünde de eski hijyen uygulamalarının önemli bir rol
oynadığı çabucak anlaşılmaya başlandı. British Medical Journal (Britanya
Tıp Dergisi) tifonun, “kirli lağımların ve kanalizasyonu olmayan konutların,”
ürünü olduğu sonucuna vardı. Aynı zamanda tifonun belirli bir hastalık
olduğuna ilişkin güçlü kanıtlar da belirmeye başladı. Alman doktor Kari
Wunderlich, tifonun hastanın vücut ısısına bakılarak diğer yüksek ateşlerden
her zaman ayırt edilebileceğini gösterdi. Bu yüzden, tifo muhtemelen ayrı bir
enfeksiyon türüydü.
Ne var ki, ne Budd ne de onun yakın çağdaşlan bir tifo mikrobu
bulabilmişlerdi. Bu aslında hiç şaşırtıcı değildir. Victoria Döneminin korkulu
rüyalarından biri olan tifonun mikrobiyal bir hastalık olduğunu kanıtlamak
için hüner ve inatçı bir kararlılığın yanı sıra hayli karmaşık laboratuvar
teknikleri de gerekiyordu. Bununla birlikte, 1900 yılına gelindiğinde bu
acımasız bela büyük ölçüde alt edilmişti, tifoya bakterilerin yol açtığının
kanıtlanması ise mikrop kuramının pekiştirilmesinde çok hayati bir rol
oynamıştır.

Basilin Peşinde
Cari J. Eberth, Zürih’te çalışan bir hastalık anatomistiydi. 1880 ve 1881
arasında ölü tifo hastalarından aldığı dilimlenmiş dalak ve bağırsak lenf
düğümleri üzerinde araştırmalar yapıyordu. Uygun boyama teknikleri
kullanarak bu dokularda çubuk şeklinde bakteri kütleleri saptadı. Bu, tifonun
spesifik bir mikropla bağlantılı olduğuna ilişkin ilk umut verici kanıttı.
Buluşundan cesaret alan Eberth çubuk şeklindeki bu bakterileri yeniden
bulma umuduyla kırk tane tifo kurbanının iç organlarını kesmeye devam etti.
Bu vakalardan on sekizinde araştırmalarının meyvelerini aldı. Bu biraz hayal
kırıklığına uğratan bir sonuçtu ancak bütün bakteriyologlar bir bakteriye
rastlamamanın onun illa orada olmadığı anlamına gelmediğini biliyordu. Bu
yüzden Eberth bir sonraki mantıklı adımı attı. Tifodan ölmediği kesin olarak
bilinen 24 kişinin dalak ve bağırsak lenf düğümlerini dilimledi ve boyayarak
inceledi. Eberth bu kez belirgin olarak basiline rastlamadığını görerek
sevindi. İki Britanyalı bilim insanı, Glasgow’da çalışan Joseph Coats ve
Leeds’den G. F. Crooke da daha küçük bir ölçekte aynı sonuçlara
ulaştıklarını rapor ettiler. Üçü de tifonun bakteriyel bir hastalık olduğunu
gösteren kesin kanıtlara ulaşmada yetersiz kalmışlardı. Ancak 1881’in
sonlarında tifoya belirli bir mikrobun yol açtığım savunan kuram sonunda
bilimsel olasılık kapsamına alınmıştı.
Bu alanda başı yine Koch’un öğrencilerinden biri olan Georg Gaffky
çekiyordu. Daha karmaşık boyama ve mikroskobi yöntemleri kullanan
Gaffky, 28 tifo vakasından 26’sında Eberth’in çubuk şeklindeki bakterilerine
rastladı. Bu etkileyici sonuç, sonradan, söz konusu organizmanın kültürünü
geliştirme girişimlerine çok haklı bir zemin hazırlamıştır. Gaffky bunu
yapmak için bir tifo kurbanının dalağını tamamen çıkardı, cıva klorür ile
yıkayarak dış yüzeyini sterilize etti ve temiz bir bıçakla dalağın iç boşluğunu
açtı. Sonra sterilize platin bir telle minik doku parçalarını kazıdı ve bu
parçaları jelatin bir besin plakası üzerine yaydı. En sonunda ise plakayı
kapattı ve oda sıcaklığında bekletti.
Gaffky, kırk sekiz saat sonra, günümüzde Eberth-Gafrky basili olarak bilinen
bakterinin saf bir kültürünü elde etmiş oldu. Aynı zamanda, bu basilin o güne
kadar tıp bilimince tanınmayan bir bakteri olduğunu da göstermişti. Bu basil
yuvarlak, renkli veya opak koloniler oluşturmak yerine, Gaffky’nin onu
yerleştirdiği ortamın yüzeyinde ince, neredeyse görünmez bir yapışkan
tabaka olarak gelişiyordu. Yıllar boyunca, bilim insanları, onu diğer
basillerden ayırt etmek için öncelikle bu özellikten yararlanmışlardır.
Ancak ulaştığı bu yüksek noktada Gaffky’nin şansı yaver gitmedi. Artık
tifonun bir bağırsak enfeksiyonu olduğu biliniyordu. Bu nedenle, basilinin
tifoya neden olduğunu kanıtlamak amacıyla, Gaffky’nin onu kurbanların
dışkısında da bulması gerekiyordu. Ne var ki, Gaffky’nin laboratuvarının
teknik donanımı bunu yapmak için yeterli olmadı. Jelatin plakalara sürülen
dışkı büyük miktarda sapropitik olarak bilinen bakterilerle doluydu, bu da
jelatini akışkanlaştırıyor ve diğer bakterilerin ayrı ayrı koloniler oluşturmasını
engelliyordu. Gaffky’nin diğer deney hayvanlarına tifo bulaştırma
girişimlerinin çok bariz fiyaskolarla sonuçlanması ise durumu daha da
kötüleştiriyordu. Çoğu mikrop kuramcısına göre, tifo muhtemelen tıpkı
kolera ve cüzzam gibi sadece insanlara özgü bir hastalıktı. Ancak muhalifler
Gaffky’nin yanlış bakteriyi izole ettiği ya da, biraz acımasızca davranarak,
tamamen yanlış yolda olduğu konusunda ısrar ediyorlardı.
Koch, 1890’daki Berlin Uluslararası Tıp Kongresinde, Gaffky’nin
çalışmalarından övgüyle söz etti. Ama Eberth-Gaffky basilinin tifonun nedeni
olabileceğini ima eden bütün iddiaların, “yalnızca haklı bir şüphe” ile
karşılanabileceğini de ekledi. Birçok farklı ülkede sayısız laboratuvardaki
yoğun çabalara karşın, 1896 yılında bile, tıp camiası bu konudaki görüşleri
açısından bölünmüştü. Gaffky’nin de ileri sürdüğü gibi, insanlar tifoya
yakalanma riskine açık birkaç türden biriydi. Ancak Koch'un postülatlarının
doğrulanamamasının nedeninin bu olduğunu kanıtlamak o kadar kolay
değildi. Kısaca, Gaffky’nin cephe taarruzu başarısız olmuştu, bundan sonra
yeni ve daha dolaylı bir saldın taktiği geliştirmek gerekiyordu.
Yıllarca süren çıkmazdan sonra, Haffkine’in Hindistan’da başarılı olduğu
1894 yılının Nisan ayında nihayet önemli bir ilerleme kaydedildi. Max von
Gruber’in Viyana'daki laboratuvarında, Herbert Durham ve Albert Grunbaum
adlı iki Britanyalı öğrenci, tifo hastalarından kan serumu alıp; bu serumu,
içinde Eberth-Gaffky basili solüsyonu bulunan test tüplerine boşalttılar.
Bakterilerin hemen kıvamlı kümecikler oluşturduğunu görmek onları iyice
şaşırttı. Daha sonra yapılan araştırmalar, serumun başka hiçbir mikrop türü
üzerinde bu etkiyi yapmadığını ortaya koydu. Durham ve Grunbaum, Eberth-
Gaffky basilinin, konakçılarının içinde, belirli bağışıklık proteinlerinin
üretimini tetiklediği sonucuna vardılar. Bu proteinlerin işlevi istilacı
bakterileri bir araya yığarak etkisiz hale getirmektir. Eberth-Gaffky basilinin
olduğu test tüplerinin içine enjekte edilen serumda bağışıklık proteinleri
mevcuttu ve orada da vücuttaki etkilerinin aynısını yapıyorlardı.
Biraz dolambaçlı da olsa, bu gözlem Eberth- Gaffky basilinin gerçekten de
tifoya yol açtığını gösteren mükemmel bir kanıttı. Aksi halde, tifo
hastalarındaki serumun bu basil türünün kümeler oluşturmasına neden oluşu
nasıl açıklanabilirdi ki? Ne yazık ki, Durham ve Grunbaum sonuçlarını
yayımlamadan önce Fransız bilim insanı Georges Fernand Widal benzer bir
yöntemle elde ettiği sonuçları bildirmişti. Böylece ikili bu konudaki
önceliklerini kaybetmiş oldu ancak Widal testinin yaygınlaşmasıyla tifo
araştırmalarındaki tıkanma kesin olarak aşılmış oldu.

Wright ve Ladysmith Kuşatması


Widal testinin bütün Avrupa ve Amerika’da yükselişe geçmesiyle, tifoya
belirli bir mikrobun yol açtığını savunan kurama karşı direnç geriledi. Birçok
büyük şehirde test merkezlerinin açılmasıyla birlikte, tifo semptomları ile
Eberth-Gaffky basilinin mevcudiyeti arasındaki ilişki çoğu insan için bariz
hâle geldi. Kulak memesinden alınan sadece dört damla kan, tifo bakterisi
solüsyonuyla karıştırılınca bir insanın hastalığa yakalanıp yakalanmadığı
hemen anlaşılıyordu. Ancak varsayılan tifo basillerinin, yalnızca, hâlihazırda
tifodan muzdarip olan konakçıda kendilerine rahatça yer bulan ikincil
istilacılar olabileceği ihtimali hâlâ tartışmaya açıktı. Bu itiraz ancak
Britanyalı bilim insanı Almroth Wright’ın bir tifo aşısı geliştirmesiyle son
buldu.
Polemik düşkünü, keskin bir nüktedan ve aynı zamanda The Doctors
Dilemma (Doktorun ikilemi) oyunundaki küstah Sir Colenso Rigeon karakteri
için Bernard Shaw’a esin kaynağı olan Wright, gene de çok yetenekli bir
bilim insanıydı. Taşrada yer alan Netley'deki Ordu Tıp Akademisinin Patoloji
Bölümü’nde çalışıyordu ve Haffkine’in kolera aşısını geliştirmesini yakından
takip ediyordu. Şevke gelen Wright, 1851’de, Eberth-Gaflfky basilini
zayıflatma yöntemlerini aramaya koyuldu. Richard Pfeiffer’in başka çok
önemli bir buluşu sayesinde bunu yapması uzun sürmedi. Pfeiffer, tifo
bakterilerinin ısı kullanılarak -yalnızca zayıflatılmasından ziyade-
öldürüldükten sonra vücuda enjekte edilmeleri durumunda da bir bağışıklık
tepkisi oluşturduklarını kanıtladı. Bakterileri öldürerek zayıflatma olasılığına
daha önce değinilmişti. Ancak birçok doktor, vücudun bağışıklık süreçlerinin
ancak yaşayan bir mikrop kullanılarak tetiklenebileceği fikrine saplanıp
kalmıştı. Pfeiffer bu yaklaşımı yerle bir etti, Wright da memnuniyetle
bulguların doğruluğunu onayladı. Birkaç parti tifo basili tamamen ısıtılıp
Widal testine tabi tutuldu. Beklendiği gibi tipik kümeleşmeler yine görüldü.
Wright artık uygun bir aşı için gerekenlere sahip olduğunu biliyordu.
Üzerinde deney yapılacak insanları bulmak çok zor olduğundan, Wright ve
ekibi cesurca devreye girdiler. 1879’dan 1898 başlarına, Patoloji Bölümü nün
personeline düzinelerce farklı, zayıflatılmış, ölü tifo basili karışımı enjekte
edildi. Birkaç gün sonra deneklerin kollarından serum alındı ve serumlara
Widal testi yapıldı. Çoğu vakada kümeleşme reaksiyonu görüldü: insanlar
gerçekten de ölü basillere karşı bir bağışıklık reaksiyonu geliştirebiliyorlardı.
Ne var ki, sadece bağışıklık proteinlerinin varlığına bakarak bağışıklığın
edinildiğini söylemek mümkün değildi. Durham ve Grunbaum’un kanıtladığı
üzere, tifodan ölenlerin kanı bile Widal testinden genellikle geçiyordu.
Dolayısıyla, bu test, örneğin 1861 Aralık’ında var olsaydı ve Prens Albert’ın
kanına uygulansaydı onun serumunda da akışkan olmayan koyu kümeler
görülmesi işten bile olmazdı.
Sonuç olarak, Wright’ın aşısının tifoya karşı gerçekten koruma sağladığından
emin olması için, içinde canlı mikroplar bulunan ikinci bir enjeksiyonu kabul
edecek birini bulması gerekiyordu. Burada çok yüksek tehlike söz konusuydu
çünkü Wright’ın elinde ilk enjeksiyonun tam olarak bağışıklık yarattığına
dair kanıt yoktu ve bu tehlikeli testi yapmak üzere personellerinden birini
ikna etmek için olası riskleri bilerek gizlemiş olabilirdi. Neyse ki, mikrop
devrinin bu adı sanı bilinmeyen kahramanı hiçbir olumsuz etkiyle
karşılaşmadı. Bu noktaya kadar her şey iyi gitmişti. Ama 1897 yılında Kent'in
Maidstone yöresinde tifo salgını patlar patlamaz Wright kendine pek de
güvenmeden yardıma koştu.
Maidstone’da kirlenmiş su şebekesinden kaynaklanan tifo salgını sonucunda,
birkaç ay içinde yaklaşık 150 kişi ölmüştü. “Acılar içindeki Maidstone” için
yardım kampanyası açıldı ve bütün Avrupa’dan kampanyaya bağış yağdı.
Tahtta ellinci yılını kutlayan Kraliçe Victoria, yüklüce bir bağış ve kuşkusuz
kişisel bir acının da izlerini taşıyan bir başsağlığı mesajı gönderdi.
Maidstone’daki felaket tifo salgınları eskisi kadar yaygın olmadığı için
özellikle çok sarsıcıydı. Olayın yarattığı korku insan dirikesimi konusundaki
olağan tereddütleri bastırmış olmalı ki Wright’a günümüz ölçütlerinde çok
yetersiz sayılabilecek deneylerden elde ettiği kanıtlar ışığında çalışmaya
devam etmesi için onay verildi.
Salgının başlangıcından kısa bir süre sonra Barming Heath’te bulunan akıl
hastanesinde de tifo ortaya çıktı. Yaklaşık 200 kişiden oluşan personelden on
ikisi çoktan hastalığa yakalanmış, 84 kadarı ise aşıya gönüllü olacak kadar
endişelenmişti. Wright seve seve yardım etmeye hazırdı. Birkaç ay sonra
salgın yavaş yavaş durulduktan sonra ekibiyle tıbbi bir durum
değerlendirmesi yaptı. İnsan deneklerinden hiçbirinin ölmediği, aşılanmayan
dört personelin ise hastalığa yenik düştüğü ortaya çıktı. Bu örnekleme oranı,
doğru sonuçlara ulaşmak için yeterli değildi. Yine de Wright’in üstlerinden
bazıları ona açık yüreklilikle hayır duası okudular.
Onu alkışlayanlar arasında, Hindistan hükümetinden üst düzey yetkililer de
vardı. Bu yetkililer, tifonun âdeta endemik olduğu bir ülkede, Wright’a
aşısını deneme şansı tanıyorlardı. Kamu harcamalarına kesinlikle sıcak
bakmayan Britanya hükümeti bu yolculuğu finanse etmeye yanaşmadı.
Bundan yılmayan Wright, 1898’de, Hindistan Salgın Hastalıklar
Komisyonunun bir üyesi sıfatıyla Hindistan’a hareket etti ve aşısını büyük
ölçekli olarak denemeye koyuldu. Birkaç ay süresince aşısını yaptırmayı
kabul eden her subaya ve askere uyguladı. Sonuçlar, askeri tabiplerin çoğunu
aşının etkisi konusunda ikna etmişti. Düzinelercesi, genel valiye, eskiden
uzun yürüyüşlerde ve ovalardaki kamplarda neredeyse hiç sektirmeden tüm
askerlerini teslim alan ateşli bir hastalığa karşı birliklerinin bağışıklık
kazanmasından dolayı ne kadar mutlu olduklarını dile getiren mektuplar
yazdı. Bu durumdan etkilenen Britanya hükümeti, rıza gösteren bütün ordu
mensuplarının aşılanması konusunda ikna oldu. Ne yazık ki, Wright’ın
Hindistan’da elde ettiği sayısal veriler bilimsel olarak yeterince kaliteli
değildi. Büyük ölçüde bu yüzden, tıpçı meslektaşlarının çoğu, sonuçlan pek
de etkileyici bulmadı.
1899’da Boer Savaşı’nın başlaması, Wright’a bir kapı daha açtı. Wright ve
müttefiklerinin durmaksızın yazdıkları dilekçeler sayesinde, Cape’e
gönderilen birliklerin güneydeki uzun yolculuklarından önce tifo aşısı olmaya
özendirilmesi kararlaştırıldı. O sıralar muhabir olarak Dunstlar Castle
gemisinin güvertesinde Güney Afrika’ya giden Winston Churchill, tipik bir
manzarayı betimliyordu:
“Aşılama... her gün yapılıyor. Doktorlar toplantı salonunda ders
veriyorlar. İlk şırınga serum koruyor; ikinci bir şırınga kişiyi saldırıya
karşı güvenceye alıyor. Deneyi destekleyen mükemmel raporlardan
alıntılar yapılıyor. Neredeyse herkes ikna olmuş durumda. İşlemler
hemen başlıyor, derken ertesi gün güvertede çok rahatsız ve yüksek ateş
içinde kıvranan bitkin figürler görülüyor. Ancak ertesi gün hepsi iyileşip
mükemmel bir şekilde bağışıklık kazanıyorlar.”
Churchill’in kendisi, bağışıklık kazandırmanın değeri konusunda biraz
şüpheciydi. Buna neden karşı çıktığı ise çok açık değildir. Belki de Churchill,
Wright’ın yaptıklarının zorunlu aşılamaya giden riskli bir durum arz
edebileceğini ve bunun asla kabul edilemez olduğunu düşünen pek çok
özgürlükçüden biriydi. Ancak tüm bunlar bir yana, Wright artık büyük
zaferine ulaşmanın eşiğindeydi. 1899 yılında yaklaşık 21.000 Boer (Hollanda
asıllı Güney Afrikalı) askeri, 12.000 Britanya askerinin bulunduğu Ladysmith
kasabasındaki garnizonu kuşatmaya aldı. Erzak gelmediği için koşullar
giderek kötüleşti ve kuşatmanın üçüncü ayında kasabanın çoğu at eti ve çok
az tahsis edilebilen pirinçle idare etmek zorunda kaldı. İşleri daha da
kötüleştiren şey ise su kaynaklarının at ve insan dışkısıyla kirlenmesi
sonucunda çok ağır bir tifo salgının ortaya çıkmasıydı. Sonuç olarak, Boer
askerlerinin yoğun bombardımanından ölenlerden çok daha fazla asker tifoya
kurban gitti.
Ancak istatistik verilerin sonradan gösterdiği üzere, Ladysmith’deki birlikler
hastalık riskine karşı eşit konumlarda değildi. Askerlerin yüzde 17 kadarı
aşılanma şansına erişmişti. Bu grubun içinde tifodan ölüm oranı yalnızca
213’te 1 idi. Aşılanmayanlar ise çok daha ağır bir sonuçla karşılaştı. Her 32
kişiden biri Eberth-Gaffky basilinden öldü. Bu sayısal veriler oldukça
etkileyiciydi. Boer Savaşı’nın sonunda Britanya’nın itibarının gördüğü zarar
ve askeri kayıplar çok ağırdı ama en azından Ladysmith’te yaşananlar, birçok
doktoru tifoya belirli bir mikrobun yol açtığı konusunda ikna etmeye yaradı.
Bunlara rağmen, Ladysmith vakasından sonra aşı karşıtları ordunun tüm
askeri personeli aşılatma isteğine karşı çıkmaya devam ettiler. Birinci Dünya
Savaşı’nın patlak vermesinden sonra bile, bireylerin özgürlüğünü hararetle
savunanlar, askere yeni alınan herkesin aşılanması girişimlerine engel
oldular. Bu yüzden, ordu bildiğini okumanın kurnazca yollarını buldu. Eylül
1914’te, Lord Kitchener, yalnızca aşı olan erkeklerin yurtdışında savaşmasına
izin verileceğini duyurdu. Birliklerin düşmanla savaşma arzusu o kadar
yüksekti ki Belçika, Hollanda ve Fransa’da siper kazan Britanyalı askerlerin
en az yüzde 80’i tifoya karşı tamamen koruma altına alınmıştı. 1916 yılma
gelindiğinde ise ordunun neredeyse tamamı bağışıklık kazanmıştı. Almanya
ve Fransa da tifo aşısını geliştirmişti ancak ikisinde de Wright ve
destekçilerinin kararlılığı yoktu. Her iki ülke de askerlerini aşılamaya çok
sonradan başladı ve bu işi Britanya kadar layıkıyla yapamadılar. Sonuçta,
aşılamanın lehine itiraz edilemez bir tablo ortaya çıktı. Savaş boyunca tifodan
ölen sadece 7000 Britanya askeri varken, Fransızların bu alandaki kaybı
125.000, Almanların ise 112.400'dü. Çektikleri bütün acılara karşın, Birinci
Dünya Savaşı’ndaki Britanya birlikleri, en azından insanlık tarihinde en fazla
asker öldüren hastalıklardan birine karşı korunmuşlardı. En küçük
avantajların bile önem taşıdığı bir zayiat savaşında, Wright’ın aşısı zafer ile
yenilgi arasındaki farkı belirlemiş olabilir.
Sonuç Yeni Bir Bilim
1888 Haziran’ında Louis Pasteur “Yeni bir bilim doğdu,” diye övünçle
konuştu, “bu bilim öldürücü ve bulaşıcı hastalıklar hakkındaki bilgilerimizde
gerçek bir devrime yol açtı.” Fransız bilim insanı abartmıyordu. Şarbon,
kolera, verem, cüzzam, difteri ve kangren hastalıklarına neden olan mikroplar
çoktan bulunmuştu. Sonraki on yıl veba, kızıl, tetanos, tifo, zatürre,
belsoğukluğu ve beyin hummasının mikrobiyal nedenlerinin keşfedilişine de
şahit olacaktı. Nitekim 1879’dan 1899’a kadar her yıl bilim insanları başka
bir önemli bulaşıcı hastalığın gizemini ortaya çıkardı; daha önce tıp bu kadar
hızlı ya da köklü bir ilerleme görmemişti.
Aslında birçok doktor bu afallatıcı değişimin hızından şaşkına dönmüştü.
Mikropların adının bile anılmadığı ders kitaplarıyla eğitim görenler şimdi
neredeyse sıfırdan başlamak zorundaydı. O kadar çok şeyin öğrenilmesi ve
bir o kadarının da unutulması gerekiyordu ki birçok doktor eskiyi yeninin
ışığında yorumlayarak eski tıp kuramlarının bazı kısımlarına bağlı kaldı.
Ancak profesyonel tıp okullarından mezun olan yeni kuşak doktorlar için
bulaşıcı hastalıkların incelenmesi Pasteur, Koch, Lister ve Roux ile başladı.
Onlardan önceki neredeyse her şey artık geçersiz hâle gelmiş gibi
görünüyordu: Hippokrates sadece yemini ile anılan biriydi, başka bir şey
ifade etmiyordu. Tıp artık bir sanat değildi ve tamamen gelişmiş bir bilim
hâlini almıştı. Aslında, mikrop devrimi elbette gökten inmemişti. Modem
mikrop kuramı, 2000 yılı aşkın gözlem ve araştırmanın bir ürünüydü. Ayrıca
sağlık açısından, bir çırpıda büyük çaplı kazanımlar da getirmemişti. Batı
dünyasında, sivil halk arasında büyük salgın hastalıklardan ölümler,
muhtemelen Victoria döneminin sağlık reformcuları ve inşaat
mühendislerince hayata geçirilen temizlik, kanalizasyon ve içme suyundaki
büyük iyileştirmeler sayesinde zaten düşüşe geçmişti. Beslenme standartları
yükselişteydi ve onlarla birlikte insanların bulaşıcı hastalıklara karşı direnci
de yükseliyordu. Bizzat Pasteur'ün 1888'de belirttiği üzere, öncülüğünü
yaptığı mikrop devrimi hastalıkların tedavisi ve önlenmesinden ziyade
insanların hastalıklar konusundaki “bilgisi”nde bir dönüşüme yol açmıştı.
Bu şerhlere karşın, insanlık tarihinde doktorların ilk defa bulaşıcı
hastalıkların nedenini gerçekten anlamalarının ne kadar önemli olduğunu
tahmin etmek zor olmasa gerek. Sonunda doktorların üzerinde durabilecekleri
sağlam bir zemin vardı, elle tutulur avantajlar da çabucak çoğalmaya
başlamıştı. Mikrop kuramı, insanlığın gözle görülmeyen ve hastalığa yol açan
maddelerle çevrili olduğunu ortaya koydu. Yalnızca sağlıksız insanlarla ve
ortamlarla kısıtlı olmayan bu maddeler, her yerde bulunabiliyordu. Titizlikle
ve mikroptan arındırılmış şekilde yapılan ameliyatlar, yemek hizmetlerinde
ve gıda üretiminde geniş kapsamlı hijyen reformları, şebeke sularının
klorlanması ve pastörize edilmiş süt ürünleri bu devrimin ilk ve en önemli
sonuçları arasında yer alıyordu. Gözle görülmeyen mikropların oluşturduğu
ölümcül tehdidin tanınması kamu açısından da büyük bir etki yarattı. Yüzyıl
başında yapılan araştırmalar sonucunda, temiz kumaşlar, yiyecekler ve ev
gereçlerinde, hatta kutulara konulup sonradan diğer çocukların oynaması için
çıkarılan oyuncaklarda bile ölümcül bakteriler olduğu anlaşılmıştır. Bu tür
bulgular halkı o denli ürkütmüştür ki hastalıkların önlenmesi için yeni
tavırların benimsenmesi gündeme gelmiştir. Bunların bazıları isteri sınırlarını
zorlayabiliyordu, insanlar öpüşmemeleri, birilerine dokunmamaları,
başkalarının giysilerini ve çarşaflarını kullanmamaları konusunda kesinlikle
ve açık bir şekilde uyarılıyordu. Amerika Birleşik Devletleri’nin birçok
bölgesinde komünyon (aşai rabbani) ayini sırasında ortaklaşa kullanılan
kadehler bile tehdit altındaydı. İnsanların artan mikrop korkusundan
nemalanmaya çalışan Sıhhi Komünyon Şirketleri, endişe içindeki rahiplere
patentli paketlerinden edinmelerini öneriyordu. Bu paketlerin içinde, herkes
için ayrı ayrı cam kâseler, dezenfektanlar ve servis tepsileri vardı. Bazı
mikrop tellalları, çok fazla ileri giderek tokalaşmanın bile yasaklanmasını
şiddetle tavsiye ediyordu.
Görülmeyen mikroplara karşı daha sağduyulu ve daha az saplantılı tepkiler
de vardı. Bunların arasında, bulaşıcı hastalıkları olan kimseleri başkalarının
yüzüne karşı öksürmekten ya da hapşırmaktan kaçınmaya ve mikroplu
maddeleri sorumlu bir şekilde çöpe atmaya ikna etmek için düzenlenen
kampanyalar bulunuyordu. Şehir dışındaki yüzlerce malikâne, bulaşıcı
hastalığı olanların başkalarından uzakta tedavi edildiği sanatoryumlara
çevrildi. Ellerin güçlü dezenfektanlar kullanarak yıkanması yaygın bir
uygulama haline geldi. Seri üretim ilk gargara olan Listerine eczane
raflarında yerini aldı. Parası yetenler içinse Victoria Dönemine özgü süslü
tuvaletler yerlerini günümüzdekilere benzeyen, sade, neredeyse püriten
banyolara bıraktı. Artık fayansla kaplı pürüzsüz duvarları ve zemini olan
beyaz seramik tuvaletler yeni ideal haline geldi.
Ancak Pasteur’ün 1888’deki “mikropları yok etme” rüyasını tam anlamıyla
gerçekleştiren, mikrop devriminin ikinci kuşak ürünleri olmuştur. Pasteur’un
ön gördüğü gibi, mikrop kuramından doğan bilgi, bulaşıcı hastalıkları
önlemek ve onlarla savaşmak için I daha önceleri hayal bile edilemeyecek bir
güç sağlamıştır. Paul Ehrlich ve Sanachiro Hatanın geliştirdiği ve sülfonamid
adıyla bilinen ilk sentetik ilaçlardan | 1940’lardan beri sayısız insanın
hayatını kurtaran antibiyotik devrimine kadar, bakteriyel enfeksiyonların
tedavisi, sıradan bir tıbbi uygulamaya dönüşmüştür. Günümüzde çocukken ya
da tropik ülkelere giderken olduğumuz aşılar da Pasteur ve Roux’nun
1880’de tavuk kolerasının etken maddesini bulduktan sonra geliştirdikleri
aşının soyundandır. Verem aşısı ve benzerleri geliştirilmemiş olsa kim bilir
kaçımız genç yaşta hayatını kaybederdi.
Gerçekten de tıbbi uygulamaların geçirdiği devasa değişimi, yalnızca
“devrim” terimi doğru bir şekilde ifade edebilir. Yirminci yüzyılın ortalarına
kadar tıbbi ilaçların etkisi hakkındaki kinizm, eğitimli ve aldı başında
doktorların alametiydi. Zira ilaçlar kitabında yer alan sayısız toniğin ve renkli
hapın hastanın parasını soymak dışında bir işe yaradığını yalnızca bir şarlatan
iddia edebilirdi. Amerikalı Doktor Oliver Wendell Holmes 1880 yılında,
“Kuvvetle inanıyorum ki şu anda kullanılan bütün materia medica [yani tıbbi
ilaçlar] denizin dibini boylasa bütün insanlık için daha hayırlı olurdu —
yalnız balıklar için daha fena,” demiştir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda doktorların blöf yapmaya o kadar
gereksinimleri yoktu. Giderek artan sayıda verdikleri ilaçlar gerçekten de işe
yarıyordu. Hastaların ellerinden gelen dirayetle katlanmak zorunda kaldığı o
tedavisi mümkün olmayan muğlak hastalıklar kategorisi çarpıcı bir şekilde
küçülmüştü. Antibiyotikler mikroplan göz alıcı bir şekilde gerilerde
bırakmıştı. Tıbbi tedavi, beslenme ve temizlikteki gelişmelerin de sayesinde,
Batı dünyasındaki en büyük mikrobiyal ölüm nedenleri olan grip ve zatürre,
1974 yılma gelindiğinde, ölüm riski açısından kalp hastalıkları, kanser, felç
ve kazaların gerisinde yer almaya başladı. Bronşit, ölüm sebepleri listesinin
ilk on maddesi arasında yer alan tek mikrobiyal hastalıktı ve bu listeye ancak
güç bela girebilmişti. Bulaşıcı hastalığı olan Batılı hastaların çoğu, tarihte ilk
defa doktora kesin bir tedavi umuduyla gidebiliyorlardı. Günümüzde ise
doktorların çare bulamadığı hastalar çok kötü bir şekilde yüz üstü
bırakıldıkları hissine kapılıyor. Yüz yıl nasıl da büyük bir fark yaratabiliyor!
Kaynakça ve Ek Kaynaklar
Bu kitaptaki belli başlı konulan daha ayrıntılı elen alan birçok kitap
bulunmaktadır. Bunların en iyileri arasında Roy Porter’ın kapsamlı The
Greatest Benefit to Mankind: A Medical History of Humanity from Antiquity
to the Present, Londra: Harper Collins, 1997; William F. Bynum’un Science
and the Practice of Medicine in the Nineteenth Century, Cambridge:
Cambridge University Press, 1994; Robert Reid’in Microbes and Men,
Londra: BBC Books, 1974; W. D. Foster’ın A History of Medical
Bacteriology and Immunology, Londra: Heinemann Medical, 1970; Hubert
A. Lechevalier ve Morris Solotorovsky'nin Three Centuries of Microbiology,
New York: McGraw-Hill, 1965; Nancy Tomes’un The Gospel of Germs:
Men, Women, and the Microbe in American Life, Londra: Harvard University
Press, 1998 ve Paul de KrieFin nevi şahsına münhasır The Microbe Hunters,
New York: Harcourt, Brace and Co., 1926, yeniden basım 1996, yapıtları
sayılabilir.

I. Kısım
William Brownrigg hakkında daha fazla bilgi için, bkz. Jean E. Ward ve Joan
Yell (der.), The Medical Casebook of WiIiam Brownrigg, M D, FRS (1712—
1800) of the Town of Whitehaven in Cumberland, Londra: Wellcome Institute
for the History of Medicine, 1993. On sekizinci yüzyıl tıp düşüncesi ve onu
destekleyen toplumsal ve düşünsel unsurlar, Christopher Lawrence, Medicine
in the Making of Modem Britain, 1700—1920, Londra: Routledge, 1994 adlı
yapıtta, Nicholas Jewson’ın “Medical knowledge and the patronage system in
18th century England”, Sociology, 1974, C 8, s. 369—85 adlı etkileyici
makalesinde ve Guenter B. Risse, “Medicine in the age of enlightenment,”,
Medicine in Society: Historical Essays içinde, (der.) Andrew Wear,
Cambridge: Cambridge University Press, 1992, s. 149—95’te anlatılmıştır.

II. Kısım
Bulaşma, enfeksiyon, miasma, halk sağlığına yönelik ilk çabalar ve lohusa
hummasıyla mücadele gibi konular şu kaynaklarda ele alınmıştır: Margaret
Pelling’in Companion Encyclopedia of the History of Medicine, Londra:
Routledge, 1993 içinde yer alan “Contagion/germ theory/specificity”
maddesi; Irvine Loudon’un The Tragedy of Childbed Fever, Oxford: Oxford
University Press, 2000; Roy Porter’ın The Greatest Benefıt of Mankind ve
Lester S. King’in The Medical World ofthe Eighteenth Century, Huntington,
NY: R.E. Krieger Publishing Co., 1971. Mikropların keşfi ve kendiliğinden
türeme hakkındaki tartışmalar için bkz. John Farley’in The Spontaneous
Generation Controversy from Descartes to Oparin, Baltimore: Johns
Hopkins University Press, 1977. Özgün makalelerin çoğu İngilizceye
çevrilmiş ve Thomas D. Brock’un Milestones in Microbiology: 1546 to 1940,
Washington, DC: ASM Press 1999 adlı yapıtında yeniden yayımlanmıştır.
Bynum’ın Science and the Practice of Medicine adlı yapıtı Paris’te tıp
konusuna mükemmel bir giriş niteliğindedir. John Snow hikâyesinin söylence
ve gerçek yanları için bkz. hepsi Michigan State University’de çalışan
Howard Brody, Michael Russell Rip, Peter Vinten-Johansen, Nigel Paneth ve
Stephen Rachman’ın kaleme aldığı ve The Lancet’da yer alan makale “Map-
making and myth making in Broad Street: the Londra cholera epidemic,
1854”, The Lancet, 2000, C 356, s. 64—8.

III. Kısım
Louis Pasteur’ün yaşamı hakkında en iyi ve en güvenilir çalışmanın
müteveffa Gerald Geison’ın yazdığı The Private Science of Louis Pasteur,
Princeton: Princeton University Press, 1995 olduğu rahatlıkla söylenebilir.
René Dubos’nun Louis Pasteur, Free Lance of Science, New York: Scribner,
1976 hâlâ iyi bir biyografidir. K. Codell Carter’ın Bulletin of the History of
Medicine, 1991, 65, s. 528—48’de yer alan “The development of Pasteur’s
concept of disease causation and the emergence of specific causes in nine
teenth-century medicine” adlı makalesi bu konunun içyüzünü kavrama
açısından birçok değerli katkılar sunar. Joseph Lister için bkz. Christopher
Lawrence ve Richard Dixey’nin Lawrence’ın Medical Theory, Surgical
Practice: Studies in the History of Surgery, Londra: Routledge, 1992
çalışmasında yer alan “Practising on principle: Joseph Lister and the germ
theories of disease”; Lindsay Granshaw’ın John V. Pickstone tarafından
derlenen Medical Innovations in Historical Perspective, Basingstoke:
Macmillan, 1992 adlı kitapta yer alan “Upon this principle I have based a
practice’: the development and reception of antisepsis in Britain, 1867—90"
adlı makalesi. Richard Fisher’ın Joseph Lister, 1827—1912, New York:
Stein and Day, 1977 iyi bir yaşam öyküsü olma özelliğini hâlâ korumaktadır.

IV.Kısım
Pasteur’ün ipekböcekleri hakkındaki araştırması Antonio Cadeddu’nun "The
heuristic function of “error” in the scientific methodology of Louis Pasteur.
The case of the silkworm diseases” adlı makalesinde irdelenmiştir, History
and Philosophy of the Life Sciences, 2000, C 22, s. 3—28. Casimir
Davaine’in yaşamı ve çalışmaları için bkz. Jean Théodoridès, “Casimir
Davaine (1812—1882): a precursor to Pasteur”, Medical History, 1966, C 10,
s. 155-65. Robert Koch için bkz. Thomas D. Brock’un yazdığı biyografi,
Robert Koch: a Life in Medicine and Bacteriology, Washington, DC: ASM
Press, 1999. Ayrıca Geison’un The Private Science of Louis Pasteur ve
Cadeddu’nun “Pasteur et le cholera des poules”, History and Philosophy of
the Life Sciences, 1985, C 7, s. 87—104 çalışmaları da oldukça yararlıdır.

V. ve VI. Kısım
Porter’ın The Greatest Benefıt to Mankind, Bynum’ın Science and the
Practice of Medicine in the Nineteenth Centuıy, Reid’in Microbes and Men,
Brock’un Robert Koch ile Lechevalier ve Solotorovsky'nin Three Centuries
of Microbiology adlı yapıtlarının hepsi verem, kolera, kuduz ve tifonun
mikrobiyal doğasının keşfinin ayrıntılı bir anlatımını sunar. Michael Worboys
bu keşiflerin Britanya'daki bağlamım ve aldığı tepkileri Spreading Germs:
Disease Theories and Medical Practice in Britain, 1865-1900, Cambridge
University Press, 2000 adlı kitapta ele alıyor. Verem tarihi için ayrıca bkz.
David Barnes, The Making of a Social Disease: Tuberculosis in Nineteenth-
Century France, University of California Press, 1995. Mariko Ogawa'nın
“Uneasy bedfellows: Science and politics in the refutation of Koch’s bacterial
theory of cholera”, Bulletin of the Histoıy of Medicine, 2000, C 74, s. 671—
707 ve ilana Lövvy’nin “From guinea pigs to man: the development of
Haffkine’s anticholera vaccine”, Journal of the History of Medicine and
Allied Sciences, 1992, C 47, s. 270-Ö09 Koch ve Haftkine'in kolera
araştırmalarına etraflıca ışık tutar. Geison’un Priva- te Science of Louis
Pasteur adlı yapıtı Pasteur’un kuduz deneylerinin çok incelikli revizyonist bir
anlatımım sunar. Son olarak Anne Hardy’nin Bulletin of the History of
Medicine’de yayımlanan 2000, C 7A, s, 265—90'daki “’Straight back to
barbarism’: antilyphoid inoculation and the Great War, 1914” adlı makalesi
yirminci yüzyıl başlarında tifo aşılamasına gösterilen tepkinin izlerini sürer.
Notlar
[←1]
Halk dilinde "yılancık" olarak da bilinir.
[←2]
Lat. Effluviuum'un çoğul hâli. Zararlı, kötü kokan madde (çn).
[←3]
19. Yüzyıl İngiliz kadın romancı George Eliot’un Middlemarch adlı romanındaki idealist doktor
(çn).
[←4]
Salgın hastalık bilimi ile ilgili (çn).
[←5]
Fransızca, “Bu büyük bir ilerleme, bayım" (çn.).
[←6]
Meister’in ölüm tarihi pek çok kaynakta 24 Haziran 1940 olarak geçiyor.

You might also like