Professional Documents
Culture Documents
John Waller
Çeviri:
Fahri Öz
TÜBİTAK POPÜLER BİLİM KİTAPLARI
Bu yapıtın bütün haklan saklıdır. Yazılar ve görsel malzemeler, izin alınmadan tümüyle veya kısmen
yayımlanamaz.
TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları’nın seçimi ve değerlendirilmesi TÜBİTAK Kitaplar Yayın Danışma
Kumlu tarafından yapılmaktadır.
TÜBİTAK
Kitaplar Müdürlüğü
Akay Caddesi No: 6 Bakanlıklar Ankara
e-posta: kitap@tubitak.gov.tr
www.kitap.tubitak.gov.tr
esatis.tubitak.gov.tr
Nedenler ve Sonuçlar
Vücut sıvıları kuramının ve on dokuzuncu yüzyıla kadar geçerli kalan
türevlerinin temellerine göre, belirli bir hastalık diye bir şey yoktu. Bir
hastalığın aldığı belli biçim, söz konusu sıvılara, sıvıların vücutta biriktiği
yerlere ve vücudun bu sıvıları atmaya çalıştığı yerlere bağlıydı. Bütün bunlar
oldukça öngörülemez olduğundan, doktorlara göre hastalıkların nadiren
öngörülebilir bir seyri oluyordu. Tabii ki kızamık, veba ve kızıl hastalığı
birbirinden ayırt edilebiliyordu. Ancak bir hastalık durumunun, talihsizlik ya
da yanlış tedavi yüzünden, her zaman başka bir şekle bürünebileceği
beklentisi vardı.
Doktorlar da hastalar da hastalığa yol açan sıvıların vücudun bir bölümünden
başka bir bölümüne geçmesinden, çok daha hassas bir yere yerleşmesinden
endişe duyuyordu. William Abel adlı biri 1718 yılında, “Kanımı seyreltmek
ve gut hastalığını engellemek için ferahlatıcı içeceklerden bolca içmek
suretiyle diyabet oldum —ki bu durumu daha da kötüleştirdi” diye yazmıştır.
Yüz elli yıl sonra İngilizlerin kadın kahramanı Florence Nightingale’in
yazdıklarında da aynı düşünceyi görürüz. “Hastalıkların başladığına, gelişip,
başka hastalıklar hâline gelişine tanık oldum. Belirli hastalıkların olduğu
doktrini ise,” diye nutuk atmaya devam eder Nightingale “zayıfların,
eğitimsizlerin ve akıl sağlığı bozuk olanların sığınağıdır."
Bu düşünce yapısının diğer bir çarpıcı özelliği de doktorların hastalıkların tek
bir nedenden kaynaklanabileceği fikrine pek rağbet etmemeleridir. Örneğin,
günümüzde gıda zehirlenmesi ya da grip gibi rahatsızlıkların ortaya çıkışını
açıklarken bunlara virüslerin ya da bakterilerin neden olduğundan başka bir
açıklama bulmaya çalışmayız. Oysa on sekizinci yüzyılda hastalıkların ortaya
çıkışıyla ilgili açıklamalar, neredeyse her zaman birden fazla neden arama
eğilimindeydi. Buna iyi bir örnek, Brownrigg’in hemoroitlerin nedenleriyle
ilgili açıklamasıdır. Kendisi de aynı rahatsızlıktan mustarip olan Brownrigg
bu konu üzerinde epey kafa yormuştu ancak yaklaşımında sıra dışı hiçbir
özellik yoktu:
“güçlü bir tür melankoli sıvısından kaynaklanan, genellikle sindirimi zor katı
yiyecekler tüketenleri, içki âlemleriyle bünyelerini yoranları ya da dertten
tasadan kurtulamayan ya da hareketsiz bir hayat sürenleri veya son olarak
kendilerini özellikle de geceleri yoğun şekilde okuyup yazmaya verenleri
etkileyen hazımsızlık.”
Brownrigg gibi doktorlar, farklı hastalıkların nedenlerini ikiye ayırmışlardı:
“yatkınlık yaratan” ve "uyaran” etkenler. Bu nedenlerin ikisinin de
mevcudiyeti sağlığın bozulması için zorunluydu. "Yatkınlık yaratan” etkenler
genellikle bireyin mevcut sıvı yapısıyla, genel iklim koşullarıyla ve solunan
havanın niteliğiyle bağlantılıydı. "Uyaran” etkenler ise atmosferde dolaşan
zehirli dumanlar (miasma olarak bilinirlerdi), ruhsal bunalım dönemleri ve
her tür aşırılık gibi unsurları içeriyordu.
Burada önemli olan, bir şekilde bu uyaran ve yatkınlık yaratan etken
kavramlarının spesifik hastalıkların belli nedenleri olabileceği düşüncesini
gereksiz kılmasıydı. Bunun yerine, tamamen farklı rahatsızlıklar aynı zararlı
maddeye her bir bireyin kendine özgü tepkisi olarak görülüyordu. Örneğin,
neredeyse bütün doktorlar, zararlı gazları soluyanların kolera, tifo, difteri ve
dizanteri gibi hastalıklara yakalanacağını varsayıyorlardı. Ama hastanın
yakalandığı hastalığın ne tür gazın solunduğuna değil, hastanın geçmişine ve
hassasiyetlerine bağlı olduğu düşünülüyordu.
Buna karşılık, iki hasta aynı belirtileri gösterdiğinde doktorlar açıklama
olarak sıklıkla çok farklı nedensel etkenlere sığınıyorlardı. Örneğin, William
Buchan’ın 1774 yılında yayımlanan Domestic Medicine (Ailenin Tıp Kitabı)
adlı çoksatan kitabında iskorbütlü bir fabrika işçisine çürümüş diş etlerinin,
ağrılı eklemlerinin, halsizliğinin ve ülserasyonlanın yeterince sıkı giyinmeme,
yetersiz kişisel temizlik ve sağlıksız beslenmenin yol açtığı “kusurlu sıvılar”
dan kaynaklandığı söyleniyordu. Diğer taraftan, iskorbütlü bir malikâne
sahibi, muhtemelen çok yağlı ve sindirimi zor gıdalar yediği, dışarıda temiz
hava solumak yerine çok uzun süre koltuğunda oturduğu için
paylanabiliyordu. Hastalık, her durumda, bireylerin yaşam tarzıyla ilgili
görülüyordu. Özetlemek gerekirse, on sekizinci yüzyılda hastalıkların nedeni
ve tedavisi hakkındaki fikirler, temel olarak, hastalığın bireyin fizyolojik
durumuyla yaşam biçimi arasındaki uyumsuzluktan kaynaklandığı inanışına
yaslanıyordu. Bu durumda, hastalık sağlıksız yaşam biçimine bireysel bir
tepki olarak düşünülürse, doktorların tanılarını ve tedavilerini her bir hastaya
göre geliştirmeleri de akla yatkın gelir. Bu yüzden, dönem insanlarının
kendilerine özgü yatkınlıklarla mücadele etme biçimleri, diyete ilişkin uygun
tavsiyeleri ve vücuttaki zararlı ya da aşırı fazla sıvıların atılması için gerekli
pratik yöntemleri bir araya getiriyordu.
Dolayısıyla, Brownrigg rahatsızlık çeken Bayan Musgrave’in nesi olduğunu
değerlendirdiğinde, hastalığa yol açan uzun bir nedenler listesi hazırlarken
başarısızlık olasılığını azaltmak peşinde değildi. Tam tersine, dönemin tıp
düşüncesiyle tamamen uyumlu bir şekilde, önce hastalığa zemin hazırlayan
inandırıcı bir neden (hastanın “narin yapısı”), sonra “aşırı derecede nemli,
yağışlı” hava ve “günbatısından esen rüzgârlar” gibi hastalığı uyardığını
düşündüğü nedenleri ileri sürüyor, en sonunda ise "hastalığa yol açan
kabahatli sıvıların neden olduğu" bir hastalık çıkarımına ulaşıyordu.
Brownrigg daha sonra, yine dönemin inanışları doğrultusunda hareket ederek,
toksik sıvıları hastanın bedeninden temizlemek için her çareye başvurmuş ve
enflamasyonu dindirmek için hastaya ateş düşürücü bir diyet vermişti.
Kısacası, Bayan Musgrave'in anne ve babası becerikli ve bilgili bir doktor
tercih ettikleri için kendileriyle ne kadar övünseler azdı.
İşler Değiştikçe...
Ancak, on sekizinci yüzyılın ilk dönemlerinden başlayarak eski kuramsal
çerçevenin bazı bölümleri eleştiri oklarına maruz kalmaya başlamıştı. Bu
eleştiriyi ateşleyen şeylerden biri yeni buluşlardı. Sinir sistemi hakkında
giderek daha çok şey öğrenilmeye başlanmasıyla, birçok doktor, hastalıkları
vücut sıvılarının akışı, dengesizlik ve enflamasyon ile olduğu kadar bozulmuş
sinirler ile de açıklamaya başladılar. Kurbağaların motor sinirlerinin
elektrikle kontrol edilebileceğinin, sonraları ise giyotinde idam edilen
aristokratların kanla kaplı sepetlerden alınan kellelerindeki yüz ifadelerinin
bile, baldırı çıplakları eğlendirmek amacıyla, elektrik verilerek
değiştirilebileceğinin ortaya konmasıyla birlikte, sinirlerin önemine yapılan
vurgu belirgin bir şekilde artış gösterdi. Gene de 1820’lerden önce bu türden
gelişmeler, vücut sıvıları kuramının popülerliğini ciddi anlamda sarsmamıştır.
Birçok doktor eski fikirleri alaşağı etmektense sadece yeni bulguları mevcut
çerçeveye yedirmiştir. Eski şablonlar sürekli olarak yeniden kullanıma
sokuluyordu. Eski yöntemlerin etkisi o kadar güçlüydü ki, ta 1850’lerde
doktorlar hâlâ “doğal olmayan” etmenlere büyük önem atfediyorlardı;
hacamat, ishal, kusturma ve lavman ise gözde tedavi yöntemleri olmaya
devam ediyordu. Hepsinden öte, erken Victoria dönemindeki doktorlar,
herhangi bir hastalığın farklı yollarla ortaya çıkabileceği görüşüne sıkı sıkıya
inanıyorlardı. Ancak mikrop kuramının savunucuları başarı sağlamaktan çok
uzak olsalar da bazı etkenler onların lehineydi. Bütün meziyetlerine karşın
vücut sıvıları kuramı tezinin sonunu hazırlayan tohumlar bizzat kuramın
ortaya çıkışından kısa bir süre sonra ekilmeye başlanmıştı. Rönesans
döneminde daha çok tohum ekildi, bunların serpilmesi başlarda çok yavaş
olsa da 1800’Ierin başlarında mahsul olgunlaşmaya başlamıştı. Kitabın
ilerleyen bölümlerinde, sonunda bir araya gelerek bu süreci tamamlayan ve
böyle- ce mikrop devrimini mümkün kılan ana eğilimlerden üçü ele
alınmaktadır. Birincisi, mikropların keşfi ile mayalanma ve çürümeye yol
açmadaki rollerinin zamanla kabulü. İkincisi, tıp uygulamalarında doğrudan
Fransız Devrimi’nden kaynaklanan dönüşümler. Son olarak da enfeksiyon ve
hastalıkların bulaşmasının öneminin kavranması.
II Devrimin Mikropları: Devrimin
Tohumları MÖ 500 - MS 1850
2. Ölüm Cephanelikleri
Kadim tıp geleneği, modern mikrop kuramında yer alan hastalığa “dışarıda”
bir şeyin neden olduğu yönündeki temel fikre tamamen yabancı değildi. Bu
kadarı, Hipokrat’ın MÖ 5. yüzyılda yazdığı, en bilinen yapıtının başlığından
(Havalar, Sular ve Yerler) kolayca anlaşılabilir. Modern tıbbın babasına göre,
hava koşullarından mevsimle-re, rakımdan rüzgâr yönüne kadar geniş bir
etkenler dizisi hastalığa yol açabiliyordu. Ancak Hipokrat hastalığa en yatkın
yerlerin arasında, durgun su kaynaklarının ya da bataklıkların yakınlarında
kurulu kasabaları özellikle vurgulamıştı. Bu yerlerde rüzgârın civarda
yaşayan insanlara ölümcül gazlar taşıdığına inanılıyordu. Bu zararlı gazlar
tam olarak tanımlanmamıştı. Anlaşılan kötü kokan sular ve pis koşullar ile
hastalıklar arasında bir bağlantı kuruluyordu; antik kültürler kötü kokuyu
kötüye işaret olarak gördüklerinden, iyi temizlik koşullarının önemini
çabucak kavradılar.
Elbette bu durum, Antik Yunanların hastalıkların yayılmasında mikropların
rolünü kavradıkları anlamına gelmez. Neredeyse diğer her şey hakkında akıl
yürütmüşlerdir denebilir ancak mikrop kuramı düşünsel dünyalarında yer
almıyordu. Ne var ki Antik Yunanlar ardıllarına her ikisi de pislik ve
çürümeyle ilintili olan, havayla taşman gazların ve suyla taşman zehirlerin
hastalıklara yol açabileceği fikrini miras bırakmışlardır. Bilhassa Romalılar
halk sağlığı programlarına büyük yatırımlar yapmışlardır. Pislik, kirli su ve
hastalık arasında kurdukları ilişkiyi simgeleyen devasa bir anıt niteliğinde
olan binlerce mil uzunluğunda su kemerleri inşa etmişlerdir.
Engizisyon raporlarının günümüze kadar ulaşması sayesinde Ortaçağ
köylülerinin temizlik uygulamaları hakkında kanıtlar bulabilmekteyiz. Güney
Fransa’nın dağlarında yer alan Montaillou köyünün Hristiyan olmayan
sakinleri hakkındaki bir raporda, bu insanların hayatlarını tamamen sağlıksız
bir biçimde sürdürdükleri belirtilmektedir. Bu bölgede, ister zengin ister fakir
olsun hiç kimse banyo yapmıyordu; dahası, köyün yakınlarında yer alan
dereler çoğunlukla cüzzamlılara terk edilmişti. Ancak bir sürü gelenek ve
tabu sebebiyle, yiyeceklerin hazırlanması ya da kutsanması esnasında
kullanılan vücut bölümleri, özellikle eller, yüz ve ağız vücudun geri kalanına
kıyasla temiz tutulurdu. Zararlı maddelerin yutulması sonucu hastalığa
yakalanma endişesinin yarattığı korku, Montaillou köylülerini yemekten önce
ellerini yıkamaya ve yüzlerini kaba dokunmuş bezlerle iyice silmeye sevk
etmişti.
Zehirli Miasma’lar
Ancak pislik ve hastalık konusundaki fikirler on yedinci yüzyılın ortalarına
kadar kesinlik kazanmamıştır. Sonra, aralarında Robert Böyle ve Thomas
Sydenham’ın da bulunduğu bazı İngiliz doktor ve bilim insanları havanın
hastalığa yol açabilen, genellikle yerden çıkan, küçük inorganik parçacıklar
içerdiği görüşünü savunmaya başladılar. On sekizinci yüzyılın ortalarına
gelindiğinde, bu solunabilir parçacık ya da miasmatik hastalık kuramı son
derece popüler olmuştu. Sağlığa zararlı büyük şehirler ile yıkıcı ve bulaşıcı
hastalıkların ortaya çıkmasını takiben, hijyen giderek daha fazla ciddiye
alınmaya başladı. Aslında birkaç kuşak içinde insanlar koku konusunda daha
ince bir kavrayış edindiler. On sekizinci yüzyılda şehirlerde yaşayan
yoksullar hâlâ apar topar inşa edilmiş, iğrenç sayılabilecek derecede pis ve
sağlıksız yerlerde yaşıyorlardı. Ancak büyük Avrupa şehirlerindeki "vebalı
insan mezbeleleri ”nin salgın hastalıkların yuvası olduğu görüşü çoktan
yayılmaya başlamıştı bile. İlk kamu sağlığı kampanyacıları, tabakhaneler,
çöplükler ve bataklıkları “ölüm cephanelikleri” olarak adlandırdılar. Söz
konusu “ölüm cephanelikleri” nin pislikleri ve berbat kokularıyla yerleşim
alanlarındaki sokakları ve evleri yaşanmaz hale getirdiğine dikkat çektiler.
Zehirli miasma fikrinin tıp düşüncesinde büyük bir önem kazanmasıyla,
ölülerin şehir sınırlan içinde gömülmesi yeni yasalarla yasaklandı; 1750’lere
gelindiğindeyse büyük şehirlerdeki lağımların pek çoğunun kapatılması için
adımlar atılmaya başlandı. İlk kamu sağlığı savunucularından, Quaker
mezhebine üye bir kumaş tüccar olan John Bellers, ikna edici bir şekilde
Londra sokaklarının temizlenmesine ve mandıralarla mezbahaların
bulunduğu alanların düzenlenmesine ihtiyaç duyulduğunu dile getirdi. Nabza
göre şerbet vermesini iyi bilen Bellers iktidardakilere hitap etmeyi iyi
biliyordu. “Üretken, diğer bir deyişle çocuk sahibi olabilen, işçilerden her
birinin erken ölümü Krallığımıza iki yüz poundluk kayba mal olmaktadır,”
diye yazmıştı Bellers. Benzer şekilde hayırsever John Hovvard 1770 ve
1780’li yıllarda Avrupa’daki hapishane ve hastaneleri ziyaret etmiş ve
ülkesine dönüşünde basit hijyen önlemleri alınarak her iki mekânda da
görülen ateşli hastalıkların önüne geçilebileceği sonucuna varmıştır.
Bu türden tavsiyeler büyük ölçüde duymazdan gelinmiştir. Şehirlerdeki
konutların ve kanalizasyon sistemlerinin düzeltilmesi için hükümetler mali
kaynaktan, endüstri ise teşvikten yoksundu. En ciddi aksaklıklar bile bazen
düzeltiliyordu ancak giderek artan sayıda insanın kitlesel göçlere hazır
olmayan şehirlere akın etmesiyle işler sarpa sardı. Amerikalı Doktor
Benjamin Rush’ın 1793’te salgın hastalıkların çıkması halinde "hemen
kaçın!” tavsiyesi, epeyce bir süre yapılabilecek en mantıklı şey olarak kaldı.
Ancak on sekizinci yüzyılda devletlerin denetimindeki alanlarda yeni
‘‘temizlik öğretisi” genellikle iyi kabul görmekteydi. İngiliz ordusu içinde
yetenek ve liyakate en çok önem veren ve en yenilikçi güç olan donanma,
genişleyen filosunun tamamında katı temizlik kuralları uygulamaya başladı.
Hastalıkla olduğu kadar itaatsizlikle de ilişkilendirilen pislik düzenli
fırçalama, kireç badana, buharla dezenfektasyon ve sirke gibi antiseptiklerin
kullanımı aracılığıyla çözülmeye çalışılıyordu. Misket limonu suyunun da
iskorbüte karşı koruyucu bir madde olarak kullanılmasıyla birlikte, James
Lind'in ordunun “kılıçtan ziyade hastalık yüzünden daha çok askerini
kaybettiği” şeklindeki yorumu, 1700’lerin sonunda Kraliyet Donanması için
geçerliliğini kaybetmiş oluyordu. Çok daha fazla sayıda asker kurşun
yaraları, boğulma ya da cinsel hastalıklar yüzünden ölecek kadar uzun
yaşıyordu. On sekizinci yüzyıldaki hijyen hareketinin uygulamadaki
zayıflığına karşın, 1800’lerin başlarında birçok hastalığın havada uçan
inorganik miasmalardan kaynaklandığı görüşü tıp ve donanma çevrelerinde
yerleşmişti. Bu, yalnızca otuz-kırk yıl sonra mikrobiyal hastalık kuramının
ortaya çıkmasına doğrudan hizmet edecekti.
2
3. Bulaşıcı Effluvia
Enfeksiyon kavramı çok eski olsa da bununla yakından ilintili olan
hastalıkların bir insandan bir başkasına geçebileceği fikri o kadar eski
değildir. Kesin olarak tanımlanmış bulaşma kavramları Hristiyan dünyasında
muhtemelen ancak Orta Çağ’da milletleri kırıp geçiren korkunç hıyarcıklı
veba salgınlarının etkisiyle ortaya çıkmıştır. Vebanın ani ve yıkıcı etkisi
birbirlerine rakip bir yığın açıklamanın doğmasına neden olmuştur. Bu
açıklamalar arasında tanrının gazabı, gökyüzündeki tuhaf hareketler ve garip
hava koşulları yer alsa da hastalığın doğası birçoklarını bu illetin insandan
insana geçtiğini fark etmeye zorlamıştır.
İlerleyen yüzyıllarda yeniden nükseden veba salgınları bu izlenimi daha da
güçlendirmişti. Vebanın bulaşıcı olduğuna ilişkin kanıtların artmasıyla
birlikte ise devlet yetkilileri gerekli önlemleri almışlardı. Veba kurbanları
tecrit edilmiş, evleri tahtalarla kapatılmıştı. Daha sonra, gemi
mürettebatlarının karantinaya alınması uygulaması İtalya’dan başlayarak
Avrupa'nın diğer belli başlı limanlarına da hızla yayıldı. Vebanın bulaşıcı
olduğunun fark edilmesi iyi niyetli sayılamayacak uygulamalara da yol
açmıştı. 1347 yılında Karadeniz kıyısındaki Kefe şehrini kuşatan Tatarlar,
şehirde hıyarcıklı veba salgını çıkarmak amacıyla bu hastalıktan ölen
insanların cesetlerini mancınıkla şehrin surlarından aşırtmışlardı. Bu olay,
uzun biyolojik savaş tarihinin başlangıcıdır. Hastalıkların bulaşıcı olduğu
görüşü Yeni Dünya’dan frenginin gelmesiyle giderek ivme kazandı. Bu yeni
ve ölümcül hastalığın cinsel ilişki yoluyla yayıldığı çok geçmeden
kanıtlanmıştı. Ancak, kurbanların giderek damgalanmasıyla, frenginin
nefesten, giysilerden, kap kacaktan hatta hasta annelerin sütünden bile
geçebileceğine inanılmaya başlandı. Müphem bir “ahlaki bulaşma” kavramı
geliştiren toplumdaki saygın ve dini bütün bireyler, frengi hastalarından
olabildiğince uzak durmaya başladılar. Ancak bulaşıcı hastalığın en belirgin
örneği çiçek hastalığıydı. Ülkelerine dönen Haçlılarla birlikte Avrupa’ya
gelen çiçek hastalığı nihayet insandan insana geçen bulaşıcı hastalığın en ikna
edici örneğini sunuyordu. Dehşet verici, genellikle ölümcül ve Thomas
Babington Macaulay’in unutulmaz sözleriyle, “bebekleri annelerinin bile
bakmaya korktuğu bir şeye dönüştüren, genç bir kızın gözlerini ve
yanaklarını nişanlısına korkunç bir ucube gibi gösteren” bu hastalığın bulaşıcı
olduğu dünyanın bazı kesimlerinde yüzyıllardır biliniyordu.
Avrupa’daki kurbanlarınca bilinmese de takribi olarak 1000 yılında, Çinliler
çiçek hastalarının yara kabuklan ve kabarcıklarından elde ettikleri bir tozun
nefesle içe çekilmesi yoluyla söz konusu hastalığa karşı aşı yöntemi
geliştirmişlerdi. Orta Çağ döneminde, özellikle Ortadoğu’da, çiçek hastalığı
sonucu oluşan yaraların kabuklarının ve lenf iltihaplarının keskin fildişi bıçak
kullanılarak deri altına yerleştirilmesi yaygın bir pratikti. Ancak o dönemde
Avrupa bilimsel, ekonomik ve kültürel açıdan olduğu gibi bu alanda da çok
gerilerde kalmıştı.
Aşılama ve çiçek hastalığının bulaşıcı olduğu fikri on sekizinci yüzyılın
başlarına kadar Batı Avrupa’ya ulaşmamıştır. İşte o dönemde, büyük bir
aristokrat olan Mary Wortley Montagu, İstanbul çarşılarında bu uygulamayla
karşılaştı ve bunun ne kadar önemli olduğunu çok geçmeden kavradı. Kendisi
de hastalık yüzünden yara bere içinde kalmıştı ve kaşlarını kaybetmişti; bu
nedenle çocuklarını bu illetten korumak istiyordu. Sonuç olarak 1721’de
Montagu’nün kızı çiçek hastalığına karşı aşılanan ilk Britanyalı olmuştu. Çok
geçmeden onu daha da soylu denekler izledi: Büyük Britanya Krallığının
başındaki yeni Hannover Hanedanının çocukları. Hannover Hanedanı üyeleri
çiçek hastalığı sayesinde İngiliz tahtına çıkmayı başarmışlardı ancak
çocuklarını aynı illete kurban etmeye hiç razı değillerdi. Yine de II. George
çocuklarını riske atmadan önce aşıyı birkaç hüküm giymiş suçlunun üzerinde
denetmişti. Emsaller oluştukça ve aşılama uygulaması daha güvenli hale
geldikçe bıktırıcı eleştirilere karşı istikrarlı ilerlemeler kaydedildi.
Edward Jenner inek çiçeği üzerinde deneyler yapmaya başladığında
hâlihazırda Londra ve çevresinde birkaç çiçek hastanesi vardı. Her yıl
binlerce insan bu hastanelere bağışıklık kazanmaya gidiyordu. Sağlıkları
yerinde ve enfeksiyonla baş edebilecek insanların derilerine hastalıklı çiçek
maddesi zerk ediliyor ve bu uygulamadan sağ çıkmaları umuluyordu. Bu
intihar etmek gibi aptalca gelebilir ancak kayıtlara bakılırsa ölüm oranı
yalnızca 400’de bir idi. Buna rağmen, aşı maddesinin etki standardının
tutturulamaması yüzünden, çok sayıda insanın vücudunda büyük biçimsel
bozukluklar meydana geliyordu.
Aşılama, hastalıkların bulaşıcı olduğu fikrini o denli canlandırmıştı ki
generaller bu bilgiyi Britanya’ya gelişinden kırk yıl sonra ölümcül bir şekilde
kullanmaya başladılar. 1763 yılında, Sir Jeffrey Amherst, Albay Henry
Bouquet’e çiçek kurbanlarının vücut sıvıları bulaşmış battaniye ve örtüleri
sorun çıkaran Amerikan Yerlilerine vermelerini emretti. Amherst, “bu
tiksindirici ırkın kökünü kazıma” hamlesinde, kimsenin gözünün yaşına
bakılmayacak, diye gürlemişti. Bu ölümcül hastalık, iki yüzyıl önce Aztek
İmparatorluğunu dize getirdikten sonra, şimdi de onların Kuzeyli komşularını
kırıp geçiriyordu. Rahip Increase Mather, “Kızılderililer huysuzluk etmeye
başlamışlardı ancak Tanrı Kızılderililere çiçek hastalığını göndererek bu
tatsızlığı sona erdirdi” demiştir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar
kolera, tifo, tifüs ve difteri gibi salgın hastalıkların da insandan insana geçip
geçmeyeceği konusunda şüphe duyulmaya devam etti. Oysa veba, frengi ve
çiçek konusunda bir kuşku yoktu. Bu, 1800 yılında, tanınmış İskoç Doktor
William Cullen’in hastalık türleri hakkında yaptığı sınıflandırmadan
anlaşılmaktadır. Cullen, bu hastalıkları, “bulaşıcı effluvia”nın neden olduğu
bulaşan hastalık sınıfına dâhil ederek ayrı tutmuştu. Cullen’a göre, söz
konusu hastalıklar kişiler arası temas yoluyla bulaşıyordu. Cullen’m
açıklaması mikrop kuramına giden yolda önemli bir adım atıldığını
göstermektedir. Ona göre, bulaşıcı effluvia belirgin bir farklılığı
bulunmaktaydı: Effluvia bulaştıkları kişilerde her zaman aynı hastalığa yol
açıyordu. Nihayet, belli bir hastalığın belli bir nedeni olduğu fikri ortaya
atılmıştı. Bu, tıp düşüncesinde zaman zaman, özellikle de İngiliz Doktor
Thomas Sydenham’ın on yedinci yüzyıldaki yazılarında ortaya çıkmıştı
ancak aynı fikir şimdi tıp kuramının temel bir parçası olma yolundaydı.
Şimdilik, organik bir failin hastalığa yol açması söz konusu değildi. Gene de
bir şeyin kurbandan kurbana geçtiği ve her zaman aynı hastalığı ortaya
çıkardığı fikri tıp literatürüne yerleşmeye başlamıştı. Bu, hastalığın neredeyse
tamamen hastanın kişisel geçmişiyle ilgili olduğu ve hastalığa yol açan
maddelerle hiçbir ilgisi olmadığını savunan William Brownrigg’in tıbbi
dünya görüşünden sonra büyük bir ilerlemeydi.
Bazı hastalıkların hem bulaşıcı hem de kendine has olduğu düşünülüyordu,
öyleyse mikrop kuramının ortaya çıkması için doktorların hastalıklara yol
açan mikrobiyal failleri tespit etmesi gerekiyordu. Kavramların bu şekilde
çakışması için otuz-kırk yıl daha geçmesi gerekecekti. Ancak biz şimdi bu
olayın gerçeklemesinde pay olan başka bir olguya bakacağız: Hem
mikroorganizmaların varlığını hem de onların kokuşma ve çürümede
oynadıkları rolü gösteren kanıtların istikrarlı olarak birikmesi.
4. Leeuwenhoek’un “Küçük Hayvanları”
Kayda geçen ilk diş ipi kullanımı 1683 Eylülündedir. Bu işi yapan kişi ise
Hollanda’da bir şehirde küçük bir memur olarak çalışan ve zamanının en usta
mikroskop yapımcılarından biri hâline gelen Anthony van Leeuwenhoek’tu.
Leeuwenhoek “genelde çok temiz” olan dişlerinin arasındaki “beyaz
madde”nin birazını iple kazıyarak çıkardıktan sonra mikroskobunun altında
inceledi. Daha birkaç ay öncesinde de bu tanınmış Hollandalı, mikropları
gören ilk insan olmuştu. Ancak diş ipiyle yaptığı tarihi deneyden sonra tanık
olduğu "küçük canlı hayvanların” miktarı ve çeşitliliği onu afallatmıştı.
Leemvenhoek’un deneyiminin nasıl bir şey olduğu, diğer bir deyişle
yeryüzündeki yaşam türlerinin miktarı konusunda yapılan tahminlerin
oldukça yanlış -hatta gülünç bir şekilde yanlış- olduğunu fark etmek, ancak
bizzat yaşayarak anlaşılabilir. Leeuwenhoek’un keşfettiği gibi, dünya
inanılmaz derecede olağanüstü çeşitlilikte mikrobiyal yaşam
barındırmaktaydı. Böyle olsa da Leeuwenhoek’un keşfi karşısında
mütevazılaştığı söylenemez. Bir çığır açtığını biliyordu ve Londra Royal
Sociely tarafından basılan bir dizi mektup sayesinde bunu paraya da
çevirmişti. Çok geçmeden insanlar o güne kadar hayal bile edilemeyecek bu
dünyayı görme hevesiyle, Avrupa’nın dört bir yanından gözlerini onun
mikroskoplarının okülerine dayamak için Hollanda'ya akın etmeye başladı.
Ama Leeuwenhoek hastalık yayma konusunda “küçük hayvanlar”ına hiçbir
rol atfetmemişti. Hem neden böyle bir şey yapsın ki? Eylül 1683’te gördüğü
hiçbir şey, çoğu tıp kuramının büyük ölçüde dayandığı ve mikrop kuramının
bahsinin bile geçmediği antik metinlerin yetkinliğini tehlikeye atmamıştı ki.
1546’da İtalyan Girolamo Fracastoro bazı hastalıklara taşıyıcılarda
kendilerini çoğaltabilen minik “tohumların” yol açabileceğini söylediğinde az
da olsa bir ilerleme olasılığı belirmişti. Ancak somut hiçbir kanıta
dayanmadığı ve fikirlerini son derece teolojik kavramlarla ifade ettiği için,
Fracastoro’nun tohumlarının Leeuwenhoek’un mikroplarıyla
ilişkilendirilmesi ihtimali pek yoktu.
Gerçekten de Hollandalı bilim insanı yaptığı gözlemlerin günün birinde insan
hastalıklarının açıklanmasında işe yarayacağını duysa şaşırırdı. Leeuwenhoek
ve çağdaşları açısından kilit bilimsel mesele oldukça farklıydı: Bu gizemli
organizmaların nereden geldiğini bulmak. Daha sonra yapılan araştırmalar
kokuşma ve çürüme izlerinin olduğu her yerde Leeuwenhoek’un
mikroplarının varlığını ortaya koymuştu. Bu durumda üç olasılık söz
konusuydu: Ya mikroplar çürümeye yol açıyordu, ya çürümenin olduğu yere
yöneliyorlardı ya da çürüme esnasında bizzat kendileri ortaya çıkıyorlardı.
Kendiliğinden türeme olarak adlandırılan üçüncü seçenek kulağa tuhaf
gelebilir. Ancak Leeuwenhoek’un çağdaşlarının birçoğu, o zamanlar oldukça
mantıklı sayılabilecek şekilde, bütün yaşamın gizemli içsel bir enerjiye ya da
“dirimsel” bir güce dayandığını düşünen “dirimselci”lerdi. Dirimselciler, bu
gücün organik, canlı olmayan maddeleri istila etmesi üzerine bazen
mikroorganizmaların yaratılmasına yol açan bir yaşam enerjisinin harekete
geçtiğini savunuyorlardı.
Ne var ki Leeuwenhoek’un zamanında bile yaşamın kendiliğinden
başlayabileceği görüşü herkesçe kabul görmüyordu. Kendiliğinden türeme
görüşünün yaşamın doğası hakkında ortaya koyduğu temel sorular, bu fikre
karşı çıkanları derinden rahatsız ediyordu. Yaşamı yaratma yalnızca Tanrıya
özgü bir güç müydü? Yoksa peynirde kurtlanma görüldüğünde, şarap
sirkeleştiğinde, besinler kokmaya başladığında ya da eski giysilerin altından
fareler çıkmaya başladığında görülen organik maddelere içkin bir şey miydi?
Ve eğer Yaratan bu süreçlere karışmıyorsa Tekvin ‘de Âdem’le Havva’nın
ortaya çıkışıyla doruğa ulaşan “tek bir yaratıcı ışık” iddiası nasıl
açıklanabilirdi?
Bunlar olabildiğince karmaşık konulardı. Kendiliğinden türeme kuramı,
yaşamı organik maddelerin mekanik bir özelliğine indirgeme ve böylece
Tanrıyı gereksiz gösterme tehlikesi barındırdığından, bütün Avrupa'daki
endişeli ilahiyatçılar durumdan yakınmaya başladılar. Tehlikede olan
yalnızca Tanrı’nın konumu değildi, bunu görebiliyorlardı. O’nun gücünün
azaldığına hatta kaybolduğuna inanılırsa, O’nun adına hükmettiklerini iddia
eden Hristiyanlık dünyasındaki kralların iktidarı da zayıflayacaktı.
Leeuwenhoek'un keşfinden birkaç yıl sonra hummalı bir tartışmanın
başlaması hiç de şaşırtıcı değildir.
Ölüm Melekleri
Belki de doğumdan hemen sonra annenin ölümü, doğası gereği çok acı bir
olay olduğundan lohusa hummasının ölümcül sonuçlan tıp çevrelerince başka
daha ölümcül hastalıklardan her zaman daha önemli görülmüştür. Ancak bu
endişe doktorların enfeksiyonun nasıl yayıldığını anlamasına pek de katkıda
bulunmamıştır. On sekizinci yüzyılın sonundan başlayarak birkaçı yüksek
sesle bu hastalığın bulaşıcı olduğunu dile getirmeye başladılar ama bu fikrin
geniş kesimlerce benimsenmesi ancak 1870’lerde olmuştur. Bu görüşün nihai
başarısına giden yol oldukça zorlu ve sarptı. Çünkü hem doktorların hem de
ebelerin hastalığın bulaşıcı olduğu fikrini çürütmek için gizli saikleri vardı.
Bulaşma savını destekleyecek kadar cesur ya da gözü kara ilk doktor
İskoçyalı Alexander Gordon’du. Aralık 1789 ve Mart 1792 tarihleri arasında,
yaşadığı bölge lohusa humması salgınıyla kasıp kavruluyordu. Gordon hemen
bütün vakaları kayda geçirmeye başladı ve çok geçmeden hepsinde ortak bir
husus gördü: ölümle sonuçlanan her bir vakada, doğumda hazır bulunan
doktor ya da ebe daha önce “hastalıkla boğuşan bir başka hastayla”
ilgilenmişti. Gordon, lohusa hummasının bulaşıcı olduğu ve "bir vakadan bir
başkasına doktorlar ve ebeler aracılığıyla sirayet ettiği” sonucuna vardı.
Haklıydı ama bu meslektaşlarının hiç de duymak istediği türden bir şey
değildi. Hastalarım her zaman iyileştirmeyi başaramamakta bir sorun yoktu,
ne var ki hiçbir tıp çalışanı özü itibariyle bir ölüm meleği olarak
nitelendirilmeyi hoş karşılamazdı. Gordon incelemesinde en fazla ölümlü
doğumda görev alan ebelerin isimlerine de yer verince durumu daha da
vahimleştirdi. Onların da bir araya gelip Gordon’u yeni tehlikeli fikirleri
pazarlayan biri olarak yaftalamak için ellerinden geleni yapmaları pek
şaşırtıcı değildir. Gordon Aberdeen’den kovuldu, donanmada kısa süreli bir
görevden sonra ise umudunu yitirmiş hâlde ve hayal kırıklığı içinde erkek
kardeşinin çiftliğine sığındı.
Buna karşılık, Amerikalı şair ve doktor Oliver Wendell Holmes bu durumu
nispeten ucuz atlatmıştı. Ancak doktorluk diplomasını henüz almış biri olarak
Gordon ’la aynı sonuca ulaşınca şimşekleri üzerine çekti. Holmes, lohusa
hummasından düzinelerce hastası ölen birtakım çarpıcı bireysel doktor vakası
olduğunu, oysa aynı bölgede hiçbir hastası ölmeyen doktorlar da olduğunu
belirtmişti. Görülen o ki bu hastalık kendisiyle aynı mesleği icra eden birçok
doktorun savunduğu miasmacı kavramlarla açıklanamazdı, havada dolaşan
zehirli partikül bulutları doktorlar arasında seçim yapamazdı ya. Örneğin
Philadelphialı Dr. Rutter bir yıl boyunca eşlik ettiği her doğumdan sonra
annelerin öldüğünü fark etmişti. Bu kesinlikle tesadüf olamazdı.
Rutter da hastalığın nedeninin vücudunda ya da giysilerinde taşıdığı bir şey
olabileceğini fark etti. Bu yüzden sakallarını ve saçını tıraş etti, vücudunu
tamamen yıkadı, elbiselerini ve aletlerini değiştirdi ve kendisini birkaç hafta
boyunca karantinaya aldı. Gene de, yeniden çalışmaya başlayınca
doğumlarında bulunduğu kadınlar lohusa hummasından ölmeye devam etti.
İtibarı onulmaz derecede zedelenen Rutter kısa süre sonra apar topar
Philadelphia’dan ayrıldı.
Holmes 1855 yılında, “lohusa hummasının doktorlar ve hemşireler tarafından
sıklıkla hastadan hastaya geçirilebilecek denli bulaşıcı bir hastalık olduğunu”
gösteren bu olaya ve diğer kanıtlara atıfta bulundu. Yaşayan mikroplardan
söz etmemişti. Ancak doktorlardan ve ebelerden ölen kadınlara otopsi
yapmaktan kaçınmalarını ve eğer kendi bakımları altındayken üç kez art arda
ölen kadın varsa doğum ameliyatlarına girmemelerini rica etti.
Holmes’un kitabına verilen tepkiler hızlı ve sertti. Saldırıların öncülüğünü
Philadelphia’nın tanınmış profesörleri Charles Meigs ve Hugh Lodge
yapıyordu. Meigs Holmes’un yazdığı incelemeyi, “toy bir öğrencinin abuk
sabuk fikirleri” olarak niteledi. Lodge ise öğrencilerine lohusa hummasının
yayılmasından doktorları sorumlu tutmanın olanaksız bir şey olduğunu
söyledi. Gene de yaklaşık 1840’lardan başlayarak, birçok Amerikan doktor
işini sağlama almak için doğumdan önce tamamen yıkanmaya başladı.
Bulaşma görüşü Britanya’da da büyük ilerleme kaydetti. 1840’lı yıllarda
James Young Simpson doktorların ve ebelerin lohusa hummasını yaydığına
tamamen ikna oldu. Mikropların parmaklarımız üzerinde dolaştığını ilk iddia
edenler arasında yer alan Simpson, parmakları akıllarda yer eden bir şekilde,
“ilk aşılama yapanların kullandığı sivri fildişi uçlara” benzetti. Simpson
doğumun vajinada çizik ve sıyrıklara yol açtığını, rahmi yaralarla
doldurduğunu ve “birçok atardamarın ve damarın ağzını” korunmasız
bıraktığını ortaya koydu. Ona göre, bu, ölümcül maddelerin vücuda girmesini
kolaylaştıran birçok nokta oluşturmaktaydı.
Simpson bu fikirleri öne sürerken Viyana’da çalışan Macaristan doğumlu bir
başka doktor da aynı sonuca ulaştı. Ignaz Semmehveis Viyana Belediye
Hastanesi’ndeki lohusa hummasından kaynaklanan ölüm oranlarından
dehşete düşmüştü, kendini bu sorunun nedenlerini saptamaya adadı.
Semmelıveis’in şansı yaver gitti çünkü mükemmel bir biçimde karşılaştırmalı
araştırma yapmasını sağlayacak birbirinden çok farklı ölüm oranları olan iki
doğum servisi vardı. İlk servisin yüzde 29 gibi oldukça ürkütücü bir ölüm
oranı vardı. İkincisinde ise bu oran yalnızca yüzde 3’tü. Semmelweis iki oran
arasındaki bu uçurumu çok çarpıcı bulmuştu ve çok geçmeden bunun
nedenini de keşfetti. İlk servisteki doğumlar, çoğunlukla otopsi odasından
doğruca doğumhaneye giren tıp öğrencileri tarafından idare ediliyordu. Oysa
İkincisinde yalnızca ebelik öğrencileri çalışıyordu ve ellerinde kadavralardan
bulaşan maddeler yoktu. Semmelweis doktorların bilmeden de olsa korkunç,
kısır bir döngü içinde düzenli olarak ölülerden yaşayanlara ölümcül maddeler
taşıdıklarını fark etti.
Sanki kader onun doğru sonuca ulaştığını kanıtlamak istiyor gibiydi, çok
geçmeden otopsi sırasında kazara parmağını kesen bir profesörünün ölümüne
tanık oldu. Profesörün gösterdiği belirtiler tıpatıp Birinci Doğum Servisinde
ölen düzinelerce annenin belirtilerine benziyordu. Bunun sonucunda,
Semmelweis Mayıs 1847’de ani bir karar alarak personelin doğum
ameliyatına girmeden önce ellerini klorlu suyla yıkaması emrini verdi.
Lohusa hummasından kaynaklanan ölümler aniden ve çarpıcı bir şekilde
azaldı.
Ne var ki Semmelweis şöhretin tadım çıkaracağı yerde, daha on yıl
geçmeden, berbat bir akıl hastanesinde, karısı tarafından terk edilmiş, çoğu
eski meslektaşı tarafından unutulmuş ya da aşağılanmış hâlde ölmekteydi.
Nelerin ters gittiğini ele alan birçok açıklama Gordon’a reva görülen
muameleye benzer bir tablo yansıtsa da Semmehveis’in trajik düşüşünün asıl
nedenleri daha karmaşıktır. Şurası kesin ki, istemeden de olsa yüzlerce ölüme
neden olduklarını kabul etmeyen bazı hastane yöneticileri onun fikirlerinden
rahatsız olmuşlardı. Ancak Semmehveis'ın çıkarcı doktorlar tarafından
çabucak dışlandığı şeklindeki klasik açıklama bir efsaneden öteye gitmez
denebilir. Aslında Semmehveis, başarılarını Avrupa’da yaymaktan başlarda
mutluluk duyan sadık birçok destekçi bulmuştu. Bu sadık destekçiler,
Semmehveis’ın Viyana hastanesindeki uzun zamandır göz koyduğu göreve
atanmayınca yaşadığı büyük bir kişilik değişiminin ardından ondan
uzaklaştılar. Bu olayı takip eden aylarda, o zamana dek sıkça eksantriklik
sergileyen davranışları psikoza doğru kaymaya başladı.
Ruh halindeki şiddetli dalgalanmalar, aşırı paranoya ve cinsel sapkınlıklar
onu radikal bir kuramı savunabilecek en son kişi hâline getirdi. Semmehveis
kendisini eleştirenlerden biri hakkında, “Tanrı’nın huzurunda, senin bir katil
olduğunu ilan ediyorum’’ ve bir başkası için de “git birkaç dönem mantık
dersi al” diyerek tıp dünyasında bir skandala yol açtı. Semmelweis
arkadaşlarıyla vedalaşma gereği bile duymadan Viyana’dan ayrılarak geriye
kalan dostlarını da gücendirdi. Bu tam bir felaketti. Orijinal bilimsel fikirleri
kabul ettirmek sıra dışı sosyal beceriler gerektirir. Ama Semmehveis’ın akli
durumu etkin bir şekilde davranmasına engel oldu. Yalnızca meslektaşlarının
aşın tutuculuğu değil, kendi kişisel bahtsızlıkları da onun önerdiği hijyen
önlemlerinin daha da yaygınlaşmasının önünü tıkadı.
Ancak akıl hastanesine kapatıldığı zamana dek, Gordon’un, Holmes’un ve
Simpson’un olduğu kadar, Semmehveis’ın da görüşleri epeyce yayılmıştı.
Sonraki otuz-kırk yılda artan sayıda doktor lohusa hummasının bulaşıcı
olduğunu kabul etmeye başlamıştı. Belki diğerlerinden ziyade, söz konusu bu
hastalığa ilişkin değişen tavırlar, daha büyük bir atılım için zemin
hazırlamıştı.
7. Başlangıcın Sonu
On dokuzuncu yüzyılın ortalarına gelindiğinde mikrop devriminin
gerçekleşmesi için ortam hazırdı. Çok az insan bir devrimin yakın olduğunu
görebildi ancak mikroplar, çürüme-de oynadıkları rol ve bulaşıcı hastalıkların
varlığı gibi konularda, insanlara mikrop kuramının en azından incelenmeye
değer olduğunu gösterecek kadar bilgi birikimi vardı. İster organik ister
inorganik olsun zehirli miasma’lar hakkındaki fikirler, aynı zamanda birçok
doktoru hastalığa yol açabilen minik partiküller olabileceği ihtimaline
alıştırmıştı. Ne var ki, bütün bunlara karşın 1850’de mikrop kuramının
savunucuları geleceğin epey kasvetli olacağını düşünüyorlardı. İşte aynı yıl
Britanya’nın önde gelen kamu sağlığı reformcusu John Simon
meslektaşlarına ve öğrencilerine, yaşayan organizmaların birçok ciddi
hastalığa yol açabileceğini ileri süren isviçreli Doktor Jacob Henle’nin
görüşleri hakkında bir konuşma yaptı. Simon kararlı bir şekilde böyle bir
olasılığa karşı çıkıyordu. Liebig’e bağlılığını bildiren Simon “bulaşıcı
hastalık olgusu özü itibariyle kimyasaldır” diyerek kesin fikrini ifade
ediyordu. Bu, dinleyiciler arasında çok az kişinin itiraz edebileceği bir
görüştü.
Simon’un ve onun sayısız müttefikinin direnişini eski tıbbi geleneklerle
yetişmiş doktorların gaddarlıklarına bağlamak çok cazip gelebilir. Bilim
tarihinin eskiden yazılış biçimi şu şekildeydi: Birkaç kâhinimsi deha bazı
şeylerin gerçekten nasıl işlediğinin farkına vanr, daha sonra hatalarını kabul
etmeye yanaşmayan ya da kendilerine gerçek olarak belletilenler dışında
hiçbir şeyi görmeyen meslektaşları ve rakipleri tarafından dışlanmış olarak
uzun yıllar ıssızlıkta inzivaya çekilirler. Gerçekte ise bu tür açıklamalar
genellikle romantik kurgulardır. Herkes gibi bilim insanı da değişime inatla
ve hasımca yaklaşabilir, kıskançlığın ya da kibrin esiri olabilir. Ancak
genelde bizler de yeni bir kuramın doğruluğunu kanıtlamanın ne kadar zor
olabileceğini gözden kaçırabiliriz. Mikrop kuramı bu hususa çok iyi bir
örnektir, örneğin, Kraliçe Victoria’nın doktoru, kadın hastalıkları ve doğum
uzmanı ve epidemiyolojist (salgın hastalıklar uzmanı) John Snow’u ele
alalım. Snow, 1854 'teki kolera salgını sırasında Soho’nun bir semtinde
hastalıktan ölenlerin daha çok Broad Street'teki bir su pompası etrafında
yoğunlaştığını göstermişti. Kısmen bu veriye dayanarak radikal bir sav ortaya
koymuştu: Kolera sudan yayılan bir hastalıktı, bu hastalığa belli bir mikrop
neden oluyordu ve kurbanların dışkılarında ortaya çıkıyordu. Günümüzde
Snow uluslararası bir kahramandır. Hatta biyoloji, halk sağlığı ve
epidemiyoloji ders kitaplarında kendisinden övgüyle söz edilen bu içki
karşıtının adı, Soho’daki bir pub'a verilerek (“The John Snow”)
ölümsüzleştirilmiştir.
Gene de 1850’lerde Britanya’nın önde gelen tıp dergisi The Lancet fikirlerini
“ana lağım "dan aldığını ileri sürerek Snow’un bütün makalelerini reddetti.
Fransız Bilim Akademisi de Snow’un makalelerini yayımlamaya yanaşmadı.
Bilim, Snow’u aklamış olduğundan onun bol miktardaki düşmanı bugün
tamamen kötü niyetli veya en azından aptal konumuna düşmüştür. Ama
1850’lere dönersek savlarında koskocaman açıklar olduğunu görürüz.
Aslında, Snow’un ölümlerin su pompası civarında yoğunlaştığına ilişkin
kanıtları hiçbir şekilde kirli suyun Soho’daki kolera salgınına yol açtığını
göstermiyordu. Birçok salgın hastalık uzmanının gözlemlediği gibi, topladığı
veriler, su pompasının yakınlarında çürümüş bir evsel atık yığınının
miasma’lar çıkardığı ve Soho sakinlerini zehirlediği yönündeki karşıt bir
savla da aynı derecede uyuşuyordu. Ama salgının kaynağının Soho’daki su
pompası olduğunu kabul etmeye hazır olanlar arasında bile, Snow’u
koleranın yalnızca diğer hastaların dışkılarıyla enfekte olmuş suyla
bulaşabileceğine inanacak kadar saf olmakla suçlayanlar vardı. Bu eleştiriyi
dile getirenler mantıklı bir itirazda bulunuyorlardı: Snow bir salgındaki
birkaç vakadan hareketle hastalığın ortaya çıktığı her durum için bir sonuca
ulaşmaya çalışarak mevcut kanıtların ötesine gidiyordu.
Snow'u eleştirenler arasında, bütün eğitimleri çoğu hastalığın birçok farklı
şekillerde üretilebileceği inancına dayalı olan doktorlar da vardı. Snow, belli
bir mikrop olmadan koleranın muhtemelen ortaya çıkmayacağını ima ederek,
bu yerleşik anlayışları rahatsız etmişti. Ama bu rahatsızlığın kaynağı,
yalnızca kolera mikroplarının varlığına ilişkin bir kanıt olmadığı için değil,
aynı zamanda çok makul bir şekilde, Snowun savlarının fazla iddialı
olduğunun düşünülmesiydi. Edinburglu John Hughes Bennett, “Neredeymiş
bu minik yaratıklar?” diye alay ediyordu. “Onları gören var mı?”
Resim 1: Victoria döneminden tipik pis bir metropol varoşu ve onun şanssız
sakinlerinin resmi. Gustave Dore ve Blanc Jerrold’un London: A Pilgrimage
(Londra: Kutsal Bir Yolculuk) adlı kitabından tıpkıbasım Londra: Grant,
1872, ilk baskı, s.124.
Liebig’in Hezimeti
Pasteur’un ilk buluşları biyoloji yerine kimya bilgisinden kaynaklanıyordu.
1850’lerin ortalarında Lille’de kimya öğretmeniydi. Bu bölge bira
imalatçıları, şarap tüccarları ve sirke üreticileriyle dolu olduğundan
mayalanma kimyasına derin bir ilgi göstermesi son derece doğaldı.
Pasteur’un araştırma projesi genellikle sirkeleşmiş şarapta bulunan bir bileşik
olan tartarik asidin kristalize yapısı hakkındaydı. Polarize ışık kullandığı
deneyleri, asit kristallerinin atom düzeyinde birbirinin aynadan yansıması
gibi duran iki farklı biçimde var olabileceğini gösterdi. Bu kulağa pek de
heyecan verici gelmeyebilir. Ancak daha önce hiçbir kimyacı bu tür asimetrik
bir moleküler düzenleme tespit etmemişti: Pasteur kesinlikle yepyeni bir şey
keşfetmişti. Ama bu önemli miydi? İyice merakı depreşen ve keyiflenen
Pasteur, bu asimetrik bileşiklerin nasıl oluştuğunu bulmaya karar verdi.
Sonunda doğru yanıtı buldu: Bunlar yalnızca yaşayan mikroorganizmaların
sürece müdahil olmasıyla ortaya çıkabiliyorlardı. Tartarik asit de çoğunlukla
şarap yapımı sırasında ortaya çıktığından, Pasteur mayalanmanın da
mikropların etkimesine gereksinim duyduğu sonucuna vardı. Böylece
dolambaçlı bir yoldan kendisini Justus von Liebig ile ihtilafa düşmek üzere
buldu. Bu şiddetli bir karşılaşma olacaktı.
Liebig’in mayalanmadan esinlenen mikrop kuramlarına karşı muhalefeti
şarap, bira ve sirkenin tamamen kimyasal bir süreçle üretildiğine
inanmasından kaynaklanıyordu. Mikropların olmaları gereken yer orası
olduğu için çözünen ya da mayalanan maddenin içinde bulunduğunda ısrar
ediyordu. Ama Liebig, hem haksız olması hem de zeki ve kararlı bir rakibe
karşı durması açısından iki kat şanssızdı. Birkaç yıl geçmeden Fransız rakibi,
mayalanmanın yaşayan mikroorganizmalara bağlı olduğunu göstermekle
kalmamış, bir mikroorganizmanın şarap, bir diğerinin sirke, bir başkasının
bira, diğerlerinin ise çürük ya da berbat kokan lapamsı bir bulamacın
yapımında rol oynadığını da kanıtlamıştı.
1857’de Pasteur’ün amacı fermantasyon sürecinde kullanılan mayanın
kimyasal bileşiklerden değil mikroorganizmalardan oluştuğunu kanıtlamaktı.
Cagniard de Latour da yirmi yıl önce aynı şeyi yapmaya çalışmış ve tıpkı
yaşayan hücrelere benzeyen, “basit, saydam, yuvarlak, birazcık uzamış,
nerdeyse renksiz” yuvarlar gördüğünü yazmıştı. Ama Liebig, Latour’un
sonuçlarını yetersiz bularak ciddiye almaksızın bir kenara itmişti. Bu durum
Pasteur’e mayanın aslında canlı olduğunu kanıtlamak için çok daha fazla
kanıta ihtiyaç duyulduğunu gösterdi. Fermantasyon sürecinde tıpkı diğer
yaşayan organizmalar gibi mayanın da uygun besinlerin olması koşuluyla
çoğaldığını ve ürediğini göstermesi gerekiyordu.
Su-şeker çözeltisi, maya ve amonyaktan oluşan bir eriyiği karıştırarak işe
başladı, fermantasyon tamamlanınca ise geri kalan değişik öğelerin miktarını
ölçtü. Su-şeker çözeltisindeki karbonun ve amonyaktaki azotun maya
taralından emildiğini ve hücre benzeri yeni yuvarlar üretmek üzere
kullanıldığını büyük bir heyecanla fark etti. Maya miktarı tam da sağlanan
besleyici madde miktarıyla doğru orantılı olarak artmıştı. Kısacası, maya
tıpkı canlı bir organizma gibi davranmıştı.
Pasteur bu deneyin ardından, “geceleri gaz lambası ile odasını aydınlatarak”
sonu gelmez saatler boyunca mikroskobundan yeni maya yuvarlarının nasıl
ortaya çıktığını pür dikkat gözlemledi. Gördüğü her şey, yaşayan hücrelerin
ortaya çıkışını izlediğine işaret ediyordu. Eski yuvarlar kalın zarlarıyla ayırt
edilebiliyorlardı, bunların üzerinde ise sık sık minik tomurcuklara benzeyen
şeyler beliriyordu. Bu tomurcuklar daha sonra büyüyor, zarları kalınlaşıyor
ve “anne” yuvardan kısmen kopuyorlardı. Yüzlerce kez tekrarlanan bu süreç
sonunda maya hücrelerinden oluşan yılan gibi uzun zincirler ortaya
çıkıyordu; bu hiç de inorganik kimyasal bir tepkimeye benzemiyordu. İşin
içinde Pasteur'ün daha önceki deneylerde kazandığı hüner de olunca, bu
kolayca tekrarlanabilen gözlemler bilimsel camianın çoğunu Liebig’in
yanılmış olduğuna ikna etmeye yetmişti.
Bu araştırmaları sırasında Pasteur, can alıcı bir keşif daha yaptı. Şarabın,
biranın ve sirkenin görünüş bakımından çeşitlilik arz eden mikroorganizmalar
barındırdığını göstermeyi başardı ve farklı mikropların farklı etkilere yol
açtığı sonucuna ulaştı. Ona karşı çıkanlar, zaman kaybetmeden, mikropların
benzer görünmeseler de tıpatıp aynı şekilde davranabileceğine dikkat çektiler.
Pasteur bir dizi harikulade deneyle, belirli mikrop biçimlerini ayırarak, onları
çeşitli akışkan ortamlara zerk edip bu iddiaya gereken cevabı verdi. Çok
geçmeden bu yöntem, nihai ürünün alkol mü yoksa başka bir şey mi
olduğunu katılan mikrop türünün belirlediğini gösterdi. Örneğin, şeker
solüsyonuna yalnızca maya katınca hep alkol elde ediliyordu, oysa
Mycoderma adını verdiği bir bakteriyi de katınca sirke elde ediyordu. Butirik
asit ortaya çıkaran ancak yalnızca oksijensiz ortamlarda işlev görebilen bir
organizmayı keşfetmesiyle, belirli mikropların varlığına ilişkin ek kanıtlar
bulmuş oldu. Bu deneyler, bakterilerin elinden her iş gelen organizmalar
olmadığını gösterdi. Tersine, her biri doğası gereği yalnızca ve yalnızca
kendisine verilen görevi yerine getiriyordu.
Fransızların gönlünde özel bir yere sahip olan sıvıyla yaptığı deneylerle,
Pasteur rakiplerine son darbesini indirdi. Daha önceki çalışmaları hakkındaki
raporlardan etkilenen imparator III. Napoleon onu bizzat şarapçılık sektörünü
altüst eden “şarap hastalıklarını” incelemeye çağırdı. Siyasi anlamda katı bir
muhafazakâr olan Pasteur daveti severek kabul etti. Becerikli yardımcısı
Emile Duclaux ile birlikte kendi memleketi Arbois’da bir laboratuvar kurdu.
Birkaç hafta geçmeden bir ölçü mayaya belli bakterilerin karışmasının
şarapların ekşimesine yol açtığını buldular. Bu bakterileri ayırıp diğer fıçılara
da aynı bakterilerden ekleyince o fıçılardaki şaraplar da ekşidi, izleyen
aylarda Pasteur ve Duclaux bazıları şarabı yavanlaştıran, köpürten ya da
berbat kokan bir lapaya dönüştüren başka bakteriler de keşfettiler.
Onların çalışmaları sayesinde 1860’larda şarap üreticiliği eskiye nazaran çok
daha az riskli bir iş haline geldi. Pasteur ve Duclaux şarapçılara hangi
fıçıların bozulduğunu tespit etmeleri için mikroskop kullanmayı öğrettiler. Bu
sayede fıçıların içindekiler dökülerek daha çok zaman ve para israfının önüne
geçilebiliyordu. Üstüne üstlük, Pasteur ısının kontrol edilmesiyle olgunlaşmış
şarabın içindeki zararlı bakterilerin öldürülebileceğini gösterdi. Böylece sütün
işlenmesinde kullanılarak daha da ünlenecek olan “pastörizasyon” doğdu.
Ardında bir yığın başarı bulunan Pasteur, çoktan ülke çapında şöhret olma
yoluna girmişti. Liebig onun yükselişini artan bir endişeyle izliyordu.
1871’de on yıldır yazmakta olduğu bir incelemeyi yayımlayarak karşılık
verdi. Ama kısa süre önce Almanlar karşısında askeri hezimete uğrayan
Fransızlar için bu çarpışmanın sonucu hezimetin tam tersi oldu. Pasteur
meydan okuyarak Liebig’e fermantasyon esnasında bir sirke fıçısını
kaynatmasını istedi. Liebig'in kimya kuramına göre, böyle bir şey sirke
üretimini hiçbir şekilde engellemezdi. Ama mikroorganizmalar gerekliyse,
ısının yok edici özelliğinden dolayı fermantasyon sekteye uğrardı. Fransız
Bilimler Akademisi havada zafer kokusu alıyordu, derhal Liebig’e deneyi
finanse etmeye hazır olduklarını yazdılar. Yenileceğini hisseden Liebig cevap
bile yazamadı.
Resim 2: Pasteur’un kuğu boyunlu imbikleri Oeuevres de Pasteur’den, Cilt 2, Paris, 1922.
Tyndall ve Cohn
Pouchet’nin gidişinden sonra Fransızlar kendiliğinden türeme düşüncesini
büyük oranda terk ettiler. İngiltere’deki destekçilerin hayatı da gün geçtikçe
zorlaştırılıyordu. İrlanda doğumlu fizikçi John Tyndall havayı
yoğunlaştırılmış ışık huzmeleriyle aydınlatarak ve havanın içinde taşıdığı
büyük miktardaki “uçuşan maddeleri” göstererek izleyici kitleyi çoktan
büyülemişti. Tyndall daha sonra çok önemli kavramsal bir bağlantı kurdu.
İnsan hastalıkları ile biyolojik fermantasyon süreci esnasında organik
maddelerin parçalanması arasında güçlü benzerlikler olduğunu ileri sürerek
bir ışık huzmesini işaret etti ve seyircilerin görebildiği yüz binlerce toz
zerreciğinin her birinin potansiyel olarak ölümcül mikroplar taşıdığını
savladı. Tyndall desteksiz konuşmuştu ama hedefi tam on ikiden vurmuştu.
1876’da geride kalan kendiliğinden türeme savunucularını susturmak
amacıyla iki sıra dışı özelliği olan küçük kapalı bir kutu tasarladı. Kutunun
sıra dışı özelliklerinden ilki, organik madde içeren deney tüplerinin kutunun
altından sokulmasıydı. İkincisi ise iç yüzeylerine gliserinli yapışkan bir
karışımın sürülmesiydi. Tyndall birkaç gün kendi hâline bıraktığı kutuya bir
ışık huzmesi tuttu ve havayla taşınan bütün zerreciklerin ya zeminde ya da
kutunun yapışkan yüzeylerinde toplandığını gördü. Daha sonra deney
tüplerinin içinde birikenleri kaynatıp, deney tüplerini kutunun içine ağızları
açık bir şekilde soğumaya bıraktı. Beklediği gibi organik madde birkaç gün
sonra bile hâlâ sterildi. Yaptığı deney oksijen ve organik maddenin mikrop
oluşturmak için yeterli olmadığını göstermişti; bunun olması için havayla
taşman parçacıklar elzemdi ve deney tüplerinin enfekte olması için gerekli
olan bu parçacıklar artık yoktu.
Ama Tyndal’ın tartışmaya en büyük katkısı bir sonraki sene geldi. Hem
Pouchet hem de İngiliz Doktor H. Charlton Bastian dikkatli bir şekilde
kaynatılmalarına ve atmosferik havadan uzak tutulmalarına karşın maddelerin
kokuştuklarını gözlemlemişlerdi. Bu gözlem de onları kendiliğinden
türemenin gerçekleştiği konusunda ikna etmişti. Buna karşılık, Tyndall asıl
darbeyi bazı mikropların sanıldığından çok daha zor yok edilebildiklerini
göstererek indirmiş oldu. Gerçekten de bazı mikroplar ısıya dayanıklıdır ve
yalnızca sırayla kaynatma ve soğutma işleminden sonra öldürülebilirler.
Diğer bir deyişle, Tyndall, Pouchet ve Bastian'm ısıya dayanıklı bakteriler
olduğunu keşfettiklerini ancak bunu fark edemediklerini ortaya çıkardı. Bu
bulgular, çok geçmeden Alman bakteriyolog Ferdinand Cohn tarafından
doğrulandı ve büyük oranda geliştirildi. 1876 da, Cohn, büyük ihtimalle
Pouchet'nin saman karışımında bulunan Bacillus subtilis adlı bakterileri
keşfetti. Bu inanılmaz direngen mikrobun kalın derili sporlar oluşturarak aşın
ısı koşullarında hayatta kalabildiğini ortaya koydu. Dinlemeye hazır olanlar
için, Cohn’un bu büyük keşfi, Pouchet’nin iddiasının son kalıntılarını da silip
süpürmüştü.
9. İngiliz Talebe
Joseph Lister’ın avantajı, cerrahi kariyerine Ignaz Semmelweis’tan otuzdan
fazla yıl sonra başlamasıydı. Diğer bir deyişle, hatırı sayılır muhalefetle
karşılaşmasına rağmen, bulaşma ve mikrop kuramı fikirlerinin kabul
edildiğini ve tıbba yaptığı hizmetlerden dolayı baronet payesiyle
ödüllendirildiğini görecek kadar uzun yaşadı. Ancak âli vakti yerinde bir
İngiliz şarap tacirinin oğlunun Glasgow Kraliyet Hastanesi’ne yardımcı
cerrah olarak atandığı 1854'te bunlardan hiçbirinin gerçekleşeceği
öngörülemezdi. Londra da bir fizyolog olarak kayda değer bir isim yapmış
olan Lister, cerrahi alanına geçmeye karar vermiş, en iyi eğitimi alabilmek
için İskoçya’ya gitmişti. Başlarda mikrop kuramı konusunda şüpheleri olsa
da Glasgow’a geldiğinde, Pasteur’ün mikropların mayalanma ve çürümede
oynadıkları rol hakkında yaptığı “güzel araştırmalar” onun gönlünü çelmişti.
O da Tyndall gibi Pasteur’ün deney tüpleriyle birçok hastasının ölümüne yol
açan o korkunç yara enfeksiyonları arasında bir bağlantı kurdu. Eğer
mikroplar etin kokuşmasına yol açabiliyorsa, diye akıl yürüttü Lister, o
zaman koğuşlarındaki o tatsız ameliyat sonrası ölüm oranlarından da sorumlu
olabilirlerdi.
Bu önemli sezgi Lister’a ameliyat sonrası oluşan enfeksiyonu önlemede en
önemli noktanın havayla taşman mikropların hastanın yaralarına ulaşmasını
önlemek olduğunu gösterdi. 12 Ağustos 1865’te kuramını uygulamaya
koydu. Atlı araba ile ezilen James Greenless adlı bir erkek çocuğun kaval
kemiğinde açık kırık oluşmuştu; o dönemlerdeki yüksek enfeksiyon riski
hastanın seyri konusunda iyimser bir tahmin yürütmeyi gerçekten de
güçleştiriyordu. Bu yüzden, Lister çocuğun yaralarına karbolik asit denen bir
antiseptik sürdü ve onları yine karbolik asitle doyana kadar ıslattığı sargılarla
sardı. Hastada “Hastane kangreni” görülmedi ve Greenless altı hafta sonra
bacağı tamamen iyileşmiş şekilde taburcu edildi.
Birkaç yıl sonra Lister karbolik asit spreyini ameliyatlarının ayrılmaz bir
parçası haline getirdi. Ameliyatlar sırasında bir asistan sürekli olarak havaya
karbolik asit sıkıyor ve çok ince bir antibakteriyel sis yaratıyordu. Sonra
karbolik asitli sargılarla, hastanın yaraları iyileşme döneminin tamamı
boyunca antiseptikle kaplanıyordu. Bu yenilikler sayesinde Lister’in
koğuşlarında ölüm oranı düşmeye başladı. Bu düşüş devam ederken Lister de
tıp kitaplarında ve makalelerinde antiseptiklerin gücünü göklere çıkarıyordu.
Birkaç yıla kalmadan ameliyat sonrası hasta ölümlerinde yüzde otuzluk bir
düşüş sağlamıştı. Başarısının haberleri yayıldıkça Lister büyüyen bir hayran
kitlesi edinmeye başladı.
Ne var ki bu bir anda olup biten bir devrim değildi. En baştan beri Lister çok
katı direnişle karşılaştı ve bu her zaman mantıkdışı değildi. Aslında, Lister’in
kendisinin ve talebelerinin iddia ettiği kadar orijinal olmadığı genellikle
görmezden gelinir. Lister, 1860’lı yıllarda ameliyatları daha güvenli hale
getirmeye çalışan düzinelerce cerrahtan yalnızca biriydi. Holmes,
Semmehveis, Callender ve Nightingale’in fikirlerini çoktan özümsemiş olan
birçok hastanede cerrahi hastaları ayırmak, odaların iyi havalandırılmasını
sağlamak ve koğuşları temizlerken (karbolik asit de dâhil) antiseptik
kullanmak zaten genel uygulama haline dönüşmüştü ve bütün bunlar Pasteur
ya da mikrop kuramının yardımı olmaksızın yapılıyordu.
Daha da çarpıcı olan ise karbolik asitli sargı ve sprey kullanmayı reddeden
ancak koğuşlarını çok titizlikle temiz tutan Callender gibi cerrahların
Lıster’in ulaştığı ameliyattan sonra hayatta kalma oranlarını geçmiş
olmasıydı. Bunun nedeni, büyük ölçüde, 1880’lere kadar Lister’in
mikropların yalnızca havayla taşınan bir tehdit olduğuna inanmasıdır. Sonuç
olarak, birçok cerrahın aksine, koğuşlarını dezenfekte etmek ve tıbbi
atıklardan arındırmak konusunda fazla çaba göstermemiştir. 1871 yılında bir
ziyaretçi günlüğüne şunları yazmıştır: “Sargılarda antiseptik kullanımı
konusunda büyük özen gösterilse de koğuşlarda genel temizlik açısından
büyük eksiklik vardır—yatak çarşaflan ve hastaların iç çamaşırları aşırı kan
ve cerahatle kaplı.” Bir başka ziyaretçi ise Lister’in her zaman,
“ameliyatlarda daha önceden diseksiyon odasında giyilmiş, kurumuş kan
lekeleriyle dolu, eski, mavi bir önlük” giydiğini yazmıştır.
Ancak bu kusurlara karşın Lister mikrop kuramının kabul görmesinde hayati
bir rol oynamıştır. Kendi propagandasını yapması sayesinde hem cerrahlar
Pasteur un çalışmaları hakkında bilgi sahibi olmuş hem de Kıta
Avrupası’ndaki birçok cerrah onun yöntemlerini ve fikirlerini başanlı
olmalarını sağlayan büyük bir titizlikle uygulamaya başlamışlardır.
Lister'in fikirleriyle ilk aklı çelinenlerden biri, İsviçreli kadın hastalıkları ve
doğum uzmanı Jacob Bischoffdu. 1868’de Lister’in koğuşlarını ziyaret eden
Bischoff, Basel’e döndü ve on yıl içinde lohusa hummasından ölüm oranını
yüzde 80 oranında azalttı. O zamana kadar hiçbir hastane ölüm oranlarında
bu kadar çarpıcı bir düşüş elde edememişti. Lister’e tanıştıktan sonra büyük
bir hevese kapılan Danimarkalı A. Stadfelt de 1870’te Kopenhag’daki doğum
hastanesindeki ölüm oranlarını düşürmede büyük başarı sağladı. Doğuma
girmeden önce ebeler özel bir odaya alınıyor, burada bir tüpten temiz hava
soluyorlar bir yandan da vücutları ve giysileri on beş dakika boyunca sülfürik
asitle temizleniyordu. Her doğumdan önce ve sonra eller, aletler ve sondalar
dikkatli bir şekilde dezenfekte ediliyordu. Lohusa hummasından ölümler üçte
iki oranında azaldı. Bu inanması güç bir başarıydı.
Fransa-Prusya Savaşı sırasında, kangrenden ölümler her iki tarafın askeri
hastanelerinde de kaygı verici derecede yüksekti. Ancak hiçbiri Münih’te
Johann Ritter von Nussbaum’un idaresindeki kliniğin koğuşlarındaki kadar
aşırı değildi; burada ölüm oranı 1800’lerin başlarında yüzde 80’e ulaşmıştı.
Çaresizlik içindeki Nussbaum, asistanlarından birini Glasgow’a yollamış,
asistan da dönüşünde Lister'in yöntemleri hakkında bilgiler getirmişti. Birkaç
yıl sonra Nussbaum coşkuyla şunları diyecekti: “Yakın zamanlara kadar
ölümün kasıp kavurduğu koğuşlarıma bir de şimdi bakın. Tek
söyleyebileceğim şu ki hem ben hem asistanlarım ve hemşirelerim sevinçten
ne yapacağımızı bilemiyoruz."
1880’lerin başında, diğer birçok Alman cerrah büyük bir hevesle antiseptik
kullanımını benimsediler. Nussbaum o ünlü sözleriyle, parmaklarını
dezenfekte etmeden yara muayene eden bir doktorun cezai ihmalden
yargılanması gerektiğini belirtmiştir. Birçok Alman hastanesinde de artık
cerrahların ameliyattan 24 saat öncesine kadar otopsiye ya da bulaşıcı
hastalık taşıyan hastaların muayenesine katılması yasaklanmıştı. Ayrıca,
hastane dışında giyilen giysiler ameliyat başlamadan önce ya çıkarılıyor ya da
üzerine temiz önlük takılıyordu; eller ve kollar karbolik asitle yıkanıyordu;
tırnakları olduğu kadar elleri ve kolları temizlemek için tırnak fırçası
kullanılıyordu.
Almanya’da başka önleyici tedbirler de uygulanmaya başladı. Ameliyattan
önce hem ameliyathaneler hem de hastalar bolca antiseptikle yıkanıyordu.
Ameliyat masaları kolay yıkanabilsin diye yekpare bir cam levhadan
yapılıyordu. Cerrahi aletler mikropların sap ve bıçak arasındaki girintilerde
birikmesini önlemek amacıyla sert metallerden tek parça halinde yapılıyordu.
Son olarak, cerrahlar ellerini ve aletlerini sürekli yıkayabilsinler diye karbolik
çözelti dolu kaplar ameliyat masasında tutuluyordu.
Bu önlemlerin başarısı, hastanelerdeki enfeksiyonların bulaşıcılığının en
güçlü kanıtlarını meydana getiriyordu. 1870’lerin sonlarında Lister’e saygı
duyan doktor ve cerrahlar da onun mikropların enfeksiyona yol açabileceği
savını ciddiye almaya başladılar. Müjdeli haber yayılıyordu.
IV İpekböcekleri, Tavuklar ve
Koyunlar
10. İpekböceğinin Dramı
Günümüzün ayrıcalıklı konumundan bakıldığında Felix Pouchet’yi alt
ettikten sonra Louis Pasteur'ün dikkatini bulaşıcı hastalıklara vermiş olması
beklenir. Lister ve Tyndall’ın onun deneylerinden yola çıkarak, mikroplar
çürü-me ve bozulmaya yol açıyorsa hastalığa da yol açabilir çıkarımına
ulaştıklarını görmüştük. Pasteur, 1859yılında, fermantasyon konusunda
kaleme aldığı bir makalede, “her şey bulaşıcı hastalıkların varlıklarını benzer
nedenlere borçlu olduğunu gösteriyor,” demişti. Ancak bu fikir üzerinde daha
fazla durmamıştı. Oysa, mikroplardan kaynaklanan yıkıcı bir ipek- böceği
hastalığını incelemek için beş yıl harcamasına karşın Pasteur, mikroplar ve
hastalıklar arasındaki ilişkiyi kurmakta zorlanmıştır. Gene de bu zorlu beş yıl
onun bir bilim insanı olarak gelişiminde çok önemli bir yere sahiptir. Çünkü
sonunda doğru yanıtı bulunca, Pasteur mikropların bulaşıcı hastalıklara yol
açtığından bir daha şüphe etmeyecekti. Ulaştığı sonuç, bilim tarihinde kayda
geçirilmiş en önemli buluşlardan biri olacaktı.
1860’larda ipekböceği endüstrisi güney Fransa’da altı yüzyılı aşkın bir
geçmişe sahipti. Bu endüstri, devrim zamanında büyük bir darbe yemişti
çünkü devrimciler Bourbon monarşisinin gösterişli kumaşlara ilgisini
paylaşmıyorlardı. Ancak devrimin ardından gelen imparatorluk ve monarşi
rejimlerinin yumuşak ipeklere büyük bir zaafı vardı, III. Napolyon devrinde
ipekböcekçiliği âdeta altın çağını yaşıyordu. Derken telafisi pek mümkün
görünmeyen bir felaket ortaya çıktı. Pebrine denilen bir hastalık, Fransa'daki
milyonlarca ipekböceğinin kuruyup buruş buruş olarak yüzyıllar boyunca
yumuşacık kozalarını ördükleri dut dallarından aşağı düşmesine yol açtı.
1865’te, bölgenin senatörü Jean-Baptiste Dumas, neredeyse hissedilir bir
korkuyla Pasteur’e yazarak “zavallı bölgesine” yardım etmesi konusunda
yalvardı. Dumas mektubunda, “Bölgenin içler acısı hâli hayal
edebileceğinizden de kötü” diye hayıflanıyordu. Hem gururu okşanan hem de
etkilenen Pasteur, yardım etmeye hazır olduğunu bildirdi. “Daha önce hiç
ipekböceğine dokunmuşluğu bile,” olmamasına rağmen, sonraki beş yıl
boyunca bütün yazlarını bu yıkıcı hastalığı incelemeye harcadı; mütevazı
ipekböceği güçlü bir müttefik kazanmıştı.
Ne var ki sadık asistanları Desire Gernez ve Emile Duclaux ile Güney
Fransa'ya giden Pasteur elde edeceği başarıyı birileriyle paylaşmak zorunda
kalacağını anladı. Modern mikrop kuramının büyük ölçüde unutulmuş
mimarlarından biri epeydir bu konu üzerinde çalışmaktaydı. Döneminin ünlü
bilim insanlarından biri olan Antoine Béchamp yakın zamanlarda hastalıklı
ipekböceği yumurtalarının dış yüzeyinde mikroba benzer bir şeylerin
varlığını keşfetmişti. Onun çalışmasına ilham veren kişi ise, 1830’lu yıllarda
muscardine adlı asalak bir mantarın neden olduğu başka bir ölümcül
ipekböceği hastalığını keşfeden İtalyan Agostino Bassi adlı bir malikâne
sahibiydi. Küçük bir organizmanın ölümcül bir hastalığın nedeni olduğu ilk
kez orada ortaya konmuştu. Bu olaydan otuz yıl sonra, Béchamp pébrine’in
de ipekböceği yumurtalarını oyarak içlerine giren ve kuşaktan kuşağa
aktarılıp erken ölümlere yol açan küçük parazitlerin neden olduğu bulaşıcı bir
hastalık olduğunu ileri sürdü.
Çok geçmeden, Pasteur, Béchamp'ın araştırmalarından haberdar oldu ve
rakibinin açıklamasını “arsız bir yalan” diyerek küçümsemekten kendini
alamadı. Hatta Béchamp, ipekböceği yumurtaları üzerinde bulduğu parazite
benzeyen cisimciklerin şeker kamışı suyunu fermente ettiğini bulduğunda,
Pasteur ondan bile beklenmeyen bir acımasızlıkla rakibine saldırmaktan geri
durmadı. Ona göre pébrine bulaşıcı değil kalıtsaldı ve cisimcikler çözünen
ipekböceği hücrelerinden başka bir şey değildi. Sanki Béchamp’ın
karşısındaki Pasteur’e Liebig rolü yapmaktan hoşnut bir halde, öfkeli bir
inatçılıkla cisimciklerin hastalığın nedeni değil sonucu olduğunu iddia etti;
böylece fermantasyon ve hastalık arasındaki paralellikler hakkında ilk kez
kafa yoran kişinin kendisi bile Béchamp’ın sonuçlarının önemini
kavrayamamış oldu. Neyse ki Pasteur’un asistanları Béchamp’ın fikirlerine
karşı daha anlayışlıydılar. Özellikle Gernez onun haldi olduğunu gösteren
büyük adımlar atmıştı. Bir deneyde pébrine’li ipekböceği dışkısı bulaşmamış
dut yapraklan sağlıklı tırtıllara verildi. Sonuç çok açıktı: Hepsi de hastalık izi
taşımayan kozalara dönüştüler. Gernez daha sonra pébrine’den ölen
ipekböceklerinin hastalık bulaştırdığı bir dut ağacından topladığı yapraklan
ezdi. Elde ettiği ezmeyi bir dut yaprağı demetine sıvadı ve ikinci gruptaki
sağlıklı ipekböceklerine verdi. Bu gruptakiler, tam tersine, çok az koza verdi,
çıkan kozaların üstü ise cisimciklerle doluydu. Bir başka deneyler dizisinde,
Gernez normal ipekböceklerine içinde bu bilinmeyen parçacıkların olduğu bir
bulamaç verdi. Beklendiği gibi, hayatta kalabilen çok az tırtıl geride yüzlerce
hastalıklı yumurta bırakmıştı. Pasteur gene de ikna olmamıştı. Ancak
söylediği şeyler tümüyle mantıksız da sayılmazdı çünkü onun
ipekböceklerinden bazıları daha cisimcikler belirmeden önce çok hasta
olmuşlardı. Dolayısıyla, cisimcikler hastalığa nasıl yol açabilirlerdi ki?
Derken 1869'da Pasteur yaptığı hatayı aniden gördü. Meğer farkına varmadan
birbirinden tamamen farklı iki hastalığı inceliyormuş. Cisimcikler oluşmadan
hastalanan tırtıllar, aslında tamamen farklı bir enfeksiyon olan flacherie
hastalığına yakalanmışlardı. Sonradan cisimcikler belirince, bitap düşmüş
tırtıllar pébrine’e de yakalanmışlardı. Cisimciklerin belirmesi gerçekten de
pebrine 'in ortaya çıkışıyla çakışıyordu; sonunda Pasteur Gemez, Duclaux ve
Béchamp’ın baştan beri haklı olduklarını kabul etmeye hazırdı.
Ancak bu kavrayıştan önce bile, Pasteur Güney Fransa’daki dutluklarda
pébrine’in yok edilmesi için gerekli önlemlerin uygulamaya sokulmasına
yardımcı olmuştu. Hastalığın kalıtsal olduğuna inandığından, 1866’da,
çiftçilere her yeni ipekböceği kuşağını yetiştirmeleri için yeni yumurtaları
nasıl dikkatle seçmeleri gerektiğini öğretmişti. Çiftleşip yumurtladıktan
hemen sonra dişiler parçalara ayrılacak ve mikroskopla onlarda cisimcik olup
olmadığına bakılacaktı. Eğer cisimcik bulunursa çiftçilere yumurtaları derhal
yakmaları söylenmişti.
Hâliyle bu soy ıslahı yöntemi mikrobiyal hastalıkla mücadele etmek için de
eşit derecede uygun bir yöntemdi: Pebrine’li cisimcikleri olan tırtıllar yok
ediliyor, böylelikle enfeksiyon da ortadan kaldırılmış oluyordu. Bu basit
yenilik sayesinde ve Pasteur’un küçük kızının mikroskop kullanabilmesinden
cesaret alarak, çiftçiler bir kez daha sağlıklı ve çok verimli ipekböceği
yumurtası hasatları elde etmeye başladılar. Ne var ki, tahmin edilebileceği
gibi, son derece başına buyruk kimi yerel çiftçiler, atalarından öğrendikleri
yöntemlerin alaşağı edilmesine hazır değillerdi ve işlerini bildikleri gibi
yapmaya devam ettiler. Hatta belki bazıları ölürken Paris’ten gelip işlerine
burnunu sokan bu adama lanet okumuşlardır. Ancak çoğu, birkaç ay içinde
yola geldi çünkü neredeyse bir kâhininkini andıran beceriyle Pasteur’un
hangi gruptaki yumurtaların sağlıklı hangilerinin hastalıklı ipekböcekleri
çıkaracağı konusundaki iddialı tahminleri hep doğru çıkıyordu. Bir defasında
Mart 1869’da Lyon İpek Komisyonu’na dört paket yumurta ve yumurtadan
çıkınca sağlık durumlarının ne olacağına dair kesin tahminlerini belirten bir
metin gönderdi. Her tahmininde de haklı çıktı.
Pasteur sonunda Fransa’nın güneyindeki Alais’den bir inme sonucu kısmi
felç geçirmiş olarak ayrıldı ancak ipekböcekleri üzerine yıllar boyu yaptığı
çalışmalar çok yararlı olmuştu. 1865 ve 1870 arasında mikropların hastalığa
yol açmadaki rolü konusunda iyi bir ders almıştı. Pasteur kabul etme
zarafetini hiçbir zaman göstermese de Béchamp ona gitmesi gereken doğru
yolu göstermişti. Artık Pasteur’ün tek ilgi alanı bulaşıcı hastalıklardı.
Buradan ise en büyük başarılan çıkacaktı.
11. Şarbon
Pasteur Alais’deki dutluklarda çalışırken, bir başka Fransız Paris yakınlarında
mikrop kuramının sırlarını açmada önemli bir rol oynayacak olan çök farklı
bir hastalık üzerinde çalışmalar yapıyordu. Casimir-Joseph Davaine,
Pasteur’un tam zıddıydı: Alçakgönüllü, önyargısız ve gelecek nesiller
tarafından çabucak unutulan biri. Ancak yurttaşı gibi o da mikrop kuramını
birkaç can alıcı adım daha ileriye götürmek için gerekli olan kararlılığa
sahipti. 1863 ve 1870 yılları arasında, Davaine azimli bir şekilde şarbonun
mikrobiyal bir hastalık olduğunu kanıtlamaya çabaladı. Her yıl binlerce
çiftlik hayvanının ölümüne neden olan şarbon uzun zamandır bir
muammaydı. Durduk yere ortaya çıkıp, şarbonlu diğer koyunlarla teması
olmayan birçok sürüyü tamamen yok ettiğinden, klasik bulaşma ya da
miasma modelleri şarbon için açıklayıcı olmuyordu. Bu yüzden, birçok
veteriner uzun zamandır bu hastalığın toprak ve rutubetin bir birleşiminden
kaynaklandığını düşünüyordu.
Davaine’in paha biçilmez katkısı, mikroskop altında şarbonlu koyunlanrın
kanında “çubuk şeklinde cisimcikler” olduğunu fark eden kendinden önceki
Fransız ve Alman bilim insanlarının gözlemlerine dayanıyordu. Ama Davaine
ancak 1863’te Pasteur’ün fermantasyon hakkındaki çalışmasını okuduktan
sonra hastalığın tek nedeninin bu cisimcikler olduğuna ikna olmuştu. Bu
önsezisinin doğruluğunu kanıtlama amacıyla hastalıklı bir koyunun karımdan
sağlıklı farelere ve tavşanlara nakletti. Üç gün sonra bütün hayvanların
öldüğünü görünce sevinçten havalara uçtu. Şarbon sayesinde mikrop
kuramının mutlak kanıtını bulmayı başardığından kesinlikle emindi. Ama
Davaine’i hayal kırıklığı bekliyordu. İlk deneyinin sandığı kadar etkileyici
olmadığını çabucak kavradı. Onu eleştirenlerin vakit kaybetmeden
belirttikleri üzere, Davaine koyunun kanında yer alan çubuk şeklindeki
cisimcikleri diğer sıvı ve katı maddelerden ayrıştırmamıştı. Bu yüzden
hayvanların şarbona yenik düşmesinin nedeni pekâlâ kanlarındaki başka bir
şey de olabilirdi. Yaptığı deney yalnızca hastalığın etken maddesinin
vasküler sistemle ilintili olduğunu kanıtlamıştı. Davaine bunun ardından çok
zekice tasarlanmış bir dizi deneye girişti. Bu deneylerden birinde laboratuvar
hayvanlarına enjekte ettiği kanda bulunan mikrop miktarıyla oynadı ve çubuk
şeklindeki cisimciklerin yoğunluğu ne kadar çoksa hayvanların da o kadar
çabuk öldüğünü gördü. Bir başka deneyde, şarbonlu kanı damıtılmış suyla
seyreltti ve bakteriler imbiğin dibine çökene kadar bekletti. Daha sonra bir
şırınga kullanarak bir dizi kobaya ya imbiğin üstündeki berrak sudan ya da
imbiğin dibindeki çamurlu ve yoğun mikroplu sudan zerk etti. Beklendiği
gibi imbiğin üst kısmındaki suyu enjekte ettiği kobaylar kısa bir süre rahat
ettiler.
Bu ikna edici bir şeydi ve 1870’lere kadar şarbonun mikroplardan
kaynaklandığı fikri ilerleme kaydetti, Deneylerindeki ustalığına karşın
Davaine hâlâ şarbonun nedeninin mikroplar olduğunu kanıtlamış sayılmazdı.
Çubuk şeklindeki cisimcikleri tümüyle izole etmek teknik açıdan onun
4
yeteneğini aşıyordu. Daha da önemlisi, hastalığın en tuhaf epidemiyolojik
özelliğini hâlâ açıklayamıyordu: Nasıl oluyordu da tamamen sağlıklı hayvan
sürüleri diğer hasta hayvanlarla temasları olmadığı hâlde neredeyse bir
gecede şarbondan telef oluyordu?
Davaine’in çalışmalarının tamamlanmadığını düşünenlerden biri de Doğu
Almanya’nın ücra bir kasabasında pratisyen hekim olarak çalışan ve evinin
arka odasını bir laboratuvara çeviren mikroskobi tutkunu Robert Koch’tu.
İşler Değişiyor
Friedrich Fehleison’un da başından geçtiği üzere, 1881’de bile mikrop
kuramının savunucuları ne zaman hastalıklara yol açan bakterileri tespit
ettiklerini söyleseler sert bir muhalefetle karşılaşıyorlardı. Ancak on-on beş
yıl içinde her şey değişti. Bu süre içinde mikrop kuramı kritik bir noktaya
ulaşmıştı. Uluslararası çabalar sonucunda, insan ölümlerine en çok yol açan
hastalıkların çoğunun mikrop kaynaklı olduğu anlaşıldı. Bu durum öyle bir
boyuta vardı ki artık kamuoyu, bilim insanları hastaların vücudunda belirli
mikroplara rastlamadığında şaşırmaya başladı. Nüfusun genelinin yeni
kanıtlar ışığında tavrını değiştirmesi için genellikle çok çarpıcı bir şey olması
gerekir, işte mikrop kuramcılarının 1881 ve 1899 arasında yaptıkları şey tam
da bu oldu. Belirli mikrobiyal maddelerin kolera, tifo, difteri, verem, tetanos,
veba, malta humması ve kuduz gibi ölümcül hastalıklara yol açtığının
kanıtlanması mikrop kuramcıları için devasa bir propaganda zaferiydi. Şimdi
bu başarılardan belki de en şaşırtıcı olan dördüne bakacağız.
VI Dört Büyükler, 1881-1899
13. Verem
Güzel ancak ölü gibi solgun bir kadın, divana aygın baygın uzanmış, belirgin
elmacık kemiklerinin üzerindeki cildi gerilmiş, kan damlalarıyla lekelenmiş
bir mendile hafifçe öksürmektedir. Verem (tüberküloz) hastalarının yürek
parçalayıcı ölümleri Verdi’nin La Traviata’sından Hugo’nun Sefiller’ine
kadar düzinelerce Victoria dönemi operasında ve romanında böyle
betimlenmiştir. Bu, ilk bakışta çok korkunç bir hastalığın tu-haf bir şekilde
romantik tanımlanışı gibi görünebilir. Ancak Victoria döneminde başka
birçok şeyin olduğu gibi muhtemelen bunun da nedeni toplumsal sınıflarla
alakalıdır.
Birçok ölümcül hastalık, orantısız bir şekilde toplumun yoksul kesimlerinde
daha çok görülmüştür; o dönemde yaygın olan toplumun alt katmanlarına
tepeden bakma huyu da hesaba katılınca, seçkin sınıflar bu hastalıkları
tembellik ve kişilik zaaflarına karşı ahlaki bir ceza olarak görmüşlerdir.
Özsaygısı olmadığı ima edilen yoksulların, hastalıklara davetiye çıkaran
pislik ve berbat kokuların içinde yaşamayı umursamadığı düşünülüyordu.
Diğer taraftan, kendilerinden yüksek katmanlardaki insanların temiz ve
görece sağlıklı olma hâlleri ise bu insanlarca “iç saflığın dışa tezahürü”
olarak görülürdü. Ancak, seçkin sınıfların bahtına, verem nezaket kurallarını
tanımıyordu. Kaygı verici şekilde, hiçbir ayrım gözetmeden, ister zengin ister
yoksul, ister iyi ister kötü, tembel ya da çalışkan, herkese saldırıyordu. Bu
bariz adaletsizlikten dehşete düşen varlıklı insanlar, veremi masumların
belası olarak görmeye başladılar. Tanınmış bir doktor verem için,
“Kurbanlarını genç ve güzel insanların arasından seçiyor” diye yazmıştı. Bu
aşırı duygusal yaklaşım, kurbanların ahlaki cezalandırmadan kurtararak
yedikleri damganın acısını hafifletmeye yarıyordu.
Ancak bu romantik perde, ardında yatan acı gerçeği aslında değiştiremiyordu.
On dokuzuncu yüzyıl ortalarına gelindiğinde, verem Avrupa ve Amerika’da
bütün nüfusun onda biriyle üçte biri arasında değişen bir ölüm oranına
sahipti. Ani kilo kaybının ardından (vereme “tükenme” anlamında
konsumpsiyon adı verilmesinin, dilimizde de “ince hastalık” denilmesinin
nedeni işte budur) ciddi solunum zorluğu ve renkli balgamlı öksürme
görülüyordu. Ölümün gerçekleşme süresi kişiden kişiye değişse de gecikmesi
nadir oluyordu. John Keats içinde parçacıklar bulunan ilk öksürüğünü
gördüğünde, “Şu kan damlası ölüm fermanım. Çaresiz öleceğim,” demişti.
Bununla birlikte, otopsilerde akciğerlerde beyaz zerrecik topağı
görüldüğünden, verem zamanla insanın kanını donduran “Beyaz Veba”
adıyla anılır oldu.
Veremin on dokuzuncu yüzyılın önemli bir bölümünde klasik kalıtsal bir
hastalık olarak görülmesinin bir nedeni de tedavi edilmesinin güçlüğüydü.
Derken 1865’te Fransız askeri tabip Jean-Antoine Villemin veremin insandan
tavşana, oradan da başka tavşanlara geçebileceğini kanıtladığını iddia etti,
ona göre verem gerçekten bulaşıcıydı. Villemin haklıydı ama kimse onun
söylediklerine kulak asmadı.
Kısmen bunun nedeni, veremin yalnızca hafif bulaşıcı olmasıydı. Durum
böyle olunca, birçok Doktor Villemin’in bulgularını tekrarlama girişimlerinde
başarısız oldu. Hatta 1870’lerde Villemin’in destekçilerinin veremli
hastaların balgamında her daim bulunan belirli bir mikrobu tespit etme
yolunda tamamen duvara toslaması daha da kötüydü. Pébrine, şarbon ve
tavuk kolerasına yol açan bakteriyi tespit etmede kullanılan yöntemlere
başvurmalarına rağmen verem mikrobundan hiçbir iz yoktu.
Villemin’e gösterilen muhalefetin insani bir boyutu da vardı. Vatandaşı
Hermann Pidoux’nun sözleriyle Villemin Kaklı olsa, “nasıl bir felaket
doğururdu bu! Zavallı veremliler cüzzamlılar gibi tecrit edilirlerdi, onlara
şefkat gösteren aileleri korku ve bencillikle boğuşmak zorunda kalırdı...”
Pidoux’ya göre, “Verem bulaşıcı olsa da bunu yüksek sesle söylemememiz
gerekir,” idi. Villemin’in haklılığı binlerce veremli insanın, hükümet
tarafından, sevdiklerinden kopartılıp steril hayatlar sürdürmek üzere
uzaklardaki sanatoryumlara gönderilmesi anlamına geleceği için çok az insan
onu desteklemeye yanaştı.
Dolayısıyla, bütün bu nedenlerden ötürü verem, mikrop kuramını zora
sokmuştur.
Koch’un Zaferi
Bir kez daha Koch can alıcı bir ilerlemeye imza attı. Düzinelerce insanın
tökezlediği yerde iki şey onun başarıya ulaşmasını sağladı. Birincisi hastalığa
mikropların yol açtığına dair sarsılmaz inancı, İkincisi ise ardı ardına gelen
hayal kırıklıklarına karşın neredeyse insanüstü kararlılığı.
Vereme gerçekten de bir mikroorganizmanın yol açtığım varsayan Koch, asıl
sorunun veremlinin balgamında yer alan diğer yüzlerce bakteri ve hücre
arasında bu mikroorganizmayı görünür kılmak olduğunu anladı. Vakit
geçirmeden yeni tekstil boyalarına başvurdu. Diğer hastalıklarda işe yarayan
bütün teknikleri kullanmasına rağmen, kobaylardaki veremli maddeyle ilgili
belirgin hiçbir şey tespit edemedi. 1880’e gelindiğinde, Koch’un yola devam
etmesini sağlayan tek şey yenilgiyi kabul etmemesiydi.
Çeşitli yöntem ve kombinasyonlar kullanarak düzinelerce farklı boyayı
değişik ısılarda deneyerek sonunda diğerlerine hiç mi hiç benzemeyen bir
bakterinin varlığını ortaya çıkaran yeni bir yöntem buldu. Balgama metilen
mavisi damlattıktan sonra onu vezüvin denen başka bir boyayla “yıkadı,”
böylece insan veya hayvanlardaki bütün verem vakalarında görülen ince
uzun, tel gibi, ancak inanılmaz derecede küçük bir mikrobu ayrıştırmayı
başardı. Ama tespiti zor olan verem mikrobunun bu olduğu kesin miydi?
Şimdi Koch’un kendi postulatlarına uyması gerekiyordu. Yapılması gereken
ilk şey yapay bir kültürün içinde mikrobu geliştirmekti. Bu, inanılmaz ve
insanı çileden çıkaracak derecede zor oldu. Veremli kobaylardan gizemli
basil parçacıkları almak ve onları kendi kullandığı standart ortamın üzerine
sürmek bir türlü işe yaramamıştı. Daha sonra katılaşmış inek ve koyun kanı
serumundan yapılan yeni ortamı denedi. Başta sanki bu da bir şeye
yaramamış gibiydi. Ancak -bir kez daha- Koch’un inatçı kararlılığı yüzünü
güldürdü. Birçok bakterinin güçlü bir nüfusa ulaşması genellikle 24 saatten
az sürer. Ama Koch sabredip iki haftadan uzun bir süre bekledi. Ancak o
zaman gizemli basilinin sağlıklı bir kolonisini elde etmeyi başardı. Birçok
araştırmacının pes edeceği noktadan sonra bile deneyine devam etti ve
sonunda ölümcül mikroplarının hasadını yapmayı başardı. Kobaylara enjekte
edilen bu elde edilmesi zor basil klasik verem belirtileri göstermeye başladı.
Çok geçmeden zayıflayan ve ölen hayvanlar teşrih edildi. Akciğerleri
şüpheye yer bırakmayacak şekilde beyaz vebanın alametifarikası olan pürüzlü
beyaz cisimciklerden barındırıyordu. Bundan sonra başarı daha kolay geldi.
Takip eden aylarda, Koch düzinelerce insandan ve çok sayıda hayvandan
aynı basilleri ayrıştırmaya devam etti. Her defasında bu basilleri kobaylara
enjekte etti ve hayvanlar her defasında verem oldu. Sonradan akciğerlerinde
verem basili olduğu anlaşıldı. Artık bunu kamuya duyurmanın zamanı
gelmişti.
Sonuçların Kamuya Duyurulması
24 Mart 1882 tarihinde, Berlin Fizyoloji Derneği’nin tıklım tıklım
gerçekleşen toplantısında, Koch kendisinin ve asistanlarının keşfettiği şeyi
anlattı. Toplantı başlamadan önce üstlerinde düzinelerce preparatın
bulunduğu masaları uzun bir sıra halinde yan yana dizdirmişti, görenler bunu
muhtemelen “açık büfe”ye benzetmişti. Koch, dinleyicilerine basillerin
bulunuş, üretiliş ve test ediliş sürecini adım adım anlattı. Sonucu da, “Bu
yüzden bu basil asıl verem virüsüdür,” diyerek ilan etti.
Onu dinleyenler elde edilen başarının büyüklüğünü anlamışlardı. Koch
modern tıbbın en büyük bilmecelerinden birini çözmüş, başkalarının başarısız
olduğu yerde parlak bir zafer elde etmişti. Paul Ehrlich yıllar sonra şunları
yazacaktı: “Toplantıda hazır bulunanlar çok etkilenmişlerdi, o akşam benim
en büyük bilimsel deneyimimdi.” Koch’un makalesini okuyan ve kişisel
görüşleri tamamen değişen Amerikalı bir doktor ise “Tıpkı bir peri masalı
gibiydi,” demişti. Villemin 1865 yılında iddialarını savunurken neredeyse
yapayalnızdı. Ama Koch için durum öyle değildi. Tıp camiasının çoğu,
Koch’un iddialarını anlayışla dinlemeye hazırdı artık. İtirazların tamamen
buharlaştığı söylenemezdi, bazı insanların yoksulluk ya da kalıtsal
özelliklerden ötürü hastalıklara daha yatkın olduğunu söyleyenler de haklıydı.
Ancak Koch mikropların veremin zorunlu nedeni olduğunu göstererek
spesifik hastalıklara belirli mikropların yol açtığım savunan kuramın
güvenilir ve önemli bir duruma gelmesine katkıda bulundu. Hastane
koğuşlarından oturma odalarına ve barlara kadar her yerde, görülmeyen
mikropların tehlikesi kamuoyunun dikkatini çekmeye başladı.
Aslında haberler o kadar hızla yayıldı ki bazı doktorlar bu alevi söndürmeye
çalıştılar. Londra’da ki University College’da profesör olan John Burdon
Sanderson mikrop kuramına hep sempatiyle bakıyordu. Ancak şimdi temkin
ve ağzı sıkılık tavsiyesinde bulunuyordu. “Şu sıralar mikropların her şeyi
açıkladığına inanma eğilimi var,” diye yakınıyordu Sanderson. Ona göre,
onlarca yıldır mikropların hastalığa yol açtığı görüşü en sert rüzgârlara karşı
mücadele etmişti. Ne var ki Koch’un buluşundan beri, “mikroplara sahip
olmadıkları özelliklerin atfedilmesine herkesin hararete karşı durması
gerekmekte, ” idi.
İşin gerçeği, Sanderson’un o kadar da kaygılanmasını gerektirecek bir şey
yoktu. Ortalık durulunca mikrop kuramcılarının birçok insanın ölümüne yol
açan salgınlar konusundaki savlarını kanıtlamaları gerektiği anlaşıldı. Bu
konuda hâlâ miasma kuramı baskın görüştü. Ta ki kolera ve tifo gibi
hastalıklarda da mikroplar suçlu bulunana kadar mikrop kuramının gerçekten
rağbet göreceği yoktu. Ne var ki yeniyetme bakteriyoloji bilimi kayda değer
ilerlemeler kaydetmişti.
Tüberkülin Fiyaskosu
Koch’un kendisi için verem hikâyesinin sonu tatsızdı. Pasteur’un şarbon ve
tavuk kolerasına karşı aşı geliştirmedeki başarısından esinlenen Koch, 1882
yılında verem basilini vücut içinde yok edebilecek kimyasal bir etken madde
arayışına girdi. Bu araştırmaları esnasında vereme yol açan basilden elde
edilen proteinli bir madde üzerinde deneyler yaptı. Bu maddeye "tüberkülin”
adını verdi. Sağlıklı kobaylara enjekte edilen tüberkülinin görünürde bir
etkisi olmuyordu. Ama veremli bir hayvana ya da insana enjekte edildiğinde
bir süre sonra ortadan kaybolan şiddetli lokal bir reaksiyon görülüyordu. Tam
olarak bilinmeyen nedenlerle Koch vereme karşı bir tedavi bulduğuna karar
verdi. Koch, bu lokal reaksiyonun ortaya çıkmasıyla bir bağışıklık tepkisinin
harekete geçirildiği, bunun da akciğerlerdeki basillerin temizlenmesine yol
açacağı sonucuna vardı.
Koch sezgilerine güveniyordu; daha önce onları kanıtlama konusundaki azmi
onu bir bilim kahramanı yapmıştı. Ancak bu kez baltayı taşa vuracaktı.
1890’da, “deney hayvanlarını tüberküloz basiline karşı dirençli hale getiren
ve hastalığa yakalananların hastalığını durduran bir etken madde,” bulduğunu
ilan etti. Birden bire hastalıktan mustarip yüz binlerce kişiye beklenmedik bir
umut ışığı doğmuştu. Koch’un tüberkülin formülünü gizli tutma kararı
kamuoyunun ilgisini iyiden iyiye artırdı. Berlin’deki oteller, onun gizemli
“saydam, kahverengi Sıvısı”ndan medet uman çaresiz hastaların akımına
uğradı. Bir gazeteci Koch’un iddialarının uyandırdığı heyecanın “had
safhada” olduğunu yazdı. Berlin, bir tarihçinin tabiriyle, herhangi bir
mezhebe bağlı olmayan kutsal bir hac mekânı olma yolundaydı.
Bilim insanlarının bir tedavi bulmasına can atan Alman Hükümetinin,
Koch’u tüberkülin konusundaki sonuçları abartmaya ikna etmiş olması
olasıdır. Her halükarda, Koch’un akıbeti neredeyse kişisel bir felaketti.
1890’daki açıklamasından sonraki aylarda ve yıllarda yüzlerce klinik deneme
tüberkülinin tedavisel açıdan pek bir değeri olmadığını ortaya koydu. Alman
bilim insanı görmek istediği şeye kolayca inanmış, çalışmasının başlarındaki
bazı olumlu belirtileri kesin başarı olarak görüp yanlış yorumlamıştı. Bu
olayın geri tepmesi Koch için daha da acı vericiydi çünkü çok yüksekten bir
düşüş yaşayacaktı. Bir İngiliz tıp dergisinin muhabiri, “Tıp camiası Profesör
Koch’un bugüne kadar himayesinde yapılan her çalışmanın tam ve doğru
olduğuna inanmıştı,” diye yorumda bulunmuştu. Koch yanılmaya alışkın
değildi.
Neyse ki, tüberkülin konusunda olmasa da özel hayatında bu durumu
dengeleyici gelişmeler oldu. Birkaç yıldır karısından ayrılmış olan Koch,
kendi portresini yaptırırken resmini gördüğü, küçük rollere çıkan bir aktrise
âşık oldu. Tüberkülin fiyaskosundan sonra Berlin’den kaçan Koch, bu kadına
Mısır’dan kur yaptı; Berlin’e döndüğünde de ikili evlendi. Yurdunda işler
karışınca, Koch’un Kahire’yi inziva mekânı olarak görmesi önemsiz bir
ayrıntı değildir; nitekim bu şehrin dar ve labirenti andıran sokakları, onun en
büyük başarılarından bir diğerine sahne oldu. Verem başarısının hemen
ardından Koch, Kahire’de de kolera basilini tespit ederek dünyanın en önemli
mikrop avcısı olarak tarihe geçti.
14. Kolera, Süveyş ve Pettenkofer
John Snow, 1855 yılında, bulaştığı içme suyu yoluyla kurbandan kurbana
geçen belirli bir mikroorganizmanın koleraya neden olduğunu iddia etmişti.
Daha önce belirtildiği üzere bu gözü pek iddia haklı olarak şüpheye yol açtı.
Tıp camiası, yalnızca, Koch’un postulatlarından en azından bazılarını
karşılayan bir bakterinin tespit edilmesiyle tatmin edilebilirdi. Mikroskobik
araştırma alanında uzmanlığı olmayan Snow, bilimsel kanıtların titiz
standartlarına ulaşma konusunda yetersiz kalmıştı. Ancak İngiliz doktorun
başarısız olduğu noktada, birçok insan Koch’un ve Pasteur’ün deneyimli ve
donanımlı ekiplerinin başarıya ulaşacağına inanıyordu. Bu ekipler büyük
fırsatı 1883’te yakaladı.
1883 yılında Mısır’da kolera salgını patlak verdi. Kahire ve İskenderiye’nin
yoksul mahallelerini her zamanki acımasızlığıyla kırıp geçirdi; salgının
yayılabileceği korkusu ise bütün Batı Avrupa’yı dehşete sürükledi. Ağustos’a
gelindiğinde haftada 5000 Mısırlı ölüyordu. Avrupa hastalığın hücum
hamlesine karşı hazırlanırken, Britanya, Fransa ve Almanya uzman tıp
ekiplerini alelacele Kuzey Afrika’ya yolladı. Bu ekiplerin deneyimleri,
radikal bilimsel fikirlerin kabul görmesinde karşılaşılan güçlüklere dikkat
çeker. Bu deneyimler, aynı zamanda, siyasi koşulların tıbbi fikirlerin nasıl ve
niçin tartışıldığı üzerindeki etkilerini de gösterir: Zira olay yerine ilk ulaşan
Britanyalı doktorların elde ettiği sonuçları karmaşıklaştıran şaşırtıcı bir etken
söz konusuydu.
Kahire'den Kalküta’ya
1880 yılında Süveyş Kanalı’ndan geçen gemilerin tonajının yüzde 80’i
Britanya’ya aitti. Giderek rekabete dayalı hale gelen dünya pazarında,
gemilerinin Doğu ile Batı arasında seyahat etme hızı, Britanya’nın ekonomik
liderliğini korumasında önemli bir etkendi. Britanya ve Hindistan arasındaki
yolculuk süresini yüzde 50 oranında düşürdüğü için kanalın ticari olduğu
kadar askeri önemi de muazzamdı.
Ancak personelin ve gemilerin dünyanın bir ucundan diğer ucuna hızla
gitmesinin büyük bir sakıncası da vardı. Şark’ın baharatları, ipekleri ve
çaylarıyla birlikte hastalıklar da gelebilirdi. Bu yüzden ticaret gemilerinin
mürettebatları mallarını indirmeden önce normalde uzun bir süre karantinada
kalmak zorundaydı. Karantina ise Britanya’ya zaman ve para açısından
pahalıya mal oluyor, bu da hızlı deniz ulaşımı ve kesintisiz ticarete bel
bağlayan bir ulus tarafından uzun zamandır pek hoş karşılanmıyordu.
Britanya’nın Süveyş Kanal'ındaki ekonomik çıkarları, 1882’de, Mısır’ı fiilen
imparatorluğunun himayesi altına almaya yönlendirdi. Ülkenin gerçek hâkimi
haline gelen Britanyalı yetkililer, ellerinden geldiğince çok sayıda karantina
prosedürünü feshettiler.
Sonuç olarak, 1883’te Mısır’da kolera salgını çıkınca Britanya hükümeti
kendini çok zor bir durumda buldu. Eğer hastalık Hindistan’dan gelen bir
gemiden geçtiyse sömürgeci güç, acı çeken binlerce Mısırlının haklı öfkesiyle
yüzleşmek zorunda kalacaktı. Britanya’nın insan hayatına ticaret kadar değer
vermediği suçlamasını bertaraf etmesinin tek yolu, koleranın bulaşıcı bir
hastalık olmadığını göstermekti. Bu yüzden, Mısır’a gönderilecek tıbbi ekibi
atayan hükümet heyeti, koleraya belirli bir mikrobun yol açtığını savunan
kurama sempatiyle yaklaşan binlerini seçmeme konusunda dikkatli
davranmıştı. Ayrıca, ekipte mikroskobi uzmanları da bulunmuyordu.
Böylece, ekibin Mısır’da yaptığı su şebekeleri analizi mikroskobi açısından
tamamen yetersizdi. Buna ek olarak, ekip belirli mikropları ayrıştırmaya da
yeltenmedi.
Kısmen bu araştırmacı bilim taklidinin neticesi olarak, Dr. Guyer Hunter’ın
yönetimi altında çalışan Britanyalı doktorların sonuca ulaşması yalnızca
birkaç hafta sürdü. Onlara göre salgının nedeni, 1865’teki en son salgından
beri Mısır toprağında uyku halinde kalmış kolera zehirlerini “yeniden
harekete geçiren” sıra dışı hava koşullarıydı. Dolayısıyla kolera
Hindistan’dan gelmemişti, mikrobiyal bir hastalık da değildi. Hâliyle, daha
fazla yayılacağını düşünmek için bir neden de yoktu. Hunter ve
meslektaşlarının ta en baştan mikrop kuramını kasıtlı olarak göz ardı
ettiklerini düşünmek için bir neden yoktur. Britanya hükümeti yeterli
mikroskobik eğitimi olmayan bir ekip seçerek zaten yapacağını yapmıştı.
Dahası, hükümet Hunter’ın sonuçlarından o kadar memnun kalmıştı ki ona
derhal St. Michael ve St. George şövalye nişanı verildi.
Britanyalılar gider gitmez Fransız ve Alman tıp ekipleri kolera mikrobunu
bulma beklentisiyle Mısır’a geldiler. Louis Pasteur, Fransız keşif ekibinin
hazırlanmasına yardım etti ancak kendisi Paris’te kaldı ve ekibe Emile Roux
başkanlık etti. Ne var ki Roux’un ekibindekiler gelene kadar salgın dinmeye
başlamıştı ve teşrih için uygun kadavra bulmakta güçlük çekiyorlardı.
Maalesef, Louis Thuillier adlı çok zeki ve genç bir Fransız bilim insanı,
bulabildikleri ender vakaların birinden kolera kaptı. Istırap dolu birkaç günün
ardından da öldü. Fransız grubu yıkılmış bir halde Paris’e döndü. Bizzat
Robert Koch’un başkanlığındaki Alman ekibi, Thuillier’in mezarına çelenk
koydu ve mikrobiyal faili aramaya koyuldu. Anatomik incelemeler
sonucunda çok geçmeden koleranın bir bağırsak hastalığı olduğu sonucuna
vardılar. Bağırsaklarda diğerlerinden farklı bir mikrop ararken de sonunda
zanlıyı buldular: Bağırsak duvarının içindeki mukus katmanında bulunan
virgül şeklinde bir basil. Araştırmalarım bağırsağa yönlendiren Koch'un ekibi
kolera kurbanlarının kadavralarında bol miktarda aynı basilden olduğunu
gördüler. Bu sonuçlar son derece umut vericiydi. Ancak salgın düşüşe geçtiği
için Almanlar da kadavra bulamaz oldular.
Koch’un ekibi, hiç tereddüt etmeden, deney hayvanlarım da alarak hastalığın
çok daha yaygın olarak görüldüğü Hindistan’a gemiyle gittiler. Keşfedilen
şeylerden etkilenen bazı Britanyalı doktorlar eşsiz bir fırsatın
kaçırılabileceğini düşünmeye başladı. The Lancet dergisi öfkeli bir tonla,
“Kolera virüsünün gerçek doğasının keşfi İngiltere’nin en büyük
sömürgesinde gerçekleşecek gibi; ne var ki bunu yapan bir İngiliz
olmayacak,” demişti. Britanyalıları mahcup edeceği düşüncesiyle keyiflenen
Bismarck’ın Almanya’sında, doğal olarak Koch’a daha büyük övgüler
düzülüyordu. Kısa süre sonra Kalküta'ya ulaşan Koch’un ekibi bir kez daha
kolera hastalarında virgül şeklindeki basili tespit ettiklerini duyurdu. Ayrıca
birçok kolera kurbanın su temin ettiği su depolarında da aynı basili bulmayı
başarmışlardı. Ancak bu, Koch’un resmi raporlarında iddia ettiği gibi tam bir
Eureka! anı değildi. Çünkü defalarca uğraşsa da kendi postulatlarını
karşılamayı başaramamıştı: Defalarca basili geliştirmiş, bunu hayvanlara
enjekte etmiş ancak hayvanlar inatla sağlıklı kalmışlardı. Bu, ele aldığı
vakanın kendi dört postulatından sadece birine dayandığı anlamına geliyordu:
Basille koleranın mevcudiyeti arasında “sabit bir ilişki”ye.
Dolayısıyla, bu, şüphesiz Koch’un verem çalışmasında elde ettiği başarı
kadar etkileyici değildi. Hâliyle rakipleri hem bilimsel hem de siyasi
nedenlerle ona itiraz etmekte gecikmediler. Britanya tıp dünyasının saygın
isimlerinin “bu seçkin Cermen”e saldırırken az eğlenmedikleri kesin. Ancak
bu husumeti körükleyen şey ulusal rekabet olduğu kadar bilimsel mantıktı.
Zira Fransa ve Almanya’da bile Koch kendi bildiğini okuyamadı. Bunun
nedenini anlamak için Koch’un dört postülatını da doğrulamanın önemini
kavramamız gerekir.
Aşırı Önlemler
Kobay hayvanlarını laboratuvarda geliştirilmiş kültürlerle enfekte etmek
mikrop kuramcılarına genellikle ciddi bir sorun getiriyordu. Kolera, tifo ve
cüzzama neden olan basiller neredeyse yalnızca insanlar için tehlikeliydi. Bu
yüzden, birçok araştırmacı iki arada bir derede kalıyordu. Araştırmacılar
hastalık mikrobu olduğuna inandıkları şeye hayvanların dirençli olduğu
yönündeki sezgilerini, yalnızca, etik olarak savunulur tarafı olmayan insan
deneylerine başvurarak sınayabilirlerdi. Bunu yapmayınca da muhalifleri, çok
da haklı bir şekilde, onları mikrop kuramını vaziyeti kurtaran bir yalanla
savunmakla suçluyorlardı. Bu zor durum, kendini belki de en iyi Norveç
cüzzam araştırmasında göstermiştir.
Doktorlar yüzyıllardır cüzzamın kalıtsal bir hastalık olduğunu düşünüyordu.
Derken Norveçli doktor Gerhard Armauer Hansen cüzzamlı hastalarının
derilerindeki nodüllerde çubuk şeklinde farklı bakteriler keşfetti. Koch’un
bazı yöntemlerini kullanarak onları yalıttı ve bir düzine tavşana enjekte etti.
Büyük bir hayal kırıldığı içinde hayvanların hastalık belirtileri göstermediğini
fark etti. Tavşanların bağışık olduğunu düşünerek kendi türünün üyelerine
yöneldi.
Mayıs 1880'deki yargılanması sırasında, Hansen daha önce cüzzamlı bir
hastanın nodüllerini kesmede kullandığı keskin bir bıçakla cüzzam hastası bir
kadının göz kapağında bir ensizyon yaptığını açıkladı. Amacı kadın hastanın
ilk hastanın mustarip olduğu belirli cüzzam türüne yakalanıp
yakalanmayacağını anlamaktı, ikinci hasta zaten cüzzamlı olduğundan,
Hansen deneyinde canlı insan kullanmasının kamu yararı gözetildiği için
meşru sayılabileceğini öne sürdü. Ancak bu deneyde enfeksiyon
bulaşmamıştı. Rızasını almadığı bir hasta üzerinde acı veren, tehlikeli ve
sonuç olarak yararsız bir işlem yaptığı için Hansen, Bergen’deki cüzzam
hastanesindeki işinden atıldı.
Daha sonra Hansen’in basilinin gerçekten de cüzzamın nedeni olduğu
anlaşıldı. Ancak hastanın gözüne cüzzam bulaştırmakta başarısız olması
mikrop kuramcılarının bir başka sorununa işaret ediyordu. Hastalık aynı
türün üyeleri arasında yayılabilse de bakterinin mevcudiyetiyle hastalığın
kendisi arasında her zaman bir bağıntı yoktur. Bu yüzden Koch ve Pasteur’un
sonuçlarını tekrarlamaya çalışan doktorlar, çoğu kez saf bakteriyel verem ya
da şarbon kültürlerinin normalde hastalık riskine açık bazı bireylerde hiçbir
etki yapmadığını fark ettiler. Yine benzer şekilde, Koch’un kolera mikrobu
kuramına karşı çıkanlar enfekte sudan içenlerden sadece birkaçının hastalığa
yakalandığım belirtmişlerdir.
Sorun, kısmen, Koch ve Pasteur’ün mikropları yutmanın bulaşıcı hastalıklara
yakalanmak için yalnızca gerekli değil aynı zamanda yeterli bir koşulmuş
gibi konuşmalarında yatıyordu. Bu bizzat kendi yaptıkları deneylerle çelişen
bir ifadeydi. Ne var ki, bazı eleştirmenler mikrop kuramını hastalığa
yatkınlığa yol açan diğer unsurları hesaba katacak şekilde düzeltmek yerine
daha da ileri gittiler. Örneğin, ünlü Alman hijyen uzmanı Max von
Pettenkofer mikropların bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkışında rolü olduğunu
inkâr etmiyordu. Ama mikropların bu konuda pek de yeterli olmadıklarını
iddia etti. Pettenkofer’e göre bir salgın üç şeye ihtiyaç duyardı: Belirli
bulaşıcı bir partikül; içinde çürüyen organik madde bulunan nemli, gözenekli
toprak ve bu partikül ile toprağın bileşimi sonucu ortaya çıkan zehirli bir
madde.
Max von Pettenkofer kuramının doğruluğunu kanıtlamak için 1884 yılında
Koch’a yazarak kendisine birkaç kolera vibriyonu (kıvrık çubukları andıran
bakteri) göndermesini istedi. Bu isteği yerine getiren Koch, kısa bir süre
sonra aşağıdaki mektubu alınca donup kaldı:
“Herr Doktor Pettenkofer gönderme nezaketini gösterdiği deney tüpü
dolusu kolera vibriyonu için Herr Doktor Koch’a saygılarını sunar. Herr
Doktor Pettenkofer tüpün içindekilerin tamamını içmiş bulunuyor ve
Herr Doktor Koch’a şu an sağlığının eskisi gibi yerinde olduğunu
bildirebilmekten mutluluk duyar.”
Haffkine'in Kibri
Bu savaş, Koch Kalküta’dan ayrılana kadar kazanılmamışsa da büyük
ilerlemeler kaydedilmişti. Ayrıca Koch’un en hararetli muhalifleri olan
Pettenkofer’in sadık destekçileri bile, mikroplar olmaksızın hastalık
bulaşmasının imkânsız olduğuna kani olmuşlardı. Böylece, 1880’lerin
ortalarına kadar mikrop kuramcıları en azından kısmi bir zafer elde
etmişlerdi. Ne var ki Koch birinin virgül şeklinde bir basil yutması
durumunda, yalnızca sahip olduğu doğal savunma refleksleri tarafından
ölümden kurtarılabileceği gerçeği bütün dünya tarafından kabul edilene kadar
tatmin olmayacaktı. Bunun anlamı da Pettenkofer’in koleranın ortaya çıkması
için bir yörenin toprak özelliklerinin en az mikrobun kendisi kadar önemli
olduğu görüşünün çürütülmesiydi. Koch’un destekçilerinin kısa süre sonra
farkına vardıkları gibi, bu sanıldığı kadar kolay değildi. Ne var ki,
rakiplerinin kibri sayesinde Koch’un beklediğinden çok daha kolay olmuştu.
Halkın gözü önünde bardak dolusu kolera basilini mideye indirip pek bir
olumsuz etkiye maruz kalmamak Pettenkofer ve onun Rusya doğumlu
müttefiki Elie Metchnikoff’un neredeyse standart gösterisi hâline gelmişti.
Ne var ki, 1893’te, Bay Jupille adında biri bu deneylerden birine gönüllü
katıldı ve tipik bir kolera krizinden öldü. Birkaç ay sonra Metchnikoff,
Versailles yakınlarındaki bir ırmakta kolera basiline rastlandığını ve yöre
halkından kimsenin hastalığa yakalanmamış olduğunu öğrendi. Metchnikoff
bunun üzerine yöre halkından birkaç kişiyi bu mikrobun solüsyonlarından
içmeye ikna etti. Bu insanların hepsi çok hasta oldu ve kısa süre sonra
içlerinden biri ne yazık ki öldü. Bu türden olaylar, yavaş yavaş, sadece
Metchnikoff’u değil diğer bilim insanlarını da Koch’un basillerinin hastalığa
neden olmaya yettiğine ikna etti. 1890’larda virgül şeklindeki basilin
koleraya yol açabilen tek mikrop olduğu konusunda bir uzlaşıya varıldı.
Ancak yine işler başlarda Koch’un istediği gibi gitmedi. Jaime Ferran y Clua
adlı İspanyol bilim insanı virgül şeklindeki basilden elde ettiği saf bir kültürle
binlerce yurttaşını koleraya karşı aşıladığını duyurdu. Etkileyici bir başarı
oranı iddiaları bir Fransız Komisyonunu kapısına kadar getirdi. Ne yazık ki,
çok önemli bilgileri vermediği için aşısı yararsız sayıldı. Ferran’ın aşısı
muhtemelen işe yarıyordu ancak üst düzey yabancı bir ekip tarafından işe
yaramaz ilan edilmesi hem aşısını hem de koleraya belirli bir mikrobun yol
açtığını savunan kuramı geçici olarak itibarsızlığa sürükledi.
Böyle önemli bir anda sahneye Rusya doğumlu Waldemar Haffkine adlı bir
bilim insanı çıktı. Hafifkine bayındır bir Karadeniz liman şehri olan
Odessa’daki büyük bir Yahudi ailesinin üyesiydi. Ateşli bir solcu olan
Haffkine üniversitedeyken devrimci siyasete bulaşmıştı. Derken, 1881’de Çar
II. Aleksandr suikastının ardından yaşanan amansız Yahudi karşıtı pogromlar
sırasında Yahudi direnişini örgütleme girişimlerinde yer aldı. Gizli polisin
düşmanlığını kazanınca her defasında hapiste kalma süresi giderek arttı. Çok
tehlikeli bir hayat süren Haffkine’in sonu darağacı gibi görünüyordu.
Ne var ki, Rus bilim insanı çok hırslıydı. Bilim dünyasında dikkat çekmek
istiyordu ve adı ayyuka çıkan bir isyancı olarak kendi yurdunda bir geleceği
olmadığını biliyordu. Bu yüzden Cenevre’ye kaçtı ve orada kendini
bakteriyoloji araştırmalarına verdi. Birkaç yıl sonra, 1890’da, Paris’e geçti ve
bir kolera aşısı geliştirmek üzere Roux’nun ekibinde çalışmaya başladı. Çok
şey kanıtlaması gereken genç bir bilim insanı için bu heyecan verici bir
projeydi. Haffkine, virgül şeklinde basile karşı bir aşı geliştirmenin sayısız
insanın hayatını kurtarmanın yanı sıra dünyanın bazı önde gelen bilim
insanlarının hayranlığını da kazandıracağını biliyordu. Onu daha da
cesaretlendirecek bir şey de başardı olması durumunda Siyam [bugünkü
Tayland] Prensi’nin “heykelini dikmeye” söz vermesiydi. Prens’i ziyaret
ettiği akşam günlüğüne, “Neler yapabileceğimizi bir görelim bakalım” diye
not düşmüştü.
Haffkine’in asıl sorunu laboratuvar hayvanlarının hastalığa bağışık gibi
göründüğü bir durumda potansiyel aşıları geliştirip sınamaktı. Ama Hafifkine
başlarda çığır açabilecek bir derleme sağlamıştı. Test tüplerinde kolera
basilini tavşan serumuyla karıştırdığında yalnızca en öldürücü ve dayanıklı
olan bakteriler, serumla bu temaslarından sağ çıkabiliyordu (daha sonraları
bunun nedeninin serumdaki antikorlar olduğu anlaşılacaktı). Ardından bu
işlemi daha büyük miktarda tavşan serumu kullanarak tekrarlayınca, sonunda
gerçekten çok etkili bir virgül basili kültürü elde etti. Bu basili birkaç kobaya
enjekte eden Haffkine kobaylardan bazıları hasta düşüp ölünce büyük bir
zafer elde ettiği hissine kapıldı. Ancak, bu, laboratuvar hayvanlarının kolera
basili enfeksiyonuna yakalanabileceğini gösterse de tavşan ve kobayların
yalnızca az bir kısmına gerçekten hastalık bulaşmıştı. Hem cesaretlenen hem
de aynı derecede hüsrana uğrayan Haffkine, fazla bir ilerleme kaydedemese
de 1891 yılından 1892’nin başlarına kadar azimle çalışmaya devam etti.
Patronunun bir tavsiyesi bu tıkanmışlığı sonlandırdı. Emile Roux, Koch'un
meslektaşı Richard Pfeiffer’in kobayların karın duvarı çeperine enjekte edilen
kolera basilinin şaşmaz bir şekilde öldürücü olduğunu keşfettiğinden
Haffkine’e bahsetti. Haffkine bu fırsatın üzerine atladı. Bir kobayın karın
boşluğuna kolera basili enjekte etti. Kobay ölünce karnındaki “eksüda”ların
bir kısmını şırıngayla alıp bir başka kobayın karnına enjekte etti. Pasteur’ün
daha önce göstermiş olduğu gibi bakterileri düzinelerce hayvandan hayvana
aktarmak kültürün öldürücülüğünü artırıyordu. Otuz aktarmadan sonra
Haffkine’in kolera basili neredeyse kusursuz denecek denli ölümcül hale
gelmişti. Haffkine buna “asil” kültür dedi.
Haffkine daha sonra bu saf kültürü zayıflatmaya koyuldu. Basiller havaya,
ısıya ya da kimyasal maddelere maruz bırakılarak, aşı olarak kullanılmak
üzere yeterince zayıflatılabiliyordu. İlkin bu basillerle aşılanan hayvanlar,
sonrasında öldürücülüğü artırılmış kültürle karşılaştıklarında neredeyse her
zaman hayatta kaldılar. Çok geçmeden Haffkine basilleri zayıflatmanın bile
gerekli olmadığını fark etti. Yükseltilmiş basil deri altından enjekte
edildiğinde hayvanlar bağışıklık kazanıyordu. Bu yöntem, her nasılsa tam
olarak gelişmiş hastalık kendini göstermeden vücuda etkili bir savunma
tepkisi geliştirme şansı tanıyordu.
Bu sonuçları elde eden Haffkine, zayıflatılmış basili kendine enjekte ederek
çok ciddi bir adım attı. İğnenin değdiği yerdeki acı ve yükselen ateş dışında
bir belirti görülmedi. Bir hafta sonra Roux genç meslektaşına tam gelişmiş
kolera basili enjekte etti. Haffkine sadece hafif bir rahatsızlık yaşadı ve
hayatta kaldı. Aynı şekilde aynı hafta aşı olan üç Rus arkadaşı da hayatta
kaldı. Derken, iki ay sonra içinde eksüda bulunan bir pipeti havada tutarken,
Haffkine ağzına birkaç damla “yoğun, hafif tuzlu” sıvının damladığını
hissetti. Bu çok etkili bir solüsyondu ve mikrop bakımından zengin bu sıvıyı
yutmadan önce Haffkine bir anlığına tereddüt etti. Bağışıklık sistemi bu ağır
dozla da baş edince Haffkine'in aşısına olan güveni bir daha sarsılmadı.
Şimdi ise aşısının değerini daha büyük bir ölçekte deneyebileceği bir fırsat
arıyordu. Rusya onu kesin bir dille reddetti. Belki de daha önce verdiği sözü
tutmak zorunda kalabileceğinden endişelenen Siyam Krallığı da. Bu yüzden
Haffkine eski genel vali Lord Duffer’in aracılığıyla Hindistan’a yöneldi, 1893
baharında Hint Yarımadası’na giden geminin güvertesindeydi. Ne var ki
Hindistan'a varınca bir muhalefet seliyle karşılaştı. Bu direnişin çoğu, acı
veren iğnelerden ve aşının yan etkileri yüzünden günlerce işgücü kaybına
uğramaktan mustarip yöre sakinlerinden geliyordu. Ne var ki, doktorlar da bu
sızlanma korosuna dâhil oldular. Çok da meşru olarak Haffkine’i kendine
aşın güvenmekle suçladılar çünkü laboratuvar hayvanlarında oluşturduğu
hastalık hiç de koleraya benzemiyordu. Nasıl olur da aynı hastalıkla
ilgilendiğinden bu kadar emin olabilir ki diye soruyorlardı.
1893’te kolera vakalarındaki geçici düşüş Hafîkine’e muhaliflerini cevaplama
şansı vermemişti. Derken 1894 başlarında Kalküta’nın kalabalık ve pis bir
kenar mahallesinde -ya da varoşunda- salgın yeniden patlak verdi. Çabucak
olay yerine gelen Hafîkine işe koyuldu ve çok geçmeden 200 köy sakininden
116'sını aşıladı. Aşı olmayanların çoğu ölürken aşılanan 116 hastanın tamamı
hastalıktan kurtuldu. Çay üretimi ile bilinen Assam eyaletine giden Haffkine
burada aşılama programına devam etti. Burada 20.000 insanı aşılamayı
başardı. Daha sonradan bir meslektaşının hesaplamalarına göre aşılananların
yalnızca yüzde 2’si koleradan öldü. Aşılanmaya rıza göstermeyenler arasında
ölüm oranı yüzde 22 ile 45 arasında değişiyordu. Bu, hem aşı hem Koch’un
koleraya belirli bir mikrobun yol açtığını savunan kuramı için ses getiren bir
onay anlamına geliyordu. Haffkine’in başarılarından haberdar olan Alman
bilim insanı sevinçle, “gösterim tamamlandı” demiştir. O aşamada artık
doktorların çoğu, hatta Britanya’dakiler bile, bunu kabul etmeye
başlamışlardı.
On dokuzuncu yüzyılın en korkunç hastalıklarından biri yalnızca
anlaşılmakla kalmadı, önlenebildi de. Tüberkülin olayından sonra Koch’un
üzerine yapışan mahcubiyet hissi gidip, onun yerine, 1883’te koleranın
nedenini gerçekten keşfetmesinin —geç de olsa- getirdiği itibar geldi.
15. Pasteur’ün Kapıcısı
Kuduzdan ve bataklıkta boğularak ölümler, Victoria dönemi romanında, bu
ölümlerin gerçek hayattaki görülme sıklığını yalanlarcasına bolca görülürler.
Ancak her iki durumda da ölmeden önce çekilen acıların inanılmaz
yoğunluğu, bunları en korkunç ölümlerin sembolü hâline getirmiştir. Birçok
insan, başka nedenlerin yanı sıra, daha uzun sürdüğü için kuduzun daha
korkunç olduğu konusunda hemfikirdir.
Bu hastalık kontrol altına alınmadan önce, kuduz bir hayvanın ısırığı, kurbanı
hastalığa yakalanıp yakalanmadığını öğrenene kadar haftalarca süren acı dolu
bir bekleyişe mahkûm ediyordu. Eğer kurban şansızsa, kuduzun ilk belirtileri
yüksek ateş ve genel bir hâlsizlik oluyordu. Çok geçmeden bunları kas
ağrıları, kusma ve boğaz şişliği takip ediyordu. Yüksek ateş 40 °C’ye kadar
yükselince kurbanda şiddetli kasılmalar, felç, halüsinasyon ile
sersemleşmenin yanı sıra parlak ışık, ses ve dokunmaya karşı aşırı hassasiyet
görülüyordu. En sonunda, hastalığın sinir sistemindeki hayati bölgeleri
yıkıma uğratmasıyla birlikte, soluk alma ve yutkunma fazlasıyla
güçleşiyordu. Vücudun artık yutulamayan kanlı tükürük ve balgamı dışarı
çıkarmak istemesi sonucu ağızda görülen tipik köpürme başlıyordu.
Kurbanlar çaresizce susamış olsalar da hidrofobik bir dehşetle kendilerine
sunulan bütün sıvılardan ürküyorlardı. Kısa bir süre sonra, ne yapacaklarım
bilmez, saldırgan ve korkmuş bir hâlde komaya giriyorlar ve saatler içinde
nefes alamaz hale geliyorlardı. Belki de en korkuncu bütün bunların ta
hastalığın başından beri bilinmesiydi. Kuduz kurbanları için ölüm gerçekten
kaçınılmazdı.
Bu kahredici olayların tekrar tekrar gerçekleşmesi Pasteur’ün neden kuduzla
ilgilenmeyi seçtiğini anlamamızı sağlar. Kuduzun çok nadir görülen bir
enfeksiyon olduğu doğrudur ama Pastör insanlarca bilinen belki de en
korkunç ve ölümcül hastalığı yenmenin mikrop kuramcıları için devasa bir
başarı olacağını fark etmişti. Bu hastalığın yüzde 100’lük bir ölüm oranı
olduğundan Pasteur etik bir suçlamaya maruz kalmadan dirikesim
yapabileceğini de anlamıştı. Hastalar nasılsa öleceğine göre, üzerinde çalıştığı
aşıları ilk onlarda denemekten onu ne alıkoyabilirdi ki? Ancak Pasteur için
şahsi bir hesaplaşma da söz konusuydu.
1831 sonbaharında, 8 yaşındaki Pasteur hayatı boyunca asla unutmayacağı
bir dizi olaya tanık olmuştu. Jura Dağları’nın ağaçlık eteklerinde ileri safhada
kuduz bir kurt görülmüştü. Dişlerinden kuduz virüsüyle kaynayan kanlı
salyalar damlayan bu yaratık önüne çıkan her şeyi parçalıyordu. Ormanlık
alandan ayrılan kurt Villers-Farlay’ya yöneldi ve birkaç köylüye saldırdı,
iyice kuduran, korkmuş ve saldırgan kurt daha sonra Pasteur’un kasabası
Arbois’ya geldi ve bir düzineden fazla insanı ısırdı. Bu kurbanlar panik
içinde kasaba merkezindeki demirciye gelip yaralarını kızgın bir demirle
dağlattılar. Küçük Louis yaralı cilde demirin değdiği anda atılan haykırışları
duydu. Birkaç hafta sonra, kurdun ısırdığı kurbanlardan sekizinin dehşet
veren ölümleri bütün kasabayı yasa boğdu. Bu korkunç hastalıkla savaşmak
için daha güçlü kişisel nedeni olan tıp araştırmacılarının olması neredeyse
imkânsızdı.
Alsacelı Oğlan
İlk on köpeğin aşılanmasından tam beş hafta sonra, 6 Haziran Pazartesi günü,
Alsacelı 9 yaşında bir oğlan çocuğu endişeli annesi tarafından Pasteur’ün
kapısına getirildi. Büyük bilim insanının araştırmalarından haberdar olan
perişan haldeki anne oğlunun hayatını kurtarması için Pasteur’e yalvardı.
Küçük Joseph Meister kuduz bir köpek tarafından şiddetli bir şekilde
ısırıllmıştı. Köpeğin elinden kurtarılan çocuğun üstü başı hayvanın kanı ve
salyasıyla kaplıydı. Sahibi, köpeği yakalayıp öldürmüş ve karnını yarıp
açmıştı. Köpeğin karnı kuduz hayvanlarda görüldüğü üzere saman, ot ve
odun kırıntılarıyla doluydu.
Annenin anlattığı yürek parçalayıcı hikâyeden ve duyduğu endişeden
etkilenen Louis Pasteur, acımasız bir ikilemle karşı karşıya kalmıştı. Kuduz
aşısını kullanmayı önermeden önce Girard ve Poughon’a net bir şekilde
kuduz teşhisi konmuştu. Dolayısıyla her iki vakada da büyük oranda
denenmemiş bir tedaviyi kullanması için tam olarak kendini haklı çıkaracak
gerekçeler vardı. Ancak kuduz köpeklerin ısırdığı insanların tümünün kuduza
yakalanması söz konusu değildir. İşin doğrusu, çoğunluğu, hatta Joseph
Meister gibi derin ısırıklara maruz kalanlar bile hastalığa hiçbir şekilde
yakalanmayabiliyordu. Meister, Pasteur’ün kapısına birkaç hafta sonra gelse
bu sorun olmazdı. 1885 Haziran ayının başlarında henüz deneyleri
tamamlanmış sayılmazdı. Elbette ilk on köpeğin onu da bir ayı aşkın bir süre
önce yapılan son enjeksiyonda taze kuduz maddesi almalarına karşın
sağlıklıydılar. Bu iyimser olmak için yeterli olabilirdi ancak kuduzun kuluçka
dönemi birkaç hafta sürebilir, bu yüzden Pasteur bu ilk on köpeğin gerçekten
tehlikeyi atlattığından emin olamıyordu. Diğerleri konusunda ise ancak
tahminde bulunabilirdi.
Durum böyle olunca, Pasteur eğer Meister kuduz değilse ve deneysel aşı
başarısız olursa, çocuğa tam doz hastalık verip onu durduk yere ölüme
mahkûm edebileceğini biliyordu. Diğer taraftan, Meister'in büyük olasılıkla
kuduz virüsü taşıyor olabileceğini ve hastalığın uzun kuluçka dönemini
hesaba katarak, virüs harekete geçemeden Meister'e bağışıklık
kazandırabileceğinin de farkındaydı. Çok az bilim insanı bu denli zor bir etik
ikilemle karşılaşmıştır; gene de Pasteur ta baştan beri ne yapacağını biliyor
gibiydi.
Roux’nun aşının etkili olup olmadığını denemekten çekinmesi Pasteur un
moralini bozuyordu. Deneylerin yeterince ilerlemediğini düşünen Roux,
Meister'in kendi kaderiyle baş başa bırakılmasında hararetle ısrar ediyordu.
Pasteur ise kararlı bir şekilde bunun yanlış bir yaklaşım olduğunu
söylüyordu. Böylece, “ciddi endişeler” taşımasına rağmen, 6 Temmuz dan
itibaren çocuğa verdiği enfekte omurilik maddelerinin etki dozajını artırmaya
başladı. On gün içinde toplam on üç aşı yapıldı. Bunlardan ilkindeki madde o
kadar kuruydu ki tavşanların beyinlerine enjekte edildiğinde neredeyse hiçbir
etki yaratmamıştı. Oysa son birkaç aşı, bağışıklığı olmayan herhangi birini
öldürmeye yetecek çok etkili virüsler barındırıyordu. Temmuzun son
günleriyle Ağustos’un başlarında Pasteur’un gözüne uyku girmedi. Ne var ki,
Ekim ayında Bilim Akademisinde konuşma yaptığı sırada, artık
dinleyicilerine Joseph Meister’in sağlığının “gayet yolunda” olduğunu
bildirebilirdi. Çocuk sağlıklı, mutlu ve herkesin bildiği kurtarıcısına
olabildiğince müteşekkirdi. Pasteur'ün cesareti, ya da bazılarının deyimiyle
gözü karalığı, ona inanılmaz bir başarı getirmişti. O sırada Haziran’da
başladığı köpek deneyleri de tamamıyla başarılı olmuştu, aşılanan 40
köpekten hiçbiri en son verilen öldürücü kuduz virüsüne yenik düşmemişti.
Meister’in sağlığının iyi olduğunun ve kuduzdan kurtulduğunun
doğrulanmasından kısa bir süre sonra, Pasteur kendi kasabasına yakın bir
köyün belediye başkanından mektup aldı. Belediye Başkanı Perrot,
mektubunda Jean-Baptiste Jupille adında 15 yaşında gözü pek bir çoban
çocuğun yaptıklarından Pasteur’e bahsetti. Birkaç gün önce “tuhaf yürüyüşü”
olan güçlü bir köpek, bariz bir şekilde saldırma amacıyla, birkaç çocuğun
yanına yaklaşmış. Jean-Baptiste kuduz köpekleri görünce tanırmış ve eline
kırbacını alarak köpeğin üzerine yürümüş. Köpek de onun üzerine atılmış ve
dişlerini onun sol koluna geçirmeyi başarmış. Ama şiddetli bir boğuşmanın
ardından Jean-Baptiste köpeği yere yıkmış ve onu metal uçlu tahta
ayakkabısıyla döverek öldürmüş. Pasteur'ün daha sonradan ifade ettiği gibi
bu alışılmışın dışında bir “cesaret ve serinkanlılık” gösterisiydi. Ancak bu
kahramanca eylem sırasında köpek çocuğu birkaç yerinden derin bir şekilde
ısırmıştı.
Çocuğun hikâyesini daha da trajik kılan şey ise ailesinin geçimini sağlayan
tek kişinin o olmasıydı. Bu olaydan kısa bir süre önce Jean-Baptiste’in babası
iş kazası sonucunda bir kolunu ve dolayısıyla işini kaybetmişti. Şimdi de
görünüşe bakılırsa oğlu kuduzdan ölecekti.
Bu kez Pasteur’un yardım etme konusunda hiçbir çekincesi yoktu. Ama
çocuğun anne-babası huzursuzdu. Jean-Baptiste’i Paris’e giden trene
bindirmeden önce Belediye Başkanı, “Bay Pasteur’ün cömert önerisini kabul
etmezlerse oğullarını kaybedeceklerini,” söyleyerek onları zar zor ikna
edebilmişti. Çocuk 20 Ekim 1885 tarihinde Paris’e varır varmaz, ona giderek
artan öldürücülükte aşılar yapılmaya başlandı. Pasteur’ün bu kadar aceleci
olması tamamen yerindeydi çünkü genç adam ısırılmasının üstünden ancak
altı gün geçtikten sonra Paris’e gelebilmişti. Ne var ki, bir ay sonra tehlike
atlatıldı. Jean-Baptiste’in sağlığı mükemmeldi. Aşının etkisi ve mikrop
kuramının geçerliliği ise artık herkes için meydandaydı.
Basilin Peşinde
Cari J. Eberth, Zürih’te çalışan bir hastalık anatomistiydi. 1880 ve 1881
arasında ölü tifo hastalarından aldığı dilimlenmiş dalak ve bağırsak lenf
düğümleri üzerinde araştırmalar yapıyordu. Uygun boyama teknikleri
kullanarak bu dokularda çubuk şeklinde bakteri kütleleri saptadı. Bu, tifonun
spesifik bir mikropla bağlantılı olduğuna ilişkin ilk umut verici kanıttı.
Buluşundan cesaret alan Eberth çubuk şeklindeki bu bakterileri yeniden
bulma umuduyla kırk tane tifo kurbanının iç organlarını kesmeye devam etti.
Bu vakalardan on sekizinde araştırmalarının meyvelerini aldı. Bu biraz hayal
kırıklığına uğratan bir sonuçtu ancak bütün bakteriyologlar bir bakteriye
rastlamamanın onun illa orada olmadığı anlamına gelmediğini biliyordu. Bu
yüzden Eberth bir sonraki mantıklı adımı attı. Tifodan ölmediği kesin olarak
bilinen 24 kişinin dalak ve bağırsak lenf düğümlerini dilimledi ve boyayarak
inceledi. Eberth bu kez belirgin olarak basiline rastlamadığını görerek
sevindi. İki Britanyalı bilim insanı, Glasgow’da çalışan Joseph Coats ve
Leeds’den G. F. Crooke da daha küçük bir ölçekte aynı sonuçlara
ulaştıklarını rapor ettiler. Üçü de tifonun bakteriyel bir hastalık olduğunu
gösteren kesin kanıtlara ulaşmada yetersiz kalmışlardı. Ancak 1881’in
sonlarında tifoya belirli bir mikrobun yol açtığım savunan kuram sonunda
bilimsel olasılık kapsamına alınmıştı.
Bu alanda başı yine Koch’un öğrencilerinden biri olan Georg Gaffky
çekiyordu. Daha karmaşık boyama ve mikroskobi yöntemleri kullanan
Gaffky, 28 tifo vakasından 26’sında Eberth’in çubuk şeklindeki bakterilerine
rastladı. Bu etkileyici sonuç, sonradan, söz konusu organizmanın kültürünü
geliştirme girişimlerine çok haklı bir zemin hazırlamıştır. Gaffky bunu
yapmak için bir tifo kurbanının dalağını tamamen çıkardı, cıva klorür ile
yıkayarak dış yüzeyini sterilize etti ve temiz bir bıçakla dalağın iç boşluğunu
açtı. Sonra sterilize platin bir telle minik doku parçalarını kazıdı ve bu
parçaları jelatin bir besin plakası üzerine yaydı. En sonunda ise plakayı
kapattı ve oda sıcaklığında bekletti.
Gaffky, kırk sekiz saat sonra, günümüzde Eberth-Gafrky basili olarak bilinen
bakterinin saf bir kültürünü elde etmiş oldu. Aynı zamanda, bu basilin o güne
kadar tıp bilimince tanınmayan bir bakteri olduğunu da göstermişti. Bu basil
yuvarlak, renkli veya opak koloniler oluşturmak yerine, Gaffky’nin onu
yerleştirdiği ortamın yüzeyinde ince, neredeyse görünmez bir yapışkan
tabaka olarak gelişiyordu. Yıllar boyunca, bilim insanları, onu diğer
basillerden ayırt etmek için öncelikle bu özellikten yararlanmışlardır.
Ancak ulaştığı bu yüksek noktada Gaffky’nin şansı yaver gitmedi. Artık
tifonun bir bağırsak enfeksiyonu olduğu biliniyordu. Bu nedenle, basilinin
tifoya neden olduğunu kanıtlamak amacıyla, Gaffky’nin onu kurbanların
dışkısında da bulması gerekiyordu. Ne var ki, Gaffky’nin laboratuvarının
teknik donanımı bunu yapmak için yeterli olmadı. Jelatin plakalara sürülen
dışkı büyük miktarda sapropitik olarak bilinen bakterilerle doluydu, bu da
jelatini akışkanlaştırıyor ve diğer bakterilerin ayrı ayrı koloniler oluşturmasını
engelliyordu. Gaffky’nin diğer deney hayvanlarına tifo bulaştırma
girişimlerinin çok bariz fiyaskolarla sonuçlanması ise durumu daha da
kötüleştiriyordu. Çoğu mikrop kuramcısına göre, tifo muhtemelen tıpkı
kolera ve cüzzam gibi sadece insanlara özgü bir hastalıktı. Ancak muhalifler
Gaffky’nin yanlış bakteriyi izole ettiği ya da, biraz acımasızca davranarak,
tamamen yanlış yolda olduğu konusunda ısrar ediyorlardı.
Koch, 1890’daki Berlin Uluslararası Tıp Kongresinde, Gaffky’nin
çalışmalarından övgüyle söz etti. Ama Eberth-Gaffky basilinin tifonun nedeni
olabileceğini ima eden bütün iddiaların, “yalnızca haklı bir şüphe” ile
karşılanabileceğini de ekledi. Birçok farklı ülkede sayısız laboratuvardaki
yoğun çabalara karşın, 1896 yılında bile, tıp camiası bu konudaki görüşleri
açısından bölünmüştü. Gaffky’nin de ileri sürdüğü gibi, insanlar tifoya
yakalanma riskine açık birkaç türden biriydi. Ancak Koch'un postülatlarının
doğrulanamamasının nedeninin bu olduğunu kanıtlamak o kadar kolay
değildi. Kısaca, Gaffky’nin cephe taarruzu başarısız olmuştu, bundan sonra
yeni ve daha dolaylı bir saldın taktiği geliştirmek gerekiyordu.
Yıllarca süren çıkmazdan sonra, Haffkine’in Hindistan’da başarılı olduğu
1894 yılının Nisan ayında nihayet önemli bir ilerleme kaydedildi. Max von
Gruber’in Viyana'daki laboratuvarında, Herbert Durham ve Albert Grunbaum
adlı iki Britanyalı öğrenci, tifo hastalarından kan serumu alıp; bu serumu,
içinde Eberth-Gaffky basili solüsyonu bulunan test tüplerine boşalttılar.
Bakterilerin hemen kıvamlı kümecikler oluşturduğunu görmek onları iyice
şaşırttı. Daha sonra yapılan araştırmalar, serumun başka hiçbir mikrop türü
üzerinde bu etkiyi yapmadığını ortaya koydu. Durham ve Grunbaum, Eberth-
Gaffky basilinin, konakçılarının içinde, belirli bağışıklık proteinlerinin
üretimini tetiklediği sonucuna vardılar. Bu proteinlerin işlevi istilacı
bakterileri bir araya yığarak etkisiz hale getirmektir. Eberth-Gaffky basilinin
olduğu test tüplerinin içine enjekte edilen serumda bağışıklık proteinleri
mevcuttu ve orada da vücuttaki etkilerinin aynısını yapıyorlardı.
Biraz dolambaçlı da olsa, bu gözlem Eberth- Gaffky basilinin gerçekten de
tifoya yol açtığını gösteren mükemmel bir kanıttı. Aksi halde, tifo
hastalarındaki serumun bu basil türünün kümeler oluşturmasına neden oluşu
nasıl açıklanabilirdi ki? Ne yazık ki, Durham ve Grunbaum sonuçlarını
yayımlamadan önce Fransız bilim insanı Georges Fernand Widal benzer bir
yöntemle elde ettiği sonuçları bildirmişti. Böylece ikili bu konudaki
önceliklerini kaybetmiş oldu ancak Widal testinin yaygınlaşmasıyla tifo
araştırmalarındaki tıkanma kesin olarak aşılmış oldu.
I. Kısım
William Brownrigg hakkında daha fazla bilgi için, bkz. Jean E. Ward ve Joan
Yell (der.), The Medical Casebook of WiIiam Brownrigg, M D, FRS (1712—
1800) of the Town of Whitehaven in Cumberland, Londra: Wellcome Institute
for the History of Medicine, 1993. On sekizinci yüzyıl tıp düşüncesi ve onu
destekleyen toplumsal ve düşünsel unsurlar, Christopher Lawrence, Medicine
in the Making of Modem Britain, 1700—1920, Londra: Routledge, 1994 adlı
yapıtta, Nicholas Jewson’ın “Medical knowledge and the patronage system in
18th century England”, Sociology, 1974, C 8, s. 369—85 adlı etkileyici
makalesinde ve Guenter B. Risse, “Medicine in the age of enlightenment,”,
Medicine in Society: Historical Essays içinde, (der.) Andrew Wear,
Cambridge: Cambridge University Press, 1992, s. 149—95’te anlatılmıştır.
II. Kısım
Bulaşma, enfeksiyon, miasma, halk sağlığına yönelik ilk çabalar ve lohusa
hummasıyla mücadele gibi konular şu kaynaklarda ele alınmıştır: Margaret
Pelling’in Companion Encyclopedia of the History of Medicine, Londra:
Routledge, 1993 içinde yer alan “Contagion/germ theory/specificity”
maddesi; Irvine Loudon’un The Tragedy of Childbed Fever, Oxford: Oxford
University Press, 2000; Roy Porter’ın The Greatest Benefıt of Mankind ve
Lester S. King’in The Medical World ofthe Eighteenth Century, Huntington,
NY: R.E. Krieger Publishing Co., 1971. Mikropların keşfi ve kendiliğinden
türeme hakkındaki tartışmalar için bkz. John Farley’in The Spontaneous
Generation Controversy from Descartes to Oparin, Baltimore: Johns
Hopkins University Press, 1977. Özgün makalelerin çoğu İngilizceye
çevrilmiş ve Thomas D. Brock’un Milestones in Microbiology: 1546 to 1940,
Washington, DC: ASM Press 1999 adlı yapıtında yeniden yayımlanmıştır.
Bynum’ın Science and the Practice of Medicine adlı yapıtı Paris’te tıp
konusuna mükemmel bir giriş niteliğindedir. John Snow hikâyesinin söylence
ve gerçek yanları için bkz. hepsi Michigan State University’de çalışan
Howard Brody, Michael Russell Rip, Peter Vinten-Johansen, Nigel Paneth ve
Stephen Rachman’ın kaleme aldığı ve The Lancet’da yer alan makale “Map-
making and myth making in Broad Street: the Londra cholera epidemic,
1854”, The Lancet, 2000, C 356, s. 64—8.
III. Kısım
Louis Pasteur’ün yaşamı hakkında en iyi ve en güvenilir çalışmanın
müteveffa Gerald Geison’ın yazdığı The Private Science of Louis Pasteur,
Princeton: Princeton University Press, 1995 olduğu rahatlıkla söylenebilir.
René Dubos’nun Louis Pasteur, Free Lance of Science, New York: Scribner,
1976 hâlâ iyi bir biyografidir. K. Codell Carter’ın Bulletin of the History of
Medicine, 1991, 65, s. 528—48’de yer alan “The development of Pasteur’s
concept of disease causation and the emergence of specific causes in nine
teenth-century medicine” adlı makalesi bu konunun içyüzünü kavrama
açısından birçok değerli katkılar sunar. Joseph Lister için bkz. Christopher
Lawrence ve Richard Dixey’nin Lawrence’ın Medical Theory, Surgical
Practice: Studies in the History of Surgery, Londra: Routledge, 1992
çalışmasında yer alan “Practising on principle: Joseph Lister and the germ
theories of disease”; Lindsay Granshaw’ın John V. Pickstone tarafından
derlenen Medical Innovations in Historical Perspective, Basingstoke:
Macmillan, 1992 adlı kitapta yer alan “Upon this principle I have based a
practice’: the development and reception of antisepsis in Britain, 1867—90"
adlı makalesi. Richard Fisher’ın Joseph Lister, 1827—1912, New York:
Stein and Day, 1977 iyi bir yaşam öyküsü olma özelliğini hâlâ korumaktadır.
IV.Kısım
Pasteur’ün ipekböcekleri hakkındaki araştırması Antonio Cadeddu’nun "The
heuristic function of “error” in the scientific methodology of Louis Pasteur.
The case of the silkworm diseases” adlı makalesinde irdelenmiştir, History
and Philosophy of the Life Sciences, 2000, C 22, s. 3—28. Casimir
Davaine’in yaşamı ve çalışmaları için bkz. Jean Théodoridès, “Casimir
Davaine (1812—1882): a precursor to Pasteur”, Medical History, 1966, C 10,
s. 155-65. Robert Koch için bkz. Thomas D. Brock’un yazdığı biyografi,
Robert Koch: a Life in Medicine and Bacteriology, Washington, DC: ASM
Press, 1999. Ayrıca Geison’un The Private Science of Louis Pasteur ve
Cadeddu’nun “Pasteur et le cholera des poules”, History and Philosophy of
the Life Sciences, 1985, C 7, s. 87—104 çalışmaları da oldukça yararlıdır.
V. ve VI. Kısım
Porter’ın The Greatest Benefıt to Mankind, Bynum’ın Science and the
Practice of Medicine in the Nineteenth Centuıy, Reid’in Microbes and Men,
Brock’un Robert Koch ile Lechevalier ve Solotorovsky'nin Three Centuries
of Microbiology adlı yapıtlarının hepsi verem, kolera, kuduz ve tifonun
mikrobiyal doğasının keşfinin ayrıntılı bir anlatımını sunar. Michael Worboys
bu keşiflerin Britanya'daki bağlamım ve aldığı tepkileri Spreading Germs:
Disease Theories and Medical Practice in Britain, 1865-1900, Cambridge
University Press, 2000 adlı kitapta ele alıyor. Verem tarihi için ayrıca bkz.
David Barnes, The Making of a Social Disease: Tuberculosis in Nineteenth-
Century France, University of California Press, 1995. Mariko Ogawa'nın
“Uneasy bedfellows: Science and politics in the refutation of Koch’s bacterial
theory of cholera”, Bulletin of the Histoıy of Medicine, 2000, C 74, s. 671—
707 ve ilana Lövvy’nin “From guinea pigs to man: the development of
Haffkine’s anticholera vaccine”, Journal of the History of Medicine and
Allied Sciences, 1992, C 47, s. 270-Ö09 Koch ve Haftkine'in kolera
araştırmalarına etraflıca ışık tutar. Geison’un Priva- te Science of Louis
Pasteur adlı yapıtı Pasteur’un kuduz deneylerinin çok incelikli revizyonist bir
anlatımım sunar. Son olarak Anne Hardy’nin Bulletin of the History of
Medicine’de yayımlanan 2000, C 7A, s, 265—90'daki “’Straight back to
barbarism’: antilyphoid inoculation and the Great War, 1914” adlı makalesi
yirminci yüzyıl başlarında tifo aşılamasına gösterilen tepkinin izlerini sürer.
Notlar
[←1]
Halk dilinde "yılancık" olarak da bilinir.
[←2]
Lat. Effluviuum'un çoğul hâli. Zararlı, kötü kokan madde (çn).
[←3]
19. Yüzyıl İngiliz kadın romancı George Eliot’un Middlemarch adlı romanındaki idealist doktor
(çn).
[←4]
Salgın hastalık bilimi ile ilgili (çn).
[←5]
Fransızca, “Bu büyük bir ilerleme, bayım" (çn.).
[←6]
Meister’in ölüm tarihi pek çok kaynakta 24 Haziran 1940 olarak geçiyor.