Professional Documents
Culture Documents
EPİSTEMOLOJİ
Yazar
Prof.Dr. Murat BAÇ
Editör
Doç.Dr. Demet TAŞDELEN
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
Bu kitabın basım, yayım ve satış hakları Anadolu Üniversitesine aittir.
“Uzaktan Öğretim” tekniğine uygun olarak hazırlanan bu kitabın bütün hakları saklıdır.
İlgili kuruluştan izin almadan kitabın tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kayıt
veya başka şekillerde çoğaltılamaz, basılamaz ve dağıtılamaz.
Birim Yöneticisi
Doç.Dr. Alper Tolga Kumtepe
Öğretim Tasarımcıları
Doç.Dr. Alper Tolga Kumtepe
Doç.Dr. Hüseyin Fırat Şenol
Öğr.Gör. Yaşar Ödül
Grafiker
Dilek Demirbaş
Kapak Düzeni
Doç.Dr. Halit Turgay Ünalan
Dizgi
Kitap Hazırlama Grubu
Epistemoloji
E-ISBN
978-975-06-2687-6
2277-0-0-0-1709-V01
İçindekiler iii
İçindekiler
Önsöz .................................................................................................................. viii
Etik, Estetik ve Dinsel Bilgi Türleri Üzerine Tartışmalar.............. 218 11. ÜNİTE
GİRİŞ.............................................................................................................................. 219
ETİK İLKELER BİLGİNİN NESNESİ MİDİR?........................................................ 220
Etik - Ahlak Farkı.......................................................................................................... 220
Etik Bilginin Kökenine İlişkin Düşünceler................................................................ 221
Bir Örnek: Kant’ın Etik Görüşünde Aklın Rolü........................................................ 223
Evrensel Boyutta Etik Bilginin Olanaklılığı Konusunda Çekinceler...................... 224
ESTETİK YARGILARIN VE SANATIN BİLGİYLE BİR İLGİSİ
VAR MIDIR?.................................................................................................................. 226
Platon’un Sanat-Bilgi İlişkisine Yaklaşımı.................................................................. 226
Geleneksel Bilgisel Yaklaşıma Bir Karşı Çıkış........................................................... 227
TANRI KONUSUNDA BİLGİLENME SORUNSALI.............................................. 229
Tanrı’nın Varlığı Bilgisinin Sıradan Bilgiden Farkı................................................... 229
Tanrı’nın Varlığının Akılcı Yöntemlerle Kanıtlanması............................................. 230
Tanrı’nın Varlığının Bilinmesinde Ölçüt Sorunu...................................................... 232
Özet................................................................................................................................. 233
Kendimizi Sınayalım..................................................................................................... 234
Okuma Parçası............................................................................................................... 236
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı.......................................................................... 237
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı.............................................................................................. 237
Yararlanılan ve Başvurulabilecek Kaynaklar............................................................. 238
Önsöz
Epistemoloji kitabı, felsefeye yeni başlayanların veya felsefe bilgisine sahip olup özel-
likle epistemolojik tartışmaları merak edenlerin keyifle okuyup bilgilenecekleri bir kitap
niteliğindedir. Kitap, hem epistemolojik sorunsalları temele alarak hem de felsefe tarihi
gözetilerek yazılmıştır. Metin içerisinde yer alan tartışmalar okuru felsefi düşünmeye yö-
neltecek şekilde hazırlanmıştır.
On iki üniteden oluşan kitabın ilk ünitesi, epistemolojinin temel kavramı olan “bil-
gi” kavramı üzerine genel bir giriş niteliğinde yazılmıştır. Bu ünitede genel olarak insan
bilgisinin ayırıcı nitelikleri ele alınmış, bilgi ve enformasyon arasındaki farka değinilmiş,
bilginin nesnel yönü ile bilginin öz değerine dayanan gerekçeler ortaya konmuştur.
İkinci ünite, felsefenin en temel alanlarından biri olarak epistemolojinin kendisi üze-
rine bir giriş ünitesidir. Bu ünitede “bilginin kaynakları”, “bilginin tanımı ve kavramsal
unsurları”, “bilginin olanaklılığı”, “bilginin toplumsal boyutu” gibi epistemolojinin temel
sorunları ve epistemolojik çözümlemenin temel kavramları olan “önermesel bilgi”, “öner-
mesel doğru”, “norm ve normatiflik”, “bilişsellik”, “inanç”, “kanıt” ve “gerekçelendirme”
gibi kimi kavramlar tanıtılmaktadır. Bu üniteyle birlikte epistemolojinin ne tür bir işlevi
yerine getirdiğini açıklayabilecek ve epistemolojinin Batı Felsefesi’nde iki bin yılı aşkın
süredir uğraştığı temel konulara ilişkin genel düzeyde fikir sahibi olacaksınız.
Üçüncü ünite, epistemoloji ile metafizik arasındaki ilişkiyi gösteren bir ünitedir.
Buna göre, bir yandan metafizik ve ontoloji kavramları ile epistemoloji arasındaki ilişki-
ler, diğer yandan da gerçeklik ve hakikat kavramları ile epistemoloji arasındaki ilişkiler
araştırılmıştır.
Dördüncü ünitede, Descartes’ın kökten epistemolojik sorgulamaları, Hume’un olgusal
düzenlilik konusundaki şüpheciliği ve şüpheci düşüncelere tepki olarak Moore’un verdiği
sağduyusal yanıt ele alınmış ve şüpheci tavrın felsefi değeri gösterilmeye çalışılmıştır.
Beşinci ve altıncı üniteler bilginin kaynağı ve kavramsal yapısı konusunda felsefe
tarihinde oldukça önemli bir yere sahip olan iki görüşe ayrılmıştır: Deneyimcilik ve
usçuluk. Buna göre beşinci ünitede deneyimciliğin ne olduğu ele alınmış, Locke, Hume
ve Berkeley’in birbirinden farklı deneyimci tez ve argümanlarına yer verilmiş ve bu
doğrultuda da deneyimciliğin genel bir felsefi değerlendirmesini yapabilmeniz amaç-
lanmıştır. Altıncı ünitede ise usçuluğa genel bir giriş yapıldıktan sonra, Descartes ve
Kant gibi usçuların temel iddiaları incelenmiştir. Bu üniteyle birlikte, Descartes’ın fi-
kirlerinin usçuluk açısından neden önemli olduğunu kavrayabilecek, Kant’ın ontoloji ve
epistemoloji alanlarında gerçekleştirdiği kuramsal devrimin ayrıntılarını öğrenecek ve
usçu görüşün genel bir değerlendirmesini yapabildikten sonra usçuluk ile deneyimciliği
karşılaştırabileceksiniz.
“Algının epistemolojisi” başlıklı yedinci ünitede öncelikle göz yanılsamalarından yola
çıkılarak algı psikolojisine bir giriş yapılmış, algı kavramına ilişkin çağdaş bilimsel yakla-
şımlar açıklanmış, daha sonra ise algı felsefesinin temel kuramları arasında sayılan “tem-
silcilik”, “görüngücülük”, “gerçekçilik” ve özel olarak da John Searle’ün gerçekçi yaklaşımı
incelenerek algı tartışmasının genel bir değerlendirmesi yapılmıştır.
Önsöz ix
Sekizinci ünite “önermesel doğru” kavramına ayrılmış bir ünitedir. Bu üniteyle bir-
likte önermesel doğrunun felsefi önemini kavrayabilecek, ve temel doğruluk kuramları
olan “karşılık kuramı”, “bağdaşım kuramı”, “gereksizlik kuramı” ve “pragmacılık” gö-
rüşlerini öğrenebileceksiniz. Ayrıca adı geçen bu kuramların güçlü ve zayıf yönlerini
tartışabileceksiniz.
Bilgi kavramının çözümlemesine ayrılmış olan dokuzuncu ünitede bilgi kavramını
oluşturan inanç, doğruluk ve gerekçelendirme unsurlarını açıklayabilecek, bu doğrultuda
epistemolojide oldukça önemli bir yer tutan bilginin üçlü tanımını yapabileceksiniz. Yine
bu ünitede yirminci yüzyılda Edmund Gettier’in bilginin üç kavramsal koşulu sağlan-
sa bile bilginin oluşamayabileceğini gösterme amacı taşıyan argümanını ve bu argümana
verilen yanıtları öğrenerek bu tartışmaların bilgi kavramının çözümlemesi açısından ne
sonuçlar verdiğini kavrayabileceksiniz.
Onuncu ünite bilgisel gerekçelendirme konusunu ele almaktadır. “Geriye gitme” kav-
ramının açıklanmasının ardından, en önemli iki gerekçelendirme kuramı olan temelcilik
ve bağdaşımcılık kuramları incelenmiş, bu görüşler kuramsal olarak güçlü ve zayıf yönle-
rini tartışabileceğiniz şekilde ortaya konmuştur.
On birinci ünite etik, estetik ve dinsel bilgi türleri üzerine tartışmalara ayrılmıştır. Bu
ünitede, doğrudan algıladığımız dünyaya ilişkin bilginin tek bilgi tipi olmadığını öğrene-
cek, bu farklı bilgilenme biçimlerini “etik ilkeler bilginin nesnesi midir?”, “estetik yagıların
ve sanatın bilgiyle bir ilgisi var mıdır?” ve “Tanrı’nın varlığı bilgisi sıradan bilgiden hangi
açılardan farklıdır?” gibi sorularla tartışabileceksiniz.
Son ünite olan on ikinci ünite epistemolojide eleştirel yaklaşımlara ve özellikle yirmin-
ci yüzyıldaki yeni gelişmelere ayrılmış bir ünitedir. Bu üniteyle birlikte bilgisel gerekçe-
lendirme konusunda “bağlamcılık” kuramı gibi yeni yaklaşımları, Wittgenstein’ın anlam
ve dil konusunda getirdiği farklı yaklaşımı, doğalcılık, toplumsal epistemoloji ve feminist
epistemoloji alanlarındaki tartışmaları ve son olarak ta Richard Rorty’nin pragmacı görü-
şünü kavrayabileceksiniz.
Bu kitabın hazırlanmasında büyük bir titizlikle çalışan ve epistemoloji alanında uzman
olan kitabın yazarı Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Murat
Baç’a teşekkürlerimi sunarım. Epistemoloji kitabının Türkiye’de bu alanda yazılan felsefe
kitabının sayıca azlığı düşünülecek olursa önemli bir açığı kapatacağı kesindir.
Kitabın oluşturulmasında başta öğretim tasarımcısı Doç. Dr. Alper Kumtepe olmak
üzere emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunar, siz sevgili öğrencilerimizin felsefenin çok
önemli bir araştırma alanı olan epistemolojiyi keyif ve merakla öğrenmenizi ve başarılı
olmanızı dilerim.
Editör
Doç.Dr. Demet Taşdelen
1
EPİSTEMOLOJİ
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özelliklerden bazılarını açıklayabilecek,
Üç basit farkındalık çeşidini betimleyip, bunları insana özgü bilgiden ayırıp,
insan bilgisi ile logos’un bağlantısını anlayabilecek,
Bilginin öznellik ve nesnellik arasında nasıl bir dengede durduğuna ilişkin bir
ön fikir sahibi olabilecek,
Bilginin değerinin farklı boyutlarını ayırıp bunlara ilişkin açıklama getirebile-
ceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Kavramsallaştırma • Nesnellik
• Bilme Potansiyeli • Biyolojik Değer
• Logos • Pratik Değer
• Simgesellik • Öz Değer
• Enformasyon
İçindekiler
• GİRİŞ
• İNSAN BİLGİSİNİN AYIRICI NİTELİKLERİ
• BİLGİ VE LOGOS
Epistemoloji • İNSANIN TARİH İÇİNDEKİ BİLGİSEL
Bilgi Üzerine İlk Düşünceler
SERÜVENİ
• BİLGİ VE ENFORMASYON
• BİLGİ VE NESNELLİK
• BİLGİNİN DEĞERİ
Bilgi Üzerine İlk Düşünceler
GİRİŞ
Bu kitapta felsefenin en temel alanlarından biri olan epistemolojiyi (bilgibilim)
tanıtıp bazı açıklamalar, tartışmalar ve irdelemeler sunacağız. Epistemoloji, ele
aldığı konular ve çözmeye çalıştığı sorunlar açısından, Batı dünyasında felsefenin
ilk ortaya çıktığı zamanlardan itibaren merkezcil bir konuma yerleşmiştir. Yeni
Çağ boyunca ve özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda epistemoloji, felsefenin en dinamik
ve zengin alanı hâline gelmiş ve o dönemde bilgi sorunsalı üzerine önemli yak-
laşımlar ve tezler sunulmuştur. Günümüzde de, hem geniş bir literatüre yayılmış
olan çağdaş tartışmaları hem de 20. yüzyıl başlarından bugüne epistemoloji disip-
lininin geleneksel kimliğine ve yapısına getirilen çarpıcı eleştirilerle beraber, bilgi
konusundaki kuramsal tartışmalar daha da renkli bir düşünsel alan yaratmıştır.
Denebilir ki felsefenin günümüzdeki konumunu anlamanın iyi bir yolu, epistemo-
lojinin şu anki konumunu anlamaktan geçmektedir.
Epistemoloji asıl uğraşı alanı felsefe olmayan insanları da ilgilendiren yönler Epistemoloji felsefe dışında
barındırmaktadır. Örneğin, bilimsel, sanatsal ve dinsel konularda çalışan ve eser araştırma yürüten insanları da
ilgilendiren bir alandır.
üreten insanlar da epistemoloji disiplini içinde üretilen fikirlerle ilgilenmekte-
dirler. Bilgi, anlama, yorumlama gibi önemli hedeflere yönelen araştırmacılar,
yürüttükleri işlevler üzerine düşünürken, düşüncenin soyutluk düzeyinin ve
sorgulamanın seviyesinin yükselmesi ile birlikte zaman zaman kendilerini bilgi
kavramına ve bilgilenme süreçlerine ilişkin bazı felsefi sorular sorarken bulurlar.
Bu türden kuramsal soru ve tartışmaların farklı zeminlerde gündeme gelmesi-
nin doğal bir sonucu olarak, epistemolojik konular ve argümanlar diğer araştırma
alanlarında da bilinir olmuş ve çeşitli bağlamlarda kullanılır hâle gelmiştir.
Epistemoloji alanının kimliğine, yapısına, unsurlarına, çözmeye çalıştığı sorun-
lara ve alt alanlarına ilişkin kapsamlı açıklamalara ve tartışmalara ilerleyen ünite-
lerde gireceğiz. Ancak epistemolojinin inceliklerine ve kuramsal ayrıntılarına gir-
meden önce yapılması gereken iş, günlük dilde sürekli olarak kullandığımız bilgi
kavramının kendisine dönmek ve bazı ön saptamalar yapmaktır. Felsefeciler irde-
ledikleri “bilgi” kavramı konusunda belli çözümlemeler ve açıklamalar getirmekte,
bu işlevler de söz konusu kavramı anlama açısından daha ileri gitmemize olanak
tanımaktadır. Buna karşın akılda tutulması gereken bir nokta, bilgi kavramının fel-
sefenin kuramsal girişimlerinden önce gündelik dile ve gündelik yaşama ait olduğu
gerçeğidir. Biz günlük durumlar içinde doğal bir şekilde bilme işlevleri içinde yer
alan varlıklarız. Sürekli olarak ve yaygın bir biçimde bilgisel alışveriş içinde olmak
4 Epistemoloji
Yaşamdan Örnekler
Hayvanların av peşindeyken uyguladığı stratejilerden bazıları şaşırtıcı düzeyde ola-
bilmektedir. Örneğin, kartallar kaplumbağa gibi sert kabuklu kara hayvanlarını
güçlü pençeleriyle kavrayıp yükseklerden kayalara bırakarak parçalarlar ve etlerini
yerler. Kartalın böylesi bir beceri sergilemesi hem davranış ve zihin üzerinde çalı-
şan bilim insanlarını hem de bilginin kavramsal incelemesini yapan felsefecileri ilgi-
lendiren yönler içermektedir. Burada dikkat çeken temel bir nokta, kartalın stratejik
planlama sonucu gibi görünen davranışlarının insanların bilinçli eylemleri ile önem-
li büyük bir benzerlik gösterdiğidir. Ancak bu tür “benzerliklere” rağmen, konuya
eleştirel ve derinlemesine bakmakta yarar var. Görünüşe göre, kartal esas itibarıyla
bir problem çözmektedir. Problem şudur: Dışı sert kabukla çevrili olan kaplumbağa
etine nasıl ulaşılır? Kartalın bu problemi çözmede eylemsel başarıya ulaşıyor olması,
insanın aklına “kartalın bir bildiği var” düşüncesini getirmektedir. Ancak buradan
çıkarmamız gereken genel sonuç tam olarak ne olmalıdır? Sonuca götüren böylesi
bir yöntemi “bilmenin” ve “uygulamanın” bir hayvan için doğada varlığını sürdüre-
bilme açısından ne kadar önemli olduğu ortadadır. Her zaman bilincinde olunmasa
da, bilgi ve bilgisel uygulama yaşamsal bir değer taşır. Dahası, hayvanlar dünyası
gözlendiğinde, “bilginin” belli örneklerinin şaşırtıcı incelikler içerdiği de söylenebilir.
Bununla birlikte, yukarıdaki örnekteki kartalın çeşitli fiziksel hesaplar veya bilinçli
akıl yürütmeler sonucu doğru yöntemi bulduğunu söylememiz zordur. Kaplumbağa-
nın etine ulaşabilmeyi sağlayan stratejik bilgi, doğanın bir parçası olan kartalın derin
hesaplara girmeksizin ve tahminen kendiliğinden (yani doğal olarak) sahip olduğu
bir farkındalıktır. Bu elbette etkileyici bir olgudur. Kartal, özellikle de avı biraz iricey-
se, kaplumbağanın kabuğunun kırılması için, diyelim ki, 3 metre değil de 50 metre
yükselmesi gerektiğini nasıl bilmektedir? Daha da kritik olarak, bu tablo, kartaldan
insana geldiğimizde nasıl değişmektedir? Felsefi bir merakla sorarsak, insanın bilgi
dağarcığını özel ve farklı kılan yönler nelerdir? Bilginin insana özgü boyutları hangi-
leridir? Bu sorulara yanıt vermeye çalışmak, insanın kendisini daha iyi tanımasına
ve tanımlamasına da olanak tanıyacaktır.
İnsanın bilgi dünyasının inceliklerini anlamanın iyi bir yolu karşılaştırmalı bir yön-
tem izleyerek dünya bilgimizin diğer hayvanlardan nasıl farklılaştığını saptamaktır. 1
Bu konuda siz de gözlemlerinize dayanarak ve akıl yürütmeler yaparak insanın sa-
hip olduğu bilginin özellikleri konusunda felsefi bir tablo oluşturmaya çalışın.
BİLGİ VE LOGOS
Önceki bölümde, kavramsallaştırmayı gerektiren ve sözel dolaşıma giren bilgi tü- İnsanın sahip olduğu bilginin
en önemli niteliği logos
rünün, diğer “farkındalık” veya “bedensel bilme” hâllerinden oldukça farklı yön- içermesidir. ‘Logos’ temel
ler içerdiğini belirttik. Pek çok kişinin üzerinde uzlaşacağı gibi, kavramsal/sözel olarak mantık, akıl, gerekçe ve
bilginin insana özel ve onun bilişsel farklılıklarını yansıtan bilme türü olduğu ra- söz gibi kavramlarla ilişkili bir
deyimdir.
hatlıkla iddia edilebilir. Bu anlamda insanı özel kılan nitelikleri en iyi betimleyen
felsefi deyimlerden biri olan logos konusunda bir parantez açarak bu kavramın
anlamı ve bilgi açısından önemine dair açıklamalar getirelim. Yunanca bir deyim
olan logos, biyoloji, psikoloji, epistemoloji gibi disiplin adlarında son ek olarak
da yer alır ve “açıklama”, “gerekçe”, “sebep”, “mantık”, “bilim”, “kelam” gibi değişik
anlamlara gelir. Logos, en genel anlamıyla, “akla ve akılcılığa ait olan” ile ilinti-
lendirilmiştir. Buradaki “akılcılığın” mutlaka insan aklına dair olması gerekmez.
8 Epistemoloji
Buna felsefe tarihinden bir örnek verebiliriz: Ünlü Alman felsefeci G. W. F. Hegel
(17701831), biz insanların “akla sahip” canlılar iken, bizim kavramaya çalıştığı-
mız varlık alanının —başka bir deyişle bizi çevreleyen gerçekliğin— “akılcılık-
tan” nasibini almamış (veya belli bir düzenden veya mantıktan yoksun) olmasının
bütünüyle saçma olduğunu düşünmüş ve bilenbilinen ayrımının kesin hatlarla
yapılmasına karşı çıkmıştı. Bu düşünceye göre, hem bilen özneler hem de bilinen
nesneler aynı akılcı ve süreçsel büyük düzenin (genel olarak, bir logos’un) için-
de yer alırlar. Benzer örnekleri bilim alanlarından da verebiliriz. Modern Çağ’ın
ve Modern zihnin en parlak ürünlerinden biri olan GalilleNewton fiziği, evrenin
yapımsal alfabesinin matematiksel olduğu inancına dayanır. O yüzden nesneler
arası fiziksel çekimi ifade eden yasalar, Modern bilimin paradigmasına göre, belli
bölgelerde değil evrenin her köşesinde matematiksel bir kesinlik dâhilinde geçer-
lidir. Kısacası, insanın dışında kalan evren için de akılcı bir düzen (veya bir logos)
çerçevesinde işliyor diyebiliriz.
İnsan bilgisinin hayvansal farkındalıklardan farklı olarak logos barındırdığını
düşünmek, insana özgü bilgilenmenin temel olarak kavramsal, sözel ve gerekçelen-
dirmeye açık bir yönünün olduğunu söylemeye karşılık gelir. Bu konunun ayrıntı-
larına ilerideki ünitelerde değineceğiz. Bu aşamada not etmemiz gereken düşünce,
felsefe tarihinde sıkça karşımıza çıkan logos kavramının insan bilgisinin ayırt edici
yönlerinin tanımlanmasında nasıl kullanılabileceğidir. Kavramsallığa veya simge-
selliğe dayanan bilginin, logos’un özsel nitelikleriyle (gerekçe, sebep, mantık, söz,
vb.) nasıl örtüştüğü ve yukarıda “hayvansı” olarak betimlediğimiz basit bilme çe-
şitlerinden nasıl ayrıldığı dikkate değer bir nokta olarak kendini göstermektedir.
BİLGİ VE ENFORMASYON
Şimdi gündelik bilgi kavramının bazı inceliklerine girerek bu konudaki anlayışımızı ‘Bilgi’ ve ‘enformasyon’
daha rafine hâle getirmeye çalışalım. Sıradan sohbet ortamlarında veya bilimsel bağ- kavramları genellikle eş
anlamlı olarak kullanılsa da bu
lamlarda “bilgi”nin yanı sıra, onunla ilintili başka bazı önemli kavramlar ve deyimler kullanım oldukça yanıltıcıdır.
de kullanırız. Bunlar arasında en kayda değer olanlardan biri ‘enformasyon’dur. ‘En-
formasyon’ deyimi Türkçeye Batı dillerinden geçmiş olup, Arapçası ‘malumat’tır
(malum olan, yani bilinen şeyler anlamında). Bu deyimin tartışmalarımız ve çö-
zümlemelerimiz açısından önemi, onun sık sık “bilgi” ile karıştırılması veya “bilgi”
ile eşlenik tutulmasından kaynaklanmaktadır. Elbette bu iki kavramın karıştırıl-
ması boşuna değildir. Hem enformasyon hem de bilgi kavramları birbirine çok
benzeyen bağlamlarda ve benzer gramer yapıları içinde kullanılmaktadır. Örne-
ğin, insanların bilgi ve enformasyon sahibi olma durumlarından bahsederiz. Veya
içinde bulunduğumuz zamanları tanımlarken bazen “Bilgi Çağı” bazen de “Enfor-
10 Epistemoloji
masyon Çağı” deyimlerini yeğleriz. Fakat bu iki kavramın benzer kullanımları olsa
da, aralarında belli farklar olduğunu da söylemek olanaklı görünmektedir.
İlk olarak, bilgi ve enformasyon kavramlarının dilsel kullanımlarının birbiriy-
le tam örtüşmediğini belirtebiliriz. Her ne kadar “sahip olma” kavramı hem “bilgi”
hem de “enformasyon” için kullanılabilir görünse de, bu iki kullanım arasında
önemli farklar da vardır. Enformasyon toplumsal olarak dolaşımda bulunan ve
farklı iletişim birimleri arasında aktarılabilen unsurlardır. Bilgi ise, enformasyon-
la ortak özellikler taşımasının yanı sıra, “bilmek” kelimesinin gösterdiği gibi en te-
melinde fiil veya eylem kipinde ifade edilebilecek bir zihinsel durumdur. İnsanlar
çok sayıda zihinsel faaliyet içinde bulunabilirler: Düşünmek, inanmak, istemek,
niyet etmek, özlemek, bilmek, vb. Enformasyon, her ne kadar zihnimizin içinde
“Enformasyon” kavramı, bilgi
açısından, “hammadde” olma işleyebileceğimiz bir unsur olsa da, insan bilgisi kavramına genelde atfedildiği şek-
anlamı taşır. liyle bir zihin durumu değildir.
Bu fikirlerden hareketle, enformasyonun daha çok bir tür bilişsel ham madde
olduğunu ve insan bilgisine temel oluşturabileceğini düşünebiliriz. Bunu günde-
lik bir örnek üzerinden biraz açmaya çalışalım. Diyelim ki ben iki politikacı ara-
sında gelişen güncel bir tartışmanın ve bu politikacılar arasında karşılıklı olarak
yapılan yolsuzluk suçlamalarının ardındaki gerçeği öğrenmek (yani kısaca gerçeği
bilmek) istiyorum. Çağımızda bunu yapabilmenin en etkili ve hızlı yolu basın ya-
yın organlarını kullanarak bu konuda enformasyon edinmek olacaktır. Bu amaçla
başvurduğum resmî belgeler, gazeteler, kitaplar, İnternet siteleri ve yorumcuların
fikirleri benim bu konu üzerinde bilgi sahibi olma veya bilgilenme yolunda ilerle-
memi sağlayacaktır. Ancak, edindiğim duyum parçacıkları veya enformasyonun
her biri gerçeği taşımak zorunda değildir. Örneğin, bu politikacıların fikirleri doğ-
rultusunda yayın ve propaganda yapan İnternet sitelerinin içeriklerini dikkatle
okuduğumu varsayalım. Bu durumda ben enformasyon edinme amacıma uygun
hareket ediyor olduğumu söyleyebilirim. Ancak, enformasyon edinme sürecin-
de farklı kaynaklardan gelen bilişsel “malzemeyi” toplamam benim araştırmakta
olduğum konuda aradığım yanıtı elde etmiş olduğum ve bilgiye ulaştığım anla-
mına gelmeyebilir. Ben, akılcı bir bilişsel varlık olarak, bana ulaşan bilgisel ham
maddenin ne içerdiğini bilmenin ötesine geçmek gibi bir amaca sahibim. Eğer
sadece enformasyon toplamak benim için yeterli ve tatmin edici olsaydı, konuyla
ilgili birkaç Internet sitesine girip içeriklerini okuduktan sonra bilme serüvenimi
sonlandırdığımı düşünürdüm. Fakat, bilindiği gibi, bilgi peşinde koşan insanlar
genelde gözlerini enformasyon parçalarının ötesinde bir hedefe dikerler. Bu da
onların oldukça karışık, zahmetli ve logos’un üst düzeyde kullanımını gerektiren
işlere girmelerine neden olur. (Örneğin, bir enformasyonun kümesinin diğer en-
formasyon parçaları ile tutarlılığını test etmek, eldeki enformasyonun miktarını
arttırmak için araştırmalara ve sorgulamalara devam etmek, vb.) O hâlde, “bilgi”
ile “enformasyon/malumat” arasında kayda değer farkların olduğunu savlayabi-
liriz. Bu konunun kuramsal derinliklerine, bilginin kavramsal çözümlemesi ile
ilgili kısımlara geldiğimizde değineceğiz.
BİLGİ VE NESNELLİK
Yukarıda belirttiğimiz tartışmayla ilgili bir diğer konu da, bilginin nesnellik kav-
ramı ile ilişkisidir. Düşünmek, inanmak, istemek, arzulamak nasıl insana özgü
zihinsel durumlarsa, bilmek de insanların gerçekleştirdiği zihinsel bir işlevdir. Ve
bizim yaşama dair edindiğimiz bilgiler zihinselliğimiz içinde barınırlar. Ancak
meseleyi bu şekilde ortaya koymak, bilginin nesnelliği bağlamında belli bir oranda
kafa karışıklığına neden olabilir. Zihinsel durumlar bizim öznelliklerimiz içinde
yer alan, yani özneye ait unsurlardır. Örneğin ben, ortada belli bir neden yokken,
aniden “Brezilya’da olmayı” isteyebilirim. Bu benim öznelliğimle ilgili ve zihni-
min içinde olan bir durumdur. Veya, son derece mantıksız bir şekilde, dünyanın
aslında dikdörtgen prizması şeklinde olduğu yönünde güçlü bir inanca sahip ola-
bilirim. Eğer dünyada zihinler olmasaydı, inançlar, istekler ve bilgiler de olmazdı.
Bu anlamda her zihinsel durum, tikel bir zihinde veya zihinlerde barınabilir. Peki,
eğer bu doğruysa, zihinsel bir durum olan “bilme”nin, aynı inanç veya arzu gibi,
nesnellikten uzak ve keyfi bir hal olduğunu söyleyemez miyiz?
Yukarıda betimlenen akıl yürütme önemli bir soru işareti uyandırır çünkü biz Öznelerin zihinsel bir durumu
bilgi kavramının öznelliğe ya da keyfiliğe yakın olmadığını düşünürüz. Örneğin, olan “bilgi”, içeriği nedeniyle
nesnel bir yön taşır.
ben Dünya ile Ay arasındaki ortalama uzaklığın yaklaşık 384400 kilometre oldu-
ğunu biliyorum. Bu bilgiyi tuttuğum yer, doğal olarak, belleğim veya zihnimdir.
Ancak bu bilginin “benim zihnimde” barınması, onun mutlaka öznel olduğunu
göstermez. Bilgi zihnimde tutulsa da, içeriğinin veya doğruluğunun belirlenmesi
benim öznelliğimden ve keyfi tercihlerimden bağımsız gerçekleşir. Eğer Dünya ile
Ay arasındaki ortalama uzaklık gerçekten 384400 kilometre civarındaysa, bunun
nedeni kendim veya zihinsellik sahibi olan diğer insanlar değil, evrendeki nesne-
lerin konumlarıdır diye düşünürüz.
Yürütmekte olduğumuz bu tartışma, “bilgi”nin neden oldukça ilginç ve kafa
karıştırıcı yönler içeren bir kavram olduğunu da ortaya koymaktadır. Eğer ben
“martı” kavramını açık hâle getirmeye çalışıyor olsaydım, dünyadaki martılara
yönelik araştırmalar yapar ve somut gözlemlerimi bazı kuramsal unsurlarla bir-
leştirerek belli bir sonuca ulaşırdım. Veya, eğer ilgi duyduğum konu, gece gördü-
ğüm rüyalarda gezdiğim yerlerin listesini çıkarmak gibi benim öznelliğimi kapsa-
yan bir durum olsaydı, uyandıktan sonra kendi belleğimi yoklama yoluyla gerekli
çalışmayı üretmiş olurdum. Ancak “bilgi” kavramının irdelenmesi, pek çok diğer
felsefi kavramda olduğu gibi, ne nesnel dünyanın fiziksel nesneleri üzerinde yapı-
lan bilimsel araştırmalara, ne de yalnızca benim kişisel hâllerimi veya öznelliğimi
içeren şahsi bir serüvene benzemektedir.
BİLGİNİN DEĞERİ
Bu ünitede en son olarak bilgi kavramının değeri üzerine saptamalarda buluna- Bilginin üç farklı anlamda
cağız. Her ne kadar “bilginin değeri” kavramı yalın ve oldukça sıradan bir konuya değeri olduğu söylenebilir:
Bilginin yaşamsal veya türsel
karşılık geliyor izlenimi verse de, aslında bu kavrama farklı açılardan yaklaşmak değeri, bilginin pratik veya
olanaklı görünmektedir. Bu yönlerin en önemli olanlarının hakkını verebilmek ve araçsal değeri ve bilginin öz
değeri.
tartışmayı biraz derinleştirebilmek için, “bilginin değeri”ni üç ana başlık altında
inceleyeceğiz. Elbette aşağıda önerilen üçlü ayrımın mutlak olduğu ve konuyla
ilgilenen herkesin kabul edeceği gibi bir varsayımla hareket etmiyoruz. Yine de,
bu üç boyutun, bilginin değeri sorunsalı kapsamında en temel bazı noktalara de-
ğindiğini düşünebiliriz.
12 Epistemoloji
Bilgiyi belli bir amaca yönelik olarak veya belli bir çıkar nedeniyle istemek anlaşılır
bir durumdur. Ancak bilgi sonuçlarından bağımsız olarak istenecek bir şey olabilir 3
mi? Bilgiyi kendisi için isteme kavramı üzerinde fikir üreterek bu kavramı daha açık
ve anlaşılır bir hâle getirmeye çalışın.
16 Epistemoloji
Özet
İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özellikler- dilin, kavramların ve aklın bilinçli kullanımının
1 den bazılarını açıklayabilmek. bilgilenme süreçlerinde temel ve yapıcı rol oyna-
Her ne kadar insanın diğer gelişmiş hayvan tür- malarıdır. Bu saydığımız unsurların tümü, logos
leriyle çok sayıda ortak yönü bulunsa da, bilgi adını verdiğimiz bir kavramı veya niteliği tanım-
söz konusu olduğunda insan önemli bazı nok- lar. İnsan, gelişmiş bir hayvan olarak, “basit” veya
talarda hayvanlardan ayrılmaktadır. İnsanın “temel” bazı farkındalıklara doğal olarak sahiptir.
doğal dilleri ve simgesel yapıları kullanması ve Ancak hayvanlarda bulunmadığına inandığımız
bu yolla bilgiyi yalnızca belleğinde değil bedeni- logos, insanın zihinsel dünyasını diğer canlıların
nin dışında da depolayabilmesi, karmaşık kav- dünyasından ayıran bir boyuta karşılık gelir. Özet-
ramsal sistemler geliştirmesine, diğer türlerin le dersek, insanın kelimelerle ve kavramlarla ifade
büyük oranda ötesine geçmesine ve bilgi/tekno- edebildiği ve üst düzey zihinsel süreçlerin işlevini
loji aracılığıyla dünyayı dönüştürmesine neden gerektiren bilgiler, diğer hayvanların gerçekleştire-
olmuştur. Bilgi açısından bizi gelişmiş hayvan meyeceği bir kategoriye aittir.
türlerinden ayıran en temel özellik, doğayla baş
etme süreçlerinde kullandığımız mekanizmala- Bilginin öznellik ve nesnellik arasında nasıl bir
rın içgüdüsel durumlardan ibaret olmamasıdır. 3 dengede durduğuna ilişkin bir ön fikir sahibi
Diğer hayvan türlerine ait canlıların da belli olabilmek.
anlamlarda “bildiği” söylenebilir ancak bilincin Her özne zihinsel dünyası kapsamında çeşit-
ve kavramlaştırmaların sonucunda ortaya çıkan li bilgiler taşır. Bu anlamda “bir şeyi bilmek”,
bilgiler hayvansal bilgiden kategorik olarak fark- “bir şeyin doğruluğuna inanmak” veya “bir şeyi
lı olmak durumundadır. yapmaya niyet etmek” gibi öznenin zihinselliği
kapsamında gerçekleşen bir olgudur. Ancak, bir
Üç basit farkındalık çeşidini betimleyip, bunları in- şeyi bilmek ile bir şeyin doğruluğuna inanma-
2 sana özgü bilgiden ayırıp, insan bilgisi ile logos’un nın veya bir şeyi arzu etmenin birbirinden ol-
bağlantısını açıklayabilmek. dukça farklı olduğu açıktır. İnandığımız ve arzu
“Bilgi” adını verdiğimiz zihinsel durum söz ko- ettiğimiz şeyler konusunda dünyanın fiziksel
nusu olduğunda, öncelikle üç basit farkındalık bir bağlayıcılığı yoktur. Bir insan Fatih Sultan
durumunu ayırmak ve tanımlamak doğru ola- Mehmet’in hâlâ yaşadığına inanabilir veya ağaç-
caktır. İlk olarak, gelişmiş hayanlarda “kendi iç ların çikolatadan yapılmış olmasını dileyebilir.
hallerini bilme” diyebileceğimiz bir farkındalık Bilgi ise farklı bir zihinsel durumdur. Eğer bir
olduğunu düşünebiliriz. Acıktığını veya susa- arkadaşınız “Fatih Sultan Mehmet’in hâlâ yaşa-
dığını bilmek bu sınıfa giren farkındalıklardır. dığına inanıyorum” derse, onun iddiasının akıl
İkinci olarak, yön bulabilme gibi durumlarda dışı olduğunu söyleyebilirsiniz ancak “Hayır,
ortaya çıkan “çevreye yönelik içgüdüsel farkın- buna inanmıyorsun” gibi bir ifadeyle arkadaşını-
dalıklar” vardır. Üçüncü olarak da, deneyim za karşı çıkamazsınız. Buna karşın “Fatih Sultan
sonucu öğrenilmiş bedensel bilmeden bahse- Mehmet’in hala yaşadığını biliyorum” iddiasın-
debiliriz. Bisiklet sürerken dengede durabil- da bulunan bir kişinin durumu oldukça farklıdır.
mek için belli bir süre pratik yapmak şarttır. Bilgi iddiasında bulunan bir insan, dünyada ger-
Eğer bisiklete binmeyi öğrenmek için yalnızca çekten ne olup bittiğini doğru aktarma yüküm-
arkadaş tavsiyelerine kulak vermek veya bi- lülüğüne girmiş demektir. O yüzden, “Kedilerin
siklet sürme konusunda kitap okumak gibi bir uçtuğuna inanıyorum.” cümlesi o insanın kendi
yöntem izlersek başarı şansımızın düşük olaca- kanısını aktarma anlamında öznel bir ifade iken,
ğı kesindir. Bu “basit” veya “hayvansı” diyebi- “Kedilerin uçtuğunu biliyorum” cümlesi dünya-
leceğimiz üç farkındalık türü, önemli işlevleri nın nesnel yapısının nasıl olduğunu aktarma id-
olmalarına karşın, insanın bilgisel dünyasını diası nedeniyle nesnel bir yönü olan bir ifadedir.
veya bilgi dağarcığını en iyi yansıtan türler de- Bu durum bilgi kavramının incelikler içeren ve
ğildir. İnsanın bilgi dünyasının en temel niteliği; karmaşık bir yapısı olduğunu da göstermektedir.
1. Ünite - Bilgi Üzerine İlk Düşünceler 17
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi insanın ayırt edici bir 4. Aşağıdakilerden hangisi “öğrenilmiş bedensel bil-
özelliğidir? me” örneğidir?
a. İnsan bedeninin doğanın bir parçası olması a. Bir insanın gömleğine dökmeden şişeden sıvı
b. İnsanın algısal kapasitelerinin olması içebilmesi
c. İnsanın karmaşık zihinsel niteliklere sahip ol- b. Bir insanın takılmadan ve hızlı bir şekilde 100’e
ması kadar ikişer ikişer sayması
d. İnsan bedeninin yerçekimi gibi doğa kanunları- c. Bir insanın Güneş Sistemi’ndeki gezegenleri ek-
na uyması siksiz bir şekilde belirtmesi
e. İnsanın beş duyuya sahip olması d. Kuşların havaların soğumasıyla birlikte güneye
doğru göç etmeye başlaması
2. Aristoteles aşağıdaki görüşlerden hangisini savun- e. Bir insanın ilkokula başladığı günü anımsaması
muştur?
a. Canlı varlıklar hareket etme ve değişme potan- 5. İnsan bilgisinin logos içerdiğini söylemek, aşağıda-
siyeline sahiptir. ki sonuçlardan hangisini doğurmaz?
b. Canlı varlıklar yer çekimi kanununa aykırı ha- a. Dünya bilgimizin akla uygun bir yapı içermesini
reket edemezler. b. Dünya bilgimizin yalnızca algılardan gelen bil-
c. Cansız varlıklar hareket etme ve değişim başla- giye dayanmasını
tabilme potansiyeline sahiptir. c. Dünya bilgimizin mantıksal işlevleri gerekli kıl-
d. Cansız varlıklar yer çekimi kanuna aykırı hare- masını
ket edemezler. d. Dünya bilgimizin sözel bir yönü olmasını
e. Cansız varlıklar hareket etme ve değişme po- e. Dünya bilgimizin gerekçelendirme ve akılcı
tansiyeline sahiptir. yollardan destekleme süreçleri içermesini
Okuma Parçası
7. Sıradan bir evcil kedi için aşağıdaki önermelerden Gelenek, insan varlığından, bir “ussal hayvan” olarak
hangisi en uygun ifadeyi içerir? söz eder. Yani tüm hayvanların en zekisi. Usla ne an-
a. Bir kedi kavramlar kullanma yoluyla çevresini latmak istediğimizi, hayvanları a priori dışarıda bırak-
anlar ve bilir. maksızın yeterince geniş olarak yalın bir biçimde belir-
b. Bir kedinin bilgisel yapısı insanlarınkinden ni- lemek kolay değildir...İngiliz filozof Roger Scruton’un
teliksel olarak farklı olabilir. çok güzel belirttiği gibi, “Usun ve ussallığın tanımları
c. Bir kedinin kavramları onun algısal süreçleri büyük ölçüde değişir; öylesine değişir ki, insanlarla
sonucu oluşur. hayvanlar arasındaki ayrımı us terimleriyle tanım-
d. Kavramsallık açısından bir kedi ile insan arasın- lamaya çalışırken, filozoflar gerçekte usu, insanlarla
da temel bir fark yoktur. hayvanlar arasındaki ayrım olarak tanımlarlar.” İlk
e. Bir kedi zekâ veya zihin sahibi olmaması dolayı- yaklaşım olarak, usun, insanın kendisi için belirlediği
sıyla mekanik bir alete benzer. amaçları gerçekleştirmenin en etkin araçlarını bulma
yeteneği olduğunu söyleyelim. Bu anlamda, hayvan-
8. “Enformasyon” kavramına ilişkin ağıdaki ifadeler- ların da kendi usları olduğu, yaşamlarını korumak,
den hangisi doğrudur? türlerini sürdürmek için zekice stratejiler geliştirdikle-
a. Enformasyon ve bilgi eş anlamlı deyimlerdir. ri açıktır. Doğal olarak, hiçbir hayvan atom bombası
b. Bilgi, enformasyonun miktarının artması ve bi- üretmez, bilgisayar da kullanmaz, ama bu, onların zeka
rikmesi sonucu oluşur. eksikliğinden mi ileri gelir, yoksa bunlara gereksinim
c. Enformasyon, gerekçelendirme ile eş anlamlıdır. duymayışlarından mı? Yaşamak için, işleri sonunda
d. Enformasyon sahibi olan bir insan mutlaka bil- karmaşıklaştırmaksızın, yalnızca en kaçınılmaz olanı
gi sahibi olmayabilir. yapmanın yetersiz zeka belirtisi olduğunu söyleyebi-
e. Enformasyon, bilgisel ham madde olma kavra- lir miyiz? Hayvan zekasıyla insan zekası arasındaki ilk
mının ötesinde bir anlam taşır. fark burada: zeka hayvanların gereksinim duydukları
şeyi sağlamalarına yarar; buna karşılık biz insanların
9. Bilginesnellik ilişkisi için aşağıdakilerden hangisi yeni gereksinimler keşfetmemize yarar. İnsan doymak
geçerlidir? bilmez bir hayvandır, yaşamının ufkunda başka gerek-
a. Bilgi insanların kişisel olarak tercih ettikleri zi- sinimlerin belirdiğini görmeksizin bazı gereksinim-
hin durumuna verdikleri addır. lerini doyurma yetisine sahip değildir. Başka biçimde
b. Neyin bilgi olduğu ve neyin olmadığı konusun- söylersek: hayvan usu, belirlenmiş, saptanmış belli
da belirleyici olan, her öznenin kendine özgü amaçları gerçekleştirmenin en iyi yollarını araştırır;
seçimleridir. insan usu ise belirlenmiş amaçları gerçekleştirmeye ça-
c. Bilginin içeriği öznel tercihlerden bağımsız bir lışır, ama aynı zamanda, ne denli belirsiz ya da saptan-
yön taşır. mamış olursa olsun, yeni amaçları gerçekleştirmenin
d. Bilgi ile inanç eş anlamlı deyimlerdir. yollarını da arar...
e. Bilgi temel olarak arzuya benzeyen bir zihinsel Hayvanlarda zeka, yalnızca, onları gereksinimlerine ya
durumdur. da temel yaşamsal amaçlara yönlendiren içgüdülerinin
hizmetindedir. Başka bir deyişle, hayvanların davranı-
10. Bilginin öz değerini ortaya koyması açısından aşa- mı yalnızca şematik olarak yineledikleri bir durumlar
ğıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? bağlamına yanıt verir —besin, çiftleşme, savunma vb.
a. Bilgi sahibi olmak doğada yaşam şansımızı artırır. gereksinimi— bunun önemi, bireysel seçime değil, tü-
b. Bilgi sahibi olmak genelde sonuçlarından ba- rün yaşamını sürdürmesine bağlıdır. İçgüdülerin hiz-
ğımsız olarak değer taşır. metindeki zeka büyük bir etkinlikle işler, ama hiçbir
c. Bilgi sahibi olan insanlar doğada hedeflerine zaman yeni bir şey icat etmez. Kuşkusuz bazı primatlar
daha kolay ulaşır. yiyecek elde etmek ya da düşmandan korunmak için
d. Bilgi sahibi olan insanlar toplumsal alanda daha zekice yollar bulurlar, hatta bunları grup içinde yay-
fazla kabul görürler. mayı başarırlar. Ama uğraşlarının temelinde değişmez
e. Bilgi sahibi olmak doğal bir türün devamı için bir biçimde ilksel içgüdüsel model yatar. Buna karşılık,
yüksek değer taşır. biz insanlar zekamızı içgüdülerimizi doyurmak için
20 Epistemoloji
olduğunca, yeni gereksinim biçimlerini yorumlamak şiği olmayan nesneler gibi görme yeteneğine sahibiz.
için de kullanırız: beslenme gereksiniminden, gastro- Bu nedenle bazı çağdaş filozoflar...hayvanların içinde
nomi çeşitliliğini geliştiririz, çiftleşmeden erotizme yaşadıkları ortam ile biz insanların içinde yaşadığımız
varırız, savunma içgüdüsünden savaşa açılırız vb. Hay- dünyayı birbirinden ayırırlar...Hayvanların ortamında
vanlarda türün, türün çıkarının, türün genetik yaşantı yansız hiçbir şey yoktur, her şey türün varlığını sürdü-
birikiminin çok büyük önemi vardır, bireyin ve onun rebilmek için gereksindiği şeyin yararınadır ya da ona
özel yaşantısının özel amaçlarının ise hemen hemen karşıdır; insanların dünyasında ise her şey bulunur, in-
hiç önemi yoktur. Öyle görünüyor ki, hayvanlar daha sanlarla hiçbir ilişiği olmayan ya da artık hiçbir ilişiği
doğarken yaşamları boyunca öğreneceklerinin çoğunu kalmamış, yitirmiş oldukları ya da henüz erişmedikleri
bilerek doğuyorlar, oysa insanların hemen hemen her şeyler bile...Gerçek şu ki, ne olursa olsun, hayali bir zo-
şeyi sonradan öğrendiklerini söyleyebiliriz: bu farkın olojik bahçede homo sapiens’in yaşam koşullarını, onun
altını çizmek için, kimileri, hayvansal (önceden belir- doğal ortamını yeniden yaratmak olanaksız olurdu. Bi-
lenmiş) “davranım” karşısında, insansal (önceden belir- zim doğal ortamımız bütün ortamların bütünü; varo-
lenmemiş, özgür) “davranış”tan söz ederler, bu termi- lan, artık varolmayan, henüz varolan her şeyden oluş-
nolojik ayrım pek de aydınlatıcı olmayabilir de. muş bir dünyadır. Sürekli olarak değişmekte olan bir
Kesin olan bir şey varsa, o da şu: “hayvanlar, her zaman dünyadır. Yalnızca yarasaların ve yumuşakçaların de-
yaptıkları, onlara aşırı yenilikler sunmayan şeyleri iyi ğil, şempanzelerin, bize çok daha fazla benzeyen öteki
yapmayı bilirler, oysa biz insanlar onlardan çok daha hayvanların yaşam biçimleri de, birbirlerinden binlerce
fazla ölçüp biçer, yanılır, ama buna karşılık koşullarda kilometre uzaklıkta yaşasalar bile temelde aynıdır; buna
meydana gelen köklü değişikliklere daha iyi yanıt ver- karşılık, birkaç yüz metrelik bir uzaklık (hepimiz aynı
meyi biliriz. Bir hayvan, türüne özgü içgüdüden olum- biyolojik türe ait olsak da) insan gruplarının davranış
suz bir sonuç alırsa, onun yerine kendisinin öğrendiği biçimlerini değiştirmeye yeter. Niçin?
ya da icat ettiği bir başka şey koymayı güçlükle başarır. Her şeyden önce, dilin varlığından ötürü. İnsan dili
Bunu, Galli mizahçı Julio Camba, bir yumuşakça tü- (herhangi bir insan dili), hayvan dilleri denen dillerden,
ründen söz ederken çok hoş bir örnekle açıklıyor. Bu insan fizyolojisinin, öteki primatlardan ya da memeli-
hayvan kumsalda kum altında yaşar, ininden çıkmak lerden farklılığında oranla çok daha derinden farklıdır.
için kumun üstünde bir küçük delik bırakır. Sular yük- Dil sayesinde, artık varolmayan ya da henüz varolma-
seldiğinde, beslenmek için kumun altından çıkar. Onu yan şeylerin insanlar için önemi vardır...Varolamayan
avlamak için, pusuya yattığı deliğin ağzına bir nebze tuz şeylerin de! Hayvan dilleri denen diller her zaman tü-
konur, böylece deliğin deniz suyuyla örtülü olduğuna rün biyolojik sona erişine göndermede bulunur: ceylan
inandırılır, dışarı çıkması sağlanır. “bütün yaz onu avla- yakınlarda bir aslan ya da bir yangın olduğu konusunda
mak için zavallı yumuşakçayı öylesine şaşırttım ki,” diye türdeşlerini uyarır, arının dönüp duruşları, bal alınacak
anlatıyor Julio Camba, “deniz yükseldiğinde, zavallıcık çiçeklerin nerede, hangi uzaklıkta olduğu konusunda
bunun benim koyduğum tuz taneciğiyle ilgili olduğunu arkadaşlarına bilgi verir vb. Ama insan dilinin önceden
sanıyor, deliğin ağzına gerçekten tuz koyduğumda da, belirlenmiş bir içeriği yoktur, hangi konuda olursa ol-
denizin yükseldiğine inanıyordu, içgüdüsüne güvenini sun konuşmaya yarar şimdi ya da gelecekte aynı zaman-
yitiren hayvan gitgide düşünen bir yaratığa dönüştü; da henüz olmayan şeyleri icat etmeye ya da olabilecek
artık rastlantıyla bile olsa yapmak istediğini başara- şeylerin olanaklılığına yahut olanaksızlığına gönderme
mıyordu! Şaka bir yana, gerçek şu ki, o yumuşakçanın yapar. İnsan dilinin anlamları, soyutlamalardır, maddi
düştüğü durumda...bir insan olsaydı, denizin gelgitini nesneler değil...
doğrulamak için bir şey icat ederdi...ya da alışkanlıkla- İnsan dilinin belirgin özelliği, öznel duyguları –nor-
rını ve beslenme düzenini değiştirmeye çalışırdı...Biyo- mal olarak, herhangi bir başka hayvanda olduğu gibi,
log Johannes Uexküll, bir sineğin dünyasında yalnızca devinimler, tavırlarla da dile getirilebilen korku, öfke,
“sinekle ilgili şeylere”, bir denizkestanesinin dünyasında hoşnutluk– açığa vurma olanağı sağlaması değil, başka-
ise, yalnızca “denizkestanesiyle ilgili şeylere” rastladığı- larının bizimle paylaştıkları bir belirlenmiş gerçeklikler
mızı söylemiştir. Buna karşılık, biz insanlar kendimizi dünyasını nesnelleştirmesidir. Bazen, bir yüz buruştur-
nesnelerden uzaklaştırma, biyolojik olarak kendimizi manın ya da bir omuz silkmenin, herhangi bir sözel
onlardan ayırma, onları kendi nitelikleri olan, çok kez iletiden çok daha fazla anlatabileceği söylenir. Belki de
bizim gereksinimlerimiz ya da korkularımızla hiç ili- bunlar, içimizde olup biteni daha iyi dile getirirler, ama
1. Ünite - Bilgi Üzerine İlk Düşünceler 21
Yararlanılan ve Başvurulabilecek
Kaynaklar
Allen, B. (2004). Knowledge and Civilization. Oxford:
Westview.
Arslan, A. (2005). Felsefeye Giriş. İstanbul: Adres
Yayınları.
Barnes, J. (1984). Complete Works of Aristotle.
volumes I and II. New Jersey: Bollingen.
Blackburn, S. (1999). Think: A Compelling
Introduction to Philosophy. Oxford: Oxford
University Press.
Denkel, A. (2003). Bilginin Temelleri. Ankara: Doruk
Yayımcılık.
Descartes, R. (1967). İlk Felsefe Üzerine Metafizik
Düşünceler. çeviren: Mehmet Karasan, 3. baskı,
İstanbul: M.E.B. Yayınları.
Fuller, S. (2007). The Knowledge Book: Key Concepts
in Philosophy, Science and Culture. Stocksfield,
UK: Acumen.
Guillen, M. (2003). Dünyayı Değiştiren Beş Denklem.
çeviren: Gürsel Tanrıöver, Ankara: TÜBİTAK
Yayınları.
Morris, D. (1967). The Naked Ape: A Zoologist’s Study
of the Human Animal. New York: McGrawHill.
Özlem, D. (2009). Kültür Bilimleri ve Kültür Felsefesi.
Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Pears, D. (2004). Bilgi Nedir? çeviren: Abdülbaki
Güçlü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Platon (2002). Devlet. çeviren: Hüseyin Demirhan,
İstanbul: Sosyal Yayınlar.
Russell, B. (1948). Human Knowledge: Its Scope and
Limits. London: George Allen & Unwin.
2
EPİSTEMOLOJİ
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Kuramsal bir çalışma alanı olan epistemolojinin ne tür bir işlevi yerine getirdi-
ğini açıklayabilecek,
Epistemolojinin Batı Felsefesi’nde iki bin yılı aşkın süredir uğraştığı temel ko-
nuları kendi cümlelerinizle ifade edebilecek,
Epistemoloji alanında sıkça kullanılan bazı temel kavramları açıklayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Kuram • Bilişsel
• Bilginin Kaynağı • İnanç
• Felsefe Tarihi • Kanıt
• Norm • Gerekçe
• Önerme
İçindekiler
• GİRİŞ
• KURAMSAL BİR İŞLEV OLARAK
EPİSTEMOLOJİ
Epistemoloji • EPİSTEMOLOJİNİN TEMEL KONULARI
Epistemoloji Nedir?
VE SORUNLARI
• FELSEFE TARİHİ VE EPİSTEMOLOJİ
• EPİSTEMOLOJİK ÇÖZÜMLEMENİN BAZI
ANAHTAR KAVRAMLARI
Epistemoloji Nedir?
GİRİŞ
Bilimlerin adlarının genellikle ‘loji’ ile bittiğini çoğumuz bilsek de, bu adların o
alana ilişkin ilginç ipuçları verebileceğini pek düşünmeyiz. Aslında bazen bu ipuç-
ları açıkça gözümüzün önündedir: “Sosyoloji” deyimini “sosyal” kavramı ile bağ-
daştırıp bunun da toplumsallıkla ilgili olduğunu çıkarmak görece olarak kolaydır.
Benzer bir durum “psikoloji” deyiminde yer alan “psiko” için de söylenebilir. (İn-
sanların çoğu, hayatında en az bir kez içinde bir “psikopatın” yer aldığı korku filmi
izlemiştir ve buradan da “psiko”nun ruh veya zihinle ilgili bir tarafının olduğunu
çıkarabilirler.) Bazen, ‘loji’ ile biten alanın ne olduğu açıktır, ancak ‘loji’den önce ge-
len bölümün ne olduğundan emin olamayız. “Astroloji”nin burçlarla ve fallarla il-
gilenen bir alan olduğunu tahmin etmek kolaydır ancak ‘astro’ deyiminin Yunanca
“yıldız” anlamına geldiğini az kişi bilir. Bazen de, hem o deyimin ne olduğunu bil-
meyiz hem de kelimenin içinde yer alan unsurlar bize herhangi bir ipucu vermez-
ler. ‘Ornitoloji’nin “kuşbilimi” anlamına gelebileceğini düşünmek zordur. Dahası,
felinoloji (kedileri araştıran bilim dalı) veya areoloji (Mars gezegenini araştıran
bilim dalı) gibi alanların var olduğuna inanmak oldukça zordur. ‘Epistemoloji’nin
durumu da tanınabilirlik ve popülerlik açısından biraz Marsbilim veya kedibilim
gibi bir konumdadır. Bununla birlikte, hem felsefeyle hem de bilim/sanatla ilgile-
nen insanlar çalışmalarının bir noktasında bu önemli deyimle ve deyimin ardında-
ki düşünsel alanla, yani bilginin lojisi ile, bir şekilde karşılaşırlar. Epistemolojinin
Batı felsefesinde yaklaşık 2500 yıllık bir geçmişi vardır ve bu alanda günümüze dek
üretilen düşünceler çok büyük bir fikirsel birikime karşılık gelmektedir.
Felsefenin “bilgi” kavramı ile uğraşan dalına epistemoloji adı verilir. Epistemo-
loji dilimize bilgibilim, bilgi kuramı veya bilgi felsefesi olarak da çevrilmektedir.
Genel olarak ifade edersek, epistemoloji bilginin olanaklılığını, yapısını, kaynak-
larını, sınırlarını ve kavramsal bileşenlerini irdeler. Yunanca ‘episteme’ ve ‘logos’
kelimelerinin birleşiminden oluşan ‘epistemoloji’ deyiminde yer alan logos’ un
“açıklama”, “gerekçe”, “mantık”, “söz” ve “bilim” gibi anlamlara geldiğinden, önceki
ünitede söz etmiştik. ‘Episteme’ kelimesi ise, genelde “bilgi” olarak çevrilir. Ancak
kitabın ilerleyen bölümlerinde de göreceğimiz gibi, bu çevirinin nitelenmesi ve
tarihsel bazı açıklamalarla içeriğinin doldurulması gerekmektedir.
Öncelikle, ‘epistemoloji’ kelimesini Türkçeye çevirme çabalarında karşılaşılan
zorluklardan bahsedelim. ‘Bilgibilim’ deyimi dilimize artık oldukça yerleşmiş ol-
masına karşın, bu deyim felsefenin bir alt alanını sanki bir fiziksel veya sosyal
26 Epistemoloji
‘Epistemoloji’ deyimini bilim kimliğinde betimliyormuş izlenimi vermesi itibarıyla yanıltıcı bir yön taşı-
Türkçeye çevirmek belli
zorluklar içermektedir. maktadır. Epistemoloji genelde kavramsal irdelemelerin egemen olduğu bir alan
olarak ortaya çıkmış ve kavramsal kimliğiyle günümüze taşınmıştır. O yüzden,
ağırlıklı olarak deneyimsel, gözlemsel ve deneysel boyutta iş gören “bilimlerden”
oldukça farklı bir yapıda olduğu gözden kaçmamalıdır. Bu durum, epistemolo-
jinin ‘bilim’ kelimesiyle açıklanmasının veya tanımlanmasının sakıncalarını ser-
gilemektedir. Söz konusu sorunsalın Almanca gibi dillerde biraz daha farklı bir
görünüm sergilediği düşünülebilir ancak dilimiz açısından ‘bilgibilim’ deyiminin
uygun olduğu şüphelidir.
Epistemoloji için ‘bilgi kuramı’ —ve bazen de bitişik olarak ‘bilgikuramı’— de-
yiminin kullanılması ise, Batı dillerindeki dilsel uygulamalara uygunluk açısından
tercih edilebilmektedir. (Örneğin, İngilizcede hem ‘epistemology’ hem de ‘theory
of knowledge’ deyimi yaygın olarak kullanılmaktadır.) Her ne kadar ‘bilgi kuramı’
iyi bir çeviri seçeneği gibi görünse de, aslında üzerinde bir parça düşünüldüğün-
de kayda değer bir sakınca barındırdığı görülebilir. ‘Kuram’ veya ‘teori’ kelimesi
çoğunlukla belli bir araştırma alanı ve disiplini içindeki farklı kavramsal çerçeve-
ler veya paradigmalar için kullanılır. Örneğin, fizik alanında Newton’ın kuramı
uzun süre etkisini sürdürmüş ve ardından 20. yüzyılda yerini Einstein’ın Göre-
celik Kuramı’na bırakmıştır. Felsefenin alt alanlarında da durum farklı değildir.
Etik, metafizik ve epistemoloji gibi alanlarda farklı kuramlar birbiriyle yarışmakta
ve karşılıklı olarak argümanlar ve karşı argümanlar üretmektedirler. Durum böy-
leyken, ‘bilgi kuramı’ ifadesini kullanmakta kafa karıştırıcı bir yön olduğu açıktır
—çünkü aklımıza doğal olarak “hangi bilgi kuramı?” sorusu gelir. Bu ve benzeri
nedenlerden dolayı, ‘bilgikuramı’ veya ‘bilgibilim’ yerine bu kitapta ‘epistemoloji’
deyimini tercih edeceğiz.
Hem fizik alanında çalışan bilim insanları hem de epistemoloji alanında çalışan fel-
1 sefeciler, dünyaya algının ötesinde bir “bakışla” yaklaşırlar. Bu anlamda, bir fizikçi
ile bir bilgi felsefecisinin, bütün farklarına karşın, benzeştiği genel noktaların ne
olabileceği ve bu iki tür araştırmanın yalın gözlemden farklılaştığı noktaların nasıl
ifade edilebileceği konusunda kendi düşüncelerinizi üretmeye çalışın.
Bilginin Olanaklılığı
Felsefeciler, biraz şaşırtıcı bir şekilde, bilginin olanaklılığı konusunda da irdeleme-
lerde bulunup, genelde sormaya alışık olmadığımız sorular sorarlar. Bilginin ola-
naklılığı konusu sıra dışı bir tartışma konusudur çünkü “üst düzey bilişsellik” veya
“bilgisellik” bize insan olmanın özünde yatan bir özellik gibi görünür. Bu açıdan
bakıldığında “bilgi edinmenin olanaklılığı”nın ne tür bir soruna karşılık geldiği-
ni anlamak ilk başta zor görünebilir. Ancak, felsefe disiplininin içinde çalışmaya
başlayan insanların kısa sürede fark ettiği gibi, felsefi sorgulamaların derinliğinin
ve çapının önceden belirlenebilecek düşünsel bir sınırı bulunmamaktadır. Elbette
insanlar için düşünsel sınırlar zihinsel, dilsel ve kavramsal olanaklar veya yeti-
ler tarafından istemsiz olarak belirlenebilir; ancak bu tür “verili” sınırların içinde
felsefecinin sorgulamadan kabul etmesi gereken değişmez ilkeler veya doğrular
yoktur. Felsefeyi diğer düşünme ve araştırma dallarından ayıran en önemli özel-
liklerden birisi budur. Bir mühendis, avukat, mimar veya doktor işini yapabilmek
için sorgulamayacağı temel varsayımlara gereksinim duyar. Felsefecinin ise, belli
varsayımları ve yönelimleri olsa da, bu varsayımlar, inançlar ve yönelimler her
zaman sorgulamanın hedeflerinden biri olabilir. Bu durumun doğal bir sonucu,
felsefenin kesin ve herkesin üzerinde uzlaşabileceği sonuçlara kolayca ulaşama-
masıdır. Ancak “kesinlikten uzaklık” ve “her an yolda olma durumu” felsefenin
özgürlük alanını genişleten ve diğer araştırma alanlarından ayıran özelliklerdir.
Bu noktanın hem epistemoloji hem de genel olarak felsefenin kimliği konusunda
önemli mesajlar içermesinden dolayı, konunun üstünde biraz durmakta ve bazı
vurgular yapmakta yarar görüyoruz.
Günlük yaşamda bilgi alışverişinde bulunur, bilginin ne olduğunu veya ger-
çekten olup olmadığını sorgulamayız. Fakat epistemolojik çalışmaların üst düzey
Bilginin olanaklı olup olmadığı bir uygulaması da, bilginin gerçekten olanaklı olup olmadığı konusunda derinlikli
konusu da epistemoloji alanı sorgulamalar yürütmektir. Bu sorunun önemini kavrayabilmek için, felsefenin di-
kapsamında incelenir.
ğer pek çok alanında olduğu gibi, günlük alışkanlıklarımızı bir parça terk etmek,
kesin gözüyle baktığımız doğruları geçici bir süreliğine de olsa askıya almak ve
sorgulamayı başka bir gözle yürütmek gerekebilir. Elbette, böylesi çabalar rahat
ve güvenli görünen bilgisel konumumuza taze bir gözle bakmayı, kısacası “zah-
mete girmeyi” gerektirmektedir. Ancak çağlar boyunca felsefi düşünmeyi seven
insanlar bu tür düşünsel çabalara girme cesareti göstermişlerdir. Bunun en çarpıcı
Descartes (‘Dekart’ okunur) örneklerinden biri, 4. ünitede ayrıca irdeleyeceğimiz üzere, ünlü Fransız düşünür
bilgi felsefesi açısından önemli Descartes’ın felsefi sorgulamalarına “hiçbir şeyi peşinen bilgi olarak kabul etme-
bir düşünürdür.
den” başlamaya karar vermesidir. Bunun nedeni, Descartes’ın, daha önce “bilgi”
olarak kabul etmiş olduğu düşünce parçalarının önemli bir kısmının yanlış ol-
duğunun farkına varmasıdır. Bu durum karşısında Descartes, çoğunluğun (veya
otoritenin) inandığı fikirleri askıya alıp, sadece düşünce yoluyla doğruları bulma
gibi büyük bir serüvene kalkışır. Kartezyen (yani “Dekartçı”) felsefenin ulaştığı
felsefi sonuçların doğruluğu veya yanlışlığı ayrı bir tartışma konusudur. Ancak,
felsefe tarihiyle ilgilenen insanların çoğunun da takdir ettiği üzere, Descartes’ın
girişimi son derece ilginç ve aydınlatıcı yönler içeren, düşünmeyi seven insanlara
her zaman ilham vermiş olan bir çabadır.
Descartes’ın yaptığı gibi, kesin ve güvenilir bilginin olup olmadığı —ve varsa ne
olduğu— konusunda sorgulamaya girmek elbette son derece kökten ve sıra dışı bir
irdeleme örneğidir. Ancak felsefe ile uğraşan kişilerin araştırmalarının önünde sınır-
layıcı “duvarlar” veya engelleyici “düşünsel tabular” olmadığı düşünülürse, bilginin
2. Ünite - Epistemoloji Nedir? 31
ların belli oranlarda yerinden oynadığını söylemek yanlış olmaz. Felsefe ve özelde
epistemoloji, eski alışkanlıkların çok köklü olduğu disiplinlerdir. Bu anlamda, fel-
sefenin alt alanlarında gerçekleşen dönüşümlerin veya düşünsel devrimlerin çoğu
zaman alan süreçler olarak ortaya çıkmaktadır. İngiliz felsefeci Alfred Whitehead
tüm Batı Felsefesi’nin Platon üzerine yapılmış dipnotlar olduğunu ileri sürmüştü.
Bu elbette oldukça tartışmaya açık ve kökten bir iddiadır. Her durumda, “felsefe”
olarak bilinen disiplinin geçmişin bir mirası olduğu, “epistemoloji” alt alanının
da günümüzden bin yıllar önce yapılandığını akılda tutmak gerekir. Günümüzde
olan değişim ise, felsefenin temel alanlarında, özellikle toplumsallık ve tarihsellik
konularında, yeni bir bilincin gelişmesidir. Bu kitabın sonlarında daha ayrıntılı
olarak değineceğimiz gibi, epistemoloji de son yüz yıldır bu değişim ve dönüşüm-
lerden büyük oranda etkilenen bir alan olmuştur.
zaman kullanılan dilin eskiliği veya yazarın ait olduğu kültürün farklılığı nede-
niyle anlama serüveni çetrefilli bir hâl alabilse de, okurun olumlu tavrının önemli
düşünsel ödülleri olabilmektedir. Tam tersine, felsefe tarihine bakmayı reddede-
rek, örneğin, “bilgi” üzerine felsefi fikirler üretmeye çalışan bir kişi, geçmişte üre-
tilen düşünceleri ve argümanları bilmediği için belli çözümleri kendisinin yarattı-
ğı izlenimine rahatça kapılabilir. Düşünsel serüvenleri ciddiye alan insanların göz
önüne alması gereken bir diğer konu da budur.
Norm ve Normatiflik
Felsefenin çeşitli alanlarında yapılan sorgulama ve çözümlemelerde sık sık günde-
me gelen bir konu “norm” ve “normatiflik” kavramları ile ilgilidir. Kitabın ilerleyen
bölümlerinde yer vereceğimiz epistemolojik tartışmaların derinliklerine girmeden
önce, bu iki kavram üzerinde kısaca durmakta yarar görüyoruz. “Norm”, en genel
hâliyle, “düzenleyici ilke veya kural” kavramına işaret eder. Etik kurallar normatif
önermelerin en bilinen örnekleridir. “Hırsızlık yapmak yanlıştır” cümlesi normatif “Normatif” kavramının tersi
ağırlığı olan bir ifadeye karşılık gelir. Normatif önermelerin işlevlerini ve önemini “betimleyici”, “anlatıcı” veya
“tasvir edici”dir.
iyi anlamanın bir yolu, bu tür önermeleri normatif olmayan ifadelerle karşılaştır-
maktır. Betimleyici, tasvir edici veya anlatıcı nitelikte olan yani yalnızca bir du-
rumu veya olguyu ileten cümleler, normatif olmayan ifadeler arasında sayılabilir.
“Hırsızlık yapmak yanlıştır” cümlesi normatif bir ifade iken, “Büyük şehirlerde
hırsızlık oldukça yaygındır” cümlesi ise betimleyici veya sergileyici bir yapıdadır.
Epistemoloji alanı içinde norm ve normatiflik konusu önemli bir yer tutmakta,
ancak tartışmaya açık yönler de taşımaktadır. İnsan bilgisinin nasıl olduğu (yani,
betimleyici boyut) epistemolojinin esas uğraşı alanlarından biridir. Ancak, bilgi
konusu üzerine çalışan felsefecilerin çoğu epistemolojinin normatif bir çaba ol-
duğunu da söyleyecektir. Bunun anlamı, bilginin “iyi” veya “doğru” örneklerinin
—yani dünyaya dair inançlarımızın nasıl olması gerektiği konusunun— epistemo-
lojinin konuları veya ilgileri arasında yer aldığıdır. Aşağıda da sözünü edeceğimiz
gibi, bilgi kavramının içinde “gerekçelendirme”nin olması, bilginin belli bir nor-
ma uygunluk göstermesi anlamı taşımaktadır. Gerekçelerle desteklenmiş inançlar,
desteksiz veya kanıtı zayıf inançlardan daha iyi ve daha tercih edilir durumdadır.
Fakat, açıktır ki; “daha iyi” ve “daha tercih edilir” olma, değerlendirmesel veya
normatif ifadelerdir. Normatiflik kavramının epistemolojideki yerine ilerleyen
ünitelerde tekrar döneceğiz.
Önermesel Bilgi
Bilgi kavramı epistemolojinin temel irdeleme konusu olsa da, bilginin her boyu-
tunun epistemoloji alanı içinde eşit ölçüde ilgi gördüğünü ve irdelendiğini söyle-
yemeyiz. İlk ünitede, bilginin bazı boyutlarının, alışıldık anlamıyla logos’ la ilintili
olmayabileceğini belirtmiştik. Bisiklete binmeyi bilmenin ve içgüdüsel bilginin (ta-
34 Epistemoloji
bii, eğer bunlar bilme türleriyse) logos barındıran bilgi türleri olmadığı savlana-
bilir. Logos içeren veya logos’un içinde yer alan bilgi türleri içinde felsefecileri en
çok meşgul eden bilgi türü önermesel bilgidir. “Önerme” deyimi, kısaca ve kabaca
“bir iddiada bulunan bir cümlenin içeriğinde barınan düşünce veya fikir” ola-
rak tanımlanabilir. O hâlde, her cümle bir önerme değildir. “Yaşasın!” veya “Nasıl
yani?” ifadeleri gramer açısından birer cümledir ancak bu cümleler birer önerme
değildirler. Buna karşın, “Limon sarıdır”, “Geçen hafta çok yoruldum” ve “İzmir
Türkiye’nin başkentidir” cümleleri birer önermedir çünkü —doğru ya da yanlış
olsunlar— belli bir iddia içermektedirler.
Bu kitapta bizim ilgimiz daha çok önermesel bilgi etrafında olacak. Bir öner-
menin bilinebilmesi felsefe tarihinde Platon’dan bu yana en büyük felsefi sorun-
lardan biri olarak algılanmıştır. İlerleyen bölümlerde bu konunun neden önemli
bir sorun teşkil ettiği ve ne tür incelikler ve zorluklar taşıdığına dair ortaya konan
tartışmaları sergileyeceğiz.
Önermesel Doğru
Epistemolojide “doğru” “Doğru” kavramı, bilgi üzerine düşünen felsefeciler için çok büyük bir öneme
kavramı önemli bir yer tutar. sahiptir. Bu konuda ilk olarak belirtmemiz gereken nokta şudur: Pek çok Batı di-
Bu kavramın betimleyici
kullanımı ile diğer linde ‘doğru’ ve ‘yanlış’ deyimlerinin normatif ve betimleyici kullanımları için birbi-
bağlamlardaki kullanımları rinden ayrı kelimeler kullanılırken, Türkçede farklı bir durum gözlenir. Dilimizde
birbirine karıştırılmamalıdır.
“doğru” ve “yanlış” hem normatif hem de tasvire yönelik anlamlar barındırmak-
tadır. “Doğru”nun etik kullanımından örnekler verirsek, ‘doğru insan’ ve ‘doğru-
luktan ayrılmamak’ gibi deyimlerde normatif bir taraf vardır. “Yanlış”ın normatif
kullanımına bir örnek “İhtiyacı olduğunda kardeşine yardım etmemesi çok yan-
lıştı” cümlesidir. Etik kullanımda “doğru”nun tersi, “güvenilmez”, “kınamayı hak
eden” gibi kavramlardır. Öte yandan, “doğru”nun ve “yanlış”ın farklı bir kullanımı
olduğu da açıktır. Bu kullanım, kendisini betimleyici bağlamlarda gösterir. Biz in-
sanların iddiaları veya yargıları karşısında “Bu söylediğin yanlış”, “Bu doğru bir
iddiadır” gibi ifadeler kullanırız. Betimleyici bağlamlarda ortaya çıkan bu kulla-
nım kapsamında, bir önerme için “doğru” nitelemesini kullanmak, onun dünyada
olan olgularla uyum içinde olduğunu belirtme anlamını taşır. Örneğin, “Tavuklar
uçabilir” ve “New York İtalya’nın başkentidir” önermelerinin “doğru” olmadığını
söylediğimiz zaman söz konusu olan durum budur.
Elbette, felsefe tarihinde “doğru” kavramının daha geniş veya daha derin kul-
lanımlarının olduğu bağlamlar bulmak olanaklıdır. Ancak bu kitap kapsamında
bizim temel ilgi odağımız, betimleyici boyuttaki önermesel doğru kavramı ve
onun epistemolojik tartışmalardaki işlevleri olacak.
Bilişsellik
Yalnızca felsefecilerin değil, deneysel psikologların ve yapay zekâ üzerine çalışan
mühendislerin de sıkça kullandığı kritik deyimlerden biri “bilişsel”dir. Bu kavram,
zaman zaman “bilgisel” ile eş anlamlı olarak kullanılmakta ve “bilgi” ile olan yakın
“Bilişsel” kavramı ile “bilgi” ilişkisi nedeniyle kafa karışıklıklarına neden olmaktadır. ‘Bilişsel’ deyiminin İngi-
kavramı arasında belli farklar
bulunmaktadır. lizcesi olan ‘cognitive’in kelime kökünde bulunan ‘gnoscere’ de “bilmek”, “kavramak”
gibi anlamlara gelmektedir. Kelime anlamı itibarıyla birbirine çok yakın olan bu de-
yimlerin arasında, ince bir ayrımın olduğunu söyleyebiliriz. ‘Bilişsel’ sıfatı, genelde,
bir “üst düzey zihinsel işlevler yelpazesi” için kullanılır. Bu yelpazenin kapsamındaki
işlevlerin en önde gelenleri duyular aracılığıyla algılama, bellek işlevleri, akıl yürütme
ve bilgilenmedir. Bu işlevlerin tümü, üst düzey zihinselliği gerektiren süreçler içerir.
2. Ünite - Epistemoloji Nedir? 35
Elbette bu son nokta tartışmaya açıktır. Daha açıkça dersek; bellek, akıl yürüt-
me ve bilgilenmeye ek olarak algının da üst düzey bir zihinsel işlev olduğu iddiası
şüpheyle karşılanabilecek bir savdır. Ancak 1960’lardan itibaren psikolojide egemen
olan bilişsel ekole göre, algı, yalın duyulardan farklı olarak, bilinç dışı ve hızlı karar
verme mekanizmalarının işin içine girdiği karmaşık bir zihinsel süreçtir. O hâlde, bi-
lişsellik, bilgi kavramını da içine alan daha geniş bir kümedir. ‘Bilişsel’ sıfatı da, buna
uygun olarak, ‘bilgisel’ sıfatına göre daha geniş bir anlama karşılık gelmektedir.
İnanç
“İnanç” ve “inanmak” kavramları denildiğinde akla ilk gelen dinsel bağlamlardır.
“İnanç sahibi olmak” deyiminin ilk çağrıştırdığı kavram “Tanrı”dır. Tanrı inancı
düşüncesine ek olarak, “inanç” kavramı, “güven” ve “kararlılık” kavramları ile ilin-
tili olarak da sıkça kullanılır. Örneğin, “mücadelenin başarıya ulaşacağına duy-
duğu inancı kaybetmek” gibi bir deyimde yer alan “inanç” kavramı bu türden bir
anlam taşır.
Şimdi konunun epistemolojik boyutuna geçelim. Dünya bilgimiz açısından
bakıldığında, inanç bilgiyi hedeflemenin ve bilgiye yönelmenin bir parçasıdır. Bu
bağlam, açıkça görüleceği gibi, “Tanrı inancına sahibim”, “Aşka inanmıyorum”
veya “Her şeye rağmen insanlığa inanıyorum” cümlelerindeki bağlamlardan biraz
farklıdır. Epistemolojik bağlamdaki kullanımın tipik örnekleri “Dinazorların bu
gezegende yaşamış olduğuna inanıyorum”, “Çimenlerin yeşil olduğuna inanıyo-
rum” ve “İzmir’in Türkiye’nin başkenti olduğuna inanıyorum” gibi önermelerdir.
Burada birkaç noktanın altını çizelim. Öncelikle, bir inanç, “inanç” etiketini hak
edebilmek için, doğru olmak zorunda değildir. İnançlarımızın bir kısmı doğru,
bir kısmı ise yanlıştır. Eğer bir insan “Güneş’in Dünya’nın etrafında döndüğü-
ne inanıyorum” gibi yanlış bir inancı samimiyetle ifade ederse, onu cahil veya
akılcılıktan uzak olmakla suçlayabiliriz; ancak bu, insanların yanlış inançlara da
sahip olabilecekleri gerçeğini değiştirmez. İkinci olarak, her ne kadar hem doğru
hem de yanlış inançlar edinmemizin önünde bir engel olmasa da, insanlar genel-
de dünyaya veya evrene dair inançlarının doğru olmasını tercih ve arzu ederler.
Daha sonra irdeleyeceğimiz gibi, “inanç” kavramının epistemolojik boyutunun en
kayda değer yönlerinden biri budur.
Kanıt
Epistemolojik çalışmalarda ve çözümlemelerde çok önemli yer tutan kavramlar-
dan biri de “kanıt” kavramıdır. ‘Kanıt’ deyimi günlük yaşamda seyrek olarak ve
yalnızca belli bazı bağlamlarda karşımıza çıkar. Bu bağlamlara verilebilecek tipik
örnekler, polisiye ve hukuksal durumlardır. Suçluların peşine düşen polisler kanıt
toplamaya çalışır, mahkemede savcılar tutuklanan kişilerin aleyhine kanıtlar su-
narlar. Bu tür bağlamlarda “kanıt” kavramını belirtik bir şekilde kullanırız, diğer
bağlamlarda ise üzerinde fazlaca düşünmeyiz.
Ancak, “kanıt”ın epistemolojik çalışmalar kapsamında önemli bir işlevi bulun-
maktadır. Bu kavram, insanın bilgisel durumlarının felsefi irdelemesi sırasında
sıkça kullanılır. Başka bir deyişle “kanıt” kavramı epistemolojik bağlamlarda yü-
rütülen çözümlemenin en önemli gereçlerinden biridir. Bunu bir örnek üzerinde
anlamaya çalışalım. Benim “Ay’ın üzerinde çok sayıda krater bulunmaktadır” gibi
bir inancım var. Bu inancımın epistemolojik konumunu irdelediğimizde ilginç bir
durumla karşılaşırız. “Ay’ın üzerinde çok sayıda krater bulunmaktadır” inancımın
oluşma nedeni benim kişisel olarak gidip Ay yüzeyinde gözlemlerde bulunmam
36 Epistemoloji
değildir. Buna karşın bu inancın doğru olduğuna sanki ben olguyu doğrudan al-
gılamışım gibi güçlü bir şekilde inanırım. Bunun nedeni, benim “Ay’ın üzerinde
çok sayıda krater bulunmaktadır” önermesinin kanıtlarına veya “siciline” duydu-
ğum güvendir. Söz konusu inancıma destek sağlayan kaynak, örneğin, komşula-
rım arasında geçen konuşmalar değil, bilimsel çalışmaların sonuçlarını açıklayan
kitaplardır. Bu örnekte aktardığımız noktanın genel bir epistemolojik durumu
temsil ettiğini belirtebiliriz. İnsan bilgisi, biz farkında olalım ya da olmayalım,
ağırlıklı olarak kanıt olgusu üzerine kuruludur.
Elbette, kanıtın yalnızca “olumlu” veya “başarılı” bilgisel bağlamlara ait oldu-
ğunu düşünmek hata olur. Bazı kanıtlar bizi yanıltmalarına karşın, nihayetinde,
“kanıt” kavramı kapsamında yer alırlar. Gündelik bir sohbet sırasında arkadaş-
larından “Ay’ın üzerinde çok sayıda kaktüs vardır” gibi bir önermeyi duyan bir
kişinin bu duyumu temel alarak başka bazı saçma inançlar oluşturması da ola-
naklıdır. Böyle bir bilgisel durumu yetersiz bulma eğiliminde olmamız normaldir.
Ancak, kavramsal olarak bakıldığında, “Ay’ın üzerinde çok sayıda kaktüs vardır”
önermesine inanan bir insanın da kanıtsal bir zincirin içinde inanç oluşturduğunu
söylemeliyiz. Başka bir deyişle, kanıtın kavramsal betimlemesi ile kanıtın yeterliliği
veya yetersizliği konularını birbirine karıştırmamalıyız.
Epistemolojik Gerekçelendirme
Kanıt kavramı ile çok yakından ilgili bir diğer kavram “gerekçe” veya “gerekçelen-
dirme” dir. “Gerekçe” kavramı aslında logos’un esas anlamlarından biridir ve tah-
“Kanıt” ve “gerekçelendirme”
kavramları birbiriyle ilintilidir min edileceği gibi, insanı diğer canlılardan ayıran özelliklerin başında yer alır. Yu-
ve epistemolojide merkezcil karıdaki örneğe dönersek, “Ay’ın üzerinde çok sayıda krater bulunmaktadır” gibi
bir yer tutarlar.
bir inancın ortaya çıkması, önemli ölçüde sağlam kanıta dayanmasını ve akılcı bir
gerekçelendirmeler ağının içinde yer almasını gerektirir. Bizim sahip olduğumuz
bilgilerin ezici bir çoğunluğu, bir gerekçelendirme süreci veya yapısı sayesinde
yaşam bulur. Tersinden düşünürsek, hiçbir gerekçesi olmadan edindiğimiz inanç-
ların önemli bir kısmı epistemolojik açıdan ciddi sorunlar arz eder. Eğer bir kişi
Mars’ta bitki ve hayvanların bulunduğunu iddia eder ve ardından bu inanca sahip
olma nedeni sorulduğunda tatmin edici bir yanıt veremezse, biz o kişinin inancını
fazlaca ciddiye almayız. Öte yandan, bizim Dünya’ya veya Evren’e ilişkin “sağlam”
inançlarımızın çoğu, eğer birileri bizi epistemolojik anlamda köşeye sıkıştırırsa
gerekçelendirebileceğimiz zihinsel durumlardır. O yüzden, insan için “bilgi sahibi
olmak” büyük oranda “bilgisel gerekçelendirme süreçlerinin içinde yer almaya
yatkın olmak” anlamına gelmektedir.
Bu ünitede epistemoloji konusunda genel saptamalarda bulunduk ve önümüz-
deki ünitelerde karşılaşacağımız sorunsallara dair bazı ön tartışmalar sunduk.
Buna ek olarak epistemoloji literatürünü ve argümanları anlamayı kolaylaştırıcı
bazı terimleri tanımladık. Bu aşamada, felsefenin en önemli alt alanlarından biri
olan epistemolojinin inceliklerine girmeye başlayabiliriz.
Diyelim birisi şöyle bir iddiada bulundu: Epistemoloji uzmanlarının anladığı an-
3 lamda “kanıt” ve “gerekçelendirme” kavramları ile “logos” kavramı arasında belli
bir ilişki bulunmaktadır. Bu ilişkinin nasıl olabileceği konusunda siz de açıklamalar
getirmeye çalışın. Bu çalışma sizin şu ana kadar öğrendiğiniz farklı kavramlar ve
fikirler arasında felsefi bağlantılar kurmanıza yardımcı olacaktır.
2. Ünite - Epistemoloji Nedir? 37
Özet
Kuramsal bir çalışma alanı olan epistemolojinin tuhaf gelebilecek bir konu bile epistemoloji ala-
1 ne tür bir işlevi yerine getirdiğini açıklayabilmek. nında çalışan kuramcıların ilgilendiği bir so-
“Bilgi kuramı”, “bilgi felsefesi” gibi anlamlara ge- runsal olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilgi edin-
len epistemoloji felsefenin en temel ve en önemli mekte olduğumuz açık bir gerçek gibi görünse
alanlarından biridir. İnsanlar günlük yaşamla- de, bu durum üzerine eleştirel olarak çok fazla
rında ve bilimsel işlevler gerçekleştirirken sürekli düşünmediğimiz de bir gerçektir. Bu nokta da
olarak bilgi edinme süreçlerine girerler ve bilgiyi epistemolojinin en ilginç ve önemli konuların-
hedeflerler. Ancak bilginin kavramsal incele- dan birisi olarak kabul edilir. Dördüncü olarak
mesi ve kavramsal olarak açık hâle getirilmesi da bilginin toplumsal boyutu epistemoloji uz-
bilgi edinme işlevlerinden ayrılması gereken bir manlarının irdelediği konular arasında yer al-
etkinlik türüdür. Epistemoloji alanında çalışan maktadır. Bilginin toplumsal veya tarihsel boyu-
insanlar pratik dünyanın akışının düşünsel an- tu geleneksel felsefecilerin çok ilgisini çekmemiş
lamda “dışına çıkarak” bilgi konusunda kuram- olsa da, özellikle son 150 yıldır felsefede ortaya
sal çalışmalar yürütürler. Bir insanın dünyanın çıkan gelişmeler bilginin toplumsal boyutunu
nesneleriyle pratik boyutta iş görmesi kuramsal önemli bir konu hâline getirmiştir. Bu anlamda
bir işlev değildir. Ancak nesnelerin, olguların ve çağdaş felsefenin eskiye göre oldukça alışılmadık
kavramların ardında neyin yattığını araştırmak bazı alt kimlikler kazandığı söylenebilir.
kuramsal bir çabadır. Bu anlamda bilim ve fel-
sefe “kuramsal” boyutta gerçekleşen işlevlerdir. Epistemoloji alanında sıkça kullanılan bazı temel
Bilim insanları görünen niteliklerle yetinmeyip, 3 kavramları açıklayabilmek.
örneğin, kimyasal kuramlar veya toplumbilim- Her kuramsal çalışma alanının kendisine özgü,
sel (sosyolojik) kuramlar geliştirerek görünen uzman olmayanların kolayca bilemeyeceği de-
dünyaya ilişkin aydınlatıcı açıklamalar getirirler. yimleri vardır. Örneğin, ‘gayrisafi millî hasıla’ de-
Felsefe de, bilimden çok farklı yönleri olmasına yimini ekonomi uzmanlarının, ‘nakıs teşebbüs’
karşın, aynı bilim gibi yaşamın pratik boyutunu deyimini hukukçuların, ‘epistemoloji’ deyimi-
belli anlamlarda terk ederek kuramsal çalışmalar ni felsefecilerin yaygın olarak bilmesi doğaldır.
üretme ve açıklamalar sunma amacıyla yaşama Ancak bu alışılmadık deyimlere ek olarak ku-
ve evrene yaklaşır. ramsal bir alanda çalışan insanlar bazen sıradan
deyimlere özel anlamlar yükleyerek ve belli bir
Epistemolojinin Batı Felsefesi’nde iki bin yılı aşkın düşünsel çerçevenin kapsamında kavramsal bir
2 süredir uğraştığı temel konuları kendi cümleleri- işlev görecek şekilde kullanırlar. Epistemolojide
nizle ifade edebilmek. bunun iki bilinen örneği “inanç” ve “kanıt”tır.
Epistemolojinin tam olarak nasıl bir kuramsal “İnanç” deyimini biz genellikle manevi bağlam-
işlev olduğunu kavramanın iyi bir yolu, bilgi larda kullansak da, epistemolojik bağlamlarda bu
üzerine kafa yoran felsefecilerin hangi temel deyim deneyimsel durumlara yönelik olarak ve
konular veya sorunlar üzerine odaklandıklarını genel bir şekilde kullanılmaktadır. Örneğin, epis-
irdelemektir. İlk olarak belirtilebilecek bir nokta, temoloji kuramcıları açısından, “Türkiye’de doğ-
epistemolojinin bilginin kaynaklarının ne oldu- muş olduğuma inanıyorum” veya “Çimenlerin
ğunu araştırmaya yönelen bir disiplin olduğu- yeşil olduğuna inanıyorum” gibi tümceler dene-
dur. Bize bilgi sağlayan doğal kapasitelerimizin yimsel bilginin irdelenmesi açısından önemli bir
ne olduğu ve deneyimin tek bilgi kaynağı olup işlev barındırmaktadır. Benzer şekilde, “kanıt”
olmadığı epistemoloji için kritik bir sorgulama kavramını da felsefeciler polisiye veya hukuksal
konusu oluşturmaktadır. İkinci olarak, “bilgi” bir anlamda değil, genel olarak deneyimsel bilgi-
kavramının nasıl tanımlanacağı önemli bir konu ye ulaşmayı olanaklı kılan temel bir unsur olarak
olarak ortaya çıkmaktadır. “Bilgi” günlük yaşa- almaktadır. Bu tür terimlerin anlamlarının iyi
mın merkezinde yer alan bir kavram olsa da, bu anlaşılması, hem okuduğunuz epistemoloji me-
durum bizim “bilgi” kavramını berrak bir şe- tinlerini daha iyi kavramanıza hem de dile geti-
kilde anlayıp tanımlayabileceğimizi göstermez. rilen felsefi sorunlar üzerine düşünmekten daha
Üçüncüsü, “bilginin olanaklığı” gibi ilk bakışta çok keyif almanıza neden olacaktır.
38 Epistemoloji
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi ‘epistemoloji’ deyiminin 5. Felsefeciler bilginin tanımını yapmaya çalışırken
bir tanımı olarak kabul edilebilir? aşağıdaki yöntemlerden hangisini kullanırlar?
a. Mantıksal ve matematiksel sistemlerdeki bilgi- a. Bir toplumda bilgi düzeyi yüksek olan bireyleri
sel kesinliğin irdelenmesi incelerler.
b. Bilgisinin, doğasının ve oluşumunun genel dü- b. Toplumda genelde hangi enformasyon parçala-
zeyde ve kavramsal olarak irdelenmesi rının bilgi olarak kabul edildiğini saptarlar.
c. Kesinlik arayışında insanların karşılaştığı bilgi- c. İnsanlara en fazla yarar getirecek olan enfor-
sel zorlukların irdelenmesi masyon parçalarının ölçütünü bulurlar.
d. Fiziksel bilimlerin bilgiye hangi yöntemlerle d. Matematiksel ispatlardan yararlanırlar.
ulaştığının irdelenmesi e. Bilgi örneği olarak kabul edilen durumların or-
e. Sosyal bilimlerin bilgiye hangi yöntemlerle tak özelliğini saptarlar.
ulaştığının irdelenmesi
6. Aşağıdakilerden hangisi “önermesel doğru” kavra-
2. Aşağıdakilerden hangisi kuramsal bir işlev örneği mına bir örnek olarak verilemez?
değildir? a. Suyun normal şartlar altında 100°C’de kaynadı-
a. Bir matematikçinin bir teoremin doğruluğunu ğı doğrudur.
ispatlaması b. Doğruluktan ayrılmamak toplumda kabul gö-
b. Bir psikoloğun insan belleğinin yapısal haritası- ren bir erdemdir.
nı çıkarması c. Koşullar ne olursa olsun doğruluktan ayrılma-
c. Bir insanın güneşten gelen ısıyı duyumsaması maya çalış.
d. Bir fizikçinin görecelik kuramını daha savunu- d. Öklid geometrisinde doğru, iki nokta arasında-
labilir bir hâle getirmesi ki en kısa mesafedir.
e. Bir biyoloğun insanın genetik şifresini çözmesi e. “Doğru” ve “yanlış” birbirine zıt kavramlardır.
3. Aşağıdakilerden hangisi logos için geçerlidir? 7. Aşağıdakilerden hangisi bilişsel bir durum değildir?
a. “Logos” deyimi “nesnellik” ile eş anlamlıdır. a. Annenizin yaş gününü anımsamak
b. “Logos” deyimi “bilgi” ile eş anlamlıdır. b. Mantıksal yöntemler kullanarak bir kişinin id-
c. Logos sahibi olmak, biyolojik bir türün devamı diaları arasında tutarlılık kontrolü yapmak
için kesinlikle şarttır. c. Bir iddianın mantıksal sonuçlarının bilincine
d. Logos sahibi varlıklar pratik alanlarda her za- varmak
man başarılı olurlar. d. Odadaki ısı değişimini hissetmek
e. Logos sahibi varlıklar kuramsal düşünme yete- e. Uzaktan komşunuzun geldiğini algılamak
neğine sahiptir.
8. “İnanç” kavramının epistemolojik bağlamlardaki
4. Aşağıdakilerden hangisi epistemoloji alanında çalı- kullanımını en iyi sergileyen cümle aşağıdakilerden
şan bir felsefecinin irdeleyebileceği bir konudur? hangisidir?
a. Bilginin hangi psikolojik süreçler sonucu oluş- a. Arkadaşlarının iyi niyetine inancı tamdı.
tuğunu keşfetmek b. General zafere ulaşma konusunda emri altında-
b. Bilginin başarı ile ilişkisini gösteren istatistiksel ki askerlere inanıyordu.
çalışmalar yapmak c. Fizikçilerin çoğu evrenin genişlemekte olduğu-
c. Bilginin gündelik yaşamdaki örneklerinin liste- na inanıyor.
sini çıkarmak d. Tanrı inancı toplumdaki en yaygın inanç türüdür.
d. Bilgi kavramının bir tanımını vermek e. Yaşadığı hayal kırıklıkları onun aşka inanması-
e. Bilimsel kuramların hangilerinin doğru oldu- na engel oluyordu.
ğunu saptamak
2. Ünite - Epistemoloji Nedir? 39
Okuma Parçası
9. “Kanıt” ve “gerekçe” kavramları için aşağıdakiler- Her bilgi kuramı “Bilgi nedir?” sorusuna verilmiş bir
den hangisi doğrudur? yanıttır. Bu soru, filozoflarca sorulan onlarcası gibi, ilk
a. “Kanıt” ve “gerekçe” birbirleriyle ilintili kav- bakışta son derece yalın görünür. Hepimiz biliriz, en
ramlar değillerdir. azından genel hatlarıyla bilginin ne olduğunu. Ama
b. “Bilgi sahibi olmak” ve “gerekçe sunabilmek” güçlükler tam da ayrıntıları doldurmaya başladığımız
birbirleriyle ilgili kavramlardır. anda baş gösterirler. Sözgelimi, bilginin karşıtı nedir?
c. Sahip olduğumuz bilgilerin çoğunun kanıtlarla İnsanın bir şeyi kesinlikle bilmiyor olması demek, insa-
bir ilgisi yoktur. nın o şeyi bilip bilmediğini dahi düşünmüyor olması mı
d. “Güneş, Dünya etrafında döner” gibi yanlış demektir, yoksa insanın o şeyi gerçekte bilmiyorken bi-
inançları hiçbir kanıt desteklemez. liyor olduğunu düşünmesi mi? Yanıt bunlardan hangisi
e. Bilinçli gerekçeler ve gerekçelendirme süreçleri olursa olsun, bilmiyor olmak tam olarak nedir? Kişinin
hem insanlar hem de logos’a sahip olmayan hay- kendisine yöneltilen bir soruya karşı vereceği yanıta
vanların bilgi dünyasında önemli bir yer tutar. dair hiçbir düşüncesi olmadığında duyumsadığı zihin-
sel boşluk mudur? Yoksa bundan daha olumlu bir şey
10. Aşağıdakilerden hangisi normatif bir cümledir? midir? O kişinin bir yanıtı bulunuyor olabilir, ama yan-
a. İnsanların çoğu yalan söylemenin ahlaki olarak lış bir yanıttır bu. Doğru da olabilir yanıtı, ama bu olsa
yanlış olduğunu düşünür. olsa şans eseri doğru çıkmış bir kestirimdir yalnızca.
b. İnsanlar zorunlu oldukları durumlarda bazen Yüzümüzü ne yana dönersek dönelim, kendimizi dal
yalan söylerler. budak sarmış karmaşaların ortasında buluyor olacağı-
c. İnsanları yalan söylemeye iten nedenler psiko- mız gün gibi açık. Yine de “Bilgi nedir?” sorusu son
loglar tarafından araştırılmaktadır. derece yalın görünüyor. Felsefe sorularına özgü bu
d. İnsanlar zorunlu olmadıkça yalan söylememelidir. aldatıcı yalınlık, çoğunluk istenmeyen bir etkiye yol
e. Hiç yalan söylemeden yaşayan insan sayısı azdır. açar. İnsanlar konunun aslında sorunun ortaya koydu-
ğundan çok daha karmaşık olduğunu görünce, doğal
olarak soruyu dizgeleştirmek, derli toplu bir biçimde
düzene koymak isterler. Ne var ki, karmaşıklıklar in-
celenmeden doğru düzgün yapılamaz bu. Konu fel-
sefe konusu olmayıp da bilimsel bir konu olsaydı, hiç
kimse gecikmeden dolayı sabırsızlık göstermeyecektir;
çünkü bilimde kuramların olguları beklemek zorunda
oluşlarından daha açık bir şey yoktur. Hiç kuşku yok
ki değme bir bölümlemeci daha alan çalışması yapıl-
mamışken bir bölümleme dizgesi kurulmuş olduğunu
görünce öfkeden kan beynine sıçrayacaktır. Oysa fel-
sefede, üzerine gidilen konu hep yaşamlarının bir par-
çasını oluşturduğundan olacak, insanlar bir an önce
ilerleme kaydetme beklentisi içinde olurlar. Platon, ilk
dönem söyleşimlerinin birçoğunda bu beklentiyi de,
beklentinin düşkırıklığına uğrayışını da olanca güzel-
liğiyle oyunlaştırmıştır.
Henüz tam anlamıyla yetkinleşmemiş bir düzeni ele
alınan görüngüye oturtmaya çalışmanın yollarından
birisi, bilginin ya bir zihin durumu olduğunu ya da bir
zihin durumu olmadığını söylemekten geçecektir; tıp-
kı ateşin bir benden durumu olduğunu ya da bir beden
durumu olmadığını söylemek gibi. Ancak bu yalınkat
yanıt sorunu çözmez. Nitekim ateşi olduğu ya da bu-
40 Epistemoloji
nalımda olduğu yönünde tek bir düşüncesi olmadan kendisini de katar. Nitekim bilginin ne olduğunu bi-
da bir kimsenin ateşi olabilir, hatta bunalımda da ola- liyor olabileceğim gibi, bilmiyor da olabilirim. Bilgi
bilir; ama bir şeyi kesinkes biliyor olduğun yönünde sorunuyla yakından bağlantılı olan doğruluk sorunu
açık bir düşüncesi olmadan bir şeyi bilemezyok eğer da kuşkusuz yine bu aynı özelliği sergiler. Nitekim bir
biliyorsa, bunun en azından çok özel bir açıklaması ol- doğruluk kuramının daha en başta kendisi, doğru ola-
mak zorundadır; oysa bunun dışındaki başka durum- bileceği gibi yanlış da olabilir, bu demektir ki kendi-
lara bakılacak olursa, bırakın ateşin ya da bunalımın si kendisine uygulanabilirdir. Özellikle bu türden bir
ne olduğunu bilmeyi, kişi olağandışı bir durumda ol- sorun son derece çetin bir sorun gibi görünüyor. Bilgi
duğunu dahi bilmez. Yine de, “Bilgi bir zihin durumu- meselesinde, genelde bilginin ne olduğunu bilebilirim
dur” savını anımsamak, savın kendisine aynı Platon’un yollu karmaşa yoktur yalnızca; daha demin değinilmiş
Söyleşimler’inde Sokrates’in karşısında konuşanların bir karmaşa daha vardır ki belli bir durumda bir şe-
verdiği ilk yanıtlara yaklaştığı gibi yaklaşmak yararlı yin öyle olup olmadığına dair hiçbir düşüncem olmasa
olacaktır. Açık ki, savın hiçbir değişime konu olmadan bile, çok ender olmakla birlikte o şeyin öyle olduğu-
başlangıçtaki ilk haliyle olduğu gibi kalması söz konu- na dair bilgim olabilir, bildiğin şeyin bilgi olduğunu
su değildir. Gelgelelim ayrıntılara daha bir yakından çoğunluk biliyorumdur, yok öyle değilse en azından
bakacak olursak, acaba savın ne ölçüde elden geçiril- bildiğim şeyin bilgi olduğunu düşünüyorumdur. İşte
mesi gerekecektir? tam da bu nedenden ötürü kuşkuculuk sağlıklıdır. Ge-
“Bilgi nedir?” sorusunun pek çok felsefe sorusuyla nel olarak bilginin ne olduğunu biliyorsam, bilgi diye
paylaştığı bir başka özelliği daha vardır. Soru ilk so- görme eğilimine girmiş bulunduğum bu tikel parçanın
rulduğunda yaşamla yakından bağlantılıdır; ancak so- gerçekten bilgi olup olmadığını kendime sorabilirim
ruya verilen yanıt belirginleştikçe ararlındaki o yakın demektir bu. Ancak bu karmaşa güçlüklere yol açar.
bağlantı giderek zayıflayarak kopma noktasına gelir. Bir şeyi biliyorsam, o şeyi bildiğimi de bilmem gerekir
İnsanlar belli ki üstünde düşünmek için vakit bulur mi, o şeyi bildiğimi bildiğimi de bilmem gerekir mi? İyi
bulmaz sormuşlardır soruyu, yanıtın kendisi ya da ya- güzel de nerede duracak bu böyle? Tek tek her aşama-
nıtın kendisi değilse bile en azından yanıtın başlangıcı daki zihinsel durumun birbirlerinden bağımsız olarak
yaşamlarında bir değişikliğe yol açmıştır. Nitekim bili- incelenmeleri, bilgi diye tanınmaları gerekir mi? Yok-
yor olmaktan dolayı insanın tadına doyulmaz bir keyif sa ilk aşamadaki bilgiden emin olmak, peşinden gelen
duymasından daha doğal bir şey olamayacağı gibi, ger- aşamalardakileri de bir sonuca bağlayacağı için yeterli
çekten biliyor olmak ile yalnızca biliyor görünmek ara- midir? Bilginin düşünümlü (dönüşlü) bir yapıda oluşu-
sındaki ayrımın özenle altının çizilmesinden de daha nu ölçüyü kaçırmadan tam olarak resmetmek bir hayli
sağlıklı bir şey yoktur. Eski Yunan’daki ilk biçimiyle güçtür. Bilgi, birincisi yalnızca nesneyi yansıtan, ikicisi
kuşkuculuk sürekli zarardan çok yarar getirmiştir. Bil- nesneyi yansıtışıyla birlikte birinci aynayı da yansıtan,
gi kuramı kuşkuculuktan yararlı bir etki almayı yine de bu böylece sonsuza dek geriye dönen bir aynalar silsi-
sürdürüyor, ama yalnızca ilk aşamalarında. Nitekim lesi gibi olabilir mi gerçekten?
bilgi kuramında uç veren ufak tefek ilerlemelerin, daha
bir ayrıntıda kalan gelişmelerin insanların yaşamları Kaynak: David Pears. (2004). Bilgi Nedir? çeviren:
üzerinde çok az bir etkisi bulunur. Hiç kuşkusuz, bil- Abdülbaki Güçlü. Ankara: Bilim ve Sanat, s. 1316.
gi üstüne bilgi, tıpkı öbür bilgi türleri gibi, salt kendisi
için izi sürülmeye değer bir bilgidir. Ne var ki burada,
çoğunluk felsefede karşılaşıldığı üzere ele alınan konu-
nun gündelik yaşamdan aşama aşama kopuyor oluşu,
felsefenin güçlüğünün kaçınılmaz bir sonucu olarak
daha baştan göze alınıp olumlanmayacak olursa, yıkıcı
bir o denli de düşkırıcı olabilir.
Bilgi sorununun belli başlı öteki felsefe sorunlarıyla
paylaştığı bir başka önemli özelliği daha vardır. Daha
açık bir deyişle söylenecek olursa, bilgi sorunu öyle-
sine genel bir sorundur ki kendi araştırma alanı içine
2. Ünite - Epistemoloji Nedir? 41
Yararlanılan ve Başvurulabilecek
Kaynaklar
törlerde bir yerinin olmadığı açıktır. Örneğin, bir avu- Alcoff, L. M., editör (1999). Epistemology: The Big
kat uğraşı alanının varlığına ve olanaklılığına ilişkin Question. Oxford: Blackwell Publishers.
derin sorular sormaz veya kuramsal kaygı taşımaz. Bir Cüçen, A. K. (2001). Bilgi Felsefesi. Bursa: Asa
doktorun aklına “İlaç gerçekten var mıdır?” veya “Tıp Kitabevi.
bilimi olanaklı mıdır?” gibi sorular gelmez. Bu açıdan Descartes, R. (1967). İlk Felsefe Üzerine Metafizik
bakıldığında, felsefi sorgulamaların bazı çeşitlerinin Düşünceler. çeviren: Mehmet Karasan, 3. baskı,
oldukça benzersiz olduğu söylenebilir. Felsefe, hem İstanbul: M.E.B. Yayınları.
kavramsal aydınlatma çabasının yürütüldüğü hem de Hospers, J. (1997). An Introduction to Philosophical
kavramsal araştırmaların konusu olan unsurların var- Analysis. 4th edition, London: Routlegde.
lığının veya geçerliliğinin sorgulanabildiği bir alandır. Pears, D. (2004). Bilgi Nedir? çeviren: Abdülbaki
Bu konuya önümüzdeki ünitelerde değineceğiz. Güçlü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Pojman, L. P. (1999). The Theory of Knowledge:
Sıra Sizde 3 Classical and Contemporary Readings. 2nd ed.,
Önceki ünitede insan bilgisinin ayırt edici özellikleri London: Wadsworth Publishing Company.
üzerinde durmuştuk. O bağlamda “logos” kavramının Steup, W. (1996). An Introduction to Contemporary
kritik bir işlevi olduğunu belirtmiştik. “Logos”, insan Epistemology. New Jersey: Prentice Hall.
aklının ve akılcı süreçlerin kullanılmasını gerektirir. Williams, M. (2001). Problems Of Knowledge: A
Şimdi, bu düşünceleri “kanıt” kavramı ile ilintilendi- Critical Introduction To Epistemology. Oxford:
relim. İnsanlar önermesel olarak bilgi edinirken, bil- Oxford University Press.
gilenme süreçleri önemli bir oranda kanıtsal destek ve
gerekçe içerir. “Yarın hava sağanak yağışlı olacak” bilgi-
sine sahip olduğumuzda (burada, ertesi gün gerçekten
yağmur yağdığını ve haklı çıktığımızı varsayalım), bu
bilginin zihnimizde nasıl uyandığını düşünelim. Eğer
meteoroloji biliminin ilerlemiş olduğu bir toplumda
yaşıyorsak, televizyonda hava durumunu izlemek bu
bilgiye ulaşmamızı sağlayabilir. Öte yandan, hava tah-
min teknolojisinin çok gelişmediği bir toplumda bile,
bulutların dikkatlice incelenmesi ve bulut yoğunluğu-
nun ve renginin yorumlanması gibi basit yöntemler
kullanarak tahmin yapmak olanaklıdır. Hem normal
algısal durumlarda hem de daha karmaşık bilgilen-
me durumlarında biz kanıtlar ve gerekçeler yoluyla iş
görürüz. Elbette kanıtların ve gerekçelerin kullanımı-
nın hayvanlarda en azından insanlarda olduğu hâliyle
bulunmadığı açıktır. Bu perspektiften bakıldığında,
kanıtların ve gerekçelendirme süreçlerinin akılcılıkla
veya logos’ la bağlantılı olduğu rahatlıkla söylenebilir.
3
EPİSTEMOLOJİ
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Sokrates öncesi dönemde varlık sorunsalının ortaya çıkışını açıklayabilecek,
Platon ve Aristoteles’in felsefelerinde varlık sorunsalının (ve özellikle tümeller ko-
nusunun) neden önem taşıdığını açıklayabilecek,
Metafizik, ontoloji ve epistemoloji kavramları arasındaki ilişkileri belirtebilecek,
Gerçeklik, hakikat ve epistemoloji kavramları arasındaki ilişkilerin ne olduğunu
açıklayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Sokrates Öncesi • Doksa (Kanı)
• Tikel • Töz
• Tümel • Ontoloji
• İdea • Gerçeklik
• Episteme (Bilgi)
İçindekiler
• GİRİŞ
• SOKRATES ÖNCESİ DÖNEMDE VARLIK
SORUNSALININ ORTAYA ÇIKIŞI
Epistemoloji Bilginin Metafizik Temelleri • PLATON VE ARİSTOTELES’İN
FELSEFELERİNDE VARLIK SORUNSALI
• METAFİZİK, ONTOLOJİ VE
EPİSTEMOLOJİ
• GERÇEKLİK, HAKİKAT VE EPİSTEMOLOJİ
Bilginin Metafizik Temelleri
GİRİŞ
Her ne kadar epistemoloji felsefenin “insan bilgisi” üzerine odaklanan dalı olsa da,
bilgi felsefesinin en kritik soru ve sorunlarından bazıları tartışmayı daha geniş ve
kapsamlı bir zeminden yürütmeyi gerekli kılar. O yüzden, bu ünitede epistemolo-
jinin merkezcil sorunlarının tartışma çerçevelerine farklı bir yoldan yaklaşacağız
ve felsefenin en temel alanlarından ikisi olan epistemoloji ile metafizik arasındaki
ilişkileri gözden geçireceğiz.
Bu tür bir irdelemeye neden gerek olduğu sorusu doğal olarak akıllara gele-
bilir. Bu sorunun yanıtı, yalnızca, bilgi ve varlık konularının kavramsal açıdan
önemli bir bağlantı içinde olması değildir. Daha temel olarak, tarihsel bir gözle
bakıldığında, metafizik irdelemelerin felsefenin doğum noktasında çok özsel bir
yer tuttuğu görülür. Bu anlamda, Batı’da epistemolojik soruların sorulmaya baş-
ladığı dönemde felsefenin genel havasının nasıl olduğunu ve tartışma zemininin
hangi düşünsel dinamikleri içerdiğini incelemek, bu kitaptaki hedeflerimiz açı-
sından yararlı olacaktır.
kilde dünyasal sonuçlar veren, dünyanın gidişatını belirleyen ve ölümlüler için bi-
linmezlere ışık tutan oluşumlardır. Kısacası, mitoloji de bir tür anlamlandırma ve
açıklama çabasına karşılık gelir. Öyleyse, felsefeyi ayrıcalıklı kılan özellik nedir?
“Sokrates öncesi” olarak da Eski Yunan’ın ilk düşünürlerinin işlevlerini farklı kılan çok önemli bir özellik,
bilinen dönemde, Yunan onların gözlemleyebildiğimiz değişimleri ve olayları açıklarken, efsanelerden ve
felsefesinin ilk düşünsel
tohumları atılmıştır. mitolojiden farklı olarak, tek tek olgulara veya durumlara değil genellemelere baş-
vurmalarıdır. O yüzden, bu düşünürler —daha genel bir perspektiften bakarsak—
Batı dünyasında hem felsefenin hem de bilimin başlangıç noktasını temsil ederler.
Bilimsel çabanın en belirgin özelliklerinden biri bilimin sunduğu açıklamalarının
evrenselliğidir. Yer çekimi Kanunu’nu bilimsel kılan bir özellik, onun sonuçlarının
dünyanın belli bölgelerinde değil her tarafında geçerli olmasıdır. Felsefe kapsa-
mında üretilen kuramsal açıklamalar da bu özelliği paylaşırlar.
Bu noktada, felsefecilerle ve onların çabalarıyla ilişkilendirdiğimiz “genelleme”
ve “genel açıklamalar getirme” kavramlarını tarihsel örneklerle biraz somutlaştı-
ralım. Değişim içinde değişmeyenin ne olduğunu saptama çabasına giren ilk fel-
sefeciler, var olan şeylerin ardında yatan temel unsurun veya ana ilkenin ne ol-
duğuna ilişkin farklı görüşler ileri sürmüşlerdi. Thales her şeyin kaynağının “su”
olduğunu, Anaksimenes ise “hava”nın en temel element olduğunu savlamıştı. Bu
düşünce Empedokles ile bir aşama ileri gitmiş ve Empedokles nesnelerin ve de-
ğişimin temelinde dört elementin yattığını iddia etmişti: toprak, su, hava ve ateş.
‘Atom’ teriminin Yunanca Demokritus’un başını çektiği “atomcular” ise görünür nesnelerin yapıtaşlarının
orjinali olan ‘atomos’, gözle görünmeyen atomlar olduğunu ve dünyamızdaki her oluşum ve değişimin
“bölünemez” anlamına gelir.
atomların birleşip ayrılmalarının bir sonucu olduğunu öne sürmüştü. Bu kuramsal
girişimlerin ortak noktasını görmek zor değildir. Birincisi, Eski Yunan’ın yukarıda
örneklerini verdiğimiz erken dönem düşünürlerinin tümü dünyasal olguları açık-
layacak genel nitelikteki ilkelere ulaşmaya çabalamışlardır. Bir anlamda, az sayıdaki
ilkeyi veya açıklayıcı temel unsuru kullanarak, çok sayıda olguyu açıklamayı he-
deflemişlerdir. İkincisi, bu düşünürler açıklamalarında çoğunlukla doğaüstü veya
mitolojik unsurlara başvurmadan, insanın dünyasına ait kavramları kullanmayı
tercih etmişlerdir. Kısaca dersek, kültürün mito-poetik (yani mitolojik ve şiirsel)
unsurlarını değil, logos’u esas almışlardır. Bu düşünürlerin fikirlerinin hem bilimin
hem de felsefenin başlangıç noktasında yer almalarının esas nedeni budur.
Bu bağlamda, “göze görünenler” ile “göze görünenlerin ilkesel temeli” kavramla-
rı arasındaki ayrımın üzerinde durmak gerekiyor. Örneğin, atom düşüncesi bu ayrı-
mı çok açık bir şekilde sergiler. Fiziksel nesnelerin dünyasında meydana gelen “olu-
şumlar” ve “değişimler” bizim doğrudan gözlemlediğimiz olgulardır. Bu olguların
meydana gelmesinin nedeni olan atomlar ise, Eski Yunan’daki atomculuk göz önü-
ne alınırsa, hiç bir şekilde deneyimleyemeyeceğimiz fakat akıl yoluyla bulabileceği-
miz temel elementler veya ilkelerdir. Gündelik yaşamda, doğrudan algıların hedefi
olan nesnelerin daha “gerçek” olduğunu varsaymamız anlaşılabilir bir yaklaşımdır.
Ancak bilimsel veya felsefi irdelemeler ortaya daha farklı bir tablo çıkarabilir. Ör-
neğin, hem Eski Yunan’daki atomculuğun hem de modern atomcu kuramların bize
söylediği, fiziksel bir nesnenin asıl yapısının insanlara göründüğü gibi olmadığı ve
nesnelerin esas olarak boşluk ve boşlukta hareket eden küçük parçacıklardan ibaret
olduğudur. Bu bilimsel veya felsefi düşüncenin kökeninde, Eski Yunan’ın “değişen-
değişmeyen sorunsalı” yatmaktadır: Doğadaki nesneler oluşur ve yok olurlar; nes-
nelerin temel elementleri veya varlıksal ilkeleri ise kalıcı niteliktedir.
Eski Yunan’da varlık sorunsalının ortaya çıkmasının arka planını kısaca ince-
lemiş olduk. Şimdi bu sorunu veya irdeleme konusunu daha somut ve açık bir
3. Ünite - Bilginin Metafizik Temelleri 49
şekilde ifade edebiliriz: Her ne kadar insanlar kendilerini değişen dünyanın bil-
dik nesneleri ve olguları ile sarılmış durumda buluyorlarsa da, insan aklı (veya
logos’u) felsefi bir sorgulama yürütüp, değişimin ardında yatan ilkeleri ve/veya
gerçekten var olan şeyi anlamaya da yönelebilir. Bu çaba, felsefede metafizik olarak
bilinen alanın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Metafizik alanının ayrıntıları-
na, “varlık” kavramının inceliklerine ve bunun epistemoloji ile olan ilgisine bu
ünitenin ilerleyen bölümlerinde tekrar döneceğiz. İlk olarak, Eski Yunan’ın felsefi
anlamda “en tepe noktasını” oluşturan Platon ve Aristoteles’in kuramlarını kısaca
inceleyip, bu iki büyük düşünürün felsefe tarihinde neden çok temel ve özel bir
yere sahip olduklarını anlamaya çalışalım.
bir betimleme değildir. Öte yandan “Şuradaki gemi” ifadesini kullanırsam durum
tamamen değişir. “İşte bu!” ifadesinden, türlerin (veya cins isimlerin) kullanımına
geçiş büyük bir fark yaratır.
Yürütmekte olduğumuz tartışmanın varlık ve bilgi konularında neden çok il-
ginç bazı sonuçlara gebe olduğunu anlamak için somut bir örnek üzerinde dura-
lım. Diyelim ki, bizimkine çok benzeyen olanaklı bir dünyada, aynı bizimkinde
olduğu gibi, insanlar (örneğin, ‘Mustafa Kemal Atatürk’), hayvanlar (örneğin,
‘Minnoş’) ve bazı yerler (örneğin, ‘Ankara’) özel isim alabilmekteler. Ancak, bi-
zimkinden farklı olarak, o dünyada cins isimlerin hiç kullanılmadığını varsaya-
lım. Mutfağımdaki bardaklardan her birinin ‘Hakan’ veya ‘Yasemin’ gibi bir adı
olduğunu düşünelim. Aynı durumun, dünyadaki kuşlar, elektrik direkleri, eller,
vb. için de geçerli olduğunu kafamızda canlandıralım. Böyle bir dünyada tahmi-
nen bilgi ve iletişim son derece zor olurdu. Örneğin, bir insan kimsenin daha
önce görmediği ve isim takmadığı bir çam ağacını görüp diğerlerine anlatmaya
kalktığında, elinde fazlaca bir iletişimsel gereç bulunmayacaktı. Böylesi garip bir
dünyanın dilsel düzeni bizimki ile karşılaştırıldığında aradaki büyük fark kolayca
ortaya çıkar. “Bir kırmızı karanfil” ifadesini kullanan bir kişinin verdiği bilgiyi ko-
layca alırız çünkü nasıl bir nesneden bahsettiği hemen kafamızda canlanır. Peki,
bu örnekte anladığımız ve bildiğimiz şey nedir? Açıkça görüleceği gibi, anladı-
ğımız ve bilgisine ulaştığımız şey “kırmızı” ve karanfil”dir. Başka bir deyişle bilgi,
genel deyimler veya cins isimler ile taşınmaktadır.
Bunu daha iyi anlayabilmek için, tikel ve tümel kavramlarını net bir şekilde ta-
nımlayalım. “Tikel”, nesnelerin tekliğini ve kendileri olma durumunu ifade etmek
‘Tikel’ deyimi tek tek nesneler, için kullanılır. “Tümel” kavramı ise, tikelleri tanımlayan tür adları ve tikellerin
‘tümel’ ise genel kavramlar edindiği nitelikler için kullanılmaktadır. Örneğin, bu satırları okuyan insanların
için kullanılır.
her biri, bahçemdeki ceviz ağacı, vazomdaki kırmızı karanfil ve Mars gezegeni
tikel birer nesnedir. “İnsan”, “ağaç”, “karanfil”, “kırmızı” ve “gezegen” ise tümeller-
dir. Elbette, doğadaki nesneler söz konusu olduğunda tümellerle tikeller fiziksel
‘Tikel’ ve ‘tümel’ öz Türkçe olarak ayrılabilir şeyler değillerdir. Masamdaki vazonun içinde duran karanfil-
deyimlerdir. Anadolu’nun belli den kırmızı rengini (veya “renk” özelliğini) çıkarıp alamazsınız. Benzer şekilde,
bölgelerinde ‘tike’ deyimi “tek
bir parça” anlamında kullanılır. “karanfil” adını verdiğimiz tür, nesnelerden kopuk bir hâlde çıkıp kendi başına
‘Tümel’ deyimi ‘tüm’ kökünden evrende dolaşamaz. Her tür ve özellik kendini nesneler üzerinde veya onlara bağlı
gelir ve felsefeciler için büyük
öneme sahiptir. olarak gösterir. Buna karşın, felsefi çözümleme ve açıklama çabalarının bir parçası
olarak, tümellerin ve tikellerin varlıksal konumlarını veya işlevlerini kavramsal
olarak ayırıp irdeleyebiliriz. Platon ve Aristoteles’in bu alanda yaptığı irdelemeler
çok kritik bir önem taşır ve kendilerinden sonra gelen düşünce biçimlerini —fel-
sefenin her alt alanında— çok büyük bir oranda belirlemişlerdir.
Bu konuyu biraz daha derinlemesine irdeleyelim. Nesnelere verilen isimler söz
konusu olduğunda biz hem tikel hem de tümel boyutta hareket ederiz. Özel isim-
ler (örneğin, ‘Atatürk’) tikellere özgüdür ve —ilkece— evrende bulunan tek bir
nesneye yöneliktir. Buna karşın ben işaret parmağımı birden çok nesneye uzata-
rak “insan” kavramını kullanabilirim. Benzer şekilde, “kırmızı”, “ağır”, “uzun” gibi
nitelemeler çok sayıda nesneye uygulanabilir. Ancak bu nasıl olanaklı olmaktadır?
“Kırmızı” tektir, ama birden çok şeyde bulunabilir. Tek olan bir şeyin aynı zaman-
da çok olması, Platon’un da dikkatini çektiği gibi, kafa karıştırıcı bir yön taşımak-
tadır. Birbirinden farklı tikel varlıklar için aynı tanımlayıcı ifadeyi kullanmamız
nasıl olanaklıdır?
Platon’un buna verdiği yanıt özünde şudur: Örneğin, bizim “domates” olarak
bildiğimiz farklı nesneler için aynı cins ismi (‘domates’) kullanmamız o nesnelerin
3. Ünite - Bilginin Metafizik Temelleri 51
yakın olsalar da— birer kopyadır. Arabanın kendisi ile kopyalarını karıştırmak
veya kopyaları asıl araba sanmak oldukça gülünç bir hata olurdu. Platon’a göre,
herhangi bir şeyin ideası ile onun dünya üzerindeki örneklerini karıştırmak da
bu türden bir hatadır. O yüzden Platon varlık hiyerarşisinde en alta —kelimenin
tam anlamıyla— “kopyaları” (yani, sudaki yansımaları, fiziksel nesneleri tasvir
eden sanatsal çalışmaları, vb.) koymuştur. Varlıksal değer sıralamasında bunların
bir üstünde, fiziksel dünyanın algılar aracılığıyla kavranabilecek nesneleri (yani
doğadaki nesneler) gelmektedir. En tepede ise akıl yoluyla kavranabilecek “ideal”
ve “değişmeyen” varlıklar, yani matematiksel nesneler ve idealar bulunmaktadır.
Bir insan fiziksel (yani değişken) bir nesneyi algıladığında belli bir bilgilenme du-
rumu içindedir. Ancak bilginin nihai hedefi kopya değil, asıl olan varlıktır. Başka
bir deyişle, bilgi esas olarak kavramın örneklerine değil, kavramın kendisine yö-
nelmek durumundadır. Platon felsefesinin en çarpıcı sonuçlarından biri budur.
En yakın arkadaşınızı düşünün. O, tikel (tek ve belli) bir varlıktır. Şimdi onu kendi
1 kelimelerinizle tarif etmeye çalışın. Bu alıştırmayı yaparken tümellerin işin içine
nasıl girdiğine dikkat edin. Bu deneme tümellerin önemini daha iyi anlamanıza
yardımcı olacaktır.
Platon ve Epistemoloji
Bu değerlendirmelerin ışığında Platon’un felsefesinin “bilgi” ve “epistemoloji”
kavramlarına nasıl yaklaştığını açık bir şekilde ifade edebiliriz. İkinci ünitede
epistemoloji alanını tanıtırken, deyimin kendisinin “bilgibilim” veya “bilgikura-
mı” gibi anlamlara gelebileceğini, ancak bu yargının belli nitelemelere ve açıkla-
malara gereksinimi olduğunu belirtmiştik. Epistemolojiyi sistematik bir şekilde
uygulayan ve bir alan olarak kimliklendiren ilk düşünür olan Platon açısından
bakıldığında, “bilgi”nin diğer bilişsel hâllerden ayrılması hassas bir konu olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Platon episteme (bilgi) ile Platon, bizim gündelik kullanımımızdan oldukça farklı bir şekilde, ‘bilgi’ (epis-
doksa (kanı) kavramlarını teme) sözcüğünü “ideaların bilgisi” olarak ayrı bir statüde tutmuş ve normal al-
ayırır.
gısal yollardan edinilen bilgi için ‘kanı’ (doksa) deyimini kullanmıştır. Bu açıdan
bakıldığında ‘epistemoloji’ deyimini “bilgibilim” anlamında kullanmak anlaşılır
olsa da, Platon’un bu kelimeye felsefi olarak nasıl bir anlam yüklediğini kaydetme-
miz gerekmektedir. Her insan bakma ve görme yoluyla kanı sahibi olabilir. Ancak
Platon’a göre yalnızca bilgelik arzusu olanlar, yani felsefeciler, episteme’ye ulaşma-
ya çalışırlar. Tümellerin veya ideaların bilgisi gerçek bilgidir.
Platon’un varlıksal ve bilgisel kuramı, Thales gibi Eski Yunan’ın ilk felsefeci-
lerinin el yordamıyla başlattıkları felsefe serüveninin olgunlaştığı çok temel bir
noktayı temsil eder. Bir diğer önemli durak noktası olan Aristoteles’ten bir son-
raki bölümde bahsedeceğiz. Bu bağlamda, not etmemiz gereken daha genel bir
konu, Platon’un devleti yönetecek kralların, yöneticilik yapabilmeleri için, episte-
moloji yeteneklerinin olması gerektiğini düşünmesidir. Sıradan insanlar erdemin,
doğrunun, adaletin ve benzeri kavramların örnekleri üzerinde konuşup, düşünsel
yaşamlarını o düzeyde sorun yaşamadan sürdürebilirler. Ancak bir kral, erdemin,
doğrunun veya adaletin kendisiyle ilgilenmiyorsa, Platoncu açıdan, üzerinde otur-
duğu tahtı hak ediyor diyemeyiz. O yüzden, burada “bilgi” kavramı bağlamında
yaptığımız tartışmaların felsefi olarak çok daha geniş ve önemli sonuçları oldu-
ğunu söylemeliyiz.
3. Ünite - Bilginin Metafizik Temelleri 53
İdeaların veya tanımlayıcı normların değişen dünyanın bir parçası olamayacağı yö-
2 nündeki Platoncu sav ilk başta oldukça tuhaf görünmektedir. Platon’un bu savını
anlamlı ve akılcı kılacak gerekçenin ne olabileceği üzerine düşünün.
Yaşamdan Örnekler
Felsefeciler, felsefeci olmayanlara kendi çalışma alanlarından söz ederken ‘metafizik’
kelimesini kullanınca genellikle ortaya kavramsal karışıklığa neden olabilecek bir du-
rum çıkar. Çünkü bir felsefecinin “metafizikçi” olduğunu duyan ve akademik felsefeyi
çok bilmeyen insanlar, o felsefecinin karanlık odalarda ruh çağırma seansları yaptığı,
UFO gözlemcisi olduğu veya tarot falı baktığı düşüncesine kapılabilirler. (Daha son-
ra gerçeği öğrenince de bazen biraz hayal kırıklığı yaşarlar.) Felsefecinin uğraştığı
“metafiziğin” bir ruh çağırma seansı veya tarot kartları yorumlama kadar heyecan
verici olmadığı bellidir. Yine de, “felsefecilerin metafiziği”, içinde çok ilginç sorunlar
barındıran ve önemli tartışmalara neden olmuş düşünsel bir alandır. Felsefe kapsa-
mında yer alan metafizik, diğer metafizikten farklı olarak, dünya dışı varlıklarla veya
sezgisel yollarla kazanılan bilgiyle ilgilenmez. Felsefedeki metafiziğin çalışma ekse-
ni, dünyamızda yer alan sıradan nesnelerin nesnel dayanağının ve varlıksal oluşum
yapısının ne olduğudur. Felsefeci var olanların özelliklerini değil, varlığın kendisini
araştırır. Dahası, felsefecinin metafizik araştırmalarının konusu veya nesnesi insan
aklının anlama ve akıl yürütme sınırları dâhilindedir. Metafizik çalışmalara yönelen
felsefecinin ilgilendiği nesneler veya olgular bu dünyanın veya bu evrenin nesneleri ve
olgularıdır; yalnızca, nesnelere ve olgulara bakış daha soyut bir hal almış, biraz daha
kuramsal bir düzeye yükselmiştir. Bu anlamda, “felsefecilerin metafiziğinin” gündelik
yaşam içinde karşımıza çıkan ve gizem veya sezgi gücüyle de ilintilendirilen metafi-
zikten çok temel bir farkı vardır.
“Hakikat nedir?” gibi geniş bir felsefi soru sorulduğunda, insanların aklında
olan şey, genellikle metafizik veya ontolojik kaygıların biraz ötesinde olan bir
durumdur. “Hakikat sorgulaması” bazen ölümlü bir yaşamın anlamı ve gizemi,
ölümden sonra bizi neyin beklediği, en derin yaşamsal sorularımızın nihai yanıtı
gibi varoluşsal bir boyut içeren irdelemelere gönderme yapan bir sorgulama türü
olarak alınır. Buna karşın “gerçeklik nedir?” sorusu, çoğunlukla, ontolojik ağırlığı
olan bir soru olarak görülebilir. Gerçekliğin tersi, bu anlamda, görüntü veya görü-
nendir. Bu zıtlığın eski Yunan’da nasıl kendini gösterdiğini yukarıdaki bölümlerde
sergilemeye çalıştık. Örneğin, Platon açısından bakarsak, “gerçeklik” algılarımıza
açılan doğada değil aşkın bir yerde aranmalıdır. Bu yaklaşım, “insanın gündelik
dünyası” ile “gerçeklik” arasında belli bir çizgi çizilmesini de zorunlu kılar.
Böylesi bir tabloda epistemolojik sorunların nasıl ortaya çıkacağını tahmin
etmek zor değildir. Eğer “gerçeklik” denen şey bizim karşımıza doğrudan çıkan
dünyadan farklı olabilecek bir varlık alanı ise, o zaman, bizim ona dair nasıl bil-
gileneceğimiz sorusu da önemli bir tartışma konusu olarak kendini gösterir. Bir
sonraki ünitede, bilginin olanaklılığı konusunda bazı önemli akıl yürütmeleri ve
tezleri inceleyeceğiz ve epistemolojinin bu kritik sorununu ana hatlarıyla anlama-
ya çalışacağız.
Özet
Sokrates öncesi dönemde varlık sorunsalının orta- ‘sarı’gibi genel deyimler ve onların işaret ettiği
1 ya çıkışını açıklayabilmek. kavramlar olmasaydı biz konuşurken neyden
Batı Felsefesi’nin en temel konularından biri, söz ettiğimizi bilemezdik. İdealar veya tümel-
varlık düzeninde değişen ve değişmeyenin hesa- ler bir nesnenin ne olduğunu ve hangi yönünün
bını verebilmektir. Gözlemlenen dünyanın nes- bilinebileceğini ifade ederler. Episteme’nin yani
neleri kesintisiz bir değişim içindedir. Bununla “bilgi”nin hedeflediği şey, bir nesneyi o nesne kı-
birlikte, evrenin sadece kesintisiz değişimden lan unsur veya özelliktir. Sıradan insanlar nesne-
ibaret olduğu fikrinde insanın kafasında soru lerin durumlarına ilişkin yargılarda bulunurken,
işaretleri uyandıran bir yön bulunmaktadır. De- felsefeciler tanımlara ulaşmayı hedeflerler. Bu
ğişim içinde değişmeyen hiç bir şey yok mudur? durum şöyle de ifade edilebilir: Algının sağladı-
Sokrates-öncesi dönemde yaşayan Eski Yunan ğı bilgi, oluşumlar dünyasında değişken bir kesi-
felsefecileri bu konu bağlamında düşünceler tin ifadesidir. Episteme ise kavramın değişmeyen
üretmişler, oluşum ve varlık arasında kavramsal içeriğinin (yani varlığın) bilgisini ifade eder. Bu
bir ayrım yapmışlardır. “Oluşum” ortaya çıkma, iki tür bilginin neden çok farklı nitelikler barın-
değişme ve yok olma süreçlerine aittir. Buna kar- dırdığını görmek zor değildir.
şın “varlık” değişimin ve dönüşümün dayanağı- Aristoteles’in metafizik yaklaşımı ve kendi-
dır. Bu karşıtlığa verilebilecek güzel bir örnek, sine sorun olarak aldığı konu büyük oranda
değişmeyen ve yok olmayan temel parçacıkların Platon’un felsefi ilgileri ile paralellik gösterir.
birleşip ayrılmalarının gözlemlenebilir dünya- Platon’un kuramına göre, “beyaz”, “kuzu” gibi
nın olgularının ortaya çıkmasına yol açmasıdır. genel kavramlar ile “belli bir kuzu” veya “belli
Dört temel element (toprak, su, hava, ateş) ku- bir kuzunun tüylerinin beyaz rengi” gibi genel
ramı ve atomculuk bu yaklaşımın somut örnek- kavramların dünyadaki örnekleri arasında me-
leridir. Değişmeyen “varlık”, değişen “oluşum” tafizik bir fark bulunmaktadır. Dünyada “be-
alanının olanaklı olmasını sağlar. Bunlardan yaz” ve “kuzu”nun örnekleri olsa da, bunların
birincisi kalıcı ve istikrarlı olan, ikincisi ise akış- normları, biçimleri, tanımları, idea’ları değişen
kan olandır. Bu çerçeveden bakıldığında, meta- dünyanın içinde olamaz. Böylece, Platon ideala-
fizikçilerin “varlık” terimini özel bir anlamda ve rın fiziksel doğanın dışında olduğunu savunur.
günlük kullanımdan oldukça farklı bir şekilde Ancak Platon’u izleyen Aristoteles, tanımlayıcı
kullandıkları söylenebilir. unsurları doğanın dışında tasarlama fikrine kar-
şı çıkar. Aristoteles’e göre, her nesne (metafizik
Platon ve Aristoteles’in felsefelerinde varlık sorun- anlamda) başka şeylerden bağımsız bir tözdür.
2 salının (ve özellikle tümeller konusunun) neden Örneğin, bir kedi, var olması için diğer nesne-
önem taşıdığını açıklayabilmek. lere bağlı olmayan bir tözdür. Kedinin maddesi
Platon’un metafizik kuramının felsefe tarihinde ve bir biçimi (daha açıkça, bir özü veya tanımı)
çok özel bir yeri vardır. Bu kuramın en belir- vardır. Aristoteles’e göre, Platon bu ikinci (nor-
gin özelliği, yukarıda özetlediğimiz “oluşum” ve matif) unsurun dünyanın nesnelerinin dışında
“varlık” sorunsalına son derece çarpıcı bir çözüm olduğunu düşünmekle hata yapmıştır. Öte yan-
getirmesidir. Platon’a göre, gözlemleyebildiğimiz dan, Platon nesnenin bilinebilecek yönünün
dünyada karşımıza çıkan sıradan nesneler, onun onların biçimi veya genel tanımı olduğunu söyle-
“idea” adını verdiği değişmez ve mükemmel mekte haklıdır. Bu durum biçimlerin veya genel
nesnelerin kopyalarıdır. Eğer idea denen “ideal” tanımların ontolojik olduğu kadar epistemolojik
nesneler (bir anlamda “kavramlar”) olmasaydı, olarak da önem taşıdığını gösterir.
biz bir cinse ait farklı nesnelere aynı adı veremez-
dik. ‘Armut’ deyimi tek bir kavrama işaret eder
ancak bu kelime çok sayıda nesneye (armutlara)
uygulanabilir. Tek tek armutlar tikel nesnelerdir.
Armut ideası ise bir tümeldir. Eğer ‘armut’ veya
58 Epistemoloji
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi felsefe tarihinde metafizik 5. Platon’a göre idealar için aşağıdakilerden hangisini
olarak bilinen alanın ortaya çıkmasında etken olmuştur? söyleyebiliriz?
a. İnsan psikolojisinin inceliklerini anlama isteği a. İdea kavramı esas olarak tikel nesnelerle ilgilidir.
b. Ölümsüzlüğe ulaşma isteği b. İdealar fiziksel dünyanın unsurlarıdır.
c. Değişmekte olan dünyada değişmeyen unsurla- c. İdealar algı yoluyla bilinebilir.
rın bilgisine ulaşma isteği d. Episteme’nin hedefi esas olarak idealardır.
d. Maddesel dünyanın fiziksel yasalarını keşfetme e. Episteme’nin hedefi esas olarak tikel nesnelerdir.
isteği
e. Yaşamın ruhsal boyutunu anlama isteği 6. Platon ve Aristoteles’in ortak felsefi noktası aşağı-
dakilerden hangisidir?
2. Aşağıdakilerden hangisi ‘tümel’ deyimine yakın bir a. Her iki düşünüre göre tümeller doğanın dışın-
anlama sahiptir? dadır.
a. Bütüncül b. Her iki düşünüre göre tikeller tümellere göre
b. Zihinsel ontolojik öncelik taşır.
c. Ruhsal c. Her iki düşünüre göre tikellerin kendileri epis-
d. Kuramsal temolojinin hedefi değildir.
e. Genel d. Her iki düşünüre göre tikeller tümellere göre
epistemolojik öncelik taşır.
3. Aşağıdakilerden hangisi tikel nesneler için geçerlidir? e. Her iki düşünüre göre tikeller doğanın dışındadır.
a. Tikel nesneler değişim içinde bulunurlar.
b. “Tikel” ile “kavramsal” eşlenik kavramlardır. 7. Aristoteles’in töz kavramı için aşağıdakilerden
c. “Şu yeşil balon” ifadesindeki “yeşil” bir tikeldir. hangisi geçerli değildir?
d. Tikel nesneler gözlemlenebilir dünyanın dışın- a. Bir heykelin mermer maddesi onun tözüdür.
dadır. b. Her tikel nesne bir tözdür.
e. “Tikel” ile “normatif ” eşlenik kavramlardır. c. Töz bir “bu” olarak gösterilebilir olandır.
d. Töz evrende ayrı durabilir ve tek başına var
4. Platonun kuramı açısından aşağıdaki ifadelerden olabilir.
hangisi yanlıştır? e. “Biçim” tözün unsurlarından biridir.
a. Bir kavram ile o kavramın örnekleri arasında
ontolojik bir fark vardır. 8. Aristoteles’in kuramını Platon’un yaklaşımından
b. Tümellerin tikellere epistemolojik önceliği vardır. ayıran en belirgin özellik hangisidir?
c. Tümeller değişmeye yatkın değildir. a. Aristoteles Platon’dan farklı olarak bilginin nes-
d. Tümellerin tikellere ontolojik önceliği vardır. nesinin tümeller olduğunu savlar.
e. Tek bir tümel her zaman tek bir fiziksel nesneye b. Aristoteles Platon’dan farklı olarak ideaların göz-
uygulanabilir. lemlenen dünyanın dışında olduğunu savlar.
c. Aristoteles Platon’dan farklı olarak bilginin nes-
nesi olan unsurların gözlemlenen dünyanın
içinde olduğunu savlar.
d. Aristoteles Platon’dan farklı olarak tikellerin bil-
ginin nesnesi olabileceği fikrini reddeder.
e. Aristoteles Platon’dan farklı olarak tözün biline-
bileceği düşüncesini reddeder.
60 Epistemoloji
Okuma Parçası
9. Eski Yunan’da karşımıza çıkan metafizik gelene- Şimdi, dedim, insan denen yaratığı eğitimle aydınlan-
ğinin o dönemin epistemolojik çalışmaları açısından mış ve aydınlanmamış olarak düşün. Bunu şöyle bir
önemi aşağıdakilerden hangisidir? benzetmeyle anlatayım: Yeraltında mağaramsı bir yer,
a. Metafizik ilgisi olan düşünürlerin “gerçekten içinde insanlar. Önde boydan boya ışığa açılan bir gi-
var olanlar”ın tasarımını yapması, bu unsurla- riş... İnsanlar çocukluklarından beri ayaklarından, bo-
rın bilinmesi konusunu gündeme getirmiştir. yunlarından zincire vurulmuş, bu mağarada yaşıyorlar.
b. Bilgi kavramı ile uğraşan felsefeciler mantık ala- Ne kımıldanabiliyor, ne de burunlarının ucundan baş-
nının ontolojik incelemesini yapmışlardır. ka bir yer görebiliyorlar. Öyle sıkı sıkıya bağlanmışlar
c. Epistemoloji kuramcılarının bulguları tümelle- ki, kafalarını bile oynatamıyorlar. Yüksek bir yerde
rin varlığına olan inancı sarsmıştır. yakılmış bir ateş parıldıyor arkalarında. Mahpuslarla
d. Epistemolojik ve metafizik kuramlar geliştiren ateş arasında dimdik bir yol var. Bu yol boyunca alçak
düşünürler sosyolojik düşüncenin temellerini bir duvar, hani şu kukla oynatanların seyircilerle kendi
atmışlardır. arasına koydukları ve üstünde marifetlerini gösterdik-
e. Metafizik kuramlar geliştiren düşünürlerin leri bölme var ya, onun gibi bir duvar. Böyle bir yeri
“gerçekten var olanlar”ın tasarımını yapması getirebiliyor musun gözünün önüne?
modern fiziğin temellerini oluşturmuştur. - Getiriyorum.
- Bu alçak duvar arkasında insanlar düşün. Ellerinde
10. Felsefecilerin kullandığı “gerçeklik” kavramı için türlü türlü araçlar, taştan, tahtadan yapılmış, insana,
aşağıdakilerden hangisi genel olarak söylenebilir? hayvana ve daha başka şeylere benzer kuklalar taşıyor-
a. “Gerçeklik” şiirsel bir kavram olarak alınmalıdır. lar. Bu taşıdıkları şeyler, bölmenin üstünde görülüyor.
b. “Gerçeklik” ahlaki bir kavram olarak alınmalıdır. Gelip geçen insanların kimi konuşuyor, kimi susuyor.
c. “Gerçeklik” ontolojik bir kavram olarak alın- - Garip bir sahne doğrusu ve garip mahpuslar!
malıdır. - Ama tıpkı bizler gibi! Bu durumdaki insanlar kendi-
d. “Gerçeklik” ruhsal bir kavram olarak alınmalıdır. lerini ve yanlarındakileri nasıl görürler? Ancak arkala-
e. “Gerçeklik” manevi bir kavram olarak alınmalıdır. rındaki ateşin aydınlığıyla mağarada karşılarına vuran
gölgeleri görebilirler, değil mi?
- Ömürleri boyunca başlarını oynatamadıklarına göre,
başka türlü olamaz.
- Bölmenin üstünden gelip geçen bütün nesneleri de
öyle görürler.
- Şüphesiz.
- Şimdi bu adamlar aralarında konuşacak olurlarsa,
gölgelere verdikleri adlarla gerçek nesneleri anlattıkla-
rını sanırlar, değil mi?
- Öyle ya.
- Bu zindanın içinde bir de yankı düşün. Geçenlerden
biri her konuştukça, mahpuslar bu sesi karşılarındaki
gölgenin sesi sanmazlar mı?
- Sanırlar tabii.
- Bu adamların gözünde gerçek, yapma nesnelerin göl-
gelerinden başka bir şey olamaz ister istemez, değil mi?
- İster istemez.
- Şimdi düşün: Bu adamların zincirlerini çözer, bilgisiz-
liklerine son verirsen, her şeyi olduğu gibi görürlerse, ne
yaparlar? Mahpuslardan birini kurtaralım; zorla ayağa
kaldıralım; başını çevirelim, yürütelim onu; gözleri-
ni ışığa kaldırsın. Bütün bu hareketler ona acı verecek.
3. Ünite - Bilginin Metafizik Temelleri 61
Yararlanılan ve Başvurulabilecek
Kaynaklar
Aksakal, A. (2005). Antik Yunan Düşünürleriyle
Bilgeliğe Yolculuk. İstanbul: Yakamoz Yayınevi.
Barnes, J. (2002). Aristoteles: Düşüncenin Ustaları.
çeviren: Bahar Öcal Düzgören, İstanbul: Altın
Kitaplar Yayınevi.
Barnes, J. (2004). Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi.
çeviren: Hüsen Portakal, İstanbul: Cem Yayınevi.
Cevizci, A. (1998). İlkçağ Felsefe Tarihi. Bursa: ASA
Yayınevi.
Copleston, F. (2009). Felsefe Tarihi: Ön-Sokratikler
ve Sokrates. çeviren: Aziz Yardımlı, cilt 1, bölüm
1a, İstanbul: İdea Yayınları.
Copleston, F. (2009). Felsefe Tarihi: Yunan ve Roma
Felsefesi. çeviren: Aziz Yardımlı, cilt 1, bölüm 1b,
İstanbul: İdea Yayınları.
Hare, R.M. (2004). Platon: Düşüncenin Ustaları.
çeviren: Işık Şimşek, İstanbul: Altın kitaplar
Yayınevi.
Hartmann, N. (2002). Ontolojinin Işığında Bilgi.
çeviren: Harun Tepe, Ankara: Türkiye Felsefe
Kurumu.
İyi, S. (1999). Çağımızda Metafizik Sorunu. Ankara:
Ayraç Yayınevi.
Kim, K. ve Sosa, E., editörler (1999). Metaphysics: An
Anthology. Oxford: Blackwell Publishers.
Loux, M. J. (2002). Metaphysics: A Contemporary
Introduction. 2nd ed., London: Routledge.
Ökten, K. (2007). Aristoteles. İstanbul: Say Yayınları.
Platon. (2009). Devlet. çeviren: Sabahattin Eyüboğlu ve
Sina Cimcoz, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.
4
EPİSTEMOLOJİ
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Descartes’ın epistemolojik görüşlerini ve bu görüşlerin neden önem taşıdığı
nı açıklayabilecek,
Olgusal düzenlilik konusunda Hume tarafından öne sürülen şüpheci görüş
leri açıklayabilecek,
Moore’un şüpheciliğe karşı öne sürdüğü sağduyusal argümanın özelliklerini
açıklayabilecek,
Şüpheciliği ilgilendiren bazı önemli kavramları birbirinden ayırabilecek ve şüp-
heci tavrın felsefi değerinin ne olduğunu anlatabilecek bilgiye sahip olacaksınız.
Anahtar Kavramlar
• Şüphecilik • Mantıksal Olanaksızlık
• Yöntemsel Şüphe • Sağduyu
• Olgusal Düzenlilik • Dogmatizm
• Fiziksel Olanaksızlık • Şüphenin Değeri
İçindekiler
• GİRİŞ
• DESCARTES’IN KÖKTEN
EPİSTEMOLOJİK SORGULAMALARI
Şüphecilik ve Bilginin • OLGUSAL DÜZENLİLİK KONUSUNDA
Epistemoloji
Olanaklılığı Sorunu HUME’UN ŞÜPHECİLİĞİ
• ŞÜPHECİ DÜŞÜNCELERE TEPKİ:
MOORE’UN SAĞDUYUSAL YANITI
• ŞÜPHECİ TAVRIN FELSEFİ DEĞERİ
Şüphecilik ve Bilginin
Olanaklılığı Sorunu
Yaşamdan Örnekler
Thomas A. Anderson dünyanın en büyük yazılım şirketlerinden biri olan Metacortex’de
program yazarı olarak çalışmaktadır. Saygın bir işe sahip olan Bay Anderson’un bu
yaşamının yanı sıra bir yaşamı daha vardır. Sanal dünyada Neo adıyla bilgisayar
korsanlığı yapmaktadır. Neo dünyada devamlı bir şeylerin ters gittiğinden şüphe duy-
maktadır ama bu şüphelerinin kaynağının ne olduğundan da tam olarak emin değil-
dir. Bir gün bilgisayar başında uyurken gelen bir mesaj aracılığıyla tanıştığı Trinity
isimli kadın sayesinde bu şüphelerini giderebileceğini düşündüğü Morpheus ile tanı-
şır. Morpheus, Neo’ya bir hayal dünyasında yaşadığını, gerçek dünyanın onun bildiği
dünyadan oldukça farklı olduğunu açıklar. Ayrıca Neo’ya insanlara gerçek dünyayı
göstermek zorunda olduklarını ve bunu yapabilmek için de ona ihtiyaçları olduğunu
söyler. Neo ilk başta Morpheus’a inanmasa da zamanla gerçeği görmeye başlar ve in-
sanları bu sahte gerçeklikten kurtarmak için mücadeleye girişirler. (Matrix filminin
özeti. Kaynak: http//www.imdb.com/title/tt0133093/ Filmin yönetmenleri: Larry
Wachowski ve Andy Wachowski. Oyuncular: Keanu Reeves, Carrie-Anne Moss, La-
urence Fishburne. Yapım yılı: 1999.)
GİRİŞ
Önceki ünitelerde insan bilgisi kavramı üzerine bazı temel irdelemeler ve tartış-
malar sunduk. Kitabın başında da belirttiğimiz gibi, “bilgi” kavramı felsefecilerin
araştırma konusu olmadan önce gündelik dile ait bir kavramdır. Bilgi sahibi olma-
nın, “insan olmanın” temel ve olağan bir yönü veya boyutu olduğunu düşünürüz.
Sıradan, günlük bağlamlar söz konusu olduğunda, bilgi büyük ve derin bir soruna
neden olabilecek bir konu gibi görünmez. Tarihteki felsefecilerin önemli bir bölü-
mü de bilginin olanaklılığı konusunda fazlaca bir kuramsal kaygı taşımamışlardır.
Üçüncü ünitede, Batı felsefesinin ortaya çıkış noktasında metafiziksel sorgulama-
ların nasıl özsel bir rol oynadığını sergilemiştik. Eski Yunan’ın büyük felsefecileri
Platon ve Aristoteles’in tözsellik üzerine ürettiği fikirler, varlık ve bilgi konularında
kritik bir noktaya işaret ederler: Bilinebilecek gerçeklik —yani, bilginin asıl nes-
nesi olan varlık alanı— algılayabildiğimiz tikellerden farklı bir yapıya sahip ola-
bilir. Buna karşın, Platon ve Aristoteles görünen dünyanın temelinde yatan tözsel
varlıkların bilgisine ulaşabileceğimizden şüphe duymamışlardır. Bu durum felsefe
tarihinde yer etmiş düşünürlerin çoğunluğu için geçerlidir. Tarihte yer etmiş fel-
66 Epistemoloji
sefi tasarımlar, genel olarak bilginin olanaklılığı konusunda iyimser bir havaya
sahiptirler.
Bu ünitede epistemoloji tarihinin önde gelen ve ilginç tartışma konularından
birini inceleyeceğiz. Bilginin gerçekten var olduğuna, bilgiye ulaşabiliyor oldu-
ğumuza veya bilginin gerçekleştiğinin farkına varabileceğimize yönelik şüpheler
felsefe tarihinde ilk başlardan bu yana kayda değer bir yer tutmuştur. Sokrates,
alçakgönüllü bir tavırla —ve bilgi konusunda iddialı ve kibirli bir tavır sergile-
yen şehrin ileri gelenlerinden farklı olarak— “bilgi sahibi olmadığını” ifade et-
miştir. “Bilgi sahibi olmadığını bilme” dışında bir bilgi iddiasında bulunmayan
Sokrates’in felsefesinin şüpheciliğin ana fikrini içinde barındırdığı düşünülür.
Şüpheci düşüncenin adım adım nasıl ilerleyebileceğini en iyi gösteren felsefecinin
ise René Descartes olduğu genel olarak kabul edilir. Biz de irdelemelerimize onun
bu alanda ürettiği fikirler ve argümanlarla başlayacağız.
yamın içindeyken, “Şu an bütün bu gerçekten algıladığım şeyleri bir rüyada gör-
seydim, onların gerçek olmadığını fark edemezdim” gibi felsefi düşünceler bile
üretebilirim. Bütün bunların olanaksız olduğunu iddia edebilir miyiz? Eğer şu an
gerçekten bir rüya görüyorsam, rüyanın içindeyken uyanık olduğumu kanıtlama
çabasına girmem tamamen boş ve yararsız bir çaba olmaz mıydı?
Denebilir ki, “Ama gerçeklik rüyadan farklıdır çünkü her rüyanın bir sonu olur
ve rüya bitince uyanırız.” Bu belki doğrudur; ama biz yine de çok acele etmeyelim
ve yukarıdaki paragrafta verilen argümanın felsefi özünü iyi anladığımızdan emin
olalım. Yukarıda aktarılmaya çalışılan argümanın işaret ettiği çarpıcı gerçek şudur:
“Gerçeğe yakın rüya” türünden deneyimler yaşarken o deneyimin içinden baktığı-
mızda yaşananların rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu saptayacak bir ölçütümüz
yoktur. Bu tür canlı rüyalar tahminen çoğumuzun başına gelmiştir: İnsanı derin-
lemesine saran bir rüyanın içinde, o sırada yaşadıklarımızın “gerçek” olduğundan
çok emin olduğumuz anlar yaşamışızdır. Hatta uyanınca “Rüya sırasında olanları
gerçekten yaşadığımdan o kadar emindim ki ...” gibi sözler söylemişizdir. Peki şu
an Epistemoloji kitabının 4. ünitesini okuduğunuzu zannederken aslında yatağınız-
da uyuyor ve kitabı okuduğunuza dair çok canlı bir rüya görüyor olamaz mısınız?
Bu tartışmanın epistemolojik açıdan önemli olmasının nedeni şudur: Uyku-
da rüya görürken algıladıklarımızın “gerçek” olduğundan o an emin olmamıza
karşın, rüyada “algıladıklarımız” aslında var olmayan durumlardır. Rüyamda en
sevdiğim müzik topluluğunu karşımda gördüğümde, topluluğun elemanlarının
bedensel olarak odamda olmadıkları açıktır. Yani, rüya bağlamında gerçek oldu-
ğunu sandığım bir “algı”, aslında gerçekliği olmayan bir zihinsel durumdur. Ve
benim “gerçek olmayan bir şeyleri deneyimlemekte olduğumu” rüya içinde bil-
mem genelde olanaksız bir durumdur. Eğer bu dediklerimiz doğruysa, “algıların”
ve “gözlemlerin” dünya bilgimizin yanılmaz temelini oluşturduğunu rahatça iddia
etmemiz zordur. Şöyle düşünelim: Çok canlı bir rüya görürken onun bir rüya ol-
duğunu bilebilseydik, bize gerçek gibi görünen o görüntüleri bilgisel açıdan ciddi-
ye almadan sabırla rüyanın sona ermesini beklerdik. Ancak bu fazlaca karşılaşılan
bir durum değildir. Algıların gerçekliğini rüyaların içinde test etmemiz olanaklı
değildir. Genel olarak ifade edersek, belli deneyim tiplerinde, deneyimin kendi-
sini biz son derece gerçek zannetsek de, aslında o deneyim bütünüyle bir yanılgı
Descartes’a göre, algı veya yanılsama olabilir. Bu irdelemelerden çıkarılabilecek doğal bir sonuç, algı
yanılabilir olduğundan bilgisel yoluyla edindiğimizi düşündüğümüz bilgi parçalarının mutlaka güvenilir olma-
kesinliği başka bir yerde
aramak gerekir. yabileceğidir. Bilgisel kesinliği başka bir yerde aramamız gerekmektedir.
“Kesin bilgi” için iyi bir aday aritmetik ve geometrik bilgidir. “2+3=5” eşitliği-
nin (veya önermesinin) doğruluğu ile gözlemsel bir önermenin doğruluğu oldukça
farklıdır. Gözemlenebilir olgular rüyalarımızda çeşitli biçimlere ve bileşimlere gire-
bilir. Rüyalarda insanlar uçar, gökyüzü yeşildir, evimize yeni odalar eklenmiş gibi-
dir. Yani rüyalar, fiziksel gerçekliği aynen yansıtmak zorunda değildir. Oysa “2+3”
rüyalarımızda bile “9” veya “144” etmez. Rüyalarımızda bile bir karenin üç veya
beş kenarı olamaz. O hâlde, güvenilirliği algısal bilgiden çok daha fazla olan mate-
matiksel bilginin, bilgimize temel teşkil edecek kesinliğe sahip olduğu savlanabilir.
Descartes’ın “kötü niyetli ve Bu kadar güvenilir bir bilgi tipinin varlığına işaret ettikten sonra, artık şüphe-
üstün güçleri olan varlık”
örneği, bilgiye dair şüphelerin ciliğin anlamını kaybettiğini iddia edebilir miyiz? Descartes bu noktada acele et-
ne düzeye ulaşabileceğini mememiz gerektiğini söyleyecektir. En azından olasılık düzeyinde dışlayamayaca-
gösterir.
ğımız şöyle bir senaryo düşünelim. Diyelim ki, algılarımızın ötesinde çok güçlü ve
kötü niyetli bir varlık bizim bilişsel yetilerimize sürekli olarak müdahale ediyor. Ve
bu varlığın üzerimizde oynadığı oyunlardan bir tanesi, gerçekleştirdiğimiz mate-
4. Ünite - Şüphecilik ve Bilginin Olanaklılığı Sorunu 69
matiksel işlemlerde bile bizi yanıltarak yanlış sonuçlara varmamıza neden olmak.
Örneğin, “2+3” işleminin doğru sonucu “7” olmasına karşın, biz, bu güçlü varlığın
etkisi altında, sonucun yanlış bir şekilde “5” olduğuna inanıyoruz. Eğer böyle bir
senaryonun olasılık düzeyinde de olsa ciddiye alınabileceğine inanıyorsak —ki
senaryoyu olasılık düzeyinde göz önüne almayı reddetmek çok kabul edilebilir
veya akılcı bir yaklaşım olmayacaktır— o zaman matematik veya geometri alan-
larında edindiğimize inandığımız bilginin bile epistemolojik garanti içermediğini
kabul etmemiz gerekir.
Belli bilgi parçalarının doğruluğundan ara sıra şüphelensek bile, bilgi konusunda
genel olarak şüphelenmek olağan ve normal bir işlev değildir. Epistemolojik bir 1
alıştırma olarak, kapsamlı ve sıra dışı şüphelenme örnekleri bulmaya çalışın. Başka
bir deyişle, yaşamınızda gerçekleşebilecek büyük çapta bilgisel yanılgılar üzerinde
düşünüp bunun felsefi sonuçlarını irdeleyin.
Yöntemsel Şüphe
Yukarıda yaptığımız saptamalar, bu aşamada, okuyanın zihninde bazı soru işa-
retleri oluşmasına neden olabilir. Birincisi, insanların zihinselliği ile oynayabilme
yetisi olan bir varlığın bizim dünya bilgimizi dilediği gibi değiştirecek veya belir-
leyecek bir güce sahip olması, insanların kafasındaki Tanrı fikriyle çelişmektedir.
Kötü ve güçlü bir varlığın bizim evrenimize bu ölçüde egemen olması, Tanrı’nın
değil o varlığın kozmik kontrolü elinde tuttuğunu gösterir. Tanrı inancı güçlü olan
Descartes açısından bu oldukça çelişik bir tablonun ortaya çıkmasına neden ol-
maz mı? İkincisi, eğer Descartes Modern dönemde insan aklına, matematiğe ve
bilimin bulgularına yönelik olarak büyük bir güven duyan düşünürlerin başında
geliyorsa, onun adının epistemolojik bağlamlarda şüphe kavramı ile birlikte geç-
mesi biraz garip bir durum değil midir?
Bu soruların yanıtı, Descartes’ta gördüğümüz şüpheci akıl yürütmelerinin Descartes’ın sunduğu
onun felsefi yönteminin bir parçası olduğudur. Descartes’ın şüphesi yöntemsel şüpheci fikirler onun felsefi
yönteminin bir parçasıdır.
şüphe olarak bilinir. Başka bir deyişle, Descartes kendi felsefi kuramını savlaya-
bilmek için şüpheyi bir yöntem olarak kullanmakta ve böylece şüphelenilmeyecek
sağlamlıkta bazı fikirlere ulaşmaya çalışmaktadır. Onun vardığı sonuçların ayrın-
tılarına daha sonraki ünitelerde değineceğiz. Ancak, bu aşamada vurgulamamız
gereken ve felsefi önemi büyük olan konu, Descartes’ın şüpheci akıl yürütmeleri
belli bir amaca yönelik olarak yapıyor olması ve aslında kendisi bir şüpheci olma-
masına karşın, şüpheci argümanları ciddi, nesnel ve tarafsız bir şekilde başarıyla
sergiliyor olmasıdır. Bu niteliğin “iyi bir düşünür” olmanın en temel özelliklerin-
den biri olduğunun altını çizmemiz gerekiyor.
Şimdi bu düşünceler ışığında yukarıda ifade ettiğimiz ve şüphecilik bağlamın-
da Descartes’ın yüzleşmesi gerektiğini kaydettiğimiz iki soruna nasıl yanıt verile-
bileceğini inceleyelim. İlk olarak, Descartes gibi dindar bir kişinin felsefi sistemi
içinde “insanları sürekli aldatan güçlü bir varlık” kavramına yer olup olmadığı ko-
nusunu ele alalım. Descartes, sorgulamalarının başlarında, Tanrı’nın böylesi bir
varlığın bizi aldatmasına izin vermeyeceğini düşünmenin olanaklı olduğunu söyler.
Bu hamle, şüpheci bulutların dağılmasını ve felsefi sorunun kapanmasını sağlar
denilebilir. Ancak Descartes, kökten sorgulamasını başarıyla yürütebilmek için,
o aşamada Tanrı’nın varlığına dair hiç bir bilgisi yokmuş gibi düşünmeye devam
edeceğini açıklar. Başka bir deyişle, nasıl ki elleri ve ayakları olduğunu bildiğini
bile varsaymayarak yola çıktıysa, irdelemelerinin başında (epistemolojik açıdan
70 Epistemoloji
işlerini kolaylaştırabilecek olan) Tanrı’yı değil, “kötü ve aldatıcı bir gücü” varsa-
yacağını ilan eder. Descartes’ın, bu anlamda, çelişik bir felsefi durumda olduğu-
nu söyleyemeyiz. Onun yaptığı, Tanrı düşüncesini hemen devreye sokarak “En
azından Tanrı’nın var olduğunu biliyorum, o hâlde en sağlam epistemolojik daya-
nağım bellidir” gibi bir yargıyla felsefi sorgulamayı sonlandırmak yerine; kesin-
likle şüpheye yer bırakmayacak bir şey bulana dek en güçlü inançlarını ve sahip
olduğunu düşündüğü bilgileri askıya almaktır. Descartes’a göre biz Tanrı’nın var
olduğunu akıl yoluyla gösterebiliriz. Ancak bu, “kestirme” ve “dogmatik” bir ham-
leyle yapılamaz. Tanrı’nın var olduğunun gösterilmesi akılcı düşüncenin ilerleyen
aşamalarında ortaya çıkacaktır. Descartes’ın kendisi Tanrı’nın varlığına dair çok
sağlam bir inanca sahip olsa da, ona göre, Tanrı’nın var olduğundan kesinlikle
şüphe duyulamayacağı söylenemez. O yüzden, en şüphe duyulamayacak zihinsel
durumumuz “Tanrı vardır” gibi bir bilgi veya inanç olamaz. Bu da “kötü ve güçlü
varlık” senaryosunun ciddiye alınması gerektiğini gösterir.
Benzer bir noktayı yukarıda belirttiğimiz ikinci karşı çıkış için de ifade ede-
biliriz. Her ne kadar Descartes matematik ve bilim alanlarının nesnel bilginin en
önemli kaynağı (ve hatta modeli) olduğunu düşünüyor olsa da, şüpheci sorgula-
mayı ciddiyetle ve sonuna kadar devam ettirmektedir. Bu bağlamda da bir çeliş-
ki yoktur çünkü Descartes sorgulamasına algısal, matematiksel ve bilimsel bilgi
tiplerinin güvenilirliğini varsayarak değil, onlara kritik bir test uygulayarak baş-
lamaktadır. Bu yaklaşım, ciddi bir felsefi yöntemin uygulanmasını beraberinde ge-
tirmektedir. Descartes, matematiksel, bilimsel ve algısal bilginin genel güvenilirli-
ğinin “sorgulamanın sonunda” ortaya çıkmasını istemektedir. Kısaca, sağduyuya
çok uygun görünse bile, hiçbir dogmatik varsayımda bulunmadan epistemolojik
anlamda yoluna devam etmektedir.
Elbette şüphecilik her zaman yöntemsel olmak zorunda değildir. Felsefe tarihin-
de, Descartes’tan farklı olarak, şüpheciliği samimiyetle ve sonuna kadar savunan
düşünürler çıkmıştır. Bu düşünürlerin bazıları Sokrates gibi tek bilebileceğimizin
“bilgi sahibi olmadığımız” olduğunu savlarken, bazı —daha radikal olan— felse-
feciler ise, bu kadarını bile bilemeyeceğimizi öne sürmüşlerdir. Onlara göre, her
ne kadar sağduyumuz bize tam tersini söylese de, bilgi hiç bir şekilde olanaklı de-
ğildir. Bu sıradışı düşünceler zaman zaman felsefeciler arasında çeşitli esprilerin
üretilmesine de neden olmuştur. Örneğin, eğer radikal şüpheciler algısal bilgi de
dâhil olmak üzere hiç bir tür bilgiye inanmıyorlarsa, neden ara sıra kapı yerine
pencerelerden binayı terk etmeyi denememektedirler? Kendilerini açıkça şüpheci
olarak niteleyen akademik felsefeciler eğer sürekli olarak kapıdan çıkmaya çalışı-
yorlarsa, bu durum belki “bir bildikleri olduğunu” gösterir diyebiliriz.
Tüm bunlara karşın, şüpheci perspektifin hakkını verme konusunda dikkatli
olmamız gerekiyor. Bir şüpheci, pratik yaşamda sergilediği davranışların ve seçim-
lerin bir şeyleri “bilmekten” kaynaklanmadığını iddia edebilir ve bu tavır, dışarı-
dan garip görünse de, tamamen tutarsız olmak zorunda değildir. Radikal anlamda
şüpheci olan kişiler genel olarak bizim gerçekliği sınırlı bilgisel yollarla kavraya-
bileceğimize ilişkin şüphe duyarlar. Bu durum, eylemsel anlamda fazlaca sorun
yaşamadan ayakta kalabiliyor olma olasılığını tamamen dışlamaz. Şüphecilere göre
pratik yaşamda işlerin yolunda gidiyor gibi görünmesi ile insanın varlık alanının
kendisine dair bilgi sahibi olması birbirinden ayrılması gereken durumlardır.
4. Ünite - Şüphecilik ve Bilginin Olanaklılığı Sorunu 71
Şöyle bir durum düşünelim. Diyelim bir gün, zaman açısından gecenin so-
nuna gelinmesine rağmen güneş doğmuyor. Böyle bir durumun olanaksız ola-
cağını söyleyebilir miyiz? Bunun çok sıra dışı ve şok edici olacağı açıktır. Ancak
yine de kafamızda böylesi bir senaryoyu canlandırabiliriz. Bunu daha net hâle
getirmek için “fiziksel olanaksızlık” ile “mantıksal olanaksızlık” kavramlarını kar-
şılaştıralım. Bir olgunun veya durumun fiziksel olarak olanaksız olması, o olgu-
nun bizim içinde yaşadığımız ve anladığımız fiziksel dünyanın görünen yapısıyla
çelişmesi anlamına gelir. Örneğin, bir insanın pencereden atladığında düşmeyip
uçmaya başlaması fiziksel açıdan olanaksızdır. Ancak, pencereden atlayıp uçmak
gibi fiziksel anlamda olanaksız olan durumların gerçekleştiğini ben kafamda can-
landırabilirim. “Mantıksal olanaksızlık” kavramı ise, içinde yaşadığımız evrenin
mantıksal yapısıyla çatışan durumlar için kullanılır. Bizim evrenimizde bir üçge-
nin dört kenarlı olması olanaksızdır. Bu olanaksızlık, fiziksel bir olanaksızlıktan
çok daha büyük bir olanaksızlık türüdür çünkü, fiziksel olanaksızlıklardan farklı
olarak, mantıksal açıdan olanaksız bir durumu kafamızda bile canlandıramayız.
“Yarın güneşin doğmaması fiziksel açıdan olanaklı bir durum değildir” diye-
biliriz. Buna karşın, kafamızda canlandırabileceğimiz bir durum olan “güneşin
doğmamasının” mantıksal anlamda olanaksız veya çelişik olmadığı açıktır. Eğer
biz “güneş yarın doğacak” önermesini bildiğimizi iddia ediyorsak, bundan kas-
tettiğimiz “güneşin yarın doğmaması mantıksal olarak olanaksızdır” gibi bir dü-
şünce olamaz. Kastedilen yalnızca “fiziksel dünyanın yapısı, güneşin doğmasını
gerektirir” türünden bir önerme olabilir. Ancak, Hume’a göre bu inanca temel teş-
kil eden olgu, yukarıda da belirttiğimiz gibi, geçmişte yaptığımız gözlemler ve bu
gözlemlerin belli bir tutarlılık göstermesidir. Eldeki kısıtlı tümevarımsal zeminin
ötesine geçerek, “Yarın Güneş’in doğacağını biliyorum” iddiasında bulunmamızın
çok sağlam bir gerekçesi olabileceğini söylemek zordur. Özetle, aslında hiçbirimiz
yarın güneşin doğup doğmayacağını bilmiyoruz.
olan insanların bu tür işlevlere girmeyenlere göre daha esnek ve açık görüşlü ola-
cakları tahmin edilebilir. Dahası, şüpheci yönleri olan kişilerin, kendilerini karşı
görüşlere ve akıl yürütmelere çekinmeden açmalarından ve radikal sorgulama
alışkanlığı edinmelerinden dolayı, inanç sistemlerinin darbelere daha dayanıklı
ve daha iyi gerekçelendirilmiş bir konuma geleceği de açıktır. Bu durum şüpheci-
liğin bir epistemolojik görüş olarak doğru olup olmamasından bir parça bağımsız
olup, felsefe alanına ilgi duyanların üzerinde düşünmeleri gereken bir konudur.
“Şüphecilik” epistemolojik bir görüş olsa da, onun genel felsefi sonuçları ve uygula-
maları da bulunmaktadır. Şüpheci yaklaşımın bir bireye genel olarak ne kazandıra- 3
bileceği konusunda fikirler üretmeye çalışın.
78 Epistemoloji
Özet
Descartes’ın epistemolojik görüşlerini ve bu görüş- ğını işin içinde bir düzen, bir zorunluluk oldu-
1 lerin neden önem taşıdığını açıklayabilmek. ğunu düşünürüz. Elden bırakılan bir nesnenin
Descartes’ın epistemolojik şüpheleri felsefe ta- düşmesi de böyledir. Ancak, Hume’a göre, bu
rihinde çok özel bir yer tutar. Descartes, inanç tür olaylarda elimizdeki veri yalnızca geçmişte
sisteminin çok sayıda yanlış önerme içerdiğini gözlemlediğimiz durumlardır. Yani, gözlemle-
fark ederek, inandığı fikirlerin tümünü kök- diğimiz düzenlilikler bizim doğada bir zorunlu-
ten bir şekilde sorgulamaya girişir. Descartes’ın luk olduğunu düşünmemize neden olmaktadır.
sorgulamaları birkaç yönden ilginç özellikler Geçmişte gözlemlenen olaylardan yapılan her
taşımaktadır. Öncelikle Descartes’ın çabası bir genelleme tümevarımsal nitelikte olmak duru-
“yöntem”in uygulaması olarak anlaşılmalıdır. mundadır. Bu yüzden, evrenin düzenine dair
Descartes bilgi konusunda şüpheciliği belli bir tüm iddialar, kesinlikten uzak çıkarımlar olma-
amaca yönelik olarak yürütmektedir. Bu amaç, nın ötesine geçemezler. Hume’un argümanı bize
şüphelenilemeyecek kesinlikte bilgiye ulaşmak- olgusal düzenlilikler konusunda irdelemeden
tır. Başka bir deyişle, Descartes, kendisi şüphe- kabullendiğimiz noktalar olduğunu gösterir.
ci bir felsefeci olmamasına karşın, şüpheci akıl
yürütmeyi akademik düzeyde ve nesnel bir il- Moore’un şüpheciliğe karşı öne sürdüğü sağduyu-
giyle gerçekleştirmektedir. Şüpheci sorgulama- 3 sal argümanın özelliklerini açıklayabilmek.
ları sırasında Descartes, algısal ve matematiksel Pek çok kişi şüpheciliğin sağduyu ile tam olarak
bilginin güvenilirliğine ilişkin kökten sorular örtüşmeyen bir görüş olduğunu söyleyecektir.
sorar ve hatta kendisi dindar bir insan olmasına Moore bu sezgiyi dile getiren ilginç bir argüman
karşın, Tanrı’nın varlığına ilişkin bilgimizin bile ortaya koymuştur. Moore öncelikle bizim dün-
şüpheye açık olduğunu belirtir. Onun ileri sür- yaya ve kendimize ilişkin pek çok temel ve basit
düğü düşünceler arasında en dikkat çekenlerden olguyu bildiğimizi ifade eder. Ardından, bazı
biri şudur: 2+3=5 gibi doğruluğundan kesinlik- felsefecileri çok meşgul etmiş olan “fiziksel ger-
le şüphelenmeyeceğimiz bir bilgi türünde bile çeklik içinde (yani, zihnimizin ürünlerinin dı-
şüphelenmek olanaklıdır. Üstün güçleri olan ve şında) olan nesnelerin varlığını nasıl gösterebi-
insanların zihinlerini kontrol edebilen bir varlık, leceğimiz” sorusunu ele alır. Moore’a göre, eğer
en kesin görünen bilgi türlerinde bile yanılma- bir kişi (uygun el hareketleri eşliğinde) “İşte bir
mıza neden olabilir. Elbette, eğer insanlar böy- el!” ve “İşte başka bir el!” cümlelerini söylerse,
le bir epistemolojik durum içindeyseler, sürekli bundan “Zaman-mekân içinde, zihnin yaratımı
yanılmakta olduklarını bilmeleri söz konusu olmayan iki adet el bulunmaktadır” önermesi-
olamaz. Bu tür senaryolar, oldukça sıra dışı olsa- nin doğruluğunu göstermiş olur. Bu çıkarımda,
lar da, bilginin güvenilirliği konusunda önemli akıl yürütmeyi yapan kişi, sağduyusal ve basit
ipuçları sunarlar. cümlelerden hareket ederek zihnin dışındaki
gerçekliğe ilişkin bir sonuca ulaşmaktadır. Bu,
Olgusal düzenlilik konusunda Hume tarafından kayda değer bir çıkarımdır çünkü sonuç öner-
2 öne sürülen şüpheci görüşleri açıklayabilmek. mesinde dile getirilen düşünce öncüllerde ifade
İskoç felsefeci David Hume’un metafizik karşı- edilen düşüncenin tamamen aynısı değildir. Öte
tı görüşleri şüpheci perspektif açısından kritik yandan, öncüllerden söz konusu sonuca geçiş
bir önem taşır. Hume’a göre, doğada karşılaştı- de sorunsuz görünmektedir. Bu durum, zaman-
ğımız olgusal düzenliliklere ilişkin yaptığımız mekân içinde bulunan ve zihnin yaratmadığı
varsayımlar konusunda dikkatli olmamız ge- nesnelerin varlığının sağduyusal bir tarzda gös-
rekmektedir. İnsanlar genelde doğada düzenli terilebileceğinin göstergesidir.
olarak tekrarlanan olguların belli bir zorunluluk
içerdiğine inanırlar. Her sabah güneşin doğudan
doğması bunun iyi bir örneğidir. Biz güneşin
her sabah doğmasının rastgele bir olay olmadı-
4. Ünite - Şüphecilik ve Bilginin Olanaklılığı Sorunu 79
Şüpheciliği ilgilendiren bazı önemli kavramları
4 birbirinden ayırabilmek ve şüpheci tavrın felsefi
değerinin ne olduğunu anlatabilmek.
Şüphecilik, felsefi bir akım olarak, bilginin ola-
naklılığı konusunda olumsuz bir görüşe karşılık
gelir. Şüpheciler insanların nesnel bilgiye ulaşı-
yor oldukları yönündeki genel geçer varsayımı
kökten bir şekilde sorgularlar. Felsefede bir akı-
ma ait olmak, sistematik ve kapsayıcı bir tavırdır.
Şüphecilik gibi bir akımın içinde yer almak, bir
düşünürün konuyla ilgili görüşlerini tümüyle
etkiler. Öte yandan, bir felsefeci belli bir akıma
ait olmaksızın bir görüşün genel yaklaşımına
sempati duyabilir. Epistemolojik açıdan kendi-
sini bir şüpheci olarak nitelemeyen bir kişi de,
şüpheci tavrı kısmen benimseyebilir. Örneğin,
sahip olduğu felsefi kuramların veya görüşle-
rin mutlak doğru olmayabileceğinin bilincinde
olabilir. Şüpheciliğin tam tersinin “dogmatizm”
olduğunu söyleyebiliriz. Dogmatik insanlar, ge-
nel olarak, kendi görüşlerine karşı getirilebile-
cek karşı görüşleri veya kanıtları ciddiye almayı
reddederler. O yüzden, “şüphecilik” ile “dogma-
tizm” birbirinin zıddı yaklaşımlardır diyebiliriz.
Bununla birlikte, insanların sahip olduğu inanç
sistemlerine veya görüşlere bağlı olmalarını he-
men “dogmatik” nitelemesini kullanarak etiket-
lendirmek doğru olmayabilir. Yeni perspektifle-
re veya alternatif fikirlere açık olmama ile kendi
perspektifine genel olarak sahip çıkma birbi-
rinden ayrılması gereken özelliklerdir. Aslında
insanların çoğu için, bu bağlamda, “ılımlı tu-
tucu” nitelemesi kullanılabilir. İnsanlar yaşama
yaklaşımlarını ve inandıkları temel önermeleri
genelde bir günde değiştirmezler. Bu tür tutucu-
luk insanların tutarlı ve istikrarlı bir zihinselliğe
sahip olmasının bir koşulu olarak görülebilir.
Ilımlı anlamda tutucu kişiler, dogmatiklerden
farklı olarak, düşünsel dünyalarına dışarıdan ge-
lecek etkileri değerlendirme yetisine sahiptirler.
Kısaca özetlersek, şüphecilik epistemolojik bir
görüş olsa da, şüphe edebilme yeteneği veya bir
bilginin doğruluğu veya yanlışlığı konusunda
açık fikirli olma özelliği genel bir felsefi meziyet
olarak görülebilir.
80 Epistemoloji
Kendimizi Sınayalım
1. Descartes’ın şüpheci sorgulamaları kapsamında 4. Descartes’ın “yöntemsel şüphe” yolunu seçmesi ne
“Tanrı”nın yeri veya işlevi nedir? anlama gelmektedir?
a. Şüpheci bir düşünür olan Descartes, Tanrı’nın a. Descartes sıradan bilgilenme yollarını temel
varlığını kabul etmez. alarak şüpheciliğin doğruluğunu göstermeyi
b. Descartes’ın Tanrı’nın varlığına inanmayan bir hedeflemektedir.
düşünür olması, onu şüpheci sorgulamalar yap- b. Descartes sıradan bilgilenme yollarını eleştirel
maya yöneltmiştir. bir test ile sınamak için öncelikle şüpheciliğin
c. Descartes’ın Tanrı inancı, onu şüpheci sorgula- yanlış olduğunu varsayarak irdelemeye başla-
malar yapmaya yöneltmiştir. maktadır.
d. Descartes, Tanrı inancını işin içine sokmadan c. Descartes sıradan bilgilenme yollarını eleştirel
şüpheci sorgulamalar sunmuştur. bir test ile sınamakta ancak nihayetinde şüphele-
e. Descartes, şüpheci sorgulamalar yürütmenin nilemeyecek bilgilere ulaşmayı hedeflemektedir.
Hristiyan inancının sorgulanmasına neden ola- d. Descartes sıradan bilgilenme yollarını eleştirel
cağını düşünmüştür. bir test ile sınamakla birlikte, irdelemelerinin
sonunda şüpheciliğin kuramsal üstünlüğünü
2. Descartes’ın sorgulamaları açısından aşağıdakiler- açıkça ifade etmektedir.
den hangisi doğrudur? e. Descartes sıradan bilgilenme yollarını eleştirel
a. Algı en temel ve en şüphe duyulmayacak bilgi bir test ile sınamakla birlikte, irdelemelerinin
türüdür. başında kesin bilginin olanaklı olduğunu açıkça
b. Basit algılar kesin bilginin oluşma süreçlerinde ifade etmektedir.
temel oluştururlar.
c. Çok canlı rüyalar, görünür bilginin kesinliğinden 5. David Hume olgusal düzenlilikler konusunda belli
şüphe duyulabileceğini gösteren örneklerdir. bir görüş öne sürmüştür. Onun görüşüne bir isim ver-
d. Algılar yoluyla kavranan nesneler, rüyalarda kar- meniz gerekse, aşağıdakilerden hangisini seçerdiniz?
şımıza çıkan nesneler gibi, var olmayan şeylerdir. a. Doğadaki düzenli tekrarlar konusunda tüm-
e. Çok canlı rüyalar, algılar yoluyla gelen bilginin dengelimsel çıkarım
doğru olması gerektiğini gösteren örneklerdir. b. Doğadaki düzenli tekrarlar konusunda tüm-
dengelimsel gerçekçilik
3. Descartes’ın “üstün güçleri olan kötü niyetli varlık” c. Doğadaki düzenli tekrarlar konusunda tümeva-
örneğini gündeme getirmesindeki temel amaç nedir? rımsal gerçekçilik
a. Matematiksel eşitliklerin bile doğruluğundan d. Doğadaki düzenli tekrarlar konusunda tüm-
şüphelenmenin olanaklı olduğunu göstermek dengelimsel şüphe
b. Tanrı’nın bizi aldatamayacağını savlayabilmek e. Doğadaki düzenli tekrarlar konusunda tümeva-
c. Algılarımızın kesinlikle güvenilir olduğunu rımsal şüphe
göstermek
d. Şüpheciliğin en mantıklı felsefi kuram olduğu- 6. “Bir sabah uyandılar ve tüm kedilerin gökyüzünde
nu göstermek uçtuğunu gördüler.” Gerçekleşme olasılığı düşük görü-
e. Gerçekliğin bir yanılsama olduğunu savlaya- nen bu durum için hangi felsefi niteleme kullanılabilir?
bilmek a. Fiziksel olarak olanaksız ancak mantıksal ola-
rak olanaklı
b. Fiziksel olarak olanaksız ancak eylemsel olarak
olanaklı
c. Mantıksal olarak olanaksız ancak fiziksel olarak
olanaklı
d. Mantıksal olarak olanaksız ancak eylemsel ola-
rak olanaklı
e. Eylemsel olarak olanaksız ancak fiziksel olarak
olanaklı
4. Ünite - Şüphecilik ve Bilginin Olanaklılığı Sorunu 81
7. Moore’un sağduyusal argümanı için aşağıdakiler- 9. “Dogmatizm” kavramına ilişkin aşağıdakilerden
den hangisi söylenemez? hangisi yanlıştır?
a. Moore için, “Ben yaşayan bir insanım” söyleyen a. Dogmatizm ve şüphecilik önemli bir oranda zıt
özne için bilinen bir cümledir. kavramlar olarak alınabilir.
b. Moore için, “var olma” kavramı “zaman-mekân b. Dogmatik insanlar yeni bilgiler ışığında inanç
içinde var olma” anlamına gelmektedir. sistemlerini gözden geçirmeye eğilimlidirler.
c. Moore’a göre, sunduğu argümanda sonuç cüm- c. Dogmatik insanların genel tavrı “ılımlı” ve “es-
lesi öncülleri aynen tekrarlamamaktadır. nek” olarak nitelendirilemez.
d. Moore varlık kavramını içeren öncüllerden ha- d. Dogmatizmden farklı olarak “ılımlı tutuculuk”
reketle, içinde “var olma” kavramının geçmedi- olağan ve kabul edilebilir bir tavırdır.
ği bir sonuca çıkarım yapmıştır. e. Belli bir inanç sistemine sıkı sıkıya bağlı olan
e. Moore sağduyusal bilgi içeren öncüllerden ha- insanlar için “dogmatik” ifadesi kullanılabilir.
reketle, zaman-mekân içinde var olmaya ilişkin
bir çıkarım yapmıştır. 10. Şüpheci bir tavır taşımanın genel felsefi değeri aşa-
ğıdakilerden hangisi olabilir?
8. Aşağıdakilerden hangisi Moore’un argümanı için a. Şüpheci tavırları olan insanların kesin bilgiye
bir sorun olarak gösterilebilir? ulaşma olasılıkları daha yüksektir.
a. Argümanın öncülleri sağduyuya uygun cümle- b. Şüpheci tavırları olan insanların kapalı inanç
ler içermektedir. sistemleri vardır.
b. Argümanın sonucu, öncüllerden farklı olarak, c. Şüpheci tavırları olan insanların inanç sistemle-
nesnelerin varlığına ilişkin metafizik içerikli bir ri zaman içinde değişikliğe uğramaz.
iddia sunmaktadır. d. Şüpheci tavırları olan insanların inanç sistemle-
c. Argümanın öncülleri, sonuçtan farklı olarak, ri mantıksal olarak daha yüksek düzeyde tutar-
nesnelerin varlığına ilişkin metafizik içerikli bir lılık gösterirler.
iddia sunmaktadır. e. Şüpheci tavırları olan insanların düşünceleri
d. Argümanın öncülleri ve sonucu arasında tüm- daha esnek, inanç sistemleri de eleştiriyle baş
dengelimsel bir ilişki vardır. etmeye daha hazır durumdadır.
e. Argümanın iki öncülü yapısal olarak birbirine
çok benzemektedir.
82 Epistemoloji
Okuma Parçası
Birinci Meditasyon mu? Örneğin, şimdi burada, hırkamı giymiş olarak ate-
Kuşku konusu edilebilecek şeyler hakkında şin karşısında oturmakta ve elimde şu kağıdı tutmakta
Hayatımın ilk yıllarından itibaren bir çok yanlış kanıyı oluşum ve bu türden başka şeyler...Bu ellerin ve bu vü-
doğru kabul etmiş olduğumun ve o zamandan beri bu cudun bana ait olduğunu nasıl yadsıyabilirim, kendimi
derece güvenilmez ilkeler üzerine kurduğum her şeyin kimi şaşkınların yerine koymaksızın? (...)
de ancak pek kuşkulu ve kesinlikten uzak olduğunun Yine de bir insan olduğumu, dolayısıyla uykularımda
farkına bugün varıyor değilim; bunu anlayınca, haya- ve rüyalarımda o şaşkınların uyanıkken gördükleri
tımda bir kez olsun daha önce inanmış olduğum bütün kadar, hatta daha saçma ve gerçek dışı şeyler görme
kanılarda kurtulmaya girişmemin ve her şeye yeniden alışkanlığım bulunduğunu da göz önüne almak duru-
ve temellerden başlamanın gerekli olduğu yargısına mundayım. Kim bilir kaç kez rüyamda da burada oldu-
vardım. Fakat bu girişim bana biraz fazla büyük görün- ğumu, giyinik olduğumu, ateşin karşısında olduğumu
düğü için daha uygun bir yaşa gelmeyi bekledim, öyle görmüşümdür, gerçekte çırçıplak yatağımda yatarken!
bir yaşa ki, ondan sonra geride bu görevi yerine getir- Ama şu anda şu kâğıda uyuyan gözlerle bakmıyorum,
meye daha uygun olacağım başka bir yaş kalmasın; bu salladığım şu baş uykuda değil, şu eli de bir amaçla ve
da beni o kadar uzun süre geciktirdi ki, bundan sonra bilerek isteyerek uzatıyor ve sıkıyorum; uykuda olanlar
da iş yapmak için kalan zamanımı yine düşünüp taşın- hiç de bütün bunlar kadar açık ve seçik gibi görünmü-
makla geçirirsem, doğrusu büyük hata işlemiş olurum. yor. Fakat inceden inceye düşününce, uyurken sık sık
Dolayısıyla, bu amaç için tam sırasında, zihnimi her bu tür yanılsamalarla aldatıldığımı hatırlıyor ve bu dü-
türlü dert ve kaygıdan boşalttığım, ne mutlu bana ki şünce üzerinde biraz durunca uyanıklığı uykudan ayırt
hiçbir çalkantılı ruh halinin içinde kıvranmadığım ve etmeyi sağlayacak kesin belirti bulunmadığını o derece
kendime dingin bir yalnızlık içinde güvenli bir dinlen- açıklıkla görüyorum ki şaşıp kalıyorum ve şaşkınlığım
me ortamı sağlamış bulunduğum bugün, tam bir cid- nerdeyse beni uyanıkken uyumakta olduğuma inandı-
diyet ve özgürlük içinde, bütün eski kanılarımın toptan racak raddeye varıyor.
yıkımına girişiyorum. İmdi, bunu yapmak için bunla-
rın hepsinin yanlış olduğunu kanıtlamam gerekmeye- Kaynak: René Descartes (2007). Meditasyonlar, çev.
cek; zaten belki de bu işin üstesinden asla gelemezdim. İsmet Birkan. BilgeSu Yayıncılık, s. 15-17
Fakat aklım beni önceden, tamamen kesin ve kuşku-
lanılmaz olmayan şeylerden de apaçık yanlış olanlar
kadar özenle kaçınmağa ikna etmiş olduğunda, bun-
ların tek tek her birinde kuşku konusu olabilecek bir
neden bulduğum takdirde hepsini birden yadsımam
yeterli olacak ve böylece her birini tek tek incelemeye
de ihtiyacım olmayacaktır; zaten bu sonu gelmez bir
angarya olurdu. Fakat temelin yıkılması ister istemez
bütün binanın da çökmesi sonucunu doğuracağından,
önce bütün eski kanılarımın dayandığı temel ilkelere
el atacağım.
Şimdiye dek en doğru ve güvenilir olarak ne öğren-
dimse duyulardan veya duyular yoluyla öğrenmiş
ama zaman zaman bu duyuların aldatıcı olduğunu da
yaşayarak görmüşümdür; oysa bizi bir kez bile olsun
yanıltmış olan şeylere asla güvenmemek sakınganlık
gereğidir.
Ancak, duyular bizi pek zayıf algılanabilir ya da pek
uzak şeyler hakkında ara sıra yanıltsalar bile, yine du-
yular aracılığıyla bildiğimiz halde usumuzu zorlama-
dan kuşkulanamayacağımız birçok başka şeyler de yok
4. Ünite - Şüphecilik ve Bilginin Olanaklılığı Sorunu 83
Yararlanılan ve Başvurulabilecek
Kaynaklar
ruluğunu kuramsal olarak gösteremeyiz, ancak daha Burnyeat, M., editör (1983). The Skeptical Tradition.
mütevazı ve deneyimsel bir düzeyden işe başlayabiliriz. Berkeley: University of California Press.
Örneğin, “Yavru kedilere eziyet etmenin kesinlikle ka- Çubukçu, İ. A. (1996). Gazzali ve Şüphecilik. İstanbul:
bul edilemez olduğunu biliyoruz” gibi bir önerme, her Yapı Kredi Yayınları.
türlü kuramsallıktan önce ve şüphe duyulamayacak bir Descartes, R. (1967). İlk Felsefe Üzerine Metafizik
şekilde doğru görünmektedir. Bu gibi örnekler teme- Düşünceler. çeviren: Mehmet Karasan, 3. baskı,
linde, daha soyut ve kuramsal önermelere yönelmek İstanbul: M.E.B. Yayınları.
ve kuramsal bir çatı oluşturmak olanaklıdır. Evrensel Descartes, R. (1996). Meditations on First Philosophy.
ilkelerin doğruluğunu göstermek çetin bir iştir; ancak transl.: John Cottingham, Cambridge: Cambridge
bizim en azından örnekler üzerinden, doğru ile yanlışı University Press.
ayırt ediyor olduğumuzu söylemek mümkün görün- Hume, D. (1997). İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme.
mektedir. Benzer bir sağduyusal argüman, bilgi (yani, çeviren: Aziz Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınları.
epistemoloji) bağlamında da öne sürülebilir. Elbette, Montaigne, M. (2006). Denemeler. çeviren: Engin
bu tür akıl yürütmelere şüpheci bir düşünürün sem- Sunar, İstanbul: Say Yayınları.
pati ile yaklaşmasının düşük bir olasılık olduğunu da Moore, G. E. (1959). Philosophical Papers. London:
burada eklememiz doğru olur. George Allen & Unwin.
Popkin, R. (1979). The History of Scepticism from
Sıra Sizde 3
Erasmus to Spinoza. Berkeley: University of
Her şeyin aşırısının zararlı olduğunu dile getiren klişe
California Press.
aslında önemli bir gerçeğe işaret eder. Eğer bir insan her
Sextus Empiricus (1933). Outlines Of Pyrrhonism.
şeyden ve her zaman şüpheleniyor ve hatta şüphelen-
transl.: R. G. Bury, Cambridge, MA: Harvard
mekten kendini alamıyorsa, bu durum tahminen felsefe-
University Press.
yi değil klinik psikolojiyi ilgilendiren bir durum arz eder.
Timuçin, A. (2003). Descartes’çı Bilgi Kuramının
Öte yandan, benimsediği fikirlerde yaşamı boyunca bir
Temellendirilişi. İstanbul: Bulut Yayınları.
değişiklik yapmamış, farklı perspektifleri değerlendire-
meyen bir insanın da oldukça olumsuz bir konuma gele-
ceği açıktır. Bunu daha iyi kavramak için, örneğin, kendi
millî konumumuzla ilgili bir örnek düşünelim. Diyelim
ki, ülkemizden uzak bir yerde doğmuş ve yaşamında
fazlaca Türk görmemiş bir insan Türklere karşı ırkçılık
besleyen bir aile içinde büyüyor ve o değerleri benim-
siyor. Bu insanın hayatta karşılaştığı “karşı örnekleri”
ciddiye almayı da reddettiğini düşünelim. Örneğin, bir
yaz Türkiye’ye gezmeye gelen komşuları dönüşlerinde o
ırkçı kişiye Türklere ilişkin çok olumlu anılar anlatmış
olsun. Eğer örneğimizdeki dogmatik kişi bu tür dene-
yimsel verileri sürekli olarak göz ardı eder ve sabit fikirli
tavrını sürdürürse, onun hakkında ne diyebiliriz? Böyle
bir insan ırkçı görüşlerle dolu bir inanç sistemine sahip
olup yaşamının sonuna kadar rahatsızlık duymadan söz
konusu tavrını koruyabilir. Ancak akılcı pek çok insan,
haklı olarak, böyle bir bireyin yanlışlarla dolu ve çok so-
runlu bir inanç dünyasına sahip olduğunu söyleyecektir.
Burada sorun yaratan konu, ırkçı kişinin sahip olduğu
değerlerin doğruluğundan bir an bile şüphe duyamama-
sı ve alternatif sesleri dinlemeyi reddetmesidir. İnceledi-
ğimiz bu olası senaryo, şüpheci yaklaşımın genel felsefi
yararı ve değeri konusunda bir örnek olarak alınabilir.
5
EPİSTEMOLOJİ
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Deneyimcilik akımını ana hatlarıyla açıklayabilecek,
Deneyimciliğin arka planını oluşturan “temsil” kavramını açıklayabilecek,
Modern Dönem’de deneyimciliği net bir şekilde ifade eden ilk düşünür olan
John Locke’ın felsefesini açıklayabilecek,
David Hume’un bir deneyimci olarak felsefe tarihinde neden çok önemli bir yer
tuttuğunu açıklayabilecek,
George Berkeley’in felsefesinin ideacı ve deneyimci yönlerini açıklayabilecek,
Deneyimciliğin genel felsefi değerlendirmesini yapabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Deneyimcilik • Zihinden Bağımsız Var Olma
• Temsil • Nedensellik
• İdea • İmgelem
• Tabula Rasa • Metafizik Karşıtlığı
• Birincil Ve İkincil Nitelikler • İdeacılık
İçindekiler
• GİRİŞ
• DENEYİMCİLİK NEDİR?
• DENEYİMCİLİĞİN ARKA PLANI:
DESCARTES’IN EPİSTEMOLOJİK MİRASI
Bilginin Kaynakları Sorunu • JOHN LOCKE
Epistemoloji
(1): Deneyimcilik • DAVID HUME
• GEORGE BERKELEY
• DENEYİMCİLİĞİN GENEL FELSEFİ
DEĞERLENDİRMESİ
Bilginin Kaynakları Sorunu
(1): Deneyimcilik
GİRİŞ
Bu ünitede felsefe tarihinin en önemli konularından ve tartışmalarından birine
giriş yapıyoruz. Ele alacağımız soru, insan bilgisinin kaynaklarının ne olduğu ve
bilginin kavramsal yapısının nasıl olduğudur. Tartışmanın temel olarak iki tara-
fı bulunmaktadır: Deneyimciler ve usçular. Bu ünitede deneyimcilik konusunda
açıklamalarda bulunup, bu görüşün en merkezcil tezlerini ve argümanlarını suna-
cağız. Bir sonraki ünitede ise, usçuluk üzerinde durup bu görüşün ünlü felsefeci-
lerini tanıtacağız ve özsel iddialarını inceleyeceğiz. Deneyimcilik ve usçuluk ara-
sındaki tartışma felsefenin epistemoloji dışındaki alt-alanlarını da çok yakından
ilgilendirmektedir. Bu alt-alanlar arasında, özellikle, dil felsefesi, zihin felsefesi
ve bilim felsefesini sayabiliriz. Söz konusu tartışmanın tarihi pek çok yorumcuya
göre Modern Dönem’in başlarına ve bazılarına göre de Eski Yunan’a kadar uzan-
maktadır. Ancak bu tartışmanın felsefe tarihinin tozlu raflarında kalmış bir konu
olduğunu söylemek kesinlikle yanlış olur. Deneyimcilik-usçuluk tartışması, gü-
nümüz felsefesinde de hiç hızını kesmeden hem epistemolojide hem de yukarıda
belirtilen alt-alanlarda devam etmektedir.
DENEYİMCİLİK NEDİR?
Bir cümleyle ifade etmek gerekirse, bilgimizin tek kaynağının duyu verileri ve al-
gılar olduğunu savlayan epistemolojik görüşe deneyimcilik adı verilir. “Duyu veri- Deneyimcilik bilginin
si” ve “algı” arasındaki fark, bu bilişsel durumların karmaşıklık düzeyi ile ilgilidir. kaynağının duyu verileri ve
algılar olduğunu öne sürer.
Örneğin, bitkiler dâhil çoğu canlı ısı ve ışığa duyarlıdır. Başka bir deyişle, dünyaya
duyusal olarak açıktırlar. Ancak “algı” (örneğin, görmek veya işitmek) bitkilerin
değil hayvanların gerçekleştirebileceği işlevlerdir. “Deneyimcilik” kavramının an-
lamına ve inceliklerine geçmeden önce, incelediğimiz deyimin Türkçedeki kulla-
nımına ve çeviri sorunlarına ilişkin bazı saptamalar yapalım. Türkçe yayımlanan
felsefe kitaplarında bu akım için sıkça ‘deneycilik’ deyimi tercih edilmektedir. An-
cak dilimizde ‘deneycilik’ kelimesinin kökü ‘deney’dir ve bu kelimenin genel ola-
rak kullanılan anlamı “özellikle bilimsel bağlamlarda belli bir sonuç almak veya
gözlem yapmak amacıyla bilinçli bir şekilde kurgulanmış ve kontrollü bir şekilde
yaşama geçirilmiş olgular veya eylemler dizisi” şeklinde ifade edilebilir. Eğer ben
eğik bir yüzey üzerinde hareket eden bir topu gözlemleyerek ivmesini saptarsam
veya resimler gösterdiğim kişilerin izlenimlerini not ederek kişilik analizi yapma-
ya çalışırsam “deney” yapmış olurum. Oysa “deneyim” sözü yukarıda verdiğimiz
88 Epistemoloji
“bilgimizin tek kaynağının duyu verileri veya algılar olduğu” görüşünün içeriğine
daha iyi uymaktadır. “Çok deneyimsiz bir sporcu” veya “yeni deneyimlere açık bir
insan” gibi ifadelerde geçen ‘deneyim’ kelimesinin yukarıda betimlediğimiz felsefi
görüşün özünü daha iyi karşıladığı açıktır.
Söz konusu deyimin Batı dillerindeki orijinal anlamına bakmak da yardım-
cı olabilir. İnsanın sahip olduğu bilginin temelinde duyular veya algılar olduğu
görüşüne verilen adın İngilizcesi ‘empiricism’dir. Kelimenin Yunanca kökü olan
‘empeiria’nın anlamı “deneyim”, ilintili başka bir kelime olan ‘empeiros’un anla-
mı ise “deneyimli” veya tecrübeli”dir. Bu kelime-kökensel durum da “empiricism”
kavramı için en uygun çevirinin “deneyimcilik” olduğunu göstermektedir. Bu ne-
denlerden dolayı biz bu kitapta “deneyimcilik” deyimini tercih edeceğiz.
Kavramsal açıklama getirmeye yönelik olarak son birkaç not daha ekleyelim.
İngilizcede günlük dilde de kullanılan ve ‘empiricism’ ile aynı kökten gelen bir
diğer kelime de ‘empirical ’dır. “Deneyimsel” gibi bir anlama gelebilecek bu kelime
İngilizcede insanlar için bir sıfat olarak kullanıldığı zaman “ayakları yere basan”,
“desteksiz iddialara kulak asmayan”, “yalnızca gördüğüne inanan”, “gereksiz spe-
külasyonlara veya soyutlamalara prim vermeyen” gibi anlamlara gelmektedir. De-
neyimsel kişilerin bu saydığımız özellikleri, felsefedeki deneyimcilik görüşünün
içeriğine ilişkin de genel bir ön fikir vermektedir. Bu şekilde ifade edildiğinde, de-
neyimciliğin bir diğer önemli felsefi görüş olan olguculuk veya daha yaygın olarak
bilinen adıyla, pozitivizm ile önemli bir benzerlik taşıdığı görülür. Pozitivizm, ge-
nelde, bilginin gözlemsel temelini vurgulayan ve spekülasyondan ziyade bilimsel
yöntemlerin ön plana çıkarılmasına ağırlık veren bir düşünce akımı olarak bilinir.
Pozitivistler de bilgisel bağlamlarda olgusal deneyime büyük önem vermişler ve
gerçeküstücü, spekülatif, gizemci yaklaşımları şiddetle reddetmişlerdir. Özetle, bu
iki akımın birbirine yakınlaşma nedeni, karşılarına aldıkları fikirlerde veya akım-
larda yatmaktadır.
Deneyimciliğin tam bir tarihsel öyküsünün verilebilmesi için irdelemenin
“Sokrates öncesi” dönemden başlaması gerekir. Ancak bizim bu kitaptaki amacı-
mız, tarihteki tüm düşünürlerin perspektiflerini kısaca yansıtmaktan ziyade, tar-
tışmaların merkezinde bulunan görüşleri mümkün olduğu kadar derinlemesine
incelemek olduğu için; deneyimciliği günümüzde anladığımız hâliyle ifade eden
ve ayrıntılarıyla savunan üç büyük felsefeci üzerinde yoğunlaşacağız. Bu felsefe-
ciler John Locke, David Hume ve George Berkeley’dir. Bu üç felsefecinin üretti-
ği fikirler literatürde İngiliz deneyimciliği olarak bilinen akımın ortaya çıkmasını
sağlamıştır. İngiliz deneyimciliğini incelemeye tarihsel olarak biraz daha geriye
dönerek başlayacağız.
Yaşamdan Örnekler
Düşünce deneyleri hem gündelik yaşamda hem de felsefi etkinliklerde kullanılan il-
ginç zihinsel işlevlerdir. Örneğin, “Eğer 40 yıl önce kolum sakatlanmasaydı belki çok
iyi bir piyanist olacaktım; o durumda hayatım acaba nasıl olurdu?” diye düşünen ve
kafasında o alternatif evreni canlandırmaya çalışan bir insanın gerçekleştirdiği şey
bir düşünce deneyidir. Bazen insanlar düşünce deneylerini, deneyin gerçeğini yap-
mak pratik, bilimsel veya ahlaki nedenlerden dolayı olanaksız olduğu için de tercih
edebilirler. “Bir bebeği doğumundan hemen sonra kapalı bir mekânda tutup, ses ve
görüntü gibi çevresel uyaranları da ortadan kaldırıp o ortamda yalıtılmış bir şekilde
büyütseydik ne olurdu?” sorusu da ahlaki nedenlerden dolayı gerçekleştirilemeyecek
ancak yanıtı zihinde tasarlanabilecek bir sorudur. Sözünü ettiğimiz düşünce deneyini
yapmak bizi bilginin kökenine ilişkin daha önce hiç sormadığımız bazı ilginç soruları
sormaya sevk edebilir. Bu sorular arasında en kritik olanlardan birisi “Algılar yoluyla
edindiğim bilgi parçacıkları ortadan kalksaydı herhangi bir şey bilebilir miydim?”
sorusudur. Yanıtlaması oldukça zor olan bu soruya belki farklı yönlerden yaklaşarak
yanıt vermeye çalışabiliriz. Doğuştan itibaren kulakları duymayan bir insanın diğer
duyularının ve bilişsel yeteneklerinin sağlam olduğunu, bir toplum içinde yaşadığını
ve işaret diliyle iletişim kurabildiğini varsayalım. Bu kişide “dalgaların sesi” kavramı
oluşabilir mi? Duyma yeteneğinden doğuştan yoksun bir insana bir şarkının veya
dalga seslerinin nasıl olduğunu işaretlerle anlatabilir misiniz? (Meraklıları için not:
Sözünü ettiğimiz “anlatma çabası” sahnesinin bir filmde nasıl gerçekleştiğini görmek
isteyenler Başka Tanrının Çocukları (orjinal adı: Children of A Lesser God) filmini
izleyebilirler. Filme ilişkin bilgi için: http://tr.wikipedia.org/ ve http://www.imdb.com/
title/tt0090830/ Filmin yönetmeni: Randa Haines. Oyuncular: William Hurt, Marlee
Matlin. Yapım yılı: 1986.)
JOHN LOCKE
John Locke (‘Caan Lak’ Locke (1632-1704) felsefenin farklı alanlarına çok değerli katkılarda bulunmuş
okunur) önemli bir İngiliz bir Modern Dönem düşünürüdür. Bir örnek vermek gerekirse, Locke’ın siyaset
deneyimcidir.
felsefesi konusunda ortaya koyduğu fikirler demokrasi ve liberalizm gibi konular-
da temel bir rol oynamıştır. Epistemoloji konusuna gelince, özellikle Descartes’la
birlikte ortaya çıkan sorunsal bağlamında, Locke’ın fikirlerinin son derece önemli
bir yer tuttuğu genel olarak kabul gören bir düşüncedir. Aşağıdaki bölümlerde
hem Locke’ın görüşlerini kısaca tanıtacak hem de bu yolla, Modern Dönem’in
temel düşünce akımlarından biri olan deneyimciliğin kuruluş tezlerini yakından
inceleme fırsatı bulacağız.
5. Ünite -Bilginin Kaynakları Sorunu (1): Deneyimcilik 91
zihnimizde var olan her idea, ne kadar soyut olursa olsun, nihayetinde temel duyu
algılarından türemiş olma durumundadır.
Locke hem ahlaki boyutta hem de kuramsal düzeyde doğuştan ideaların olama-
yacağını savlar. O hâlde, bilgi tümüyle deneyim alanına aittir. Bu aşamada, Locke’a
göre ideaların bilgisel statüsünü daha ayrıntılı olarak irdelemekte yarar görüyoruz.
Öncelikle, her ne kadar Locke için insan bilgisi duyu algılarına dayanmakta ise de,
ona göre beş duyudan doğrudan gelen veriler kelimenin tam anlamıyla “bilgi” de-
ğildir. Bunun nedeni Locke’a göre, bilginin –duyu verileriyle karşılaştırıldığında–
üst düzey bir bilişsellik gerektirmesi ve ancak aklın karmaşık işlevleri sayesinde
olanaklı olabilmesidir. Locke’ın bu fikrinin sağduyuya uygun olduğu düşünülebilir.
Biz “gül kokusu” veya “mavi renk” gibi nitelikleri duyumsarken bütünüyle edil-
gen (pasif) bir durumda bulunuruz. Örneğin, mavi renge bakıp sarı görmek veya
gülü koklayıp benzin kokusu almak –sağlıklı ve normal bireyler için– olanaksızdır.
Ancak; niyet etme, arzulama, anımsama, düşünme, çıkarım yapma, inanma gibi
zihinsel işlevler oldukça farklı bir zihinsel işleyiş gerektirirler. Bu işlevler sırasında
akıl etken (aktif) olarak çalışmak durumundadır. Dahası Locke, oldukça şaşırtıcı
bir şekilde, algının da bu üst düzey işlevler arasında yer aldığına, yani düşünsel
kapasitelerin kapsamında incelenmesi gerektiğine inanır. (Bunu daha iyi anlamak
için şu iki örneği bilişsel karmaşıklık açısından karşılaştıralım: “Bir patlama duy-
mak” ve “eski bir arkadaşımızı parkta yürürken görmek”. İkinci örneğin kapsam-
lı bir anlamlandırma ve tanımlama gerektirdiği açıktır.) O hâlde, bu görüşe göre,
insanın bilgisel yapısı temel olarak iki ana unsurdan oluşur diyebiliriz. Birincisi,
duyulardan gelen veriler bize dünya bilgimizin “malzemesini” sağlar; ancak bun-
lar gerçek anlamda bilgi değillerdir. Duyulardan gelen veriler bizde yalnızca basit
ideaların oluşmasına neden olur. İkinci olarak, duyulardan gelen malzeme, zihin
içinde düşünsellik boyutunda işlenerek karmaşık dünya bilgisinin ortaya çıkması-
na yol açar. Bunun sonucu da, zihnimizde karmaşık ideaların oluşmasıdır.
Locke’ın Ontolojisi
Varlık alanının unsurlarının açıklanması söz konusu olduğunda, Locke’ın görü-
şünün genel olarak Aristoteles’in metafiziği ile benzerlikler taşıdığı söylenebilir.
Locke da tözsel bir ontoloji tasarlamış ve tözlerin nitelikler veya özelikler taşıdı-
ğını düşünmüştür. Ancak onun felsefesinin önemli farklarından biri, kendi dö-
neminin söylemsel havasına uygun bir şekilde, temsil epistemolojisinin düşünsel
gereçlerini kullanmasıdır.
Locke temel olarak iki tip “nitelik” olduğunu savunur. Birincil nitelikler, mad-
desel gerçeklik içinde yer alan ve bizim zihnimizde de temsil edilebilen özellik-
Locke iki tip niteliği lerdir. Örneğin, bir nesnenin kapladığı uzam, nesnenin fiziksel biçimi, kütlesi ve
birbirinden ayırır: (1) Hem hareketi, nesnenin kendisinde olan ve bizim de algısal olarak bilebileceğimiz ni-
nesnede hem de zihinde
olan nitelikler, (2) Zihinde teliklerdir. Locke bu niteliklerden ayrı olarak, ikincil niteliklerden söz eder. İkincil
olan ancak nesnede olmayan nitelikler ise nesnelerin birincil nitelikleri nedeniyle bizim zihnimizde oluşan et-
nitelikler.
kilerdir. Örnek vermek gerekirse, renkler ve kokular bu sınıfa giren özelliklerdir.
Locke’ın bu ayrımı ilk bakışta anlaması biraz zor gelebilir; o yüzden konuyu biraz
somutlaştırarak açıklamaya çalışalım. Locke’a göre, bir gülün belli özellikleri (“şe-
kil” gibi) benim zihnimden bağımsız olarak nesnelerin kendisinde vardır. Peki,
gülün kırmızı rengi ve kokusu için aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Gülün benim du-
yumsadığım keskin kokusunu düşünelim. Eğer güllerin olduğu bir bahçede hiç bir
insan olmasaydı, güllerin kokmasına neden olan “kimyasal yapı” –her ne kadar
Locke böyle bir terminoloji kullanmasa da– tahminen yine güllerin içinde olacak-
5. Ünite -Bilginin Kaynakları Sorunu (1): Deneyimcilik 93
tı. Ama insanların hissettiği o keskin koku fiziksel gerçekliğin içinde olur muydu?
Buna olumlu yanıt vermek zordur. Bir uzaylının aynı gülü koklayıp çok farklı bir
koku alması olasıdır. Bu durum şunu gösterir: Renk ve koku gibi ikincil nitelikler,
varlıklarını “nesnel” olan birincil niteliklere borçlu olsalar da, kendileri aslında o
nesnelerin içinde değillerdir. Bizim bildiğimiz “gül kokusu” özelliğinin ortaya çık-
ması için, gül denilen nesne ile duyumsal kapasiteleri olan “insan” gibi bir varlığın
bir araya gelmesi gerekmektedir. O yüzden, ikincil niteliklerin kendileri (yani, bi-
zim duyumsadığımız kokular, bizim gördüğümüz kırmızı renk, vs.), ne tek başına
maddesel gerçekliğin içindedir ne de algılayan öznenin zihninde durup dururken
yaratabileceği olgulardır. Locke’ın ikincil niteliklerin (nesneden kaynaklansalar
da) öznede olduğunu iddia ederken kastettiği budur.
Biz dünyayı nitelikler yoluyla biliriz. Ancak, doğal olarak, niteliklerin hiç bir
şeye tutunmadan evrende var olduklarını iddia etmek saçma olur. Locke’a göre
tikel bir nesne, niteliklerden ve nitelikleri kendinde toplayan bir tözsel zeminden
oluşur. Örneğin, bir gül çok sayıda niteliğin bir araya gelmesiyle oluşur: Şekil, bü-
yüklük, ağırlık, renk vs. Ancak nitelikler veya özellikler bir şeyin nitelikleri veya
özellikleridir. Locke, nitelikleri barındıran zemine “tözsel taban” (substratum) adı-
nı verir. İnsanlar epistemolojik açıdan yalnızca nitelikleri bilebilir; “tözsel taban”
ise bilgi nesnesi olabilecek bir şey değildir. Ancak Locke, bilinebilir olmasa da,
insan aklının “tözsel taban”ların varlıksal gerekliliğini akılcı bir şekilde öne süre-
bileceğini ve bu gerekliliği kavrayabileceğini düşünür.
Locke’ın birincil ve ikincil nitelikleri ayırması ilk bakışta kafa karıştırıcı gelebilir.
Onun bu ayrımının felsefi işlevinin ne olabileceği konusunda fikir üretmeye çalışın. 2
Locke’ın farklı tip nitelikler tanımlamasının felsefi motivasyonu ne olabilir? Bu ay-
rım hangi ontolojik ve epistemolojik amaçlara hizmet etmektedir?
DAVID HUME
Felsefe tarihinde insan bilgisinin “nesnel” temellerine duyulan sağlam inanç ko-
nusunda en keskin eleştirel görüşü geliştiren ve sonuçta da en büyük epistemo-
lojik yıkıma neden olan düşünür Hume olmuştur. Hume’un, gözlemlenen düzen-
lilikler ve onlara bağlı tümevarımsal çıkarımlar konusunda dile getirdiği şüpheci
fikirlerden daha önce söz etmiştik. Bu bölümde özellikle Hume’un “nesnelerin
nesnel varlığı” ve “nedensellik” konularında ileri sürdüğü ve felsefe tarihinde de-
rin bir iz bırakmış olan tezlerinin üzerinde odaklanacağız.
GEORGE BERKELEY
Deneyimciliğin kuramsal temellerini atan düşünürlerin Locke ve Hume olduğu ge- George Berkeley (“Corc
nel olarak kabul görür. Bununla birlikte, bir diğer ünlü deneyimci olan Berkeley’in Barkli” okunur) ideacılığı
da savunmuş olan bir
belli fikirleri de epistemolojik bağlamlarda sıkça dile getirilmiş ve tartışılmıştır. Bu deneyimcidir.
bölümde Berkeley’in (1685-1753) önemli tezlerinden bazılarını irdeleyeceğiz.
İdeacılık ve Deneyimcilik
Öncelikle felsefi ayrımlarımızın bazılarını netleştirelim. Felsefi tartışmalarda ba-
zen maddecilik (veya materyalizm) ile deneyimcilik ilintili kavramlar olarak kulla-
nılır. Bu oldukça yanıltıcı bir uygulamadır. Maddecilik, genel olarak, var olanların
yalnızca maddesel nesneler (veya maddesel töz) olduğunu, zihinsel veya ruhsal
tözün olmadığını savlayan felsefi görüştür. Maddeciliğin tersi, “içine ideanın veya
düşünsel unsurların girmediği bir varlıksal kesitin olamayacağı” tezine karşılık
gelir ve bu görüşe ideacılık adı verilir (Bu akım için ‘idealizm’ deyimi de yaygın İdeacılık var olanların temelde
olarak kullanılır). “İdeacılık”, bazen de, evrenin yapımsal temelinde maddeden düşünsel veya zihinsel
olduğunu savlayan metafizik
ziyade madde-dışı, düşünsel veya ruhsal unsurların bulunduğu savı olarak da an- görüştür.
laşılır. Maddecilik ve ideacılık, metafizik (veya ontolojik) görüşlerdir. Deneyim-
cilik ise epistemolojik bir görüş veya akımdır. Bir felsefecinin deneyimci olması,
onun “madde” kavramı konusunda nasıl bir tavır alacağına ilişkin fazlaca bir şey
söylemez. Örneğin, Locke maddesel dünyaya ait unsurların (birincil nitelikler,
substratum, vs.) varlığını kabul ederken, Hume o tür metafizik unsurları felsefi
kurgusundan kesinlikle dışlamaktadır. O yüzden bu iki düşünsel boyut felsefede
dikkatli bir şekilde ayrılmalıdır.
Berkeley’in görüşünü ilginç kılan bir nokta, ontolojik anlamda ideacılığı ve
epistemolojik açıdan da deneyimciliği açıkça savunmuş olmasıdır. Bu görüş- Berkeley hem bir deneyimci
lerin Hume tarafından da savunulduğu ve Hume’un Berkeley’den çok da fark- olup hem de açıkça ideacılığı
savunması yüzünden felsefe
lı bir konumda olmadığı düşünülebilir. Ancak bu ilk izlenim yanıltıcıdır çünkü tarihinde ilginç bir yere
Berkeley’den farklı olarak Hume herhangi bir metafizik veya varlıksal perspektifi sahiptir.
savunmamaktadır. Hume’un göstermeye çalıştığı nokta, eğer nesnelerin zihinden
bağımsız varlığına ilişkin bilgi sahibi olabileceğimizi sanıyorsak, bu yaklaşımın
98 Epistemoloji
Özet
Deneyimcilik akımını ana hatlarıyla açıklaya- kabul edilir. Sonuçta ortaya tartışmaya oldukça
1 bilmek. açık bir durum çıkar çünkü farklı türden iki şe-
Deneyimci düşünürler, bilgimizin tek kaynağının yin “temsil” ilişkisi içinde bulunması bu ilişkinin
duyu verileri ve algılar olduğu tezini savunurlar. doğası ve güvenilirliği konusunda akıllarda soru
Bu bağlamda, “duyu verisi” ve “algı” kavramla- işaretlerinin oluşmasına neden olur. Bu bağ-
rının aynı olmadığını özellikle vurgulamamız lamda oluşan felsefi kaygılar ve akıl yürütmeler
gerekiyor. Örneğin bitkiler dünyaya duyusal ola- epistemoloji tarihinde derin tartışmaların orta-
rak açıktırlar; ancak görmek, işitmek, koklamak ya çıkmasına neden olmuştur.
gibi algısal kapasiteler bitkilere değil hayvanlara
özgüdür. Yukarıda verdiğimiz tanımı şu şekilde Modern Dönem’de deneyimciliği net bir şekilde
de ifade edebiliriz: Deneyimciler duyulardan ve 3 ifade eden ilk düşünür olan John Locke’ın felsefe-
algılardan gelen verilerin dışında bilginin başka sini açıklayabilmek.
bir kaynağı olmadığını savlarlar. Türkçede bazen ‘Tabula rasa’ deyimi Latince “boş levha” anlamı-
bu akım için ‘deneycilik’ deyimi de kullanılır. na gelir ve bu kavram John Locke’dan bu yana
Ancak, “deney” ve “deneyim” kavramları arasın- deneyimci felsefeciler tarafından insan zihninin
da önemli bir fark olduğu açıktır. Bu kitapta biz doğum anındaki durumunu betimlemek için
‘deneyimcilik’ deyimini tercih edeceğiz. kullanılır. Yaşamımızın başında herhangi bir
bilgiye sahip olup olmadığımız sorusu hem fel-
Deneyimciliğin arka planını oluşturan “temsil” sefecileri hem de bilim insanlarını yakından il-
2 kavramını açıklayabilmek. gilendirmiştir. “Deneyimci” felsefeciler, isimden
Çağımızın epistemolojik görüşlerini iyi anla- de anlaşılacağı gibi, insan bilgisinin oluşumun-
yabilmek için, Descartes sonrası felsefede çok da deneyimin esas olduğuna inanırlar. Gerçek-
önemli bir yer tutan “temsil” kavramının doğru lik konusunda bildiğimiz ne varsa, nihayetinde,
anlaşılması gerekmektedir. En basit şekliyle ta- deneyime dayanmak zorundadır. Tersten söyler-
nımlarsak, temsil olgusunun gerçekleşmesi belli sek, bir bilgi parçası ne kadar karmaşık veya so-
bir nesnenin veya durumun ifadesinde farklı bir yut olursa olsun, onun kökeni mutlaka yaşadığı-
nesnenin veya durumun kullanılması, ilk nes- mız deneyimlerdir. Basitleştirerek söylersek, algı
nenin anlamsal boyutta “yerine geçmesi” ara- bilginin oluşumunda esastır. Algı boyutunun
cılığıyla gerçekleşir. Örneğin, benim zihnimde tamamen dışına çıkarak dünyaya ilişkin bilgi
Anıtkabir’in görüntüsü oluştuğunda, o görüntü edinmek olanksızdır. Örneğin eğer bir insan beş
ile gerçekte var olan yapı arasında bir ilişki vardır: duyusunun hepsinden yoksun olarak dünyaya
Zihnimdeki görüntü gerçek nesneyi “temsil eder”, gelseydi, yaşamı boyunca tahminen herhangi
onun varlığına işaret eder, ona bir gönderme ya- bir bilgi sahibi olamayacaktı. Locke’a göre, bi-
par. Bu kavramın epistemolojik açıdan neden zim karmaşık kavramlara ve bilgilere sahip ola-
çok önemli olduğunu tahmin etmek zor değildir. bilmemizin kökeninde, basit algıları bir araya
Descartes ve onu izleyen pek çok bilgi kuramcı- getirebilme yeteneğimiz yatmaktadır. Örneğin
sına göre, bilginin aracı veya barınma yeri zihni- hepimiz “devlet” veya “ özgürlük” kavramlarına
mizde oluşan durumlar, yani “temsillerdir”. Bu sahibiz. Ancak bunlar dünyada görebildiğimiz,
açıdan bakıldığında, zihinsel temsil olgusu genel- dokunabildiğimiz, koklayabildiğimiz şeyler de-
de çok aklımıza gelmeyen ilginç bir durumun da ğillerdir. Locke, “devlet” gibi karmaşık fikirlerin
ortaya çıkmasına neden olur. Bizim bilgilenme- de, en nihayetinde, basit algı parçacıklarının
mize neden olan temsiller veya zihinsel durumlar bileşkesinden, onların zihin tarafından bir ara-
maddesel şeyler değillerdir. Örneğimize döner- ya getirilmesinden oluştuğunu savlar. Kısacası,
sek, Anıtkabir’in zihnimdeki görüntüsü somut, dünyaya ilişkin kavramlarımızın ve bilgimizin
elle tutulur bir nesne değildir. Oysa temsil edilen kaynağı deneyim dışında bir şey olamaz.
nesnelerin zihinlerin içinde olmadığı genelde
5. Ünite -Bilginin Kaynakları Sorunu (1): Deneyimcilik 101
David Hume’un bir deneyimci olarak felsefe tari- George Berkeley’in felsefesinin ideacı ve deneyimci
4 hinde neden çok önemli bir yer tuttuğunu açıkla- 5 yönlerini açıklayabilmek.
yabilmek.
Berkeley hem ideacı bir ontolojiyi hem de
Hume’un deneyimci görüşlerini çarpıcı kılan bir deneyimci bir epistemolojiyi savunmuştur.
özellik, onun daha önce hiç sorgulamayı düşün- Berkeley’in en temel ve en çarpıcı iddiası, “mad-
mediğimiz ve “kesin” olarak aldığımız bazı bil- de” dediğimiz şeyin, yani zihinden tamamen ba-
gi türlerinin aslında önemli bir metafizik boyut ğımsız bir varlık kesitinin olmadığıdır. Kendisi,
içerdiğini ve varsayımlarımızın tersine, bizim ayrıca, bizim gerçekliğe ilişkin tüm bilgimizin
için bilinebilirlikten oldukça uzak olduğunu gös- deneyimsel olarak ve idealar yoluyla geldiğini
termesidir. Biz genellike fiziksel dünyanın nes- savunur. Berkeley’in maddesel gerçekliği red-
nelerinin biz onları algılamadığımız zamanlarda detmesinin nedeni şudur: Maddeci düşünürler
da kesintisiz ve bizden bağımsız bir tarzda var nesnelerin algılardan bağımsız bir şekilde var
olduklarını düşünürüz. Hume bu inanca kapıl- olduğunu savlar; ancak biz bir nesneyi kavra-
mamızda tuhaf veya yadırganacak bir taraf olma- dığımızda, o nesne ister istemez bizim “zihin-
dığını açıkça belirtir. Onun sorduğu soru, bu tür selliğimizde canlanan” bir nesne olmaktadır.
düşüncelere nasıl kapıldığımız ve bu fikirlerin Maddeciler, zihnin işlevlerinin hiç etkilemediği
kaynağının ne olduğudur. Bu sorulara verilebile- bir “madde” kavramından söz ederler. Berkeley’e
cek ilk yanıt tahminen “algı sayesinde” olacaktır. göre bu olanaksızdır. Zihinselliğin hiç girmediği
Ancak bu doğru bir yanıt olamaz çünkü algı ke- bir varlığı zihnimiz bilemez, kurgulayamaz. Bi-
sintili bir süreçtir ve biz o yolla nesnelerin algıla- zim “maddesel” olarak nitelediğimiz her şey, bu
yan zihinden bağımsız olarak gerçeklik içinde var anlamda, zihinselliği ve algılanmayı gerekli kı-
oldukları fikrini edinemeyiz. Hume’a göre bizim lar. Onun deyimiyle: “Var olmak algılanmaktır”.
bu inancımızın nedeni, belli tür algıları düzenli
bir şekilde deneyimlemenin sonucu zihnimizin Deneyimciliğin genel felsefi değerlendirmesini
(veya “hayal gücümüzün”) fiziksel nesnelerin 6 yapabilmek.
algılanmadığı zaman da var olduğu düşüncesini Deneyimciler, çoğunlukla, Descartes’ın başlat-
yaratmasıdır. Eğer bu doğruysa, bizim nesnelerin tığı bilgisel irdelemeleri devam ettirmişler ve
kesintisiz varlığına ilişkin düşünmeden yaptığı- Descartes ile ortaya çıkan temsil epistemolojisi
mız varsayım sorunlu bir akıl yürütme içeriyor üzerinden bir perspektif geliştirmişlerdir. Des-
demektir. Hume benzer fikirleri nedensellik için cartes gibi felsefeciler genellikle akıl yoluyla
de öne sürer. Biz evrende sürekli olarak düzenli bileceklerimiz konusunda iyimser bir havaya
tekrarlar gözlemleriz. Örneğin, elden bırakılan sahiptir. Oysa Locke ve Hume gibi deneyimciler,
bir nesne her zaman yere doğru düşer. Ancak bu duyu verilerine ve algılara dayanmayan hiç bir
durumda bizim gerçekten bildiğimiz şey, geçmiş- şeyin bilgi olarak kabul edilemeyeceğini düşün-
te söz konusu olgunun düzenli bir şekilde tekrar- müşlerdir. Başka bir şekilde ifade edersek dene-
ladığıdır. Başka bir deyişle, tikel gözlemlerden yimciler, ne kadar karışık görünürse görünsün,
hareketle evrenin yapısına ilişkin genel bir bilgiye dünya bilgimizin her parçasının mutlaka basit
sahip olduğumuz çıkarımı yapamayız. Örneğin duyumlardan ve algılardan kaynaklandığını öne
yarın elimizden bıraktığımız nesneler uçmaya sürmüşlerdir. Bu açıdan bakıldığında, deneyim-
başlayabilir. Ve bizim bu konuda (metafizik) bir ciliğin “ayakları yere basan” ve bilgiyi “somut
bilgiye sahip olmamız olanaksızdır. verilere dayanarak” açıklamaya çalışan bir akım
olduğu söylenebilir. Bu akımın güçlü ve zayıf
yönlerinin tam olarak değerlendirilebilmesi için
elbette, bir sonraki ünitenin konusu olan usçu-
luğun da incelenmesi gerekmektedir.
102 Epistemoloji
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi “deneyimcilik” kavramını 4. Bir limonu görsel olarak deneyimlediğimizde algı-
en iyi şekilde tanımlamaktadır? ladığımız sarı renk bir niteliktir. Locke’a göre, bu nitelik
a. Deneyimcilik, insanın sahip olduğu tüm bilgilerin için aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
kökeninin temelde beş duyu olduğunu savunur. a. Sarı renk “ikincil nitelik” sınıfına girdiği için li-
b. Deneyimcilik, insanın sahip olduğu tüm bilgile- monun kendisinde bulunmaz.
rin kökeninin temelde akıl olduğunu savunur. b. Sarı renk “ikincil nitelik” sınıfına girdiği için li-
c. Deneyimcilik, insanın sahip olduğu tüm bilgi- monun kendisinde bulunan bir özelliktir.
lerin kökeninin temelde fiziksel kuramlar oldu- c. Sarı renk “birincil nitelik” sınıfına girdiği için
ğunu savunur. limonun kendisinde bulunmaz.
d. Deneyimcilik, insanın sahip olduğu tüm bilgi- d. Sarı renk “birincil nitelik” sınıfına girdiği için
lerin kökeninin temelde bilimsel deneyler oldu- limonun kendisinde bulunan bir özelliktir.
ğunu savunur. e. Sarı renk “nesnel nitelik” sınıfına girdiği için li-
e. Deneyimcilik, insanın sahip olduğu tüm bilgile- monun kendisinde bulunan bir özelliktir.
rin kökeninin temelde mantık olduğunu savunur.
5. Locke’a göre, zihnimizde uyanan ideaların yalnızca
2. Descartes ile başlayan Modern Felsefe’nin en özneye ait durumlar olmadığını göstermek olanaklıdır.
önemli boyutlarından biri “temsil epistemolojisi”dir. Aşağıdakilerden hangisi Locke’ın bu bağlamda kullan-
Descartes’ın felsefesi açısından “temsil” kavramı aşa- dığı ya da kullanabileceği bir akıl yürütme değildir?
ğıdaki cümlelerden hangisi aracılığı ile en iyi şekilde a. Görsel açıdan sağlıklı insanların bir ışık kayna-
ifade edilebilir? ğına bakınca karanlık görmeleri olanaksızdır.
a. Bilgiyi içinde barındıran ve temsil olgusunu b. Duyusal olarak normal insanlar, bir ağacın dev-
gerçekleştiren insan zihni aslında bütünüyle rilme sesini bir senfoni olarak algılayamazlar.
maddesel bir yapıdadır. c. Duyusal olarak normal insanlar, bir pamuk yı-
b. Fiziksel dünyanın nesneleri “idea” adı verilen ğınına dokunup sert yüzey duyumu alamazlar.
zihinsel durumları temsil ederler. d. Zihinsel olarak sağlıklı insanlar için, “hatırla-
c. İnsan zihnindeki idealar fiziksel gerçeklik için- nan” diş ağrısı ile “gerçek” diş ağrısı çok farklı
de var olan şeyleri temsil ederler. duyumlardır.
d. İnsan zihnindeki idealar maddesel dünyanın e. Görsel açıdan sağlıklı insanlar dünyayı gözleri
nesnelerinin var olmasına neden olurlar. açıkken algılarlar.
e. İnsan zihninde temsil edilmeyen nesnelerin
gerçekten var olduğu söylenemez. 6. Aşağıdakilerden hangisi Hume’un yanıtlamaya ça-
lıştığı felsefi sorulardan biridir?
3. Aşağıdakilerden hangisi John Locke’ın “tabula a. Bir nesne bize göründüğünde, onun gerçekten
rasa” fikrini tam olarak açıklar? göründüğünden emin olabilir miyiz?
a. İnsan zihni mantıksal doğruları öğrenme yete- b. Birincil ve ikincil nitelikler arasındaki temel
neğine sahiptir. farklar nelerdir?
b. İnsan zihni manevi doğruları öğrenme yetene- c. Birincil nitelikler akıl yoluyla mı yoksa deneyim
ğine sahiptir. yoluyla mı kavranır?
c. Doğduğumuz zaman zihnimiz en temel bilim- d. Nesnelerin biz algılayamadığımız zamanlarda
sel ideaları içerir. da bağımsız olarak var oldukları yönündeki
d. Doğduğumuz zaman zihnimiz boş bir levha inancımızın kökeni nedir?
gibidir. e. İnsanların zihninde doğum anında var olan ide-
e. Doğduğumuz zaman zihnimiz yalnızca Tanrı alar hangileridir?
ideasını içerir.
5. Ünite -Bilginin Kaynakları Sorunu (1): Deneyimcilik 103
7. Hume’a göre aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? 10. Aşağıdakilerden hangisi deneyimci felsefeciler için
a. Locke’ın birincil nitelikleri deneyimsel bilginin yanlıştır?
hedefi olamaz. a. Bir felsefecinin deneyimci olması onun Tanrı’nın
b. Locke “doğuştan ideaların olamayacağı” konu- varlığına inanmadığı anlamına gelmez.
sunda haklıdır. b. Deneyimcilik özünde ontolojik bir görüş değil,
c. İnsan zihni idealardan hareketle zihinden ba- epistemolojik bir perspektiftir.
ğımsız nesnelerin gerçek niteliklerini kavra- c. Bir deneyimcinin maddesel tözün varlığını ka-
yabilir. bul etmesi olanaksızdır.
d. Nesnelerin bizden bağımsız bir şekilde var ol- d. Deneyimciler zihnin dışındaki metafizik ger-
dukları yönündeki inancımızın nedeni insan çekliğin kesin bir şekilde bilinmesinin olanaklı-
aklının bazı soyut felsefi irdelemeler yapması lığı konusunda Descartes’tan farklı bir yaklaşım
olamaz. içindedirler.
e. Nesnelerin bizden bağımsız bir şekilde var ol- e. Bir felsefecinin deneyimci olması onun madde-
dukları yönündeki inancımızın nedeni algılar ci veya ideacı olmasını belirlemez.
olamaz.
Okuma Parçası
GENEL OLARAK İDELER VE KÖKENLERİ kaynak vardır; dışımızdaki nesneler alanında olma-
İnsan düşündüğünün ve düşünürken zihninde dolaşan dığından duyu değilse de çok benzemektedir ve içsel
şeylerin ideler olduğunun bilincindedir; öyleyse şu ke- duyu diye adlandırılmak için uygundur. Fakat sundu-
sindir ki, insanlar zihinlerinde beyazlık, sertlik, tatlılık, ğu ideleri zihnin kendi içinde yürüttüğü işlemler üze-
düşünme, hareket, insan, fil, ordu, sarhoşluk ve benzeri rinde düşünerek edinmesine bağlı olarak diğerine DIŞ
sözcüklerle dile getirilen çeşitli ideler taşırlar. Bu du- DUYUM diyorken, bunu da İÇ DUYUM diye adlandı-
rumda öncelikle araştırılması gereken “Onları nasıl rıyorum. Bu inceleme boyunca İÇ DUYUM ifadesi geç-
ediniriz?” sorusunun yanıtıdır. tiğinde, zihnin kendi işlemlerini, anlama yetisinde bun-
İnsanların varoluşlarının başında zihinlerine damga- ların idelerini üreten akıl yardımıyla anlaşılsın isterim.
lanmış doğuştan ideler ve ilk harflere sahip oldukları Dış Duyumun nesneleri olan dışımızdaki somut şeyler
yolunda kabul görmüş bir öğreti vardır. Bu sanı üze- ve İç Duyumun nesneleri olan zihnimizdeki işlemler
rinde zaten oldukça fazla durmuştu : Anlama yetisinin bence tüm idelerimizin doğduğu kaynaklardır. Burada
sahip olduğu tüm ideleri nereden edindiğini gösterdi- kullandığım geniş anlamıyla “işlemler” terimi zihnin
ğimde; önceki kitapta söylemiş olduklarımın çok daha idelerine ilişkin etkinlikleri yanında, bir düşünceden
kolay benimseneceğini sanıyorum. Zihne hangi yol ve doğan doyum ya da rahatsızlık gibi etkinliklerin ken-
aşamalarla girdikleri de herkesin kendi gözlem ve de- dilerinden kaynaklı kimi edilginlikleri de içermektedir.
neyiminden ortaya çıkacaktır. Anlama yetisinde bu kaynaklar dışında bir yerlerden
Gelin zihni başlangıçta üzerine hiçbir şey yazılmamış edinilmiş hiçbir ide yoktur bence. Dışımızdaki nesneler
düz beyaz bir kâğıt (tabula rasa) gibi düşünelim -Bu zihni bizde ürettikleri farklı algılara karşılık gelen duyu-
kağıt nasıl doldurulur? İnsanın sınırsız kurgu yetene- lur niteliklere ilişkin idelerle donatırlar; zihin de anlama
ği ile zihne aktardığı bu zenginliğin kaynağı neresidir? yetisini kendi işlemlerine ait idelerle doldurur.
Tüm bu bilgi ve akıl malzemelerini zihin nereden edin- Bu kaynakları ve bileşimleri ile bağıntılarını iyice irde-
mektedir? Bunlara tek yanıtım var. “DENEYİM”. Tüm lersek, tüm ide varlığımızı onlara borçlu olduğumuzu
bilgimiz önünde sonunda deneye dayanır ve deneyim- görebiliriz; zihnimizde de bunların birinde edinilmemiş
den gelir. Anlama yetimizi tüm düşünme malzemeleri hiçbir ideye rastlamayız. Biri kendi düşünceleri ve an-
ile donata dışımızdaki duyulur nesneler ya da kendi lama yetisini enine boyuna incelesin ve sonra bana sa-
içimizde algılamadığımız ve duyduğumuz zihinsel iş- hip olduğu özgün idelerin, duyularının nesneleri ya da
lemlere yönelik gözlemimizdir. Bunlar tüm idelerimi- zihninin işlemlerinin nesnelerinden başka şeyler olup
zin doğduğu bilgi pınarlarıdır. olmadıklarını söylesin. Ne kadar büyük bir bilgi biriki-
Duyulur nesneler alanında DUYULARIMIZ zihne mi olursa olsun titiz bir gözlemle, ileride de göreceğimiz
bunların etkileme biçimlerine göre çeşitli algılarını üzere, anlama yetisinde bir araya getirilen ve türetilen
iletirler. Dolayısıyla sarı, beyaz, sıcak, soğuk, yumuşak, sonsuz bir çeşitlilik içinde olsalar da bu iki kaynak dışın-
sert, acı, tatlı ve benzeri tüm duyulur niteliklerin idele- dan gelmiş hiçbir ide taşınmadığı böylece anlaşılır.
rini ediniriz; “duyular zihne iletirler” ile söylemek iste- Bir bebeğin dünyaya gelirken gelecekteki bilgileri-
diğim duyularının zihinde bu algıları üreten şeyleri dış nin özünü oluşturan bir sürü ide ile yüklü olduğunu
nesnelerden alıp zihne taşıdığıdır. Sahip olduğumuz, düşünmek için pek az nedenimiz var. Çocuk aşama
duyularımız yoluyla anlama yetisine aktarılan çoğu ide- aşama o idelere kavuşur. Kimi, bilinir niteliklere ait
nin bu önemli kaynağına ben “DIŞ DUYUM” diyorum. ideler, bellek, zaman ya da sıra kaydı tutmaya başla-
Deneyimin anlama yetisini idelerle doldurmasına madan önce yerleşiyorsa da, yabancı nitelikler için o
kaynaklık eden bir diğer şey de, zihnimizin idelerine kadar uzun bir süreç gereklidir ki, onlarla tanıştığı za-
ilişkin işlemlerin algısıdır ki, bu işlemler düşünme sı- manı anımsayacak pek kimse yoktur. Çaba gösterilse
rasında anlama yetisini dışındaki nesnelerden sağlana- kuşkusuz bir çocuk yetişkin olana dek sıradan idelerin
mayacak olan başka bir grup ide ile donatır. Bilincinde bile çok azı edindirilerek büyütülebilir. Ne kadar özen
olduğumuz ve kendimizde gözlemlediğimiz algılama, gösterilse de, bebekler dünyaya geldiklerinde çevrele-
düşünme, kuşku duyma, inanma, uslamlama, bilme, rini saran, çeşitli ve sürekli biçimlerde etkileri altına
isteme ve benzeri çeşitli zihinsel edimlerle de anlama girdikleri cisimlerin zihinlerinde bıraktığı izlenimler-
yetilerimize seçik ideler katarız. Her insanın içinde bu den kurtulamazlar. Işık ve renkler, sesler ve dokunulur
5. Ünite -Bilginin Kaynakları Sorunu (1): Deneyimcilik 105
Yararlanılan ve Başvurulabilecek
Kaynaklar
Beauchamp, T. L. and Rosenberg, A. (1981). Hume
and the Problem of Causation. New York: Oxford
University Press.
Berkeley, G. (1996). Hylas ile Philonous arasında Üç
Konuşma. çeviren: K. Sahir Sel, İstanbul: Sosyal
Yayınlar.
Berkeley, G. (1996). İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine.
çeviren: Halil Turan, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınlar.
Chappell, V., editor (1994). The Cambridge
Companion to Locke. Cambridge: Cambridge
University Press.
Hume, D. (1997). İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme.
çeviren: Aziz Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınları.
Hume, D. (1978). A Treatise of Human Knowledge.
editor: L. A. Selby-Bigge, Oxford: Clarendon Press.
Hume, D. (1993). An Enquiry Concerning Human
Understanding. editor: E. Steinberg, Cambridge:
Hackett Publishing Company.
Johnson, O. A. (1995). The Mind of David Hume.
Chicago: University of Illinois Press.
Locke, J. (1996). İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme.
çeviren: Vehbi Hacıkadiroğlu, İstanbul: Kabalcı
Yayınevi.
Locke, J. (2000). An Essay Concerning Human
Understanding. editor: G. Fuller, R. Stecker, J. P.
Wright, London: Routledge.
Robinson, D. (2004). Introducing Empricism.
Lanham: Totem Books.
Woolhouse, R. S. (1988). The Empiricists. New York:
Oxford University Press.
6
EPİSTEMOLOJİ
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Usçuluğun genel bir tanımını yapabilecek ve usçuluğun “akılcılık” kavramın-
dan nasıl farklı olduğunu açıklayabilecek,
Usçuluğun Eski Yunan dönemindeki ilk savunucularının bu görüşün kuramsal
zeminini nasıl hazırladığını açıklayabilecek,
Descartes’ın fikirlerinin usçuluk açısından neden önemli olduğunu açıklaya-
bilecek,
En büyük usçu düşünürlerden Kant’ın ontoloji ve epistemoloji alanlarında ger-
çekleştirdiği kuramsal devrimin ayrıntılarını açıklayabilecek,
Usçu görüşün genel bir felsefi değerlendirmesini yapabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Usçuluk • Kopernik Devrimi
• Akıl • Sınırlı Bilişsellik
• Nous • Sentetik A Priori
• “Düşünüyorum, O Hâlde Varım”
İçindekiler
• GİRİŞ
• USÇULUK NEDİR?
• USÇULUĞUN ARKA PLANI: ESKİ
Bilginin Kaynakları Sorunu YUNAN’DAKİ NOUS KAVRAMI
Epistemoloji
(2): Usçuluk • DESCARTES
• KANT
• USÇULUK-DENEYİMCİLİK TARTIŞMASI
ÜZERİNE
Bilginin Kaynakları Sorunu
(2): Usçuluk
GİRİŞ
Önceki ünitede işlediğimiz deneyimcilik konusunun hakkıyla anlaşılması için
onun “felsefi rakibi” olan usçuluğun iyi düzeyde kavranması gerekmektedir. El-
bette bunun tersi de geçerlidir. Bu iki görüşün incelenmesine deneyimcilik ile
başladık. Bu ünitede öncelikle usçuluk konusunda dilsel ve kavramsal açıklama-
larda bulunacağız. Ardından, Eski Yunan’da “akıl” kavramından kısaca bahsede-
cek ve önde gelen Modern Dönem düşünürlerinden Descartes ve Kant’ı kapsayan
tarihsel bir öykü sunacağız.
USÇULUK NEDİR?
Usçuluğun esas olarak deneyimciliğin karşıtı olduğunu söylemek aslında önemli Deneyimciliğin karşıtı olan
bir ipucu vermektedir. O yüzden, deneyimcilikten hareketle tanımlarsak, “usçu” usçuluğa göre, bilgimizin tek
kaynağı duyu verileri veya
olarak bilinen felsefeciler bilgimizin tek kaynağının duyu verileri ve algılar olma- algılar değildir.
dığını düşünürler. Daha açık olarak ifade edildiğinde, güvenilir veya kesin bilginin
temelinde insan aklının yattığı veya gerçekliğin kavranmasının ancak akıl yoluyla
olabileceği tezini ileri süren akıma usçuluk denir. Bu noktada ilk olarak not etme-
miz gereken konu, usçuluğun epistemolojik tablonun merkezine “deneyim par-
çalarını” değil aklı yerleştirmiş olmasıdır. Bu düşüncenin içeriği usçu felsefeciler
tarafından farklı şekillerde doldurulmuş olsa da, söz konusu önermenin usçular
için temel bir ilkeyi ifade ettiği kesindir.
‘Usçu’ veya ‘usçuluk’ deyimleri günlük dilde karşımıza çok sık çıkan kelimeler
değildir. ‘Us’ kelimesi, Arapça kökenli bir kelime olan ‘akıl’ın Türkçesidir. Günlük
dilde, ‘us’ kökü genelikle ‘uslu’ kelimesinin kullanıldığı bağlamlarda ortaya çıkar.
Felsefeciler ise ‘usçuluk’ deyimini teknik bir anlamda, yaygın bir şekilde kullan-
maktadır. Ancak bu kullanım ilk başta tuhaf gelebilir. Belli bir felsefi akımın “akıl”
kavramı ile bağdaştırılması ne anlama gelmektedir? Usçu nitelemesini biz “aklın
kullanımına önem veren kişi” anlamında mı kullanıyoruz? Bu oldukça tuhaf bir
kullanım olurdu çünkü bu kullanım “deneyimcilerin aklın varlığını yadsıdığı” veya
“deneyimcilere göre, bilgi edinirken insanların akla gereksinim duymadıkları” gibi
garip anlamlara gelirdi. Bu türden yanlış anlamaları önlemek için bir noktayı açık-
ça belirtelim: Felsefi bir görüş olan usçuluk, deneyimcilikten farklı olarak, insan
aklının (veya usunun) kendisinin bilginin temel bir kaynağı olduğunu veya bilginin
ortaya çıkmasında insan aklının yapısının özsel ve şekillendirici rol oynadığını sa-
vunur. O yüzden, ‘usçu’ deyimi “aklın kullanımını savunan kişi” gibi basit bir anla-
110 Epistemoloji
ma gelmediği gibi, “usçu” kavramının felsefi karşıtı da kesinlikle “aklı veya zihni
reddeden kişi” değildir.
Bu bağlamda, olası başka bir kavramsal karışıklığa işaret etmekte fayda var.
‘Usçu’ felsefi bir deyimdir ve günlük dilde çok fazla kullanılmaz. Oysa ‘akılcı’
deyimi (ki bu bağlamda ‘rasyonel’ kelimesi de kullanılır) günlük dilde sıkça dile
getirilir ve “mantıklı”, “zekâ belirtisi taşıyan”, “akla uygun yöntemler izleyen” gibi
“Usçu” ve “akılcı” kavramları anlamlara gelir. ‘Us’ kelimesinin ‘akıl’ ile normalde aynı anlamı taşıdığı düşünü-
karıştırılmamalıdır. lürse, “usçu” ve “akılcı” kavramları arasındaki ayrım biraz kafa karıştırıcı gelebi-
lir. O yüzden, olası karışıklıkları ortadan kaldırmak için; genel bir nitelik olarak
“akılcı olmanın” mantıklı düşünmenin bir unsuru veya sonucu olduğunu; “usçu
olmanın” ise felsefede deneyimcilik olarak bilinen akımın tezlerinin felsefi olarak
karşısında duran bir görüşü ifade ettiğini bir kez daha belirtelim.
DESCARTES
Modern Felsefe’nin kurucusu olan Descartes aynı zamanda önde gelen usçular-
dan biridir. Pek çok usçu gibi Descartes da insan zihninin doğum anında belli
“içeriğe” sahip olduğunu düşünür. İdealarımızın bazıları algısal yollardan oluşur
ancak Descartes’a göre, çok önemli bazı idea türleri deneyim yoluyla edinile-
mez. Tanrı ideası veya mükemmel bir daire ideası bu türden bir bilişsel durum-
dur. Descartes’ın usçuluğunun en çarpıcı yönüne aşağıda değineceğiz. Ancak
daha önce, Descartes’ın dünya bilgimizin olanaklılığı konusunda dile getirdiği
görüşleri özetleyelim ve böylece 4. ünitede şüphecilik bağlamında başladığımız
Descartes’ın epistemolojisi konusundaki tartışmamızı tamamlayalım.
Descartes’a göre, “düşünüyorum” saptaması bir kişinin en büyük güvenle ifade ede-
bileceği önerme ve bilgi parçasıdır; diğer tüm bilgi iddiarı daha düşük bir kesinlik 1
düzeyine sahiptir. Ve bundan hareketle düşünen bir varlık “var” olduğunu öne sü-
rebilir. Sizce Descartes bu konuda haklı mı? Daha güvenilir ve temel bir bilgi örneği
bulunabilir mi?
112 Epistemoloji
KANT
Öncelikle Immanuel Kant’ın (1724-1804) genel felsefi perspektifine ilişkin bazı
açıklamalarda bulunalım. Descartes’ın “maddesel” ve “zihinsel” olmak üzere iki
farklı tip töz tanımladığını ve böylece fiziksel nesnelerle zihinsel/ruhsal varlıkların
alanının birbirinden ayırdığını belirtmiştik. Benzer bir şekilde, Kant’ın da fiziğin
ve etiğin alanlarını ayırdığını söyleyebiliriz. Kant’ın bu hamlesinin ardında yatan Kant’ın fikirleri etik, metafizik
gerekçeyi anlamak zor değildir. Yalnızca fizik kanunlarının egemen olduğu bir ev- ve epistemoloji alanlarında
son derece etkili olmuştur.
rende doğa, her tür devinimi ve eylemi fiziksel zorunluluk çerçevesinde belirler.
Elimizden bıraktığımız bir elmanın zorunlu olarak yere düşmesi, kalbimizin dü-
zenli bir şekilde kan pompalaması zorunlu devinimlerdir ve istemden bağımsızdır.
Fizikselliğin içinde özgür irade olamaz. Ancak eğer varlık alanında fiziksellik dı-
şında hiçbir kanun veya kural yoksa, insanlar da fiziksel veya mekanik nesnelere
dönerler. Böyle bir durumda örneğin, dünyadaki adaletsizlikleri veya zalim insan-
ların eylemlerini yalnızca fizik ya da fizyoloji ile açıklamak durumunda kalırız.
Ancak böyle bir tabloda sezgilerimize aykırı bir yön olacağı açıktır. Özgür iradenin
veya tercihlerin olmadığı yerde, etik (veya ahlaki anlamda doğru ve yanlış), anla-
mını tümüyle kaybeder. O hâlde, insanın “gerçekliğini” yalnızca fiziksel kanunlara
başvurarak açıklayamayız. İnsan bedeni elbette fiziksel kanunların etkisi altında-
dır; ancak akıl sahibi bir varlık olan insan, ahlaki olarak seçim yapma ve karar ve-
rebilme kapasitesine de sahiptir. Bedenimiz yer çekimi kanunlarına uymama gibi
özgürlüğe sahip olamaz fakat ahlaki yönümüzün açıklaması fiziksel kanunlar yo-
luyla değil “evrensel ahlaki kanunlar” aracılığıyla yapılabilir. Bu yüzden Kant, aynı
Descartes gibi, “ikicilik” (dualizm) olarak da bilinen akımla ilişkilendirilmiştir.
Locke’ın benzetmesi hatalıdır: Zihnimiz doğum anında bir “boş levha” olamaz.
Başka bir deyişle, zihnimiz organize edeceği ham maddeyi dışarıdan alabilir ancak
organize eden zihinsel sistemin işleyiş ilkeleri deneyimsel yollardan öğrenilemez.
Yaşamdan Örnekler
Biz yaşama genel olarak insan merkezli bir şekilde bakmaya eğilimliyiz. Evcil hay-
vanların aynı bizim gibi “sevdiklerini” veya “nefret ettiklerini” düşünürüz. Dahası,
köpeğimiz bir nesneye bakarken algıladığı şeyin bizim algımızdan farklı olabileceğini
düşünmeyiz. Elbette bir köpeğin algı sistemi insanlarınkinden çok farklı olmayabilir
ancak tartışma köpeklerden sineklere veya yarasalara uzandığında durum daha da
ilginç bir hâl alır. Bilimsel çalışmalar sineklerin gözlerinin ve görsel algı alanlarının
memelilerinkinden çok farklı olduğunu ortaya koymaktadır. Yarasaların ise, ses dal-
galarını kullanarak hiç bir yere çarpmadan uçabilmeleri hep hayret uyandıran bir
olgu olmuştur. İnsanların, köpeklerin, yarasaların ve sineklerin çevrelerini bir şekilde
“temsil edebildikleri” ve duyu organları aracılığıyla farklı şekillerde “bilgilendikleri”
açıktır. Ancak bundan hareketle, nesnelerin her canlı türüne az çok aynı şekilde gö-
ründüğünü çıkaramayız. Bu durum, Alman felsefeci Immanual Kant’ın da farkettiği
gibi, bizi ilginç bir noktaya götürür. Eğer her canlı türü belli sınırlar ve kapasiteler
dâhilinde gerçekliği algılıyorsa, bizim dünyada algıladığımız şeylerin algısal sınırla-
rımızdan ve zihinsel süzgeçlerimizden geçmeden önceki hâllerini hiç bilemeyebiliriz.
Belki nesneleri olduğu gibi algılayabilen bir varlık olabilir, ama insanların o türden
kapasitelerinin olmadığı kesindir. Biz tersini düşünmeye alışık olsak da, nesneleri
bizim zihnimizin sınırları çerçevesinde görebilen ve duyabilen varlıklarız. Beş duyu
sahibi olmamız az bir başarı değildir ama tahminen, o kadar da abartılmaması ge-
rekir. Bu durum gündelik algılarımıza ve algılarken gördüklerimize daha farklı (yani
felsefi) bir gözle bakmamıza neden olabilir. Daldaki bir serçeyi izlerken kendimize
şöyle sorular sorabiliriz: “Bu kuş, bana göründüğü hâliyle değil de, gerçekten nedir?”,
“Eğer ben gerçekliği olduğu gibi görebilen sınırsız kapasitede bir varlık olsaydım, bir
serçeye bakınca ne görecektim?”
algısallığımızı mutlak bir durum gibi almaya eğilimliyizdir. “Nesne” biz insanlara
nasıl görünüyorsa, aslında da öyledir türünden bir varsayımla dünyaya yaklaşırız.
Ancak bir yandan da, gece görüş yeteneğimizin ve işitsel kapasitelerimizin memeli
hayvanlar arasında bile “en üstün düzeyde” olmadığını gayet iyi biliriz. Bu durum,
hem epistemolojik hem de ontolojik açıdan kritik bir noktaya işaret etmektedir.
Eğer konu üzerinde tutarlı olmaya çalışırsak ve (Kantçı açıdan) biraz derin düşü-
nürsek, alışılmış düşüncelerle çelişen şöyle bir sonuca varabiliriz: Sınırlanmış olan
yalnızca bilgimiz değil, aynı zamanda bize nesne olarak görünen şeylerdir.
Bir düşünce deneyi yaparak bu durumu daha iyi açıklayabiliriz. Olağan dene-
yim açısından bakıldığında biz üç boyutlu mekân ve bir boyutlu zaman (toplamda
dört boyutlu zaman-mekân) içinde var olan varlıklarız. Şimdi, iki boyutlu mekân
ve bir boyutlu zaman içinde var olan varlıkların olduğunu düşünelim. Bu varlık-
lar için, zaman tahminen bizimkine benzer bir şekilde akacak ancak yaşadıkları
dünya yaklaşık olarak düz bir kâğıdın geometrik özelliklerine sahip olacaktı. Eğer
bir gün bir küre bu basit evrenin üstünden girip altından çıksa, içindeki varlıklar
bu olguyu nasıl algılarlardı? (Burada, kürenin o iki boyutlu katı dünyanın içinden
geçebildiğini ve, ayrıca, kürenin o varlıklar üzerinde algılanabilir etkiler yaparak
geçiş yaptığını varsayıyoruz.) Elbette, üç boyutlu evrende yaşayan o varlıkların al-
gıladıkları şey bir küre olmayacaktı çünkü algısal kapasiteleri bunun için yetersiz
kalacaktı. Onun yerine, oldukça gizemli bir olay dizisi algılayacaklardı: “Önce bir
nokta belirdi” (küre dünyaya dokunuyor); “ardından nokta büyüyen bir daireye
dönüştü” (kürenin ilk yarısı iki boyutlu düzlemden geçmeye başlıyor), “ardından
dairenin çapı en geniş ölçüsüne ulaştı” (kürenin tam yarısı geçmiş durumda),
“ardından dairenin çapı küçülmeye başladı ve bir nokta düzeyine gerileyerek or-
tadan kayboldu” (kürenin diğer yarısı da iki boyutlu düzlemden geçiyor ve di-
ğer taraftan çıkıyor). Bu türden bir evrende yaşayan varlıkların “nesne” olarak
algıladıkları her şeyin onların bilişsel sınırları tarafından belirlenip şekillenmekte
olduğunu söyleyebiliriz. Dahası, bu varlıkların aslında nesneleri olduğu gibi değil
de, çarpıtılmış, kısıtlanmış ve onların sınırlarına göre biçimlenmiş şeyler olarak al-
gılayıp anladıkları da söylenebilir. Peki biz kendimizin bu varlıklardan özde farklı
olduğumuzu düşünme hakkına sahip miyiz?
Bu, tahminen daha önce hiçbirimizin sormayı akıl etmediği çok çarpıcı bir so-
rudur. Kant’ın görüşüne göre, bizim sınırlanmış varlıklar olmamız yalnızca bilgi
konusunda değil varlık konusunda da önemli sonuçları olan bir olgudur. Kant’a
Kant, her varlık türüne göre göre, bize görünen dünya ve onun nesneleri bizim bilişsel sınırlarımız tarafından
görünen dünyanın, o varlık şekillenmiş ve sınırlanmış olarak karşımıza çıkmak durumundadır. Ancak Kant
türünün zihinsel özellikleri
tarafından belirlendiğini açısından bunun öznel veya kişinin şartlarına bağlı bir durum olmadığını belirt-
savlar. memiz gerekiyor. Kant’ın kastettiği, sonlu ve sınırlı her varlık türünün “nesne”
olarak aldığı şeylerin o türün zihinsel özellikleri tarafından belirlenmek duru-
munda olduğudur. Elbette bizim bir tür olarak nesneyi bilişsel yollardan sınırlan-
dırıyor ve belirliyor olmamız, o nesneyi yaratıyor olduğumuz anlamına gelmez.
Kant’ın söylediği şöyle anlaşılabilir: Eğer hepimiz bebeklikten itibaren ve sürekli
olarak pembe gözlükler takıyor olsaydık, dünyanın bize görünen nesneleri o yolla
bilgisel açıdan “sınırlanmış” ve “belirlenmiş” olurdu; ancak gözlük takma işlevinin
nesneleri öznel bir şekilde “yarattığını” iddia etmezdik. Kant’ın da kastettiği, as-
lında varlık alanının kendisi olarak (veya “kendi içinde”) var olduğu, ancak bizim
onu “olduğu gibi” anlayamayacağımızdır. Kant’ın “Kopernik Devrimi”ni şimdi
daha iyi açıklayabiliriz. Kant’a göre bizim zihnimizi nesnelere uydurarak algıladı-
ğımız ve anladığımız fikri son derece yanıltıcıdır. Tam tersine, eğer bir nesne bize
6. Ünite - Bilginin Kaynakları Sorunu (2): Usçuluk 117
belli bir nesne olarak görünebilmişse, bunun nedeni nesnenin bizim sınırlarımıza
uygun hâle gelmesidir. Bir nesne, diyelim, bana “ağaç” olarak görünürken başka
bir varlığa –ki bu mutlaka dünya üzerinde yaşayan bir varlık olmayabilir– çok
daha farklı bir şekilde görünebilir.
Kant’ın varlık konusunda Kopernik devrimini savunmasının anlamı tam olarak ne-
dir? Eğer Kant bizim nesnelere değil, nesnelerin bize uyması gerektiğini söylüyorsa, 2
bu önerme, ağaçların ve gezegenlerin var olmaları için insanlara gereksinim duy-
dukları gibi tuhaf bir anlama gelmez mi? Kant’ın bu ünitede incelediğimiz fikirleri
ışığında bu soruyu yanıtlamaya çalışın.
ve nesnelerin toplamına “bakmak” gibi bir yönteme başvurursa, bu tür bir kanıt
yöntemi bize çocukça ve gülünç gelecektir. Neden? Çünkü aritmetiksel bilginin
doğruluğunun belirlenmesinin tek tek deneyimle ilgisinin olmadığı ve matema-
tiksel gerçekliğin farklı bir yapı içerdiği yönünde güçlü bir sezgimiz vardır. Benzer
şeyler “Bir noktadan birbirine dik en fazla üç doğru çizilebilir” ve “Her fiziksel
olayın bir sebebi vardır” türü önermeler için de geçerlidir. Bu çeşit bilgiler için de
a priori nitelemesi kullanılabilir.
Bu ayrımların ne işe yarayacağı veya ayrımların ne ölçüde birbirinden ayrı
olduğu ilk başta açıkça görünmeyebilir. Öncelikle belirtmemiz gereken nokta şu-
dur: Her ne kadar “analitik” kavramı “a priori ”ye, “sentetik” kavramı da “a poste-
riori ” ye çok benzese de, bunlar bütünüyle aynı kavramlar değillerdir. Yukarıda
da açıkladığımız gibi, analitik cümleleri “deneyim boyutunda yeni bilgi içerme-
yen önerme” olarak, a priori ’yi ise (özellikle Kantçı açıdan) “evrensel ve kesin
nitelikteki bilgi türü” olarak tanımlayabiliriz. Doğal olarak, bu iki kavram birbi-
rinden oldukça farklı yapıdadır. Peki bu ayrımların felsefi işlevi nedir? Kant’ın bu
kavramları kullanmasındaki asıl amaç, Hume’un bilginin yalnızca iki çeşidinin
olduğu yönündeki argümanına karşı çıkabilmektir. Kant’ın bunu tam olarak nasıl
yaptığını anlamak için, yukarıda sunduğumuz dört kavramın aralarında ne tür
bileşimler oluşturabileceğini bir tablo üzerinde gösterelim:
Şekil 6.1
sel yapısının anlaşılmasıdır. İnsan aklı bunu kendi olanaklarını irdeleme yoluyla
başarma yeteneğine sahiptir. O yüzden, Kant’ın felsefesine bu niteliğinden dolayı
zaman zaman eleştirel veya irdelemesel felsefe adı da verilir. Bu görüş “eleştirel/
irdelemesel” yapıdadır çünkü deneyimcilikten farklı olarak gözlemsel bilginin ya-
pılanma süreçlerine ve bilginin zihinsel koşullarına özel bir önem vermektedir. Bu
bağlamda, usçuların “bilginin oluşumunda aklın çok özel bir işlevi olduğu” dü-
şüncesinin tipik bir örneğini veya uygulamasını Kant’ta bulmamız mümkündür.
Kant’ın adı usçular arasında yer alır. Ancak bu kitapta incelediğimiz gibi, usçuların
3 önemli bir bölümü (örneğin; Platon, Aristoteles, Descartes) aynı zamanda meta-
fizik alanında da fikir üretmiş insanlardır. Bu anlamda, Kant’ın “metafizik karşı-
tı” bir düşünür olarak ortaya çıkmasında kafa karıştırıcı bir yön bulunmaktadır.
Kant’ın usçuluğu da “geleneksel metafiziğin” sınırları içinde bir perspektif olarak
görülemez mi? Bu ilginç ve karışık tabloyu daha açık hâle getirmeye çalışın.
6. Ünite - Bilginin Kaynakları Sorunu (2): Usçuluk 121
Özet
Usçuluğun genel bir tanımını yapabilmek ve usçu- Descartes’ın fikirlerinin usçuluk açısından neden
1 luğun “akılcılık” kavramından nasıl farklı olduğu- 3 önemli olduğunu açıklayabilmek.
nu açıklayabilmek. Ünlü “Düşünüyorum, o hâlde varım” cümlesi-
İnsanların sahip olabileceği bilgilerin deneyime ni Descartes, şüpheci irdelemelerinin sonunda
dayanması gerektiğini savlayan deneyimciliğin şüphelenilemeyecek bir bilgi parçası bulması
aksine usçuluk, bilginin olanaklı olmasının açık- üzerine söylemiştir. Descartes’a göre bir insan bir
lamasını deneyimin veya algının ötesinde arar. bedene sahip olduğundan veya 2+2=4 gibi bir
Usçuluk görüşünün ana tezi, insan aklının bil- eşitlikten bile şüphelenebilir ancak “Şu anda dü-
ginin oluşmasında çok merkezcil ve oluşturucu şünmekte (veya şüphelenmekte olan) birisi var”
bir işlevi olduğudur. Usçular, deneyimcilerden gibi bir önermeden şüphe duyamaz. Bu kesin
farklı olarak, bilginin ortaya çıkmasının yalnızca bilgiden hareketle Descartes, önce Tanrı ideası
algı verilerinin özneye ulaşması ile açıklanama- gibi bazı ideaların nedeninin bir insanın sonlu
yacağına inanırlar. Öz Türkçe bir deyim olan ‘us- zihni olamayacağını savlar ve Tanrı’nın var ol-
çuluk’, “akılcı olma” kavramını çağrıştırdığı için ması gerektiğini belirtir. Ardından da Tanrı’nın
kafa karıştırıcı bir yön içermektedir. Potansiyel bizim dünya bilgimiz konusunda sistematik bir
karışıklıkları önlemek için aradaki fark şu şekilde şekilde yanılmamıza izin veremeyeceğini söyler.
ifade edilebilir: Gündelik dile de ait bir kavram Descartes’ın bu şüphecilik karşıtı yanıtını ve-
olan “akılcılık” yaşamda akıl ve mantığın kullanı- rirken nasıl yalnızca aklını kullandığına dikkat
mına önem veya ağırlık verme tavrına işaret eder. etmemiz gerekiyor. Her usçu gibi Descartes da
Öte yandan, “usçuluk” felsefi bir görüşün adıdır aklın bize sağlayacağı bilgileri algılardan gelen
ve deneyimciliğin rakibi olan görüş olarak bilinir. bilgilere yeğlemektedir. Ayrıca Descartes “mum
örneği”ni kullanarak, değişmekte olan bir nesne-
Usçuluğun Eski Yunan dönemindeki ilk savunu- nin tek ve belli bir nesne olduğunu kavramamı-
2 cularının bu görüşün kuramsal zeminini nasıl zın algılar aracılığıyla değil akıl yoluyla olabile-
hazırladığını açıklayabilmek. ceğini öne sürer. Onun sunduğu argüman, eğer
Deneyimcilik gibi usçuluk görüşünün de kök- doğruysa, deneyimciliğin önemli bir zayıflığını
leri Eski Yunan’a uzanır. Eski Yunan felsefecileri ortaya koyar.
“akıl” kavramının karşılığı olarak ‘nous’ deyimini
kullanmışlardır. Modern kullanımlardan farklı En büyük usçu düşünürlerden Kant’ın ontoloji ve
olarak, Yunan felsefeciler “nous”u öznel bir ka- 4 epistemoloji alanlarında gerçekleştirdiği kuram-
pasite olmanın ötesinde evrensel bir güç veya sal devrimin ayrıntılarını açıklayabilmek.
ilke olarak da almışlardır. Örneğin, bazı Yunan Kant, Hume gibi deneyimcilerin metafizik kar-
düşünürlere göre nous hem evrenin düzeninin şıtı duruşlarını ve deneyimcilerin algısal verilere
ardında yatan ilke hem de insanların akılcı düşü- verdikleri önemi paylaşır. Bu anlamda, Kant, Pla-
nebilmesini olanaklı kılan yetinin adıdır. Ayrıca ton veya Descartes gibi bir metafizikçi değildir.
bazı Yunan felsefeciler insanın bedeninden fark- Ancak Kant’ın deneyimcilere karşı çıktığı nokta,
lı olarak, insan aklının nous içeren boyutunun deneyimcilerin bilginin oluşumunu açıklarken
ölümsüz olduğunu, yani “evrensel akıl” içinde beş duyudan gelen algı verilerine yoğunlaşmaları
yer aldığını düşünmüşlerdir. Bu felsefeciler nous ve bilginin insan zihni tarafından nasıl organize
ile algılar arasında bir ayırım yapmışlar ve algı edildiği konusuyla fazlaca ilgilenmemeleridir.
yetisinin kavrama yetisinden kökten bir şekilde Kant’ın geleneksel metafizikçilere yönelttiği eleş-
farklı olduğunu öne sürmüşlerdir. Bu önemli fik- tiriler konusuna dönersek: Pek çok metafizikçi,
rin hem eski hem de çağdaş felsefeciler için ge- nesneler dünyasının zihinden bağımsız bir şekil-
çerli olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Bir örnek de var olduğunu ve öznelerin edilgen bir şekilde
vermek gerekirse; Platon’un idealar kuramı, akıl gerçekliği zihinsel olarak temsil etmeye çalıştık-
ve algı yetilerinin sağladığı bilgilerin son derece larını düşünür. Ancak bizim gibi bilişselliği sınırlı
farklı olduğu düşüncesine dayanır. olan varlıkların algıladığı ve kavradığı nesnelerin
6. Ünite - Bilginin Kaynakları Sorunu (2): Usçuluk 123
de bizim anlama filtrelerimizden geçmiş, yani sı- Usçu görüşün genel bir felsefi değerlendirmesini
nırlandırılmış ve belirlenmiş nesneler olacağı ke- 5 yapabilmek.
sindir. O yüzden Kant felsefede bir tür Kopernik Kant’ın felsefesinde de açıkça gördüğümüz gibi,
devrimi yaparak, bizim nesnel olarak var olduğu- usçu düşünürler bilgimizin tek kaynağının algı-
nu düşündüğümüz nesnelerin aslında bize göre lar olamayacağını öne sürerler. Usçuluğa göre,
belirlenmiş şeyler olduğunu ileri sürer. Örneğin, bilginin olanaklı olabilmesi için, aklın sahip
bizim “tavşan” olarak algıladığımız bir nesnenin olduğu kapasitere ve kavramlara da gereksinim
bize görünme süreçlerinin algısal yeteneklerimiz bulunmaktadır. Kısaca ifade edersek, deneyim-
tarafından belirlendiği açıktır. Bu durum, bizim ciler algı yoluyla kazanılan bilgilerin oluşumunu
dünyada algıladığımız nesnelerin zihinden ta- açıklamakta başarısız olmuşlardır. Bunun temel
mamen bağımsız olmadığını gösterir. nedeni, usçu felsefecilere göre, deneyimcilerin
Kant’ın sentetik a priori kavramını önermesinin kuram üretirken dikkatlerini çoğunlukla basit
nedeni, onun yalnızca algısal ve yalnızca man- algısal verilere odaklamaları ve algısal verileri
tıksal (biçimsel) bilginin dışında kalan bir bilgi organize eden yapı ve süreçlere yeteri kadar ilgi
türünün var olduğunu göstermeye çalışmasın- göstermemeleridir.
dandır. Başka bir deyişle Kant, Hume’un dene-
yimciliğinin bir eleştirisini sunmaktadır. Eğer
biz algısal (örneğin, “Orada bir kaplumbağa
görüyorum”) ve mantıksal (örneğin, “Bir şey ya
vardır ya da yoktur”) bilginin dışına çıkamıyor-
sak, bu bizim aslında felsefi anlamda üst düzey
(yani, gözlemselliğin ötesine geçebilen türden)
bir bilgilenme kapasitemizin olmadığı anlama
gelir. Ancak sezgilerimiz, insanın akılsal yete-
neklerinin bunun ötesine geçtiği yönündedir.
Örneğin, Hume’a göre dünyanın sebep-sonuçsal
bir yapısının olduğunu bilemeyiz. Kant ise, de-
neyimcilerin aksine, insan aklının algısal boyu-
tun ötesinde bilgilenebileceğine inanmaktadır.
Sentetik a priori cümlelerinin olanaklı olması
şu anlama gelir: Bazı önermeler (ve bilgi türleri)
hem evrensel olarak doğrudur hem de bu ev-
renselliğin nedeni mantıksal ilişkiler (yani, boş
içerikler) değildir. Başka bir deyişle, “Her olayın
bir nedeni vardır” türü genel ilkeler insanların
bilişsel kapasitelerinin uygun olması nedeniyle
bilebileceği önermelerdir.
124 Epistemoloji
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdaki cümlelerden hangisi usçuluk görüşünün 3. Eski Yunan düşünürlerinin “nous” (akıl) kavra-
temel tezini en iyi biçimde ifade eder? mına genel yaklaşımları için aşağıdakilerden hangisi
a. İnsan bilgisinin temel kaynağı algı yoluyla edin- söylenebilir?
diğimiz bilgi parçalarıdır. a. Eski Yunan felsefecileri genellikle “nous” kavra-
b. Bilginin oluşumu çerçevesinde akıl temel ve be- mıyla “deneyim” kavramını eşlenik almışlardır.
lirleyici bir rol oynar. b. Eski Yunan felsefecileri genellikle “nous” kavra-
c. Bilginin oluşumunda en temel ve belirleyici un- mıyla “algı” kavramını eşlenik almışlardır.
sur mantıktır. c. Eski Yunan felsefecileri genellikle “nous” kavra-
d. Doğruluğundan emin olabileceğimiz tek bilgi mıyla “töz” kavramını eşlenik almışlardır.
Tanrı’nın var olduğudur. d. Eski Yunan felsefecileri genellikle “nous” kavra-
e. Doğruluğundan emin olabileceğimiz tek bilgi mının “mantık” kavramına önceliği olduğunu
algıların yanıltıcı olduğudur. düşünmüslerdir.
e. Eski Yunan felsefecileri genellikle “nous” kavra-
2. “Akılcı olmak “ ile “usçu olmak” kavramları arasın- mı ile “algı” kavramını ayrı tutmuşlardır.
daki temel fark nedir?
a. “Akılcı olmak” mantıklı ve gerekçeli düşünme 4. Descartes’ın fiziksel nesnelerin var olduğunu kanıt-
yeteneğiyle ilgilidir; “usçu olmak” ise bilginin lamak için izlediği yöntem aşağıdakilerden hangisidir?
oluşumunda deneyime önem veren felsefi gö- a. Descartes “Düşünüyorum, o hâlde varım” fik-
rüşü benimseme anlamına gelir. rinden hareketle, zihinsel bir durum olan Tanrı
b. “Akılcı olmak” felsefi bir görüş olarak deneyim- ideamızın kaynağının gerçekten Tanrı olduğu-
ciliğin tersi olan perspektifi benimseme anlamı- nu savlamakta ve ardından da nesneleri algıla-
na gelir; “usçu olmak” ise mantıklı ve gerekçeli ma süreçlerimiz sırasında Tanrı’nın bizi yanılt-
düşünme yeteneğiyle ilgilidir. mayacağını öne sürmektedir.
c. “Akılcı olmak” mantıklı ve gerekçeli düşünme b. Descartes zihinsel durumlarımızın fiziksel
yeteneğiyle ilgilidir; “usçu olmak” ise felsefi bir nesneleri temsil edebildikleri gerçeğinden ha-
görüş olarak deneyimciliğin tersi olan perspek- reketle, fiziksel nesnelere ilişkin idealarımızın
tifi benimseme anlamına gelir. gerçekliği doğru bir şekilde yansıtması gerektiği
d. “Akılcı olmak” bilginin oluşumunda deneyime sonucuna varmaktadır.
önem veren felsefi görüşü benimseme anlamına c. Descartes fiziksel nesnelerin, fiziksel nesnelere
gelir; “usçu olmak” ise felsefi bir görüş olarak ilişkin idealarımızın oluşmasına neden olduk-
deneyimciliğin tersi olan perspektifi benimse- ları ve bu nedensellik ilişkisinin güvenilir bir
me anlamına gelir. ilişki olduğu gerçeğinden hareketle, söz konusu
e. “Akılcı olmak” gerekçeli düşünme yeteneğiyle ideaların gerçekliği doğru bir şekilde yansıtması
ilgilidir; “usçu olmak” ise bilginin oluşumunda gerektiği sonucuna varmaktadır.
mantıksal tutarlılığa önem veren felsefi görüşü d. Descartes “Düşünüyorum, o hâlde varım” fikrin-
benimseme anlamına gelir. den hareketle, fiziksel nesnelerin düşünülebilir
olduğunu savlamakta, ve buradan da Tanrı’nın
fiziksel nesnelere ilişkin idealarımızın oluşması-
na neden oldukları sonucuna varmaktadır.
e. Descartes “Düşünüyorum, o hâlde varım” fik-
rinden hareketle, idealarımızın düşünülebilir
olduğunu savlamakta ve buradan da Tanrı’nın
fiziksel nesnelere ilişkin idealarımızın doğru ol-
masını sağladığı sonucuna varmaktadır.
6. Ünite - Bilginin Kaynakları Sorunu (2): Usçuluk 125
5. Descartes’ın “yanmakta olan mum” örneğinden çı- 7. Kant’ın bir tür “Kopernik devrimi” gerçekleştirdi-
karmamız beklenen sonuç Descartes’a göre aşağıdaki- ğini söylemek ne anlama gelmektedir?
lerden hangisidir? a. İnsan zihni metafizik boyutu kavrama yeteneğine
a. Gözlem sırasında algılarımız bize değişen bir sahiptir; buna karşın, insanın kendisine görünen
nesnenin bilgilerini taşırken, aklımız bize bu dünyayı kesin bir şekilde bilmesi olanaksızdır.
değişimlerin gelecekte de devam edeceği bilgi- b. İnsan zihni kendisini zihinden bağımsız bir şe-
sini verir. kilde var olan şeylere uyarlamaya ve onları ol-
b. Gözlem sırasında algılarımız bize gözlem sıra- dukları gibi anlamaya çalışmaz; tersine, insan
sında değişmeyen bir nesnenin bilgilerini taşısa metafizik gerçekliği bilişselliği yoluyla var eder.
da, aklımız bize mum gibi bir nesnenin değişim c. İnsanın algıladığı ve anladığı şeyler insan biliş-
geçirebileceği bilgisini verir. selliğine ve sınırlarına uygun hale gelmiş nes-
c. Aklımız bize değişimin gerçek olmadığını söy- neler değillerdir; tersine, insan zihni kendisini
lese de, gözlem sırasında algılarımızdan gelen zihinden bağımsız bir şekilde var olan şeylere
bilgi değişimin devam ettiği bilgisini verir. uyarlamaya ve onları oldukları gibi anlamaya
d. Aklımız bize sürekli değişimin gerçekleştiği bil- yönelir.
gilerini taşısa da, tek ve aynı nesneyi algılamaya d. İnsan zihni kendisini zihinden bağımsız bir şe-
devam etmekte olduğumuz bilgisini akıl değil kilde var olan şeylere uyarlamaya ve onları ol-
algılar verir. dukları gibi anlamaya çalışmaz; tersine, insanın
e. Algılarımız bize sürekli değişimin gerçekleştiği algıladığı ve anladığı şeyler zaten insan bilişselli-
bilgilerini taşısa da, tek ve aynı nesneyi algıla- ğine ve sınırlarına uygun hâle gelmiş nesnelerdir.
maya devam etmekte olduğumuz bilgisini algı- e. İnsan zihni kendisini zihinden bağımsız bir şe-
lar değil akıl verir. kilde var olan şeylere uyarlamaya ve onları ol-
dukları gibi anlamaya çalışmaz; tersine, insanın
6. Aşağıdakilerden hangisi Kant’ın savunduğu bir gö- bilişselliği metafizik gerçekliği değiştirme ve
rüş değildir? dönüştürme gücüyle donatılmıştır.
a. Hume, “Deneyime başvurmaksızın metafizik
bilgi edinilebilir” şeklinde ifade edilebilecek 8. Aşağıdakilerden hangisi “sentetik a priori” bir
olan görüşe karşı çıkmakta haklıdır. önermedir?
b. Fiziksel dünyada zorunlu kanunlar egemen olsa a. Dünya, güneş etrafında dönen bir gezegendir.
da, ahlakın olanaklı olması insanların iradeleri- b. Fiziksel evrende gerçekleşen her olayın bir se-
nin özgür olmasını gerektirir. bebi vardır.
c. İnsanlar dünyayı algılama ve anlama süreçlerin- c. Bütün ıslak nesneler ıslaktır.
de etken değil edilgen bir yapı sergiler. d. Su molekülü hidrojen ve oksijen atomlarını içerir.
d. Deneyimciler bilgi kavramını incelerken, dikkat- e. Matematik fizikten daha önemli bir araştırma
lerini esas olarak deneyim yoluyla gelen algısal ve- alanıdır.
rilere odaklamakla önemli bir hata yapmışlardır.
e. Bize görünen dünya, bizim kendi bilişsel sınır-
larımız tarafından belirlenmiş ve kısıtlanmış bir
dünyadır.
126 Epistemoloji
Okuma Parçası
9. Aşağıdakilerden hangisi Kant’ın deneyimcilik gö- a. Genel Olarak Sintetik ve Analitik Yargılar Arasında-
rüşüne yönelttiği bir eleştiri değildir? ki Fark Üzerine
a. Deneyimciler tüm kavramların deneyim yoluy- Metafizik bilgi sadece a priori yargıları içermelidir;
la kazanılabileceğini düşünmüşlerdir. onun kaynaklarına özgü olan, bunu böyle gerekti-
b. Deneyimciler insan zihninin bilgiyi organize rir. Yargılar hangi kaynaktan gelirlerse gelsinler ya da
edebilme yeteneğini büyük ölçüde görmezden mantıksal biçimleri bakımından nasıl olurlarsa olsun-
gelmişlerdir. lar, içerik bakımından aralarında fark vardır; bu içerik
c. Deneyimciler sentetik a priori bilginin olanaklı sayesinde ya sırf açıklayıcıdırlar ve bilginin içeriğine
olabileceğini kavrayamamışlardır. hiçbir şey eklemezler, ya da genişleticidirler ve eldeki
d. Deneyimciler bilginin oluşumunun basit algısal bilgiyi artırırlar; birincilere analitik, ikincilere ise sinte-
verilerin birikmesi veya birbiriyle ilintilenmesi tik yargılar adı verilebilir.
sonucu gerçekleşebileceğini varsaymışlardır. Analitik yargılar yüklemde, öznenin kavramında zaten
e. Deneyimciler bilginin oluşumunda zihnin or- var olan, ama pek o kadar açık ve bilinçli düşünülme-
ganize edebilme yeteneğini farketseler de, bilgi- miş olandan başka hiçbir şey söylemezler. “Bütün nes-
nin esas malzemesi olan algısal verilerin önemi- neler yer kaplar” dediğimde, nesne kavramını hiçbir
ni büyük oranda görmezlikten gelmişlerdir. şekilde genişletmiş olmam, sadece çözmüş olurum;
çünkü yer kaplama o yargıdan önce, açıkça söylen-
10. Kant’ın sentetik a priori kavramı üzerinde çok fazla mese bile, gerçekte o kavramda zaten düşünülmüştü;
durmasının nedeni aşağıdakilerden hangisidir? o halde bu yargı analitiktir. Buna karşılık “bazı nesne-
a. Metafizik bilginin dışında bir bilgi türünün ola- ler ağırdır” önermesi, genel olarak cisim kavramında
naklı olup olmaması sentetik a priori bilginin gerçekten düşünülmeyen bir şeyi yükleminde içerir;
olanaklı olmasına bağlıdır. dolayısıyla benim kavramıma bir şey ekleyerek bilgimi
b. Gözlemsel bilgi ve mantık bilgisinin dışında bir artırır; o halde sintetik yargı olarak adlandırılmalıdır.
bilgi türünün olanaklı olup olmaması sentetik a b. Tüm Analitik Yargıların Ortak İlkesi Çelişme İlkesidir.
priori bilginin olanaklı olmasına bağlıdır. Bütün analitik yargılar tamamıyla çelişme ilkesine
c. İnsanların beş duyu aracılığıyla dünyadan veri dayanırlar ve onların malzeme olarak kullandıkları
alabilmelerinin olanaklı olup olmaması sentetik kavramlar deneysel olsa da olmasa da, doğal yapıları
a priori bilginin olanaklı olmasına bağlıdır. gereği a priori bilgilerdir. Çünkü evetleyici analitik bir
d. İnsanların “görünen dünyanın” ötesine ilişkin yargının yüklemi zaten önceden öznenin kavramında
bilgi edinmelerinin olanaklı olup olmaması sen- düşünüldüğünden ötürü, o özne hakkında çelişmeye
tetik a priori bilginin olanaklı olmasına bağlıdır. düşmeden değillenemez. Aynı şekilde, çelişme ilkesin-
e. İnsanların nesnelerdeki birincil niteliklere ilişkin den dolayı, onun tersi de, analitik fakat değilleyici bir
bilgi edinmelerinin olanaklı olup olmaması sen- yargıda özne hakkında değillenmek zorundadır. “Her
tetik a priori bilginin olanaklı olmasına bağlıdır. cisim yer kaplar” ve “yer kaplamayan cisim yoktur” gibi
(yalın) önermelerde bu böyledir.
İşte bu nedenle bütün analitik önermeler, kavramları
deneysel olsa da, a priori yargılardır, örneğin “altın, sarı
bir metaldir” önermesi; çünkü bunu bilmek için benim
bu cismin sarı ve metal olduğunu içeren altın kavra-
mından başka bir şeye ihtiyacım yoktur. Bu, benim ka-
famdaki altın kavramını oluşturmaktaydı ve bana onu
–başka yerlerde aramama gerek kalmadan– öğelerine
ayırmaktan başka yapacak bir şey kalmıyordu.
c. Sintetik Yargılar, Çelişme İlkesinde Başka Bir İlkeyi
Gereksinirler.
Kökenleri deneysel olan sintetik a posteriori yargılar
vardır; ayrıca saf anlama yetisinden ve akıldan kaynak-
6. Ünite - Bilginin Kaynakları Sorunu (2): Usçuluk 127
lanan kesin a priori olanları da vardır. Ama her ikisi de 3. Hakiki metafizik yargıların hepsi sintetiktir...Metafi-
çözümlemenin temel ilkesi olan tek başına çelişme il- ziğin asıl işi sintetik a priori önermelerdir ve yalnızca
kesinde kaynaklanamama konusunda birleşirler; bam- bu, onun amacını oluşturur. Bu amaca ulaşmak için
başka bir ilke daha –hangisi olursa olsun– gerektirirler, gerçi kavramlarını muhakkak çok defa öğelerine ayır-
her ne kadar bu ilkeden hep çelişme ilkesine göre türe- maya, dolayısıyla analitik yargılara gerek duyar; bu iş
tilmeleri gerekiyorsa da. Çünkü her şey bu ilkeden tü- ise, kavramları öğelerine ayırma yoluyla sırf açıklığa
retilemiyorsa da, hiçbir şey ona aykırı olamaz. Her şey- kavuşturmaya çalıştığımız diğer bütün bilgi türlerinde
den önce sintetik yargıları sınıflara ayırmak istiyorum: yapılandan farklı değildir. Şu farkla ki, a priori bilginin
1. Deney yargıları her zaman sintetiktirler. Yargıda bu- hem görüye hem de kavramlara göre meydana getiril-
lunmak için kavramımın dışına çıkamayacağımdan mesi –sonunda da sintetik a priori önermelerin, üstelik
ötürü, analitik bir yargıyı deney üzerine temellendir- de felsefi bilginin alanı içinde meydana getirilmesi–
mek uygun olmaz, dolayısıyla deneyin tanıklığına ihti- Metafiziğin asıl içeriğini oluşturur.
yacım yoktur. Bir cismin yer kaplamasına ilişkin öner-
me a priori olarak kesin olan bir önermedir ve deney Kaynak: Immanuel Kant (2002) Gelecekte Bilim Ola-
yargısı değildir. Çünkü deneye yönelmeden önce, kav- rak Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe Prolegome-
ramda yargımın tüm koşullarına sahibim; bu kavram- na. çevirenler: İoanna Kuçuradi, Yusuf Örnek. Ankara:
da çelişme ilkesine göre yüklemi çıkarabilirim ve bu Türkiye Felsefe Kurumu, s. 14-20.
sayede derhal yargının zorunluluğunun bilincine vara-
bilirim, ki bunu bana deney hiçbir zaman öğretemez.
2. Matematik yargıların tamamı sintetiktir... Herşeyden
önce şuna işaret etmek gerekir: asıl matematik yargılar
deneysel değil, her zaman a priori yargılardır; çünkü
deneyden çıkarılamayacak bir zorunluluğu birlikte ge-
tirirler. Eğer bu kabul edilmeyecek olursa, ben de öner-
memi Saf Matematikle sınırlandırırım; onun kavramı-
nın birlikte getirdiği gibi, Saf Matematik deneysel bilgi
değil, yalnızca saf a priori bilgi içerir.
Başlangıçta, 7+5=12 önermesinin çelişme ilkesin-
de çıkan yedi ve beş kavramlarının toplamı olan, sırf
analitik bir önerme olduğu belki düşünülebilir. Ne var
ki, dikkatle bakıldığında görülür ki, 7 ve 5’in toplamı
kavramı, her iki sayının bir tek sayıya birleştirilmesin-
den başka bir şey içermemektedir; ikisini kapsayan bu
bir tek sayının ise ne olduğu hiç mi hiç düşünülmüyor.
Oniki kavramı, benim sadece yedi ile beşin birleştiril-
mesini düşünmemle hiçbir şekilde düşünülmüş olmaz;
ve ben böyle bir olanaklı toplam kavramımı istediğim
kadar öğelerine ayırayım, yine de onun içinde onikiyi
bulamam...
Aynı şekilde Saf Geometrinin de hiçbir ilkesi analitik
değildir. İki nokta arasında çizilen doğrunun en kısa
çizgi olduğu önermesi, sintetik bir önermedir. Çün-
kü benim “doğru” kavramım nicelikle ilgili hiçbir şey
içermez, sadece bir niteliği içerir. “En kısa” kavramı
tamamıyla ona eklenir ve “doğru çizgi” kavramının
öğelerine ayrılmasından çıkarılamaz. O halde burada
görünün yardımı gereklidir; ancak onun aracılığıyla
sintez olanaklıdır...
128 Epistemoloji
Yararlanılan ve Başvurulabilecek
Kaynaklar
Sıra Sizde 3 Alan, N., editor (2005). A Companion to Rationalism.
Kant’ın adı usçu düşünürler arasında anılsa da, gele- Malden: Blackwell Publishing.
neksel metafiziğe karşı çıkması nedeniyle Kant, diğer Cevizci, A. (1998). İlkçağ Felsefe Tarihi. Bursa: ASA
usçulardan ayrılır. Bu tam olarak ne anlama gelmek- Yayınevi.
tedir? Bu soruya yanıt verirken, Kant’ın Hume’dan ol- Descartes, R. (1996). Söylem - Kurallar -
dukça etkilendiğini unutmamamız gerekiyor. Hume’a Meditasyonlar. çeviren: Aziz Yardımlı, İstanbul:
göre, bizim deneyimin sınırlarını terk ederek gerçek- İdea Yayınevi.
liğe bakmamız olanaksızdır. Örneğin, Platon’un ide- Descartes, R. (1996). Meditations on First Philosophy.
alar dünyası, Aristoteles’in töz anlayışı ve Locke’ın transl.: John Cottingham, Cambridge: Cambridge
birincil nitelikleri “olanaklı deneyimin ötesine (başka University Press.
bir deyişle, gerçekliğin kendisine) ilişkin” tasarımlar- Guyer, P., editor (1992). The Cambridge Companion
dır. Kant, aynı Hume gibi, bu tasarımların doğruluğu to Kant. Cambridge: Cambride University Press.
bilinemeyecek kuramlara yol açtığını düşünür. Kant’ı Heimsoeth, H. (2009). Kant’ın Felsefesi. çeviren: T.
usçu kılan en önemli neden, onun sentetik a priori türü Mengüşoğlu, İstanbul: Doğu Batı Yayınları.
bilginin gerekliliğini savlaması ve metafiziğin “insanın Kant, I. (1995). Prolegomena: Gelecekte Bilim Olarak
kendi bilişselliğini irdeleyebilme” anlamında olanaklı Ortaya Çıkabilecek Her Metafiziğe. çevirenler:
olduğunu öne sürmesidir. Bu bir tür metafiziktir; an- Y. Örnek ve I. Kuçuradi, Ankara: Türkiye Felsefe
cak deneyimin sınırlarını geçmemesi ve deneyimin ya- Kurumu.
pısını ortaya koyma çabası nedeniyle oldukça farklı bir Kant, I. (1993). Arı Usun Eleştirisi. çeviren: Aziz
metafizik türüdür. Öyleyse kısaca ifade edersek, Kant Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınevi.
algısallığın ötesinde bir bilgilenme türünün varlığını Kant, I. (1999). Critique of Pure Reason. editor
kabul etmekte ancak bu bilgilenmenin varlık düze- and transl.: Paul Guyer, Cambridge: Cambridge
ninin nasıl kurulduğunu anlama yoluyla değil, aklın University Press.
kendi epistemolojik olanaklarını sorgulaması sonucu Platon. (2009). Devlet. çeviren: S. Eyüboğlu ve S.
gerçekleşebileceğini savunmaktadır. Cimcoz, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.
Robinson, D. (2001). Introducing Descartes. London:
Totem Books.
Ross, G. M. (2002). Leibniz: Düşüncenin Ustaları.
çeviren: C. Atila, İstanbul: Altın Kitaplar.
Spinoza, B. (2004). Etika. çeviren: H. Z. Ülken, Ankara:
Dost Kitabevi Yayınları.
7
EPİSTEMOLOJİ
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Algı kavramına ilişkin çağdaş bilimsel yaklaşımları açıklayabilecek,
Algı felsefesinin önde gelen kuramları olan “temsilcilik”, “görüngücülük” ve
“gerçekçilik” görüşlerini açıklayabilecek,
Algı felsefesi konusunda genel bir değerlendirme yapabilecek bilgiye sahip
olacaksınız.
Anahtar Kavramlar
• Yanılsama • Görüngücülük
• Algının Nesnesi • Gerçekçilik
• Temsilcilik • “Başarı” Olarak Algı
İçindekiler
• GİRİŞ
• ALGI PSİKOLOJİSİ
Epistemoloji Algının Epistemolojisi • ALGI FELSEFESİNİN TEMEL KURAMLARI
• ALGI TARTIŞMASININ
DEĞERLENDİRMESİ
Algının Epistemolojisi
Yaşamdan Örnekler
“Pek çok kişi görsel olarak algıladıklarının gözleriyle gördüklerinin aynısı olduğunu
düşünür. Oysa ki algı aşamasında beyin salt gözden gelen uyarımları değil, önceki
deneyimlerden doğan beklentileri de hesaba katarak fizik dünyada var olmayan uya-
ranları sanki oradalarmışçasına yorumlayabilir. Örneğin, çok sıcak bir günde araba
yolculuğu sırasında biraz ötede asfalt üzerinde sanki su birikmiş gibi algıladığımız ol-
muştur. Oysa tam o bölgeden geçerken bir de bakarız ki aslında yol kupkuru. Bunun
nedeni, sıcak dolayısıyla asfalt üzerinde buharlaşmanın olması ve bu buharlaşma
nedeniyle de asfalt yüzeyinin yansıma oranının değişmesidir. Bu noktada dikkatin
önemini vurgulamamızda da fayda olacaktır. Bazen birşeye baktığımız halde onu
göremeyebiliriz. Zihnimizden bambaşka şeyler geçiyordur, dalmışızdır... Yolda yü-
rürken arkadaşımıza rastlayıp bir süre için onu tanıyamayabiliriz. Ya da baktığımız
bir nesneyi göremiyor oluşumuzun tamamen biyolojik kaynaklı bambaşka bir nedeni
vardır: Kör nokta! Gözlerimizin anatomisini incelediğimizde ön kısmının bir kamera
lensi gibi iş görerek gelen ışık ışınlarının retina tabakasında net bir görüntü oluştu-
racak şekilde kırılmasını sağladığını görürüz. Retina tabakasında yer alan ışık alıcı
hücreler ışık ışınlarını elektrik akımına dönüştürür ve sinyaller beyne doğru yol alır-
lar. Bu elektrik sinyalleri beyne görme siniri tarafından iletilir. Ancak retinada, tam
da görme sinirinin üzerine karşılık gelen noktada alıcı hücre bulunmaz. İşte bu nok-
ta kör nokta olarak adlandırılır. Bu noktada görme gerçekleşmez.” (Kaynak: http://
www.biltek.tubitak.gov.tr/gelisim/psikoloji/algilab.htm/ Söz konusu İnternet sayfası
aynı zamanda pek çok ilginç yanılsamayı görsel araçlarla ve eğlenceli bir şekilde an-
latmakta ve yanılsamaların nedenini de açıklamaktadır.)
GİRİŞ
Bu ünitede dünya bilgimizin en büyük kaynağı olarak kabul edilen algı konusunu
ayrıntılı bir şekilde ele alacağız ve böylece kitabın önceki bölümlerinde farklı bağ-
lamlarda sergilediğimiz bazı önemli fikirleri daha bütüncül bir tablo hâlinde sun-
maya çalışacağız. Daha önce de gördüğümüz gibi, epistemoloji tarihinin en büyük
tartışmalarından biri, insan bilgisinin kaynakları ve oluşumsal yapısı konusunda
deneyimciler ve usçular arasında gerçekleşmiştir. Aralarındaki büyük farklara rağ-
men, her iki kanada ait düşünürler de algıların bilgisel bir önem taşıdığı konusun-
da uzlaşma içindedirler. Ayrıldıkları nokta, algısal bilginin bilgisel dünyamız içinde
132 Epistemoloji
ALGI PSİKOLOJİSİ
“Algı” ve “duyum” kavramları “Algı”yı incelemeye geçmeden önce, bu kavramın “duyum”dan farkını açıkça be-
birbirine karıştırılmaması lirtmemiz yararlı olur. Beş duyu aracılığıyla bize ulaşan bilgi parçaları (veya “du-
gereken önemli iki kavramdır.
yusal ham maddeler”) karmaşık yönler içeren dünya bilgimiz açısından temel bir
öneme sahip olsa da, duyu verileri almak bizim zihinselliğimiz açısından bilinçli
süreçler değillerdir. Bir rengi, bir sesi veya bir sıcaklığı duyumsarken zihnimiz
tamamen edilgen (pasif) durumdadır. Bu süreçler bütünüyle fizyolojik düzeyde
gerçekleşir. O yüzden, “duyusal yollardan dünyadan veri alma” kavramı için gün-
lük dilde bazen “algı” kavramı kullanılsa da, bu durum yanıltıcı bir yön içermek-
tedir. Deneysel psikolojinin bilişsel kanadında yer alan kuramcılara göre algı, du-
yulardan gelen verilerin zihinsel yapımız tarafından seçilmesi, organize edilmesi
ve yorumlanması olarak anlaşılmalıdır. Başka bir deyişle; görsel, işitsel ve diğer
algılar, duyulardan farklı olarak, beynin etken işlevlerini gerekli kılar.
Bu konuda birkaç saptama daha yapalım. “Algı”, hem felsefecileri hem de de-
neysel psikologları ve insan fizyolojisini inceleyen bilim insanlarını ilgilendiren
oldukça ilginç bir olgudur. Örnek vermek gerekirse, insanların derinlik algısına
sahip olduğu, yani görsel alanlarının üç boyutlu olduğu açıktır. Ancak bunda şaşır-
tıcı bir yön bulunmaktadır çünkü görsel algı, bildiğimiz kadarıyla, gözlerimize ışı-
ğın girmesiyle başlamakta ve gözbebeklerimizden süzülen ışığın gözün iç tarafında
bulunan ve her biri iki boyutlu dokusal bir yapı olan iki adet retinaya çarpmala-
rıyla devam etmektedir. Ardından da beynimiz, bir şekilde, üç boyutlu görüntüler
oluşturmaktadır. Eğer, fizyolojik açıdan, görüntülerin bedenimizdeki ilk oluşum
durakları iki boyutlu retinalar ise, biz nasıl oluyor da üç boyutu (yani derinliği) olan
görsel algılara sahip olabiliyoruz? Bu sorunun yanıtının bilimsel ayrıntılarına el-
bette bu kitapta girmeyeceğiz ama en azından, bu ve benzeri soruların algının çok
çarpıcı süreçler ve yapılar içeren bir olgu olduğunu gösterdiğini belirtebiliriz. (İki
boyutlu retinalara düşen ışıktan veya görüntüden üç boyut algısının nasıl oluştuğu-
na ilişkin bir ipucu: İki gözümüzü bir noktaya sabitleyip baktığımızda, retinalarda
7. Ünite - Algının Epistemolojisi 133
oluşan görüntüler birbirinin tam olarak aynısı değildir. İki göz arasındaki konum
farkından dolayı, retinalardaki her bir görüntü diğerine göre “hafif yana kaymış”
gibi durur. Ve bu fark hemen önümüzde duran nesnelere odaklanınca daha fazla,
uzaklardaki nesnelere odaklanırken daha azdır. İki retinadaki görüntüyü karşılaş-
tıran beynimiz, görüntülerin birbirinden farkının çok olmasını, “nesne yakında
duruyor” olarak kaydeder. Bu, beynimizin derinlik algısını oluştururken kullan-
dığı mekanizmalardan yalnızca biridir. Herkes tarafından bilinen bir diğer unsur
“perspektiften gelen ipuçları”dır.)
Algı süreçlerinin zaman zaman karışık ve gizemli bir hâl almasının nedenle-
rinden biri, sahip olduğumuz dünya bilgisini bilincinde olmasak da bir şekilde
algının nesnelerine uygulamamızdır. Başka bir deyişle, varsayımlarımız ve inanç-
larımız algı süreçlerinin içine sıklıkla dâhil olmaktadırlar. Biz genellikle nesneleri
“anlamlandırarak” algılama eğilimindeyizdir. Dahası, bir nesneye bakarken için-
de bulunduğumuz “beklentiler” de algımızı etkiler. 20. yüzyılda, J. Gibson gibi de-
neysel psikologlar algının özellikle bu yönünü vurgulamışlar ve algısal süreçlerin
önemli bir oranda yukarıdan-aşağıya (yani, genelden-tikele veya varsayımdan-ol-
guya) diyebileceğimiz bir özellik taşıdığını savlamışlardır. Bu görüşü savunanların
kuramını güçlendiren bir olgu şudur: Algının “anlamsal bir bağlama oturması”
durumlarında tanımlama ve anlama işlevlerimiz daha başarılı bir hâle gelir. Ör-
neğin, karmaşık bir el yazısı ile yazılmış bir metinden seçilerek alınmış tek bir
harfi tanımlamak zor olsa da, o harf bir cümlenin içindeyken algılanıyorsa daha
kolayca tanınabilir. Böyle durumlarda, bağlamsal dünya bilgisi (yani “genel olan”),
algının nesnesini (“yani özel durumu”) tanımlamada işlevsel olmaktadır. Eğer al-
gının yukarıdan-aşağıya bir yönü bulunuyorsa bunun anlamı, dünyanın yapısına
dair bilişsel sistemimizin sahip olduğu varsayımların algı süreçlerini etkileyip be-
lirleyebileceğidir.
Şekil 7.1
Müller-Lyer
yanılsaması
134 Epistemoloji
Bu durum, algının kendine özgü bir çeşit iç mantığı olduğunu ve bizim bazen
düşünsel yollarla onun işleyişine etki edemeyeceğimizi göstermektedir. Bilişsel bi-
limcilere göre, algısal mekanizmalarımız sürekli olarak algı verilerinin ne anlama
geldiğini çözmeye ve nesneleri tanımlamaya çalışırlar. Bilincimizin dışında oto-
matik olarak gerçekleşen bu süreçler iç çelişkiler barındırdığında ise, yanılsama
gibi sıradışı durumlarla karşılaşırız.
“Ördek-tavşan resmi” olarak bilinen çizim ise çok daha ilginç bir durum sun-
maktadır çünkü burada tek bir görsel uyaran, bir ördek veya bir tavşan gibi algı-
lanabilmektedir. Daha bilimsel olarak ifade edersek, söz konusu çizimsel uyaran,
zihnimizde dünyaya ilişkin iki farkı bilgi kümesini tetiklemektedir.
Şekil 7.2
Ördek-tavşan resmi
Yukarıdaki ördek–tavşan resmine bakan bir kişi, belli bir anda yalnızca (sola
doğru bakan) bir ördek veya yalnızca (sağa doğru bakan) bir tavşan görebilir. Da-
hası resme bakanlar, ördek ve tavşan arasında gidip gelebilir; yani, sırayla önce
birini daha sonra diğerini algılayabilir. Ancak bu iki şekli aynı anda algılamak ola-
naksızdır. Zihnin böylesi durumlarda belli karışıklıklar ve zorluklar yaşaması, in-
san beyninin algılama süreçlerinde –biz bilincinde olmasak da– oldukça karma-
şık işlemler gerçekleştirmekte olduğunu ve beynin dünyaya ilişkin sahip olunan
varsayımlar ışığında anlamlandırma ve tanımlama çabasına girdiği zamanlarda
bazen sorunlarla karşılaştığını açıkça sergilemektedir.
Görsel yanılsamalar algı Özetlersek, algı, biz farkında olalım ya da olmayalım, son derece karmaşık bir-
süreçlerinin karmaşık takım fizyolojik/psikolojik olgular içermekte gibi görünmektedir. Bu ve benzeri
olgular barındırdığını
düşündürmektedir. Dahası, örnekler, felsefecileri ilgilendiren yönler taşımaktadır çünkü bu bulgular bilginin
yanılsamalardan hareketle, yapısına, algının gerçeklikle olan ilişkisine ve insanların gerçeği bilme olanaklığına
süpheci bazı tezleri gündeme
getirmek de olanaklı yönelik kritik sonuçlara işaret etmektedirler. Bilim insanları fizyolojik ve psikolo-
görünmektedir. jik süreçleri çalışırken, felsefeciler de epistemolojik bir açıdan algının kavramsal
olarak irdelenmesi konusuna eğilmektedirler. Bu iki farklı hedefin aslında ortada
var olan tek bir olguya (veya gizeme) yönelik olduğu söylenebilir.
tirdikleri temel sorun, algı sırasında epistemolojik ve ontolojik açıdan tam olarak
neyin gerçekleştiğidir. Daha açık ifade edersek, felsefecilerin bu çerçevede ilgilen-
diği konu, algılar ile gerçekliğin bilinmesi arasındaki ilişkidir.
Şimdi algı felsefesi kapsamında öne sürülen temel felsefi görüşleri yakından
inceleyelim. Bu görüşler temsilcilik, görüngücülük ve gerçekçiliktir.
Temsilcilik
Beşinci ünitede yer alan “Maddesel Dünyanın Bilinmesi ve Temsil Epistemolo-
jisi” başlıklı bölümde “temsil” kavramına ve bu kavramın epistemolojideki öne-
mine değinmişik. Zihinsel temsil olgusu, felsefede Modern Dönemi betimleyen
genel bir yaklaşıma işaret eder. Buna karşın, algı felsefesi söz konusu olduğunda,
temsilcilik daha dar ve özel bir anlama gelmektedir. Algı bağlamında temsilcilik
görüşünün ana tezi şu şekilde ifade edilebilir: Algı adını verdiğimiz olgu veya sü-
reç esnasında, insanların zihinsel durumları zihinden bağımsız gerçekliği temsil
ederler. Bu kısa cümlenin içinde barınan felsefi incelikleri ve bu ifadenin neden
tartışmalara yol açabileceğini şimdi anlamaya çalışalım.
Temsilciliğin öne sürdüğü görüşün nasıl bir felsefi tabloya karşılık geldiğini
anlamak için öncelikle işin metafizik veya ontolojik boyutuna bakalım. Temsil-
cilik akımının savunucuları, algılarımızın kaynağının veya hedefinin algılardan
ve bilgiden bağımsız bir şekilde var olan gerçeklik olduğunu iddia ederler. Algı
zihinsel bir olaydır, ancak algının nesneleri zihnimizin işleyişinin ürünleri değil-
dirler. İkinci olarak belirtmemiz gereken nokta, algı süreçleri sırasında zihinsel Temsilciliğe göre, nesneler
olanın zihinsel olmayanı temsil etmekte olduğudur. Burada not edilmesi gereken zihnimizin dışındaki
gerçekliğin içinde yer alırlar
bir konu, “temsil etme” işlevinin gerçekleşmesi için temsil eden ve edilenin aynı ancak biz doğrudan nesneleri
türden varlıklar olmalarının şart olmadığıdır. Örneğin, köpeğim fiziksel dünyada değil zihinsel durumlarımızı
deneyimleriz.
var olan bir şeydir; ancak köpeğimin yüzü zihnimde canlandığında deneyimledi-
ğim görüntü fiziksel bir nesne olarak var olan bir şey değildir. (Zihnimde canlanan
görüntülere dokunmam olanaksızdır.) Buna karşın, farklı türden varlıklar olsalar
da, köpeğimin zihnimde oluşan imgesinin fiziksel dünyadaki köpeğe “benzediği”
söylenebilir.
O hâlde, temsilcilik görüşüne göre, algının oluşması için üç ayrı şey gerekmek-
tedir. Birincisi, algının oluşması için algılayan bir insanın varlığı gerekir. İkincisi,
algı ancak öznelerce algılanan gerçek bir nesne ile mümkündür. Ve son olarak da,
algının olması, temsil işlevini gerçekleştirecek olan zihinsel durumların veya algı-
sal verilerin dolayımını gerekli kılar. Bunu bir şemayla ifade edersek;
Şekil 7.3
Temsilciliğin
şematik gösterimi
136 Epistemoloji
Bu şekilde düz çizgiler nesnenin alanını, kesik çizgilerse öznel alanı belirt-
mektedir. İncelemekte olduğumuz kurama göre, algılayan öznenin algı esnasında
epistemolojik anlamda “yüzleştiği şey” kendi zihinsel deneyimleri veya zihinsel
durumlarıdır. Algılara kaynaklık eden nesneler zihinden bağımsızdır ve fiziksel
dünyanın içindedir. Ancak biz nesneleri algı verilerinin aracılığı ile bilebiliriz.
Temsilciliğin en bilinen savunucularından bazıları John Locke ve Bertrand
Russell’dır. John Locke’ın görüşlerini 5. ünitede açıkladığımız için burada ayrın-
tılara girmeyeceğiz. Altını çizmemiz gereken bir nokta, Locke’a göre, bize nesnel
nitelikler gibi görünen niteliklerden bazılarının (örneğin “biçim”) gerçekten fi-
ziksel nesnelerde bulunduğu ve bizim idea’lar aracılığı ile bunların bilgisine sahip
olduğumuzdur. Masanın dikdörtgen şekli hem nesneye aittir hem de zihnimizde
temsil edilir. Genelleştirerek söylersek, biz dünyayı zihinsel temsillerimiz yoluyla
biliriz ancak bu temsiller –yanıldığımız belli durumları saymazsak– fiziksel nes-
nelerden kaynaklanırlar.
Görüngücülük
Algı süreçlerine yönelik olarak sunulan bir diğer ünlü kuram için biz bu kitapta
“görüngücülük” deyimini kullanacağız. Bu görüşü ifade eden kelime Türkçeye çev-
Görüngücülüğe göre, biz rilmesi odukça zor bir deyim olduğu için, önce bu deyimi kelime kökeni açısından
doğrudan nesneleri değil
zihinsel durumlarımızı inceleyelim. ‘Görüngü’ (Batı dillerinden uyarlanmış Türkçesiyle, ‘fenomen’), bizim
deneyimleriz. deneyimlediğimiz dünyaya ait olan olgulara verilen genel addır. Daha açıkça der-
Deneyimlerimizin dışında sek, metafizikteki “gerçekliğin kendisi” kavramından farklı olarak bizim gibi sonlu
gerçekten nesnelerin yer
aldığını varsaymak için varlıklara “görünen” dünyanın betimlemesidir. Epistemolojik ve ontolojik bağlam-
elimizde akılcı gerekçeler larda görüngüler dünyası üzerinde yoğunlaşan ve onun önemini ön plana çıkaran
bulunmamaktadır.
görüş için görüngücülük deyimi kullanılabilir. (Bu görüş için Türkçede, biraz yanıl-
tıcı bir şekilde, “olaycılık” kelimesi de yaygın olarak kullanılmaktadır.)
Görüngücülüğün en önde gelen savunucusu 5. ünitede incelediğimiz dene-
yimci felsefeci David Hume’dur. Hume’cu perspektife göre biz, bir anlamda, algısal
deneyimden gelen görüntülerin oluşturduğu zihinsel bir sinema perdesini izleyen
seyircilere benzeriz. Algı sırasında zihnimizde yeşil bir elmanın görüntüsü oluştu-
ğunda, bu görüntünün zihnin dışında bir nesneden kaynaklandığını düşünmeye
eğilimli olmamız anlaşılır bir durumdur. Ancak bu, Hume’a göre, metafizik nite-
likte bir varsayımdır. Bizim zihinsel verilerin (idea’ların) düzeyini aşarak varlık
alanında ne olup bittiğini “görmemiz” akılcı bir tasarım değildir.
Hume’un oldukça sıradışı bir felsefe sunduğu kesindir. Buna karşın, İskoç fel-
sefecinin neden böyle düşündüğünü anlamak da zor değildir. Günlük yaşamda
üzerinde fazlaca düşünmesek de, algı sonucunda zihnimizde beliren bir görün-
tüden (örneğin, “yeşil elmanın görüntüsü”) hareketle, zihinsel olarak yaşadığı-
mız deneyimin ötesinde bir varlık (“yeşil elmanın kendisi”) olduğunu varsaymak
aslında oldukça büyük bir ontolojik adımdır. Hume’a göre bu adımı günlük ya-
şamda düşünmeden atıyor olmamız normaldir. Ancak felsefi bir irdeleme, daha
derine inmek ve eleştirel olmak zorundadır. Böylesi bir irdeleme bizim esas ola-
rak zihnimizin içeriğini bildiğimizi ortaya koyar. Zihinselliğimizin ötesine ilişkin
varsayımlar ve kabullenmelere girdiğimiz anda, epistemolojik anlamda kesinlik
zeminini terk ediyoruz demektir.
7. Ünite - Algının Epistemolojisi 137
Şekil 7.4
Görüngücülüğün
şematik gösterimi
Gerçekçilik
Hem temsilcilik hem de görüngücülük, özellikle Descartes’ı izleyen iki yüzyıl
boyunca etkisini epistemoloji alanında hissettirmiş olan “zihinselci” yaklaşımın
izlerini taşıyan algı kuramlarıdır. Bu yaklaşım, öznel zihinsel durumlar üzerine
odaklanmış ve bilgisel erişim konusunu felsefi sorunlar içinde en ön sıraya taşı-
mıştır. Özne ve nesne arasındaki kopukluk (veya “bilgisel kesinliğin yokluğu”)
hem Descartes’ı hem de onun ortaya attığı sorunsalla uğraşan deneyimcileri ve
usçuları büyük oranda meşgul etmiştir.
Bu bağlamda anımsamamız gereken bir nokta, epistemolojik sorunların Batı
dünyasında ilk tartışıldığı dönemde fikir üreten Eski Yunan felsefecilerinin “zi-
hinselci” olmadıkları, yani Modern Dönem’de karşımıza çıkan nesne-özne ayrı-
mı üzerinden kuram üretme gayretine girmedikleridir. Örneğin, Platon’un idea
anlayışı “öznel” veya “zihinsel” bir yaklaşım olarak anlaşılamaz. Çağdaş felsefeye
döndüğümüzde de, zihinselciliği karşısına alan ve yaygın kabul gören bir akımın
138 Epistemoloji
Temsilcilik ve oluştuğunu söyleyebiliriz. Algı felsefesi alanında günümüzde oldukça ilgi gören
görüngücülükten farklı olarak,
gerçekçiliğe göre, biz zihinsel bu akım doğrudan gerçekçiliktir.
durumlarımızı değil doğrudan Temsilcilik ve görüngücülük, algıda deneyimlediğimiz şeylerin zihinsel oldu-
nesneleri deneyimleriz. ğunu, yani nesnelerin kendileriyle dolayımsız bir “karşılaşmanın” olanaksız oldu-
ğunu savlamışlardır. Doğrudan gerçekçilik ise bu fikre net bir şekilde karşı çıkar.
Gerçekçiliğe göre, biz algı sırasında deneyimlerimizi algılamayız. Algı esnasında
algılanan şey fiziksel gerçekliğin içindeki nesnelerin kendileridir. Algı bağlamında
bu görüşe “gerçekçilik” adı verilmesinin nedeni de budur. Doğrudan gerçekçiliğin
temel tezi şematik olarak şu şekilde ifade edilebilir:
Şekil 7.5
Gerçekçiliğin
şematik gösterimi
bağlamında yanıltıcı bir iç-dış ikilemi varsayarak hareket etmeleridir. Oysa algı John Searle (‘Caan Sörl’
söz konusu olduğunda iç-dış ayrımını yapmak son derece zordur. Algı, görünüşe okunur, doğum yılı 1932)
felsefenin farklı alanlarına
göre, duyu organlarımızda ve beynimizde gerçekleşen bir olgudur. Peki bunlar önemli katkılarda bulunmuş
“içe” mi aittir, yoka “dışa” mı? (Duyu organları ve beyin fiziksel dış dünyanın par- Amerikalı bir felsefecidir.
Onun gerçekçi görüşüne
çaları veya unsurlarıdır. Öte yandan, algıladığımız görüntüler zihnimizin içinde göre, temsilci ve görüngücü
gibi görünür.) Bu kafa karıştırıcı soru aslında iç-dış ayrımı yapmanın ne kadar zor perspektifler algının
epistemolojik açıklaması
olduğunu göstermektedir. konusunda önemli bir hata
Searle’ün doğrudan gerçekçiliğini ilginç ve farklı kılan bir yön, onun bilginin yapmışlardır.
“zihinsel” veya “temsil” yönünün ötesini görmeye çalışan bir felsefi tavır sergi-
lemesidir. Searle, zihinsel durumlarımızın ve temsil kapasitelerimizin ardında
zihinsel temsilleri önceleyen bedensel kapasitelerin olduğunu vurgular. Algısal
mekanizmalar aracılığıyla bilgi sahibi olabilmemiz iki ana gerçeğe sıkı sıkıya
bağlıdır. Birincisi, zihinsel bir durumun anlamlandırılabilir bir deneyimsel olgu
olması için o tür bir deneyimi yaşayan öznelerin pek çok başka zihinsel durum-
lara veya temsillere de sahip olması gerekir. Bunun dayandığı gerekçe, yukarıda
da kısaca değindiğimiz gibi, insan algısının dünya bilgisine dayanan ve yorumlar
içeren karmaşık bir yapı olduğu yönündeki bilişsel tezdir. Bizim bir çam kozala-
ğına bakınca (nesne çok ilgisiz bir yerde bulunsa bile) hemen bir çam kozalağı
algılamamız olağandır. Ancak çam ağaçlarının bulunmadığı bir yerde yetişen bir
insan veya bir uzaylı aynı veya benzer görsel duyumu alsa bile nesneyi bizim gibi
(anlamlandırarak) algılamayacaktı. O yüzden, başarılı her algı, ancak bellekte tu-
tulan ve dünya bilgisi içeren başka temsil durumlarının varlığında olanaklı olabi-
lir. İkincisi, temsil etme veya zihinsel resimler oluşturma gibi kapasitelerden veya
bilgi türlerinden daha temel bir bilme türü, zihinsel temsilden ziyade bedenin
işlevlerine ve bedenin öğrenmesine dayanan bilmelerdir. Eğer ben yüzmeyi veya Searle bilgi kuramcılarının
bisiklete binmeyi biliyorsam, bunun açıklaması yalnızca zihnimizin başarılı tem- “temsil” kavramını
abartmalarının ve bilgiyi
siller gerçekleştirmesi veya doğru zihinsel resimler oluşturması olamaz. Searle’e tamamen “zihinsel” bir olgu
göre, geleneksel felsefeciler genelde bilginin zihinselliği üzerine yoğunlaştıkları olarak almalarının eksik ve
yanıltıcı bir tutum olduğunu
için, bilginin eylemselliğe ilişkin boyutlarını gözden kaçırmışlardır. Oysa bu iki düşünür.
bilme türü arasındaki ilişkiler ve hatta geçişimler, bilgiye farklı bir yaklaşımı ge-
rekli kılmaktadır.
Bu son belirttiğimiz noktayı tam değerlendirebilmek için şöyle bir örnek dü-
şünelim. Diyelim ki bir kişi kayak sporunu öğrenmeye bir kitaptaki betimlemeleri
okuyarak başlıyor. Kayak yaparken kolların ve bacakların nasıl bükülmesi ve den-
genin nasıl kurulacağına ilişkin o kitabın ayrıntılı açıklamalar verdiğini düşüne-
lim. Böyle bir kişi kitabın içeriğini ezberlediğinde ve bu yolla önemli bir “zihinsel
temsil durumuna” ulaştığında bile, dağa gidip ilk kayma denemesini yaptığında
tahminen kendisini yerde bulacaktır. Ancak kitapta yazılanları anımsayıp, bunları
bedensel olarak denemeye başladığında ve sürekli pratik yapmanın sonucu zaman-
la çok usta bir kayakçı hâline geldiğinde, sahip olduğu bedensel bilgi ile “zihin-
selliğin” çok ötesine geçmiş olacaktır. Usta bir kayakçı “Tekniğinizin sırrı nedir?”
gibi bir soruyu yanıtlarken, zihnini yoklayıp bilgilerini sözelleştirmeye çalışsa da
tahminen çok yararlı şeyler söyleyemeyecektir. Searle’e göre bunun nedeni, ele
aldığımız örnekte, sözel temsillerle başlayan bilme serüveninin bedenselliğin işin
içine girmesiyle sözel bilgiden bedensel bilmeye dönüşmüş olmasıdır. Dahası Se-
arle “bedensel bilmelerin” hem biyolojik hem de kültürel kapasitelerden kaynakla-
nabileceğini düşünmektedir. Bir nesneyi kavrayabilmek biyolojik bir kapasitedir.
Bir şişeden kolayca su içebilmek veya kapıları zahmetsizce açabilmek ise belli bir
140 Epistemoloji
farklı bir olgu algılayabilirdi. (Örnek, “Kedinin siyah bir kuyruğu var”) Searle’ün,
“Biz nesnelere bakınca yalın nesneyi değil nesnenin belli bir yönünü algılarız”
iddiasında bulunurken kastettiği de budur.
Searle’ün çarpıcı iddialarından biri, insanın algısal yapısının deneyimsel inan-
cın yapısıyla benzerlikler gösterdiğidir. Deneyim söz konusu olduğunda; örneğin,
“Bir kediye inanıyorum” eksik ve hatalı bir ifadedir. “Bahçemdeki kedinin siyah
ol-duğuna inanıyorum” ise daha doğru ve anlaşılabilir. Ne de olsa biz nesnelere
inanmayız; nesnelerin belli hâllerde olduğuna inanırız. O yüzden, Searle’ün doğ-
rudan gerçekçiliği açısından bakıldığında, algının yapısı deneyimsel inancın ya-
pısına benzer diyebiliriz.
Yukarıda verdiğimiz açıklama, Searle için algının neden bir “başarı” deyimi
olduğunu da göstermektedir. Eğer bir kişi, “Ben limonların mavi renkli olduğuna
inanıyorum” derse, inancının deneyimsel olarak yanlış olduğunu çünkü bu inan-
cın fiziksel dünyayı doğru yansıtmadığını söyleriz. Tersinden düşünürsek, “Ben
limonların sarı renkli olduğuna inanıyorum” gibi bir inancın dünyanın olgula-
rından dolayı doğru olduğu öne sürülebilir. İnanç-algı benzetmesine dönersek,
eğer bir kişi sarı bir limona bakıp “Ben şu an karşımda mavi bir limon olduğunu
algılıyorum” derse, bu örnekte algısal anlamda başarısız olduğunu, yani algının
gerçekleşmediğini söyleyebiliriz. Algı, nesnelerin dünyadaki çeşitli durumlarını
doğru olarak yansıttığı ölçüde gerçekten algı niteliği kazanır.
Şimdiye kadar söylediklerimizi özetlersek; Searle zihnimizin içini değil nes-
neleri algıladığımızı iddia etmekte ancak nesneleri yalın bir şekilde değil onların
“yönleri” veya “durumları” açısından algıladığımızı belirterek gerçekçi kurama
farklı bir kimlik ve nitelik kazandırmaktadır. Temsilcilerin ve görüngücülerin bu
fikre itirazına göre ise, “algıda görülen şey nesnedir” savı geçersizdir çünkü bir in-
san sanrıya kapıldıysa örneğin uçuşan kurbağalar görebilir. Yani, fiziksel dünyada
gerçekten olması beklenmeyecek şeyleri de biz algılayabiliriz. Bu da şunu gösterir:
Algılanan şey zihinsel durumlardır, dışımızdaki nesneler değillerdir. Searle’ün bu
itiraza yanıtı, daha önce de belirttiğimiz gibi, bu tür durumlarda aslında hiçbir
şeyin algılanmadığıdır. Yatağında yatan ateşli bir hasta “Şu an havada kurbağa-
ların uç-tuğunu görüyorum” gibi bir kanıdaysa, bunun gerçekliğinin testi eldeki
algı iddiasında belirtilen olgunun (yani “odamda kurbağalar uçuyor”un) dünya-
da gerçekten olup olmadığıdır. Eğer biz sanrı durumunda o türden bir olgunun
dünyada gerçekten olmadığını kabul ediyorsak, söz konusu durumda bir deneyim
yaşandığını ancak bunun algı olmadığını da kabul etmeliyiz.
Searle’e göre, “algı” diğer bazı deneyimlerden farklı olarak bir “başarı” deyimi ola-
rak alınmalıdır. Searle’ün kendi perspektifini savunurken neden “başarı” gibi bir 3
kavramı kullandığını onun gerçekçi fikirleri ışığında açıklamaya çalışın.
olması ve dahası, o kedinin öznede belli bir algıya neden olması gerekmektedir.
Ancak algılarımızın ötesinde ne olup bittiğini bizim bilmemiz konusunda episte-
molojik bir sorun ortaya çıkacağı açık değil midir? Daha net ifade edersek, Searle
bir deneyimin “algı” sıfatı taşıyabilmesi için dünyada öyle bir olgunun olması ge-
rektiğini düşünmektedir; ancak bir öznenin algılarından hareketle algı-gerçeklik
karşılaştırması yapması ve algılıyor olduğunu bilmesi olanaklı mıdır? Bu bilme id-
diası döngüsel bir iddia olmaz mıydı? Şöyle düşünelim: Benim “Şu anda bir kedi-
nin paspasın üstünde yat-tığını algıladım” diyebilmem için kendi öznel hâlim olan
algımı nesnel durum ile karşılaştırıp “Birbirlerine uydular, o hâlde algım gerçek-
miş” diyebilmem gerekirdi. Ama ben algılarımı kullanarak, algılarımın doğruluğu-
nu nasıl bilebilirim? Searle’ün algıların gerçekleşme şartı olarak o olguların dünya-
da olması gerektiğini öne sürmesi, son derece yararsız ve işlevsiz bir şart olmaz mı?
Bu karşı çıkış oldukça önemli bir noktayı işaret etmektedir. Ancak bu itira-
za Searle’ün yanıtı şu şekilde olacaktır. “Şu anda bir kedinin paspasın üstünde
yat-tığını algılıyorum” iddiasının doğru olma koşulu kedinin paspasın üstünde
yatmasıdır gibi bir savla gelen (yani, doğrudan gerçekçiliği savunan) bir kuramcı,
“algılayan kişi bunu o an bilmektedir” gibi bir iddiada bulunuyor değildir. Gerçek-
çinin söylediği şudur: Eğer dünyada algı gerçekleşiyorsa, gerçekleştiği durumlarda
olan şey, gerekli olgusal koşulun sağlanmasıdır. Bunun sağlandığının öznelerce
bilinip bilinmemesi elbette ayrı bir sorundur. Yani, bilgi sorunsalı ile uğraşan bir
felsefecinin ortaya koyabileceği bir işlev, algının koşullarını sergilemektir. Ama bu
mutlaka ve her zaman algısal bilgi ediniyor olduğumuzu göstermez. Örneğin, bel-
li bir olguyu gerçekten algıladığımızdan emin olduğumuz bir anda bile tamamen
yanılmamız olasıdır. Ya da Descartes’ın meşhur “kötü niyetli ve üstün güçleri olan
varlığı” bizi sürekli olarak aldatıyor olabilir. Fakat Searle konuya biraz farklı bir
perspektiften yaklaşmaktadır: Diyelim ki biz bazı şeyleri algılıyoruz; bunun onto-
lojik şartları (yani varlıksal koşulları) tam olarak nelerdir? Searle’ün vardığı sonuç
açıktır: Algı fiziksel bir süreçtir ve bu sürecin epistemolojik koşulları zihnin içini
değil gerçek dünyada olanları gündeme getirerek ifade edilebilir.
Ancak, bu yukarıda sergilediğimiz tartışmanın dışında, Searle’ün gerçekçiliği-
ni tehdit edebilecek bir olası karşı çıkış daha bulunmaktadır. Eğer biz, doğrudan
gerçekçilerin dediği gibi nesneleri (daha doğru bir ifadeyle, nesnelerin olgusal yön-
lerini) algılamakta isek, görsel yanılsama gibi süreçlerde ortaya çıkan tuhaf du-
rumlar nasıl açıklanabilir? Yukarıda çizimsel olarak da gösterdiğimiz Müller-Lyer
yanılsamasını düşünelim. O yanılsamada, gerçekte iki çubuk eşit uzunluktayken;
irademiz dışında ve kaçınılmaz olarak algılanan şey çubuklardan birinin daha
uzun olduğudur. Ancak “Soldaki çizginin sağdakinden uzun olduğunu algılıyo-
rum” gibi bir cümle –ki görülenin bu olduğu kesindir– gerçek dünyanın herhangi
bir olgusal yönünü yansıtmamaktadır. Bu sonuç da gerçekçilik açısından çelişkili
ve zor bir duruma yol açmaktadır.
Bununla birlikte, Searle’ün kuramının bu türden bir karşı çıkışa yanıt verme
potansiyeli taşıdığını tahmin etmek zor değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi,
Searle’e göre insanın bilişsel sistemi dinamik ve etken bir yapıya sahiptir. Bir insa-
nın bir nesneyi veya olguyu algılaması esas olarak bir “problem çözme” etkinliğidir.
Bu etkinlik önemli bir oranda insanın sahip olduğu dünya bilgisini kullanmayı da
gerektirir. O yüzden, bu türden bir sürecin hiç sekmeden ve aksamadan çalışması
beklenmemelidir. Algı, basit bir “kopyalama” işi değildir. Algı sisteminin, gerçekli-
ği kavrama girişimleri sırasında belli durumlarda zorlanmasının ve iç mantığının
çelişik bilgi parçalarını anlamlandırmakta başarısız olması sonucu fiziksel gerçek-
7. Ünite - Algının Epistemolojisi 143
liği çarpıtmasının nedeni de budur. Buna karşın, Searle’e göre, algı süreçlerini en
iyi açıklayan ve en az felsefi sorun içeren görüş gerçekçiliktir.
Bu ünitede göstermeye çalıştığımız gibi, algı epistemolojisi kendi içinde ilginç
ve önemli tartışmalar barındıran bir alandır. Ancak burada sergilediğimiz irde-
lemelerin bilgi ve varlık konularında genel olarak da kritik bir tartışma zemini
oluşturduğunu belirtmemiz gerekiyor. Yukarıda algı bağlamında sunduğumuz
gerçekçilik görüşü çağdaş felsefe açısından özellikle büyük bir önem taşımakta-
dır. Gerçekçilik akımının önemli yönlerinden bazılarına önümüzdeki ünitelerde
değineceğiz.
144 Epistemoloji
Özet
Algı kavramına ilişkin çağdaş bilimsel yaklaşım- nesneleri algılarlar” ifadesi, ilk bakışta göründü-
1 ları açıklayabilmek. ğünden daha karmaşık bir olguya karşılık gelmek
Genelde kabul edildiği üzere, algı bizim en durumundadır. Temsilciliği savunan felsefeciler,
önemli bilgi kaynağımızdır. Son derece yaygın bu tablo karşısında, nesnelere ve öznelere (veya
bir şekilde kullandığımız algılarımızın bize dün- zihinlere) ek olarak üçüncü bir unsurun daha
yayı şeffaf ve dolayımsız bir tarzda yansıttığını işin içinde olması gerektiğini düşünürler. Bu un-
düşünmeye eğilimliyizdir. Oysa çağdaş psiko- sur zihinsel durumlar veya zihinsel içeriklerdir.
lojinin bulguları bize algı konusunda farklı bir Örneğin, Modern felsefecilerin “idea” kavramı
tablo çizmektedir. Kaydedilmesi gereken önemli bu işlevi yerine getiren bir unsur olarak tasarlan-
noktalardan biri, insan algısının genelde ol- mıştır. Özet olarak, temsilcilik görüşü, insanların
dukça karmaşık zihinsel işlemler gerektiren bir algı sırasında doğrudan algıladıkları şeyin kendi
süreç olduğudur. Felsefecilerin algı konusun- zihinsel durumları olduğunu savlar. Ancak bu
da sorduğu en önemli sorular ise, duyularımız tam olarak öznelci bir yaklaşım değildir çünkü
yoluyla bize ulaşarak algıya dönüşen bilgilerin algıda oluşan zihinsel durumlar algıdan bağımsız
gerçeklik ile olan ilişkisi üzerinedir. Bu durum, olarak gerçeklik içinde var olan nesneleri temsil
algıyı en önemli epistemolojik konulardan biri ederler. Bu görüşe “temsilcilik” adı verilmesinin
konumuna getirir. Zihnimizde bir takım algıla- nedeni de budur.
rın oluşması ve bizi dünyaya ilişkin bilgilendi- Algı konusunda önde gelen bir diğer kuram gö-
riyor gibi görünmesi, o algıların (görüntülerin, rüngücülüktür. “Görüngü” (veya “fenomen”)
seslerin, vb.) mutlaka zihinden bağımsız gerçek- kavramı, insana görünen, insanın deneyimi içine
liğin içinde de yer aldığını göstermez. O yüzden, giren olgular için kullanılır. Bu alışılmadık deyi-
algı ve gerçeklik ilişkisinin sorgulanması ve al- min felsefeciler tarafından kullanılmasının nede-
gının yapısının açığa kavuşturulması kritik bir ni, nesneler dünyasından bahsederken, metafi-
epistemolojik işlev olarak karşımıza çıkar. zikçilerin anladığı anlamda “bütünüyle insandan
bağımsız tözsel nesnelere” gönderme yapmak
Algı felsefesinin önde gelen kuramları olan “tem- yerine, insan deneyiminin içine giren nesneleri
2 silcilik”, “görüngücülük” ve “gerçekçilik” görüşleri- gündeme getirebilmektir. Görüngücülük, algının
ni açıklayabilmek. gerçekleştiği anlarda zihinlere bazı görüngülerin
Algı konusunda en önde gelen kuramlardan biri sunulduğunu, ancak bunda hareketle metafizik
temsilciliktir. J. Locke gibi önde gelen felsefeci- gerçeklik veya fiziksel gerçeklik içinde zihinden
lerin savunduğu temsilcilik görüşüne göre, her bağımsız nesnelerin bulunduğunu çıkaramaya-
ne kadar fiziksel dünyanın nesneleri nesnel bir cağımızı savunur. Tahmin edileceği gibi “Dene-
şekilde varlık alanında yer alıyor olsa da, insan- yimcilik” ünitesinde incelediğimiz David Hume
ların nesneleri algılamaları “şeffaf ” ve “dolaysız” görüngücülüğün en büyük temsilcilerinden biri-
bir şekilde gerçekleşmez. Bu anlamda, algıların dir. O hâlde; görüngücülüğe göre, algı sırasında
ortaya çıkma süreçleri sırasında, üç ayrı unsurun işin içine üç değil iki unsurun girdiğinden söz
işin içine girdiğini söyleyebiliriz. Birincisi, ortada edebiliriz. Birincisi, algının “alıcı” tarafında öz-
algılanan veya algılanabilecek nesne(ler) vardır. neler veya zihinler bulunur. İkinci olarak da, algı
Nesne zihinler olsa da olmasa da (yani, algı olgu- sırasında karşımıza çıkan (görünen, görüngüsel)
su gerçekleşse de gerçekleşmese de) var olmaya nesneler vardır. Bu nesneler, zihinsel içerikle-
devam edecek olan bir unsurdur. İkinci olarak, rimize ait olan şeylerdir. Bu iki unsur dışında,
öznelerin veya zihinlerin varlığından söz ede- üçüncü bir unsurdan söz etmemiz olanaklı de-
biliriz. Zihinlerin, zihinden bağımsız varlıkları ğildir. Kısaca özetlersek, görüngücülük belli bir
algılamaları ve kavramaları sonucu insanların anlamda temsilciliğe benzer: Algıda karşılaştı-
dünya bilgisi oluşur. Ancak, burada dikkat edil- ğımız şeyler zihinsel içeriklerdir. Buna karşın,
mesi gereken nokta, zihin ve nesnenin aynı tür- görüngücülüğün temsilcilikten önemli bir farkı
den şeyler olmadıklarıdır. Bu yüzden “zihinler vardır. Temsilcilik görüşünü savunan felsefeci-
7. Ünite - Algının Epistemolojisi 145
ler, zihnin dışında yer alan fiziksel nesnelerin var lebiliriz? Bu soruya Searle gibi gerçekçilerin ver-
olması gerektiğini düşünürken, görüngücülüğü diği yanıt, algının gerçekleşme koşullarının ifade
savunan düşünürler bu “nesnel” unsurun var ol- edilmesi ile algının gerçekleştiğinin bilinmesi-
duğunu gösteremeyeceğimizi, o yüzden bunun nin birbirinden ayrılması gereken konular ol-
metafiziksel bir varsayım olarak kalacağını öne duğu yönündedir. Buna ek olarak, temsilciliğin
sürerler. Algı konusunda üçüncü olarak sergilen- ve görüngücülüğün olası bir itirazı şu olabilir:
mesi gereken kuram gerçekçiliktir. Gerçekçiliğin Algısal yanılsamaların bilinç düzeyinde engel-
ana fikri aslında son derece basittir. Gerçekçi lenemeyecek kadar güçlü olduğu gerçeği, bizim
felsefecilere göre, algıda karşımıza çıkan nes- nesneleri nesnel hâlleriyle algıladığımız tezi için
ne gerçektir, yani zihinden bağımsız gerçeklik önemli bir kuramsal sorun oluşturur. Searle’ün
içinde yer almaktadır. Elbette, bu tez temsilcilik buna yanıtı, algının dinamik bir yapısının oldu-
tarafından da savunulan bir görüştür. Ancak ger- ğu ve dünya bilgimizden etkilenebileceği yönün-
çekçilik, temsilcilikten oldukça farklı olarak, al- dedir. Gerçekçilere göre, algı sırasında biz yine
gıda bizim doğrudan yüzleştiğimiz şeyin zihinsel de nesneleri algılarız, zihnimizin içini değil. Her
durum değil nesnelerin kendileri olduğunu sa- durumda, gerçekçiliğin algısal yanılsamalarda
vunur. Gerçekçiliğin bu bağlamda öne sürdüğü ortaya çıkan sıra dışı durumu iyi açıklayıp açık-
görüş, insanın zihninin boş olduğu veya zihinsel lamadığı, üzerinde düşünmeye değer bir nokta
durumlarının olmadığı değildir. Onun iddiası, olarak ön plana çıkmaktadır.
bizim algı süreci sırasında deneyimlerimizi de-
ğil nesnelerin kendisini algılamakta olduğumuz
yönündedir. Algı konusunda çağdaş gerçekçiliği
savunan en önde gelen felsefecilerden birisi John
Searle olmuştur. Searle’ün gerçekçiliğini ilginç
kılan bir özellik, onun, bizim algıladığımız şeyin
nesneler olduğunu söylemesi ancak bu fikri “Biz
nesneleri yalın olarak değil, yönleri itibarıyla algı-
larız” şeklinde geliştirmesidir. Eğer bu doğruysa,
bizim algımızın önermesel bir yapısının olduğu
söylenebilir. Başka bir deyişle, insanlar nesnele-
ri bir oluş veya durum içinde algılarlar. “Ben bir
limon algılıyorum” aslında yanıltıcı bir ifadedir.
Biz genellikle algıyı, örneğin, “Ben bir limonun
sarı renkte olduğunu algılıyorum”, “Ben bir limo-
nun yuvarlak şekli olduğunu algılıyorum” veya
“Ben bir limonun masa üzerinde durduğunu al-
gılıyorum” şeklinde gerçekleştiririz. Algılanacak
yönlerin hangileri olduğu ise, dünya bilgimize ve
dilimizin zenginliğine bağlı bir konudur.
Kendimizi Sınayalım
1. “Duyum” kavramının “algı” kavramından farkı ile 4. Görüngücülük ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangi-
ilgili aşağıdakilerden hangisi söylenebilir? si doğrudur?
a. Algılardan farklı olarak, beş duyunun işlevleri a. Zihnimizin maddesel bir yapısı vardır.
sırasında insan zihninin belli üst düzey düşün- b. Zihinsel durumlarımız zihin dışındaki nesnele-
sel süreçlerden geçmesi gerekir. ri temsil ederler.
b. Algılardan farklı olarak, beş duyunun işlevleri c. Bizim görünen dünyayı aşarak nesneleri olduğu
sırasında insan zihni etken konumdadır. gibi kavramamız olanaksızdır.
c. Algılardan farklı olarak, beş duyunun işlevleri d. Nesnel nitelikler hem nesnelerdedir hem de
sırasında insan zihni edilgen konumdadır. zihnimizde temsil edilirler.
d. Algılardan farklı olarak, beş duyunun işlevleri e. Zihinsel durumlara sahip olduğumuz fikri
sırasında insan zihni dışarıdan gelen bilgi par- yanlıştır.
çalarını göz ardı edebilir.
e. Algılardan farklı olarak, beş duyunun işlevleri 5. Locke’ın temsilciliği ile Hume’un görüngücülüğü ara-
sırasında insan zihni belli karşılaştırmalar ve sındaki en önemli benzerlik aşağıdakilerden hangisidir?
bağdaştırmalar yapar. a. Her iki görüşe göre, nesnelerin algılanması ve
kavranmasında zihinsel temsiller işlev görür.
2. Algı süreçlerine “bilişsel” açıdan yaklaşan bilim b. Her iki görüşe göre biz nesnelerin kendilerini
insanlarına ve felsefecilere göre, algısal mekanizma- doğrudan algılar ve kavrarız.
larımız büyük oranda “yukarıdan aşağıya” bir şekilde c. Her iki görüşe göre biz bazı nesneleri ideaların
çalışırlar. Aşağıdakilerden hangisi bu düşünceyi en iyi aracılığı olmadan algılar ve kavrarız.
şekilde açıklar? d. Her iki görüşe göre biz bazı nesneleri temsil et-
a. Algısal süreçler basit duyumlarla başlar ve daha meden algılar ve kavrarız.
karmaşık algısal durumlara doğru giderler. e. Her iki görüşe göre biz önce nesneleri doğru-
b. Algısal süreçler doğuştan itibaren sahip oldu- dan algılar ve ardından onlara ilişkin idealar
ğumuz idealarla başlar ve daha karmaşık algısal oluştururuz.
durumlara doğru giderler.
c. Tikel algılarımız, sahip olduğumuz karmaşık 6. Algı felsefesinde gerçekçilik akımını en iyi betimle-
idealar üzerinde belirleyici etki yapabilir. yen ifade aşağıdakilerden hangisidir?
d. Genel dünya bilgimiz ve beklentilerimiz, tikel a. Algı süreçleri sırasında biz gerçekliğin içindeki
algılarımız üzerinde belirleyici etki yapabilir. nesnelerin kendilerini algılarız.
e. Tikel algılarımız, genel dünya bilgimiz ve bek- b. Algı süreçleri sırasında biz temel olarak ideaları
lentilerimiz üzerinde belirleyici etki yapabilir. algılarız.
c. Algı süreçleri sırasında biz önce ideaları ardın-
3. Temsilcilik ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi dan gerçekliğin içindeki nesneleri algılarız.
yanlıştır? d. Algı süreçleri sırasında biz idealarla gerçekliğin
a. Zihnimizin dışında nesnelerin olduğunu söyle- içindeki nesneleri aynı anda algılarız.
yebiliriz. e. Algı süreçleri sırasında biz önce gerçekliğin
b. Zihinsel durumlarımız zihin dışındaki nesnele- içindeki nesneleri ardından ideaları algılarız.
ri temsil ederler.
c. Algı zihinsel bir süreçtir.
d. Nesnel nitelikler hem nesnelerdedir hem de
zihnimizde temsil edilirler.
e. Zihinsel durumlara sahip olduğumuz fikri
yanlıştır.
7. Ünite - Algının Epistemolojisi 147
7. Aşağıdakilerden hangisi Searle’ün gerçekçiliği sa- 9. Searle’ün gerçekçi görüşü, “nesnelerin algılanması”
vunmak için kullandığı bir argümandır? konusunda aşağıdakilerden hangisini savunur?
a. Biz belli bir rengi algıladığımızda, algıladığımız a. İnsanlar fiziksel dünyanın nesnelerini idealar
renk nesnel deneyimin bir özelliğidir, algısal aracılığıyla algılar; başka bir deyişle insanlar her
nesnenin değil. Bu durum bizim deneyimleri- zaman nesnelerin belli yönlerini algılar.
mizi değil nesneleri algıladığımızı gösterir. b. İnsanlar fiziksel dünyanın nesnelerini oldukları
b. Biz belli bir rengi algıladığımızda, algıladığımız gibi algılar; başka bir deyişle bir nesneyi göz-
renk nesnenin bir özelliğidir, deneyimin değil. lemleyen insanlar nesnelerin farklı yönlerini
Bu durum bizim deneyimlerimizi değil nesne- algılamazlar.
leri algıladığımızı gösterir. c. İnsanlar fiziksel dünyanın nesnelerini zihinsel
c. Biz belli bir rengi algıladığımızda, algıladığımız temsil yoluyla ve oldukları gibi algılar; başka bir
renk nesnenin bir özelliğidir, deneyimin değil. deyişle bir nesneyi gözlemleyen insanlar nesne-
Bu durum bizim nesneleri değil deneyim par- lerin farklı yönlerini algılamazlar.
çalarını algıladığımızı gösterir. d. İnsanlar fiziksel dünyanın nesnelerini olgusal
d. Biz belli bir rengi algıladığımızda, algıladığımız veya önermesel olarak algılar; başka bir deyiş-
renk nesnel deneyimin bir özelliğidir, algısal le insanlar her zaman nesnelerin belli yönlerini
nesnenin değil. Bu durum bizim önce deneyim algılar.
parçalarını ardından da nesneleri algıladığımızı e. İnsanlar zihinde beliren görüntüleri algılar;
gösterir. başka bir deyişle bir nesneyi gözlemleyen in-
e. Biz belli bir rengi algıladığımızda, algıladığımız sanlar nesnelerin farklı yönlerini algılamazlar.
renk nesnenin bir özelliğidir, deneyimin değil.
Bu durum bizim nesneleri algılarken idealara 10. Temsilciliği savunan bir felsefeci ile Searle’ün gö-
gereksinim duyduğumuzu gösterir. rüşü arasındaki benzerlik aşağıdakilerden hangisi ile
ifade edilebilir?
8. Aşağıdakilerden hangisi Searle’ün öne sürdüğü gö- a. İnsanların algılarının nihâi kaynağı fiziksel nes-
rüşlerden biri değildir? neler değil zihinsel durumlardır.
a. Temsil epistemolojisi üzerinde fazlaca duran b. İnsanların algılarının nihâi kaynağı temsil işlevi
düşünürler abartılmış bir iç-dış dünya ayrımı yerine getiren idealardır.
yapmaya yönelmişlerdir. c. İnsanların algılarının nihâi kaynağı zihinsel du-
b. İnsanların temsil etme yeteneklerinin ardında rumlar değil gerçek fiziksel nesnelerdir.
temsile dayanmayan bilgilerin ve yeteneklerin d. İnsanların algı süreçlerinde doğrudan yüzleş-
yattığı unutulmamalıdır. tikleri şey ikincil niteliklerdir.
c. Bir zihinsel temsil ancak başka zihinsel temsil- e. İnsanların algı süreçlerinde doğrudan yüzleş-
lerin varlığında anlamlandırılabilir bir zihinsel tikleri şey nesneler değil zihinsel durumlardır.
durumdur.
d. Algı bir “başarı deyimi” olması itibarıyla diğer
deneyim çeşitlerinden ayrılır.
e. Algılarımızın kaynağı bazen nesneler bazen de
zihnimizde uyanan idealardır.
148 Epistemoloji
Okuma Parçası
Realizme karşı en yaygın çağdaş argüman perspek- Farklı kavramsal yapılar gerçekliğe dair farklı betimle-
tivizmdir. Argüman değişik biçimler alsa da, onları meler verirler ve bu betimlemeler birbirleriyle bağdaş-
oluşturan ana akım şöyledir: Belli bakış açısı, belli bir mazlık arz ederler. Örneğin bir kavramsal şemaya göre
varsayımlar dizisi ve belli bir yönden, belli bir duruş bana “Bu odada kaç nesne vardır?” diye sorulursa, bu
olmadan, gerçek dünyaya dair hiçbir erişime, hiçbir odadaki değişik mobilya parçalarını sayabilirim. Fakat
temsil etme tarzına sahip değiliz ve bu dünyanın bir bir mobilya grubunun parçaları arasında ayrım gözet-
suretini oluşturabileceğimiz hiçbir aracımız yoktur. meyen ve mobilya grubunu sadece tek bir şey olarak ele
Eğer gerçekliğe giden dolaysız bir yol yoksa o zaman alan bir başka kavramsal şemaya göre, ‘Odada kaç nes-
argüman hakiki anlamda gerçeklik hakkında konuşu- ne vardır’ sorusuna farklı bir cevap olacaktır. Soruya ilk
lacak hiçbir nokta olmadığı sonucuna varır; aslında kavramsal şema içinde verilecek bir cevap olarak, odada
duruşlardan, yönlerden ve bakış açılarından bağım- yedi nesne vardır diyebilirim; ikinci şema içerisinde ise,
sız hiçbir gerçeklik de yoktur. Bu tür perspektivizmin tek bir nesne...Öyleyse, gerçekten kaç tane vardır? An-
iyi dile getirilmiş bir ifadesi Brian Fay’in sosyal bilim ti-realistler bu soruya hiçbir cevap olmadığını söylerler.
felsefesi üzerine bir ders kitabında bulunacaktır...Pers- Kavramsal bir şemaya nispet edilenin dışında hiçbir
pektivizme göre, hiç kimse gerçekliği doğrudan doğ- maddi olgu yoktur ve dolayısıyla da kavramsal bir şema-
ruya kendinde olduğu haliyle asla göremez; insan ger- ya nispet edilenin dışında hiçbir gerçek dünya yoktur.
çekliğe kendi bakış açısından, kendi varsayımlarıyla ve Bu argümandan ne anlam çıkarmalıyız? Çok ünlü bazı
kendi kavramlarıyla yaklaşır. filozoflar tarafından farklı versiyonlar halinde geliştiril-
Argüman, buraya kadar realizmin en basit biçimine miş bir argüman olsa bile, bu argümanın dikkat çekecek
bile bir saldırıya benzemiyor. Sadece, gerçekliği bilmek derecede zayıf bir argüman olduğunu düşündüğümü
için, onu bir bakış açısından bilmek zorunda olduğu- söylemekten hicap duyuyorum. Gerçekten de bir say-
muzu söylüyor. Bu pasajdaki tek hata, pasajın, gerçek- ma sistemine göre sayıldığında odada yedi nesne var-
liği kendinde olduğu haliyle doğrudan bilmenin şunu ken, bir diğer sayma sistemine göre sayıldığında sadece
gerektirdiğini ima etmesidir: Gerçeklik herhangi bir tek bir nesne vardır. Fakat bizim hangi sayma sistemini
bakış açısından biliniyor olmamalıdır. Bunu yapmak kullandığımız gerçek dünyanın umurunda değildir. Bu
haksız bir varsayımda bulunmaktır. Örneğin önümdeki sayma sistemlerinin her biri farklı bir sayma sistemini
sandalyeyi doğrudan görüyorum, fakat elbette onu bir kullanarak tek bir dünyanın alternatif ve doğru bir be-
bakış açısından görüyorum. Sandalyeyi dolaysız olarak timlemesini verirler. Problemin ortaya çıkışı, “sadece tek
bir perspektiften biliyorum. ‘Gerçekliği dolaysız olarak bir nesne vardır ve bununla beraber yedi nesne vardır”
kendinde olduğu haliyle’ bilmekten bahsetmek akledi- demekteki görünür tutarsızlıktan neşet eder bütünüyle.
lir bir şey olduğu müddetçe, onu gördüğüm için orada Her ikisi de tutarlıdır ve aslında her ikisi de doğrudur.
bir sandalye olduğunu bildiğim zaman, onu kendinde Gündelik hayatta bu türden pek çok örnek vardır. Pound
olduğu haliyle bilirim. Bu şekilde tanımlanan perspek- cinsinden 160 pound, kilogram cinsinden 72 kilo geliyo-
tivizm ne realizmle ne de bizim gerçek dünyaya dair rum. Hangi ölçü sistemini kullandığıma bağlı olarak her
doğrudan algısal erişime sahip olduğumuzu söyleyen ikisi de doğrudur. Aslında hiçbir problem ve herhangi
epistemik nesnellik doktriniyle tutarsızlık arz eder bir tutarsızlık söz konusu değildir.
(...) Realizme karşı üçüncü argüman bilim tarihinden geti-
Perspektivizm argümanıyla bağlantılı olan ikinci ar- rilen argümandır. Bu argümanın kökü Thomas Kuhn’un
güman, kavramsal görelilik argümanıdır. Argüman şu The Structure of Scientific Revolutions adlı kitabında bu-
şekildedir: Kavramlarımızın tamamı insan varlıkları lunur. Gerçi ben Kuhn’un kendisinin bu argümanı bu
olarak bizim tarafımızdan oluşturulurlar. Gerçekliği formda kabul ettiği konusunda şüpheliyim. Kuhn’un
betimlemek için sahip olduğumuz kavramlar hakkın- açıklamasına göre bilim, bilginin istikrarlı bir biçimde
da kaçınılmaz hiçbir şey yoktur. Fakat diye devam eder sürekli birikimiyle ilerlemez; daha ziyade bir dizi dev-
anti-realistler, gereği gibi anlaşılırsa, bizim kavramları- rimle ilerler. Böylelikle, belli güçlükleri çözmekte yeter-
mızın göreliliği, kavramlarımız yoluyla erişmemiz dı- siz kaldığından dolayı bilim yapılan bir paradigmadan
şında dışsal gerçekliğe dair hiçbir erişime sahip olma- vazgeçilir ve bilimsel bir devrimin sonucu olarak yerine
dığımız için, dışsal realizmin yanlış olduğunu gösterir. yeni bir paradigma konur. Bulduğumuz şey, kendinde
7. Ünite - Algının Epistemolojisi 149
olduğu haliyle gerçeklik hakkındaki bilginin sürekli tutarlı bir biçimde benimseyebilirdik. Bu tür bilimsel
birikimi değil, fakat daha ziyade her biri kendi para- “keşifler”in tarihi göstermektedir ki, eğer doğruluğun
digması içinde gerçekleştirilen bir dizi farklı söylemdir. zihnin bağımsız gerçeklikle bir örtüşme ilişkisinin adı
Bilim bağımsız bir biçimde mevcut bir gerçeklik be- olduğu kabul edilirse bu durumda doğruluk olarak
timlemez, ilerledikçe daima yeni “gerçeklikler” yaratır. böyle bir şey yoktur, çünkü böyle bir gerçeklik ve dola-
Bruno Latour ve Steve Woolgar’ın da söylediği gibi; yısıyla örtüşme ilişkisi yoktur.
“Bizim işaret ettiğimiz husus şudur: Orada-dışarıdalık (...)
bilimsel çalışmanın sebebinden çok sonucudur.” Daha Bu argüman günümüzde cereyan eden tartışmalardan
önce de zikrettiğim üzere, Kuhn’un bu anti-realist argü- neredeyse yarım yüz yıl öncesine dayanır. Fakat yine
manı kabul ettiğinden kuşkuluyum; fakat o Newton’un de hala kötü bir argümandır. Yer merkezli teoriden
bir anlamda Aristo’nunkinden farklı bir dünyada çalış- güneş merkezli teoriye geçiş bağımsız olarak mevcut
tığını düşünüyordu. hiçbir gerçeklik olmadığını göstermez; tersine bütün
Bu argümandan ne anlamamız gerekiyor? Bir kez daha tartışma, eğer bu tür bir gerçekliğin olduğu varsayılırsa
söylemeliyim ki, bu argüman bana, bizden bütünüyle ancak bizim için erişilebilir bir hal alır. Bu tartışmayı
bağımsız bir biçimde mevcut gerçek bir dünyanın var ve taşıdığı önemi ancak ve ancak bu tartışmanın ger-
olduğu ve doğal bilimlerin görevinin de bize bu dün- çek nesneler –güneş, dünya, gezegenler– ve araların-
yanın nasıl işlediğine dair teorik bir açıklama getirmek daki fiili ilişkiler konusunda yaşandığını kabul edersek
olduğu şeklindeki mevcut durumun en basit versiyonu- anlayabiliriz. Dünya ve güneş gibi zihinden bağımsız
na en ufak bir şüphe dahi oluşturmaz gibi geliyor. Farz nesneler olduğunu kabul etmediğimiz müddetçe, gü-
edelim ki Kuhn, bilimin düzensiz bir şekilde ve zaman neşin mi dünya etrafında döndüğü yoksa dünyanın mı
zaman büyük sarsıntılara uğrayarak ilerlediği hususun- güneş etrafında döndüğü konusundaki tartışmada söz
da haklıdır. Devrimci teorilerin önceki teorilerin termi- konusu olan şeyin ne olduğunu anlayamayız bile.
nolojisine bile aktarılabilir olmadığını varsayalım; öyle
ki bu farklı teorilerin bağlıları arasındaki tartışmalar Kaynak: John R. Searle. (2006). Zihin Dil Toplum.
sadece birbirlerini anlamadıklarını ortaya koymaktadır. çeviren: Alaattin Tural. İstanbul: Litera Yayıncılık, s.
Bundan ne çıkar? İlgi çekici hiçbir şeyin çıkmadığını 30-36.
düşünüyorum. Gerçek dünyayı anlamak için gösteri-
len bilimsel çabaların önceden zannettiğimizden daha
az rasyonel ve birikime daha az dayalı olması gerektiği,
bilim adamlarının betimlemek için samimi girişimler
yaptıkları gerçek bir dünyanın mevcut olduğu şeklinde-
ki varsayımımıza hiçbir şüphe düşürmez.
Realizme karşı Kuhn’un argümanıyla bağlantılı dör-
düncü argüman, teorinin delille yeterince belirlenme-
diği şeklindeki argümandır. Dünyanın bizim gezegen
sistemimizin merkezi olduğu düşüncesinden güneşin
merkez olduğu düşüncesine yani yer merkezli teoriden
güneş merkezli teoriye geçişi ele alalım. Batlamyus’çu
yer merkezli teorinin yanlış, güneş merkezli teorinin
doğru olduğunu keşfetmiş değildik. Bilakis güneş mer-
kezli teori güneş ve ay tutulmaları, uzaklık açısı vb. gibi
hususlarda daha iyi tahminlerde bulunmamıza imkan
sağladığı için yer merkezli teoriden vazgeçmiştik. Mut-
lak bir hakikat keşfetmiş değil, bunun yerine esas itiba-
rıyla pratik amaçlardan dolayı başka bir söylem tarzını
benimsemiştik. Bu durum, teorilerin her ikisinin de
delille “yeterince belirlenmemiş” olmasındandır. Teori-
de uygun ayarlamalar yapma konusunda istekli olmak
şartıyla, her iki teoriyi de eldeki kanıtların tamamıyla
150 Epistemoloji
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Önermesel doğrunun felsefi önemini açıklayabilecek,
Temel doğruluk kuramları olan “karşılık kuramı”, “bağdaşım kuramı”, “gerek-
sizlik kuramı” ve “pragmacılık” görüşlerini açıklayabilecek,
Öğrendiğiniz doğruluk kuramlarını felsefi olarak değerlendirerek, bu görüşle-
rin güçlü ve zayıf yönlerini açıklayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Önermesel Doğru • Bağdaşım Kuramı
• Karşılık Kuramı • Gereksizlik Kuramı
• Olguculuk • Pragmacılık
İçindekiler
• GİRİŞ
• ÖNERMESEL DOĞRUNUN FELSEFİ
Epistemoloji Önermesel Doğru ÖNEMİ
• TEMEL DOĞRULUK KURAMLARI
• DOĞRULUK KURAMLARININ
DEĞERLENDİRMESİ
Önermesel Doğru
Yaşamdan Örnekler
Fletcher Reede kariyeri üzerine yoğunlaşmış, fazlaca etik kaygıları olmayan, başa-
rılı bir avukattır. Yaş gününde oğluyla birlikte olacağına söz vermesine rağmen bu
sözünü yerine getirmez ve her zaman yaptığı gibi yalan söyler. Oğlu Max de pasta-
sının mumlarını söndürürken babasının en azından sadece bir gün boyunca yalan
söylememesini diler ve bu dileği kabul olur. Fletcher için yaşam bu noktadan sonra
çok zor bir hâl almaya başlar çünkü iş yerinde sürekli olarak aklından geçen neyse
onu kelimelere dökmektedir. Çalıştığı binada işe yeni başlayan bir kız “Burada her-
kes bana çok iyi davranıyor” deyince Fletcher “Güzelsin de ondan” der. Asansörde
gaz kaçırdıktan sonra “O bendim!” itirafında bulunur. İş yerinde birlikte çalıştığı bir
kişinin suratına adını anımsamadığını çünkü ona önem vermediğini söyler. Benzeri
komik olaylar, mahkeme salonunda Fletcher çocuklarının velayetini almaya çalışan
duyarsız ve kötü niyetli bir anneyi savunmaya çalışırken de yaşanır. Jürinin önünde
kadını savunmak yerine onun ne kadar kötü ve haksız olduğunu haykırır. Bu olay-
lardan ders çıkaran Fletcher sonuçta önemli bir kişisel değişime uğrayacaktır. (Ya-
lancı Yalancı filminin özeti. Başvurulan kaynaklar: http://www.imdb.com/ ve http://
tr.wikipedia.org/wiki/Yalancı_Yalancı/ Filmin yönetmeni: Tom Shadyac. Oyuncular:
Jim Carrey, Maura Tierney. Yapım yılı: 1997.)
GİRİŞ
“Doğru” kavramı yalnızca epistemoloji kapsamında değil, felsefenin genelinde
büyük bir öneme sahiptir. Biz bu ünitede doğrunun tam olarak ne olduğu ve bilgi
bağlamında doğrunun neden önem taşıdığı soruları üzerinde odaklanacağız ve bu
konuda üretilmiş kuramları inceleyeceğiz. Burada sunacağımız irdelemelerimizin
merkezindeki kavram “önermesel doğru” olacak. Birinci ünitede de açıkladığımız
gibi, “önerme” kavramının “cümle” kavramından ayrılması gerekmektedir. Gün-
lük yaşamda biz “doğru” nitelemesini düşünceler, yargılar, inançlar ve cümleler
için kullanırız. Yalnız bu noktada dikkatli olmamız gerekir çünkü, örneğin, bir
kâğıt üzerinde yazılı duran bir cümle nihayetinde fiziksel bir şeydir (yazılmış olan
cümlenin kâğıt ve mürekkepten oluştuğu düşünülürse). Oysa “doğru” dediğimiz
nitelik kâğıt ve mürekkebin bir özelliği değildir. Kâğıt ince veya kalın olabilir, mü-
rekkep koyu veya açık renkli olabilir ve bunlar aracılığıyla yazdığımız harfler eğri
154 Epistemoloji
Yazılmış olan cümlelerin büğrü olabilir. Ancak kâğıt üzerinde mürekkep aracılığıyla çiziktirilen simgeler
kendileri fiziksel dünyaya ait “doğru” olamaz. “Bu söylediğin cümle doğru” veya “Bu kâğıtta yazan cümle yan-
somut şeylerdir. Cümlelerin
ifade ettiği düşünceler veya lış” gibi ifadelerden kastedilen, o cümlelerin içeriklerinin veya aktardıkları yargı-
içerikler ise önermeleri ların doğru veya yanlış olma durumudur. Kâğıt üzerindeki izler ve hatta konu-
oluştururlar. Önermeler doğru
veya yanlış olma kapasitesine şan bir insandan yayılan ses dalgaları görece olarak somut şeylerdir; buna karşın,
sahiptir. önerme veya dile getirilen iddia (fiziksel bir nesne olmama anlamında) soyuttur.
Dünyada karşımıza çıkan ve fiziksel unsurlardan oluşan tikel cümleler ile öner-
meleri ayırmak bu anlamda gerekli ve yararlı bir felsefi adımdır.
Şimdi “önerme” ve “doğru/yanlış” kavramları arasındaki ilişkiye bakalım. Be-
lirttiğimiz gibi, “önerme”, doğru veya yanlış olabilen bir cümlenin içerdiği dü-
şüncedir. Örneğin, “Ah bu dikkatsiz sürücüler!” cümlesinin dile getirilmesinin
ardında haklı nedenler bulunsa bile, bu cümle doğru veya yanlış olarak nitelen-
dirilemez. “Ah bu dikkatsiz sürücüler!” cümlesinden farklı olarak, örneğin, “Bazı
sürücüler araçlarını dikkatsiz kullanırlar” cümlesi bir yargı veya iddia ile karşı-
mıza çıktığı için, içinde bir “önerme” barındırır ve doğru veya yanlış değeri ala-
bilir. Eğer bazı sürücüler araçlarını dikkatsiz kullanıyorlarsa bu yukarıdaki cümle
doğrudur; eğer trafikte araçlarını dikkatsiz kullanan sürücüler yoksa bu cümle
yanlıştır. “Önermesel doğru”nun bu basit betimlemesi hem sağduyuya uygundur
hem de pek çok felsefecinin itiraz etmeden kabul edebileceği genel bir tasvir sun-
maktadır. Bu şartlar altında, yukarıda kısaca sergilediğimiz “doğru” kavramının
neden ilginç veya önemli olduğu ilk bakışta okuyucuya net bir şekilde görün-
meyebilir. O yüzden, bu ünitedeki tartışmalarımıza, doğrunun genelde felsefe ve
özelde de bilgi sorunsalı açısından önemini aydınlatarak başlayalım.
felsefi iddiadır. Her durumda, doğrunun yalnızca metafizik alanına ait olmadığı-
nı, dil felsefesini ve semantik (anlambilimsel) çalışmaları ilgilendiren bir yönünün
olduğunu söylemek olanaklı görünmektedir.
Bunlara ek olarak, “Bahçemde şu an dört ağaç var” cümlesinin doğruluğunun
epistemolojiyi yakından ilgilendiren bir yönü de vardır. Daha önceki ünitelerde
sergilediğimiz gibi, önermesel bilgi epistemolojinin en temel konularından biridir.
Ve önermesel bilgi kavramı üzerine çalışan felsefecilerin sık sık önermesel doğ-
ru kavramıyla da ilgilenmeleri ve o kavramın inceliklerine değinmeleri gerekir.
Konunun kuramsal zorluklarına geçmeden ve yüzeysel bir akıl yürütme ile söy-
lersek, önermesel bilgi “doğru” hedefine yöneliktir diyebiliriz. Şöyle düşünelim:
“Ben bahçemde şu an dört ağaç olduğunu biliyorum” gibi bir bilgi iddiasında
bulunan bir öznenin gerçekten biliyor olması için hangi temel koşul yerine gel-
melidir? Pek çok kişi bu soruya şu yanıtı verecektir: “Bahçemde şu an dört ağaç
olmalıdır, yoksa o durumu bildiğimi iddia edemem”. Öte yandan, bu söylediğimiz
şey şu şekilde de ifade edilebilir: “Bahçemde şu an dört adet ağaç olduğunu bil-
mem için ‘Bahçemde şu an dört ağaç var’ cümlesi doğru olmalıdır”. Sağduyuya
uygun görünen (ancak ileride daha ayrıntılı olarak tartışmamızı gerektirecek) bu
düşünce zincirine göre, dünya bilgimiz önermesel doğru kavramıyla yakından iliş-
kilidir. Deneyimsel bilgimizin en ilginç ve kritik bölümü doğru önermeleri içerir.
Bu durum doğrunun yalnızca metafizik ve semantik kapsamında değil, epistemo-
loji açısından da çok büyük önem taşıdığını gösterir.
Doğrunun yapısına ilişkin öne sürülmüş temel kuramları incelemeden önce
“düşünce” ve “doğruluk” arasındaki ilişki üzerine de bazı saptamalar yapalım.
“Doğru” kavramını epistemoloji kapsamında ciddiye alan felsefecilere göre, bu Genel bir anlamda
kavramı bilgi açısından kritik kılan en temel neden, bizim etrafımızdaki dün- bakıldığında, insanların
sahip oldukları deneyimsel
yaya dair düşünce ve inançlarımızın doğal olarak doğruya yönelmiş olmalarıdır. inançların yanlıştan ziyade
Bu elbette düşüncenin yanılmaz olduğu gibi bir iddiaya karşılık gelmez. Burada doğruya yöneldiği iddia
edilebilir.
kastedilen, dünyaya yönelik sıradan deneyimsel inançların normal şartlar altında
gerçekliğe iyi bir uyum gösterdiği ve hatta uyum göstermeye yönelik bir tarzda
oluştuğudur. Deneyimsel inançlar, gerçekliği algılayıp anlamaya çalışan –ve ken-
dileri de gerçeklik içinde yer alan– öznelerce oluşturulur. Deneyimsel olarak ara
sıra yanılsak da, algısal inançlarımız ve yargılarımız genelde gerçekliği iyi bir şe-
kilde yansıtır. Örneğin, algı konusunu işlerken incelediğimiz John Searle’ün ger-
çekçi felsefesi bu türden bir yaklaşım içerir. Elbette bu sunduğumuz akıl yürütme-
sine şüpheci felsefeciler sempatiyle bakmayacaktır; ancak bu farklı bir tartışmanın
konusu oluyor.
Bu bağlamda daha kesin ve tartışmasız bir şekilde belirtebileceğimiz bir nok-
ta şudur: İnsanlar dünyaya yönelik deneyimsel inançlarının mümkün olduğunca
doğru olmasını tercih ederler. Dünyaya ilişkin inançlarımızın doğru olup olmadık-
larını tam olarak bilemeyebiliriz ancak açıktır ki inançlarımızın doğru olmasını
isteriz. Bunu bir örnek üzerinde göstermeye çalışalım. Diyelim tehlikeli yılanların
bulunduğu bir bölgede yürüyorsunuz. İleride taşların arasında duran bir nesne
görüyorsunuz ve kafanızdan “Şurada duran ve yılana benzeyen nesne aslında bir
dal parçası” gibi bir düşünce geçiyor. Böyle bir durumda, sahip olduğunuz bu
deneyimsel inancın doğru veya yanlış olmasının sizin için çok fazla fark yaratma-
yacağını söyleyemezsiniz. Zihnimizde oluşan düşünce veya inançların doğruluğu
bizim için önemlidir. Eğer inançlarımızın çoğu yanlış olsaydı yaşam bizim için
oldukça sıkıntılı bir hâle gelebilirdi.
156 Epistemoloji
Dahası, doğrunun bunun dışında başka türlü bir değeri olduğu da düşünülebi-
lir. Birinci ünitede bilginin “yararları” dışında bir “öz değerinin” olduğundan bah-
setmiştik. Buna paralel bir düşünce doğru için de dile getirilebilir. İnsanlar, bütün
yararlarından ve getirebileceği avantajlardan bağımsız olarak, doğruyu kendisi
için isteyebilirler. İlk ünitedeki örneği (Matrix filminin senaryosunu) anımsarsak,
deneyimlediğimiz dünya ne kadar çekici olursa olsun, eğer biz gerçekte laboratu-
varda tutulan ve elektronik uyarımlar sonucu dünyada yaşadığı izlenimine kapı-
lan beyinlersek, çoğumuz bu durumu bilmeyi ve acı gerçekle yüzleşmeyi tercih
ederdik. Hiçbir yararı olmadığı durumlarda bile “işin doğrusunu öğrenmek” bi-
zim arzu ettiğimiz bir durumdur.
Karşılık Kuramı
Doğruluk kuramları içinde en bilineni karşılık kuramıdır. Bu görüş için Türkçede
bazen ‘örtüşme kuramı’ ve ‘uygunluk kuramı’ deyimleri de kullanılır. Biz burada
–İngilizcedeki ‘correspondence theory of truth’ deyiminin içeriğiyle uyumlu olacak
şekilde– ‘doğrunun karşılık kuramı’ deyimini tercih edeceğiz. Adından da anla-
şılacağı gibi, karşılık kuramı, doğruluğun iki unsurun birbirine uygun düşmesi,
örtüşmesi veya birisinin diğerine karşılık gelmesi sonucu ortaya çıktığını öne sü-
rer. Burada söz konusu olan “unsurların” ne olduğu konusunda farklı yaklaşımlar
ortaya çıkmıştır. Doğruluğun ortaya çıkması için hangi iki unsurun uyum içinde
Karşılık kuramına göre, olması gerektiği sorusuna verilen yanıtlar arasında, nesne-özne, idea-gerçeklik,
doğrunun ortaya çıkması, dil-dünya ve önerme-olgu sayılabilir. Bu ikiliklerin ortak noktalarını saptamak
zihin veya inanç gibi
öznel unsurlarla nesne zor değildir. Doğruluk ilişkisinin bir tarafında özneye veya öznelliğe ait olan şey-
veya gerçeklik gibi nesnel ler (zihin, bilişsellik, düşünce, idea, inanç, cümle, önerme, dil), diğer tarafında ise
unsurların birbirine uyması
veya karşılık gelmesi sonucu nesneye veya nesnelliğe ait olan unsurlar (nesneler, gerçeklik, varlık, olgu) yer alır.
gerçekleşir. O hâlde bizim inanç ve cümle gibi önermesel unsurlarımızın doğru olmasının
8. Ünite - Önermesel Doğru 157
Bertrand Russell (“Rasıl” muştur. Bunu açıklamadan önce “olgu” kavramını net bir şekilde tanımlayalım.
okunur) gibi felsefecilere göre, “Olgu”, gerçeklik içinde var olan şeylerin belli özellikler almaları veya belli ilişkiler
gerçeklik içindeki olgular
varlık alanının yapı taşlarını içinde bulunmaları sonucunda ortaya çıkan ve durumsal sınırları nesnel olarak
oluştururlar. Bir olgu, fiziksel belirlenmiş olan oluşumlara verilen isimdir. Olgular, Russell gibi felsefecilerin an-
nesnelerin belli nitelikleri veya
bağıntıları edinmeleri sonucu ladığı şekliyle, üç temel unsurun katılımıyla oluşur: Nesneler, nitelikler ve bağın-
oluşur. tılar. Bu söylediklerimizi şimdi örneklerle açıklamaya çalışalım.
(1) Elimdeki elmanın kırmızı olması bir olgudur çünkü bu durum fiziksel bir
nesnenin (yani, bir tikelin) bir niteliği (yani, bir tümeli) barındırması sonucu oluş-
muştur. (2) Ben bahçemdeki kavak ağacıyla çam ağacı arasında durduğum zaman
bir olgu meydana gelmektedir çünkü bu durum üç nesneyi ve nesnel bir bağıntıyı
(mekân/mesafe) içeren bir dünyasal durumdur. (3) Eğer bahçemdeki kavak ağacı
benimle çam ağacı arasında duruyorsa, bu durumda, bir önceki örneğimizde ge-
çen nesneler ve bağıntı aynen bulunmasına rağmen başka bir olgu oluşur. Bunun
nedeni, söz konusu olgusal unsurların dünyada farklı bir şekilde bir araya gelme-
leri ve farklı bir durum yaratmalarıdır. Kedimin paspasın üzerinde olması ve pas-
pasın kedimin üzerinde olması da bu türden bir örnektir: Olgunun tikelleri (kedi
ve paspas) ve bağıntı (üzerinde olmak) aynıdır ancak aralarındaki ilişki farklı bir
şekilde kurulmuştur. (4) Eğer ben babamın iki buçuk metre uzunluğunda olma
durumundan bahsedersem, dünyada şu an var olan bir olgudan bahsetmiş ol-
mam. Ancak, olanaklı başka bir evrende babam iki buçuk metre uzunluğunda
olsaydı o dünyada babamın iki buçuk metre olması bir olgu olurdu. (5) Mantıksal
olarak bakıldığında, bileşik olgulardan söz etmek olanaklı görünmektedir. Karın
beyaz ve soğuk olması bileşik bir olgudur ve dünyada yer aldığı söylenebilir. (6)
Olguların mantığı açısından, bazı bileşimler olanaksızdır. “Mavi” ve “uzun” gibi
iki niteliği veya “Ayşe” ve “Ahmet” gibi iki ayrı nesneyi bir araya getirince bir olgu
oluşmaz. Ayrıca, örneğin, bir taşın hasta veya sağlıklı olması da anlamlı bir bile-
şim değildir. Başka bir deyişle, olguların oluşması ancak nesnelerin uygun nitelik
ve bağıntılarla bileşmesi sonucu oluşur.
Felsefe kariyerinin başlarında bir tür mantıksal atomculuğu savunan
Wittgenstein’ın (2008, bölüm 1.1) sözleriyle dersek, bu görüş dünyayı olguların
toplamı olarak kurgular, nesnelerin toplamı olarak değil. Yukarıdaki paragrafta
verilen (3) örnekte belirttiğimiz gibi, nesneleri, nitelikleri ve bağıntıları farklı bir
şekilde bir araya getirdiğimizde farklı bir dünya ortaya çıkar. O hâlde mantıksal
atomculuğun yaptığı en önemli felsefi hamle, “nesneler ontolojisi”nden –veya
Aristoteles’den bu yana felsefede etkisini gösteren “tözler ontolojisinden– “olgular
ontolojisi”ne geçiş yapmaktır. Bunun epistemoloji açısından neden önemli olduğu-
nu anlamak da zor değildir. Gerçekliği olgular temelinde tasarlayan böyle bir on-
toloji, önermesel bilginin hedefini de belirlemiş olmaktadır. Önermesel bilgi, dün-
yadaki olguların bilgisidir. “Olgular metafiziği”, veya kısaca olguculuk, bir yandan
Aristoteles’in ve Thomas Aquinas’ın doğruluk tanımlarında yer alan ‘olanlar’ veya
‘var olan şeyler’ deyimlerine net bir açıklama getirmekte ve böylece ontolojik tab-
loyu daha açık kılmakta, öte yandan da, epistemolojik açıdan, önermesel bilginin
neyi hedeflediğini açık bir şekilde sergilemektedir. Dünya olgulardan oluşuyorsa,
önermesel bilgi bu olguları doğru temsil etme hedefine yönelme durumundadır.
Olguculuk, karşılık gelme Şimdi bu türden bir olgular metafiziğinin, yani olguculuğun, neden bir karşılık
kuramları içinde en iyi bilinen
görüştür. Olgucular, doğru kuramı olduğunu açıklayabiliriz. Karşılık kuramlarına göre, doğru, özneye veya
önermelerin nesnel olgulara söylemselliğe ait olan bir unsurun nesneye veya gerçekliğe ait unsurlara karşılık
karşılık geldiğini savlar. gelmesi veya onlara uygun olması ile gerçekleşir. Olguculuk görüşü, bu nesnel
usurların dünyadaki olgular olduğunu söyler. Ancak bu noktadan sonra, olgucu-
8. Ünite - Önermesel Doğru 159
Sağduyuya uygun bir görüş olduğu sıklıkla dile getirilen karşılık kuramını cazip kılan
yönlerin neler olabileceğini kendi kelimelerinizle ifade etmeye çalışın. Bu alıştırma 1
sizi karşılık kuramına karşı üretilen görüşleri anlama yönünde de hazırlayacaktır.
Bağdaşım Kuramı
Geleneksel doğruluk görüşleri incelendiğinde, karşılık kuramının en büyük raki-
binin bağdaşımcılık olduğu görülür. Bağdaşımcılık F. H. Bradley ve B. Blanshard
gibi düşünürlerce savunulmuş önemli bir felsefi görüştür. Bu ünitede bağdaşımcı
doğruluk kuramını irdeleyeceğiz. Daha sonra, epistemolojik gerekçelendirme üni-
tesine geldiğimizde, bağdaşımcılığın kanıt ve gerekçe boyutunu tartışacağız.
‘Bağdaşım’ kelimesi Türkçede sıkça kullanılan bir deyim değildir. O yüzden, bu
deyimi net bir şekilde açıklayarak tartışmamıza başlayalım. “Bağdaşım” ile “man-
tıksal tutarlılık” birbirine oldukça yakın kavramlardır, ancak aralarında önemli
bir felsefi fark vardır. Eğer bir önerme kümesi aralarında çelişki sergilemiyorlarsa
bu küme tutarlıdır. Şu üç önermeyi göz önüne alalım:
KÜME-1: {“Tavuklar suda yüzemezler”, “Kınalı bir tavuktur”, “Kınalı suda çok
iyi yüzer”}
Bağdaşımın ortaya çıkması için, ortada bir tutarsızlığın veya çelişkinin olma-
ması yetmez. Bağdaşımı olan bir kümenin elemanlarının birbirlerini içeriksel ola-
rak az çok desteklemesi beklenir. Şöyle bir kümeyi göz önüne alalım.
garlığı Avrupalı işgalciler tarafından yok edildi”, “Bu yılki enflasyon oranı geçen
yılkinden daha düşük”), bazıları algısal niteliktedir (örneğin, “Şu anda önümde
duran bir sincap görüyorum”). Algısal ya da gözlemsel olarak açık olan bağda-
şımsal bir sistem, bu anlamda, kolay kolay masalsı veya rastgele bir zemine doğ-
ru kayamaz. Unutulmamalıdır ki, “bağdaşım” kavramı “öznel” veya “keyfi” gibi
bir anlama gelmemektedir. Bağdaşımcılığın tezi, “doğru”nun yalnızca söylemin,
zihinsel durumların, dilin ve önermelerin alanında ortaya çıkabileceğidir. Olum-
suzlama ile ifade edersek, “zihinden bağımsız gerçeklik” doğruluk bağıntılarına
doğrudan katılamaz.
Bağdaşımcılığın tezini başka bir açıdan şöyle yorumlayabiliriz: Her ne kadar
karşılık kuramı doğruluğun maddesel veya nesnel dünyadan kaynaklandığını öne
sürse de, maddi dünyanın önermeleri nasıl doğru yaptığı açık değildir. Karşılık
kuramını savunan olgucular (yani, gerçekçiler) önermelerimizin olgusal karşılık-
larının nesnel dünyada olduğuna inanırlar. Ancak bu konu tartışmaya açık gö-
rünmektedir. Temelde dilsel bir unsur olduğunu söyleyebileceğimiz önermeler,
dilsellikle hiçbir ilgisi olmayan nesnel gerçekliğe veya olgulara nasıl “karşılık ge-
lir” veya “uygunluk gösterir”? Eğer bu konuda kuramsal bir sıkıntı olduğu kabul
edilirse, karşılık kuramının ilk başta göründüğü kadar güçlü bir görüş olmadığı ve
bağdaşımcılık kuramının önemli bir noktaya işaret ettiği de düşünülebilir.
Bağdaşımcılığın, karşılık kuramına neden oldukça kökten bir kuramsal saldırı ol-
2 duğu konusunda kendi fikirlerinizi üretin. Bağdaşımcılık açısından bakıldığında,
doğrunun karşılık kuramının en önemli kuramsal zayıflığının ne olabileceği konu-
sunda görüşünüzü belirtin.
Gereksizlik Kuramı
Çağdaş doğruluk kuramları arasında gereksizlik kuramı önemli bir yer tutar. Bu
kuram (İngilizce adıyla ‘redundance’) için Türkçede “fazlalık” ve “taşırılık” adla-
rı da kullanılmıştır. Frank Ramsey ve Peter Strawson gibi 20. yüzyıl düşünürleri
tarafından savunulmuş olan gereksizlik kuramının diğer kuramlardan en büyük
farkı, doğru konusunda yeni bir seçenek sunmaktansa, doğrunun “gereksiz” bir
niteleme olduğunda ısrar etmesidir.
Bu görüş çerçevesinde gerçekleştirilen mantıksal çalışmaların teknik ayrıntıla-
rına girmeden gereksizlik kuramının ana fikrini ve bu görüşün neden savunucu-
larına akılcı göründüğünü açıklayalım. Gereksizlik kuramına göre, doğru nitele-
mesinin bir önermenin anlamına herhangi bir katkısı yoktur. Bir önermenin dile
getirdiği düşünce veya yargı için “doğrudur” dediğimiz zaman o düşünceye bir
katkı yapmış olmayız. Örnek vermek gerekirse, P1 gibi bir önerme alalım:
Pragmacılık
Pragmacılık 19. yüzyılın sonlarından itibaren felsefe sahnesinde yer almış ve dü-
şünce tarihinde derin bir iz bırakmıştır. ‘Pragmacılık’ deyiminin İngilizce orjinali
‘pragmatism’dir. Deyimin Yunanca köklerine indiğimizde ise, “pratiklik”, “somut
işlevler”, “eylem” gibi anlamlarla karşılaşırız. Türkçede bazen bu akım için ‘eylem-
cilik’ deyimi de kullanılır. Ancak “eylem” kavramı Türkçeye farklı anlamlarla yer-
leştiği için bu deyim yanıltıcı olma riski taşımaktadır. Bu bölümde pragmacılığın
doğruluk ile ilgili tezlerini inceleyeceğiz.
Pragmacı bir perspektiften bakarsak, geleneksel karşılık kuramı gerçekliği kav-
ramaya çalışan özneleri temelde edilgen bir konumda tasarlamaktadır. Bu gele-
neksel (gerçekçi) yaklaşıma göre, insanların algılayacağı ve kavrayacağı gerçeklik
insanların yarattığı bir varlık alanı değildir. Bilmek, esas itibarıyla, nesnel gerçek-
liği zihne veya dile kopyalamaktır. Nesneler özneleri etkiler ancak bilgisel süreç-
lerde öznelerin nesne üzerinde bir etkisi olamaz. Bu geleneksel gerçekçi görüşe
ilk ciddi tepki, daha önce de belirttiğimiz gibi, Kant’tan gelmiştir. Ancak Kant,
itirazlarını temelde usçu ve bilişsel bir zeminde sunmuştur. Her ne kadar pragma-
cılık da “gerçekçi metafiziğe” karşı bir akım olarak ortaya çıkmış olsa da, pragmacı
164 Epistemoloji
Özet
Önermesel doğrunun felsefi önemini açıklaya- dediğimiz kavram, soyut veya metafizik bir
1 bilmek. bağıntı değil, eylemlerimizin sonucu ortaya
Önceki ünitelerde “önerme” ve “önermesel doğ- çıkan, bizim dünyamıza ait bir kavram olmak
ru” kavramlarına ilişkin temel bazı açıklamalar durumundadır. Başka bir deyişle, insanlar ey-
yapmıştık. Bu ünitede önermesel doğru konu- lemleri ile doğrunun ortaya çıkmasını sağlarlar.
sunu derinleştirerek epistemoloji için önemini İnsan, “doğru” kavramı bağlamında edilgen de-
gösterdik. Önerme, bir cümlenin veya ifadenin ğil etkendir.
düşünsel ve (daha önemlisi) yargısal içeriği ola-
rak anlaşılabilir. Bu anlamda, önermeler doğru Doğruluk kuramlarını felsefi olarak değerlendire-
veya yanlış olmak zorundadır. “önermesel doğ- 3 rek, bu görüşlerin güçlü ve zayıf yönlerini açıkla-
ru” kavramını incelediğimizde ise, bu kavramın yabilmek.
ontoloji, dil felsefesi ve epistemolojiyi yakından Karşılık kuramı, tarihsel olarak derin bir geç-
ilgilendirdiğini görürüz. Önermelerin “doğru” mişe sahiptir ve sağduyuya uygun görünüşü ile
değerini kazanmasının dünyadaki durumlar ile de konu üzerinde düşünen insanlara hep çekici
ilgisinin bulunduğu düşünülür. Bizim deneyim- gelmiştir. Karşılık veya örtüşme düşüncesi, öznel
sel inançlarımız da genellikle doğruyu yakalama ve nesnel unsurları bir araya getirme hedefi taşır
hedefi taşır. İnsanlar dünyaya ilişkin inançları- ve bu yönüyle doğruyu gerçeklikle ilintilendir-
nın yanlış değil, doğru olmasını arzularlar. Buna me türü bir işlevi yerine getirdiğini iddia eder.
ek olarak, doğrunun belli bir öz değeri olduğu Ancak bu ünitede incelediğimiz diğer görüşler,
da söylenebilir. Yalanlar ve yanılsamalar içeren doğrunun insanlardan bağımsız, tümüyle nesnel
bir yaşam zevkli olsa bile insanlar genellikle – ve hatta metafizik bir boyutu olduğu fikrine şüp-
Matrix filmine ilişkin tartışmalarımızı anımsar- heyle yaklaşmışlardır. Örneğin, bağdaşımcılığa
sak– doğruyu hedefler ve doğru bilgiye ulaşmayı ve pragmacılığa göre, bir önermenin zihinden
yeğlerler. bağımsız bir gerçeklik kesitine karşılık gelme yo-
luyla doğru değeri kazanması olanaklı değildir.
Temel doğruluk kuramları olan “karşılık kuramı”, Bağdaşımcılığa göre, bizim dilsel veya düşünsel
2 “bağdaşım kuramı” “gereksizlik kuramı” ve “prag- sistemlerimizin etkilemediği bir varlık alanı doğ-
macılık” görüşlerini açıklayabilmek. runun oluşması işini üstlenemez. Pragmacılığa
En önde gelen doğruluk kuramları karşılık ku- göre ise, gerçek ve doğru ancak insan eylemleri
ramı, bağdaşım kuramı, gereksizlik kuramı ve çerçevesinde anlamlı hâle gelir. Bu görüşler “öz-
pragmacılıktır. Karşılık kuramına göre, bir öner- nel” unsurları vurgulamaları ile dikkat çekmiştir.
meyi doğru yapan şey, nesnel ve zihinden bağım- Ancak karşılık kuramını savunan düşünürler,
sız gerçekliktir. Karşılık kuramının en iyi bilinen “nesnelliğin” doğru için önemli bir boyut oldu-
örneği olguculuk görüşüdür. Olgucular, doğru- ğunu ve diğer görüşlerin bu boyutun hakkını
nun ortaya çıkması için inançlar veya önermeler tam olarak veremeyeceğini savlamışlardır. Öte
ile gerçeklik içindeki olgular arasında bir uyum yandan, her ne kadar temel yaklaşımlarını de-
ya da karşılık gelme durumunun olması gerek- ğiştirmeseler de, karşılık kuramcılarının da prag-
tiğini düşünürler. Bu sağduyuya uygun görüşe macı ve bağdaşımcı eleştirilerden belli dersler
önemli bir itiraz bağdaşımcı felsefecilerden gel- çıkardığını ve görüşlerini çağdaş gelişmeler ışı-
miştir. Bağdaşımcılara göre, bir önermenin doğ- ğında gözden geçirdiklerini söylemeliyiz.
ru olabilmesi ancak bağdaşımı olan bir kümenin
veya sistemin bir parçası olmakla olanaklıdır.
Gereksizlik görüşüne göre ise, “doğru” son de-
rece gereksiz bir niteleme veya yüklemdir çünkü
bir önermeyi dile getirmekle onun doğru oldu-
ğunu söylemek nihayetinde aynıdır. Son olarak
da, pragmacı doğruluk görüşüne göre, “doğru”
168 Epistemoloji
Kendimizi Sınayalım
1. “Önermesel doğru”nun felsefenin hangi alt alanı 4. Aşağıdakilerden hangisi olguculuk görüşü için söy-
kapsamında incelenmekte olduğu konusunda, aşağıdaki lenebilir?
şıklardan hangisi sizce en doğru seçeneği sunmaktadır? a. Olguculuğa göre, “önermesel doğru” iki fiziksel
a. Önermesel doğru konusu felsefede mantık alanı olgunun birbiriyle tutarlılık göstermesi sonucu
çerçevesinde incelenir. ortaya çıkar.
b. Önermesel doğru konusu felsefede metafizik b. “Önermesel doğru” konusu çerçevesinde, “ol-
alanı çerçevesinde incelenir. guculuk kuramı” ve “karşılık kuramı” birbirine
c. Önermesel doğru, çok boyutlu bir sorunsal ol- zıt iki görüşü ifade eder.
ması nedeniyle, felsefede metafizik, dil felsefesi ve c. Olgucu ontolojiye göre, doğru önermelere kar-
epistemoloji gibi alanların kapsamında incelenir. şılık gelen olgular insanların zihinsel durumla-
d. Önermesel doğru, konunun doğası gereği, esas rının yarattığı hallerdir.
olarak etik ve siyaset kuramları kapsamında d. Olguculuğa göre, önermesel doğruların orta-
incelenir. ya çıkması ancak önermelerin, inançların veya
e. Önermesel doğru, konunun doğası gereği, esas benzer öznel unsurların birbirlerine karşılık
olarak gerekçelendirme ve kanıt kuramları kap- gelmeleri ile olanaklıdır.
samında incelenir. e. Olguculuğa göre, önermesel doğruların ortaya
çıkması önermelerin, inançların veya benzer
2. “Doğru önerme” kavramının bilgi ve varlık araştır- öznel unsurların gerçeklik içindeki olgulara
maları açısından irdelenmeye değer bir konu olduğunu karşılık gelmeleri ile olanaklıdır.
savlayan bir felsefecinin temel bir gerekçesi aşağıdaki-
lerden hangisi olamaz? 5. Olguların genel mantıksal yapısı düşünülürse, aşa-
a. Doğal bir tür olan insanın hayatta kalıp türünü ğıdakilerden hangisi yanlıştır?
devam ettirebilmesi açısından doğru gözlemsel a. Şu anda okumakta olduğunuz kitap gerçekten
yargılara sahip olmak önemlidir. olan bir olgudur.
b. Dünyaya ilişkin sahip olduğumuz deneyimsel b. Yaşayan her insanın bir kalbinin olması gerçek-
inançlarımızın esas hedefi doğru önermelerdir. ten olan bir olgudur.
c. Önermesel doğru bilgisel gerekçelendirme sü- c. Dünyanın ay etrafında dönmesi gerçekte olma-
reçleri için normatif bir amaç oluşturur. yan ancak olanaklı bir evrende gerçekleşebile-
d. Felsefi bir açıdan bakıldığında, “doğru önerme” cek bir olgudur.
ve “erdem” kavramları arasında mantıksal bir d. Mavi kalemimin siyah kalemimin sağında ol-
ilişki olduğu görülebilir. ması ile siyah kalemimin mavi kalemimin sa-
e. Doğru, kendi öz değerinden dolayı önemli bir ğında olması farklı olgulardır.
kavram olarak görülebilir. e. İki nesnenin aralarında bir metrelik mesafe ola-
cak şekilde yanyana bulunmaları gerçek bir ol-
3. Karşılık kuramının özünü betimlemek için tek bir gunun oluşmasına neden olur.
deyim kullanmak gerekse, aşağıdakilerden hangisi bu
iş için uygun olmazdı?
a. Tutarlılık
b. Uyum
c. Örtüşme
d. Uygunluk
e. Uyuşum
8. Ünite - Önermesel Doğru 169
6. Aşağıdakilerden hangisi bağdaşımcılık görüşü için 9. Aşağıdakilerden hangisi gereksizlik kuramını en iyi
söylenebilir? şekilde ifade eder?
a. Bağdaşımcılığa göre, bir önermenin doğru ol- a. “P doğrudur” önermesi ile “P faydalıdır” öner-
ması o önermenin zihinden bağımsız olgular ile mesi bağdaşım içindedir.
bağdaşım ilişkisi içinde olmasıyla olanaklıdır. b. “P doğrudur” önermesi ile P olgusu bağdaşım
b. Bağdaşımcılığa göre, bir önermenin doğru ol- içindedir.
ması zihinden bağımsız fiziksel olguların bağ- c. “P olgusu” ile “P gerekçelendirilmiştir” öner-
daşım ilişkisi içinde olmasıyla olanaklıdır. mesinin iddia içerikleri bütünüyle aynıdır.
c. Bağdaşımcılığa göre, bir önermenin doğru ol- d. “P ” önermesi ile “P doğrudur” önermesinin id-
ması o önermenin bağdaşım özelliği olan bir dia içerikleri bütünüyle aynıdır.
kümenin elemanı olmasıyla olanaklı hâle gelir. e. “P ” önermesi ile “P olgusu doğrudur” önerme-
d. Bağdaşımcılık, olguculuğun özel bir türüne ve- sinin iddia içerikleri bütünüyle aynıdır.
rilen addır.
e. Bağdaşımcılık, karşılık kuramının özel bir türü- 10. Aşağıdakilerden hangisi William James’in doğru-
ne verilen addır. luk konusundaki görüşünü en iyi özetleyen önermedir?
a. Eğer içinde bulunduğumuz dünyada önermeler
7. Aşağıdakilerden hangisi bağdaşımcılığın karşılık ve onların anlamsal içerikleri olmasaydı, doğ-
kuramına yönelttiği temel bir eleştiridir? ruluk denen bağıntı da olmayacaktı.
a. Karşılık kuramı, karşılık gelme ilişkisinin nes- b. Eğer içinde bulunduğumuz dünyada insanlar ve
ne tarafını bütünüyle zihinden bağımsız kılarak eylemleri olmasaydı, doğruluk denen bağıntı da
önemli bir soruna yol açar. olmayacaktı.
b. Karşılık kuramı, doğruluğun yapısını tasarlar- c. Eğer içinde bulunduğumuz dünyada nesnel ol-
ken nesnel dünyanın doğrunun oluşumuna kat- gular olmasaydı, doğruluk denen bağıntı da ol-
kısını yeteri kadar hesaba katmamaktadır. mayacaktı.
c. Karşılık kuramı, doğruluğun yapısını tasarlar- d. Eğer içinde bulunduğumuz dünyada bağdaşım
ken ontolojik unsurları yeteri kadar hesaba kat- ilişkileri olmasaydı, doğruluk denen bağıntı da
mamaktadır. olmayacaktı.
d. Karşılık kuramı, karşılık gelme ilişkisinin özne e. Eğer içinde bulunduğumuz dünyada zihinler
tarafını bütünüyle zihinden bağımsız kılarak ve deneyimsel bilgi olmasaydı, doğruluk denen
önemli bir soruna yol açar. bağıntı da olmayacaktı.
e. Karşılık kuramı, karşılık gelme ilişkisinde nes-
nel olguları devreden çıkararak önemli bir so-
runa yol açar.
Okuma Parçası
Pragmacılık Ne Demektir? Bu alelâde hikâyeyi anlatmamın sebebi, pragmatik
Birkaç yıl önce benim de içlerinde bulunduğum bir metot diye bahsettiğim şeyin basit bir örneği olması-
grup arkadaşın dağda kurdukları bir kampta, yalnız dır. Pragmatik metot, her şeyden önce, başka türlü son
başıma yaptığım bir gezintiden döndüğüm zaman her- verilemiyecek olan metafizik tartışmaların yatıştırıl-
kesi çetrefil bir metafizik tartışmaya dalmış gördüm. ması metodudur. Dünya tek midir, çok mu? Kadere mi
Tartışmanın konusu bir sincaptı –canlı bir sincabın bir bağlıdır, yoksa hür müdür? Maddi midir, ruhi mi? -İşte
ağaç gövdesine tırmandığı ve bu sırada da bir gözleyici birtakım kavramlar ki dünya hakkında doğru olma-
adamın ağacın öbür yanının karşısında durduğu farz ları da olmamaları da kabildir; ve bu çeşit kavramlar
ediliyordu. Bu adam, ağacın etrafında hızlı hızlı döne- üzerindeki tartışmaların sonu gelmez. Böyle hallerde
rek sincabı göremeye çalışıyor, ama ne kadar hızlı yü- pragmatik metot, her bir kavramı, kendilerinden değer
rürse yürüsün sincap da ağacın ters yanında aynı hızla verilebilecek pratik sonuçlar çıkarmak suretiyle tefsir
hareket ediyor ve ağacı daima adamla kendisi arasında etmeye çalışmaktır. Bu kavram, diğer kavramdan daha
tutuyor, öyle ki adamın kendisini görmesi imkânsız doğru olsaydı, herhangi bir kimse için, pratik bakım-
oluyor. Şimdi bundan çıkan metafizik tartışma şudur: dan ne gibi bir ayrılık yoksa, şu halde pratik bakımdan
Adam, sincabın etrafında dönüyor mu, dönmüyor her iki fikir de aynı şeye karşılık olmaktadır ve her çeşit
mu? Ağacın etrafında dönüyor, burası açık, sincap da tartışma yersizdir. Tartışma ciddi ise, her iki fikirden
ağacın üzerindedir; fakat sincabın etrafında dönüyor ya birini ya öbürünü doğru diye kabul ettiğimizde pra-
mu? Şaşkınlık içinde uzun zaman oyalandıktan sonra, tik bir ayrılığın doğacağını gösterebilmemiz gereklidir.
tartışma darmadağınık bir hale gelmiştir. Herkes bir (...)
yanı tutmuş ve onun üzerinde inadediyordu. Her iki Kendilerinden pratik bir sonuç çıkarılması yolundaki
taraftakilerin sayısı birbirine denkti, bunun için beni bu basit teste konu yapılır yapılmaz, birçok felsefe tar-
gördüklerinde her iki taraf da, kendilerine katılıp ço- tışmalarının nasıl manasızlıkla kucak kucağa geldikle-
ğunluğu meydana getirmek üzere bana başvurdular. rini görmek, insanı hayrete düşürür. Herhangi bir yerde
Aklıma iskolâstiklerin, ne zaman bir çelişmeyle karşı- bir ayrım meydana getirmeyen bir ayrım (difference),
laşırsanız bir ayırma yapınız, diye meşhur sözü geldi; hiçbir yerde var olamaz
hemen aranmaya koyuldum: “Şu veya bu tarafın haklı –somut bir olguda ve bu olgunun sonucu olup herhan-
olması” dedim, sincabın etrafında yürümekten pratik gi bir şahsa, herhangi bir şekilde, herhangi bir yerde ve
olarak neyi anlatmak istediğinize bağlıdır. Eğer sinca- herhangi bir zamanda kendini zorla kabul ettiren bir
bın kuzeyinden doğusuna, sonra güneyine, sonra ba- hareket tarzında kendini açığa vurmayan hiçbir, soyut
tısına ve tekrar kuzeyine gitmeyi demek istiyorsanız, hakikatte var olamaz. Felsefenin bütün görevi, bu dünya
apaçıktır ki adam onun etrafında döner, çünkü arka formülü, yahut şu dünya formülünün doğru olmasının,
arkaya gelen duruşlarda bulunur. Yok eğer önce sinca- hayatımızın belli anlarında sizin ve benim üzerimizde
bın karşısında, sonra sağında, sonra arkasında, sonra ne gibi bir ayrım doğuracağını anlamak olmalıdır.
solunda, en son olarak da yine karşısında bulunmayı
demek istiyorsanız, yine apaçıktır ki adam onun etra- Kaynak: William James. (1986) Pragmacılık I. çev.
fında dönemez, çünkü ağacın etrafında insanla birlikte Muzaffer Aşkın. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, s. 32-
dönen sincap, her defasında önünü adama karşı, sırtı- 34, 37
nı da başka tarafa çevrik tutar. Ayırmayı yapın, ortada
tartışacak bir şey kalmaz. “Etrafında yürümek” fiilini,
şu veya bu pratik şekil içerisinde anlayışınıza göre, her
iki taraf da haklı, her iki taraf da haksızdır.
Tartışanların en hararetlilerinden bir ikisi, “Safsatayı,
iskolastik kılı kırka yarmayı bırakalım, şu namuslu
“etrafında”, kelimesi üzerinde konuşuyoruz” diyerek
benim sözlerimi karmaştırıcı bir kaçamak diye adlan-
dırdılarsa da, çoğunluk benim yaptığım ayırmanın tar-
tışmayı yatıştırdığına inanır göründü.
8. Ünite - Önermesel Doğru 171
Yararlanılan ve Başvurulabilecek
Kaynaklar
Alston, W. P. (1996). A Realist Conception of Truth.
London: Cornell University Press.
Blanshard, B. (1941). The Nature of Thought. vol. 2,
New York: Macmillan Publ.
Bradley, F. H. (1914). Essays on Truth and Reality.
Oxford: Clarendon Press.
David, M. (1994). Correspondence and Disquotation.
New York: Oxford University Press.
Devitt, M. (1991). Realism and Truth. Oxford: Basil
Blackwell.
James, W. (1986). Pragmacılık. çeviren: Muzaffer
Aşkın, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
James, W. (1911). The Meaning of Truth. New York:
Longmans, Green and Co.
Johnson, L. E. (1992). Focusing on Truth. New York:
Routledge.
Kirkham, R. L. (1992). Theories of Truth: A Critical
Introduction. Cambridge: The MIT Press.
9
EPİSTEMOLOJİ
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Bilgi kavramını oluşturan esas unsurları açıklayabilecek,
“Bilginin çözümlemesi” ve “bilginin tanımı” kavramlarının inceliklerini açık-
layabilecek,
Edmund Gettier’in argümanının ve ona verilen yanıtların bilgi kavramının çö-
zümlemesi açısından ne sonuçlar verdiğini açıklayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Tanım • Bilginin Gerek ve Yeter
• Çözümleme Koşulları
• Kavramsal Koşul • Gettier
İçindekiler
• GİRİŞ
• BİLGİ KAVRAMINI OLUŞTURAN
Epistemoloji Bilgi Kavramının Çözümlemesi UNSURLAR
• BİLGİNİN ÇÖZÜMLEMESİ VE TANIMI
• EDMUND GETTIER’İN YIKICI
ARGÜMANI VE SONRASI
Bilgi Kavramının
Çözümlemesi
Yaşamdan Örnekler
Gündelik konuşmalarımız sırasında, doğal olarak, belli anlamsal ayrımları ve ince-
likleri gözetmeyiz. Örneğin, sayısal lotoda altı rakamın hepsini birden tutturan bir
şahıstan söz ederken “lotoyu kazanan kişi”, “lotoyu bilen kişi” veya “lotoda kazanan
sayıları bilen kişi” ifadelerini kullanırız. Elbette bu bağlamda daha doğru bir ifade
“lotoda kazanan sayıları doğru tahmin eden kişi” ve hatta “lotoda kazanan sayıları
atıp da tutturan kişi” olurdu. Bu örnekte de görüldüğü gibi, bazen bilginin emek ve
bilişsel başarı gerektiren bir süreç olduğunu kolayca unuturuz. Epistemoloji alanında
çalışan düşünürlerin “bilgi” kavramına yaklaşımları ise oldukça farklıdır. Bilgi ku-
ramcıları genellikle bilginin akılcı süreçler, gerekçeler ve zihinsel emekle ilgili bir yönü
olduğuna inanırlar. Bu anlamda, loto çekilişinde sayıları tutturmak parasal anlamda
tabii ki ciddi bir başarı olsa da, bilişsel anlamda çok abartılmaması gerekir. Eğer
eğitimsiz bir insan, moleküler kimya konusunda bir cümleyi ezberleyip yüksek sesle
söylerse, bir bilgiyi dile getirdiğini düşünmeyiz. Tersine, bir kimyacının dile getirdiği
düşünceler “bilginin” dışa vurumudur çünkü bilim insanlarının uzmanlık alanların-
da söylediği sözler derin bir bilgisel alt yapıya dayanır. Burada daha tartışmaya açık
bir durum, deneyimli bir futbol yorumcusunun, bilgileri ve çözümlemeleri ışığında,
bir derbinin sonucunun 3-3 biteceğini bilmesidir. Yine de düşünelim: Bu bir “bilme”
örneği midir?
GİRİŞ
Bu ünitede “bilgi” kavramını aydınlatma amacına yönelik olarak felsefecilerin yü-
rütmüş olduğu çabalara daha yakından bakacağız. Şu ana kadar epistemolojinin
temel bazı konularını tanıtmaya çalıştık. Bunlar arasında algının epistemolojisi,
dünya bilgimizin oluşumunda deneyimin rolü, önermesel doğru ve şüphecilik
gibi konular vardı. Bu noktada çok önemli ve merkezcil bir soruya, bilginin nasıl
tanımlanabileceği veya kavramsal olarak nasıl çözümlenebileceği konusuna geçebi-
liriz. Tahmin edilebileceği gibi, ilgilendiğimiz konu, önermesel bilgi olacak.
kullanımlar her zaman doğru olmak zorunda değildir. Çoğumuz balinaların “bü-
yük balıklar” olduğunu düşünürüz. Oysa zoologlar (hayvanbilimciler) balinaların
balık değil memeli olduğu gerçeğini bize anımsatır. Uzmanların araştırmaları ve
çözümlemeleri sayesinde, anlam dünyamız üzerinde belli “düzeltmeler” ve “ayar-
lar” yapmak olanaklı duruma gelir. Başka bir deyişle, bilimsel ve felsefi çözüm-
lemelerin sonuçları bazen bizim zihnimizdeki tanımların hatalarını düzeltebilir
veya ayrıntılardaki eksiklikleri giderebilir. O yüzden, bilginin “gerekçelendirilmiş Felsefecilerin önerdiği
doğru inanç” olduğunu söylemek, gündelik tanımlarımız ve gündelik anlam dün- kavramsal çözümlemeler
sayesinde bazen bir kavramın
yamız açısından çok yararlı olmasa da, anlamayı pekiştiren ve geliştiren bir yön gündelik dile yansımayan
taşıyabilir. Örneğin, pek çoğumuz “bilgi” kavramının “doğruluk” veya “gerekçe” inceliklerini anlayabiliriz.
kavramlarıyla ilgisi üzerine çok kafa yormamışızdır. Ancak eğer bilginin klasik
tanımının haklı olduğu yerler varsa, bizim gündelik bilgi anlayışımız üzerine dü-
şünülecek önemli noktalar var demektir. Epistemolojik çözümlemenin esas işlevi
ve yararı budur.
Çözümleme işlevi, pek çok bilim alanında olduğu gibi, psikolojide “kişiliği” daha iyi
anlama çerçevesinde de kullanılır. Psikolojik analizlerin insanı tanımlamada neyi 1
başarıp neyi başaramayacağını, yani önemini ve sınırlarını, ifade etmeye çalışın. Bu
alıştırma, çözümleme veya analiz kavramını daha iyi anlamanızı sağlayacaktır.
Bu üç tanım esas olarak aynı fikri taşımaktadırlar. Genelde (a) tanımı veya
çözümlemesi bilgi kuramcıları tarafından daha çok benimsenmiştir. Şimdi önce-
likle, bu mantıksal ifadelerdeki “eğer ve sadece” deyimini açıklayalım. “Eğer” ve
“sadece” (ki bunlardan ikincisi için “yalnızca” anlamına gelecek şekilde “ancak”
da kullanılabilir), birbirlerine ters anlamlarda koşul ifade eden deyimlerdir. Bu
konuyu bazı örnekler üzerinde düşünelim. Eğer bir insan 10 kilometre yüksekten
uçan bir uçaktan (paraşütsüz bir şekilde) düşerse ölür. Uçaktan yere düşmek o
kişinin ölmesi için yeter bir koşuldur ama gerekli değildir çünkü insanlar başka
yollardan da ölürler. Bu durumu karşılayan ifade “Eğer bir insan uçaktan düşerse,
o kişi ölür” cümlesidir. Ama “Bir insan ancak (veya sadece) bir uçaktan düşer-
se ölür” ifadesi doğru değildir. Öte yandan, bir insanın ölmüş olması, uçaktan
düşmenin gerektirdiği bir durumdur. Bu durumu karşılayan ifade “Bir insanın
uçaktan düşmesi ancak (yalnızca) ölmüş olmakla sonuçlanabilir” cümlesidir. Tah-
min edileceği gibi, bu türden bir cümlede “ancak” yerine “eğer” kullanılamaz. “Bir
insan uçaktan düşmüştür, eğer ki o kişi öldüyse” yanlış bir genelleme olur.
Şimdi yukarıdaki bilgi tanımlarında yer alan “eğer ve sadece” deyimini incele-
yelim. Tanımlarda bu bileşik deyimin geçmesi, o tanımlardaki ifadelerin birbirini
karşılıklı olarak gerektirdiğini, yani karşılıklı gerek ve yeter koşullar oluşturduğu-
nu gösterir. “Gerekçeli doğru inanç” sahibi olmak “bilgi” sahibi olmanın gerekli
koşuludur; “bilgi” sahibi olmak da “gerekçeli doğru inanç” sahibi olmanın gerekli
koşuludur. Aynı şeyleri “yeter koşul” için de tekrarlayabiliriz. Bu dediklerimizi şu
şekilde toparlamak olanaklıdır: Ne zaman bir öznenin inandığı bir önerme ge-
rekçeli ve doğru ise o inanç o özne için bilgidir; ne zaman bir özne bir önermeyi
bilirse, o önerme o özne için doğru ve gerekçeli bir inanç olur.
O hâlde, yukarıda verilen (a) gibi bir tanım veya kavramsal çözümleme, bilgi-
nin gerek ve yeter koşullarını aktaran bir ifade olarak karşımıza çıkar. Bu açıkla-
Üçlü çözümleme bilginin madan sonra, Gettier’in klasik tanıma ilişkin akıl yürütmesinin ve itirazının nasıl
gerek ve yeter koşullarını bir yapıda olduğuna bakalım. Gettier’in kullandığı felsefi yöntem, karşı örnekler
ortaya koyar. Bilginin üç
koşulunun her biri bilgi için ve yanlışlayıcı argümanlar aracılığıyla bir genellemenin geçersiz olduğunu gös-
gereklidir. Geleneksel görüşe terme amacını taşır. Örneğin, “Bütün kargalar siyahtır” gibi evrensel bir iddiayı
göre, bu koşullar ayrıca toplu
halde bilginin yeter koşulunu ele alalım. Bu iddiaya göre, eğer evrende bulunan bir nesne karga ise, o nesne
sağlar. siyah renktedir. Siyah bir karga gözlemlediğimiz zaman, “Bütün kargalar siyahtır”
iddiasını test edip onaylamış oluruz. Diyelim ki, bir gün, tüylerinin rengi doğal
olarak yeşil olan ancak bunun dışında biyolojik açıdan bir karganın tüm özellikle-
rini taşıyan bir hayvan keşfediyoruz. Eğer o hayvanın bir karga olduğu saptanırsa,
“Bütün kargalar siyahtır” önermesi yanlışlanmış demektir. Ele aldığımız örnekte-
ki yeşil karganın da bir karşı örnek oluşturduğunu söylememiz olanaklı hâle gelir.
9. Ünite - Bilgi Kavramının Çözümlemesi 181
Gettier’in ünlü makalesinde başardığı iş, neredeyse evrensel bir bilgi tanımı
statüsü kazanmış olan üçlü tanıma ilişkin birbirine benzeyen iki adet karşı örnek
sunması ve böylece bu klasik tanımın evrensel olarak geçerli bir ifade olduğu ka-
nısını felsefi bir yöntem kullanarak yıkmasıdır. Yazısının başında Gettier -daha
sonra akıl yürütmesi içinde kullanacağı- iki önemli saptama yapar:
(1) “Gerekçelendirme” ve “doğruluk” farklı kavramlardır. Bir önerme yanlış ol-
masına rağmen iyi gerekçelere sahip olabilir.
(2) Eğer bir Ö1 önermesinden mantıksal olarak bir Ö2 önermesini türetirsek
ve eğer Ö1 önermesi iyi gerekçeleri olan bir önermeyse, Ö1 önermesinin
sonucu olan Ö2 önermesi de iyi gerekçelendirilmiş bir önerme olur.
(1) numaralı cümle akılcı bir iddia içerir çünkü bazen bir önerme yanlış bile
olsa ona yönelik iyi gerekçeler bulunabilir. Örneğin, “Dünya düzdür” önermesi
modern insanlar açısından yanlış bir önermedir ancak eski çağlarda bu önerme-
ye inanmak için yeterli miktarda gözlemsel kanıt vardı. O dönemin insanları ge-
rekçelendirilmiş fakat yanlış bir önermeye inanıyorlardı. (2) numaralı cümle de
akılcı bir savla karşımıza çıkar. Örneğin, “Bütün canlılar ölümlüdür” önermesi
iyi gerekçeleri olan bir önermedir. Bu önermeden (başka bazı öncülleri de kul-
lanarak) “Bütün insanlar ölümlüdür” önermesini mantıksal olarak çıkarabiliriz.
“Bütün insanlar ölümlüdür” önermesi “Bütün canlılar ölümlüdür” önermesinin
zorunlu bir sonucu olduğu için, tüm canlılara ilişkin genel önerme nasıl gerekçeli
bir önermeyse, ondan çıkartılan “Bütün insanlar ölümlüdür” önermesi de aynı
şekilde gerekçeli bir önerme olur.
Gettier’in (1) ve (2)’yi nasıl kullandığını ve nasıl bir karşı-argüman geliştirdi-
ğini aşağıdaki bölümde göreceğiz.
dir. Eğer Gettier’in akıl yürütmesi doğruysa, bu iki senaryoda bilginin gerekçe-
lendirme de dâhil olmak üzere üç koşulu da sağlanmakta olsa bile, inanç sahibi
özneler aslında o önermeleri bilmiyorlar gibi görünmektedir. Bu koşullarda da,
Gettier’in geleneksel bilgi tanımına veya çözümlemesine oldukça ağır bir darbe
indirdiği söylenebilir.
Gettier’in argümanı çok fazla tartışılmış ve yarattığı yıkıcı etki pek çok bilgi ku-
ramcısı tarafından giderilmeye çalışılmıştır. Gettier’in, mantığın sunduğu olanak- 2
ları başarıyla kullanarak, geleneksel bilgi tanımına nasıl ağır bir darbe indirdiğini
kendi kelimelerinizle ifade etmeye çalışın.
Gettier’e Yanıtlar
Gettier’in makalesi yayımlandıktan sonra bilgi kuramcıları bilginin klasik tanımı
üzerinde değişiklikler yaparak ortaya çıkan kuramsal sorunu gidermeye ve, bir
anlamda, tanımı “kurtarmaya” çalışmışlardır. Bu bölümde, bu çabaların en önde Gettier’e verilen yanıtlar içinde
gelenlerini açıklamaya çalışacağız. özellikle üç tanesi ön plana
çıkmştır.
1. Yanlış öncülleri engelleme: Gettier örneklerinde epistemolojik bir sorunun
ortaya çıkmasının temel bir nedeni, öznelerin gerekçelendirilmiş doğru inanç-
larının aslında bir yanlışlığa dayanıyor olması ve ardından bu yanlış dayanağın,
tesadüfen, iyi gerekçeleri olan doğru bir inancı ortaya çıkarmasıdır. Bazı felsefeci-
ler, bu tür durumları engellemenin bir yolu olarak şöyle bir şart öne sürmüşlerdir:
Bir öznenin gerekçelendirilmiş doğru inancının bilgiye dönüşmesi için, öznenin
o inancının herhangi bir yanlış önermeye dayanmaması gerekir. Yukarıdaki se-
naryolardan birincisini ele alalım. Orada, Ayça’nın inandığı D önermesinin bir Gettier’in eleştirisi
parçası “İşe alınacak olan kişi Mehmet’tir” ifadesidir. Oysa işe alınacak kişinin ışığında önerilen ilk
çözüm, gerekçelendirilmiş
Mehmet olduğu önermesi yanlıştır. O yüzden, Ayça’nın D’den türettiği E önermesi inançların yanlış önermelere
için “bilgi” nitelemesi kullanılamaz çünkü açıkça görüleceği gibi, öznenin inanç dayanmaması gerektiği şartını
getirmektir.
sisteminde konuya ilişkin yanlış bir önerme bulunmaktadır.
Bu oldukça önemli bir çözüm önerisi gibi görünse de, bazı felsefi itirazlara da
hedef olmuştur. Bu itirazların ortak noktası, konuyla ilgili olarak yanlış öncüllerin
bulunmaması veya engellenmesi durumunda bile Gettier tarzı sorunların oluşa-
bileceği yönündedir. Bunu bir örnekle açıklayalım. Diyelim ki, ben bir bahçeyi
gözlemliyorum ve bahçenin kuzey tarafında koyuna çok benzeyen bir hayvan
görüyorum. Ardından, zihnimde “Bahçede bir koyun var” inancını oluşturuyo-
rum. Aslında baktığım nesne, koyuna benzeyen beyaz bir kayadır. Dahası, ben
bilmesem de, bahçenin benim göremediğim güney tarafında gerçekten bir koyun
bulunmaktadır. Bu durumda benim inandığım “Bahçede bir koyun var” önermesi
yanlış değil doğru bir önerme konumuna gelir. Ancak, her ne kadar bu durumda
gerekçeli doğru bir inanç oluşmuş olsa da, tesadüfen doğru olan “Bahçede bir ko-
yun var” inancımın bir bilgi parçası olduğunu söylemek zordur. Bu örnekte, yanlış
öncülleri engelleme yönteminin Gettier türü sorunları ortadan kaldıramayacağı
açıktır çünkü sahip olduğum “Bahçede bir koyun var” inancı (yukarıda inceledi-
ğimiz senaryolardan farklı olarak) herhangi bir yanlış önermeye dayanmamakta-
dır. O hâlde, yanlış öncülleri engelleme stratejisinin Gettier tarzı durumları devre
dışı bırakmakta tam olarak başarılı olamayacağı söylenebilir.
Söz konusu stratejinin yetersizliği konusunda literatürde verilmiş olan ilginç
bir örnek de şudur (Goldman, 1976): Diyelim ki etrafta çok sayıda tahıl ambarının
olduğu bir bölgede arabayla yolculuk yapmaktasınız. Aslında, siz bilmeseniz de,
çevrenizde gördüğünüz ambarların neredeyse tamamı kartondan yapılmış ve bir
184 Epistemoloji
film şirketince yol kenarına yerleştirilmiş maketlerdir. Yol boyunca sıralanan ve am-
bara benzeyen yüzlerce maket arasında yalnızca bir tane gerçek tahıl ambarı bulun-
maktadır. Tesadüfen o gerçek ambarın önünde durup “Bu bir tahıl ambarı” inancını
zihninizde oluşturuyorsunuz. Bu durumda, zihinsel durumunuzun “gerekçeli doğru
inanç” olmasına karşın, zihninizdeki önermenin tesadüfen doğru çıkması ve sizin
bu senaryoda doğru ile yanlışı ayırt etme olanağından yoksun olmanız dolayısıyla,
inancınızın aslında bilgi olmadığını söylemek olanaklı görünmektedir. Bu örnekte
de, yanlış öncülleri engelleme yönteminin Gettier tarzı sorunlara çözüm olamayacağı
açıktır. Aynı “Bahçede bir koyun var” inancında olduğu gibi, eldeki önerme yanlış
bir önermeye dayanmamaktadır. Sonuç olarak, yanlış öncülleri engelleme stratejisi-
nin Gettier sorununa iyi bir kuramsal çözüm getiremeyeceğini söyleyebiliriz.
2. Nedensel ilişki şartı: Yukarıdaki tartışmaları inceleyen bir kişi, bu konuda
sorun yaratan durumun aslında gerekçeli inançlarla o inançların dünyadaki kö-
kenleri arasındaki nedensel bağın kopukluğu olduğunu düşünebilir. Normal algı-
sal bilgimizin nasıl gerçekleştiğini düşünelim. Ben bir kavak ağacına baktığımda
zihnimde “Önümde bir kavak ağacı var” inancı oluşur. İnancımın nedeni, o inan-
Gettier’in eleştirisi ışığında
cın oluşmasına kaynak oluşturan bir olgudur. Yani, “Önümde bir kavak ağacı var”
önerilen ikinci çözüm, önermesinin benim için bilgiye dönüşmesi için önümde gerçekten bir kavak ağacı
bilginin olgularla uygun bir olmalı ve bu olgu benim inancımın gerçek nedeni olmalıdır. Bu görüşün 7. Üni-
nedensellik ilişkisi içinde
ortaya çıkması gerektiğini tede incelediğimiz John Searle’ün “doğrudan gerçekçiliği” ile belli benzerlikleri
belirtmektir. olduğu görülebilir.
Nedensel ilişki şartını öne süren felsefeciler, bilginin oluşması için, ele alınan
bir Ö önermesinin (veya inancının) nedeninin Ö olgusu olması gerektiğini sav-
larlar. Nedensellik görüşünün en önde gelen savunucularından Alvin Goldman’a
(1967) göre, önermesel bilginin tanımın şu şekilde verebiliriz:
(d) Eğer ve sadece aşağıdaki koşullar sağlanırsa K kişisi Ö önermesini biliyor-
dur: Ö önermesi K kişisinin Ö’ye ilişkin inancı ile uygun bir nedensel ilişki
içinde olmalıdır.
Bu tanımda ilginç olan nokta, Goldman’ın bilgiyi tanımlarken üçlü yapıyı
terketmesi ve “gerekçelendirme” şartını gündeme getirmemesidir. Goldman’ın
nedenselci görüşünü Gettier senaryolarına uygularsak, şu sonuçları elde ederiz:
Öncelikle, birinci senaryoda, Ayça’nın sorun yaratan (“türetilmiş”) E önermesinin
bilgi olamayacağı söylenebilir. Ayça’nın inandığı ve doğru olan E’nin, yani “İşe
alınacak olan kişinin cebinde tam olarak 100 lira vardır” önermesinin, işe alına-
cak olan kişinin cebinde tam olarak 100 lira olduğu olgusundan kaynaklanmadığı
açıktır. Ayça’nın inancı D önermesine dayanmakta ve D’den kaynaklanmaktadır.
O hâlde, birinci senaryoda, Ayça’nın zihinsel durumu bilgi değildir.
İkinci senaryo için de benzer bir akıl yürütme yapılabilir. Hakan’ın gerekçeli bir
şekilde inandığı ve doğru bir önerme olan H’nin, yani “Elif ’in Ford marka bir ara-
bası vardır VEYA Ahmet şu an Barselona’dadır” önermesinin, ne Elif ’in Ford marka
bir arabası olduğu olgusuna ne de Ahmet’in Barselona’da olduğu olgusuna dayan-
madığı açıktır. Bunun nedeni, Elif ’in Ford marka bir arabası olmaması ve Ahmet’in
Barselona’da olmasının da Hakan’ın inancının esas nedeni olmamasıdır. Bu örnekte
de, Hakan’ın zihinsel durumu bilgi değildir. O hâlde, bu iki örnek üzerinden düşü-
nürsek, Goldman’ın kuramı bilginin daha sağlam bir tanımını veriyor diyebiliriz.
Ancak, “nedensel ilişki şartı” görüşünü eleştiren felsefeciler, Goldman’ın tanı-
mındaki “uygun bir nedensel ilişki” kavramının belirsizlikler içerdiği ve bunun
bir takım kuramsal sorunlara yol açabileceğini düşünmüşlerdir. David Hume’un
9. Ünite - Bilgi Kavramının Çözümlemesi 185
alınacak olan kişinin cebinde tam olarak 100 lira vardır” (E) önermesi için şöyle
bir etkisizleştirici doğru cümle bulunmaktadır: “Mehmet işi alacak kişi değildir”.
Eğer Ayça bu etkisizleştirici doğru önermeyi bilseydi elbette D’den E’ye geçiş ya-
pamazdı. Böylece Gettier’in işaret ettiği sorunlu durumun önüne geçmek olanaklı
görünmektedir.
“Etkisizleştirici” kavramını kullanan bu görüşün olası bir zayıf noktası, bizim
“bilgi örneği” diyebileceğimiz sıradan örnekleri de devre dışı bırakma riski olma-
sıdır. Ne de olsa, bazen bir inanç bazı olgular tarafından etkisizleştirilse bile yine
de bilgi veya duruma göre, gerekçeli inanç niteliği kazanabilir. Doğru olan bir
Ö1 önermesinin (örneğin, “Bileziği çalan kişi Emre’dir”) doğru olan Ö2 önermesi
(“Arif, Emre’nin olay sırasında başka bir yerde olduğuna tanıklık etti”) gibi bir
etkisizleştiricisi olsa da; Ö2 etkisizleştiricisi Ö3 gibi doğru bir önerme (“Arif psi-
kiyatrik açıdan patolojik bir yalancıdır”) tarafından etkisizleştirilebilir. Yani, Ö1
gibi bir önermenin gerçeklik içinde bir etkisizleştiricisi olsa da, sonuç itibarıyla
Ö1 önermesi tekrar “iyi gerekçeli” konuma gelebilir. Bu durumu göz önüne alan
John Pollock (1986) gibi bazı bilgi kuramcıları “nihâi” ya da “sonuçta” kavramını
kullanmışlardır. Bu düşünce ışığında, (iv) önermesi şu şekilde değiştirilebilir:
(v) K’nın Ö önermesi konusunda sahip olduğu gerekçeler, doğru olan tüm
önermeler dikkate alındığında, doğru önermeler tarafından nihai anlamda
etkisizleştirilmiş hâle gelmemelidir.
Eğer (v) doğruysa, bu ek koşulun Gettier türü durumları engelleyeceği düşü-
nülebilir, ancak burada iki büyük sorunun ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
(1) Evrende doğru olan tüm önermelerin bizim gibi sonlu bilişsel kapasiteleri
olan canlıların epistemolojik işlevleri açısından nasıl yardımcı olacağını anlamak
kolay değildir. Tüm doğru önermeler açısından bir koşul dile getirmek sorunu çö-
zer gibi görünse de, bu çözümün çok gerçekçi olmadığını söyleyebiliriz. Bunu bir
benzetme ile açıklayabiliriz. Diyelim ki, bir eylemin ahlaki açıdan kabul edilebilir
olmasının gerekli koşulu şu şekilde belirtiliyor: “söz konusu eylem evrende var
olan hiçbir varlığı incitmemelidir”. Böyle kapsamlı bir şartı karşılayan bir eylem
tahminen ahlaki açıdan “olumlu” bir eylem olarak nitelendirilebilir. Ancak bu ka-
dar kapsamlı bir “testi” hiçbir sonlu varlığın yapması olanaklı görünmemektedir.
Tabii böyle bir koşulun uygulanması durumunda, en basit eylemin bile ahlaki
olup olmadığı insanlar tarafından bilinemezdi. Benzer bir şekilde yukarıda be-
timlenen epistemolojik koşulun da pek gerçekçi veya uygulanabilir olmadığını
iddia etmek olanaklı görünmektedir.
(2) Daha genel bir sorun olarak, dördüncü koşul yaklaşımlarının ad hoc olma
riski vardır. ‘Ad hoc’ Latince bir deyim olup, kabaca “bu amaçla” anlamına gel-
mektedir. Daha açık yazarsak, ‘ad hoc’ deyimi “belirli bir amaca veya soruna yö-
nelik olarak” anlamına gelir ve genellikle bir kuramı veya görüşü zorluklarından
kurtarmak için uydurulmuş “günü kurtarıcı” açıklamalar için kullanılır. Örneğin,
bilimsel bir kuramın önemli zorlukları ortaya çıktığında o kuramı reddetmek ye-
rine küçük “yamalar” yaparak kuramı kurtarma çabası içinde olan bir kişinin yap-
tığı açıklamalar ve gerekçelendirmeler için ad hoc diyebiliriz. Bilginin geleneksel
üçlü tanımı için de, dördüncü bir koşul bularak sorunlarını ortadan kaldırma ça-
basının bir parça ad hoc bir yapısının olduğu eleştirisi çağdaş literatürde zaman
zaman dile getirilmiştir.
9. Ünite - Bilgi Kavramının Çözümlemesi 187
Özet
Bilgi kavramını oluşturan esas unsurları açıkla- rak, eğer bir zihinsel durum gerekçelendirilmiş
1 yabilmek. doğru inanç ise, o zihinsel durum bilgidir (veya,
“Bilgi” kavramının en temel unsurunun “inanç” “gerekçelendirilmiş doğru inanç” sahibi olmak
olduğu genellikle kabul edilir. Eğer bir kişi bir “bilgi” sahibi olmak için yeterlidir). İkinci ola-
önermeyi bildiğini ancak o önermeye inanma- rak, eğer bir zihinsel durum bilgi ise, o zihinsel
dığını söylerse, ortada tuhaf bir durumun ol- durum gerekçelendirilmiş doğru inançtır (veya,
duğunu düşünürüz. Ancak, tek başına inanç, “bilgi” sahibi olmak “gerekçelendirilmiş doğru
bir önermeyi bilgi statüsüne çıkarmaya yetmez. inanç” olmak sahibi için yeterlidir). Benzer ifa-
İnsanların inançları bazen gerçeği yansıtmayabi- deleri “gerek koşul” açısından da dile getirebili-
lir. Eski çağlarda insanların çoğu “Güneş Dün- riz. Özetle, ne zaman “gerekçelendirilmiş doğru
yanın etrafında döner” önermesine inanmış olsa inanç” olma durumu gerçekleşirse, o zaman
bile, bu inanç bir “bilgi” değildi. O yüzden, bilgi “bilgi” olma durumu da gerçekleşir ve bunun
kuramcıları çoğunluka inançların değil “doğru tersi de aynen geçerlidir. Ancak bu durum, çö-
inançların” bilgi olabileceğini düşünmüşlerdir. zümleme ile tanımın aynı olmayabileceğini bize
Bununla birlikte, tek başına doğru inançlar da düşündürür çünkü çözümlemeler bir denklik
bilginin oluşmasında yeterli olmayabilir. Bazı ifadesi sunuyor gibi görünmektedirler. Dahası,
inançlar tamamen tesadüfen doğru çıksalar felsefe tarihinde genellikle “gerekçelendirilmiş
da, o inançlara sahip insanların konu üzerinde doğru inanç” bilginin tanımı olarak alınmış olsa
iyi gerekçeleri veya kanıtları olmadığı için, söz da, bu durumun, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi
konusu öznelerin bilgi sahibi olduklarını iddia tartışmaya açık olduğu kesindir. Her durumda,
etmek zor bir hâle gelebilir. İnsan bilgisini ay- çözümlemelerin önemini gözden kaçırmama-
rıcalıklı kılan bir özellik, insanların bilgilerinin mız gerekir. Çözümlemeler bazen bir kavramın
ardında gerekçelerin bulunmasıdır. Böylece bil- ilk başta fark edilemeyen inceliklerini gösterebi-
ginin geleneksel tanımına ulaşırız: Bilgi “gerek- lir. Örneğin, bir düşünürün ya da bilim insanı-
çelendirilmiş doğru inanç”tır. nın çözümleyici çalışması sayesinde bir kavrama
yönelik anlayışımız daha rafine hâle gelebilir.
“Bilginin çözümlemesi” ve “bilginin tanımı” kav-
2 ramlarının inceliklerini açıklayabilmek. Edmund Gettier’in argümanının ve ona verilen
Bir kavramın çözümlemesinin (analizinin) ya- 3 yanıtların bilgi kavramının çözümlemesi açısın-
pılması, onu oluşturan alt unsurları ortaya çı- dan ne sonuçlar verdiğini açıklayabilmek.
karma amacına yönelik bir işlevdir. Bilimden bir Gettier’in argümanı bilginin Platon’dan beri
örnek vermek gerekirse, tuz molekülünün anali- gündemde olan geleneksel çözümlemesine veya
zini yaparak onu oluşturan atomların sodyum ve tanımına ağır bir darbe indirmiştir. Gettier
klorür olduğu bulunabilir. Benzer şekide “bilgi” mantıksal bazı yöntem ve gereçleri kullanarak
gibi bir kavramı çözümlediğimizde onun kav- ve yalnızca üç sayfalık kısa makalesinde episte-
ramsal alt bileşenlerine ulaşırız. Geleneksel gö- moloji alanında büyük bir depreme yol açmış-
rüşe göre bu alt bileşenler, inanç, önermesel doğ- tır. Geleneksel bilgi tanımına göre, bir inancın
ruluk ve gerekçelendirmedir. Ancak bu noktada doğru ve gerekçeli olması, o inancın bilgi olması
sorulabilecek ilginç bir soru şudur: Kavramsal anlamına gelir. Gettier ise, iki senaryo kullana-
çözümlemeler aynı zamanda tanımlara da karşı- rak, bir inancın (tesadüfen) doğru ve gerekçeli
lık gelir mi? Tuzun kimyasal analizi sodyum ve olması durumunda bile bilginin ortaya çıkmaya-
klorür olabilir ancak tuzun normalde kullanılan bileceğini göstermiştir. Geleneksel tanımda olu-
sözlük tanımı bu değildir. Bilginin kavramsal şan bu hasarı onarabilmek için bilgi kuramcıları
çözümlemesinin de bize bilginin gerek ve yeter çeşitli önerilerde bulunmuşlardır. Bu öneriler şu
koşullarını verdiği düşünülebilir. Bu düşünceyi şekilde belirtilebilir: (1) Öznenin bir önermeye
şimdi iki farklı biçimde ifade edelim. Birinci ola- yönelik bilgi iddiasının ardında yanlış önerme-
9. Ünite - Bilgi Kavramının Çözümlemesi 189
ler bulunmamalı yani inanılan önerme yanlış
önermelere dayanmamalıdır. (2) Öznenin bir
konuda sahip olduğu inanç ile o inanca yol açan
nesnel koşullar arasında nedensel bir ilişki bu-
lunmalıdır. (3) Geleneksel bilginin üç gerek ko-
şulu dördüncü bir koşulla desteklenmelidir. Bu
öneriler epistemoloji literatüründe yoğun olarak
tartışılmış ve bilginin çözümlemesi konusunun
temel bir parçasını oluşturmuştur.
190 Epistemoloji
Kendimizi Sınayalım
1. “Tam karşımda kırmızı bir gül bulunmaktadır” gibi 4. “Eğer insanlar uzun süre kötü beslenirlerse, sağ-
deneyimsel bir önermeyi bilmenin kavramsal koşulları lıkları bozulmaya başlar” cümlesinin mantıksal yapısı
ile deneyimsel koşullarını ayırmamız gerekse, aşağıda- için aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
kilerden hangisi için “bilginin kavramsal koşuludur” a. “Sağlığın bozulmaya başlaması”, “uzun süre
ifadesini kullanabiliriz? kötü beslenme”nin gerek koşuludur.
a. Söz konusu nesnenin önermeyi bilecek özneye b. “Sağlığın bozulmaya başlaması”, “uzun süre
belli bir yakınlıkta bulunması gerekir. kötü beslenme”nin yeter koşuludur.
b. Söz konusu önermenin doğru olması gerekir. c. “Sağlığın bozulmaya başlaması” ve “uzun süre
c. Söz konusu önermeyi bilecek öznenin algı or- kötü beslenme” birbirlerinin gerek koşuludur.
ganlarının sağlıklı olması gerekir. d. “Sağlığın bozulmaya başlaması” ve “uzun süre
kötü beslenme” birbirlerinin yeter koşuludur.
d. Söz konusu nesnenin çevreden yeterli düzeyde
e. “Sağlığın bozulmaya başlaması” ve “uzun süre
ışık alması gerekir.
kötü beslenme” birbirlerinin gerek ve yeter ko-
e. Söz konusu önermeyi bilecek öznenin, ciddi be-
şuludur.
yinsel hasarlar olmaması gerekir.
5. Gettier’in ünlü makalesinde izlediği genel felsefi
2. Epistemolojik bir kavram olan “deneyimsel inanç” strateji tam olarak aşağıdakilerden hangisidir?
için genel olarak aşağıdakilerden hangisi en doğru ifa- a. Belli bir zaman diliminde kabul edilen ancak
de olur? evrensel olduğu varsayılmayan bir tanımı karşı
a. İnançlarımızın tümü deneyimsel bilgi sınıfına örnekler aracılığıyla yanlışlamak
girerler. b. Belli bir zaman diliminde kabul edilen ancak
b. İnançlarımız hiçbir zaman bilgi sınıfına girmez. evrensel olduğu varsayılmayan bir tanımı felsefi
c. Bir inancın bilgi olması için doğru olması ye- argümanlar aracılığıyla desteklemek
terlidir. c. Belli bir zaman diliminde kabul edilen ancak
d. Bir inancın bilgi olması için doğru ve gerekçeli evrensel olduğu varsayılmayan bir tanımın
olması gereklidir. mantıksal tutarlılığını test etmek
e. Bir inancın bilgi olması için doğru olması ge- d. Genel olarak kabul edilen ve evrensel olduğu
reklidir, gerekçeli olması yeterlidir. varsayılan bir tanımın mantıksal tutarlılığını
test etmek
3. Bilginin kavramsal çözümlemesi epistemolojide e. Genel olarak kabul edilen ve evrensel olduğu
önemli bir yer tutar. Çözümlemeler için aşağıdakiler- varsayılan bir tanımı karşı örnekler aracılığıyla
den hangisi söylenebilir? yanlışlamak
a. Çözümlemeler önemli bir kavramın günlük dil-
de nasıl kullanıldığını açıklar. 6. Epistemolojik açıdan bakıldığında, Gettier’in sun-
b. Çözümlemeler önemli bir kavramı eleştirme duğu senaryoların ortak noktası nedir?
amacına hizmet eder. a. Bir öznenin inancı yeterli düzeyde “gerekçeli”
olsa da, sezgilerimiz onun “doğru inanç” olma-
c. Çözümlemeler önemli bir kavramın toplumsal
dığını söylemektedir.
etkilerini saptama amacına hizmet eder.
b. Bir öznenin inancı tesadüfen bilgi statüsü ka-
d. Çözümlemeler önemli bir kavramı gözlemle-
zansa da, sezgilerimiz onun “gerekçeli doğru
nen olgular cinsinden açıklama amacına hizmet
inanç” olmadığını söylemektedir.
eder.
c. Bir öznenin inancı tesadüfen “gerekçeli doğru
e. Çözümlemeler önemli bir kavramın günlük dil- inanç” statüsü kazansa da, sezgilerimiz onun
de bulunmayabilecek inceliklerini ortaya çıkar- bilgi olmadığını söylemektedir.
ma amacına hizmet eder. d. Bir öznenin inancı yeterli düzeyde “gerekçeli”
olsa da, sezgilerimiz bu gerekçenin tesadüfen
oluştuğunu söylemektedir.
e. Bir öznenin inancı “gerekçeli” ve “doğru” olsa
da, sezgilerimiz onun doğruluğunun tesadüfi
olduğunu söylemektedir.
9. Ünite - Bilgi Kavramının Çözümlemesi 191
7. Gettier’in yarattığı sorunlu durumu çözmeye yönelik 9. Gettier’in sergilediği sorunun giderilmesine yöne-
olarak önerilebilecek çözümlerden birisi, inanılan öner- lik olarak önerilen çözümlerden birisi “dördüncü bir
menin gerekçelendirme sürecinde yanlış bir önermeden gerek koşulu ekleyerek, gerekçelendirmeyi etkisizleşti-
kaynaklanmamasını şart koşmaktır. Bu çözüme getirile- ren hiç bir önermenin bulunmadığını garanti etmek”
bilecek bir eleştiri aşağıdakilerden hangisi olabilir? olarak ifade edilebilir. Bu çözümün karşılaşabileceği
a. İnanılan önerme yanlış önermelere dayanmasa olası bir sorun aşağıdakilerden hangisi olabilir?
bile Gettier’in işaret ettiği sorunlar oluşabilir. a. Etkisizleştiricilerin olmaması gerektiğini şart
b. İnanılan önermenin yanlış önermelere dayan- koşmak, gerekçelendirmeyi çok kolayca gerçek-
ma olasılığı normalde son derece düşüktür. leştirilebilir bir hâle getirdiği için bilginin nor-
c. İnanılan önermenin gerekçelendirilememe ola- matif gücünü azaltabilir.
sılığı normalde son derece düşüktür. b. Etkisizleştiricilerin olmaması gerektiğini şart
d. İnanılan önermenin yanlış önermelere dayan- koşmak, “inanç” koşulunun işlevini zayıflatma-
ması ancak gerekçelendirilmenin yetersiz olma- sı nedeniyle bilginin normatif gücünü azaltabi-
sı durumunda olanaklıdır. lir.
e. İnanılan önermenin yanlış önermelere dayan- c. Etkisizleştiricilerin olmaması gerektiğini şart
ması ancak algısal olmayan inançlar söz konusu koşmak, çok kapsamlı, kontrol edilemez ve bu
olduğunda olanaklıdır. yüzden insanların bilgisel erişimini aşan bir ko-
şul yaratabilir.
8. Gettier’in sergilediği sorunun giderilmesine yöne- d. Etkisizleştiricilerin olmaması gerektiğini şart
lik olarak Goldman’ın önerdiği “nedensel ilişki şartı”nı koşmak, gerekçelendirme koşulunun ifade etti-
aşağıdakilerden hangisi en iyi ifade eder? ği şartı tekrarlamaktan öteye geçmez.
a. Bir öznenin bir önermeyi bilmesinin gerek ko- e. Etkisizleştiricilerin olmaması gerektiğini şart
şulu, söz konusu öznenin o önermeyle nedensel koşmak, inanç koşulunun ifade ettiği şartı tek-
bir ilişkisinin olduğu inancının gerekçeli olma- rarlamaktan öteye geçmez.
sıdır.
b. Bir öznenin bir önermeyi bilmesinin yeter ko-
şulu, söz konusu öznenin o önermeyle nedensel
bir ilişkisinin olduğu inancının doğru olması-
dır.
c. Bir önermenin bir özne ile nedensel ilişkisinin
olması, söz konusu önermenin o özne tarafın-
dan bilinmesinin gerek ve yeter koşulları ara-
sındadır.
d. Bir önermenin bir özne tarafından bilinebilme-
si için, o öznenin söz konusu önermeyle neden-
sel bir ilişkisinin olması gerekir.
e. Bir önermenin bir özne tarafından bilinebilme-
si için, o öznenin söz konusu önermeyle neden-
sel bir ilişkisinin olduğuna inanması gerekir.
192 Epistemoloji
Okuma Parçası
10. Gettier’in sunduğu karşı örnekler, bilginin gelenek- Gerekçelendirilmiş Doğru İnanç Bilgi midir?
sel çözümlemesinin önemli bir sorun içerdiğini gös- (...)
terme amacı taşır. Diyelim ki, bir düşünür Gettier’in İki noktaya işaret ederek başlayacağım. Birincisi, P gibi
yönteminin ve yaklaşımının sorunlu olduğunu ya da bir önerme için, S’nin P’ye inanmasının gerekçelendi-
istenilen etkiyi yaratmayacağını iddia etmek istiyor. rilmişliği S’nin P’yi bilmesinin gerekli koşuludur anla-
Aşağıdakilerden hangisi Gettier’e yönelik sunabileceği mındaki bir “gerekçelendirme”de, bir kişinin gerçekte
haklı ve güçlü bir eleştiri olabilir? yanlış olan bir önermeye inanmasının gerekçelendi-
a. Gettier’in varsayımlarından birisi olan “Eğer bir rilmiş olması mümkündür. İkincisi, P gibi bir önerme
önermeden mantıksal olarak başka bir önerme için, eğer S’nin P’ye inanması gerekçelendirilmişse ve
türetirsek ve bunlardan birincisi gerekçeliyse, P, Q’yu içerirse ve S, Q’yu P’den çıkarırsa ve bu çıka-
ikincisi de gerekçeli olur” düşüncesi, gerekçe- rımın sonucu olarak Q’yu kabul ederse, buna göre S,
lendirmenin mantıksal operasyonlar yoluyla bir Q’ya inancını gerekçelendirmiş demektir. Bu iki nokta-
önermeden diğerine aktarılabileceğini varsay- yı akılda tutalım. Şimdi ortaya koyacağım iki durumda
ması açısından sorunludur. (a)’da ifade edilen koşulların bazı önermeler için yerine
b. Gettier’in varsayımlarından birisi olan “Eğer bir getirilmesine karşın söz konusu kişinin bu önermeyi
önermeden mantıksal olarak başka bir önerme bildiği söylenemez.
türetirsek ve bunlardan birincisi gerekçeliyse,
ikincisi de gerekçeli olur” düşüncesi, mantıksal DURUM I
bir yapıya sahip olmadığı için sorunludur. Varsayın ki Smith ve Jones belli bir iş için başvuruda
c. Gettier’in varsayımlarından birisi olan “Eğer bir bulundular. Ve varsayın ki Smith’in aşağıdaki tümel-
önermeden mantıksal olarak başka bir önerme evetlemeli önerme için güçlü bir kanıtı var:
türetirsek ve bunlardan birincisi gerekçeliyse, (d) İşe alınacak olan kişi Jones’dur ve Jones’un cebinde
ikincisi de gerekçeli olur” düşüncesi, gerekçe- on adet madeni para var.
lendirmeyi “doğru” kavramıyla ilişkilendirme- Smith’in (d) için kanıtı, şirket müdürünün sonuçta
diği için sorunludur. Jones’un seçileceği konusunda kendisini temin etmesi
d. Gettier’in varsayımlarından birisi olan “Gerek- ve Smith’in kendisinin on dakika önce Jones’un cebin-
çelendirme ve doğruluk farklı kavramlardır; bir deki paraları saymış olması olabilir. (d) önermesi şunu
önerme yanlış olmasına rağmen iyi gerekçele- içerir:
re sahip olabilir” düşüncesi, gerekçelendirmeyi (e) İşe alınacak olan kişinin cebinde on adet madeni
bütünüyle öznenin kişisel tercihlerine bağladığı para var.
için sorunludur. Varsayalım ki Smith (d)’den (e)’ye olan gerektirmeyi
e. Gettier’in varsayımlarından birisi olan “Gerek- görür ve hakkında güçlü bir kanıta sahip olduğu (d)’ye
çelendirme ve doğruluk farklı kavramlardır; bir dayanarak (e)’yi kabul eder. Bu durumda, Smith (e)’nin
önerme yanlış olmasına rağmen iyi gerekçelere doğru olduğuna ilişkin inancı için açık bir gerekçelen-
sahip olabilir” düşüncesi, mantıksal olarak çeli- dirme yapmıştır.
şik olduğu için sorunludur. Fakat, buna ek olarak, gerçekte Jones’un değil Smith’in
işe alınacağını, ama Smith’in bunu bilmediğini düşü-
nün. Dahası, Smith bilmese de kendi cebinde on adet
madeni para vardır. Buna göre, Smith’in (e)’yi çıkardığı
(d) önermesi yanlış olmasına karşın, (e) önermesi doğ-
rudur. Bu durumda, örneğimizde aşağıdakilerin hepsi
doğrudur: (1) (e) doğrudur, (2) Smith (e)’nin doğru
olduğuna inanıyor ve (3) Smith’in (e)’nin doğru oldu-
ğuna inanması gerekçelendirilmiştir. Halbuki Smith’in
(e)’nin doğru olduğunu bilmediği açıktır: Smith ken-
di cebinde kaç adet madeni para olduğunu bilmezken
(e)’nin doğruluğu Smith’in cebindeki paraların sayı-
9. Ünite - Bilgi Kavramının Çözümlemesi 193
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
“Geriye gitme” veya “gerekçenin gerekçesi” kavramlarını açıklayabilecek,
Önde gelen gerekçelendirme kuramlarından birisi olan “temelcilik” görüşünü
açıklayabilecek,
Gerekçelendirme kuramları arasında önemli bir yer tutan “bağdaşımcılık” gö-
rüşünü açıklayabilecek,
“Temelcilik” ve “bağdaşımcılık” görüşlerinin kuramsal olarak güçlü ve zayıf
yönlerini tartışabileceksiniz
Anahtar Kavramlar
• Gerekçelendirme • Fiziksel Olgular
• Geriye Gitme • Algı Verileri
• Gerekçenin Gerekçesi • Bağdaşımcılık
• Temelcilik
• Dışsalcılık
İçindekiler
• GİRİŞ
• “GERİYE GİTME” VEYA “GEREKÇENİN
GEREKÇESİ”
Epistemoloji Bilgisel Gerekçelendirme • TEMELCİLİK
• BAĞDAŞIMCILIK
• İKİ GEREKÇELENDİRME KURAMININ
DEĞERLENDİRMESİ
Bilgisel Gerekçelendirme
Yaşamdan Örnekler
Dünyaya ilişkin inançlarımızın nasıl gerekçeli veya haklı konuma geldiği konusunu
biraz düşünürsek, daha önce aklımıza gelmeyen ilginç bazı noktaları fark edebiliriz.
Beyaz bir tavşana bakarken zihnimizde uyanan “Şu an beyaz bir tavşana bakıyo-
rum” gibi bir önermenin gerekçesi nereden gelir? Bu sorunun yanıtı tahminen “Beyaz
bir tavşan” veya “Dünya üzerinde beyaz bir tavşanın algılanması” gibi bir ifade olma-
lıdır. Ancak “İnsan insanın kurdudur” önermesi, deneyimlediğimiz dünyaya ilişkin
olmasına karşın, “beyaz tavşan” örneğinden oldukça farklıdır. “İnsan insanın kur-
dudur” önermesi basit bir şekilde görsel algılar nedeniyle gerekçeli konuma gelemez.
O yüzden, gerekçesi doğrudan algıdan veya nesnel dünyadan ziyade, bir kişinin ait
olduğu toplumsal sistemden kaynaklanan, gerekçesini ondan alan inançların var ol-
duğu düşünülebilir. Daha ilginç bir soru ise şudur: Basit algısal inançlarımızın hiçbir
inanç, değer veya kavram sistemine ait olmadan, yalıtılmış olarak gerekçelendirilmesi
olanaklı mıdır?
GİRİŞ
Önceki ünitede bilginin çözümlemesi konusunu ve onunla ilgili sorunları irde-
ledik. Edmund Gettier’in karşı örneklerinin doğal bir sonucu olarak, felsefeciler
bilginin klasik çözümlemesi konusunda yeni fikirler üretmeye ve bilginin daha
savunulabilir bir tanımını vermeye yönelmişlerdir. Bu konuyla ilgilenen düşü-
nürlerin farkına vardığı önemli bir nokta, bilginin geleneksel tanımında yer alan
“gerekçe” kavramının derinlemesine incelenip açıklığa kavuşturulmaması duru-
munda önermesel bilginin tanımının veya çözümlemesinin ciddi sorunlar barın-
dıracağı gerçeği olmuştur. Elbette gerekçelendirme konusunda Gettier’den önce
de epistemoloji literatüründe kayda değer çalışmalar yapılmıştır. Ancak Gettier’in
makalesinin yayımlanmasından sonra felsefeciler arasında egemen olan genel fi-
kir, bilginin tanımındaki “K kişisinin Ö’ye inanması için gerekçe vardır” ifadesi-
nin yüzeysel ve belirsizlikler içeren bir önerme olduğu ve bu cümledeki “gerekçe”
kavramının içinin çok farklı şekillerde doldurulabileceği yönünde olmuştur. Bu
farkındalığın en önemli sonucu, gerekçelendirme konusunda farklı tartışma ek-
senlerinde birbirine rakip bir dizi kuramın ortaya çıkmasıdır. Bu ünitede gerekçe-
lendirme kuramlarının en önde gelenlerini inceleyip değerlendirmeye çalışacağız.
198 Epistemoloji
“Geriye gitme” sorununun epistemoloji alanı içinde neden çok kritik bir sorun oluş-
1 turduğunu kendi kelimelerinizle açıklamaya çalışın. Bu alıştırma sizi temel gerek-
çelendirme kuramlarını anlama yönünde de hazırlayacaktır.
TEMELCİLİK
Tarihsel olarak bakıldığında, temelciliğin en belirgin savunucusu Descartes olmuş-
tur. Descartes’ın temel epistemolojik amacı, anımsanacağı gibi, dünya bilgimizin ke-
sin, şüphe götürmez ve deneyimsel bilgilerimizin tümüne dayanak oluşturan bir te-
meli olup olmadığını bulmaktır. Descartes bu “temeli” düşünce hâlindeyken zorunlu
olarak var olması gereken zihninde, yani kendi zihinsel varlığında bulur. Bir sonraki
adımda ise, zihnin zorunlu varlığından başlayarak ve tümdengelimsel bir kesinlikle
ilerleyerek, fiziksel dünyaya ilişkin güvenilir bilginin olanaklı olduğunu göstermeyi
hedefler. Her ne kadar Descartes’ın irdelemeleri felsefe tarihinde çok önemli bir yer
tutsa da, biz tartışmanın inceliklerini gösterebilmek için çağdaş çözümleyici felsefe-
ye döneceğiz ve temelci düşünceyi önermesel bilgi bağlamında işleyen düşünürlerin
bu konu üzerinde ne tür bir argüman sunduğunu anlamaya çalışacağız.
Gerekçelendirme zincirinde bir önermenin en sonunda varacağı nokta veya
dayanak ne olabilir? Temelci felsefecilere göre, gerekçelendirilmesi gereken inanç
Temelcilik görüşüne göre, veya önerme ne kadar uzun ve karışık bir haklılaştırma zinciri gerektirirse ge-
gerekçelerin geriye gitmesi
algısal düzleme gelindiğinde rektirsin, en nihayetinde algısal inançlara gelindiğinde gerekçelendirme süreci
durmak zorundadır. sonlanmak zorundadır. Örneğin “Gelecek yıl enflasyon oranı %10’u aşacak” gibi
doğrudan gözlemsel olmayan bir önermeyi gerekçelendirme sürecinde tahminen
belli karmaşık ekonomik verileri gündeme getirmek gerekecektir. Ancak o veri-
lerin de gerekçelendirilmesi gerektiğinde, en nihayetinde varılacak nokta “Çün-
kü A’yı görüyorum”, “Çünkü B’yi duyuyorum” gibi algısal temel önermeler olmak
zorundadır. Bu açıdan bakıldığında, temelciliği savunan felsefeciler insan bilgisi-
nin kavramsal olarak iki farklı yapıda önermelerin veya inançların bileşiminden
oluştuğunu düşünürler. Birinci olarak, gerekçelendirmesini başka önermelerle
olan çıkarımsal bağıntılar sayesinde kazanan önermeler vardır. Eğer bir kişi İs-
tanbul’dayken “Londra’da şu an yağmur yağıyor” gibi bir önermeye inanıyorsa, bu
inancın “temel” bir inanç olduğu söylenemez. İstanbul’daki bir insanın “Londra’da
şu an yağmur yağıyor” inancı çıkarımsal gerekçelendirmesi olan bir inançtır veya
kısaca, “çıkarımsal inanç” sınıfına girmektedir. Bu önermenin haklılaştırılması
veya gerekçelendirmesi ancak bir başka inanca (örneğin “Güvenilir bir arkadaşım
Londra’da şu an yağmur yağdığını bildirdi”) veya inaçlar dizisine gönderme yapıla-
rak olanaklıdır. Ancak bu tür inançlara ek olarak, ikinci bir inanç türünden de söz
etmemiz akılcı görünmektedir. Londra’da yaşayan arkadaşımız eğer pencereden
dışarı bakıp da yağmurun yağdığını görür ve “Şu an dışarıda yağmur yağdığını gö-
rüyorum” derse, o zaman bu ifadesini veya yargısını haklılaştırmakta hangi inanca
başvurmakta olduğunu sormayız. “Şu an dışarıda yağmur yağdığını görüyorum”
sözlerini dile getiren kişinin söz konusu inancı “temel inanç” sınıfına girer. Bu te-
mel inanç başka inançlar nedeniyle değil, tam da o deneyimi yaşamaktan dolayı
kazanılmıştır. Pencereden bakarak dışarıda yağmur yağdığını söyleyen bir insana
10. Ünite - Bilgisel Gerekçelendirme 203
“Bu inancının nedeni nedir?” sorusunu sormamız tuhaf olur. O kişi, büyük olası-
lıkla, “Çünkü yağmurun yağdığını görüyorum” demenin ötesinde bir açıklama su-
namayacaktır. Sonuç olarak, insanın inanç/bilgi sisteminin çıkarımsal inançlardan
ve temel inançlardan oluştuğunu söyleyebiliriz. Temelciliği savunan düşünürlere
göre, her çıkarımsal inanç önünde sonunda -daha doğrusu, gerekçelendirme zin-
ciri sonuna kadar izlendiğinde- gerekçesini temel inançlara dayanarak almaktadır.
Çıkarımsal inançların nasıl gerekçelendirildiğini anlamak zor değildir. Ancak
epistemolojide tartışmaya neden olan asıl konu, temel inançların olup olmadığı
ve eğer varsa bu inançların gerekçeli olma niteliğini tam olarak nasıl kazandığıdır.
Temelci felsefecilerin bu soruya verdikleri yanıtlar içinde en bilinen ve sıkça savu-
nulanlardan ikisini aşağıda inceleyeceğiz.
yağmuru algılıyor. Bu süreç içinde, duyu organları değişik türlerde veri toplar.
Dışarıdaki görüntü belli renkler, belli hareketler içerir; kulaklar belli sesleri duyar.
Bu ham veriler öznede ilk başta kavramlaştırılmamış ve anlamlandırılmamış bir
farkındalık yaratırlar. Ne zaman ki bu duyu verileri temel bir inancın doğmasına
neden olurlar (örneğin “Pencerenin dışında yağmur yağıyor”), o zaman temel bir
inanç oluşmuş ve gerekçelendirilmiş demektir. Algısal temel bir inancın gerekçeli
olmasının nedeni, zihinsellik içinde oluşan duyu verilerinin varlığıdır.
Bu iki temelci görüşü şimdi kısaca karşılaştıralım. “Fiziksel Olgulara Dayanan
Temelcilik” görüşüne göre, fiziksel dünyanın olguları öznelerde temel inançların
oluşmasına neden olur. Bu nedensel ilişki, temel inançların gerekçelendirilmiş ol-
masının da nedenidir. “Algı Verilerine Dayanan Temelcilik” görüşüne göre ise,
fiziksel dünyanın olguları öznelerde önce duyu verilerinin oluşumuna neden olur.
Bu aşamada, bilgisel gerekçelendirme ilişkisinin varlığından henüz söz edemeyiz.
Bilgisel gerekçelendirme, duyu verilerinin temel inançların oluşmasına neden ol-
masıyla birlikte ortaya çıkar. Bu durumda da, nedensel bir ilişki gerekçelendirme-
nin de nedeni olmuştur. Fakat bu sefer gerekçelendirmenin nedeni fiziksel dünya
değil, zihnimizde istemimiz dışında oluşan algı verileridir. Her iki görüşe göre,
temel inançlar iyi gerekçelendirilmiştir; ancak gerekçeyi sağlayan unsur başka bir
inanç değildir. Açıkça görüleceği gibi, bu durum “Geriye Gitme Sorunu”na da bir
çözüm getirmektedir. Ancak bu çözümün (ve genel olarak temelciliğin) kuramsal
düzeyde yeterli olup olmadığını değerlendirmeden önce, karşı görüş olan bağda-
şımcılığı incelememiz gerekiyor.
BAĞDAŞIMCILIK
Temelciliği kuramsal olarak çekici kılan nedenlerden biri, “temel inanç” kavra-
mının sağduyuya uygun bir yönünün olmasıdır. Pek çok bilgi kuramcısı, Geriye
Gitme Sorununun gerçek çözümünün temelcilikte yattığını düşünürler. Bu nokta-
da, bağdaşımcılık görüşüne dönebiliriz. Bağdaşımcılığı felsefi olarak incelememiz,
temelcilik görüşünü daha iyi anlamamızı da sağlayacaktır. Ancak bağdaşımcılıkla
ilgilenmemizin bu noktanın ötesinde bir önemi ve değeri bulunmaktadır. Bağ-
daşımcılık, epistemoloji kavramları ve akımları arasında en kritik ve tartışmalı
olanlardan biridir. 8. ünitede bağdaşımcılık kuramından önermesel doğru bağla-
mında söz etmiştik. Oradaki düşüncelere paralel olarak bu bölümde bağdaşımcı
gerekçelendirme kuramını tartışacağız.
İlk olarak, 8. ünitede değindiğimiz önemli bir noktayı anımsatalım. Tutarlı olan
Gerekçelendirme kuramları bir inanç sisteminin elemanları birbirleriyle çelişmezler. Bağdaşımı olan bir inanç
arasında önemli bir yer sisteminin elemanları ise içeriksel olarak birbirlerini destekler ve birbirlerinin doğ-
tutan bağdaşımcılık görüşü, ru olma olasılığını yükseltirler. Bağdaşımcılık, kavramsal olarak, mantıksal tutarlı-
temelciliğin en büyük
rakibidir. Bağdaşımcılığa göre, lıktan daha fazlasını içerir. Bu saptamayı yaptıktan sonra, bağdaşımcı haklılaştırma
bir inancın gerekçelendirilmesi kuramını açıkça tanımlayabiliriz. Belli bir öznenin sahip olduğu inanç sistemine
ancak onun bağdaşım özelliği
olan bir sistemin parçası S adını verelim. S’nin kapsamı içinde bulunan inançlardan biri N olsun. N’yi hak-
olmasıyla mümkündür. lılaştıran durum ya da olgu, N inancının S sisteminde yer alan diğer inançlarla
10. Ünite - Bilgisel Gerekçelendirme 205
Bağdaşımcılığın Sorunları
Her ne kadar temelcilik görüşü Bağdaşımcı görüşe karşı iki esas itiraz getirilmiştir:
bağdaşımcılar tarafından (1) Bağdaşım haklılaştırma için yeterli değildir: “Alternatif sistemler itirazı” ola-
yeterince eleştirilmiş
olsa da, bağdaşımcılığın rak da bilinen bu akıl yürütmeye göre, bir öznenin sahip olduğu inançlar arasında
gerekçelendirmeyi bir oluşan bağdaşım gerekçelendirme için yeterli değildir çünkü bağdaşım özelliği
sistem içinde tanımlamaya
çalışması, bu görüşün “nesnel taşıyan çok sayıda inanç sistemi oluşturmak olanaklıdır. İnsanların hayal gücü-
dünyayla bağlantı” konusunda nün ürettiği bir inanç sistemi son derece tutarlı ve hatta bağdaşımlı olabilir. Böyle
sorunlar yaşayabileceğini
düşündürmüştür. bir hayalî sistem içinde, örneğin, perilere ve hayaletlere ilişkin önermeler kolayca
“gerekçeli” konuma gelebilir. Ancak bu durumda sağduyuya aykırı bir yön var
gibi görünmektedir. Bir inancın gerekçelendirmesinin kıstası herhangi bir inanç
sistemi içinde diğer inançlarla iyi bağdaşım içinde olması olamaz.
(2) Bağdaşım haklılaştırma için gerekli değildir: Bu itiraza genel olarak “dış
dünyadan kopukluk itirazı” adı da verilebilir. Yukarıda verdiğimiz (1) numaralı
itiraz, bağdaşımın oluşma durumunda bile gerekçelendirmenin olmayabileceği-
ni ifade eder. “Dış dünyadan kopukluk itirazı” ise, gerekçelendirme için bağda-
şımın gerekli bile olmadığını öne sürer. “Gerekçelendirme” kavramı deneyimsel
bir inancın doğruluğu ile ilgilidir. Bir önermenin veya inancın doğruluğu ise
gerçeklik içinde ne olduğuyla ilgilidir, inançların oluşturduğu bir sistemle değil.
Oysa, bağdaşımcılığın kuramsal tanımı içinde, gerekçelendirme süreçlerini dün-
yada olup bitenlerle ilişkilendirmeye yönelik herhangi bir ifade bulunmamakta-
dır. Açıktır ki, bizim gerekçelendirme için başvurduğumuz yer çoğunlukla diğer
inançlar değil olguların kendisidir. “Elimde tuttuğum domates kırmızı renklidir”
gibi bir inancı desteklemek (veya doğrulamak) için yapılması gereken, zihnin
içindeki diğer inançların bu önermeyle ne kadar uyuştuğunu kontrol etmek değil,
sadece elde duran domatese bakmaktır. Bu anlamda, inançlar-arası bağdaşımın
gerekçelendirme için gerekli olmadığı durumlar bulunmaktadır.
düşünelim. Söz konusu nesnenin rengine ilişkin bir yargıda bulunurken çevre-
mizdeki aydınlatmanın bizi yanıltmayacak durumda olduğunu varsayarız. Aydın-
latmanın yetersizliğinin farkındaysak, o koşullarda oluşan algısal inançların tam
olarak gerekçelendirilemeyeceğini kabul ederiz. Dahası, eğer koma hâlinde iken
“Elimde tuttuğum domates kırmızı renklidir” inancına sahip olmuşsak, o inan-
cın doğruluğu konusunda çok ısrarcı olmayız. Başka bir deyişle, yalın gözlemsel
bir inancın gerekçelendirmesini bile sadece o inanç üzerinde yoğunlaşarak yapa-
mayız. Gerekçelendirmenin olması için, benim görsel algı açısından güvenilir ve
kendi bilişsel yeterliliğimin bilincinde olmam gerekmektedir. Bu saptamalar el-
bette bağdaşımcılığın karşılaştığı büyük sorunları çözmek açısından yeterli olma-
yabilir. Ancak, temel bir inancın gerekçelendirmesinin yalnızca o inancı bağlayan
bir durum olduğunu düşünmenin yanlış olabileceğini göstermektedir.
Şimdi yukarıda anılan iki itiraza dönelim. Bağdaşımcılığı savunan düşünür-
lerin çoğu bu sorunların farkında olup, çözümler üretmeye yönelik girişimlerde
bulunmuşlardır. “Bağdaşım haklılaştırma için yeterli değildir” veya “Bağdaşım-
cılık, uçuk ve uyduruk sistemlerin gerekçelendirmesinin yolunu açar” itirazına
yanıt olarak, bağdaşımcı felsefeciler arasında “gerçekçi” bir ontolojiyi savunanlar,
içinde yaşadığımız dünyada insanların sahip olduğu bağdaşım sistemlerinin ko-
lay kolay rastgele inanç sistemlerini gerekçelendirmeyeceğini öne sürmüşlerdir.
Bunun nedeni, bağdaşımcılara göre, varlık alanının veya gerçekliğin bizim üzeri-
mizde bazı sınırlar uygulamasıdır. Yani, bağdaşımcı bir görüşü savunmak, gerek-
çelendirmeyi keyfîleştirmek anlamına gelmez. Nihayetinde, bağdaşımcı sistemler
içinde algısal inançlar da vardır ve bunların gerekçelendirmesi “öznel” süreçler
değillerdir. Örneğin, bir inanç sistemi içinde eğer “İnsanlar hiç nefes almadan üç
hafta yaşayabilirler” gibi tuhaf bir inanç ortaya çıkarsa, varlık alanının bu inancın
aksini göstereceği söylenebilir. O yüzden “bağdaşımcılık” görüşünden “insanların
uydurabileceği her sistem gerekçeli konuma gelir” gibi bir sonuç çıkaramayız.
İkinci itiraz olan “Bağdaşım gerekçelendirme için gerekli değildir” düşünce-
si de benzer bir noktadan hareket etmektedir ve bu itiraza da bağdaşımcılar ön-
ceki paragrafta belirttiğimiz türden bir yanıt verebilirler. Lawrence BonJour gibi
bağdaşımcılar, algısal inançlarımızın gerekçelendirme süreçlerinde dışarıdan bazı
verilerin geldiğini reddetmemektedirler. Bağdaşımı olan sistemler dünyaya ka-
palı yapılar değillerdir. BonJour’a göre, gerekçelendirme söz konusu olduğunda,
bir inanç sisteminin şu kurala uyması gerekir: Sistem, bilen öznenin çevresi ile
etkileşimi sonucu oluşacak gözlemsel inançlara kapalı olmamalıdır. BonJour bu
ek koşula “gözlem şartı” adını verir. Her ne kadar gözlem şartı bağdaşımcılığın en
kritik sorunlarından birine çözüm getiriyor gibi görünse de, bu çözümün ne ya-
zık ki felsefi bir bedeli bulunmaktadır. “Gözlem şartı”, göründüğü kadarıyla, belli
birtakım inançlara ayrıcalıklı veya özel epistemolojik statü tanıyarak temelciliğin
en merkezcil tezine katılır görünmektedir. Bu önemli itiraza bir bağdaşımcı nasıl
yanıt verebilir? Olası bir yanıt, gerekçelendirmeyi döngüsel (yani, tek boyutlu) ola-
rak değil, bütüncül bir tarzda tasarlamak olabilir. Daha önce de belirttiğimiz gibi,
bağdaşımcı gerekçelendirme bir halka olarak değil “çatılmış tüfeklerin birbirlerine
destek vermesi” gibi daha karmaşık bir yapıda düşünülebilir. Bağdaşımcılar “göz-
lem şartı” gibi bir koşulu kullansalar da, bu onların algısal inançların gerekçelen-
dirmesini sistem dışında halletmeyi kabul ettikleri anlamına gelmez. Böylece, göz-
lemsel veya algısal inançların gerekçelendirmesi bağlamında “gözlem şartı” gibi bir
koşulu benimsemek temelciliğe teslim olmak anlamına gelmeyecektir. Bu yanıtın
veya savunmanın ne kadar kabul edilir olduğu elbette tartışmaya açıktır.
210 Epistemoloji
Özet
“Geriye gitme” veya “gerekçenin gerekçesi” kav- yer alırlar hem de kendilerinin gerekçelendiril-
1 ramlarını açıklayabilmek. meleri için başka inançlara gereksinim duymaz-
Bilginin kavramsal unsurlarından birisi olan lar. Bu temel inançlar, algısal süreçler kapsamında
“gerekçe” konusunda farklı kuramlar öne sürül- oluşan inançlardır. Peki, temel inançların gerek-
müştür. Bu kuramların en önde gelenlerinin or- çeleri nereden kaynaklanır? Bu soruya genellik-
tak bir noktası, “geriye gitme” veya “gerekçenin le iki tür yanıt verilmiştir. Birinci olarak, dünya
gerekçesi” sorununa yönelik bir çözüm getirme- içindeki fiziksel olguların temel inançları gerek-
ye çalışmalarıdır. Epistemoloji literatüründe çok çelendirdiği düşünülebilir. Böyle bir durumda,
tartışılan bu sorunu kısaca açıklayalım. Belli bir inanca sahip öznenin gerekçelendirme süreçle-
deneyimsel inancın veya önermenin gerekçeli rine veya bunların güvenilir olduğuna dair bir
konuma gelmesi kendiliğinden gerçekleşemez. fikrinin olmasına gerek yoktur. Gerekçelendiren
O önermenin başka önermelerce gerekçelen- unsur, öznenin “dışındadır”. O yüzden, bu görüş
dirilmesi veya desteklenmesi gerekir. Örneğin oldukça “dışsalcı” bir görünüm arz eder. İkinci
yıllık enflasyon konusunda sahip olduğumuz bir olarak da, kavramlaştırılmamış algı verilerinin
inanç, eğer gerekçeli bir inanç olacaksa, gerekçe- gerekçelendirmeye neden olduğu söylenebilir.
sini başka bilgisel unsurlardan almak zorunda- Zihinde beliren algı verileri gerekçelendirmeyi
dır. Ancak, bir inancı gerekçelendiren başka bir olanaklı kılar ancak bunlar inanç gibi bilişsel bir
inancın veya önermenin kendisinin de gerekçeli unsur olmadıkları için kendilerinin gerekçelen-
olması gerekir (Aksi hâlde, ilk baştaki inancın dirilmesi gerekli (veya mümkün) değildir. Her
gerekçeli olduğunu söylemek olanaksız hâle iki durumda da, gerekçelendirme zincirinin sona
gelir). Ve bu sorun her yeni gerekçe için tekrar erdirildiği ve bilgisel gerekçelendirmenin akılcı
dile getirilebilir. Bunun sonucunda, nereye git- bir şekilde açıklandığı iddia edilebilir.
tiği belli olmayan bir “gerekçelendirme zinciri”
oluşur. Ortaya çıkan bu soruna epistemolojide Gerekçelendirme kuramları arasında önemli bir yer
“geriye gitme” veya “gerekçenin gerekçesi” soru- 3 tutan “bağdaşımcılık” görüşünü açıklayabilmek.
nu adı verilir. Geriye gitme sorununun çözümü
Bağdaşımcılık görüşü de, “geriye gitme
için temel olarak dört yol önerilmiştir. Bu öne- sorunu”na verilen önemli bir yanıt olarak anla-
riler şu şekilde ifade edilebilir: (1) Gerekçelerin şılmalıdır. Ancak bu görüşün bir diğer önemli
geriye gitmesi gerekçelendirilmemiş inançlarda yönü, geleneksel bir felsefi perspektif olan te-
son bulabilir. (2) Gerekçelendirme zinciri son- melciliğe ciddi bir itiraz sunmasıdır. Bu görü-
suza dek uzanır. (3) Gerekçelerin geriye gitmesi şü şu şekilde tanımlayabiliriz: Belli bir özne-
temel inançlarda son bulur. (4) Gerekçeler kendi nin sahip olduğu inanç sistemi kapsamındaki
aralarında bir ağ veya sistem oluşturur. Bu seçe- inançlardan biri A inancı olsun. Bağdaşımcılı-
nekler arasında özellikle (3) ve (4) derinlemesi- ğa göre, A’yı haklılaştıran durum ya da olgu, A
ne incelenmiş ve tartışılmıştır. inancının o öznenin inanç sisteminde yer alan
diğer inançlarla bağdaşım ilişkisi içinde olma-
Önde gelen gerekçelendirme kuramlarından birisi sıdır. Bu anlamda, bağdaşımcılar “geriye gitme
2 olan “temelcilik” görüşünü açıklayabilmek. sorununu” insanların inanç sistemi veya bilinci
Temelcilik görüşü, “geriye gitme sorunu”na ve- dışında kalan “nesnel” unsurlara gönderme ya-
rilen en önemli yanıtlardan birisidir. Çözülmesi parak değil, önermesel unsurların oluşturduğu
gereken sorun şudur: Gerekçelendirme zincirin- sistem içinde açıklamaya çalışırlar. Bağdaşım-
deki inançların nihai dayanağı nedir? Temelci cılara göre, temelciliğin yukarıda açıkladığımız
felsefeciler bu sorunun yanıtını “temel inançlar- iki türü de hatalıdır. Birincisi, olgulara dayanan
da” bulurlar. İnançlarımızın çoğu başka inançlar temelcilik, öznelerin epistemolojik sorumlu-
tarafından gerekçelendirilir. Ancak bazı inançlar luklarını tamamen yok ederek gerekçelendir-
hem gerekçelendirme zincirinin son noktasında me işlevini mekanik bir oluşuma dönüştürme
212 Epistemoloji
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi “bilgisel bir gerekçe” de- 3. Aşağıdakilerden hangisi temelcilik görüşü için doğ-
ğildir? ru değildir?
a. Ö öznesinin R önermesine inanması gerekçeli- a. Temelcilik, önde gelen bir gerekçelendirme ku-
dir çünkü belli bir K kanıtı R’nin doğru olma ramıdır.
olasılığını artırmaktadır. b. Temelcilik, geriye gitme zincirinin nihayetinde
b. Ö öznesinin R önermesine inanması gerekçeli- durması gerektiğini savlar.
dir çünkü Ö’nün yaşadığı toplumda R bilimsel c. Temelcilik görüşünü savunanlar gerekçelendir-
olarak desteklenmektedir. me kuramlarını bağdaşım kavramı üzerine kur-
c. Ö öznesinin R önermesine inanması gerekçeli- mazlar.
dir çünkü R önermesine inanmanın Ö’nün ya- d. Temelcilik görüşünü savunanlar, gerekçelendir-
şam kalitesini artırma olasılığı yüksektir. menin nihayetinde temel bazı unsurlara dayan-
d. Ö öznesinin R önermesine inanması gerekçeli- ması gerektiğini düşünürler.
dir çünkü Ö’nün R’ye inanmaması için bilgisel e. Temelci düşünürlere göre gerekçelendirme zin-
bir neden bulunmamaktadır. ciri gerekçelendirilmemiş inançlarda durmak
e. Ö öznesinin R önermesine inanması gerekçeli- zorundadır.
dir çünkü R önermesi Ö’nün inandığı deneyim-
sel önermelerle tutarlılık içindedir. 4. Aşağıdakilerden hangisi “bağdaşım” kavramına en
yakın olan kavramdır?
2. Aşağıdakilerden hangisi Geriye Gitme Sorununu en a. Bileşim
doğru şekilde ifade eder? b. Akılcılık
a. Bir A önermesini gerekçelendiren B önermesi- c. Karşılık
nin kendisi de gerekçelendirilmiş olmalıdır; bu d. Tutarlılık
durum gerekçelendirme zincirinin ilk olarak e. Pratik
nasıl başladığı sorununu gündeme getirir.
b. Bir A önermesini gerekçelendiren B önermesi- 5. Aşağıdakilerden hangisi Geriye Gitme Sorununun
nin kendisi de gerekçelendirilmiş olmalıdır; bu çözümlerinden birisi değildir?
durum başlamış olan bir gerekçelendirme zin- a. Gerekçelerin kendi aralarında bir ağ oluşturması
cirinin nasıl sona ereceği sorununu gündeme b. Gerekçelerin geriye gitmesinin temel inançlar-
getirir. da son bulması
c. Bir özne belli bir A önermesine inanıyorsa, bu c. Gerekçelerin geriye gitmesinin gerekçelendiril-
önermeye inandığına da inanmalıdır; bu du- memiş inançlarda son bulması
rum bilgisel zincirinin nasıl sona ereceği soru- d. Gerekçelerin geriye gitmesinin mantıksal öner-
nunu gündeme getirir. melerde son bulması
d. Bir öznenin inandığı A önermesi doğruysa, öz- e. Gerekçelendirme zincirinin sonlanmadan de-
nenin A’ya inanmakta olduğu önermesi de doğ- vam etmesi
ru olmalıdır; bu durum bilgisel zincirin nasıl
sona ereceği sorununu gündeme getirir. 6. Epistemolojide dışsalcılık görüşü aşağıdaki öner-
e. Bir A önermesi B tarafından gerekçelendirili- melerden hangisini savunur?
yorsa, B de A tarafından gerekçelendirilmelidir; a. Gerekçelendirme öznenin bilgisi veya bilinci dı-
bu durum başlamış olan bir gerekçelendirme şında gerçekleşebilir.
zincirinin nasıl sona ereceği sorununu günde- b. “Gerekçe” ve “doğru” birbirini dışlayan kavram-
me getirir. lardır.
c. “Gerekçe” ve “kanıt” birbirini dışlayan kavram-
lardır.
d. Gerekçelendirme fiziksel olgular kapsamında
gerçekleşemez.
e. Gerekçelendirme insanın algı sistemi dışında
gerçekleşemez.
214 Epistemoloji
7. Temelciliğe göre, gerekçelendirmenin iki olası te- 9. Bağdaşımcılığın “Algı Verilerine Dayanan Temelci-
meli aşağıdakilerden hangisidir? lik” görüşüne yönelttiği temel bir eleştiri nedir?
a. Gerekçesiz inançlar ve algı verileri a. Temel oluşturacak algı verileri eğer bilişsel içe-
b. Gerekçesiz inançlar ve bağdaşımsal bir sistem riğe sahipse uygun bir gerekçelendirme sağla-
c. Fiziksel olgular ve doğru önermeler yamazlar; eğer bilişsel içerikten yoksunlarsa,
d. Fiziksel olgular ve algı verileri o zaman kendilerinin de gerekçelendirilmeleri
e. Gerekçesiz inançlar ve doğru önermeler gerekir.
b. Temel oluşturacak algı verileri eğer bilişsel içeriğe
8. Bağdaşımcılığın “Fiziksel Olgulara Dayanan Temel- sahipse kendilerinin de gerekçelendirilmeleri ge-
cilik” görüşüne yönelttiği temel bir eleştiri nedir? rekir; eğer bilişsel içerikten yoksunlarsa, o zaman
a. Bu görüş, gerekçelendirme bağlamında, özne- inançlar için gerekçelendirme sağlayamazlar.
lerin bilgisel durumları yerine fiziksel olgulara c. Temel oluşturacak algı verileri eğer bilişsel içeriğe
dayandığından dolayı, öznenin süreç içindeki sahip değilse, kendilerinin de gerekçelendirilme-
rolünü tamamen ortadan kaldırır. leri gerekir; eğer bilişsel içeriğe sahiplerse, o za-
b. Bu görüş, gerekçelendirme bağlamında, fiziksel man inançlar için gerekçelendirme sağlayamazlar.
olguların nesnellik statüsünün hakkını vermek- d. Temel oluşturacak algı verileri bilişsel içeriğe
ten uzaktır. sahip olmadıkları için, bu görüş sonunda bağ-
c. Bu görüş, gerekçelendirmenin özne tarafına daşımcılığa yakın hâle gelir.
daha çok ağırlık vermesinden dolayı, yanıltıcı e. Temel oluşturacak algı verileri bilişsel içeriğe
bir epistemolojik tablo sunmaktadır. sahip oldukları için, bu görüş sonunda gerek-
d. Bu görüş, gerekçelendirmenin bağdaşım yönü- çelendirilmiş önermelerin aynı zamanda doğru
ne daha çok ağırlık vermesinden dolayı, yanıltı- olmaları gerektiğini savlama noktasına gelir.
cı bir epistemolojik tablo sunmaktadır.
e. Bu görüş, gerekçelendirme bağlamında, nesnel 10. Bağdaşımcılığın yüzleştiği en büyük kuramsal so-
unsurlar yerine öznelerin bilgisel durumlarına runlardan birisi nedir?
dayandığından dolayı, olguların süreç içindeki a. Bağdaşım sergileyen bir inanç sistemi nihaye-
rolünü tamamen ortadan kaldırır. tinde bilgisel bir temele sahip olmak zorunda
olduğundan dolayı, bağdaşımcılık epistemolo-
jik anlamda rakibi olan temelciliğin iddialarını
benimsemek durumunda kalır.
b. Bağdaşım sergileyen bir inanç sistemi niha-
yetinde doğru deneyimsel önermeler içere-
ceğinden dolayı, bağdaşımcılık epistemolojik
anlamda rakibi olan temelciliğin iddialarını be-
nimsemek durumunda kalır.
c. Gerekçelendirme için bağdaşım yeterli değildir;
bağdaşım sağlayan bir inanç sistemi diğer bağ-
daşımlı bilgi sistemleriyle olan bağını yitirebilir.
d. Gerekçelendirme için bağdaşım yeterli değil-
dir; bağdaşım sağlayan bir inanç sistemi nesnel
dünyayla olan bilgisel bağını yitirebilir.
e. Gerekçelendirme için bağdaşım yeterli değildir;
bağdaşım sağlayan bir inanç sistemi gerekçelendi-
rilmemiş inançlarla olan bilgisel bağını yitirebilir.
10. Ünite - Bilgisel Gerekçelendirme 215
Okuma Parçası
Temelci Bilgi Kuramının Eleştirisi Temelci kuramın tanımladığı kendi kendine kanıt ve
Descartes’la başlayan Spinoza, Locke, Berkeley, Hume kendini haklılandırma ölçütleri matematik ve mantık-
ve Kant’la devam eden temelci bilgi anlayışına ilk cid- tan alınmaktadır. “x=x” ve “2+2=4” gibi önermelerden
di eleştiri Hegel tarafından yapılır. Hegel, bilginin du- kalkarak temelci kuramın temele koyduğu olanaklı
rağan ve tarafsız bir temele sahip olmadığını, bilginin inançlara çok az yardımı olabilir. Matematik ve man-
de tinin açılımında ortaya çıkan kullanımda olan bir tığın tümden gelimsel akıl yürütmeleri örnek alarak,
süreci kapsadığını öne sürmektedir. Bilgi temelcilerin bilginin temelindeki açık, seçik, kendi kendine kanıt
dediği gibi, karşımıza alıp her şeyden soyutladığımız inançları bulmak o kadar da kolay değildir.
bir varlık alanı değildir. Bilginin kaynağını ve kapsa- Diğer bir güçlük de, temel inançtan temel inançlardan
mını bir temel inançla sınırlandıramayız. Bilgi, edilgen çıkartılan bağımlı inançlara geçiştir. Çünkü temelci
bir nesne gibi ele alınamaz. Hegel’e göre, bilgi, insan bilgi kuramcıları, temeldeki en açık ve seçik bilgi bu-
etkinliğinde ele alınıp incelenmesi gereken bir süreçte lunduktan sonra, bu bilgi üzerine diğer bilgilerimizi
ortaya çıkar. Çünkü temelci bilgi kuramcıları yapay bir koyabiliriz iddiasını taşımaktadırlar. Bu çıkarışın nasıl
ayırımla bilgi ve bilgi nesnesini ayırmışlardır. Bilen ve olacağı tam belirgin değildir. Acaba bu çıkarış tümden
bilinen ayırımı, özne ve nesne ayırımına dayanmak- gelimsel midir? örneğin, “Şu anda bir sandalye üzerin-
tadır. Böylece temelci anlayış özneyi etkin bir varlık de oturuyorum.” iddiası belki kanıtlanmaya gerek kal-
olmaktan çıkartarak, her şeyden soyutlanmış bir nes- madan kabul edilebilir gözükse de, aşırı kuşkucuların
ne durumuna sokmuştur. Bu ise özneyi edilgen varlık “bu durumun niçin bir rüyanın parçası olmadığı” iddi-
haline getirir. Temelci olmayan bir görüşü savunan asını da cevaplayamaz.
Hegel’e göre, öznenin bilgisi, etkinliğinden ayrı olarak Eğer çıkarım şeklimiz tümden gelimsel değilse, tüme-
ortaya konulamaz. Örneğin, “yüzmeyi, suya girmeden varımsal ya da şüpheci olabilir. Bu durum ise, çürütü-
öğrenmek” gibi. Temelci bilgi kuramcıları için, bil- lemezlik ölçütünü ortadan kaldırır. Çünkü her iki akıl
gi için yine bilgiyi temele almak zorunludur. Bir şeyi yürütmede ek kanıtlara ve örneklere gereksinme duyar.
bilmeden önce bilme yapısını bilmek temelci bir an-
layıştır. Bir şeyi kullanmadan önce onun ne olduğunu Kaynak: A. Kadir Çüçen. (2001). Bilgi Felsefesi. Bur-
bilmeye çalışmak, çelişkidir. Hegel’e göre, bilgi ancak sa: Asa Kitabevi, s. 94-96.
kullanım sırasında açıklanabilecek bir durumdur.
Temelci kuramın ilkelerini eleştirmek de olanaklıdır.
Her şeyin temeline konulan inancın kendi kendine
kanıt olması, kendini haklılandıran, çürütülemeyen ve
bağımsız olduğu inancı birbiriyle aynı olmayan ölçütler
üzerinde temellenmektedir. Kendi kendine kanıt olan-
la çürütülemeyen aynı şeyler değildir. Çürütülemeyen,
henüz yanlışının kanıtlanması yapılamayan ya da yete-
rince kanıt bulunamayan demektir. Kendi-kendine ka-
nıt olmaksızın da bin inanç kendini haklılandıran bir
inanç olabilir. Kendini haklılandıran veya haklılandır-
mayan inançlar, genelde şüpheden veya yanlıştan yola
çıkarak gösterilmektedir. Fakat bunlar zaten problem
olan durumlardır.
Temel inancı, bütün bilgi yapımızı oluşturan olarak dü-
şünmek yanlıştır. Başka durumlarda aynı şeyi öne sü-
rebilir. Örneğin, öznel algıların yanlışlanması olanaklı
değildir. Bu nedenle bir öznel yargının kanıtlanmaya
veya temellendirmeye ihtiyacı yoktur. Temelci kuram,
öznel inançları meşrulaştırma aracı olabilir.
216 Epistemoloji
Yararlanılan ve Başvurulabilecek
Kaynaklar
Sıra Sizde 3 Armstrong, D. M. (2000). “The Thermometer
Her ne kadar temelcilik görüşü belli kuramsal çekici- Theory of Knowledge”, Knowledge: Readings in
likler taşısa da, bağdaşımcılığın karşı çıkışı da eşit de- Contemporary Epistemology içinde, editörler: S.
rece kayda değer ve önemli olmuştur. Bağdaşımcılığın Bernecker ve F. Dretske, Oxford: Oxford University
kuramsal olarak güçlü yönü, onun “temel inançlarımı- Press.
zın” gerekçelendirmesi konusunda getirdiği eleştirile- Audi, R. (1993). The Structure of Justification. New
rin vuruculuğundan kaynaklanmaktadır. Temelciliği York: Cambridge University Press.
savunan düşünürler genellikle temel inançlarımızın Audi, R. (1999). “Contemporary Foundationalism”,
gerekçelendirilmesinde fiziksel olguların veya basit The Theory of Knowledge: Classical and
algı verilerinin rol oynadığını savlamışlardır. Bu elbet- Contemporary Readings içinde, editör: L. P.
te, anlaşılır bir yaklaşımdır. Ancak burada sorun, bu Pojman, London: Wadsworth Publishing.
“dışsal” veya “kavramlaştırılmamış” unsurların inanç BonJour, L. (1985). The Structure of Empirical
gibi “kavramlaştırılmış” veya “zihinsel” unsurlar olan Knowledge. Harvard: Harvard University Press.
inançları nasıl gerekçelendirebileceğidir. “Dışsal” veya BonJour, L. (2001). “Towards a Defence of
“kavramlaştırılmamış” unsurlar önermesel ve dilsel Foundationalism”, Resurrecting Old-Fashioned
değildir; ancak inançların içeriği önermeseldir ve an- Foundationalism içinde, editör: M. R. DePaul,
cak dilsel yollarla ifade edilebilirler. İki farklı türden Oxford: Rowman and Littlefield.
unsurun nasıl bir gerekçelendirme bağıntısı içinde yer Goldman, A. I. (1986). Epistemology and Cognition.
alacağını anlamak ilk bakışta kolay değildir. Bu durum, Cambridge: Harvard University Press.
temelcilik için önemli bir sorunun ortaya çıkmasını ve Goldman, A. I. (1988). “Strong and Weak Justification”,
bağdaşımcılığın ciddi bir seçenek olarak algılanmasını Philosophical Perspectives, Vol. 2: Epistemology
sağlamıştır. içinde, editör: J. Tomberlin, Atascadero: Ridgeview.
Hempel, C. G. (1981). “Some Remarks on ‘Facts’ and
Propositions”, Essential Readings in Logical
Positivism içinde, editör: O. Hanfling, Oxford:
Basil Blackwell.
Kitcher, P. (1993). “Knowledge, Society, and History”,
Canadian Journal of Philosophy, vol. 23, no. 2,
155-178.
Lehrer, K. ve Cohen S. (1983). “Justification, Truth, and
Coherence”, Synthese, vol. 55, 191-207.
Pollock, J. L. (1986). Contemporary Theories of
Knowledge. Lanham: Rowman & Littlefield, Inc.
Sellars, W. (1997). Empiricism and the Philosophy of
Mind. London: Harvard University Press.
Steup, W. (1996). An Introduction to Contemporary
Epistemology. New Jersey: Prentice Hall.
11
EPİSTEMOLOJİ
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Etik ilkelerin bilinmesi konusundaki temel tartışmaları ve sorunları kavrayacak,
Estetik yargıların ve sanatın bilgiyle olan ilgisi konusundaki farklı görüşleri
öğrenecek,
Tanrının varlığının bilinmesi konusunda üretilen fikirleri anlayacaksınız.
Anahtar Kavramlar
• Bilişsel Değer • Sanat ve Bilgi
• Görecelik • Tanrı ve Bilgi
• Etik ve Bilgi • Tanrı’nın Varlığının İspatları
İçindekiler
• GİRİŞ
• ETİK İLKELER BİLGİNİN NESNESİ MİDİR?
Etik, Estetik ve Dinsel Bilgi • ESTETİK YARGILARIN VE SANATIN
Epistemoloji
Türleri Üzerine Tartışmalar BİLGİYLE BİR İLGİSİ VAR MIDIR?
• TANRI KONUSUNDA BİLGİLENME
SORUNSALI
Etik, Estetik ve Dinsel Bilgi
Türleri Üzerine Tartışmalar
Yaşamdan Örnekler
Ruth Benedict’in 1934’de basılan Kültür Kalıpları kitabı yayımlandıktan sonra büyük
yankı uyandırmıştı. Kitapta farklı toplumların adetleri ve gelenekleri anlatılıyor ve
bunların bazılarının çağdaş Batı kültürünün geleneklerinden ne kadar farklı oldu-
ğu gösteriliyordu. Benedict ve onun gibi kültürel göreceliği savunan araştırmacı ve
yazarlar, ahlaki kuralların evrenselliğine dair sağlam inançlarımızı sarsan sıra dışı
örnekler bularak bunları etkileyici bir şekilde sergilemişlerdir. Bazı eski kabilelerin
üyelerinin ölmüş yakınlarının etini yemesi, Eskimoların konukseverlik gereği eşle-
rinden bazılarını misafirlere sunması, Hindistan’da uygulanmış olan Suttee geleneği
uyarınca ölen bir adamın hayatta kalan karısının da onunla birlikte yakılması gibi
örnekler çağdaş okurları son derece şaşırtmış ve felsefecileri de düşünceye sevk etmiş-
tir: Ahlaki normların çeşitliliğini nasıl yorumlamamız gerekir? Evrensel etik ilkeler
var mıdır, varsa bunları bilebilir miyiz?
GİRİŞ
Bilginin kaynakları konusunu işlerken temel bir soruyu gündeme getirmiştik: “İn-
sanın sahip olduğu bilginin tek kaynağı beş duyu mudur?” Pek çok düşünürün
kabul ettiği gibi, beş duyu (veya algısal mekanizmalarımız) dünya bilgimizin en
temel kaynağını oluşturur. Ünite 6’da incelediğimiz usçuluk görüşünü savunan
felsefeciler ise, bundan farklı olarak, a priori bilginin önemini ve yapıcı gücünü
ön plana çıkarmışlar, deneyimcilerin algıyı esas alan epistemolojik yaklaşımlarını
sert bir şekilde eleştirmişlerdir. Genel olarak dersek, deneyimcilerle usçuları felsefe
tarihi boyunca karşı karşıya getiren konunun aslında “belli bir tür bilgi” olduğunu
söylemek yanlış olmaz. Bu bilgi türü, çoğunlukla, içinde bulunduğumuz fiziksel
dünyaya ilişkin olağan bilgidir. Daha açık bir deyişle, epistemoloji alanında çalışan
uzmanlar genellikle nesnel gerçekliğin bilgisinin veya algıladığımız dünyanın bi-
linmesinin felsefi gizemini çözmeye çalışmışlardır. Bu durumu, örneğin, şüphecilik
ve bilginin çözümlemesi konuları çerçevesinde kolayca gözlemleyebiliriz. Şüphe-
ci düşünürlerin çoğu algılar yoluyla kazanılan deneyimsel bilginin güvenilirliğini
sorgulamıştır. Bilginin çözümlemesi konusunda çalışan felsefeciler de ağırlıklı ola-
rak deneyimsel bilginin kavramsal bileşenlerini ortaya çıkarmaya çalışmıştır.
Her ne kadar sıradan deneyimsel bilginin önemi tartışılmayacak kadar büyük-
se de, “bilgi” kavramının ilintilendirilebileceği tek türün “algısal bilgi” veya “nes-
220 Epistemoloji
1. “Moralite” veya “ahlak”, belli bir toplumdaki bireyler tarafından hoş görü-
len, uygun bulunan ve kabul edilen eylem kalıplarına ve bu tür bağlam-
larda insanların yaptığı iyi-kötü nitelemelerine ilişkindir. (Örnek: Ailesinin
geçimine zarar verecek düzeyde kumarbaz olan bir adamın mahallesinde
“ahlaksız” olarak nitelenmesi gibi.)
2. “Etik” kavramı, değerler bağlamında doğrulara ve ilkelere ilişkin kullanılır.
(Örnek: Hipokrat yeminine uymayarak, başka bir milletten olduğu için ya-
ralı bir hastayı tedavi etmeyen bir doktorun “etik olarak yetersiz ve kusurlu”
olması gibi.)
Pek çok felsefeci, örneğin, “etik” kavramını “bireylerin ve toplumların sahip “Ahlak” kavramından farklı
olduğu ahlak (moralite) üzerine düşünme veya irdeleme” olarak tanımlar. “Etik” olarak, “etik” genel ve evrensel
ilkelerle ilgilidir.
için zaman zaman “ahlak felsefesi” deyiminin kullanılmasının nedeni budur.
Bunu biraz açmak için şöyle bir örnek verebiliriz: İçinde bulunduğu toplumun
standartlarına göre “ahlak sahibi” kabul edilebilecek bir insan, yaşamına yön ve-
ren ahlak ilkelerini hiç sorgulamıyorsa, onun kafasından etik soruların geçmediği
söylenebilir. Genel olarak ve özetleyerek dersek, ahlakın kişilere veya toplumla-
ra (yani öznelliğe veya özneler-arası alana) ait bir konu olduğu, etiğin ise görece
olarak daha genel (ve hatta nesnel) bir boyut içerdiği felsefeciler tarafından dü-
şünülmüştür. Elbette burada aktardığımız tanımların genellemeler olduğunu, bu
konularda tam bir dilsel veya kavramsal uzlaşma olmadığını tekrar belirtmeliyiz.
Bu bölümde biz epistemoloji-etik ilişkisi bağlamında bir tartışma sunacağız.
bulduğu bir ekmeği hiç tanımadığı (yani kan bağı olmayan) bir başka aç insanla
paylaşmayı özgür iradesini kullanarak tercih etme kapasitesine sahiptir. Bu ör-
nekte, söz konusu kişi doğal gereksinimlerinin ve isteklerinin yönünde hareket
etmektense, bilinçli ve özgür bir şekilde arzularını sınırlandırma kararı vermek-
tedir. Böyle bir irade, elbette, yalnızca aklı olan bir varlıkta bulunabilecek bir yeti
ya da niteliktir.
Dahası, Kant açısından, insanları bağlayan ve akla seslenen en yüksek etik ilke-
ler zamana ve duruma bağlı değil, evrensel ve zorunlu normlardır. Kant bu ilkelere
“zorunlu buyruk” veya “koşulsuz buyruk” (İngilizcesiyle “categorical imperative”)
adını verir. Koşulsuz buyruklar, yaşamımızda geçerli olan diğer tür buyruklardan
veya normlardan farklıdırlar. Örneğin, eğer bir insan Fransızca öğrenmek istiyor-
sa, kurslar ve dersler yoluyla o dil üzerine çalışmalıdır. Bu “koşullu” bir buyruktur
çünkü belli bir sonuca veya hedefe yönelik olarak ifade edilmiştir. Koşulsuz bir
buyruk ise en yüksek etik normu ifade eder ve evrensel olarak herkesi ve her ey-
lem durumunu kapsar.
Kant’ın dile getirdiği en meşhur “koşulsuz buyruk” ana fikri itibarıyla şu şekil-
dedir: “Yalnızca evrensel bir kanun olmasını isteyebileceğin etik kurallara uygun
eylemlerde bulun”. Örneğin, yalan söyleyerek bir insanı zor bir durumdan çıkarabi-
leceğimizi, hatta hayatını kurtarabileceğimizi düşünelim. Böyle bir durumda doğ-
ru eylem tarzı nedir? Kant kendimize şu soruyu sormamızı ister: “Yalan söyleme-
nin evrensel bir norm olmasını arzu eder miydik?” Bunun yanıtı elbette “hayır”dır.
O halde, sonucu ne olursa olsun, yalan söylememiz etik olarak yanlıştır. Özetlersek,
Kant evrensel etik ilkelerin bilgisinin olanaklı olduğunu ve her insanın aklı aracı-
lığıyla bu normları kavrayabileceğini savunmaktadır. Kant’ın kuramının en çarpıcı
yönleri; etik seçimlerimiz ve eylemlerimiz söz konusu olduğunda Kant’ın yarar,
çıkar, avantaj gibi kavramları tamamen konuyla ilgisiz bulması, en genel etik yasa-
ların tikel durumlardan ve insanların eylemlerinin sonuçlarından bağımsız olarak
işlediğine inanması ve insanın etik seçimlerinde evrensel bir sorumluluk veya ödev
duygusuyla hareket etmesi gerektiğini düşünmesidir. Bu anlamda, Kant’ın etik ku-
ramı, etik anlamda iyi ve kötünün belirlenmesinde aklın evrensel işleyişinin değil
“sonuç” ve “yarar” kavramının belirleyici olduğunu savunan yararcı düşünürlerin
görüşüyle taban tabanına zıt bir konumda bulunmaktadır.
olabilir. Belki gelecekte insanlar çağımızın etik normlarından bazılarını son dere-
ce ilkel ve kabul edilemez bulacaklardır. Doğal olarak, bu durum “evrensel anlam-
da doğru” olan etik bilgiye erişimin olanağı konusunda ciddi bir soru işareti yara-
tır. Başka bir örnek verirsek, pek çok çağdaş düşünüre göre Batılı insanın Modern
zamanlarda doğayla olan ilişkisi (yani doğanın esas olarak faydalı bir hammadde
deposu olarak algılanması) ile Amerika’nın ya da Avustralya’nın yerli halklarının
doğayla olan ruhsal bağı arasındaki büyük yapısal veya “ontolojik” farktan dolayı,
çevre konusunda birbiriyle oldukça uyumsuz iki etik perspektif ortaya çıkmıştır.
Bu tezi destekleyen ve göreceliğin neden akılcı olduğunu ortaya koyan örnek-
leri çoğaltmak olanaklıdır. Durum böyle iken, insan aklının saf bir kuramsallıkta
çalışarak “evrensel” etik ilkeleri bulabileceğini nasıl iddia edebiliriz? Belli bir etik
ilkeler kümesinin bize doğru ve evrensel geldiği şüphesizdir. Ama bundan ha-
reketle o ilkelerin evrensel doğruluğunu savlamak ve o tarzda düşünmeyenlerin
yanıldığını ilan etmek haklılaştırılması zor bir iddia gibi görünmektedir.
2. “Bilişsel olmama” itirazı: İkinci olarak, özellikle 20. yüzyılın ilk yarısında
bilimsel bir dünya görüşünü ve mantıksal atomcu bir metafiziği (başka bir deyişle
“olguculuğu”) savunan düşünürler tarafından açık bir şekilde dile getirilmiş bir
itirazı inceleyeceğiz. “Pozitivist” olarak da nitelenen bu felsefecilere göre, etik içe-
rikli ifadeler bilişsel içeriğe sahip değildir. Etik yargı içeren bir cümle o cümleyi dile
getiren kişinin duygularını, eğilimlerini ve tercihlerini aktarır; ancak etik yargılar
bilişsel veya bilgisel içerikten yoksundur. O yüzden de etik içeriği olan cümleleri
“bilmek” söz konusu olamaz. Bu görüş, açıkça görüleceği gibi, yukarıda aktardı-
ğımız görecelik itirazından daha radikal bir fikir ortaya koymaktadır. Göreceliği
savunan düşünürler, etik önermelerin ve etik doğruların olduğunu ancak bunların
yere ve zamana görece olduğunu, evrensel bir “etik ilkeler kümesi” olmadığını öne
sürerler. Bilişsellik konusunu gündeme getirenler ise, etik cümlelerin doğru veya
yanlış olamayacağını ve etiğin bilginin nesnesi olmadığını savunurlar.
Bu itirazı yapan düşünürlerin belli bir ontolojik-epistemolojik yaklaşımı be-
nimsediklerini burada vurgulamalıyız. Kitabın 8. ünitesinde doğruluk kuramla-
rını sergilerken, doğrunun karşılık kuramını tartışmıştık. Bu kurama göre, doğ-
runun ortaya çıkabilmesi için zihin veya inanç gibi öznel unsurlarla nesne veya
gerçeklik gibi nesnel unsurların birbirine uyması ya da karşılık gelmesi gerekir.
Pozitivistler genellikle bu nesnel unsurların olgular olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Örneğin, gözlemlediği bir taşın şeklinin yuvarlak olduğunu söyleyen bir öznenin
inancını bilgi kılan neden, dünyada öyle bir olgunun olmasıdır. Ancak, pozitivist-
lere göre, etik olguların varlığından bahsedilemez. Fiziksel olgular, doğadaki nes-
neleri ve nesnel nitelikleri kapsarlar. Ancak “Yalan söylemek yanlıştır” gibi bir ilke
nesnelerle veya nesnelerin nitelikleriyle ilgili olamaz. Daha açıkçası, ahlaka veya
etiğe ilişkin ifadelerin karşılık geleceği olgular yoktur. Bu anlamda, etik cümleler
doğru veya yanlış değildir ve bilginin konusu oldukları savunulamaz. Bu görüşe
göre, “Yalan söylemek yanlıştır” gibi normatif bir ifadeyi aslında şu şekilde dile
getirebilirdik: “X bir yalandır ve bu benim onayladığım bir şey değildir”.
Pozitivistlerin bu bağlamda neyi iddia ettiğini iyi anlamamız gerekiyor. Onla-
rın söylemeye çalıştığı, etik veya estetik nitelikteki yargıların önemsiz veya işlevsiz
olduğu değildir. Bu düşünürler yalnızca bu tür ifadelerin öznel tercihleri yansıttı-
ğını ve nesnel dünyaya dair bilgi taşımadığını söylemektedirler. A. J. Ayer gibi po-
zitivistler ahlaki normların ve etik yargıların bazılarının diğerlerinden daha kabul
edilebilir olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak, burada söz konusu olan “haklılaş-
226 Epistemoloji
tırmanın” epistemolojik değil, ancak psikolojik veya sosyolojik bir boyutta ger-
çekleşebileceğini düşünmüşlerdir. 20. yüzyılın ilk yarısında çözümleyici felsefede
oldukça popüler bir akım olarak kabul gören Pozitivizm, daha sonraları zamanla
çekiciliğini büyük oranda yitirmiştir.
Etik ilkelerin nesnel statüsünün tam olarak ne olduğu ve görecelik sorununun
nasıl çözülebileceği günümüzde halen yoğun olarak tartışılan felsefi sorunlardan
birini oluşturmaktadır. Bir sonraki bölümde, yukarıda sergilediğimiz tartışmalar-
la belli paralellikler taşıyan “estetik bilgi” konusundan söz edeceğiz.
Görecelik, felsefenin farklı alanlarında karşımıza çıkabilen çok önemli ve ilginç bir
1 görüştür. Bu görüşün karşılaşabileceği olası bir kuramsal zorluğu etik bağlamında
dile getirmeye çalışın.
neler ve son olarak da nesnelerin taklitleri ve tasvirleri) felsefe tarihinde iyi bili-
nen ve çok da tartışılmış bir olgudur. Platon’a göre, örneğin, bir ağacın resminin
yapılması o ağacın ideası veya özü ile hiçbir şekilde ilgilenilmeden gerçekleştiri-
lebilir. Oysa, anımsanacağı gibi, Platon için “bilgi” (episteme) temel olarak somut
veya soyut kavramların ne olduklarının bilgisidir. Elbette, bu tür bir “bilgi” yalnız-
ca felsefi olarak çalışan akıl tarafından bulunabilir.
Platon’un metafiziğine göre, idealar var olmaları için değişken dünyanın nes-
nelerine bağlı değillerdir. Öte yandan, doğadaki nesneler ontolojik olarak idea-
lara bağlıdır, fakat kendilerini tasvir eden sanat eserlerine (örnek: bir nesnenin
karakalem çizimi) bağlı değillerdir. Ontolojik olarak son sırada yer alan sanatsal
ürünler ise, varlıkları için fiziksel nesnelere bağlıdırlar. O halde, sanatsal ürünler
(yani “taklitler”) hem ontolojik olarak varlık alanının en alt düzeyini işgal ederler
hem de epistemolojik açıdan en zayıf anlamda ve düşük düzeyde “bilgi” içerirler.
Basitçe dersek, sanatsal ürünlerin temel olarak bilgisel bir değeri yoktur. Platon’un
sanatsal ürünlere yaklaşımının, özsel olarak, çağdaş düşünürlerden bazıları tara-
fından da paylaşıldığını söyleyebiliriz.
Sanat konusunda ortaya çıkan bu felsefi tabloyu kısaca irdelememizde yarar Geleneksel görüşler, estetik
var. Biz, örneğin, nitelikli bir roman okuduğumuzda bilgilenir miyiz? Geleneksel içerikli önermelerin bilgi
taşıyabileceği düşüncesine
epistemoloji açısından bakıldığında bunun yanıtının “hayır” olması gerekir çün- genelde sıcak bakmamışlardır.
kü romanlar imgelerin ve tasarımın bir sonucudur; dünyada olup bitenleri yansıt-
mazlar. Eğer bilgi çok temel bir anlamda “önermesel doğru” kavramına bağlıysa,
bir romanın –bir tarih kitabından, gerçek anıların aktarıldığı bir yapıttan ya da
yaşanmış olaylara sadık kalan bir belgeselden farklı olarak– bilgilendirici olması
beklenemez. Pozitivistlerin deyimini kullanırsak, romanların bilişsel değeri yok-
tur; yalnızca duygusal, kişisel, toplumsal, politik ve benzeri açılardan değerli ol-
dukları söylenebilir. Daha genel bir iddia şu şekilde dile getirilebilir: “X çirkindir”
veya “Y Z’den daha güzeldir” türünden estetik içerikli yargılar, aynı etik içerikli
cümlelerde olduğu gibi, olgulara karşılık gelmezler, bilişsel içerik taşımazlar.
salını değil, anlamanın gerçekleştiği dünyasal zemini veya ufku almışlardır. Epis-
temoloji ve metafizik alanlarında gerçekleştirilen çalışmalar nesnenin kendisini
veya zihnin içini irdelemeye çalışırken, yorumsamacı felsefeciler en genel anla-
mıyla insan deneyimi ve yaşam dünyamız üzerine yoğunlaşmışlardır. Bu düşü-
nürler açısından “genel anlamıyla insan deneyimi” kavramı –tahmin edilebileceği
gibi– insan yaşamının yalnızca bilgisel (algısal ve ussal) yönünü değil, etik, este-
tik, poetik, dinsel, ve politik boyutlarını da anlama işlevinin içine sokmaktadır.
Bilgi kuramcıları normalde toplumsallık ve tarihsellik gibi bağlamsal unsurları
bir kenara ayırıp, kuramsal veya saf akıl yoluyla bilginin çözümlemesini yapmaya
çalışırken; yorumsama geleneği kapsamında yazan düşünürler insanın her zaman
verili olan bir tarihsel/bağlamsal zeminden yola çıkarak düşünebildiğini vurgula-
mışlar ve anlamanın asla boşlukta ya da saf bir kuramsal zeminde gerçekleşeme-
yeceğinin altını çizmişlerdir.
Özetlersek, epistemolojik açıdan geleneksel bir bakışa sahip olan bir bilgi
kuramcısı açısından insanın estetik boyutunun veya sanatsal işlevlerin bir bilgi
taşıması olanaklı görünmezken, “deneyim” kavramına daha farklı zeminlerden
bakan düşünürler bu boyutun anlama, bilgilenme ve bireysel dönüşüm açısından
öneminin yadsınamayacağını savlamışlardır. Bu bölümde dile getirdiğimiz bazı
itirazları ve geleneksel epistemolojiye karşı geliştirilen perspektiflerin ardında ya-
tan bazı gerekçeleri son ünitede daha ayrıntılı olarak tartışacağız.
Bu ispata getirilen en önemli itiraz şudur: Eğer bu geçerli bir ispat ise, bu yön-
temi kullanarak gerçek olamayacak pek çok şeyin varlığını ispatlamak olanaklı
hâle gelir. Diyelim ben zihnimde mükemmel (yani, sıfatları eksiksiz) bir ada dü-
şüncesi oluşturuyorum. Eğer bu zihinsel işlevi başarıyla gerçekleştirebilmişsem, o
zihnimde canlandırdığım adanın gerçekten bir yerlerde var olması gerekir; aksi
halde, baştaki “eksiksiz ada” varsayımımla çelişirim. O halde, eksiksiz ada gerçek-
ten vardır. Ancak bu akıl yürütmenin sonucunun kabul edilir olmadığı ve bizi
garip bir noktaya götürdüğü açıktır. Bu itiraza yanıt veren ve Anselm’in ispatını
savunan düşünürler ise, orijinal ispatın “ada ispatı” ve benzerlerinden farklı bir
yapısı olduğunu savunmuşlardır.
2. Aziz Aquinas’ın Kozmolojik Kanıtı: Her ne kadar Aquinas birden fazla ispat Aquinas’ın kanıtı, nedensellik
zincirinin en başında neyin
sunmuş olsa da, biz burada –felsefeci olmayanlar arasında da iyi bilinen– tek bir olduğu konusunu gündeme
argümanı inceleyeceğiz. Bu kanıt nedensellik konusunda sıradan bir gözleme da- getirir.
yanır ve çıkarımsal bir yapısı vardır:
(i) Bazı şeyler hareket eder;
(ii) Bir şeyin hareketinin nedeni her zaman kendisi dışında bir şeydir;
(iii) Hareket konusunda nedensellik zinciri sonsuza dek uzanamaz;
(iv) SONUÇ: Başka bir şeyin hareket ettirmediği bir “ilk hareket ettirici” var
olmak zorundadır.
Birinci öncül olan (i) evrendeki cisimlerin hareket halinde olduğu saptamasını
yapar. Bir sonraki öncül bize, eğer fiziksel bir cisim hareket ediyorsa hareket ne-
deninin kendisi dışında bir şey olduğunu söyler. (iii) numaralı öncül bu zincirin
sonsuza kadar gitmesinin akla uygun olmadığını kaydeder. Bunlardan çıkan so-
nuç, tüm hareketin kökeninde bir “ilk hareket ettiricinin” (Tanrı’nın) olmasının
gerektiğidir.
Aquinas’ın akıl yürütmesi şu şekilde daha iyi anlaşılabilir. Diyelim ki, A fiziksel
nesnesi hareket ediyor. A’nın harekete başlama nedeni A’nın kendisi olamayacağına
göre, hareketin açıklaması ancak A’nın hareketine neden olan B gibi başka bir nes-
ne ile yapılabilir. Ancak aynı soru B’nin hareketi için de geçerli olacağı için, onun
hareketini de C gibi başka bir nesneye gönderme yaparak açıklayabiliriz. Bu zinci-
rin bir yerde durması gerekir, aksi halde incelemekte olduğumuz nesnenin (A’nın)
hareketini açıklayamadan bırakmış oluruz. Zinciri durduran unsur ise, hareketi
kendi başlatan ve diğer tüm hareketlere neden olan bir şey olmak zorundadır; aksi
halde nedensel geriye gitme tekrar başlayacaktır. Ancak bu ilk hareket ettiricinin
doğadaki herhangi bir nesne olamayacağı açıktır. O halde, bu ilk neden Tanrı’dır.
Bu ispata getirilebilecek ilk eleştiri, (ii) numaralı öncülün doğruluğunun a pri-
ori bir şekilde ortaya konulamayacak olmasıdır. Örneğin, atom-altı evrende bulu-
nan bazı parçacıkların ortaya çıkma şekli fiziksel varlık alanına ilişkin eski bilimsel
varsayımların (özellikle de nedenselliğin egemen olduğu mekanik evren görüşü-
nün) sorgulanmasına neden olmuştur. Ve eğer ispattaki öncüllerden birinin sorun-
lu olduğu saptanırsa, doğal olarak, ispatın tümü sorgulanmaya açık hale gelecektir.
İspata yöneltilebilecek ikinci bir eleştiri ise şu olabilir: Yukarıda A, B, C gibi sim-
gelerle açıkladığımız nedensellik zinciri doğa içinde gerçekleşmektedir (örneğin,
bir taşın başka bir taşa çarparak hareket ettirmesi). Ancak bu geriye giden zincirin
durak noktası olan “ilk hareket ettirici” (Tanrı) doğa içinde bir varlık değildir. Do-
ğanın tamamen içinde gerçekleşen bir nedensellik zincirinin doğanın tamamen
232 Epistemoloji
dışında olan Tanrı tarafından başlatılması açıklanması gereken bir durum yarat-
maktadır. Bu konuda da felsefeciler arasında tartışmalar devam etmektedir.
Tanrının varlığını gösterme hedefine yönelen her argüman “mantıksal ispat”
niteliğinde olmak zorunda değildir. Örneğin, evrenin karmaşık yapısının tasa-
rımcı bir Tanrı’nın varlığını gerektirdiğini savlayan argümanlar sağduyuya ses-
lenmeyi hedefler. Benzer şekilde, ünlü matematikçi Blaise Pascal’ın “Tanrı’nın
varlığına inanmanın inanmamaktan daha kazançlı ve faydalı olacağı” yönündeki
argümanı pragmatik öğeler taşır.
Aziz Aquinas’ın Kozmolojik kanıtı çok tartışılmış bir akıl yürütme içerir. Tanrı’nın
3 varlığını kanıtlamaya yönelik olarak öne sürülen bu ilginç düşünce zincirine ilişkin
kendi felsefi değerlendirmenizi oluşturmaya çalışın.
11. Ünite - Etik, Estetik ve Dinsel Bilgi Türleri Üzerine Tartışmalar 233
Özet
Etik ilkelerin bilinmesi konusundaki temel tartış- Tanrının varlığının bilinmesi konusunda üretilen
1 maları ve sorunları kavrayabilmek. 3 fikirleri anlayabilmek.
Algıların ve doğal bilimlerin bize nesnel bilgi
Felsefe tarihinin önemli bazı düşünürleri
verdiğini düşünürüz. Bu son derece akılcı bir Tanrı’nın varlığının akılcı yöntemlerle gösteri-
düşüncedir çünkü algısal ve bilimsel bilginin lebileceğini iddia etmişlerdir. Eğer bu doğruysa,
yöneldiği nesnelerin ya da olguların bulunduğu insanlar için yalnızca Tanrı’nın varlığına inan-
yer, pek çok felsefecinin üzerinde uzlaştığı gibi, mak değil, O’nun varlığını bilmek de olanaklıdır.
zihinden bağımsız gerçekliktir. Oysa, etik öner- Bu amaçla sunulan kanıtlardan özellikle Aziz
melerin içeriklerinin doğru veya yanlış olma Anselm’in ontolojik kanıtı ve Aziz Aquinas’ın
nedeni “fiziksel olgular” olamaz. Bu durum, etik kozmolojik kanıtı kuramsal açıdan her zaman
önermelerin bilgi içerip içermedikleri ya da bil- ilginç bulunmuş ve derinlemesine tartışılmıştır.
giyi nasıl içerdikleri konusunda bir soru işareti Ontolojik kanıtın dayandığı temel fikir, “Tan-
doğurur. Eğer etik önermeler bilgi içeriyorsa, bu rı” kavramından “varlık” kavramının atılması
bilginin kaynağının, örneğin, algılardan ziyade durumunda çelişik bir noktaya varılacağıdır.
akıl olması beklenebilir. Her ne kadar tarihte Aquinas’ın kozmolojik kanıtı ise fiziksel evren-
çok sayıda felsefeci bu görüşü savunmuş olsa da, de devinimin (hareketin) olabilmesi için tüm
insan aklının evrensel ilkeleri gerçekten bilebile- hareketi başlatan bir “ilk başlatıcının” olması ge-
ceği tezi kökten bir şekilde sorgulanmıştır. Pozi- rektiği düşüncesini esas alır. Pratik yaşamın ol-
tivistler, etik içerikli cümlelerin bilişsel nitelik- gularına ve deneyimlerine vurgu yapan akıl yü-
lerinin olmadığını öne sürmüşlerdir. Göreceliği rütmelerden farklı olarak, bu iki kanıt mantıksal
savunan düşünürler ise, insan aklının evrensel bir düşünce zinciri izleyerek Tanrı’nın gerçekten
ilkelere ulaşabileceği yönündeki ussalcı tezin olması gerektiğini göstermeye çalışır.
bazı önemli sorunlarını gündeme getirmişlerdir.
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi etik bağlamında oluştu- 4. Kant’a göre, aç çocuğunu beslemek için ekmek ça-
rulmuş bir cümledir? lan bir babanın eyleminin etik değerlendirmesi bize
a. Sigara içmenin tüm kapalı alanlarda yasaklan- hangi sonucu verir?
ması gerekir. a. Aklın kullanımı yoluyla, bir babanın çocuğunu
b. Yaşlı adam oğlunun ahlaksız bir yaşama sürük- aç bırakmamakla yükümlü olduğu kavranabilir;
lendiğini düşünüyordu. o yüzden babanın eylemi etik olarak doğrudur.
c. Bir kişinin kadın olduğu için iş başvurusunun b. Aklın kullanımı yoluyla, yaşama hakkının ev-
reddedilmesini yanlış buluyorum. rensel olduğu kavranabilir; o yüzden babanın
d. Günlük yaşamın stresi içinde bazen moral bo- eylemi etik olarak doğrudur.
zukluğu hissetmemiz normaldir. c. Babanın eylemi temel bir etik açıdan doğru olsa
e. Yazar son kitabında esas olarak moral değerle- da, pratik nedenlerden dolayı yanlıştır.
rin çöküşü konusunu işlemektedir. d. Akılcı varlıklar olarak, babanın eyleminin
olumsuz toplumsal sonuçlar doğuracağını kav-
2. Etik ilkeler konusundaki tartışmaların özellikle ranabiliriz; o yüzden babanın eylemi etik olarak
epistemoloji alanını ilgilendiren yönü aşağıdakilerden yanlıştır.
hangisidir? e. Akılcı varlıklar olarak, çalmanın evrensel bir
a. Etik ilkelerin bir toplumda ortaya çıkma süreç- norm olmasını istemezdik; o yüzden babanın
lerinin saptanması sorunu eylemi etik olarak yanlıştır.
b. Etik ilkelerin metafizik alt yapısının bilinmesi
sorunu 5. Evrensel etik normları akıl yoluyla bilebileceğimiz
c. Etik ilkelerin farklı kültürlerde aldığı biçimlerin iddiasına getirilebilecek temel bir itiraz aşağıdakiler-
araştırılması den hangisidir?
d. Benimsediğimiz etik ilkelerin evrensel düzeyde a. Bu görüş, etik ilkelerin duyular aracılığıyla ge-
doğru olduğunun bilinmesi sorunu len fizyolojik uyarımlarla olan ilişkisini göz ardı
e. Benimsediğimiz etik ilkelerin, ahlaki değerleri etmektedir.
nasıl etkilediğinin bilinmesi sorunu b. Bu görüş, insan aklının çevresel ve tarihsel ko-
şullarca belirlendiği gerçeğini göz ardı etmekte-
3. Etik ilkelerin bilgisinin algı yoluyla edinildiğini sa- dir.
vunan görüşün karşılaştığı önemli bir kuramsal zorluk c. Bu görüş, insan aklının bağlamsal yönlerini ge-
aşağıdakilerden hangisidir? reğinden fazla vurgulamaktadır.
a. Algı yoluyla bilinebilecek önermelerden etik d. Bu görüş, insan aklının mantıksal yapısını göz
önermeleri türetmek zor görünmektedir. ardı etmektedir.
b. Algı yoluyla bilinebilecek önermelerin fiziksel e. Bu görüş, etik ilkelerin bilişsel içeriğe sahip ol-
olgularla olan ilişkisini açıklamak zor görün- duğu gerçeğini göz ardı etmektedir.
mektedir.
c. Etik önermelerin hangilerinin a priori bilgi 6. Estetik yargılar ve estetik alanının kuramsal işlevi
içerdiğini saptamak zor görünmektedir. konularında aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
d. Algısal anlamda kesinlik içeren önermeleri etik a. Estetik yargıların “güzel” ve “yücelmiş” kavram-
önermelerden türetmek zor görünmektedir. larını ilgilendiren bir yönü vardır.
e. Etik önermelerin sezgisel bilgi içerip içermedi- b. Estetik yargıların duyguları ve zevkleri ilgilen-
ğini saptamak zor görünmektedir. diren bir yönü vardır.
c. Epistemolojiyi ilgilendiren bir soru, estetik yar-
gıların bize bilgi verip vermediğidir.
d. Estetik alanı esas olarak “güzel” kavramıyla ilgili
yargıların duyu verilerinden nasıl türetildiğini
inceler.
e. Estetik alanında sunulan irdelemeler algılarımı-
zın yapısının çözümlemesini içermez.
11. Ünite - Etik, Estetik ve Dinsel Bilgi Türleri Üzerine Tartışmalar 235
7. Pozitivizmin estetik yargılara yaklaşımına ilişkin 10. Robert Audi’nin dile getirdiği “Tanrı’nın varlığının
getirilebilecek en temel eleştirilerden biri aşağıdakiler- bilinmesinde ölçüt sorunu”nu aşağıdakilerden hangisi
den hangisidir? en iyi şekilde ifade etmektedir?
a. Pozitivist bakış farklı bilgilenme ve anlama kip- a. Tanrı’nın varlığı mantıksal olarak ispatlansa
lerini göz ardı etmektedir. bile, hangi ispatın daha temel olduğunu göste-
b. Pozitivist bakış “bilişsel değer” kavramını göz recek bir ölçütümüz yoktur.
ardı etmektedir. b. Tanrı’nın varlığı gerçekten bilinse bile, bu bilgi-
c. Pozitivist bakış estetik yargıların oluşumunda nin gerekçesinin statüsünü saptayabileceğimiz
deneyimin oynadığı rolü göz ardı etmektedir. bir ölçütümüz yoktur.
d. Pozitivist bakış duyguların gerçek olduğu dü- c. Tanrı’nın varlığını gerçekten deneyimlesek bile,
şüncesini reddetmektedir. bu deneyimin gerçeği yansıttığını belirleyecek
e. Pozitivist bakış bilgilenme kapsamında algının bir ölçütümüz yoktur.
önemini göz ardı etmektedir. d. Tanrı’nın varlığını gerçekten deneyimlesek bile,
bu deneyimin etik sonuçlarını gösterecek bir öl-
8. Aşağıdakilerden hangisi Tanrı’nın varlığı konusun- çütümüz yoktur.
da temel bir epistemolojik sorunu dile getirir? e. Tanrı’nın varlığı gerçekten bilinse bile, bu de-
a. Tanrı’nın sonsuz bilgiye sahip olduğu bilgisin- neyimin toplumsal sonuçlarını gösterecek bir
den hareketle, insanın sınırlı algısal bilgisinin ölçütümüz yoktur.
olanaklı olduğunun gösterilmesi
b. Tanrı’nın sonsuz bilgiye sahip olduğu inancın-
dan hareketle, insanın sınırsız bilgi edinmesinin
olanaklı olduğunun gösterilmesi
c. Tanrı’nın sonsuz bilgiye sahip olduğu inancın-
dan hareketle, insanın sınırlı algısal bilgisinin
olanaklı olduğunun gösterilmesi
d. Tanrı’nın var olduğu inancından Tanrı’nın son-
suz bilgiye sahip olduğu bilgisine geçiş yapılması
e. Tanrı’nın var olduğu inancından Tanrı’nın var
olduğu bilgisine geçiş yapılması
Okuma Parçası
“İyi” ve “kötü”nün değerlerle ilgili olduğu söyleniyor; karar verebilir. Veya aynı kişi, bu temel ve evrensel
fakat acaba değer nedir? Tüm insanlar için geçerli, aynı ahlak ilkeleri konumlamaya ve böylece kaotik nitelik-
anlama gelmek üzere, evrensel olan değerler var mı- teki mevcut çeşitliliği aşmaya yönelebilir. Aslında onun
dır? Yoksa değerler kişiden kişiye, gruptan gruba, top- karşılaştığı bu durum, felsefe tarihine bakıldığında,
lumdan topluma, kültürden kültüre değişen, aynı an- etikle ilgilenen filozofların başlangıçta karşılaştıkları
lama gelmek üzere, hep göreli kalan öznel ölçütlerden durumdur. Gerçekten de, bu ilk gözlemlerden hareket-
mi ibarettir? Daha da çoğaltılabilecek olan bu sorular le bir göreciliğe (relativizm) varmak veya tam tersine
üzerinde düşünmeye başlayan kişi, artık ahlak üzerine tek, kuşatıcı ve bağlayıcı bir ahlak, bir evrensel ahlak
düşünmeye başlamış demektir. O kişi, artık adına etik geliştirmeyi denemek, evrenselciliğe (üniversalizm)
veya aynı anlama gelmek üzere ahlak felsefesi denene başvurmak, daha İlkçağdan beri rastlanan ve günü-
bir felsefe alanına adımını atmıştır. müzde de sürüp giden iki temel etik içi yönelim, iki
Bu noktada hemen, ivedilikle saptanması gereken hu- ana doğrultu olmuştur.
sus, etik ile ahlak arasındaki ayrımdır.
Ahlak, bir kişinin, bir grubun, bir halkın, bir toplum- Kaynak: Doğan Özlem. (2010). Etik: Ahlak Felsefesi.
sal sınıfın, bir ulusun, bir kültür çevresinin vb. belli İstanbul: Say Yayınları, s. 23-24.
bir tarihsel dönemde yaşamına giren ve eylemlerini
yönlendiren inanç, değer, norm, buyruk, yasak ve ta-
sarımlar topluluğu ve ağı olarak karşımıza çıkar. Bu
bakımdan ahlak (moral), her yanda yaşamımızın için-
dedir; o tarihsel olarak kişisel ve grupsal / toplumsal
düzeyde yaşanan bir şeydir; ona her tarihsel dönemde,
her insan topluluğunda mutlaka rastlarız. Bir “Hristi-
yan ahlakı”ndan, bir “İslam ahlakı”ndan, bir “Yahudi
ahlakı”ndan, bir “Konfüçyüsçü ahlak”tan, bir “Budist
ahlakı”ndan söz edildiğini biliriz. Bunun gibi, bir “hü-
manist ahlak”, bir “hoşgörü ahlakı”, bir “ödev ahlakı”
olduğu söylenir. Yine bunun gibi, bir “aristokrat ahlakı”,
bir “burjuva ahlakı”, bir “köle ahlakı” olduğunu söy-
leyenler vardır. Ayrıca “iş ahlakı”, “meslek ahlakı” (tıp
ahlakı, ticaret ahlakı, bankacılık ahlakı vb.) ve “bilim
ahlakı” da, yukarıda sayılanlara eklenebilir. Öyle ki, ah-
lak üzerine düşünmeye, ahlak üzerine felsefe yapmaya
başlayan kişinin, yani etik içine adımını atmış olan bir
insanın gözlemsel düzeyde ilk saptadığı şey, bir ahlaklar
çokluğudur. Etiğe adımını atar atmaz bir ahlaklar çok-
luğu ile karşılaşan kişinin yapacağı ilk saptamalardan
biri, tüm bu çok çeşitli ahlakların dayandıkları değer,
norm, inanç ve düşüncelerin göreli kaldıkları, kısacası
ahlak ilkelerinin göreliliği olabilir. O kişi, sadece yaşa-
dığı dönemle sınırlı kalmayacak şekilde, tarihte de ah-
lak ilkelerinin hep göreli kaldığı saptamasında buluna-
bilir. Hemen ardından o kişi, tüm insanları birleştirici
nitelikte, temel ve evrensel ahlak ilkelerinin tarihte ve
halihazırda mevcut olmadığı ve bu göreliliğin aşılama-
yacağı yargısına ulaşabilir. O kişi, bu gözlem ve yargı-
sıyla yetinip kendi öznel eğilimleri ve inançları doğrul-
tusunda kendine göre bir ahlaksal yaşam sürdürmeye
11. Ünite - Etik, Estetik ve Dinsel Bilgi Türleri Üzerine Tartışmalar 237
Yararlanılan ve Başvurulabilecek
Kaynaklar
Sıra Sizde 3 Atay, O. (2005). Tutunamayanlar. İstanbul: İletişim
Aquinas’ın akıl yürütmesi daha önce bilgisel gerekçe- Yayınları.
lendirme konusunu işlerken değindiğimiz “geriye git- Audi, R. (1998). Epistemology: A Contemporary
me” sorununun bir türünü içermektedir. Geriye gitme- Introduction to the Theory of Knowledge. New
de karşılaşılan en tartışmalı nokta, ele alınan belli bir York: Routledge.
felsefi sorunun çözümünün sürekli olarak bir sonraki Ayer, A. J. (1984). Dil, Doğruluk ve Mantık. çeviren:
düzeye aktarılmasıdır. Kozmolojik kanıt da, nesneler- Vehbi Hacıkadiroğlu, İstanbul: Metis Yayınları.
deki fiziksel değişimlerin nedenini açıklarken, başka Benedict, R. (2003). Kültür Kalıpları. çeviren:
bir fiziksel nesneye geçiş yapmak zorunda kaldığımız Nilgün Şarman, İstanbul: Payel Yayınevi. (Kitabın
düşüncesini kullanır. Eğer evrenin tümünde nedensel- İngilizce orijinali: Benedict, R. (1934). Patterns of
lik ilkesi işliyorsa, belli bir nesnenin hareketinin açık- Culture. New York: Houghton Mifflin. Bu eserin
laması ancak başka bir fiziksel nesne sayesinde yapıla- belli bölümleri L. P. Pojman’ın aşağıda listelenen
bilir. Bu durumda, tüm hareketleri başlatmak için bir Philosophy: The Quest for Truth kitabında
“başlatıcıya” gerek olacağı akla uygun bir iddia olarak bulunabilir, s. 370-375.)
karşımıza çıkar. Burada ilginç olan bir nokta, bu başla- Dilthey, W. (1999). Hermeneutik ve Tin Bilimleri.
tıcının fiziksel evrenin bir parçası olamayacağıdır. Eğer çeviren: Doğan Özlem, İstanbul: Paradigma
başlatıcı fiziksel evrenin bir parçası olsaydı, onun için Yayıncılık.
de bir fiziksel başlatıcı gerekirdi. O yüzden, fiziksel ol- Hales, S. D. (2006). Relativism and the Foundations
mayan bir başlatıcı (Tanrı) düşüncesi kuramsal olarak of Philosophy. Cambridge, MA: MIT Press.
çekici bir konuma gelir. Kant, I (2001). Pratik Usun Eleştirisi. çeviren: İsmet
Zeki Eyüboğlu, İstanbul: Say Yayınları.
Kierkegaard, S. (1990). Korku ve Titreme: Diyalektik
Lirik. çeviren: N. Ekrem Düzen, İstanbul: Ara
Yayıncılık.
Özlem, D. (2010). Etik: Ahlak Felsefesi. İstanbul: Say
Yayınları.
Platon. (2009). Devlet. çeviren: Sabahattin Eyüboğlu ve
Sina Cimcoz, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.
Pojman, L. P. (ed.) (1999). Philosophy: The Quest
for Truth. 4. baskı, Belmont, CA: Wadsworth. (Bu
“felsefeye giriş” kitabı Tanrı’nın varlığı konusunda
üretilmiş belli başlı argümanları içermektedir.
Bunların içinde, Anselm, Aquinas, B. Pascal ve W.
Paley’in akıl yürütmeleri de bulunmaktadır.)
Wittgenstein, L. (2008). Tractatus Logico-
Philosophicus. çeviren: Oruç Aruoba, İstanbul:
Metis Yayınları.
Yetkin, S. K. (2007). Estetik Doktrinler. Ankara: Palme
Yayınevi.
12
EPİSTEMOLOJİ
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Bilgisel gerekçelendirme konusunda yeni yaklaşımları açıklayabilecek,
Wittgenstein’ın felsefenin her alanında iz bırakan görüşlerinin şüphecilik konu-
sunda hangi sonuçları verdiğini açıklayabilecek,
Epistemolojide doğalcılığın ne olduğunu açıklayabilecek,
Toplumsal epistemoloji ve feminist epistemoloji alanlarında yapılan çalışmaları
açıklayabilecek,
Richard Rorty’nin pragmacı eleştirisini ve bu görüşün hem günümüz epistemo-
lojisi hem de çağdaş felsefe açısından önemini tartışabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
• Bağlamcılık • Feminist epistemoloji
• Ana dil öğrenme • Pragmacı “fayda” kavramı
• Tek kişilik dil • İroni
• Doğalcılık • Olumsallık
• Toplumsal epistemoloji
İçindekiler
• GİRİŞ
• GEREKÇELENDİRME KONUSUNDA YENİ
YAKLAŞIMLAR
• ŞÜPHECİLİĞE ÇAĞDAŞ BİR YANIT:
Epistemolojide Eleştirel KONUŞUYORUZ, O HÂLDE ŞÜPHECİLİK
Epistemoloji YANLIŞ OLMALI
Yaklaşımlar ve Yeni Gelişmeler
• EPİSTEMOLOJİDE DOĞALCILIK
• TOPLUMSAL EPİSTEMOLOJİ VE
FEMİNİST EPİSTEMOLOJİ
• RICHARD RORTY’NİN PRAGMACI
TEPKİSİ
Epistemolojide Eleştirel
Yaklaşımlar ve
Yeni Gelişmeler
Yaşamdan Örnekler
George Orwell’in 1984 adlı kitabı, bireylerin hareketlerinin iktidar tarafından yakın-
dan izlendiği, politik merkezde bulunanların olguları değiştirip çarpıttığı ve “doğru-
ları” ürettiği bir dünyayı anlatır. Kitabın en çarpıcı sayfaları, yönetimin adamı olan
O’Brian’ın Winston’a işkence ederek Winston’un kendi gözleriyle gördüklerinin tam
tersini ona kabul ettirmeye çalıştığı bölümde bulunmaktadır. O’Brian elini kaldırır
ve dört parmağını Winston’a uzatarak kaç parmak gördüğünü sorar. Winston’dan
“dört” yanıtını alınca, doğru yanıtın “beş” olduğunu ifade eder ve ona işkence etmeye
başlar. Bu davranışının nedeni, Winston’ın otoriteye karşı direncini kırmak ve onun
zihnini istediği gibi eğip bükebilmektir. Bu tabloda felsefi açıdan itiraz edilebilecek en
temel konu nedir? Doğru veya nesnel bilgiye önem veren düşünürlerin perspektifin-
den bakarsak, 1984’te sergilenen durumda bizi rahatsız eden esas sorun, doğrunun
veya olguların çarpıtılmasıdır. Geleneksel “nesnellik” kavramına çok büyük anlamlar
yüklemeyi istemeyen düşünürler açısından ise, 1984’te sergilenen durumda endişe
yaratan asıl sorun “doğru”nun çarpıtılması değil, bir insanın inandığını özgürce dile
getirme hakkının elinden alınmasıdır. Richard Rorty gibi pragmacı ve liberal felsefe-
ciler genellikle ikinci grupta yer alırlar. Bu düşünürlerin “soyutlamalar” yerine insan
yaşamının pratik sorunları ve özgür iletişim ortamının olanaklılığı üzerine vurgu
yapmaları 20. yüzyıl felsefesinde derin bir etki yapmıştır. Pragmacılarla rakipleri ara-
sındaki tartışma bağlamında üzerinde düşünülebilecek ilginç bir soru şudur: 1984’te
gördüğümüz türden baskıcı rejim olasılıkları göz önüne alındığında, nesnel (yani,
kanıttan bağımsız ve uzlaşımı aşan) bir doğruluk anlayışının bir toplumda olması
mı yoksa olmaması mı baskıcı ve totaliter bir düzenin yolunu açma potansiyeli taşır?
GİRİŞ
Önceki ünitelerde epistemolojinin geleneksel sorunlarından önde gelen bazılarını
tanıtmaya ve tartışmaya çalıştık. Bu ünitede ise bilgi konusundaki çağdaş gelişme-
lere ve eleştirel görüşlere değineceğiz. Aşağıdaki bölümlerde zaman zaman bilgi
sorunsalının sınırlarının dışına çıkarak çağdaş felsefe konusunda bütüncül bir
perspektif ve genel bir anlayış oluşturmaya çalışacağız.
242 Epistemoloji
etse bile, sorun çözülmüş sayılmaz. ‘Muz’ kelimesi nesnenin rengi ile mi ilgilidir?
Yoksa nesnenin şekline mi gönderme yapmaktadır? Anlamsal karışıklık bunlarla
da sınırlı değildir. Tüm muzların adı ‘muz’ iken insanlardan bahsederken ‘Ebru’,
‘Kerem’ gibi farklı hitap kelimeleri kullanılmaktadır. Bu örnekleri çoğaltmak
mümkündür. Açıkça görüleceği gibi, bir bebeğin ana dilini öğrenmesi son derece
zor bir eylemdir ve büyük bir anlamsal ve bilgisel başarı içerir.
Eğer Wittgenstein’ın yukarıda özetlediğimiz akıl yürütmeleri doğruysa, in-
sanların bebeklik dönemlerinde kelime adlarını “parmakla işaret yöntemiyle”
kolayca öğrendikleri fikri biraz basit ve yetersiz bir açıklama gibi görünmekte-
dir. Şimdi Wittgenstein’ın geleneksel dil ve anlam görüşüne yönelttiği eleştirileri
biraz daha anlamaya çalışalım. Onun gündeme getirdiği önemli noktalardan bi-
risi, kelimelerin nesnelerle ilişkilendirdiğimiz durağan simgeler olmasından çok,
toplumsal/sözel eylem kapsamında kullandığımız araçlara benzediğidir. Sözlerin
dünyayı bir ayna gibi yansıttığını söylemek yanıltıcıdır. Biz sözcükleri bir toplum
içinde sözel dolaşıma sokarız ve sözcükleri uygun davranış kalıpları ile koşutluk
içinde kullanarak anlamlandırırız. ‘Muz’ kelimesi dünyadaki bazı nesenelerle il-
gilidir ancak şu kelimeler için aynı şeyleri söyleyemeyiz; ‘fakat’, ‘imdat’, ‘yaşasın’.
Kelimeler bazen nesneleri yansıtırken, bazen de emir verme veya söz verme gibi
işlevlere yararlar. Ayrıca, bir insanın muza işaret ederek “muz” demesi betimleme
işlevini yerine getirirken, elinde çeşitli meyveler tutan ve bunlardan birini bize
ikram etmek isteyen bir arkadaşımıza “muz” dememiz bir isteğin veya seçimin
ifadesi olarak anlaşılabilir. Başka bir örnek verirsek, “söz veriyorum” kelimelerini
söyleyen bir insanın yaptığı şey kesinlikle pasif bir şekilde dünyayı betimlemek
değildir. Söz vermek, o kelimeleri söyleyeni bağlayan, kelimelerle bir şeyi yapmayı
içeren aktif bir eylemdir. O yüzden, kelimelerin “nesnelere karşılık gelme” gibi tek
ve basit bir işlevi yoktur. Kelimeler çok farklı işler için kullanılabilir. Bir kelimenin
anlamını belirleyen onun toplumsal alanda nasıl kullanıldığıdır. Simgelerle nesne-
ler arasında kurulmuş gizemli veya evrensel bir anlamsal bağ yoktur.
Wittgenstein ve Şüphecilik
Wittgenstein’ın düşüncelerini doğru anlamamız ve değerlendirmemiz gerekiyor.
Yukarıda açıkladığımız gibi, Wittgenstein anlamın bireylere has şeyler oldukları
fikrine karşı çıkmaktadır. Yani bir insanın “içinde” hissettiklerinin yanlızca ona
ait zihinsel nesnelermiş gibi algılanmasının temel bir yanlışlık olduğunu söyle-
mektedir. Dahası, Wittgenstein anlamın olmadığını değil, zihinlerde yer tutan
“anlam” gibi bir şeyin var olmadığını savlamaktadır. Basitleştirerek söylersek, an-
lam zorunlu olarak özneler arası alandadır.
Bu düşünceler bizi şüphecilik konusunda çok ilginç bir noktaya götürür. Doğal Eğer Wittgenstein’ın dil ve
bir dili konuşabilen bir öznenin, gerçekliğin varlığından veya diğer insanların var anlam konularındaki görüşü
olduğundan şüphe etmesi oldukça anlamsızdır. İnsanın doğal bir dil konuşması, doğruysa, şüpheciliğe ilginç
bir yanıt verilmiş demektir.
üzerinde konuşulabilecek bir dünyanın ve o dünyanın içinde yer alan toplumsal
bir örgütlenmenin varlığını gerektirir. Bu dilsel, toplumsal ve davranışsal anlam
kuramı, Descartes gibi “bilgi” kavramına temsil epistemolojisi çerçevesinde yak-
laşan düşünürlerin yaklaşımlarına hiç benzememektedir. Ayrıca dilsel yapıları,
kavramsal çerçeveleri ve pragmacı unsurları ön plana almasıyla 20. yüzyıl Batı
Felsefesi’nin kayda değer bir boyutunu sergilemesi açısından da önemlidir. Witt-
246 Epistemoloji
Çarpıcı fikirleriyle 20. yüzyıl felsefesine damgasını vurmuş bir düşünür olan Lud-
1 wig Wittgenstein’ın öne sürdüğü görüşlerin geleneksel felsefenin kuramları ve yak-
laşımları ile hangi yönlerden çeliştiğini açıklamaya çalışın.
EPİSTEMOLOJİDE DOĞALCILIK
20. yüzyılda üretilen felsefi görüşler ve yaklaşımlar içinde en çarpıcı olanlardan
biri kuşkusuz “doğalcılık” olmuştur. Ontolojik anlamda doğalcılığın tezi şudur:
“Evrende her ne varsa doğanın bir parçasıdır ve evrende doğal unsurlar dışında
bir şey yoktur”. Epistemolojide ise doğalcılık bilginin elde edilme yöntemleriyle ve
bilginin doğasıyla ilgili bir görüş olarak anlaşılır. Doğalcı bilgi kuramcıları, biline-
bilecek tüm doğruların doğaya ait olduğunu, bizim için doğanın dışında bilgi nes-
neleri olmadığını düşünürler. Tahmin edilebileceği gibi, epistemolojik doğalcılık
bilgiye ulaşma konusunda usçulardan ziyade deneyimcilere yakın bir felsefi duruş
sergiler. Dahası 20. yüzyılın en önde gelen doğalcıları bilime çok özel bir değer
atfetmişler, epistemoloji ile fiziksel bilim arasında önemli bir ilişki olduğunu veya
olması gerektiğini öne sürmüşlerdir.
Bazı yorumcular felsefede doğalcılığın köklerinin Thales, Anaximender, He-
raklitus, Demokritus gibi Sokrates öncesi düşünürlere kadar gittiğine inanmak-
tadırlar. Doğalcılığın ilk temsilcisinin Aristoteles olduğunu düşünenler de vardır.
Daha yaygın olarak kabul edilen görüş, David Hume’un epistemolojik anlamda ilk
doğalcı olduğudur. 20. yüzyıl doğalcılığına damgasını vuran felsefeci ise Amerikalı
Quine (‘Kuayn’ okunur) 20. düşünür Willard Van Orman Quine’dır (1908-2000). Quine’ın radikal deneyim-
yüzyılda doğalcılığı savunmuş ciliği felsefede çok büyük bir etki yaratmış ve uzun tartışmalara neden olmuştur.
ve fikirleriyle pek çok
düşünürü etkilemiştir. Quine’ın karşı çıktığı epistemoloji esas olarak, Platon ile başlayıp Descartes’ın bilgi
kuramında yeni bir şekil alan ve 19. yüzyılda bazı felsefecilerin psikolojik unsur-
ları mantıksal ve bilimsel çalışmalardan uzak tutma çabasını da içine alan usçu
yaklaşımdır. Quine’ın önerdiği doğalcı yaklaşım, felsefede yer etmiş olan “zihnini
kullanarak nesnel bilgiye ulaşan özne” veya “anlamsal bir iç dünyası olan özne”
kavramlarını bir kenara atarak onun yerine, “fiziksel ortamında baş edip ayakta
kalabilen gelişmiş organizma” ve “dilsel unsurları gözlemlenen olgu ve davranışlar-
la bağdaştırabilen ve bunu dilsel davranışlarla iletebilen canlı” gibi kavramları ge-
tirmeyi hedefler. Quine’a göre, insanların bilme süreçleri aldıkları sınırlı miktarda
algısal veriyle başlar ve soyut kuramlarla biter. “İnsan” denilen varlık, etkilere tepki
verebilen fizyolojik bir yapıdır. Bizim son derece etkileyici “zihinsel” yetilerimizin
Quine gibi doğalcı felsefeciler olması, aslında bilginin ardında tümüyle fizyolojik ve deneyimsel yapı taşlarının
insan bilgisi bağlamında olduğu gerçeğini değiştirmez. Epistemolojinin ana konusu soyut gerekçelendir-
“zihinsel veya iç dünya”
kavramının fazlaca me, anlam veya doğruluk kuramları değildir ve bu konuda geleneksel felsefeciler
abartılmaması gerektiğini önemli bir hata yapmışlardır. Epistemoloji, deneyimsel yöntemlere başvurarak, ka-
vurgulamış, insanların
doğanın bir parçası olduğunun nıtlarla kuramlar arasında nasıl bir bağ olduğunu inceler. Quine’ın şok eden sözle-
altını çizmiştir. riyle, epistemoloji deneysel psikolojinin bir alt ünitesi olmak durumundadır.
Quine’ın öne sürdüğü fikirler çok sayıda bilgi kuramcısını etkilemiş olsa da, bu
felsefeciler genellikle Quine’ın deneyimcilikte biraz aşırıya kaçtığını belirtmişler-
dir. Bu “ılımlı doğalcılar”ın Quine’dan aldıkları en temel düşünce, epistemolojinin
12. Ünite - Epistemolojide Eleştirel Yaklaşımlar ve Yeni Gelişmeler 247
saf a priori bir disiplin olamayacağıdır. Örneğin Hilary Kornblith (1994), doğalcı
epistemolojinin temel iddiasını şu şekilde ifade eder: Belli bir inanca veya yargıya
nasıl varmamız gerektiği sorusu, insanların aslında o türden yargılara genelde na-
sıl varıyor oldukları sorusundan bağımsız olarak irdelenip yanıtlanamaz. O yüz-
den, epistemoloji ile fen bilimleri -özellikle de deneysel psikoloji- arasında büyük
oranda bir alışveriş olması gerekir.
Quine ile “ılımlı doğalcı”ları ayrıştıran kritik bir nokta norm ve normatiflik ko-
nusudur. Pek çok yorumcuya göre, Quine epistemolojiyi normatif güçten yoksun
bırakma çabasına girmiştir. Örneğin Jaegwon Kim’e göre “kanıt” kavramı katı bir
doğalcılığın kavramsal gereçleriyle tam olarak anlaşılamayabilir. Bir olgunun veya
önermenin başka bir önermeye kanıt oluşturması, onun akılcılığının veya kabul
edilebilirliğinin artmasıyla ilgilidir. Fakat bu kavramların basitçe deneyimsel değil
normatif kavramlar oldukları açıktır. Bu açıdan bakıldığında, “kanıt” kavramı ke-
sinlikle normatif ağırlık içermek durumundadır. Dahası, “inanç” kavramının bile
normatif olmak zorunda olduğu söylenebilir. Bu fikri şöyle açıklayabiliriz. Eğer
bir insan deneyimsel inançlara sahipse, bunun gerçekleşmesinin çok temel bir ön
koşulu o kişinin rasyonalite (akılcılık) sahibi olması ve inançlarının sistemsel bir
yapıda olmasıdır. Ancak açıktır ki, “akılcılık” ve “sistem” kavramları, var olabilme-
leri için, normlara veya ilkelere dayanmak zorundadırlar. Özetle, “inanç” ve “ka-
nıt” kavramları -geleneksel anlamlarıyla- normatif kimlikte olmak zorundadır.
İroni ve Olumsallık
Rorty’nin pragmacı yaklaşımının epistemoloji alanınındaki etkisini tam olarak de-
ğerlendirebilmek için, onun felsefesinin genel hatlarını iyi anlamamız gerekiyor.
Bu yolla, çağdaş felsefenin önemli bir kesitine veya boyutuna ilişkin de fikir sahibi
olacağız. Rorty’nin yaklaşımı, esas olarak, “felsefenin kutsallarına” karşı kökten bir
12. Ünite - Epistemolojide Eleştirel Yaklaşımlar ve Yeni Gelişmeler 251
karşı çıkışı temsil eder. Rorty, insanlar açısından hiçbir şeyin “mutlak” veya “de-
ğişmez” olmadığını düşünür. Bir düşünür olarak Rorty’yi en iyi betimleyen deyim
‘ironi’dir. ‘İroni’ kelimesi Türkçeye genellikle ‘tersinleme’ veya ‘alaysılama’ olarak
çevrilir. Dilsel kullanım açısından bakarsak, ‘ironi’ genelde tuhaf veya gülünç yön-
leri olan zıtlıkları barındıran durumlar için kullanılır. (Örneğin Yalnızlıktan Hoş-
lananlar Derneği üyelerinin otobüslerle Kapadokya’ya geziye gitmeleri ironik bir
durumdur.) Rorty’nin kullandığı hâliyle ise, ‘ironi’ deyimi farklı bir içerik kazanır.
“İronik birey” büyük sorulara nihai yanıtlar bulma merakını hafife alan kişidir. Rorty’ye göre, bir düşünürün
İroni yapmak felsefede Sokrates’in uyguladığı sorgulayıcı yönteme geri dönmek- ironik olması ve olumsallığa
değer vermesi önemli
tir. Bu anlamda, “ironi” kavramı ile yakın ilişki içinde olan bir diğer kavram da niteliklerdir. İronik birey kendi
“olumsallık”tır. Olumsallık, felsefi olarak, “zorunluluk” veya “mutlaklık” kavramı- düşünsel zeminini sorgulama
yeteneğine sahiptir. Olumsal
nın tersini ifade eder. İronik ve olumsalcı insanlar düşünsel açıdan yolda olmayı ve düşüncenin temelinde ise,
düşünsel maceralarına devam ederek yaşamayı tercih ederler. Bu yaklaşımı benim- hiçbir görüşün veya kuramın
nihai, mutlak veya gerekli
seyen kişiler, kendi inanç sistemlerinin doğruya veya hakikate karşılık geldiğini de- olamayacağı fikri yatar.
ğil, farklı bakış açılarından dünyaya bakabilmenin düşünsel bir meziyet olduğunu
düşünürler. İronik kişiler, metafiziksel hedeflerden uzaklaşarak bağlamsal durum-
ları dikkate alırlar. Kısaca söylemek gerekirse, “düşünsel ironi”, felsefenin gelenek-
sel sorularından ve evrensel meraklarından uzaklaşmak anlamına gelir.
ve yardımsever bir insan, sonsuz bilgi gücüne sahip olmadığı için merhametli ve
yardımsever olmanın ahlaki olarak belki yanlış olabileceğini düşünmeye başlarsa,
bu tavrını oldukça tuhaf ve anlamsız buluruz.) Pek çok felsefeci “doğrunun” ka-
nıttan ve gerekçelendirmeden bağımsız olması gerektiğini düşünmüştür. Ancak,
Rorty’ye göre, kanıttan kavramsal olarak bağımsız olan önermesel doğruluk ta-
mamen yararsız bir fikirdir. Felsefecilerin “doğru” kavramı entelektüel bir zihinsel
alıştırmanın konusu olabilir; ama gerçek yaşamda fazlaca bir yeri yoktur. Gerçek
yaşamdaki “doğru” ise dinamik, değişken, tarihsellik ve toplumsallık içinde sü-
rekli olarak üretilen, yalnızca kanıtların ve gerekçelerin zemininde yaşam bulabi-
len bir kavramdır.
Geleneksel felsefi yaklaşımları eleştirirken, Rorty zaman zaman pragmacı ve
liberal fikirleri bir araya getirmektedir. Başka bir deyişle, Rorty’nin eleştirisi onto-
lojik-epistemolojik zeminle sınırlı değildir. Kuramlardan ziyade pratik toplumsal
sorunlarla ilgilenen Rorty, felsefenin çeşitli alanlarındaki eleştirilerini toplumsal-
siyasal alana taşımıştır. Bunun çarpıcı bir örneği doğru konusunda gözlemlenebilir.
Rorty’nin pragmacı görüşüne göre, “felsefecilerin doğrusu”nun toplumsal-politik
boyutta da önemli bir sakıncası bulunmaktadır. Tarihteki baskıcı yönetimler doğ-
runun kendi tekellerinde olduğunu savlamış, farklı olanı her zaman sindirmeye
çalışmıştır. Oysa, insanın düşünsel işlevi sonsuza kadar sürecek olan somut bir ma-
ceradır. “Nesnel doğru” kavramı ise, bu macerayı bir noktada durdurma amacını
taşır. Felsefeciler tarafından yüceltilen ve abartılan doğru kavramını terk etmek,
hem epistemolojk hem de siyasal açıdan daha yararlı olacaktır. Bu yaklaşımın yalı-
Rorty’nin dile getirdiği nızca pragmacı değil aynı zamanda liberal yönlerinin olduğu da açıkça görülebilir.
pragmacı fikirler oldukça Rorty’nin epistemolojiye ve geleneksel felsefeye açtığı savaş yalnızca bilgi kura-
büyük destek bulduğu gibi,
zaman zaman da ciddi mı ile uğraşanları etkilemekle kalmamış genel anlamda, Batı’nın entelektüel yaşa-
biçimde eleştirilmiştir. mının son 40 yılında önemli bir iz bırakmıştır. Ancak Rorty’ye yöneltilen eleştiri-
Özellikle, Rorty’nin “nesnel
doğru” kavramına yönelik lerin ve verilen yanıtların da dikkatle incelenmesi gerekiyor. Rorty’nin “doğru”yu
eleştirileri büyük felsefi gerekçelendirme veya kanıt boyutuna indirgeme çabasına yalnızca geleneksel
tartışmalara yol açmıştır.
(nesnelci) felsefecilerden değil, onu genelde destekleyen çağdaş pragmacılardan
bile tepki gelmiştir. Doğru kavramını epistemolojik olarak indirgemek istemeyen
bu düşünürlere göre; Rorty’nin eleştirdiği “doğru” entelektüel yollardan uydurul-
muş bir fikir değil, gündelik dilde de yeri olan önemli bir kavramdır. Bir insan
“çimenler yeşil renklidir” önermesinin doğru olduğunu iddia ettiğinde, normal
olarak dile getirmek istediği düşünce yanlızca “çimenlerin rengi konusunda en iyi
şekilde gerekçelendirilmiş inancın, çimenlerin yeşil renkte olduğudur” türünden
bir şey değildir. O kişi kanıtlardan değil, dünyanın gerçekten (yani eldeki gerekçe-
lerin ötesinde) nasıl olduğundan bahsetmektedir. Elbette, bu fikir bir pragmacının
kolayca kabul edebileceği bir düşünce değildir.
Doğru kavramının toplumsal ve siyasal alana etkisi konusunda Rorty’yi eleşti-
ren felsefeciler onu politik alanı neredeyse etkisiz hâle getirmekle suçlamışlardır. Bu
düşünürlerin yönelttikleri önemli bir eleştiri, Rorty’nin bir araya getirdiği liberal ve
pragmacı perspektiflerin ortaya çıkardığı tablonun aslında çok çekici olmadığıdır.
Eleştirmenlere göre, eğer biz Rorty’nin önerdiği gibi “doğru yargı” kavramını “ir-
deleme ve tartışmaların sonucunda kabul edilen, inandırıcılığını koruyabilen ve
faydalı olduğu düşünülen yargı” ile değiştirirsek bu durum, Rorty’nin iddiasının
tam tersine, politik güce sahip olanların ve toplumsal iletişim kanallarını denet-
leyenlerin “doğru”yu belirlediği ürkütücü senaryoların yolunu açacaktır. Özneler
arası fikirsel alışveriş alanı kendi başına ne ontolojik ne de siyasal sorularımızı ya-
nıtlama anlamında yeterlidir. Rorty’nin mutlakçı felsefi yaklaşımlara duyduğu tep-
12. Ünite - Epistemolojide Eleştirel Yaklaşımlar ve Yeni Gelişmeler 253
ki anlaşılabilir bir tavırdır. Ancak pek çok yorumcuya göre, Rorty sunduğu eleş-
tiriden aşırı bir sonuç çıkarmaktadır. Bu yorumcular, Rorty’nin liberal/pragmacı
tavrının ve uzlaşım-merkezli anlayışının nesnelliğin veya düşüncenin normatif
boyutunun hakkını tam veremeyeceğini düşünmektedir. Çağdaş çözümleyici fel-
sefe çerçevesinde fikir üreten ve bu noktaları göz önüne alan bazı düşünürler, hem
Rorty gibi pragmacıların itirazlarını ciddiye alan hem de gerçekçiliğin temel sez-
gilerinden vazgeçmeyen kuramlar sunmaya yönelmişlerdir. 21. yüzyılın başların-
da olduğumuz bu yıllarda, bilgi felsefesi, varlık kuramları ve tümcesel doğruluk
konularında felsefi araştırmalar hâlen devam etmektedir.
Özet
Bilgisel gerekçelendirme konusunda yeni yakla- modern binaları ve net olmayan şehir sınırları
1 şımları açıklayabilmek. vardır. Doğal diller ve “anlam” adını verdiğimiz
Temelcilik ve bağdaşımcılık gibi geleneksel ge- şey de böyle bir yapıdadır. İnsanlar doğal dillerini
rekçelendirme kuramları iddialarını oldukça “zihin okuyarak” değil, son derece karmaşık olan
soyut ve genel bir zeminde dile getirmişlerdir. toplumsal alanda simgeleri kullanma konusunda
Daha açık dersek, bu kuramlar bilginin gerçek- koşullanarak öğrenirler. Eğer bu doğruysa, bir
leşme süreçlerinde, farklı koşulların farklı bil- dili konuşmak hiçbir zaman bireysel ya da kişisel
gisel sonuçlar verebileceğini fazlaca göz önüne bir çerçevede açıklanamaz. Wittgenstein’ın gö-
almamışlardır. Eğer p önermesi iyi gerekçelen- rüşü şüphecilik konusunda çok ilginç bir sonuç
dirilmiş bir önerme ise, p önermesinin gerekçeli vermektedir. Eğer biz bir dili konuşabiliyorsak,
olması koşullara veya durumlara bağlı olamaz. bu durum dünyanın ve başka insanların (daha
Ancak, yakın zamanlarda üretilen gerekçelen- doğrusu, toplumsal bir yapının) varlığını gerekti-
dirme kuramlarının oldukça farklı bir yaklaşım rir. Wittgenstein’ın görüşü hem epistemolojik bir
sergilediğini söyleyebiliriz. “Bağlamcılık” adı soruna bilgi felsefesi alanı dışından verilmiş bir
verilen görüşe göre, bir p önermesinin gerekçeli yanıta karşılık gelir, hem de 20. yüzyıl felsefesinin
hâle gelmesi, belli bir oranda, o önermeye ina- genel havasını yansıtması açısından önemlidir.
nan öznenin içinde bulunduğu koşullara bağlı-
dır. Tek bir önerme, belli bir durumda gerekçeli Epistemolojide doğalcılığın ne olduğunu açıklaya-
bir önermeyken, aynı önerme başka bir durum- 3 bilmek.
da gerekçesi zayıf bir önerme olabilir. O hâlde, Kısaca ifade edersek, epistemolojide doğalcılık,
bu yeni yaklaşıma göre, “gerekçelendirme” bir insan bilgisinin irdelenmesinde bilimsel araş-
önerme ile dünya arasında gerçekleşen soyut tırmaların ve daha da genel olarak, deneyimsel
bir bağıntı değildir. Bağdaşımcılara göre, bilgi- boyutun belirleyici olduğunu savlar. Geleneksel
sel gerekçelendirme, özneler, önermeler ve gerçek epistemolojik yaklaşım, bilgi kavramı üzerinde
durumları içeren karmaşık bir bağıntıdır. yapılan çalışmaların esas olarak zihinsel veya
çözümlemesel olduğu varsayımına dayanır.
Wittgenstein’ın felsefenin her alanında iz bırakan Oysa Quine gibi 20. yüzyıl doğalcıları, “zihin”
2 görüşlerinin şüphecilik konusunda hangi sonuçla- ve “zihinsellik” kavramlarının abartıldığını dü-
rı verdiğini açıklayabilmek. şünmüşlerdir. Quine’ın görüşüne göre, insan
L. Wittgenstein 20. yüzyılın en önemli felsefeci- doğanın içinde yer alan bir varlıktır. Son derece
lerinden birisidir. Onun anlam ve zihin konu- karmaşık yeteneklerimiz ve kapasitelerimiz olsa
sunda sunduğu eleştiriler felsefenin yerleşmiş da, bizim bilgisel serüvenimizi anlamanın en
bazı kavram ve kuramlarının derinden sorgu- doğru yolu fizyoloji ve deneysel psikoloji gibi bi-
lanmaya başlamasını sağlamıştır. Wittgenstein’a limlere başvurmaktan geçmektedir. Quine’ın bu
göre anlamların zihinsel ve kişisel şeyler olarak yaklaşımı oldukça ilgi görmüş olsa da, berabe-
algılanmasında son derece yanıltıcı bir yön bu- rinde önemli sorular ve tartışmalar da getirmiş-
lunmaktadır. Bunun daha iyi kavranması için, bir tir. Eğer Quine’ın tanımladığı şekliyle kökten bir
çocuğun ana dilini nasıl öğrendiğine yakından doğalcılık benimsenirse, bu durum epistemolo-
bakılması gerekir. Bir bebek dil öğrenmeye baş- jinin normatif yönünü ortadan kaldırmaz mı?
ladığında çevresindeki yetişkinlerin zihinlerinde Bilim insanları bilgisel süreçlerin nasıl oluştu-
ne olduğunun bebeğe hiçbir yararı olamaz. Ço- ğunu açıklayabilirler. Ancak bilginin hangi du-
cuklar yetişkinleri gözlemleyip, hangi kelimeler- rumlarda yeterli veya uygun olduğunu deneyim-
le hangi davranışları bir araya getirdiklerini öğ- sel boyutta bulabilir miyiz? Bu soruların yanıtı
renirler. Wittgenstein’a göre, kelimeler yalnızca için felsefecilerin çözümlemelerine gereksinim
nesneleri adlandırmakta kullanılmaz; dilin çok duyacağımız açık değil midir?
farklı işlevleri vardır. Doğal diller, bir benzetme Bu ve benzeri sorular, doğalcılar ve doğalcılığı
yaparsak, İstanbul gibi şehirlere benzerler. Şehrin eleştirenler arasında sıcak tartışmaların yaşan-
merkez(ler)i, kenar mahalleleri, tarihsel yapıları, masına neden olmuştur.
12. Ünite - Epistemolojide Eleştirel Yaklaşımlar ve Yeni Gelişmeler 255
Toplumsal epistemoloji ve feminist epistemoloji meziyet olduğuna inanırlar. “İroni” kavramı ile
4 alanlarında yapılan çalışmaları açıklayabilmek. ilişkili başka bir kavram “olumsallık”tır. Olum-
20. yüzyılda epistemolojide gerçekleşen en önem- sallık, “zorunluluk” ve “mutlaklık” kavramının
li gelişmelerden biri toplumsal ve feminist episte- tersine karşılık gelir. İronik ve olumsalcı birey-
molojilerin ortaya çıkmasıdır. Toplumsal episte- ler “nihai felsefi sonuçları” değil, düşünsel se-
moloji alanında çalışan düşünürler, bilen öznenin rüvenlerinin devam etmesini değerli bulurlar.
yalnızca “bireysel bir varlık” olarak tasarlanması- İronik bireyler, felsefenin geleneksel sorularını
na karşı çıkmışlardır. Bu düşünürler, örneğin, bi- ve evrensel ilgilerini hafife almaya eğilimlidir-
reylere ek olarak, toplulukların da belli inançlara ler. Rorty’ye göre, geleneksel epistemoloji bilgi-
sahip olabileceğini, birey kavramı üzerine aşırı bir nin gerekçelendirilmesi konusunda neredeyse
vurgu yapılmaması gerektiğini düşünmüşlerdir. takıntılı bir tavır sergilemiştir. Bunu yaparken
Buna ek olarak, feminist felsefeciler, epistemoloji de gerçek insanların gerçek eylemlerini, sınır-
tarihinde sunulan çözümlemelerin varsayımsal larını ve ilgilerini gözardı ederek iş görmüştür.
bir “evrensellik” temeli üzerinde oluşturulduğunu Buna ek olarak, Rorty kanıt ve gerekçelendirme
savlamışlardır. Feministlere göre, bilgisel çözüm- boyutunun ötesinde yer alan bir “doğru” kavra-
lemelerde adı geçen “özne”, tüm evrensel görünü- mına da karşı çıkmıştır. Ona göre, “doğruluk” ve
müne karşın, aslında erkek-egemen bir zihniyetin “kanıt” kavramları birbirinden bütünüyle kopuk
ürettiği bir kavramdır. Bilgi kuramcıları çalışma- olamaz. Kanıtlardan ve gerekçelerden bağımsız
larında önermesel doğru üzerinde fazlaca dur- olan “önermesel doğruluk” faydasız bir felsefi
muşlar, farklı kesimlerin değişik deneyimlerinde düşüncedir. Yaşam içindeki “doğru” ise değiş-
ortaya çıkan bilgi türlerini dışlamışlardır. Bunun ken, tarihsel ve toplumsal bir olgudur. Rorty’nin
bir nedeni, “diğer” bilgi tiplerinin sistematize edi- görüş ve eleştirilerinin epistemolojik olduğu ka-
lip çözümleme konusu yapılmaya çok uygun gö- dar toplumsal sonuçları da bulunmaktadır ve bu
rülmemesi olmuştur. Feminist bilgi kuramcıları sonuçlar felsefeciler arasında günümüzde hâlen
bu noktaya özellikle dikkat çekmeye çalışmışlar tartışılmaya devam etmektedir.
ve örneğin, kadınların kendilerine özgü dene-
yimlerinde ortaya çıkan bilgi türlerini gündeme
getirerek geleneksel bakış açısının kısıtlayıcı ve
yetersiz yönlerini sergilemişlerdir.
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi felsefecilerin kullandığı 3. Şüphecilik konusunda Wittgenstein’ın görüşlerin-
“gerekçelendirme” kavramının tarihi konusunda doğ- den çıkarılabilecek esas sonuç nedir?
ru bir saptamadır? a. Doğal bir dilin öğrenilmesi ve konuşulması an-
a. Gerekçelendirme konusunda Eski Yunan’dan cak bilişsel kapasiteleri sınırlı varlıklar tarafın-
bu yana fikir üreten felsefeciler, bağlam kavra- dan gerçekleştirilebileceği için, şüphecilik ilginç
mını ancak yakın zamanlarda dikkate almaya bir tez olarak geçerliliğini korur.
başlamışlardır. b. Doğal bir dilin öğrenilmesi ve konuşulması an-
b. Bilgi konusunda Eski Yunan’dan bu yana fikir cak bağdaşımsal inanç sistemleri kapsamında
üreten felsefeciler, gerekçe veya logos kavramını gerçekleşebileceği için, şüphecilik ilginç bir tez
yakın zamanlarda keşfetmişlerdir. olarak geçerliliğini korur.
c. Bilgi konusunda Eski Yunan’dan bu yana fikir c. Doğal bir dilin öğrenilmesi ve konuşulması
üreten felsefeciler, doğru kavramını ancak ya- ancak nesneleri zihinsel olarak temsil edebilen
kın zamanlarda keşfetmişlerdir. varlıklar tarafından gerçekleşebileceği için, şüp-
d. Gerekçelendirme konusunda Eski Yunan’dan bu hecilik felsefi bir tez olarak önemini yitirir.
yana fikir üreten felsefeciler, her zaman bağlam d. Doğal bir dilin öğrenilmesi ve konuşulması
kavramıyla yakından ilgilenmişlerdir. ancak dünya içinde toplumsal bir koşullanma
e. Gerekçelendirme konusunda Eski Yunan’dan bu ortamı kapsamında gerçekleşebileceği için, şüp-
yana fikir üreten felsefeciler, her zaman bağlam hecilik felsefi bir tez olarak önemini yitirir.
kavramını doğru kavramıyla ilintilendirmeye e. Doğal bir dilin öğrenilmesi ve konuşulması an-
çalışmışlardır. cak bağdaşımsal inanç sistemleri kapsamında
gerçekleşebileceği için, şüphecilik felsefi bir tez
2. Aşağıdakilerden hangisi Wittgenstein’ın geleneksel olarak önemini yitirir.
dil ve anlam kuramlarına yönelttiği temel bir eleştiridir?
a. Geleneksel kuramlar anlamın oluşma süreç- 4. Aşağıdakilerden hangisi Quine’ın epistemolojik veya
lerinde önermesel doğrunun önemini dikkate bilgisel yaklaşımını doğru yansıtmayan bir ifadedir?
almamışlardır. a. Quine’a göre bilgi kavramına doğalcı bir şekilde
b. Geleneksel anlam kuramları doğal dillerin öğ- yaklaşmak gerekir.
renilme süreçleri konusunu fazlaca düşünme- b. Quine’a göre deneyimcilik usçuluktan daha ter-
mişlerdir. cih edilebilir bir görüş sunmuştur.
c. Geleneksel anlam kuramları gerekçelendirme- c. Quine’a göre temsilci epistemolojinin yaklaşımı
nin önemi üzerinde fazlaca düşünmemişlerdir. kuramsal açıdan yararlı sonuçlar vermiştir.
d. Geleneksel kuramlar anlamın oluşma süreçle- d. Quine’a göre insanların zihinsel dünyaları ve zi-
rinde inancın önemini dikkate almamışlardır. hinsel nitelikleri fazlaca abartılmamalıdır.
e. Geleneksel kuramlar anlamın oluşma süreçle- e. Quine’a göre epistemoloji felsefi değil bilimsel
rinde dikkatlerini zihin yerine toplumsal alana bir zeminde yapılmalıdır.
çevirmişlerdir.
12. Ünite - Epistemolojide Eleştirel Yaklaşımlar ve Yeni Gelişmeler 257
5. Aşağıdaki önermelerden hangisi Quine’ın doğalcı 8. Aşağıdakilerden hangisi pragmacı yaklaşıma uy-
yaklaşımına yönelik bir eleştiri olarak ifade edilmiştir? gun bir ifadedir?
a. Quine’ın doğalcılığı epistemolojinin normatif a. Doğru değeri taşıyan önermeler ancak ontolojik
yönünün hakkını verememektedir. bir araştırma sonucunda bilinebilir.
b. Quine’ın doğalcılığı epistemolojinin bilimlerle b. Doğru değeri taşıyan önermeler ancak bireysel
olan bağını koparmaktadır. çabalar sonucunda bilinebilir.
c. Quine’ın doğalcılığı gerekçelendirme kuramla- c. Doğru değeri taşıyan önermeler ile insanların
rında bağdaşımcılığı fazlasıyla ön plana çıkar- kişisel tercihleri arasında yakın bir ilişki vardır.
maktadır. d. Doğru değeri taşıyan önermeler ile insanların
d. Quine’ın doğalcılığı doğrunun karşılık kuramı- anlık zihinsel durumları arasında yakın bir iliş-
nı fazlasıyla ön plana çıkarmaktadır. ki vardır.
e. Quine’ın doğalcılığı epistemolojinin toplumsal e. Doğru değeri taşıyan önermeler ile insanlara ya-
bilimlerle olan bağını fazlasıyla ön plana çıkar- rarlı olan şeyler arasında yakın bir ilişki vardır.
maktadır.
9. Rorty’nin “ironik” bir tavrının olması ne anlama
6. Aşağıdakilerden hangisi feministlerin bilgi konu- gelmektedir?
sundaki bakış açısını yansıtır? a. Rorty tarihteki tüm felsefi çabaları deneyimci
a. Feministler, geleneksel bilgi kuramcılarının bü- bir perspektiften eleştirmektedir.
yük çoğunluğunun kadın olmasının yararlı ola- b. Rorty epistemolojinin deneysel psikoloji ile yer
cağını savlamışlardır. değiştirmesi gerektiğini düşünmektedir.
b. Feministler, tüm geleneksel gerekçelendirme c. Rorty felsefecinin keşfedebileceği nihai ve mut-
kuramları arasında bağdaşımcılığın kadın hak- lak doğrular olduğu fikrine karşı çıkmaktadır.
larının savunulmasında daha yararlı olacağını d. Rorty felsefede mutlak çözümlerin yalnızca epis-
düşünmüşlerdir. temoloji alanında bulunduğuna inanmaktadır.
c. Feministler, tüm geleneksel gerekçelendirme e. Rorty felsefenin Platoncu bir anlayışla yapılma-
kuramları arasında temelciliğin kadın hakları- sı gerektiğini düşünmektedir.
nın savunulmasında daha yararlı olacağını dü-
şünmüşlerdir. 10. Aşağıdakilerden hangisi Rorty’nin görüşüne yö-
d. Feministler, geleneksel bilgi kuramcılarının, neltilebilecek bir eleştiri olamaz?
doğruyu “gerekçelendirmeye bağlı bir kavram” a. Rorty’nin görüşlerinin bir sonucu, “bilgi” ve
olarak niteleme çabalarına karşı çıkmışlardır. “doğru” arasındaki ilişkinin kopmasıdır.
e. Feministler, geleneksel bilgi kuramcılarının bi- b. Rorty’nin liberal ve pragmacı eğilimleri, onun
len özneyi “evrensel bir akılcılığa sahip varlık” doğrunun nesnel yönlerini kavramasına engel
varsayımıyla kimliklendirmelerine karşı çık- olmaktadır.
mışlardır. c. Rorty’nin pragmacı doğru anlayışı, totaliter se-
naryolara yol açabilecek bir tablo sunmaktadır.
7. Aşagıdaki felsefecilerden hangisinin Rorty’nin d. Rorty doğru kavramının önemini vurgulasa da,
pragmacı görüşleri için bir esin kaynağı oluşturması bilginin toplumsal boyutuna yeterince önem
beklenemez? vermemektedir.
a. Nietzsche e. Rorty doğru kavramını gerekçelendirme kavra-
b. Descartes mına indirgemektedir.
c. James
d. Quine
e. Wittgenstein
258 Epistemoloji
Okuma Parçası
Dünyanın orada, dışarıda olduğu iddiasıyla hakika- dağarı seçimindeki nesnel ölçütlerin yerine öznel öl-
tin orada, dışarıda olduğu iddiası arasında bir ayrım çütlerin, aklın yerine iradenin ya da duygunun konul-
yapmaya ihtiyacımız var. Dünyanın orada, dışarıda ması değildir. Buradaki hisse, işin bir dil oyunundan
olduğunu, bizim yaratımımız olmadığını söylemek, öbürüne doğru gerçekleşen değişmelere varmasından
sağduyuya yaslanarak mekan ve zamandaki şeylerin sonra, ölçütler ve seçim nosyonlarının (“keyfi” seçim
çoğunun insani zihinsel durumları içermeyen neden- dahil olmak üzere) artık anlamsızlaşmasıdır. Avrupa,
lerin sonuçları olduğunu söylemektir. Hakikatin ora- Romantik şiirin ya da sosyalist politikanın ya da Gali-
da, dışarıda olmadığını söylemek, basitçe, tümcelerin leici mekaniğin üslubunu kabul etmeye karar vermedi.
olmadığı yerde hakikatin de olmadığını, tümcelerin Bu türden değişiklikler ne ölçüde tartışma sonucuysa-
insan dillerinin ögeleri olduğunu ve insan dillerinin lar o ölçüde de bir irade ediminin sonucudurlar. Tersi-
insan yaratımları olduğunu söylemektir. ne, Avrupa belli sözcükleri kullanma alışkanlığını ted-
Hakikat orada, dışarıda olamaz -insan zihninden ba- ricen yitirdi ve başka sözcükler kullanma alışkanlığını
ğımsız varolamaz- çünkü tümceler bu şekilde varola- da yine tedricen edindi.
maz ya da orada, dışarıda olamaz. Dünya orada, dı-
şarıdadır, ama dünyaya dair betimler orada, dışarıda Kaynak: Richard Rorty. (1995) Olumsallik, İroni ve
değildir. Yalnızca dünyanın betimleri doğru ya da yan- Dayanışma. çev. Mehmet Küçük ve Alev Türker. İstan-
lış olabilir. Kendi başına dünya -insanlarının betimle- bul: Ayrıntı Yayınları, s. 26-28.
me faaliyetlerinden yardım almayan dünya- doğru ya
da yanlış olamaz.
Dünyanın yanı sıra hakikatin de orada, dışarıda oldu-
ğu önermesi, dünyanın kendine ait bir dile sahip bir
varlığın yaratımı olarak görüldüğü bir çağın mirasıdır.
Böyle bir insani olmayan dil düşüncesine anlam ver-
me girişimine son verecek olursak, dünyanın bizim bir
tümcenin doğru olduğuna inanmamızın haklılaştırıl-
masına neden olabileceği yolundaki yavan sözü, dün-
yanın kendi inisiyatifiyle kendisini “olgular” denilen ve
tümce biçimi taşıyan külçeler halinde böldüğü iddia-
sıyla karıştırma ayartısından etkilenmeyiz. Ama eğer
bir kimse kendi kendine varolan [self-subsistent] olgu-
lar nosyonuna yapışıp kalırsa, o vakit “hakikat” sözcü-
ğünü büyük harfle yazmaya ve hakikati ya Tanrı’yla ya
da Tanrı’nın projesi olarak dünyayla özdeş bir şey ola-
rak ele almaya başlamak kolaydır. O zaman da birisi,
sözgelimi Hakikatin yüce olduğunu ve bir gün egemen
olacağını söyleyecektir.
(...)
Dünya konuşmaz. Yalnızca biz konuşuruz. Dünya,
kendimizi bir kez bir dile programladıktan sonra, belli
inançlara sahip olmamıza neden olabilir. Ama dünya,
bize konuşacağımız bir dil öneremez. Bunu yalnızca
başka insanlar yapabilir. Gelgelelim, dünyanın bize
hangi dil oyunlarını oynayacağımızı önermediğinin
anlaşılması, hangi oyunun oynanacağı kararının key-
fi olduğunu ya da bu kararın içimizdeki derinlikte yer
alan bir şeylerin dışavurumu olduğunu söylememize
yol açmamalı. Bu kıssadan çıkarılacak hisse, sözcük
12. Ünite - Epistemolojide Eleştirel Yaklaşımlar ve Yeni Gelişmeler 259
Sözlük
A Dogmatizm: Bir inancı ya da inanç sistemini sorgulama-
A posteriori: Deneyim sonucu kazanılan, evrensel ve zo- dan, irdelemeden, doğruluğundan şüphelenmeden ka-
runlu olmayan bilgi türü. bul etme yaklaşımı.
A priori: Tikel deneyim yoluyla kazanılmayan, evrensel ve Doğalcılık: Ontolojik olarak, var olan her şeyin doğaya ait
zorunlu bir şekilde doğru olan bilgi türü. olduğunu savlayan görüş. Epistemolojik olarak, bilinebi-
Analitik cümle: Yükleminin kapsadığı bilgi cümlenin öz- lecek şeylerin yalnızca doğanın unsurları olduğunu öne
nesinde zaten içerilen, bu yüzden yeni deneyimsel bilgi süren akım. Doğalcı düşünürler, epistemolojik çalışma-
taşımayan cümle. larda ve özellikle bilgisel normların oluşturulmasında
Argüman (Çıkarım): Mantıkta, bir önermenin belli ön- deneyimsel ve bilimsel bilgilerin konuyla doğrudan ilgi-
cüllerin mantıksal sonucu olduğu iddiasını ifade eden si olduğunu iddia ederler.
önermeler dizisi. Doksa: “İnanç” veya “kanı” kavramına karşılık gelen Yu-
nanca kelime.
B
Bağdaşım: İnanç, yargı, iddia gibi önermesel unsurların E
birlikte tutarlılık ve uyum içinde olma, birbirine daya- Enformasyon: Toplumsal olarak dolaşımda bulunan ve
nak teşkil etme ve bir bütün oluşturma özelliği. bireyler arasında aktarılabilen bilgisel unsurlar. Bu kav-
Bağdaşımcılık: Bir önermenin gerekçeli veya doğru olma- ram, insan bilgisinin oluşumsal “hammaddeleri” için de
sı için o önermenin diğer önermelerle bağdaşım içinde kullanılır.
olması gerektiğini savlayan epistemolojik görüş. Bağ- Episteme: “Bilgi” kavramına karşılık gelen Yunanca kelime.
daşımcılık, kavramlaştırılmamış deneyim parçalarının Platon’un felsefesinde, fiziksel dünyanın bilgisinden zi-
veya gerçekliğin kendisinin tek başına gerekçelendirme- yade varlığın veya özlerin bilgisi için kullanılmıştır.
nin ya da doğrunun ortaya çıkmasını sağlayamayacağını Etimoloji: Doğal dillerdeki kelimelerin kökenlerini incele-
öne sürer. Temelciliğin en önde gelen felsefi rakibi. yen bilim dalı.
Bağlam: Bir olguyu veya konuyu anlaşılır kılan diğer olgu-
ların, ilişkilerin ve çevresel koşulların oluşturduğu du- G
rumsal çerçeve. Gerçekçilik (Realizm): Nesnelerin, olguların veya gerçek-
Bağlamcılık: Bir önermenin gerekçelendirilmiş olma özel- liğin öznelere ve öznel unsurlara bağlı olmadığını, nes-
liği kazanmasının o önermeye inanan öznelerin içinde nelerin veya gerçekliğin kendi başlarına var olduklarını
bulunduğu bağlamsal durumlara bağlı olduğunu savla- öne süren görüş. Algı felsefesi kapsamında “doğrudan
yan epistemolojik görüş. gerçekçilik” adıyla anılan ve zihinsel durumlarımızı de-
Bilişsel: Zihnin beş duyudan daha üst veya karmaşık düzey- ğil doğrudan nesneleri algıladığımızı savlayan akım.
deki işlevlerine atfen kullanılan sıfat. Gerçeklik (Realite): Gerçekten var olan varlık alanı. “Ger-
çeklik” kavramının ontolojik ve epistemolojik anlamlar-
Ç da tersi “görüntü”, “görünen” veya “görüngü”dür.
Çözümleme (Analiz): Bir kavramın kavramsal bileşenle- Gerek koşul: Bir olgunun meydana gelmesi için gerekli olan
rini veya kavramsal alt unsurlarını felsefi yöntemlerle diğer olgu veya olgular. Eğer B olgusu A olgusunun ge-
gösterme işlevi. rek koşulu ise, A’nın gerçekleşmesi için B’den başka ko-
şullara gerek olabilir. Bir koşulun gerekli olması onun
D yeterli olduğunu göstermez; yalnızca B gerçekleşmeden
Deneyimcilik: Bilginin tek kaynağının duyu verileri ve algılar A’nın gerçekleşemeyeceğini gösterir.
olduğunu savlayan epistemolojik görüş. Usçuluğun tersi. Gerekçelendirme: Bir önermeyi kanıtlarla destekleme ve
Dışsalcılık: Bir öznenin inandığı belli bir önermenin gerek- böylece doğruluk olasılığını yükseltme ya da inandırı-
çeli konuma gelmesi veya bilgi niteliği kazanması için, cılığını artırma işlevi.
önermeyi gerekçelendiren olgulara o öznenin bilgisel Gereksizlik kuramı (Fazlalık kuramı, Taşırılık kuramı):
erişiminin olmasının gerekmediğini savlayan epistemo- “Doğru” nitelemesinin bir önermenin anlamına herhan-
lojik görüş. Bu görüşe göre, önermeleri gerekçelendiren gi bir katkısı olmadığını savlayan görüş.
olgular öznenin zihinselliği veya bilgi kapsamı dışında
olabilir. İçselciliğin tersi.
262 Epistemoloji
Olumsallık: Metafizikte, zorunlu olma hâlinin tersi. Temelcilik: Çıkarımsal bir önermenin gerekçeli veya doğru
Ontoloji (Varlıkbilim, Varlık kuramı): Metafiziğin özellik- olması için o önermenin nihayetinde temel bazı öner-
le varlık konusuyla ilgilenen dalı. melere dayanması gerektiğini ve temel önermelerin
Öncül: Mantıksal bir çıkarımda, hareket noktası olarak alı- gerekçelendirmelerini doğrudan deneyimden aldığını
nan veya kabul edilen önerme. savlayan epistemolojik görüş. Bağdaşımcılığın en önde
Önerme: İddia taşıyan bir cümlenin veya inancın içeriğinde gelen felsefi rakibi.
barınan düşünce veya fikir. Temsil: Felsefede, öznel veya simgesel bir unsurun nesnel
Öz: Metafizikte, bir şeyi tanımlayan, ona nesnel kimliğini gerçekliğin bir parçasına veya unsuruna soyut bir şekil-
kazandıran temel ontolojik nitelik veya unsur. de karşılık gelmesi, onunla benzeşmesi, örtüşmesi veya
Öznel: Nesneden ziyade özneye ve öznenin durumlarına ait onu ifade etmesi.
olan. Temsilcilik: Epistemolojik ve ontolojik bağlamlarda, temsil
olgusu üzerinde yoğunlaşan ve temsilin önemini ön pla-
P na çıkaran görüş. Algı felsefesi özelinde, doğrudan nes-
Paradigma: normatif açıklama getiren, araştırmaya ışık tu- neleri değil zihinsel durumlarımızı deneyimlediğimizi
tan veya örnek oluşturan sistematik yapı ya da model. ve zihinsel durumlarımızın gerçekliği temsil ettiğini
Post-modern: Modern Çağın ardından özellikle son 150 savlayan akım.
yılda ön plana çıkmış olan, modern düşüncenin akılcılık Tikel: Genel kavramlara değil tek tek nesnelere ait olan.
ve evrensellikle ilgili varsayımlarına karşı bir duruş ser- Töz (Cevher): Varlığı başka bir şeye bağlı olmayan, bağım-
gileyen çağdaş entelektüel yaklaşım. sız var olabilen ontolojik birim veya unsur.
Pragmacılık (Eylemcilik): Felsefi sorunlarla uğraşırken Tutarlılık: Mantıkta, önermelerin birbirleri ile çelişki gös-
insanların faydalarının ve ilgilerinin göz önünde bulun- termemesi durumu.
durulması gerektiğini savlayan A.B.D. kökenli düşünsel Tümdengelim: Mantıkta, öncüllerden sonucun kesin bir
akım. şekilde çıkmasını amaçlayan argüman türü.
Tümel: Tek tek nesnelere değil genelliğe veya, dar bir an-
S-Ş lamda, kavramlara ait olan.
Sentetik cümle: Yükleminin taşıdığı bilgi cümlenin özne- Tümevarım: Mantıkta, öncüllerden sonucun kesin bir şe-
sinde içerilmeyen ve bu yüzden yeni deneyimsel bilgi kilde çıkmadığı, öncüllerin sonucun olasılığını belli bir
veren cümle. oranda yükseltmesinin amaçlandığı argüman türü.
Sorunsal (Problematik): Çözümü belli olmayan kritik so-
run veya araştırma konusu. U
Söylem: Konuşma veya söyleme eylemi. Söylenenlerin alanı. Usçuluk: Bilginin tek kaynağının duyu verileri ve algılar
Substratum: Locke’ın felsefesinde, bilinebilecek nitelikle- olmadığını, insanın sahip olduğu zihinsel kapasitelerin
ri barındıran ancak kendisi bilgi konusu olmadığı için veya doğuştan gelen bilgilerin de bir kaynak oluştur-
varlığı ancak varsayılabilecek ontolojik temel veya töz. duğunu savlayan epistemolojik görüş. Deneyimciliğin
Şüphecilik: İnsan bilgisinin olanaklılığından veya güveni- tersi.
lirliğinden şüphe duyma yaklaşımında bulunan episte-
molojik görüş. Y
Yeter koşul: Bir olgunun meydana gelmesi için yeterli olan
T olgu veya olgular. Eğer B olgusu A olgusunun yeter ko-
Tabula rasa: Latince “boş levha”. Locke’ın deneyimci felsefe- şulu ise, tek başına B’nin gerçekleşmesi A’nın gerçekleş-
si kapsamında, insan zihninin doğuştan beyaz bir kağıt mesini sağlar. Ancak A’nın gerçekleşmesinin C gibi baş-
gibi boş olduğunu ifade etmek için kullanılır. ka yeter koşulları da olabilir. Bir koşulun yeterli olması
Teleolojik: Amaca, hedefe yönelik. onun gerekli olduğunu göstermez.
Telos: “Amaç”, “hedef ”, “erek” kavramlarına karşılık gelen
Yunanca kelime.