You are on page 1of 199

ŞEMSEDDİN SAMİ

TAAŞŞUK-U T A L A T VE FİTNAT

HAZIRLATAN
KEMAL BEK

TÜRKÇE REDAKSİYON
FİLİZ G Ö V E R

TASHİH
ESEN GÜRAY

© B O R D O SİYAH KLASİK YAYINLAR


BASKI, İSTANBUL 2004 NİSAN

DİZİ T A S A R I M I
KOORDİNASYON
H. HÜSEYİN ARIKAN

DÜNYA KLASİKLERİ EDİTÖRÜ


VEYSEL ATAYMAN

TÜRK KLASİKLERİ EDİTÖRÜ


KEMAL BEK

ISBN
975-8688-17-0

T R E N D YAYIN B A S I M D A Ğ I T I M
REKLAM ORGANİZASYON
SAN. TİC. LTD. ŞTİ.
MRK.
MERKEZ EFENDİ MAH.
DAVUTPAŞA CD.
İ P E K İŞ M E R K E Z İ 6/3 9-22-23
TOPKAPI/İSTANBUL
ŞB.
C A F E R A Ğ A MAHALLESİ
M Ü H Ü R D A R CADDESİ N O : 60/5
81300 K A D I K Ö Y / İ S T A N B U L
T E L : (0216) 348 98 03 Pbx
F A K S : (0216) 349 93 45

H U K U K SERVİSİ
T E L : (0216) 348 99 18
ŞEMSEDDÎN SAMİ

TAAŞŞUK-U TAL'AT VE FİTNAT

HAZIRLAYAN: KEMAL BEK

Alamut
Çizgiliforum.com

B O R D O — ^ S İ Y A H

R O M A N
ŞEMSEDDİN SAMİ

Tanzimat yazarlarından Şemseddin Sami,


1850'de, o zamanlar Osmanlı sınırları içinde bulu­
nan Yanya'daki Fraşer beldesinde doğdu. Bu ne­
denle Şemseddin Sami Fraşeri (Fraşerli) diye de
anılır. Babası bir tımar beyi olan Hâlid Bey'dir. İlk
öğrenimini özel olarak alan Şemseddin Sami, baba­
sıyla annesi öldükten sonra kendisini yetiştiren
büyük ağabeyi Abdül Bey'le birlikte Yanya'ya göç­
tü. Burada, en iyi okullardan biri olan Zosimées
Rum Jimnazı'nı (lise) 1868'de bitirdi. Okulda Rum­
ca, Fransızca, eski Yunanca ve İtalyanca'yı öğren­
di; özel öğretmenlerden ders alarak Fransızcasını
da ilerletti.

Mezun olduktan sonra, Yanya'da Mektûbî Kale-


mi'de bir süre çalışü; daha sonra, 1871'de İstan­
bul'a taşınarak Matbuat Kalemi'ne memur oldu.
Bir süre Ebüzziya Tevfik'in çıkardığı Sîrâc (Işık)
dergisinde çalıştı; 1873'te Hadıka (Bahçe) gazetesi­
nin yazı işleri yönetmenliğini üstlendi. Hadîka'mn
kapatılmasından sonra yeniden kalemdeki görevi­
ne döndü. Trablusgarp'ta sekiz yıldır çıkmakta
olan Vilâyet gazetesi için yönetici ve yazar gerekli
olunca, Matbuat İdaresi kendisini buraya atadı;
1874'te geldiği Trablusgarp'ta dokuz ay kalan Şem­
seddin Sami, İstanbul'a döndükten sonra bir süre
çeşitli gazetelerde görev aldı. Bunların arasında yö­
nettiği Sabah gazetesi, önemli bir yayın organıdır.

-5-
1877'de Cezâyir-i Bahr-i Sefîd (Akdeniz [burada
Ege anlamındadır) Adaları) valiliğine atanan Sava
Paşa'nın mühürdarlığı görevine getirilerek yeniden
memurluğa döndü; Sava Paşa'yla birlikte Rodos'a
gitti. Beş ay sonra başlayan Rus savaşı nedeniyle
kurulan Sevkiyyât-ı Askeriyye (Asker Alma) Komis­
yonunda başkâtiplik görevine getirildi. Aynı yıl Ter-
cemân-ı Şark gazetesinde yazarlık yaptı. Gazete ka­
panınca, kendi kitaplarını da basan ünlü yayımcı
Mihran için "cep kütüphanesi" dizisinde yayımla­
nan küçük kitaplar hazırladı.

1879'da Arnavutları toplumsal ve kültürel ba­


kımdan kalkındırmak amacıyla kurulan Cem'iy-
yet-i Arnavudiyye'ye (Arnavut Derneği) üye oldu.
Aile ve Hafta dergilerini çıkardı. 1881'de, Mâbe-
yin'de kurulan Teftîş-i Askeri (Askeri Denetleme)
Komisyonu kâtipliği görevine atandı; ölene dek bu
görevini sürdürdü.
1884'te Emine Veliye Hanım'la evlendi; bu evli­
likten dört çocuğu oldu (çocuklarından biri, ünlü
spor adamı Ali Sami Yen'dir). Pâdişâh II. Abdülha-
mid'in baskıcı yönetiminin şiddetlendiği sırada gö­
revine son verilmemekle birlikte Saray tarafından
evinde "ikamete memur" (evinden çıkmama ve kim­
seyle görüşmeme) edildi. 1893'te karısı ölünce, da­
ha önce ölmüş bulunan ağabeyi Abdul Bey'in dul
eşi Belkıs Hanım'la evlendi; bu evlilikten de bir oğ­
lu oldu. Bu sırada siyatik hastalığına yakalandı.
Son yıllarını, yapıtları üzerinde çalışarak geçirdi.
Bu yapıtlar arasında en önemlileri, Türk dilinin en
önemli eski yapıtlarından sayılan Kutadgu Billg, Or­
hun Anıtları ve Et-Tuhfet-üz-Zektyye adlı sözlüktür;
ancak bunlar (belki de tamamlanamadıkları için)
basümamıştır.

Şemseddin Sami, 17 Haziran 1904'te öldü,


Erenköy mezarlığına gömüldü; 1968'de kemikleri
-6-
buradan alınarak Feriköy mezarlığındaki aile kab­
ristanına taşındı.1

Sanatı
Şemseddin Sami, sözlükçülüğü ve ansiklopedi-
ciliği, çevirileri, oyunları ve gazeteciliğiyle tanınır.
Onun tek romanı olan Taaşşuk-u Talat ve Fitnat
(Talât ve Fitnat'ın Aşkı), yazınımızda Batılı yöntem­
le yazılmış ilk roman sayılır.
Şemseddin Sami'nin dil ve ansiklopedi konu­
sundaki merakı, Zosimées Rum Jimnazı'ndaki öğ­
renimi sırasında başlamış olmalıdır. Küçük yaşta
Rumca, Fransızca, eski Yunanca, İtalyanca ve
Fransızca öğrenmesi, hem dil öğrenme yeteneğine,
hem merakına, hem de yetiştiği çevrenin toplumsal
ve kültürel yapışma bağlıdır. Bunda Osmanlı top­
lumunun Batı'ya yöneldiği, Batı kültürünün en
azından aydınlar arasmda yaygınlaştığı bir dönem­
de yaşamasmın da etkisi vardır. Şemseddin Sa­
mi'nin, Kaamûs-u Türkî (Türkçe Sözlük), Kaamüs-u
Fransevi (Fransızca'dan Türkçe'ye sözlük), Kaa­
mûs-u Fransevî (Türkçe'den Fransızca'ya sözlük) ve
Kaamûs-ül-A'lâm (Dünya tarihi ve coğrafyası ansik­
lopedisi) günümüzde bile değerlerini koruyan, hâlâ
yararlanılan oylumlu yapıtlardır. Sözlük yazınıma,
noktalamasına ve kısaltmalarına yeni ve çağdaş
yöntemler getirerek günümüzdeki sözlükçülüğün
temellerini atmış olduğu da söylenebilir.

1901'de iki cilt olarak yayımlanan Kaamûs-u


Tûrki, Osmanlıca'daki tüm sözcükleri kapsamakta­
dır ve günümüz sözlük yazımında da en önemli
kaynaklardan biridir. Şemseddin Sami, sözlüğün
"İJâde-i Meram" başlıklı önsözünde "sözlüğün bir

1 Şemseddin Sami'nin yaşamöyküsü konusunda Agah


S u n L e v e n d i n Şemseddin Sami adlı yapıtından yararla­
nılmıştır. T ü r k Dil Kurumu Yayınlan. Ankara, 1969.

-7-
ulusun hazinesi" olduğunu, "sözcüklerin bir takım
kurallara bağlı" bulunduğunu, dilbilgisi kuralları­
na göre işleyerek dili oluşturduklarını söyledikten
sonra, "Sözlüğü ve dilbilgisi kuralları yazılı olma­
yan bir dil, hiç bir zaman yazınsal dil olamaz; çün­
kü bu iki kitap, yazın'ın esasıdır. Yazın binası an­
cak bunlar üzerine inşâ edilebilir. Dilin yozlaşma­
sına karşı bir sed yerini tutacak da bu iki kitaptır.
Mükemmel bir sözlüğü olmayan dil, doğal serveti
demek olan sözcüklerini günden güne yitirerek,
kendi sermayesiyle bir şey ifâde edemeyecek dere­
cede dar olur ve doğru dürüst bir dilbilgisi kitabı
olmayan dil, doğru söylemeyi sağlayamayıp gittikçe
yanlış söylenir ve sonunda büsbütün yanlış bir dil
durumunu alır. (...) Biz ki bin yıldan beri yazılı ve
yazınsallaşmış bir dilimiz vardır, bu kadar süre
içinde ne dilimizin sözcüklerini toplayıp mükem­
mel bir sözlük, ne de kurallarını hakkıyla bir araya
getirip düzenli bir dilbilgisi kitabı yazmışızdır. (...)
Aslında epey geniş ve zengin olan Türkçemiz çoğu
sözcüklerini yitirmiş, Arapça ve Farsça'dan sözcük­
lere başvurmadıkça bir şeyi ifâde edemeyecek ka­
dar dar ve sözcüklerin kökleri ve türevleri belli ol­
mayacak biçimde sıradan halkın söyleyişine
uymayan yanlış bir dil hâlini almıştır," demektedir.
Bu sözler, yüzyıllar içinde ulusal kimliğinden uzak­
laşarak "Osmanlıcalaşan" ve "yanlış bir dil"e dönü­
şen Türkçe'nin serüvenini pek güzel anlatmakta ve
daha soma uluslaşmanın kuramcısı Ziya Gökalp
başta olmak üzere Millî Edebiyat dönemi sanatçıla­
rına "camisinde Türkçe ezan okunan" bir ülke öz­
lemini duyurarak o yol göstermektedir.

Şemseddin Sami'nin, sözlüğün önsözünde da­


ha soma Türklerin Orta Asya'daki ve dünya üze­
rindeki dağılımıyla Türk dilinin kökeni konusunda
verdiği bilgiler, dönemin aydınlan için çok yeni, da-
-8-
hası şaşırtıcıdır. Şemseddin Sami'ye göre, dilimize
"lisân-ı Osmânî" denilmesi yanlıştır; ulusumuzun
adı Türk'tür ve "Bu ad bağlı olmakla övünülecek
bir büyük milletin adıdır (...) Nice Arapça ve Farsça
sözcükler içermesine karşın, bu kitabın "Kaamûs-u
Tûrkî" (Türkçe Sözlük) adıyla adlandırılmasına bel­
ki itiraz edenler bulunur. Ancak, dilimiz Türk dili­
dir. Bu dille ilgili sözlüğe de daha başka ad düşün­
mek saçmadır."

Ona göre, "Yazın'ın yaratıcı ve güzel yapıtlar


vermesi de dilin düzeltilmesine, yabancı etkilerden,
özellikle Arap ve Fars etkilerinden kurtulmaya bağ­
lıdır." Dilimizin Türkçe olduğunu ilk kez ileri süren
odur ve bu tutumuyla Süleyman Paşa, Ali Suâvi gi­
bi öncü Türkçülerle birlikte Millî Edebiyat dönemi­
ni başlatacak olan Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin gi­
bi Türkçülere zemin hazırlayanlardan ve yol göste­
renlerden biridir; bu konuda, "Dilimiz güzel dildir.
Söylediğimiz gibi yazsak ve o söyleyiş ve kuralları
içinde dilin iyileştirilmesine çalışsak dilin güzelliği­
ne uygun olan yetkin bir yazma sahip olacağımıza
şüphe yoktur," demektedir. Bu sözlerinden anlaşıl­
dığına göre, Şemseddin Sami ulusal yazın'ın ancak
ulusal dille yaratılabileceği kanısındadır ki Millî
Edebiyatçılar'ın işe dilden başlamaları da onun yo­
lunda yürüdüklerini göstermektedir.

Şemseddin Sami, Usûl-i Tenkit ve Tertîb kitabın­


da, yazınımızda ilk kez noktalama imlerini derli top­
lu bir araya getirip açıklamış; dil çalışmalarının ya­
rn sıra, Osmanlı toplumunun yeni tanıştığı tiyatro
konusunda da, yazdığı başarılı sayılabilecek üç oyu­
nuyla toplumu eğitmek istemiştir. Şemseddin Sa­
mi'nin Victor Hugo'dan Sefiller, Frederic Soulié'den
Seytan'ın Yadigârları, Daniel Defoe'dan Robinson gi­
bi roman çevirileri ve hemen her konuda düşünce­
lerini belirttiği makaleleri de vardır.
-9-
Yapıtlarının toplamı düşünüldüğünde, Şem-
seddin Sami'nin de Ahmed Mithat Efendi gibi top­
lumun "öğretmeni" olmayı amaçladığı söylenebilir.

Başlıca yapıtları:
Roman: Taaşşuk-u Tal'at ve Fitnat, 1873).
Oyun: Besä yâhud Ahde Vefa (Besâ ya da Yemine
Bağlılık, 1876); Şeydi Yahya (1876); Gave (1877).
Sözlük ve Ansiklopedi: Kaamûs-u Fransevi (Fran-
sızca-Türkçe Sözlük, 1883); Kaamûs-u Fransevi
(Türkçe'den Fransızca'ya Sözlük, 1886); Tasrifât-ı
Arabiye (Arapça Fiil Çekimleri, 1888); Kaamûs-ül
A'lâm (Dünya Tarihi ve Coğrafyası Ansiklopedisi,
altı cilt, 1890-1896); Kaamûs-u Arabi (Arapça Söz­
lük, "Cenbün" maddesine kadar yazılmıştır, 1897);
Kaamûs-u Türki (Türkçe Sözlük, iki cilt, 1901). Çe­
şitli: Medeniyeti İslâmiye (1880); Esârîr (Mitologya,
1880); Kadınlar (1880); Gök (1880); Yer (1880); İn­
san (1880); Emsal (Bilgece Fıkralar. 1880); Letâif
(Hikmetli ve İbretli Fıkralar, 1884); Arnavutça Gra­
mer (Bükreş'te yayınlanmıştır, 1886); Yine İnsan
(1887); Lisan (Dil Konusunda Genel Bilgiler, 1887);
Usûl-ü Tenkit ve Tertib (Noktalama İmleri ve Örnek­
ler, 1887); Yeni Usûl Elifbâ-yı Türki (Yeni Yöntemle
Türk Alfabesi, 1892); Neu Usûl Sarf-ı Türki (Yeni
Yöntemle Türk Dilbilgisi, 1892); Arnavut Alfabesi
(Bükreş'te yayınlanmıştır, 1900).

TAAŞŞUK-U TAL'AT VE FİTNATTAN ÖNCE


ANLATI TÜRÜ
Taaşşuk-u Tal'at ve Fünatm, Türk yazınında
Batılı yöntemle yazılmış ilk roman olduğu kabul edi­
lir. Ancak elbet de bu, daha önceki dönemde yazını­
mızda anlatı türünün olmadığı anlamına gelmez.
Yazınımızda zengin bir anlatı geleneğinin bu­
lunduğu bir gerçektir. Sözgelimi. "Dede Korkut Ki­
lo-
tabında bulunan on iki öykü, olağanüstü olaylar,
abartmalar ve öteki destan özelliklerini içermekle
birlikte, bir anlatı (yani öyküleme) türü olan des­
tandan öyküye geçişin ilk örnekleri sayılabilir. (...)
Düzsözle ve şiir biçiminde olan halk öykülerinin
yanı sıra, çoğunlukla düzsözün araşma şiir kanşü-
nlarak söylenenleri de vardı. Halk öyküleri, konu
olarak ya Divan yazmı mesnevilerinde de kullanı­
lan ülküselleştirilmiş kişilerin ya da din ulularının
destanlaşmış yaşamlarını işlerdi. Okuma yazma­
nın yaygın olmadığı dönemde, sözlü halk öyküsü
geleneği, halkın anlatı (bu günkü anlamda roman
ve öykü) gereksinmesini karşılıyordu. Ozan adı ve­
rilen halk şairlerinin anlattığı bu öyküler Kerem ile
Aslı, Töhir ile Zühre, Arzu ile Kamber, Âşık Garip,
Elif ile Mahmud, Asuman ile Zeycân gibi aşk öykü­
leri; Köroğlu, Şah İsmail, Celâli Bey, Battal Gazi,
Kan Kalesi, Hayber Kalesi gibi dinsel motiflerle ka­
rışmış kahramanlık öyküleridir. Halk öykülerinin
sözlü geleneğine koşut olarak, meddah adı verilen
ve bir kişinin taklitlerle anlattığı meddah öyküsü
geleneği de, sözlü öykü geleneğinin bir başka kolu
sayılabilir.

Divan yazınında genel olarak aşk konusunu iş­


leyen mesneviler de eski anlatı geleneğinin yazılı bö­
lümünü oluşturur. Dindışı mesnevilerde, birbirini
seven, birleşme yolunda acılar çeken ve sonunda
ayrılmak zorunda kalarak çektikleri acılar, üzüntü­
ler vb. nedenlerle ölen kahramanların aşkları anla­
tılırdı. Tasavvufçu mesnevilerdeyse, görünüşte gene
bir aşk öyküsü anlatılır; ama bu, Tann'yı arayan
âşığın duyduğu tanrısal aşkı, bir başka deyişle yü­
celtilmiş aşkı simgelerdi. Fuzüli'nin Leylâ ile Mec­
nun, Şeyh Gâlib'in Hüsnü Aşk mesnevileri bu iki tü­
re örnek olarak gösterilebilir.
Doğallıkla gerek sözlü Halk ve Meddah öyküle-
-11-
rini, gerekse Divan yazınının mesnevilerini, günü­
müzdeki anlamda birer anlatı saymak olanaksız­
dır. Çünkü bunların kahramanları kalıplaşmıştır,
yaşamda karşılıkları yoktur. Olağandışı motiflere,
abartmalara yer verirler; olayların gelişimini değiş­
meyen şemalara uyarak anlatırlar. Konuda ve bi­
çimde özgünlük değil, gelenek önemlidir.
Aziz Efendi'nin 1796-1797 yıllarında yazdığı
Muhayyelât (Hayâl Edilenler) adlı yapıtı konu, dil
ve anlatım bakımlarından Binbir Gece Masalla-
n'ndaki Doğu geleneğini sürdürmekle birlikte, XVI-
II. yüzyılın İstanbul yaşamından gerçekçi sayılabi­
lecek gözlemlere yer vererek gelenekten ayrılan ilk
yapıttır. Tanzimat döneminde, Taaşşuk-u Tal'at ve
Fitnatla aynı tarihlerde yayımlanmış olan, Ahmed
Mithat Efendi'nin Kıssadan Hisse'si ve Letâif-i Ri-
vâyâtı (Söylenen Hoş Şeyler, 1870-1895), Emin Ni­
hat'ın Müsâmerernâme'si (Gece Toplantıları Kitabı,
1872) anlatı türü örnekleri olarak sayılabilir."'

TAAŞŞUK-U TAL'AT VE FİTNAT


Taaşşuk-u Tal'at ve Fitnat, Şemseddin Sami'nin
henüz 22 yaşında yazarak yazın yaşamına başladı­
ğı yapıtıdır. Yazarın İstanbul'a geldikten ve Matbu­
at Kalemi'nde memur olarak göreve başladıktan
hemen sonra yazıp yayımladığı bu yapıt, eski gele­
neğin kimi kalıplarını sürdürmekle birlikte, yazını­
mızda anlatı (roman) türünün ilk ömeği olarak ka­
bul edilmektedir.
Yapıtta, roman öğeleri bakımından, hem o sıra­
larda bol miktarda çevrilen Coşumcu (Romantik)
romanların hem de halkın ve aydınların alışık ol-

1 K e m a l Bek, Gelişim Hachette Alfabetik Genel Kültür An­


siklopedisi, Gelişim Yayınlan, İstanbul; "Öykü" madde­
sinin içindeki "Türkiye de Öykü" (c. 8) ve " R o m a n " mad­
desinin içindeki "Türkiye'de Roman" (c. 9) bölümleri.

-12-
duğu mesnevilerle halk hikâyelerinin konu ve bi­
çimsel kalıpları kullanılır.
Yapıtın konusu oldukça dolantılı (entrikalı) bir
gelişim çizgisi gösterir: 18 yaşında yetim bir çocuk
olan Tal'at Bey, yine bir yaşındayken öksüz kalan,
babasını tanımayan bir kız olan Fitnat'a ilk görüş­
te âşık olur. Ancak kızı sokağa bile çıkarmayan tu­
tucu bir adam olan babalığı tütüncü Hacıbaba ak­
si, dediğim dedik bir adamdır ve üvey kızma kendi
ölçütlerine göre bir koca bulmak istemektedir. Bu­
nun üzerine Tal'at Bey, kız kılığına girerek Fitnat'la
arkadaş olur. Ancak Hacıbaba, kızıyla evlenmek is­
teyen zengin Ali Bey'in önerisini kabul eder. Ali Bey
kızın babası yaşındadır. Bu evliliğe karşı çıkan kı­
zı, kandırarak Ali Bey'in evine getirirler. Ali Bey'in
kendisine dokunmasına razı olmayan Fitnat,
Tal'at'la birleşememenin acısıyla intihar eder. Eve
kız kılığında gelmiş Tal'at da sevgilisinin cansız be­
denini görünce düşüp ölür. Annesinin kızma yazdı­
ğı muska biçimindeki mektubu okuyan Ali Bey,
gerçekte Fitnat'ın yıllar önce gebe olduğunu bilme­
den boşadığı karısından doğan kızı olduğunu öğre­
nince çıldırır ve altı ay soma o da ölür. Yazar, ro­
manının başında (4-9. bölümler), Fitnat'm annesi
Sâliha Hanım'ın başından geçen aşkın, evliliğinin
ve boşanmasının öyküsünü ayrıntılı biçimde anla­
tarak, romanın sonundaki "kocanın" "baba" çıkma­
sı konusunda ipucu vermiştir.

Özetten de anlaşılacağı gibi Taaşşuk-u Tal'at ve


Fitnat, birbirini seven gençlerin evlenmelerine engel
olunmasının, evlenecek kimselerin yaş ve deneyim
bakımından birbirlerinin dengi olmamasının acı so­
nuçlar doğuracağım anlatarak ibret dersi vermeyi
amaçlayan bir yapıttır. Gençlerin ilk görüşte birbir­
lerine âşık olmaları; ortaya aynı kızı seven bir üçün­
cü kişinin çıkması; aşkın bir takım engellerle karşı-
-13-
laşması ve birleşmelerinin olanaksızlaşması; erke­
ğin kız kılığına girerek sevgilisiyle bağlantı kurması;
yıllarca saklanan sır; kızın kocasının aslında baba­
sı olduğunun öğrenilmesi; anlatının sonunda ana
kahramanların ölüşü gibi motifler hem eski halk
anlatılanyla mesnevilerin hem de Coşumcu roma­
nın ortak motiflerinden sayılır.

Ayıca bu motiflere, yazarın bir ibret dersi ver­


mek istemesi; yazarın kişiliğini gizlemeyerek okur­
lara bilgi vermek üzere araya girmesi, kendi dü­
şünce ve yorumlarını anlatının araşma katması
{Cevdet Kudret'in deyişiyle, yazar yapıtını "Daha
önce Ahmed Mithat'ta gördüğümüz üzere, okuyu­
cularla konuşa konuşa yürütmüş; okuyucuları
sanki okuyucu gibi değil de, meddah hikâyesi din­
leyen kişiler gibi almıştır");' kahramanlarına karşı
yansız olmayışı ve kendisini olayın akışına kaptıra­
rak duygularını belli etmesi; olayı anlatırken za­
man zaman konu dışına çıkması vb. de eklenebilir.

Yapıtın kahramanları olan Tal'at, Fitnat ve Ali


Bey, Coşumcu anlatılara uygun olarak tek boyutlu
anlatılmışlardır. Bir başka deyişle, özyapılan olay­
ların akışıyla ve etkisiyle değişmez; dolayısıyla tra­
jik çatışma da yaşamazlar. Yazarın amacı da zaten
kişilerinin yaşam karşısındaki tavırlarım anlatmak
değil, okura roman yoluyla bir ibret dersi vermek­
tir.
Romanın gelenekten asıl ayrılan yönü, anlatı
dilidir. Yazar anlatım bakımından yalın, süssüz.
doğrudan bir anlatımı yeğlemiştir. Bununla birlik­
te, yazarın yabancı sözcüklere karşı olsa da çok sa­
yıda Arapça ve Farsça sözcük kullanmaktan kaçı-
namaması, belki de sonraki yıllarda belirginleşecek
olan "arı Türkçe" görüşüne ulaşmasına da yardım-

1 Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, C.


1. Varlık Yayınlan. İstanbul. 1965. s. 69-71.

-14-
cı olmuştur denebilir. Yazarın, kitabın sonuna koy­
duğu notta, "İşbu kitapta Türkçe sözcüklerin bili­
nen yazımlarına çok uyulmayıp, bir dereceye ka­
dar, söylenişlerine ve kimi Arapça sözcüklerin da­
hi, halktan kimselerin ağzından çıktığına göre ya­
zılmış oldukları hatırlatılır," demesi de, bu sözcük­
lerin ancak halkın konuşmasındaki biçimlerinin
Türkçe olduğunu kabul ettiğini göstermektedir.

Not: Taaşşuk-u Tal'at ve Fttnafm dilini g ü n ü m ü z dili­


ne uyarlamak zorunda kaldık; çünkü, Osmanlıca'yla yazıl­
mış olan bu romanı anlamak, Osmanlıca biliniyorlarsa,
g ü n ü m ü z okurlan, hele öğrenciler için olanaksızdı. Bu ko­
nuda şu y ö n t e m i kullandık: Y a z a n n anlatanı olan bölüm­
lerde Osmanlıca sözcükleri, sözlük anlamlarıyla değil
cümle içindeki bağlamlarını gözeterek g ü n ü m ü z sözcükle­
riyle değiştirdik. Yazarın cümle yapışma ve anlatımına pek
dokunmadık. Yalnız yazar, romanının b ü t ü n ü n e yalanın­
da "şimdiki" ve "görülen geçmiş ( d i l i geçmiş)" z a m a n l a n n
yerine "geniş z a m a n " kipini kullanmış; z a m a n tutarlılığım
sağlamak amacıyla bu kipleri görülen geçmiş z a m a n a dö­
nüştürdük. Karşılıklı konuşmaları ve mektup metinlerini,
dönemi canlandırdığından olduğu gibi bıraktık; Osmanlıca
cümle ve sözcüklerin Türkçeleriniyse dipnot biçiminde,
sayfa altında verdik. Metinde ( ) içinde düz olarak verilen
az sayıda sözcükse, anlamı daha belirginleştirmek için ko­
nulmuştur. Metindeki alaturka saaüeri çağdaş saatlere
(aşağı yukarı) çevirmek için altı sayısı eklenmelidir.

-15-
TAAŞŞUK-U TAL'AT VE FİTNAT

Alamut
Çizgiliforum.com
•I*

Sözbaşı

Aksaray'da ufacık bir oda. Tantanalı değil,


ancak pek temiz döşenmiş bir odada, yüzün­
de bir güzelliğin yıkımları görünen, elli elli
beş yaş(lar)ında bir kadın, minder üstüne
oturmuş bir şey dikiyordu. Gözü dikişte, eli
iğnede, ama zihni başka yerde olup bir şey
düşünüyor; düşündükçe mahzun ve üzgün
olur gibi görünüyordu.
Zavallı yaşlı insanlar, geçmiş şeyleri hatır­
larına getirdikçe mahzun olurlar. Çünkü,
ömürlerinde geçirmiş oldukları sevinçli gün­
lerini andıkları vakitte, o günlerin bir daha
geri dönmeyeceğine yazıklanırlar ve çekmiş
oldukları üzüntüleri hatırladıklarında, gönül­
lerinin yaralan tazelenir.
Bu kadının karşısında on sekiz on dokuz
yaş(lar)ında, yüzünde hâlâ tüy tüs yok, pek
güzel, gecelik giysilerini giyinmiş bir genç
oturmuş, başım eline dayamış ve yastığın
üzerine bir kitap açmış, fakat gözlerini kitaba
değil, karşısındaki duvara dikip derin derin
düşünmeye varmış ve hayran hayran baka-
kalmıştı. Minderin karşısında bir sandalye
üzerinde, ne yaşta olduğunu fark edemem,
-19-
1
ancak yaşlıca görünür bir arap kan otur­
muş, yüzünü iki eline ve dirseklerini dizlerine
dayamış; büyük bir şaşkınlıkla gözlerini ka­
dından oğlana ve oğlandan kadına gezdiriyor­
du.
Kadın, arabın bu türlü bakışını yan gözle
gördüğü gibi, başını kaldırdı; arap ise renk
vermemek için gözlerini kapıya doğru çevirdi,
tavana doğru kaldırmaya, kısacası kadınm ve
oğlanın yüzüne bakmamaya mecbur oldu.
Kadın o vakit yüzünü gence çevirip, öyle dal­
mış olduğunu gördüğü gibi:

— Oğlum Tal'at, ne oldu sana bu gün?


Her zamanki gibi, okuduğun şeylerden bize
bir şey söylesene. Baksana, dadı onun için
bekliyor. Hem de dadı çok merak etti o hikâ­
yenin sonunu dinlemeye... İşte bir saat var
ki, bir sana bakıyor ki başlayasın, bir bana
bakıyor ki sana söyleyeyim. Ancak, kendisi
söylemeye utanıyor, dedi.
Dadı, sandalye üstünde kımıldanarak:
— Ha, ha, buyuk hanim eyi söyler, ben
şok ister o hikâye dinlamak. Şok güzel hikâ­
ye... amma bakar kı, hanim dikmağa dalmış,
2
bey duşunmağa varmış; ben de sukut eder
durur. Kuşluk işün hazır yemak var. Ahşama
yabacak, amma vakit var bende... diyerek,
sözü uzattı.
Tal'at Bey, arabın anlamsız sözlerini din­
lemeyip:
— Ah anneciğim, bilmem ne oldum, bu
gün keyfim yok, dedi.

1 Zenci.
2 Susar.

-20-
— Allah'a emânet, oğlum nen var?
— Bir baş ağrısı, bir sersemlik, bir...
— Vah vah... Oğlum, hastalık şakaya gel­
mez, kendini bir hekime göstermelisin.
— Aman buyuk hanim, bu hakımlar! Baş
agrisi hakim eyi yabmaz, okutmali ha? Baş
eyi' olmak ister, baş agrisi gitmak ister, okut­
mali, ha ne ya hanim. Gaşan 2 sene bana na-
sil sitma galdi! U ş 1 ay sitma... Hakim galur gi-
dar, hab 4 verir, hem ne hab! Zehir! Şok 5 defa
boğazıma galdi. İlâhi yârabbi! Ne şakdi 6 ben o
hab ile... Hab adamı eyi eder mi? Hab sitma-
ya ne yabar? Sonra, Allah razı olsun, bizim
abla galdi, beni gordi, tanimadi; o kadar ben
zaîf oldi. Benim boyun ip gibi oldi... Abla ai­
di habi, attı pencereden... Beni aidi, Koca-
mustafabaşa'ya goturdi. Orada bir herif var,
amma onun nefesi menşur! 8 Heb İstanbul
ona gider. A m m a sitma, yalniz sitma eyi eder
o. Baş agrisine, başka şeye karişmaz. Beni
okudi, bağladı... İşte bag hâlâ kolumda duru­
yor. Hiş o vakıttan beru ben sitma görmedi.

— Aa, dadı! O şeylere sen ben inanırız,


şimdiki gençler inanmaz; boşuna yorulma.
— Aa! Ona kim 9 inanmaz? O her kımı 1 0
okudiysa eyi etti. O, kıtabla, heb kıtabla, kı-

ı İyi.
2 Geçen.
3 Üç.
4 Hap.
5 Çok.
6 Çekti.
7 Zayıf.
8 Okuyup üflemesi meşhur; ünlü.
9 Kim.
10 Kimi.

-21-
1
tabdan okumuş; amma nefesi de var. Haa,
herkes okur, amma nefes başka şey...
Dadı nefesle ilgili ne kadar söylese doymu­
yordu. Ancak ko 2 söylesin! Sâliha Hanım, bu
türlü inanca çok önem vermediğinden, ara-
bm yukardaki yanıtı verdikten sonra, ne o ve
ne Tal'at Bey, dadının laklakıyatına 3 kulak
asmayıp, birbirleriyle söyleşmeye başladılar:
— Bu gün kaleme 4 gitme oğlum. Ayşe ka­
dını eczahâneye gönderelim, bir hekim bul­
sun getirsin.
— A m a n vâlideciğim, 5 çok ehemmiyet 6 ver­
diniz. Bir şeyim yok; kaleme gittiğim gibi açı­
lırım. Ne hekime iktiza 7 kalır, ne bir şeye.
Tal'at Bey kalkıp giyinmeye gitti; giyinir­
ken yüz bin hayâl zihnine gelir geçer.

1 Okuyup üflemesi.
2 Bırak.
3 Boş sözlerine.
4 Çalıştığı devlet dâiresi.
5 Anneciğim.
6 Önem.
7 Gerek.

-22-
•n*

Söyleşi

Ayşe Kadın, Tal'at Bey'in gitmesiyle birlik­


te, Sâliha Hanım'a yaklaşıp:
— İşte hanim, ben sana her gun söyler.
Maşallah, Allah'a emanet, şocuğun 1 yirmi ya­
şına vardi. Şimdi evlendirmeli; eve galin gatir-
meli. Allah hıfz eyleye, 2 şocuğu aldadup da
bir yere iç güveysi 3 alurlar ise biz ne yabar?
Bir evde iki ihtiyar kadin... Galin evin şenliği­
dir. Bu şocuğu evlendirelim, dedi.

— Yok yok dadı, korkma. Benim Talat'ı


görmez misin, ne kadar usludur? Beni ne ka­
dar sever. Hiç o beni bırakıp iç güveysi olur
mu? Hiç sen onu merak etme. O benim bile­
ceğim şeydir. Tal'at daha çocuk! O yaşta ço­
cuğu evlendirmek hatâdır.
— Ah hanim, bu İstanbul fena. Gızlar, ha­
nımlar incecik birer yaşmakla şikar, gazer.
Güzel şocuk gorur, âşnâlık eder. 4 Şocuk da
ne kadar olsa şocuk, aldanur da ben korkar,
hanim... Ben şok korkar. Bu gün Tal'at Bey
şok duşunur. Hasta değil ha. Ben sana soy-

1 Çocuğun.
2 Tanrı korusun.
3 lçgüveyi.
4 İlişki kurar.

-23-
1er hasta değil; amma başinda sevda var. İşte
ben bunu hanima söyler. Yine sen bilür; ben
böyle anlar.
— Aaa dadı. sen de söylediğini bilmezsin.
Gaybdan' haber vermek istiyorsun. Oğlum
öyle şeylere aldanmaz. Yok yok, Tal'at'ım us­
ludur. Ah, çok hoşnudum oğlumdan. Allah
bağışlasın, zamane gençleri gibi değil. Ah!
Merhum pederi 2 can çekişir iken Tal'at'ı iki
gözünden öpüp bana, "İşte bu çocuğa bera­
ber terbiye verecektik; lâkin ne çâre, bana ka­
der müsâde etmedi; bunun terbiyesi sana
kaldı. Tekâsül etme!" 3 diyerek, bir eli çocuğun
yüzünde ve diğer eli benim elimde olduğu
halde teslîm-i can eyledi. 4 Tal'atçığım o vakit
altı yedi yaşında idi. Bîçâre pederi ne kadar
severdi. Zavallı, hasret gitti. Dâima Cenâb-ı
Hakk'a dua ederdi ki, "Bu çocuğu terbiye
edip okutmak için, hiç olmazsa, çocuk yirmi
yaşına varıncaya dek bana ömür ihsan eyle!" 5
Ne çâre, kaderi öyle imiş; nur içinde yatsın!
Hele bin kere hamd olsun, Tal'atçığım pederi­
nin istediği üzere terbiye olundu. Ah dadı, Al­
lah'a şükredelim, böyle çocuk İstanbul'da nâ­
dir 6 bulunur, yahut hiç bulunmaz. Sorsana
bir defa, komşuların çocukları böyle mi? Her
gece evlerine gelirler mi?

— Allaha emanet, Allah bağışlasın, ben


onu demez. Amma bizim mamlâkâtta şocuk

1 Gelecekten.
2 Babası.
3 İlgisizlik gösterme.
4 C a n ı m Tanrı'ya teslim etti: öldü.
5 Bağışla.
6 Az.

-24-
on beş on altı yaşında evlenür. Heb böyle. Bu
İstanbul'da otuz yaşında, kırk yaşinda evle­
nür. Tal'at Bey şimdi kaş' yaşindadir?
— İşte şimdi nisan çıksın, mayısın beşin­
de on dokuza basar.
— Maşallah! Vakti gaşmiş. Bizim mamlâ-
kâtta ola idi, dört sene evvel evlenür. Ah ha­
nim, nasıl gaşiyor zaman! Nasıl gaşiyor za­
man! Su gibi gaşiyor zaman! Ben galdi, 2 iki
sene gaşdi, Tal'at Bey doğdi.
— Demek olur ki, senin geldiğinden sekiz
sene sonra ben dul kaldım.
— Ya...
— Tal'at'm babasını iyi bilirsin öyle ise.
— Nasil bilmez? Rahmet canina, şok eyi
âdemdi. 3 Ah melek gibi âdem! Hiş bir vakit
bana bir fena soz söylemedi. Kaş sene oldi
şimdi hanim ben galdi?
— İşte, yirmi bir sene oluyor.
— Yirmi bir sene! Ah yârabbi! İhtiyar oldi
gitti.
— Kaç yaşmda varsın acaba dadı?
— Ne bilir ben hanim. Ben ufak kız idi.
4
Mamlâkâtta ana var, baba var, karindaş, bü­
yük kız karindaş, ev dolu benim. Bir gun ben
5
başka kızlar beraber seyre şıkdi. Kasabadan
6
uzak, uş saat, dört saat uzak... Orada uş
âdem galdi. Ecderha gibi at binmiş. Uzun
7
sungu elde. Bizi aidi. Amma aldatti bizi,

1 Kaç.
2 Geldikten sonra.
3 Adamdı.
4 Kardeş.
5 Dolaşmaya çıktık.
6 Üç.
7 Süngü.

-25-
"Anaya gider, babaya gider," dedi. On gun, on
beş gun gıtdik, Mısır'a galdik! Ah Mısır! Bü­
yük kasaba, güzel. Başka kız Mısır'da satti.
Beni aidi, gamiye kodi, Tunus'a goturdi. Tu­
nus da güzel kasaba. Ah, Tunus'ta beni satti.
Bir afandi 1 aidi. Buyuk afandi. Buyuk saray
var, iki yuz 2 halayık arab... Bayaz... 3 Uşak,
kul şok... Atlar ne kadar... Ne kadar... Kırk
sofra, elli sofra kurulur her gun. Orada yirmi
sene oturdi ben. Sonra azâd oldi. Buraya gal-
di. Şimdi kaş sene oldi, hanim aman?
— Peki, yirmi sene Tunus'ta oturdun, yir­
mi bir sene de burada, oldu kırk bir. Seni esir
tuttukları vakitte kaç yaşındaydın?
— Ah hanim, ben ne bilecek? Ben kız idi.
Ufacık bir kız. Mamlâkâti az hatırlar. Amma
baba, ana beni şok sever o vakit. Bana ger-
danlik yabmiş, 4 küpe yabmiş, bilezik yabmiş.
Hem gumuş, bayaz. Şok zengin var bizim
mamlâkâtta... şok mal, deve, koyun, ne ka­
dar... Ne kadar... A m m a bu koyun gibi değil.
Buyuk koyun bizde. Dört okka, beş okka süt,
bir koyun.
— Demek olur ki tahminen on on bir ya­
şında olacaktın.
— Ha ha, öyle. On, dokuz, on bir ne bilur?
— Öyle olduğu hâlde elli elli iki yaşmda
olacaksın, dadı. Lâkin göstermiyorsun. Genç
gibi görünüyorsun. Maşallah, kuvvetin de
var.
— Şukur, şukur; amma ihtiyar ben şimdi

1 Efendi.
2 Yüz.
3 Beyaz.
4 Yapmış.

-26-
hanim. Elli yaşinda! Ah ne yabalim, Allah
iman bağışlasun. Mezara iman ile gitsin yâ-
rabbi! Ah bu dünya rüya 1 gibi gaşiyor. Âhiret
bakî. 2 Biz dünyaya dalar, Nekir Münkiri 3
unutur... Ah, ah yârabbi! Ne cavab verecak
biz sana!
Dadı, hiç bir defa yaşmı hesap etmemiş ol­
makla, kendisini genç bilirken, elli elli beş ya­
şında olduğunu anladığı gibi, umutsuzluğa
kapılıp, kendi kendisine, "Elli sene! Ah, elli se­
ne! Ne vakit gaşti!" diyerek içini çekmeye ve
dualar okumaya ve hanım yine dikişe başladı.
Tal'at Bey kapıdan girip:
— İşte ben gidiyorum anne, diyerek anne­
sinin elini öptü.
— Nasılsın oğlum, baş ağrısı hafifleşti in­
şallah?
— Demin(ki) gibi değil.
— Oh, hamd olsun!

1 Düş.
2 Öbür dünya sonsuz.
3 Nekir ve Münkir: günah ve sevap melekleri.

-27-
•in*

Evliliğin İyi ve Kötü Yanlan

Tal'at Bey çıkıp gittiği gibi, dadı elli yaşını,


mezarını, Nekir'i, hepsini unutup şöylece sö­
ze başladı:
— Gal, hanim, bana bir karre 1 gönül yab.
Şu çocuğu evlendirelim; bir galin eve gaure-
lim. Ah ganc âdem 2 başka. Tal'at Bey burada,
0 güler; Tal'at Bey gider, o cehennem olur.
Sen ihtiyar, ben ihtiyar. İhtiyar gülmez ki.
Ah, ihtiyar ne gulsun! Bu gun burada, yarın
mezarda... Ah, ben de ihtiyar! Elli yaşında
âdem ihtiyar değil mi? Onun işun, ben gorur
başimda bayaz saş şok. 3 Aa, bu gun baş tara-
dim, şok bayaz saş duşdi!
— E, ne yapalım dadı? Gelinler çarşıda sa­
tılmaz ki, çıkıp bir gelin satın alalım. Her şe­
yin vakti, saati var.
— Aa!.. Nişun? Heb âlem nasıl yabar, biz
de oyle yabar. Sen farcayi 4 al, ben de başorti-
si alur, bu gun bir mahalle, yarın bir mahal­
le gazer, gorur; kız bagandi, alur.

1 Kere.
2 Genç insan.
3 Saç çok.
4 Ferace; kadınların giydiği bol ve yakasının arka kısmı
eteklere kadar uzayan üst giysisi.

-29-
— Aa! Dadı, şimdi beni kızdırırsın. Yirmi
bir sene var, beraber yaşıyoruz; tabiatımı' an­
lamadın mı? Hiç bir defa sormadın. Merhum
kocam beni öyle mi almıştır? Ben bir kızı bü­
kere görmekle ne tanıyacağım? Çehresini bile
anlayamam. Sonra, gelin yalnız güzel mi ol­
mak lâzım? Bir kız akıllı olmadıkça, afife2 ol­
madıkça, tabiatı iyi olmadıkça, ben hiç onu
kendime gelin yapar mıyım? Sonra, benim
beğendiğimi, senin beğendiğini oğlum beğenir
mi bakalım? Hep, âlem nasıl yaparsa biz de
öyle yapalım, diyorsun. Lâkin görmez misin
ki halkın çoğu bu gün evlenir, yarın kocası
karısını yahut karısı kocasmı bırakır. Bin
türlü rezalet olur. Olacak a, görmedik bilme­
dik bir kız alırlar, hiç sormaksızın bilmediği
bir kocaya verirler. Acaba çocuk o kızla imti­
zaç edecek mi? 1 Beğenecek mi? Sevecek mi?
Kız da onu isteyecek mi? Babası, anası bura­
larını hiç düşünmüyorlar.
— Kız ne bilür, şocuk ne bilür? Onlar câ­
hil. Baba, ana onlara nasil emr eder, onlar
oyle yabar.
— Aa! Yok dadı, öyle değil... Baba, ana,
evlâtlarının iyiliğini isterler değil mi?
— Ha, oyle ya. Ana var ki kendi avlâdina
fenalık ister? Allah esirga! 4
— Ha, öyle olduğu vakitte baba ana, evlât­
larına nasıl iyi olursa, öyle yapmalıdırlar. Ko­
ca karısıyla, kan kocasıyla ömür geçirecekler,
ev idare edecekler. Evlâtları olacak, büyüte-

1 Huyumu.
2 Namuslu.
3 U y u m sağlayacak mı.
4 Esirgesin.

-30-
çekler, terbiye verecekler. Birbirleriyle seviş-
medikçe, imtizaç etmedikçe nasıl olur? Bu,
bir gün değil, iki gün değil, bir ömürdür. Bir
evde ki, koca ile karı arasında muhabbet 1
yok, o eve Allah imdat eyleye! Sonra evlâtları
ne terbiye alacaklar, orasını düşünmeli ar­
tık... Hele hamd 2 olsun... Yüz bin kere hamd
olsun... O saate... Ah! Ben de senin dediğin
gibi evlenecektim. Dadı, ah! İşte on üç sene
var ki, merhum kocamı kaybettim. O vakit
ben kırk yaşında bir karıydım. Lâkin bin ke­
re şükür! Yirmi üç yirmi dört sene beraber
yaşadık... Ah, o ne yaşayış! O ne yaşayış, sen
gördün a. Bir kere o benim gönlümü kırmadı,
bir kere ben onun hatırını bozmadım. Bizim
eğlencemiz ev idi. Ne onun Kalpakçılar'da
gezmeye, ne benim Kâğıthane'ye gitmeye he­
vesim vardı. Biz birbirimizle konuşmakla eğ­
lenirdik, biz kendi sohbetimizden hoşlanır­
dık. Hele Tal'at dünyaya geldikten sonra...
Ah! O ne saadet! O ne devletmiş! 3 Çocuk ne
kadar sevilirmiş! Ama her çocuk öyle değil.
Her baba ve ana çocuğunu öyle sevmez. Bir­
birini sevmeyen koca (ve) kan çocuklarını mı
sevecekler? Tal'at iki yaşma geldi. Başka bir
seviş! Başka bir eğlence! Beş yaşına vardı, bir
başka muhabbet! Lâkin, ah! Kader istemedi...
Kısmet değilmiş... Ah! Ne olurdu, kocam bir
on beş senecik daha yaşayaydı! O vakit kuca­
ğında oynattığı Tal'atçığın bu gün okuyup
yazdığım, mektebe, kaleme gittiğini, böyle ba-

1 Aşk.
2 T a n r ı y a şükür.
3 Tâlihmiş.

-31-
bayiğit olduğunu göreydi! O da memnun
olaydı!
Sâliha Hanım bu noktaya geldiği gibi, göz­
leri yaşla doldu; dudağı titremeye başladı; bo­
ğazı tıkandı; mendilini çıkarıp gözlerini sildi.
Bir az sonra, gözlerini silerek, sesi titreyerek:
— Ah Tal'atçığım! Bugün hasta hasta ka­
leme gitti! Ah oğlum, ah! Ah, çocuğuma bir
şey olursa! Ah bir hasta düşerse! Ah bîçâre
ben! Allah kerem eyleye!
— Aa! Hanim, nişun öyle söyler? Sen şo-
cuk gibi oldi. Allah emânet. Şocuğun bir şeyi
yok. Bir az baş agrisi... Baş agrisi de değil a...
Gançlik... İşte, gançlik hükmini yabacak...
Ah hanim, heb ben sebeb oldi, seni ağlatti...
Amma hanim, ben şok merak etti... Sen heb
halk gibi evlenmedi. Nasil evlendi? Başka ev­
lenmek nasil? Ben anlamaz...

Alamut
Çizgiliforum.com

-32-
•IV->

Sâliha Hanımın Öyküsü:


Çocukların Aşkı

Aşağıda anlatılacak öyküden anlaşılacağı­


na göre, aşkın ve sevgi güneşinin, henüz er­
gen yaşa varmamış çocukların yüreklerine
bile doğabildiği, okurların garip karşılaması­
na ve şaşırmasına yol açmasm. Çünkü, aşk
doğal bir emirdir ki insanoğlunun her bir kıs­
mında, yâni erkeğinde dişisinde, ufağında
büyüğünde, çocuğunda yetişkininde, gencin­
de yaşlısında, yoksulunda varsılında, akıllı­
sında kalınkafalısında, bügininde bilisizinde,
uygarında yabanında ortaya çıkar. Herkesin
gönlü aşkla yoğrulmuştur.

Beşikte olan çocukların gönülleri dahi


aşktan çok boş değildir. Hele yeni yetişen ço­
cukların gönlünde çoğu kez aşk ve sevgi co­
şar. Onlar dahi severler, sevilirler. Gönülle­
rinde bir güç duyumsarlar. Ancak zavallılar,
o aşkın neden geldiğini ve bir güzelliğin gere­
ği olduğunu anlayamazlar. Aşkı işitirler, ama
aşk denilen şeyin hemen (hemen) duyumsa-
dıklan duygu olduğunu bilmezler. İşte doğa,
bütün insanoğullanna aşkı eşitlik üzre bö­
lüştürüp hiç kimseyi (aşktan) yoksun bırak-

-33-
mamıştır. Akılsız, bilimsiz, kaba saba, erdem­
siz, sabırsız, acımasız, ahlâksız adam bulu­
nur; ama aşksız adam bulunmaz. A ş k ve sev­
gi, herkeste vardır; ancak çekici bir güç olma­
dıkça eyleme geçmez. İşte MmUerirün aşkta
bütün dünyaca tanınması ve Mmini etkile­
mez gibi görünmesi, bundan dolayıdır. İnsan­
dan başka, kimi hayvanların dahi aşktan
uzak olduğunu ileri sürmeye cesaret edeme­
yiz.

Şu düşünceleri bırakıp konuya gelelim:


Sâliha Hamm, Ayşe Kadın'ın zorlamasıyla,
aşağıdaki gibi kendi serüvenini kimileyin ağ­
layarak ve Mmileyin gülerek anlatmaya baş­
ladı:
— Babam anam genç evlenmişlerse de, bir
çok zaman Cenâb-ı Hak evlât vermedi. Soma,
anam kırk yaşındayken ben dünyaya geldim.
Beş yaşına bastığım gibi, babam mektebe gö­
türdü. Dört sene okuduktan sonra, benden
iyi bilenlerin bazısı çıktılar, gittiler; bazısmı
geçtim. Hâsılı' mektepteki kızların derste bi­
rincisi oldum. Babam anam böyle okuyup
yazdığımı gördükleri gibi, beni o kadar sever­
lerdi ki, tarif olunmaz. Az zamanda ben, mek­
tepteki kızların ikinci hocası oldum...
Sâliha Hanım okur yazar bir kadın olmak­
la, söylediği sözlere kimi terimleri karıştırdı­
ğından, Ayşe Kadın, hanımının bütün söyle­
diklerini anlamayıp, ancak, ikinci hoca oldu­
ğunu işittiği gibi:
— Maşallah hanim! Maşallah! Âdem 2 ufak

1 Sözün kısası.
2 İnsan.
-34-
akilli, buyuk da akilli. A m m a ufak akilli değil,
buyuk da... demeye başlar başlamaz, Sâliha
Hamm:
— Sözümü kesme, dinle ne söyleyeceğim,
dedi:
— Mektepteki oğlanlardan ise en iyi bilen
ve hepsinden büyük Rifat Bey idi...
— Kim Rifat Bey? Bizim merhum afandi!
— Evet ama, sözümü kesme dedim, hep­
sini söyleyeceğim.
— Subhânallah! 1
— Rifat Bey ile bir derste idik, beraber
okurduk. Ben onu çok severdim. Hiç bir baş­
ka kız veyahut çocukla konuşmazdım. Onun­
la konuşmaya can verirdim. Başkalarının
söyledikleri sözler, bana bütün bütün saçma
görünürdü. Beni sıkardı. Rifat Bey'in sözleri­
ni ise, pek manâlı bulurdum. Hocanın sözle­
rinden de Rifat Bey'in sözlerini daha âkılâne 2
bulurdum. Gündüzün onunla söylediğim
sözleri, gece, tekrar tekrar dilime vird 3 gibi ge­
tirirdim. Rifat Bey'in hayâli bir dakika zih­
nimden eksik olmazdı. Gece dâima rüyamda
Rifat Bey'i görürdüm. Kendi kendime ders
okumaya başlardım. İçim sıkılırdı. Ama,
Rifat Bey ile beraber okuduğum vakit, ders
bana büyük eğlenceydi. Anlamışum ki, Rif at
Bey dahi beni severdi. Çünkü, o da hiç başka
çocuk(la), başka kızla konuşmazdı. Sabah bi­
ze gelirdi, beni de alırdı; beraber mektebe gi­
derdik. Çok defa mektebe erken giderdik de,

1 T a n r ı ' y ı her türlü kusurdan, ayıptan ve eksiklikten


uzak t u t a n m " anlamına gelen söz.
2 Akıllıca, bilgece.
3 Sürekli mırıldanılan dua.

-35-
başka çocuklar gelince biz, iki-üç defa dersi­
1
mizi okurduk, sonra tenhâda tatlı tatlı ko­
nuşmaya başlardık. Ah! Rifat Bey ile tenha
konuşmayı ne kadar severdim. Başka çocuk­
lar olduğu vakitte, birisi Rifat Bey'e bir söz
söyleseydi, Rifat Bey başkasma bir baksaydı,
benim içim rahat etmezdi. Merakım kalkardı.
Cuma günleri gah 2 Rifat Bey bana ve gah ben
Rif at Bey'e gidip bütün gündüzü beraber ge­
çirirdik.

1 Herkesten uzak.
2 Kimileyin.
-36-
Yürektekilerin Ortaya Çıkışı

Bir cuma günü Rifat Bey bana gelmişti.


Peder de evde bulundu. Rifat Bey gitti, pede­
rimin elini öptü. Peder ne okuduğunu, ne
yazdığını sordu, anladı. Onun güzel hareketi­
ni, güzel söylemesini pek çok beğendi, tahsîn
eyledi. 1 Rifat Bey gittikten sonra, akşam oda­
ya girdim; baktım ki, babam anam ile konu­
şurlar idi ve bir çocuğu medh ediyorlar 2 idi.
Anladım ki Rifat Bey'i medh ediyorlar. Gön­
lüm tiz tiz vurmaya başladı. Kızardım, sarar­
dım, nihayet oturdum; işitiyorum ki, şu mü-
3
kâlemeyi ederler. Babam diyor:

— Ah pek güzel çocuk! Pek uslu çocuk! Al­


lah'a emanet! Öyle babadan öyle çocuk kim
me'mûl ederdi? 4 Ah bîçâre 5 çocukcağız! Kim
bilir evde, o uğursuz babadan ne çekiyor!
— Babası öyle bir musibet midir? 6 Ah za­
vallı Kâmile, ah! Ah bîçâre kadıncağız! O ka­
dar iyi kadın! O kadar uslu kadm! O kadar
akıllı! O kadar güzel! Elmas parçası gibi za-

1 Aferin dedi.
2 Övüyorlar.
3 Konuşmayı yaparlar.
4 Umardı.
5 Çaresiz: zavallı.
6 Uğursuz mudur: belâ mıdır.

-37-
vallı da, öyle bir hayırsız kocası olsunl Vah
vah vah! Çok keder ettim, çok acıdım bîçâre
Kâmile'ye.
— Aa, çok hayırsız, pek berbat heriftir.
Gece gündüz sarhoş, müsrif,' kumarbaz. Hâ­
sılı her fenalık üzerinde. Pederinden şu kadar
mal buldu, karısından da aldı. Hepsini yedi,
bozdu. Az bir şey kalmışmış, o da karısının
sayesinde; dün kahvede işittim, karısı keseyi
almış da kocasına her gün muhannen 2 bir
şey verirmiş. Ama, geçmiş ola. Şimdi bir şey
kalmadı ki... O kadar da iyi karısı var. Aa...
Belli... Çocuğuna baksana. O terbiye, elbet de
vâlidesindendir... 3 Ah bîçâre, o çocukla müte­
selli olur. 4 Allah bağışlasın!

— Ha! Onun için bîçâre Kâmile, bakarsın


ki şimdi güler, söyler, lâkırdı eder. Bir de anî­
de 5 bir hüzün ve keder perdesi yüzüne çekilir.
Düşünmeye dalar. O kırmızı yanaklarında,
dudaklarında bir beyaz renk peyda olur. Göz­
lerini bir yere dikip kımıldatmaz. Bir şey sor­
san da cevap vermez... Ah zavallı! Ben çok de­
fa merak etmiştim Kâmile Hanım'ın bu kede­
rini... Vah vah! Lâkin bak ne namuslu kadın!
6
Benimle çok teklifsiz konuşur da, bir defa
kocasından şikâyet etmemiş! Buna ne der­
sin? Öyle namuslu olmayaydı, iş kolay. Ev­
lendiği günün ertesi, feraceyi alıp babasına
giderdi. Nasıl ki halkın çoğu yapar. Lâkin onu

1 Savurgan.
2 Belirli olan; ne az ne çok olan.
3 Annesindendir.
4 Avunur.
5 Birdenbire.
6 Senli benli.

-38-
1
kabul edemez. Namusu var, aklı var. Tabiatı
öyle alçak değil. Onun için, o uğursuz çapkı­
nın cefâlarını çeker. Allah hıfz eyleye! 2 Allah
hıfz eyleye! Namuslu kan da, çapkın kocası
olsun! Fena kocası olsun! İşte onun cehenne­
mi! Ah bîçâre biz kanlar! Bizi hiç insan sıra­
sına koymazlar! Babalarımız, istedikleri
adamlara bizi hediye verircesine verirler. O
adamların tabiatını 3 sormazlar. Biz o adamlar
ile geçinecek miyiz? Orasını hiç düşünmezler.
Bize bir defa "Filân adamı koca ister misin?"
yahut "Kimi koca istersin?" diye bir sormak
yok. Bize derler: "İşte, seni filân adama vere­
ceğiz." Biz sükût ederiz. 4 Ama gönlümüz ne
der? Yârabbî, babamın bu söylediği efendi
genç olsun, güzel olsun, iyi tabiatli olsun. Fil­
vaki 5 bazı defa öyle çıkar. Lâkin bazı kere de
bütün bütün zıddına... Gider bakarız ki, bize
koca olacak adam altmış yaşında, yahut bir
gözden kör, yahut burunsuz, yahut sarhoş,
yahut ahmak... Ah siz erkekler ne zâlimsiniz! 6
Bir kızcağızın bir gözü bir az şaşı olsa yahut
7
bir ayağı cüz'î topal olsa, bîçâre evlenmeksi-
zin ihtiyarlar gider. Kimse almaya tenezzül
etmez! 8 Ama sizin en fenası, en uğursuzu, en
sakatı, bakarsın ki kızların en güzelini, uslu­
sunu 9 alır da bîçâreyi esir eder!..

1 Yaratılışı; huyu.
2 Tanrı korusun.
3 Huyunu suyunu.
4 Susarız.
5 Gerçekten.
6 Acımasızsınız.
7 Belli belirsiz.
8 Gönül indirmez.
9 Akıllısını.

-39-
Babam da anarnın bu sözlerine cevap ver­
di. Nihayet bir iki saat bunun üzerine konuş­
tuktan sonra, babam bana dedi:
— Kızım şu çocuğun adı nedir?
— Rifat Bey, dedim.
Ama bu adı söylerken yüzümde ne renkler
peyda oldu... bir Allah bilir! Hem de sesim bir
türlü titriyordu, kesiliyordu ki, ancak üç dört
defa söyledim de babam işitebildi.
— Derste nasıl? O senden iyi okur değil
mi?
— Yok, bir dersteyiz. Beraber okuyoruz.
Bizden iyi bilen yok. Hem de çok usludur. Hiç
bir vakit biz ikimiz hocayı kızdırmayız. Birbi­
rimizle çok sevişiriz. Dersi birlikte okuruz.
— Sevişiyorsunuz! Sen onu seviyorsun,
demek olur.
— Evet, çok severim.
Babam:
— Öyle mi? Maşallah! Hiç bir kız, bir ço­
cuğu severim diyebilir mi? Yoksa şimdiden
koca mı istiyorsun? Haklan var a! Çünkü sen
de ananı dinliyorsun ki, öyle diyor: "Kız bir
güzel çocuk beğenmeli, almalı." İşte, ananın
1
efkârı bu. Sen de öyle yapıyorsun, değil mi?..
Ben babamın bu sözünü işittiğim gibi, be­
lime dek pancar kesildim. Ter içinde kaldım.
Ne diyeceğimi bilmem. A n a m beni bu hâlde
2
gördüğü gibi, pederime:
— Aa! Bırak şimdi Allah aşkına! Kızımı
utandırdın. Niçin sevmeyecek? Beraber mek­
tebe giderler, beraber okurlar da, sevmesin

1 Düşünceleri.
2 Babama.

-40-
mi?.. O zaman hasetçi' bir kız, fena bir kız
olacak, diyerek benim yanıma geldi ve beni
okşayarak, öperek:
— Yok kızım yok, sen utanma, baban se­
ni kızdırmak için söyler. Sen mektepteki şe­
riklerini 2 sevmelisin. Kız olsun, oğlan olsun,
hiç bir zararı yoktur, dedi.
Ben anamın bu sözlerinden biraz mütesel­
li oldum 3 ise de, pederimin yüzüne bakmaya
cesaret edemem. Anamdan da utanırım. Göz­
lerimi dizime dikip dururum. Babam anam
da sükût ederler. 4 Bir azdan sonra, yavaş ya­
vaş kalkıp gözlerimi kımıldatmaksızın savuş­
tum. Kapıdan dışarı çıktığım gibi, o utanma­
dan kurtuldumsa da, gayr-i ihtiyarî 0 gözyaş­
larını dökülüp hüngür hüngür ağlayarak da­
dıma gittim. Dadım ihtiyar bir kadındı. Beni
pek çok severdi. Ağladığımı gördüğü gibi:

— A kızım! Ne oldu? Ne var? Baban bir şey


mi söyledi sana? Hiç böyle olduğu yoktur. Gel
bana, ağlama, gözlerini sil. Söyle bana şimdi,
ne oldu? Yoksa bir şeyden mi korktun? diye­
rek, beni kucağına aldı.
— Ah dadı! Babam bana neler söyledi! Sen
işiteydin sen de ağlayacaktın. Baksana teri­
me...
— Vah vah! Kızım terlemiş. Kurban olsun
dadı sana!.. E, ne söyledi efendi baba baka­
lım?
— Ne söyleyecek! İftira attı. Bu gün Rifat

1 Kıskanç.
2 Arkadaşlarını.
3 Avundum.
4 Susarlar.
5 Elimde olmadan

-41-
Bey'i, buraya gelen çocuğu gördün. İşte onun
sözü açıldı. Ben "Onunla sevişiriz," dedim.
Hem, gerçek(ten de) dadı, sevişiriz. Hele ben
onu pek çok severim. İşte ben söylerim ki, se­
verim. Birini sevmek ayıp mı? O da beni se­
ver. Evet, pek âlâ bilirim ki sever. Sevmeyey-
di, her gün mektebe giderken niçin gelir de
beni alır? Niçin, ben dersi bilmediğim vakitte
o öğretir? İşte o da beni sever, ben de onu se­
verim. A m a babam anlamaz. Sen şimdi aşka,
sevdaya başladın, diyerek beni utandırdı.

Dadım, bu sözümü işittiği gibi, bir büyük


kahkaha ile gülerek:
— E, baban fena mı söylemiş? Bu aşk de­
ğil de nedir? Gidi seniii! Onun için, yataktan
kalkar kalkmaz mektebe koşuyorsun. Ben
zannederim ki, derse hevesin vardır; meğer
sen âşıkını ma'şûkunü görmek için gidersin.
Cuma günü de ya sen onun evine, 2 ya o bu­
raya gelecektir; bir gün görüşmeksizin dura­
mazsınız a? O da seni sever haa! Oh! Ne iyi,
hem sevmek, hem sevdiğin adamdan sevil­
mek! Ondan iyi şey dünyada yok. Aferin Sâli-
ha'cığım, güzel çocuk seçtin. O da seni sever
a? Alacağım malacağım (diye) bir şey söyle­
miş mi sana? der demez:

— Aaa dadı, sen de benimle gülmek isti­


yorsun. Ne zannedersin? Yine ağla(ya)yım
mı? Yok yok, ben o kadar budala değilim...
Gel, yatağımı yap, yatacağım; işte gözlerim
kapanıyor, diyerek nihayet dadımı kandır­
dım.

1 Seveni sevileni.
2 Gideceksin.
-42-
1
Yatağımı yaptı, yattım. Lâkin uyku nere­
2
de? Bin türlü efkâr zihnime gelir geçer. Rif at
Bey'leki muhabbetimizin 3 aşk olduğuna hâlâ
inanmak istemem. Anamın, kızların evlenme­
sine dâir akşam söylediği sözler dahi zihnim­
de kalmıştı. Evlenmemeyi malihulyaya 4 baş­
ladım. Ama bir türlü karar veremedim. Bir de
Rifat Bey ile evlenmek hususu 5 aklıma geldi.
Anide, gönlüm tiz tiz vurmaya başladı.

Rifat Bey ile evlenmek! Rifat Bey ile gece


gündüz beraber olmak! Ömrümüz oldukça
ayrılmamak! Oh, o vakit benden daha bahtlı,
dünyada kim olabilir? Lâkin, başkasını al­
mak! Rifat Bey'den ayrılmak! Rifat'i bir daha
görmemek! Ah. Ben öyle yaşayabilir miyim?
Ah yok yok, işte iyi diyor dadı. Babamın da
hakkı var. Ben Rifat'i severmişim, yani
Rif at'e âşıkmışım! İşte şimdi anama hak ver­
dim: Kız sevdiği çocuğu almalı... Ben hele
başkasını alamam... Ah gece! Ne uzundur bu
gece! Ne vakit sabah olacak? Gideyim, Rifat
Bey'i göreyim. Ah... Rifat'çiğim ah! Aynlırsak
ne yapacağız? Nasıl yaşayacağız? diye düşü­
ne düşüne, ağlaya ağlaya uyumuşum.

1 Ama.
2 Düşünceler.
3 Sevgimizin.
4 Hayâl etmeye.
5 Konusu.

-43-
•VI*

Antlaşma

Ertesi sabahleyin mektebe' gittim. Baktım


ki, çocuklardan hâlâ kimse gelmemiş. Gittim,
yerime oturdum. Başımı rahleye 2 koyup dü­
şünmeye başladım. Gözyaşlarını çeşme gibi
akıyor. Kapının önünde gezinen tavukların,
köpeklerin fısıltısını işittikçe, "Rifat Bey geli­
yor" diye kanım donuyordu. Hem seviniyor­
dum, hem korkuyordum. Sevinmek pek iyi.
Lâkin korkmak neden? Titremek neden? Ni­
hayet Rifat Bey de geldi; benim böyle ağladı­
ğımı gördüğü gibi, boynuma sarıldı:

— Ah canım Sâliha'm, ne ağlıyorsun! Ne


oldu! Ah... Sus. Gözlerini sil... İşte beni de ağ-
laüyorsun. Yalnız idin de korktun mu yoksa,
niçin ağlıyorsun?..
— Nasıl ağlamayım... Ah! Ben... seni... se­
viyorum. Bilmem... sen... beni sever misin,
sevmez misin? Hattâ dün pederime de seni
sevdiğimi söyledim de... benimle güldüler... O
neyse, fakat bir şey haunma geldi: Yarın öbür
günü beni mektepten alacaklar. Yaşmak, fe­
race, bilmem ne giydirecekler. O vakit nasıl
görüşeceğiz, nasıl yapacağız?
1 Okula.
2 X biçiminde, üstünde kitap okumaya yarar okul gereci.

-45-
— A h ! Onu ben de düşünürüm. Ben de
böyle bir ayrılmadan korkarım... Ama... Allah
kerim... Şimdiden mi ağlayacağız?.. İki üç se­
ne görüşemeyeceğiz. İşte bu bizim çilemiz ol­
sun.
— Nasıl! İki üç sene! Ya s o m a ? Sonra na­
sıl görüşeceğiz? İşte, sen bir zaman sonra ev­
lenirsin... Ben de... Ah! Elimizde değil ki!
A n a m dün akşam söylüyordu ki, baba ana
kızlarını, oğullarım istedikleri gibi evlendirir;
hiç onlara sormazlar. Senin baban sana bir
kız verirse almayacak mısın?
— O ne! Ben evleneyim! Ben senden baş­
ka kız alayım! Ah! Mümkün müdür! İnanır
mısın Sâliha'm! Ben sensiz yaşa(ya)yım! Ah!
Sevdiğim kadar sevmezmişsin demek olur.
— Ah! Rifafçiğim, benim muhabbetimden
gönlüne sor. Nasıl ki ben dahi senin muhab­
betinden gönlüme sorarım. Ama ne yapalım,
elimizde ne var?
Rifat Bey, bana cevap vermeksizin hokka
kalemim aldı, bir parça kâğıt aldı; bir iki sa­
tır yazdı, önüme attı. Bir de aldım okudum
ki, "Mehdden lâhde kadar muhabbetimiz ba­
ki olup birbirimizi almamaya mecbur olduğu­
muz hâlde kendimizi telef etmez isek fürûmâ-
1
ye ve nâ-ehliz" yazmış ve kendi imzasını koy­
muş. Ben de imzamı koydum. Bir daha onun
gibi yazdı, ona dahi imzalarımızı koyduk. Bi­
rini kendisi aldı, cebine koydu, birini de bana
verdi.

1 Beşikten mezara aşkımız sonsuz olup. birbirimizi ala­


mazsak, kendimizi öldürmezsek soysuz ve aşağılık in­
sanlarız.

-46-
Sâliha Hanım, bu noktaya geldiği gibi, ce­
binden bir sürü anahtar çıkardı, yanında bu­
lunan bir çekmeceyi açtı, içinden altından
yapılmış iki kılıf çıkardı, birini açtı, içindeki
kâğıdı aldı, okudu. Okurken gözyaşı çeşme
gibi akıyordu. Ayşe Kadın, Sâliha Hanım
okurken, öbür kılıfı alıp:

— Ay! Ne güzel! A hanim? Heb altun bu.


Elli dirhem var... Kaş para almiş acaba?..
— İşte dadı, Rifat Bey'in yazdığı kâğıtlar
bunlardır. Bunu kendisi aldı. Ah! Sekiz sene
cebinde tutmuş! O senin elindeki, sekiz sene,
benim cebimde durmuştur. Her sabah akşam
çıkarırdım da üzerine gözyaşı dökerdim...
Kan da... Ah... Kan da dökecektim!
— Aa... Kan! Allah hıfz eyleye!' Nişun ha­
nim?
— İşte bizim nişanlarımız yüzük, çevre, 2
bilmem ne... yerine bu iki kâğıt parçalarıdır
ki, muşamba içine koyup sekiz sene cepleri­
mizde tutmuşuz, gözyaşlanmızla ıslatmışız.
Kanımızla dahi boyayacaktık! Sonra, Cenâb-ı
Hak istedi de altın kılıflara koyduk.
Sâliha Hanım, kılıfları çekmeceye koyduk­
tan sonra, yine hikâyeye başladı:
— Rifat Bey'in bu yazdığım gördüm. Vara­
kayı 3 cebime kodum. Biraz müteselli oldum. 4
Başka hülyalar zihnime gelmeye başladı. Hâ­
sılı, bir sene daha böyle geçti. Bizim aşk u 5
muhabbetimiz günden güne artardı. Anam

1 Korusun.
2 Büyük, işlemeli mendil.
3 Kâğıt tabakasını.
4 Avundum.
5 Ve.

-47-
dâima bana yaşmak' takmayı teklif ederdi.
A m a ben "Hâlâ ufağım," diyerek, istemezdim.
Nihayet beni mektepten çektiler; mini mini
bir ferace, bir yaşmak hazırladılar. Ben baba­
mın önünde:
— Mektepten nasıl çekileceğim? Nasıl ya­
pacağım? Ben câhil kalacağım, diyerek ağla­
dım, sızladım ise de fayda vermedi.
Pederim: 2
— Onu merak etme kızım. Ağlama kuzum.
Bu âdettir: 3 Kız on on bir yaşım geçtiği gibi
yaşmaksız, ferâcesiz sokağa çıkamaz. Biz
4
âdetin hâricinde nasıl hareket edebiliriz?
Herkes s o m a bizimle gülecek... A m a dersleri­
ni merak edeceksin. Senin derse sevdan ol­
duğu vakitte kendi kendine de o bildiğini iler­
letebilirsin. Ben de sana bâzı defâ ders vere­
bilirim... Ne yapalım? İşte hâlâ kızlar için
5
mahsûs mekteplerimiz, kadm hocalarımız
yok ki... Erkek mektebine on beş yaşında bir
kız nasıl gidebilir? diyerek bana teselli 6 ver­
mek istediyse de, benim asıl keder ettiğim
7
şey, Rifat Bey'in mufârakati olduğundan,
hiç bir veçhile müteselli olmadım. 8 Tenhâ bir
yere çekildim. Ağlamaya başladım. Bir dere­
ceye kadar ağladım ki, gözlerim ceviz tanesi
gibi fırladı! Cihandan 9 bütün bütün m e y u s

1 Yalnız gözleri açıkta bırakarak başa örtülen örtü.


2 Babam.
3 Görenektir.
4 Göreneğin dışında.
5 Özel.
6 Avuntu.
7 Ayrılığı.
8 Hiç bir şekilde avunamadım.
9 Dünyadan.
-48-
1
oldum. Hatırıma gelirdi ki, Rifat Bey mekte­
be gidecek, beni bekleyecek, göremeyecek; ne
yapacak? Bîçâre 2 çocukcağız, keder edecek.
Çünkü Rifat Bey'in muhabbetine de hiç şüp­
hem yoktu. İşte buna ziyadesiyle gönlüm sı­
kılırdı. A m a daha bir kaç ay, her ne kadar ki
mektebe gitmezdim, sokağa çıkamazdım, fa­
kat Rifat Bey ile gah gâh ;i görüşürdük. Bir za­
mandan sonra bu da kesildi! Rifat Bey ile hiç
görüşemezdim... Bazı defâ geçerken pencere­
den görürdüm. O vakit daha ziyâde sabr u
karârım 4 kalkardı. Bir türlü müteselli ola­
mazdım. 5 Beş altı ay böyle geçti. Ah o beş al­
tı ay! Bana beş altı sene gibi görünüyor.

Alamut
Çizgiliforum.com

1 U m u d u m u kestim.
2 Zavallı.
3 A r a d a bir.
4 Sabırlılığım ve kararlılığım.
5 Avunamazdım.

-49-
•vn*

Haberleşme

Bir gün tenhâ 1 odamda oturmuştum,


Rifat Bey'in yazdığı ahidnâmeyi, 2 hani ya
şimdi gördüğün kâğıdı çıkarmışım. Okuyor­
dum, bakıyordum, ağlıyordum. Gözyaşlanm
üzerine dökülüyordu. Bir de baktım ki, kapı
yavaş yavaş açıldı. Birisi başını soktu, bir şey
arar gibi her tarafa baktı. Ben, anîden kâğıdı
cebime koydum, gözlerimi sildim.
— Kim o? İçeri gelsene! dediğim gibi, Kâ­
mile Hanım'ın, Rifat Bey'in vâlidesidir, cari­
yesi Gülzar girdi. Bu câriye on bir yaşında bir
kızcağızdır. Pek uslu bir kız. Ben pek çok se­
verdim... Seveceğim a... Rifat Bey'in câriyesi-
dir...
— Ha, Sâliha H a m m burada, hem yalnız!
İşte benim istediğim... dedi.
— Gel Gülzar Hanım, gel, dedim.
Yanıma geldi. Cebinden bir zarfa sarılmış
bir mektup çıkardı, bana verdi.
— İşte, Rifat Bey şu mektubu verdi ve de­
di ki, sizi tenhâ 3 bulup vereyim de cevabım
getireyim, dedi.

1 Yalnız olarak.
2 Antlaşmayı.
3 Yalnız olarak.

-51-
Ellerim titreyerek, gönlüm tiz tiz vurarak
mektubu açüm. Bu zeminde idi:'

«Ruhum Sâliha'm!
İşte altı ay oldu ki görüşemiyoruz. Gayet­
le müştakım. 2 Allah vere de bir daha görüşe­
lim; bir daha birbirimizi dünya gözüyle göre­
lim! Ah! O beraber olduğumuz zamanlar! Ah
0 zamanlar! Nasıl su gibi geçti o günler! Şim­
di bizim için bir dakika, bin yıldır. Sâliha'm!
Şimdiden sonra, hiç olmazsa, mektuplar ile
görüşelim. Gülzar ile bu mektubun cevabını
gönder. Şimdilik bu t
kadarla kifayet ediyo­
3
rum. İnşallah, an-karib 4 görüşürüz. Allaha
ısmarlarım! Ah! Ah! Ah!

Rifat»

Bu mektubu okudum. Tekrar okudum.


Belki ezberledim. Her bir harfini gönlümce,
5
uzun uzadıya teşrih ettim. Biraz müteselli ol­
dum. 6 Yüzüm biraz güldü, gönlüm biraz açıl­
dı. Hokkayı kalemi aldım, şu cevabı yazdım:

«Candan Azizim, R i f a f i m ,
Mektubunuzu aldım. Dünyalarca mem­
nun oldum. Belki taze hayat buldum. Ah! Ne
derim! Bu memnuniyet nisbet kabul etmez. 7
"El-mürâsele nısfu'l-muvâsele" 8 derler. Muvâ-

1 Şunlar yazılıydı.
2 Özledim.
3 Yetiniyorum.
4 Yakında.
5 Yorumladım.
6 Avundum.
7 Eşsizdir.
8 Haberleşme kavuşmanın yansıdır.

-52-
1
salât ne büyük şey, muvasalat... Ah! Mürâ-
sele dahi onun nısfı 3 değil mi ya! Ah Rif a f i m !
2

Senden ayrı hâlim nedir, hiç tarif istemez.


Hemen Allah bizi birleştirsin! Başka, elimizde
ne var! Şimdilik bundan ziyâde yazamam. Üç
gün dahi yazsam, gönlümün derdini bildire-
mem. Fakat vakit müsait 4 değil. İkinci mektu­
bunuzu beklerim. Allaha ısmarladım! Ah! Ah!

Sâliha»

Bu mektubu büktüm, zarfa koydum, mü-


hürledim, Gülzar'ın eline bıraktım:
— Al elmasım. Şu mektubu Rifat Bey'e
ver. Benden mahsus 5 selâm et. Sakın kimse
görmesin haa! dedim.
Gülzar gitti. Ben Rifat Bey'in mektubunu ve
yazdığım mektubun müsveddesini 6 tekrar tek­
rar okudum. O gün, benim için bir başka gün
oldu... İşte ondan sonra Gülzar'ın vasıtasıyle,
ikide birde, mektuplarla görüşürdük. Ben bâ-
zan Rifat Bey'i pencereden dahi görüyordum.
Çünkü vaktin çoğunu pencerede geçiriyordum.
Ama o beni göremezdi. Beş sene daha böyle
geçti. Ben on altı yaşma bastım. Rifat Bey o za­
man on sekiz on dokuz yaşmda olacaktı.

1 Kavuşmak.
2 Haberleşme.
3 Yansı.
4 Uygun.
5 Özel olarak.
6 Karalamasını.

-53-
•vm-s-

Umutsuzluk

Ben on altı yaşıma bastığımı hatırıma ge­


tirdikçe, kendi kendime, "On altı yaşında bir
kız ile on sekiz yaşında bir çocuk evlenebilir­
ler, çilemiz bitti inşallah!" diyerek seviniyor­
dum. Hattâ bunu Rif at Bey'e dahi yazmıştım.
Onun dahi ümidi tazelenmişti.
Bir gün odamda tenhâ' oturup (dikiş) di­
kiyor idim. Baktım ki annem girdi. Kapıyı
itiverdi; yanıma geldi, oturdu. Dikişime ba­
kar gibi filân oldu. Nihayet "Kızım," dedi,
"Sen on alti yaşını geçtin, kocaya varacak
vaktindir... Bahtın da müsaitmiş. 2 Seni bir
büyük evden istiyorlar. Gayetle maldâr, 3
4
zengin, kişizade bir efendi seni istiyor. Biz
pederinle düşündük, pek çok münâsip 5 gör­
dük... Allah'ın emriyle... Seni... ona verece­
ğiz."
Bu sözü işittiğim gibi, iğne elimden düştü.
Gözlerimde bir duman peyda oldu. Benzim
nasıl oldu, ancak gören bilir... Söz söylemeye

1 Yalnız.
2 Talihin de uygunmuş.
3 Ç o k m a l l a n olan.
4 Soylu.
5 Uygun.

-55-
1 2
mecalim yok. Lâkin, "Şayet şu efendi Pdf at
Bey'dir," diye yine ümidi bütün bütün kesme­
dim. Her ne kadar ki annem "Gayetle mal-
dâr," dedi, bu söz bana çok ümit vermezdi.
Lâkin âdet-i tabiiyedir, 3 insan ne büyük felâ­
ketlere, ne de büyük meserretlere 4 birdenbire
inanmaz. Gönül bir müftidir ki, istemediği
şey için pek kolay fetva vermez.
— İşte sükût ediyorsun, 5 rızan vardır de­
mek oluyor. Artık bitti, inşallah hayırlı...
— Oo... Ne! Nasıl! Ben... şimdiden evlene­
yim!.. Aa... Yok annem, yok... Ben... ben...
ben evlenmem... Beni isteyen kim?. Beni...
kimse... istemez... Bunları siz kurarsınız...
Ben...
— Aaa kızım! Sen çocuk mu oldun! İşte,
dedim sana ya... Bu talih her gün önüne gel­
mez... Nasıl "Beni kimse istemez," dersin? Ni­
çin istemeyecekler? Sen evlenmeyecek misin?
Hani ya geçen hafta görücüler gelmedi mi?
Senin hiç haberin yokken onlar sana baktı­
lar, beğendiler... İşte iş meydanda... Kocan
olacak efendi Ahmet Bey isminde...
Ben şu "Ahmet Bey" ismini işittiğim gibi,
Rif at Bey'in olmadığını anladım, me'yûs 6 ol­
dum. İnsan me'yûs olduğu vakitte, hem öyle
me'yusiyet, mahcubiyeti de 7 kalkar, korkusu
da gider; cesur olur. Pek çok kızdım. Ayağa
kalktım: •

1 Gücüm.
2 Belki de.
3 Alışılmış görenektir.
4 Sevinçlere.
5 Susuyorsun.
6 Umutsuz.
7 Utanması da.
— Aa! Anne! İşte, dedim a... Evlenmem
1
vesselam... Zorla beni evlendirmek isterseniz
evlendiriniz... Benim rızamı niye sorarsınız?
Ben şimdilik evlenmem... diyerek odadan çık­
tım.

Dadımın odasına gittim, başımı bir yastı­


ğa koyup hüngür hüngür ağlamağa başla­
dım. Bir saat kadar böyle ağladım. Dadı mut­
fakta idi. Bir de gelip beni o hâlde görünce,
bîçâre 2 kadıncağız şaştı:

— Ne oldu... Ne oldu! Kim öldü? Ne var! A


kızım? Ne ağlıyorsun? dedi.
Ben başımı kaldırıp:
— Dadı, ne diyorsun? Ne şaştm böyle?
Kim ölecek? Ah... Keski ben öleydim de... Bu
olmayaydı... Ah... Dadı... Ah!
— Canım, ne var? Aman söyle çabuk...
— Ne olacak... Annem... beni... evlendir­
mek... istiyor... Ben şimdi...
— Ah! Kızım! Allah'tan bulasın! Aa... Ne
yaptın bana! Az kaldı bayılıyordum... Nüzul
isabet edecekti... 3 Of... Allah! Kalk kız, biraz
soğuk su ver bana... Çabuk... Çabuk... Bayı­
lıyorum!
Dadı'yı fena hâle geürdim. Biraz su ver­
dim, içti. Kendini topladı:
— A kızım, bunda ağlayacak bir şey var
mıdır? Ben zannettim ki... Allah esirgeye! Ya
efendi, ya hanıma bir şey oldu da... Meğer se­
ni evlendirecekler. Sen sevinmeliydin a kızım.
Değil ağlıyorsun. Evlenmeyi fena bir şey mi
zannediyorsun? Kocayı umacı mı sanırsın?

1 Kısacası.
2 Zavallı.
3 İnme inecekti.

-57-
— Yok... Yok... Ah! Dadı, sen bilmezsin!
Ben... evlenmek... isterim... ama... ama... yok
yok...' diyemem...
— Söyle, söyle bakalım, acemi olma...
— Ne söyleyeyim... Baksana... Şu kâğıdı
okuyayım da... Sen dinle...
Böyle diyerek ve ağlayarak o mahut ahid-
nâmeyi 2 cebimden çıkardım. Utanarak, sesim
titreyerek okudum. Dadı işitti: bu defa gülme­
di. Gördü ki iş gülünecek bir raddede 3 değil.
— Ağlama kuzum, gözlerini sil. Ben gider
annene söylerim de kâil ederiz. 4 Haydi kork­
ma! diyerek kalktı, annemin yanına vardı.
Ben yalnız kaldım. Bir az müteselli ol­
dum. 5 Dadıyı dört gözle bekliyordum, dadı da
geldi.
— Ee... Anneme söyledin mi? Ne dedi?
— Söyledim ya... Peki, dedi... Bakalım...
Şimdi gitti efendiye danışmaya.
— Ah... Babam da işitecek bunu! Ah bîçâ­
re ben, ah! Nasıl çıkayım önüne? diyerek
kalküm, ayaklarımı yavaş yavaş basarak ba­
bamın olduğu odanın kapısına gittim: perde­
nin arkasından işittim ki, bu türlü konuşu­
yorlar idi:
Baba — Aa! Yok, yok... Olmaz. İmkânı
6
yok. Olur şey mi ya? Çocuk iyi. Filvaki iyi.
Pek güzel çocuk. Ama ne yapayım, o pederi 7
var... Hiç öyle adamın evine kız verilir mi? Kı-

1 Olmaz.
2 Daha önce sözü edilen antlaşmayı.
3 Derecede.
4 Razı ederiz.
5 Avundum.
6 Gerçekten.
7 Babası.

-58-
zımı öyle bir eve vermektense öldürmek daha
iyidir... Sonra, o zavallı çocuğun bir şeyi de
kalmadı. Pederi malını menâlini 1 yedi içti. Bir
şey kalmamıştır... Çocuk da., daha çocuk. Ne
biliriz yann o da ne ahlâk peyda eder. 2 Hiç o
çocuk, Ahmet Bey'e tercih olunur mu? 3
(Anne) — Hakkın var... Hakkın var. Ama,
ne yaparsın? Sana dedim a, söz bağlamışlar
ki, birbirini almazlarsa, kendilerini telef ede­
ceklerdir! 4 Ha... Şakaya gelmez... Bir tane kı­
zım vardır... Allah esirgeye...
— Adam (sen de)... Sözdür o... Ufak ço­
cuk, bir şey yazmış da... ne olacak?..
— Öyle deme! Aa... Sevdadan olmadık şey
yok dünyada.
Ben perdenin arkasında durup bu sözleri
dinliyordum ve her bir saniyede gönlüm bir
ümit tarafına sapıyor ve bir me yusiyete 5 dö­
nüyordu. Bir de baktım ki, Gülzar merdiven­
den çıkıyor. Beni gördüğü gibi, cebinden bir
mektup çıkardı. Koştum, mektubunu elinden
kapüm, açtım, okudum. Baktım ki Rifat
6
Bey'in bu musibetten haberi yok. Âdeti üzre'
yazmış. Anîde odama koştum, kalemi alıp iş
bu mektubu yazdım:

«Rif afim,
Ah! Bu mektup ne kara haberler getire­
cek! Ah! Beni evlendirmek istiyorlar! Ah... Be-

1 Bütün mallarını.
2 Edinir.
3 Yeğlenir m i .
4 Öldüreceklerdir.
5 Umutsuzluğa.
6 Felâketten.
7 Her zamanki gibi.

-59-
ni evlendirmek de, sana vermemek demek
olur ki, ikimizin canına kast ediyorlar! Ah!
Ah! Rifat'im! Ben anneme söyledim ki evlen­
mem. Dadıma ahidnâmelerimizi' gösterdim.
Kendimi telef edeceğimi beyân eyledim. 2 Dadı
buralarını anneme söyledi. Annem, babam ile
konuşurlarken ben perdenin arkasından işi­
tiyordum: Seni istiyorlar ama... sizin... evini­
ze beni yollamak istemiyorlarmış. Rifat'im!
Valide hanımı kandırıp da seni evvelemirde 3
iç güveysi girmeye bırakırsa ve anneme gelip
söylerse, Hak Taâlâ'dan ümit eylerim ki, bir
şey olur... İnşallah. Cenâb-ı Hak iki genç ada­
mın 4 kanının dökülmesine razı olmaz.
Rifat'im, Allaha ısmarladım. Cevâbını serian 5
bekliyorum. Ah! Ah! Ah!
Sâliha»

Bu mektubu tebyiz etmeksizin" Gülzar'ın


eline koydum, yolladım. O gün akşama kadar
gönlüm karar bulmaz idi. Odamda bir düziye
gezerdim. Akşam, pederim yemeğe çağırdı ise
de gitmeye utandım. Hem de gözlerim yaş
dökmeden bir dakika durmazdı ki... Ah! On
senelik bir sevda, bir saatin içinde gönülden
çıkmaz! Ah, ne bir saat! Bin yılda da çıkmaz!
Sevilen adamın unutulması!!! Ah! İşte, mu­
hal 7 şeyler...

1 Antlaşmalarımızı.
2 Bildirdim.
3 Bir an önce.
4 İnsanın.
5 Bir an önce.
6 T e m i z e çekmeksizin.
7 Boş.
Nihayet o gece, bazısı ümîdbahş' ve bâzısı
me'yusiyet 2 getirir bin türlü hayâller kurduk­
tan sonra, uyumuşum. Uykumda bâzısı tatlı
tatlı ve bâzısı korkulu korkulu bin türlü rü­
yalar gördükten sonra, sabahleyin uyandım.
Bir iki dakika nerede olduğumu, ne hâlde bu­
lunduğumu hatırıma getiremedim.

Nihayet kendimi topladım, bir büyük felâ­


ketin içinde bir büyük tehlikede bulunduğu­
mu anladım. Bir köşeye çekildim. Düşün­
düm. Ağladım. Bir iki saat böyle geçtikten
sonra, bir de pencereden baktım ki, bir ha­
nım geliyor. Gördüğüm gibi, Kâmile Hanım
olduğunu tanıdım. Artık o sevinç! O sevinç!
Gûyâ 3 hep o kederden kurtuldum. Gûyâ beni
bir sürü düşmanların elinden kurtarmak için
gökten bir muin 4 indi. Gönlüm karar bulmu­
yordu. Bir yerde duramıyordum. Kendi ken­
dime söyledim ki:

— Elbette o iş için geliyor. Evet. Ah... Şüp­


hem yoktur... Aferin Rifat... Bak annesini
kandırdı da gönderdi. Ah, benim de Kâmile
Hanım gibi bir anam olaydı, kandırırdım...
Ama... Ah... Bu, benim anam... Bu, benim
babam... Hele baba(m)... Ah... Hiç adama söz
5
söyletmezler! Bin defâ kuruyorum ki gide­
yim, söyle(ye)yim. Gittiğim gibi, cesaret ede­
miyorum, söyleyemiyorum. Vücudum titre­
meye başlıyor... Oh... Olacak inşallah! Bu iş
bitecek... Kâmile Hanım anamı kandıracak...

1 Umutlandıncı.
2 Umutsuzluk.
3 Sanki.
4 Yardımcı.
5 Düşünüyorum.

-61-
Oh... Oh... Kurtulduk! Yârabbi... Şükür...
Ah... Bin kere şükür!
Böyle diyerek odanın içinde bir düziye ge­
ziyorum. Bir de baktım ki, Kâmile Hanım çı­
kıyor, gidiyor.
— Ah! Gidiyor! Bir şey yapamadı! Nasıl...
Yoksa işi uydurdular da, gidiyor mu? Ne bile­
yim... Ah... Yârabbi! Ah yârabbi! Lâkin, düşü­
nerek... Ah... İşte, işte... düşünerek gidiyor!
Bir iş yaptılairsa anam gelecek, bana söyleye­
cek... Hele dur bakalım... Ah... Nasıl geçmiyor
bu zaman! Nasıl uzadı saatler! diyerek bir iki
saat saate bakarak (geçti) ; yoksa bana sorsan
bir iki ay daha düşünmekle geçirdim. Bir de
baktım ki, Gülzar kapıdan giriverdi. Cebin­
den bir mektup çıkardı, bana verdi. Bu mek­
tubu nasıl aldım? Nasıl açtım? Hiç bilmem...
İşte nasıl yazıyordu:

«Ah, Sâliha'm... Ah!


Bu son defadır ki, sana yazıyorum! Ey­
vah... Bu son defadır ki, sana hitap ediyo­
rum! Sevdiğim! Altı senedir ki, seni göremiyo­
rum! Beraber konuşamıyoruz! Ah! O mektep­
te olduğumuz zamanlar! Ah o zamanlar! Na­
sıl çabuk geçti! Nasıl kıymetini bilemedik! Her
dakikası dünyalar kadar değerdi! Ah... Ah! O
zamanlar geçti de bir daha dönmeyecek! Bir
daha, gözlerim Sâliha'yı göremeyecek! Bir da­
ha konuşamayacağız! Altı yıldır sabrediyoruz.
Nasıl ediyoruz? Niçin ediyoruz? Bir ümit ile.
Evet bir ümit ile... Yine görüşmek... Bir gün
birleşmek... ümidiyle... Lâkin... Eyvah... Ey­
vah!.. Bu ümit bitti... Bu ümit daha yok!

-62-
Evet, yok! Şimdiden sonra yok artık! Anan,
baban... Ah... o zâlimler! Bizi birleştirmek is-
temiyorlarmış! Seni nişanlamışlarmış! Bir
zengine, bir bilmem kime vereceklermiş! Ev­
lendirecek kızları yokmuş artık! Ah, bîçâre
Rifat! Ah, zavallı Sâliha! Ah! Ne yapalım? Esi­
riz! Kendimize mâlik' değiliz! İstediğimizi ya­
pamayız! Evet, kendimize mâlik değiliz. Lâkin
hayatımıza, memâtımıza 2 mâlikiz! Kendimizi
sahrâ-yı ademe 1 atabiliriz... Orada hür yaşa­
yabiliriz... Bu dünyada hürriyet yokmuş!
Dünyanın en ziyâde hürleri esir imişler! He­
men bu dünyadan kurtulalım! Sâliha'm! Be­
nim hançer önümde duruyor. Ahidnâmemiz 4
ve senin gönderdiğin mektuplar koynumda
duruyor ki, onlar dahi kanla boyansınlar!
Gözyaşlanmız üzerlerine düşmüş. Kanımız
da üzerlerine dökülsün! Sâliha'm! Senden bu
mektubun cevabını bekliyorum. Bir daha o
güzel elinle yazılmış yazıyı göreyim de s o m a
kendimi telef edeyim! 5 Sen de... Sâliha'm! Sen
de... Bildiğin... istediğin gibi yap... Ah felek!
Ah... bu sözü bana nasıl söyletirsin? Ah, bu
vücutlarımız toprak altına girecek! Döküle­
cek! Çürüyecek! Eyvah, eyvah! Senin o naze­
nin 6 vücudun, o gül gibi yüzün çürüyecek!
Bir daha görmeyeceğim! Lâkin 7 yok, yok...
Yanlış söyledim... O mezarda çürüyecek şey,
etten, kemikten ibaret şey. Sevişen, ruhları-

1 Sahip.
2 Ölümümüze.
3 Y o k l u k çölüne.
4 Antlaşmamız.
5 Öldüreyim.
6 Nazlı.
7 Ancak, ama.

-63-
mızdır. Evet, ruhlarımızdır ki, bu cisim kafe­
sinden kurtuldukları gibi, görüşecekler... Ah,
şüphem yok ki görüşecekler. Cenâb-ı Hak
böyle iki âşıkı ayırıp bir daha görüştürmeme­
ye razı olmaz! Ah Sâliha'm, ah! Mektubu ka­
pamayı gönlüm istemez... Daha yazmak iste­
rim. Lâkin elim kaldı, zihnim durdu... Gözle­
rim kan ile doldu, görmez oldu! Hemen Alla-
ha ısmarlarım... Ah... Ah... Ah!
Sevdiğin
Pdf at»

İşte, ben bir hayırlı haber beklerken, bu


mektubu okuduğumda aklım zail oldu. 1
V ü c u d u m titremeye, gözyaşlarını çeşme gi­
bi akmaya başladı. Nihayet, kendimde ol­
m a d ı ğ ı m hâlde, mektubu okudum. Bitirdi­
ğ i m gibi, mektup elimden düştü. Vücudu­
ma fena hâlde bir titremek geldi. Bîçâre
Gülzar şaştı. Yüzüme bakıyor, bir şey söy­
lemeye cesaret edemiyordu. Anîde kendimi
2
telef etmek istiyordum. Lâkin vasıtam yok­
tu. A h , insan dünyadan ve dünyada en zi­
y â d e 3 sevdiği şeyden ümidini kesmek ne
müşkül şey! Nihayet, kalemi aldım; elim,
v ü c u d u m titreyerek, gözyaşlarını aka aka,
R i f at Bey'e son defa olarak bir iki söz yaz­
m a y a başladım:

«Ah Rifat'im, ah!


Ecelimizin ve ecelden m ü ş k i f olan ilele-

1 Kayboldu; aklım başımdan gitti.


2 Öldürmek.
3 Çok.
4 Zor.

-64-
1
bet mufârakatimizin haberini getiren mek­
tubunuzu aldım. A h ! A h ! Bu güne nasıl ye­
tiştik! Bu gün ne kara gündür! A h . . . bayılı­
yorum... Ziyâde yazmaya mecalim 2 yoktur...
Ben dahi mukavelemiz 3 üzere, kendimi telef
edeceğim!.. Başka vasıtam yok. Ancak, ken­
dimi kuyuya atıvereceğim... Ah Rifat'im, ah!
Allaha ısmarlarım... Biz bu ömrü böyle fi­
rakla" geçirdik! İnşallah öbür dünyada görü­
şelim... A h ! . . Ah Rifat'im! Daha y a z m a k isti­
yorum, lâkin yazamam! Eyvah! H e m de bi­
zim için şimdiden sonra bir dakika bile ya­
şamak haramdır... Hemen kendimizi bu
dünyadan kurtaralım!.. Allaha ısmarlarım...
A h ! Ah! Ah!!!

Sevdiğin
Sâliha»

Alamut
Çizgiliforum.com

1 Sonsuza dek ayrılığımızın.


2 Gücüm.
3 Sözleşmemiz.
4 Ayrılıkla.

-65-
>TK>

İstek

Bu mektubu kapamaya, zarfa koymaya


1
mecalim yok. Hemen bitirdiğim gibi, Gül-
zar'ın eline bıraktım. Bîçâre kız da acemi;
mektubu elinde tutarak kapıdan dışarı çıkı­
yor... Lâkin şu kadere bak, şu bahta bak:
Anam sofada bulunmasın mı? Mektubu kızın
elinden kapıp pedere götürmesin mi? Ben
Gülzar çıktıktan sonra, bulunduğum yerde
donmuş gibi kalmışım. Aklımı şaşırmışım.
Gözlerimi bir yere dikmişim... Bir dakika ge­
çer geçmez annem koşarak, ağlayarak gelir.
Kapıyı şiddetle itiverir; gelir, boynuma sarılır,
beni öper, kucaklar. Gözyaşları çeşme gibi
yüzüme dökülür! Ben ne olduğunu, nerede
bulunduğumu anlayamam, daha kendime
gelemem. Annem:

— A h ! Kızım! Kızım! Kendine gel! Ah bîçâ­


re ben! Ah zavallı ben! Az kaldı öksüz kalır­
dım! A h ! Bin şükürler o dakikaya! Ne hayırlı
dakika imiş o ki, ben odadan çıktım da Gül-
zar'a rastgeldim! Ah! Kızım ah! Korkma... Dü­
şünme... Muradın hâsıl olacak... 2 Senin için

1 Gücüm.
2 İsteğin gerçekleşecek.

-67-
korkulacak şey yok artık. Pederini de kandır­
dım: Seni Pdf at Bey'e vereceğiz! dediği gibi,
kendimi topladım.
Artık öyle bir me'yûsiyetten' sonra, böyle
ümîd-bahş 2 bir söz işitmek! Böyle bir ümide
dönmek! Oh... Ne büyük şey! Lakin insan ke­
dere dayanamadığı gibi, sevince o kadar daha
ziyâde dayanamaz. Vücudum titremeye baş­
ladı. Gözyaşlarım çeşme gibi, annemin göğ­
süne dökülüyordu! Hüngür hüngür ağlama­
ya başladım. Bir azdan sonra, zihnim azıcık
karar buldu, vücudum bir az rahat etti. Bu­
de Rifat Bey hatırıma geldi; birdenbire ben­
zim değişti:

— Ah... Rifat Bey... Rifat Bey... Rifat Bey


kendi(si)ni telef etmiş, ben ne ümit ediyo­
rum!
— Yok kızım, yok! Korkma! Gülzar'a ben
söyledim; şimdi gitmiş, söylemiş. O da şimdi
sevinmektedir.
Bu sözü de işittiğim gibi, bütün bütün ra­
hatlandım. Gözlerimi sildim. Annemin elini
öptüm. A n n e m pederime götürdü, onun dahi
elini öptüm. Yanına aldı...
Nihayet, bir aydan sonra, gelin oldum. Lâ­
kin, Rif at Bey'in evine geldim. Çünkü Kâmile
Hanım, oğlunun güveyi girmesine razı olmaz­
mış ve hattâ Rifat Bey'in ricası üzere anneme
geldiği vakitte dahi orasını teklif etmemiş
imiş. Nihayet, evlendikten bir sene sonra, ka­
yınpederim vefat eyledi. Üç sene sonra Kâmi­
le H a m m dahi öldü.

1 Umutsuzluktan
2 Ümit verici.
-68-
— Ah bîçâre Kâmile Hanım, ah! Beni ne
kadar seviyordu!
Sâliha H a m m kendi serüvenini bitirdiği
gibi, yine dikişe başladı. Ayşe Kadın:
— Ah, hanim, sen de şok sekmiş. Onun
işun sabuk ihtiyarlamış. Zavalli hanim! diye­
rek, kalkıp mutfağa gitti.
•X*

Tal'at Bey

Gelelim Tal'at Bey'e: Tal'at Bey, Rifat Bey


ile Sâliha Hanım'ın arasındaki aşk ve sevgi­
nin ürünü olup, pek güzel ve akıllı bir çocuk­
tu. Sâliha H a n i m i n kayınpederiyle kayınvali­
desi öldükleri gibi, anası ve babası da şu
ölümlü dünyayı terk etmiş ve sevgili kocası
ölümsüzlük âlemini seçmiş olduğundan, za­
vallının Tal'at Bey'den başka kimsesi yoktu.
Bu nedenle, Tal'at Bey'i (öyle) bir derecede se­
verdi ki, Tal'at Bey akşam bir az geç kalsa,
"Aman, oğluma ne oldu? Oğlum daha gelme­
di!" diye deli olurdu. Her ana oğlunu sevecek
a. Ancak bizim Sâliha Hanım, bir çok neden­
le, oğlunu başka analardan daha çok severdi.
Bununla birlikte, Sâliha H a n i m i n aklına ve
becerikliliğine bak ki, içindeki sevgisini oğlu­
na bildirmez, nazlı alıştırmaz. Çünkü malûm
a... Öyle nazlı alışan bazı çocuklar... genç­
ler...
Tal'at Bey, babası öldüğünde mahalle
1
mektebine gidiyordu. Rifat Bey'in ölümün­
den sonra, Sâliha Hamm oğlunu bir iki yıl

1 Mahallelinin elbirliğiyle tuttuğu "hoca"nın ders verdiği


okul.

-71-
2
daha sıbyan mektebinde' ve sonra rüşdiyede
okuttu. Tal'at Bey on altı yaşındayken rüşdi-
ye okulu sınavını verip, bütün İstanbul genç-
leri(nin) yaptıkları gibi, bir dâirenin bir kale­
mine, 3 hangi dâirenin hangi kalemi olduğunu
belirtmek gereksizdir sanırım, girdi. İşte, iki
yıl vardı ki, o kaleme devam ediyordu.

Tal'at Bey nâzik ve hoş bir çocuk olup yü­


zü sürekli gülerdi ve huylan arasında kibir ve
kıskançlık, düşük ahlâklılık bulunmadığın­
dan başka, çapkınlık ve hovardalıktan da bü­
tün bütün habersiz olup pek de uslu oldu­
ğundan, gerek kalem arkadaşlan, gerek bü­
tün bildikleri kendisini pek çok severlerdi.

Yukarda dediğimiz gibi, Tal'at Bey doğal


olarak şen ve yüzü güler bir çocukken, bir
kaç gün vardı ki, bir düşünmeye dalmıştı. Hiç
yüzü, dudağı gülmüyordu. Yolda geçerken bi­
le, kendisinde bir dalgınlık görünüyordu ki,
bildiklerinden her gören:
— Canım, şu çocuğa ne oldu? Başka ah­
lâk peyda eyledi? 4 Yoksa, Allah esirgeye, bir
meraklık mı geldi kendisine? Yoksa bir kede­
ri mi var?
Bir başkası:
— Dün yolda yüz yüze rastgeldik, hiç aşi­
nalık 5 etmedi. Ben ses verdim. Bakarım ki
gûyâ 6 o uykuda imiş de birdenbire uyanır gi­
bi sıçradı. Sebebini sordum; "Bir baş ağnsına

1 İlk öğretim yapılan okul.


2 Ortaokulda.
3 Devlet işlerinin görüldüğü m e m u r l u ğ u n bir bölümüne.
4 Edindi.
5 Tanışlık.
6 Sanki.

-72-
uğradım," dedi. Yazık, yanarım şu çocuğa! di­
yordu.
İşte zavallı Tal'at böyle bir durum gösteri­
yordu. Zavallı epey de zayıflamıştı. Kalemde
arkadaşları, yolda rastladığı bildikleri bunun
durumuna şaşırıp "Birader, 1 sana ne oldu?"
diye sorduklarında, bir baş ağrısı bahane edi­
yordu. Kimi Beyoğlu'nda bir hekim, kimi bil­
mem nerede bir eczacı, kimi Üsküdar'da bir
hoca ve kimi Bitpazan'nda bir üfleyici tavsiye
ederdi. Her birinin binlerle hastalan iyi etmiş
olduğunu söylerdi.

Tal'at Bey ise bunlara hiç kulak asmıyor­


du. Çünkü, hastalığını ancak kendisi bildiği
gibi, ilâcını dahi kendisi biliyordu. A m a elin­
de değildi. İşte zavallının dalgınlığı, şaşkınlı­
ğı, düşkünlüğü hep buydu. Tal'at Bey'in
derdini, o zaman hiç kimse bilmiyordu.
Çünkü zavallı çocuk, derdini sır tutuyor, hiç
kimseye söylemiyordu. A m a bu türlü dertler
günden güne büyür, artar. (Öyle) bir derece­
de artar ki, saklandığı kabı, kılıfı patlatır,
yırtar da ortaya çıkar. Ortaya çıkar da, um­
madığın adamlar bile bunu öğrenir. Nasıl ki,
biz Tal'at Bey'in durumunu merak edip sor­
mak şöyle dursun, Tal'at Bey'i hiç tanımadı­
ğımız hâlde zavallının derdi ortaya çıkarak
efsâne hükmüne girdiği gibi, (bu derdi) biz
bile öğreniriz ve Tal'at Bey'in yalnız şu öykü­
süyle yetinmeyip daha öncesinden serüveni­
ni ve anasının babasının durumlarını ince­
leyip bilmeyenlere dahi bildirmek için yaz­
mak zorunda kalırız. Şöyle ki:

1 Kardeş.

-73-
•XI*

Hacıbaba
Talat'ın Aşkı

Aksaray'dan Bayezit'e çıkan caddede,


bundan bir kaç yıl önce, Hacı Mustafa adın­
da bir tütüncü vardı ki, yaşlılığından dolayı
(kendisine) çoğu kez "Hacıbaba" derlerdi. Bu
Hacıbaba, altmış yaşını aşkın, boyu kısa ve
şişmanca, sakalı süt gibi bembeyaz bir kimse
olup, göğsünü her zaman açık ve kollarını
dirseklerine dek sıvalı tutar ve bir iskemle
üzerine oturup marpucu bir dakika ağzından
bırakmazdı. Birisi tütün almaya gelse, Hacı­
baba nargileden daha bir iki nefes çektikten
sonra, hiç acele etmeden kalkıp tütünü tartar
ve alıcının kutusuna koyup ya da kâğıda sa­
rıp alıcının önüne atar ve teraziyi öyle bir bı­
rakırdı ki gürültüsü sıradan dükkânı sarsar­
dı.

Bu Hacıbaba pek açgözlüyse de titiz, si­


nirli olduğundan, müşterilere öyle çok iltifat
filân etmez; birisi dükkâna girip otursa, Hacı­
baba (tütün) kesesini (onun) önüne atar, bir
de "Merhaba!" der; bir iki saatten sonra bir
söz ya söyler ya söylemez. Müşterinin birisi
"Tütün sertmiş, yavaşmış," filân diyerek bir
-75-
az mırlansa, Hacıbaba yanıt vermeksizin tü­
tünü boşalüp kutusunu ve parasını sokağa
atar. Şurası tuhaf ki, bununla birlikte Hacı-
baba'mn müşterileri eksik olmaz. Her tütün­
cüden daha çok müşterisi var; hepsinden çok
kazanır. Hem de Hacıbabafnm) müşterileri­
nin çoğu öyle, yirmi, kırk paralık tütün alan­
lardan olmayıp, kutularını bir çeyrek mecidi­
ye 1 ile dolduranlardandı.

Her neyse, uzatmayalım. Bizim Tal'at Bey


üç dört yıldan beri tütüne alışmış olup Lâleli
yakınında bir tütüncünün müşterisiydi ki,
her gün kaleme giderken ondan tütün alırdı.
Bir gün Tal'at Bey, Hacıbaba'nın dükkânının
önünden geçerken, "Bir de şu tütüncüden
kırk paralık tütün alayım, bakalım bunun tü­
tünü nasıldır ki herkes buna bu kadar rağbet
ediyor," diyerek Hacıbaba'nın dükkânına ya­
naştı, tütün istedi. Hacıbaba nargileden daha
bir iki nefes çekince, kalkıp tütünü tartınca,
Tal'at Bey aşağı yukarı bakarken, gözü dük­
kânın üstündeki cumbaya 2 ilişti. Kafesin
içinde bir güzel yüz gördü. Kafes de seyrekçe.
İçindeki pek iyi fark olunuyordu. Tal'at Bey'in
gözleri kamaştı. Bir daha bakayım derken, te­
razinin gürültüsü gözlerini beri yana çekti.

Tütünü aldı; giderken bir daha cumbaya


baktı. Gördüğü şey, öncekinden daha bir kat
güzel göründü. Zavallı çocukcağızın o vakte
kadar öyle bir güzel görüp sevdiği yoktu. Böy­
le bir aceminin gönlü ne kadar kolay etkile-

1 Yirmi kuruş değerinde g ü m ü ş sikke.


2 Ç ı k m a gibi duvar hizasından dışarıda olan pencere
kafesi.

-76-
nir, malûm ya. Tal'at, Bayezit'e doğru çıktı.
Ama, zihni oradan aynlamıyordu. Tütüncü­
nün cumbası imgeleminde belirdikçe beliri-
yordu. Kaleme gitti, yine bu düşüncelerle
meşguldü. Kalemden dönerken, tütünü tü­
kenmemiş idiyse de, yine kırk paralık tütün
aldı; cumbaya baktı: Yine aynı şey. Evine git­
ti, aklı yine onunla meşgul. Yatağa yattı, uy­
ku yok. Bir düziye düşündü. Bir sevindi, bir
üzüldü. Karan kalkü, bir yerde duramadı.
Sabahleyin evinden çıktı, tütüncüye uğradı.
Tütünü varken bir daha tütün aldı. Cumba­
nın durumu dâima o. Nihayet bir kaç gün
böyle gitti.

Bir gün Tal'at Bey, her zamanki gibi tütün


almaya gitti. Tütüncü tütünü tartarken Tal'at
Bey yüzünü cumbaya çevirip bakakalmıştı.
Hacıbaba tütünü hazırladı, Tal'at'm önüne
attı, "Buyur, efendi," dedi. Ama kime söyler­
sin? Herifin aklı başka yerde. Hacıbaba:
— Ayol! Alsana tütünü! Ne bakıyorsun?
Şaşkın mısın nesin! Tuhaf be! diyerek çıkış­
maya başladı.
Tal'at utanarak tütünü aldı gitti. Giderken
bir daha göz kaldınp baktı ki, cumbadaki gü­
lüyor. İşte, Tal'at Bey'e bu gün başka bir uğ­
raş... Kızın bu gülmesine bir anlam vermek
istedi: "Benim şaşkınlığıma mı güldü? Yoksa
bu gülmek bir muhabbet alâmeti 1 midir?" di­
yerek ve zihnini yorarak yukarı çıkarken eski
müşterisi olduğu tütüncü:
— Beyefendi, görünmüyorsunuz, ne oldu-

1 Sevgi ve ilgi belirtisi.

-77-
nuz? Oturmaz mısınız bir az? diyerek, dük­
kâna girmesini teklif etti.
Tal'at Bey de döndü, oturdu. Dükkânda
yaşlı bir adam da vardı. Bu üç kişinin arasın­
da şu konuşma geçti:
Tütüncü — Beyefendi, tütünü nereden
alıyorsunuz? Bizim tütünü beğenmiyor mu­
sunuz?
Tal'at — Yok, yine sizin tütün daha iyi.
Fakat ahbabımın biriyle beraber geliyorduk
da şu aşağıdaki Hacıbaba'dan kendisi aldı,
beni de almaya mecbur eyledi. Fakat çok
sert...
İhtiyar — Hangi Hacıbaba? Hacı Mustafa
mı? Aman ne kadar hazzetmem şu adamı... 1
Ne kadar müezzî... müseyyib... müzevvir... 2
Pek çok adamların canını yakmış...
Tal'at Bey, Hacıbaba'yla ilgili ayrıntılı bilgi
almak istedi: kızararak, sarararak kulak ve­
rip işitti:
Tütüncü — Şaşarım şu adama. On beş on
alü sene evvel bunun beş parası yoktu. Borcu
da vardı, hattâ bana dahi danışmıştı. İflâs et­
mek istiyordu. Şimdi hayli parası var, derler.
Nasıl kazandı, anlayamam. Yoksa buyurdu­
ğunuz gibi hep dolandırıcılıkla mı kazanmış?
İhtiyar — Dolandırıcılık da etmiş, ticaret­
ten de hayli kazanmış. Fakat bunun asıl zen­
gin olması karısının sayesindedir. Hani ya on
dört sene kadar var evlenmedi miydi? İşte o
vakit bir dul kan aldı. Bir sene beraber yaşa­
dılar. K a n öldü, buna pek çok mal bıraktı.

1 H o ş l a n m a m şu adamdan.
2 Eziyet edici... üşengeç... ara bozucu.

-78-
Tütüncü — Evlâdı' oldu mu o karıyla?
İhtiyar — Yok. Lâkin, karının başka koca­
dan bir kızı vardı. Mîrâs o kıza kaldı.
Tütüncü — E, kız şimdi Hacıbaba'nın ya­
nında mı?
İhtiyar — Evet.
Tütüncü — Tuhaf! Ben yalnız bir ihtiyar
kadın görürüm ki Hacıbaba'nın evine girer çı­
kar. Hiç başka kadın gördüğüm yok.
İhtiyar — Haa, kızı hiç evinin kapısından
çıkarmaz. Taassubundan 2 mı? Kıskancından
mı? Korkusundan mı? Ne bileyim. Tuhafı ne­
resi ki görücü kadın da sokmaz evine. "Evlen­
direcek kızım yoktur," diyor. Ne ümidi var?
Anlayamam. Malı elinden gitmesin diye bîçâ­
re kızı evlendirmeyecek mi, ne yapacak?
Tal'at Bey bu konuşmadan istediğinden
daha çok bilgi aldı. Ama ne fayda ki, aldığı
bilgiden avunacak yerde büsbütün umutsuz
oldu. Tal'atin düşüncesinde iki umut vardı:
Biri, kızı dışarıda bulup yaklaşarak ne istedi­
ğini söylemek ve öteki, anasına sırrını açıp kı­
zı istemek için göndermek. Fakat, yaşlı ada­
mın, "Kızı evinin kapısından çıkarmaz," ve
"Görücü kadını evine sokmaz," deyişi, zavallı
çocuğun bütün bütün umudunu söndürdü,
umutsuzluk getirdi.
Zavallı, dükkândan çıkıp kaleme gidiyor:
kalemden çıkıp evine geliyordu. Hiç bir daki­
ka bu hayâl zihninden eksik olmuyordu. Bir
derde uğramıştı; devasını bilmiyor, çâresini
bulamıyordu. Umutsuzluğa kapılıyor da ne-

1 Çocukları.
2 Yobazlığından.

-79-
den kapılıyor? Başka şeyden değil; canından
umutsuzluğa kapılıyordu, dünyadan umut­
suzluğa kapılıyordu. Çünkü böyle bir yok­
sunluğun karşısında Tal'at için, dünyayı bı­
rakmak, canından ayrılmak bir şey demek
değil... İşte, zavallı ne felâkete uğramışü, ne
belâya kapılmışü; düşünülsün!

İşte bu günlerdeydi ki, Tal'at Bey'in dal­


gınlığını herkes merak ediyordu. Bu günlerin
biriydi ki, Sâliha Hanım ile Ayşe Kadın dahi
Tal'at Bey'e bir hâl olduğunu anladılar ve Ay­
şe Kadın, bir dereceye kadar nedenini dahi
keşfetti.

Alamut
Çizgiliforum.com

-80-
•xn<-

Hacıbaba'nın Evi

Hacıbaba'nın dükkânının bir köşesinde,


yeşil çuhadan bir perdeyle örtülmüş bir ufak
kapı var. Bu perde açıldığı gibi, önde ufak ve
karanlık bir mutfak ve bir yandan bir dar
merdiven görünür. Merdivenden çıkıldığı gibi,
ufacık ve penceresiz bir sofa olup merdivenin
iki yanında iki kapı var. Bu kapıların sağ kol­
daki açıldıkta, temizce döşenmiş bir oda gö­
rünür. Bu odanın bir köşesinde, bir sepet
sandık ve üzerinde daha bitmemiş, iğnesi
üzerinde bir entari ve öteki bir köşesinde, bir
ince bezle örtülmüş bir gergef ve duvarın bu­
yanında bir ayna ve başka kimi böyle şeyler
görünmekle, ilk bakışta bir kız odası olduğu
fark olunur.

Evet, yukarıda anıştınldığı gibi, Hacıba­


ba'nın bir emeksiz 1 kızı vardı. İsmi Fitnat'tı.
İşte bu oda, Fitnat H a n i m i n odasıdır. Biz
şimdi evin tarifine bakalım da, sonra Fitnat
H a n i m i n uzun uzadıya betimlemesine gele­
ceğiz. Bu odanın kapısının bir köşesinde, bir
çarşafla örtülmüş bir sürü yatak ve çivilere
asılmış bazı eski kürkler, entariler bulun-

1 Üvey.

-81-
makla, yaşlı bir kadının odası olduğu belli
oluyordu. Gerçekten de, Hacıbaba'nın yetmiş
yaşını aşkın, Emine Kadın adında bir analığı
vardı. İşte bu oda da, onundu.

Sofanın bir köşesinde yılankâvî 1 bir dar


merdiven olup yukarı çıkıldığı gibi, bir ufak
oda var. Bu odanın bir köşesinde katlanmış
bir yatak ve bir yanında bir namaz seccadesi
ve bir masanın üzerinde bir şamdan, bir kib­
rit, suyla dolu bir sürahi, bir bardak ve bir
köşeye dayanmış bir uzun çubuk ve bir pen­
cerede uzun marpuçlu bir nargile ve duvara
asılmış bir kaç levha ve bir iki eski kürk bu­
lunmakla, (bunun da) bir erkek odası olduğu
anlaşılıyordu.

Gerçekten de, bu oda Hacıbaba'nın oda­


sıydı. Hacıbaba saat birde dükkânı kapaya­
rak yukarı çıkıp Fitnat Hanım'ın odasında,
Fitnat Hanım ve Emine Kadın'la birlikte ye­
mek yedikten sonra, kapının anahtarını cebi­
ne koyup kahveye çıkar ve yazm üçe, kışın
beşe kadar oturur; sonra gelip kapıyı açardı.
Bir ufak fenerle yukarıya çıkardı. Mumu ya­
kardı. Yatağını hazır bulup yatar, uyurdu. İş­
te, Hacıbaba'mn âdeti her zaman buydu.

Gelelim Emine Kadın'a: Bu kadm, e v l â d ı


2
Çerâkise'den olup Hacıbaba'nın babası ken­
disini ufak(ken) almış ve bir kaç yıl sonra, ka­
rısı olan Hacıbaba'mn anası öldükten sonra
nikâh kıymıştı. Bu kadıncağız, saçı bembeyaz
ve ağzında bir dişi yok. Burnunun ucu ağzını
kapamış, pek zayıf bir kadın olup pek çok ma-

1 Sarmal.
2 Çerkeş soyundan.
-82-
sal bilir ve çoğu kez cinlerden, cadılardan ve
gulyabânîden' söz eder ve onlardan pek çok
korkardı. Emine Kadın'ın görevi, günde bir
kez mutfağa inip bir sahan yemek yapmak ve
Hacıbaba'nın yatağını kaldırıp odasını düzelt­
mekti. Fakat Emine Kadın, Fitnat H a n i m i pek
çok sevdiğinden, sabahleyin kalktığı gibi oda­
sına gidip masala başlardı ve masal söyleme­
ye şöyle dalardı ki, Fitnat Hanım haünna ge­
tirip mecbur etmeyeydi hiç bir zaman masalı
bırakıp iş görmek hatırına gelmezdi.

Hacıbaba, doğallıkla titiz olduğundan,


Emine Kadın'a hep çıkışırdı. Hele, yemekte bir
az kusur bulduğunda, "Seni masallar bırak­
maz ki bir iş yapasın!" diyerek, kıyameti kopa­
rırdı. Bu nedenle Emine Kadın, Fitnat Ha­
n ı m a masal söylerken Hacıbaba'nın geldiğini
duyduğu gibi, anîde masalı bırakıp bir iş gör­
meye başlardı. Bununla birlikte, Emine Kadın
mutfakta yemeği ateşe koyduktan sonra, dük­
kâna çıkan kapmın yanına gidip perdenin ar­
kasından Hacıbaba ile konuşmaya başlar ve
bir iki sözden sonra masal konusunu açardı.
Fakat Hacıbaba, masala başladığını anladığı
gibi, "Yemeğe bak... Yemeğe! Yemek yanacak!
Masal istemem!" diyerek zavallı kadıncağızı
umutsuzluğa düşürerek kovardı.

1 Korkunç masal yaratığı.

-83-
•XIII:

Fitnat Hanım

Yukarda dolaylı olarak belirtildiği gibi,


Hacıbaba on dört yıl önce evlenip bir dul ka­
rı 1 almıştı. Bu karının bir yaşında bir kızı
vardı. Bir yıl Hacıbaba ile yaşadıktan sonra
zavallı kadın öldü. Kızı Hacıbaba'ya kaldı ki,
Fitnat Hanım dediğimiz, bu kızdır. Bu kızın
babasının kim olduğunu kimse bilmezdi. Ha­
cıbaba ve kızın kendisi dahi şu kadar bilirdi
ki, Zekiye H a m m (kızın anasıdır) Hacıba­
ba'ya varmazdan önce, taşralı olup İstan­
bul'da memurlukta bulunan bir kimseyle ev­
lenmiş ve bir kaç ay sonra, sözü geçen kişi
ölmekle, Zekiye Hanım gebe kalıp bu kızı
dünyaya gelmişti. Ancak, aslı böyle miydi?
Yok. Sabredelim de, aslını sonra anlayacağız.
Her neyse...

Hacıbaba bu kızın terbiyesine pek çok


dikkat ettiğinden, beş yaşma bastığı gibi
okula gönderirken her zaman yanına bir
adam katardı. Sekiz yaşına varıncaya dek
okula devam ettirdi. Sonra, okuldan çekip
eve kapadı. Ama, şöyle kapadı ki, zavallı Fit­
nat, o zamandan söz konusu ettiğimiz zama-

1 Hanım.
-85-
na değin; yani on dört yaşına varıncaya ka­
dar, sokak kapısını bile görmemişti desek
abartmış olmayız.
Fitnat Hamm bedeni ince, boyu orta; göz­
leri, kaşları kapkara; örme saçları, arkasın­
dan beline dek uzanmış; rengi süt gibi bem­
beyaz; burnu pek düzgün: hokka gibi ufak
ağzı, lâ'l 1 gibi iki dudak ve inci gibi beyaz ve
ufak dişlerle süslenmiş; kısacası, cisimleşmiş
güzellik denmeye yaraşır on beş yaşında bir
kızdı. Fitnat Hanım pek yumuşak huylu olup
öfkenin ve kızgınlığın ne olduğunu hiç bil­
mezdi. Nezâket ve letafet ona özgü şeyler. Pek
az söyler. Sesi pek ince ve güzel. Hiç bir za­
man kahkahayla gülmeyip, ancak doğanın
şaşırtıcılıklanndan olan inci gibi dişlerini
gösterecek kadar, kimi zaman gülümserdi.
Ahlâkını uzun uzadıya anlatmaktansa, Hacı­
baba gibi titiz ve sinirli bir adamla uyum sağ­
layıp onu hiç bir zaman gücendirmediğini;
onun emri ve uyanları dışında hiç bir davra­
nışta bulunmadığını belirtmekle yetinsek da­
ha iyidir, sanınm.

Evet, Hacıbaba Fitnat Hanım'dan pek çok


hoşnut olup hiç bir zaman kendisine kötü söz
söylememiş ve surat etmemişti. İsmetine 2 ge­
lince; yukarda denildiği gibi. yedi yıldan beri
sokak kapısını görmemiş ve konuştuğu kim­
seler sınırlı olduğundan, buna tepeden tırna­
ğa ismet desek bile az söylemiş oluruz.
Fitnat Hanım'ın dikiş dikmeye ve nakış
işlemeye o kadar sevdası vardı ki, sabahleyin

1 Kırmızı renkli, değerli bir taş.


2 Namusuna.

-86-
kalkıp kendisine ve odasına güzelce bir dü­
zen verdiği gibi, gergefi önüne alıp ya da di­
kişe başlayıp hiç baş kaldırmazdı. Emine Ka­
dın dahi, yaşlıların âdeti üzere, pek erken
kalkıp eve bir az düzen verdikten sonra, Fit­
nat H a n i m i n yanına gidip masal söylemeye
başlar idiyse de, Fitnat Hanım bu masallara
çok dikkat etmeyip dikkati gergef ve dikişin-
deydi. Üç dört saat böyle geçtikten sonra,
nakış ustası Şerife Kadın gelip bir yarım sa­
at kadar nakış alıştırmaları yapar ve yarım
saat kadar da Emine Kadın'la konuşur, gi­
der. Fitnat yine işlemeye dalar. Kısacası, Fit­
nat Hanım hep dikiş ve gergefle meşgul olur.
Kimi zaman işler ve kimi zaman işlemiş ol­
duğu şeyleri açar, gözden geçirir. Noksanla­
rına canı sıkılır, noksansız olanlarla övünür.
Güzel işlenmiş ya da dikilmiş bir şey görse,
bir kaç kez gözden geçirir, daha iyisini yap­
maya çalışır.

İşte, Hacıbaba'nın evine nakış ustasından


başka giren çıkan yok(tur). Çünkü bir yan­
dan, Hacıbaba komşularıyla çok iyi geçinme­
diğinden ve ev dışından Fitnat Hanım'ın kim­
seye iâde-i vizite etmeyeceği' belli olduğun­
dan, komşulardan hiç kimse Hacıbaba'ya ko­
nuk olmaz.
Ama, "Fitnat Hanım böyle dâima yalnız
oturmaktan sıkılmaz mıydı?" denilecek. Yok.
Büsbütün aksine. Fitnat Hamm kendi âlemi
içinde, kendi gergefiyle, kendi dikişiyle şöyle
eğlenirdi 2 ki, onları bırakıp bir konukla ko-

1 Ziyareti yanıtlamayacağı.
2 Oyalanırdı.

-87-
nuşmak, söz bulmaya kendisini zorlamak,
kendisi için sıradan bir sıkıntı olacaktı.
Hattâ, Emine Kadın'ın masallarını dahi, çok
defa, dinlemeye vakit bulamazdı. Emine Ka­
dın, işsiz kaldığı gibi, vira 1 masal söylemekten
vazgeçmezdi a; fakat dinleyen yoktu.

Alamut
Çizgiliforum.com

1 Sürekli.
«XIV«

Daha Bir Eğlence


Talat'la Fitnat'ın Aşkı

Bir süreden sonra, Fitnat Hanım'a daha


bir eğlence çıktı. Eğlence de değil a; daha bir
ilgi alanı, diyelim. Bilinmektedir ki, kadınlar
ve özellikle kızlar, zamanlarının çoğunu pen­
cere ve cumbalarda geçirip sokakta geçenleri
seyretmekle eğlenirler. Fakat bizim Fitnat
Hanım'da bu alışkanlık yoktu. Fitnat'ın eğ­
lencesi, bütün bütün, gergefiyle ve sandık ve
çekmecelerindeki işlemeleriyle, örmeleriyle
sınırlıydı. Öyle, pencerede oturup seyretmeyi
denememişti bile ve denemek dahi hiç hatırı­
na gelmemişti.

Meğer bir gün, saat dört sularında, oda­


sında gezinirken, gözü sokağa gitti. Pek par­
lak bir şey, yâni pek güzel bir oğlan gözüne
çarptı. Elinde olmadan pencereye yanaşü, gö­
zünü şu oğlana dikti, gözüyle onu uğurladı.
Oğlan görünmez olduğu gibi, güneş battıktan
s o m a ufukta görünen hüzne benzer bir hü­
zün, Fitnat'ın yüzünde belirdi... Başlangıcın­
dan beri süt limanlık olan düşüncelerinin de­
nizinde bir telâş dalgasıdır ortaya çıkü. Gön­
lü, gergef de işlemeyi pek istemiyor, pencere-

-89-
de oturmayı istiyordu. Yarım saat kadar
cumbada oturdu. Gördüğü adama benzer (bi­
rini) bir daha görmek istiyordu. Fakat, "yağ­
ma yok," göremedi; anladı, o "bir"miş.
Başkasından umudu kesti de onun yeni­
den geçmesini istedi. Ancak onun da böyle ça­
buk dönmesini ummuyordu. Yine gergefin ya­
nma çekildi. Ama y a n m saatte bir kalkıp pen­
cereden sokağa bakıyordu. Bakıyordu ama bir
şey göremiyordu. Yalnız, saat onda bir kez
kalkıp baktığı gibi, gördü ki sabah gördüğü
çocuk dönmüş ve evinin yanından geçmiş.
Anca arka tarafından bir az görebildi. Pek pek
bir iki gün (daha) böyle gitti. Fitnat Hamm
dikkat edip anladı ki, bu çocuk saat dörtte yu­
karı çıktı ve saat onda döndü. Artık, saat dör­
de (alaturka saaüe ona) yaklaştığı gibi, Fitnat
Hanım cumbadan çekilmedi. Böylece, Tal'at
Beyi, çünkü bu çocuğun Tal'at Bey olduğunu
elbet de anladınız, her gün iki defa görüyordu.

İşte bu olay, Fitnat H a n ı m ı n huyuna su­


yuna bir değişiklik getirdi: Gergeften, dikiş­
ten bir az soğudu. Öyle hep işlemekle vakit
geçirmekten çok hoşlanmayıp, kimi zaman
da bir köşeye çekilerek yalnız basma düşü­
nüyordu. Zihninde bir şeyler kurduğu, bir
keder olduğu yüzünden belli oluyordu. Soka­
ğa bakmaktan hoşlanıyordu. O kadar ki.
Emine Kadın:
— Kızım, pencerede oturma, seni görürler
de, nazar var, sihir yaparlar... Aa! Kızım, si­
hirden, nazardan neler olur, neler (diyordu).
Bunun gibi böyle binlerle hikâyeler söylü­
yor idiyse de fayda vermiyordu.
-90-
Şerife Kadın dahi, Fitnat H a n ı m ı n bu ne­
şesizliğini anlamıştı ve hattâ bir gün çıkar­
ken, Emine K a d ı n i mutfakta bulup dedi ki:
— Canım, bu kızcağızı çok mahzun 1 görü­
yorum. Galiba sıkılıyor. Hiç dışarı çıkar mısı­
nız? Cuma günleri, hiç olmazsa, seyir 2 yerle­
rine çıkarır mısınız? Komşulara gider misi­
niz? Onlar size gelir mi?

— A h ! Kadıncığım! Yedi senedir ki, bu kız­


cağız sokak kapısından çıkmamış! Bilmezsin,
babası ne titizdir. Komşular da gelmez. Ne
gelsin. Bir defa gelir, iki defa gelir; sıra bize
gelir, biz gitmediğimiz gibi onlar dahi kesilir,
gelmez. Ben de kapandım. Kızı yalnız bırak­
mayayım diye hiç bir yere çıkamıyorum. Ben
de anlayamıyorum, pederinin bu merakı ne­
dir? Kız benimle beraber çıküğı vakit ne ol­
mak ihtimali vardır? Ben de korkarım. Kork­
mam demem. Allah esirgeye nazardan! Kızla­
ra pek çok nazar değer. Orası öyle. Ama, kı­
3
zın bir nüshası var! Merhum' anası bir nüs­
ha bırakmıştı ki, nazardan, cinden, her fena­
lıktan saklar. O nüshayı hiç bir dakika boy­
nundan çektirmem. Ne nüsha! O nüsha bir
tılsımdır! Merhum anası, bilmem nasıl ele ge­
tirmiş! Bana vasiyet ettiydi ki: "Sakın bu nüs­
ha kaybolmasın ve kız on sekiz yaşına bastı­
ğı gibi, açıp kendisine okutmalısın." İşte daha
üç sene var nüshayı açmaya. Bakalım içinde
neler olacak!

— Yok. Hacıbaba'nın bunda hakkı yok.

1 Hüzünlü.
2 Gezinti.
3 Muskası.
4 Rahmetli; ölmüş olan.

-91-
Kızı biraz çıkarmalı, eğlendirmeli. Aa! Böyle
olur mu? Hapishanede gibi, gece gündüz ev­
de kapalı! Dur, gideyim çıkışayım bir az Hacı-
baba'ya.
Şerife Kadın böyle diyerek dükkân kapısı­
nı açtı, bir sandalyeye oturdu, söze başladı:
— Hacıbaba, size bir şey söyleyeceğim.
— Buyurun.
— Canım, şu kızı verem edeceksiniz. Gece
gündüz evde mahpus gibi olur mu? Bir az ko­
nu komşuya göndermeli. Emine Kadın'la be­
raber, bâzı (zamanlar) seyre çıkarmalı.

— Hanımefendi, ben size bir şey söyleye­


yim: Benim adım cimri çıkmış. Komşular,
mahalleliler benim hakkımda neler söyle­
mezler... "Yirmi kuruş araba parası verme­
mek için, kızını ayda bir defa olsun, dışarı çı­
karmıyor," diyorlar. Ben sahi(den), müsrif
değilim, idareme 2 bakarım. Ama, Allah'a şü­
kürler olsun, bana vermiş... Yirmi kuruş sarf
olunacak da, vazifemde mi? 3 Fakat ben kızı­
mı çıkarıp bir seyre göndersem; kız güzel,
herkes arabanın arkasına düşecek. Kimi yü­
züne baıap bıyık buracak, kimi sigara ata­
cak, kimi bilmem ne halt edecek. Benim gay­
retim, namusum böyle rezaletlere tahammül
edemez. Bizde şimdi edep kalmadı, namus
kalmadı. Senin seyir yerleri dediğin yerler re­
zalet yerleridir. Edepsizler(in), ırzsızlar(ın)
mahallelidir. 4 Öyle yerlere kız gönderilir mi?
Ben erkeğim, ihtiyarım da yine öyle yerlere

1 Savurgan.
2 Tutumluluğuma.
3 N e m e gerek.
4 Yerleridir.

-92-
gitmeden ictinâb ederim.' Çünkü bilirim ki,
namusuma muzırdır, ırzımı muhilldir. 2 Nere­
de kaldı ki, on beş yaşında bir kız öyle yerle­
re gitsin!
— Öyledir. Haklan var. A m a modalar,
3
alafrangalar böyle şeyler çıkardılar. Ne yapa­
lım?
— Affedersin, bu alafranga da değil. Alaf­
ranga bunu kabul etmez. Hiç Kâğıthane'de,
Veliefendi'de, öyle mahallerde hiç bir vakit bir
madama 4 gördünüz mü?

— Ben mi göreyim? Ben gider miyim öyle


yerlere?
— Gidenlerden sorabilirsin. Madamalar
çıkarlar, erkeklerin meclislerine girerler, kah­
velerde otururlar. Fakat bir madama, kocası­
nı yahut biraderini 5 ya (da) babasını kolun­
dan alıp kemâl-i vekarla 6 yürüyerek, ırzına
7
halel getirmeyecek bir yere gidip kemâl-i
8
edeple oturur. Hiç kimse yüzüne bakmaya
cesaret edemez. Halbuki bizimkiler öyle de­
ğil... Biz kanlarımızı, kızlarımızı bir arabacıya
teslim edip Allah'a emanet... Nereye götürür­
se götürsün...

— Orası öyle. Ama, hiç olmazsa, aralıkta 9


komşulara göndermelisin.
— Ee, komşuya gittiği gibi, komşu hanım
"Bu cuma gel Kâğıthane'ye gidelim," diyecek,

1 Kaçınırım.
2 Namusuma zarar verir, ırzımı bozar.
3 Avrupalı gibi yaşamak isteyenler.
4 Hıristiyan kadın.
5 Erkek kardeşini.
6 Büyük bir ağırbaşlılıkla.
7 Zarar.
8 Terbiye olgunluğuyla.
9 Arada bir.
-93-
1
kandıracak... Nihayet olmaz. Sen benim kız
2
gibi öyle uslu, kâmil bir kız, bir kan tanırsan,
getir. Kızla görüşsün konuşsun ki, kız da on­
dan bir şey istifade etsin. O vakit, ben sana ne
diyeyim? Yoksa, başka türlü olmaz. Ben bu kı­
zı, on beş sene var ki, böyle saklıyorum. Baba­
sı da benim, anası da ben. Fena mı terbiye ver­
mişim? Eğer verdiğim terbiye fena ise, bu usu­
lü tebdil edeyim. 1 Fakat zannederim ki değil...
— Aa!.. Ben öyle mi dedim? Ben, kız sıkı­
lıyor diyorum. Yoksa...
— Yok, sıkılmaz o. O zâti 4 gezmek ne de­
mek bilmez ki. Onu seyre 5 göndersem bile git­
mez...
Şerife H a n i m i n Hacıbaba'ya vereceği ya­
nıt kalmadığından, bir iki dakikalık bir ses­
sizlikten sonra kalkıp gitti.

1 B u n u n sonu yok.
2 Olgun.
3 Değiştireyim.
4 Aslında.
5 Gezmeye.

-94-
•:-XV*

Kılık Değiştirme

Gelelim yine Tal'at B e y e . Tal'at B e y i ,


anımsıyor olmalısınız ki, bir büyük hüzün ve
umutsuzluk içinde bırakmışük. Evet, zavallı
öyle bir umutsuzlukla yukarı aşağı dolaşır­
ken, bir gün gördü ki Hacıbaba'mn dükkâ­
nından bir kadın çıkıp Aksaray'a doğru ini­
yordu. Tal'at ne yapacağım şaşırmış a, bu ka­
dının arkasını aldı. Kadın Aksaray'a indi; Mu-
ratpaşa'dan geçti, Yüksekkaldınm'a çıktı.
Tal'at Bey arkasını bırakmadı. Sonunda Oda-
başı'na yakın gittiler. Kadın bir kapıyı çaldı,
bir ufak eve girdi. Tal'at Bey ileri gitti, bir sa­
kaya rastgeldi:

— Saka baba, burada bizim ( . . . ) Efendi'nin


evi var, galiba şu köşedeki olmalı, değil mi?
— Yoğ, o nağış' ustası Şerufe Hanum'un
evidir.
— Tuhaf. Ya onun evi nerede olmalı aca­
ba?
— Bu mahallede öyle adam yoğ.
— Yanlış tarif etmişler öyleyse.
Tal'at Bey'in isteği, Hacıbaba'nın dükkâ­
nından çıkan kadını(n kim olduğunu) anla-

1 Nakış.

-95-
mak ve onun vasıtasıyla sevdiğinden bir ipu­
cu almaktı. Bu kadının nakış ustası olduğu­
nu anladı. Kendi kendisine:
— Ha, kıza nakış göstermeye gider. Bunu
tenhâca 1 bulup da keşf-i râz etsem... 2 Yok,
yok. O olmaz... Fakat madem ki ustasıdır, kız
elbet de bâzı defâ bunun evine gelecek... Yol­
da rastgelsem de kendisine muhabbetimi arz
etsem... 3 Lâkin, ne diyorum... O kapıdan (çı­
kar) çıkmaz da buraya kadar mı gelecek! di­
yerek ve bin türlü hayâl kurarak döndü.

Zihninde, görüşmeye hiç bir yol, hiç bir


vasıta bulamıyordu. Bir de, Muratpaşa Cami-
si'nin önünden geçerken, bir kadın gözüne
iliştiği gibi, sevgilisine kavuşmak için bir ka­
dın kıyafetine girmek gerektiğini düşündü:

— A h ! Sahi, bir kadın kıyafetine gireyim.


Nakış öğrenmek vesilesiyle bu nakış ustası­
na gideyim. Evini öğrendim a, sonra ötesi ko­
lay. Oh! Ne güzel hatırıma geldi! Ne kolay
şey! Oh oh! Bıyığım, sakalım yok... Boyum
kısaca... Aa... Saçım yok! Fakat perukeden 4
satın alırım. O da oldu. Pek güzel. Bir ferace,
bir yaşmak... Lâkin, yok... Yaşmağı taka-
mam. Doğrusu... Haa, yüzüme bir siyah yaz­
ma yemeni... Arkamda bir çarşaf... Ha, işte
bu kolay. Sokakta da kimse tanımaz... Nasıl
daha evvel böyle bir şey hatırıma gelmemiş­
ti? diyerek, umutsuzluktan bir umuda dön­
dü.

Kılık değiştirmeyi zihninde kurdukça kur-

1 Yalnız olarak.
2 Sırrımı açsam.
3 Sevdiğimi söylesem.
4 Berberden.

-96-
du. Evine gitti, bütün gece uyumadı. Ertesi
(gün), girişeceği işin hazırlıklarına başladı.
Ertesi gün, sabahla kalktı. Gece kurduğu
hayâl üzere Beyoğlu'na geçti. Bir modist 1
dükkânından kendi saçına uygun bir yapıl­
mış saç 2 aldı. Oradan dönüp Bezestan 3 Kapı-
sı'na geldi. Bir az kullanılmış bir kadın giysi­
si, yani bir gömlek, bir entari, bir şalvar, bir
çarşaf, bir yazma yemeni aldı; bir ufak bohça
yaptı, bir çocuğun eline verdi. Bayezit'e doğ­
ru çıktı. Bir de saate baktı ki, dokuzu geçmiş.
O günün kılık değiştirmeye uygun olmadığını
anladı. Aşağı indi, bohçayı mühürledi, tanıdı­
ğı bir dükkâna bıraktı. Hacıbaba'nın dükkânı
önünden geçerken bir de cumbaya göz attı.
Bu göz atması, boşuna gitmedi. Fakat, Tal'at
Bey zihninde kavuşmayı kurmuş(tu). Böyle
hep pencerede oturmasından şaşakaldı. Bil­
miyordu ki, kendisinin düştüğü derde, zaval­
lı kız, bir ay önce düşmüş.

Tal'at Bey evine gitti. Erken kalkayım diye


erken yattı. Fakat uyku nerede? Her bir yana
döndü, hayâller kurdu. Kılık değiştirmek için,
zihninde gizli bir yer aradı. Şehzâdebaşı'nda
bunların bir evi var(dı) ki, asıl Sâliha H a n i m i n
babasının eviydi. Bu evi kiraya veriyorlardı.
Fakat o aralık boştu. Hem bu evin arkasında­
ki bir dar sokakta kapısı vardı ki, bu kapı hiç
bir yerden görünmezdi. İşte orası Tal'at Bey'in
hatırına geldi; oraya gidip kılık değiştirmeyi
kurdu. Sabahla kalktı; annesine:

1 Terzi.
2 Peruk.
3 Bezciler.

-97-
— Eve çoktan beri bakmadık. An ah tan
verseniz, gidip gezeyim bir defa, diyerek
anahtarı alıp dışan çıktı.
Önceki gün bir dükkânda bıraktığı bohça­
yı gidip aldı. Oradan Şehzâdebaşı'na gitü.
Söylediğimiz dar sokağa girdi, evin kapısını
açü, içeri girdi. Bir dolapta kınk bir ayna bul­
du. Bu aynayı önüne alıp bohçayı açtı. Önce,
modist matmazelin tarifi üzerine, saçlarını
uydurdu. Giysileri giydi. Güzel bir kız kılığına
girdi. Çocuk olduğu hiç belli olmuyordu.
Tal'at Bey sevincinden çıldıracak(tı). Ay­
naya bakarak, kendi kendisine:
— Kimse fark edemeyecek. Ah, işte, aynı
kız gibi... Ben de bir kız olaydım, güzel bir kız
olacakmışım. Oh! Bu gün görüşeceğiz. Adını
belleyeceğim. Oh, ne tatlı adı olacak! Ne güzel
ismi olacak! Hele görüşeceğiz, konuşacağız...
Ah! Hiç aklım almıyor... Fakat belli olursam
rezil rüsvây olacağım! diyerek, yüzünü yeme­
niyle örttü. Çarşafa büründü. Eline bir ufak
kadın şemsiyesi aldı, çıktı. Kapıyı kapayıp
anahtarı cebine soktuğu gibi, soluğu Odaba-
şı'nda aldı. Giderken, yolda rastgeldiği çap­
kınların buna işaretler ettiklerini, lâf attıkla­
rını, omuz vurduklarını bırakalım da ilerisine
bakalım.
•XVI«

Nakış Alıştırması

Tal'at Bey, Şerife Kadın'ın kapısına gittiği


gibi kapıyı çaldı. Hemen kapı açıldı. Yukarı
çıktı. Çarşafı, yemeniyi çıkardı. Gösterdikleri
bir ufak odaya girdi. Gördü ki, yaşlı bir kadm
oturmuş bir iki kıza nakış gösteriyor. Selâm
verip bir köşede oturdu. Dizleri tir tir titriyor­
du. Korkuyordu. Ettiğine bir an pişman oldu.
Geleceğini düşündükçe avundu... Bir azdan
sonra, kızlar gitti. O vakit Şerife Kadın, Tal'at
Bey'le konuşmayı açtı:

— Siz kimsiniz kızım? İsminiz nedir?


Tal'at Bey kendi adını önceden düşünmüş­
tü. Sesini kız sesine benzetmeye çalışarak:
— İsmim Râgıbe'dir. Bir müderris' kızı­
yım. A n a m on beş sene evvel ölmüş, beni
ufak bırakmıştır. Pederim beni okumaya,
yazmaya çalıştırır. Nakısa, dikişe çok sevdam
vardır. Ama bırakmıyor; "Onlar bir işe yara­
maz, sen okumaya, yazmaya bak!" diyor.
2
— Subhânallah! Kan, müderris olmaya­
cak, kâtip olmayacak. Kıza o kadar okumak
yazmak ne lâzım? Kızlara birinci lâzım olan

1 Medresede (üniversite) ders veren kimse.


2 " T a n r ı y ı her türlü kusurdan, ayıptan ve eksiklikten
uzak tutarım" anlamına gelen söz.

-99-
1
şeyler dikiş dikmek, nakış işlemek vesâir
böyle şeylerdir. Yazı da fena değil. Demem
ama...
— Nihayet, geçenlerde halam da gelmişti.
Pederi güç belâ ile kandırdık ki, bana bir az
dikiş, bir az nakış tahsil ettirsin. Bir nakış
ustası aradık. Sizi pek çok medh ettiler. 2
Onun için geldim, size rica edeyim...
— Peki kızım, peki... Nakıştan hiç meşk
aldığın' yok mu?
— Vâlideciğim, 4 hiç şimdiye kadar elim iğ­
ne tutmamış, siz himmet 5 edeceksiniz de...
— Yazık. Kızım, böyle güzel lâkırdı 6 söyler­
sin. Böyle güzel, uslu bir kız da... Nakış bil-
meyesin... Aa, peder 7 efendi iyi etmemiş... Fa­
kat merak etme kızım. Aa! Bu zekâvetinle, 8
bu aklınla hiç şüphem yok ki, az zaman için­
de pek âlâ öğreneceksin. Fakat siz buraya ge­
leceksiniz, değil mi?
— Evet evet, bendeniz gelirim.
— Ç ü n k ü ihtiyarladım kızım, bir yere gi­
demiyorum. Şimdi hemen başlayalım kı­
z ı m . Dışarıda bir boş gergef var, onu getir
bana.
Râgıbe Hanım kalktı, gergefi aldı, Şerife
Kadın'm önüne getirdi.
— Şu dolabı da aç. Üst katında bir çevre
var, onu getir; şu kutuyu da getir.

1 Ve benzeri.
2 Övdüler.
3 Ders alıp alıştırma yaptığın.
4 Anacığım.
5 Yardım.
6 Söz.
7 Baban.
8 Zekîliğinle.

-100-
Râgıbe Hanım hepsini getirdi, önüne bı­
raktı.
— Şimdi bak kızım. Ben şu çevreyi nasıl
gereceğim ki, sen de evinde öyle geresin.
Şerife Kadm çevreyi gerdikten sonra kutu­
yu açtı. İğne iplik çıkardı, işlemeye ve her şe­
yi tarif etmeye başladı. Râgıbe Hanım, yani
Tal'at Bey, gözlerini gergefe dikti. Kimi zaman
nakısa dikkat ediyor ve kimi zaman işin nasıl
ileri varacağmı düşünüyor ve kimi zaman hi­
lesinin ortaya çıkmasından korkuyordu. Yü­
zü her dakikada bir renk alıyordu. Sonunda
bir azdan sonra alıştırma bitti. Râgıbe Hanım
kalktı, çarşafa büründü, çıkıp gitti.

Yüksekkaldınm'dan inerken baktı ki, ken­


di kalem efendilerinden bir kimse dahi karşı­
sında yürüyor. Bir de, sözünü ettiğimiz efen­
di buna yanaştı; baş eğip dikkatle yüzüne ba­
kıyor, işaretler ediyordu. Tal'at Bey, bir yan­
dan "Beni taramasın!" diye korkuyor; bir yan­
dan da herifin bu türlü rezilce davranışı canı­
nı sıkıyordu. İstiyordu ki yakasını kurtarsın;
fakat herif ayrılmıyordu ki... Tal'at Bey acele
gidiyordu, o da acele ediyordu; Tal'at Bey ya­
vaş duruyor, o da öyle yapıyordu. Tal'at
Bey'in cara sıkıldı. İstiyordu ki herife çıkışsın;
fakat cesaret edemiyordu. Kendisine de el
vermiyordu. Kendi kendisine:
— Ah bîçâre kadınlar, neler çekerlermiş!
Biz erkekler onları kukla mesabesinde' kulla­
nıyoruz. Yolda serbest ve rahat yürümelerine
2
mâni oluruz. Bu ne rezalet! Ne küstahlık! Bir

ı Gibi.
2 Engel.

-101-
erkek, tanımadığı bir başka erkeğe rastgelse,
yüzüne bakmaz, söz söylemez. Lâkin tanıma­
dığı ve hiç başka defa görmediği bir kadına
rastgeldiği gibi, gülerek yüzüne bakmaya ve
söz söylemeye başlar ve kovsalar bile yanın­
dan ayrılmaz. Demek oluyor ki, biz kanlan
insan sırasına koymayız. Kendimizi eğlendir­
mek için onlann ruhunu sıkarız. Serbest ge­
zip seyir etmelerine ve eğlenmelerine mâni
oluruz ve bir taraftan da kendimizi onlara
güldürürüz. Çünkü bâzı kurnaz kadınlar bu­
lunur ki, "Bu ne budalaymış; dur bununla bi­
raz eğlenelim!" diyerek, bizi maymun gibi oy­
natırlar. Seyirlerinden, 1 evlerinin kapısına
dek arabanın arkasından tozlar dumanlann
içinde götürürler. Ahlâk ve âdâtımızı 2 bilmez
bir adam, bir kimseyi bu hâlde görse, elbette
"Deliymiş," diyecek.

Tal'at Bey, bu düşünceyle Şehzadeba-


şı'ndaki evinin kapısına dek gitti; bir de bak­
tı ki sözünü ettiğimiz efendi arkasından geli­
yor. Tal'at anahtarları çıkardı, kapıyı açtı,
içeri girip yine kapadı. Yukarı çıktı, çabucak
kan giysisini çıkardı, kendi giysisini giydi.
Girdiği kapıdan değil, beriki sokak kapısın­
dan çıkıp kaleme gitti. Saat onda, her zaman­
ki gibi evine gitti.
Ertesi (gün), yine böyle saat üçte Şehzade-
başı'na gidip kılık değiştirdikten sonra, nakış
ustasının evine gitti. Oradan yine Şehzadeba-
şı'na döndü. Kılığını değiştirdikten sonra ka­
leme gitti. Kısacası, dört beş gün böyle geçti.

1 Gezmelerinden.
2 Göreneklerimizi.

-102-
:XVH*

Ders Sevdası

Şerife Kadın, bir gün Fitnat Hanım'la na­


kış çalışmasından sonra, konuşurken der ki:
— İki gün var, evime bir kız gelir. On yedi
on sekiz yaşında var. Nakış hiç bilmez, lâkin 1
bir okuması, bir yazması var ki! Hiç ben öyle
kız görmedim. Beş dakikada koca bir gazete­
yi baştan başa okur! O zekâvet! 2 O akıl! Erkek
gibi söz söylemesi! Dâd-ı Hak 3 bir şey...
— Nakış nasıl öğrenememiş şimdiye ka­
dar?
— Babası bırakmamış. Fakat o zekâvet ile
nakısı da öğrenecek. İki gün var ki, bana ge­
lir de, oldukça iğneyi kullanmaya çalıştı.
— Ah... İnsan okumak yazmak bildiği gibi,
her şeyi kolay öğrenir. Ah! Ben böyle kör (câ­
hil) kaldım!
— Hiç, okumak bilmez misin kızım?
— Okurum bir az ama, okuduğumu anla­
yamam ki...
— Bir şey yapalım öyleyse. O kıza söyleye­
yim, buraya gelsin bâzı defa. Sana ders gös-

1 Ama.
2 Zekilik.
3 Tanrı vergisi.

-103-
tersin, sen de ona nakış gösterirsin. Onun da
nakısa çok sevdası vardır, olmaz mı?
— Ah! Öyle olsa! Ne güzel... İsmi nedir kı­
zın?
— Râgıbe Hanım.
— Ne güzel isim... Ah! Usta kadın! Şu ders
maddesini uydursak! Pek çok sevdam var bir
az yazı öğrenmeye.
— Peki kızım, peki.
Şerife Kadın kalkıp gitti. Giderken, Hacı-
baba'ya dedi ki:
— Sizin kerime 1 ile görüşecek kız buldum.
Gaayetle kâmil, 2 uslu bir kız. Okumak yaz­
mak dahi pek güzel bilir. Hattâ Fitnat Hamm
ondan ders okumak hevesindedir. Ona da bi­
raz nakış gösterir, çünkü nakış bilmez bîçâ­
re...
— İşte şimdi beni memnun ettin. Gördün
mü? Gelmesin, yahut, kızım onun evine git­
mesin dedim mi? Ben yaptığımı bilirim. Her­
kesin kadrini' anlarım.
Fitnat Hanım sevincinden çıldıracak(tı).
Ders okumaya o kadar sevdası vardı ki ertesi
günü dört gözle bekliyordu. Bir saat, bir yıl
kadar görünüyor; kendi kendisine (şöyle) di­
yordu:
— Ah... Ben okumak yazmak öğrenece­
ğim... S o m a kitaplar, gazeteler alıp okuyaca­
ğım... İstediğim şeyi yazabileceğim... Oh... Ne
güzel... Ne güzel! Râgıbe Hanım'la görüşece­
ğiz. Gah 4 konuşacağız... Gah beraber gergef

1 Kızınız.
2 Pek olgun.
3 Değerini.
4 Kimi zaman.

-104-
işleyeceğiz... Gah bana ders verecek... Ah...
Şükür yârabbi! Yine ders okumaya başlaya­
cağım! Ah, ders ne kadar tatlıdır! Ne vakit,
ufaktım da mektebe giderdim, ders okur­
dum... Ne güzeldi o vakitler! Hele yine derse
başlayacağız. Bakalım, Râgıbe Hanım ne tür­
lü kız olacak... Güzel olacak, şüphem yok.
Şerife Kadın o kadar medh eder... 1 Hem de
Şerife Kadın öyle, her göreni medh edenler­
den değil...
Sonunda Fitnat Hanım, o günü, bu türlü
düşüncelerle akşam etü. Gece de, bütün ge­
ce, hayâli dersti. Düşünde de dersi gördü.
Dersi ve Râgıbe Hanım'ı sayıkladı. Ertesi sa­
bah dahi, "Bu iki üç saat ne vakit geçecek!"
diye sabrı kalmadı... Bu böyle kalsın.

1 Över.

-105-
•XVIII*

Rastlantıya Bak!

Şerife Kadın, Fitnat ile Hacıbaba'ya okur


yazar bir kız getireceğine söz verdikten sonra
evine gitti. Râgıbe H a n i m i da orada buldu.
Tal'at Bey'in Râgıbe Hanım adım alıp (kadın)
kılığına bürünmesinin hangi nedenle olduğu­
nu biliyoruz. Nakış öğrenmeye gitmesi, bir
bahaneydi. Tal'at, bu yolla asıl maksadına ne
türlü ulaşacağını düşünüyordu. Şerife Ka-
dın'a yakınlaşarak sözü açtırmak ister. İşte,
Râgıbe Hanım bu düşüncedeyken Şerife Ka­
dın gelip oturduktan sonra:

— Kızım, ben sana her gün, yahut iki


günde bir, nakış gösteririm. A m a lâzım ki
sen, senden iyi nakış bilir bir kızın yanına gi­
dip bir iki saat beraber çalışasınız. Sen onun
işlediğini göresin, o senin işlediğini görsün.
Bu türlü pek kolay öğrenebilirsiniz... H e m de
ben size bir kız göstereyim. Pek uslu, gayet
mükemmel bir kız. Pek güzel nakış bilir...
Hem derse de pek çok sevdası var. Sen de
ona biraz ders, biraz yazı gösterirsin. Olmaz
mı?
Tal'at Bey'in zihni hep sevgilisiyle meşgul
olduğundan, Şerife Kadından bu sözü işittiği
-107-
gibi, bu kızın sevgilisi olacağını umarak yüzü
bin renge girdi; sesi titreyerek:
— Bu kızın... evi nerededir? Kimin kızıdır?
dedi.
— Lâleli'ye yakın bir tütüncünün kızıdır.
İsmi Fitnat Hanım ve pederinin ismi Hacı
Mustafa'dır, belki tanırsın?
Tal'at Bey'in bu sözü işitince ne duruma
gelmiş olacağı düşünülsün! Zavallı kendisini
bütün bütün yitirdi. Şerife Kadın'ın sorusuna
yanıt dahi veremedi. Sonunda, bir kaç daki­
ka böyle geçtikten sonra:

— Ne vakit gideceğiz? dedi.


— Şimdi oradan geliyorum, yarın inşallah
bir az erkence teşrif edersiniz de beraber gi­
deriz, peder efendiye de sorarsınız...
— Peder ne diyecek?
Tal'at Bey böyle sfkıntisızca sevgilisiyle gö­
rüşebileceğini hiç bir zaman beklemiyordu.
Artık feleğe 1 nasıl teşekkür etmesin! Bahtın­
dan, talihinden nasıl hoşnut olmasın? Ancak,
âşığm gönlünde insaf yok... Tal'at Bey, hemen

0 gün ve belki o saat gidip görüşmek isteye­


cekti! Fakat gördü ki, Şerife Kadın doğru ora­
dan geliyordu. O gün yine oraya gitmek boş
bir istekti. Bu düşünceyle Tal'at Bey o gün git­
meyi zmninden çıkardı; kendi kendisine:
— Acaba bu gün geçecek mi? Yarınki gün
gelecek mi? Ben öyle bir güne... Öyle bir saa­
te... yetişecek miyim! diyerek düşünmektey­
ken, Şerife Kadın gergefi önüne alıp:
— Gel kızım, sana bir az nakış göstereyim,
dedi.

1 Yazgıya.

-108-
Tal'at Bey kalktı, gergefin yanına gitti,
gözlerini gergefe diktiyse de gergefi, görüşme­
ye bir araç olarak düşünmüştü; görüşmek
1
devletine ulaşacağmı anladığı gibi, artık ger­
gefe hiç dikkat etmeyip ya da edemeyip derin
derin hayâllere daldı.
Sonunda nakış bitti. Tal'at Bey kalkü, çı­
kıp gitti. Kılığım değiştirdi; oradan kaleme
gitti. Kalemde bir iki mektup yazınca, bir az
vakit geçti. Kalemden çıkü, Lâleli'den aşağı
inerken cumbaya bir göz attı:
— Bunca zamandan beri böyle hasret gö­
züyle bakmakta olduğum bu cumba... Ah,
yarın bu cumbanın içine gireceğim! Acaba sa­
hih 2 muvaffak olacak mıyım? Hele yarınki
gün gelsin de... diyerek, geçip evine gitti.
Artık, akşam oluncaya kadar o bir iki sa­
at, Tal'at'a bir iki ay gibi görünüyordu. Her
beş dakikada saate bakıyordu. Mümkün olsa
saatin akrepleriyle kavga edecek. Sonunda
akşam da oldu. Yemek yediler. Bir azdan
soma, Tal'at yattı. Ama zihni meşguldü; göz­
leri kapanmıyordu. Vakti çabuk geçirmek
için, istiyordu (ki) uyusun, ancak uyuyamı-
yordu. Her on dakikada kalkıyor; saate bakı­
yor; pencereden yıldızlara bakıyordu. Ancak
o sırada hâlâ nisanın başlangıcıydı, gece çok
kısa değildi. Güç belâyla, saat dokuzu buldu.
0 zaman zavallı çocuğun zihni hayâllerden
yorulup kaldı; gözleri kapandı. Bir az düşler­
le uğraştı. Bir de gözlerini açıp baktı ki, gün­
düz olmuş. Pencerelerin beyaz perdeleri, he-

1 Talihine.
2 Gerçekten.

-109-
men (hemen) doğmuş olan güneşin yansıma­
sından pek şirin bir kırmızı renk almış. Tal'at
Bey kalkıp giyindi. Kahveyi içtiği gibi soluğu
Şehzadebaşı'ndaki evinde aldı, orada kılığını
değiştirdi... Ama o gün, her gün gibi değildi.
O gün, bir büyük sevdayla, bir büyük dikkat­
le giyindi; bayağı, bir güzel kıza döndü.

Alamut
Çizgiliforum.com

-ııo-
Görüşme

O sabırsızlığıyla, o kararsızlığıyla birlikte


Tal'at Bey orada giyinerek, aynaya bakındı,
iki saati geçirdi. Bir de saatine baktı ki (saat)
üçe gelmiş. Anîde, bürünüp çıktı. Doğru, Şe­
rife Kadın'ın evine gitti. Bir az oturduktan
sonra, Şerife Kadm da yaşmaklandı, birlikte
çıktılar.
Yavaş yavaş yürüyerek ve konuşarak Lâ­
leliye geldiler. Râgıbe Hamm, (yâni) Tal'at
Bey, Hacıbaba'nın dükkânım gördüğü gibi,
kanına olağanüstü bir hareket geldi. Dizleri
titremeye başladı; hele dükkânın ortasından
ve Hacıbaba'nın önünden geçerken Tal'at
Bey'in ne duruma geldiği anlatılamaz. Kendi­
sini yatıştırmak istedi. A m a elinde değildi.
Vücudu tir tir titriyor, nefesi tıkanıyordu;
kalbi vapur makinesi gibi işlemeye başladı.
Bir saniyeden s o m a ulaşacağı talihe hâlâ
inanamıyordu. Düş olmasın diye gözlerini
yokladı. Hep bu şeyler, merdiveni çıkarken
oldu.
İşte iki konuğumuz merdiven başında...
Fitnat Hanım, bütün gece dersi ve Râgıbe Ha­
n i m i sayıklamışü ve sabahtan beri Şerife Ka-
-ııı-
d i n i dört gözle beklemekteydi. Bir de başmı
kapıya doğru çevirip merdiven başında Şerife
K a d ı n i ve arkasındaki küçük hanımı gördü­
ğü gibi, kapıya fırladı.
Şerife Kadın:
— İşte size söylediğim hanım kızı getirdim,
diyerek odaya girdi ve yaşmağım bir az indi­
rerek bir köşede oturdu.
Fitnat H a m m sevincinden uçacak... Râgı­
be H a n i m i elinden tutup içeri götürdü: çar­
şafım yemenisini aldı, bir yana koydu ve yine
Râgıbe Hanım'la el ele tutuşarak yan yana
oturdular.
İşte bizim Tal'at, bunca süreden beri sa­
yıkladığı sevgilisinin yanında oturmuştu! Eli,
Fitnat'ın o pamuk gibi ellerinde kapanmış!
Fitnat'ın o güzel sesi, Tal'at'm kulağına yan­
sıyor! Fakat, Tal'at'm o sırada ne durumda ol­
duğunu anlatmak, doğrusu olanak dışı. Ya­
nakları her bir saniyede yüz renk alıyordu.
Bir kıpkırmızı oluyor; birden sapsarı oluyor;
bembeyaz oluyor; sonra yine kırmızı lekeler
oluşuyordu... Vücudu ve özellikle Fitnat Ha­
n i m i n elindeki eli bir düziye titriyordu... Fit­
nat Hanım'ın incelikli sözlerine karşılık bula­
mıyordu... Söylediği eksik karşılıkları dahi
sesi titreyerek, kızararak, sarararak ancak
söyleyebiliyordu. Fitnat'ın yüzüne bakmaya
cesaret edemiyordu.
Fitnat H a m m dahi, bu görüşmeden bütün
bütün etkilenmemiş değildi. Onda dahi baş­
ka bir türlü etki görünüyordu. Çünkü o da,
zavallı Tal'at'a vurgundur. Her ne kadar ki,
Tal'ati uzaktan görmüş (olması) ve değiştiril-
-112-
miş kılığı onu tanımasına engel olabilir idiyse
de, Tal'at'm yüzünün yansıması gönlünün
aynasında bir türlü temel tutmuştu ki, bir az
da olsa benzerliği fark edebilirdi.
Fitnat H a m m , Râgıbe H a n i m i gülerek ve
sevinerek karşıladıktan sonra yemenisini kal­
dırıp yüzünü görür görmez heyecana kapıldı
Kanı bir türlü harekete geldi ki, az kaldı ken­
disini kaybedecekti; inme inecekti. Fakat, Fit­
nat birden kendisini toplayarak ve kılık de­
ğiştirdiği hiç hatırına gelmeyip, yalnız işi ben­
zerliğe yorarak Râgıbe H a n i m i elinden alıp
oturdu. Ve kimi zaman Râgıbe Hanım'la nâ­
zik nâzik konuşuyor ve kimi zaman yüzüne
bakarak, kendi kendisine (şöyle) diyordu:

— Bu ne müşabehet! 1 Bu ne kadar benze­


yiş! İşte, aynı, sokakta gördüğüm çocuk. İşte
aynı boy, aynı çehre, aynı kaş, aynı göz, aynı
burun, aynı yanak, aynı ağız! Subhânallah!
Ben gûyâ 2 bu kızı evvelden görmüşüm, güya
tanıdığım adammış. Tuhaf, ben bunu nerede
gördüm? Yok, yok; hiç gördüğüm yok, fakat
işte ona benziyor, onu görmüşüm a... Onun
için bunu da görmüşüm gibi gelir. Bunu hiç
görmemişken madem ki onu görmüşüm ve
severim ve madem ki bu da ona benzer, bu­
nu da görmüş gibiyim ve adetâ 3 bunu da se­
viyorum... Fakat bu benzeyiş... Hemşiresi 4 ol­
masın? Hele dur bakalım, onu sonra anlaya­
cağız...

1 Benzerlik.
2 Sanki.
3 Sanki.
4 Kız kardeşi.
-113-
Fitnat Hanım bu düşünceyle Râgıbe Ha-
nım'ın yüzüne baktı ve baktıkça (gördüğü­
nün) etkisi artıp Tal'at'm (ruh) durumuna ya­
kın bir duruma gelmeye başladı.
İşte, bunların ikisi bu durumda. Tal'at bü­
tün bütün kendi kendisini yitirmiş. Fitnat
dahi ders konusunu bütün bütün zihninden
çıkarıp yukanda söylediğimiz hayâlle ve dü­
şüncelerle meşguldü. Şöyle ki, resmî bir kaç
sözden sonra, ikisi el ele tutuşmuş oldukları
hâlde düşünmeye vanp, hiç biri sessizliğin
ipini koparmaya cesaret edemiyordu. Sonun­
da, Şerife Kadın:

— Kızım, siz kardeşsiniz. Bundan böyle


inşallah her gün görüşürsünüz. Hem konu­
şursunuz, hem derslerinize, nakışlarınıza ba­
karsınız. Aranızda teklif1 yoktur artık. Şimdi,
Fitnat Hanım, sen gergefi getir, göreyim ne iş­
lediniz de, ben gideyim; işim vardır. Siz bera­
ber konuşursunuz sonra... diyerek düşün­
melerine son verdi.
Bunun üzerine, Fitnat Hanım kalkıp ger­
gefi getirdi. Şerife Kadın bakü, Râgıbe Ha­
nıma:
— İşte bak, maşallah; Fitnat Hanım pek
güzel nakış işliyor. Siz de onun sayesinde pek
güzel öğreneceksiniz. O da sizden yazı öğre­
necek. İşte kızım, siz birbirinize lâzımsınız.
— Fit..; Fit... nat H a n i m i n sayesinde, bu
kadar değil, bunun yansı kadar öğrenebil-
sem, kendisine ömrüm oldukça teşekkür
edeceğim.

1 Yabancılık.
-114-
Fitnat Hanım, bir gülümsemeyle Râgıbe
H a n i m i n elinden tutarak:
— Estağfurullah! Ben size teşekkür etme­
liyim ki, sayenizde adam olacağım, okumak
yazmak öğreneceğim. Yoksa siz murâd ettiği­
niz' vakitte nakısı bir haftanın içinde öğrenir­
siniz.
— Estağfurullah!
Bu konuşmadan sonra, Şerife Kadın işle­
meye başladı. Fitnat Hanım dahi gözlerini na­
kısa dikip dikkatle bakar. Bizim Râgıbe Ha­
nım, ya da Tal'at Bey, o vakit birinci defa ola­
rak doğrudan doğruya Fitnat Hanım'ın yüzü­
ne bakmaya vakit buldu. Baktı. Baktıkça da­
ha bakmak istiyordu, gözleri doymuyordu.
Her organını ayrıca inceledi. Her birinde baş­
ka bir güzellik buldu. Baka baka gönlüne bir
hüzün geldi. Gözleri yaşla doldu. Anîde, göz­
lerini sevgilisinin yüzünden çekip nakısa
bakmaya başladı.

Sonunda nakış da bitti, Şerife Kadın kal­


kıp gitti.

1 İstediğiniz.
-115-
Başbaşa Konuşma

Fitnat Hanım, Şerife K a d ı n i merdiven ba­


sma dek uğurladıktan sonra, dönüp Râgıbe
H a n i m i n yanma geldi, oturdu ve Râgıbe Ha­
n i m i elinden tutarak ve yüzüyle bir büyük il­
tifat ve sevgi göstererek:
— Görüştüğümüze ne kadar teşekkür
ederim. Sizi pek çok sevdim. Allah bilir ki, si­
zi on seneden beri tanır gibi öyle sevdim.
— Teşekkür ederim, insâniyetinizdendir,
bendeniz dahi Hudâ âlim 1 ki, sizi görür gör­
mez hemşirem 2 gibi sevdim. Nezâketinizin, le­
tafetinizin iktizâsı... 3
— A m a n hemşirem, bundan böyle bizi
unutmayın. Sohbetinizden mahrum 4 bırak­
mayın. Rica ederim, mümkün olsa her gün
görüşelim. Ah! Ben gece gündüz yalnız(ım)!
Buraya Şerife Kadın'dan başka kimse gelmez.
Ben de çıkamıyorum. Peder efendi pek titiz­
5
dir! Fakat size gelmek için, me'mûl ederim ki
bir şey söylemesin. İnşallah bendeniz de size
gelirim.

1 Biliyor.
2 Kız kardeşim.
3 Gereği.
4 Yoksun.
5 Umarım.
1
— Hacet yoktur elmasım. Bendeniz her
gün gelirim... İnşallah derse de başlarız.
— Teşekkür ederim. Ah! Bu ne iyilik! Hem
buraya kadar gelmek, hem bana ders ver­
2
mek! Ve hususiyle, her şeyden tatlı olan soh­
betinizle bizi müşerref etmek! 3
— Estağfurullah!.. Bendeniz zâti 4 nakısa
çok merakım vardır. Siz kabul buyurduğu­
nuz hâlde, her gün gelmek canıma minnet!
— Kız kardeşiniz var mı?
— Hayır.
— Kardeşiniz?
Tal'at Bey bu sorunun nedenini anîde an­
layarak:
— Evet, benden bir yaş büyük bir karde­
şim vardır, dedi.
— Bazen setre, 5 bâzan bir kısa mor ceket,
bir pantolon giyiyor; sizin boyunuzda, size
pek çok benziyor... değil mi?
— Evet, evet.
— Buradan geçerken görmüşüm. Ne güzel
çocuk! Ne de mahcup! 6 O yürümesi... O... pek
hoşuma gider.
Bunlar böyle tatlı tatlı konuşmaktayken,
Emine Kadın kapıdan girdi:
— Hoşgeldin kızım, hoşgeldin! diyerek, gi­
dip oturdu. Râgıbe Hanım, Emine K a d ı n i n
elini öptü. Emine Kadın, bir azdan sonra, Fit­
nat H a n i m i n kulağına, ama kapının dışından
bile işitilecek bir sesle:

1 Gerek.
2 Özellikle.
3 Onurlandırmak.
4 Aslında.
5 Düz yakalı, önü ilikli bir tür ceket.
6 Utangaç.
-118-
— Şerife Kadın in dediği kız bu mu? dedi.
Fitnat Hanım, gülerek:
— Evet, hanımefendidir, dedi.
— Okumak yazmak bilen bu ha?
— Evet, evet.
— Haa... Maşallah! Bu yaşta o kadar oku­
mak yazmak! Hem güzel de... Kime nasip ola­
cak! Bunu alacak adam, ne bahtlı!
Emine K a d ı n i n kendi kendisine ve yavaş
söylemek istediği ve sağır olduğundan bağıra­
rak söylediği bu sözlerden, kızlar birbirine
bakarak güldüler. Emine Kadın, daha bir iki
masal söyledikten sonra kalkıp mutfağa gitti.

Tal'at Bey, her ne kadar ki Fitnat Ha­


n i m i n yanından gitmeye razı olmuyordu, fa­
kat güneşin batmaya yakın geldiğini gördüğü
gibi saatine baktı; gördü ki, (saat) onu geç­
miş:

— Şimdi bendeniz gideyim, yarın kitap da


getireyim de, evimde vardır, yarın ders de ya­
parız. İnşallah!
— İnşallah! Teşekkür ederim; lâkin 1 niçin
gidiyorsunuz? Erken değil mi daha?
— Aman! Saat onu geçmiş.
— Onu geçmiş? Ne vakit geçti bu kadar
saat!
Bu iki kızcağız dudak dudağa öpüştükten
sonra Râgıbe H a m m çarşafa, yemeniye bü­
ründü. Bürünürken Fitnat Hanım'a nâzikçe
bir çok söz söyledi ve ondan, bin kat daha
tatlılarım işitti. Çünkü o başlangıçtaki utan­
gaçlık, korku, iki taraftan dahi gitmişti. Her
biri, ötekinin gönlünü güzel sözle hoş etmek

1 Ama.

-119-
istiyordu. Hem kimin gönlünü? Biri, sevgilisi­
nin ve öteki, aslında sevgilisinin ve görünüş­
te sevgilisinin kız kardeşinin gönlünü yap­
mak istiyordu... Her biri, öteltinin sevgi ve il­
gisini kazanmak istiyordu. Râgıbe Hanım bü-
ründükten sonra ikisi el ele tutuşup merdive­
nin alt başına kadar indiler. Orada vedâlaş-
tıktan sonra Râgıbe H a m m çıktı. Aceleyle
Şehzadebaşı'na gidip kılık değiştirdikten son­
ra, evine gitti.

-120-
*XXI*

Aşkın Etkisi

Tal'at bu konuşmayı, Fitnat Hanimin


kendisini o kadar iyi kabul etmesini, o iltifa­
tı, o görüşmeyi, o güzel sözlerini ve hele o gi­
deceğine yakınki öpüşmeyi hatırına getirdik­
çe, zavallı çocukcağız, sevincinden çıldıracak
dereceye geliyordu. O gün, hep yüzü, dudağı
gülüyordu. Yalnız, Fitnat H a n i m i n kendisi­
ne, gerek kız ve gerek oğlan, yâni erkek kar­
deşi, gözüyle gösterdiği sevgi ve içtenliğinin
etkisini hatırına getirdikçe, gönlü bir türlü
duygulanıyordu ki, sevinçten mi, yoksa hü­
zünden mi, her nasılsa gözyaşları dökülü­
yordu. O gece Tal'at Bey'in bütün düşleri
Fitnat Hanım'la görüşmekten başka bir şey
değildi.

Fitnat H a n ı m a gelelim: Fitnat, Râgıbe


H a n i m i n , sevdiği oğlanın kız kardeşi olduğu­
nu işittiği gibi, hep o benzerliği kardeşliğe
yordu. Artık kuşkusu kalmadı. Fakat Fitnat
Hanım, Râgıbe Hanım'a mı, yoksa kardeşine
mi âşıktı? Kendisi de farkında değildi. Çün­
kü, pencereden Tal'at B e y i gördüğünde ne
türlü etkileniyorsa, Râgıbe H a n i m i dahi gör­
düğünde de hemen (hemen) o türlü etkileni-
-121-
yordu. Sanki Râgıbe Hanimin görünüşü,
Tal'at Bey'in resmiymiş. Zavallı kız, gizli sır­
dan haberli değildi. Yoksa bileydi ki Râgıbe
Hanım sevgilisinin kız kardeşi ya da resmi
değil de onun aynısıdır, aşkı böyle çatal ol­
mayacaktı.

Tal'at ile Fitnat ayrıldıktan sonra, Tal'at'm


zihnine gelenleri söyledik. Ya Fitnat Hanım,
Râgıbe Hanım gittikten sonra ne düşünüyor­
du? O gece, hayâli neydi? Düşleri nasıldı?
Bunu da söyleyelim: Fitnat Hanım, Râgıbe
H a n i m i merdivenin alt basma kadar uğurla­
dıktan sonra yukanya çıkü. pencereden dahi
gözüyle uğurladı.

— İşte, yürümesi de aynı kardeşinin yürü­


mesi! Ah, bu kadar birbirine benzer iki kar­
deş hiç bir vakit görülmemiş! Çehreleri, yürü­
meleri bir olduğu gibi ahlâkları da bir olacak!
Ah, kardeşi de böyle latif,' böyle nâzik 2 ola­
cak!.. Onun da sözü, sohbeti böyle tatlı ola­
cak! Acaba bunlar dahi cümle halk-ı âlem' gi­
bi bir anadan babadan (mı) doğmuşlar? Yok­
sa gökten inmiş melek midirler? Ne gariptir
ki, insan iyi adamları bir defâ görmekle sever!
Yanlarından ayrılmak istemez! Ah bir münâ­
4
sebetim olaydı da bu iki kardeşten bir daki­
ka aynlmayaydım! İşte, kızla görüşürüm ve
inşallah her gün görüşeceğiz, lâkin... Ah!
Kardeşi ile de görüşmek mümkün olaydı! Bir
yanımda Râgıbe Hanım ve bir yanımda kar-

1 Hoş.
2 İnce.
3 İnsanlar.
4 İlişkim; bağlantım.

-122-
deşi olsa ve ben aralarında oturup tatlı tatlı
konuşsak! Of! Zihnime ne de muhal' şeyler
gelir!.. O erkek... Delikanlı bir oğlan... Ben,
kız... Nasıl görüşebiliriz! Yok... Yok... Muhal...
Muhal... Fakat ah! Niçin muhal olsun? Kız­
lar, sahi, her erkeğe çıkmaz. Her bir erkekle
görüşemez. Lâkin her bir kız, bir erkeğe vara­
cak değil mi? Ben de şu oğlana varsam! Beni
ona verseler! O beni alsa! Ne olur? İşte o va­
kit ben de Râgıbe H a n i m i n evine gideceğim!
Gece gündüz Râgıbe Hanım ve kardeşiyle...
Ah, Râgıbe Hanım'dan keski (kardeşinin) is­
mini soraydım! Ah ne güzel ismi olacak! Gön­
lümün sayfasında yazacaktım!... Beraber ola­
cağız! Râgıbe Hanım beni, ben(im) onu sevdi­
ğimden ziyâde 2 sever. Bunu pek âlâ bilirim.
Fakat kardeşi de beni sevecek mi acaba? Ah,
şüphem yok ki o da beni sevecek... "Gönül­
den gönüle yol vardır," derler. Ben onu o ka­
dar seviyorum da, o beni niçin sevmeyecek?
Elbette sevecek...

İşte Fitnat Hanım, Râgıbe H a n i m i gözüyle


uğurlamak için pencereye çıkmıştı. Fakat Râ­
gıbe Hanım, çoktan Fitnat'ın gözünden sakla­
nıp gitmiş ve Fitnat Hamm ise, gözlerini so­
kağa dikip ve başını koluna dayayıp sözünü
ettiğimiz hayâllere dalmıştı. Güneşin küresi­
nin yarısı batmış ve yarısı daha gözüküyor­
du. O güçsüz ışığı, o kırmızıya çalar rengi,
Fitnat H a n i m i n oturmuş olduğu pencereye
yansıyordu. Doğanın bu şaşırtıcı görünüşüy­
le, Fitnat H a m m i n öyle dalgın dalgın oturu-

1 Boş.
2 Çok.

-123-
şunun ne kadar hüzünlü, ne kadar hoş bir
manzara gösterdiği anlatılamaz.
Sevdiği oğlanla, yani Tal'at B e y i e evlen­
mek konusu o vakte kadar Fitnat H a n i m i n
hiç hatırına gelmemişti. O gün ilk defaydı, bu
hayâli kurdu. Bütün o akşam, o gece bu ha­
yâlle uğraştı. Düşlerinde hep Râgıbe Hanım
ve kardeşiyle görüştü.

-124-
*XXII:-

İkinci Görüşme

Ertesi gün saat beşte, Tal'at Bey, Râgıbe


Hanım adıyla ve kılığıyla, Fitnat Hanım'ın ya­
rımdadır. Önce nakış işlerler. Nakış bittikten
sonra, Tal'at Bey cebinden bir elifba c ü z ' ü çı­
karır, Fitnat Hanım'a ders vermeye başlar.
Fakat görür ki Fitnatin elifba cüz'üne gerek­
sinmesi yok; Kelâm-ı Kadîm'i 2 bile iki üç kez
hatm etmiş. 3 Fitnat Hanım dedi ki:

— Cüzleri 4 okuyabilirim, fakat Türkçe bir


şey olursa ve husûsiyle 5 harekesiz 6 bulunur­
sa, onları kolay okuyamam.
— Öyleyse acemi 7 değilsin. Oh! Pek âlâ.
Yarın biraderime söyleyeyim sahhâf çarşısın­
9
dan bir risâle-i ahlâk alsın da ondan okuma­
ya başlayalım.
Fitnat H a m m , bu "biraderime" sözünü
işittiği gibi, anîde yüzünün rengi değişti ve

1 Abece; alfabe.
2 Kuranı.
3 Başından sonuna dek okumuş.
4 K u r a n kitabını oluşturan fasiküller.
5 Özellikle.
6 Osmanlı abecesinde sesli harfleri okutmaya yarayan
imler.
7 Deneyimsiz.
8 Kitapçı.
9 Ahlâk kitabı.

-125-
elinde olmadan "biraderine, biraderine" diye
bu sözü iki üç kez, titrek bir sesle söyledi.
Tal'at Bey, Fitnat H a n i m i n bu ruh duru­
muna şaştı! "Erkek olduğumu anlamış olma­
sın," diye korktu. Rengi sapsarı oldu. Fitnat
Hanım'dan daha bir şey işiteyim diye, Fit­
nat'ın yüzüne sıkı sıkı baktı. Fitnat Ha-
nım'sa, o bir dakikada T a l ' a t i n bu sıkı sıkı
bakışına ve renginin değişmesine ne anlam
verse iyi? "Biraderini sevdiğimi şu bana gelen
durumdan anladı da kıskandı."

İşte Fitnat Hanım, Tal'at Bey'in, ya da Râ­


gıbe H a n i m i n diyelim, o anda düştüğü şaş­
kınlığına şu anlamı verdi:
Evet, evet, şu Râgıbe dediğimiz kız Tal'at
Bey'in aynısı olmayaydı, Fitnat H a n i m i n
Tal'at Bey'i sevdiğini elbet de kıskanacaktı.
Fakat kim kimi kıskansın? Tal'at Bey kim,
Râgıbe Hanım kim? Fitnat H a m m i n âşığı
kim, Fitnat H a n i m i n sevdiği kim? Fitnat Ha­
n i m i n sevdiğinin ve sevgilisinin kız kardeşi
kim? Bu saydığımız altı kişi, gerçekte bir ki­
şidir. Fakat zavallı Fitnat, bu gerçeği bilmi­
yor. Bu bilmecenin çözümünü bulamaz. Râ­
gıbe Hanım'da gözlemlediği pek şaşırtıcı ruh
durumuna bir anlam veremez. Çünkü, bir şe­
ye verdiği anlamın temelsiz olduğunu başka
bir ruh durumundan anlar. Nasıl anlam ver­
sin ki, bu ruh durumlarının tümü, asıl duru­
mu oluşturan ayrınülardır. Zavallı, aslından
habersizken o durumu oluşturan ayrıntıları
nasıl anlayabilir?
Yukarda dedik ki, Fitnat Hamm. Râgıbe
H a m m i n yüzünde gördüğü değişime "kıs-
-126-
kanç(lık)" ve "rekabet" anlamını vermişti. Bi­
linmektedir ki, bir erkek, kız kardeşinin bir
başka erkeğin sevgilisi olmasını çekemediği
gibi, bir kız dahi, erkek kardeşinin bir başka
kızın sevgilisi olmasını daha çok çekemez. İş­
te, Fitnat H a m m burasım düşünmüştü. Fa­
kat bilmiyordu ki bu kural Râgıbe Hanım için
geçerli değil. Bundan dolayı, Tal'at B e y e vur­
gun olduğunu Râgıbe Hanım'a bildirmek iste­
medi. Çünkü, sanıyordu ki, Râgıbe Hanım bu
sözden hoşlanmayacak! Ve belki, kavuşmala­
rına engel olacak! Ne yazık!

Fakat Fitnat Hanım böyle kimi hayâller


kurmakla, sanılmasın ki Râgıbe Hanım'dan
soğumuştu. Hayır. Âşık olan, sevgilisiyle bir
az yakınlığı olan insanları, bunlar dünyanın
en iğrenç, en nefret edilecek insanları olsa bi­
le sever. Nerede kaldı ki, aşk oklavasıyla açıl­
mış bir yufkaya benzeyen Fitnat Hanım'ın
nâzik gönlü, sevgilisine o kadar benzeyen;
belki de aynı olan ve o kadar güzel ve o kadar
nâzik olan kız kardeşini sevmeyecek! Fitnat
Hamm, Râgıbe H a n i m i o kadar seviyordu! O
kadar seviyordu ki, anlatılamaz!
Fitnat Hanım, dünyada iki insanı seviyor­
du: Biri Tal'at Bey ve biri Râgıbe Hanım. Fit­
nat H a n i m i n Tal'at B e y e olan sevgisi, Râgıbe
Hanım'a olan sevgisinden daha fazla değildi.
Ancak, daha etkin, daha güçlü ve bir derece
daha kutsaldı. İstiyordu ki, Râgıbe Hanım'la
her zaman birlikte olsun, bir dakika ayrılma­
sın. Tal'at Bey içinse çok da serbest düşüne-
miyordu. Tal'at Bey aklına geldiği gibi, düşün­
celeri coşuyordu; sinirleri alt üst oluyordu.
-127-
Bu farkı ortaya çıkaran, ancak kılıklarıy­
dı. Râgıbe Hanım bir kez o berberden almış
olduğu saçı atıp da basma bir fesceğiz koyay-
dı, anîde Fitnat Hanım'ın düşüncelerini de­
ğiştirecekti. Hemen Fitnat Hanım, Râgıbe Ha­
n i m i , yâni Tal'at B e y i gördüğü gözle görecek­
ti. Sevgi aşka dönecekti. İşte, sevgiyle aşkın
farkı, yalnızca budur. Fakat böyle bir dönü­
şüme Fitnat H a n i m i n gönlü acaba dayana­
cak mıydı?

Tal'at Bey'se, Fitnat Hanım'ın yüzünde


her dakika ortaya çıkan renklerden her biri­
nin anlamım anlıyordu. Çünkü bu, asıl ko­
nuya ve bilmeceye yabancı değildi. Onun için
hiç gizli olan bir şey yoktu. Hattâ Fitnat Ha­
nım'ın, kendisine âşık olduğunu da anlamış­
tı. Çünkü Tal'at Bey, Râgıbe Hanım kılığında
olarak, erkek kardeşinden, yani kendisinden
söz açtığı zamanlarda, Fitnat Hanım'da yu­
karda anlattığımız gibi ortaya çıkan ruh du-
rumlanndan başka, Fitnat Hanım, bir azdan
sonra Râgıbe Hanım'dan kardeşinin admı da
sormuştu ve ikide birde ondan söz açarak,
'Tal'at" ismini sesi titreyerek ve yüzünün ren­
gi değişerek söylüyordu. İşte bu ruh durum­
ları Tal'at Bey'e, Fitnat Hanım'ın kendisine
âşık olduğunu haber vermişlerdi.

Öyle olduğu hâlde, Tal'at Bey niçin Fitnat


Hanım'a gerçekten olarak kendi adım ve cin­
siyetini göstermiyordu? Niçin o zavallı kızca­
ğızı dahi böyle bir merakta, böyle bir karan­
lıkta bırakıyordu? Evet, Tal'at Bey'in hatırına
bu da gelmemiş değildi. Fakat korkuyordu,
utanıyordu, cesaret edemiyordu. Bir de, yu-
-128-
karda denildiği gibi, bu sırrı öğrenmesinin kı­
zı ne türlü etkileyeceğini bilemiyordu. Daha
uygun bir vakit, bir fırsat bekliyordu. Bu va­
kit, ne vakit gelecekti? Bu fırsat, ne vakit or­
taya çıkacaktı? Yazık! Bir kara günde!
İşte Tal'at ile Fitnat her gün görüşüyorlar­
dı. Her günkü görüşmeleri, bu anlattığımız
görüşmenin aynısı idi. Tal'at Bey, her ne ka­
dar ki aklı nakışta değildi, biraz nakış işleme­
ye alıştı. Fitnat Hanım biraz okumaya başla­
dı. Ancak bu görüşmeleri ne kadar sürdü?
On gün. Yalnız on gün! O on günün sonunda,
yukarda dediğimiz kara gün geldi. Niçin kara
gün dedik? Çünkü o gün, Tal'at ile Fitnat'ın
mutluluğunu sona erdirdi. Umutlarını sön­
dürdü. Sonunda, ölümlerine de neden oldu!
Bu türlü bir güne "kara gün" demeyip de ne
diyelim?

-129-
*XXIH:

Boşanma

Şimdi Tal'at Bey'le, bir başka deyişle Râgı­


be Hanım ile Fitnat Hanım görüşmekte, ko­
nuşmakta, sevişmekte olsunlar, biz bir az
Üsküdar'a geçelim:

Üsküdar'da Toptaşı'nda bir büyük konak


vardı (belki hâlâ vardır). Bu konağm harem-
lik-selâmlık 1 olarak yirmi otuz odası vardı.
Her tarafı pek güzel, süslü, değerli döşeme­
lerle döşenmişti. Pek geniş bir bahçesi vardı,
içinde bir iki bahçıvan hep çalışıyordu. Bü­
yük ahin vardı, içinde beş altı pek güzel at
bağlanmışü. İki üç araba vardı. Beş alü uşak
vardı. İspir, 2 seyis, 3 bilmem ne de ayn. Ha­
remlikte beş on câriye 4 vardı; kimi yaşlı, kimi
kız. Eninde sonunda büyük bir konaktı. Ol­
dukça büyük ve zengin bir adamın konağı kı­
sacası.

Bu konağm uşaklarını, cariyelerini uzun


uzadıya anlattık. Ya bu konağın efendisi yok
muydu? Onun da haremi, 5 evlâdı, 6 anası, ba-

1 Konağın kadınlar ve erkeklerin yaşadığı bölümleri.


2 Arabacı.
3 At bakıcısı.
4 Hizmetçi.
5 Eşi.
6 Çocukları.

-131-
bası yok muydu? Haa! Bu konağın yalnız bir
efendisi vardır ki, kırk kırk beş yaşmda ve Ali
Bey adında bir kimseydi.
Ali Bey, on altı yıl önce, yani yirmi dört
yirmi beş yaşmda olduğu sırada evlenerek bir
yoksul familyadan,' ama pek güzel ve akıllı
bir kız almıştı. Birbirlerini pek çok severlerdi.
Bununla birlikte, bir yıl ve bir kaç ay birlikte
yaşadıktan sonra, Ali Bey bir gün bir neden­
le karısına danldı. Kendisi o kadar öfkeli ve
titizdi ki, en küçük bir nedenle darılır ve dar­
gınlığı bir haftadan çok sürerdi. Darıldığı gi­
bi, karısını boşadı. Kansıysa onun inadını
bildiğinden, istiyordu ki, kocasının inadı ge­
çinceye kadar beklesin. Ancak kocası bekle­
medi; birdenbire (onu) kovdu, kapısından dı­
şarı çıkardı.

Zavallı kadm, bir yandan uğradığı bu tür­


lü bir aşağılanmadan: öte yandan sevdiği ve
bir yıldan çok zamandır birlikte yaşadığı bir
kocadan ayrıldığından hüngür hüngür ağla­
yarak, kendi getirmiş olduğu bir cariyeyle bir­
likte iskeleye indi; bir kayığa binerek İstan­
bul'a geçri, evine gitti. Evinde yalnız bir yaşlı
anası vardı. Ağlayarak ve gözyaşları çeşme gi­
bi dökülerek anasına başından geçeni bildir­
dikten sonra, bir odaya çekildi, ağlamaya
başladı ve kendi kendisine:
— Ah zâlim... Ah hâin!.. Ben onu o kadar
seviyordum! O ise beni aldatmak için, seve­
rim me verim, diyordu. Yalandan bir muhab­
bet' gösterirdi. Beni gerçekten seveydi, böyle

1 Aileden.
2 Aşk.

-132-
sebepsiz kovar mıydı? Ah! Erkeklerin muhab­
betine inanmak! Onların sadâkatine' aldan­
mak! Ne büyük kabahat! Ah zavallı biz kan­
lar! 2 Biz, evlendiğimiz vakit de zannederiz ki,
bir koca, bir refik 3 alıyoruz. Halbuki erkekler
bize o nazarla' bakmıyorlar. Onlar, evlendik­
leri vakit, kanlarına verdikleri ehemmiyet, 5
satın alacaklan bir beygir yahut bir arabaya
verdikleri ehemmiyetten azdır! Evet... Haklan
var a... Çünkü, bir beygir alacaklar, eğer iyi
çıkmazsa, yine satmaya mecbur olacaklar.
Lâkin aldıklan fiyatla belki satamazlar. İşte
bir zarar korkusu var. Fakat, k a n l a n iyi çık­
mazsa ( ! ) , tab'lanna muvafık" gelmezse (!) hiç
bir zarar etmeksizin onlan bırakırlar; başka­
larım, daha iyilerini (!) alırlar. İşte bizi hayvan
mesabesinde 7 bile tutmazlar. Ne yapalım?
Hüküm onların elinde. Nasıl isterlerse öyle
yaparlar! diyerek, bir kaç gün bir düziye ağla­
dı.

Fakat anası:
— Kızım, ne ağlıyorsun? Eğer kocasız kal­
dığına ağlarsan, ben sana ondan iyisini bulu­
rum. Yok, kocandan ayrıldığına ağlarsan, pek
alçak imişsin! O seni sevmez! Seni kovdu! Se­
ni o kadar tahkir eyledi 8 de sen hâlâ onu se­
viyorsun! diyerek, (onu) Ali Bey'in aslandan
soğutmaya çalışıyorduysa ve kızı dahi kanar

1 Bağlılığına.
2 Kadınlar.
3 Arkadaş.
4 Bakışla.
5 Önem.
6 Yaratılışlarına; huylarına sularına uygun.
7 Değerinde.
8 Aşağıladı.

-133-
gibi görünüyorduysa da, hemen düşünceleri­
ni değiştirerek:
— Ah anacığım! Seviyordu, seviyordu...
Ama, bilmem nasıl oldu? (diyordu).
— Ah zavallı! Seviyordu! Hâlâ inanıyorsun
ha?
Sonunda kızın aşk ve sevgisi bütün bütün
yok olmamış idiyse de, inadı aşkından fazlay­
dı. Belki de kimi zamana aşkından, kimi za­
man inadından, zavallı hep ağlıyordu.

-134-
Nedamet

Ali Bey ise, karısını gerçekten seviyor idiy­


se de, inadı sevgisine üstün gelerek karısını
kovduktan sonra iki gün, ayrılığından değil,
inadından gözyaşı döküyordu. Üçüncü gece
uyurken, düşünde gördü ki:
Haremi' bir bahçede, bir ağacın dibinde
oturmuş ve bir siyah giysi giyinmiş, yüzü
sapsarı olmuş, hazin hazin ağlıyor. Ali Bey,
hareminin bu durumunu gördüğü gibi, pek
üzülerek y a n m a gider. Bakar ki haremi, sesi
titreyerek, boğulurcasına içini çekerek, "Sen
beni kovdun. Beni istemiyorsun. Artık yanı­
ma gelme!" diyerek kaçar. Kendisi o zaman,
"Aman! Pişman oldum, affet," demek ister, fa­
kat söz söyleyemez. Arkasından gitmek ister,
fakat yürüyemez. Sevdiği kadınsa gözünden
kaybolur.
Ali Bey o acıyla uyandı. Baktı ki, hava pek
açık ve duru; ay on yedi on sekiz günlük ol­
makla ay aydınlığı pencerelerden odaya gir­
miş. Oda çok hazin bir görünüm almış.
Ali Bey uyandığında (öyle) bir durumda
bulunuyordu ki, kendisini öldürmek, yok ol-

1 Eşi.

-135-
mak istedi. Saatine baktı. Yediymiş. Kürkünü
sırtına aldı, bahçeye bakan bir pencerenin
yanında oturdu. Bahçedeki ağaçlar, yaprak­
lar ay aydınlığından bir görünüm almışlar ki,
gören ne kadar neşeli ve gamsız, ne kadar
ağırkanlı ve tesirsiz olsa, imkânı yok ki, bir
hüzün ve hayrete dalarak etkilenmesin, üzül­
mesin! Yüreği parça parça olmasın! Bütün
halk uykuda. Uyanık bulunan sanır ki, doğa­
nın bu cilveleri yalnızca onun içindir. Bütün
ortalığı rakipsiz görür. Bir sessizlik, bir din­
ginlik ortalığı kaplamış. Gül dalları arasında
saklanmış bir bülbülün ara sıra çıkardığı ha­
zin hazin çığlıklardan başka, kulak bir şey
işitmez.

Ali Bey, bir yandan, gördüğü düşün ve öte


yandan doğanın gösterdiği bu güzel görünü­
mün etkisiyle pencerenin yanında oturmuş,
başmı duvara dayamış, gözlerini karşısında,
bahçede rastgelen bir şeye dikmiş, hiç kımıl­
danmıyordu. Ara sıra iki gözünden birer
damla yaş akıyor, yanaklarından iniyor, yas­
tığa düşüyordu. Yine, eli gözlerini, yanakları­
nı silmek için hareket etmeye üşeniyordu.
Vicdanı, doğanın bu hazin görünümüyle bir­
leşerek zavallıyı azarlıyor, kınıyordu. Kaba­
hatlin) kendisinde olduğunu ve kansınm hiç
bir kabahati olmadığını anladı. O kadar sev­
diği karısından ayrıldığına ve onun dahi o ka­
dar aşağılanmayla gönlünü kırdığına üzüldü,
pişman oldu. Kendi öfkesine lanet okudu.
Kendi kendisine dedi ki:
— Ah! Ayağına düşsem. Affını rica etsem.
Halt ettiğimi söylesem. Affetmezse, evvelki
-136-
muhabbetimiz dönmezse, kendimi telef et­
mek' istediğimi bildirsem! Oh! Elbet de affe­
der. Benim kusuruma bakmaz. Yine gelir.
Ah! Onun gönlü! O nâzik gönül çabuk müte­
essir olur. 2 Benim bu hâlde durmama kail 3 ol­
maz. Ah! Bilse benim bu hâlde bulunduğu­
mu, benim böyle ağladığımı!

İşte, Ali Bey bu türlü düşünerek, içini çe­


kerek, hiç bir yerini kımıldatmaksızın durur.
Doğanın görünümüyse değişmeye başladı.
Yıldızlar, yağı kalmamış ya da fitili tükenmiş
kandiller gibi yavaş yavaş gözden kayboldu­
lar. Ayın etkisi gittikçe azaldı. Görünen tepe­
lerin, ev damlarının birer tarafı kızarmaya,
kuşlar daldan dala uçarak ve birbiriyle oyna­
yarak dolaşmaya ve bir ağızdan ince sesleriy­
le ötmeye başladılar. Sonunda, doğanın her
gösterdiği yüz, Ali B e y i başka bir türlü etki­
ledi.

1 Öldürmek.
2 Etkilenir.
3 Razı.

-137-
•XXV«

Sonsuza dek Ayrılık

Bu olayın üzerine Ali Bey karar verdi ki


haremine haber göndersin, affını istesin, yine
gelmesini teklif etsin. Gerçekten, aynı gün
yaşlı bir kadını gönderdi. Bu kadın gitti, geli­
nin anasını buldu, macerayı bildirdi. Ancak
Ali Bey'in aşağılamasının zehri hareminden
çok kaynanasını etkilemişti. Çünkü ötekinde
aşk denilen panzehir vardı. Bu nedenle, Ali
Bey'in kaynanası, şu dediğimiz kadına:

— Eğer, kanmdır diye isterse, madem ki


tatlîk eyledi,' artık karısı değildir ve istemeye
hiç bir salâhiyeti 2 yoktur. Yok, eğer yeniden
nikâh kıyacak gibi kızımı isterse, bilmiş olsun
ki, ben kızımı satacak değilim. Kızıma efendi
aramam. Kızımı evlendirmek, kendisine bir
refik 3 bulmak isterim. Öyle istediği vakit al­
mak, istediği vakit kovmak isteyen adamlara
esir edecek kızım yoktur. Benim kızım bir fa­
kir kızıdır. Kendisi gibi bir fakir adamla ev­
lensin de müsavat 4 üzere yaşasın. Sizin efen-

1 Boşadı.
2 Yetkisi.
3 Arkadaş: eş.
4 Eşitlik.

-139-
di de kendine münâsip' bir kan bulsun, diye
pek sert bir yanıt verdi ve kızma, "Şayet, aşkı
galip gelerek razı olur" korkusuyla bu öneriyi
hiç haber vermedi.
Kocakan bu yanıü aldığı gibi, gitti efendi­
sine söyledi. Ali Bey pek çok üzüldü. Sıradan
yaşamından umutsuzluğa kapıldı. Odasında
kapanarak bir kaç gün hiç çıkmadı. Bir düzi-
ye ağlıyordu. On beş aydan sonra, (eski) eşi­
nin evlendiğini haber aldı. Üzüntüsü iki kat
oldu. Daha bir yıl sonra zavallı kadının, belki
kahnndan, öldüğünü duydu. Üzüntüsü daha
o kadar arttı. Vicdanı heyecana geldi. İşte o
zamandan beri on beş on altı yıl geçmişti. An­
cak Ali Bey, kansını bir dakika unutmadı.
Çok defa görüyorlardı ki odasmda kapanarak
kansından kendisine yadigâr kalmış kimi eş­
yaları çıkanyor ve önüne koyarak, saatlerle
ağlıyordu.

1 Uygun.
-140-
•XXVI:

Evlenme Niyeti

Ali Bey'in cariyeleri arasında, on üç on


dört yaşında, pek güzel ve akıllı bir kız vardı.
Ali Bey, bu kızın eğitimine dikkat etmiş; özel
keman ve nakış ustası dahi tutmuştu. Bu na­
kış ustası, tesadüfen, Fitnat Hanım'a nakış
gösteren Şerife Kadın'dır ki, her iki günde bir
bu kıza dahi gider, nakış öğreürdi.

Bir gün Şerife Kadın, konakta bulunan


kendisi gibi bir yaşlı kadınla konuşurken de­
di ki:
— Canım, bu sizin efendi niçin evlenmi­
yor? Böyle, hanımsız ev olur mu?
Bu soruya yanıt olarak kocakarı, Şerife
Kadın'a efendisinin ne türlü evlendiğini ve
nasıl karısını boşadığını ve karının öldüğünü
ve efendinin hâlâ ağlamakta olduğunu anlat-
ü. Şerife Kadın:
— Vah, vah, vah! Yazık gençliğine! Zaval­
lı, daha genç de... Ömrünü böyle kederle mi
geçirmek istiyor? Ne demek olsun? Evvelki
karısı öldüyse canına rahmet olsun. Bu, öm­
1
rü oldukça matem mi tutacak? Kan kıtlığı mı
var? Buna kim varmaz? Her hangi kızı istese,

1 Yas.

-141-
alabilir. Yazık hem kendisine, hem evine,
hem size! Siz hiç evlenmeye teşvik etmiyor
musunuz?
— Ah! Çok defa istemişim ki söyleyeyim,
lâkin ben söylemeye başlar başlamaz gözyaş­
ları dökülür, "Bana böyle söz söylemeyin, ev­
lenecek değilim vesselam," 1 der. Daha ne söy­
leyeyim?
— Dur, ben gideyim, söyleyeyim bir defa.
Şerife Kadın böyle diyerek kalktı, Ali
Bey'in odasına girdi. (Onu) bir şey yazarken
buldu. Kendisiyle söze girişti. Sonunda bir
yolunu bulup dedi ki:
— Beyefendi, size bir şey söyleyeceğim
ama rica ederim gücenmeyesiniz ve sözümü
dinleyesiniz, söylemeye de haddim yok ama...
— Nedir? Söyleyin.
— Allah'a bin şükürler olsun, hiç bir şey­
ce noksanınız yok. Yalnız, bu eve bir hanım
lâzım. Bir evde emir eder bir hanım olmadık­
ça, o eve ev denilmez. Siz daha gençsiniz,
böyle bekâr durmanın sebebi?
— Başka bir şey söyleyin rica ederim. Bı­
rakın şu sözü.
— Yok bey, yok! Ben sizin evlenmemenizin
sebebini sordum. Ben şu sebebi bilmez deği­
lim. Lâkin ma'kul 2 bir sebep olmadığından
çürütmek için soruyorum. Sizin bir karınız
varmış, severmişsiniz; ölmüş. İşte evlenme­
menizin sebebi bu değil mi? Lâkin bak beyim:
Siz o kan ile beraber yaşadığınız ömrü mü,
yoksa şimdiki ömrü mü tercih edersiniz?

1 S ö z ü n kısası.
2 Akla uygun.

-142-
— Ah! Onunla yaşadığım ömür! Şimdi ba­
na cihan zindandır. Ben şimdiki ömrü iste­
mem, ama kendime kıyamıyorum.
— Ee, şimdi evlenirsen o eski saadetin av­
det edecektir. 1 Yine, ömründen hoşnut ola­
caksın. Bu meyusluktan 2 kurtulacaksın, de­
ğil mi? Birinci karını sevdiğin gibi öbürünü
dahi seveceksin.
— Ah! Bundan sonra ben kan sevmek!
Başkasını sevmek! Benim sebebimden, zaval­
lı, on beş senedir ki gençliğini bırakıp toprak
altına girdi! O, toprak altında yatsm da ben
başkasını seveyim! Yok, yok. Bana rahat ha­
ram olsun! Bana düğün yakışmaz. Benim ma­
tem tutacak, ağlayacak vaktimdir, deyip elini
gözlerinin önüne koyarak düşünmeye daldı.
— Beyim, vazgeç bu efkârdan. 3 Ağlamak­
tan ne çıkar? Zannedersin ki, senin bu türlü
hareketinden o merhumenin 4 ruhu hoşlan­
sın? Beyim, ölülere rahmet, dirilere rahat lâ­
zım. Senin gençliğine yazık! Gel seni evlendi­
relim. Sana dür dânesi 5 gibi bir kız bulmu­
şum. Gayetle 6 güzel, gayetle ırzlı, namuslu...
Her şey elinden gelir. Nakısın pek âlâsını bi­
lir. Hattâ okumak yazmak bile öğrenmiş...
Ali Bey, başını eline dayamış ve gözlerini
yine eliyle örtmüş; ağlıyor muydu, düşünü­
yor muydu, yoksa Şerife K a d ı n i n söylediği
sözleri mi işitiyordu, belli değildi. Şerife Ka-

1 Mutluluğun geri dönecektir.


2 Umutsuzluktan.
3 Düşüncelerden.
4 Rahmetli kadının.
5 İnci tanesi.
6 Pek.

-143-
din ise, şu söylediği kızın niteliklerini ve bi­
rer birer cümle organlarını tarif eylemeye de­
v a m ediyordu. Ali Bey, bu niteliklerin hepsi­
ni işittiği gibi, yüreğine bir telâş, kanına ola­
ğanüstü bir hareket geldi. Kendi kendisine,
"Hepsi o merhumenin evsâfı!' Acaba o olma­
sın? Belki ölmemiş! Belki odur..." diyerek Şe­
rife Kadın'a:

— Bu kız kaç yaşında var? dedi.


— On beş on altı yaşında. Cevher parçası
gibi bir kızcağız!..
— Daha yaşlı değil mi? İyi bilir inisin?
— Aa! Ben yalan mı söyleyeceğim? İş mey­
danda.
— Kimin kızıdır bu?
— Babasını bilmiyorum, ölmüştür. Anası
da ölmüş. Üvey babası var; tütüncüdür. Za­
rarsız bir ihtiyarcağız, onun yanında oturur.
— Anası da yok, babası da yok a? A h ! Za­
vallı kızcağız!
— Bu kızı alırsanız, hem siz pek hoşnut
olacaksınız ve iyi ömür süreceksiniz, hem de
bir sevap etmiş olursunuz. Çünkü onun had­
di yok ki, sizin gibi bir...
— Bakalım. Bir düşüneyim de, kısmetse
olur inşallah... Lâkin kızın üvey babasına
söylediniz mi siz?
— Onu merak etmeyin siz. Ben bilirim ki
o verir. Nasıl vermez?
— Peki, ona da bir kere söyleyin. Lâkin
benim haberim yok gibi... Çünkü ben daha
karar vermedim.

1 Rahmetli kadının nitelikleri.

-144-
Şerife Kadın, bir kale feth etmiş gibi, Bey'in
odasından çıktı. Konakta bulunan yaşlı ka­
dınların bir ikisine beyin evlenmeye razı oldu­
ğunu gizlice söyledi. Ancak bu söz ağızdan
kulağa gezerek yarım saat içinde cümle hala-
yıklarca,' uşaklarca öğrenildi.
Ali Bey'in ise, birdenbire düşüncesini de­
ğiştirerek evlenmeye karar vermesi, bir yan­
dan kızın cümle niteliklerini birinci karısının
niteliklerine uygun bulduğundan ve kızın, bi­
rinci karısına pek çok benzeyeceğini anladı­
ğından ve öte yandan, böyle güzel bir kızın
anasız babasız olduğuna acıdığından kay­
naklandı. Ali Bey bu kızı hâlâ görmemişken
sevmeye, eski karısını aynı saatte unutmaya,
zihni gelecekteki eşiyle meşgul olmaya, so­
nunda avunmaya, o on yedi yıllık hüzün ve
kederden kurtulmaya başladı.

Alamut
Çizgiliforum.com

1 Hizmetçilerce.

-145-
•XXVII:-

Müjde-Kara Haber

Şerife K a d ı n i n Ali Bey'e vermek istediği


kız, elbet de anlaşıldı ki Fitnat Hanım'dır.
Şerife Kadın Üsküdar'dan döndüğü gibi
Hacıbaba'ya gitti. Hacıbaba'ya olanı biteni
bildirdi. Ali Bey'in zenginliğini ve bütün nite­
liklerini de söyledi. Hacıbaba pek memnun
olarak:
— Böyle şeylerde bana sormak lâzım mı
ya? Sen bilmez misin ki, ben bu cihanda an­
cak şu kızın iyiliğini isterim. Merhume anası
bana emânet bıraktı; ben de işte şu kızı baba­
sından iyi terbiye eyledim. Kendi kızım olaydı,
Allah bilir ki bu kadar dikkat etmeyecektim.
Daha bir muradım kalmıştı ki, bu kızı bir iyi
eve vereyim, evlendikten sonra da rahat etsin.
1
İşte, Allah'a şükürler olsun, o da hâsıl oldu.
Kızıma istediği gibi bir koca bulundu, değil mi?
— Ne buyurursun? Ne buyurursun? Ne
güzel talihi varmış!
— Cenâb-ı H a k k i n yetimlere merhameti
çoktur. Dâima, yetimlerin sonu selâmettir. 2
Siz de himmet 3 ettiniz, eksik olmayın.

1 Gerçekleşti.
2 Esenliktir.
3 Yardım.

-147-
Şerife Kadın, iki tarafı hoşnut etmiş ve bü­
yük bir iş becermiş (olduğu) sanısıyla övüne­
rek kalktı gitti. Hacıbaba kızın rızâsını sor­
mak için değil, belki kendisine göre müjde
vermek için kıza gitti:
— Kızım, talihin yaver imiş, seni pek bü­
yük bir evden istiyorlar. Ben de söz verdim, iş
yalnız nikâha kalmış. Çünkü böyle bir baht
her gün önümüze gelmez. Bir büyük bey. Ga­
yetle mâldâr, mu'teber, 1 genç... Dâiresinde
müteaddid 2 halayık, uşak, arabalar, velhâsıl 3
bir vezir dâiresinden daha iyi... Hemen, Allah
mübarek eyleye...

Hacıbaba henüz sözünü bitirmemişti ki,


Fitnat H a n ı m b a l m u m u gibi sararmış, göz­
lerini açmış, Hacıbaba'nın y ü z ü n e korku
verir bir bakışla bakmaktayken bayıldı,
düştü. E m i n e Kadın da geldi, kaldırdılar,
y ü z ü n e soğuk su serptiler. Kendisine geldi,
ama nasıl geldi? Gözlerini açmış, tavana ve
çevresine sıkı sıkı bakıyor. G ö z l e r i n d e par­
laklık yok, sapsarı olmuş! E m i n e K a d ı n ya­
nında oturup ellerini ovarken, Hacıba­
ba'ya:

— Oğlum, ne oldu bu kıza? Vah kızım vah!


Kurban olayım ben sana! dedi.
— Ne olacak? Elbette öyle olacak. Ben
onun yerine olaydım, sevincimden bütün bü­
tün çıldıracaktım. Y a n n öbür gün bizim bu
miskin evimizden çıkacak da, gidecek bir ve­
zir dâiresine girecek. O dâirenin hanımı ola-

1 Malı mülkü çok. saygın.


2 Evinde sayısız.
3 Kısacası.

-148-
cak. emir edecek, kendisine emir edecek
adam bulunmayacak... Sen olaydın, sevin­
cinden bayılmayacak miydin?
— Ah, sevincinden bayıldı zahir! 1 Ah ah...
Hacıbaba çıkıp gitti. Fitnat Hanım, can çe-
kişiyormuş gibi yatmış(tı). Emine Kadın elle­
rini ovarak:
— Ah kızım, ah! Ne talihin varmış! Ne gü­
zel talih! Allah razı olsun Şerife Kadından...
Ona teşekkür etmelisin. O yapti bu işi... A m a
kızım, sonra, büyüklüğü takınmayasın ha!
Bize de hor bakmayasın...
— Ah! Vâlideciğim! Ne söylersin?.. Zanne­
dersin ki, sevincimden bu hâle geldim! Ah!
Sevinç! Sevinç! Ne sevinç! Baksana, ölüyo­
rum! Canım çıkacak! Ah vâlideciğim! Babama
söylesen de nikâh kıymasalar! Ben o koca­
ya... va... vara... mam...
— Aaa! Kızım! O ne söz! Biz sevincimizden
çıldıracağız da, sen diyorsun ki o kocaya va­
ramam. O dediğin koca kimdir? Sordun mu?
Onun bir uşağma bile varmaya senin haddin
yok. O, kibar adamlardan... Biz, fukara
adamlar...
— İstemem... vâlideciğim! İstemem... ki­
barlık istemem... büyüklük istemem. Mal is­
temem. Devlet 2 istemem... Gönlümün istedi­
3
ğini isterim. Gönlüm şâd olsun da, yiyecek
ekmeğim olmasm... Giyecek rubam 4 olma­
sın... İstemem... İstemem...

1 Besbelli.
2 Talih.
3 Sevinçli.
4 Giysim.

-149-
— Kızım, deli mi oldun? Ne oldun? Ben
senden böyle şey ummazdım... Lâkin, bayıl­
dın da o sebepten... Biraz rahat et, kendine
gelesin...
— Ah... Bileydin o bayıldığınım sebebi
neydi, sen de böyle...
Fitnat Hanım bu sözü söylerken boğazı tı­
kandı, gözyaşları döküldü, hüngür hüngür
ağlamaya başladı. Emine Kadın ise, Fitnat
Hanım'ın bu son sözünü işitmeyerek ve ağla­
dığım görmeyerek kapıdan çıktı; Hacıbaba'ya
gitti, dedi ki:
— Oğlum, nasıl olacak? Bu kız istemez!
Ağlıyor, sızlıyor! "Kocaya varmam," diyor...
— Hay şaşkın hay! Ya nasıl diyecek? Se­
vindim mi diyecek? Sen kızların âdetini bil­
mez misin? Hem de niçin istemeyecek? O,
kendisini görmedi; bilmez ki, beğenmedi diye­
lim.
— Öyle, öyle. Ama hani ya o baygınlık fi­
lan... Belki bu telâş ondandır...
— Haydi haydi, sen git yukarı. Yalnız bı­
rakma da öyle şeylere kulak asma.
Emine Kadın yukarı çıktı. Baktı ki zavallı
Fitnat yastığın üzerine yüzükoyun düşmüş;
ağlamaktan yanlan körük gibi dışan fırlıyor,
hıçkınğı uzaktan işitiliyor:
— A kız! Sen deli mi oldun? Bu ne demek?
Seni asacaklar değil a, evlendirecekler. Hem
haddin olmadığı bir yere verecekler. Sevine­
cek yerde böyle ağlamak ne demek? Naz ise.
yeter; gösterişse, insaf! diyerek, Fitnat'ın ba­
şını kaldırdı. Yüzü kıpkırmızı olmuş, gözleri
yumurta gibi fırlamış, boğulacak gibi içini çe-
-150-
kiyor. Emine Kadın, Fitnat H a n i m i n başını
koynuna alıp gözlerini silerek:
— Vah kızım vah! dedi.
Fitnat Hanım, içini çekerek:
— Ah! Kadın ninem! Ağladığım sebepsiz
değildir. Ben çocuk değilim. Sebepsiz nasıl
ağlayacağım? Ah! Sebebi var! Sebebi var! Bü­
yük sebebi var...
— Ne sebep? Ne sebep? Söyle ki biz de bi­
lelim.
— Ah! Nasıl söyleyeyim? Söyleyemem!
Yok, yok, söyleyemem. Ama... Ah! İşte sebebi
vardır, dedim. Babama söyle de nikâh kıyma­
sınlar. Nikâh kıyarsa canıma kıyacak, kendi­
mi telef edeceğim. 1
— Sebep? Sebep? Kızım, başkasını mı se­
viyorsun? Sana sihir mi yapmışlar? Bu ne
hâldir?
— Ah! Vâlideciğim! Sö... Ah! Söy... Ah!
Söyleyemem. Söyleyemem. Zorlama beni.
— Söyle, söyle. İşitecek kimse yok, benden
saklama.
— Ah! Seviyorum... Sevi... yorum... Baş­
kasını seviyorum... Canım gibi severim. Ona
varmazsam, hiç evlenmem... Zorla vermek is­
terseniz kendimi telef ederim!
2
— Ah! Zamane kızı değil mi? Ne kadar ol­
sa... Kimi seviyorsun bakalım?
— Râgıbe H a n i m i n kardeşini... İşte onu
seviyorum... Beni evlendirmek isterseniz ona
verin, başkasına varmam. Varmam. Var­
mam...

1 Öldüreceğim.
2 Bu g ü n ü n .
-151-
Fitnat Hanım'ın doğal olan utangaçlığı, bu
sözleri söylemesine engel olamadı. Fakat yü­
zü kıpkırmızı olmuştu. İçini çekmeden söz
söyleyemezdi. Bu sözü bitirdiği gibi, yine yas-
uğın üzerine düşüp hüngür hüngür ağlama­
ya başladı. Zavallı Emine Kadın, Fitnat Ha­
nım'ın bu durumuna acıyarak ve bu sözlerin­
den hayrete vararak dudağım ısırmış; ne ya­
pacağını, ne diyeceğini şaşırmış, öyle donmuş
kalmış(ü)... Bir azdan sonra, zavallı kadın içi­
ni çekerek kalktı, aşağı gitti. Hacıbaba'ya de­
di ki:
— Oğlum, bizim taksirimiz' çokmuş! Bu
kızın hâli ne olacak? Görsen nasıl ağlıyor, te­
lef olacak gidecek. O kocaya varmak istemi­
yor... Başkasını sever... miş.
— O ne! Kimi seviyor? Ah, k a n değil mi?
Şu kanlan insan kafese de kapasa, yine fay­
da yok, zapt olunamazlar. Ee, kimi sever ba­
kalım? Nerde görmüş? Nasıl olmuş? Yoksa,
benim haberim olmaksızın siz çıkar gezer mi­
siniz?
— Aa! Yok evlâdım, öyle bir şey yok. Hani
ya bir kız gelmiyor mu bazı buraya!
— Haa...
— İşte onun kardeşini pencereden gör­
müş, beğenmiş, sevmiş. İşte bundan ibaret.
Başka bir şey yok.
— Haa... Pencereden birini görmüş, onu
sevmiş; kocasını istemiyor! Bu, söz mü? Ama
sen de çocuklann aklına uyarsın. Bir adamı
böyle bir defa pencereden görmekle nasıl o
kadar sevmiş ki, böyle bir saadeti onun mu-

1 Kusurlarımız.
-152-
1
habbetine fedâ etsin? O, daha çocuktur. Da­
ha, dünyadan haberi yok. Şimdi böyle şeyler­
de ona sormak, onun dediğini yapmak ayn-ı
hatâdır. 2 Sen şimdi üzerine varma. Başka bir
şeyden kendine söz söyle. Yarın inşallah Şe­
rife Kadın gelir, oradan bir kesin cevap geti­
rir. Nikâh da kıyarız da, soma o dediğin sev­
diği adamı bir saatin içinde unutur.
Emine Kadın, bu yanıtı aldıktan s o m a yu­
karı gitti. Bir köşede oturdu. Fitnat Hanım'a
bir şey söylemedi. Fitnat H a m m dahi hiç
Emine Kadın'ın yüzüne bakmadı. Başını eğ­
miş, bir düziye ağlıyordu. Hele Râgıbe Hanım
aklına geldiği gibi, birdenbire ağlaması iki kat
olarak, kendi kendisine, "Ah! Şimdi birazdan
sonra Râgıbe H a m m gelecek! Ah! Nerede o
kurduğum hülyalar ki Râgıbe Hanım'dan ay­
rılmayayım, biraderine varayım! Heyhat!3 Ne
güzeldi o dakikalar ki, öyle hülyalar kurabi­
lirdim! Hakikatte nail olmaklığım muhal 4 olan
5
bir nimete hulyâ tarikiyle nail olurdum! Bu
derdmend" gönlümü bu veçhile 7 eğlendirir-
dim! Böyle teselli bulurdum! Ah! O hülyalar­
la geçirdiğim dakikalar, ömrümün en tatlı va­
kitleridir! Hayf! 8 Hayf ki, o hülyaların da ka­
pısı kapandı! Şimdi öyle hülyalar da kura-
mam! Of! Of! Bu me'yûs 9 gönlümü nasıl tesel-

1 Aşkına.
2 Yanılgının ta kendisidir.
3 Yazık.
4 U l a ş a b i l m e m olanaksız.
5 Hayâl yoluyla ulaşırdım.
6 Dertli.
7 Böyle.
8 Yazık.
9 Umutsuz.

-153-
Ii edeyim? Nasıl eğlendireyim? Ah, Râgıbe
şimdi gelecek, beni bu hâlde bulacak. Nasıl
söyleyeyim? Ne diyeyim? İşin hakikatini söy­
leyeceğim... Evet, söyleyeceğim. Artık niçin
saklayayım?" diyordu.
Fitnat Hamm, o günü böyle ağlamakla ge­
çirdi. Gözleri kan içinde kaldı. Akşam oldu,
Râgıbe Hanım o gün gelmedi. Akşam üzeri
Hacıbaba, Fitnat H a n i m i bir az azarladı. Bir
az öğüt verir gibi oldu. Kızın düşüncelerini
değiştirmek için Ali B e y i uzun uzadıya övdü.
Ancak, Fitnat Hamm mendilini gözlerinin
önünde tutarak Hacıbaba'mn hep bu sözleri­
ne karşılık bir düziye yaş döküyordu. Verdiği
yanıtlar, ancak içini çekmeden ve ara sıra de­
rin derin âh edip inlemeden başka bir şey de­
ğildi. Kendi kendisine, Hacıbaba'nm her bir
sözünü çürütüyordu. Hiç birini kabul etmi­
yordu. Ama bir şey söylemeye cesaret edemi­
yordu.

Sonunda yattılar. Fitnat Hanım bütün o


gece uyuyamadı. Yatağı gözyaşı içinde boğul­
du.
Ertesi gün Şerife Kadın gelip Ali Bey'den
kesin yanıt getirdi.. Nişan değiştirdiler; Ali
Bey bir vekil belirlemişti. 1 Mahalle imamını
çağırdılar, nikâhı da kıydılar.

ı İ m a m nikâhı yapılırken, damadın orada bulunamadığı


durumlarda kendisini, belirlenen bir vekil temsil eder­
di.

-154-
•xxvni*

Kara Gün

Ertesi gün Fitnat Hanım, odasında, yalnız


başına oturmuş ağlarken baktı ki, kapı açıl­
dı. Râgıbe H a m m girdi. Râgıbe Hanım'a doğ­
ru yürüdü. Bir iki adım attıktan sonra, bir­
denbire kaldı. Vücudu, düşecek derecede tit­
riyordu. Râgıbe Hanım bu ruh durumunu
gördüğü gibi, şaşırarak:

— A m a n hemşirem! Bu ne hâldir? Ne ol­


dun? Allah aşkına kendine gel, ne oldun? di­
yerek, o dahi kendini tutamayıp, sebebi(ni)
bilmediği hâlde, ağlayarak boynuna sarıldı.
İkisi oturdular. Râgıbe Hanım hâlâ bu du­
rumun nedenini sormaya devam ediyordu. Fa­
kat Fitnat Hanım, içini çekmekten ve dudağı­
nın titremesinden, söz söyleyemiyordu. Bir az­
dan soma, Fitnat bir az kendisine geldiği gibi:
— Ah! Hemşirem! Bilsen bu ağlamanın se­
bebi nedir! Ah! Bu bir sırdır ki, şimdiye kadar
senden saklamışım. Ama... Ama... Bu gün
söyleyeceğim. Bilirim ki, beni sen hemşireden
ziyâde 1 seversin. Sana derdimi ifâde edece­
ğim... Ben senin... senin... senin... kardeşini
severim... Gönlüm ona öyle muhabbet etmiş
1 Çok.

-155-
ki, gördüğüm vakitte gözlerim kamaşır! Gör­
mediğim vakitte karârım kalkar... 1 Bütün
gün pencerede beklerim... Bir gün görme­
sem... çıldırırım. Dâima zihnim onunla meş­
guldür... Bütün gündüz onu düşünürüm...
Bütün gece rüyamda onu görürüm... Sen,
kardeşine pek çok benziyorsun... Onun için
seni de bu kadar seviyorum... Sana da âşı­
ğım... Onu görmediğim vakitte seni görmekle
müteselli olurum. 2
Tal'at Bey, gözlerini Fitnat Hanım'ın o va­
kit kıpkırmızı olan yüzüne dikmiş ve kendisi
dahi yüzünün rengini her bir saniyede kıpkır­
mızıdan sapsarıya ve sapsarıdan kıpkırmızı­
ya değiştirerek, Fitnat H a n i m i n , içini çekme­
den kesik kesik söylediği iş bu sözlerine ku­
lak vermiş ve bir büyük hayret ve şaşkınlıkta
kalmıştı.
Fitnat, sözünü buraya getirdiği gibi,
Tal'at'm boynuna sarıldı. Tal'at, balmumu gibi
kesilip titremeye başladı. Söyleyecek söz bula­
mıyor, nasıl davranacağım bilemiyordu. Fitnat
Hanım'ın bu davranışı, kendisine böyle bir
aşk ve sevda göstermesi, zavallı Tal'at'm bü­
tün bütün kavrayışını ve doğru davranma ye­
tisini elinden kaçırdı. Bir azdan sonra kendisi­
ni zorlayıp, sesi titreyerek, kızararak dedi ki:
— Hemşirem, biraderimin sizden sevilme­
3
ye haddi yoktur. Kendi(si)ni size beğendire­
cek kadar güzel değildir... Bununla beraber,
madem ki seversiniz... Lâkin bunda ağlaya -

1 Aklım başımdan gider.


2 Avunurum.
3 Kardeşim, erkek kardeşim sizin tarafınızdan sevilmeyi
hak etmiyor.
-156-
cak ne var? Siz onu bir defa severseniz, o si­
zi bin defa sevecektir. İnşallah Cenâb-ı Hak
birbirinize nasip eder... 1
— Heyhat!..2 Heyhat! Ah! Ah! Artık bitti!
Ben de o ümitle yaşıyordum! Lâkin 3 heyhat!
0 ümit yok artık! Bitti! Beni nişanladılar!
Başkasına verecekler!
Fitnat Hanım, içini çekerek ancak söyle­
yebildiği sözlerini bitirdiği gibi, gözlerini eliyle
kapayarak, hüngür hüngür ağlamaya başla­
dı. Bir azdan sonra, gözlerini kaldırdı. Baktı
ki Râgıbe Hanım yastığın üzerine dayanmış
olduğu hâlde, gözlerini tavana dikmiş, ölü gi­
bi donmuş kalmış; seslendi, salladı; kendisi­
ne getiremedi. Sonunda bir az soğuk su aldı,
yüzüne serpti, güç belâ kendisine getirdi.
Tal'at Bey, kendisine geldiği gibi gözyaşı dök­
meye, ağlamaya başladı. Fitnat Hanım yine
ağlayarak:

— Aman! Siz ağlamayın. Niye ağlıyorsu­


nuz? Bana acıdığınızdan mı? Vah vah, ben si­
zi de ağlattım! dedi.
Tal'at Bey, Fitnat'ın dizine kapandı:
— Fitnatim! Siz yeter ağladınız artık. Şim­
di benim ağlayacağım vakittir. Bu hususta 4
asıl ağlamak benim hakkımdır. Ah! Felek, ba­
na bu kadar nimet gösterdikten sonra, nasıl
birdenbire mahrum 5 etmek istiyor! Ah! Beni
senin âguşuna 6 kadar soktuktan sonra, şim-

1 Uygun görür.
2 Yazık.
3 Ama.
4 Konuda.
5 Yoksun.
6 Kucağına.

-157-
1
di nasıl ayırmaya kail olur! Ben senden ayrı
nasıl yaşayabilirim! Meğer ki, toprak altında
mahpus olayım!
— O ne söz, Râgıbe! Ne söylüyorsun! An­
layamıyorum Şuuruna mı halel geldi? 2
— Fitnat i m ! Senin ayağındayım... İster­
sen affet, istersen kendi elinle beni öldür... öl­
dür... beni bu cihandan kurtar... Sana olan
aşkımın ifratı, 3 beni böyle desiselere 4 kaçma­
ya mecbur eyledi... Maksadım görüşmekti...
Lâkin yine suçlu benim...
— Râgıbe! Râgıbe!
— Râgıbe deme artık... Benim ismim Râgı­
be değildir... Tal'at de... Tal'at...
Tal'at, böyle diyerek başından yemenisini,
uydurma saçım ve göğsünden meme yerini
tutmak üzere koymuş olduğu pamuk parça­
larını çıkarıp aux Başında, doğal erkek saçı
kaldı. Fitnat bu olayı gördüğü ve bu sözleri
işittiği gibi, birdenbire yerinden kalkarak iki
adım geriye çekildi. Ellerini kilitledi; gözlerini
ayaklarına dikti. Bir beş dakika kadar hiç ha­
reket etmeksizin böyle durdu. Sonra, olduğu
yerde kendisini minderin üzerine attı. Başını
önüne eğmiş ve gözlerini dizlerine dikmiş, kı­
pırdamadan duruyordu. Tal'at da, başı açık,
odanın ortasında kalmış, yüzünü iki eline da­
yamış, önüne bakarak düşünüyordu. O anda
hiç biri ağlamıyordu. Fakat yanakları, kirpik­
leri daha yaştı. Bir on dakika kadar böyle
geçti ki, hiç biri gözlerini kaldırıp ötekinin yü-

1 Razı.
2 Bilincini mi vitirdin.
3 Aşırılığı.
4 Hilelere.

-158-
züne bakmaya ve belki de gözlerini kımıldat­
maya cesaret edemedi. Biri kendisini suçlu
sayıyordu; öteki, kız kardeşi gözüyle bakmak­
ta olduğu Mşinin içinde kavuşmayı olanaksız
sandığı ve o anda, yanında olduğu hâlde,
kendisinden umudunu kestiği sevgilisini keşf
etmiş... Sonunda, Tal'at Bey birdenbire kal­
kıp Fitnatin ayağma düştü:
— A m a n ! Ya affeyle, senin ağzından bir
"affettim" sözünü işiteyim; yahut kendi elinle
beni öldür... Öldür! Ah, ölmek! Ölmek ne bü­
yük saadettir! Madem ki senden ayrılaca­
ğım... Madem ki seni bir daha... gö... göreme­
yeceğim... Ahh! Ölmeli... Ölmeli! Fitnatim,
beni kendi elinle öldür... Aman bana gücen­
me! Bana darılma... Of! Bu ne büyük azap!
Karı kıyafetine girerek, bin türlü desâyis irti-
kâb ederek' melek gibi masum bir kızın yanı­
na sokulmak! Her gün kendisiyle dudak du­
dağa öpüşmek! Ah! Bu ne cesaret! Bu ne küs­
tahlık! Ah Fitnatim, çok kabahat ettim... Lâ­
kin, düşün ki, hep bu şeyleri ben yapma­
dım... Aşk... Ah! Aşk denilen müvesvis 2 yap-
ü... Fitnatim, ya beni affet, yüzüme bak, bir
söz söyle; yahut beni öldür, bu azaptan kur­
tar... Böyle dargın durma. Bu bana büyük
azaptır!

Fitnat Hanım'sa, Tal'at Bey'e darılmamış-


tı. Hiç insan kendi ruhuna danlır mı? Ancak
karşısındaki artık Râgıbe H a m m değil, Tal'at
Bey'dir. H e m hangi Tal'at Bey? Fitnat'ın, ken­
disinden umut kesüği, kendisince ölmüş say-

1 Hile yaparak.
2 Kuruntu verici.

-159-
dığı Tal'at Bey... Fitnat H a n i m i n vücudunda
bir titreme, gönlünde bir korku vardı. Gözle­
rini kaldırıp Tal'at Bey'in yüzüne bakmaya
korkuyor, utanıyordu. Kısacası, cesaret ede­
miyordu... Ama, Tal'at Bey'in söylediği sözle­
rine de dayanamadı:
— Ah! Ruhum Tal'at! Ben mi size danla-
yım! Siz bana hiç fenalık yapmadınız. Ben si­
zinle görüşmek için canımı vereceğim... Lâ­
kin... Niçin... Niçin... Kim olduğunuzu bana
evvelden söylemedin? İşte sende yalnız bu
kabahat var... Lâkin... Yok, yok... Sana kaba­
hat isnat edemem...' Her ne ki yaptınsa mak-
bûlümdür... 2 Lâkin, eyvah, felek bütün ümit­
lerimizi ifna eyledi! 3 Bizi me'yûs 4 kıldı! diyerek
Tal'at'm boynuna sarıldı, hüngür hüngür ağ­
lamaya başladı.
Tal'at ondan çok ağlıyordu. İşte yarım sa­
at kadar, bu iki zavallı birbirlerinin boynuna
sarılmış, hiç bir söz söylemeksizin ağlıyorlar­
dı. Birinin gözyaşları öbürünün boynuna dö­
külüyordu... Sonra Tal'at, Fitnati nasıl görüp
âşık olduğunu ve nasıl kız kılığına girdiğini,
Fitnat Hanım'a ağlayarak anlattı. Fitnat Ha­
nım da Tal'at B e y i nasıl sevdiğini ve kız kılı-
ğıyla gördüğü zaman dahi nasıl etkilendiğini
ve Tal'at B e y i e evlenme konusunda nasıl ha­
yâller kurduğunu gösterdi... Sonra, Tal'at bu
derde bir çâre bulma konusunu açtığı gibi,
Fitnat Hanım:
— Ah! Bitti artık... Çâresi olmaz! Ben ne

1 Suçlayamam.
2 Kabul ediyorum.
3 Söndürdü.
4 Umutsuz.
-160-
kadar ağladım... Nasıl bayıldım... Emine Ka-
dın'a evlenmeyeceğimi ne kadar söyledim...
Fayda vermedi... Babam... Ah babam! Hiç ku­
lak vermiyor! Kendi bildiğinden hiç şaşmı­
yor...
— Fitnatim! Kendisine söyle. Ayağına
düş. "Kendimi telef edeceğim,"' de. Belki Ce-
nâb-ı Hak ister de, razı olur. Bu gaddarlıktan 2
vazgeçer.
— Ah! Kendisine söylemeye cesaret edemi­
yorum. Lâkin kendimi zorlayacağım, söyleye­
ceğim... Eğer kâiL edebilirsem... Fakat, hey­
hat!4 Nikâh da kıydılar. Bana hiç sormaksızın
nikâh kıydılar!
— Aa! Nasıl olur? Kendin rızâ vermedikçe,
nasıl nikâh kıyılır?
— Ah! Benim aklım başımda değildi. Be­
nim, ne "olur", ne "olmaz" demeye mecalim 5
vardı. Lâkin, odamda komşudan bir kız var­
dı. İmam, perdenin arkasından sorduğu va­
kitte, Emine Kadın baktı ki, ben cevap vere­
meyecektim, o kıza işaret etti ki, benim yeri­
me ikrar etsin. 6 İşte bu türlü, işi bitirdiler.
— Fitnatim! Siz yine babanıza bir rica
edersiniz, ayağına düşersiniz. "O kocaya var­
mazdan evvel kendimi telef edeceğim," dersi­
niz. Belki rahm eder. 7 Belki bir çâre bulu­
nur... Olmadığı hâlde... 8 Olmadığı hâlde...

1 Öldüreceğim.
2 Acımasızlıktan.
3 Razı.
4 Yazık.
5 Gücüm.
6 "Olur" desin.
7 Acır.
8 Bu işe yaramazsa.

-161-
Siz, sağlıkla kocanıza varınız... Beni unutu­
nuz...
— Seni unutayım! Demek olur ki, sen be­
ni o kadar çabuk unutacaksın!
— Ah! Ben her şeyi unutacağım! Dünyayı
unutacağım! Dünya beni unutacak! Lâkin siz
beni unutmak istemezseniz mezarımı arayın,
bulun. Gah gah' ziyaretime gelin. Birer Fati­
ha ile ruhumu ihya edin... 2 Size fedâ olduğu­
mu hatırınıza getirin. Lâkin müteessir olma­
yın, 3 ağlamayın!

— T a l a t ! Basımdaki derdim yeter! Beni


daha ziyâde 4 ağlatmak mı istiyorsun? Sen
kendini bana fedâ edesin! Benim için canını
terk edesin de, bana "Sağlıkla, kocana var,"
dersin! Ah! Sen de gaddar imişsin! Yalnız
kendine acırsın... Ben bu kara haberi işitti­
ğ i m gibi, kendimi telef edebilirdim. Hep bu
belâlardan, bu zahmetlerden bir nefeste
kurtulabilirdim. Fakat senden birdenbire
ümidimi kesmedim. Evet, senden ümidimi
kesemem. Daha ümidim vardır. Bilemeyiz,
felek ne gösterir. Şimdi ki, senin dahi bana
olan muhabbetini 5 anladım... Şimdi kendi­
me hiç kıyamam. Çünkü sana acırım. Bili­
rim ki ben ölürsem, senin derdin bir iken
yüz olacak. Bilirim ki, sen beni unutamaya­
caksın. Evet, bunu pek âlâ bilirim. Çünkü
kendime kıyâs ederim... 6 Sen ise yalnız ken-

1 Arada bir.
2 R u h u m a yaşam verin.
3 Üzülmeyin.
4 Çok.
5 Aşkını.
6 Kendi derdime benzetirim.

-162-
dini düşünürsün... T a l ' a t i m ! Aman, öyle bir
şey yapma, bana acı! Gençliğine acı! Ben ko­
caya varmam. Ben seni bırakmam. Bir şeye
muvaffak olamazsak, hiç olmazsa, haberle­
şelim, ikimiz birden kendilerimizi telef ede­
lim!.. Hiç birimiz başkasının öldüğünü işit­
mesin...

Tal'at Bey saçını alır, gelişi güzel başına


yapışünr, s o m a Fitnat Hanım'a yanaşarak:
— Ben gidiyorum... Gidiyorum ve belki bu
son defadır ki, seni görüyorum! Belki bu gün
sana ilelebet' "Allah'a ısmarlarım," diyeceğim!
Belki bir daha görüşemeyeceğiz! Ah!
— Aman!!! Niçin? Canım, yarın sabahla
gel. Beni yalnız bırakma... Ben yalnız kalır­
sam, bütün bütün çıldıracağım! A m a n gel...
— Ben şimdiden s o m a geleyim! Nasıl gele­
yim?
— Aman! Bu ne söz! Niçin gelemeyecek­
sin? Beni bu kadar mı severmişsin? Bu gün­
ler... Ah, ah! Bu günler... Belki, visalimizin 2
son günleridir... Belki de ömrümüzün son sa­
atleridir! A m a n ! Bu bir kaç gün benden ayrıl­
ma, tâ ki ya selâmete çıkalım yahut... Hele,
Allah aşkına! Yarın sabahla gel!
Tal'at Bey, Fitnat H a n i m i n içini çekerek
söylediği bu sözlerine yanıt olarak bir çok
gözyaşı döktü. Sonra (kız küığına) büründü,
Fitnat Hanım'la ağlaşarak öpüştükten sonra,
canından ayrılır gibi çfkü, gitti.
Fitnat Hanım bir köşede oturdu. Râgıbe
H a m m sandığı dostunun, sevgilisi olan Tal'at

1 Sonsuza dek.
2 Kavuşmamızın.

-163-
Bey olduğunu ve kendisini o kadar çok sevdi­
ğini hatırına getirdikçe, pek çok memnun ola­
rak kendi kendisine:
— Benim şu kadar zamandan beri sevmek­
te olduğum, gece gündüz düşündüğüm, ken­
disine yandığım adam dahi beni o kadar sevi-
yormuş, o da beni düşünüyormuş, bana yanı-
yormuş! Meğer, gece ben rüyamda onu gör­
mekle telezzüz ettiğim 1 vakitte o da beni göre­
rek telezzüz edermiş! Hem onun muhabbeti
benim muhabbetimden ziyâde... Bak, benimle
görüşmek için ne kalıplara girmiş! diyordu.

Ama, hemen benzi değişerek, gözyaşları


dökülerek:
— Lâkin... 2 Eyvah! Benim muhabbetim
neye yarar? Onun muhabbeti neye yarar? Bu
muhabbetlerimizi kendimizle beraber mezara
götüreceğiz! Muradımıza nail olamayacağız!'
Bu aşk u muhabbet bizim cellâdımız olacak­
tır! Ah, ah! Ben onu seviyorum. O beni sevi­
yor... İnsan, sevdiği adamdan sevilmek! Ken­
disini seven adamı sevmek! 4 Ne büyük şey!
Ne güzel şey! Fakat, heyhat! Bizde bu şartlar
bulunduğu hâlde 5 dünyanın en karabahtlıla-
nyız! Ah felek ah! diyerek düşünmeye ve ağ­
lamaya başladı.

1 Zevk aldığım: hoşlandığım.


2 Ama.
3 İstediğimize ulaşamayacağız.
4 İnsanın sevdiği adam tarafından sevilmesi.
5 İçin.
-164-
•XXIX*

BİT Hile

Fitnat Hanım, bütün o geceyi de öyle ağla­


yarak geçirdi. Ertesi sabah kalktı, dört gözle
Tal'at Bey'i bekledi. Tal'at Bey gelmedi. Öğle
(ezam) okundu; daha gelmedi; ikindi okundu,
yine gelmedi; akşam okundu, gelmedi. So­
nunda, o gün gelmez. Ertesi gün dahi öyle,
öbür gün dahi öyle...
Fitnat Hanım, bir yandan, üzüntüsünden
ağlamasından, bir yandan da Tal'at B e y i me­
rak ettiğinden, o bir iki günün içinde pek çok
zayıfladı, keyfini bozdu; o gül gibi yüzü solma­
ya başladı. Acınacak bir duruma geldi. Fitnat
Hanimin durumuna en çok acıyan zavallı
Emine Kadın, pek çok üzülüyordu. Her vakit,
kız görmesin diye mutfağa çekilerek ağlıyordu.
Bir gün Emine Kadın, Fitnat H a n i m i gör­
dü ki zayıf, keyifsiz, güçsüz olduğu hâlde bir
köşede bükülüp ağlıyordu. Zavallı kadıncağız
kendisini tutamayarak gitti, Fitnat'ın boynu­
na sarıldı ve hüngür hüngür ağlayarak:
— Kızım yapma, Allah aşkına yapma! İn­
saf! Baksana hâline, nasıl sarardın, nasıl za­
yıfladın! Nerede o gül gibi yanaklar? Yazık sa­
na!
-165-
— A h ! Vâlideciğim! Benden ümidi kesin
artık... Öleceğim... Öleceğim... Kan tükürüyo-
rum... Verem oldum...
— Allah'a emanet! Allah'a emanet! Kızım,
böyle şeyler zihnine koma, bir şeyin yok. Ni­
çin öleceksin! Eğer evlenmek istemezsen
Ağa'ya söylevim de bir çâresini bulalım. Biz
senin iyiliğin için seni öyle bir eve vermek is­
tiyoruz... Sen istemedikten soma...
— Ah! Vâlideciğim! Öyle bir şey yaparsa­
nız belki kurtulurum... Hep keder ettiğim şey
odur...
— Olur inşallah! Olur. Sen hiç keder et­
me. Vah evlâdım! Biz seni zorla verir miyiz?
Emine Kadın böyle diyerek ve gözlerini si­
lerek kalkıp aşağı gitti; Hacıbaba'ya dedi ki:
— Oğlum, bu kızın hâli nasıl olacak? Bak­
sana, günden güne zayıflar! Allah esirgeye...
Hacıbaba kaşlarını çatmış, marpucu ağzı­
na almış, sıkı sıkı, nargileden çekiyordu. Hiç
yanıt vermedi. Bir kaç dakika böyle düşün­
dükten soma, marpucu bir yana bırakarak:
— Nasıl olacak? Ben de bilmem, ben de gö­
rüyorum ve kızın bu hâline acımaz değilim.
Fakat kızın bu bir kaç gün ağlamasını ömrü
oldukça zahmet' çekmesinden 2 tercih ederim.
Kız, Ali Bey'e varırsa, artık cennete düşmüş gi­
bidir... Böyle bir talih her vakit önüne gelmez...
— Orası öyle ama, pek çok ağlıyor, çok za­
yıflamış; korkarım, Allah esirgeye, bir hasta
düşmesin! Bir de, çehresi de bozulur. Sonra,
kocaya nasıl veririz...

1 Sıkıntı.
2 Çekmesine.

-166-
— Öyleyse bir şey yapalım, kıza söyleyelim
ki, "Peki, o kocaya vermeyeceğiz." Sonra, ev­
leneceği gün, Ali Bey'e de haber yollarız, onu
da kail 1 ederiz; kıza deriz ki, "Üsküdar'da ki­
ra ile bir ev tuttuk, bu yazı orada geçirelim."
Böyle aldatarak, kızı, Ali Bey'in konağma gö­
türürüz... Sonra, o konaklan filânı gördüğü
gibi hoşlanacak. Sonra Ali Bey'i görecek. O da
genç, güzel, gayetle 2 nâzik; onu da beğene­
cek... Hem, kız da şimdi kendisine "Evlendir­
meyeceğiz," dediğimiz gibi, ağlamadan kesile­
cek; sıhhati, çehresi de bozulmayacak... Ol­
maz mı?

— Peki, peki... İşte böyle âlâ olur...


Bu konuşmadan sonra, Hacıbaba kalkıp
yukan gitti. Fitnat'a dedi ki:
— Ben, rahat edesin diye seni haddin ol­
madığı bir yere vermek istedim. Lâkin madem
ki istemezsin, ben de vermem. Ali Bey'i de
kandırırız ki vazgeçsin...
Fitnat Hanım bu sözü işittiği gibi, Hacıba­
ba'nın dizlerine kapanarak ve ağlayarak:
— Bilirim ki, siz benim iyiliğim için çalışı­
yorsunuz... Lâkin... Lâkin... Bilmem... Gön­
lüm istemedi... İnşallah... Hayırlısı böyle
olur...
Hacıbaba bir şey söylemeksizin yine çıkıp
aşağı indi. Fitnat Hanım sevincinden çıldıra­
cak... Birden yüzü gülmeye, rengi yerine gel­
meye başladı.

1 Razı.
2 Pek.
-167-
•XXX:-

Geçici Bir Sevinç

Üç gün geçmişti ki, Tal'at Bey Fitnat'ın ya­


nma gelmemişti. Acaba niçin? Acaba bir en­
gel mi vardı? Yoksa, Fitnat'tan umudunu
kesti de vaz mı geçti? Belli değil...

Fitnat Hanım, Tal'at Bey'i dört gözle bekli­


yordu ki, müjde versin ve birbirlerine kavuş­
mak için birlikte, bir yolunu bulsunlar... Fa­
kat daha bir gün geçti, daha iki gün geçti, bir
hafta oldu, Tal'at Bey görünmedi... İşte, Fit­
nat Hanım'a başka bir üzüntü konusu...
Tal'at'm bu gelmemesini merak ediyordu; Şe­
rife K a d ı n a :

— Râgıbe H a n i m i gördün mü? Evi nere­


dedir? diye sordu.
Şerife Kadın da görmemiş ve evini bilmez­
miş. Fitnat Hanım da evini bilmez ki, gizlice
birisini göndersin de sorsun. Zavallı Fitnat,
'Tal'at Bey belki me'yûs olup kendim telef et­
miş"' diye pek çok merak etti, rahatı kaçtı.
(Sonra) hemen önceki durumuna geldi.
İki hafta böyle geçtikten soma, bir pazar­
tesi günüydü ki, Hacıbaba, Fitnat H a m m ve
Emine Kadınia yemek yerken dedi ki:

1 Umutsuzluğa kapılıp kendisini öldürmüş.


-169-
— Bu yazı burada çıkaramayacağız. Bu
gün, tanıdığım büyük efendilerden birisi söy­
ledi ki, "Üsküdar'daki konağım boştur, ister­
sen git, bir kaç ay otur." Eğer gidersek pek
çok hoşlanacaksınız; konak gayetle mürtefi'
ve müferrih bir mahaldedir.' Hem de konak
çok büyüktür. Lâkin biz en iyi hava alır bir
tarafında bir iki oda tutar, otururuz; bakıyye-
si 2 boş kalsın...
Emine Kadın buna pek sevinir gibi olarak:
— Aman, bir saat evvel gidelim; burada
patladık, dedi.
Fitnat Hanım, "Soma, Tal'at Bey beni bu­
lamayacak," korkusuyla bu ev değiştirmeye
çok da razı değildiyse de, bir şey söylemeye
cesaret edemedi. Sonunda karar verildi ki,
perşembe günü gitsinler.
Çarşamba günü Şerife Kadın geldi. Fitnat
Hanım'a bir zarfın içinde bir mektup da getir­
di, verdi. Fitnat Hanım zarfın üzerindeki yazı­
yı, Tal'at Bey'in yazısı olduğunu tamdı, pek
çok sevindi. Elleri titreyerek mektubu açtı.
Önce imzasına bakü: «Râgıbe!» Artık o sevinç!
0 sevinç! Tal'at Bey bu mektubu okumayı ye­
ni öğrenmiş birinin okuyabileceği biçimde
yazmışü. Fitnat okumaya başlar. Şöyle yazı­
lıydı:

«Fitnatim!
İki haftadır görüşemiyoruz. Bilmem me­
rak ettiniz mi? Zihninize bir şüphe geldi mi?
Fitnat'ım, gelemediğimin sebebi budur ki, o

1 Pek yüksek ve iç açıcı bir yerdir.


2 Öteki odalar.

-170-
kara günde ki, o kara haberi işittim... O gün,
demek isterim, sizden ayrıldığım vakit, ak­
şamdı. Sizden çıktım, koşarak Şehzadeba-
şı'na gittim. Giderken terledim. Gittiğim gibi
soyundum, rubalarımı 1 değiştirdim. Oradan
evime gittim. Gerek yolda ve gerek evime git­
tikten sonra, bir düziye ağlıyordum... Bile­
mem ağlamadan, keder etmeden mi, yoksa
soğuk mu aldım? Her nasılsa, ertesi sabah
yatağımdan kalkamıyordum. Başım çatlaya­
cak derecede ağrıyordu. Derâkab bir şedîd 2
sıtmaya yakalandım. Yirmi dört saat sıtma
üzerimden düşmedi. Ateş gibi yanıyordum.
Soma, kendimi kaybettim. Hiç kendimde de­
ğildim. İşte o vakitten şimdiye kadar, ölmüş
gibiydim; hiç bir şeyden haberim yoktu. Za­
vallı validem! 3 Bana ağlamış, benden ümidim
kesmişti! Bir beş on saat var ki kendime gel­
dim. Ama, cismime hiç mâlik 4 değilim, yerden
kımıldanamıyorum... Şimdilik, ziyâde 5 yaza­
mam. Çünkü kolum kesildi, gözlerim yorul­
du... Fitnatim, ne hâlde bulunduğunuzu ça­
buk yaz. Mektubu Şerife Kadın'a ver de ben
(birini) gönderir, alırım... Ah Fitnatim ah! Bu
hastalığımda mümkün olaydı da, bir defa
yastığınım ucunda bulunaydm! Ah! Şüphem
yok ki, anîde şifa bulacaktım! 6 Ah! Ah...

Râgıbe»

1 Giysilerimi.
2 H e m e n şiddetli bir.
3 Annem.
4 Vücuduma sahip.
5 Çok.
6 Birdenbire iyileşecektim.

-171-
Fitnat Hanım bu mektubu okurken göz­
yaşları çeşme gibi akıyordu. Zavallı Tal'at'a
pek çok acıdı. Yüreği yandı. Bununla birlikte,
bu mektuptan çok avundu. Çünkü kendisi,
Tal'at Bey için, Allah esirgeye, daha kötü şey­
ler düşünüyordu. Onlara göre bunu hafif bul­
du, hem de Tal'at Bey iyiliğe yüz tutmuş. Sö­
zün kısası, Fitnat Hanım hem avundu, hem
yine gözyaşlarını tutamadı.

Şerife Kadın, bu mektubun bu kadar göz­


yaşına yol açüğma şaşarak:
— Mektup kimdendir? Niçin bu kadar ağla­
manıza sebep oldu! İçinde ne var? diye sordu.
— Râgıbe Hanım'dandır. Zavallı, iki hafta­
dan beri hastaymış. Kendi(si)ni hiç bilmiyor­
muş. Dün biraz kendi(si)ne gelmiş, fakat yine
pek ağır hastaymış. İşte onu yazıyor.
— Vah vah vah! Zavallı Râgıbe! Evini hi­
leydim gidecektim, ama bilemiyorum... Pek
çok severim şu kızı, Allah şifalar versin! Cev­
her gibi kızcağızdır!
— Bendeniz de bir mektup yazacağım. Si­
ze vereceğim de, evinize bir adam gönderir,
alır... Öyıe yazmış çünkü.
—• Peki peki, yazınız da...
Fitnat Hanım hokkayı, kalemi alıp şu
mektubu yazdı:

«Râgıbe'm!
Mektubunuzu aldım. Keyifsiz olduğunu­
za pek çok teessüf ettim.' Pek çok müteessir
oldum. 2 Lâkin müteselli de oldum. 3 Çünkü

1 Yazıklandım.
2 Üzüldüm.
3 A v u n d u m da.

-172-
Râgıbe'm, iki haftadan ziyâde vardı ki, seni
görmüyordum. Senden hiç bir haberim yok­
tu. Hatırıma neler gelmezdi! Ne kadar merak
etmiştim! Ne kadar ağlamıştım! İnşallah,
Cenâb-ı Hak şifâlar versin, iyi olasınız da
görüşelim. Size söyleyeceğim şeyler çoktur.
H e m de söyleyeceğim şeyler keder vermeye­
cek, sizi ağlatmayacak. Artık felek, murâdı-
mızca dönüyor. İnşallah muradımıza nail
1
olacağız. Ben, akıbet, pederi 2 kandırdım;
beni evlendirmeyecekler. O herifi de kandır­
dılar, o da vazgeçti... Siz gittikten sonra, da­
ha üç gün ağladım. A h ! O üç gün! Dördün­
cü gün, bütün kederlerden kurtuldum..
Ama sizi göremiyordum, sizi bilemiyor­
dum... İşte, başıma başka bir keder gelmiş­
ti... Hele bu mektubunuz, her ne kadar ki
hastalığınızı haber verdiyse de, bana ne ka­
dar teselli verdi! Ne kadar dertlerden, me­
raklardan kurtardı! Ah Râgıbe'm, daha Râ­
gıbe diyeceğim, çünkü bu isim bana daha
ünsiyyetli 3 gelir ve ağzım bunu daha telâş­
sızca telâffuz eder. 4 Sizi böyle tesmiye etme­
ye m a z u r u m , 5 iyi ol da görüşelim! Çünkü
biribirimizi anlayalı hiç görüşemedik... Râ­
gıbe'm, biz yarın, bir iki ay oturmak üzere
Üsküdar'a gidiyoruz. Oradan size mektup
yazacağım ve Şerife Kadın'a vereceğim. Şeri­
fe Kadın'dan, (birini) gönderip almalısın.
Mektubumda, gideceğimiz evin mahal 6 ve

1 İsteğimize kavuşacağız.
2 Sonunda, babamı.
3 Tanıdık.
4 Söyler.
5 Sizi böyle adlandırmaya mazeretim var.
6 Adres.

-173-
numarasını yazacağım, tâ ki iyi olduğun gi­
bi gelesin... Ah! Zavallı Râgıbe'm! Keyifsi­
zim! Rahatsızım! Ne çâre! Bu mektubum,
şüphe yoktur ki, bir ilâç yerini tutacak, bir
tabip 1 hükmüne geçecek... Râgıbe'm, nasıl
olacağınızı yazınız. Mektubunuzu Şerife Ka-
dın'a gönderin, o bana getirir. Allah şifâlar
vere! Allah'a ısmarlarım! İnşallah yakında
görüşürüz...

Fitnat»

Fitnat Hanım bu mektubu zarfa koydu,


mühürledi, Şerife Kadın'a verdi ve:
— Bu mektubu alınız, Râgıbe Hanım (biri­
ni) gönderip aradığı vakit verirsiniz, der.
Şerife Kadın, bir azdan sonra, kalkıp gitti.
Fitnat Hanım, Tal'at Bey'den aldığı mektubu
yüzüne gözüne sürerek, üzerine özlemle göz­
yaşı döküyordu.

1 Doktor.

-174-
•XXXI*

Yazlığa Taşınma

Ertesi gün, ki perşembe günüydü, Hacı­


baba familyası, 1 nasıl ki yukarda söyledik,
sözde yazlığa gideceklerdi. Hacıbaba önceki
geceden Fitnat Hanım'a söylemişti ki:
— Kızım, oraya gideceğiz, elbette komşu­
lardan hanımlar, kızlar sizi görmeye gelecek­
lerdir, yarın şu ipek rubalarınızı 2 giymeli de
öyle gitmeli.
Fitnat Hanım da bu uyan üzere ertesi gün
sabahla kalkıp olağanüstü biçimde süslendi
püslendi. En güzel giysilerini giydi; başını,
parmaklarını elmaslarla donattı. Sözün kısa­
sı, bilmeyerek, zavallı, bir gelin kılığına girdi.
Fitnat Hanım, o zamana dek evinden çık­
mamıştı. Vapura hiç binmemişti. Denizi hiç
görmemişti. Üsküdar'a hiç geçmemişti. Bu
geziyi yapacağına, özellikle Hacıbaba'nın de­
diği üzere, orada kızlar, hanımlarla görüşece­
ğine pek çok sevindi; yalnız, Tal'at Bey'den
uzak düşeceğine yanıyordu. Fakat ona da Şe­
rife Kadın'la haber yollayacaktı. Onu dahi
oraya çağıracaktı. Biliyordu ki, Tal'at kendi-

1 Ailesi.
2 Giysilerinizi.
-175-
siyle görüşmek için her nereye olsa gider. İş­
te bununla avundu.
Sonunda, Fitnat Hanım giyindikten s o m a
(çarşafa) büründü. Emine Kadın da (çarşafa)
bürünür. Araba kapıda bekliyordu; çıktılar,
(arabaya) bindiler. Eminönü'ne gidinceye ka­
dar ne Fitnat Hanım ve ne Emine Kadın ağzı­
nı açıp bir şey söyledi. İkisi de bir hayâle, bir
düşünceye dalmışlardı. Fitnat, Tal'ati düşü­
nüyordu; ancak Emine Kadın'ın düşündüğü
acaba neydi? Her neyse, o da bir şey düşünü­
yordu.

Eminönü'ne gittikleri gibi, arabadan indi­


ler. K ö p r ü y e girdiler. Baktılar ki, Üsküdar
vapuru da hazır, bekliyor. Vapura girdiler.
Fitnat Hanım vapura girer girmez bir çok ha­
nımların arasında buldu kendisini; Emine
Kadın'la birlikte bir yere gidip oturdu. Gördü
ki, o bütün hanımlar çevresinde toplanmış­
lar, onu bekliyorlarmış gibi çevresini almış­
lar. Hepsi de ona dikkatle bakıyorlardı. Fitnat
H a m m bu duruma şaşırdı, utandı. Buna bir
anlam veremedi. Aslında, zavallı kız dünya
görmemişti; sanıyordu ki vapurun göreneği
budur. Çevresini almış haramlara baktıkça,
üzerlerindeki mücevherlerinden ve benzeri
süslerinden gözleri kamaştı. Hanımların hiç
biri Fitnat Hanım'a bir şey söylemedi. Ama
hepsi de ona bakıyorlar ve ona baktıktan
sonra birbirlerine dahi bakarak bazı anlamlı
işaretler ediyorlardı. Bir kız, Fitnat H a n i m i n
yarana oturmuş ve Fitnat Hanım'a iltifat et­
mek, söz söylemek isüyor idiyse de bir şey
söyleyemiyordu; ancak gülerek yüzüne bakı-
-176-
yordu. Fitnat Hanım hem utanıyor, hem sıkı­
lıyor, hem merak ediyordu. Bu davranışlar­
dan bir şey anlayamıyor, pek çok sıkıntı çeki­
yordu.
Sonunda vapur Üsküdar iskelesine yetişti.
Fitnat H a n ı m l a Emine Kadın kalktı, başka
hanımlar da kimi önlerinde, kimi arkalarında
yürüyerek vapurdan çıktılar. İskelenin yarım­
da bir kaç araba gördüler ki bekliyor. Hani ya,
yukarıda dedik ki bir kız Fitnat Hanım'ın ya­
nında oturmuş iltifat etmek istiyordu; işte o
kız, iskeleye çıktıkları gibi Fitnat H a n i m i ko­
lundan alarak bir arabanın yanma getirdi ve
arabanın kapısmı açıp "Buyrun," diyerek Fit­
nat H a n i m i içeri soktu, kendisi de girdi. Emi­
ne Kadın da girdi. Öteki hanımlar dahi başka
arabalara binerek (arabalar) sırayla yürümeye
başladılar. Fitnat Hanım buna ne anlam ver­
sin! Önce şu düşünceye kapıldı ki bu kız. gi­
decekleri eve komşu olacak, onun için bir ara­
ba tutmuş da (onları) karşılamaya çıkmış...
Bu pek âlâ. Ya öbür hanımların önden arka­
dan alay gibi yürümelerine ne anlam vermeli?

Zavallı Fitnat şaşırdı. Bir de öbür arabala­


ra dikkat etti ki, her birine bir kumaş asılmış.
Bilir ki, bu görenek bir düğün göreneğidir.
Emine K a d ı n a dedi ki:
— Canım, kim evleniyor? Biz de düğüne
mi gidiyoruz?
Fitnat Hanım'm bu sorusunda, kıpkırmızı
oldu Emine Kadın. İşitmez gibi davrandı. Hiç
bir yanıt vermedi. Emine Kadın bu sözü ka­
patmak için dereden tepeden söz söylemeye
başladı. Fakat Fitnat, birdenbire işi anladı.
-177-
Sapsarı oldu, titremeye başladı. Ama, kızdan
utandığından, zorla kendisini tuttu. İki üç
dakika geçer geçmez bir büyük konağın kapı­
sında bütün hanımlar indiler. Fitnat H a n i m i ,
yarımda bulunan kız, kolundan tutarak ara­
badan çıkardı. Öteki bir iki kız dahi geldi, Fit-
n a t i kollarından tutarak merdivenden çıkar­
dılar. Fitnat Hanım'ın, merdiveni çıkarken
ayaklan tiril tiril titriyordu. Eğer kimse tut-
mayaydı, hiç şüphe yok ki, yıkılıp düşecekti...
(Onu) bir odaya soktular. Fitnat Hanım kapı­
dan girerken, Emine K a d ı n i n yüzüne bir
umutsuzluk gözüyle bakarak:

— Neredeyiz? Nereye geldik? Burası nere­


sidir? Bu kalabalık niçin? dedi.
Emine Kadın gözlerini yere dikip:
— Kızım, burası, bundan böyle senin
evindir. Bu hanımlar hep komşular, ahbabla-
nndır. 1 Bu kızlar senin cariyelerindir. 2 İşte,
senin talihin yaver imiş! Artık, kadrini 3 bil­
mezsen... Teşekkür etmezsen... dedi.
Fitnat Hamm, Emine K a d ı n i n bu sözünü
işittiği gibi nerede olduğunu anlayarak bir­
denbire bayılıp düştü. Kızlar üzerine koşup
yüzüne soğuk su serptiler. Bütün konakta
bir gürültüdür koptu. Bir azdan sonra Fitnat
Hanım kendisine geldi. Ama, rengi sapsan ol­
muş, dudağı kurumuş... Yanında bulunan
bir kıza rica etti ki, kalabalık çekilsin de bir
iki dakika yalnız kalsın. Hemen herkes çekil­
di, kapı kapandı. Fitnat yalnız arabada dahi

1 Dostlarındır.
2 Hizmetçilerindir.
3 Değerini.

-178-
birlikte olduğu kızla kaldı ki, bu kız Serfiraz
adında, Ali Bey'in bir câriyesiydi. Fitnat ken­
disini yalnız gördüğü gibi, minderin üzerinde
yayılıp hüngür hüngür ağlamaya başladı. Za­
vallı Serfiraz şaştı; bu ağlamadan hayrette
kaldı. Gidip Fitnati kaldırdı. Ağlamanın ne­
denini sordu, ağlamamasını rica etti. Ama
Fitnat Hamm'da ne nedenini söylemeye güç
vardı, ne de ağlamamak elinden geliyordu.
Bir düziye ağlıyordu. Serfirâz'a da bir ağlama
geldi, o da ağlamaya başladı:

— Ah, hemşirem! 1 Ne kara talihimiz var­


mış! Biz "düğün yapıyoruz" diye sevinmektey­
ken bu ağlama nedir? Aceb ne dertleriniz
var? Aceb ne belâlara mübtelâsın? 2 Ah! Yok,
yok; hiç bir derdin yok. Hiç bir belâya müb-
telâ değilsin. Lâkin... çocukluk... acemilik...
Ah! Bu dökülen yaş nedir! Ciğerini ağzından
çıkaracak gibi içini çekiyorsun! Allah aşkına
sus! Gözlerini sil. Bu ne demek? Yazık değil
mi?

— Ah, hemşirem! Dertlerimi bileydin... Ke­


derlerimi hileydin...
— Aman! Ne var?
Fitnat Hamm, Serfirâzin bu sorusuna ya­
nıt olarak sırrını açıklayacak oldu. Çünkü,
insanın bir derdi olduğu vakitte sanki derma­
nını, çâresini bulacak gibi her kime ki karşı­
sında rastlarsa, hepsine derdini söylemek is­
ter. Söyleyecek adam bulamadığında da ken­
di kendisine ya da taşlara, duvarlara söyle­
mek zorunda kalır. Sözün kısası, Fitnat Ha-

1 Kardeşim.
2 Düştün.
-179-
nım sırrını söyleyecek oldu ama hemen ken­
disini toplayarak susmayı yeğledi. Ancak
kâhya kadm ki, bu macerayı önceden biliyor­
du; Emine Kadın'a demişti ki:
— Ben sizin avdetinizi münâsip 1 görürüm;
çünkü kız sizi burada gördükçe böyle naz
ediyor. Gördüğü gibi ki yanında eski bildikle­
rinden kimse yok, o vakit aklını toplayacak...
Utanacak...
Emine Kadın bu düşünceleri beğendiyse
de, Fitnat H a n i m i bırakmaya da gönlü razı
olmazdı. Sonunda, bir az düşündükten, do­
laştıktan sonra ağlayarak (çarşafa) büründü
ve kâhya kadına:
— Fitnati size emanet bırakıyorum. Allah
için dikkat ediniz, üzülmesin, ağlamasm...
Ah Fitnatim ah! Seni bırakıyorum! diyerek ve
hüngür hüngür ağlayarak Fitnat Hanım'a ha­
ber vermeksizin çıkıp gitmişti.
Serfiraz, Emine K a d ı n ı bulamadı. Sordu,
anladı ki gitmiş. Fitnat Hanım'a gitti, söyledi.
Fitnat, Emine Kadın'ın gitmiş olduğunu anla­
dığı gibi daha o kadar hüzünlenerek üzüldü.
Kısacası, Fitnat Hanım o günü ağlayarak, sız­
layarak geçirdi. Zavallı Serfiraz onu avutmak
istiyordu. Ama, avutma çabası Fitnat'ın gön­
lünü hiç etkilemiyordu.

1 Dönmenizi uygun.

-180-
XXXII

Beni Sevmiyor

Akşam saat ikide Fitnat Hanım, Serfirâz ile


birlikte oturuyordu. Her bir iki dakikada bir
gözyaşı, yanaklarının üzerinden dökülerek ye­
re düşüyordu. Ara sıra. gönlünün içinden bir
"Ah!" çekiyordu. Serfirâz, bir düziye Fitnat'ın
yüzüne bakıyordu. Bir söz söylemeye cesaret
edemiyordu. Fitnat Hanım ara sıra gözlerini
kaldırıp Serfirâz'a bakıyor ve hemen başmı
eğip gözyaşları dökülüyordu. İşte bu iki kızca­
ğız böyle bir şaşkınlığa dalmış, bir söz söyle-
meksizin ve kımıldanmaksızın bile otururken,
saat ikide dedik. Kâhya kadın kapıdan girdi.
Bir işaretle Serfirâzi dışarı çıkardı ve bir san­
dalyede oturarak Fitnat Hanım'a dedi ki:

— Kızım, şimdi güvey bey gelecek. Sizi


böyle bulmasın. Gözlerinizi siliniz... Aa! Bu
nedir? Hepimiz, gelin olduğumuz vakitte ağ­
ladık, nazlandık... Böyle şeyler yaptık... Yap­
tık ama, bu kadar da değil. Aa! Siz beş saat
var ki, ağlıyorsunuz... Hele şimdi, susmalı...
Ağlamanın vakti değildir. Bak güvey bey geli­
yor... Gözlerini sil de kalk...
Kâhya Kadın böyle söylemekte ve Fitnat
Hanım içini çekmeden başka bir yanıt vere-
-181-
memekteyken kapı açıldı. "Geliyorlar!" sesi
her yerden yansıdı. Bir halayık perdeyi kal­
dırmış, açık tutuyordu. Kâhya Kadın, Fitnat
H a n i m i elinden tutarak kapının yanma getir­
di. Zavallı kızın hiç aklı başında yoktu. Ken­
disini bilmiyordu, dizleri tir tir titriyordu.
Ali Bey girdi. Odanın ortasında yayılmış
olan seccadede iki rekât namaz kıldıktan
sonra oturdu. Kâhya Kadın, Fitnat H a n i m i
elinden tutmuştu. Zavallının vücudu bir tür­
lü titriyordu ki, Kâhya Kadın tutmasaydı ye­
re düşecekti. Kâhya Kadın, Fitnat'ın bu duru­
munu gördüğü gibi bir sandalye yanaştırdı,
oturttu. Bir azdan sonra Kâhya Kadın çıktı ve
kapıyı kapayarak gitti.

Ali Bey, başını kaldırıp Fitnat'ın yüzüne


baktığı gibi, bir duruma geldi ki, anlatıla­
maz. Pek etkilendi. Nasıl etkilenmesin ki,
F i t n a t i görmekle, sanki eski karısını gördü:
Aynı boy, aynı yüz, aynı göz... İşte, tıpkı o! Ali
Bey bunu gördüğü gibi on yedi seneden beri
ayrılmış ve evlendiğini işitmiş ve ölümüne
kendisinin neden olduğu sanısına kapılmış
olduğu eski karısını görür gibi oldu. Hem de
ne durumda gördü! İki gözünden çeşme gibi
gözyaşı dökülüyordu. Başını eğmiş, içini çe­
kiyordu... İşte böyle bir durumda gördü. Ar­
tık nasıl etkilenmesin, üzülmesin? Ali Bey
şaşırdı. Ne düşüneceğini bilmiyordu. Kendi
kendisine:
— Bu ne müşabehet! 1 Bu ne müşabehet...
0 olmasın? Ne münâsebet! 2 O vakitten beri

1 Benzerlik.
2 Ne ilgisi var.
-182-
on yedi sene var. Bu kız on yedi yaşında de­
ğil ki... Subhânallah! Bu ne tuhaf şey, yoksa
rüya mı görüyorum? Âlem-i ma'nâda 1 mıyım?
dedi.
İşte, Ali Bey böyle bir şaşkınlığa uğradı. Bu
bilmeceyi nasıl çözsün? Cigarasını bir düziye
çekip duruyor; ara sıra gözlerini kaldırıp Fit-
nat'a bakıyordu. Öyle ağladığım gördüğü gibi
yüreği bin parça oldu. İstiyordu ki bir şey söy­
lesin, ağlamamasını rica etsin; ama cesaret
edemiyordu. Sonunda kendisini zorlayarak
bir az iltifat filân gösterecek oldu. Bir de bak­
tı ki, kız iyice ürkmeye ve daha çok ağlamaya
başladı. Bunun üzerine Ali Bey sessiz kaldı.
Başım yastığa dayadı, düşündü... Bir saat
geçtikten s o m a birdenbire başım kaldırıp:

— Hanımefendi, ne düşünüyorsun(uz)?
Bir şey söylesenize... Uykunuz gelmedi mi?
Fitnat Hanım'm bu soruya verdiği yanıt,
bir ürkmeden ve bir içini çekmeden ibaretti.
Ali Bey yine hayâle, yine düşüncelere daldı.
İki saat daha böyle geçti ki, ne Ali Bey Fitnat
H a n i m i n yüzüne bakmaya ya da bir söz söy­
lemeye ve ne de Fitnat Hamm gözlerini ayak­
larından kaldırmaya cesaret edebiliyordu.
Sanki ikisi de uykuya varmışlar, bir sessizlik­
tir ortalığı kaplamış... Seyrek seyrek soluk al­
malarından ve Fitnat H a n i m i n içini çekme­
sinden başka, sessizliği bozan bir şey yoktu.
İki saat böyle geçtikten sonra, Ali Bey yerin­
den kalkarak Fitnat Hanım'a:

— Ben gidiyorum. Siz biraz rahat ediniz,


yatınız. Allah rahatlar versin, diyerek çıktı.

1 Düş dünyasında.

-183-
Odadan çıktığı gibi, Kâhya K a d ı n i buldu:
— Bir kız gönder, gelin hanımla yatsın ve
birini de gönder, bana öbür odada yatak yap­
sın, dedi.
Kâhya Kadın, Serfirâzi Fitnat'ın yanına
gönderdi ve kendisi gitti, Ali Bey'in yatağını
yaptı. Yatağı yaparken:
— Bu ayrı yatmanın mânâsı ne? dedi.
— Ben de bilmem. Hiç sorma. Az daha du-
raydım deli olacaktım. Şu kızı pek çok sev­
dim. Ne dersin? O merhumenin 1 aynısı değil
mi?..
— Ha., benziyor, benziyor... Ah çok benzi­
yor... Siz dâima güzel kan alıyorsunuz... Ah,
ne talihiniz var!
— Lâkin... 2 Ne hikmettir bilemem, hiç bir
defa gözlerini kaldınp yüzüme bakmadı! Ne
kadar söz söyledimse, hiç birine cevap verme­
di. Bir düziye gözyaşlan dökülüyordu! Görey-
din, nasıl içini çekiyordu!
— Evet evet, gündüzün de öyle. Fakat ma­
zurdur 3 efendim. Çünkü kızlann âdetidir: Öy­
le bir az yalandan ağlama, bir az naz yapa­
caklar... Hem de bu acemi, ufak. Daha. dün­
ya nedir bilmez...
— Ah! Yok, yok... Keski öyle olaydı! Fakat,
değil. Ben naz görmüşüm, yalandan ağlama­
yı tanınm, ama bu öyle değil. Ah! O kadar
gözyaşı, o kadar içini çekmek yalandan nasıl
olur? Hem de o ağlamasına nasıl yanıyorum!
Ah! Ne zayıf gönlüm var! Bir defa görmekle,

1 Ölen karımın.
2 Ama.
3 Bir nedeni vardır.

-184-
şu kızı öyle bir sevdim ki, canımı vereyim! Fa­
kat, ah! Şu kan kısmı imansızdır... Ettiğim o
kadar iltifatın karşısında bir yüzüme baksa!
Bir cevap verse! Ah! Yok yok. Bunda bir mânâ
var. O beni sevmedi! Ah! Sevmedi!
Ali Bey böyle dedi ve kendisini tutamayıp
hüngür hüngür ağlayarak soyunup yatağma
yatü. Kâhya Kadın çıkıp gitti. Ali Bey hayâller
kurarak, düşünerek taşınarak, yatağın içinde
her bir yana döndü. Uyku yok... Canı sıkıl­
dı... Bu böyle dursun.

Fitnat Hanım, Ali Bey'in gitmesiyle, min­


derin üstüne düşüp hüngür hüngür ağlama­
ya başladı. Serfirâz kapıdan girdi, bunu bu
durumda gördü, bir şey söylemeye cesaret
edemedi. Bir köşede oturdu. Fitnat Hamm,
kendi haliyle meşgul, bunu hiç görmez. Ya­
rım saat kadar böyle geçtikten soma, Serfirâz
artık kendini tutamayarak Fitnat'ın ayağına
düştü:
— A m a n hanım, bu ne hâldir? Bu ağlama,
bu düşünme... Bunda ne hikmet var? Sizin
bir derdiniz var... Evet, var... Hiç şüphem yok
ki, bu gözyaşlarınız sebepsiz değildir... Lâkin,
canım rica ederim, ayağınızı öpeyim, bu der­
dinizi bana bildirin... Elimden geldiği kadar
sizi bu dertten kurtarmaya çalışacağım...
Aman... Benden saklamayın...
Fitnat Hamm, Serfirâz'ın bu kadar rica ve
zorlamasına dayanamayıp kimseye söyleme­
mesini rica ettikten soma, ağlaya ağlaya bü­
tün hikâyesini söyledi. Serfirâz pek çok üzül­
dü, pek çok ağladı. Bu iki kızcağız böyle dert-
leşerek, ağlayarak, saat dokuza kadar otur-
-185-
dular. O zaman Serfirâz Fitnati yatmaya zor­
ladı.
Ertesi sabah Ali Bey kalktı. Bütün gece
uyuyamamıştı. Gözleri ceviz tanesi gibi dışa­
rıya uğramıştı. Fitnati görmek istedi. Odası­
na gitti. Yavaşça kapıyı açti. Girip bakü ki za­
vallı Fitnat uyuyor. O ipek gibi saçları yastı­
ğın üzerinde yayılmış, iki elini başının altına
koymuş. Yasüğı gözyaşlanndan su içinde kal­
mış. Yanaklarında gözyaşları kurumuş duru­
yor...

Ali Bey, bu görünümün karşısında heykel


gibi durmuş, şaşmışü. Hiç hareket etmiyor­
du. Bir azdan sonra, o gözyaşı içinde kalmış
yanağından bir öpücük almak düşüncesiyle
yatağa yanaşıp eğildi. Ancak başmı eğip, du­
daklarını Fitnat'ın yüzüne yaklaşürdığı gibi,
birdenbire vücuduna bir titreme, bir soğuk­
luk geldi. Birdenbire kendisini çekti. Elleri,
dizleri, çenesi tiril tiril titremeye başladı. Bir
soğuk ter vücudunu kapladı. Kalktı, odasına
gitti. Bir kanepede yayılıp ağlamaya başladı.
Kendi kendisine dedi ki:

— A h ! Ne garip şey! Ben bu kızı hâlâ 1 dün


gördüm... Bana gelen hâl nedir? A h ! Kendi­
sini seviyorum! Ama karşısında duramıyo­
rum! Yüzüne bakamıyorum! Bir söz söyle­
meye... Merhametini talep etmeye 2 cesaret
edemiyorum! O da o kadar ağlıyor! O kadar
mahzun ve mükedder 3 duruyor! Acaba bu
mahzûniyeti, 4 bu kederi, bu ağlaması nedir?
1 Henüz.
2 İstemeye.
3 Hüzünlü ve üzgün.
4 Hüznü.
-186-
Naz değil... Yapma değil... Çocukluk değil...
Değil, değil... Bunun bir mânâsı var; evet,
bir mânâsı var. H e m de başka ne mânâsı
olabilir bundan başka ki, beni sevmiyor...
Ah! Evet, beni sevmiyor! Başkasını mı sevi­
yor? Yoksa... Orasını bilemem, lâkin beni
sevmiyor. Beni sevmiyor vesselam... 1 Beni
sevmiyor, fakat ben onu seviyorum! A h ! Se­
viyorum. Canımdan ziyâde 2 seviyorum! Yü­
rekten seviyorum! Seviyorum. Hem de çabuk
çabuk sevdiğimin sebebi vardır... Bu mu­
habbetim yeni bir şey değildir... Bu bir eski
aşkın tazelenmesidir... Evet, bu muhabbet,
eski zevcemdeki3 muhabbetin aynısıdır.
Çünkü bu, o merhumeye o kadar benziyor
ki, bunu gördüğümde onu görmüş gibi olu­
rum... Ve ona olan aşk ve muhabbetim buna
intikâl eder..." İlâhî! Bu ne hikmettir! 5 Bunda
ne sır vardır! A h ! Seviyorum dedim, seviyo­
rum ama ne yapayım? O beni sevmiyor! Vaz­
geçsem... A h , vazgeçemeyeceğim! Nasıl vaz­
geçebilirim! Ama, vazgeçmeyip de ne yapaca­
ğım? O beni sevmiyor! Ben onun hürriyetine
nasıl mâni olayım? Ben onunla nasıl yaşaya­
bilirim? Of! Rabbim! Bu ne dert! Bu ne felâ­
ket! Ah! Nasıl yapayım! Çıldıracağım!

İşte, Ali Bey bu türlü düşüncelerle kimi


zaman kanepenin üzerinde oturarak ve kimi
zaman odanın içinde gezinerek düşünür.
Bir azdan sonra haber verirler ki, Fitnat

1 Sözün kısası.
2 Çok.
3 Esimdeki.
4 Geçer.
5 Akıl almaz iştir.
-187-
Hanım kalktı. Ali Bey, yanına gitti. Yine ak­
şamki macera. Fitnat başım eğmişti; ya ağlı­
yor, ya içini çekiyordu. Hiç gözlerini kaldır­
madı. Ali Bey bir düşünceye dalmıştı. Bir şey
söylemeye cesaret edemiyordu. Fitnat'ın yü­
züne baktığı gibi gözyaşları dökülüyordu...
İşte bir hafta kadar böyle geçti ki, bunlar bir­
likte oldukları zaman her biri bir köşede hey­
kel gibi donup duruyor ve ayrıldıkları zaman
her biri kendisinden umutsuz bir durumda
ağlayıp duruyordu.

Alamut
Çizgiliforum.com

-188-
XXXIII

Sayıklama

Bu haftanın içinde Ali Bey, çok defa Fitnat


uyurken gidip yastığının başında oturuyor ve
hayran hayran yüzüne bakıp ağlıyordu. Za­
vallı kız, sıtma hastalığına yakalanmışlar gi­
bi, uyurken hep sayıklıyordu; sayıklarken bir
düziye T a l ' a t " adım söylüyordu. Ali Bey bu­
nu işitmiş ve kızın bu Tal'at'a âşık olduğunu
anlamışü. Kendi kendine diyordu ki:
— Ah! Bir Tal'at sayıklıyor! Bu Tal'at kim?
İşte, onu seviyormuş! Ha, anladım, anladım...
Bunun bu hâli, bu ağlaması, bu kederi hep
budur... Tal'at... Tal'at. Ah! Bizi bu hâle geb­
ren bu Tal'at'tır. Şüphem yok artık, kız onu
seviyor! Nerede görmüş? Nasıl alâka etmiş­
1
ler? Her nasılsa onu seviyor! Beni sevmiyor!
Elbette sevmeyecek, onu evvelden sevmiş...
Şimdi onu bırakıp da beni nasıl sevebilir?
Hem de kendisi gibi bir güzel delikanlı olacak.
0 da bunu sevecek. Evet, sevecek. Sayıklama­
sından öyle anlaşılır. Ah! Bu güzel, o da güzel;
birbir(ler)ini seviyorlar... da visale muvaffak
olamasınlar... 2 Bir daha görüşmemek üzere

1 Birbirlerini nasıl tanımışlar.


2 Kavuşmayı başaramasınlar.

-189-
ayrılsınlar! Of! Ne müşkül' şey! Ah! Zavallı Fit­
nat'ın hakkı var ki öyle ağlıyor... Öbürü de
böyle ağlayacak... Şüphe yok... Ah! Ah! Bun­
ların murada nail olamamalarına mâni 2 olan
kim? Ben? Ben? Ah! Ben?! Of! Benden böyle
bir fenalık gelsin? Benden? Benden? Ben ki
şimdiye kadar bir karıncanın carıma kast et­
memiştim... Ben böyle iki gencin canına kast
edeyim! Ben ki birinci kanma ettiğim muame­
leden 3 dolayı vicdanım bir dakika yakamı bı­
rakmıyor! Ben daha bir faciaya sebep olayım!

Ali Bey, bu sözleri söylerken kendisinden


nefret etmeye başladı. Kendisim öldürme de­
recesine geldi. Kan içinde kalmış olan gözleri­
ni açıp, deli gibi, her tarafa korku veren bir
bakışla baktı. Birden, bir şey keşf etmiş gibi,
olağanüstü bir hareketle fırlayarak:
— Yok, yok. Artık yakamı tekrar o düş-
men-i vicdanın 4 eline veremem! Benden böyle
bir fenalık câri olamaz! 5 Ben bunların visaline
mâni 6 olamam... Olamam... Bilâkis, vasıta 7
olurum... Evet, vasıta olabilirim... Ben şimdi
kırk beş yaşında vanm... Bu kız bana lâyık 8
değil. Ben bu kızın babası olabilirim... Evet,
zaten evlâdım yok. Ne olur şu kızı ben âhiret
kızlığına kabul etsem de, şu Tal'at dediği
ma'şûkunu 9 damatlığa alsam! dediyse de, bu

1 Zor.
2 İsteklerine kavuşamamalanna engel.
3 Gösterdiğim davranıştan.
4 Vicdan denen düşmanın.
5 Kötülük beklenemez.
6 Kavuşmasına engel.
7 Tam tersine, aracı.
8 Uygun.
9 Sevgilisini.

-190-
son sözlerini söyler söylemez gözyaşları dö­
küldü.
Ayak üzere durmaya gücü kalmadı. Kane­
penin üzerine atıldı. Bir kaç dakika ağlayarak
düşündükten sonra:
— Ah! Ne diyorum! Ne diyorum! Kendi
gönlüme böyle bir hıyanet nasıl edebUirim!
Fitnati başkasına teslim etmek! Başkasının
âguşunda' görmek!!! Yok, yok, bu olamaz.
Böyle olamaz... Başka türlü de olamaz... Ya
nasıl olacak? Ah! Yârabbi! Bu ne azaptır! Ne
çok günahlarım varmış... İlâhî! 2 Benim hâlim
ne olacak! Bu, hal olunur bir müşkil 3 değil...
Ben çıldıracağım! Çıldırmaktansa... Rabbim!
Beni mazur tut, kaatiller defterinde yazma...
Kendimi telef edeceğim... 4 Evet, kendimi telef
etmeye mazurum... Ölmekten başka benim
5
için necat yok... Öleyim ki azaptan kurtula­
yım... Ve o biçâreler 6 kavuşsunlar... dedi.

Ali Bey bu sözleri söyleyerek kendisini öl­


dürmek niyetindeyken, en çok sevdiği dostla­
rından bir beyin geldiğini haber verdiler. Bey
içeri girdi. Ali Bey'i öyle bir durumda gördü­
ğü gibi, şaşırdı. Nedenini sordu. Ali Bey ma­
cerayı anlattı. Bey:
— Aman, böyle şeylere ne ehemmiyet 7 ve­
rirsiniz? Kızların âdetidir, evlendikleri vakit öy­
le bir az nazlanırlar, başka hiç bir şey yok(tur),
dedi.

1 Kucağında.
2 Tanrım.
3 Zorluk.
4 Öldüreceğim.
5 Kurtuluş.
6 Çaresizler; zavallılar.
7 Önem.

-191-
— Tal'at isminde birini sayıklıyor, bira­
der! 1
— İnsan sayıkladığı vakit, elbette Tal'at,
Ahmed, Mehmed, Zeyneb... öyle bir şey sa­
yıklayacak. Bu sayıklamasından ona âşık ol­
duğunu nereden anladın?
— Yok birader yok. Onu seviyor. Pek âlâ
anlamışım ki seviyor...
— Velev 2 sevsin efendim. Kız, evleninceye
kadar gözleri kapalı değildir ki... Bu gün bir
güzel delikanlı görür, sever. Beş alü gün onu
sayıklar. Sonra başkasmı görür, öbürünü
unutur, onu sever... Evlendiği vakit de, beş
altı gün, o evvelki hülyalarla meşgul olur.
Sonra hepsini unutur. Kocasıyla, eviyle, fa­
milyası 3 ile meşgul olur; muhabbeti beri tara­
fa celp olunur... 4

(Konuk) bey böyle bir çok öğütler söyledi


ve bir çok örnekler gösterdiyse de Ali Bey'i
kandıramadı. Bununla birlikte, (onu) bir az
avutmuş oldu; o umutsuzluktan çıkardı,
kendisini öldürme niyetinden vazgeçirdi.

1 Kardeşim.
2 Diyelim ki.
3 Ailesi.
4 Çekilir.

-192-
«XXXIV«

Tine Bir Mektup

Fitnat Hanım, kendisinden çok T a l a t


Bey'e acıyordu. Tal'at Bey'i düşündükçe:
— Ah, zavallı çocuk! Ben onu sevdiğim gi­
bi, o da beni öyle seviyor! Evet, seviyor. Hiç
şüphem yok ki seviyor. Beni ifrat1 derecede
sevmese, öyle melek gibi bir adam, kız kıyafe­
tine girmek gibi hud'alar, desiseler 2 düşünür
mü? Ah! Zavallı hastadır da! Kim bilir iyileşti
mi, fenalaştı mı? Ah! Geçenlerde kendisine
mektup yazdım! Ah, o mektup ne ümitler ver­
miş! Fakat, heyhat! 3 O ümitler bir rüya gibi
geldi geçti! Ah, ah! Yine me'yüsiyet' pençesi­
ne düştük! Ah felek, felek! Bizi ne vakte ka­
5
dar tazyik edeceksin! Biz ne kabahat ettik!
Ah babam! Babam bana iyilik yapmak niye­
tiyle beni mezara teslim edecek! Beni neyse,
kendi kızıyım; fakat o zavallı çocukcağız!
Çünkü, korkarım ki o da, benden soma, ya­
şamayacak! Ah zavallı Tal'at, sen hâlâ rahat­
tasın! Evet, her ne kadar ki hastasm, lâkin

1 Aşın.
2 Hileler.
3 Ne yazık.
4 Umutsuzluk.
5 Baskı alımda tutacaksın.

-193-
gönlün şaddır.' Bir ümidin vardır. Ya ben?
Ömrümden me'yûs! 2 Ömrümden mi dedim?
Ömrüm ne olacak? Dünyada en ziyâde sevdi­
ğim... adamdan me'yûs! Ah, ömrümü onun
visaline 3 fedâ ederdim; lâkin ömür olmadıkça
visal olamaz... Fakat beş günlük bir visale
yirmi senelik ömrümü fedâ ederim... Lâkin,
heyhat, heyhat! Ömür tükendi! Visale ümit
yok! Of, of! diyerek gözyaşları döküyordu.

Bir gün, Fitnat Hanım, Serfiraz ile birlikte


oturmuş, Ali Bey dışarı çıkmıştı. Fitnat Ha­
mm Serfirâz'a dedi ki:
— Nakış ustası Emine Kadın galiba bura­
ya geliyor bâzan?
— Evet, gelir; bana nakış gösterir. Fakat
bu hafta gelmedi. Bugün yarın belki gelir.
— Hemşirem, bana bir hokka. 4 kalem, bir
az kâğıt bulabilir misiniz?
— Baş üstüne efendim, bulayım.
Fitnat H a m m ne yazacaktı? Elbet de Tal'at
B e y e bir mektup... Serfiraz hokkayı, kalemi,
kâğıdı getirir. Fitnat H a m m başladı, şu mek­
tubu yazdı:

«Talat'ım!
Ah! Tal'at diyeceğim. Çünkü bu isimle
alıştım artık. Şimdi bana Tal'at ismi Râgıbe
isminden daha tatlı, daha munis 5 görünür...
Tal'at'ım! Bu mektup... Ah bu mektup, o ge­
çenlerde aldığın mektubun zıddıdır! b O mek-

1 Neşelidir.
2 Umutsuz.
3 Kavuşmasına.
4 İçine m ü r e k k e p konan küçük kap.
5 Alışılmış.
6 Karşıtıdır.

-194-
tup size ne ümitler getirdi! Bu mektup ise, si­
zi me'yüs 1 edecek! Ah, ah! Tal'atim! Size ver­
diğim ümitlerin aslı çıkmadı! O ümitler kâzib 2
imiş! Beni aldattılar. Beni aldatarak ecelin
pençesine teslim ettiler! "Sayfiyeye 3 gidiyo­
ruz!" diyerek, beni nikâh kıymış oldukları he­
rifin evine getirdiler! Eve girmezden evvel işi
anladım. Anladım ama, ne yapabilirdim? Ağ­
ladım sızladım, hattâ bayıldım bile... Az kaldı
ölüyordum! Fakat kime ne? Emine Kadın...
Ah, beni o kadar seven Emine Kadın! Beni bı­
rakıp gitü! Tanımadığım, hiç görmemiş oldu­
ğum adamların arasında kaldım! Bir kızcağız
bana acıyor, beni seviyor; benimle beraber
oturuyor. O da olmasaydı, ne olacaktım! Ba­
na Ali Bey'in haremi 4 derler! Gelin (diye) çağı­
rırlar! Ah! Bu tâbirlere, 5 bu isimlere ne kadar
gönlüm sıkılıyor! Ne kadar fena tesir ediyor!
Ben gelin değilim. Elhamdülillah 6 kızım. Kı­
zım ve kız öleceğim... Ben onun haremi deği­
lim. Onun yüzünü bile görmemişim. Odama
gelir. Lâkin, o odamda durdukça bana kâbus
mu diyeyim... s a r a mı diyeyim... Öyle bir hâl
gelir. Hiç bir vakit gözlerimi kaldırıp yüzüne
bakmamışım. Lâkin o da ağlıyor. Hem odam­
da iken, hem odasına gittikten s o m a dâima
ağlıyor, diyorlar! Demek olur ki, o da beni
sevdi! İşte beni me'yüs eden asıl burasıdır.
Çünkü, böyle olduğu hâlde, yakamı kolay bı-

1 Umutsuz.
2 Yalancı.
3 Yazlığa.
4 Eşi.
5 Sözlere.
6 T a n n ' y a şükür.

-195-
rakmayacaktır! Ah! Tal'at'ım ah! Nerede o
kurduğumuz hülyalar! Nerede o görüştüğü­
müz günler! Lâkin, ah! O vakit birbirimizi bil­
meyerek görüşürdük! Bir mechûliyette,' bir
karanlıkta sevişirdik... Birbirimizi tanıyalı bir
defa görüşemedik! Tal'at'ım, belki daha keyif­
sizsiniz, belki daha kesb-i afiyet etmediniz. 2
Böyle acı acı sözlerle sizi rahatsız etmeyeyim.
Bu dünyanın işleri böyle gelir geçer...
Tal'at'ım, ben böyle yaşayamam... Gece gün­
düz biz düziye ağlıyorum... Buraya geleli, bir
haftadır da bir kere gözlerimi kaldırıp etrafa
bakmadım. Nerede olduğumu bilmem! Yemek
ağzıma komadım! Bir saat uyumadım! Ben
kederden ve yemeksizlikten, uykusuzluktan
öleceğim! Öleceğim ama, bir daha seni gör­
meden canım çıkmaz! Ah! Bir daha seni gör­
sem! Beş dakika olsun beraber dursak! Son­
ra, ayrıldığımız gibi, ölsem! Ah! Dünya hiç gö­
zümde yoktur. Dünyada her ne varsa, men-
3
fûrumdur. Hiç bir şeye acımam. Yalnız sa­
na... ah Tal'at'ım! Sana acırım! Ah! Seni nasıl
bırakayım! Seni nerede bırakayım... Seni
kimlere bırakayım? Bilirim ki ben ölürsem,
sen bana acıyacaksın... Ağlayacaksın... Ah!
Lâyık mı ki, ben dünyanın belâlarından nef­
simi 4 kurtarayım; kendimi, rahat döşeği den­
meye şâyân 5 olan mezara atayım da, dertleri­
mi sana bırakayım? Ya maazallah, 6 sen de

1 Bilinmezlikte.
2 Sağlığınıza kavuşmadınız.
3 Nefret ettiğim şeydir.
4 Benliğimi.
5 Uygun.
6 T a n r ı korusun.

-196-
benim gibi dertlere dayanamazsan! Sana da
bir şey olursa! Ah! O benim nail olamadığım
vücut,' kara toprağın âguşuna 2 girsin!!! Ah,
ah! Ne yapayım? Nasıl hareket edeyim?
Tal'atim! Gel seni bir daha göreyim... Hele bir
daha görüşelim de, Allah kerîm. 3 Kız kıyafeti­
ne gir... Yine Râgıbe Hanım kıyafetiyle gel...
Lâkin, heyhat! Sen hastasın! Sen çıkamıyor-
sun! Ah! İnşallah iyi oldunuz! İnşallah yarın
öbür gün gelirsin! Bekliyorum, bekliyorum...
Ben seni bekliyorum, ecel beni bekliyor!

Fitnat»

Fitnat, gözyaşı dökerek yazdığı bu mektu­


bu bir zarfa sardı, cebine koydu. Ertesi gün
Şerife Kadın da geldi. Fitnat Hanım, Şerife
K a d ı n a mektubu verip:
— Eğer Râgıbe Hanım beni sormak için
evinize adam gönderirse, rica ederim, bu
mektubu kendisine gönderirsiniz, dedi.

1 Ulaşamadığım varlık.
2 Kucağına.
3 Sonrasını düşünme.

-197-
•XXXV:-

Fitnat'ın Muskası

Mektup yazıldığı günden sonra üç gün


geçti. Fitnat, Râgıbe Hanım'dan, yani Tal'at
Bey'den, hiç bir haber alamamış, pek merak
etmiş, kendi odasının bir köşesinde oturmuş:
— Nasıl gelmedi? Ne oldu? Mektubu mu
alamadı? Yoksa, daha kalkamıyor mu? Ah!
Zavallı çocuk hastadır! diye düşünüyordu.
Ali Bey'se, kendi odasında gezinerek dü­
şünüyor ve zihniyle bir önlem arıyordu. Bir
çok düşündükten sonra:
— A m a ben de nasıl şaşırdım! Ne kadar so­
ğuk duruyorum! Ne kadar korkuyorum! Ben
kendimi cesur bilirdim. Bilemem bana bu
korkaklık nereden geldi? Önüne çıküğımda
titremeye başlarım! Yüzüne baktığımda, ken­
dimi kaybederim! Bu hâl ne vakte kadar süre­
cek? Lâyık mıdır ki, ben onun sayıklamaları­
na mânâ vereyim? Öyle şeylere kulak asayım?
Gideyim, bir defa ayağma düşeyim, kandınr-
sa febihâ;1 olamadığı hâlde, hiç olmazsa sebe­
bini anlayayım. Hem de... Ah! On gündür ki
beraberiz, daha sesim duymadım! diyerek,
kendisine olağanüstü bir cesaret verdi.

1 Ç o k iyi.

-199-
Fitnat'ın odasına gitti. Kapıyı açtığı gibi,
doğru gidip Fitnat'ın dizlerine kapandı ve göz­
yaşları dökülerek, sesi titreyerek:
— Ah! Bu bana verdiğin azap nedir? Artık
çekemem! Ben sana ne yaptım? On günden
beri döktüğüm gözyaşı, çektiğim âh ü enînler 1
gönlüne hiç bir tesir etmedi! Elmas gibi bir
vücudun içinde taş gibi bir yüreğin bulunma­
sına kim inanabilirdi! Bir defa yüzüme bak­
madın! Bir lâkırdı 2 söylemedin! İnsaf, insaf!
Ben seni bu kadar seviyorum. Senin muhab­
betinden 3 deli dîvâne olacağım da, sen ben­
den nefret ediyorsun! Yüzüme bakmaya te­
nezzül etmiyorsun! Niçin? Bir kabahatim var­
sa söyle, ıslâhına 4 çalışayım.. Benden ürkü-
yorsun! İşte, titriyorsun! Ah! Bu ne insafsız­
lık! Ah! Ben çıldıracağım! Öleceğim! Senden
bir söz, yalnız bir söz isterim: Beni sever mi­
sin, sevmez misin? Eğer sev... ah, eğer sev...
mez... sen... niçin sev... mez... sin? Hiç ol­
mazsa sebebini bileyim de, ona göre...

— Niçin... sevmeye... sevmeyeceğim? Sen


beni sevdiğin gibi ben de seni öyle... ve belki,
ziyâde 5 seviyorum... Sizin böyle rahatsız oldu­
ğunuza yüreğim bin parça oluyor! Döktüğü­
nüz gözyaşlarının her bir tanesi yüreğime bir
kurşundur... Ben de sizi seviyo... rum.. Hudâ
âlim... 6 seviyorum... Ama... Ama...
— Ama?

1 Ağlamalar, inlemeler.
2 Söz.
3 Aşkından.
4 Düzeltmeye.
5 Çok.
6 Tanrı biliyor.

-200-
1
— Seviyorum... Lakin...
— Lâkin ne?
— Hiç. İşte, seviyorum...
— Seviyorsun! Seviyorsun! Bu nasıl sev­
mek? Ah! Beni seviyorsun! Nasıl seviyorsun?
Seviş alâmetleri 2 nerede? Ben kapıdan gire­
rim, sen nüzul isabet edecek 3 gibi olursun!
Ben sana lâkırdı söylerim, cevap vermezsin!
Yüzüne bakarım, ürkersin! Bir defa yüzüme
bakmadın! Bana bir lâkırdı söylemedin! Ben
odanda durdukça, ağlama(k)dan başım kal­
dırmazsın! Bir düziye içini çekiyorsun! Mu­
habbet alâmetleri bunlar mı? Sevmek böyle
mi olur?

— Efendim, seviyorum. Gönlüm şahadet 4


eder ki sizi seviyorum... Ama... Ama... Pede­
rim makamında... ' Biraderim 6 makamında...
Seviyorum... Lâkin... Gönlümü size vere­
mem... Gönlüm... Elimde değil... Gönlümü
baş... ka... sma vermişim... Onun için ağlıyo­
rum...
Fitnat bu sözleri söylerken yüzü, vücudu
ter içinde kaldı, boğazı tıkandı. Yüzünü elle­
riyle kapayarak hüngür hüngür ağlamaya
başladı. Ali Bey Fitnat'ın yanında oturarak:
— Elmasım! Gel vazgeç bu sevdadan...
Unut onu da, beni sev... Pederin gibi sevme...
Ben sana âşığım... Aynlırsak, ben kederim­
den öleceğim! Telef olacağım. Gel bana mer-

1 A m a : ancak.
2 Belirtileri.
3 İnme inecek.
4 Tanıklık.
5 B a b a m gibi.
6 Ağabeyim.

-201-
hamet eyle... diyerek, elini Fitnat'ın göğsüne
koydu, kucaklamak istedi.
Fitnat, göğsünde Ali Bey'in elini duyumsa-
dığı gibi, ürktü. Birdenbire fırladı, odanın bir
köşesine gidip ayakta durdu. Vücudu tiril ü-
ril titriyordu...
Fitnat, kendisini Ali Bey'in ellerinden çek­
tikçe, boynundan asılmış bulunan bir kaytan
koptu, Ali Bey'in elinde kaldı. Ali Bey, Fit­
nat'ın öyle ürkerek elinden kaçtığım gördüğü
gibi, şaştı. Donmuş gibi kaldı. Bir azdan son­
ra, daha çok üzerine varmanın boşuna oldu­
ğunu düşünerek ve bir dereceye kadar umut­
suzluğa kapılarak kalkıp odasma gitti. Fit­
nat'ın odasından çıktığı gibi, arkasından ka­
pının kilitlendiğini işitti. Bu durum kendisine
daha da dokundu:

— A h ! İşte, kapıyı kilitledi ki tekrar gitme-


yeyim! A h ! Bu kız bana kan olamayacak! Bo­
şunadır ümitlerim! Ah! Başkasını severmiş!
Acaba kimi? Sayıkladığı Tal'at'i... Onu seve­
cek... Ben iyi keşf ettim... diyerek, odasmda
oturup düşündü ve ağladı.

-202-
«XXXVI«

Fâcia

Fitnat'ın boynundan kopup Ali Bey'in


elinde kalan kaytan, hâlâ Ali Bey'in elinde
duruyordu. Çünkü, insanın aklı başında ol­
madığında bir şey elinde bulunursa, bırak­
mayı ya da bir yana atmayı düşünemez. Ne
durumda bulunursa, o durumda kalır...
Ali Bey kendi odasmda düşünüp ağlar­
ken, kaytan elinde duruyordu. Bir azdan
sonra, teşbih yerine elinde gezdirmeye başla­
dı. Meğer bu kaytan, bir muska kaytanıymış.
Kaytanın bir köşesinde muska da asılı duru­
yordu. Bu muska, Ali Bey'in eline dokundu­
ğu gibi, dikkatini çekti:
— Ah! Nüsha' imiş! Ah, bu nüsha! Benim
bir buse 2 almaya muvaffak olamadığım ve
olamayacağım göğüste kim bilir ne kadar za­
man durmuş... A h ! Bu nüsha kadar bahtım
olaydı! diyerek muskayı öpüp kokladı...
Bir azdan sonra, bu muskayı açıp okuma­
yı merak etti. İnsan kimi zaman böyle anlam­
sız şeyleri de merak eder a: işte buna da böy­
le anlamsız bir merak diyeceğiz. Çünkü mus-

1 Muska.
2 Öpücük.
-203-
kanın içini görmeyi niçin merak edecek?
Muskanın içinde, anlamsız bir kaç rakam, bir
kaç harften başka ne olabilir? Evet, bu merak
anlamsız bir şeydi. Ama boşuna çıkmadı;
çünkü bu muska öyle rakamla dolu değildi.
Bu muska bir başka türlü yazılmışti. Belki
ammsıyorsunuzdur ki. Emine Kadın bir defa
Şerife Kadın'a demişti ki: "Kızın bir nüshası
vardır ki âdi bir tılsımdır ve bu nüsha, anası­
nın yadigârıdır' ve anası vasiyet etmiş ki, kız
on sekiz yaşına basuğı gibi, nüshayı açıp
kendisi okusun." İşte bu muska, o muskaydı.
Bu muskanın önemi bundan bir dereceye ka­
dar anlaşılabilir.

Her nasılsa, Ali Bey muskayı açmayı me­


rak etti dedik. Kalemtıraşı 2 aldı, muskanın
sanlı olduğu çuhayı 3 kesti, muskayı çıkanp
açti... Baktı ki... Ne baksın? Muska, muska
değil... sıradan bir mektup! Ali Bey, yazıya bir
baktığı gibi, bir sanlık yüzünü kapladı... Tit­
remeye başladı... Kısacası öyle bir ruh duru­
muyla muskayı okumaya başladı. İşte mus­
kanın içinde yazılı olanlar:

«Kızım Fitnat!
Ah zavallı kızcağızım! Ne kara bahtın var­
mış! Ne siyah talihin varmış! Biçâre çocukca­
ğız! Hâlâ bir şeyden haberin yok! Hâlâ dünya­
yı bilmezsin... Ah zavallı! Bu sinde 4 babadan,
anadan mahrum" kalıyorsun... Ben, kendim-

1 Anasından kalmıştır.
2 K a l e m y o n t m a k için kullanılan bıçak.
3 Bezi.
4 Yaşta.
5 Yoksun.

-204-
den ümidi kestim!. Tabibler belki de iki ay ev­
vel benden ümidi kesmişler. Benim daha ya-
şamaklığım muhaldir! 1 İşte ölüyorum! Ölüyo­
rum da, seni öksüz bırakıyorum! Seni yetim
bırakıyorum! Artık, "anne" demeyeceksin!
Ana şefkatinden mahrum kalacaksın! Ah, za­
vallı ben! Dünyanın hiç bir şeyine yanmam,
yalnız sana... ah mini mini kızcağızım! O mi­
ni mini ağzınla bana "anne" dediğin vakitte
gönlüm nasıl ferahlanır! Ah zâlim ecel! Beni
gözümün nuru kızımdan ayıracaksın! Fit­
n a t i m , sen şimdi beni iyi tanımazsın. Bir kaç
günden sonra, bütün bütün unutacaksın!
"Anne" lâfzını 2 bir daha ağzma almayacaksın!
Lâkin bir gün gelecek ki, ananı babanı sora­
caksın. Benden sana haber verecekler; belki
de o vakit benim için bir iki gözyaşı döker­
sin... Lâkin babandan? Babandan sana kim
haber verecek? Babanı benden başka kimse
bilmez. Ev halkı babanı ölmüş bilirler... Sana
da öyle söyleyecekler. Lâkin, öyle değil, ba­
ban ölmemiş, hâlâ yaşıyor. Lâkin, baban se­
ni hiç bilmez. Eğer ben şimdi babam zahiren
söylersem, 3 ben öldükten sonra seni burada
tutmazlar, babana gönderirler. Baban da, bir
kızı olduğunu hiç bilmez. İnanamayacak. Se­
ni ihtimal ki kabul etmesin... O vakit sana,
maazallah, 4 haramzade 5 diyecekler. Kimse
kabul etmeyecek. Sokaklarda kalacaksın...
İşte bu sebepten, babanın kim olduğunu

1 Beklenemez.
2 Sözünü.
3 Açıklarsam.
4 Tanrı korusun.
5 Piç.

-205-
kimseye söylemem. Yalnız, yazıyorum ve bu
mektubu bir nüsha suretine koyarak boynu­
na asarım ve Emine Kadın'a ısmarladım' ki,
on sekiz yaşma bastığın gibi, bu nüshayı açıp
sana okutsunlar. İşte o vakit babanı anlaya­
caksın. O vakit baban daha hayatta ise haber
yollayabilirsin, kendisiyle görüşebilirsin... İş­
te sana söylüyorum: Ben ilk defa Üsküdar'da
evlendim. Kocam beni pek çok seviyordu.
Ben de onu seviyordum. Bir sene beraber ya­
şadık, sonra bilmem bir münafık, 2 hakkımda
iftira olarak bir fena şey mi söyledi? Nasıl ol­
du? Beni tatlîk eyledi... 3 Meğer ben hamiley­
dim. 4 Onun haberi yoktu. Evime geldim. Bir
düziye ağlıyordum. Bir kaç aydan sonra sen
dünyaya geldin. Daha bir kaç ay geçti, tekrar
evlendim. Şimdiki kocayı aldım. Lakin, evlen­
dikten sonra, merhum anamdan bir şey işit­
tim ki, bana pek çok dokundu ve belki vefatı­
ma sebep oldu. Şöyle ki, birinci kocam beni
5
tatlîk ettikten bir hafta sonra pişman ol­
muş... Beni tekrar istemiş! Fakat anam, ina­
dına, bu teklifi kabul etmeyip bana haber
vermeksizin red ile cevap vermiş! Bunu işitti­
ğimde pek mükedder oldum.'' Dâima ağlıyor­
dum. Sıhhatim günden güne tedenniye 7 yüz
tuttu... Her tarafıma sancılar peyda oldu. 8
Yatağa yattım. İşte iki ay var ki mezarın mu-

1 T e n b i h ettim
2 A r a bozucu.
3 Boşadı.
4 Gebeydim.
5 Boşadıktan.
6 Üzüldüm.
7 Bozulmaya.
8 Saplandı.

-206-
1
kaddemesi olan yatakta yatıyorum! İşte kı­
zım, babanı anladın: İsmi, Ali Bey'dir. Evi Üs­
küdar'da, Toptaşı'ndadır. Evinin numarası
...'dır Ara, bul... Allah'a ısmarlarım kızcağı­
zım! Cenâb-ı Hak seni her âfetten masun bu­
yursun, 2 âmin!
Vâlide-i Müşfikan 3
Zekiye»

AH Bey, bu muskayı okurken yüzünde,


vücudunda bir damla kan kalmamıştı. Elleri
tiril tiril titriyordu. Ancak bitirinceye kadar
gayret etti, kendisini zorla tuttu. Bitirdiği gi­
bi, henüz gözleri imzadayken, kâğıt elinden
düştü; cansız gibi kanepenin üzerinde yayılıp
bayıldı. On dakika kadar bayılmış durdu.
Sonra kendisine geldi. Önce, nerede olduğu­
nu, ne durumda bulunduğunu fark edemedi.
Sonra gözleri, ayaklan önünde bulunan kâğı­
da iliştiği gibi, işin ne olduğunu anladı. Elle­
ri, ayaklan titreyerek kâğıdı aldı, kalktı. Kâğıt
elinde olduğu hâlde Fitnat'ın kapısına gitti.
Baktı ki kapı kapalı; odanın içerisinden bir
inleyiş işitiliyor.

— Fitnatim! Kızım! Kapıyı aç... Baban ge­


liyor! Baban geliyor! Babanla görüşeceksin!
Kocalığa kabul etmediğin bu biçâreyi şimdi
babalığa kabul et! Ben sahîhen 4 baban imi-
şim! Hakkın varmış ki, beni baban gibi sevi­
yordun! Aç kızım, aç! Çabuk!
Ali Bey bu türlü söyleyerek, kapınm arka-

1 Girişi.
2 Felaketten korusun.
3 Sevecen annen.
4 Gerçekten.

-207-
sında bekliyordu. Ama on dakika geçti, kapı
açılmadı. İçeriden yanıt da yoktu. Yalnız, de­
rin derin bir inleyiş çıkıyordu. Ali Bey'in sab­
rı kalmadı. Her ne kadar, vücudunda hiç gü­
cü kalmamış idiyse de, kapıya dayandığı gibi
rezeleri kınlan (kapı) açıldı.
Ali Bey, çılgın gibi bir tavır ve hareketle
içeri girdi. Bir de bakü ki. Ne baksın?' Hey­
hat!2 Fitnat, odanın ortasında yatmış; vücu­
du al kan içinde kalmış! Gözlerini tavana dik­
miş inliyor! Göğsü açık; midesinin üzerinde
bir ufak çakı batmış, yalnız sapı görünüyor!
Ah! Zavallı kız! Y a n m saat önce, Ali Bey'le
aralannda geçen konuşmadan sonra, Ali Bey
kalkıp odasından çıktığı gibi, Fitnat kapıyı ki-
litlediydi dedik. İşte kapıyı kilitlediğinin nede­
ni buydu. Zavallı, canından bıkmış! Canın­
dan umutsuz! Tal'at'a mektup göndereli üç
gün olmuştu. Ne Tal'at geldi, ne bir yanıt gön­
derdi! Fitnat umutsuzluğa kapıldı. Hele o ko­
nuşmadan sonra, umutsuzluğu bin kat oldu!
Daha yaşamak istemedi! Kapıyı kilitlediği gi­
bi, cebinde bulunan bir ufak çakı(yı) çıkardı!
Göğsünü açtı! Tâ midesinin üzerine sapladı!
Yattı!!! İşte, Ali Bey gelinceye kadar öyle yat­
mış inliyordu!

Ali Bey bu durumu gördüğü gibi, sesi ol­


duğu kadar bağırarak bayıldı, Fitnat'ın yanı­
na düştü! Kanlar, halayıklar kapının gürül­
tüsünü ve Ali Bey'in bağırdığını işittikleri gibi
odaya koştular... Baktılar ki odanın ortasın­
da iki kişi yanyor! Birisi, gözlerini tavana dik-

1 Görsün.
2 Yazık.

-208-
miş ve karı içinde kalmış, inliyor! Öbürü ölü
gibi yatmış, hiç üzerinde yaşam belirtisi yok!
Halayıkların içinde bir gürültü koptu; kimi
ağlıyor, kimi bağırıyor, kimi koşuyor, kimi
kendisini (yerden yere) vuruyordu! Kâhya Ka­
dın, Ali Bey'in bayılmış olduğunu anlayarak
soğuk su alıp yüzüne serperek Ali Bey'i ken­
disine getirdi. Ali Bey kendisine geldiği gibi:

— Ah! Fitnatim! Kızım! Ne yaptın! Kendi­


ne mi kıydın! Ben senin baban! Ben, senin
babanmışım da, ne senin, ne benim haberim
var! İşte, boynundaki nüsha, nüsha değilmiş!
Ananın bir vasiyetnamesi imiş! Senin anan!
Ah zavallı Zekiye! Benim kanmdı! Ben tatlîk
etmiştim! 1 Ben böyle bir kabahat... Böyle bir
günâh etmiştim! İşte sen, benim kızımsın!
Lâkin, heyhat! A h ! Keski bu nüsha iki saat
evvel elime düşmüş olaydı! Keski daha yarım
saat kendine kıymayaydm! Lâkin, inşallah iyi
olursun kızım! İnşallah! Ah, seni bir gün sağ
görsem! Ben sana "Kızım!" desem! Sen bana
"Babam!" desen!. Sevdiğin Tal'atia evlendir-
sem! Kendimi evlâtsız zannederken, iki ev­
lât... Hem böyle evlât babası olsam! Ah! Onun
için Zekiye'ye benziyorsun! Zekiye'nin kızı
imişsin! Ah, ah! Bileydim!

Ali Bey böyle diyerek Fitnat'm başı ucun­


da oturmuş, ağlıyor, sızlanıyordu... Fitnat
gözlerini açmış, sevecen bir bakışla Ali Bey'in
yüzüne bakıyordu. Pek zayıf ve kesik bir ses­
le dedi ki:
— Sen babam imişsin! Ah, keski bileydim!

1 Boşamışüm.

-209-
Lakin, babacığım, keder etme... Benim kade­
rim böyleymiş! Sen de farzet' ki, sahîhen 2 kı­
zın yokmuş... Yalnız, size bir ricam var... Ba­
bam olduğunuz için bana bir hizmet edesin...
Tal'at i m i bulasın... Kendisine teselli vere­
sin... Kendi(si)ne kıymadan (onu) men'eyleye-
sin...'1 Kazâ 4 istemedi ki, seni bana baba... be­
ni sana kız tanıtsın! Şimdi birbirimizi tanıdık,
fakat, heyhat! Bana sizden babalık hakkı geç­
mek için yalnız son nefesimde bana şu hiz­
meti edâ edin... 5 Şu vasiyetimi yerine geti­
rin...

— Ben senin vasiyetini yerine getireyim!


Ben ananı mezara koyduğum gibi... seni da­
hi, hâlâ gençliğinden doymamışken... seni de
mezara koyayım! Da, ben daha yaşayayım!
Ah! Benim daha ömrüne ümidim var... İnşal­
lah iyi olursun, diye sabrediyorum... Yoksa
şimdi kendimi telef ederdim! 6
Ali Bey bu sözleri söylerken, kapıdan bir
kız giriverdi... Bu kız, halayıklardan de-
ğil(di)... Bu kız bir daha evde görülmemiş...
Pek çok güzel bir kız... Fakat o anda yüzü
sapsarı, dudakları bembeyaz olmuş... Nefesi
ükanmış... Kapıdan girdiği gibi, gözlerini bir
defa odanın çevresinde dolaşürdı... Sonra,
gözlerini Fitnat'ın yüzüne dikip aceleyle üze­
rine yürüdü...
Fitnat, gözlerini çevirip bu kızı gördüğü gi-

1 Varsay.
2 Gerçekten.
3 Engelleyesin.
4 Kader.
5 Yapın.
6 Öldürürdüm.

-210-
bi, yüzünde bir sanlık, vücudunda bir titre­
me ortaya çıkarak T a l ' a t ! . . Tal'at!" diye iki
defa çağırdı... Ali Bey, bu "Tal'at" adım işit-
mesiyle, gözlerini açıp gelen kıza bir dikkat ve
şaşkınlıkla bakmaya başladı. Tal'at'sa... za­
vallı Tal'at! Çünkü bu, kız kılığında gelen kişi
Tal'at'tı! Evet, zavallı Tal'at'tı... ki henüz sıt­
ma üzerinden gitmemiş ve kalkmaya hiç gü­
cü yokken, Fitnat'm mektubunu aldığı gibi
sevgilisini canına yeğleyerek anasının ve da­
dısının engellemesine karşın kalkıp giyinmiş
ve Şehzadebaşı'na gidip kılığını değiştirdikten
s o m a tâ Üsküdar'a kadar gitmiş ve Ali Bey'in
evini bulup içeri sokulmuş; halayıklardan
Fitnat'ın bir az keyifsiz olduğunu anlayarak
hemen odaya girmişti... Zavallı Tal'at! Fit­
nat'ın ağzından kendi adım işittiği gibi, sanki
adının çıktığı o güzel dudaklara teşekkür ola­
rak bir öpücük vermek için Fitnat'ın üzerine
yürümüştü... ama, ne yazık!.. Fitnati al kan
içinde gördüğü gibi, kendisini yitirerek yere
düştü! Tal'atin bu durumu Fitnati çok etki­
ledi ve üzdü... Daha o kadar fenalaştı... Hala­
yıklar koştular, Tal'ati kaldırdılar, kendisine
getirdiler... Fitnat, gözlerini Tal'atin yüzüne
dikmiş... Tal'atin kendine geldiğini gördüğü
gibi, pek zayıf ve titreyen bir sesle,
"Tal'atim!.." dedi... Tal'at gözyaşı dökerek,
içini çekerek Fitnat'm başı yanında oturup:

— Fitnatim! Ne yaptın! Ne oldu! Ah! diye­


rek Fitnat'ın elini tuttu...
Fitnat'm elinin buz gibi soğuk olduğunu
duyumsadığı gibi, vücuduna büyük bir titre­
me geldi... Fitnat'm yüzüne baktı; gördü ki
-211-
gözünde hiç parlaklık yok! Gözleri üzerine bir
ölüm perdesi çekilmiş...
— Fitnatim! diyerek bağırdı.
Birdenbire, Fitnat'm iki gözünden birer
yaş aktı... Ağzım açıp, dilini harekete getirip
bir şey söylemek istedi... Ama, ne yazık! Ken­
di organlarını denetleyemiyordu! Çabaladı,
çabaladı... Söyleyemedi... Daha bir iki defa
seyrek seyrek nefes aldı... Sonunda, soluğu
da tükendi! Ah! Görmeliydiniz o güzel yanak­
ları, kırmızı renklerini atıp da ne kadar güzel
bir san rengi aldılar! Sanki bu değişme güzel­
liğini daha da arttırdı! Kendisine daha iyi ya­
kıştı! Ne yazık! Hani ya o Fitnat'm güzel yü­
zü... o ince vücudu... o nazlı bedeni... odanın
ortasında yayılmış! Al kan içinde kalmış!
Gözleri donmuş, görmez! Dili kurumuş, söy­
lemez! Ne kadar çağırsan, işitmez! Ne yazık!
Bir cansız nesne hükmüne girmiş! O akıl... o
zekâ... o zihin... o hoşluk... o acıma... o seve­
cenlik... o aşk... o sevgi... ne oldular, nereye
gittiler, nereye uçtular? O kadar güzelliği olan
Fitnat'ın yüreği, nasıl oldu da her duygudan
soyutlandı? O duygular ne oldu?

Fitnat'm nefesi tükendiği gibi, bir çığlık,


bir bağırış duyuldu... Halayıklardan kimi ağ­
lıyor... kimi bağırıyor... kimi basma vuruyor...
kimi saçlarını koparıyordu... Bir iki yaşlı ka­
dın Fitnat'm cenazesine yanaşıp, biri gözleri­
ni kapattı... öteki çenesini bağladı... Tal'at
ise, Fitnat'ın son nefesine dek gözlerini Fit­
nat'ın yüzüne dikip öyle donmuş kalmıştı...
Ve Fitnat'm bütün bütün ruhsuz kaldığını
gördüğü gibi, birdenbire bayılıp düşmüştü...
-212-
Herkes Fitnat'ın cenazesiyle ilgileniyordu.
Kimse Tal'at'a kulak asmıyor ve belki kimse
(onu) görmüyordu... Bir azdan sonra, kızın
biri Tal'at'a yanaşıp kaldırmak istedi... Kal­
dırmaya çabalarken, birdenbire, sesi yettiği
kadar bağırdı:

— O ne? Ölmüş! Ölmüş!


Kadınlar Fitnat'ın cenazesini bırakıp
Tal'at'a koştular. Kimi nabzını tutuyor, kimi
yüreğine el koyuyor, kimi elini, ayağını tutu­
yordu... Her biri ağlayarak, titreyerek, "Öl­
müş! Ölmüş!" diye bağırdı. Fitnat'a bakmak
için hekime haber yollamışlardı. Birden he­
kim geldi. Zavallı Fitnat'a bakmak gerekmez­
di artık; hekimi Tal'at'a getirdiler. Hekim,
nabzını filânını iyice yokladıktan s o m a :

— Gitmiş! Gitmiş! Ümit yok bundan! dedi.


İşte, T a l a t her duygudan uzaklaşmıştı.
Cansız bir nesne gibi yatmıştı! A h ! Zavallı
çocuk, henüz sıtmadan şifâ bulmamış! O el­
leri, ayaklan değnek gibi kalmış! Benzinde
bir dirhem kan kalmamış! Gözleri çukur içi­
ne girmiş! Bununla birlikte, yine güzel! Ve
belki, her zamankinden daha güzel! O yap­
ma saçlannı,' yemenisini filânını çıkardılar;
asıl kılığı olan (erkek) çocuk kılığında bırak­
tılar...

Ali Bey ise, sevinerek gülerek bir kapıdan


çıktı, bir kapıya girdi ve halayıklara çıkışarak
dedi ki:
— Ne ağlıyorsunuz? Ne ağlıyorsunuz? Ni­
ye gülmüyorsunuz? Niye türkü söylemiyorsu­
nuz? Bilmez misiniz ki düğünümüz var? Bil-

1 Peruğu.

-213-
mez misiniz ki Fitnat benim kızımdır... Evet,
evet... Benim kızımdır... İşte, Zekiye yazıyor...
Zekiye kendisi yazıyor... Fitnat benim kızım­
dır... A h ! Benim bir tanecik kızım var... Bir
Fitnatim var... Kızımın bir sevdiği var...
Tal'at.. Tal'at... O da benim damadım olacak,
benim oğlum olacak, kızımı ona veriyorum.
Oh, oh! İki evlât babası oldum... Benden
bahtlı, dünyada kim var? Böyle bir kızın ba­
basıyım! Böyle bir oğlanın kayınpederiyim!
Oh, oh!

İşte zavallı Ali Bey de çıldırmıştı! Hem ne


kadar çıldırmıştı! Tarife ne gerek? Sözlerin­
den anlaşılıyor.
Zavallı, böyle diyerek gidiyor cenazeleri
öpüyordu... Yorganlarını kaldırdı. Ayağa kal­
dırmak istiyordu! Zorla çektiler.
— Beni evlâtlarımdan ayırmayın! Oğulları­
1
mı seviyorum... Öpeceğim... diyerek, yeniden
(yanlarına) gidiyordu.
Ertesi gün, o iki zavallıyı gömmeye götür­
düler! Ali Bey başı açık, yalın ayak, cemaatin
arkasından koşarak:
— Oğullarımı nereye götürüyorsunuz?
Evimde bırakın... Onlar benim artık... Biri kı­
zım, biri damadım... Siz niye karışıyorsunuz?
diyerek cemaati taşla kovalıyordu.
Sonunda, kendi adamları (onu) tuttular,
evine getirdiler, bir odaya kapattılar. Ertesi
gün, odasını açık bıraktılar; çıktığı gibi doğ­
ru mezarlığa gidip cenazeleri çıkarmak için
mezarları kazmaya başladı. Hemen yetişti­
ler; kollarını bağladılar, evine getirdiler; bir

1 Çocuklarımı.

-214-
odaya kapadılar, gece gündüz çıkarmadı­
lar... Deliliği günden güne arttı. Altı ay ka­
dar, böyle halkı rahatsız ederek ve kendisi
dahi yanında çalışanlardan ya da talihinden
cefâ görerek... Sözün kısası, acınacak bir bi­
çimde yaşadıktan sonra, zavallıyı bir sabah
ölü buldular!

Alamut
Çizgiliforum.com

-215-
BİTİRİŞ

Sâliha Hanım'la Emine Kadın ve Hacıba-


ba'yla Ayşe Kadın'ın bu olayı işittikleri zaman
ne duruma geldiklerini ve Sâliha Hanım'ın
ağlaya ağlaya iki gözünden kör kaldığını ve
Emine Kadın'ın bu acılığa dayanamayıp bir
haftanın içinde üzüntüsünden öldüğünü ay­
rıntılarıyla anlatsak, gönüller dayanamaz sa­
nırım... H e m de bu kitabın adı "Musîbetnâ-
me"' değil ki...

1 Belâlar Kitabı.

-217-

You might also like