Professional Documents
Culture Documents
İki Şehrin Hikâyesi - Charles Dickens PDF
İki Şehrin Hikâyesi - Charles Dickens PDF
Şehrin Hikâyesi
Charles Dickens
İngilizce aslından çeviren: Meram Arvas
Can Yayınları
Charles Dickens
1812'de İngiltere'nin Portsmouth kentinde
doğdu. Babası hapse düşünce okuldan ayrılıp bir
fabrikada çalışmak zorunda kaldı. Bu dönemde
işçi sınıfının yaşamını ve sıkıntılarını yakından
tanıma fırsatı buldu. Babası dönünce eğitimini
tamamladı, önce bir avukatla, sonra liberal bir
gazetede çalıştı. Mister Pickwick'in Serüvenleri
(1837) adlı ilk romanı çok tutuldu. Ardından
gelen Oliver Twist önce yayın yönetmenliğini
üstlendiği bir dergide tefrika edildi. Bunu
Nicholas Nickleby, Antikacı Dükkânı ve Martin
Chuzzlewit izledi. Bir Noel Şarkısı (1843)
olağanüstü bir başarı elde etti. Dombey and Son,
Dickens'ın romancılığında bir dönüm noktası
oldu. David Copperfield'da, toplumsal
sorunlardan çok kendi deneyimlerine ağırlık
veren Dickens, İki Şehrin Hikâyesi ve Büyük
Umutlar'la zirveye çıktı. Dickens'ın yapıtları,
gerçekçi biçemin, düzyazı ustalığının, mizahi bir
dehanın ve benzersiz edebi karakterlerin en
önemli örnekleri olarak değerlendirildi. Dickens,
1870'te Chatham yakınlarında Gad's Hill'deki kır
evinde öldü.
Meram Arvas
1972'de Ankara'da doğdu. TED Ankara
Koleji'ni bitirdikten sonra yüksek öğrenimini
Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı
bölümünde tamamladı, yüksek lisansını
Amerikan Dili ve Edebiyatı dalında yaptı.
Ankara Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi, Beykent
Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak çalıştı.
John Updike, John Fowles ve David Lodge'dan
çevirileri yayımlandı. Halen Koç
Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak görev
yapıyor.
Birinci Bölüm
Yeniden Dirilen
I
Dönem
Zamanların en iyisiydi, zamanların en
kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem
inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık
mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut
baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her
şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu,
hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da
tam öteki yana –sözün kısası, şimdikine öylesine
yakın [1] bir dönemdi ki, kimi yaygaracı
otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez,
sadece "daha" sözcüğü kullanılarak diğerleriyle
karşılaştırılabileceğini iddia ederdi.
"Niye soruyorsun?"
"Hangi yolcuyla?"
"Ne oldu?"
"Efendim Joe."
"Duydum Joe."
"Öyle diyorlar."
"Bilemiyorum."
"Evet."
"Demek öyle."
"Hikâye mi?"
Mr. Lorry kızın üzerinde durduğu kelimeyi
kasten çarpıtarak aceleyle ekledi, "Evet ya
müşteriler; bankacılık sektöründe bizimle
bağlantısı olan herkesi müşteri olarak
adlandırırız biz. Bu beyefendi Fransız'dı; bir
bilimadamı; çok büyük başarılara imza atmıştı –
Doktordu."
"Evet."
"Değişmiş tabii!"
"Neden?"
"Bence iyi."
"Neden korkuyorsunuz?"
"İyi günler!"
"Ne dedin?"
"Ne dedin?"
"O ayakkabıları illa bugün mü bitirmen
gerekiyor?"
"Ne dedin?"
"Adımı mı sordun?"
"Kim bu?"
Cevap aynıydı:
"Bilemiyorum."
İkinci Bölüm
Altın İp
I
Beş Yıl Sonra
Temple Bar'ın yanındaki Tellson Bankası
1780 yılında bile eski moda duruyordu. Çok
küçük, karanlık ve kullanışsızdı. Eski moda bir
yerdi, gelgelelim kurumun ortakları sahip
oldukları değerlerin etkisiyle buranın
küçüklüğünden, karanlığından, çirkinliğinden ve
kullanışsızlığından gurur duyarlardı. Hatta bu
özelliklerin bankanın itibarını artırdığını
düşünerek böbürlenir, böyle uygunsuz koşullar
olmasa oranın da bu kadar saygın olmayacağı
düşüncesini taşırlardı. Bu pasif bir düşünce
değil, daha uygun alana sahip iş yerlerine
yönelttikleri aktif bir silahtı. Dediklerine göre,
Tellson'un ne daha büyük bir alana, ne ışığa, ne
de gösterişe ihtiyacı vardı. Noakes ve Ortakları
Şirketi'nin ya da Snooks Kardeşler Şirketi'nin
vardı belki; ama çok şükür Tellson'un böyle bir
şeye ihtiyacı yoktu!
"Seni istiyorlar!"
"Mahkemeye mi efendim?"
"Evet mahkemeye."
"Parçalayacaklar ha?"
"Kimmiş onlar?"
"Tanıklarmış."
"Aleyhte tanıklarmış."
"Kimin aleyhinde?"
"Sanığın."
"Evet."
"Gittim."
"İndiler."
"Mr. Lorry, sanığın yüzüne iyi bakın. O iki
yolcudan biri bu kişi miydi?"
"Hayır."
"Hayır."
"Evet, görmüştüm."
"Ne zaman?"
"Evet."
"Miss Manette!"
"Evet efendim."
"Nerede gördünüz?"
"Evet efendim."
"Anlatın."
"Evet efendim."
"Hayır"
"Konuştular mı?"
"Öyle diyorlar."
"Mr. Darnay!"
"En kötüsünü."
"Evet efendim!"
"Bence de."
"Evet biliyorum."
"Ne oldu?"
"Neden peki?"
"Değil mi?"
"Hayır."
Az sonra gelecekti.
"Öyle mi?"
"Öyle mi?"
"Asla."
"Ne diyor?"
"O babasının bildiğini düşünüyor."
"Korkuyor mu?"
Cüzdanını çıkardı.
"Defarge derler."
"Ne iş yapıyorsun?"
"Evet Monsenyör."
"Nasıl biriydi?"
"Eee?"
"Monsenyör, etrafta o kadar çok cılız çimen
öbeği var ki."
Panjurlar açıldı.
"Londra'dan mı?"
"Evet."
"Hatırlıyorum."
"İngiltere'de mi mesela?"
"Evet."
"Var."
"Evet."
"Hayır."
"İsterim efendim."
"Ne sözü?"
"Durun!"
"Elbette."
"Hazırlıyorum."
"Öyle mi?"
"Tahmin et bakalım."
"Tanıyor muyum?"
"Tahmin et."
"Öyle mi?"
"Öyle; hem de burada."
"Onaylıyorsun yani."
"Evet istiyorum."
"Tamam Jerry."
"Seni ilgilendirmez."
"Anladım beyler."
"Çok şey."
"Mesela..."
"John."
"Alıştım artık."
"Yok."
"Evet yavrum."
"Dışarı mı?'
"Doğru!"
"Çoktan unuttum."
"Mahkûmlar!"
"Kayıtlar!"
"Gizli hücreler!"
"İşkence aletleri!"
"Mahkûmlar!"
"Hiçbir şey."
"Nerede?"
"Burada."
"Güneş batarken."
"Olur tabii."
Yolcu piposunu söndürüp koynuna soktu ve
kocaman tahta ayakkabılarını çıkararak sırtüstü
taş yığınının üzerine uzandı. Uzanır uzanmaz
uyuyakaldı.
"Neden?"
"Biliyorum."
Sadık uşağınız
Gabelle
"Gabelle."
"Hayır."
Fırtınanın Rotası
I
Gizli
1792 sonbaharında, İngiltere'den Fransa'ya
gitmek üzere yola çıkan yolcu ağır ağır ilerledi
yolunda. Bahtsız Fransa Kralı bütün ihtişamıyla
tahtında oturuyor olsaydı bile bütün o kötü
yollar, kötü donanım ve kötü atlar yüzünden
varacağı yere gecikecekti, ama değişen zamanlar
bunların dışında başka engeller de
barındırıyordu içinde. Her bir köy girişinde ve
vergi dairesinin önünde bir grup vatansever,
ellerinde ateşlemeye hazır tüfekler, gelen geçeni
durdurup çapraz sorguya tutuyor, belgelerini
inceliyor, kendi listelerinden isimlerine bakıyor,
yaklaşan "Cumhuriyet ve Özgürlük, Eşitlik,
Kardeşlik ya da Ölüm" adına o anda en doğrusu
neyse ya da neyi uygun görüyorlarsa, onları ya
geri gönderiyorlar, ya yollarına devam
ettiriyorlar ya da durdurup tutukluyorlardı.
"On dördünde."
"Evet o."
"Kaç yaşındasın Evremonde?"
"Otuz yedi."
"Evet."
"Evin nerede?"
"İngiltere'de."
"İngiltere'de."
"Görürsün."
"Ben ne bileyim?"
"Kocan mı Lucie?"
"Charles."
"O burada!"
"Paris'te mi?"
"La Force!"
Sevgilim,
"Evet canım."
"Evet yurttaş."
"Yarın mı!"
Şüphesiz öyleydi.
Evet. Doğuştan.
"Kim o?"
"Evet."
"Öyle mi?"
"Nereden biliyorsun?"
"Evet bazen."
"Ahh!"
İkisi de sessizdi.
"Öyle tabii."
"Bu gece o yalnız kalbinize dönüp dürüstçe,
'Şu hayatımda kimsenin ne sevgisini, ne
bağlılığını, ne minnetini, ne de saygısını
kazandım; hiçbir şekilde şefkatli bir yer
edinemedim; kimseye hatırlanacak bir iyiliğim
ya da yararım olmadı!' diyebilseydiniz bu yetmiş
sekiz yıl ağır bir lanet gibi çökerdi üzerinize;
öyle değil mi?"
"Galiba."
"Benim için."
"Alenen, Başkan."
"Kim yapmış?"
"Güzel."
"Güzel."
"Öyle sanırım."
"Yazı okunsun."
"Evet benim."
"Gördüm," dedim.
"Öldü," dedim.
"Evet."
"Benim de yok."
"Efendim?"
"İyi akşamlar."
"Neden?"
"Evet!"
"Tamamdır!"
"Bundan eminim."
"Nedir?"
"Geldiğinde titremiyordu."
"Elindeki ne peki?"
"Yakında öğrenirsin. Yazmaya devam et; az
kaldı." Sonra gene dikte etti. "Sözlerimin
doğruluğunu kanıtlayabileceğim günleri
gördüğüm için çok mutluyum. Sakın bunu
yaptığım için üzülüp dertlenme. Gözleri
mahkûma takılmış bir şekilde bu sözleri
söylerken eli ağır ağır, usulca onun yüzüne
kadar indi.
"Ne buğusu?"
"Evet."
Doğru.
"Sizi anlamıyorum."
"Elli iki."
"Duymuyorum."
"Bir saatte sağır mı oldu?" dedi Mr. Cruncher,
aklı karışmış, rahatsız olmuştu; "ne oldu bu
kadına böyle?"
"Söyle bakalım."
"Evet."
[12] Gana.
[13] Milattan Sonra anlamına gelen Latince
kavram. (ç.n.)