You are on page 1of 6

EVREN VE SINIRLARI

İnsanlar yüzyıllar boyunca, dünyanın evrenin ortasında yer aldığını ve diğer yıldızların da
dünyanın çevresinde dolaştığını sanmışlardır. 16. yy.da Copernicus’un öne sürdüğü güneş
merkezli gezegen sistemi Dünya’yı sahip olduğu ayrıcalıklı konumdan çıkarmış ve
dünyanın da evrenin sadece küçük bir kısmını oluşturduğunu ortaya koymuştur. Güneş
sistemindeki 8 gezegenden biri olan dünyamızın çevresinde de, milyarlarca yıldız bulunur.
Bu yıldızlar, sonsuz büyüklükteki bir evrende bizim de içinde yer aldığımız Samanyolu
galaksisi gibi yüz binlerce galaksiyi meydana getirir. Galaksimizin içinde 200 milyar kadar
yıldız olduğu da yapılan çalışmalar ışığında ortaya çıkarılmıştır. Samanyolu'nun çevresinde
onun bir parçası olan yıldız yığınları bulunur. Bunların ötesinde ise başka galaksiler yer
alır.
Uzaya baktığımızda gördüğümüz yıldızlar yüz binlerce yıl önceki ışıklarıyla görülürler.
Dünyadan 149,5 milyon kilometre uzaklıktaki güneşin ışıkları bize 498 saniyede (8.3 dk.)
ulaşır.
Evrenin sınırları konusunda ilk defa Bruno, yıldızların da güneş sistemimiz gibi gökte asılı
durduğunu, bizden başka canlıların da var olduğunu ve evrenin sonsuz olduğunu
savunmuştur.
Alman Filozofu Kant, Bruno’dan 150 yıl sonra, evrenin sonsuz büyük olduğunu ve
değişmez olduğunu savunmuştur.
Dr. Olbers, evrenin sonlu olması gerektiğini, aksi takdirde geceleri gökyüzünün aydınlık
olacağını matematiksel olarak mantıklı bir şekilde ortaya koymuştur. Evrenin yoğunluğuna
bakılarak yarıçapının 25 milyar ışık yılı olduğunu saptamasına karşın, uçtaki hızların
orantısından ve bazı deneysel sonuçlardan, bu yarıçapın bugün en fazla 13 milyar ışık yılı
olabileceği varsayılmaktadır.
Newton’un kütle çekim yasası doğaya ilişkin ilk modern teori olup, sonradan geliştirilen
pek çok teori için esin kaynağı olmuştur.
Einstein, evren ile ilgili denklemlerini kurarken, sonuç kendisine dahi inanılmaz gelmiş ve
bu yüzden doğal kuvvetler dediği bazı kozmik terimleri eşitliklerin içine sokarak, gerçekte
sabit boyutlar içerisinde çıkan evrenin sonsuz olmasını sağlamıştır.
1926 yılında Hubble, Kaliforniya’da dünyanın en gelişmiş teleskopu ile Doppler-Fizeau
ilkesini uygulayarak, mesafelerle orantılı olarak gökcisimlerinin hızının arttığını ve evrenin
bir balon gibi genişlediğini gösteren ünlü kuramını ortaya atmıştır. Buna göre gözlenen
tüm gök cisimleri büyük bir hızla bizden ve birbirlerinden uzaklaşıyorlardı; bu nedenle
gönderdikleri dalgalar da bir çeşit uzun dalgaymış gibi gözükmekteydi ve spektrumda

1
kırmızı görünmekteydi. Eğer bize doğru yaklaşsalardı maviye doğru kayma gözlenecekti.
Kırmızıya doğru kayma uzaklara doğru hızla artıyor ve birkaç yıl içerisinde
kayboluyorlardı. Gökyüzünün karanlık olmasının nedeni evren genişlemeye devam ettiği
için yıldızların ışığının gittikçe uzaklaşması ve henüz bu yıldızların ışınlarının bize
ulaşamamış olmasıdır.
Hubble’in bu buluşunu duyan Einstein daha önce denklemine soktuğu kozmik terimleri ve
ilaveleri sessizce geri çekerek evrenin sonlu olduğunu ve sabit olmadığını kanıtlamıştır.
Evren patlarcasına genişliyor ve buna bağlı olarak birim hacmindeki madde miktarı
gittikçe azalmaktadır. Ancak, bu genişleme sonsuz değildir ve sonsuz da devam edemez.
Günümüzde, sınırlarını bile tam olarak çözemediğimiz Evrenin oluşumunun ortaya
konulmasına yönelik en ünlü çalışmada Penzias ve Wilson, 1965 yılında evrenin oluşumu
sırasında yayılan ilk ışınımın kalıntılarını saptamışlardır. Penzias ve Wilson, bir
meteoroloji uydusunun dünyaya yansıttığı radyo dalgalarını parazitsiz olarak alabilmek
için geliştirdikleri 10 m. boyunda bir tarafı huni gibi gittikçe daralan bir cihazla yaptıkları
denemelerde, alıcının yönünü sürekli değiştirmelerine rağmen şiddeti değişmeyen parazit
gibi ses dalgaları saptamışlardır.
Bu denemelerde elde edilen sonucu duyan Fizikçi Dicke’in de yaptığı katkılar sonucunda
bu seslerin 13 milyar yıl kadar önce evrenin oluşması sırasında çıkan elektromanyetik
dalgaların bir kalıntısı olduğu ileri sürülmüştür. Bu saptama evrenin zaman ve mekan
olarak sonlu olduğunun deneysel bir kanıtıydı. Yani evrenin bir başlangıcı vardı.

BİG-BANG KURAMI
Penzias ve Wilson’un yaptıkları antenle işittikleri ses, evrenin tümünün bir zamanlar bir
öz, bir enerji yumağı halinde iken patlamasıyla “bir ezeli patlama”yla ortaya çıkan
elektromanyetik dalgaların bir kalıntısıdır. Bu patlamayla başlayan genişleme evrenin
oluşumunu da başlatmıştır.
Başlangıçta belki de santimetre küpü milyonlarca ton olan bir kozmik öz ya da baz vardı.
Bazılarına göre bu bazın çapı sadece dünyanın ki kadardı. Bazılarına göre ise başlangıçta
dev bir atom vardı. Her iki halde de başlangıçtaki bu kozmik öz belki de içinde oluşan
hafif gazlardan dolayı, kararlılığını yitirmiş ve kararsız hale geçen enerji kütlesi tüm
boyutlara doğru yayılmaya ve yayıldıkça soğumaya, galaksiler, yıldızlar, gezegenler
halinde düzenlenmeye başlamıştır.
Büyük patlamada en hızlı hareket eden kütleler en önde, daha yavaş hareket edenler daha
arkada ve içte olmak üzere çevreye yayılmaya başlamışlardır. Her maddesel parçacık diğer

2
bütün parçacıklardan hızla uzaklaşmıştır. Saniyenin 100’de biri kadar sonra evrenin
sıcaklığı 100 milyar C°’ye ulaşmış ve evrende her taraf aydınlanmıştır. Patlama sürdükçe
sıcaklık düşmüş, onda bir saniye sonra 30 milyar C°’ye, 1 sn. sonra 10 milyar C°’ye, 14 sn
sonra 3 milyar C°’ye, ilk 3 dk. sonunda da 1 milyar C°’ye kadar düşmüştür.
Evrenin kimyasal yapısına bakarsak % 74 hidrojen, % 24 helyum, % 2 ağır elementler ve
kozmik fon ışınımı adı verilen ve tüm uzayı kaplayan radyo dalgalarını tespit edebiliriz.
Evrenin kıyılarında saptanan gök cisimlerinin en büyük hıza sahip olmalarının nedeni,
büyük bir olasılıkla bunların ana kütleyi en erken terk etmelerindendir.
Bu gökcisimlerinin uzaklıkları ve hızları göz önüne alınarak yapılan hesaplamalarda, ilk
patlamanın 13 milyar yıl önce ortaya çıktığı anlaşılmıştır. Bu kurama “Big-Bang Kuramı”
denir.
Einstein’ın formüllerine göre, evren ya genişlemeye devam edecek (Evrenin Nefes Alması)
ya da tekrar bir araya gelerek çökecektir (Evrenin Nefes Vermesi). Evrenin bu genişleyip
daralmasını savunan kurama ise “Pulsiyon” ya da “Nabız Kuramı” denir. Kesin olmayan
hesaplamalara göre genişleme ile daralma arasındaki süre yaklaşık olarak 80 milyar yıl
kadar olacaktır.
Dicke’nin önceden hesap ettiği ve tüm evrende 3 kelvin derecelik sıcaklık ve izotropi
(sıcaklığın tekdüze yayılımı) son yıllarda astrofizik çalışmalarıyla kanıtlanmış ve bu
patlama sonucunda ortaya çıkan enerjinin tüm evreni belirli ölçüde ısıttığı ortaya
çıkarılmıştır. Bu, Big-Bang teorisinin geçerliliğini ortaya koyan unsurlardan biridir.

GALAKSİMİZİN VE DÜNYANIN OLUŞUMU

Başlangıçta sadece baz enerji vardı ve her şey büyük patlamayla başladı. İlk aşamada,
hidrojen gazı, evrenin oluşumu ve genişlemesiyle birlikte her tarafı doldurmuştur.
Seyrekleşme, yaklaşık 10 milyar yıl önce belirli bir miktara ulaşınca, hidrojen gazlarından
çeşitli öbekler oluşarak, her öbek kendi içerisinde bir merkezde yoğunlaşmaya başlamış ve
galaksileri oluşturmuştur. Böylece evren milyarlarca öbeğe yani galaksilere ayrılmıştır.
Öbekleşen bu gaz bulutları yine homojen bir dağılım göstermediği için, her birinin içinde
de yine milyarlarca küçük yoğunlaşma merkezleri oluşarak yıldızları meydana getirmiştir.
Fakat çok büyük bir hacmi kaplayan bu dev gaz bulutunun küre şeklinde merkeze doğru
yığılması, açısal momentumun korunması bakımından, merkezde bir eksen etrafında
dönmesini de kaçınılmaz hale getirmiştir. Böylece bir taraftan galaksiler arasında

3
hidrojenden arınmış büyük boşluklar oluşurken, bir taraftan da oluşan küre şeklindeki dev
kütle kendi etrafında dönmeye başlamıştır. Zamanla bu kütle kendi eksenleri etrafında
gittikçe hızlanan dönmeleri sırasında merkezkaç kuvvetinin artması nedeniyle, dönme
eksenine dik düzlemde yayvanlaşmaya ve disk şeklini almaya başlamıştır. Bir cisme
gezegen denilebilmesi için kütlesinin güneşinkinin 1/10’undan küçük olması gerekir. Daha
büyük kütleli cisimler merkezlerindeki nükleer yakıtı ateşleyebilecek kadar sıcak
olacaklarından kendi enerjilerini üretir ve yıldız olurlar. Bundan yaklaşık 5 milyar yıl önce,
tüm bu yıkıntılardan, güneş, dünya ve gezegenler oluştu. Güneş hafif elementleri tutacak
büyüklükte olduğu için, yüksek oranda hidrojen içermektedir; fakat Dünya, Jüpiter ve
Satürn hariç güneşin diğer gezegenleri gibi hafif elementleri (hidrojen, helyum, argon vs.)
tutamayacak kadar küçük kütleli olduğundan, bir çeşit, ağır elementlerden oluşmuş bir
kütle olarak güneşin etrafında oluşumlarını tamamlamışlardır. Tüm gezegenler güneşin
çevresinde aynı yönde ve hemen hemen aynı düzlemde dönmektedir. Bu da güneşin de
kendi etrafında dönmesinden kaynaklanmaktadır.

GÜNEŞ VE GEZEGENLERİN OLUŞUMUYLA İLGİLİ KURAMLAR


1- Bulutsu Varsayımı: Güneş sisteminin oluşumuna ilişkin ilk bilimsel kuram Fransız
Pierre Simon Laplace tarafından 1796’da ortaya atılmıştır. Bulutsu varsayımı olarak
adlandırılan bu kuram Kant’ın fikirlerinden ayrılır. Buna göre, önceleri yavaşça dönen
dairesel gaz bulutu kümesi geçirdiği evrim sonucu gezegenler ve uyduların bulunduğu
merkezi bir güneşe dönüşmüştür. Laplace, dev gaz bulutunun soğurken sıkıştığını ve
dönme hızının, kenarlardaki merkezkaç kuvvetiyle kütle çekimi eşitlenene kadar arttığını
ileri sürerek, bu aşamada halka şeklindeki parçaların koparak ayrıldığını ve yoğunlaşarak
gezegenleri oluşturduğunu, bu sürecin devamında ise merkezi güneş ve etrafında
gezegenler topluluğunun ortaya çıktığını savunmuştur.
İlk başta mantıklı görülen bu varsayım bilimsel açıdan pek çok yanlışlıklar içeriyordu.
Sıkışma sırasında savrulan parçalar halka şeklinde olamaz, olsa bile bu tür bir halka bir
gezegeni oluşturamazdı. Ayrıca gaz bulutunun düz olması nedeniyle gezegenlerin
yörüngelerinin güneşin ekvatoruyla aynı düzlemde olması gerekirdi ki bu da farklıdır.
Dünyanın yörüngesi güneşinkinden tam 7° eğiktir. Merkür ise Dünyadan 7° daha eğiktir.
2- Yıldız Çarpışmaları: 1900’lü yıllarda güneşi ve yakınından geçen bir yıldızı içeren
yeni kuramlar ortaya çıkmıştır. İlki Amerikalı Chamberlin ve Moulton tarafından öne
sürülmüştür. Bu kurama göre; yabancı bir yıldız güneşe o kadar yaklaşmıştır ki,
aralarındaki kütle çekim etkileri nedeniyle güneşten kopan gaz bulutu şeklindeki maddeler

4
yoğunlaşıp küçük gezegenimsileri, onlar da birleşerek gezegenleri oluşturmuştur. Ancak,
güneşten kopan parçaların aşırı sıcak olması nedeniyle yoğunlaşma olmadan dağılma
gerçekleşeceği ve gezegenimsilerin kütlesi çevrelerindekileri toplayacak kadar
büyüyemeyeceği için kuram geçerliliğini kaybetmiştir. İngiliz James Jeans’a göre ise
gezegenler yanından geçen yıldızın güneşten koparttığı puro biçimli gaz bulutunun
yoğunlaşması sonucu oluşmuştur. En büyük gezegenler Jüpiter ve Satürn ise bu puronun
ortasında yani en kalın kısmında yer almaktadır. Bunların uyduları oluşurken de güneşin
çekim etkisi devreye girmiş ve aynı süreç izlenmişti. Ancak bu kuram da geçerliliğini uzun
süre sürdürememiştir. İngiliz Harold Jeffreys, durumu düzeltmek çabasıyla daha önce Yeni
Zelandalı Bickerton tarafından öne sürülen yabancı yıldızın güneşe çarpmış olacağını
savunduysa da bu varsayım da çok uzun ömürlü olmamıştır.
3- Yıldız Çiftleri: Evren de yıldız çiftleri oldukça sık görülmektedir. H.N. Russell, güneşin
yakınlarında dolaşan yabancı yıldızın güneşin eşine çarpmasından sonra kalan parçaların
gezegenleri oluşturduğunu savunmuştur. R.A. Lyttleton, yıldızın güneşin eşine aşırı
yaklaşması sonucu bunun yörüngesinden çıkıp gittiğini, kalan parçaların ise gezegenleri
oluşturduğunu öne sürmüştür.
Hoyle ise, güneşin eşinin bir süpernova patlaması sonucunda yok olmadan kütlesinin
çoğunu çevreye yaydığını söylemiştir. Gerard Kuiper’de güneşin ikizinin dağınık bir
şekilde yoğunlaşmış bir çiftli yıldız olduğunu savunmuştur. Bu sistemde eşlerden biri
güneşi oluştururken, diğeri ise gezegenlerin oluşuna yol açmış, kalan gaz bulutu da uzaya
kaçmıştır.
Günümüzde en çok benimsenen kuram Bulutsu varsayımının uzantısıdır. Buna göre spiral
biçimli kolları olan galaksi dev bir çark görünümündeydi. Kollar, galaksinin etrafını
yalayan basınç dalgaları yaratmaktaydı. Bu basınç dalgaları yüzünden oluşan çekim şokları
sonucu sıkışan gaz bulutları parçalanmaktadır. Bu parçalardan biri güneşi oluşturmuştur.
İlk dönemlerde bu parçanın sıcaklığı çok düşüktü, sıcaklık zaman içinde yükseldi ve yassı
gaz bulutu iki parçaya ayrıldı. Bunlardan birisi içte ilk güneşi, dışta ise onu saran çok daha
geniş ve seyrek yapılı kısmı oluşturdu.
Zamanla ilk güneşin iç sıcaklığı 10 milyon 0C’ye kadar çıkınca çekirdek tepkimeleri
başladı ve yüz milyon yıl sonra bulut tamamıyla bir yıldız halini aldı. Başlangıçta ikiye
ayrılan gaz bulutunun kalan kısmı ise küçük parçaların birleşmesiyle gezegenimsileri
oluşturdu. Bunların kütleleri arttıkça etrafındaki maddeleri toplayabilecek hale geldiler.
Güneşin yakınındakiler yani iç gezegenler (Merkür, Venüs, Dünya, Mars) bünyelerindeki
gaz haline dönüşebilen maddelerin buharlaşmasıyla kayaç bir yapıya sahip oldular. Ay

5
yüzeyindeki incelemelerde kraterlerin bir kısmının meteor yağmurundan değil, gazların
uzaya kaçması sırasındaki patlamalardan oluştuğu anlaşılmıştır. Dış gezegenler (Jüpiter,
Satürn, Uranüs, Neptün) ise buharlaşmadan fazla etkilenmedikleri için bu maddelerin
kayaçlar etrafında yoğunlaşmasıyla dev gezegenler halini almışlardır. Bu kurama göre,
dünya ve diğer gezegenler, güneşi oluşturan gaz ve tozcuklardan, güneşle aynı zamanda ve
soğuk olarak meydana gelmiştir. Bu toz ve zerreciklerin kökeni evrenin derinlikleri olabilir
ya da uzayda güneş tarafından tutulmuş farklı materyallerden olabilir. Bu kütlede hidrojen
ve hafif gazlar çekim azlığından dolayı uzaya kaçmış, toz ve ağır metallerden oluşmuş
kısım ise gittikçe birbirine yapışarak bir çekirdek oluşturmuştur. Bu yoğunlaşma 80–100
bin yıl gibi kısa bir sürede gezegenleri oluşturmuştur. Güneşin kütlesinin sadece % 0,2’si
ağır metallerden oluştuğu halde bu oran dünyada % 95’dir. Yani güneş ve dünya kısmen
farklı kökenlerden gelmektedir. Dünya büyük bir olasılıkla eski bir novanın (birden
parlayan yıldız) patlamasıyla etrafa yayılan elementlerden köken almıştır. Bu sayede
canlılar için gerekli olan mineralleri bulabiliyoruz.
Yaklaşık 5–6 milyar yıl önce yıldızlar arası gaz ve toz bulutlarından oluşan dünyanın ilk
evrelerinde kapladığı alan bugünkünden çok daha fazlaydı. Artan yoğunlukla, bu küre
büzülmeye ve küçülmeye başlamış, büyüyen basınç ve radyoaktif elementlerin
parçalanmasıyla sıcaklık da yükselmiştir. İç tarafın akıcı bir hal almasıyla ağırlıklarına
göre maddeler içten dışa doğru dizilmeye başlamıştır. Güneşe olan uzaklığı, kabuk
bağlamasını sağlayacak ve üzerinde oluşacak kimyasal bağları parçalamayacak kadar
düşen sıcaklık birçok şeyi meydana getirmiştir.

You might also like