You are on page 1of 6

ATMOSFERİN OLUŞUMU VE CANLILARIN ORTAYA ÇIKIŞI

Dünyanın oluşumunda ulaşılan bu evrelerde henüz atmosfer oluşmamıştı, çünkü kütle


azlığından dolayı gazların çoğu uzaya kaçmış, sadece ağır metallerle bileşik yapan
elementler yerin yüzeyinde kalabilmiştir. Üzeri oldukça ince, katı bir kabukla kaplı dünya
o dönemlerde içteki kızgın lavları dışarıya püskürten yanardağlarla doluydu ve bunlardan
birçok mineralin yanı sıra % 97’si su buharı olan gazlar da çıkıyordu. Fakat yerkabuğunun
dış yüzey sıcaklığı 100 0C’nin üzerinde olduğu için bu su buharı soğuyarak yerin
yüzeyinde toplanamıyordu. Sürekli buharlaşma yeryüzünün ısısını uzaya taşıyarak
soğumayı sağlıyordu. Her taraf su buharından dolayı kalın bir sis tabakasıyla örtüldüğü
için güneş ışınları yerin yüzeyine ulaşamıyordu. Atmosferde ve yer kabuğunun altında
bulunan gazlarda serbest oksijen yoktu. Başlangıçta olanlar uzaya kaçmış, sonra oluşanlar
da mineralleri oksitlemek suretiyle bağlanmıştı. Serbest oksijenin olmaması, ileri de
canlıları oluşturacak, inorganik yoldan kazanılmış organik moleküllerin oksitlenmeden
saklanmasını, dolayısıyla canlılığın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Daha sonra fotosentez
yapabilen canlıların ortaya çıkmasıyla oluşan serbest oksijen ise, canlı türlerinin
çeşitlenmesini sağlamış, aynı zamanda yeni canlı oluşturabilecek tüm olanakları da
önlemiştir. Birçok element ve mineral içeren, su buharınca zengin olan bu atmosferin
içerisinde, güneş ışınlarının doğrudan etkisi dolayısıyla, inorganik yoldan, aminoasitler,
polipeptitler, çekirdek asitleri, porfirinler vb. gibi, organik maddeler sentezlenmiş ve
oksitlenmeden yerkürenin çukurlarına çökmüştür. Bu arada su buharı aracılığıyla ısı
taşınımı ve soğuma sürmüş ve yeryüzünün sıcaklığı 100 oC’nin altına düşerek su buharının
çok büyük bir kısmı, su halinde çukurluklara toplanmıştır.
Atmosferden su buharının çekilmesi havanın berraklaşmasına, güneş ışınları ve kısa
dalgalı, yüksek enerjili ışınların tüm etkinliğiyle yerin yüzeyine kadar ulaşmasına neden
olmuştur. Atmosfer olayları, yağmur ve fırtınalar artmış, erozyonla kayaçlar yıkanarak ve
parçalanarak suların biriktiği okyanuslara taşınmaya başlamıştır. Bu sular mineral tuzlar ve
daha önceki dönemde oluşmuş ilkin organik maddeler bakımında iyice zenginleşmiştir.
Güneş ışınları ve özellikle de kısa dalgalı ışınlar bu sulara çarparak, enerjice zengin
olduğundan hem sentezlenme tepkimelerini sağlamış, hem de sentezlenmiş karmaşık
moleküllerin yıkılmasına neden olmuştur. Su yüzeyine yakın daha önce oluşmuş karmaşık
moleküller bu ışınlarla kendilerini oluşturan temel birimlere kadar parçalanırken, belirli
katmanlarda, belirli dalga boyundaki ışınlar yeni karmaşık moleküllerin sentezlenmesine
yol açmıştır. Ağırlığından dolayı aşağı çöken karmaşık moleküller, parçalanarak dibe
çökmüş ve daha sonra oluşacak canlıların temel maddelerini hazırlamıştır. Kısa dalgalı

7
ışınların ikinci önemi su moleküllerinin üzerinde görülmektedir. Bu ışınların bazılarının
enerjisi su moleküllerinin atomlarına kadar parçalanmasına yol açabilir. Fotodissosiyasyon
(ışık ile parçalanma) olayıyla tüm su yüzeylerinden serbest hidrojen (H2) ve serbest
oksijen (O2) çıkmıştır. Oksijenin bir kısmı atmosferin üst kısımlarına doğru yükselirken
yüksek enerjili güneş ışınlarının bombardımanıyla ozon tabakasını (O3) oluşturmuştur. Bir
kısmı ise inorganik ya da oluşmuş organik maddelerin oksitlenmesinde kullanılmıştır.
Ozon tabakası çok etkili bir morötesi ışın filtresidir. Bu filtre oluştuktan sonra artık su
üzerinden fotodissosiyasyon ile serbest oksijen elde edilmesi durmuştur. Ortamdaki serbest
oksijen, oksitlenme ile bir zaman sonra bitince, ozon tabakası zayıflamış ve morötesi
ışınlar tüm etkinliğiyle yeryüzüne tekrar ulaşmaya ve serbest oksijeni tekrar çıkarmaya
başlamışlardır. Bu denge fotosentez yapan canlılar ortaya çıkıncaya kadar devam etmiştir.
Ozon tabakasının karşılıklı etkileşimle oksijeni belirli bir düzeyde tutmasına Urey Etkisi
adı verilir.

8
CANLILARIN ORTAYA ÇIKIŞI VE EVRİMİ

Canlıların ortaya çıkışı ve evrimi konusunda öne sürülen görüşlerin bazıları şunlardır;
1- Canlılığın Tanrı Tarafından Doğrudan Yaratılışı: Genel olarak tüm dinlerde insanın
bugünkü haliyle Tanrı tarafından yaratıldığına ilişkin inanışlar vardır. Diğer canlıların
yaratılışı konusunda açık bilgiler vermemesine karşın, insanların ilk defa çamurdan
yaratılmasıyla köken aldığına inanılmaktadır.
2- Canlıların Yıldızlar Arası Taşınımı: Canlılığın gelişmiş ya da daha ilkel bir yapı halinde bir
gök cisminden geldiğini savunan görüştür. Bu taşınım ya gelişmiş bir canlı tarafından ya da
pasif olarak gerçekleşmiş olabilir.
3- Kendi Kendine Oluşum (Abiyogenez): Eski çağlarda, birçok canlının kendiliğinden
doğadaki bazı cansız materyallerden ve canlı artıklarından oluştuğu düşünülmüştür. Kurumuş
bir havuzda, yağmurlardan sonra birçok canlının ortaya çıkması ve kokuşmuş etlerden
kurtçukların oluşumu bu nedene dayandırılmıştı.
4- Moleküler Yaratılış (Biyogenez): Canlıların kökeninin, koşulların uygun olduğu bir devirde
inorganik maddelerden, moleküler düzeyde canlı maddeler oluşmasına dayandığını savunan
görüştür.
Anorganik maddelerden hangi tip tepkimelerle, hangi organik maddelerin meydana geldiği
belirli ölçüler içerisinde bilinmektedir. Ayrıca bildiğimiz tüm canlıların bir atoma yani
karbon atomuna bağlı olduğunu da biliyoruz. Karbon atomları, hem diğer karbon
atomlarıyla hem de başka elementlerle birleşerek karmaşık moleküller oluşturmada üstün
bir yeteneğe sahiptir. Karbon atomu, yer kabuğunda bulunan metalik karbitlerle temsil
edilmektedir. Su ile temasa geçen bu karbitler asetileni yaparlar. Asetilen, bu devirde
yoğun olarak bulunan kısa dalgalı ışınların etkisiyle polimerizasyona uğrayarak organik
bileşikleri oluşturabilir. Bu konuda ilk denemeler 1953 yılında Miller tarafından
gerçekleştirilmiştir. Miller, ham madde olarak o devirde ilkin atmosferde ve ilkin
okyanuslarda bol bulunduğu varsayılan karışımları, enerji kaynağı olarak da, mor ötesi
ışınları (UV) ve yıldırımlara denk olan elektrik deşarjını kullanmıştır. Balon içerisinde bu
ışınlarla 24 saat bombardıman edilen bu karışımları inceleyen Miller, ortamda amonyak,
metan, su buharı ve hidrojen gazından, canlıların yapısına katılan birçok bileşiğin yanı sıra
en yaygın üç aminoasidin (glisin, asparajin ve alanin) oluştuğunu görmüştür. Benzer
koşullarda yapılan birçok deneyde, kullanılan karışımın ve enerjinin çeşidine göre farklı
şekerler, yağ asitleri, gliserol, aminoasitler, pürin, pirimidin gibi azotlu bazlar, hatta
canlılar için enerjinin depolandığı molekül olan ATP, bitkilerde fotosentezi sağlayan

9
klorofilin ilkin maddesi porfirin sentezlenebilmekteydi. Birçok ilkin organik molekül
sularda sentezlenmiş ve sürekli olarak okyanuslara yığılmaya başlamıştı. Suyun
buharlaşmasıyla bu maddelerin yoğunluğu gittikçe artmış ve dolayısıyla birbirine değme
ve tepkimeye girme şansı artmıştı. Öyle ki, farklı yapıdaki moleküllerden oluşmuş bir
çorba ortaya çıkmıştır. Değişik enerjilerin etkisiyle bu ilkin moleküllerin bazıları arasında
tepkimeler ortaya çıkarak, daha karmaşık moleküller oluşmuştu. Oluşan bu
makromoleküllerin arasında aminoasitlerin birleşmesiyle protenoit denilen bir çeşit
protein, purin, pirimidin, riboz, deoksiriboz ve fosforik asitlerin birleşmesiyle de RNA ve
DNA segmentlerinin oluşması muhtemeldir. Canlılığın sihirli maddesi olarak tanımlanan
proteinler 100 ile 30.000 kadar aminoasitten oluşmuştur. Tüm canlılar kural olarak yalnız
20 çeşit aminoasit taşır ve aralarındaki farklar bu aminoasitlerin değişik
kombinasyonlarıyla ortaya çıkar.
Yaşayan moleküller ortaya çıktıktan sonra, meydana gelen ikinci aşama hücre zarının
oluşumudur. Çünkü oldukça uzun yapılı olan DNA segmenti ve enzimler, çevre
koşullarından kolayca etkilenebilir. Bu aşamada etrafı yarı geçirgen bir zarla çevrilmiş olan
çekirdek asidi-enzim birlikleri diğerlerine göre yaşam savaşında bir üstünlük kazanmıştır.
Çünkü oluşan bu zar içteki kalıtsal materyali dıştaki yıkıcı etkiden koruyordu. Bu keseciğe
ilkel ya da ilkin hücre adı verilir. Bu keseciğin içindeki sıvının yapısı, çevredeki sıvıların
yapısından, özellikle ozmotik basıncından pek farklı olmamakla beraber, oluşan zarın yarı
geçirgen özelliğinden dolayı, yani belirli molekülleri hücre içine geçirmede kolaylık, belirli
molekülleri geçirmede güçlük çıkarmasından dolayı, kısmi bir farklılaşma başlamıştır.
İlkin hücrenin uzun bir sürede evrimleşmesiyle ve diğer bazı hücrelerle ortak yaşamaya
uyumu sonucu hücreler ortaya çıkmıştır. İlk olarak, çekirdeksiz, kalıtsal materyali tüm
hücre içine dağınık olarak yayılmış bulunan prokaryotlar gelişmiştir. Bakteriler, mavi-yeşil
algler, rikestsiyalar, aktinomisetler ve miykoplazmalar bu gruptandır. Mavi-yeşil algler
hariç hepsi bir hücrelidir. Mitoz bölünme yoktur. Kromozomlar açılarak hücrenin bir
ucundan diğer ucuna hareket ederek kendini eşler. Daha sonra hücre bölünür. Kesin
olmamakla birlikte 2.5-3 milyar yıl önce, kese şeklindeki ilkin hücrelerden prokaryotların
evrimleştiği varsayılmaktadır. Çekirdekli hücreler ise, kalıtsal materyali hücre içinde belirli
bir zarla çevrilmiş çekirdeğin içinde bulunan hücrelerdir. Kromozomları DNA’lardan ve
proteinden yapılmıştır. Mitozla bölünürler. Sitoplazmalarında karmaşık organeller taşırlar.
Hücre zarı olan, çekirdek zarını ve ribozomları da kazanmış yarı gelişmiş ilkin hücreler,
dünyadaki tüm sulara yayılmış ve birikmiş olan ham materyali bitirmeye başlamıştır. Bu
aşamada yaşam sadece sularda vardı. Yeryüzüne ulaşan UV ışınları ile yeni maddeler

10
sentezlense dahi tüketim karşılanamıyordu. Başlangıçta herhangi bir işleve sahip olmadan
sadece rastlantısal olarak hücrenin içinde bulunan porfirinler (kloroplastlar), kimyasal
yapılarından dolayı, belirli ışık boylarını absorbe edebilme özelliklerinden dolayı, bir süre
sonra çevrede ham organik maddelerin tükenmesiyle bulunduğu hücreye yarar sağlamaya
başlamıştır. Hücreler, porfirinin güneş ışığındaki enerjiyi depo ederek bağ enerjisine
dönüştürmeleri sayesinde besin tükenmesinden dolayı oluşan açlıktan kurtulmuşlardır.
Kendi beslek (ototrof) canlıların (bitkilerin) ilk oluşumu, bu bileşiğin işlev görmesiyle
başarılmıştır. Bu uyumu yapamayan ilkin hücreler ortadan kalkarken, bir kısmı değişerek
kendi besinini sağlayan bu hücre tiplerini yemeye yani ilk hayvan tiplerini yapmaya
başlamışlardır. Kısmi kendi beslek hücreler, güneş enerjisini kullanmak suretiyle, ancak,
daha önce hazır besin olarak aldıkları maddelerin bir önceki bileşiğini son ürüne
çevirebilmişlerdir. Yani porfirinsiz hücrelerin aldığı hazır besin Z maddesi ise, yeni
hücreler, ortamda besin olarak kullanılmayan, fakat oldukça bol olan Y maddesini Z
maddesine çevirerek besin olarak almaya başlamışlardır. Bunun için gerekli enerjiyi
porfirin sayesinde güneşten sağlamış, enzim ise daha önce proenzim olarak hücreye girmiş
bulunan bileşiklerden veya mutasyonlarla elde edilmişti. Böylece Y maddesinden Z
maddesini sentezleyen hücreler büyük bir üstünlük sağlamıştır. Bir süre sonra bu besin
tükenmesi A maddesine kadar gelmiştir. A maddesi, ortamda bol miktarda bulunan
anorganik maddelerdir (H2O, CO2, N, tuzlar vs.). Son aşamaya gelmiş canlılar, gerekli
H’yi suyu, güneş enerjisinin yardımıyla parçalayarak, CO2’yi de ortamdan almaya
başlamış yani gerçek bitkileri oluşturmuşlardır. Böylece atmosferdeki oksijenin % 98’inin
bitkilerden oluştuğu varsayılmaktadır. Buna bağlı olarak dış beslek (hetetrof) hücreler de
evrimleşmiştir. Bu gelişmelerin sonucu, canlıların o güne kadar karşılaşmadığı, onlar için
zehir etkisi olan serbest oksijen, bir çeşit artık madde olarak ortama atılmaya başlamıştır.
İşte bu aşamada bakteri benzeri ilkin hücrelerden bazıları oksijene karşı korunmayı
sağlayan enzim sistemini geliştirmiş, hatta onu metabolizmasının bir parçası olarak
(mitokondriler) kullanmaya başlamış ve diğer canlılara karşı tartışmasız bir üstünlük
kurmuştur. Birkaç yüz bin sene içinde bu yeni formlar tüm dünyada hakim duruma
geçmiştir. Çünkü sadece laktik aside kadar parçalanarak enerjisi alınmış (sadece 2 ATP)
son ürünler, bu yeni sistemde oksitlenerek H2O ve CO2‘de kadar parçalanmış ve böylece
çok büyük miktarlarda (36 ATP) enerji elde edilmiştir. Bu yeni özelliği kazanmış bireyler
çok büyük besin kaynaklarına ulaşmıştırtır. Gerçek solunum bu aşamadan sonra ortaya
çıkmıştır. Oksijeni metabolizmalarının bir kısmı olarak kullanabilen bakteri benzeri bu

11
hücreler, büyük bir olasılıkla daha büyük yapılı hücreler tarafından hücre içine alınarak
ortak yaşamaya başlamış ve bu ilişki bir süre sonra tam bir simbiyozise dönüşmüştür.

12

You might also like