Professional Documents
Culture Documents
Sofi'nin Dünyası
Pan Yayıncılık
Jostein Gaarder ve H. Aschehoug & Co. Oslo 1991 Bu kitap ilk kez Sofies verden
adıyla Oslo'da H. Aschehoug & Co. tarafından 1991 yılında yayınlanmıştır.
ISBN 975-7652-41-5
Jostein Gaarder
Sofi'nin
DÜNYASI
Pan Yayıncılık
İçindekiler
CENNET BAHÇESİ........................................ 9
SİLİNDİR ŞAPKA.............................................18
...iyi bir filozof olmak için gereken tek şey, hayret etme yetişidir...
MİTLER....................................,.......................30
DOĞA FİLOZOFLARI..................................... 37
DEMOKRlTOS.................................................52
KADER.............................................................58
SOKRATES...................................................... 68
PLATON...........................................................92
ARİSTOTELES...............................................120
HELENİZM.....................................................139
KARTPOSTALLAR........................................159
İKİ KÜLTÜR..................................................168
ORTAÇAĞ.,.....................................................185
RÖNESANS....................................................212
BAROK DÖNEMİ..........................................246
SPİNOZA........................................................280
LOCKE............................................................291
...öğretmen sınıfa girmeden önce yazısız ve bomboş duran bir karatahta gibi...
HUME..............................................................303
BERKELEY...................................................320
...alev alev yanan bir güneşin etrafında dönmekten sersemleşmiş bir gezegen
gibi...
BJERKELY.....................................................326
KANT..............................................................366
ROMANTİZM DÖNEMİ................................388
HEGEL...........................................................408
...doğru olan tarihe direnebilen şeydir...
KİERKEGAARD.............:..............................421
MARX.............................................................436
DARWÎN........................................................ 456
FREUD...........................................................484
KONTRPUAN............................................... 547
"Goethe"
CENNET BAHÇESİ
.sonuç olarak, şu ya da bu, bir zamanlar yoktan varolmuş olmalıydı...
Sofi Amundsen okuldan eve geliyordu. Yolun bir kısmını kız arkadaşı Jorün'le
yürürken, robotlardan bahsetmişlerdi. Jorün'e göre insan beyni gelişmiş bir
bilgisayar gibiydi. Sofi ise pek emin değildi bundan. İnsanın bir makineden, daha
öte bir şey olması gerekmez miydi?
Büyük süpermarketin orada ayrılmışlardı. Sofi geniş bir alana uzanan tek katlı
evlerden birinde oturuyordu. Evleri, Jo-rün'lerin evinden iki misli daha uzaktı
okula. Ardında başka ev olmayıp derin bir orman başladığından, Sofi'ye evleri
dünyalın ta en ucundaymış gibi geliyordu.
Sofi Yonca Sokağı'na saptı. Sokağın en dibinde "Kaptan Virajı" denen bir
dönemeç vardı. Bu yoldan cumartesi pazar günleri dışında pek geçen olmazdı.
Mayıs'm ilk günlerinden biriydi. Bazı bahçelerde meyve ağaçlarının dibinde öbek
öbek nergisler açmıştı. Ağaçlar yeşil, ince bir örtüye bürünmüşlerdi.
Her şeyin yılın bu vaktinde büyüyüp gelişmeye başlaması ne ilginçti! Karlar eriyip
havalar ısınmaya başlar başlamaz onca yeşil bitki özünün cansız topraktan
fışkırmasını sağlayan şey neydi?
Sofi bahçe kapısını açarken posta kutusuna bir gözattı. Postada bir sürü reklam
broşürü ve annesine gelmiş birkaç büyük zarftan başka bir şey olmazdı pek. Sofi
yukarı çıkıp ders çalışmaya başlamadan önce bunlardan mutfak masasının
üzerinde koca bir yığın yapardı.
SOFİNİN DÜNYASI
Babasına arada bir bankadan birkaç mektup gelirdi, o kadar. Babası başka
babalara benzemezdi ama! Koca bir petrol tankerinin kaptanı olan babası, yılın
büyük bir kısmını dışarıda geçirirdi. Birkaç haftalığına eve geldiği zamanlar pıtır
pıtır ortalıkta dolaşır, Sofi ile annesine hoş vakit geçirtirdi. Ama gemide olduğu
zamanlar epey uzaklaştığı olurdu onlardan.
fi'ye idi.
Küçük zarfın üzerinde "Sofi Amundsen" yazıyordu. "Yonca Sokağı No. 3". Zarfta
başka da bir şey, mektubun kimden olduğu filan yazmıyordu. Hattâ pul bile
yapıştırılmamıştı zarfa.
Sofi bahçe kapısını ardından çekip kapadığı gibi, mektubu açü. Küçücük zarfın
içinden kendisi kadar küçük bir kâğıt çıktı sadece. Kâğıtta şöyle yazıyordu:
Kimsini
Bundan başka bir şey yazmıyordu kâğıtta. Ne bir selam, ne kimin gönderdiği...
Soru işaretiyle son bulan bu tek sözcük, o kadar.
Sofi zarfa tekrar baktı. Evet, mektup kendisineydi işte. Ama kim koymuştu bu
mektubu posta kutusuna?
Sofi aceleyle kırmızı evlerinin kapısını açtı. Kedisi Şere-kan her zamanki
atakhğıyla çalıların arasından fırlayıp girişteki merdivenleri tırmanarak Sofi tam
kapıyı çekecekken içeriye daldı.
Sofi'nin annesinin kafası bir şeylere bozuk olduğunda evlerini hayvanat bahçesine
benzettiği olurdu. Sofi'nin de pek övündüğü küçük bir hayvanat bahçesi yok
değildi doğrusu: önce kırmızı balıkları olmuştu - Keloğlan, Kırmızı Başlıklı Kız ve
Kara Korsan. Sonra muhabbet kuşları Edi ile Büdü, kaplumbağası Govinda ve de
sarı-kahverengi renkli tekir kedisi Şerekan. Tüm bu hayvanlar annesi işten eve
geç geliyor, babası da evden
10
CENNET BAHÇESİ
Sofi çantasını omuzundan çıkardıktan sonra Şerekan'm yemeğini bir kaba koydu.
Elinde gizemli mektubunu tutarak mutfaktaki taburelerden birine oturdu.
Kimsin?
Ah, bir bilseydi! Tabii ki Sofi Amundsen idi ama, ya o kimdi? Henüz bunu
keşfedebilmiş değildi.
Ya adı Sofi değil, başka bir şey olsaydı? Mesela Anna Knut-sen. O zaman başka
biri mi olurdul
O anda aklına babasının ona aslında Synnöve adını vermek istediği geldi. Sofi
kendini Synnöve Amundsen olarak tanıtırken gözünün önüne getirmeye çalıştı.
Hayır, olmuyordu. Kendini böyle tanıştıran o değil, başka bir kız oluyordu.
Yere atlayıp elindeki garip mektupla banyoya gitti. Aynanın önünde dikilip
gözlerinin içine baktı.
Aynadaki kız ise yüzünü buruşturarak olsun cevap vermedi. Sofi ne yaparsa onun
aynısını yapıyordu. Jet gibi hareketlerle aynadaki aksini yanıltmaya çalıştı ama o
da onun kadar hızlıydı. Sofi:
Sorusu yine cevapsız kaldı ama Sofi bir an için soruyu kendinin mi, aynadaki
görüntüsünün mü sorduğu konusunda kuşkuya düştü.
Dış görünüşünü pek beğenmezdi Sofi Amundsen. Güzel badem gözleri olduğunu
söylerlerdi; ama o bunu burnu çok küçük, ağzı da çok büyük olduğundan
söylediklerini düşünürdü. Üstelik kulakları da gözlerine çok bitişikti. Hele o pırasa
saçla-
11
SOPfNİN DÜNYASI
rı! Babası Claude Debussy'nin bir eserinden esinlenerek "Lepiska saçlı kız"
diyerek saçlarını okşardı arasıra. Kolaydı elbet söylemesi; bütün yaşamı boyunca
bu dümdüz kara saçlar onun değil Sofi'nin omuzuna dökülecekti. Ne sprey fayda
ediyordu ne de jöle!
İnsan neydi?
Sofi tekrar aynadaki kıza baktı. Gidip Fen ödevimi yapayım, dedi özür dilercesine
ve bir çırpıda koridora fırladı.
Elinde gizemli mektubuyla dururken içini garip bir duygu kapladı. Sanki aslında bir
kuklaymış da birisi bir büyü yapmış, böylelikle yaşayan bir canlı olmuş gibi hissetti
kendini.
Şu an dünyadaydı işte ve garip değil miydi, böyle müthiş bir masalda yaşıyor
olması?
Şerekan çitten atlayıp çalılara daldı. Yaşam dolu bir kediydi Şerekan; beyaz
bıyıklarından başlayıp dümdüz vücudunun en gerisinde sallanan kuyruğuna dek
capcanlı. Kedi de bahçedeydi, ama o, Sofi gibi bunun farkında değildi herhalde.
12
CENNET BAHÇESİ
Ölümden sonra hayat var mıydı? Kedinin bundan da haberi yoktu herhalde.
Sofi'nin kısa bir süre önce babaannesi ölmüştü. Yarım seneden fazla bir süredir
hep babaannesini düşünüp özlemişti. Yaşamın bir an gelip son bulması haksızlık
değil miydi?
Sofi çakıl taşlı yolda durup düşünmeye daldı. Hep varolmayacağı düşüncesini
unutmak için varolduğunu düşünmeye çabalıyordu, ancak yapamıyordu. Varolduğu
düşüncesine yoğunlaşabildiğinde hemen aklına hayatın sonu geliyordu. Ve tersi:
bir gün gelip yokolacağmı düşündüğünde, yaşamın ne kadar değerli olduğunu
anlıyordu. Madeni bir paranın bir ön bir arka yüzünü döndürüp duruyordu sanki.
Bir taraf ne kadar büyük ve belirginse, öbür taraf da o kadar büyük ve belirgin
oluyordu. Yaşam ve ölüm madalyonun iki yüzüydü.
Yaşamanın ne güzel bir şey olduğunu anlamak için hasta olmanın gerekmesi ne
üzücü bir şeydi! Bak işte kimine gizemli bir mektup çıkıveriyordu posta
kutusundan!
Gidip başka bir şey var mı diye baksa mıydı posta kutusuna? Hemen kapıya koşup
posta kutusunun yeşil kapağını kaldırdı. Kutuda aynen bir önceki gibi bir zarfm
durduğunu gördüğünde aklı çıktı. İlk zarfı aldıktan sonra kutuyu iyice kontrol
etmemiş miydi acaba?
Bu zarfta da Sofi'nin adı yazılıydı. Zarfı açtığında içinden aynen öbürü gibi beyaz
bir kâğıt çıktı.
13
SOFÎ'NİN DÜNYASI
bir şeyi? Ama yine de yerinde bir soruydu bu. Hayatında ilk kez, böyle bir soruyu
hiç değilse sormuş olmak gerektiğini düşündü.
Geçit, Sofi'nin herkesten gizli yeriydi. Buraya çok kızgın, çok üzgün ya da çok
mutlu olduğu zamanlar gelirdi. Bugünse yalnızca şaşkındı.
Kırmızı evleri büyük bir bahçenin içindeydi. Bahçede pek çok çiçek yatağı,
böğürtlen çalıları, meyve ağaçları, ortasında salıncak olan koca bir çimenlik alan
ve büyükbabasının, karısı ilk çocuğunu doğar doğmaz kaybettiği zaman ona teselli
olsun diye yaptırdığı küçük bir kulübe vardı. Zavallı kızcağızın adı Marie idi.
Mezar taşında: "Geldi küçük Marie'miz bize, şöyle bir görünüp hemen döndü
geriye", yazılıydı.
Tıpkı bahçenin yukansmdaki tavşan kümesi gibi, bu çalılık da Sofi dışında herkese
gereksiz bir şey olarak görünürdü. Çünkü kimse Sofi'nin gizli yerinden haberdar
değildi.
Eskiden beri çalılıkta dar bir geçit olagelmişti. Sürünerek buradan girilince,
çalıların ortasında geniş bir alana çıkılırdı. Küçük bir kulübe gibiydi burası. Sofi,
burada onu kimsenin bulamayacağından emin olabiliyordu.
Sofi elindeki iki mektupla koşarak bahçeyi geçti, eğilip emekleyerek çalıların
arasına girdi. Geçit ayakta durabileceği
14
CENNET BAHÇESİ
kadar yüksekti ancak o bu kez birkaç kalın çalı kökünün üzerinde oturmayı tercih
etti. Buradan dalların ve yaprakların arasındaki küçük deliklerden dışarıyı
gözetleyebiliyordu. Boşlukların hiçbirisi madeni para büyüklüğünden daha iri
değildi ama, aralarından bakılınca tüm bahçe görülüyordu. Küçükken burada
oturup annesiyle babasının onu arayışlannı seyretmek hoşuna giderdi.
Sofi hep bu bahçenin başlı başına bir dünya olduğunu düşünürdü. Yaradılış
öyküsündeki Cennet Bahçesi'ni her duyuşunda, burada Geçit'de oturup kendi
küçük cennetini seyredişi gözünün önüne gelirdi.
Ah, bir bilseydi! Dünya'nın koca evrende küçük bir gezegen olduğunu biliyordu.
Ama ya evrenin kendisi nasıl meydana gelmişti?
Peki evren başka bir şeyden meydana gelmişse o şeyin de yine başka bir şeyden
meydana gelmiş olması gerekmez miydi? Sofi bu şekilde sorunu sadece
ertelemekte olduğunu anladı. Sonuç olarak şu ya da bu bir zamanlar yoktan
varolmuş olmalıydı. Ya bu mümkün müydü? Bu da dünyanın hep varolageldiğini
düşünmek kadar olanaksız bir şey değil miydi?
15
SOFİ'NİN DÜNYASI
karşı çıktı. Tann her şeyi yaratmış olabilirdi kuşkusuz, ancak kendisini, kendisini
yaratacak "kendisi" olmadan yaratmış olamazdı. O zaman geriye tek bir yanıt
kalıyordu: Tanrinın her zaman varolmuş olduğu. Ama bu olasılığı da daha biraz
önce elemişti ya! Her şeyin bir başlangıcı olması gerekiyordu.
- Hay Allah!
Sofi'yi gündelik hayatından çekip alarak onu bir anda evrenin büyük sırlarıyla
başbaşa bırakan bu kişi kimdi?
Günlük mektupları postacı daha yeni getirmişti. Sofi elini atıp reklam
broşürlerini, gazeteleri ve annesine gelmiş birkaç mektubu çıkardı. Kutudan bir
de üzerinde kumsal resmi olan bir kartpostal çıktı. Kattan arkasını çevirdi. Kart
Norveç puluy-la gönderilmiş; pul, "BM taburu" diye damgalanmıştı. Kart
babasından olabilir miydi? Ama babası dünyanın bir başka köşesinde değil miydi şu
an? Yazı da onun yazısı değildi üstelik.
Adresi okuyunca nefesi kesiliyor gibi oldu Sofi'nin. "Hilde Möller Knag, Sofi
Amundsen eliyle, Yonca Sokağı 3..." Adresin gerisi de Sofilerin adresine
uyuyordu. Kartta şunlar yazılıydı:.
Sevgili Hilde. 15. yaşını candan kutlarım. Senin de göreceğin gibi sana, seni
geliştirecek bir hediye vermek istedim. Kartı Sofi'ye gönderdiğim için beni affet.
En kolayı buydu. Sevgiler. Baban.
16
CENNET BAHÇESİ
yordu.
Kendi 15. yaşgününden bir aydan daha kısa bir süre önce 15 yaşma giren bu
"Hilde" de kimdi?
Sofi koridorda duran telefon rehberini aldı. Soyadı Möller, adı Knag olan çok kişi
vardı. Ama şu koca rehberde adı soyadı Möller Knag olan tek kimse yoktu.
Tekrar esrarengiz kartpostala baktı. Evet, gerçekti işte, pullu ve damgalı gerçek
bir kart!
Niye bir baba, başka bir adrese gideceği gün gibi ortada olan bir kart göndersindi
Sofi'ye? Hangi baba bir yaşgünü kartını böyle dolambaçlı yollardan göndererek
şaşırtmaya kalkardı kızını? Böylesi nasıl "en kolay" olabilirdi? Her şeyden
önemlisi: Sofi nasıl bulabilecekti Hilde'nin izini?
Öğleden sonraki birkaç saat içinde üç sır çıkmıştı karşısına. Birincisi, o iki beyaz
zarfı posta kutusuna kimin koyduğuydu. İkincisi, bu zarflarda yazılı olan o zor
sorulardı. Üçüncü sır da, Hilde Möller Knag'ın kim olduğu ve tanımadığı bu kıza
gönderilmiş olan yaşgünü kartının neden Sofi'ye geldiğiydi.
17
SİLİNDİR ŞAPKA
....iyi bir filozof olmak için gereken tek şey, hayret etme yetişidir...
Sofi mektupları yazan kişinin onunla tekrar ilişkiye geçeceğinden emindi. Şimdilik
mektuplardan kimseye söz etmemeye karar verdi.
Şimdiye kadar hiç duymadığı bir duyguya kapılmıştı; okulda ve okulun dışında
herkes rastgele şeylerle ilgileniyordu hep. Oysa okuldaki normal derslerden öte
cevaplandırılması gereken daha büyük ve zor sorular vardı.
Bu tip soruların cevaplarını bilen insanlar var mıydı? Sofi, fiil çekimlerini
hafızlamaktansa bu soruları düşünmenin daha önemli olduğunu düşünüyordu
enkazından.
Zil çalınca dışarı öyle bir fırladı ki, arkadaşı Jorün ona yetişmek için ardından
koşmak zorunda kaldı.
18
SİLİNDİR ŞAPKA
- O zaman anlat bakalım, neymiş birdenbire bunlardan çok daha önemli olan şey?
Bir süre bir şey söylemeksizin yürüdüler. Futbol sahasına gelince Jorün:
"Sahadan gitmek". Jorün'lere en'kestirme yol buydu, ama Jorün ancak eve
misafir geleceği ya da dişçiye gideceği zamanlar buradan geçerdi.
Sofi, Jorün'ün kalbini kırdığı için üzgündü. Birdenbire kim olduğu ve dünyanın
nasıl oluştuğuna öyle dalmıştı ki, tenis oynamaya vakti yoktu. Arkadaşı bunu
anlayabilir miydi?
Soruların en önemlisi, öte yandan belki de en doğalıyla ilgilenmek niye böyle güç
bir iş olsundu?
Posta kutusunu açarken kalbinin hızla çarpışını duydu, îlk çırpıda bankadan bir
mektup ve annesine gelmiş bir kaç büyük san zarf buldu kutuda. Öf, oysa Sofi
kendisine yine o meçhul kişiden mektup gelmiş olacağını umuyordu.
Bahçe kapısını kaparken birden büyük zarflardan birinin üzerinde kendi adının
yazılı olduğunu farketti. Zarfın arkasında, "Felsefe kursu. Çok dikkatle
davranırımız," diye yazıyordu.
Sofi çakıl taşlı yolu bir çırpıda geçip çantasını merdivenlere bıraktı. Öteki
mektupları paspasın altına sıkıştırıp, Ge-Çİt'ine koştu. Büyük mektubun orada
açılması gerekiyordu.
Zarfta birbirine bir ataşla bağlı üç daktilo sayfası duruyordu. Sofi okumaya
başladı.
19
SOFİNİN DÜNYASI
Felsefe nedir?
Sevgili Sofi. İnsanların türlü türlü hobileri vardır. Bazıları eski para veya pul
biriktirir, kimisi el sanatlarıyla ilgilenir, kimisi de bir spor dalıyla uğraşır.
Acaba tüm insanları ilgilendirmesi gereken şeyler var mıdır? Kim olurlarsa ve
nerede yaşıyor olurlarsa olsunlar, tüm insanları ilgilendiren bir şey var mıdır?
Evet, sevgili Sofi, tüm insanların sorması gereken bazı sorular vardır. Bu kurs da
işte bu sorular hakkında. Hayatta en önemli şey nedir? Açlığın sınırında bir insana
bunu sorarsak, yiyecek der. Soğuktan donan birine sorsak, sıcaklık der. Kendini
yalnız hisseden birine sorsak, başka insanlarla beraber olmak, diye cevap verir.
Ancak bu tür ihtiyaçlar karşılandığında tüm insanların hâlâ ihtiyaç duyduğu başka
şeyler var mıdır? Filozoflara göre, evet, vardır. Filozoflar, insanların yalnızca
yemek yiyerek yaşayamayacağını söylerler. Elbette tüm insanlar yemek yemek
zorundadır. Herkesin sevgi ve ilgiye de ihtiyacı vardır. Ama bunların ötesinde,
insanların gereksindiği bir başka şey vardır. İnsanlar, kim olduklarını ve neden
yaşadıklarını bilmek isterler.
Neden yaşadığımız konusuyla ilgilenmek, pul toplamak kadar "rastlantısal" bir ilgi
değildir. Bu gibi sorularla ilgilenen kişiler, insanların dünya varolduğundan beri
tartıştıkları bir şeyle ilgilenmektedirler. Evrenin, dünyanın ve yaşamın nasıl
ortaya çıktığı, geçen yıl
20
SİLİNDİR ŞAPKA
Dünya nasıl yaratıldı? Olan bitenin ardında bir güç ve bir anlam var mı? Ölümden
sonra bir hayat var mı? Niye böyle sorular sormalıyız aslında? Hepsinden
önemlisi: nasıl yaşamalıyız?
'ay-
Bir soruyu cevaplamak güç de olsa, sorunun tek ama bir tek cevabı olduğu
düşünülebilir. Ölümden sonra bir tür varoluş ya vardır ya da yoktur.
Eskiden sorulan soruların bir kısmını bugün bilim yanıtlamıştır. Bir zamanlar ayın
arka yüzünün nasıl olduğu müthiş bir sırdı insanlar için. Bu gibi konular tartışmaya
bile gelmez şeylerdi; herkes
21
SOFfNÎN DÜNYASI
hayal gücüne göre dilediği cevabı verebilirdi. Oysa bugün biz Ay'ın arka yüzünün
nasıl olduğunu tam tamına biliyoruz. Artık Ay'da bir adamın yaşadığına veya Ay'ın
aslında peynirden oluştuğuna inana-mayız.
Bundan ikibin yıl önce yaşamış Yunanlı bir filozofa göre, felsefe insanların
hayretinden doğmuştur. Ona göre, insanlar kendi varoluşlarına şaşarlar; felsefi
soruların çoğu da böylelikle kendiliğinden ortaya çıkar.
Tavşan meselesinde sihirbazın bizi kandırdığını biliriz. Merak ettiğimiz şey bunu
nasıl becerdiğidir. Dünyadan sözederken ise durum biraz farklıdır. Dünyanın
hokus pokus bir şey olmadığını biliriz, çünkü biz de Dünya'da yaşamakta olup onun
bir parçasıyızdır. Aslında sihirbazın silindir şapkasından çıkarılan bizizdir.
Tavşanla aramızdaki tek fark, tavşanın bir sihirbazlık oyununa dahil olduğunun
farkında olmayışıdır. Biz ise gizemli bir şeylerin bir parçası olduğumuza inanır,
şeylerin arasındaki ilişkiyi bulmaya çalışırız.
Not: Beyaz tavşandan sözettik ya, tavşanı tüm evrenle karşılaştırmak daha
yerinde olur belki. Burada yaşayan bizler, tavşanın tüylerinin dibinde yaşayan
minicik böcekler gibiyiz. Filozoflar ise tavşanın ince tüylerine tırmanarak tepeye
çıkıp koca sihirbazın gözlerinin ta içine bakmaya çalışırlar.
Sofi altüst olmuştu. İzleyebilmek mi? Okurken nefes alıp verip vermediğini bile
hatırlamıyordu.
22
SİLİNDİR ŞAPKA
Bu, Hilde Möller Knag'a doğum günü kartı gönderenle aynı kişi olamazdı, çünkü
kart hem pullu hem de damgalıydı. Bu sarı zarf ise diğer iki mektup gibi doğrudan
posta kutusuna konulmuştu.
Sofi saatine baktı. Yalnızca üçe çeyrek vardı. Annesinin işten gelmesine daha iki
saat vardı.
Sofi sürünerek bahçeye çıkıp tekrar posta kutusuna koştu. Yine mektup var mıydı
acaba?
Kutuda yine ona gelmiş sarı bir zarf duruyordu. Sofi etrafına bakındı ama kimseyi
göremedi'. Ormanın kenarına doğru koşup patikaya baktı. Orada da kimse yoktu.
Bir an için ormanın derinliklerinde bir çıtırtı duyar gibi oldu. Sesi duyup
duymadığından emin değildi, üstelik biri kaçarak uzaklaşmaya çalışıyorsa nasıl olsa
yetişip yakalayamazdı.
Sofi eve girip çantasını çıkardı Ve annesinin mektuplarını yerine koydu. Odasına
koşup içine güzel taşlarını koyduğu bisküvi kutusundaki taşlan boşalttı ve iki
büyük zarfı kutuya koydu. Sonra kutuyu alıp bahçeye koştu. Çıkmadan önce de
Şe-rekan'a yemeğini verdi.
Geçit'e döner dönmez zarfı açtı. Zarfın içinden yine daktiloyla yazılmış kâğıtlar
çıktı. Okumaya başladı:
İşte yine beraberiz. Gördüğün gibi bu küçük felsefe kursu, tam karar
porsiyonlarda geliyor. Burada da giriş niteliğinde bazı değinmeler yapacağız.
İyi bir filozof olabilmek için gereken tek şeyin hayret etme yeteneği olduğunu
söylemiştim, değil mi? Daha önce söylemedimse işte
23
SOFi'NİN DÜNYASI
şimdi söylüyorum: İYİ BİR FİLOZOF OLABİLMEK İÇİN GEREKEN TEK ŞEY
HAYRET ETME YETENEĞİDİR.
Yani, küçük bir bebek konuşabilseydi, bize, ne ilginç bir dünyaya gelmiş olduğunu
anlatırdı. Çünkü görürüz ki bebekler konuşama-salar da, parmaklarıyla
etraflarındaki şeyleri gösterir, odadaki nesneleri merakla tutmaya çalışırlar.
Birkaç kelime konuşabilecek yaşa geldiğinde, çocuk, her köpek görüşünde durup,
"hav hav" der. Bebek arabasındaki bebeğin bir köpek gördüğünde ellerini kollarını
oynatıp yerinde zıp zıp zıplayarak nasıl "Hav hav! Hav hav!" dediğini
gördüğümüzde, sırtında yaşanmış epeyce yıl taşıyan bizler, bebeğin bu coşkusunu
biraz abartılı buluruz. "Tabii, tabii" deriz çok alışkın bir tavırla, "hav hav işte!
Ama sen şimdi güzel otur arabanda bakayım." Biz bebek gibi heyecanlanmayız,
çünkü çok köpek görmüşüzdür o güne dek.
Bebek, köpek gördüğünde aklı başından gitmeyecek bir hale gelene kadar, belki
yüz kez daha tekrarlar bu çılgınlık gösterisini. Ya da bir fil, veya bir su aygırı...
Ancak çocuk konuşmayı -ve de felsefi düşünceyi- bile daha tam öğrenmemişken
dünya bir alışkanlık haline gelir.
Senden beklentim, dünyayı hazır, verildiği gibi kabul edenlerden biri olmamandır,
sevgili Sofi. Bundan emin olmak için, felsefe kursuna başlamadan önce kafamızı
biraz daha yoracağız.
Bir gün ormanda yürüyüşe çıkmış olduğunu düşün. Birden önündeki patikada
minicik bir uzay gemisi görüyorsun. Uzay gemisinden bir Marslı yaratık çıkmış,
durmuş yukarı sana bakıyor...
24
SİLİNDİR ŞAPKA
Tabii ki günün birinde başka bir gezegenden gelmiş bir yaratığa rastlama şansın
çok düşük. Başka gezegenlerde hayat olup olmadığını bile bilmiyoruz. Ama kendine
rastlama şansın yüksek. Kimbilir belki bir gün durup dururken kendini yepyeni bir
gözle görürsün. Belki de bu an, ormanda gezintiye çıktığın bir an olur.
İlginç bir yaratığım ben, diye düşünürsün. Gizemli bir hayvanım ben...
Yüz yıllık güzellik uykusundan uyanmış gibi olursun o an. Ben kimim? diye sorarsın.
Evrende bir yerlerde dolanıp durduğunu bilirsin. Ama ya evren nedirt
Bir gün kendinle böyle buluşursan, başlangıçta bahsettiğimiz Marslı kadar gizemli
bir şey keşfetmişsin demektir. Bir uzay yaratığı görmekten öte, ta içinden
kendinin de böyle ilginç bir yaratık olduğunu duyarsın.
Bir sabah anne, baba ve 2-3 yaşındaki küçük Tomas mutfakta oturmuş kahvaltı
etmektedirler. Anne ayağa kalkıp arkasını masaya dönerek tezgâha yönelir. İşte
tam o sırada olanlar olur ve baba tavana yükselip fıldır fıldır dönmeye başlar.
Tomas durup babasını seyreder.
Sence Tomas ne der o zaman? Belki elini babasına doğru uzatıp, - Bak, baba
uçuyor! der.
Tomas şaşıracaktır kuşkusuz, ama o hep şaşırmaktadır zaten! Babası hep öyle
acayip şeyler yapıyordur ki, masanın üzerinde bir uçuş fazla bir şey farkettirmez
Tomas için. Her sabah komik bir makineyle traş olan, bazen çatıya çıkıp
televizyon antenini döndüren ya da arabanın motoruna bakmak için eğilip zenci
gibi çıkan zaten hep babası değil midir?
Şimdi sıra annede. Tomas'ın ne dediğini duyup hızla arkasını döner. Sence babanın
tepede dönüp durmasına onun tepkisi ne
25
SOFİNİN DÜNYASI
olur?
farklı?
Bunun alışkanlıkla ilgisi var. (Bunu not et!) Anne, insanların uçamayacağını
öğrenmiştir. Tomas ise öğrenmemiştir. Dünyada neyin mümkün olup neyin
olmadığından hâlâ emin değildir.
ne de olsa!
İşin acıklı yanı, büyüdükçe sadece yerçekimi yasasıyla kalmaz alıştıklarımız. Aynı
şekilde tüm dünyaya alışırız.
Çocuklar için dünya ve dünyadaki her şey yenidir, ilginçtir. Büyükler içinse durum
hiç de böyle değildir: büyüklerin çoğu için dünya sıradan bir şeydir.
Filozof larsa diğer büyüklerden farklıdır. Bir filozof dünyaya alışmayı bir türlü
beceremez. Dünya onun için hâlâ akıl almaz bir şey, evet, hâlâ sırlarla dolu,
gizemli bir şeydir. Filozoflarla küçük çocukla-
26
SİLİNDİR ŞAPKA
rın en önemli ortak yanları budur; bir filozof ömrü boyunca duyarlı bir çocuk
olarak kalır da diyebilirsin sen buna.
Şimdi seçme sırası sende Sofi: hâlâ "dünyaya alışmamış" bir çocuk musun, yoksa
bunu asla yapmayacağına söz vermiş bir filozof mu?
Bu soruya omuzlarını silkip cevap veriyor, kendini ne bir çocuk ne de bir filozof
gibi görüyorsan, bunun nedeni alışkanlıktan dolayı dünyanın artık seni şaşırtmıyor
olmasıdır. Böyleyse durum tehlikeli demektir. Ve işte bu felsefe kursunu tam da
bu yüzden alıyorsun, ne olur ne olmaz diye. Senin uyuşuk ve umursamaz
insanlardan biri olmanı değil, uyanık bir yaşam sürmeni istiyorum.
Kurs parasız. Dolayısıyla kursu sürdüremezsen paranı geri alacaksın diye bir şart
da yok. Kursu yarıda kesmek istersen de, bu senin bileceğin bir şey. Eğer kursu
bırakmak istersen bana posta kutusu yoluyla bir haber ver. Mesela kutuya bir
kurbağa koy. Ama mutlaka posta kutusu renginde bir şey olsurCyoksa postacı
korkudan ba-yılabilir.
Kısaca özetlersek: Boş bir silindir şapkadan bir tavşan çıkar. Tavşan çok büyük
olduğu için bu sihirbazlık numarası milyarlarca yıl alır. Tavşanın ince tüylerinin en
tepesinde çocuklar dünyaya gelir. Bu yüzden çocuklar bu müthiş sihirbazlığın nasıl
yapıldığına şaşabilecek bir konuma sahiptirler. Ancak büyüdükçe tavşan kürkünün
diplerine doğru sokulurlar. Ve orada kalırlar. Burası öyle rahattır ki bir daha asla
kürkün ince kıllarına tırmanmaya cesaret edemezler. Yalnızca filozoflar dilin ve
varoluşun en uç sınırlarına giden bu tehli-' keli yola çıkmaya cesaret ederler.
Bazıları diğerlerine yetişemeyip geri kalsa da, bir çoğu tavşanın ince tüylerine
sıkıca tutunup, aşağıda tavşanın yumuşak derisine yayılmış yiyip içerek yan gelip
yatanlara seslenirler:
27
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
Annesi eve geldiğinde Sofi çok şaşırmış bir haldeydi. Gizemli filozoftan gelen
mektuplar Geçit'te saklı duruyordu. Sofi ödevlerini yapmaya çalışmış, ama
okuduklarmı düşünmekten başka hiçbir şey yapamamıştı.
Ne çok şey vardı şimdiye kadar hiç düşünmediği! Artık çocuk değildi ama henüz
büyük de sayılmazdı. Evrenin siyah silindir şapkasından çıkanlan tavşanın sık
tüylerinin dibine gitmeye başlamış olduğunu anlıyordu şimdi. Bu filozof onun
düşüşünü durdurmuştu. Filozof (kadın mı yoksa erkek miydi acaba?), onu
ensesinden yakalayıp kürkün yüzeyine, bir zamanlar çocukken oynadığı yerlere
çıkarmıştı. Sofi burada, ince tüylerin ta en tepesinde dünyayı sanki ilk kez
görüyormuş gibi olmuştu.
Filozof Sofi'yi kurtarmıştı hiç kuşkusuz. Mektupların sahibi bu meçhul şahıs, onu
gündelik hayatın sıradanlığından kurtarmıştı.
Annesi saat beş şıralarında eve geldiğinde, Sofi onu elinden çekip salonda bir
sandalyeye oturttu ve:
- Anne, diye söze başladı. Yaşamak ne garip bir şey, değil mi?
Annesinin aklı öyle bir karıştı ki, ne cevap vereceğini bilemedi. Genellikle eve
geldiğinde Sofi oturmuş ödevlerini yapıyor olurdu çünkü.
- Bazen mi? Benim demek istediğim başka bir şey: yani bu dünyanın varolması çok
garip bir şey değil mi?
28
SİLİNDİR ŞAPKA
Sofi, filozofa hak verdi. Büyükler dünyayı olağan görüyorlardı. Çoktan gündelik
hayatın yüz yıllık güzellik uykusuna dalmışlardı bile.
- Öyleyse sana başka türlü anlatayım: tam şu anda evrenin siyah silindir
şapkasından çıkarılan beyaz bir tavşanın kürkünün en dibinde yaşıyorsun sen.
Birazdan patatesleri ocağa koyacaksın. Sonra gazete okuyup yarım saat
kestirdikten sonra haberleri izleyeceksin.
Annesinin yüzünde kaygılı bir ifade belirdi. Kalkıp, tam da Sofi'nin dediği gibi
mutfağa giderek patatesleri ocağa koydu. Birazdan salona geri gelip bu kez de o
Sofi'yi iteleyerek bir sandalyeye oturttu:
- Seninle konuşmak istediğim bir konu var, diye başladı. Sofi, annesinin sesinden
bunun ciddi bir şey olduğunu anladı.
- Uyuşturucularla filan ilgin olmadı hiç, değil mi canım? Sofi, gülmeye başladı,
ancak annesinin niçin şu anda bu soruyu sorduğunu anlıyordu.
29
MİTLER
Ertesi sabah posta kutusunda Sofi'ye mektup yoktu. Okulda uzun ve sıkıcı bir gün
geçirdi. Teneffüslerde Jorün'le ilgilenmeye özen gösterdi. Eve dönerlerken
orman kurur kurumaz çadırla kamp yapmayı kararlaştırdılar.
İşte yine posta kutusunun başındaydı Sofi. Önce Meksika damgalı küçük bir zarf
buldu. Kart babasındandı. Babası evlerini özlediğini ve kaptanı ilk kez satrançta
yenebildiğini yazıyordu. Bunun dışında, sömestir tatilinde eve geldikten sonra
gemiye beraberinde götürdüğü yirmi kilo ağırlığındaki kitapların hepsini okuyup
bitirmişti.
Ve evet, posta kutusunda üzerinde kendi adı yazılı bir san zarf da vardı! Sofi
çantasıyla diğer mektupları eve bırakıp, Ge-çit'e koştu. Zarftan daktilo kağıdıyla
yazılmış sayfalan çıkartıp okumaya koyuldu:
Merhaba, Sofi! Anlatılacak çok şey var, en iyisi bir an önce başlamak.
Felsefe deyince, Yunanistan'da İ.Ö. 600 yıllarında doğmuş yeni bir düşünüş
biçimini kastediyoruz. Bundan önce, insanların tüm sorularına çeşitli dinler yanıt
getiriyordu. Bu tür dini açıklamalar, mit-/er yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılırdı.
Mit, yaşamı açıklamaya! yönelik tanrısal anlatıdır.
30
MİTLER
Yani, niye yağmur yağar? sorusuna verilen mitsel yanıt, Tor'un çekicini
sallamasıydı. Yağmur olunca da tarlalar yeşerir, ekinler boy atardı.
Toprakta yetişen bitkiler, bunların nasıl büyüyüp meyve verdiği de, anlaması güç
şeylerdi. Ancak insanlar bunun yağmurla bir ilişkisi olduğunu arılayabiliyorlardı. Ve
de yağmurun Tor'la bir ilişkisi vardı. Bu durum, Tor'un en önemli tanrılardan biri
oluşunun başlıca nedeniydi. Tor'un önemli bir tanrı oluşunun bir başka nedeni de
tüm dünya düzenine ilişkindi.
31
SOFİNİN DÜNYASI
kandinav dininde ve hemen tüm diğer kültürlerde, insanlar, iyi ve kötü güçler
arasında nazik bir denge buluyorlardı.
Tor burada da önemli bir rol oynuyordu. Çekici yalnızca yağmur yağdırmakla
kalmıyor, gerektiğinde tehlikeli güçlere karşı kullandığı bir silah oluyor ve ona
neredeyse sınırsız bir güç sağlıyordu. Mesela çekicini devlerin arkasından attığı
gibi onları öldürebiliyordu. ' Çekicini kaybetmek diye bir korkusu da yoktu, çünkü
çekiç bir bumerang gibi her seferinde ona geri dönüyordu.
Bu, doğanın düzeninin nasıl korunduğunun ve iyiyle kötü arasında neden sürekli bir
savaş olduğunun mitsel açıklamasıydı. Filozoflar da tam bu türden açıklamalardan
kurtulmak istiyorlardı. İş yalnızca açıklamalarla da bitmiyordu. İnsanlar elleri
kolları bağlı oturup kuraklık, bulaşıcı hastalık gibi felaketlerin başlarına gelmesini
bekleyemezlerdi. Kötülüklere karşı savaşa geçen onlar olmalıydı. Bunu da çeşitli
dinsel eylemler ya da ayinler yoluyla gerçekleştirirlerdi.
32
MİTLER
yacaktır. Löke burada devlerin kralı Trym 'le karşılaşır. Trym, çekici yerin yedi
kat dibine sakladığını söyleyerek böbürlenir. Ve, Fröya ile evlenmezse çekici geri
vermeyeceğini söyler.
Anlıyor musun Sofi? İyi tanrılar korkunç bir rehin alışla karşı karşıyalar. Devler
tanrıların en önemli savunma silahlarını ele geçirmişler ki bu akıl almaz bir durum.
Devler Tor'un çekicini ellerinde bulundurdukları sürece, tanrıların ve insanların
dünyası üzerinde mutlak bir güce sahip olurlar. Çekice karşılık olarak da Fröya'yı
istemekteler. Ancak böyle bir değiş tokuş da olanaksız bir şeydir: Tanrılar tüm
yaşamı bağışlayan bereket tanrıçasını verecek olurlarsa, otlar sararır, tanrılar ve
insanlar ölür. Sonuç olarak işler müthiş bir şekilde sarpa sarmış durumdadır.
Korkunç tehlikeler doğuracak talepleri karşılanmadıkça, Paris ya da Londra'nın
orta yerinde bir atom bombası patlatacaklarını söyleyen bir terörist grubu
düşünürsen, ne demek istediğimi anlarsın.
Mite göre Löke Aasgard'a geri döner. Fröya'dan gelinlik elbiselerini giymesini,
çünkü devlere gelin gitmesi gerektiğini anlatır. (Ya, maalesef! Maalesef!) Fröya
çok sinirlenir, gidip devlerden birisiyle evlenecek olursa herkesin ona erkek delisi
diyeceğini söyler.
Bu arada tanrı Heimdatm aklına parlak bir fikir gelir. Fröya'nın yerine Tor'un
gelin kılığına girmesini önerir. Tor'un saçlarını bağlayıp, göğüs yerine taş
koyarlarsa Tor kadına benzeyecektir. Tor elbette bu öneriden çok hoşlanmaz
ama, Fröya'yı devlerin elinden kurtarmanın tek yolunun Heimdal'ın önerisine
uymak olduğunu anlar.
Sonuç olarak Tor gelin kılığına girer ve Loke'yi nedime olarak yanına alır. Löke,
"hadi kadın kadına Jotunheimen'a gidelim" der.
Modern bir deyişle, Tor ve Loke'nin tanrıların "terörle mücadele polisi"
olduklarını söyleyebiliriz. Kadın kılığına girerek devlerin kalesini kuşatacak,
Tor'un çekicini kurtaracaklardır.
Jotunheimen'a varır varmaz devler düğün şöleni hazırlıklarına başlarlar. Gel gör
ki şölen sırasında gelin - yani Tor - koskoca bir öküzü ve sekiz koca balığı mideye
indirir. Üç fıçı da bira içer. Trym bu
33
SOFİNİN DÜNYASI
Trym bu kez de getini öpmek üzere duvağı kaldırır, ancak Tor'un keskin
bakışlarıyla karşılaşınca korkuyla geri çekilir. Löke, gelinin düğün sevincinden
sekiz gecedir gözüne bir damla uyku girmediğini söyleyerek, yine durumu
kurtarır. Trym bunu üzerine çekicin getirilmesini ve nikah sırasında gelinin
kucağına konmasını emreder.
Çekiç kucağına konunca Tor'un çok eğlendiği anlatılır destanda. Çekiciyle önce
Trym'i sonra da bütün devleri öldürür. Böylece terör draması mutlu bir sona
kavuşur. Tanrıların "Batman"ı ya da "James Bond"u Tor, kötü güçleri bir kez daha
alteder.
Mitin kendisi işte böyle Sofi. Peki ne anlatıyor bu mit aslında? Sadece komiklik
olsun diye çıkmadığı bir gerçek. Bu mitin de açık-lamakistediği bir şey var. Bir
yorum şöyle olabilir:
Ya da bu mit, mevsimleri açıklamak üzere yaratılmış olabilir: kışın doğa ölür çünkü
Tor'un çekicini devler çalmıştır. Bahar geldiğinde ise Tor çekicini tekrar ele
geçirir. Mitler bu şekilde insanlara anlamadıkları şeylerin cevabını vermeye
çalışır.
Mitler yalnızca açıklamaya çalışmakla kalmaz demiştik. İnsanlar çoğu zaman
mitlerle ilişkili dinsel törenler de yaparlardı. Kurak ya da kötü geçen bir mevsimle
ilgili insanların yapabileceği,, bu miti canlandırmak olabilirdi örneğin. Belki de
köylülerden biri çekici devlerin elinden almak üzere göğsüne taslar koyarak gelin
gibi giyinirdi. İnsanlar böylece yağmur yağıp tarlada başaklar büyüsün diye aktif
olarak bir şey yapmış olurlardı.
Doğa olaylarını hızlandırmak için dünyanın pek çok farklı yerinde insanların bu
şekilde "mevsim mitlerini" canlandırdıklarını biliyoruz.
34
MİTLER
İskandinav mitolojisine şöyle bir değinmiş olduk. Tor ve Odin, Fröy ve Fröya,
Hodve Balderve daha çok, pek çok tanrı hakkında sayısız başka mitler vardır.
Filozoflar işin içine girmeden önce bu tür mitolojik açıklamalar pek çoktu.
Felsefenin doğuşu sırasında Yunanlıların da mitsel bir dünya anlayışı vardı. Asırlar
boyunca kuşaktan kuşağa tanrıların öykülerini anlatmışlardı. Eski Yunan'da
tanrıların adları Zeus ve Apollo, Hera ve Athene, Diyonisos ve Asklepios,
Herakles ve Hefaistos idi. Bunlar tanrılardan sadece birkaçıydı.
Tam bu çağlarda Yunanlılar Yunanistan, Güney İtalya ve Küçük Asya'da pek çok
şehir devleti kurdular. Bedensel çaba gerektiren tüm işleri köleler görürken,
özgür yurttaşlara politika ve kültürle uğraşacak bol zaman kalıyordu.
Bu kent ortamlarında insanların düşünce biçimlerinde müthiş ilerlemeler oldu.
Birey artık tek başına toplumun nasıl örgütlenmesi gerektiğini sorgulayabiliyordu.
Aynı şekilde birey, hazır mitlerin açıklamasına inanmak zorunda kalmadan felsefi
sorular sora-
35
SOFfNİN DÜNYASI
biliyordu.
Sofi büyük bahçede dolanıp duruyordu. Okulda öğrendiği her şeyi unutmaya
çalıştı. En önemlisi Doğa Bilgisi dersinde öğrendiklerim unutmaktı.
Başka hiçbir şey bilmeden bu bahçede doğup büyümüş olsaydı, bahan nasıl
algılardı kim bilir?
Niye durup dururken yağmur yağdığına dair bir şey uydurmaya mı çalışırdı? Niye
karın yokolup güneşin gökyüzünde yükseldiğine de bir açıklama kurar mıydı acaba?
Soğuk kış sarmıştı yeryüzünü, çünkü kötü kalpli Muriat güzel prenses Sikita'yı
soğuk bir mahzene hapsetmişti. Ancak bir gün cesur prens Bravato gelip prensesi
kurtardı. Sikita o zaman mutluluktan dansetmeye başlayarak, zindanda yazdığı bir
şarkıyı söylemeye başladı. Toprak ve ağaçlar öyle duygulandılar ki, hemen o an
karlar gözyaşına dönüştü. Ama o zaman da güneş gökyüzünde yerini alıp tüm
gözyaşlarını kuruttu. Kuşlar Sikita'nn şarkısını söylemeye başladılar ve güzel
prenses sarı saçlarını çözüp lüleleri toprağa düştüğünde yerde nilüferler açtı...
Sofi hikâyesini pek beğendi. Mevsimlerin nasıl değiştiğini hiç öğrenmemiş olsa,
uydurduğu bu hikâyeye inanmaktan başka bir şey yapmayacağına emindi.
insanların her zaman doğada olup bitenleri açıklama ihtiyacını duymuş olduklarını
anlıyordu, insanların bu tür açıklamalar getirmeden yaşamaları olanaksızdı belki
de. Bu yüzden bilimin olmadığı o çağlarda bütün bu mitleri uydurmuşlardı.
36
DOĞA FİLOZOFLARI
Annesi o akşam üzeri işten geldiğinde Sofi bahçede oturmuş, bu felsefe kursu ile
babasının yolladığı yaşgünü kartını alamayacak olan Hilde Möller Knag arasında
nasıl bir bağ olabileceğini düşünüyordu.
Kalbi yerinden hopladı. Posta kutusuna daha önce baktığına göre bu mektup
filozoftan geliyor olmalıydı. Annesine ne diyecekti şimdi?
- Mektupta pul yok. Aşk mektubu bu, bak gör. Sofi mektubu aldı.
- Annesi omuzunun üzerinden bakıp dururken aşk mektubu açan birini gördün mü
hiç?
Annesi böyle bir şey olduğuna inansın daha iyiydi. Aslında müthiş utanıyordu bunu
söylerken çünkü yaşı daha aşk mektupları için pek küçüktü. Ama yabancı bir
filozoftan, hem de kendisiyle kedi-fare gibi oyun oynayan bir filozoftan gelen bir
mektupla kursa başladığının ortaya çıkması bir bakıma daha utanç verici bir şey
olurdu.
Bu sefer gelen küçük beyaz zarflardan biriydi. Sofi yukarı, odasına çıktı ve
zarfın içindeki kâğıt parçasında yazılı olan üç yeni soruyu okudu:
37
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Her şeyin temelini oluşturan bir öz madde var mıdır?
Sofi soruların epey uçuk olduğunu düşünse de bütün gece bunları düşünmeden
edemedi. Ertesi gün okulda da soruların birini bırakıp öbürüne kafa yordu.
Her şeyin temelini oluşturan bir "öz madde" var mıydı? Dünyadaki her şeyin
ondan meydana geldiği bir "madde" olduğu varsayılsa bile, bu şey nasıl olup da
birdenbire bir dü-ğünçiçeğine ya da diyelim ki bir file dönüşebilirdi?
Suyun şaraba dönüşebilmesine de yine aynı şekilde karşı çıkmak mümkündü. Sofi
îsa'nm suyu şaraba dönüştürme hikâyesini duymuş ama bunu hiçbir zaman
kelimenin gerçek anlamıyla ele almamıştı, tsa bunu başarmış olsa bile bu bir
mucize demek olurdu ki, mucize de aslında gerçekte olamayacak bir şey demekti.
Sofi şarapta ve doğadaki diğer hemen her şeyde çok fazla su olduğunun
bilincindeydi. Ancak salatalığın yüzde 95'i su bile olsa, salatalığı su değil salatalık
yapan başka bir şeyin de olması gerekti.
O akşamüstü okuldan eve .geldiğinde posta kutusunda kalın bir zarf onu
bekliyordu. Sofi şimdiye kadar hep yaptığı gibi yine Geçit'e gitti.
38
DOĞA FİLOZOFLARI
Filozofların projesi
Filozoflar başka bir zamanda -ve de bizim kültürümüzden tamamen apayrı bir
kültürde- yaşadıkları için, her bir filozofun projesinin ne olduğunu sormak akıllıca
olabilir. Bununla, her bir filozofu özellikle ilgilendiren sorunun ne olduğunu
bulmayı kastediyorum. Bir filozof bitkiler ve hayvanların nasıl oluştuğuyla
ilgileniyor olabilir. Bir başkası tanrının varolup olmadığı veya insanlarda ölümsüz
bir ruhun olup olmadığıyla ilgileniyordur.
Burada "o" derken filozofların genelde erkek olduğuna değinmek istiyorum. Çünkü
felsefe tarihini belirleyenler erkek düşünürler olmuştur. Bunun nedeni kadının
hem cinsel hem de düşünen bir varlık olarak ezilmiş oluşudur. Bu büyük bir
kayıptır, çünkü bu şekilde pek çok önemli deneyimden yoksun kalınmıştır.
Kadınların felsefenin tarihine girişi ilk kez bu yüzyılda olmuştur.
39
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Doğa filozofları
Her şeyin başının ne olduğunu sormuştuk. Bugün pek çok insan, şeylerin bir
zamanlar yoktan varolmuş olması gerektiğine inanıyor. Eski Yunanlılarda ise bu
düşünce böyle yaygın bir düşünce değildi. Onlar "bir şeylerin" hep varolmuş
olduğundan hiç şüphe etmiyorlardı nedense.
Dolayısıyla şeylerin yoktan varolmuş olması onlar için önemli bir sorun değildi.
Buna karşılık Yunanlılar suyun nasıl yaşayan bir balığa, cansız toprağın nasıl
rengârenk bir çiçeğe dönüştüğünü merak ediyorlardı. Ve tabii bir çocuğun
annesinin karnında nasıl meydana geldiğini de!
Bizim için en ilginç şey bu ilk filozofların buldukları yanıtlar değil. İlginç olan
hangi soruları sordukları ve bu sorulara ne tür yanıtlar aradıkları. Ne
düşündüklerinden çok nasıl düşündükleri önemli bizim için.
40
DOĞA FİLOZOFLARI
Bildiğimiz ilk filozof, Anadolu'da bir Yunan kenti olan Miletos'ta yaşamış
Thales'tir. Thales dünyayı çok gezip dolaşmıştı. Mısır'daki bir piramidin boyunu,
kendi gölgesi tam kendi boyuna eşit uzunluktayken piramidin yerdeki gölgesini
ölçerek bulduğu anlatılır. İ.Ö. 585 yılında bir güneş tutulmasını önceden saptadığı
da söylenir.
Thales her şeyin özünün su olduğunu öne sürmüştür. Bununla tam olarak neyi
kastettiğini bilmiyoruz. Belki de her türlü yaşamın suda oluştuğunu ve her şeyin
sonunda yine suya dönüştüğünü söylemek istiyordu.
41
SOFÎ'NIN DÜNYASI
Thales'in suyun nasıl buz ve buhara ve sonra yine tekrar suya dönüştüğünü
düşünmüş olması da beklenir.
Thales "her şey tanrılarla doludur" da demiştir. Bununla ne demek istediğini yine
ancak tahmin edebiliriz. Belki de toprağın çiçeklerden mısırlara, böceklerden
karafatmalara kadar her şeyin kaynağı olduğunu anlamıştı. Buradan da toprağın
gözle görülemeyecek kadar küçük "yaşam özleri" ile dolu olduğunu düşünmüş
olabilir. Ne olursa olsun, Thales'in bu sözüyle Homeros'un tanrılarını
kastetmediği kesin.
Bundan sonra bildiğimiz bir başka filozof, yine Miletos'ta yaşamış olan
Anaksimandros'\ur. Anaksimandros, dünyamızın, "belirsizden" ortaya çıkmış ve
burada varolan pek çok dünyadan yalnızca bir tanesi olduğunu öne sürer. Burada
"belirsiz" ile neyi kastettiğini anlamak kolay değilse de, onun Thales gibi bildik bir
maddeden sözetmediğini söyleyebiliriz. Belki de her şeyin özünü oluşturan şeyin,
tam da bu nedenle oluşturduğu her şeyden farklı olmak zorunda oJduğunu
kastediyordu. Böyle ise, öz madde sıradan bir su değil "belirsiz bir şey" olmalıydı.
Toprak ve sudan sonra toprakta yetişen şeylere varmak güç değil. Belki de
Anaksimenes hayatın ortaya çıkabilmesi için toprak, hava, ateş ve suyun birarada
olması gerektiğini düşünüyordu. Ancak çıkış noktası "hava"ydı. Yine o da Thales'in
doğadaki
42
DOĞA FİLOZOFLARI
Miletos'lu üç filozof da dünyadaki her şeyi oluşturan bir, tek bir öz madde olması
gerektiğini düşünüyorlardı. Ancak bir madde nasıl birdenbire bir başka madde
haline dönüşebilirdi? Bu problemi dönüşüm problemi diye adlandırabiliriz.
İ.Ö. 500 yıllarında İtalya'nın güneyindeki Yunan kenti Elea'da yaşayan bir kısım
filozoflar ya da "Elea'lılar" bu tür sorularla uğraşıyorlardı. İçlerinde en
tanınmışları Parmenides'M (İ.Ö. 540-480).
Parmenides'e göre varolan her şey ezelden beri varolagel-mişti. Bu, Yunanlılar
arasında yaygın bir düşünceydi. Dünyadaki her şeyin ebedi olduğunu neredeyse
verili olarak kabul ediyorlardı. Parmenides, hiçbir şeyin yoktan varolamayacağını
öne sürüyordu. Varolan bir şey de yokolamazdı.
43
SOFfNÎN DÜNYASI
"Her şey akar," diyordu Herakleitos. Her şey hareket etmektedir ve hiçbir şey
kalıcı değildir. Bu yüzden "aynı dereye iki kez girmek mümkün değildir". Çünkü
dereye bir kez daha girdiğimde hem dere hem de ben değişmişizdir.
Hem iyi hem de kötünün bütün içerisinde gerekli bir yeri vardı Herakleitos'a
göre. Zıtlıklar arasında sürekli bir oyun olmasaydı, dünyanın sonu gelirdi.
"Tanrı gündüz ve gece, yaz ve kış, savaş ve barış, açlık ve tokluktur," diyordu
Herakleitos. Burada "Tanrı" sözcüğünü kullanmasına rağmen, kastetiği Tann'nın
mitolojide geçen Tanrı olmadığı açıktır. Herakleitos için Tanrı -ya da tanrısal olan
şey- tüm evreni kapsayan bir şeydir. Tanrı kendini tam da sürekli değişen ve
zıtlıklarla dolu olan doğada ortaya koyar.
Herakleitos, "Tanrı" yerine çoğu kez Yunanca "logos" sözcüğünü kullanır. "Logos"
mantık anlamına gelir. Biz insanlar hep aynı şekilde diişünmesek ya da aynı
mantığa sahip olmasak da, He-raklitos'a göre doğada olup biten her şeyi
denetleyen bir çeşit
44
DOĞA FİLOZOFLARI
Herakleitos ise:
a) her şey değişiyor ("her şey akar") ve b) duyusal algılayış güvenilirdir, diyor.
45
SOFfNİN DÜNYASI
noktada ikisinin de yanıldıklarını öne sürdü.
Su elbette bir balığa veya bir kelebeğe dönüşemez. Su aslında değişemez. Saf su
sonsuza dek saf su olarak kalır. Yani Par-menides "hiçbir şey değişmez" derken
haklıdır.
Empedokles'e göre doğada böyle dört temel madde ya da kendi deyişiyle "kök"
bulunuyordu. Bu dört kök, toprak, hava, ateş ve suydu.
Bunu bir ressamın resim yapışıyla karşılaştırabiliriz. Ressam tek bir renk, örneğin
sadece kırmızı renk kullanırsa, yeşil ağaçlar
46
DOĞA FİLOZOFLARI
çizemez. Oysa sarı, kırmızı, mavi ve siyah renkleri kullandığında, renkleri farklı
oranlarda karıştırabileceği için yüzlerce değişik renk elde edebilir.
Yemek yapmak konusunda da aynı şeyi söyleyebiliriz. Elimde tek bir unla, pasta
yapabilmem için sihirbaz olmam gerekir. Ama yumurta, un, süt ve şekerle, bu dört
ana maddeyle bir sürü değişik pasta yapabilirim.
Empedokles'in doğanın "kökleri" olarak toprak, hava, ateş ve suyu seçmesi bir
tesadüf değildi. Ondan önceki filozoflar da ana maddenin neden su, hava ya da
ateş olması gerektiğini kanıtlamaya çalışmışlardı. Suyun ve havanın doğada çok
önemli yeri olduğuna Thales de Anaksimenes de işaret etmişlerdi. Eski Yunanlılar
ateşin de önemli olduğuna inanıyorlardı. Örneğin güneşin doğadaki her şey için ne
büyük yeri olduğunu görüyor, insanların ve hayvanların vücutlarının sıcaklığını
biliyorlardı.
Empedoktes belki de bir ağaç parçasının yanışını gözlemlemişti. Çünkü burada olan
şey tam da bir şeyin çözülmesidir. Ağacın çıtırdayıp cızırdadığını duyarız. Bu
"su"dur. Buradan duman çıkar. Bu "hava"dır. "Ateş"i görmekteyizdir zaten. Ateş
sönünce geriye bir şey kalır. Bu da kül ya da "toprak"dır.
Empedokles bunu doğada iki farklı güç olmasına bağlıyordu. Bu güçleri "sevgi" ve
"çatışma" diye adlandırıyordu. Şeyleri birbirine bağlayan şey "sevgi", sonra onları
birbirinden ayıran şey ise "çatışma"ydı.
Empedokles burada "madde" ile "güç" arasında bir fark gözetiyor. Bu önemli bir
nokta. Günümüzde de bilim "ana maddeler" ile "doğal güçler" arasında bir ayrım
yapar. Modern bilim de
47
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
tüm doğal süreçleri, bazı ana maddeler ile bir kaç doğal gücün bi-rarada
oluşlarıyla açıklar.
Empedokles bir şeyi algıladığımızda neler olduğu sorusunu da ele aldı. Örneğin bir
çiçeği nasıl görebiliriz? Görme anında neler olur? Hiç düşündün mü bunu Sofi?
Düşünmedinse işte şimdi tam sırası 1
Empedokles, doğadaki diğer her şey gibi gözlerimizin de toprak, hava, ateş ve
sudan oluştuğunu düşünüyordu. Gözümüzdeki "toprak" gördüğü şey içindeki
toprağı, "hava" havayı, "ateş" gördüğü şey içindeki ateşi ve "su" da suyu algılar.
Gözümüzde bu maddelerden biri olmasaydı, doğayı da göremezdik.
Her şeyin kaynağının tek bir şey, örneğin su olduğu düşüncesini pek
benimseyemeyen bir diğer filozof da Anaxogaras (İ.Ö. 500-428) idi.
Anaksagoras, toprak, su, hava ve ateşin yaşayan şeylere dönüşebildiği fikrini de
kabul etmiyordu.
48
DOĞA FİLOZOFLARI
âırndan bir deri hücresi çıkarıp alacak olursam, bu hücre çekirdeği yalnızca
derimin özelliğine dair bilgiler barındırmaz. Aynı hücrede, gözlerimin şekline,
saçlarımın rengine, kaç tane ve hangi özellikte parmağım olduğuna dair bilgiler de
vardır. Vücuttaki her hücre, bütün öteki hücrelerin nasıl olduğunu da tüm
ayrıntılarıyla içerir. Yani her bir hücrede "her şeyden bir şey" bulmak
mümkündür. Tüm, her bir parçada kendini gösterir.
Anaksagoras içinde "her şeyden bir şey" barındıran bu "en küçük parçalan"
"tohum" veya "öz" diye adlandırıyordu.
Empedokles'in şeyleri bir bütün haline getiren güce "sevgi" dediğini anımsayalım.
Anaksagoras da şeyleri "düzenleyen" ve hayvanları, insanları, bitkileri ve ağaçları
yaratan bir çeşit güç olduğuna inanıyordu. O, bu güce "ruh" ya da "akıl" (nous)
diyordu.
49
SOFİNİN DÜNYASI
Sofi Geçit'te oturup çalıların arasındaki bir delikten bahçeyi seyre daldı. Tüm
okuduklarından sonra şöyle bir durup düşünmesi gerekiyordu.
Şu bildiğimiz suyun, buz ve buhardan başka bir şeye dö-nüşemeyeceği gün gibi
ortadaydı elbette. Su karpuza bile dö-nüşemezdi, çünkü çoğunluğu su olsa da
karpuzda sudan başka şeyler de vardı. Yine de Sofi'nin böyle emin olmasının
nedeni bunları okuyup öğrenmiş olmasıydı. Buzun sudan baş. ka bir şey olmadığını
bilebilir miydi örneğin, eğer bunu bir yerden öğrenmemiş olsaydı? Bunu bilebilmek
için en azından suyun donup nasıl buz olduğunu ve sonra tekrar nasıl eridiğini
dikkatle incelemiş olması gerekirdi.
Bu Eski Yunan filozofu, bu sonuca yalnızca aklını kullanarak varmıştı. Doğayı iyice
gözlemişti kuşkusuz, ancak elinde bugünkü bilimin yaptığı gibi kimyasal analizler
yapma olanağı yoktu.
50
DOĞA FİLOZOFLARI
hava, ateş ve su olup olmadığından emin değildi. Ama ne önemi vardı zaten bunun?
Empedokles prensip olarak haklıydı. Aklımızı kaçırmadan gözlerimizin gördüğü
değişimleri açıklayabilmenin tek yolu, şeylerin özünde birden fazla madde olduğu
fikrini ortaya koymaktı.
Felsefenin çok heyecanlı bir şey olduğunu düşünüyordu Sofi. Çünkü tüm bu
fikirleri, okulda öğrendiklerini hatırlamasına hiç gerek olmadan, sadece kendi
aklını kullanarak izleyebiliyordu. Felsefenin aslında öğrenilecek bir şey olmadığı,
olsa olsa felsefi düşünme tarzının öğrenilebileceği kanısına vardı.
51
DEMOKRÎTOS
...dünyanın en müthiş oyuncağı...
Posta kutusunda yine küçük, beyaz bir zarf duruyordu! Sofi mektupların gelişinde
bir sistem olduğunu anlamıştı artık: her öğleden sonra büyük, san bir zarf
geliyordu. Sofi, bu zarfta gelenleri okurken, filozof posta kutusuna beyaz, küçük
bir zarf bırakıyordu.
Demek ki, Sofi istese filozofun kim olduğunu ortaya çıkarabilirdi. Kadın mı, erkek
miydi acaba? Odasında oturup camdan baksa, posta kutusunu devamlı gözaltında
tutabilirdi. O zaman da gizemli filozofu görebilirdi. Beyaz zarflar posta
kutusunda kendiliğinden ortaya çıkmıyordu ya!
Sofi, ertesi gün posta kutusunu gözetlemeye karar verdi. Hem günlerden cuma
olacağı için, önünde bütün bir hafta sonu da olacaktı.
Bu kez odasına çıkıp zarfı orada açta. Bugün kâğıtta yalnızca tek bir soru vardı.
Ama bu soru, öteki "aşk mektuplarıyla" gelen üç sorudan daha da çılgın bir
soruydu:
52
DEMOKRÎTOS
Bir kere Sofi, legonun dünyanın en müthiş oyuncağı olup olmadığından pek emin
değildi. Zaten legolarla oynamayı çoktan bırakmıştı. Üstelik legoyla felsefenin ne
ilgisi olabilirdi?
Ama Sofi söz dinleyen bir öğrenciydi. Dolabının en üst rafını alt üst ettikten
sonra bir naylon torba içinde, çeşitli büyüklük ve şekillerdeki legolarını buldu.
Böylece uzun zamandır ilk kez legolanyla oynamaya, onları üstüste koyup birşeyler
kurmaya girişti. Oynadıkça da, aklına legolarla ilgili düşünceler gelmeye başladı.
Lego parçalarıyla birşeyler kurmak kolay iş, diye düşündü. Legolann büyüklükleri
ve biçimleri farklı olsa da, her bir parça diğerinin üstüne takılabiliyor. Ayrıca
legolar asla yıpranmıyor. Sofi hiçbir legosunun kırılmadığını hatırladı. Hattâ
legoları ilk alındıkları günkü kadar yeni duruyorlardı. Her şeyden öte, legolarla
istediği her şeyi yapabilirdi. Sonra legoları birbirinden ayırıp, yeniden başka bir
şey yapmaya başlayabilirdi.
Çok geçmeden Sofi bir bebek evi yapıvermişti. Uzun zamandır bu kadar hoş vakit
geçirmediğini itiraf edecekti neredeyse kendi kendine. İnsan neden oyuncakla
oynamayı bırakıyordu sanki?
Sofi:
- Hah! Ben aslında karmaşık bir takım felsefi araştırmalar yapıyorum, diye yanıt
verdi.
Annesi derin bir iç çekti. Aklına yine büyük tavşanlar ve silindir şapkalar gelmişti.
53
"Vf.s
SOFt'NİN DÜNYASI
pek çok sayfa olan san, büyük bir zarf buldu. Zarfı alıp odasına çıktı. Hemen
okumaya başlayacaktı ama bu kez bir yandan da posta kutusunu gözetleyecekti.
Atom teorisi
"Atom" sözcüğü "bölünemeyen şey" anlamına gelir. Demokritos için, her şeyin
temelini oluşturan bir şeyin daha küçük parçalara bölünemeyeceğini vurgulamak
son derece önemliydi. Eğer bu yapı taşları daha küçük parçalara bölünebilseydi,
yapı taşı olma özelliklerini kaybederlerdi. Evet, atomlar devamlı parçalanıp
dursaydı, doğa gittikçe sulandırılan bir çorba gibi çözülmeye başlardı.
Doğanın yapı taşları mutlak olmak da zorundaydı, çünkü hiçbir şey yoktan
varolamazdı. Demokritos bu konuda Parmenides ve Elea'lılarla aynı görüşteydi.
Ayrıca atomların pek ve yoğun olduğunu öne sürüyordu. Ancak atomlar birbirinin
aynı olamazdı. Eğer atomlar birbirinin aynı olsaydı, bunların nasıl bir araya
gelerek hem gelinciği, hem zeytin ağacını, hem keçi derisini ve hem de insan saçını
meydana getirebildiğini açıklayamazdık.
54
DEMOKRİTOS
Bir varlık, örneğin bir ağaç ya da bir hayvan ölüp parçalara ayrıldığında, atomlar
yeniden yayılıp başka varlıkları oluştururlar. Çünkü atomlar aslında boşlukta
dolanırlar, ancak çeşitli "girinti" ve "çı-kıntı'ları olduğu için gördüğümüz şeylere
takılıp dururlar.
55
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Demokritos'un elinde günümüzde varolan elektronik aletler yoktu. Onun tek aleti
mantığıydı. Ve mantığı ona başka bir seçenek bırakmıyordu. Hiçbir şeyin
değişemeyeceğini ve yoktan varolup sonra yokolamayacağını bir kez
varsayıyorsak, o zaman doğa önce biraraya gelen ve sonra birbirinden ayrılan
küçücük yapı taşlarından oluşmak zorundadır.
Demokritos, doğal süreçlere bir takım "güçlerin" ya da "ruhların" müdahale
ettiğine inanmıyordu. Varolan tek şey atomlar ve boşluktur, diyordu. "Özdeksel"
olandan başka bir şeye inanmadığı için, Demokritos'un Özdekçi olduğunu
söylüyoruz.
Bu, insanın ebedi bir ruha sahip olmadığı anlamına geliyor. Günümüzde de pek çok
kişi bu fikirdedir. Onlar da Demokritos gibi "ruhun" beyne bağlı olduğuna, beyin
yokolduğunda herhangi bir tür bilincin varolamayacağına inanırlar.
56
DEMOKRİTOS
için bir nokta koymuş oldu. Demokritos, doğadaki her şeyin "aktığı" konusunda
Herakleitos'la aynı fikirdeydi. Çünkü nesneler bir varoluyor bir yokoluyorlardı.
Ancak "akan" her şeyin ardında "akmayan" bir takım mutlak ve değişmez şeyler
vardı. Demokritos bunlara atom adını veriyordu.
Sofi okurken birkaç kez esrarengiz mektupçunun gelip gelmediğini görmek için
posta kutusuna göz atmıştı. Şimdi de oturmuş caddeye bakarken, okuduklarını
düşünmeye koyulmuştu.
Demokritos, çok basit ama aynı zamanda çok akıllıca düşünmüştü. "Öz madde" ve
"değişim" sorusunun cevabını bulmuştu. Bu soru öyle kapsamlı bir hal almıştı ki,
pek çok filozof yıllar boyunca bunu düşünüp durmuştu. Demokritos ise sonunda
mantığını kullanarak sorunun yanıtını bulmuştu.
Sofi gülmesini zor tutuyordu. Tabii ki doğa hiçbir zaman değişmeyen küçük
parçalardan oluşmuş olmak zorundaydı. Herakleitos da haklıydı öte yandan, çünkü
doğadaki her şey "akıyordu". Tüm insanlar ve hayvanlar bir gün gelip ölüyor, bir
sıradağ büe yavaş yavaş dağılıyordu. Ancak bütün mesele, bu sıradağın da küçük
ve bölünemez parçalardan oluştuğu ve bu parçaların hiçbir zaman yokolmadığıydı.
Demokritos aynı zamanda ortaya yeni sorular da koymuştu. Örneğin her şeyin
mekanik bir şekilde varolduğunu söylemişti. Empedokles ya da Anaksagoras'ın
tersine, varoluşumuzda ruhsal güçlere yer vermiyordu. Üstelik insan ruhunun
ebedi olmadığını da öne sürmüştü.
Tam emin değildi. Nasıl olabilirdi ki zaten; felsefe kursuna daha yeni başlamıştı! .
57
KADER
Sofi, Demokritos'u okurken bir yandan da posta kutusunu gözlemişti. Ama yine de
gidip bir kontrol etmeye karar verdi.
Sokak kapısını açınca merdivenlerde küçük bir zarf gördü. Ve tabii ki zarfın
üzerinde "Sofi Amundsen" yazılıydı.
Filozof kandırmıştı işte onu! Sofi posta kutusunu gözetlerken, o eve başka bir
taraftan yanaşıp, mektubu merdivenlere bırakarak tekrar ormana koşup ortadan
kaybolmuştu. Hay Allah!
Kadere inanıyor muydu? Pek emin değildi bundan. Ama kadere inanan pek çok kişi
tanıyordu. Örneğin sınıfında gazetedeki yıldız falını okuyan arkadaşları vardı.
Astrolojiye inanıyorlarsa, kadere de inanıyor olmalıydılar. Çünkü astrologlara
göre,
58
KADER
"Bâtıl inanç". Garip bir sözcük değil miydi bu da? tnsan Hıristiyanlığa ya da
Müslümanlığa inanıyorsa bunun adına sadece "inanç" deniyordu da, astrolojiye ya
da ayın 13'üne rastlayan cuma gününün uğursuzluğuna inanıyorsa bu birdenbire
"bâtıl inanç" oluveriyordu!
Sonuncu soru biraz daha çetrefildi. Sofi tarihin gidişini neyin belirlediğini hiç
düşünmemişti şimdiye kadar. Ancak sorunun cevabı insanlar olmalıydı herhalde!
Tarihi belirleyen Tanrı ya da kader olsaydı, insanların özgür iradesi diye bir şey
söz konusu olamazdı.
Bu özgür irade lafı Sofi'nin aklına başka bir şey getirdi. Niçin esrarengiz
filozofun kendisiyle kedinin fareyle oynaması
59
SOFİ'NİN DÜNYASI
gibi oynamasına izin versin? Neden o filozofa bir mektup yaz-masmdı? Filozof ya
bu gece ya da ertesi sabah posta kutusuna mutlaka san bir zarf koymayacak
mıydı? îşte Sofi de felsefe öğretmenine yazacağı mektubu o zaman posta
kutusuna koyabilirdi.
Sofi mektubu yazmaya başladı. Hiç görmediği birine mektup yazmanın oldukça güç
bir iş olduğunu düşünüyordu. Kadın mı erkek mi olduğunu bile bilmiyordu. Yaşlı mı,
genç mi olduğu konusunda da hiçbir fikri yoktu. Hattâ tanıdık biri bile olabilirdi.
Kâğıdı pembe bir zarfa koyup zarfın arkasını yapıştırdı. Üzerine "Filozofa" diye
yazdı.
60
KADER
Günlerden cuma olmasına rağmen Sofi o gece erkenden odasına çıktı. Annesi pizza
ve televizyondaki dizi filmi önererek onu oturma odasında tutmaya çalıştıysa da,
Sofi yorgun olduğunu, yatıp biraz kitap okuyacağını söylemişti. Annesinin
televizyon ekranına gömüldüğü bir sırada dışarıya süzülüp mektubu posta
kutusuna bıraktı.
Annesi saat onbir sıralarında odasına geldiğinde Sofi'yi camdan dışarıya bakar
halde buldu.
- Bence sen iyice aşık olmuşsun Sofi. Biri mektup getirecekse de bunu gece yarısı
yapacak değil herhalde!
Öf! Sofi bu aşık olma tantanasına dayanamıyordu artık! Ama yine de annesinin
böyle bir şeye inanması daha iyiydi. Annesi konuşmasına devam etti:
- Tavşanla silindir şapkadan bahseden o muydu? Sofi evet anlamında başını
salladı.
61
SOFI'NİN DÜNYASI
KADER
- Çok tatlı bir çocuk olduğuna eminim, canım! Hadi artık biraz uyumaya çalış.
Ama Sofi daha saatlerce uyanık kalıp yolu seyretti. Saat bir sıralarında
gözkapakları ağırlaşmaya başlamıştı. Tam kalkıp yatağına gidecekti ki bir anda
gözü ormandan çıkmakta olan bir gölgeye takıldı.
Dışarısı kapkaranlıktı ama bir insan silueti görmeye yetecek kadar ışık vardı. Bir
erkekti bu, oldukça yaşlı görünüyordu. En azından Sofi'yle yaşıt değildi! Başında
bere gibi bir şey vardı.
Bir ara, Sofi'ye, adam eve doğru bakıyormuş gibi geldi ama Sofi tüm ışıklan
söndürmüştü. Adam doğruca posta kutusuna gidip, kutuya büyük bir zarf bıraktı.
Tam zarfı bırakırken gözü Sofi'nin mektubuna takıldı. Elini posta kutusuna sokup
zarfı çıkardı. Göz açıp kapayıncaya kadar ormana doğru yola koyuldu ve patikada
koşar adım yürüyüp gözden kayboldu.
Sofi'nin kalbi küt küt çarpıyordu. Aslında üstündeki gecelikle adamın arkasından
koşmak geçiyordu aklından. Ama hayır, geceyarısı tanımadığı bir adamm
arkasından gitmeye cesa-
62
Aradan bir süre geçtikten sonra yavaşça merdivenlerden inip sokak kapısını
dikkatle açtı. Çok geçmeden elinde zarfla yine odasındaydı. Yatağına oturup
nefesini tuttu. Birkaç dakika bekledi. Evde hâlâ hiçbir ses olmadığından emin
olduktan sonra mektubu açıp okumaya başladı.
Kader •
Tekrar merhaba Sofi! Her ihtimale karşı önceden söyleyeyim: sakın beni
gözetlemeye çalışma! Elbette bir zaman görüşeceğiz ama bunun yerini ve zamanını
ben saptayacağım. İşte diyeceğimi dedim; sözüme uymamazlık etmezsin, değil mi?
.
Hâlâ pek çok insan "kâğıt falı", "el falı" ve "yıldız falına" inanmaktadır.
63
SOFfNİN DÜNYASI
Bizim Norveç'ten bildiğimiz bir başka fal türü de kahve falıdır. Kahveyi içtikten
sonra çoğu zaman fincanın dibinde biraz telve kalır. İnsan biraz da hayal gücünü
kullanarak burada belli resimler ya da şekiller görebilir. Telve bir araba şeklini
almışsa, kahveyi içmiş olan kişinin bir araba yolculuğuna çıkacağına inanılır!
Delphoi'deki kâhin
v 64
KADER
vaşa gitmeye veya başka önemli kararlar almaya cesaret edemezdi. Böylelikle
Apollon rahipleri, halkını ve ülkesini çok iyi tanıyan bir tür diplomat ya da
danışman rolü görüyorlardı.
Delphoi'deki tapınağın üzerinde meşhur bir özdeyiş yer alıyordu: KENDİNİ BİL!
Bununla anlatılmak istenen, insanın insan olmaktan öte bir şey olduğuna
inanmaması gerektiği ve hiçbir insanın kaderinden kaçamayacağı idi.
Ancak Yunanlı filozofların' doğal süreçlere doğal bir takım açıklamalar getirmeye
çalıştığı sıralarda, tarihsel gidişi de doğal nedenlerle açıklamaya çalışan bir tarih
bilimi ortaya çıkıyordu. Bir devletin savaşta yenilmesi artık tanrıların öç almasıyla
açıklanmıyordu. En tanınmış Yunanlı tarihçiler Herodotos(İ.Ö. 484-424) ve
Thukydides (İ.Ö. 460-400) idi.
65
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Yakın çağlarda tıp bilimi ortaya çıkana dek, hastalıkların doğaüstü güçlerin işi
olarak görülmesi en yaygın anlayıştı. Örneğin "nezle" sözcüğünün kökeninde
insanın yıldızların kötü "etkisi altında kal. ması" yatar.
Bugün bile değişik hastalıkların, örneğin AiDS'in, Tanrı'mn in. sanlara verdiği bir
ceza olduğuna inanan pek çok kişi vardır. Pek çolı insan da hastalıkların doğaüstü
bir biçimde "iyileştirilebileceğine" inanmaktadır.
Yunanlı filozofların yepyeni bir düşünce biçimiyle ortaya çıktığı sıralarda, hastalık
ve sağlığa da doğal açıklamalar getirmeye çalışan bir Yunan tıp bilimi doğuyordu.
Yunan tıp biliminin kurucusu, Koı adasında İ.Ö. 460 yıllarında doğmuş olan
HippokratesMr.
66
KADER
kutsal tutacağım.
Sofi Cumartesi sabahı yatağında sıçrayarak uyandı. Rüya mıydı yoksa filozofu
gerçekten görmüş müydü?
Eliyle yatağın altını yokladı. Tabii, gece gelen zarf oradaydı işte. Sofi Yunanlıların
kadere inanışlanyla ilgili tüm okuduklarını hatırladı. 0 zaman bu bir rüya olamazdı.
Filozofu görmüştü tabii! Yalnız bu olsa iyi. Filozofun kendi mektubunu aldığını da
görmüştü!
Sofi kalkıp yere çömeldi ve yatağın altına uzandı. Bütün daktilo sayfalarını alıp
çıkardı. Bu da neydi? Ta duvarın dibinde kırmızı bir şey duruyordu. Bir eşarp
mıydı ne?
Sürünerek uzanıp kırmızı ipek eşarbı aldı. Emin olduğu tek şey, eşarbın kendine
ait olmadığıydı.
Hilde! Peki ama kimdi bu Hilde? Nasıl oluyordu da Hil-de'yle yolları böyle
kesişiyordu?
67
SOKRATES
Sofi üzerine yazlık bir elbise geçirip mutfağa indi. Annesi mutfakta tezgâhın
üzerine eğilmiş duruyordu. Annesine ipek eşarptan sözetmemeye karar verdi.
- Gazeteyi aldın mı? sözleri dökülüverdi ağzından. Annesi ona dönerek:
- Hadi bir iyilik yap da sen alıver gazeteyi bugün, dedi. Sofi çakıl taşlı yolu
koşarak geçip yeşil posta kutusuna vardı.
Gazeteden başka bir şey yoktu. Mektubuna daha cevap gelemezdi zaten.
Gazetenin ilk sayfasında Lübnan'daki Norveçli BM taburu ile ilgili bir haber
okudu.
Mektupları koyduğu bisküvi kutusunun yanında beyaz bir zarf olduğunu görünce
aklı başından gidecekti neredeyse. Sofi mektubu buraya koyanın kendisi
olmadığından emindi.
Bu zarfın da kenarları ıslaktı. Önceki gün aldığı mektup gibi bunun da üzerinde bir
takım derin izler vardı.
68
SOKRATES
Filozof buraya mı gelmişti? Gizli yerini biliyor muydu yani? Ya zarflar niye
ıslaktı?
Sevgili Sofi. Mektubunu büyük bir ilgiyle ve biraz da kalbim burkularak okudum.
Kahve içmeye gelmek konusunda ne yazık ki seni hayal kırıklığına uğratmak
zorundayım. Bir gün mutlaka görüşeceğiz, ancak uzunca bir süre daha Kaptan
Virajında kendimi gösteremeyeceğim sanırım.
NOT. Bir bayanın kahve davetini reddetmek hiç hoş bir şey değil. Ancak bazen
böyle gerekiyor.
NOT. NOT. Kırmızı bir ipek eşarp bulacak olursan lütfen ona iyi bak. Bazen
insanların eşyaları birbirine karışır böyle. Okullarda da çok olur bu. Ee, bizim ki
de bir felsefe okulu ne de olsa!
Sofi on dört yıllık yaşamı boyunca yılbaşlarında, yaşgünlerinde filan epey mektup
almıştı. Ama bu mektup hepsinden daha garipti.
69
SOFt'NÎN DÜNYASI
mıştı. îşin tuhafı kuru bahar havasma rağmen bu zarfın da kenarları ıslaktı.
En garip şey kuşkusuz ipek eşarptı. Demek felsefe öğretmeninin başka bir
öğrencisi daha. vardı. Olsundu bakalım! Bu öbür öğrenci, kırmızı ipek eşarbını
yitirmişti. Yitirsindi bakahm! İyi ama ya eşarbını Sofi'nin yatağının altında
yitirmeyi nasıl becermişti?
Sofi, uzunca bir süre oturup Hilde ile kendisi arasında ne tür bir ilişki
olabileceğini düşündü. Ama sonuçta işin içinden çıkamadı. Felsefe öğretmeni bir
gün karşılaşacaklarını yazıyordu. Hilde ile de karşılaşacak mıydı acaba bir gün?
Doğal bir arlanma duygusundan sözedilebilir mi? En bilge kişi bilmediğini bilen
kişidir. Gerçek bilgi içimizde mevcuttur. Doğru bilgi, doğru eylemi gerçekleştirir.
Sofi, beyaz zarfla gelen kısa cümlelerin daha sonra gelen büyük zarfa bir hazırlık
oluşturduğunu anlıyordu artık. Birden aklına bir şey geldi: eğer "ulak" san zarfı
buraya, Geçit'e getirecekse Sofi bekleyip onun kim olduğunu görebilirdi. Kadın
mı, erkek miydi? Görünce onu hiç bırakmayacak, felsefe hakkında bildiği her şeyi
anlattıracaktı! Mektupta ulağın küçük olduğu yazıyordu. Çocuk muydu acaba?
70
SOKRATES
Kimden daha bilge? Filozof bu cümleyle, dünyada olup biten her şeyi bilmediğinin
farkında olan kişinin, aynı miktarda şey bilmesine rağmen her şeyi bildiğini sanan
kişiden daha akıllı olduğunu söylemek istiyorsa, Sofi de aynı fikirdeydi. Bunu hiç
düşünmemişti daha önce. Ama şimdi düşündükçe, bilmediğini bilmenin de bir çeşit
bilgi olduğunu anlamaya başlıyordu. İnsanın hiç bilmediği konularda bilgiçlik
taslaması aptallıktı en azından!
71
SOFİ'NİN DÜNYASI
SOKRATES
Ne demekti bu? Banka soygucusu, banka soymanın kötü bir şey olduğunu bilmediği
için mi banka soyuyordu yani? Tam tersine. Sofi büyüklerin çoğu zaman neyin
doğru olduğunu çok iyi bilmelerine rağmen aptalca davrandıklarını, hattâ sonra da
bundan pişmanlık duyduklarını düşünüyordu.
Sofi böyle oturup dururken birden çalılığın ormana bakan tarafında kuru dal
çıtırtıları Tluydu. Ulak olabilir miydi gelen? Kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı.
Birinin, bir hayvan gibi nefes alıp vererek gelmekte olduğunu anladığında korkusu
iyice arttı. -
Birkaç saniye sonra, Geçit'in ormana bakan girişinden içeriye kocaman bir köpek
girdi. Labrador türü bir köpekti bu. Ağzında taşıdığı büyük san zarfı Sofi'nin
dizlerinin dibine bıraktı. Her şey öyle hızlı olup bitmişti ki, Sofi hiçbir şey
düşünmeye vakit bulamamıştı. Köpek hemen yine ormana doğru kaybolmuş, Sofi
kendini elinde sarı zarfla otururken buluvermişti. Her şey olup bittikten sonra
şok kendini gösterdi. Sofi ellerini kucağına bırakıp ağlamaya koyuldu.
Öyle ne kadar kaldığını bilmeden, bir süre sonra kendine gelip başını kaldırdı.
Demek ulak buydu! Sofi derin bir soluk alıp verdi. Demek bunun için beyaz
zarfların kenarları ıslak oluyordu. Ve tabii yine bu yüzden zarflarda derin izler
oluyordu. Nasıl da düşünememişti bunu? Filozofa mektup yollarken mektubun
içine bir kesme şeker ya da bisküvi koyması meselesi de bir anda bir anlama
kavuşmuş oluyordu.
Yeterince hızlı düşünemiyordu işte bazen. Ancak "ulağın" yetiştirilmiş bir köpek
olabileceğini tahmin etmek de güç işti doğrusu. Ulağa Alberto Knox'un nerede
yaşadığını sorma meselesini de unutması gerekiyordu böylece.
72
Atina'da felsefe
Sevgili Sofi! Bu satırları okurken Hermes 'le tanışmış olacaksın belki de. Her
ihtimale karşı ben yine de Hermes'in bir köpek olduğunu söyleyeyim. Sakın bunu
kötü bir şey gibi görme! Hermes, çok uslu ve pek çok insandan daha akıllı bir
köpektir. En azından, olduğundan daha bilgiliymiş gibi davranmaz!
İsmi de rastgele seçilmiş bir isim değildir. Hermes, Yunan tanrılarının ulağının
adıydı. Aynı zamanda denizcilerin tanrısının adı da Hermes'ti ama şimdilik bunun
üzerinde pek durmayacağız. Ancak en önemlisi, Hermes'in "hermetik" sözcüğünün
kökenini oluşturuyor olmasıdır. Bu sözcük gizli ya da ulaşılmaz anlamına gelir.
Hermes'in bizi birbirimizden nasıl gizli tuttuğunu hatırlarsak, isminin ne kadar
isabetli olduğunu görebiliriz.
Böylece ulağımızı tanıtmış oldum. Kendi adını tanır ve çok iyi yetişmiş bir
köpektir.
73
SOFÎ'NİN DÜNYASI
kötü sayılmaz!)
Baaşşlıyorrr, Sofi! Düşünce tarihi, çok perdeli bir tiyatro oyunu gibidir.
İ.Ö. 450 yıllarında Atina Yunan dünyasının kültür merkezi olmuştu. Felsefe de bu
dönemde yeni bir yöne girmişti.
Çok geçmeden Atina'ya Yunan kolonilerinden pek çok öğretmen ve filozof geldi.
Bunlar kendilerine Sofist diyorlardı. "Sofist" sözcüğü eğitim görmüş, uzman kişi
anlamına gelir. Atina'da Sofistler kentin yurttaşlarına ders vererek geçimlerini
sağlıyorlardı.
Sofistlerle doğa filozoflarının ortak bir yanları vardı. Her ikisi de varolan mitlere
eleştirel yaklaşıyorlardı. Ancak Sofistler buna ek olarak, gereksiz felsefi
spekülasyon olarak gördükleri şeyleri de reddediyorlardı. Felsefi sorulara belki
yanıtlar bulunabilir, ancak doğanın ve evrenin gizleri kesin olarak çözülemez,
görüşünde idiler. Fel-
74
SOKRATES
Sofist Protagoras (İ.Ö. 487-420) "insan her şeyin ölçüsüdür," diyordu. Bununla
anlatmak istediği şey, neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğunun hep
insanın ihtiyaçlarından yola çıkarak değerlendirilebileceği idi. Yunan tanrılarına
inanıp inanmadığını sorduklarında, "Tanrılar konusunda bir şey söyleyemem çünkü
bu konuda bilgiyi engelleyen şeyler var: konunun zorluğu ve insan yaşamının
kısalığı." diye yanıt vermişti. Bu şekilde tanrının varolup olmadığı konusunda kesin
bir yanıt veremeyenlere Bilinemezci denir.
Sofistler çoğunlukla pek çok yer gezmiş, değişik pek çok yönetim tarzı görmüş
kişilerdi. Hem gelenelcve görenekler, hem de şehir devletlerinde geçerli olan
yasalar birbirinden çok farklı idi. Sofistler tüm görüp bildikleri şeyler
çerçevesinde Atina'da neyin doğa tarafından, neyin toplum tarafından
belirlendiğine dair bir tartışma başlattılar. Böylelikle Atina şehir devletinde bir
toplum eleştirisinin temelini oluşturdular.
Senin de tahmin edebileceğin gibi, ortalıkta gezinip neyin doğru neyin yanlış
olduğu konusunda mutlak normlar olamayacağına işaret eden Sofistler, Atina
şehir toplumunda hararetli tartışmalara yol açtılar. Sokrates ise bazı normların
gerçekten mutlak ve her zaman geçerli olduğunu göstermeye çalıştı.
75
SOFI'NİN DÜNYASI
Sokrates kimdi?
Sokrates (İ.Ö. 470-399) felsefe tarihinin belki de en gizemli şahsıdır. Tek bir
kelime olsun yazmamıştır. Buna rağmen Avrupa düşüncesine çok büyük etkisi
olmuş kişilerden biridir. Bunda kuşkusuz acıklı ölümünün de bir rolü olmuştur.
Daha hayatta iken bile sır dolu bir insan olarak görülen Sokrates öldükten sonra
pek çok felsefi akımın kurucusu sayıldı. Tam da böylesine sır dolu ve bilinmez
olduğu için birbirinden çok farklı pek çok görüş onun düşüncelerine sahip çıktı.
Kesin olan tek şey, Sokrates'in müthiş çirkin olduğu idi. Şişman, kısa boylu, patlak
gözlü, hap burunlu idi. İçininse "mükemmel bir güzellikte" olduğu söylenir. Ayrıca,
"ne şimdi ne geçmişte Sokrates gibi birisi bulunamaz" da denir. Tüm bunlara
karşılık Sokrates felsefi uğraşları yüzünden ölüme mahkûm edildi.
76
SOKRATES
Öte yandan Sokrates'in "gerçekten" kim olduğu o kadar önemli değildir. Batı
düşüncesini 2500 yıldır yönlendiren, Platon'un bize tanıttığı Sokrates'tir.
Konuşma sanatı
Sokrates'in uğraşındaki temel öğe, onun kimseye bir şey öğretmek peşinde
olmayışıdır. O, tersine, konuştuğu insandan bir şeyler öğrenmek istediğini dile
getirmiştir. Yani diğer okul öğretmenleri gibi ders vermek değildi derdi. Onun
derdi, konuşmaktı.
Ama sadece başkalarını dinleyerek meşhur bir filozof olunmazdı elbette. Yalnızca
başkalarını dinledi diye ölüme mahkûm de etmezlerdi insanı! O genellikle
konuşmanın başında soru sorardı. Böylece hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapardı.
Konuşma sırasında genellikle karşısındaki kişinin kendi düşünce biçimindeki
zayıflıkları görmesini sağlardı. Sonunda konuştuğu kişinin bir köşeye sıkıştığı ve
neyin doğru neyin yanlış olduğunu kendine itiraf etmek zorunda kaldığı olurdu.
Altını çiziyorum: çocuk doğurmak doğal bir özelliktir. Aynı şekilde insan sadece
mantığını kullanarak felsefi doğruları kavrayabilir. İnsan "mantığını kullanarak"
kendinden bir şey öğrenebilir.
Sokrates hiçbir şey bilmiyormuş gibi yaparak, insanları tam da buna, mantığını
kullanmaya zorlardı. Cahili "oynardı" - ya da olduğundan daha aptalmış gibi
görünürdü. Buna "Sokratesçi İroni"
77
SOFfNlN DÜNYASI
diyoruz. Bu şekilde Sokrates sürekli olarak Atinalıların düşünce biçimlerindeki
boşlukları ortaya çıkarıyordu. Bu meydanın ta ortasında, yani herkesin içinde
olabilirdi. Sokrates'le bir karşılaşma, alaya alınıp herkesin içinde gülünç duruma
düşürülme anlamına gelebilirdi.
Böyle bir kişinin giderek diğerlerini, özellikle toplumda gücü elinde bulunduranları
rahatsız etmeye başlayacağını anlamak güç değil. "Atina uyuşuk bir at. Ben de onu
uyandırıp canlandırmaya çalışan bir at sineğiyim," diyordu Sokrates. (At sineğine
ne yapar insan Sofi? Cevap verebilir misin buna?)
Sokrates'in diğer insanları devamlı mat etmekteki amacı onları rahatsız etmek
değildi. İçinde öyle bir şey vardı ki ona başka bir şans tanımıyordu. Sokrates hep
içinde "tanrısal bir ses" olduğunu söylüyordu. İnsanlara ölüm cezası vermeye
karşıydı örneğin. Politik muhalifleri ele vermeyi de reddediyordu. Bu da sonunda
hayatına ma-loldu.
Niçin Sofi? Sokrates neden ölmek zorundaydı? Bu soruyu insanlar 2400 yıldır
soruyorlar. Ancak o, tarihte sonuna dek mücadele etmekten vazgeçmeyip
düşüncelerinden ötürü ölen tek kişi değildir.
78
SOKRATES
İsa'dan sözettim daha önce. İsa ile Sokrates arasında gerçekten bir takım
benzerlikler var. Burada birkaçından sözedeceğim.
İsa da Sokrates de çağdaşları tarafından sır dolu insanlar olarak görüldüler. İkisi
de ardında yazılı bir şey bırakmadı. Onlar hakkındaki bilgiler konusunda
öğrencilerine bağlı kalmak durumundayız. Ancak ikisi de kuşkusuz iyi birer
konuşmacı idiler. Ayrıca kendilerinden öylesine emin bir tarzda konuşuyorlardı ki
bu dinleyeni hem çok etkileyebiliyor hem de rahatsız edebiliyordu. Üstelik ikisi
de kendilerinden daha büyük gördükleri bir şey adına konuşuyorlardı. Her türlü
haksızlık ve otoriteyi eleştirerek toplumda gücü elinde bulunduranları savunmaya
itiyorlardı. Ve en önemlisi, bu ikisinin de hayatına maloldu.
Atina'da birjoker
79
SOFÎ'NlN DÜNYASI
Burada mısın Sofi? Bu kursta daha sonra anlatılacaklar için, "Sofist" ile "filozof"
arasındaki ayrımı anlamış olman önemli. Sofistler anlattıkları şişirme şeyler için
para alıyorlardı. Tarih bu tür "Sofistlerle" doludur. Bildikleri azıcık şeylerle
yetinen ya da bilmedikleri şeyleri çok iyi biliyormuş gibi yapıp övünen
öğretmenlerden ve bilgiçlerden sözediyorum. Bu tür "Sofistlerle" kısa hayatında
sen bile karşılaşmışındır. Gerçek filozof Sofi, bunun tam tersidir. Bir filozof
aslında çok az şey bildiğinin farkındadır. Tam da bu yüzden hep, her zaman
gerçek bilgiye ulaşmaya çalışır. Sokrates bu türden ender bir kişiydi. Hayat ve
dünya hakkında hiçbir şey bilmediğinin farkındaydı. Ve en önemlisi: bu kadar az
şey bilmekten müthiş rahatsızlık duyuyordu.
Yani filozof, anlamadığı pek çok şey olduğunu kabul eden kişidir. Ve bu da onu
huzursuz eder. Ama tam da bu bakımdan, bilmediği şeyleri biliyormuş gibi yapıp
övünen insanlardan çok daha akıllıdır. "En bilge kişi bilmediğini bilen kişidir,"
demiştim. Sokrates de tek bir şey bildiğini söylüyordu ve bu da hiçbir şey
bilmediğiydi! Bu açıklamayı not almalısın Sofi, çünkü filozoflar arasında bile bunu
böyle rahatlıkla söyleyebilene çok az rastlanır. Üstelik bunu açık açık söylemek
insanın hayatına malolacak kadar tehlikeli olabilir. Her zaman en korkulan kişiler
soru soran kişilerdir. Sorulara cevap vermek o kadar sakıncalı değildir. Tek bir
soru bin cevaptan daha güçlü olabilir.
"Kralın Yeni Giysileri" masalını biliyor musun? Bu masalda kralın üzerinde aslında
giysi filan yoktur, ama maiyetindekilerin hiçbiri bunu ona söylemeye cesaret
edemez. Birdenbire bir çocuk kralın
80
SOKRATES
çıplak olduğunu haykırır. Cesur bir çocuktur bu, Sofi. Sokrates de hjZ insanların
ne kadar az şey bildiğini söyleyebilecek kadar cesurdu Çocuklarla filozoflar
arasındaki benzerliklerden sözetmiştik zaten daha önce.
81
SOFİ'NİN DÜNYASI
Bu son cümleyi anlamak belki sana güç geliyordur Sofi. Şöyle diyeyim: Sokrates,
insanın inandıklarının tersini yaparak mutlu olamayacağına inanıyordu. Ve nasıl
mutlu olacağını bilen insan, mutlu olmaya da çalışır. Dolayısıyla neyin doğru
olduğunu bilen insan, doğru davranmak zorundadır. Çünkü hiç kimse mutsuz olmayı
istemez, değil mi?
Sen ne diyorsun, Sofi? Devamlı doğru olmadığını bildiğin şeyleri yaparak mutlu
olabilir misin? Sürekli yalan söyleyen, hırsızlık yapan, insanların arkasından
konuşan kişiler vardır. Haklı -ya da adil diyelim istersen- olmadıklarını kendileri
de bilirler kuşkusuz. Ya bu onları mutlu eder mi?
Sokrates'e göre, hayır.
Daha suyu yeni doldurmuştu ki annesi elinde iki koca torbayla içeri girdi. Belki de
bu yüzden annesi:
82
SOKRATES
- Kafan biraz fazla meşgul galiba son zamanlarda! dedi. Nasıl olduğunu anlamadan
Sofi'nin ağzından birden şu
sözler dökülüverdi:
. Sokrates'in de öyleydi.
- Ne yazık ki bunu hayatıyla ödemek zorunda kaldı, diye devam etti Sofi dalgın
dalgın.
- Bunları okulda mı öğrendin? diye sordu. Sofi hemen başını iki yöne salladı.
- Orada hiçbir şey öğrendiğimiz yok... Okuldaki bir öğretmenle bir filozof
arasındaki en büyük fark, öğretmenin her şeyi bildiğini sanarak bunları
öğrencilere zorla öğretmeye çalışmasıdır. Bir filozof ise öğrencileriyle beraber
anlamaya çalışır.
- Yine beyaz tavşanlardan bahsediyoruz, öyle mi? Artık şu erkek arkadaşının kim
olduğunu bilmeyi istiyorum. Yoksa onun biraz üşütük biri olduğunu düşünmeye
başlayacağım.
- Üşütmüş olan o değil. Tersine başkalarını biraz olsun üşütmeye çalışan biri. Bunu
onları eskimiş düşüncelerinden uyandırmak için yapıyor.
- Artık yeter ama! Pek de bilmiş birine benziyor bu çocuk! Sofi yine bulaşık
köpüklerinin üzerine eğildi.
- O ne bilmiş ne de bilge! Ama gerçek bilgeliğin peşinde. Gerçek bir jokerle diğer
iskambil kâğıtları arasındaki fark bu.
83
SOFfNlN DÜNYASI
- Bir destede ne çok kupa, ne çok karo olduğunu hiç düşt^, dün mü? Bir sürü de
maça ve sinek. Ama bir destede yalnız^ tekbir joker var.
Bulaşığı bitirdikten sonra odasına çıkü. Kırmızı ipek eşat. bı, legolarıyla birlikte
dolabın en üstündeki rafa koymuştu, Eşarbı tekrar eline alıp incelemeye koyuldu.
Hilde...
84
A T î N A-
... harabeden bir sürü yüksek yapı yükseldi...
Akşam Sofi'nin annesi erkenden komşu ziyaretine gitti. O gider gitmez Sofi
bahçeye çıktı ve Geçit'ine girdi. Büyük bisküvi kutusunun yanında kalın bir paket
duruyordu. Sofi aceleyle paketi açtı. Bir video kasetiydi bu!
Hemen eve koştu. Bir video kaseti! Bu yepyeni bir şeydi işte. Peki ama felsefe
öğretmeni onlarda video olduğunu nereden bilmişti? Kasette ne vardı acaba?
Sofi kaseti videoya koydu. Ekranda büyük bir şehir resmi belirdi. Sofi çok
geçmeden burasının Atina olduğunu anladı, çünkü kamera yakın çekim Akropolis'i
gösteriyordu. Sofi buradaki harabelerin resimlerini daha önce çok görmüştü.
Bu ise hareket eden bir resim, bir filmdi. Tapınak harabelerinin arasında şortlu,
boyunlarında fotoğraf makinesi asılı turistler dolaşıyordu. İçlerinden birisi bir
pankart mı tutuyordu ne? İşte, pankart bir kez daha görünüyordu! "Hilde" mi
yazıyordu üzerinde?
Bir süre sonra ekranda orta yaşlı bir adam belirdi. Oldukça ufak tefek, siyah,
bakımlı bir sakalı olan, mavi bere giymiş bir adamdı bu. Adam yüzünü kameraya
dönerek konuşmaya başladı:
- Atina'ya hoş geldin, Sofi. Çoktan tahmin etmiş olabileceğin gibi, Albert Knox
benim. Tahmin etmemiş idiysen, beyaz tavşanın halen evrenin siyah silindir
şapkasından çıkmaya devam ettiğini kısaca hatırlatmak isterim. Şu an
Akropolis'teyiz. "i sözcük, "şehir kalesi" veya esas olarak "yüksekteki şehir"
lamına gelir. İnsanlar taş devrinden beri burada yaşayagel-
85
SOFI'NİN DÜNYASI
diler. Bunun ana nedeni şehrin yerleşimi. Bu yüksek platoda kurulmuş şehri
düşmanlara karşı savunmak kolaydı. Ayrıca Akropolis'ten Akdeniz'in en güzel
limanlarından birini göz al-tında tutmak da mümkündü... Atina platonun
eteklerindeki düzlükte büyüyüp gelişirken, Akropolis kale ve tapınak alam olarak
kullanılıyordu. İsadan önce beşinci yüzyılın ilk yansında Yunanlılarla Persler
arasında büyük bir savaş oldu. 480 y\. lında Pers imparatoru Kserkes Atina'yı
talan edip Akropo-lis'teki tüm eski tahta yapıları ateşe verdi. Ertesi yıl ise,
Yunanlılar Persleri yendi ve bundan sonra Atina'nın altın çağı başladı. Akropolis
eskisinden çok daha onurlu ve güzel bir biçimde yeniden inşa edildi ve artık
sadece tapınak alanı olarak kullanılmaya başlandı. Sokrates de bu yıllarda
sokaklarda meydanlarda dolaşarak Atinalılarla konuşuyordu. Bu arada Akropolis'in
yeniden doğuşuna, şimdi etrafta gördüğümüz görkemli yapıların oluşmasına
tanıklık ediyordu. Müthiş bir inşaat alanıydı bu! Arkamda gördüğün Akropolis'in
en büyük tapınağı. Bu tapınağın adı "Bakire'nin evi" anlamına gelen Parthe-non ve
Atina'nın koruyucu tanrısı tanrıçaAthena onuruna yapılmış. Bu büyük mermer
binada tek bir düz hat görülmez; dört köşenin her biri hafifçe bükülür. Böylelikle
binaya daha büyük bir canlılık verilmeye çalışılmıştır. Yapı aslında çok büyük
olmakla beraber göze hantal görünmez. Bunun nedeni bir tür göz yanılmasıdır.
Sütunlar içeriye doğru öyle hafif bir eğimle bü külmüşlerdir ki birbirleriyle
tapmağın tepesinde buluşabilme-leri için 1500 metre yükseklikte olmaları gerekir.
Bu müthiş büyük binanın içinde yalnızca Athena'nın 12 metre yüksekli ğindeki
heykeli bulunuyordu. Yapılarda pek çok canlı renge boyanarak kullanılan beyaz
mermerin 16 kilometre uzaktaki bit dağdan getirildiğini de ekleyeyim...
86
ATİNA
zca karanlıkta siluetini görmüştü önceden. Evet, o zaman gördüğü kişi şimdi
Atina'da Akropolis'te duran bu adam olabilirdi.
Birazdan adam tapınağın uzun kenarı boyunca yürümeye başladı. Kamera da onu
takip ediyordu. Tepenin en ucuna dek giderek eliyle aşağıyı gösterdi. Kamera,
Akropolis platosunun eteğindeki bir tiyatroya odaklandı.
- Burası eski Dionysos tiyatrosu, diyerek konuşmasına devam etti bereli adam.
Ufak tefek adam koca tapınağın çevresini dolaşıp daha küçük birkaç tapınağı
sağına aldı. Bir takım yüksek sütunların arasında yer alan merdivenlerden aşağı
inmeye başladı. Akropolis platosunun eteğine geldiğinde, yüksekçe bir tepeye
çıkıp eliyle tüm Atina'yı göstererek sözlerine devam etti:
87
SOFI'NİN DÜNYASI
- Atina'daki eski meydanın kenarındayız. Şimdi acıklı bir görünüşü var buranın,
değil mi? Oysa bir zamanlar etrafla heybetli tapmaklar, mahkemeler ve öteki
devlet binaları, dükkanlar, konser salonu ve de bir spor binası yer alıyordu. Hepsi,
dört köşe bir alan olan bu meydanın çevresindeydi.... Bu meydanda Avrupa
uygarlığının temeli yatıyor. "Politika", "demokrasi", "ekonomi", "tarih", "biyoloji",
"fizik", "matematik", "mantık", "teoloji", "felsefe", "ahlak", "psikoloji", "teori",
"metod", "idea", "sistem" ve daha çok, pek çok sözcük bu meydanda günlük
hayatını sürdüren bir grup insandan kaynaklanmaktadır. Sokra-tes bu meydanda
dolaşıp karşılaştığı insanlarla konuşuyordu. Belki de bir kap içinde zeytinyağı
taşıyan bir köleye yaklaşıp zavallı adama felsefi bir soru soruyordu. Çünkü
Sokrates bir kölenin de bir soylu kadar mantığı olduğuna inanıyordu. Belki
yurttaşlardan biriyle hararetli bir ağız münakaşası yapıyor, belki de genç
öğrencisi Platon'la sakin sakin konuşuyordu. Bunları düşünmek insana garip bir
duygu veriyor. Hâlâ "Sok-ratesçi" veya "Platoncu" felsefeden sözediyoruz ama
Sokrates ya da Platon olmak daha başka bir şey...
Sofi de bunu garip buluyordu elbette. Ama şu an oturmuş, felsefe öğretmeninin
kendisiyle, gizemli bir köpeğin bahçedeki gizli köşesine getirip bıraktığı bir
videodan konuşuyor olması da Sofi'ye en az bunun kadar garip geliyordu.
88
ATİNA
Filozof oturduğu mermer taştan kalktı. Alçak bir sesle konuşmasını sürdürdü:
Daha başka bir şey söylemeden uzunca bir süre durup kameranın içine baktı.
Sonra aniden ekranda başka bir resim belirdi. Birdenbire harabelerden bir sürü
yüksek yapı yükseldi. Sanki büyü yapılmış gibi harabeler eski hallerine
kavuşmuşlardı. Ufukta hâlâ Akropolis görünüyordu, ama şimdi Akropo-lis de,
meydandaki binalar da yepyeni idiler. Binalar altınla kaplanmış, canlı renklere
boyanmışlardı. Dört köşe meydanda renkli uzun giysileri içinde insanlar
dolanıyorlardı. Kimisi elinde bir kılıç, kimisi başının üzerinde bir testi, kimisi
kolunun altında bir papirüs tornan taşıyordu.
Sofi ancak şimdi felsefe öğretmenini tanıyabilmişti. Başında hâlâ mavi beresi
vardı, ancak üzerine diğer insanlar gibi san uzun bir giysi giymişti. Sofi'ye doğru
yaklaşıp kameranın ta içine bakarak konuştu:
- Hah, işte şöyle! Şu an eski Atina'dayız, Sofi. Kendi gözlerinle görmeni istedim,
anlıyor musun? Yıl İsa'dan önce 402, Sokrates'in ölümünden ise yalnızca üç yıl
öncesi. Bu imtiyazlı ziyaretin önemini takdir ediyorsundur umarım, çünkü bir video
kamerası kiralamak pek kolay olmadı...
Sofi başının döndüğünü hissetti. Bu gizemli insan nasıl olup da 2400 yıl öncesinin
Atina'sında olabiliyordu? Sofi nasıl °lup da bambaşka bir zamanda çekilmiş bir
canlı yayını izle-
89
SOFİ'NİN DÜNYASI
Sofi üzerinde biraz eskimiş giysiler olan yaşlı bir adam gördü önce. Uzun,
karmakarışık sakallı, küt burunlu, patlak mavi gözlü, tombul yanaklı biriydi bu.
Yanında genç ve yakışıklı birisi duruyordu.
- Sokrates ile genç öğrencisi Platon. Anlıyor musun Sofi? Onlarla kişisel olarak
tanışabileceksin şimdi.
Felsefe öğretmeni yüksek bir çatının altında duran bu iki adamın yanına yaklaştı.
Yanlarına vardığında beresini çıkarıp onlara Sofi'nin anlamadığı birşeyler söyledi.
Yunancaydı herhalde. Bir süre sonra tekrar kameraya dönerek konuştu:
Onlara senin, onlarla karşılaşmaya can atan Norveçli bir kız olduğunu söyledim.
Platon sana üzerinde düşünmeni istediği birkaç soru sormak istiyor. Ancak
gözcülerin bizi farket-memesi için çabuk hareket etmek zorundayız.
Sofi şakaklarında bir zonklama hissetti, çünkü şimdi bu genç adam kameraya
yaklaşmıştı.
- Atina'ya hoşgeldin, Sofi! dedi yumuşak bir sesle. Oldukça bozuk bir aksanla
konuşuyordu.
- Benim adım Platon. Sana dört ödev vereceğim: Öncelikle, bir fırıncının nasıl
birbirinin tıpatıp aynı 50 çörek yapabildiğini düşünmeni istiyorum. Sonra, neden
tüm atların aynı olduğunu sorabilirsin kendine. Ve de insanın ölümsüz bir ruha
sahip olup
90
ATINA
Bir anda televizyon ekranındaki resim yokoldu. Sofi kaseti ileri geri aldı ama
videoda olan ne varsa hepsini görmüştü.
Sofi kaseti video makinesinden çıkarıp alarak odasına koştu. Kaseti legolann
olduğu en üst rafa koydu. Çok geçmeden yatağına gömülüp uykuya daldı.
- Mmm...
- Elbisenle mi yattın?
- Atina'daydım, dedi. ^
etti.
91
PLATON
...ruhun gerçek yuvasına özlem...
Sofi ertesi sabah bir anda uyandı. Saatine baktı. Daha saat beşi biraz geçiyordu,
ama kendini cin gibi uyanık hissetti.
Elbisesi niye üzerindeydi? Bir anda her şeyi hatırladı. Bir tabureye çıkıp dolabın
en üst gözüne baktı. İşte video kaseti oradaydı. Demek rüya filan değildi
gördükleri!
Platon ve Sokrates'i görmüş olamazdı ama! Of, bu konuyu daha fazla düşünecek
hali kalmamıştı. Belki de annesi haklıydı şu sıralar biraz fazla düşünceli olduğunu
söylerken.
Tekrar uyuyamadı. Geçit'e gidip köpek yeni bir mektup getirmiş mi diye baksa
mıydı acaba?
Bahçe pırıl pırıl ve son derece sessizdi. Küçük kuşların canla başla ötüşüne gülesi
geldi Sofi'nin. Otların üzerindeki çiğ tanecikleri birer kristal gibi parlıyordu.
Çalılığın orası da biraz nemliydi. Yeni bir mektup görmemekle beraber, Sofi kalın
bir ağaç kökünü kurulayıp üzerine oturdu.
Videodaki Platon'un kendisine verdiği ödevler aklına geldi. İlk soru, bir fırıncının
nasıl birbirinin tamamen eşi 50 çörek yapabildiğiydi.
Sofi'nin biraz düşünmesi gerekiyordu. Büyük bir işletme anlamına geliyordu çünkü
bu. Annesinin çok ender yaptığı ay çöreklerinin hiçbiri birbirine benzemezdi.
Annesi aşçı değildi
92
PLATON
tabii; arasıra iyice garip şeyler yaptığı da olurdu. Ama pastaneden alınan çörekler
de hiçbir zaman birbirinin tıpatıp aynı olmazdı ki! Her bir çörek fırıncının elinde
ayrı ayrı şekillenirdi.
Sofi'nin yüzünde birden kurnaz bir gülümseme belirdi* Bir keresinde o babasıyla
çarşıya gittiğinde, annesinin evde yaptığı Noel çöreklerini hatırladı. Eve
geldiklerinde masanın üzerinde insan biçiminde bir sürü çörek bulmuşlardı. Hepsi
çok başarılı olmamışsa da, bir bakıma birbirlerinin aynısı idiler. Neden? Annesi
kalıp kullanmıştı da ondan.
Sofi çörek-adamlan hatırlayıp ilk sorunun cevabını kolayca verebildiği için mutlu
olmuştu. 50 tane aynı çörek yapabilmenin yolu kalıp kullanmaktan geçer. İşte bu
kadar!
Platon daha sonra kameranın içine bakıp neden tüm atların aynı olduğunu
sormuştu. Ama doğru değildi ki bu! Nasıl iki insan birbirinin tıpatıp aynı olamazsa,
atlar da birbirinin aynı olamazdı.
Belki de Platon neden bir atın hep at olduğunu, örneğin neden atla domuz arası bir
şey olmadığını sormak istiyordu. Çünkü kimisi ayı gibi boz, kimisi kuzu gibi beyaz
olsa da tüm atlarda ortak olan bir şey vardı. Sofi tutup da altı veya sekiz bacaklı
bir at görmeyi bekleyemezdi.
Ama Platon atların aynı olduğunu söylerken atların da aynı kalıptan çıktığını
kastetmiş olamazdı!
Sonra da büyük ve zor bir soru sormuştu Platon. İnsanlar ölümsüz bir ruha sahip
midir? Sofi bu soruya cevap veremeyeceğini hissetti. Ölülerin ya yakıldığını ya da
toprağa gömüldüğünü ve vücudun ondan sonra artık varolmadığını biliyordu.
93
SOFİ'NIN DÜNYASI
İnsanın ölümsüz bir ruhu olduğunu varsaymak, insanın iki ayrı parçadan oluştuğunu
söylemek anlamına geliyordu: öldükten sonra birkaç yıl içinde yokolup giden bir
vücut ve vücuttan oldukça bağımsız hareket eden bir ruh. Babaannesi bir
keresinde sadece vücudunun yaşlandığını, yoksa kendini hep aynı küçük kız gibi
hissettiğini söylemişti.
Bu "küçükkız" lafı Sofiye son soruyu anımsattı: erkeklerle kadınlar aynı derecede
akıl sahibi midir? Emin değildi Sofi bundan. Bu, Platon'un "akıl sahibi" ile ne
demek istediğine bağlıydı.
Köpek sarı zarfı Sofi'nin kucağına bıraktı. Sofi de elini uzatıp köpeğin başını
okşadı.
Köpek Sofi'nin kendisini sevmesinden hoşnut yere uzandı. Ancak birkaç dakika
sonra kalkıp çalılıklarda belirdiği yerden yine dışarı çıkmaya yöneldi. Sofi elinde
san zarfla köpeği izlemeye başladı. Dar çalılıktan geçerek bahçenin dışına çıktılar.
Hermes ormana doğru usul usul ilerliyor, Sofi onu birkaç metre geriden izliyordu.
Köpek birkaç kez dönüp havladiysa da Sofi aldırmadı. Atina'ya kadar gitmesi
gerekse bile bu kez fi-
94
PLATON
lozofu bulacaktı!
Köpek hızlanıp dar bir patikaya girdi. Sofi de koşmaya baş-lanuştı ki köpek dönüp
bir bekçi köpeği gibi havladı. Sofi vaz-geçnıeyip koşarak köpeğe daha da yaklaştı.
Hermes patikada yeniden hızla koşmaya başladı. Sofi sonunda onu
yakalayamayacağını anladı. Bir süre öylece durup köpeğin uzaklaşmasını dinledi.
Birazdan her şey tam bir sessizliğe büründü.
Sofi ormanda, ufak bir açık alanda bulduğu bir kütüğün üzerine oturdu. Büyük
zarfı hâlâ elinde tutuyordu. Zarfı açıp, içinden çıkan daktilo yazılı sayfaları
okumaya başladı:
Platon'un Akademisi
Sokrates baldıran kupasını kafasına dikmek zorunda kaldığında Platon (İ.Ö. 427-
347) 29 yaşındaydı. Uzun bir süredir Sokrates'in öğrencisi olmuş ve onun
davasını yakından izlemişti. Atina'nın, kentin en soylu kişisini böyle ölüme mahkûm
etmesi onda çok derin bir iz bırakmakla kalmamış, tüm felsefesini de belirlemişti.
95
SOFİ'NİN DÜNYASI
?:¦,
96
PLATON
İdealar dünyası
97
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
yacak bir ortaklık vardır. Bir tek at "değişir" elbette. Yaşlanır, topal, lamaya
başlar, zamanla hastalanır ve ölür. Ancak "at biçiminin" kendisi mutlak ve
değişmezdir.
Dolayısıyla Platon'a göre mutlak ve değişmez olan şey fiziksel bir "hammadde"
değildir. Mutlak ve değişmez olan şey, tüm şeylerin ona benzeyerek oluştuğu bir
takım tinsel ya da soyut, örnek resim.
lerdir.
98
PLATON
cardın. Tabii çörek-adamların bir tanesinin bir kolu eksik olabilir, bir başkası
başının bir parçasını yitirmiş olabilir ya da bir başkası-
n karnında tepecik oluşmuş olabilir. Ancak bir süre düşündükten sonra tüm çörek-
adamların ortak bir bileş eni olduğunu anlardın. Hiçbiri tamamen mükemmel
olmasa da hepsinin ortak bir kökenden geldiğini tahmin ederdin. Tüm çöreklerin
tek ve aynı bir biçimden oluştuğunu anlardın. Daha da ötesi Sofi, bu biçimi
görmekiç'm içinde güçlü bir istek duyardın. Çünkü kalıbın kendisi, tüm bu yarım
yamalak kopyalardan çok daha mükemmel ve bir bakıma çok daha güzel olmalı,
diye düşünürdün.
99
SOFİ'NÎN DÜNYASİ
Kesin bilgi
Buraya kadar konuyu takip edebildin sanırım, sevgili Sofi! Ancak Platon'un bütün
bunları sahiden, sözcük anlamında demek isteyin istemediğini merak ediyorsundur
belki. Platon bu tür biçimlerin apayrı bir gerçeklik olarak varolduğuna sahiden
inanıyor muydu?
Tüm yaşamı boyunca, bunun harfi harfine böyle olduğunu söy. lemek istemedi
kuşkusuz. Ancak Platon'un bir takım diyaloglarında bu böyle anlaşılmalı. Şimdi
onun gerekçesini anlamaya çalışacağız,
Bir filozof mutlak ya da değişmez olan şeyi anlamaya çalışır. Ör. neğin bir sabun
köpüğünün varoluşuyla ilgili bir felsefe tezi yazm» nın pek anlamı yoktur.
Öncelikle bir sabun köpüğünü inceleyene k% dar sabun köpüğü yokolur. İkincisi,
hiç kimsenin görmediği ve üst» lik yalnızca beş saniye süresince varolmuş olan bir
şey hakkında yazılmış bir felsefe tezini satmak pek de kolay bir iş olmaz!
Platon etrafımızda gördüğümüz her şeyin, evet, dokunup hisse» debildiğimiz her
şeyin bir sabun köpüğüyle karşılaştırılabileceğini söylüyordu. Çünkü duyular
dünyasında varolan hiçbir şey kalıcı de? ğildir. İnsanların ve hayvanların bir zaman
gelip yokolduğunu ve öt düğünü biliyorsun tabii. Hattâ bir mermer taş bile değişir
ve yavaş] yavaş yokolur. (Akropolis mahvolmuş bir halde, Sofi! Bana sorarsan
müthiş bir skandal bu. Ama ne yapalım ki durum böyle!) Şimdi, Pla* ton'un
söylemek istediği, sürekli değişen şeyler hakkında kesin bir] bilgiye sahip
olamayacağımız. Duyular dünyasına ait olan şeyler hakkında, yani dokunup
hissedebildiğimiz şeyler hakkında sadect kesin olmayan bir takım düşüncelerimiz
veya kanılarımız olabilir. Sadece aklımızla bildiğimiz şeyler konusunda kesin
bilgiye sahip olabiliriz.
Evet, Sofi! Biraz daha açıklayayım: Tüm pişirme, kabarma ve kızartma süreci
sonunda öyle başarısız bir çörek-adam ortaya çıkıttı? olabilir ki, sırf ona bakarak
onun hangi biçimden olduğunu anlayamayız. Ancak iyi ya da kötü, 20-30 çörek-
adam gördükten sonra
100
PLATON
-rek kalıbının nasıl olduğunu oldukça büyük bir kesinlikle söyleyebiliriz. Kalıbın
kendisini görmemiş olsak bile söyleyebiliriz. Üstelik kalıbın kendisini görmenin bir
işe yarayıp yaramayacağı da tartışılır. Çünkü gözümüzle gördüğümüze
güvenemeyiz her zaman. Görme veteneği bile insandan insana değişir. Buna
karşılık aklın bize söylediklerine güvenebiliriz, çünkü akıl tüm insanlarda aynıdır.
101
SOFI'NIN DÜNYASI
Neredeyse her şeyi söyledim. Ancak dahası var, Sofi. İşte söylüyorum: DAHASI
VAR!
Platon daha da ileriye giderek, ruhun bir vücuda yerleşmeden öncede varolduğunu
söylüyordu. Ruh önce idealar dünyasında varolur. (Dolapta diğer tüm pasta
kalıplarıyla beraber en üst gözde durur.) Ruh bir insan vücuduna girer girmez
mükemmel ideaları unutul' Böylelikle bir süreç başlar, evet, muhteşem bir süreç!
İnsan doğad» ki biçimleri algıladıkça ruhunda ufak kıpırdanmalar olur. İnsan bira1
102
PLATON
örür - mükemmel olmayan bir at yani. (Evet, attan bir çörek!) Bu, inanın ruhunda,
ruhun bir zamanlar idealar dünyasında gördüğü mükemmel "at" konusunda ufak
bir kıpırdanma olmasına yeter. Böylece insanın içinde, ruhun gerçek yuvasına bir
özlem uyanır. Platon bu özlemi Eros diye adlandırır. Eros, sevgi demektir. Yani
ruh, gerçek yuvasına "sevgi dolu bir özlem" duyar. Bu andan itibaren hem vücut
hem de duyularla algılanan her şey mükemmelliğini yitirir ve önem-sizleşir. Ruh
sevginin kanatlarında "yuvasına", idealar dünyasına doğru yola çıkar. Ruh,
"vücudun zindanından" kurtulur.
Burada hemen Platon'un ideal bir yaşamdan sözettiğinin altını çizmeliyiz. Çünkü
insanların tümü hiç de ruhunu özgür bırakıp idealar dünyasına seyahat etmeye
çıkarmaz. İnsanların çoğu ideaların duyular dünyasındaki "görüntülerine" saplanır
kalır. Bir at görür, bir at daha görür. Ancak tüm atların yalnızca kötü birer
kopyası olduğu gerçek atı görmez. (Mutfağa girip çöreklerin üzerine atılır, ancak
çöreklerin nereden geldiğini sormayı akıl etmez.) Platon'un sözünü ettiği şey,
felsefenin yoludur. Onun felsefesi, felsefi çabanın tanımlaması olarak okunabilir.
Bir gölge görünce Sofi, bu gölgenin bir de sahibi olduğunu düşünürsün. Bir hayvan
gölgesi görürsün. Bu belki de bir at gölgesi diye düşünürsün, ama bundan tam da
emin olamazsın. Dönüp gerçek ata bakarsın ki, bu gerçek at elbette sürekli
değişen "at gölgesinden" çok daha güzel, hatları çok daha belirgindir. Platon, aynı
şekilde, DOĞADAKİ HER ŞEYİN, MUTLAK BİÇİMLERİN YA DA İDEALARIN
BİRER GÖLGESİ OLDUĞUNU SÖYLÜYORDU. Ancak insanların çoğu gölgeler
arasındaki yaşamından hoşnuttur. Bu gölgelerin birer sahibi olduğunu
düşünmezler. Gölgelerin asıl olduğunu sanırlar, yani gölgeyi gölge olarak
algılamazlar. Böylece kendi ruhlarının ölümsüzlüğünü de unuturlar.
103
SOFI'NİN DÜNYASI
Platon tam da bunu anlatan bir benzetme yapar. Bu benzetmeye ma. gara
benzetmesi ğ'^otuz. Şimdi sana bunu kendi sözcüklerimle anlatacağım.
Yeraltındaki bir mağarada yaşayan bir takım insanlar olduğunu düşün. Bu insanlar
sırtları mağaranın girişine dönük oturmaktadır-lar. Elleri ve ayakları bağlıdır ve
yalnızca mağaranın duvarını görebilmektedirler. Arkalarında yüksek bir duvar
vardır. Yine bu duvarın arkasında insana benzer bir takım görüntüler, duvarın
üzerinde bir takım değişik cisimler tutmaktadırlar. Bu cisimlerin arkasında bir
ateş yandığı için cisimlerin gölgesi mağaranın duvarlarına yansır. Mağarada
yaşayanların gördüğü tek şey de bu "gölge tiyatrocudur". Doğduklarından beri bu
şekilde oturdukları için, varolan tek şeyin gölgeler olduğunu sanırlar.
104
PLATON
yacaktır.
Şimdi, halinden son derece memnun olan mağara adamı doğaya koşup yeni
kazandığı özgürlüğünün tadını çıkarabilir. Ancak o, hâlâ mağarada olanları düşünüp
geriye döner. Döner dönmez diğer mağara adamlarını, duvarlarda gördükleri
gölgelerin gerçek şeylerin yalnızca birer benzetmesi olduğuna ikna etmeye çalışır.
Ama ona kimse inanmaz. Duvarı gösterip, gördükleri şeylerin varolan şeyler
olduğunu söylerler. Sonunda onu bir güzel döverler.
Filozofların devleti
Platon'un mağara benzetmesi, "Devlet" adlı diyalogda yer alır. Platon burada
"ideal devleti" de anlatır. Bu, düşüncelerde yer alan örnek bir devlet ya da
"ütopik" bir devlet anlamına gelir. Kısaca, Platon burada devletin filozoflar
tarafından yönetilmesi gerektiğini söyler. Bunun niye böyle olduğunu sorarsak
bize insanın nasıl oluştuğunu atlatmakla söze başlar.
105
SOFÎ'NtN DÜNYASI
Platon'a göre insan vücudu üçe ayrılır: baş, göğüs ve karın. Bu bölümlerin herbiri
ruhsal bir erdeme karşılık gelir. Başak/a, gö-ğüs isteme, karın da haz ya da
arzuya karşılık gelir. Bu üç ruhsal yeti bir ideale ya da bir "değere" de
bağlanabilir. Akıl bilgeliğe ulaşmaya çalışır, istek cesaret gösterir, arzu da insanın
ölçülü olması için denetlenir. İnsanın bu üç bölümü bir bütün içerisinde hareket
etmeye başladığı zaman uyumlu ya da "bütünlüklü" bir insan ortaya çıkar. Okulda
çocuklara önce arzunun nasıl denetleneceği öğretilir, sonra cesaretleri geliştirilir.
En sonunda da, akılları ile bilgeliğe ulaşan yolu bulacaklardır.
Platon tıpkı bir insan vücudu gibi yaratılmış bir devlet düşünür. Bu devlet aynı
şekilde üçe bölünmüştür. Vücudun "başı", "göğsü" ve "karnı" olduğu gibi devletin
de yöneticileri, bekçileri (veya askerleri) ve ticaretle uğraşanları (bunlara, el
işçileri ve köylüler de dahildir) vardır. Burada Platon'un Yunan tıp bilimini örnek
aldığı açıktır. Sağlıklı ve uyumlu bir insan nasıl dengeli ve ılımlı ise, "adil" bir
devlet de herkesin bütün içindeki yerini bilmesiyle ortaya çıkar.
Platon'un felsefesinde genel olarak geçerli olduğu gibi onun devlet felsefesi de
rasyonalizmden etkilenir. İyi bir devlet yaratmanın yolu, bu devletin mantıkla
yönetilmesinden geçer. Başın vücudu yönetmesi gibi toplumu yönetenler de
filozoflar olmalıdır.
106
PLATON
H kast sistemi yine bu üçlü bölünmeye dayanmıştır: yönetici kast (veya "din
adamları kastı"), savaşçılar kastı ve ticaretle uğraşan kast.
Platon politikada bir takım hayal kırıklıklarına uğradıktan sonra, "Yasalar" adlı
diyalogunu yazdı. Burada "yasa devletini" ikinci en iyi devlet biçimi olarak
tanımlar. Özel mülkiyeti ve aile ilişkilerini bireye bırakır. Böylelikle kadının
özgürlüğü de kısıtlanmış olur. Ama burada yine de, kadınlarını yetiştirmeyen bir
devletin yalnızca sağ kolunu çalıştırıp güçlendiren bir insana benzediğini söyler.
Genel olarak Platon'un, hele yaşadığı döneme bakılacak olursa, kadınlar konusunda
olumlu bir görüşe sahip olduğunu söyleyebiliriz. "Symposion" adlı diyalogunda
Sokrates'e felsefi görüşlerini kazandıran kişi de Diotima adlı bir kadındır.
İşte Platon'u anlattık, Sofi! İki bin yıldan fazladır insanlar onun bu ilginç idea
öğretisini tartışmışlar ve eleştirmişlerdir. Bunlardan ilki, akademideki
öğrencilerinden biri olan Aristoteles''dir. Aristoteles, Atinalı üçüncü büyük
filozoftur. Şimdilik diyeceklerim bu kadar!
Sofi, bir kütükte böyle oturmuş, Platon hakkında yazanları okurken güneş doğuda,
ormanla kaplı düzlüklerin üzerinden doğmuştu. O tam Sokrates'in mağaradan
çıkıp dışardaki güçlü
107
SOFt'NÎN DÜNYASI
Platon'un mutlak, örnek resimler konusunda söylediği her şeyin doğru olup
olmadığından emin değildi. Ancak yaşayan her şeyin, idealar dünyasındaki mutlak
biçimlerin mükemmel olmayan kopyalan olduğunu düşünmek, güzel bir şeydi. Tüm
çiçeklerle ağaçların, insanlarla hayvanların "mükemmel olmadığı" doğruydu çünkü!
Etraftaki her şey öyle güzel, öyle canlıydı ki, Sofi oturduğu yerde gözlerini
ovuşturmak ihtiyacını hissetti. Tabii gördüklerinin hiçbiri sonsuza dek
varolmayacaktı. Ama yüz yıl sonra da burada aynı çiçekler, aynı hayvanlar
olacaktı. Her bir çiçek veya her bir hayvan yokolup unutulsa da her şeyin aslında
nasıl olduğunu "hatırlayan" bir şey hep varolacaktı.
Sofi etrafındaki yaratılmış şeyleri seyretti. Bir sincap bir anda bir çam ağacına
tırmandı. Ağacın gövdesinin etrafında birkaç kez dolanıp dalların arasında
kayboldu.
Ben bunu daha önce de gördüm, diye düşündü Sofi. Daha önce gördüğü bu sincap
değildi elbette. Aynı "biçimi" daha önce görmüştü. Bir zamanlar, ruhu daha
vücuduna yerleşmeden önce, mutlak "sincabı" idealar dünyasında görmüş olduğunu
söylerken de haklıydı Platon belki de...
Daha önce yaşamış olabilir miydi? îçine yerleşecek bir vücut bulmadan önce ruhu
varolmuş olabilir miydi? İçinde altın bir top -evet, zamanın bozamadığı bir hazine,
vücudu bir gün gelip yaşlanıp ölse de yaşamaya devam edecek olan bir ruh!-
taşıyor olabilir miydi?
108
Saat daha yediyi çeyrek geçiyordu. Eve gitmek için acele etmesine gerek yoktu.
Annesi birkaç saat daha uyurdu kuşkusuz. Pazar günleri böyle tembellik etmeyi
severdi.
Alberto Knox'u bulmak için ormanda biraz daha gitse miydi? Ya köpek niçin öyle
kötü kötü havlamıştı ona?
Birazdan patika küçük bir tepeyi dönüp çam ağaçlarının ardından dik bir şekilde
inmeye başladı. Orman ağaçlarla öyle sık kaplıydı ki, ağaçlann arasından birkaç
metre ilerisinden ötesi gözükmüyordu.
Bir anda çam ağaçlannm gövdeleri arasında parlayan bir şey gördü. Bir göl
olmalıydı bu. Burada patika sola kıvrıldı, ancak Sofi patikayı bırakıp ağaçların
arasına daldı. Niye bilmiyordu ama içinden bir ses buradan gitmesini söylüyordu.
Göl bir stadyum büyüklüğündeydi. Gölün öteki tarafındaki düzlükte kırmızı renkli
küçük bir kulübe gördü. Kulübenin etrafı beyaz huş ağaçlarıyla çevriliydi.
Bacasından ince bir
109
SOFi'NİN DÜNYASI
duman çıkıyordu.
Sofi gölün kenarına kadar gitti. Gölün etrafı oldukça çamurluydu. Sonra gölde bir
kayık gördü. Kayığın yarısı karada, yarısı sudaydı. Kayıkta bir çift kürek de vardı.
Ardına bir kez bakıp kulübeye gitti. Kendine hayret ediyordu. Nasıl cesaret
edebiliyordu tüm bunlara? Bilmiyordu. Sanki "başka bir şeyin" idaresi altma
girmişti.
Sofi gidip kapıyı çaldı. Bir süre durup bekledi ama kapıyı açan olmadı. Yavaşça
kapının tokmağını çevirince kapı açıldı. - Merhaba! diye bağırdı. Evde kimse yok
mu? Kapı büyük bir oturma odasına açılıyordu. Kapıyı ardından kapamaya cesaret
edemeyip açık bıraktı.
Burada birisinin yaşadığı kesindi. Eski odun sobasından çıtırtılar geliyordu. Demek
ki çok olmamıştı burada yaşayan kişi dışarı çıkalı.
Büyük bir yemek masasının üzerinde bir daktilo, birkaç kitap, kalem ve pek çok
kâğıt duruyordu. Göle bakan pencerenin önünde bir masa ve iki sandalye vardı.
Bunların dışında odada pek mobilya yoktu. Ama duvarlardan biri, içinde pek çok
kitap olan raflarla kaplıydı. Beyaz bir komodinin üzerinde etrafı pirinç kaplamalı,
büyük, yuvarlak bir ayna asılıydı. Ayna müthiş eski görünüyordu.
Duvarlardan birinde iki tane resim asılıydı. Bunlardan biri, kırmızı fenerli küçük
bir koydan birkaç adım ötedeki beyaz
110
BİNBAŞININ EVİ
ujr evin yağlıboya resmiydi. Evle fener arasında, içinde bir elma ağacı, sık çalılar
ve kayalar olan eğimli bir bahçe yer alıyordu. Bahçenin etrafı kalın huş ağaçlarıyla
süslüydü. Resmin adı "Bjerkely" idi.
Bu resmin yanında elinde kitabıyla bir pencere önünde oturan yaşlı bir adamın
resmi asılıydı. Bu resmin arka planında ağaçlar ve kayalarla kaplı küçük bir koy
vardı. Resim yüzlerce yıl önce yapılmış olmalıydı. Bu resmin adı ise "Berkeley" idi.
Ressamın adı Smibert idi.
Sofi kulübenin içinde gezinmeye devam etti. Oturma odasından bir kapı küçük bir
mutfağa açılıyordu. Bulaşık yeni yıkanmıştı. Tabaklar ve bardaklar bir havlunun
üzerine ters çevrilmişti. Tabakların bir kısmında hâlâ küçük sabun köpükleri
görülüyordu. Yerde, içinde yemek attıkları olan teneke bir kap duruyordu. Demek
ki burada bir kedi ya da bir köpek de yaşıyordu.
Sofi tekrar oturma odasına döndü. Buradan bir başka kapı küçük bir yatak
odasına açılıyordu. Yatağın önünde birkaç halı üstüste yığılmıştı. Sofi halıların
üzerinde sarı kıllar gördü. İşte bu kıllar, burada Alberto Knox ile Hermes'in
yaşadığının kesin kanıtı idi.
Oturma odasına geri döndükten sonra Sofi komodinin üzerindeki aynada kendine
baktı. Aynanın camı mat ve buğuluydu. Bu yüzden aynadaki görüntüsü de bulanıktı.
Sofi aynadaki görüntüsüne acayip hareketler yaptı - tıpkı evde, banyodaki aynaya
bakıp yaptığı gibi. Aynadaki görüntüsü de ona, tahmin edileceği gibi, yaptıklarının
aynını yaparak karşılık verdi.
Ancak bir an korkunç bir şey oldu: bir keresinde, küçücük bir tek saniye
süresince, aynadaki kızın her iki gözünü de kırptığını gördü. Sofi korkuyla geri
çekildi. Eğer kendisi iki gözünü kırpmış olsaydı, aynadaki görüntüsünün de iki
gözünü ka-
ili
SOFt'NÎN DÜNYASI
pamış olduğunu nasıl görebilirdü Daha da ötesi, sanki aynadaki kız gözlerini
Sofiye kırpmış gibiydi. Seni görüyorum, Sofi! demek ister gibiydi. Ben aynanın
öbür tarafındayım.
Sofi kalbinin korkunç bir hızla çarptığını hissetti. Aynı anda uzakta havlayan bir
köpek sesi duydu. Bu Hermes olmalıydı. Bir an önce evden çıksa iyi ederdi.
O anda aynanın altındaki komodinin üzerinde yeşil bir cüzdan gördü. Cüzdanı
kaldırıp dikkatle açü. İçinde bir yüz, bir elli kron ve de bir öğrenci kartı vardı.
Karun üzerinde san saçlı bir kızın fotoğrafı yapışıktı. Resmin altında "Hilde
Möller Knag" ve "Lillesand Lisesi" yazılıydı.
Sofi yüzünün buz gibi olduğunu hissetti. Sonra tekrar köpek havlaması duydu. Bir
an önce dışarı çıkmak zorundaydı.
Masanın yanından geçerken kâğıtlarla kalemlerin arasında beyaz bir zarf gözüne
çarptı. Zarfta "SOFİ" yazılıydı.
Düşünmeksizin zarfı alıp elindeki, Platon'la ilgili kâğıtların olduğu sarı zarfın içine
attı. Sonra kulübeden çıkıp kapıyı ardından kapadı.
Dışarı çıkınca köpeğin havlamasını daha da iyi duymaya başladı. En kötüsü, kayık
ortadan yokolmuştu. Hemen ardından kayığın suda yüzdüğünü gördü. Kayığın
yanında küreklerden biri de yüzüyordu.
Çünkü biraz önce kayığı iyice karaya çekmeyi başaramamıştı. Tekrar köpeğin
sesini duydu. Bu sefer gölün karşı kenarındaki ağaçların arasında bir şeyin
hareket ettiğini de duymuştu.
Sofi düşünmeyi bir yana bıraktı. Elinde koca zarf, kulübenin ardındaki ağaçların
arasından koşmaya başladı. Birazdan karşısına çamurlu bir alan çıktı. Sofi
dizlerine kadar çamura bata çıka koşmaya devam etti. Koşmak zorundaydı. Bir an
önce eve varmalıydı, eve varmalıydı...
Bir süre sonra karşısına bir patika çıktı. Bu ilk yola çıktığı
112
zaman geçtiği patika mıydı? Sofi durup eteklerini toplayarak suyunu sıktı.
Patikaya sular akmaya başladığında Sofinin de gözünden yaşlar akmaya başladı.
Nasıl başarmıştı bu kadar aptal olmayı? En korkuncu da kayıktı. Suda yüzen bir
kayık ve bir kürek görüntüsü gözünün önünden gitmiyordu hiç. Her şey ne fena, ne
kadar utanç veri-
ciydi!
Şimdiye dek felsefe öğretmeni gölün kıyısına varmış olsa gerekti. Evine
gelebilmek için kayığını aramıştı mutlaka. Sofi kendini sefil bir yaratık gibi
görüyordu şimdi. Ama o hiç böyle olsun istememişti ki!
Zarf! Asıl felaket buydu belki de1. Niye zarfı almıştı sanki? Almıştı, çünkü zarfın
üzerinde adı yazıyordu ve dolayısıyla zarf kendine aitti de ondan. Yine de kendini
bir hırsız gibi hissetmekten alıkoyamıyordu. Böylece eve girenin kendisi olduğunu
açık açık anlatmış da oluyordu.
Sofi zarfı açtı, içindeki küçük kâğıdı çıkardı. Kâğıtta şunlar yazıyordu:
Hangisi daha öncedir -tavuk mu "tavuk" fikri mi? İnsanın doğuştan sahip olduğu
fikirleri var mıdır? Bitki, hayvan ve insan arasında ne fark vardır? Yağmur niçin
yağar? İnsan, iyi bir hayat yaşamak için ne gerekser?
Sofi'nin şu anda bu sorular üzerine düşünecek hiç hali yoktu, ancak soruların
bundan sonraki filozofla bir ilgisi olduğunu tahmin edebiliyordu. Filozofun adı
Aristoteles miydi?
Ormanda epey koştuktan sonra evin etrafındaki çiti gördek, gemi battıktan sonra
yüze yüze nihayet karaya çıkmak gibi bir şeydi. Çiti bu taraftan görmek insana
garip bir duygu veriyordu. Geçit'e girdikten sonra saatine baktı. Saat on buçuk
113
olmuştu. Elindeki büyük zarfı, diğer kâğıtlann olduğu bisküvi kutusuna koydu. Yeni
soruların olduğu kâğıdı ise külotlu çorabının içine sokuşturdu.
- Nerelerdeydin Sofi?
- Jorün'ü mü?
Annesi ıslak elbiseleriyle değiştirsin diye yeni giyecekler getirdi. Sofi az daha
kâğıdı belli ediyordu. Sonra mutfağa gittiler, annesi sıcak çikolata yapmaya
koyuldu.
- Onunla mı?
yandan da içinden gülmek geliyordu. Zavallı annesi, kafasını neyle bozmuştu şimdi
de!
Yine başını iki yana salladı. Birden annesi soru yağmuruna başladı:
114
ki kulübeyi, kayığı ve garip aynayı anlattı. Ancak gizli mek-kursunu ve onunla ilgili
olan şeyleri anlatmamayı başardı. V sil cüzdandan da sözetmedi. Niye olduğunu
bilmemekle be-uer Hüde'yi bir sır olarak tutması gerektiğine inanıyordu. Annesi
Sofi'yi kollarına aldı. Sofi, artık kendisine inandığı-nJ seziyordu.
- Sevgilim filan yok, diye burnunu çekti Sofi. - Bir kez öyle demek zorunda
kaldım, çünkü şu beyaz tavşan konusunda gerçekten endişeleniyordun.
- Demek ta Binbaşının Evi'ne kadar gittin ha... dedi annesi düşünceli düşünceli.
- Binbaşının Evi mi? diye sordu Sofi gözlerini açarak.
- Ormanda gördüğün küçük evde çok, çok eskiden bir binbaşı yaşadığı için
"Binbaşının Evi" diye bilinir. Biraz garip, acayip bir kişiymiş bu binbaşı. Ama şimdi
bunları düşünmek yersiz. O zamandanberi bu kulübede kimse yaşamıyor.
Sofi odasında oturup başından geçenleri düşünmeye koyuldu. Kafasının içi koca
fillerin, komik palyaçoların, cesur trapezcilerin ve elbiseli maymunların cirit attığı
uğultulu bir sirk gibiydi. Bunların arasından bir görüntü tekrar tekrar aklına
geliyordu: ormanın en derinlerinde bir gölde yüzen bir kayıkla bir kürek ve evine
gelmek için bunlara ihtiyacı olan biri...
115
Sevgili filozof. Pazar sabahı kulübenize giren bendir^ Bir takım felsefi meseleleri
sizinle yakından tartışmak ar, zusundaydım. Şimdilik favorim Platon, ancak
fikirlerin ya da biçimlerin bir başka dünyada varoldukları konu. sunda onunla aynı
fikirde olup olmadığımdan emin deği. Hm. Bunlar ruhumuzdadır elbette, ama bu
başka bir konu. Aynı zamanda üzülerek belirtmeliyim ki, ruhumuzun ölümsüz
olduğu konusunda da henüz ikna olmuş değilim. En azından ben kişisel olarak daha
önceki hayatlarımdan hiçbir şey hatırlamıyorum. Beni, babaannemin ruhunun
idealar dünyasında mutlu bir hayat sürdüğüne ikna edebilirseniz, size müteşekkir
kalırım.
Bir küçük şeker parçasıyla beraber pembe bir zarfa koyacağım bu mektuba
felsefeden sözetmek için başlamamıştım aslında. Yalnızca, sözümde durmadığım
için sizden özür dilemek istemiştim. Aslında kayığı karaya çekmek için bütün
gücümü kullandım ama anlaşılan pek güçlü de-ğilmişim. Tabii, kayığı göle geri
çeken şeyin kuvvetli bir dalga olduğu da düşünülebilir.
Eve ıslanmadan varabilmişsinizdir umarım. Yoksa, benim de sırılsıklam ve
muhtemelen çok fena hasta olacak oluşumla teselli bulabilirsiniz. Ama tabii suç
benim.
Kulübede hiçbir şeye dokunmadım ancak üzerinde kendi adımın yazılı olduğu bir
zarfı almaktan ne yazık ki kendimi alıkoyamadım. Bir şey çalmak değildi amacım,
sadece zarfın üzerinde adım yazılıydı ve ben tereddüt içinde kaldığım bir kaç
saniye içinde bunun bana ait olduğunu düşündüm. Bunun için tüm kalbimle özür
diler ve sizi bir daha asla hayal kırıklığına uğratmayacağıma söz veririm. NOT.
Kâğıttaki sorular üzerine hemen düşünmeye başlayacağım.
116
BİNBAŞININ EVİ
NOT. NOT. Beyaz komodinin üzerindeki etrafı pirinç kaplamalı ayna normal mi
yoksa sihirli bir ayna mı? Bu soruyu, aynadaki görüntümün iki gözünü birden
kırpmasına alışık olmadığım için soruyorum.
Mektubu zarfa koymadan iki kez okudu. Bu mektup önceki kadar ağdalı olmamıştı
hiç değilse. Mutfağa gidip bir kesme şeker almadan önce bu günün düşünce
ödevlerinin olduğu kâğıdı çıkardı.
"Hangisi daha öncedir -tavuk mu 'tavuk' fikri mi?" Bu soru da, en az şu "tavuk mu
yumurtadan çıkar, yoksa yumurta mı tavuktan?" sorusu kadar zor bir soruydu.
Yumurta olmadan tavuk olmaz, tavuk olmadan da yumurta olmazdı. Tavuğun mu
yoksa tavuk "fikrinin" mi diğerinden önce varolduğunu bulmak da bu kadar zor
muydu? Sofi, bu konuda Platon'un ne düşüneceğinden oldukça emindi. Platon,
kuşkusuz, "tavuk" fikrinin idealar dünyasında tavuğun duyular dünyasında
varoluşundan çok daha önce varolmuş olduğunu söylerdi. Platona göre ruh bedene
yerleşmeden önce "tavuk" fikrini "görmüştü". Ancak Sofi onun tam da bu noktada
yanıldığını düşünmüyor muydu? Hiç gerçek bir tavuk ya da bir tavuk resmi
görmemiş blr kişi, tavuk "fikri"ne sahip olamazdı ki! Böylelikle bir sonraki soruya
geçmiş oldu:
117
SOFfNtN DÜNYASI
" Yağmur niçin yağar?" Sofi omuzlarını silkti. Yağmur, buharlaşıp bulutlarda
yoğunlaştığı için yağardı tabii. DaW üçüncü sınıfta öğrenmemişler miydi bunu?
Tabii yağmuruj bitkilerle hayvanların gelişmesi için yağdığı da iddia edilebiü' di.
Ama doğru muydu bu? Bir yağmur bulutunun amacı olabil* miydi gerçekten?
En azından sonuncu sorunun amaçla bir ilgisi vardı: san, iyi bir hayat yaşamak için
ne gerekser?" Felsefe öğretm1 bu konuda kursun en başında bir şeyler
söylemişti. Her insaI
118
BİNBAŞININ EVİ
yemeye, ısınmaya, sevgi ve şefkate gereksinimi vardır. Bu tür şeyler iyi bir
yaşamın en önde gelen koşullarıdır kuşkusuz. Sonra da herkesin bir takım felsefi
sorulara cevap bulmaya ihtiyacı olduğunu söylemişti. İnsanın sevdiği bir işi olması
da önemli bir şeydi herhalde. Örneğin trafikten nefret eden biri, taksi şoförü
olmazdı. Ödev yapmaktan nefret eden bir insanın tutup öğretmen olması pek
akıllıca bir şey olmazdı. Sofi hayvanları çok seviyordu, bu yüzden veteriner olmayı
düşünebilirdi. Mutlu olmak için totodan milyonlar kazanmanın gerekli olmadığını
düşünüyordu en azından. Hattâ tam tersi! "İşleyen demir ışıldar!" denen bir şey
vardı.
Annesi akşam yemeğine çağırana kadar Sofi odasında oturdu. Annesi biftekle
patates yapmıştı. Harika! Masanın üzerinde mum da yakmıştı. Tatlı olarak da
kremalı böğürtlen vardı.
Yemekte surdan burdan konuştular. Annesi Sofi'ye 15. yaşgününü nasıl kutlamak
istediğini sordu. Yaşgününe yalnızca birkaç hafta kalmıştı.
- Belki...
- Hmmm... bir büyük gibi konuştun şimdi. Yalnızca bana zaman müthiş bir hızla
gelip geçmiş gibi geliyor.
119
ARİSTOTELES
Annesi öğlen uykusunu uyurken Sofi Geçit'e gitti. Pembe zarfın içine bir şeker
koymuş, üzerine de "Alberto'ya" diye yazmıştı. Kendisine yeni mektup gelmemişti,
ancak birazdan köpeğin geldiğini duydu.
- Hermes! diye bağırmasıyla köpeğin ağzında taşıdığı san, büyük zarfı yere
bırakması bir oldu.
- Aferin sana akıllı köpek!
Sofi bir eliyle ona sarıldı. Gök gürültüsü gibi ses çıkararak soluyordu köpek. Sofi
içinde şeker olan pembe zarfı alıp ağzına verdi. Köpek Geçit'ten çıkıp yine ormana
doğru yola koyuldu.
Zarfta yine birbirine ataşla bağlı aynı tür kâğıtlar duruyordu. Bir de onlardan
ayrı bir kâğıt vardı. Kâğıtta şunlar yazıyordu:
Sevgili bayan detektif! Daha doğrusu sevgili bayan hırsız! Durumu çoktan polise
bildirmiş bulunuyorum...
Yok, yok! Öyle çok kızmış filan değilim. Hele senin bu merakın felsefi sorulara
yanıt bulmak konusunda da geçerli olacaksa hiç şikâyetçi değilim. İşin belki en
kötü yanı, bu durumdan sonra taşınmak zorunda kalıyor olmam. Eh, ne de olsa
hata benim. Senin her şeyi kurcalayacak biri olduğunu bilmem gerekirdi.
Sevgiler, Alberto.
120
ARİSTOTELES
gofi derin bir nefes aldı. Demek ona kızgın değildi. Ama neden taşınmak zorunda
kalıyordu?
Kâğıtları alıp odasına çıktı. Annesi uyandığında evde olsa iyi ederdi. Yatağına
oturup Aristoteles ile ilgili yazanları okumaya başladı.
121
SOFİ'NİN DÜNYASI
Platon ile Aristoteles'in yazı tarzları arasında da belirgin farkla, görülür. Platon
bir şair ve destan yazarı iken, Aristoteles'in yazılar, ansiklopedi maddeleri gibi
kuru ve detaylıdır. Buna karşılık yazılan, nın temelini o güne kadar hiç yapılmamış
doğa araştırmaları oluştu, rur.
Aristoteles'in Avrupa uygarlığına bir başka katkısı da pek çok bilimin bugün dahi
kullandığı bilimsel dilin kurucusu, pek çok bilimi kurup düzenleyen bir filozof
oluşundadır.
122
ARİSTOTELES
Aristoteles ise, Platon'un böyle diyerek her şeyi başaşağı ettiğini söylüyordu.
Tek atın "değiştiği" ve hiçbir tek atın ilelebet varolmadığı konusunda
öğretmeniyle aynı fikirdeydi. At biçiminin kendisinin ise mutlak ve değişmez
olduğu konusunda da onunla aynı görüşü paylaşıyordu. Ancak at "fikri"nin
insanların pek çok at gördükten sonra oluşturdukları bir kavram olduğunu öne
sürüyordu. Yani ona göre at "fikri" ya da "biçimi" kendiliğinden varolamazdı.
Aristoteles'in at "biçimi" deyince anladığı atın ya da bugün dediğimiz biçimiyle at
türünün özelliklerinin toplamıdır.
Bir başka deyişle Aristoteles Platon'la "tavuk" fikrinin tavuktan önce varolduğu
konusunda aynı fikirde değildi. Aristoteles'in tavuk "biçimi" ile kastettiği şey,
tavuğun özgün özellikleri olarak her tavukta varolan şeyler ¦ örneğin tavuğun
yumurtlayan bir hayvan olmasıydı. Bu yüzden tavuğun kendisi İle tavuk "biçimi",
ruhla beden gibi, birbirinden ayırdedilemeyecek şeylerdi.
123
SOFİ'NÎNDÜNVASI
ruhunda varolan şeyler, d ;jdaki şeylerin bir yansımasıdır. Yani gerçek dünya
doğadır. Aristoteles'e göre Platon gerçek dünya ile insanların algılayışlarının
birbirine karıştırıldığı Gizemci bir dünya-görüşüne takılıp kalmıştır.
Aristoteles Platon'un idea öğretisine karşı olan tavrını böylece ortaya koyduktan
sonra, gerçekliğin biçim ve özdeğin birliği olan değişik pek çok şeyden oluştuğunu
söyler. "Özdek" bir şeyi oluşturan madde, "biçim" ise şeylerin kendine özgü
özellikleridir.
Kanatlarını çırparak dolaşan bir tavuk düşün Sofi! İşte tam da kanat çırpmaktır
tavuğun "biçimi" - ve de gıdaklamak ve yumurtla-
124
Tamam, tamam... Biraz daha açmaya çalışacağım Sofi. Şu komik hikâyeyle söze
başlamayı deneyeyim: Bir zamanlar koca bir granit parçasının üzerine eğilip
çalışan bir heykeltraş varmış. O biçim-siz kayayı günlerce oymuş, kazımış durmuş.
Bir gün yanına bir çocuk yaklaşmış ve: "O kayanın içinde ne arayıp duruyorsun?"
diye sormuş. Heykeltraşın bu soruya yanıtı: "bekle ve gör!" olmuş. Birkaç gün
geçip çocuk tekrar heykeltraşın yanına geldiğinde, artık heykeltraş o koca granit
parçasından çok güzel bir at heykeli ortaya çıkarmış. Çocuk hayranlıkla ata bakıp
heykeltraşa dönerek demiş ki: "Peki ama kayanın içinde at olduğunu nereden
biliyordun?"
Evet, nereden biliyordu? Heykeltraş bir bakıma granitin içerisinde atırt biçimini
görmüştü. Çünkü bu granit bloğunda bir ata dönüşme olanağı vardı. Aristoteles,
aynen bu şekilde, doğadaki tüm şeylerin belli bir "biçimi" gerçekleştirme ya da
oluşturma olanağına sahip olduklarını söylüyordu.
Tekrar yumurta ile tavuğa dönelim. Bir tavuk yumurtası bir tavuğa dönüşme
olanağını içinde taşır. Ancak bu tüm yumurtaların bir gün tavuk olacağı anlamına
gelmez. Çünkü bir takım yumurtalar, içkin "biçim"lerini gerçekleştiremeden
kahvaltı sofrasında rafadan yumurta ya da omlet olup giderler. Ancak bir tavuk
yumurtasından bir kaz olamayacağı da ortadadır. Çünkü tavuk yumurtasında bu
olanak yoktur. Dolayısıyla bir şeyin "biçimi" hem ondaki olanakları
125
hem de sınırlamaları belirler.
Ereksel neden
Tüm canlı ve cansız şeylerin "olanaklarını belirleyen bir "biçim"e sahip oldukları
bahsini kapamadan önce, Aristoteles'in doğadaki nedensellik ilişkileri konusunda
oldukça ilginç bir görüşü olduğunu da eklemeliyim.
Günümüzde, şunun ya da bunun "nedeni" derken bir şeyin nasıl meydana geldiğini
kastederiz. Camın kırılma nedeni Petter'in cama bir taş atmış olmasıdır veya bir
ayakkabının varolmasının nedeni ayakkabıcının deri parçalarını birbirine dikmiş
olmasıdır. Ancak Aristoteles'e göre doğada çeşit çeşit neden vardır. O toplam
dört tür nedenden sözeder. Bunların içinde onun "ereksel neden" dediği nedeni
anlamak en önemlisidir.
Cam kırma örneğinde Petter'in cama niçin taş attığını sormak doğaldır. Burada
Petter'in cama taş atmaktaki amacını sorarız. Amaç ya da "erek" ayakkabı
yapımında da önemli bir rol oynar kuşkusuz. Ancak Aristoteles doğadaki cansız
süreçlerde de bu tür bir "ereksel neden" arıyordu. Bir örnek verelim:
126
Bizse bunu başaşağı edip bitkilerin büyüme nedeninin yağmur olduğunu söylüyoruz.
Farkı görüyor musun Sofi? Aristoteles doğadaki her şeyde bir amaçlılık olduğunu
söylüyordu. Yağmur bitkiler büyüsün diye yağar. Portakallar ve üzümler insanlar
onları yesin diye yetişir.
Mantık
127
oynar.
Bir şeyleri tanımak, onları bir takım gruplara ya da sınıflara ayı. rarak olur. Bir at
görürüm, bir at daha ve sonra bir at daha... Atların hepsi birbirinin aynı olmasa da
atların hepsinde ortak olan bir şey. /ervardır. İşte atların hepsinde aynı olan bu
şey, atların "biçimi'dir. Diğerlerinden ayrı ya da bireysel olan şey atın "özdeği"ne
girer.
Biz insanlar böyle döner durur, gördüğümüz her şeyi farklı farklı bölmelere
yerleştiririz. İnekleri bir tür ahıra, atları bir başkasına, do-muzları domuz ağılına,
tavukları kümese koyarız. Sofi Amundsen de odasını düzeltirken aynı şeyi yapar.
"Kitapları" rafa, "okul kitapları, m" çantasına, "dergileri" komodinin gözüne koyar.
Elbiseler özenle katlanıp dolaptaki yerlerine konur: pantolonlar bir göze, kazaklar
bir başka göze, çoraplar bir başkasına... Aynı şeyi kafamızın içinde de yaptığımıza
dikkatini çekerim: taştan, yünden ve plastikten yapılmış şeyleri birbirinden
ayırırız. Canlı ve cansız varlıklar, "bitkiler", "hayvanlar" ve "insanlar" arasında
fark gözetiriz.
İzliyor musun Sofi? Aristoteles, doğanın "odası"nı ciddi bir şekilde düzenlemek
istiyordu. Doğadaki her şeyin değişik gruplar ve alt-gruplarda bir araya geldiğini
göstermeye çalışıyordu. (Hermes yaşayan bir varlıktır, daha ötesi memeli bir
hayvandır, daha ötesi bir köpektir, daha ötesi bir labrador'dur, daha ötesi erkek
bir labra-dor'dur.)
Odana gidip yerdeki herhangi bir şeyi al. Eline aldığın şey ne olursa olsun, bunun
kendisinden daha yüksek bir düzenin parçası olduğunu göreceksin. Herhangi bir
sınıfa koyamadığın bir şeyle karşılaşırsan şaşırırsın. Küçük bir yumak gibi bir şey
görüp bunun bitkiler sınıfına mı, hayvanlar sınıfına mı yoksa madenler sınıfına mı
ait olduğunu söyleyemeyeceksen, o şeyi eline alacağından şüphe ederim.
Bitkiler sınıfı, hayvanlar sınıfı ve madenler sınıfı deyince aklıma bir oyun geldi.
Hani salondakiler arasından bir zavallı ebe seçilir ve dışarı yollanır. O
dışarıdayken diğerleri bir şeyde karar kılarlar. Ebe
128
ARİSTOTELES
a <<evet" ya da "hayır" şeklinde cevap vermeye izin vardır. Zaval-l ebe iyi bir
Aristocu ise (ki o zaman ona zavallı denemez!) aralarında şu konuşmalar geçer:
Somut bir şey mi? (Evet!) Madenler sınıfından mı? (Hayır!) Canlı mı? (Evet!)
Bitkiler sınıfından mı? (Hayır!) hayvan mı? (Evet!) Kuş mu? (Hayır!) Memeli bir
hayvan mı? (Evet!) Hayvanın tümü mü? (Evet!) Kedi mi? (Evet!) Mons mu?
(Eveeeet! Kahkahalar...)
129
SOFÎ'NIN DÜNYASI
Doğanın merdiveni
Aristoteles varoluşumuza bir "düzen getirirken" öncelikle doğadaki her şeyin iki
ana gruba ayrılabileceğine işaret eder. Bir tarafta taş, yağmur damlası ve toprak
parçası gibi cansız şeyler vardır. Bunlar içlerinde bir değişme olanağı taşımazlar.
Bu tür yaşamayan şeyler ancak dışarıdan etkilerle değişebilirler. Diğer tarafta
içlerinde deği-şebilme olanağı taşıyan canlı şeyler vardır.
Aristoteles, "canlı şeyier"in de iki ana gruba ayrılması gerektiğini söyler. Yaşayan
bitkiler ve yaşayan varlıklar. Son olarak "yaşayan varlıklar" da hayvanlar ve
insanlar olarak ikiye ayrılabilir.
130
ARİSTOTELES
rfa koymanı bekleyecek zamanım yok, o yüzden kendi sorumu ndim yanıtlıyorum:
Aristoteles doğa olaylarını sınıflarken şeyleri özelliklerinden, daha doğrusu
onların yapabildikleri ya da yaptıkları şeylerden yola çıkıyordu.
Doğada keskin sınırlar yoktur. Basit bitkilerden daha karmaşık bitkilere, basit
hayvanlardan karmaşık hayvanlara yumuşak bir geçiş vardır. Bu "merdiven"in en
üstünde insan yer alır ki, insan Aristoteles'e göre doğanın tüm yaşamını
yaşamaktadır. İnsanlar, bitkiler gibi büyür ve özümser, hayvanlar gibi duygu taşır
ve hareket eder ve bunlara ek olarak sadece insanlara mahsus olan mantıklı
düşünme yeteneğini taşır.
Böylelikle insan tanrısal akıldan bir nebze taşır Sofi. Evet, tanrısal dedim. Bir
takım yerlerde Aristoteles, doğadaki tüm devinimleri başlatan bir Tanrı olması
gerektiğinden sözeder. Böylece Tanrı doğa merdiveninin mutlak tepesini
oluşturur.
131
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Etik
Tekrar insana dönelim Sofi! Aristoteles'e göre insan "biçimi" üç tQr ruh
barındırır: "bitki ruhu", "hayvan ruhu" ve "insan ruhu". Sonra sorar: İnsan nasıl
yaşamalı? İnsanın iyi bir hayat sürmesi için neler gerekir? Bu soruyu kısaca şöyle
yanıtlayabilirim: İnsan ancak türn yetenek ve olanaklarını kullandığı ölçüde mutlu
olur.
Aristoteles üç tür mutluluk olduğunu söyler: İlk tür mutluluk, ar-zu ve isteklerin
olduğu bir hayattır. İkincisi, özgür ve sorumlu bir vatandaş olarak varolunan
hayattır. Üçüncü tür mutluluk ise araştırmacı ve filozof olunan hayattır.
Yemek konusunda da aynı şey geçerlidir. Az yemek gibi çok yemek de sakıncalıdır.
Platoncu ve Aristotelesçi ahlak, Yunan tıp bilimini hatırlatır: yalnızca dengeli ve
ölçülü olarak mutlu ya da "uyumlu" insan olunur.
Politika
132
ARİSTOTELES
k"vü açlık, sıcaklık, evlilik ve çocuk yetiştirme gibi temel yaşamsal eksilmelerini
karşılasa da, insanların birlikteliğinin en gelişmiş biçimi devlette ifadesini bulur.
133
SOFİ'NİN DÜNYASI
konusunda böylesine yanılabilmesi hem şaşırtıcı hem de üzücü e|. bette. Ama bu
bize iki şey gösteriyor: birincisi, Aristoteles'in kadit), lar ve çocuklar konusunda
fazlaca bir pratik deneyiminin olmadığı İkincisi, felsefe ve bilimde yalnız
erkeklerin at koşturmasının ne ka. dar sakıncalı bir şey olabileceği.
Üstelik iyice üzücü olan, Platon'un değil, Aristoteles'in cinsiyet, ler üzerine bu
görüşlerinin Ortaçağda da geçerli olmuş olması. Aym şekilde Kilise de aslında
İncil'de yazılı olmayan bu kadın görüşünü devraldı. Yoksa İsa hiç de kadın
düşmanı değildi!
Sofi Aristoteles hakkındaki bu bölümü bir buçuk kez okuduktan sonra kâğıtları
sarı zarfın içine koyup odasında etrafına bakınmaya başladı. Bir anda odasının
darmadağınık olduğunun farkına vardı. Yerde kitaplarla dosyalar sağa sola
yayılmıştı. Elbise dolabından bir takım çoraplar, bluzlar, külotlu çorap ve
pantolonlar dışarı fırlıyordu. Bütün kirli çamaşırlar masanın önündeki sandalyenin
üzerine koca bir yığın halinde yığılmıştı.
Sofi'nin içinden şiddetli bir düzeltme isteği yükseldi. Önce dolabındaki bütün
rafları yere boşalttı. İşe en temelden başlamak gerekiyordu. Sonra giysilerini
teker teker katlayıp raflara yerleştirmeye başladı. Dolapta yedi tane raf vardı.
Raflardan birini iç çamaşırlarına, bir diğerini kısa ve külotlu çoraplanna, bir
başkasını pantolonlarına ayırdı. Böylece tüm giysilerini, neyi nereye koyacağı
konusunda en ufak bir kuşku duymadan sırayla yerlerine yerleştirdi. Kirli
giysilerini de en alt rafta bulduğu siyah bir torbaya doldurdu.
Yalmzca tek bir parçayı ne yapacağını bilemiyordu. Bu, dize kadar gelen beyaz bir
çoraptı. Nereye koyacağını bilmiyordu, çünkü hem çorabın bir teki eksikti, hem de
bu çorap zaten hiç Sofi'nin olmamıştı!
134
ARİSTOTELES
A yazmasa da, Sofi bunun kime ait olduğunu tahmin edebili-rdu. Çorabı dolabın en
üst rafında legolann, video kasetinin kırmızı ipek eşarbın durduğu torbaya koydu.
Sıra yeri toplamaya gelmişti. Yerdeki bütün kitapları, dostları, dergi ve afişleri,
tıpkı felsefe öğretmeninin Aristoteles konusunda yazdığı bölümde anlattığı gibi
birbirinden ayırarak sınıfladı. Yerdeki şeyleri topladıktan sonra yatağını yaptı,
sonra da masasını toplamaya girişti.
En son yaptığı iş, Aristoteles hakkındaki kâğıtları güzelce bir araya getirip
kâğıtlara delik açtıktan sonra bunları bir dosyaya yerleştirmek oldu. Dosyayı da
daha önce beyaz çorabı koyduğu en üst göze yerleştirdi. Sonra bir ara Geçitteki
bisküvi kutusunu da alıp odasına getirecekti.
Bundan böyle bir düzeni olacaktı. Bununla yalnızca odasındaki şeylerin düzenli
olmasını kastetmiyordu. Aristoteles'i okuduktan sonra kavramlarının ve
görüşlerinin de belli bir düzeni olması gerektiğini anlıyordu. Dolabın en üst gözünü
bu tür sorulara ayırmıştı. Odasında üzerinde tümüyle söz sahibi olmadığı tek şey
de, bu gözdü.
Annesinin birkaç saattir sesi çıkmıyordu. Sofi aşağıya inip annesini uyandırmadan
önce hayvanlarına yiyecek vermeye karar verdi.
Mutfakta balık kavanozunun üzerine eğildi. Balıkların biri siyah, ikincisi portakal
rengi, üçüncüsü de mavi-kırmızıydı. Adlarını bu yüzden Kara Korsan, Keloğlan ve
Kırmızı Başlıklı Kız koymuştu. Bir yandan kavanoza yemlerini boşaltırken bir
yandan onlarla konuşmaya başladı:
135
SOFİNİN DÜNYASI
nız.
- Sevgili Edi ile Büdü, dedi. Siz böyle şeker muhabbet kuş. lan olduhuzsa bu sizin
küçük, şeker muhabbet kuşu yumurta-larından çıkmış olmanızdandır. Ve bu
yumurtalarda muhab-bet kuşu olma biçimi varolduğu için tutup birer geveze
papağan değil, muhabbet kuşu oldunuz.
Sofi sonra banyoya gitti. Tembel kaplumbağası burada, büyük bir kutuda
duruyordu. Annesi her üç, dört banyo yapışında bir, bir gün şu kaplumbağayı
öldürüvereceğinden sözetse de, şimdiye kadar bu boş bir tehdit olmanın ötesine
geçmemişti. Sofi büyük bir kavanozun içerisinden bir salata yaprağı alıp kutunun
içine koydu.
- Sevgili Govinda, dedi. En hızlı hareket eden hayvanlardan biri olmasan da, içinde
yaşadığımız şu dünyanın küçücük bir parçasını görüp yaşama şansına sahipsin.
Dünyada kendini aşamayan senin gibi pek çok başka şey olduğunu düşünerek
teselli bulabilirsin.
136
ARİSTOTELES
Sofi annesinin yatak odasına varmıştı. Elini derin derin uyumakta olan annesinin
başına koyup:
Sofi annesinin dediğini yaptı. Çok geçmeden mutfakta ellerinde kahve, meyve
suyu ve çikolata oturuyorlardı. Bir süre sonra Sofi:
- O zaman ciddi bir problemle karşı karşıyasın. Çünkü insan düşünen bir varlıktır
ve düşünmüyorsan insan değilsin demektir.
- Sofi!
137
SOFfNİN DÜNYASI
ayırabiliriz.
- Eh, herhalde! dedi Sofi. Tüm insanlar biraz gariptir. Ben de bir insan olduğuma
göre benim de garip olmam doğal. Aynca senin tek bir kızın olduğuna göre, benim
senin en garip kızın olmam da doğal.
- O zaman seni korkutmak çok kolay demektir. Öğleden sonra Sofi Geçit'e gidip
annesi görmeden büyük
bisküvi kutusunu eve getirdi.
Pazartesi gününe ödevlerini yapmaya vakti olmamıştı. Belki din dersinden sınav
olacaklardı ama öğretmenleri onlara hep onların ilgi derecelerine ve kişisel
değerlendirmelerine ağırlık verdiğini söylerdi. Sofi de bu her iki özelliğe de sahip
olmaya başladığını düşünüyordu.
138
HELENİZM
Felsefe öğretmeni mektupları artık doğrudan çitjn oraya yolluyordu ama Sofi
pazartesi sabahı alışkanlıkla yine posta kutusuna baktı.
Kutu boştu. O da başka bir şey beklememişti ki zaten! Yonca Sokağı'ndan aşağı
yürümeye koyuldu.
Tam o sırada yerde bir fotoğraf durduğunu farketti. Mavi bayraklı beyaz bir
jipin resmiydi bu. Bayrağın üzerinde "UN" harfleri vardı. Birleşmiş Milletler
bayrağı değil miydi bu?
Sofi resmin arkasını çevirince bunun fotoğraflı bir kartpostal olduğunu anladı.
Kartın arkasında "Sofi Amundsen eliyle Hilde Möller Knag..." diye yazılıydı.
Üzerinde Norveç pulu vardı ve 15 Haziran 1990 tarihli, "BM taburu" damgalıydı.
Sevgili Hilde! Hâlâ yaşgününü mü kutlamaktasın, yoksa artık ertesi gün mü oldu?
Hediyenin ne kadar süre dayanacağı o kadar önemli değildir. Bir anlamda tüm
yaşam boyu sürer. Ama ben yaşgününü bir kez daha kutlamak istiyorum. Belki
artık kartları neden Sofi'ye yolladığımı anlıyor-sundur. Onun kartları sana
ulaştıracağından hiç kuşkum yok. NOT. Annen cüzdanını kaybettiğini anlattı.
İçindeki 150 kronu ben sana veririm. Yeni öğrenci kartını da okul kapanmadan
alabilirsin, değil mi? Sevgiler, baban.
139
SOFI'NİN DÜNYASI
damgalanmıştı? İçinden bir ses üzerinde kumsal resmi olan o kartın da haziran
damgalı olduğunu söylüyordu. O zaman dik-kat etmemişti demek ki daha
gelmesine bir ay olan bu tarihe...
Saatine bakıp geri dönerek eve yöneldi. Okula bir gün de geç kalsa ne çıkardı
yani!
Kapıyı açıp koşarak odasına çıktı. Hilde'ye gelen ilk kartı kırmızı eşarbın altında
buldu. Evet, bu kart da 15 Haziran tarihliydi! Sofı'nin yaşgünü ve yaz tatilinin bir
gün öncesi.
Hilde kimdi? Babası nasıl olup da Sofi'nin onu bulacağından bu kadar emin
olabiliyordu? Ne olursa olsun kartları doğrudan kızına değil de Sofi'ye yollaması
çok anlamsız bir şeydi. Sofi, kartları doğrudan kızına göndermemesinin kızının
adresini bilmemesinden kaynaklanamayacağını varsayıyordu. Bir şaka olmasındı
bu? Yoksa bu adam yabancı bir kızı dedektif ve postacı olarak kullanarak kızına
yaşgününde sürpriz mi yapmak istiyordu? Bu yüzden mi bir aylık süre veriyordu
ona? So-fi'yi bir aracı olarak kullanmasının nedeni kızına yaşgününde yeni bir
arkadaş hediye etmek olabilir miydi? "Tüm yaşam boyunca sürecek" hediye
Sofi'nin ta kendisi miydi yoksa?
Eğer bu garip kişi Lübnan'da ise Sofi'nin izini nasıl bulabilmişti her şeyden önce?
Bundan da ötesi: Sofi ile Hilde'nin iki şeyi aynıydı. Birincisi, eğer Hilde'nin doğum
tarihi doğruysa, ikisi de 15 Haziran'da doğmuştu. İkincisi, ikisinin de babası
dünyanın başka köşelerindeydi.
Sofi gizemli bir dünyaya çekilmekte olduğunu hissetti. Belki de kadere inanmak
hiç de öyle aptalca bir şey değildi! Aman, yavaş... böyle sonuçlar çıkarmakta acele
etmemesi gerekti, her şeyin doğal bir açıklaması olabilirdi. Ama Hilde Lille-
sand'da oturuyorsa, Alberto Knox nasıl olup da Hilde'nin cüzdanını ele
geçirmişti? Çünkü Lillesand buradan kilometrelerce
140
HELENİZM
zaktaydı. Ya Sofi kartpostalı nasıl olup da yerde bulmuştu? Postacı kartı tam
Sofi'lerin posta kutusuna gelmeden yere mi düşürmüştü? Niye tam da bu kartı
düşüreceği tutmuştu peki? Sofi'yi görünce:
. Aklını mı kaçırdın sen? diye bağırdı marketin köşesinde onu beklemekte olan
Jorün.
- Özür dilerim.
- Birleşmiş Milletler ile ilgili bir mesele bu. Lübnan'da bir düşman birliği yolumu
kesti...
- Hah! Aşık olmuşsun sen, hepsi bu! Sonra da tüm hızlarıyla okula koştular.
Çalışmaya fırsat bulamadığı din dersi sınavı üçüncü derste yapıldı. Sınav kâğıdında
şu sorular yazılıydı:
Dünyagörüşü ve hoşgörü
1. Önce bir insanın bilebileceği şeylerin, sonra da bir insanın yalnızca inanabileceği
şeylerin birer listesini yapın.
141
SOFİ'NÎN DÜNYASI
Sofi bilebildiğimiz şeyler listesine, Ay'ın kocaman bir pey. nir kalıbı olmadığını,
Ay'ın arkasında çukurlar olduğunu, hem Sokrates'in hem de İsa'nın ölüme
mahkûm edilmiş olduklarını tüm insanlann er veya geç öleceklerini, Akropolis'teki
büyük tapınakların Î.Ö. beşinci yüzyılda yapılan Pers Savaşlarından sonra inşa
edilmiş olduklarını ve Yunanlıların en önemli kâhinlerinin Delphoi'deki kâhin
olduğunu yazdı. İnançla ilgili konular olarak da diğer gezegenlerde hayat olup
olmaması, Tanrı'nın varolup olmadığı, ölümden sonra bir hayat olup olmadığı ve
İsa'nın gerçekten Tanrı'nın oğlu mu yoksa yalnızca akıllı bir insan mı olduğu
konularından bahsetti. Son olarak da, "bilemediğimiz kesin olan bir konu evrenin
nasıl oluştuğudur," dîye yazdı. "Evreni büyük bir silindir şapkadan çıkarılan koca
bir- tavşan olarak düşünebiliriz. Filozoflar Büyük Sihir-baz'ın gözlerinin ta içine
bakabilmek için tavşanın ince tüylerine tırmanmaya çalışırlar. Bunu başarıp
başaramayacakları bir soru işaretidir. Ancak aralarından en azından bir kişi
tavşanın tüylerinin üzerine çıkmayı başarabilirse, diğerlerinin de onu takip
edeceklerine ve bir gün hepsinin başarıya erişeceklerine ben kişisel olarak
inanıyorum. NOT. İncil'de de bize tavşanın ince tüylerini hatırlatan bir şey var:
Babil Kulesi. Sihirbaz, henüz yarattığı beyaz tavşanın sırtına tırmanmaya çalışan
insanlardan hoşlanmadığı için kuleyi yerle bir etmişti.
Sonra sıra ikinci soruya geldi: "Bir insanın dünyagörüşünü oluşturmada rol oynayan
etmenlerden birkaçını belirtin." Bunda elbette yetiştirmenin ve çevrenin rolü*
çok büyüktü. Platon döneminde yaşayan insanlarla bugünkülerin dünya görüşleri
birbirinden farklıydı, çünkü içinde yaşadıkları zaman ve çevre aynı değildi. Bundan
başka insanların yapmayı seçtikleri şeyler de önemliydi. Ve dünyagörüşünü
belirleyen bir başka önemli etmen de insanın aklıydı. Akıl çevrenin belirlediği bir
şey değil, her insanda ortak olan bir özellikti. Belki, çevre ve sosyal
142
HELENİZM
koşullar Platon'un mağarasında hüküm süren şeyler olarak görülebilirdi. Öte
yandan her insan aklını kullanarak mağaranın karanlığından kurtulabilirdi. Ancak
bu, oldukça cesaret gerektiren bir eylemdi. Akimi kullanarak kendi çağında
geçerli olan inanışların ötesine geçebilen Sokrates buna iyi bir örnekti. Sofi son
olarak şunları yazdı: "Günümüzde ayrı ülkelerden ve kültürlerden insanlar hızla
bir araya gelmekte. Örneğin aynı apartmanda Hıristiyan, Müslüman ve Budist
aileler bir arada yaşamakta. Bu durumda neden herkesin aynı şeye inanmadığını
sorgulamaktansa birbirlerinin inancına hoşgörüyle bakmak daha da önem
kazanıyor."
Evet, evet... Felsefe öğretmeninden öğrendikleriyle hiç değilse bir parça yol
katettiğini hissediyordu Sofi. Buna biraz doğuştan sahip olduğu aklını, biraz da
başka bağlamda duyup okuduklarını ekleyebiliyordu.
Üçüncü soruya geçti "Vicdan ne demektir? Tüm insanlar aynı derecede vicdan
sahibi midirler?" Bu konuda sınıfta epeyce konuşmuşlardı. Sofi şunları yazdı:
"Vicdan, insanlann neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu ayırdedebilme yeteneğidir.
Benim kişisel görüşüme göre tüm insanlar bu yeteneğe sahiptir. Yani vicdan
doğuştan gelme bir şeydir. Sokrates de aynı şeyi söyleyecektir. Ancak vicdanın
söylediği şey insandan insana epeyce değişebilir. Bu noktada Sofistlerin haklı
görüşleri olduğunu belirtmek gerek. Sofistlere göre neyin doğru neyin yanlış
olduğu insanın içinde yaşadığı çevre tarafından belirlenen bir \ şeydi. Öte yandan
Sokrates ise vicdanın tüm insanlarda aynı olduğunu söylüyordu. Belki ikisi de
haklıydı. Kendilerini çıplak göstermenin yanlış bir şey olduğunu düşünmeyen pek
çok insan vardır. Öte yandan hemen hemen her insan başkalanna kötü davranmayı
vicdanına yediremez. Altını çizmek gereken bir başka konu, vicdana sahip olmanın
onu kullanmak anlamına gelmediğidir. Bazı durumlarda bir insan tamamen vicdan-
143
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Geriye tek bir soru kalmıştı: "'Değer önceliği' ile kastedilen nedir?" Bu konuyu da
çok konuşmuşlardı sınıfta son zamanlarda. Örneğin araba kullanmak, bir yerden
bir yere çabucak gidebilmeyi sağladığı için değerli bir şey olarak görülebilirdi.
Ancak araba kullanmak ormanlara zarar veriyor, doğayı kirletiyorsa insan bir
"değer seçimi" yapmak zorunda kalırdı. Bu konuyu oldukça derinlemesine
düşündükten sonra Sofi, sağlıklı ormanların ve temiz doğanın işe çabuk gidip
gelmekten daha önemli olduğu sonucuna varmıştı. Buna daha başka örnekler de
veren Sofi son olarak, "Kişisel olarak felsefenin İngilizce dilbilgisin-den daha
önemli bir ders olduğuna, bu yüzden ingilizce saatlerini biraz azaltıp ders planına
felsefeyi de almanın akıllıca bir değer önceliği olduğuna inanıyorum."
- Benim de seninle konuşmak istediğim konu buydu. Cevapların pek çok bakımdan
son derece olgun, hem de insanı şaşırtacak kadar olgun Sofi! Ve de kendine özgü.
Peki ama ya dersi çalışmış miydin?
Sofi doğruca öğretmeninin gözlerinin içine baktı. Son günlerde başına gelenlerden
sonra bunu yapmaya hakkı olduğunu hissediyordu:
144
HELENİZM
. Ama sınav kâğıdını değerlendirmek benim için kolay olmayacak. Bir yanıyla Zayıf,
bir başka yanıyla Pekiyi verilecek bir kâğıt!
Sofi o öğleden sonra okuldan eve gelir gelmez çantasını bir köşeye atıp doğru
Geçit'e koştu. Kalın ağaç köklerinin üzerinde sarı bir zarf duruyordu. Zarfın
kenarları kuru olduğuna göre flernıes zarfı getireli epeyce olmuş demekti.
Zarfı alıp eve girdi. Hayvanlarını doyurduktan sonra odasına çıktı. Yatağına
oturup Alberto'nun mektubunu açtı ve okumaya başladı:
Helenizm
Aristoteles İ.Ö. 322 yılında öldü. Bu dönemde Atina da öncülük rolünü kaybetti.
Bunda hiç kuşkusuz Büyük İskender'in (356-323) fetihlerinin yarattığı büyük
politik değişimlerin önemli rolü olmuştu.
145
SOFİ'NÎN DÜNYASI
HELENİZM
Burada insanlık tarihinde yeni bir çağ başlar. Yunan kültürü v6 Yunan dilinin
egemen olduğu yeni bir dünya oluşur. Yaklaşık olar^ 300 yıl süren bu döneme
Helenizm diyoruz. "Helenizm" ile hem bu çağın kendisi, hem de üç büyük
Helenistik uygarlık olan Makedonya Suriye ve Mısır'da egemen olan Yunan
ağırlıklı kültür kastedilmeli dir.
İ.Ö. 50 yıllarında askeri ve politik güç Roma'nın eline geçti. Bu yeni süper güç
sırayla tüm Helenistik kentleri zaptetti ve böylece Ba-tı'da İspanya'dan Asya'nın
içlerine kadar Roma kültürü ve Latince geçerli oldu. Bu döneme de Roma dönemi
ya da Geç Antik Çağ diyoruz. Ancak şu noktanın altını çizmelisin: Romalılar Helen
dünyasını ellerine geçirene dek, Roma bir Yunan kültür eyaleti olarak varo-
lagelmişti. Dolayısıyla Yunan kültürü ve Yunan felsefesi, Yunan politik gücü
ortadan kalktıktan çok sonra da önemli rolüne devam etmişti.
Bir başka deyişle şehir meydanının yerini dünya arenası aldı. Eskiden de şehir
meydanında pek çok mal, pek çok görüş ve fikir bi' araya gelirdi. Şimdi yeni olan
şey bu malların ve fikirlerin tüm dünyadan bir araya gelmesiydi. Böylece pek çok
dil bir arada ses vermeye başladı.
146
Bu dönemden önce insanlar kendi toplumlarına, kendi şehir devletlerine sıkı sıkıya
bağlıydılar. Yavaş yavaş sınırlar ve ayrımlar ortadan kalktıkça, pek çokları yaşam
görüşlerinden şüpheye kapıldılar, çelişkiye düştüler. Geç Antik Çağa genel olarak
dinsel şüpheler, kültürel çözülüşler ve karamsarlık damgasını vurdu. "Dünya
eskidir," dendi. . '
Helenizmdeki dinlerde ortak olan şey, insanın nasıl ölümsüz olabileceği üzerine
birer öğretilerinin bulunmasıydı. Bu öğreti çoğunlukla bir sırdı. Bu gizli öğretiyi
edinerek ve belli bir takım törenlerden geçerek insan ölümsüzlüğe ve sonsuz bir
yaşama kavuşabilirdi. Öte yandan evrenin gerçek doğasına dair bir sezgi, ruhun
kurtuluşunda dinsel bir tören kadar önemli bir rol oynayabilirdi.
Yeni dinlerden sözettik şimdiye dek Sofi. Bunun yanında felsefede giderek
"kurtuluş" ve yaşam tesellisi yolunda ilerledi. Felsefi sezgi yalnızca kendi başına
bir değer oluşturmuyor, insanın ölüm korkusu ve karamsarlıktan kurtuluşuna
hizmet ederek bir önem kazanıyordu. Böylelikle din ile felsefe arasındaki sınırlar
da yavaş yavaş silindi.
Helenizmde bilimde bir çok kültürün bir araya gelmesinden etkilendi. Bu alanda
Mısır'daki İskenderiye kenti Doğu ile Batı'nın buluştuğu bir nokta olarak önem
kazandı. Atina Platon ve Aristoteles sonrası okullarla felsefi başkent olmaya
devam ederken, İskenderiye bilimin merkezi oldu. Büyük kütüphanesiyle bu kent
matematik, astronomi, biyoloji ve tıp bilimlerinin merkezi haline geldi.
147
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Kinikler
Sokrates'in bir gün pazarda bir tezgâhın önünde durup şöyle dediği anlatılır: "Ne
kadar çok şey var hiç mi hiç işime yaramayan!"
Kinikler gerçek mutluluğun maddi olanaklar, politik güç ya da sağlıklılık gibi dış
özelliklerden oluşmadığını vurgularlar. Onlara göre gerçek mutluluk bu tip
rastlantısal ve geçici şeylere bağımlılıktan kurtulmakla edinilir. Mutluluk tam da
bunlara dayanmadığı için her-
148
HELENİZM
; tarafından elde edilebilir. Bir kez ele geçirilince de elden gitmez, «inikler
arasında en çok tanınmış olanı Anthisthenes'in öğrencisi Diogenes'dir.
Diogenes'in kilden bir fıçı içinde yaşadığı ve bir aba» bir baston ve bir ekmek
torbasından başka hiçbir şeyi olmadığı söylenir- (Bu durumda elinden mutluluğunu
almak pek de kolay bir iş olamazdı elbette!) Bir keresinde Diogenes fıçısının
önünde yatmış güneşlenirken Büyük İskender onu görmeye gelir. Diogenes'in
önünde durup bu bilge kişinin kendisinden istediği ne varsa onu dilemesini, her
türlü isteğini hemen yerine getireceğini söyler. Diogenes'in buna cevabı: "Gölge
etme, başka jhsan istemem!" olur. Çünkü Diogenes kendisinin o büyük komutandan
hem daha zengin, hem daha mutlu olduğunu biliyordu. İstediği her şeye sahip
değil miydi zaten!
Stoacılar
Kinikler Atina'da İ.Ö. 300 yıllarında ortaya çıkan Stoacı felsefeyi etkilediler.
Stoacılığın kurucusu aslen Kıbrıslı olup bir deniz kazasından sonra Atina'daki
Kiniklere katılan Zenon'dur. Zenon derslerini sütunlu bir yolda verirdi. "Stoacı"
terimi Yunanca sütunlu yol anlamına gelen stoa sözcüğünden türemiştir. Stoacılık
daha sonra Roma kültüründe çok önemli bir yer kazanmıştır.
149
SOFfNİN DÜNYASI
Bu düşünce, genel geçer bir ölçü, "doğal bir hak" olduğu düşün, cesini doğurdu.
Doğal hak insanın ve evrenin zamandan bağımsı aklına dayandığı için, zamana ve
mekâna bağlı olarak değişmeye bir şeydi. Yani Stoacılar bu noktada Sofistlere
karşı Sokrates'in gg. rüşlerini paylaşıyorlardı.
Doğal hak tüm insanları, dolayısıyla köleleri de kapsar. Değişi devletlerin hukuk
kitaplarını Stoacılar doğanın kendisinde buluna» bir "hak"kın eksik kopyaları
olarak gördüler.
Stoacılara göre tek insanla evren arasında bir fark olmadığı gibi, "ruh" ile
"madde" arasında da bir fark yoktu. Yalnızca tek bir doğa vardı. Bu anlayışa
"Bircilik" (Monizm) diyoruz. (Bircilik, örneğin Pla-ton'da karşımıza açıkça çıkan "
İkicilik'in (Dualizm) ya da gerçekliği ikiye ayıran görüşün karşıtıdır.)
150
HELENİZM
Epikurosçular
önce gördüğümüz gibi, Sokrates insanın nasıl mutlu bir hayat uyabileceğini
sorguluyordu. Kinikler ve Stoacılar Sokrates'in bu oruya cevabını maddi
değerlerden uzak durmak şeklinde yorumladılar. Ancak Sokrates'in Aristippos
adında bir başka öğrencisi daha vardı ki o, yaşamın amacının mümkün olduğunca
çok haz almak olması gerektiğine inanıyordu. "En üstün iyilik nazdır" ve "en büyük
kötülük acıdır" diyordu. Böylece her türlü acıdan uzak durmaya yönelik bir yaşama
sanatı geliştirmek istiyordu. (Kiniklerin ve Stoacıların amacı acılara dayanmaktı.
Bu da acıfardan uzak durmak gibi bir amaçtan oldukça farklıdır.)
İ.Ö. 300 yıllarında Epikuros (341-270) Atina'da bir felsefe okulu kurdu
(Epikurosçuluk). Epikuros Aristippos'un hazcı ahlakını geliştirip bunu
Demokritos'un atom öğretisiyle birleştirdi.
Epikuros bir eylemin mutlu sonunun başka birtakım yan etkilere yol açıp
açmadığını daima değerlendirmek gerektiğini önemle vurgulardı. Tıka basa
çikolata yediğin olmuşsa, ne demek istediğimi anlıyorsundur. Yoksa sana şöyle bir
ödev vereyim: Biriktirdiğin paraları çıkarıp ikiyüz kronluk çikolata al. (Bu örneği
çikolata sevdiğini varsayarak veriyorum.) Ödevi iyice anlaman için çikolataların
hepsini bir anda yemen şart. O müthiş çikolataları yedikten yarım saat sonra "yan
etki"yle ne demek istediğimi anlarsın sanıyorum.
Epikuros, kısa vadeli bazların daha büyük, daha sürekli ve daha yoğun nazlarla
kıyaslanarak değerlendirilmesi gerektiğini de söylerdi. (Örneğin bir yıl her gün
çikolata yemek yerine, haftalık harçlığını biriktirip sonunda bir bisiklet alabilir ya
da yurt dışında pahalı bir tatil yapabilirsin.) Çünkü hayvanların tersine insanların
geleceklerini
151
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Epikuros "haz" ile yalnızca bedensel hazzı, örneğin çikolatayı kastetmez. Dostluk,
sanat gibi değerleri de kasteder. Ayrıca yaşan> dan haz almanın ön koşulları, Eski
Yunan idealleri olan kendini denetleme, kanaatkârlık ve ruh dinginliğidir. Çünkü
arzular denetlen, melidir. Ruh dinginliği de acılara göğüs germemizi kolaylaştırır.
Epikuros, gayet basit bir şekilde, "ölüm bizi ilgilendirmez," diyordu. "Biz
varolduğumuz sürece, ölüm yoktur; ölüm olunca da, biz artık yokuz." (Bu anlamda
kimse kendi ölümünden acı çekemez.)
Epikuros kendi kurtuluşçu felsefesini "dört ilaç" adını verdiği şu dört noktada
özetledi:
152
HELENİZM
Epikuros'dan sonra pek çok Epikurosçu kendilerini tek yanlı bir zevk düşkünlüğü
yönünde geliştirdiler. Amaç giderek "bu anı ya--aj"ya dönüştü. Günümüzde de
"Epikurosçu" sözcüğünün "gününü gün eden insan" anlamında kullanıldığı olur.
Yeni Platonculuk
Platon'un idea öğretisini, onun duyular dünyası ile idealar dünyasını nasıl
birbirinden ayırdığını hatırlıyorsundur. Böylelikle insan ruhu ile insan bedenini de
birbirinden ayırmış oluyordu. İnsan böylece iki yönlü bir yaratık haline geliyordu:
bedenimiz duyular dünyasındaki diğer şeyler gibi toprak ve tozdan oluşuyor,
ancak bunun yanında ölümsüz de bir ruh taşıyorduk. Bu fikir Yunanlılar arasında
Platon'dan çok önce de yaygındı. Plotinos da Asya'da bulunan benzer görüşleri
biliyordu.
Plotinos'a göre dünya iki kutup arasında gerilidir. Bir uçta "Bir" diye adlandırdığı
tanrısal ışık yer alır. Plotinos bazen buna "Tanrı" da diyordu. Diğer uçta ise,
"Bir"in ışığının hiç mi hiç ulaşmadığı mut-
153
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Geceleyin yanmakta olan büyük bir ateş düşün Sofi! Ateşten etrafa yüzlerce
kıvılcım dağılmaktadır. Ateşin etrafı aydınlıktır. Kilometreler ötesinden de zayıf
bir ışık görmek mümkün olabilir. Daha da uzaklaşırsak ateş karanlık gecede bir
fener kadar cılız bir ışık halinde görünür. Ateşten uzaklaşmaya devam edersek
ışık bir süre sonra bize ulaşamaz. Işınlar bir noktada geceye karışır. Ve her yer
karanlık olunca hiçbir şey göremeyiz. Artık ne gölgeler, ne çizgiler vardır.
Gerçekliğin böyle bir ateş olduğunu düşün. Yanan şey Tanrı, dışarıdaki karanlık da
insan ve hayvanların oluştuğu maddedir. Tan-rı'nın en yakınında tüm yaradılanların
ana biçimleri olan mutlak fikirler yer alır. Her şeyin ötesinde insan ruhu "ateşten
bir kıvılcım"dır. Ama doğadaki her şeyde de tanrısal ışıktan bir yansıma vardır.
Yaşayan her şeyde, evet bir gülde ya da bir çançiçeğinde de Tanrı parıltısı
mevcuttur. Yaşayan Tanrı'nın en uzağında da toprak, su ve taş yer alır.
Varolan her şeyde tanrısal bir gizem olduğunu söylemek istiyorum. Ayçiçeğinin,
gelinciğin böyle parıldadığını görebiliriz. Bir kelebeğin daldan havalan ışında, bir
balığın akvaryumda yüzüşünde, bu sınırsız gizemi biraz daha çok yakalarız. Ancak
Tanrı'ya en yakınlaştığımız yer kendi ruhumuzdur. Bu büyük yaşam sırrıyla ancak
ruhumuzda birleşiriz. Evet, ender de olsa, kimi zaman bu tanrısal gizemin
kendimiz olduğunu hissederiz.
154
HELENİZM
Plotinos yaşamı boyunca birkaç kez ruhunun Tann'yla bir olduğunu hissetti. Buna
gizemli yaşantı diyoruz. Bu tür bir yaşantıyı yaşayan tek kişi Plotinos değildir.
Çağlar ve kültürler boyunca pek çok insanın sözettiği bir şeydir bu. Bu anın
tasvirinde büyük farklar görü-lebilse de, çoğunda ortak yanlar görebiliriz. Bu
ortak noktaların kimine burada değineceğiz.
Gizemcilik
Buradaki ana düşünce, gündelik "ben"in gerçek ben olmadığıdır. Çok kısa süren
anlarda daha büyük bir ben ile aynı olduğumuzu duyarız. Bazı Gizemciler buna
Tanrı derken, bazıları bunu "evrensel ruh", "Doğa" ya da "evren" diye adlandırır.
Tıpkı bir su damlasının denizle buluştuğu an "kendini kaybetmesi" gibi, Gizemci de
bu birleşmenin gerçekleştiği an "kendini kaybeder", Tanrı'da yokolur ya da
Tanrı'da kaybolur. Hintli bir Gizemci bunu şöyle dile getiriyor: "Ben varken Tanrı
yoktu. Şimdi Tanrı var, ben artık yokum." Hıristiyan Gizemci Angelus Silensius
(1624-1677) da bu anı şöyle anlatıyor: "Ulaşınca denize, damla, deniz; yükselince
Tanrı'ya, ruh, Tanrı olur." x
155
SOFfNlN DÜNYASI
156
HELENİZM
Gizemsel bir deneyimin etik üzerinde de etkisi olur. Hindistan'ın eski devlet
başkanlarından Radhakrishnan bir keresinde şöyle söylüyor: "Yanındakini kendin
gibi seveceksin, çünkü sen o'sun. Seni ya-nındakinin senden başka biri olduğuna
inandıran şey, bir yanılsamadan başka bir şey değildir."
Sofi yatağında doğruldu. Hâlâ bir vücudu olup olmadığını kontrol etmeliydi...
157
SOFİ'NİN DÜNYASI
Şimdi her şey olup bittikten sonrası, tuhaf bir rüyadan baş ağrısıyla uyanmak gibi
bir şeydi. Sofi biraz hayal kırıklığı duyarak vücudunun yataktan kalkışını izledi.
Alberto Knox'dau gelen bu kâğıtları yüzüstü yatıp okumaktan beli agnmışü ama
hiç unutmayacağı şeyler yaşamıştı.
Her şeyin tannsal bir ben olduğuna inanabilir miydi gerçekten? "Ateşten bir
kıvılcım" olan bir ruh taşıdığına inanabilir miydi? Eğer böyleyse, kendisi de tannsal
bir yaratık olmuş oluyordu.
158
KARTPOSTALLAR
- Çadmmızla kısa bir tatil yapalım mı? diye Jorün'e sordu. Jorün teklifi kabul
etti.
- Olur.
Birkaç saat sonra, Jorün sırtında koca sırt çantasıyla Sofilere gelmişti bile. Sofi
de çantasını hazırlamıştı. Sofi'nin çadm-nı alacaklardı. Bundan başka yanlarına
uyku tulumu, kalın giysiler, altlarına koymak için mat, cep feneri, termos dolusu
çay ve bir sürü nefis yiyecek şey alıyorlardı.
Sofi'nin kampı burada kurmak istemesinin ardında yatan başka bir neden daha
vardı. Hatırladığına göre Çalıhorozu Tepesi Binbaşının Evi'ne oldukça yakındı.
Sofi'yi yine buraya çeken bir şeyler vardı, ancak bir daha buraya tek başına
gidemeyeceğinin de farkında olduğu için Jorün'le beraber olmak işine geliyordu.
159
SOFfNÎN DÜNYASI
- Ormanda bir yerlerde, küçük bir gölün yanında bir kulu-be var. Bir zamanlar
tuhaf bir binbaşı yaşadığı için buraya Binbaşının Evi deniyor.
Jorün biraz isteksiz olsa da sonunda yola düştüler. Güneş gökyüzünde iyice
alçalmıştı.
Önce çam ağaçlarının, sonra çalıların arasından geçtiler ve sonunda bir patikaya
ulaştılar. Pazar sabahı Sofi'nin izlediği patika bu muydu acaba?
yine.
Çok geçmeden küçük gölün kıyısına vardılar. Sofi kulübenin olduğu yere bir göz
attı. Pencerelerin panjurları örtülüydü. Kırmızı kulübe şimdiye kadar gördüğü en
terkedilmiş ev görüntüsünü veriyordu.
- Hayır, kürek çekerek... diye yariıtladı Sofi ve eliyle aşağıyı, gölün kıyısında
durmakta olan sandalı gösterdi.
160
KARTPOSTALLAR
çalıştı- Açılmayınca:
- Buldum, buldum!
Sofi ile arkadaşı yasadışı insanların yaptığı gibi gizlice içeriye süzüldüler. Kulübe
soğuk ve karanlıktı.
Ama Sofi her şeyi düşünmüştü. Cebinden kibrit kutusunu çıkarıp bir kibrit yaktı.
Kibritin alevi ancak odanın tamamen boş olduğunu görmelerine yetti. İkinci
kibritin alevi şöminenin üzerindeki dövme demirden şamdanı ve şamdanın
üzerindeki küçük mumu aydınlattı. Üçüncü kibritle mumu yakınca oda aydınlandı.
- Bu kadar küçük bir ışığın böyle büyük bir karanlığı aydın-'atması ne kadar ilginç
değil mi, dedi Sofi.
- Ama ışık bir yerde yokolur, diye devam etti Sofi. Aslında aranhk diye bir şey
yoktur. Sadece ışığın yokluğu diye bir şey
161
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
vardır.
Sofi hâlâ komodinin üzerinde asılı durmakta olan pirim aynayı gösterdi.
- Ne kadar güzel!
- Dalga geçmiyorum Jorün. Bu aynanın içinden bakıp ay. nanın öte yanındaki
şeyleri görmek mümkün.
- Daha önce buraya hiç gelmediğini söylememiş miydin? Hem niye beni
korkutmaktan böyle çok zevk alıyorsun?
- Özür dilerim!
Bu kez de bir anda yerde köşede bir şey gören Jorün oldu, Küçük bir kutuydu bu.
Jorün kutuyu yerden kaldırdı.
- Dokunma onlara! Duyuyor musun, bırak onları! Jorün korkuyla, yanan bir şeyi
tutamayan biri gibi elindeki
kutuyu yere attı. Kartlar yere dağıldı. Birkaç saniye sonra gülmeye başladı.
Sofi bir anda buraya daha önce gelmiş olduğunu kab* ederse her şeyin çok daha
kolaylaşacağını anladı. Hem ^
162
KARTPOSTALLAR
- Hepsi Hilde Möller Knag diye birine yollanmış. Sofi hâlâ kartları eline almamıştı.
Sofi rahat bir nefes aldı. Bu kartlarda da "Sofi Amundsen eliyle" diye
yazmasından korkmuştu. Kartları incelemeye koyuldu.
- Bir şey daha var... Tüm kartlar Norveç damgalı. Bak, "BM taburu" diye Norveççe
yazıyor. Hepsinde de Norveç pulu var...
- Galiba böyle oluyor. Tarafsız olduklarını göstermek için orada ayrı bir Norveç
postanesi kuruyorlar.
- Peki posta buraya nasıl ulaşıyor?
Sofi mumu yere koydu. İki arkadaş kartları okumaya başladılar. Jorün kartları
sıraya koymuştu. îlk kartı o okudu:
163
SOFÎ'NİN DÜNYASI
îki arkadaş heyecandan nefes bile atamıyorlardı. Tek kelime konuşmadan kartları
okumaya devam ettiler.
Sevgili kızım. Sana duygularımı beyaz bir güvercinin kanadında yollamak isterdim.
Ama savaş hüküm süren bu ülkede olmayan bir şey varsa o da beyaz güvercin!
Belki Birleşmiş Milletler bir gün dünyada barışı kurmayı başarır. NOT. Belki 15.
yaş hediyeni başkalarıyla da paylaşabilirsin? Ben gelince bunu konuşuruz. Hâlâ
neden bahsettiğimi bilmiyorsun, değil mi? İkimizi de düşünmeye bol bol vakti olan
babandan sevgiyle...
Altı tane kart okumuşlar, geriye tek bir kart kalmıştı. Kartta şunlar yazıyordu:
Sevgili Hilde. Yaşgününle ilgili tüm sırlardan bazen öyle patlayacak gibi oluyorum
ki, telefonu açıp sana her şeyi anlatmak istiyor, sonra kendimi durduruyorum. Bu
şey
164
KARTPOSTALLAR
büyüdükçe büyüyor. Ve sen de bilirsin ki bir şey büyüyüp durdukça insanın onu
sırf kendine saklaması zorlaşır. Sevgiyle... Baban. NOT. Bir gün Soft adında bir
kızla karşılaşacaksın. Karşılaşmadan önce birbirinizi biraz olsun tanımış olasınız
diye sana yolladığım tüm kartların bir kopyasını ona da yolluyorum. Yakında
birşeyleri anlamaya başlar mı, ne dersin Hilde'ciğim? Şimdilik o da senin
bildiğinden fazlasını bilmiyor. Sofi'nin Jorün diye bir arkadaşı var. Belki o
yardımcı olabilir...
Joriin'le Sofi son kartı okuduktaıl sonra öylece kalakalıp birbirlerine baktılar.
Jorün, Sofi'nin bileğini kavradı sıkı sıkıya ve:
- Korkuyorum, dedi.
- Ben de.
- Olamaz! diye üsteledi Jorün. - Üstelik bu kartları kim göndermiş olabilir? ikimizi
de tanıyan biri olmalı. Ya tam da bugün bizim buraya geleceğimizi nereden biliyor?
Jorün daha çok korkuyordu, çünkü ne de olsa Sofi Hilde ve babasının kim
olduğunu ismen de olsa biliyordu.
- Bence bu işin pirinç kaplamalı aynayla bir ilgisi var! Jorün'ün yine ödü koptu.
- Hayır.
165
SOFfNİN DÜNYASI
KARTPOSTALLAR
Sofi ayağa kalkıp mumu duvarda asılı iki resmin önüne tuttu. Jorün de resimlere
yanaştı.
Sofi bunun üzerine ayağa kalkıp beyaz komodinin üzerinde asılı aynayı yerinden
çıkardı. Jorün'ün itirazlarına rağmen Sofi aynayı bırakmadı.
Dışarısı tam bir mayıs gecesinin olabileceği kadar karanlıktı. Gökyüzünden gelen
ışık ancak çalıların ve ağaçların dış hatlarını aydınlatacak kadardı. Ufak göl
gökyüzünün küçük bir yansıması gibiydi. İki arkadaş gölün öte yakasına doğru ağır
ağır kürek çektiler.
Çadıra varana dek pek fazla konuşmadılar. İkisi de diğerinin olan biteni
düşündüğünü düşünüyordu. Arasıra bir kuşu korkutarak, arada bir bir baykuş
duyarak yürüdüler.
Çadıra varır varmaz uyku tulumlarının içine girdiler. Jorün aynanın çadırda
durmasına karşı çıktı. Uyumadan önce aynanın çadırın dışında durmasının da aynı
ölçüde korkutucu olduğunda birleştiler. Üstelik Sofi kartpostalları da almış, sırt
çantasının yan gözüne koymuştu.
Ertesi sabah erkenden uyandılar. Uyku tulumundan ilk çıkan Sofi oldu. Çizmelerini
giyip çadırdan çıktı. Büyük pirinç ayna çimenlerin üzerinde duruyordu. Üzeri çiyle
kaplanmıştı. Sofi kazağıyla çiyleri kurulayıp yerde duran aynadaki görüntüsüne
bakü. Kendi kendini tepeden tırnağa araştırıyor gibiydi. Neyse ki üzerinden
Lübnan'dan o gün gelme kart filan çıkmadı.
Çadırın arkasındaki geniş düzlüğün üzeri küçük pamuktan yastıklar gibi parça
parça olmuş-sabah sisiyle örtülüydü.
166
ıC "cük kuşlar müthiş bir enerjiyle ötüyorlardı. Büyük kuşlar-dansa eser yoktu.
Kahvaltıdan sonra cadın toplayıp eve doğru yola koyuldular Sofi aynayı kolunun
altında taşıyordu. Çokça mola veriyorlardı, çünkü Jorün Sofiye taşımada yardım
etmiyor, aynaya dokunmak istemiyordu.
İlk evler görünmeye başladığı sırada bir patlama sesi duydular. Sofi, Hilde'nin
babasının savaş içinde olan Lübnan'la ilgili söylediklerini hatırladı. Birden barış
içinde olan bir ülkede yaşadığı için ne kadar şanslı olduğunu anladı. Bu patlama
sesleri yalnızca havai fişeklerden geliyordu.
Sofi Jorün'ü sıcak çikolata içmeye davet etti. Annesi bu büyük aynayı nerden ve
nasıl buldukların* sordu durdu. Sofi Binbaşının Evi'nin dışında bulduklarını
söyledi. Annesi tekrar bu evde çok uzun yıllardır hiç kimsenin yaşamadığını
anlattı.
Jorün evine gittikten sonra Sofi kırmızı elbisesini giydi. Bayramın gerisi normal
bir şekilde geçti. Akşam televizyonda haberlerde Lübnan'daki Norveçli Birleşmiş
Milletler güçlerinin milli bayramı nasıl kutladıkları gösterildi. Sofi merakla ekrana
bakıyordu, çünkü bu adamlardan birisi Hilde'nin babası olabilirdi.
17 Mayıs'ta Sofi'nin yaptığı son şey pirinç aynayı odasına asmak oldu. Ertesi
sabah Geçit'te yeni bir sarı zarf buldu. Hemen açıp beyaz kâğıtlarda yazılı
olanları okumaya koyuldu.
167
IKÎ KÜLTÜR
Artık karşılaşmamıza pek bir şey kalmadı, sevgili Sofi! Binbaşım,, Evi'ne bir kez
daha geleceğini tahmin ederek Hilde'nin babasından gelen bütün kartları orada
bırakmıştım. Kartlar Hilde'ye yalnızca bu şekilde ulaşabilir. Sen şimdilik Hilde'nin
kartları nasıl alacağını dü. şünme. Haziranın 15'ine kadar köprünün altından ne
sular akar!
168
iKi KÜLTÜR
Hint-Avrupalı
Bundan 4000 yıl kadar önce ilk Hint-Avrupalılar Karadeniz'le Hazar Denizi
etrafındaki bölgelerde yaşıyorlardı. Sonraları bu Hint-Avrupalı kavimler büyük
dalgalar halinde güneyde İran ve Hindistan'a, güney-batıda Yunanistan, İtalya ve
İspanya'ya, batıda Orta-Avru-pa'dan İngiltere ve Fransa'ya, kuzey-batıda
İskandinavya ve kuzeydoğuda Doğu Avrupa ve Rusya'ya göçettiler. Hint-
Avrupalılar gittikleri her yerde Hint-Avrupa öncesi kültürlerle kaynaştılar ve
Hint-Avrupa dini ve dili buralarda baskın bir rol oynamaya başladı.
Hint-Avrupa kültürü farklı pek çok tanrıya inanışın izlerini taşıyordu. Buna
Çoktanncılık diyoruz. Tanrıların adları ve pek çok dini sözcük ve deyim değişik
Hint-Avrupa bölgelerinde birbirine benzer sözcükler olarak karşımıza çıkar.
Birkaç örnek vereyim:
169
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
anlamına gelen bir başka sözcük Sanskritçede deva, Farsçada da-eva, Latincede
deus ve Nöron mitolojisinde tivurr olarak geçer.
170
ÎKÎ KÜLTÜR
171
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Samîler
Tekrar Samîlere dönelim Sofi. Samîler bambaşka bir kültüre ve battı. başka bir
dile sahiptirler. Aslen Arap Yarımadası'ndan gelseler de bunların da kültürleri
dünyanın pek çok değişik bölgesine yayılmış, tır. Yahudiler 2000 yıldan fazla bir
süre anavatanlarından uzakta ya. şamışlardır. Samîtarihi ve dini gerçek coğrafi
köklerinden en uzak. lara Hıristiyanlık yoluyla yayılmıştır. Samî kültürünün
yayılmasında Müslümanlığın da önemli bir payı olmuştur.
Samîler ayrıca genel olarak tarihe çizgisel bir bakış açısından bakarlar. Yani
tarihi sürüp giden bir doğru olarak görürler. Tanrı Dün-ya'yı yaratmıştır ve tarih
o andan itibaren başlamıştır. Ancak bir gün tarih sona erecektir. Bu gün "kıyamet
günü"dür ve bu günde Tanrı tüm diri ve ölüleri yargılayacaktır.
Bu üç Batı dininde önemli bir özellik tam da tarihin oynadığı bu roldür. Tanrı
tarihe müdahale eder - evet, hattâ tarih, Tanrı dünyayı istediği şekle getirebilsin
diye vardır. Tanrı İbrahim'i bir zamanlar nasıl "vaat edilen ülkeye" ulaştırdıysa,
insanlığın adımlarını da tari-
172
İKİ KÜLTÜR
Tarihin gidişatında Tann'nın büyük rolü olduğuna inanan Samîler binlerce yıl tarihi
yazmakla uğraşmışlardır. Kutsal yazıtlarının temelini de bu tarihsel kökler
oluşturur.
Kudüs kenti bugün bile Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlar için kutsal bir kent
olmaya devam etmektedir. Bu da bu üç dinin ortak köklerine işaret etmektedir.
Kudüs'te önemli (Yahudi) sinagoglar, (Hıristiyan) kiliseler ve (Müslüman) camiler
bir arada yer almaktadır. Bu yüzden tam da bu kutsal şehrin çekişmelerin
merkezi haline gelmesi son derece acıklı bir olaydır. Evet, binlerce kişinin
ölmesinin nedeni bu "ebedî kentin" sahipliğinin paylaşılamıyor olmasıdır. Umarız ki
Birleşmiş Milletler bir gün burayı üç dinin buluştuğu bir kutsal merkez haline
getirebiliri (Şimdilik felsefe kursumuzun bu pratik kısmına değinmeyeceğiz. Bu
konuyu tümüyle Hilde'nin babasına bırakacağız. Hilde'nin babasının bir Birleşmiş
Milletler gözlemcisi olduğunu artık anlamış olduğunu sanıyorum. Daha da ötesi
sana rütbesinin binbaşı olduğunu da söyleyebilirim. Aradaki ilişkiyi anlıyorsundur
belki de! Neyse, olayları önceden tahmin etmeye ça-lışmasak daha iyi olur!)
173
SOFi'NİN DÜNYASI
kelini yapmak yasaktı. Eski Ahit'te de insanların Tanrı'nın herhangi bir şekilde
resmini yapmamaları emredilir. Bu yasak günümüzde İs. lam ve Yahudilikte hâlâ
geçerlidir. İslam'da bu genel olarak fotoğra. fa ve resimli sanatlara da karşı
olmak şeklinde gelişmiştir. Buradaki düşünce, insanların "yaratmak" konusunda
Tanrı'yla boy ölçüşme-ye girişmemeleri gerektiğidir.
Peki ama nasıl oluyor da Hıristiyan kiliseleri Tanrı'nın ve İsa'nın resimleriyle dolu
oluyor, diye sorabilirsin. Çünkü işte bu Hıristiyanlığın Yunan-Roma kültüründen
etkilenişine bir örnek. (Ortodoks kili-sesinde, yani Yunanistan ve Rusya'da,
İncil'de anlatılan öykülerden yola çıkarak "oyma" putlar ya da heykeller veya
İsa'nın haç üstünde resmini yapmak hâlâ yasaktır.)
Büyük Doğu dinlerinin tersine bu üç Batı dini Tanrı ile yarattıkları arasında bir
mesafe olduğunu vurgular. Amaç ruhun bedenden bedene geçmesi değil günah ve
suçlardan arınmaktır. Dini yaşama da insanın kendine dönmesi ve meditasyondan
çok dua, vaaz ve eski yazıların araştırılması damgasını vurur.
İsrail
Din dersi öğretmeninle aşık atmak niyetinde değilim ama, Hıristiyanlığın Yahudi
geçmişine burada kısaca bir göz atalım.
174
İKİ KÜLTÜR
İsa'dan önce 1000 yıllarında, henüz Yunan felsefesi ortaya çıkmadan önce,
İsrail'de üç büyük kral yaşamıştı. Bunların ilki Saul, ikincisi oğlu Davudve
üçüncüsü de Kral Solomon'du. Tüm İsrailliler tek bir krallık altında bir araya
gelince ve özellikle Kral Solomon döneminde politik, askeri ve kültürel bakımdan
parlak bir dönem yaşadılar.
Krallar başa geçmeden önce halk onları yağlardı. Bu yüzden de onlara "yağlanmış"
anlamında Mesih denirdi. Dinsel açıdan krallar Tanrı ile insanlar arasında bir aracı
olarak görülürdü. Bu yüzden krallara "Tanrı'nın Oğlu", ülkeye de "Tanrı'nın
Krallığı" denirdi.
Ancak İsrail çok geçmeden gücünü kaybetti. Krallık Kuzey (İsrail) ve Güney
(Judea) olarak ikiye ayrıldı. İ.Ö. 722 yılında Asurlular tarafından ele geçirilen
Kuzey İbrani Krallığı tüm politik ve dinsel gücünü yitirdi. Güney Krallığı'nın
akıbeti de pek farklı olmadı. Burası da İ.Ö. 586 yılında Babillilerin eline geçti.
Babilliler kentin tapınağını yıktılar ve halkın çoğunu Babil'e köle olarak
götürdüler. Bu "Babil esareti" İ.Ö. 539 yılına dek sürdü. İbraniler ancak o zaman
Kudüs'e geri dönüp büyük tapınağı yeniden inşa edebildiler. Ama İsa'nın
doğumuna kadar olan dönemde Yahudiler sürekli başka ulusların idaresi altında
yaşadılar.
175
SOFfNÎN DÜNYASI
İsa'dan önce 750 yıllarından itibaren bir takım kâhinler ortaya çıkarak İsrail'in
Tanrı'nm emirlerine uymadığı için Tanrı tarafından cezalandırılacağını söylediler.
Tanrı bir gün İsrail'i yargılayacak, dediler. Bu tür kehanetlere "Kıyamet
kehanetleri" diyoruz.
Öte yandan çok geçmeden başka kâhinler çıkıp Tanrı'nm seçtiği bir takım
kullarını kurtaracağını, onlara Davud'un soyundan bir "Barış Prensi" göndereceğini
söylemeye başladılar. Bu kişi Davud'un Krallığı'nı yeniden kuracak, insanlara mutlu
bir gelecek getirecekti.
Kâhin Isaiah "Karanlıkta dolanıp duranlar büyük bir ışık görecekler," diyordu.
"Gölgeler ülkesinin üzerinde ışık parıldar." Bu tür kehanetlere de "Kurtuluş
kehanetleri" diyoruz.
Özetleyecek olursak: İsrail halkı Kral Davud'un idaresinde mesut bir şekilde
yaşıyordu. Ancak zamanla İbraniler güçten düşmeye başlayınca, bir takım
kâhinler çıkıp Davud'un soyundan yeni bir kral geleceği kehanetinde bulundular.
Bu "Mesih" ya da "Tanrı'nın Oğlu" insanları "kurtaracak", İsrail'i eski gücüne
kavuşturup "Tanrı'nın Krallığı"nı kuracaktı.
Isa
Ancak bunların yanında ufkunu biraz daha genişletmiş olanlar da vardı. İsa'dan
birkaç yüz yıl öncesinden itibaren bir takım kâhinler "Mesih"in tüm dünyanın
kurtarıcısı olacağını söylüyorlardı. Bu kişi sadece İbranileri yabancı
boyunduruğundan kurtarmakla
176
ÎKİ KÜLTÜR
Tüm bunlar önemli, ancak en önemlisi şu: İsa'yı diğer "Mesih-|er"den ayıran şey,
kendisinin askeri ya da politik bir isyancı olmadığını özellikle ortaya koymasıdır.
Onun çok daha büyük bir görevi vardı. O insanlara kurtuluş ve Tanrı'nın affını
bildiriyordu. İnsanların arasında dolaşıp onlara "günahlarının bağışlandığım"
söylüyordu.
Böyle "günah bağışı" dağıtmak o zamana dek duyulmuş bir şey değildi. Bu
yetmiyormuş gibi Tanrı'ya da "baba" (abba) diyordu. Bu da Yahudi çevrelerinde
daha önce asla görülmemiş bir şeydi. Bu yüzden çok geçmeden fakihler arasından
güçlü protestolar yükselmeye, İsa'nın idamı istenmeye başladı.
Yani durum şuydu: İsa'nın yaşadığı dönemde pek çok insan gösterişli bir biçimde
(yani mızrakla ve kılıçla) gelerek "Tanrı'nın Krallığı"nı kuracak bir Mesih
bekliyordu. "Tanrı'nın Krallığı" deyişinin kendisi de, iyice genişletilmiş anlamıyla,
İsa'nın vaazlarında sürekli tekrarlanır. İsa "Tanrı'nın Krallığı"nın insanları
sevmek, güçsüzlerle yoksullara yardım etmek ve hata yapanları bağışlamak
olduğunu söylüyordu.
Bu, çok eski ve askeri bağlamda kullanılagelmiş bir sözcüğün ilamını yüz seksen
derece değiştirmek anlamına geliyor. İnsanla-rın "Tanrı'nın Krallığfnı kuracak bir
ordu kumandanı beklediği bir
177
SOFÎ'NİN DÜNYASI
zamanda, çarşaf ve sandalet giyinmiş İsa çıkıp, Tanrı'nın Kra||K ğı'nın ya da "Yeni
Ahif'in "komşunu kendin gibi sevi" demek oldu. ğunu söylüyor. Ve dahası Sofi, İsa
düşmanlarımızı sevmemiz gerelc. tiğini söylüyor! Birisi sana vurursa sen de ona
aynen karşılık verme, yeceksin; sana vurana "öbür yanağını döneceksin"! Ve
affedecek, sin - yedi defa değil, yedi kere yetmiş defa affedeceksin!
Sıkı dur Sofi, çünkü İsa daha da ileri giderek, Tann'nın gözünde bu tür
günahkârların kusursuz Ferisîlerden ya da kusursuzluklarıy-la böbürlenen "ipeksi
yurttaşlardan" çok daha dürüst olduğunu, dolayısıyla Tanrı'nın affına daha çok
layık olduklarını söylüyordu.
178
ÎKI KÜLTÜR
kadar tehlikeli olabileceğini görmüştük. Şimdi İsa'dan sözederken koşulsuz insan
sevgisi ve koşulsuz merhamet ilkelerini öne çıkarmanın da bir o kadar tehlikeli
olabileceğini görüyoruz. Günümüzde bUe koskoca devletlerin barış, sevgi,
yoksullara yiyecek ve devlet düşmanlarına af gibi son derece basit istekleri
karşılayamadığını görüyoruz.
Pavlus
O zaman artık tüm insanlar "yeniden doğuşu" bekleyebilirlerdi. Isa tam da bizim
kurtuluşumuz için çarmıha gerilmemiş miydi! Ancak Sofi, bu, Yahudi bakış
açısından "ruhun ölümsüzlüğü" ya da bir 'ur "ruhun beden değiştirmesi" anlamına
gelmez. Bunlar Yunan ya da Hint-Avrupa düşüncesinde vardı. Hıristiyanlığa göre
ise insanda kendiliğinden ölümsüz olan bir şey, örneğin ölümsüz bir "ruh" yok-
179
SOFfNÎN DÜNYASI
tur. Kilise "bedenin yeniden doğuşuna ve sınırsız yaşama" inanır bizler ancak
Tanrı'nın mucizesiyle ölümden ve "cehennem aza. bı"ndan kurtulabiliriz. Bu ne
bizim faziletimize ne de doğuştan gelme bir takım özelliklerimize bağlıdır.
İlk Hıristiyanlar insanı kurtuluşa götürecek yolun İsa Mesih'e inanmaktan geçtiği
yolundaki "sevinçli haber"! yaymaya başladılar. Onun arabuluculuğu sayesinde
"Tann'nın Krallığı"nın kurulması yakındı. Artık tüm dünya İsa adına kazanılabilirdi.
İsa'nın ölümünden hemen birkaç yıl sonra Ferisî Pavlus Hıristi-yanlığa döndü. Tüm
Yunan-Roma dünyasına yaptığı misyonerlik yolculukları sonunda Hıristiyanlığı bir
dünya dini haline getirdi. Bu konu "Apostellerin İşleri"nde geçmektedir. Bu
konudaki bilgileri ayrıca Pavlus'un ilk Hıristiyan cemaatlere yazdığı mektuplardan
da elde ediyoruz.
Gözünün önüne getirebiliyor musun, Sofi? Atina meydanında birden bir Yahudi
ortaya çıkıp çarmıha gerilmiş bir kurtarıcıdan ve sonra onun nasıl öldükten sonra
dirildiğinden sözetmeye başlıyor. Pavlus'un Atina'yı bu ziyareti sırasında Yunan
felsefesiyle Hıristiyan kurtuluş öğretisinin birbirleriyle nasıl çeliştiğini
görüyoruz. Ama Pavlus Atinalılara kendini dinletmeyi başarıyor. Areopagos'da,
yani Akropol'daki heybetli tapınakların aşağısında dururken şu konuşmayı yapıyor:
180
ÎKİ KÜLTÜR
Tanrı'yı işte şimdi size ilan ediyorum. Dünyayı ve dünyadaki her şeyi yaratan
Tanrı, yeryüzünün ve gökyüzünün Rabbi olduğundan insan elleriyle yaratılmış
tapınaklarda yaşamaz. İnsan eliyle yaratılmış hiçbir şeye ihtiyacı da yoktur. Her
şeye can ve nefes veren O'dur. Tüm milletleri bütün dünyaya dağıtarak vare-den,
onlara belli zamanlar ve yerler tanıyan, onları bir kandan vareden O'dur. Bunu
Tanrı'yı arasınlar, mümkün ise O'nu el yordamı ile bulabilsinler diye yapmıştır.
Aslında hiçbirimizden uzak değildir O. O'nda yaşar, hareket eder, O'nda
varoluruz. Çünkü şairlerinizden birinin dediği gibi, 'Biz de O'nun soyunda-nız'.
Tann'nın soyundan olduğumuz için Tanrı'yı insan sanatı ya da düşüncesiyle
oyulmuş altına veya gümüşe yahut taşa benzer sanmamalıyız. Tanrı bu cehalet
zamanlarına sabır göstermiştir ama artık nerede olurlarsa olsun tüm insanların
tövbe etmelerini öğüt veriyor. Çünkü dünyayı adaletle yargılayacağı günü ve bu iş
için uygun olanı seçti."O'nu ölümden dirilterek bütün insanlara teminat verdi."
Pavlus Atina'da Sofi! Burada Hıristiyanlığın Yunan-Roma dünyasına girmeye
başlayışını görüyoruz. Hıristiyanlık Epikurosçu, Stoacı ya da Yeni Platoncu
felsefelerden apayrı bir şeydi. Pavlus yine de Yunan kültüründe Hıristiyanlık ile
ortak bir yan bulur. Tanrı'yı aramanın tüm insanların içinde varolan bir istek
olduğuna işaret eder. Bu, Yunanlılar için de yeni bir şey değildir. Pavlus'un
söylediklerinde yeni olan şey Tann'nın artık insanlara kendini gösterdiği, onlarla
gerçekten temasa geçtiğidir. Yani Tanrı, yalnızca insanların düşünceleriyle
ulaşabileceği "felsefi bir Tanrı" değildir. Ne de "altın veya gümüş yahut taştan
yapılma bir esere" benzer - ki Akropolis ve büyük meydanda bunlardan yüzlercesi
mevcuttu! Hayır, Tanrı "insan elleriyle yaratılmış tapınaklarda da yaşamıyordu".
Bu, tarihe katılıp kendini insanlar uğruna feda ederek çarmıha gerilen, kişisel bir
Tanrı idi. Resullerin İşleri'nde anlatılır ki, Pavlus Areopagos'da bu ko-
181
SOFfNÎN DÜNYASI
nuşmayı yapıp İsa'nın öldükten sonra dirildiğini anlatınca dinleyen, lerin bazısı
onunla alay etmeye girişir. Ancak bazıları da "Bunm, hakkında seni yine dinlemek
isteriz," derler. Ve bazıları da oracj9 Pavlus'a katılıp Hıristiyanlığı kabul ederler.
Bunlardan birisi Dama. ris isimli bir kadındır. Bu, kadınların da Hıristiyanlığı kabul
edişjne bir örnek olduğu için önemli bir noktadır.
İnanç Bildirimi
İsa'dan sonraki ilk yıllarda tartışılan önemli sorulardan biri halen Yahudi
olmayanların Hıristiyan olmadan önce Yahudi olmalarının gerekip gerekmediğiydi.
Örneğin bir Yunanlı On Emir'e uymak zorunda mı, değil miydi? Pavlus'a göre
değildi. Hıristiyanlık bir Yahudilik mezhebi olmaktan daha öte bir şeydi.
Hıristiyanlık tüm insanlara evrensel bir kurtuluş vaadiyle geliyordu. Tanrı ile
İsrail arasındaki "Eski Ahif'in yerini, Tanrı ile tüm insanlar arasındaki "Yeni Ahit"
alıyordu.
O sıralar ortaya çıkan tek yeni din de değildi Hıristiyanlık. Hele-nizmde pek çok
dinin varolduğunu görmüştük. Hıristiyanlığı diğer dinlerden ayırabilmek ve
dağılmayı önlemek için Kilisenin Hıristiyan öğretisinin ne olduğunu kısaca
özetlemesi gerekiyordu. Böylece ilk
hem insan olduğuydu. Yani İsa yalnızca "Tanrı'nın Oğlu" değil, Tan-
182
ÎKİ KÜLTÜR
Bu bir çelişkiymiş gibi görünebilir. Ancak Kilisenin verdiği meal tam da, Tanrı'nın
insan haline geldiği idi. İsa kısmen insan kısmen Tanrı, yani bir "yarı-Tann"
değildi. Böyle "yarı-Tanrı"lar Yunan dinleri ve Helenistik dinlerde sıkça rastlanılan
bir şeydi. Oysa Kilise İsa'nın "tam bir Tanrı ve tam bir insan" olduğunu
anlatıyordu.
Hamiş
Sana her şeyin nasıl birbirine bağlı olduğunu anlatmaya çalışıyorum, sevgili Sofi!
Hıristiyanlığın Yunan-Roma dünyasına girişi yalnızca bu iki kültürün dramatik bir
biçimde karşılaşması anlamına gelmekle kalmıyor, aynı zamanda tarihin en büyük
kültür devrimlerinden biri anlamına da geliyor.
Alman şairi Goethe, "Üçbin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günübirlik
yaşayan insandır," demiştir. Ben de senin bu kişilerden biri olmaman, tarihini
tanıman için elimden geleni yapıyorum. Ancak böylelikle insan olunur. İnsan ancak
böylece çıplak bir maymun olmaktan kurtulabilir. İnsan ancak böylece boşlukta
dönüp durmaktan kurtulabilir.
"Ancak böylelikle insan olunur. İnsan ancak böylece çıplak bir maymun olmaktan
kurtulabilir..."
Sofi bir süre öylece durup çitteki küçük deliklerden bahçeyi seyretti. Yavaş
yavaş insanın tarihsel kökenlerini bilmesinin ae kadar önemli bir şey olduğunu
anlamaya başlıyordu. Bu, hiç değilse İsrail halkı için son derece büyük bir anlam
taşımıştı.
183
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Kendisi sıradan bir insandı o kadar. Ama tarihini bilen k insan, daha az sıradan bir
insan olurdu.
Kendisi bu gezegende henüz birkaç yıl yaşamıştı. Ama in. sanlığın tarihinin onun
kendi tarihi anlamına da geleceği dü. şünülürse, aslında binlerce yıl yaşındaydı.
Kâğıtlarını toparlayıp Geçitten çıktı. Neşe içinde hoplaya zıplaya bahçeden geçip
odasına çıktı.
184
ORTAÇAĞ
Sofi, Hilde'yle ilgili ipucu bulabilmek için Alberto'dan gelen mektupları tekrar
tekrar okumuş, bu arada da Antik Çağ felsefesini iyice sindirerek öğrenmişti.
Artık Demokritos ile Sokrates'i, Platon ile Aristoteles'i birbirine karıştırmak
gibi bir problemi kalmamıştı.
Sofi 25 Mayıs Cuma günü evde ocağın başında durmuş yemek yapıyordu. Annesiyle
anlaşmaları böyleydi; cuma günleri akşam yemeğini hazırlamak Sofi'nin işiydi.
Bugün hazırladığı yemek ise sulu balık köftesi ve haşlanmış havuçtu. Basit bir
yemek yani.
Kâğıdın ne olduğunu anlamak için cama yaklaşan Sofi, bunun bir kartpostal
olduğunu gördü. Üzerinde yazılanları camdan okumaya başladı: "Sofi Amundsen
eliyle Hilde Möller Knag..."
185
SOFfNÎN DÜNYASI
Sofi tencereyi ocağın üzerinden kaldırıp mutfak masasının üzerine koydu. Kartta
şunlar yazılıydı:
Sofi, kendini iyice yorgun hissederek masanın üzerine yaslandı. Olan biteni
anlamadığı doğruydu. Ya Hilde, o anlayabiliyor muydu acaba?
Hilde'nin babasının Hilde'den kendisine selâm söylemesini istemesi, Hilde'nin
Sofi'den daha çok şey bildiği anlamına geliyordu. Tüm bunlar öyle karmaşıktı ki,
Sofi her şeyi unutmaya çalışıp yemeği hazırlamaya devam etti.
Mutfak camına yapışan bir kartpostal! Kelimenin tam anlamıyla hava postası!
Ah, keşke babası olsaydı arayan! Babası eve bir dönse, ona
186
ORTAÇAĞ
. Sofi Amundsen.
Sofi üç şeyden emindi: Bir, arayan babası değildi. İki, bu bir erkek sesiydi. Üç, bu
sesi bir yerden hatırladığına emindi.
- Şey... iyiyim.
- Neden?
- Çünkü Hilde'nin babası bizi kuşatmaya başlıyor.
- Nasıl kuşatmaya?
- Nasıl yani?
- Buna ruhsal bir savaş demek daha doğru olur. Hilde'nin ilgisini uyandırıp, babası
Lillesand'a dönmeden önce onu bizim tarafımıza çekmeye çalışmalıyız.
187
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
- Yeni öğreneceğimiz filozoflar sana yardımcı olacaktır sa. nıyorum. Şimdi... Yarın
sabaha karşı saat 4'te Maria Kilisesi'n-de buluşmalıyız. Ve buraya yalnız
gelmelisin çocuğum.
- Alo? Alo?
Olacak iş mi yani! Telefon kapanmıştı bile. Sofi tekrar ocağın başına gitti. Çorba
neredeyse taşacaktı. Köftelerle havuçları tencereye atıp, ocağın altını kıstı.
Maria Kilisesinde ha? Bu, Ortaçağdan kalma taş bir kili-şeydi. Sofi, burasının
artık yalnızca konserlerde ve çok özel ayinlerde kullanıldığını sanıyordu. Yazın da
bazen turistlerin ziyaretine açılıyordu. Gece yansı nasıl açık olacaktı ki?
Annesi geldiğinde Sofi Lübnan'dan gelen yeni kartı da Al-berto ve Hilde ile ilgili
diğer şeylerin yanına koymuştu. Akşam yemeğinden sonra Jorünlere gitti.
açar açmaz.
Sonra da Jorün'ün odasına çıkıp arkalarından kapıyı kapayana kadar bir şey
söylemedi.
- Evet ama bu tam da doğru değil. Gecenin bir kısmında başka yerde olmam
gerekiyor.
Jorün alçak sesle bir ıslık öttürdü. Sofi Jorün'ün ta gözlerine bakarak:
188
ORTAÇAĞ
Annesi Sofi'nin arkadaşında kalmasına bir şey demezdi. Hattâ g0U( onun arada
bir evin tümüyle kendisine kalmasından hoşlandığını düşünürdü.
- Yarın sabah kahvaltısına geliyorsun, değil mi? dedi annesi yalnızca Sofi
giderken.
, Arkadaşını ziyareti tam bir arkadaş ziyareti olarak başladı. Geç saatlere kadar
oturup sohbet ettiler. En sonunda saat bire doğru yatarlarken Sofi çalar saati
üçe çeyrek kalaya kurdu.
İki saat kadar sonra Sofi çalar saati susturduğunda Jorün gözlerini zorlukla
açarak:
Ve Sofi yola koyuldu. Maria Kilisesine birkaç kilometrelik bir yol vardı. Çok az
uyumasına rağmen, Sofi kendini cin gibi uyanık hissediyordu. Gökyüzünde,
doğudaki düzlüklerin üzerinde kırmızı bir şerit uzanıyordu.
Eski taş kilisenin kapısına vardığında saat dörde geliyordu. Ağır kapıyı yokladı.
Kapı açıktı!
Kilisenin içi eski olduğu kadar boş ve sessizdi. Vitraylardan içeri süzülen mavimsi
ışık havadaki binlerce toz parçasını ortaya.çıkarıyordu. Tozlar kilisenin bir
köşesinden diğer köşesine giden ışınlar halindeydi sanki! Kilisenin orta kısmında
bir banka oturdu. Mihrabı ve donuk renklerle boyanmış eski bir Isa heykelini
seyretmeye koyuldu.
189
SOFl'NtN DÜNYASI
sını dönüp bakmaya cesaret edemiyordu. Çalan eski bir ilâhiydi. Ortaçağdan
olmalıydı bu da.
Bir süre sonra ses kesildi. Ve hemen ardından arkasında ayak sesleri duydu.
Dönüp baksa mıydı? Onun yerine gözlerini çarmıha gerilmiş İsa'ya dikti.
Adımlar yanından geçip gitti ve Sofi, kilisede ilerleyen göl. geyi gördü. Üzerinde
kahverengi bir keşiş giysisi vardı. Sofi bu kişinin Ortaçağdan çıkıp gelmiş bir
keşiş olduğuna yemin edebilirdi neredeyse.
Korkuyordu ama aklı başından gitmiş filan değildi. Keşiş mihrabın önünde bir
dönüş yapıp, kürsüye çıktı. Kürsünün üzerine eğildi, Sofi'ye bakıp Latince:
- Gloria patri et filio et spirito sancto. Sicut erat in principio et nunc et semper
in saecula saeculorum, dedi.
Keşişin Alberto Knox olduğunu anlamıştı. Yine de eski bir kilisede ağzından
saygısızca dökülen bu sözlerden utanç duydu. Ama çok korkmuştu işte ne yapsın!
İnsan korkunca kuralları çiğnemekte bir tür teselli bulur.
- Hişş!
- O zaman vakit gelmiş. Şimdi Ortaçağ başlıyor. Sofi aptallaşmış bir halde,
- Yaklaşık olarak dörtte, evet. Sonra saat beş ve altı ve yedi oldu. Ama sanki
zaman geçmiyor gibiydi. Sonra sekiz ve dokuz ve on oldu. Ama vakit hâlâ
Ortaçağdı. Artık yeni bir güne başlamanın zamanı gelmedi mi? diye
düşünüyorsundur belki. Evet,
190
ORTAÇAĞ
ne demek istediğini anlıyorum. Ama bu bir pazar günüydü, anlıyor musun, uzun
upuzun bir pazar... Saat on bir ve on iki ve on üç oldu. Bu zaman parçasına Geç
Ortaçağ diyoruz. Avrupa'nın büyük katedralleri bu dönemde yükseldi. Ancak on
dördüncü yüzyılda bir horoz ötebildi. Ve ancak o zaman bu uzun Ortaçağ silinip
gitmeye başladı.
- Bir saati bir yüzyıl olarak düşünürsek evet, dedi. İsa'nın tam gece yarısı
doğduğunu varsayalım. O zaman Pavlus misyonerlik yolculuklanna saat yarımda
başlıyor; bir çeyrek saat sonra Roma'da ölüyor. Saat üçe kadar kilisenin
faaliyetleri yasaklanmış durumda. Ancak 313 yılında Hıristiyanlık Roma
İmparatorluğunda kabul edilir bir din haline geliyor. Bu dönemde İmparatorluğun
başında Konstantinus bulunuyor. Ama bu ünlü imparator bile ancak ölüm
döşeğindeyken vaftiz oluyor. 380 yılından itibaren Hıristiyanlık tüm Roma
İmparatorluğunun resmi dini oluyor.
191
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
- Doğru! Bilmemiz gereken bir başka önemli tarih de 529. Bu tarihte kilise
Platon'un Atina'daki Akademisi'ni kapatıyor ve aynı yıl Benediktin tarikatı
kuruluyor. Bu, ilk manastır düzeni olarak tarihe geçiyor. Böylece 529 yılı,
Hıristiyanlığın Yunan felsefesinin üzerine büyük bir örtü çekişinin sembolü
olmakta. Bu tarihten itibaren eğitim, düşünce ve meditasyon manastırların
tekeline geçiyor. Bu sırada saat beş buçuğa gelmekte...
- Rönesans döneminde ortaya çıkmış olan "Ortaçağ" sözcüğü, "iki dönem ortasında
kalmış çağ" anlamına gelir aslında. Ortaçağ, Antik Çağın sonunda başlayıp
Rönesansla sona eren, Avrupa'nın üzerine serilmiş "bin yıllık karanlık" olarak
görülmüştür. Günümüzde de "Ortaçağ" sözcüğü otoriter olan, esnek olmayan
anlamlarında kullanılır. Ancak kimilerine göre de Ortaçağ "bin yıllık gelişme"
dönemidir. Örneğin okul sistemi bu dönemde biçimlenmeye başlamıştır. Manastır
okulları Ortaçağın en başlarında ortaya çıkmıştır. Yaklaşık olarak 1100 yılında
katedral okulları, 1200'lerden itibaren de üniversiteler görülmeye başlanmıştır.
Bu gün de hâlâ çeşitli konular, aynen Ortaçağdaki gibi belli başlıklar ya da
"fakülte"ler altında grup-
lanır.
192
ORTAÇAĞ
ada ortay çaya başladı. Masalların, halk müziğinin hali olurdu Ortaçağ olmasa? Ya
Avrupa'nın hali ne olurdu Orta-ğsız Sofi? Avrupa, bir Roma eyaletinden başka bir
şey olmaz- ikj de. Ortaçağ denen dipsiz deniz Norveç, İngiltere ve Al dlarındaki
td t d Gl
,
jjg çğ p eniz Norveç, İngiltere ve Al-
manya adlarındaki tınıdır tam da. Gözle görünmese de bu derin denizde pek çok
balık yüzer. Snorri Ortaçağda yaşamıştır, örneğin. Aziz Olav da öyle.
Charlemagne da. Romeo ve Juliet, Benediktus ve Arolilja, Olav Asteson, Heddal
ormanının cinleri de Öyle. Ve bunlara ek olarak büyük prensler, görkemli krallar,
kahraman şövalyeler ve güzel bakireler, adları bilinmeyen vitray ustalan ve
yetenekli org ustaları... Üstelik henüz sözünü etmeme sıra gelmeyen irerler, Haçlı
askerleri ve büyücüler...
halde?
193
SOFİNİN DÜNYASI
mu?
- Kısmen öyle oldu. Yine de surda burda Aristoteles'in "e Platon'un bazı yazılarını
bilenler çıkıyordu. Ancak eski R"18
194
ORTAÇAĞ
j Daratorluğu zamanla üç ayrı kültüre ayrıldı: Batı Avrupa'da Roma merkezli, dili
Latince olan bir Hıristiyan kültür. Doğu Avrupa'da başkenti Konstantinopolis, dili
Yunanca olan bir Hıristiyan kültür. Konstantinopolis'in adı sonradan Yunanca hjr
sözcük olan Bizans'a çevrildi. Bu yüzden Roma-Katolik Ortaçağdan ayn olmak
üzere "Bizans Ortaçağından da sözediyo-nız. Bunlardan başka Kuzey Afrika ve
Ortadoğu da Roma İm-paratorluğu'na dahildi. Buralarda da Ortaçağda dili Arapça
olan Müslüman bir kültür gelişti. Muhammed'in 632 yılında ölümünden sonra,
İslam tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika'ya yayılmıştı. Ardından İspanya da
Müslüman alemine katıldı. İslam dininin en önemli kentleri Mekke, Medine, Kudüs
ve Bağdat oldu. Kültür tarihi bakımından başka bir önemli nokta, eski Helenistik
kent İskenderiye'nin de Araplann idaresi altına girmiş olmasıdır. Böylelikle
Araplar Yunan bilimini miras almış oldular. Tüm Ortaçağ boyunca matematik,
kimya, astronomi ve tıp gibi bilimlerde en ileri ulus Araplardı. Günümüzde hâlâ
"Arap rakamları"nı kullanıyoruz. Bir çok başka alanda da Arap kültürü Hıristiyan
kültürden daha ileri bir durumdaydı.
- Gözünün önüne önce üçe ayrılan, sonra bu üç kolun birleşmesiyle yeniden tek bir
hale gelen bir nehir getirmeye çalış...
- Evet?
195
SOFİ'NÎN DÜNYASI
yordu. Böylelikle "Rönesans" ya da başka bir deyişle antik kül. türün "yeniden
doğuşu" başladı. Dolayısıyla antik kültür de uzun bir Ortaçağdan hayatta kalarak
çıkmış oluyordu.
- Anlıyorum.
- Ama her şeyi sırası gelince ele almak en iyisi! Öncelik)e Ortaçağ felsefesinden
sözedeceğiz çocuğum. Artık sana kürsü-den hitap etmeyeceğim. Aşağıya iniyorum.
Sofi birkaç saatcik uyku uyumuş olmanın yorgunluğunu duy. du birden. Bu garip
keşişin Maria Kilisesi'nin kürsüsünden indiği şu an bir rüyaydı sanki.
Onlar böyle otururlar ve vitraylardan içeri süzülen ışık giderek daha parlak bir
hal alırken, Alberto Ortaçağ felsefesini anlatmaya başladı.
196
ORTAÇAĞ
Sofi başını "dinliyorum" anlamında salladı sabırsızlıkla. Din sınavında inanç ve bilgi
konusundaki soruyu cevaplarken düşünmüştü zaten bu konuyu.
- Örneğin?
- Örneğin bir dönem boyunca Mani idi. Maniler Geç Antik Çağda oldukça yaygın
olan dinsel mezheplerden birini oluştururlar. Manicilik yan dinsel, yan felsefi bir
kurtuluş öğretişiydi. Bu öğretiye göre dünya iyi ve kötü, aydınlık ve karanlık, ruh
ve özdek olarak ikiye aynlır. İnsan, ruhuyla özdekler dünyasını, aşıp ruhun
kurtuluşuna bir temel hazırlayabilir. Ancak iyi ile kötü arasındaki bu keskin aynm
genç Augustinus'u tatmin etmiyordu. Onu daha çok "kötülük problemi"
ilgilendiriyordu ki bununla kastedilen, kötülüğün nereden geldiğini araştırmaktır.
Bir dönem Stoacı felsefenin etkisi altında kalmış olan Augustinus, Stoacı
felsefenin öngördüğü gibi iyi ile kötü arasında böyle keskin bir aynm olmadığına
inanıyordu. Ancak Augustinus her şeyden çok, Geç Antik Çağın ikinci önemli
felsefi akımı olan Yeni Platonculuktan etkilenmiş, burada tüm varoluşun tanrısal
bir doğası olduğu düşüncesiyle karşılaşmıştı.
197
SOFİ'NÎN DÜNYASI
- Hayır, ama yine de dini konularda akim her soruya cevap bulmaya yetmeyeceğini
söylüyordu. Ona göre Hıristiyanlık yalnızca inanç yoluyla ulaşabileceğimiz tanrısal
bir gizemdi. Ancak Hıristiyanlığa inanırsak Tanrı ruhumuzu "aydınlatır" ve biz de
böylece Tanrıya dair doğaüstü bir tür bilgiye varabilirdik. Augustinus kişisel
olarak da felsefenin sınırlarını içinde duyuyordu. Ancak Hıristiyan olduktan sonra
ruhu huzura kavuşmuştu. "Sen'de dinlenene dek yüreğimiz huzur bulmaz,"
diyordu.
198
ORTAÇAĞ
- Hem evet, hem hayır. Augustinus Tanrı ile insan arasında aşılamaz bir engel
olduğunu öne sürüyordu. Bu noktada İncil'de yazılanlara inanıyor, Platon'un her
şeyin bir olduğu şeklindeki öğretisini reddediyordu. Ancak insanın ruhsal bir
yaratık olduğunu da belirtiyordu. İnsan bedeni maddeseldir ki bu yanıyla insan
"güvenin ve pasın çözüldüğü" fiziksel dünyaya aittir, ama insanın aynı zamanda
Tann'yı tanıyabilmesine yarayan bir ruhu da vardır.
- Augustinus'a göre Adem'in elma hırsızlığı yani ilk günah insan soyunu ölüme
mahkûm etmiştir. Ne var ki Tann bunların içinden kimilerini seçmekte ve
kurtarmaktadır.
- Bence Tann bunun yerine herkesi kurtarmaya karar vermiş olsa daha iyi olurdu,
diye karşı çıktı Sofi.
199
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
böyle yaptın der mi? Yahut aynı yığından bir kabı hürm için ve bir başkasını
hürmetsizlik için yapmaya çömlek nin balçık üzerinde kudreti yok mudur?
- Yani Tanrı cennette oturup insanlarla dilediği gibi oynar öyle mi? Yaratan
kendisi olmasına rağmen hoşnut kalmadık lannı kaldırıp atar mı?
- Öyleyse Augustinus bir anlamda yeniden Kaderciliğe dönmüş oluyor, değil mi?
- Belki de. Ancak Augustinus insanın kendi yaşamından sorumlu olduğu gerçeğini
reddetmez. Bize, seçilmişler arasında olduğumuzu hissedecek bir şekilde
yaşamamızı öğütler. Çünkü özgür bir irademiz vardır. Ancak Tanrı her birimizin
nasıl bir hayat süreceğini "önceden görmüştür".
- Biraz haksızlık olmuyor mu bu? diye sordu Sofi. Sokrates tüm insanların aynı
şanslara sahip olduğunu, çünkü tüm insanların aynı sağduyuya sahip olduklarını
söylemişti. Oysa Augustinus insanları ikiye bölerek, bazı insanların kurtulacağını,
diğerlerininse ölüme mahkûm edildiğini söylüyor.
- Anlat anlat!
200
ORTAÇAĞ
201
SOFİ'NİN DÜNYASI
Dışarıda, tepenin üzeri ince bir çiy tabakasıyla örtülüydü. Doğalı çok olmasına
rağmen güneş henüz sabah sisini aralayıp yüzünü gösterebilmiş değildi. Maria
Kilisesi şehrin eski semtlerinin dışındaki bir bölgeydi.
- Saat sekiz, diye söze başladı Alberto. Augustinus'dan bu yana dört yüz yıl geçti
ve şimdi uzun bir okul günü başlıyor. Saat 10'a dek eğitimde varolan tek kurum
manastır okullarıydı. Saat 10 ile 11 arasında ilk katedral okulları ve 12 sıralarında
da ilk üniversiteler kurulmaya başlandı. Bu yıllarda büyük gotik katedrallerin
yükseldiğini de görürüz. Bu kilise de 1200 yıllarında ya da bir başka deyişle geç
Ortaçağda inşa edilmiştir. Oslo'da daha büyük bir katedral yapmaya güçleri
yetmemişti.
- Yapmalarına da gerek yokmuş bence, diye söze atladı Sofi. Hoşuma gitmeyen bir
şey varsa o da boş katedrallerdir!
- O büyük katedraller içlerine çok kişi sığsın diye yapılmıyordu ki sevgili Sofi!
Bunlar Tanrı'nın onuruna yapılıyor, varlıklarıyla başlı başına bir ibadet
oluşturuyorlardı. Ancak bunlarla beraber geç Ortaçağda bizim gibi filozofları
yakından ilgilendiren başka bir şey daha oluyordu.
202
ORTAÇAĞ
- Geç Ortaçağın ilk ve en önemli filozofu, 1225 ile 1274 yılları arasında yaşamış
olan Aquino'lu Thomas'dır. Roma ile Napoli arasında küçük bir kent olan
Aquino'da yaşayıp Paris Üni-versitesi'nde öğretmenlik yapmaktaydı. Thomas'a
"filozof diyorum, ancak o filozof olduğu kadar teologdu da aynı zamanda. Zaten
bu dönemde "felsefe" ile "teoloji" arasında bir fark da yoktu. Kısaca,
Augustinus'un Ortaçağın başında Platon'u "Hıristi-yanlaştırışı" gibi Aquino'lu
Thomas'ın da Aristoteles'i Hıristi-yanlaştırdığını söyleyebiliriz.
203
SOFfNtN DÜNYASI
- Nasıl olur? Aklımız bize Tanrı'nın dünyayı altı günde yarattığını nasıl
söyleyebilir? İsa'nın Tann'nın oğlu olduğunu aklımızla nasıl bilebiliriz?
- Hayır, hayır! Hıristiyanlığı bilmeyen Aristoteles yolun pek azını katetmiş sayılır.
Öte yandan yolun birazını katetnûş
204
ORTAÇAĞ
olmak yolunu şaşırmış olmak demek değildir! Atina'nın Avrupa'da yer alan bir
kent olduğunu söylersek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Ama kesin olmamış
oluruz. Bir kitapta Atina'nın bir Avrupa kenti olduğu yazıyorsa, bir başka kitaba
daha bakmak akıllıca olabilir. Çünkü bir başka kitapta Atina'nın, Avrupa'nın
güneydoğusunda yer alan küçük bir ülke olan Yunanistan'ın başkenti olduğunu
bulabilirsin. Hattâ şansın rast giderse kitapta Akropolis ve hattâ Sokrates,
Platon ve Aristoteles hakkında bir şeyler yazıyor da olabilir!
- Kesinlikle evet! Thomas'm göstermek istediği şey, tek ve yalnızca tek bir doğru
olduğu idi. Aristoteles'in bize gösterdiği, bizim de aklımızı kullanarak
doğruluğunu kavrayabileceğimiz şeyler Hıristiyan öğretiyle çelişmek zorunda
değildir. Doğrunun bir yanma aklımızı ve duyularımızı kullanarak varabiliriz.
Aristoteles doğruların bu tür yanlarına örneğin bitkiler ve hayvanlar aleminden
sözederken değinir. Doğrunun bir başka yanı daha vardır ki buna ancak Tann'nın
bize încil yoluyla verdiği ilhamla ulaşabiliriz. Ama doğrunun bu iki yüzü pek çok
önemli noktada birbiriyle kesişir. Pek çok soruya încil ve akıl aynı yanıtı verir.
- Evet. Aristoteles'in felsefesi de tüm doğal süreçleri harekete geçiren bir Tanrı
ya da bir "ilk neden" olduğunu varsayar. Ama Tann'nm daha ayrıntılı bir tanımına
girmez. Bu noktada İncil'e ve İsa'nın öğretilerine kulak vermemiz gerekir.
- Bu tartışılabilir kuşkusuz! Ancak günümüzde pek çok insana göre de insan aklının
Tann'nın varolmadığını ispat etmeye gücü yetmez. Thomas daha da ileri giderek
Aristoteles'in, felsefesinin ışığında Tann'nm varolduğunu ispatlayabileceği-fli öne
sürüyordu.
205
SOFÎ'NIN DÜNYASI
- Vay canına!
- Aklımızla da her şeyin bir "ilk nedeni" olması gerektiğini bulabiliriz, diyordu
Thomâs. Tanrı kendini insanlara hem İncil, hem de akıl yoluyla ilan etmiştir.
Dolayısıyla hem bir "inanç teolojisinden, hem de "doğal bir teoloji"den söz etmek
mümkündür. Ahlâk söz konusu olduğunda da aynı şey söylenebilir. İncil bize nasıl
yaşamamız gerektiğini öğretir. Ama Tann bize, doğru ile yanlışı "doğal" bir
temelde ayırabilmemizi sağlayacak bir vicdan da vermiştir. Dolayısıyla ahlaksal
yaşama da "iki yol" gider. İncil'de yazan: "Başkasına da kendine yapılmasını
istediğin gibi davran!" sözlerini okumadan da insanlara zarar vermenin kötü bir
şey olduğunu bilebiliriz. Ama burada en güvenli rehberimiz İncil'in salık
verdikleridir.
- Doğru! Kör olsak gök gürültüsünü duyar, sağır olsak şimşekleri görebiliriz. En
iyisi hem görüp hem işitmek tabii! Ama gördüğümüz şeyle duyduğumuz şeyin
birbiriyle çelişmesi gerekmiyor. Bu iki izlenim birbirini tamamlıyor.
- Anlıyorum.
- Başka bir örnek daha vereyim. Bir roman, örneğin Knut Hamsun'un "Victoria"
adlı romanını okursan...
- Yalnızca romanı okumak da sana romanın yazan hakkında bir fikir verdi, değil
mi?
- Hamsun'un yarattığı bir şey olan bu roman, sana Ham-sun hakkında da bir bilgi
verir. Ama yazarın kişisel özellikleri-
206
ORTAÇAĞ
- Tabii ki hayır.
- Ama bu tür bilgileri, Knut Hamsun hakkında yazılmış bir biyografide bulabilirsin.
Ancak bu tür bir biyografi ya da otobiyografi sayesinde yazarın kişiliğine dair
daha ayrıntılı bilgin olur.
- Doğru!
- Tann'nın yarattıkları ile.İncil arasında da buna benzer bir ilişki vardır. Yalnızca
doğaya bakarak da Tann'nın varlığını duyabiliriz. Çiçeklere ve hayvanlara bakarak
Tanrı1 nın tüm bunlan sevdiğini söyleyebilir, sevmese yaratmazdı diyebiliriz. Ama
Tann'nın şahsına dair bilgilere yalnızca İncil'de ya da Tann'nın bu
"otobiyografi"sinde rastlayabiliriz. -
- Hımmm...
- Ama ondan bir takım izlerin orda burda önümüze koyulduğundan eminiz:
kartpostal, ipek eşarp, yeşil bir cüzdan, bir çorap...
207
SOFİ'NİN DÜNYASI
her konuda Aristoteles'in felsefesini nasıl sahiplendiğine dair birkaç söz daha
edip bu konuyu kapatacağım. Buna Aristoteles'in mantık, bilgi teorisi ve doğa
felsefesi konularındaki görüşleri dahildir. Aristoteles'in bitkiden hayvanlara,
oradan insanlara yükselen doğa basamaklarını hatırlıyor musun?
- Ne güzel!
- Evet, belki de. Ama "şimdi" değil. Çünkü Tann'nın zamanı bizimkiyle aynı
değildir. Bizim "şimdi"miz Tann'nın "şim-di"siyle aynı şey değildir. Bizim
hayatımızda birkaç hafta, Tann'nın birkaç haftası anlamına gelmeyebilir.
208
ORTAÇAĞ
y devam etti:
- Hilde'nin babasından yeni bir kart geldi. Kartta "Sofi'nin bir-iki haftası bizim
için bir-iki hafta anlamına gelmeyebilir" diye yazıyordu. Senin Tann'yla ilgili
söylediklerine ne kadar çok benziyor!
- Saçmalık!
- Bu noktada memelilerde dişi yumurtanın varlığının ilk kez 1827 yılında ortaya
çıkarıldığını hatırlamakta yarar var. Bundan önce insanlann, döllenmede erkeğin
veren ve yaratan cins olduğunu düşünmeleri pek de anlaşılmayacak bir şey değil
belki de. Aynca belirtmek gerekir ki, Thomas'a göre kadınlar yalnızca doğal
yönleriyle erkeklerden aşağıydılar. Yoksa kadın ruhuyla erkek ruhu eşit
değerdeydi. Cennette cinsler tamamen eşittir, çünkü o zaman tüm vücut
farklılıklan ortadan kalkar;
- Hah, züğürt tesellisi bu! Ortaçağda hiçbir kadın filozof yok muydu?
- Ortaçağda kilise yaşantısına büyük ölçüde erkekler hakimdi. Ama bu, kadın
düşünürler olmadığı anlamına gelmiyor. Bunlardan biri Bingen'li Hildegard idi...
209
SOFİNİN DÜNYASI
ORTAÇAĞ
Sofi içini çekti. Niye kimse anlatmamıştı şimdiye dek bunu kendisine? Ya o niye
kimseye sormamıştı? Alberto konuşmaya devam etti:
koydu.
- Evet, bu konuyla ilgilenmemiz gerek. Ama şimdi saat bire geliyor neredeyse. Sen
yemek yemelisin, bu çağ da değişmeli artık. Rönesans konusunda görüşeceğimiz
zaman Hermes gelip seni alır.
Ve ardından bu garip keşiş ayağa kalktı ve kiliseye doğru yürümeye başladı. Sofi
olduğu yerde Hildegard'la Sophia'yı.
210
fjilde'yle Sofi'yi düşünmeye daldı. Aniden aklına bir şey geldi. Koşup keşişi
yakaladı ve:
- Ortaçağda Alberto diye biri de yaşadı mı? diye sordu. Keşişin adımları
yavaşladı, başını Sofi'ye döndürdü:
- Aquino'lu Thomas'ın çok meşhur bir felsefe öğretmeni vardı. Adı Albertus
Magnus, yani Büyük Alberto'ydu...
Bu cevapla yetinmeyen Sofi onun arkasından kiliseye girdi. Ama kilise bomboştu.
Alberto yerin dibine girmiştr sanki!
Kiliseden çıkmak üzereyken Sofi'nin gözü duvardaki bir Meryem resmine takıldı.
Yaklaşıp resmi yakından incelemeye koyuldu. Meryem'in gözünde bir damla yaş
vardı. Ağlıyor muydu yoksa?
2.11
RÖNESANS
RÖNESANS
Sofi saat bir buçuk civarında nefes nefese Jorünlere vardığında Jorün sarı
evlerinin dışında durmuş onu bekliyordu.
- O ne dedi?
- Ne dedin onlara?
mu?
Jorün omuzlarını silkti. Aynı anda elinde üç tekerlekli çöp arabası, üzerinde iş
tulumuyla Jorün'ün babası belirdi. Bahçedeki yapraklan toplamakla uğraştığı
belliydi.
212
misiniz?
- Evet, tek bir yaprak bile yok, dedi Sofi. Yatakta ş'apıca-ğımıza merdivenlerde
oturup içsek daha iyi olurdu kakaomuzu!
zu!
Jorün'ün başından aşağı kaynar sular dökülür gibi oldu; babası sinirli sinirli güldü.
Ne de olsa bay ve bayan ekonomi danışmanı İngebritsenlerin evinde konuşulan dil
Sofilerde-kinden oldukça farklıydı!
- Özür dilerim Jorün! Şu gizleme operasyonunda benim de payım olsun istedim.
- Haklısın herhalde. Ama bütün gece hiç uyumadım neredeyse. Üstelik Hilde her
yaptığımızı görüyormuş gibi geliyor bana.
- Ama yine de bu, babasının ormandaki bir kulübeye neden o deli saçması
kartpostalları yolladığını açıklamaya yetmiyor.
213
SOFfNÎN DÜNYASI
kendisi arasında kalacağına dair yemin ettirdi Jorün'e. Sonra uzun bir süre
konuşmadan yürüdüler. Yonca Sokağı numara 3'e yaklaşırlarken:
Sofi mutfak kapısından içeri girdiğinde öğlen yemeği masada hazır bekliyordu.
Annesi Jorün'lerden neden telefon etmediğini sormadı.
Yatmadan önce duvarda asılı olan büyük pirinç aynanın önünde durup kendine
baktı. Önce aynada kendi soluk ve yorgun yüzünü gördü. Ama sonra... sonra kendi
yüzünün arkasında soluk hatlarıyla bir başka yüz belirdi.
Sofi birkaç kez nefesini tuttu. Hayal görmenin âlemi yoktu durup dururken!
Keskin hatlarıyla kendi yüzü ve kendinden başkasına ait olamayacak kara, "pırasa"
saçları görülüyordu aynada. Ama bu yüzün arkasında bir başka kızın yüzü daha
saklıydı.
Aniden aynadaki kız iki gözünü birden kırptı. Sanki "ben gerçekten burada,
aynanın öteki yüzündeyim," demek ister gibiydi. Birkaç saniye sonra ise yok oldu.
214
RÖNESANS
Sofi yatağına oturdu. Gördüğü yüzün Hilde'nin yüzü olduğundan hiçbir şüphesi
yoktu. Binbaşının Evi'ndeki kimlik kartında birkaç saniye süreyle gördüğü yüz
olmalıydı bu.
Bu gizemli durumları hep çok yorgunken yaşaması da ilginç değil miydi? Dolayısıyla
sonradan hep, olan bitenin yalnızca yorgunlukta yaratılmış hayal ürünü şeyler
olduğunu düşünmek zorunda kalıyordu.
Sofi elbiselerini bir sandalyenin üzerine atıp yorganının altına girdi ve hemen
uykuya daldı. Uykusunda son derece açık seçik bir rüya görmeye koyuldu.
Sofi saate baktı. Birkaç saatir uyuyordu anlaşılan. Yatakta oturup rüyasını
düşünmeye başladı. Rüyası öyle berrak, öyle açık seçikti ki, sanki rüya değil
gerçekten yaşadığı bir şeydi. Bu ev ve iskelenin gerçekten bir yerlerde
varolduğuna emindi. Burası Binbaşının Evi'nde asılı olan resimdeki eve ve bahçeye
benzemiyor muydu sahiden? Rüyasındaki kızın Hilde Möller Knag ve ona doğru
koşan adamın da Lüb-
215
SOFl'NtN DÜNYASI
nan'dan eve dönmüş olan babası olduğundan emindi en azın-dan. Adam biraz
Alberto Knox'u andırıyordu üstelik...
Sofi yatağını düzeltmeye başladığı sırada yastığının altında, ucunda bir haç olan
altın bir kolye buldu. Haçın arkasında üç harf kazılıydı: "HMK".
Daha önce de rüyasında kıymetli şeyler bulduğu olmuştu. Ama böyle bir şeyi
rüyasının dışına çıkarmayı ilk kez ba-şanyordu.
Öyle kızgındı ki, dolabın kapağını açıp bu değerli kolyeyi ipek eşarbın, beyaz
çorabın ve Lübnan'dan gelen kartpostalların durduğu rafa fırlatıp attı.
Pazar sabahı Sofi'yi tost, portakal suyu, yumurta ve İtalyan salatah bir kahvaltı
bekliyordu. Annesi pazar sabahlan So-fi'den daha geç kalkardı genellikle. Böyle
erken kalktığı zamanlar da, bunun şerefine, Sofi'yi uyandırmadan önce mükellef
bir pazar kahvaltısı hazırlamış olurdu. Annesi kahvaltıda:
- Bahçede yabancı bir köpek var, dedi. Sabahtan beri eski çitin oralarda dolanıp
duruyor. Ne işi var bu köpeğin burada biliyor musun?
- A, evet! diye bağırdı Sofi. Ama böyle der demez de dediğine pişman oldu.
Bu arada Sofi kalkmış, oturma odasının büyük bahçeye bakan penceresine gitmişti
bile. Tam tahmin ettiği gibi, Her-mes Geçit'in gizli girişinin önüne yatmıştı.
216
RÖNESANS
- Ah, bahçede bir yere bir kemik parçası gömmüş olsa gerek. Şimdi de gelmiş
hazinesini arıyor herhalde. Köpeklerin de bir hafızası vardır...
- Belki de! Aramızda hayvan psikologu olan biri varsa, o da sensin. '
Birkaç dakika sonra Sofi bahçeye çıktı. Hermes onu görünce koşarak gelip,
kuyruğunu çılgınca sallayarak üzerine atladı.
Bahçe kapısını kapayıp dışarı çıktıktan sonra da Hermes Sofi'nin birkaç metre
önünden yürümeye devam etti. Böylece tek katlı evlerin arasından uzun bir
yürüyüş başladı. Pazar yürüyüşüne çıkmış pek çok kişi vardı onlardan başka. Pek
çok aile vardı gezinen. Sofi bu ailelere imrendi.
Çok geçmeden eski bir mera, büyük bir stadyum ve bir çocuk bahçesini
arkalarında bırakıp, trafiğin daha yoğun olduğu bir bölgeye geldiler'. Kaldırım
taşları ve troleybüs raylarının olduğu büyük bir caddeden şehrin merkezine doğru
yürümeye başladılar.
217
SOFfNtN DÜNYASI
Artık şehrin öteki uçundaydılar. Sofi'nin geldiği pek olmazdı buralara. Bir
keresinde küçükken yaşlı bir teyzeyi ziyarete gelmişlerdi o kadar.
Birazdan eski apartmanların çevrelediği küçük bir meydana vardılar. Her şey çok
eski olmasına rağmen meydanın adı "Yeni Meydan"dı. Aslında şehrin kendisi de
oldukça eskiydi. Ortaçağda bir zamanlar kurulmuştu.
Hermes 14 numaralı kapıya gidip Sofi'nin kapıyı açmasını beklemeye başladı. Sofi
kalbinin hızla çarptığını hissediyordu.
Apartmanın girişinde bir dizi yeşil posta kutusu asılıydı. Sofi en üst sıradaki
posta kutularından birinin üzerine bir kartpostal yapıştırılmış olduğunu farketti.
Kartın üzerinde postacıdan gelen, kartın yollandığı kişinin adına bu adreste
rastlanmadığına dair bir not da vardı. Kartta: "Hilde Möller Knag, Yeni Meydan
14..." yazılıydı. Kart, 15 Haziran tarihliydi. 15 Hazirana daha iki hafta vardı ama
postacı buna dikkat etmemişti anlaşılan.
Sevgili Hilde. Sofi şimdi felsefe öğretmeninin evine geliyor. Yakında 15 yaşına
girecek, sense dün 15 yaşına girdin. Yoksa bugün mü Hildeciğim? Bugünse saat
epey geç olmuş olmalı. Ama saatlerimiz de hep aynı gitmiyor. Bir nesil yok olurken
bir başka nesil doğuyor. Bu arada tarih başını almış gidiyor. Avrupa tarihinin bir
insan yaşamıyla karşılaştırılabileceğini düşündün mü hiç? O zaman Antik Çağ
Avrupa'nın çocukluğu olarak görülebilir.
RÖNESANS
Uzun Ortaçağ Avrupa'nın okul yıllarıdır. Bu uzun yıllardan sonra genç Avrupa
coşku ve sabırsızlıkla hayatın içine atılır. Rönesansın Avrupa 'nın 15. yaşgünü
olduğunu söyleyebiliriz belki de. Haziranın tam ortasındayız çocuğum ve yaşamak
harika bir şey! NOT: Altın kolyeni yitirdiğine üzüldüm. Sahip olduğun şeylere
daha çok özen göstermelisin!. Çok yakında yanında olacak olan baban...
Çok geçmeden içeriden ayak sesleri geldiğini duydu Sofi. Kapı açıldı. Alberto
Knox kapıda duruyordu işte. Üzerinde başka elbiseler vardı ve bugün de özel bir
biçimde giyinmişti. Dizlerine kadar gelen beyaz çoraplar, bol, kırmızı bir panta-
lon ve omuzları vatkah san bir ceket giyiyordu. Bu haliyle iskambil kâğıtları
içindeki bir jokeri andırıyordu. Yanılmı-yorsa tipik bir Rönesans giysi siydi bu.
219
SOFl'NtN DÜNYASI
uzattı.
Alberto kartta yazanları okuduktan sonra başını iki yana salladı ve:
- Bu adam git gide daha cüretkarlaşıyor, dedi. Bizi kızına yaşgünü eğlencesi olarak
kullanmak niyetinde, görürsün!
Böyle dedikten sonra kartı alıp parça parça etti. Parçaları kâğıttan bir kutuya
attı.
Sofi.
- Gördüm.
- Olmayacak bir şeymiş gibi geliyor insana, dedi. Ama inan o bunu hiçbir zahmete
girmeden yapabilir. Gel biz en iyisi, evrenin siyah silindir şapkasından çıkarılan
tavşana dönelim.
Oturma odasına geçtiler. Burası Sofi'nin şimdiye dek gördüğü en tuhaf odalardan
biriydi.
Alberto'nun yaşadığı bu daire eğik duvarlı, büyük bir çatı katıydı. Tavandaki
pencereden içeriye keskin gün ışığı giriyordu. Odanın bir de şehre bakan bir
penceresi vardı. Sofi bu pencereden etraftaki tüm eski apartmanların çatılarını
görebiliyordu.
Sofı'yi en çok şaşırtan şey ise odadaki tüm ıvır zıvırdı. Oda, tarihin pek çok farklı
döneminden kalma mobilyalar ve nesnelerle doluydu. Bir koltuk otuzlu yıllardan,
eski bir masa yüzyıl başlarından kalma, sandalyelerden biri ise yüzlerce yıllık
olmalıydı. Mobilyalar işin bir parçasıydı yalnızca. Raflarda ve dolaplarda, birbirine
karışmış bir şekilde pek çok süs ve kullanım eşyası da duruyordu. Raflarda neler
yoktu
220
RÖNESANS
ki! Eski saatler, vazolar, havanlar, imbikler, bıçaklar, bebekler, ucu tüylü
kalemler, kitap arkalıkları, sekizgenler, altıgenler, pusula ve barometreler...
Duvarlardan biri bir uçtan bir uca kitapla kaplıydı. Ama öyle kitapçılardan alman
türden kitaplarla değil! Buradaki kitaplar da yüzlerce yıllık kitap üretiminden bir
kesit sunuyordu insana. Duvarlarda çeşitli çizimler ve resimler asılıydı. Bir kısmı
son on yıllarda yapılmış olsa da resimlerin çoğu oldukça eskiydi. Duvarlarda eski
haritalar da asılıydı. Haritalardan birinde Sogn fiyordu Tröndelag'a
yerleştirilmiş, Trondheim fiyordu da Nordland'da bir yerlere çizilmişti.
Sofi bir şey söylemeksizin durarak odayı tüm açılardan seyretti birkaç dakika.
Sonra:
- Olur mu ya? Bu odada bulunan yüzlerce yıllık tarihe ıvır zıvır denir mi hiç!
- Garip ama doğru! İnsan yalnızca kendi çağında yaşamaz. Tarihini de beraberinde
taşır. Bu odada gördüklerinin bir zamanlar gıcır gıcır yeni şeyler olduklarını
unutma. 1500'lerden kalma bu küçük tahta bebek küçük bir kızın beşinci
yaşgününe bir armağan olarak yapılmıştı belki. Dede-siydi yapan belki de, kim
bilir... Sonra bu kız on yaşma geldi. Sonra evlendi ve belki de bir kızı oldu. Bu
bebek de kendi kızma geçti. Sonra yaşlandı ve öldü. Uzun bir hayat yaşadı, ama
sonunda yok oldu. Bir daha da geri gelmeyecek. Kendisi kısa bir ziyarette bulundu
ama bebeği... evet, bebeği işte bu-
221
SOFI'NİN DÜNYASI
- Evet çünkü hayatın kendisi de acıklı ve ciddi de ondan. Muhteşem bir dünyaya
geliyoruz, insanlarla karşılaşıyor, onlarla tanışıyor ve bir süre beraber yolculuk
ediyoruz. Sonra da aynen dünyaya birdenbire gelişimiz gibi yine birdenbire
dünyadan yok oluyoruz.
- Bir elime geçirsem, gözlerini oyacağım bu adamın! Alberto gidip üçlü koltuğa
oturdu. Sofi de rahat bir koltuğa kuruldu.
- Haydi başla!
222
RÖNESANS
bilim, kilisenin teolojisinden giderek daha bağımsız bir hal alırken, bu durum inanç
dünyasının akıl karşısında daha özgür bir tutum edinmesine yardımcı oldu.
Giderek daha çok insan Tanrı'ya aklımızla ulaşamayacağımızı, çünkü zaten
düşüncenin Tanrı'yı kavrayamadığını düşünmeye başladı, însan için en önemli şey
Hıristiyanlığın gizemini anlamak değil, kendini Tann'nın ellerine bırakmaktı.
- Anlıyorum.
- İnanç dünyasıyla bilimin daha özgür bir ilişkiye girmesi yeni bir bilimsel
yöntemin ve dinsel alanda yeni bir şevkin doğmasına yol açtı. Böylelikle 15 ve 16.
yüzyılın iki önemli hareketinin, Rönesans ve Reformasyon'un temeli atılmış oldu.
223
SOFİ'NÎN DÜNYASI
- Evet, ana fikir buydu. Ama şimdi Rönesans Hümanizmi düşüncelerine daha fazla
girmeden, Rönesansın arkasındaki politik ve kültürel yapılanmadan sözedeceğiz.
Alberto sandalyesinden kalkıp odada dolaşmaya başladı. Bir süre sonra durup
raflardan birinde duran eski bir aleti işaret etti ve:
- Doğru.
Sonra koltuğun üzerinde, duvarda asılı olan eski bir tüfeği göstererek:
- Evet, ya bu?
- Ne demek?
- Evet, o kadar eski. Ve şimdi gördüğümüz bu üç şey, pusula, barut ve kitap basma
sanatı, Rönesans dediğimiz bu yeni çağın önemli unsurları.
- Pusulanın varlığı gemiyle yolculuk yapmayı kolaylaştırdı. Bir başka deyişle pusula,
büyük keşif yolculuklarına bir temel oluşturdu. Barut da öyle, bir anlamda. Yeni
silah-
224
RÖNESANS
- Yok, o kadar da çabuk değil! Ama diyebiliriz ki, Röne-sansda sonunda insanların
aya kadar gidebilmesini sağlayan bir süreç başladı. Hiroşima ve Çernobil'e vardığı
da söylenebilir bu sürecin. Her şey kültürel ve ekonomik alanlarda bir dizi
değişikliğin ortaya çıkmasıyla başladı. Ortaçağın sonlarına doğru para ekonomisine
ve banka sistemine dayalı, yepyeni mallar içeren el sanatları ve ticaretin canlı bir
biçimde varolduğu kentler doğmuştu. Böylece doğal koşullar karşısında belli bir
özgürlük kazanmış olan bir burjuvazi ortaya çıktı. Yaşamsal ihtiyaçlar parayla
alınabilen şeyler haline geldi. Bu gelişme bireylerin gayretlerini, hayal gücü ve
yaratıcılıklarını destekleyen bir gelişmeydi. Bu şekilde insandan yepyeni şeyler
beklenmeye başlandı.
- îki bin yıl önce ortaya çıkan Yunan kentleri geliyor insanın aklına.
225
SOFI'NIN DÜNYASI
oldu.
Şu ana dek ayakta durmakta olan Alberto yeniden koltuğa oturdu. Sofi'nin
gözlerinin içine bakarak:
- Rünesans her şeyden önce yeni bir insan görüşü yarattı, dedi. - Rönesans
Hümanistleri insana ve insanın değerine inandılar. Bu, insanın günaha yatkın
yanının tek taraflı bir biçimde vurgulandığı Ortaçağ insan görüşüyle taban tabana
zıt bir görüştü. İnsan sonsuz büyük ve sonsuz değerli bir varlık olarak görüldü.
Rönesansm en önemli kişiliklerinden biri olan Ficinius: "Kendini tanı, ey insan
kılığındaki kutsal soy!" diyordu. Pico Della Mirandola "İnsanın Değeri Üzerine
Nutuk"u yazdı. Bu Ortaçağda düşünülemeyecek bir şeydi. Tüm Ortaçağ boyunca
hep Tanrı'dan yola çıkılmıştı. Rönesans Hümanistleriyse insandan yola çıktılar.
226
RÖNESANS
bu. Sanatta insanı çıplak göstermek yeniden yaygınlaştı. Bu noktaya bin yıllık bir
utangaçlık döneminden sonra yeniden gelindi de denebilir. İnsan yine kendisi
olmaya cesaret etti. Utanacak bir şeyi yoktu artık.
- Kesinlikle! Yeni insan görüşü yepyeni bir yaşam duygusu doğurdu. Artık insanlar
yalnızca Tanrı'dan dolayı var değildiler. Tanrı insanı, insanın kendisi yüzünden de
yaratmıştı aynı zamanda. İnsan yaşarken mutlu olabilirdi yaşamaktan. Yaşamdan
özgürce zevk alabilirse, insanın önüne sonsuz olanaklar çıkabilirdi. Amaç tüm
sınırları aşmaktı. Bu da Antik Çağ Hümanizmine göre yeni bir şeydi. Antik Çağ
Hümanistleri insan ruhunun dinginliği, kanaatkârlık ve insanın kendini denetlemesi
gibi değerleri ön plana çıkarıyorlardı.
227
SOFI'NİN DÜNYASI
- Eni 200 metreden fazla, 130 metre yüksekliğinde ve a-lanı 16.000 metrekareyi
aşan bir kilise oldu bu. Bu Rönesans insanının cesaretini anlatmaya yetsin şimdilik.
Rönesansın yeni bir doğa görüşü getirmesinin de büyük bir anlamı oldu. İnsanın
kendini bulunduğu ortama ait hissetmesi ve dünyadaki yaşamını yalnızca
cennetteki yaşamına bir hazırlık olarak görmemesi fiziksel dünyaya karşı
tutumunun değişmesine neden oldu. Doğa pozitif bir şey olarak algılandı. Pek
çoğuna göre Tanrı da yaradılışın içinde yer alıyordu. Tanrı sonsuz olduğuna göre,
her yerde de varolmalıydı. Bu görüşe Tümtanrıcılık (Panteizm) diyoruz. Ortaçağ
filozofları Tanrı ile yarattıkları arasında aşılamaz bir mesafe olduğunu
vurguluyorlardı. Şimdiyse doğanın tanrısal bir şey olduğu, doğanın Tanrı'nın
açılışı" olduğu söylenebiliyordu. Bu tip düşünceler Kilise tarafından her zaman hoş
karşılanmıyordu elbette. Buna örnek olarak Giordano Bruno'nun başına gelenleri
verebiliriz. Bruno yalnızca Tanrı'nın doğada varolduğunu söylemekle kalmayıp,
evrenin sonsuz olduğunu da öne sürdü. Bundan ötürü de müthiş bir biçimde
cezalandırıldı.
- Nasıl?
228
RÖNESANS
Hümanizm dediğin?
- Hayır, bu değil elbette. Hümanist olan Bruno'ydu, onu yakanlar değil! Ama
Rönesans sırasında "Antihümanizm" dediğimiz tutum da güçlendi. Bununla otoriter
Kilise gücünü ve devlet gücünü kastediyorum. Rönesansta cadı avı, kiliseye karşı
gelenleri yakma, büyü, batıl inanç, kanlı din savaşları ve de Amerika'nın vahşi bir
biçimde ele geçirilmesi gibi olaylar da yaşandı. Hümanizmin hep böyle bir karanlık
arka planı oldu. Tarihin hiçbir dönemi yalnızca iyi ya da yalnızca kötü olarak
görülemez. İyi ve kötü tüm insanlık tarihi boyunca bir arada varolagelmiştir.
Çoğunlukla da iç içe geçmiş bir haldedirler. Bu, şimdi bahsedeceğimiz anahtar
sözcük için de geçerli. Rönesans yeni bir bilimsel yöntem de geliştirdi.
- Yok, hemen değil. Ancak Rönesanstan sonra gelen tüm teknik gelişmelerin
temelini bu yeni bilimsel yöntem oluşturur. Bununla, bilimin ne olduğuna dair
yepyeni bir anlayışın ortaya çıktığını anlatmak istiyorum. Bu anlayış zamanla
meyvelerini vermeye başladı.
229
SOFt'NÎN DÜNYASI
- Yani?
- îlk adım bilimsel yöntemin kendisiydi. Bu, teknolojik devrime, teknolojik devrim
de yeni buluşlara yol açtı. İnsanların artık doğanın şartlarından kendilerini
sıyırmaya başladıklarını söyleyebiliriz. Doğa artık insanın yalnızca bir parçası
olduğu bir şey değil, insanın kullanabileceği, faydalanabileceği bir şeydi, ingiliz
filozofu Francis Bacon "Bilgi güçtür!" diyordu. Bacon böylece bilginin pratik bir
faydası olduğunu dile getiriyordu ki bu düşünce de insanlık için yeni bir
düşünceydi. İnsanlık bundan sonra gerçekten doğaya müdahale edip onu kontrol
etmeye başladı.
mi?
- Evet, olumsuz yanları da oldu. Demin de dediğimiz gibi, insanın yaptığı her şeyde
iyi ve kötü iç içe geçmiş bir hal-
230
RÖNESANS
- Her iki görüşün de haklı bulduğum yanları var. Bazı alanlarda insan doğaya
müdahale etmeyi bırakmalı, bazı alanlarda ise doğaya müdahale etmek o kadar
kötü sonuç vermeyebilir. Ama emin olabileceğimiz bir şey varsa o da artık
Ortaçağa dönmenin mümkün olmadığı. Rönesanstan itibaren insan yalnızca
yaradılışın bir parçası olmakla kalmayıp doğaya müdahale etmiş ve onu kendi
kafasına göre biçimlendirmiştir. Bu da bize insanın ne müthiş bir yaratık olduğunu
gösteriyor.
- Ay'a bile gittik. Ortaçağda kimsenin aklının ucundan bile geçmezdi herhalde bu!
- Tabii, hiç kuşkun olmasın bundan! Bu da bizi yeni dünya görüşü konusuna
getiriyor. Tüm Ortaçağda insanlar gökyüzüne bakıp Güneş'i, Ay'ı, yıldızları ve
gezegenleri gördüler. Ancak Yer'in evrenin merkezi olduğundan kimse şüphe bile
etmiyordu. Tüm gözlemler Yer'in hareket etmeksizin
231
SOFt'NÎN DÜNYASI
- Ama 1543'de "Gök Cisimlerinin Dönüşleri" adlı bir kitap yayınlandı. Kitabın
yazarı, kitabının çıktığı gün ölen Polonyalı astronom Copernikus'du. Copernikus,
Güneş'in Yer'in etrafında değil, Yer'in Güneş'in etrafında döndüğünü öne
sürüyordu. Bunun gök cisimlerinin hareketine bakılarak anlaşılabileceğini
söylüyordu. İnsanların Güneş'in Yer'in etrafında döndüğünü sanmalarının
nedeninin de Yer'in kendi ekseni etrafında dönüyor olması olduğunu söylüyordu.
Yer'in ve diğer gök cisimlerinin Güneş'in etrafında dairesel yörüngelerde hareket
ettiğinden yola çıkıldığında, gök cisimlerine dair gözlemlerin çok daha rahat
anlaşılabileceğini iddia ediyordu. Bu görüşe, yani her şeyin merkezinde Güneş'in
olduğu görüşüne de heliosentrik dünya görüşü diyoruz.
- Tam da değil! Buradaki ana nokta, Yer'in Güneş'in etrafında döndüğü noktası
elbette doğru. Ancak Copernikus Güneş'in evrenin merkezi olduğunu da iddia
ediyordu. Oysa bugün biliyoruz ki Güneş sayısız pek çok yıldızdan yalnızca biridir
ve etrafımızdaki tüm yıldızlar da milyarlarca yıldız kümesinden yalnızca bir
tanesidir. Ayrıca Copernikus Yer'in ve diğer gezegenlerin Güneş'in etrafında
dairesel bir biçimde döndüklerini söylüyordu.
232
RÖNESANS
- Galilei bunu şöyle dile getiriyordu: "Bir cismin edindiği hız, hızlanma ve
yavaşlamaya neden olan dış etkenler ortadan kaldırıldığı sürece, sabit kalır."
- Ama çok önemli bir gözlem bu! Antik Çağdan beri, Yer'in kendi ekseni etrafında
dönmesine karşı çıkılırken ileri sürülen en önemli neden şudur: eğer böyleyse, Yer
çok hızlı dönmek zorunda kalacağından, havaya diklemesine atılacak bir taş
atıldığı yerden metrelerce ileriye düşmek zorunda ka-
f-233
SOFİNİN DÜNYASI
lacaktır.
- Trende giderken elinde tuttuğun elmayı düşürürsen, elma, tren hareket ediyor
diye arkana düşmez. Dümdüz aşağıya düşer. Bunun nedeni atalet yasasıdır. Elma,
sen düşürmeden önceki hızım aynen korur.
- Anlıyorum sanırım.
- Galilei'nin zamanında trenler yoktu tabii. Ama bir küreyi yerde elinle biraz
yuvarladıktan sonra bırakırsan...
-... çünkü küre, sen elinden bıraktıktan sonra da ilk elde ettiği hızı korur.
- Çünkü diğer kuvvetler kürenin hızını frenler. Öncelikle yer frenler, hele
işlenmemiş tahtadan oluşan bir yerse. Sonra da yerçekimi eninde sonunda küreyi
durduracaktır. Bekle biraz, sana bir şey göstereceğim.
Alberto Knox böyle dedikten sonra kalkıp eski masaya gitti. Masanın
çekmecelerinden aldığı bir şeyi getirip sehpanın üzerine koydu. Bu, bir ucu birkaç
milimetre kalınlığında, diğer ucu ipince olan bir tahtaydı. Neredeyse tüm sehpayı
kaplayan tahtanın yanma bir de yeşil mermerden bir küre
koydu.
- Buna eğik düzlem denir, dedi sonra. Mermer küreyi, bu yüzeyin kalın tarafına
koyup bırakırsam ne olur sence?
- Bakalım!
Alberto küreyi bıraktı. Küre de Sofi'nin dediği gibi yuvarlanıp sehpanın yüzeyine
vardı, sehpanın üzerinde yuvarlanmaya devam edip hafif bir ses çıkararak yere
çarptı ve
234
RÖNESANS
- Ağır ol biraz. Galilei her şeyi kendi duyulanyla algılamak istiyordu. Üstelik biz
işe henüz başladık! Anlat bakalım, küre neden eğik düzlemde yuvarlandı?
- Yerçekiminden dolayı.
- Evet, doğru. Demek ki ağırlık yerçekimiyle ilgili bir şey. Mermer küreyi
harekete geçiren şey de işte bu kuvvetti.
Alberto bu arada mermer küreyi yerden kaldırmıştı. Elinde mermer küreyle yine
eğik düzlemin yanında durdu.
Eğilip küreyi eğik düzlemi enlemesine geçecek şekilde hareket ettirdi. Sofi
kürenin eğri bir hareket yaptıktan sonra yüzeyin aşağısına doğru çekildiğim
gözledi.
Alberto:
Siyah bir ispirtolu kalem bulup kürenin tümünü boyadı daha sonra. Şimdi deneyi
tekrarladıklarında Sofi kürenin eğik düzlem üzerinde tanı olarak nasıl hareket
ettiğini daha
235
SOFfNlN DÜNYASI
RÖNESANS
kolay görebiliyordu, çünkü küre geçtiği yerde siyah bir iz bırakıyordu. Alberto:
- Ama küre neden tam da bu şekilde yuvarlanıyor? Sofi iyice düşündükten sonra
cevap verdi:
- Yüzey eğimli olduğu için, küre de yerçekimine bağlı olarak yere çekildi.
- Evet ya! Şu işe bak! Şöyle rastgele bulup tavan arasına çıkardığım bir kız, tek
bir deneyden sonra Galilei'nin bulduğu sonucun tıpatıp aynısını buluyor!
- Aynı cisme nasıl iki kuvvetin birden etki yaptığını görüyoruz burada. Galilei aynı
şeyin örneğin bir top mermisi için de geçerli olduğunu keşfetti. Mermi de havaya
atıldıktan sonra bir süre uçar ve sonra belli bir eğimle yere doğru çekilir. Mermi
de mermer kürenin eğik düzlem üzerinde izlediği yörüngeye benzer bir yörünge
izler. Galilei'nin yaşadığı dönemde yeni bir keşifti bu. Aristoteles havaya atılan
bir top güllesinin önce hafif bir eğimle hareket edeceğini, ama sonra dimdik bir
şekilde yere düşeceğini söylüyordu. Doğru değildi bu tabii ama Aristoteles'in
doğru düşünmediğini Galilei'nin yaptığı gibi göstererek kanıtlamak gerekiyordu.
- Bana göre hava hoş! Ama sahiden çok önemli bir keşif
mi bu?
236
- Kepler de gök cisimlerini birbirine çeken bir kuvvet olması gerektiğine işaret
etmişti. Örneğin gezegenleri yörüngesinde tutan şey Güneş kuvveti olmalıydı.
Böyle bir kuvvet gezegenlerin neden Güneş'ten uzaklaştıkça hızlarının azaldığını
da açıklar. Kepler ayrıca gel gitin, yani deniz suyunun yükselip alçalmasının da
Ay'ın kuvvetine bağlı olması gerektiğini söylüyordu.
- Evet. Ama Galilei bu görüşü reddetmişti. "Ay'ın denize hakim olduğu fikrini
onaylıyor" diyerek Kepler'i alaya bile almıştı. Çünkü Galilei, yerçekimi
kuvvetlerinin böyle uzak mesafelerde ve değişik gök cisimleri arasında
varolabileceği düşüncesini reddediyordu.
- Ve de yanılıyordu!
- Evet, bu noktada yanılıyordu. Çok ilginç, çünkü aslında Galilei Yer'in çekim
kuvveti ve cisimlerin yere düşüşleriyle
237
SOFÎ'NİN DÜNYASI
- Sanırım anlıyorum. Örneğin iki fil arasında iki fare arasındakinden daha büyük
bir çekim vardır. Aynı hayvanat bahçesindeki iki fil arasında da, Hindistan'daki
bir fille Afri-ka'daki bir fil arasındakinden daha büyük bir çekim vardır.
- Neden Sofi?
- Ay'ı Yer'e, elmayı yere çeken kuvvet gibi bir kuvvet çekseydi, Ay da Yer'in
etrafında kedinin yemek kabının etrafında dönüp duruşu gibi sürekli dönemez,
sonunda Yer'in üzerine düşerdi!
238
RÖNESANS
- Evet. Çok eskiden, güneş sisteminin oluşması sırasında, Ay müthiş bir kuvvetle
ileriye, Yer'den daha ileriye fırlatılmıştı. Bu kuvvet Ay'ın üzerinde sonsuza dek
varolacak, çünkü Ay havasız bir mekânda, herhangi bir direnişle karşı-laşmaksızm
hareket etmekte...
- Ama öte yandan onu Yer'e çeken, Yer'in çekim kuvveti de var, öyle mi?
- Evet. Bu iki kuvvet sabit ve Ay'ı ikisi de aynı anda etkilemekte. Ay, bu yüzden
Yer'in etrafında hareket etmeyi sürdürüyor.
239
SOFÎ'NİN DÜNYASI
yörüngeler üzerinde iki değişik türde hareket ederler: Güneş sisteminin oluşması
sırasında edindikleri doğrusal hareket ve yerçekimi dolayısıyla Güneş'e doğru
çekilme hareketi.
- Bravo doğrusu!
- Newton cisimlerin hareketleriyle ilgili yasaların tüm evrende geçerli olduğunu
biliyordu. Böylelikle, gökyüzünde yeryüzündekinden başka bir takim yasaların
geçerli olduğu yolundaki Ortaçağ inanışlarına bir son vermiş oluyordu. He-
liosentrik dünya görüşü böylelikle olumlanmış ve son açıklamasına kavuşmuş
oluyordu.
Alberto kalkıp eğik düzlemi yerine, çekmecenin içine koydu. Sonra eğilip yerden
aldığı mermer küreyi yerine kal-dırmayıp Sofi'yle aralarındaki masanın üzerine
koymakla
yetindi.
Sofi, eğri bir tahta yüzeyle mermer bir küreden ne çok bilgiye ulaşılmış olduğunu
düşünüyordu. Üzerinde hâlâ siyah boya izleri taşıyan yeşil mermer küreye
bakarken yer küreyi düşünmeden edemedi.
- Ve insanlar koca bir evrenin içindeki sıradan bir gezegende yaşadıklarını kabul
etmek zorunda kalıyorlardı, değil mi? dedi.
- Bunu anlamak pek güç değil. Çünkü Tanrı yok olmuştu değil mi tüm bunların
arasında? Yer'in merkezde, Tanrı ve tüm gök cisimlerinin bundan bir kat yukarıda
olduğu bir düzen daha kolay anlaşılabilir bir düzendi onlar için.
240
RÖNESANS
ga]arının tüm evrende geçerli olduğunu öne süren New-ton'un, Tanrı'nm gücüne
inancının sarsılmış olacağını düşünebilir insan. Ama Newton'un Tann'ya olan inancı
sarsılmadı. O, doğa yasalarını büyük ve her şeye kadir Tanrı'nın bir kanıtı olarak
gördü, insanın kendini algılayışına gelince, durum biraz daha zorlaştı... ' - Nasıl
yani?
- Rönesanstan itibaren insan, kocaman bir evrenin sıradan bir gezegeninde
varolduğu düşüncesine kendini alıştırmaya başlamıştı. Bu düşünceye tam anlamıyla
alışıp alışmadığımızdan hâlâ emin değilim. Ama daha Rönesans döneminde bile
insanın şimdi eskisinden çok daha merkezi bir rol oynadığını ileri sürenler oldu.
-Anlayamadım.
- Eskiden evrenin merkezinde Yer vardı. Ama şimdi gökbilimciler evrenin mutlak
bir merkezi olmadığını söyleyince, bu, evrende ne kadar insan varsa o kadar
merkez olduğu anlamına geliyordu.
- Anlıyorum.
- Rönesans yeni bir Tanrı görüşüne de yol açtı* Felsefe ve teknoloji zamanla
teolojiden ayrıldıkça, yeni bir Hıristiyan dindarlık türü gelişmeye başlamıştı.
Sonra Rönesansla birlikte bireyci bir insan görüşü ortaya çıktı. Bu görüş inanç
dünyasını etkiledi. İnsanın Tanrı ile bireysel ilişkisi, kurum olarak kiliseyle
ilişkisinden çok daha önemli görülmeye başlandı.
241
SOFfNÎN DÜNYASI
RÖNESANS
li dillere çevrilmeye başlandı. Bu, Reformasyon için son derece önemli bir adımdı.
- Martin Luther...
- Luther, Kiliseye Ortaçağda dahil olan pek çok dinsel töre ve inanışı
reddediyordu. Yeni Ahit'te karşımıza çıkan, gerçek Hıristiyanlığa dönmek
istiyordu. "Yalnızca kutsal kitap!" diyerek, Rönesans Hümanistlerinin sanat ve
kültürün antik kökenlerine dönmeyi isteyişi gibi Hıristiyanlığın "köklerine" geri
dönmek gerektiğini dile getiriyordu. Luther ayrıca İncil'i Almancaya çevirerek,
yazılı Alman dilinin temelini atmış oldu. Böylece herkes İncil'i okuyabilecek,
herkes kendi kendisinin rahibi olabilecekti.
- Luther'e göre rahipler Tanrı karşısında diğer insanlardan daha ayrıcalıklı bir
konuma sahip değildiler. Protestan cemaatlerde de ayinleri yönetmek, kilisenin
günlük işlerine bakmak amacıyla rahipler bulunurdu, ancak Luther'e göre insanın
Tanrı'nın affını elde edip günahlarından kurtulması
242
için kilise törenlerine ihtiyacı yoktu. İnsan Tanrı'ya inanmak suretiyle Tanrı'nın
affını "bedavadan" elde ederdi. Luther bu sonuca İncil'i okuyarak varıyordu.
- Hem öyle, hem değil. Tipik Rönesans eğilimi sayılabilecek yanı, bireye ve bireyin
Tanrıyla kişisel ilişkisine verdiği önemdi. Rönesanscı yanma bir başka örnek 35
yaşındayken Yunanca öğrenmesi ve İncil'i Almancaya çevirmek gibi zorlu bir işe
girişmesiydi. Halk dilinin Latincenin yerini alması da Rönesansa özgü bir olguydu.
Ancak Luther bir Ficino ya da bir Leonardo da Vinci gibi Hümanist sayılmazdı.
Rotter-dam'lı Erasmus gibi bir takım Hümanistler, Luther'i insana yeterince
değer vermemekle eleştirdiler. Çünkü Luther insanın günahkâr olduğu için
mahvolmaya mahkûm olduğunu söylüyordu. İnsan ancak Tanrı'nın affıyla
"meşrulaşabilirdi". Çünkü günahın sonu ölümdü.
- Amma da acıklı!
Alberto Knox yerinden doğruldu. Masanın üzerindeki yeşil ve siyah topu alıp
cebine koydu.
- İnsanlık tarihinde bundan sonraki büyük dönem Barok dönemi. Ama bunu bir
sonraki sefere bırakalım sevgili Hilde!
-Ne?
243
SOFt'NÎN DÜNYASI
lim diye.
- Çok yoruldum Sofi. Anlaman gerek. İki saattir konuşuyoruz, üstelik devamlı
konuşan da benim. Akşam yemeğine eve yetişmen gerekmiyordu muydu senin?
Sofi'ye Alberto onu başından savmak istiyormuş gibi geldi. Hole doğru yürürken
niye Alberto'nun ağzından böyle sözler kaçırdığını düşündü. Alberto da
arkasından geliyordu.
Böyle dedikten sonra merdivenlere açılan kapıyı açtı. Ardından kapıyı çekmişti ki
Alberto'nun:
- Yakında yine görüşeceğiz Hilde! dediğini duydu. Sofi bu sözlerle bir başına
kalakaldı.
Alberto yine ağzından kaçırmıştı işte! Sofi kapıyı yeniden çalmak istedi ama
içinden bir şey onu durdurdu.
Sokağa çıktığında yanına para almayı unutmuş olduğunu farketti. Bütün yolu
yürümek zorunda kalacaktı. Hay Allah! Saat altıya kadar evde olamazsa annesi
hem kızar hem de meraklanırdı.
244
RÖNESANS
otobüse bindi. Oradan da ta evlerine kadar giden bir başka otobüs yakaladı.
Büyük Meydan'a gelene kadar aklına gelmeyen şey orada aklına geldi. Tam da
ihtiyacı olduğu anda bir on kron bulması ne büyük bir şans olmuştu.
Parayı kaldırıma bırakan Hilde'nin babası olabilir miydi? Şimdiye dek en
beklenmedik şeyleri en beklenmedik yerlere bırakmakta büyük ustalık
göstermemiş miydi zaten?
Ya Alberto'nun ağzından, kazayla kaçırdıkları? Bir kez olsa neyse, tam iki kere!
245
barok dönemi
Alberto'dan birkaç gün ses çıkmadı. Bu süre boyunca Sofi defalarca bahçeye
çıkıp Hermes'in gelip gelmediğini kontrol etti. Annesine Hermes'in yolunu şaşırıp
bahçelerine geldiğini, sonra köpeğin ona yol göstererek sahibine götürdüğünü,
sahibinin ise emekli bir fizik öğretmeni olduğunu söylemişti. Öğretmen ona güneş
sisteminden ve 16. yüzyılda gelişen yeni bilimden söz etmişti.
29 Mayıs Salı günü Sofi mutfakta bulaşıkları kurularken annesi içeride haberleri
seyrediyordu. Giriş müziğinin hemen ardından, Norveç BM taburundan bir
binbaşının bir patlama sonucu öldüğü haberi geldi.
Sofi elindeki bezi mutfak tezgâhına atıp odaya koştu. Televizyonda birkaç saniye
süreyle BM askerinin resmi göründü. Sonra spiker diğer haberlere geçti.
- Evet, dedi. Savaş çok korkunç bir şey! Bu laf üzerine Sofi ağlamaya başladı.
ba...
246
barok dönemi
- Yok canım.
- Grimstad'lı biri Lillesand'da okula gidiyor olamaz mı? Artık ağlamayı kesmişti.
Şimdi sıra annesindeydi. Yerinden hızla kalkıp televizyonu kapadı ve:
- Hiçbir şey...
- Hayır efendim! Bir sevgilin olduğu ve onun senden epeyce büyük olduğuna
inanmaya başlıyorum artık. Cevap ver bana: Tanıdığın biri mi var Lübnan'da?
- Kimin?
- Seni ilgilendirmez.
- Belki de ben sana sorular sormaya başlamalıyım. Babam niçin hep evden uzakta?
Ayrılamayacak kadar korkak olduğunuz için mi? Belki de ne babamın ne benim
bildiğim bir sevgilin var? Vesaire, vesaire... ikimizin de soracak sorulan var
gördüğün gibi!
247
SOFİ'NİN DÜNYASI
barok dönemi
Sofi iki hayatı aynı anda yaşamanın ne güç bir hal aldığa düşündü. Felsefe
kursunun bitmesini dört gözle beklemeye başlıyordu. Belki de yaşgününe ya da hiç
değilse 24 Hazirana kadar bitmiş olurdu. Hilde'nin babası da Lübnan'dan o
tarihte dönüyordu...
- Elbette. Kocaman bir bahçemiz var zaten... Umanm havalar da böyle güzel gider.
- Olur öyleyse.
- Soficiğim. Bana anlatmalısın niye böyle... biraz dengesiz olduğunu son günlerde.
- Devam et.
248
lemistin?
- Söylemiş miydim?
- Sorularını teker teker sormaya çalışabilir misin lütfen? Hayır, eve girmediler.
Ama sık sık ormanda gezintiye çıkıyorlar. Yoksa bu da çok acayip bir şey mi
sence?
- Herkes gibi onlar da gezintiye çıkarken bizim evin önünden geçiyorlar. Bir kez
okuldan eve döndüğümde Hermes'i gördüm. Alberto ile de Hermes aracılığıyla
tanıştım.
- Beyaz tavşanlardan Alberto söz etti. Çünkü o tam bir filozof. Bana tüm diğer
filozofları da o anlattı.
- Ya, ne inanılmaz değil mi! Sanırım ondan, sekiz yıldır okulda öğrendiklerimden
çok daha fazla şey öğrendim. 1600 yılında ateşte yakılarak öldürülen Giordano
Bruno diye biri olduğunu biliyor muydun örneğin? Ya Nevvton'un evrensel çekim
kanununu?
249
SOFİNİN DÜNYASI
- Olabilir.
- ttalyancaya benziyor...
- Ne diyorum biliyor musun Sofi? Bu Alberto'yu bir gün bize davet etsek... Hiç
gerçek bir filozofla tanışmadım ben.
- Bakalım!
- Yaşgünü partine çağırabiliriz belki? Birkaç kuşağın bir arada olması çok hoş bir
şey bence. Ben de davetliyim değil mi? En azından yiyecekleri getirip götürürüm,
iyi fikir değil mi, ne
dersin?
- Tabii eğer o gelmek isterse! Sınıfımdaki oğlan çocuklarından çok daha ilginç en
azından! Ama...
- Evet?
- Ya herkes Alberto'nun senin yeni sevgilin olduğunu sanırsa?
- Bakalım!
250
barok dönemi
- Olur.
31 Mayıs bir perşembe gününe rastlıyordu. Sofi bugün son derslerin geçmesine
güç dayanmıştı. Felsefe kursuna başladığından beri bazı dersleri daha iyi gitmeye
başlamıştı. Derslerinin çoğunda önceden de fena notlar almıyordu zaten ama
şimdi sosyal bilgiler ve benzeri derslerden hep pekiyi alıyordu. Matematikte ise
durumu o kadar iyi sayılmazdı.
Son derste yine kompozisyon yazmışlardı. Sofi "İnsan ve Teknik" adlı konuyu
seçmişti. Kompozisyonunda Rönesans ve bilimsel devrimden, yeni doğa
anlayışından, "bilgi güçtür!" diyen Francis Bacon'dan ve yeni bilimsel yöntemden
söz etti. Deneysel yöntemin yeni bilimsel buluşlara temel oluşturduğu üzerinde
önemle durdu. Sonra da teknolojinin olumsuz bir takım sonuçlarına değindi. Ama
sonuç olarak insanın yaptığı her şeyin hem kötü hem de iyi amaçlarla
kullanılabileceğini yazdı. İyi ve kötü, birbirine geçerek eğrilen siyah ve beyaz iplik
gibidir, dedi. Bu iki ip bazen birbirine öylesine dolanırdı ki, birini diğerinden
ayırdetmek mümkün olmazdı.
251
SOFİ'NİN DÜNYASI
barok dönemi
şey yere düştü. Bu, Lübnan'dan gelen bir kartpostaldı. Sofi sırasının üzerine
eğilip kartı okumaya başladı:
Sevgili Hilde. Sen bu satırları okurken, burada olan trajik ölüm olayını telefonda
konuşmuş olacağız. İnsanlar biraz daha fazla düşünmeyi başarabilseler, belki de
bu savaşlar, bu ölümler hiç olmazdı diye düşündüğüm çok oluyor. Savaş ve şiddete
karşı en iyi çözüm, küçük bir felsefe kursu olabilirdi belki de! Ya, dünyaya her
yeni gelen insanın kendi anadilinde elde edebileceği "Birleşmiş Milletler Felsefe
Kitapçığı" fikrine ne demeli! Bu fikri BM Genel Sekreterine açacağım.
Sofi tam kartı bitirmişti ki son dersten çıkma zili çaldı. Yine aklından yüzlerce
düşünce aynı anda geçiyordu.
Her zaman olduğu gibi okul bahçesinde Jorün'le buluştu. Eve doğru giderlerken
Sofi çantasını açıp arkadaşına kartpostalı gösterdi. Jorün:
- 15 Hazirandır mutlaka...
252
- Hele şu özel adrese bakacak olursan: "Sofi Amundsen eliyle Hilde Möller Knag,
Furulia Lisesi"...
- Sen istiyorsan çağırırım. Partiye bir sincap iyi gider. Ha, bu arada Alberto
Knox'u da davet ederim bakarsın.
- Delisin sen!
- Biliyorum.
Sofi eve gelince ilk iş olarak bahçede Hermes'e bakındı. İşte Hermes orada, elma
ağaçlarının arasındaydı.
- Hermes!
Köpek kısa bir saniye süresince hareketsiz durdu. Sofi bu kısa sürede neler
olduğunu tamı tamına kestirebiliyordu: Köpek Sofi'nin sesini duymuş, bu sesi
tanımış ve tanıdığı ses olup olmadığını anlamak için sesin geldiği yöne bakmaya
karar vermişti. Bakınca haklı olduğunu anlamış, Sofiye doğru koşmaya karar
vermişti. En sonunda da dört bacağının üzerinde tram-Pet çubuğu gibi ses
çıkararak koşmaya başlamıştı.
253
SOFİNİN DÜNYASI
- Hermes, akıllı köpektik! Evet, evet... dur, hayır bırak beni yalamayı. Hah, otur
bakalım... Hah, şöyle!
Sofi kendini eve atü. Bahçedeki yabancı hayvana karşı biraz kuşkulu davranan
Şerekan da bu arada çalıların arasından çıkıp Sofi'yle birlikte eve girmişti. Sofi
ona yemeğini verip kuşların da yem kabına yiyecek koydu. Kaplumbağanın önüne
bir salata yaprağı bıraktıktan sonra annesine kısa bir not yazdı. Notta Hermes'i
evine götürdüğünü, akşam saat yediye kadar eve gelmemişse telefon edeceğini
söyledi.
Sonra şehri bir uçtan bir uca katettiler. Sofi bu kez yanma para almayı
unutmamıştı. Bir ara Hermes'le birlikte otobüse binmeyi düşündü ama sonra bu
konuda önce Alberto'nun fikrini almaya karar verdi.
Ama ruh nasıl olup da atomlardan oluşabilirdi? Ruh, vücudun diğer organları gibi
elle tutulur bir şey değildi ki. Adı üstünde ruh, "ruhsal" bir şeydi.
254
BAROK DÖNEMİ
Büyük Meydan'ı geçmiş, şehrin eski semtlerine gelmeye başlamışlardı. Geçen gün
on kron bulduğu kaldırıma geldiklerinde Sofi tekrar ısrarla yere baktı. Ve işte
orada, birkaç gün önce on kronu bulduğu tam o noktada, bu kez de resimli tarafı
üste gelen bir kartpostal duruyordu. Resimde palmiyeler ve portakal ağaçları
görünüyordu.
Eğilip karta aldı. Aynı anda Hermes hırlamaya başladı. Sofi'nin kartı almasından
hoşlanmamış gibiydi sanki.
Sevgili Hilde! Yaşam uzun bir rastlantılar zinciridir. Kaybettiğin on kronun tam
burada karşına çıkabilir. Çünkü belki de onu Lillesand'dan Kristiansand'a giden
otobüsü beklemekte olan yaşlı bir kadın bulmuştur. Bu kadın sonra
Kristiansand'dan trene binip torunlarını görmeye gelmiş, on kronu da burada, Yeni
Meydanda düşürmüştür. Sonra bu parayı eve gidebilmek için şiddetle on krona
ihtiyacı olan bir kız bulmuştur belki de. Bilinmez tabii, böyle olmuş olabilir. Ama
eğer tüm bunlar olabiliyorsa insanın da tüm bunların arkasında bir Tanrının
varolduğuna inanası geliyor. İmza: Şu an ruhuyla Lillesand'da iskelenin ucunda
oturmakta olan baban.
Adres hanesinde "Yoldan geçen birinin eliyle Hilde Möller Knag..." diye yazıyordu.
Kart 15 Haziran damgalıydı.
Sofi Hermes'in ardından koşar adımlarla merdivenleri çıktı. Alberto kapıyı açar
açmaz Sofi:
255
SOFİ'NİN DÜNYASI
- Binbaşı sana yeni bir işaret mi gönderdi çocuğum? Sofi başını kaldırıp
Alberto'ya baktı. Ancak o zaman bu kez
Alberto'nun üzerinde bambaşka bir kostüm olduğunu farketti. Gözüne ilk çarpan
şeyler başına taktığı lüle lüle perukla, dantellerle süslenmiş, bol giysisi oldu.
Boynuna gösterişli ipek bir boyunbağı takmış, giysilerinin üzerine kırmızı bir
pelerin geçirmişti. Beyaz çoraplarının altına üzeri kurdeleli rugan ayakkabılar
giymişti. Tüm bu giysileriyle Alberto, Sofiye 14. Lou-is'nin dönemiyle ilgili
gördüğü resimleri hatırlatıyordu. Sofi:
- Üstüne bastın!
- Neden?
- Parfüm mü?
- Dört.
256
BAROK DÖNEMİ
Eğri tavanlı, tavanı pencereli odaya geçtiler. Sofi odadaki nesnelerin değişmiş
olduğunu farketti.
Sehpanın üzerinde içinde pek çok değişik gözlük camlan o-lan bir kutu duruyordu.
Kutunun yanında açık bir kitap vardı. Oldukça eski bir kitaba benziyordu.
- Bu, Descartes'in ünlü kitabı "Yöntem Üzerine"nin ilk baskısı. 1637 yılında
basılmış bu kitap sahip olduğum en değerli şeylerden biri.
-Yakutu?
- Şu Spinoza ile Descartes'in kim olduğunu bilsem bu kutuyla kitabın değerini ben
de dahakiyi anlardım herhalde!
- Elbette. Ama önce onların yaşadığı çağı anlamaya çalışalım. Şöyle bir oturalım...
257
SOFÎ'NİN DÜNYASI
BAROK DÖNEMİ
şaşaalı bir biçimde ifade ederken, bir yandan da dünyaya sırtı. nı dönen inzivacı.
eğilimler ortaya çıkıyordu.
- Evet, böyle diyebilirsin. Barok döneminin en ünlü deyişle, rinden biri "carpe
diem", yani "günü yakala"dır. Sonraları çok kullanılan bir başka Latince deyiş de
"memento mori", yani "öleceğini hatırla"dır. Resim sanatında da, lüks bir yaşam
tarzını anlatan resmin ayrı bir köşesine çizilmiş bir iskelet insana ölümü
hatırlatabilirdi. Barok dönemine pek çok bakımdan gösteriş ya da yapmacıklık
hakimdi. Ancak bu arada bazılannı madalyonun diğer yüzü, yani varolan her şeyin
geçiciliği ilgi-lendiriyordu. Geçicilikle kastedilen şey etrafımızda gördüğümüz her
şeyin bir gün gelip yokolacağı idi.
- Öyleyse sen de tıpkı 17. yüzyılda pek çok kişinin düşündüğü gibi düşünüyorsun.
Barok dönemi politik açıdan da pek çok karşıtlık barındıran bir dönemdi. Birincisi,
Avrupa'da savaşlar oluyordu. Bunlardan en kötüsü 1618'den 1648'e dek süren
"otuz yıl savaşları" idi ki bundan en çok etkilenen Almanya oldu. Bu savaşların da
etkisiyle Fransa zamanla tüm Avrupa'ya hakim bir güç haline geldi.
- Neden savaşıyorlardı?
- Öncelikle Protestanlık ve Katoliklikti savaşan. Ama politik gücü ele geçirmek de
savaşların önemli bir nedenini oluşturuyordu.
-17. yüzyıla damgasını vuran bir başka şey de sınıf farklılıklarıydı. Fransız
soyluları ve Versailles Sarayı'ndan bahsedildiğini duymuşsundur. Buna karşılık
halkın sefaletinin ne boyutlara varmış olduğunu da biliyor musun bilmem. Her
türlü ihtişam gösterisi güç gösterisinin bir yansımasıdır. Barok dö-
258
Barok döneminden sonra, 1792'de öldürüldü, ama büyük bir maskeli baloda
gerçekleştirilen bu katliamın yapılış şekli oldukça Baroktu.
- Ancak Barok döneminde tiyatro yalnızca bir sanat dalı değil, aynı zamanda
önemli bir simgeydi.
- Neyin simgesi?
- Yaşamın simgesi Sofi. 17. yüzyılda kim bilir kaç kez "yaşam bir tiyatrodur"
denmiştir! Kulisleri ve dekorlarıyla modern tiyatronun doğuşu da tam bu döneme
rastlar. Bir yanılsamaydı yaratılan sahnede ve amacı tam da sahnedeki piyesin
yalnızca bir yanılsama olduğunu göstermekti. Böylece tiyatro tüm yanlarıyla
yaşamı yansıtan bir şey haline geldi. Tiyatro kendisiyle böbürlenen insanın
akibetini anlatıyor, insanın zaaflarını acımasızca gözler önüne serebiliyordu.
259
SOFİ'NİN DÜNYASI
- Seve seve.
yalnızca birer oyuncu olan kadınlarla erkeklerin sahneye girip çıktığı. Ve tek bir
insanın ömrü boyunca pek çok rol oynadığı.
Gezinen bir gölgedir hayat, gariban bir aktör sahnede bir ileri bir geri saatini
doldurur ve sonra duyulmaz olur sesi, bir masaldır gürültücü bir salağın anlattığı
ki yoktur hiçbir anlamı.
- Çok da karamsarmış!
- Ne şiirsel!
- 1600 yılında doğmuş, İspanyol şairi Calderon, "Yaşam Bir Rüyadır" adlı bir
tiyatro eseri yazmıştır. Burada şöyle der: "Ha-
260
BAROK DÖNEMİ
yat nedir? Bir delilik. Hayat nedir? Bir yanılsama, bir gölge, bir masal... Ve en
önemli şeyin bile bir değeri yoktur, çünkü tüm yaşam bir rüyadır ve rüyalar da
yalnızca, rüya..."
- Haklı olabilir. Okulda bir piyes okumuştuk. Adı "Dağdaki Jeppe" idi.
- Jeppe bir hendekte uyuya kalır... uyandığında kendini baronun yatağında bulur.
O zaman yoksul bir köylü olduğunu rüyasında gördüğünü sanır. Sonra yeniden
uykuya daldığında onu yine hendeğe taşırlar. Bu sefer de uyandığında rüyasında
baron olduğunu gördüğünü sanır.
- Norveç'de de tam anlamıyla Barok bir şair olan Petter Dass'ı örnek verebiliriz.
1647-1707 yıllarında yaşamış olan -Dass, bir yandan şu an içinde olunan hayatı
anlatırken, diğer yandan yalnızca Tanrı'nm sonsuz ve mutlak olduğunu vurgulardı.
- 'Tüm ülkeler yokolsa yine Tanrı Tanrı'dır, insanların tümü ölse yine Tanrı
Tann'dır..."
- Öte yandan aynı ilahide morinaları ve çeşit çeşit balıklarıyla Kuzey Norveç'i
anlatan yine odur. Bu, Barok'un en tipik özelliklerinden biridir. Aynı metinde hem
dünyevi ve buraya ait olan, hem ilahi ye öte dünyaya ait olan aynı anda ele alınır.
261
SOFİ'NİN DÜNYASI
Tüm bunlar bize somut duyular dünyasıyla idealann değişmez dünyası arasında bir
fark gözeten Platon'u hatırlatır.
- Öyleyse o da, Demokritos'un tam iki bin yıl önce söylediği şeyin aynını
söylüyordu.
262
BAROK DÖNEMİ
- Aynen öyle. Çünkü bu görüşe göre düşünce ve rüyalarımız da dahil olmak üzere
her şey mekanik süreçlerin bir sonucudur. 19. yüzyılın bazı Alman Özdekçilerine
göre düşünceyle beynin ilişkisi, idrarla böbreğin, safrayla safra kesesinin ilişkisi
gibidir.
- Ama safra da idrar da elle tutulabilir şeyler. Oysa düşünce böyle değil.
- Önemli bir noktaya değindin. Sana bununla ilgili bir fıkra anlatayım: Rus bir
beyin cerrahıyla yine Rus bir astronot din konusunda tartışıyorlardı. Beyin
cerrahı dindar, astronotsa dindar bir kişi değildi. "Uzayda çok dolaştım," diye
övünerek konuştu astronot, "ama ne Tann'yı gördüm ne de meleklerini!" Cerrah
cevap verdi: "Ben de çok zeki beyinler ameliyat ettim, ama tek bir düşünce
görmedim!"
263
SOFÎ'NlN DÜNYASI
- 17. yüzyılın en önemli filozofları Descartes ve Spinoza idi. Bunlar da "ruh" ile
"beden" arasındaki ilişki gibi konularla ilgilendiler. Şimdi onlardan bahsetmeye
başlayabiliriz.
- Hemen başlayalım. Saat yediye kadar eve gidemezsem, buradan eve bir telefon
etmem gerekecek.
264
DESCARTES
Alberto ayağa kalkıp üzerindeki pelerini çıkardı. Pelerini bir sandalyenin üzerine
atıp tekrar yerine oturdu.
-1596 yılında doğan Rene Descartes hayatının değişik yıllarını değişik Avrupa
ülkelerinde geçirdi. Genç yaşından itibaren en büyük emeli insan ve evrenin
doğasını iyice anlamak oldu. Ancak felsefeyle uğraşmaya başladıktan sonra,
kendinin aslında hiçbir şey bilmediğine inandı.
- Platon da böyle diyordu. Ona göre de gerçek bilgiye ancak aklımızla varabilirdik.
- Çok doğru! Descartes'a, Sokrates ve Platon'la başlayan ve Augustinus'la devam
eden bir yoldan varılır. Bunların hepsi tipik birer Usçuydular. Descartes uzun
çalışmalardan sonra Ortaçağdan gelme bilgilere yüzde yüz güvenilemeyeceği
sonucuna vardı. Bu açıdan Descartes, Atina'daki meydanlarda hüküm süren
görüşlere inanmayan Sokrates'e benzetilebilir. Ve böyle bir insan ne yapar Sofi?
Cevap verebilir misin bu soruya?
265
SOFİNİN DÜNYASI
DESCARTES
266
Bu iki soru kendinden sonraki 150 yılın felsefi tartışmalarını büyük ölçüde
etkiledi.
- Ah, evet ama uğraştığı sorular zamanının tipik sorularıydı. Gerçek bilgiye
ulaşmak konusunda Şüphecilik hakimdi. Bu görüşe göre insan hiçbir şey
bilmediğini anlayıp bununla yetinmeliydi. Ama Descartes bununla yetinmedi. Böyle
yapsaydı gerçek bir filozof olmazdı zaten. Bu konuda Descartes'ı yine Sofistlerin
şüpheciliğiyle yetinmeyen Sokrates'e benzetebiliriz. Üstelik tam Descartes'in
yaşadığı dönemde bilim, doğal süreçlere kesin ve tam bir açıklık getirecek bir
yöntem geliştirmiş bulunuyordu. Descartes'in felsefi konularda da böyle kesin ve
tam bir yöntem bulunup bulunamayacağını kendi kendine sorması bu açıdan son
derece normaldi.
- Anlıyorum.
- Ama bu işin yalnızca bir yanı. Yeni fizik maddenin doğası, yani doğadaki fiziksel
süreçleri neyin belirlediği konusunu ortaya atmıştı. Giderek pek çok kişi doğayı
mekanik bir şekilde algılayan bir görüşü benimsedi. Fiziksel dünya böyle mekanik
bir biçimde algılandıkça ruh ve beden arasında nasıl bir ilişki olduğu sorusu
kendini daha çok duyurmaya başladı. 17. yüzyıldan önce ruh, tüm canlılarda
varolan bir tür "yaşam soluğu" olarak görülüyordu. "Ruh" sözcüğünün asıl anlamı
"soluk" ya da "nefes"tir. Bu hemen hemen tüm Avrupa dillerinde böyledir.
Aristoteles'e göre ruh tüm organizmada varolan ve bu organizmanın "yaşam
ilkesi"ni oluşturan, bedenden ayrı tutulamayacak bir şeydi. Bu yüzden "bitki ruhu"
ya da "hayvan ruhu"ndan söz edebiliyordu. İlk kez 17. yüzyılda felsefe "ruh" ve
"beden" arasına köktenci bir ayrım koydu. Çünkü hayvan ve insan bedeni de dahil
olmak üzere tüm fiziksel nesneler mekanik süreçler olarak açıklanıyordu. Oysa
insan ruhu bu "bedensel alef'in bir parçası olamazdı. O zaman neydi ruh? Üstelik
nasıl oluyor
267
SOFI'NİN DÜNYASI
DESCARTES
- Benim de buna bir yanıtım yok. Descartes'ın yanıtınıysa çok merak ediyorum.
sürdürdü:
268
bir şeyin unutulmadığı görülmelidir. îşte o zaman felsefi bir çıkarıma ulaşılabilir.
- Sağol, çocuğum. Ama Descartes bununla her şeyden şüphe etmenin mantıklı bir
şey olduğunu söylemekten çok, her şeyden şüphe etmenin mümkün olduğunu
söylemek istiyor. Her şeyden önce, yalnızca Platon ya da Aristoteles okuyarak
felsefi arayışımızda çok ileri gidebileceğimizi sanarsak yanılırız. Bununla tarihsel
bilgilerimizi artırabiliriz belki ama dünyaya dair bilgilerimizi artıramayız. Çünkü
Descartes için kendi felsefi araştırmalarına başlamadan önce tüm eski
düşüncelerden sıyrılmak önemli bir şeydi.
SOFfNÎN DÜNYASI
-Yani?
DESCARTES
Descartes da aynı şeyi düşünür. Yalmzca düşünen bir varlık olduğunu kavramakla
kalmayıp bu düşünen benin duyularımızla kavradığımız her şeyden çok daha
gerçek olduğunu anlar. Sonra başka çıkarımlara varır. Yani felsefi araştırması
burada bitmez.
- Bence sonuçlan çıkarırken biraz fazla hızlı gitmeye başlıyor! Başlarda daha
dikkatliydi sanki.
- Haklısın. Pek çoklarına göre bu, Descartes'm en zayıf noktasıdır. Ama "sonuç"
sözcüğünü kullanıyorsun ki bu aslında pek doğru değil. Çünkü bir şeyleri
kanıtlamak değildi söz konusu olan. Descartes'm söylemek istediği tek şey,
içimizde kendiliğinden mükemmel bir varlık düşüncesi varsa böyle bir mükemmel
varlığın da varolması gerektiğiydi. Çünkü mükemmel bir varlığın mükemmel
olabilmesi için önce varolması gerekirdi. Üstelik böyle bir varlık olmasa düşüncesi
de olmazdı. Biz mükemmel olmadığımıza göre, mükemmel düşüncesi bizden
kaynaklanamazdı. Descartes'a göre Tanrı düşüncesi, doğuştan sahip olduğumuz,
"sanatçının eserine koyduğu imza" gibi doğduğumuz andan itibaren içimizde olan
bir düşüncedir.
271
SOFÎ'NİN DÜNYASI
mam, böyle bir şeyin varolduğu anlamına gelmez ki!
- Buna Descartes'ın cevabı, bunun zaten "fîmsah" kavramı içinde yer almadığı
olurdu. Oysa "mükemmel bir varlık" kavramının kendisinde vardır böyle bir
varlığın mevcut olduğu. Des-cartes'a göre bu, dairenin her noktasının merkezden
eşit uzaklıkta oluşunun daire fikrinin kendinde varoluşuna benzer. Çünkü bu kuralı
yerine getirmezse daire, daire olmaz. Aynı şekilde "mükemmel bir varlığın" da en
önemli özellikten, 'Varolmaktan" yoksun olacağı düşünülemez.
- Bu son derece tipik bir "Usçu" düşünce tarzı. Descartes da Sokrates ve Platon
gibi düşünceyle varoluş arasında bir ilişki olduğunu düşünüyordu. Bir şey akla ne
kadar yatkınsa, o şeyin varlığı da o kadar kesindi.
- Hayır, değildir. Bu noktada Descartes yine mükemmel varlık konusunu ele alır.
Aklımız bir şeyi, örneğin dış gerçekliğin matematiksel özelliklerini açık seçik
algılıyorsa, bu gerçeklikler varolmak zorundadır. Çünkü mükemmel bir Tanrı bizi
aldatmayacaktır. Descartes, aklımızla algıladığımız şeylerin
272
DESCARTES
bir gerçeğe karşılık geldiği konusunda bir 'Tanrı garantisinden söz etmektedir.
- Pekâlâ! Demek Descartes insanın düşünen bir varlık olduğunu, Tann'nın
varolduğunu ve kendi dışımızda bir gerçeklik olduğunu söylüyor.
- Hermes'in karmaşık bir makine olduğundan pek emin değilim doğrusu! Descartes
hayvanları pek sevmiyor olsa gerek. Ya biz? Birer makine miyiz bizler de?
273
SOFİ'NİN DÜNYASI
- Hem evet, hem hayır. Descartes insanın hem düşünen, hem de uzamda yer
kaplayan bir "çifte" yaratık olduğunu söylüyordu. İnsanın hem bir ruhu, hem de
dışsal bir bedeni vardı. Buna benzer düşünceleri Augustinus ve Aquino'lu Thomas
da dile getirmişlerdi. İnsanın tıpkı bir hayvan gibi bir bedeni ve tıpkı bir melek
gibi ruhu olduğunu söylemişlerdi. Descartes'a göre insan bedeni nefis bir mekanik
örneğiydi. Ama insanın bir de bedeninden bağımsız bir ruhu vardı. Bedensel
süreçlerde ise bu tür bir bağımsızlık söz konusu değildir; onlar kendi yasalarını
izlerler. Ve aklımızla düşündüklerimiz bedenimizde gerçekleşmez. Dış
gerçeklikten tamamen bağımsız olan ruhumuzda gerçekleşir. Bu arada
Descartes'ın hayvanların da düşünebileceğini reddetmediğini eklemeliyim. Eğer
bu doğruysa, "düşünce" ile "uzam" arasındaki bu ayrılık onlar için de geçerli
demektir.
- Descartes bile ruh ile beden arasında bu tür bir sürekli gidiş geliş olduğunu
reddedemiyordu. Ona göre ruh bedende varolup bedene "beyin epifizi" diye
adlandırılan özel bir bezle bağlıydı. Burada "ruh" ile "beden" arasında sürekli bir
gidiş geliş oluyordu. Bu yüzden ruh devamlı bedenin isteklerine bağlı istek ve
arzular tarafından etkileniyordu. Ama ruh yine de bu tür "düşük düzeyli"
etkilerden sıynlabiliyor, bedenden bağımsız hareket edebiliyordu. Amaç, aklın
idareyi ele geçirmesiydi. Çünkü insanın karnı ne kadar ağrırsa ağrısın, bir üçgenin
iç açılarının toplamı yine 180 derece idi. Akıl bu şekilde kendini
274
DESCARTES
meye devam edecektir. Çünkü akıl yaşlanıp çökmez. Yaşlanan bedenimizdir. Çünkü
Descartes'a göre "ruh" dediğimiz şey aklın ta kendisidir. İstek ve nefret gibi
düşük düzeyli arzu ve duygular bedensel işlevlere yakından bağımlı, dolayısıyla dış
gerçekliğin birer parçasıdırlar.
Alberto odanın öteki ucundaki büyük bir yazı masasının üzerinde duran bir
bilgisayarı gösteriyordu. Kalkıp ona doğru ilerlerken Sofi de onu izledi.
275
DESCARTES
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Alberto bilgisayarı açtı. Çok geçmeden ekranda C: yazısı göründü. Alberto "Laila"
diye yazdı ve:
- Bu oldukça gelişmiş bir sohbet programı, dedi. Sonra ekranda bir yazı belirdi:
Sofi henüz oturmamış olmasına rağmen "Evet" diye yazdı. Alberto da hemen
oturması için bir sandalye uzattı.
"Fena mı? Fena olmuyorsun ya Sofi? Lütfen bana tüm cümleler gir."
"Fena değilim. Tersine, çok iyiyim. Sana bir şey sorabilir miyim?"
"8 Ağustos 1988 tarihinde Atlanta'da yapıldım. 28 Mart 1990'da ise Norveç
Teknik Yüksek Okulu'nda Norveççeye çevrildim."
"Vay be!"
276
yorum ama 'vay be'ye en yakın bulabildiğim sözcük Veya'! Hıristiyan mısın Sofi?"
"Bilmiyorum."
"Sokrates de böyle derdi herhalde. Hattâ Descartes da." "Sokrates İ.Ö. 470-
399 yıllan arasında yaşamış bir Yunan filozofudur. Daha fazla bilgi için F7'ye bas.
Descartes 1596-1650 yıllan arasında yaşamış bir Fransız filozofudur. Daha fazla
bilgi için F8'e bas."
"Bu kadarının yettiğine sevindim. Lütfen bana başka bir şey sor."
"Hilde Möller Knag Lillesand'da yaşayan, Sofi Amund-sen'le aynı yaşta olan bir
kızdır."
"Nereden biliyorsun?"
Sofi:
"Hilde hakkında başka bir şey biliyor musun?" "Hilde'nin babası Lübnan'da bir
Birleşmiş Milletler gözcüsü. Rütbesi binbaşı ve kızına devamlı kartpostallar
gönderiyor."
277
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
"Kızgın mısın Sofi? Bunca ünlem işareti genellikle yoğun duyguların göstergesidir."
- Haklı! O yalnızca bir bilgisayar programı. Geleceği gösteren kristal bir küre
değil.
"Kes sesini!" diye yazdı Sofi.
- Tekrar yerimize geçelim, dedi Alberto. Ama Sofi bundan önce ekrana "Knag"
diye yazmıştı ve hemen ardından ekranda şunlar belirmişti:
"Buradayım."
Şimdi korkma sırası Alberto'ya gelmişti. "Sen kimsin?" diye yazdı Sofi.
- Böyle şey ne gördüm, ne işittim! diye haykırdı Alberto. Bir fare gibi şimdi de
hard-diskime sızıyor!
Sofi'yi kenara çekip ekranın başına kendisi geçti ve: "PC'me girmeyi nasıl
basardın be adam!" "Benim için bebek işi bunlar, sevgili meslektaşım! İstediğim
yerde olurum ben."
"Sakin ol! Şü an özel bir yaşgünü virüsü olarak görev yapmaktayım. Çok özel bir
selam iletmeme izin verir misin?" "Selamların buramıza kadar geldi zaten!"
"Sözlerimi kısa tutacağım: Her şey senin için, sevgili Hilde!
278
DESCARTES
15. yaşgününü tekrar tüm kalbimle kutlarım. Şu koşullardan dolayı senden özür
dilerim, ama ne yapayım ki sana böyle seninle her yerde varolacak bir hediye
vermek istedim. Sevgiler. Seni kollarına almayı sabırsızlıkla bekleyen baban."
Alberto'nun başka bir şey yazmasına fırsat bırakmadan ekranda yine C: harfi
belirdi.
147.643 326.439
15/06/90 23/06/90
12.47 22.34
- İşte sildim onu. Ama bir daha yine nerede, nasıl karşımıza çıkar kimbilir!
Sofi ilk o zaman isim benzerliğinin farkına vardı: Albert Knag ve Alberto Knox!
Ancak Alberto öyle düşünceliydi ki bir şey söylemeye cesaret edemedi. Tekrar
yerlerine, sehpanın başına geçtiler.
279
SPÎNOZA
Bir süre öylece oturdular. Neden sonra Sofi, sırf Alberto'nun düşüncelerini
dağıtmış olmak için:
- Descartes ilginç bir kişi olmalı. Meşhur oldu mu bari? Alberto birkaç kez derin
nefes alıp verdikten sonra yanıt
verdi:
- Diğer filozofların üzerinde derin etkisi oldu. Bunların başında, 1632-1677 yılları
arasında yaşamış büyük Hollandalı filozof Spinoza gelir.
280
SPİNOZA
bakış, İncil'deki bölümler arasında bir takım tutarsızlıklar bulacaktır. Ancak Yeni
Ahit'teki yüzeysel kutsal yazıların gerisinde İsa vardır ki ona Tanrı'nın sözcüsü
denebilir. Çünkü İsa'nın öğretileri, kaskatı bir hale gelmiş olan Yahudiliği öz-
gürleştirmiştir. İsa sevgiyi en yüce noktaya koyan bir "akıl di-ni"nin öğretisini
yapmıştır. Spinoza bu sevgiyi hem Tanrıya hem de insanlara duyulan sevgi olarak
yorumlamıştır. Ancak Spinoza'ya göre Hıristiyanlık da çok geçmeden kendi
dogmalarını ve şekilci törenlerini yaratmıştır.
- İşler iyice zorlaştığında Spinoza'ya kendi ailesi bile ihanet etmiştir. Dine karşı
gelen düşüncelerinden ötürü onu aile mirasından alıkoymaya çalışmışlardır. İşin en
paradoksal yanı ise, Spinoza'nın düşünce özgürlüğü ve dinde hoşgörünün en ateşli
savunucusu oluşudur. Öte yandan karşılaştığı tüm bu güçlükler onu, kendini
tümüyle felsefeye verdiği sakin ve mütevazı bir hayat yaşamaya itmiştir. Mercek
yontarak para kazandığı da olmuştur ki gördüğün gibi şimdi bu merceklerin
bazısına ben sahibim.
- Çok etkileyici!
- Evet, Sofi. Yaşamını kozmik bir bağlamda görmeyi başarabilir misin dersin?
Bunun için şu an ve buradaki kendini düşünmelisin ilkin...
281
SOFİ'NİN DÜNYASI
cük bir parçasını yaşadığını anımsat. Yani sen koskocaman biri bütünün bir
parçasısın.
- Bunu hissetmeyi de başarabilir misin dersin? Tüm doğayı! bir seferde, evet tüm
evreni tek bir bakışta algılayabilir misin?
- Evet ama benim de düşünmeni istediğim şey tam buydu. Otuz bin yıl sonra kim
olacaksın?
- Din karşıtı düşünceler bunlar mı oluyordu?
- Tam olarak değil. Spinoza varolan her şeyin doğanın kendisi olduğunu söylemekle
kalmayıp Tanrı ile doğa arasında benzerlik gözetti. Tanrının her şey olduğunu ve
her şeyin Tan-rı'da varolduğunu söyledi.
- Evet. Çünkü Spinoza için Tanrı dünyayı yaratan ve dolayısıyla dünyanın dışında
olan bir varlık değildi. Onun için Tanrı dünyanın ta kendisiydi. Bazen bunu başka
türlü dile getirdiği de olur. Dünya Tanrıdadır da der. Bu noktada, Pavlus'un
Areopagos tepesinde Atinalılara yaptığı konuşmaya başvurur. Pavlus, "O'nda
yaşar, O'nda hareket eder ve O'nda varoluruz,"
282
SPİNOZA
etik dedikleri şey, insanın iyi bir hayat yaşamak için yapması gereken şeylerdir.
Örneğin Sokrates ya da Aristoteles etiki deyince de bunu anlamak gerekir.
Ahlakın, başkalarının damarına basmadan nasıl yaşanacağına dair bir takım
kurallara indirgenmesi ise şu ana, bizim çağımıza özgüdür.
- Öyle gibi bir şey. Spinoza'nın ahlakla kastettiği şey ise yaşama sanatıdır daha
çok.
- Belki de... Ama Spinoza pek kolay anlaşılır bir filozof sayılmaz. Şimdi sırayla
gitmeye çalışalım... Descartes'ın gerçekliği birbirinden tümüyle bağımsız iki töze,
"düşünce" ve "uzam"a ayırdığını hatırlıyorsun, değil mi?
- "Töz" sözcüğü ile bir şeyi oluşturan, esas olarak içinde bulunan ya da ona
indirgenebilen şeyi kastediyoruz. Descartes için böyle iki tür töz vardı. Bir şey ya
"düşünce" ya da "uzam" idi.
283
SOFI'NİN DÜNYASI
yin özünü oluşturan tek bir töz vardı. Varolan her şey tek bir şeye vanr, diyor ve
bu şeye de Töz diyordu. Bazen de buna Tanrı ya da doğa diyordu. Yani Spinoza
Descartes gibi "îkici" bir gerçeklik anlayışına sahip değildi. O, "Birci" idi. Yani tüm
doğayı ve varolan her şeyin tüm koşulunu bir ve tek bir töze indirgiyordu.
ki!
- Aslında Descartes ile Spinoza arasındaki fark sanıldığı kadar büyük değildir.
Descartes da Tann'nm diğer her şeyden bağımsız olarak varolduğuna işaret
ediyordu. Spinoza'nın Descartes ile Yahudi ya da Hıristiyan düşüncesinden ayrılan
yanı, Tann ile doğayı veya bir başka deyişle Tann ile yarattıklannı eş tutuşundadır.
- Evet, üstüne bastın! Spinoza'ya göre biz insanlar Tan-n'nın iki özelliğini ya da iki
yanını biliriz. Bu iki özelliği Spinoza Tann'nın yüklemleri diye adlandınr ve ona
göre bu iki yüklem Descartes'ın "düşünce" ve "uzam"ının ta kendisidir. Yani Tann
-ya da doğa- ya düşünce ya da maddi bir şey olarak kendini gösterir. Tamının
"düşünce" ve "uzam"dan başka özellikleri de olabilir elbette ancak insanlar onun
yalnız bu iki yüklemini bilirler.
- Heyecanla bekliyorum.
284
SPİNOZA
- Öyle ama bu karmaşık lafların arkasında günlük konuşma dilinin bile açıklamakta
yetersiz kalacağı muhteşem sadelikte bir kavrayış gizlidir.
- O da ben.
- Evet çünkü bir an karnı ağnyan, bir an düşünen kişi hep o tek insan, sensindir.
Spinoza etrafımızdaki her şeyin aynı şekilde Tann ya da doğanın bir ifadesi
olduğunu düşünüyordu. Düşündüğümüz her şey de Tann'nm ya da doğanın
düşünceleriydi. Çünkü her şey birdi. Tek bir Tann, tek bir doğa ya da tek bir töz
vardı.
- Ama bir şey düşünürken, düşünen benimdir. Hareket ederken ben hareket
ederim. Niye durup durup işin içine Tan-n'yı kanştınyorsun?
- Kendini konuya kaptmşın hoşuma gidiyor! Peki ama sen kimsin? Sen Sofi
Amundsen'sin ama aynı zamanda kendinden fok daha büyük bir şeyin ifadesisin.
Düşünen ya da hareket edenin sen olduğunu söyleyebilirsin elbette, ama senin dü-
285
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
SPİNOZA
- Hem evet, hem hayır. Baş parmağını istediğin gibi hareket ettirebilme
özgürlüğüne sahipsin belki ama parmağın ancak doğasına uygun olarak hareket
edebilir. Elinden kopup odada dönüp durmaya başlayamaz örneğin! İşte senin de
bütünün içinde bir yerin var çocuğum. Sen Sofi'sin ancak aynı zamanda Tanrı'nın
vücudunda bir parmaksın.
- Ya da doğa veya doğa yasaları! Spinoza'ya göre Tanrı -ya da doğa yasaları- olan
biten her şeyin içsel nedenidir. Tanrı dışsal bir neden değildir, çünkü ifadesini
yalnız ve yalnız doğa yasaları aracılığıyla bulur.
- Farkı görebildiğimi pek sanmıyorum.
- Tanrı ipleri çekerek olan biteni belirleyen bir kukla oynatıcısı değildir. Kukla
oynatıcısı kuklaları dışarıdan yönetir, dolayısıyla kuklaların hareket etmesinin
"dışsal nedeni"dir. Ama Tanrı dünyayı böyle yönetmez. Tanrı dünyayı doğa
yasaları aracılığıyla yönetir. Bu yüzden Tanrı -ya da doğa- olan biten her şeyin
"içsel nedeni"dir. Bu, doğadaki her şeyin zorunluluklar sonucu böyle olduğunu
söylemek anlamına gelir. Spino-za'nın doğaya bakışı Gerekirci bir bakıştı.
- Stoacıları anımsıyorsundur belki de. Evet, onlar da her şeyin zorunluluk sonucu
varolduğunu söylemişlerdi. Bu yüzden başa gelen her şeyi "Stoacı dinginlik"le
karşılamak son derece önemliydi. İnsanlar kendilerini,duygularına esir
etmemeliydi. Bu ana hatlarıyla Spinoza ahlakı için de geçerliydi.
286
- Tekrar, bundan otuz bin yıl önce yaşamış Taş Devri oğlanına dönelim. Bu çocuk
zamanla büyüdü, okuyla vahşi hayvanlar avladı, bir kadına aşık oldu, ondan
çocukları oldu ve muhtemelen kabilesinin tanrılarına taptı. Bunlardan hangisini o
belirledi sence?
- Bilmem.
- Ya da doğa yasaları gereğince! Sen de öyle Sofi, çünkü sen de doğasın. Tabii bu
noktada -Descartes'dan da destek alarak-itiraz edebilirsin ve hayvanlarla
insanların farklı olduğunu, hayvanların özgür iradeden yoksun olduğunu
söyleyebilirsin. Ama yeni doğmuş bir bebeği düşün. Bağırıp çağıran bebek süt
bulamazsa parmağını emer. Bu bebeğin özgür iradesinden söz edilebir mi?
- Hayır.
- Bu küçük bebeğin ne zaman özgür iradesi olur? İki yaşına gelince sağı solu
göstererek koşuşturur durur. Üç yaşına geldiğinde dırdırıyla annesinin başını
şişirir. Dört yaşında aniden karanlıktan korkmaya başlar. Özgürlük bunun
neresindedir Sofi?
- Bilmiyorum.
287
SOFfNlN DÜNYASI
SPINOZA
farkında değildir, çünkü her yaptığının ardında son derece karmaşık nedenler
yatar.
- Son bir soru soracağım: Büyük bir bahçede iki ağaç düşün. Bir tanesi bahçenin
güneş alan köşesinde, verimli bir toprak parçasında, diğeriyse gölgelik ve verimsiz
bir alanda yetişiyor olsa, hangisi daha çok büyür? Hangisi daha çok meyve verir?
- Spinoza tümüyle "kendi kendinin nedeni" olan ve sınırsız bir özgürlükle hareket
edebilen tek bir varlık olduğunu söyler. Böyle özgür ve "rastlantısal olmayan" bir
sürecin ifadesi olan tek varlık Tann ya da doğadır. İnsan dış bir gücün etkisinde
kalmadan özgür olabilmek için ne kadar uğraşırsa uğraşsın, böylesi bir "özgür
irade"yi hiçbir zaman elde edemez. Bedenimizde olan biten her şeyi -ki bedenimiz
maddenin bir yüklemidir- denetleyemeyiz. Düşüncelerimizi de kendimiz
"seçmeyiz". Dolayısıyla insan "özgür bir ruh"a sahip değildir; ruhumuz mekanik bir
bedene hapsolmuş gibidir adeta.
288
- Yani?
Alberto bunları söyledikten sonra kalkıp kitaplıkta duran koca bir meyve tabağını
aldı. Tabağı sehpaya koydu.
Bunun üzerine Sofi tabaktan bir muz, Alberto da yeşil bir elma aldı.
Sofi Alberto'ya doğru eğilmiş, ona muzu gösteriyordu. Alberto yazıyı yüksek
sesle okudu:
"İşte yine ben, Hilde! Gördüğün gibi ben her yerdeyim sevgili kızım. Yaşgünün
kutlu olsunl"
289
SOFÎ'NİN DÜNYASI
yazarak kızının yaşgününü kutlayan bir adamın aklı pek sağlam sayılmaz. Ama
oldukça zeki olduğunu da kabul etmek lazım...
- Öyleyse Hilde'nin zeki bir babası olduğunu işte şu an ilan etmiş oluyoruz, öyle
mi?
- Evet, demin ben de dedim ya! O zaman son görüşmemizde sana beni Hilde diye
çağırttıran, ağzımıza sözcükleri tıkıştıran da o olabilir.
şüphe etmeliyiz.
- Ne biliyoruz, tüm hayatımız aslında bir rüyadır belki de!
- Ama hemen sonuçlar çıkarmaya başlamayalım. Her şeyin çok daha basit bir
açıklaması olabilir.
- Öyle veya böyle, artık eve gitmeliyim. Annem bekler. Alberto Sofi'yi kapıya
kadar geçirdi. Tam giderken:
LOCKE
.öğretmen sınıfa girmeden önce yazısız ve bomboş duran bir karatahta gibi...
Sofi eve geldiğinde saat sekiz buçuktu. Bu annesiyle anlaşmasını bir buçuk saat
geciktirmiş o.lduğu anlamına geliyordu. Aslında anlaşma da denemezdi ya! Tek
yaptığı bir not bırakıp yemeğe gelmeyeceğini, saat yedide evde olacağını söylemek
olmuştu.
- Daha önce gelmem mümkün olmadı. Tam büyük bir bilmeceyi çözme
aşamasındayız sanıyorum!
- Saçmalık!
- Artık sahiden onunla karşılaşmayı talep ediyorum! En geç yarın! Genç bir kızın
yaşlı bir adamla bu şekilde buluşması doğru değil.
- Hilde de kim?
- Lübnan'daki adamın kızı. Gerçekten kötü bir adam o. Tüm dünyayı kontrol ediyor
bile olabilir...
290
291
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
görüşmekten men ederim. Hiç olmazsa neye benzediğini görmedikçe içim rahat
etmeyecek.
- Nereye gidiyorsun? diye seslendi annesi arkasından. Çok geçmeden Sofi oturma
odasına geri gelmişti.
- Karşınızda Atina...
Birden Sofi çoktan unutmuş olduğu bir şeyi farketti. Akro-polis, farklı farklı
turlardan insanlarla kaynıyordu. Bunlardan birinin arasında küçük bir pankart
göze çarpıyordu. Pankartta "HİLDE" yazılıydı.
292
LOCKE
- Tipi pek fena sayılmaz, ne dersin? dedi Sofi alaycı bir tavırla.
- Onu bilmem ama, daha henüz tam anlamıyla tanımadığı bir kız için Atina'da film
çeken bir insan oldukça ilginç bir kişi olmalı. Ne zaman Atina'daymış acaba?
- Knox mu?
- Köfteyi ısıtabilirsin.
Sofi bundan sonraki iki hafta Alberto'dan hiçbir haber almadı. Hilde'ye yollanmış
bir yaşgünü kartı daha geçti eline, ama kendi yaşgünü iyice yaklaşmış olmasına
rağmen ona tek bir kart bile yollayan olmamıştı.
293
SOFfNİN DÜNYASI
LOCKE
mış, açan olmamıştı. Demek ki evde değildi, ancak kapıda bir not asılıydı:
Hay Allah! Alberto tutup yine Atina'ya gitmemişti inşallah! Bunu nasıl yapar, nasıl
onu cevaplanmamış bunca soruyla başbaşa bırakırdı!
14 Haziran günü okuldan geldiğinde Hermes'i bahçede buldu. Sofi ona koştu,
Hermes de ona. Tüm soruların cevabı on-daymış gibi Hermes'e sıkı sıkı sarıldı.
Yine annesine bir not yazdı. Ama bu kez Alberto'nun adresini de eklemeyi ihmal
etmedi.
Yürürlerken ertesi günü düşünmeye başladı. Kendi yaşgü-nü değildi düşündüğü.
Zaten yaşgününü 24 Hazirandan önce kutlamayacaklardı. Yarın asıl Hilde'nin de
yaşgünüydü. Sofi bu günün çok özel bir gün olacağına yüzde yüz emindi. En
azından Lübnan'dan gelen kartların sonu demek olacaktı bu gün.
Büyük Meydandan geçmiş, şehrin o eski semtine yaklaşırlarken bir çocuk parkının
yanından geçiyorlardı. Hermes parktaki bir bankın yanına gidip orada durdu. Sanki
Sofı'nin banka oturmasını ister gibiydi.
294
Olamazdı. Aklında Hilde olduğu için köpeğin konuşup ona Hilde dediğini hayal
etmişti. Ama ta içinden, Hermes'in kendisine bu dört sözcükle konuşmuş olduğunu
biliyordu. Boğuk ve yankılı sesini duymuştu Hermes'in.
Hemen ardından her şey eski haline dönmüştü. Hermes sanki biraz önce olanları
örtbas etmek istercesine birkaç kez yüksek sesle havladıktan sonra.yoluna devam
etti. Alberto'nun evine gelip apartmandan içeri girerlerken Sofi başını kaldırıp
gökyüzüne baktı. Bütün gün güzel geçen hava şimdi kötülemiş, gökyüzünü gri
bulutlar kaplamaya başlamıştı.
- Nezaketin hiç gereği yok! Kpca bir aptalsın ve sen de çok iyi farkındasın bunun!
- Tahmin et!
- Tam isabet!
Alberto Sofiyi içeriye buyur etti. Bugün de değişik bir kıyafete bürünmüştü. Bir
önceki giysilerine benziyordu bunlar da, ama bu kez pek öyle kurdeleler, şeritler,
dantellerle süslü değillerdi.
295
03
en O-<x> as
Iı
za
Cfl
p3
SOFi'NİN DÜNYASI
olarak çıkar.
- Ve altın da gerçek deneyimlerdir, öyle mi?
- Haydi öyleyse!
- Bunların ilki, 1632-1704 yıllarında yaşamış olan John Locke idi. "An Essay
Concerning Human Understanding" adlı en önemli kitabı 1690'da yayınlandı. Locke
bu kitabında iki sorunun yanıtını bulmaya çalışır: insanların düşünce ve
kavramlarının nasıl oluştuğunu ve duyularımıza güvenip güvene-meyeceğimizi.
- Bu soruları teker teker ele alalım. Locke tüm düşünce ve kavramlarımızın görüp
duyduklarımızdan oluştuğuna inanır. Bir şeyi duyumsamadan önce bilincimiz bir
"tabula rasa",.yani "boş bir levha"dır.
- Bir şeyi duyumsamadan önceki bilincimiz, öğretmen sınıfa girmeden önce yazısız
ve bomboş duran bir karatahtaya benzetilebilir. Locke bilinci döşenmemiş bir
odaya da benzetir. Ancak sonra duyumsamaya başlarız. Çevremizdeki dünyayı
görür, koklar, tadar, dokunur ve işitiriz. Ve bunu en iyi yapanlar küçük
çocuklardır. Böylelikle Locke'un temel duyumlar dediği şeyler oluşur. Ancak bilinç
bu dış izlenimleri yalnızca, edilgen bir biçimde almakla yetinmez. Bilinç bu temel
duyumları düşünme, yargılama, inanç ve şüphenin süzgecinden geçirir ve böylelikle
yansıma fikirler oluşur. Dolayısıyla Locke "duyumsama" ve "yansıma"yı birbirinden
ayırır. Çünkü bilincimiz yalnızca pasif bir alıcı değildir; üzerine akın eden
duyumsal izle-
298
LOCKE
nimlerini sınıflar ve üzerinde düşünür. İşte tam bu noktada uyanık olmak gerekir.
- Hem evet, hem hayır. Locke'un cevap aradığı ikinci soru da budur. Fikir ve
kavramlarımızın nasıl oluştuğunu yanıtladıktan sonra, dünyanın gerçekten bizim
duyumsadığımız gibi olup olmadığını sorgular. Çünkü bu çok açıkça yanıtlanabilecek
bir soru değildir, Sofi! Yanıt verirken aceleci olmamalıyız. Bir filozofun yapmaya
hakkı olmadığı tek şeydir bu.
-Nasıl?
299
i^j
SOFİ'NIN DÜNYASI
LOCKE
- Jorün'ün portakal yiyişine baksa limon yiyor sanır insan. Portakalı ancak dilim
dilim yer. Yedikçe de "Çok ekşi!" der. Halbuki bence aynı portakal oldukça tatlı ve
güzeldir.
- Evet. Hiç kimse yuvarlak bir portakalın küp şeklinde olduğunu söyleyemez. Tatlı
ya da ekşi olduğunu "düşünebilir" insan ama 200 gram geliyorsa sekiz kilo
olduğunu "düşünemez". Portakalın birkaç kilo olduğunu "sanabilirsin" elbette, ama
o zaman tahmin gücün pek sağlam değil demektir. Bir şeyin kaç kilo olduğu tahmin
edilecek olsa, birinin tahmini hep gerçeğe diğerlerinden daha yakın olacaktır.
Şeylerin sayısı söz konusu olduğunda da durum böyledir. Kavanozda ya 986 nohut
vardır
300
- Anlıyorum.
- Belki de haklıydı.
- Hangi konuda?
- Haklı olduğu düşünülebilir elbette. Ancak o bunu bir inanç meselesi olarak
görmüyordu. Tann fikrinin insan aklından doğduğunu öne sürüyordu. Ve işte buydu
onun Usçu yanı. Ayrıca fikir özgürlüğü ve hoşgörüden yana olduğunu da
eklemeliyim. Savunduğu bir başka konu da cinslerin eşit olduğuydu. Erkeğin
kadından üstün olduğu düşüncesini yaratan insanın kendisidir, dolayısıyla bu fikri
değiştirebilecek olan da yine insandır, diyordu.
- Aynı fikirdeyim.
301
SOFİ'NİN DÜNYASI
- Bu, devletin gücünün farklı kurumlar arasında bölüşülmesi anlamına geliyor, değil
mi?
- "Yasama gücü" veya bir başka deyişle Millet Meclisi. "Yargı gücü" ya da
mahkemeler. Ve "yürütme gücü" ya da hükümet.
- Gücün bu şekilde üçe ayrılışı Fransız aydınlanma filozofu Montesquieu'den
kaynaklanır. Locke, her şeyden önce, diktatörlüğe varmamak için yasama ve
yürütme organlarının birbirinden ayn olması gerektiğini dile getirmiştir. Locke
tüm gücü kendinde toplayan ve "Devlet benim!" diyen 14. Louis döneminde
yaşamıştır. Bu görüşe de Mutlakiyetçilik diyoruz. Çağımızda varolsa 14. Louis'nin
yönetimini belli yasalara bağlı olmayan, rastgele bir yönetim olarak adlandırırdık.
Locke'a göre de yasal devleti sağlamanın ana yolu yasaları halkın temsilcilerinin
koymaları, bunları uygulayanın ise kral ya da hükümet olmasıydı.
302
HUME
Alberto bir süre öylece oturup sehpayı seyretti. Sonra dönüp camdan dışarıya
baktı.
- Üç Britanya Empiristinden sırası gelen o, ama o bir çok bakımdan başlı başına
bir grup oluşturduğu için onu sona bırakıp şimdi David Hume dan bahsedeceğiz.
1711-1776 yıllarında yaşamış olan Hume'un felsefesi, en önemli Empirisizm
felsefesi olarak görülür. Böyle önemli görülmesinin bir başka nedeni de büyük
filozof Immanuel Kant'ı kendi felsefesini oluşturmak konusunda esinlendiren bir
filozof olmasıdır.
- Aslında Berkeley'i anlatmanı isterdim demem, bir şeyi değiştirmez değil mi?
303
SOFİNİN DÜNYASİ
HUME
- Ama bir gün kendi felsefemi kuracak olursam, bu şimdiye dek duyduklarımın
tümünden farklı olacak.
- Çok haklısın elbette. Ama tam da Hume olabilir biraz farklı düşünen. Herkesten
çok o, günlük yaşamdan alır çıkış noktasını. Üstelik kanımca Hume çocukların ya da
yeni dünya yurttaşlarının dünyaya nasıl baktıklarını çok iyi bilir.
- Hume bir Empirist olarak görevinin, şu senin erkek filozofların yarattığı tüm
karmaşık kavramlar ve düşünce yapılarında şöyle bir temizlik yapmak olduğuna
inanıyordu. Yazılıp çizilenlerde hâlâ Ortaçağ düşüncesinden ve 17. yüzyıl Usçu
düşüncesinden hurdalara rastlandığını söylüyordu. Kendisi ise insanın dünyayı
dolaysız algılayışına dönmek istiyordu. Hiçbir felsefe "bizi günlük
deneyimlerimizin ötesine götüremez veya bize günlük yaşantımızdan edindiğimiz
izlenimler üzerine düşünerek ulaştığımız davranış kurallarından başka kurallar
sağlayamaz" diyordu.
304
- Hayır.
- Ama tüm bunların gerisinde dünya olduğu gibi duruyor-dur, Sofi. Her zaman
olduğundan daha canlı, daha açık seçik. Hume düşüncelerin bilinçte henüz
oluşmadığı dönemlere, çocukların dünyayı algılayış biçimine geri dönmek ister.
Şimdiye dek ele aldığımız filozofların kendi dünyalarına kapanmış yaşadıklarını,
seni ise en çok gerçek dünyanın ilgilendirdiğini söylememiş miydin?
- Hume da aynı şeyi söylerdi. Ama gel, onun düşüncelerini biraz daha
derinlemesine inceleyelim.
- Bekliyorum.
- Hume, insanın iki tür algılayış biçimine sahip olduğunu söyleyerek işe başlar.
Bunlar izlenim ve fikirlerdir. "İzlenim" dış gerçekliğin anlık algılanışıdır. "Fikir"
ise bu tür bir izlenimi
305
SOFİ'NİN DÜNYASI
HUME
yeniden anımsamaktır.
- Sobaya değip elini yakarsan, o an bir "izlenim" edinirsin. Bir zaman sonra elini
yaktığını hatırlarsın. Hume'un "fikir" dediği de budur. Bu ikisi arasındaki fark,
izlenimin, izlenimi anımsayan fikirden çok daha güçlü, çok daha canlı olmasındadır.
Duyumsal izlenimin özgün örnek, "fikir" ya da izlenimin anısının bunun soluk bir
kopyası olduğunu da söyleyebiliriz. "İzlenim", bilinçte muhafaza edilen "fikir"in
doğrudan nedenidir de ondan!
- Önemli mi? Tabii önemli. Filozoflar zaman zaman bir takım yapay problemlerle
uğraşmış olabilirler ama, bu bizim bir muhakemenin oluşma sürecini izleme
çabamızı hiçbir zaman engellememeli. Hume da, Descartes'la bir fikri temelinden
oluşturmak gerektiği konusunda hemfikirdi kuşkusuz.
- Hume'un altını çizdiği konu, bazen gerçekte böyle olmadığı halde "fikirleri"
aklımızda birleştirebildiğimizdir; yanlış fikirler, doğada bulunmayan kavramların
da böyle doğduğudur. Buna bir örnek olarak meleklerden sözetmiştik. Daha önce
"fimsah"dan da bahsetmiştik hatırlıyorsan. Yine bir başka örnek mitolojideki
kanatlı at, Pegasos'dur. Tüm bu örneklerde bilincimizin onu alıp bununla, bunu alıp
sununla, kanatları bir izlenimden, atı bir başkasından alıp bu ikisini birbiriyle
dilediği gibi kesip birleştirmiş olduğunu kabul etmeliyiz. Tüm bu
306
- Güzel! Yani Hume her bir kavramı ele alıp, bunun gerçek hayatta karşılığının
bulunup bulunmadığını araştırıyordu. "Bu fikir hangi izlenimden kaynaklanıyor?"
diye soruyordu. Bunu yaparken her şeyden önce bileşik bir kavramın hangi "basit
fikirlerin" bir bileşimi' olduğunu bulması gerekiyordu. Bu şekilde insan kavrayışını
çözümlemek için bir yöntem geliştirmiş oluyordu. Amacı fikirlerimize,
kavramlarımıza bir çekidüzen getirmekti.
- Biraz düşününce "cennet"in son derece bileşik bir kavram olduğunu kolayca
görebiliriz. Bu öğelere şöyle birkaç örnek verebiliriz: "Cennet" "incilerle süslü
kapılar", "altından yollar", sayısız "melekler" vesaire ile doludur. Aslında "incili
kapılar", "altın yollar" ve "melekler" de bileşik kavramlardır ve kendi bileşenlerine
ayrılabilir. Cennet kavramımızı, "inci", "kapı", "altın", "beyaz giyinmiş bir biçim" ve
"kanat" gibi basit kavramlara ayırdıktan sonra, işte ancak o zaman gerçekten bu
"basit izlenimleri" yaşayıp yaşamadığımızı kendimize sorabiliriz.
- Ve buna cevabımız "evet" olur. Ama biz tüm bu "basit izlenimleri" alıp hayali bir
şey oluşturacak biçimde biraraya getirmişizdir.
307
SOFfNİN DÜNYASI
- Evet, işte sen de görebiliyorsun bunu. Biz insanların en iyi yaptığı şeylerden
biridir hayal görürken kesip yapıştırmak! Ancak Hume'un üzerinde durduğu nokta,
sonuçta hayali şeyleri oluştursalar da bu öğelerin şu ya da bu biçimde bilincimize
"basit izlenimler" olarak girdikleridir. Hayatında hiç "altın" görmemiş bir insan
altından bir yol hayal de edemez.
- Doğrusu oldukça akıllı biriymiş bu Hume! Peki, Tanrının varolduğuna dair içinde
açık-seçik bir duygu olduğunu söyleyen Descartes'a ne demeli?
- Hume'un buna da bir yanıtı var. Tanrı'yı sonsuz "zeki, akıllı ve iyi" bir varlık
olarak düşündüğümüzü esas alırsak, Tann'nın sonsuz zeki, sonsuz akıllı ve sonsuz
iyi bir şeyden oluşan, "bileşik bir düşünce" olduğunu söyleyebiliriz. Zekâ, akıl ve
iyiliği hiç yaşamamış olsaydık, böyle bir Tanrı kavramımız da olamazdı. Tanrıyı
"sert ama adil bir baba" olarak görme eğilimimiz de vardır. Bu da "sert", "adil" ve
"baba"dan oluşan bileşik bir kavramdır. Hume'dan sonra yaşamış pek çok tarih
eleştirmenine göre, bu tam da çocukken kendi babamızı algılayışımıza benzer.
Olağan baba kavramı, "cennetteki baba" kavramını hazırlamıştır, da denir.
- Bu doğru olabilir, ama Tann'nın mutlaka bir adam olması gerektiği görüşünü ben
hiç kabul edemiyorum. Annemin de eşitlik sağlamak için bazen Tanrı'ya Tanrıça
dediği olur!
- Sonuç olarak Hume, duyusal izlenimlerde karşılığını bulmayan her türlü düşünce
ve kavramı elden geçirmek istiyordu. Amacı "çağlardır metafizik düşünceye hakim
olmuş ve onun itibarını sarsmış olan tüm bu anlamsız gevezeliği ortadan sil-
mek"di. Oysa günlük yaşantımızda geçerli olup olmadığını düşünmeden pek çok
kavram kullanıyoruz. Örneğin, "ben" ya da "kişiyi kişi yapan şey" kavramları... Bu
kavram Descartes'ın felsefesinin temelini oluşturuyordu. Tüm felsefesi varlığını
açık-seçik duyuran bu kavramın etrafında yükseliyordu.
308
HUME
- Hayır, ben devam etmeyeceğim. Senin "ben" olarak algıladığın şeyi Hume'un
çözümleme yöntemini kullanarak sen araştırmalısın.
- O halde öncelikle kendime "ben" kavramının basit mi yoksa bileşik bir kavram mı
olduğunu sormalıyım.
- İtiraf etmeliyim ki kendimi oldukça bileşik bir şey olarak görüyorum. Karamsar
bir kişiliğim vardır örneğin. Ayrıca oldukça kararsız biriyimdir. Üstelik aynı
kişiden hem hoşlanıyor, hem hoşlanmıyor olabilirim.
- Tamam. Şimdi de kendi "ben"ime dair "bileşik bir izle-nim"im olup olmadığını
sormalıyım. Sanırım var. Sanırım hep olagelmiş bir şey bu...
- Demek ki insanın değişmez bir kişiliği olduğu düşüncesi yanlış bir düşünce. "Ben"
kavramı gerçekte, hiçbir zaman hepsi birarada yaşanmamış, pek çok basit
izlenimin oluşturduğu bir zincirdir. Ben, "birbirini sonsuz bir hızla izleyen, her an
değişim ve hareket halinde olan bir algılar demetinden başka bir Şey değildir,"
der Hume. Bilinç "pek çok görüşün birbiri ardınca
309
SOPfNÎN DÜNYASI
HUME
kendini gösterdiği, geçip gittiği, tekrar geri döndüğü ve sayısız konum ve
durumda iç içe geçtiği bir tiyatrodur," der. Hume, gelip giden bu görüşler ve
duyguların altında ya da arkasında bir başka "kişiliğin" varolmadığını anlatmak
ister. Sinema perdesindeki görüntülere benzetilebilir bu durum: Film kareleri
perdede birbirini son derece hızlı bir biçimde izler. Öyle ki filmin aslında bu
karelerin bir "bileşimi" olduğunu algılayanlayız. Kareler aslında birbirinden
bağımsızdır. Film aslında bu kısa anların bir toplamıdır.
- Galiba.
- Ve daha birkaç dakika önce bunun tam tersine inanıyordun! Bu arada şunu da
eklemeliyim ki, Hume'un insan aklını çözümleyiş biçimini ve insan kişiliğinin
değişmez bir şey olduğu görüşünü reddedişini, bundan 2500 yıl önce, dünyanın
bam başka bir köşesinde bir kişi daha paylaşıyor.
- Kim bu kişi?
310
- "Bileşik her şey yokolmaya mahkûmdur," demiştir. Hume da aynı şeyi söylerdi
belki. Hattâ Demokritos da. Hume'un ruhun ölümsüzlüğünü ve Tann'nm varlığım
ispatlamaya dair her türlü çabaya karşı çıktığını söyleyebiliriz en azından. Ama
bu, onun ruhun ölümsüzlüğünü ve Tann'nın varlığını reddettiği anlamına gelmez. O
dinsel inançların kanıtlanabileceğine dair inanışın Usçu saçmalıktan ibaret
olduğunu söyler yalnızca. Hume Hıristiyan olmamasına rağmen tanrıtanımaz
değildi. O, olsa olsa bir Bilinemezci idi.
- Ne demek "Bilinemezci"?
- Bu yanıt onun sonsuz önyargısızlığına tipik bir örnektir. Hume, yalnızca varlığını
kesin bir şekilde duyumsadığı şeylerin gerçek olduğuna inanırdı. Bunun dışındaki
şeyler konusunda ise her şeye açıktı. Ne Hıristiyanlığı, ne de mucizeleri
reddediyordu. Ancak ona göre bu iki şey tam da inançla ilgili, bilimle ya da akılla
ilgisi olmayan şeylerdi. İnançla bilim arasındaki son bağın Hume'un felsefesiyle
sona erdiğini de söyleyebiliriz.
- Evet ama bu, mucizelere inandığı anlamına gelmez. Hattâ tam tersi! Ancak o
insanların, bugün bizim "doğaüstü" dediğimiz şeylere inanmaya büyük ihtiyaç
duyduklarını vurgulamak istiyordu. Ve bu tür inançlarda ortak olan şey, anlatı-
311
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
HUME
lan bu mucizelerin hep eskiden, çok eskiden gerçekleşmiş olduğudur. Hume
bunları reddeder, çünkü kendisi bunları bizzat yaşamamıştır. Öte yandan
yaşamamış olması, bunların hiç olmamış ya da hiç olmayacağı anlamına gelmez.
- Hume'a göre mucize, doğa yasalarının ihlali anlamına gelir. Ancak doğa yasalarını
bizzat duyumsadığımızı söylemek de anlamsızlık olur. Elimizden bıraktığımız bir
taşın yere düştüğünü duyumsarız; yok eğer düşmeseydi, düşmediğini du-yumsamış
olurduk.
- Demek "doğa" ve "doğaüstü" diye iki tür doğa olduğuna inanıyorsun. Usçu
gevezeliklere yaklaşmış olmuyor musun böyle düşünerek?
- Olabilir, ama ben elden bırakılan taşın her zaman yere düşeceğine inanıyorum.
- Neden?
- Gıcıklık etmiyorum. Bir filozof gıcıkbk olsun diye sormaz, ama daima soru sorar.
Şu an belki de Hume'un felsefesinin en önemli noktasından bahsediyoruz. Şimdi
yanıt ver: taşın her zaman yere düşeceğinden nasıl emin olabiliyorsun?
- Hume bu konuda, taşın yere düşüşünü pek çok kere du-yumsamış olduğunu,
ancak hep düşeceğini duyumsamamış olduğunu söylerdi. Taşın "yerçekimi
yasası"ndan ötürü yere düştüğü söylenir. Oysa biz böyle bir yasayı hiçbir zaman
duyumsa-mamışızdır. Biz yalnızca şeylerin yere düştüğünü duyumsarız.
- Hayır, pek değil. Taşın yere düşeceğine inandığını, çünkü bunu pek çok kez
gördüğünü söyledin. Hume'un altını çizmek
312
istediği nokta da tam bu noktadır. Bir şeyin bir başka şeyin sonucu olduğuna öyle
alışmışsındır ki, artık elinden ne zaman bir taş bıraksan taşın hep yere düşmesini
beklersin. "Karşı konulmaz doğa yasaları" dediğimiz kavram da böyle oluşmuştur.
- Hume yere atılan bir taşın yere düşmeyebileceğine inanıyor muydu gerçekten?
- Hayır, tam tersi! Hume'a göre gerçekliğin esas tanıkları çocuklardır. Bir taş bir-
iki saat havada uçsa buna en çok kim şaşırırdı sence: sen mi yoksa bir yaşındaki
bebek mi?
- Neden Sofi?
- Herhalde bunun doğaya aykırı bir şey olduğunu bir bebekten daha çok
anlayabildiğim için.
- Peki bunun doğaya aykırı bir şey olduğunu bir bebek niçin anlayamaz?
- Öyleyse şu ödevi yanıtla: Sen ve bir bebek bir sihirbazın yaptığı numaralan,
örneğin ağır bir şeyi hiç desteksiz havada tutuşunu izleseniz, hanginiz bunu daha
ilginç bulurdu?
- Neden?
313
SOFİ'NİN DÜNYASI
- Böyle de diyebilirsin.
- Ben bunu gerçekten pek çok kere duyumsadım. Jorün'le-rin bodrumunda bir
bilardo masası var.
- Hume duyumsadığm yegâne şeyin, siyah topun beyaz topa çarptığı ve beyaz
topun masada hareket etmeye başladığı olduğunu söyler. Beyaz topun hareket
etme nedenini ise duyum-samazsın. Bir olayın bir süre sonra bir başka olayı
izlediğini du-yumsarsın, ancak ikinci olayın birinci olaydan ötürü oluştuğunu
duyumsamazsın.
- Hayır, önemli bir nokta bu. Hume, bir olayın bir diğerini
314
HUME
- Benim yalnızca siyah atlardan oluşan bir at sürümün olması, tüm atların siyah
olduğu anlamına gelmez.
- Tabii ki!
- Ve benim tüm yaşamım boyunca yalnızca siyah karga görmüş olmam, dünyada
beyaz karga olmadığı anlamına gelmez. Hem bir filozof, hem de bir bilim adamı
için beyaz bir karganın varolabileceği olasılığını reddetmemek son derece
önemlidir. "Beyaz karga"nın peşinden koşmak bilimin en önemli görevidir de
diyebiliriz.
- Anlıyorum.
- Neden ile etki ilişkisine gelince, her zaman gök gürültüsünden önce geldiği için
şimşeğin gök gürültüsünün nedeni ol-
315
SOFI'NİN DÜNYASI
- Pek sayılmaz. Aslında aynı anda hem şimşek çakar, hem gök gürler.
- Anlıyorum.
- Bizim yüzyılımızda yaşamış bir Empirist, Bertrand Rus-seli buna çok daha
grotesk bir örnek verir: Her gün kümese gelen çiftçinin karısının kendisine yemek
verdiğini gören tavuk, sonunda kadının kümese gelmesiyle tabağına yem konması
arasında bir nedensellik bağı olduğu sonucunu çıkarır.
- Of, ne iğrenç!
- Zaman içinde bir şeyin bir başka şeyi izlemesi, bunların arasında mutlaka bir
"nedensellik ilişkisi" olduğu anlamına gelmez. İnsanları çabuk sonuçlara varmaya
karşı uyarmak bir filozofun en önemli görevlerinden biridir. Aslında bunlar pek
çok boş inanın da nedenidir.
-Nasıl?
- Yoldan geçen bir kara kedi görürsün. Aynı gün bir süre sonra düşer kolunu
kırarsın. Bu, bu iki olay arasında bir nedensellik ilişkisi olduğu anlamına gelmez.
Aynı şekilde bilimde de hızlı sonuçlara varmamak son derece önemlidir. Pek çok
kişinin belli bir ilacı aldıktan sonra iyileşmesi, onları bu ilacın iyileştirdiği anlamına
gelmez. Bu yüzden, gerçek ilacı alanların
316
HUME
yamsıra, bu ilacı aldığını sanan oysa gerçekte suyla karıştırılmış undan oluşan
haplar verilen büyük bir kontrol grubu oluşturulmalıdır. Gerçek ilacı almayan
kişiler de iyileşiyorsa, bir üçüncü etmen, örneğin "ilacın iyi geleceğine olan
inançları" onları iyileştirmiş demektir.
- Hume ahlak alanında da Usçu düşünceye cephe aldı. Us-çular doğru ile yanlışı
birbirinden ayırt etmenin insan usuna has bir şey olduğunu öne sürüyorlardı. Bu
"doğal doğru" denen şeye Sokrates'den Locke'a kadar pek çok filozofta
rastlıyoruz. Ancak Hume'a göre neyin doğru neyin yanlış olduğunu bize söyleyen
şey aklımız değildir.
- Ya nedir o zaman?
- Buna karar veren de yine duygularındır. Yardıma ihtiyacı olan birine yardım
etmemek ne mantıklı, ne de mantıksız bir şeydir. Buna olsa olsa iyilik ya da
kötülük denebilir.
- Ama her şeyin bir sının var. İnsan öldürmenin doğru bir şey olmadığını herkes
bilir.
- Hume'a göre herkes diğer insanların iyiliğini ister. Yani insanın diğer insanları
düşünmek gibi bir yeteneği vardır. Ancak bunun mantıkla bir ilgisi yoktur.
- Bundan çok emin değilim sanırım.
- Bir başka insanı ortadan kaldırmak pek akıl dışı sayılmaz bazen Sofi. İstediğini
elde etmeye çalışan biri için son derece etkili bir yöntem bile olabilir üstelik!
- Sen anlat bana öyleyse insanın niçin başına dert olan birini öldürmeyeceğini.
317
SOFl'NtN DÜNYASI
öldürülmemelidir.
- Memnuniyetle.
- "Giderek çok daha fazla sayıda insan uçakla yolculuk etmeyi seçiyor. Bu yüzden
daha fazla hava alanı yapılmalı." Sence bu mantıklı bir çıkarım mı?
- Hayır, bence oldukça saçma. Çevreyi de düşünmemiz gerek. Bana kalırsa daha
çok tren yolu yapılmalı.
- Anlıyorum.
318
HUME
razcık acımasına tercih etmek akıl dışı bir şey değildir," der Hume.
- Kuyunun dibini biraz kazırsak hoş olmayan daha neler çıkar. Nazilerin
milyonlarca Yahudiyi öldürdüğünü biliyorsun-dur. Sence bu insanların akıllarında
mı bir hata vardı, yoksa duygularında mı?
- Çoğunun aklı son derece yerindeydi! En duygusuz kararların ardında taş kalpli
hesaplar yatabilir çoğu zaman. Savaştan sonra Nazilerin çoğu yargılandı;
"akılsızca" davrandıkları için değil, barbarca davrandıkları için. Aslında aklı pek
yerinde olmayanların, bir konuda suçlu da olsalar suçsuz sayıldıkları olur. Bu tür
kişilere "akli dengesi bozuk" ya da "suçun işlendiği an akli dengesi yerinde
olmayan" kişiler de denir. Hiç kimsenin duyguları bozuk olduğu için suçsuz
sayıldığı görülmemiştir.
319
BERKELEY
BERKELEY
...alev alev yanan bir güneşin etrafında dönmekten sersemleşmiş bir gezeğen
gibi...
Alberto ayağa kalkıp şehre bakan pencerenin yanma gitti. Sofi de onun yanında
durdu.
Tam onlar böyle dururlarken, eski evlerin damlarının üzerinde küçük bir uçak
belirdi. Uçağın arkasında bir pankart asılıydı. Sofi önce bunun bir konser ilanı
filan olabileceğini düşünürken, uçak yaklaştıkça bambaşka bir şey olduğunu gördü.
Pankartta:
Alberto buna yanıt vermedi. Tekrar gidip koltuğuna oturdu. Bir süre sonra:
- Biraz da Berkeley'den söz etsek iyi olur.
- George Berkeley 1685 - 1753 yılları arasında yaşamış olan, İrlandalı bir
piskopostu, diye söze başladı Alberto, ancak bundan sonra bir süre sessiz kaldı.
320
- Berkeley İrlandalı bir piskopostu, diye söze kaldığı yerden devam etmeye çalıştı
Sofi.
-Ya?
- Öte yandan Empiristlerin eiı tutarlısı sayılabilecek kişi de yine Berkeley idi.
- Locke'un şeylerin "ikincil nitelikleri" üzerine bir fikir öne sürmemizin mümkün
olmadığını söyleyişini hatırlıyorsundur. Elma yeşildir veya ekşidir diyemeyiz.
Elmayı böyle algılayan bizizdir yalnızca. Öte yandan Locke yoğunluk, ağırlık ve
hacim gibi "birincil niteliklerin" bizi çevreleyen gerçekliğin gerçekten bir parçası
olduğunu söylüyordu. Yani dış gerçekliğin fiziksel bir "töz"ü sahiden vardı.
- Evet?
321
SOFI'NİN DÜNYASI
BERKELEY
- Ah! dedi acıyla. - Bu, masanın maddesel ve tözsel gerçekliğinin bir kanıtı değil
de nedir?
- Sende sert bir şey duygusu oluştu, ama tahtanın "tözü"nü hissetmedin. Aynı
şekilde rüyanda da sert bir şeye çarptığını hissedebilirsin, ama rüyada sert bir
şey olamaz değil mi?
- Üstelik insanı hipnotize ederek onun gerçek olmadığı halde sıcak ya da soğuğu,
okşama ya da yumruğu hissetmesini sağlayabilirsin.
- Peki ama bana sertlik duygusu veren masa değilse neydi?
- Berkeley'e göre kendi ruhum, tıpkı rüya görürken olduğu gibi, kendi fikirlerimin
nedeni olabilir; ancak "maddi" dünyamızı oluşturan fikirlerin nedeni bir başka ruh
olmalıdır. " 'Her şeyin kendinde' ve Tıer şeyi içeren' nedeni o ruhtur" der
Berkeley.
322
"Tann'nm varlığı, insanın varlığından daha kolay anlaşılır bir şeydir" der Berkeley.
- Hem evet, hem hayır... Gördüğümüz ve duyduğumuz her şey Tann'nıri gücünün
bir etkisidir" diyordu Berkeley. Çünkü Tann "sürekli karşı karşıya bulunduğumuz
fikirler ye duyumların bizde yeniden varolmasını sağlayarak her an bilincimiz-
dedir". Yani tüm doğa ve tüm varlığımız Tanrı'da mevcuttur. Varolan her şeyin
tek nedeni O'dur.
Sofi bir kez daha tırnaklarını yemeye koyulmuştu. Alberto devam etti:
- Her şeyin onda varolduğu bu ruhun "Berkeley için" Hıristiyanlık Tannsı olduğunu
söyledin...
- Evet?
- Bizim içinse "her şeyin kendinde nedeni" olan bu "ruh" Hilde'nin babası olabilir.
Sofi donakalmıştı. Yüzü adeta tek bir soru işareti şeklini almıştı. Aynı zamanda
sanki birden her şey açıklığa kavuşmuştu.
323
SOFİ'NİN DÜNYASI
-Ben...
- Ya sana hep Hilde yerine Sofi deyişim! Adının Sofi olmadığını hep bildiğim halde!
- Evet sersemlemiş bir haldeyim çocuğum. Tıpkı alev alev yanan bir güneşin
etrafında dönmekten sersemleşmiş bir gezegen gibi...
- Böyle de diyebilirsin.
- Dürüst olmam gerekirse, evet. Ama bundan ötürü utanması gerek o ahlaksızın!
-Ya Hilde?
- Melek mi?
- O bir melek, evet. Gel burada bir nokta koyalım. Yaşgü-nün kutlu olsun Hilde!
Bir anda odaya mavimsi bir ışık yayıldı. Birkaç saniye son-
324
BERKELEY
- Eve gitmem gerek, dedi Sofi. Ayağa kalkıp girişe yollandı. Dolabın altında uyuyan
Hermes onun kapıyı açısıyla uyandı. Giderken arkasından:
Merdivenleri hızla inip kendini sokağa dar attı. Etrafta hiç kimseler yoktu.
Yağmur iyice iri damlalar halinde yağmaya başlıyordu.
Yağmur birikintileriyle dolu asfalt yoldan birkaç araba geçti, ama görünürde
otobüs filan yoktu. Büyük Meydan'a dek ve oradan şehrin sokaklan boyunca koştu.
Koşarken aklından tek bir düşünce geçiyordu.
Yarın yaşgünüm, diye düşünüyordu. Tam on beşinci yaşına basarken hayatın
yalnızca bir rüya olduğunu anlamak ne kadar acıklıydı! Sanki bir milyon kazanmış,
tam ödülü alacakken bunun aslında bir rüya olduğunu anlamış gibiydi.
Sofi ıslak stadyumu da koşarak geçti. Çok geçmeden kendisine doğru birinin
koştuğunu farketti. Annesiydi bu. Bu arada gökyüzünde art arda şimşekler
çakıyordu.
- Bilmiyorum, derken ağlıyordu Sofi. - Sanki her şey kötü bir rüya gibi!
325
BJERKELY
Hilde Möller Knag, Lillesand dışındaki eski kaptan köşkünün çatı katındaki
odasında uyandı. Saate baktı. Saat daha altı olmasına rağmen gökyüzü tümüyle
aydınlıktı. Geniş bir güneş ışığı huzmesi odanın bir duvarını nerdeyse tümüyle
aydınlatıyordu.
Yataktan kalkıp pencereye gitti. Giderken yazı masasının üzerine eğilip, masa
takviminden bir sayfa kopardı. 14 Haziran 1990, Salı. Kâğıdı buruşturup çöp
sepetine attı.
Yaş 15! Bu onun "yetişkin hayatı"nın ilk günü değil miydi? Gidip tekrar uyuyacak
değildi ya böyle önemli bir günde! Üstelik bu okulun son günüydü. Yalnızca saat
birde kilisede tören olacaktı o kadar. Üstelik bir şey daha vardı: babası bir
haftaya kadar Lübnan'dan dönüyordu. 24 Haziranda evde olacağına söz vermişti.
326
BJERKLEY
Bahçeleri ne çok verimli bir bahçeydi, ne de çok bakımlı. Ama yine de Hilde'nin
bahçesiydi. Rüzgarlardan yıpranmış bir elma ağacı ve pek az böğürtlen barındıran
birkaç çalı, kışı atlatmayı başarmıştı.
Küçük düzlükte, kayalarla çalıların arasında eski salıncak duruyordu. Parlak sabah
ışığırfın altında iyice yıpranmış bir görüntüsü vardı. İçinde minderleri olmadığı
için iyice terkedilmiş gibiydi. Annesi gece bahçeye inip minderleri yağmurdan
kurtarmış olmalıydı.
Bu sabah bahçede dün geceki dehşetli yağmurun izleri de vardı. Hilde gece gök
gürültülerinden defalarca uyanmıştı. Şimdiyse gökte tek bir bulut bile yoktu.
Bu yaz yağmurlarının ardından hava tertemiz olurdu. Son haftalar sıcak ve kurak
geçmiş, huş ağaçlarının tepesindeki yapraklar sararmaya yüz tutmuştu. Ama şimdi
tüm dünya yı-
SOFİ'NIN DÜNYASI
"Acır, acımaz mı tohumların patlaması..." İsveçli bir şairin dizeleri değil miydi
bunlar? Yoksa şair Finlandiyalı mıydı?
Güzel miydi? Pek çirkin sayılmazdı herhalde? Güzelle çirkin arası bir şeydi işte...
Kumral, uzun saçlıydı. Saçları ya biraz daha san, ya da biraz daha esmer olsun
isterdi hep. Saçlarında beğendiği yan ise lüleleriydi. Arkadaşları saçlarını biraz
olsun dalgalandırabil-mek için uğraşır dururlarken, onun saçları hep kendiliğinden
dalgalıydı. Beğendiği bir başka yanı da yeşil gözleriydi. Yemyeşildi gözleri.
Teyzeleri, amcaları gözlerine bakmak için yüzüne eğilir, "Gerçekten yemyeşil, öyle
değil mi?" diye birbirlerine sorarlardı.
Hilde durup seyrettiği bu kızın küçük bir kıza mı yoksa genç bir kadına mı daha
çok benzediğini sordu kendi kendine. Ne öyle, ne de böyleydi. Vücudu bir
kadınınkine benzemeye başlamıştı belki ama yüzü hâlâ ham bir elmayı andırıyordu.
Bu eski aynada Hilde'ye hep babasını anımsatan bir şeyler vardı. Bir zamanlar bu
ayna aşağıda, "atölye"de asılı duruyor du. Kayıkhanenin üstündeki atölye babasının
kitaplığı, kafa dinleme yeri ve yazı odasıydı. Albert - evde olduğu zamanlar Hilde
babasına adıyla hitap ederdi - hep büyük bir eser yazmayı hayal ederdi. Bir
keresinde bir roman yazmaya kalkmış, ancak bu çabası pek bir sonuç vermemişti.
Arasıra, Vatanın Dostu gazetesinde yaşadıkları takım ada bölgesini anlatan şiir ve
yazılarının yayınlandığı olurdu. Adını gazetede her görüşünde babasıyla gurur
duyardı Hilde. ALBERT KNAG. En azından Lil-lesand'da tanınmış bir addı bu.
Büyük büyükdedesinin adı da Albert'di.
BJERKLEY
Evet, ayna. Yıllarca önce babası bir kez aynaya insanın hiç bir zaman iki gözünü
birden kırparak bakamayacağını, ancak bu pirinç aynanın bu kurala uymadığını
söyleyerek dalga geçmişti kendisiyle. Çünkü bu ayna sihirli bir ayna demişti. Güya
büyük büyükannesi bu sihirli aynayı evlendikten kısa bir süre sonra bir çingene
kadından satm almıştı.
Hilde defalarca aynaya iki gözünü birden kırparak bakmaya çalışmış, ama hiçbir
zaman başaramamıştı. İnsanın kendi gölgesinden kaçması kadar olanaksız bir
şeydi bu. Sonunda bu aile yadigârı Hilde'nin olmuştu. Hilde de tüm çocukluğu
boyunca bu olanaksız sanatı bir kez olsun gerçekleştirebilmek için uğraşmış
durmuştu.
Bugün biraz düşünceli olması normaldi. Kendi kendiyle çok meşgul olması da öyle.
Yaş^ 15...
O an birden gözü gece masasının üzerine ilişti. Masada bir paket duruyordu!
Muhteşem bir camgöbeği renginde kâğıtla kaplanmış, etrafı kırmızı ipek bir
kurdeleyle sarmalanmış bir paket. Bir yaşgünü hediyesinden başka ne olabilirdi
bu!
Yoksa o meşhur "hediye" bu muydu? Babasının o etrafı büyük bir sır örgüsüyle
çevrili HEDİYESİ bu olabilir miydi? Lübnan'dan gönderdiği kartpostallarda bir
sürü ipucu verdiği, ama "kendi kendine çok güçlü bir sansür uyguladığı" için bir
türlü ne olduğunu söyleyemediği hediye miydi bu?
"Büyüdükçe büyüyen" bir hediye diye yazmıştı babası. Bir yandan da yakında bir
kızla tanışacağını, sonra ona yolladığı kartpostalların bir kopyasını da bu kıza
gönderdiğini de ima etmişti. Hilde annesinin ağzını aramıştı babasının tüm
bunlarla ne demek istediği konusunda, ama annesinin de hiçbir şey bilmediğini
anlamıştı.
329
SOFÎ'NtN DÜNYASI
BJERKLEY
Annesi "İyi ki doğdun Hilde!" diye şarkı söyleyerek elinde . çörekler, gazoz ve
Norveç bayrağıyla gelmeden paketi açsa olur muydu acaba? Neden olmasındı,
yoksa niye oraya konmuş olsundu ki paket!
Hilde yavaşça masaya yaklaşıp paketi eline aldı. Epeyce ağırdı da! Paketin
üzerindeki kartı okudu: "Hilde'ye babasından 15. yaşgünü için..."
Yatağına oturup yavaşça kırmızı kurdeleyi açmaya başladı. Çok geçmeden kâğıdı
açmaya geldi sıra.
Hediye bu muydu? Bu kadar söz edilen 15. yaş hediyesi bu muydu? "Büyüdükçe
büyüyen" ve üstelik başkalarıyla paylaşılabilecek olan hediye bu muydu?
Şöyle bir bakınca dosyanın daktilo sayfalı kâğıtlarla dolu olduğunu gördü. Yazı
karakterinden bunların babasının Lübnan'a götürdüğü daktiloyla yazılmış olduğunu
anladı.
alıyordu:
N.F.S. Grundtvig
330
Hilde sayfalan karıştırmaya başladı. İkinci sayfada ilk bölüm başlıyordu. Bölümün
başlığı "Cennet Bahçesi" idi. Yatağa iyice kurulup dosyayı kucağına yerleştirdi ve
okumaya başladı:
Sofi Amundsen okuldan eve geliyordu. Yolun bir kısmını kız arkadaşı Jorün'le
yürürken, robotlardan bahsetmişlerdi. Jorün'e göre insan beyni gelişmiş bir
bilgisayar gibiydi. Sofi ise pek emin değildi bundan. İnsanın bir makineden daha
öte bir şey olması gerekmez miydi?
Hilde okumaya devam ettikçe her şeyi, hattâ yaşgününü unuttu. Ama arada sırada
okuduğu satırların arasında aklına şu düşünceler geliyordu:
Hilde okudu da okudu. Sofi Amundsen'in Lübnan'dan bir kartpostal aldığı yere
geldiğinde yatağında heyecandan yerinde hopladı. "Hilde Möller Knag, Sofi
Amundsen eliyle, Yonca Sokağı 3..."
Sevgili Hilde. 15. yaşını candan kutlarım. Senin de göreceğin gibi sana, seni
geliştirecek bir hediye vermek istedim. Kartı
331
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Bak şu utanmaza! Hilde babasının insanı kandırmayı seven biri olduğunu biliyordu
ama bu kadarını da beklemiyordu doğrusu. Bu kartı da hediye paketinin yanına
koymaktansa hediyenin içine koymuştu!
Niye bir baba, başka bir adrese gideceği gün gibi ortada olan bir kart göndersindi
Sofi'ye? Hangi baba bir yaşgünü kartını böyle dolambaçlı yollardan göndererek
şaşırtmaya kalkardı kızını? Böylesi nasıl "en kolay" olabilirdi? Her şeyden
önemlisi: Sofi nasıl bulabilecekti Hilde'nin izini?
Hilde ikinci bölümü okumaya başladı. Bu bölümün adı "Silindir Şapka" idi. Çok
geçmeden gizemli kişinin Sofi'ye yolladığı mektuba gelmişti sıra. Hilde nefesini
tuttu.
Neden yaşadığımız konusuyla ilgilenmek, pul toplamak kadar "rastlantısal" bir ilgi
değildir. Bu gibi sorularla ilgilenen kişiler, insanların dünya varolduğundan beri
tartıştıkları bir şeyle ilgilenmektedirler...
"Sofi altüst olmuştu." Hilde de. Babası 15. yaşgünü için sıradan değil, çok ilginç ve
heyecanlı bir kitap yazmıştı.
Kısaca özetlersek: Boş bir silindir şapkadan bir tavşan çıkar. Tavşan çok büyük
olduğu için bu sihirbazlık numarası milyarlarca yıl alır. Tavşanın ince tüylerinin en
tepesinde çocuklar dünyaya gelir. Bu yüzden çocuklar bu müthiş sihirbazlığın nasıl
yapıldığına şaşabilecek bir konuma sahiptirler. Ancak büyüdükçe tavşan kürkünün
332
BJERKLEY
Tavşanın tüylerinin dibine doğru inmekte olduğunu hisseden tek kişi Sofi değildi.
Hilde de bugün 15 yaşına basıyordu ve kendisinin de hayatının bundan sonraki
yolunu çizme zamanının geldiğini hissediyordu.
Saatine baktı. Yedi buçuk olmuştu. Allahtan annesinin gelmesine daha bir saat
kadar vardı. Öyle heyecanlıydı ki So-fi'nin başına gelenler ve tüm bu felsefi
sorular! "Demokritos" başlıklı bölüme gelmişti. Önce üzerinde düşünülecek bir
soruyla karşılaştı: "Lego niçin dünyanın en müthiş oyuncağıdır?" Sonra da posta
kutusunda "büyük, san bir zarf' buldu:
Hilde, Sofî'nin kendisinin kırmızı ipek eşarbını yatağının altında bulduğu sayfaya
geldiğinde çok heyecanlandı. Demek buraya gitmişti eşarbı! îyi ama bir eşarp bir
öykünün içine giremezdi ya! Bir başka yerde daha olmalıydı...
333
SOFİNİN DÜNYASI
BJERKLEY
Kırmızı bir ipek eşarp bulacak olursan lütfen ona iyi bak. Bazen insanların eşyaları
birbirine karışır böyle. Okullarda da çok olur bu. Ee, bizim ki de bir felsefe okulu
ne de olsa!
Hilde merdivenlerde bir ses duydu. Gelen annesi olmalıydı. Annesi kapıyı
çaldığında, o, Sofi'nin bahçedeki gizli yerinde Atina'dan gelme bir video kaseti
bulduğunu okumaya başlamıştı
bile.
- Hımm...
- Ama Hilde!
- Hayır... Neden?
334
- O eski harabelerin hâlâ yerinde olması ne ilginç değil mi? 2500 yıldan beri!
Harabelerin en büyüğünün adı "Bakire'nin evi"...
- Hangi hediyeyi?
- Bana bak bakayım Hilde! Dalmış gitmişsin sen... Hilde dosyayı elinden bıraktı.
Annesi yatağına doğru eğildi. Elindeki tepside yanan bir mum, yağlı çörekler ve
gazoz vardı. Bir de küçük bir hediye paketi. Daha fazlasını taşıyamadığı için
bayrağı da koltuğunun altına sıkıştırmıştı.
- Teşekkürler anneciğim! Çok tatlısın ama gerçekten zamanım çok az.
Hilde ancak o zaman nerede olduğunu hatırladı ve annesi tepsiyi gece masasının
üzerine koydu.
- Özür dilerim anneciğim. Çok fena dalmışım buna. Dosyayı gösterip sözlerine
devam etti:
- Babamdan...
- Evet, bir anlatı. Biraz da felsefe kitabı. İşte öyle bir şey.
Aralarında fark gözetemeyeceği için Hilde annesinin paketini de açtı. Altın bir
bilezikti bu.
335
SOFfNİN DÜNYASI
BJERKLEY
- Peki. İşe gitmem lazım zaten. Sen de biraz yesen iyi edersin. Elbisen aşağıda
hazır.
Hilde eski harabelerden birdenbire bir sürü yüksek yapı yükselişini okurken
hayretten donakaldı. Babasının bir diğer sabit fikri de, BM'e dahil tüm ülkelerin
birleşerek Atina'daki bu eski meydanın gerçek bir kopyasını yapmalarıydı. Burada
felsefi konular tartışılmalı, ayrıca silahsızlanma görüşmeleri ele alınmalıydı. Böyle
büyük bir projenin insanların birleşmesine hizmet edeceğine inanıyordu. "Petrol
platformları ve Ay'a inen uzay araçları yapıyoruz ya, bunu neden yapamayalım!"
diyordu.
Sonra Platon'la ilgili bölüme geldi. "Ruh sevginin kanatlarında "evine", idealar
dünyasına doğru yola çıkar. Ruh, "vücudun hapishanesinden" kurtulur..."
Sofi çiti aşıp Hermes'i izlemeye kalkışmış, ama bir süre sonra Hermes gözden
kaybolmuştu. Platon'u okuduktan sonra ormanda yürümeye başlamış, sonra da
küçük bir gölün kenarındaki kırmızı bir kulübeye gelmişti. Kulübede Bjerkely'i
gösteren bir resim asılıydı. Tarifine bakılırsa Hilde'nin Bjerkely'si olmalıydı bu.
Bunun yanında da Berkeley diye bir adamın resmi asılıydı. "Ne ilginç bir şeydi bu!"
Hilde elindeki koca dosyayı bir kenara bırakıp kitaplığına gitti ve 14. yaşgününde
hediye gelen Kitap Kulübü'nün üç ciltlik ansiklopedisini açtı. Berkeley... işte!
336
Bu iki resmi yanyana koymuş olan kişi babasıydı bir bakıma. İsim benzerliğinden
başka bir benzerlik söz konusu muydu acaba?
Demek Berkeley insan aklının dışında maddi bir gerçeklik olduğunu reddeden bir
filozoftu. Ne acayip şeylere inanabiliyordu insanlar! Öte yandan bu tür iddiaların
tersini kanıtlamak son derece zor bir işti. Bu fddia Sofi'nin dünyasına uyuyordu
örneğin. Sofi'nin "duyumsal algılarının" kaynağı ise Hilde'nin babasıydı.
Okumaya devam ederse bu konuda daha çok şey öğrenecekti herhalde. Sofi'nin
kendisine aynada iki gözünü kırparak karşılık veren kızı gördüğü yere geldiğinde
dosyanın üzerinden etrafa bakıp kendi kendine gülümsedi. "Sanki aynadaki kız
gözlerini Sofi'ye kırpmış gibiydi. Seni görüyorum, Sofi! demek ister gibiydi. Ben
aynanın öbür tarafındayım."
Bir de Sofi burada Hilde'nin yeşil cüzdanım buluyordu -içindeki paralar ve diğer
şeylerle. Nasıl olmuş da oraya gitmişti cüzdanı?
Saçma! Hilde bir an için Sofi'nin cüzdanını gerçekten bulduğunu sanmıştı. Ama
sonra bir an tüm bu olanları Sofi'nin cephesinden görmeye çalıştı. Zavallıcık için
her şey son derece karmaşık ve esrarengizdi.
337
SOFfNtN DÜNYASI
BJERKLEY
zaman gelip onunla tüm bu olup bitenlerin birbiriyle ilişkisini konuşmayı arzuladı.
Ama şimdi Sofî'nin başı dertteydi. Bir an önce kulübeden çıkması gerekiyordu. Ve
kayık da gölün ortasında yüzüyordu elbette! Kayıkla ilgili hikâyesini kendisine
böyle anımsatıyordu babası.
Hilde gazozundan bir yudum, karides salatalı ekmek dili-minden de bir ısırık aldı
ve Platon'un idealar öğretisini eleştiren "düzen adamı" Aristoteles ile ilgili
bölümü okumaya başladı.
Aristoteles, önce duyularda varolmayan bir şeyin bilinçte de varolmayacağını
iddia eder. Platon ise önce fikirler dünyasında varolmayan hiçbir şeyin doğada
varolamayacağmı öne sürer buna karşılık. Aristoteles, Platon'un bu tutumuyla
"şeylerin sayısını çiftleştirdiğj-ni" söylüyordu.
Hilde "bitki, hayvan, maden" oyununu bulanın Aristoteles olduğunu hiç bilmiyordu
doğrusu!
338
Hilde ise dosyasınm 124. sayfasına gelmişti ki bunun içine hem Sofî'nin hikâyesi,
hem de Alberto Knox'dan gelen "kurs mektupları" dahildi.
Bir sonraki bölümün başlığı "Helenizm" idi. Bu bölüm Sofî'nin, üzerinde BM jipi
bulunan bir kartpostal alışıyla başlıyordu. Kart 15/6 tarihli ve "BM taburu"
damgalıydı. İşte yine, babasının hediyenin yanında vermek yerine hediyenin içine
koymayı tercih ettiği bir başka "kartpostal"dı bu da:
Sevgili Hilde! Hâlâ yaşgününü mü kutlamaktasın, yoksa artık ertesi gün mü oldu?
Hediyenin ne kadar süre dayanacağı o kadar önemli değildir. Bir anlamda tüm
yaşam boyu sürer. Ama ben yaşgününü bir kez daha kutlamak istiyorum. Belki
artık kartları neden Sofi'ye yolladığımı anlıyorsundur. Onun kartları sana
ulaştıracağından hiç kuşkum yok. NOT. Annen cüzdanını kaybettiğini anlattı.
İçindeki 150 kronu ben sana veririm. Yeni öğrenci kartını da okul kapanmadan
alabilirsin, değil mi? Sevgiler, baban.
İyi vallahi! Hiç yoktan 150 kronu olmuştu böylece. Babası yaş-günü için yalnızca el
yapması bir hediyenin yetmeyeceğini düşünmüştü demek ki.
Hilde kimdi? Babası nasıl olup da Sofi'nin onu bulacağından bu kadar emin
olabiliyordu? Ne olursa olsun kartları doğrudan kızına değil de Sofi'ye yollaması
çok anlamsız bir şeydi.
339
SOFİ'NİN DÜNYASI
Varolan her şeyde tanrısal bir gizem olduğunu söylemek istiyorum. Ayçiçeğinin,
gelinciğin böyle parıldadığını görebiliriz. Bir kelebeğin daldan havalanışmda, bir
balığın akvaryumda yüzüşünde bu sınırsız gizemi biraz daha çok yakalarız. Ancak
Tann'ya en yakınlaştığı, mız yer kendi ruhumuzdur. Bu büyük yaşam sırrıyla ancak
ruhumuzda birleşiriz. Evet, ender de olsa, kimi zaman bu tanrısal gizemin
kendimiz olduğunu hissederiz.
Bu inanılması gereken bir şey değildi Hilde'ye göre. Zaten böyleydi. Sonra
isteyen verseydi istediği anlamı "tanrısal" sözcüğüne.
Hızla bir sonraki bölüme geçti. Sofi ile Hilde 17 Mayıstan önceki akşam çadırlarını
alıp kamp kurmaya gidiyorlardı. Sonra da Binbaşının Evi'ne...
Hilde ancak bir iki sayfa okumuştu ki hiddetle yerinden kalkıp kolunun altında
dosyayla odayı arşınlamaya başladı.
Bu kadar da olmazdı yani! Babası Hilde'ye mayısın ilk yarısında gönderdiği
kartların bir eşini ormandaki bu kulübeye koymuş, sonra da kızların bunları
bulmasını sağlamıştı. Gerçekten de kendine gelen kartların tıpatıp eşiydi bu
kartlar. Babasından gelen kartları iki-üç kez okur, hepsini satırı satırına
hatırlardı çünkü.
Sevgili Hilde. Yaşgününle ilgili tüm sırlardan bazen öyle patlayacak gibi oluyorum
ki, telefonu açıp sana her şeyi anlatmak is-
340
BJERKLEY
- Buna ruhsal bir savaş demek daha doğru olur. Hilde'nin ilgisini uyandırıp, babası
Lillesand'a dönmeden önce onu bizim tarafımıza Çekmeye çalışmalıyız.
341
SOFİNİN DÜNYASI
BJERKLEY
Bunun üzerine Sofi, bir Ortaçağ rahibi kılığına girmiş olan Alberto Knox'la 12.
yüzyıldan kalma bir kilisede yüz yüze geliyordu.
Aman, kilise! Hilde saatine baktı. Saat biri çeyrek geçiyordu. Kitaba dalmış,
zamanı unutmuştu!
Kendi yaşgününde kiliseyi kırmak değildi pek onu düşündüren. Onu asıl huzursuz
eden şu yaşgünü meselesinin kendisiydi. Kiliseye gitmemekle epeyce bir kutlamayı
da kaçırmış oluyordu. Aman olsun, kutlamadan çok ne vardı şu dünyada!
Nasıl olsa kitapta uzun bir vaaz geliyordu birazdan. Alberto da papaz rolü için
tam biçilmiş kaftandı.
yoksa!
Bingen'li Hildegard hem vaiz, hem yazar, hem doktor, hem botanikçi ve hem de
doğalbilimciydi demek! Üstelik o, "Ortaçağda ayakları en çok yere basan ve en
çok bilimsel olanların kadınlar olduğunun bir simgesiydi.adeta". Ve bu kadın
hakkında Kitap Kulübü'nün koskoca ansiklopedisinde tek bir satır
Hilde, Tann'nın bir de "dişi yanı" ya da "doğa analığı" olduğuna inanıldığını hiç
duymamıştı daha önce. Yunancada Tan-rı'nın dişi yanına Sophia deniyordu demek!
Sophia'yı da kayda değer bulmamış olacaklardı sayın ansiklopediciler!
Ansiklopedide konuyla ilgili sayılabilecek tek bilgi, İstanbul'da, adı "kutsal bilgi"
anlamına gelen "Aya Sofya" isimli bir kilisenin bulunduğuydu. Bir başkent ve
sayısız kraliçenin isminin kaynağı olacak kadar önemli olmasına rağmen, bu kişi-
342
nin kadın olduğundan hiçbir yerde söz edilmiyordu. Sansür değilse neydi bu?
Öte yandan Sofi'nin Hilde'ye "göründüğü" doğruydu bir bakıma. Hilde kitabı
okumaya başladığından beri siyah saçlarıyla Sofi'yi gözünün önüne
getirebiliyordu.
Sofi neredeyse tüm bir geceyi Maria Kilisesi'nde geçirip eve geldikten sonra,
ormandaki kulübeden alıp eve getirdiği pirinç aynanın önüne geçmişti.
Keskin hatlarıyla kendi yüzü ve kendinden başkasına ait olamayacak kara, "pırasa"
saçları görülüyordu aynada. Ama bu yüzün arkasında bir başka kızın yüzü daha
saklıydı.
Aniden aynadaki kız iki gözünü birden kırptı. Sanki "ben gerçekten burada,
aynanın öteki yüzündeyim," demek ister gibiydi. Birkaç saniye sonra ise yokoldu.
¦¦
Hilde de kimbilir kaç kez aynada böyle kendisine bakmış, aynanın arkasında bir
başkasını aramıştı. Ama babası nereden biliyordu bunu? Hilde de aynanın
arkasında siyah saçlı bir kadın düşlememiş miydi çoğu kez? Hani büyük
büyükninesi aynayı çingene bir kadından aldığı için...
Hilde dosyayı tutan ellerinin titrediğini hissetti. Sofi'nin gerçekten "öteki yüzde"
bir yerde varolduğuna inanıyordu.
343-
SOFI'NIN DÜNYASI
Demek kolyesini de kaybetmişti. İyi ama daha kendisinin haberi yokken babası
nereden öğrenmişti bunu?
Hilde içinde uyanan bir anlık, ama çok net bir düşüncede Sofi'nin kâğıt kalemden
öte bir şey olduğunu hissetti. Sofi vardı.
344
Hilde tam Rönesansla ilgili bölümü okumaya başlamışken aşağıda, kapının girişinde
annesinin ayak seslerini duydu. Saatine baktı. Dört olmuştu.
- Tabii ki gittim.
- Hilde!
Hilde dosyayı kucağına bırakıp annesine baktı.
- Tamam, tamam. Haydi bir kez daha öyleyse: Yaşgünün kutlu olsun Hilde!
- Ama ben... Neyse, biraz dinleneyim de bize şöyle güzel bir akşam yemeği
hazırlayayım. Hem çilek de aldım.
345
Sevgili Hilde. Sofi şimdi felsefe öğretmeninin evine geliyor. Ya-kında 15 yaşına
girecek, sense dün 15 yaşına girdin. Yoksa bugün mü Hildeciğim? Bugünse saat
epey geç olmuş olmalı. Ama saatlerimiz de hep aynı gitmiyor...
Hilde, Alberto'nun Sofiye Rönesansı, yeni bilimi, 17. yüzyıl Us-çularını ve Britanya
Empiristlerini anlattığı bölümleri okudu. Babasının anlatının arasına serpiştirdiği
kartpostalları ve yaşgünü tebriklerini her okuyuşunda çok heyecanlanıyordu.
Babası bunları kimi zaman bir kompozisyon defterinin içine, kimi zaman bir muz
kabuğunun arasına, kimi zaman bir bilgisayara koyuyordu. Hiç umursamadan
Alberto'nun ağzından "laf kaçırtıyor", Sofi'ye Hilde dedirtiyordu. Hepsinden
ötesi Hermes'i de konuşturup, "Yaşgünün kutlu olsun Hilde!" dedirtiyordu.
Babasının kendini Tanrı yerine koyarak fazla ileriye gittiği konusunda Alberto'yla
aynı fikirdeydi. Aa kiminle aynı fikirde oluyordu gerçekte. Alberto'yabu eleştiri -
ya da özeleştiri- dolu sözleri söyleten kişi de babası değil miydi? Sonunda
babasının kendini Tanrı'yla bir tutmasının pek de o kadar saçma olmadığı kanısına
vardı. Babası, Sofi'nin dünyasında herşeye kadir bir Tanrı gibiydi işte.
346
AYDINLANMA ÇAĞI
kadar heyecanlıydı. Ne olacaktı şimdi? Babası hep, insan aklının dışında maddesel
bir dünya olduğunu reddeden bu filozofa gelindiğinde önemli bir şeyler olacağını
sezdirmişti. Hilde ansiklopediye baktığı iç in önceden bir şeyler öğrenmişti,
Berkeley hakkında.
Sofi'nin tırnak yemeye başlamasında şaşacak bir şey yoktu. Kendisinin böyle bir
huyu olmasa da, onun da kendini pek iyi hissettiği söylenemezdi.
Ve sonra bir gün gelir anlardı insan:"... bizim içinse "herşe-yin kendinde nedeni"
olan bu "ruh" Hilde'nin babası olabilir."
- Dürüst olmam gerekirse, evet. Ama bundan ötürü utanması gerek o ahlaksızın!
-Ya Hilde?
347
SOFÎ'NİN DÜNYASI
AYDINLANMA ÇAĞI
Sofi ıslak stadyumu da koşarak geçti. Çok geçmeden kendisine doğru birinin
koştuğunu farketti. Annesiydi bu. Bu arada gökyüzün-de art arda şimşekler
çakıyordu.
- Bilmiyorum, derken ağlıyordu Sofi. - Sanki herşey kötü bir rüya gibi!
Dosyayı elinden yatağa atıp ayağa kalktı. Bir ileri bir geri odayı arşınlamaya
koyuldu. Sonunda annesi gelip onu yemeğe çağırana dek pirinç aynanın karşısında
kendini seyretti. Annesi kapıyı çaldığında aynanın karşısında ne kadar zamandır
durduğunu bilmiyordu. Ama bildiği bir şey varsa, o da aynadaki görüntüsünün
kendisine iki gözünü birden kırpmış olduğuydu.
Yemek boyunca yaşgünü için kendisine yapılanlara teşekkür borçlu, iyi bir aile kızı
gibi davranmaya çalıştı. Aslında kafası sürekli Alberto ve Sofi'yle meşguldü.
Herşeyin ardında Hilde'nin babasının olduğunu anlamışlardı artık. Peki şimdi neler
olacaktı? Aslında anlamışlardı demek de ne demekti? Herşey kurmacaydı nasıl
olsa. Onların bir şey anlamasını sağlayan babası değil miydi? Ne olursa olsun
ortada bir sorun vardı: Sofı'yle Alberto herşeyi "anladıklarına" göre yolun sonuna
gelinmiş demekti.
Aynı durumun belki kendi dünyası için de geçerli olduğu aklına geldiğinde, bir
patates cipsi neredeyse boğazında kah-
348
Bu konu öyle büyük ve öyle ürkütücüydü ki, Hilde hemen başka şeyler düşünmeye
çalıştı. Üstelik babasının yaşgünü hediyesini okumaya devam ederse, bir sürü şeyi
daha anlardı kuşkusuz.
- "Dile benden ne dilersen..." diye bir başka yaşgünü şarkısı söylüyordu annesi
italyan çilekleriyle dondurmalarını yerlerken. - Şimdi sen ne istersen onu
yapacağız.
- Biraz garip gelecek ama şu an tüm istediğim babamın armağanını okumaya devam
etmek.
- Yok canım.
- Belki.
349
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Annesi kalkıp kendi takı kutusuna bakmaya gitti. Sonra yatak odasından hayret
dolu bir ses geldi. Oturma odasına geri gelen annesi:
- Biliyordum zaten.
Annesine bir sarılıp, yukarı kendi odasına koştu. Nihayet tekrar Sofi ve
Alberto'nun başına gelenleri okuyabilecekti. Yine yatağına oturup, koca dosyayı
kucağına açtı.
Sofi ertesi sabah annesinin odasına girmesiyle uyandı. Elinde içi hediye paketi
dolu bir tepsi taşıyordu. Boş bir gazoz şişesine bayrağı koymuştu.
- Emin misin?
- Ne demek emin miyim? Bir anne bir tanecik kızının ne zaman doğduğundan emin
olmaz mı? 15 Haziran 1975... saat bir buçuk. Hiç kuşkusuz hayatımın en mutlu
günü.
350
AYDINLANMA ÇAĞI
Annesi elindeki tepsiyi bir sandalyeye bırakıp kısa bir süre için yokoldu. Tekrar
odaya geldiğinde elinde bir başka tepsi vardı. İçinde çörekler ve gazoz olan bu
tepsiyi Sofi'nin yatağının dibine bıraktı.
Bundan sonrası her zamanki yaşgünü sabahları gibi geçti. Sofi hediyelerini açtı;
annesi ta on beş yıl öncesine, doğum sancılarına varana dek anılarından bahsetti.
Annesinin hediyesi bir tenis raketiydi. Şimdiye dek hiç tenis oynamamıştı ama
Yonca Sokağı'ndan üç beş dakika ötede isterse oynayabileceği bir tenis sahası
vardı. Babası FM-radyolu bir mini televizyon göndermişti. Televizyonun ekranı bir
fotoğraf yüzeyi kadar ya vardı, ya yoktu. Sonra ailenin başka fertlerinden ve aile
dostlarından hediyeler vardı.
- Hayır. Neden?
- Dün gerçekten kendinde değildin. Böyle devam ederse seni bir psikologa
göstersek diyordum. "
- Gerekmez.
- Dünkü hava mıydı seni böyle etkileyen yoksa şu meşhur Alberto mu?
- Ya sana ne demeli? Dün "Neler oluyor bize yavrum?" diyen sen değil miydin?
- Bir takım acayip insanlarla buluşmak için şehirde oraya buraya gitmeni
düşünerek söyledim. Bunda belki benim de suçum var diye...
- Boş zamanlarımda birazcık felsefe dersi almamda kimsenin "suçu" yok. İşine
gidebilirsin. Zaten 10'da okulda olacağız. Ders yok. Karne alıp biraz eğleneceğiz o
kadar.
- Bilmem ama birinci dönemden daha çok pekiyi olacağı kesin. Annesi gideli pek az
olmuştu ki telefon çaldı.
351
SOFÎ'NİN DÜNYASI
-Aa?
- Ne demek istiyorsun?
- İşte bir filozofu filozof yapan da budur. Bu kadar kısa zamanda böyle çok şey
öğrenmenden gurur duymuyorum desem yalan olur.
- Buna varoluşsal endişe denir ki bu çoğu zaman yeni bir hayatın eşiğinde olduğunu
gösterir.
- Derslere biraz ara versek iyi olacak galiba.
- Bahçende çok kurbağa var şu sıralar anlaşılan! Sofi gülmeye başladı. Alberto
sözlerini sürdürdü:
bu.
alabilir.
- Rahatım yerinde.
- Evet...
352
AYDINLANMA ÇAĞI
- Binbaşı bizim dünyamızda olup biten herşeyin farkında, ama bu onun herşeye
kadir olduğu anlamına gelmiyor. En azından bizim hayatımızı onun herşeye kadir
olmadığını varsayarak yaşamamız gerekiyor.
- Anlıyorum sanırım.
- Mesele, onun haberi olmadan araya sızıp sırf kendi başımıza bir şey
yapabilmekte. Bu Binbaşının asla farkedemeyeceği bir şey olmalı.
353
SOFI'NÎN DÜNYASI
AYDINLANMA ÇAĞI
ğımızı engellemez.
- Arkhimedes Helenistik çağın meşhur bir bilginiydi. "Bana sabit bir nokta verin,
dünyayı yerinden oynatayım" diyordu. Bizim de Binbaşının iç evreninden dışarıya
sıçrayabilmek için böyle sabit bir noktaya ihtiyacımız var.
- Ama bunun için ilk önce felsefe kursumuzu tamamlamamız gerek. O zamana dek
Binbaşının üzerimizdeki hakimiyeti sürmek durumunda. Seni yüzyılların içinden
geçirip çağımıza dek getirmeme karar vermiş anlaşılan. Öte yandan Ortadoğu'da
bir yerlerden bir uçağa binip buraya gelmesine de sadece birkaç gün kaldı.
Bjerkely'e varmadan kendimizi onun yapış yapış hayal gücünden kurtaramazsak bu
iş bitti demektir.
- Beni korkutuyorsun...
354
- Ama karne...
- Özür dilerim.
- Ama yine de okula bir uğrasan iyi edersin. Son gün okulu kırman Hilde'nin
üzerinde olumsuz etki yapabilir. Yaşgünü olmasına rağmen o okula gidiyordur
mutlaka. Ne de olsa bir melek o!
- Klikk...
Hilde dosyayı bıraktı. İşte babası son gün okulu kırdığı için vicdan azabı
duymasını da sağlamıştı. Ne adamdı yahu!
Bir süre oturup Alberto'nun ne tür bir kurtulma planı-yaptığını düşündü. Dosyanın
son sayfasına baksa mıydı acaba? Yok, ayıp etmiş olurdu o zaman. En iyisi kitabı
bir an önce bitirmeye çalışmaktı.
355
SOFl'NlN DÜNYASI
Sofi okulda tam anlamıyla bir yaşgünü yaşadı. Herkes okulun son günü olduğu için
zaten tam bir eğlence havası içinde olduğundan kendi yaşgünü de fazladan
gürültülü bir biçimde kutlanmış oldu.
Öğretmen son olarak iyi tatiller dileyip serbest olduklarını söyler söylemez Sofi
dışarı fırladı. Jorün'ün kendisini beklemesi çağrısına da hemen yapması gereken
bir şey olduğunu söyleyerek karşılık verdi.
Kartın birisi "Hilde Möller Knag, Sofi Amundsen eliyle..." adresli, diğeriyse
Sofi'nin kendineydi. Her iki kart da "BM taburu" damgalıydı.
Sevgili Sofi Amundsen! Bugün senin yaşgünün olduğu için pek çok kutlanmaya
layıksın. Ve ben de senin yaşgününü candan kutlarım. Şimdiye dek Hilde için
yapmış oldukların için sağol! İçten selamlar. Binbaşı Al bert Knag.
356
AYDINLANMA ÇAĞI
2. Usçuluk
3. Aydınlanma düşüncesi
4. Kültür iyimserliği
5. Doğaya dönüş
6. İnsancıllaştırılmış Hıristiyanlık
7. İnsan hakları
Sofi eve girip pekiyilerle dolu karnesini mutfak masasının üzerine bıraktı. Sonra
çiti geçip ormana daldı.
Gölü yine kayıkla geçti. Alberto kapının eşiğinde oturuyordu. Eliyle Sofi'nin yanına
oturmasını işaret etti.
Hava oldukça güzeldi ama küçük gölün üzerinden etrafa serin bir hava dalgası
yayılıyordu. Fırtınalı havanın etkisi henüz geçmemiş gibiydi.
- Hemen konumuza geçelim, diye söze başladı Alberto. - Hu-me'dan sonra gelen
en önemli sistem yaratıcısı Kant idi. Ancak 18. yüzyılda Fransa'da da meşhur
filozoflar yaşadı. 18. yüzyılın ilk yarısında felsefenin ağırlıklı olarak İngiltere'de,
18. yüzyılın ortalarında Fransa'da, yüzyılın sonundaysa Almanya'da hissedildiğini
söylemek yanlış olmaz.
- Evet. Pek çok Fransız Aydınlanmacı düşünürün ortak bir takım fikirlerine kısaca
değinmek istiyorum. Bunlar arasında Montes-quieu, Voltaire, Rousseau ve daha
birçokları gelir. Bu fikirleri yedi ana başlıkta toplayacağım.
357
SOFfNtN DÜNYASI
iç çekti.
- Buna hiç gerek yoktu bence... Evet, ilk nokta otoriteye karşı ç;-kış. Fransız
Aydınlanma filzoflarından bir çoğu, o sıralar Fransa'dan daha açık bir ülke olan
İngiltere'de bulunmuşlardı. Burada İngiliz doğa biliminden, özellikle Nevvton ve
onun evrensel fiziğinden çok etkilenmişlerdi. Ancak bunun yanında İngiliz
felsefesi, özellikle Locke ve onun politik felsefesi de onlara bir esin kaynağı
oluşturmuştu. Daha sonra bu filozoflar Fransa'da varolan otoritelere karşı
mücadeleye giriştiler. Bizden öncekilerden devraldığımız tüm doğrulara karşı
eleştirel bir tutum takınmalıyız, dediler. Tüm sorulara bireyin kendisi bir cevap
bulmalıydı. Bu noktada Descartes geleneği onlara ışık tutuyordu.
mi?
- Evet. Otoriteye karşı çıkış kilisenin, kralın ve soyluların gücüne karşı koymayı da
içeriyordu. Bu kurumlar 18. yüzyılda Fransa'da İngiltere'dekinden çok daha
güçlüydüler.
da söylemiştin.
358
AYDINLANMA ÇAĞI
terim "herkesin bildiği şey" diye çevrilebilirken, Fransızca bu sözcük "(usun) açık
seçik gördüğü şey" şeklinde tercüme edilebilir.
- Anlıyorum.
- Ve bu da üçüncü noktaydı.
- Artık geniş halk tabakaları "aydınlatılmalıydı". Daha iyi bir toplumun ön koşulu
buydu. Zorluk ve baskıların nedeni bigisizlik ve bo-şinandı. Bu yüzden çocukların
ve halkın eğitimine büyük önem verilmeliydi. Eğitimin bir bilim olarak gelişmeye
başlamasının Aydınlanma Çağına rastlaması da bir rastlantı değildir bu yüzden.
- Evet, böyle denebilir. Aydınlanma düşüncesinin anıtı da dev bir ansiklopedi oldu.
Encyclopedie adıyla bilinen ve 1751 -1772 yılları arasında 28 cilt halinde
hazırlanan bu esere en büyük Aydınlanma filozofları katkıda bulundu. "Burada
herşey var," denildi, "iğne yapımından top dökümüne kadar herşeyi bulmak
mümkün."
- Özür dilerim.
359
SOFİNİN DÜNYASI
AYDINLANMA ÇAĞI
- Bazıları için ana slogan doğaya dönmek olmuştu. Aydınlanma filozoflarının "doğa"
ile kastettikleri "us"la hemen hemen aynı şey. di. Çünkü insan usu, kilise ve
"uygarlığın" tersine, doğa tarafından verilmiş bir şeydi. "Doğa insanlarının
Avrupalılardan daha sağlıklı ve daha mutlu olduğuna işaret edilirdi çoğu zaman,
çünkü onlar "uygar" değillerdi. "Doğaya dönmeliyiz" sözünün sahibi ise Rousseau
idi. Çünkü doğa iyiydi, insan da "doğası gereği" iyi bir varlıktı. Kötülüğün
kaynağıysa toplumdu. Rousseau çocukların çocukluklarını "doğal" saflıkları içinde
mümkün olduğunca uzun bir süre yaşamalarını öngörüyordu. Çocukluğun değerinin
kavranmasının Aydınlanma Çağında başladığını söyleyebiliriz. Bundan önceyse
çocukluk yetişkinliğe bir hazırlık olarak görülürdü. Oysa Dünya üzerinde yaşayan
birer insanız hepimiz -çocukken çocuk olarak, yetişkinken de yetişkin.
- Bence de.
- Din de insanın "doğal" sağduyusuyla uyumlu bir hale getirilmeliydi. Bu çağda pek
çokları insancıllaştırılmış bir Hıristiyanlık anlayışı için mücadele ettiler ki
listemizdeki altıncı nokta da bu. Öz-dekçi ve Tanrı'ya inanmayan dolayısıyla
tanrıtanımaz bir tutum takınanlar vardı ama Aydınlanma filozoflarının çoğu
Tanrı'sız bir dünyanın insan aklına uygun olmadığını savunuyorlardı. Dünya
fazlasıyla rasyoneldi bunun için. Örneğin Nevvton da bu görüşteydi. Aynı şekilde
ruhun ölümsüzlüğüne inanmanın da akla uygun olduğu düşünülüyordu. Örneğin
Descartes için ruhun ölümsüzlüğü bir inanç meselesinden çok bir akıl meselesiydi.
- Bu nokta biraz tuhaf geldi bana. Bence bu akıldan çok bir inanç
360
- Ha o zaman başka!
- O da ne?
- "DeiznV'e göre Tanrı dünyayı çok, çok eskiden yaratmış ancak ondan sonra
kendini vahiy yoluyla insanlara bilinir kılmamıştır. Böylelikle Tanrı, kendini
insanlara bir takım "doğaüstü" yollarla değil, doğa ve onun yasaları aracılığıyla
duyuran "en yüce varlık" konumuna indirgenmiştir. Böyle bir "felsefi Tanrı"ya
Aristoteles'te de rastlarız. Onun için de Tanrı evrenin "ilk nedeni" ya da "ilk
devindiri-cisi" idi.
361
SOFfNÎN DÜNYASI
AYDINLANMA ÇAĞI
gesi"nde yer aldı. Bu "İnsan Hakları Bildirgesi" bizim 1814'de ilan edilen
Anayasamızın da temelini oluşturur.
- Ama dünyada pek çok insan ne yazık ki hâlâ bu hakları elde edebilmek için
savaşmak zorunda!
- Evet, ne yazık ki! Oysa Aydınlanma filozoflarına göre tüm insanlar sırf insan
oldukları için bir takım özgürlüklere sahipti. Bu onların "doğal" hakkıydı.
Günümüzde de hâlâ ülkelerin yasalarıyla uyuşmayabilen "doğal haklar"dan söz
etmekteyiz. Hâlâ görmekteyiz ki bireyler ya da halk toplulukları adaletsizliğe,
özgürlüksuzlüge ve baskıya karşı "doğal hakları"nı savunmak adına mücadele
ediyorlar.
- Ya kadın hakları?
- Hayır. Daha sonra da örnekleri pek çok kez görüldüğü gibi, kadın hakları konusu
bu kez de devrimin sıcaklığı içersinde gündeme gelip devrimden sonra durum
sakinleştiğinde gündemden silindi.
-Tipik işte!
362
biri de Olympe de Gouges idi. Olympe de Gouges 1791'de yani devrimden iki yıl
sonra kadınların hakları konusunda bir bildiri yayınladı. Ona göre "vatandaşlık
hakları" bildirgesi, kadınların "doğal haklan" konusuna değinmiyordu, bu yüzden o
kadınların da erkeklerin sahip olduğu tüm haklara sahip olması gerektiğini dile
getirdi bu bildirisinde.
- Olympe de Gouges 1793'te idam edildi. Üstelik bundan sonra kadınların politik
faaliyetlerde bulunması yasaklandı.
- Allah kahretsin!
- Kadın hakları mücadelesi bundan sonra gerek Fransa'da gerek tüm Avrupa'da
19. yüzyılda yeniden tam anlamıyla gündeme geldi. Ve yavaş yavaş bu mücadelenin
meyveleri alınmaya başlandı. Ancak örneğin Norveç'te kadınlar oy hakkını ancak
1913'te elde ettiler. Hâlâ da dünyanın pek çok ülkesinde kadınlar haklarını elde
etmek için savaşıyorlar.
Kara yaratık ileri geri birkaç kez salındıktan sonra yeniden suyun diplerine daldı
ve sonra herşey eski sessizliğine büründü. Alberto arkasını dönmüştü.
363
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
AYDINLANMA ÇAĞI
Alberto buna çaresizlik dolu bir ifadeyle omuz silkerek karşılık verdi.
O sırada Sofi şöminenin üzerinde bir zarf durduğunu farketti. Zarfın üzerinde
"Hilde ve Sofi'ye" diye yazılıydı. Sofi zarfın kimden olduğunu hemen tahmin etti
elbette, ama artık yeni olan bir şey Binbaşının kendine de haber yollamaya
başlamış olmasıydı.
Akşamın geri kalanını annesiyle 15. yaşgününü kutlayarak geçirmeye karar verdi.
Ama önce ansiklopedide bir şeye bakmalıydı.
364
Gouges... yok. Peki De Gouges? O da yok. Ya Olympe De Gouges? Hayır, yok. Kitap
Kulübü Ansiklopedisinde, politik faaliyetleri yüzünden idam edilen bu kadın
hakkında tek bir söz bile yoktu işte! Büyük bir rezalet değil miydi bu? Babasının
böyle bir kişiyi kafasından uyduracak hali yoktu herhalde.
Hilde daha büyük bir ansiklopediye bakmak için koşarak merdivenlerden aşağıya
indi. Şaşkınlıkla kendisine bakan annesine:
Gouges . . . işte!
Gouges, Marie Olympe (1748- 93) Fr. yazar. Sosyal konularda yayımladığı
broşürler ve yazdığı piyeslerle Fransız Devrimi'nde aktif rol aldı. Devrim
sırasında tartışılan insan haklarının kadınları da kapsaması için uğraşan ender
kişilerden biridir. 1791'de "Kadın Hakları Bildirgesi"ni yayımlamıştır. 16. Ludvvig'i
savunup Robes-pierre'e saldırmak cüretinde bulunduğu için 1793'de idam edildi.
(Kaynakça: L.Lacour, "Les Origines du feminisme contemporain", 1900)
365
KANT
KANT
- Neden?
- Sen onlara bir deniz canavarı göstererek dalga geçtiğin için Binbaşının Evine
girdiler...
- Aydınlanma Çağı.
- Ve Olympe de Gouges.
- Ne demek "yanılmamışım"?
366
- Bu bir günde... şimdiye kadar okulda öğrendiklerimden daha çok şey öğrendim.
Sofi'nin okuldan eve gelip posta kutusunda ilk zarfı buluşundan bu yana sadece
bir gün geçmiş olmasına inanamıyorum.
- Annene mi?
- Hayır, Sofi'ye tabii ki. -Ya...
- Ne dedin?
Hilde yarım saat kadar sonra yatağına uzandığında dışarısı hâlâ öyle aydınlıktı ki
bahçe ve koy olduğu gibi görünüyordu. Yılın bu mevsiminde hava hiç kararmazdı.
Ormandaki küçük bir kulübenin duvarında asılı olan bir resmin içinde olmanın nasıl
olacağını düşündü bir süre. Bu resmin içinden bakıp dışandakileri görmek mümkün
olur muydu?
367
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
koydu.
- Şu BM meselesi gerçekten çok önemli olabilir, dedi Alberto, -ama anlattıklarıma
böyle müdahale etmesinden hoşlanmıyorum.
Sofi iki koltuğun arasındaki küçük sehpada bir gözlük durduğunu farketti.
Gözlüğün camları kırmızıydı. Güneş gözlüğü müydü acaba?
- Saat ikiye geliyor, dedi Sofi. - Saat beşten önce evde olmalıyım. Annemin
yaşgünüm için birtakım planları vardır mutlaka.
- Hemen başlayalım.
- Immanuel Kant 1724'de Doğu Prusya'daki Königsberg kentinde bir saracın oğlu
olarak dünyaya geldi. 80 yaşında ölene dek hemen hemen tüm ömrünü burada
geçirdi. Ailesi koyu Hıristiyandı. Onun da felsefesinin önemli temellerinden birini
kendi dinsel inancı oluşturur. Berkeley gibi o da Hıristiyanlık inancının temellerini
korumak gerektiğine inanıyordu.
KANT
sahip olduğu yeri almamış olurdu. Oysa Kant'ın kendinden önceki felsefi geleneği
çok iyi tanıması son derece önemlidir. Kant hem pescartes ve Spinoza gibi
Usçuları, hem de Locke, Berkeley ve Hume gibi Empiristleri gayet iyi biliyordu.
• Kant'a göre bunların ikisinde de doğru ve yanlış yanlar vardı. Herkesin yanıt
aradığı soru, dünya hakkında ne bilebileceğimizdi. Bu felsefi proje Descartes'tan
sonraki tüm filozofların ortak projesi olmuştu. Ortaya iki olasılık konuyordu:
Dünya duyularımızla algıladığımız gibidir, ve dünya usumuza göründüğü gibidir.
- Kant ne diyordu?
- Peki, küçük bir deney yapalım. Şu masadaki gözlüğü getirebilir ¦nişin? Hah, işte
orada. Şimdi gözlüğü tak bakalım!
Sofi gözlüğü taktı. Bir anda etrafındaki her şey kırmızıya büründü. Açık renkler
açık kırmızı, koyu renkler koyu kırmızı oldu.
- Ne görüyorsun?
369
SOFt'NtN DÜNYASI
mızı.
- Çünkü bu gözlük senin gerçekliği algılayışını belirliyor. Gördü, ğün her şey senin
dışındaki dünyadan kaynaklanıyor, ancak bunları nasıl gördüğünü gözlük belirliyor.
Sen şimdi dünyayı kırmızı olarak algılasan da, dünyanın kırmızı olduğu söylenemez.
-Tabii ki...
- Şimdi ormanda dolaşsan veya Kaptan Virajı'na bir uzan san, şimdiye dek
gördüğün her şeyi yine görürsün ama bir farkla: şimdi her şey kırmızıdır.
- Yani Kant zaman ve uzamdaki şeyleri algılamanın doğuştan gelme bir özellik
olduğunu mu söylüyordu?
• Bir bakıma öyle. Aslında neyi gördüğümüz Hindistan'da ya da Grönland'da doğup
büyümüş olmamıza göre değişir. Ama dünyanın neresinde olursak olalım dünyayı
zaman ve uzamdaki süreçler olarak algılarız. Öncelikle bunu söyleyebiliriz.
- Hayır. Kant'a göre zaman ve uzam, insanın bir parçasıdır. Zaman ve uzam
dünyaya değil, bizim kavrayışımıza ait özelliklerdir.
370
KANT
- Yani insan bilinci edilgin bir biçimde dışarıdan izlenimler almakla yetinen bir
"levha" değildir. Bilinç dünyayı algılayışımızı belirler ve bunda etkin bir rol oynar.
Suyu cam bir kaba koyduğumuzda, suyun kabın biçimini alışına benzer bu.
Algılarımız da "görü biçim-|erimiz"in şeklini alırlar.
- Anlıyorum sanırım.
- Kant yalnızca bilincin şeylere göre değil, şeylerin de bilince göre biçimlendiğini
öne sürüyordu. Kant bu görüşünü, insanın bilgisi konusunda "Copernikusçu bir
dönüm noktası" diye adlandırıyordu. Çünkü onun bu görüşü, o zamana dek inanıldığı
gibi Güneş'in Yer'in etrafında değil, Yer'in Güneş'in etrafında döndüğünü ileri
süren Copernikus'unki kadar kökten bir değişiklik barındıran bir görüştü.
- Şimdi Kant'm neden hem Usçulara hem de Empiristlere biraz hak verdiğini
anlıyorum. Usçular deneyimlerin anlamını unutuyor, Empiristler de usun dünyayı
algılayışımızdaki rolünü görmüyorlardı.
- Nasıl yani?
- Hatırlayacağın gibi Hume doğadaki her olayın ardında hep bir nedensellik ilişkisi
buluşumuzun alışkanlıklarımızdan kaynaklandığını söylüyordu. Çünkü biz beyaz
topun hareket nedeninin siyah topun çarpması olduğunu duyumsayamazdık. Bu
yüzden de siyah topun beyaz topu her zaman harekete geçireceğini
kanıtlamamızın olanağı yoktu.
- Hatırlıyorum, evet.
- Oysa Kant, Hume'a göre asla kanıtlayamayacağımız bu şeyin insan aklının bir
özelliği olduğunu söyler. İnsan aklı her şeyi bir neden etki ilişkisi içinde algıladığı
içindir ki nedensellik yasası her zaman geçerlidir.
371
SOFt'NİN DÜNYASI
KANT
- Kant'a göreyse insanlardadır. Öte yandan Kant, dünyanın "kendinde" nasıl bir
şey olduğunu bilemeyeceğimiz konusunda Hu-me'la aynı fikirdedir. Dünyanın
"benim için" -yani tüm insanlar için-nasıl olduğunu bilebiliriz. Kant'in felsefeye en
önemli katkısının "das Ding an sich" ile "das Ding für mich" arasında koyduğu bu
ayrım olduğu söylenebilir.
- Kant "şeyin kendisi" ile "şeyin görüneni" arasında önemli bir ayrım koyar. "Şeyin
kendisi"ne dair kesin bir bilgimiz olamaz. Yalnızca "şeyin görüneni"ni bilebiliriz.
Buna karşılık insan aklının şeyleri nasıl kavradığını deneyime dayanmaksızın
söyleyebiliriz.
- Sabah evden çıkmadan önce o gün neler göreceğini, başına neler geleceğini
bilemezsin. Ama görüp yaşayacaklarını zaman ve uzamdaki olaylar olarak
algılayacağını bilebilirsin. Ayrıca bilincinin bir parçası olarak her zaman
beraberinde taşıdığın nedensellik yasasının daima geçerli olacağından emin
olabilirsin.
- Odanın ortasında bir kedi düşün. Odanın içine bir top yuvarla-sak kedi ne yapar?
- Pekâlâ, ya sen olsan odadaki. Önünden birden bir top yuvar-lansa sen ne
yapardın? Arkasından mı koşardın?
- Evet, çünkü sen bir insansın. İnsan olduğun için de her olayın nedenini bulmak
istersin. Nedensellik yasası senin bir parçandır.
372
- Gerçekten mi?
- Belki etmez. Ama Kant'a göre henüz duyularıyla algıladıklarının sayısı sınırlı olan
çocukta akıl da tam anlamıyla gelişmemiştir. Boş bir akıldan da söz edilemez, değil
mi?
- Öyleyse şimdi bir özet yapalım. Kant'a göre insanın dünyayı algılayışını
belirleyen iki tür koşul vardır. Birincisi duyularımızla algılamadan önce hakkında
bir şey bilemeyeceğimiz dış koşullar ki buna bilginin maddesi diyebiliriz. İkincisi
de örneğin her şeyi zaman ve uzamdaki olaylar ve kesin nedensellik yasaları
içerisindeki süreçler olarak algılayışımızdaki gibi insanın içinde olan koşullar ki
buna da bilginin biçimi diyebiliriz.
Alberto ile Sofi bir süre öylece oturup camdan dışarısını seyrettiler. Sofi birden
gölün karşı tarafında, ağaçların arasında yürüyen bir kız gördü.
Kız birkaç saniye sonra gözden kayboldu. Kızın başında kırmızı bir şey olduğu
Sofi'nin dikkatini çekmişti.
- Devam et öyleyse.
- Nasıl yani?
373
SOPI'NIN DÜNYASI
KANT
-Evet.
- Kant'a göre insan bu tür sorulara kesin bir yanıt getiremez. Tabii bu onun bu
tür soruları görmezden geldiği anlamına gelmiyor. Tam tersine, çünkü böyle
soruları reddedip görmezden gelseydi gerçek bir filozof sayılmazdı.
- O ne yaptı peki?
- Neden bilemeyiz?
- Evet. Ama evrenin nereden geldiğini merak edip buna olası yanıtlar
getirdiğimizde usumuz bir anlamda boşta çalışmaya başlar. Çünkü usun o zaman
"işleyeceği" hiçbir duyu maddesi, yararlanabileceği hiçbir deneyim yoktur. Çünkü
kendimizin de küçük bir parçasını oluşturduğu bu büyük gerçekliği hiçbir zaman
duyumsamamı-şızdır.
374
- Ancak topun nereden geldiğini sormak her zaman insanın vazgeçilmez bir özelliği
olacaktır. Bu yüzden sorar da sorarız, en uç sorulara yanıt getirebilmek için
uğraşırda uğraşırız. Ama bu sorulara hiçbir zaman kesin yanıt getiremeyiz, çünkü
bir nokta gelir ve usumuz bu noktada boşta çalışmaya başlar.
- Kant'a göre, bu tür büyük sorulara yanıt olarak her zaman birbirinin Karşıtı
görüşler ortaya çıkabilir ve insan usu bu görüşlerin ikisini de doğru, ikisini de
yanlış bulabilir.
- Örnek lütfen!
- Evrenin bir başlangıcı olduğunu öne sürmek, evrenin bir başlangıcı olmadığını öne
sürmek kadar anlamlıdır. Ama usun bu iki olasılığı da değerlendirmesi
olanaksızdır. Evrenin her zaman varolduğunu iddia edebiliriz, ama bir şey
başlangıçsız varolabilir mi? Olamaz dersek, bir öncekj görüşün tam karşısında yer
almış oluruz. Evrenin bir başlangıcı olmalı dersek, bir durumdan bir başka duruma
değişimi kastetmediğimiz sürece bu başlangıcın yokluk olduğunu öne sürmek
durumunda kalırız. Ama bir şey yoktan varolabilir mi hiç Sofi?
- Pek çok filozof özgürlüğün insanın en önemli özelliklerinden biri olduğunu öne
sürmüştü. Öte yandan Stoacı filozoflar ve Spinoza gibi diğerleri, her şeyin
doğanın zorunlu yasalarınca yönetildiğini
375
SOFÎ'NIN DÜNYASI
- Her iki yanıt da eşit ölçüde akla uygun ve eşit ölçüde akla aykh rı.
- Ama sen sözlerine Kant'ın Hıristiyanlık inancının temellerini korumak gibi bir
amacı olduğunu söyleyerek başlamıştın...
- Evet, Kant dine yeni bir boyut kazandırdı. Deneyimin ve usun yetersiz kaldığı
noktada oluşan boşluğu ancak dinsel inanç doldurabilirdi.
- Anlıyorum.
376
KANT
neyi anlayamayacağımız konusunda son derece eleştirel davranıp, sonra işin içine
Tann'yı filan sokup kaytarıyor.
- Ama Descartes'la aralarında önemli bir fark var. Descartes'ı bu noktaya usu
getirirken, Kant'ı inancı getiriyor. Kant ruhun ölümsüzlüğüne, Tanrı'nın varlığına
ve insanların özgür bir iradesi olduğuna inanmayı pratik sayıltılar olarak
adlandırır.
- Ne demek bu?
- "Öyle saymak" kanıtlanamayacak bir şeyi öne sürmek anlamına gelir. "Pratik
sayıttı" ile Kant, insan "pratiği" yani insan ahlakı için öyle sayılması gereken
şeyleri kasteder. "Tanrı'nın olduğunu varsaymak insan ahlakı için gereklidir," der.
O anda kapı çalındı. Sofi hemen ayağa kalktı, ama Alberto'nun duruma kayıtsız
davrandığını görünce duraladı ve sordu:
- Kırmızı Başlıklı Kız olduğumu görmüyor musun? Sofi dönüp Alberto'ya baktı.
Alberto başını salladı ve:
- Ninemin ormandaki kulübesini arıyorum, dedi kız. - Ninem yaşlı ve hasta. Ben de
ona biraz yemek götürüyorum.
- Ninen burda değil, dedi Alberto. - Haydi yoluna bakalım! Alberto'nun bunu
söylerken eliyle yaptığı hareket Sofi'ye tipik
- Ama ben bir mektup getirmiştim, diye sözlerini sürdürdü Kırmızı Başlıklı Kız.
Böyle deyip sepetinden bir zarf çıkardı ve zarfı Sofi'ye uzattı. Ar-
377
SOFİ'NİN DÜNYASI
gibi oturdular.
- Ve de onu uyarmanın hiçbir faydası yok. Yine her zamanki gibi ninesinin evine
gidecek ve yine kurt onu yiyecek. Hiçbir zaman öğreneceği yok; bu sonsuza dek
böyte sürecek!
- Ama ben ninesine gelmeden önce başka bir kulübenin kapısını çaldığını hiç
duymamıştım şimdiye dek.
Sofi zarfa baktı. Üzerinde "Hilde'ye" diye yazıyordu. Zarfı açıp yüksek sesle
okudu:
Sevgili Hilde! İnsan beyni bizim anlayabileceğimiz kadar basit olsaydı, onu
anlayamayacak kadar aptal olmamız gerekirdi. Sevgiler, baban.
- Doğru. Kant da buna benzer bir şey söylerdi herhalde. Ne olduğumuzu anlamayı
bekleyemeyiz. Bir bitki ya da bir böceği tam anlamıyla anlayabiliriz belki ama
kendimizi asla anlayamayız. Tüm evreni anlayabileceğimizi ise hiç umamayız.
Sofi kartta yazılı ilginç cümleyi bir kaç kez daha okumak ihtiyacını hissederken
Alberto sözlerini sürdürdü:
378
KANT
- Hume'a göre doğru ile yanlış arasındaki farkı belirleyen şey ne aklımız ne de
deneyimlerimizdi. Buna yalnız ve yalnız duygularımızla karar verebilirdik. Bu
temel Kant'a yeterli görünmüyordu.
- Tahmin edebiliyorum.
- Kant doğru ile yanlış arasında gerçekten bir fark olduğuna inanıyordu. Doğru ile
yanlışı ayırdedebilmenin insan aklına has olduğu konusunda Usçularla aynı
fikirdeydi. Herkes doğru ile yanlışın ne olduğunu bilirdi; bunu yalnızca
öğrendiğimiz için değil, bu bilgiyle doğduğumuz için bilebilirdik. Kant'a göre her
insan "pratik bir us "a, yani ahlak açısından neyin doğru neyin yanlış olduğunu
belirleyen ussal bir yeteneğe sahipti.
- Usun tüm diğer yetenekleri gibi doğruyu yanlıştan ayırt edebilme yeteneği de
doğuştan gelmedir. Tüm insanlar örneğin her şeyin bir nedeni olduğunu düşünmek
gibi aynı zihinsel özelliklere sahip olmakla beraber, aynı evrensel ahlak yasasına
tabidirler. Bu ahlak yasası tıpkı fiziksel doğa yasaları gibi her şey ve herkes için
geçerlidir. 7 artı 5'in 12 ettiği ya da her şeyin bir nedeni olduğu nasıl usumuz için
genel geçer bir doğruysa, bu yasa da ahlak anlayışımız için öyle geçerlidir.
- Bu yasa her türlü deneyimden önce geldiği için "biçimsel"dir. Yani belli birtakım
ahlaki seçeneklere bağımlı değildir. Tüm toplumlar ve tüm zamanlardaki herkes
için geçerlidir. Yani şu veya bu durumla karşılaştığında ne yapman gerektiğini
değil, her türlü durumda nasıl davranman gerektiğini anlatır.
- Peki ama belli durumlarda nasıl davranman gerektiğini söyle-meyen evrensel bir
ahlak yasası ne işe yarar ki?
379
SOFİ'NİN DÜNYASI
- Kant ahlak yasasını kesin bir buyruk (kategorik imperatif) olarak tanımlar.
Ahlak yasası "kesin"dir demekle, bunun her türlü durumda geçerli olduğunu
kasteder. Yasa aynı zamanda "zorunludur" yani "buyurgandır" ya da kaçınılmazdır.
- Demek öyle...
- Yani bir şey yaparken başkalarının da aynı durumda benim gibi yapmalarını
istediğimden emin olmalıyım.
• Evet. Ancak o zaman içindeki ahlak yasasına uygun davranıyorsun demektir. Kant
bu "kesin buyruğu" bir insanı hiçbir zaman bir araç olarak görmeyip her zaman
kendi başına bir amaç olarak görmek gerektiği şeklinde de dile getirir.
- Evet, çünkü diğer insanlar da kendi başına birer amaçtırlar. Ayrıca bu yalnızca
başkaları için değil, insanın kendisi için de geçerlidir. İnsan kendisini de bir amaca
ulaşmak için bir araç olarak kullanmamalıdır.
- Evet, bu da tüm ahlaksal seçim noktalarında geçerli olan "biçimsel" bir kuraldır.
Bu altın kuralın Kant'ın evrensel ahlak yasası olarak dile getirdiği şeyle aynı şey
olduğunu da söyleyebilirsin.
- Ama bunların hepsi iddiadan öteye gitmiyor. Bence Hume usumuzla neyin doğru
neyin yanlış olduğunu kamtlayamayacağımızı söylerken haklıydı.
- Bana vicdandan bahsediyormuşuz gibi geliyor. Çünkü her insanın vicdanı vardır,
değil mi?
380
KANT
- Evet, Kant ahlak yasasından söz ederken insanın vicdanından söz etmektedir.
Vicdanımızın bize söylediği şeyi kanıtlayanlayız ama biliriz.
- Bazen başkalarına işime öyle geldiği için iyi davrandığım olur. Daha çok sevileyim
diye mesela...
• İşte o zaman sen ahlak yasasına saygı duyduğun için iyilik yapmıyorsun
demektir. Ahlak yasasına uygun davranıyorsundur belki ama bir davranışın
ahlaksal bir davranış olabilmesi için önce kendinin buna inanıyor olman gerekir.
Ancak belli bir biçimde davranmanın ödevin olduğunu düşündüğün zaman ahlaksal
bir davranıştan söz etmek mümkün olur. Bu yüzden Kant'ın ahlakı ödev ahlakı diye
bilinir.
- Evet ve burada önemli olan bunu kendin doğru bildiğin için yapmandır. Topladığın
paralar sonuçta yerine ulaşsa da ulaşmasa da sen ahlak yasasına uymuş olursun.
Sen iyi niyetle davranmışsın-dır ki Kant'a göre ahlaksal olarak doğru bir davranışı
belirleyen şey niyettir, eylemin sonucu değildir. Bu yüzden Kant'ın ahlakına niyet
ahlakı da denir.
- Tabii, Kant bunun da önemli olduğunu söylerdi herhalde. Ama ancak ahlak
yasasına saygıdan dolayı davranıyorsak özgürdayra-nıyoruz demektir.
- Kant'a göre değil. İnsanın özgür bir iradesi olduğunu "saymak" gerektiği
şeklindeki görüşünü hatırlıyorsun, değil mi? Bu önemli bir nokta, çünkü Kant da
her şeyin nedensellik yasasını izlediğini söylüyordu. Özgür bir iradeden söz
edilebilir mi o zaman?
381
SOFfNİN DÜNYASI
insanı "ikili bir varlık" olarak görüşü gibi Kant da insanı ikiye böler. Duyusallık
sahibi varlıklar olarak nedensellik kurallarına boyun eğ. mek durumundayız, der
Kant. Duyumsadığımız şeylere biz karar veremeyiz; istesek de istemesek de dış
nedenler duyusallığımız yoluyla bize ulaşır, bizi etkiler. Ancak insan yalnızca
duyan bir varlık değil, düşünen bir varlıktır da aynı zamanda.
- Evet, bir bakıma doğru. Başkalarına karşı kötü davranmamayı ben ya da içimdeki
bir şey -söylüyor bana.
- O zaman kendi çıkarlarına her zaman uymasa da kötü olmamayı seçerek özgür
bir şekilde davranıyorsun demektir.
- İnsan şu ya da bunun "kölesi" olabilir. Hattâ insan kendi bencilliğinin bile kölesi
olabilir. İnsanın arzularını aşabilmesi bağımsızlık ve özgürlük gerektirir.
dür.
382
KANT
Kant'la birlikte felsefe tarihînin bir dönemi son bulmuş olur. Kant 1804'de,
Romantizm dediğimiz dönemin tomurcuklanmaya başladığı sırada öldü.
Königsberg'deki mezanndaki mezar taşında en ünlü sözleri yer alır. İki şeyin
ruhunu hayranlık ve saygıyla kapladığı yazılıdır burada. Bunlar "üzerimdeki
gökyüzü ve içimdeki ahlak yasa-sı"dır. İşte, Kant'ı ve felsefesini yola çıkaran
büyük gizem.
383
SOFt'NÎN DÜNYASI
KANT
- Yo, hiç de değil! Sonra kapıdaki "Kırmızı Başlıklı Kız". "Ninemin ormandaki
kulübesini arıyorum," filan... Ayıp şeyler bunlar Sofi. Hepsi de Binbaşının
uydurmaları! Tıpkı muzlu mektup ve fırtınalı o gece gibi.
- Sence...
- Neyi?
Happy birthday to you! Happy birthday to you! Happy birthday to Hilde! Happy
birthday to you!
Saat dört buçuk olmuştu. Sofi göle inip kürek çekerek karşı kıyıya
384
Patikaya vardığında ağaç gölgelerinin arasında bir şeyin hareket ettiğini fark etti.
Aklına, ormanda yalnız başına ninesini görmeye giden Kırmızı Başlıklı Kız geldi,
ama ağaçların arasındaki bu şey çok daha küçük bir şeydi.
Sofi bunun oyuncak bir ayı olduğunu anladığında şaşkınlıktan ağzı bir karış açık
kaldı.
Birinin ormanda oyuncak ayısını kaybetmesinde şaşacak bir şey yoktu belki ama
bu ayı canlıydı. Bir şey yapmaya uğraşıyordu.
- Benim adım Sevimli Ayıcık, dedi. - Ne yazık ki böyle güzel bir havada ormanda
yolumu kaybettim. Seni daha önce gördüğümü hatırlamıyorum.
- Belki de yolunu kaybetmiş olan benim, dedi Sofi. - O zaman sen de hâlâ evinde,
Cinler Ormanı'nd'a sayılırsın.
- Ay, çok zor bir şey oldu bu dediğin. Unutma ki ben oldukça kıt akıllı bir ayıcığım.
- Sanırım sen de Alice olmalısın. Tavşan Christopher senden söz etti bize bir kez.
Demek böyle tanışıyormuşuz. Sen bir şişeden bir şey içmiş ve bundan sonra
küçüldükçe küçülmüşsün, değil mi? Ama sonra başka bir şişeden bir şey içip
yeniden büyümeye başlamışsın. İnsan ağzına ne koyduğunu iyi bilmeli. Ben de bir
kez öyle çok yedim ki bir tavşan deliğinde sıkışıp kaldım.
- Önemli olan kim olduğumuz değil, varolduğumuzdur. Bay Baykuş böyle der ve o
çok akıllı biridir. Sıradan bir günde, yedi artı dört on ikidir demişti. O zaman biz
de kendimizi çok aptal hissetmiştik, Çünkü sayılar güç iştir. Havanın nasıl
olacağını tahmin etmek ise buna göre çok daha kolaydır.
385
SOFI'NİN DÜNYASI
- Tanıştığımıza memnun oldum Sofi. Demin de dediğim gibi sen buralarda yeni
olmalısın. Ama şimdi bu küçük ayıcığın gitmesi gerekiyor çünkü Piglet'i bulmam
gerek. Bay Tavşan ve arkadaşları içjn koskocaman bir eğlence düzenlenecek de...
Sonra ayıcık patisini salladı ve işte bu sırada farketti Sofi ayıcı, ğın öbür
patisinde bir kâğıt tuttuğunu.
- Hayır efendim, "yalnızca bir kâğıt parçası" değil, Aynadaki Hil-de'ye bir mektup
bu.
- Değilim ama...
- Bir mektup hiçbir zaman sahibinden başkasına verilmemeli. Daha dün öğretti
Tavşan Christopher bunu bana.
Böyle diyen ayıcık kâğıdı Sofi'ye verdi ve minik adımlarıyla ormanda uzaklaştı.
Sofi kâğıdı aldı ve okumaya başladı:
386
KANT
rekli bir barışın güvencesi olduğunu yazar. Onun 1795'deki bu tezinden yaklaşık
125 yıl sonra, Birinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından "Halklar Birliği"
kurulmuştur. İkinci Dünya Sava-şı'ndan sonra da bunun yerini Birleşmiş Milletler
almıştır. Yani Kant'ın BM fikrinin babası olduğu söylenebilir. Kant'a göre
insanlardaki "pratik us" sayesinde devletler devamlı savaş mala-rıyla sonuçlanan
"doğal durum"larından kurtulabilir, savaşı önleyen uluslararası bir adalet düzenine
ulaşabilirlerdi. Halklar birliğini kurmak için uzun bir yol katetmek gerekse de
"genel ve sürekli bir barış teminatı" için çalışmak hepimizin görevi olmalıydı. Kant
için böyle bir birlik kurulması çok uzaklardaki bir he- ~ def, hattâ felsefenin
nihai hedefiydi. Bense şu an Lübnan'dayım. Sevgiler, baban.
Sofi kâğıdı cebine koyup eve doğru yürümesini sürdürdü. Alberto tam da bu tür
numaralara karşı uyarmıştı onu. Ama ne yapsın, sonsuza dek Aynadaki Hilde'yi
aramak zorunda kalacak küçük ayıcığa yardım etmeden yapamazdı ki!
387
ROMANTİZM DÖNEMİ
Hilde elindeki büyük dosyanın önce kucağına sonra yere kaymasını engellemedi.
Ertesi gün saat ll'e dek uyudu. Çok yoğun bir biçimde rüya görmüş olduğunu bilse
de rüyaların kendisini hatırlamıyordu. Sanki bambaşka bir dünyaya gidip gelmiş
gibiydi.
- Önce biraz okumak istiyorum. İstersen sonra gelip sana öğle yemeği öncesi
yemeği getiririm...
Hilde kahvaltısını ettikten sonra tekrar odasına çıktı. Yatağını yaptı ve koca
dosyayı kucağına alıp okumaya başladı.
Çok geçmeden Sofi çite varmış ve bir zamanlar Cennet Bahçesi'ne benzettiği
bahçelerine girmişti.
388
ROMANTİZM DÖNEMİ
Eve girdi. Annesi yeni gelmiş, buzdolabına gazoz şişeleri yerleştiriyordu. Mutfak
masasının üzerinde bir yaş pastayla bir de kek duruyordu.
- Yaşgünü partini gelecek cumartesi yapacağız ama gerçek yaş-günün olan bugün
de küçük bir kutlama yapalım diye düşündüm.
Misafirler yedi buçuğa doğru^geldiler. Aileler pek sık görüşmediği için ortada
oldukça resmi bir hava esiyordu.
Sofi ile Jorün kısa bir süre sonra annelerinin yanından kalkıp Sofi'nin odasına
çıktılar ve Sofi'nin yaşgünü davetiyesini hazırlamaya başladılar. Alberto Knox'u
da davet edecekleri için Sofi partiyi "felsefi bir bahçe partisi" şeklinde
adlandırmayı önerdi. Jorün de bu fikre karşı çıkmadı. Zaten parti Sofi'nin
partisiydi, hem de şu sıralar "konulu geceler" pek modaydı.
Sevgili........
389
SOFfNlN DÜNYASI
ROMANTİZM DÖNEMİ
« yacak olsa da, fikirlerimizin kıvılcımlarını dilediğimiz gibi sa-, vurmakta özgür
olacağız. Partiye davetliler arasında en az bir gerçek filozof olduğundan, partimiz
kapalı bir organizasyon olmak durumundadır. (Basın giremez!)
İmza:
Aşağıya indiklerinde ailelerin arasındaki resmi hava biraz olsun yumuşamıştı. Sofi
kaligrafik uçlu bir kalemle yazdıkları davetiyeyi annesine verdi ve:
-18 kopya lütfen! dedi. Daha önce de annesinden işteki fotokopi makinasını
kullanmasını istediği olmuştu.
- Bakın size demedim mi? Aklı gerçekten bir tuhaf işliyor bu günlerde!
- Ama bu çok ilginç bir şeye benziyor, dedi ekonomi danışmanı. -Ben de bu partiye
davetli olmak isterdim doğrusu!
- Öyleyse davetiye sayısı 20 olsun, dedi Sofi onların bu sahte iltifatlarını ciddiye
alarak.
Alberto'dan salı gününe dek ses seda çıkmadı. Salı günü annesi işe gittikten sonra
telefonu geldi.
390
- Tahmin etmiştim.
- Daha önce arayamadığım için özür dilerim, ancak planımızla fazlaca meşguldüm.
Rahatsız edilmeden çalışabildiğim tek anlar Binbaşının seninle uğraştığı anlar
oluyor.
- İlginç!
- Çünkü ancak o zaman kendimi gizli tutabiliyorum, anlıyor musun? Dünyanın en iyi
gizli haber alma servisi bile tek adama kaldığında bazı şeyleri gözden kaçırır....Ha,
kartını aldım bu arada.
- Niye etmeyeyim?
- Gelecek misin?
- Tabii geleceğim. Ama bir şey daha var... Hilde'nin babasının tam o gün
Lübnan'dan dönüyor olacağının farkında mısın?
- Gelirim.
- Buyur, şöyle otur, dedi ve yine hemen konuya girdi. - Şimdiye dek Rönesans,
Barok ve Aydınlanma çağlarından söz ettik. Bugünse Avrupa'nın sonuncu büyük
kültür dönemi sayılan Romantizm Döneminden bahsedeceğiz. Böylelikle uzun bir
öykünün sonuna yakîa-
391
SOFl'NlN DÜNYASI
romantizm dönemi
şıyoruz çocuğum.
-18. yüzyılın sonlarında başlayıp 19. yüzyılın ortalarına dek sür. dü. Bundan
sonraysa tümüyle edebiyatı, felsefeyi, sanatı, bilimi ve müziği kapsayan böyle
büyük "dönem"lerden söz etmek olanaksız-laşır.
- Yeni moda olan sözcükler "duygu", "hayal gücü", "yaşamak" ve "arzu" gibi
sözcüklerdi. Rousseau da aralarında olmak üzere pek çok Aydınlanma Çağı
düşünürü de duyguların önemini belirtmişti ancak onlar bunu, usa gereğinden çok
önem vermeye bir eleştiri olarak getirmişlerdi. Romantizmde ise bu alt akım ana
akım halini aldı.
- Hem evet, hem hayır. Romantiklerin pek çoğu kendilerini Kant'ın mirasçısı
olarak gördüler aslında. Çünkü Kant "das Ding an sich"i tümüyle bilemeyeceğimizi
söylemişti. Ayrıca bilginin oluşumunda "ben"in önemli katkısının da altını çizmişti.
Öyleyse varoluşun yorumu tümüyle bireye kalmıştı. Romantikler bu "benciliği"
sonuna dek kullandılar. Bu, sanatçı dehaya tapınmaya da yol açtı.
392
- Evet, Rönesans ile Romantizm arasında pek çok ortak nokta vardır. Bunlardan
biri de insanın bilgiye ulaşmasında sanata verdikleri önemdir. Bu noktada da
Kant'ın etkisi göz ardı edilemez. Estetiği araştırırken güzel bir şeyle, örneğin bir
sanat eseriyle karşılaştığımızda neler olduğunu düşünmüştür. Kendimizi sanatsal
deneyimin ötesinde herhangi bir amaç .gütmeden bir sanat eserine verdiğimizde
"das Ding an sich"e iyice yaklaştığımızı söylemiştir.
- Yani sanatçılar filozofların başaramadığını başarırlar, öyle mi?
- Çünkü sanatçı da tıpkı Tanrı'nın evreni yaratması gibi kendi gerçeğini yaratır.
- Sanatçının "dünya kurucu bir hayal gücü" olduğu söylendi. Esinlendiği anlarda
hayal ile gerçek arasında bir fark kalmazdı sanatçı için. Genç dehalardan biri olan
Novalis "dünya hayal olur, hayal gerçek" diyordu. Novalis'in 1801'de öldüğünde
hâlâ bitmemiş olan "Heinrich von Ofterdingen" adlı Ortaçağ romanının
Romantikler üzerinde büyük etkisi olmuştur. Burada, bir kez rüyasında gördükten
sonra hayatı boyunca "mavi çiçeği" arayan Heinrich'i anlatır. İngiliz Romantiği
Coleridge de aynı düşünceyi şöyle dile getirmiştir:
393
SOFfNlN DÜNYASI
What if you slept? And what if, in your sleep, you dreamed? And what if, in your
dream, you went to heaven and there plucked a strange and beautiful flower?
And v/hat if, when you avvoke, you had the flower in your hand? Ah, what then?
*
- Çok güzel!
şeyler mi?
394
ROMANTİZM DÖNEMİ
- Haklısın... ,,
- Sophie idi.
- Ne dedin?
- Devam et!
- Ne acı!
- Belki... Romantik aşklardan söz ettik. Erişilmez aşk teması ilk kez 1774'de
Goethe'n'ın mektuplardan oluşan romanı "Genç Wert-
SOFfNÎN DÜNYASI
romantizm dönemi
- Nasıl yani?
- Bu, doğayı bir bütün olarak görmek anlamına gelir. Bu noktada Romantikler
Spinoza'ya ve hattâ Plotinos'a ve Jacob Böhme ile Giordano Bruno gibi Rönesans
filozoflarının düşüncelerine başvurdular. Bunların hepsinde ortak olan şey, doğada
bir tanrısal "ben" yakalamış olmalarıydı.
- Tümtanrıcıydılar öyleyse...
- Anlıyorum.
- En önemli Romantik filozof 1775 -1854 yılları arasında yaşamış olan Schelling
idi. Schelling "ruh" ile "madde" arasındaki ayrımı kaldırmaya çalıştı. Ona göre tüm
doğa, yani hem insan ruhu hem
396
- Schelling doğada "evrensel bir ruh" görüyor ve aynı "evrensel ruh "la insan
bilincinde de karşılaşıyordu. Bu bakımdan doğa da insan bilinci de aynı şeyin
ifadesiydi.
- Yani insan "evrensel ruh"u hem doğada, hem de kendi içinde arayıp bulabilirdi.
Novalis bu yüzden "o gizemli yol içimize açılan yoldur", diyordu. Ona göre insan
tüm evreni içinde taşıyor, böyle olunca da evrenin sırlarını çözmek için insanın
önce kendi kendini tanıması gerekiyordu.
- Romantiklerin çoğu için felsefe, doğa bilimleri ve edebiyat daha yüce bir
bütünün parçalarıydı. Bir odaya kapanıp şiir yazmak ya da çiçekleri, taşları
incelemek bir madalyonun iki yüzü gibiydi. Çünkü doğa ölü bir mekanizma değil,
yaşayan bir "evrensel ruh"tu.
- Biraz daha devam edecek olursan ben de bir Romantik oldum gitti!
397
SOFl'NtN DÜNYASI
- Schelling doğada, taş ile topraktan insan aklına uzanan bir "gelişme" görüyordu.
Cansız doğadan karmaşık yaşam biçimlerine derece derece bir geçiş olduğunun
altını çiziyordu. Romantizmde doğa bir organizma olarak görülür. Organizma da
içindeki olanakları sürekli geliştiren bir şeydir. Doğa, durmadan açan bir çiçek ya
da şiir üreten bir şair gibidir.
- Anlıyorum.
- Aynı şekilde tarihe de yeni bir bakış getirildiğini görüyoruz. Romantizmde bir
başka önemli isim, 1744 -1803 yılları arasında yaşamış olan tarih filozofu
Herder'd\r. Herder'e göre tarih süreklilik, gelişme ve amaç barındıran bir şeydi.
Tarihi bir süreç olarak algıladığı için, Herder'in tarihe "dinamik" bir bakış
getirdiğini söylüyoruz. Aydınlanma filozoflarının tarihe bakışıysa çoğunlukla
"statik"ti. Onlara göre tek bir evrensel doğru vardı ve bu doğru da tarihin her
dönemi için şöyle ya da böyle geçerliydi. Herder ise tarihin her döneminin kendine
has bir değeri olduğunu söylüyordu. Aynı şekilde her halk da kendine has
özelliklere, özgün bir "halk ruhu"na sahipti. Önemli olan kendimizi başka
kültürlerin yerine koyabilmemizdi.
- Başka bir insanı anlayabilmek için kendimizi onun yerine koymamız gerektiği
gibi, başka bir kültürü anlayabilmek için de kendimizi o kültürün yerine
koymalıyız.
398
ROMANTİZM DÖNEMİ
- Anlıyorum.
- Buna da Ulusal Romantizm diyoruz. Bu tür diğerinden bir süre sonra ve özellikle
Heidelberg kentinde doğmuştur. Ulusal Romantikler "halkın" tarihi, "halkın" dili
ve de genel olarak "halk" kültürüyle ilgiliydiler. Çünkü "halk" da, tıpkı doğa ve
tarih gibi, içinde varolan olanakları ortaya koyup geliştiren bir organizma olarak
görülüyordu.
- Anlıyorum.
- Herder pek çok ülkeden halk söylenceleri toplayıp bunları "Stimmen der Völker
in Liedern" adını verdiği bir kitapta yayınlamıştı. Evet, Herder bu başlıkta halk
söylencelerini "halkın ana dili" diye tanımlıyordu. Heidelberg'de de halk
söylenceleri ve halk masalları derlenmeye başlandı. Grimm Masallarını
duymuşsundur herhalde?
- A, evet. "Pamuk Prenses", "Kırmızı Başlıklı Kız", "Kül Kedisi" ve "Hansel ile
Gretel"...
- Ve daha pek çokları... Norveç'te de Asbj'örnsen ve Moe köy köy dolaşıp "halkın
kendisinin yarattığı eserleri" derledi. Sanki yepyeni
399
SOFÎ'NİN DÜNYASI
- Bu, bir yazar, örneğin H.C. Andersen tarafından yazılmış bir masaldır. Masal
türü Romantiklerin özellikle önemsedikleri bir yazın türüdür. Bu alandaki uzman
yazarlardan birisi de Hoffmarfd\r.
- Tamam.
- Romantizm filozof lan, "evrensel ruh"u, dünyada varolan şeyleri rüyamsı bir
şekilde yaratan bir "ben" olarak algılıyorlardı. Filozof Fichte'ye göre doğa, daha
yüce ve bilinç ötesi bir kavrayışın sonucuydu. Schelling dünyanın "Tanrı'da
varolduğunu" söylüyordu. Ona göre Tanrı bir takım şeylerin farkındaydı, ancak
doğanın bazı yanları Tanrı'nın bilinç ötesi varlığının bir yansımasıydı. Çünkü Tan-
400
ROMANTİZM DÖNEMİ
- Bu çok ilginç ama çok da ürkütücü bir düşünce. Bana Berke-ley'i hatırlatıyor.
- Yazarla eseri arasında da benzer bir ilişki gözetiliyordu. Masal, yazara "dünya
kurucu hayal gücü"nü özgürce kullanma olanağı sağlıyordu. Ve bu yaratma eylemi
her zaman bilinçle gerçekleştirilen bir eylem değildi. Yazar, kendisine eseri
yazdıranın içindeki bir güç olduğunu duyumsayabilirdi. Yazarken kendisini adeta
hipnotize olmuş gibi hissedebilirdi.
-Ya?
- Anlıyorum.
- Bunu yaparak yazar okuyucuya onun dünyasında da masalsı bir yan olduğunu
hatırlatmış oluyordu. Bir yanılsamayı bu şekilde yıkmaya "Romantik İroni"
diyoruz. İbsen de "Peer Gynt" adlı tiyatro eserinde, oyunculardan birine "beşinci
perdenin ortasında da ölünmez ki!" dedirtir.
- Bu öyle çelişkili bir ifade ki, bunun altını çizmek için yeni bir sa-tırbaşı yapmalı.
- Ha, hiçbir şey! Ama sonra da dedik ki Novalis'in sevgilisinin adı da Sophie'ydi ve
yalnızca 15 yaş ve dört gün yaşadıktan sonra ölmüştü...
401
SOFÎ'NİN DÜNYASI
korkman yersiz.
- Neden?
- Neler söylüyorsun?
- Kafamı karıştırıyorsun!
Alberto henüz daha sözlerini tamamlamadan ormanın içinden koşarak bir çocuk
çıkageldi. Üzerinde Arapların giydiği giysiler, başında da türban vardı. Elinde
fitilli bir lamba tutuyordu. Sofi Alberto'nun koluna sıkı sıkı sarılıp:
Bunu demesiyle çocuğun elindeki lambayı şöyle bir sıvazlayıp lambanın üzerinden
yoğun bir duman bulutu yükselmesi bir oldu. Dumanların içinden de bir cin ortaya
çıktı. Cinin Alberto'nunki gibi kara bir sakalı ve başında mavi bir beresi vardı.
Dumanların üzerinde bir o yana bir bu yana dalgalanan cin:
- Beni işitiyor musun Hilde? Yaşgünü kutlamalarının zamanı geçti artık sanırım.
Yalnızca şunu demek istiyorum ki Bjerkeley ile Norveç'in güneyi de benim için bir
masal! Birkaç gün sonra orada görüşmek üzere! dedi.
Sonra koca cin bir anda küçülüp ardındaki duman bulutuyla tekrar lambanın içine
girdi. Çocuk da lambayı koltuğunun altına sıkıştırıp tekrar ormanda gözden
kayboldu.
402
ROMANTİZM DÖNEMİ
- Ama...
- Satırbaşı!
Sofi ile Alberto öylece oturup küçük gölü seyre daldılar. Alberto taş kesmiş
gibiydi. Bir süre sonra Sofi onu omuzundan sarsmaya cesaret edip:
- Hey, ne oldu?
- Eğer bu doğruysa, kitabın dışına çıkıp kendi yoluma gitmek istiyorum ben.
- İşte benim gizli planım da bunu amaçlıyor. Ama bundan önce Hilde'yle konuşmayı
başarmalıyız. O şimdi bizim her söylediğimizi okuyor. Bu kitaptan kaçmayı
başardıktan sonra onunla artık konuşamayacağımıza göre bu fırsatı
kaçırmamalıyız.
- Ona ne diyeceğiz?
- Gerçi büyük bir hızla bu satırları yazmaya devam ediyor ama sanırım Binbaşı
uyumak üzere...
403
SOFt'NİN DÜNYASI
- Sonradan pişman olacağı bir takım şeyleri tam şimdi söylemeli. Üstelik
yazdıklarını düzeltmek için kullanacağı beyaz boyası da yok. Bu benim planımın çok
önemli bir parçası. Binbaşı Albert Knag'a beyaz boya verecek olanın vay halinel
- Ruhu burada ama kendisi güvenli bir şekilde Lübnan'da. Etrafımızdaki herşey
Binbaşının "ben"i.
- Ve sonra babasını terkedebilir. O bunu bizden çok daha kolay yapabilir. Evden
ayrılıp bir daha asla dönmeyebilir. Bizi "dünya kurucu bir hayal gücü" uğruna
harcayan bir babaya layık bir ceza değil midir bu?
- Dalga geçmek ya! Bizi yaşgünü eğlencesi olarak kullanıyor, derken benim de
söylemek istediğim buydu. Ama ayağını denk alsın, Sofi! Hilde de öyle!
- Ne demek istiyorsun?
404
romantizm dönemi
- Sıkı dur!
- Evet?
- Yani Hilde şimdi sana bu söylediklerimi, babası bir zaman Lübnan'da oturup sana
bunları söyleyeceğimi ve onun bir zaman Lübnan'da oturup sana bunları
söyleyeceğimi düşündüğünü söyleyeceğimi düşündüğü için okuyabiliyor.
- Ama bu yüzden böbürlenmelerine gerek yok! Hele buna gülmeleri hiç gerekmez,
çünkü son gülen iyi güler!
- Kimin?
- Çünkü onlarında yalnızca bir hayal ürünü olmaları aynı derecede olası!
-Nasıl yani?
405
SOFİ'NÎN DÜNYASI
. demektir.
- Ama bu pekâlâ mümkün olabilir. Bir yerlerde bir başka yazarın, BM'de binbaşı
olan ve kızı Hilde'ye bir kitap yazan Albert Knag hakkında bir kitap yazmadığı ne
malum? Ve bu kitapta "Alberto Knox" adlı bir şahrs birdenbire Yonca Sokağı No.
3'de oturan Sofi Amund-sen'e mektupla felsefe dersleri yollamaya başlıyor
olabilir.
- Sence böyle mi gerçekten?
- Ben yalnızca bunun mümkün olduğunu söylüyorum. O zaman bu yazar bizim için
"gizli bir Tanrı" olurdu Sofi. Varlığımız ve tüm yaptıklarımız bu Tanrı'dan
kaynaklanıyorsa, çünkü bu Tanrı bizsek, onun hakkında hiçbir şey bilemezdik.
Çünkü biz merdivenlerin en dibinde yer alıyor olurduk.
Bunun üzerine Sofi ile Alberto bir süre konuşmadan durdular. Sessizliği bozan
Sofi oldu:
- Eğer bizim hakkımızda kitap yazan adam hakkında kitap yazan bir başkası
gerçekten varsa...
- Evet?
- Neden?
- Onun kafasının derinlerinde Hilde ve ben varız. Ama onun da daha üstün bir
aklın ürünü olduğu düşünülemez mi?
406
ROMANTİZM DÖNEMİ
- Evet?
- Aslında bunlar bir monologdan ibaret.
- Herşey akla ve ruha geldi, takıldı. Önümüzde daha başka filozoflar olduğuna
seviniyorum. Thaies, Empedokles ve Demokritos gibi filozoflarla, gururla yola
koyulan felsefe burada takılıp kalmış olamaz herhalde?
- Merakla bekliyorum.
- Cinler ve gölgelerle sözümüz daha fazla kesilmesin diye içeri girelim istersen.
- Satırbaşı!
407
HEGEL
Hilde elindeki dosyayı gürültüyle yere bıraktı. Bir süre yattığı yerden tavanı
seyretti. Düşünceleri dans ediyordu tavanda sanki.
Sofi ile Alberto babasının kılma bile dokunamazlardı. Ama Hilde yapabilirdi bunu.
Sofi, kendisi aracılığıyla babasına ulaşabilirdi.
Hilde de, babasının çok ileriye gittiği konusunda onlarla aynı fikirdeydi. Alberto
ile Sofi onun yarattığı karakterler olsa da, bu denli güç gösterisi yapmasına hiç
de gerek yoktu.
Hilde biliyordu ona yapacağını. Kafası bir tilki gibi çalışmaya başlamıştı bile.
Pencereye gidip koya doğru baktı. Saat ikiye geliyordu. Camı açıp kayıkhaneye
doğru seslendi:
- Anne!
- Tamam...
408
HEGEL
- Georg Wilhelm Friedrich Hegel, tam anlamıyla bir Romantizm çocuğuydu, diye
sözlerine başladı. - Kendi kişisel gelişmesinin, Almanya'da Alman ruhunun doğup
geliştiği döneme rastladığı söylenebilir. Stuttgart'ta 1770 yılında doğan Hegel,
18 yaşındayken Tübin-gen'de teoloji öğrenimine başlar. Romantizmin en parlak
döneminde, 1799'dan itibaren çalışmalarını Jena'da Schelling ile birlikte
sürdürür. Jena'da doçent olduktan sonra, Alman Ulusal Romantizminin merkezi
sayılan Heidelberg'de profesör olur. 1818'den itibaren de, o sıralar Almanya'nın
kültürel merkezi olmaya başlayan Berlin'de profesörlük yapmaya başlar. 1831'de
koleradan öldüğünde "Hegelcilik" Almanya'nın hemen hemen her üniversitesine
yayılmıştı.
- Evet ve kendi gibi felsefesi de öyle! Hegel, Romantiklerce ele alınan hemen tüm
düşünceleri birleştirdi ve geliştirdi. Ancak örneğin Schelling'in felsefesini de
aynı ölçüde eleştirdi.
- Neydi eleştirdiği?
- Kant'ın "das Ding an sich" dediği şeyi hatırlıyorsundur. Kant, insanların doğanın
en gizli sırları hakkında kesin bir bilgiye ulaşamayacağını söylemekle birlikte,
erişilemez bir "doğru"nun varoldu-
409
SOFÎ'NİN DÜNYASI
ğuna işaret ediyordu. Hegel "doğrunun öznel bir şey" olduğunu soy-lüyordu. Böyle
diyerek de insan usunun üzerinde ya da ötesinde bir "doğru"nun varolduğunu
reddetmiş oluyordu. Her türlü bilgi insana
aittir, diyordu.
- Evet, böyle de denebilir. Hegel'in felsefesi öyle kapsamlı ve öyle detaylı bir
felsefedir ki bunu burada tümüyle ele almamıza olanak yok. .Bu yüzden en önemli
birkaç noktaya değinmekle yetineceğiz. Aslında Hegel'in kendi "felsefesi" olup
olmadığı tartışma konusudur. Hegel'in felsefesi ile kastettiğimiz şey, tarihin
gidişini anlamaya yönelik bir yöntemdir herşeyden önce. Bu nedenle ne zaman
Hegel felsefesinden söz etsek, kendimizi insanlık tarihinden söz ediyor buluruz.
Hegel felsefesi bize "varoluşun esas doğası"nı öğretmez belki ama, doğru bir
biçimde düşünmeyi öğretebilir.
- Hegel'den önceki felsefi sistemlerde ortak olan şey, insanın dünya hakkında ne
bilip ne bilemeyeceğine dair tespitlerde bulunmak olmuştur. Bu Descartes,
Spinoza, Hume ve Kant için de geçerlidir. Bunların her biri, insan bilgisinin
kaynağını araştırmışlardı. Hepsi de insanın dünya hakkındaki bilgileri üzerinde
zaman-dışı bir takım etmenlerin varlığını dile getirmişlerdi.
- Bir filozofun görevi değil midir zaten bu?
- Ama bu nasıl olabilir? Tarihin kendisi devamlı değiştiğine göre, nasıl felsefenin
ele alabileceği tek değişmez şey olabilir?
- Bir nehir de sürekli değişen bir şeydir. Bu, ondan söz edilemeyeceği anlamına
gelmez. Ama bir nehrin vadinin neresinde daha "doğru" bir nehir olduğu
sorulamaz.
410
HEGEL
- Hegel'e göre tarih böyle bir nehrin akışına benzetilebilirdi. Nehrin herhangi bir
noktasındaki hareketi suyun başlangıcındaki şelaleler, anaforlarca belirlenir. Ama
bu hareket aynı zamanda o an, o noktada bulunan taşlar ve eğimlerce de
belirlenir.
- Anlıyorum sanırım.
- Bu herşeyin hem doğru, hem yanlış olabileceği anlamına gelmez, değil mi?
- Hayır, ama bir düşünce tarihsel bağlamına göre doğru ya da yanlış olabilir. 1990
yılında köle ticaretini savunan görüşler ileri sür-sen, buna herkes gülüp geçer.
Oysa köle ticareti 2500 yıl önce her yanıyla gerçek bir olaydı. O zamanlar da
bunun kalkmasını isteyen bir takım ilerici güçler yok değildi tabii. Yakın zamandan
bir başka örnek verecek olursak, bundan yüz yıl kadar önce büyük ormanlık
arazileri yok ederek ekili alan oluşturmak o kadar da "akıl dışı" bir şey değildi.
Ama aynı olay bize son derece "akıl dışı" geliyor. Bugün aynı olayı bambaşka - ve
çok daha iyi - ölçütlerle değerlendirebiliyoruz.
- Anlıyorum.
- Felsefi düşünce konusunda da Hegel usun değişken bir şey, bir süreç olduğunu
öne sürüyordu. Ve "doğru" da bu sürecin kendisiydi. Neyin "en doğru" ya da "en
mantıklı" olduğunu tarihsel süreçten başka hiçbir şey ortaya koyamazdı.
- Örnek lütfen!
411
SOFÎ'NİN DÜNYASI
- Evet, çünkü "dünya tini" Platon'dan Kant'a dek bir gelişme - ve büyüme -
göstermiştir. Gayet mantıklıdır bu. Nehir benzetmesine dönecek olursak, nehre
daha çok su gelmiştir. Çünkü Platon'dan Kant'a dek iki bin yıldan fazla zaman
geçmiştir. Kant da kendi "doğ-ruları"nm nehrin kenarında sarsılmaz kayalar gibi
kalmasını bekleyemez. Kant'ın düşünceleri de gelecek kuşaklarca ele alınır ve
onun "us"u gelecek kuşakların eleştirisine maruz kalır. Zaten de böyle olmuştur.
- Hegel'e göre "dünya tini" giderek kendi kendisi hakkında daha fazla bilgilendiği
bir yolda ilerliyor. Nehirler de denize yaklaştıkça büyür. Hegel'e göre tarih,
"dünya tini"nin kendi bilgisine ulaşma sürecidir. Dünya hep varolagelmiştir ancak
insanlığın kültürü ve insanlığın gelişmesiyle bu "dünya tini" kendi kendisinin daha
fazla bilincinde olmaktadır.
- Hegel'e göre bu tahmin edip varsaydığı bir şey değil, tarihsel bir gerçekliktir.
Tarihi inceleyen herkes, insanlığın giderek "kendisini daha iyi tanımakta" ve
"kendisini geliştirmekte" olduğunu görebilir. Hegel'e göre tarihi incelediğimizde
insanlığın daha fazla
412
HEGEL
- Evet, tarih bir zincirleme reaksiyonlar dizisi gibidir. Hegel bu dizide bir takım
kurallar olduğunu ileri sürer. Tarihi inceleyen biri, yeni bir düşüncenin kendinden
önceki düşünceler temelinde ortaya çıktığını görür: Ve yeni bir düşünce ortaya
çıkar çıkmaz, bunun karşıtı düşünce de ortaya çıkar. O zaman bu karşıt iki güç
arasında bir gerilim doğar. Ancak ortaya bg iki düşünceden de bir takım yanlar
alan bir üçüncü düşünce çıktığında bu gerilim yokolur. Buna diyalektik gelişme
diyoruz.
- Sonra Elea'lılar çıkıp hiçbir değişimin aslında mümkün olmadığını öne sürdüler.
Duyularıyla algılasalar da her türlü değişimi reddetmek durumunda kaldılar.
Elea'lılar bir iddia öne sürmüşlerdi. Hegel buna tez adını veriyordu.
-Evet?
- Ve ne zaman böyle bir tez öne sürülse, bunun karşıtı bir tez ortaya çıkıyordu.
Hegel buna da anti-tezdiyordu. Elea'lıların tezinin anti-tezini, "herşey akar"
diyen Herakleitos'un bu görüşü oluşturuyordu. Böyle olunca birbirinin tamamen
karşıtı iki görüş arasında bir gerilim ortaya çıkmış oluyordu. Ancak sonra
Empedokles çıkıp her iki görüşte de doğru ve yanlış yanlar olduğunu ortaya
koyduğunda bu gerilim "ortadan kalkmış" oluyordu.
413
SOFİ'NİN DÜNYASI
- Çünkü yalnızca tek bir ana madde vardı ve değişen bu değil, bunun bileşimleriydi.
- Laflara bak!
- Anlıyorum.
- Hegel'in diyalektiği yalnızca tarih için geçerli değildir. Bir şey tartıştığımızda,
bir konuyu ele aldığımızda da diyalektik bir biçimde düşünürüz. Karşımızdaki
görüşte eksik olan yanları bulup ortaya çıkarmaya çalışırız. Hegel bunu
"olumsuzlamalı düşünme" diye adlandırır. Eksik yanları ararken, aslında bir
düşüncenin en iyi yanlarını da ortaya koymuş oluruz.
- Örnek lütfen!
- Sağcı bir politikacıyla, solcu bir politikacı toplumsal bir sorunu çözmek üzere bir
araya geldiklerinde, bunların düşünceleri arasında çok geçmeden bir karşıtlık
doğar. Bu, ikisinden birinin görüşlerinin
414
HEGEL
doğru, diğerinin yanlış olduğu anlamına gelmez. Gerçekte her ikisinin de doğru ve
yanlış olduğu noktalar vardır. Tartışma ilerledikçe, yanlış noktalar elenir ve
geriye bunların görüşlerinde en doğru olan yanlar kalır.
- Ancak neyin doğru neyin yanlış olduğunu tam da böyle bir tartışmanın
ortasındayken bulabilmek her zaman pek kolay olmayabilir. Neyin doğru neyin
yanlış olduğuna bir bakıma tarih karar verir. "Doğru" olan, "tarihe direnebilen"
şeydir.
-150 yıl önce kadın hakları için mücadele eden pek çok insan vardı. Bunun
karşısında olanların sayısı da epey çoktu. Bugün, bu iki görüşün ileri sürdüğü
kanıtlara baktığımızda kimin daha "doğru" kanıtlar ileri sürdüğünü anlamak pek
zor değil. Ama unutmamalıyız ki biz olaylara "sonradan bakıyoruz". Kadın hakları
için mücadele edenlerin haklı olduğu ortaya çıkmış durumda. İnsanın kendi büyük
büyükannesinin, büyükbabasının bu konudaki görüşlerini düşününce utanası geliyor.
- Memnuniyetle.
- "Erkekle kadın arasında, hayvanla bitki arasındaki gibi bir fark vardır," diyor
Hegel. "Hayvan erkeğe, bitki de kadına karşılık gelir. Çünkü kadınlar,
belirlenmemiş bir duygunun bütünlüğüne dayanan sakin bir gelişme gösterirler.
Kadınlar hükümete gelseler devlet tehlikeye düşer, çünkü onlar kararlarını
evrensel doğrulara değil, rast-
415
SOFI'NİN DÜNYASI
- Hayır, veremem.
- Neden?
- Çünkü o zaman, çoktan değişmekte olan bir şeye ışık tutmuş olurum ki bunu
zaten pek çok insan söylüyor olur. Örneğin, doğanın kirlenmesine yol açtığı için
araba kullanmak yanlıştır, dersem halen pek çok kişinin söylediği bir şeyi söylemiş
olurum. Dolayısıyla bu iyi bir örnek olmaz. Şu an bizim doğru bulduğumuz bir
takım şeylerin böyle olmadığını ancak tarih gösterebilir.
- Anlıyorum.
- Bu arada bir şeyi daha belirtmek yerinde olur: Hegel döneminde kadınların
erkeklerden daha değersiz varlıklar olduğunu ileri sürenler sayesindedir ki kadın
eşitliği hareketi bu dönemde büyük bir ivme kazanmıştır.
- Bu kişiler bir "tez" öne sürmüş oluyorlardı. Bunu yapmalarının sebebi, kadınların
haklarını savunmak için ayaklanmaya başlamaları olmuştu. Herkesin savunduğu bir
görüşü tekrarlamakta bir yarar yoktur. Onlar da kadın haklarına karşı o zaman
dek olmadığı kadar fazla seslerini yükselttikçe, "anti-tez" de o kadar güçlenmiş
oldu.
- Anlıyorum sanırım.
- Enerjik bir muhalefet kadar iyi bir şey yoktur. Muhalefet ne ka-
416
HEGEL
dar güçlüyse, karşılaştığı tepki de o kadar güçlü olur. "Yangına körükle gitmek"
diye bir söz vardır.
- Salt mantıksal ya da felsefi olarak da iki kavram arasında diyalektik bir gerilim
oluşur.
- Örnek lütfen!
• Anlıyorum.
- Ancak bu bir boş inandan ibarettir ve Niels Bohr boş inanlara inanacak en son
kişilerden biridir. Bir arkadaşı bir gün onu ziyarete geldiğinde bu konuya değinir.
"Böyle şeylere inanmıyorsun ya!" der arkadaşı. "Hayır," diye cevap verir Niels
Bohr, "ama duydum ki işe yaradığı oluyormuş."
- Pes doğrusu!
417
SOFÎ'NİN DÜNYASI
- Ama sonra bir başka bağlamda kollarımı iki yana açıp "hayat çook uzundur"
dersem...
- Buna da katılabilirim, çünkü bu da doğrudur bir anlamda.
- Son olarak sana, diyalektik bir gerilimin nasıl ani bir harekete yol açıp, ani bir
değişime neden olabileceğine bir örnek vermek istiyorum.
¦ Ver hadi!
- Bir süre sonra annesi kızının bu kadar uysal oluşuna sinirlenmeye başlayabilir.
Sonunda hiddetle: "Bu kadar uysal olmasana yahu!" diye patlar. Kızı da buna "Olur,
anneciğim!" diye yanıt verir.
- Ya, değil mi? Kız bunun yerine, "Hayır, uysal olacağım işte!" dese ne yapardın?
- Bir başka deyişle durum kilitlenmiş olurdu. Diyalektik gerilim öyle yükselmiş
olurdu ki, bunu ani bir değişimin izlemesi gerekirdi.
- Dinliyorum.
musun?
418
HEGEL
- İnsan doğunca nasıl bir dille karşılaşıyorsa, aynı şekilde belli bir tarihsel
koşullar yumağıyla da karşılaşır. Ve hiç kimse bu koşullar karşısında "özgür"
değildir. Devlet içinde yerini bulmayan insan, tarih dışı bir insandır. Bu düşünce
Atina'nın büyük filozofları arasında da yaygındı hatırlıyorsan. Devlet vatandaşsız
düşünülemeyeceği gibi, vatandaş da devletsiz düşünülemezdi.
- Anlıyorum.
- Hegel'e göre devlet tek bir vatandaştan daha "fazla" bir şeydi. Vatandaşların
toplamından da daha öte bir şeydi. Hegel'e göre insan "kendini toplumdan çekip
çıkaramazdı". Bu yüzden içinde yaşadığı toplumdan uzaklaşıp "kendini bulacağını"
söyleyen insan, komik duruma düşerdi.
- Aynı kanıda olup olmadığımdan emin değilim, ama peki öyle olsun.
- Hegel, "dünya tini'nin kendine üç adımda döndüğünü söyler. Yani "dünya tini"
kendini üç aşamada tanır.
- Ve bu aşamalar şunlardır...
- Birinci aşamada "dünya tini" bireyde kendini tanır. Hegel buna "öznel us" der.
"Dünya tini" daha yüksek bir bilinç düzeyine aile, toplum ve devlette ulaşır. Hegel
bunu "nesnel us" diye adlandırır, çün-k'i bu insanlararası ilişkilerde ortaya çıkan
bir bilinç düzeyidir. Ve üçüncü aşama da...
- Çok heyecanlıyım.
419
SOFI'NÎN DÜNYASI
- "Dünya tini" sonunda kendi kendisinin en yüksek bilincine "mutlak us"ta ulaşır.
Ve bu "mutlak us" sanat, din ve felsefedir. Bunların içinde en yüksek bilinç düzeyi
felsefedir, çünkü felsefe "dünya tini"nin kendisinin tarihteki gelişimi üzerine
kafa yorar. Yani "dünya tini" öncelikle felsefede kendi kendisiyle karşılaşır.
Felsefe "dünya tini"nin aynasıdır da denebilir.
- Bu çok güzel bir laf! Sence bunun bizim pirinç kaplamalı aynayla bir ilişkisi var
mıdır?
- Nasıl peki?
- Sürekli gündeme geldiği için bu "pirinç kaplamalı ayna"da bir şey olmalı.
- Peki ne bu sence?
- Benim bu konuda bîr fikrim yok, ama devamlı gündeme geldiğine göre Hilde'yle
babası için özel bir anlamı olmalı diye tahmin ediyorum. Bu anlamın ne olduğunu
ancak Hilde söyleyebilir.
- Romantik ironi yapacak olan bizler değiliz. Biz bu tür bir ironinin savunmasız
kurbanlarıyız olsak olsak! Bir çocuk kağıda bir şeyler çizdiğinde, kağıda sormaz
insan çizimin ne anlama geldiğini!
- Beni korkutuyorsun.
420
KİERKEGAARD
Hilde saatine baktı. Saat dördü çeyrek geçiyordu. Dosyayı masanın üzerine
bırakıp koşararak mutfağa indi. Annesinin sabrını taşırmak istemiyorsa bir an
önce yiyecek birşeyler hazırlamalıydı. Odasından çıkarken pirinç kaplamalı aynaya
bir göz atmayı ihmal etmemişti.
Annesinin elinde zımpara kâğıdına sanlı bir tuğla vardı. Önüne düşen saçlarını
arkaya attı. Zımpara kâğıdının tozlan saçlanna da bulaşmıştı birazcık.
- Akşam yemeğimiz desek daha doğru olur! İskeleye oturup yemek yemeye
koyuldular. Bir süre sonra Hilde:
-... Kopenhag'a saat beş sıralannda geliyor. Buradan Kris-tiansand'a uçağı sekizi
çeyrek geçe kalkıyor. Dokuz buçuğa
421
SOFİ'NİN DÜNYASI
- Neden sordun?
Yemeklerini yemeye devam ettiler. Hilde kısa bir sürenin geçmesini bekledikten
sonra:
- Hayır, sanmıyorum.
- A, sahi mi?
- Babanın Kopenhag'da aktarma yapacağını söylemiştik...
- Ah, o halde Anne ile öle oradan aklıma gelmiş olmalı. Yemeklerini bitirir bitirmez
Hilde tabakları ve çatal bıçağı tepsiye toplayıp:
Bu sözlerde hafif bir hayal kırıklığı mı gizliydi ne? Daha önce, babası gelmeden
motoru beraberce tamir edeceklerini konuşmuşlardı çünkü.
- Bak işte buna kızdım. Evden uzakta olduğu yetmiyormuş gibi, bir de kalkmış bizi
oralardan idare etmeye kalkıyor!
- Ah, onun daha neleri idare ettiğini bir bilsen! dedi Hilde esrarengiz bir tavırla. -
Üstelik bundan müthiş zevk de alıyor!
422
KİERKEGAARD
Sofi bir anda kapının çalındığını duydu. Bunun üzerine Alberto sert bir bakışla:
- Hegel'in felsefesine son derece kızan Danimarkalı bir filozoftan söz edeceğim
şimdi, dedi.
- Ama kapıyı açmazsak evi başımıza yıkar ve bununla da hiçbir şey kaybetmez!
Kapıya gittiler. Kapının çalmışından Sofi karşısında güçlü kuvvetli birini bulacağını
sanıyordu. Oysa kapıda duran, uzun sarı saçlı, çiçekli bir elbise giymiş küçük bir
kızdı. Elinde de iki küçük şişe tutuyordu. Şişelerden biri kırmızı, diğeriyse
maviydi.
- Peki ama burayı nereden bulmuş olabilir? Bu soruya Alice'in kendisi karşılık
verdi:
- Harikalar Diyarı tam anlamıyla sınırsız bir ülkedir. Yani Harikalar Diyarı her
yerdedir. Tıpkı Birleşmiş Milletler gibi! Bu yüzden ülkemizin BM'in şeref üyesi
olması gerekir aslında. Ayrıca her komisyonda da elçilerimiz olmalı. Ne de olsa BM
de insanların hayallerinin bir ürünü.
Alberto:
423
SOFfNlN DÜNYASI
Aynı anda kulübenin yanında koşar adım yürüyen beyaz bir tavşan belirdi. İki
ayağının üzerinde yürüyen tavşan yelek ve ceket de giyinmişti üstelik. Cebinden
köstekli saatini çıkarmış:
- Geç kaldım, geç kaldım... diye söyleniyor, bir yandan da son hızla yürüyordu.
Alice tavşanın ardından koşmaya koyulmadan önce yine bir reverans yaparak: '
- Dina ile Kraliçe'ye benden çok selam söyle! diye seslendi. Alice gözden
kaybolduktan sonra Alberto ile Sofi merdivenlere oturup şişeleri incelediler bir
süre.
- Bu Binbaşıdan gelen bir şey. Binbaşıdan gelen herşey gerçekte değil yalnızca
akılda varolan şeyler olduğuna göre, bu da aslında varolmayan bir su.
Sofi kırmızı şişenin tıpasını açıp dikkatle ağzına götürdü. Biraz tatlı, tuhaf bir
suydu bu. Ama bundan da önemlisi, suyu içer içmez etrafında tuhaf şeyler olmaya
başladı.
Göl, orman ve kulübe birbirine karışmaya başlamıştı sanki. Çok geçmeden her şey
sanki tek bir kişi haline gelmiş, bu kişi de Sofi'nin ta kendisi olmuştu. Alberto'ya
bir baktı, ama sanki o da Sofi'nin ruhunun bir parçası olmuştu.
- Çok garip, diye söylendi Sofi. - Herşey eskisi gibi, ama sanki
424
KİERKEGAARD
her şeyin birbiriyle ilişkisi var. Her şey tek bir düşüncenin parçası.
Alberto başını salladı. Ama sanki başını sallayan Sofi'nin kendisiydi.
Sofi mavi şişenin de tıpasını açtı ve sudan koca bir yudum aldı. Bunun tadı
diğerine göre daha ekşiydi. Ama bunu içince de etrafındaki şeyler hızla
değişmeye başladı.
Bir iki saniye içerisinde kırmızı suyun etkisi yokoldu. Şeyler yeniden eski hallerini
aldılar. Alberto yine Alberto, ormandaki ağaçlar yine kendileri, göl yine kendisi
olmuştu.
Ama bu durum yalnızca bir saniye sürdü. Çok geçmeden şeyler birbirinden
ayrılmaya başladılar. Orman ormanlığını kaybetmişti; her bir ağaç kendi başına bir
dünya gibi yükseliyordu ortada. Her bir dal, hakkında binlerce öykü yazılacak bir
masaldı sanki.
Gözü bir ağacın tepesine ilişti. Üç küçük serçe ağacın tepesinde oynaşıyordu. Sofi
kırmızı şişedeki suyu içtiği sırada da kuşların burada olduğunun farkındaydı bir
bakıma ama o zaman onları tam olarak görememişti. Kırmızı su şeylerin arasındaki
tüm zıtlıkları ve farklılıkları yok etmişti.
Üzerinde durdukları büyük taştan inip çimene eğildi. O an karşısına yepyeni bir
dünya çıktı. Hani insan deniz dibine ilk kez dalıp göz-
425 '
SOFI'NİN DÜNYASI
lerini denizin altında ilk kez açtığı zaman karşısına çıkan o yeni dünya gibi.
Çimenlerin arasındaki ince otlarla yapraklar arasında yaşayan binlerce ayrıntı
vardı. Bir yosun parçasının üzerinde kararlı ve dikkatli adımlarla ilerleyen bir
örümceği, bir otun üzerinde bir aşağı bir yukarı yürüyen bir ot bitini ve
elbirliğiyle çalışan koca bir karınca ordusunu seyretti. Koca bir ordu olsalar da
her bir karıncanın ayak atış biçimi diğerinkinden başkaydı.
Başını kaldırıp Alberto'ya baktığında ise onun yerini almış bambaşka biriydi
gördüğü. Bu kişi sanki başka bir gezegenden gelmiş veya bir masal kitabından
fırlamıştı. Öte yandan kendisini de bambaşka ve hiçbir benzeri olmayan bir kişi
olarak görmeye başlamıştı. O, Sofi Amundsen'di ve ondan başka bir Sofi
Amundsen yoktu.
- Deme!
KİERKEGAARD
- Peki ama hangisi doğru ? diye sordu Sofi. - Gerçeği olduğu gibi yansıtan kırmızı
mı yoksa mavi şişe mi?
- Ya mavi şişe?
- Hayır. Hegel için tarihin büyük çizgileriydi önemli olan. Kierkegaard da tam da
buna karşı çıkıyordu. Kierkegaard'a göre Romantiklerin teklik felsefesi de,
Hegel'in "tarihçiliği" de bireylerin kendi hayatlarına karşı sorumluluk duymaları
gerektiğini gözardı eden felsefelerdi. Bu yüzden Kierkegaard Hegel ile
Romantikleri aynı kefeye koyuyordu.
- Anlıyorum.
- Sören Kierkegaard 1813 yılında doğdu ve babasının sert disiplini altında büyüdü.
Dindar ve melankolik yanını da babasından aldı.
- Yazık olmuş!
- Tam da bu melankolik yanı yüzünden nişanını bozmak durumunda hissetti
kendini. Kopenhag burjuvazisi bu olaya pek sıcak
427
SOFÎ'NİN DÜNYASI
bakmadı ve onu dışına itti. Zamanla o da buna yanıt vermeyi öğrendi ve İbsen'in
"halk düşmanı" dediği türden birisi haline geldi.
- Hayır, yalnızca bu yüzden değil. Özellikle yaşamının son yıllarına doğru toplumu
acımasızca eleştiriyordu. "Tüm Avrupa iflasın eşiğinde," diyordu. Güçlü istekler
ve azmin olmadığı bir toplumda yaşıyor olmaktan şikayetçiydi. Kilisenin
mülayimliğini de eleştiriyordu. "Pazar günü Hıristiyanlığı" konusunda Kiliseyi
eleştiri yağmuruna tutuyordu.
- Evet, konuyu anladığın belli oluyor. Kierkegaard'a göre Hıristiyanlık öyle güçlü
ve öyle akıl dışı bir şeydi ki insan ya dindar olmak ya da olmamak durumundaydı.
"Birazcık" ya da "bir dereceye kadar" Hıristiyan olmak diye bir şey söz konusu
olamazdı. İsa Paskal-ya'da ya gökyüzüne yükselmiş ya da yükselmemişti. Ve eğer
gerçekten öldükten sonra dirilmişse ve gerçekten bizim günahlarımız uğruna
ölmüşse, bu öylesine önemli bir şeydi ki tüm hayatımızı belirlemesi gerekirdi.
- Anlıyorum.
- Ancak Kierkegaard hem kilisenin hem de insanların bu tip dinsel konulara akılcı
birtakım yorumlarla yaklaştıklarını görüyordu. Oysa Kierkegaard'a göre din ile
akıl ateşle su gibiydi. Hıristiyanlığın "doğru" olduğuna inanmak yeterli değildi.
Gerçek Hıristiyanlık İsa'nın yolundan gitmekti.
428
KİERKEGAARD
dayken "İroni Kavramı Hakkında" adlı teziyle master derecesini aldı. Kierkegaard
tezinde Romantik ironi ve Romantiklerin yanılsamayla diledikleri gibi oynayışlarını
eleştirir. İroninin bu türüne karşı "Sok-ratesçi İroni"yi savunur. Sokrates de
yöntem olarak ironiyi kullanıyor, ama bunu yaparken en ciddi konulara bir aydınlık
getirmeyi planlıyordu. Romantiklerin tersine Sokrates Kierkegaard için
"Varoluşçu bir düşünür"dü. Bu deyimle, tüm varlığını felsefi düşüncelerine katan
bir düşünürü kastediyordu.
- Sonra?
- Hayır, Hegel bundan on yıl önce ölmüştü ama Berlin'de ve Avrupa'nın pek çok
yerinde geçerli olan hâlâ Hegel'in felsefesiydi. He-gel'in "yöntem"i her türlü
soruya genel bir yanıt bulmada kullanılıyordu. Kierkegaard ise, Hegelciielsefenin
ele aldığı tüm bu "nesnel doğrular"ın, tek bir bireyin varoluşunda hiçbir önemi
olmadığını vurguluyordu.
'eder ama bu arada kendi adını unutmuştur; bir paragrafın olağanüstü 3/8' i
değil, insan, evet yalnızca bir insan olduğunu unutmuştur."
- Peki Kierkegaard'a göre kimdir bir insan?
- Bunu bir çırpıda, genel olarak yanıtlamak mümkün değil. Zaten insan doğasının ya
da insan denen "varlık"ın genel bir tanımı son derece gereksiz bir şeydi
Kierkegaard'a göre. Önemli olan tek bir in-
429
SOFİ'NİN DÜNYASI
- Evet, çünkü Buddha'nın felsefesi de çıkış noktası olarak insanın varoluşunu alır.
Bir gün bir rahip Buddha'dan kendisine dünyanın ve insanın ne olduğunu en açık
biçimiyle anlatmasını ister. Buddha da zehirli bir okla yaralanan bir adamı örnek
gösterir. Yaralanan adam salt kuramsal bir yaklaşımla okun ne tür bir maddeden
yapıldığını, üzerindeki zehirin ne tür bir zehir olduğunu veya okun kaç derecelik
bir açı yaparak kendisine saplandığını mı sorar?
herhalde.
-Tabii ya! Onun için varoluşsal önemi olan konu budur. Buddha gibi Kierkegaard da
dünya üzerinde çok kısa bir süre için varolduğunu duyumsuyordu. Bu kısa ömrü de
bir yazı masasının arkasına geçip dünya tininin doğası hakkında fikir yürüterek
geçirecek değildi ya insan!
- Anlıyorum.
430
KİERKEGAARD
- Anlıyorum.
- Suya düşecek olsan boğulup boğulmamakla kuramsal bir ilişki halinde olmazsın.
Ne de suda timsah olup olmadığı "ilginç" ya da "ilginç olmayan" bir durum
oluşturur senin için o anda. Bu senin için bir ölüm kalım meselesidir.
- Yani felsefi sorunun kendisiyle bireyin aynı soruya yaklaşımı iki ayrı şeydir. Bu
tür sorular karşısında birey tek basınadır. Üstelik bu tür önemli sorulara ancak
inançia yaklaşabiliriz. Aklımızla yanıtını bulabildiğimiz sorular hiçbir önem taşımaz
Kierkegaard için.
-8 + 4=12, Sofi. Bunu kesin olarak bilebiliriz. Bu, Descartes'dan beri tüm
filozofların bahsettiği "mantıksal doğrular'a bir örnektir. Peki akşam duasında
bir işimize yarar mı bu? Ölüm anında aklımızın meşgul olacağı konu bu mudur?
Hayır. Tüm bu doğrular istedikleri kadar "nesnel" ve "genel" olsun, tek bir bireyin
varoluşu için fazla anlam taşımazlar.
- Ya inanç?
- İnanç öncelikle dini konularda önemli bir yer tutar. Kierkegaard bu konuda
şunları yazıyor: "Tanrı'yı nesnel bir biçimde kavrayabilir miyim, bilmiyorum ve
işte tam bu nedenle buna inanmak durumundayım. Ve bu inancımı korumak için
nesnel bilinemezliğe sıkı
431
SOFÎ'NİN DÜNYASI
432
KİERKEGAARD
- Efendim?
- Kierkegaard'a göre üç tür yaşam biçimi mevcuttur. Kendisi bunlar için aşama
deyimini kullanır. Bunlar, "estetik aşama", "etik aşama" ve "dinsel aşama"dır.
Burada "aşama" sözcüğünü, insanın ilk iki durumda bulunduktan sonra ani bir
sıçramayla daha yüksek bir duruma geçebileceğini vurgulamak için kullanır. Ancak
pek çok kişi tüm yaşamı boyunca aynı aşamada kalır.
- Tüm bunları biraz daha açarak anlatacaksın umarım. Hem de kendimin hangi
aşamada olduğunu merak ediyorum doğrusu.
-Estetik aş amada bulunan biri günü gününe yaşar ve her anından zevk almaya
çalışır. Güzel olan ve keyif veren her şey iyidir bu kişilere göre. Bu aşamadaki bir
insan duyularının dünyasına hapsol-muş bir şekilde yaşar. Can sıkan her şeyde
olumsuz ve kötüdür.
- Bu açıdan bakılınca tipik bir Romantik, tipik bir Estetikçidir. Çünkü estetik
yalnızca duyular yoluyla zevk almakla olmaz. Gerçekliği ya da sanatı, felsefeyi
veya yaptığı işi ciddiye almamak da estetik aşamada kalmak anlamına gelir. İnsan
acıya ve ızdıraba bile estetik ya da "yorumlayıcı" biracıdan bakabilir çünkü.
Dizginleri gösteriş ele almıştır. İbsen, Peer Gynt ile böyle bir Estetikçinin
portresini çizmiştir.
- Kimbilir, belki de Sofi... Ama senin bu sözlerin yine yapış yapış Romantik bir
ironiye alet oldu. Ağzına acı biber sürmeli senin.
- Neler söylüyorsun?
433
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
- Estetik aşamada yaşamakta olan biri çok geçmeden bunaltıya ve bir boşluk
duygusuna kapılabilir. Ama insan bu duyguları yaşı-yorsa, yine de ümit var
demektir. Kierkegaard'a göre bunaltı neredeyse olumlu bir şeydir. Bunaltı
duymak "varoluşsal bir durunV'a gelmiş olmanın bir ifadesidir. Estetikçi bu
aşamada daha yüksek bir aşamaya "sıçramayı" seçebilir. Ama bu ya gerçekleşir ya
da gerçekleşemez. Tüm anlamıyla "sıçramadıktan" sonra bunun hiçbir anlamı
yoktur. Ya olur ya da olmaz; ikisinin arası olamaz. Ve bu sıçramayı senin için
başkası yapamaz. Seçimi senin yapman gerekir.
- Olabilir. Kierkegaard'a göre "etik aşama" da tam olarak tatmin edici bir aşama
değildir. Yalnızca görev aşkıyla yanıp tutuşan biri de
434
KİERKEGAARD
sonunda bundan yorgun düşer. Pek çok insan hayatlarının sonuna yaklaştıklarında
böyle bir yorgunluk duyarlar. Kimisi bunun sonucunda tekrar estetik aşamaya
dönebilir. Ancak kimisi de dinsel aşamaya sıçrar. Bunu yapmak inancın "70.000
fersah derinlikteki sularına atlamaya cesaret etmek demektir. Bu kişiler inancı,
estetik hazza ve aklın görev emrine tercih etmişlerdir. Ve Kierkegaard'ın
deyişiyle "yaşayan Tanrı'nın ellerine düşmek korkunç bir şey" olsa da, insan ancak
bu aşamada kendisiyle ödeşir.
- Yani Hıristiyanlıkla.
- Saat neredeyse yedi. Eve gitmeliyim yoksa annem meraktan ölür. Sonra felsefe
öğretmenine el sallayarak koşarak uzaklaştı. Gölün kenarına indi ve kayığa bindi.
435
MARX
Hilde yatağından kalkıp koya bakan pencereye gitti. Cumartesi gününü Sofi'nin 15.
yaşgününü okuyarak geçirmişti. Bunun bir gün öncesi de kendi yaşgünüydü.
Babası, dün Sofi'nin yaşgününe dek okumuş olacağını san-mışsa yanılmıştı. Hem de
dün bütün gün okumasına rağmen! Ama babası, geriye tek bir yaşgünü kutlaması
kaldığını söylemekle haklı olduğunu göstermişti. Alberto ile Sofi'nin "Happy
birthday to you!" diye şarkı söyledikleri anı kastetmiş olmalıydı. Hilde utanmıştı
biraz bu durumdan.
- Anne Kvamsdal.
- İyilik, sağlık. Yaz tatili filan işte... Babamın Lübnan'dan dönmesine de bir hafta
kaldı.
436
MARX
- Kimbilir ne seviniyorsundur.
- Evet?
Bu arada kendisinin de yapması gereken birkaç şey vardı. Neyse henüz pek
acelesi yoktu nasıl olsa...
Gece yatmadan önce, dosyasından birkaç sayfa daha okudu. Sofi sürünerek
Geçit'e girdiğinde saat neredeyse sekizdi. Annesi girişteki çiçeklerle
uğraşıyordu.
- Çitten geçerek.
437
SOFİNİN DÜNYASI
- Peki ama nerdeydin sen Sofi? Kaç oldu bu bir haber bile vermeden akşam
yemeğinden önce eve gelmeyisin!
Annesi iğneli bir şekilde mi söylemişti bunları? Garanti olsun diye Sofi:
kaçardı yoksa.
edeceğim.
- Öyle mi?
yumuşamayla:
- Mektup nerede?
- Buzdolabının üzerinde.
438
MARX
Sofi içeriye girdi. Pul 15.6.1990 tarihinde damgalanmıştı. Zarfı açtı ve içinde
küçük bir not yazılı olduğunu gördü:
Bu soruya Sofi'nin verecek cevabı ne yazık ki yoktu. Yemek yemek için aşağıya
inmeden önce bu notu da son haftalarda edindiği diğer ıvır zıvırın durduğu dolaba
koydu. Nasıl olsa zamanı gelince bu sorunun anlamını da öğrenecekti. Ertesi gün
sabah Jorün geldi. Biraz badminton oynadıktan sonra partinin ayrıntılarını
planlamaya de-, vam ettiler. Partinin temposunun düşmesi ihtimalini göze alıp
yedekte birkaç sürpriz bulundurmalıydılar.
Annesi eve geldiğinde hâlâ partiden bahsediyorlardı. Annesi ikide bir "merak
etmeyin, paradan sakınmanıza hiç gerek yok!" diyordu. Bunu dalga geçmek için de
söylemiyordu üstelik! Son haftalarda olup bitenden sonra Sofi'nin ayaklarının
tekrar yere basması için çok şey bekliyor gibiydi bu partiden.
- Ben de Alberto.
- Ne var ne yok?
- Ha, o mu...
439
SOPt'NtN DÜNYASI
söyleyemem.
- Ama geç kalmış olmaz mıyız o zaman? Ne tür bir planda rol oy. nayacağımı benim
de bilmem gerekmez mi?
- Ya...
- Biz uzun bir anlatıdaki sözcüklerin arkasındaki yapay bir gerçeklikte yaşıyoruz.
Bu sözcüklerin her bir harfi Binbaşının ucuz seyahat daktilosundan çıkmakta. Bu
yüzden basılı hiçbir şey Binbaşının gözünden kaçamaz.
- Tamam bunu anlıyorum ama ondan gizlenmeyi nasıl başaracağız?
- Bu işin satır araları da var. İşte ben tüm gücümü kullanıp bu satır aralarından
yararlanacağım.
- Anlıyorum.
- Ancak bugün ve yarın birlikte olmamız gerek. Cumartesi gü-nüyse olan olacak!
Şimdi hemen gelebilir misin?
- Hemen geliyorum.
Sofi kuşlarla balıkların yemini verdi, Govinda'nın önüne koca bir salata yaprağı
koydu ve Şerekan'a bir kutu kedi maması açtı. Giderken yemek kabını dışarı,
merdivenlerin üzerine koydu.
Sonra çitten geçip, çitin öbür tarafındaki patikaya girdi. Bir süre gittikten sonra,
karşısına bir süpürgeotu çalılığının tam ortasında kocaman bir masa çıktı. Masanın
gerisinde yaşlı bir adam oturuyordu. Adam bir takım hesaplar yapıyor gibiydi.
Sofi adamın yanına
440
MARX
- Kaça?
- Bir kron.
- Yüz yıldır benden kibrit alan olmamıştı. Bazen açlıktan öldüm, bazen soğuktan
donarak. Sofi kızın ormanın ta içinde kibritlerine elbette alıcı bulamayacağını
düşündü. Ama sonra aklına biraz ötedeki iş adamı geldi. Adamın o kadar çok
parası vardı ki nasıl olsa birazını kıza verir, o da artık açlıktan ölmezdi.
- Bu kıza yardım etmelisin, dedi Sofi adama. Adam kâğıtlardan başını kaldırıp:
- Bu tip işler para ister ve de demin de söylediğim gibi benim havaya atacak tek
kuruşum yok, dedi.
441
SOFfNtN DÜNYASI
- Saçmalık! Eşitlik yalnızca birbirinin dengi insanlar arasında geçerli olan bir
şeydir.
- Ne demek bu?
- Ben bu halime çok çalışarak geldim. İnsan çalışmasının karşılığını mutlaka alır.
Buna da ilerleme denir.
- Sen benim hesaplarımın içinde yoksun! Hadi, hadi çek git bakalım fakirhaneye!
- Eğer sen bana yardım etmiyorsan ben de ormanı yakarım, dedi bu kez yoksul kız.
Bunu deyince adam masanın arkasındaki yerinden ayağa fırladı, ama kız çoktan
kibriti çakmıştı bile. Kibriti kuru otlara uzatmasıy-la otların ateş alması bir oldu.
- Yardım, yardım edin bana! diye bağırıyordu. - Kızıl horoz azdı! Kızın yüzünde
alaycı bir gülümseme belirdi ve:
- Komünist olacağımı hiç tahmin etmemiştin, değil mi? dedi. Hemen ardından kız,
iş adamı ve yazı masası bir anda yokoldu.
Sofi giderek daha hızla yanan otların arasında kalakaimıştı. Ateşin üzerinde
epeyce bir süre tepindikten sonra, nihayet söndürmeyi başardı.
Çok şükür! Sofi kararmış otlara baktı. Elinde hâlâ bir kibrit kutusu tutuyordu.
442
MARX
eserinde yer alan pinti bir kapitalisttir. Kibritçi kızı ise H.C. Ander-sen'in
masalından hatırlamışsındır herhalde.
- Her ikisinin de burada, ormanda karşıma çıkması çok acayip değil mi sence?
- Hiç de değil. Bu başka ormanlara benzemeyen bir orman, bugün söz edeceğimiz
kişi ise Kari Man. Bu açıdan senin de önceki yüzyılda, sınıflar arasındaki korkunç
uçurumu anlatan bir örnek görmen iyi olmuş. Ama gel şimdi içeri girelim. Ne de
olsa içeride Binbaşının müdahalelerinden biraz daha iyi korunabiliyoruz.
Yine göle bakan pencerenin kenarındaki masaya oturdular. Bu küçük gölün mavi
şişeyi içtikten sonra ne hale geldiği Sofi'nin aklından hâlâ gitmiyordu.
Kırmızı ve mavi şişeler şöminenin üzerinde duruyordu. Masanın üzerinde bir Yunan
tapınağının küçük bir kopyası vardı. Sofi:
- Her şeyin bir sırası var çocuğum. Sonra Alberto Marx'ı anlatmaya başladı:
SOFfNtN DÜNYASI
- Demek oluyor ki Marx'ın düşüncesinin pratik ve politik bir yanı vardır. Ayrıca
onun yalnızca bir filozof değil, aynı zamanda bir tarihçi, bir sosyolog ve bir
ekonomist olduğunu da belirtmek gerek.
- Böyle diyebiliriz belki de. En azından, uygulamalı politika alanında ondan daha
etkili bir başka filozofun varolmadığını söyleyebiliriz. Öte yandan "Marksizm"
deyince akla gelen herşeyi Manc'ın kendi düşünceleriyle eş tutmak doğru olmaz.
Marx'ın 1840 yıllarında "Marksist" olduğu, ama bundan sonra kendisinin
"Marksist" olmadığını söyleme ihtiyacı hissettiği söylenir.
- Bu da tartışılabilir kuşkusuz.
- Yani?
444
MARX
aynı zamanda.
- Hegel'e göre tarihsel gelişimi karşıt kutuplar arasında oluşan ve sonra ani bir
değişimle çözülen gerilimler belirliyordu. Marx bu düşünceyi daha da ileri
götürmüştür ama Hegel'in tepetaklak durduğunu da bilerek.
- Hegel, tarihi ilerleten şeyin "dünya tini" ya da "dünya aklı" olduğunu öne
sürüyordu. Marx'ın tepetaklak bulduğu şey de buydu. Ona göre esas.belirleyici
olan şey maddi değişimlerdi. Yani maddi değişimleri yaratan şey "tinsel
değişimler" değil, gerçek bunun tam tersiydi. Maddi değişimlerdi düşünsel
değişimleri yaratan. Marx özel olarak da toplumda değişim yaratıp tarihi ilerleten
şeyin ekonomik güçler olduğunu söylüyordu.
- Antik Çağ felsefesinin ve biliminin salt kuramsal bir amacı vardı. Bilgiyi
uygulamaya geçirip faydalı bir şey yapmak gibi bir derdi yoktu.
- Evet?
- Anlıyorum.
- Marx, toplumda geçerli olan bu tür maddi, ekonomik ve sosyal ilişkileri altyapı
diye adlandırıyordu. Bir toplumda insanların nasıl düşündüklerine, ne tür politik
kurumları, hangi yasaları olduğuna, hangi dine inanıp ne tür bir ahlak, sanat,
felsefe ve bilime sahip olduklarına da Marx o toplumun üstyapısı diyordu.
445
SOFl'NlN DÜNYASI
- Buyur.
- Gördüğün gibi binanın çatısı son derece güzel ve gösterişli. Binanın en önce göze
çarpan yanı da bu belki. İşte buna "üstyapı" diyebiliriz. Ama bu çatı tek başına
ayakta duramaz, değil mi?
- Binanın herşeyden önce sağlam bir temeli ya da bir "altyapısı" var. Marx da aynı
şekilde, toplumda geçerli olan tüm düşünce ve fikirlerin maddi temeller üzerinde
oluştuğunu söylüyordu. Toplumun üstyapısı, altyapısının bir yansımasıydı.
- Hayır, bu kadar basit değil. Böyle olmadığını Manc'ın kendisi de söyler zaten.
Ona göre toplumun altyapısıyla üstyapısı arasında karşılıklı bir ilişki vardır. Marx
bu tür bir karşılıklığı reddetmiş olsaydı, "Mekanik Materyalist" olmuş olurdu.
Oysa o alt ve üstyapı arasında karşılıklı ya da diyalektik bir ilişki olduğunu
savunduğu için, onun Diyalektik Materyalist olduğunu söylüyoruz. Ayrıca
belirtmek isterim ki Platon ne saksı yapımıyla ne de bağcılıkla uğraşmıştır.
söyleyebilirsin?
üzerinde duruyor.
446
MARX
- Eskiden balıkçı tekneleriyle balığa çıkılırdı, günümüzde ise bu iş için koca ağlarla
balık avlanan büyük gemiler kullanılıyor.
- Anlıyorum.
- Buraya kadar söylediklerinden şöyle bir sonuca varabiliriz ki bir toplumda
geçerli olan politik ve ideolojik ilişkileri belirleyen şey üretim biçimidir. Eskinin
feodal toplumlarından daha farklı düşünmemizin, daha farklı ahlaki değerlere
sahip olmamızın nedeni budur.
- O zaman Marx tarihin her zamanında geçerli olan bir takım doğal doğrular
olduğuna inanmıyordu...
447
SOFİ'NÎN DÜNYASI
- Tabii çünkü sen de kendi zamanının çocuğusun. Marx ayrıca neyin doğru neyin
yanlış olduğunu toplumu yöneten sınıfların belirlediğini söyler. Çünkü tüm tarih,
sınıf mücadelelerinin tarihidir. Yani, tarih herşeyden önce üretim araçlarına kimin
sahip olacağı meselesidir.
oynamaz mı?
- Tarihin her döneminde, diyordu Marx, toplumun iki egemen sınıfı arasında bir
karşıtlık olagelmiştir. Bu karşıtlık Antik Çağın köle toplumunda özgür yurttaşlarla
köleler arasında, Ortaçağın feodal toplumunda feodal beylerle seriler ve daha
sonra da aristokrasiyle yurttaşlar arasındaki karşıtlık olarak kendini
göstermiştir. Marx'ın içinde yaşadığı çağda ve burjuva ya da kapitalist toplum
diye adlandırdığı toplumda ise bu karşıtlık öncelikle kapitalistle işçi ya da
proleter arasındadır. Yani bu, üretim araçlarına sahip olanlarla olmayanlar
arasındaki bir karşıtlıktır. Ve de "üst sınıflar" bu güçlerinden hiçbir zaman
kendiliğinden vazgeçmeyeceği için değişim ancak bir devrimle gerçekleşebilir.
- Ya komünist toplum?
- Haydi anlat.
448
MARX
Hege''e Sore insanla doğa arasında karşılıklı ya da "diyalektik" bir ilişki vardı.
İnsan doğayı işledikçe kendisi de işlenirdi. Veya başka bir deyişle, insan çalışırken
doğayı değiştirir, onda kendinden izler bırakırdı. Ancak bu süreçte doğa da insanı
değiştirir, insan bilincinde bir takım izler bırakırdı.
- Evet, işsiz insan bir anlamda boş kalmış bir insan demektir. Hegel de bu konuyu
ele almıştır. Hegel de Marx da işi olumlu bir şey olarak görüyor, çalışmanın insan
olmayla ilgili olduğunu söylüyorlardı.
- O zaman işçi olmak da olumlu bir şey olmalı...
- Evet, aslında öyle. Ancak Marx tam bu noktada kapitalist üretim biçimini
dehşetli bir şekilde eleştirir.
- Neden?
- Kapitalist düzende işçi bir başkası için çalışır. Böylelikle iş kendisinin dışında,
ona ait olmayan bir şey olur. İşçi kendi işine yabancı kalır, dolayısıyla kendine de
yabancı kalmış olur. Kendi insani gerçekliğini yitirir. Hegel'in deyimiyle işçi
yabancılaştırılmış olur.
- Bir fabrikada yirmi yıl çalışıp, bu yirmi yıl boyunca devamlı şekerleme
paketlemiş bir teyzem var. Bu yüzden ne demek istediğini anlıyorum. Teyzem her
sabah işten nefret ettiğini söyleye söyleye i?e gider.
- Ve işinden nefret eden insan Sofi, bir anlamda kendinden de nefret ediyor
demektir.
- Kapitalist toplumda işin düzenlenme şekli öyledir ki işçiler gerekte bir başka
toplum sınıfı için köle gibi çalışırlar. Böylelikle
449
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
olur.
- Manc'ın da kafası atıyordu. Çünkü aynı anda burjuva sınıfının çocukları sıcak bir
banyodan sonra evlerinin büyük ve sıcak salonlarında keman çalıyordu. Veya
mükellef bir akşam yemeğini beklerken piyano çalıyordu. Kemanla piyano akşam
üzeri gidilen uzun bir at yolculuğundan sonra da hoş kaçardı hani!
- Korktum doğrusu.
- Evet.
450
MARX
- Koşullar dediğin gibi o kadar kötü idiyse, ben de bu manifestonun altına imzamı
atardım sanırım. Ama bugün koşullar bu kadar kötü değil, değil mi?
- Norveç'te belki değil ama dünyanın pek çok yerinde hâlâ böyle. Hâlâ pek çok kişi
insanca olmayan koşullar altında çalışıyor. Aynı zamanda ürettikleri mallarla
zenginleri daha da zengin bir hale getiriyorlar. Marx buna sömürü diyordu.
- Bu lafı biraz daha açar mısın?
- İşçi bir mal ürettiğinde bu malın belli bir satış değeri olur.
- Evet?
- Anlıyorum.
- O zaman kapitalist kârının bir kısmını yeni bir kapitale dönüştürebiliyor, bu kârı
örneğin üretim araçlarının modernleştirilmesine harcayabiliyordu. Bunu
yaparkenki amacı üretimin maliyetini daha da düşürmek, dolayısıyla bir dahaki
sefere daha fazla kâr yapabilmekti.
- Mantıklı.
- Nasıl yani?
- Marx'a göre kapitalist üretim biçiminin özünde pek çok çelişki yatmaktaydı.
Kapitalizm akılcı bir yönetim barındırmadığı için zamanla kendi kendini yok
etmeye mahkûmdur.
451
SOFÎ'NİN DÜNYASI
- Evet?
- Kapitalist yeni makineler alır ve artık eskisi kadar işçiye ihtiyacı kalmaz.
Makineleşmesinin amacı piyasadaki rakipleriyle mücadele edebilmektir.
- Anlıyorum.
- Ama böyle düşünen yalnızca o değildir ki! Tüm üretim koşulları giderek
etkinleşmektedir. Fabrikalar giderek büyümekte ve giderek daha az kişinin elinde
bulunmaktadır. O zaman ne olur Sofi?
- Şey -
- O zaman git gide daha az iş gücüne ihtiyaç duyulur. Giderek daha çok insan işsiz
kalır. Sosyal problemler arttıkça artar ve bu tür krizler kapitalizmin kendi sonuna
yaklaştığının habercisidir. Kapitalizmin kendi kendini yok etme eğilimine başka
pek çok örnek vermek mümkün. Örneğin kapitalist gitgide kârının daha çok bir
kısmını üretim araçlarını modernleştirmeye yatırmak durumunda kaldıkça, ancak
yine de fiyatlarını, piyasadaki diğer kapitalistlere göre ve onlardan daha az bir
düzeye getirmeyi başaramadıkça...
-Evet?
- Bilmem.
- Bir fabrikanın sahibi olduğunu düşün. İşlerin iyiye gitmiyor. İflas etmek
üzeresin. Tekrar soruyorum: Ne yaparsın o zaman?
- Pek doğru! Yapabileceğin en doğru şey bu olur gerçekten de. Ama tüm
kapitalistler senin kadar uyanıklarsa - ki öyledirler - işçiler
452
MARX
öyle yoksullaşırlar ki artık hiçbir şey alamaz duruma gelirler. Alım güçleri düşer.
Böylece tam bir kısır döngüye girilmiş olur. "Kapitalist özel mülkiyetin zamanı
dolmuştur," der Marx. Devrimci bir döneme girilmiştir.
- Anlıyorum.
- Sonra da, kısaca söyleyecek olursak, proletarya ayaklanıp üretim araçlarını ele
geçirir.
- Bir süre, proletaryanın burjuvaziyi güç kullanarak bastırdığı yeni bir "sınıflı
toplum" düzeni yaşanır. Marx bunu proleterya diktatörlüğü olarak adlandırır.
Ancak böyle bir geçiş sürecinden sonra proleterya diktatörlüğü yerini "sınıfsız
bir toplum"a ya da komünizme bırakır. Bu, üretim araçlarına "herkes"in yani halkın
kendisinin sahip olduğu bir düzendir. Böyle bir toplumda herkesten "ürettiği
kadar"! beklenir ve herkes "ihtiyacı kadar" alır. Bu düzende halk kendi işinin
sahibi olacağı için de "yabancılaşma" son bulacaktır.
- Tüm bunlar çok güzel ama işler uygulamada nasıl gitti? Devrim oldu mu?
- Hem evet, hem hayır. Bugün ekonomistler Manc'ın bir takım noktalarda
yanıldığını söylüyorlar. Bunların arasında onun kapitalizmin krizlerini inceleyiş
biçimi de var. Marx bugün çok ciddi bir problem olarak ortaya çıkan doğanın
sömürülmesi konusuna da pek el atmamış örneğin. Ama - ve de bu kocaman bir
ama...
- Evet?
- Marksizm yine de çok büyük değişimlere yol açmıştır. Sosyalizmin daha insanca
bir toplum yaratma yolunda başarıya ulaştığına kuşku yoktur. Bugün en azından
Avrupa'da daha adil ve daha dayanışma içinde bir toplumda yaşıyoruz. Avrupa
bunu Manc'ın kendisine ve tüm sosyalist harekete borçludur.
453
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
yollarla ulaşmayı hedefleyen Sosyal Demokrasi Batı Avrupa'nın seçtiği yol oldu.
Buna "yavaş devrim" diyoruz. Marx'ın sınıflı toplumu aşmanın yolunun devrimden
geçtiğini savunan inancını benimseyen Leninizm de Doğu Avrupa, Asya ve
Afrika'da etkili oldu. Her iki hareket de kendi yöntemleriyle yoksulluk ve
baskıyla mücadele etti.
- Ama bu yeni tür bir baskının doğmasına yol açmadı mı? Örneğin Sovyetler Birliği
ve Doğu Avrupa'da?
- Evet, kuşkusuz böyle oldu. Tarihte bir kez daha insanların el attığı herşeyin
iyiyle kötünün bir karışımı şeklinde ortaya çıktığını görmüş olduk. Öte yandan,
sosyalist olarak adlandırılan ülkelerdeki olumsuz yanlardan ölümünden elli, yüz yıl
sonra Marx'ı sorumlu tutmak doğru olmaz. Ancak belki de onun komünizmi de
insanların yöneteceğini pek fazla düşünmemiş olduğunu söyleyebiliriz. Bir
"mutluluk ülkesi" hiçbir zaman varolamaz. İnsanlar her zaman yeni problemler
yaratacaklardır.
- Mutlaka.
- Bir dakika! Eşitlik yalnızca birbirinin dengi insanlar arasında geçerli olan bir
şeydir, dememiş miydin?
- Unutma ki senle benim yazarımız aynı. Bu açıdan bakılınca senle ben aslında pek
çok şeyi sıkı sıkıya paylaşıyoruz.
- Marksizmden esinlenmiş bir filozof olan Jon Rawls bunu şu düşünce deneyiyle
anlatmak ister: Gelecekteki bir toplumda geçerli olacak yasaları hazırlamak üzere
kurulmuş bir yüce kurulun üyesi olduğunu düşün.
454
MARX
- Bu kurul kesinlikle tüm konuları ele almak durumundadır, çünkü fikir birliğine
varılır varmaz, yani yasalar çıkarılır çıkarılmaz, kuruldaki herkes ölecektir.
- Yapma!
- Anlıyorum.
- Böyle bir toplum eşitlikçi bir toplum olurdu. Çünkü bu "eşit adamlar" arasında
kurulmuş bir toplum olurdu.
- Ve eşit kadınlar!
- Elbette, çünkü varsayımlardan biri de bu. İnsan öldükten sonra kadın mı yoksa
erkek mi olarak dirileceğini bilmeyecek. Bu işin şansı da yüzde elli olduğu için,
planlanan toplumun hem kadınlar hem de erkekler için iyi ve eşitlikçi olmasına
çalışılacak.
- Söyle bana: Avrupa Marx'ın yaşadığı dönemde böyle bir toplum muydu?
- Hayır.
- Peki bugün dünyada böyle bir toplum var mı sence?
- Ne dedin
- Satırbaşı!
455
DARWİN
Pazar sabahı Hilde bir gürültüyle uyandı. Dosyanın yere düşerken çıkardığı
gürültüydü bu. Manc'dan söz eden Alberto ile Sofı'yi okurken elinde dosyayla
uyuya kalmış olmalıydı. Başucundaki lamba tüm gece yanık kalmıştı.
Rüyasında koca fabrikalar, pis şehirler görmüştü. Bir caddenin kenarında küçük
bir kız kibrit satıyordu. Uzun paltolu ve iyi giyimli giysileriyle insanlar kızın
yanından geçip gidiyordu.
Kültür denebilecek bir şeyin olmadığı bir toplumda on beş yaşında bir kız olmak
nasıl bir şey olurdu? Neler düşünürdü böyle bir kız acaba?
Hilde üzerine bir kazak giyip dosyayı yerden aldı ve babasından gelen bu uzun
mektubu okumaya devam etti.
456
DARVVtN
Kapıda uzun beyaz saçlı ve sakallı çok yaşlı bir adam duruyordu. Sağ elinde bir
değnek, sol elinde üzerine bir gemi resmi yapılmış bir levha tutuyordu. Geminin
üzerinde her cinsten bir sürü hayvan vardı.
- Tahmin etmiştim.
- Ben senin büyük büyükbaban oluyorum çocuğum. Ama belki de artık insanlar
köklerine pek önem vermiyorlardır...
- Bu, büyük tufandan kurtulan tüm hayvanların resmi. Al çocuğum, bunu sana
getirdim.
Sonra da yalnızca yaşlı adamlara özgü sevimli bir edayla hoplayıp topuklarını
havada birbirine çarptı ve küçük adımlarla ormanda uzaklaştı.
Sofi'yle Alberto yeniden içeri girip oturdular. Sofi elindeki büyük levhayı tam
olarak incelemeye fırsat bulamadan Alberto bunu otoriter bir tavırla Sofi'nin
elinden aldı.
- Öncelikle ana hatlar üzerinde yoğunlaşacağız.
- Başla öyleyse.
457
SOPİ'NİN DÜNYASI
- Anlıyorum.
- Biraz fazla isim oldu bir anda. Yani şimdi Manc, Darvvin ve Freud'dan
bahsediyoruz, değil mi?
- Daha geniş bir bağlamda 19. yüzyılın ortalarında başlayıp günümüze dek süren
Natüralist bir akımdan söz ediyoruz. "Natüra-lizm" doğadan ve duyularla algılanan
dünyadan başka bir gerçeklik tanımayan bir gerçeklik anlayışını dile getirir.
Natüralist bu yüzden insanı da doğanın bir parçası olarak görür. Her şeyden
önemlisi, Natüralist bir araştırmacı araştırmalarını yalnızca doğadan aldığı
verilere dayandırır; aklıyla yarattığı bir takım kurgulara ya da herhangi bir
şekilde kendini gösteren ilahi birtakım vahiylere değil.
458
DARVVÎN
- Önce Darvvin'in kendisinden başlayalım. Darvvin 1809'da, küçük bir kent olan
Shrevvsbury'de dünyaya geldi. Babası Dr. Robert Darvvin tanınmış bir doktordu
ve oğluna oldukça katı bir eğitim vermişti. Charles Shrevvsbury'deki yüksek okula
devam ederken okul müdürü onu ortalıkta öylece dolanıp boş boş konuşan,
kendiyle böbürlenip işe yarar tek bir şeyle uğraşmayan bir öğrenci olarak
tanımlıyordu. Müdürün "işe yaramak"tan kastettiği, Yunanca ve Latince fiillerin
çekimlerini ezberlemek gibi şeylerdi. "Ortalıkta öylece dolanıp duruyor" dediği de
Charles'ın etrafta dolaşıp binbir çeşit böcek toplamasıydı.
459
SOFİNİN DÜNYASI
- Neydi bu mektup?
- Bunu gerçekten çok istiyordu, ama o zamanlar genç çocuklar ailesinin izni
olmaksızin bir şey yapamazlardı. Uzun süren ikna etme çabaları sonunda babası
bunu kabul etti, üstelik yolculuğa gereken parayı sağlayan da oldu. "Ücret
meselesi" denen şeyden ise hiçbir ses çıkmadı.
-Ya?
- Gemi, deniz kuvvetlerine ait bir gemi olup adı H.M.S. "Beagle" idi. 27 Aralık
1831'de Plymouth'dan Güney Amerika'ya doğru yola koyulan Beagle'ın
İngiltere'ye geri dönmesi 1836'nın Ekim ayını buldu. Yani iki yıl olarak düşünülen
yolculuk tam beş yıl sürdü. Çünkü Güney Amerika'ya yolculuk tüm bir dünya
gezisine dönüşmüştü. Bu yolculuğun yakın zamanın en büyük keşif gezisi olduğunu
söylüyoruz.
- Gerçekten tüm dünyayı dolaştılar mı?
460
DARWİN
sahillerinde bir ileri bir geri dolaşıp durmuştu. Bu da Darvvin'in kıtayı karadan da
tanımasına imkân sağlamıştı. Güney Amerika'nın batısındaki Galapagos Adaları
kumsallarında yaptığı araştırmaların da özel bir önemi olmuştu. Böylelikle elinde
parça parça İngiltere'ye yolladığı büyük bir koleksiyon oluşmuştu. Ancak bu süre
zarfında doğa ve yaşayan canlıların tarihi konusundaki görüşlerini kendine
saklamıştı. İngiltere'ye döndüğünde henüz 27 yaşında olmasına rağmen çoktan
tanınmış bir doğabilimci olmuştu. Bu arada sonradan evrim teorisi haline gelecek
olan görüşlerini de oluşturmuştu. Ancak dönüşünden hayatının eseri olacak eserini
yayınlayıncaya dek yıllar geçti. Çünkü Darvvin temkinli bir insandı Sofi. Bir
doğabilimci de böyle olmalı zaten.
- Tabii Darvvin pek çok büyük eser yazdı, ancak bunların arasında İngiltere'de en
çok tartışmaya yol açanı, 1859 yılında yayınlanan "Türlerin Kökeni Üzerine" adlı
eserfydi. Kitabın tam adı "On the Ori-gin of Species by Means of Natural
Selection or the Preservation of the Favoured Races in the Struggle for Life"
idi. Bu uzun başlık Darvin'in teorisinin bir özetidir aslında.
- Gel biz bunu teker teker ele alalım. "Türlerin Kökeni Üzeri-ne"de Darvvin iki
teori ya da iki ana tez öne sürüyordu: Birincisi, şu an varolan tüm bitki ve
hayvanların daha önce varolmuş daha ilkel bilimlerden türediği idi. Yani biyolojik
bir evrim olduğunu öne sürüyordu. İkinci olarak da evrimin nedeni olarak "doğal
seçi"yi gösteriyordu.
- Ama biz ilk olarak evrim düşüncesinin kendisini ele alacağız. Bu aslında tek
başına bakıldığında o kadar ilginç bir düşünce değil-
461
SOFİ'NÎN DÜNYASI
di. Biyolojik bir evrimin varolduğu düşüncesi Darvvin'den önce, daha 1800
yıllarında da oldukça yaygın bir düşünceydi. Bu düşünürler arasında en belirleyici
olanı, Fransız zoolog Lamarck idi. Darvvin'in kendi büyükbabası Erasmus
Darvvinde bitkilerle hayvanların daha ilkel bir takım türlerden geldiğini
söylemişti. Ancak her ikisi de böyle bir evrimin nasıl gerçekleştiğini
açıklayamamışlardı. Bu yüzden Kiliseye ciddi bir rakip olamamışlardı.
- Evet, haklı olarak. Kilisenin ve pek çok bilimsel çevrenin görüşü, İncil'in
öğretisine koşut olarak, çeşitli bitki ve hayvan türlerinin değişmez olduğuydu.
Her bir tür, sonsuza dek varolmak üzere zamanında özel bir şekilde yaratılmıştı.
Bu Hıristiyan görüş, Platon ve Aristoteles ile de uyum içindeydi.
- Nasıl?
- Hayır.
462
DARWİN
- Bu açıklamaya göre fosiller felaketler sonunda yokolan eski bir takım yaşam
biçimlerinden kalma artıklar oluyordu herhalde...
- Anlıyorum.
463
SOFfNÎN DÜNYASI
- Ne saflık!
- Sonradan demesi kolay tabii! Darvvin ise Yeryüzü'nün yaşını 300 milyon olarak
tahmin ediyordu. Çünkü hem Lyell'in aşamalı jeolojik evrim teorisi hem de
Darvvin'in kendi evrim teorisinin bir anlam ifade edebilmesi için dünyanın
yaradılışından bu yana çok uzun zaman geçmiş olması şarttı.
- Şu ana dek Darvvin'in biyolojik bir evrim oluştuğuna dair öne sürdüğü
kanıtlardan biri üzerine konuştuk. Bu kanıt, değişik kaya katmanlarında rastlanan,
katmanlar boyunca oluşmuş fosillerdi. Darvvin'in öne sürdüğü bir başka kanıt da
yaşayan türlerin coğrafi dağılımıydı. Bu noktada Darvvin'in kendi topladığı zengin
malzemenin büyük faydası olmuştu. Değişik hayvan türlerinin bir bölgeden
diğerine çok küçük farklılıklar gösterdiğini kendi gözleriyle görmüştü. Ekvador'un
batısındaki Galapagos Adalan'nda ilginç gözlemlerde bulunmuştu.
- Anlat anlat!
- Bunlar birbirine çok yakın sıralanan volkanik bir adalar topluluğuydu. Bu yüzden
üzerlerindeki bitki ve hayvan dünyası bakımından birbirlerinden pek farklı
değildiler. Ancak Darvvin'i ilgilendiren tam da bu pek büyük olmayan farklardı.
Adaların hepsinde kocaman kaplumbağalar yaşıyordu, ancak bunlar bir adadan
diğerine küçük farklılıklar gösteriyordu. Tanrı bu adaların her biri için başka tür
bir kaplumbağa mı yaratmıştı gerçekten?
464
DARWÎN
-Ya?
- Bu da memeli hayvanlarda embriyonun gelişmesiydi. En baştaki aşamasında bir
köpek, bir yarasa, bir tavşan ya da bir insan embriyosunda neredeyse hiçbir fark
görülmez. Ancak iyice ileri aşamalarında insan embriyosuyla tavşan embriyosunu
birbirinden ayırmak mümkün olur. Bu da hepimizin uzaktan akraba olduğunun bir
kanıtı değil midir?
465
SOFfNİN DÜNYASI
- Sabırsızlıkla bekliyorum.
- Demek öyle?
- Sence de en mantıklısı bu olmaz mıydı?
- Evet ve işte insanlar binlerce yıldır bunu yapmaktadırlar. Ama bu iki inekten
öyle kolayca kurtulmak yok! Buzağı yapmak için bu iki inekten hangisini döllerdin?
- Daha çok süt verenini. Böylece buzağı da büyüyünce çok süt veren bir inek olur.
- Demek iyi süt veren ineği tercih edersin... Peki, iki tane av köpeğin olsa ve
bunlardan birinden vazgeçmek zorunda kalsan, hangisinden vazgeçerdin?
- Böylece daha iyi olan av köpeğini seçmiş olursun. İşte Sofi, in*
466
DARWIN
- Evet, kesinlikle.
- Ve Darvvin soruyordu kendisine: Doğada da buna benzer bir işleyiş olabilir mi?
Doğanın da hangi bireylerin hayatta kalacağına dair doğal bir seci uyguladığı
düşünülebilir mi? Ve de bu tür bir işleyiş, çok uzun bir dönemde yepyeni bitki ve
hayvan türleri yaratabilir mi?
- Anlıyorum.
467
SOFt'NÎN DÜNYASI
- Bence de mantıklı.
468
DARWİN
- Sürekli varolan bu doğal'seç i, belli bir çevreye ya da belli bir ekolojik ortama
en iyi uyan türlerin, yine bu ortamda kendini en iyi üretebilecek türler olmalarını
getirir. Ve belli bir çevrede avantaj olan bir özellik bir başka çevrede avantajlı
bir özellik olmak durumunda değildir. Galapagos Adaları'ndaki birtakım ispinozlar
için uçma yeteneği oldukça önemli bir özellikti. Ama yırtıcı hayvanların olmadığı ve
yiyeceğin yeri gagalayarak çıkarılmak zorunda olduğu bir başka adada, uçmak o
kadar da gerekli bir özellik değildi. İşte doğada bu kadar çok değişik ortam
olduğu için bu kadar da çok değişik hayvan türü vardır.
- Evet, çünkü insanların değişik yaşam koşullarına uyabilmek gibi büyük bir
yetenekleri vardır. Darvvin de Kızılderililerin Tierra Del Fuego'daki çok soğuk
iklimde nasıl yaşayabildiklerine hayret etmişti. Ama bu tüm insanların aynı
oldukları anlamına gelmez. Ekvatorda yaşayanların Yeryüzü'nün kuzeyinde
yaşayanlardan daha kara derili olmalarının nedeni siyah derinin vücudu güneş
ışınlarından daha
469
SOFt'NlN DÜNYASI
iyi koruyor olmasıdır. Güneşte çok fazla kalan beyaz insanlar deri kanserine daha
çok yatkındırlar örneğin.
- Tabii, yoksa tüm insanlar kara derili olurlardı. Beyaz derinin güneş vitaminleri
oluşturması daha kolaydır ve bu da güneş ışınlarının az olduğu yerlerde yaşayanlar
için önemli bir avantajdır. Günümüzde bunun da kolayı var çünkü ekstra vitamin
hapları almak mümkün. Ama doğadaki hiçbir şey rastlantı sonucu olmaz. Her şeyin
nedeni, kuşaklar boyunca ortaya çıkmış, küçücük değişimlerdir.
- Evet ya, değil mi? Şimdi Darvvin'in evrim teorisini şöyle bir özetleyelim...
- Buyur.
- Bu bana da mantıklı geliyor. Peki "Türlerin Kökeni Üzerine" nasıl bir tepki
topladı?
- Kitap tam bir tantana yarattı. Kilise buna şiddetle karşı çıktı, İngiltere'deki
bilimsel çevreler ikiye bölündü. Bunda pek yadırganacak bir şey de yoktu. Darvvin
Tanrı'yı iyice uzaklaştırmıştı yaradılış hikâyesinden. Ama bazıları da, kendi içinde
gelişme olanağı taşıyan bir şey yaratmanın, küçük farklılıklar içeren pek çok şey
yaratmaktan daha büyük bir yaratma gücü gerektirdiğini söylediler.
Sofi birden oturduğu yerde hopladı.
Eliyle camdan dışarısını gösteriyordu. Gölün kıyısında erkekle bir kadın elele
yürüyorlardı. İkisi de çırılçıplaktı.
470
DARWİN
- Adem ile Havva bunlar, dedi Alberto. - Onların da Kırmızı Şapkalı Kız ve
Harikalar Diyarındaki Alice'le aynı kaderi paylaşması kaçınılmazdı tabii. Bu
yüzden buradalar.
Sofi pencerenin yanına gidip Adem ile Havva'nın ağaçların ardında gözden
yokoluşlarını seyretti.
- Darvvin'in 1871 yılında "Descent of Man", yani "İnsanın Çıkışı" adlı kitabı
yayımlandı. Bu kitapta insanlarla hayvanlar arasındaki büyük benzerliklere
değinen Darvvin, insanlarla maymunların ortak bir kökeni olduğunu öne sürer. Bu
arada, önce Cebelitarık'ta, birkaç yıl sonra da Almanya'da Neanderthal'da ilk
insan türlerine ait kafa-tasları bulunmuştu. İşin ilginci 1871'de bu kitabın
yayınlanması, 1859'da "Türlerin Kökeni Üzerine"nin yayınlanmasından çok daha az
tepki yarattı. İnsanların hayvandan geldiği, bu ilk kitapta da üstü kapalı olarak
anlatılıyordu zaten. Ve de daha önce de söylediğimiz gibi, 1882'de öldüğünde,
Darvvin, bilimde müthiş bir öncü olarak, bir kahraman gibi toprağa verildi.
- Evet, sonunda anlaşıldı. Oysa ilk zamanlar ona "İngiltere'nin en tehlikeli adamı"
deniyordu.
- Daha neler!
- Haklısın ama sonradan demesi kolay tabii! İnsanlar birdenbire İncil'de anlatılan
yaradılış hikâyesini yeniden bir gözden geçirmek durumunda kalmıştı. Genç yazar
John Ruskin şöyle diyordu: "Şu jeologlar peşimi bir bıraksa! İncil'deki her
ayetten sonra çekiç sesle-
471
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
ri geliyor kulağıma."
- Ya? Nasıl?
- Tüm yaşam ve tüm oluşumlar hücre bölünmesi sonucunda ortaya çıkar. Bir hücre
ikiye bölününce ortaya her ikisi de aynı kalıtımsal özellikleri taşıyan iki hücre
çıkar. Hücre bölünmesi dediğimiz şey bir hücrenin kendi kopyasını yaratmasıdır.
- Demek öyle?
- Ancak bazen bu süreçte küçük bir hata olur. Ortaya çıkan yeni hücre ana
hücrenin tıpatıp aynısı olmaz. Modern biyolojide buna mutasyon adı verilmektedir.
Bu tür mutasyonlar çok önemsiz olabildiği gibi, bireyin özelliklerinde son derece
büyük farklılıklar oluşmasına da yol açabilir. Doğrudan doğruya tehlikeli sonuçlar
da doğu-rabilen bu mutasyon larda, kimi "mutanf'lar elenerek yok da olabilir.
472
DARWÎN
Pek çok hastalığın nedeni de mutasyonla açıklanabilir. Ancak bazen bir mutasyon
bireye hayatta kalma mücadelesinde işine çok fazla yarayacak bir özellik de
katabilir.
- Lamarck zürafaların uzun boyunlu oluşlarını, onların yaşamak için hep yüksek
dallardaki yiyeceklere uzanmak zorunda kalışına bağlıyordu. Ancak Darvvinizme
göre bu tür özellikler kalıtsal olarak aktarılabilecek özelliklerden değildi.
Zürafaların uzun boyunlu olmasının nedeni, doğal bir değişimdi. Yeni Darvvinizmde
böyle değişimlerin oluşma necten/n/'açıklayarak bu konuyu tamamlıyordu.
- Evet. Kalıtımdaki bir takım rastlantısal değişimler sonucu zürafaların bir kısmı
diğerlerinden daha uzun boyunlu olmuştu. Yiyecek bulma konusunda bu çok önemli
bir özellikti tabii. En yüksek dallara uzanabilenlerin hayatta kalma şansı
diğerlerine göre daha yüksekti. Bir takım ilkel zürafaların'da toprak altında yem
bulmak gibi bir özellik kazanmış olabileceğini de düşünebiliriz. Yani uzun bir
zaman süreci içinde bir tür ortadan kalkabilir ve bunun yerini iki farklı tür
alabilir.
- Anlıyorum.
- İstersen doğal secinin oluşma biçimine yakın zamandan birkaç örnek verelim
şimdi de. Bu aslında çok basit bir ilke.
• Ancak arada bir koyu renkli huş güveleri de doğar. Bunun nedeni tamamen
rastlantısal mutasyonlardır. Bu koyu renkli çeşitlerin hali ne olmuştur sence?
473
SOFİ'NIN DÜNYASI
halde.
- Evet, çünkü açık renkli ağaçların olduğu bu ortamda, koyu renkli olmak iyi bir
özellik sayılamazdı. Bu yüzden sayısı sürekli artan, beyaz renkli huş güveleri
oluyordu. Ancak sonra ortamda önemli bir değişiklik oldu. Sanayileşmeyle birlikte
beyaz huş ağaçlarının rengi.kurumdan kararmaya başladı. Peki o zaman huş
güvelerine ne oldu dersin?
- Evet, bu kez de kısa zamanda koyu renkli huş güvelerinin sayısı arttı. 1848'den
1948'e dek koyu renkli güvelerin sayısında yüzde 1'den yüzde 99'a dek varan bir
artış gözlendi. Ortam değişmiş, açık renkli olmak yaşam mücadelesinde avantajlı
bir özellik olmaktan çıkmıştı. Tam tersine! Hayatın beyaz "mağluplar"ı, kara ağaç
gövdelerinde kendilerini bir göstermeye görsünler, hemen kuşlara yem
oluveriyorlardı. Ama sonra ortamda tekrar bir değişiklik oldu. Fabrikalarda daha
az kömür yakılıp, dumanların daha iyi arıtılması sonucu çevre son yıllarda önemli
ölçüde temizlendi.
- Böyle olunca da huş güvelerinin rengi açılmaya başladı. Uyum dediğimiz şey işte
bu. Uyum bir doğa yasasıdır.
- Anlıyorum.
- Ne gibi?
- Örneğin insanlar zararlı hayvanlarla mücadelede zehirli maddeler kullanırlar.
Başlangıçta bu istenen sonucu verebilir. Ama bir tarla ya da bir meyve bahçesini
böcek ilacıyla ilaçlamak küçük bir çevre faciasına yol açmak demektir aslında.
Sürekli mutasyonlar sonucunda ilaca dayanma gücü fazla ya da bağışıklığı artmış
böcekler oluşmaya başlar. Hayatın bu "galipleri" giderek daha fazla üreme olanağı
bulurlar ve böylece aslında ortadan kaldırılmaya çalışılan bu böcekleri yok etmek
gitgide daha çok güçleşir. Çünkü yalnızca en
474
DARNVtN
- Penisilin kürü de bu küçük canavarlar için bir tür "çevre facia-sı"dır ilkin. Ama
biz vücudumuza penisilin vermeyi sürdürdükçe belli bir takım bakterilerin
bağışıklığı artmaya başlar. Böylelikle vücudumuzda mücadele etmesi giderek
güçleşen bir grup bakteri üretmiş oluruz. Zamanla aldığımız antibiyotik etki
etmemeye başlar, hep bir öncekinden daha güçlü antibiyotik almamız gerekir ve
sonunda...
- Yok canım, biraz abarttın sen de! Ama gerçek olan bir şey varsa, o da modern
tıbbın içinden çıkılması güç bir ikilem yarattığıdır. Bu, yalnızca bakterilerin
güçlenmesi konusunda böyle değildir. Eskiden çocuklar bir takım hastalıklara
boyun eğmek zorunda kalırlardı. Evet, doğan çocukların içinde ancak en güçlüleri
hayatta kalırdı. Ama modern tıp bu doğal seciyi ortadan kaldırdı. Tek bir bireyin
ufak bir "problem"i aşmasını sağlamakla, insan soyunun değişik hastalıklara olan
direncini azaltıyor olabiliriz. "Kalıtım sağlıklılığı" denen şeyi göz önüne almamak,
insan soyunun "dejenerasyon"una yol açabilir. Yani insan soyunun ciddi
hastalıklara karşı, kalıtım yoluyla aktarılan direnme gücü giderek azalabilir.
- Buyur.
475
SOFl'NtN DÜNYASI
- Ne demek bu?
Sofi levhayı uzattı. Levhanın bir yüzünde Nuh'un Gemisi'nin resmi vardı. Öbür
yüzünde ise tüm hayvanların yer aldığı bir soy ağacı çiziliydi. Alberto'nun şimdi
göstermek istediği de buydu.
- Burada çeşitli bitki ve hayvan soyları gösterilmekte. Her bir türün hangi gruba,
hangi sınıfa ait olduğu görülebiliyor.
- Evet.
- Doğru. Bu soy ağacı bize sadece bugün hangi hayvanların hangi sınıfa ait
olduğunu göstermekle kalmıyor, aynı zamanda bize hayatın gelişimini de
gösteriyor. Örneğin burada görüyoruz ki kuşlar bir zamanlar sürüngenlerden,
sürüngenler hem karada hem suda yaşayabilen hayvanlardan, bunlar da
balıklardan ayrılmak suretiyle meydana gelmişlerdir.
- Evet, görebiliyorum.
- Bir alt-grup ikiye ayrıldığı zaman, yeni türlere yol açan bir mu-tasyon olmuş
demektir. Yıllar içinde yeni hayvan sınıflarının ve yeni hayvan gruplarının oluşması
da böyle olmuştur. Ancak unutmamalı ki bu oldukça basitleştirilmiş bir çizimdir.
Gerçekte bugün Yeryüzü'nde bir milyondan fazla hayvan türü bulunmaktadır ve
bu da bugüne dek yeryüzü üzerinde varolmuş hayvan türlerinin yalnızca çok
476
DARWIN
küçük bir yüzdesidir. Örneğin şurada gördüğün trilobit denen hayvan türü artık
mevcut değildir.
- Evet?
- Bu ilk hücre nasıl meydana geldi? Darvvin buna yanıt verebiliyor muydu?
- Oarvvin'in temkinli bir insan olduğunu söylemiştim. Ama bu noktada salt bir
varsayımdan hareket etme hakkını görüyordu kendinde. Şöyle yazıyordu:
"... eğer (eğer ya! Ama ne eğer!) içinde her türlü amonyaklı ve fosforlu tuzların,
ışığın, ısının, elektrik vs. nin mevcut olduğu küçük, sıcak bir su birikintisi olduğunu
ve burada daha karmaşık değişimler geçirmeye müsait bir proteinin kimyasal
olarak teşekkül ettiğini düşünecek olursak..."
- Ne olur o zaman?
- Oarvvin'in burada yaptığı, ilk hücrenin organik olmayan maddelerden nasıl
oluşmuş olabileceği üzerine varsayımlarda bulunmaktı. Ve yine tahminleri son
derece isabetliydi. Çünkü günümüzde de bilim, en ilkel yaşam biçiminin Darvvin'in
tarif ettiği böyle bir "sıcak su birikintisi"nde ortaya çıkmış olabileceğini söylüyor.
- Devam et.
477
SOFİNİN DÜNYASI
- Devam et.
- Her şeyden önce şunu belirtelim ki Yeryüzü üzerindeki her türlü canlı, hem
bitkiler ve hem de hayvanlar, aynı maddelerden oluşur. Bir canlının en basit tanımı
şudur: canlı, besinli bir ortamda kendini iki tane birbirinin aynı parçaya bölebilen
maddedir. Bu süreç, DNA dediğimiz bir madde tarafından yönetilir. DNA diye,
yaşayan her türlü hücrede varolan kromozomlara ya da kalıtımla geçen maddeye
denir. DNA aslında bir molekül ve oldukça karmaşık bir makro-mo-leküldür. Esas
soru, ilk DNA molekülünün nasıl ortaya çıktığı sorusudur.
- Evet?
- Yeryüzü, bundan 4,6 milyar yıl önce, güneş sisteminin ortaya çıkmasıyla birlikte
oluşmuştur. Yeryüzü önceleri ateş halinde bir küreydi ve sonra zamanla yer
kabuğu soğudu. Modern bilime göre ilk hayat da günümüzden 3-4 milyar yıl kadar
önce ortaya çıktı.
- Nedenmiş o?
- Çünkü oksijen son derece reaktif bir maddedir. DNA gibi karmaşık bir molekül
de oksijenli bir ortamda oluşma fırsatı bulamaz, hemen "okside" olurdu.
- Pekâlâ.
478
DARWIN
- Bu yüzden de bugün hiçbir yeni canlı türünün, evet hattâ bir bakteri ya da bir
virüsün bile, ortaya çıkamayacağını aynı kesinlikle söyleyebiliyoruz. Dünyadaki tüm
hayat tamı tamına aynı yaşta olmak zorunda. Bir fille bir bakterinin soy ağacı
tamı tamına aynı uzunlukta olmak durumunda. Bir fil ya da bir insan gerçekte bir
tek hücreli yaratıklar toplamıdır. Çünkü vücudumuzdaki her bir hücre
vücudumuzun diğer hücreleriyle tamamen aynı kalıtımsal maddeleri içerir. Yani
kim olduğumuz, vücudumuzun her bir küçük hücresinde tanımlanmış durumdadır.
- Hayatın en büyük bilmecelerinden biri de, çok hücreli bir hayvanda her bir
hücrenin yine de ayrı bir işlevi olmasıdır. Çünkü kalıtsal özellikler her hücrede
aynı ölçüde etkin değildir. Bu özelliklerin ya da genlerin bir kısmı etkin bir kısmı
ise etkin değildir. Bir ciğer hücresi, bir sinir hücresinden ya da bir deri
hücresinden farklı proteinler üretir. Ama ciğer hücresi de, sinir ve deri hücreleri
de aynı DNA molekülünü, yani tüm bir organizmanın tanımını içerir.
- Devam et.
- Pekâlâ.
- Anlıyorum.
479
SOFfNİN DÜNYASI
özelliği vardı. Böylece uzun bir evrimin başlangıcı oluşmuş oluyordu Sofi. Biraz
basitleştirecek olursak, bunun Yeryüzü'ndeki ilk kalıtımsal madde, ilk DNA ya da
yaşayan ilk canlı olduğunu söyleyebiliriz. Bu hücre bölündükçe bölündü ve her bir
bölünmede mutasyon-lar oluştu. Çok, çok uzun zaman sonra böyle tek hücreli
organizmalar birleşerek çok hücreli, karmaşık organizmaları meydana getirdi.
Böylelikle bitkilerin fotosenteziyle birlikte atmosfer oksijen içermeye başladı.
Oksijenin iki önemli anlamı oldu: Birincisi, ciğerleriyle soluyan hayvanlar ortaya
çıkabildi. İkincisi de atmosfer Yeryüzü'nü uzaydan gelen zararlı ışınlara karşı
koruyabildi. Çünkü Yeryüzü'nde ilk canlının oluşabilmesini sağlayan bu ışınlar,
yaşayan canlılar için en büyük tehlikeydi de aynı zamanda.
- Ama atmosfer bir çırpıda oluşmadı ya! İlk canlılar atmosfersiz bir ortamda nasıl
varolabildiler?
- Yaşam önce denizlerde, "küçük, sıcak havuz"da oluştu. Canlılar burada zararlı
ışınlardan korunabiliyordu. Hem suda, hem de karada yaşayabilen ilk canlıların
ortaya çıkması, ancak denizdeki bu canlıların bir atmosfer oluşturmasından sonra
mümkün oldu. Gerisini biliyoruz. Biz de şimdi burada, ormanda bir kulübede
oturmuş, üç-dört milyar yıl sürmüş bir süreçten bahsediyoruz. Ve bu uzun süreç
kendi bilincine bizde varıyor. \
- İnsanın bir gözü var ve bu bir rastlantı sonucu oluşmuş olamaz. Çevremizdeki
şeyleri görebilmemizin bir anlamı olmalı. Sence de doğru değil mi bu?
480
DARWİN
kadar güzel bir şeyin salt bir rastlantı sonucu oluşmuş olacağını o da kabul
edemiyordu.
Sofi Alberto'ya baka kaldı. Bir kez daha, şu anda yaşıyor olmasının, yalnızca bir
kez yaşayacak olmasının, bir daha hayata gelmeyecek olmasının ne kadar ilginç bir
şey olduğunu düşündü. Aniden dudaklarından şu sözler döküldü:
- Şeytanın mı?
- Ya da Goethe'nin "Faust" adlı eserindeki Mef istofeles'in. "Was soll uns denn
das ew'ge Schaffen! Geschaffens zu nichts hinvvegzuraffenl"
- Faust ölürken tüm yaşamı gözlerinin önünden geçer ve bir zafer edasıyla şunları
söyler:
- Ne güzel söylemiş.
başlar:
481
SOFt'NÎN DÜNYASI
Geçmişle hiç olmamış aynı şey! "Geçmiş, gitmiş!" Yani neymiş? Hiç yaşamamış da
sanki yaşayıp sonuna gelmiş. Öyleyse en iyisi bence sonsuz boşluk.
- Ne karamsar sözler bunlar! Ben Faust'un sözlerini daha çok sevdim. Hayatı son
bulsa da, Faust ardında bıraktığı izlerde bir anlam buluyor.
- Çünkü Darvvin'in evrim teorisinin bir başka sonucu değil midir her bir küçük
canlının bu büyük bağlamda bir anlam taşıdığı? Yaşayan bu gezegen biziz, Sofi!
Evrende yanan bir güneşin etrafında gezinen bu büyük gemi biziz. Her birimiz de
aynı zamanda yaşamın içinde yüzen, genlerle yüklü bir gemiyiz. Yükümüzü bir
sonraki limana bıraktığımızda boşa yaşamamışız demektir. Björnstjerne Björn-
son da "İlahi II" adlı şiirinde aynı düşünceleri dile getirir:
her şeyin başı ömrün ilkbaharı! Yaradılış sabahı her şey ordadır,
sonsuzluk şerefine tadına var bugünün insanlık adına; kendi payına düşenin tadına
var
482
DARVVIN
bu sonsuzluk denizinde, küçük ve güçsüz çek her bir nefeste, bu sonsuz günün
havasını içine!
- Ne kadar güzel!
483
FREUD
Hilde elindeki koca dosyayla birlikte yerinden fırladı. Dosyayı yazı masasının
üzerine bırakıp üzerindekileri çıkarttı ve banyoya koştu. İki dakika kadar duşta
kaldıktan sonra aceleyle giyindi ve koşarak aşağıya indi.
- Ama Hilde!
Evden koşarak çıkıp aşağıya doğru eğimli bahçeyi geçti. Kayığı iskeleden çözüp
içine atladı ve kürek çekmeye koyuldu. Körfezde kürek çekti de çekti, önce hızlı
hızlı, sonra gitgide sa-kinleşerek.
"Yaşayan bu gezegen biziz, Sofi! Evrende yanan bir güneşin etrafında gezinen bu
büyük gemi biziz. Her birimiz de aynı zamanda yaşamın içinde yüzen, genlerle
yüklü bir gemiyiz. Yükümüzü bir sonraki limana bıraktığımızda boşa yaşamamışız
demektir..."
Hepsini ezbere hatırlıyordu. Zaten kendisine yazılmıştı tüm bunlar. Sofi'ye değil,
kendisine. Dosyadaki her şey Hil-de'ye babasından mektuptu.
Kürekleri kayığın içine aldı. Kayık böylece bir süre suda salınarak durdu. Küçük su
çırpıntıları kayığı okşuyordu.
484
FREUD
Daha eve varmadan ufak bir ders verecekti babasına. Bunu o ikisine borçluydu.
Hilde babasının Kastrup Havaala-nı'ndaki halini, deli gibi oradan oraya
koşturmasını gözünün önüne getirebiliyordu.
Bir süre sonra Hilde iyice sakinleşmişti. Gerisin geriye kürek çekerek kayığı
tekrar iskeleye bağladı. Sonra gidip annesiyle beraber kahvaltı etti. "Yumurta
nefisti, ama biraz daha katı olsa daha iyi olurdu" demek gibi sıradan konulardan
bahsetmek hoşuna gitti.
Dosyayı tekrar eline aldığında akşam olmuştu. Pek fazla sayfa kalmamıştı artık
geriye.
- Kulaklarımızı tıkasak olmaz mı? diye sordu Alberto. - Belki o zaman ses de
kaybolur gider.
485
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
yoktu.
düşünüyorsunuz bakalım?
- Doğru ama siz de niye böyle çırılçıplak geziyorsunuz? dedi. Çıplak adam kısa bir
süre daha o muzaffer tavrını bozmadan
- Hayır efendim. Tümüyle uyanığız ve aklımız tümüyle yerinde. Bu yüzden siz bay
Kral'ı bu kılıkta bu kapıdan içeriye sokmamız mümkün değil.
Sofi'ye bu kendini beğenmiş ama çırılçıplak adamın hali öyle komik göründü ki
birden gülmeye başladı. Adama bu gülüş bir şok etkisi yaratmış olacak ki o da o
anda üzerinde başındaki taçtan başka bir şey olmadığını farketti. İki eliyle önünü
kapayıp doğru ormana koştu. Orada Adem ve Havva, Nuh, Kırmızı Başlıklı Kız ve
Sevimli Ayıcık'la karşılaşırdı belki kimbilir!
- İstersen gel yine içerde oturalım. Sana şimdi de Freud'dan ve onun bilinçaltıyla
ilgili öğretisinden bahsedeceğim.
- Saat iki buçuk olmuş bile. Daha partiyle ilgili bir sürü hazırlık yapmam gerek,
dedi.
- Benim de. Ama önce Sigmund Freud 'la ilgili bir çift söz etmemiz gerek.
486
FREUD
- "Psikanaliz" deyimi hem insanın genel ruhsal durumunu anlatan bir sözcük olarak,
hem de sinirsel ve ruhsal hastalıkların tedavisinde kullanılan bir yöntem anlamında
kullanılır. Ben burada ne Freud'un kişi olarak kendisinin ne de yönteminin
ayrıntılarına gireceğim. Ancak bir insanı anlayabilmek için onun bilinçaltıyla ilgili
görüşlerini mutlaka bilmek zorundayız.
- Freud bir insanın kendisiyle o insanın çevresi arasında sürekli bir gerilim olduğu
kanısındadır. Bir insanın kendi istek ve ihtiyaçlarıyla, çevresinin istek ve
ihtiyaçları devamlı olarak çelişir. Freud'un İnsan davranışının kökenindeki
nedenleri bulduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu da onu, 19. yüzyılda son derece
popüler olan Natü-ralist akımların bir sembolü haline getirmiştir.
487
SOFÎ'NİN DÜNYASI
- Anlıyorum.
- Bu kendi içinde çok müthiş bir buluş olmayabilir. Ama Freud bu tür temel
ihtiyaçların "kılık" ya da "biçim değiştirerek", davranışlarımızı bizim kontrolümüz
dışında belirlediğini de söyler. Ayrıca küçük çocukların da cinsel ihtiyaçları
olduğunu söyler ki "çocuk cin-selliği"ne dair bu iddia, Viyana'daki yüksek kültürlü
zümrelerin şiddetli tepkisini toplamış, Freud'u sevilmeyen adam yapmıştır.
- Söz konusu dönem, her türlü cinselliğin tabu sayıldığı "Victoria DönemP'ydi.
Freud çocuklarda cinsellik konusundaki görüşlerini kendisinin terapisttik yaptığı
dönemlerdeki deneyimlerine dayandırıyordu. Yani öne sürdüğü tezlerin deneysel
bir tabanı vardı. Nevroz ya da diğer bazı sinirsel hastalıkların nedeninin
çocuklukta yaşanmış bir takım çatışmalar olduğunu da gözlemlemişti. Freud
zamanla "ruhsal arkeoloji" diyebileceğimiz bir tedavi yöntemi geliştirdi.
- Bir arkeologun işi, değişik kültür aşamalarını inceleyerek uzak bir geçmişten
izler bulmaktır. 18. yüzyıldan bir bıçak bulur örneğin. Sonra toprağın biraz daha
derininde 14. yüzyıldan kalma bir tarak bulur. Daha da derine indiğinde de 5.
yüzyıldan kalma bir vazo...
¦ Evet?
- Çok mantıklı.
488
FREUD
- Tabii ben çok hızlı gittim. Önce Freud'un insan ruhunu nasıl tanımladığını
görelim. Hiçbir küçük çocuğu yakından gördün mü?
- Tabii ki öyle.
- İşte büyüdüğümüzde bir şeyi çok güçlü bir biçimde istediğimiz ve bu isteklerin
toplumca kabul edilmediği anlar olabilir. Bu durumda isteklerimizi bastırmak, yani
bu istekleri unutmaya çalışmak durumunda kalabiliriz.
• Anlıyorum.
- Freud insan ruhunda üçüncü bir "basamak" daha olduğunu söylüyordu. Daha çok
küçük yaşlardan itibaren anne-babamızın ve çevremizin ahlak kurallarıyla karşı
karşıya kalırız. Yanlış bir şey yaptığımızda, anne-babamız "A, böyle yapılmaz!" ya
da "A, ne ayıp şey!" derler. Büyüdükten sonra da ahlak kuralları ve yargılar devam
eder. Çevremizin ahlaksal beklentileri sanki içimize girmiş, benliğimizin bir
parçası olmuştur. Freud bunu üstben diye adlandırır.
489
SOFfNÎN DÜNYASI
- Nasıl yani?
- Ne saçma!
herhalde...
- Büyük bir olasılıkla öyle. Ancak Freud'un hastalarından bazısı bu çelişkiyi öyle
şiddetli bir şekilde yaşıyorlardı ki Freud'un nevroz dediği ruh haline giriyorlardı.
Örneğin Freud'un kadın hastalarından biri, kayınbiraderine gizliden gizliye aşıktı.
Kızkardeşi bir hastalık sonucu ölünce, "Artık onunla ben evlenebilirim," diye
düşündü. Bu düşünce ise onun "üstben"iyle çok fazla çelişen bir düşünceydi. Bu
çelişki öylesine dayanılmaz bir hal almıştı ki kadın bu düşüncesini şiddetle
bastırmaya çalışmıştı. Yani bu düşüncelerini bilinçaltına itmişti. Freud şunları
yazar: "Bu genç kız histerik nöbetler içinde hasta düşüp ben tedaviye
başladığımda, kızın, kızkardeşinin ölüm döşeğinde düşündüğü kötü, bencil
düşünceleri hiç mi hiç hatırlamadığını gördüm. Ama tedavi sırasında kız bunları
tekrar hatırladı, o duygularını patojenjk bir anda tüm şiddetiyle yeniden yaşadı
ve
490
FREUD
- Şimdi insan psikolojisinin daha genel bir tarifini yapabiliriz. Pek çok hastayla
yaşadığı deneyimlerden sonra Freud bilincin insan ruhunun yalnızca çok küçük bir
bölümünü oluşturduğunu söylüyordu. Bilinç, buzdağının suyun üzerindeki kısmıdır
yalnızca. Suyun altında ya da bilincin denetiminin altında bir "bilinçaltı" ya da
bilinçsizlik vard\r.
- Bilinçaltı denen şey hep içimizde olan ama unutup hatırlamadığımız şeylerdir,
öyle mi?
- Anlıyorum.
- Bu, tüm sağlıklı insanlarda varolan bir işleyiştir. Ancak bazı insanlar için yasak
düşünceleri bilinçten uzaklaştırmak öyle büyük bir çabaya mal olabilir ki insanda
sonunda sinir bozukluklarına yol açabilir. Çünkü bu şekilde bastırılan duygular
tekrar bilinç düzeyine çıkmaya çalışmaktadırlar. Ve bazı kişiler bu tip duyguları
bastırmak için diğer insanlardan daha çok enerji kullanmak zorunda kalabilir.
Freud 1909'da, psikanaliz üzerine ders vermek üzere Amerika'ya gittiğinde bu
bastırma mekanizmasının nasıl işlediğine dair bir örnek verir.
- Hemen anlat.
491
SOFÎ'NİN DÜNYASI
- Ama "huzur bozucu" yine içeri girmek isteyecektir Sofi. Bastırılan düşünce ve
dürtülerin yaptığı da budur. Bilinçaltından çıkmak isteyen bastırılmış düşüncelerin
sürekli "baskısı" altında yaşarız. Bu yüzden de "istemeden" bir şeyler
söylediğimiz ya da yaptığımız olur.
- Freud böyle pek çok mekanizmadan söz eder. Buna verdiği örneklerden biri
yanlış tepkilerdir. Bu, bir zamanlar bastırmaya çalıştığımız şeyleri kendiliğimizden
söylemek ya da yapmaktır. Freud'un bununla ilgili şöyle bir örneği vardır: Bir
ustabaşı patronunun şerefine kadeh kaldıracaktır. Ama bu patron aslında hiç
kimsenin sevmediği, kötü bir patrondur. "İçine edilecek" bir adamdır yani.
-Evet?
- Ustabaşı ayağa kalkıp ağdalı bir tavırla kadehini kaldırır ve: "Şimdi patronun
içine edelim!" der.
- İnanmıyorum!
-Evet.
492
FREUD
- Babanın rahip, kızlarının da son derece akıllı uslu kızlar olduğu bir aileyi bir gün
piskopos ziyarete gelecektir. Bu piskoposun da çok büyük ve çok çirkin bir burnu
olduğunu herkes bilmektedir. Bu yüzden kızlara piskoposun burnuyla ilgili tek bir
söz etmemeleri tembih edilir. Çünkü çocuklarda bastırma mekanizması çok güçlü
olmadığı için nerede, ne diyecekleri pek belli olmaz.
-Evet?
- Nihayet piskopos aileyi ziyarete gelir ve rahibin cici kızları piskoposun
burnundan bahsetmemek için ellerinden geleni yaparlar. Daha da ötesi,
piskoposun,burnunu hiç görmemiş gibi yapmaya, unutmaya çalışırlar. Ama aslında
burun sürekli akıllarındadır. Sonra kızlardan biri piskoposa kahvenin yanında
şeker ikram ederken, adamın yanında kibar bir edayla durur ve: "Burnunuza şeker
alır mıydınız?" der.
» - Anlıyorum.
493
SOFİNİN DÜNYASI
- Ne dedi?
- Ne demek bu?
- Anlıyorum.
öyle mi?
494
FREUD
lip atmak için çok fazla enerji harcayan kimsedir. Çoğunlukla bu kişi belli bir
takım olayları bastırmaya çalışır. Freud bu belli olayları travma diye adlandırır.
"Travma" Yunanca bir sözcük olup "yara" anlamına gelmektedir.
- Anlıyorum.
- Demek ki bir insan bir şeyi ne kadar unutmaya çalışırsa, bilinçaltında onunla o
kadar çok uğraşır?
- Devam et!
495
SOFİNİN DÜNYASI
Çünkü uyurken de kendimize kuvvetli bir sansür uygulamaya devam ederiz.
Uykuda bu sansür gerçek hayattakinden daha az güçlüdür ama yine de
isteklerimizin tanınmamak için kılık değiştirmesine yeter.
gerekir...
- Evet. Hasta insanlar söz konusu olduğunda, bunun terapistle birlikte yapılması
gerekir. Ancak rüyayı yorumlayan doktor değildir. O bunu ancak hastanın
yardımıyla birlikte yapabilir. Böyle bir durumda doktor, yalnızca orada olup
yorumun oluşmasına yardım eden Sokratesçi bir "ebe" gibidir.
- Anlıyorum.
- Freud'un kitabı pek çok örnekle doludur. Ama istersen Freud-cu bir örneği
kendimiz oluşturalım. Genç bir adam rüyasında kuzeninin kendisine iki balon
verdiğini görürse...
-Evet?
496
FREUD
- Hımm... Öyleyse rüyanın "açığa çıkmış içeriği" senin de dediğin gibi adamın
kuzeninden iki balon almasıdır.
- Devam eti
- Peki ama rüyanın "görünmeyen içeriği" yani gerçek anlamı ne olabilir ki?
- Evet, bu daha akla yakın bir açıklama. Tabii adamın bunu ayıp bir düşünce olarak
algılaması da şart.
- Anlıyorum.
- Freud'un psikanaliz yöntemi, 1920'Ii yıllarda özellikle psikiyatrik hastaların
tedavisinde büyük bir önem kazandı. Bilinçaltına dair düşünceleri bunun yanında
sanat ve edebiyatta da etkili oldu.
497
SOFÎ'NİN DÜNYASI
- Evet, tam da böyle oldu. Aslında bu düşünceler edebiyatta önceki yüzyılın son on
yılında boy göstermeye başlamıştı bile. Freud'un psikanalizinin tam da 1890'larda
ortaya çıkması bu bakımdan bir tesadüf sayılamaz.
- Nasıl?
- Ne demek bu?
. - Anlıyorum.
- Freud bir bakıma tüm insanların aslında birer sanatçı olduklarını kanıtlıyordu.
Her rüya küçük bir sanat eseridir ve her gece hepimiz rüya görürüz. Hastalarının
rüyalarını yorumlarken de Freud çok fazla sayıda sembole başvuruyordu; tıpkı
edebi bir eseri ya da bir resmi yorumlarken yaptığımız gibi. t
498
PREUD
- Anlıyorum.
- Evet, tüm sanatçılar da bilir bunun nasıl olduğunu. Ama sonra bir an gelir, tüm
kapılar, tüm dolaplar açılıverir. Kendiliğinden gelir dilimizin, elimizin ucuna sözler,
resimler... Bu, "bilinçaltının kapı-sı"nı biraz aralamakla olur. Buna da esinlenmek
diyoruz, sevgili Sofi. Esinlenince kendiliğinden ortaya çıkar yazımız, resmimiz...
- Olsun, anlat.
499
SOFÎ'NİN DÜNYASI
- Bir zamanlar, ayaklarının kırkını da müthiş bir hünerle kullanarak çok güzel
danseden bir kırkayak varmış. Ormandaki tüm hayvanlar bu kırkayağın dansını
izlemeye gelirler ve her seferinde onun dansedişine hayran kalırlarmış. Ama onun
bu dansedişini beğenmeyenler de varmış. Bunlardan biri de bir kurbağaymış...
- Nasıl?
- Kırkayak mektubu alır almaz nasıl dans ettiğini düşünmeye başlamış. Önce hangi
ayağını attığını? Ondan sonra hangi ayağını kaldırdığını? Ve sonunda ne olmuş
sence?
500
FREUD
• Nasıl istersen!
• Sürrealist sanatçı da bir anlamda bir "medyum" ya da bir araç veya bir aracıdır.
O kendi biliçaltının bir medyumudur. Belki de her türlü yaratıcı süreçte rolü
vardır bilinçaltının. Hem zaten nedir ki "yaratıcılık" dediğimiz şey?
- Darvvinizme göre doğada birbiri ardınca mutantlar ortaya çıkar. Ama doğa bu
mutantlardan ancak bir kısmını kullanabilir. Bunların ancak bir kısmı yaşama
hakkına sahiptir.
¦ Evet?
- "Aklımıza gelen" her şeyin dudağımızdan olduğu gibi döküldüğünü bir düşünsene!
Ya da tuttuğumuz notların, çekmecemizdeki kâğıtların ortaya dökülüverdiğini! O
zaman dünya rastlantısal bir takım ıvır zıvırla dolardı. "Seci" denen şey ortadan
kalkmış olurdu, Sofi.
- Evet ya, sence de öyle değil mi? Yeni bir şey yaratan, hayalgü-
501
SOFi'NİN DÜNYASI
cüdür, ama seçimi yapan hayalgücû değildir. "Birleştiren" hayalgü. cü değildir. Bir
kompozisyon, - ki her sanat eseri bir kompozisyon, dur- hayalgücûyle mantığın ya
da ruhla aklın inanılmaz bir işbirliği sonucu ortaya çıkar. Çünkü her türlü yaratıcı
süreçte hayalgücû önemli bir rol oynar, ancak bir aşamada sıradan esinlenmeleri
de denetlemek gerekir. Koyunları önce çayıra salar, sonra güdersin.
- Bak, şurada duran Guffy değil mi? dedi Sofi. - İşte orada da Do-nald'la
yeğenleri duruyor... A, bu da Dolly... Varyemez Amca'ya bak... İşitiyor musun
Alberto? Miki Fare'yle Bilgin de ordalar...
- Boşver, aldırma!
- İronik olan o, ben değilim. Ama bunun bir çıkar yolu var. Planımın can alıcı
noktası da bu.
- Rüyalardan bahsettik. Bunda da ironik bir yan var. Biz de Binbaşının rüyaları
değil de neyiz sanki?
502
FREUD
-Ya?
- Neymiş o?
- Belki de o da kendi rüyasının farkında. Söyleyip yaptığımız her şeyi biliyor, tıpkı
rüyayı görenin rüyasının açık içeriğini hatırlaması gibi. Kalemi elinde tutan o. Ama
birbirimize söylediğimiz her şeyi ha-tırlasa da tümüyle uyanmış sayılmaz.
- Ne demek istiyorsun?
- Başarmak zorundayız. Sana birkaç gün içinde yepyeni bir gökyüzü vaat
ediyorum. O zaman Binbaşı tarla farelerinin nerde olduğunu, bir daha nerden
çıkacaklarını hiç bilemeyecek.
- Rüyadan başka bir şey olsak da olmasak da, ben annesi bekleyen bir kız
çocuğuyum ne de olsa! Saat beşe geliyor. Kaptan Virajı'na dönüp parti
hazırlıklarına başlamalıyım.
- Hımm... Eve dönerken bana bir iyilik yapar mısın? -Ne gibi?
- Dikkat uyandırmaya çalış. Binbaşının tüm yol boyunca seni izlemesini sağlamaya
çalış. Eve geldiğinde de onu düşün, o zaman o da seni düşünmek zorunda kalır.
503
KENDİ ÇAĞIMIZ
Çalar saat 23.55'i gösteriyordu. Hilde yattığı yerden tavana bakıyordu. Aklına
gelen tüm fikirlerin özgürce varolmasını sağlamaya çalışıyordu. Bir düşünceyi
düşünmeyi bıraktığında, neden artık o düşüncenin üzerine gitmediğini soruyordu
kendi kendisine.
Gitgide kendisini daha rahat hissetmeye başladı ve bir an, içinde, kendisinin
Binbaşının Evi'nin orada, ormanın içinde, gölün kenarında olduğunu duydu.
Alberto ne yapacaktı acaba? Tabii aslında babasıydı bu şeyi yapacak olan. Acaba o
biliyor muydu Alberto'nun planını? Yoksa o da düşüncelerini özgür bırakıp,
Alberto'nun kendisini de şaşırtacak bir şeyler yapmasını mı bekliyordu?
Dosyanın bitmesine bir şey kalmamıştı artık. Son sayfayı açıp baksa mıydı acaba?
Olmaz, bu oyunbozanlık olurdu. Üstelik Hilde kitabın sonunun şimdiden belli
olduğundan pek de emin değildi doğrusu.
Ne garip bir düşünceydi bu! Dosya önündeydi işte. Babasının bu saatten sonra
dosyaya yeni bir şey eklemesi mümkün değildi. Ama bunu Alberto başarabilirdi
belki de. Bir sürpriz yaparak filan...
504
KENDİ ÇAĞIMIZ
Bilinç neydi gerçekten? Evrenin en büyük sırlarından biri değil miydi? Bellek
neydi? Nasıl oluyordu da tüm görüp yaşadıklarımızı "hatırlayabiliyorduk"?
Nasıl oluyordu da her gece birbirinden ilginç, masal gibi rüyalar yaratabiliyorduk?
Böyle yatmış düşünürken gözlerini bir açıp bir kapıyordu. Sonra bir an gözlerini
açmayı unuttu. Uyumuştu.
Bir martının çığlığıyla uyandığında saat 6.66'yı gösteriyordu. Çok tuhaf bir şey
değil miydi bu? Ayağa kalktı. Her zaman yaptığı gibi yine pencereye gidip koyu
seyretmeye koyuldu. Yaz olsun, kış olsun bir alışkanlık olmuştu bu.
Orada öyle dururken, birden kafasında rengarenk şimşekler çaktı. Rüyasını
hatırlıyordu. Sıradan bir rüya değildi bu. Renkleri, şekilleriyle capcanlı bir
rüyaydı...
Rüyasında, tıpkı Sofi'nin rüyasmdaki gibi, iskelede oturuyordu. Kulağına birisi çok
yavaş bir sesle, " Merhaba, benim adım Sofi" diye fısıldıyordu. Sesin nerden
geldiğini anlamaya çalışıyordu Hilde. Sesse fısıldamaya devam ediyordu: "Kör ve
sağırsın galiba!" O anda babası BM askeri giysileri içersinde bahçeye girmiş,
"Hilde!" diye kendisine sesleniyordu. Hilde koşup kendisini babasının kollarına
attı. Ve rüya da burada bitiyordu.
Tuhaf bir rüyadan uyandım bir gece, Bir ses benimle konuşuyor gibiydi,
505
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Yeraltından akan bir su gibi uzaktı ses, Kalktım, dedim: Nedir benden istediğin?
- Bilmem...
- Oldu.
- Sana da!
Annesinin kapıyı çarpıp çıktığını duyar duymaz, tekrar yatağına girdi ve dosyayı
açtı.
"... Binbaşının bilinçaltına dalabilirim, Sofi. Yeniden görüşünceye dek de orada
kalabilirim."
Evet, burada kalmıştı. Kaldığı yerden okumaya devam etti. Eliyle birkaç sayfa
kaldığını hissedebiliyordu artık.
Kayıkta kürek çekerken de, kayığı kıyıya çekerken de ellerini kollarını sallayıp
durdu. Amacı Binbaşının dikkatini üzerine çekip, Alberto'nun rahat rahat planını
düşünmesini sağlamaktı.
Bir ara oturup Alberto'nun planını düşünmeye daldı. Sonra bunu düşündüğünün
farkına varıp çok utandı ve tuttu, önüne çıkan bir ağaca tırmandı.
506
KENDİ ÇAĞIMIZ
Sofi kollarını salladı, birkaç kez horoz gibi öttü, sonunda da yanık bir türkü
tutturdu. 15 yıllık hayatında ilk kez bir türkü söylüyordu. Bu açıdan bakıldığında
hiç de fena söylemiyordu hani!
- Çabuk karar verme küçük bayan! Belki de sensin fazla büyük olan.
-Nefarkederki!
- Evet ama benim senin yaşındaki bir çocuğu tüm İsveç üzerinden taşıyarak
geçirdiğimi bilmeni isterim. Çocuğun adı Nils Holgers-son'du.
- Küçük bir kanat darbesiyle kendinden geçirdim onu. Uyandığında bir başparmak
kadardı.
- Bana da küçük bir kanat darbesi dokundurur musun lütfen? Yoksa sonsuza kadar
burada kaldım gitti demektir. Üstelik cumartesi günü, felsefi bir bahçe banisinde
ev sahipliği yapmam gerekiyor.
- İlginç! Öyleyse bu bir felsefe kitabı olmalı. Nils'le İsveç üzerinden uçarken
Varmland'da Maarbacka diye bir yerde konaklamıştık. Nils burada, okul
çocuklarına İsveç'i anlatan bir kitap yazmayı düşü-
507
SOFÎ'NİN DÜNYASI
nen bir kadınla karşılaştı. Kadın kitabının hem eğitici, hem de sonuna kadar
gerçekleri anlatan bir kitap olmasını istiyordu. Nils ona kaz sırtında gördüklerini
anlatınca, kadın da kitabında bunları anlatmaya karar verdi.
- Çok ilginç!
- Evet, bir açıdan son derece ironikti de. Çünkü aynı zamanda biz de kitabın
içindeydik.
Bundan hemen sonra Sofi yanağında küçük bir şaplak hissetti. Ve ardından
küçücük oldu. Üzerinde olduğu ağaç koca bir orman, kazsa dev bir at gibi olmuştu.
Sofi dalın üzerinde yürüyüp kazın sırtına tırmandı. Tüyleri yumuşaktı ama Sofi
şimdi çok küçük olduğu için tüyler onu gıdıklamaktan çok, ona batıyordu.
Böylelikle Sofi'nin daha çok kısa bir süre önce tepesine tırmandığı ağacın dibine
iniş başladı. Kaz yere konunca Sofi kazın sırtından yere yuvarlandı. Bir iki takla
attıktan sonra doğrulmayı başardı. İşin garibi yine birden büyümüş, eski boyuna
kavuşmuştu.
- Ha sen, ha ben, ikisi de aynı kapıya çıkar. Bana kalsa, seni de tıpkı Nils'i İsveç
üzerinden uçurduğum gibi felsefe tarihinin üzerinden uçururdum. Miletos, Atina,
Kudüs, İskenderiye, Roma, Floransa, Londra, Paris, Jena, Heidelberg, Berlin,
Kopenhag...
- Sağol, yeter.
508
KENDİ ÇAĞIMIZ
• Ama yüzyılların içinden böyle uçarak geçmeyi benim gibi iro-nik bir kaz da olsa
başaramaz. İsveç köylerini aşmak buna göre çok daha kolay...
Sofi'ye bu kadar heyecan yetmişti ama sonunda Geç it'ten içeri girebildiği an,
Alberto'nun yaptığı bu küçük manevradan hoşnut kalmış olabileceğini düşündü.
Binbaşı şu son bir saat içinde Alber-to'y'a uğraşacak vakit bulamamış olmalıydı.
Yoksa ciddi bir kişilik bölünmesi içinde olmuş olması gerekirdi.
Sofi annesi gelmeden biraz önce eve girmeyi başarmış, böylece annesine kendisini
yüksek bir ağaçtan evcil bir kazın nasıl indirdiğini anlatmak gibi bir durumda
kalmaktan kurtulmuştu.
Hava durumu havanın iyi olacağını müjdeliyordu. Sofi'nin yaş-gününden bir önceki
gün kopan fırtınadan bu yana tek bir damla yağmur düşmemişti. Ama yine de
masayı kurma ve süsleme işini cumartesine bırakacaklardı. Öyle de olsa annesi
masayı bugünden bahçeye yerleştirmenin yerinde olacağını düşünmüştü.
509
SOFİ'NİN DÜNYASI
Sofi yatmaya hazırlanırken annesi bir kez daha Alberto'nun partiye gelip
gelmeyeceğinden emin olmak istedi.
- Geliyor tabii ki. Hattâ felsefi bir numara bile yapmaya söz verdi.
- Felsefi bir numara mı? Ne gibi yani?
- İşte... Hani şimdi o bir sihirbaz olsaydı, bir sihirbazlık numara-sı yapardı, değil
mi? Silindir bir şapkadan beyaz bir tavşan çıkartmak gibi örneğin...
- Ama o bir sihirbaz değil de bir filozof olduğu için bunun yerine felsefi bir
numara yapacak. Zaten bu da felsefi bir parti değil mi ya!
Ertesi sabah Sofi hoşçakal demek için odasına gelen annesinin sesiyle uyandı ve
annesi ona şehre gidip alması gereken şeylerin bir listesini verdi.
Annesi çıkar çıkmaz telefon çaldı. Arayan Alberto'ydu. Annesinin evde olmadığı
anları kestirmekte üstüne yoktu.
- Şişşt... Tek söz etmek yok! Onun tahmin etmesine bile izin vermemeliyiz.
sanırım.
- Çok iyi.
510
KENDİ ÇAĞIMIZ
- Evet?
- Aman hayır... Evin altı üstüne gelmiş durumda. Gizli dinleme aleti olup olmadığını
anlamak için bütün evi didik didik aramıştım da.
-Ya?
- Büyük Meydan'ın orada yeni açılan "Cafe Pierre" adlı cafe'yi biliyor musun?
- Hoşçakal!
Saat on ikiyi birkaç dakika geçe Sofi "Cafe Pierre"den içeri girdi. Bu, yuvarlak
masalar ve siyah sandalyeleri, başaşağı asılı duran vermut şişeleri, baguette ve
salata tabaklarıyla son zamanlarda pek moda olan türden bir cafe'ydi.
Bunun yerine mermer tezgâha gidip limonlu bir çay istedi. Çayını aldıktan sonra da
boş duran masalardan birine oturdu ve cafe'nin girişini izlemeye koyuldu.
İnsanlar girip çıkıyor, Sofi'yse yalnızca
511
SOFI'NİN DÜNYASI
- Buna akademik çeyrek denir. Genç hanım yiyecek bir şey almayı düşünürler
miydi acaba?
Alberto oturup Sofi'nin gözlerinin içine bakarak sormuştu bunu. Sofi omuzlarını
silkip:
Alberto cafe'nin tezgâhına gitti ve kısa bir süre sonra elinde bir fincan kahve ve
peynirli, salamlı iki baguette ile geri geldi.
512
KENDÎ ÇAĞIMIZ
- Pahalı mı?
- Hayır, çünkü bunu isteyerek böyle yaptım. Nedenini ise birazdan açıklayacağım.
- Çok, hem de pek çok yöne dağılmış bir halde! İlk olarak önemli bir akım olan
Varoluşçuluktan söz edeceğiz. Bu terim, çıkış noktasını insanın varoluşsal
durumundan alan pek çok felsefi akımı içinde barındırır. 20. yüzyılın Varoluşçu
felsefesinden söz ederiz örneğin. Varoluş filozoflarının ya da bir başka deyişle
Varoluşçuların çoğu, Kierkegaard'a ve bunun yanında Hegel ve Marx'a dayanır.
- Anlıyorum.
- 20. yüzyılın önemli filozoflarından biri, 1844 -1900 yılları arasında yaşamış olan
Friedrich Nietzschefdlr. Nietzsche de Hegel'in felsefesine ve Alman
"tarihçiliği"ne tepki duymuştur. Tarihe karşı duyulan ruhsuz ilginin ve Hıristiyan
"köle ahlakı" dediği şeyin yerine hayatın kendisini koymuştur. Nietzsche, güçlü
olanın yaşam gücünün güçsüzlerce engellenmesine son vermek, "tüm değerleri
yeniden değerlendirmek" istiyordu. Nietzsche'ye göre Hıristiyanlık ve felsefe
bugüne kadar gerçek dünyaya sırtını dönmüş, "cennet"e ve "fikirler dünyası"na
yönelmişti. Oysa "gerçek" diye gösterilen bu fikirler dünyası, gölge bir dünyadan
başka bir şey değildi. "Yeryüzüne sadık kalın" diyordu, "ve size öte dünya
umutlarından söz edenlere kanmayın."
- Eh...
513
SOFfNİN DÜNYASI
olmuş olanı odur. Onun Varoluşçuluğu özellikle savaş sonrası, kırklı yıllarda
gelişmiştir. Daha sonra Fransa'daki Marksist harekete katılmış ancak hiçbir
zaman herhangi bir partinin üyesi olmamıştır.
- Evet, öyle sayılır. Sartre'm hayatında cafe'lerin önemli bir yeri vardı. Hayat
boyu dostu olan Simone de Beauvoir ile de böyle bir cafe'de karşılaşmıştı.
Beauvoir da Varoluşçuydu.
- Evet.
mutluluk duyuyorum.
- Neden?
- Sonra?
- Bence de.
514
KENDİ ÇAĞIMIZ
- Sartre bundan sonra, insanın varoluşunun buna dair her türlü fikirden önce
geldiğini söyler. Yani varoluşum, ne olduğumdan önce gelir. "Varoluş özden önce
gelir," der Sartre.
- "Öz" bir şeyi oluşturan şey, bir şeyin "doğasfdır. Sartre'a göreyse insanın
doğuştan böyle bir "doğası" yoktur. İnsan bu yüzden bu doğayı kendisi oluşturmak
zorundadır. Önceden varolmadığı için kendi doğasını ya da kendi "öz"ünü kendisi
yaratmalıdır.
- Bu bir bakıma doğru. İncil'i ya da bir felsefe kitabını açıp nasıl yaşayacağımızı
öğrenebilsek her şey ne kolay olurdu!
- Evet, konuyu anladın. İnsanın varolduğunu ama elle tutabileceği bir anlam
olmaksızın bir gün gelip öleceğini anladığı an bu, insanda kaygı yaratır, der Sartre.
Varoluşsal bir durumda olan insanı anlatırken Kierkegaard'ın da kaygıyı tipik bir
özellik olarak ortaya koyduğunu hatırlıyorsundur belki.
- Evet.
- Sartre ayrıca insanın kendisini anlamsız bir evrende bir yabancı gibi hissettiğini
de söyler. İnsanın "yabancılaşmasını" anlatırken Hegel ve Marx'ın
düşüncelerinden yararlanır. İnsanın kendini dünyada yabancı olarak hissetmesi
onda umutsuzluk, sıkıntı, tiksinti ve saçmalık gibi duygular yaratır.
515
SOFI'NİN DÜNYASI
- Anlıyorum.
516
KENDÎ ÇAĞIMIZ
- Nihilist ne demek?
- Nihilist hiçbir şeyin bir anlamı olmadığına ve insanın istediği her şeyi yapmaya
izni olduğuna inanan kimsedir. Sartre ise hayatın bir anlamı olması gerektiğine
inanıyordu. Bu bir zorunluluktu. Ancak kendi hayatımızdan bir anlam yaratacak
olan, yine kendimizdik. Varolmak kendini varlaştırmaktı.
- Anlıyorum.
- Yani kendi varlığımız mekândaki şeyleri nasıl algıladığımızı belirler. Benim için
önemi olmayan bir şeyi hiç görmeyebilirim bile. İşte şimdi de cafe'ye neden geç
geldiğimi anlatmanın tam sırası...
- Gördüğün ilk şeyin aslında burada olmayan bir şey olması garip değil mi sence
de?
517
SOFİ'NÎN DÜNYASI
- Sartre da bizim için önemli olmayan şeyleri nasıl "yok saydığı, mızı" göstermek
için bu cafe örneğini kullanır.
- Aşıksan ve aşık olduğun çocuğun telefonla seni aramasını ümit ediyorsan, bütün
gece "duyduğun" tek ses çalmayan telefonun sesidir. Tüm gece algıladığın tek şey
tam da onun seni aramadığıdır. Onunla trene binmek üzere garda buluşacaksan ve
yüzlerce insana rağmen sevdiğin orada yoksa, tüm bu insanları görmezsin bile.
Yolunda engeldir bu insanlar olsa olsa, senin için hiçbir önemleri yoktur. Hattâ
gözüne çirkin ya da iğrenç bile görünebilirler. Boşuboşuna ortalıkta yer
tutuyorlardır. Senin algıladığın tek şey ise onun orada olmadığıdır.
- Anlıyorum.
¦ Evet?
518
KENDİ ÇAĞIMIZ
bir "erkek doğası" ya da "kadın doğası" olmadığına inanıyordu. Tam tersine, ona
göre erkekler ve kadınlar kendilerini bu yerleşmiş önyargılardan ya da ideallerden
kurtarmalıydı.
- Sonra?
- Demek öyle...
- Evet. "Saçma tiyatro", "gerçekçi tiyatro"nun karşıtı olarak ortaya çıktı. Amaç,
sahnede varoluşun anlamsızlığını göstererek seyircinin buna tepki duymasını
sağlamaktı. Yani amaç anlamsızı yüceltmek değil, tam tersine, örneğin her gün
yaşadığımız olaylardaki
519
SOFI'NİN DÜNYASI
- Başka?
- Saçma tiyatro genellikle sıradan olayları ele alır. Bu yüzden bu tiyatroya "aşırı
gerçekçi" de denebilir. Burada insanlar tam oldukları gibi gösterilir. Sıradan bir
sabahta sıradan bir evin banyosunda neler olup bittiğini olduğu gibi gösterirsen
seyirci güler. Bu kahkaha, sahnede gösterilenin kendisi olma tehlikesine karşı bir
savunmadır aslında.
- Anlıyorum.
- Bazen insanın bir şeyden kaçmak istemeyi düşünmesi de yeterince doğru olabilir
- nereye gideceğini tam bilemese de...
- Evet ya, değil mi? Bir çay daha içmek ister misin? Ya da bir Coca-Cola?
- Birazdan geçer.
Alberto biraz sonra elinde bir espresso kahve ve bir Coca-Co-la'yla geri geldi. Bu
arada Sofi cafe hayatını sevmeye başladığını düşünüyordu. Diğer masalardaki
konuşmaların önemsiz şeyler olduğundan da pek emin değildi artık.
520
KENDÎ ÇAĞIMIZ
- Hayır, bu fazla abartmak olur. Varoluş felsefesi dünyada pek çok insan için
büyük bir anlam kazandı. Gördüğümüz gibi Varoluşçuluğun kökleri
Kierkegaard'dan Sokrates'e dek uzanıyordu. 20. yüzyılda başka bir takım felsefi
akımlar da bazı eski felsefi akımların yenileştirilmesi şeklinde ortaya çıktı.
- Anlıyorum.
- Bahsedilmesi gereken son bir akım da, kökleri yine tarihe dayanan
Materyalizmdir. Modern bilimin uğraştığı problemler Sokra-tes öncesi
filozofların uğraştıklarıyla benzerlikler gösterir. Örneğin bugün bilim hâlâ her
şeyin ondan oluştuğu "ana madde"yi bulmak peşindedir. Bu "Madde"nin ne
olduğuna kimse hâlâ bir cevap verememektedir. Yeni doğa bilimleri, örneğin
nükleer fizik ve biokimya bu konuyla öylesine ilgilidir ki bu bir çok insanın dünya
görüşünde önemli bir yer tutar.
521
SOFİNİN DÜNYASI
- Evet, doğru.
- Armstrong ayağını Ay'a bastığında: "Bu tek bir insan için küçük, ancak tüm bir
insanlık için koca bir adım," demişti. Böyle diyerek kendi duygularının ifadesine
kendinden önce yaşamış tüm insanları katmıştı. Onun tek başına başardığı bir şey
değildi bu elbette.
- Elbette.
- İçinde yaşadığımız bu çağ yeni sorunlarla karşı karşıya kaldı. Bunların başında
çevre sorunları gelmekte. Bu yüzden 20. yüzyılın önemli akımlarından birisi Eko-
felsefesi olmuştur. Batılı Eko-filo-zoflarının çoğu Batı uygarlığının tümüyle yanlış
bir yolda olduğuna, bu gezegenin bu gelişmeyi kaldıramayacağına işaret
etmişlerdir. Yalnızca kirlilik ve diğer somut çevre problemleri ile ilgilenmekle
kalmayıp esas olarak Batı'nın düşünce tarzında büyük bir hata olduğunu ileri
sürmüşlerdir.
522
KENDİ ÇAĞIMIZ
maya çalıştılar.
- Anlıyorum.
- Son yıllarda bilimsel çevrelerde de bir "dizi değişimi"nin eşiğinde olmaktan söz
ediliyor. Bu, bilimsel düşünüşte kökten bir değişim anlamına geliyor. Bazı
alanlarda bunun meyveleri görülmekte bile. "Alternatif hareketler" diye
adlandırdığımız bir takım hareketlerin bütünlük düşüncesine önem verdiklerini,
yeni bir yaşam tarzı yaratmak için uğraştıklarını görüyoruz.
- İyi ediyorlar.
- Ama tabii her şeyin iyisi var, kötüsü var. Kimilerine göre yepyeni bir çağa, "New
Age"e girmek üzereyiz. Ancak yeni olan her şey iyi demek değildir; eski olan her
şeyi de sırf eski diye atmak gerekmez. Bu felsefe kursunun bir amacı da bu.
Artık senin de kendini buradan öteye götürmene yarayacak bir tarih temelin var.
- Sağol!
- "New Age" adı altında ortaya çıkan pek çok şeyin martavaldan başka bir şey
olmadığını da göreceksin. "Yeni Dincilik", "Yeni Gizemcilik" ya da "Modern Boş
İnan" denen akımlar son yıllarda Ba-tı'yı etkisi altına alan akımlardan birkaçı.
Tüm bunlar büyük bir sanayi haline gelmiş durumda. Hıristiyanlık etkisini
kaybettikçe, pazarı bu yeni dünya görüşleri kaplıyor.
- Olur ama aslında çok az vaktim var. Yarınki partiyi unutmadın ya?
- Hiç unutur muyum, olağanüstü şeyler olacak orada! O zamana kadar biz
Hilde'nin felsefe kursunu bitirsek yeter. Çünkü gerisini Binbaşı da bilmiyor. O
zaman üzerimizdeki denetimi de kalkacak.
523
SOFİ'NÎN DÜNYASI
Caddede yürüyorlardı. İnsanlar enerjik karıncalar gibi bir o yana, bir bu yana
koşturup duruyorlardı. Sofi Alberto'nun kendisine ne göstereceğini merak
ediyordu.
Bir süre sonra elektrikli aletler satan büyük bir dükkanın yanından geçtiler.
Dükkânda televizyondan videoya, çanak antenden mo-bil telefona, bilgisayardan
faksa kadar her şey vardı.
- İşte 20. yüzyıl Sofi! dedi. Rönesanstan bu yana dünyanın bir patlamaya
uğradığını söylemek yanlış olmaz. Büyük keşiflerle Avrupalılar tüm dünyaya
yayıldılar. Bugünse bunun tersi oluyor. Buna da karşıt patlama demek mümkün.
- Ne demek istiyorsun?
- Tüm dünyanın tek bir iletişim ağına sığdmldığını söylemek istiyorum. Filozofların
dünya içindeki varoluşlarını kavrayabilmek ya da başka filozoflarla
karşılaşabilmek için atlı arabalarla günlerce se-yehat etmelerinden bu yana şunun
şurasında ne kadar geçti ki! Bugünse dünyanın neresinde olursak olalım bir
bilgisayarla dünyanın her yanından bilgiye ulaşabiliyoruz.
- Doğru.
- Özellikle iletişimi kapsayan teknolojik gelişme son 30-40 yılda en büyük hızına
ulaştı. Hâlâ da işin başında sayılırız...
524
KKNDI ÇAĞIMIZ
Kamera BM askerinin yüzüne yaklaşmıştı. Askerin tıpkı Alberto1 nur. ki gibi siyah
bir sakalı vardı. Birden elinde tuttuğu bir kâğıt parçasını kaldırdı. Kâğıtta:
"Yakında görüşeceğiz Hilde!" diye yazıyordu. Öbür elini salladıktan sonra ekranda
yok oldu.
- Binbaşı mıydı o?
Kilisenin önündeki parktan geçip bir başka büyük caddeye çıktılar. Biraz heyecanlı
görünen Alberto eliyle büyük bir kitapçıyı gösteriyordu. Şehrin en büyük kitapçısı
"LİBRİS KİTABEVİ "ydi bu.
- İçeri girelim.
Duvardaki kitapların adı birbirinden ilginçti: "Ölümden Sonra Bir Hayat Var mı?",
"Spiritizmin Sırları", "Tarot", "UFO Olgusu", "İyileştirme", "Tanrıların Dönüşü",
"Bundan Önce de Buradaydın", "Astroloji Nedir?" vs. Yüzlerce değişik başlıklı
kitap vardı. Rafların altında kitaplar ayrıca üstüste yığılı duruyorlardı.
Kitapçıdan çıktılar. Kilisenin önünde boş bir bank duruyordu. Ağaçların altında
güvercinler dolanıyordu. İçlerinde bir de heyecanlı
525
SOFt'NÎN DÜNYASI
ibaret?
- Her şeyi tek bir kılıfa sokup değerlendirmek gerçek bir filozofa yakışmaz
elbette. Ancak sözünü ettiğim bu sözcüklerin varolmayan bir arazinin haritası
olduğunu göz ardı etmek istemiyorum. En azından bence bunların çoğu, Hume'un
ateşe atıp yakmak isteyeceği türden "fantezi icatları" şeyler. Bu kitapların
çoğunda tek bir gerçek deneyime rastlanamaz.
- Bu dünyanın en kârlı piyasalarından biri. Pek çok insanın istediği şey tam da bu
tür şeyler.
- Ne demek istiyorsun?
-Tabii.
- Hayır, ben bunu söylemedim. Ben yalnızca burada da bir "Dar-win sistemi" ile
karşı karşıya olduğumuzu söylemek istiyorum.
- Nasıl yani?
526
KENDİ ÇAĞIMIZ
- Evet?
- Bazen ilginç rastlantılar gelir başına. Dükkâna gidip 28 kronluk bir şey alırsın
örneğin. Biraz sonra Jorün gelip sana olan 28 kron borcunu öder. Sonra sinemaya
gidersiniz ve biletinde 28 numaralı koltuk yazar.
- Nasıl yani?
- Evet?
- Bunu da hatırlıyorum.
527
SOFÎNİN DÜNYASI
- Anlıyorum.
- Bütün bu medyumların üçkâğıtçı olduklarını söylemiyorum. Kimisinin yaptığı işe
gerçekten inandığına eminim. Ancak bunların "medyum"luğu olsa olsa kendi
bilinçaltılarına karşı bir medyumluktur. Trans halindeki medyumlar üzerine
yapılan araştırmalarda, bu haldeki bir medyumun kendinin bile nerden geldiğini
anlayamadığı bir takım yetenekler ortaya koyduğu görülmüştür. Örneğin tek
kelime İbranice bilmeyen bir kadın "medyum", trans halindeyken bu dilde
konuşmaya başlamıştır. O halde bu kadın ya daha önce de yaşamış ya da ölü
birinin ruhuyla temasa geçmiş olmalıdır.
- Sence hangisi?
- Ah...
- Anlıyorum.
- Evet ama bunun açıklaması örneğin son kez bir aradayken dinlediğimiz şarkının
radyoda çalmaya başlaması olabilir. Önemli olan nokta, bu üstü kapalı ilişkinin
bilinçaltında yatıyor olmasıdır.
528
KENDİ ÇAĞIMIZ
- Anlıyorum.
- Ayrıca biz insanların henüz anlayamadığı pek çok şey olabilir. Tüm doğa
yasalarını bilmiyor olabiliriz. Örneğin geçen yüzyılda manyetizma ya da elektrik
gibi olgular bir tür sihir gibi algılanıyordu. Büyük büyükbabama televizyondan ya
da bilgisayardan bahset se-ler gözleri faltaşı gibi açılırdı her halde.
- Gerçek filozofların gözleri açık olmalı. Şimdiye dek hiç beyaz bir karga
görmemiş olsak da, bu o kargayı aramaktan vazgeçmemiz gerektiği anlamına
gelmez. Bir gün gelir, ne kadar şüpheci olursam olayım, daha önce kabul
etmediğim bir şeyi kabul etmek durumunda kalabilirim. Bu kapıyı açık
bırakmazsam dogmatik biri olurdum. O zaman da gerçek bir filozof olmazdım.
Alberto ile Sofi bir süre bankta konuşmadan oturdular. Güvercinler ortalıkta
gerdan kırarak dolaşıyor, ara sıra bir bisikletten ya da a»i bir hareketten
ürküyorlardı. Sofi sonunda:
- Gitmeden önce sana böyle bir beyaz karga göstereceğim. Ara-dığın şey bazen
tam burnunun ucunda olabilir.
529
SOFlNtN DÜNYASI
Bu kez doğaüstü olayları anlatan kitapların yanından geçip gitti, ler. Alberto
kitapçının en dibindeki ince raflardan birinin önünde durdu. Rafın üzerindeki
küçücük levhada "FELSEFE" yazıyordu.
Alberto'nun eliyle gösterdiği kitabın adını görünce Sofi'nin kalbi yerinden oynadı:
"SOFİ'NİN DÜNYASI".
Ve Sofi biraz sonra bir elinde kitap öbür elinde bahçe partisi için aldıklarının
olduğu naylon torbayla evine doğru yürümekteydi.
530
BAHÇE PARTÎSÎ
Saat on bire geliyordu. Demek iki saattir okumaktaydı. Bu süre boyunca hem
başını dosyadan kaldırıp yüksek sesle güldüğü, hem de başını çevirip ağlamaklı
olduğu olmuştu. İyi ki evde tek başınaydı.
Bu iki saatte neler neler okumamıştı ki! Her şey Sofi'nin Binbaşının dikkatini
üzerine çekmeye çalışmasıyla başlamıştı. En sonunda bir ağaca tırmanmış,
buradan onu yere indiren de ta Lübnan'dan gelen kaz Morten olmuştu.
Şimdi üzerinden çok zaman geçmiş olmasına rağmen babasının kendisine "Uçan
Kaz" masalını okuduğunu unutmamıştı. Yıllar önce, bu kitaptan esinlenerek şifreli
bir dil de yaratmışlardı kendilerine. Demek babası bu eski hikâyeyi yeniden
canlandırıyordu.
Sonra Sofi'nin yalnız başına ilk kez bir cafe'ye gidişi... Hilde özellikle
Alberto'nun Sartre ve Varoluşçuluk üzerine anlattıklarını onaylamıştı içinden.
Neredeyse Varoluşçu yapacaktı şu Alberto onu. Ama öte yandan Alberto'nun
daha önce anlattığı şeylerden kendine yakın bulduğu daha başka pek çok şey de
olmuştu.
Hilde bir sene kadar önce astroloji hakkında bir kitap almıştı. Bir başka
seferinde de eve elinde TAROT kartlarıyla gelmişti. Bir başka seferinde de
spiritizm hakkında küçük bir kitap... Babası her keresinde insanın bu tip şeylere
karşı "eleştirel bir bakışı" olması gerektiği ve "boş inan" konularında kendi-
531
SOFİNİN DÜNYASI
sine söylev çekmeyi zaten ihmal etmemişti ama ilk kez şimdi bunun nedenlerinden
enine boyuna bahsediyordu. Kızının bu tür şeylere karşı uyarılmadan yetişmesine
gönlü gerçekten el-vermiyordu anlaşılan. Garanti olsun diye kendisine bir
televizyon ekranından el sallamayı da unutmamıştı. Bu kadarı da biraz fazlaydı
yani...
Sofi, Sofi... kimsin sen? Nereden geliyorsun? Niçin benim hayatıma girdin?
tşte sonunda kendi hakkında yazılmış bir kitabı olmuştu. Bu, şimdi Hilde'nin
elinde tuttuğu kitabın aynısı mıydı? Onun elindeki bir kitap değil, bir dosyaydı
aslında. Ama ne olursa olsun, insanın kendisi hakkında yazılmış bir kitap bulması
nasıl bir şeydi acaba? Sofi bu kitabı okumaya başladığında neler olurdu kim bilir?
Hilde elleriyle yoklayınca dosyada geriye sadece birkaç sayfa kaldığını fark etti.
Sofi otobüste annesiyle karşılaştı. Hay Allah! Elindeki kitabı görme-seydi bari I
- Merhaba...
- Kitap mı aldın?
532
BAHÇE PARTİSİ
- Eve gelene kadar beklesek olmaz mı? Hem bu benim kitabım anne!
- Tabii senin kitabın. Şöyle bir bakıp geri vereceğim, merak etme! Aa... "Sofi
Amundsen okuldan eve geliyordu. Yolun bir kısmını kız arkadaşı Jorün'le
yürürken, robotlardan bahsetmişlerdi...
- Evet, gerçekten böyle yazıyor. Yazarın adı Albert Knag. Hiç duymamıştım, yeni
bir yazar olmalı. Senin Alberto'nun soyadı neydi sahi?
- Knox.
- A, o zaman şu Alberto takma ad kullanarak senin hakkında koca bir kitap yazmış
Sofi!
- Hayır, yazarı o değil. En iyisi sen boşver. Nasıl olsa anlamana olanak yok.
- Pekâlâ öyleyse. Yarın bahçe partimiz var. Her şey o zaman yoluna girecek
görürsün.
- Albert Knag bambaşka bir gerçeklikte yaşıyor. Bu yüzden de bu kitap beyaz bir
karga.
- Aa, yeter artık! Beyaz tavşandan sonra şimdi de beyaz karga mı çıktı başımıza?
Yonca Sokağı durağında inene dek daha fazla bir şey konuşmadılar. Burada
karşılarına gösteri yapan bir grup çıktı.
- Off! diye söylendi annesi. - Ben de bizim muhitimizde böyle sokak demokrasisi
gösterileri olmuyor diye seviniyordum.
533
SOFİ'NİN DÜNYASI
- Dünya gittikçe daha hızlı değişiyor. Aslında bu tip şeylere hiç de şaşırmıyorum.
- Hiç de değil. Bir şiddet gösterisi değil ki yaptıkları. Ama Allah vere de
güllerimizi çiğnememiş olsunlar. Hem bahçede gösteri yapılmaz ki. Hadi gel,
çabucak yürüyüp bakalım.
- Biliyor musun Sofi, ben gerçek filozof diye bir şey olduğuna inanmıyorum.
Günümüzde her şey öyle yapay ki!
geldi.
534
BAHÇE PARTİSİ
Sonunda misafirler gelmeye başladı. Önce Sofi'nin sınıf arkadaşları olan üç kız
geldi. Yazlık bluzlar, ince pamuklu hırkalar, uzun etekler giyinmişlerdi. Gözlerine
de hafif bir makyaj yapmışlardı. Biraz sonra da bahçe kapısında utangaçlıkla
karışık oğlanlara has bir kendini beğenmişlik içersinde Jörgen ile Lasse
göründüler.
Herkes bir hediyeyle gelmişti. Bunun felsefi bir parti olduğunu bildikleri için çoğu
da gelmeden önce felsefenin ne olduğunu araştırmıştı birazcık. Felsefi bir hediye
bulamadıklarından hiç değilse hediye kartına felsefi bir şeyler yazmak için epey
uğraştıkları belliydi. Ancak bir felsefe sözlüğüyle üzerinde "KİŞİSEL FELSEFE
NOTLARIM" yazılı, kilitli bir hatıra defteri de vardı hediyelerin arasında.
Misafirler geldikçe onlara beyaz şarap bardakları içersinde elma suyu ikram
ediliyordu. Servisi yapan Sofi'nin annesiydi.
535
SOFrNİN DÜNYASI
eledi.
- Delirdiniz mi siz? Sofi bebeklerle oynamaz kil Giysisindeki payetleri ışıl ışıl
parlayan Bayan İngebritsen yanaşarak:
- Teşekkür ederim, dedi Sofi havayı yumuşatmaya çalışarak. -Artık ben de Barbi
koleksiyonuna başlayabilirim.
- Geriye yalnızca Alberto kaldı, dedi Sofi'nin annesi. Bu özel misafirin ünü
misafirler arasında çoktan yayılmıştı.
- Geleceğim dediyse gelir, dedi Sofi.
- Alberto!
Sofi masadan kalkıp Alberto'yu karşılamaya koştu. Boynuna sarılıp buketi aldı. O
da bu karşılama törenine cevap vermek istercesine ceplerini karıştırıyordu.
Sonunda cebinden birkaç tane havai fi-
536
BAHÇE PARTİSİ
şek çıkarıp çevresine attı. Masaya geldiğinde de 24 katlı pastanın üzerine yıldız
gibi ışıltılar saçan küçük bir fişek yerleştirdi ve Sofi'yle annesinin arasındaki boş
sandalyeye oturdu.
Böyle uzun bir süre oturup tavuk ve salatalarını yediler. Sonra Jorün aniden
yerinden kalkıp kararlı adımlarla Jörgen'e yaklaştı ve tutup onu dudaklarından
şiddetle öptü. Jörgen de buna daha iyi karşılık verebilmek için Jorün'ü döndürüp
masanın üzerine yatırdı.
• Aman Allah im, bana birşeyler oluyor! diye haykırdı Bayan İn-gebrigtsen.
537
SOFÎ'NIN DÜNYASI
- Lütfen çocuklar, yapmayın! Tavuk kemiklerinin evin çatısına yapışması hiç hoş
bir şey olmaz.
- Özür dileriz, dedi çocuklardan biri. Bunun üzerine kemikleri çite fırlatmaya
başladılar.
- Sofi'yle Jorün bana yardım edebilirler belki de... Mutfağa giderlerken iki
arkadaş aralarında konuştular:
- Dudaklarına bakarken bir anda içimden onları öpmek geldi. Öyle karşı
konulmazlardı ki...
fincanını çınlattı:
- Uzun bir konuşma yapmak niyetinde değilim, dedi. - Ama bugün hayattaki tek
kızımın yaşgünü ve doğmasının üzerinden on beş yıl, bir hafta ve bir gün geçtiği
bir başka gün bir daha hiç olmayacak. Pastanın üzerinde 24 tane halka var, yani
adam başına en az bir halka düşüyor. Bu bakımdan acele edip önce davrananlar iki
halka da alabilirler. Tepeden başlandığı için halkalar giderek büyüyecekler. Tıpkı
hayatlarımız gibi. Sofi de önceleri küçük halkalar halinde yürüyordu. Yıllar
geçtikçe halkalar büyümeye başladı. Şimdiyse ta şehrin
538
BAHÇE PARTİSİ
göbeğine uzanıp geri geliyorlar. Babası hep yurt dışında olan bir kız olduğu için
halkaları aslında tüm dünyayı dolaşıyor. On beşinci yaş-günün kutlu olsun Sofi!
- Harika! diye bağırdı Bayan İngebrigtsen.
Sofi onun bununla annesini mi, konuşmayı mı, 24 katlı pastayı mı yoksa kendisini
mi kastettiğini anlayamamıştı.
Ekonomi danışmanı:
- Günümüzde inisiyatifi kadınlar ele alıyor, dedi ve ayağa kalkıp çalılıkların oraya
giderek durumu yakından izlemeye koyuldu. Bunun üzerine herkes ayağa kalkıp
onun yaptığını yaptı. Yalnızca Alberto ile Sofi masada oturmayı sürdürdüler. Çok
geçmeden tüm misafirler Jorün'le Jörgen'in etrafında yarım ay şeklinde
toplanmışlar, onlar da bu arada masum öpüşmeleri bırakıp birbirlerinin vücutla-
rıyla oynaşmaya başlamışlardı.
- Soy soyu izler, diyerek eklemede bulundu. Kendince bu çok isabetli sözlere bir
tepki alamayınca:
- Dikkat edin çocuklar, üşüteceksiniz! dedi Bayan İngebrigtsen. Sofi pes etmiş
bir halde Alberto'ya baktı.
- Her şey sandığımdan hızlı cereyan ediyor, dedi Alberto. - Bir an önce buradan
ayrılmaya bakmalıyız. Kısa bir konuşma yaparak sıra-
539
¦1!
SOFÎ'NİN DÜNYASI
mı savayım.
- Sevgili Sofi! diye başladı sözlerine. - Bu felsefi bir parti olduğu için ben de
felsefi bir konuşma yapmayı düşündüm.
- Bu vidaları gevşemiş partide bir parça mantıklı olmanın zamanı geldi sanırım.
Ama yine de Sofi'nin yaşgününü kutlamak istiyorum tabii.
Alberto sözlerini henüz tamamlamıştı ki gürültüyle yaklaşan bir uçak sesi duyuldu.
Uçak alçaldıkça alca İdi ve bahçenin iyice üzerine geldi. Uçağın arkasında
üzerinde "15. yaşgünün kutlu olsun!" yazılı bir pankart asılıydı.
540
BAHÇE PARTİSİ
- Yani bizler Hilde Möller Knag'a eğlence olsun diye varız. Babası bizi kızına
verdiği felsefe dersleri için bir tür arka plan olarak kullanıyor. Yani örneğin şu
kapıda duran Mercedes'in aslında beş kuruşluk değeri yok. Bu yalnızca bir ayrıntı.
Böyle beyaz Mercedes'ler, şu an güneşten korunmak için bir palmiye ağacının
altına oturmuş olan Binbaşının kafasında turlamakta aslında. Bu arada Lübnan'da
havaların şu sıra oldukça sıcak olduğunu belirtmek gerek.
541
SOFfNÎN DÜNYASI
- Haklısınız. Bu doğal değil varoluşsal bir felaket. Çalıların oraya bir baksanız ne
demek istediğimi anlarsınız. İnsan tüm varoluş temelinin bir anda ortadan
yokolmayacağım garanti altına alamaz. Tıpkı güneşin bir an gelip sönmeyeceğinin
de garantisi olmadığı gibi.
- Buna daha ne kadar dayanmak zorundayız sence? diye karısına sordu Jorün'ün
babası.
verdiler:
- Sağolun ama söyleyecek pek fazla şey yok aslında. İnsan bir başkasının
bilincinde yaşadığını, yalnızca bir hayal ürünü olduğunu anlamışsa yapacak tek şeyi
vardır: susmak. Ancak yine de siz gençlere felsefe tarihi üzerine bir kurs
almanızı hararetle öneririm. Böylece içinde yaşadığınız dünyayı eleştirel bir tutum
içinde algılayabil-me şansınız olur. Bu, sizden önceki kuşakların değerlerine karşı
eleştirel olabilmeyi de içerir. Sof i'ye öğretmeye çalıştığım en önemli şey de
buydu. Hegel'e göre eleştirel olmak olumsuz olmakla aynı
şeydi.
542
BAHÇE PARTİSİ
sa gelecek çocuklarımızındır. Bir gün gelip bizim mallarımıza onlar sahip olacaklar.
Bu adam bu partiden derhal ayrılmadığı takdirde aile avukatımızı arayacağım. O
ne yapacağını bilir.
- Ne yaparsanız yapın, hiçbir önemi yok. Çünkü siz de bir hayal ürünü olmaktan
öte bir şey değilsiniz. Ayrıca Sofi ile ben zaten birazdan buradan ayrılacağız.
Çünkü felsefe kursu yalnızca kuramsal değil, aynı zamanda somut olarak işimize
yarayacak bir projeydi. Zamanı gelince ortadan yokolacağız. Bu şekilde Binbaşının
bilincinden de kaybolacağız.
- Beni bırakmayı düşünmüyorsun, değil mi Sofi? diye sordu. Sofi annesine sarılıp
Alberto'ya:
- Seni özleyeceğim, dedi annesi. - Ama bu gökyüzünden öte bir gökyüzü varsa uç
uçabildiğince! Govinda'ya iyi bakacağıma söz veriyorum. Günde bir tane mi yoksa
iki salata yaprağı mı veriliyordu sahi?
- Bizi ne siz ne de başkası özleyecek. Nedeni de çok basit. Çünkü aslında sizler
yoksunuz. Böyle olunca da bizi özleyebilmeniz mümkün olamaz.
543
SOFİ'NÎN DÜNYASI
- Olabilir, ama eve gidene dek beklesen iyi olur. Ekonomi danışmanı karısını
destekledi:
- Gitmeden kahveleri olsun servis yapamaz mısın? diye sordu Sofi'nin annesi.
- Tabii anne, hemen.
Sofi masada duran termosu alıp mutfağa gitti. Kahve makinesinde kahvenin
süzülmesini beklerken kuşlara ve balıklara yemeklerini verdi. Banyoya gidip
Govinda'nın önüne bir salata yaprağı bıraktı. Kedisi ortalıkta yoktu. Yine de koca
bir konserve kutusu kedi maması açıp derin bir kaba koydu. Gözlerinin dolmaya
başladığını hissediyordu.
Bahçeye döndüğünde ortalığın bir 15. yaşgünü partisinden çok bir ilkokul
bahçesini andırdığını gördü. Gazoz şişelerinin çoğu masanın üzerinde devrilmiş,
masa örtüsünün üzerine çikolatalı pasta bulaşmış, üzümlü çöreklerin olduğu kap
yere yuvarlanmıştı. Tam Sofi geldiği sırada, çocuklardan birinin yaş pastanın içine
koyduğu havai fişek gürültüyle patladı ve pasta parçaları havalarda uçuşup
masanın ve misafirlerin üzerine kondu. Olan en çok da Bayan İngeb-rigtsen'in
kırmızı pantolonuna oldu.
544
BAHÇE PARTİSİ
İşin en ilginç yanı hiç kimsenin olan bitene aldırmamasıydı. Jorün önce elindeki
kocaman çikolatalı pasta dilimini Jörgen'in yüzüne sürmüş, hemen ardından da
yüzünü yalamaya başlamıştı.
- Demek sonunda Alberto ile başbaşa kalıp konuşabildiniz anne, dedi Sofi.
• Çok haklıymışsın, dedi annesi. - Alberto harika bir insan. Seni onun koruyucu
kollarına bırakıyorum.
Bira şişelerinden birini aldı, içindekini boşalttı ve boş şişeyi yere, çimenlerin
ortasına koydu. Sonra masaya gidip pastanın en altındaki beş halkayı aldı ve
çocuklara halkaların şişeye nasıl geçirileceğini gösterdi.
- Tüm bunları yalnız başına toplamak zorunda kalacaksın anneciğim, dedi Sofi.
- Hiç önemli değil yavrum. Hem bu sana göre bir hayat değil zaten. Alberto sana
daha iyi bir hayat verebilirse, bu beni her şeyden Çok mutlu edecektir. Sahi,
beyaz bir atı mı var demiştin?
Sofi bahçeye bir baktı. Tanınmayacak hale gelmişti gerçekten. Çimenlerin üstü
şişeler, tavuk kemikleri, çörek ve balonlarla doluydu.
545
SOFÎ'NİN DÜNYASI
to.
Çocuklardan biri beyaz Mercedes'e oturmuştu. Bir anda gaza basmasıyla arabanın
bahçe kapısını yere yıkarak son sürat bahçeye girmesi bir oldu.
- Şimdi!
O anda beyaz Mercedes bir elma ağacına çarparak durdu. Ağaçtaki ham elmalar
sapır sapır yerlere döküldüler.
- Sanki yer yarılıp yerin dibine girdiler, derken Helene Amund-sen'in sesi oldukça
gururlu çıkıyordu.
Ayağa kalktı, üstü darmadağın olmuş uzun masaya gidip felsefi bahçe partisinden
arta kalanları toparlamaya başladı ve:
546
KONTRPUAN
Hilde yatağında doğruldu. Sofi ile Alberto'nun öyküsü burda bitiyordu. İyi de
neler olmuştu sahiden?
Ya Sofi ile Alberto? Onların gizli planlarına ne olmuştu? Bundan gerisini Hilde mi
yazacaktı? Yoksa onlar öyküden kurtulmayı sonunda başarmışlar mıydı? Ya şimdi
neredeydiler?
Birden bir şeyi anladı: Sofi ile Alberto öyküden kurtulmayı başarmışlarsa onlara
ne olduğunu bu dosyada bulamayacağı gün gibi ortadaydı. Çünkü burada yazılı olan
her şey babasının çok iyi bilerek öyküsüne koyduğu şeylerdi.
Acaba her şey satır aralarında mı gizliydi? Bir ara bundan sözediliyordu kitapta.
Burada, salıncakta oturmuş dururken Hilde kitabı bir iki kez daha okuması
gerektiğini anladı.
547
SOFİ'NÎN DÜNYASI
koştular.
- Daha hızlı! diye bağırdı Alberto. - Binbaşı bizi aramayı akıl etmeden önce olmalı
her şey.
- Artık Binbaşının görüş açısının dışında mıyız? -Hayır, ama tam sınırdayız.
Bunu izleyen günlerde Hilde kendi planı üzerinde çalıştı. Kopenhag'daki Anne
Kvamsdal'a birkaç mektup daha yazdı, birkaç kez de telefon etti. Lillesand'daki
arkadaşlarından da yardım istedi. Neredeyse sınıfının yansı planına katılmış
bulunuyordu.
Ara sıra "Sofi'nin Dünyasından bölümler okudu. Bu, bir kere okumakla bitirilecek
bir öykü değildi. Okudukça Sofi ile Alberto'nun bahçe partisinden yokolduktan
sonra başlarına neler gelmiş olabileceğine dair yeni fikirler geliyordu aklına.
Öğlene dek annesiyle birlikte ertesi güne hazırlık yaptılar. Hilde, Sofiyle
annesinin bu güne nasıl hazırlık yaptıklarını düşünmeden edemiyordu. Ama onlar
bunu yapmış bitirmişti, değil mi? Yoksa bu işlerle onlar da şu anda mı
uğraşıyorlardı?
Sofi ile Alberto, cephesi kötü görünüşlü havalandırma borularıyla kaplı iki büyük
binanın önündeki çimenlerde oturuyorlardı. Binalardan birinden elinde kahverengi
çanta tutan bir oğlanla, kırmızı askılı çanta taşıyan bir kız çıktılar. Arkadaki
küçük yoldan bir
548
KONTRPUAN
araba geçti.
- Başardık!
- Emin misin?
- Neden?
- Akıl edebilseydi bizi o kadar rahat bırakmazdı. Her şey bir rüya gibi olup bitti.
Ya da belki de o da oyunun içersindeydi.
- Ne demek istiyorsun?
Oğlanla kız şimdi iyice yanlarına gelmişti. Sofi, orada kendinden oldukça yaşlı bir
adamla oturmaktan biraz utanmıştı. Ayrıca Alberto'nu söylediklerini bir şekilde
doğrulamak istiyordu.
549
SOFl'NÎN DÜNYASI
- Bir soruya cevap vermek o kadar güç bir şey olmasa gerek! dedi.
- Beni duymuyorlar! dedi ve bunu der demez Hilde ve kolyesini gördüğü rüyasını
hatırladı.
- Gerçek bir filozof hiçbir zaman "hiçbir zaman" demez. Saatin var mı?
- Saat sekiz.
550
KONTRPUAN
- Ne demek istiyorsun?
- Tabii, ama...
Yolun kenarında arabalar parketmişti. Alberto birden üstü açık kırmızı bir
arabanın yanında durup:
- Sanırım bunu kullanabiliriz, dedi. Ama önce bunun bizim arabamız olduğundan
emin olmamız gerek.
- Anlatayım: Herhangi bir insana ait bir arabayı alamayız, değil mi? Üstelik sence
şöförsüz bir araba gördüklerinde ne der insanlar? Zaten bizim de böyle bir
arabayı sürebileceğimizi hiç sanmam.
- Bu, hayal ürünü bir araba Sofi. Tıpkı bizim gibi. Diğer insanlarsa bu arabanın
yerinde yalnızca bir boşluk görüyorlar. Ama işte öncelikle bundan emin olmalıyız.
Durup beklediler. Bir süre sonra kaldırımdan bisikletle bir oğlan gelip arabanın
olduğu yerden yola indi ve yoluna devam etti.
- Gördün mü? İşte bu bizim arabamız! Alberto sağ kapıyı açtı ve:
551
SOFİNİN DÜNYASI
- Sekiz buçuk.
Böyle deyip koca bir mısır tarlasına daldılar. Sofi arkasına dönüp baktığında
üzerinden geçtikleri mısırların yana yatmış olduğunu gördü. Alberto:
- Yarın baktıklarında, "dün kuvvetli bir rüzgar esmiş olmalı" diyecekler... dedi.
Binbaşı Albert Knag, 23 Haziran günü saat dört buçukta Kastrup Havalimanı'na
indi. Çok uzun bir gün olmuştu bu. Yolun son kısmım Roma'dan uçakla gelmişti.
Yalnızca küçük bir çanta taşıyordu omuzunda. Bagajlarının geri kalanını Roma'da
uçağa teslim etmişti. Kırmızı pasaportunu şöyle bir sallaması yetmişti.
552
KONTRPUAN
sini iki hafta kadar önce göndermişti. Marit bu hediyeyi sabah uyanınca bulsun
diye Hilde'nin başucundaki masaya koyacaktı. Hilde'yle yaşgünündeki o geç
telefon konuşmasından bu yana bir daha konuşmamıştı.
Albert Norveççe birkaç gazete alıp bara oturdu ve bir kahve ısmarladı. Ancak
gazetenin başlıklarına bakmıştı ki hoparlörden gelen sesi duydu:
"Dikkat, dikkat! Sayın Albert Knag. Sayın Albert Knag. Lütfen SAS enformasyon
gişesine geliniz."
Bu da neydi ki? Sırtından aşağı soğuk terler indiğini hissetti. Tekrar Lübnan'da
göreve mi çağırılıyordu acaba? Yoksa evde bir terslik mi vardı?
Albert Knag kendisine uzatılan zarfı hemen açtı. Zarfın içinde yine bir zarf vardı.
Üzerinde: "Binbaşı Albert Knag, Kastrup Havalimanı SAS enformasyon gişesi
eliyle, Kopenhag." yazıyordu.
Heyecanlanmış bir halde küçük zarfı da açtı. İçinde küçük bir kâğıt vardı:
553
SOFİ'NIN DÜNYASI
giler... Gelişini planlamak için bir sürü vakti olmuş olan Hilde.
Binbaşı Albert Knag önce bir gülümsedi. Ama sonra bu şekilde yönetilmekten
rahatsızlık duydu. O her zaman kendi varoluşunu kendi denetleyebilen bir kişi
olmuştu. Lillesand'da-ki küçücük kızı tutmuş onun Kastrup Havalimanı'ndaki
hareketlerini denetliyordu ha! Peki nasıl yapabiliyordu bunu?
Birleşmiş Milletler gözlemcisi bir anda gözlenildiği duygusuna kapıldı. Sanki birisi
tüm yaptıklarım uzaktan denetliyordu. Kendini küçük bir çocuğun elindeki oyuncak
bir bebek gibi hissediyordu.
Dükkâna girip iki kiloluk bir salam, bir konyak sosisi ve üç kutu Limfjord havyan
aldı. Sonra yürümeye devam etti. Hilde'ye bir de doğru dürüst bir yaşgünü
hediyesi vermek
554
KONTRPUAN
istiyordu. Bir hesap makinası mı alsaydı acaba? Yoksa küçük bir seyahat radyosu
mu? Evet, evet. Radyo çok iyi fikirdi.
Elektrikli aletler satan dükkâna geldiğinde burada da cama bir zarf yapıştırılmış
olduğunu gördü. Zarfın üzerinde "Kastrup Havalimanı'ndaki en ilginç dükkân eliyle
Binbaşı Albert Knag" diye yazıyordu. Zarfın içindeki beyaz kâğıtta şunlar
yazılıydı:
O andan sonra gittiği her yere dikkatle bakmaya başladı. Kendini aynı anda hem
bir casus hem de bir kukla gibi hissediyordu. İnsani özgürlüğü elinden mi
alınıyordu yoksa?
555
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Kastrup'daki büyük duty-free dükkânı eliyle Bibaşı Knag. Benim buradan tüm
istediğim, bir paket sakızlı şeker ve birkaç kutu Anthon Berg badem ezmeli
çikolata. Unutma ki bunlar Norveç'te çok daha pahalı! Hatırlayabildiğim kadarıyla
annem de Campari sever. NOT. Eve gelene dek tüm antenlerin açık durmalı. Bu
önemli mesajları kaçırmak istemezsin, değil mi? Sevgiler... Senden çok şey
öğrenmiş kızın Hilde.
Albert pes etmiş bir tavırla içini çekti ve dükkândan kendisine ısmarlananları aldı.
Elinde üç torba ve omzunda çantasıyla uçağın kalkacağı 28 numaralı çıkış kapısına
yöneldi. Başka mesaj da varsın olsundu. Bunların hepsini arayacak hali
yoktu ya!
Ama 28 numaralı kapının hemen yanındaki bir sütunda da beyaz bir zarf asılıydı:
"Binbaşı Knag. Kastrup Havalimanı, kapı 28". Bu da Hilde'nin yazısıydı ama sanki
kapı numarasını bir başkası yazmıştı. Yine de bunu kesin olarak söylemek
olanaksızdı, çünkü ne de olsa insanların yazısını sayılardan tanımak pek kolay
değildi.
Arkası geniş bir duvara sabitlenmiş olan koltuklardan birine oturdu. Torbalar hâlâ
elindeydi. Sağa sola kuşkuyla bakan bu haliyle gururlu bir binbaşıdan çok ilk kez
tek başına yolculuğa çıkmış küçük bir çocuğu andırıyordu. Hilde buradaysa
kendisini önce onun görmesi zevkini tattırmak istemiyordu ona.
Yolcuları kuşkuyla bir bir izlemeye başladı. Kendisini devletin emniyetine göz
dikmiş bir vatan haini gibi hissediyordu. Yolcuları içeri almaya başladıkları an
derin bir nefes aldı. Uçağa son binen de o oldu.
Biniş kartını vereceği sırada, giriş gişesine yapıştırılmış bir zarf daha buldu.
556
KONTRPUAN
- Saat 9'a geliyor. Binbaşının Kjevik Havalimam'na inmesine bir şey kalmadı. Hem
nasılsa bizi aşırı süratten filan durduramazlar.
- Ya çarpışacak olursak?
- Sıradan bir arabayla çarpışırsak hiçbir şey olmaz. Ama bizimki gibi bir arabayla
çarpışma konuşunda...
- Evet?
- İşte o zaman dikkatli olmamız gerek. Biraz önce Uçan Oto-mobil'i geçtiğimizi
gördün mü?
- Hayır.
- Hiç sorun değil Sofi. Artık bunu senin de bilmen gerek. Böyle dedikten sonra
arabayla ormana dalıp sık ağaçların
- Beni korkuttun.
- Korkma, biz çelik bir duvarın içinden bile geçebiliriz.
„ - Yani biz çevremizdeki şeylerle karşılaştırıldığında içi boş ruhlardan başka bir
şey değiliz, öyle mi?
- Hayır, hayır. Her şeyi ters yüz etmiş oluyorsun böyle diyerek. Asıl çevremizdeki
her şey bizim için içi boş bir masaldan ibaret.
- Öyleyse iyi dinle. Ruhun su buharından bile daha "boş" bir şey olduğuna inanılır.
Oysa gerçek bunun tam tersidir. Ruh, buzdan bile antta yoğundur
557
SOFfNÎN DÜNYASI
- O halde sana bir öykü anlatayım. Bir zamanlar meleklere inanmayan bir adam
varmış. Bir gün ormanda ağaç keserken yanına bir melek gelivermiş.
- Sonra?
- Bir süre beraber yürümüşler. Sonunda adam meleğe dönüp: "Pekâlâ. Meleklerin
varolduğunu kabul ediyorum. Ama siz bizim gibi gerçek değilsiniz," der. Melek,
"Bununla ne demek istiyorsun?" diye sorar. Adam cevap verir: "Biraz önce bir
kayaya geldiğimizde ben kayanın yanından dolaşmak zorunda kaldım. Sense
kayanın içinden geçtin, gittin. Yolu kütükler kapatmıştı. Ben kütüklerin üzerinden
tırmanıp aşmak zorunda kaldım. Sense kütük yığınının içinden geçip gittin." Melek
bu cevaba şaşırır ve: "Nasıl böyle dersin?" der. "Demin bir bataklıktan geçerken
ikimiz de sisin içinden yürüyüp geçtik. Çünkü her ikimiz de sisten daha yoğunuz."
- Gerçekten de öyle...
- İşte biz de böyleyiz Sofi. Ruhlar çelik kapılardan geçebilirler. Ruhtan oluşan bir
şeyi ne tanklar ne de bombardıman uçakları tahrip edebilir.
Kafeteryada Sofi içeceklerin durduğu dolabın kapısını açmak istedi ama kapı
sanki yerine mıhlanmış gibi kıpırdamıyordu. Alberto da ilerde, arabada bulduğu
bir kâğıt bardağa kahve doldurmaya çalışıyordu. Tek yapacağı şey kahve
makinesinin düğmesine basmaktı ama tüm gücünü kullanmakla beraber bunu başa-
558
KONTRPUAN
ramıyordu.
- Kahve istiyorum!
- Bizi duyamıyorlar ki! Onların kafeteryalarında bir şey yiyip içmemiz olanaksız.
Alberto'ya gelip:
- Evet ama...
- Şurada bizim de küçük bir yerimiz var.
- Ya siz?
- Ben Grimm kardeşlerin masallarından birindenim. İki yüz yıl oluyor aşağı yukarı.
Ya siz neredensiniz?
- Biz bir felsefe kitabındanız. Ben felsefe öğretmeniyim, Sofi de benim öğrencim.
Çok geçmeden ağaçların arasında bir meydana çıktılar. Etrafta hoş, kahverengi
kulübeler vardı. Kulübelerin arasındaki bir
•559
SOFI'NİN DÜNYASI
bahçede kocaman bir ateş yakılmıştı ve ateşin etrafı pek çok renkli kişilikle
doluydu. Sofi bunlardan çoğunu bir bakışta tanıdı: Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler,
Keloğlan, Sherlock Holmes, Pe-ter Pan ve Pippi Uzunçorap... Kırmızı Başlıklı Kız'la
Kül Kedisi de oradaydı. Ateşin etrafında adı olmayan ama tanıdık pek çok başka
karakter de vardı: cüceler, cinler, devler, cadılar, melekler ve küçük şeytanlar...
Sofi'nin gözüne gerçek bir Tirol de ilişti.
- Evet, lütfen.
Sofi ancak o zaman evlerin zencefilli çörekler ve şekerden yapılma olduğunu
farketti. Etraftakiler evlere yaklaşıp istedikleri parçaları yiyorlardı. Fırıncı bir
kadın da onların arkasından evleri tekrar tamir ediyordu. Sofi de bir evden bir
parça aldı. Bu şimdiye dek yediği en tatlı, en güzel şeydi.
- Ödemek mi?
- Burada borcumuzu para yerine bir öykü anlatarak öderiz/Sizinki sadece bir
kahve olduğu için kısacık bir öykü anlatsanız da olur.
560
KONTRPUAN
kesmenizdir. Bizler artık buna bağımlı değiliz. Biz "görünmeyen insanlar" grubuna
dahiliz.
Biraz sonra Alberto ile Sofi "Sinderella" kafeteryasına geri dönmüşler ve tekrar
kırmızı spor arabaya binmişlerdi. Arabanın hemen yanıbaşında bir anne çocuğunu
işetiyordu.
24 Haziran 1990, Kastrup'da uçuş kartını gişeye vermekte olan Binbaşı Knag'a,.
561
SOFÎ'NÎN DÜNYASI
de mi olduğuna karar veremiyordu. Ama birden bire gülmeye başladı. Öyle yüksek
sesle gülüyordu ki yolcular dönüp baktılar. Sonra uçak havalandı.
Kendi etmiş, kendi bulmuştu! Ama onunla Hilde arasında sanki önemli bir fark da
vardı. O, yalnızca Alberto ve So-fi'ye yapmıştı yapacağını. Ve onlar... onlar
yalnızca bir hayal ürünüydüler. Oysa kızı kendisini kullanıyordu.
Hilde'nin dediği gibi yaptı. Koltuğunu yatırıp arkasına iyice yaslandı. Sonra da
kendine tekrar ancak pasaport kontrolünü geçip Kjevik Havalimanı yolcu salonuna
girdiğinde geldi. Burada kendisini gösteri yapan bir grup karşıladı.
İşin kötüsü bavullarının çıkmasını beklemek zorunda olup hemen bir taksiye
atlayıp gidememesiydi. Beklerken Hilde'nin okul arkadaşları etrafında dolaşıp
durduğundan pankartları tekrar tekrar okumak durumunda kaldı. Kızlardan biri
yanma yaklaşıp bir gül demeti uzatınca yelkenleri suya indi. Elini torbalardan
birine daldırıp göstericilerden her birine badem ezmeli birer çikolata verdi.
Hilde'ye yalnızca iki tane kalmıştı. Bavulları nihayet taşıma bandında
göründüğünde, yanına genç bir adam yaklaşıp kendisinin Aynalar Kraliçesi'nin
emrinde olup onu Bjerkely'e götürmekle görevlendirildiğini söyledi. Bu arada
göstericiler de gözden kaybolmuşlardı.
Albert Knag taksi nihayet Bjerkely'deki evlerinin kapısında durduğunda derin bir
nefes çekip, şoföre taksi ücreti
562
KONTRPUAN
Evin önünde karısı Marit karşıladı onu. Uzun uzun kucaklaştıktan sonra Albert
sordu:
- O nerede?
- İskelede oturuyor.
Alberto ile Sofi kırmızı spor arabayla Lillesand'daki Norveç Otel'in önündeki
meydanda durdular. Saat ona çeyrek vardı. Sahile yakın küçük adalardan birinde
büyük bir ateş yakılmış olduğunu gördüler. Sofi:
- Aramaktan başka çare yok. Binbaşının Evi'ndeki resmi hatırlıyorsun, değil mi?
- Evet, ama acele edelim. O gelmeden orada olmak istiyorum. Arabayla hem küçük
ara sokaklardan hem kayalık yollardan
- Sevgili Sofi. Böyle uzun bir felsefe kursundan sonra hâlâ böyle çabuk sonuçlara
varabilmen beni şaşırtıyor doğrusu.
- Ama...
- Etrafta tek bir Tirol, peri ya da orman cini olmadığından nasıl böyle emin
olabiliyorsun?
Arabayla bahçe kapısından geçip evin önündeki yokuşu çıktılar. Alberto arabayı
bahçedeki salıncağın yanına park etti. Biraz aşağıda bir masanın üzerine üç kişilik
servis açılmıştı.
563
SOFÎ'NtN DÜNYASI
Sofi koşarak iskeleye gitti. Hilde'ye sarılacaktı ki bunun yerine güzel güzel onun
yanına oturmayı tercih etti.
Hilde iskeleye bağlı bir kayığın ipiyle oynuyordu. Sol elinde de bir kâğıt vardı. Sık
sık saatine bakmasından birini beklediği
belliydi.
Sofi onun çok güzel olduğunu düşündü. Kıvırcık sapsarı saçlı, yemyeşil gözlüydü.
Sarı bir yazlık elbise giymişti. Sofi onu biraz Jorün'e benzetti.
yoksa?"
duymuş muydu?
Sonra yana döndü. Başını aniden sağa çevirip Sofi'nin gözlerinin ta içine baktı.
Ama bakışları Sofi'yi görmüyor, onu delip geçiyordu sanki.
- O kadar hızlı bağırma Sofi! diye seslendi kırmızı arabanın içinden Alberto. -
Tüm bahçeye periler dolsun istemem doğrusu.
Hilde ayağa fırlayıp ona koştu. Salıncakla kırmızı arabanın arasında buluşup
kucaklaştılar. Binbaşı Hilde'yi kucağına alıp ha-
564
KONTRPUAN
Kızmış mıydı acaba? Ama kızına esrarengiz bir kitap yazıp sonra da her şeyin
eskisi gibi olmasını bekleyemezdi ya!
Tekrar saatine baktı. Ona çeyrek vardı. Nerdeyse burda olması gerekiyordu.
Ama o da ne? Sofi'yi gördüğü rüyasmdaki gibi bir ses mi duymuştu ne?
Aniden yanına döndü. Orada bir şey vardı. Emindi bundan. Ama neydi?
- Hilde!
Öbür yanına dönüp sesin geldiği yöne baktı.Babasıydı bu! Bahçenin yukarsında
duruyordu.
- Evet, ödeştik.
Gidip masaya oturdular. Hilde her şeyden önce babasının Kastrup'tan bu yana
başından geçenleri merak ediyordu,
565
SOFİNİN DÜNYASI
- Oturup bir şey yiyecek halim mi vardı, seni cadı? Bu yüzden şimdi karnım zil
çalıyor.
- Zavallı babacığım!
Sonra kitaptan, Alberto ile Sofı'den bahsettiler. Çok geçmeden annesi hindi ve
VValdorf salatasıyla bir şişe pembe şarap ve Hilde'nin kendi elleriyle yaptığı
ekmeği getirdi.
Babası Platon'la ilgili bir şeyler söylerken Hilde birden onun sözünü kesti: -Hişş...
- Ne var?
- Yoo.
- Nasıl yani?
566
KONTRPUAN
Sofi yukarıya baktı. Hilde de böyle yapmamış mıydı? Alberto'ya koşup arabada
tekrar yanına oturdu.
- Biraz daha durup neler olduğuna bakalım, dedi Alberto. Sofi "evet" anlamında
başını eğdi.
- Ama niye?
- Hilde gerçek bir insan olduğu için ne kadar şanslı... Büyüyüp gerçek bir kadın
olacak. Mutlaka gerçek çocukları da olacak...
- Ve de torunları... Ama herşeyin iki yüzü var Sofi. Felsefe kursuna başlarken de
sana bunu anlatmaya çalışmıştım.
-Ne gibi?
- Ben de senin gibi onun şanslı olduğunu düşünüyorum. Ama kurada yaşamı çeken,
ölümü de çeker.
- Gerçekten yaşayıp ölmek, doğru dürüst yaşamayıp hiç ölmemekten daha iyi değil
mi?
- Bizim Hilde gibi bir hayatımız olmayacak. Ne de Binbaşı gibi... Ama biz de hiç
ölmeyeceğiz. Ormandaki kadının ne dediğini hatırlıyor musun? Biz "görünmeyen
insanlar" grubuna dahiliz. Kadın kendisinin iki yüz yaşında olduğunu da söylemişti.
Orada bin yaşından fazla olan tipler de gördüm...
567
SOFI'NÎN DÜNYASI
Möller Knag ailesi şimdi yemeklerine başlamıştı. Sofi bir an için bu yemeğin de
Yonca Sokağı'ndaki felsefi bahçe partisine dönmesinden korktu. Binbaşı Marit'i
düşürür gibi birtakım hareketler yapıyordu. Ama hayır, tek yaptığı karısını
kucağına oturtmak olmuştu.
- Sen git yat anne! diyordu Hilde. - Bizim babamla konuşacaklarımız var.
568
- Evet...
- Evet, olabilir. Ama öte yandan evren öyle sınırsız bir şey [ ki evrenin başka
köşelerinde de pekâlâ hayat olabilir. Uzayda
- Bir ışık dakikası, ışığın bir dakikada aldığı yoldur. Ve bu da oldukça uzun bir
mesafedir, çünkü ışık bir saniyede uzayda 300.000 kilometre yol alır. Bir başka
deyişle bir ışık dakikası 300.000 kere 60, yani 18 milyon kilometre eder. Bir ışık
yılı da neredeyse on trilyon kilometre demektir.
- Sekiz ışık dakikasından biraz fazla. Yani sıcak bir haziran günü yüzümüzü
okşayan Güneş ışınları bize gelmeden önce uzayda sekiz dakika kadar yol alırlar...
- Devam et!
569
SOFİ'NÎN DÜNYASI
i'
- Güneş sistemimizdeki en uzak gezegen olan Plüton'un Yer'e uzaklığı yaklaşık
olarak beş ışık saatidir. Bir gökbilimci teleskopuyla Plüton'u seyrederken
gerçekte o andan beş saat gerisini görmektedir. Veya bir başka deyişle
Pluton'nun görüntüsünün bize ulaşması için beş saat geçmektedir.
anlıyorum.
- Çok iyi Hilde. Ama daha işin başındayız, biliyor musun? Bizim Güneş'imiz,
Samanyolu diye bilinen bir "galaksi"deki 400 milyar yıldızdan yalnızca birisidir. Bu
galaksi bizim Güneş'imizin de spiral kollarından birinde yer aldığı büyük bir diski
andırır. Havanın açık olduğu bir kış gecesi başımızı kaldırıp gökyüzüne
baktığımızda yıldızlardan bir kuşak görürüz. Çünkü biz aslında Samanyolu'nun
merkezine doğru bakmak-
tayızdır.
deniyor.
- İnanamıyorum!
- Ve bu, bize en yakın yıldız konusunda geçerliydi. Tüm galaksi ise 90.000 ışık yılı
genişliğindedir. Bu, ışığın galaksinin bir ucundan diğer ucuna seyahat etmek için
90.000 yıl kullanması gerektiği anlamına gelir. Samanyolu'nda bizim
Güneş'imizden 50.000 ışık yılı ötede bir yıldıza baktığımızda, zamanda 50.000 yıl
öncesine bakmaktayız demektir.
570
BÜYÜK PATLAMA
manda geriye çevirmektir. Evrenin şu anda nasıl olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz.
Yalnızca daha önce nasıl olduğunu bilebiliriz. Binlerce ışık yılı ötedeki bir yıldıza
baktığımızda, uzay tarihinde binlerce yıl geriye gidiyoruz demektir.
- Anlıyorum.
- Ama şu ana dek yalnızca kendi galaksimizden söz ettik. Gökbilimcilere göre
evrende bunun gibi yaklaşık olarak yüz milyar galaksi bulunmaktadır ve bu
galaksilerin her birinde yaklaşık olarak yüz milyar tane yıldız vardır.
Samanyolu'nun en yakın komşu galaksisine Andromeda takımyıldızı diyoruz. Bu
galaksi bizim galaksimize iki milyon ışık yılı uzaklıktadır. Yani ışığın buradan bize
ulaşması iki milyon yıl alır. Yine bu da demektir ki gökyüzünde Andromeda
takımyıldızına baktığımızda iki milyon yıl öncesine bakmakta oluruz. Bu
takımyıldızdaki çok gelişkin bir teleskop (afacan bir ufaklığın böyle bir te-
leskobun başına oturmuş olduğunu gözümün önüne getirebili-yorum!) şu an buraya
bakıyorsa bizi göremez. Görse görse düz alınlı ilk insanları görebilir. *
- Bugün bilebildiğimiz galaksilerin çoğu bizden yaklaşık olarak on milyar ışık yılı
uzaklıktadır. Yani bu galaksilerden sinyaller alabildiğimizde, uzay tarihinde on
milyar yıl geriye
571
SOFİNİN DÜNYASI
gidiyoruz demektir. Bu bizim güneş sistemimizin uzayda varoluşundan bu yana
geçen sürenin aşağı yukarı iki kaü bir süredir.
- Başımı döndürüyorsun.
- Zamanda böylesi bir geriye dönüşün ne anlama geldiğini kavramak zaten çok güç
bir iş. Ama gökbilimciler evreni algılayışımızı etkileyecek bundan da önemli bir
şey keşfettiler.
- Anlat, anlat!
- Gökbilimcilerin çoğu bu konuda ortak bir fikre sahip: Bundan aşağı yukarı 15
milyar yıl önce evreni oluşturan tüm madde küçük bir alanda toplanmış
bulunuyordu. Bu madde öylesine sıkışmış bir durumdaydı ki çekim gücünden ötürü
bu kütle aşırı sıcak bir haldeydi. Zamanla bu kütle öyle sıkıştı, öyle ısındı ki
sonunda patladı. Bunabüyük patlama ya da îngilizce-deki adıyla "the big bang"
diyoruz.
- tşte bunun da nedeninin milyarca yıl önce meydana gelmiş bu patlama olduğu
düşünülüyor. Çünkü evrenin değişmez
572
BÜYÜK PATLAMA
bir coğrafyası yoktur. Evren bir harekettir. Evren bir patlamadır. Galaksiler hâlâ
büyük bir hızla birbirinden ayrılmaya devam etmektedir.
- Yeniden bir "patlama" olup evren yeniden genişlemeye başlayacaktır. Çünkü hâlâ
aynı doğa yasaları geçerli olacaktır. Bu şekilde ortaya yeni yıldızlar, yeni
galaksiler çıkacaktır.
- Yerinde bir düşünce. Gökbilimciler evrenin geleceği üzerine iki görüş ortaya
koyuyorlar: ya evren giderek büyüyecek ve galaksiler arasındaki mesafeler
artacak ya da evren yeniden küçülüp sıkışacak. Bunu belirleyecek olan evrenin ne
kadar ağır veya ne kadar kütlesel olduğu. Ve gökbilimciler henüz bunu
bilemiyorlar.
573
SOFİ'NÎN DÜNYASI
- Öyle mi?
- Doğuda ise "dairesel" bir tarih görüşü egemendir. Bu görüşe göre tarih her
zaman tekrardan ibarettir. Örneğin Hindistan'daki eski bir öğreti evrenin sürekli
genişleyip küçüldüğünü söyler. Hintlilerin deyişiyle "Brahma günü" ile "Brahma
gecesi" arasında gidip gidip gelinir. Bu düşünce de kuşkusuz evrenin sonsuza dek
sürecek "dairesel" bir hareket içinde olduğu fikrine uyar. Bu, bana atıp duran
büyük bir kozmik kalbi hatırlatıyor...
ilginç teoriler.
-Ah!
-Ne oldu? .
574
BÜYÜK PATLAMA
Sofi ile Alberto kırmızı spor arabada oturmuş, Binbaşının Hilde'ye evrenle ilgili
anlattıklarını dinliyorlardı.
- Nasıl yani?
-Önceden onlar bizi dinliyor ama biz onları göremiyorduk. Oysa şimdi biz onları
dinliyoruz ve onlar bizi göremiyor.
- Neymiş o?
- Başlangıçta biz, Hilde ile Binbaşının içinde yaşadığı bir gerçeklik olduğunu
bilmiyorduk. Şimdiyse bizim gerçekliğimizden haberi olmayan onlar.
-Ah! dedi.
575
SOFİ'NIN DÜNYASI
yordur...
Sofi yere yatıp salıncağı itmeye çalıştı. Ama salıncak mıhlanmış gibi yerinde
duruyordu. Ama galiba sonunda bir milimetrecik olsun oynatmayı başardı.
- Ne olabilir ki?
girdiler...
- Ama...
- Öykünün bir yerde bitmesi lazımdı. Ben de öyle bir şey uydurdum işte.
- Evet, sen öyküyü öyle bitirdin. Sonrasını yazmadın. Peki sonra ne oldu?
Düşünsene, ya buradalarsa...
- İnanılır gibi değil! dedi Alberto Sofi elinde İngiliz anahtarıyla arabaya
otururken. - Bu kızın inanılmaz yetenekleri var doğrusu.
576
BÜYÜK PATLAMA
- Evet.
- "Satır aralarında" başka bir şeyler olabileceğini yazmıştın bir seferinde, öyle
değil mi?
- Yazmış mıydım?
- Belki bu bahçede de "satır aralarında" başka bir şeyler vardır?
- Küçükken fosfora böyle derdin. Bir bakıma haklıydın da. Çünkü fosfor da diğer
tüm bütün maddeler de bir zamanlar tek bir yıldızın parçasıydı.
- Bizler de mi?
- Bunu bilmiyordum.
- Bulutsuz bir gecede uzay tarihinde milyonlar, evet hattâ milyarlarca yıl geriye
gidebiliriz. Bir anlamda yüzümüzü yuva-
577 .
SOFÎ'NİN DÜNYASI
( - Uzaydaki tüm yıldızlar ve tüm galaksiler aynı maddeden oluşuyor: Biraz burda,
biraz orda. Galaksiler arasında milyarlarca ışık yıllık mesafe olabilir ama sonuçta
hepsi aynı maddeden oluşuyor...
- Anlıyorum.
- Ayrıca bu konuda bu büyük sayılara bakmamıza hiç gerek yok. İnsanın elinde bir
taş tutması yeter. Evren yalnızca bir portakal büyüklüğündeki bu taştan da
oluşmuş olsaydı bu soruyu soracaktık: Bu taş nerden geliyor?
Sofi aniden kırmızı spor arabada ayağa kalkıp eliyle koyu göstererek:
578
BÜYÜK PATLAMA
- Bir deneyelim n'olur?
- Ama kışın yıldızlar daha çok parhyorlar. Lübnan'a gitmeden önceki geceyi
hatırlıyor musun? Yeni yılın ilk günüydü.
- Aa, evet...
- Sahi mi?
- Alberto'nun kayığını alan Sofiyi hatırladım. Kayık nasıl gölde öylece kalmıştı
hatırlıyor musun?
579
DİZİN
Aasgard, 31
acı, 151
235,239,312 ahlak, 96, 206, 378-384 ahlak yasası, 379-384, 434 Akademi, 95,
192, 194 Akılcı, Akılcılık, 44, 81 akit, 174,182 Akropolis, 85-87,181 Alaaddin, 402
alternatif yaşam, 523 altın orta, 132 altyapı, 445, 446, 448 amaç, 127 ana
madde, 13, 46, 48, 97, 414,
42
anti-tez, 414
antibiyotik, 475
148
203-209
Arap, Arapça, 195, 203, 225 Areopagos, 87, 181 Aristiposs (İÖykl. 439-366), 151
Aristofanes (İÖ ykl. 450-385), 87 aristokrasi, 133 Aristoteles (İÖ 384-322),
41,
120-133,135,185,194,236,
283, 398, 462, 476 Arkhimedes (İÖ 287-212), 354 Armstrong, Neil (1930), 522
Arnulf Överland, 505 artı-değer, 451
571,572 aşama, 433 aşkın, 518 atalet, atalet yasası, 233, 239,
573
580
54-57,97,152
Augustinus (354-430), 197-203 Aydınlanma Çağı, 303, 354, 359 Aydınlanma
düşüncesi, 359 Aydınlanma filozofu, felsefesi,
230
bağışıklık, 474 bakteri, 475, 479 Balder, 35 barış prensi, 176 Barok, Barok
Dönemi, 257-260 bastırmak, 489-491 Beauvoir, Simone de (1908-
392
ben kavramı, 308 Benediktin tarikatı, 192 bereket tanrısı-tanrıçası, 31, 33,
big-bang, 572
bilgelik, 106,210
bilgi, 100, 170,196
488-501
"bilinçaltı, 489-497, 528 Bilinemezci, 75, 311 Birci, Bircilik, 150,285 birey, 35,
361,418, 426 bireyci, bireycilik, 226, 241, 418,
426
222
1910), 482
Bohr, Niels (1885-1962), 417 Böhme, Jacob (1575-1624), 396 Brahma, 574
581
485), 310, 430 Budizm, 156, 171 bunaltı, 434 Büyük iskender (İÖ 356-323),
145,149 büyük patlama, 572
cennet, 513
520
Chuangtze (İÖ 365-290), 261 Cicero, (İÖ 106-43), 80, 150 cinsel, cinsellik, 488
cinsiyet,133, 209, 301,518 cogito ergo sum, 270 Coleridge (1772-1834), 394
Condorcet (1743-1794), 362 Copemikus (1473-1543), 232,
371
çatışma, 47 çevre, 469 çevre faciası, 474 çevre sorunları, 231, 522 çifte
iletişim, 493 Çilecilik, 171
Damaris, 182
462
Dass, Peter (1647-1707), 261 Davud(İÖykl. 1000), 175 değer, 96,106 değer
önceliği, 144 deha, dahi, 226, 392, 394 Deizm, 361 dejenerasyon, 475 Delphoi,
64 Demokrasi, 74,133 Demokritos (İÖ ykl. 460-370),
54-57,97,151,311,375,
443
devlet, 78, 106, 107, 133, 419 devrim, 362 Dickens, Charles (1812-1870)
442
582
din, dinsel, 30, 41, 146, 156, 168,169, 223, 263, 376, 431-434
dinlerin karışımı, 147 dinamik mantık, 417 dinamik, 237, 398 Ding an sich, 372
Diogenes (İÖ ykl. 400-325), 149 Diotima, 107 Diyalektik, Diyalektizm, 413,
398
73,74, 122,208 doğa merdiveni, 130 doğa tarafından (belirlenen), 75 doğa üstü,
66, 311, 529 doğa yasası, 40, 45, 239, 241,
283,286,312,315,373,474 doğal bilim, 41,358, 521 doğal doğru, 317, 447 doğal
güçler, 47 doğal haklar, 361,362 doğal özellik, 77 doğal seci, 461-481 doğal süreç,
36, 40, 41, 65, 121,
150
1881), 434
dönüşüm problemi, 43 duygular, 283, 317, 392, 396 duyu dünyası, 97-101, 122,
153, duyular, duyumsama, 43, 45,
299, 306, 369 duyularla algılayış, 43 duyunun aldatmacaları, 43 dünya dini, 156,
180 dünya düzeni, 31 dünya görüşü, 232 dünya tini, 409, 412, 414, 419,
ekonomi, ekonomik, 443, 453 Elea'iılar, 43, 413 embriyonun gelişmesi, 465 emek,
emekçi, 448, 449 Empedokles (İÖ ykl. 494-434),
45,97,413
444, 458
Epikuros (İÖ 341-270), 151, 443 Epikurosçu, 151, 180 Erasmus (ykl. 1466-1536),
242
583
Eros, 103
esinlenmek, 499
etik,132, 148,157,282,434
fakülte, 192
falcılık, 63, 64
Faust, 481
felsefi soru, 21
226
filozof, 80, 103, 368 filozofların projesi,39, 96 fosil, 459, 462, 463, 577
Franklin, Benjamin (1706-1790),
458, 487-499
galaksi, 570-572
233
Geç Antikçağ, 146,197 Geç Ortaçağ, 191,202 gelişim, 398, 457-483, 522 gençlik
ayaklanması, 394 genler, 479, 482 geosentrik, 232
237
394
519
363, 365
gök cisimleri, 232, 233, 573 gökbilimci, 49, 147, 195, 233,
571, 572 gölge, 104, 123 gölge dünya, 513 görü biçimleri, 370 gösteriş, 258, 433
Grimm kardeşler, 399
584
330
halkı eğitmek, 74
Hamlet, 260
470
haz, 151 Hegel, G.VV.F, (1770-1831), 409-
513
Hephaistos, 35, 88
Hera, 35
Herakles, 35
Hermes, 73
Hesiodos, 35
262
261
hologram, 48
Homeros (İÖ 700 yılları), 35 hoşgörü, 301 Hume, David (1711-1776), 303,
479
585
içkin, 518
ideal, 95, 96
123,153,
idealizm, 262, 443 İkicilik, ikici, 150,273, 284 ilerici, 412 ilerlemeci, 451 ilk
günah, 199 ilk hücre, 477 ilk neden, 131 inanç bildirimi, 182 inanç dünyası, 223
inanç gerçekleri, 204 inanç, 198,204,206,311,376,
431,432
incil, 198,206,242,515 incunabulum, 224 insan, insanlık, 81, 150, 200,
458,514
insan görüşü, 226 insan hakları, 361 ' insanın Çıkışı, 471 insanın doğası, 515 ironi,
ironik, 78, 401, 429, 502, 508, 509
joker, 81
415
kadın görüşü, 107,133, kadın hakları, 362, 363, 416 kâhin (Delphoi'deki kâhin),
64,"
373
478-480
Kast sistemi, 107 Kepler, Johannes, 233 kesin buyruk, 380 Kırmızı Başlıklı Kız,
377
586
KibritçiKız, 441,442
Kinikler, 148
kip, 285
komedi, 87
kontrpuan, 550
77
kozmik,171,281,574 kozmik bilinç, 157 kozmik ışın, 479 kozmopolit, 150 köle
ahlakı, 513 köle toplumu, 448 kötülük problemi, 197 Kralın Yeni Giysileri, 81
kromozom, 478 Ksenofanes (İÖykl. 570-480),
35
kültür, 168
kültür iyimserliği, 359
263
426
mantık, 129,208
587
mantıksal doğru, 431 Marcus Aurelius, (121-180), 150 Marksizm, Marksist, 444
Marksizm-Leninizm, 444 Marx, Kari (1818-1883), 443-
455, 457 masal, 399, 400 matematik, matematiksel, 96,
149
görüşü, 30-36, 170, 171,400 Moe, Jorgen (1813-1882), 399 molekül, 478 Monarşi,
133 Montesquieu (1689-1755),302,
357
283, 288
314,316,371 nesnel doğru, 429 nevroz, 488, 490 New Ağe, 525 Nevvton, Isaac
(1642-1727), 237,
Novalis (1772-1801), 393, 395 nöroloji, 487 Nuh, Nuh'un Gemisi, 174, 453,
476
588
otomat, 275 otomatik yazı, 500, 528 otuz yıl savaşları, 258 ozon tabakası, 479
374,376
ölümsüzlük iksiri, 170 örnek resim, 98, 99 öte dünya, 513 öz, 40, 42, 46, 515
Özdek, Özdekçilik, bkz. Madde,
Maddecilik
özgür irade, 287, 288, 376, 382 özgürlük, 413, 516 öznel doğru, 432
43
182,282
PeerGynt, 401,433, 434 penisilin, 475 ¦ Platon (İÖ 427-347), 76, 95-108,
Raskolnikov, 434
retorik, 74
İmparatorluğu, 146, 191, 201 Romantik ironi, 401, 420, 429 Romantik, 392-400,
433 Rousseau, Jean-J. (1712-1778),
357
Rönesans insanı, 226 Rönesans, 192, 196, 223-243 ruh, 56, 103, 123, 179, 199,
267 ruh çözümlemesi, 487 ruh dinginliği, 227 ruh ve beden, 266, 274
322, 393 rüya işçiliği, 496 rüyalar, rüya yorumu, 495-498 rüyanın açığa çıkmış
içeriği, 496
589
rüyanın görünmeyen içeriği, 495
saçma, Saçmacılık, 519 sahne (görme), 87 Samanyolu, 570 Sami, Samiler, 172-174
sanat; sanat eseri, sanatçı, 226,
392, 393, 399, 433, 497-499 sanat müziği, 400 sansür, 486, 496, 498, 499, 501
Sartre, Jean Paul (1905-1980),
396, 409
Schiiler, Fr. (1759-1805), 393 Scrooge, 441, 442 seçim, 434, 516 seks, 494
Seneca (İÖ 4-İS 65), 150 sentez, 204, 414 sevgi, 47, 103, 178,281 sezgi (bilgi),
77,170, 434 sezgisel, 289, 301 Shakespeare, W. (1564-1616),
155
sınıf farkları, 258 sınıf mücadelesi, 448 sınıflar arası zıtlıklar, 443 sınıflı toplum,
453 sınıfsız toplum,453 Snorre Sturlason (1178-1241),
170
Sofist, 74, 79, 96 Sofokles (İÖ 496-406), 87 Sokrates (İÖ 470-399), 76-84,
413
Solomon (ö. İÖ ykl. 936), 175 Sophia, 210 sorumluluk, 516 Sosyal Demokrasi, 453
sosyalist, 453, 454 sömürü, 451
280-289, 426 Spiritüalizm, 501, 527 statik, 398 Steffens, Henrik (1773-1845),
suç, suçluluk duygusu, 174, 490 Suç ve Ceza, 434 Sürrealist, Sürrealizm, 498,
500
463
590
Tanrı'nın krallığı, 175-176, 200 Tanrı'nın oğlu, 175-179 Tanrı'nın varlığı, 205,
376, 432 tanrısal, 44, 78, 131,154-158,
419
Tarihçilik, 427 tarihsel eleştirel, 280 teklik, teklik felsefesi, 48, 155,
töz, 273, 283, 284, 297, 321 trajedi, 65, 87 travma, 495
425
ulus, ulusal, 398 ulusal din, 146 Ulusal Romantizm, 399 Usçu, 265, 296, 359 ,
Utgard, 31 , '
uyum, 474 uzay, 569-578 uzaydan gelen ışınlar, 479 Uzlaşımcılık, 147
"üretim biçimi, 448 üst ben, 491 üst yapı, 445, 446 ütopik, 105
513-515
Varoluşçuluk, 513-519 Veda yazıtları, 169 Venüs, 170 vicdan, 78, 82, 143, 380,
381,
489
417
591
395
yabancılaşma, yabancılaşmış,
449,515
yaşam duygusu, 227 yazınsal masal, 400 Yeni Ahit, 172, 281 Yeni Darvvinizm,
472, 473 Yeni Dincilik, 523 - Yeni Platonculuk, 153,198, 398 yeniden doğuş, 179
yerçekimi, 235, 237, 240 yıldız falcısı, 577 yıldız tozu, 577 yöntem, 229, 269,
283, 410 yüklem, 284 yüksek kültür, 194
zaman ve uzam, 370 Zenon (İÖ ykl. 336-264), 149 Zeus, 35, 169 zorunluluk, 150,
289
SON