Professional Documents
Culture Documents
1. Bu makale, ilk olarak Kasım 1984’te Edinburg Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde bir
seminer tebliği olarak sunulmuştur. Yardımcı yorumlar ve eleştiriler yapan herkese teşekkür
borçluyum. Ayrıca ilk taslağa dair eleştirileri için Tim Ingold’a ve Olivia Harris’e müteşekkirim.
2. Bu iki soru, farklı olsalar da birbirleriyle yakından ilişkilidir. “Psişe” ya da bilinçli insan
öznesi kavramı olmadan kültürel ve bedensel alanlardan bir nebze bağımsız bir psikoloji
olamayacağı gibi belirli bir noktaya kadar her ikisine de nüfuz eden hakiki bir “psikoloji”
de olamaz.
30 ANTROPOLOJİ, EKOLOJİ, ANARŞİZM
3. Bir zamanlar önemli olan bu konu hakkındaki faydalı bir tartışma için bkz. Steven Lukes
“Methodological Individualism Reconsidered” ve Ernest Gellner, Cause and Meaning in the
Social Sciences, s. 1-17. Elbette erken dönem sözleşme kuramcıları ve Leach gibi yazarlar
tarafından kabul edilmiş olan evrensel sembollerin öznesi ya da soyut bireyle varoluşçulu-
ğun ve etnometodolojinin, kendi varlığını yaratıcı bir şekilde tanımlayan öznesi arasında
temel bir ayrım bulunur. İlki, ikincisindeki gönüllülük vurgusunun aksine, saf natüralizmin
bir biçimini ima eder; aşırı uca savrulduğundaysa, kendiliğindenci bir bilimsel yaklaşımın
toplumsal kuramdaki geçerliliğini inkâr eder. Ancak gönüllülük ve nesnellik üzerindeki vurgu
genellikle, farkında dahi olunmadan, burjuva bireyciliğine yol açar. Mary Douglas’ın In the
Active Voice adlı eseri buna iyi bir örnektir. “Bir” “zayıf bir ağ” içerisindeyken) rekabetçi,
denetimci, manipülasyona dayalı, özerk ve mutabakatçı, Hobbesçu öznenin kesinkes vücut
bulmuş hali olarak görülür. Louis Dumont’nun (The Nuer’nin Fransızca basımındaki önsö-
zünde) söylediği gibi Douglas kültürel olarak özgün olan simgeleri evrenselleştirerek kendi
kültürünün “metafizik koltuğuna” oturmuş gibi görünür.
İNSAN ÖZNESİNİN YÜKSELİŞİ VE DÜŞÜŞÜ 31
5. Hallowell’in (1955) bu konudaki ufuk açıcı fikirlerini takip eden Andrew Lock, “benlik
ve kültür kavramları birbirine bağlıdır; biri olmadan diğeri de var olamaz” (1981, 19) diye-
rek bunu güzel bir şekilde ortaya koymuştur. İronik bir biçimde Althusser, tarihsel olmayan
yapılarla meşgul bir Marksizm türünün savunuculuğunu yaparken, görünen o ki, yaşayan
insanı analizin dışında bırakır; diğer Marksistler ise çağdaş kapitalizmin ihtiyaçlarına uygun
bir “insan tasviri” –yani insanı, basit ve tepkisel bir varlık ya da şahsiyetsizleştirilmiş bir kişi
olarak (Ingelby, 1972)– sunan davranışsal psikolojiyi eleştirdikleri gibi bu tür bir yaklaşımı
da eleştirirler. Lucien Goldmann sosyal bilimlerin hümanist ve tarihsel düşüncesine yönelik
radikal savunmasında, bu tür bir yapısalcılıkla gelişmiş kapitalizmin ihtiyaçları arasındaki ya-
kınlıklara işaret eder (1969, 13).
34 ANTROPOLOJİ, EKOLOJİ, ANARŞİZM
6. Yapısalcılık, kültürel idealizm ve davranışçılık gibi geniş çaplı düşünce akımlarını tanımla-
ma girişiminde bulunarak, bu akımların toplum hakkındaki fikirlerinden bazı anlamlı yakla-
şımların çıkarılabileceğini düşünüyorum. Ne var ki bu sınıflandırmalar, yazıları çok çeşitli yak-
laşımları yansıtan biliminsanlarının bireysel bakış açılarından tamamen farklıdır. Dolayısıyla
burada sözünü ettiğim yaklaşım ve aşamalar esasen eğilimlerdir ve birtakım biliminsanlarını
göz ardı etmek için bu eğilimleri kullanmak tümüyle saçma olacaktır.
İNSAN ÖZNESİNİN YÜKSELİŞİ VE DÜŞÜŞÜ 35
Abram Kardiner
1920’li yıllar boyunca antropologlar ve psikanalistler cinsel kı-
sıtlamalar ve taşra geleneğinin diğer biçimlerine karşı düşünsel
bir karşı çıkış oluşturma konusunda doğal müttefiklerdi. Boasçı
antropologlarsa “tabu yıkan feministler ya da egzotik göreneklerin
uygulayıcısı olan ahlaki görecilik destekçileri olarak kazandıkları
Bohem şöhretin keyfini çıkarıyorlardı” (Harris 1969, 431). Özellikle
Benedict, Mead ve Herskovits kültürel göreciliğin güçlü savunucula-
rıydı. Bu dönemde iki şey gerçekleşti: Bunlardan ilki evrimsel ya da
materyalist analizlerden ayrılıp daha hümanist yaklaşımlara doğru
süregiden bir hareketti. “Uygarlık” daha sonra Batı toplumunu
ya da kapitalizmini betimleyen (Morgan ve Engels’in kullandığı)
bir terimden ziyade Freud ve Benedict’in çalışmalarında kültürün
eşanlamlısı haline geldi. İkincisi, Freudyen kuramlar ve kavramlar
“karşı konulamaz bir kapan” haline geldi ve giderek antropolojik
çalışmalara sıçradı. Psikanalitik kuram, antropoloji ve genel olarak
sosyal bilimler için “başlıca uyarıcı”ydı (Hallowell, 1976, 212).
1940’lı yıllara kadar psikanaliz ve sosyal bilimler (ve Marksizm)
arasında bir ilişki ortaya çıkmış ve çeşitli biçimler almıştı.
Antropoloji içerisinde Freudyen kuram en büyük etkisini “kültür
ve kişilik” akımı üzerinde göstermiştir. Açıkçası bu akım sistematik
bir şekilde Freudyen doktrinleri ve kavramları kabul edenleri değil,
Freud’un fikirlerinin nüfuz ettiği yazıların sahiplerini kapsar. Yetiş-
kin kişiliğini geniş ölçüde tanımlamak için çocukluk deneyimlerini,
dini, folkloru ve büyücülüğü “yansıtmalı” sistemler şeklinde ele alan
kavramlar, antropolojik gelenek tarafından tesis edilen iki temel
fikirdir. Örneğin Kluckhohn’un Navaho Witchcraft (1944) başlıklı
çalışması Freudyen temalar aşılar ve Margaret Mead’ın son dönem
yazıları, özellikle de Bateson’la birlikte kaleme aldığı Balinese Cha-
racter (1942) adlı eseri “psikanalitik terimlere, kavramlara ve ince
ayrıntılara doymuştur” (Harris, 1969, 434). Ancak psikanalitik
kavramların “gömülü” olduğu böyle bir yaklaşımı en açık şekilde
temsil eden, bu nedenle toplumsal yaşamın analizinde de psikososyal
36 ANTROPOLOJİ, EKOLOJİ, ANARŞİZM
Wilhelm Reich
Robinson tarafından “20. yüzyılın en değişken tahayyüllerinden biri”
(1970, 19) ve Wilson tarafından da “tutarsız ve paranoyak dahi”
(1981, 6) olarak tanımlanan Reich, 1960’lı yılların sonuna doğru
8. Wilson ve Rycroft gibi, Reich’ın biyografisini yazanlar, onun şahsına veya fikirlerine pek de
yakınlık göstermemişlerdir; farklı bir yorum için bkz. Sharaf (1983).
40 ANTROPOLOJİ, EKOLOJİ, ANARŞİZM
Erich Fromm
Erich Fromm bireyle toplum arasında bir karşıtlık olduğunu inkâr
etmek bakımından Reich’la oldukça benzer görüşler ifade etmiştir.
İnsan yaşamına yönelik psikolojik ve sosyolojik yaklaşımların uygun
olmadığına inanmıştır.
11. Fromm’la birlikte evrim ve tarih eşit düzeyde anlamlandırılabilir hale gelmiştir. Onun
tarihe yaklaşımı teleolojiktir ve efsanevi bir özelliğe sahiptir. Tarihsel açıdan feodalizmin yı-
kılmasıyla ortaya çıkan insan öznesi ahlaki bir seçenekle yüzleşmiştir: İnsanlık ya otoriter bir
kültürü benimsemeye devam edecek ya da doğayla ve aşk duygusuna sahip diğer insanlarla
bir araya gelecek ve karşılıklı üretkenliğe geçecektir. Muhtemelen bu, Althusser’in eleştirisi-
nin amaçladığı türden bir hümanizmdir.
46 ANTROPOLOJİ, EKOLOJİ, ANARŞİZM
R. D. Laing
II. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle psikolojideki “davranış bilimciye
ait boşluğun” sonuna gelinmişti. Sadece bilişsel ve bilinç açısından
değil, aynı zamanda benlik ve insan öznesi açısından da yenilenmiş
ilginin sonucu olarak kapsamlı bir düşünce akımı ortaya çıkmıştı.
Psikolojideki bu yeni vurgu, akademideki psikanalistlerin (“ben”
psikolojisine dönüşen psikanaliz üzerinden) sürece katılımının yanı
sıra, aslen varoluşçuluğun yükselişinden kaynaklanıyordu.
Stirner, Nietzsche ve Kierkegaard, alandaki yazıların öncüle-
ri olsalar da, varoluşçuluk asıl 2. Dünya Savaşı’ndan sonra öne
çıkmaya başladı. Bu akım 1930’lu yıllarda ortaya çıkan nedeni
anlaşılamaz korkunun ve böylece geçip giden yılların üzerine düşü-
nenlerin entelektüel kırgınlığının bir ifadesiydi. Faşizmin ve totaliter
devletlerin yükselişi, sömürge halklarının kıyımı, toplama kampları
ve altı milyon Yahudi’nin imhası, Hiroşima ve Nagasaki; çağdaş
tarihin çatısını oluşturan tüm bu olayların yanı sıra iki dünya savaşı
bazı çevrelerde aşırı karamsar havanın yükselmesine neden oldu
(Novack, 1966, 3-17). Jaspers, Husserl ve Heidegger’in (anlama
odaklanmayı vurgulayan antropolojik kavramlarda ve verstehende
ya da yorumlayıcı sosyolojiye dönüşen) fenomenolojik felsefeden
esinlenen varoluşçuluk, toplumsal anlamanın özel bir sembolünü
dile getirdi. Özden ziyade varoluşa vurgu yapılıyor ve varoluş esasen
trajik, parçalarına ayrılmış, anlamsız ve irrasyonel olarak tasvir edi-
liyordu. Fakat sözkonusu geleneği aktaran içebakış ve yabancılaşma
hissinin yanı sıra, bireye ve betimsel psikolojiye yönelik vurgular da
yapılıyordu. İnsan yaşamının belirlenmiş olduğunu ifade eden tüm
düşünce biçimlerine karşı bir düşmanlık ortaya çıktı.12 Hem psikana-
litik hem de sosyolojik (Marksizm dahil olmak üzere) yaklaşımları
savunan düşünürler öznellik/nesnellik ikiliğinin üstesinden gelmeye
12. Schaff (1963) bizzat kişinin varoluşunu tanımlayarak yaratıcı bir yorum yapmış, varoluş-
çuluğun doğasında bulunan “umutsuzluk felsefesiyle” bu felsefenin insan bireyine yaptığı
vurgu arasındaki çelişkiyi araştırmıştır.
48 ANTROPOLOJİ, EKOLOJİ, ANARŞİZM
13. Kuşkusuz, Durkheim, Hobbes’un ve sonraki yöntembilimsel bireycilerin aksine, sui gene-
ris (nevi şahsına münhasır) bir gerçeklik olarak çok sayıda insani eserin bulunmadığını iddia
ederek “toplum”a öncelik vermiştir. Bkz. Lukes (1973) ve Rose (1981, 14-18); her ikisi de
Durkheim’ın düalizmine vurgu yapmıştır.
İNSAN ÖZNESİNİN YÜKSELİŞİ VE DÜŞÜŞÜ 51
14. Çözümlemişim gibi davranamayacağım karmaşık sorunlardır bunlar. Fakat Tim Ingold’un
önerdiği gibi, tüm sosyal bilimsel gelenek, en azından son yüzyıldır, bilincin öznelleşmiş bir
kültürel mantığı yansıtıp yansıtmadığı konusunda ihtilafa düşmüş; kültürün bilinçli bir şekil-
de insan pratiğini yönlendiren bir taşıyıcı mı yoksa basit bir araç mı olduğu konusunda da
bölünmüştür. Bu nedenle, “etkileşimsel süreçten önce her bireyin içselleştirdiği nesnel kültür
–‘sembolik’– insanlığın ‘özüdür’” ve insanlığın ‘özü,’ “toplumsal ilişkileri sarmalayan, bu
ilişkiler içindeki kıvrımları açan yaratıcı bir hareket olarak bilinçtir” önermeleri arasında ayrım
yapılabilir. Bana göre Durkheim, Boas ve Benedict gibi Alman idealizmi geleneğindeki yazar-
lar ve yapısalcı Marksistler birinci eğilimi izlerken, Marx ikinci eğilimi takip eder; bu açıdan
Hegel’i sadece toplumsallığı “nesnel” ve doğal hayatla ilişki içerisinde açıklayan görüşleri
bağlamında izleme eğilimindedir.
52 ANTROPOLOJİ, EKOLOJİ, ANARŞİZM
16. Milton Stinger (1978, 1980) tarafından yazılan dilbilimsel kuram hakkındaki son maka-
leler Goldman’ınkine oldukça benzer bir bakış açısı sunar. Saussure’ün gösterenle (ses-gö-
rüntü) gösterilenin (kavramın) iki öğeli ilişkisi şeklinde –bu nedenle bağımsız nesnelerden ve
öznelerden vazgeçen– ve gösterge işlevi üzerinden tanımladığı göstergebilime karşı çıkan
Singer, psikoloji ve kültürel antropoloji için daha iyi bir zemin sunan Peirce’ın göstergebi-
lim kuramını önerir. Singer Kartezyen karşıtı olan; pragmatizmle fenomenolojik yaklaşımı
harmanlayan; indirgenemez nesne, gösterge ve gösterge yorumu üçlüsüne dayanan kura-
mında, Peirce’ın bilimle ve ortak akılla tutarlı bir göstergebilimsel benlik kuramı üretmeye
muktedir olduğunu savunur. Hem öznellikten hem de nesnellikten (Saussure’ün göstergebi-
limi) kaçınan Peirce, benliği göstergebilimsel sistemlerin hem öznesi hem de nesnesi olarak
varsayar. Ancak bu tür bir Kartezyen karşıtı düalizmin “deneysel özneye sahip bir Kantçılık”
(Singer’ın da önerdiği gibi) olup olmadığı tartışma konusudur; Kant’a göre nesnel dünya
–“kendinde şey”– sadece hissedilebilir ama asla bilinemez.
56 ANTROPOLOJİ, EKOLOJİ, ANARŞİZM
sının ötesine giden hominid evrimi için büyük bir “psikolojik dönü-
şüm”ün ortaya çıkması gerektiğini önerme noktasına varır. Buluş ve
teknolojik araçları kullanma vasıtasıyla insan atalarımızın ekolojik
gelişimi, düzenlemeleri ve ahlaki öğretileri (ensest gibi) kapsayan
insan toplumlarının sistematik yönelimi, insani iletişim sistemlerinin
kültürel aktarımı; Hallowell’a göre bunların hepsi zaman içinde sü-
reklilik arz eden bir benlik kavramının varlığını gerekli kılar. “Ben”
yeni bir davranışsal seviyeye uyarlanmaya olanak tanır. Özfarkın-
dalık ve kendini kimliklendirme kapasitesi psikolojik olanaklar
olarak varsayılmalıdır. Bunlar, aletlerin yapımı ve kültürel uyum
göstermenin diğer biçimleri kadar eskatolojinin kavramlarının işle-
mesi için de gerekli görülebilir (1976, 257). Dolayısıyla Hallowell,
“toplumsallaşma sürecinin içkin bir parçası olan özfarkındalığın
gelişimi olmadan, yani meydana çıkmak ve aydınlığa kavuşturmak
için bir nesne olan benliğe yönelmiş tavırları mümkün kılan benlik
kavramı olmadan bir insan toplumunun işlemesi için gerekli temel
koşulların bazılarına sahip olamazdık,” (1955, 83) der. Bu bakış
açısında kayda değer birçok nokta vardır.
Hallowell, tıpkı Marx gibi, “zihne” değil benliğe vurgu yaparak
kişiyi esasen psikosomatik bir varlık, hem organik hem de kültürel
bir canlı olarak kavramsallaştırır. Ayrıca benlik, insan kişiliği yapı-
sında bulunan durağan bir etken şeklinde ve insan toplumlarının
faaliyetlerine ve toplumsal etkileşimin tüm durumlarına içkin olarak
görülür. Hallowell için benlik ve toplum yekpâre bir bütünün görü-
nümleridir ve kültürle kişilik tamamıyla bağımsız değişkenler değil-
dir. Bir diğer önemli nokta, Hallowell’in ne insan toplumunun ne
de insan kişiliğinin işlevsel yönden, sembolik iletişim sistemlerinden
ayrı olarak tasavvur edilemeyeceğini dile getirmesidir. Dolayısıyla
“toplumsal” varoluş, bireyin benliğinin (ya da zihninin) gelişimi için
gerekli bir koşuldur. Keza Hallowell, insanın psikolojik yapısının
(zihin, kişilik, benlik) gelişiminin “temelde diğer insanlarla etkile-
şim içinde bulunan, toplumsal açıdan dolayımlanmış bir deneyime
bağlı olduğunu” savunur (1955, 355). Goldman gibi Hallowell de
58 ANTROPOLOJİ, EKOLOJİ, ANARŞİZM