You are on page 1of 4

“İNANMAK” YA DA “İNANMAMAK”

Hasan Aydın
 
Genelde teistler,  bir fenomen olarak ateizmi ve ateistleri yoksayma eğilimi taşırlar. Onlara göre,
ateist diye birisi yoktur; çünkü Tanrı’yı tanımayan, ona inanmayan hiç kimse olmaz; adeta Tanrı
fikri doğuştandır ve insan bilincine işlenmiştir. Bu nedenle, sadece karşı tarafın dini anlayışından,
Tanrı tasarımından hoşlanmadığı için ateist olduğunu söyleyenler vardır.
 
Bu sav çok yaygındır, nerdeyse, her gün toplumsal bilinçaltına işlenmektedir.
 
Bu sav doğru mudur? Gerçekten dinsiz olmak, Tanrı’ya inanmamak olanaksız mıdır? Ateizm
imkansızdır söylemin arkasında ne tür bir inanç ve ne tür bir strateji yatıyor? Gelin
çözümlememize, sorularımıza yanıt aramak ve tartışmayı felsefi bir zemine çekmek için “inanma
ve inanmamanın” doğasına ilişkin kimi belirlenimlerde bulunarak başlayalım.
 
1) “İnanıyorum” veya “ inanmıyorum” sözcüklerini gündelik yaşamda sık sık kullanırız.  Birisi X’in
doğruyu söylediğine inandığını, bir diğeri ise doğruyu söylediğine inanmadığını beyan edebilir.  Bu
beyanların her birisi zihinsel bir tutuma gönderme yapar gibi görünür; ancak temelinde de daha
çok güven duygusu yer alır. Güvendiklerimizin doğruyu söylediğine; güvenmediklerimizin ise
doğruyu söylemediklerine inanabiliriz. Kuşkusuz bu güvenin ya da güvensizliğin temelinde bireysel
deneyimlerimiz, o kişiyle ilişkili olarak yaşadığımız deneyimlerimiz önemli bir yer tutabilir.
 
2) “İnanıyorum” ya da “inanmıyorum” deyişleri güven duygusu kadar ve belki de daha fazla,
karşıdaki kişiye yönelik ilişkisel mesafenin de güçlü bir rolü vardır. Sevdiğimiz insanlara daha fazla
bağlı olduğumuz için onlara daha kolay güvenir ve inanırız.
 
3) “İnanıyorum” ve “inanmıyorum” gerekçelere de bağlıdır. Eğer gerekçelerimiz lehte ve aleyhte
artıyorsa tutumumuz daha da belirgin bir hale gelir. Çünkü bizde tutumumuza temel olan
gerekçeler ortaya çıkar. Gerekçeler arttıkça, inanma durumundan çıkar, bilme dediğimiz yeni bir
zihinsel durum ortaya çıkar.
 
4) “İnanıyorum” ve “inanmıyorum”, korku ve umut temelli ise, kimi kez eylemlerimizi de köklü bir
biçimde belirler. Televizyonda duyduğumuz bir haber sözgelimi güçlü bir depremin olabileceği
haberi, o geceyi evde geçirip geçirmeyeceğimizi belirler. Bir parça inanıyorsak,  ya da içimizde en
ufak bir şüphe varsa, o geceyi evde değil dışarıda geçirebiliriz.
 
5) Felsefi olarak inanç yaşamımızın her yanında vardır; birisine günaydın dediğimizde bile bizi
anlayabileceğini, Türkçe bildiğine vb. ye inanırız.
 
6) Her inancın eylemlerimizi belirlediği söylenemez.  Çünkü kimi inançların pratik yaşamla
doğrudan bağları yoktur. Sözgelimi UFO’lara inanmak pratik ve gündelik yaşamımızı çok
ilgilendirmez; bu yüzden sadece UFO’lara ilişkin bilişsel bir tutum olarak kalırlar.
 
7) Metafizik inançlar, sözgelimi Tanrı vardır ya da Tanrı var değildir, ikinci bir yaşam vardır ya da
var değildir; reenkarnasyon vardır ya da var değildir gibi inançlar gündelik, pratik inançlardan
doğası ve yapısı itibarıyla ayrılırlar. Gündelik, pratik inançların çoğu gündelik yaşamda bir biçimde
sınanabilirler; ama metafizik inançlarda bu türden bir sınama yoktur. Sözgelimi, günaydın
dediğimiz birisi biz, geri dönerek günaydın derse bizi anladığını anlamış oluruz. Oysa tanrı vardır
ya da var değildir, böyle değildir. Kimileri, Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu hakkında mistik bireysel
deneyimler yaşadığını ileri sürebilir, ama bunlar daima bireysel olarak kalırlar.
 
8) İnancın hem gündelik hem de metafizik bağlamının oluşu, yer yer farklı inançların birbirine
karışmasına neden olur. Hiç kimse beni anlamıyor diye inanarak yaşamak oldukça zordur; çünkü
insanın iletişime gereksinimi vardır. Oysa Tanrı’ya inanmadan yaşamak hiç de bu türden bir sorun
oluşturmaz. Gündelik ve metafizik inançların birbirine karışmasını engellemek için aslında, iman ile
inanç arasında bir ayrıma gitmek, metafizik inançlara iman demek daha doğru gözükmektedir. Bu
kavram kamaşasını bir parça engelleyebilir.
 
9) “Bilmek” ile “inanmak”da birbirinden farklı iki zihinsel tutumdur.  İnsan her bildiğinin
doğruluğuna inanır ama her doğruluğuna inandığı şeyi bilemeyebilir. Bu mantıksal bir durumdur,
X’in doğru olduğunu biliyorum ama buna inanmıyorum denilemez; oysa X’in doğruluğuna
inanıyorum, ama durumun öyle olup olmadığını kesin olarak bilmiyorum denilebilir.
Kanımca,Tanrının varlığına inanmak ya da inanmamak, bu ikinci türdendir.
 
10) “İnanma” ve “inanmama” üzerine yaptığımız bu felsefi belirlenimlerden yola çıkarak, metafizik
inançlarımızın sınanabilir türden olmadıklarını, birtakım gerekçelere dayansalar da bu gerekçelerin
büyük ölçüde öznel-bireysel olduğunu, bu nedenle onların temelinde psişik yaşantıların yer
aldığını söylemek gerekmektedir. Bu haliyle onlar birer kabul ve iman olmak durumundadır. Şimdi,
Tanrı’nın varlığına inanıyorum ya da Tanrı’ya iman ediyorum ile bunun değilinin durumu nedir?
Kanımca, bir Tanrı inancına sahip deist, teist, panteist ve panenteist “Tanrı vardır” önermesine
inanırken, ateist, “Tanrı var değildir” önermesine inanır.  Her iki kesim de aslında bir önermeye
inanır. Bu iki tutma katılmayıp, agnostik olan, yani ne vardır ne de var değildir diyerek yargıyı
askıya alan bir gruptan daha söz edilebilir.
 
11) Mutlak ateizm imkansız mıdır? Kimi kesime göre bu imkansızdır. Bunlara göre insan inançsız
yaşayamaz. Evet, insanın inançsız yaşamını sürdürmesi neredeyse imkansızdır; ama insan
yaşamını imkansız kılan inançsızlık pratik yaşama dönük olan inançsızlıktır. Yoksa insan Tanrı’nın
yokluğuna inanarak yaşamını hiçbir sıkıntı çekmeden sürdürebilir ve sürdürenler de vardır. Ama
burada, bir noktanın altını çizmek gerekmektedir: Tanrı’nın olmadığına inanmak da bir inançtır. İki
tür ateizmle karşılaşılır: İlki negatif ateizmdir; bu ateizm türünde, Tanrı’ya inananların ileri
sürdükleri savların eleştirisi merkezi bir yer tutar. Bu tür insanlar aslında dindarların ve Tanrı’ya
inananların Tanrı’ya yönelik ileri sürdükleri şeyleri kabul etmezler. Tanrı’ya inanan, iyi kötü her
şeyi Tanrı’ya iliştiriyorsa, tüm savaşlar ve kötülüklerin altında Tanrı’yı görüyorsa, birisinin ben
böylesi bir Tanrı’ya inanmıyorum deme hakkı vardır. Yine birisi Tanrı konuşur, ister,  bilir, irade
eder, intikam alır, tuzak kurar vb. diyorsa, birisi Tanrı insana benzetiliyor, oysa o bunlardan
yücedir diyerek bu söylemleri reddedebilir. Tüm kutsal kitaplardaki Tanrı’ya ilişkin söylemleri de
Tanrı’ya yakıştırmayabilir. Hatta çelişik bulabilir. Bu tür negatif ateizmde, Tanrı’nın mutlak inkarı
yoktur; sadece ona yönelik yapılmış tanımlamaların inkarı söz konusudur. Ancak ikinci bir tür
ateizm daha vardır. Bu ateizm türü pozitif ateizmdir. Bu tür ateistler, Tanrı’ya inananların ona
ilişkin tanımlamalarını reddetmekle kalmazlar, aynı zamanda Tanrı’nın olmadığını da kanıtlamaya
çalışırlar. Bunu ya çeşitli felsefi ilkelerden yol a çıkarak yaparlar ya da bilimsel verilerden yola
çıkarak düşüncelerini gerekçelendirmeye çalışırlar. Kanımca bu türden pozitif ateizmin son
dönemlerdeki en şöhretli savunucusu Tanrı Yanılgısı kitabının da yazarı olan R. Dawkins’tir.
 
11) Negatif ateistlerin yanında pozitif ateistlerin de bulunması, mutlak ateizmin olmadığı savını en
azından söylem itibarıyla kuşkulu hale getirir. İnançlar içsel olduğu için kişilerin beyanları söz
konusudur; kişi ben Tanrı’ya inanmıyorum diyorsa, ona sen Tanrı’ya inanıyorsun, inançsız
yaşanmaz demek bir safsatadan öteye gitmez. Bu yüzden İslam teoloji (kelam) geleneği de, imanı
kalp ile tasdik, dil ile ikrar olarak tanımlamıştır. Mutlak ateizmin olmadığını ileri sürenler aslında bir
strateji ile inanan-inanmayan ayrımını inanan lehine tersine çevirmeye çalışmakta, ateistleri
görmezden gelmektedirler. Siz de dilinizle inkar etseniz dahi Tanrı’ya içten içe inanıyorsunuz
diyerek bir söylem inşa etmekte; inşa ettikleri bu söylemle baskı oluşturmayaçalışmaktadırlar. Bu
aslında laik ve demokratik kültürün aksine işleyen bir yapı üretmek anlamına gelmektedir. Mutlak
ateizm yoktur söyleminin psikolojik temeline bakıldığında daha da ilginç bir durum ortaya
çıkmaktadır: Bu durum, inananın korku, yetersizlik, bilgisizlik, koşullanma vb. psikolojik ve
toplumsal nedenlerden dolayı inandığı bir güce, diğerinin meydan okuyuşunu kabullenememedir.
Böylelikle inanan diğerine, diğerinin rızası olmaksızın, kendi inancını giydirmeye çalışmaktadır.
 
12) Felsefi olarak bir noktanın daha altını çizmek gerekir. Her Tanrı’ya inanan mutlaka bir dine
inanıyor değildir. Örneğin deist ve panteist genelde kurulu dinlerin dışına çıkar. Kuşkusuz tersi
büyük ölçüde doğrudur; Çünkü bir Tanrı’ya inanmayan dindar yoktur. Bu nedenle, laik-demokratik
toplumlarda, Anayasalarda “Din ve Vicdan Hürriyeti” kavramsallaştırması tüm gerçeği
yansıtmamaktadır. Zira tıpkı mutlak ateizmin olmadığı söylemi gibi, mutlak dinsizlik yoktur söylemi
inşa etmeye yönelmektedir. Bu söylemle aslında bir tür dinsel dayatma yapmaktadır.
Anayasalarda bu sorun ya “inanma ve inanmama özgürlüğü” ya da salt “inanma” özgürlüğü
biçiminde tanımlanarak aşılabilir. İnanma sözcüğü geniş bir sözcüktür her türden dinsel, felsefi
inançları hatta Tanrı’ya inanmama olarak tanımlanan ateizmi bile, o da bir tür inanç olduğu için,
kapsayabilir. Tabi böylesi bir anayasada, zorunlu din dersleri ifadesi gibi bir garabet hiçbir biçimde
yer alamaz. Eğer inanç eğitimi verilecekse, teistik ve ateistik yaklaşımlar ve her türden dinsel
tasarımlar eşit ve nesnel bir biçimde aktarılabilir.
 
13) Türkiye laik ve demokratik bir ülke olma yolunda devam edecekse, birilerinin söylemini
diğerlerine giydirmekten vaz geçmek, yurttaşların her türden inanma özgürlüğünü, genel bir
kavramsal çerçevede yeniden tanımlamak zorundadır. Bu tanımlamada ne teisti, ne panteisti, ne
ateisti, , ne panenteisti ne de agnostiği dışlama hakkımız olmamalıdır. Tüm inançlar bireyseldir;
hiç kimsenin inancını diğerlerinkinden üstün göremeye, bireysel olarak üstün görse de üstün
göstermeye ve anayasal olarak ve hatta eğitim kanalıyla dayatmaya hakkı olmamalıdır. Çok sesli,
demokratik ve laik bir Türkiye ancak böyle inşa edilebilir. Bunun tersi tutum, üretilen başat
söylemlerin diğerlerini, bu diğerleri azınlık dahi olsa, yok saymaya neden olmaktadır. Öte yandan
kendimizi çoğunluk içerisinde görüp bu durma kayıtsız da kalmamalıyız; çünkü bir gün biz de
azınlığa düşebilir, azınlık içinde kalabiliriz. Bu nedenle empatiyi elden bırakmamalıyız. İnançlar
bireyseldir; ne denli nesnelleştirilmeye çalışılırsa çalışılsın, onların bireyselliklerini yok etmek
olanaksızıdır. Sonra inancı nesnelleştirici tutum, birilerinin inancını diğerlerini zorla dayatmaya
neden olmaktadır. Oysa bu insan haklarına aykırı bir durumdur.
 
14) Son olarak şunu da belirtmek gerekmektedir:  Varlık/teizm ve yokluk/ateizm iddiası daima iki
değerli mantığa dayanmaktadır. İki değerli Aristoteles mantığını, ontolojik anlamda kullanmaya o
denli koşullanmışız ki, var/evet, yok/hayır ikilemindeyiz. Oysa bu ikilemi aşan köklü ontolojik
sorunlar var. İşte bir kaç örnek; UFO'lar, Kaf Dağı, Agulamunko -evrenin bir köşesinde gizemli
dağda yaşayan ve kadına şiddet uygulayan erkekleri iktidarsız kılan, geceleri çıkan eli usturalı
korkunç bir hayalet-, Alohim, vb.. Bunlara kesin olarak, epistemik bir temelde var ya da yok
denilebilir mi? Bir şeyin varlığına ya da yokluğuna kesin bir biçimde işaret edemiyorsanız durum
ne olacak? Mantıksal çelişki taşısa, yoktur dersiniz, bu kolay; söz gelimi karedaire yoktur; bir şey
aynı anda hem kare hem daire olamaz; ancak, mantıksal çelişki taşımayan, ussal açıdan mümkün
olan şeylere yok demek için tek yol kalıyor, deneysel olarak olmadığını göstermek. Yani yok
olduğuna işaret etmek. Bu mümkün mü? Felsefi olarak mutlak yokluğa işaret edilemez. Bu
deneysel olarak imkansız. Aslında sadece orada, şurada, burada var olan gösterilebilir; onlara
işaret edilebilir; yoka, yokluğa nasıl işaret edecek, onu nasıl göstereceğiz; orada ya da şura da
yok dedik, olmadığına işaret etmeyi denedik, ama aradığınız şey evrenin her yanında olabilirse,
olma olasılığından söz ediliyorsa, onun yokluğuna kim, nasıl işaret edecek. Agulamunko'nun
olmadığını bana kim gösterecek? Hayalete sözde inanmayan, ama mezarlıktan geçerken
hayaletlerden korkan insanları, korkuya iten, onun yokluğuna işaret edilememesidir. O hep
olanaklı halde varlığını sürdürüyor. Yani aklen imkan dahilindedir. Bu açıdan ontolojik anlamda,
insan, daima, 'var, yok ve olabilir' arasında sıkışır ve olabilirler yaşamımızı çoğu kez çekilmez
kılarlar. Teistlerin dediği gibi Tanrı'nın varlığına, ya da ateistlerin sandığı gibi onun yokluğuna
açıkça işaret edebilseydik, gösterebilseydik, sorun çözülürdü. (Böylelikle bir teistle ateistin
kafasının aynı işlediğine işaret etmiş oluyorum; biri varlığını diğeri yokluğunu kanıtladığını
düşünüyor). Ama Hume'un dediği gibi sondamız yetmiyor.Aslında bu çözümlemem, insanların
neden inandığına da bir yanıt veriyor diye düşünüyorum. Annem derdi ki, bir deli bir kuyuya bir
taş atar kırk akıllı çıkarmaz; birisi bir şeye var der, mantıksal açıdan imkansız değil, olasıysa, tüm
akıllılar bir araya gelse onun yokluğunu gösteremezler. Tabi varlığını da göstermezler. Ancak,
birileri var diye inanmaya başlayıp, onu yayarsa, ve o yaydığı şey bilinmezden beslenen, umut
içeren ve korkutucu bir şey ise, onu deneyimleyenler bile çıkabilir; arkasında mistik bir edebiyat
bile oluşabilir.Ha bu arada benim uydurduğum, Agulamunko, eğer inanalar çıkarsa onların
zihninde varolmaya başlayabilir. Ancak birlerinin onun varlığına inanması, onu var kılar mı?
 
İşte varlığı da yokluğu da gösterilemeyen şeylere inanmak, sadece bireysel bir tercih işidir.  Bu
nedenle gelişmiş toplumlar, inanma (ya da inanmama) özgürlüğünü anayasal teminat altına
alırlar. Bu teminat, sadece bir şeye inananları değil, o şeye inanmayanları da kapsar. Kanımca,
teorik olarak, teizm ne kadar mümkünse, ateizm de o kadar mümkündür.  Teistlerin ateistlerden
daha fazla olmaları, teizmin ateizmden daha makul olduğu için değil, onu destekleyen sosyal-
siyasal yapının, egemenliğindendir. Pratik açıdan da, teizm ateizmden ya da ateizm, teizmden
daha üstün değildir; çünkü ne teizm, ne de ateizm, kendi başına erdemlilik sağlar. Erdemliliğin
temeli insanın kendisidir.

You might also like